Professional Documents
Culture Documents
Cioran
Ezeli Mağlup
Fransızca yazan Rumen deneme yazarı ve ahlakçısı Emil
Michel Cioran, 1911 'de Raşinari'de (Romanya) doğdu.
On yedi yaşında Bükreş Üniversitesi Felsefe Bölümü'ne
girdi. Lisansını Bergson üzerine hazırladığı bir tezle aldı.
1934'te Bükreş'te yayımlanan ilk kitabı Sur fes cimes du
desespoir (Ümitsizliğin Doruklarında). kendisinin de ka
bul ettiği gibi, sonradan Rumence ve Fransızca yazdığı
her şeyin özünü barındırır. Hayatın trajik boyutundan
habersiz olmakla suçladığı Bergsonculuk'tan o dönem
de koptu. 1937'de, dini bir krizin ürünü olan ve tartış
malar yaratan kitabı Des larmes et des saints (Gözyaş
ları ve Azizler Üzerine) yayımlandı. Aynı yıl Bükreş Fran
sız Enstitüsü'nden bir burs alarak Paris'e gitti ve oraya
yerleşti. 1995 yılında Alzheimer hastalığından _öldü.
1947'de Fransızca yazdığı ve Fransa'da yayımlanan
ilk kitabı olan Precis de decomposition'u (1949; Çürü
menin Kitabı, Metis, 2000) şu eserleri izledi (başlıcala
rı): Syl/'ogismes de l'amertume, 1952 (Burukluk, Me
tis, 1993); La Tentation d'exister. 1956 (Varolma Eğili
mi); Histoire et Utopie, 1960 (Tarih ve Ütopya, Metis,
1999); La Chute dans le temps, 1965 (Zamanda Dü
şüş); De l'inconvenient d'etre ne, 1973 (Dogmuş Ol
manın Sakıncası, çev. Kenan Sarıalioğlu, Opus, 1997);
Aveux et Anathemes, 1981 (itiraflar ve Aforozlar).
Metis Yayınları
ipek Sokak 5, 34433 Beyoğlu, lstanbul
Tel: 212 2454696 Faks: 212 2454519
e-posta: info@metiskitap.com
www.metiskitap.com
Ezeli Mağlup
E. M. Cioran
Fransızca Basımı:
Entretiens, Gallimard, 1995
ISBN-13: 978-975-342-602-2
E.M. Cioran
Ezeli Mağlup
SÖYLEŞİLER
Çeviren:
Haldun Bayrı
�metis
Cioran, 1960
Fotoğraf: Michele Broutta
içindekiler
Hedefsiz yaşamak 25
Bükreş'te o dönemde estetik okumaya karar vermiş çok kişi var mıy
dı ?
Ailemden miras kalmış bir şey olmalı bu; annemle babam tamamen
zıt mizaçtaydılar. Uykusuzluk gecelerimde basan efkarla yazdıkla
rımdan başka bir şekilde yazamadım hiçbir zaman; yedi yıl boyunca
neredeyse hiç uyumadım. Her yazarın yazdıklarına bakıldığında, dü
şüncelerinin gündüz düşünceleri mi, yoksa gece düşünceleri mi ol
duğunun anlaşılabileceğine inanıyorum. O efkara ihtiyacım var ve
bugün bile hala, yazmadan önce Macar Çigan müziğinden bir plak
koyarım. Aynı zamanda, muhafaza ettiğim ve kendime karşı çevirdi
ğim bir hayatdoluluğum vardı. Az çok bezgin olmak değildir söz ko
nusu olan; aşırılık derecesinde bir melankoli, aşırı bir hüzün gerek
lidir. İşte o zaman kurtarıcı bir biyolojik tepki oluşur. Dehşet ile vecd
arasındaki etkin bir hüznü icra ediyorum. Uzun zaman boyunca Kaf
ka'yı fazla iç karartıcı buldum.
Nasıl başladınız?
Hiçbir zaman üyesi olmadığım Demir Muhafızlar çok tekil bir ol
guydu. Şefleri olan Codreanu aslında bir Slav'dı ve daha ziyade Uk
rayna ordusunun bir generalini andırıyordu. Muhafızlar'daki koman
doların çoğu sürgündeki Makedonyalılardı; genellikle Romanya'yı
çevreleyen halkların izini taşıyordu. Nasıl kanser için, bir hastalık
olmadığı, hastalıklar bütünü olduğu söylenirse, Demir Muhafızlar da
bir hareketler bütünüydü ve bir partiden ziyade, uçuk bir tarikatti.
Hareket içinde, ulusal yenilenmeden ziyade, ölümün saygınlığından
bahsediliyordu. Rumenler genel olarak kuşkucudur, kaderden fazla
bir şey beklemezler. Bunun için Muhafızlar, aydınların çoğu tarafın
dan horgörülüyordu, ama psikolojik düzeyde durum farklıydı. De
rinlemesine kaderci olan bu halkta bir nevi çılgınlık vardır. Demin
zikrettiğim, köylerde ölesiye canı sıkılan diplomalı aydınlar da seve
seve bu hareketin saflarına katılıyorlardı. Demir Muhafızlar, can sı
kıntısı da dahil olmak üzere, hatta belsoğukluğu da dahil olmak üze
re, her derde deva zannediliyordu. Bu aşırılık düşkünlüğü birçok ki
şiyi komünizme doğru da çekebilirdi, ama daha ortaya yeni çıkmış-
YARATILIŞ VE GÜNAH 13
Ütopyanın adeta, topluma aşkın değil içkin olan bir iktidarın soru
nu olduğu söylenebilir. İktidar nedir Cioran?
22 EZELİ MAGLUP
dili bana uymuyor: Bana vahşi bir dil, bir ayyaş dili lazımdır. Fran
sızca benim için bir deli gömleği gibi oldu. Başka bir dilde yazmak
dehşet verici bir tecrübe. Kelimeler üzerine düşünürsünüz, yazı üze
rine düşünürsünüz. Rumence yazdığım zaman, farkına varmadan ya
pıyordum bunu; en basit deyişle, yazıyordum. O zaman kelimeler
benden bağımsız değillerdi. Fransızca yazmaya koyulduğum zaman,
bütün kelimeler bilincime kendilerini dayattılar; önümdeydiler, dı
şımdaydılar, hücrelerindeydiler ve ben gidip onları alıyordum: "Sen,
şimdi; şimdi de sen ! " Paris'e geldiğimde yaşadığım, hiçbir başka tec
rübeye benzemeyen bir tecrübeydi. Quartier Latin'deki küçük bir
otele yerleşmiştim; ilk gün, telefon etmek için resepsiyona indiğim
de, otel görevlisini karısı ve oğluyla yemek mönüsünü tartışırken
buldum: Bir savaş planı hazırlar gibiydiler! Hayretten ağzım açık
kaldı: Romanya'da her zaman bir hayvan gibi beslenmiştim; yani bi
linçsizce, yemek yemenin ne demek olduğu üzerine hiç düşünme
den. Paris'te yemek yemenin bir ayin, bir uygarlık işi, neredeyse fel
sefi bir tavır alış olduğunun farkına vardım ... Aynı şekilde yazmak
da, Fransızcada, Rumence yazdığım zamanki gibi içgüdüsel bir iş ol
maktan çıktı ve tıpkı masum bir biçimde yemek yemeyi bırakmam
gibi, bir düşünüp taşınma boyutu kazandı ... Dil değiştirerek geçmişi
de tasfiye etmiş oldum: Bütünüyle yaşam değiştirdim. Şimdi bile,
hiçbir şeye bağlı olmayan, köksüz, bir sera dilinde yazıyormuşum
gibi geliyor.
Cioran, sık sık can sıkıntısından bahsettiniz. Sıkıntı ve tiksinti yaşa
mınızda nasıl bir rol oynadı ?
Yaşamıma sıkıntı tecrübesinin hükmettiğini söyleyebilirim. Bu duy
guyu ta çocukluğumda tanıdım. Eğlence, sohbet ya da zevklerle oya
lanabilecek sıkıntı değil burada söz konusu olan; tabir caizse temel
bir sıkıntı bu ve şundan ibaret: Kendi evinizde veya başkasının evin
de, ya da güzel bir manzaranın karşısında, az ya da çok aniden her
şeyin içi ve anlamı boşalıyor. İçte ve dışta boşluk. Tüm evren hiçli
ğin damgasını yiyor. Ve hiçbir şey bizi ilgilendirmiyor, hiçbir şey
dikkatimizi hak etmiyor. Sıkıntı bir baş dönmesidir, ama sakin ve
yeknesak bir baş dönmesidir; evrensel anlamsızlığın ortaya çıkışıdır;
bu dünyada da öbür dünyada da bir şey yapılamayacağının, yapılma
ması gerektiğinin, hayrete varan, ya da en üst basirete varan kesinli
ğidir; bize uyabilecek ya da bizi tatmin edebilecek hiçbir şey yoktur
24 EZELİ MAGLUP
Helga Perz ile yaptığı ve Alman gazetesi Süddeutsche Zeitung'un 7-8 Ekim
1978 tarihli 23 1 . sayısında "Ein Gespriich mit dem schrifsteller E. M. Ci
oran" başlığı altında yayımlanan söyleşi. Almancadan çeviren Jean Launay.
Sayın Cioran, geçen yıllarla birlikte, hayat daha mı basit bir hale
geldi, yoksa güçleşti mi?
Şu işe bakın ki daha basit. Çocukluğum yeryüzü üzerindeki cennet
ti. Herrnannstadt'a pek uzak olmayan bir yerde, bir Rumen dağ kö
yünde doğdum; sabahtan akşama kadar dışarıdaydım. On yaşında li
seye gitmek için bu köyden ayrılmam gerektiği vakit, büyük bir fe
laket duygusuna kapıldım. En beteri ise, on altı, on yedi yaşında ba
şıma geldi. Gençliğim gerçekten bir felaket oldu. Uykusuzluk çek
meye başlıyordum ve hiçbir şey yapamayacak bir haldeydim. Bütün
gün yatar vaziyette kalıyordum. Çocukluğumla arasındaki aykırılık
benim için büyük bir tecrübe oldu. Ama şimdi, yani elli yıl sonra,
kendimi daha mutlu hissediyorum, zira aynı gerginlik içinde yaşamı
yorum artık. Bunu bir yenilgi gibi değerlendiriyorum. Vaktiyle bir
iblis gibiydim, her an çökebilirdim, ama hakikaten yoğun bir biçim
de yaşıyordum.
Eninde sonunda, o zamanki genç adamla karşılaştırıldığında,
Fransızların rate diye adlandırdıkları bir tipim şimdi; yaşamını ber-
siyasi, ya da tanrı bilir hangi art düşüncelerle her şeyi şiddetle alaşa
ğı eden bir tiptir. Ama ben hiç öyle değilim. Öyleyse, benim metafi
zik anlamda nihilist olduğum söylenebilirdi. Ama bu bile, hiçbir şe
yi kapsamıyor. Kuşkucu terimini daha kolay kabul ediyorum - her
ne kadar sahte bir kuşkucu olsam da. Şöyle diyeyim, hiçbir şeye
inanmıyorum ve tam da bu yönde ... Bu bile doğru değil!
Bence bunun bir önemi yok. Çünkü beni okuyan kimseler, beni bir
nevi lüzum üzerine okuyorlar. Kabaca dile getirirsek, sorunları olan
kimseler bunlar - aldığım mektuplardan görüyorum bunu. B unlar
depresyonlu, içi içini yiyen, saplantılı ve mutsuz kimseler. Ve onlar
üsluba o kadar da dikkat etmezler. Benim dile getirdiğim şeylerde az
ya da çok kendilerini buluyorlar. Bununla birlikte, bunun güncel
olup olmadığını, ya da modası geçmiş olup olmadığını sormadım
kendime. Bunun güncel olduğu söylenemez; epey yansız bir üslup
bu; imgeli olmayan bir üslup; tam olarak bir döneme ait olmayan bir
üslup bu. Çağımıza aykırı bir taraf var, ona kuşku yok. Bunun çok
büyük bir önemi de yok.
Fransızcadaki üslubunuzun kendinize dayattığınız bir zorunluluğun
sonucu olduğunu söyler miydiniz?
Hayır. Her şeye rağmen, benim doğal tarzım bu. Çalışılmış olduğu
da bir vakıa. Kendime şiddet uygulamadım. Şeyleri tercüme etme bi
çimi üzerine düşündüm. Ama kendime herhangi bir biçimi dayatma
dım. Şurası kesin ki iki biçimim var. Şiddetli, infilaka dayalı olan bi
çim var; bir de acı alaylı, soğuk biçim var. Metinlerimin bazıları çok
şiddetli, çok histerik. Bazıları da soğuk, neredeyse ilgisiz. Her halü
karda, yazdığım her şey hafif saldırgandı; bunu unutmamak lazım.
Bunu da mümkün olduğunca hafifletmeye çalışıyorum.
Demin "Yazmak niye? " diyordunuz. Soru hata geçerli.
Kendim için. Dile getirmenin bana iyi geldiğini fark ettim. Çünkü bu
soru bana birçok kez soruldu. Özellikle de muayyen bir yankı uyan
dırdığım tek ülke olan İspanya'daki iki öğrenci sormuştu. Bu bir ki
tap ve satış başarısı değil. Ama bir şeyler uyandırıyor. Hoşuma da gi
diyor, çünkü daima İspanya'ya bir düşkünlüğüm olmuştur. Buna kar
şılık Almanya'da, İngiltere'de, hiç! Tali bir şey bu ... Dolayısıyla En
dülüslü iki öğrenciden aldığım mektup beni son derece sarsmıştı;
şöyle diyorlardı: Hayata bakışınız yazıyı dışlıyor, bunu bizzat siz
İNSANIN GİRİŞTİÖİ HER ŞEY 37
okur. . .
Hollanda'da geçen kitap o , değil mi? Beş-altı y ı l boyunca durumum
buydu ... Bütün hatmettiklerimi tahayyül edemezsiniz! Ayrıca benim
dışsal bir kaderim yok, çünkü yaşamöyküsüz bir insanım; belirli bir
rol oynamıştır bu.
Peki hdlii okuyor musunuz?
Okumayı yazmaktan çok seviyorum. Kendi saplantımla yaşamış ol
mama rağmen, yine de dışa dönüğüm, çünkü sırf okuma olgusu bile
bunu ispat ediyor! Ötekilerin kaderleriyle de ilgileniyorum. Dene
meler, ya da bunun gibi şeyler okuyorum. Gizli günlükler de! Her
zaman çok okudum, buna devam da ediyorum. Bu çok çok tuhaf: Et
rafımda bütün şu tipleri görüyorum da! Onlar okumuyor ki ! Fransız
yazarları okumazlar, ötekilerle ilgilenmezler... Elbette, başka bir açı
dan, daima asgaride kalmak gerektiğini düşündüm. Kitapları çoğalt
mamak... Bana yılda üç ya da dört kitap gönderen kimseler var...
Çürümenin Kitabı, Sartre'ın Varlık ve Hiçl ik inden sadece birkaç yıl
'
sonra çıktı...
O kitabı asla okumadım. Üslup sebebiyle ...
Demek istediğim, eseriniz Sartre'ınkiyle çağdaşken ve bir şeye bağ
lanmayan her tipin "adi" damgası yediği bir dönemde, şu cins cüm
leler yazdınız: "Hiçbir zaman taraf tutma, karar alma ve kendini ta
nımlama durumunda kalmamak; bundan daha sık dilediğim bir şey
yok! " Gerçekten Sartre ahlakının tam tersi bu.
Tam tersi! Çürümenin Kitabı nda Sartre'a karşı "Bir Fikir Yatırımcı
'
sı Üzerine" başlıklı bir sayfa var. Doğal olarak bazı ortak noktalar
var, çünkü biraz aynı filozofları okudum. Heidegger'i gençliğimde
okumuştum. Husserl'i ise çok az okudum. Ama kendimi Sartre'ın,
onun bütün girişimlerinin, hatta hayattaki eylemlerinin tam zıddında
hissediyorum. Kişiliği bana antipatik gelmese bile. Ona bir tür sem
pati duyuyorum. Yine de bu adamda cömert bir taraf var. Ama bu-
İNSANIN GİRİŞTİGİ HER ŞEY 43
nunla birlikte bir safdillik de var, ki bu benim için anlaşılmaz bir şey.
Bu dediğim olumsuz bir şey değil. Nietzsche bile bana fazla safdil
görünür. Çok sempati ve hayranlık duymuş olduğum Nietzsche'den
uzaklaştım. Ama onda fazla genç bir taraf olduğunun farkına varmış
tım. Bana göre. Çünkü ondan daha yozlaşmış, daha yaşlıydım. Yine
de insanları daha iyi tanıyordum. Yaşam ve insan üzerine ondan da
ha derin bir tecrübem vardı. Deha değil tecrübe. Ama herhangi biri,
mesela bir kapıcı da bir filozoftan daha büyük bir tecrübe sahibi ola
bilir. Daha önce dediğim gibi bir yaşamöyküm olmamasına rağmen,
yaşadım. Nietzsche bir yalnızdı ... Aslında bütün bu şeyleri ancak
uzaktan tanıdı.
Nietzsche mi safdil? Bunu açabilir misiniz?
Muhafaza ettiği o dahi ve küstah yeniyetme tarafı. Varlıklarla düşüp
kalkmadı. Çok yoğun bir biçimde yaşadı. Muazzam bir deha. Ama
büyük bir şehirde yaşayan, varlıklarla düşüp kalkan tipin bezginliği
ni tanımadı. Bense bunu yaşıyorum.
İnsanın temelden kötü olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Bu kitap l 952'de iki bin adet basıldı, dört franga satılıyordu, yirmi
yılda yaklaşık iki bin adet satıldı. Ve sonunda kendime dedim ki:
"İnsanlar haklı, bu kitap bir hiç, varolmayı hak etmiyor, neyse, başı
na geleni hak etti." Gallimard birkaç yıl önce bu kitabı cep dizisinde
yayımlayınca, yolunu şaşırmış gençlik için bir tür elkitabı haline gel
di, günümüzde en çok sivrilen kitaplarımdan biri... Kısa süre önce
evime bir hanım geldi, yayıncılıkla uğraşan bir kadın, "Bu türde bir
başka kitap yazmanız için ne isterseniz veririm," dedi bana. Ona,
"Yapamam... , böyle şeyler ısmarlama yazılmaz," dedim. Ama size
bir kitabın kaderinden bahsedersem: Asla, ama asla bu kitabın gö
müldüğü yerden çıkarılacağına inanmazdım. Bu sadece Fransa'da
böyle değil, Almanya'da bile kısa süre önce Berlinli bir solcu gazete
benim hakkımda iki sayfa yaptı; bu kitap söz konusu ediliyor ve ma
'
kalenin ad ı: "Nichts als Scheisse" (Sadece pislik). (Gülüşmeler.) Ve
bir dışkı denizinin içinde boğulma noktasında olduğum görülüyor.
Fakat tuhaf olan, bu makalenin bana karşı olmaması. Normal olarak
bunun çok sert bir eleştiri olması gerekirdi, ama hiç öyle değil. Size
bu şeylerden bahsetmemin tek nedeni, her şeyin öngörülebileceğini,
ama bir kitabın kaderinin öngörülemeyeceğini söylemek. Gördüğüm
bütün genç yazarlara diyorum ki: "Bakın, tahminler yürütmek yarar
sız; bir kitap yazdığınız zaman, kaderinin ne olacağı asla bilinmez.
Ve bu herkes için geçerlidir, ama bu tecrübeyi kendimiz yaşamamız
gerekir. Dolayısıyla, çok fazla yanılsamaya kapılmak veya bir kitap
ilgi görmedi diye bunalıma girmek yararsız. Unutulmuş veya batmış
bir kitabın birdenbire yeniden ortaya çıkma ihtimali vardır daima."
Görüyorsunuz, pek fazla iyimser olmayan ben bile, bazen iyimserle
şiyorum. Böyle devam etmeyeyim, yoksa kendini beğenmişin biri
zannedeceksiniz beni.
Çünkü bildiğiniz gibi, harekete geçen her insan bir anlam tasarlar.
Yaptığına bir anlam atfeder, katiyetle kaçınılmaz bir şeydir bu; ve de
üzücü bir şeydir. Harekete geçemezsiniz... Ben hiçbir zaman haya-
TARİH MUKADDER BİR AKIŞTIR 49
Çünkü tembelim. Devamı olan bir şey yazmak için etkin bir insan
olmak lazımdır. Ben parça içinde doğmuşum. Daha devamı olan me
tinler de yazdım, ama bunları zikretmeye değmez. Şimdi artık sade
ce aforizmalar yazıyorum: Kendi fikirlerimin kurbanıyım. Çünkü
bütün yaptıklarım, edebiyata saldırmaktı, yaşama saldırmaktı, Tan
rı'ya saldırmaktı. Bu koşullarda devamı olan bir şey yazmak niye?
Neyi ispatlamak için? Beni bu tutuma getiren de kaskatı bir mantık
oldu; sonra mizacıma uygun olduğu da çıktı ortaya. Yaşanmış veri
lerden yola çıkmadan asla bir şey yazmadım. Bütün yazdıklarımı, şu
ve şu ve şu nedenle yazdım. Daha önce dediğim gibi, çünkü öğret
men olmama, ders vermeme, bir meslekle iştigal etmeme, dolayısıy
la da bir tür entelektüel tutarlılık gösterme zorunluluğunda olmama
TARİH MUKADDER BİR AKIŞTIR 57
metli mi?" diyor. Ben, "Hayır. . . " diyorum. Bana, "Aptal herif! " diyor.
Birden kendi kendime, "Adam haklı, bir aptal gibi davrandım, bir
kostüm almanın sırası değil, bütün bir ülke batmak üzere. Bu tip ba
na ders vermekte haklı," diyorum. İşte. Demek ki kırk yıl önce oldu
bu. İki-üç yıl önce, gecenin ortasında sıçrayarak uyanıyorum. "Ah ! "
diyorum; bu tipi boğazlama isteğiyle "Ah! " diyorum. Bütünüyle
unutmuştum bunu, aklımdan tamamen çıkrriıştı, bütünüyle unutmuş
olduğum bir hikayeydi. Ve neredeyse kırk yıl sonra, bu tipi öldürme
fikriyle sıçrayarak uyanıyorum! Bana aptal muamelesi yaparak ettiği
hakaretin intikamını almak için. O zaman dedim ki kendime: "Eğer
kötü bir fikir içimde kırk yıl boyunca gizliden gizliye varolabildiyse,
içimde yer ettiyse, demek ki ilk günah denen şeyin damgasını yemi
şim, düşmüş bir yaratığım ben, manevi bir kaderim yok, bütün büyük
mistikleri okudum, bunu söylemeliyim, ama aslında bende mistik
kumaşı yok, çünkü bir mistiğin kırk yıl boyunca birine kızgın kalabi
leceğini hayal edemiyorum ... " Benim için olağanüstü bir tevazu der
si oldu bu. Size verdiğim bu örnek biraz aptalca. Ama bu alanda ya
lana boyun eğmemek yine de çok önemli. Oysa elbette ki manevi
şeylerde yalanın cazibesine çok kolay kapılırız. Kendimiz hakkında
da daima yanılsamalar besleriz. Budizm'de yanılsama cehalettir.
Dünyadaki bütün belalar da Buda'ya göre cehaletten gelir.
Romanya 'da Almanlar, Macarlar ve Rumenlerin birbirlerine komşu
olduğu, Transilvanya diye adlandırılan bölgede doğdunuz. Babanız
papazdı , değil mi? Gençliğinizden itibaren yazdıklarınızda büyük
bir rol oynayan da uykusuzluktu. Gençliğinizde size uykuyu kaybet
tirecek derecede etkileyen ne oldu ?
Bu kadar şahsi şeylerden söz etmek çok güç. Ama madem ki uyku
suzluktan bahsettiniz, ben gençliğinde uykusuzluk derdini yaşamış
olmanın o kadar da kötü olmadığına inanıyorum. Son derece acı ve
rici bir tecrübedir bu; bir felakettir. Ama başkalarının anlayamayaca
ğı şeyleri anlamanızı sağlar: Uykusuzluk sizi canlıların dışına çıka
rır, insanlığın dışına. Dışlanmış olursunuz. Akşam saat sekizde ya
tarsınız, saat dokuzda ya da onda, ve ertesi sabah saat sekizde uya
nırsınız ve gününüze başlarsınız. Uykusuzluk nedir? Sabahın seki
zinde akşam sekizdekiyle tamamen aynı noktada olursunuz! Hiçbir
ilerleme yoktur. Sadece orada olan o muazzam gece vardır. Hayat ise
sadece kesintilerle mümkündür. İnsanlar bu yolla hayata tahammül
TARİH MUKADDER BİR AKIŞTIR 63
arada katiyetle gitmez, ama yine de... İlişkiler olabilir. Neden peki?
Çünkü bütünüyle yalnız yaşadığınız zaman, evren boşaltıldığı za
man, bir tür sınıra temas edersiniz. Bu sınır da Tanrı diye adlandırı
lan şeydir aslında, inanmayan biri için. Ve neden Meister Eckhart'ı
anlamış olduğumu da göreceksiniz. Meister Eclchart da Tann'dan bir
tür sınır gibi bahseder, ama aşılması gereken bir sınırdır bu. Tanrı'nın
ötesine, tanrılığın içine gitmek gerekmektedir. Zannediyorum ki hat
ta, tanrılığın içinde Tann'nın Tann'dan çıktığı deyişini kullanır. Mis
tisizmi, uç halleri de bu uykusuz geceler esnasında hakikaten anla
dım, çünkü aslında mistisizmde büyüleyici olan şey, uç halleri kav
ramasıdır; bunun sonrası sadece çılgınlıktır. Gecenin ortasındasınız
dır, her şey çekip gitmiştir, ama aslında bir tanrı olmayan bu Tanrı
ortaya çıkıverir ve esrarengiz bir mevcudiyet izlenimine kapılırsınız.
O zaman da bazen vecd yaşanır ve Dostoyevski'yi bu kadar sevme
min nedeni budur. İman olmaksızın yaşanan vecdleri tasvir etmiştir.
Kirilov'dur bu; sara hastasıdır; Dostoyevski'deki bütün saralılar
imansız vecdi yaşarlar. Ben oe, sara hastası olmadan, tam anlamıyla
dini vecdleri anlamanızı sağlayan bu vecdleri yaşadım. Bana inan
mayacaksınız, ama Avilalı Azize Tereza'nın Hayatın Kitabı nı beş'
Son bir sorum var. Her bilinç elbette ki ıstırabın bilincidir, değil mi?
Ebauches du vertige ("Baş Dönmesi Taslakları ") adlı metninizde şöy
le yazıyorsunuz: "Eğer uzuvların, bütün uzuvların bilincinde olabil
seydik, kendi vücudumuz hakkında mutlak bir tecrübemiz ve görüşü
müz olurdu. Vücudumuz bilinçte o kadar mevcut olurdu ki, yerine ge
tirmekle yükümlü olduğu zorunlulukları artık icra edemezdi. Kendisi
de bilinç haline gelirdi ve böylelikle vücut rolünü oynamaz olurdu. "
lamda onun kefaretini öder. Esrar vs. üzerine büyük metafizik teori-
68 EZELİ MAGLUP
rum," diyor. Ben ona, "Bu kadar mı aceleniz var? Biraz bekleyebi
lirsiniz," diyorum. "Bakın -Montpamasse'da oturuyordu- size saat
on bir buçukta Dôme'da randevu veriyorum," diyorum. Ama bütün
akşam bunun rahatsızlığını yaşadım ve kendi kendime, "Tannın,
keşke adamı hemen görmeyi kabul etseydim," diyordum. Sonra dı
şarıda bekleyen kansını gördüm. Ve o an korkunç bir andı ... Kendi
kendime, "Tamam işte, kendini öldürdü," dedim. Hakikaten kendimi
berbat hissediyordum. "Kocanız nerede?" diye sordum kadına.
-"Ben de onu diyecektim. Uykuya daldı. Onu uyandırmak isteme
dim," dedi. (Gülüşmeler.)
Komik bir taraf var. Ama yine bu çocuk, üç hafta önce tekrar in
tihar etmeyi denedi. İntihar etme nedenleri vardı, orası kesin... Ban
yoda hapları içeceği sırada kansına yakalandı ve kadın ilkyardımı
aradı. İlkyardım beş polis memuruyla birlikte geldiği zaman, "Ama
ben... metafizik nedenlerle kendimi öldürmek istiyordum," dedi. Po
lisler de, "Yok, hayır, biz buraya başka nedenlerle geldik," dediler.
(Gülüşmeler.)
Peki. Teşekkürler, çok konuştunuz. Teşekkürler. Hiç durmadan ko
nuştunuz, yorulmuş olmalısınız. Sanırım burada kesmemiz lazım. Te
şekkürler.
(Alkışlar.)
Manevi ilerleme için
başarısızlık elzemdir
Luis Jorge Jalfen'in Occidente y la crisis de los signos adlı kitabında yayım
lanmıştır, Editorial Galema, Buenos Aires, 1 982. İ spanyolcadan çeviren
Gabriel Iaculli.
Ama hemen belirteyim ki, Latin Amerika 'da sorunumuz, yönetici sı
nıfların, biz sanki Güney Amerikalı değil de Avrupalı imişiz gibi iler
lemeye inanmaları. Çizgisel bir güzergah üzerinde yol alan tek bir ta
rih olduğu ve böylece ileri atılmanın yeterli olduğu düşünülüyor.
"İlerleme"nin ve tüketimin en ucuna varanlar, ABD, Almanya, Fransa
ve Kuzey ülkeleri. Bunların dışındaki ülkeler ötekileri yakalama yo-
72 EZELİ MAÖLUP
daha çok kanaat getiriyorum. Bir tür emekli ya da avanak haline ge
lecek. "Kurtarılamaz"; çünkü girmiş olduğu yol zorunlu bir biçimde
uğursuzdur. Ütopyalara karşı çıkmamın nedeni, insanın kendisini
ancak mahva sürükleyebilecek bir yola girmiş olmasıdır. Başka tür
lü davranamaz, geri adım atamaz, trajedisi de buradadır. İnsanda her
şey vardır, bilgelik hariç. Mesela bilgeliğe imrenen çok sayıda kişi
tanıyorum, ama bilgelik yeteneği olmayan canavarlar bunlar, ben de
diğerlerinden daha yeteneksizim. Hiçbirimiz bilge değiliz.
Sayın Cioran, hem kendime hem size soruyorum: Bu yol şaşması za
manında düşünürün rolü nedir?
Sadece tanıklık etmektir. Şeylerin gidişatı üzerinde hiçbir etkisi ola
maz. Düşünür bir tanıklıkta bulunur. B ir kaza yerine tespit için giden
jandarma gibidir. Montaigne'in durumu da böyle olmuştur; ama me
sajının düşünürler arasında etkisi yoktur. İlginç bir kaderi olan kişi
ler vardır, ama filozoflar arasında bilge yoktur. İnsan, temelli bir bi
çimde bilgelik yeteneğinden mahrum hale gelmiştir.
Bakın, ben filozof değilim. Gençliğimde felsefe öğrenimi gör
düm, ama her tür eğitime atılma fikrini çabucak bıraktım. Ben sade
ce bir Privat Denker'im -bir özel düşünür-, yaşadığımdan, şahsi tec
rübelerimden söz etmeye çalışıyorum ve bir eser yaratmaktan vaz
geçtim. Neden eser? Neden metafizik? Carnap derin bir şey söyle
mişti, "Metafizikçiler müzikal yeteneği olmayan müzisyenlerdir,"
diye.
Size "kutsal çadır nerede? " diye sorsam bana ne cevap verirsiniz? Ya
ni: On Emir nerede ? Bunları kim bekliyor? Tanrısallık hakkında ka
nıta benzer bir şeyler nerede bulunabilir? Elbette tanrısallığın zatı
olarak değil, ama mevcudiyetin kökensel olgusu, hakikatin tezahürü
olarak... İçimizde böyle vakanüvisler var mı? Böyle tanıklar var mı?
Evet var. Bunları herhangi bir çevrede bulabilirsiniz ve entelektüel
düzey diye adlandırılan şeyle hiçbir alakalan yoktur. Çeşit çeşit in
sanlarla, anlamış insanlarla teşrik-i mesaim oldu. Benim için insan
lık iki kategoriye ayrılır: anlamamış olanlar (aslında neredeyse bü
tün insanlık) ve anlamış olanlar, ki bunlar bir avuçtur. Ama "anlamış
olmak" da nedir ki? Paris'te kafe teraslarında flüt çalan bir dilenci ta
nıdım. Sürekli düşünürdü. Bir gün, tamamen ümitsiz bir halde evi
me geldi. O güne kadar öldüğünü zannediyordum, çünkü yıllardır
MANEVİ İLERLEME İÇİN BAŞARISIZLIK ELZEMDİR 75
Yok, her ne kadar o da bunun parçası olsa bile. Nükleer bir patlama
tehlikesi kuşkusuz benim "felaket" diye adlandırdığım şeye dahil,
ama ilginç değil, çünkü bariz.
Verena von der Heyden-Rynsch ile yaptığı söyleşi, Paris, Ocak 1 983, Ber
nard Lortholary'nin Fransızca versiyonu, Vienne 1 880-1938, l'Apocalypse
joyeuse içinde, editions du Centre Georges Pompidou, Paris, 1 986.
dığım beş yazar beni yemeğe davet ettiler. Yemin ederim, yemek ye
diğimiz üç saat boyunca sadece taharet musluğu üzerine bir şeyler
anlattım. Elbette kitabımdan söz etmemi bekliyorlardı ve evlerinde
taharet musluğu bulunmayan Almanların bende yarattığı küçümse
meden söz ederken yüzlerindeki rahatsızlık ifadesini hiila hatırlıyo
rum. Ancak biriyle yalnız olduğum takdirde beni derinden etkileyen
şeylerden söz edebilmemdendi bu: İki yalnızlığın iletişim kurmayı
deneyebilecekleri o an.
Eğer can sıkıntısından söz etmek istiyorsak, kaçınılmaz olarakfizyo
lojiye döneceğiz.
Sıkıntı, fizyolojik bir zemin olmaksızın tasarlanamaz olan hayatımın
daima belası olmuştur ve olmaktadır. Sıkıntının habercisi olan boş
luk duygusu ya da sıkıntının kendisi, her şeyi içine alan evrensel bir
duyguya dönüşür, böylelikle organik zemini ortadan kaldırır. Ama
bu zemini önemsiz gibi göstermek, hile yapmaktır.
Sıkıntıyla ilgili ilk tecrübeniz nedir?
Birinci Dünya Savaşı sırasında olmuştu bu. Beş yaşındaydım. Bir
akşam, muhtemelen yazdı, beni çevreleyen her şey anlamını yitirdi
ve dondu kaldı: Dayanılmaz bir bunaltı türü. O zaman olup biteni
formülleştiremeden, zamanın varoluşunun ayırdına varmıştım. Bu
tecrübeyi hiç unutamadım. Birey yalnızlığının bilincine olağanüstü
bir varış olan özdeki boşluktan söz ediyorum. Benim için hayatıma
o kadar sıkı sıkıya bağlı bir duygu ki bu, onu cennette bile hissede
bileceğimden eminim. Tabii bizi bu kadar derinlemesine etkilemesi,
kendimizin en önemli dışavurumu olmasından. Şu sıralar can sıkın
tısı pek revaçta bir konu değil; canı sıkılan bir kimsenin sadece ay
lak olduğu düşünülüyor, ki orası kesin değil, zira bu tatil kendi için
de bir dünya açıklaması taşıyor. Bunun içindir ki manastır sıkıntısı,
acedia o kadar ilgimi çekti; manastır yaşamının başköşesinde şeytan
dürtmesinin olması, sıkıntı tehlikesi olması. Mısırlı keşişler hep pen
cerede, ne olduğu bilinmeyen bir şeyi beklerken tasvir edilir. Can sı
kıntısı en büyük manevi tehdittir, bir nevi şeytan dürtmesidir.
Cinsiyet üzerine çok az yazdınız.
Celine, aşkın, sonsuzu bir fino köpeğinin ulaşabileceği noktaya ge
tirdiğini söylemişti. Bildiğim en iyi tanımdır bu. Eğer bu iki taraflı-
88 EZELİ MAÖLUP
İspanya'nın ölçüsüz tarihi düşü, hezimetle biten müthiş bir düş, beni
daima büyüledi. Fethin bütün taşkınlığı çökmüştür. İspanya tarihten
çıkan ilk büyük ülke oldu; şimdiki Avrupa'nın görkemli bir önbelir
tisi oldu. Ne tuhaftır ki bu başarısızlık, İspanyol diline şimdi evren
sel olma olanağı sundu.
İspanya'ya neredeyse tiyatrovari bir bakış bu.
Ya ilerleme?
Lea Vergine ile yaptığı ve İ talyan dergisi Vogue lıalia nın Ağustos 1 984 ta
'
Bir gün ona, "Artık dayanamıyorum," dedim; beni hiila şaşırtan bir
cevap verdi (annemin bir papaz karısı olduğunu unutmamak gere
kir): "Böyle olacağını bilseydim kürtaj yaptırırdım." Allak bullak et
ti bu beni. Ama çok da iyi geldi.
Yazdığım her şey, bir şeyden, bir sohbetten, aldığım bir mektup
tan doğmuştur. Yazdıklarımın nedenini, bundaki bayağı tarafı, kazai
kökenini göstererek yazabilirdim. Belki de kitaplarımdan daha ilginç
olurdu bu.
Nasıl tanımlanmayı tercih ederdiniz ?
Bilmem ... İstenen söylenebilir.
Bugün, kendinizle ilişkiniz nasıl?
Eh, o kadar iyi değil.
Ama o kadar kötü de değil.
Evet, çünkü, her şeye rağmen, yaşlı olduğumu inkar edemem. Ama
kendimi özel olarak yaşlı hissetmiyorum ...
Yaşlı olmak canınızı mı sıkıyor?
Hem evet hem hayır. Hayır, çünkü geleceğin bizim için neler hazır
ladığını tam olarak biliyorum; ama biraz rahatsız da ediyor, çünkü
felakette hazır bulunmak isterdim ve aksine bunun tanığı (gülüyor)
ya da kurbanı olamayacağım izlenimindeyim. Gelecek üzerine belir
gin bir görüşüm var. Tarihi felaketten bahsediyorum tabii ki, atom
felaketinden değil. Üstelik bir yaşlı olarak kendime tahammül ediyo
rum, ama yaşlılara tahammül etmiyorum, diğer yaşlılara. Kitapları
mı okuyanlar gençler. Burukluk adında bir kitapçık yazdım, küstah
ça şeyler var içinde. Bunu savaştan hemen sonra yazdım; son dere
ce yoksul ve çok kinik olduğum bir zamandı. Bu kitap yayımlandı
ğında, Çürümenin Kitabı da çıkalı az olmuştu ve arkadaşlarım bana,
"Bir çuval inciri berbat ettin, bu kitap küstah ama ciddi değil," dedi
ler. Hakkında sadece iki kısa yazı çıktı; biri Elle dergisinde (bunun
için asla antifeminist olmayacağım). Kitap tam bir başarısızlık oldu.
l 952'de çıktı ve yirmi yıl içinde iki bin adet satıldı; hem de fiyatı
dört frank gibi komik bir rakamdı! Kötü bir kitap olduğuna hükme
dildi ve sonunda bunu ben de kabullendim. Yirmi beş yıl sonra,
cepkitabı olarak çıktı. Şu anda Fransa ve Almanya'da en çok okunan
VATANSIZ VE KİMLİKSİZ KALMAK İSTİYORUM 99
kitabım. Bir insanın kaderi öngörülebilir, ama bir kitabın kaderi ön
görülemez.
La Tentation d'exister (Varolma Eğilimi) adlı kitabınızda, yazmış ol
duğunuz en iyi metin olarak değerlendirdiğiniz, Yahudiler üzerine
bir otuz sayfa var. Yahudileri sever misiniz?
Son derece ilginç çok sayıda Yahudi tanıdım; insan ilişkilerinde en ze
ki, öngörülmez ve en cömert kimseler bunlar. Fransa'ya geldiğim va
kit, benimle ilgilenen ve nasıl geçindiğimi merak eden sadece Yahu
dilerdi. l 937'de Macar Yahudisi siyasi mültecilerle birlikte yaşadım.
Paris'te görüştüğünüz ya da görüşmüş olduğunuz yazarlar hangile
ri?
En ilginç kimseler hiç yazmamış olanlardır. Yazarların ilginç olduk
ları bilinir; her halükarda eserleri tanınır. Benim dostlarım da, hem
Romanya'da hem Fransa'da, yazmayan kimselerdi ya da kayda değer
bir biçimde daha ilginç kimselerdi. Yazar geçmişini satar. Ondan
kurtulur. Ama kendini dışavurmamış kişi, rate olduğu söylenen kişi,
konuşmamış olduğu için her şeyi içinde tutar, avantajı budur.
Sizin için Paris'in anlamı ne?
O kadar çok ki! Hayatımın tutkusu ... ama şimdi bitti. Bir Fransız
bursuyla Paris'e geldiğim vakit, katiyetle burada yaşamam gerektiği
ne karar verdim. Son Rumence makalemi Quartier Latin üzerine
yazdım: Korkunç bir hüznü vardı ve bu makalede neredeyse bursu
mu tehlikeye atıyordum. Rilke'den bir alıntıyla başlıyordu: "Buraya
yaşamaya, veya daha ziyade ölmeye gelinir." Makale Romanya'da
büyük yankı uyandırdı, çünkü Rumenler için yeryüzündeki cennet
Paris'ti. Bütün hayalleri Paris'te bir servet saçıp savurmak, sonra da
intihar etmekti. Şöyle yazdım: "Dünyanın en hazin, en melankolik
şehirlerinden biri."
Sizin üzerinize şimdiye kadar hiç yazılmamış neyin yazılmasını ister
diniz?
... Daima kendi hakkımda yazdığım için, nasıl diyeyim, bulunduğum
açı iyi değil. Bilmiyorum ... Bence daha ziyade şu sorun çıkıyor: Ka
famdaki hayat anlayışıyla nasıl yaşayabildim? Hangi nedenle intihar
etmediğimi herkes daima sordu ve bu soru hiç de saçma değil. Bun-
100 EZELİ MAGLUP
"' Bkz. "Tares", la Delirante içinde, der. Fouard El-Etr, no. 8, Yaz 1982, s . 2 1 .
(Fr. ç.n.)
İlahiyatçılık taslayacak kadar
mizah yoksunu değilim
·
Gerd Bergfleth ile yaptığı ve Almancada ilk kez "Ein Gespriich - Geführt
von Gerd Bergfleth" başlığıyla yayımlanan söyleşi. © Konkursbuchverlag
Claudia Gehrke 1 985, Tübingen. l 987'de Ire des Vents yayınevi tarafından
sınırlı sayıda basımı yapılan, daha sonra da 1988'de !'Heme yayınevi tarafın
dan yayımlanan Cioran'ın Fransızca versiyonu. © Editions de !'Heme, 1 988.
için bir düstur haline geldi. Ertesi gün Paris'e döndüm ve ani kararı
mın gereğini yaparak hemen işe koyuldum. Çürümenin Kitabı'nın ilk
versiyonunu çok çabuk bitirdim ve ilk gösterdiğim dostumun kanısı,
veya daha ziyade teşhisi, yüreklendirici olmaktan uzaktı. "Yersiz
yurtsuz bir hali var. Her şeyi yeni baştan ele almak lazım." Hayal kı
rıklığına uğramıştım ve öfkeden kuduruyordum. Ama haklı olduğu
nu da hissediyordum ve tavsiyesine sıkı sıkıya uydum.
Burada başka bir dönemi de zikretmek isterim. Birinci Dünya
Savaşı'nda bir kolunu kaybetmiş olan yaşlı bir Basklı tanıyordum. O
da benim gibi Quartier Latin'de oturuyordu. Atalarının dili konusun
da büyük bir uzmandı. Birkaç makale dışında hayatı boyunca hiçbir
şey yapmamıştı - ki bu da beni ona hayran etmişti. Düzeltme man
yağıydı, katı bir özleştirmeciydi, dilbilgisi inceliklerine karşı hakiki
bir tutkusu vardı. Bu çolağın başka bir özelliği de belden aşağı sap
lantılarıydı. Gezintileri sırasında, fahişelerin yanına gidiyor ve en ol
madık dil incelikleriyle onlara açık saçık sözler söylüyordu. Akşam
lan sık sık Montpamasse'a gidiyorduk. Hikaye bileşik zamanı dilek
kipinin fanatiğiydi ve kaldırım yosmalarından biri hata yaptığında
öyle yüksek bir sesle azarlıyordu ki, etraftan geçenler durup toplaşı
yordu. Onu saatler boyunca dinliyordum, söylediği hiçbir şeyi kaçır
mıyordum, modası geçmiş harika söz oyunlarını kolluyordum. Dik
kat çektiği noktalar, yaptığı imalar incelik doluydu. Kütüphanesi,
bilhassa sözel cambazlıklarını ve kibar açık saçıkhklarını takdir etti
ği erotik kitaplarla doluydu. Sık sık, incelik dolu müstehcenlikte şu
ya da bu deyişi anlayıp anlamadığımı sorardı bana. Tekrarlıyorum,
-adlarını vermekten imtina edeceğim- en sevdiği kitapları, buluşla
rı için, uygunsuz söz oyunları ve şık müstehcenlikleri için okuyordu.
Bu malfilün üzerimde büyük etkisi oldu. Her ne kadar özleştirmeci
batıl inançlarını kısmen reddetsem de, sözcük dağarcığı ve sözdizi
mi üzerine tartışıyordum onunla. Bana şöyle talimat veriyordu:
"Eğer doğru dürüst yazmak istemiyorsanız, Balkanlar'daki memle
ketinize dönün o zaman. " Çürümenin Kitabı'nı böylece birçok kez
yazdım. Sonunda bunu ona takdim etmeye karar verdim. Sık sık bu
luştuğumuz o kafelerden birinde, ona bir sayfa kadar bir şey oku
dum: Neredeyse hemen uyuyakaldı. Her şeye rağmen ona bir bor
cum var. Kültürü geniş, belagati eşsizdi. Onunla temas içinde Söz'ün
sınırsız gücünü anladım. Bununla birlikte, mükemmeliyet ve şeffaf
lık zoruyla toplum gibi dilin de cılızlaştığı 1 8 . yüzyılın hayranıyım-
1 04 EZELİ MAÔLUP
dır. O yüzyılın kanı çekilmiş ve saf nesriyle çok düşüp kalktım; özel
likle de önemsiz yazarlarıyla. Maine Düşesi'nin maiyetinden olan
Madam Staal de Launay'in anılan geliyor aklıma. Bir tarihçi bu ki
tabın bütün Fransız edebiyatının en iyi yazılmış kitabı olduğunu id
dia etmiştir.
Rumence kitaplarınıza dönelim. Bize bu kitaplarla ilgili bir şeyler
söyleyebilir misiniz?
1 934'te çıkan ilk kitabıma baştan aşağı felsefe ağzı bulaşmıştır. Onu
kurtaran, çok yüksek ölçüde karanlık özüdür. O sırada uyku uyumaz
olmuştum, bütün gecelerim sabahlayarak geçiyordu ve tüm yaşamım
sürekli bir bekleyişe dönmüştü. Neredeyse Tübingen kadar güzel bir
şehirde yaşıyordum: Transilvanya'daki Sibiu. Geceleyin bir hayalet
gibi sokaklarda dolaşıyordum. İçimdeki kanşıklığı haykırma fikri o
zaman geldi aklıma. Ümitsizliğin Doruklarında böyle doğdu; bir in
tihar olduğunda gazetelerin kullandığı can sıkıcı bir başlıktı bu. Böy
le bir başlangıçtan sonra çökeceğimden emindim. Size o zamanki
durumum hakkında bir fikir vermek için, orantısız ve gülünç bir kar
şılaştırmaya başvuracağım. Ecce Homo ile, çöküşle başlayan, daha
sonra da Tragedyanın Doğuşu ve geri kalan eserlerine geçen bir
Nietzsche tahayyül edin. Dolayısıyla neredeyse bir kaçık gibi başla
dım, daha sonra da gitgide daha normal, hatta fazla normal bir hale
geldim. Kitabımda, cinnete ya da tahrike yakın olan cehennemi bir
samimiyet vardı. O dönemde bana anlatıldığına göre bir kadın, ko
casına yaptığı etki yüzünden bu kitabı ateşe atmıştı. Annem ciddi bir
biçimde endişe duyuyordu. Benim için başvurduğu ve kısa bir gö
rüşme yaptığım bir uzman, frengiye yakalandığımdan hemen hemen
emindi. Doğu Avrupa'nın o zamanki entelektüel çevrelerinde bu has
talığın büyük bir itiban vardı. Tam o sırada okuduğum, bir Sırp tara
fından, bu hastalığa yakalanma şansı olmayanların bütün ümitlerini
bırakmaları gerektiğini gösterme niyetiyle yazılmış bir kitap vardı. ..
Teorisini desteklemek için, bu hastalığa yakalanma mutluluğuna na
il olmuş çok sayıda şahsiyet zikrediyordu. Bir kan tahlili gerekliydi.
Sonuç hayal kınklığı oldu. "Kanınız temiz çıktı," diye haber verdi
doktor, muzafferane bir havayla. "Memnun olmuş gibi görünmüyor
sunuz," diye ilave etti. "Doğru, memnun değilim," diye cevapladım.
Geleceğim tasarlanamaz bir şey gibi geliyordu bana. Ne yapabi
leceğimi göremiyordum. Hoşlandığım bir meslek seçmem gereki-
İLAHİYATÇILIK TASLAYACAK KADAR 1 05
Söz konusu olan lirik bir benlik. Şairlerde adeta kendi bilinçleri ye
rine kendini ifade eden bir bilinç var; oysa siz, yazar olarak konuşu
yorsunuz.
Tamamen.
Şeyleri fazla kelimesi kelimesine almak olur bu. Biraz nüans katmak
gerekir. Macbeth'i düşündüğüm zaman kendimi onunla özdeşleştiri
yorum; onu düşünmediğim zaman bile kardeşim olarak kalıyor. Söy-
Mistiğin boşluğu hiçliğe çıkar, ama her şey olan bir hiçliğe. Bunu siz
de böyle mi görüyorsunuz?
Size göre bir kitap, bir "intihar tehiri"dir. Demek oluyor ki edebiyat
bir nevi yedek; kendini öldürmek yerine yazmak. Ölüm arzusuyla
ölümün arasına giriyor, nihai çözümü daima ileriye atıyor, ama ber
taraf etmeden. Yazının size bir yardımı oldu mu?
İnsan bir maceracı olduğuna göre, sonu ancak kötü olabilir. Alınya
zısı Tekvin'de açık bir biçimde tanımlanmıştır. Düşüş'ün hakikati, ilk
zamanlardaki o kesinlik, bizim de hakikatimiz ve kesinliğimiz hali
ne gelmiştir.
Son bir soru: Sakın gizli bir ilahiyatçı olmayasınız? Bir felaket ila
hiyatçısı, bir iıfan (gnose) ilahiyatçısı?
İrfanla ilgilendim, bundan doğal bir şey olamaz. Bundan küçük bir
kitap çıktı: Le mauvais demiurge ("Kötü Evren Düzenleyicisi"), Al
manca çevirisi Die veıfehlte Schöpfung ("Rate Yaratılış") hoşuma gi
diyor. Yaralıcı'yı ancak kötücül, ya da daha iyisi, her şeyin içine eden
biri gibi tahayyül edebiliriz. Bu anlayış, birkaç yüzyıllık bir tutulma
dan sonra bugün güçlü bir halde geri dönüyor. Ama ilahiyatçılık tas
layacak kadar mizah yoksunu değilim.
Epey doğru bu. Simone Weil, lettre a un religieux'de ("Bir Din Ada
mına Mektup") "bir yazar için dil değiştirmek, din değiştirmek kadar
vahim ve tehlikeli bir şeydir," diyordu. Vatansız statüsünü benimse
miş olan benim için dil bir çıpadır, bir temeldir, bir kesinliktir. Bir
milliyet değilsinizdir, bir dilsinizdir. Onun dışında her şey soyut ve
gerçekdışı hale gelir. Öyleyse, evet, bir dil bir vatandır ve milliyet
sizleşmişimdir. Bir anlamda, kendimi özgür kıldım, ama bunun da
acılı olduğu ortaya çıkıyor. Bir şair için bu bir felaket olurdu.
Hayır. Benim için Paris, tapılası bir put gibiydi. Ama bundan bez
dim, çünkü yaşlanıyorum; şehir de yaşlanıyor. Büyülenmenin sonu
geldi. Eğer bu şehri terk etmiyorsam, burada kırk yıl yaşamış ol
mamdandır. Ama artık bana ilham vermiyor. Chamfort Fransız Dev
rimi'nden önce şöyle yazmıştı: "Paris; beş sakininden dördü keder
den ölen ışık şehir, zevk şehri." Hüzünlü bir şehirdir bu. Yıpranmış-
1 22 EZELİ MAGLUP
Fritz J. Raddatz'ın yaptığı ve Alman haftalık dergisi Die Zeit'ın 4 Nisan 1 986
tarihli 1 5. sayısında "Tiefseetaucher des Schreckens" başlığıyla çıkan söyle
şi. Almancadan çeviren Jean Launay.
İlerlemeyi inkar ediyorum. Size anekdottan daha fazla bir şey olan
bir anekdot anlatacağım. Burada, evimin fazla uzağında değil, iler
leme üzerine ilk ve en iyi kitap yazıldı. Terör dönemi sırasında Con-
İNTİHAR FİKRİ SAYESİNDE HAYATTA KALDIM 125
Bu bir anekdot. Ama siz eleştirinizi dile getirmediniz. Her tür tarihi
süreç hakikaten ve genel bir biçimde inkar edilebilir mi? Böyle bir
sürecin içindeki ilerleme inkar edilebilir mi?
Bunu inkar edemem. Ama benim için her kazanç aynı zamanda bir
kayıptır. Böylelikle de ilerleme kendini iptal eder. İnsan, her ileri
adım atışında bir şey yitirir.
Evet.
Bir kere şöyle yazmıştınız: "Bütün kitaplarım başarısız intiharlardır. "
Evet.
Gördüğümüz gibi.
Tersten bir din bu, bir nevi yolundan saptırılmış din.
Aynı zamanda bir ritüelleştirme de. Şimdiye kadar yazdığınız her şey
gösteriyor ki, düşünme ve yazma çabalarınız eninde sonunda bir su
ikast ritüeli.
İNTİHAR FİKRİ SAYESİNDE HAYATIA KALDIM 131
Duruma bağlı. Ama biliyor musunuz, benim için köken gibi, tarihön
cesi ya da tarih olmayan gibi kavramlar başka bir düzeydedirler. Ge
ricilik mi? Belki. Ama bence, tutumuma siyasiden ziyade felsefi bir
açıklama bulmanız daha doğru olur.
Ama tarih içinde yaşadığımız da bir vakıa, siz bufikri reddetseniz bi
le. Stalin tarihtir, Hitler tarihtir. Yine Cioran'dan bir cümle okuyo
rum: "Barbarlık özlemi her uygarlığın son sözüdür. " Sizde de bu
barbarlık özleminden bir parça var. O ilk balçığın özleminden bir
parça. Sarkıtların ve mağaraların . . .
Tamamen doğru bu, buna itiraz etmem. Kendimi siyasetin üzerinde
konumlandırmıyorum, burada haklısınız. Ama çok daha derin, siya
setin ötesinde, tabiatımda var bu; gençliğimden beri bu yadsıma eği
limi, hayır deme eğilimi, hayır demekten zevk alış vardı bende.
Bilinçli yaşamınız sadece yadsıma yoluyla mı ifadesini buluyor?
Çok derinlerimde bu.
lemek gerekir. Aşın olan her şey beni daima büyülemiştir. Mesela
Marksizm beni hiçbir zaman çekmemiştir. Çünkü fazla sistematiktir,
fazla ciddi, katı ve dogmatiktir ve çok az bireyseldir. Marksizm'de
fantezi yoktur, teorik fantezi yoktur.
Peki faşizm, tam olarak da Nazi faşizmi sizin üzerinizde aynı büyü
leyici etkiyi yarattı mı?
Hayır.
Naziler üzerine sizden bir cümle: "Oysa istediği kadar kabaca komik
olsun, bu çılgınlık Almanların lehine tanıklık etmektedir. Batı 'da bir
tek onların bazı tazelik ve barbarlık kırıntılarını hfild muhafaza etti
ğini göstermiyor muydu? " Tazelik ve barbarlık: Sizde olumlu olan
iki kavram bunlar. Ve şöyle devam ediyor: "Ve de hfilfi büyük bir
maksat ya da muazzam bir çılgınlık yeteneğinde olduklarını. "
Burada beni ilgilendiren Almanlardır, Naziler değil. Öte yandan ta
rih bir değer sistemi değildir. Bir Alman olarak şeyleri başka türlü
görememeniz muhtemeldir, bunu gayet iyi anlıyorum. Ama benim
bakış açım daima siyasi değil estetik olmuştur. Demin fanteziden
bahsettim. Benim bakış açım bu, A lmanlarınki bu değil. Almanlarda
ilke çılgınlığı var, şüphe konusunda yetenekli değiller. Bu felaketi
yaşamış olmaları bundandır. Nüanslardan hiç anlamazlar, trajedileri
de budur. Demin zikrettiğiniz bölümde biraz kinik bir şey var, ama
ben şeyleri, ister soldan olun ister sağdan, sizin kadar ciddiye almı
yorum. Tarihte çok mızıkçılık yaptınız.
Tamam, ama salt estetik tutumun da doğal olarak sınırları var; oyu
nun sınırları var. Sadece bir şey söylemek istiyorum: Daima ve sade
ce bu şekilde hayır demek bir boşluk yaratmaz mı? Bir beyin boşlu
ğu; boşluğun doğası uyarınca aniden ve kötü bir şekilde doldurula
bilecek bir ahlak boşluğu yaratmaz mı ? Sürekli "Kendimi hayır diye
rek tanımlarım", "bilincim hayır demekten doğar" diye tekrarlayan
kişi, kötü bir evet içinde yolunu şaşırma tehlikesiyle karşı karşıya.
Hayır, çünkü gerçekten asla hiçbir şeye inanmadım. Benimle düştü
ğünüz hata bu. Ne olursa olsun hiçbir şeye asla gerçekten inanma
dım. Bu çok önemli. Ciddiye almış olduğum hiçbir şey yok. Tek cid
diye aldığım şey, dünyayla olan çatışmamdır. Artakalanı benim için
bir bahanedir ancak.
1 34 EZELİ MAÖLUP
Zaman zaman bu duyguya kapılıyorum. Eğer her şeyi yok etme im
kanım olsaydı, yapardım bunu. Herkesin hissedebileceği içsel bir
şey bu.
İNTİHAR FİKRİ SAYESİNDE HAYATTA KALDIM 1 35
Herkes mi? Gerçekten mi? Bense daha ziyade bunu az sayıda insan
hisseder derdim.
Zannettiğinizden de kötü. İnsanlar derinlemesine bir biçimde potan
siyel canilerdir. Kesinlikle böyle bu.
Bu tezleri daha önce Fransa 'daki başka yazarlarla tartıştınız mı?
Yok, hiç tartışmadım. Fransa'da röportaj yapmıyorum.
Röportajdan değil tartışmadan bahsediyorum. Paris'te kimlerle,
hangi yazarlarla ilişkidesiniz?
Michaux ile birbirimize çok bağlıydık. Beckett de iyi dostlarım ara
sındadır.
Beckett ile aranızda muhakkak anlaşmazlık çıkmıyordur.
Çıkmıyor. Ama Beckett bu kadar genel konularda söyleşi yapmak is
temez; ona sadece somut sorular sorulabilir.
Paris'teki edebiyat yaşamına az katılıyorsunuz değil mi?
Çok az.
Ya Sartre ve Camus?
Savaşın son yılında, l 944'te, her sabah sekizde memur gibi Saint
Germain-des-Pres'deki Cafe de Flore'a gidiyordum. Sekizden öğlene
kadar, sonra ikiden sekize, sonra da dokuzdan onbire. Çoğu zaman
Sartre da orada, bana pek uzak olmayan bir yerde oturuyor olurdu.
Ama o sırada hiç tanınmayan biriydim.
Fakat 1 944 'te Sartre da tanınmıyordu değil mi?
Yok, o daha o zamandan tanınıyordu; ama tabii daha sonra olacağı
kadar meşhur değildi. Birlikte hiç konuşmadık, onu bu kadar tanı
yordum. Camus'yü ise tek bir kere gördüm ve hoşuma gitmedi. İlk
kitabım Çürümenin Kitabı'nı yayımladığım zaman bana münasebet
siz bir şey söyledi: "Artık gerçekten entelektüel şeylerin alanına gir
melisiniz," dedi. Bunu inanılmaz bir küstahlıkta buldum. Camus'de
bir taşralı kültürü vardı, sadece Fransız edebiyatını biliyordu. Belki
Çürümenin Kitabı iyi bir kitap değildir, ama yine de muayyen bir se
viyede olduğu görülür. Üstelik bana sanki bir talebeymişim gibi hi
tap etmesi. Onu bir daha hiç görmedim.
1 36 EZELİ MAGLUP
Hiç sorunsuz, elbette. Ama Rumence benim için çok tehlikeli, çün
kü ilk dilim o. Bir çekiciliği var ve yaşla birlikte yeniden beliriyor.
Korkutuyor bu beni. Rüyalarımı Fransızca görüyorum, ama eğer ile
ride Rumence rüya görmeye başlarsam, Fransızca yazarlığım biter.
Kanı çekilmiş bir nesirle yazıyorum, doğrudan bir dil değil bu. B ir
roman ya da yaşanmış bir şey asla yazamazdım. Fransız dilinin be
nim hoşuma gitmesi de hukukçulara ve mantıkçılara göre bir dil ol
masından. Beni çeken, bu dilin soyut tarafı oldu; bundan istifade
edebilirim. Ama mesela bu öğleden sonrayı tasvir edemezdim; im
kansız olurdu bu. Ben sadece sonuçları ifade edebiliyorum. Aforiz
malanm gerçek aforizmalar değil, her biri bütün bir sayfanın sonu
cu; ufak bir sara krizinin son noktası.
Size cevap vereyim. Her günkü düşünceler vardır. Bir de sadece şim
şek gibi çakarak gelen düşünceler vardır. Söyledim ya, benim sıra
dan duygum acımadır: Ötekilerin mutsuzluğuna çok duyarlıyım. Fa
kat gençliğimde büyüklük çılgınlığına kapılmıştım.
Bundan bir şeyler kalmış mı? Cioran hlita büyüklük çılgınlığına ka
pılıyor mu?
Ama yoğunlukları azaldı. Can sıkıntısı arttı, o dipsiz sıkıntı. Bir pa
paz eşi olan annem, asla unutamayacağım şu sözü söylemişti bana:
"Bu ıstırapları çekeceğini bilseydim, seni dünyaya getirmezdim." Ve
bu bana çok iyi gelmişti.
FRANÇOIS FEJTÖ : Bir gün Beckett ile aranızdaki ilişkilerden söz et
miştik ve siz, ancak söyleyecek hiçbir şeyi olmayan ve kendilerine
mahsus bir dünyaları olmayan yazarlar söz konusu olduğu takdirde
edebiyat tartışması yapmak gerektiğini söylemiştiniz. Söyleyecek bir
şeyi olduğuna inanan bir yazar olduğumu farz edelim; dolayısıyla
sizi edebiyat ile felsefeyi bir kenara bırakmaya, ve bu sefer sadece
tarihten, sizin ve benim tarihimden söz etmeye davet ediyorum. As
lında güzel çalışmanız Tarih ve Ütopya'da ve göründüğü kadarıyla
sizi büyülemiş olan "Sissi" üzerine o şaşırtıcı denemenizde, tarihçi
lerin jargonunda "evenementiel "" diye adlandırılan tarihe duyduğu
nuz ilgiyi gösterdiniz. 1972'de La Nouvelle Revue Française 'de dev
rimlerin anlamsızlığı üzerine kışkırtıcı bir deneme yayımladınız. Bu
makalede, beklenmedik bir biçimde, Büyük Devrim diye adlandırı
lan Fransız Devrimi'nin saçma olduğunu, hatta bu devrimin sonsuz
zarara yol açmış olduğunu ilan ediyordunuz. Rus Devrimi hakkında
ki görüşünüz de aynıydı. Birinci Dünya Savaşı'nı izleyen ve Habs
burg Monarşisi'ni yok eden altüst oluşlara da aynı şekilde bakıyor
sunuz zannederim. 1918'e kadar Macaristan 'a ait olan ve daha son
ra Romanya 'ya bağlanan Transilvanya'da doğdunuz. Çocukluk dö
neminizden ne gibi şeyler hatırlıyorsunuz ?
Bugün Sibiu diye adlandırılan bir şehirde doğdum; bu şehre Macar
lar Nagyszeben, Almanlar da Herrnannstadt diyorlardı. Bu şehirde
Bana hayır, çok ufaktım. Ama annem babam Birinci Dünya Savaşı
sırasında tehcir edildiler. Babam Macaristan'ın batı bölümündeki
Sopron'da, annem ise Cluj'da (Kolozsvar, Klausenburg) oturmaya
zorlandı.
Neden peki?
Evet, Katolik bir piskopostu ve biraz barok üslupta iyi bir yazardı.
Adının da gösterdiği gibi Slovakya kökenliydi.
Doğru bir tespit. Ama teorik olarak bütün hastalıkları iyileştiren bir
ürün icat edildiği hayal edilebilir. Bu bir felaket olurdu, çünkü insan
öyle veya böyle ölmelidir. İnsanlar, yüz elli yaşına kadar yaşamayı
başarsalar bile, ölmek zorundalar. Tıptaki ilerlemeler sonucunda in
sanların epey bir kısmının doğal bir ölümle ölmediklerini söyleyebi
liriz. Varoluşumuz yapay bir biçimde uzatılıyor, ölüme karşı müca
dele uzuyor. Çok gayri insani bir şey bu.
Doğru ama Mozart, Hölderlin, Kleist gibi birçok deha genç ölmüş
tür. 1 8. yüzyılda, l 9. yüzyılda, bir şairin ortalama ömrü yirmi beş
yıldı, bir yazarınki de elli yıldı.
Ne üzerine yazmıştınız?
Evet öyle, yirmi beş yaşında. Bugün daha da derin bir ümitsizliğe
varmamın nedeni, Batı'nın kendi değerlerine ve misyonuna artık
inanmaması. Hayatta, hem bireysel düzeyde hem kamusal düzeyde,
insan kendine güvenmelidir; yeteneklerini abartsa bile. Lamennais,
Fransa'nın yüzyıllar boyunca kendini ulusları kurtarmaya, dünyanın
gidişatını değiştirmeye yazgılıymış gibi hayal ettiğini söyler. Birey
ler -ama aynı zamanda uluslar da- muayyen bir megalomaniye ihti
yaç duyarlar. İnsan kendini artık müstesna, önemli, yeri doldurula
maz görmediği zaman mahvolur.
Ama şu paradoksa bakın ki sonunda kendi halkı onu müthiş hayal kı
rıklığına uğrattı, onun fikirlerinin düzeyinde olmadığını gösterdi.
Arkasından Almanya'yı uçuruma, ölüme sürüklemek istiyordu. Hit
ler üzerine okuduğum en iyi kitabın yazarı Sebastian Haffner, 1945
İlkbaharı 'nda kendi halkının, "ırk"ının, sonunda Hitler'in başdüşma
nı haline geldiğini yazıyor.
Büyük bir direnişçi olmuş olan Lacoste da bana aynı şeyi söylemiş
ti. Alman ordusunun yok edilmesinin Avrupa için yıkıcı sonuçlar do
ğuracağını düşünüyordu. Ama maalesef daha önce 1 9 1 5'te olduğu
gibi 1 945'te de Amerikalılarda dünya barışını temin edecek olgunluk
yoktu. Amerikalıların kötü psikologlar olduklarını ve özel bir biçim
de safdil olduklarını herkes bilir. Vahim hatalar işlerler, çünkü bir
yandan yalan söylemeyi bilmezler, öte yandan da söz'ün, tutulması
gereken kutsal bir şey olduğuna inanırlar. Nixon'ın durumu buydu.
Amerikalıların derinindeki o safdillikle bir dünya tarihi yapmak im
kansızdır. Kendilerine anlatılan her şeyi yutarlar. Orada bir Talley
rand asla varolamazdı.
Büyük bir usta olmak istiyordu. Talleyrand olmak için, siyaset büro
larda yapılmamalıdır; salonlarda kadınlarla yapılmalıdır. Talleyrand
büyük siyaset yapıyordu. Amerikalılar siyaseti profesörlerle yapı
yorlar.
"Platon 'a takılmak niye ? Başka bir alemi, bize bir saksofon da onun
kadar sezdirebiliyorken ... " diyorsunuz.
"Eğer her şeyini Bach'a borçlu biri varsa, o da Tanrı 'd11� " diye yaz
dınız.
Bach olmasa Tanrı ufalırdı. Bach olmasa, Tanrı üçüncü sınıf bir tip
olurdu. Evrenin başarısızlığa uğramadığı izlenimini size veren tek
şey Bach'tır. Onda her şey derindir, gerçektir, tiyatrosuzdur. Bach'tan
sonra Liszt'e tahammül edilemez. Eğer bir mutlak varsa, o da
Bach'tır. Bu duyguya edebi bir eserle sahip olunamaz, çünkü Bach
dil değildir. Bach'ta metinler vardır, ama müthiş değildir. Ses her
şeydir. Bach dine bir anlam verir. Bach öbür dünyadaki yokluk fik
rini tehlikeye atar. Bu çağrıyı dinlediğinizde her şey yanılsama de
ğildir. Ama bunu Bach, yalnız Bach yapar; hayatında vasat bir adam
olmuştur. Bach olmasa, mutlak bir nihilist olurdum.
Tangoya çok düşkünüm. Gerçek bir düşkünlük bu. Paris'te bir Arjan
tin tango gösterisine gittim, ama tangonun da yozlaştığını görüyo
rum. Ara verildiğinde, müdüre, biraz daha melankolikliği tercih etti
ğimi belirttiğim ufak bir mesaj gönderdim. Artık ruh aynı ruh değil.
O baygın ruh daha dinamikleşti. Latin Amerika'ya düşkünlüğüm bu.
Eskiden daha derin ve daha mahrem bir şeydi. Benim tek ve son tut
kum Arjantin tangosuydu.
Mükemmel bir sağlık,
gayri manevidir
Bu söyleşinin metni ilk kez Sylvie Jaudeau'nun Cioran, Entretiens adlı kita
bında, eserlerinin bir tahliliyle birlikte yayımlanmıştır. © Librairie Jose Cor
ti, 1 990.
lıkla okudum. Tanımlaması güç bir içsel tükeniş haline girdim. Bir
imanın içine "batmış" olmam gerekirdi, ama buna tabiatım karşı çı
kıyordu. Hep bir noktaya varmama yönünde gittim. O zamandan be
ri içimde bir şeyler oldu, içsel bir yoksullaşma, kısır bir basirete doğ
ru bir kayma.
Tanrı bir yol alışın son safhası anlamına gelir; yalnızlığın en uç nok
tasıdır; bir ad konulması gereken, kurgusal bir varoluş mal edilmesi
gereken tözdışı noktadır. Netice itibariyle bir işlev yerine getirir: Di
yalog işlevi. İnanmayan kişi bile o "Yalnız"la sohbete heves eder, zi
ra yoklukla sohbet etmek kolay değildir. Budizm ise bu zorluğu es
geçer, çünkü Hıristiyanlık gibi diyalog üzerine kurulu değildir. Ona
Tanrı elzem değildir. Sadece ıstırap bilincinin önemi vardır. Az çok
eli kulağında bir yıkımın başına musallat olduğu bir insanlık için en
kabul edilebilir maneviyat biçimidir bu.
Gnostik bakış açısı ise kesin mahkum ettiği tarihin tehlikelerini algı
lamıştır.
MÜKEMMEL BİR SAGLIK GAYRİ MANEVİDİR 1 63
Gnostikler için zamanla ilişkili her şey kötülüğün alanına girer. Bü
tün tarih, sahte gerçeklikler çemberine ait olduğundan itibarını yiti
rir. Ne anlamı vardır ne de bir yaran. Tarihten geçişin meyvesi yok
tur. Böyle bir görüş, tarihte ve tarihin doğurduğu dertlerde kurtulu
şun kanıtlarını gören resmi ve tatlandırılmış Hıristiyan ahiretbilimin
den kayda değer bir biçimde ayrılır.
Bütün eserleriniz, gnostiklerin tarih anlayışına yakın bir tarih anla
yışına tanıklık ediyor. Hakikaten tarihi kötülükle bir tutmak gerekti
ğini mi düşünüyorsunuz?
Buna kanaat getirmişimdir. İnsan en başından beri mahkumdu. Ken
dini hem zamandan hem de ölümden koruyan ilk eksiksizliği eylem
içinde unutur. Kendi başına yıkıma hasreder kendini. Zamandan ve
hareketten çıkmış olan tarih, kendi kendini imhaya mahkumdur. Kö
kende bir anormalliğin sonucu olmuş olan şeyden iyi bir şey çıkamaz.
"Tarih, ilerlemekte olan istihzadır, " sözünüzü bu anlamda almak ge
rekir değil mi?
İnsanın kalkıştığı her şey ona karşı döner. Her eylem mutsuzluk kay
nağı, çünkü eylemek dünyanın dengesine karşıdır; kendine bir hedef
saptamak ve kendini oluşa yansıtmaktır.
En ufak hareket uğursuzdur. Sonunda sizi ezecek kuvvetler hare
kete geçirilir. Hakikaten yaşamak, hedefsiz yaşamaktır. Eylemenin
olumsuz sonuçlarını iyi kavramış olan Doğu bilgeliği de bunu tavsi
ye eder. Uğursuz sonuçları olmamış tek bir keşif yoktur. İnsan, de
hası tarafından helak edilecektir. Harekete geçirdiği her kuvvet ona
zarar verir. İhanet etmiş bir hayvandır; cezası tarihtir. Zamanın baş
langıcından beri olup biten bütün olaylar, önüne geçilmez bir yasa
nın her yerde geçerli olduğunu açığa vurmak.tadır. Bizzat iyilik de
bir kötülüktür. Her tür Prometheus'vari iradenin ilişiğinde bir ceza
vardır. Tanrılara meydan okuma cüretini gösteren herkesin kader ta
rafından cezalandırılmasından ürken kadim bilgeliğin şaşırtıcı basi
reti. İnsan durmalıydı, ama giriştiği devasa ve felakete giden süreci
askıya alamazdı.
"Her metafizik gericidir, " derken neyi kastediyorsunuz?
Metafizik, tarihötesi bir düşünüş gerektirir. Özle, değişmeyenle uğ
raşır. Zamanı aşar, ilerlemez.
1 64 EZELİ MAÖLUP
Şüphenin hem besleyici hem de yıkıcı olan ikiyanlılığını sık sık kay
dediyorsunuz.
Mutlak sözcüğüne bir anlam veren tek sanat o. Yaşanan mutlak; bu
nunla birlikte muazzam bir yanılsama aracılığıyla yaşanır, çünkü ye
niden sessizliğe döner dönmez dağılır. Geçici bir mutlak bu; eninde
sonunda bir paradoks. Bu tecrübe, sürüp gitmek için devamlı olarak
yenilenmeyi talep eder. Gündelik yaşama döner dönmez izi kaybedi
len mistik tecrübeye yakındır.
Müzik dinlemek için ayrıcalıklı anlar var mıdır?
Geceleyin olağanüstü bir boyut alır. Müzikal vecd mistik vecdle bir
leşir. En uçlara dokunma ve öteye gidememe duygusu yaşanır. Baş
ka hiçbir şeyin önemi kalmaz. Baş döndürücü bir saflık evrenine gö
mülürsünüz. Müzik aşkınlığın dilidir. Varlıklar arasında yarattığı ya
kınlıkları da bu açıklar. Varlıkları sınırların yıkıldığı bir evrene so
kar. Müziği ve etkilerini çok tahlil etmiş olan Proust'un, müziğin bi
zi ihsasın ötesine taşıma yeteneğinden habersiz olması üzüntü veri
ci. Üstelik Bergson'la yetinip Schopenhauer'a hiç takılmamış olması
manidar. Psikolojiyi aşamıyor.
Bir metafizikçiyle bir estet arasındaki bütün fark da bu. Proust, za
man zaman biçimler dünyasını aşan bir boyuta dokunsa bile, bir es
tet olarak kalır.
Hakiki metafizik endişe noksandı onda. Müzikal tecrübelerinin da
ima şahsi geçmişiyle bir bağı vardır. Onu hayatının, Hayat'ın ötesine
taşımazlar. Müziğin dünyasına ancak insani olan aşıldığı vakit bütü
nüyle girilir. Müzik, kavranılmaz olmasına ve buharlaşıp gitmesine
rağmen son derece gerçek bir evrendir. Onun büyüsü karşısında du
yarsız olduğu için müziğe giremeyen bir birey, bizzat varolma nede
ninden mahrum kalır. En yükseğe erişemez. Bunu ancak müziğin el
zem olduğu kimseler anlarlar. Müzik, ya sizi delirtir, ya da hiçbir
şeydir.
Özetle söylersek müzik bizi şu paradoksla karşı karşıya bırakır: Za
man içinde şöyle bir görülen ebediyet.
Gerçekten de zaman içinde kavranan mutlaktır, ama orada kalamaz,
hem en yüksek hem de firari bir temastır. Kalımlı olması için kesin
tisiz bir müzikal heyecan gerekirdi. Mistik vecdin kınlganlığı da ay
nıdır. İki durumda da iç parçalayan bir pişmanlık ve sınırsız bir nos
taljinin eşlik ettiği aynı bitmemişlik duygusu.
1 68 EZELİ MAGLUP
bana fuzuli geliyor. Istıraplı bir devreyi atlattıktan sonra, nihayet tes
lim olmanın yumuşaklığını yaşıyorum. Batıl inançların en beteri ran
dıman saplantısı olduğundan, buna düşmemiş olduğum için mutlu
yum. Kendini hayata geçiremeyenlere duyduğum derin saygıyı bili
yorsunuz; iz bırakmadan silinme cesaretini göstermiş olanlara...
Kendimi yazmaya bırakmış olmamın sorumluluğunu işsiz güç
süzlüğüme bağlamak lazım. Bu durumu haklı çıkarmak gerekiyordu
ve yazmaktan başka ne yapılır? Mizacımla en bağdaşır tür olan par
ça, bütün çelişik sonuçlarıyla birlikte, çehresi değişmiş bir anın gu
rurudur. Bir şey inşa etmenin icaplarına boyun eğmiş ve devamlılık
saplantısı tarafından sahteleştirilmiş uzun soluklu bir çalışma, doğru
olamayacak derecede tutarlıdır.
Sizin doğrunuz da sizden hala kitaplar bekleyenlerin karşısına çı
kardığınız bu sessizlikte değil mi?
Belki, ama bugün artık yazmamam, evreni suçlamaktan bıktığım
içindir! B ir tür aşınmanın kurbanı oldum. Basiret ve yorgunluk hak
kımdan geldiler -hem felsefi hem biyolojik bir yorgunluğu kastedi
yorum-, içimdeki bir şey bozuldu. İnsan lüzum hissettiği zaman ya
zar; bezginlik de bu lüzumu ortadan kaldırır. B izi artık ilgilendirme
diği bir vakit gelir. Ayrıca gereğinden fazla yazmış, üretmekte ısrar
etmiş, Paris'teki edebi yaşamın şaşaasıyla tahrik olmuş çok fazla
kimseyle teşrik-i mesaim oldu. Ama ben de fazla yazdım gibi geli
yor. Tek bir kitap yeterdi. Hayran olduğum o hakiki bilgeler gibi, ha
yatlarında hiçbir şey yapmamış olanlar gibi, içimdeki potansiyelleri
el değmemiş halde bırakma bilgeliğini gösteremedim.
Bugün "eser"inize ne gözle bakıyorsunuz (eğer bu sözcüğün sizin
için hala bir anlamı varsa)?
Katiyetle kafamı meşgul etmeyen bir mesele bu. Kitaplarımın kade
rine karşı ilgisizim. Bununla birlikte bazı küstahlıklarımın kalacağı
na inanıyorum.
Eserlerinizi keşfeden birine ne derdiniz? Tercihen birisiyle başlama
sını salık verir miydiniz?
Herhangi birini seçebilir, çünkü yazdıklarımda bir ilerleme yok. İlk
kitabım daha sonra söyleyeceğim her şeyi potansiyel olarak barındı
rıyor.
1 70 EZELİ MAÖLUP
Ya Beckett? Ya Michaux?
Doğru, onlarla dosttuk.
Beckett ile karşılaşmanız nasıl oldu ? Tesadüf eseri mi karşılaştınız,
yoksa karşılıklı bir hayranlık mı yakınlaştırdı sizi?
Evet, benden bir şey okumuştu. Bir yemekte tanıştık, ondan sonra da
dost olduk. Bir ara bana maddi olarak yardım bile etti. Biliyor mu
sunuz? Benim için Beckett'i tanımlamak çok güç. Onun hakkında
herkes yanılıyor, özellikle de Fransızlar. Hepsi onun önünde parlak
görünmeye mecbur hissediyorlardı kendilerini, oysa Beckett çok sa
de bir insandı, kendisine hoş paradokslar savrulmasını beklemiyor
du. Onunla beraberken çok doğrudan olmak lazımdı, özellikle de id
dialı olmamak lazımdı. Benim Beckett'te en bayıldığım şey, sanki
Paris'e daha dün gelmiş gibi görünmesiydi; halbuki yirmi beş yıldır
Fransa'da yaşıyordu. Onda hiçbir paıizyenlik yoktu. Fransızlar ona
hiçbir şey bulaştıramadılar, ne iyi ne de kötü anlamda. Aydan düş-
1 72 EZELİ MAGLUP
Bir anlamda evet, inkar yoluyla da olsa. Dolayısıyla büyük bir buna
lım içinde Bükreş'e gittim ve hatırlıyorum, Cafe Corso'da oturdum.
Bir ara nispeten iyi tanımış olduğum bir tipe rastladım orada; Rus
ya'da dizgicilik yapmıştı. Halimi gördü ve başıma ne geldiğini sordu
bana. Ona olanları anlattım, o da bana, "Yahu baksana, benim bir
matbaam var. Senin için bunu basacağım. Son halini getir bana," de
di. Bir taksiye atlayıp hepsini götürdüm ona. Kitap ben Paris'e gel
dikten sonra çıktı ve neredeyse hiç dağıtılmadı. Paris'te, annemden
bir mektup aldım. Şöyle diyordu: "Kitabını nasıl bir üzüntüyle oku
duğumu anlayamazsın. Bunu yazarken babanı düşünmen gerekirdi."
Balkanlar'da çıkmış olan mistik esinli tek kitap olduğu cevabını ver
dim ona. Hiç kimseyi ikna etmeyi başaramadım, hele anne-babamı
hiç ikna edemedim. Bir kadın, şehirdeki Ortodoks Kadınlar'ın başka
nı olan anneme şöyle demiş: "İnsanın Tanrı üzerine böyle şeyler ya
zan bir oğlu olunca, başkalarına ders vermemeli. "
1 74 EZELİ MAGLUP
En sert şeyleri Eliade yazdı, ama o dönemde bundan hiç haberim ol
madı. Onun makalesini çok kısa bir süre önce keşfettim. Hangi ga
zetede çıktığını bilmiyorum. Çok şedit bir makaleydi. Bundan sonra
nasıl dost kalabileceğimizi soruyordu kendine. İnfiale kapılmış in
sanlardan bir sürü mektup almıştım.
Evet, doğru. Bana harikulade bir mektup yazdı. Çok iyi anlaştığımız
doğru. Bütün dostlarım arasında böyle bir tepki gösteren tek, ama
hakikaten tek kişi o oldu. Kitap herkesi kendine karşı birleştirdi. Bu
nun sonucunda da bir aptallık yaptım ve bu dönemi hatırlayarak
Fransızca versiyonda ilk metnin bütün küstahlıklarını kaldırdım.
Böyle davranarak içini boşalttım adeta.
baştan beri. Çünkü din onun gözünde bir nesneydi, Tanrı'yla bir mü
cadele değildi. Bence Eliade hiçbir zaman dini bir varlık olmamıştır.
Eğer olsaydı, bütün o tanrılarla uğraşmazdı. Dini bir hassasiyeti olan
kişi hayatını tanrı saymakla ve envanter çıkarmakla geçirmez. Bir al
lamenin diz çöktüğünü hayal edemeyiz. Dinler tarihinde daima biz
zat dinin inkfuını görmüşümdür. Bu kesin, bu konuda yanıldığımı
sanmıyorum.
Gözyaşları ve azizlerle bu diyaloğunuzu bugün de sürdürüyor musu
nuz?
Şimdi çok daha az oluyor bu.
Nasıl bir bilanço çıkarılabilir? Kısa süre önce görüştüğüm bir genç
lik arkadaşınız, Petre Tutea, sizi bugün mutlak ile ve Aziz Paulus ile
barışık gördüğünü söyledi bana.
Bu kesin değil. Aziz Paulus'a saldırdım ve elimden geldiğince kına
dım onu; bugün de hakkında fikir değiştirebileceğimi sanmıyorum;
Tutea'nın keyfi yerine gelsin diye olacaksa başka tabii. Aziz Paulus'
tan, Hıristiyanlığın üzerine damgaladığı siyasi boyut yüzünden nef
ret ediyorum. Dini tarihi bir olguya çevirdi bu ve böylelikle bütün
mistik karakterini ortadan kaldırdı. Bütün ömrüm boyunca çattım
ona; bu saatten sonra değişecek halim de yok. Sadece daha etkili ola
madığıma pişmanım.
Ama yine de, nasıl olur da sizin gibi dindar bir aile içinde yetişen bi
rinde böyle bir hırs filizlenir?
Bu bir gurur meselesiydi sanıyorum.
Gurur mu? Babanızla ilişkiniz açısından mı?
Yok... Yani, babamın papaz olmasına çok sevinmediğim kesin. Bir
gurur meselesi, Tanrı'ya inanmanın benim için kendini aşağılamak
olması anlamında. Burada iblisane ve biliyorum çok vahim bir taraf
var...
Peki bunun bilincine varmanız ve şu yaptığınız gibi bundan söz ede
bilmeniz ne zaman mümkün oldu?
Mistik meselelerle ilgilenmeye başladığım anda; belki de mistisizm
üzerine bir ders veren Nae lonescu'nun etkisiyle. İşte o zaman anla-
1 76 EZELİ MAGLUP
Bu yaptığım şey daha sonra bana olağanüstü bir zalimlik gibi görün
dü. Daha sonra, kardeşimin trajik olan alınyazısından bir biçimde so
rumlu hissettim kendimi.
Zalimlikten bahsettiniz. Aslında bu sizde sıkı sıkıya samimiyete bağ
lı bir şey. Ö tekiler için onca tahammül edilmez olan bu samimiyet
derecesine kaç kişi ulaşabilir ki. Sizin temel özelliğiniz olan bu sa
mimiyeti herkes kendinde geliştirseydi, nereye varırdık?
Sanıyorum ki toplum çökerdi. Söylemesi zor. Kuşkusuz gerilemekte
olan toplumlar samimiyeti ifrat derecesine getiriyorlar.
Peki insanların kesin olarak bildikleri, ama belki edep icabı dışavur
mayı reddettikleri şeyleri söylemeye sizi iten ne? Kralın çıplak oldu
ğunu, öleceğimizi, dehşetin, hastalığın, ahlaki sefaletin varolduğunu
hepimiz biliyoruz. Fakat olumsuzu, iç karartıcıyı samimiyetinizin
mahrecine dönüştürmek niye?
Ama bu iç karartıcı değil ki, bizzat gündeliğimiz. Daha sonra her şey
bunun dışavurulma tarzına, vurgunun konduğu yere bağlı oluyor.
Hayatın trajik tarafı aynı zamanda komiktir de; ve özellikle bu ko
mik tarafı göz önünde bulundurursanız... Ayyaşlara bakın, bütünüy
le samimidirler: Davranışları bu sorunun yorumlanmasından ibaret
tir. Ben hayat karşısında alkolsüz bir ayyaş gibi tepki gösteriyorum.
Kabaca söylersem beni kurtaran da yaşama susamışlığım oldu. Bu
susamışlık beni ayakta tuttu ve her şeye rağmen efkarımı bastırma
imkanı verdi.
Can sıkıntısı.
Evet, can sıkıntısı. Benim için en tanıdık tecrübe, benim marazi ta
rafım. Neredeyse romantik olan bu sıkıntı tecrübesi bana bütün öm
rüm boyunca eşlik etti. Çok yolculuk yaptım, Avrupa'daki her şeyi
gördüm. Gittiğim her yerde muazzam bir coşkunluk yaşadım; sonra,
ertesi gün, can sıkıntısı. Her ziyaret ettiğim yerde kendi kendime,
keşke burada yaşasaydım diyordum. Sonra, ertesi gün... Beni ele ge
çirmiş olan bu dert sonunda saplantı oldu bende.
Bemard-Henri Levy'nin
Üç Sorusu
Birinci kural, yazara mutlak saygıdır. Yazarın eseri karşısında bir so
rumluluğu olsa bile. Ölümden sonra yayımlanacak eserleri düşün
mek gerekir, ama yazardan sonra hayatta kalan dostları buna göz ku
lak olmalıdır! Zira bırakılan her şey yayımlanmaya layık değildir;
bence özellikle de kişileri ölümcül bir biçimde yaralayabilecek ve
bir suikastten beter darbelere dönüşebilecek olan şahsi notlar böyle-
BERNARD-HENRI LEVY'NİN ÜÇ SORUSU 1 79
dir. Üstelik bunları silmek artık mümkün olmayacaktır. Elli yıl bek
leme süresinin yararı budur... Artık kimseyi incitmeyiz!
Bu meflıum benim için çok önemli. Zira tepemizin attığı bir an
da bizden sonra hayatta kalacak bir dostumuzu ölünceye kadar son
derece mutsuz edebilecek bir şey yazabildiğimizi biliyorum.
Öyleyse, ölümden sonra da eserler yayımlanmalı, ama muhteme
len barındırabilecekleri hakaretler olmaksızın.
Esas itibariyle, insanlığın en büyük kitaplarının aileler tarafından
yakılmış olduğunu bilmek gerekir !
A h ! Haklarını kötüye kullanan dullar! Buna karşı hiçbir şey yapı
lamaz! Ailelerin trajedisidir bu; nefretler daha şiddetlidir. Ailelerde
potansiyel caniler vardır sadece. Öyleyse edebi bile olsa miras söz
konusu olduğunda... Mutlak bir biçimde hiç kimseye güvenilemez!
O zaman yazarın ölümünden sonra eserlerinin yayımlanması
işinde nasıl hareket etmeli? Mutlak bilgelik yoktur. Barthes'ın duru
munda, şahıslara karşı muhtemel saldırılar kaldırılırsa, o dersleri ya
yımlanmalıdır. Sözel olan bir itiraz değildir. Oldukları halde yayım
lanmalıdırlar. Ama on yıl sonra, tuhaf değil mi? İnsanlara ancak ölü
oldukları zaman tahammül ediliyor...
Her halükarda, hakikatin hiçbir anlamı yok. Bu tip çatışmalarda
da mesafeyi korumak lazım. Şüphe duymak lazım. Tamamen yanıl
mamak için tek şansımız budur.
Çağdaşlanmızda şeyleri seyreyleme
yeteneği kalmadı
hi göz önünde bulundurulursa, insanın, her şeyi icat etmiş olan, ama
buna rağmen kaderince belirlenen dahiyane bir robot olduğu zanne
dilebilir. Yapmış olduklarını yapmakta gerçekten özgür müydü?
Ama belki de irade özgürlüğü fikrinden bu kadar kolaylıkla vazgeçi
lemez; belki Batı insanı da tam olarak bu yanılsamadan doğmuştur.
_
Madalyonun tersi, tarihe boyun eğen, olsa olsa bir mistiğe götürebi
len ve artakalan kısmıyla nesnenin boyun eğişine bağlı olan kader
cilik, insanı hakikatine daha yakın kılmıyor. İnsanın elinden, Hindu
culuğun son dönemi veya Zen Budizm 'deki gibi bu özgürlük yanılsa
ması alınırsa, kısa süre içinde tarih yokluğuna yöneliyor. O zaman
her şey evren yaratıcısı bir ilkeye boyun eğiyor: Tanrı'nın keyfince
bir tasarı olarak dünya. . .
Tanrı'ya inanmıyorum, ama yine d e dinsiz değilim. İlk günah fikri
yok edilse, insan sadece bir bilmece haline gelirdi. İlk günahın teolo
jik yorumunu kenara itiyorum tabii ki, ama bu fikir olmasa bütün
tarihi süreç benim için bütünüyle kapalı kalırdı.
Burada söylemek istediğim, insanın baştan beri lanetlenmiş ol
duğudur. Varlığında kırılmış bir şey vardır. İnsan tabiatı başlangıçtan
beri gizli bir zaaf barındırıyordu. Bunun için insan özgürlüğün sade
ce yanılsamasına ulaşabilir, kendisine değil. Ama özgürlük yanılsa
ması da bir şeydir. Onun olması da kafidir. O kaybedilirse, hakika
ten hiçbir şey kalmaz.
Açıkçası demek ki her halükarda kaybedeceğimizi çok iyi bilerek gi
riştiğimiz bir oyun söz konusu; üstelik çok da parlak olmayan bir
rolde. Ama yükselebilen, hatta kimi anlarda yüceliğe ulaşabilen bir
insanlık durumu varsayalım. . .
Hiç de değil. Ben bir insan dostu değilim ve insan olmakla hiç de gu
rur duymuyorum. Hatta insana duyulan güven, tehdit edici bir tehli
ke arz eder; insana güven duyulması büyük bir budalalıktır, bir çıl
gınlıktır. Benim aslında insanı horgören biri olduğum söylenebilir.
Elbette hala çok iyi dostlarım var, ama genel olarak insanı düşünür
sem daima aynı sonuca varıyorum; yani hiç olmamış olsa belki de da
ha iyi olacağı sonucuna. Başka bir deyişle insan olmasa da olurmuş.
Zerdüşt aracılığıyla Nietzsche insandaki nöbet değişimini ilan etti:
Aşılması gereken bir şey olarak insan. Bu fikirde hıilıi bir ümit var
dı. Siz, insandaki insaniyeti de reddediyorsunuz.fakat...
ŞEYLERİ SEYREYLEME YETENEGİ 1 83
Evet, ama Nietzsche anlamında değil. İnsan aşılamaz, olsa olsa in
kar edilebilir. İnkar edilmelidir. Bu üstinsan fikri bence tam bir saç
malıktır. Hayvanlara özgü zaaftan bile düşünsek titrememize yeter.
Hele insanınkiler çok daha beterdir. Bir üstinsanın elbette meziyet
leri olacaktır, ama aynı zamanda bu meziyetlerin kusurlan da ola
caktır onda. Ve bu kusurlar korkunç olacaklardır, insanın kendisin
den de korkunç. Nietzsche bana fazla safdil geliyor. B ir yalnızdı,
hemcinsleriyle çok fazla birlikte yaşamamıştı; aslında acınacak bir
adamdı; ötekiyle doğrudan tecrübesi olmayan tecrit olmuş bir adam
dı. Bütün trajedisi, dostlarıyla münakaşaları, bu aynı dostların onda
sebep olduğu hayal kınklıkları, Nietzsche'nin insanları hakikaten ta
nımamış olduğunu ispatlar sadece. Üstelik küçük yerlere düşkündü,
bu yüzden de büyük şehrin onca öğretici tecrübesinden mahrumdu.
Bir cehennemde yaşamanın ne demek olduğunu bilmiyordu, değil
mi? Cehennemin kendisi belki beterdir ama çok daha beter olamaz.
Nietzsche bana hakikaten fazla safdil görünür.
Bu hususta kendimi Chamfort veya La Rochefoucauld gibi Fran
sız ahlakçılarına çok daha yakın hissediyorum. Nietzsche'nin onların
etkisi altında kaldığı da doğrudur. Ama başlangıçta, nasıl söyleye
yim, masum bir ruhu vardı ... Sonunda da. Aslında onun bütün şeyle
re bakışı, ayrıca hayatı, bana fazla keyifli geliyor. Nietzsche ilginç
ve baştan çıkarıcı, ama vardığı sonuçlar bana ne anlamlı ne de doğ
ru görünüyor.
Bununla birlikte sırf dünya tarihine ve somut insanlara baksak, in
san fikrini geçerlilik dışı bırakmak zor. Şimdiye kadar başının çare
sine epey iyi bakmış ·ve eninde sonunda tarihindeki bütün kritik du
rumların hakkından gelmiş olduğuna pek karşı çıkılamaz. Nietzsche
Tanrı 'nın öldüğü tespitini yapıyordu. Peki şimdi insan da mı öldü ?
İnsan inanılmaz bir macerayı temsil ediyor. Bunu düşününce başım
dönüyor. İnsan kuşkusuz ilginç bir olay, neredeyse fazla ilginç; ama
son derece tehdit altında, son derece kırılgan. İnsan bir lanete uğra
mış, varlığını uzun zaman sürdüremez, zira daha yakından bakarsak,
bu bir sapıtmadır; kuşkusuz dikkat çekicidir, ama yine de bir sapıt
madır, tabiatın bir sapkınlığıdır. Arkasında muazzam bir kariyer bı
rakmaktadır ama geleceği yoktur artık. İnsan her ne biçimde olursa
olsun yok olacaktır; ya içten içe tükendiği için -ki şimdiden bu tü
keniş fark edilmektedir- ya da hangi cinsten olduğunu bilemediğim
1 84 EZELİ MAÖLUP
şöyle yazmıştınız: "Rusya'nın liberal bir rejime razı olması için, kay
da değer bir biçimde güçsüz düşmesi, diriliğinin dinmesi gerekirdi;
daha iyisi: özgül karakterini yitirmesi ve ulusluktan derinlemesine
uzaklaşması. El değmemiş iç kaynakları ve bin yıllık mutlakiyet reji
miyle bunu nasıl başarabilirdi? Bunu bir sıçramayla yaptığını bile
farz etsek, hemen o anda dağılırdı. " Bu satırlar kehaneti andırıyor.
Ama yazarken bir gün bunların olacağını düşünüyor muydunuz?
CIORAN: Hayır. Rusya'yı bir gelecek ülkesi gibi gördüğümü size
söylemem çok önemli. Günümüzdeki başarısızlık belki kaçınılmaz,
ama Ruslar tükenmiş bir halk değiller. Batı ise öyle. "Tükenmiş"
sözcüğü tam doğru değil, ama Batı iniştedir. Çünkü bir şeyler yarat
mış olan ve şimdi bir nevi tarihi yorgunluk hisseden yaşlı uluslardan
oluşmuştur. Tarihte uğursuz bir olgudur bu, uzun zaman sürebilecek
bir can çekişme gibidir. Geçici bir yorgunluk değil. Uzun bir uygar
lık aşınmasıdır. Rusya kendini henüz Batı kadar helak etmemişken,
ağır ağır yitip gitmekte olan Batı'dan fazla yaşayacak zamanı olma
sı normaldir. Rusya'nın önünde hala bir tarih var.
Yani Batı'nın bıraktığı yerden mi devam edecek?
Bu çok muhtemel, hatta kaçınılmaz. En az aşınmış iki ulus Almanya
ve Rusya'dır.
Ya Balkanlar?
HAYATIMDAKİ BÜYÜK BAŞARI 191
kir. Temel önemdedir bu. Düzenli aralıklarla çok ciddi dini çatışma
lar yaşanmıştır; her halkın, kendine temel vasfını veren bir tür özü
olduğunu kanıtlamaktadır bu. İnananların zulme uğradığı en kor
kunç dönemlerde bile Rusların dini temeli bütünüyle yok edileme
miştir, bugünden yarına da yok olamaz. Büyük Rus yazarlarının tü
mü dini bir renk taşırlar. Ama ötekilerin de o derecede tanrıtanımaz
olmaları, istemeden dindar olmalarındandır. Doğal olarak, bütünüy
le tanrıtanımaz kimseler çıkabilir. Genelde hiçbir dini olmayanların
da bir dini vardır: İnkardır bu. Rusya'da inkar böyle bir şeydi; olağa
nüstü derecede din aleyhtarı hareketler vardı, ama bu da bir din biçi
miydi. Dini olmayan tip sürekli Tann'ya saldırır, demek ki Tanrı
mevcuttur.
Ortodoksluk Romanya'da ne durumda?
Daha vasat bir durumda olduğu görülüyor. Dini temel derin değil.
Ruslar kadar mı derin değil? Fark bu mu?
Evet, içsel boyut açısından büyük bir fark bu. Rumenlerin dini dü
şünceleri vardır, köylüler din aleyhtarı değildir, ama iş bundan ileri
gitmez.
Gabriel Matzneff sizin hakkınızda şöyle yazıyor: "Ellili yıllarda, si
yasi ütopyaların, o canavarımsı peri masallarının yol açtığı hasar
ları kınayan ilk ve tek kişi oldu. " Komünizmin ne olduğunu çok er
kenden anladığınız anlamına mı gelmektedir bu?
Hakiki bir felaket oldu bu; şu anlamda ki, iradi bir kararla din aleyh
tarı olan kişi kendini kısırlaştıran bir varlıktır. En sevimsiz tarafı da,
bunun yanında daima abartılı ve sevimsiz bir kibrin gelmesidir. İçle
ri boş tiplerdir bunlar.
"İnsanlar Günah 'ın damgasını yedikçe şu dünyada cennet kurulma
yacaktır, " diye yazdınız. Sizin gözünüzde Günah nedir?
İnsanın başlangıcının felaketle geldiğini gösteren şeydir. Başlangıç
felaket olmuştur, ama aynı zamanda manevi bir başarının çıkış nok
tası da olabilirdi bu. Öyleyse, insanın bu olumlu veçheyi kullanıp
kullanamadığını bilmek söz konusudur. Eğer işe yaramıyorsa, bu ilk
çatışma mukadderdir. Varlıkların çoğunun rate olduğunu da unutma
mak gerek.
HAYATIMDAKi BÜYÜK BAŞARI 1 93
tışma konusuydu da. Dikkat çekici bir felsefe öğretmenim vardı; çok
zeki, çok ince, büyüleyici biriydi. B ir mümindi, benim hiç inançlı ol
madığımı ama dinle ilgilendiğimi, çok derin metinler olan ve iman
lı olsanız da olmasanız da insanı muhakkak etkileyen mistik metin
ler okuduğumu biliyordu. Sonra Romanya'da haddinden fazla kor
kunç adaletsizlikler gördüm ve şöyle düşündüm: Dünyayı gözeten
bir tanrı olduğu söylenemez. Ve din için yaratılmadığımı fark ettim.
Ama beni daima ilgilendirdi, inanmadan. Öğretmenim dindar bir ka
fa yapısına sahipti, ama çok açıktı; parası olmamasına rağmen bir
felsefe gazetesi çıkarıyordu. Çok dosttuk. Beni konuşturuyordu, ha
fif bir istihzayla beni cevaplıyordu. İçimde olup bitenlerin çoğunu
anlamıştı. O ise, her bireyin içinde üç, dört, hatta beş farklı birey bu
lunan Balkanlar'da görüldüğü gibi, fantastik bir karışımdı. Görülme
miş bir psikoloji!
Babam ve annem birbirinden tamamen farklı kimselerdi. Ro
manya'da farklı safhalar yaşadım, daha o zamandan çelişkilerle do
luydum. Sonra, Romanya'dan ayrılmak gerektiğini, yurtdışına git
mek gerektiğini anladım; her ne pahasına. Ama benim için zordu bu;
bir burs bulmam gerekiyordu. Üniversite öğrenimimi bitirmiştim ve
benimle ilgilenen, bana son derece yardımcı olan biriyle tanışma
şansına nail oldum. Bükreş Fransız Enstitüsü'nü yöneten ve Paris
için bursları tahsis eden M. D.'ydi bu. Şimdi buradaysam onun saye
sindedir. Romanya'dan dönünce Sorbonne'da profesörlük yaptı. Çok
zekiydi, ama profesör olarak sıkıcıydı. Bir yıl boyunca şükranımı
göstermek için derslerine gittim. Ama ölümcül bir azaptı bu: Salağın
biri değildi, ama mizacı yoktu, merak uyandırmıyordu. Bir yılın so
nunda, kendi kendime, "Yeter artık! Şükranım tükendi," dedim. Da
ha ileri gitmek imkansızdı.
Benim için bir imtihandı bu. Dillere alışkındım, zira Sibiu'da Alman
ca, Macarca ve Rumence konuşuluyordu. Fransızca, görünüşte kolay
bir dildir, cevhersiz, yaşamsız; ama aslında öyle her şeyi kabul eden
bir dil değildir. Gerçekte, kolay değildir; görünüşteki kolaylığı alda
tıcıdır. Gerçek bir kavgaydı bu. İnsanlar, özellikle de Rumenler, bu
dilin birkaç mefhumunu edinince onu bildiklerini zannederler. Fran
sızca yazmaya başladığım zaman, bir kavgaydı, sürekli bir yüktü.
zihni, gecenin ortasında da açıktır, her an açıktır, onun için gece ile
gündüz arasında fark yoktur. Bir türlü bitmek bilmeyen zamandır bu.
Hiç uyku uyumayan kişi başka bir zamanda mı yaşar?
Mutlaka. Başka bir zaman ve başka bir dünyadır bu. Madem ki ha
yat ancak kesintiler olursa çekiliyor... Aslında, niçin uyuruz ki? Pek
öyle dinlenmek için filan değil... unutmak için. Uykuyla geçen bir
gecenin sonrasında, sabah uyanan tipte, bir şeye başlıyor olma yanıl
saması vardır. Ama sizi bütün gece uyku tutmadıysa, hiçbir şeye baş
lamazsınız. Sabahın sekizinde, akşam saat sekizdekiyle aynı hal
içinde olursunuz ve zorunlu olarak şeylere bakış açınız tümden de
ğişir. Hiçbir zaman ilerlemeye inanmadıysam, kendimi bu aldatma
caya hiç kaptınnadıysam, aynca bundan dolayıdır.
Dünyanın olumsuz açıdan görüldüğü bir zaman mı söz konusu ?
Olumsuz veya olumlu, nasıl isterseniz, ama başka bir zaman duygu
nuz olur. Geçen zaman değildir bu, geçmeyen zamandır. Ve bu sizin
hayatınızı değiştirir. Bunun içindir ki uykusuz geceleri hayatta yaşa
nabilecek en büyük tecrübe gibi değerlendiriyorum; ömrünüzün ka
lan kısmına damgalarını vururlar. Vaktiyle sanıklara neden uyumala
rı engellenerek işkence edildiği anlaşılıyor: Birkaç gecenin sonunda,
her şeyi itiraf ediyorlardı ! İnsanın sırrı, hayatın sırrı, uykudur. Haya
tı mümkün kılan budur. Kesinlikle inanıyorum ki, insanlığın uyuma
sı engellenseydi, benzeri görülmemiş katliamlar olurdu, tarih biter
di. Bu olgu gözlerimi nihai olarak açtı adeta. Şeylere bakışım bu uy
kusuz gecelerin sonucudur; bunlara, "ruh nöbetleri" demek cüretini
gösteriyorum, iddialı bir şey bu, ama eninde sonunda da budur. Çok
ilginç bir olay da şu: Felsefeye, felsefe diline olan o hayranlığım
-felsefi tenninolojiye çılgıncasına tutkundum-, o batıl inancım,
böyle diyorum çünkü doğrusu bu, uykusuz geceler tarafından süpü
rüldü. Çünkü bunun bana bir yardımının dokunmadığını gördüm;
hayata tahammül etmeme yardımı oluyordu, ama geceleri olmuyor
du. Böylelikle felsefeye olan inancımı yitirdim.
Fakat edebiyatçılar arasında birçok dost buldunuz ...
Evet, katiyetle. Felsefenin bana yardımı olmadığını gördüğüm anda,
filozofların söyleyecek hiçbir şeyleri olmadığını gördüğüm anda ol
du bu. Her halükarda benim tercihim yazarlardır. Benim için, Dosto-
YAZARDAN BİRKAÇ CÜMLE KALIR 21 1
dum... B ilir misiniz nasıl dindar olmuş? Bir gün, filozof olan bir
kadın arkadaşının evine gitmiş, evde arkadaşının bir saat sonra dö
neceğini belirttiği mesajı bulmuş; Edith Stein beklerken Avilalı Azi
ze Tereza'nın yaşamını okumaya dalmış ve allak bullak olmuş ... Di
ne yeniden dönüşünün kökeni budur. Oysa Edith Stein üzerine yazı
lan tüm makalelerde bu duruma çok şaşırıyorlar, çok ilginç olduğu
tespitini yapıyorlar, halbuki hiç ilginç değil: Avilalı Tereza'nın sizi
gerçekten altüst eden bir tonu var... Kuşkusuz ben yeniden dine dön
medim, çünkü dini yeteneğim yok; Azize Tereza bana muazzam şey
ler öğretti, kelimenin tam anlamıyla altüst oldum, ama imanla doğu
luyor... Her türlü buhranı yaşayabilirim, bizzat iman buhranı hariç,
ki o da bir buhrandır, ama bana ait olmayan bir buhran biçimidir.
Başka bir deyişle, buhranı bilebilirim, ama imanı bilemem. Avilalı
Tereza'ya sınırsız bir hayranlık duyuyordum, ateşliliğine ve "bulaşı
cı" tarafına ... Fakat iman sahibi olacak bir yapıda değildim; benim
için en yakın çehrelerden biri olarak kaldı; o zamanlar gülünç bir du
ruma dahi düşmüştüm, çünkü her gittiğim yerde sadece ondan bah
sediyordum.
İşte tutkularını gizlemeyen biri...
Orası kesin. Ama tutkulu bir tip olmaktan ziyade, saplantılı bir tipim.
Bunu tüketmem gerek. Benim fikir değiştirmem için gerekçeler yet
mez, ancak yorgunluk ve bir saplantının tükenmesi gerekir. Bunun
imanla ilişkisi var. Ama hayatta en önemli şeyin tesadüfler olduğu
na inanıyorum; görünürde küçük olan şeyler. Daima hassas oldum,
daima tanımadığım insanlarla konuştum ve bu karşılaşmalardan mu
azzam öğrendim: En önemlisi bu. Özellikle de biraz arızalı tiplere
düşkünlüğüm vardır. Romanya'dayken, Sibiu'nun 60 bin nüfusu için
de, biraz kaçık tiplerin hepsini tanıyordum.
Ya şairler hakkında ne dersiniz?
Şairler de bunların içinde. Ama bir de çok Balkanvari olan rate olgu
su var, yani kendini hayata geçiremeyen, her şeyi vaat eden ve vaat
lerini tutmayan çok yetenekli tip. Romanya'daki büyük dostlarım,
hiç yazarlar falan değil, ratelerdi. Benim üzerimde büyük etki yara
tan özellikle bir insan oldu, ilahiyat öğrenimi yapmış bir tipti ve pa
paz olacaktı; yalnız bunun için evlenmesi gerekiyordu. Düğünün ya
pılacağı pazar günü, herkes onu beklerken, bunun bir delilik olduğu-
YAZARDAN BİRKAÇ CÜMLE KALIR 213
Evet, tam olarak böyle, çünkü sıkıntı sonuçta zaman ekseni üzerin
de döner; zaman dehşeti, zaman korkusu, zamanın açığa çıkması, za
man bilinci ekseni üzerinde döner. Zamanın bilincinde olmayanlar
sıkılmaz; hayat ancak, geçen her anın bilincinde olunmazsa taham
mül edilebilen bir şeydir; yoksa bizim için her şey berbat olur. Sıkın
tı tecrübesi, azmış zamanın bilincidir.
YAZARDAN BİRKAÇ CÜMLE KALIR 215
iyi bir aktristi. Çok genç olan ve Hindistan'dan dönen Eliade'a aşık
olmuştu ... Bu bir anekdot, ama her şeye rağmen bir anlamı var. Ben
bu kadını Bükreş'te tanımıştım ve dost olmuştuk; onu fiziksel olarak
hiç güzel bulmuyordum; bence fazla köylüydü, Rus-Moldav köylü
süydü, bir Rus köylü kadını yüzü vardı, ama son derece ilginç ve
kültürlü bir kadındı. Eliade'a çılgın gibi aşıktı ve birbirlerine Sibiu'da
randevu vermişlerdi. Kadın Sibiu'ya on gün önceden gelmişti ve o
sırada Eliade bana bir telgraf göndererek gelmeyeceğini bildirdi.
Kadın önümde bayıldı ve hakikaten öleceğini sandım. Dolayısıyla
Eliade onu terk etmişti ve bunu Balkanvari bir biçimde yapmıştı.
Bunun üzerine Eliade hakkında çok şedit bir makale yazdım, ama
hiç kimse bunun ne anlama geldiğini anlamadı; bir nevi infazdı.
Peki Eliade anladı mı ?
Katiyetle, bizzat makalenin nedeni de buydu. Bu metni bir daha hiç
yayımlamadım, ama Eliade'dan söz ettiğim Exercices d'Admiration
adlı kitabımda buna imada bulunuyorum. Bu olay aramızda bir kop
madan ufak, ama yine de çok ciddi bir şey yarattı. Çok nazik bir ko
nuya müdahale etmiştim ve makalem hem eserini hem şahsını, her
şeyi ufaltıyordu.
Bu anlattığınız anekdotta derin olan şey, her yazının nasıl bir yeral
tı sesi gizlediğini göstermesi. . .
Bütün fiiliyatımızın ardında yatan şeyler var; psikolojik açıdan il
ginç olan da budur, sadece yüzeyi biliriz, yapma tarafı. .. Dile getiri
len şeyin içine girilir, ama önemli olan, dile getirilmemiş şeydir,
zımni olan şeydir, bir davranışın ya da bir sözün sım. Bundan dola
yı başkaları hakkındaki ve kendimiz hakkındaki yargılarımızın bir
bölümü yanlıştır. Bayağı taraf kamufle edilmiştir. Oysa bayağı taraf
derindir, hatta varlıklarda en derin olan ve içine en çok giremediği
miz şey odur diyebilirim. Büyük yazarlar tam da bu "aşağıları" duy
ma gücünde olanlardır, özellikle de Dostoyevski. Derin, ve göründü
ğü kadarıyla bayağı olan her şeyi açığa çıkarır; ama bu bayağılıktan
da fazla bir şeydir, trajiktir; bunlar, hakiki psikologlardır. Ben, ro
man yazan ve başarısızlığa uğrayan birçok kişi biliyorum -Eliade bi
le birçok roman yazdı ve başarısızlığa uğradı- niçin? Çünkü sadece
yüzeydeki olguları dile getirirler, duyguların kökenini değil. B ir
duygunun kökenini kavramak çok zordur, ama önemli olan budur ve
YAZARDAN BİRKAÇ CÜMLE KALIR 217
bu bütün olgular için doğrudur: Dini inanç, vs. Nasıl başladı? Niçin
devam ediyor? Hedef de buradadır, nereden geldiğini de sadece ke
hanet gücü olanlar görebilir. Ve de buna akıl yürütülerek varılmaz.
Okumalarınızda da bu "köken "i arıyor musunuz?
Evet, hayatımda da arıyorum. Dile getirilen, düşüncenin sadece bir
parçasıdır. Bunun için az sayıda gerçek romancı vardır. Herkes ro
man yazabilir, ama mesele sadece roman yazmak değildir. Dosto
yevski, benim için, fiillerin kökenine gitmiş olan tek yazardır; kah
ramanlarının şunu ya da bunu niçin yaptığı görülür, ama bu hemen
görülmez. Benim tutumumun psikanalizle hiçbir ilgisi yok, katiyet
le; zira psikanaliz tedavi etmek ister; halbuki ilginç olan taraf bu de
ğildir. Önemli olan, varlıkların içindeki iblistir - ama bunu nasıl kav
ramalı?
Peki şiiri nasıl okursunuz? Bu tür önermelerden yola çıkarak mı?
Kesinlikle. Niye bir tip iyi şairdir de bir diğeri değildir? Hem de di
ğeri daha ince olduğu halde? Neden onun şiiri direnç göstermez?
Çünkü fiillerin kökenini oluşturan şey, derin olan şey, geçmez; par
laktır, dikkat çekicidir, şiirseldir, ama o kadar. Niçin daha az yete
nekli olan bir başkası daha büyük bir şairdir? Niçin bir tip bir deha
dır, yani yetenekliden fazla bir şeydir? Çünkü elimizden kaçan, hat
ta kendi elinden de kaçan bir şeyi oturtmayı başarır. Dolayısıyla es
rarengizliğini koruyan bir olgudur bu. Zamanımızda aforizmalar ya
zan birçok kişi var, Fransa'da bir nevi moda haline geldi. Okursanız,
pek o kadar kötü de değil, ama formüller içinde tükeniyorlar, uzan
tıları yok. Onları derinleştirme ihtiyacı duymuyoruz, yapacak bir şey
yok, esrarı olmayan bir itiraf. Her şeyin iyi dile getirilmiş olmasına,
bir anlam ifade etmesine rağmen, hiçbir şey gizlemiyor; bunun yarı
nı olmuyor. B ir varlığın sımnı oluşturan şeyi insan kendi de bilmi
yor. Hayatın, varlıklarla alışverişe girmenin ilginçliği de buradadır.
Yoksa, sonunda bir kuklalar diyaloğuna girilir.
Ama sizin durumunuzda bu çok karmaşıklaşıyor, zihin açıklığınız
göz önünde tutulursa. Nasıl yazmalı ? Bir şeyi, onu söylemeden nasıl
yazmalı, nasıl söylemeli?
Her zaman, söylemek istediğimizin sadece bir bölümünü söyleriz.
Önemli olan, tondur. Bir tonumuz vardır, sadece müzisyen olarak
218 EZELİ MAÖLUP
değil, genel olarak, yaptığımız her şeyde. Çoğu zaman bir ton nok
sanlığı vardır; ton yoktur, sadece o kadar. Bu da çok esrarengizdir,
zira bu tanımlanamaz, sadece hissedilebilir. Mesela bir kitabı açarsı
nız, dikkat çekici olan bir sayfayı okursunuz; neden sizin için hiçbir
şey ifade etmez? Halbuki bomboş değildir, ama uzantıları hissedil
memektedir. O kadar esrarengiz olan o tonun nereden geldiği bilin
memektedir; burada, edebiyat olan her şeyde bir nevi gerçekdışılık
vardır. Lüzum noksanlığı diye adlandırılan şeydir bu - peki bu
lüzum noksanlığı niçin? Varlıklarla olan gündelik alışverişlerimizde
de aynı şey vardır. Uzun zamandan beri görmediğiniz birine rastlar
sınız; saatlerce konuşursunuz, ama sonuç hiçliktir. Başka birine rast
larsınız, konuşursunuz ve evinize altüst olmuş bir halde dönersiniz.
Varlıkların hakiki özgünlüğü budur - söyledikleri her şeye rağmen
gizledikleri ve kendini belli eden şey.
Müzikteki gibi mi?
Tamamen müzikteki gibi. Ve "benim için muzıgın hiçbir anlamı
yok," diyen insanlar gördüğüm zaman, iş bitmiş diye düşünürüm, de
vam etmeye ihtiyaç yoktur, aşın derecede vahim bir şeydir bu, çün
kü müzik de tam olarak bir insanın en mahrem yerine dokunur. Mü
ziği hissetmeyen kişiyle hiçbir ortak noktam olamaz, adlandırılamaz
bir vahamet arz eden ve o tipin bilincinde olmadığı bir lanettir bu.
Müzikten söz ederken, daha önce zikretmiş olduğunuz Bach'ı düşün
mek gerek hemen ...
Bach benim için bir tanrıdır. Bach'ı anlamayan kişilerin olduğunu
düşünebilmem imkansız; halbuki böyleleri var. İki varlık arasında
derin bir suç ortaklığı yaratabilecek tek sanatın hakikaten müzik ol
duğuna inanıyorum. Şiir değil, sadece müzik. Müziğe karşı hassas
olmayan biri, muazzam bir sakatlık çekmektedir. Bir kişinin Schu
mann ya da Bach'a karşı hassas olmayabileceği düşünülemez; oysa
birinin şiiri sevmediğini söyleyebilmesini çok rahat kabul ederim.
Ama konu müzik olunca, bu çok vahim bir şey olur.
Ne zaman müzik dinlersiniz?
Her zaman, özellikle şimdi artık yazmazken. Yazmayı kestim, de
vam etmeye artık değmediğini düşünüyorum, ama bu kuruluğun ye
rini müzik dolduruyor. Müziksiz hayat benim için hakikaten bir saç-
YAZARDAN BİRKAÇ CÜMLE KALIR 219
Ya Batı demokrasisi?
Batı'da yine de bir tür otomatiklik var, çünkü demokrasi burada doğ
muş, kendine rağmen hayatta kalabilir. Kaldı ki bunu da bilmiyoruz,
çatlayabilir. Liberalizmin ve demokrasinin faciası, önemli anlarda
rezil olmalarıdır! Daha önce görüldü bu; diktatör Hitler'in kariyeri
demokratların güçsüzlüğünün sonucudur. Öyküsü çok basittir.
Tam olarak bu. Batı'nın ancak Çin büyük bir güç haline gelirse kur
tarılabileceğini ve Rusya'nın bundan çekindiğini düşünüyorum şah
sen. Ama her şey böyle devam ederse Rus baskısına boyun eğecek
Batı. Eğer tarihin bir mantığı varsa, kinik bir mantığı, o zaman Rus
ya Avrupa'nın efendisi olmalıdır. Ama yine de tarihte istisnalar var
ve Asya'nın uyanışı Avrupa'yı kurtarabilir.
Benlik her şeyin ölçüsü olarak kaldığına, ama bizzat tarihin altında
ezildiğine göre, düşüncenizde bireyle tarih arasındaki köprü nedir?
Sizi izlemeyi denersek, bireyle toplum arasında gerçek bir bağ yok
sanki. O zaman bu bağ nasıl kurulur?
Zar zor kurulur, rahatsızlık içinde. Köprü yok, rahatsızlık da "çö
züm" haline geliyor. Hem birey olarak zihin açıklığına sahip olma
mız, hem de fazla zihin açıklığının hayatı tahammül edilmez bir ha
le getirdiğini bilmemiz gerek. Hayat ancak sonuçlanna katlanmaz
sak mümkündür.
Eserlerinize adeta Hint Düşüncesi girmiş gibi. Sık sık bahsettiğiniz
Nirvana . . . Acaba zihin açıklığından ve bir uyku felsefesinin özlemin
den imtina etmeyi mi getiriyor bu ?
Bunun da ötesindeyim; ama Budizm, yaklaşık on sene boyunca, be
nim için gerçekten önemli bir rol oynadı. Her zaman biraz Budist ol
dum, tabii biraz olunabilirse. Gerçeği söylemem gerekirse: Tercih
hakkım olsaydı, bütün dinler arasından birini seçmek gerekseydi,
Budist olurdum. Bazı noktalan kenara koyarsak, Budizm bana kabul
edilebilir, hatta konforlu geliyor.
Fakat bilinçli olarak bir din seçilebilir mi?
Her şeye rağmen oluşan gizli bir yakınlıkla bu tercih yapılabilir; ka
bul ettiğim, acı anlayışı gibi çok belirgin noktalar var; ama ruhun
başka bir varlığa geçmesi ya da Budizm'in diğer veçheleri nasıl ka
bul edilir ki? Bu tür şeyleri benimsemek için bir geleneğe ait olmak
gerekir; bir düşünce üslubunu, bir dünya anlayışını paylaşmak gere
kir. Mesela ruhlann göçüne, hayatın evrelerine nasıl inanılır? Dog
malar kabul edilebilir değildir, ama ruh tamamen kabul edilebilir.
Budizm'in olumsuz tarafı kabul edilebilir; acıda, ölümde, vs.'de göz
lemlediği her şey. Buda'nın dünyayı terk etmesinde de bu taraf belir
leyici olmuştur. Hem sonra, Budizm yine de en az iman gerektiren
YAZARDAN BİRKAÇ CÜMLE KALIR 225
gelecek," dedim. Doktora gitmekten çok daha iyi; bu tür acılara kar
şı ilaç yok, ama mezarlıkta yapılan bir gezinti adeta otomatik bir bil
gelik dersidir. Kendim de, bu tür yöntemleri hep uyguladım; çok cid
di görünmüyor, ama nispeten işe yarıyor. Derin bir ümitsizlik içinde
olan birine ne diyebilirsiniz ki? Hiçbir şey, ya da hemen hemen hiç
bir şey. Tuhaf gelecek olsa bile, epey merhametli biriyimdir, insan
ların ümitsizliklerine çok duyarlıyımdır. İnsanlara hep yardım etmi
şimdir, aklınıza gelebileceğinden fazla. Ümitsizliğe alışkın olmayan
biri kendini aniden aşın ve tamamen alışılmadık bir durumda bulur
ve bunu anlamadığı için kendine izah edemez. Kendi payıma, daima
tavsiyelerde bulunmayı denedim, ama bütünüyle bakış açısı değiştir
me imkanı sunan pratik tavsiyelerdi bunlar. Bu tür boşluğa hakika
ten tahammül etmenin tek yolu, hiçliğin bilincinde olmaktan geçer.
Yoksa hayata tahammül edilemez. Hiçliğin bilincindeyseniz, başını
za gelen her şey normal nispetini muhafaza eder ve ümitsizliğin
abartılarındaki anlamsız boyutlara ulaşmaz.
Burada önerdiğiniz bir tür "arındırıcı " çözüm mü?
Kesinlikle. Ne olduğumuzu görmek gerekir. Mesela, başarıya ulaşa
madıkları için intihar etmek isteyen çok sayıda genç yazar tanıdım,
ki bunu bir ölçüye kadar anlarım. Ama bu noktaya gelmiş bir kişiyi
sakinleştirmek çok zordur. Hayatta korkunç olan şey, başarısızlıktır;
bundan da epey bulunur, herkeste. Tanıdığımız birçok insandan ak
lımızda kalan budur. Beni görmeye gelenlerin çoğu, başarısızlığın
kışkırttığı son derece ümitsiz bir durumda oluyor.
Ama başarısızlıktan bir şey çıkarılıyor mu? Hayalla kaldığınızda . . .
Olağanüstü bir ders; ama buna tahammül edemeyen çok sayıda in
san var, hem de her düzeyde, uşaklarda da, "mühim" insanlarda da.
Hasılı, hayatın tecrübesi başarısızlıktır. Bundan etkilenenler de, hırs
lılardır; bir yaşam planı yapanlar, geleceği düşünenlerdir. İnsanları
mezarlığa göndermem de bundan zaten; sonuçları görmek yeter. Tra
jik bir durumu asgariye indirmenin tek yolu bu; bariz bir şey...
Ya edebiyat? Ya şiir?
Onlar da işe yarayabilir, ama daha ufak bir ölçüde. Özellikle bir dos
tun mezarına gitmek lazımdır; orada anlarsınız. Hayatta her şey öğ
renilir, bu tür tecrübelerin altından nasıl kalkılacağı dışında. Edebi-
YAZARDAN BİRKAÇ CÜMLE KALIR 227