You are on page 1of 236

E. M.

Cioran
Çürümenin Kitabı
E. M. Cioran
Çürümenin Kitabı
Fransızca yazan Rumen deneme yazarı ve ahlakçısı Emil
Michel Cioran 8 Nisan 1911 ‘de Rasinari’de (Romanya)
doğdu. On yedi yaşında Bükreş Üniversitesi Felsefe
Bölümüne girdi. Lisansını Bergson üzerine hazırladığı bir
tezle aldı. 1934’te Bükreş’te yayımlanan ilk kitabı Sur les
cimes du désespoir (Ümitsizliğin Doruklarında), kendisinin
de kabul ettiği gibi, sonradan Rumence ve Fransızca yazdığı
her şeyin özünü barındırır. Hayatın trajik boyutundan habersiz
olmakla suçladığı Bergsonculuk’tan o dönemde koptu.
1937’de, dini bir krizin ürünü olan ve tartışmalar yaratan
kitabı Des larmes et dessaints (Gözyaşları ve Azizler
Üzerine) yayımlandı. Aynı yıl, Bükreş Fransız Enstitüsünden
bir burs alarak Paris’e gitti ve oraya yerleşti. 1995 yılında
Alzheimer hastalığından öldü.
1947’de Fransızca yazdığı ve Fransa’da yayımlanan ilk
kitabı olan Précis de décomposition’u (1949; Çürümenin
Kitabı. Metis) şu eserleri izledi (başlıcaları): Syllogismes de
l’amertume, 1952 (Burukluk, Metis); La tentation d’exister,
1956 (Varolma Eğilimi, Gendaş); Histoire et utopie, 1960
(Tarih ve Ütopya, Metis); La chute dans le temps, 1965
(Zamanda Düşüş); De l’inconvénient d’être né, 1973
(Doğmuş Olmanın Sakıncası, Gendaş); Aveux et anathèmes.
1981 (İtiraflar ve Aforozlar).
Metis’te yayımladığımız Ezeli Mağlup (Entretiens, 1995)
yazarla çeşitli tarihlerde yapılmış söyleşileri bir araya
getiriyor.
Metis Yayınları
İpek Sokak 5, 34433 Beyoğlu. İstanbul
Tel: 212 2454696 Faks: 212 2454519
e-posta: info@metiskitap.com
www.metiskitap.com
Yayınevi Sertifika No: 10726

Çürümenin Kitabı
E. M. Cioran

Fransızca Basımı: Précis de décomposition

© Editions Gallimard, 1949


© Metis Yayınları, 1996, 2012

İlk Basım; Ocak 2000


Dördüncü Basım: Kasım 2013

Yayıma Hazırlayan: Kaya Şahin

Kapak Tasarımı: Semih Sökmen


Kapak Resmi: Michael Mathias Prechti, Portakallar,
1977

Dizgi ve Baskı Öncesi Hazırlık: Metis Yayıncılık Ltd.


Baskı ve Cilt: Yaylacık Matbaacılık Ltd.
Fatih Sanayi Sitesi No.12/197-203
Topkapı, İstanbul Tel: 212 567803
Matbaa Sertifika No: 11931

ISBN-13: 978-975-3,42-266-6
E. M. Cioran
Çürümenin Kitabı
Fransızca’dan Çeviren:
Haldun Bayrı
İçindekiler
ÇÜRÜMENİN KİTABI
TESADÜFÎ DÜŞÜNÜR
GERİLEMENİN ÇEHRELERİ
AZİZLİK VE MUTLAĞIN YÜZ BURUŞTURMALARI
BİLGİNİN DEKORU
EL ETEK ÇEKME
ÇÜRÜMENİN KİTABI
I’ll join black despair against my soul
And to myself become an enemy.

Yeisle birleşeceğim ruhuma karşı,


Ve düşmanı olacağım kendimin.
- III. RICHARD

FANATİZMİN ŞECERESİ
Aslında her fikir yansızdır, ya da öyle olmalıdır; ama insan
onu canlandırır, alevlerini ve cinnetlerini yansıtır ona;
saflığını yitirmiş, inanca dönüştürülmüş fikir, zaman içindeki
yerini alır, bir olay çehresine bürünür; Mantıktan sara
hastalığına geçiş tamamlanmış olur... İdeolojiler, doktrinler ve
kanlı şakalar böyle doğar.
İçgüdüsel olarak putlara taptığımızdan, düşlerimizin ve
çıkarlarımızın nesnelerini kayıtsız şartsız şeyler haline
getiririz. Tarih, bir Sahte Mutlaklar Geçidi’nden, bahaneler
adına dikilmiş bir tapınaklar dizisinden, zihnin Gayri
Muhtemel önünde küçülmesinden ibarettir. Dinden
uzaklaştığında bile insan dine tabi kalır; bütün çabasıyla tanrı
benzerleri yaratır, sonra da benimser bunları ateşlilikle:
İçindeki kurgu ihtiyacı, mitoloji ihtiyacı, apaçık gerçeğin ve
gülünçlüğün üstesinden gelir. Bütün cinayetlerinin
sorumluluğu tapma gücündedir: Bir tanrıyı yakışıksızca seven
kişi, başkalarını da onu sevmeye zorlar, buna razı olmazlarsa
onları yok etmeye de hazırdır. Hiçbir hoşgörüsüzlük, ideolojik
taviz vermezlik veya din yayıcılığı yoktur ki, şevkin hayvanı
temelini açığa vurmasın. Hele insan ilgisizlik melekesini bir
yitirsin: Potansiyel bir katil haline gelir. Hele fikrini tanrıya
dönüştürsün: Bunun sonuçları sayılamayacak kadar çoktur.
Ancak bir tanrı ya da tanrı taklitleri adına insan öldürülür:
Akıl Tanrıçası’nın, ulus, sınıf ya da ırk fikrinin yol açtığı
aşırılıklar Engizisyon’un ya da Reform’unkilerle akrabadır.
Kanlı marifetler konusunda coşku dönemlerinin üzerine
yoktur: Azize Tereza ancak yakılan insanlarla çağdaş
olabilirdi, Luther de köylü katliamlarıyla... Mistik krizlerde,
kurban iniltileriyle vecd iniltileri birbirine paraleldir...
Darağaçları, zindanlar, hücreler, ancak bir imanın gölgesinde
çoğalır -ruhu hepten sarmış olan o inanma ihtiyacının
gölgesinde. Bir doğruyu, kendi doğrusunu elinde bulunduran
kişinin yanında şeytan bile epey soluk kalır. Neronlar’a,
Tiberiuslar’a karşı adaletsiz davranıyoruz: Ayrılıkçılık
kavramını hiç de onlar icat etmemiştir: Katliamlarla kendini
oyalayan, çığrından çıkmış hayalciler olmuşlardır sadece.
Hakiki’ katiller, dinî veya siyasî düzeyde bir ortodoksluk
kuranlardır; mümin ile mezhep sapkını arasında ayrım
yapanlardır.
Fikirlerin birbirinin yerine geçebildiğini
kabullenmemekte ısrar edilince, kan akar... Kesin kararların
altından bir hançer yükselir; alevli gözler cinayet habercisidir.
Hamlet’ten etkilenmiş mütereddit bir ruh asla zarara yol
açmamıştır: Kötülüğün ilkesi irade gerilimindedir, huzuru
yaşayamamaktadır; tıka basa ideallerle dolu, kanaatlerinin
ağırlığı altında patlayan ve şüpheyle tembelliği -bütün
faziletlerinden daha soylu zaafları- alaya almakla gönül
eğlemiş olduğu için, mahvolduğu bir yola, tarihe, o densiz
sıradanlık ve kıyamet karışımına girmiş olan bir ırkın
Prometheus’vari megalomanisindedir... Orada kesinlikler
çoktur: Bunları kaldırın, özellikle de sonuçlarını kaldırın:
Cenneti yeniden kurarsınız. Düşüş, bir doğrunun peşine
takılma ve onu bulmuş olmaktan emin olma değilse; bir
dogma için duyulan tutku, bir dogmanın içine yerleşme
değilse nedir? Bundan fanatizm doğar -insana işgörür olma,
peygamberlik yapma ve terör zevkini veren temel kusur-, o
lirik cüzzam aracılığıyla ruhlara bulaşır, boyun eğdirir; onları
ezer ya da taşkınlaştırır... Bunun elinden bir tek kuşkucular
kurtulur (ya da miskinler ve estetler), çünkü hiçbir şey
önermezler, çünkü -insanlığın hakikî velinimetleri olan onlar-
tarafgirlikleri yok eder ve içlerindeki sayıklamayı tahlil
1
ederler. Bir Pyrrhon’un yanında, kendimi bir Aziz Paulus’un
yanında olduğundan daha güvenlikte hissederim; nüktedan bir
bilgeliğin, zincirinden boşanmış bir azizlikten daha yumuşak
olması nedeniyle... Ateşli bir ruhta, kılık değiştirmiş bir avcı
hayvan bulunur; kişi, bir peygamberin pençelerinden kolay
kolay kurtulamaz... İster sema adına, ister site veya başka
bahaneler adına sesini yükselttiğinde, uzaklaşın ondan:
Yalnızlığınızın satiridir, onun hakikatlerinin ve
taşkınlıklarının berisinde yaşamanızı affetmez; histerisini,
varını yoğunu onunla paylaşmanızı ister; bunu size dayatmak
ve sizi tanınmaz hale getirmek ister. Bir inanç tarafından ele
geçirilip onu ötekilere iletmeye çalışmayan insan, selâmet
saplantısının hayatı soluksuz bıraktığı bir yer olan yeryüzüne
yabancı bir olaydır. Etrafınıza bakın: Her tarafta vaaz veren
solucanlar; her kurum bir misyonu dile getirir; tapınaklar gibi
belediyelerin de mutlakları vardır; yönetimin ise
yönetmelikleri - maymunların kullanımına yönelik
metafizik... Hepsi de bütün insanların yaşamına çare bulmaya
çabalar: Dilenciler ve şifasız hastalar bile buna can atarlar:
Dünya kaldırımları ve hastaneler reformcularla dolup taşar.
Olay kaynağı haline gelme isteği, her birinin üzerine zihinsel
bir karışıklık, ya da kişinin kendi istediği bir lânet gibi etki
eder. Toplum - bir kurtarıcılar cehennemi! Diogenes’in elinde
lambasıyla aradığı, ilgisiz biriydi...
Birisinin idealden, gelecekten, felsefeden içten bir şekilde
söz ettiğini, emin bir ses tonuyla “biz” dediğini, “diğerleri”ni
andığını duymam; kendini onların tercümanı olarak
gördüğüne şahit olmam onu kendime düşman görmem için
yeterlidir. Onda bir tiran müsveddesi, aşağı yukarı bir cellat
görürüm; tiranlar kadar, büyük cellatlar kadar nefrete
müstahaktır. Her imanın bir tür terör icra etmesindendir bu; ve
bunu yerine getirenin “saflar” olması, olayı daha da ürkütücü
hale getirir. Kurnazlara, düzenbazlara, zirzoplara güvenilmez;
hâlbuki tarihteki hiçbir büyük kargaşa onlara isnat
edilemezdi; hiçbir şeye inanmadıkları için ne yüreklerinize ne
de artdüşüncelerinize karışırlar; sizi kendi gevşekliğinizin,
ümitsizliğinizin ya da yararsızlığınızın eline bırakırlar;
insanlık yaşadığı azıcık refah anlarını onlara borçludur:
Fanatiklerin işkence ettiği ve “idealistler”in batırdığı halkları
kurtaran onlardır. Doktrinsizdirler, sadece kaprisleri ve
çıkarları vardır; ilkeli despotizmin yol açtığı yıkımlardan bin
kere daha dayanılır olan uyumlu zaaflardır bunlar. Zira
hayattaki bütün kötülükler bir “hayat anlayışı”ndan ileri gelir.
Olgunlaşmış bir siyaset adamı, eski Sofistlerin çalışmalarını
derinleştirmeli ve şan dersleri almalıdır; - bir de yolsuzluk
dersleri...
Fanatik ise yolsuzluğa kapılmaz: Bir fikir uğruna
öldürüyorsa, onun için pekâlâ ölebilir de; her iki durumda da,
tiran veya şehit de olsa, bir canavardır. Bir inanç için acı
çekmiş olandan daha tehlikeli varlık yoktur: En büyük
zalimler, kafası kesilmemiş mazlumlar arasından çıkar. Acı,
güç iştahını azaltmak şöyle dursun, onu azdırır; zihin de
kendini bir soytarının meclisinde bir kurbanınkinden daha
rahat hisseder; onu, bir fikir için ölünen gösteriden daha fazla
tiksindiren hiçbir şey yoktur... Yücelik ve kan dökmeden
bıkıp usandığı için, evrenle eş düzeyde bir taşra sıkıntısının;
şüphenin bir olay ve ümidin bir musibet gibi görüneceği
değişmezlikte bir Tarih’in hayalini kurar...

ANTİ-PEYGAMBER
Her insanın içinde bir peygamber uyuklar ve o uyandığında,
dünyadaki kötülük biraz daha artar...
Vaaz verme çılgınlığı içimizde öylesine yer etmiştir ki,
korunma içgüdüsünün bilmediği derinliklerden doğar. Her
insan, kendinin bir şey önereceği ânı bekler: Ne önerdiği
önemli değildir. Bir sesi vardır ya, o yeter. Ne sağır ne dilsiz
olmanın bedelini pahalıya öderiz...
Çöpçüsünden züppesine kadar herkes, cinaî cömertliğinin
kesesinden harcar; hepsi, mutluluk reçeteleri dağıtır; hepsi,
herkesin adımlarına yön vermek ister: Ortaklaşa hayat,
bundan ötürü tahammül edilmez bir hale gelir; insanın kendi
hayatı daha da çekilmez olur: Başkalarının işlerine hiç
karışmadığı zaman kişi kendi işleri için o kadar endişe duyar
ki, kendi “benliği”ni bir dine çevirir, ya da tersten havarilik
yaparak “benliği”ni yok sayar: Evrensel oyunun
kurbanıyızdır...
Varoluşun veçhelerine getirilen çözüm önerilerinin
bolluğu, ancak bu önerilerin nafilelikleriyle mukayese
edilebilir. Tarih: İdeal imalathanesi... huyu suyu belli olmayan
mitoloji, sürülerin ve yalnızların taşkınlıkları... gerçekliği
olduğu haliyle tasarlamanın reddi, ölümcül kurgu açlığı...
Fiiliyatımızın kaynağı, kendimizi zamanın merkezi,
nedeni ve sonucu zannetmeye bilinçsizce meyilli
olmamızdadır. Reflekslerimiz ve gururumuz, teşkil ettiğimiz
et ve bilinç parçasını bir gezegene dönüştürür. Eğer
dünyadaki konumumuzu doğru olarak anlayabilseydik; eğer
kıyaslamak, yaşamaktan ayrılmaz olsaydı, mevcudiyetimizin
ufaklığının açığa çıkması bizi ezerdi. Ama yaşamak, kendi
boyutlarına karşı körleşmektir...
Bütün fiiliyatımız -soluk almaktan imparatorluklar ya da
metafizik sistemler kurmaya kadar- kendi önemimiz hakkında
bir yanılsamadan, bilhassa da peygamberlik içgüdüsünden
çıktığına göre, kendi hükümsüzlüğünü doğru bir şekilde
görmesi durumunda, işe yarar olmaya ve kendini kurtarıcı
gibi göstermeye kim çalışırdı ki?
“İdeal”siz bir dünya, doktrinsiz bir can çekişme, yaşamsız
bir ebediyet hasreti... Cennet... Fakat kendimizi
oyalamaksızın bir saniye bile var olamazdık: İçimizdeki
peygamber, bizi kendi boşluğumuzda ihya eden deli
tarafımızdır.
İdeal bir şekilde zihni açık, yani ideal bir şekilde normal
insan, içindeki hiçlik’ten başka hiçbir şeye tutunmamalıdır...
Onu işittiğimi farzediyorum: “Amaçtan, bütün amaçlardan
koparılmışım; arzularımın ve burukluklarımın sadece
formüllerini muhafaza ediyorum. Sonuca bağlama eğilimine
direndiğim için ruhu yendim; tıpkı hayatı da, onun içinde
çözüm aramaktan dehşete kapılarak yendiğim gibi... İnsanın
seyri - ne mide bulandırıcı şey! Aşk-iki tükürüğün
karşılaşması... Bütün duygular mutlaklarını salgı bezlerinin
sefilliğinden alırlar. Asalet varoluşun yadsınmasındadır, harap
olmuş manzaralara tepeden bakan bir tebessümdedir yalnızca.

(Vaktiyle bir “benliğim” vardı; artık sadece bir


nesneyim... Yalnızlığın bütün uyuşturucularını tıka basa
alıyorum; dünyanın uyuşturucuları bana benliğimi
unutturamayacak kadar hafiftiler. İçimdeki peygamberi
öldürmüş olduğuma göre, nasıl olur da insanlar arasında hâlâ
bir yerim olabilir ki?)

TANIMLAR MEZARLIĞINDA
“Artık benim için hiçbir şey konu olamaz, zira bütün şeylerin
tanımını verdim,” diye haykıran bir zihin tahayyül edebilir
miyiz acaba? Böyle bir şeyi tahayyül edebilsek bile, süre
içinde nasıl konumlandırılır bu?
Bizi çevreleyen şeylere, onlara isim verdiğimiz -ve
ötelerine geçtiğimiz- ölçüde tahammül ederiz. Ama, bir şeyi
bir tanımla benimsemek, ne kadar keyfî olursa olsun -ne
kadar keyfiyse o kadar da vahimdir, çünkü bu durumda ruh
bilginin önüne geçer- o şeyi dışlamaktır; onu yavanlaştırmak
ve yersizleştirmektir, yok etmektir. Avare ve münhal bir zihin
-dünyayla da yalnızca uyku sayesinde bütünleşen bir zihin-
şeylerin isimlerini çoğaltmak, içlerini boşaltmak ve yerlerine
formüller koymaktan başka hangi işi icra edebilir? Sonra,
şeylerin yıkıntıları üzerinde ilerler; artık ihsas yoktur:
Yalnızca hatıralar. Her formülün altında bir kadavra
yatmaktadır: Varlık veya nesne, mahal verdiği bahanenin
altında ölür. Zihnin havaî ve uğursuz hovardalığıdır bu. Ve bu
zihin isimlendirdiği ve kayda düştüğü şeylerin içinde kendini
de heba etmiştir. Sözcüklere âşık olduğu için, ağır
sessizliklerdeki esrardan nefret ediyordur ve bu sessizlikleri
hafifleştirip saflaştırır: Bu zihnin kendisi de hafif ve saf bir
hale gelmiştir, çünkü her şeyin yükünü atmış ve her şeyden
arınmıştır. Tanımlama zaafı, onu merhametli bir cani ve uysal
bir kurban haline getirmiştir.
Ruhun zihne yaydığı ve ona canlı olduğunu hatırlatan tek
leke de böylece silinmiştir.

UYGARLIK VE HAVAÎLİK
Küstah ve leziz zihinler eserlerin ve şaheserlerin dokularına
ince horgörü ve hercai alaylardan saçaklar eklemeselerdi,
onların aşınmış kütlesine ve derinliğine nasıl dayanabilirdik?
İncelikleriyle toplumun hem doruklarına hem de kıyısına
yerleşen o sevimli varlıklar olmasa, ataletle görgünün zeki ve
beyhude zaaflara gereksiz yere kattığı yasalara, adetlere,
kalpten kopan pasajlara nasıl tahammül ederdik?
Ciddiyeti kötüye kullanmamış, değerlerle oynamış, bu
değerleri meydana getirmekten ve yok etmekten büyük bir
zevk almış uygarlıklara minnettar olmak gerekir. Yunan ve
Fransız uygarlıkları dışında, şakacı bir zihin açıklığıyla
şeylerdeki zarif hiçliğin gösterisini sunan bir uygarlık biliyor
muyuz? Alkibiades’in dönemi ile on sekizinci yüzyıl
Fransa’sı iki teselli kaynağıdır. Hâlbuki diğer uygarlıklar,
hayata bir yararsızlık lezzeti veren o neşeli icraatın tadını
ancak son aşamalarında, bütün bir inanç ve gelenek
sisteminin çöküşünde alabilmişlerdir- bu iki yüzyıl ise, her
şeye karşı kaygısız olan ve her şeyi kabul eden can sıkıntısını
en olgun çağlarında, güçlerine ve geleceğe tam anlamıyla
mâlikken yaşamışlardır. Bir yandan hayata lânet okurken yine
de hayattaki burukluğun hoşluklarını tadan, yaşlı, kör ve ileri
görüşlü Madam du Deffand’dan iyi bir simge var mıdır?
Hiç kimse havailiğe hemen ulaşamaz. O bir ayrıcalık ve
bir sanattır; her tür kesinliğin imkânsız olduğunun farkına
varan ve kesinliklerden tiksinen kimselerdeki yüzeysellik
arayışıdır; doğal bir şekilde dipsiz oldukları için hiçbir yere
götüremeyecek uçurumlardan uzağa kaçıştır.
Bununla birlikte, geriye görünümler kalır: Neden bunları
bir üslûp düzeyine yükseltmeyelim? Bütün akıllı devirlerin
tanımı buradadır. İfadeyi taşıyan ruhtan ziyade, ifadenin
kendisine; sezgiden ziyade teveccühe itibar edilen noktaya
varılır; heyecan bile nazik bir hale gelir. Hiçbir zarafet
önyargısı taşımayan, kendi kendine teslim edilmiş olan varlık
bir canavardır; kendi içinde, sadece elikulağında terörün ve
inkârın kol gezdiği karanlık bölgeler bulur. Ölmekte olduğunu
bütün canlılığıyla bilmek ve bunu gizleyememek bir barbarlık
eylemidir. Her samimi felsefe, sırlarımızı eleyen ve istenen
etkilere dönüştürme işlevi gören uygarlığın unvanlarını inkâr
eder. Böylece havailik, olduğumuz gibi olma derdine karşı en
etkili panzehir haline gelir: Onun aracılığıyla dünyayı kötüye
kullanırız ve derinliklerimizde yatan yakışıksızlığı gözlerden
saklarız. Onun hünerleri olmasa, bir ruh sahibi olmaktan ötürü
nasıl yüzümüz kızarmazdı? Aşırı hassas yalnızlıklarımız,
ötekiler için ne cehennemdir! Ama hep onlar için, bazen de
kendimiz için icat ederiz görünümlerimizi...

TANRI’NIN İÇİNDE YOK OLMAK


Farklı özüne itina gösteren ruh, kaçındığı şeyler tarafından
her adımda tehdit edilir. Dikkati -en büyük ayrıcalığı- onu sık
sık terk ettiği için, kaçmak istediği eğilimlere boyun eğer, ya
da murdar sırlara yem olur... Bizi hayvanlara ve nihaî
meselelere yakınlaştıran bu korkuları, bu titremeleri, bu
başdönmelerini kim yaşamamıştır ki? Dizlerimiz bükülmeden
titrer, ellerimiz kavuşmadan birbirini arar, gözlerimiz hiçbir
şey görmeden yukarı bakar... Cesaretimizi pekiştiren o dikey
kibri, bizi gösteri yapmaktan muaf tutan duyguyu, o
hareketlerden dehşet duyma duygusunu muhafaza ederiz;
gülünçlük derecesinde ifadeye gelmez olan bakışları örtmek
için, gözkapaklarımızın yardımını da... Kayıp gitmemiz
yakındır, ama kaçınılmaz değildir; ilginç bir kazadır, ama hiç
yeni değildir; korkulanınızın ufkunda şimdiden bir tebessüm
doğmaktadır... duanın kucağına hiç düşmeyeceğizdir... Zira
sonunda O kazanmamalıdır; büyük harfle yazılan ismini
lekelemek, istihzamıza düşer; saçtığı titremeleri dağıtmak da
yüreğimize...
Böyle bir varlık gerçekten olsaydı; zayıflıklarımız
kararlarımıza, derinliklerimiz sınamalarımıza üstün gelseydi,
o zaman hâlâ düşünmeyi sürdürmek beyhude olmaz mıydı?
Mademki zorluklarımız hallolmuş, sorularımız askıya alınmış
ve büyük korkularımız yatıştırılmış... Fazla kolay olurdu bu.
Her mutlak -şahsî veya soyut-, sorunları es geçmenin bir
tarzıdır; sadece sorunları değil, duyuların paniğinden başka
bir şey olmayan köklerini de...
Tanrı: Ürküntümüzün üzerine dosdoğru düşüş; hiçbir
ümide kanmayan arayışlarımızın ortasına yıldırım gibi inen
selâmet; tesellisiz kalmış ve zaten teselli edilmek de
istemeyen kibrimizin dolambaçsız bir biçimde
geçersizleşmesi; bireyin kızağa çekilme yolunda ilerlemesi;
endişe noksanlığı yüzünden ruhun işsiz kalması...
İmandan daha büyük bir feragat var mıdır? İman
olmadığında sonsuz sayıda çıkmaza girildiği doğrudur. Ama
hiçbir şeyin sonunun hiçbir şeye çıkmadığını; evrenin,
hüznümüzün bir yan-ürünü olduğunu bile bile, bu ayak
sürüme ve kafamızı yere göğe vura vura ezme zevkinden
kendimizi niye mahrum edelim?
Atadan kalma ödlekliğimizin bize önerdiği çözümler,
entelektüel edebinden yan çizmenin en beter yollarıdır.
Yanılmak, kandırılmış olarak yaşamak ve ölmek; insanların
yaptığı budur. Ama bizi Tanrı’nın içinde yok olmaktan
koruyan ve bütün anlarımızı, hiç etmeyeceğimiz dualara
dönüştüren bir haysiyet de vardır.

ÖLÜM ÜZERİNE ÇEŞİTLEMELER


I. - Hiçbir şeye dayanmadığı için, bir gerekçenin gölgesi bile
bulunmadığı için, hayatta sebat ederiz. Ölüm fazla kesindir;
bütün sebepler onun tarafında bulunur. İçgüdülerimize
esrarengiz gelir; düşünüşümüzün önünde, berrak ve itibarsız
bir halde, bilinmeyenin sahte cazibesi olmaksızın belirir.
Hükümsüz sırları biriktire biriktire, anlamsızlığı tekeline
ala ala, hayat ölümden fazla ürküntü verir: Büyük Meçhul
odur.
Bunca boşluk ve anlaşılmazlık nereye varabilir? Günlere
tutunuruz, çünkü ölme arzusu fazla mantıksaldır, bundan
dolayı da işe yaramazdır. Hayat belirgin, tartışılmaz açıklıkta
tek bir gerekçeye sahip olsaydı kendini yok ederdi; içgüdüler
ve önyargılar Tutarlılık’la temasa geçtiklerinde ortadan
kalkarlar. Soluk alan her şey teyit edilemeyenle beslenir;
birazcık mantık ilavesi bile, varoluş -Sağduyusuzluk çabası-
için uğursuz olurdu. Hayata sarih bir anlam verin: Hemen o
an cazibesini yitirir. Hedeflerindeki belirsizlik onu ölümden
üstün kılar; bir nebze sarahat bile onu mezarlar kadar
bayağılaştırabilirdi. Zira hayatın anlamını konu alan bir
müspet bilim yeryüzünü bir günde ıssız bırakırdı; Arzu’nun
verimli gayri muhtemelliğini de hiçbir çılgın yeniden
canlandıramazdı.
II. - İnsanlar, en nazlı ölçütlere göre sınıflandırılabilir:
mizaçlarına göre; eğilimleri, düşleri ya da salgı bezlerine
göre... Kravat değiştirir gibi fikir değiştirilir; zira her fikir, her
ölçüt, dışarıdan, zamanın biçimlenişlerinden ve
tesadüflerinden gelir. Fakat kendimizden gelen, kendimiz
olan bir şey vardır; görünmez, ama içsel olarak teyit edilebilir
bir gerçeklik; her an kavranabilen ve hiçbir zaman
kabullenmeye cesaret edilmeyen ve ancak tüketilmeden önce
gündeme gelen uygunsuz ve ezeli bir mevcudiyet: Ölümdür
bu, hakikî ölçüt odur... Bütün canlıların en mahrem boyutu
olan ölüm, birbirine indirgenemeyen iki düzene ayırır
insanlığı... Bu iki düzen arasındaki mesafe, bir akbabayla bir
köstebek, bir yıldızla bir tükürük arasındakinden de fazladır...
Ölüm duygusu olan insanla bu duyguya hiç sahip olmayan
arasında, iletişimi mümkün olmayan iki dünyanın uçurumu
açılır, bununla birlikte ikisi de ölür; fakat biri ölümünden
habersizdir, ötekiyse bunu bilir; biri sadece bir anda ölür,
ötekiyse sürekli ölmektedir... Ortak koşulları ikisini de
birbirine karşıt uçlara yerleştirir; iki aşırı uca ve aynı tanımın
içine; uzlaşmazlıklarıyla aynı kadere maruz kalırlar... Biri
sanki ebedîymiş gibi yaşar; öteki devamlı olarak ebediyetini
düşünür ve bunu her düşüncesinde inkâr eder.
Hiçbir şey hayatımızı değiştiremez, hayatı iptal eden
kuvvetlerin içimize aşama aşama sızması dışında hiçbir şey.
Ne büyümemizdeki sürprizler, ne de yeteneklerimizin
serpilmesi hayata yeni bir ilke katar; hayatın nezdinde ancak
tabiidir onlar. Tabiî olan hiçbir şey de bizi kendimizden başka
bir şey haline getiremez.
Ölümün önbelirtisi olan her şey, hayata bir yenilik
meziyeti katar, onu dönüştürür ve büyütür. Sağlık, hayatı
olduğu halde, kısır bir kimlik içinde muhafaza eder; oysa
hastalık bir faaliyettir; insanın sergileyebileceği en yoğun
faaliyet, kendini kaybetmiş ve... duraklamalı bir harekettir;
hareket göstermeksizin bol bol enerji sarfetmektir, tamiri
imkânsız bir gök parıltısını düşmanlıkla ve tutkuyla
beklemektir.
III. - Ölüm saplantısına karşı, aklın gerekçeleri gibi
ümidin kaçamaklarının da işe yaramaz olduğu ortaya çıkar:
Anlamsızlıkları, ölme iştahını azdırmaktan başka şeye
yaramaz. Bu iştahın üstesinden gelmek için bir tek “yöntem”
vardır: Bunu sonuna kadar yaşamak; tüm hazlarına, tüm
boğucu sıkıntılarına maruz kalmak; bundan kaçmak için
hiçbir şey yapmamak. Doyasıya yaşanan her saplantı kendi
aşırılıklarıyla kendini ortadan kaldırır. Ölümün sonsuzluğu
üzerinde dura dura düşünce bunu yıpratmayı başarır, bizi
bundan tiksindirir; bu negatif fazlalığın elinden hiçbir şey
kurtulmaz; ölümün itibarını tehlikeye düşürüp azaltmadan
önce, bize hayatın boşunalığını gösterir.
Kendini bunaltının zevklerine kaptırmamış;
düşüncelerinde, sönüp gitme tehlikesinin lezzetine bakmamış,
zalim ve yumuşak yok oluşların tadını almamış kişideki ölüm
saplantısı hiç iyileşmeyecektir: Bunun ıstırabını çekecektir,
çünkü buna direnmiş olacaktır; oysa bir dehşet disiplininde
ustalaşmış kişi, kendi kokuşmuşluğu üzerine düşünerek
kendini kararlılıkla kül haline getirmiş kişi, ölümün geçmişine
doğru bakacaktır - kendisi de artık yaşayamayan bir
dirilmiş’ten başka bir şey olmayacaktır. “Yöntem”i onu hem
hayattan hem ölümden kurtarmış olacaktır.
Her esaslı tecrübe uğursuzdur: Varoluşun katmanlarında
bir kalınlık noksanlığı vardır; bunları kazan yürek ve varlık
arkeoloğu, arayışlarının sonunda boş derinliklerle karşılaşır.
Görünümlerin zırhını boş yere özlemle arayacaktır.
Sözüm ona en yüksek sırların ifşaatı olan Antik Esrardan
bize bilgi konusunda hiçbir şey intikal etmemiştir. Herhalde
müptedilerin hiçbir şey aktarmama zorunlulukları vardı; fakat
yine de aralarından tek bir gevezenin çıkmamış olması akıl
alır gibi değildir; bir sırda böylesine inat etmekten daha ters
bir şey var mıdır insanın tabiatına? Aslında hiçbir sırrın
olmamış olmasındandır bu; olup biten âyinler ve ürpertilerdir.
Perdeler kaldırıldığında, ortaya sonsuz uçurumlardan başka
ne çıkabilirdi? Sadece hiçliğin sırlarına giriş yapılabilir - ve
canlı olmanın gülünçlüğünün.
...Yanılgıdan kurtulmuş yüreklerin katılacağı bir Eleusis
2
töreni düşünüyorum, tanrıların ve yanılsama ateşliliğinin
olmadığı açık bir Esrar...

ANLARIN KIYISINDA
Şeylerden aldığımız zevki ayakta tutan ve şeylerin hâlâ var
olmasını sağlayan, ağlamanın imkânsızlığıdır: Tatlarını
tüketmemize ve bunlardan yüz çevirmemize engel olur. Onca
yolun ve kıyının üzerinde, gözlerimiz kendi içlerinde
boğulmayı reddettikleri zaman, kuruluklarıyla, hayran
oldukları nesneyi koruyorlardır. Gözyaşlarımız tabiatı heba
eder, kendinden geçişler de Tanrı’yı... Ama sonunda, bizi de
heba ederler. Zira ancak en yüksek arzularımızı serbest
mecralarına bırakmayı reddederek oluruz: Hayranlığımızın ya
da hüznümüzün çemberine giren şeyler, sadece onları sulu
vedalarımızla kurban etmediğimiz ve kutsamadığımız için
orada kalırlar.
...Böylelikle, her geceden sonra, kendimizi yeni bir günün
karşısında bulduğumuzda, o günü doldurma gerekliliğinin
gerçekleştirilemez oluşu içimizi ürküntüyle doldurur; ve ışık
içinde nerede olduğumuzu şaşırmış bir halde, sanki dünya az
önce sarsılmış ve kendi Yıldız’ını icat etmiş gibi, bir teki bile
bizi zamanın dışına çıkarmaya yetecek olan gözyaşlarından
kaçarız.

ZAMANIN PARÇALARININ BİRBİRİNDEN


AYRILMASI
Anlar birbirini izler: Bir kapsamları olduğu yanılsamasına, ya
da bir anlamları olduğu hayaline kapılmak için hiçbir sebep
yoktur; cereyan ederler; seyirleri bizim seyrimiz değildir;
sersem bir algıya hapsolmuş bir şekilde akışını seyre dalarız
onların. Zaman boşluğunun önünde yürek boşluğu: Karşı
karşıya, birbirlerine yokluklarını yansıtan iki ayna, aynı hiçlik
görüntüsü... Hayalperest bir budalalığın etkisi altındaymış
gibi, her şey aynı seviyeye gelir: Artık doruklar da yoktur,
uçurumlar da... Yalanlardaki şiir, bir muammanın dürtüsü
artık nerede keşfedilir?
Sıkıntıyı hiç bilmeyen kişi, çağların doğuşundan önceki
dünyanın çocukluğunda bulunmaktadır hâlâ; ahı gitmiş vahı
kalmış, kendi boyutlarına aldırmayan o yorgun zamana, kendi
geleceğinin eşiğindeyken aniden bir yadsıma lirizmi
mertebesine çıkartılmış maddeyi de beraberinde sürükleyerek
çöken zamana kapalı kalır. Sıkıntı, kendi kendine yarılan
zamanın içimizdeki yankısıdır... boşluğun açığa çıkmasıdır,
hayatı destekleyen -ya da icat eden- o sayıklamanın
kurumasıdır...
Değer yaratan insan, tam anlamıyla sayıklayan varlıktır;
bir şeyin var olduğu inancından mustariptir, oysa nefesini
tutması kâfidir: Her şey durur. Heyecanlarını askıya alsa:
Artık hiçbir şey titremez olur. Kaprislerini ortadan kaldırsa:
Her şey soluklaşır. Gerçeklik aşırılıklarımızın,
ölçüsüzlüklerimizin ve dengesizliklerimizin bir esendir.
Çarpıntılarımızı frenleyebildiğimizde: Dünyanın akışı
yavaşlar. Ateşliliğimiz olmasa, mekân buz tutar. Zaman bile,
birazcık zihin açıklığıyla çırılçıplak ortaya çıkacak o dekoratif
evreni doğurduğu için arzularımız, akmaktadır. Birazcık
açıkgörüşlülük, en baştaki durumumuza indirger bizi:
Çıplaklık. Azıcık istihza, kendimizi aldatmamıza ve
yanılsamayı hayal etmemize imkân veren o gülünç görünüşlü
ümitlerden arındırır: Aksi yönde her yol hayatın dışına
götürür. Can sıkıntısı bu güzergâhın başlangıcıdır sadece...
Zamanın fazla uzun olduğunu hissettirir bize - bir erek
gösterme yeteneğine sahip değildir. Her nesneden kopmuş
olan, dışarıdan özümleyecek hiçbir şeyi de olmayan bizler
ağır ağır kendimizi imha ederiz, çünkü gelecek bize bir oluş
nedeni sunmaktan çıkmıştır.
Sıkıntı bize, zamanın aşımı değil de yıkımı olan bir
ebediyeti ifşa eder; bâtıl inanç noksanlığından çürümüş
ruhların sonsuzudur o: Kendi düşüşlerinin peşinde olan
şeylerin kendi etraflarında dönmelerine hiçbir şeyin engel
olmadığı düz bir mutlak.
Hayat sayıklama içinde yaratılır ve sıkıntı içinde dağılır.

(Belirgin bir dertten mustarip olan kişinin şikâyet etmeye


hakkı yoktur: Onun bir meşgalesi vardır. Ağır hastalar hiç
sıkılmazlar: Hastalık içlerini doldurur, tıpkı büyük suçluları
vicdan azabının beslemesi gibi. Zira her yoğun acı doluluk
benzeri bir durum yaratır ve bilince, içinden çıkamayacağı
korkunç bir gerçeklik sunar; oysa sıkıntı denen o zaman
matemindeki madde’siz acı, bilincin karşısına, onu kazançlı
bir girişime zorlayan hiçbir şey çıkarmaz. Yeri
belirlenemeyen ve hiç sarih olmayan, iz bırakmadan vücudun
üstüne çöken, ruha işaret vermeden sızan bir dert nasıl
iyileştirilir? Bu dert, atlattığımız, fakat imkânlarımızı, dikkat
rezervlerimizi kurutan; bizi, boğucu sıkıntılarımızın yok
olması ve ıstıraplarımızın uçup gitmesinin ardından gelen
boşluğu doldurmaktan aciz bırakan bir hastalığa benzer.
Zaman içindeki bu yurtsuzlaşmanın yanında, bakışlarımız
altında çürüyen evren manzarasının dışında hiçbir şeyin göze
batmadığı o boş ve bitkin çöküntü halinin yanında, cehennem
bile bir sığınaktır.
Artık hatırlamadığımız ve etkileriyle ömrümüze tecavüz
eden bir hastalığa karşı hangi tedavi yolunu kullanmalı?
Varoluşa nasıl bir çare bulmalı, o sonu olmayan iyileşmeyi
nasıl nihayetine erdirmeli? Ve doğumun etkisini üzerimizden
nasıl atmalı?
Sıkıntı, o devasız nekahet...)

HARİKULADE YARARSIZLIK
Yunan kuşkucuları ve gerileme dönemindeki Roma
imparatorları dışında tüm zihinler belediyeci bir yönelimin
hizmetine girmiş görünmektedirler. Sadece onlar -birinciler
şüphe, diğerleri ise cinnet yoluyla- o tatsız yararlılık
saplantısından azade olmuşlardır. Filozof ya da eski fatihlerin
külyutmaz dölleri olmalarına bağlı olarak, keyfiliği bir icraat
ya da bir başdönmesi mertebesine yükselttikleri içindir ki
hiçbir şeye bağlı değillerdi: Bu yönleriyle azizleri
çağrıştırırlar. Fakat azizler asla çöküntüye uğramamalıyken -
azizlerin yazgısı kendi yaptıklarına bağlıydı, kaprislerinin
hem efendisi hem kurbanıydılar- onlar hakikî yalnızlardı,
çünkü yalnızlıkları kısırdı. Hiç kimse bunu örnek almadı,
onlar da bunu hiç önermiyorlardı; “hemcinsleri”yle de sadece
istihza ve terör yoluyla iletişim kuruyorlardı.
Bir felsefenin ya da bir imparatorluğun yıkılmasında
etken olmak: Bundan daha hazin ve daha görkemli bir kibir
tahayyül edilebilir mi? Bir yanda hakikati, öte yanda da
azameti öldürmek, zihni ve siteyi yaşatan düşkünlüklerdir.
Düşünür ve yurttaş gururunun dayandığı yanılgıların
mimarisini kökünden biçmek; tasarlama ve isteme sevincinin
dayanaklarını bozulacak derecede yumuşatmak; kinaye ve
azabın incelikleriyle geleneksel soyutlamaları ve saygıdeğer
ananeleri gözden düşürmek - ne kadar nazik, ne kadar vahşi
bir kaynaşma! Tanrıların gözlerimizin önünde ölmedikleri
yerde hiçbir çekicilik yoktur. Roma’ da, tanrıların yerine
yenilerinin konulduğu ya da ithal edildiği, tanrıların kuruyup
gitmesinin izlenebildiği o yerde, hayaletleri zikretmek ne
büyük bir zevkti; ama yine de o yüce değişkenliğin, sert ve
murdar herhangi bir tanrının saldırısı önünde dize gelmesi
korkusu vardı... Nitekim korkuları da gelmiştir başa.
Bir ilâhı yıkmak zahmetsiz bir iş değildir: Onu
yükseltmek ve ona tapmak için gereken kadar zaman lâzımdır
bu iş için. Zira onun maddi simgesini yok etmek kâfi gelmez,
basit bir şeydir bu; ilâhın ruhtaki kökleri yok edilmelidir.
Geçmişin tasfiye olduğu batış devirlerine -gözleri yalnızca
boşlukla kamaşabilen insanların önünde- bakışlarını çeviren
kişinin, bir uygarlığın ölümü denilen o büyük sanat karşısında
acıma duymaması elde midir?
Olmayacak, hazin ve barbar bir ülkeden, Yunan
yanıltmacalarıyla güzelleşmiş bir Roma’nın can çekişmesi
içinde belirsiz bir perişanlığı dolaştırmak için gelen o
kölelerden biri gibi düşlüyorum kendimi...
Öyle olsaydım, büstlerin münhal gözlerinde, gevşek bâtıl
inançlar tarafından küçültülmüş ilâhlarda, atalarımı,
boyunduruklarımı ve pişmanlıklarımı unutmayı başarırdım.
Eski simgelerin melankolisine girerek azat olurdum; terk
edilmiş tanrıların itibarını benimser; onları kurnaz haçlara
karşı, uşaklarla şehitlerin istilasına karşı korurdum; ve
gecelerim, Sezarlar’ın cinnet ve sefahatinde huzur arardı.
Külyutmazlıkta uzmanlaşmış bir halde -kibar fahişelerin
yanında, kuşkucu randevuevlerinde ya da çok gösterişli
zulümler sergilenen sirklerde- kokuşmuş bir bilgeliğin bütün
oklarıyla yeni coşkuları kalbura çevirir; mantığı, hiç
düşlemediği boyutlara kadar, ölmekte olan dünyaların
boyutlarına kadar genişletmek için akıl yürütmelerimi zaaf ve
kanla doldururdum.

DÜŞMÜŞLÜĞÛN TAHLİLİ
Her birimiz, yalnızlığa karşı işlenen günah, yani insanlarla
alışveriş tarafından yozlaştırılmaya yazgılı bir saflık dozuyla
doğarız. Zira her birimiz, kendimize hasredilmiş olmamak
için elimizden geleni yaparız. Bu durum, mukadderatı değil
düşmüşlük eğilimini andırır. Ellerimizi temiz ve kalplerimizi
bozulmamış bir halde muhafaza etmekten acizizdir;
yabancıların terleriyle temas ederek kendimizi kirletiriz;
tiksintiye aç ve vebaya hayran bir halde, toplu çirkefin içine
gırtlağımıza kadar gömülürüz. Kutsal suyla dolu ummanları
düşlediğimizde de, artık oraya dalmak için çok geç
kalmışızdır; iliğimize kemiğimize kadar kokuşmuş olmamız,
o ummana dalıp boğulmamızı engeller: Dünya yalnızlığımızı
bozmuştur; ötekilerin üzerimizde bıraktığı izler silinmez bir
hale gelir.
Mahlûklar arasında, sadece insan sürekli bir tiksinti
uyandırabilir. Bir hayvanın yarattığı iğrenme geçicidir,
düşüncemizde hiç olgunlaşmaz; oysa hemcinslerimiz
düşünüşümüze musallat olurlar, dünyadan kopukluk
mekanizmamıza sızarak itiraz ve katılmama sistemimizi teyit
ederler. Sadece incelik derecesiyle bir uygarlığın düzeyine
işaret eden her sohbet sonrasında, Sahra’yı aramamak ve
bitkilere ya da zoolojinin bitmek bilmeyen monologlarına
gıpta etmemek neden imkânsızdır?
Hiçlik karşısında her kelimeyle bir zafer kazansak bile,
onun zorbalığına daha da fazla maruz kalmamıza yol açar bu.
Etrafımıza saçtığımız kelimeler oranında ölürüz...
Konuşanların sırrı yoktur. Ve hepimiz konuşuruz. Kendimize
ihanet eder, kalbimizi teşhir ederiz; her birimiz dile
gelmezliğin celladıyızdır; her birimiz sırları, en başta da kendi
sırlarımızı yok etmek için yırtınırız. Ötekilerle görüşmemiz
de, kendimizi boşluğa doğru bir yarış içinde hep birlikte
alçaltmak içindir; ister fikir teatisi olsun, ister itiraflar ya da
entrikalar... Merak, sadece cennetten dünyaya düşüşe değil,
her günkü sayısız düşüşe yol açmıştır. Hayat, bu düşme
sabırsızlığından; ruhun bakir yalnızlıklarını, Cennetin en eski
ve en gündelik inkârı olan diyalog yoluyla peşkeş çekmekten
ibarettir. İnsan, aktarılamayan Kelâm’ın sonsuz vecdi içinde
yalnızca kendini dinlemeliydi; kendi sessizlikleri için
kelimeler ve sadece kendine ait pişmanlıklar için işitilebilen
akortlar uydurmalıydı. Ama evrenin gevezesidir o, ötekiler
adına konuşur, benliği çoğul biçimi sever. Ötekiler adına
konuşan kişi ise daima bir sahtekârdır. Siyasetçiler,
reformcular ve kolektif bir bahaneden yana çıkan herkes
üçkâğıtçıdır. Sadece sanatçının yalanı bütünsel değildir, zira o
ancak kendini icat eder. Kendini iletişimsizliğe bırakmanın,
tesellisiz ve sessiz heyecanlarımızın ortasındaki gerilimin
dışında, hayat, koordinatları belli olmayan bir alan üzerinde
kopanları patırtıdır; evren ise, sara hastalığına tutulmuş bir
geometri...

(Gizli öznedeki zımnî çoğul ile “biz”deki açık çoğul,


sahte varoluş için rahat bir sığınak oluşturur. “Ben” demenin
sorumluluğunu sadece şair üstlenir; sadece o, kendi adına
konuşur; sadece onun buna hakkı vardır. Şiir, içine kehanet ya
da doktrin sızdırdığı zaman soysuzlaşır: “Misyon” ezgiyi
soluksuz bırakır, fikir uçuşa köstek olur. Shelley’nin “cömert”
tarafı eserlerinin büyük bir bölümünü hükümsüzleştirir: İyi ki
Shakespeare asla bir şeye “hizmet” etmemiştir.
Aslına uygun olmamanın zaferi felsefî faaliyette, kendini
gizli özneyle hoş tutan o faaliyette vuku bulur; bir de kâhinlik
(dinî, ahlâkî ya da siyasî) faaliyetinde, “biz”in
ululaşmasında... Tanımlama, soyut zihnin yalanıdır; mülhem
formül ise militan zihnin yalanı: Bir tapınağın kökeninde
daima bir tanım bulunur; müminleri içinden sıyrılınmaz bir
şekilde bir formül toplar oraya. Bütün öğretiler böyle başlar.
O zaman şiire doğru dönmemek elde mi? Onun da, tıpkı
hayat gibi, hiçbir şey kanıtlamama mazereti var.)

ÖLÜME KARŞI ORTAKLIK


Kendi hayatımız zar zor kavranılabilir görünürken, ötekilerin
hayatı nasıl tahayyül edilebilir? Bir varlıkla karşılaşılır; bu
varlığın nüfuz edilemez ve haklı gösterilemez bir dünyaya,
gerçekliğin üzerine marazî bir yapı gibi yerleşen bir kanaat ve
arzular yığınına dalmış olduğu görülür. Kendine bir
yanlışlıklar sistemi uydurmuş olduğundan,
hükümsüzlükleriyle zihni ürküten sebeplerden dolayı acı
çekiyordur ve gülünçlüğü göze batan değerlere vermiştir
kendini. Girişimleri fasa fisodan başka bir şey gibi görünebilir
mi? Tasalarındaki hummalı simetri de bir boş söz
mimarîsinden daha mı iyi temellendirilmiştir? Dışarıdan
bakana, her hayatın mutlağı bir başkasıyla değiştirilebilir, her
alınyazısı da -özünde yerinden oynatılamaz olmasına rağmen-
keyfî görünür. Kanaatlerimiz bize havaî bir cinnetin
meyvaları gibi göründüğü zaman, ötekilerin kendilerine ve
her günün ütopyası içinde çoğalmalarına duydukları tutku
nasıl hoşgörülebilir ki? Falanca, tercih ettiği özel bir dünyanın
içine, filanca da bir başkasının içine hangi gereklilikten ötürü
kapanır?
Bir dostun ya da tanımadığımız birinin bize sırlarını
açmasına maruz kaldığımız zaman, bu sırların ifşası bizi
hayretlere garkeder. Bu ıstırapları bir facia mı, yoksa bir şaka
mı addetmeliyiz? Bu, tamamıyla yorgunluğumuzun teveccüh
göstermesine veya çileden çıkmasına bağlıdır. Her alınyazısı,
birkaç kan lekesi etrafında kıpırdaşan bir nakarattan başka bir
şey olmadığından, bu insanın acılarının tanziminde yersiz ve
oyalayıcı bir düzen ya da bir merhamet bahanesi görmek
âsabımıza kalmıştır.
Varlıkların zikrettikleri sebepleri benimsemek güç
olduğundan, her birinden her ayrılışımızda, akla gelen soru
değişmez şekilde aynıdır: Nasıl oluyor da kendini
öldürmüyor? Zira ötekilerin intiharını tahayyül etmekten daha
tabiî bir şey yoktur. İnsanı altüst eden ve kolaylıkla
yenilenebilen bir sezgiyle kendi yararsızlığımızın farkına
vardıktan sonra, herhangi bilinin de böyle yapmamış olması
anlaşılmaz gelir. Kendini ortadan kaldırmak öyle açık ve öyle
basit bir iş gibi görünür ki! Niçin o kadar nadir bir şeydir bu?
Niçin herkes bundan kaçar? Çünkü, her ne kadar akıl yaşama
iştahını yok saysa da, fiiliyatın sürmesine neden olan hiçlik
bütün mutlaklardan üstün bir kuvvettedir; ölümlülerin ölüme
karşı sessiz ortaklıklarını izah eder; yalnızca varoluşun
simgesi değil, varoluşun ta kendisidir bu hiçlik; her şeydir. Ve
bu hiçlik, bu bütün, hayata bir anlam veremez, ama hiç
değilse hayatı, olduğu hal içinde sürdürür: Bir intihar etmeme
hali.

SIFATIN ÜSTÜNLÜĞÜ
Nihaî meseleler karşısında ancak kısıtlı sayıda tavır
olabileceği için, zihin, yayılması esnasında, öz denilen o tabiî
sınırla, esaslı zorlukları sonsuza dek çoğaltmanın
imkânsızlığıyla karşılaşır: Tarih, çok sayıda sorunun ve
çözümün yalnızca çehrelerini değiştirmekle uğraşır. Zihnin
icat ettikleri, bir dizi yeni nitelemeden ibarettir; unsurları
yeniden adlandırır ya da yegane ve değişmez bir acı için daha
az aşınmış sıfatlar arar. Her zaman ıstırap çekilmiştir; ama
ıstırap, o andaki felsefenin ayakta tuttuğu bütünsel görüşler
uyarınca ya “yüce”, ya “doğru”, ya da “saçma” olmuştur.
Mutsuzluk, soluk alan her şeyin dokusunu oluşturur; ama
çeşitleri evrim geçirmiştir; her varlığı, böylesine ıstırap çeken
ilk insan olduğuna inanmaya iten alt edilmez görünümlerin
birbirini izlemesini sağlayan odur. Tek olmaktan duyduğu
gurur, insanı, kendi derdine âşık olmaya ve tahammül etmeye
teşvik eder. Bir ıstırap dünyasında, ıstırapların her biri,
diğerleri nazarında tekbencidir. Mutsuzluktaki özgünlük, onu
kelime ve hisler bütünü içinde tecrit eden sözel niteliğe
bağlıdır...
Niteleyiciler değişir: Bu değişikliğe de zihnin ilerlemesi
adı verilir. Bütün bu niteleyicileri ortadan kaldırın:
Uygarlıktan geriye ne kalırdı? Zekâ ile sersemlik arasındaki
fark, çeşitlendirilmediği zaman bayağılığa yol açan sıfat
kullanımında ortaya çıkar. Bizzat Tanrı, sadece kendine
eklenen sıfatlarla yaşar; ilahiyatın varoluş nedeni budur.
Böylelikle insan, mutsuzluğunun yeknesaklığını daima farklı
biçimlerde niteleyerek, ancak tutkulu bir yeni sıfat arayışıyla
zihnin önünde haklı çıkarır kendini.

(Oysa bu arayış acınacak bir şeydir. Zihnin sefaleti olan


ifade sefaleti, kelimelerin yoksulluğunda, tükenmeleri ve
değersizleşmelerinde gösterir kendini: Şeylere ve hislere
yüklediğimiz öznitelikler, sonunda sözel leşler gibi yatarlar
önümüzde. Biz de onlara, sadece kapalı yer kokusu saldıkları
zamanı pişmanlıkla arayan bir bakış yöneltiriz. Her titizlik,
kelimeleri havalandırma, solgunluklarını çevik bir incelikle
telafi etme ihtiyacından doğar; fakat ruhun ve kelâmın
birbirine karıştıkları ve çürüdükleri bir bezginlik içinde son
bulur. (Bir edebiyatın ve bir uygarlığın ideal olarak son
aşaması: Neron ruhlu bir Valéry düşünelim...)
Taze duyularımız ve saf yüreğimiz, kendilerini bir
niteleme evreninde buldukça ve bundan büyük zevk aldıkça,
sıfatın tesadüfleriyle zenginleşirler; sıfat bir kez teşrih
edildiğinde ise uygun olmadığı ve kifayetsiz kaldığı ortaya
çıkar. Mekânın, zamanın ve ıstırabın sonsuz olduklarını
söyleriz; ama sonsuz’un menzili şu kelimelerden fazla
değildir: güzel, yüce, uyumlu, çirkin... Kişi kendisini
kelimelerin temelini görmeye mecbur kılmak mı
istemektedir? Orada hiçbir şey görülmez; yayılmacı ve
bereketli ruhtan kopuk olduğu için, her kelime boş ve
geçersizdir. Zekânın gücü onların üzerine bir ışık tutmaya,
onları parlatmaya ve göz alıcı hale getirmeye çalışır; bu güç
sistem mertebesine yükseltildiğinde kültür adını alır -
arkaplanında yokluk bulunan bir havai fişek gösterisi.)

KAYGILARINDAN KURTULMUŞ ŞEYTAN


Niçin Tanrı o kadar soluk, o kadar dermansız ve o kadar vasat
bir çekiciliktedir? Niçin ilginçlik, tutarlılık ve güncellikten
yoksundur ve bize o kadar az benzer? Bundan daha az
insanbiçimli ve bundan daha ucuz bir biçimde uzak bir imge
var mıdır? Bu kadar soluk parıltıları ve bu kadar sallantılı
kuvvetleri nasıl yansıtabilmişizdir O’na? Enerjilerimiz nereye
akıp gitmiştir? Arzularımız nereye boşalmıştır? Hayat veren
küstahlık fazlamızı kim alıp götürmüştür peki?
Şeytan’a doğru mu döneceğiz? Fakat ona dua etmeyi
beceremezdik: Ona tapmak, içedönük bir biçimde dua etmek,
kendimize dua etmek olurdu. Apaçık gerçekliğe dua edilmez:
Kesin, tapınma nesnesi değildir. Tüm özniteliklerimizi kendi
benzerimize yüklemişizdir ve görkeme benzer bir süs vermek
için onu karalarla örtmüşüzdür: Yas giysilerine bürünmüş
hayatlarımız ve meziyetlerimizdir o. Önde gelen
niteliklerimiz olan kötülük ve sebatla donatarak benzerimizi
mümkün olduğu kadar canlı kılmaya uğraşırken
tükenmişizdir; onun sureline şekil verirken, onu çevik, oynak,
zeki, müstehzi, özellikle de sinsi kılmaya çabalarken
güçlerimiz helak olmuştur. Tanrı’ya şekil vermek için
elimizin altında bulunan enerji stokları bir hiç haline
gelmiştir. O zaman, muhayyileden ve içimizde kalan azıcık
kandan medet ummuşuzdur: Tanrı, kansızlığımızın ürünü
olabilirdi ancak: Sallantılı ve çarpık bir suret. O yumuşak, iyi,
yüce ve doğrudur. Ama aşkınlığa hapsedilmiş bu gülsuyu
kokulu karışımda kendini bulan var mıdır ki? İkiyüzlü
olmayan bir varlık, derinlik ve gizem noksanlığı çeker; hiçbir
şey gizlememektedir. Yalnızca murdarlık gerçeklik işaretidir.
Azizlerin ilginçliklerini tamamen yitirmemiş olmaları da,
yüceliklerine romanın karışmasından ve ebediyetlerinin
biyografiye elverişli olmasındandır; yaşamları, bizi zaman
zaman büyüleyebilen bir tarz için dünyayı terk ettiklerini
gösterir...
Hayatla dolup taştığı için, Şeytan’ın hiçbir sunağı yoktur:
İnsan kendini Şeytan’da çok fazla bulduğu için O’na tapamaz;
ondan bilerek nefret eder; kendinden yüz çevirir ve Tanrı’nın
yoksul vasıflarını ayakta tutar. Ama Şeytan bundan şikâyetçi
değildir ve bir din kurmaya hiç heveslenmez:
Zayıflatılmamasını ve unutulmamasını temin etmek için
burada değil miyiz biz?

ÇEVREDE GEZİNTİ
Varlıkları bir çıkar ve ümit cemiyetine hapseden çemberin
içinde, serap düşmanı ruh kendine merkezden çevreye doğru
bir yol açar. İnsanların uğultusunu yakından işitmeye artık
tahammül edememektedir; onları birbirine bağlayan lanetli
simetriye mümkün olduğu kadar uzaktan bakmak
istemektedir. Her tarafta şehitler görür: Kimileri görünür
ihtiyaçlar adına, kimileriyse denetlenemeyen gereklilikler
adına kendilerini feda ediyorlardır; hepsi de adlarını bir
kesinliğin altına gömmeye hazırdırlar; bunu hepsi
başaramadığından da, çoğu düşledikleri kan fazlasının
kefaretini bayağılıklarıyla öderler... Hayatları, istifade
edemedikleri uçsuz bucaksız bir ölme özgürlüğünden
ibarettir: Tarihin ifadesiz kurban töreni, toplu mezar, onları
yutar.
Fakat ateşli bir ayrılık taraftan olan kişi, güruhların
musallat olmadığı yollar arayarak en kenara doğru çekilir ve
çemberin kenar çizgisi üzerinde, vücuda tâbi olduğu sürece
aşamayacağı o çizgi üzerinde ilerler; bununla birlikte Bilinç,
varlıksız ve nesnesiz bir sıkıntının içinde tamamen saf olarak
daha uzaklarda süzülür. Artık acı çekmiyordur, kişiyi ölmeye
davet eden bahanelerin üzerindedir ve kendini taşıyan insan’ı
unutur. Bir halüsinasyon içinde algılanan bir yıldızdan daha
gerçekdışı bir halde, bir yıldızın fırdöndüsüne benzer bir
durum önerir - ruh ise, bayatın çevresinde, daima sadece
kendisiyle ve Boşluğun çağrısına cevap vermedeki
güçsüzlüğüyle karşı karşıya kalarak gezinmektedir.

HAYATIN PAZARLARI
Pazar öğleden sonraları aylarca uzasaydı, ter dökmekten
kurtulmuş, ilk lanetin ağırlığından sıyrılıp hafiflemiş olan
insanlık nereye varırdı? Yaşanmaya değer bir tecrübe olurdu
bu. Tek eğlencenin cinayet olacağı; sefahatin yürek temizliği,
naranın melodi, sırıtmanın şefkat halinde görüneceği hayli
muhtemel. Zamanın sınırsızlığı duygusu, her saniyeyi
dayanılmaz bir azaba, darağacına çevirirdi. Şiirle dolu
yüreklere şevksiz bir yamyamlık, bir sırtlan hüznü yerleşirdi;
kasap ve cellatlar bitkin düşüp tükenir, kiliseler ve genelevler
iç çekişlerle dolardı. Bir Pazar öğleden sonrasına dönüşmüş
evren... sıkıntının tasviridir bu - evrenin de sonu... Tarih’in
üzerinde sallanan laneti kaldırın: O anda kendini iptal eder,
tıpkı mutlak bir tatil içinde varoluşun kendi kurgusunu
sergilemesi gibi... Gayret, hiçliğin içinde mitosları inşa eder
ve sağlamlaştırır; bu temel sarhoşluk, “gerçekliğe” dair inancı
kışkırtır ve ayakta tutar; oysa salt varoluşu seyre dalma,
hareket ve nesnelerden bağımsız seyre dalma, ancak
olmayan’ı özümler...
Uğraşsızlar uğraşlılardan daha çok şeyi kavrarlar ve daha
derindirler: Ufuklarına sınır çeken hiçbir meşgale yoktur;
sonsuz bir Pazar günü doğmuş olan onlar, seyrederler- ve
kendilerini seyrederken seyrederler. Tembellik, fizyolojik bir
kuşkuculuktur, tenin şüphesidir. Aylaklığa batmış bir dünyada
bir tek uğraşsızlar katil olmazlardı. Fakat insanlığın bir
parçası değildirler ve ter dökmeyi bilmediklerinden ötürü
Hayat’ın ve Günah’ın sonuçlarına katlanmadan yaşarlar. Ne
iyilik ne de kötülük yaptıkları için -insanlık sarasının
seyircileri olan onlar- bilinci boğan çabalara, zamanın
haftalarına burun kıvırırlar. Bazı öğleden sonraların sınırsız
ölçüde uzamasından niye ürksünler ki? Kabalık ölçüsünde
basit ve besbelli şeyleri savunmuş olmanın pişmanlığını
duyarlar yalnızca. Bu durumda, hakikat içinde umarsızca
saplanıp kalmak onları, ötekileri taklit etmeye ve küçültücü
bir biçimde meşgalelerin çekiciliğine kapılarak gönül
eğlendirmeye sürükleyebilir. Cennetin mucizevî kalıntısı olan
tembelliği bekleyen tehlike budur.

(Aşkın tek işlevi, bizi bir haftalığına -ve sonsuza dek-


yaralayan ölçüsüz ve acımasız Pazar öğleden sonralarına
dayanmamıza yardım etmesidir.
Atadan kalma kasılmaların sürükleyiciliği olmasa,
binlerce göz gerekirdi bize, saklı gözyaşlarımız için; ya da
yenecek tırnaklar, kilometrelerce tırnak... Artık akmayan bu
zaman başka türlü nasıl öldürülür? Bu bitmez tükenmez
Pazarlar’da var olma acısı kendini tümüyle gösterir. Bazen bir
şey içinde kendimizi unutmayı başarırız; ama dünya içinde
kendimizi nasıl unutabiliriz? Bu olanaksızlık o acının
tanımıdır. Bu acının yakaladığı kimse hiçbir zaman
iyileşmeyecektir, evren tamamıyla değişse bile. Değişmesi
gereken yüreğidir, oysa yürek değişmez; onun gözünde,
varolma’nın da tek bir anlamı vardır: Acısına gömülmek -
gündelik bir nirvanaya varma talimi onu gerçeksizliğin
algısına yüceltene dek...)

İSTİFA
Bir hastanenin bekleme salonundaydım: Yaşlı bir kadın bana
dertlerini anlatıyordu... İnsanların tartıştıkları şeyler, tarihteki
kasırgalar -onun gözünde bir hiçtiler: Zaman ve mekân içinde
bir tek onun derdi hüküm sürüyordu. “Yemek yiyemiyorum,
uyku uyuyamıyorum, korkuyorum, mutlaka cerahat var,” diye
sıralıyordu, dünyanın kaderi buna bağlıymış gibi çenesini
sıvazlayarak... Tiridi çıkmış, çenesi düşük bir kadının kendine
dikkat edişindeki bu aşırılık, önce beni dehşetle tiksinti
arasında kararsız bıraktı; sonra, sıra bana gelmeden
hastaneden çıktım gittim, ağrılarıma ilelebet sırt çevirmeye
karar vermiştim...
“Her bir dakikamın elli dokuz saniyesi,” diye söylendim
sokaklarda, “acıya ya da... acı fikrine vakfedilmiş. Keşke bir
taş olabilseydim! ‘Yürek’: Bütün azapların kökeni... Nesneye
imreniyorum... maddenin ve donukluğun lütfuna... Küçük bir
sineğin gelgiti bana kıyamet bir iş gibi görünüyor. Kendinden
çıkmak günah işlemektir. Rüzgâr, havanın çılgınlığı! Müzik,
sessizliğin çılgınlığı! Bu dünya hayatın önünde pes ederek
hiçliğe karşı kusur işlemiştir... Hareketten ve rüyalarımdan
istifa ediyorum. Nâmevcudiyet! Tek zaferim sen olacaksın...
‘Arzu’, sözlüklerden ve ruhlardan hepten silinsin! Yarınların
başdöndürücü şakası önünde geriliyorum. Ve bazı ümitlerimi
hâlâ muhafaza etsem dahi, ümit etme melekemi hepten
kaybettim.”

DOLAYLI HAYVAN
Kökten bir saplantıyla, ara vermeden, insanın var olduğu, ne
ise o olduğu -ve başka türlü olamayacağı- düşünüldüğü
zaman hakikî bir bozguna uğranılır. Fakat ne olduğunu ilan
eden, yine de kendini kabul ettiremeyen bin tane tanım vardır:
Ne kadar keyfî iseler, bir o kadar da muteber görünürler. En
uçuk saçmalık da, en ağır bayağılık da benzer şekilde uygun
düşer insana. İnsanın sınırsız sayıdaki öznitelikleri,
tasarlayabileceğimiz en belirsiz varlığı oluştururlar.
Hayvanlar hedeflerine doğrudan giderken, o, dolambaçlarda
kaybeder kendini; tam anlamıyla dolaylı hayvan odur. Gayri
muhtemel refleksleri -ki bilinç bunların gevşemesinden
doğar- onu, nekahet halindeyken hastalığa imrenen biri yapar.
Onda hiçbir şey sağlıklı değildir, sağlıklı olmuş olmanın
dışında... İster kanatlarını yitirmiş melek, ister kıllarını
yitirmiş maymun olsun, mahlûkatın anonimliğinden yalnızca
sağlığındaki çöküntüler sayesinde çıkmıştır. Kötü oluşmuş
kanı, kararsızlıkların, sorun müsveddelerinin sızmasına izin
vermiştir; huysuz hayatdoluluğu ise soru işaretlerinin ve
hayret nidalarının sızmasına... Uyuşukluğunu kemirerek,
varlıklar şekerleme yaparken uykusunu kaçırarak onu
bezdiren virüsü nasıl tanımlamalı? İstirahatini zapteden kurt
nedir? Onu, eylemlere gecikmeye, isteklerin durmasına
zorlayan ilkel bilgi etkeni nedir? Yırtıcılığına bezginliği ilk
kim sokmuştur? Diğer canlıların kaynaşmasından çıkınca,
kendine daha ince bir kargaşa yaratmıştır, kendinden
koparılmış bir hayatın dertlerini titizlikle istismar etmiştir.
Kendisinden sıyrılmak için giriştiği her şeyden, daha tuhaf bir
hastalık teşekkül etmiştir: Onun “uygarlığı”, devasız -ve
temenni edilmiş- bir duruma çareler bulma çabasından başka
bir şey değildir. Sağlığa yaklaşınca ruh solgunlaşır: İnsan ya
malûldür –ya da yoktur. Her şeyi düşündükten sonra kendini
düşündüğünde -zira o noktaya, ancak evreni düşündükten
sonra ve kendine sorduğu son soruymuş gibi gelir- şaşakalır
ve hayrete düşer. Fakat kendi başarısızlığını, sağlık içinde
ebediyen başarısızlığa uğrayan tabiata yeğlemeye devam eder.

(Adem’den beri insanların bütün çabası, insanda


değişiklik yapmak olmuştur. Altedilmez verilerin aleyhine
icra edilen reform ve pedagoji maksatları, düşüncenin
tabiatını bozmakta ve hareketini işe yaramaz hale
getirmektedir. Bilginin eğitici, iyimser ve bulaşıcı içgüdüden
daha amansız bir düşmanı olamaz; filozoflar da bundan
kaçamazlardı: Sistemleri bu içgüdünün elinden nasıl
kurtulabilirdi ki? Devasızlık dışında her şey sahtedir; onu
altetmeye çalışan o uygarlık da, kuşandığı doğrular da
sahtedir...
Eski kuşkucular ve Fransız ahlâkçıları müstesna
bırakılırsa, teorileri gizlice ya da alenen insana biçim vermeye
yönelmeyen tek bir düşünce adamı anmak zor olur. Ama
insan olduğu gibi sürüp gitmiştir; merakına teklif edilen,
ateşliliğine ve aklına sunulan asil ilkelerin geçit törenini
izlemiş olmasına rağmen... Tabiatta bütün varlıkların kendi
yerleri varken, insan, metafizik olarak başıboş dolaşan,
Hayat’ın içinde kaybolmuş, Yaratılış içinde tuhaf kaçan bir
yaratık olmayı sürdürmektedir. Tarihe muteber bir hedef
bulan hiç kimse çıkmamıştır; ama herkes bir öneride
bulunmuştur; ve bu o kadar birbirinden ayrı ve acaip bir hedef
bolluğudur ki ereklik fikri geçersizleşmiş ve zihnin ucuz bir
malı gibi yitip gitmiştir.
İnsan olgusu denen o felâket birimi’ni, herkes kendi
üzerinde yaşar. Zamanın tek anlamı da bu birimleri
çoğaltmaktır; çok az bir maddeden, bir adın gururundan ve
iptali mümkün olmayan bir yalnızlıktan destek alan o dikey
acıları sınırsız bir şekilde büyütmektir.)

TAHAMMÜLÜMÜZÜN KİLİT NOKTASI


Merhamet dolu bir muhayyilenin yardımıyla bütün acıları
kaydedebilen, herhangi bir ânın bütün üzüntüleri ve bütün
bunaltılarıyla hemzaman olabilen kişi, -böyle bir varlığın
olabileceğini farzedersek- o kişi bir sevgi canavarı ve gönül
tarihinin en büyük kurbanı olurdu. Ama böylesi bir
imkânsızlığı tasarlamamız faydasızdır. Bizzat kendimizi
incelemek, kendi alarmlarımızın arkeolojisini yapmak kâfidir.
Günlerin azabı içinde ilerlememiz, bunların seyrini acılarımız
dışında hiçbir şeyin durduramamasındandır; ötekilerin acıları
bize, izah edilebilir ya da aşılması mümkün görünür: Yeteri
kadar irade, cesaret ya da zihin açıklıkları olmadığı için acı
çektiklerine inanırız. Kendimizinki hariç her acı, bize meşru
ya da gülünçlük derecesinde anlaşılır görünür; böyle olmasa,
duygularımızın değişkenliği içinde tek sabit şey matem
olurdu. Fakat yalnızca kendimizin matemini tutarız. Eğer
etrafımızda sürünen sonsuz sayıdaki can çekişmeyi, birer gizli
ölüm olan bütün hayatları sevip anlayabilseydik, acı çeken
varlık sayısında kalp gerekirdi bize. Ve geçmiş
üzüntülerimizin tamamını mevcudunda bulunduran, mucizevî
bir şekilde güncel bir hafızamız olsaydı, böyle bir yükün
altında çökerdik. Hayat, ancak muhayyilemizin ve hafızamızın
zayıflıklarıyla mümkündür.
Kuvvetimizi, unuttuklarımızdan ve aynı andaki kaderlerin
çokluğunu tasavvur etme yetersizliğimizden alırız. Evrensel
acıyı o lâhzada anlayan ve hayatta kalabilen kimse olamazdı;
her yürek ancak belli miktarda acıya göre yoğurulmuştur
çünkü... Tahammülümüzün adeta maddî sınırları vardır;
hâlbuki, her kederin yayılması bu sınırlara erişir ve bazen
onları aşar: Çoğu zaman hüsranımızın kökeni budur. Her
acının, her kederin sonsuz olduğu izlenimi de buradan doğar.
Gerçekten de öyledir, ama yalnızca bizim için, yüreğimizin
hudutları için; yüreğimiz geniş bir alanın boyutlarında olsa
dertlerimiz daha da büyük olurdu; çünkü her acı dünyanın
yerine geçer ve her kedere başka bir evren gerekir. Akıl,
beyhude yere bize rastlantısallıklarımızın sonsuz
küçüklükteki boyutlarını göstermeye verir kendini;
kozmogonik çoğalma eğilimimiz önünde başarısızlığa uğrar.
Bundan dolayı hakiki çılgınlık, asla tesadüflere ya da beynin
felâketlerine değil, yüreğin uydurduğu yanlış bir mekân
anlayışına bağlıdır...

KURTULUŞ YOLUYLA İPTAL


Bir selâmet öğretisi, ancak var olma-acı çekme denkleminden
yola çıkarsak anlamlıdır. Bizi bu denkleme götüren şey âni bir
saptama ya da bir dizi akıl yürütme değil, bütün anlarımızın
bilinçsiz bir şekilde bizi buna hazırlaması, önemli ya da
önemsiz bütün tecrübelerimizin katkıda bulunmasıdır.
Yeşermesine adeta susadığımız hayal kırıklığı tohumlarını
içimizde taşıdığımız zaman, dünyanın her adımda
ümitlerimizi geçersiz kılması arzusu, kötülüğü tadarak
doğrulama imkânlarını artırır. Gerekçeler sonradan gelir;
öğreti kendi kendine kurulur: Artık, “bilgelik”ten başka bir
tehlike kalmamıştır. Fakat acıdan azade olmak da, çelişki ve
karşıtlıkları alt etmek de istenmiyorsa? Tamamlanmamışlığın
nüansları ile duygusal diyalektikler, yüce bir çıkmazın
yekpareliği’ne tercih ediliyorsa? Selâmet her şeyi bitirir; bizi
de bitilir. Bir kez selâmete erdikten sonra, kendine hâlâ canlı
demeye kim cesaret edebilir? Ancak acıdan kurtulmayı
reddetmekle ve adeta dinî bir dinsizlik eğilimiyle gerçekten
yaşanır. Selâmet yalnızca canilere ve azizlere, yaratığı
öldürmüş ya da aşmış olanlara musallat olur; ötekiler, -ölesiye
sarhoş bir halde- mükemmeliyetsizliğe gömülürler...
Bütün kurtuluş öğretilerinin kusuru, tamamlanmamışlığın
iklimi olan şiiri ortadan kaldırmalarıdır. Şair, selâmete ermeye
özendiğinde kendine ihanet etmiş olur: Selâmet, şarkının
ölümüdür, sanatın ve ruhun yadsınmasıdır... İnsanın kendisini
ulaştığı şeyle dayanışma içinde hissetmesi nasıl olabilir?
Acılarımızı inceltip, bir bahçeyle ilgilenir gibi ilgilenebiliriz
onlarla; fakat kendimizi askıya almadan hangi yolla
serbestleşebiliriz onlara karşı? Lânetlenme karşısında uysal
olan bizler, acı çektiğimiz ölçüde var oluruz - Bir ruh, sadece
üzerine aldığı tahammül edilmez şeyler in miktarıyla büyür ve
telef olur.

SOYUT ZEHİR
Bulanık dertlerimiz ve dağınık endişelerimiz bile fizyoloji
içinde yozlaştıklarından, ters yönde bir yaklaşımla onları
zekânın manevralarına indirgemek önemli bir şeydir. Ya
Sıkıntı -dünyanın gereksizce tekrarlı algısı, sürenin iç
karartıcı dalgalanması-, tümdengelimli bir ağıt mertebesine
yükseltilir, ona eşsiz bir kısırlık eğilimi sunulursa? Ruhun
üstünde bir düzene başvurulmadıkça, bu ruh tenin içinde
kaybolur - ve fizyoloji, felsefi sersemleşmemizin son sözü
haline gelir. Anlık zehirleri, zihinsel değişim değerleri
bağlamına oturtmak; gözle görülür bozulmayı bir araç
işlevine yükseltmek; ya da bütün duyguların ve ihsasın
murdarlığını kurallarla örtmek: Zihin için gerekli olan bir
zarafet arayışıdır bu; zihnin yanında ruh -o dokunaklı sırtlan-
sadece derin ve tehlikelidir. Zihin kendi başına ancak yüzeysel
olabilir; kavramsal olayların işaret ettikleri alanlarda
yarattıkları sonuçları değil, yalnızca bu olayların sıralanışını
dert eden bir tabiatı olduğu için... Bizim hallerimiz zihni
ancak değişik bağlamlara oturtulabildikleri ölçüde
ilgilendirirler. Böylelikle melankoli bağlımızdan yayılır ve
kozmik boşluğa kavuşur; fakat zihin, ancak duyuların
kırılganlığına bağlayan şeyden arındığında benimser onu;
yorumlar onu; melankoli inceltilir ve bakış açısı haline gelir:
Kategorik melankoli. Teori, pusuda bekler ve zehirlerimizi ele
geçirir; ve onları daha az zararlı kılar. Bu, yukarıdan aşağıya
bir değer kaybıdır; saf başdönmelerine meraklı olan zihin,
yoğunluklara düşman olduğu için...

MUTSUZLUĞUN BİLİNCİ
Her şey, unsurlar ve fiiller, seni yaralamada elbirliği ederler.
Burun kıvırmanın zırhına mı bürünmelisin? Kendini bir
tiksinti kalesinde tecrit mi etmelisin? İnsanüstü kayıtsızlıklar
mı düşlemelisin? Zamanın yankıları seni son yokluklarının
içinde de mağdur edeceklerdir... Kanamanın önüne hiçbir şey
geçemediğinde, fikirler bile kırmızıya boyanır, ya da tümörler
gibi birbirinin üzerine tırmanır. Eczanelerde varoluşa karşı
hiçbir özel ilaç yoktur - yalnızca palavracılar için küçük
ilaçlar... Peki berrak, alabildiğine eklemlenmiş, vakur ve
kendinden emin ümitsizliğin panzehiri nerededir? Bütün
varlıklar mutsuzdur; ama ne kadarı bunu bilir? Mutsuzluk
bilinci, bir can çekişme aritmetiğinde ya da Devasızlık
sicilinde boy göstermeyecek kadar vahim bir hastalıktır.
Cehennemin itibarını düşürür ve zamanın mezbahalarını kır
şiirlerine çevirir. Hangi günahı işledin de doğdun? Hangi suçu
işledin de varsın? Acın da kaderin gibi sebepsiz. Hakikaten
acı çekmek, nedenselliği bahane göstermeden dertlerin
istilasını kabul etmektir; çılgın tabiatın bir lütfu gibi, bir
negatif mucize gibi...
Zaman’ın cümlesinde, insanlar virgüller gibi yer alırlar;
sense, onu durdurmak için, nokta olarak hareketsizleştin.

ÜNLEMSEL DÜŞÜNCE
Sonsuzluk fikri, geometriye belli belirsiz bir ölgünlüğün
sızdığı bir günde doğmuş olmalıdır; reflekslerin sessizliğinde,
iç karartıcı bir ürpertinin idraki nesnesinden tecrit eniği anda
ortaya çıkan ilk bilme eylemi gibi… Sonunda yalnız, trajik bir
şekilde apaçık gerçeklikten üstün bir halde uyanmamız için,
ne kadar çok tiksinti ya da hasret biriktirmemiz gerekmiştir!
Unutulmuş bir iç çekiş, dolaysızın dışına doğru bir adım
artırmıştır bize; sıradan bir yorgunluk bizi bir manzaradan ya
da bir varlıktan uzaklaştırmıştır; dağınık iniltiler, tatlı ya da
ürkek masumiyetten ayırmıştır bizi. Bu rastlantısal
mesafelerin tutan -günlerimizin ve gecelerimizin bilançosu-
bizi dünyadan ayırt eden mesafedir - ruh da bu mesafeyi
azaltmaya ve kendi kırılgan ölçülerimize indirgemeye çabalar.
Fakat her bezginliğin eseri kendini hissettirir: Hâlâ ayak
basacak zemin kalmış mıdır?
Başlangıçta şeylerden kaçmak için düşünürüz; sonra fazla
uzağa gittiğimizde, kaçışımızın pişmanlığıyla kendimizi
mahvetmek için... Böylelikle kavramlarımız gizli iç çekişler
gibi birbirine bağlanır; her akıl yürütme ünlem yerini tutar;
yakınma dolu bir ton, mantığın ağırbaşlılığını bastırır.
Kasvetli renkler fikirleri soluklaştırır, mezarlık paragrafların
üzerine taşar, buyrukların içinde çürük kokusu vardır,
zamandışı bir kristalin içindeki son hazan günüdür bu... Ruh,
üzerine üzerine gelen miyasmalar karşısında savunmasızdır,
çünkü gökyüzüyle yeryüzü arasında bulunan en çürümüş
yerden çıkıp gelir bunlar; şefkatin içinde çılgınlığın yattığı
yerden, rüyaların kaynaştığı ütopyaların çirkef kuyusundan:
Ruhumuzdan. Evrenin yasalarını değiştirebilsek ya da
kaprislerini önceden görebilsek bile, bu ruh, çileleriyle ve
kendi yıkımına dair ilkeyle boyun eğdirirdi bize.
Mahvolmamış bir ruh mu? Her neredeyse bulunsa da tutanağa
geçirilse; bilim, azizlik ve komedi tarafından zaptolunsa!

BELİRSİZLİĞİN TANRILAŞTIRILMAS1
Halkların özü, bireylerin özüne oranla çok daha büyük bir
ölçüde, tabiatlarındaki belirsizlik payına göre az-çok
kavranabilir. İçinde yaşadıkları apaçık durumlar ise sadece
geçici niteliklerini, çevrelerini, görünümlerini ortaya çıkarır.
Bir halkın ifade edebileceklerinin ancak tarihî bir değeri
vardır: Oluş içindeki başarısıdır bu; fakat ifade edemediği şey,
ebediyet içindeki mağlubiyeti, kendi kendine karşı duyduğu
meyvasız susamışlıktır: Kendini ifade etmeye çabalarken
tükenmesidir. Bu çabası sırasında güçsüz düştüğünde,
ifadesinin yerini bazı sözcüklerle -söylenemeyene imalarla-
doldurur.
Zihnin dışında dolaşıp dururken başımız sıkıştığında, kaç
3
defa Sehnsucht’ların, yearning’lerin, saudade’ların gölgesine
girmişizdir; aşırı olgun yürekler için açmış o sesli meyvaların
gölgesine!.. Bu sözcüklerin üzerindeki perdeyi kaldıralım:
Gizledikleri içerik aynı mıdır? Tanımlanmamış bir soyun söz
aracılığıyla dallanıp budaklanmasında aynı anlamın yaşaması
ve ölmesi mümkün müdür? Bu kadar farklı halkın, nostaljiyi
aynı tarzda hissetmesi düşünülebilir mi?
Uzaktakinin özlenmesi’ne bir formül bulmak için yırtınan
kişi, kötü inşa edilmiş bir mimarinin kurbanı olacaktır.
Belirsizliğin o ifadelerinin kökenine uzanmak için, onların
özüne doğru duygusal bir gerileme gerçekleştirmek, dile
gelmeyenin içine garkolmak ve oradan paramparça
kavramlarla çıkmak gerekir. Teorik güven ve anlayabilirliğin
gururu bir kere kaybedildi mi, kişi her şeyi anlamaya, her şeyi
kendisi için anlamaya çabalayabilir. O zaman, ifade
edilemeyenin içinde sevinebilir, makullüğün kıyısında günler
geçirebilir ve yüceliğin kenar mahallelerinde yan gelip
yatabilir. Kısırlığın elinden kurtulmak için, aklın eşiğinde
serpilmek gerekir...
Beklenti içinde, henüz olmayanın içinde yaşamak,
gelecek fikrinin varsaydığı kışkırtıcı dengesizliği kabul
etmektir. Her nostalji, şimdiki zamanın bir biçimde
aşılmasıdır. Pişmanlık halindeyken bile dinamik bir nitelik
taşır: Geçmişi zorlamak istenir; geri dönüşsüz olan şeye itiraz
etmek, geriye doğru hareket etmek istenir. Hayat ancak
zamanın ihlâl edilmesiyle bir içeriğe kavuşur. Başka yer
saplantısı, anın imkânsız olmasıdır; bu imkânsızlık da
nostaljinin ta kendisidir.
Fransızlar’ın tanımsızlıktaki mükemmeliyetsizliği
duymayı ve bilhassa işlemeyi reddetmiş olmaları, yine de bir
şeyler ifşa eden bir vurguya sahiptir. Bu dert, Fransa’da
kolektif bir biçim altında bulunmaz: Efkâr’ın metafizik vasfı
yoktur ve can sıkıntısı tekil bir biçimde güdümlüdür.
Fransızlar, Mümkün’le herhangi bir işbirliğine gitmeyi
reddederler; dilleri bile, Mümkün’ün tehlikeleriyle
girilebilecek olan her türlü suç ortaklığını safdışı bırakır.
Dünyada kendini onlardan daha rahat hisseden, kendi evi
onlardan daha anlamlı ve daha ağırlıklı olan, mündemiçliğin
çekiciliğine kendini daha çok kaptıran başka bir halk var
mıdır?
Temelli olarak başka bir şey arzu etmek için, zamandan
ve mekândan sıyrılmak, yer ve an ile asgarî bir yakınlık
yaşamak gerekir... Fransa tarihinin o kadar az kesinti
arzetmesinin nedeni, mükemmeliyete doğru yönelişimizi
teşvik eden ve trajik bir bakış açısının gerektirdiği
tamamlanmamışlık ihtiyacını hayal kırıklığına uğratan o
özüne sadakattir. Fransa’da bulaşıcı olan tek şey zihin
açıklığıdır; aldanmaktan, ne olursa olsun bir şeye kurban
olmaktan nefret etmedir. Bir Fransız’ın macerayı ancak
bilincinin tümüyle kabul etmesi bundandır; aldanmak ister;
gözlerini bağlar; bilinçsiz kahramanlık ona haklı olarak bir
zevksizlik, zarafetten uzak bir fedakârlık gibi görünür. Fakat
hayatın hoyrat muğlaklığı, her an için, iradenin değil, ceset
olmadaki, metafizik olarak aldanmadaki fevriliğin ağır
basmasını gerektirir...
Fransızlar nostaljiyi aşırı açıklıkla doldurmuşlarsa, onun
mahrem ve tehlikeli itibarının bir kısmını elinden almışlarsa,
Sehnsucht ise aksine, Heimat’la (vatan) Sonsuz arasında
çekiştirilen Alman ruhunun çatışmalarında çözülmez olan
şeyi tüketmiştir.
Bu ruh nasıl yatışabilirdi? Bir yanda yürek ile toprağın
bölünmezliği içine dalma istenci; öte yanda, giderilemeyen
bir arzuyla daima mekânı içine alıp eritme istenci. Fakat ufuk
sınır arzetmediğinden ve onunla birlikte yeni avareliklere
duyulan eğilim arttığından, derlendiği oranda hedef de geriler.
Egzotik zevk, yolculuk tutkusu, manzaranın yalnızca bir
manzara olarak zevkini çıkarma, içsel biçim eksikliği, hem
çekici hem itici olan dolambaçlı derinlik buradan kaynaklanır.
Heimat’la Sonsuz arasındaki gerilimin çözümü yoktur: Aynı
anda hem kökleşmiş hem köksüzleşmiş olmaktır bu; yuva ile
uzaklık arasında bir orta yol bulamamış olmaktır. Özünde
uğursuz bir sabit olan emperyalizm, Sehnsucht’un siyasî ve
kabalık derecesinde somut tercümesi değil midir?
Bazı içsel tahminlerin tarihî sonuçları üzerinde ne kadar
ısrar edilse azdır. Nostalji de bunlardan biridir; varoluş ya da
mutlak içinde dinlenmemize engel olur; bizi belirsiz olanın
içinde yüzmeye, dayanaklarımızı kaybetmeye, zaman içinde
sipersiz yaşamaya mecbur eder.

Topraktan sökülmüş, süre içinde sürgüne gönderilmiş ve


doğrudan köklerinden koparılmış olmak, ayrılma ve yarılma
öncesindeki kökensel kaynaklarla yeniden bütünleşmeyi arzu
etmektir. Nostalji, tam da kendini ezeli bir biçimde evinden
uzak hissetmektir; Sıkıntı’nın ışıklı ölçüleri ve Sonsuz ile
Heimat’ın çelişkili ilkesi dışında, bitmiş olana, doğrudan
olana, toprağın ve ananın çağrısına geri dönüş biçimine
bürünür bu nostalji. Böylelikle zihin ve yürek ütopyalar
uydurur: Bütün bu ütopyalar arasında en tuhafı da kendi
kendimize verdiğimiz yorgunluğu attığımız, doğmuş
olduğumuz bir evren ütopyasıdır; bütün yorgunluklarımızın
kozmik yastığı olan bir evren...
Nostaljik özlemde, elle tutulur bir şey değil, zamandan
ayrışık ve bir cennet sezgisine yakın olan soyut bir sıcaklık
aranır. Varoluşu olduğu haliyle kabul etmeyen her şey,
ilahiyatın alanına girer. Nostalji, Mutlak’ın arzu unsurlarıyla
inşa edildiği, ölgünlükle işlenen Sınırı-Belirsiz’in Tanrı
olduğu, duygusal bir ilâhiyattır sadece.

YALNIZLIK - KALPTEKİ BÖLÜNME


Hayatın bir mucize gibi ortaya çıkmadığı, ânın tabiatüstü bir
titreme içinde inlemediği her defada, ister istemez
mahvolmaya yöneliriz... O doluluk ihsasını, o sayıklama
anlarını, o volkanik şimşekleri, Tanrı’yı yoğrulduğumuz
balçığın bir rastlantısı seviyesine düşüren o coşku harikalarını
nasıl yenilemeli? Yanında müziğin bile içimizdeki orgun
kalıntısı gibi yüzeysel göründüğü o parıltıyı hangi kaçamak
sayesinde tekrar yaşamalı?
Bizi hareketin başlangıcıyla çakıştıran, zamandaki ilk
ânın efendisi ve Yaratılış’ın anlık zanaatkârları kılan
heyecanları hatırlamak elimizde değildir. Yaratılış’ın artık
sadece yoksunluğunu ve sönük gerçekliğini algılarız: Vecdi
unutmak için yaşarız. Geleneğimizi ve cevherimizi tayin eden
de mucize değildir; parıltıları elinden alınmış, kendi
yoklukları içine batmış ve geviş getirmelerimizin yegâne
konusu olmuş bir evrenin boşluğudur: Yalnız bir kalbin
önünde, yalnız bir evren; ikisi de birbirinden ayrılmaya,
antitez içinde azıtmaya yazgılıdır. Yalnızlık, veri’mizden
ziyade yegâne inanç’ımızı oluşturacak kadar sivrildiği zaman,
her şeyle aramızdaki dayanışma biter: Varoluştan sapınca, tek
meziyetleri ölüm dışında bir şeyin gelmesini soluk soluğa
beklemek olan canlılar topluluğundan kovuluruz. Fakat bu
bekleyişin büyüsünden kurtulduğumuzda, yanılsamanın
kiliselerinden sürüldüğümüzde, en sapkın mürit topluluğu
oluruz, zira bizzat ruhumuz sapma içinde doğmuştur.

(“Ruh hidayete vardığında, güzelliği o kadar yücelir ve o


kadar harikulâdeleşir ki, tabiatta olan her güzel şeyi
mukayesesiz aşar ve Tanrı’yla Melekler’in gözlerini
kamaştırır” [Ignatius de Loyola]).
Herhangi bir hidayete konmaya çabaladım; soruları
tasfiye etmek ve cahil bir ışık, zihni küçümseyen herhangi bir
ışık içinde yok olmak istedim. Fakat seni hiçbir “güzellik”
aydınlatmayınca ve Tanrı’yla Melekler kör olunca,
meselelerin üzerinde yer alan mutlu bir iç çekişe nasıl
varılabilir?
Vaktiyle, İspanya’nın ve senin ruhunun efendisi Azize
Tereza, sana günah eğilimleri ve başdönmeleriyle dolu bir yol
çizdiğinde, aşkınlık uçurumu semaya bir düşüş gibi hayran
ediyordu seni. Ama o semalar dağıldılar—tıpkı eğilimler ve
başdönmeleri gibi- soğuk kalbinde de Avila’nın coşkuları
hepten söndü.
Bazı varlıklar, artık bir imana tesadüf edebilecekleri
noktaya gelmişken, feleğin hangi cilvesiyle kendilerinden
başka bir yere vardırmayan -yani hiçbir yere vardırmayan- bir
yolu takip etmek için gerilerler? Acaba hidayete eriştikten
sonra, en belirgin meziyetlerini kaybedecekleri korkusuyla
mı? Her insan derinliklerinin zararına ilerler; her insan
kendinden kaçan bir mistiktir: Yeryüzü, varılamayan
hidayetler ve ayaklar altına alınmış sırlarla doludur.)
ALACAKARANLIK DÜŞÜNÜRLERİ
Atina ölmek üzereydi; onunla birlikte, bilgiye tapınma da...
Büyük sistemler yaşayacakları kadar yaşamışlardı: Kavramsal
alanla sınırlandıkları için, ıstırapların müdahalesini, kurtuluş
arayışını ve acı üzerine düzensiz meditasyonları
reddediyorlardı. Sona ermekte olan site, insanî
rastlantısallıkların teoriye dönüştürülmesine imkân tanıdığı
için, herhangi bir şey -bir aksırık veya ölüm- eski meselelerin
yerini alıyordu. Çare bulma saplantısı bir uygarlığın sonunun
belirtisidir; selâmet arayışı da bir felsefenin sonunun... Platon
ve Aristoteles bu kaygılara sadece denge gerekliliğinden
boyun eğmişlerdi, ancak onlardan sonra bu kaygılar her
alanda baskın çıktı.
Roma batarken, Atina’dan gerilemesinin yankıları ve
tükenişinin akislerinden başka bir şey derleyemedi.
Yunanlılar’ın şüphelerini bütün İmparatorluk topraklarında
dolaştırdıktan dönemde İmparatorluğun ve felsefenin
geçirdiği sarsıntı, potansiyel olarak tamamına ermiş bir
olguydu. Bütün sorular meşru göründüğünden, biçimsel
sınırlara aşırı bağlılık, keyfi merakların sefahatını artık
engellemiyordu. Epikurosçuluk ve Stoacılığın sızması
kolaydı: Soyut yapıların yerini ahlâk alıyor ve soysuzlaşmış
akıl, pratiğin aracı haline geliyordu. Roma sokakları, ellerinde
farklı “mutluluk” reçeteleriyle dolaşan, devasız bir genel
bıkkınlığa şifa bulmak için felsefenin çeperinde ortaya çıkmış
bilgelik uzmanları ve soylu şarlatanlar olan Epikurosçular ve
Stoacılar’la doluydu. Ama tedavi usullerinde mitoloji ve tuhaf
hikâyeler noksandı. Bu mitoloji ve hikâyeler, dönemin
evrensel miskinliği içinde çok uzaklardan gelen ve küçük
farktan önemsemeyen bir dinin kesinliğini oluşturacaklardı.
Bilgelik, miadı dolan bir uygarlığın son sözü, tarihin
şafaklarının hâlesi, bir dünya görüşü çehresine bürünmüş
yorgunluk, daha zinde başka tanrıların -ve barbarlığın-
gelişinden önceki son hoşgörüdür; ayrıca, sonun her taraftan
yükselen hırıltıları içinde beyhude bir melodi denemesidir.
Zira Bilge -berrak ölümün teorisyeni, ilgisizlik kahramanı ve
felsefenin son safhasının, yozlaşmasının ve içinin
boşalmasının simgesi-kendi ölümü meselesini halletmiştir...
ve o andan itibaren bütün meseleleri ortadan kaldırmıştır.
Daha nadir gülünçlüklerle donatılmış olduğundan, aşırı
devirlerde genel patolojinin müstesna bir teyidi gibi
rastgelinen bir sınır-vakadır.
Kendimizi antik can çekişmenin simetrik noktasında, aynı
dertlerden mustarip ve benzer şekilde içinden sıyrılınmaz
büyülerin etkisi altında bulunca, büyük sistemlerin, sınırlı
mükemmeliyetleri tarafından yıkılmış olduklarını düşünürüz.
Kendimiz için de her şey, itibarı ve tutarlılığı olmayan bir
felsefenin konusu haline gelir... Düşüncenin gayri şahsî
kaderi, binlerce ruha, Fikir’in binlerce defa aşağılanmasına
dağılmıştır... Bize artık ne Leibniz ne Kant ne de Hegel bir
yardımda bulunabilir. Kendi ölümümüzle felsefenin
kapılarının önüne gelmişizdir: Çürüdükleri ve artık savunacak
hiçbir şeyleri olmadığı için kendiliklerinden açılırlar... ve
herhangi bir şey, felsefe konusu haline gelir. Paragrafların
yerini çığlıklar alır: Bunun sonucu, mahremiyetini tarihin ve
zamanın görünümlerinde bulabilecek bir fundus animae (canlı
temel) felsefesidir.
Biz de “mutluluğu” ararız; ya düşkünlükle ya da
küçümsemeyle: Mutluluğu horgörmek de, bunu hâlâ
unutmamak ve düşünerek reddetmek demektir. Biz de
“selâmet”i ararız, bunu hiç istemeyerek de olsa. Ve fazla
olgun bir çağın negatif kahramanlarıysak, bizzat bu olgu
dolayısıyla, onun çağdaşlarıyızdır: Zamanına ihanet etmek ya
da onun ateşli bir taraftar olmak, -görünürdeki karşıtlığın
ardında- aynı katılım fiilini ifade eder. Yüce bitkinlikleri, ince
tiritlikleri, zamandışı hâlelere özenmeyi -ki bunların hepsi
bilgeliğe yöneltir- kendinde bulmayan var mıdır? Dünya, yeni
bir mutlağın ya da yadsımanın şafağında kendinden
geçmeden evvel, çevresini kaplayan boşluk içinde her şeyi
tasdik etme hakkını kendinde kim hissetmez ki? Ufukta hep
bir tanrı tehdidi görünmektedir. Felsefenin kenarındayız;
sonuna rıza gösterdiğimize göre... Düşüncelerimize tanrının
yerleşmemesine çaba gösterelim; şüphelerimize hâlâ sahip
çıkalım; denge görünümleri ve mündemiç kaderin çağrısı,
bütün keyfî ve acaip özlemler, bükülmez hakikatlerden daha
tercih edilir olduğu için... Çareleri değiştirmemiz, tesirli ve
muteber hiçbir çare bulamadığımızdandır; çünkü ne
aradığımız yatışmaya, ne de peşinden gittiğimiz hazlara
inancımız vardır. Kaypak bilgeleriz biz; modern Romalılar’ın
Epikurosçular’ı ve Stoacılarıyız...

KENDİNİ İMHA ETMENİN KAYNAKLARI


Omuzlarımızın ve düşüncelerimizin üzerinde ağır yüklerle bir
hapishanede doğmuşuz; kesip alına imkânı bizi bir sonraki
gün yeniden başlamaya teşvik etmese, tek bir günün bile
sonunu getiremezdik... Bu dünyanın prangaları ve solunmaz
havası her şeyi elimizden alır, kendimizi öldürme özgürlüğü
hariç; bu özgürlük de, bunaltıcı ağırlıkların üstesinden gelen
bir kuvvet ve gurur verir bize.
Kendi hükmünü mutlak olarak elinde bulundurmak ve
bunu kullanmamak... bundan daha esrarengiz bir yetenek var
mıdır? İntiharın mümkün olduğu tesellisi, soluksuz
kaldığımız o mekânı sonsuz bir alana çevirir. Kendimizi yok
etme fikri, buna ulaşma yollarının çokluğu, kolaylığı ve
yakınlığı sevindirir ve ürkütür bizi; zira kendimiz hakkında
gen dönüşsüz bir şekilde karar verdiğimiz o hareketten daha
basit ve daha korkunç bir şey yoktur. Tek bir anda bütün
anları ortadan kaldırırız; bunu Tanrı bile yapamazdı. Fakat
palavracı iblisler olduğumuzdan sonumuzu erteleriz:
Özgürlük gösterişinden, kibrimizin oyunundan nasıl
vazgeçebilirdik ki?..
Kendini ortadan kaldırmayı hiç tasarlamamış; ipin,
kurşunun, zehirin ya da denizin yardımına başvurabileceğini
hiç hissetmemiş kişi, aşağılık bir kürek mahkûmudur; ya da
evrenin leşi üzerinde sürünen bir solucan... Bu dünya
elimizden her şeyi alabilir, bize her şeyi yasaklayabilir, ama
kendimizi yok etmemizi engellemeye kimsenin gücü yetmez.
Bütün aletler buna yardımcı olurlar, bütün uçurumlarımız
buna davet ederler bizi; ama bütün içgüdülerimiz de karşı
çıkar. Bu karşıtlık ruhumuzda çıkışsız bir çatışma geliştirir.
Hayat üzerine düşünmeye, onda dipsiz bir boşluk keşfetmeye
başladığımızda, içgüdülerimiz kendilerine çoktan rehber süsü
vermiş ve fiillerimizi yönlendirmeye başlamışlardır bile;
ilhamımızın kanatlanmasını ve serbestleşerek yumuşamamızı
frenlerler. Eğer doğduğumuz anda, ergenlikten çıkışımızdaki
kadar bilinçli olsaydık, beş yaşında intiharların alışılagelmiş
bir olgu, hatta bir saygınlık sorunu olacağı muhtemelden de
öte bir gerçektir. Ama çok geç uyanırız: Tefekkür ve hayal
kırıklıklarımızın bizi yönelttiği sonuçlardan ancak şaşkınlığa
kapılabilecek olan içgüdülerin mevcudiyetiyle döllenmiş
yıllar durur karşımızda. Tepki de gösterirler; bununla birlikte,
özgürlüğümüzün bilincine varmış olan bizler, istifade
etmediğimiz için daha da cazipleşen bir çözümün
efendisiyizdir. Günlere, dahası gecelere tahammül etmemizi
sağlar bu; artık ne yoksuluzdur, ne de husumet tarafından
eziliyoruzdur: Üstün kaynaklar varılır elimizde. Bunlardan
hiç yararlanmasak ve sonumuz geleneksel son nefesle gelse
bile, vazgeçişlerimizde bir hazineye sahip olmuş oluruz: Her
birimizin kendi içinde taşıdığı intihardan daha büyük bir
zenginlik var mıdır?
Dinlerin kendi elimizle ölmeyi yasaklamalarının nedeni,
bunda, tapınakları ve tanrıları aşağılayan bir itaatsizlik örneği
görmeleridir. Orléans Konsili intiharı cinayetten daha vahim
bir günah gibi değerlendiriyordu; çünkü katil her zaman
nedamet getirebilir, kendini kurtarabilir, oysa kendi hayatına
kasteden kişi selametin sınırlarını aşmıştır. Fakat kendini
öldürme eylemi zaten radikal bir selâmet formülünden çıkmaz
mı yola? Hiçlik de ebediyetle eşdeğer değil midir? Yalnız
varlık, evrenle savaşmak ihtiyacında değildir; o, son ihtarı
kendine verir. Sonsuza değin olmak özlemini de duymaz pek;
eğer benzersiz bir fiille, mutlak bir biçimde kendisi olduysa...
Göğü ve yeri de kendini reddettiği gibi reddeder. Hiç değilse,
özgürlüğü sürekli gelecekte arayanların bulamadığı bir
özgürlük bütünlüğüne varmış olacaktır...
Şimdiye kadar hiçbir kilise, hiçbir belediye intihara karşı
muteber bir gerekçe icat etmemiştir. Hayatı artık
kaldıramayan kişiye ne söylenebilir? Hiç kimse başkasının
yüklerini kendi üzerine alacak halde değildir. Diyalektiğin
elinde, tartışılmaz ıstırapların ve teselli bulmamış binlerce
apaçık olayın saldırısına karşı hangi güç vardır’? İntihar,
insanın ayırt edici özelliklerinden, keşiflerinden biridir; hiçbir
hayvan bunu yapamaz ve melekler bunun ancak farkına
varabilir; intiharsız insan gerçekliği, daha az meraka değer ve
daha renksiz olurdu: Sonuca bağlanan çeşitli yolları ve yeni
çözümleri trajediye sokacak olsa bile, tuhaf bir iklimin ve
kendi estetik değerleri olan bir ölüm imkânlar dizisinin
noksanlığı hissedilirdi.
Olgunluklarının delili olarak canlarına kıyan antik
bilgeler, modemlerin hafızasından çıkmış olan bir intihar
öğretisi yaratmışlardı: Dehasız bir can çekişmeye adanmış
bizler, ne aşırılıklarımızın yaratıcısıyız, ne de vedalarımızın
belirleyicisi. Son, artık bizim sonumuz değildir: Sayesinde
yavan ve yeteneksiz bir hayatı bağışlatabileceğimiz yegâne
bir girişimin üstünlüğü noksandır, tıpkı yüce bir kinizmin ve
eski görkemli can verme sanatının da noksan olması gibi...
Ümitsizliğe talim eden ve kendini kabullenen cesetleriz;
kendimize rağmen hayatta kalırız ve yalnızca yararsız bir
formaliteyi yerine getirmek için ölürüz: Sanki hayatimiz,
sadece ondan kurtulabileceğimiz ânı ileri atmamıza bağlıymış
gibi...

TEPKİCİ MELEKLER
Melekler içinde en az filozof olanının başkaldırması
üzerine bir yargıya varırken, bunun içine sempati, şaşkınlık ve
ayıplama duygularının karışmaması güçtür, Evreni
adaletsizlik yönetir. Orada inşa edilen her şey, çözülen her
şey, pis bir kırılganlığın izini taşır; sanki madde, yokluğun
bağrındaki bir skandalın meyvasıymış gibi... Her varlık bir
başka varlığın can çekişmesiyle beslenir; anlar, zamanın
kansızlığı üzerine vampir gibi üşüşürler - dünya,
gözyaşlarının biriktiği bir yerdir... Bu mezbahada kollanın
kavuşturup durmak ya da kılıç çekmek eşit derecede beyhude
hareketlerdir. Hiçbir harika zincirinden boşanma hareketi
mekânı sarsamaz, ruhları da asilleştiremez... Zaferler ve
yenilgiler, adı kader olan bilinmez bir yasaya göre birbirini
izlerler; kader, felsefî olarak yoksun kaldığımızda, şu
dünyadaki ya da herhangi bir yerdeki ikametimiz bize
çözümsüz, maruz kalınacak bir lanet gibi saçma, ya da hak
edilmemiş göründüğünde başvurduğumuz sözcüktür... Kader -
mağluplar terminolojisinin gözde sözcüğü... Devasızlığa bir
isim kadrosu bulmaya meraklıyızdır ve isimler icat ederek,
felâketlerimizin üzerinde asılı aydınlıklarda bir hafifleme
ararız. Kelimeler merhametlidirler: Narin gerçeklikleri bizi
kandırır ve teselli eder...
Böylelikle hiçbir şey isteyemeyen “kader”, bizim
başımıza geleni istemiş olur... Tek izah biçimi olarak
Akıldışı’na vurgunuzdur; onun, yalnızca aynı tabiattaki
negatif unsurları tartan baht terazimizin kefelerini
doldurmasını seyrederiz. Bunun böyle olmasına karar vermiş
olan, üstelik de bu kararın sorumluluğunu taşımayan
kuvvetleri kışkırtacak gururu nereden bulup çıkarmalı?
Adaletsizlik ciğerlerimizdeki havaya, düşüncelerimizin
mekânına, yıldızların sessizliğine ve hayretine musallat
olduğu zaman, mücadeleyi kime karşı yöneltmeli? Nereye
saldırmalı? İsyanımız, onu uyandıran dünya kadar kötü
tasarlanmıştır. Ölüm döşeğindeki Don Kişot misali, çılgınlığın
son raddesinde, tükenmiş bir haldeyken, yollarla, kavgalarla
ve yenilgilerle yüzyüze gelme kudretini ve yanılsamasını
yitirmiş olduğumuzda, haksızlıkları tamir etmeyi nasıl
üstümüze vazife edebiliriz? Ve daha zamanın başlangıcında,
atılımlarımızın soluğunu tıkayan o iç bulandırıcı bilgelikten
habersiz olan isyankâr meleğin tazeliğini nasıl bulmalı? Şu
dünyada meleklerin izinden gitmek daha da aşağı düşmek
anlamına gelirken; insanların adaletsizliği Tanrı’nınkini taklit
ederken; her başkaldırı da ruhu sonsuza karşı çıkarır ve
paramparça ederken; diğer melekler sürüsünü silikleştirecek
belagati ve kendini beğenmişliği nereden alabiliriz? Kimliği
belirsiz melekler -yaşı olmayan kanatlarının altında
büzülmüş; ezeli olarak Tanrı’nın içinde galip ve Tanrı’nın
içinde yenik; uğursuz ilginçliklere karşı duyarsız, yeryüzü
matemlerine eşdeğer hayalperestler- onlara taş atmaya ve
uykularını bölme iddiasına kalkışmaya kim cesaret edebilirdi?
Düşkünlüğün kibiri olan isyan, soyluluğunu ancak
yararsızlığından alır: Istıraplar onu uyandırır ve sonra terk
ederler; taşkınlık onu coşturur, hayal kırıklığıysa yadsır...
Muteber olmayan bir evrende başkaldırının bir anlamı
olamazdı...

(Bu dünyada hiçbir şey kendi yerini bulmuş değildir,


başta bizzat dünya olmak üzere... Öyleyse, insan
adaletsizliğini seyrederken hiç şaşırmamak gerekir. Toplumun
düzenini reddetmek de kabul etmek de aynı şekilde abestir:
Onun iyi veya kötü yönde değişimlerine, ümitsiz bir
tutuculukla maruz kalmaya mecburuz; tıpkı doğuma, aşka,
iklime ve ölüme maruz kaldığımız gibi. Hayat yasalarının
başında çürüme gelir: Kendi kalıntılarımıza, cansız nesnelerin
kendi kalıntılarına olduklarından daha yakınızdır; onlardan
önce pes ederiz ve yok edilmez gibi görünen yıldızların
bakışları altında kaderimize doğru koşarız. Ama bizzat
yıldızlar da, sadece yüreğimizin ciddiye aldığı, sonra da
istihza noksanlığının kefaretini büyük acılarla ödediği bir
evrenin içinde ufalanırlar...
Tanrı’nın ve insanların adaletsizliğini hiç kimse
düzeltemez: Her fiil, kökendeki Kaos’un, görünürde
örgütlenmiş, özel bir durumudur. Kökü çağların başlangıcına
dayanan bir girdabın içinde sürükleniriz; o girdabın düzen
çehresine bürünmüş olması da, sadece bizi daha iyi kapıp
sürüklemek içindir...)

EDEP KAYGISI
Ten acının dürtmesiyle uyanır; bu uyanık ve lirik madde,
kendi eriyişinin şarkısını söyler. Tabiattan ayırt edilemez
olduğu müddetçe, unsurların unutuluşu içinde serilip
yatmıştır: Benlik tarafından henüz zaptedilmemiştir. Istırap
duyan madde yerçekiminden kurtulur, evrenin artakalan
kısmına artık bağlı değildir, kendini gevşemiş bütünden tecrit
eder; zira bir ayrılık etkeni ve bireyleşmenin etkin ilkesi olan
acı, istatistiksel bir alınyazısının zevklerini inkâr eder.
Hakikaten yalnız varlık, insanlar tarafından terk edilmiş
olan değil insanlar arasında acı çekendir; kendi çölünü peşi
sıra panayırlarda sürükleyen ve mütebessim cüzzamlılık,
tamiri imkânsızlık komedyenliği yeteneklerini sergileyendir.
Eski zamanlardaki büyük yalnızlar mutluydular, ikiyüzlülüğü
bilmiyorlardı, gizleyecek bir şeyleri yoktu: Bir tek kendi
yalnızlıklarıyla söyleşiyorlardı...
Şeylerle aramızda, ıstırabın etkisiyle gevşemeyen ve telef
olmayan tek bir bağ yoktur; ıstırap bizi her şeyden kurtarır,
kendi içinde saplanıp kalma ve geri dönüşsüz bir şekilde birey
olma ihsası dışında her şeyden. Özünde cevherleşmiş
yalnızlıktır bu. O andan itibaren ötekilerle, yalanın
gözbağcılığıyla değilse eğer, hangi yollarla iletişim kurabiliriz
ki? Zira eğer hepimiz panayır cambazı olmasaydık, eğer
bilgiç bir şarlatanlığın hünerlerini öğrenmiş olmasaydık,
nihayet edepsizlik ya da trajedi düzeyinde samımı olsaydık
yeraltı dünyalarımız okyanuslar dolusu kin kusardı, bu
okyanuslarda kaybolmak şeref payemiz olurdu: Böylelikle
onca acaipliğin ve yüceliğin yakışıksızlığından kaçmış
olurduk. Eyüb, zamanında durmuştur: Bir adım daha atsaydı,
artık ona ne Tanrı, ne de dostları cevap vereceklerdi.

(Cüzzamımızı haykırmadığımız ölçüde, asırlar tarafından


biçimlendirilmiş zarif yapmacıklığa saygı gösterdiğimiz
ölçüde “uygarlaşmış”ızdır... Yaşadığı saatlerin ağırlığı altında
iki büklüm olmaya hiç kimsenin hakkı yoktur... Her insan bir
kıyamet imkânını barındırır, ama her insan kendi
uçurumlarını düzleştirmeye girişir. Eğer herkes yalnızlığını
kendi akışına bıraksaydı, Tanrı, mevcudiyeti her noktada
kendimize karşı duyduğumuz o korkuya ve terbiyemize bağlı
olan bu dünyayı yeniden yaratmak zorunda kalırdı... -Kaos
mu?- Öğrenilen her şeyi reddetmektir, insanın kendi
olmasıdır...)

BOŞLUĞUN YELPAZESİ
Filancayı şu hedefin peşinde, falancayı başka bir hedefin
peşinde gördüm; insanları, birbirini tutmayan konularla
büyülenmiş, her biri aşağılık ve tanımlanamaz olan tasarı ve
düşlerin sihrine kapılmış gördüm. İsraf edilen onca ateşliliğin
nedenlerine akıl erdirmek için her durumu tek tek incelerken,
her hareket ve her çabanın anlamsızlığını anladım. İnsanı
yaşatan hatalardan etkilenmeyen tek bir hayat var mıdır?
Kökleri küçük düşürücü olmayan, sebepleri icat edilmiş
olmayan, arzularla ortaya çıkmış mitoslara sahip olmayan tek
bir berrak ve şeffaf hayat var mıdır? Her tür yararlılıktan
arınmış fiil nerededir? Akkorluktan tiksinen güneşte mi?
İmansız bir evrendeki melekte mi? Yoksa ölümsüzlüğe terk
edilmiş bir dünyadaki aylak solucanda mı?
Kendimi bütün insanlara karşı savunmak, çılgınlıklarına
tepki göstermek ve bunun kaynağını ortaya çıkarmak istedim;
dinledim ve gördümve korktum: Aynı sebeplerle ya da
herhangi bir sebeple hareket etmekten, aynı hayaletlere ya da
tamamen başka bir hayalete inanmaktan, aynı sarhoşluklara
ya da tamamen başka bir sarhoşluğa gömülmekten korktum;
son olarak da, ortaklaşa hayal kurmaktan ve son nefesimi bir
vecd kalabalığı içinde vermekten korktum. Bir varlıktan
ayrılırken bir yanılgının daha elimden çıktığını, onda
bıraktığım yanılsamayla yoksullaştığımı biliyordum... Ateşli
sözleri, kendisi için mutlak benim içinse gülünç olan
kaçınılmaz bir gerçeğin mahpusu olduğunu açığa çıkarıyordu;
onun saçmalığıyla temas ettiğimde, kendiminkinden
sıyrılıyordum... Aldanma hissine kapılmadan ve yüzü
kızarmadan kime katılınabilir? Ancak, her fiil için gerekli
akılsızlığı tamamen bilinçli olarak alışkanlık haline getiren ve
kendini kaptırdığı kurguyu hiçbir düşle güzelleştirmeyen kişi
haklı çıkarılabilir; tıpkı ancak inançsızca ölen ve işin aslını
sezdiği ölçüde kendini feda etmeye hazır bir kahramana
hayranlık duyulabileceği gibi... Âşıklara gelince, yüz
buruşturmalarının ortasında, kafalarından ölümün önsezisi
geçmeseydi çekilmez olurlardı. Sırrımızı -yanılsamamızı-
mezara götürdüğümüzü, soluğumuzu canlandıran esrarengiz
hatayı atlatamadığımızı, hazların ve hakikatlerin
hükümsüzlük açısından denk oldukları kestirilemediği için
fahişelerle kuşkucular dışında herkesin yalana battığını
düşünmek insanın aklını karıştırır.
İnsanların var olmak ve harekete geçmek için sarıldıkları
nedenleri, kendimde ortadan kaldırmak istedim. Sözle
anlatılmayacak kadar normal bir hale gelmek istedim, - şimdi
de sersemlemiş bir halde, budalalarla aynı düzeyde ve onlar
kadar boşum.

BAZI SABAHLAR
4
Atlas olmamanın pişmanlığı, şu gülünç maddenin
çöküşünde hazır bulunmak için omuzlarını silkememek...
Hiddet, kozmogoninin yolunu tersten izler. Bazı sabahlar
canlı cansız her şeyi mahvetme isteğiyle uyanmamızın sırrı
nedir? Şeytan damarlarımızın içinde boğulduğunda,
fikirlerimiz çarpıntıya kapıldığında ve arzularımız ışığı ikiye
böldüğünde unsurlar tutuşur ve helâk olurlar, bu arada
parmaklarımız da külleri elekten geçilmektedir.
Geceler boyunca hangi kâbuslarla haşır neşir olduk ki
güneşe düşman olarak kalkıyoruz? Her şeyle hesabımızı
kapatmak için kendimizi mi tasfiye etmemiz gerekiyor?
Zamanla kurduğumuz yakınlığı hangi suç ortaklığı, hangi
bağlar sürdürüyor? Hayat, kendisini yadsıyan kuvvetler
olmasa dayanılmaz olurdu. Muhtemel bir çıkış, bir kaçış fikri
bulunur elimizde; kendimizi kolaylıkla yok edebilir ve,
sayıklamanın doruğunda bu evreni balgam gibi tükürebiliriz.
... Ya da dua eder ve başka sabahları bekleriz.

(Gizlice ağlanabilseydi ve hiddete kapılmış kadınlarla


çocuklar taklit edilebilseydi, yazmak yavan ve yüzeysel bir iş
olurdu... Yoğrulduğumuz maddenin içinde, onun en derin
murdarlığında, yalnız gözyaşlarıyla yumuşayan bir burukluk
ilkesi bulunur. Eğer her kederlendiğimizde ağlayarak
kurtulma imkânımız olsaydı, teşhissiz hastalıklar ve şiir
ortadan kalkardı. Fakat doğuştan gelen ve eğitimle
vahimleşen bir çekingenlik ya da gözyaşı bezlerimizdeki bir
işleyiş bozukluğu, bizi kuru gözlerin azabına mahkûm eder.
Ve çığlıklar, küfür fırtınaları, içi içini yeme ve ete giren
tırnaklar, kanlı bir gösterinin verdiği teselli, artık tedavi
usullerimiz arasında görülmez olur. Bunun sonucunda da
hepimiz hastayızdır; canı çektiğince ulumak için her birimize
bir Sahra gerekirdi, ya da kudurmuş iniltilerine daha da
kudurgan iniltilerimizi karıştıracağımız içli ve coşkulu bir
denizin kıyıları... Vardığımız doruklar, gökkubbenin
bedenlerimiz ve unsurlar için darağacı hizmeti göreceği bir
idam görüntüsü, beyin kanamasına benzeyen bir sonsuzluk,
karikatürü andıran bir yücelik çerçevesi gerektirir.)

İŞGÜZAR MATEM
Bütün hakikatler bize karşıdır. Ama yaşamaya devam ederiz
çünkü onları oldukları gibi kabulleniriz, çünkü onlardan
sonuç çıkarmayı reddederiz. Astronominin, biyolojinin
öğrettiklerinin tek bir sonucunu -davranışıyla- yansıtacak ve
yıldız uzaklıklarıyla tabiat olayları karşısında tevazu ya da
isyan duyarak yatağından çıkmama karan alacak kişi
nerededir? Gerçekdışılığımızın besbelliliğine yenilmiş bir
gurur hiç olmuş mudur? Ve sonsuz içinde her fiil gülünç
olduğu için kim artık hiçbir şey yapmayacak kadar cüretkâr
davranmıştır? Bilimler hiçliğimizi ispat ederler. Ama bundan
son dersi kim çıkarmıştır? Kim, bütünsel tembelliğin
kahramanı olmuştur? Hiç kimse kollarını kavuşturmaz:
Karıncalar ve anlardan daha telâşlıyızdır. Hâlbuki bir karınca,
bir an -bir fikrin mucizesi ya da bir tekillik eğilimiyle-yuva
veya kovanında tecrit olabilseydi, zahmetlerinin manzarasını
dışarıdan seyretseydi, gayretinde hâlâ inat eder miydi?
Yalnızca akılcı hayvan, kendi felsefesinden hiçbir şey
öğrenememiştir: Kendini ayrı tutar - bununla birlikte,
görünürde işe yarar gerçekte hükümsüz olan aynı hatalarda
ısrar eder. Dışarıdan, herhangi bir Arşimed noktasından
bakıldığında hayat -bütün inançlarıyla birlikte- artık ne
mümkün ne de kavranabilirdir. Ancak hakikate karşı hareket
edilebilir. İnsan bütün bildiklerine rağmen, bütün bildiklerine
karşı her gün yeniden başlar. Bu ikiliği kötü bir alışkanlık
haline getirmiştir. İleri görüşlülük matemdedir, fakat -tuhaf
bir bulaşma- bu matem dahi etkindir; böylece Yargı Günü’ne
kadar bir konvoyun içinde sürükleniriz; böylece bizzat son
istirahatimizi ve tarihin nihaî sessizliğini de bir faaliyete
çevirmişizdir: Can çekişmenin sahnelenmesidir bu, hırıltılara
kadar sürecek dinamizm ihtiyacıdır...

(Nefes nefese koşturan uygarlıklar, ebediyetin içine


keyfince kurulan uygarlıklardan daha çabuk tükenirler. Bir tek
Çin, yaşlılığının çiçeği içinde binlerce yıl boyunca açılarak,
izlenecek bir örnek sunar; felsefeden üstün olan ince bir
bilgeliğe de çok erken varmıştır: Taoculuk, zihnin kopma
düzleminde tasarlayabildiği her şeyi aşar. - Nesillerle hesap
yaparız: En fazla yüz yıldan beri ayakta olup, tutturdukları
telâşlı tempo içinde zamandışılık bilincini yitiren
uygarlıkların üzerindeki lanettir bu.
Dünyada yapacak hiçbir şeyimizin olmadığı apaçıktır;
fakat kokuşmamızı gevşeklik içinde sürdürmek yerine ter
kokuları yayarız ve leş gibi kokan bir havanın içinde kalırız
soluk soluğa. Tarih’in tamamı kokuşarak çözülme halindedir;
çıkardığı kokular geleceğe doğru buram buram yayılır: Oraya
doğru koşarız; hiç değilse her çürümenin içinde bulunan ateş
için...
İnsanlığın, fiil yanılsamasından azade olması için çok
geçtir, hele esersizliğin azizliği’ne yükselmesi için daha da
geçtir.)

VAZGEÇMEYE KARŞI BAĞIŞIKLIK


Ebediyetle ilgili olan her şey, kaçınılmaz olarak
harcıâlem bir hal alır. Dünya, sonunda herhangi bir vahyi
kabul eder ve herhangi bir ürpertiye boyun eğer; yeter ki
formülü bulunmuş olsun. Evrenin beyhudeliği fikri -âfetlerin
en tehlikelisi- apaçıklık seviyesine düşmüştür: Herkes bunu
kabul eder ve kimse buna uygun davranmaz. Nihaî bir hakikat
karşısında duyulan ürküntü evcilleştirilmiştir; nakarata
dönüştüğü için artık insanlar onu düşünmezler; zira yalnızca
sezinlemeleriyle bile onları uçuruma veya selâmete doğru
sürükleyecek bir şeyi ezbere öğrenmişlerdir. Zaman’ın
hükümsüzlüğü görüşü azizler ve şairler doğurmuştur; birde,
aforoza tutkun bazı kimsesizlerin ümitsizliklerini...
Bu görüş kalabalıklara yabancı değildir: Söylenir
dururlar: “Neye yarar?”; “ne olacak yani?”; “daha böylesini
çok görürüz”; “eski hamam, eski tas” - bununla birlikte hiçbir
şey olmaz, hiçbir şey araya girmez: Fazlıdan ne bir şair ne de
bir aziz çıkar... Bu nakaratların sadece birine bile uygun
davransalar, dünyanın çehresi değişirdi. Fakat -hayat aleyhtarı
bir düşünceden çıkmış olan- ebediyet, fiillerin hayata
geçirilmesini tehlikeye sokmayan bir insanî refleks olamazdı:
Onu mekanik bir tekrarla unutabilelim diye, harcıâlemleşir.
Şiir gibi azizlik de bir maceradır. İnsanlar, “her şey geçer,”
derler –fakat bu dehşet verici bayağılığın menzilini kaç kişi
kavrar? Kaç kişi hayattan kaçar, hayat için şarkı söyler ya da
ona ağlar? Hayatın beyhude olduğu kanaatiyle kim
dolmamıştır? Ama kim bunun sonuçlarıyla yüzleşmeye
cesaret eder? Metafizik yeteneği olan insanlara canavarlardan
da ender rastlanır - hâlbuki her insan bu yeteneğin unsurlarını
potansiyel olarak içinde taşır. Bir Hindu prensinin bir sakat,
bir yaşlı ve bir ölü görmesi, her şeyi anlamasına yetmiştir;
bunları gören bizler ise hiçbir şey anlamayız, zira hayatımızda
hiçbir şey değişmez. Ne olursa olsun hiçbir şeyden
vazgeçemeyiz; oysa beyhudeliğin apaçık işaretleri
erişebileceğimiz bir yerdedir. Ümitle malûlüzdür, hep
bekleriz; hayat da, cevher haline gelen bekleyiştir sadece.
Ebediyen askıda kalmaktansa, tarafsız bir ilâh ya da kadavra
durumuna indirgenmektense, her şeyi bekleriz - Hiçliği bile.
Böylelikle, Tamiri İmkânsız’ı kendine düstur edinen yürek,
bundan hâlâ sürprizler umar. İnsanlık, onu yadsıyan olayların
içinde âşıkane yaşar...

DÜNYANİN DENGESİ
Sevinçlerle kederlerin görünürdeki simetrisinin kaynağı,
kesinlikle hakkaniyetli bir şekilde dağıtılmış olmaları
değildir: Bazı bireylerin başına gelen ve onları ötekilerin
aldırmazlığını kendi eziklikleriyle telafi etmek zorunda
bırakan adaletsizliktir. Fiiliyatının sonuçlarına maruz kalmak,
ya da bundan korunmak; bütün insanların nasibi budur. Bu
ayrım hiçbir ölçüt olmadan gerçekleşir: mukadderdir, saçma
bir paylaşım ve garip bir ayıklamadır. Hiç kimse mutluluk
veya mutsuzluğa mahkûm edilmekten yan çizemez; doğuştaki
hükmün, sperma hücresinden mezara kadar geçerli olan ip
cambazı mahkemesinin kararından da kaçamaz.
Bütün sevinçlerinin bedelini ödeyen, bütün zevklerinin
kefaretini çeken, bütün unuttuklarının hesabını vermek
zorunda olan kimseler vardır: Tek bir mutluluk ânı için bile
borçlu kalmayacaklardır. Bir haz titreyişi binbir buruklukla
taçlanıvermiştir onlar için; sanki, kabul gören yumuşaklıklara
onların hiç hakkı yokmuş gibi; sanki feragatleri, dünyanın
hayvanı dengesini tehlikeye sokuyormuş gibi... Bir
manzaranın ortasında mutlu mu oldular? Elikulağında
kederler içinde buna pişman olacaklardır. Tasarılarının ve
düşlerinin içinde kibir mi duydular? Aşırı pozitif ıstıraplarla
hizaya getirilerek, sanki bir ütopyadan uyanır gibi, çabucak
kendilerine geleceklerdir.
O halde, ötekilerin bilinçsizliğinin bedelini ödeyen;
sadece kendi mutluluklarının değil, tanımadıktan kişilerin
mutluluklarının da kefaretini ödeyen fedailer vardır. Denge bu
şekilde yeniden sağlanır: Sevinçlerle üzüntüler arasındaki
orantı uyumlu bir hale gelir. Eğer karanlık bir evrensel ilke
sizin kurbanlar sınıfına ait olacağınız hükmünü vermişse,
içinizde sakladığınız cennet parçasını ömrünüz boyunca
ayaklar altına alarak buna uyarsınız; bakışlarınızda ve
düşlerinizde beliren azıcık atılım da, zamanın, maddenin ve
insanların murdarlığı önünde kirlenecektir. Önünüzde,
yükselecek basamak olarak bir gübre yığını; kürsü olarak da
bir işkence âletleri takımı bulunacaktır. Ancak pul pul
dökülen bir şöhrete ve sümüklü bir taca lâyık olacaksınızdır.
Herkesten alacaklı olanların, bütün yolları mubah görenlerin
yanında yürümeyi denemek mi? Ama tozlar ve küller bile,
zamanın girişlerini ve rüyaların çıkışlarını tıkamak için
önünüze dikilecektir. Hangi yöne doğru giderseniz gidin
adımlarınız yere batacaktır, sesiniz: sadece çirkef ilâhilerini
haykıracaktır; ve kendine acımadan başka bir şey bulunmayan
yüreklerinize doğru eğilmiş kafalarınızın üzerinden, müthiş
bir istihzanın sizin kadar az suçlu ve kutsanmış oyuncakları
olan mutlu kişilerin soluğu şöyle bir geçecektir.

FELSEFEYE VEDA
Kant’ta artık hiçbir insani zayıflığı, hüznün hiçbir hakikî
vurgusunu göremez hale geldiğim an felsefeden yüz çevirdim;
Kant’ta ve bütün filozoflarda... Müzikle, mistik pratiklerle ve
şiirle karşılaştırıldığında, felsefi faaliyet, sadece utangaçlarla
ılımlıların gözünde itibarı olan şaibeli bir derinlikle ve
azalmış bir canlılıkla ilgilidir. Hem zaten felsefe -gayrı şahsi
endişe, kansız fikirlere sığınma- hayatın baştan çıkarıcı
taşkınlığından kaçanların yoludur. Hemen hemen bütün
filozofların sonu iyi olmuştur: İşte felsefeye karşı baş
gerekçe. Sokrates’in sonu bile biç trajik değildir: Bir yanlış
anlamadır; bir pedagogun sonudur-ve eğer Nietzsche deliliğe
gömüldüyse, şair ve mütefekkir olaraktır bu: Akıl
yürütmelerinin değil, vecdlerinin kefaretini ödemiştir.
Varoluşun içinden açıklamalarla sıyrılınamaz, buna ancak
maruz kalınabilir, bu sevilir ya da bundan nefret edilir,
tapınılır ya da çekinilir; bizzat varlığın ritmini,
duraksamalarını, tutarsızlıklarını, buruk veya neşeli
coşkunluklarını yansıtan o mutluluk ve nefret sıralaması
yaşanarak...
İster sürpriz ister zorunluluk nedeniyle olsun, tartışmasız
bir bozguna uğramayan var mıdır? O zaman ellerini dua için
açıp, sonra felsefenin cevaplarından bile daha boş bir halde
iki yanına bırakmayan var mıdır? Felsefenin görevi, adeta,
feleğin dalgınlığı kargaşanın berisinde yol almamıza ses
çıkarmadıkça bizi korumak ve bu kargaşaya dalmak zorunda
kalır kalmaz da bizi terk etmektir. İnsanlığın ıstıraplarının ne
kadar azının felsefeye girdiği görüldüğünde, bunun nasıl
başka türlü olabileceği sorulur. Felsefi çalışma verimli
değildir; sadece münasiptir. Ceza görmeden filozof olunur her
zaman: Yansız ve münhal saatleri, ne Eski Ahit’e ne de
Bach’a ve Shakespeare’e uygun düşen saatleri havaleli
düşüncelerle dolduran geleceksiz bir meslektir bu. Bu
düşünceler, Eyüb’ün bir feryadıyla, Macbeth’in bir
zorbalığıyla, ya da bir kantatın verdiği yükseklikle eşdeğerde
olan tek bir sayfada somutlaşmış mıdır hiç? Evren tartışılmaz,
ifade edilir. Felsefe ise bunu ifade etmez. Hakikî meseleler,
ancak felsefe katedilip tüketildiğinde başlar; bütün
anlarımızın kök saldığı Meçhul önünde, vazgeçişin işareti
olarak nihaî noktayı koyan çok büyük bir cildin son
bölümünden sonra başlar; rızkımızdan tabiatıyla daha mühim
ve dolaysız olduğundan, o Meçhul’le mücadele etmemiz
gerekir. Burada, filozof bizi bırakır: Felaket düşmanıdır, akıl
gibi sağduyulu ve akıl kadar temkinlidir. Eski bir cüzzamlıyla,
bütün taşkınlıklardan haberdar bir şairle ve yüceliğiyle gönül
çemberini aşan bir müzisyenle birlikte kalırız. Gerçekten
yaşamaya, ancak felsefenin ucunda, onun yıkıntılarının
üzerinde, dehşet verici hükümsüzlüğünü ve hiçbir yardımda
bulunamayacağını anladığımızda başlarız.

(Büyük sistemler aslında parlak ve boş tekrarlardan


ibarettir. Varlığın tabiatının “yaşama istenci”ne, “idea”ya ya
da Tanrı’nın veya Kimya’nın fantezisine dayandığını bilmekte
ne gibi bir avantaj olabilir? Sadece kelime çoğalması, ince
anlam kaymaları... Olan, sözün sıkıştırmasından hiç
hoşlanmaz; bunun içsel tecrübesi de, imtiyazlı ve ifade
edilmez olan ânın ötesinde hiçbir şey açıklamaz. Zaten
varlığın kendisi de Hiçliğin bir iddiasıdır.
Sadece ümitsizlik nedeniyle tanımlar getiririz. Bir formül
gerekmektedir, hatta pek çok formül; en azından zihne bir
haklılık ve yokluğa bir gösteriş sağlamak için...
Ne kavram, ne de vecd bir sonuca götürür. Müzik bizi
varlığın “mahremiyeti”ne daldırdığı zaman, çabucak yüzeye
çıkarız: Yanılsamanın etkisi dağılır ve bilginin boş olduğu
ortaya çıkar.
Temas ettiğimiz şeyler ve tasarladıklarımız, duyularımız
ve aklımız kadar gayri muhtemeldir; ancak keyfince
kullanılabilen -ve tesirsiz olan- sözlü evrenimizin içinde emin
oluruz. Varlık dilsizdir ve zihin gevezedir. Bunun adına
bilmek denir.
Filozofların özgünlüğü, terimler icat etmekten ibarettir.
Dünyaya karşı takınılacak üç veya dört tavır -bir o kadar da
ölme biçimi- olduğuna göre, bunları çeşitlendiren ve çoğaltan
nüanslar, yalnızca her tür metafizik kavrayıştan yoksun olan
sözcük seçimine bağlıdır.
Gereksiz söz yığınlarıyla dolu, sorularla karşılıkların
eşdeğer olduğu bir evrene batmışız.)

AZİZDEN KİNİĞE
Alaycılık her şeyi bahane seviyesine düşürmüştür, Güneş ve
Ümit dışında, hayatın iki şartı dışında: dünyanın yıldızı ve
kalbin yıldızı; biri göz kamaştırıcı, diğeri görünmez. Bir
iskelet güneşte ısınsa ve ümit etse, ümitsiz ve ışıktan bezmiş
bir Herkül’den daha sağlam olurdu; Ümitlenme’ye bütünüyle
açık bir varlık da Tanrı’dan güçlü, Hayat’tan canlı olurdu.
5
Macbeth, “aweary of the sun” yaratıkların sonuncusudur;
bunun nedeni hakikî ölümün çürüme değil her tür ışından
iğrenme olması; tohum olan her şeyden, yanılsamanın sıcağı
altında açılan her şeyden tiksinme olmasıdır...
İnsan, güneşin altında doğan ve ölen şeylerin değerini
bitmemiştir, güneş hariç; ümit içinde doğan ve ölen şeylerin
de, ümit hariç. Daha ileri gitmeye yüzü olmadığından,
kinizmine sınır koymuştur. Çünkü tutarlılık iddiasında olan
bir kinik, ancak lâfta böyledir; davranışları onu en çelişkili
varlık haline getirir: Bâtıl inançlarını kıyıp geçirdikten sonra
hiç kimse yaşayamaz. Eksiksiz kinizme varmak için, azizin
çabasının aksi yönde ve onun kadar hatırı sayılır bir çaba
gerekir; veyahut da arınmasının zirvesine ulaşmış olup,
kendine verdiği bütün zahmetlerin beyhudeliğini -ve
Tanrı’nın gülünçlüğünü- keşfeden bir aziz tahayyül etmek...
Böyle bir keskin görüşlülük canavarı, hayatın verilerini
değiştirirdi: Bizzat kendi varoluşunun şartlarını dahi
sorgulama kuvveti ve otoritesi olurdu; artık sözlerinde
çelişme tehlikesi bulunmazdı; gözüpekliğini zayıflatacak
hiçbir insanî düşkünlüğü de kalmazdı; son yanılsamalarımıza
karşı kendimize rağmen gösterdiğimiz dinî saygıyı yitirmiş
olduğundan, kalbinden ve güneşten, canının çektiği gibi
istifade ederdi...

UNSURLARA DÖNÜŞ
Sokrates-öncesi düşünürlerden beri felsefe hiçbir ilerleme
katetmeseydi, şikâyet edilecek bir durum olmazdı bu. Derme
çatma kavramlar yığınından bezmiş olan bizler, hayatımızın
hâlâ o düşünürlerin dünyayı üzerine kurdukları unsurlar
içinde çalkalandığının; bizi koşullandıran şeylerin toprak, su,
ateş ve hava olduğunun; geçtiğimiz badirelerin çerçevesini ve
ıstıraplarımızın ilkesini bu başlangıç fiziğinin ortaya
koyduğunun farkına varırız sonunda. Bu birkaç temel veriyi
karmaşıklaştırmış olduğumuzdan -teorilerin dekor ve
yapılarıyla büyülenmiş bir halde- Kader anlayışını
kaybetmişizdir; oysa Kader değişmemiş, dünyanın ilk
günlerindekiyle aynı kalmıştır. Özüne indirgenen
varoluşumuz, her zamanki unsurlara karşı bir çarpışma
olmaya devam etmektedir; bilgimizin hiçbir şekilde
yumuşatamadığı bir çarpışma... Bütün zamanlardaki
kahramanlar, Homeros’unkilerden daha az mutsuz değildirler
ve eğer şahsiyetler haline geldilerse, solukları ve azametleri
azaldığındandır bu. Bilimlerin sonuçları insanın metafizik
6
konumunu nasıl değiştirebilir ki? Veda ilâhilerinin ve tarihin
başlangıcında kimin yazdığı bilinmeyen şiirlere sokulmuş
hüzünlerin yanında, maddenin araştırılması, çözümlemenin
tespit ve ürünleri nedir ki?
En konuşkan gerileme devirleri bile, bizi mutsuzluk
üzerine bir çobanın kekelemelerinden daha fazla
aydınlatmazken; hâsılı, bir budalanın sırıtışında laboratuvar
araştırmalarından daha fazla bilgelik varken; zamanın
yollarında -ya da kitaplarda- hakikatin peşine düşmek
çılgınlık değil midir? Yalnızca birkaç şey okumuş olan Lao-
Tse, her şeyi okumuş olan bizlerden daha safdil değildir.
Derinlik bilgiden bağımsızdır. Devrini kapatmış zamanların
açıkladıklarını başka düzlemlere tercüme ederiz, ya da
düşüncenin son kazanımları aracılığıyla kökendeki
sezgilerden yararlanırız. O halde Hegel, Kant’ı okumuş bir
Herakleitos’tur; Sıkıntı’mız da duygusal bir Elea’cılıktır,
maskesi düşmüş ve içe doğmuş çeşitliliğin kurgusudur...

KAÇAMAKLAR
Nihaî dersleri ancak sanat dışında yaşayanlar
çıkarabilirler. İntihar, azizlik, kötü alışkanlık -yetenek
noksanlığının nice biçimi. İster doğrudan ister kılık
değiştirmiş, söz, ses ya da renk aracılığıyla yapılan itiraf, iç
kuvvetlerin birikmelerini durdurur ve dışarının dünyasına
atarak bu kuvvetleri zayıflatır. Her yaratma fiilini bir kaçış
etkeni haline getiren kurtarıcı bir azalmadır bu. Fakat
enerjileri biriktiren kişi, baskı altında, kendi aşırılıklarının
kölesi olarak yaşar; mutlak içinde batmasını hiçbir şey
engellemez...
Kendilerini halsiz düşüren gizli güçleri idare etmeyi
bilenlerde, hakikî trajik varoluşa hemen hiç rastlanmaz;
ruhlarını eserleri aracılığıyla ufalttıkları için, fiiliyatın
aşırılığına erişme enerjisini nereden bulabilirlerdi ki? Kimi
kahraman, kendini harikulade bir ölüm yolunda
gerçekleştirmiştir, çünkü mısralar içinde yavaş yavaş sönme
melekesi noksandır. Her kahramanlık, eksik olan bir
yeteneğin kefaretini -kalbin dehasıyla- öder; her kahraman
yeteneksiz bir varlıktır. Onu öne çıkaran ve zenginleştiren de
bu eksikliktir; hâlbuki bahtlarına düşen dile gelmez şeyleri
yaratıcılık yoluyla yoksullaştıranlar, ruhları diğerlerinin
üzerinde yükselebilse de, birer varoluş olarak arka plana
itilmişlerdir.
Kimisi hemcinslerinin arasından manastır veya başka bir
hüner yoluyla çıkar: morfin, kendini tatmin veya aperitif
yoluyla; oysa bir ifade biçimi kendisini kurtarabilirdi. Fakat
kendi kendisi nezdinde hep mevcut kalan, yedekteki
kuvvetlerine ve hesap hatalarına mükemmel bir şekilde mâlik
olan, hayatının toplamını sanatın bahaneleriyle ufaltmaksızın
taşıyan, kendi kendisinin istilasına uğramış olan kişi, davranış
ve kararlarında ancak bütünsel olabilir; ancak kendisini
tamamen etkileyen bir sonuç çıkarabilir; aşırı uçları tadamaz:
Aşırı uçların içinde boğulur çünkü; ayrıca kötü alışkanlığın,
Tanrı’nın ya da kendi kanının içinde de boğulur; hâlbuki
ifadenin ödleklikleri onu en yüksek’in önünde geriletirdi.
Kendini ifade eden kişi, kendine karşı hareket etmez; o sadece
nihaî dersler için duyulan eğilimi bilir. Firari ise, bu dersleri
çıkaran değil, kendi kendisinin eline kaldığında mahvolup
Çökmekten korkarak haylazlaşan ve sesini duyurandır.

GECEYE DİRENMEME
Başlangıçta, ışığa doğru ilerlediğimizi sanırız; sonra o
hedefsiz yürüyüşten yorulur ve kendimizi yere bırakırız:
Gitgide yumuşayan toprak artık bizi taşımaz: Açılır. Güneşli
bir sona götüren bir güzergâhı boş yere izlemeye uğraşsak da,
içimizde ve altımızda koyu karanlıklar genleşir. Kaymamız
sırasında bizi aydınlatacak hiçbir pırıltı olmaz: Uçurum bizi
çağırır ve onu dinleriz. Olmak istediğimiz her şey, bizi daha
yukarıya yükseltme gücünü gösterememiş her şey, hâlâ
üzerimizde durur. Vaktiyle zirvelere âşık olan, sonra da hayal
kırıklığına uğrayan bizler, sonunda düşüşümüze canı yürekten
bağlanırız; tuhaf bir infazın aletleri olarak, koyu karanlıkların
sınırına, geceye bağlı alınyazımızın hudutlarına dokunma
yanılsamasıyla büyülenerek, düşüşümüzü tamamlamak için
acele ederiz. Boşluk korkusu hazza dönüştüğünde, güneşin
aksi yönünde ilerlemek ne şanstır! Tersine sonsuz,
tabanlarımızın altında başlayan tanrı, varlığın yarıkları
önünde vecde geliş ve kara bir hâle susuzluğu olan Boşluk,
içine gömüldüğümüz alaşağı edilmiş bir rüyadır.
Başdönmesi bizim için yasa haline gelirse, bir yeraltı
aylası taşıyalım, düşüşümüzün tacını... Bu dünyanın tahtından
indirilince, yeni bir şatafatın gecesini kutlamak için asasını da
beraberimizde götürelim.

(Ama yine de bu düşüş -bazı dinlenme anları dışında-


görkemli ve lirik olmaktan uzaktır. Genellikle bir gece
çirkefinin içine, ışık kadar vasat olan bir karanlığa
saplanırız... Hayat artık alacakaranlık içinde bir uyuşukluktan,
pırıltılar ve gölgeler arasında bir cansızlıktan, o iç güneşin bir
karikatüründen ibarettir yalnızca; o iç güneş ki bizi kendi
dışımızdaki maddeden üstün olduğumuza haksız yere
inandırır. Hiçten fazla olduğumuzu kanıtlayan hiçbir şey
yoktur. Tanrılarla rekabete girdiğimiz, coşkularımızın
ürküntülerimizi alt ettiği bu genleşmeyi sürekli olarak
hissetmek için öylesine yüksek bir ısı tutturmamız gerekirdi
ki birkaç günde bitip tükenirdik. Ama parıldamalarımız
anlıktır; düşüşler kuralımızdır. Hayat her an çürümekte
olandır; tekdüze bir ışık kaybı, gecenin içinde yavan bir
dağılmadır; asasız, hilesiz, aylasız...)

ZAMANA SIRT ÇEVİRİRKEN


Dün, bugün, yarın, - uşakların kullanımına yönelik
kategorilerdir bunlar. Şatafatlı bir şekilde Tesellisizliğin içine
kurulan ve her ânın mağdur ettiği aylak için geçmiş, şimdi ve
gelecek, özünde aynı, kişinin içine sızmakta amansız ve
ısrarda tekdüze olan tek bir derdin değişken görünümleridir.
Bu dert de varlıkla beraber yayılır, varlığın ta kendisidir.
Vardım, varım, ya da olacağım; dilbilgisinin sorunudur
bu, varoluşun değil. Kader -zamansal bir karnaval olması
itibariyle- fiil çekimleri için elverişlidir, fakat maskelerinden
sıyrıldığında bir mezartaşı kadar hareketsiz ve çıplak olduğu
görülür. Nasıl olur da şu saate, geçmiş ya da gelecek bir
saatten daha fazla önem verilebilir? Uşakların içinde
yaşadıkları yanılgı -zamanı benimseyen her insan da bir
uşaktır-, gerçek bir saflık halini, büyülü bir kararmayı temsil
eder; ve bu yanılgı, arzunun doğurduğu her eylemde göze
alınan kaybı -tabiatüstü bir örtü gibi- kaplar. Fakat hatadan
dönmüş aylak için, sadece yaşama olgusu, yapılan her şeyden
arınmış olarak yaşamak o kadar bitkin düşüren bir angaryadır
ki, varoluşa olduğu haliyle tahammül etmek ona ağır bir
meslek, bitirip tüketen bir kariyer gibi görünür... - fazladan
her hareket de, uygulaması imkânsız ve olmadık bir şey
gibi…

ÖZGÜRLÜĞÜN İKİLİ YÜZÜ


Özgürlük meselesi çözülmez olsa da biz yine söylev verip
olumsallığı veya gerekliliği savunabiliriz... Mizaçlarımız ve
önyargılarımız, meseleyi halletmeden kesip atan ve
basitleştiren bir tercih yapmamızı kolaylaştırır. Bizi buna
duyarlı kılmayı, bize bunun yüklü ve çelişkili gerçekliğini
hissettirmeyi hiçbir teorik yapı başaramazken, imtiyazlı bir
sezgi, kendisine karşı icat edilmiş bütün gerekçelere rağmen
bizi özgürlüğün kalbine yerleştirir. Ve korkarız - böylesine
engin ve fili bir ifşaya; vaktiyle varmak istediğimiz, şimdi ise
önünde gerilediğimiz o tehlikeli varlığa hazır
olmadığımızdan, imkânların uçsuz bucaksızlığından korkarız.
Zincirlere ve yasalara alışmış olan bizler, bir girişim
sonsuzluğu karşısında, bir karar sefahati karşısında ne
yapacağızdır? Keyfiliğin cazibesi bizi ürkütür. Eğer
istediğimiz herhangi bir fiile girişebileceksek, artık ilhamın ve
nazların sınırı yoksa, bu kadar gücün sarhoşluğu içinde
mahvolmaktan nasıl kaçınabiliriz?
Bu ifşayla sarsılan bilinç kendini sorgular ve yerinden
sıçrar. Her şeyin emrine âmâde olduğu bir dünyada kimin başı
dönmemiştir ki? Cani, özgürlüğünü sınırsız bir şekilde
kullanır ve gücünün fikrine karşı koyamaz. Başkalarının
hayatına son verme konusunda, o da her birimizle aynı
düzeydedir. Eğer düşüncede öldürdüklerimiz hakikaten yok
olsalardı, yeryüzünde kimse kalmazdı. İçimizde çekingen bir
cellat, hayata geçmemiş bir katil taşırız. İnsan öldürme
eğilimlerini kendilerine itiraf etme cüreti olmayanlar da
cinayetlerini rüyalarında işlerler, kâbuslarını cesetlerle
doldururlar. Mutlak bir mahkeme önünde, bir tek melekler
beraat ederdi. Zira başka bir varlığın ölümünü -en azından
bilinçsizce- dilememiş bir varlık hiç olmamıştır. Her birimiz
ardımızda bir dost ve düşmanlar mezarlığı sürükleriz; bu
mezarlığın yüreğin uçurumlarına atılmış veya arzuların
yüzeyine yansıtılmış olması da pek mühim değildir.
Özgürlük, nihaî içermeleri üzerinden kavrandığında,
hayatımız ya da ötekilerin hayatları sorusunu ortaya koyar;
kendimizi kurtarma ya da mahvetme imkânlarının ikisini de
beraberinde getirir. Ama kendimizi ancak sıçramalarla özgür
hissederiz, şansımızı ve tehlikelerimizi ancak bunlar
aracılığıyla anlarız. Bu dünyanın niçin yalnızca vasat bir
mezbaha ve yapay bir cennet olduğunu açıklayan da bu
sıçramaların kesikliği ve enderliğidir. Özgürlük üzerine
inceleme yapmak, iyi ya da kötü hiçbir sonuca götürmez;
fakat her şeyin bize bağlı olduğunun farkına varmamız için
sadece anlar vardır...
Özgürlük, özü şeytanî olan etik bir ilkedir.

RÜYALARLA SÜRMENAJ
Gece vakti rüyalar art arda geldiği sırada saçıp
savurduğumuz enerjiyi muhafaza edebilseydik, zihnin
derinliği ve inceliği kuşku götürmez boyutlara ulaşırdı. Bir
kâbusun iskelesinin çatılması, en iyi eklemlenmiş teorik
yapıdan da yorucu bir asabî israf gerektirir. Bilinçsizken acaip
ve harikulâde gösterilere katılmış ve şiir aleyhtarı Nedensellik
ayağa köstek olmadan bir alandan başka bir alana
yuvarlanmış kişi, uyandıktan sonra fikirleri sıralama
zahmetine yeniden nasıl katlanabilir? Saatler boyunca sarhoş
tanrılara benzemişizdir - ve ansızın, açık gözler gecenin
sonsuzluğunu ortadan kaldırdıklarında, gündüzün vasatlığı
içinde geceki fantazmaların hiçbirinin yardımı olmadan,
renksiz meselelerin mızmızlığını yeniden ele almamız gerekir.
Demek ki muzaffer ve uğursuz peri masalı yararsız olmuştur;
uyku bizi beyhude yere tüketmiştir. Uyanışta bizi bıkkınlığın
başka bir tarzı beklemektedir; akşamınkini unutacak vakti
ancak bulmuşken, şimdi de şafağınkiyle didişmek
durumundayızdır. Saatler ve saatler boyunca, beynimiz saçma
faaliyetinden kendine hiçbir yarar sağlamazken yatay
hareketsizliğin zahmetini çekmişizdir. Bu savurganlığın
kurbanı olmayan, yardım alabileceği bütün kaynaklarını
rüyalarda saçıp savurmadan biriktiren bir avanak, ideal bir
uyanıklığın hakimi olarak metafizik yalanların bütün
kıvrımlarını çözebilir, ya da en içinden çıkılmaz matematik
zorlukları öğrenmeye başlayabilirdi.
Her gece sonrasında öncekinden de boş oluruz:
Kederlerimiz gibi sırlarımız da rüyalarımızda akıp gitmiştir. O
halde uykuya verilen emek, yalnızca düşüncem izin değil,
sırlarımızın da kuvvetini azaltır...
ÖRNEK HAİN
Hayat ancak bireyleşme -yalnızlığın o son temeli- içinde vuku
bulabildiğinden, her varlık, birey olduğu için zorunluluk
dolayısıyla yalnızdır. Hâlbuki bütün biteyler ne aynı tanda ne
de aynı yoğunlukta yalnızdırlar: Herkes, yalnızlık
hiyerarşisinin farklı bir derecesinde yerini alır; hain ise bu
hiyerarşinin en uç noktasında bulunur: O, bireylik vasfını
azgınlığa vardırır. Bu anlamda Yahuda Hıristiyanlık
tarihindeki en yalnız varlıktır; ama asla yalnızlık tarihindeki
değil... O sadece bir tanrıya ihanet etmiştir; neye ihanet
ettiğini bilmiştir, birini ele vermiştir, tıpkı diğer pek çok
kişinin herhangi bir şeyi ele vermeleri gibi: Vatan ya da az
çok kolektif başka vesileler. Belirli bir nesneyi hedef alan
ihanet. İçinde şerefsizlik veya ölüm dahi bulunsa, hiç
esrarengiz değildir Yok edilmek istenen şeyin hayali hep
bizdedir; suçluluk aşikârdır, kabul de edilse, inkârda edilse...
Ötekiler sizi dışlarlar. Vezindan ya da giyotine boyun
eğersiniz...
Ama ihanet etmenin çok daha karmaşık olan, doğrudan
göndermesi, bir konu ya da kişiyle ilişkisi olmayan bir yolu
vardır. Şöyle: Her şeyin neyi temsil ettiğini düşünmeden bu
her şeyden yüz çevirmek; muhitinden ayrılmak; sizi
yoğurmuş olan, çevreleyen ve taşıyan cevheri -metafizik bir
boşanmayla- geri çevirmek.
Kim, hangi iddiayla, varoluşa cezasız kalarak meydan
okuyabilirdi? Kim, hangi çabalarla, kendi soluk alma
ilkesinin dahi tasfiyesine ulaşabilirdi? Bununla beraber, var
olan her şeyi temelinden sarsma iradesi, negatif bir tesirde
bulunma arzusuna sebep olur; bir ümidin genç hayat
doluluğunu bozan bir vicdan azabının izi gibi güçlü ve
zaptedilmez bir arzudur bu...
Varlığa ihanet edildiği zaman, alçaklık ihsasını uyandıran
konuyu sarihliğiyle destekleyecek hiçbir suret yardıma
gelmediğinden, sınırı belirsiz bir tedirginlikten başka bir şey
geçmez ele. Kimse sizi kınamaz; gerektiği gibi, saygıdeğer bir
yurttaşsınızdır; sitenin itibarından, hemcinslerinizin hatırınızı
saymalarından istifade edersiniz; yasalar sizi korur; siz de
herhangi biri kadar takdire değersinizdir - bununla birlikte hiç
kimse, cenaze merasiminizi önceden yaşadığınızı ve
çaresizcesine yerleşik durumunuza ölümünüzün hiçbir şey
katamayacağını görmez. Zira varoluşa ihanet eden kişi bir tek
kendine hesap verir. Başka kim ondan hesap sorabilir ki? Eğer
bir insanı ya da bir kurumu yermezseniz hiçbir riske girmemiş
olursunuz; Gerçek’i hiçbir yasa savunmaz, ama Gerçek’in
görünümlerine verilen en ufak bir zarardan dolayı bütün
yasalar sizi cezalandırır. Varlığı bile kökünden biçmeye
hakkınız vardır, ama tek tek hiçbir varlığa dokunamazsınız;
olan her şeyin zeminini kanunun cevazıyla yıkabilirsiniz, ama
bireysel güçlere en ufak saldırıda sizi hapishane veya ölüm
bekler. Varoluş hiçbir şeyin teminatı altında değildir:
Metafizik hainlere karşı, selâmeti reddeden Budalar’a karşı
bir yargı usulü yoktur; onlar sadece kendi hayatlarına ihanet
etmişlerdir. Oysa, bütün şerirler arasında en zararlısı onlardır:
Meyvalara saldırmazlar; hülasaya, bizzat evrenin hülasasına
saldırırlar. Cezalarını bir tek kendileri bilirler...
Her hainde, rezilliğe susamışlık olması mümkündür;
seçtiği ihanet şeklinin, varmak istediği yalnızlık derecesine
bağlı olması da... Kendini bütün insanlardan dışlayacak
benzersiz bir cinayet işleme arzusunu duymayan var mıdır?
Kendini ötekilere bağlayan zincirleri hepten koparmak için,
temyizi mümkün olmayan bir mahkûmiyete maruz kalarak
uçurumun sükûnuna varmak için, alçaklığa kim can
atmamıştır? Evrenle ilişki kesildiğinde de bunun nedeni,
affedilmez bir kusurun rahatı değil midir zaten? Buda ruhlu
bir Yahuda... gelecek ve bitmekte olan bir insanlık için ne
örnek ama!

YERYÜZÜNÜN TAVANARALARINDAN BİRİNDE


“Uzak ilkbaharlar düşledim; sadece dalgaların köpüğünü ve
doğumumun unutuluşunu aydınlatan bir güneş, toprağa ve her
tarafta sadece başka yerde olma arzusu duyma derdine
düşman olan bir güneş düşledim. Yeryüzündeki yazgımıza
bizi kim çarptırmıştır? Bizi bu somurtkan maddeye
zincirleyen kimdir? Çok eskiden, Tanrı’nın ilk ürpertisinde
düşen ve taş haline gelen bu gözyaşına çarpan hıçkırıklarımız
un ufak olur.
Gezegenin öğlelerini ve geceyarılarını hiç sevmedim;
sabırsızlıkla, saatlerin ve saatleri dolduran o korkunun
olmadığı, iklimlerin olmadığı bir dünya bekledim; yılların
ağırlığı altında ölümlülerin iç çekişlerinden nefret ettim.
Amaçsız ve arzusuz an nerede? Ya düşüşlerin ve hayatın
sezgisine kapalı olan o ilk münhallik nerede? Hiçliğin
coğrafyasını, bilinmeyen denizleri ve -verimli ışınların
rezaletinden arınmış- başka bir güneşi aradım; önermelerin ve
adaların garkolacakları kuşkucu bir okyanus, bilgiden
usanmış, uyuşturucu ve sakin, uçsuz bucaksız bir sıvı aradım.
Şu yeryüzü - Yaratıcı’nın günahı! Fakat artık başkalarının
günahlarının kefaretini ödemek istemiyorum. Kıtaların
dışındaki bir can çekişmede, akışkan bir çölde, gayri şahsi bir
batışta, doğumumun etkisinden kurtulmak istiyorum.”

BELİRSİZ DEHŞET
Kırılganlığımızı bize hatırlatan, belirli bir derdin bir anda
ortaya çıkıvermesi değildir: Zamanın bağrından aforoz
edilmemizin elikulağındalığını bize gösterecek olan, daha
muğlak, ama daha şaşırtıcı uyanlar durur önümüzde.
Tiksintinin, bizi dünyadan fizyolojik olarak ayıran o hissin
yaklaşması, içgüdülerimizin sağlamlığının ya da
bağlandığımız şeylerin dayanıklılığının ne kadar tahrip
edilmeye açık olduklarını ortaya çıkarır. Sağlıklıyken, tenimiz
evrensel nabzın yankısı hizmetini görür ve kanımız onun
ritmini yeniden üretir; potansiyel bir Cehennem gibi bizi
gözleyen ve aniden ele geçiren tiksinti içinde ise, bir yalnızlık
garabetleri bilimi tarafından tasavvur edilmiş bir canavar
kadar tecrit edilmiş durumdayızdır.
Canlılığın kritik noktası -bir mücadele olan- hastalık
değil, her şeyi dışlayan ve arzuların taze hatalar doğurma
kuvvetini ellerinden alan o belirsiz dehşettir. Duyular
hülasalarını yitirir, damarlar kurur ve uzuvlar artık kendilerini
işlevlerinden ayıran aralığı algılayamaz. Her şey yavanlaşır:
yiyecekler de düşlerde. Maddede rayiha, rüyalarda da bilmece
yoktur artık; gastronomi de metafizik de iştahsızlığımıza eşit
derecede kurban olurlar. Saatler boyunca, başka saatleri
bekleriz; zamandan artık kaçmayan anları, bizi yeniden
sağlığın vasatlığına... ve tehlikelerinin unutuluşuna sokacak
anları bekleriz...

(Mekânın doymak bilmezliği ve geleceğe yönelik


bilinçdışı bir açgözlülük olan sağlık, olduğu haliyle hayatın
düzeyinin ne kadar yüzeysel ve organik dengenin içsel
derinlikle ne kadar bağdaşmaz olduğunu gösterir bize.
Ruh, kanatlanması sırasında, lekelenmiş işlevlerimize
dayanır: Boşluğun uzuvlarımız içinde genleşmesi ölçüsünde
havalanır. İçimizde sadece özgül bir biçimde kendimiz
olmamamıza yol açan şeyler sağlıklıdır: tiksintilerimizdir bizi
bireyleştiren; hüzünlerimizdir bize bir isim veren;
kayıplarımızdır benliğimize mâlik olmamızı sağlayan. Sadece
başarısızlıklarımızın tutarıyla kendimiz oluruz.)

BİLİNÇDIŞI DOGMALAR
Bir varlığın hatası’nı derinlemesine anlayacak, ona maksat ve
teşebbüslerinin boşunalığını gösterecek güçteyizdir; fakat
içgüdüleri kadar kaşarlanmış, önyargılar kadar eski bir
fanatizmi gizleyerek, zamana canla başla sarılmasına nasıl
engel olmalı? İçimizde, yakışıksız bir inanç ve kesinlikler
yığını taşırız - kuşku götürmez bir hazine gibi. Bundan
kurtulmayı ya da bunları altetmeyi başaran kimse bile, -kendi
zihin açıklığının çölünde- hâlâ fanatik kalır: Kendinin, kendi
varoluşunun fanatiğidir; bütün saplantılarını kurutmuştur, bu
saplantıların kabuklarından çıktıkları zemin dışında; bütün
sabit noktalarını kaybetmiştir, bağlı oldukları sabitlik dışında.
Hayatın ilahiyatınkilerden daha değişmez dogmaları vardır;
çünkü her varoluş, cinnetin ya da imanın zırvalarının bile
dudağını uçuklatan şaşmazlıklar içine demir atmıştır...
Şüphelerine âşık olan kuşkucunun bile, kuşkuculuğun fanatiği
olduğu ortaya çıkar. İnsan, tam anlamıyla dogmatik varlıktır;
dogmaları da, onları dile getirmediği, bilmediği ve takip ettiği
ölçüde derindir.
Hepimiz, düşündüğümüzden çok daha fazla şeye inanırız;
hoşgörüsüzlükleri barındırır, kanlı tedbirlere ihtimam gösterir
ve fikirlerimizi aşırı yöntemlerle savunarak dünyayı itiraz
edilmez gezici kaleler gibi katederiz. Herkes kendi kendisi
için yüce bir dogmadır; hiçbir ilahiyat, tanrısını, bizim
benliğimizi koruduğumuz gibi korumaz; o benliği de
şüphelerle sarıp mesele edinsek bile, gururumuzun sahte bir
zarafetindendir bu: Dava peşinen kazanılmıştır.
Kendi mutlağından nasıl kurtulmalı? Bunun için,
içgüdülerinden yoksun, hiçbir ismi olmayan ve kendi suretini
tanımayan bir varlık tahayyül etmek gerekir. Fakat dünyadaki
her şey bize hatlarımızı yansıtır ve gece bile, kendimizi
hayranlıkla seyretmemize engel olabilecek kadar yoğun
değildir asla. Kendimiz için fazla mevcut olduğumuzdan,
doğum öncesi ve ölüm sonrasındaki namevcudiyetimiz bizi
sadece bir fikir olarak, o da çok kısa süreliğine etkiler; sürüp
gitmemizin ateşini, bozulan ama yine de ilkesi itibariyle
tükenmez olan bir ebediyet gibi hissederiz.
Kendine tapmayan kişi daha doğmamıştır. Yaşayan her
şey kendisini çok sever; hayatın derinlikleriyle yüzeyini kasıp
kavuran dehşet başka türlü nereden gelirdi ki? Herkese göre
evrendeki tek sabit nokta kendisidir. Eğer bir insan bir fikir
için ölürse, bunun nedeni fikrin onun fikri olmasından, onun
hayatı olmasındandır.
Hiçbir aklın hiçbir eleştirisi insanı “dogmatik
uykusu”ndan uyandırmayacaktır. Eleştiri felsefede bol bol
rastlanan düşünülmemiş kesinlikleri sarsabilecek ve katı
tasdiklerin yerine daha esnek önermeler koyabilecektir; fakat
dogmalarının üzerinde pinekleyen yaratığı telef etmeden
akılcı bir tutumla sarsmayı nasıl başarabilecektir ki?

İKİLİK
Bu dünyada önümüze geleni kabul etmemize neden olan, ama
bu dünyanın kendisini bize kabul ettirecek güçte olmayan bir
bayağılık vardır. Böylelikle hem Hayat’ı boşlayıp hem de
onun dertlerine tahammül edebilir, hem Arzu’yu reddedip
hem de kendimizi arzunun aktığı mecralarda sürüklenmeye
bırakabiliriz. Varoluşa ırza göstermede bir nevi alçaklık
vardır; kibrimiz ve pişmanlıklarımız sayesinde, ama özellikle
de bizi korkaklığımız yüzünden ağzımızdan alınmış nihaî bir
tasdike doğru kaymaktan koruyan melankoli sayesinde, bu
alçaklığın elinden kurtulabiliriz. Dünyaya evet demekten daha
aşağılık bir şey var mıdır? Oysa o muvafakati, o usandırıcı
tekrarın örneklerini, yalnızca içimizde bayağılığa karşı olan
her şey tarafından inkâr edilen o hayata bağlılık yeminlerini
sürekli çoğaltırız...
Diğerlerinin yaşadıkları gibi yaşayabilir, ama yine de
dünyadan bile daha büyük bir hayır’ı gizleyebiliriz:
Melankolinin sonsuzluğudur bu...

(Yaşamak için elzem olan asgari bayağılığı hiç aşmayan


varlıkları sevebiliriz yalnızca. Oysa bu bayağılığın niceliğinin
sınırlarını çizmek güçtür; hiçbir fiilin bundan muaf
tutulamayacağını düşünürsek, daha da güçleşir bu. Hayattan
dışlanmışların hepsi, yeteri kadar tiksindirici olamadıklarını
ispat ederler... Yakınlarıyla çatışmasında üstün gelen kişi, bir
gübre yığınından çıkar; yenilen kişi de kirletmek istemediği
bir saflığın bedelini ödemektedir. Her insanda, kendi
bayağılığından, en basit anlamda canlı olan her şeyin
kaynağından daha mevcut ve daha sahici hiçbir şey yoktur.
Ama öte yandan, hayatta yerleşikleşildiği ölçüde
horgörülmeye müstahak hale gelinir. Etrafına belirsiz bir
ölümcül ışık yaymayan ve geçtiği yerde uzak dünyalardan
gelen bir melankoli sızıntısını arkasında bırakmayan kişi, öyle
bir kişi, zooloji-altının alanına, daha özgül olarak da insan
tarihinin alanına girer.
Bayağılıkla melankoli arasındaki zıtlığın hakkından
gelmek öyle zordur ki, onun yanında bütün diğer zıtlıklar,
zihnin uydurmaları gibi keyfî ve eğlenceli görünür; hayaller
kuran hıncımız ile içimizdeki sığlıkların -önceden belirlenmiş
bir ölçüye uyarak- çatıştığı o zıtlığın önünde, en keskin
çelişkiler bile körelirler.)

DÖNEK
Bir yerlerde doğmuş, doğduğu yerdeki hatalara inanmış,
ilkeler önermiş ve ateşli sersemlikler vazetmiş olduğunu
hatırlar. Bundan yüzü kızarır... ve geçmişinden, gerçek ya da
düşsel vatanlarından, özünden çıkmış hakikatlerden yüz
çevirmek için kudurur. Huzuru ancak içindeki son yurttaş
refleksini ve miras olarak aldığı coşkuları yok ettiğinde
bulacaktır. Şecereler karşısında serbestleşmek ister ve bütün
siteleri küçümseyen antik bilge ideali bile ona bir satış
muamelesi gibi görünürken, gönlünün alışkanlıklar: onu nasıl
hâlâ zincire vurabilirdi ki? Bütün insanlar zorunlu olarak hem
haklı hem haksız olduğu için, her şey aynı zamanda hem
gerekçeli hem akılsızca olduğu için artık taraf tutamayan kişi,
kendi adından vazgeçmeli, kimliğini ayaklar altına almalı ve
vurdumduymazlık ya da ümitsizlik içinde yeni bir hayata
başlamalıdır. Veya aksi takdirde, başka bir yalnızlık cinsi icat
edip boşluk içinde yurtsuzlaşmalı ve -sürgünlüğün keyfince-
köksüzleşmenin safhalarını birer birer yerine getirmelidir.
Bütün önyargılarla bağlarını koparınca, kimsenin
başvurmadığı ve kimsenin çekinmediği, tam anlamıyla işe
yaramaz insan haline gelir, çünkü her şeyi aynı ilgisizlikle
benimser ve boşlar, Dalgın bir haşereden daha az tehlikeli
olmasına rağmen, yine de Hayat için bir âfettir; zira Hayat.
Yaratılış’ın yedi günüyle birlikte, bu kişinin kelime
haznesinden çıkmıştır. Hayat onu affederdi aslında; hiç
olmazsa hayatın başladığı yer olan Kaos’tan tat alsaydı... Ama
o, hummalı kökenleri, en başta da kendi kökenini yadsır ve
dünyayla ilgili olarak sadece soğuk bir hafızayı ve kibar bir
pişmanlığı muhafaza eder.

(Yadsımadan yadsımaya, varoluşu cılızlaşır: Bir iç çekiş


kıyasından daha belirsiz ve daha gerçekdışı bir haldeyken,
hâlâ nasıl kanlı canlı bir varlık olabilirdi ki? Kanı çekilmiş bir
halde. Fikir le rekabete girer; atalarından, dostlarından, bütün
canlardan ve kendinden soyutlanmıştır; bir zamanlar
uğuldayan damarlarında, şimdi başka bir dünyanın aydınlığı
yatmaktadır. Yaşadıklarına karşı serbestleşmiş ve
yaşayacaklarına karşı meraksız, bütün yollarının sınırlarını
yıkar ve kendini bütün zamanların nirengi noktalarından
koparır. “Benle bir daha hiç karşılaşmayacağım,” der kendine;
son nefretini kendine yönelttiği için mutludur; varlıkları ve
şeyleri -affederken- yok ettiği içinse daha da mutludur.)

MÜSTAKBEL GÖLGE
Her şeyi, müziği ve şiiri bile aşmış olacağımız bir zaman
tahayyül etmeye hakkımız vardır; geleneklerimizin ve
alevlerimizin aleyhinde tavır alınca, kendimizi öylesine
reddetmiş olacağız ki, malûm bir mezar fikrinden bezmiş bir
halde, günlerimizi buruşuk bir kefenin içinde geçireceğiz.
Tutarlılığıyla sözel dünyayı görkem içinde tahayyül edilmiş
bir evrenin üzerine yükselten bir sone, bizim için gözyaşlarına
davet olmaktan çıktığında ve bir sonatın ortasında
esnemelerimiz heyecanımıza üstün geldiğinde, artık bizi
mezarlıklarda istemeyecektir, çünkü onlar sadece taze
cesetleri kabul ederler, hâlâ azıcık sıcaklıkla ve bir hayat
hatırasıyla dolu cesetleri...
Yaşlılığımızdan önce, coşkularımızı büzüştürüp tenin
rücuları altında bel bükeceğimiz ve yarı leş yarı hayalet gibi
yürüyeceğimiz bir zaman gelecek, içimizdeki bütün titreşimi -
yanılsamayla suç ortaklığı yapma korkusu yüzünden-
bastırmış olacağız. Hayatımızı bir sonede
cisimsizleştiremediğimiz için çürümüşlüğümüzü parça parça
sürükleyeceğiz ve müzik ile ölümden daha ileri gitmiş olmak
için, körler gibi sendeleyerek iç karartıcı bir ölümsüzlüğe
doğru ilerleyeceğiz...

SABIT FIKIRLERIN KAYMAĞI


İnsan cinnet tarafından korundukça etken olur ve ilerler; fakat
sabit fikirlerin doğurgan zorbalığının elinden kurtulunca
mahvolur ve çöker. Her şeyi kabul etmeye başlar; sadece ufak
suiistimalleri değil cinayetleri ve canavarlıkları da, kötü
huyları ve sapıtmaları da hoşgörüsüyle sarmalamaya başlar:
Onun gözünde artık her şeyin değeri aynıdır. Kendi kendisini
tahrip eden bağışlayıcılığı, suçluların, kurbanların ve
cellatların tümünü kapsar; bütün taraflara katılır, çünkü bütün
görüşleri benimser; jelatinimsi ve sonsuzluğa bulanmış
olduğu için, bir nirengi noktası ya da musallat fikri olmadığı
için, “karakter”ini kaybetmiştir. Evrensel görüş, şeyleri
ayrımsızlık içinde eritir; bunları hâlâ ayırt edebilen kimse ise
şeylerin ne dostu ne düşmanı olduğundan, fark gözetmeden
nesnelerin ya da varlıkların biçimine giren balmumu gibi bir
yürek taşır. Merhameti varoluşa yöneliktir, hayırseverliği de
sevgiden değil şüphedendir, bilgi sonucunda gelen ve bütün
anormallikleri affeden kuşkucu bir hayırseverliktir bu. Fakat
taraf tutan, karar verme ve seçme çılgınlığı içinde yaşayan
kimse, hiçbir zaman hayırsever olmaz; bütün görüş açılarını
benimsemeyi beceremeyip kendi arzu ve ilkelerinin ufkuna
kapandığından, bir sonluluk hipnozuna dalar. Zira yaratıklar,
ancak evrensele sırt çevirerek serpilirler... Kayıtsız şartsız bir
-şey olmak, hayatın -sabit fikirlerin kaymağının- ancak cılız
düşerek aştığı bir cinnet biçimidir daima.

SEMAVÎ KÖPEK
Bir insanın kabul gören her şeye meydan okuyacak cesareti
bulmak için neyi kaybetmesi gerektiği bilinemez; hiçbir şeyi
yapmakta sakınca görmeyen, en mahrem düşüncelerini, hem
şehvetperest hem de saf bir bilgi tanrısının yapabileceği gibi
tabiatüstü bir küstahlıkla fiiliyata döken bir insan haline
gelene kadar, Diogenes’in neyi kaybetmiş olduğu bilinemez.
Kimse daha dobra olmamıştır; samimiyette ve zihin
açıklığında bir sınır-vaka olduğu gibi, eğer arzularımızla
davranışlarımız eğitim ve ikiyüzlülük tarafından frenlenmese,
bizim de ne olabileceğimizin örneğidir
“Bir gün bir adam onu zengince döşenmiş bir eve soktu
ve şöyle dedi: ‘Sakın yerlere tükürme’. Canı tükürmek isteyen
Diogenes, adamın suratına bir balgam attı ve ona, bulduğu tek
pis yerin orası olduğunu ve oraya tükürdüğünü haykırdı”
(Diogenes Laertios).
Bir zenginin evine kabul edildikten sonra, yeryüzündeki
tüm varlıklıların üzerine boşaltacak bir tükürük: okyanusuna
sahip olmadığı için kim pişmanlık duymamıştır? Saygın ve
göbekli bir hırsızın suratına yollama korkusuyla küçük
balgamını kim yatmamıştır’?
Hepimiz gülünçlük derecesinde temkinli ve utangacızdır:
Kinizm okulda öğrenilmez. Kibirde.
“Diogenes’in Erdemi adlı kitabında, Menippos,
Diogenes’in esir düşerek satıldığını ve ona ne yapmayı
bildiğinin sorulduğunu anlatır. Şöyle cevap vermiştir:
‘Buyurmak!’ ve tellala bağırmıştır: ‘Sor bakalım kim bir
efendi satın almak istiyor’”.
İskender’le Platon’a kafa tutan, şehir meydanında kendini
tatmin eden adam (‘Göbeğimizi ovuşturunca da kamımız
doyar inşallah!’), meşhur fıçı ve lamba hikâyelerindeki adam,
üstelik gençliğinde kalpazanlık yapan adam (bir kinik için
daha itibarlı bir meslek olabilir mi?), insanoğluyla ne gibi bir
tecrübe yaşamış olmalıdır? - Kuşkusuz hepimizinkini; yine de
şu farkla ki, onun düşünüşünün ve horgörüsünün yegâne
konusu insan olmuştur. Bire insanı hiçbir ahlâkın ve hiçbir
metafiziğin sahtekârlığına maruz kalmadan, komedi ve
kıyamet metinlerindekinden daha sade ve daha berbat bir
halde göstermek için, onu soymakla uğraşmıştır.
Platon onu, “delirmiş Sokrates” diye adlandırıyordu;
“samimileşmiş Sokrates” demeliydi; İyilikten, formüllerden
ve Site’den vazgeçen, nihayet sadece psikolog olan Sokrates.
Fakat Sokrates -yüceyken bile- kabul görür; örnek alınacak
model, usta olarak kalır. Bir tek Diogenes hiçbir şey önermez;
tavrının -özünde de kinizmin- temeli, insan olmanın
gülünçlüğünden hayalarına kadar dehşet duymayla
belirlenmiştir.
İnsan gerçekliği üzerine yanılsamasız kafa yoran düşünür,
eğer dünyanın içinde kalmak istiyorsa, birde kaçış yolu olan
mistikliği bertaraf etmişse, bilgelik, burukluk ve şakanın
birbirine karıştığı bir görüşe varır; eğer yalnızlığına mekân
olarak da şehir meydanını seçerse, belagatini
“hemcinsleriyle” dalga geçmekte ya da tiksintisini
gezindirmekte kullanır. Bu tiksintiyi bugün, Hıristiyanlık ve
polisle, artık rahatça hissedemeyiz. İki bin yıldır vaazlar ve
yasalar hıncımızı yumuşatmıştır; zaten böyle telâşlı bir
dünyada, küstahlıklarımıza cevap vermek için ya da
havlamalarımızın zevkine varmak için kim dururdu ki?
En büyük insan sarrafının köpek lakabıyla anılması,
hakikî görüntüsünü kabullenme cesaretinin insanda hiçbir
zaman olmadığını ve insanın ihtiyatsız hakikatleri hep
reddettiğini ispatlar. Diogenes kendindeki poz’u ortadan
kaldırmıştır. Ötekilerin gözünde ne biçim bir canavardır!
Felsefede saygıdeğer bir yer tutmak için komedyen olmak,
fikirler oyununa saygı göstermek ve sahte meselelere merak
duymak lâzımdır. Olduğu haliyle insan, hiçbir durumda işiniz
olmamalıdır. Yine Diogenes Laertios’un aktardığına göre:
“Olimpiyat oyunlarında tellâl ilan eder: ‘Dioksippes
insanları alt etti.’ Diogenes cevaplar: ‘O köleleri alt etti
sadece, insanları alt etmek benim işim’.”
Gerçekten de onları başka hiç kimsenin yapamadığı
şekilde alt etmiştir; fatihlerinkinden de amansız silahlarla; o
ki sadece bir heybesi vardı, o ki bütün dilencilerden de az mal
sahibiydi; bıyık altından sırıtmanın hakikî aziziydi.
Onun, Haç’ın gelişinden evvel doğmasını sağlayan
tesadüfün değerini bilmeliyiz. Kimbilir belki de, ilgisizliğine
dayanan sağlıksız bir insanlık-dışı macera eğilimi onu
herhangi bir münzevî olmaya sürükler, daha sonra ermişler
arasına katılır ve sevgili kullarla kutsal takvimin kütlesi içinde
kaybolur giderdi. Bütün öğreti ve doktrinlerden uzaklaşmış
olduğu için en derinlemesine normal olan o varlık, işte o
zaman çıldırırdı. İnsanın en gudubet çehresini bize bir tek o
açıklamıştır. Kinizmin meziyetleri, apaçık gerçekliğin
düşmanı olan bir din tarafından soluklaştırılmış ve ayaklar
altına alınmıştır. Fakat Tanrı’nın Oğlu’nun hakikatlerinin
karşısına, zamanının bir şairinin verdiği adla “semavi
köpek”in hakikatlerini çıkarmanın zamanı gelmiştir artık.

DEHANIN SÖZ OYUNU


Her ilham, bir abartma melekesinden gelir: Kelimeleri
patlatırcasına şişiren o atılganlık olmasa, lirizm ve bütün
metafor dünyası acınası bir kızışma olurdu. Kozmosun unsur
ya da boyutları hallerimizi karşılaştırma hizmeti görmek için
fazla sınırlı göründüklerinde, şiir -potansiyellik ve
elikulağındalık evresini aşmak için-, önbelirtisi olan ve onu
doğuran heyecanların biraz berraklaşmasını bekler yalnızca.
Hiçbir hakiki ilham yoktur ki dünyadan daha engin bir ruhun
anormalliğinden çıkmasın... Bir Shakespeare’in ve bir
Shelley’nin sözlü yangınlarında, kelimelerin külünü
hissederiz; bir evren yaratma imkânsızlığının düş kırıklığını
ve kokusunu... Sözcükler, iç genleşmenin eşdeğerine hiç biri
ulaşamıyormuşçasına birbirlerinin ayağına dolanır; imge
fıtığıdır bu, günlük kullanımdan doğmuş ve mucizevî bir
biçimde kalbin yüksekliklerine çıkarılmış zavallı kelimelerin
aşkın bir biçimde kopmasıdır. Güzelliğin hakikatleri, ufak bir
çözümleme önünde korkunç ve gülünç oldukları ortaya
çıkan abartmalarla beslenir. Şiir: Kelime haznesinin
kozmogonik sayıklaması... Şarlatanlık ve vecd, bundan daha
etkili bir biçimde birleştirilmiş midir? Yalan - gözyaşlarının
kaynağı! Dehanın sahtekârlığı ve sanatın sırrı budur. Gök
seviyesine kadar şişirilmiş hiçlikler; evreni üreten bir
7
inanılmazlık! Çünkü her dehanın içinde, bir Marsilyalı’yla
bir Tanrı beraber yaşar.
MUTSUZLUĞA TAPINMA
Ham varoluşun ötesinde inşa ettiğimiz her şeyi, dünyaya bir
fizyonomi veren muhtelif tüm kuvvetleri, Mutsuzluk’a
borçluyuzdur -çeşitliliğin mimarı, eylemlerimizin anlaşılır
etkeni. Onun çemberine girmeyen şeyler bizi aşar: Altında
ezilmediğimiz bir olayın bizim için ne anlamı olabilirdi ki?
Gelecek, bizi harcamak için bekler. Ruh artık varoluşun
sadece çatlamasını kaydeder ve duyuların hâlâ titreşmesi için
ancak kötülük beklentisi gerekir... Bundan sonra,
Chateaubriand’ın Lucile’inin ya da Günderode’un kaderleri
üzerine eğilmemek, ilkiyle birlikte “alınyazımın üzerinde bir
ölü uykusuna yatacağım,” dememek, ya da diğerinin yüreğine
hançer sokan ümitsizlikle sarhoş olmamak mümkün müdür?
Birkaç eksiksiz melankoli örneği ve birkaç benzersiz intihar
dışında, insanlar, tarihi ve tarihin yüz buruşturmalarını
doğurmak için tıka basa alyuvarlarla doldurulmuş kuklalardır.
Mutsuzluğa taparak onu oluşun etkeni ve cevheri haline
getirdiğimizde, alnımıza yazılı akıbetin berraklığı içinde, bir
felâket şafağında, doğurgan bir cehennemde yüzeriz. Ama
mutsuzluğu tükettiğimizi zannederek içimize ondan sonra da
hayatta kalma kuşkusu düştüğünde, varoluş soluklaşır ve artık
olmaz. Ve kendimizi yeniden Ümit’e uyarlamaktan korkarız...
mutsuzluğumuza ihanet etmekten, kendimize ihanet
etmekten...

İBLİS
Oradadır, kandaki kor yığınında, her hücrenin burukluğunda,
sinirlerin ürpertisinde, nefret yayan o hırçın dualarda; dehşeti
kendi rahatlığına dönüştürdüğü her yerde... Yıkımımın titiz
suçortağı olarak ümitlerimi kusabilecek ve kendimden feragat
edebilecekken, ömrümü onun yıkmasına izin mi vereyim?
Döşeğimi, unuttuklarımı ve uykusuz geçen gecelerimi
paylaşır -cani kiracı-; onu mahvetmek için benim de
mahvolmam gereklidir. Fakat sadece bir vücut ve bir ruh
sahibi olunduğu zaman, bunların biri fazla ağır ve diğeri fazla
karanlıkken, ilave bir ağırlık ve karanlık nasıl hâlâ taşınır?
Kara bir zamanın içinde ayak sürüyerek nasıl dolaşılabilir?
Oluşun dışında yaldızlı bir dakika düşlüyorum, güneşli bir
dakika, uzuvların işkencesini ve çürümelerinin melodisini
aşan bir dakika...
Düşüncelerinde çöreklenen Kötülük’ün can çekişme ve
neşe iniltilerini işitmek - ve davetsiz misafiri boğazlamamak
mı? Ama ona vurursan, sadece yararsız bir kendine
teşnelikten kaynaklanacaktır bu. O senin takma adın olmuştur
bile; cezasız kalmadan ona karşı şiddet uygulayamazsın. Son
fiilin yaklaşmasıyla dolambaçlı yollara girmek niye? Niye
kendi adına kendine saldırmayasın?

(İblisin “vahyinin”, ömrümüzden ayrılmaz bir


mevcudiyet olduğuna inanmak bütünüyle yanlış olurdu;
bununla birlikte, bu vahiy bizi ele geçirdiğinde, önceden
yaşamış olduğumuz yansız anların miktarını tahayyül
edemeyiz. Şeytan’ı zikretmek, kibrimizin olduğu haliyle
kabul etmeyi reddettiği kuşkulu bir tahriki bir ilâhiyat
kırıntısıyla renklendirmektir. Ama içine girdiğimizde
Karanlıklar Prensi’yle yüz yüze geldiğimiz o ürküntüleri kim
bilmez ki? Gururumuzun bir isme, sadece fizyolojiden ileri
gelse acınası olacak bir bunaltıyı vaftiz etmek için büyük bir
isme ihtiyacı vardır. Geleneksel açıklama bize daha çekici
gelir; bir metafizik artığı zihne pek yakışır...
Böylelikle -fazla dolaysız olan derdimizi örtmek için-
geçerliliklerini yitirmiş de olsalar, zarif bütünlüklerden
yardım umarız. Belimizi hemen doğrultmak için içimizdeki
ya da dışımızdaki İblis’i düşünmemiz yeterli olurken, en
esrarengiz başdönmelerimizin sadece asabî rahatsızlıklardan
ileri geldiği nasıl kabul edilebilir? İçsel dertlerimizi
nesnelleştirme eğilimi atalarımızdan gelmektedir; kanımıza
mitoloji sinmiştir, edebiyat da etki düşkünlüğünü
yerleştirmiştir içimize...)

“YENİ BİR HAYAT”IN ACI ALAYI


Kendi içimize mıhlanmış olduğumuzdan, doğuştan gelen
ümitsizliğimizin çizdiği yoldan ayrılma melekemiz yoktur.
Hayat bizim ortamımız değil diye kendimizi hayattan muaf
mı tutturalım? Var olmama belgesi veren kimse yoktur. Soluk
almada sebat etmek, havanın dudaklarımızı yaktığını
hissetmek, temenni etmediğimiz bir gerçekliğin bağrında
pişmanlıkları biriktirmek ve mahvımıza sebep olan Dert’e bir
açıklama bulmaktan vazgeçmek zorundayızdır. Zamanın her
ânı üzerimize bir hançer gibi atıldığı, arzuların ayarttığı
tenimiz taşlaşmayı reddettiği vakit, bahamıza eklenecek tek
bir anla bile nasıl yüz yüze gelebiliriz? Hangi hünerlerin
yardımıyla başka bir hayatın, yeni bir hayatın peşinden
gidebilecek yanılsama kuvvetini bulabiliriz?
Şu ki, geçmiş yıkımlarına bir göz atan bütün insanlar -
gelmekte olan yıkımlardan kaçınabilmek için- kökten yeni bir
şeye başlayabilme gücünde olduklarını hayal ederler. Kendi
kendilerine görkemli bir vaatte bulunur ve kaderin onları
batırdığı o vasat uçurumdan çıkartacak bir mucize beklerler.
Ama hiçbir şey olmaz. Herkes aynı olmaya devam eder;
sadece hepsine damgasını vurmuş olan o düşkünlük
temayülünün sivrilmesiyle değişirler. Etrafımızda yoğunluğu
azalmış ilham ve coşkulardan başka şey görmeyiz: Her insan
her şeyi vaat eder, ama her insan, kıvılcımının
dayanıksızlığını ve hayattaki deha noksanlığını öğrenmek için
yaşar. Bir varoluşun aslına uygunluk derecesi kendi
yıkımından ibarettir. Oluşumuzun çiçeklenmesi: Muzaffer
görünümlü olup, başarısızlığa götüren yol. Yeteneklerimizin
serpilmesi: Kangrenimizin kamuflajı... Güneşin altında
leşlerle dolu bir bahar hüküm sürmektedir; bizzat Güzellik,
tomurcukların içinde şişinen Ölüm’den başka bir şey
değildir...
Kökeninde aldatıcı ve yıkıma mahkûm olmayan hiçbir
“yeni” hayat görmedim şimdiye kadar. Her insanın zaman
içinde ilerleyip bunaltılı bir geviş getirmeyle kendini tecrit
ettiğini, yenilenme niyetine de ümitlerinin beklenmedik yüz
buruşturmasıyla karşılaşıp kendi içine düştüğünü gördüm.

ÜÇLÜ ÇIKMAZ
Zihin Aynılığı keşfeder, can Sıkıntı’yı, vücut Tembelliği.
Evrensel bezginliğin üç biçimiyle ifadesini bulan aynı
değişmezlik ilkesidir bu.
Varoluşun yeknesaklığı akılcı tezi haklı çıkarır; her şeyin
önceden bilindiği ve ayarlandığı bir yasa evrenini ifşa eder
bize; hiçbir sürprizin barbarlığı çıkıp da bu evrenin uyumunu
bozmaz.
Eğer aynı zihin Çelişki’yi, aynı can Sayıklama’yı, aynı
vücut da Taşkınlık’ı keşfediyorsa, yeni gerçekdışılıklar
yavrulamak, benzerliği fazla görünür olan bir evrenden
kurtulmak içindir bu; burada akılcılık aleyhtarı tez üstün gelir.
Saçmalıkların serpilmesi, önünde her görüş netliğinin gülünç
bir yoksunlukta kaldığı bir varoluş çıkarır ortaya.
Öngörülemeyen’in sürekli saldırısıdır bu.
Bu iki eğilimin arasındaki insan, muğlaklığını sürer
ortaya: Ne hayattaki ne de Fikir’deki yeri’ni bulabildiğinden,
kendini Keyfilik’e yazgılı zanneder; bununla birlikte, insanın
özgür olma sarhoşluğu, mukadderatın içinde bir tepinmedir
yalnızca; kaderinin biçimi bir sone veya yıldızınkinden daha
az belirlenmiş değildir çünkü...

ARZU EVRENİNİN DOĞUŞU


Hayata karşı bütün gerekçeleri yaşamış ve doğrulamış
olduğumdan, onu lezzetlerinden arındırdım ve tortusu içine
gömüldüğümde çıplaklığını hissettim. Cinsellik-sonrası
metafiziği yaşadım, gereksiz yere yaratılmış evrenin
boşluğunu, maddenin hiddetinden de eski olan ve sizi çok
eski bir soğuğa daldıran o ter savurganlığını... Bilgime sadık
olmak, içgüdüleri yumuşamaya zorlamak da istedim ve
hiçliğin silahlarını kullanmanın, kendine karşı çevrilemiyorsa
hiçbir şeye yaramadığını saptadım. Zira arzuların, onları
sakatlayan bilgilerimizin oltasında belirivermesi, Yaratılış
düşmanı kafamızla bizi Yaratılış’a bağlayan akıldışı derinlik
arasında amansız bir çelişki yaratır.
Her arzu doğrularımızı külliyen aşağılar ve
yadsımalarımızı yeniden ele almaya zorlar bizi. Pratik bir
bozguna uğrarız; bununla birlikte ilkelerimiz bozulmadan
kalır... Artık bu dünyanın çocukları olmamayı umarken, bir de
baktık ki, zamanın efendisi ve salgı bezlerinin bağımlısı
kaypak münzeviler gibi iştahımıza boyun eğmişiz. Fakat bu
oyunun sının yoktur: Arzularımızın her biri dünyayı yeniden
yaratır, düşüncelerimizin her biri de yok eder... Gündelik
yaşam içinde kozmogoni ve kıyamet birbirini izler: Günlük
yaratıcı ve yıkıcılarız, ezelî mitosları son derece küçük bir
ölçekte hayata geçiririz; anlarımızın her biri de, Sonsuz’un
payına düşen döl ve kül yazgısının bir taslağıdır ve bu yazgıyı
yeniden üretir.

FIILIYATIN YORUMU
O fiilin tek ve yegâne gerçeklik olduğunu hissetmeksizin
hiç kimse en ufak bir fiil işlemezdi. Bu körleşme var olan her
şeyin mutlak temeli, tartışılmaz ilkesidir. Bunu tartışan kişi,
azalmış olduğunu, diriliğinin şüphe tarafından biçildiğini
kanıtlar sadece... Fakat şüphelerinin tam ortasında bile,
yadsımaya doğru yol alışının önemi’ni hissetmek zorundadır.
Hiçbir şeyin zahmete değmediğini bilmek zımnî bir inanç,
dolayısıyla bir fiil ihtimali haline gelir; ufak bir varoluşun bile
itiraf edilmeyen bir iman gerektirmesindendir bu; basit bir
adım -bir sözde gerçekliğe doğru bile atılsa- hiçlik nazarında
bir dönekliktir; bizzat nefes almak bile tohum halinde bir
fanatizmden kaynaklanır, tıpkı harekete her katılım gibi...
İnsan, aylaklıktan kan dökmeye kadar uzanan bütün fiil
yelpazesini, sadece fiilin anlamsızlığını idrak etmediği için
kullanır: Yeryüzü üzerinde yapılan her şey, boşluk içinde bir
doluluk yanılsamasından, Hiçlik’in esrarından gelir...
Dünyanın Yaratılış’ı ve Yıkım’ı dışında, bütün girişimler
benzer şekilde hükümsüzdür.

KONUSUZ HAYAT
Kuru gözler gibi yansız fikirler; şeyleri bütün
kabartmalarından mahrum eden donuk bakışlar; duyguları
birer dikkat olgusuna indirgeyen kendini dinleyişler;
ağlamasız gülmesiz, buharlaşan hayat-bir hülasayı, bir bahar
bayağılığını kafanıza nasıl sokmalı? O müstafi yüreğe ve
büyümeyle çözülmenin mayasını artık kendi mevsimlerine
aktaramayacak kadar köpürmüş o zamana nasıl tahammül
edilebilir?
Bütün kanaatlerde bir kirlenme ve bütün bağlanmalarda
bir saygısızlık gördüğün zaman, şu dünyada veya bir başka
yerde ümidin şekil verdiği bir baht beklemeye hakkın yoktur.
Kendine, manzarayı seyredebileceğin, gülünçlük derecesinde
ıssız, ideal bir yer, ya da takımyıldızlara karşı isyan etmiş,
münasebetsiz bir yıldız seçmen gerekir. Hayatın, hüzün
yüzünden sorumsuzlaşarak, anlarını hiçe saymıştır; oysa
hayat, süreye sofuca inanmaktır, rakseden bir ebediyet
duygusu, kendini aşan ve güneşle rekabete giren zamandır…

ACEDIA
Uzuvların bu durgunluğu, melekelerin bu sersemliği, bu
taşlaşmış gülümseme sana çoğu zaman manastırların
sıkıntısını, Tanrı’yla çölleşmiş yürekleri, kendini tatminin
vecdimsi taşkınlığında coşan keşişlerin kuruluğunu ve
budalalığını hatırlatmıyor mu? Sen de ilâhî varsayımlardan ve
yalnızlık zaafının gururundan yoksun bir keşişsin sadece.
Yeryüzü ve gökyüzü, hücrenin duvarlarıdır; hiçbir solukla
canlanmayan havada da dua yokluğu hüküm sürer yalnızca.
Ebediyetin boş saatleri, titremelerin çevresi ve selâmetin
yaklaşmasıyla birlikte çürüyen küflü arzular vaat olunmuş
sana; şatafatsız ve borazansız bir Yargı’ya doğru silkinerek
ilerliyorsun; bu sırada düşüncelerin tek görkem olarak
ümitlerin gerçekdışı geçit resmini tahayyül ediyorlar.
Vaktiyle ruhlar, acılar sayesinde kubbelere doğru
atılıyorlardı; sense çarpıyorsun. Mahvolmuş kızların -ve senin
mahvoluşunun- tarikatının mekânı olan Sokaklar’da sürterek,
8
imansız bir Trappe gibi dünyaya düşüyorsun.

CESARET VE KORKUNUN ZARARLARI


Korkmak, devamlı olarak kendini düşünmek ve şeyleri nesnel
bir akış içinde tahayyül edememektir. Dehşet hissi, her şeyin
size karşı geldiği hissi, hiçbir tehlikenin alâkasız olmadığı bir
dünya anlayışını gerektirir. Abartılı bir öznelliğin kurbanı
olan korkak, diğer insanlardan ziyade kendini, saldırgan
olayların hedefi zanneder. Bu hatası onu cesurla bir araya
getirir; onun tam zıt noktasında olan cesur, kendine hiçbir
yerde silah işlemeyeceğini sanır. İkisi de, kendine hayran bir
bilincin en uç noktasına varmışlardır: Birine kargı her şey
fesat tasarlamaktadır, diğeri için her şey lehtedir. (Cesur,
tehdide sarılan ve tehlike önünde kaçan bir palavracıdan
başka bir şey değildir.) Biri olumsuz olarak dünyanın
merkezine yerleşir, diğeri olumlu olarak; ama bilgilerinin
hareket noktaları özdeş olduğu için yanılsamaları aynıdır:
Gerçeklik olarak yalnız tehlike. Biri bundan ürker, diğeri
bunu aranır: Şeylere karşı berrak bir horgörüyü anlayamazlar,
her şeyi üzerlerine alırlar, fazla çarpıntılıdırlar (ve dünyadaki
bütün kötülük aşırı çarpıntıdan, mertlikle ödlekliğin dinamik
kurgularından gelir). Böylelikle, bu karşıt ve benzer örnekler
bütün karışıklıklarda etken olurlar, zamanın gidişatını
bozarlar; en küçük bir olay müsveddesini duygusallıkla
renklendirirler ve ateşli maksatlarını, kişi kendisini huzur dolu
tiksintilerin kucağına bırakmadığı sürece alçaltıcı ve
tahammül ötesi olan bir evrene yansıtırlar. Cesaret ve korku,
hayata densizce bir anlam ve ağırlık vermekten ibaret olan o
aynı hastalığın iki kutbudur... İnsanları sekter hayvanlar
hafine getiren, gayretsiz bir burukluk noksanlığıdır: En
kabaları gibi en ayrıntılı cinayetler de şeyleri ciddiye alanlar
tarafından işlenir. Bir tek maymun iştahlı, kandan zevk almaz;
yalnız o, cani değildir...

AYILMA
Varlıkların esrarengiz olmayan kaygıları, şu sayfanın
kenarları kadar berrak bir biçimde belirir... Bir kıyasın kısır
mukadderliği içindeki önermeler gibi birbirine bağlı olan
nesillerin tiksintisi dışında ne kaydedilebilir oraya?
İnsan macerasının bir sonu olacağı muhakkaktır; bu sonu
tasarlayabilmek için onunla çağdaş olmak da gerekmez,
Tarihle ilgiyi kesmeyi kendi içimizde tamamladığımızda,
onun kapanışında hazır bulunmak bütünüyle yersizdir.
Tarihten kopmak ve yutturmacalarının pişmanlığını artık
çekmemek için, insanı karşımıza alıp bakmak yeter.
Istıraplarla geçen binlerce yıl taşları bile yumuşatabilecekken,
yavan bir çılgınlık içinde çırpınan o sapasağlam susineğini,
hem kavranılmaz hem edepsiz bir var olma iradesiyle dolup
taşan o canavarımsı silikleşme ve sertleşme örneğini
duyarsızlaştırmaktan başka bir şeye yaramamıştır. Hiçbir
insanî sebebin sonsuzla bağdaşmadığı ve hiçbir hareketin
tasarlama zahmetine değmediği idrak edildiği zaman, yürek,
boşluğunu artık atışlarıyla gizleyemez. İnsanlar tekbiçimli ve
beyhude bir bahtın içinde birbirlerine karışırlar, tıpkı, ilgisiz
bir gözün gördüğü yıldızlar -ya da askeri bir mezarlıktaki
haçlar- gibi. Varoluş için önerilen bütün amaçlar arasında,
tahlile tâbi tutulduğunda vodvile veya Morg’a uygun
düşmeyeni var mıdır? Hangisi bizim kof ve zavallı
olduğumuzu göstermez? Bizi hâlâ kandırabilecek tek bir büyü
olsun var mıdır?

(Görünür talimatların dışına sürüldüğümüz zaman, şeytan


gibi, metafizik açıdan yasadışı hale geliriz; dünyanın
düzeninden çıkmışızdır Artık orada yer bulamadığımızdan,
tanımadan bakarız ona; hayret düzenli bir reflekse dönüşür,
şikâyetçi şaşkınlık ise konu noksanlığı çekerek hepten
Boşluk’a perçinlenir. Artık şeylere karşılık gelmeyen bir
ihsasa maruz kalırız, çünkü artık hiçbir şey onları tahrik
etmemektedir; böylece Melankoli meleğinin rüyasını bile
aşarız ve Dürer’in daha uzak gözleri sabırsızlıkla beklememiş
olmasına üzülürüz...
En soylu hayale varıncaya kadar her şeyin fazla somut,
fazla mevcut göründüğü ve ne hayata ne ölüme bağlı bir
Sınırı Belirsiz’e ulaşmaya can atıldığı zaman, varlıkla her
temas ruha yönelik bir tecavüz olduğu zaman, ruh evrensel
yasadan dışlanır; artık ne verecek hesabı, ne de ihlal edecek
yasası kaldığı için, ilâhî kadirimutlaklıkla -hüzün yoluyla-
rekabete girer.)

NEFRETİN GÜZERGÂHI
Hiç kimseden nefret etmem; fakat nefret kanımı karartır ve
yılların esmerleştiremediği şu deriyi yakar. Gudubet bir hüzün
ve derisi yüzülen insan çığlığı, müşfik veya katı yargılarla
nasıl gemlenebilir?
Yeryüzünü ve gökyüzünü sevmek istedim, marifetlerini
ve coşkularını; ve bana ölümü hatırlatmayan hiçbir şey
bulamadım: çiçekler, yıldızlar, çehreler - solmanın simgeleri,
bütün muhtemel mezarların potansiyel kapaktaşları! Hayatın
içinde oluşan ve onu soylulaştıran şey, iç karartıcı ya da
alelâde bir sona doğru yol alır. Yüreklerin kaynaşması hiçbir
iblisin tasarlayamayacağı felâketlere sebep olmuştur. Ateşli
bir kafa yapısına sahip birini mi gördünüz? Emin olun ki
sonunda kurbanı olursunuz... Kendi doğrularına inananlar -
insanların hafızasında iz bırakan yegâne kimseler- arkalarında
da cesetlerle dolu bir yeryüzü bırakırlar. Dinlerin
bilançosunda en kanlı tiranlıkların işlediğinden fazla cinayet
vardır; insanlığın tanrılaştırdıkları da, gözünü kan
bürümüşlükte en bilinçli canilerden baskın çıkarlar.
Yeni bir iman öneren kişi zulme uğrar, kendi de
zalimleşinceye kadar: Doğrular, polisle çelişkiye düşülerek
başlar ve polise dayanılarak biter; zira adına acı çekilmiş her
saçmalık, yasallığa dönüşerek yozlaşır; tıpkı her şehidin
sonunun yasa bentlerine, takvimin yavanlıklarına ya da sokak
isimlerine varması gibi... Bu dünyada, bizzat sema otorite
haline gelir - ve sadece onunla yaşanılan dönemler olmuştur:
en bozuk devirlerden daha bol savaş gören ortaçağlar; sahte
bir şekilde yücelik cilası sürülmüş, yanlarında Hun
istilalarının bile gerileme devrindeki göçebe sürülerinin
delişmenlikleri gibi kaldığı hayvani Haçlı Seferleri...
Kusursuz marifetler, kamu teşebbüsleri seviyesine düşer;
kutsanma en hafif gözyaşını bile soldurur. Jandarma
tarafından korunan bir melek- doğrular böyle ölür, coşkuların
miadı böyle geçer. Bir başkaldırının haklı çıkması ve ateşli
taraftarlar yaratması, bir vahyin yayılması ve buna bir
kurumun el koyması, zamanında yalnızlığa mahsus olan -
birkaç hayalci çömezin hissesine düşen- ürpertilerin satılmış
bir varoluşla kirlenmesi için yeterlidir. Bana şu dünyada iyi
başlayıp kötü bitmeyen tek bir şey gösterin. En kibirli
çarpıntılar, tabii vadelerini doldurmuş gibi, bir lâğıma
gömülür ve atmaz olurlar. Bu güçten düşme, yüreğin faciasını
ve tarihin negatif yönünü teşkil eder. Başlangıç aşamasında
sekterlerinin kanıyla beslenen her “ideal” yıpranır, kalabalık
tarafından benimsenince de sönüp gider. Okunmuş su kabı
tükürük hokkasına dönmüştür: “İlerleme”nin kaçınılmaz
ritmidir bu...
Bu koşullarda nefretini kime kusmalı? Hiç kimse,
olmaktan sorumlu değildir, hele olduğu gibi olmaktan daha da
az sorumludur. Varoluşa çarptırılan herkes, bunun sonuçlarına
bir hayvan gibi maruz kalır. Böylelikle, her şeyin nefrete
değer olduğu bir dünyada, nefret dünyadan da büyük bir hale
gelir ve konusunu aştığından kendi kendini iptal eder.
(Hayat doluluğumuzun en düşük noktasını bize gösteren,
ne kuşkulu yorgunluklardır ne de uzuvların belirgin
rahatsızlıkları; tereddütlerimiz ya da termometredeki
oynamalar da değildir; ama dengemizin tehdit altında
olduğunu anlamak için, o sebepsiz nefret ve merhamet
krizlerini, o ölçülemeyen ateşleri hissetmek kâfidir. Bir
yamyam hiddetinin boşanmasıyla her şeyden nefret etmek ve
kendinden nefret etmek; herkese acımak ve kendini de
acınacak gibi görmek -görünüşte karşıt, ama kökenleri bir
olan hareketlerdir bunlar; zira ancak ortadan kaldırmak
istenilen, var olmayı haketmeyen şeye açınabilir. Bu
çarpıntıların içinde, bunlara maruz kalan kimse de
çarpıntıların hitap ettikleri evren de, hem yıkıcı hem duygulu
olan aynı hiddetin hedefi haline gelir. Aniden, kim için
olduğu bilinmeden merhamete kapılındığı zaman, uzuvların
bezginliğinden kaynaklanan tehlikeli bir kaymanın alametleri
görülmüş demektir; bu belirsiz ve evrensel merhamet kendine
doğru yöneldiği zaman da, insanların en beteri durumunda
oluruz. Nefret ya da acıma içinde bizi şeylere bağlayan o
negatif dayanışma, muazzam bir fiziksel zayıflıktan
kaynaklanmaktadır. Aynı anda gelen ya da birbirini izleyen o
iki kriz, azalan ve -kenar çizgileri belirsiz varoluştan, bizzat
şahsımızın sarahatine kadar- her şeyden rahatsız olan bir
hayat doluluğun açık işaretleri olmadığı gibi, bunun kuşkulu
önbelirtileri de değildir.
Yine de kendimizi aldatmamamız gerekir: Bu krizler en
açık ve ılımlılıktan en uzak olanlardır, ama bir tek onlar
yoktur: Farklı derecelerde, her şey patolojiktir. İlgisizlik
hariç.)

9
“LA PERDUTA GENTE”
Cehennemin içinde ayrı çemberler oluşturmak, alevlerin
şiddetini çeşitli bölmelere ayırmak ve ıstıraplara bir hiyerarşi
getirmek ne tuhaf fikirdir! Önemli olan orada olmaktır: Gerisi
sadece ara nağmeler... ya da yanıklar. Gökyüzündeki sitede de
-aşağıdakinin daha yumuşak bir ön tasviridir bu, ikisi de aynı
patronun malıdır- benzer biçimde esas olan, bir şey -kral,
burjuva, gündelikçi işçi- olmak değildir; önemli olan
benimsemek ya da kaçmaktır. Şu veya bu fikri destekliyor
olabilirsiniz, bir yer sahibi veya bir sürüngen olabilirsiniz,
fiiliyatınız ve düşünceleriniz gerçek ya da düş ürünü bir site
biçimine hizmet ettiği andan itibaren o puta taparsınız ve
onun mahkûmu olursunuz. En çekingen memur da en atak
anarşist de, ilgi alanları farklı olsa bile, buna göre yaşarlar;
İkisi de içsel olarak yurttaştırlar; şu farkla ki biri terliklerini
tercih ederken öbürü bombayı seçer. Yeryüzü sitesinin
“çemberleri”, aynen yeraltı sitesininkiler gibi varlıkları lanetli
bir cemiyete hapseder, aynı ıstırap geçit resmine doğru
sürükler ve burada nüanslar aramak nafiledir. İnsanların
davalarına -devrimci veya tutucu, hangi biçimde olursa olsun-
muvafakat eden kişi, acınılası bir haz içinde helak olur:
Oluşun bulanıklığı içinde asil duygularıyla kabalıklarını
birbirine karıştırır...
Rıza göstermeyen, sitenin berisinde ya da ötesinde olan,
büyük ve küçük olayların akışına müdahale etmekten tiksinen
varlığa, ortaklaşa hayatın bütün tarzları eşit derecede aşağılık
görünür. Onun gözünde tarih, ancak yenilenmiş hayal
kırıklıklarının ve öngörülmüş hünerlerin uyandırabileceği
soluk ilgiyi uyandırır. İnsanlar arasında yaşamış olup,
beklenmedik tek bir olayın yolunu hâlâ gözleyen kişi, öyle bir
kişi hiçbir şey anlamamış demektir ve asla bir şey
anlamayacaktır. O, Site’ye yetecek kadar olgunlaşmıştır: Ona
her şey sunulmalıdır, bütün mevkiler ve bütün itibarlar. Tüm
insanların durumu budur - bu da, ayın altında yer alan şu
cehennemin ömrünün uzunluğunun izahıdır.

TARİH VE KELÂM
Gevşemiş ve kokmuş uygarlıklardaki o hazan bilgeliği nasıl
sevilmez? Son dönem Romalısı gibi, Yunanlı’nın da uzak
Kuzey’den gelen refleksler ve tazelik karşısında duyduğu
dehşet, şafaklardan, gelecekle dolup taşan barbarlıktan ve
sıhhatin zevzekliklerinden tiksinmesinden kaynaklanıyordu.
Bütün tarihî dönem-sonlarında görülen o ışıl ışıl kokuşma,
İskit’in yaklaşmasıyla kararır. Hiçbir uygarlık, sının belirsiz
bir can çekişmeyle can veremezdi; etrafta, cesetlerin buram
buram tüten kokusunu alan kabileler dönenir... Böylece,
günbatımına düşkün olan kişi, tüm inceliklerin yenilgisini ve
hayat doluluğun yüzsüz ilerleyişini seyreyler. Oluşun
bütününden sadece bazı anekdotlar derlemek dışında bir işi
kalmaz... Olaylar sistemi artık hiçbir şey kanıtlamaz olur;
Büyük marifetler peri masallarına ve elkitaplarına girmiştir.
Geçmişteki muzaffer girişimler de, bunlara yol açan kişiler
de, artık sadece onları taçlandıran güzel laflar yüzünden ilgi
çeker. Ağzı laf yapmayan fatihin vay haline! İsa bile, iki bin
yıldır dolaylı bir biçimde diktatörlük yapmasına rağmen,
müminlerinin ve aleyhtarlarının hafızasında, onca ustalıkla
sahnelediği yaşamına serpiştirilmiş paradoks kırıntılarıyla iz
bırakmıştır. Çektiği acıya uyan bir lafı gediğine koymamışsa,
bir şehit hakkında nasıl bilgi toplanabilir? Uzak ya da yakın
geçmişteki kurbanların hatırasını, ancak bulandıkları kanı
kelâmlarıyla ölümsüzleştirdilerse muhafaza ederiz. Bizzat
cellatlar bile, ölümlerinden sonra oyunculukları ölçüsünde
anılırlar: Neron, kanlı soytarı çıkışları olmasa, çoktan
unutulurdu.
Ölmekte olan birinin yanında, hemcinsleri
mırıldanmalarının üzerine eğildiklerinde, son bir isteği
okumaktan ziyade ileride hatırasını yâd etmek için
zikredebilecekleri güzel bir söz arayışıdır bunun nedeni.
Romalı tarihçilerin imparatorlarının can çekişmesini tasvir
etmeyi hiç unutmamaları, bunların söyledikleri ya da öyle
olduğu iddia edilen bir özdeyişi veya bir hayret nidasını araya
yerleştirmek içindir. Bütün can çekişmeler için, en sıradanları
için bile geçerlidir bu. Hayatın hiçbir anlama gelmediğini
herkes bilir veya sezinler: O zaman, hiç olmazsa bir söz
oyunuyla kurtarılmalıdır! Hayatlarının dönüm noktalarında
söylenecek birer cümle - büyüklerden ve küçüklerden bütün
istenen hemen hemen budur. Bu talebe, bu zorunluluğa cevap
vermedikleri takdirde hepten mahvolurlar; zira cinayete
varıncaya kadar her şey affedilir, zarif bir şekilde
yorumlanması -ve miadını doldurması- şartıyla... Başka hiçbir
ölçüt işe yaramadığı ve muteber olmadığı zaman insan tarihin
tamamını böyle bağışlar; kendisi de genele yayılmış
boşunalığı özetleyerek, ancak yenilgi edebiyatçısı ve kan
esteti unvanını alır.
Istırapların birbirine karıştığı ve silindiği bu dünyada,
sadece Formül hüküm sürer.

FELSEFE VE FUHUŞ
Sistemler ve batıl inançlar görüp geçirmiş olan, fakat hâlâ
dünyanın yolları oda sebat eden filozof, en az dogmatik olan
yaratığın sergilediği kaldırım kuşkuculuğunu taklit etmelidir:
Hayat kadınınınkini. O her şeyden kopmuş ve herkese açıktır;
müşterinin asabı ve fikirlerini benimser; her vesilede tutum ve
çehre değiştirir; ilgisizliğinden ötürü hüzünlü veya neşeli
olmaya hazırdır; ticarî bir tasayla, iniltilerini esirgemez;
üzerindeki samimî komşusunun oynaşmalarına, aydınlanmış
ve sahte bir bakış yöneltir - ve zihne, bilgelerinkiyle yarışan
bir davranış örneği sunar. İnsanlar ve kendisi hakkında
kanaati olmamak: Toplum gibi felsefenin de kenarında yer
alan gezici zihin açıklığı akademisinin, fuhuşun yüksek
öğretisi budur. Kızları örnek alarak yorgun tebessümde
uzmanlaştığı zaman; onun gözünde bütün insanlar yalnızca
müşteri, dünya kaldırımları da, tıpkı yoldaşının vücudunu
satması gibi, burukluğunu sattığı pazar olduğu zaman, her
şeyi kabul eden ve her şeyi reddeden düşünür, “bildiğim her
şeyi kızların okulunda öğrendim,” diye haykırmalıdır.

ESAS SAPLANTISI
Bütün sorular rastlantısal ve çevresel göründüğünde; daima
daha geniş meseleler ararken zihnin Boşluk’un muğlak engeli
dışında hiçbir nesneyle karşılaşmadığı bir an gelir. O andan
itibaren, münhasıran erişilmez olana dönük felsefî hamle,
boşa çıkma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Şeylerin ve zamana
dair bahanelerin etrafında döne döne, kendine kurtarıcı
güçlükler dayatır; fakat eğer gitgide genelleşen bir ilke
hakkında bilgi toplarsa mahvolur ve Esas’ın bulanıklığı içinde
iptal olur.
Felsefede ilerleyenler, sadece sözlerini yanda kesenler,
sınırlılığı ve endişenin makûl bir safhasındaki rahatlığı kabul
edenlerdir. Her mesele, eğer dibine dokunulursa kişiyi iflasa
götürür ve zihni açıkta bırakır: Artık ufuksuz bir alanda, ne
sorular ne de cevaplar vardır. Sorular kendilerini tasarlamış
olan kafaya karşı dönerler: Kafa soruların kurbanı haline
gelir. Her şey onun hasmıdır: kendi yalnızlığı, kendi
cüretkârlığı, iyi seçilemeyen mutlak, teyit edilemeyen tanrılar
ve apaçık yokluk. Esasın belirli bir ânına ulaşıp da orada hiç
mola vermeyen kişinin vay haline! Tarih, soru merdiveninin
ucuna kadar tırmanan ve son basamak olan saçmalığa ayağını
koyan düşünürlerin, ileriki devirlere miras olarak sadece bir
kısırlık örneği bıraktıklarını göstermektedir; oysa yarı yolda
durmuş olan meslektaşları zihnin akışını beslemiş,
hemcinslerine hizmet etmişlerdir; iyi biçim verilmiş birkaç
ilâh, parlatılmış bazı bâtıl inançlar, ilke kisvesi altında bazı
hatalar ve bir ümit sistemi aktarmışlardır. Aşırı bir ilerlemenin
tehlikelerini benimsemiş de olsalardı, hayırsever yanılgıları o
küçümseyişleri onları başkaları ve kendileri için zararlı
kılardı; isimlerini evrenin ve düşüncenin sınırına yazmış
olurlardı; ahlâk bozucu araştırmacılar ve duyarsız
cehennemlikler, kısır başdönmesi düşkünleri, düşlenmesi elde
olmayan hayallerin arayıcıları haline gelirlerdi...
İnsanları Esas’a muhalif olan fikirler etkiler bir tek.
Doğal bir eğilimle ya da hastalıklı bir susamışlıkla içine
yerleşmeye heves eden kişiyi bile yıkıma götüren bir düşünce
bölgesi ne işlerine yarardı ki insanların? Alışılagelmiş
şüphelere yabancı olan bir alanda hiç soluk alınamaz. Bazı
kafaların Üzerlerinde uzlaşmaya varılmış sorgulamaların
dışında konumlanmaları da, maddenin derinliklerinde kök
salmış bir içgüdünün ya da kozmik bir hastalıktan çıkan bir
zaafın onları ele geçirmiş olmasındandır. O kadar talepkâr ve
o kadar geniş bir düşünüş düzenine yönelmişlerdir ki, bizzat
ölümü önemsiz gibi, kaderin unsurlarını yavan sözler gibi,
metafizik aygıtı da yararcı ve şaibeli olarak görürler. Bu son
bir sınır bulma saplantısı, boşluk içindeki o ilerleme, yanında
yokluğun bile bir verimlilik vaadi gibi göründüğü en tehlikeli
kısırlık biçimini beraberinde getirir. Yaptığını -işini veya
giriştiği macerayı- zor beğenen kişi, sonluluk talebini evrensel
düzleme bir naklederse, eserini de hayatını da bitiremez.
Metafizik bunaltı, konusu varlık’tan başka bir şey
olmayan son derece titiz bir zanaatkârlığa bağlıdır. Zanaatkâr,
çözümleye çözümleye, evrenin bir minyatürünü
tamamlamanın, oluşturmanın imkânsızlığına varır.
Kelimelerin yoksulluğuyla çileden çıkıp şiirini bırakan
sanatçı, var olan bütün içinde hoşnut olmayan kafadaki
karmakarışıklığın önbelirtisidir. Anlamdan ve lezzetten,
kendilerini ifade eden kelimeler kadar mahrum olan unsurları
sıralamaya yatkın olmamak, boşluğun ifşaatına götürür. Aşırı
talepkâr kafa, Mallarme’nin sanat karşısında uğradığı
yenilgiye benzer bir yenilgi yaşar evren karşısında. Artık
konu olmayan, artık çekip çevrilemeyen bir konu karşısında
kapılınan paniktir bu; zira sınırlar -ideal olarak- aşılmıştır.
Geliştirdikleri gerçekliğin içinde kalmayanlar, var olma
mesleğini aşanlar ya esas olmayanla uyuşmak, sözlerinden
caymak ve ezelî şaka içinde yerlerini almak; ya da
bakılmasına veya hissedilmesine göre gereksiz fazlalık veya
trajedi diye nitelenen ayrık bir durumun bütün sonuçlarını
kabul etmek zorundadırlar.

ESKİYE MERAKLI KİMSELERİN MUTLULUĞU


Bir mitosun yıkılmasında hazır bulunmaktan daha ince ve
işkilli bir zevk var mıdır? Bunu doğurmak için nice yürek
savurganlığı, saydırmak için hoşgörüsüzlüğün aşırılıkları, bu
mitosa boyun eğmeyenler için terör, son nefesini verişini
görmek için ise... ne büyük bir ümit sarfı gerekir! Zekâ ancak
inançların kuruduğu, yasa maddelerinin ve davranış
buyruklarının gevşekleştiği, kurallarının yumuşadığı
dönemlerde serpilir. Her dönem sonu, oyununu ve nazlarını
ancak tam dağılma içindeki bir organizmada bulan zihnin
cennetidir. Yaratıcı ve verimli bir devirde yaşama belasına
uğrayan kişi, bunun sınırlamalarına ve üzerinde bıraktığı
izlere maruz kalır; tek yanlı bir görüşün kölesidir ve daracık
bir ufkun içine kapanmıştır. En verimli tarihî anlar aynı
zamanda en az soluk alınabilir anlar olmuştur; bu anlar, safdil
bir zihne kutsal, zihinsel alanlara düşkün birine ölümcül
görünen mukadder şeyler gibi dayatmışlardır kendilerini.
Özgürlük, sadece külyutmaz ve kısır olan eskiye meraklı
kimselerde, dönem sonlarındaki zekâlarda bir yankı yapar;
üslûbun dağıldığı ve artık sadece alaycı bir teşnelik esinlediği
dönemlerin sonunda...
Bir zamanlar ateş ve kanla dayatmış olduğu tanrısından
kuşku duyan bir kilisenin üyesi olmak, bağlarını koparmış her
kafanın ideali olmalıdır. Bir mitos can sıkıcı ve yarı saydam
hale geldiği zaman; onu destekleyen kurum da bağışlayıcı ve
anlayışlı olmaya başladığında, meseleler hoş bir elastikiyet
kazanır. Bir imanın zayıf noktası, kudretindeki derece
azalması, ruhlara müşfik bir boşluk yerleştirir ve geleceği
gözleyen ve karartan bâtıl inançlar kargısında bili kör
kalmalarına imkân tanımamakla birlikte, onları algıya açık
kılar. Rubu tek yatıştıran da, bütün şafakların zırvalığından
önce gelen o tarihî can çekişmelerdir...

SON GÖZÜPEKLİK
Neron’un “Vatanının yıkıldığını gördüğün için mutlu ol
Priamos,” diye haykırdığı doğruysa, onun meydan okumanın
yüceliğine, şık hareketin son cevherine ve iç karartıcı
tumturaklılığa erişmiş olma meziyetini teslim edelim. Bir
imparatorun ağzına onca harikuladelikle yakışan böyle bir
sözden sonra, bayağılığa hakkımız vardır; hatta buna
zorunluyuzdur. Hâlâ kim zirzopluk iddiasında bulunabilir?
Kabalığımızın ufak kazaları, bizi o zalim ve numaracı sezara
hayran olmaya zorlar (cinneti, kurbanlarının iniltilerinden de
büyük bir zaferi tattığı için bu zorlama daha da artar; çünkü
yazılı tarih, en az kendisini yaratan olaylar kadar insanlık
dışıdır). Onunkiler yanında bütün davranışlar şaklabanlık gibi
görünür. Roma’yı İlyada’ya düşkünlüğünden yaktırdığı
doğruysa, bir sanat eserine bundan daha hassas bir saygı
gösterisi hiç olmuş mudur? Her halükârda, iş üzerinde
edebiyat eleştirmeninin, faal bir estetik yargının tek örneğidir.
Bir kitabın üzerimizde yarattığı etki, ancak içindeki
entrikayı taklit etme, kahraman öldürüyorsa öldürme,
kıskanıyorsa kıskanma, acı çektiğinde veya öldüğünde hasta
veya ölüm döşeğinde olma isteğini duyuyorsak gerçektir.
Ama bütün bunlar, bizler için ya potansiyel bir durumda kalır
ya da önemsiz bir şey haline gelir; yalnızca Neron edebiyatı
kendine gösteri olarak sunmuştur; raporlarını çağdaşlarının
ve başkentinin külleriyle yazmıştır...
Bu kelimelerin ve bu fiillerin en azından bir kere
söylenmesi ve yerine getirilmesi gerekiyordu. Hergelenin biri
bu işi üstüne aldı. Bu bizi teselli edebilir, hatta etmelidir;
yoksa bildik yaşayış biçimimize, kurnaz ve uslu
doğrularımıza nasıl dönerdik?

RATE’NİN PORTRESİ
Her fiil karşısında dehşete kapıldığından, kendi kendine,
“Hareket etmek de ne sersemlik yani!” diye söylenir. Onu
öfkelendiren, olaylardan ziyade olaylara katılma fikridir;
çırpınıp durmasının tek nedeni de bu fikirden yüz çevirmektir.
Alaylı gülüşleri, usaresini tüketmeden evvel hayatın kendisini
kırıp geçirmiştir. Başarısızlıklarına evrensel anlamsızlık
10
içinde bir mazeret bulan bir köşebaşı İncil’idir . Ne olursa
olsun her şeyi önemsiz bulma tasasında kolaylıkla başarıya
ulaşır; apaçık gerçekler sürüsü onun tarafındadır çünkü...
Gerekçeler savaşından hep o galip çıkar, eylemde de hep o
mağlup olur: “Haklı”dır, her şeyi reddeder - her şey de onu...
Yaşayabilmek için anlaşılmaması gereken şeyi erken
anlamıştır - ve işlevleri konusunda aşırı bilgi sahibi olan bir
yetenek taşıdığından, bir eserin bönlüğünde akıp gider
korkusuyla heba etmiştir onu. Olmuş olabileceği şeyin
suretini bir damga ve bir hale gibi taşır, kısırlığının
eşsizliğinden yüzü kızarır ve koltukları kabarır; safdil
cazibelere hepten yabancıdır ve Zaman’ın forsaları arasında
serbest kalmış tek insandır. Özgürlüğünü, yanda bıraktığı
işlerin uçsuz bucaksızlığından çıkarır; hiçbir yaratıcılığın
sınırlamadığı, hiçbir yaratığın tapmadığı ve kimsenin
esirgemediği sonsuz ve acınası bir tanrıdır. Ötekilere
yöneltmiş olduğu horgörü, ötekiler tarafından ona iade edilir.
Yapmadığı işlerin kefaretini ödemektedir sadece; oysa
bunların sayısı, incinmiş gururunun hesaplayabileceğinin
ötesindedir. Fakat sonunda, teselli niyetine, ve unvansız bir
hayatın sonunda, yararsızlığını bir taç gibi taşır.

(Rate’nin, ölüme teşne olan kişinin baş sözü, “Ne lüzumu


var?”dır... Ölüm fikri musallat olmaya başladığında bu söz ne
uyarıcıdır! Zira ölüm, fazlaca hantallaştırmadan evvel bizi
zenginleştirir; onunla temas ettiğimizde kuvvetimiz artar;
sonra da ölüm üzerimizdeki imha faaliyetini gösterir. Her
çabanın yararsızlığının besbelli olması, müstakbel bir kadavra
olma ihsasının daha şimdiden yükselerek zamanın ufkunu
doldurması, fikirlerimizi, ümitlerimizi ve adalelerimizi
sonunda uyuşturur; öyle ki, en yeni saplantımızın neden
olduğu atılım fazlalığı -bu saplantı kesin olarak zihne
yerleştiği zaman- hayat doluluğumuzun durgunlaşmasına
döner. Böylelikle, bizi her şey ve hiç olmaya isteklendirir.
Normal olarak, bizi mümkün olan tek seçimin eşiğine
getirmelidir: manastır veya meyhane. Fakat bu saplantıdan ne
ebediyetin ne de zevklerin yardımıyla kaçabildiğimiz zaman,
hayatımızın ortasında hırpalanıp bayağılıktan olduğu kadar
gökyüzünden de uzak olduğumuz zaman, o saplantı bizleri,
her şeyi vaat eden ve hiçbir şeyi yerine getirmeyen çürük
kahramanlar türünden biri haline getirir: Boşluk’ta soluk
soluğa kalan avareler, tek faaliyetleri sonunda var
olmayacağını düşünmeye indirgenebilen dikey leşler... )
TRAJEDİNİN KOŞULLARI
Eğer kariyeri haç üzerinde bitseydi ve dirilmeye kalkışmamış
olsaydı İsa ne güzel bir trajedi kahramanı olurdu! Bu olayın
ilâhî tarafı, edebiyatı çok güzel bir konudan mahrum etmiştir.
Böylelikle İsa bütün haklılar’ın estetik açıdan vasat akıbetini
paylaşmıştır. İnsanların yüreklerinde sürüp giden her şey gibi,
tapınılmaya maruz kalan ve bir türlü ölemeyen her şey gibi
İsa da trajik bir alınyazısına damgasını vuran bütünsel bir son
görüşüne pek elverişli değildir. Bunun için kimsenin onu
izlememiş olması, çehresi değişerek yakışıksız bir aylaya terfi
etmemiş olması gerekirdi. Trajediye, kurtuluş, selamet ve
ölümsüzlük fikrinden daha yabancı bir şey olamaz!
Kahraman, kendi fiilleri sonunda, tabiatüstü bir lütufla
ölümünü gargaraya getirme imkânı olmadan çöker; varoluş
olarak hiçbir biçimde sürmez, insanların hafızasında bir
ıstırap gösterisi olarak belirgin kalır; hiç müridi
olmadığından, meyva vermeyen alınyazısı ötekilerin
muhayyilesi dışında bir şeyi döllemez. Macbeth, kendini feda
ederek kurtulma ümidi olmadan çöker: Trajedide son kutsal
yağlama töreni hiç yoktur...
İmana vergi olan şey, başarısızlığa uğraması da gerekse,
Tamiri İmkânsız’ı atlatmaktır (Shakespeare bir şehitle ne
yapabilirdi ki?). Hakikî kahraman kendi alınyazısı adına
çarpışır ve ölür, bir inanç adına değil. Varoluşu her tür kaçış
vesilesini bertaraf eder; ölüme götürmeyen yollar onun için
çıkmazdır; kendi “yaşamöyküsü” için çalışır; öykünün
çözülme yerine ihtimam gösterir ve üzücü olayları bir araya
getirmek için içgüdüsel olarak her şeyi yapar. Usaresi
mukadderat olduğundan, her çıkış yolu ancak mahvoluşuna
bir sadakatsizlik olabilir. Böylelikle kader insanı, ne olursa
olsun hiçbir inancı benimsemez: Eğer benimsese kendi
sonuna yetişemezdi. Haç üzerinde hareketsizleşseydi de,
gözünü gökyüzüne çeviren o olmazdı: Onun tek mutlağı
kendi tarihidir, tek arzusunun da trajedi iradesi olması gibi...

MÜNDEMİÇ YALAN
Yaşamak şu anlama gelir: inanmak ve ümit etmek - yalan
söylemek ve kendine yalan söylemek. Şimdiye kadar
yaratılmış, gerçeğe en yakın insan sureti, en ermiş bilgede
bile bulunan Üzgün Çehreli Şövalye olarak kalır. Haç’ın
etrafında geçen zahmetli dönem, ya da Nirvana’yla taçlanan
11
diğer görkemli dönem, daha sonra yoksul hidalgo’nun
maceralarına atfedilmeyen simgesel bir nitelikleri olduğu
kabul edilse bile, aynı gerçekdışılıktadırlar. Bütün insanlar
başarılı olamaz: Yalanlarının doğurganlığı çeşit çeşittir...
Filanca aldatmaca zafere ulaşır: Bundan birdin, bir öğreti
veya bir mitos doğar - bir de coşkulu taraftar kalabalığı; bir
başkası ise başarısızlığa uğrar: Sadece bir saçmalık, bir teori
veya kurgu olur o zaman. Yalnızca cansız şeyler, oldukları
şeye hiçbir şey katmazlar: Bir taş yalan söylemez: Kimseyi
ilgilendirmez - hâlbuki hayat, bitip tükenmeden icat eder:
Hayat maddenin roman’ıdır.
Hayaletlere gönül vermiş bir toz zerresi - insan budur
işte: Ona ideal bir biçimde benzeyen mutlak sureti, Aiskhylos
gözüyle yazılmış bir Don Kişot’ta cisimleşebilirdi...

(Yalanlar hiyerarşisinde hayat en ön yeri işgal ediyorsa,


hemen ondan sonra, yalan içinde yalan olan aşk gelir. Melez
konumumuzun ifadesidir; etrafında topladığı büyük mutluluk
ve ıstırap gereçleri sayesinde, kendimize başkasında bir vekil
buluruz. Bir çift göz hangi yutturmacayla yalnızlığımıza sırt
çevirtir bize? Zihin için bundan daha aşağılayıcı bir iflas var
mıdır? Aşk bilgiyi rehavete sokar; yeniden uyanan bilgi aşkı
öldürür. Gerçekdışılık ilanihaye galip gelemezdi, en yüceltici
yalan görünümüne bürünse bile... Üstelik, kendinde beyhude
yere aradığını öteki’nde bulduracak kadar diri bir yanılsama
kimde vardır ki? Bize tüm evrenin sunamadığını,
bağırsaklardaki bir sıcaklık mı sunacaktır? Oysaki o yaygın -
ve tabiatüstü- anormalliğin temeli de tam budur: Bütün
muammaları iki kişi çözmek -veya daha ziyade, askıya
almak-; bir sahtekârlığın lütfuyla, hayatın içinde yüzdüğü o
kurguyu unutmak; genel ıssızlığı ikili bir cıvıldaşmayla
doldurmak; sonunda da -ki vecdin karikatürüdür bu- herhangi
bir suçortağının teri içinde boğulmak...)

BİLİNCİN DOĞUŞU
Bilincin bütün fiiliyatımız ve düşüncelerimiz üzerindeki
denetimini yaygınlaştırmasından önce, içgüdülerimizin ne
kadar körelmesi ve işleyişlerinin ne kadar yumuşaması
gerekmiştir! Gemlenen ilk doğal tepki, yaşam faaliyetindeki
bütün ertelemeleri, doğrudanlık içindeki bütün yenilgilerimizi
beraberinde getirmiştir. İnsan -geriletilmiş arzuları olan
hayvan- her şeyi kapsayan ve hiçbir şey tarafından
kapsanmayan, bütün nesneleri gözetim altında tutan ve hiçbiri
üzerinde tasarrufta bulunamayan açık zihinli bir yokluktur.
Bilincin ortaya çıkışıyla karşılaştırıldığında, diğer olaylar
çok küçük bir önemdedir veya tamamen önemsizdir. Fakat bu
ortaya çıkış, hayatın verileriyle çelişik olarak, canlı dünyanın
bağrına tehlikeli bir şeyin girişini, biyolojide bir rezaleti teşkil
eder. Bunun öngörülmesini sağlayacak hiçbir şey olmamıştır:
Doğal otomatizm, maddenin ötesine fırlayacak: bir hayvanın
çıkabileceğini hiç telkin etmemiştir. Kıllarını yitiren ve
onların yerine ideallerini koyan goril; eldiven takan, tanrılar
uyduran, yüzünü gitgide daha çok buruşturan ve göğe tapan
goril - böyle bir düşüş karşısında tabiat kimbilir ne acılar
çekmiştir, daha da çekecektir! Bilincin uzaklara götürmesi ve
her şeye imkân vermesindendir bu. Hayvan için yaşam bir
mutlaktır; insan içinse bir mutlak ve bir bahanedir. Evrenin
evrimi içinde, bize mahsus olan o bütün nesneleri bahaneye
çevirme; günlük girişimlerimizle ve son hedeflerimizle
oynama; kaprisin tanrılaşması sayesinde bir tanrı ile bir
süpürgeyi aynı düzleme koyma imkânından daha önemli bir
olgu yoktur.
İnsan da ancak içindeki Kayıtsız Şartsızlık kalıntılarını
tasfiye ettiği zaman atalarından -ve tabiattan- kurtulacaktır;
kendi hayatı ve ötekilerin hayatı ona artık sadece zamanın
sonunda eğleniyormuşçasına asıldığı bir ip oyunu gibi
göründüğü zaman... O zaman saf varlık olacaktır. Bilinç,
görevini yerine getirmiş olacaktır…

DUANIN KÜSTAHLIĞI
Monoloğun sınırına, yalnızlığın ucuna varıldığında, -başka
muhatap olmadığından- en yüksek diyalog bahanesi, Tanrı,
icat edilir. O’nun adını andığınız sürece cinnetinizin kılık
değiştirmiş olduğu anlaşılmaz ve... her şey size mubah olur.
Hakikî mümini deliden ayırt etmek güçtür; fakat onun deliliği
yasaldır, kabul görür; sapıtmaları her nevi imandan arınmış
olsaydı, sonu tımarhane olurdu. Fakat bu sapıtmalar Tanrı’nın
güvencesi ve meşruiyeti altındadır. Yaratıcı’ya hitap eden bir
sofunun çalımı yanında, bir fatihin gururu bile soluk kalır...
Nasıl bunca cüret edilebilir? Sonsuz’u elinin altında zanneden
tiridi çıkmış bir yaşlı kadın şimdiye kadar hiçbir tiranın
kalkışamadığı bir cüret düzeyine yükselirken, tevazu nasıl bir
tapınak meziyeti olabilir?
Birbirine kavuşmuş ellerimin, muamma ve
bayağılıklarımızın büyük Sorumlu’suna yakaracağı tek bir an
için, dünya tahtını feda ederdim. Oysa bu an herhangi bir
müminin en sıradan vasfını teşkil eder -tıpkı resmî saat gibi.
Fakat hakikaten mütevazı olan kişi, kendi kendine şunları
tekrarlar: “Dua edemeyecek kadar çekingen, bir kilisenin
kapısından giremeyecek kadar ölgünüm; gölgeme boyun
eğiyor ve Tanrı’nın dualarıma teslim olmasını istemiyorum.”
Ona ölümsüzlük teklif edenlere de şöyle cevap verir:
“Gururumun da bir haddi var: Kaynakları sınırlı. Siz,
imanınız adına benliği’nizi alt ettiğinizi düşünürsünüz;
aslında şu süre size yetmediği için onu ebediyete kadar
uzatmak arzusundasınız. Kendinize güveninizin inceliği
yüzyılın bütün iddialarını aşar. Sizinkiyle karşılaştırıldığında,
aldatmaca ve hava cıva olduğu açığa çıkmayan bir zafer düşü
var mıdır? İmanınız, cemaat tarafından hoşgörülen bir azamet
sayıklamasından başka bir şey değildir, çünkü çarpıtılmış
yollardan gider; fakat yegâne saplantınız naaşınızdır:
Zamandışılığa düşkünsünüzdür ve bu saplantınızı dağıtan
zamana zulmedersiniz. Göz koyduğunuz şeyler için bir tek
ahiret yeterince geniştir; yeryüzü ve anları size fazla
dayanıksız görünür. Manastırların megalomanisi, sarayların
şatafatlı ve ateşli anlarında tahayyül edebildikleri her şeyi
aşar. Kendi yokluğuna rıza göstermeyen kişi bir akıl
hastasıdır. Herkes içinde buna rıza göstermeye en az hazır
olan da mümindir. Süregitme iradesi bu kadar uzağa
vardırıldığında dehşet verir bana. Sınırları belirsiz bir
Benlik’in hastalıklı cazibesinden kaçınıyorum.
Ölümlülüğümün içinde yan gelip yatmak istiyorum. Normal
kalmak istiyorum.”

(Tanrım, bana hiç dua etmeme gücü verin, her nevi


tapınma saçmalığından koruyun, beni Siz’in elinize hepten
teslim edecek o sevgi eğilimini benden uzak tutun. Kalbimle
gökyüzü arasındaki boşluk genişlesin! Issızlıklarımı
mevcudiyetinizle doldurmanızı, gecelerimi nurunuzla
hırpalamanızı, Sibiryalarımı güneşinizle eritmenizi hiç
temenni etmiyorum. Sizden de yalnız, ellerim tertemiz kalsın
istiyorum; yeryüzünü yoğururken ve dünya işlerine karışırken
hepten kirlenen ellerinizin aksine... Sersem
kadirimutlaklığınızdan, yalnızlığıma ve ıstıraplarıma saygı
istiyorum sadece. Sözlerinize ihtiyacım yok; bunları bana
dinlettirecek çılgınlıktan da çekiniyorum. Sizi yoklukta bir
gedik açarak şu zaman panayırını başlatmaya ve böylelikle
beni evrene -oluştaki aşağılamaya ve utanca- mahkûm etmeye
iten o hoşgöremediğiniz huzuru, ilk anın öncesinden
devşirilmiş mucizeyi gösterin bana.)

UZLET DÜŞKÜNLÜĞÜ
Soluk alma zorunluluğundan kurtulacak gücün niye yok?
Ciğerlerini ablukaya alan ve tenine dayanan bu katılaşmış
havaya hâlâ tahammül etmek niye? Kâh bir kayanın
yalnızlığını, kâh dünyanın kenarında donup kalmış bir
balgamın inzivasını taklit ederken, o donuk ümitleri ve
taşlaşmış fikirleri nasıl alt etmeli? Keşfedilmemiş bir gezegen
kadar uzaksın kendinden; mezarlıklara dönük uzuvların da,
oranın dinamizmini kıskanıyor...
Damarlarını doğrayarak, seni mevsimlerin öfkelendirdiği
gibi öfkelendiren bu kâğıdı sırılsıklam etmek mi? Gülünç
teşebbüs! Sabahladığın gecelerle renksizleşen kanın, akışına
ara verdi... İçinde yıllarla yatışan yaşama ve ölme
susuzluğunu hiçbir şey uyandırmayacak; insanların
susuzluklarını giderdikleri o mırıltısız ve itibarsız pınarlar
bezdirdi onu. Kuru ve sedasız dudaklarınla kavruk bir halde,
hayatın ve ölümün gürültüsünün ötesinde, hatta gözyaşlarının
gürültüsünün ötesinde kalacaksın...

(Azizlerin hakikî büyüklüğü, o Gülünçlük Korkusu’nu -


en aşılmaz korkuyu- yenme güçlerindedir. Utanmadan
ağlayamayız; onlarsa, “gözyaşlarındaki nimet”e sarılırlar.
“Kuraklığımız”daki bir saygıdeğerlik kaygısı, buruk ve basık
sonsuzluğumuzun, vuku bulmayan akıntılarımızın seyircisi
gibi hareketsiz bırakır bizi. Hâlbuki gözlerin işlevi görmek
değil ağlamaktır; gerçekten görmek için de gözlerimizi
kapatmamız gerekir: Vecdin şartıdır bu, gönül gözüyle yegâne
görüşün; oysaki algı, zaten görülmüş’ün, tamiri imkânsız bir
hep bilinmiş’in dehşeti içinde tükenir.
Dünyanın yararsız yıkımlarını sezmiş olan, bilginin de
doğuştan gelen bir büyübozumunun teyidinden başka bir şey
vermediği kişinin alnındaki hüzün yazgısını, ağlamasına
engel olan kuruntular derinleştirir. Azizlerin marifetlerine
karşı bir nevi kıskançlık duyması da, ne görünümlerden
tiksindikleri ne de aşkınlık iştahları içindir; daha ziyade
kendini kurtaramadığı ve onu gözyaşlarının tabiatüstü
yakışıksızlığının berisinde tutan o gülünçlük korkusu
karşısındaki zaferleri yüzündendir.)

GÜNDÜZ LANETİ
Kendi kendine günde bin kere “Şu dünyada hiçbir şeyin
kıymeti yok,” diye tekrarlamak; kendini ebediyen aynı
noktada bulmak ve bön bön, bir topaç gibi fır dönmek... Zira
her şeyin beyhudeliği fikrinde ne ilerleme vardır, ne de bir
sonuca varma; bu geviş getirme içinde ne kadar uzağa
gidersek gidelim, bilgimiz hiç artmaz: Şimdiki haliyle de,
başlangıç noktasındaki kadar zengin ve o kadar hükümsüzdür.
Devasızlık içinde bir duruş, zihnin bir cüzzamı, hayret
yoluyla varılan bir ifşaattır. Bir ilhama maruz kalan ve bundan
çıkıp bulanık ve konforlu durumuna hiçbir yolla dönemeden o
ilhamın içine yerleşen geri zekâlı biri, bir budala; kendine
rağmen evrenin değersizliğini idrak etme yoluna giren kişinin
durumu budur işte. Geceleri tarafından terk edilmiş ve onu
soluksuz bırakan bir aydınlıktan mustarip olduğu için, o bir
türlü bitemeyen günü ne yapacağını bilmez. Işık, olmuş olan
her şeyin öncesindeki gece dünyasının hatırasına zarar veren
ışınlarını göndermeye ne zaman son verecektir? Korkunç
Yaratılış’ın öncesindeki dinlendirici ve sakin kaosun, veya
daha da tatlısı, zihinsel yokluk kaosunun miadı nasıl da
dolmuştur!

YOLSUZLUĞUN SAVUNULMASI
Terazinin bir kefesine, dünyaya “saflar”ın yığdığı kötülükleri,
öteki kefesine de ilkesiz ve kuruntusuz insanlardan gelen
kötülükleri koysaydık, ilk kefe ağır basardı. Her selâmet
formülü, onu öneren zihnin içinde bir giyotin kurar...
Yolsuzluk devirlerindeki yıkımlar, ateşli devirlerin sebep
olduğu salgınlardan daha az vahimdir; çirkef kandan daha
hoştur; zaafta meziyetten daha fazla tatlılık, bozulmada da
bağnazlıktan daha fazla insanlık vardır. Hüküm süren ve
hiçbir şeye inanmayan insan... tarihe dair hükümran bir
çözümün, bir düşmüşlük cennetinin modeli budur işte.
Halkları oportünistler kurtarmış, kahramanlar perişan
etmişlerdir. Kendini Devrim’le veya Bonaparte ile değil de,
Fouche veya Talleyrand’la çağdaş hissetmek: Bu ikisi,
beleşçiliklerine bir de hüzün eklemiş olsalardı, fiili yatlarıyla
bir Yaşama Sanatı telkin ederlerdi bize.
Hayatın özünü çırılçıplak ortaya koyma, bize her şeyin ya
şaka ya burukluk olduğunu, hiçbir olayın da şirinleştirmeye
değmediğini ve mecburen lânetlenmeye lâyık olduğunu
gösterme meziyeti, sefahat devirlerinin payına düşmektedir.
Büyük devirlerin, filanca yüzyılın veya falanca kralın, veya
filanca papanın süslü yalanı... “Doğru”, ancak yapıcı
sayıklamayı ihmal eden kafaların kendilerini ahlâkların,
ideallerin ve inançların çözülüşüne bıraktıkları anlarda
görünür. Bilmek görmektir, ne ümit etmektir ne de girişimde
bulunmak.
Tarihin doruklarının ayırt edici özelliği olan sersemliğe
eşdeğer olan tek şey, bunların faillerinin kifayetsizliğidir.
İncelik noksanlığından ötürü fiiller ve düşünceler sonuna
kadar götürülür. Bağlarını koparıp atmış bir kafa trajediden ve
tanrılaştırmadan tiksinir: Gözden düşüşler ve taçlandırmalar
onu bayağılık kadar rahatsız eder. Fazla ileri gitmek,
kaçınılmaz biçimde bir zevksizlik örneği sunmaktır. Estet
kandan, yücelikten ve kahramanlardan dehşet duyar... Sadece
zirzopları beğenmeye devam eder...

MODASI GEÇMIŞ EVREN


Sözlü evrendeki eskime sürecinin ritmi, maddî
evrendekinden farklı bir hızdadır. Aşırı ölçüde tekrarlanan
kelimeler bitkin düşer ve ölürler; oysa yeknesaklık, maddenin
yasasının ta kendisidir. Zihne sonsuz bir sözlük gerekirdi,
fakat elindeki araçlar kullanıla kullanıla harcıâlemleşmiş bazı
sözcüklerle sınırlıdır. Tuhaf bileşimler gerektiren yeni,
böylelikle sözcükleri beklenmedik işlevler yüklenmeye
zorlar: Özgünlük, sıfata işkence edilmesinden ve metaforun
tahrik edici bir biçimde yanlış kullanılmasından ibarettir.
Kelimeleri yerli yerine koyun: Söz’ün gündelik mezarlığı olur
bu. Bir dilde benimsenen, onun ölümünü teşkil eder:
Öngörülmüş bir kelime, geçmişe karışmış bir kelimedir;
sadece yapay kullanımı yeni bir dirilik verir ona; sonra o da
çoğunluk tarafından benimsenir, yıpratılır ve kirletilir. Zihin
ya yapmacıklıdır, ya da yoktur; oysa tabiat, daima aynı kalan
olanaklarının kolaylığı içinde keyfince yayılır.
Düpedüz hayat nazarında, bizim hayatımız diye
adlandırdığımız şey, yapay bir biçimde işlenen sözün
yardımıyla durmaksızın modalar yaratılmasıdır;
uyduruklukların bu hızlı çoğalması olmasa, son nefesimizi,
içinde tarihi ve maddeyi yok edecek bir esnemeyle vermemiz
gerekirdi. İnsanın yeni fizikler icat etmesi, tabiata muteber bir
açıklama bulmaktan ziyade, bildik, alışılmış, bayağı bir
biçimde alt edilmez olan evrenin can sıkıntısından kurtulmak
içindir. İnsan, atalarımızın ya da yakın seleflerimizin
ahmaklığınca görüldüğü ve maruz kalındığı gibi gördüğü ve
maruz kaldığı, ve bundan dolayı bezginlik duyduğu cansız bir
şey üzerine aksettirdiği sıfat sayısı kadar boyutu, keyfince
atfeder bu evrene. Bu maskaralığı anlamış olup da ondan
uzaklaşanın vay haline! Hayatiyetinin sırrını ayak altına almış
olacaktır- kendileri için Yapmacıklık kaynakları kurumuş olan
ve yapaylık noksanlığından ruhları sararıp solanların
hareketsiz ve çeşnisiz hakikatinin yanına gidecektir.
(Hayatın modasının geçeceği, romantik suiistimal
sonrasında ayın ya da veremin başına geldiği gibi kullanılmaz
hale geleceği ânı tasarlamak fazlasıyla meşrudur: Hayat
böylece dımdızlak bırakılmış simgelerin ve maskesi
düşürülmüş hastalıkların tarihdışılığını taçlandıracakları
yeniden kendisi olacaktır: itibarsız bir dert, parıltısız bir
mukadderat. Yüreklerden artık hiçbir ümidin çıkmayacağı,
yeryüzünün mahlûkat kadar soğuklaşacağı, muazzam kısırlığı
artık hiçbir rüyanın güzelleştiremeyeceği o an da fazlasıyla
öngörülebilirdir. Şeyleri olduğu haliyle gördüğü zaman
insanlığın çocuk yapmaktan yüzü kızaracaktır. Yanılgıların ve
aldanmaların usaresi olmaksızın hayat, bir moda olmaktan
çıkmış hayat, zihnin mahkemesi önünde hiçbir affa
uğramayacaktır. Ama sonunda, bu ruhun kendisi de ortadan
çekilecektir: Yokluk içinde bir bahanedir bu ruh, tıpkı hayatın
da yokluk içinde bir önyargı olması gibi...
Tarih, gölgesi olaylar olan geçici modalarının üzerinde
sabit bir genel moda gezindiği müddetçe ayakta kalır; ama bu
sabit herkese basit bir kapris gibi göründüğü zaman, yaşama
hatasının anlaşılması ortak malımız ve herkesin kabul ettiği
bir doğru haline geldiği zaman, üreme kaynaklarını ya da bir
fiilin taslağını, hatta bir hareket benzerini tasarlama
kaynaklarını nerede arayacağız? Basiretli içgüdülerimiz ve
açık yüreklerimiz ortadan kalktıktan sonra, hangi sanatla
hayatta kalmalı? Modası geçmiş bir evrenin içinde, müstakbel
bir eğilimi hangi mucizeyle canlandırmalı?)

KURTLANMIŞ İNSAN
Artık ne ışıkla birlikte hareket etmek, ne de hayatın dilini
kullanmak istiyorum. Artık, “ben ...im” lafını yüzüm
kızarmadan söylemeyeceğim. Soluğun edepsizliği ve nefes
almanın rezaleti, bir yardımcı fiilin suiistimaline bağlıdır...
İnsanın şafak terimleriyle kendi üzerine düşündüğü devir
geçmiştir; kanı çekilmiş bir maddeye dayanarak hakikî
görevine hazır hale gelmiştir işte; mahvoluşunu araştırma ve
ona doğru koşma görevine...; yeni bir çağın eşiğindedir:
Kendine acıma çağının. Bu Acıma da onun, ilkinden daha net
ve daha aşağılayıcı olan ikinci düşüşüdür: Kefareti olmayan
bir düşüştür bu. Ufukları boşu boşuna kollar: Orada binlerce
kurtarıcı, kendileri de teselli bulamamış sirk kurtarıcıları fink
atar. Geçkin ruhunda kokuşmanın tatlılığına kendini
hazırlamak için ufuklara sırt çevirir... Hazanının en derin
noktasına vardığında, Görünüm ile Hiçlik arasında gider gelir,
varlığın aldatıcı biçimiyle yokluğu arasında: İki gerçekdışılık
arasındaki titreme...
Bilinç, varoluşun ruh yoluyla uğradığı erozyonun hemen
ardından gelen boşluğu işgal eder. En ufak bir şüphe, bir
olmayabilirlik kuşkusu ya da bir bunaltı sıçrayışı -hepsi
bilincin önbelirtisi olan ve geliştiklerinde bilinci doğuran,
tanımlayan ve azdıran ön kavramlar- o görülür görülmez
dağılan “gerçeklik”le bütünleşmek için, bir müminin veya bir
budalanın bulanıklığı gerekir. Bu bilincin, bu devasız
mevcudiyetin etkisi altında, insan en büyük ayrıcalığını elde
eder: Mahvolma ayrıcalığını. Tabiattaki baş hastadır ve
tabiatın usaresini bozar; içgüdülerin soyut zaafıdır,
diriliklerini yok eder. Onun temasıyla evren kurur ve zaman
pılı pırtısını toplar... Ancak unsurların yıkımı üzerinde kemale
erebilirdi - ve yokuşu inebilirdi. Eseri bittiği için, insan yok
olacak kadar olgunlaşmıştır artık: Hırıltısını daha kaç yüzyılın
üzerine yayacaktır?
TESADÜFÎ DÜŞÜNÜR
“Les idées sont des succédanés des chagrins.”

“Kederlerin yerini fikirler alır.”


- MARCEL PROUST

TESADÜFÎ DÜŞÜNÜR
Fikir beklentisi içinde yaşanın; onu önceden hissedelim,
kuşatırım, ele geçiririm - ve onu dile gerilemem, elimden
kaçar, henüz bana ait değildir: Onu yokluğum içinde mi
tasarlamışımdır? Elikulağında ve bulanık olan fikri, ifadenin
anlaşılır can çekişmesi içinde nasıl mevcut ve ışıltılı
kılabilirim? Açılması -ve sararıp solması- için ne gibi bir hal
ümit etmeliyim?
Filozof aleyhtarı olduğumdan, ilgisiz her fikirden nefret
ederini: Her zaman hüzünlü değilimdir, dolayısıyla her zaman
düşünmem. Fikirlere baktığım zaman, bana şeylerden bile
daha yararsız görünürler; ayrıca sadece büyük hastaların
zırvalarını, uykusuzluğun geviş getirmelerini, devasız bir
ürküntünün parıltılarını ve iç çekişlerle dolu şüpheleri
sevmişimdir. Bir fikrin içinde taşıdığı kapalılık tutan
derinliğinin tek göstergesidir; tıpkı yegâne büyülenme
göstergesinin neşesindeki ümitsizlik vurgusu olması gibi...
Gece geçmişinizde kaç uykusuz gece saklıdır? - Her düşünüre
böyle yaklaşmamız gerekirdi. İstediği zaman düşünenin bize
söyleyecek bir şeyi yoktur: Düşüncesinin üzerinde -veya daha
ziyade, yanında- olduğu için ondan sorumlu değildir, kendini
ona hasretmemiştir; kendi kendinin düşmanı olmadığı bir
çarpışmada kendini tehlikeye atmakla, ne kazanır ne
kaybeder. Hakikat’e inanması ona hiçbir şeye mal olmaz.
Doğru ile yanlış’ın artık bâtıl inançlar olmaktan çıktığı bir
kafa için ise durum aynı değildir; bütün ölçütleri yıkar o;
sakatlar ve şairler gibi kendini tespit eder, kazaen düşünür: Bir
rahatsızlığın veya bir sayıklamanın zaferi ona yeter. Bir
hazımsızlık fikir açısından bir kavramlar geçidinden daha
zengin değil midir? Uzuvların rahatsızlıkları zihnin
verimliliğini belirler: Vücudunu hissetmeyen kişi, hiçbir
zaman canlı bir düşünce tasarlayamayacaktır; çıkacak
herhangi bir aksiliğin elverişli sürprizini boşuna
bekleyecektir...
Duygusal ilgisizlikte fikirler belirir; bununla birlikte,
hiçbiri biçim alamaz: Onların açılacakları iklimi sunmak
hüznün işidir. Titremeleri ve parıldamaları için muayyen bir
ton, muayyen bir renk gerekmektedir. Uzun süre boyunca
kısır olmak bunların yolunu gözlemektir, bunları bir formülle
lekeleyemeden arzulamaktır. Zihnin “mevsimleri” organik bir
ritme şartlandırılmıştır; safdil veya kinik olmak “bana” bağlı
değildir: Hakikatlerim coşkumun veya hüznümün
sofizmleridir. Var olurum, hissederim ve ânın keyfince -ve
kendime rağmen- düşünürüm. Zaman beni oluşturur; beyhude
yere ona karşı çıkarım - ve olurum. Temenni edilmemiş olan
şimdiki zamanım cereyan eder, bende cereyan eder;
hükmedemediğimden, yorumlarım onu; düşüncelerimin
kölesiyimdir, onlarla oynanın, tıpkı bir mukadderat soytarısı
gibi...

SARSAKLIĞIN AVANTAJLARI
Güzel bir numune, bitmiş bir model olma vasfını pek
aşmayan ve varoluşu hayattaki alınyazısıyla örtüşen birey,
zihnin dışına yerleşir. İdeal erkeklik -nüansların
algılanmasının önündeki engel-, sanatın cevherini aldığı
gündelik tabiatüstü karşısında bir duyarsızlığı beraberinde
getirir. Ne kadar tabiî olunursa o kadar az sanatçı olunur.
Homojen, farklılaşmamış ve donuk hayatdoluluk, efsaneler
dünyası ve mitolojinin fantezileriyle ilâhlaştırılmıştır.
Yunanlılar kendilerini spekülasyona verdikleri zaman, devlere
tapınmanın yerini solgun tenli güzel oğlana tapınma almıştır;
Homeros zamanında birer yüce dangalak olan kahramanların
kendileri de, trajedi sayesinde, kaba saba tabiatlarıyla
bağdaşmayan ıstıraplar ve şüpheler taşımaya başlamışlardır.
İç zenginlik, insanın kendi içinde sürdürdüğü
çatışmalardan doğar; oysa kendi tasarrufunu bütünüyle elinde
bulunduran dirilik, sadece dışarıyla savaşı, nesneye gözü
dönmüşçe saldırmayı bilir. Bir nebze kadınlıkla asabileşen
erkekte iki eğilim çatışır: İçindeki edilgenlik yoluyla bütün bir
vazgeçiş dünyasını kavrar; buyurganlığıyla da iradesini
yasaya çevirir. İçgüdülerine dokunulmadığı müddet boyunca,
sadece türü ilgilendirir; gizli bir tatminsizlik araya girer
girmez, bir fatih haline gelir. Zihin onu haklı çıkarır, açıklar
ve bağışlar; onu büyük sersemler arasına sokarak da Tarih -
hareket halindeki aptallığı araştırma-meraklılarının eline
bırakır...
Varoluşu hem sağlam hem de belirsiz bir dert teşkil
etmeyen kişi hiçbir zaman meselelerin ortasına
yerleşemeyecektir, bunların tehlikelerini de bilmeyecektir.
Hakikat veya ifade arayışı için elverişli koşul, erkekle kadının
tam ortasında bulunur: “Erkeksiliğin” boşlukları, zihne mekân
olur... Cinsel ya da ruhsal bir anormallik taşıdığından hiç
kuşkulanamayacağımız saf dişi, içsel olarak bir hayvandan
daha boştur; eldeğmemiş erkek ise “sersemliğin” tanımını
tüketir. - Dikkatinizi çekmiş ya da ateşinizi tahrik etmiş olan
herhangi bir varlığı ele alın: İşleyişinde kendi avantajına
bozulmuş olan ufacık bir şey vardır. Kusurlarından
yararlanamayanları, eksikliklerinden çıkar sağlayamayanları
ve kayıplarıyla zenginleşmeyenleri haklı olarak horgörürüz;
tıpkı insan olmaktan ya da sadece olmaktan acı çekmeyen her
insanı horgördüğümüz gibi. Böylelikle birini “mutlu” diye
adlandırmaktan daha ciddi bir hakaret, ya da ona “bir hüzün
temeli” atfetmekten daha büyük pohpohlama olamaz...
Neşenin hiçbir önemli fiile bağlı olmamasındandır bu; deliler
dışında da hiç kimse yalnız başınayken gülmez.
“İçsel yaşam” titizlere, ne düşüşü ne salyası olan bir
saranın eline düşmüş o titrek cücelere vergidir. Biyolojik
açıdan tamam olan varlık “derinlik”ten kendini sakınır,
elinden gelmez bu; fiiliyatın kendiliğindenliğine zarar veren
şaibeli bir boyut görür onda. Yanılmamaktadır: Kendi içine
kapanmayla birlikte bireyin faciası başlar- zaferi ve
gerilemesi. Anonim akıştan, hayattaki yararcılığın sel gibi
boşanmasından tecrit olarak nesnel amaçlar nazarında
serbestleşir. Bir uygarlık, rengini titizler belirlediği zaman
“bozulmuş” olur; ama onlar sayesinde tabiatı nihaî olarak alt
etmiş olur- ve çöker. Aşırı bir incelik örneği, taşkını ve sofisti
kendinde bir araya getirir: Hamlelerini artık benimsemez,
inanmadan uğraşır onlarla; alacakaranlık dönemlerinin her
şeyi bilen sarsaklığı, insanın silinmesinin önbelirtisidir bu.
Titizler bize, kapıcıların estetik uzmanı takıntılarıyla bitkin
düşecekleri, köylülerin şüpheler altında çöküp sabanı sımsıkı
tutamayacakları, ilerigörüşlülük tarafından kemirilen ve
içgüdülerini yitiren tüm varlıkların yanılsamalarındaki verimli
geceyi özleyecek güçleri olmadan sönüp gidecekleri anı
sezinletmektedirler...
ŞAİRLERİN ASALAĞI
I. - Bir şairin yaşamı bir yere varamaz. Gücünü, girişmediği
her şeyden, ulaşılmazlıkla beslenen tüm anlardan almaktadır.
Var olmadaki mahzuru mu hissetti? Bu sayede ifade yeteneği
sağlamlaşır, soluğu genleşir.
Bir yaşamöyküsü ancak bir yazgının elastikliğini, içinde
barındırdığı değişkenler tutarını biriz kılarsa meşru olur. Ama
şair, katılığı hiçbir şeyle yumuşamayan bir mukadderat
çizgisini izler. Hayat zevzeklerin hissesine düşer ve
yaşanmamış hayatlarına telafi sağlamak için şair
yaşamöyküleri icat edilmiştir...
Şiir, ele geçirilemeyenin özünü ifade eder; nihaî anlamı
her tür “güncelliğin” imkânsızlığıdır. Neşe şiirsel bir duygu
değildir. (Bununla birlikte, tesadüf tarafından aynı demette
birleştirilen alevlerle budalalıkların lirik evreninin bir
bölümününden doğar.) Bir rahatsızlık, hatta bir tiksinti
duygusu uyandırmayan bir ümit şarkısı hiç görülmüş müdür?
Bizzat mümkün de bir bayağılık gölgesiyle lekelenmişken, bir
mevcudiyete nasıl şarkı düzülür? Şiir ve ümitlenme arasında
tam bir bağdaşmazlık vardır; şair de yaman bir çürümenin
kurbanıdır. Ölüm aracılığıyla canlı olan biri, kendine hayatı
nasıl hissettiğini sormaya cesaret edebilir mi? Mutluluğun
cazibesine boyun eğdiğinde ise komedinin alanına girer...
Ama bilakis yaralarından alevler yayılırsa ve büyük
mutluluğun -mutsuzluğun o haz dolu akkorlaşmasının-
şarkısını söylerse, her tür olumlu vurgudan ayrılmaz olan
bayağılık nüansından kurtulur. Bir hayal Yunanistanı’na
sığınan ve aşkın çehresini daha saf sarhoşluklarla,
gerçekdışılığın sarhoşluklarıyla değiştiren Hölderlin’dir bu...
Şair, kaçışı sırasında mutsuzluğunu beraberinde
götürmese, iğrenç bir gerçek döneği olurdu. Mistiğin ya da
bilgenin tersine, ne kendinden kurtulabilir ne de kendi
saplantısının merkezinden kaçabilir: Vecdleri bile devasızdır
ve felâket habercileridir. Kendini kurtarmayı
beceremediğinden, onun için her şey mümkündür, kendi
hayatı hariç…

II. - Hakikî bir şairi şundan tanının: Onunla görüşe


görüşe, eserinin mahremiyetinde uzun süre yaşayınca, içimde
bir şeyler değişir: eğilimlerim ya da zevklerim filan değil,
bizzat kanım; sanki içine ince bir dert sızmış, akışını,
kıvamını ve vasfını değiştirmiştir. Valéry veya Stefan George
bizi onlara yanaştığımız yere koyarlar, ya da zihnin biçimsel
düzleminde daha talepkâr kılarlar: İhtiyaç duymadığımız
dehalardır, sadece sanatçıdırlar. Ama bir Shelley, bir
Baudelaire, bir Rilke, organizmamızın en derinine müdahale
ederler; organizmamız da bir zaaf gibi benimser onları.
Onların yakınında olunduğunda vücut önce kuvvetlenir, sonra
yumuşar ve dağılır. Zira şair bir tahrip etkenidir, bir virüstür,
kılık değiştirmiş bir hastalıktır ve harikulade biçimde belirsiz
olmasına karşın alyuvarlarımız için en vahim tehlikedir. Onun
çevresinde yaşamak mı? Kanınızın inceldiğini hissetmektir
bu; bir kansızlık cenneti düşlemek ve damarlarınızda
gözyaşlarının aktığını işitmektir...

III. - Mısra her şeye imkân tanırken, onun üzerine


gözyaşlarınızı, utançlarınızı, vecdlerinizi -özellikle de
yakınmalarınızı- dökebilirken, düzyazı içinizi dökmenize ya
da ağlaşmanıza izin vermez: İtibarî soyutluğu bundan tiksinir.
Başka hakikatler talep eder: denetlenebilir, tümdengelimli,
ölçülü. Hâlbuki ya şiirin hakikatleri elinden alınsaydı,
maddesi yağmalansaydı ve şairler kadar cüretkâr olunsaydı?
Onların edepsizliği, aşağılanmaları, yüz buruşturmaları ve iç
çekişleri neden sızdırılmasın söyleme? Neden çürümüş,
kokuşmuş, ceset, ya da daha kaba bir deyişle, melek veya
Şeytan olunmasın ve onca havai ve uğursuz uçuşa duygusal
olarak ihanet edilmesin? Zekânın cesareti ve kendi olma
gözüpekliği, filozofların okulundan ziyade şairlerin okulunda
öğrenilir. Onların “önermeleri” eski sofistlerin en tuhaf
biçimde küstah sözlerini soluklaştırır. Hiç kimse benimsemez
onları: Baudelaire kadar uzağa giden, Lear’ın bir parıltısını ya
da Hamlet’in bir tiradını sistemleştirme yürekliliğini gösteren
tek bir düşünür olmuş mudur hiç? Belki sonundan önce
Nietzsche, ama ne yazık ki(!) hâlâ peygamber nakaratlarında
ısrar ediyordu... Azizlerin tarafında mı aranacaktır? Avilalı
Tereza’nın ya da Angele de Foligno’nun bazı taşkınlıkları...
Ama orada da çok sık Tanrı’yla karşılaşılır; cesaretlerini
pekiştirirken onları vasıf olarak ufaltan o teselli edici
anlamsızlıkla. Hakikatlerin ortasında kanaatsiz ve yalnız
başına dolaşmak ne bir insanın ne de bir azizin işidir; ama
bazen bir şairin işi olabilir...
Bir gurur davranışıyla şöyle haykıran bir düşünür
tahayyül ediyorum: “Bir şairin benim düşüncelerimi kendi
alınyazısı haline getirmesini isterdim!” Ama bu hevesinin
meşru olması için bizzat onun da uzun süre şairlerle düşüp
kalkması, onlardaki leziz lanetlerle beslenmesi ve onlara,
soyut ve tamamına ermiş bir halde, kendi düşmüşlüklerinin ya
da kendi sayıklamalarının suretini vermesi gerekirdi.
Özellikle de şarkının eşiğinde pes etmesi ve ilhamın berisinde
yaşayan ezgi olarak şair olmamanın pişmanlığını yaşaması
gerekirdi - “gözyaşı ilmine”, yürek taşmalarına, biçimsel
sefahat âlemlerine, anın ölümsüzlüklerine vakıf olmamanın
pişmanlığını...
...Tüm ağızları bilen, bütün mısralara ve bütün ruhlara
yakın ve dünya üzerinde, merhum Fars ülkelerini, Çin’leri,
Hindistan’ları ve can çekişen Avrupa’ları dolaşarak zehirlerin,
coşkuların, vecdlerin ardında koşan melankolik ve
mütebahhir bir canavarı kaç kez düşledim - şairlerin hepsini,
içlerinden biri olmamanın ümitsizliğiyle yaşamış bir şair
dostunu kaç kez düşledim.

BİR YABANCININ SERÜVENLERİ


Bahtsız bir kabileden gelip Batı’nın bulvarlarında turalar.
Müteakip vatanlara âşık olmuştur, artık hiçbir vatan ummaz:
Zamandışı bir alacakaranlıkta donup kalmıştır, dünya
yurttaşıdır -hem de hiçbir dünyanın-, işe yaramazdır, isimsiz
ve cansızdır. Kadersiz halklar, başka ufuklara susamış,
vurulmuş ve sonra onları tüketerek kendileri de
hayranlıklarının ve bezginliklerinin hortlağı haline gelmiş
evlâtlarına bir kader veremezlerdi. O halklarda sevecek hiçbir
şey olmadığından, sevgilerini başka yere, coşkularının
yerlileri şaşırttığı başka diyarlara kaydırırlar. Fazla kullanılan
duygular aşınır ve değersizleşirler, en başta da hayranlık
duygusu... Onca yol üzerinde dağılmış olan Yabancı da şöyle
haykırır: “Kendime sayısız ilâh uydurdum, her tarafta bir sürü
sunak diktim ve bir tanrı kalabalığı önünde diz çöktüm.
Şimdi, tapmaktan bezdim, payıma düşen sayıklama dozunu
har vurup harman savurdum. Ancak soyumuzun mutlaklarına
yetecek kaynaklanınız vardır, tıpkı bir ülke gibi bir ruh da
ancak kendi sınırları içinde serpilip gelişir: O sınırları
aşmanın, Sınır Belirsizliği’ni kendime bir vatan ve yabancı
tanrıları tapınma nesneleri haline getirmenin, atalarımı
dışlayan yüzyıllar önünde diz çökmüş olmanın bedelini
ödüyorum. Nereden geldiğimi artık söyleyemem: tapınaklarda
inançsızım; sitelerde coşkusuzum; hemcinslerimin yanında
meraksızım, yeryüzünde kesinliğim yok. - Bana belirgin bir
arzu verin ve dünyayı alt üst edeyim. Her sabah bana diriliş
komedisini ve her akşam mezara giriş komedisini oynatan,
ikisi arasında da can sıkması kefeninin azabından başka hiçbir
şey yaşatmayan o fiiliyat utancından kurtarın beni... İstemeyi
düşlüyorum - ve her istediğim bana paha biçilmez geliyor.
Melankoli tarafından kemirilen bir vandal gibi, bensiz ben,
hedefsiz yol alıyorum, bilmem hangi köşeye doğru... terk
edilmiş bir tanrı, kendisi de tanrıtanımaz olan bir tanrı
keşfetmek ve onun son şüphelerinin ve son mucizelerinin
gölgesinde uykuya dalmak için.”

FATIHLERIN CANSIKINTISI
Kendisinin de itiraf ettiği gibi Patis Napoleon’u “kurşundan
bir manto” gibi bunaltıyordu: On milyon kişinin canına mal
oldu bu. Ata binmiş bir Rene faal duruma geçtiğinde, “çağ
bunalımı”nın bilançosu bu oldu. 18. yüzyıl salonlarında, fazla
açık görüşlü bir aristokrasinin gevşekliğindeki sefahatten
doğan bu bunalım, ta kırların derinliklerinde yıkıma yol açtı:
Tabiatlarına yabancı bir hassasiyet tarzının bedelini kanlarıyla
ödemek zorunda kaldı köylüler, onlarla birlikte de bütün bir
kıta. İçine Cansıkıntısı sızmış olan müstesna tabiatlar, her
yerden dehşete kapılarak ve sürekli bir başka yer
saplantısıyla, halkların şevkini mezarlıkları çoğaltmak için
sömürürler ancak. Werther’le Ossian’ın üzerine çullanan o
milis komutanının, kendi boşluğunu mekâna yansıtan ve
Josephine’in dediğine göre ancak birkaç kendini bırakma ânı
yaşayabilmiş olan o Obermann’ın, yeryüzünü insansız
bırakma gibi itiraf edilemez bir misyonu olmuştur. Hayalci
fatih insanların başına gelebilecek en büyük uğursuzluktur;
acaip tasarılardan, zararlı ideallerden, tehlikeli hırslardan
büyülendikleri için onu alelacele ilahlaştırırlar yine de. Hiçbir
makul varlık tapınma nesnesi olmamıştır; bir isim
bırakmamış, tek bir olaya bile damgasını vurmamıştır.
Belirgin bir kavrayış ya da şeffaf bir ilâh önünde soğukkanlı
olan kalabalık, doğrulanamayanın ve sahte esrarın etrafında
tahrik olur. Tutarlılık adına hiç ölen olmuş mudur ki? Her
nesil kendinden önceki neslin cellatlarına anıtlar diker. Bir tek
kişinin baskın çıkmasına, herkesin mağlubiyetine, yani zafer...
İnandıkları andan itibaren kurbanların feda edilmeyi seve
seve kabul etmiş oldukları ise bir başka doğrudur.
İnsanlık sadece kendini telef edenlere tapmıştır.
Yurttaşların huzur içinde can verdikleri hükümdarlıklar tarihte
pek boy göstermezler; kulları tarafından hep horgörülen bilge
hükümdar da öyle. İnsanda merak uyandıran şeylerin
dokusunu ve her olayın altındaki akımı rezalet
oluşturduğundan, kalabalık kendi aleyhine de olsa romanı
sever. Sadakatsiz kadın ve boynuzlu koca, komediyle
trajediye, hatta destana, temalarının neredeyse tamamını
sağlar. Dürüstlüğün ne yaşamöyküsü yazan ne de cazibesi
vardır; bunun içindir ki İlyada’dan vodvile kadar sadece ayıp
eğlendirmiş ve merak uyandırmıştır. Dolayısıyla insanlığın
kendini fatihlere yemlik olarak sunması, ayaklar altında
çiğnenmeyi istemesi, tiransız bir ulusun kendinden hiç
bahsettirmemesi, bir halkın tek mevcudiyet ve hayatdoluluk
göstergesinin yaptığı haksızlıkların tutan olması tamamen
tabiidir. Artık tecavüz etmeyen bir ulus tam bir gerileme
içindedir; tecavüz sayısıyla açığa vurur içgüdülerini,
geleceğini. O ulusun bu cinayet türünü büyük ölçekte
uygulamayı hangi savaştan itibaren bıraktığını araştırın:
Düşüşünün ilk simgesini bulursunuz. Hangi andan itibaren
aşk onun için bir seremoni unsuru, yatak da spazmın bir şartı
haline gelmiş? O noktada noksanlıklarının başlangıcını ve
barbar ırsiyetinin son buluşunu tespit edersiniz.
Dünya tarihi: Kötülük tarihi, insanî oluştan yıkımları
çıkarıp atmak, mevsimleri olmayan bir tabiat tasarlamakla
aynı şeydir. Bir felâkete katkıda bulunmadıysanız iz
bırakmadan yok olacaksınızdır. Çevremize saçtığımız
mutsuzlukla ilgilendiririz ötekileri. “Hiç kimseye acı
çektirmedim!” -etten kemikten yapılmış birine hepten yabancı
bir ünlem. Şimdiki zamandaki ya da geçmişteki bir şahsiyet
için alevlendiğimizde, bilinçsizce şu soruyu sorarız: “Kaç
varlığın bahtsızlığına neden olmuş?” Her birimizin
hemcinslerinin hepsini öldürme ayrıcalığına heves edip
etmediğini kim bilebilir? Ama bu ayrıcalık çok az sayıda
kişiye verilmiştir ve asla tamamen verilmez: Bu sınırlama,
neden hâlâ yeryüzünde insanların yaşamakta olduğunu tek
başına açıklar. Dolaylı caniler olan bizler, Zaman’ın hakikî
özneleri karşısında, amaçlarına ulaşan büyük katiller
karşısında cansız bir kütle, bir nesne yığını oluştururuz.
Ama avunalım: Yakın ya da uzak döllerimiz intikamımızı
alacaklar. Zira insanların kendilerinden tiksindikleri için
birbirlerini boğazlayacakları, önyargılarının ve tereddütlerinin
hakkından Cansıkıntısı’nın geleceği, kana susamışlıklarını
doyurmak için sokağa çıkacakları ve onca nesil boyunca
sürmüş olan yıkıcı düşlerin harcıâlemleşeceği ânı tahayyül
etmek zor değil...
MÜZİK VE KUŞKUCULUK
Şüphe’yi bütün sanatlarda aradım; ama sanatta onu kılık
değiştirmiş, kaçak, ilhamın duralamalarından sıvışmış, dingin
bir hamleden türemiş halde buldum sadece; ama müzikte -bu
biçim altında bile- aramaktan vazgeçtim onu; onda çiçek
açamazdı: İstihzadan habersiz olduğundan, müzik, zihnin
hinliklerinden değil Safdilliğin müşfik ya da ateşli
nüanslarından doğar -yüceliğin zırvası, sonsuzun
düşüncesizliği... Nükte’nin sesli bir eşdeğeri olmadığından,
bir müzisyeni zeki diye adlandırmak onu karalamaktır. Bu san
onu ufaltır; kör bir tanrı gibi irticalen evrenler yarattığı o
baygın kozmogonide bu sanın hükmü de yoktur. Yeteneğinin,
dehasının bilincinde olsaydı, gururdan çökerdi; ama bundan
sorumlu değildir; vahiy içinde doğmuştur, kendini anlayamaz.
Onu yorumlamak kısırların işidir: O eleştirmen değildir, tıpkı
Tanrı’nın ilâhiyatçı olmaması gibi.
Gerçekdışılığın ve mutlağın sınır-vakası, sonsuz derecede
gerçek kurgu, dünyadan daha sahici yalan - müzik, kurumuş
ya da kararmış bir şekilde, Yaratılış’tan ayrıldığımız ve bizzat
Bach’ın bile bize yavan bir uğultu gibi geldiği anda itibarını
kaybeder. - Şeylere katılmayışımızın, soğukluğumuzun ve
düşmüşlüğümüzün en uç noktasıdır bu. Yüceliğin tam
ortasında kıkırdamak - bizi Şeytan’la akraba kılan öznel
ilke’nin alaycı zaferi! Müzik için artık dökecek gözyaşı
kalmayan, hâlâ döktüğü yaşların hatırasıyla yaşayan kimse
mahvolmuştur: Kısır ileri görüşlülük, -içinden dünyalar
fışkıran- vecdin hakkından gelmiştir...

ROBOT
Önyargıyla soluk alırım. Ve Boşluk kendi kendine
gülümserken fikirlerin spazmını seyre dalarım... Mekânda
artık ter yoktur, hayat yoktur; en ufak bayağılık hayatı
yeniden ortaya çıkaracaktır: Bir saniyelik beklenti buna
kâfidir.
Kişi var olduğunu algıladığında, kendini çılgınlık halinde
yakalayan ve boşuna buna bir isim vermeye çalışan gözleri
kamaşmış bir çılgının hissine kapılır. Alışkanlık var olma
şaşkınlığımızı köpürtür: Oluruz -ve bunun üzerinde durmayız,
var olanlar sığınağındaki yerimizi doldururuz.
Muhafazakârım; taklit icabı, oyun kurallarına saygı icabı,
özgünlükten dehşet duyarak yaşıyorum, yaşamaya
çalışıyorum. Robot tevekkülü: Bir ateşlilik görünümüne
bürünmek ve buna gizlice gülmek; genelgeçerlere sadece gizli
bir biçimde bunlardan tiksinmek için katlanmak; bütün
sicillerde belirmek ama zamanda meskeni olmamak; rezil
kepaze olmak kaçınılmazken görünüşü kurtarmak...
Her şeyi horgören kişi mükemmel bir asalet havası
üstlenmeli, ötekileri hatta kendini bile yanıltmalıdır: Sahte
canlı görevini böylece daha rahat yerine getirecektir.
Müreffeh numarası yapılabilirken düşmüşlüğünü saçıp
sergilemenin ne hayrı vardır? Cehennem cilve noksanlığı
çekmektedir: içten ve görgüsüz bir insanın zıvanadan çıkmış
görüntüsüdür bu; hiçbir zarafet ve uygarlık takıntısı olmadan
tasarlanmış bir yeryüzüdür bu.
Hayatı nezaketen kabul ederim: Sürekli başkaldırı tıpkı
intiharın yüceliği gibi zevksizdir. Yirmi yaşındayken semaya
ve onun örttüğü pisliğe karşı verip veriştirilir, sonra bundan
bezilir. Trajik poz ancak uzamış ve gülünç bir ergenliğe
yakışır; ama kayıtsızlık şarlatanlığına ulaşmak için bin bir
tane badire gerekir.
Kullanımdaki bütün ilkeler nazarında serbestleşmiş
kişide, hiçbir komedyen yeteneği bulunmazdı; bir bahtsızlık
başörneği, ideal bir biçimde mutsuz varlık olurdu o. Bu
içtenlik modelini kurmak yararsızdır: Hayat ancak içine
kattığımız yutturmaca derecesiyle hoşgörülebilirdir. Bir arada
yaşamanın “tatlılığı” sonsuz artdüşüncelerimize ortalıkta at
oynattırma imkânsızlığına bağlı olduğu için, böylesi bir
model toplumun ani ölümü olurdu. Hepimiz sahtekâr
olduğumuz için birbirimize tahammül ederiz. Yalan
söylemeyi kabul etmeyen birisi ayağının altındaki toprağın
kaydığını görürdü: Sahteliğe biyolojik olarak tâbiyizdir.
Çocuksu ya da işe yaramaz, ya da gayri otantik olmayan
hiçbir ahlâki kahraman yoktur; zira hakiki otantiklik hiledeki,
kamusal yaltaklanmanın ve gizli karaçalmanın
muaşeretindeki kirlenmedir. Hemcinslerimiz onlar hakkındaki
düşüncelerimizi göz önünde tutabilselerdi, aşk, dostluk,
fedakârlık sözlüklerden hepten silinirdi. Kendimiz hakkında
aklımızdan çekingenlikle geçen şüphelerle yüzleşme
cesaretimiz olsaydı, hiçbirimiz utanmadan bir “ben” sözcüğü
sarfedemezdik. Yaşayan her şeyi maskaralık sürüklemektedir,
mağara adamından kuşkucuya kadar. Bir tek görünümlere
saygı bizi leşlerden ayırdığına göre, şeylerin ve varlıkların
temeline göz dikmek mahvolmaktır; daha hoş bir yoklukla
yetinelim: Teşekkülümüzün ancak muayyen bir hakikat
dozuna tahammülü vardır…
En derinlerimizde, bütün diğer kesinliklerden üstün bir
kesinliği muhafaza edelim: Hayatın anlamı yoktur, olamaz.
Öngörmediğimiz bir vahiyle bunun aksine kanaat getirseydik,
kendimizi hemen o anda öldürmemiz gerekirdi. Hava bir
kaybolsa hâlâ soluk alırdık; ama yararsızlığın sevinci
elimizden alınsa hemen soluksuz kalırdık...
MELANKOLİ ÜZERİNE
Kendimizden kurtulamadığımız zaman, kendimizi yiyip
bitirmenin tadını çıkarırız. Belirgin lanetleri telafi eden
Gölgeler Prensi’ni istediğimiz kadar yardıma çağıralım:
Hastalık olmadan hastayızdır ve zaafımız olmadan
cehennemliğizdir. Melankoli egoizmin düş halidir: Kendinin
dışında artık hiçbir nesne, hiçbir sevgi ya da nefret sebebi
yoktur; durgun çirkefe aynı şekilde düşüş, cehennemsiz bir
lânetlinin o aynı ters dönüşü, telef olma ateşinin o aynı
tekrarları vardır. Hüzün derme çatma bir çerçeveyle yetinir;
melankoliye ise, asık suratlı ve buharlı lütfunu, sınırları
belirsiz olan ve iyileşmekten korktuğu için dağılmasına ve
dalgalanmasına bir sınır konmasından çekinen derdini saçmak
için bir mekân sefahati, bir sonsuzluk manzarası gerekir.
İzzetinefsin en tuhaf çiçeği olan melankoli, kendi usaresini ve
bütün zayıflıklarının diriliğini türettiği zehirlerin ortasında
serpilip gelişir. Kendini yozlaştıranla beslenerek, kulağa hoş
gelen isminin ardında, Mağlubiyet’in Kibri’ni ve Kendine
Acıma’yı gizler...

ÖNE ÇIKMA İŞTAHI


Bir Sezar, üstün bir biçimde zihni açık ama hâkimiyet
içgüdüsünden yoksun olan bir zihinden ziyade, bir kasabanın
belediye başkanına yakındır. Önemli olan olgu buyurmaktır:
İnsanların neredeyse tamamı buna heves eder. Elinizde bir
imparatorluk da olsa, bir kabile, bir aile Veya bir uşak da olsa,
muzafferane ya da karikatürümsü tiran yeteneğinizi buna
hasredersiniz: Bütün bir dünya ya da tek bir kişi emriniz
altındadır. Öne çıkma ihtiyacından doğan bir dizi uğursuzluk
böyle yerleşir... Sadece satraplarla muhatap oluruz: Herkes -
elinden geldiğince- kendine bir sürü köle arar ya da bir
tanesiyle yetinir. Hiç kimse kendine yetmez: En mütevazısı
bile, otorite düşünü hayata geçirebilmek için daima bir
arkadaş ya da bir refika bulacaktır. İtaat eden sırası geldiğinde
kendine itaat ettirir: Kurbanken cellat olur; herkesin en
yüksek arzusudur bu. Sadece dilenciler ve bilgeler bunu hiç
hissetmezler-belki de onların oyunları daha incedir...
Güç iştahı Tarih’e kendini yenileme ve yine de temelli
aynı kalma imkânı verir. Bu iştahı alt etmeyi dinler de
denemiş ve sadece onu azdırmayı başarmışlardır. Hıristiyanlık
emeline ulaşsa yeryüzü bir çöl ya da bir cennet olurdu.
İnsanın bürünebileceği biçimlerin ardında, bir sabit, özdeş bir
temel saklıdır ve bütün değişini görünümlerine rağmen neden
bir çember içinde evrim geçirdiğimizi açıklar — canavarlık
ve kuklalık vasfımızı tabiatüstü bir müdahale sonucunda
yitirmemiz durumunda, tarihin niçin hemen ortadan yok
olacağını da...
Özgür olmayı deneyin: Açlıktan ölürsünüz. Kâh
hizmetkâr kâh despotik olmanız ölçüsünde toplum size
müsamaha gösterir; gardiyansız bir hapishanedir bu - ama
telef olmadan kaçılamaz ondan. Ancak sitede
yaşayabildiğimiz ve bunun içgüdülerine sahip olmadığımız
uman; ne orada dilencilik yapacak kadar girişimci, ne de
kendimizi bilgeliğe hasredecek kadar dengeli olduğumuz
zaman nereye gitmeli? -Eninde sonunda, koşuşturuyormuş
gibi yapıp herkesle birlikte sitede kalınır; hayatını yaşamak
yerine yaşıyormuş gibi yapmak daha az gülünç olduğundan,
yapmacıklığın kaynakları sayesinde o uçta karar kılınır.
İnsanlarda site tutkusu olduğu müddetçe, kılık değiştirmiş
bir yamyamlık hüküm sürecektir. Siyasî içgüdü Günah’ın
doğrudan sonucudur, Düşüş’ün dolaysız maddileşmesidir. Her
birimiz kendi yalnızlığına memur olmalıdır, ama her birimiz
başkalarının yalnızlığını gözetleriz. Meleklerin ve haydutların
başları vardır: Ortadaki yaratıkların -insanlığın esas kısmının-
nasıl olmasın? İçlerindeki köle ya da tiran olma arzusunu
kaldırın: Göz açıp kapayıncaya kadar siteyi yıkmış olursunuz.
Maymunlar anlaşması hepten onaylanmıştır ve cinayetlerle
düşler arasında soluk soluğa kalmış bir sürü olan tarih, kendi
yolunda ilerlemeye devam eder. Onu hiçbir şey durduramaz:
Lanet okuyanlar bile onun yarışına katılırlar...

YOKSULUN KONUMU
Mal sahipleri ve dilenciler: Her değişime, her yenileştirici
kargaşaya karşı çıkan iki kategori. Toplumsal sınıfların iki
ucunda yer aldıklarından, iyi ya da kötü yönde her
değişiklikten çekinirler: Benzer biçimde yerleşiktirler, birileri
bolluk içindedir, ötekiler yoksunluk içinde. Onların arasında
çırpınanlar, zahmet çekenler, sebat edenler ve ümit etme
saçmalığını iş edinenler yer alır - anonim ter, toplumun
temeli. Devlet onların kansızlığıyla beslenir; onlar olmasaydı
yurttaş fikrinin ne kapsamı ne gerçekliği olurdu; keza lüksün
ve sadakanın da: Zenginler ve berduşlar Yoksul’un
asalaklarıdır.
Sefaletin bin tane çaresi olsa da, yoksulluğun hiçbir çaresi
yoktur. Açlıktan ölmemekte sebat gösterenlere nasıl yardım
edilebilir? Tanrı bile onların bahtını düzeltemezdi. Talihin
gözdeleriyle hırpaniler arasında, şatafat ve paçavralılar
tarafından sömürülen, zahmet çekmekten dehşet duyarak
şanslarına ya da istidatlarına göre salona ya da sokağa
yerleşenler tarafından yağmalanan o saygıdeğer açlar gider
gelir. İnsanlık da böyle ilerler: birkaç zenginle, birkaç
dilenciyle - ve bütün yoksullarıyla...
GERİLEMENİN ÇEHRELERİ
Ganz vergessener Völker Müdigkeiten kann
ich nicht abtun von meinen Lidern.

Hepten unutulmuş halkların yorgunluğunu


gözkapaklarımdan atamıyorum.
- HUGO VON HOFMANNSTHAL

Hayat bir uygarlığın yegâne saplantısı haline geldiğinde, o


uygarlık düşüşe geçer. Doruk devirleri, değerleri kendileri
için işlerler: Hayat, bu değerleri gerçekleştirmek için sadece
bir vasıtadır; birey yaşamayı bilmez, yaşar - dünyaya
getirdiği, ihtimam gösterdiği ve tapındığı biçimlerin mutlu
kölesidir. Duygusallık ona hükmeder ve içini doldurur.
“Duygu”nun güç kaynakları olmadan hiçbir şey yaratılamaz;
bunlar da sınırlıdır. Oysa bunun sadece zenginliğini duyan
kişiye bitmez tükenmez görünürler: Bu yanılsama tarihi
üretir. Gerileme sırasındaki duygusal kuruma, hissetmenin ve
anlamanın sadece iki tarzına imkân tanır: ihsas ve fikir. Öyle
olunca, kendimizi duygusallık aracılığıyla değerler dünyasına
veririz, kategorilere ve kurallara bir diriliği yansıtırız. Bir
uygarlığın verimli anlarındaki faaliyeti, fikirleri soyut
yokluklarından çıkarmaktan, kavramları mitoslara
dönüştürmekten ibarettir. Anonim bireyden bilinçli bireye
geçiş henüz tamamlanmamıştır: Oysa bu geçiş kaçınılmazdır.
Ölçünüz: Eski Yunan’da, Homeros’tan sofistlere; Roma’da,
ağırbaşlı Eski Cumhuriyet’ten İmparatorluğun
“bilgelikleri”ne; modern dünyada, katedrallerden 18. yüzyılın
dantellerine...
Bir ulus sürekli olarak yaratamaz. Kendini meydana
getiren ruhla birlikte tükenen bir değerler toplamına ifade ve
anlam vermesi gerekmektedir. Yurttaş, üretken bir hipnozdan
uyanır. Zihin açıklığının saltanatı başlar; Kitleler artık sadece
boş kategoriler kullanırlar. Mitoslar yeniden kavramlar haline
gelir: Gerilemedir bu. Bunun sonuçları da kendini hissettirir:
Birey yaşamak ister, hayatı erekliğe döndürür, kendini ufak
bir istisna mertebesine yükseltir. Bu istisnaların bilançosu bir
uygarlığın açığını oluşturduğundan, onun silinmesinin şekl-ü
şemailini gösterir. İnceliğe herkes ulaşır - ama büyük
devirlerin eserlerini tamamına erdiren, tam da
kandırılmışların göz kamaştırıcı alıklığı değil midir?

Montesquieu, İmparatorluğun sonunda Roma ordusunun


sadece süvari sınıfından oluştuğunu ileri sürer. Ama bize
bunun nedenini belirtmeyi ihmal eder. Sayısız diyarlarda
dolaşıp onca tapınak ve zaafla temas içinde inancını ve
gücünü kaybettikten sonra, zafere, zenginliğe ve sefahate
doymuş lejyoneri düşleyelim; onu yaya olarak düşleyelim!
Dünyayı piyade olarak fethetmiştir; süvari olarak
kaybedecektin - Her gevşemede, sitenin mitoslarını hâlâ
benimsemeyi engelleyen fizyolojik bir yetersizlik ortaya
çıkar. Bağlarını koparmış asker ve gözü açık yurttaş, barbarın
altında ezilirler. Hayat’ın keşfi, hayatı yok eder.
Ne zaman ki bütün bir halk, nadir hisler için farklı
derecelerde fırsat kollar; ne zaman ki zevk incelikleriyle
reflekslerini zora sokar; o zaman o halk, uğursuz bir üstünlük
düzeyine ulaşmış olur. Gerileme, bilincin etkisi altında
murdar olmuş içgüdüden başka bir şey değildir. Nitekim bir
insan topluluğunun varoluşunda gastronominin önemi ne
kadar belirtilse azdır. Bilinçli yemek yeme eylemi, bir aşırı
incelik olgusudur; barbar ise beslenir. Zihinsel ve dinî
seçmecilik, duyusal ustalık, estetizm -bilgiç bir güzel yemek
yeme saplantısı- aynı zihniyetin farklı işaretleridir. Gabius
Apicius, Afrika sahillerinde ıstakoz bulmak için dolaşırken ve
zevkine göre bir yer bulamadığı için de hiçbir yerde karar
kılamazken, yabancı tanrılar yığınına taparak ne taunin ne
huzur bulabilen endişeli ruhların çağdaşıydı. Nadir hisler -
çeşitli tanrılar aynı kuraklığın, içsel gücü olmayan aynı
meraklılığın paralel ürünleridir. Sonra ortaya Hıristiyanlık
çıktı: Tek bir Tanrı - ve oruç. Böylece bir harcıâlemlik ve
yücelik çağı başladı...
Bir halk başka tanrılar, başka mitoslar, başka saçmalıklar
icat etme gücü olmadığı zaman ölür; ilâhları solgunlaşır ve
ortadan yok olur; başka yerlerden beslenir ve bilinmedik
canavarlar önünde kendini yalnız hisseder. Hâlâ gerilemedir
bu. Ama o canavarların biri baskıcı çıkarsa; bu canavar
tanrısını tüketip ondan kurtulana kadar, silik, karanlık ve
hoşgörüsüz başka bir dünya sarsılır; zira insan ancak
tanrıların öldüğü aralıkta özgürdür -ve kısırdır-; ve ancak
tanrıların -tiranların- artıp çoğaldığı aralıkta köledir - ve
yaratıcıdır.

Hislerimiz üzerine derin derin düşünmek -yemek yediğimizi


bilmek, onun sayesinde basit bir fiilin doğrudan hedefini
aştığı bir bilinçlenmedi r. Zihinsel tiksintinin yanında daha
derin ve daha tehlikeli başka bir tiksinti gelişir: Bağrımızdan
yayılarak en vahim nihilizm biçimine, tıkabasa doymuşluk
nihilizmine varır. En buruk değerlendirmeler bile, etkilerine
bakıldığında, bolluk içinde bir ziyafeti izleyen manzarayla
mukayese edilemez. Süre olarak birkaç dakikayı, yiyecek
olarak da elzemi aşan her yemek, kesinliklerimizi dağıtır.
Aşçılık suiistimali ve doygunluk, imparatorluğu, iyi
hazmedilmemiş Doğu mezheplerinin ve Yunan öğretilerinin
yaptığından daha acımasızca yok etmiştir. Ancak dört dörtlük
bir sofra karşısında sahici bir kuşkuculuk Ürpertisi hissedilir.
“Gök Hükümdarlığı” bunca aşırılıktan sonra bir eğilim gibi
sunmalıydı kendini; ya da hazmın yeknesaklığının lezizce
kötü niyetli bir sürprizi gibi... Açlık dinde bir selâmet yolu,
doygunluksa bir zehir arar. Virüslerle, ya da duaların ve
zaafların ayırt edilemezliği içinde “selâmete ermek”;
dünyadan kaçmak ve aynı hareketle gırtlağına kadar onun
içine gömülmek... kılı kırk yaran davranışlardaki burukluk
tutan da tam budur.

Fazla olgun olan her uygarlıkta bir eksilme dolgunluğu vardır


içgüdüler esnekleşir; zevkler genleşir ve artık biyolojik
işlevlerine tekabül etmezler; hazzın kendisi başlı başına bir
amaç, uzatılması bir sanat, orgazmın es geçilmesi bir teknik,
cinsellik de bir bilim haline gelir. Arzu yolları için kitabî
usuller ve ilhamlar; boşalma hazırlıklarını çeşitlendirmek için
işkence edilen muhayyile; bizzat zihnin bile, tabiatına yabancı
ve artık pek bir etki yapmaması gereken bir konuya karışması
- kanın yoksullaşmasının ve tenin hastalıklı
zihinselleştirilmesinin birtakım belirtileridir bunlar. Bir ayin
gibi tasarlanan aşk, hükümran zekâyı aptallığın
imparatorluğuna teslim eder. Bunun cezasını hazır tepkiler
çeker; önleri kesilince, itiraf edilemez bir burkulmayı
başlatma sabırsızlığını yitirirler; sinirler ileri görüşlü
rahatsızlıklara ve ürpertilere sahne olur; en sonunda ihsas da,
incelenmiş hazzın iki işkencecisinin mahareti sayesinde ham
süresinin ötesinde devam eder. Türü aldatan birey’dir bu;
zihni hâlâ sersemleştiremeyecek kadar ılıklaşan kandır;
fikirler tarafından soğutulmuş ve inceltilmiş kandır: Akılcı
kan...

Sohbet tarafından kemirilen içgüdüler...


Diyalogdan asla abidevî, patlayıcı, “büyük” bir şey
çıkmamıştır. İnsanlık kendi kuvvetleri üzerine didişmeyle
eğlenmiş olmasaydı, Homeros’un bakışını ve modellerini hiç
aşmazdı. Ama diyalektik, reflekslerin kendiliğindenliğini ve
mitosların tazeliğini harap ederek, sallantıda olan bir misale
indirgemiştir kahramanı. Bugünkü Akhilleus’ların sakınacak
zayıf yanları birden fazladır... Vaktiyle kısmî ve önemsiz olan
kırılganlık, her varlığın lânetli ayrıcalığı, özü haline gelmiştir.
Bilinç her tarafa sızmıştır ve iliğimizde bile yeri vardır; insan
da artık varoluş içinde değil varoluş teorisi içinde yaşar...
Zihni açık olup kendini anlayan, kendini izah eden, haklı
çıkaran ve fiiliyatına hâkim olan kişi, asla hatırda kalacak bir
hareket yapmayacaktır. Psikoloji kahramanın mezarıdır. Dinle
ve akıl yürütmeyle geçen birkaç bin yıl, kasları, kararlılığı ve
macera itkisini zayıflatmıştır. Zaferin girişimlerini
horgörmemek mümkün müdür? Zihnin ışıl ışıl laneti
tarafından yürütülmeyen her fiil, atadan kalma alıklığın bir
kalıntısını temsil eder, ideolojiler, yüzyıllar boyunca ayakta
duran barbarlık temeline bir cila çekmek için, bütün
insanların paylaştığı caniyane eğilimleri örtmek için icat
edilmişlerdir sadece. Bugün cinayet bir şey adına
işlenmektedir; bunu kendiliğinden yapmaya artık cesaret
edilememektedir; öyle ki bizzat cellatlar bile sebepler
zikretmek zorundadırlar; kahramanlığın da miadı dolmuş
olduğundan, bunun çekimine kapılan kişi bir fedakârlığı
yerine getirmekten ziyade bir mesele çözmektedir. Hayata ve
ölüme soyutlama sızmıştır; küçükleri de büyükleri de
“kompleksler” ele geçirmektedir. Ilyada’dan psikopatolojiye -
ama insanın katettiği yolun tamamıdır bu...

Geriye dönüşü yaşayan uygarlıklarda, gurup vakti soylu bir


cezanın işaretidir. Yüzyıllar boyunca iktidarın kurallarını ve
zevkin kıstaslarını tespit etmiş olduktan sonra, oluştan
dışlandıklarını görünce ne kadar leziz bir istihza
hissetmişlerdir kimbilir! Onların her biriyle birlikte bütün bir
dünya söner. Son Yunanlı’nın, son Romalı’nın hissettikleri!
Büyük günbatımlarına nasıl vurulunmaz? Bütün meseleleri
ele aldıktan ve onları harikulade bir biçimde saptırdıktan
sonra bir uygarlığı çevreleyen can çekişme büyüsünün,
başlangıcındaki tecavüze uğramamış cehaletinden daha fazla
cazibesi vardır.
Her uygarlık, evrenin yol açtığı sorulara bir cevabı
simgeler, ama esrar el değmemiş bir halde kalır; başka
uygarlıklar yeni ilginçliklerle orada bahtlarını denemeye
gelirler; içlerinden her biri, bir yanlış anlamalar sistemi’nden
başka bir şey olmadığı için, diğerleri kadar beyhudedir.
Doruk çağında değerler doğurulur; gurup vaktinde,
aşınmış ve yenilgiye uğramış olduklarından, ortadan
kaldırılırlar. Gerilemenin büyüleyiciliği - doğrularda artık
hayat kalmadığı... düşünceli ve kuru ruhun içinde, düşlerin
kemiklerinin yattığı yerde iskeletler gibi üst üste yığıldıkları
dönemler...

Apisler Mezarlığı’nda bir sesin Alleluia şarkısını söylediğini


işittiğinde ülkesini ilelebet terk eden Olimpius adındaki o
İskenderiyeli filozofu ne çok severim! 4. yüzyılın sonuna
doğru olmuştu bu: Haç’ın iç karartıcı sersemliği Zihnin
üzerine gölgelerini düşürmeye başlamıştı bile.
Aynı döneme doğru, Palladas, bir dilbilgisi uzmanı şöyle
yazabiliyordu: “Biz Yunanlılar artık külden başka bir şey
değiliz. Ümitlerimiz de ölülerimiz gibi toprak altında.” O
zamanki bütün zekâlar için de doğrudur bu.
Celsus’lar, Porphyrius’lar, Julianus Apostata’lar, yeraltı
gömütlüklerinden taşan o bulanık yüceliğin istilasını
durdurmak için beyhude yere inat ederler: Havariler ruhlara
damgalarını vurmuş ve sitelerdeki hasan çoğaltmışlardır.
Büyük Çirkinlik çağı başlamaktadır: Vasıfsız bir histeri
yayılır dünya üzerinde. Aziz Paulus, tüm zamanların en
dikkat çekici seçim kampanyacısı, turnelerini yaparak antik
gurup vaktini nâmeleriyle istila etmiştir. Bir nâme yazan beş
yüz yıllık felsefeyi alt etmiştir! Akıl’a Kilise Babaları
tarafından el konulmuştur!
Zihnin gururu için en küçültücü tarihi ararsam,
hoşgörüsüzlükler dökümünü gözden geçirirsem,
Justinianus’un emriyle Atina Okulu’nun kapatıldığı o 529
yılıyla mukayese edilebilir hiçbir şey bulamam. Gerileme
hakkı resmî olarak ortadan kaldırıldığında, inanmak bir
mecburiyet haline gelir... Şüphe tarihindeki en acılı andır bu.

Bir halkın kanında hiçbir önyargı kalmadığında, elinde


kaynak olarak artık sadece kendini dağıtma iradesi kalır.
Müziği, o çözülme disiplinini taklit ederek, tutkulara, lirik
israfa, duygusallığa, körleşmeye veda eder. Bundan sonra
artık istihzasız tapınmayacaktır: Bundan böyle hissesine
mesafe duygusu düşecektir hep.
Önyargı, kendi içinde yanlış, ama nesiller tarafından
biriktirilmiş ve aktarılmış olan organik bir hakikattir: Zarara
uğramaksızın bunu başımızdan atamazdık. Bundan
kuruntusuzca vazgeçen halk, artık inkâr edecek hiçbir şeyinin
kalmayacağı ana kadar sürekli kendini inkâr eder. Bir
topluluğun sürmesi ve dayanıklılığı, önyargılarının sürmesi ve
dayanıklılığıyla çakışır. Doğu halkları kalıcılıklarını kendi
kendilerine sadık kalmalarına borçludurlar: Pek evrim
geçilmemiş olduklarından, kendilerine ihanet etmemişlerdir;
tarihin tek ilgilendiği uygarlıklar olan hızlandırılmış ritimli
uygarlıkların kavradığı anlamda yaşamamışlardır, zira soluk
soluğa şafakların ve can çekişmelerin öğretisi olan tarih,
tutarlılık iddiasında ve malzemesini kanın arşivlerinde bulan
bir romandır...

Kılı kırk yarmacılık, bilgiç bir yadsımalar dönemidir, bir


yararsızlık ve red üslûbudur, tebahürün ve kinayenin değerler
ve inançlar karışımı üzerinde gezinmesidir. Vaktiyle bunun
ideal mekânı Hellas ile Paris’in kesişme noktasında
bulunuyordu; agorayla salonun karşılaştıkları yerde... Bir
uygarlık tarımdan paradoksa doğru evrim geçirir. Bu iki ucun
arasında, barbarlıkla nevrozun kavgası yaşanır: Yaratıcı
dönemlerin kararsız dengesi bunun sonucudur. Bu kavganın
sonuna yaklaşıldığında bütün ufuklar açılır; ama hiçbiri, hem
bezmiş hem uyanık bir merakı tahrik edemez. O zaman,
yanılgılarından kurtulmuş bireye boşluk içinde serpilmek;
entelektüel vampire de uygarlıkların kirlenmiş kanlarıyla
susuzluğunu gidermek düşer.
Tarih ciddiye alınmalı mıdır? Yoksa ona seyirci gibi mi
katılmalıdır? Onda bir hedefe doğru bir çaba mı, yoksa
lüzumsuz ve nedensiz yere harlanan ve soluklaşan bir ışığın
şenliği mi görülmelidir? Bunun cevabı, insan hakkındaki
yanılsama derecemize, onun oluşunu teşkil ve teşvik eden o
vals ve mezbaha karışımının hangi biçimde çözüleceğini
tahmin etme merakımıza bağlıdır.
Bir Weltschmerz, bir çağ bunalımı vardır ki bir neslin
hastalığından başka bir şey değildir; bir diğeri de vardır ki her
tür tarihî tecrübeden kurtulur ve gelecek zamanların tek
sonucu olarak kendini dayatır. “Nedensiz bunalma”dır bu;
“dünyanın sonu” melankolisidir. Her şey görünüm değiştirir,
güneş bile; her şey eskir, mutsuzluk bile...
Belâgatte yeteneksiz olan bizler, aşikâr hayal kırıklığı
romantikleriyiz. Günümüzde Werther, Manfred, Rene,
dertlerini bilir ve şatafatsız bir biçimde sergilerlerdi. Biyoloji,
fizyoloji, psikoloji - ümitsizliğimizdeki saflığı ortadan
kaldırarak ve ezgilerimize tahlil karıştırarak atıp tutmayı bize
horgördüren gülünç isimler! Kitaplar’ın elinden geçtikten
sonra, ukalâ burukluğumuz utançlarımızı açıklar ve
taşkınlıklarımızı sınıflandırır.
Bilinç ne zaman bütün sırlarımıza yukarıdan
bakabilecektir? Mutsuzluğumuzdaki son esrar kalıntısı ne
zaman atılacaktır? Varoluşun ve şiirin yıkımını seyreyleyecek
kadar coşku ve taşkınlık kalıntısı hâlâ olacak mıdır içimizde?

Tarihin ağırlığını, oluşun yükünü ve miadı dolmuş ya da


muhtemel olayların külliyatını ve boşunalığını göz önünde
bulundurduğu zaman bilincin karşısında boyun eğdiği o
bezginliği hissetmek... Nostalji, olmuş olan her şeyden çıkan
dersleri göz ardı ederek bir atılımı zikreder boşu boşuna.
Bizzat geleceği bir mezarlık gibi, olmayı bekleyen her şeyin
potansiyel mezarlığı gibi gören kişiyi bezginlik
beklemektedir. Yüzyıllar ağırlaşmıştır ve ânın üzerine yük
olurlar. - Bütün çağlardan daha kokuşmuşuzdur, bütün
imparatorluklardan daha çürümüşüzdür. Tükenişimiz tarihi
yorumlar, soluk soluğa kalışımız bize ulusların hırıltılarını
duyurur. Kanı çekilmiş aktörler olarak, ağza sakız olmuş
zamanın içinde şişirme roller oynamaya hazırlanırız: Evrenin
perdesi güvelenmiştir ve deliklerinden artık sadece maskeler
ve hayaletler görülür...

Gerilemeyi kavrayanların hatası, onunla dövüşmeleridir; oysa


cesaretlendirmek gerekirdi: Gelişirken tükenir o, başka
biçimlerin ortaya çıkışına da imkân verir. Hakikî haberci,
kimse istemediği zaman bir sistem öneren değil, bilâkis, daha
ziyade Kaos’u hızlandırandır; onun etkeni ve dalkavuğu
olandır. Bütün gelecek düşlerinin sayıklama ya da sahtekârlık
gibi göründüğü canı çıkmış çağlar ortasında dogmaların
borazanlığını yapmak bayağılıktır. Yakasında bir çiçekle
tarihin sonuna doğru yol almak - zamanın akışı içinde tek
onurlu tutumdur bu. Bir Yargı Günü olmaması, büyük bir
iddialaşma fırsatımızın olmaması ne yazıktır! İnananlar;
Ebediyet soytarıları. İman: Zamandışı bir sahne ihtiyacı... -
Ama biz inanmayanlar dekorlarımızla ölürüz; cesetlerimize
vaat edilen debdebeye aldanamayacak kadar da
yorgunuzdur...

Üstad Eckhart’a göre, tanrısallık Tanrı’dan önce gelir, O’nun


özüdür, dipsiz temelidir. İnsanın aslının en derininde, onun
cevherini tanrısal öze karşıt olarak tanımlayan ne bulabiliriz?
Sinir zayıflığı; Tanrı için tanrısallık neyse, insan için bu odur.
Bir tükeniş ikliminde yaşarız: Yaratma, uydurma, imal
etme fiili, kendi başına değil kendini takip eden boşlukla,
düşüşle anlamlıdır. Daima ve kaçınılmaz olarak başarısızlığa
mahkûm olan çabalarımızı gösterebileceğimiz tanrısal ve
tüketilemez zemin, kavramlarımızın ve ihsasımızın alanları
dışında yer alır. - İnsan yorgunluk eğilimiyle doğmuştur:
Dikey konumu benimsediğinde ve böylelikle dayanak
imkânlarını azalttığında, olmuş olduğu hayvanın bilmediği
zayıflıklara mahkûm etmiştir kendini. İki bacağın üzerinde
onca malzemeyi ve buna bağlı tüm tiksintileri taşımak!
Nesiller yorgunluğu biriktirir ve aktarırlar; babalarımız bize
bir kansızlık mirası, bir yılgınlık yedeği, bir çürüme kaynağı
ve yaşam içgüdülerimizden daha güçlü bir hale gelen bir ölme
enerjisi bırakmışlardır. Bezginlik sermayemize yaslanan yok
olma alışkanlığı da sinir zayıflığını -özümüzü- dağılmış tende
hayata geçirmemize böyle imkân verecektir...

Her ilkenin kanıtlanabilir ve her olayın meşru olmasından


ötürü, bir doğruyu desteklemek için ona inanmanın hiç gereği
yoktur; bir devri haklı çıkarmak için onu sevmenin de
gerekmemesi gibi. Olguların tamamı -ayrım gözetmeksizin
zihnin ya da zamanın ürünleri- o andaki halet-i ruhiyemize
göre benimsenebilir ya da yadsınabilir: Tutarlılığımızdan ya
da kaprislerimizden doğan gerekçeler her noktada birbirine
denktir. Hiçbir şey savunulmaz değildir - en saçma
önermeden en hunhar cinayete kadar. Fikirler tarihi de tıpkı
vakalar tarihi gibi anlamsız bir iklim içinde cereyan eder: O
kansız ya da kan dökücü goriller arasındaki ihtilafları çözecek
bir hakemi, temiz yüreklilikle kim bulabilirdi? Şu yeryüzü,
benzer bir gerçeğe yakınlıkla her şeyin teyit edilebildiği bir
yerdir: Aksiyomlar ve sayıklamalar burada birbirinin yerine
geçebilmektedir; burada hamleler ve çöküntüler birbirine
karışmaktadır; yükselişler de alçalmalar da aynı hareketin
parçasıdırlar burada. Kendisine dayanak olarak hiçbir şey
bulunamayacak tek bir vaka gösterin bana. Cehennemin
avukatları hakikat üzerinde gökyüzünün avukatlarından daha
az hak sahibi değildir - bilgenin ve çılgının davalarını da aynı
coşkunlukla savunurdum. Zaman, kendini belli eden ve
harekete geçen her şeyi bozulmaya tâbi tutar: Bir fikir ya da
bir olay, güncelleşirken bir çehreye bürünür ve değer
kaybeder. Nitekim varlıklar güruhu sarsıldığında, bundan
Tarih türemiştir; onunla birlikte de, esinlediği tek raf arzu:
Bitsin de nasıl biterse bitsin.
Başka şafaklar için fazla yaşlanmış olduğumuzdan, yeni
yüzyılları arzulamayacak kadar fazla yüzyılı anladığımızdan,
gırtlağımıza kadar uygarlıkların döküntüsü içine
gömülmekten başka yolumuz kalmaz. Zamanın seyri artık
sadece tüysüzleri ve fanatikleri cezbeder...
Eski düşlerle bunalan koca tiritleriz, ütopyaya hepten
elverişsiz bezginlik teknisyenleriyiz, koca Adem’in
serüvenlerinden dehşete kapılan gelecek gömücüleriyiz.
Hayat Ağacı artık hiç ilkbahar görmeyecektir: Kuru odundur;
onunla kemiklerimize, düşlerimize ve acılarımıza tabutlar
yapacağız. Tenimize, binyıllara dağılan güzel leşlerin pis
kokuları miras kalmıştır. Onların zaferi bizi büyülemiştir:
Tüketmişizdir onları. Zihin mezarlığında ilkeler ve formüller
yatar: Güzel, tanımlanmıştır, oraya gömülmüştür. Onun gibi
Doğru da, İyi de, Bilgi de, Tanrılar da... Hepsi orada
kokuşmaktadır. (Tarih: İçinde büyük harflilerin, onlarla
birlikte de onları tahayyül edip el üstünde tutanların çürüdüğü
çerçeve.)
...Orada gezinirim. Şu haçın altında Hakikat son
uykusuna yatmıştır; yanında, Cazibe vardır; az uzakta
Tutarlılık; sayıklamalarla varsayımları örten kapak taşlarının
üstünde de Mutlak’ın mozolesi: Ruhun sahte tesellileriyle
aldatıcı dorukları da orada yatmaktadır. Ama daha da
yukarıda, bu sessizliği taçlandıran Hata süzülür - ve kasvetli
sofistin adımlarını durdurur.
İnsanın varoluşu tabiatın yaşadığı en kaydadeğer ve en tuhaf
macera olduğuna göre, en kısa olması da kaçınılmazdır; sonu
öngörülebilir ve temenni edilebilirdir: Onu sonsuza dek
uzatmak edepsizlik olurdu. İstisnasının risklerine girmiş olan
paradoksal hayvan, yüzyıllar boyunca, hatta binyıllar boyunca
hâlâ son kartını oynayacaktır. Yakınmak mı gerekir bundan?
İmkânlarıyla bir gün Bach’a ya da Shakespeare’e bir rakip
çıkartacağının hiçbir belirtisi görülmezken, geçmiş zaferlerini
asla yenileyemeyeceği barizdir. Gerileme ilk önce sanatlarda
gösterir kendini: “Uygarlık” bunların çürümesine bir süre
dayanır. İnsan için de böyle olacaktır: Efelenmelerine devam
edecek, ama manevî kaynakları kurumuş olacaktır; tıpkı
ilhamının tazeliği gibi. Güce ve hakimiyete susamışlık ruhunu
fazla işgal etmiştir: Her şeyin efendisi olduğu vakit, artık
kendi sonunun efendisi olmayacaktır. Yok etmenin ve kendini
yok etmenin tüm yollarına henüz mâlik olmadığından, o
kadar erken telef olmayacaktır; ama her derde deva bir ilacı
keşfetmeden önce kendine toptan bir ortadan yok oluş aleti
yapacağı kesindir; üstelik göründüğü kadarıyla o ilaç, tabiatın
imkânları arasında da değildir. Yaratıcılık vasfıyla
hiçleşecektir: Yeryüzünden bütün insanların yok olacağı
sonucunu mu çıkarmak gerekir bundan? Şeyleri hiç pembe
görmemek lazımdır. İnsanların büyük bir bölümü, hayatta
kalanlar, alt-insanlar soyu, kıyamet beleşçileri sürüneceklerdir
orada...
Mahvolmamak insanın elinde olan bir şey değildir. Fetih
ve tahlil İçgüdüsü hükümdarlığını genişletir, sonra da
bulduğunu dağıtır; hayata kattığı şeyler kendi hükümdarlığına
karşı döner. Yarattıklarının kulesidir, -yaratıcılık vasfı
itibarıyla- bir Kötülük etkenidir. Elinden her türlü ufak tefek
iş gelen bir kimse için de bir bilgin için de doğrudur bu; -
mutlak düzeyde de- en ufak haşere için -ve Tanrı İçin...
İnsanlık, hödüklerden ve kuşkuculardan oluşmuş olmasa,
durgunluk içinde kalmış ve ömrünü uzamış olurdu; ama iş
yararlığa vurgun olduğundan, zahmet ve merak fazlasından
yıkıma mahkûm olan o soluk soluğa kalmış ve olumlu
kalabalığı terfi ettirmiştir. Kendi kalıntısına hasret
olduğundan, sonunu hazırlamıştır ve her gün hazırlamaktadır.
Böylelikle başlangıcından ziyade çözülmesine yakın
olduğundan, evlâtlarına sadece kıyamet karşısında külyutmaz
bir ateşliliği uygun görür...
Muhayyile, insanların şöyle haykıracağı bir geleceği
zahmetsizce kavrar: “Biz sonuncularız: Gelecekten, daha
fazla da kendimizden bezdik; toprağın suyunu sıktık -ve
gökleri soyup soğana çevirdik. Artık düşlerimizi madde de
ruh da besleyemez: Bu evren yüreklerimiz kadar kurumuş.
Artık hiçbir yerde cevher yok: Atalarımız bize paçavraya
dönmüş ruhlarını ve kurtlanmış iliklerini bıraktı. Macera son
buluyor, bilinç can çekişiyor; ezgilerimiz uçup gitti; ölenlerin
güneşi parlıyor işte!”

Tesadüf veya mucize eseri kelimeler uçup gitseydi, tahammül


edilmez bir bunaltı ve bir sersemlik içine düşerdik. Bu ini
sessizlik bizi en zalim azaplara maruz bırakırdı. Bizi
ürküntülerimizin efendisi kılan şey, kavram kullanımıdır.
Ölüm deriz - ve bu soyutlama onun sonsuzluğunu ve
dehşetini hissetmekten muaf tutar biri. Şeylere ve olaylara ad
vererek Açıklanamaz’dan yan çizeriz: Zihin faaliyeti kurtarıcı
bir sahtekârlıktır, bir es geçme alıştırmasıdır; yumuşatılmış,
rahat ve yanlış bir gerçeklikte gidip gelmemize imkân verir.
Kavramları çekip çevirmeyi öğrenmek - şeylere bakmayı
unutmak... Düşünüş bir firar gününde doğmuştur; bunun
sonucu olarak sözel tumturak gelmiştir. Ama kendimize
döndüğümüzde ve yalnız olduğumuzda -kelimeler eşlik
etmeden- vasıflandırılmamış evren, saf nesne, çıplak olay
keşfedilir: Onlarla yüz yüze gelme cüreti nerede bulunur?
Artık ölüm üzerine kurgulara dalınmaz, ölüm olunur; hayatı
süslemek ve ona hedefler tespit etmek yerine, zırhı kaldırılır
ve doğru anlamına indirgenir: Kötülük için bir hüsnütabir.
Büyük laflar: kader, bahtsızlık, talihsizlik parıltılarından
mahrum kalır; yaratığın çökmüş uzuvlarla kapışma halinde
olduğu, bitkin ve şaşkınlıktan serseme dönmüş bir madde
tarafından alt edildiği de o zaman idrak edilir. İnsanın elinden
Mutsuzluk yalanını alın, ona bu sözcüğün altına bakma
gücünü verin: Kendi mutsuzluğuna tek bir an dayanamazdı.
Onun çökmesine engel olan, soyutlamadır; içeriksiz, saçıp
savurulmuş ve şişkinleşmiş seslerdir; dinler ve içgüdüler
değil.
Adem cennetten kovulduğu vakit, kendine zulmedene
verip veriştirmek yerine, şeylere ad koymaya girişmiştir:
Onlara rıza göstermenin ve onları unutmanın yegane yoluydu
bu; - böylece idealizmin temelleri atılmış oldu. İlk kem küm
edenlerin ağzında sadece bir hareket olan şey de Platon, Kant
ve Hegel’de teori haline geldi.
Başımıza gelen kazaya fazla takılıp kalmamak için,
ismimize kadar her şeyi zatiyete döndürürüz: isminiz Paul
veya Pierre iken nasıl ölünür? Her birimiz, varlığımızın
kırılganlığından ziyade ismimizin sarsılmaz görünümüne
dikkat ederiz, bir ölümsüzlük yanılsamasına bırakırız
kendimizi; bunun telâffuzu ortadan çekilse bütünüyle yalnız
olurduk; sessizliği benimseyen mistik, yaratıklık durumundan
vazgeçmiştir. Onu bir de imansız -nihilist mistik- olarak
tahayyül edelim; yeryüzü macerasının felaketle taçlanmış hali
gelir karşımıza.
...İnsanın kelimelerden bezerek, zamanları yineleyip
durmaya son vererek, şeylerin isimlerini geri alacağını;
isimleri ve kendi ismini, ümitlerinin gömüleceği büyük bir
ateşte yakma törenine atacağını düşünmek fazlaca tabiîdir.
Hepimiz bu son modele doğru koşarız, dilsiz ve çıplak insana
doğru...

Hayat’ın yaşını hissederim; yaşlılığını, tiritliğini...


Hesaplanamaz çağlardan beri, cansızlık denen o sahte
ölümsüzlüğün mucizesi sayesinde yerkürenin üzerinde
yuvarlanıp gitmektedir. Hâlâ Zaman’ın romatizmalarında, o
kendinden daha eski zamanda oyalanır; bunak
sayıklamasından, anlarını kafasından geçirip durmaktan,
saçmalayan müddetinden soluğu tıkanmıştır.
Ve türün tüm ağırlığını hissederim ve bunun tüm
yalnızlığını üstlenmişimdir. Oltadan bir yok olsa! - Ama can
çekişmesi kokuşmuş bir ebediyete doğru uzar. Her ana beni
yok etme serbestliğini bırakırım: Soluk almaktan yüzü
kızarmamak edepsizliktir. Artık hayatla anlaşma yok, artık
ölümle anlaşma yok: Olmayı unuttuğumdan, silinmeye
razıyım. Oluş- ne cinayet!
Bütün ciğerlerden geçmiş olan hava artık kendini
yenilemez. Her gün yarınını kusar ve tek bir arzu
hayalleyebilmek için boşuna çabalanın. Her şey bana yüktür:
Sırtına Madde vurulmuş bir yük hayvanı gibi ayaklarım
tutulmuş, gezegenleri sürüklerim.
Ya bana başka bir evren sunulsun - ya da pes ediyorum.
Ben sadece şeylerin infilakını ve çöküşünü, bunlara yol açan,
sonra da yalayıp yutan ateşi severim. Dünyanın ömrü beni
çileden çıkarır; doğuşu ve dağılıp gitmesi sevindirir beni.
Bakir güneşle tirit güneşin büyüsü altında yaşamak; zamanın
nabzını atlayıp ilk ve en uç olanını kavramak... yıldızların
irticalen yaratılışını ve inceltilmelerini düşlemek; olma
rutinine burun kıvırmak ve onu tehdit eden iki uçuruma doğru
atılmak; anların başında ve sonunda tükenmek...
...Böylelikle kendi içindeki Vahşi ve Gerileyen keşfedilir;
önceden belli ve çelişkili bir ortak varoluştur bu: Geçiş’in
aynı çekiciliğine maruz kalan iki şahsiyet; biri hiçliğin
dünyaya doğru çekilişidir, diğeri dünyanın hiçliğe doğru
çekilişi: Metafizik ölçekte, ikili bir ihtilaç ihtiyacıdır bu. Bu
ihtiyaç, tarih ölçeğinde, cennetten atılan, yeryüzünden de
atılacak olan Adem’in saplantısında tercümesini bulur:
İnsanın imkânsızlığının iki ucu.

İçimizde “derin olan şey”den dolayı bütün dertlere maruz


haldeyizdir: Varlığımıza uygun olma halini muhafaza ettikçe
hiçbir selamet mümkün değildir. Teşekkülümüzden bir şey
yok olmalıdır, uğursuz bir kaynak da kurumalıdır; ayrıca tek
bir çıkış vardır: Özlemleri ve saçmalıklarıyla ruhu yıkmak;
düşlerimiz bununla zehirlenmiştir; tıpkı “derinlik” ihtiyacı
gibi, “içsel” verimliliğini ve diğer saçmalıklarını da söküp
atmak gerekir ondan. Zihin ve ihsas yetecektir bize; onların
birleşmesinden, bizi coşkulardan ve bunaltılardan esirgeyecek
bir kısırlık disiplini çıkacaktır. Artık kafamızı hiçbir “duygu”
karıştırmasın ve “ruh” en gülünç antika haline gelsin...
AZİZLİK VE MUTLAĞIN YÜZ
BURUŞTURMALARI
Evet, aslında iblisler ruhumla top oynuyor
gibi geliyor bana...
-AVİLALI TEREZA

DÜNYAYA ÇOCUK GETİRMENİN REDDİ


İştahını köreltmiş olan ve kayıtsızlığın sınır biçimine yaklaşan
kişi artık kendini sürdürmek istemez; üstelik aktaracak hiçbir
şeyinin de olmayacağı bir başkasında yaşamaktan tiksinir;
onu tür ürkütür; bir canavardır o - ve canavarlar döl vermez.
“Aşk” onu hâlâ büyülemektedir: Düşüncelerinin ortasındaki
sapıtmadır o. Herkesle aynı olacağı duruma dönmenin
bahanesini arar aşkta; ama çocuğu aklı almaz onun, tıpkı
aileyi, irsiyeti, tabiat kanunlarını almadığı gibi. Mesleksiz ve
evlatsız, kendi sonucunu -son cevherini- gerçekleştirir. Fakat
doğurtkanlıktan ne kadar uzak olursa olsun, başka şekilde
cüretkâr bir canavar onu aşmaktadır: Aziz-nazarında hep yan
yolda ve yanlış bir konumda olduğumuz hem büyüleyici hem
itici misal. Onun konumu en azından meydandadır: artık oyun
yok, artık maymun iştahlılık yok. Tiksintilerinin yaldızlı
zirvelerine ve Yaratılış’ın karşı kutbuna ulaşmış, yokluğundan
bir hâle yapmıştır. Tabiat böyle bir musibeti hiç görmemiştir:
Kendini sürdürme açısından, mutlak bir sonun, köklü bir
çözümün işaretidir. Léon Bloy’nın yaptığı gibi aziz
olmadığına üzülmek, insanlığın yok oluşunu arzulamaktır...
iman adına! Buna karşılık, şeytan ne kadar olumlu görünür,
bizi kusurlarımıza perçinlemekle yetinerek -kendine rağmen,
özüne de ihanet ederek- korumaya çalışır bizi! Günahları
köklerinden sökün: Hayat aniden solar. Dünyaya çocuk
getirme çılgınlıkları bir gün yok olacaktır - azizlikten ziyade
bezginlikten. İnsan, kusursuzluğa yöneldiği İçin değil,
kendini heder ettiği için tükenecektir; o zaman boş bir aziz’e
benzeyecek ve tabiatın doğurganlığına, o tamamlanmışlık ve
kısırlık örneği kadar uzak olacaktır.

İnsan ancak genel yazgıya sadık kalarak döl tutar. İblisin ya


da meleğin özüne yaklaşırsa, ya kısırlaşır ya da eciş bücüş
evlatları olur. Raskolnikov için, İvan Karamazov ya da
Stavrogin için aşk, kayıplarını hızlandırmanın bir bahanesidir
sadece; Kirilov’la bu bahane bile ortadan kalkar: Artık
insanlarla değil, Tanrı’yla boy ölçüşmektedir. Budala ile
Alyoşa’ya gelince, birinin İsa’yı, diğerinin melekleri taklit
ediyor olması, onları hemen güçsüzler arasına yerleştirir...
Ama varlıklar zincirinden kopmak ve soy sop fikrini
reddetmek, kibriyle yeryüzünün tüm boyutlarını aşan azize
rakip olmak değildir yine de. Nitekim, her şeyden feragat
etme kararının altında, o ölçüsüz tevazu marifetinin altında,
iblisâne bir köpürme yatmaktadır: Azizliğin başlama ve
harekete geçme noktası, insan türüne meydan okunması
görünümünü almaktadır - sonra, aziz kusursuzluk
merdiveninin basamaklarını tırmanır; aşktan, Tanrıdan söz
etmeye başlar, mütevazılara doğru döner, kalabalıkların
kafasını karıştırır - ve sinirimizi bozar. Ama bizi düelloya
çağırmıştır artık...

“Tür’’e ve onun “dehası”na karşı duyulan nefret sizi canilere,


çılgınlara, tapılanlara ve bütün büyük kısırlara akraba yapar.
Yalnızlığın muayyen bir derecesinden itibaren, sevmeye ve
çiftleşmenin o büyüleyici kirlenmesine son vermek gerekir.
Ne pahasına olursa olsun soyunu sürdürmek isteyen kişi,
köpekten zor ayırt edilir: Hâlâ tabiidir; hem içgüdülerin
hâkimiyeti altına girip hem onlara isyan edilebileceğini, hem
türün avantajlarından yararlanıp hem de bunların
horgörülebileceğini asla anlamayacaktır: iştahtan olan ırkın
sonu... Hem kadına tapan hem de ona kötü gözle bakan,
kadının uyandırdığı cazibeyle tiksinti arasında son derece
kararsız olan kişinin çelişkisi de buradadır. Türü tamamıyla
inkâr edemediği için de, göğüslerin üzerinde çöl düşleri
kurarak ve fazlaca somut terlere bir manastır kokusu
karıştırarak bu çelişkiyi çözer. Tenin samimiyetsizlikleri onu
azizlere yaklaştırır...

Nefretin yalnızlığı... Tahribe dönük, küreleri ayaklar altına


alan, göğün mavisi ve takımyıldızlar üzerine salya akıtan bir
tanrının..., sayıklayan, edepsiz ve kirli bir tanrının ihsası -
uzaya, cennet ve ayakyolu fırlatan bir evren yaratma faaliyeti;
delirium tremens kozmogonisi; unsurları hınçla taçlanan
ihtilaçlı kutsama... Yaratıklar bir çirkinlik ilkörneğine doğru
atılırlar ve bir biçimsizlik idealinin ardından koşarlar... Yüz
buruşturma âlemi; köstebeğin, sırtlanın ve bitin sevinci...
Canavarlar ve haşerat dışında kimse için ufuk yoktur. Her şey
gudubetliğe ve kangrene doğru yol alır: Canlılar apaçık
kemirgen hastalığın ışınları altında yaralarını sergilerken
irinlenen şu yerküre...

AZIZ YAŞAMI YAZARI ESTET


Azizlerin varlığının başımıza musallat olmuş olması bir lütuf
işareti değildir. Bu musallat fikirle birlikte, hastalıklara
düşkünlük ve sapıklığa doymazlık gelir. Ancak yeryüzü
paradokslarından hayal kırıklığına uğrayınca azizlik dert
edilir; o zaman, kapsamı daha tuhaf olan, bilinmeyen
hakikatler ve kokular sinmiş olan başkaları aranır; gündelik
titremelerde bulunmayan çılgınlıklara, semavî bir egzotizmi
olan ağır çılgınlıklara bel bağlanır - böylece azizlerle, onların
davranışları, gözüpeklikleri ve evrenleriyle karşılaşılır. Acaip
gösteri! Tüm yaşam boyunca buna asılı kalmaya, haz dolu bir
bağlılıkla bunu incelemeye, nihayet hakikî ve olağanüstü
eğilimle karşılaşılmış olunduğu için diğer eğilimlerden
kopmaya söz verilir. İşte aziz yaşamı yazarına dönüşen, bilgiç
bir hac yolculuğuna dönük estet... Bunun bir gezintiden ibaret
olduğundan ve bu dünyada her şeyin, azizliğin bile hayal
kırıklığına uğrattığından kuşku etmeden girer bu yola...

AZIZELERIN ÇÖMEZI
Bir azizenin ismini telaffuz etmenin bile içimi zevklerle
doldurduğu, bunca dile gelmez histeriyle, bunca ilâhî ilham
ve solgunlukla içli dışlı olan manastır vakanüvislerine gıpta
ettiğim bir zaman olmuştu. Benim gözümde bir ölümlünün
üstlenebileceği en yüce kariyer, bir azizenin sekreteri olmaktı.
Bu alevlenmiş sevgili kulların günah çıkardıkları papazın
yerinde kendimi hayal ediyordum ve bir Pierre d’Alvastra’nın
Azize Brigitte üzerine, bir Henri de Salle’in Mechtilde de
Magdebourg, Raymond de Capoue’nun Caterina da Siena,
Birader Amold’un Angela de Foligno, Jean de
Marienwerder’in Dorothée de Montau, Brentano’nun
Catherine Emmerich üzerine gizledikleri tüm ayrıntıları, tüm
sırları düşünüyordum... Bir Diodata degli Ademari, ya da bir
Diana d’Andolo, sadece adlarının itibarıyla göğe yükselmişler
gibi geliyordu: Başka bir âIemin nefs zevkini veriyorlardı
bana.
Rose de Lima’nın, Lydwine de Schiedam’ın, Catherine de
Ricci’nin ve onca başkalarının atlattıkları, badireleri gözümde
bir canlandırdığım zaman, kendilerine karşı zalimliklerindeki
inceliği, kendi kendine işkence eden kişinin azaplarını, kendi
cazibeleri ve güzelliklerini seve seve ayaklar altına almalarını
düşündüğüm zaman - boğucu sıkıntılarındaki asalaktan,
teklifsiz Nişanlı’dan, gönüllerinin ilk sahibi olan o gözü
doymaz semavî Don Juan’dan nefret ediyordum. Yeryüzü
aşkının iç çekişleri ve terlerinden usanıyor, sadece başka bir
sevme biçimi arayışlarından da olsa azizelere doğru
dönüyordum. “Cehennem’e benim hissettiğimin bir damlası
hile düşse,” diyordu Cenovalı Caterina, “onu o an Cennet’e
çevirirdi.” Düşüşünün sonunda bana değecek o damlayı
bekliyordum...
Avilalı Tereza’nın haykırışlarını içimde tekrar ederken,
onun altı yaşında şöyle bağırdığını görüyordum: “Ebediyet,
ebediyet”; sonra sayıklamalarının, parlamalarının ve
kuraklıklarının evrimini izliyordum. Dogmalar alt üst eden ve
Kilise’yi güç duruma düşüren özel ifşaattan daha çekici bir
şey yoktur... İki anlama da gelen o itirafların bekçisi olmak,
bütün o şaibeli özlemlerle beslenmek hoşuma giderdi...
Zevkin doruklarına varılan yer bir yatağın içi değildir:
Azizelerin kendinden geçişlerinde size sezdirdikleri, mehtap
altında yaşanan bir vecdde nasıl bulunur? Sırlarının kalitesini.
Bernini’nin Roma’daki heykelinden öğrenmişizdir; bizi
İspanyol azizenin çöküntülerindeki muğlaklık üzerine nice
mülâhazaya sürükler...
Tutkunun aşırılığını, en bulanık titremelerin en saf
olduklarını, ve gecelerin alev aldığı, en ufak ot sapının
yıldızlarla beraber, şen şakraklık ve hiddet belirtisi bir ses
içinde kaynaştığı o baygınlık türünü -mutlu ve çılgın bir
tanrının tasarlayabileceği anlık, akkor halinde ve sesli
sonsuzu- tasavvur edebilmemi kime borçlu olduğumu
düşündüğüm zaman, bütün bunları tekrar düşündüğüm
zaman, tek bir isim aklıma gelir: Avilalı Tereza - onun tek bir
ifşaatındaki sözlerini her gün tekrar ediyordum kendime:
“Artık insanlarla değil meleklerle konuşmalısın.”
Yıllarca azizelerin gölgesinde, şair, bilge ya da delilerin
onlara asla erişemeyeceğine inanarak yaşadım. Onlara karşı
duyduğum bu ateşli ilgide, tüm tapma gücümü, arzularımdaki
hayatdoluluğu, düşlenendeki coşkuyu sarfettim. Ve sonra...
onları sevmeyi bıraktım.

BİLGELİK VE AZİZLİK
Bütün büyük hastalar arasında, dertlerinden en iyi yarar
sağlayabilenler azizlerdir. Gönüllü ve dizginsiz tabiatları
sayesinde kendi dengesizliklerini maharet ve şiddetle
kullanırlar. Modelleri olan Kurtarıcı, bir hırs ve gözüpeklik
örneği, takipsiz bir fatih olmuştur: Nüfuz etme kuvveti, ruhun
yetersizlikleri ve kusurlarıyla özdeşleşebilme kudreti, hiçbir
kılıcın düşleyemeyeceği bir hükümdarlık kurmasını mümkün
kılmıştır. Yöntemi olan bir tutkundur aziz: Onu kendine ideal
alanların taklit ettiği de bu ustalıktır.
Ama faciayı ve şatafatı küçümseyen bilge, kendini
azizden de zevk düşkününden de aynı ölçüde uzak hisseder,
romandan habersizdir ve kendine külyutmazlıkla meraksızlık
arasında bir denge oluşturur. - Pasça], ateşli almayan bir
azizdir: Hastalık onu, bilgeden biraz fazla, azizden biraz az
biri haline getirmiştir. Coşkularını izleyen kuşkucu gölgeyi ve
kararsızlıklarını açıklamaktadır bu. Devasızlık içindeki bir
güzel ruh...
Bilge açısından bakıldığında, azizden daha murdar bir
varlık olamaz; aziz açısından bakıldığındaysa, bilgeden daha
boş bir varlık olamaz. Anlayan insan ile talip olan insan
arasındaki bütün fark buradadır.

KADIN VE MUTLAK
“İsa peygamberimiz benimle konuştuğunda, ve onun
harikulade güzelliğini seyrettiğim zaman, o güzel ve ilahî
ağızdan çıkan sözlerin ne kadar tatlı ve bazen ne kadar sert
olduğunu fark ediyordum. Gözlerinin renginin ne olduğunu
ve boyunun ölçülerini bilmeyi, bundan söz edebilmek için,
aşırı arzuluyordum: Bunu öğrenme liyakatine hiç erişemedim.
Bunun için bütün çabalar tamamıyla yararsız” (Azize Tereza).
Gözlerinin rengi... Kadın azizliğinin iffetsizlikleri!
Cinsiyetinin boşboğazlığını semaya kadar taşımak, ilâhî
maceranın berisinde kalmış herkesi -özellikle de kadınları-
teselli ve telâfi edici bir mahiyettedir. İlk erkek, ilk kadın: işte
hiçbir şeyin, dehanın da azizliğin de asla kefaretini
ödeyemeyeceği Düşüş’ün daimi temeli. Ondan tamamıyla
üstün, tek bir yeni insan görülmüş müdür? Bizzat İsa için bile,
ölümden sonra görünmesi belki de gelip geçici bir olay,
üzerinde durulmaya değmez bir aşamadır...
Demek ki Azize Tereza’yla diğer kadınlar arasında,
sadece sayıklama yeteneğinde bir fark, bir kapris yoğunluğu
ve doğrultusu meselesi olabilir. Aşk -insanî veya ilâhî’-
varlıkları bir hizaya getirir: bir yosmayı veya Tanrı’yı
sevmek, aynı hareketin önceden kabulüdür: İki durumda da
bir yaratık itkisini izliyorsunuzdur. Yalnızca nesne
değişmektedir; ama tapınma ihtiyacının bir bahanesi olduğu
ve onca kurtuluş yolundan bilinin de Tanrı olduğu anda, bu ne
önem arzeder ki?

İSPANYA
Her halk ilâhî sıfatları kendince hayata geçirir; İspanya’nın
ateşliliği ise yine de tektir; dünyanın geri kalan kısmı
tarafından benimsense, Tanrı tükenir, elindekileri kaybeder ve
Kendi’nden mahrum kalırdı. Tanrı’nın kendi ülkelerinde
tanrıtanımazlığı yaygınlaştırması da ortadan yok olmamak
içindir - kendini savunmak için. İlham kaynağı olduğu
alevlerden korkarak kendi evlâtlarına karşı, onu ufaltan
taşkınlıklarına karşı tepki gösterir; onların aşkı iktidarını ve
otoritesini sarsar; sadece inançsızlık onu el değmemiş bırakır;
onu aşındıran, kuşkular değil imandır. Yüzyıllardan beri
Kilise onun itibarını bayağılaştırmak ve onu ulaşılır kılarak
ilâhiyat sayesinde muammasız bir ölüm, yorumlanmış ve
aydınlatılmış bir can çekişme hazırlar ona: Dualardan gına
getirir de, açıklamalardan nasıl gına getirmesin? İspanya’dan
da Rusya’dan çekindiği gibi çekinir: Orada tanrıtanımazları
çoğaltır. Hiç değilse onların saldırıları, kadirimutlaklık
yanılsamasını muhafaza ettirir kendisine: En azından bu
vasfını kurtarmış olur! Ama ya inananlar! Dostoyevski, El
Greco: Daha ateşli düşmanları olmuş mudur hiç? Baudelaire’i
Jean de la Croix’ya nasıl tercih etmesin? Kendini görenlerden
ve aracılıklarıyla Kendi’ni görmesini sağlayanlardan çekinir.
Her azizlik az veya çok İspanyol’dur: Tanrı tek gözlü bir
ejder olsaydı, İspanya onun gözü olurdu.

SONSUZLUK HİSTERİSİ
İsa’nın çarmıha gerilmesine düşkün olunmasını anlarım, ama
Haçtaki Can Çekişme’yi her gün yeniden üretmek -
harikulade, anlamsız ve aptalca bir şeydir bu. Zira en
nihayetinde Kurtarıcı da, itibarı kötüye kullanılırsa herkes
kadar usanç vericidir.
Azizler çok sapkın kişiler olmuştur, azizeler de muhteşem
haz düşkünleri... Hem birileri hem ötekiler -tek bir fikrin
delisi olup- haçı zaaf haline getirmişlerdir. “Derinlik”,
düşüncelerini ve iştahlarını çeşitlendiremeyen ve zevkle
acının aynı bölgesinde keşfe çıkanların boyutudur.
Anların çalkantısına dikkat gösteren bizler, mutlak bir
olayı kabul edemeyiz: Ne İsa tarihi ikiye ayırabilirdi, ne de
haçın devreye girmesi zamanın tarafsız akışına son
verebilirdi. Dinî düşünce -düşüncenin saplantılı biçimi-
olayların bütününden bir zaman parçası çıkarır ve onu
kayıtsız şartsızlığın tüm vasıflarıyla kuşatır. Tanrılar ve
evlatları böyle mümkün olmuştur...
Hayat hayranlıklar duyduğum yerdir: İlgisizliğin elinden
kurtardığım ve neredeyse hemen iade ettiğim her şey.
Azizlerin usulüyse böyle değildir: İlelebet geçerli kalmak
üzere bir kez seçerler. Ben sevdiğim her şeyden yakayı
kurtarmak için yaşanın; onlarsa tek bir konuya tutulmak için.
Ben sonsuzluğun tadına bakanın, onlarsa sonsuzluk içinde
yok olurlar.
Yeryüzünün harikaları -ve bundan da fazla semanın
harikaları- kalıcı bir histerinin sonucudur. Azizlik: gönül
depremi, inana inana hiç olma, fanatik duyarlığının en üst
ifadesi, aşkın biçimsizlik... Bir meczupla bir mankafa
arasında, bir kuşkucuyla bir meczup arasındakinden de fazla
uygunluk vardır. İmanı ümitsiz bilgiden, sonuçsuz varoluştan
ayıran bütün mesafe de buradadır.
GURURUN SAFHALARI
Azizlerin çılgınlığıyla düşe kalka, sınırlarınızı, zincirlerinizi,
yüklerinizi unuttuğunuz ve şöyle haykırdığınız olur: “Ben
dünyanın ruhuyum; kâinatı alevlerimle kızıllaştırıyorum.
Artık hiç gece olmayacak: Yıldızların ebedî şenliğini
hazırladım; güneşe lüzum yok: Her şey ışıldıyor, taşlar da
melek kanatlarından daha hafif.”
Sonra, taşkınlık ve içe dalış arasında: “O Ruh değilsem
de, hiç değilse o olmaya heves ediyorum. Bütün nesnelere
hep ismimi vermedim mi? Süprüntülerden kubbelere, her şey
beni haykırıyor: sessizlik ve şeylerin patırtısı değil miyim
ben?”
...Ve sarhoşluk geçtiğinde, en aşağıda: “Kıvılcımların
mezarı, solucanın alay konusu, gökmavisini rahatsız eden bir
leş, göklerin karnavalımsı bir dengi, bugüne dek bir Hiç ve
kokuşma imtiyazı bile olmamış biriyim. Nasıl bir uçurum
kusursuzluğuna ulaşmışım ki düşecek yerim bile kalmamış?”

SEMA VE SIHHAT
Azizlik: Hastalığın en yüce ürünü; afiyet yerinde
olduğunda canavarımsı, anlaşılmaz ve en üst derecede marazî
görünür o. Ama semaların şekillenmesi ve endişenin
çerçevesini oluşturması için, otomatik bir Hamletçilik olan o
Nevroz’un hakkını talep etmesi yeterlidir. Azizliğe karşı
kendimizi tedavi ederek savunuruz: Vücudun ve ruhun özel
bir kirlenmesinden ileri gelir. Hıristiyanlık, Teyit
Edilemeyen’in yerine sıhhati önermiş olsaydı, talihinde tek
bir azizi bile boşuna arardık; fakat yaralarımızı ve pasağımızı
desteklemiştir; esas olan ve fosfor gibi parlayan bir pasağı...
Sağlık: Dine karşı kesin silah. Ölümsüzlük iksirini icat
edin: Geri dönüşsüz bir biçimde ortadan yok olurdu sema.
İnsanı başka ideallerle baştan çıkarmak yararsızdır:
Hastalıklardan daha zayıf çıkacaklardır. Tanrı bizim
pasımızdır, cevherimize karşı duyarsız bozulmamızdır:
İçimize girdiği zaman yükselmeyi düşünürüz, ama gitgide
daha fazla ineriz; sonumuza vardığımızda Tanrı
düşkünlüğümüzü taçlandırır ve işte o an hepten “selâmete
ermiş”izdir. Uğursuz hurafe, aylalarla kaplı olan ve
yeryüzünü bin yıllardır kemiren kanser...
Bütün tanrılardan nefret ederim; onları horgörecek kadar
sağlıklı değilim. İlgisiz’in en büyük aşağılanması da budur.

BAZI YALNIZLIKLAR ÜZERINE


Tanrı’nın bile masumiyetini kaybetmeden bakamayacağı
kalpler vardır. Hüzün yaratılış öncesinde başlamıştır: Yaradan,
dünyaya daha fazla nüfuz etmiş olsa, dengesini bozardı. Bir
de ölmek var diye düşünen kişi, bazı yalnızlıkları
yaşamamıştır; bazı uçurumlarda idrak edilen ölümsüzlüğün
kaçınılmazlığını da...
Cehenneme kendi içinde yer bulmak, biz modemlere
nasip olmuştur: Onun eski çehresini muhafaza etmiş olsak, iki
bin yıllık tehditlerle desteklenen korku bizi taşa çevirirdi.
Bağlamı öznel olarak değiştirilmemiş tek bir dehşet yoktur
artık: Selâmeti ve kaçamak yolunu psikoloji’de buluruz.
Vaktiyle bu dünyanın şeytanın bir esnemesinden çıkmış
olduğu kabul edilmişti; bugünse duyuların hatası, zihnin
önyargısı, duygunun zaafıdır sadece. Azize Hildegarde’ın
Hüküm, ya da Azize Tereza’nın cehennem anlayışına ne gibi
bir muamele yapacağımızı biliriz: Yücelik -tıpkı yükselme
gibi, dehşetteki yücelik de- bütün zihinsel hastalık
kitaplarında sınıflandırılmıştır. Dertlerimizi bilmemize
rağmen hayaller görmekten hiç muaf değilizdir, ama artık
bunlara inanmayız. Esrarın kimyasına kapılmış olan bizler,
gözyaşlarımıza kadar her şeyi izah ederiz. Oysa şu izah
edilmez: Eğer ruh o kadar az bir şeyse, yalnızlık duygumuz
nereden gelmektedir? Hangi mekânı işgal etmektedir? Ve
nasıl bir hamlede, yitip giden muazzam gerçekliğin yerini
almaktadır?

GELGIT
Varlıklar arasında boş yere kendine model ararsın: senden
uzağa gidenlerin sadece lekeleyici ve zararlı veçhelerini
edinmişsindir: bilgenin tembelliğini, azizin tutarsızlığını,
estetin ekşiliğini, şairin edepsizliğini - ve hepsinde bulunan
kendiyle geçimsizliği, gündelik şeylerdeki kaypaklığı, sadece
yaşamak için yaşayandan nefret etmeyi. Safsan, çirkefin
pişmanlığını çekersin, kirliysen edebin, hayalperestsen
kabalığın. Olmadığın gibi hiç olmayacaksın; ya olduğun gibi
olmanın hüznü... Cevherin hangi aykırılıklara batmış ve
dünyaya sürülmende hangi karışık deha ağır basmış? Kendini
ufaltmadaki ısrarın, ötekilerdeki düşüş iştahını benimsettirmiş
sana: filan müzisyenin falan hastalığı; filan peygamberin
falan kusuru; kadınların -şair, hovarda veya azize-
melankolileri, bozulmuş usareleri, ten ve düş çürümeleri.
Kararlılığının baş ilkesi, harekete geçiş ve anlayış biçimin
olan burukluk, dünyadan tiksinmenle kendine acıman
arasındaki gelgitin tek sabit noktasıdır.

AZİZLİK TEHDİDİ
Hayatın ancak berisinde ya da ötesinde yaşayabilen insan iki
eğilime maruz kalır: avanaklık ve azizlik: alt-insan da üst-
insan da olsa, asla kendisi değildir. Olduğundan az olma
korkusundan pek çekmese de, olduğundan fazla olma
perspektifi onu dehşete düşürür. Acılı yola girmiştir, bunun
varacağı yerden çekinir: Azizlik denen o mükemmeliyet
uçurumunda kaybolup gitmeyi ve orada, kendi üzerindeki
denetimini yitirmeyi nasıl kabul edecektir? Avanaklığa ya da
azizliğe doğru kaymak, kendini, kendinin dışına
sürüklenmeye bırakmaktır. Oysa budalalığın yaklaşmasıyla
gelen bilinç kaybından ürkülmez, hâlbuki mükemmeliyet
perspektifi başdönmesinden ayrılamaz. Kusurlu olduğumuz
için Tanrı’dan üstünüzdür; bizi azizlikten kaçıran da, kusurları
kaybetme kaygısıdır! Artık ümitsiz olmayacağımız;
yıkımlarınızın sonunda, temenni edilmemiş başka bir yıkımın
belireceği bir geleceğin dehşeti..., selâmetin dehşeti, bir aziz
haline gelmenin dehşeti...
Kusurlarına bayılan kişi, ıstıraplarının ona
hazırlayabileceği bir çehre değişikliğinden kaygıya düşer.
Aşkın bir ışık içinde yok olmaktan... Öyleyse karanlıkların
mutlağına doğru, avanaklığın tatlılıklarına doğru yollanmak
yeğdir...

EĞİK HAÇ
Yüce Salmigondis, Hıristiyanlık ayakta kalmaya devam
edemeyecek kadar derindir- özellikle de fazla murdardır:
Yüzyılları sayılıdır. İsa günden güne yavanlaşır, buyruklar da
yumuşaklığı da rahatsız eder, mucizeleri ve tanrısallığı
tebessümlere yol açar. Haç eğilir: simgeyken tekrar madde
haline gelir... ve aşağılık ya da saygıdeğer farkı olmaksızın
her şeyin çürüdüğü ayrışma düzenine girer. İki bin yıllık bir
başarı! En kıpırdak hayvanın muazzam tevekkülü... Ama
sabrımız taşma noktasına gelmiştir. Bir saniyeliğine bile olsa -
herkes gibi- samimî bir biçimde Hıristiyan olabilmiş olmam
fikri beni hayrete düşürmektedir. Kurtarıcı canımı sıkıyor.
Semavi zehirlenmelerden arınmış bir evren düşlüyorum,
haçsız ve imansız bir evren.
Artık dinin olmayacağı, berrak ve boş insanın elinde
uçurumlarına işaret etmek için artık hiçbir kelimenin
kalmayacağı ânı öngörmemek mümkün mü? - Bilinmeyen
bilinen kadar soluk olacaktır; her şeyde bir ilgi ve lezzet
noksanlığı çekilecektir. Bilgi’nin yıkıntıları üzerinde, bir
mezarlık rehaveti bizi hayaletlere çevirecektir, aydan gelme
Meraksızlık kahramanlarına...

İLAHİYAT
Keyfim yerinde: Tanrı iyi. Ağlamaklıyım: Tanrı kötü.
İlgisizim: Tanrı tarafsız. İçine girdiğim haller O’na mütekabil
sıfatları verir; bilgiyi sevdiğimde O her şeyi bilir, kuvvete
taptığımda da O her şeye kadirdir. Şeyler bana var gibi mi
görünmektedir? Var olurlar. Bana yanılsama gibi mi
görünmektedirler? Buharlaşırlar. Bin gerekçe O’nu destekler,
bin gerekçe de yok eder; coşkularımla canlanıyorsa da
hırçınlıklarımla soluksuz kalır. Bundan daha değişken bir
suret yaratamazdık: O’ndan bir canavarmış gibi çekiniriz ve
O’nu bir haşere gibi ezeriz; ilâhlaştırırız O’nu: varlık O olur.
O’nu reddederiz: hiçlik O olur. Dua, Yerçekimi’nin yerini bile
alsa O’na evrensel bir süre temin edemezdi: Daima
anlarımızın keyfine kalırdı. O’nun alınyazısı, ancak safların
ya da geri zekâlıların gözünde değişmez olmaktır. Tek bir kez
incelendiğinde ne olduğu açığa çıkmaktadır: yararsız dava,
anlamsız mutlak, dangalakların patronu, yalnızların eğlencesi,
ruhumuzu eğlendirip eğlendirmemesine ya da coşkularımıza
musallat olup olmamasına göre saman çöpü ya da hayalet.
Cömert olduğum zaman: sıfatlarla şişer. Acılaştığımda:
yokluğu ağır gelir. Onu bütün biçimleriyle yaşadım: ne
meraka ne araştırmaya dayanır, esrarı, sonsuzu değer
kaybeder; parıltısı solar; itibarı ufalır. Üzerinden çıkarmak
gereken lime lime bir kostümdür: Paçavralar içindeki bir
tanrıyla nasıl hâlâ örtünülür? Yoksunluğu, can çekişmesi
yüzyıllara yayılarak uzar; ama bizden sonra hayatta
kalmayacaktır, yaşlanmaktadır: Onun iniltileri bizden önce
duyulacaktır. Sıfatları tükendiğinde artık kimsenin ona yeni
sıfatlar uydurmaya takati kalmayacaktır; bu sıfatları
özümsemiş ve sonra atmış olan yaratık da hiçlik içinde en
büyük icadına kavuşacaktır: Yaratıcısına.

METAFİZİK HAYVAN
Nevrozun ruha ve kalbe soktuğu her şeyi, orada bıraktığı
bütün marazı izleri, beraberinde getirdiği bütün murdar
gölgeleri silebilseydik keşke! Yüzeysel olmayan şey kirlidir.
Tanrı: Barsaklarımızdaki endişenin ve fikirlerimizdeki
guruldamanın ürünü... İnanma fiili denen o kirlenme
taliminden, bir tek Boşluk özlemi korur bizi. Görünüm
Sanatı’nda, hedeflerimize ve felâketlerimize ilgisiz olmada,
ne biçim bir duruluk vardır! Tanrı’yı düşünmek, zikretmek,
O’na yönelmek ya da maruz kalmak, - kaçık bir vücudun ve
bozum olmuş bir ruhun hareketleri! Asil bir biçimde yüzeysel
devirler -Rönesans, 18. yüzyıl- dini parmaklarında oynattılar,
onun giriş taksimlerini küçümsediler. Ama heyhat!
Coşkularımızı ve kavramlarımızı karartan bir ayaktakımı
hüznü vardır içimizde. Beyhude yere dantel gibi bir evren
düşleriz; derinliklerimizden gelen, kangrenimizden gelen
Tanrı - bu güzellik düşünü kötüye kullanır.
İçimizde barındırdığımız kokuşmuşluk yoluyla metafizik
hayvan oluruz. Düşünce tarihi: Düşkünlüklerimizin geçit
resmi. Ruh’un yaşamı: Art arda gelen başdönmeleri.
Sağlığımız mı bozuluyormuş? Bunun acısını evren çeker ve
hayatdoluluğumuzun düşüş çizgisini izler.
“Niçin”ini “nasıl”ını geveleyip durmak; ikide bir Sebep’e
-ve bütün sebeplere- kadar gitmek, işlevlerde ve melekelerde
bir karışıklık olduğunun göstergesidir; bunun da sonucunda
“metafizik sayıklama” gelir-uçurum bunaklığı, bunaltı içinde
yuvarlanma, esrarın nihaî çirkinliği...

HÜZNÜN DOĞUŞU
Dinî tabiatta olmayan hiçbir derin tatminsizlik yoktur:
Düşkünlüklerimiz, cenneti kavrama ve ona yönelmedeki
yetersizliğimizden, rahatsızlıklarımız da mutlakla olan
ilişkilerimizin kırılganlığından gelir. “Tamamlanmamış bir
dinî hayvanım, bütün dertleri iki misli fazla çekiyorum” -
insanın kendini teselli etmek için tekrarladığı, Düşüş’ün baş
sözü. Ancak Düşüş’ü hiç başaramadığından, gülünç olma
pahasına, aydınlatıcı tavsiyesini izlemeye kararlı bir biçimde
ahlâka başvurur. “Artık hüzünlü olmamaya karar ver,”
cevabını alır. Ve İyi’yle Ümit’in evrenine girmeye çabalar...
Ama çabaları etkisizdir ve tabiata aykırı’dır: Hüzün
mahvoluşumuzun köküne kadar dayanır... hüzün ilk günahın
şiiridir...
BİR MANASTIRDAN SAYIKLAMALAR
İsrafa ve bozguna âşık olan imansız için, bu mutlak
gevişçilerinin görüntüsünden daha şaşırtıcı bir şey olamaz...
Teyit edilemeyende böylesine sebat göstermeyi, bulanıklığa
onca dikkat ve bunu kavrama için onca coşkuyu nereden
bulurlar? Onların kesinliklerinden de huzurlarından da hiçbir
şey anlamam. Mutludurlar ve öyle oldukları için sitem ederim
onlara. Bari birbirlerinden nefret etselerdi! Ama “ruh”larına
kâinattan da fazla değer verirler -bu yanlış değerlendirme
muazzam bir saçmalıktaki fedakârlıkların ve feragatlerin
kaynağıdır. Biz tesadüflerin ve âsabımızın keyfince devamsız
ve sistemsiz tecrübelerde bulunurken, onlar sadece bir
tecrübede, usandırıcı bir yeknesaklık ve derinlikteki hep aynı
tecrübede bulunurlar. Bunun konusunun Tanrı olduğu
doğrudur; ama buna hâlâ nasıl bir ilgi duyabilirler? Hep
kendinin benzeri olan aynı tabiattaki sonsuz, kendini pek
yenilemez; şöyle bir geçerken düşünebilirdim onu, ama
saatleri bununla doldurmak!
...Daha henüz gün doğmadı. Hücremden sesler
işitiyorum, sıradan bir Latin semasına sunulan yüzyıllık
nakaratlar. Gecenin daha erken saatlerinde Kilise’ye doğru
telâşlı adımlar duyuluyordu. Sabah çanları! Bizzat Tanrı bile
kendi âyinine katılsa, böyle bir soğukta aşağı inmezdim! Ama
her halükârda olması gerek; yoksa O’na tapmak için
tembelliklerinden silkinen bu etten yaratıkların fedakârlıkları
öylesine boşuna olurdu ki, akıl bunun düşüncesine tahammül
edemezdi. İnanmayanı hayretlere düşüren ve onca çabaya bir
anlam ve bir yararlılık atfetmeye onu mecbur eden bu
sürmenajla mukayese edildiğinde, ilâhiyatın delilleri koftur.
Bu gönüllü uykusuzluklar üzerine estetik bir bakış açısına
boyun eğmezse ve bu uykusuz gecelerin boşunalığında,
devasa bir macerayı, bir anlamsızlık ve ürküntü Güzelliği’ne
doğru bir girişimi görmezse tabii... Hiç kimseye yönelik
olmayan bir duanın ihtişamı! Ama birşey olmak zorundadır:
O Muhtemel kesinliğe dönüştüğü zaman, büyük mutluluk
artık sadece basit bir kelime değildir; her ne kadar yokluğa
karşı tek cevabın yanılsamada bulunduğu doğruysa da.
Mutlak düzlemde lütuf olarak adlandırılan bu yanılsamayı
nasıl elde etmişlerdir? Dünyadaki hiçbir ümidin bize
gördürmediği şeyi hangi ayrıcalıkla ümit etmektedirler? Her
şeyin bize vermeyi reddettiği ebediyete hangi hakla
yerleşmektedirler? Bu mal sahipleri -şimdiye kadar
rastladığım tek hakikî mal sahipleri- hangi ince kaçamağın
yardımıyla esrarı kendilerine mal edip bundan
yararlanmaktadırlar? Tanrı onlara aittir: Ellerinden kapmayı
denemek boşuna olurdu: Onu ele geçirme yöntemlerini
kendileri de hiç bilmezler. Günlerden bir gün inanmışlardır.
Biri, basit bir davetle kabul etmiştir: Bilincinde olmadan da
inanıyordur zaten. Bilincine vardığında ise giysiyi
kuşanmıştır. Bir diğeri ise ıstıraplar yaşamıştır: Ani bir ışıkla
kesilmiştir bu ıstıraplar. İman istenemez; tıpkı bir hastalık gibi
içinize sızar ya da yakalar sizi; hiç kimse ona söz
geçiremezdi; buna yazgılı değilsek temenni etmek de
saçmadır. Ya mümiııizdir ya değil, tıpkı ya deli ya normal
olduğumuz gibi. - Ne inanabilirim ne de inanmayı
arzulayabilirim: Hiç öznesi olamadığım sayıklama biçimidir
iman... İnanmayanın konumu da mümininki kadar akıl sır
almazdır. Kendimi hayal kırıklığına uğrama zevki’ne
veriyorum: Yüzyılın tam da özüdür bu; Şüphe’nin üzerine
sadece ondan doğan hoşluğu koyarım...
Bütün bu pembe veya kansız keşişlere şöyle cevap
veririm: “Boşu boşuna ısrar ediyorsunuz. Ben de semaya
doğru baktım, ama hiçbir şey görmedim orada. Beni ikna
etmekten vazgeçin: Bazı defalar Tanrı’yı tümdengelim
yoluyla bulabilsem de, O’nu yüreğimde hiç bulamadım:
Bulabilseydim de, sizi yolunuzda ya da yüz
buruşturmalarınızda, hele o âyin ve akşam duası balelerinizde
izleyemezdim. Esersizliğin nefasetini hiçbir şey aşamaz:
Dünyanın sonu bile gelse uygunsuz bir saatte yatağımdan
çıkmazdım: O zaman gecenin ortasında uykumu Belirsiz’in
sunağında feda etmeye nasıl koşarım? Lütuf beni bulandırsa
ve vecdler beni durmadan titretse bile, birkaç kinaye
eğlenmeme yeterdi. Yok hayır, görüyorsunuz ya, dualarımda
kıkırdamaktan ve iman yoluyla kendimi inanmazlıktan da
fazla lanete uğratmaktan korkardım. Bu çaba fazlasını benden
esirgeyin: Her halükârda omuzlarım göğü kaldıramayacak
kadar bezginler...”

İTAATSİZLİK ALIŞTIRMALARI
Tanrının, eserinin bayağılığından, seni tütsüleyen ve sana
benzeyen o mayışık kurtçuklardan nasıl tiksiniyorum! Senden
nefret ederek krallığının şekerlemelerinden, kuklalarının boş
laflarından kurtuldum. Kıvılcımlarımızı ve isyanlarımızı
bastıran, alevlenmelerimizi söndüren itfaiyeci,
bunaklıklarımızın memuru sensin. Seni bir formüle sürmekten
de evvel, püf noktalarını ayaklar altına aldım, dümenlerini ve
sana bir Açıklanamaz kılığı oluşturan bütün o hünerleri
horgördüm. Bağışlayıcılığının kölelerinden esirgediği hıncı
bana bol bol verdin. Sadece senin hiçliğinin gölgesinde
dinlenmek mümkünken, bir hödüğün selamete varmak için
kendini senin ya da taklitlerinin eline bırakması yeter.
Hempalarından mı şikâyet edeyim, kendimden mi? Hepimiz
dosdoğru senin beceriksizliğinden geliriz: bir tutam, azıcık,
önemsiz— Yaratılış’ın, senin bocalamanın sözcükleri...
Yokluğun berisinde denenmiş olan her şey arasında, şu
dünyadan daha acınası bir şey var mıdır? Onu tasarlayan fikir
haricinde. Bir şeyin soluk aldığı her yerde fazladan bir
sakatlık olur: Olma dezavantajını teyit etmeyen hiçbir çarpıntı
yoktur; ten beni dehşete düşürür: Şu adamlar, şu kadınlar,
spazmlar sayesinde homurdanan sakatat... ; artık gezegenle
akrabalık yoktur: Her an, ümitsizliğimin sandığına atılan bir
oydur sadece.
Eserin ister bitsin ister uzasın, ne önemi var! Beceriksizce
girişmiş olduğun şeyi astların bitiremezlerdi. Onları
daldırdığın körlükten çıkacaklardır yine de, ama intikam
alacak kuvvetleri olacak mıdır? Ya senin kendini savunacak
kudretin? Bu soy paslanmıştır, sen daha da paslanmışsındır.
Düşman’ına doğru dönerek, onun senin güneşini çalıp başka
bir evrene asacağı günü bekliyorum.
BİLGİNİN DEKORU
Doğrularımız atalarımızınkilerden daha değerli değildir.
Onların mitoslarının ve simgelerinin yerine kavramlar
koymuş olmakla kendimizi ilerlemiş zannederiz; ama bu
mitoslar ve simgeler, bizim kavramlarımızdan daha az şey
ifade etmezler. Hayat Ağacı. Yılan, Havva ve Cennet, tıpkı
Hayat, Bilgi, Eğitim ve Bilinçsizlik kadar anlamlıdırlar.
Kötülükle iyiliğin mitolojideki somut tasvirleri, ahlak ilminin
Kötü ve İyi’si kadar ileti gider. Bilgi -derininde- hiçbir zaman
değişmez: Yalnızca dekoru çeşit arzeder. Aşk Venüs’süz,
savaş Mars’sız devam eder; tanrılar artık olaylara müdahale
etmiyorlarsa da, bu olaylar ne daha fazla açıklanabilir, ne de
daha az şaşırtıcı olurlar: Yalnızca, eski efsanelerin şatafatının
yerini bir formül takımı alır; insan hayatının sabit nitelikleri
bilim tarafından nakli manzum anlatılardan daha derin bir
biçimde kavranılmadığı için, bu sabitler değişikliğe
uğramaz...
Modern kendini-beğenmişliğin haddi hududu yoktur:
Kendimizi bütün geçmiş yüzyıllardan daha aydınlanmış ve
daha derin zannederiz; bir Buda’nın öğretisinin binlerce
varlığı yokluk meselesinin karşısına getirdiğini unutarak, bu
meseleyi bizim keşfettiğimizi hayal ederiz; çünkü (elimlerini
değiştirmiş ve içine bir parçacık teferruatlı bilgi katmışızdır.
Fakat hangi Batılı düşünür bir Budist rahiple mukayeseyi
kaldırabilir ki? Kendimizi metinlerin ve terminolojilerin
içinde kaybederiz: Tefekkür, modern felsefede bilinmeyen bir
veridir. Eğer entelektüel bir edebi muhafaza etmek istersek,
uygarlık hayranlığını zihnimizden defetmemiz gerekir, Tarih
batıl inancını da... Büyük meseleler konusunda, atalarımızın
ya da daha yakın seleflerimizin karşısında hiçbir
üstünlüğümüz yoktur: Her şey daima bilinmiştir, en azından
Esasla ilgili olarak; modern felsefe Çin. Hindu ya da Yunan
felsefelerine hiçbir şey katmaz. Zaten yeni mesele olamazdı;
bizi bunun aksine inandırmak isteyen saflığımıza ya da
şişinmemize rağmen... Fikirler oyunu’nda, Çinli ya da
Yunanlı bir sofistle denk olabilen çıkmış mıdır hiç?
Soyutlamada gözüpekliği onlardan daha uzağa kim
vardırmıştır? Düşüncenin bütün uç noktalarına hepten
varılmıştır -hem de bütün uygarlıklarda. Yepyenilik iblisinin
baştan çıkardığı bizler, düşünmeye kalkışan ilk maymunun
takipçileri olduğumuzu çok çabuk unuturuz.

Modern iyimserliğin büyük sorumlusu Hegel’dir. Bilincin


sadece biçim ve tarz değiştirdiğini, ama hiç ilerlemediğini
nasıl görmemiştir? Oluş, mutlak bir tamama ermeyi, bir
hedefi dışlar: Zaman macerası, kendi dışında bir maksadı
olmadan akar ve yol alma imkânları tükendiğinde bitecektir,
Bilinç derecesi devirlerle çeşitlenir; ama devirlerin art arda
gelmesiyle bu bilinç büyümez. Helen-Roma âleminden,
Rönesans’tan ya da 18. yüzyıldan daha bilinçli değiliz; her
devir kendi içinde mükemmeldir – kalımsızdır da. Bilincin
azdığı İmtiyazlı anlar vardır, ama insanın öze ilişkin
meselelere yanaşamayacak halde kaldığı bir zihin tutulması
hiçbir zaman olmamıştır; zira tarih, sürekli bir buhrandır,
hatta safdilliğin iflasıdır. Negatif haller -tam da bilinci azdıran
hallerdir bunlar- çeşitli şekillerde dağılır; bununla birlikte,
bütün tarihî devirlerde mevcuttur; dengeli ve “mutlu”
olduklarında, hayatlarına Cansıkıntısı -mutluluğun tabii sonu-
girer; çığrından çıkan patırtılı devirlerde ümitsizliğe maruz
kalırlar ve buradan dini buhranlar çıkar. Yeryüzü Cenneti
fikri, Tarihle, negatif hallerin çiçek açtığı alanla bağdaşmayan
bütün unsurlardan oluşturulmuştur.

Bilmenin bütün yolları, bütün usulleri muteberdir: akıl


yürütme, sezgi, tiksinti, coşku, inilti. Kavramlarla desteklenen
bir dünya görüşü, gözyaşlarından çıkan bir diğerinden daha
meşru değildir: gerekçeler ya da iç çekmeler - birbirine
benzer şekilde müsbit ve hükümsüz şıklar. Bir evren biçimi
inşa ederim: Buna inanırım ve evren bu olur; bununla birlikte,
başka bir kesinlik ya da şüphenin saldırısı karşısında bu evren
çöker. Cahilin cahili bili ile Aristoteles aynı şekilde
çürütülmezdirler - kırılgandırlar da. Mutlaklık ve
hükümsüzlük, ânın lütfu olarak çiçek veren şiir gibi yıllarla
olgunlaşmış bir eserin ayırt edici özellikleridir. Tinin
Fenomenolojisi’nde, Epipsychidion’dan daha mı fazla doğru
vardır? Tıpkı zahmetli bir derinleştirme çabası gibi, parıltıyla
çakan ilham da bize nihai -ve alaylı- sonuçlar sunar. Bugün,
bir yazan bir başkasına tercih ederim; yarın, vaktiyle fena
gözle baktığım bir eserin sırası gelecektir. Zihnin yarattıkları -
ve bunları yönlendiren ilkeler-âsabımızın, yaşımızın, ateşli
anlarımızın ve hayal kırıklıklarımızın kaderini takip eder.
Vaktiyle sevdiğimiz her şeyi soru konusu ederiz; daima hem
haklıyızdır hem haksızızdır; zira her şey muteberdir - ve
hiçbir şeyin herhangi bir önemi yoktur. Gülümserim: Bir
dünya doğar. İçim kararır: O dünya ortadan yok olur ve bir
başkası belirir. Aynı anda hem doğru hem saçma olmayan
hiçbir görüş, sistem ve inanç yoktur; bu durum, o görüşe
katılmamıza ya da ondan kopmamıza bağlıdır...
Felsefede şiirdekinden daha fazla kesinlik bulunmaz,
zihinde de kalptekinden fazla; kesinlik ancak, yanaşılan ya da
maruz kalınan ilke ya da şeyle özdeşleşildiği ölçüde varolur;
dışarıdan herşey keyfîdir: sebepler ve duygular. Doğru diye
adlandırılan şey, yetersiz bir şekilde yaşanmış, henüz içi
boşaltılamamış, ama eskimesi kaçınılmaz olan ve yeniliğini
tehlikeye sokmayı bekleyen bir yeni hatadır. Bilgi,
duygularımızla birlikte açılır ve birlikte kurur. Ve bütün
doğruları gözden geçirmemiz de hep beraber tükenmiş
olmamızdandır- ve içimizde, doğrulardakinden fazla usare
kalmamasındandır. Tarih, hayal kırıklığına uğratan şey
olmadan kavranılamaz. Kendimizi melankoliye bırakma ve
melankoliden ölme arzusu da böyle sarihleşir.

Hakikî bilgi, karanlıklar içinde uykusuz beklemekten


ibarettir: Bizi hayvanlardan ve hemcinslerimizden ayırt eden
sadece bu uykusuz gecelerimizin toplamıdır. Hangi zengin ya
da tuhaf fikir, bir uykucunun ürünü olmuştur? Uykunuz iyi
mi? Rüyalarınız külfetsiz mi? Anonim güruhu
kalabalıklaştırırsınız. Gündüz, düşüncelere düşmandır; güneş
karartır onları; ancak gecenin ortasında açılırlar... Gece
bilgisi, sonucu şöyle bağlar; Herhangi bir konuda rahatlatıcı
bir sonuca ulaşan her insan, avanaklığının ya da sahte
hayırseverliğinin kanıtını göstermiş olur. Muteber olan tek bir
neşeli doğru bulan çıkmış mıdır hiç? İdrak melekemizin
şerefini gündüz lakırdılarıyla kim kurtarmıştır? Kendi
kendine, “bildiklerim hüzün verici,” diyebilen kişi ne
mutludur.

Tarih, ilerlemekte olan istihzadır. Zihnin insanlar ve olaylar


üzerinden kıkırdamasıdır. Bugün şu inanç zafer kazanır;
yarın, yenilgiye uğradığında kendisine linet okunacak ve
yerine başka bir şey konacaktır: İnanmış olanlar onu
yenilgisinde takip edeceklerdir. Bunu takiben başka bir nesil
gelir: Eski inanç yeniden yürürlüğe girer; yıkılmış anıtları
yeniden dikilir..., bir kez daha telef olmadan evvel... Bahtın
lütuflarını ve sertliklerini kurala bağlayan hiçbir değişmez
ilke yoktur: Bunların art arda gelmesi, Zihnin uçsuz bucaksız
güldürüsünün tabiatına uyar; bu oyunda sahtekârlarla
gayretliler, kurnazlıkla yamanlık birbirine girer. Her yüzyılın
polemiklerine bakınız: Ne haklı, ne de elzem görünürler.
12
Hâlbuki o yüzyılın hayatı olmuşlardır. Calvincilik, kiyetizm,
13
Port-Royal, Ansiklopedi, Devrim, pozitivizm, vs... nasıl bir
saçmalık zinciridir, ne biçim bir israf, ama ne kadar da
mukadder! Piskopos meclislerinden çağdaş politika
tartışmalarına kadar Ortodoksluklar ve sapkın mezhepler,
dayanılmaz anlamsızlıklarıyla insanın merakını tedirgin
etmişlerdir. Çeşitli kılıklar altında daima anti’ler ve
taraftarlar olacaktır; ister Sema hususunda olsun, ister
Genelev hususunda... Bakire ve Oğlu’na dair titizlikler adına
binlerce insan acı çekmiştir; daha az ucuz, ama bunun kadar
gayri muhtemel dogmalar adına da binlerce başka insan
ıstırap içinde kalmıştır. Bütün doğrular, kaderi Port-
Royal’inkine benzeyen, zulme uğrayıp yok edilmekle son
bulan mürit toplulukları kurarlar; sonra, harabeleri değerlenip
maruz kaldıkları haksızlığın halesiyle taçlandıklarında, hac
yerine dönüşürler...
Demokrasi ve demokrasinin biçimleri etrafındaki
tartışmalara, Ortaçağda olan adcılık ve gerçekçilik
tartışmalarından fazla ilgi göstermek, daha az akılsızca
değildir: Her devir, bir mutlakla zehirler kendini; küçük ve
usandırıcı, ama hep yegânelik görünümünde; bir imanla, bir
sistemle, bir ideolojiyle, kısacası zamanıyla çağdaş olmaktan
kaçınılamaz. Buna karşı serbestleşebilmek için, bir horgörü
tanrısının soğukluğunda olmak gerekirdi...
Tarih’in hiçbir anlamı olmaması bizi sevindirebilecek bir
şeydir. Oluşun hayırlı bir çözüme ulaşması için, bedeli sadece
döktüğümüz terler ve felâketlerimizle ödenecek son bir şenlik
için, ve üzüntülerimize çok sevinen, kemiklerimizin üzerinde
zıplayan geleceğin budalaları için ıstırap çeker miydik?
Cennetvâri bir mükemmele erişme hayali, saçmalığıyla
ümidin en beter avareliklerini aşar. Zamanı affettirmek için
bulunabilecek tek mazeret, içinde diğerlerinden daha faydalı
anların, hoşgörülmesi mümkün olmayan şaşkın bir
yeknesaklık içinde önemsiz kazaların bulunmasıdır. Evren her
bireyle başlar ve biter, Shakespeare de olsa, Koca Jean da
olsa; zira her birey, liyakatini ve hükümsüzlüğünü mutlakta
yaşar...
Oluyor gibi görünen şey, olmayanın denetiminden hangi
hünerle kurtulmuştur? Hiçliğin bağrında bir anlık dikkatsizlik,
bir anlık kusur: Kurtçuklar bundan faydalanmışlardır.
Uyanıklığında bir boşluk: Ve işte biz. Yokluğun yerini hayatın
alması gibi, hayatın yerini de tarih almıştır: Böylelikle
varoluş, yokluğun ortodoksluğunu aşındıran bir sapkın
mezhepler döngüsüne bağlanmıştır.
EL ETEK ÇEKME

İP
Nasıl oldu hatırlamıyorum, şöyle bir sır devşirmiştim: “Halsiz
ve sıhhatsiz, tasarısız ve hatırasız, üzerinde güneşi ve iç
çekişleri unuttuğum bir kuru döşekten başka şeyim olmadan,
geleceği ve bilgiyi kendimden uzaklaştırdım. O döşekte
uzanık kalır ve saatleri sayarım; etrafta, kendimi mahvetmeye
çağıran aletler, nesneler. Çivi fısıldıyor bana: Kalbini del,
çıkacak azıcık kan seni ürkütmemeli. - Bıçak laf
dokunduruyor: Ağzım şaşmazdır: Bir saniyede vereceğin
kararla sefaleti de utancı da alt edersin. Pencere, sessizliğin
içinde gıcırdayarak tek başına açılıyor: Yoksullarla sitenin
tepelerini paylaşıyorsun; atılsana, açılmamın değerini bil: Göz
açıp kapayıncaya kadar, kaldırım taşının üzerinde, hayatın
anlamıyla ve anlamsızlığıyla beraber pestilin çıkacak. - Bir ip
de ideal boynu bulmuş gibi, yalvarıcı bir gücün tonuna
bürünerek dolanıyor: Seni daima bekledim; senin korkularına,
yılgınlıklarına ve hırçınlıklarına şahit oldum; buruşmuş
örtülerini, kudurmuşluğunla ısırdığın yastığı gördüm; tanrıları
taltif ettiğin sövgüleri işittim. Merhametli olduğumdan senin
için üzülüyorum ve sana hizmetlerimi sunuyorum. Zira
şüphelerine bir cevap ve ümitsizliklerinden bir kaçış bulmaya
burun büken herkes gibi, sen de kendini asmak için
doğmuşsun.”

BİR SAPLANTININ İÇYÜZÜ


Yokluk fikri, emek veren insanlığa özgü bir şey değildir:
Zahmet çekenlerin, kalıntılarını tartmaya ne zamanları ne de
istekleri vardır; talihin sertliklerine ya da bönlüklerine boyun
eğerler; ümit ederler: Ümit bir köle meziyetidir.
Ak düşmüş saçlardan, kırışıklardan ve hırıldamalardan
ödleri patlayarak, günlük münhalliklerini kendi leşlerinin
suretiyle dolduranlar ise, kibirliler, kendini beğenmişler ve
süs meraklılarıdır: Kendilerini çok severler ve ümitsizlik
çekerler; düşünceleri aynayla mezarlık arasında uçuşur ve
çehrelerinin tehdit altındaki hatlarında, dinlerinki kadar ciddî
hakikatler keşfederler. Her metafizik, vücuda ilişkin bir
kaygıyla başlar ve bu kaygı evrensel bir hale gelir; öyle ki,
havaîliklerinden ötürü endişe duyanlar, hakikaten ıstırap
çeken ruhların habercisidirler. Yaşlanma hayaletinin musallat
olduğu yüzeysel aylak, Pascal, Bossuet ya da
Chateaubriand’a, kendini dert etmeyen bir bilim adamından
daha yakındır. Kibire bir nebze deha: Ölüme pek uyamayan
ve onu şahsına bir hakaret gibi hisseden o koca gururlu çıkar
karşınıza. Bütün bilgelerden üstün olan Buda bile, ilâhî
ölçekte bir kendini beğenmişten başka bir şey olmamıştır.
Ölümü, kendi ölümünü keşfetmiş ve bundan yara alarak her
şeyden el çekmiştir ve kendi imtinasını diğer insanlara
dayatmıştır. - Yokluğa karşı koymak için, öç alma duygusuyla
Yokluğu Yasa’ya dönüştüren o incinmiş gururdan, böylelikle
en korkunç ve en nafile ıstıraplar doğar.

MEZARTAŞI KİTABESİ
“Asla yönetmeme, elinde hiçbir şeyi ve hiç kimseyi
bulundurmama kibrinde oldu. Astsız, efendisiz, ne emir verdi
ne emir aldı. Yasaların hükümdarlığından çıkarak ve iyilikle
kötülüğün öncesindeymiş gibi, hiçbir canlıya acı çektirmedi.
Hafızasından şeylerin adları silindi; algılamadan bakmıştı,
işitmeden dinlemişti: Burun deliklerine ve damağına
yaklaştırdığı kokular ya da ıtırlar dağılmıştı. Duyuları ve
arzuları onun tek köleleri oldu: Pek hissetmediler,
arzulamadılar. Mutluluğu ve mutsuzluğu, susamışlığı ve
ürküntüleri unuttu; hatırladığı zamanlar olduğunda da, bunları
adlandırmayı ve böylelikle ümide ve pişmanlığa kadar
düşmeyi horgörmüştü. En ufak hareket bile, bir imparatorluk
kuranların ya da yıkanların gösterdiği çaba gibi bir çaba
gerektirmişti onun için. Doğmaktan bezmiş olarak doğduğu
için, gölge olmak istedi: Peki ne zaman ve hangi doğumun
kusuruyla yaşadı? Canlıyken kefenini taşımışsa da, hangi
mucizeyle ölmeyi başardı?”

GÖZYAŞLARININ DİNDEN BAĞIMSIZLAŞMASI


Müzik sadece Beethoven’dan beri insanlara hitap etmektedir:
Ondan önce sadece Tanrı’yla konuşmuştur. Bach ve Büyük
İtalyanlar, insaniye doğru bu kaymayı, Sağır’dan beri en saf
sanatı bozan o sahte titancılığı hiç yaşamadılar. İsteme
çarpıklığı hoşlukların yerini aldı; duyguların çelişkisi safdil
atılımın; taşkınlık da disiplinli iç çekişin: Sema müzikten yok
olduğundan, oraya insan yerleşmiştir. Önceden günah tatlı
ağlayışlarla yaygınlaşıyordu; sonra yere serildiği an geldi:
Atıp tutma duanın hakkından geldi, Düşüş’ün romantizmi de
düşmüşlüğün uyumlu rüyasını alt etti...
Bach: kozmogoninin ölgünlüğü; Tanrı’ya yönelik
arzularımızın tırmandığı gözyaşı merdiveni;
kırılganlıklarımızın mimarisi, irademizin olumlu -ve en
yüksek- çözülmesi; Ümit içinde semavî yıkım; bizim için
çökmeden mahvolmanın ve ölmeden yok olmanın tek yolu...
Bu baygınlıklıkları tekrar öğrenmek için çok mu geçtir?
Ve orgun akorları dışında tükenmeye devam etmemiz mi
gerekmektedir?

İRADENİN ÇALKANTILARI
Arzularınıza hiçbir şeyin direnmediği, mukadderatla
yerçekiminin hükümdarlıklarını kaybettikleri ve iktidarınızın
büyüsü önünde uçup gittikleri o yakıcı iradeyi bilir misiniz?
Bakışınızla bir ölüyü dirilteceğinizden, elinizi üzerine
koysanız maddeyi titreteceğinizden, sizinle temasa geçseler
taşların çırpınacağından, bütün mezarlıkların bir ölümsüzlük
tebessümüyle ışıl ışıl olacağından eminsinizdir - kendi
kendinize şöyle tekrarlarsınız: “Bundan sonra sadece ebedi
bir ilkbahar olacak; bir mucizeler dansı ve tüm uykuların
sonu. Başka bir ateş getirdim: Tanırlar soluklaşıyor ve
yaratıkların ağzı kulaklarına varıyor; kubbeleri iç acısı ele
geçirdi ve şamata mezarlara kadar indi.”
...Soluk soluğa kalmış olan doruk düşkünü, sustuktan
sonra, bir dingincilik vurgusuyla terk sözleri etmeye başlar
yeniden:
“Şeylere aktarılan o uyuşukluğu, usareleri kansızlaştıran
ve onlara diğer mevsimleri alt eden bir sonbahar düşleten o
gevşekliği hissettiniz mi hiç? Benim geçtiğim yerdeki limitler
uykuya dalar, çiçekler solar; her şey, istemiş olmanın
pişmanlığını çeker. Ve her varlık bana fısıldar: ‘İster Tanrı
olsun, ister sümsüğün teki, benim hayatımı başkasının
yaşamasını dilerdim. Bireylemsizlik iradesi için,
başlatılmamış bir sonsuzluk için, unsurların vecdî bir
tonsuzluğu için, domuzdan kızböceğine kadar her şeyi
gevşetecek bir güneşin tam altında bir kış uykusu için can
atıyorum... “

IYILIK TEORISI
“Sizin için ne nihaî bir ölçüt, ne de bozulmaz bir ilke
bulunduğuna, ve hiçbir tanrı olmadığına göre, bütün
cinayetleri işlemenize mâni olan nedir?”
— “Kendimde, herhangi birindeki kadar kötülük
olduğunu fark ediyorum, ama eylemden -bütün kusurların
anasından- tiksindiğimden, hiç kimse için acı nedeni değilim.
Zararsız ve tokgözlü olduğum, ötekilere meydan okuyacak
enerji ve patavatsızlıkta da olmadığım için, dünyayı
bulduğum halde bırakıyorum. Öç almak, her an uyanık
olmayı ve sistemli bir zihni, pahalıya mal olan bir devamlılığı
gerektirir; oysa bağışlamanın ve horgörünün ilgisizliği,
saatleri hoş bir şekilde boş kılar. Bütün ahlâklar iyilik için
birer tehlikedir; iyiliği yalnızca ihmal kurtarır. Avanağın
ağırkanlılığını ve meleğin ihtirassızlığını tercih ederek
kendimi fiillerin dışına çıkardım; iyilik de hayatla
bağdaşmadığından, iyi olmak için kendimi ayrıştırdım.”

ŞEYLERİN PAYLARI
Bir artdüşüncesi olmadan kendini herhangi bir şeye vermek
için hatırı sayılır ölçüde bilinçsizlik gerekir. İnananlar, âşıklar
ve müritler tanklarının, ilâhlarının ve ustalarının sadece bir
yüzünün farkındadırlar. Ateşli taraftar, sıyrılamayacağı
biçimde safdil kalır. İçinde zarafet ve avanaklık karışımının
sırıtmadığı bir saf duygu var mıdır? Bir zekâ tutulmasına
uğramadan ağzı açık hayran olmak mümkün müdür peki? Bir
varlığın veya bir şeyin bütün veçhelerini aynı anda sezinleyen
kişi, hamle yapmayla hayrete düşme arasında hepten kararsız
kalır. Herhangi bir inancı derinlemesine inceleyin: Ne biçim
bir gönül şatafatıdır - altında da ne çok rezillik vardır! Bir
lâğımın içinde düşlenmiş sonsuzluktur bu; izini ve leş gibi
kokusunu da silinmez bir şekilde muhafaza etmektedir. Her
azizin içinde bir noter vardır, her kahramanda bir bakkal, her
şehitte de bir kapıcı... İç çekişlerin dibinde bir yapmacık
gizlenmektedir; kendini adamalara ve sofuluğa, yeryüzü
genelevinin ateş basmaları karışmaktadır. - Aşkı seyreyleyin:
Ondan daha soylu bir iç dökme yolu, daha az şüphe uyandıran
bir nöbet var mıdır? Titremeleri müzikle yarışır, yalnızlığın ve
vecdin gözyaşlarıyla rekabete girer: Yüceliktir bu; fakat idrar
yollarından ayrılmaz bir yüceliktir: dışkıların komşusu,
salgıbezleri seması, deliklerin ani azizliği... Silkinen bu
sarhoşluğun sizi fizyolojinin pislikleri içine fırlatması için bir
dikkat ânı kâfidir; ya da, bu kadar ateşliliğin sadece bir sümük
çeşitliliği ürettiğini saptamak için bir bıkkınlık ânı... Sarhoş
olduğumuz zamanlardaki uykusuz bekleme hali sarhoşluğun
tadını kaçırır ve buna maruz kalanı, gönül gözüyle gören ve
dile gelmez bahaneleri ayaklar altına alan bir kişiye
dönüştürür. Aynı zamanda hem sevip hem bilmek olmaz; aşk
da bundan zarar görür, zihnin bakışları altında miadını
doldurur... Hayranlıklarınızı eşeleyin, tapındığınız şeyden
istifade edenleri, vazgeçtiklerinizden faydalananları dikkatle
inceleyin: En çıkar gözetmeyen düşüncelerinin altında
kendini sevmeyi, şöhret dürtüsünü, nüfuza ve iktidara
susamışlığı keşfedeceksiniz. Bütün düşünürler eylem
ratesidirler ve kavramları araya sokarak başarısızlıklarının
intikamını alırlar. Fiilin berisinde doğmuşlardır ve onu
göklere çıkarır ya da yererler; insanlar tarafından tanınmaya,
ya da diğer şöhret biçimi olan nefret edilmeye özenmelerine
bağlıdır bu... Kendi yetersizliklerini, kendi sefaletlerini yasa
mertebesine, kendi nafileliklerini bir ilke düzeyine
yükseltirler yersizce. Tıpkı aşk veya inanç gibi düşünce de bir
yalandır. Zira doğrular birer hile, birer ihtiras kokusudur;
eninde sonunda da yalan söyleyen ile kötü kokan arasında bir
tercih yapmaktan başka yolumuz yoktur.

ZAAFIN HARİKALARI
Bir düşünüre -kendini dünyadan ayırt etmek için- muazzam
bir sorgulama zahmeti gerekirken, bir kusurun ayrıcalığı, tekil
bir alınyazısını hemen vermesidir. Zaaf -yalnızlığın telafisi-,
onun damgasını yemiş kişiye ayrık bir koşulun yetkinliğini
sunar. Eşcinsele bakınız: İki çelişik duygu esinler: Tiksinti ve
hayranlık. İçine düştüğü durum onu başkalarından hem aşağı
hem üstün kılar; kendini kabul etmez, her an kendini haklı
gösterir, kendine nedenler icat eder, utançla gurur atasında
kalmıştır; bununla birlikte, dünyaya çocuk getirme
aptallıklarının ateşli taraftarları olan bizler, sürüyle birlikte
yürürüz. Hiç cinsel sırrı olmayanların vay haline!
Sapkınlıkların pis kokulu avantajlarını nasıl tahmin
edebilirdik? İlelebet tabiatın dölleri, yasalarının kurbanları, en
nihayetinde de insanî ağaçlar olarak mı kalacağız?
Bireyin yetersizlikleri bir uygarlığın esneklik ve incelik
derecesini belirler. Nadir duygular zihne yöneltir ve onu
harlandırır: Yolunu yitirmiş içgüdü barbarlığın karşı ucunda
yer alır. Bunun sonucu olarak da güçsüz biri, sarsılmaz
reflekslere sahip bir hödükten daha karmaşıktır; insanın, o
zooloji kaçkını hayvanın özünü herkesten daha iyi hayata
geçirir; bütün kifayetsizlikleriyle, bütün imkânsızlıklarıyla
zenginleşir. Kusurları ve zaaftan ortadan bertaraf edin, tensel
kederleri ortadan kaldırın, artık hiçbir ruhla karşılaşmaz
olursunuz; zira böyle adlandırılan şey, içsel rezaletlerin bir
ürünüdür sadece; esrarengiz utançların tespiti, tiksinçliğin
ülküselleştirilmesidir...
Düşünür, safdilliğinin derinliklerinde, tabiata zıt her şeyin
elinde olan bilme imkânlarını kıskanır; “canavarlardın
ayrıcalıklarına inanır - iğrenmeden de olmaz bu... Zaaf bir
ıstırap olduğundan ve zahmete değen tek şöhret biçimi
olduğundan, zaaf düşkünü kişi zorunlu olarak sıradan
insanlardan daha derin “olmalıdır”, çünkü sözle
anlatılmayacak kadar ayrılmıştır hepsinden; ötekilerin bittiği
yerden başlar o...
Apaçık gerçeklikten alınan tabiî bir zevk kendi kendini
iptal eder, kendi yollarında tüketir kendini, güncelliği içinde
miadı dolar; oysa uygunsuz ihsas düşünülmüş ihsastır,
reflekslerde bir yansımadır. Zaaf en yüksek bilinç derecesine
ulaşır - araya felsefe girmeden; ama düşünüre, yoldan çıkmış
kişinin işe başladığı o duygusal zihin açıklığı’na ulaşmak için
bütün bir hayat gerekmektedir. Hâlbuki ötekilerden kopma
eğilimlerinde birbirlerine benzerler; ama biri kendini
tefekkürle sınırlı tutarken, diğeri sadece eğiliminin
harikalarını izler.

YOZLAŞTIRICI
“Nerede tükettin ömrünü? Bir hareketin hatırası, bir tutkunun
işareti, bir maceranın parıltısı, güzel ve firarî bir cinnet -
geçmişinde bunların hiçbiri yok; hiçbir sayıklama senin
ismini taşımıyor, seni hiçbir zaaf onurlandırmıyor. İz
bırakmadan kayıp gittin; senin rüyan neydi peki?”
— “Şüphe’yi yerkürenin derinliklerine kadar ekmek
isterdim; onun maddeye nüfuz etmesini sağlamak, zihnin hiç
girmediği yerde onun hükümdarlığını kurmak ve varlıkların
iliğine ulaşmadan önce de taşların huzurunu sarsmak, oraya
güvensizliği ve yürek kusurlarını sokmak. Mimar olsam,
Yıkım’a bir tapınak inşa ederdim; vaiz olsam, duanın
gülünçlüğünü açığa vururdum; kral olsam, başkaldırının
amblemini dikerdim. İnsanlar gizliden gizliye birbirlerinden
tiksinmeye heves ettiklerine göre, her tarafta kendine
sadakatsizliği tahrik ederdim, masumiyeti hayrete
düşürürdüm, kendine ihanet edenleri çoğaltırdım,
kesinliklerin çürüme yerinde çoğunluğun kokuşup gitmesine
engel olurdum.”

MAĞARALARIN MİMARI
İlahiyat, ahlâk, tarih ve her günkü tecrübemiz bize, dengeye
ulaşmak için sonsuz sayıda sır olmadığını öğretirler; tek bir
sır vardır: itaat etmek. “Bir boyunduruğu kabullenin,” diye
tekrarlarlar bize, “ve mutlu olursunuz; bir şey olun ve
acılarınızdan kurtulursunuz.” Gerçekten de şu dünyada her
şey meslekin: zamanın profesyonelleri, soluk almanın
memurları, ümit etmenin asilzadeleri olan bizleri doğmadan
önce bir makam beklemektedir: Kariyerlerimiz annelerimizin
karnındayken hazırlanır. Resmî bir evrenin üyeleri olarak,
sadece delilerin lehine yumuşayan katı bir kader
mekanizmasıyla bir yer işgal etmek zorundayızdır orada; hiç
değilse deliler bir inanç sahibi olmakla, bir kurumu
benimsemekle, bir fikri desteklemekle, bir girişimi
sürdürmekle yükümlü değildirler. Toplum oluştuğundan beri,
ondan kaçmayı istemiş olanlar zulme uğramıştır ya da
çeneleri kapatılmıştır. Her şeyiniz affedilir, yeter ki bir
mesleğiniz, isminizin bir alt-başlığı, yokluğunuzun üzerinde
bir damga olsun. “Hiçbir şey yapmak istemiyorum,” diye
bağırma cüreti kimsede yoktur - bir cani karşısında, fiiliyattan
azade olmuş biri karşısında olduğumuzdan daha fazla
bağışlayıcıyızdır. İtaat etme imkânlarını çoğaltmak,
özgürlüğünden feragat etmek, içindeki serseriyi öldürmek...
İnsan esaretini böyle inceleştirmiş ve hayaletlere bağlanmıştır.
Horgörülerini ve başkaldırılarını bile, tavırlarının,
hareketlerinin ve ruh hallerinin ırgatı olduğundan, onların
hâkimiyeti altına girmek için geliştirmiştir. Mağaralardan
çıkıp oradaki bâtıl inançlarını muhafaza etmiştir; onların
tutsağıyken, mimarı haline gelmiştir. İlk baştaki koşullarını
daha fazla yaratıcılık ve incelikle sürdürür; ama aslında,
karikatürünü büyülterek veya ufaltarak, yüzsüzce
aşılmaktadır. İpin ucundaki şarlatandır; burkulmaları ve yüz
buruşturmaları hâlâ yanılsamaya yol açmaktadır...

ATALETİN DİSİPLİNİ
Gündüzleyin güneş marifetiyle bir balmumu gibi eriyorum ve
geceleyin katılaşıyorum; beni paramparça eden ve beni
kendime iade eden art ardalık; cansızlık ve miskinlik içindeki
başkalaşım... Bütün okuduklarım ve öğrendiklerim buna mı
varmalıydı? Uykusuz gecelerimin sonu bu mu? Tembellik
coşkularımı köpürttü, iştahlarımı köreltti, kızgınlıklarımı
kudurttu. Kendini bırakmayan kişi bana bir canavar gibi
görünüyor: Bırakmayı öğrenirken kuvvetlerimi aşındırıyorum
ve delice heveslerimin kargısına bir Kokuşma Sanatı’nın
paragraflarını çıkararak meşgalesizlik içinde talim ediyorum.
Her tarafta isteyen insanlar..., çapsız ya da esrarengiz
hedeflere doğru koşuşturan adımların maskaralığı, çakışan
iradeler, herkes bir şey istiyor, kalabalık bir şey istiyor,
bilmem neye doğru yönelmiş binlerce insan. Onları
izleyemezdim, hele onlara hiç meydan okuyamazdım. Şaşırıp
kalının: Onlara bunca canlılığı hangi mucize vermiştir?
Olağanüstü hareketlilik: Bu kadar az ette bunca hayatdoluluk
ve histeri! Hiçbir kuruntunun teskin etmediği, hiçbir
bilgeliğin yatıştırmadığı, hiçbir burukluğun keyfini bozmadığı
o telaşe müdürleri... Tehlikelere kahramanlardan daha rahat
bir biçimde meydan okurlar: iş yararlığın bilinçsiz
havarileridir bunlar; Doğrudanlığın azizleridir… zamanın
panayırlarındaki tanrılardır...
Bunlardan yüz çeviririm ve dünyanın kaldırımlarını terk
ederim... - Bununla birlikte, fatihlere ve arılara hayranlık
duyduğum, az kalsın ümitleneceğim bir zaman da oldu; ama
şimdi, hareket beni şaşkına çeviriyor ve enerji beni
hüzünlendiriyor. Kendini dalgalara bırakmakta, onlara karşı
koymaktan daha çok bilgelik var. Kendimden yetim kalmış
bir halde, Zaman’ı bir çocuksuluk ya da bir zevk noksanlığı
gibi hatırlıyorum. Arzusuz, arzuları açtıracak ömürden
yoksun, her zaman için kendimden sonra hayatta kalmış
olmanın eminliği var bende yalnızca; daha gözkapakları
açılmadan her yerde mevcut bir budalalığın kemirdiği, zihin
açıklığıyla ölü doğmuş bir cenin...

NİHAİ YIPRANMA
En tiksinç sokak orospusuyla yarışan bir şey vardır; pis,
aşınmış, süklüm püklüm olan ve kızgınlığı tahrik edip huzuru
bozan bir şey - öfkelenmenin bir doruk noktası ve her an
kullanılan bir mal: Kelime’dir bu; daha açık olarak da
yararlandığımız kelime. Ağaç derim, ev, ben, harika, aptal
derim; herhangi bir şey diyebilirdim; bütün isimlerin ve bütün
sıfatların, bütün bu saygıdeğer geğirtilerin katili olacak birini
düşlerim. Bazen bana, ölmüşler de hiç kimse onları gömmek
istemiyormuş gibi gelir. Korkaklıktan, onlara hâlâ canlı
nazarıyla bakarız ve burnumuzu tıkamadan kokularına
tahammül etmeyi sürdürürüz. Hâlbuki yokturlar, artık hiçbir
şey de ifade etmemektedirler. Kullanıldıktan tüm ağızları,
onları yozlaştıran tüm solukları, tüm sarfedilme fırsatlarını
düşündüğümüzde, onunla kirlenmeksizin hâlâ tek bir kelime
kullanabilir miyiz?
Hepsi ağızlarda çiğnendikten sonra atılır bizim önümüze:
Hâlbuki başkaları tarafından çiğnenmiş bir yiyeceği yutmaya
cesaret edemezdik: Söz kullanımına tekabül eden maddî fiil
yüreğimizi kaldırır; yine de herhangi bir sözün altında
yabancı bir tükürüğün tadını algılamamız için bir hırçınlık ânı
kâfi gelir.
Dili tazelemek için insanlığın konuşmayı bırakması
gerekirdi: İşaretlerden yararlanır, ya da daha etkili bir biçimde
sessizliğe başvururdu. Kelime fuhuşu, onun
aşağılıklaşmasının en görünür belirtisidir; artık ne
eldeğmemiş bir sözcük vardır, ne de saf bir dillendirme; hatta
anlamlandırılan şeyler de dahil, tekrarlana tekrarlana değer
kaybeder her şey. Hiç değilse nesnelere başka bir usare
vermek için, neden her nesil yeni bir ağız öğrenmesin? Kanı
çekilmiş simgelerle, nasıl sevilir ve nefret edilir? Nasıl
eğlenilir ve acı çekilir? “Yaşam”, “ölüm” - metafizik
basmakalıplar, geçersizleşmiş muammalar... İnsan kendine
yeni bir gerçeklik yanılsaması yaratmalı ve bu amaçla başka
kelimeler icat etmeliydi; çünkü elindekiler kansızlaşmıştır ve
can çekişme safhalarında artık aktarım mümkün değildir.

ARZUNUN CENAZE MERASİMİNDE


Her hücrede küçücük bir mağara açılmış durmaktadır...
Hastalıkların nereye yerleştiklerini, mahallerini, uzuvların
tanımlanmış yetersizliklerini biliriz. Ya o merkezi belli
olmayan illet peki?.. Ya bin okyanusun ağırlığı altındaki o
baskı? Ya o uğursuzun uğursuzu zehre yönelik arzusu?..
Yenilenmenin bayağılıkları; güneşin, yeşilliğin, usarenin
kışkırtmaları... Tomurcuklar açtığında, kuşla hayvan
ferahladığında, kanım dağılır... Zırdeliye, tarla sıçanının
mahmurluğuna, ayının kışlarına, bilgenin kuruluğuna
imrenirim; onların uyuşukluğuna karşılık, kanın berisinde
cinayetler düşleyen sözde-cani hareketliliğimi verirdim.
Onlardan da fazla, cinayetlerinin tam ortasında bıçaklanan o
somurtkan ve zalim gerileme devri hükümdarlarını ne çok
kıskanırım!
Kendimi mekâna, bir körün gözyaşı gibi bırakırım. Ben
kimin iradesiyimdir? İçimdeki isteyen, kimdir? Bir iblisin
insana karşı bir fesat tasarlamasını isterdim: Katılırdım buna.
Arzularımın cenaze merasiminde kafamın karışmasından
bezmiş bir halde, nihayet ideal bir bahanem olurdu; zira
Cansıkıntısı, hiçbir inanç adına yaşamayıp, hiçbir inanç adına
ölmeyenlerin çektikleri azabın adıdır.

ÇÜRÜTÜLEMEZ HAYAL KIRIKLIĞI


Her şey ona doğru bollaşır, onu besler ve pekiştirir; olayları,
duyguları, düşünceleri taçlandırır -bilgiçtir, söz götürmezdir-;
onu kutsamayan hiçbir an, belirginleştirmeyen hiçbir atılım ve
doğrulamayan hiçbir düşünce yoktur. Krallığının sının
olmayan ilahtır, ona hizmet eden ve ün kazandıran
mukadderattan güçlüdür; yaşamla ölüm arasındaki birleşme
çizgisidir, onları bir araya toplar, birbirine karıştırır ve
bununla beslenir. Onun gerekçelerinin ve doğrulamalarının
yanında, bilimler bir delice hevesler yığını gibi görünür.
Tiksintilerinin coşkusunu hiçbir şey azaltamazdı: Bir
önermeler baharında çiçeklenen ve onun hayalci
dogmatizmine, kibirli zırvalarına meydan okuyabilecek
doğrular var mıdır’? Onun kesinlikleri karşısında hiçbir
gençlik ateşi, hatta hiçbir zihin özürü direnemez; zaferleri de
hem bilgeliğin hem cinnetin oybirliğiyle ilan edilir. Onun
gedik vermeyen imparatorluğu, sınırsız hükümranlığı önünde
dizlerimiz bükülür; ondan habersiz olmayla başlar her şey;
her şey ona boyun eğilmesiyle biter; ondan kaçan ve ona
indirgenmeyen hiçbir fiil yoktur. Şu dünyadaki son
kelime’dir; bir tek o, hiç hayal kırıklığına uğratmaz...

AHLÂKÇILARIN IÇYÜZÜ
Evreni hüzünle tıka basa doldurduğumuz zaman, zihni
alevlendirmek için tek bir neşe kalır bize; imkânsız olan ve
nadir görülen o başdöndürücü neşe... Ümidin büyüsüne de
artık ümit etmediğimiz zaman maruz kalırız: Hayat - kafayı
ölüme takanlar tarafından canlılara sunulan hediye...
Düşüncelerimizin yönü yüreklerimizinkiyle aynı
olmadığından, ayak altına aldığımız her şeye gizliden gizliye
bir eğilim besleriz. Filanca, dünya makinasının gıcırtısını
kaydeder: Kubbeler’in çınlamasını fazla düşlemiş
olmasındandır bu - bunları duyamadığından, sadece etraftaki
patırtıyı dinleyerek alçalır. Buruk laflar incinmiş bir
hassasiyetten, zedelenmiş bir incelikten gelir. Bir La
Rochefoucauld’nun, bir Chamfort’un zehri, hödükler için
yontulmuş bir dünyadan aldıkları rövanş olmuştur. Her
burukluk bir kini saklar ve bir sistemle tercüme olunur:
Kötümserlik-beklentilerini boşa çıkarmasından ötürü hayatı
affedemeyen mağlupların o zalimliği.

Ölümcül darbeler vuran neşelilik... bir tebessümün ardında


hançer gizleyen sevimlilik... Voltaire’in kimi kinayelerini
düşünüyorum; Rivarol’un iyi oturtmuş olduğu kimi
cevaplarını, Madam du Deffand’ın kamçı gibi yüz hatlarını,
onca zarafetin ardında kendini gösteren kıkırdamayı,
salonların saldırgan hafifliğini, eğlendiren ve öldüren
nükteleri, aşırı bir medeniliğin içerdiği acılığı düşünüyorum...
Ve lirik kanatlanmayla kinizm karışımı ideal bir ahlâkçı
düşünüyorum taşkın ve buz gibi, yaygın ve keskin, Yalnız
Gezerin Hayallerine olduğu kadar Tehlikeli İlişkiler’e de
yakın, ya da içinde Vauvenargues ile Sade’ı, davranış
inceliğiyle cehennemi birleştiren... Görenekleri kendi
üzerinde gözlemlediğinden, dışarıya başvurmaya pek ihtiyacı
olmadığından, kendine göstereceği en ufak dikkat ona
yaşamın çelişkilerini gösterirdi; bunların tüm veçhelerini
öylesine iyi yansıtırdı ki, o dikkat gereksiz yineleme
yapmaktan utanarak dağılırdı...

Bir hiçleşme fiiline götürmeyen hiçbir dikkat yoktur: Klasik


ahlâkçıdan Proust’a kadar, gözlemciye getirdiği bütün
sakıncalarla birlikte, gözlemin mukadderatıdır bu. İnceden
inceye izleyen gözün altında her şey dağılır: tutkular, her tür
badireye bağlanmalar, coşkunluklar, başkalarına ve
kendilerine sadık kalan basit zihinlere vergidir. “Yürekteki
azıcık zihin açıklığı, onu -mış gibi yapan fikirlerin merkezi
haline getirir ve âşığı Adolphe’a, tatminsizi Rend’ye çevirir.
Seven kişi aşkı incelemez, harekete geçen kişi eylem üzerine
hiç düşünmez: İnsanoğlunu araştırıyor olmam, olmaktan
çıktığı içindir; kendi kendimi incelemem de artık “ben”
olmadığımdan: Tıpkı diğerleri gibi nesne haline gelirim.
İmanını tartan mümin sonunda terazinin üzerine Tanrı’yı
koyar ve ancak yitirme korkusuyla coşkusunu ayakta tutar.
Safdilliğin, bütünsel ve otantik varoluşun tam zıddında yer
alan ahlâkçı, kendisiyle ve ötekilerle karşı karşıyalık içinde
tüketir kendini: Soytarıdır, artdüşünceler mikrokozmosudur,
insanların yaşamak için kendiliğinden kabullendikleri ve
tabiatlarına kattıkları yapaylığa katlanamaz: Duyguların ve
fiillerin nedenlerini dillendirir, uygarlığın benzeştirimlerinin
maskesini düşürür: Onları sezinlemiş ve aşmış olmanın
acısını çekmesindendir bu; zira bu benzeştirimler yaşatırlar,
yaşam’dırlar; hâlbuki onun varoluşu, bunları seyre dalarken,
var olmayan ve var olmuş olsa bile kendisine eklenen
yapaylıklar kadar uzak olacak bir “tabiat” arayışı içinde
yolunu yitirir. Her psikolojik karmaşıklık, unsurlarına
indirgendiğinde, açıklandığında ve teşrihe yatırıldığında,
kurbanından fazla işlemcisine zarar veren bir işlem barındırır.
Duygular dolambaçları izlenerek tasfiye edilir, tıpkı eğrisi
dikkatle izlendiğinde atılımların tasfiye edilmesi gibi...
Ötekilerin hareketleri ayrıntılandırıldığı zaman da, ilerleme
içinde aklı karışan onlar olmaz... Hiç katılmadığımız her şey
gayri makul görünür; ama hareket edenler ilerlemeden
yapamazlar; gözlemci ise ne tarafa dönerse dönsün, ancak
kendi yenilgisine mazeret bulmak için onların beyhude
zaferlerini kaydeder. Sadece hayata karşı dikkatsiz kalmada
hayat olmasındandır bu.
MANASTIR FANTEZİSİ
Yaşlarının ilerlediğini, parıltılarının söndüğünü,
çekiciliklerinin uçup gittiğini dünyadan ve sanki
kendilerinden gizlemek için kadınların çarşafa girdikleri o
devirler... Erkeklerin, zafer ve ihtişamdan bıkmış bir halde,
Saray’ı terk ederek sofuluğa sığındıkları devirler... Edep
yüzünden dine dönme modası Büyük Asır’la ortadan
kalkmıştır: Pascal’in gölgesiyle Jacqueline’in aksi, görünmez
bir cazibe merkezi olarak, en ufak saray soylusunun, en havai
güzelliğin üzerinde yayılmaktaydılar. Fakat Port-Royal’ler
hepten yıkıldılar ve onlarla birlikte, ketum ve yalnız can
çekişmelere elverişli yerler de... Manastırların süs merakı yok
artık: Düşkünlüklerimizi kısmak için hem donuk, hem
şatafatlı bir çerçeve başka nerede aranabilir? Saint-Evremond
gibi bir Epikurosçu, kendi zevkine uygun, kendi muaşeret
âdâbı kadar sakinleştirici ve gevşek olan bir çerçeve tahayyül
ediyordu. O zamanlar, Tanrı’yı hâlâ göz önünde
bulundurmak, O’nu inançsızlığa uydurmak ve yalnızlıkla
sarmalamak gerekiyordu. Çaresiz bir şekilde devrini kapatmış
olan, hoş şeylerle dolu bir anlaşma! Bizlere, ruhlarımız kadar
boş ve mülksüz dehlizler gerekirdi, semanın yardımı olmadan
namevcut bir idealin temizliği içinde mahvolmamız için;
yanılsamaları kınla kınla, düşüşlerinde hâlâ lekelenmemiş
kalan, görmüş geçirmiş meleklere yakışır manastır
dehlizleri... Ve bir de, imansız bir ebediyete çekilmenin rağbet
görmesini, hiçlik içinde hırka giyilmesini ümit etmek; hiçbir
“birader” in, kendi selâmetini de ötekilerin selâmetini de
küçümseyerek hiçbir şey adına konuşmadığı, sırlardan
kurtulmuş bir Tarikat’ı, imkânsız selametin Tarikatı’nı...
ÇILGINLIĞIN ŞEREFİNE
“Better I were distract;
So should my thougts be sever’d from my griefs.”

“Keşke dalgın olabilsem,


O zaman düşüncelerim kederlerimden kopardı.”

Kral Lear’ın çılgınlığının Gloster’a ettirdiği feryat...


Kederlerimizden ayrılmak için sayıklama son çaremizdir; o
bize yolumuzu kaybettirdiğinde, artık kederlerimizle
karşılaşmayız: Acılarımıza paralel ve hüzünlerimizin
yanındadırlar, kurtarıcı bir karanlığın içinde dolanırız. Şu
yaşam denilen uyuzluğa lânet okuduğumuz ve müddetin
kaşıntılarından bezdiğimiz zaman, bunalımlar ortasındaki
delinin kendinden eminliği bir cazibe merkezi ve model
haline gelir: Yüce gönüllü bir baht bizi aklımızdan muaf
tutsa! Zihin kalbin hareketlerine dikkat ettikçe, bu
alışkanlıktan kurtulmadıkça hiçbir çıkış olamaz! Budalanın
gecelerine, mineral acılarına, sanki bir başkası inliyormuş gibi
inleme mutluluğuna; kişinin kendine yabancı olduğu, kendi
çığlıklarının başka yerden geldiği bir azaba; birbirini yok
ederek dansedilen ve kıkırdanan anonim bir cehenneme
hevesleniyorum. Üçüncü şahısta yaşamak ve ölmek... İçimde
sürgün olmak, olmuş olduğum şeye hep kayıtsız kalan
ismimden ayrı durmak... -mademki hayata tahammül
edebilmenin bedeli budur- nihayet cinnetin bilgeliğine
ulaşmak...

KAHRAMANLARIM
İnsan gençken kendine kahramanlar arar: Benimkiler de oldu:
Heinrich von Kleist, Caroline de Guenderode, Gdrard de
Nerval, Otto Weininger... İntiharlarından sarhoş bir halde,
sadece onların sonuna kadar gitmiş olduklarından, karşılıksız
veya doyasıya yaşadıkları aşklarının, delişmen bilinçlerinin
ya da felsefi sabırsızlanmalarının doğru sonucunu ölümle
çıkardıklarından emindim. Bir insanın ihtirasından fazla
yaşaması, onu benim gözümde horgörülmeye lâyık ve iğrenç
kılmaya yetiyordu: İnsanlığın bana fazla geldiği de
söylenebilir: Onda az sayıda büyük karar ve öyle bir
yaşlanmaya teşnelik görüyordum ki yüz çeviriyordum;
otuzuma gelmeden bu işi bitirmeye karar vermiştim. Fakat
yıllar geçtiğinden, gençliğimin gururunu kaybediyordum: Her
gün, bir tevazu dersi gibi, hâlâ hayatta olduğumu, hayatın
çürüttüğü insanların arasında rüyalarıma ihanet ettiğimi
hatırlatıyordu bana. Artık var olmama beklentisinden bitkin
düşmüştüm, bir aşk gecesinin üzerinde şafak söktüğü zaman
vücudumu ortasından ayırmayı bir görev, ve iç geçirmelerdeki
ölçüsüzlüğü hafızayla beş paralık etmeyi tarifsiz bir kabalık
addediyordum. Ya da başka anlarda, gururu göğün tahtına
çıkaran bir ferahlama içinde her şey kavranıldığında,
mevcudiyetiyle zamana hâlâ nasıl hakaret edilebilirdi? O
zaman da bir insanın utanmadan yerine getirebileceği tek işin
bayatına son vermek olduğunu; kendini, günlerin birbirini
izleyişi ve mutsuzluğun ölgünlüğü içinde küçültme hakkı
olmadığını düşünüyordum. Ölümü seçenler dışında hiç
kimsenin Tanrı’nın sevgili kulu olamayacağını tekrarlıyordum
kendime. Şimdi bile, kendini asan bir kapıcı yaşayan bir
şairden daha değerlidir gözümde. İnsan, intiharı ertelenmiş
birisidir: İşte zaferi, tek mazereti. Ama bunun bilincinde
değildir ve ölüm yoluyla kendilerinin üzerine çıkmaya cüret
edenlerin cesaretine korkaklık yaftasını yapıştırır. Son nefese
kadar gitme konusunda sessiz bir anlaşmayla birbirimize
bağlıyızdır: Dayanışmamızın harcı olan bu anlaşma yine de
bizi mahkûm eder: Bundan dolayı bütün ırkımız alçaklığın
damgasını yemiştir. İntiharın dışında hiçbir selâmet yoktur.
Tuhaf şey! Ölüm, ezelî olmasına rağmen alışkanlıklar arasına
girmemiştir: Yegâne gerçeklik olduğundan, rağbet edilen bir
şey haline gelemezdi. O halde, canlılar olarak hepimiz geri
kalmışlar’ız...

BÖNLER
Bir adamın ağzından “doğru” kelimesinin nasıl bir vurguyla
çıktığına, içine kattığı eminlik veya ihtiyat tonuna, inanma ya
da kuşkulanma havasına dikkat edin; görüşlerinin tabiatı ve
zihninin kalitesi konusunda aydınlanmış olursunuz. Bundan
daha boş bir söz yoktur; - hâlbuki insanlar bunu bir ilâh haline
getirirler ve bunun anlamsızlığını hem bir kıstasa hem de bir
düşünce hedefine dönüştürürler. Avamı mazur gösteren,
filozofun da itibarını düşüren bu bâtıl inanç, ümidin mantığı
gaspetmesinin sonucudur. Şöyle tekrarlanır size: Doğru
ulaşılmazdır; yine de aranması, ona yönelinmesi, onun için
yırtınılması gerekir. - işte sizi, onu bulduğunu iddia
edenlerden pek ayırmayan bir kısıtlama: Önemli olan, onun
mümkün olduğuna inanmaktır: Ona sahip olmak veya ona
heveslenmek, takınılan aynı tavırdan gelen iki ayrı fiildir. Şu
veya bu kelime bir istisna haline getirilir: Dile yapılan
korkunç tecavüz! Doğru’dan kanaatle söz eden her insanı bön
diye adlandırırım. Yedekte büyük harfli kelimeleri
olmasından ve bunları safça, hilesiz ve horgörüsüz
kullanmasındandır bu. Filozofa gelince, bu putperestliğe
gösterdiği en ufak kibarlık onun maskesini düşürür: içindeki
yurttaş, içindeki yalnızı alt etmiştir. Bir düşüncede su yüzüne
çıkan ümit, hüzünlendirir ya da gülümsetir... Büyük sözlere
fazla içtenlik katmada bir edepsizlik vardır: Bilgiye yönelik
her coşkunun çocuksuluğu... Ve felsefenin, Doğru’yu gözden
düşürerek tüm büyük harfli kelimelerden kurtulmasının
vaktidir.

SEFALET: ZİHNİN UYARICISI


Zihni uyanık tutmak için sadece kahve, hastalık, uykusuzluk
ya da ölüm saplantısı yoktur; sefalet de en az bunlar kadar
katkıda bulunur: Tıpkı ebediyet dehşeti gibi yarın dehşeti de,
aynen metafizik ürküntüler gibi para sıkıntıları da, istirahati
ve kişinin kendini bırakmasını mümkün kılmaz. Bütün
aşağılanmalarımız açlıktan ölmeye karar veremememizden
gelir. Bu ödlekliğin bedelini pahalıya öderiz. İnsanlara bağlı
olarak, dilencilik kabiliyeti olmadan yaşamak! Şişinen
şanslılar, şu giyimli maymunlar önünde alçalmak! Yazgınızın
horgörülmeye bile lâyık olmayan şu karikatürlerin insafına
kalması! İçinde barındırdığı hiyerarşileri ve seviye
düşmeleriyle şu gezegeni yok etme hevesini tahrik eden
herhangi bir şeyi dilemenin utancıdır bu. Toplum bir dert
değil bir felâkettir: İçinde yaşayabilmemiz ne enayi bir
mucize! Onu kızgınlıkla kayıtsızlık arasında kalarak
seyreylediğimizde, yapısını hiç kimsenin yıkamamış olması,
iyilik yanlısı ümitsiz ve edepli zihinlerin şimdiye kadar onu
kazıyıp temizlememiş ve izini silmemiş olması açıklanamaz
bir şeydir.
Sitede bir metelik aranmakla evrenin sessizliğinden bir
cevap beklemek arasında birden fazla benzerlik vardır.
Yürekleri ve maddeyi cimrilik yönetir. Bu pinti varoluşa
kulak asmaz! Paraları ve sırları biriktirir: Keseler,
Bilinmeyen’in derinlikleri kadar ulaşılmazdır. Ama kimbilir?
Belki de bir gün bu Bilinmeyen açılacak ve hazinelerini
sergileyecektir; Zengin, damarlarında kan kaldıkça, asla
mangırlarını topraktan çıkarmayacaktır... Utançlarını,
zaaflarını, suçlarını itiraf edecektir size: Serveti hakkında
yalan söyleyecektir. Her konuda içini açacaktır, yaşamını
elinizde tutacaksınızdır: Ancak son sırrını, parasal sırrını
paylaşmayacaksınızdır...
Sefalet geçici bir durum değildir: Her halükârda asla
hiçbir şeyinizin olmayacağı; mal dolaşımının berisinde
olduğunuz; soluk almak için mücadele etmek zorunda
olduğunuz; havayı bile, ümidi bile, uykuyu bile fethetmenin
gerektiği; toplum ortadan kalksa bile tabiatın ne daha az yüce
gönüllü ne daha az bozulmuş olacağı kesinliğiyle
çakışmaktadır. Yaratılış’a hiçbir babacan ilke göz kulak
olmamıştır: Her tarafta saklı hazineler vardır: İşte evren
yaratıcısı Harpagon, eli-sıkı ve gizleme meraklısı En Yüksek.
İçinize yarın korkusunu yerleştiren O’dur: Bizzat dinin de bu
terörün bir biçimi olmasına hiç şaşmamak gerekir.
Hep yoksun olanlar için sefalet, ilk ve son defa aldıkları
bir uyarıcı gibidir, etkisini iptal etmeleri de mümkün değildir;
ya da, yaşam üzerine her tür bilgiden önce cehennemi tasvir
edebilecek, ana karnından gelen bir bilim gibidir...

UYKUSUZLUĞA YAKARIŞ
On yedi yaşındaydım ve felsefeye inanıyordum. Onunla
ilişkili olmayan şeyler bana günah ya da edepsizlik gibi
görünüyorlardı: Şairler mi? Nanemollaları eğlendirmeye
yakışır cambazlar. Eylem mi? Kendinden geçmiş avanaklık.
Aşk mı? Ölüm mü? Kavram olma şerefinden yan çizen
ayaktakımı bahaneleri Ruhun güzel rayihasına lâyık olmayan
bir evrenin iç bulandırıcı kokusu... Somutluk: Ne iş! Zevk
almak ya da ıstırap çekmek: Ne utanç! Bir tek, soyutlamanın
yüreği atıyormuş gibi görünüyordu: Kendimi hizmetçi kadın
hamaratlıklarına bırakıyordum; daha asil bir nesnenin bana
ilkelerimi ihlâl ettirmesi ve beni gönül düşkünlüklerinin eline
teslim etmesi korkusuyla... kendi kendime tekrarlıyordum:
Metafizikle bir tek genelev bağdaşabilir; ve - şiirden kaçmak
için- hizmetçi kızların gözleriyle sokak orospularının iç
çekişlerini kovalıyordum.
...Uykusuzluk, sen gelip de vücudumu ve gururumu
sarsınca; sen ki toy hoyratı değiştirir, içgüdülerini
ayrıntılandırır, rüyalarını körüklersin; sen ki istirahatle
sonuçlanmış günlerden fazla bilgi saçarsın ve sızlayan
gözkapaklarında isimsiz hastalıklardan veya zamanın
felâketlerinden daha önemli bir olay gibi açılırsın. Sen bana
sağlığın horultusunu, sesli unutkanlık içine dalmış insanları
işittirdin. O sırada yalnızlığım da etraftaki karanlığı içine
alıyor, ondan daha geniş bir hale geliyordu. Her şey
uyuyordu, her şey her zaman için uyuyordu. Artık şafak
yoktu: Bütün zamanların sonuna kadar uykusuz kalacağım:
Beni bekleyecekler, rüyalarımın açık alanlarının hesabını
sormak için... Her gece diğerlerinin benzeriydi, her gece
sonsuzdu. Ve kendimi bütün uyuyamayanlarla, bütün o
meçhul kardeşlerle dayanışma içinde hissediyordum. Kötü
yola düşmüşler ve bağnazlar gibi, bir sırrım vardı; onlar gibi
her şeyin bağışlanır, verilebilir ve feda edilebilir olduğu bir
topluluk oluşturabilirdim. Gözkapakları yorgunluktan
ağırlaşmış halde gördüğüm ilk kişiye deha payesi veriyordum
ve uyuyabilen bir zihne hiç hayranlık duymuyordum; ister
Devlet, ister Sanat, ister Edebiyat şöhreti olsun. Gecelerinin
intikamını almak için istirahati yasaklayan, unutkanlığı
cezalandıran, mutsuzluk ve ateşi yasalaştıran bir tirana
tapabilirdim.
İşte o zaman felsefeye başvurdum: Fakat karanlıkta teselli
eden hiçbir fikir, uykusuz bekleyişlere de direnebilen hiçbir
sistem yoktur... Uykusuzluğun tahlilleri kesinlikleri dağıtır.
Böylesi bir imhadan bitap düşüp kendi kendime
söyleniyordum: Uyumak ya da ölmek... uykuyu yeniden
fethetmek ya da yok olmak...
Fakat bu yeniden fetih kolay bir iş değildir: Buna
yaklaşıldığı vakit, gecelerin damgasını nasıl yemiş
olduğumuzun farkına varırız. Sever misiniz?.. Atılımlarınız
hepten bayağılaşacaktır; her “vecd”den, zevklerle dolu bir
dehşetten çıkar gibi çıkacaksınız; fazla teklifsiz komşunuzun
bakışlarını bir cani suratıyla karşılayacaksınız; samimî
oynaşmalarına, azmış bir şehvetin tedirginliğiyle karşılık
vereceksiniz; masumiyetine ise bir suçlu şiirselliğiyle; zira
sizin için her şey şiir haline gelecektir, ama kabahatin şiiri
olacaktır bu... Billur gibi fikirler mi? Düşüncelerin hayırlı bir
biçimde bağlanması mı? Artık düşünmeyeceksinizdir: Bir
taşma olacaktır; kıvamsız ve devamsız bir kavramlar lavı,
kusulmuş ve saldırganlaşmış, bağırdan çıkmış kavramlar; ruh,
âsabın kurbanı ve konu dışı olduğundan, tenin kendini
çarptırdığı cezalar... Her şeyden ıstırap çekeceksinizdir, hem
de ölçüsüzce: Esintiler size bora gibi görünecektir, dokunuşlar
hançer gibi, tebessümler tokat, ıvır zıvır kıyamet gibi... - Şu
ki, uykusuz geceler bitebilir, ama sizde bıraktıkları ışık
sönmez: Karanlıklarda cezasız kalmadan görülmez, bunun
öğrettikleri tehlikesiz bir şekilde derlenemez, güneşten artık
hiçbir şey öğrenemeyecek gözler vardır, gecelere hasta olan
ve bundan hiç iyileşmeyecek ruhlarda...

KÖTÜNÜN PROFİLİ
Gerektiğince kötülük yapmamış, daha ince cinayetler ve
intikamlar gerçekleştirmemiş olmasını, tepesine fırlayan
kanın buyruklarına itaat etmemiş olmasını neye borçludur?
Asabına mı? Terbiyesine mi? Muhakkak ki hayır, hele
doğuştan gelen bir iyiliğe hiç borçlu değildir bunu; bir tek
ölüm fikrinin mevcudiyetine borçludur. Hiç kimsenin hiçbir
şeyini bağışlamamaya meyilli olduğundan herkesi bağışlar, en
ufak küfür içgüdülerini tahrik eder, bir sonraki anda da unutur
onları. Kendi cesedini tahayyül etmek ve bu usulü ötekilere
uygulamak, aniden yatışması için yeter ona: çürümekte olan
şeyin çehresi onu iyi -ve ödlek- kılar. İç karartıcı saplantılar
olmaksızın hiçbir bilgelik (ne de hayırseverlik) olmaz. Var
olduğundan dolayı gurur dolu olan sağlıklı insan öç alır,
kanını ve sinirlerini dinler, önyargıları özümler, karşılık verir,
tokat atar ve öldürür. Ama ölüm ürküntüsüyle harap olmuş
zihin, dışarıdan gelen dileklere artık tepki vermez: Fiilleri
taslak halinde ve yarım bırakır; onuru düşünür ve yitirir onu...
tutkularda dener kendini ve onları teşrihe yatırır.
Hareketlerine eşlik eden bu ürküntü diriliklerini zayıflatır;
arzuları evrensel anlamsızlığın görüntüsü altında son
nefeslerini verir. Bir kanaatten dolayı değil de zoraki kinci
olduğu için, entrikaları ve cinayetleri infaz esnasında
durmuştur; bütün insanlar gibi o da içinde bir cani
saklamaktadır, ama içine tevekkül işlemiş bir canidir bu ve
düşmanlarını vuramayacak ya da kendine yeni düşmanlar
edinemeyecek kadar bezgindir. Alnını hançere yaslayıp
düşünür ve tecrübe etmeden bütün cinayetlerden hayal
kırıklığına uğramış gibidir; herkes tarafından iyi olduğuna
hükmedildiğinden, öyle olmak ona beyhude görünmese kötü
olurdu.

HOŞGÖRÜ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER


Yaşam işaretleri: zalimlik, fanatizm, hoşgörüsüzlük. Gerileme
işaretleri: canayakınlık, anlayışlılık, bağışlayıcılık... Bir
kurum kuvvetli içgüdülere dayandığı müddetçe ne düşman ne
ayrılıkçı kabul eder: Katleder onları, yakar ya da içeri kapatır.
Odun yığınları, idam sehpaları, hapishaneler! Bunları fenalık
değil kanaat icat etmiştir, herhangi bir tam kanaat. Bir inanç
mı yerleşmektedir? Er veya geç bunun “doğruluğumu polis
temin edecektir. İsa’nın -insanlar arasında zafere ulaşmak
istediği andan itibaren- Torquemada’yı öngörmüş olması
gerekmiştir - Hıristiyanlığın tarihe tercüme edilmiş
kaçınılmaz sonucu. Ve Tanrı Kuzusu İsa, müstakbel
savunucusunu, çarmıhının işkencecisini öngörmemişse, o
zaman lakabını hak etmektedir, Kilise Engizisyon aracılığıyla
hâlâ büyük bir hayat dolulukta olduğunu ispat etmiştir; krallar
da keyifleri aracılığıyla... Bütün otoritelerin kendi Bastille’leri
vardır: Bir kurum ne kadar güçlenirse, insanilikten de o kadar
uzaklaşır. Bir devrin enerjisi, içinde acı çeken varlıklarla
ölçülür; zaman içinde her başarının ilk özelliği de hayvansılık
olduğundan, dini ya a siyasî bir inanış, o enerjinin yarattığı
kurbanlarla kendini gösterir. Bir fikrin baskın çıktığı yerde
kafalar kesilir; ancak başka fikirlerin ve bu fikirleri tasarlamış
ya da savunmuş olan kafaların hilâfına baskın çıkabilir o.
Tarih kuşkuculuğu doğrular; bununla birlikte, ancak
kuşkuculuğu ayaklar altına alarak olur ve yaşar; şüpheden
hiçbir olay doğmaz, ama olayların bütün değerlendirmeleri
şüpheye yöneltir ve şüpheyi haklı çıkarır. Yeryüzünün en yüce
lütfu olan hoşgörünün, aynı zamanda onun en büyük derdi de
olması demektir bu. Bütün bakış açılarının, en uyumsuz
inançların, en çelişik düşüncelerin kabul edilmesi, peşinen
genel bir bezginlik ve kısırlık halini varsayar. Şu mucizeye
varılır: Rakipler bir arada yaşar - ama tam da artık rakip
olamamalarındandır bu; zıt doktrinler birbirlerine meziyetler
atfederler, çünkü hiçbirinde kendini gösterecek dirilik yoktur.
Bir din, kendini dışlayan doğruları hoşgördüğü zaman
tükenir; artık adına öldürülmeyen bir tanrı da gerçekten ölmüş
demektir. Bir mutlak dağılır gider: Yeryüzü cennetinin hayal
meyal bir parıltısı belirir... firari parıltı, zira hoşgörüsüzlük
insanî şeylerin yasasını teşkil eder. Topluluklar ancak
tiranlıklar altında sağlamlaşır, yüce gönüllü bir rejimde de
çözülüp dağılır - o zaman, bir enerji sıçramasıyla
özgürlüklerini boğmaya ve kaba ya da taç giymiş
gardiyanlarına tapmaya koyulurlar.
Ürküntü devirleri sükûnet devirlerini bastırır; insan, olay
bolluğundan ziyade olay yokluğundan rahatsız olur; Tarih de
onun can sıkıntısını reddetmesinin kanlı ürünüdür.

GİYİM KUŞAM FELSEFESİ


Düşüncelerim nasıl bir şefkat ve nasıl bir kıskançlıkla
çöldeki keşişlere ve kiniklere dönüyor! En ufak nesneye bile
sahip olmaktan tiksinmek: şu masa, şu yatak, şu pılıpırtı...
Giysi bizimle hiçlik arasına girer. Vücudunuza bir aynada
bakın: Ölümlü olduğunuzu anlayacaksınız. Parmaklarınızı
kaburga kemiklerinizin üzerinde bir mandoline dokunur gibi
gezdirin: Mezara ne kadar yakın olduğunuzu göreceksiniz.
Giyimli olduğumuz içindir ki ölümsüzlükle böbürleniriz: Bir
kravat takıldığında nasıl ölünebilir? Giyinip süslenen ceset
kendini iyi tanımamaktadır ve ebediyeti hayal ederek bunun
yanılsamasını sahiplenmektedir. Et iskeleti örter, giysi eti
örter: Tabiatın ve insanın ince kaçamakları, içgüdüsel ve
itibarî aldatmacalar: Bir beyefendi çamurdan ve tozdan
yoğrulmuş olamazdı... İtibar, saygıdeğerlik, kibarlık
-çaresizlik karşısında bir sürü kaçış yolu. Bir şapka
taktığınızda, ana kamında günler geçirdiğiniz ya da
solucanların yağlarınızı tıka basa yiyecekleri kimin aklına
gelir?
...Şu çulları bunun için bırakacağım ve ömrümün
maskelerini atarak, ötekilerle birlikte kendime ihanet
etmekten canımın çıktığı bu zamandan kaçacağım. Vaktiyle,
kendi kendileriyle özdeşleşmek için yalnızlar her şeyden yüz
çeviriyorlardı: Çölde ya da sokakta, yoksunluklarından benzer
biçimde haz alarak en yüce servete ulaşıyorlardı: Ölülere
denk oluyorlardı...

UYUZLAR ARASINDA
Tembelliğin vicdan azaplarını yatıştırmak için, alçalmaya ve
bayağılaşmaya sabırsızlık duyarak kenar mahallelere saparım.
Cafcaflı, pis kokulu, kıkırdayan o baldırı çıplakları tanırım;
onların pisliklerine batarak, çalçenelikleri kadar, tiksinç ağız
kokularının da tadını çıkarının. Başaranlara karşı
acımasızdırlar, dünyanın en hazin gösterisini sunsalar bile,
hiçbir şey yapmamadaki dehaları zorla hayran bırakır:
yeteneksiz şairler, müşterisiz kızlar, meteliksiz iş adamları,
salgı bezleri olmayan âşıklar, hiç kimse tarafından istenmeyen
kadınlar cehennemi... İşte nihayet insanın negatif bitişi, derim
kendime; işte tanrıyla akrabalık iddiasında olan o varlığın
çıplak hali; acınacak durumda bir mutlak kalpazanı... Buraya
varmalıydı, kendine benzeyen bu surete, tanrının hiç el
sürmediği çamura, huyunu suyunu hiçbir meleğin
değiştiremediği hayvana, homurdanmalar arasında
doğurulmuş sonsuz bir spazmdan çıkan cana... Sonlarına
gelmiş spermlerin o sağır ümitsizliklerine, türün o kasvetli
çehrelerine bakarım. Kendimi temin ederim: Katedecek
yolum vardır daha... Sonra, korkarım: Ben de bu kadar aşağı
düşecek miyim? Şu dişleri dökülmüş kocakarıdan nefret
ederim, şu mısrasız kafiyeciden, şu aşkta ve işte
kifayetsizlerden, ruhun ve tenin şu onursuzluk
örneklerinden... İnsanın gözleri beni yerle bir eder - o
enkazlarla temas içinde bir kibir yenilenmesi bulmak isterim:
Ölmediğine sevinmek için tabut içinde çalım satan bir
canlının hissedebileceğine benzer bir ürpertiyi götürürüm
beraberimde...

BİR FİKİR YATIRIMCISI ÜZERİNE


Her şeye el atar, her şey de ona iyi gelir; çağdaşı olmadığı
hiçbir şey yoktur. Zihnin hünerlerinde bunca dirilik, ruhun ve
modanın tüm sektörlerine -metafizikten sinemaya kadar-
yanaşmada bunca rahatlık göz kamaştırır, göz
kamaştırmalıdır. Ona hiçbir mesele dayanmaz, hiçbir olgu
yabancı değildir; onu ilgisiz bırakan hiçbir eğilim yoktur. Tek
bir sırrı olan bir fatihtir: Heyecan noksanlığı. Her ne olursa
olsun, hiçbir vurgu eklemediği için yüz yüze gelmek hiç
koymaz ona. İnşa ettikleri harikadır, ama tadı tuzu yoktur:
Onlarda kategorilerle mahrem tecrübeler sıkış tıkıştırlar; bir
felaket fişleme kutusu ya da bir endişe kataloğu gibi
yerleştirilmişlerdir. Orada insanın serüvenleri,
parçalanmasının şiiriyle birlikte sınıflandırılmıştır. Devasızlık
orada sistem haline gelmiştir, hatta geçit yapmaktadır, hakikî
bir bunaltı imalathanesi olarak alelade bir dolaşım nesnesi
gibi sergilenmektedir. Halk onu kefil gösterir; bulvar
nihilizmiyle işsiz güçsüz takımı ondan beslenir.
Sonsuz derecede boş ve harikulâde bir biçimde gür olan
bahtsız düşünürdür; düşüncesini sömürür, onun bütün
dudaklarda olmasını ister. Onun peşinde hiçbir mukadderat
yoktur: Materyalizm döneminde doğmuş olsa, onun
basitliğini izler ve ona akla hayale gelmez bir yaygınlık
kazandırırdı; romantizmden bir hayaller külliyatı oluştururdu;
ilahiyat döneminin tam ortasında ortaya çıkmış olsa, Tanrı’yı
herhangi bir kavram kadar iyi evirir çevirirdi. Büyük
meselelere cepheden yaklaşmadaki ustalığı şaşkına çevirir:
Bunda her şey dikkat çekicidir, otantiklik hariç her şey.
Temelden şair-karşıtı olduğundan, hiçlikten söz ederse bunun
ürpertisini taşımaz; tiksintileri düşünülmüştür; azgınlıkları
denetim altındadır ve sanki sonradan icat edilmiş gibidir -
ama tabiatüstü bir biçimde etkili iradesi aynı zamanda o kadar
açık zihinlidir ki isteseydi şair olabilirdi; şunu ekleyeyim ki
çok ısrar etse aziz de olurdu... Ne tercihi ne peşin hükmü
olduğundan, fikirleri kazaen ortaya çıkarlar; bunlara
inanmasına hayıflanılır: Düşüncesinin sadece seyri ilgi
çekicidir. Onu kürsüde vaaz verirken işitsem şaşmazdım, o
kadar hakikîdir ki tüm doğruların ötesine yerleşir, onlara
hâkim olur ve hiçbiri onun için elzem ya da organik değildir...
Bir kâşif gibi ilerleyerek alan üstüne alan fetheder; en az
düşünceleri kadar adımları da birer yatırımdır; beyni
içgüdülerine hiç düşman değildir; arzuları felç eden o nefret
dolu nefs köreltmeyi de bezginliği de hiç hissetmediğinden,
ötekilerin üzerinde yükselir. Bir devrin evlâdıdır ve onun
çelişkilerini, boşuna kaynaşmasını dışa vurur; o devri
fethetmek için atıldığında da buna onca sebat ve inat katar ki
başarısı ve şöhreti yatağanınkilerle denk olur; ve şimdiye
kadar zihnin tiksindiği ya da tanımadığı yollarla itibarını iade
eder ona.

MİZAÇ GERÇEKLERİ
Duygusallık, karakter ve yoğunluktan yoksun olan ve
zamanlarının kalıbına göre biçimlenen düşünürlerin karşısına,
ne zaman ortaya çıkarsa çıksın kendi kendisine benzeyen,
dönemini kafasına takmayan, düşüncelerini kendi
zeminlerinden, kusurlarına özgü ebediyetten çıkarttıkları
hissedilen başkaları dikilir. Ortamlarının sadece dışını, bazı
üslûp özelliklerini, verili bir evrimin hususî mahiyetlerini
alırlar. Mukadderatlarına düşkündürler, kıyamete ve
psikiyatriye yakın trajik ve yalnız kaynaşmaları, infilâkları
çağrıştırırlar. Bir Kierkegaard, bir Nietzsche - en sıradan
dönemde bile ortaya çıkmış olsalar, ilhamları daha az titretici
ya da daha az alevlendirici olmazdı. Kendi alevleri içinde can
verdiler; birkaç yüzyıl erken gelseler, meydanda yakılırlardı:
Genel gerçekler karşısında ayrılıkçılığa yazgılıydılar. İnsanın
kendi ateşine batması ya da kendisi için hazırlanan bir ateşte
yanması pek önemli değildir: Mizaç gerçeklerinin bedeli şu
veya bu şekilde ödenmelidir. Bağır, kan, rahatsızlıklar ve
zaaflar bu gerçekleri doğurmak için el ele verirler. Öznelliğin
damgasını yiyen tüm bu gerçeklerin ardında bir benlik olduğu
algılanır: Her şey itiraf haline gelir: En sıradan bir ünlemin
kökeninde tenin bir çığlığı bulunur; görünürde gayri şahsî bir
teori bile ancak yazarına, onun sırlarına ve ıstıraplarına ihanet
etmeye yarar: Onun maskesi olan hiçbir evrensellik yoktur:
Mantığa varıncaya kadar her şey onun otobiyografisine
mazeret olur; ‘‘benliği” fikirleri pisletmiştir, bunaltısı kıstas,
yegâne gerçeklik haline dönüşmüştür.

DERİSİ YÜZÜLMÜŞ
Ona kalan yaşam, aklının kalanını yok eder. Ivır zıvır da
âfetler de -bir sineğin geçmesi ya da gezegenin krampları-
benzer biçimde telaşa düşürür onu. Alev alev sinirleriyle,
yeryüzünün camdan olmasını ve paramparça edilmesini
istemiştir; yıldızları da tek tek toz haline getirmek için nasıl
bir susamışlıkla atılmıştır... Gözbebeklerinde cinayet parıltısı
vardır; elleri boğmak için boşuna kasılır: Hayat bir cüzzam
gibi aktarılır: tek bir cani için fazla yaratık vardır. Var
olmaktan hoşlanan her şeyden intikam almak istediğinden,
kendini öldüremeyen kişinin tabiatına sahiptir o. Bunu hiç
başaramadığı için de imkânsız yok oluşun tedirgin ettiği bir
lanetli gibi sıkıntıdan patlar. Şeytan ıskartaya çıktığı için,
ağlar, göğsünü döver, başını örter; dökmek istediği kan,
ilerlemekte olan ırklar tarafından üretilen o ümit salgısından
tiksintisini yansıtan yanaklarını pek kızartmaz. Yaratılıştın
ömrüne suikastta bulunmak en büyük düşü olmuştur...
Bundan vazgeçer, kendi içinde harap olur ve başarısızlığının
ağıdına bırakır kendini: Başka bir aşırılık düzeni gelir bundan.
Derisi yanar: Evreni bir ateş kateder; beyni tutuşur: Hava
yanıcıdır. Dertleri yıldızlara kadar yayılır; kederleri kutupları
titretir. Varoluşu anıştıran her şey, en ufak yaşam soluğu bile,
kürelerin uyumlarını ve dünyaların hareketini tehlikeye atan
bir feryat koparır ondan.
KENDİNE KARŞI
Bir zihin bizi ancak bağdaşmazlıklarıyla, hareketlerinin
gerilimiyle, fikirlerinin eğilimlerine ters düşmesiyle çeker.
Uzun seferlere çıkan Marcus Aurelius, imparatorluk fikrinden
ziyade ölüm fikri üzerine eğilir; Julianus, imparator
olduğunda tefekkür yaşamını özler, bilgelere özenir ve
gecelerini Hıristiyanlar’a karşı yazılar yazmakla geçirir;
Luther, bir vandal hayat doluluğuyla günah saplantısına dalar
ve sıkıntıdan patlar, incelikleriyle kabalığı arasında bir denge
de kuramaz; kendi içgüdüleri hakkında yanılan Rousseau ise
sadece içtenliğinin fikriyle yaşar; tüm eseri kuvvet için
yazılmış bir güfte olan Nietzsche, dokunaklı bir
yeknesaklıktaki silik bir varoluş sürdürür...
Zira bir zihin ancak istedikleri hakkında, sevdiği ya da
nefret ettikleri hakkında yanıldığı ölçüde önemli olur; birçok
olduğu için, kendini seçemez. Sarhoşluğa kapılmayan bir
karamsar, acılık taşımayan bir ümit propagandacısı ancak
horgörüye lâyık olur. Geçmişine, görgülülüğe, mantığa ya da
dikkatliliğe hiç ilgi göstermeyen kişi, kendisine
bağlanılmasına lâyıktır sadece: Olaylara bir başarısızlık
artdüşüncesiyle dalan bir fatih, ya da içindeki var kalma
içgüdüsünü yenmemiş bir düşünür nasıl sevilir? Kendi
yararsızlığına saplanıp kalmış kişi, artık bir hayatı olmasını
arzulamaz... Bir hayatının olup olmaması başkalarını
ilgilendirecektir. Kendi çalkantılarının havarisidir, artık ideal
bir zatiyetle kendini meşgul etmez; tek doktrini mizacıdır, tek
bilgisi de ömrünün kaprisi...

BİR TAPINMA USÛLÜNÜN YENİDEN CANLANMASI


İnsanlık vasfımı aşındırmış olduğumdan, artık hiçbir şey bana
yaramaz. Her tarafta, ümitlerini melemek için toplaşan ideal
sahibi hayvanlar fark ediyorum... Hiç beraber yaşamamış
olanları bile hayaletler gibi buna mecbur ediyorlar, yoksa
azizlerin “ruh birliği” hangi amaçla tasarlanmış olabilir?..
Hakikî bir yalnızın peşinde çağları gözden geçiriyorum ve
orada İblis’ten başka kimseye rastlamıyorum ve bir tek İblis’i
kıskanıyorum... Yalan Ruhu, Karanlıklar Prensi, Lanetli,
Hasım - yalnızlığına gölge düşüren isimleri hatırıma getirmek
nasıl hoşuma gidiyor! Gün be gün sürüldüğünden beri de ona
nasıl candan bağlanıyorum! Onu ilk haline getirebilseydim
keşke! Tüm inanma yeteneksizliğimle O’na inanıyorum.
Meclisi elzem bana: Yalnız varlık en yalnıza, Yalnız’a doğru
gider... Ona yönelmeye zorunluyum: Hayran olma gücüm -
meşgalesiz kalma korkusundan- beni buna mecbur ediyor.
Modelimin karşısındayım işte: Ona bağlanarak, yalnızlığıma
hiç tam olmamasının cezasını veriyorum, onu aşan başka bir
yalnızlık yoğuruyorum: Benim mütevazı olma tarzım da bu...
Elden geldiğince Tanrı ikame edilir; zira her tanrı iyidir,
yeter ki büyük bir yalnızlık arzumuzu ebediyet içinde
sürdürsün...

BİZ, MAĞARA ADAMLARI...


Değerler hiç birikmezler: Bir nesil ancak önceki nesilde
yegâne olan şeyi ayaklar altına alarak yenilik getirir.
Devirlerin birbirini izlemesi söz konusu olduğunda daha da
doğrudur bu: Rönesans Ortaçağ’ın derinliğini, kuruntularını,
vahşet tarzını “kurtaramamıştır”; Aydınlanma Çağı da
Rönesans’tan, şeklü şemailine damgasını vuran duygusallık
olmadan sadece evrensellik duygusunu korumuştur, modern
yanılsama, oluşun baygınlıklarına daldırmıştır insanı:
Ebediyet içindeki dayanaklarını, “cevheri”ni kaybetmiştir
orada. Her fetih -manevî veya siyasî- bir kayıp icap ettirir; her
fetih... ölümcül bir tasdiktir. Sanat alanında -zihin
yaşamı’ndan bahsedilebilen tek alanda- bir “ideal” ancak
kendinden önce gelenin yıkımı üzerinde kurulur: Her hakikî
sanatçı seleflerine ihanet eder... Tarihte üstünlük yoktur hiç:
cumhuriyet-monarşi; romantizm-klasisizm; liberalizm-
güdümcülük; doğalcıIık-soyut sanat; akıldışıcılık-
entelektüalizm; - tıpkı düşünce ve duygu akımları gibi
kurumlar da eşdeğerdedir. Bir zihin biçimi başka birinin
yükünü üstlenemez; ancak dışlama yoluyla bir şey olunur:
Hiç kimse düzenle düzensizliği, soyutlamayla doğrudanlığı,
atılımla mukadderatı bağdaştıramaz. Sentez dönemleri hiç
yaratıcı değildir: Başkalarının coşkularını özetlerler; bulanık
ve kaosvâri bir özenir bu -zira her tür seçmecilik bir son
alâmetidir.
Her ileri adımın ardından bir geri adım gelir: Tarihin
kısır kıpırdaklığıdır bu ...duraklamalı oluş. İnsanın kendini
ilerlemenin seraplarıyla oyalamış olması onun incelik
iddialarını gülünçleştirmektedir. İlerleme mi? Belki sıhhatte
buluruz bunu... Ama ya başka yerde? Bilimsel keşiflerde mi?
Uğursuz bir zaferler külliyatından başka şey değillerdir... Taş
çağıyla modern araçlar çağı arasında, kim temiz yüreklilikle
tercih yapabilirdi? İkisinde de maymuna aynı derecede
yakınızdır, vaktiyle ağaçlara tırmandığımız sebeplerle
bulutları aşıyoruz: Meraklılığımızın araçları -saf veya cinai-
değişmiştir sadece; daha çeşitli biçimlerde yırtıcılaşmışızdır
da - dönüşmüş reflekslerle. Bir dönemi kabul veya reddetmek
salt kapristir: Tarihi yekpare olarak kabul veya reddetmek
gerekir. İlerleme fikri bizi zamanın dorukları üzerinde kendini
beğenmişlere çevirir; ama o doruklar hiç yoktur: İninde
ürküntüyle titreyen mağara adamı, gökdelenlerde de hala
titremektedir. Mutsuzluk sermayemiz çağlar boyunca el
değmeden kalır; bununla birlikte atalarımız karşısında bir
avantajımız vardır: Yıkımımızı daha iyi düzenlemiş
olduğumuz için bu sermayeyi daha iyi bir yatırımda kullanmış
olma avantajı.

BİR BAŞARISIZLIĞIN ŞEKLÜ ŞEMAİLİ


Bakkallar ve kiliseler canavarımsı düşlerle doludur: Oralarda
sayıklamasız yaşayan hiç kimseye denk gelmedim. En ufak
arzunun ardında bir zırva kaynağı bulunduğundan,
tımarhaneyi haketmek için kendini hayatta kalma içgüdüsüne
uydurmak kâfidir. Hayat - maddeyi sarsan cinnet krizi... Soluk
alırım: İçeri kapatılmam için yeter bu. Ölümün berraklıklarına
ulaşamadığımdan, günlerin gölgesinde sürünürüm ve ancak
artık olmama iradesiyle olurum.
Vaktiyle mekânı bir yumrukta un ufak edebilmeyi,
yıldızlarla oynayabilmeyi, müddeti durdurabilmeyi ya da
nazlanma göre çekip çevirebilmeyi düşlüyordum. Büyük
kaptanlar bana büyük utangaçlar gibi görünüyordu, şairler de
zavallı kekemeler gibi; şeylerin, insanların ve sözcüklerin
bize karşı gösterdiği direnci hiç bilmediğimden ve evrenin
mümkün kıldığından fazlasını hissettiğimi zannettiğimden,
kendimi şaibeli bir sonsuzun, sonuca bağlanamayan bir
ergenlikten çıkan bir kozmogoninin insafına bırakıyordum...
Kendini canı gönülden bir tanrı hissetmek ne zahmetsiz bir
iştir; ruhen öyle olmak da ne zordur! Ve ne miktarda bir
yanılsamayla doğmuş olmalıyım ki her gün bir tanesini
yitirebiliyorum! Hayat, burukluğun tahrip ettiği bir mucizedir.
Beni cesedimden ayıran mesafe, benim için bir yaradır;
bununla birlikte yine de mezarın cazibesine hevesleniyorum
boşuna: Elden hiçbir şeyi çıkaramadığımdan ve debelenmeyi
bırakamadığımdan, içimdeki her şey solucanların içgüdülerim
nezdinde işsiz kalacaklarına temin ediyor beni. Hayatta da
ölümdeki kadar yeteneksiz olduğumdan, kendimden nefret
ediyorum, bu nefret içinde de başka bir hayat, başka bir ölüm
düşlüyorum. Hiç görülmediği gibi bir bilge olmayı istemiş
olduğum için, deliler arasında bir deliyim sadece...

ALT-İNSANLAR GEÇİDİ
Yollarının dışına, içgüdülerinin dışına çıktığından, insan
sonunda bir açmaza düşmüştür. Merhaleleri aşıp geçmiştir...
sonunu yakalamak için; geleceksiz hayvandır, idealine
batmıştır, kendi oyununda kaybolmuştur. Durmadan kendini
aşmak istediğinden, donup kalmıştır; elinde de kaynak olarak
sadece çılgınlıklarını özetlemek, onların kefaretini ödemek ve
onlardan hâlâ başka çılgınlıklar çıkarmak kalmaktadır...
Bununla birlikte, kendine bu kaynak bile yasak olanlar
vardır: “İnsan olma alışkanlığını kaybettiğimizden,” derler,
“hâlâ bir kabileye, bir ırka, herhangi bir soya ait miyiz? Hayat
önyargımız olduğu müddetçe, bizi ötekilerle aynı düzeye
koyan bir hatayı benimsiyorduk... Fakat türden firar ettik...
Zihin açıklığımız, kemik yapımızı kırarak bizi pörsük bir
varoluşa indirgedi — maddenin üzerinde gerinerek onu
salyasıyla kirleten omurgasız ayaktakımı. Uyuşuklar arasına
geldik işte; melekelerimizi ve düşlerimizi fena
aşındırmamızın bedelini ödediğimiz o gülünç sona vardık
işte... Hayat bize hiç nasip olmadı: Onun sarhoşu olduğumuz
anlarda bile bütün sevinçlerimiz onun üzerinden
taşmalarımızdan geliyordu; intikam alarak bizi alt
tabakalarına doğru sürüklüyor: bir alt-yaşama doğru giden alt-
insanların geçit törenine...”

QUOUSQUE EADEM?
Altında doğduğum yıldıza hepten lâ.net olsun; onu hiçbir
gökyüzü korumasın, şerefsiz bir toz yığını gibi mekânın
içinde ufalansın! Beni yaratıkların arasına iten hain an da
Zaman’ın listesinden ilelebet silinsin! Arzularım, ebediyetin
gündelik olarak alçaldığı bu yaşam ve ölüm karışımıyla
uyuşamaz artık. Gelecekten bezmişim, onun günlerini
katetmiş ve ona karşı kabımdan taşınışım, yanılsamalarımı
hükümsüzleştirmem onları daha iyi tahrik etmek içindir.
Öngörülemez -ve hâlbuki her şeyin kendini tekrar ettiği- bir
evrendeki o azgınlaşmanın sonu hiç gelmeyecek mi yani?
Daha ne kadar zaman kendimize, “İlâhlaştırdığım bu
yaşamdan tiksiniyorum,” diyeceğiz. Sayıklamalarımızın
boşluğu hepimizi yavan bir mukadderata boyun eğen tanrılara
çeviriyor. Bizzat Kaos bile ancak bir kargaşa sistemi-
olabilirken, şu dünyanın simetrisine niçin hâlâ
başkaldırıyoruz? Alınyazımız kıtalar ve yıldızlarla çürümek
olduğundan, mütevekkil hastalar gibi ve çağların sonuna
kadar, öngörülmüş, ürkütücü ve beyhude bir meraklılığı
peşimiz sıra sürükleyeceğiz.
Notlar
[←1]
Kuşkuculuk okulunun MÖ. 365-275 yıllarında yaşamış olan
kurucusu. (ç.n.)
[←2]
Dini sırları açıklamak için yapılan törenler. (ç.n.)
[←3]
Sırasıyla Almanca, İngilizce ve Portekizce’de “özlem”. (ç.n.)
[←4]
Tanrılarla savaştığı için Zeus tarafından gökkubbeyi omuzlarında
taşımaya mahkûm edilen dev. (ç.n.)
[←5]
Güneş bezgini. (ç.n.)
[←6]
Hinduizm’in kutsal metinleri. (ç.n.)
[←7]
Marsilyalılar palavracılıklarıyla ünlüdür. (ç.n.)
[←8]
Çok katı kuralları olan bir tarikatın üyesi. (ç.n.)
[←9]
Kayıp nesil. (ç.n.)
[←10]
İncil’in “Her şey beyhude,” diyen bölümü Ecclésiaste’a atıf. (ç.n.)
[←11]
İspanyol soylusu, Don Kişot. (ç.n.)
[←12]
Dünyadan el etek çekmeyi, kendini kayıtsız şartsız Tanrı iradesine
bırakmayı öngören dünya görüşü, (ç.n.)
[←13]
Sainte-Beuve’ün 17, yüzyılda Paris’teki entelektüel yaşamın bir
tablosunu çizen altı ciltlik eseri. (ç.n.)

You might also like