Professional Documents
Culture Documents
Cioran
Çürümenin Kitabı
E. M. Cioran
Çürümenin Kitabı
Fransızca yazan Rumen deneme yazarı ve ahlakçısı Emil
Michel Cioran 8 Nisan 1911 ‘de Rasinari’de (Romanya)
doğdu. On yedi yaşında Bükreş Üniversitesi Felsefe
Bölümüne girdi. Lisansını Bergson üzerine hazırladığı bir
tezle aldı. 1934’te Bükreş’te yayımlanan ilk kitabı Sur les
cimes du désespoir (Ümitsizliğin Doruklarında), kendisinin
de kabul ettiği gibi, sonradan Rumence ve Fransızca yazdığı
her şeyin özünü barındırır. Hayatın trajik boyutundan habersiz
olmakla suçladığı Bergsonculuk’tan o dönemde koptu.
1937’de, dini bir krizin ürünü olan ve tartışmalar yaratan
kitabı Des larmes et dessaints (Gözyaşları ve Azizler
Üzerine) yayımlandı. Aynı yıl, Bükreş Fransız Enstitüsünden
bir burs alarak Paris’e gitti ve oraya yerleşti. 1995 yılında
Alzheimer hastalığından öldü.
1947’de Fransızca yazdığı ve Fransa’da yayımlanan ilk
kitabı olan Précis de décomposition’u (1949; Çürümenin
Kitabı. Metis) şu eserleri izledi (başlıcaları): Syllogismes de
l’amertume, 1952 (Burukluk, Metis); La tentation d’exister,
1956 (Varolma Eğilimi, Gendaş); Histoire et utopie, 1960
(Tarih ve Ütopya, Metis); La chute dans le temps, 1965
(Zamanda Düşüş); De l’inconvénient d’être né, 1973
(Doğmuş Olmanın Sakıncası, Gendaş); Aveux et anathèmes.
1981 (İtiraflar ve Aforozlar).
Metis’te yayımladığımız Ezeli Mağlup (Entretiens, 1995)
yazarla çeşitli tarihlerde yapılmış söyleşileri bir araya
getiriyor.
Metis Yayınları
İpek Sokak 5, 34433 Beyoğlu. İstanbul
Tel: 212 2454696 Faks: 212 2454519
e-posta: info@metiskitap.com
www.metiskitap.com
Yayınevi Sertifika No: 10726
Çürümenin Kitabı
E. M. Cioran
ISBN-13: 978-975-3,42-266-6
E. M. Cioran
Çürümenin Kitabı
Fransızca’dan Çeviren:
Haldun Bayrı
İçindekiler
ÇÜRÜMENİN KİTABI
TESADÜFÎ DÜŞÜNÜR
GERİLEMENİN ÇEHRELERİ
AZİZLİK VE MUTLAĞIN YÜZ BURUŞTURMALARI
BİLGİNİN DEKORU
EL ETEK ÇEKME
ÇÜRÜMENİN KİTABI
I’ll join black despair against my soul
And to myself become an enemy.
FANATİZMİN ŞECERESİ
Aslında her fikir yansızdır, ya da öyle olmalıdır; ama insan
onu canlandırır, alevlerini ve cinnetlerini yansıtır ona;
saflığını yitirmiş, inanca dönüştürülmüş fikir, zaman içindeki
yerini alır, bir olay çehresine bürünür; Mantıktan sara
hastalığına geçiş tamamlanmış olur... İdeolojiler, doktrinler ve
kanlı şakalar böyle doğar.
İçgüdüsel olarak putlara taptığımızdan, düşlerimizin ve
çıkarlarımızın nesnelerini kayıtsız şartsız şeyler haline
getiririz. Tarih, bir Sahte Mutlaklar Geçidi’nden, bahaneler
adına dikilmiş bir tapınaklar dizisinden, zihnin Gayri
Muhtemel önünde küçülmesinden ibarettir. Dinden
uzaklaştığında bile insan dine tabi kalır; bütün çabasıyla tanrı
benzerleri yaratır, sonra da benimser bunları ateşlilikle:
İçindeki kurgu ihtiyacı, mitoloji ihtiyacı, apaçık gerçeğin ve
gülünçlüğün üstesinden gelir. Bütün cinayetlerinin
sorumluluğu tapma gücündedir: Bir tanrıyı yakışıksızca seven
kişi, başkalarını da onu sevmeye zorlar, buna razı olmazlarsa
onları yok etmeye de hazırdır. Hiçbir hoşgörüsüzlük, ideolojik
taviz vermezlik veya din yayıcılığı yoktur ki, şevkin hayvanı
temelini açığa vurmasın. Hele insan ilgisizlik melekesini bir
yitirsin: Potansiyel bir katil haline gelir. Hele fikrini tanrıya
dönüştürsün: Bunun sonuçları sayılamayacak kadar çoktur.
Ancak bir tanrı ya da tanrı taklitleri adına insan öldürülür:
Akıl Tanrıçası’nın, ulus, sınıf ya da ırk fikrinin yol açtığı
aşırılıklar Engizisyon’un ya da Reform’unkilerle akrabadır.
Kanlı marifetler konusunda coşku dönemlerinin üzerine
yoktur: Azize Tereza ancak yakılan insanlarla çağdaş
olabilirdi, Luther de köylü katliamlarıyla... Mistik krizlerde,
kurban iniltileriyle vecd iniltileri birbirine paraleldir...
Darağaçları, zindanlar, hücreler, ancak bir imanın gölgesinde
çoğalır -ruhu hepten sarmış olan o inanma ihtiyacının
gölgesinde. Bir doğruyu, kendi doğrusunu elinde bulunduran
kişinin yanında şeytan bile epey soluk kalır. Neronlar’a,
Tiberiuslar’a karşı adaletsiz davranıyoruz: Ayrılıkçılık
kavramını hiç de onlar icat etmemiştir: Katliamlarla kendini
oyalayan, çığrından çıkmış hayalciler olmuşlardır sadece.
Hakiki’ katiller, dinî veya siyasî düzeyde bir ortodoksluk
kuranlardır; mümin ile mezhep sapkını arasında ayrım
yapanlardır.
Fikirlerin birbirinin yerine geçebildiğini
kabullenmemekte ısrar edilince, kan akar... Kesin kararların
altından bir hançer yükselir; alevli gözler cinayet habercisidir.
Hamlet’ten etkilenmiş mütereddit bir ruh asla zarara yol
açmamıştır: Kötülüğün ilkesi irade gerilimindedir, huzuru
yaşayamamaktadır; tıka basa ideallerle dolu, kanaatlerinin
ağırlığı altında patlayan ve şüpheyle tembelliği -bütün
faziletlerinden daha soylu zaafları- alaya almakla gönül
eğlemiş olduğu için, mahvolduğu bir yola, tarihe, o densiz
sıradanlık ve kıyamet karışımına girmiş olan bir ırkın
Prometheus’vari megalomanisindedir... Orada kesinlikler
çoktur: Bunları kaldırın, özellikle de sonuçlarını kaldırın:
Cenneti yeniden kurarsınız. Düşüş, bir doğrunun peşine
takılma ve onu bulmuş olmaktan emin olma değilse; bir
dogma için duyulan tutku, bir dogmanın içine yerleşme
değilse nedir? Bundan fanatizm doğar -insana işgörür olma,
peygamberlik yapma ve terör zevkini veren temel kusur-, o
lirik cüzzam aracılığıyla ruhlara bulaşır, boyun eğdirir; onları
ezer ya da taşkınlaştırır... Bunun elinden bir tek kuşkucular
kurtulur (ya da miskinler ve estetler), çünkü hiçbir şey
önermezler, çünkü -insanlığın hakikî velinimetleri olan onlar-
tarafgirlikleri yok eder ve içlerindeki sayıklamayı tahlil
1
ederler. Bir Pyrrhon’un yanında, kendimi bir Aziz Paulus’un
yanında olduğundan daha güvenlikte hissederim; nüktedan bir
bilgeliğin, zincirinden boşanmış bir azizlikten daha yumuşak
olması nedeniyle... Ateşli bir ruhta, kılık değiştirmiş bir avcı
hayvan bulunur; kişi, bir peygamberin pençelerinden kolay
kolay kurtulamaz... İster sema adına, ister site veya başka
bahaneler adına sesini yükselttiğinde, uzaklaşın ondan:
Yalnızlığınızın satiridir, onun hakikatlerinin ve
taşkınlıklarının berisinde yaşamanızı affetmez; histerisini,
varını yoğunu onunla paylaşmanızı ister; bunu size dayatmak
ve sizi tanınmaz hale getirmek ister. Bir inanç tarafından ele
geçirilip onu ötekilere iletmeye çalışmayan insan, selâmet
saplantısının hayatı soluksuz bıraktığı bir yer olan yeryüzüne
yabancı bir olaydır. Etrafınıza bakın: Her tarafta vaaz veren
solucanlar; her kurum bir misyonu dile getirir; tapınaklar gibi
belediyelerin de mutlakları vardır; yönetimin ise
yönetmelikleri - maymunların kullanımına yönelik
metafizik... Hepsi de bütün insanların yaşamına çare bulmaya
çabalar: Dilenciler ve şifasız hastalar bile buna can atarlar:
Dünya kaldırımları ve hastaneler reformcularla dolup taşar.
Olay kaynağı haline gelme isteği, her birinin üzerine zihinsel
bir karışıklık, ya da kişinin kendi istediği bir lânet gibi etki
eder. Toplum - bir kurtarıcılar cehennemi! Diogenes’in elinde
lambasıyla aradığı, ilgisiz biriydi...
Birisinin idealden, gelecekten, felsefeden içten bir şekilde
söz ettiğini, emin bir ses tonuyla “biz” dediğini, “diğerleri”ni
andığını duymam; kendini onların tercümanı olarak
gördüğüne şahit olmam onu kendime düşman görmem için
yeterlidir. Onda bir tiran müsveddesi, aşağı yukarı bir cellat
görürüm; tiranlar kadar, büyük cellatlar kadar nefrete
müstahaktır. Her imanın bir tür terör icra etmesindendir bu; ve
bunu yerine getirenin “saflar” olması, olayı daha da ürkütücü
hale getirir. Kurnazlara, düzenbazlara, zirzoplara güvenilmez;
hâlbuki tarihteki hiçbir büyük kargaşa onlara isnat
edilemezdi; hiçbir şeye inanmadıkları için ne yüreklerinize ne
de artdüşüncelerinize karışırlar; sizi kendi gevşekliğinizin,
ümitsizliğinizin ya da yararsızlığınızın eline bırakırlar;
insanlık yaşadığı azıcık refah anlarını onlara borçludur:
Fanatiklerin işkence ettiği ve “idealistler”in batırdığı halkları
kurtaran onlardır. Doktrinsizdirler, sadece kaprisleri ve
çıkarları vardır; ilkeli despotizmin yol açtığı yıkımlardan bin
kere daha dayanılır olan uyumlu zaaflardır bunlar. Zira
hayattaki bütün kötülükler bir “hayat anlayışı”ndan ileri gelir.
Olgunlaşmış bir siyaset adamı, eski Sofistlerin çalışmalarını
derinleştirmeli ve şan dersleri almalıdır; - bir de yolsuzluk
dersleri...
Fanatik ise yolsuzluğa kapılmaz: Bir fikir uğruna
öldürüyorsa, onun için pekâlâ ölebilir de; her iki durumda da,
tiran veya şehit de olsa, bir canavardır. Bir inanç için acı
çekmiş olandan daha tehlikeli varlık yoktur: En büyük
zalimler, kafası kesilmemiş mazlumlar arasından çıkar. Acı,
güç iştahını azaltmak şöyle dursun, onu azdırır; zihin de
kendini bir soytarının meclisinde bir kurbanınkinden daha
rahat hisseder; onu, bir fikir için ölünen gösteriden daha fazla
tiksindiren hiçbir şey yoktur... Yücelik ve kan dökmeden
bıkıp usandığı için, evrenle eş düzeyde bir taşra sıkıntısının;
şüphenin bir olay ve ümidin bir musibet gibi görüneceği
değişmezlikte bir Tarih’in hayalini kurar...
ANTİ-PEYGAMBER
Her insanın içinde bir peygamber uyuklar ve o uyandığında,
dünyadaki kötülük biraz daha artar...
Vaaz verme çılgınlığı içimizde öylesine yer etmiştir ki,
korunma içgüdüsünün bilmediği derinliklerden doğar. Her
insan, kendinin bir şey önereceği ânı bekler: Ne önerdiği
önemli değildir. Bir sesi vardır ya, o yeter. Ne sağır ne dilsiz
olmanın bedelini pahalıya öderiz...
Çöpçüsünden züppesine kadar herkes, cinaî cömertliğinin
kesesinden harcar; hepsi, mutluluk reçeteleri dağıtır; hepsi,
herkesin adımlarına yön vermek ister: Ortaklaşa hayat,
bundan ötürü tahammül edilmez bir hale gelir; insanın kendi
hayatı daha da çekilmez olur: Başkalarının işlerine hiç
karışmadığı zaman kişi kendi işleri için o kadar endişe duyar
ki, kendi “benliği”ni bir dine çevirir, ya da tersten havarilik
yaparak “benliği”ni yok sayar: Evrensel oyunun
kurbanıyızdır...
Varoluşun veçhelerine getirilen çözüm önerilerinin
bolluğu, ancak bu önerilerin nafilelikleriyle mukayese
edilebilir. Tarih: İdeal imalathanesi... huyu suyu belli olmayan
mitoloji, sürülerin ve yalnızların taşkınlıkları... gerçekliği
olduğu haliyle tasarlamanın reddi, ölümcül kurgu açlığı...
Fiiliyatımızın kaynağı, kendimizi zamanın merkezi,
nedeni ve sonucu zannetmeye bilinçsizce meyilli
olmamızdadır. Reflekslerimiz ve gururumuz, teşkil ettiğimiz
et ve bilinç parçasını bir gezegene dönüştürür. Eğer
dünyadaki konumumuzu doğru olarak anlayabilseydik; eğer
kıyaslamak, yaşamaktan ayrılmaz olsaydı, mevcudiyetimizin
ufaklığının açığa çıkması bizi ezerdi. Ama yaşamak, kendi
boyutlarına karşı körleşmektir...
Bütün fiiliyatımız -soluk almaktan imparatorluklar ya da
metafizik sistemler kurmaya kadar- kendi önemimiz hakkında
bir yanılsamadan, bilhassa da peygamberlik içgüdüsünden
çıktığına göre, kendi hükümsüzlüğünü doğru bir şekilde
görmesi durumunda, işe yarar olmaya ve kendini kurtarıcı
gibi göstermeye kim çalışırdı ki?
“İdeal”siz bir dünya, doktrinsiz bir can çekişme, yaşamsız
bir ebediyet hasreti... Cennet... Fakat kendimizi
oyalamaksızın bir saniye bile var olamazdık: İçimizdeki
peygamber, bizi kendi boşluğumuzda ihya eden deli
tarafımızdır.
İdeal bir şekilde zihni açık, yani ideal bir şekilde normal
insan, içindeki hiçlik’ten başka hiçbir şeye tutunmamalıdır...
Onu işittiğimi farzediyorum: “Amaçtan, bütün amaçlardan
koparılmışım; arzularımın ve burukluklarımın sadece
formüllerini muhafaza ediyorum. Sonuca bağlama eğilimine
direndiğim için ruhu yendim; tıpkı hayatı da, onun içinde
çözüm aramaktan dehşete kapılarak yendiğim gibi... İnsanın
seyri - ne mide bulandırıcı şey! Aşk-iki tükürüğün
karşılaşması... Bütün duygular mutlaklarını salgı bezlerinin
sefilliğinden alırlar. Asalet varoluşun yadsınmasındadır, harap
olmuş manzaralara tepeden bakan bir tebessümdedir yalnızca.
TANIMLAR MEZARLIĞINDA
“Artık benim için hiçbir şey konu olamaz, zira bütün şeylerin
tanımını verdim,” diye haykıran bir zihin tahayyül edebilir
miyiz acaba? Böyle bir şeyi tahayyül edebilsek bile, süre
içinde nasıl konumlandırılır bu?
Bizi çevreleyen şeylere, onlara isim verdiğimiz -ve
ötelerine geçtiğimiz- ölçüde tahammül ederiz. Ama, bir şeyi
bir tanımla benimsemek, ne kadar keyfî olursa olsun -ne
kadar keyfiyse o kadar da vahimdir, çünkü bu durumda ruh
bilginin önüne geçer- o şeyi dışlamaktır; onu yavanlaştırmak
ve yersizleştirmektir, yok etmektir. Avare ve münhal bir zihin
-dünyayla da yalnızca uyku sayesinde bütünleşen bir zihin-
şeylerin isimlerini çoğaltmak, içlerini boşaltmak ve yerlerine
formüller koymaktan başka hangi işi icra edebilir? Sonra,
şeylerin yıkıntıları üzerinde ilerler; artık ihsas yoktur:
Yalnızca hatıralar. Her formülün altında bir kadavra
yatmaktadır: Varlık veya nesne, mahal verdiği bahanenin
altında ölür. Zihnin havaî ve uğursuz hovardalığıdır bu. Ve bu
zihin isimlendirdiği ve kayda düştüğü şeylerin içinde kendini
de heba etmiştir. Sözcüklere âşık olduğu için, ağır
sessizliklerdeki esrardan nefret ediyordur ve bu sessizlikleri
hafifleştirip saflaştırır: Bu zihnin kendisi de hafif ve saf bir
hale gelmiştir, çünkü her şeyin yükünü atmış ve her şeyden
arınmıştır. Tanımlama zaafı, onu merhametli bir cani ve uysal
bir kurban haline getirmiştir.
Ruhun zihne yaydığı ve ona canlı olduğunu hatırlatan tek
leke de böylece silinmiştir.
UYGARLIK VE HAVAÎLİK
Küstah ve leziz zihinler eserlerin ve şaheserlerin dokularına
ince horgörü ve hercai alaylardan saçaklar eklemeselerdi,
onların aşınmış kütlesine ve derinliğine nasıl dayanabilirdik?
İncelikleriyle toplumun hem doruklarına hem de kıyısına
yerleşen o sevimli varlıklar olmasa, ataletle görgünün zeki ve
beyhude zaaflara gereksiz yere kattığı yasalara, adetlere,
kalpten kopan pasajlara nasıl tahammül ederdik?
Ciddiyeti kötüye kullanmamış, değerlerle oynamış, bu
değerleri meydana getirmekten ve yok etmekten büyük bir
zevk almış uygarlıklara minnettar olmak gerekir. Yunan ve
Fransız uygarlıkları dışında, şakacı bir zihin açıklığıyla
şeylerdeki zarif hiçliğin gösterisini sunan bir uygarlık biliyor
muyuz? Alkibiades’in dönemi ile on sekizinci yüzyıl
Fransa’sı iki teselli kaynağıdır. Hâlbuki diğer uygarlıklar,
hayata bir yararsızlık lezzeti veren o neşeli icraatın tadını
ancak son aşamalarında, bütün bir inanç ve gelenek
sisteminin çöküşünde alabilmişlerdir- bu iki yüzyıl ise, her
şeye karşı kaygısız olan ve her şeyi kabul eden can sıkıntısını
en olgun çağlarında, güçlerine ve geleceğe tam anlamıyla
mâlikken yaşamışlardır. Bir yandan hayata lânet okurken yine
de hayattaki burukluğun hoşluklarını tadan, yaşlı, kör ve ileri
görüşlü Madam du Deffand’dan iyi bir simge var mıdır?
Hiç kimse havailiğe hemen ulaşamaz. O bir ayrıcalık ve
bir sanattır; her tür kesinliğin imkânsız olduğunun farkına
varan ve kesinliklerden tiksinen kimselerdeki yüzeysellik
arayışıdır; doğal bir şekilde dipsiz oldukları için hiçbir yere
götüremeyecek uçurumlardan uzağa kaçıştır.
Bununla birlikte, geriye görünümler kalır: Neden bunları
bir üslûp düzeyine yükseltmeyelim? Bütün akıllı devirlerin
tanımı buradadır. İfadeyi taşıyan ruhtan ziyade, ifadenin
kendisine; sezgiden ziyade teveccühe itibar edilen noktaya
varılır; heyecan bile nazik bir hale gelir. Hiçbir zarafet
önyargısı taşımayan, kendi kendine teslim edilmiş olan varlık
bir canavardır; kendi içinde, sadece elikulağında terörün ve
inkârın kol gezdiği karanlık bölgeler bulur. Ölmekte olduğunu
bütün canlılığıyla bilmek ve bunu gizleyememek bir barbarlık
eylemidir. Her samimi felsefe, sırlarımızı eleyen ve istenen
etkilere dönüştürme işlevi gören uygarlığın unvanlarını inkâr
eder. Böylece havailik, olduğumuz gibi olma derdine karşı en
etkili panzehir haline gelir: Onun aracılığıyla dünyayı kötüye
kullanırız ve derinliklerimizde yatan yakışıksızlığı gözlerden
saklarız. Onun hünerleri olmasa, bir ruh sahibi olmaktan ötürü
nasıl yüzümüz kızarmazdı? Aşırı hassas yalnızlıklarımız,
ötekiler için ne cehennemdir! Ama hep onlar için, bazen de
kendimiz için icat ederiz görünümlerimizi...
ANLARIN KIYISINDA
Şeylerden aldığımız zevki ayakta tutan ve şeylerin hâlâ var
olmasını sağlayan, ağlamanın imkânsızlığıdır: Tatlarını
tüketmemize ve bunlardan yüz çevirmemize engel olur. Onca
yolun ve kıyının üzerinde, gözlerimiz kendi içlerinde
boğulmayı reddettikleri zaman, kuruluklarıyla, hayran
oldukları nesneyi koruyorlardır. Gözyaşlarımız tabiatı heba
eder, kendinden geçişler de Tanrı’yı... Ama sonunda, bizi de
heba ederler. Zira ancak en yüksek arzularımızı serbest
mecralarına bırakmayı reddederek oluruz: Hayranlığımızın ya
da hüznümüzün çemberine giren şeyler, sadece onları sulu
vedalarımızla kurban etmediğimiz ve kutsamadığımız için
orada kalırlar.
...Böylelikle, her geceden sonra, kendimizi yeni bir günün
karşısında bulduğumuzda, o günü doldurma gerekliliğinin
gerçekleştirilemez oluşu içimizi ürküntüyle doldurur; ve ışık
içinde nerede olduğumuzu şaşırmış bir halde, sanki dünya az
önce sarsılmış ve kendi Yıldız’ını icat etmiş gibi, bir teki bile
bizi zamanın dışına çıkarmaya yetecek olan gözyaşlarından
kaçarız.
HARİKULADE YARARSIZLIK
Yunan kuşkucuları ve gerileme dönemindeki Roma
imparatorları dışında tüm zihinler belediyeci bir yönelimin
hizmetine girmiş görünmektedirler. Sadece onlar -birinciler
şüphe, diğerleri ise cinnet yoluyla- o tatsız yararlılık
saplantısından azade olmuşlardır. Filozof ya da eski fatihlerin
külyutmaz dölleri olmalarına bağlı olarak, keyfiliği bir icraat
ya da bir başdönmesi mertebesine yükselttikleri içindir ki
hiçbir şeye bağlı değillerdi: Bu yönleriyle azizleri
çağrıştırırlar. Fakat azizler asla çöküntüye uğramamalıyken -
azizlerin yazgısı kendi yaptıklarına bağlıydı, kaprislerinin
hem efendisi hem kurbanıydılar- onlar hakikî yalnızlardı,
çünkü yalnızlıkları kısırdı. Hiç kimse bunu örnek almadı,
onlar da bunu hiç önermiyorlardı; “hemcinsleri”yle de sadece
istihza ve terör yoluyla iletişim kuruyorlardı.
Bir felsefenin ya da bir imparatorluğun yıkılmasında
etken olmak: Bundan daha hazin ve daha görkemli bir kibir
tahayyül edilebilir mi? Bir yanda hakikati, öte yanda da
azameti öldürmek, zihni ve siteyi yaşatan düşkünlüklerdir.
Düşünür ve yurttaş gururunun dayandığı yanılgıların
mimarisini kökünden biçmek; tasarlama ve isteme sevincinin
dayanaklarını bozulacak derecede yumuşatmak; kinaye ve
azabın incelikleriyle geleneksel soyutlamaları ve saygıdeğer
ananeleri gözden düşürmek - ne kadar nazik, ne kadar vahşi
bir kaynaşma! Tanrıların gözlerimizin önünde ölmedikleri
yerde hiçbir çekicilik yoktur. Roma’ da, tanrıların yerine
yenilerinin konulduğu ya da ithal edildiği, tanrıların kuruyup
gitmesinin izlenebildiği o yerde, hayaletleri zikretmek ne
büyük bir zevkti; ama yine de o yüce değişkenliğin, sert ve
murdar herhangi bir tanrının saldırısı önünde dize gelmesi
korkusu vardı... Nitekim korkuları da gelmiştir başa.
Bir ilâhı yıkmak zahmetsiz bir iş değildir: Onu
yükseltmek ve ona tapmak için gereken kadar zaman lâzımdır
bu iş için. Zira onun maddi simgesini yok etmek kâfi gelmez,
basit bir şeydir bu; ilâhın ruhtaki kökleri yok edilmelidir.
Geçmişin tasfiye olduğu batış devirlerine -gözleri yalnızca
boşlukla kamaşabilen insanların önünde- bakışlarını çeviren
kişinin, bir uygarlığın ölümü denilen o büyük sanat karşısında
acıma duymaması elde midir?
Olmayacak, hazin ve barbar bir ülkeden, Yunan
yanıltmacalarıyla güzelleşmiş bir Roma’nın can çekişmesi
içinde belirsiz bir perişanlığı dolaştırmak için gelen o
kölelerden biri gibi düşlüyorum kendimi...
Öyle olsaydım, büstlerin münhal gözlerinde, gevşek bâtıl
inançlar tarafından küçültülmüş ilâhlarda, atalarımı,
boyunduruklarımı ve pişmanlıklarımı unutmayı başarırdım.
Eski simgelerin melankolisine girerek azat olurdum; terk
edilmiş tanrıların itibarını benimser; onları kurnaz haçlara
karşı, uşaklarla şehitlerin istilasına karşı korurdum; ve
gecelerim, Sezarlar’ın cinnet ve sefahatinde huzur arardı.
Külyutmazlıkta uzmanlaşmış bir halde -kibar fahişelerin
yanında, kuşkucu randevuevlerinde ya da çok gösterişli
zulümler sergilenen sirklerde- kokuşmuş bir bilgeliğin bütün
oklarıyla yeni coşkuları kalbura çevirir; mantığı, hiç
düşlemediği boyutlara kadar, ölmekte olan dünyaların
boyutlarına kadar genişletmek için akıl yürütmelerimi zaaf ve
kanla doldururdum.
DÜŞMÜŞLÜĞÛN TAHLİLİ
Her birimiz, yalnızlığa karşı işlenen günah, yani insanlarla
alışveriş tarafından yozlaştırılmaya yazgılı bir saflık dozuyla
doğarız. Zira her birimiz, kendimize hasredilmiş olmamak
için elimizden geleni yaparız. Bu durum, mukadderatı değil
düşmüşlük eğilimini andırır. Ellerimizi temiz ve kalplerimizi
bozulmamış bir halde muhafaza etmekten acizizdir;
yabancıların terleriyle temas ederek kendimizi kirletiriz;
tiksintiye aç ve vebaya hayran bir halde, toplu çirkefin içine
gırtlağımıza kadar gömülürüz. Kutsal suyla dolu ummanları
düşlediğimizde de, artık oraya dalmak için çok geç
kalmışızdır; iliğimize kemiğimize kadar kokuşmuş olmamız,
o ummana dalıp boğulmamızı engeller: Dünya yalnızlığımızı
bozmuştur; ötekilerin üzerimizde bıraktığı izler silinmez bir
hale gelir.
Mahlûklar arasında, sadece insan sürekli bir tiksinti
uyandırabilir. Bir hayvanın yarattığı iğrenme geçicidir,
düşüncemizde hiç olgunlaşmaz; oysa hemcinslerimiz
düşünüşümüze musallat olurlar, dünyadan kopukluk
mekanizmamıza sızarak itiraz ve katılmama sistemimizi teyit
ederler. Sadece incelik derecesiyle bir uygarlığın düzeyine
işaret eden her sohbet sonrasında, Sahra’yı aramamak ve
bitkilere ya da zoolojinin bitmek bilmeyen monologlarına
gıpta etmemek neden imkânsızdır?
Hiçlik karşısında her kelimeyle bir zafer kazansak bile,
onun zorbalığına daha da fazla maruz kalmamıza yol açar bu.
Etrafımıza saçtığımız kelimeler oranında ölürüz...
Konuşanların sırrı yoktur. Ve hepimiz konuşuruz. Kendimize
ihanet eder, kalbimizi teşhir ederiz; her birimiz dile
gelmezliğin celladıyızdır; her birimiz sırları, en başta da kendi
sırlarımızı yok etmek için yırtınırız. Ötekilerle görüşmemiz
de, kendimizi boşluğa doğru bir yarış içinde hep birlikte
alçaltmak içindir; ister fikir teatisi olsun, ister itiraflar ya da
entrikalar... Merak, sadece cennetten dünyaya düşüşe değil,
her günkü sayısız düşüşe yol açmıştır. Hayat, bu düşme
sabırsızlığından; ruhun bakir yalnızlıklarını, Cennetin en eski
ve en gündelik inkârı olan diyalog yoluyla peşkeş çekmekten
ibarettir. İnsan, aktarılamayan Kelâm’ın sonsuz vecdi içinde
yalnızca kendini dinlemeliydi; kendi sessizlikleri için
kelimeler ve sadece kendine ait pişmanlıklar için işitilebilen
akortlar uydurmalıydı. Ama evrenin gevezesidir o, ötekiler
adına konuşur, benliği çoğul biçimi sever. Ötekiler adına
konuşan kişi ise daima bir sahtekârdır. Siyasetçiler,
reformcular ve kolektif bir bahaneden yana çıkan herkes
üçkâğıtçıdır. Sadece sanatçının yalanı bütünsel değildir, zira o
ancak kendini icat eder. Kendini iletişimsizliğe bırakmanın,
tesellisiz ve sessiz heyecanlarımızın ortasındaki gerilimin
dışında, hayat, koordinatları belli olmayan bir alan üzerinde
kopanları patırtıdır; evren ise, sara hastalığına tutulmuş bir
geometri...
SIFATIN ÜSTÜNLÜĞÜ
Nihaî meseleler karşısında ancak kısıtlı sayıda tavır
olabileceği için, zihin, yayılması esnasında, öz denilen o tabiî
sınırla, esaslı zorlukları sonsuza dek çoğaltmanın
imkânsızlığıyla karşılaşır: Tarih, çok sayıda sorunun ve
çözümün yalnızca çehrelerini değiştirmekle uğraşır. Zihnin
icat ettikleri, bir dizi yeni nitelemeden ibarettir; unsurları
yeniden adlandırır ya da yegane ve değişmez bir acı için daha
az aşınmış sıfatlar arar. Her zaman ıstırap çekilmiştir; ama
ıstırap, o andaki felsefenin ayakta tuttuğu bütünsel görüşler
uyarınca ya “yüce”, ya “doğru”, ya da “saçma” olmuştur.
Mutsuzluk, soluk alan her şeyin dokusunu oluşturur; ama
çeşitleri evrim geçirmiştir; her varlığı, böylesine ıstırap çeken
ilk insan olduğuna inanmaya iten alt edilmez görünümlerin
birbirini izlemesini sağlayan odur. Tek olmaktan duyduğu
gurur, insanı, kendi derdine âşık olmaya ve tahammül etmeye
teşvik eder. Bir ıstırap dünyasında, ıstırapların her biri,
diğerleri nazarında tekbencidir. Mutsuzluktaki özgünlük, onu
kelime ve hisler bütünü içinde tecrit eden sözel niteliğe
bağlıdır...
Niteleyiciler değişir: Bu değişikliğe de zihnin ilerlemesi
adı verilir. Bütün bu niteleyicileri ortadan kaldırın:
Uygarlıktan geriye ne kalırdı? Zekâ ile sersemlik arasındaki
fark, çeşitlendirilmediği zaman bayağılığa yol açan sıfat
kullanımında ortaya çıkar. Bizzat Tanrı, sadece kendine
eklenen sıfatlarla yaşar; ilahiyatın varoluş nedeni budur.
Böylelikle insan, mutsuzluğunun yeknesaklığını daima farklı
biçimlerde niteleyerek, ancak tutkulu bir yeni sıfat arayışıyla
zihnin önünde haklı çıkarır kendini.
ÇEVREDE GEZİNTİ
Varlıkları bir çıkar ve ümit cemiyetine hapseden çemberin
içinde, serap düşmanı ruh kendine merkezden çevreye doğru
bir yol açar. İnsanların uğultusunu yakından işitmeye artık
tahammül edememektedir; onları birbirine bağlayan lanetli
simetriye mümkün olduğu kadar uzaktan bakmak
istemektedir. Her tarafta şehitler görür: Kimileri görünür
ihtiyaçlar adına, kimileriyse denetlenemeyen gereklilikler
adına kendilerini feda ediyorlardır; hepsi de adlarını bir
kesinliğin altına gömmeye hazırdırlar; bunu hepsi
başaramadığından da, çoğu düşledikleri kan fazlasının
kefaretini bayağılıklarıyla öderler... Hayatları, istifade
edemedikleri uçsuz bucaksız bir ölme özgürlüğünden
ibarettir: Tarihin ifadesiz kurban töreni, toplu mezar, onları
yutar.
Fakat ateşli bir ayrılık taraftan olan kişi, güruhların
musallat olmadığı yollar arayarak en kenara doğru çekilir ve
çemberin kenar çizgisi üzerinde, vücuda tâbi olduğu sürece
aşamayacağı o çizgi üzerinde ilerler; bununla birlikte Bilinç,
varlıksız ve nesnesiz bir sıkıntının içinde tamamen saf olarak
daha uzaklarda süzülür. Artık acı çekmiyordur, kişiyi ölmeye
davet eden bahanelerin üzerindedir ve kendini taşıyan insan’ı
unutur. Bir halüsinasyon içinde algılanan bir yıldızdan daha
gerçekdışı bir halde, bir yıldızın fırdöndüsüne benzer bir
durum önerir - ruh ise, bayatın çevresinde, daima sadece
kendisiyle ve Boşluğun çağrısına cevap vermedeki
güçsüzlüğüyle karşı karşıya kalarak gezinmektedir.
HAYATIN PAZARLARI
Pazar öğleden sonraları aylarca uzasaydı, ter dökmekten
kurtulmuş, ilk lanetin ağırlığından sıyrılıp hafiflemiş olan
insanlık nereye varırdı? Yaşanmaya değer bir tecrübe olurdu
bu. Tek eğlencenin cinayet olacağı; sefahatin yürek temizliği,
naranın melodi, sırıtmanın şefkat halinde görüneceği hayli
muhtemel. Zamanın sınırsızlığı duygusu, her saniyeyi
dayanılmaz bir azaba, darağacına çevirirdi. Şiirle dolu
yüreklere şevksiz bir yamyamlık, bir sırtlan hüznü yerleşirdi;
kasap ve cellatlar bitkin düşüp tükenir, kiliseler ve genelevler
iç çekişlerle dolardı. Bir Pazar öğleden sonrasına dönüşmüş
evren... sıkıntının tasviridir bu - evrenin de sonu... Tarih’in
üzerinde sallanan laneti kaldırın: O anda kendini iptal eder,
tıpkı mutlak bir tatil içinde varoluşun kendi kurgusunu
sergilemesi gibi... Gayret, hiçliğin içinde mitosları inşa eder
ve sağlamlaştırır; bu temel sarhoşluk, “gerçekliğe” dair inancı
kışkırtır ve ayakta tutar; oysa salt varoluşu seyre dalma,
hareket ve nesnelerden bağımsız seyre dalma, ancak
olmayan’ı özümler...
Uğraşsızlar uğraşlılardan daha çok şeyi kavrarlar ve daha
derindirler: Ufuklarına sınır çeken hiçbir meşgale yoktur;
sonsuz bir Pazar günü doğmuş olan onlar, seyrederler- ve
kendilerini seyrederken seyrederler. Tembellik, fizyolojik bir
kuşkuculuktur, tenin şüphesidir. Aylaklığa batmış bir dünyada
bir tek uğraşsızlar katil olmazlardı. Fakat insanlığın bir
parçası değildirler ve ter dökmeyi bilmediklerinden ötürü
Hayat’ın ve Günah’ın sonuçlarına katlanmadan yaşarlar. Ne
iyilik ne de kötülük yaptıkları için -insanlık sarasının
seyircileri olan onlar- bilinci boğan çabalara, zamanın
haftalarına burun kıvırırlar. Bazı öğleden sonraların sınırsız
ölçüde uzamasından niye ürksünler ki? Kabalık ölçüsünde
basit ve besbelli şeyleri savunmuş olmanın pişmanlığını
duyarlar yalnızca. Bu durumda, hakikat içinde umarsızca
saplanıp kalmak onları, ötekileri taklit etmeye ve küçültücü
bir biçimde meşgalelerin çekiciliğine kapılarak gönül
eğlendirmeye sürükleyebilir. Cennetin mucizevî kalıntısı olan
tembelliği bekleyen tehlike budur.
İSTİFA
Bir hastanenin bekleme salonundaydım: Yaşlı bir kadın bana
dertlerini anlatıyordu... İnsanların tartıştıkları şeyler, tarihteki
kasırgalar -onun gözünde bir hiçtiler: Zaman ve mekân içinde
bir tek onun derdi hüküm sürüyordu. “Yemek yiyemiyorum,
uyku uyuyamıyorum, korkuyorum, mutlaka cerahat var,” diye
sıralıyordu, dünyanın kaderi buna bağlıymış gibi çenesini
sıvazlayarak... Tiridi çıkmış, çenesi düşük bir kadının kendine
dikkat edişindeki bu aşırılık, önce beni dehşetle tiksinti
arasında kararsız bıraktı; sonra, sıra bana gelmeden
hastaneden çıktım gittim, ağrılarıma ilelebet sırt çevirmeye
karar vermiştim...
“Her bir dakikamın elli dokuz saniyesi,” diye söylendim
sokaklarda, “acıya ya da... acı fikrine vakfedilmiş. Keşke bir
taş olabilseydim! ‘Yürek’: Bütün azapların kökeni... Nesneye
imreniyorum... maddenin ve donukluğun lütfuna... Küçük bir
sineğin gelgiti bana kıyamet bir iş gibi görünüyor. Kendinden
çıkmak günah işlemektir. Rüzgâr, havanın çılgınlığı! Müzik,
sessizliğin çılgınlığı! Bu dünya hayatın önünde pes ederek
hiçliğe karşı kusur işlemiştir... Hareketten ve rüyalarımdan
istifa ediyorum. Nâmevcudiyet! Tek zaferim sen olacaksın...
‘Arzu’, sözlüklerden ve ruhlardan hepten silinsin! Yarınların
başdöndürücü şakası önünde geriliyorum. Ve bazı ümitlerimi
hâlâ muhafaza etsem dahi, ümit etme melekemi hepten
kaybettim.”
DOLAYLI HAYVAN
Kökten bir saplantıyla, ara vermeden, insanın var olduğu, ne
ise o olduğu -ve başka türlü olamayacağı- düşünüldüğü
zaman hakikî bir bozguna uğranılır. Fakat ne olduğunu ilan
eden, yine de kendini kabul ettiremeyen bin tane tanım vardır:
Ne kadar keyfî iseler, bir o kadar da muteber görünürler. En
uçuk saçmalık da, en ağır bayağılık da benzer şekilde uygun
düşer insana. İnsanın sınırsız sayıdaki öznitelikleri,
tasarlayabileceğimiz en belirsiz varlığı oluştururlar.
Hayvanlar hedeflerine doğrudan giderken, o, dolambaçlarda
kaybeder kendini; tam anlamıyla dolaylı hayvan odur. Gayri
muhtemel refleksleri -ki bilinç bunların gevşemesinden
doğar- onu, nekahet halindeyken hastalığa imrenen biri yapar.
Onda hiçbir şey sağlıklı değildir, sağlıklı olmuş olmanın
dışında... İster kanatlarını yitirmiş melek, ister kıllarını
yitirmiş maymun olsun, mahlûkatın anonimliğinden yalnızca
sağlığındaki çöküntüler sayesinde çıkmıştır. Kötü oluşmuş
kanı, kararsızlıkların, sorun müsveddelerinin sızmasına izin
vermiştir; huysuz hayatdoluluğu ise soru işaretlerinin ve
hayret nidalarının sızmasına... Uyuşukluğunu kemirerek,
varlıklar şekerleme yaparken uykusunu kaçırarak onu
bezdiren virüsü nasıl tanımlamalı? İstirahatini zapteden kurt
nedir? Onu, eylemlere gecikmeye, isteklerin durmasına
zorlayan ilkel bilgi etkeni nedir? Yırtıcılığına bezginliği ilk
kim sokmuştur? Diğer canlıların kaynaşmasından çıkınca,
kendine daha ince bir kargaşa yaratmıştır, kendinden
koparılmış bir hayatın dertlerini titizlikle istismar etmiştir.
Kendisinden sıyrılmak için giriştiği her şeyden, daha tuhaf bir
hastalık teşekkül etmiştir: Onun “uygarlığı”, devasız -ve
temenni edilmiş- bir duruma çareler bulma çabasından başka
bir şey değildir. Sağlığa yaklaşınca ruh solgunlaşır: İnsan ya
malûldür –ya da yoktur. Her şeyi düşündükten sonra kendini
düşündüğünde -zira o noktaya, ancak evreni düşündükten
sonra ve kendine sorduğu son soruymuş gibi gelir- şaşakalır
ve hayrete düşer. Fakat kendi başarısızlığını, sağlık içinde
ebediyen başarısızlığa uğrayan tabiata yeğlemeye devam eder.
SOYUT ZEHİR
Bulanık dertlerimiz ve dağınık endişelerimiz bile fizyoloji
içinde yozlaştıklarından, ters yönde bir yaklaşımla onları
zekânın manevralarına indirgemek önemli bir şeydir. Ya
Sıkıntı -dünyanın gereksizce tekrarlı algısı, sürenin iç
karartıcı dalgalanması-, tümdengelimli bir ağıt mertebesine
yükseltilir, ona eşsiz bir kısırlık eğilimi sunulursa? Ruhun
üstünde bir düzene başvurulmadıkça, bu ruh tenin içinde
kaybolur - ve fizyoloji, felsefi sersemleşmemizin son sözü
haline gelir. Anlık zehirleri, zihinsel değişim değerleri
bağlamına oturtmak; gözle görülür bozulmayı bir araç
işlevine yükseltmek; ya da bütün duyguların ve ihsasın
murdarlığını kurallarla örtmek: Zihin için gerekli olan bir
zarafet arayışıdır bu; zihnin yanında ruh -o dokunaklı sırtlan-
sadece derin ve tehlikelidir. Zihin kendi başına ancak yüzeysel
olabilir; kavramsal olayların işaret ettikleri alanlarda
yarattıkları sonuçları değil, yalnızca bu olayların sıralanışını
dert eden bir tabiatı olduğu için... Bizim hallerimiz zihni
ancak değişik bağlamlara oturtulabildikleri ölçüde
ilgilendirirler. Böylelikle melankoli bağlımızdan yayılır ve
kozmik boşluğa kavuşur; fakat zihin, ancak duyuların
kırılganlığına bağlayan şeyden arındığında benimser onu;
yorumlar onu; melankoli inceltilir ve bakış açısı haline gelir:
Kategorik melankoli. Teori, pusuda bekler ve zehirlerimizi ele
geçirir; ve onları daha az zararlı kılar. Bu, yukarıdan aşağıya
bir değer kaybıdır; saf başdönmelerine meraklı olan zihin,
yoğunluklara düşman olduğu için...
MUTSUZLUĞUN BİLİNCİ
Her şey, unsurlar ve fiiller, seni yaralamada elbirliği ederler.
Burun kıvırmanın zırhına mı bürünmelisin? Kendini bir
tiksinti kalesinde tecrit mi etmelisin? İnsanüstü kayıtsızlıklar
mı düşlemelisin? Zamanın yankıları seni son yokluklarının
içinde de mağdur edeceklerdir... Kanamanın önüne hiçbir şey
geçemediğinde, fikirler bile kırmızıya boyanır, ya da tümörler
gibi birbirinin üzerine tırmanır. Eczanelerde varoluşa karşı
hiçbir özel ilaç yoktur - yalnızca palavracılar için küçük
ilaçlar... Peki berrak, alabildiğine eklemlenmiş, vakur ve
kendinden emin ümitsizliğin panzehiri nerededir? Bütün
varlıklar mutsuzdur; ama ne kadarı bunu bilir? Mutsuzluk
bilinci, bir can çekişme aritmetiğinde ya da Devasızlık
sicilinde boy göstermeyecek kadar vahim bir hastalıktır.
Cehennemin itibarını düşürür ve zamanın mezbahalarını kır
şiirlerine çevirir. Hangi günahı işledin de doğdun? Hangi suçu
işledin de varsın? Acın da kaderin gibi sebepsiz. Hakikaten
acı çekmek, nedenselliği bahane göstermeden dertlerin
istilasını kabul etmektir; çılgın tabiatın bir lütfu gibi, bir
negatif mucize gibi...
Zaman’ın cümlesinde, insanlar virgüller gibi yer alırlar;
sense, onu durdurmak için, nokta olarak hareketsizleştin.
ÜNLEMSEL DÜŞÜNCE
Sonsuzluk fikri, geometriye belli belirsiz bir ölgünlüğün
sızdığı bir günde doğmuş olmalıdır; reflekslerin sessizliğinde,
iç karartıcı bir ürpertinin idraki nesnesinden tecrit eniği anda
ortaya çıkan ilk bilme eylemi gibi… Sonunda yalnız, trajik bir
şekilde apaçık gerçeklikten üstün bir halde uyanmamız için,
ne kadar çok tiksinti ya da hasret biriktirmemiz gerekmiştir!
Unutulmuş bir iç çekiş, dolaysızın dışına doğru bir adım
artırmıştır bize; sıradan bir yorgunluk bizi bir manzaradan ya
da bir varlıktan uzaklaştırmıştır; dağınık iniltiler, tatlı ya da
ürkek masumiyetten ayırmıştır bizi. Bu rastlantısal
mesafelerin tutan -günlerimizin ve gecelerimizin bilançosu-
bizi dünyadan ayırt eden mesafedir - ruh da bu mesafeyi
azaltmaya ve kendi kırılgan ölçülerimize indirgemeye çabalar.
Fakat her bezginliğin eseri kendini hissettirir: Hâlâ ayak
basacak zemin kalmış mıdır?
Başlangıçta şeylerden kaçmak için düşünürüz; sonra fazla
uzağa gittiğimizde, kaçışımızın pişmanlığıyla kendimizi
mahvetmek için... Böylelikle kavramlarımız gizli iç çekişler
gibi birbirine bağlanır; her akıl yürütme ünlem yerini tutar;
yakınma dolu bir ton, mantığın ağırbaşlılığını bastırır.
Kasvetli renkler fikirleri soluklaştırır, mezarlık paragrafların
üzerine taşar, buyrukların içinde çürük kokusu vardır,
zamandışı bir kristalin içindeki son hazan günüdür bu... Ruh,
üzerine üzerine gelen miyasmalar karşısında savunmasızdır,
çünkü gökyüzüyle yeryüzü arasında bulunan en çürümüş
yerden çıkıp gelir bunlar; şefkatin içinde çılgınlığın yattığı
yerden, rüyaların kaynaştığı ütopyaların çirkef kuyusundan:
Ruhumuzdan. Evrenin yasalarını değiştirebilsek ya da
kaprislerini önceden görebilsek bile, bu ruh, çileleriyle ve
kendi yıkımına dair ilkeyle boyun eğdirirdi bize.
Mahvolmamış bir ruh mu? Her neredeyse bulunsa da tutanağa
geçirilse; bilim, azizlik ve komedi tarafından zaptolunsa!
BELİRSİZLİĞİN TANRILAŞTIRILMAS1
Halkların özü, bireylerin özüne oranla çok daha büyük bir
ölçüde, tabiatlarındaki belirsizlik payına göre az-çok
kavranabilir. İçinde yaşadıkları apaçık durumlar ise sadece
geçici niteliklerini, çevrelerini, görünümlerini ortaya çıkarır.
Bir halkın ifade edebileceklerinin ancak tarihî bir değeri
vardır: Oluş içindeki başarısıdır bu; fakat ifade edemediği şey,
ebediyet içindeki mağlubiyeti, kendi kendine karşı duyduğu
meyvasız susamışlıktır: Kendini ifade etmeye çabalarken
tükenmesidir. Bu çabası sırasında güçsüz düştüğünde,
ifadesinin yerini bazı sözcüklerle -söylenemeyene imalarla-
doldurur.
Zihnin dışında dolaşıp dururken başımız sıkıştığında, kaç
3
defa Sehnsucht’ların, yearning’lerin, saudade’ların gölgesine
girmişizdir; aşırı olgun yürekler için açmış o sesli meyvaların
gölgesine!.. Bu sözcüklerin üzerindeki perdeyi kaldıralım:
Gizledikleri içerik aynı mıdır? Tanımlanmamış bir soyun söz
aracılığıyla dallanıp budaklanmasında aynı anlamın yaşaması
ve ölmesi mümkün müdür? Bu kadar farklı halkın, nostaljiyi
aynı tarzda hissetmesi düşünülebilir mi?
Uzaktakinin özlenmesi’ne bir formül bulmak için yırtınan
kişi, kötü inşa edilmiş bir mimarinin kurbanı olacaktır.
Belirsizliğin o ifadelerinin kökenine uzanmak için, onların
özüne doğru duygusal bir gerileme gerçekleştirmek, dile
gelmeyenin içine garkolmak ve oradan paramparça
kavramlarla çıkmak gerekir. Teorik güven ve anlayabilirliğin
gururu bir kere kaybedildi mi, kişi her şeyi anlamaya, her şeyi
kendisi için anlamaya çabalayabilir. O zaman, ifade
edilemeyenin içinde sevinebilir, makullüğün kıyısında günler
geçirebilir ve yüceliğin kenar mahallelerinde yan gelip
yatabilir. Kısırlığın elinden kurtulmak için, aklın eşiğinde
serpilmek gerekir...
Beklenti içinde, henüz olmayanın içinde yaşamak,
gelecek fikrinin varsaydığı kışkırtıcı dengesizliği kabul
etmektir. Her nostalji, şimdiki zamanın bir biçimde
aşılmasıdır. Pişmanlık halindeyken bile dinamik bir nitelik
taşır: Geçmişi zorlamak istenir; geri dönüşsüz olan şeye itiraz
etmek, geriye doğru hareket etmek istenir. Hayat ancak
zamanın ihlâl edilmesiyle bir içeriğe kavuşur. Başka yer
saplantısı, anın imkânsız olmasıdır; bu imkânsızlık da
nostaljinin ta kendisidir.
Fransızlar’ın tanımsızlıktaki mükemmeliyetsizliği
duymayı ve bilhassa işlemeyi reddetmiş olmaları, yine de bir
şeyler ifşa eden bir vurguya sahiptir. Bu dert, Fransa’da
kolektif bir biçim altında bulunmaz: Efkâr’ın metafizik vasfı
yoktur ve can sıkıntısı tekil bir biçimde güdümlüdür.
Fransızlar, Mümkün’le herhangi bir işbirliğine gitmeyi
reddederler; dilleri bile, Mümkün’ün tehlikeleriyle
girilebilecek olan her türlü suç ortaklığını safdışı bırakır.
Dünyada kendini onlardan daha rahat hisseden, kendi evi
onlardan daha anlamlı ve daha ağırlıklı olan, mündemiçliğin
çekiciliğine kendini daha çok kaptıran başka bir halk var
mıdır?
Temelli olarak başka bir şey arzu etmek için, zamandan
ve mekândan sıyrılmak, yer ve an ile asgarî bir yakınlık
yaşamak gerekir... Fransa tarihinin o kadar az kesinti
arzetmesinin nedeni, mükemmeliyete doğru yönelişimizi
teşvik eden ve trajik bir bakış açısının gerektirdiği
tamamlanmamışlık ihtiyacını hayal kırıklığına uğratan o
özüne sadakattir. Fransa’da bulaşıcı olan tek şey zihin
açıklığıdır; aldanmaktan, ne olursa olsun bir şeye kurban
olmaktan nefret etmedir. Bir Fransız’ın macerayı ancak
bilincinin tümüyle kabul etmesi bundandır; aldanmak ister;
gözlerini bağlar; bilinçsiz kahramanlık ona haklı olarak bir
zevksizlik, zarafetten uzak bir fedakârlık gibi görünür. Fakat
hayatın hoyrat muğlaklığı, her an için, iradenin değil, ceset
olmadaki, metafizik olarak aldanmadaki fevriliğin ağır
basmasını gerektirir...
Fransızlar nostaljiyi aşırı açıklıkla doldurmuşlarsa, onun
mahrem ve tehlikeli itibarının bir kısmını elinden almışlarsa,
Sehnsucht ise aksine, Heimat’la (vatan) Sonsuz arasında
çekiştirilen Alman ruhunun çatışmalarında çözülmez olan
şeyi tüketmiştir.
Bu ruh nasıl yatışabilirdi? Bir yanda yürek ile toprağın
bölünmezliği içine dalma istenci; öte yanda, giderilemeyen
bir arzuyla daima mekânı içine alıp eritme istenci. Fakat ufuk
sınır arzetmediğinden ve onunla birlikte yeni avareliklere
duyulan eğilim arttığından, derlendiği oranda hedef de geriler.
Egzotik zevk, yolculuk tutkusu, manzaranın yalnızca bir
manzara olarak zevkini çıkarma, içsel biçim eksikliği, hem
çekici hem itici olan dolambaçlı derinlik buradan kaynaklanır.
Heimat’la Sonsuz arasındaki gerilimin çözümü yoktur: Aynı
anda hem kökleşmiş hem köksüzleşmiş olmaktır bu; yuva ile
uzaklık arasında bir orta yol bulamamış olmaktır. Özünde
uğursuz bir sabit olan emperyalizm, Sehnsucht’un siyasî ve
kabalık derecesinde somut tercümesi değil midir?
Bazı içsel tahminlerin tarihî sonuçları üzerinde ne kadar
ısrar edilse azdır. Nostalji de bunlardan biridir; varoluş ya da
mutlak içinde dinlenmemize engel olur; bizi belirsiz olanın
içinde yüzmeye, dayanaklarımızı kaybetmeye, zaman içinde
sipersiz yaşamaya mecbur eder.
TEPKİCİ MELEKLER
Melekler içinde en az filozof olanının başkaldırması
üzerine bir yargıya varırken, bunun içine sempati, şaşkınlık ve
ayıplama duygularının karışmaması güçtür, Evreni
adaletsizlik yönetir. Orada inşa edilen her şey, çözülen her
şey, pis bir kırılganlığın izini taşır; sanki madde, yokluğun
bağrındaki bir skandalın meyvasıymış gibi... Her varlık bir
başka varlığın can çekişmesiyle beslenir; anlar, zamanın
kansızlığı üzerine vampir gibi üşüşürler - dünya,
gözyaşlarının biriktiği bir yerdir... Bu mezbahada kollanın
kavuşturup durmak ya da kılıç çekmek eşit derecede beyhude
hareketlerdir. Hiçbir harika zincirinden boşanma hareketi
mekânı sarsamaz, ruhları da asilleştiremez... Zaferler ve
yenilgiler, adı kader olan bilinmez bir yasaya göre birbirini
izlerler; kader, felsefî olarak yoksun kaldığımızda, şu
dünyadaki ya da herhangi bir yerdeki ikametimiz bize
çözümsüz, maruz kalınacak bir lanet gibi saçma, ya da hak
edilmemiş göründüğünde başvurduğumuz sözcüktür... Kader -
mağluplar terminolojisinin gözde sözcüğü... Devasızlığa bir
isim kadrosu bulmaya meraklıyızdır ve isimler icat ederek,
felâketlerimizin üzerinde asılı aydınlıklarda bir hafifleme
ararız. Kelimeler merhametlidirler: Narin gerçeklikleri bizi
kandırır ve teselli eder...
Böylelikle hiçbir şey isteyemeyen “kader”, bizim
başımıza geleni istemiş olur... Tek izah biçimi olarak
Akıldışı’na vurgunuzdur; onun, yalnızca aynı tabiattaki
negatif unsurları tartan baht terazimizin kefelerini
doldurmasını seyrederiz. Bunun böyle olmasına karar vermiş
olan, üstelik de bu kararın sorumluluğunu taşımayan
kuvvetleri kışkırtacak gururu nereden bulup çıkarmalı?
Adaletsizlik ciğerlerimizdeki havaya, düşüncelerimizin
mekânına, yıldızların sessizliğine ve hayretine musallat
olduğu zaman, mücadeleyi kime karşı yöneltmeli? Nereye
saldırmalı? İsyanımız, onu uyandıran dünya kadar kötü
tasarlanmıştır. Ölüm döşeğindeki Don Kişot misali, çılgınlığın
son raddesinde, tükenmiş bir haldeyken, yollarla, kavgalarla
ve yenilgilerle yüzyüze gelme kudretini ve yanılsamasını
yitirmiş olduğumuzda, haksızlıkları tamir etmeyi nasıl
üstümüze vazife edebiliriz? Ve daha zamanın başlangıcında,
atılımlarımızın soluğunu tıkayan o iç bulandırıcı bilgelikten
habersiz olan isyankâr meleğin tazeliğini nasıl bulmalı? Şu
dünyada meleklerin izinden gitmek daha da aşağı düşmek
anlamına gelirken; insanların adaletsizliği Tanrı’nınkini taklit
ederken; her başkaldırı da ruhu sonsuza karşı çıkarır ve
paramparça ederken; diğer melekler sürüsünü silikleştirecek
belagati ve kendini beğenmişliği nereden alabiliriz? Kimliği
belirsiz melekler -yaşı olmayan kanatlarının altında
büzülmüş; ezeli olarak Tanrı’nın içinde galip ve Tanrı’nın
içinde yenik; uğursuz ilginçliklere karşı duyarsız, yeryüzü
matemlerine eşdeğer hayalperestler- onlara taş atmaya ve
uykularını bölme iddiasına kalkışmaya kim cesaret edebilirdi?
Düşkünlüğün kibiri olan isyan, soyluluğunu ancak
yararsızlığından alır: Istıraplar onu uyandırır ve sonra terk
ederler; taşkınlık onu coşturur, hayal kırıklığıysa yadsır...
Muteber olmayan bir evrende başkaldırının bir anlamı
olamazdı...
EDEP KAYGISI
Ten acının dürtmesiyle uyanır; bu uyanık ve lirik madde,
kendi eriyişinin şarkısını söyler. Tabiattan ayırt edilemez
olduğu müddetçe, unsurların unutuluşu içinde serilip
yatmıştır: Benlik tarafından henüz zaptedilmemiştir. Istırap
duyan madde yerçekiminden kurtulur, evrenin artakalan
kısmına artık bağlı değildir, kendini gevşemiş bütünden tecrit
eder; zira bir ayrılık etkeni ve bireyleşmenin etkin ilkesi olan
acı, istatistiksel bir alınyazısının zevklerini inkâr eder.
Hakikaten yalnız varlık, insanlar tarafından terk edilmiş
olan değil insanlar arasında acı çekendir; kendi çölünü peşi
sıra panayırlarda sürükleyen ve mütebessim cüzzamlılık,
tamiri imkânsızlık komedyenliği yeteneklerini sergileyendir.
Eski zamanlardaki büyük yalnızlar mutluydular, ikiyüzlülüğü
bilmiyorlardı, gizleyecek bir şeyleri yoktu: Bir tek kendi
yalnızlıklarıyla söyleşiyorlardı...
Şeylerle aramızda, ıstırabın etkisiyle gevşemeyen ve telef
olmayan tek bir bağ yoktur; ıstırap bizi her şeyden kurtarır,
kendi içinde saplanıp kalma ve geri dönüşsüz bir şekilde birey
olma ihsası dışında her şeyden. Özünde cevherleşmiş
yalnızlıktır bu. O andan itibaren ötekilerle, yalanın
gözbağcılığıyla değilse eğer, hangi yollarla iletişim kurabiliriz
ki? Zira eğer hepimiz panayır cambazı olmasaydık, eğer
bilgiç bir şarlatanlığın hünerlerini öğrenmiş olmasaydık,
nihayet edepsizlik ya da trajedi düzeyinde samımı olsaydık
yeraltı dünyalarımız okyanuslar dolusu kin kusardı, bu
okyanuslarda kaybolmak şeref payemiz olurdu: Böylelikle
onca acaipliğin ve yüceliğin yakışıksızlığından kaçmış
olurduk. Eyüb, zamanında durmuştur: Bir adım daha atsaydı,
artık ona ne Tanrı, ne de dostları cevap vereceklerdi.
BOŞLUĞUN YELPAZESİ
Filancayı şu hedefin peşinde, falancayı başka bir hedefin
peşinde gördüm; insanları, birbirini tutmayan konularla
büyülenmiş, her biri aşağılık ve tanımlanamaz olan tasarı ve
düşlerin sihrine kapılmış gördüm. İsraf edilen onca ateşliliğin
nedenlerine akıl erdirmek için her durumu tek tek incelerken,
her hareket ve her çabanın anlamsızlığını anladım. İnsanı
yaşatan hatalardan etkilenmeyen tek bir hayat var mıdır?
Kökleri küçük düşürücü olmayan, sebepleri icat edilmiş
olmayan, arzularla ortaya çıkmış mitoslara sahip olmayan tek
bir berrak ve şeffaf hayat var mıdır? Her tür yararlılıktan
arınmış fiil nerededir? Akkorluktan tiksinen güneşte mi?
İmansız bir evrendeki melekte mi? Yoksa ölümsüzlüğe terk
edilmiş bir dünyadaki aylak solucanda mı?
Kendimi bütün insanlara karşı savunmak, çılgınlıklarına
tepki göstermek ve bunun kaynağını ortaya çıkarmak istedim;
dinledim ve gördümve korktum: Aynı sebeplerle ya da
herhangi bir sebeple hareket etmekten, aynı hayaletlere ya da
tamamen başka bir hayalete inanmaktan, aynı sarhoşluklara
ya da tamamen başka bir sarhoşluğa gömülmekten korktum;
son olarak da, ortaklaşa hayal kurmaktan ve son nefesimi bir
vecd kalabalığı içinde vermekten korktum. Bir varlıktan
ayrılırken bir yanılgının daha elimden çıktığını, onda
bıraktığım yanılsamayla yoksullaştığımı biliyordum... Ateşli
sözleri, kendisi için mutlak benim içinse gülünç olan
kaçınılmaz bir gerçeğin mahpusu olduğunu açığa çıkarıyordu;
onun saçmalığıyla temas ettiğimde, kendiminkinden
sıyrılıyordum... Aldanma hissine kapılmadan ve yüzü
kızarmadan kime katılınabilir? Ancak, her fiil için gerekli
akılsızlığı tamamen bilinçli olarak alışkanlık haline getiren ve
kendini kaptırdığı kurguyu hiçbir düşle güzelleştirmeyen kişi
haklı çıkarılabilir; tıpkı ancak inançsızca ölen ve işin aslını
sezdiği ölçüde kendini feda etmeye hazır bir kahramana
hayranlık duyulabileceği gibi... Âşıklara gelince, yüz
buruşturmalarının ortasında, kafalarından ölümün önsezisi
geçmeseydi çekilmez olurlardı. Sırrımızı -yanılsamamızı-
mezara götürdüğümüzü, soluğumuzu canlandıran esrarengiz
hatayı atlatamadığımızı, hazların ve hakikatlerin
hükümsüzlük açısından denk oldukları kestirilemediği için
fahişelerle kuşkucular dışında herkesin yalana battığını
düşünmek insanın aklını karıştırır.
İnsanların var olmak ve harekete geçmek için sarıldıkları
nedenleri, kendimde ortadan kaldırmak istedim. Sözle
anlatılmayacak kadar normal bir hale gelmek istedim, - şimdi
de sersemlemiş bir halde, budalalarla aynı düzeyde ve onlar
kadar boşum.
BAZI SABAHLAR
4
Atlas olmamanın pişmanlığı, şu gülünç maddenin
çöküşünde hazır bulunmak için omuzlarını silkememek...
Hiddet, kozmogoninin yolunu tersten izler. Bazı sabahlar
canlı cansız her şeyi mahvetme isteğiyle uyanmamızın sırrı
nedir? Şeytan damarlarımızın içinde boğulduğunda,
fikirlerimiz çarpıntıya kapıldığında ve arzularımız ışığı ikiye
böldüğünde unsurlar tutuşur ve helâk olurlar, bu arada
parmaklarımız da külleri elekten geçilmektedir.
Geceler boyunca hangi kâbuslarla haşır neşir olduk ki
güneşe düşman olarak kalkıyoruz? Her şeyle hesabımızı
kapatmak için kendimizi mi tasfiye etmemiz gerekiyor?
Zamanla kurduğumuz yakınlığı hangi suç ortaklığı, hangi
bağlar sürdürüyor? Hayat, kendisini yadsıyan kuvvetler
olmasa dayanılmaz olurdu. Muhtemel bir çıkış, bir kaçış fikri
bulunur elimizde; kendimizi kolaylıkla yok edebilir ve,
sayıklamanın doruğunda bu evreni balgam gibi tükürebiliriz.
... Ya da dua eder ve başka sabahları bekleriz.
İŞGÜZAR MATEM
Bütün hakikatler bize karşıdır. Ama yaşamaya devam ederiz
çünkü onları oldukları gibi kabulleniriz, çünkü onlardan
sonuç çıkarmayı reddederiz. Astronominin, biyolojinin
öğrettiklerinin tek bir sonucunu -davranışıyla- yansıtacak ve
yıldız uzaklıklarıyla tabiat olayları karşısında tevazu ya da
isyan duyarak yatağından çıkmama karan alacak kişi
nerededir? Gerçekdışılığımızın besbelliliğine yenilmiş bir
gurur hiç olmuş mudur? Ve sonsuz içinde her fiil gülünç
olduğu için kim artık hiçbir şey yapmayacak kadar cüretkâr
davranmıştır? Bilimler hiçliğimizi ispat ederler. Ama bundan
son dersi kim çıkarmıştır? Kim, bütünsel tembelliğin
kahramanı olmuştur? Hiç kimse kollarını kavuşturmaz:
Karıncalar ve anlardan daha telâşlıyızdır. Hâlbuki bir karınca,
bir an -bir fikrin mucizesi ya da bir tekillik eğilimiyle-yuva
veya kovanında tecrit olabilseydi, zahmetlerinin manzarasını
dışarıdan seyretseydi, gayretinde hâlâ inat eder miydi?
Yalnızca akılcı hayvan, kendi felsefesinden hiçbir şey
öğrenememiştir: Kendini ayrı tutar - bununla birlikte,
görünürde işe yarar gerçekte hükümsüz olan aynı hatalarda
ısrar eder. Dışarıdan, herhangi bir Arşimed noktasından
bakıldığında hayat -bütün inançlarıyla birlikte- artık ne
mümkün ne de kavranabilirdir. Ancak hakikate karşı hareket
edilebilir. İnsan bütün bildiklerine rağmen, bütün bildiklerine
karşı her gün yeniden başlar. Bu ikiliği kötü bir alışkanlık
haline getirmiştir. İleri görüşlülük matemdedir, fakat -tuhaf
bir bulaşma- bu matem dahi etkindir; böylece Yargı Günü’ne
kadar bir konvoyun içinde sürükleniriz; böylece bizzat son
istirahatimizi ve tarihin nihaî sessizliğini de bir faaliyete
çevirmişizdir: Can çekişmenin sahnelenmesidir bu, hırıltılara
kadar sürecek dinamizm ihtiyacıdır...
DÜNYANİN DENGESİ
Sevinçlerle kederlerin görünürdeki simetrisinin kaynağı,
kesinlikle hakkaniyetli bir şekilde dağıtılmış olmaları
değildir: Bazı bireylerin başına gelen ve onları ötekilerin
aldırmazlığını kendi eziklikleriyle telafi etmek zorunda
bırakan adaletsizliktir. Fiiliyatının sonuçlarına maruz kalmak,
ya da bundan korunmak; bütün insanların nasibi budur. Bu
ayrım hiçbir ölçüt olmadan gerçekleşir: mukadderdir, saçma
bir paylaşım ve garip bir ayıklamadır. Hiç kimse mutluluk
veya mutsuzluğa mahkûm edilmekten yan çizemez; doğuştaki
hükmün, sperma hücresinden mezara kadar geçerli olan ip
cambazı mahkemesinin kararından da kaçamaz.
Bütün sevinçlerinin bedelini ödeyen, bütün zevklerinin
kefaretini çeken, bütün unuttuklarının hesabını vermek
zorunda olan kimseler vardır: Tek bir mutluluk ânı için bile
borçlu kalmayacaklardır. Bir haz titreyişi binbir buruklukla
taçlanıvermiştir onlar için; sanki, kabul gören yumuşaklıklara
onların hiç hakkı yokmuş gibi; sanki feragatleri, dünyanın
hayvanı dengesini tehlikeye sokuyormuş gibi... Bir
manzaranın ortasında mutlu mu oldular? Elikulağında
kederler içinde buna pişman olacaklardır. Tasarılarının ve
düşlerinin içinde kibir mi duydular? Aşırı pozitif ıstıraplarla
hizaya getirilerek, sanki bir ütopyadan uyanır gibi, çabucak
kendilerine geleceklerdir.
O halde, ötekilerin bilinçsizliğinin bedelini ödeyen;
sadece kendi mutluluklarının değil, tanımadıktan kişilerin
mutluluklarının da kefaretini ödeyen fedailer vardır. Denge bu
şekilde yeniden sağlanır: Sevinçlerle üzüntüler arasındaki
orantı uyumlu bir hale gelir. Eğer karanlık bir evrensel ilke
sizin kurbanlar sınıfına ait olacağınız hükmünü vermişse,
içinizde sakladığınız cennet parçasını ömrünüz boyunca
ayaklar altına alarak buna uyarsınız; bakışlarınızda ve
düşlerinizde beliren azıcık atılım da, zamanın, maddenin ve
insanların murdarlığı önünde kirlenecektir. Önünüzde,
yükselecek basamak olarak bir gübre yığını; kürsü olarak da
bir işkence âletleri takımı bulunacaktır. Ancak pul pul
dökülen bir şöhrete ve sümüklü bir taca lâyık olacaksınızdır.
Herkesten alacaklı olanların, bütün yolları mubah görenlerin
yanında yürümeyi denemek mi? Ama tozlar ve küller bile,
zamanın girişlerini ve rüyaların çıkışlarını tıkamak için
önünüze dikilecektir. Hangi yöne doğru giderseniz gidin
adımlarınız yere batacaktır, sesiniz: sadece çirkef ilâhilerini
haykıracaktır; ve kendine acımadan başka bir şey bulunmayan
yüreklerinize doğru eğilmiş kafalarınızın üzerinden, müthiş
bir istihzanın sizin kadar az suçlu ve kutsanmış oyuncakları
olan mutlu kişilerin soluğu şöyle bir geçecektir.
FELSEFEYE VEDA
Kant’ta artık hiçbir insani zayıflığı, hüznün hiçbir hakikî
vurgusunu göremez hale geldiğim an felsefeden yüz çevirdim;
Kant’ta ve bütün filozoflarda... Müzikle, mistik pratiklerle ve
şiirle karşılaştırıldığında, felsefi faaliyet, sadece utangaçlarla
ılımlıların gözünde itibarı olan şaibeli bir derinlikle ve
azalmış bir canlılıkla ilgilidir. Hem zaten felsefe -gayrı şahsi
endişe, kansız fikirlere sığınma- hayatın baştan çıkarıcı
taşkınlığından kaçanların yoludur. Hemen hemen bütün
filozofların sonu iyi olmuştur: İşte felsefeye karşı baş
gerekçe. Sokrates’in sonu bile biç trajik değildir: Bir yanlış
anlamadır; bir pedagogun sonudur-ve eğer Nietzsche deliliğe
gömüldüyse, şair ve mütefekkir olaraktır bu: Akıl
yürütmelerinin değil, vecdlerinin kefaretini ödemiştir.
Varoluşun içinden açıklamalarla sıyrılınamaz, buna ancak
maruz kalınabilir, bu sevilir ya da bundan nefret edilir,
tapınılır ya da çekinilir; bizzat varlığın ritmini,
duraksamalarını, tutarsızlıklarını, buruk veya neşeli
coşkunluklarını yansıtan o mutluluk ve nefret sıralaması
yaşanarak...
İster sürpriz ister zorunluluk nedeniyle olsun, tartışmasız
bir bozguna uğramayan var mıdır? O zaman ellerini dua için
açıp, sonra felsefenin cevaplarından bile daha boş bir halde
iki yanına bırakmayan var mıdır? Felsefenin görevi, adeta,
feleğin dalgınlığı kargaşanın berisinde yol almamıza ses
çıkarmadıkça bizi korumak ve bu kargaşaya dalmak zorunda
kalır kalmaz da bizi terk etmektir. İnsanlığın ıstıraplarının ne
kadar azının felsefeye girdiği görüldüğünde, bunun nasıl
başka türlü olabileceği sorulur. Felsefi çalışma verimli
değildir; sadece münasiptir. Ceza görmeden filozof olunur her
zaman: Yansız ve münhal saatleri, ne Eski Ahit’e ne de
Bach’a ve Shakespeare’e uygun düşen saatleri havaleli
düşüncelerle dolduran geleceksiz bir meslektir bu. Bu
düşünceler, Eyüb’ün bir feryadıyla, Macbeth’in bir
zorbalığıyla, ya da bir kantatın verdiği yükseklikle eşdeğerde
olan tek bir sayfada somutlaşmış mıdır hiç? Evren tartışılmaz,
ifade edilir. Felsefe ise bunu ifade etmez. Hakikî meseleler,
ancak felsefe katedilip tüketildiğinde başlar; bütün
anlarımızın kök saldığı Meçhul önünde, vazgeçişin işareti
olarak nihaî noktayı koyan çok büyük bir cildin son
bölümünden sonra başlar; rızkımızdan tabiatıyla daha mühim
ve dolaysız olduğundan, o Meçhul’le mücadele etmemiz
gerekir. Burada, filozof bizi bırakır: Felaket düşmanıdır, akıl
gibi sağduyulu ve akıl kadar temkinlidir. Eski bir cüzzamlıyla,
bütün taşkınlıklardan haberdar bir şairle ve yüceliğiyle gönül
çemberini aşan bir müzisyenle birlikte kalırız. Gerçekten
yaşamaya, ancak felsefenin ucunda, onun yıkıntılarının
üzerinde, dehşet verici hükümsüzlüğünü ve hiçbir yardımda
bulunamayacağını anladığımızda başlarız.
AZİZDEN KİNİĞE
Alaycılık her şeyi bahane seviyesine düşürmüştür, Güneş ve
Ümit dışında, hayatın iki şartı dışında: dünyanın yıldızı ve
kalbin yıldızı; biri göz kamaştırıcı, diğeri görünmez. Bir
iskelet güneşte ısınsa ve ümit etse, ümitsiz ve ışıktan bezmiş
bir Herkül’den daha sağlam olurdu; Ümitlenme’ye bütünüyle
açık bir varlık da Tanrı’dan güçlü, Hayat’tan canlı olurdu.
5
Macbeth, “aweary of the sun” yaratıkların sonuncusudur;
bunun nedeni hakikî ölümün çürüme değil her tür ışından
iğrenme olması; tohum olan her şeyden, yanılsamanın sıcağı
altında açılan her şeyden tiksinme olmasıdır...
İnsan, güneşin altında doğan ve ölen şeylerin değerini
bitmemiştir, güneş hariç; ümit içinde doğan ve ölen şeylerin
de, ümit hariç. Daha ileri gitmeye yüzü olmadığından,
kinizmine sınır koymuştur. Çünkü tutarlılık iddiasında olan
bir kinik, ancak lâfta böyledir; davranışları onu en çelişkili
varlık haline getirir: Bâtıl inançlarını kıyıp geçirdikten sonra
hiç kimse yaşayamaz. Eksiksiz kinizme varmak için, azizin
çabasının aksi yönde ve onun kadar hatırı sayılır bir çaba
gerekir; veyahut da arınmasının zirvesine ulaşmış olup,
kendine verdiği bütün zahmetlerin beyhudeliğini -ve
Tanrı’nın gülünçlüğünü- keşfeden bir aziz tahayyül etmek...
Böyle bir keskin görüşlülük canavarı, hayatın verilerini
değiştirirdi: Bizzat kendi varoluşunun şartlarını dahi
sorgulama kuvveti ve otoritesi olurdu; artık sözlerinde
çelişme tehlikesi bulunmazdı; gözüpekliğini zayıflatacak
hiçbir insanî düşkünlüğü de kalmazdı; son yanılsamalarımıza
karşı kendimize rağmen gösterdiğimiz dinî saygıyı yitirmiş
olduğundan, kalbinden ve güneşten, canının çektiği gibi
istifade ederdi...
UNSURLARA DÖNÜŞ
Sokrates-öncesi düşünürlerden beri felsefe hiçbir ilerleme
katetmeseydi, şikâyet edilecek bir durum olmazdı bu. Derme
çatma kavramlar yığınından bezmiş olan bizler, hayatımızın
hâlâ o düşünürlerin dünyayı üzerine kurdukları unsurlar
içinde çalkalandığının; bizi koşullandıran şeylerin toprak, su,
ateş ve hava olduğunun; geçtiğimiz badirelerin çerçevesini ve
ıstıraplarımızın ilkesini bu başlangıç fiziğinin ortaya
koyduğunun farkına varırız sonunda. Bu birkaç temel veriyi
karmaşıklaştırmış olduğumuzdan -teorilerin dekor ve
yapılarıyla büyülenmiş bir halde- Kader anlayışını
kaybetmişizdir; oysa Kader değişmemiş, dünyanın ilk
günlerindekiyle aynı kalmıştır. Özüne indirgenen
varoluşumuz, her zamanki unsurlara karşı bir çarpışma
olmaya devam etmektedir; bilgimizin hiçbir şekilde
yumuşatamadığı bir çarpışma... Bütün zamanlardaki
kahramanlar, Homeros’unkilerden daha az mutsuz değildirler
ve eğer şahsiyetler haline geldilerse, solukları ve azametleri
azaldığındandır bu. Bilimlerin sonuçları insanın metafizik
6
konumunu nasıl değiştirebilir ki? Veda ilâhilerinin ve tarihin
başlangıcında kimin yazdığı bilinmeyen şiirlere sokulmuş
hüzünlerin yanında, maddenin araştırılması, çözümlemenin
tespit ve ürünleri nedir ki?
En konuşkan gerileme devirleri bile, bizi mutsuzluk
üzerine bir çobanın kekelemelerinden daha fazla
aydınlatmazken; hâsılı, bir budalanın sırıtışında laboratuvar
araştırmalarından daha fazla bilgelik varken; zamanın
yollarında -ya da kitaplarda- hakikatin peşine düşmek
çılgınlık değil midir? Yalnızca birkaç şey okumuş olan Lao-
Tse, her şeyi okumuş olan bizlerden daha safdil değildir.
Derinlik bilgiden bağımsızdır. Devrini kapatmış zamanların
açıkladıklarını başka düzlemlere tercüme ederiz, ya da
düşüncenin son kazanımları aracılığıyla kökendeki
sezgilerden yararlanırız. O halde Hegel, Kant’ı okumuş bir
Herakleitos’tur; Sıkıntı’mız da duygusal bir Elea’cılıktır,
maskesi düşmüş ve içe doğmuş çeşitliliğin kurgusudur...
KAÇAMAKLAR
Nihaî dersleri ancak sanat dışında yaşayanlar
çıkarabilirler. İntihar, azizlik, kötü alışkanlık -yetenek
noksanlığının nice biçimi. İster doğrudan ister kılık
değiştirmiş, söz, ses ya da renk aracılığıyla yapılan itiraf, iç
kuvvetlerin birikmelerini durdurur ve dışarının dünyasına
atarak bu kuvvetleri zayıflatır. Her yaratma fiilini bir kaçış
etkeni haline getiren kurtarıcı bir azalmadır bu. Fakat
enerjileri biriktiren kişi, baskı altında, kendi aşırılıklarının
kölesi olarak yaşar; mutlak içinde batmasını hiçbir şey
engellemez...
Kendilerini halsiz düşüren gizli güçleri idare etmeyi
bilenlerde, hakikî trajik varoluşa hemen hiç rastlanmaz;
ruhlarını eserleri aracılığıyla ufalttıkları için, fiiliyatın
aşırılığına erişme enerjisini nereden bulabilirlerdi ki? Kimi
kahraman, kendini harikulade bir ölüm yolunda
gerçekleştirmiştir, çünkü mısralar içinde yavaş yavaş sönme
melekesi noksandır. Her kahramanlık, eksik olan bir
yeteneğin kefaretini -kalbin dehasıyla- öder; her kahraman
yeteneksiz bir varlıktır. Onu öne çıkaran ve zenginleştiren de
bu eksikliktir; hâlbuki bahtlarına düşen dile gelmez şeyleri
yaratıcılık yoluyla yoksullaştıranlar, ruhları diğerlerinin
üzerinde yükselebilse de, birer varoluş olarak arka plana
itilmişlerdir.
Kimisi hemcinslerinin arasından manastır veya başka bir
hüner yoluyla çıkar: morfin, kendini tatmin veya aperitif
yoluyla; oysa bir ifade biçimi kendisini kurtarabilirdi. Fakat
kendi kendisi nezdinde hep mevcut kalan, yedekteki
kuvvetlerine ve hesap hatalarına mükemmel bir şekilde mâlik
olan, hayatının toplamını sanatın bahaneleriyle ufaltmaksızın
taşıyan, kendi kendisinin istilasına uğramış olan kişi, davranış
ve kararlarında ancak bütünsel olabilir; ancak kendisini
tamamen etkileyen bir sonuç çıkarabilir; aşırı uçları tadamaz:
Aşırı uçların içinde boğulur çünkü; ayrıca kötü alışkanlığın,
Tanrı’nın ya da kendi kanının içinde de boğulur; hâlbuki
ifadenin ödleklikleri onu en yüksek’in önünde geriletirdi.
Kendini ifade eden kişi, kendine karşı hareket etmez; o sadece
nihaî dersler için duyulan eğilimi bilir. Firari ise, bu dersleri
çıkaran değil, kendi kendisinin eline kaldığında mahvolup
Çökmekten korkarak haylazlaşan ve sesini duyurandır.
GECEYE DİRENMEME
Başlangıçta, ışığa doğru ilerlediğimizi sanırız; sonra o
hedefsiz yürüyüşten yorulur ve kendimizi yere bırakırız:
Gitgide yumuşayan toprak artık bizi taşımaz: Açılır. Güneşli
bir sona götüren bir güzergâhı boş yere izlemeye uğraşsak da,
içimizde ve altımızda koyu karanlıklar genleşir. Kaymamız
sırasında bizi aydınlatacak hiçbir pırıltı olmaz: Uçurum bizi
çağırır ve onu dinleriz. Olmak istediğimiz her şey, bizi daha
yukarıya yükseltme gücünü gösterememiş her şey, hâlâ
üzerimizde durur. Vaktiyle zirvelere âşık olan, sonra da hayal
kırıklığına uğrayan bizler, sonunda düşüşümüze canı yürekten
bağlanırız; tuhaf bir infazın aletleri olarak, koyu karanlıkların
sınırına, geceye bağlı alınyazımızın hudutlarına dokunma
yanılsamasıyla büyülenerek, düşüşümüzü tamamlamak için
acele ederiz. Boşluk korkusu hazza dönüştüğünde, güneşin
aksi yönünde ilerlemek ne şanstır! Tersine sonsuz,
tabanlarımızın altında başlayan tanrı, varlığın yarıkları
önünde vecde geliş ve kara bir hâle susuzluğu olan Boşluk,
içine gömüldüğümüz alaşağı edilmiş bir rüyadır.
Başdönmesi bizim için yasa haline gelirse, bir yeraltı
aylası taşıyalım, düşüşümüzün tacını... Bu dünyanın tahtından
indirilince, yeni bir şatafatın gecesini kutlamak için asasını da
beraberimizde götürelim.
RÜYALARLA SÜRMENAJ
Gece vakti rüyalar art arda geldiği sırada saçıp
savurduğumuz enerjiyi muhafaza edebilseydik, zihnin
derinliği ve inceliği kuşku götürmez boyutlara ulaşırdı. Bir
kâbusun iskelesinin çatılması, en iyi eklemlenmiş teorik
yapıdan da yorucu bir asabî israf gerektirir. Bilinçsizken acaip
ve harikulâde gösterilere katılmış ve şiir aleyhtarı Nedensellik
ayağa köstek olmadan bir alandan başka bir alana
yuvarlanmış kişi, uyandıktan sonra fikirleri sıralama
zahmetine yeniden nasıl katlanabilir? Saatler boyunca sarhoş
tanrılara benzemişizdir - ve ansızın, açık gözler gecenin
sonsuzluğunu ortadan kaldırdıklarında, gündüzün vasatlığı
içinde geceki fantazmaların hiçbirinin yardımı olmadan,
renksiz meselelerin mızmızlığını yeniden ele almamız gerekir.
Demek ki muzaffer ve uğursuz peri masalı yararsız olmuştur;
uyku bizi beyhude yere tüketmiştir. Uyanışta bizi bıkkınlığın
başka bir tarzı beklemektedir; akşamınkini unutacak vakti
ancak bulmuşken, şimdi de şafağınkiyle didişmek
durumundayızdır. Saatler ve saatler boyunca, beynimiz saçma
faaliyetinden kendine hiçbir yarar sağlamazken yatay
hareketsizliğin zahmetini çekmişizdir. Bu savurganlığın
kurbanı olmayan, yardım alabileceği bütün kaynaklarını
rüyalarda saçıp savurmadan biriktiren bir avanak, ideal bir
uyanıklığın hakimi olarak metafizik yalanların bütün
kıvrımlarını çözebilir, ya da en içinden çıkılmaz matematik
zorlukları öğrenmeye başlayabilirdi.
Her gece sonrasında öncekinden de boş oluruz:
Kederlerimiz gibi sırlarımız da rüyalarımızda akıp gitmiştir. O
halde uykuya verilen emek, yalnızca düşüncem izin değil,
sırlarımızın da kuvvetini azaltır...
ÖRNEK HAİN
Hayat ancak bireyleşme -yalnızlığın o son temeli- içinde vuku
bulabildiğinden, her varlık, birey olduğu için zorunluluk
dolayısıyla yalnızdır. Hâlbuki bütün biteyler ne aynı tanda ne
de aynı yoğunlukta yalnızdırlar: Herkes, yalnızlık
hiyerarşisinin farklı bir derecesinde yerini alır; hain ise bu
hiyerarşinin en uç noktasında bulunur: O, bireylik vasfını
azgınlığa vardırır. Bu anlamda Yahuda Hıristiyanlık
tarihindeki en yalnız varlıktır; ama asla yalnızlık tarihindeki
değil... O sadece bir tanrıya ihanet etmiştir; neye ihanet
ettiğini bilmiştir, birini ele vermiştir, tıpkı diğer pek çok
kişinin herhangi bir şeyi ele vermeleri gibi: Vatan ya da az
çok kolektif başka vesileler. Belirli bir nesneyi hedef alan
ihanet. İçinde şerefsizlik veya ölüm dahi bulunsa, hiç
esrarengiz değildir Yok edilmek istenen şeyin hayali hep
bizdedir; suçluluk aşikârdır, kabul de edilse, inkârda edilse...
Ötekiler sizi dışlarlar. Vezindan ya da giyotine boyun
eğersiniz...
Ama ihanet etmenin çok daha karmaşık olan, doğrudan
göndermesi, bir konu ya da kişiyle ilişkisi olmayan bir yolu
vardır. Şöyle: Her şeyin neyi temsil ettiğini düşünmeden bu
her şeyden yüz çevirmek; muhitinden ayrılmak; sizi
yoğurmuş olan, çevreleyen ve taşıyan cevheri -metafizik bir
boşanmayla- geri çevirmek.
Kim, hangi iddiayla, varoluşa cezasız kalarak meydan
okuyabilirdi? Kim, hangi çabalarla, kendi soluk alma
ilkesinin dahi tasfiyesine ulaşabilirdi? Bununla beraber, var
olan her şeyi temelinden sarsma iradesi, negatif bir tesirde
bulunma arzusuna sebep olur; bir ümidin genç hayat
doluluğunu bozan bir vicdan azabının izi gibi güçlü ve
zaptedilmez bir arzudur bu...
Varlığa ihanet edildiği zaman, alçaklık ihsasını uyandıran
konuyu sarihliğiyle destekleyecek hiçbir suret yardıma
gelmediğinden, sınırı belirsiz bir tedirginlikten başka bir şey
geçmez ele. Kimse sizi kınamaz; gerektiği gibi, saygıdeğer bir
yurttaşsınızdır; sitenin itibarından, hemcinslerinizin hatırınızı
saymalarından istifade edersiniz; yasalar sizi korur; siz de
herhangi biri kadar takdire değersinizdir - bununla birlikte hiç
kimse, cenaze merasiminizi önceden yaşadığınızı ve
çaresizcesine yerleşik durumunuza ölümünüzün hiçbir şey
katamayacağını görmez. Zira varoluşa ihanet eden kişi bir tek
kendine hesap verir. Başka kim ondan hesap sorabilir ki? Eğer
bir insanı ya da bir kurumu yermezseniz hiçbir riske girmemiş
olursunuz; Gerçek’i hiçbir yasa savunmaz, ama Gerçek’in
görünümlerine verilen en ufak bir zarardan dolayı bütün
yasalar sizi cezalandırır. Varlığı bile kökünden biçmeye
hakkınız vardır, ama tek tek hiçbir varlığa dokunamazsınız;
olan her şeyin zeminini kanunun cevazıyla yıkabilirsiniz, ama
bireysel güçlere en ufak saldırıda sizi hapishane veya ölüm
bekler. Varoluş hiçbir şeyin teminatı altında değildir:
Metafizik hainlere karşı, selâmeti reddeden Budalar’a karşı
bir yargı usulü yoktur; onlar sadece kendi hayatlarına ihanet
etmişlerdir. Oysa, bütün şerirler arasında en zararlısı onlardır:
Meyvalara saldırmazlar; hülasaya, bizzat evrenin hülasasına
saldırırlar. Cezalarını bir tek kendileri bilirler...
Her hainde, rezilliğe susamışlık olması mümkündür;
seçtiği ihanet şeklinin, varmak istediği yalnızlık derecesine
bağlı olması da... Kendini bütün insanlardan dışlayacak
benzersiz bir cinayet işleme arzusunu duymayan var mıdır?
Kendini ötekilere bağlayan zincirleri hepten koparmak için,
temyizi mümkün olmayan bir mahkûmiyete maruz kalarak
uçurumun sükûnuna varmak için, alçaklığa kim can
atmamıştır? Evrenle ilişki kesildiğinde de bunun nedeni,
affedilmez bir kusurun rahatı değil midir zaten? Buda ruhlu
bir Yahuda... gelecek ve bitmekte olan bir insanlık için ne
örnek ama!
BELİRSİZ DEHŞET
Kırılganlığımızı bize hatırlatan, belirli bir derdin bir anda
ortaya çıkıvermesi değildir: Zamanın bağrından aforoz
edilmemizin elikulağındalığını bize gösterecek olan, daha
muğlak, ama daha şaşırtıcı uyanlar durur önümüzde.
Tiksintinin, bizi dünyadan fizyolojik olarak ayıran o hissin
yaklaşması, içgüdülerimizin sağlamlığının ya da
bağlandığımız şeylerin dayanıklılığının ne kadar tahrip
edilmeye açık olduklarını ortaya çıkarır. Sağlıklıyken, tenimiz
evrensel nabzın yankısı hizmetini görür ve kanımız onun
ritmini yeniden üretir; potansiyel bir Cehennem gibi bizi
gözleyen ve aniden ele geçiren tiksinti içinde ise, bir yalnızlık
garabetleri bilimi tarafından tasavvur edilmiş bir canavar
kadar tecrit edilmiş durumdayızdır.
Canlılığın kritik noktası -bir mücadele olan- hastalık
değil, her şeyi dışlayan ve arzuların taze hatalar doğurma
kuvvetini ellerinden alan o belirsiz dehşettir. Duyular
hülasalarını yitirir, damarlar kurur ve uzuvlar artık kendilerini
işlevlerinden ayıran aralığı algılayamaz. Her şey yavanlaşır:
yiyecekler de düşlerde. Maddede rayiha, rüyalarda da bilmece
yoktur artık; gastronomi de metafizik de iştahsızlığımıza eşit
derecede kurban olurlar. Saatler boyunca, başka saatleri
bekleriz; zamandan artık kaçmayan anları, bizi yeniden
sağlığın vasatlığına... ve tehlikelerinin unutuluşuna sokacak
anları bekleriz...
BİLİNÇDIŞI DOGMALAR
Bir varlığın hatası’nı derinlemesine anlayacak, ona maksat ve
teşebbüslerinin boşunalığını gösterecek güçteyizdir; fakat
içgüdüleri kadar kaşarlanmış, önyargılar kadar eski bir
fanatizmi gizleyerek, zamana canla başla sarılmasına nasıl
engel olmalı? İçimizde, yakışıksız bir inanç ve kesinlikler
yığını taşırız - kuşku götürmez bir hazine gibi. Bundan
kurtulmayı ya da bunları altetmeyi başaran kimse bile, -kendi
zihin açıklığının çölünde- hâlâ fanatik kalır: Kendinin, kendi
varoluşunun fanatiğidir; bütün saplantılarını kurutmuştur, bu
saplantıların kabuklarından çıktıkları zemin dışında; bütün
sabit noktalarını kaybetmiştir, bağlı oldukları sabitlik dışında.
Hayatın ilahiyatınkilerden daha değişmez dogmaları vardır;
çünkü her varoluş, cinnetin ya da imanın zırvalarının bile
dudağını uçuklatan şaşmazlıklar içine demir atmıştır...
Şüphelerine âşık olan kuşkucunun bile, kuşkuculuğun fanatiği
olduğu ortaya çıkar. İnsan, tam anlamıyla dogmatik varlıktır;
dogmaları da, onları dile getirmediği, bilmediği ve takip ettiği
ölçüde derindir.
Hepimiz, düşündüğümüzden çok daha fazla şeye inanırız;
hoşgörüsüzlükleri barındırır, kanlı tedbirlere ihtimam gösterir
ve fikirlerimizi aşırı yöntemlerle savunarak dünyayı itiraz
edilmez gezici kaleler gibi katederiz. Herkes kendi kendisi
için yüce bir dogmadır; hiçbir ilahiyat, tanrısını, bizim
benliğimizi koruduğumuz gibi korumaz; o benliği de
şüphelerle sarıp mesele edinsek bile, gururumuzun sahte bir
zarafetindendir bu: Dava peşinen kazanılmıştır.
Kendi mutlağından nasıl kurtulmalı? Bunun için,
içgüdülerinden yoksun, hiçbir ismi olmayan ve kendi suretini
tanımayan bir varlık tahayyül etmek gerekir. Fakat dünyadaki
her şey bize hatlarımızı yansıtır ve gece bile, kendimizi
hayranlıkla seyretmemize engel olabilecek kadar yoğun
değildir asla. Kendimiz için fazla mevcut olduğumuzdan,
doğum öncesi ve ölüm sonrasındaki namevcudiyetimiz bizi
sadece bir fikir olarak, o da çok kısa süreliğine etkiler; sürüp
gitmemizin ateşini, bozulan ama yine de ilkesi itibariyle
tükenmez olan bir ebediyet gibi hissederiz.
Kendine tapmayan kişi daha doğmamıştır. Yaşayan her
şey kendisini çok sever; hayatın derinlikleriyle yüzeyini kasıp
kavuran dehşet başka türlü nereden gelirdi ki? Herkese göre
evrendeki tek sabit nokta kendisidir. Eğer bir insan bir fikir
için ölürse, bunun nedeni fikrin onun fikri olmasından, onun
hayatı olmasındandır.
Hiçbir aklın hiçbir eleştirisi insanı “dogmatik
uykusu”ndan uyandırmayacaktır. Eleştiri felsefede bol bol
rastlanan düşünülmemiş kesinlikleri sarsabilecek ve katı
tasdiklerin yerine daha esnek önermeler koyabilecektir; fakat
dogmalarının üzerinde pinekleyen yaratığı telef etmeden
akılcı bir tutumla sarsmayı nasıl başarabilecektir ki?
İKİLİK
Bu dünyada önümüze geleni kabul etmemize neden olan, ama
bu dünyanın kendisini bize kabul ettirecek güçte olmayan bir
bayağılık vardır. Böylelikle hem Hayat’ı boşlayıp hem de
onun dertlerine tahammül edebilir, hem Arzu’yu reddedip
hem de kendimizi arzunun aktığı mecralarda sürüklenmeye
bırakabiliriz. Varoluşa ırza göstermede bir nevi alçaklık
vardır; kibrimiz ve pişmanlıklarımız sayesinde, ama özellikle
de bizi korkaklığımız yüzünden ağzımızdan alınmış nihaî bir
tasdike doğru kaymaktan koruyan melankoli sayesinde, bu
alçaklığın elinden kurtulabiliriz. Dünyaya evet demekten daha
aşağılık bir şey var mıdır? Oysa o muvafakati, o usandırıcı
tekrarın örneklerini, yalnızca içimizde bayağılığa karşı olan
her şey tarafından inkâr edilen o hayata bağlılık yeminlerini
sürekli çoğaltırız...
Diğerlerinin yaşadıkları gibi yaşayabilir, ama yine de
dünyadan bile daha büyük bir hayır’ı gizleyebiliriz:
Melankolinin sonsuzluğudur bu...
DÖNEK
Bir yerlerde doğmuş, doğduğu yerdeki hatalara inanmış,
ilkeler önermiş ve ateşli sersemlikler vazetmiş olduğunu
hatırlar. Bundan yüzü kızarır... ve geçmişinden, gerçek ya da
düşsel vatanlarından, özünden çıkmış hakikatlerden yüz
çevirmek için kudurur. Huzuru ancak içindeki son yurttaş
refleksini ve miras olarak aldığı coşkuları yok ettiğinde
bulacaktır. Şecereler karşısında serbestleşmek ister ve bütün
siteleri küçümseyen antik bilge ideali bile ona bir satış
muamelesi gibi görünürken, gönlünün alışkanlıklar: onu nasıl
hâlâ zincire vurabilirdi ki? Bütün insanlar zorunlu olarak hem
haklı hem haksız olduğu için, her şey aynı zamanda hem
gerekçeli hem akılsızca olduğu için artık taraf tutamayan kişi,
kendi adından vazgeçmeli, kimliğini ayaklar altına almalı ve
vurdumduymazlık ya da ümitsizlik içinde yeni bir hayata
başlamalıdır. Veya aksi takdirde, başka bir yalnızlık cinsi icat
edip boşluk içinde yurtsuzlaşmalı ve -sürgünlüğün keyfince-
köksüzleşmenin safhalarını birer birer yerine getirmelidir.
Bütün önyargılarla bağlarını koparınca, kimsenin
başvurmadığı ve kimsenin çekinmediği, tam anlamıyla işe
yaramaz insan haline gelir, çünkü her şeyi aynı ilgisizlikle
benimser ve boşlar, Dalgın bir haşereden daha az tehlikeli
olmasına rağmen, yine de Hayat için bir âfettir; zira Hayat.
Yaratılış’ın yedi günüyle birlikte, bu kişinin kelime
haznesinden çıkmıştır. Hayat onu affederdi aslında; hiç
olmazsa hayatın başladığı yer olan Kaos’tan tat alsaydı... Ama
o, hummalı kökenleri, en başta da kendi kökenini yadsır ve
dünyayla ilgili olarak sadece soğuk bir hafızayı ve kibar bir
pişmanlığı muhafaza eder.
MÜSTAKBEL GÖLGE
Her şeyi, müziği ve şiiri bile aşmış olacağımız bir zaman
tahayyül etmeye hakkımız vardır; geleneklerimizin ve
alevlerimizin aleyhinde tavır alınca, kendimizi öylesine
reddetmiş olacağız ki, malûm bir mezar fikrinden bezmiş bir
halde, günlerimizi buruşuk bir kefenin içinde geçireceğiz.
Tutarlılığıyla sözel dünyayı görkem içinde tahayyül edilmiş
bir evrenin üzerine yükselten bir sone, bizim için gözyaşlarına
davet olmaktan çıktığında ve bir sonatın ortasında
esnemelerimiz heyecanımıza üstün geldiğinde, artık bizi
mezarlıklarda istemeyecektir, çünkü onlar sadece taze
cesetleri kabul ederler, hâlâ azıcık sıcaklıkla ve bir hayat
hatırasıyla dolu cesetleri...
Yaşlılığımızdan önce, coşkularımızı büzüştürüp tenin
rücuları altında bel bükeceğimiz ve yarı leş yarı hayalet gibi
yürüyeceğimiz bir zaman gelecek, içimizdeki bütün titreşimi -
yanılsamayla suç ortaklığı yapma korkusu yüzünden-
bastırmış olacağız. Hayatımızı bir sonede
cisimsizleştiremediğimiz için çürümüşlüğümüzü parça parça
sürükleyeceğiz ve müzik ile ölümden daha ileri gitmiş olmak
için, körler gibi sendeleyerek iç karartıcı bir ölümsüzlüğe
doğru ilerleyeceğiz...
SEMAVÎ KÖPEK
Bir insanın kabul gören her şeye meydan okuyacak cesareti
bulmak için neyi kaybetmesi gerektiği bilinemez; hiçbir şeyi
yapmakta sakınca görmeyen, en mahrem düşüncelerini, hem
şehvetperest hem de saf bir bilgi tanrısının yapabileceği gibi
tabiatüstü bir küstahlıkla fiiliyata döken bir insan haline
gelene kadar, Diogenes’in neyi kaybetmiş olduğu bilinemez.
Kimse daha dobra olmamıştır; samimiyette ve zihin
açıklığında bir sınır-vaka olduğu gibi, eğer arzularımızla
davranışlarımız eğitim ve ikiyüzlülük tarafından frenlenmese,
bizim de ne olabileceğimizin örneğidir
“Bir gün bir adam onu zengince döşenmiş bir eve soktu
ve şöyle dedi: ‘Sakın yerlere tükürme’. Canı tükürmek isteyen
Diogenes, adamın suratına bir balgam attı ve ona, bulduğu tek
pis yerin orası olduğunu ve oraya tükürdüğünü haykırdı”
(Diogenes Laertios).
Bir zenginin evine kabul edildikten sonra, yeryüzündeki
tüm varlıklıların üzerine boşaltacak bir tükürük: okyanusuna
sahip olmadığı için kim pişmanlık duymamıştır? Saygın ve
göbekli bir hırsızın suratına yollama korkusuyla küçük
balgamını kim yatmamıştır’?
Hepimiz gülünçlük derecesinde temkinli ve utangacızdır:
Kinizm okulda öğrenilmez. Kibirde.
“Diogenes’in Erdemi adlı kitabında, Menippos,
Diogenes’in esir düşerek satıldığını ve ona ne yapmayı
bildiğinin sorulduğunu anlatır. Şöyle cevap vermiştir:
‘Buyurmak!’ ve tellala bağırmıştır: ‘Sor bakalım kim bir
efendi satın almak istiyor’”.
İskender’le Platon’a kafa tutan, şehir meydanında kendini
tatmin eden adam (‘Göbeğimizi ovuşturunca da kamımız
doyar inşallah!’), meşhur fıçı ve lamba hikâyelerindeki adam,
üstelik gençliğinde kalpazanlık yapan adam (bir kinik için
daha itibarlı bir meslek olabilir mi?), insanoğluyla ne gibi bir
tecrübe yaşamış olmalıdır? - Kuşkusuz hepimizinkini; yine de
şu farkla ki, onun düşünüşünün ve horgörüsünün yegâne
konusu insan olmuştur. Bire insanı hiçbir ahlâkın ve hiçbir
metafiziğin sahtekârlığına maruz kalmadan, komedi ve
kıyamet metinlerindekinden daha sade ve daha berbat bir
halde göstermek için, onu soymakla uğraşmıştır.
Platon onu, “delirmiş Sokrates” diye adlandırıyordu;
“samimileşmiş Sokrates” demeliydi; İyilikten, formüllerden
ve Site’den vazgeçen, nihayet sadece psikolog olan Sokrates.
Fakat Sokrates -yüceyken bile- kabul görür; örnek alınacak
model, usta olarak kalır. Bir tek Diogenes hiçbir şey önermez;
tavrının -özünde de kinizmin- temeli, insan olmanın
gülünçlüğünden hayalarına kadar dehşet duymayla
belirlenmiştir.
İnsan gerçekliği üzerine yanılsamasız kafa yoran düşünür,
eğer dünyanın içinde kalmak istiyorsa, birde kaçış yolu olan
mistikliği bertaraf etmişse, bilgelik, burukluk ve şakanın
birbirine karıştığı bir görüşe varır; eğer yalnızlığına mekân
olarak da şehir meydanını seçerse, belagatini
“hemcinsleriyle” dalga geçmekte ya da tiksintisini
gezindirmekte kullanır. Bu tiksintiyi bugün, Hıristiyanlık ve
polisle, artık rahatça hissedemeyiz. İki bin yıldır vaazlar ve
yasalar hıncımızı yumuşatmıştır; zaten böyle telâşlı bir
dünyada, küstahlıklarımıza cevap vermek için ya da
havlamalarımızın zevkine varmak için kim dururdu ki?
En büyük insan sarrafının köpek lakabıyla anılması,
hakikî görüntüsünü kabullenme cesaretinin insanda hiçbir
zaman olmadığını ve insanın ihtiyatsız hakikatleri hep
reddettiğini ispatlar. Diogenes kendindeki poz’u ortadan
kaldırmıştır. Ötekilerin gözünde ne biçim bir canavardır!
Felsefede saygıdeğer bir yer tutmak için komedyen olmak,
fikirler oyununa saygı göstermek ve sahte meselelere merak
duymak lâzımdır. Olduğu haliyle insan, hiçbir durumda işiniz
olmamalıdır. Yine Diogenes Laertios’un aktardığına göre:
“Olimpiyat oyunlarında tellâl ilan eder: ‘Dioksippes
insanları alt etti.’ Diogenes cevaplar: ‘O köleleri alt etti
sadece, insanları alt etmek benim işim’.”
Gerçekten de onları başka hiç kimsenin yapamadığı
şekilde alt etmiştir; fatihlerinkinden de amansız silahlarla; o
ki sadece bir heybesi vardı, o ki bütün dilencilerden de az mal
sahibiydi; bıyık altından sırıtmanın hakikî aziziydi.
Onun, Haç’ın gelişinden evvel doğmasını sağlayan
tesadüfün değerini bilmeliyiz. Kimbilir belki de, ilgisizliğine
dayanan sağlıksız bir insanlık-dışı macera eğilimi onu
herhangi bir münzevî olmaya sürükler, daha sonra ermişler
arasına katılır ve sevgili kullarla kutsal takvimin kütlesi içinde
kaybolur giderdi. Bütün öğreti ve doktrinlerden uzaklaşmış
olduğu için en derinlemesine normal olan o varlık, işte o
zaman çıldırırdı. İnsanın en gudubet çehresini bize bir tek o
açıklamıştır. Kinizmin meziyetleri, apaçık gerçekliğin
düşmanı olan bir din tarafından soluklaştırılmış ve ayaklar
altına alınmıştır. Fakat Tanrı’nın Oğlu’nun hakikatlerinin
karşısına, zamanının bir şairinin verdiği adla “semavi
köpek”in hakikatlerini çıkarmanın zamanı gelmiştir artık.
İBLİS
Oradadır, kandaki kor yığınında, her hücrenin burukluğunda,
sinirlerin ürpertisinde, nefret yayan o hırçın dualarda; dehşeti
kendi rahatlığına dönüştürdüğü her yerde... Yıkımımın titiz
suçortağı olarak ümitlerimi kusabilecek ve kendimden feragat
edebilecekken, ömrümü onun yıkmasına izin mi vereyim?
Döşeğimi, unuttuklarımı ve uykusuz geçen gecelerimi
paylaşır -cani kiracı-; onu mahvetmek için benim de
mahvolmam gereklidir. Fakat sadece bir vücut ve bir ruh
sahibi olunduğu zaman, bunların biri fazla ağır ve diğeri fazla
karanlıkken, ilave bir ağırlık ve karanlık nasıl hâlâ taşınır?
Kara bir zamanın içinde ayak sürüyerek nasıl dolaşılabilir?
Oluşun dışında yaldızlı bir dakika düşlüyorum, güneşli bir
dakika, uzuvların işkencesini ve çürümelerinin melodisini
aşan bir dakika...
Düşüncelerinde çöreklenen Kötülük’ün can çekişme ve
neşe iniltilerini işitmek - ve davetsiz misafiri boğazlamamak
mı? Ama ona vurursan, sadece yararsız bir kendine
teşnelikten kaynaklanacaktır bu. O senin takma adın olmuştur
bile; cezasız kalmadan ona karşı şiddet uygulayamazsın. Son
fiilin yaklaşmasıyla dolambaçlı yollara girmek niye? Niye
kendi adına kendine saldırmayasın?
ÜÇLÜ ÇIKMAZ
Zihin Aynılığı keşfeder, can Sıkıntı’yı, vücut Tembelliği.
Evrensel bezginliğin üç biçimiyle ifadesini bulan aynı
değişmezlik ilkesidir bu.
Varoluşun yeknesaklığı akılcı tezi haklı çıkarır; her şeyin
önceden bilindiği ve ayarlandığı bir yasa evrenini ifşa eder
bize; hiçbir sürprizin barbarlığı çıkıp da bu evrenin uyumunu
bozmaz.
Eğer aynı zihin Çelişki’yi, aynı can Sayıklama’yı, aynı
vücut da Taşkınlık’ı keşfediyorsa, yeni gerçekdışılıklar
yavrulamak, benzerliği fazla görünür olan bir evrenden
kurtulmak içindir bu; burada akılcılık aleyhtarı tez üstün gelir.
Saçmalıkların serpilmesi, önünde her görüş netliğinin gülünç
bir yoksunlukta kaldığı bir varoluş çıkarır ortaya.
Öngörülemeyen’in sürekli saldırısıdır bu.
Bu iki eğilimin arasındaki insan, muğlaklığını sürer
ortaya: Ne hayattaki ne de Fikir’deki yeri’ni bulabildiğinden,
kendini Keyfilik’e yazgılı zanneder; bununla birlikte, insanın
özgür olma sarhoşluğu, mukadderatın içinde bir tepinmedir
yalnızca; kaderinin biçimi bir sone veya yıldızınkinden daha
az belirlenmiş değildir çünkü...
FIILIYATIN YORUMU
O fiilin tek ve yegâne gerçeklik olduğunu hissetmeksizin
hiç kimse en ufak bir fiil işlemezdi. Bu körleşme var olan her
şeyin mutlak temeli, tartışılmaz ilkesidir. Bunu tartışan kişi,
azalmış olduğunu, diriliğinin şüphe tarafından biçildiğini
kanıtlar sadece... Fakat şüphelerinin tam ortasında bile,
yadsımaya doğru yol alışının önemi’ni hissetmek zorundadır.
Hiçbir şeyin zahmete değmediğini bilmek zımnî bir inanç,
dolayısıyla bir fiil ihtimali haline gelir; ufak bir varoluşun bile
itiraf edilmeyen bir iman gerektirmesindendir bu; basit bir
adım -bir sözde gerçekliğe doğru bile atılsa- hiçlik nazarında
bir dönekliktir; bizzat nefes almak bile tohum halinde bir
fanatizmden kaynaklanır, tıpkı harekete her katılım gibi...
İnsan, aylaklıktan kan dökmeye kadar uzanan bütün fiil
yelpazesini, sadece fiilin anlamsızlığını idrak etmediği için
kullanır: Yeryüzü üzerinde yapılan her şey, boşluk içinde bir
doluluk yanılsamasından, Hiçlik’in esrarından gelir...
Dünyanın Yaratılış’ı ve Yıkım’ı dışında, bütün girişimler
benzer şekilde hükümsüzdür.
KONUSUZ HAYAT
Kuru gözler gibi yansız fikirler; şeyleri bütün
kabartmalarından mahrum eden donuk bakışlar; duyguları
birer dikkat olgusuna indirgeyen kendini dinleyişler;
ağlamasız gülmesiz, buharlaşan hayat-bir hülasayı, bir bahar
bayağılığını kafanıza nasıl sokmalı? O müstafi yüreğe ve
büyümeyle çözülmenin mayasını artık kendi mevsimlerine
aktaramayacak kadar köpürmüş o zamana nasıl tahammül
edilebilir?
Bütün kanaatlerde bir kirlenme ve bütün bağlanmalarda
bir saygısızlık gördüğün zaman, şu dünyada veya bir başka
yerde ümidin şekil verdiği bir baht beklemeye hakkın yoktur.
Kendine, manzarayı seyredebileceğin, gülünçlük derecesinde
ıssız, ideal bir yer, ya da takımyıldızlara karşı isyan etmiş,
münasebetsiz bir yıldız seçmen gerekir. Hayatın, hüzün
yüzünden sorumsuzlaşarak, anlarını hiçe saymıştır; oysa
hayat, süreye sofuca inanmaktır, rakseden bir ebediyet
duygusu, kendini aşan ve güneşle rekabete giren zamandır…
ACEDIA
Uzuvların bu durgunluğu, melekelerin bu sersemliği, bu
taşlaşmış gülümseme sana çoğu zaman manastırların
sıkıntısını, Tanrı’yla çölleşmiş yürekleri, kendini tatminin
vecdimsi taşkınlığında coşan keşişlerin kuruluğunu ve
budalalığını hatırlatmıyor mu? Sen de ilâhî varsayımlardan ve
yalnızlık zaafının gururundan yoksun bir keşişsin sadece.
Yeryüzü ve gökyüzü, hücrenin duvarlarıdır; hiçbir solukla
canlanmayan havada da dua yokluğu hüküm sürer yalnızca.
Ebediyetin boş saatleri, titremelerin çevresi ve selâmetin
yaklaşmasıyla birlikte çürüyen küflü arzular vaat olunmuş
sana; şatafatsız ve borazansız bir Yargı’ya doğru silkinerek
ilerliyorsun; bu sırada düşüncelerin tek görkem olarak
ümitlerin gerçekdışı geçit resmini tahayyül ediyorlar.
Vaktiyle ruhlar, acılar sayesinde kubbelere doğru
atılıyorlardı; sense çarpıyorsun. Mahvolmuş kızların -ve senin
mahvoluşunun- tarikatının mekânı olan Sokaklar’da sürterek,
8
imansız bir Trappe gibi dünyaya düşüyorsun.
AYILMA
Varlıkların esrarengiz olmayan kaygıları, şu sayfanın
kenarları kadar berrak bir biçimde belirir... Bir kıyasın kısır
mukadderliği içindeki önermeler gibi birbirine bağlı olan
nesillerin tiksintisi dışında ne kaydedilebilir oraya?
İnsan macerasının bir sonu olacağı muhakkaktır; bu sonu
tasarlayabilmek için onunla çağdaş olmak da gerekmez,
Tarihle ilgiyi kesmeyi kendi içimizde tamamladığımızda,
onun kapanışında hazır bulunmak bütünüyle yersizdir.
Tarihten kopmak ve yutturmacalarının pişmanlığını artık
çekmemek için, insanı karşımıza alıp bakmak yeter.
Istıraplarla geçen binlerce yıl taşları bile yumuşatabilecekken,
yavan bir çılgınlık içinde çırpınan o sapasağlam susineğini,
hem kavranılmaz hem edepsiz bir var olma iradesiyle dolup
taşan o canavarımsı silikleşme ve sertleşme örneğini
duyarsızlaştırmaktan başka bir şeye yaramamıştır. Hiçbir
insanî sebebin sonsuzla bağdaşmadığı ve hiçbir hareketin
tasarlama zahmetine değmediği idrak edildiği zaman, yürek,
boşluğunu artık atışlarıyla gizleyemez. İnsanlar tekbiçimli ve
beyhude bir bahtın içinde birbirlerine karışırlar, tıpkı, ilgisiz
bir gözün gördüğü yıldızlar -ya da askeri bir mezarlıktaki
haçlar- gibi. Varoluş için önerilen bütün amaçlar arasında,
tahlile tâbi tutulduğunda vodvile veya Morg’a uygun
düşmeyeni var mıdır? Hangisi bizim kof ve zavallı
olduğumuzu göstermez? Bizi hâlâ kandırabilecek tek bir büyü
olsun var mıdır?
NEFRETİN GÜZERGÂHI
Hiç kimseden nefret etmem; fakat nefret kanımı karartır ve
yılların esmerleştiremediği şu deriyi yakar. Gudubet bir hüzün
ve derisi yüzülen insan çığlığı, müşfik veya katı yargılarla
nasıl gemlenebilir?
Yeryüzünü ve gökyüzünü sevmek istedim, marifetlerini
ve coşkularını; ve bana ölümü hatırlatmayan hiçbir şey
bulamadım: çiçekler, yıldızlar, çehreler - solmanın simgeleri,
bütün muhtemel mezarların potansiyel kapaktaşları! Hayatın
içinde oluşan ve onu soylulaştıran şey, iç karartıcı ya da
alelâde bir sona doğru yol alır. Yüreklerin kaynaşması hiçbir
iblisin tasarlayamayacağı felâketlere sebep olmuştur. Ateşli
bir kafa yapısına sahip birini mi gördünüz? Emin olun ki
sonunda kurbanı olursunuz... Kendi doğrularına inananlar -
insanların hafızasında iz bırakan yegâne kimseler- arkalarında
da cesetlerle dolu bir yeryüzü bırakırlar. Dinlerin
bilançosunda en kanlı tiranlıkların işlediğinden fazla cinayet
vardır; insanlığın tanrılaştırdıkları da, gözünü kan
bürümüşlükte en bilinçli canilerden baskın çıkarlar.
Yeni bir iman öneren kişi zulme uğrar, kendi de
zalimleşinceye kadar: Doğrular, polisle çelişkiye düşülerek
başlar ve polise dayanılarak biter; zira adına acı çekilmiş her
saçmalık, yasallığa dönüşerek yozlaşır; tıpkı her şehidin
sonunun yasa bentlerine, takvimin yavanlıklarına ya da sokak
isimlerine varması gibi... Bu dünyada, bizzat sema otorite
haline gelir - ve sadece onunla yaşanılan dönemler olmuştur:
en bozuk devirlerden daha bol savaş gören ortaçağlar; sahte
bir şekilde yücelik cilası sürülmüş, yanlarında Hun
istilalarının bile gerileme devrindeki göçebe sürülerinin
delişmenlikleri gibi kaldığı hayvani Haçlı Seferleri...
Kusursuz marifetler, kamu teşebbüsleri seviyesine düşer;
kutsanma en hafif gözyaşını bile soldurur. Jandarma
tarafından korunan bir melek- doğrular böyle ölür, coşkuların
miadı böyle geçer. Bir başkaldırının haklı çıkması ve ateşli
taraftarlar yaratması, bir vahyin yayılması ve buna bir
kurumun el koyması, zamanında yalnızlığa mahsus olan -
birkaç hayalci çömezin hissesine düşen- ürpertilerin satılmış
bir varoluşla kirlenmesi için yeterlidir. Bana şu dünyada iyi
başlayıp kötü bitmeyen tek bir şey gösterin. En kibirli
çarpıntılar, tabii vadelerini doldurmuş gibi, bir lâğıma
gömülür ve atmaz olurlar. Bu güçten düşme, yüreğin faciasını
ve tarihin negatif yönünü teşkil eder. Başlangıç aşamasında
sekterlerinin kanıyla beslenen her “ideal” yıpranır, kalabalık
tarafından benimsenince de sönüp gider. Okunmuş su kabı
tükürük hokkasına dönmüştür: “İlerleme”nin kaçınılmaz
ritmidir bu...
Bu koşullarda nefretini kime kusmalı? Hiç kimse,
olmaktan sorumlu değildir, hele olduğu gibi olmaktan daha da
az sorumludur. Varoluşa çarptırılan herkes, bunun sonuçlarına
bir hayvan gibi maruz kalır. Böylelikle, her şeyin nefrete
değer olduğu bir dünyada, nefret dünyadan da büyük bir hale
gelir ve konusunu aştığından kendi kendini iptal eder.
(Hayat doluluğumuzun en düşük noktasını bize gösteren,
ne kuşkulu yorgunluklardır ne de uzuvların belirgin
rahatsızlıkları; tereddütlerimiz ya da termometredeki
oynamalar da değildir; ama dengemizin tehdit altında
olduğunu anlamak için, o sebepsiz nefret ve merhamet
krizlerini, o ölçülemeyen ateşleri hissetmek kâfidir. Bir
yamyam hiddetinin boşanmasıyla her şeyden nefret etmek ve
kendinden nefret etmek; herkese acımak ve kendini de
acınacak gibi görmek -görünüşte karşıt, ama kökenleri bir
olan hareketlerdir bunlar; zira ancak ortadan kaldırmak
istenilen, var olmayı haketmeyen şeye açınabilir. Bu
çarpıntıların içinde, bunlara maruz kalan kimse de
çarpıntıların hitap ettikleri evren de, hem yıkıcı hem duygulu
olan aynı hiddetin hedefi haline gelir. Aniden, kim için
olduğu bilinmeden merhamete kapılındığı zaman, uzuvların
bezginliğinden kaynaklanan tehlikeli bir kaymanın alametleri
görülmüş demektir; bu belirsiz ve evrensel merhamet kendine
doğru yöneldiği zaman da, insanların en beteri durumunda
oluruz. Nefret ya da acıma içinde bizi şeylere bağlayan o
negatif dayanışma, muazzam bir fiziksel zayıflıktan
kaynaklanmaktadır. Aynı anda gelen ya da birbirini izleyen o
iki kriz, azalan ve -kenar çizgileri belirsiz varoluştan, bizzat
şahsımızın sarahatine kadar- her şeyden rahatsız olan bir
hayat doluluğun açık işaretleri olmadığı gibi, bunun kuşkulu
önbelirtileri de değildir.
Yine de kendimizi aldatmamamız gerekir: Bu krizler en
açık ve ılımlılıktan en uzak olanlardır, ama bir tek onlar
yoktur: Farklı derecelerde, her şey patolojiktir. İlgisizlik
hariç.)
9
“LA PERDUTA GENTE”
Cehennemin içinde ayrı çemberler oluşturmak, alevlerin
şiddetini çeşitli bölmelere ayırmak ve ıstıraplara bir hiyerarşi
getirmek ne tuhaf fikirdir! Önemli olan orada olmaktır: Gerisi
sadece ara nağmeler... ya da yanıklar. Gökyüzündeki sitede de
-aşağıdakinin daha yumuşak bir ön tasviridir bu, ikisi de aynı
patronun malıdır- benzer biçimde esas olan, bir şey -kral,
burjuva, gündelikçi işçi- olmak değildir; önemli olan
benimsemek ya da kaçmaktır. Şu veya bu fikri destekliyor
olabilirsiniz, bir yer sahibi veya bir sürüngen olabilirsiniz,
fiiliyatınız ve düşünceleriniz gerçek ya da düş ürünü bir site
biçimine hizmet ettiği andan itibaren o puta taparsınız ve
onun mahkûmu olursunuz. En çekingen memur da en atak
anarşist de, ilgi alanları farklı olsa bile, buna göre yaşarlar;
İkisi de içsel olarak yurttaştırlar; şu farkla ki biri terliklerini
tercih ederken öbürü bombayı seçer. Yeryüzü sitesinin
“çemberleri”, aynen yeraltı sitesininkiler gibi varlıkları lanetli
bir cemiyete hapseder, aynı ıstırap geçit resmine doğru
sürükler ve burada nüanslar aramak nafiledir. İnsanların
davalarına -devrimci veya tutucu, hangi biçimde olursa olsun-
muvafakat eden kişi, acınılası bir haz içinde helak olur:
Oluşun bulanıklığı içinde asil duygularıyla kabalıklarını
birbirine karıştırır...
Rıza göstermeyen, sitenin berisinde ya da ötesinde olan,
büyük ve küçük olayların akışına müdahale etmekten tiksinen
varlığa, ortaklaşa hayatın bütün tarzları eşit derecede aşağılık
görünür. Onun gözünde tarih, ancak yenilenmiş hayal
kırıklıklarının ve öngörülmüş hünerlerin uyandırabileceği
soluk ilgiyi uyandırır. İnsanlar arasında yaşamış olup,
beklenmedik tek bir olayın yolunu hâlâ gözleyen kişi, öyle bir
kişi hiçbir şey anlamamış demektir ve asla bir şey
anlamayacaktır. O, Site’ye yetecek kadar olgunlaşmıştır: Ona
her şey sunulmalıdır, bütün mevkiler ve bütün itibarlar. Tüm
insanların durumu budur - bu da, ayın altında yer alan şu
cehennemin ömrünün uzunluğunun izahıdır.
TARİH VE KELÂM
Gevşemiş ve kokmuş uygarlıklardaki o hazan bilgeliği nasıl
sevilmez? Son dönem Romalısı gibi, Yunanlı’nın da uzak
Kuzey’den gelen refleksler ve tazelik karşısında duyduğu
dehşet, şafaklardan, gelecekle dolup taşan barbarlıktan ve
sıhhatin zevzekliklerinden tiksinmesinden kaynaklanıyordu.
Bütün tarihî dönem-sonlarında görülen o ışıl ışıl kokuşma,
İskit’in yaklaşmasıyla kararır. Hiçbir uygarlık, sının belirsiz
bir can çekişmeyle can veremezdi; etrafta, cesetlerin buram
buram tüten kokusunu alan kabileler dönenir... Böylece,
günbatımına düşkün olan kişi, tüm inceliklerin yenilgisini ve
hayat doluluğun yüzsüz ilerleyişini seyreyler. Oluşun
bütününden sadece bazı anekdotlar derlemek dışında bir işi
kalmaz... Olaylar sistemi artık hiçbir şey kanıtlamaz olur;
Büyük marifetler peri masallarına ve elkitaplarına girmiştir.
Geçmişteki muzaffer girişimler de, bunlara yol açan kişiler
de, artık sadece onları taçlandıran güzel laflar yüzünden ilgi
çeker. Ağzı laf yapmayan fatihin vay haline! İsa bile, iki bin
yıldır dolaylı bir biçimde diktatörlük yapmasına rağmen,
müminlerinin ve aleyhtarlarının hafızasında, onca ustalıkla
sahnelediği yaşamına serpiştirilmiş paradoks kırıntılarıyla iz
bırakmıştır. Çektiği acıya uyan bir lafı gediğine koymamışsa,
bir şehit hakkında nasıl bilgi toplanabilir? Uzak ya da yakın
geçmişteki kurbanların hatırasını, ancak bulandıkları kanı
kelâmlarıyla ölümsüzleştirdilerse muhafaza ederiz. Bizzat
cellatlar bile, ölümlerinden sonra oyunculukları ölçüsünde
anılırlar: Neron, kanlı soytarı çıkışları olmasa, çoktan
unutulurdu.
Ölmekte olan birinin yanında, hemcinsleri
mırıldanmalarının üzerine eğildiklerinde, son bir isteği
okumaktan ziyade ileride hatırasını yâd etmek için
zikredebilecekleri güzel bir söz arayışıdır bunun nedeni.
Romalı tarihçilerin imparatorlarının can çekişmesini tasvir
etmeyi hiç unutmamaları, bunların söyledikleri ya da öyle
olduğu iddia edilen bir özdeyişi veya bir hayret nidasını araya
yerleştirmek içindir. Bütün can çekişmeler için, en sıradanları
için bile geçerlidir bu. Hayatın hiçbir anlama gelmediğini
herkes bilir veya sezinler: O zaman, hiç olmazsa bir söz
oyunuyla kurtarılmalıdır! Hayatlarının dönüm noktalarında
söylenecek birer cümle - büyüklerden ve küçüklerden bütün
istenen hemen hemen budur. Bu talebe, bu zorunluluğa cevap
vermedikleri takdirde hepten mahvolurlar; zira cinayete
varıncaya kadar her şey affedilir, zarif bir şekilde
yorumlanması -ve miadını doldurması- şartıyla... Başka hiçbir
ölçüt işe yaramadığı ve muteber olmadığı zaman insan tarihin
tamamını böyle bağışlar; kendisi de genele yayılmış
boşunalığı özetleyerek, ancak yenilgi edebiyatçısı ve kan
esteti unvanını alır.
Istırapların birbirine karıştığı ve silindiği bu dünyada,
sadece Formül hüküm sürer.
FELSEFE VE FUHUŞ
Sistemler ve batıl inançlar görüp geçirmiş olan, fakat hâlâ
dünyanın yolları oda sebat eden filozof, en az dogmatik olan
yaratığın sergilediği kaldırım kuşkuculuğunu taklit etmelidir:
Hayat kadınınınkini. O her şeyden kopmuş ve herkese açıktır;
müşterinin asabı ve fikirlerini benimser; her vesilede tutum ve
çehre değiştirir; ilgisizliğinden ötürü hüzünlü veya neşeli
olmaya hazırdır; ticarî bir tasayla, iniltilerini esirgemez;
üzerindeki samimî komşusunun oynaşmalarına, aydınlanmış
ve sahte bir bakış yöneltir - ve zihne, bilgelerinkiyle yarışan
bir davranış örneği sunar. İnsanlar ve kendisi hakkında
kanaati olmamak: Toplum gibi felsefenin de kenarında yer
alan gezici zihin açıklığı akademisinin, fuhuşun yüksek
öğretisi budur. Kızları örnek alarak yorgun tebessümde
uzmanlaştığı zaman; onun gözünde bütün insanlar yalnızca
müşteri, dünya kaldırımları da, tıpkı yoldaşının vücudunu
satması gibi, burukluğunu sattığı pazar olduğu zaman, her
şeyi kabul eden ve her şeyi reddeden düşünür, “bildiğim her
şeyi kızların okulunda öğrendim,” diye haykırmalıdır.
ESAS SAPLANTISI
Bütün sorular rastlantısal ve çevresel göründüğünde; daima
daha geniş meseleler ararken zihnin Boşluk’un muğlak engeli
dışında hiçbir nesneyle karşılaşmadığı bir an gelir. O andan
itibaren, münhasıran erişilmez olana dönük felsefî hamle,
boşa çıkma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Şeylerin ve zamana
dair bahanelerin etrafında döne döne, kendine kurtarıcı
güçlükler dayatır; fakat eğer gitgide genelleşen bir ilke
hakkında bilgi toplarsa mahvolur ve Esas’ın bulanıklığı içinde
iptal olur.
Felsefede ilerleyenler, sadece sözlerini yanda kesenler,
sınırlılığı ve endişenin makûl bir safhasındaki rahatlığı kabul
edenlerdir. Her mesele, eğer dibine dokunulursa kişiyi iflasa
götürür ve zihni açıkta bırakır: Artık ufuksuz bir alanda, ne
sorular ne de cevaplar vardır. Sorular kendilerini tasarlamış
olan kafaya karşı dönerler: Kafa soruların kurbanı haline
gelir. Her şey onun hasmıdır: kendi yalnızlığı, kendi
cüretkârlığı, iyi seçilemeyen mutlak, teyit edilemeyen tanrılar
ve apaçık yokluk. Esasın belirli bir ânına ulaşıp da orada hiç
mola vermeyen kişinin vay haline! Tarih, soru merdiveninin
ucuna kadar tırmanan ve son basamak olan saçmalığa ayağını
koyan düşünürlerin, ileriki devirlere miras olarak sadece bir
kısırlık örneği bıraktıklarını göstermektedir; oysa yarı yolda
durmuş olan meslektaşları zihnin akışını beslemiş,
hemcinslerine hizmet etmişlerdir; iyi biçim verilmiş birkaç
ilâh, parlatılmış bazı bâtıl inançlar, ilke kisvesi altında bazı
hatalar ve bir ümit sistemi aktarmışlardır. Aşırı bir ilerlemenin
tehlikelerini benimsemiş de olsalardı, hayırsever yanılgıları o
küçümseyişleri onları başkaları ve kendileri için zararlı
kılardı; isimlerini evrenin ve düşüncenin sınırına yazmış
olurlardı; ahlâk bozucu araştırmacılar ve duyarsız
cehennemlikler, kısır başdönmesi düşkünleri, düşlenmesi elde
olmayan hayallerin arayıcıları haline gelirlerdi...
İnsanları Esas’a muhalif olan fikirler etkiler bir tek.
Doğal bir eğilimle ya da hastalıklı bir susamışlıkla içine
yerleşmeye heves eden kişiyi bile yıkıma götüren bir düşünce
bölgesi ne işlerine yarardı ki insanların? Alışılagelmiş
şüphelere yabancı olan bir alanda hiç soluk alınamaz. Bazı
kafaların Üzerlerinde uzlaşmaya varılmış sorgulamaların
dışında konumlanmaları da, maddenin derinliklerinde kök
salmış bir içgüdünün ya da kozmik bir hastalıktan çıkan bir
zaafın onları ele geçirmiş olmasındandır. O kadar talepkâr ve
o kadar geniş bir düşünüş düzenine yönelmişlerdir ki, bizzat
ölümü önemsiz gibi, kaderin unsurlarını yavan sözler gibi,
metafizik aygıtı da yararcı ve şaibeli olarak görürler. Bu son
bir sınır bulma saplantısı, boşluk içindeki o ilerleme, yanında
yokluğun bile bir verimlilik vaadi gibi göründüğü en tehlikeli
kısırlık biçimini beraberinde getirir. Yaptığını -işini veya
giriştiği macerayı- zor beğenen kişi, sonluluk talebini evrensel
düzleme bir naklederse, eserini de hayatını da bitiremez.
Metafizik bunaltı, konusu varlık’tan başka bir şey
olmayan son derece titiz bir zanaatkârlığa bağlıdır. Zanaatkâr,
çözümleye çözümleye, evrenin bir minyatürünü
tamamlamanın, oluşturmanın imkânsızlığına varır.
Kelimelerin yoksulluğuyla çileden çıkıp şiirini bırakan
sanatçı, var olan bütün içinde hoşnut olmayan kafadaki
karmakarışıklığın önbelirtisidir. Anlamdan ve lezzetten,
kendilerini ifade eden kelimeler kadar mahrum olan unsurları
sıralamaya yatkın olmamak, boşluğun ifşaatına götürür. Aşırı
talepkâr kafa, Mallarme’nin sanat karşısında uğradığı
yenilgiye benzer bir yenilgi yaşar evren karşısında. Artık
konu olmayan, artık çekip çevrilemeyen bir konu karşısında
kapılınan paniktir bu; zira sınırlar -ideal olarak- aşılmıştır.
Geliştirdikleri gerçekliğin içinde kalmayanlar, var olma
mesleğini aşanlar ya esas olmayanla uyuşmak, sözlerinden
caymak ve ezelî şaka içinde yerlerini almak; ya da
bakılmasına veya hissedilmesine göre gereksiz fazlalık veya
trajedi diye nitelenen ayrık bir durumun bütün sonuçlarını
kabul etmek zorundadırlar.
SON GÖZÜPEKLİK
Neron’un “Vatanının yıkıldığını gördüğün için mutlu ol
Priamos,” diye haykırdığı doğruysa, onun meydan okumanın
yüceliğine, şık hareketin son cevherine ve iç karartıcı
tumturaklılığa erişmiş olma meziyetini teslim edelim. Bir
imparatorun ağzına onca harikuladelikle yakışan böyle bir
sözden sonra, bayağılığa hakkımız vardır; hatta buna
zorunluyuzdur. Hâlâ kim zirzopluk iddiasında bulunabilir?
Kabalığımızın ufak kazaları, bizi o zalim ve numaracı sezara
hayran olmaya zorlar (cinneti, kurbanlarının iniltilerinden de
büyük bir zaferi tattığı için bu zorlama daha da artar; çünkü
yazılı tarih, en az kendisini yaratan olaylar kadar insanlık
dışıdır). Onunkiler yanında bütün davranışlar şaklabanlık gibi
görünür. Roma’yı İlyada’ya düşkünlüğünden yaktırdığı
doğruysa, bir sanat eserine bundan daha hassas bir saygı
gösterisi hiç olmuş mudur? Her halükârda, iş üzerinde
edebiyat eleştirmeninin, faal bir estetik yargının tek örneğidir.
Bir kitabın üzerimizde yarattığı etki, ancak içindeki
entrikayı taklit etme, kahraman öldürüyorsa öldürme,
kıskanıyorsa kıskanma, acı çektiğinde veya öldüğünde hasta
veya ölüm döşeğinde olma isteğini duyuyorsak gerçektir.
Ama bütün bunlar, bizler için ya potansiyel bir durumda kalır
ya da önemsiz bir şey haline gelir; yalnızca Neron edebiyatı
kendine gösteri olarak sunmuştur; raporlarını çağdaşlarının
ve başkentinin külleriyle yazmıştır...
Bu kelimelerin ve bu fiillerin en azından bir kere
söylenmesi ve yerine getirilmesi gerekiyordu. Hergelenin biri
bu işi üstüne aldı. Bu bizi teselli edebilir, hatta etmelidir;
yoksa bildik yaşayış biçimimize, kurnaz ve uslu
doğrularımıza nasıl dönerdik?
RATE’NİN PORTRESİ
Her fiil karşısında dehşete kapıldığından, kendi kendine,
“Hareket etmek de ne sersemlik yani!” diye söylenir. Onu
öfkelendiren, olaylardan ziyade olaylara katılma fikridir;
çırpınıp durmasının tek nedeni de bu fikirden yüz çevirmektir.
Alaylı gülüşleri, usaresini tüketmeden evvel hayatın kendisini
kırıp geçirmiştir. Başarısızlıklarına evrensel anlamsızlık
10
içinde bir mazeret bulan bir köşebaşı İncil’idir . Ne olursa
olsun her şeyi önemsiz bulma tasasında kolaylıkla başarıya
ulaşır; apaçık gerçekler sürüsü onun tarafındadır çünkü...
Gerekçeler savaşından hep o galip çıkar, eylemde de hep o
mağlup olur: “Haklı”dır, her şeyi reddeder - her şey de onu...
Yaşayabilmek için anlaşılmaması gereken şeyi erken
anlamıştır - ve işlevleri konusunda aşırı bilgi sahibi olan bir
yetenek taşıdığından, bir eserin bönlüğünde akıp gider
korkusuyla heba etmiştir onu. Olmuş olabileceği şeyin
suretini bir damga ve bir hale gibi taşır, kısırlığının
eşsizliğinden yüzü kızarır ve koltukları kabarır; safdil
cazibelere hepten yabancıdır ve Zaman’ın forsaları arasında
serbest kalmış tek insandır. Özgürlüğünü, yanda bıraktığı
işlerin uçsuz bucaksızlığından çıkarır; hiçbir yaratıcılığın
sınırlamadığı, hiçbir yaratığın tapmadığı ve kimsenin
esirgemediği sonsuz ve acınası bir tanrıdır. Ötekilere
yöneltmiş olduğu horgörü, ötekiler tarafından ona iade edilir.
Yapmadığı işlerin kefaretini ödemektedir sadece; oysa
bunların sayısı, incinmiş gururunun hesaplayabileceğinin
ötesindedir. Fakat sonunda, teselli niyetine, ve unvansız bir
hayatın sonunda, yararsızlığını bir taç gibi taşır.
MÜNDEMİÇ YALAN
Yaşamak şu anlama gelir: inanmak ve ümit etmek - yalan
söylemek ve kendine yalan söylemek. Şimdiye kadar
yaratılmış, gerçeğe en yakın insan sureti, en ermiş bilgede
bile bulunan Üzgün Çehreli Şövalye olarak kalır. Haç’ın
etrafında geçen zahmetli dönem, ya da Nirvana’yla taçlanan
11
diğer görkemli dönem, daha sonra yoksul hidalgo’nun
maceralarına atfedilmeyen simgesel bir nitelikleri olduğu
kabul edilse bile, aynı gerçekdışılıktadırlar. Bütün insanlar
başarılı olamaz: Yalanlarının doğurganlığı çeşit çeşittir...
Filanca aldatmaca zafere ulaşır: Bundan birdin, bir öğreti
veya bir mitos doğar - bir de coşkulu taraftar kalabalığı; bir
başkası ise başarısızlığa uğrar: Sadece bir saçmalık, bir teori
veya kurgu olur o zaman. Yalnızca cansız şeyler, oldukları
şeye hiçbir şey katmazlar: Bir taş yalan söylemez: Kimseyi
ilgilendirmez - hâlbuki hayat, bitip tükenmeden icat eder:
Hayat maddenin roman’ıdır.
Hayaletlere gönül vermiş bir toz zerresi - insan budur
işte: Ona ideal bir biçimde benzeyen mutlak sureti, Aiskhylos
gözüyle yazılmış bir Don Kişot’ta cisimleşebilirdi...
BİLİNCİN DOĞUŞU
Bilincin bütün fiiliyatımız ve düşüncelerimiz üzerindeki
denetimini yaygınlaştırmasından önce, içgüdülerimizin ne
kadar körelmesi ve işleyişlerinin ne kadar yumuşaması
gerekmiştir! Gemlenen ilk doğal tepki, yaşam faaliyetindeki
bütün ertelemeleri, doğrudanlık içindeki bütün yenilgilerimizi
beraberinde getirmiştir. İnsan -geriletilmiş arzuları olan
hayvan- her şeyi kapsayan ve hiçbir şey tarafından
kapsanmayan, bütün nesneleri gözetim altında tutan ve hiçbiri
üzerinde tasarrufta bulunamayan açık zihinli bir yokluktur.
Bilincin ortaya çıkışıyla karşılaştırıldığında, diğer olaylar
çok küçük bir önemdedir veya tamamen önemsizdir. Fakat bu
ortaya çıkış, hayatın verileriyle çelişik olarak, canlı dünyanın
bağrına tehlikeli bir şeyin girişini, biyolojide bir rezaleti teşkil
eder. Bunun öngörülmesini sağlayacak hiçbir şey olmamıştır:
Doğal otomatizm, maddenin ötesine fırlayacak: bir hayvanın
çıkabileceğini hiç telkin etmemiştir. Kıllarını yitiren ve
onların yerine ideallerini koyan goril; eldiven takan, tanrılar
uyduran, yüzünü gitgide daha çok buruşturan ve göğe tapan
goril - böyle bir düşüş karşısında tabiat kimbilir ne acılar
çekmiştir, daha da çekecektir! Bilincin uzaklara götürmesi ve
her şeye imkân vermesindendir bu. Hayvan için yaşam bir
mutlaktır; insan içinse bir mutlak ve bir bahanedir. Evrenin
evrimi içinde, bize mahsus olan o bütün nesneleri bahaneye
çevirme; günlük girişimlerimizle ve son hedeflerimizle
oynama; kaprisin tanrılaşması sayesinde bir tanrı ile bir
süpürgeyi aynı düzleme koyma imkânından daha önemli bir
olgu yoktur.
İnsan da ancak içindeki Kayıtsız Şartsızlık kalıntılarını
tasfiye ettiği zaman atalarından -ve tabiattan- kurtulacaktır;
kendi hayatı ve ötekilerin hayatı ona artık sadece zamanın
sonunda eğleniyormuşçasına asıldığı bir ip oyunu gibi
göründüğü zaman... O zaman saf varlık olacaktır. Bilinç,
görevini yerine getirmiş olacaktır…
DUANIN KÜSTAHLIĞI
Monoloğun sınırına, yalnızlığın ucuna varıldığında, -başka
muhatap olmadığından- en yüksek diyalog bahanesi, Tanrı,
icat edilir. O’nun adını andığınız sürece cinnetinizin kılık
değiştirmiş olduğu anlaşılmaz ve... her şey size mubah olur.
Hakikî mümini deliden ayırt etmek güçtür; fakat onun deliliği
yasaldır, kabul görür; sapıtmaları her nevi imandan arınmış
olsaydı, sonu tımarhane olurdu. Fakat bu sapıtmalar Tanrı’nın
güvencesi ve meşruiyeti altındadır. Yaratıcı’ya hitap eden bir
sofunun çalımı yanında, bir fatihin gururu bile soluk kalır...
Nasıl bunca cüret edilebilir? Sonsuz’u elinin altında zanneden
tiridi çıkmış bir yaşlı kadın şimdiye kadar hiçbir tiranın
kalkışamadığı bir cüret düzeyine yükselirken, tevazu nasıl bir
tapınak meziyeti olabilir?
Birbirine kavuşmuş ellerimin, muamma ve
bayağılıklarımızın büyük Sorumlu’suna yakaracağı tek bir an
için, dünya tahtını feda ederdim. Oysa bu an herhangi bir
müminin en sıradan vasfını teşkil eder -tıpkı resmî saat gibi.
Fakat hakikaten mütevazı olan kişi, kendi kendine şunları
tekrarlar: “Dua edemeyecek kadar çekingen, bir kilisenin
kapısından giremeyecek kadar ölgünüm; gölgeme boyun
eğiyor ve Tanrı’nın dualarıma teslim olmasını istemiyorum.”
Ona ölümsüzlük teklif edenlere de şöyle cevap verir:
“Gururumun da bir haddi var: Kaynakları sınırlı. Siz,
imanınız adına benliği’nizi alt ettiğinizi düşünürsünüz;
aslında şu süre size yetmediği için onu ebediyete kadar
uzatmak arzusundasınız. Kendinize güveninizin inceliği
yüzyılın bütün iddialarını aşar. Sizinkiyle karşılaştırıldığında,
aldatmaca ve hava cıva olduğu açığa çıkmayan bir zafer düşü
var mıdır? İmanınız, cemaat tarafından hoşgörülen bir azamet
sayıklamasından başka bir şey değildir, çünkü çarpıtılmış
yollardan gider; fakat yegâne saplantınız naaşınızdır:
Zamandışılığa düşkünsünüzdür ve bu saplantınızı dağıtan
zamana zulmedersiniz. Göz koyduğunuz şeyler için bir tek
ahiret yeterince geniştir; yeryüzü ve anları size fazla
dayanıksız görünür. Manastırların megalomanisi, sarayların
şatafatlı ve ateşli anlarında tahayyül edebildikleri her şeyi
aşar. Kendi yokluğuna rıza göstermeyen kişi bir akıl
hastasıdır. Herkes içinde buna rıza göstermeye en az hazır
olan da mümindir. Süregitme iradesi bu kadar uzağa
vardırıldığında dehşet verir bana. Sınırları belirsiz bir
Benlik’in hastalıklı cazibesinden kaçınıyorum.
Ölümlülüğümün içinde yan gelip yatmak istiyorum. Normal
kalmak istiyorum.”
UZLET DÜŞKÜNLÜĞÜ
Soluk alma zorunluluğundan kurtulacak gücün niye yok?
Ciğerlerini ablukaya alan ve tenine dayanan bu katılaşmış
havaya hâlâ tahammül etmek niye? Kâh bir kayanın
yalnızlığını, kâh dünyanın kenarında donup kalmış bir
balgamın inzivasını taklit ederken, o donuk ümitleri ve
taşlaşmış fikirleri nasıl alt etmeli? Keşfedilmemiş bir gezegen
kadar uzaksın kendinden; mezarlıklara dönük uzuvların da,
oranın dinamizmini kıskanıyor...
Damarlarını doğrayarak, seni mevsimlerin öfkelendirdiği
gibi öfkelendiren bu kâğıdı sırılsıklam etmek mi? Gülünç
teşebbüs! Sabahladığın gecelerle renksizleşen kanın, akışına
ara verdi... İçinde yıllarla yatışan yaşama ve ölme
susuzluğunu hiçbir şey uyandırmayacak; insanların
susuzluklarını giderdikleri o mırıltısız ve itibarsız pınarlar
bezdirdi onu. Kuru ve sedasız dudaklarınla kavruk bir halde,
hayatın ve ölümün gürültüsünün ötesinde, hatta gözyaşlarının
gürültüsünün ötesinde kalacaksın...
GÜNDÜZ LANETİ
Kendi kendine günde bin kere “Şu dünyada hiçbir şeyin
kıymeti yok,” diye tekrarlamak; kendini ebediyen aynı
noktada bulmak ve bön bön, bir topaç gibi fır dönmek... Zira
her şeyin beyhudeliği fikrinde ne ilerleme vardır, ne de bir
sonuca varma; bu geviş getirme içinde ne kadar uzağa
gidersek gidelim, bilgimiz hiç artmaz: Şimdiki haliyle de,
başlangıç noktasındaki kadar zengin ve o kadar hükümsüzdür.
Devasızlık içinde bir duruş, zihnin bir cüzzamı, hayret
yoluyla varılan bir ifşaattır. Bir ilhama maruz kalan ve bundan
çıkıp bulanık ve konforlu durumuna hiçbir yolla dönemeden o
ilhamın içine yerleşen geri zekâlı biri, bir budala; kendine
rağmen evrenin değersizliğini idrak etme yoluna giren kişinin
durumu budur işte. Geceleri tarafından terk edilmiş ve onu
soluksuz bırakan bir aydınlıktan mustarip olduğu için, o bir
türlü bitemeyen günü ne yapacağını bilmez. Işık, olmuş olan
her şeyin öncesindeki gece dünyasının hatırasına zarar veren
ışınlarını göndermeye ne zaman son verecektir? Korkunç
Yaratılış’ın öncesindeki dinlendirici ve sakin kaosun, veya
daha da tatlısı, zihinsel yokluk kaosunun miadı nasıl da
dolmuştur!
YOLSUZLUĞUN SAVUNULMASI
Terazinin bir kefesine, dünyaya “saflar”ın yığdığı kötülükleri,
öteki kefesine de ilkesiz ve kuruntusuz insanlardan gelen
kötülükleri koysaydık, ilk kefe ağır basardı. Her selâmet
formülü, onu öneren zihnin içinde bir giyotin kurar...
Yolsuzluk devirlerindeki yıkımlar, ateşli devirlerin sebep
olduğu salgınlardan daha az vahimdir; çirkef kandan daha
hoştur; zaafta meziyetten daha fazla tatlılık, bozulmada da
bağnazlıktan daha fazla insanlık vardır. Hüküm süren ve
hiçbir şeye inanmayan insan... tarihe dair hükümran bir
çözümün, bir düşmüşlük cennetinin modeli budur işte.
Halkları oportünistler kurtarmış, kahramanlar perişan
etmişlerdir. Kendini Devrim’le veya Bonaparte ile değil de,
Fouche veya Talleyrand’la çağdaş hissetmek: Bu ikisi,
beleşçiliklerine bir de hüzün eklemiş olsalardı, fiili yatlarıyla
bir Yaşama Sanatı telkin ederlerdi bize.
Hayatın özünü çırılçıplak ortaya koyma, bize her şeyin ya
şaka ya burukluk olduğunu, hiçbir olayın da şirinleştirmeye
değmediğini ve mecburen lânetlenmeye lâyık olduğunu
gösterme meziyeti, sefahat devirlerinin payına düşmektedir.
Büyük devirlerin, filanca yüzyılın veya falanca kralın, veya
filanca papanın süslü yalanı... “Doğru”, ancak yapıcı
sayıklamayı ihmal eden kafaların kendilerini ahlâkların,
ideallerin ve inançların çözülüşüne bıraktıkları anlarda
görünür. Bilmek görmektir, ne ümit etmektir ne de girişimde
bulunmak.
Tarihin doruklarının ayırt edici özelliği olan sersemliğe
eşdeğer olan tek şey, bunların faillerinin kifayetsizliğidir.
İncelik noksanlığından ötürü fiiller ve düşünceler sonuna
kadar götürülür. Bağlarını koparıp atmış bir kafa trajediden ve
tanrılaştırmadan tiksinir: Gözden düşüşler ve taçlandırmalar
onu bayağılık kadar rahatsız eder. Fazla ileri gitmek,
kaçınılmaz biçimde bir zevksizlik örneği sunmaktır. Estet
kandan, yücelikten ve kahramanlardan dehşet duyar... Sadece
zirzopları beğenmeye devam eder...
KURTLANMIŞ İNSAN
Artık ne ışıkla birlikte hareket etmek, ne de hayatın dilini
kullanmak istiyorum. Artık, “ben ...im” lafını yüzüm
kızarmadan söylemeyeceğim. Soluğun edepsizliği ve nefes
almanın rezaleti, bir yardımcı fiilin suiistimaline bağlıdır...
İnsanın şafak terimleriyle kendi üzerine düşündüğü devir
geçmiştir; kanı çekilmiş bir maddeye dayanarak hakikî
görevine hazır hale gelmiştir işte; mahvoluşunu araştırma ve
ona doğru koşma görevine...; yeni bir çağın eşiğindedir:
Kendine acıma çağının. Bu Acıma da onun, ilkinden daha net
ve daha aşağılayıcı olan ikinci düşüşüdür: Kefareti olmayan
bir düşüştür bu. Ufukları boşu boşuna kollar: Orada binlerce
kurtarıcı, kendileri de teselli bulamamış sirk kurtarıcıları fink
atar. Geçkin ruhunda kokuşmanın tatlılığına kendini
hazırlamak için ufuklara sırt çevirir... Hazanının en derin
noktasına vardığında, Görünüm ile Hiçlik arasında gider gelir,
varlığın aldatıcı biçimiyle yokluğu arasında: İki gerçekdışılık
arasındaki titreme...
Bilinç, varoluşun ruh yoluyla uğradığı erozyonun hemen
ardından gelen boşluğu işgal eder. En ufak bir şüphe, bir
olmayabilirlik kuşkusu ya da bir bunaltı sıçrayışı -hepsi
bilincin önbelirtisi olan ve geliştiklerinde bilinci doğuran,
tanımlayan ve azdıran ön kavramlar- o görülür görülmez
dağılan “gerçeklik”le bütünleşmek için, bir müminin veya bir
budalanın bulanıklığı gerekir. Bu bilincin, bu devasız
mevcudiyetin etkisi altında, insan en büyük ayrıcalığını elde
eder: Mahvolma ayrıcalığını. Tabiattaki baş hastadır ve
tabiatın usaresini bozar; içgüdülerin soyut zaafıdır,
diriliklerini yok eder. Onun temasıyla evren kurur ve zaman
pılı pırtısını toplar... Ancak unsurların yıkımı üzerinde kemale
erebilirdi - ve yokuşu inebilirdi. Eseri bittiği için, insan yok
olacak kadar olgunlaşmıştır artık: Hırıltısını daha kaç yüzyılın
üzerine yayacaktır?
TESADÜFÎ DÜŞÜNÜR
“Les idées sont des succédanés des chagrins.”
TESADÜFÎ DÜŞÜNÜR
Fikir beklentisi içinde yaşanın; onu önceden hissedelim,
kuşatırım, ele geçiririm - ve onu dile gerilemem, elimden
kaçar, henüz bana ait değildir: Onu yokluğum içinde mi
tasarlamışımdır? Elikulağında ve bulanık olan fikri, ifadenin
anlaşılır can çekişmesi içinde nasıl mevcut ve ışıltılı
kılabilirim? Açılması -ve sararıp solması- için ne gibi bir hal
ümit etmeliyim?
Filozof aleyhtarı olduğumdan, ilgisiz her fikirden nefret
ederini: Her zaman hüzünlü değilimdir, dolayısıyla her zaman
düşünmem. Fikirlere baktığım zaman, bana şeylerden bile
daha yararsız görünürler; ayrıca sadece büyük hastaların
zırvalarını, uykusuzluğun geviş getirmelerini, devasız bir
ürküntünün parıltılarını ve iç çekişlerle dolu şüpheleri
sevmişimdir. Bir fikrin içinde taşıdığı kapalılık tutan
derinliğinin tek göstergesidir; tıpkı yegâne büyülenme
göstergesinin neşesindeki ümitsizlik vurgusu olması gibi...
Gece geçmişinizde kaç uykusuz gece saklıdır? - Her düşünüre
böyle yaklaşmamız gerekirdi. İstediği zaman düşünenin bize
söyleyecek bir şeyi yoktur: Düşüncesinin üzerinde -veya daha
ziyade, yanında- olduğu için ondan sorumlu değildir, kendini
ona hasretmemiştir; kendi kendinin düşmanı olmadığı bir
çarpışmada kendini tehlikeye atmakla, ne kazanır ne
kaybeder. Hakikat’e inanması ona hiçbir şeye mal olmaz.
Doğru ile yanlış’ın artık bâtıl inançlar olmaktan çıktığı bir
kafa için ise durum aynı değildir; bütün ölçütleri yıkar o;
sakatlar ve şairler gibi kendini tespit eder, kazaen düşünür: Bir
rahatsızlığın veya bir sayıklamanın zaferi ona yeter. Bir
hazımsızlık fikir açısından bir kavramlar geçidinden daha
zengin değil midir? Uzuvların rahatsızlıkları zihnin
verimliliğini belirler: Vücudunu hissetmeyen kişi, hiçbir
zaman canlı bir düşünce tasarlayamayacaktır; çıkacak
herhangi bir aksiliğin elverişli sürprizini boşuna
bekleyecektir...
Duygusal ilgisizlikte fikirler belirir; bununla birlikte,
hiçbiri biçim alamaz: Onların açılacakları iklimi sunmak
hüznün işidir. Titremeleri ve parıldamaları için muayyen bir
ton, muayyen bir renk gerekmektedir. Uzun süre boyunca
kısır olmak bunların yolunu gözlemektir, bunları bir formülle
lekeleyemeden arzulamaktır. Zihnin “mevsimleri” organik bir
ritme şartlandırılmıştır; safdil veya kinik olmak “bana” bağlı
değildir: Hakikatlerim coşkumun veya hüznümün
sofizmleridir. Var olurum, hissederim ve ânın keyfince -ve
kendime rağmen- düşünürüm. Zaman beni oluşturur; beyhude
yere ona karşı çıkarım - ve olurum. Temenni edilmemiş olan
şimdiki zamanım cereyan eder, bende cereyan eder;
hükmedemediğimden, yorumlarım onu; düşüncelerimin
kölesiyimdir, onlarla oynanın, tıpkı bir mukadderat soytarısı
gibi...
SARSAKLIĞIN AVANTAJLARI
Güzel bir numune, bitmiş bir model olma vasfını pek
aşmayan ve varoluşu hayattaki alınyazısıyla örtüşen birey,
zihnin dışına yerleşir. İdeal erkeklik -nüansların
algılanmasının önündeki engel-, sanatın cevherini aldığı
gündelik tabiatüstü karşısında bir duyarsızlığı beraberinde
getirir. Ne kadar tabiî olunursa o kadar az sanatçı olunur.
Homojen, farklılaşmamış ve donuk hayatdoluluk, efsaneler
dünyası ve mitolojinin fantezileriyle ilâhlaştırılmıştır.
Yunanlılar kendilerini spekülasyona verdikleri zaman, devlere
tapınmanın yerini solgun tenli güzel oğlana tapınma almıştır;
Homeros zamanında birer yüce dangalak olan kahramanların
kendileri de, trajedi sayesinde, kaba saba tabiatlarıyla
bağdaşmayan ıstıraplar ve şüpheler taşımaya başlamışlardır.
İç zenginlik, insanın kendi içinde sürdürdüğü
çatışmalardan doğar; oysa kendi tasarrufunu bütünüyle elinde
bulunduran dirilik, sadece dışarıyla savaşı, nesneye gözü
dönmüşçe saldırmayı bilir. Bir nebze kadınlıkla asabileşen
erkekte iki eğilim çatışır: İçindeki edilgenlik yoluyla bütün bir
vazgeçiş dünyasını kavrar; buyurganlığıyla da iradesini
yasaya çevirir. İçgüdülerine dokunulmadığı müddet boyunca,
sadece türü ilgilendirir; gizli bir tatminsizlik araya girer
girmez, bir fatih haline gelir. Zihin onu haklı çıkarır, açıklar
ve bağışlar; onu büyük sersemler arasına sokarak da Tarih -
hareket halindeki aptallığı araştırma-meraklılarının eline
bırakır...
Varoluşu hem sağlam hem de belirsiz bir dert teşkil
etmeyen kişi hiçbir zaman meselelerin ortasına
yerleşemeyecektir, bunların tehlikelerini de bilmeyecektir.
Hakikat veya ifade arayışı için elverişli koşul, erkekle kadının
tam ortasında bulunur: “Erkeksiliğin” boşlukları, zihne mekân
olur... Cinsel ya da ruhsal bir anormallik taşıdığından hiç
kuşkulanamayacağımız saf dişi, içsel olarak bir hayvandan
daha boştur; eldeğmemiş erkek ise “sersemliğin” tanımını
tüketir. - Dikkatinizi çekmiş ya da ateşinizi tahrik etmiş olan
herhangi bir varlığı ele alın: İşleyişinde kendi avantajına
bozulmuş olan ufacık bir şey vardır. Kusurlarından
yararlanamayanları, eksikliklerinden çıkar sağlayamayanları
ve kayıplarıyla zenginleşmeyenleri haklı olarak horgörürüz;
tıpkı insan olmaktan ya da sadece olmaktan acı çekmeyen her
insanı horgördüğümüz gibi. Böylelikle birini “mutlu” diye
adlandırmaktan daha ciddi bir hakaret, ya da ona “bir hüzün
temeli” atfetmekten daha büyük pohpohlama olamaz...
Neşenin hiçbir önemli fiile bağlı olmamasındandır bu; deliler
dışında da hiç kimse yalnız başınayken gülmez.
“İçsel yaşam” titizlere, ne düşüşü ne salyası olan bir
saranın eline düşmüş o titrek cücelere vergidir. Biyolojik
açıdan tamam olan varlık “derinlik”ten kendini sakınır,
elinden gelmez bu; fiiliyatın kendiliğindenliğine zarar veren
şaibeli bir boyut görür onda. Yanılmamaktadır: Kendi içine
kapanmayla birlikte bireyin faciası başlar- zaferi ve
gerilemesi. Anonim akıştan, hayattaki yararcılığın sel gibi
boşanmasından tecrit olarak nesnel amaçlar nazarında
serbestleşir. Bir uygarlık, rengini titizler belirlediği zaman
“bozulmuş” olur; ama onlar sayesinde tabiatı nihaî olarak alt
etmiş olur- ve çöker. Aşırı bir incelik örneği, taşkını ve sofisti
kendinde bir araya getirir: Hamlelerini artık benimsemez,
inanmadan uğraşır onlarla; alacakaranlık dönemlerinin her
şeyi bilen sarsaklığı, insanın silinmesinin önbelirtisidir bu.
Titizler bize, kapıcıların estetik uzmanı takıntılarıyla bitkin
düşecekleri, köylülerin şüpheler altında çöküp sabanı sımsıkı
tutamayacakları, ilerigörüşlülük tarafından kemirilen ve
içgüdülerini yitiren tüm varlıkların yanılsamalarındaki verimli
geceyi özleyecek güçleri olmadan sönüp gidecekleri anı
sezinletmektedirler...
ŞAİRLERİN ASALAĞI
I. - Bir şairin yaşamı bir yere varamaz. Gücünü, girişmediği
her şeyden, ulaşılmazlıkla beslenen tüm anlardan almaktadır.
Var olmadaki mahzuru mu hissetti? Bu sayede ifade yeteneği
sağlamlaşır, soluğu genleşir.
Bir yaşamöyküsü ancak bir yazgının elastikliğini, içinde
barındırdığı değişkenler tutarını biriz kılarsa meşru olur. Ama
şair, katılığı hiçbir şeyle yumuşamayan bir mukadderat
çizgisini izler. Hayat zevzeklerin hissesine düşer ve
yaşanmamış hayatlarına telafi sağlamak için şair
yaşamöyküleri icat edilmiştir...
Şiir, ele geçirilemeyenin özünü ifade eder; nihaî anlamı
her tür “güncelliğin” imkânsızlığıdır. Neşe şiirsel bir duygu
değildir. (Bununla birlikte, tesadüf tarafından aynı demette
birleştirilen alevlerle budalalıkların lirik evreninin bir
bölümününden doğar.) Bir rahatsızlık, hatta bir tiksinti
duygusu uyandırmayan bir ümit şarkısı hiç görülmüş müdür?
Bizzat mümkün de bir bayağılık gölgesiyle lekelenmişken, bir
mevcudiyete nasıl şarkı düzülür? Şiir ve ümitlenme arasında
tam bir bağdaşmazlık vardır; şair de yaman bir çürümenin
kurbanıdır. Ölüm aracılığıyla canlı olan biri, kendine hayatı
nasıl hissettiğini sormaya cesaret edebilir mi? Mutluluğun
cazibesine boyun eğdiğinde ise komedinin alanına girer...
Ama bilakis yaralarından alevler yayılırsa ve büyük
mutluluğun -mutsuzluğun o haz dolu akkorlaşmasının-
şarkısını söylerse, her tür olumlu vurgudan ayrılmaz olan
bayağılık nüansından kurtulur. Bir hayal Yunanistanı’na
sığınan ve aşkın çehresini daha saf sarhoşluklarla,
gerçekdışılığın sarhoşluklarıyla değiştiren Hölderlin’dir bu...
Şair, kaçışı sırasında mutsuzluğunu beraberinde
götürmese, iğrenç bir gerçek döneği olurdu. Mistiğin ya da
bilgenin tersine, ne kendinden kurtulabilir ne de kendi
saplantısının merkezinden kaçabilir: Vecdleri bile devasızdır
ve felâket habercileridir. Kendini kurtarmayı
beceremediğinden, onun için her şey mümkündür, kendi
hayatı hariç…
FATIHLERIN CANSIKINTISI
Kendisinin de itiraf ettiği gibi Patis Napoleon’u “kurşundan
bir manto” gibi bunaltıyordu: On milyon kişinin canına mal
oldu bu. Ata binmiş bir Rene faal duruma geçtiğinde, “çağ
bunalımı”nın bilançosu bu oldu. 18. yüzyıl salonlarında, fazla
açık görüşlü bir aristokrasinin gevşekliğindeki sefahatten
doğan bu bunalım, ta kırların derinliklerinde yıkıma yol açtı:
Tabiatlarına yabancı bir hassasiyet tarzının bedelini kanlarıyla
ödemek zorunda kaldı köylüler, onlarla birlikte de bütün bir
kıta. İçine Cansıkıntısı sızmış olan müstesna tabiatlar, her
yerden dehşete kapılarak ve sürekli bir başka yer
saplantısıyla, halkların şevkini mezarlıkları çoğaltmak için
sömürürler ancak. Werther’le Ossian’ın üzerine çullanan o
milis komutanının, kendi boşluğunu mekâna yansıtan ve
Josephine’in dediğine göre ancak birkaç kendini bırakma ânı
yaşayabilmiş olan o Obermann’ın, yeryüzünü insansız
bırakma gibi itiraf edilemez bir misyonu olmuştur. Hayalci
fatih insanların başına gelebilecek en büyük uğursuzluktur;
acaip tasarılardan, zararlı ideallerden, tehlikeli hırslardan
büyülendikleri için onu alelacele ilahlaştırırlar yine de. Hiçbir
makul varlık tapınma nesnesi olmamıştır; bir isim
bırakmamış, tek bir olaya bile damgasını vurmamıştır.
Belirgin bir kavrayış ya da şeffaf bir ilâh önünde soğukkanlı
olan kalabalık, doğrulanamayanın ve sahte esrarın etrafında
tahrik olur. Tutarlılık adına hiç ölen olmuş mudur ki? Her
nesil kendinden önceki neslin cellatlarına anıtlar diker. Bir tek
kişinin baskın çıkmasına, herkesin mağlubiyetine, yani zafer...
İnandıkları andan itibaren kurbanların feda edilmeyi seve
seve kabul etmiş oldukları ise bir başka doğrudur.
İnsanlık sadece kendini telef edenlere tapmıştır.
Yurttaşların huzur içinde can verdikleri hükümdarlıklar tarihte
pek boy göstermezler; kulları tarafından hep horgörülen bilge
hükümdar da öyle. İnsanda merak uyandıran şeylerin
dokusunu ve her olayın altındaki akımı rezalet
oluşturduğundan, kalabalık kendi aleyhine de olsa romanı
sever. Sadakatsiz kadın ve boynuzlu koca, komediyle
trajediye, hatta destana, temalarının neredeyse tamamını
sağlar. Dürüstlüğün ne yaşamöyküsü yazan ne de cazibesi
vardır; bunun içindir ki İlyada’dan vodvile kadar sadece ayıp
eğlendirmiş ve merak uyandırmıştır. Dolayısıyla insanlığın
kendini fatihlere yemlik olarak sunması, ayaklar altında
çiğnenmeyi istemesi, tiransız bir ulusun kendinden hiç
bahsettirmemesi, bir halkın tek mevcudiyet ve hayatdoluluk
göstergesinin yaptığı haksızlıkların tutan olması tamamen
tabiidir. Artık tecavüz etmeyen bir ulus tam bir gerileme
içindedir; tecavüz sayısıyla açığa vurur içgüdülerini,
geleceğini. O ulusun bu cinayet türünü büyük ölçekte
uygulamayı hangi savaştan itibaren bıraktığını araştırın:
Düşüşünün ilk simgesini bulursunuz. Hangi andan itibaren
aşk onun için bir seremoni unsuru, yatak da spazmın bir şartı
haline gelmiş? O noktada noksanlıklarının başlangıcını ve
barbar ırsiyetinin son buluşunu tespit edersiniz.
Dünya tarihi: Kötülük tarihi, insanî oluştan yıkımları
çıkarıp atmak, mevsimleri olmayan bir tabiat tasarlamakla
aynı şeydir. Bir felâkete katkıda bulunmadıysanız iz
bırakmadan yok olacaksınızdır. Çevremize saçtığımız
mutsuzlukla ilgilendiririz ötekileri. “Hiç kimseye acı
çektirmedim!” -etten kemikten yapılmış birine hepten yabancı
bir ünlem. Şimdiki zamandaki ya da geçmişteki bir şahsiyet
için alevlendiğimizde, bilinçsizce şu soruyu sorarız: “Kaç
varlığın bahtsızlığına neden olmuş?” Her birimizin
hemcinslerinin hepsini öldürme ayrıcalığına heves edip
etmediğini kim bilebilir? Ama bu ayrıcalık çok az sayıda
kişiye verilmiştir ve asla tamamen verilmez: Bu sınırlama,
neden hâlâ yeryüzünde insanların yaşamakta olduğunu tek
başına açıklar. Dolaylı caniler olan bizler, Zaman’ın hakikî
özneleri karşısında, amaçlarına ulaşan büyük katiller
karşısında cansız bir kütle, bir nesne yığını oluştururuz.
Ama avunalım: Yakın ya da uzak döllerimiz intikamımızı
alacaklar. Zira insanların kendilerinden tiksindikleri için
birbirlerini boğazlayacakları, önyargılarının ve tereddütlerinin
hakkından Cansıkıntısı’nın geleceği, kana susamışlıklarını
doyurmak için sokağa çıkacakları ve onca nesil boyunca
sürmüş olan yıkıcı düşlerin harcıâlemleşeceği ânı tahayyül
etmek zor değil...
MÜZİK VE KUŞKUCULUK
Şüphe’yi bütün sanatlarda aradım; ama sanatta onu kılık
değiştirmiş, kaçak, ilhamın duralamalarından sıvışmış, dingin
bir hamleden türemiş halde buldum sadece; ama müzikte -bu
biçim altında bile- aramaktan vazgeçtim onu; onda çiçek
açamazdı: İstihzadan habersiz olduğundan, müzik, zihnin
hinliklerinden değil Safdilliğin müşfik ya da ateşli
nüanslarından doğar -yüceliğin zırvası, sonsuzun
düşüncesizliği... Nükte’nin sesli bir eşdeğeri olmadığından,
bir müzisyeni zeki diye adlandırmak onu karalamaktır. Bu san
onu ufaltır; kör bir tanrı gibi irticalen evrenler yarattığı o
baygın kozmogonide bu sanın hükmü de yoktur. Yeteneğinin,
dehasının bilincinde olsaydı, gururdan çökerdi; ama bundan
sorumlu değildir; vahiy içinde doğmuştur, kendini anlayamaz.
Onu yorumlamak kısırların işidir: O eleştirmen değildir, tıpkı
Tanrı’nın ilâhiyatçı olmaması gibi.
Gerçekdışılığın ve mutlağın sınır-vakası, sonsuz derecede
gerçek kurgu, dünyadan daha sahici yalan - müzik, kurumuş
ya da kararmış bir şekilde, Yaratılış’tan ayrıldığımız ve bizzat
Bach’ın bile bize yavan bir uğultu gibi geldiği anda itibarını
kaybeder. - Şeylere katılmayışımızın, soğukluğumuzun ve
düşmüşlüğümüzün en uç noktasıdır bu. Yüceliğin tam
ortasında kıkırdamak - bizi Şeytan’la akraba kılan öznel
ilke’nin alaycı zaferi! Müzik için artık dökecek gözyaşı
kalmayan, hâlâ döktüğü yaşların hatırasıyla yaşayan kimse
mahvolmuştur: Kısır ileri görüşlülük, -içinden dünyalar
fışkıran- vecdin hakkından gelmiştir...
ROBOT
Önyargıyla soluk alırım. Ve Boşluk kendi kendine
gülümserken fikirlerin spazmını seyre dalarım... Mekânda
artık ter yoktur, hayat yoktur; en ufak bayağılık hayatı
yeniden ortaya çıkaracaktır: Bir saniyelik beklenti buna
kâfidir.
Kişi var olduğunu algıladığında, kendini çılgınlık halinde
yakalayan ve boşuna buna bir isim vermeye çalışan gözleri
kamaşmış bir çılgının hissine kapılır. Alışkanlık var olma
şaşkınlığımızı köpürtür: Oluruz -ve bunun üzerinde durmayız,
var olanlar sığınağındaki yerimizi doldururuz.
Muhafazakârım; taklit icabı, oyun kurallarına saygı icabı,
özgünlükten dehşet duyarak yaşıyorum, yaşamaya
çalışıyorum. Robot tevekkülü: Bir ateşlilik görünümüne
bürünmek ve buna gizlice gülmek; genelgeçerlere sadece gizli
bir biçimde bunlardan tiksinmek için katlanmak; bütün
sicillerde belirmek ama zamanda meskeni olmamak; rezil
kepaze olmak kaçınılmazken görünüşü kurtarmak...
Her şeyi horgören kişi mükemmel bir asalet havası
üstlenmeli, ötekileri hatta kendini bile yanıltmalıdır: Sahte
canlı görevini böylece daha rahat yerine getirecektir.
Müreffeh numarası yapılabilirken düşmüşlüğünü saçıp
sergilemenin ne hayrı vardır? Cehennem cilve noksanlığı
çekmektedir: içten ve görgüsüz bir insanın zıvanadan çıkmış
görüntüsüdür bu; hiçbir zarafet ve uygarlık takıntısı olmadan
tasarlanmış bir yeryüzüdür bu.
Hayatı nezaketen kabul ederim: Sürekli başkaldırı tıpkı
intiharın yüceliği gibi zevksizdir. Yirmi yaşındayken semaya
ve onun örttüğü pisliğe karşı verip veriştirilir, sonra bundan
bezilir. Trajik poz ancak uzamış ve gülünç bir ergenliğe
yakışır; ama kayıtsızlık şarlatanlığına ulaşmak için bin bir
tane badire gerekir.
Kullanımdaki bütün ilkeler nazarında serbestleşmiş
kişide, hiçbir komedyen yeteneği bulunmazdı; bir bahtsızlık
başörneği, ideal bir biçimde mutsuz varlık olurdu o. Bu
içtenlik modelini kurmak yararsızdır: Hayat ancak içine
kattığımız yutturmaca derecesiyle hoşgörülebilirdir. Bir arada
yaşamanın “tatlılığı” sonsuz artdüşüncelerimize ortalıkta at
oynattırma imkânsızlığına bağlı olduğu için, böylesi bir
model toplumun ani ölümü olurdu. Hepimiz sahtekâr
olduğumuz için birbirimize tahammül ederiz. Yalan
söylemeyi kabul etmeyen birisi ayağının altındaki toprağın
kaydığını görürdü: Sahteliğe biyolojik olarak tâbiyizdir.
Çocuksu ya da işe yaramaz, ya da gayri otantik olmayan
hiçbir ahlâki kahraman yoktur; zira hakiki otantiklik hiledeki,
kamusal yaltaklanmanın ve gizli karaçalmanın
muaşeretindeki kirlenmedir. Hemcinslerimiz onlar hakkındaki
düşüncelerimizi göz önünde tutabilselerdi, aşk, dostluk,
fedakârlık sözlüklerden hepten silinirdi. Kendimiz hakkında
aklımızdan çekingenlikle geçen şüphelerle yüzleşme
cesaretimiz olsaydı, hiçbirimiz utanmadan bir “ben” sözcüğü
sarfedemezdik. Yaşayan her şeyi maskaralık sürüklemektedir,
mağara adamından kuşkucuya kadar. Bir tek görünümlere
saygı bizi leşlerden ayırdığına göre, şeylerin ve varlıkların
temeline göz dikmek mahvolmaktır; daha hoş bir yoklukla
yetinelim: Teşekkülümüzün ancak muayyen bir hakikat
dozuna tahammülü vardır…
En derinlerimizde, bütün diğer kesinliklerden üstün bir
kesinliği muhafaza edelim: Hayatın anlamı yoktur, olamaz.
Öngörmediğimiz bir vahiyle bunun aksine kanaat getirseydik,
kendimizi hemen o anda öldürmemiz gerekirdi. Hava bir
kaybolsa hâlâ soluk alırdık; ama yararsızlığın sevinci
elimizden alınsa hemen soluksuz kalırdık...
MELANKOLİ ÜZERİNE
Kendimizden kurtulamadığımız zaman, kendimizi yiyip
bitirmenin tadını çıkarırız. Belirgin lanetleri telafi eden
Gölgeler Prensi’ni istediğimiz kadar yardıma çağıralım:
Hastalık olmadan hastayızdır ve zaafımız olmadan
cehennemliğizdir. Melankoli egoizmin düş halidir: Kendinin
dışında artık hiçbir nesne, hiçbir sevgi ya da nefret sebebi
yoktur; durgun çirkefe aynı şekilde düşüş, cehennemsiz bir
lânetlinin o aynı ters dönüşü, telef olma ateşinin o aynı
tekrarları vardır. Hüzün derme çatma bir çerçeveyle yetinir;
melankoliye ise, asık suratlı ve buharlı lütfunu, sınırları
belirsiz olan ve iyileşmekten korktuğu için dağılmasına ve
dalgalanmasına bir sınır konmasından çekinen derdini saçmak
için bir mekân sefahati, bir sonsuzluk manzarası gerekir.
İzzetinefsin en tuhaf çiçeği olan melankoli, kendi usaresini ve
bütün zayıflıklarının diriliğini türettiği zehirlerin ortasında
serpilip gelişir. Kendini yozlaştıranla beslenerek, kulağa hoş
gelen isminin ardında, Mağlubiyet’in Kibri’ni ve Kendine
Acıma’yı gizler...
YOKSULUN KONUMU
Mal sahipleri ve dilenciler: Her değişime, her yenileştirici
kargaşaya karşı çıkan iki kategori. Toplumsal sınıfların iki
ucunda yer aldıklarından, iyi ya da kötü yönde her
değişiklikten çekinirler: Benzer biçimde yerleşiktirler, birileri
bolluk içindedir, ötekiler yoksunluk içinde. Onların arasında
çırpınanlar, zahmet çekenler, sebat edenler ve ümit etme
saçmalığını iş edinenler yer alır - anonim ter, toplumun
temeli. Devlet onların kansızlığıyla beslenir; onlar olmasaydı
yurttaş fikrinin ne kapsamı ne gerçekliği olurdu; keza lüksün
ve sadakanın da: Zenginler ve berduşlar Yoksul’un
asalaklarıdır.
Sefaletin bin tane çaresi olsa da, yoksulluğun hiçbir çaresi
yoktur. Açlıktan ölmemekte sebat gösterenlere nasıl yardım
edilebilir? Tanrı bile onların bahtını düzeltemezdi. Talihin
gözdeleriyle hırpaniler arasında, şatafat ve paçavralılar
tarafından sömürülen, zahmet çekmekten dehşet duyarak
şanslarına ya da istidatlarına göre salona ya da sokağa
yerleşenler tarafından yağmalanan o saygıdeğer açlar gider
gelir. İnsanlık da böyle ilerler: birkaç zenginle, birkaç
dilenciyle - ve bütün yoksullarıyla...
GERİLEMENİN ÇEHRELERİ
Ganz vergessener Völker Müdigkeiten kann
ich nicht abtun von meinen Lidern.
AZIZELERIN ÇÖMEZI
Bir azizenin ismini telaffuz etmenin bile içimi zevklerle
doldurduğu, bunca dile gelmez histeriyle, bunca ilâhî ilham
ve solgunlukla içli dışlı olan manastır vakanüvislerine gıpta
ettiğim bir zaman olmuştu. Benim gözümde bir ölümlünün
üstlenebileceği en yüce kariyer, bir azizenin sekreteri olmaktı.
Bu alevlenmiş sevgili kulların günah çıkardıkları papazın
yerinde kendimi hayal ediyordum ve bir Pierre d’Alvastra’nın
Azize Brigitte üzerine, bir Henri de Salle’in Mechtilde de
Magdebourg, Raymond de Capoue’nun Caterina da Siena,
Birader Amold’un Angela de Foligno, Jean de
Marienwerder’in Dorothée de Montau, Brentano’nun
Catherine Emmerich üzerine gizledikleri tüm ayrıntıları, tüm
sırları düşünüyordum... Bir Diodata degli Ademari, ya da bir
Diana d’Andolo, sadece adlarının itibarıyla göğe yükselmişler
gibi geliyordu: Başka bir âIemin nefs zevkini veriyorlardı
bana.
Rose de Lima’nın, Lydwine de Schiedam’ın, Catherine de
Ricci’nin ve onca başkalarının atlattıkları, badireleri gözümde
bir canlandırdığım zaman, kendilerine karşı zalimliklerindeki
inceliği, kendi kendine işkence eden kişinin azaplarını, kendi
cazibeleri ve güzelliklerini seve seve ayaklar altına almalarını
düşündüğüm zaman - boğucu sıkıntılarındaki asalaktan,
teklifsiz Nişanlı’dan, gönüllerinin ilk sahibi olan o gözü
doymaz semavî Don Juan’dan nefret ediyordum. Yeryüzü
aşkının iç çekişleri ve terlerinden usanıyor, sadece başka bir
sevme biçimi arayışlarından da olsa azizelere doğru
dönüyordum. “Cehennem’e benim hissettiğimin bir damlası
hile düşse,” diyordu Cenovalı Caterina, “onu o an Cennet’e
çevirirdi.” Düşüşünün sonunda bana değecek o damlayı
bekliyordum...
Avilalı Tereza’nın haykırışlarını içimde tekrar ederken,
onun altı yaşında şöyle bağırdığını görüyordum: “Ebediyet,
ebediyet”; sonra sayıklamalarının, parlamalarının ve
kuraklıklarının evrimini izliyordum. Dogmalar alt üst eden ve
Kilise’yi güç duruma düşüren özel ifşaattan daha çekici bir
şey yoktur... İki anlama da gelen o itirafların bekçisi olmak,
bütün o şaibeli özlemlerle beslenmek hoşuma giderdi...
Zevkin doruklarına varılan yer bir yatağın içi değildir:
Azizelerin kendinden geçişlerinde size sezdirdikleri, mehtap
altında yaşanan bir vecdde nasıl bulunur? Sırlarının kalitesini.
Bernini’nin Roma’daki heykelinden öğrenmişizdir; bizi
İspanyol azizenin çöküntülerindeki muğlaklık üzerine nice
mülâhazaya sürükler...
Tutkunun aşırılığını, en bulanık titremelerin en saf
olduklarını, ve gecelerin alev aldığı, en ufak ot sapının
yıldızlarla beraber, şen şakraklık ve hiddet belirtisi bir ses
içinde kaynaştığı o baygınlık türünü -mutlu ve çılgın bir
tanrının tasarlayabileceği anlık, akkor halinde ve sesli
sonsuzu- tasavvur edebilmemi kime borçlu olduğumu
düşündüğüm zaman, bütün bunları tekrar düşündüğüm
zaman, tek bir isim aklıma gelir: Avilalı Tereza - onun tek bir
ifşaatındaki sözlerini her gün tekrar ediyordum kendime:
“Artık insanlarla değil meleklerle konuşmalısın.”
Yıllarca azizelerin gölgesinde, şair, bilge ya da delilerin
onlara asla erişemeyeceğine inanarak yaşadım. Onlara karşı
duyduğum bu ateşli ilgide, tüm tapma gücümü, arzularımdaki
hayatdoluluğu, düşlenendeki coşkuyu sarfettim. Ve sonra...
onları sevmeyi bıraktım.
BİLGELİK VE AZİZLİK
Bütün büyük hastalar arasında, dertlerinden en iyi yarar
sağlayabilenler azizlerdir. Gönüllü ve dizginsiz tabiatları
sayesinde kendi dengesizliklerini maharet ve şiddetle
kullanırlar. Modelleri olan Kurtarıcı, bir hırs ve gözüpeklik
örneği, takipsiz bir fatih olmuştur: Nüfuz etme kuvveti, ruhun
yetersizlikleri ve kusurlarıyla özdeşleşebilme kudreti, hiçbir
kılıcın düşleyemeyeceği bir hükümdarlık kurmasını mümkün
kılmıştır. Yöntemi olan bir tutkundur aziz: Onu kendine ideal
alanların taklit ettiği de bu ustalıktır.
Ama faciayı ve şatafatı küçümseyen bilge, kendini
azizden de zevk düşkününden de aynı ölçüde uzak hisseder,
romandan habersizdir ve kendine külyutmazlıkla meraksızlık
arasında bir denge oluşturur. - Pasça], ateşli almayan bir
azizdir: Hastalık onu, bilgeden biraz fazla, azizden biraz az
biri haline getirmiştir. Coşkularını izleyen kuşkucu gölgeyi ve
kararsızlıklarını açıklamaktadır bu. Devasızlık içindeki bir
güzel ruh...
Bilge açısından bakıldığında, azizden daha murdar bir
varlık olamaz; aziz açısından bakıldığındaysa, bilgeden daha
boş bir varlık olamaz. Anlayan insan ile talip olan insan
arasındaki bütün fark buradadır.
KADIN VE MUTLAK
“İsa peygamberimiz benimle konuştuğunda, ve onun
harikulade güzelliğini seyrettiğim zaman, o güzel ve ilahî
ağızdan çıkan sözlerin ne kadar tatlı ve bazen ne kadar sert
olduğunu fark ediyordum. Gözlerinin renginin ne olduğunu
ve boyunun ölçülerini bilmeyi, bundan söz edebilmek için,
aşırı arzuluyordum: Bunu öğrenme liyakatine hiç erişemedim.
Bunun için bütün çabalar tamamıyla yararsız” (Azize Tereza).
Gözlerinin rengi... Kadın azizliğinin iffetsizlikleri!
Cinsiyetinin boşboğazlığını semaya kadar taşımak, ilâhî
maceranın berisinde kalmış herkesi -özellikle de kadınları-
teselli ve telâfi edici bir mahiyettedir. İlk erkek, ilk kadın: işte
hiçbir şeyin, dehanın da azizliğin de asla kefaretini
ödeyemeyeceği Düşüş’ün daimi temeli. Ondan tamamıyla
üstün, tek bir yeni insan görülmüş müdür? Bizzat İsa için bile,
ölümden sonra görünmesi belki de gelip geçici bir olay,
üzerinde durulmaya değmez bir aşamadır...
Demek ki Azize Tereza’yla diğer kadınlar arasında,
sadece sayıklama yeteneğinde bir fark, bir kapris yoğunluğu
ve doğrultusu meselesi olabilir. Aşk -insanî veya ilâhî’-
varlıkları bir hizaya getirir: bir yosmayı veya Tanrı’yı
sevmek, aynı hareketin önceden kabulüdür: İki durumda da
bir yaratık itkisini izliyorsunuzdur. Yalnızca nesne
değişmektedir; ama tapınma ihtiyacının bir bahanesi olduğu
ve onca kurtuluş yolundan bilinin de Tanrı olduğu anda, bu ne
önem arzeder ki?
İSPANYA
Her halk ilâhî sıfatları kendince hayata geçirir; İspanya’nın
ateşliliği ise yine de tektir; dünyanın geri kalan kısmı
tarafından benimsense, Tanrı tükenir, elindekileri kaybeder ve
Kendi’nden mahrum kalırdı. Tanrı’nın kendi ülkelerinde
tanrıtanımazlığı yaygınlaştırması da ortadan yok olmamak
içindir - kendini savunmak için. İlham kaynağı olduğu
alevlerden korkarak kendi evlâtlarına karşı, onu ufaltan
taşkınlıklarına karşı tepki gösterir; onların aşkı iktidarını ve
otoritesini sarsar; sadece inançsızlık onu el değmemiş bırakır;
onu aşındıran, kuşkular değil imandır. Yüzyıllardan beri
Kilise onun itibarını bayağılaştırmak ve onu ulaşılır kılarak
ilâhiyat sayesinde muammasız bir ölüm, yorumlanmış ve
aydınlatılmış bir can çekişme hazırlar ona: Dualardan gına
getirir de, açıklamalardan nasıl gına getirmesin? İspanya’dan
da Rusya’dan çekindiği gibi çekinir: Orada tanrıtanımazları
çoğaltır. Hiç değilse onların saldırıları, kadirimutlaklık
yanılsamasını muhafaza ettirir kendisine: En azından bu
vasfını kurtarmış olur! Ama ya inananlar! Dostoyevski, El
Greco: Daha ateşli düşmanları olmuş mudur hiç? Baudelaire’i
Jean de la Croix’ya nasıl tercih etmesin? Kendini görenlerden
ve aracılıklarıyla Kendi’ni görmesini sağlayanlardan çekinir.
Her azizlik az veya çok İspanyol’dur: Tanrı tek gözlü bir
ejder olsaydı, İspanya onun gözü olurdu.
SONSUZLUK HİSTERİSİ
İsa’nın çarmıha gerilmesine düşkün olunmasını anlarım, ama
Haçtaki Can Çekişme’yi her gün yeniden üretmek -
harikulade, anlamsız ve aptalca bir şeydir bu. Zira en
nihayetinde Kurtarıcı da, itibarı kötüye kullanılırsa herkes
kadar usanç vericidir.
Azizler çok sapkın kişiler olmuştur, azizeler de muhteşem
haz düşkünleri... Hem birileri hem ötekiler -tek bir fikrin
delisi olup- haçı zaaf haline getirmişlerdir. “Derinlik”,
düşüncelerini ve iştahlarını çeşitlendiremeyen ve zevkle
acının aynı bölgesinde keşfe çıkanların boyutudur.
Anların çalkantısına dikkat gösteren bizler, mutlak bir
olayı kabul edemeyiz: Ne İsa tarihi ikiye ayırabilirdi, ne de
haçın devreye girmesi zamanın tarafsız akışına son
verebilirdi. Dinî düşünce -düşüncenin saplantılı biçimi-
olayların bütününden bir zaman parçası çıkarır ve onu
kayıtsız şartsızlığın tüm vasıflarıyla kuşatır. Tanrılar ve
evlatları böyle mümkün olmuştur...
Hayat hayranlıklar duyduğum yerdir: İlgisizliğin elinden
kurtardığım ve neredeyse hemen iade ettiğim her şey.
Azizlerin usulüyse böyle değildir: İlelebet geçerli kalmak
üzere bir kez seçerler. Ben sevdiğim her şeyden yakayı
kurtarmak için yaşanın; onlarsa tek bir konuya tutulmak için.
Ben sonsuzluğun tadına bakanın, onlarsa sonsuzluk içinde
yok olurlar.
Yeryüzünün harikaları -ve bundan da fazla semanın
harikaları- kalıcı bir histerinin sonucudur. Azizlik: gönül
depremi, inana inana hiç olma, fanatik duyarlığının en üst
ifadesi, aşkın biçimsizlik... Bir meczupla bir mankafa
arasında, bir kuşkucuyla bir meczup arasındakinden de fazla
uygunluk vardır. İmanı ümitsiz bilgiden, sonuçsuz varoluştan
ayıran bütün mesafe de buradadır.
GURURUN SAFHALARI
Azizlerin çılgınlığıyla düşe kalka, sınırlarınızı, zincirlerinizi,
yüklerinizi unuttuğunuz ve şöyle haykırdığınız olur: “Ben
dünyanın ruhuyum; kâinatı alevlerimle kızıllaştırıyorum.
Artık hiç gece olmayacak: Yıldızların ebedî şenliğini
hazırladım; güneşe lüzum yok: Her şey ışıldıyor, taşlar da
melek kanatlarından daha hafif.”
Sonra, taşkınlık ve içe dalış arasında: “O Ruh değilsem
de, hiç değilse o olmaya heves ediyorum. Bütün nesnelere
hep ismimi vermedim mi? Süprüntülerden kubbelere, her şey
beni haykırıyor: sessizlik ve şeylerin patırtısı değil miyim
ben?”
...Ve sarhoşluk geçtiğinde, en aşağıda: “Kıvılcımların
mezarı, solucanın alay konusu, gökmavisini rahatsız eden bir
leş, göklerin karnavalımsı bir dengi, bugüne dek bir Hiç ve
kokuşma imtiyazı bile olmamış biriyim. Nasıl bir uçurum
kusursuzluğuna ulaşmışım ki düşecek yerim bile kalmamış?”
SEMA VE SIHHAT
Azizlik: Hastalığın en yüce ürünü; afiyet yerinde
olduğunda canavarımsı, anlaşılmaz ve en üst derecede marazî
görünür o. Ama semaların şekillenmesi ve endişenin
çerçevesini oluşturması için, otomatik bir Hamletçilik olan o
Nevroz’un hakkını talep etmesi yeterlidir. Azizliğe karşı
kendimizi tedavi ederek savunuruz: Vücudun ve ruhun özel
bir kirlenmesinden ileri gelir. Hıristiyanlık, Teyit
Edilemeyen’in yerine sıhhati önermiş olsaydı, talihinde tek
bir azizi bile boşuna arardık; fakat yaralarımızı ve pasağımızı
desteklemiştir; esas olan ve fosfor gibi parlayan bir pasağı...
Sağlık: Dine karşı kesin silah. Ölümsüzlük iksirini icat
edin: Geri dönüşsüz bir biçimde ortadan yok olurdu sema.
İnsanı başka ideallerle baştan çıkarmak yararsızdır:
Hastalıklardan daha zayıf çıkacaklardır. Tanrı bizim
pasımızdır, cevherimize karşı duyarsız bozulmamızdır:
İçimize girdiği zaman yükselmeyi düşünürüz, ama gitgide
daha fazla ineriz; sonumuza vardığımızda Tanrı
düşkünlüğümüzü taçlandırır ve işte o an hepten “selâmete
ermiş”izdir. Uğursuz hurafe, aylalarla kaplı olan ve
yeryüzünü bin yıllardır kemiren kanser...
Bütün tanrılardan nefret ederim; onları horgörecek kadar
sağlıklı değilim. İlgisiz’in en büyük aşağılanması da budur.
GELGIT
Varlıklar arasında boş yere kendine model ararsın: senden
uzağa gidenlerin sadece lekeleyici ve zararlı veçhelerini
edinmişsindir: bilgenin tembelliğini, azizin tutarsızlığını,
estetin ekşiliğini, şairin edepsizliğini - ve hepsinde bulunan
kendiyle geçimsizliği, gündelik şeylerdeki kaypaklığı, sadece
yaşamak için yaşayandan nefret etmeyi. Safsan, çirkefin
pişmanlığını çekersin, kirliysen edebin, hayalperestsen
kabalığın. Olmadığın gibi hiç olmayacaksın; ya olduğun gibi
olmanın hüznü... Cevherin hangi aykırılıklara batmış ve
dünyaya sürülmende hangi karışık deha ağır basmış? Kendini
ufaltmadaki ısrarın, ötekilerdeki düşüş iştahını benimsettirmiş
sana: filan müzisyenin falan hastalığı; filan peygamberin
falan kusuru; kadınların -şair, hovarda veya azize-
melankolileri, bozulmuş usareleri, ten ve düş çürümeleri.
Kararlılığının baş ilkesi, harekete geçiş ve anlayış biçimin
olan burukluk, dünyadan tiksinmenle kendine acıman
arasındaki gelgitin tek sabit noktasıdır.
AZİZLİK TEHDİDİ
Hayatın ancak berisinde ya da ötesinde yaşayabilen insan iki
eğilime maruz kalır: avanaklık ve azizlik: alt-insan da üst-
insan da olsa, asla kendisi değildir. Olduğundan az olma
korkusundan pek çekmese de, olduğundan fazla olma
perspektifi onu dehşete düşürür. Acılı yola girmiştir, bunun
varacağı yerden çekinir: Azizlik denen o mükemmeliyet
uçurumunda kaybolup gitmeyi ve orada, kendi üzerindeki
denetimini yitirmeyi nasıl kabul edecektir? Avanaklığa ya da
azizliğe doğru kaymak, kendini, kendinin dışına
sürüklenmeye bırakmaktır. Oysa budalalığın yaklaşmasıyla
gelen bilinç kaybından ürkülmez, hâlbuki mükemmeliyet
perspektifi başdönmesinden ayrılamaz. Kusurlu olduğumuz
için Tanrı’dan üstünüzdür; bizi azizlikten kaçıran da, kusurları
kaybetme kaygısıdır! Artık ümitsiz olmayacağımız;
yıkımlarınızın sonunda, temenni edilmemiş başka bir yıkımın
belireceği bir geleceğin dehşeti..., selâmetin dehşeti, bir aziz
haline gelmenin dehşeti...
Kusurlarına bayılan kişi, ıstıraplarının ona
hazırlayabileceği bir çehre değişikliğinden kaygıya düşer.
Aşkın bir ışık içinde yok olmaktan... Öyleyse karanlıkların
mutlağına doğru, avanaklığın tatlılıklarına doğru yollanmak
yeğdir...
EĞİK HAÇ
Yüce Salmigondis, Hıristiyanlık ayakta kalmaya devam
edemeyecek kadar derindir- özellikle de fazla murdardır:
Yüzyılları sayılıdır. İsa günden güne yavanlaşır, buyruklar da
yumuşaklığı da rahatsız eder, mucizeleri ve tanrısallığı
tebessümlere yol açar. Haç eğilir: simgeyken tekrar madde
haline gelir... ve aşağılık ya da saygıdeğer farkı olmaksızın
her şeyin çürüdüğü ayrışma düzenine girer. İki bin yıllık bir
başarı! En kıpırdak hayvanın muazzam tevekkülü... Ama
sabrımız taşma noktasına gelmiştir. Bir saniyeliğine bile olsa -
herkes gibi- samimî bir biçimde Hıristiyan olabilmiş olmam
fikri beni hayrete düşürmektedir. Kurtarıcı canımı sıkıyor.
Semavi zehirlenmelerden arınmış bir evren düşlüyorum,
haçsız ve imansız bir evren.
Artık dinin olmayacağı, berrak ve boş insanın elinde
uçurumlarına işaret etmek için artık hiçbir kelimenin
kalmayacağı ânı öngörmemek mümkün mü? - Bilinmeyen
bilinen kadar soluk olacaktır; her şeyde bir ilgi ve lezzet
noksanlığı çekilecektir. Bilgi’nin yıkıntıları üzerinde, bir
mezarlık rehaveti bizi hayaletlere çevirecektir, aydan gelme
Meraksızlık kahramanlarına...
İLAHİYAT
Keyfim yerinde: Tanrı iyi. Ağlamaklıyım: Tanrı kötü.
İlgisizim: Tanrı tarafsız. İçine girdiğim haller O’na mütekabil
sıfatları verir; bilgiyi sevdiğimde O her şeyi bilir, kuvvete
taptığımda da O her şeye kadirdir. Şeyler bana var gibi mi
görünmektedir? Var olurlar. Bana yanılsama gibi mi
görünmektedirler? Buharlaşırlar. Bin gerekçe O’nu destekler,
bin gerekçe de yok eder; coşkularımla canlanıyorsa da
hırçınlıklarımla soluksuz kalır. Bundan daha değişken bir
suret yaratamazdık: O’ndan bir canavarmış gibi çekiniriz ve
O’nu bir haşere gibi ezeriz; ilâhlaştırırız O’nu: varlık O olur.
O’nu reddederiz: hiçlik O olur. Dua, Yerçekimi’nin yerini bile
alsa O’na evrensel bir süre temin edemezdi: Daima
anlarımızın keyfine kalırdı. O’nun alınyazısı, ancak safların
ya da geri zekâlıların gözünde değişmez olmaktır. Tek bir kez
incelendiğinde ne olduğu açığa çıkmaktadır: yararsız dava,
anlamsız mutlak, dangalakların patronu, yalnızların eğlencesi,
ruhumuzu eğlendirip eğlendirmemesine ya da coşkularımıza
musallat olup olmamasına göre saman çöpü ya da hayalet.
Cömert olduğum zaman: sıfatlarla şişer. Acılaştığımda:
yokluğu ağır gelir. Onu bütün biçimleriyle yaşadım: ne
meraka ne araştırmaya dayanır, esrarı, sonsuzu değer
kaybeder; parıltısı solar; itibarı ufalır. Üzerinden çıkarmak
gereken lime lime bir kostümdür: Paçavralar içindeki bir
tanrıyla nasıl hâlâ örtünülür? Yoksunluğu, can çekişmesi
yüzyıllara yayılarak uzar; ama bizden sonra hayatta
kalmayacaktır, yaşlanmaktadır: Onun iniltileri bizden önce
duyulacaktır. Sıfatları tükendiğinde artık kimsenin ona yeni
sıfatlar uydurmaya takati kalmayacaktır; bu sıfatları
özümsemiş ve sonra atmış olan yaratık da hiçlik içinde en
büyük icadına kavuşacaktır: Yaratıcısına.
METAFİZİK HAYVAN
Nevrozun ruha ve kalbe soktuğu her şeyi, orada bıraktığı
bütün marazı izleri, beraberinde getirdiği bütün murdar
gölgeleri silebilseydik keşke! Yüzeysel olmayan şey kirlidir.
Tanrı: Barsaklarımızdaki endişenin ve fikirlerimizdeki
guruldamanın ürünü... İnanma fiili denen o kirlenme
taliminden, bir tek Boşluk özlemi korur bizi. Görünüm
Sanatı’nda, hedeflerimize ve felâketlerimize ilgisiz olmada,
ne biçim bir duruluk vardır! Tanrı’yı düşünmek, zikretmek,
O’na yönelmek ya da maruz kalmak, - kaçık bir vücudun ve
bozum olmuş bir ruhun hareketleri! Asil bir biçimde yüzeysel
devirler -Rönesans, 18. yüzyıl- dini parmaklarında oynattılar,
onun giriş taksimlerini küçümsediler. Ama heyhat!
Coşkularımızı ve kavramlarımızı karartan bir ayaktakımı
hüznü vardır içimizde. Beyhude yere dantel gibi bir evren
düşleriz; derinliklerimizden gelen, kangrenimizden gelen
Tanrı - bu güzellik düşünü kötüye kullanır.
İçimizde barındırdığımız kokuşmuşluk yoluyla metafizik
hayvan oluruz. Düşünce tarihi: Düşkünlüklerimizin geçit
resmi. Ruh’un yaşamı: Art arda gelen başdönmeleri.
Sağlığımız mı bozuluyormuş? Bunun acısını evren çeker ve
hayatdoluluğumuzun düşüş çizgisini izler.
“Niçin”ini “nasıl”ını geveleyip durmak; ikide bir Sebep’e
-ve bütün sebeplere- kadar gitmek, işlevlerde ve melekelerde
bir karışıklık olduğunun göstergesidir; bunun da sonucunda
“metafizik sayıklama” gelir-uçurum bunaklığı, bunaltı içinde
yuvarlanma, esrarın nihaî çirkinliği...
HÜZNÜN DOĞUŞU
Dinî tabiatta olmayan hiçbir derin tatminsizlik yoktur:
Düşkünlüklerimiz, cenneti kavrama ve ona yönelmedeki
yetersizliğimizden, rahatsızlıklarımız da mutlakla olan
ilişkilerimizin kırılganlığından gelir. “Tamamlanmamış bir
dinî hayvanım, bütün dertleri iki misli fazla çekiyorum” -
insanın kendini teselli etmek için tekrarladığı, Düşüş’ün baş
sözü. Ancak Düşüş’ü hiç başaramadığından, gülünç olma
pahasına, aydınlatıcı tavsiyesini izlemeye kararlı bir biçimde
ahlâka başvurur. “Artık hüzünlü olmamaya karar ver,”
cevabını alır. Ve İyi’yle Ümit’in evrenine girmeye çabalar...
Ama çabaları etkisizdir ve tabiata aykırı’dır: Hüzün
mahvoluşumuzun köküne kadar dayanır... hüzün ilk günahın
şiiridir...
BİR MANASTIRDAN SAYIKLAMALAR
İsrafa ve bozguna âşık olan imansız için, bu mutlak
gevişçilerinin görüntüsünden daha şaşırtıcı bir şey olamaz...
Teyit edilemeyende böylesine sebat göstermeyi, bulanıklığa
onca dikkat ve bunu kavrama için onca coşkuyu nereden
bulurlar? Onların kesinliklerinden de huzurlarından da hiçbir
şey anlamam. Mutludurlar ve öyle oldukları için sitem ederim
onlara. Bari birbirlerinden nefret etselerdi! Ama “ruh”larına
kâinattan da fazla değer verirler -bu yanlış değerlendirme
muazzam bir saçmalıktaki fedakârlıkların ve feragatlerin
kaynağıdır. Biz tesadüflerin ve âsabımızın keyfince devamsız
ve sistemsiz tecrübelerde bulunurken, onlar sadece bir
tecrübede, usandırıcı bir yeknesaklık ve derinlikteki hep aynı
tecrübede bulunurlar. Bunun konusunun Tanrı olduğu
doğrudur; ama buna hâlâ nasıl bir ilgi duyabilirler? Hep
kendinin benzeri olan aynı tabiattaki sonsuz, kendini pek
yenilemez; şöyle bir geçerken düşünebilirdim onu, ama
saatleri bununla doldurmak!
...Daha henüz gün doğmadı. Hücremden sesler
işitiyorum, sıradan bir Latin semasına sunulan yüzyıllık
nakaratlar. Gecenin daha erken saatlerinde Kilise’ye doğru
telâşlı adımlar duyuluyordu. Sabah çanları! Bizzat Tanrı bile
kendi âyinine katılsa, böyle bir soğukta aşağı inmezdim! Ama
her halükârda olması gerek; yoksa O’na tapmak için
tembelliklerinden silkinen bu etten yaratıkların fedakârlıkları
öylesine boşuna olurdu ki, akıl bunun düşüncesine tahammül
edemezdi. İnanmayanı hayretlere düşüren ve onca çabaya bir
anlam ve bir yararlılık atfetmeye onu mecbur eden bu
sürmenajla mukayese edildiğinde, ilâhiyatın delilleri koftur.
Bu gönüllü uykusuzluklar üzerine estetik bir bakış açısına
boyun eğmezse ve bu uykusuz gecelerin boşunalığında,
devasa bir macerayı, bir anlamsızlık ve ürküntü Güzelliği’ne
doğru bir girişimi görmezse tabii... Hiç kimseye yönelik
olmayan bir duanın ihtişamı! Ama birşey olmak zorundadır:
O Muhtemel kesinliğe dönüştüğü zaman, büyük mutluluk
artık sadece basit bir kelime değildir; her ne kadar yokluğa
karşı tek cevabın yanılsamada bulunduğu doğruysa da.
Mutlak düzlemde lütuf olarak adlandırılan bu yanılsamayı
nasıl elde etmişlerdir? Dünyadaki hiçbir ümidin bize
gördürmediği şeyi hangi ayrıcalıkla ümit etmektedirler? Her
şeyin bize vermeyi reddettiği ebediyete hangi hakla
yerleşmektedirler? Bu mal sahipleri -şimdiye kadar
rastladığım tek hakikî mal sahipleri- hangi ince kaçamağın
yardımıyla esrarı kendilerine mal edip bundan
yararlanmaktadırlar? Tanrı onlara aittir: Ellerinden kapmayı
denemek boşuna olurdu: Onu ele geçirme yöntemlerini
kendileri de hiç bilmezler. Günlerden bir gün inanmışlardır.
Biri, basit bir davetle kabul etmiştir: Bilincinde olmadan da
inanıyordur zaten. Bilincine vardığında ise giysiyi
kuşanmıştır. Bir diğeri ise ıstıraplar yaşamıştır: Ani bir ışıkla
kesilmiştir bu ıstıraplar. İman istenemez; tıpkı bir hastalık gibi
içinize sızar ya da yakalar sizi; hiç kimse ona söz
geçiremezdi; buna yazgılı değilsek temenni etmek de
saçmadır. Ya mümiııizdir ya değil, tıpkı ya deli ya normal
olduğumuz gibi. - Ne inanabilirim ne de inanmayı
arzulayabilirim: Hiç öznesi olamadığım sayıklama biçimidir
iman... İnanmayanın konumu da mümininki kadar akıl sır
almazdır. Kendimi hayal kırıklığına uğrama zevki’ne
veriyorum: Yüzyılın tam da özüdür bu; Şüphe’nin üzerine
sadece ondan doğan hoşluğu koyarım...
Bütün bu pembe veya kansız keşişlere şöyle cevap
veririm: “Boşu boşuna ısrar ediyorsunuz. Ben de semaya
doğru baktım, ama hiçbir şey görmedim orada. Beni ikna
etmekten vazgeçin: Bazı defalar Tanrı’yı tümdengelim
yoluyla bulabilsem de, O’nu yüreğimde hiç bulamadım:
Bulabilseydim de, sizi yolunuzda ya da yüz
buruşturmalarınızda, hele o âyin ve akşam duası balelerinizde
izleyemezdim. Esersizliğin nefasetini hiçbir şey aşamaz:
Dünyanın sonu bile gelse uygunsuz bir saatte yatağımdan
çıkmazdım: O zaman gecenin ortasında uykumu Belirsiz’in
sunağında feda etmeye nasıl koşarım? Lütuf beni bulandırsa
ve vecdler beni durmadan titretse bile, birkaç kinaye
eğlenmeme yeterdi. Yok hayır, görüyorsunuz ya, dualarımda
kıkırdamaktan ve iman yoluyla kendimi inanmazlıktan da
fazla lanete uğratmaktan korkardım. Bu çaba fazlasını benden
esirgeyin: Her halükârda omuzlarım göğü kaldıramayacak
kadar bezginler...”
İTAATSİZLİK ALIŞTIRMALARI
Tanrının, eserinin bayağılığından, seni tütsüleyen ve sana
benzeyen o mayışık kurtçuklardan nasıl tiksiniyorum! Senden
nefret ederek krallığının şekerlemelerinden, kuklalarının boş
laflarından kurtuldum. Kıvılcımlarımızı ve isyanlarımızı
bastıran, alevlenmelerimizi söndüren itfaiyeci,
bunaklıklarımızın memuru sensin. Seni bir formüle sürmekten
de evvel, püf noktalarını ayaklar altına aldım, dümenlerini ve
sana bir Açıklanamaz kılığı oluşturan bütün o hünerleri
horgördüm. Bağışlayıcılığının kölelerinden esirgediği hıncı
bana bol bol verdin. Sadece senin hiçliğinin gölgesinde
dinlenmek mümkünken, bir hödüğün selamete varmak için
kendini senin ya da taklitlerinin eline bırakması yeter.
Hempalarından mı şikâyet edeyim, kendimden mi? Hepimiz
dosdoğru senin beceriksizliğinden geliriz: bir tutam, azıcık,
önemsiz— Yaratılış’ın, senin bocalamanın sözcükleri...
Yokluğun berisinde denenmiş olan her şey arasında, şu
dünyadan daha acınası bir şey var mıdır? Onu tasarlayan fikir
haricinde. Bir şeyin soluk aldığı her yerde fazladan bir
sakatlık olur: Olma dezavantajını teyit etmeyen hiçbir çarpıntı
yoktur; ten beni dehşete düşürür: Şu adamlar, şu kadınlar,
spazmlar sayesinde homurdanan sakatat... ; artık gezegenle
akrabalık yoktur: Her an, ümitsizliğimin sandığına atılan bir
oydur sadece.
Eserin ister bitsin ister uzasın, ne önemi var! Beceriksizce
girişmiş olduğun şeyi astların bitiremezlerdi. Onları
daldırdığın körlükten çıkacaklardır yine de, ama intikam
alacak kuvvetleri olacak mıdır? Ya senin kendini savunacak
kudretin? Bu soy paslanmıştır, sen daha da paslanmışsındır.
Düşman’ına doğru dönerek, onun senin güneşini çalıp başka
bir evrene asacağı günü bekliyorum.
BİLGİNİN DEKORU
Doğrularımız atalarımızınkilerden daha değerli değildir.
Onların mitoslarının ve simgelerinin yerine kavramlar
koymuş olmakla kendimizi ilerlemiş zannederiz; ama bu
mitoslar ve simgeler, bizim kavramlarımızdan daha az şey
ifade etmezler. Hayat Ağacı. Yılan, Havva ve Cennet, tıpkı
Hayat, Bilgi, Eğitim ve Bilinçsizlik kadar anlamlıdırlar.
Kötülükle iyiliğin mitolojideki somut tasvirleri, ahlak ilminin
Kötü ve İyi’si kadar ileti gider. Bilgi -derininde- hiçbir zaman
değişmez: Yalnızca dekoru çeşit arzeder. Aşk Venüs’süz,
savaş Mars’sız devam eder; tanrılar artık olaylara müdahale
etmiyorlarsa da, bu olaylar ne daha fazla açıklanabilir, ne de
daha az şaşırtıcı olurlar: Yalnızca, eski efsanelerin şatafatının
yerini bir formül takımı alır; insan hayatının sabit nitelikleri
bilim tarafından nakli manzum anlatılardan daha derin bir
biçimde kavranılmadığı için, bu sabitler değişikliğe
uğramaz...
Modern kendini-beğenmişliğin haddi hududu yoktur:
Kendimizi bütün geçmiş yüzyıllardan daha aydınlanmış ve
daha derin zannederiz; bir Buda’nın öğretisinin binlerce
varlığı yokluk meselesinin karşısına getirdiğini unutarak, bu
meseleyi bizim keşfettiğimizi hayal ederiz; çünkü (elimlerini
değiştirmiş ve içine bir parçacık teferruatlı bilgi katmışızdır.
Fakat hangi Batılı düşünür bir Budist rahiple mukayeseyi
kaldırabilir ki? Kendimizi metinlerin ve terminolojilerin
içinde kaybederiz: Tefekkür, modern felsefede bilinmeyen bir
veridir. Eğer entelektüel bir edebi muhafaza etmek istersek,
uygarlık hayranlığını zihnimizden defetmemiz gerekir, Tarih
batıl inancını da... Büyük meseleler konusunda, atalarımızın
ya da daha yakın seleflerimizin karşısında hiçbir
üstünlüğümüz yoktur: Her şey daima bilinmiştir, en azından
Esasla ilgili olarak; modern felsefe Çin. Hindu ya da Yunan
felsefelerine hiçbir şey katmaz. Zaten yeni mesele olamazdı;
bizi bunun aksine inandırmak isteyen saflığımıza ya da
şişinmemize rağmen... Fikirler oyunu’nda, Çinli ya da
Yunanlı bir sofistle denk olabilen çıkmış mıdır hiç?
Soyutlamada gözüpekliği onlardan daha uzağa kim
vardırmıştır? Düşüncenin bütün uç noktalarına hepten
varılmıştır -hem de bütün uygarlıklarda. Yepyenilik iblisinin
baştan çıkardığı bizler, düşünmeye kalkışan ilk maymunun
takipçileri olduğumuzu çok çabuk unuturuz.
İP
Nasıl oldu hatırlamıyorum, şöyle bir sır devşirmiştim: “Halsiz
ve sıhhatsiz, tasarısız ve hatırasız, üzerinde güneşi ve iç
çekişleri unuttuğum bir kuru döşekten başka şeyim olmadan,
geleceği ve bilgiyi kendimden uzaklaştırdım. O döşekte
uzanık kalır ve saatleri sayarım; etrafta, kendimi mahvetmeye
çağıran aletler, nesneler. Çivi fısıldıyor bana: Kalbini del,
çıkacak azıcık kan seni ürkütmemeli. - Bıçak laf
dokunduruyor: Ağzım şaşmazdır: Bir saniyede vereceğin
kararla sefaleti de utancı da alt edersin. Pencere, sessizliğin
içinde gıcırdayarak tek başına açılıyor: Yoksullarla sitenin
tepelerini paylaşıyorsun; atılsana, açılmamın değerini bil: Göz
açıp kapayıncaya kadar, kaldırım taşının üzerinde, hayatın
anlamıyla ve anlamsızlığıyla beraber pestilin çıkacak. - Bir ip
de ideal boynu bulmuş gibi, yalvarıcı bir gücün tonuna
bürünerek dolanıyor: Seni daima bekledim; senin korkularına,
yılgınlıklarına ve hırçınlıklarına şahit oldum; buruşmuş
örtülerini, kudurmuşluğunla ısırdığın yastığı gördüm; tanrıları
taltif ettiğin sövgüleri işittim. Merhametli olduğumdan senin
için üzülüyorum ve sana hizmetlerimi sunuyorum. Zira
şüphelerine bir cevap ve ümitsizliklerinden bir kaçış bulmaya
burun büken herkes gibi, sen de kendini asmak için
doğmuşsun.”
MEZARTAŞI KİTABESİ
“Asla yönetmeme, elinde hiçbir şeyi ve hiç kimseyi
bulundurmama kibrinde oldu. Astsız, efendisiz, ne emir verdi
ne emir aldı. Yasaların hükümdarlığından çıkarak ve iyilikle
kötülüğün öncesindeymiş gibi, hiçbir canlıya acı çektirmedi.
Hafızasından şeylerin adları silindi; algılamadan bakmıştı,
işitmeden dinlemişti: Burun deliklerine ve damağına
yaklaştırdığı kokular ya da ıtırlar dağılmıştı. Duyuları ve
arzuları onun tek köleleri oldu: Pek hissetmediler,
arzulamadılar. Mutluluğu ve mutsuzluğu, susamışlığı ve
ürküntüleri unuttu; hatırladığı zamanlar olduğunda da, bunları
adlandırmayı ve böylelikle ümide ve pişmanlığa kadar
düşmeyi horgörmüştü. En ufak hareket bile, bir imparatorluk
kuranların ya da yıkanların gösterdiği çaba gibi bir çaba
gerektirmişti onun için. Doğmaktan bezmiş olarak doğduğu
için, gölge olmak istedi: Peki ne zaman ve hangi doğumun
kusuruyla yaşadı? Canlıyken kefenini taşımışsa da, hangi
mucizeyle ölmeyi başardı?”
İRADENİN ÇALKANTILARI
Arzularınıza hiçbir şeyin direnmediği, mukadderatla
yerçekiminin hükümdarlıklarını kaybettikleri ve iktidarınızın
büyüsü önünde uçup gittikleri o yakıcı iradeyi bilir misiniz?
Bakışınızla bir ölüyü dirilteceğinizden, elinizi üzerine
koysanız maddeyi titreteceğinizden, sizinle temasa geçseler
taşların çırpınacağından, bütün mezarlıkların bir ölümsüzlük
tebessümüyle ışıl ışıl olacağından eminsinizdir - kendi
kendinize şöyle tekrarlarsınız: “Bundan sonra sadece ebedi
bir ilkbahar olacak; bir mucizeler dansı ve tüm uykuların
sonu. Başka bir ateş getirdim: Tanırlar soluklaşıyor ve
yaratıkların ağzı kulaklarına varıyor; kubbeleri iç acısı ele
geçirdi ve şamata mezarlara kadar indi.”
...Soluk soluğa kalmış olan doruk düşkünü, sustuktan
sonra, bir dingincilik vurgusuyla terk sözleri etmeye başlar
yeniden:
“Şeylere aktarılan o uyuşukluğu, usareleri kansızlaştıran
ve onlara diğer mevsimleri alt eden bir sonbahar düşleten o
gevşekliği hissettiniz mi hiç? Benim geçtiğim yerdeki limitler
uykuya dalar, çiçekler solar; her şey, istemiş olmanın
pişmanlığını çeker. Ve her varlık bana fısıldar: ‘İster Tanrı
olsun, ister sümsüğün teki, benim hayatımı başkasının
yaşamasını dilerdim. Bireylemsizlik iradesi için,
başlatılmamış bir sonsuzluk için, unsurların vecdî bir
tonsuzluğu için, domuzdan kızböceğine kadar her şeyi
gevşetecek bir güneşin tam altında bir kış uykusu için can
atıyorum... “
IYILIK TEORISI
“Sizin için ne nihaî bir ölçüt, ne de bozulmaz bir ilke
bulunduğuna, ve hiçbir tanrı olmadığına göre, bütün
cinayetleri işlemenize mâni olan nedir?”
— “Kendimde, herhangi birindeki kadar kötülük
olduğunu fark ediyorum, ama eylemden -bütün kusurların
anasından- tiksindiğimden, hiç kimse için acı nedeni değilim.
Zararsız ve tokgözlü olduğum, ötekilere meydan okuyacak
enerji ve patavatsızlıkta da olmadığım için, dünyayı
bulduğum halde bırakıyorum. Öç almak, her an uyanık
olmayı ve sistemli bir zihni, pahalıya mal olan bir devamlılığı
gerektirir; oysa bağışlamanın ve horgörünün ilgisizliği,
saatleri hoş bir şekilde boş kılar. Bütün ahlâklar iyilik için
birer tehlikedir; iyiliği yalnızca ihmal kurtarır. Avanağın
ağırkanlılığını ve meleğin ihtirassızlığını tercih ederek
kendimi fiillerin dışına çıkardım; iyilik de hayatla
bağdaşmadığından, iyi olmak için kendimi ayrıştırdım.”
ŞEYLERİN PAYLARI
Bir artdüşüncesi olmadan kendini herhangi bir şeye vermek
için hatırı sayılır ölçüde bilinçsizlik gerekir. İnananlar, âşıklar
ve müritler tanklarının, ilâhlarının ve ustalarının sadece bir
yüzünün farkındadırlar. Ateşli taraftar, sıyrılamayacağı
biçimde safdil kalır. İçinde zarafet ve avanaklık karışımının
sırıtmadığı bir saf duygu var mıdır? Bir zekâ tutulmasına
uğramadan ağzı açık hayran olmak mümkün müdür peki? Bir
varlığın veya bir şeyin bütün veçhelerini aynı anda sezinleyen
kişi, hamle yapmayla hayrete düşme arasında hepten kararsız
kalır. Herhangi bir inancı derinlemesine inceleyin: Ne biçim
bir gönül şatafatıdır - altında da ne çok rezillik vardır! Bir
lâğımın içinde düşlenmiş sonsuzluktur bu; izini ve leş gibi
kokusunu da silinmez bir şekilde muhafaza etmektedir. Her
azizin içinde bir noter vardır, her kahramanda bir bakkal, her
şehitte de bir kapıcı... İç çekişlerin dibinde bir yapmacık
gizlenmektedir; kendini adamalara ve sofuluğa, yeryüzü
genelevinin ateş basmaları karışmaktadır. - Aşkı seyreyleyin:
Ondan daha soylu bir iç dökme yolu, daha az şüphe uyandıran
bir nöbet var mıdır? Titremeleri müzikle yarışır, yalnızlığın ve
vecdin gözyaşlarıyla rekabete girer: Yüceliktir bu; fakat idrar
yollarından ayrılmaz bir yüceliktir: dışkıların komşusu,
salgıbezleri seması, deliklerin ani azizliği... Silkinen bu
sarhoşluğun sizi fizyolojinin pislikleri içine fırlatması için bir
dikkat ânı kâfidir; ya da, bu kadar ateşliliğin sadece bir sümük
çeşitliliği ürettiğini saptamak için bir bıkkınlık ânı... Sarhoş
olduğumuz zamanlardaki uykusuz bekleme hali sarhoşluğun
tadını kaçırır ve buna maruz kalanı, gönül gözüyle gören ve
dile gelmez bahaneleri ayaklar altına alan bir kişiye
dönüştürür. Aynı zamanda hem sevip hem bilmek olmaz; aşk
da bundan zarar görür, zihnin bakışları altında miadını
doldurur... Hayranlıklarınızı eşeleyin, tapındığınız şeyden
istifade edenleri, vazgeçtiklerinizden faydalananları dikkatle
inceleyin: En çıkar gözetmeyen düşüncelerinin altında
kendini sevmeyi, şöhret dürtüsünü, nüfuza ve iktidara
susamışlığı keşfedeceksiniz. Bütün düşünürler eylem
ratesidirler ve kavramları araya sokarak başarısızlıklarının
intikamını alırlar. Fiilin berisinde doğmuşlardır ve onu
göklere çıkarır ya da yererler; insanlar tarafından tanınmaya,
ya da diğer şöhret biçimi olan nefret edilmeye özenmelerine
bağlıdır bu... Kendi yetersizliklerini, kendi sefaletlerini yasa
mertebesine, kendi nafileliklerini bir ilke düzeyine
yükseltirler yersizce. Tıpkı aşk veya inanç gibi düşünce de bir
yalandır. Zira doğrular birer hile, birer ihtiras kokusudur;
eninde sonunda da yalan söyleyen ile kötü kokan arasında bir
tercih yapmaktan başka yolumuz yoktur.
ZAAFIN HARİKALARI
Bir düşünüre -kendini dünyadan ayırt etmek için- muazzam
bir sorgulama zahmeti gerekirken, bir kusurun ayrıcalığı, tekil
bir alınyazısını hemen vermesidir. Zaaf -yalnızlığın telafisi-,
onun damgasını yemiş kişiye ayrık bir koşulun yetkinliğini
sunar. Eşcinsele bakınız: İki çelişik duygu esinler: Tiksinti ve
hayranlık. İçine düştüğü durum onu başkalarından hem aşağı
hem üstün kılar; kendini kabul etmez, her an kendini haklı
gösterir, kendine nedenler icat eder, utançla gurur atasında
kalmıştır; bununla birlikte, dünyaya çocuk getirme
aptallıklarının ateşli taraftarları olan bizler, sürüyle birlikte
yürürüz. Hiç cinsel sırrı olmayanların vay haline!
Sapkınlıkların pis kokulu avantajlarını nasıl tahmin
edebilirdik? İlelebet tabiatın dölleri, yasalarının kurbanları, en
nihayetinde de insanî ağaçlar olarak mı kalacağız?
Bireyin yetersizlikleri bir uygarlığın esneklik ve incelik
derecesini belirler. Nadir duygular zihne yöneltir ve onu
harlandırır: Yolunu yitirmiş içgüdü barbarlığın karşı ucunda
yer alır. Bunun sonucu olarak da güçsüz biri, sarsılmaz
reflekslere sahip bir hödükten daha karmaşıktır; insanın, o
zooloji kaçkını hayvanın özünü herkesten daha iyi hayata
geçirir; bütün kifayetsizlikleriyle, bütün imkânsızlıklarıyla
zenginleşir. Kusurları ve zaaftan ortadan bertaraf edin, tensel
kederleri ortadan kaldırın, artık hiçbir ruhla karşılaşmaz
olursunuz; zira böyle adlandırılan şey, içsel rezaletlerin bir
ürünüdür sadece; esrarengiz utançların tespiti, tiksinçliğin
ülküselleştirilmesidir...
Düşünür, safdilliğinin derinliklerinde, tabiata zıt her şeyin
elinde olan bilme imkânlarını kıskanır; “canavarlardın
ayrıcalıklarına inanır - iğrenmeden de olmaz bu... Zaaf bir
ıstırap olduğundan ve zahmete değen tek şöhret biçimi
olduğundan, zaaf düşkünü kişi zorunlu olarak sıradan
insanlardan daha derin “olmalıdır”, çünkü sözle
anlatılmayacak kadar ayrılmıştır hepsinden; ötekilerin bittiği
yerden başlar o...
Apaçık gerçeklikten alınan tabiî bir zevk kendi kendini
iptal eder, kendi yollarında tüketir kendini, güncelliği içinde
miadı dolar; oysa uygunsuz ihsas düşünülmüş ihsastır,
reflekslerde bir yansımadır. Zaaf en yüksek bilinç derecesine
ulaşır - araya felsefe girmeden; ama düşünüre, yoldan çıkmış
kişinin işe başladığı o duygusal zihin açıklığı’na ulaşmak için
bütün bir hayat gerekmektedir. Hâlbuki ötekilerden kopma
eğilimlerinde birbirlerine benzerler; ama biri kendini
tefekkürle sınırlı tutarken, diğeri sadece eğiliminin
harikalarını izler.
YOZLAŞTIRICI
“Nerede tükettin ömrünü? Bir hareketin hatırası, bir tutkunun
işareti, bir maceranın parıltısı, güzel ve firarî bir cinnet -
geçmişinde bunların hiçbiri yok; hiçbir sayıklama senin
ismini taşımıyor, seni hiçbir zaaf onurlandırmıyor. İz
bırakmadan kayıp gittin; senin rüyan neydi peki?”
— “Şüphe’yi yerkürenin derinliklerine kadar ekmek
isterdim; onun maddeye nüfuz etmesini sağlamak, zihnin hiç
girmediği yerde onun hükümdarlığını kurmak ve varlıkların
iliğine ulaşmadan önce de taşların huzurunu sarsmak, oraya
güvensizliği ve yürek kusurlarını sokmak. Mimar olsam,
Yıkım’a bir tapınak inşa ederdim; vaiz olsam, duanın
gülünçlüğünü açığa vururdum; kral olsam, başkaldırının
amblemini dikerdim. İnsanlar gizliden gizliye birbirlerinden
tiksinmeye heves ettiklerine göre, her tarafta kendine
sadakatsizliği tahrik ederdim, masumiyeti hayrete
düşürürdüm, kendine ihanet edenleri çoğaltırdım,
kesinliklerin çürüme yerinde çoğunluğun kokuşup gitmesine
engel olurdum.”
MAĞARALARIN MİMARI
İlahiyat, ahlâk, tarih ve her günkü tecrübemiz bize, dengeye
ulaşmak için sonsuz sayıda sır olmadığını öğretirler; tek bir
sır vardır: itaat etmek. “Bir boyunduruğu kabullenin,” diye
tekrarlarlar bize, “ve mutlu olursunuz; bir şey olun ve
acılarınızdan kurtulursunuz.” Gerçekten de şu dünyada her
şey meslekin: zamanın profesyonelleri, soluk almanın
memurları, ümit etmenin asilzadeleri olan bizleri doğmadan
önce bir makam beklemektedir: Kariyerlerimiz annelerimizin
karnındayken hazırlanır. Resmî bir evrenin üyeleri olarak,
sadece delilerin lehine yumuşayan katı bir kader
mekanizmasıyla bir yer işgal etmek zorundayızdır orada; hiç
değilse deliler bir inanç sahibi olmakla, bir kurumu
benimsemekle, bir fikri desteklemekle, bir girişimi
sürdürmekle yükümlü değildirler. Toplum oluştuğundan beri,
ondan kaçmayı istemiş olanlar zulme uğramıştır ya da
çeneleri kapatılmıştır. Her şeyiniz affedilir, yeter ki bir
mesleğiniz, isminizin bir alt-başlığı, yokluğunuzun üzerinde
bir damga olsun. “Hiçbir şey yapmak istemiyorum,” diye
bağırma cüreti kimsede yoktur - bir cani karşısında, fiiliyattan
azade olmuş biri karşısında olduğumuzdan daha fazla
bağışlayıcıyızdır. İtaat etme imkânlarını çoğaltmak,
özgürlüğünden feragat etmek, içindeki serseriyi öldürmek...
İnsan esaretini böyle inceleştirmiş ve hayaletlere bağlanmıştır.
Horgörülerini ve başkaldırılarını bile, tavırlarının,
hareketlerinin ve ruh hallerinin ırgatı olduğundan, onların
hâkimiyeti altına girmek için geliştirmiştir. Mağaralardan
çıkıp oradaki bâtıl inançlarını muhafaza etmiştir; onların
tutsağıyken, mimarı haline gelmiştir. İlk baştaki koşullarını
daha fazla yaratıcılık ve incelikle sürdürür; ama aslında,
karikatürünü büyülterek veya ufaltarak, yüzsüzce
aşılmaktadır. İpin ucundaki şarlatandır; burkulmaları ve yüz
buruşturmaları hâlâ yanılsamaya yol açmaktadır...
ATALETİN DİSİPLİNİ
Gündüzleyin güneş marifetiyle bir balmumu gibi eriyorum ve
geceleyin katılaşıyorum; beni paramparça eden ve beni
kendime iade eden art ardalık; cansızlık ve miskinlik içindeki
başkalaşım... Bütün okuduklarım ve öğrendiklerim buna mı
varmalıydı? Uykusuz gecelerimin sonu bu mu? Tembellik
coşkularımı köpürttü, iştahlarımı köreltti, kızgınlıklarımı
kudurttu. Kendini bırakmayan kişi bana bir canavar gibi
görünüyor: Bırakmayı öğrenirken kuvvetlerimi aşındırıyorum
ve delice heveslerimin kargısına bir Kokuşma Sanatı’nın
paragraflarını çıkararak meşgalesizlik içinde talim ediyorum.
Her tarafta isteyen insanlar..., çapsız ya da esrarengiz
hedeflere doğru koşuşturan adımların maskaralığı, çakışan
iradeler, herkes bir şey istiyor, kalabalık bir şey istiyor,
bilmem neye doğru yönelmiş binlerce insan. Onları
izleyemezdim, hele onlara hiç meydan okuyamazdım. Şaşırıp
kalının: Onlara bunca canlılığı hangi mucize vermiştir?
Olağanüstü hareketlilik: Bu kadar az ette bunca hayatdoluluk
ve histeri! Hiçbir kuruntunun teskin etmediği, hiçbir
bilgeliğin yatıştırmadığı, hiçbir burukluğun keyfini bozmadığı
o telaşe müdürleri... Tehlikelere kahramanlardan daha rahat
bir biçimde meydan okurlar: iş yararlığın bilinçsiz
havarileridir bunlar; Doğrudanlığın azizleridir… zamanın
panayırlarındaki tanrılardır...
Bunlardan yüz çeviririm ve dünyanın kaldırımlarını terk
ederim... - Bununla birlikte, fatihlere ve arılara hayranlık
duyduğum, az kalsın ümitleneceğim bir zaman da oldu; ama
şimdi, hareket beni şaşkına çeviriyor ve enerji beni
hüzünlendiriyor. Kendini dalgalara bırakmakta, onlara karşı
koymaktan daha çok bilgelik var. Kendimden yetim kalmış
bir halde, Zaman’ı bir çocuksuluk ya da bir zevk noksanlığı
gibi hatırlıyorum. Arzusuz, arzuları açtıracak ömürden
yoksun, her zaman için kendimden sonra hayatta kalmış
olmanın eminliği var bende yalnızca; daha gözkapakları
açılmadan her yerde mevcut bir budalalığın kemirdiği, zihin
açıklığıyla ölü doğmuş bir cenin...
NİHAİ YIPRANMA
En tiksinç sokak orospusuyla yarışan bir şey vardır; pis,
aşınmış, süklüm püklüm olan ve kızgınlığı tahrik edip huzuru
bozan bir şey - öfkelenmenin bir doruk noktası ve her an
kullanılan bir mal: Kelime’dir bu; daha açık olarak da
yararlandığımız kelime. Ağaç derim, ev, ben, harika, aptal
derim; herhangi bir şey diyebilirdim; bütün isimlerin ve bütün
sıfatların, bütün bu saygıdeğer geğirtilerin katili olacak birini
düşlerim. Bazen bana, ölmüşler de hiç kimse onları gömmek
istemiyormuş gibi gelir. Korkaklıktan, onlara hâlâ canlı
nazarıyla bakarız ve burnumuzu tıkamadan kokularına
tahammül etmeyi sürdürürüz. Hâlbuki yokturlar, artık hiçbir
şey de ifade etmemektedirler. Kullanıldıktan tüm ağızları,
onları yozlaştıran tüm solukları, tüm sarfedilme fırsatlarını
düşündüğümüzde, onunla kirlenmeksizin hâlâ tek bir kelime
kullanabilir miyiz?
Hepsi ağızlarda çiğnendikten sonra atılır bizim önümüze:
Hâlbuki başkaları tarafından çiğnenmiş bir yiyeceği yutmaya
cesaret edemezdik: Söz kullanımına tekabül eden maddî fiil
yüreğimizi kaldırır; yine de herhangi bir sözün altında
yabancı bir tükürüğün tadını algılamamız için bir hırçınlık ânı
kâfi gelir.
Dili tazelemek için insanlığın konuşmayı bırakması
gerekirdi: İşaretlerden yararlanır, ya da daha etkili bir biçimde
sessizliğe başvururdu. Kelime fuhuşu, onun
aşağılıklaşmasının en görünür belirtisidir; artık ne
eldeğmemiş bir sözcük vardır, ne de saf bir dillendirme; hatta
anlamlandırılan şeyler de dahil, tekrarlana tekrarlana değer
kaybeder her şey. Hiç değilse nesnelere başka bir usare
vermek için, neden her nesil yeni bir ağız öğrenmesin? Kanı
çekilmiş simgelerle, nasıl sevilir ve nefret edilir? Nasıl
eğlenilir ve acı çekilir? “Yaşam”, “ölüm” - metafizik
basmakalıplar, geçersizleşmiş muammalar... İnsan kendine
yeni bir gerçeklik yanılsaması yaratmalı ve bu amaçla başka
kelimeler icat etmeliydi; çünkü elindekiler kansızlaşmıştır ve
can çekişme safhalarında artık aktarım mümkün değildir.
AHLÂKÇILARIN IÇYÜZÜ
Evreni hüzünle tıka basa doldurduğumuz zaman, zihni
alevlendirmek için tek bir neşe kalır bize; imkânsız olan ve
nadir görülen o başdöndürücü neşe... Ümidin büyüsüne de
artık ümit etmediğimiz zaman maruz kalırız: Hayat - kafayı
ölüme takanlar tarafından canlılara sunulan hediye...
Düşüncelerimizin yönü yüreklerimizinkiyle aynı
olmadığından, ayak altına aldığımız her şeye gizliden gizliye
bir eğilim besleriz. Filanca, dünya makinasının gıcırtısını
kaydeder: Kubbeler’in çınlamasını fazla düşlemiş
olmasındandır bu - bunları duyamadığından, sadece etraftaki
patırtıyı dinleyerek alçalır. Buruk laflar incinmiş bir
hassasiyetten, zedelenmiş bir incelikten gelir. Bir La
Rochefoucauld’nun, bir Chamfort’un zehri, hödükler için
yontulmuş bir dünyadan aldıkları rövanş olmuştur. Her
burukluk bir kini saklar ve bir sistemle tercüme olunur:
Kötümserlik-beklentilerini boşa çıkarmasından ötürü hayatı
affedemeyen mağlupların o zalimliği.
KAHRAMANLARIM
İnsan gençken kendine kahramanlar arar: Benimkiler de oldu:
Heinrich von Kleist, Caroline de Guenderode, Gdrard de
Nerval, Otto Weininger... İntiharlarından sarhoş bir halde,
sadece onların sonuna kadar gitmiş olduklarından, karşılıksız
veya doyasıya yaşadıkları aşklarının, delişmen bilinçlerinin
ya da felsefi sabırsızlanmalarının doğru sonucunu ölümle
çıkardıklarından emindim. Bir insanın ihtirasından fazla
yaşaması, onu benim gözümde horgörülmeye lâyık ve iğrenç
kılmaya yetiyordu: İnsanlığın bana fazla geldiği de
söylenebilir: Onda az sayıda büyük karar ve öyle bir
yaşlanmaya teşnelik görüyordum ki yüz çeviriyordum;
otuzuma gelmeden bu işi bitirmeye karar vermiştim. Fakat
yıllar geçtiğinden, gençliğimin gururunu kaybediyordum: Her
gün, bir tevazu dersi gibi, hâlâ hayatta olduğumu, hayatın
çürüttüğü insanların arasında rüyalarıma ihanet ettiğimi
hatırlatıyordu bana. Artık var olmama beklentisinden bitkin
düşmüştüm, bir aşk gecesinin üzerinde şafak söktüğü zaman
vücudumu ortasından ayırmayı bir görev, ve iç geçirmelerdeki
ölçüsüzlüğü hafızayla beş paralık etmeyi tarifsiz bir kabalık
addediyordum. Ya da başka anlarda, gururu göğün tahtına
çıkaran bir ferahlama içinde her şey kavranıldığında,
mevcudiyetiyle zamana hâlâ nasıl hakaret edilebilirdi? O
zaman da bir insanın utanmadan yerine getirebileceği tek işin
bayatına son vermek olduğunu; kendini, günlerin birbirini
izleyişi ve mutsuzluğun ölgünlüğü içinde küçültme hakkı
olmadığını düşünüyordum. Ölümü seçenler dışında hiç
kimsenin Tanrı’nın sevgili kulu olamayacağını tekrarlıyordum
kendime. Şimdi bile, kendini asan bir kapıcı yaşayan bir
şairden daha değerlidir gözümde. İnsan, intiharı ertelenmiş
birisidir: İşte zaferi, tek mazereti. Ama bunun bilincinde
değildir ve ölüm yoluyla kendilerinin üzerine çıkmaya cüret
edenlerin cesaretine korkaklık yaftasını yapıştırır. Son nefese
kadar gitme konusunda sessiz bir anlaşmayla birbirimize
bağlıyızdır: Dayanışmamızın harcı olan bu anlaşma yine de
bizi mahkûm eder: Bundan dolayı bütün ırkımız alçaklığın
damgasını yemiştir. İntiharın dışında hiçbir selâmet yoktur.
Tuhaf şey! Ölüm, ezelî olmasına rağmen alışkanlıklar arasına
girmemiştir: Yegâne gerçeklik olduğundan, rağbet edilen bir
şey haline gelemezdi. O halde, canlılar olarak hepimiz geri
kalmışlar’ız...
BÖNLER
Bir adamın ağzından “doğru” kelimesinin nasıl bir vurguyla
çıktığına, içine kattığı eminlik veya ihtiyat tonuna, inanma ya
da kuşkulanma havasına dikkat edin; görüşlerinin tabiatı ve
zihninin kalitesi konusunda aydınlanmış olursunuz. Bundan
daha boş bir söz yoktur; - hâlbuki insanlar bunu bir ilâh haline
getirirler ve bunun anlamsızlığını hem bir kıstasa hem de bir
düşünce hedefine dönüştürürler. Avamı mazur gösteren,
filozofun da itibarını düşüren bu bâtıl inanç, ümidin mantığı
gaspetmesinin sonucudur. Şöyle tekrarlanır size: Doğru
ulaşılmazdır; yine de aranması, ona yönelinmesi, onun için
yırtınılması gerekir. - işte sizi, onu bulduğunu iddia
edenlerden pek ayırmayan bir kısıtlama: Önemli olan, onun
mümkün olduğuna inanmaktır: Ona sahip olmak veya ona
heveslenmek, takınılan aynı tavırdan gelen iki ayrı fiildir. Şu
veya bu kelime bir istisna haline getirilir: Dile yapılan
korkunç tecavüz! Doğru’dan kanaatle söz eden her insanı bön
diye adlandırırım. Yedekte büyük harfli kelimeleri
olmasından ve bunları safça, hilesiz ve horgörüsüz
kullanmasındandır bu. Filozofa gelince, bu putperestliğe
gösterdiği en ufak kibarlık onun maskesini düşürür: içindeki
yurttaş, içindeki yalnızı alt etmiştir. Bir düşüncede su yüzüne
çıkan ümit, hüzünlendirir ya da gülümsetir... Büyük sözlere
fazla içtenlik katmada bir edepsizlik vardır: Bilgiye yönelik
her coşkunun çocuksuluğu... Ve felsefenin, Doğru’yu gözden
düşürerek tüm büyük harfli kelimelerden kurtulmasının
vaktidir.
UYKUSUZLUĞA YAKARIŞ
On yedi yaşındaydım ve felsefeye inanıyordum. Onunla
ilişkili olmayan şeyler bana günah ya da edepsizlik gibi
görünüyorlardı: Şairler mi? Nanemollaları eğlendirmeye
yakışır cambazlar. Eylem mi? Kendinden geçmiş avanaklık.
Aşk mı? Ölüm mü? Kavram olma şerefinden yan çizen
ayaktakımı bahaneleri Ruhun güzel rayihasına lâyık olmayan
bir evrenin iç bulandırıcı kokusu... Somutluk: Ne iş! Zevk
almak ya da ıstırap çekmek: Ne utanç! Bir tek, soyutlamanın
yüreği atıyormuş gibi görünüyordu: Kendimi hizmetçi kadın
hamaratlıklarına bırakıyordum; daha asil bir nesnenin bana
ilkelerimi ihlâl ettirmesi ve beni gönül düşkünlüklerinin eline
teslim etmesi korkusuyla... kendi kendime tekrarlıyordum:
Metafizikle bir tek genelev bağdaşabilir; ve - şiirden kaçmak
için- hizmetçi kızların gözleriyle sokak orospularının iç
çekişlerini kovalıyordum.
...Uykusuzluk, sen gelip de vücudumu ve gururumu
sarsınca; sen ki toy hoyratı değiştirir, içgüdülerini
ayrıntılandırır, rüyalarını körüklersin; sen ki istirahatle
sonuçlanmış günlerden fazla bilgi saçarsın ve sızlayan
gözkapaklarında isimsiz hastalıklardan veya zamanın
felâketlerinden daha önemli bir olay gibi açılırsın. Sen bana
sağlığın horultusunu, sesli unutkanlık içine dalmış insanları
işittirdin. O sırada yalnızlığım da etraftaki karanlığı içine
alıyor, ondan daha geniş bir hale geliyordu. Her şey
uyuyordu, her şey her zaman için uyuyordu. Artık şafak
yoktu: Bütün zamanların sonuna kadar uykusuz kalacağım:
Beni bekleyecekler, rüyalarımın açık alanlarının hesabını
sormak için... Her gece diğerlerinin benzeriydi, her gece
sonsuzdu. Ve kendimi bütün uyuyamayanlarla, bütün o
meçhul kardeşlerle dayanışma içinde hissediyordum. Kötü
yola düşmüşler ve bağnazlar gibi, bir sırrım vardı; onlar gibi
her şeyin bağışlanır, verilebilir ve feda edilebilir olduğu bir
topluluk oluşturabilirdim. Gözkapakları yorgunluktan
ağırlaşmış halde gördüğüm ilk kişiye deha payesi veriyordum
ve uyuyabilen bir zihne hiç hayranlık duymuyordum; ister
Devlet, ister Sanat, ister Edebiyat şöhreti olsun. Gecelerinin
intikamını almak için istirahati yasaklayan, unutkanlığı
cezalandıran, mutsuzluk ve ateşi yasalaştıran bir tirana
tapabilirdim.
İşte o zaman felsefeye başvurdum: Fakat karanlıkta teselli
eden hiçbir fikir, uykusuz bekleyişlere de direnebilen hiçbir
sistem yoktur... Uykusuzluğun tahlilleri kesinlikleri dağıtır.
Böylesi bir imhadan bitap düşüp kendi kendime
söyleniyordum: Uyumak ya da ölmek... uykuyu yeniden
fethetmek ya da yok olmak...
Fakat bu yeniden fetih kolay bir iş değildir: Buna
yaklaşıldığı vakit, gecelerin damgasını nasıl yemiş
olduğumuzun farkına varırız. Sever misiniz?.. Atılımlarınız
hepten bayağılaşacaktır; her “vecd”den, zevklerle dolu bir
dehşetten çıkar gibi çıkacaksınız; fazla teklifsiz komşunuzun
bakışlarını bir cani suratıyla karşılayacaksınız; samimî
oynaşmalarına, azmış bir şehvetin tedirginliğiyle karşılık
vereceksiniz; masumiyetine ise bir suçlu şiirselliğiyle; zira
sizin için her şey şiir haline gelecektir, ama kabahatin şiiri
olacaktır bu... Billur gibi fikirler mi? Düşüncelerin hayırlı bir
biçimde bağlanması mı? Artık düşünmeyeceksinizdir: Bir
taşma olacaktır; kıvamsız ve devamsız bir kavramlar lavı,
kusulmuş ve saldırganlaşmış, bağırdan çıkmış kavramlar; ruh,
âsabın kurbanı ve konu dışı olduğundan, tenin kendini
çarptırdığı cezalar... Her şeyden ıstırap çekeceksinizdir, hem
de ölçüsüzce: Esintiler size bora gibi görünecektir, dokunuşlar
hançer gibi, tebessümler tokat, ıvır zıvır kıyamet gibi... - Şu
ki, uykusuz geceler bitebilir, ama sizde bıraktıkları ışık
sönmez: Karanlıklarda cezasız kalmadan görülmez, bunun
öğrettikleri tehlikesiz bir şekilde derlenemez, güneşten artık
hiçbir şey öğrenemeyecek gözler vardır, gecelere hasta olan
ve bundan hiç iyileşmeyecek ruhlarda...
KÖTÜNÜN PROFİLİ
Gerektiğince kötülük yapmamış, daha ince cinayetler ve
intikamlar gerçekleştirmemiş olmasını, tepesine fırlayan
kanın buyruklarına itaat etmemiş olmasını neye borçludur?
Asabına mı? Terbiyesine mi? Muhakkak ki hayır, hele
doğuştan gelen bir iyiliğe hiç borçlu değildir bunu; bir tek
ölüm fikrinin mevcudiyetine borçludur. Hiç kimsenin hiçbir
şeyini bağışlamamaya meyilli olduğundan herkesi bağışlar, en
ufak küfür içgüdülerini tahrik eder, bir sonraki anda da unutur
onları. Kendi cesedini tahayyül etmek ve bu usulü ötekilere
uygulamak, aniden yatışması için yeter ona: çürümekte olan
şeyin çehresi onu iyi -ve ödlek- kılar. İç karartıcı saplantılar
olmaksızın hiçbir bilgelik (ne de hayırseverlik) olmaz. Var
olduğundan dolayı gurur dolu olan sağlıklı insan öç alır,
kanını ve sinirlerini dinler, önyargıları özümler, karşılık verir,
tokat atar ve öldürür. Ama ölüm ürküntüsüyle harap olmuş
zihin, dışarıdan gelen dileklere artık tepki vermez: Fiilleri
taslak halinde ve yarım bırakır; onuru düşünür ve yitirir onu...
tutkularda dener kendini ve onları teşrihe yatırır.
Hareketlerine eşlik eden bu ürküntü diriliklerini zayıflatır;
arzuları evrensel anlamsızlığın görüntüsü altında son
nefeslerini verir. Bir kanaatten dolayı değil de zoraki kinci
olduğu için, entrikaları ve cinayetleri infaz esnasında
durmuştur; bütün insanlar gibi o da içinde bir cani
saklamaktadır, ama içine tevekkül işlemiş bir canidir bu ve
düşmanlarını vuramayacak ya da kendine yeni düşmanlar
edinemeyecek kadar bezgindir. Alnını hançere yaslayıp
düşünür ve tecrübe etmeden bütün cinayetlerden hayal
kırıklığına uğramış gibidir; herkes tarafından iyi olduğuna
hükmedildiğinden, öyle olmak ona beyhude görünmese kötü
olurdu.
UYUZLAR ARASINDA
Tembelliğin vicdan azaplarını yatıştırmak için, alçalmaya ve
bayağılaşmaya sabırsızlık duyarak kenar mahallelere saparım.
Cafcaflı, pis kokulu, kıkırdayan o baldırı çıplakları tanırım;
onların pisliklerine batarak, çalçenelikleri kadar, tiksinç ağız
kokularının da tadını çıkarının. Başaranlara karşı
acımasızdırlar, dünyanın en hazin gösterisini sunsalar bile,
hiçbir şey yapmamadaki dehaları zorla hayran bırakır:
yeteneksiz şairler, müşterisiz kızlar, meteliksiz iş adamları,
salgı bezleri olmayan âşıklar, hiç kimse tarafından istenmeyen
kadınlar cehennemi... İşte nihayet insanın negatif bitişi, derim
kendime; işte tanrıyla akrabalık iddiasında olan o varlığın
çıplak hali; acınacak durumda bir mutlak kalpazanı... Buraya
varmalıydı, kendine benzeyen bu surete, tanrının hiç el
sürmediği çamura, huyunu suyunu hiçbir meleğin
değiştiremediği hayvana, homurdanmalar arasında
doğurulmuş sonsuz bir spazmdan çıkan cana... Sonlarına
gelmiş spermlerin o sağır ümitsizliklerine, türün o kasvetli
çehrelerine bakarım. Kendimi temin ederim: Katedecek
yolum vardır daha... Sonra, korkarım: Ben de bu kadar aşağı
düşecek miyim? Şu dişleri dökülmüş kocakarıdan nefret
ederim, şu mısrasız kafiyeciden, şu aşkta ve işte
kifayetsizlerden, ruhun ve tenin şu onursuzluk
örneklerinden... İnsanın gözleri beni yerle bir eder - o
enkazlarla temas içinde bir kibir yenilenmesi bulmak isterim:
Ölmediğine sevinmek için tabut içinde çalım satan bir
canlının hissedebileceğine benzer bir ürpertiyi götürürüm
beraberimde...
MİZAÇ GERÇEKLERİ
Duygusallık, karakter ve yoğunluktan yoksun olan ve
zamanlarının kalıbına göre biçimlenen düşünürlerin karşısına,
ne zaman ortaya çıkarsa çıksın kendi kendisine benzeyen,
dönemini kafasına takmayan, düşüncelerini kendi
zeminlerinden, kusurlarına özgü ebediyetten çıkarttıkları
hissedilen başkaları dikilir. Ortamlarının sadece dışını, bazı
üslûp özelliklerini, verili bir evrimin hususî mahiyetlerini
alırlar. Mukadderatlarına düşkündürler, kıyamete ve
psikiyatriye yakın trajik ve yalnız kaynaşmaları, infilâkları
çağrıştırırlar. Bir Kierkegaard, bir Nietzsche - en sıradan
dönemde bile ortaya çıkmış olsalar, ilhamları daha az titretici
ya da daha az alevlendirici olmazdı. Kendi alevleri içinde can
verdiler; birkaç yüzyıl erken gelseler, meydanda yakılırlardı:
Genel gerçekler karşısında ayrılıkçılığa yazgılıydılar. İnsanın
kendi ateşine batması ya da kendisi için hazırlanan bir ateşte
yanması pek önemli değildir: Mizaç gerçeklerinin bedeli şu
veya bu şekilde ödenmelidir. Bağır, kan, rahatsızlıklar ve
zaaflar bu gerçekleri doğurmak için el ele verirler. Öznelliğin
damgasını yiyen tüm bu gerçeklerin ardında bir benlik olduğu
algılanır: Her şey itiraf haline gelir: En sıradan bir ünlemin
kökeninde tenin bir çığlığı bulunur; görünürde gayri şahsî bir
teori bile ancak yazarına, onun sırlarına ve ıstıraplarına ihanet
etmeye yarar: Onun maskesi olan hiçbir evrensellik yoktur:
Mantığa varıncaya kadar her şey onun otobiyografisine
mazeret olur; ‘‘benliği” fikirleri pisletmiştir, bunaltısı kıstas,
yegâne gerçeklik haline dönüşmüştür.
DERİSİ YÜZÜLMÜŞ
Ona kalan yaşam, aklının kalanını yok eder. Ivır zıvır da
âfetler de -bir sineğin geçmesi ya da gezegenin krampları-
benzer biçimde telaşa düşürür onu. Alev alev sinirleriyle,
yeryüzünün camdan olmasını ve paramparça edilmesini
istemiştir; yıldızları da tek tek toz haline getirmek için nasıl
bir susamışlıkla atılmıştır... Gözbebeklerinde cinayet parıltısı
vardır; elleri boğmak için boşuna kasılır: Hayat bir cüzzam
gibi aktarılır: tek bir cani için fazla yaratık vardır. Var
olmaktan hoşlanan her şeyden intikam almak istediğinden,
kendini öldüremeyen kişinin tabiatına sahiptir o. Bunu hiç
başaramadığı için de imkânsız yok oluşun tedirgin ettiği bir
lanetli gibi sıkıntıdan patlar. Şeytan ıskartaya çıktığı için,
ağlar, göğsünü döver, başını örter; dökmek istediği kan,
ilerlemekte olan ırklar tarafından üretilen o ümit salgısından
tiksintisini yansıtan yanaklarını pek kızartmaz. Yaratılıştın
ömrüne suikastta bulunmak en büyük düşü olmuştur...
Bundan vazgeçer, kendi içinde harap olur ve başarısızlığının
ağıdına bırakır kendini: Başka bir aşırılık düzeni gelir bundan.
Derisi yanar: Evreni bir ateş kateder; beyni tutuşur: Hava
yanıcıdır. Dertleri yıldızlara kadar yayılır; kederleri kutupları
titretir. Varoluşu anıştıran her şey, en ufak yaşam soluğu bile,
kürelerin uyumlarını ve dünyaların hareketini tehlikeye atan
bir feryat koparır ondan.
KENDİNE KARŞI
Bir zihin bizi ancak bağdaşmazlıklarıyla, hareketlerinin
gerilimiyle, fikirlerinin eğilimlerine ters düşmesiyle çeker.
Uzun seferlere çıkan Marcus Aurelius, imparatorluk fikrinden
ziyade ölüm fikri üzerine eğilir; Julianus, imparator
olduğunda tefekkür yaşamını özler, bilgelere özenir ve
gecelerini Hıristiyanlar’a karşı yazılar yazmakla geçirir;
Luther, bir vandal hayat doluluğuyla günah saplantısına dalar
ve sıkıntıdan patlar, incelikleriyle kabalığı arasında bir denge
de kuramaz; kendi içgüdüleri hakkında yanılan Rousseau ise
sadece içtenliğinin fikriyle yaşar; tüm eseri kuvvet için
yazılmış bir güfte olan Nietzsche, dokunaklı bir
yeknesaklıktaki silik bir varoluş sürdürür...
Zira bir zihin ancak istedikleri hakkında, sevdiği ya da
nefret ettikleri hakkında yanıldığı ölçüde önemli olur; birçok
olduğu için, kendini seçemez. Sarhoşluğa kapılmayan bir
karamsar, acılık taşımayan bir ümit propagandacısı ancak
horgörüye lâyık olur. Geçmişine, görgülülüğe, mantığa ya da
dikkatliliğe hiç ilgi göstermeyen kişi, kendisine
bağlanılmasına lâyıktır sadece: Olaylara bir başarısızlık
artdüşüncesiyle dalan bir fatih, ya da içindeki var kalma
içgüdüsünü yenmemiş bir düşünür nasıl sevilir? Kendi
yararsızlığına saplanıp kalmış kişi, artık bir hayatı olmasını
arzulamaz... Bir hayatının olup olmaması başkalarını
ilgilendirecektir. Kendi çalkantılarının havarisidir, artık ideal
bir zatiyetle kendini meşgul etmez; tek doktrini mizacıdır, tek
bilgisi de ömrünün kaprisi...
ALT-İNSANLAR GEÇİDİ
Yollarının dışına, içgüdülerinin dışına çıktığından, insan
sonunda bir açmaza düşmüştür. Merhaleleri aşıp geçmiştir...
sonunu yakalamak için; geleceksiz hayvandır, idealine
batmıştır, kendi oyununda kaybolmuştur. Durmadan kendini
aşmak istediğinden, donup kalmıştır; elinde de kaynak olarak
sadece çılgınlıklarını özetlemek, onların kefaretini ödemek ve
onlardan hâlâ başka çılgınlıklar çıkarmak kalmaktadır...
Bununla birlikte, kendine bu kaynak bile yasak olanlar
vardır: “İnsan olma alışkanlığını kaybettiğimizden,” derler,
“hâlâ bir kabileye, bir ırka, herhangi bir soya ait miyiz? Hayat
önyargımız olduğu müddetçe, bizi ötekilerle aynı düzeye
koyan bir hatayı benimsiyorduk... Fakat türden firar ettik...
Zihin açıklığımız, kemik yapımızı kırarak bizi pörsük bir
varoluşa indirgedi — maddenin üzerinde gerinerek onu
salyasıyla kirleten omurgasız ayaktakımı. Uyuşuklar arasına
geldik işte; melekelerimizi ve düşlerimizi fena
aşındırmamızın bedelini ödediğimiz o gülünç sona vardık
işte... Hayat bize hiç nasip olmadı: Onun sarhoşu olduğumuz
anlarda bile bütün sevinçlerimiz onun üzerinden
taşmalarımızdan geliyordu; intikam alarak bizi alt
tabakalarına doğru sürüklüyor: bir alt-yaşama doğru giden alt-
insanların geçit törenine...”
QUOUSQUE EADEM?
Altında doğduğum yıldıza hepten lâ.net olsun; onu hiçbir
gökyüzü korumasın, şerefsiz bir toz yığını gibi mekânın
içinde ufalansın! Beni yaratıkların arasına iten hain an da
Zaman’ın listesinden ilelebet silinsin! Arzularım, ebediyetin
gündelik olarak alçaldığı bu yaşam ve ölüm karışımıyla
uyuşamaz artık. Gelecekten bezmişim, onun günlerini
katetmiş ve ona karşı kabımdan taşınışım, yanılsamalarımı
hükümsüzleştirmem onları daha iyi tahrik etmek içindir.
Öngörülemez -ve hâlbuki her şeyin kendini tekrar ettiği- bir
evrendeki o azgınlaşmanın sonu hiç gelmeyecek mi yani?
Daha ne kadar zaman kendimize, “İlâhlaştırdığım bu
yaşamdan tiksiniyorum,” diyeceğiz. Sayıklamalarımızın
boşluğu hepimizi yavan bir mukadderata boyun eğen tanrılara
çeviriyor. Bizzat Kaos bile ancak bir kargaşa sistemi-
olabilirken, şu dünyanın simetrisine niçin hâlâ
başkaldırıyoruz? Alınyazımız kıtalar ve yıldızlarla çürümek
olduğundan, mütevekkil hastalar gibi ve çağların sonuna
kadar, öngörülmüş, ürkütücü ve beyhude bir meraklılığı
peşimiz sıra sürükleyeceğiz.
Notlar
[←1]
Kuşkuculuk okulunun MÖ. 365-275 yıllarında yaşamış olan
kurucusu. (ç.n.)
[←2]
Dini sırları açıklamak için yapılan törenler. (ç.n.)
[←3]
Sırasıyla Almanca, İngilizce ve Portekizce’de “özlem”. (ç.n.)
[←4]
Tanrılarla savaştığı için Zeus tarafından gökkubbeyi omuzlarında
taşımaya mahkûm edilen dev. (ç.n.)
[←5]
Güneş bezgini. (ç.n.)
[←6]
Hinduizm’in kutsal metinleri. (ç.n.)
[←7]
Marsilyalılar palavracılıklarıyla ünlüdür. (ç.n.)
[←8]
Çok katı kuralları olan bir tarikatın üyesi. (ç.n.)
[←9]
Kayıp nesil. (ç.n.)
[←10]
İncil’in “Her şey beyhude,” diyen bölümü Ecclésiaste’a atıf. (ç.n.)
[←11]
İspanyol soylusu, Don Kişot. (ç.n.)
[←12]
Dünyadan el etek çekmeyi, kendini kayıtsız şartsız Tanrı iradesine
bırakmayı öngören dünya görüşü, (ç.n.)
[←13]
Sainte-Beuve’ün 17, yüzyılda Paris’teki entelektüel yaşamın bir
tablosunu çizen altı ciltlik eseri. (ç.n.)