You are on page 1of 230

E. M.

Cioran
Ezeli Mağlup
Fransızca yazan Rumen deneme yazarı ve ahlakçısı Emil
Michel Cioran, 1911 'de Raşinari'de (Romanya) doğdu.
On yedi yaşında Bükreş Üniversitesi Felsefe Bölümü'ne
girdi. Lisansını Bergson üzerine hazırladığı bir tezle aldı.
1934'te Bükreş'te yayımlanan ilk kitabı Sur fes cimes du
desespoir (Ümitsizliğin Doruklarında). kendisinin de ka­
bul ettiği gibi, sonradan Rumence ve Fransızca yazdığı
her şeyin özünü barındırır. Hayatın trajik boyutundan
habersiz olmakla suçladığı Bergsonculuk'tan o dönem­
de koptu. 1937'de, dini bir krizin ürünü olan ve tartış­
malar yaratan kitabı Des larmes et des saints (Gözyaş­
ları ve Azizler Üzerine) yayımlandı. Aynı yıl Bükreş Fran­
sız Enstitüsü'nden bir burs alarak Paris'e gitti ve oraya
yerleşti. 1995 yılında Alzheimer hastalığından _öldü.
1947'de Fransızca yazdığı ve Fransa'da yayımlanan
ilk kitabı olan Precis de decomposition'u (1949; Çürü­
menin Kitabı, Metis, 2000) şu eserleri izledi (başlıcala­
rı): Syl/'ogismes de l'amertume, 1952 (Burukluk, Me­
tis, 1993); La Tentation d'exister. 1956 (Varolma Eğili­
mi); Histoire et Utopie, 1960 (Tarih ve Ütopya, Metis,
1999); La Chute dans le temps, 1965 (Zamanda Dü­
şüş); De l'inconvenient d'etre ne, 1973 (Dogmuş Ol­
manın Sakıncası, çev. Kenan Sarıalioğlu, Opus, 1997);
Aveux et Anathemes, 1981 (itiraflar ve Aforozlar).
Metis Yayınları
ipek Sokak 5, 34433 Beyoğlu, lstanbul
Tel: 212 2454696 Faks: 212 2454519
e-posta: info@metiskitap.com
www.metiskitap.com

Ezeli Mağlup
E. M. Cioran

Fransızca Basımı:
Entretiens, Gallimard, 1995

© Metis Yayınlan, 2005


©Türkçe Çeviri: Haldun Bayrı, 2005

Birinci Basım: Mart 2007

Yayıma Hazırlayan: Semih Sökmen


Kapak Tasanmı: Emine Bora

Dizgi ve Baskı Öncesi Hazırlık: Metis Yayıncılık Ltd.


Baskı ve Cilt: Yaylacık Matbaacılık Ltd.
Fatih Sanayi Sitesi No. 12/197-203
Topkapı, lstanbul Tel: 212 5678003

ISBN-13: 978-975-342-602-2
E.M. Cioran

Ezeli Mağlup
SÖYLEŞİLER

Çeviren:
Haldun Bayrı

�metis
Cioran, 1960
Fotoğraf: Michele Broutta
içindekiler

Yaratılış ve günah, bir ve aynı şeydir 9

Metafizik bir vatansızım ben 15

Hedefsiz yaşamak 25

İnsanın giriştiği her şey, tasarlamış


olduğunun tam tersine varıyor 31

Tarih, insanın denetimi altında tuttuğunu


hayal ettiği mukadder bir akıştır 45

Manevi ilerleme için başarısızlık elzemdir 71

Tarihte bir tek gerileme devirleri çekicidir 81

Can sıkıntısı bir nevi şeytan dürtmesidir 85

Vatansız ve kimliksiz kalmak istiyorum 92

İlahiyatçılık taslayacak kadar mizah yoksunu değilim 101

İnsanlık macerası bir tevazu noksanlığıyla


başlamıştır 119

İntihar fikri sayesinde hayatta kaldım 124

İnsan, zamanında durmasını engelleyen


bir içgüdü yüzünden yok olacak 139

Tarihteki felaketler fazla kanaat sahibi


kişiler tarafından kışkırtılmıştır I 51
Mükemmel bir sağlık, gayri manevidir I 57

Kendime rağmen hidayete erecek


halim yok I 7I

Bemard-Henri Uvy'nin Üç Sorusu 178

Çağdaşlanmızda şeyleri seyreyleme yeteneği


kalmadı 180

Hayatımdaki büyük başarı, mesleksiz


yaşamış olmak I 90

Eninde sonunda, yazardan sadece


birkaç cümle kalır 206
Yaratılış ve günah, bir ve
aynı şeydir

François Bondy, Gesprache mit James Baldwin, Cari Burckhardt, Mary


McCarthy, E. M. Cioran, Witold Gombrowicz, Eugene /onesco, Kari Jas­
pers, Hans Mayer, S. Mrozek, N. Sarraute, /. Silone, Jean Starobinski, Euro­
pa Verlag, Viyana, 1970. Almancadan Fransızcaya çeviren Jean Launay.

FRANÇOIS BONDY: Çatılar üzerinden Quartier Latin'in harika bir


manzarasını seyrettiğimiz bu daireyi nasıl bulmuştunuz?
CIORAN: Edebiyatçı züppeliği sayesinde. Racine Sokağı'ndaki otel
odamdan gına geleli epey olmuştu ve bir emlakçı hanımdan bana bir
şeyler bulmasını istemiştim, ama hiçbir şey göstermemişti. O zaman,
yeni yayımlanmış bir kitabımı imzalayarak yolladım ona. İki gün
sonra beni buraya getirdi; kirası -ister inanın ister inanmayın- yak­
laşık yüz frank ve bu da benim geçim şartlanma uyuyor. Yazar im­
zalan böyledir işte. Her kitap çıktığında Gallimard'da düzenlenen
imza seansları canımı sıkıyordu ve bir defa, kitap kontenjanımın ya­
nsını imzalamayı ihmal ettim. Hiç bu kadar kötü eleştiri aldığım ol­
mamıştı. Bu bir kural ve mecburiyet. Beckett bile bundan kaçamadı.
Joyce ise bunu asla anlayamadı. Ona, Paris'te bir eleştirmenin, hak­
kında iyi şeyler söylediği yazardan daima bir teşekkür mektubu bek­
lediğini söylemişlerdi. Ve bir keresinde, hakkında önemli bir araştır­
ma yayımlayan bir eleştirmene selamlarını ilettiği bir kartvizit gön­
dermeyi kabul etti. Ama eleştirmen bunu fazla sade buldu ve bir da­
ha Joyce üzerine hiçbir şey yazmadı.
Romanya ile başlayalım. Transilvanya'da büyüdünüz, öğreniminizi
Bükreş'te yaptınız ve ilk yazılarınızı orada yayımladınız. Tzara'dan
/onesco 'ya kadar onca Rumen aydını gibi, sizin gözünüz de Paris'te
miydi?
10 EZELİ MAGLUP

Hiç aklımda yoktu. O dönemde, Rumenler'in fransızseverliğinde ka­


baca komik bir şey vardı. Birinci Dünya Savaşı sırasında bir bakan,
ülkenin savaşa giriş nedenini açıklamak için, "Romanya yok olsa bi­
le çok önemli değil. Ama Fransa sönüp gidemez," sözlerini ciddi
ciddi söylemişti. Bir Fransız anayasa hukuku dergisi hatırlıyorum,
Romanya'da 1 200 satıyordu, bugün ise her sayısından 1 adet satılı­
yor. Mükemmel bir felsefe öğretmenim olmuştu, Todor Vianu (bir­
kaç yıl önce, UNESCO'da Romanya temsilcisiyken öldü); özellikle
Alman filozofları ve estetikçileri okuyordum: Georg Simmel, Wöff­
lin, Worringer. Benim için halli en büyüklerden biri Georg Simmel'
dir. Emst Bloch da, Georg Lukacs da ona ne çok şey borçlu olduk­
larını yeterince kabul etmemişlerdir. Beraber bir çocuk sahibi oldu­
ğu kadın arkadaşı, Ill. Reich döneminde saklanmıştı. Ve kaderin bir
cilvesiyle, bu kadın savaşın son bulmasından hemen önce İsviçre'ye
ulaşmaya çalışırken yakalandı ve toplama kampına gönderildi.

Bükreş'te o dönemde estetik okumaya karar vermiş çok kişi var mıy­
dı ?

Binlerce. Devlet çabucak bir aydın tabakası oluşturmak istiyordu,


Bükreş'te elli bin üniversite öğrencisi vardı. Diplomalarıyla köylere
dönüyor, ellerini hiçbir şeyle kirletmek istemiyor ve can sıkıntısıyla
ümitsizliğe gömülüyorlardı. Muazzam Rumen can sıkıntısı, çok kötü
bir Çehov gibiydi. Almanlardan başka, Lev Şestov gibi Rus manevi­
yatçılarını okuyordum. Ya Transilvanya? Burada yaşayanların hepsi,
hala imparatorluk monarşisinin alemindeydiler, bu bugün bile unu­
tulmamıştır, hem bu tarafta, hem Yugoslavya'da. İmparator Franz-Jo­
zeften heyecanla bahseden komünistler bile gördüm. Babam papaz­
dı - Macar Transilvanyası'ndaki Rumen aydınların önünde başka bir
meslek olanağı pek yoktu. Papaz çocuğu olan Rumen aydını sayısı­
nın ne kadar fazla olduğunu bugün de görebilirsiniz. Annem ve ba­
bam bir süre Macar ilkokullarına gitmişlerdi ve bazen aralarında Ma­
carca konuştukları olurdu. Savaş sırasında Rumen oldukları için yer­
leri değiştirildi; babam Sopron'a (Odenburg), annem Cluj'a (Klausen­
burg) gönderildi. Babam önce Karpatlar'da bir kiliseye papaz oldu,
sonra da Hermannstadt papazı oldu.

Sizin mistisizme olan eğiliminiz, dünyadan nefretiniz, acaba Orto­


doksluk gdeneğinden mi geliyor?
YARATILIŞ VE GÜNAH il

Bu eğilimimin, daha ziyade, Katharlann ataları olan Bogomiller'in


gnostik tarikatiyle akrabalığı var; etkileri özellikle Bulgaristan'da
çok büyüktü. Çocukluğum sırasında şedit bir ateydim, ki bu dediğim
bile az kalır. Yemek duası yapılırken, anında masadan kalkar gider­
dim. Bununla birlikte, kendimi Rumen halkının derin inancına yakın
hissediyorum; bu inanca göre yaratılış ve günah bir ve aynı şeydir.
Balkan kültürünün büyük bölümünde, yaratılış durmadan suçlanmış­
tır. Yunan trajedisi nedir ki? Koronun, yani halkın, sürekli kaderden
şikayet edişi değilse ... Kaldı ki Dionysos da Trakya'dan geliyordu.

Şaşırtıcı bir şey bu: Yazılarınız derinlemesine karamsar, ama üslup­


ları neşeli, çevik, iğneleyici bir mizahta. Sohbet ederken de fikirleri­
niz korkutuyor, ama tonları manevi, güç verici. Bu aykırılığı nasıl
izah ediyorsunuz?

Ailemden miras kalmış bir şey olmalı bu; annemle babam tamamen
zıt mizaçtaydılar. Uykusuzluk gecelerimde basan efkarla yazdıkla­
rımdan başka bir şekilde yazamadım hiçbir zaman; yedi yıl boyunca
neredeyse hiç uyumadım. Her yazarın yazdıklarına bakıldığında, dü­
şüncelerinin gündüz düşünceleri mi, yoksa gece düşünceleri mi ol­
duğunun anlaşılabileceğine inanıyorum. O efkara ihtiyacım var ve
bugün bile hala, yazmadan önce Macar Çigan müziğinden bir plak
koyarım. Aynı zamanda, muhafaza ettiğim ve kendime karşı çevirdi­
ğim bir hayatdoluluğum vardı. Az çok bezgin olmak değildir söz ko­
nusu olan; aşırılık derecesinde bir melankoli, aşırı bir hüzün gerek­
lidir. İşte o zaman kurtarıcı bir biyolojik tepki oluşur. Dehşet ile vecd
arasındaki etkin bir hüznü icra ediyorum. Uzun zaman boyunca Kaf­
ka'yı fazla iç karartıcı buldum.

Yazmayı seviyor musunuz?

Bundan nefret ediyorum, ayrıca çok az yazdım. Çoğu zaman hiçbir


şey yapmıyorum. Paris'teki en uğraşsız insan benim. Ancak müşteri­
siz bir orospuyu, benden daha uğraşsız biri gibi görürüm.

Geçinmek için ne yapıyorsunuz?

Kırk yaşında hala Sorbonne'a kayıtlıydım, öğrenci kantininde yiyor­


dum ve bunun ömrümün sonuna kadar böyle sürmesini ümit ediyor­
dum. Sonra, yirmi yedi yaşını geçenlerin okula kayıtlı olmasını ya­
saklayan bir kanun çıktı ve beni bu cennetten kovdu. Paris'e gelir-
12 EZELİ MAÖLUP

ken, Fransız Enstitüsü'ne bir tez yazma sözü vermiştim ve konusunu


da belirtmiştim -Nietzsche'nin etiği üzerine bir şey-, ama bunu yaz­
mak aklımdan geçmiyordu. Bunu yapmak yerine, bütün Fransa'yı bi­
sikletle katettim. Sonunda bursumu iptal etmediler, çünkü Fransa'yı
bacaklarımla yüklenmiş olmanın da bir meziyet teşkil ettiğini düşün­
düler. Ama çok okudum, özellikle de durmadan tekrar okudum. Dos­
toyevski'nin bütün eserlerini beş veya altı kere okudum. Tekrar oku­
madığımız bir şey üzerine yazı yazmamamız gerekirdi. Fransa'da bir
de yıllık kitap kuralı var. Her yıl bir kitap çıkarmak zorundasınız,
yoksa "sizi unuturlar". Mecburi varolma eylemi bu. Hesaplayın ye­
ter. Yazar eğer seksen yaşındaysa, altmış kitap yayımlamış olduğunu
bilirsiniz. Marcus Aurelius'a ve İsa'nın Yaşamı'nın Taklidi'nin yaza­
rına bir tek kitabın yetmiş olması ne büyük bir şans!

Nasıl başladınız?

Bükreş'te l 933 yılında yayımlanan bir kitapla: Ümitsizliğin Doruk­


larında. Bu kitap daha sonra gelecek her şeyi içermektedir. Kitapla­
rım arasında en felsefi olanıdır.

Romanya'daki faşist hareket Demir Muhaftzlar'la aranızda neler


geçti? Bu harekete sempati duymuş olduğunuz söyleniyor.

Hiçbir zaman üyesi olmadığım Demir Muhafızlar çok tekil bir ol­
guydu. Şefleri olan Codreanu aslında bir Slav'dı ve daha ziyade Uk­
rayna ordusunun bir generalini andırıyordu. Muhafızlar'daki koman­
doların çoğu sürgündeki Makedonyalılardı; genellikle Romanya'yı
çevreleyen halkların izini taşıyordu. Nasıl kanser için, bir hastalık
olmadığı, hastalıklar bütünü olduğu söylenirse, Demir Muhafızlar da
bir hareketler bütünüydü ve bir partiden ziyade, uçuk bir tarikatti.
Hareket içinde, ulusal yenilenmeden ziyade, ölümün saygınlığından
bahsediliyordu. Rumenler genel olarak kuşkucudur, kaderden fazla
bir şey beklemezler. Bunun için Muhafızlar, aydınların çoğu tarafın­
dan horgörülüyordu, ama psikolojik düzeyde durum farklıydı. De­
rinlemesine kaderci olan bu halkta bir nevi çılgınlık vardır. Demin
zikrettiğim, köylerde ölesiye canı sıkılan diplomalı aydınlar da seve
seve bu hareketin saflarına katılıyorlardı. Demir Muhafızlar, can sı­
kıntısı da dahil olmak üzere, hatta belsoğukluğu da dahil olmak üze­
re, her derde deva zannediliyordu. Bu aşırılık düşkünlüğü birçok ki­
şiyi komünizme doğru da çekebilirdi, ama daha ortaya yeni çıkmış-
YARATILIŞ VE GÜNAH 13

tı ve sunacak hiçbir şeyi yoktu. Hiçbir şekilde inanmadan nasıl hay­


ranlığa kapılınabileceğini bu dönemde kendi içimde de hissettim. O
zamandan beri sık sık gözlemlediğim bir haldir bu; hem de sadece
yirmilik gençlerde değil, maalesef altmışlıklarda da. Benim için o iş
iyiden iyiye bitti.

Sık sık gerici muamelesi yapılıyor mu size?

Başımın çaresine bakıyorum. Bunun da ötesine gidiyorum. Bir gün


Henri Thomas bana, "1920'den beri olup biten her şeye karşısınız,"
dedi; ben de ona, "hayır, Adem'den beri!" diye cevap verdim.

Romanya'yla ilişkileriniz bugün nasıl?

Stalin öldüğünde herkes rahatlamıştı, bir tek ben iç geçiriyordum:


"Şimdi perde kalkacak ve bütün Rumenler sökün edecekler," diye.
Olan biten de bu oldu. Birden en uzak akrabalarım ve eski sınıf ar­
kadaşlarım evime doldu; bana saatler boyunca komşu dedikoduları
veya bu tür şeyler anlatıyorlardı. İçlerinde okuldan beri tanıdığım bir
doktor vardı; bir gün patladım ve defolmasını söyledim. O zaman
bana, "sinir hücrelerinin hiç yenilenmediğini ve onlara itina göster­
men gerektiğini bilmiyor musun?" dedi. Bu beni sakinleştirdi ve ko­
nuşmaya devam ettik. Komünist yöneticilerden bir arkadaşım vardı.
O dönemde ona burada kalmasını tavsiye ettim. Sokakta bana, "ül­
kesinden uzakta hiç kimse peygamber olamaz," dedi ve geri döndü.
Sonra sapmacılıktan on sekiz yıl kampta kaldı. Matematik problem­
leri üzerine düşünerek tüm aklını yitirmemeyi başardı. Bugün ser­
best ve devletten maaş alıyor.

Tarihe karşısınız, ama tarih meseleleri sizi büyülüyor.

Tarihin infilakını gözlemliyorum. Bugün tarih-sonrası bir dönem ya­


şıyoruz, tıpkı bir Hıristiyanlık-sonrası olduğu gibi. Almanya'dan 1934'
te ayrılan ilahiyatçı Paul Tillich, ABD'de Hıristiyanlık-sonrasından
söz etmeye koyuldu ve bu hiç kimseyi sarsmıyordu. Bundan kürsü­
lerde bile bahsediliyor. Fakat daha sonra ilerleme fikriyle mücadele
etmeye başladı ve o zaman zihinler bundan sarsıldı. Hakiki tek gü­
nah buydu. Ama bugün bu da bitti. İlerleme fikrinin yıkılışıyla karşı
karşıyayız. Eduard von Hartmann gibi o zamanki karamsarlar bile
ilerleme fikrine bağlanıyorlardı. Fikirleri, kendi gözlerinde, düşün­
cenin bir ilerlemesiydi. Ama bugün bu fikir, bütünüyle başka bir an-
14 EZELİ MAÖLUP

lamda tehlikeye düşmüştür. Vaktiyle, insanlık için bir gelecek oldu­


ğu kesinliğiyle yaşıyorduk. Durum artık böyle değil. Gelecekten söz
ederken, sık sık, "eğer o zaman hala insanlar olursa," diye ekliyoruz.
Vaktiyle, insanlığın sonunun ahiretle ilgili bir anlamı oluyordu, sela­
met fikrine bağlıydı; bugün bir olgu olarak kabul ediliyor, dini bir
yananlamı olmaksızın öngörüler arasına girdi. Bunun bitebileceğini
biliyoruz. O andan itibaren de ilerleme fikrinde çürüyen bir şeyler
oluyor. Hiçbir şey eskisi gibi değil; günümüzde bir de insanın ben­
zeri görülmemiş ve akla sığmayan bir değişikliğe uğradığını görece­
ğiz. Hıristiyanlık hapı yuttu, ama tarih de yuttu. İnsanlık kötü bir yo­
la girdi. Bütün diğer türlerin yerini alan bu insan kaynaşması taham­
mül edilmez bir şey değil mi? Sonunda tek ve eşsiz bir metropol ola­
cağız, küresel bir mezarlık. İnsan kendini çevreleyen her şeyi kirle­
tiyor ve yozlaştırıyor; önümüzdeki elli yıl içinde kendisi de büyük
bir yıkıma uğrayacak.
Hangi geleneksel çehrede kendinizi bulursunuz?
En yakını yine Buda çehresi olurdu. O, hakiki meseleyi anladı. Ama
işin ucuna onun tarzında varamayacak kadar fevri bir insanım. Bil­
diğimle hissettiğim arasında daima bir çatışma olacak.
Dostunuz /onesco gibi çatışmaları sahnelemeyi denemek istemediniz
mi hiç?
İmkansız bu. Düşüncem bir süreç gibi üremiyor; bir sonuç, bir artık
gibi. Mayalanmadan sonra bu kalıyor: atıklar ve tortu.
Metafizik bir vatansızım ben

Femando Savater ile yaptığı ve "Escribir para despertar" başlığı altında


23 Ekim 1977 tarihli El Pais'te yayımlanan söyleşi. İ spanyolcadan çeviren
Gabriel laculli.

CIORAN: Eğer sizi iyi anlıyorsam, etrafında hırsızlık yapacağıma,


dolambaçlara girmek yerine, niçin sessizliği seçmediğimi soruyorsu­
nuz ve sussam daha iyi olacağı halde yakınıp durmakla eleştiriyor­
sunuz beni. Öncelikle belirtmem gerekir ki, herkesin genç ölme şan­
sı yok. İlk kitabımı yirmi bir yaşında Rumence yazdım; bundan son­
ra bir şey yazmamaya karar vermiştim. Sonra bir tane daha yazdım,
kendime yine aynı sözü vererek ... Kırk yıldan fazla bir zamandır bu
komedi tekrarlandı. Çünkü yazmak, ne kadar az olursa olsun, bana
bir yıldan ötekine geçmede yardım etti; zira, ifade edilmiş saplantı­
lar zayıflıyor ve bir ölçüde aşılıyor. Eminim ki eğer kağıtları karala­
masaydım, uzun zaman önce kendimi öldürmüş olurdum. Yazmak
olağanüstü bir tesellidir. Yayımlamak da. Bu size gülünç görünebilir,
halbuki çok doğru. Çünkü bir kitap hayatınızdır, ya da hayatınızın
bir bölümüdür ve sizi dışarıya çıkarır. Sevdiğimiz her şeyden yaka­
yı sıyınnz orada, aynı zamanda da özellikle nefret ettiğimiz her şey­
den ... Daha da ileri gideceğim: Eğer yazmamış olsaydım, katil ola­
bilirdim. İfade etmek bir kurtuluştur. Şu alıştırmayı denemenizi tav­
siye ederim: Birinden nefret ettiğiniz zaman, canınız onu yok etmek
istediği zaman, bir kağıt parçası alın ve X bir domuzdur, hayduttur,
canavardır yazın. Ondan daha az nefret ettiğinizin hemen farkına va­
racaksınız. Benim yaptığım da tam olarak bu. Hayata küfretmek
için, kendime küfretmek için yazdım. Sonuç? Kendime daha iyi kat­
landım, hayata da daha iyi katlandım.
16 EZELİ MAGLUP

FERNANDO SAVATER: Cioran, buna ne ekleyebilirsiniz?


Gerçekten, bundan fazla hiçbir şey söyleyemem ... Belki de bir şey
söylenebilir! Aslında hayat dolu olmakla ilgili bir mesele bu. Daha
açık olsun diye, kökenimden söz etmeliyim. Bende fazlaca köylülük
vardır; babam bir köy papazıydı ve dağlarda, Karpatlar'da, çok ilkel
bir çevrede doğdum. Gerçekten barbar bir köydü, bütün hafta boyun­
ca köylüler muazzam derecede çalışıyorlardı, daha sonra da kazan­
dıklarını bir gecede fıçı gibi içerek israf ediyorlardı. Ben bayağı güç­
lü kuvvetli bir çocuktum. Şimdi içimde hastalıklı olan her şey o za­
man çok sağlamdı! Gülleyle direk devirme oyununda en iyi olmanın
benim o dönemdeki en büyük hevesim olması, size muhtemelen il­
ginç gelecektir. Bu oyunu on iki-on üç yaşındayken köylülerle para­
sına veya birasına oynuyordum. Pazar günlerini onlara karşı oynaya­
rak geçiriyordum ve onları sık sık yeniyordum; benden daha kuvvet­
li olmalarına rağmen .. , çünkü başka yapacak bir şeyim olmadığından
bütün hafta antrenman yapabiliyordum ...
Çocukluğunuz mutlu mu geçti?
Bu çok önemli: Benimki kadar mutlu bir çocukluk daha görmedim.
Karpatlar'ın yakınında, tarlalarda ve dağlarda serbestçe oynayarak
yaşıyordum; ne bir mecburiyet ne bir ödev. Olağanüstü şekilde mut­
lu bir çocukluk oldu bu. Daha sonra insanlarla konuşurken, buna eş­
değer hiçbir şey bulamadım. Bu köyden hiç ayrılmamış olmayı ister­
dim; annemlerin beni şehirdeki liseye götürmek için bir arabaya bin­
dirdikleri o günü unutamıyorum. Rüyamın sonu oldu bu, dünyamın
mahvolması.
Romanya'dan ilk neyi hatırlarsınız?
Romanya'da en başta sevdiğim şey, aşırı derecede ilkel tarafıydı. Ta­
bii ki uygarlaşmış insanlar vardı, ama benim tercih ettiğim kimseler
okuma-yazma bilmeyenlerdi ... Yirmi yaşıma kadar en sevdiğim şey,
Sibiu'dan ayrılmak ve dağlara gitmekti; çobanlarla, bütünüyle cahil
köylülerle gevezelik etmekti. Zamanımı onlarla çene çalıp içerek ge­
çiriyordum. İnanıyorum ki bir İspanyol, bu ilkel, çok ilkel tarafı an­
layabilir. Ondan bundan söz ediyorduk ve onlarla neredeyse anında
temas kurabiliyordum.
Ülkenizin gençliğinizdeki tarihi durumuyla ilgili hangi anılarınız
var ?
METAFİZİK BİR VATANSIZIM BEN 17

Şöyle diyeyim. O zamanki Doğu Avrupa, Avusturya-Macaristan İm­


paratorluğu'ydu. Sibiu Transilvanya'nın içinde kapalı kalmıştı, İmpa­
ratorluğa aitti; rüyalarımızdaki başkent Viyana'ydı. Kendimi şu veya
bu şekilde her zaman İmparatorluğa bağlı hissettim ... ki bu İmpara­
torluk içinde biz Rumenler köleydik! 191 4 Savaşı sırasında annem­
babam Macarlar tarafından tehcir edildi ... Kendimi psikolojik olarak
Macarlara, onların zevk ve adetlerine yakın hissediyorum. Macar ve
Çigan müziği beni derin bir şekilde heyecanlandırır. Ben bir Macar
ve Rumen karışımıyım. Ne tuhaftır ki Rumen halkı dünyanın en ka­
derci halkıdır. Gençken bu beni öfkelendiriyordu - dünyayı açıkla­
mak için kader ve alınyazısı gibi şaibeli metafizik kavramlardan me­
det umulması. Yani anlayacağınız, yaşlandıkça kendimi kökenime
daha yakın hissediyorum. Artık bugün kendimi Avrupalı, Batılı his­
setmem gerekirdi; ama durum hiç de öyle değil. Epey ülke gördü­
ğüm ve epey kitap okuduğum bir ömrün sonunda, Rumen köylüsü­
nün haklı olduğu sonucuna vardım. O hiçbir şeye inanmayan; insa­
nın mahvolmuş olduğunu, yapacak bir şey kalmadığını düşünen ve
kendini tarih tarafından ezilmiş hisseden köylünün . . O kurbanlık
.

ideolojisi, bugün benim de anlayışım oldu, tarih felsefem oldu. Ger­


çekten, bütün entelektüel birikimim hiçbir işe yaramadı!
Şöyle yazmıştınız: "Bir kitap yaraları aranmalıdır, hatta tahriş etme­
lidir. Kitap bir tehlike olmalıdır. " Sizin kitaplarınız hangi anlamda
tehlikeli?
Peki, bakın: Bana birçok defa, kitaplarımda yazdıklarımın söylene­
cek şeyler olmadığını söylediler. Çürümenin Kitabı çıktığında, le
Monde gazetesinin eleştirmeni bana bir sitem mektubu gönderdi;
"siz farkında değilsiniz ama bu kitap gençlerin eline de geçebilir! "
diye. Saçmalık bu. Kitaplar ne işe yarayacak? Öğrenmeye mi? Bu­
nun hiçbir ilginçliği yok, çünkü bunun için okula gitmek kafi. Yok;
bir kitabın hakikaten bir yara olması gerektiğine, okurun hayatını
herhangi bir şekilde değiştirmesi gerektiğine inanıyorum. Benim ki­
tap yazarkenki fikrim, birinin gözünü açmaktır, onu sopalamaktır.
Yazmış olduğum kitaplar rahatsızlıklarımdan (acılarım demeyeyim
diye bu kelimeyi kullanıyorum) çıktığına göre, okura da aynı şeyi
aktarmalıdır bir nevi. Yok, gazete okur gibi okunan kitapları sevmi­
yorum: Bir kitap, her şeyi altüst etmelidir, her şeyi sorgulama konu­
su etmelidir. Neden mi? Şundan ki, yazdıklarımın yararlı olup olma-
18 EZELİ MAGLUP

dığıyla pek uğraşmam, çünkü hakikaten hiçbir zaman okuru düşün­


mem: Kendim için; saplantılarımdan, gerilimlerimden kurtulmak
için yazarım; bu kadar. Kısa bir süre önce Le Quotidien de Paris de'

bir hanım benim hakkımda şöyle yazıyordu: "Cioran, herkesin için­


den geçen şeyleri yazıyor." Okunsun diye, "bir kitap yapmak" için
yazmıyorum. Hayır, bir yükten kurtulmak için yazıyorum. Ama da­
ha sonra, kitaplarımın işlevi üzerine derinlemesine düşünürken, bir
yara gibi olmaları gerektiğini söylüyorum kendime. Okuru okuma­
dan evvelki halinde bırakan bir kitap, başarısız bir kitaptır.
Bütün kitaplarınızda, kötümser ve kara diye niteleyebileceğimiz ta­
rafın yanında, açıklanamayan, ama rahatlatıcı, hatta canlandırıcı
olan tuhaf bir neşe parıldıyor.
Ne ilginçtir ki bu dediğinizi bana birçok kişi söyledi. Çok fazla oku­
rum yok, ama benim verdiğim şu veya bu bilgiye itimat eden birçok
kişi zikredebilirim: "Cioran'ı okumamış olsaydım intihar etmiş olur­
dum," diyorlar. Dolayısıyla, tamamen haklı olduğunuzu sanıyorum.
Bunun tutku'dan geldiğini sanıyorum: Karamsar değilim, şedit'im ...
Bu da yadsımamı canlı kılıyor. Aslında, demin yaradan söz ederken,
bunu olumsuz bir biçimde değerlendirmiyordum: Birini yaralamak­
la felç etmek aynı şey değildir! Kitaplarım ne bunaltıcı ne de iç ka­
rartıcı ! Onları hiddet ve tutkuyla yazıyorum. Eğer kitaplarım soğu­
duğumda yazılmış olsalardı, tehlikeli olurdu bu. Ama ben soğuyun­
ca hiçbir şey yazamıyorum; durum ne olursa olsun, titreye titreye sa­
katlığının üzerine çıkan bir hasta gibiyim. Çürümenin Kitabı'nı he­
nüz bir elyazmasıyken okuyan ilk kişi, şair Jules Supervielle oldu.
Daha o zamanlar bile, bunalıma epey eğilimli olan yaşlı bir adamdı
ve bana şöyle dedi: "Kitabınız beni inanılmaz derecede uyardı." Bu
anlamda, faal bir birey ve şeyleri harekete geçiren bir münkir olan
iblise benzediğim söylenebilir...
Eserlerinizi tam anlamıyla felsefeden ayırt etmeye kendiniz de özen
göstermiş olmanıza rağmen, bunları 19. yüzyılda büyük sistemlerin
bozguna uğramasından sonra felsefenin münhal mevkiini işgal eden
çeşitli özeleştire! faaliyetler çerçevesi içine kaydetmek hiç de keyfi
olmaz. Felsefenin hata nasıl bir anlamı olabilir Cioran?
Felsefenin artık sadece parça halinde mümkün olduğuna inanıyorum.
İnfilak biçimiyle. Bir bölümden sonra bir ötekini hazırlamak, bunu
METAFİZİK BİR VATANSIZIM BEN 19

kitap biçimine sokmak artık mümkun değil. Bu anlamda Nietzsche


muhteşem bir kurtarıcı oldu. Akademik felsefe üslubunu sabote eden,
sistem fikrine saldıran o oldu. Kurtarıcı oldu, çünkü ondan sonra her
şey söylenebilir... Şimdi, hepimiz parçacıyız, görünürde düzenli olan
kitaplar yazdığımızda bile. Uygarlık üslubumuza da uyuyor bu.
Bu aynı zamanda dürüstlüğümüze de halel getirmez. Nietzsche, sis­
tem oluşturma hırsında bir dürüstlük noksanlığı olduğunu söylüyor­
du ...
Dürüstlük konusunda size bir şey söyleyeceğim. B irisi, hangi konu­
da olursa olsun, kırk sayfalık bir deneme yazmaya giriştiğinde, ön­
ceden saptanmış bazı doğrulamalardan yola çıkar ve onlara mahkum
kalır. B ir tür dürüstlük anlayışı onu, bir yandan bu doğrulara riayet
ederek kendisiyle çelişkiye düşmeden sonuna kadar gitmeye mecbur
eder; bununla birlikte, ilerledikçe, metin onu başka yönlere çeker ve
bunları reddetmek zorundadır, çünkü çizdiği yoldan uzaklaştırırlar.
Kendi kendimize çizdiğimiz bir çemberin içinde kapalı kalırız. Bun­
dan dolayıdır ki dürüst olalım derken sahteliğe düşeriz ve doğrulu­
ğumuz azalır. Eğer kırk sayfalık bir denemede bunlar oluyorsa, bir
sistemde neler olmaz ki! Bütün yapılandırılmış düşüncelerin faciası
buradadır: Çelişkiye izin vermemek. Sahteliğe böyle düşülür, tutar­
lılığı korumak için kendi kendine yalan söylenir. Buna karşılık, eğer
parçalar üretilirse, bir gün içinde hem bir şey hem de onun aksi söy­
lenebilir. Niçin? Çünkü parça, farklı bir tecrübeden gelir ve hakiki
tecrübelerdir bunlar: Esastırlar. Bunun sorumsuzluk olduğu söylene­
cek; ama eğer durum böyleyse, bizzat hayatın sorumsuz olması an­
lamında sorumsuzluktur. Parçalar halindeki bir düşünce, tecrübeni­
zin bütün veçhelerini yansıtır; sistemli bir düşünce ise sadece bir
veçheyi yansıtır, denetlenen veçheyi, bundan dolayı da yoksullaştırı­
lan veçheyi... Nietzsche'de, Dostoyevski'de, ihtimal dahilindeki bü­
tün insanlık tipleri, bütün tecrübeler ifadelerini bulmuştur. Sistemde
ise sadece denetleyici konuşur, şef konuşur. Sistem daima şefin sesi­
dir: Bunun içindir ki sistem totaliterdir, oysa parça halindeki düşün­
ce özgür kalır.
Felsefi yetişmeniz nasıl oldu, sizi en çok hangi filozoflar ilgilendir­
di?
Gençliğimde Lev Şestov'u çok okudum, o zaman Romanya'da çok
ünlüydü. Ama beni en çok ilgilendiren kişi, en çok sevdiğim kişi
20 EZELİ MAGLUP

Georg Simmel oldu. Ortega'nın gösterdiği ilgi sayesinde Simmel'in


İspanya'da epey tanındığını biliyorum, oysa Fransa'da kimse tanımı­
yor onu. Simmel harikulade bir yazardı, mükemmel bir denemeci ve
filozoftu. Lukacs ve Bloch'un yakın arkadaşıydı ve onları çok etkile­
mişti; üstelik daha sonra bunu inkar ettiler, ki bunu da tamamen na­
mussuzca buluyorum. Bugün Simmel Almanya'da tamamen unutul­
du, hatta sessizliğe gömüldü, ama yaşadığı dönemde, Thomas Mann
ya da Rilke gibi şahsiyetler ona hayrandı. Simmel de parçacı bir dü­
şünürdü. Eserlerinin en iyi bölümü parçalardır. Aynı zamanda, Dilt­
hey gibi "yaşam felsefesi" diye adlandırılan Alman filozoflardan da
çok etkilendim. Elbette ki o dönemde, henüz moda olmamışken Ki­
erkegaard'ı da çok okudum. Çok genel bir bakışla söylersem, beni
her zaman en çok ilgilendiren şey itiraf felsefesi olmuştur. Hem fel­
sefede hem edebiyatta, beni ilgilendiren şey vaka/ar'dır; kelimenin
neredeyse klinik anlamında bir "vaka" oldukları söylenebilen o ya­
zarlardır. Felakete giden herkes ilgilendirir beni; aynı zamanda ken­
dilerini felaketin ötesinde konumlandırabilmeyi becerenler de ... En
büyük hayranlığı, çökme noktasına varmış olanlara duyuyorum. Ni­
etzsche'yi ya da Otto Weininger'i bunun için sevdim. Veyahut Roza­
nov gibi Rus yazarlarını, Dostoyevski tarzında sürekli yaralarını ka­
şıyan dindar yazarları ... Husserl gibi sadece bir entelektüel deneyim
olarak kalanlar beni etkilemedi. Heidegger'in Kierkegaardcı tarafı il­
gilendirir beni; Husserlci tarafı değil. Ama her şeyden önce, vaka'yı
ararım: Düşünce alanında, edebiyatta, benim ilgim bilhassa kırılgan
olana, derme çatma olana, çökene, aynı zamanda da çökme temayü­
lüne karşı direnen ama tehdidin daimliğini muhafaza edene yönelir...
Şu günlerin polemik tomurcuğu olan Fransız "yeni felsefesi"ne ne
diyorsunuz?
Açıkçası , onları derinlemesine bildiğimi söyleyemem, ama bütüne
bakıldığında, dogmatik düşlerinden çıkmaya başlayan kişiler gibi
geliyor bana ...
En iyi kitaplarınızdan birini ütopya konusunda yazdınız.
Bu ilginin nasıl doğduğunu çok iyi hatırlıyorum; ellili yıllarda, Pa­
ris'te bir kafede Maria Zambrano ile bir sohbet sırasında olmuştu. O
zaman ütopya üzerine bir şey yazmaya karar vermiştim. Ütopyacıla­
n okumaya başladım: Thomas More, Fourier, Cabet, Campanella ...
METAFİZİK BİR VATANSIZIM BEN 21

Başlangıçta büyülenmiş gibi bir taşkınlıkla okuyordum, daha sonra


bezdim, sonunda da ölesiye sıkmaya başladı. Ütopyacılann büyük
adamlar üzerindeki nüfuzlan inanılmaz bir şey: Mesela Dostoyevs­
ki Cabet'yi hayranlıkla okuyordu. O Cabet ki mükemmel bir buda­
laydı, Fourier'nin de altında biriydi! Hepsi, birkaç yıl içinde, veya ol­
sa olsa on yıl içinde altın çağın geleceğine inanıyordu. İyimserlikle­
ri de sinir bozucuydu, pespembe bakış açılan da; Fourier'nin uydur­
duğu, bir yandan atölyelerde çalışırken şarkı söyleyen o kadınlar fi­
lan ... Bu ütopyacı iyimserlik düpedüz acımasız'dır. Mesela Teilhard
de Chardin'le bir karşılaşmamı hatırlıyorum: Adam coşkuyla avaz
avaz, kozmosun İsa'ya, omega noktasına doğru evrildiğini, vs. çığı­
rıyordu. O zaman ona insanlık acısı hakkında ne düşündüğünü sor­
dum. "Acı ve ıstırap," dedi bana, "evrimdeki basit bir kazadır." İnfi­
ale kapılıp bu zihinsel özürlüyle tartışmayı reddederek çektim git­
tim. Ütopyanın ve ütopyacıların 19. yüzyılda olumlu bir veçheleri
olduğuna inanıyorum; toplumsal eşitsizliğe ve buna çare bulmanın
aciliyetine dikkat çekmişlerdi. Sosyalizmin eninde sonunda ütopya­
cıların evladı olduğunu unutmayalım. Ama hatalı bir fikir üzerine,
insanın sınırsız mükemmelleştirilebilirliği fikri üzerine kurulurlar.
İlk günah teorisi dini yananlamlanndan bir arındırılsa, sadece antro­
polojik düzeyde daha isabetli olur gibi geliyor bana. Çaresiz bir dü­
şüş olmuştur, yerini hiçbir şeyin dolduramadığı bir kayıp. Aslında,
zannediyorum ki beni nihai olarak ütopyacı eğilimden uzaklaştıran
şey, tarihe düşkünlüğüm oldu; zira tarih ütopyanın panzehiri'dir. Fa­
kat tarih pratiği özünde ne kadar anti-ütopik olsa da, ütopyanın tari­
hi ilerlettiğine ve onu teşvik ettiğine kuşku yoktur. Ancak imkansız­
dan büyülenerek harekete geçeriz; bu da demektir ki, bir ütopya do­
ğurma ve ona bağlanma becerisini gösteremeyen bir toplum, köhne­
leşme ve yıkım tehdidiyle karşı karşıyadır. Mükemmel toplumsal
sistemlerin inşası anlamındaki ütopya, çok fransız olan bir zayıflık­
tır; Fransız'ın metafizik muhayyile eksikliğini siyasi muhayyileyle
telafi edişidir. Eşsiz toplumsal sistemler imal eder, ama gerçekliği
hesaba katmadan. Ulusal bir zaaftır bu : Mesela Mayıs 68, hepsi bir­
birinden ustaca ve hayata geçirilemez olan her tipte sistemlerin sü­
rekli bir üretimi olmuştur.

Ütopyanın adeta, topluma aşkın değil içkin olan bir iktidarın soru­
nu olduğu söylenebilir. İktidar nedir Cioran?
22 EZELİ MAGLUP

İktidarın kötü, çok kötü olduğuna inanıyorum. Onun varlığı karşısın­


da mütevekkil ve kaderciyim, ama bir musibet olduğunu düşünüyo­
rum. Bakın, iktidara ulaşmış kimseler tanıdım ve bu korkunç bir şey.
Ünlü olmayı başaran bir yazar kadar korkunç bir şey. Üniformalı ol­
mak gibi bir şey bu; üzerinizde bir üniforma varsa, artık aynı insan
olamazsınız: İşte, iktidara ulaşmak da, daima aynı olan görünmez bir
üniformayı giymektir. Kendime soruyorum: Normal olan, ya da nor­
mal gibi görünen bir insan, iktidarı neden kabul eder? Sabahtan ak­
şama meşgul yaşamayı neden kabul eder? Muhtemelen hükmetmek
bir zevk, bir zaaf olduğu içindir bu. Bunun içindir ki kendi isteğiyle
iktidardan feragat eden hiçbir diktatör ya da mutlak şef örneği yok­
tur: Sulla vakası hatırladığım tek örnek. İktidar şeytanidir: Şeytan,
iktidar hırsı olan bir melekti sadece. İktidarı arzulamak insanlığın
uğradığı en büyük lanettir.
Yeniden ütopyaya dönersek...
Ütopya arayışı dini bir arayıştır, bir mutlak arzusudur. Ütopya tari­
hin en büyük kırılganlığıdır, ama aynı zamanda da büyük gücüdür.
Bir anlamda, tarihin kefaretini ütopya öder. Mesela Fransa'daki se­
çim kampanyasına bir göz atın: Ütopik bileşeni olmasa, dükkancılar
arasındaki bir kavgadan ibaret kalırdı. .. Bakın, siyasetçi olamam,
çünkü felakete inanıyorum. Kendi payıma, tarihin cennete götüren
bir yol olmadığından eminim. Halbuki hakiki bir kuşkucuysam, fe­
laketten emin bile olamam ... Neredeyse eminim diyelim! Bundan
dolayıdır ki kendimi bütün ülkelerden, bütün gruplardan kopuk his­
sediyorum. Metafizik bir vatansızım ben; Roma İmparatorluğu'nun
sonunda kendilerini "dünya vatandaşı" hisseden o Stoacılar gibi bi­
raz; hiçbir yerin vatandaşı olmadıklarını söylemenin bir tarzıydı bu.
Sadece vatanınızı terk etmekle kalmadınız, en önemlisi, dilinizi de
bıraktınız.
Bir yazarın başına gelebilecek en büyük, en feci kazadır bu. Bunun
yanında tarihi felaketler bile hiç kalır. 1947'ye kadar Rumence yaz­
dım. O yıl, Dieppe yakınında ufak bir evdeydim ve Mallarme'yi Ru­
menceye çeviriyordum. Birden, kendi kendime, "Ne saçmalık bu !
Mallarme'yi hiç kimsenin tanımadığı bir dile çevirmenin ne hayrı
olabilir?" dediin. Öylece, dilimden vazgeçtim. Fransızca yazmaya
koyuldum ve çok zor bir şey oldu bu, çünkü mizaç itibariyle Fransız
METAFİZİK BİR VATANSIZIM BEN 23

dili bana uymuyor: Bana vahşi bir dil, bir ayyaş dili lazımdır. Fran­
sızca benim için bir deli gömleği gibi oldu. Başka bir dilde yazmak
dehşet verici bir tecrübe. Kelimeler üzerine düşünürsünüz, yazı üze­
rine düşünürsünüz. Rumence yazdığım zaman, farkına varmadan ya­
pıyordum bunu; en basit deyişle, yazıyordum. O zaman kelimeler
benden bağımsız değillerdi. Fransızca yazmaya koyulduğum zaman,
bütün kelimeler bilincime kendilerini dayattılar; önümdeydiler, dı­
şımdaydılar, hücrelerindeydiler ve ben gidip onları alıyordum: "Sen,
şimdi; şimdi de sen ! " Paris'e geldiğimde yaşadığım, hiçbir başka tec­
rübeye benzemeyen bir tecrübeydi. Quartier Latin'deki küçük bir
otele yerleşmiştim; ilk gün, telefon etmek için resepsiyona indiğim­
de, otel görevlisini karısı ve oğluyla yemek mönüsünü tartışırken
buldum: Bir savaş planı hazırlar gibiydiler! Hayretten ağzım açık
kaldı: Romanya'da her zaman bir hayvan gibi beslenmiştim; yani bi­
linçsizce, yemek yemenin ne demek olduğu üzerine hiç düşünme­
den. Paris'te yemek yemenin bir ayin, bir uygarlık işi, neredeyse fel­
sefi bir tavır alış olduğunun farkına vardım ... Aynı şekilde yazmak
da, Fransızcada, Rumence yazdığım zamanki gibi içgüdüsel bir iş ol­
maktan çıktı ve tıpkı masum bir biçimde yemek yemeyi bırakmam
gibi, bir düşünüp taşınma boyutu kazandı ... Dil değiştirerek geçmişi
de tasfiye etmiş oldum: Bütünüyle yaşam değiştirdim. Şimdi bile,
hiçbir şeye bağlı olmayan, köksüz, bir sera dilinde yazıyormuşum
gibi geliyor.
Cioran, sık sık can sıkıntısından bahsettiniz. Sıkıntı ve tiksinti yaşa­
mınızda nasıl bir rol oynadı ?
Yaşamıma sıkıntı tecrübesinin hükmettiğini söyleyebilirim. Bu duy­
guyu ta çocukluğumda tanıdım. Eğlence, sohbet ya da zevklerle oya­
lanabilecek sıkıntı değil burada söz konusu olan; tabir caizse temel
bir sıkıntı bu ve şundan ibaret: Kendi evinizde veya başkasının evin­
de, ya da güzel bir manzaranın karşısında, az ya da çok aniden her
şeyin içi ve anlamı boşalıyor. İçte ve dışta boşluk. Tüm evren hiçli­
ğin damgasını yiyor. Ve hiçbir şey bizi ilgilendirmiyor, hiçbir şey
dikkatimizi hak etmiyor. Sıkıntı bir baş dönmesidir, ama sakin ve
yeknesak bir baş dönmesidir; evrensel anlamsızlığın ortaya çıkışıdır;
bu dünyada da öbür dünyada da bir şey yapılamayacağının, yapılma­
ması gerektiğinin, hayrete varan, ya da en üst basirete varan kesinli­
ğidir; bize uyabilecek ya da bizi tatmin edebilecek hiçbir şey yoktur
24 EZELİ MAGLUP

dünyada. Bu tecrübe sebebiyle -sürekli değildir, ama gider gelir, zi­


ra sıkıntı nöbet halinde gelir, ama bir ateş nöbetinden çok daha uzun
sürer- hayatımda ciddi hiçbir şey yapamadım. Gerçeği söylemek ge­
rekirse yoğun yaşadım, ama varoluşla bütünleşemedim. Marjinalli­
ğim kazaen olan bir şey değil, özle ilgili bir şey. Eğer Tanrı'nın canı
sıkılsaydı, yine Tanrı olurdu, ama marjinal bir Tanrı olurdu. Tanrı'yı
rahat bırakalım. Daima en büyük hayalim, yararsız ve kullanılmaz
olmak oldu. Dolayısıyla sıkıntı sayesinde bu hayali gerçekleştirdim.
Bir şeyi iyice belirlemek gerekiyor: Az önce tasvir ettiğim tecrübe il­
le de çökertici değildir, zira bazen onun ardından gelen taşkınlık,
boşluğu bir yangın yerine çevirir, arzuya şayan bir cehenneme...
(Tam çıkmaya hazırlanırken, Cioran ısrar ediyor:)
Onlara benim göz açmak için yazan bir marjinalden ibaret olduğu­
mu söylemeyi unutmayın. Tekrar tekrar belirtin ki benim kitapları­
mın iddiası göz açmak.
Hedefsiz yaşamak

Helga Perz ile yaptığı ve Alman gazetesi Süddeutsche Zeitung'un 7-8 Ekim
1978 tarihli 23 1 . sayısında "Ein Gespriich mit dem schrifsteller E. M. Ci­
oran" başlığı altında yayımlanan söyleşi. Almancadan çeviren Jean Launay.

HELGA PERZ: Sayın Cioran, anlam sorusu katiyetle kaçınılması ge­


reken bir soru mudur?

CIORAN: Bu soru bütün hayatım boyunca kafamı meşgul etti, ama


hiçbir cevap bulmadım. Epey okuduktan ve düşündükten sonra, Tu­
na kıyısındaki bir köylüyle, ya da tarihöncesindeki okumaz-yazmaz
insanlarla aynı sonuca vardım: Cevap yoktur. Buna tevekkül etmek
ve geldiği gibi hayata maruz kalmak gerekmektedir.

Acaba anlaşılmamış olmanın ve böyle kalma zorundalığının bilinci,


kendini izah etmek için daima yenilenen çabaların da gösterdiği gi­
bi, yüreklendirici bir taraf da arz etmez mi? Anlama yönelik sarsıl­
maz bir ilgi olduğu sonucu çıkarılamaz mı bundan?

Suyu taklit etmemiz gerektiğini söyleyen Taoculuktan etkilenmişim­


dir biraz. Hiçbir çaba göstermemek ve hayatı sükunetle göz önünde
bulundurmak. Ama mizacım gereği bunun tam tersiyim. Biraz histe­
rik, bir nevi sara hastası bozuntusuyum; saraya yakalanma şansına
nail olmamam anlamında. Eğer hakiki bir hastalığım olsaydı, benim
için bir kurtuluş olurdu bu. Ama her zaman içsel olarak paramparça
bir halde ve hayat görüşüme zıt olan büyük bir gerginlik içinde ya­
şamak zorunda kaldım, çünkü kendi dışımda bir çıkış bulamadım.
Hayat hakkında karanlık bir anlayışım olmasına rağmen, varoluş
için daima büyük bir tutku besledim. Öyle büyük bir tutku ki, ters-
26 EZELİ MAGLUP

yüz olarak hayatın inkarına dönüştü, çünkü yaşam iştahımı tatmin


etme yollan yoktu elimde. Böylece, demek ki hayal kırıklığına uğ­
ramış bir adam değilim; ama çaba fazlasından ötürü içsel gücü kal­
mamış bir adamım. Edilgenlik benim için ulaşılmaz bir idealdi. Ni­
çin intiharı seçmediğimi sordular bana. Ama benim için intihar
olumsuz bir şey değil. Aksine. İntiharın olması fikri bana hayata ta­
hammül etme ve kendimi özgür hissetme imkanı veriyordu. Bir kö­
le gibi değil, özgür bir insan gibi yaşadım.
Ama bu da sizin bir yaşam fanatiği olduğunuzu kanıtlamıyor mu?
Tabiatımdaki paradoks, hem varoluş için bir tutku duymam, hem de
aynı zamanda bütün düşüncelerimin yaşamla husumet içinde olma­
sıdır. Yaşamın olumsuz tarafını en baştan beri sezinledim ve hisset­
tim; her şeyin boş olduğunu ... Can sıkıntısının ıstırabını tepeden tır­
nağa çektim. Bu belki de doğuştandır, elimden bir şey gelmez. B una
işaret eden Fransızca kelime katiyetle çevrilemez: le cafard ("ef­
kar").* Efkarlıyım. Buna karşı hiçbir şey yapılamaz. Kendi başına
geçmesi gerekir.

Sayın Cioran, geçen yıllarla birlikte, hayat daha mı basit bir hale
geldi, yoksa güçleşti mi?
Şu işe bakın ki daha basit. Çocukluğum yeryüzü üzerindeki cennet­
ti. Herrnannstadt'a pek uzak olmayan bir yerde, bir Rumen dağ kö­
yünde doğdum; sabahtan akşama kadar dışarıdaydım. On yaşında li­
seye gitmek için bu köyden ayrılmam gerektiği vakit, büyük bir fe­
laket duygusuna kapıldım. En beteri ise, on altı, on yedi yaşında ba­
şıma geldi. Gençliğim gerçekten bir felaket oldu. Uykusuzluk çek­
meye başlıyordum ve hiçbir şey yapamayacak bir haldeydim. Bütün
gün yatar vaziyette kalıyordum. Çocukluğumla arasındaki aykırılık
benim için büyük bir tecrübe oldu. Ama şimdi, yani elli yıl sonra,
kendimi daha mutlu hissediyorum, zira aynı gerginlik içinde yaşamı­
yorum artık. Bunu bir yenilgi gibi değerlendiriyorum. Vaktiyle bir
iblis gibiydim, her an çökebilirdim, ama hakikaten yoğun bir biçim­
de yaşıyordum.
Eninde sonunda, o zamanki genç adamla karşılaştırıldığında,
Fransızların rate diye adlandırdıkları bir tipim şimdi; yaşamını ber-

* Yılgınlık, melankoli ve hüzün karışımı hal. (ç.n.)


HEDEFSİZ YAŞAMAK 27

bat etmiş olanlardan. Zavallı bir tip. Gençliğim hakkında oluşturmuş


olduğum o devasa fikirden ötürü.
Çocukluğunuzdaki uyumu bir daha hiç bulamadınız mı ?
Hayır bulamadım, ama onu tamamen yitirilmiş bir şey gibi hatırlıyo­
rum, sanki önceki bir dünyada vuku bulmuş gibi. B ana geçmiş için­
de öyle uzak, ama aynı zamanda ne kadar mevcut görünüyor. Çocuk­
luğumu çok ayrıntılı bir biçimde hatırlıyorum, bütün yaşlılar gibi,
ama katiyetle uzak bir şey olarak ... Benim hayatım bile olmayan,
baŞka bir hayat, önceki bir hayat gibi bir şey. Eğer hazin bir çocuk­
luğum olsaydı, fikirlerimde çok daha iyimser olurdum. Ama çocuk­
luğum ile daha sonra olup biten her şey arasındaki bu aykırılığı, bu
çelişkiyi hep hissettim, hatta bilinçdışı bir biçimde hissettim. Beni
adeta içsel olarak yıktı bu.
Yitirilmiş cennete duyulan özlem mi?
Evet. Benim için üç önemli yer var. Bunlar: Paris, Dresden ve doğ­
duğ.um o Hermannstadt bölgesi. Paris beni büyülüyordu; gençken
Paris'e gitmek ve Paris'te yaşamak istiyordum. Bunu becerdim, ama
bugün bu şehirden biraz yoruldum; burada çok fazla yaşadım. Dres­
den Paris'ten sonra en çok sevdiğim şehirdi. Hermannstadt az çok
menzilimin dışında. Oraya dönebilirdim ama istemiyorum. Artık va­
tanım yok. Ama çocukluğumu geçirdiğim yer benim için birkaç gün
önce görmüşüm gibi mevcut.
Bir keresinde bunun eski Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun
dünyası olduğunu söylemiştiniz. Acaba bu yaşam üslubu sizin için
h<ilô bir anlam ifade ediyor mu?
Aslında benim için artık anlam ifade eden pek bir şey yok, gelecek­
siz yaşıyorum. Gelecek benim için bütün açılardan hesap dışı; geç­
miş ise gerçekten başka bir dünya. Tam anlamıyla zamanın dışında
yaşamıyorum, ama tarihi olarak değil de metafizik açıdan durmuş
bir insan gibi yaşıyorum. Benim için hiçbir çıkış yok, çünkü bir çı­
kış olmasının hiçbir anlamı yok. Böylelikle bir nevi öncesiz-sonra­
sız şimdiki zamanda yaşıyorum ve hedefsiz olmaktan mutsuz deği­
lim. İnsanlar hedefsiz yaşamaya alışmalı ve bu öyle sanıldığı kadar
basit bir şey değil. Her halükarda bir sonuç bu. Düşüncelerimin şu­
na geldiğine inanıyorum: Hedefsiz yaşamak. Bundan dolayıdır ki
28 EZELİ MAÖLUP

çok az yazıyorum, az çalışıyorum, her zaman toplumun kıyısında ya­


şadım, vatansızım ve böyle olması iyi. Artık vatana ihtiyacım yok,
hiçbir şeye ait olmak istemiyorum.
Sayın Cioran, ölüm üzerine düşünceler, daima korkuyu defetmenin
bir biçimi değil midir? Madem ki elimizde yaşamdan başka bir şey
yok, ölümden ancak dehşete kapılınmaz mı?
Gençken her an ölümü düşünüyordum. Bu bir saplantıydı, yemek
yerken bile. Bütün yaşamım ölümün hükmü altında geçiyordu. Bu
düşünce beni hiç bırakmadı, ama zamanla zayıfladı. Halil bir saplan­
tı, ama bir düşünce değil artık. Size bir örnek vereyim: Birkaç ay ön­
ce bir hanımla tanıştım ve ortak bir tanıdıktan söz ettik, uzun zaman­
dır görmemiş olduğum birinden ... Onu görmememin daha iyi olaca­
ğını, çünkü çok mutsuz olduğunu söylüyordu. Ölümü düşünmekten
başka bir şey yapmıyormuş. Ona şöyle cevap verdim: "Başka neyi
düşünsün ki?" Sonuç olarak başka konu yok. Elbette bunu düşünme­
mek çok daha iyi, ama bunu düşünmekte de hiçbir anormallik yok.
Başka mesele yok. Ben de tam bu ölüm düşüncesi tarafından özgür­
leştirildiğim ve felç edildiğim içindir ki hiçbir şey yapmadım. Ölü­
mü düşününce meslek sahibi olamazsınız. Yalnızca benim yaşadı­
ğım gibi, her şeyin kıyısında, bir asalak gibi yaşanabilir. Daima
içimdeki duygu, yararsızlık, hedef yokluğu duygusuydu. Bunun has­
talıklı bir şey olduğu söylenebilir, anı< sadece etkileri hastalıklıdır,
felsefi bir bakış açısıyla değil. Felsefi olarak her şeyi yararsız bul­
mak tamamen normaldir. Neden bir şey yapılmalıdır, neden? Her ey­
lemin temelden yararsız olduğuna inanıyorum. Ve de insanın, hiçbir
şey yapmamaktan ibaret olması gereken alınyazısını elinden kaçırdı­
ğına ... Tarihteki tek doğru anın, bir tefekkür yaşamı sürdürülen, şey­
lere onlarla hiç uğraşmadan bakmakla yetinilen kadim Hindistan ol­
duğuna inanıyorum. Ancak o zaman tefekkür yaşamı sahiden bir
gerçeklik olmuştur.
Ama o zaman da, herkesin kendi için yaşadığı ve başkaları için hiç­
bir şey yapmadığı anlamına gelmez mi bu ?
Yok, hayır. Ben bir egoist değilim. Bana uyan kelime hakikaten bu
olmazdı. Merhametliyim. Ötekilerin acısının benim üzerimde doğru­
dan etkisi oluyor. Ama eğer bütün insanlık yann ortadan yok olsay­
dı, benim için bir olurdu. Kısa süre önce bu konu üzerine bir maka-
HEDEFSİZ YAŞAMAK 29

le bile yazdım, "Elzem Felaket" diye. İnsanın ortadan yok olması


fikri, hoşuma gitmiyor değil.
Acaba arkadaşlar sizin için önemli mi?
Evet, seve seve gördüğüm çok sayıda iyi arkadaşım var, zira insan
kendi kusurlarını ancak arkadaşları sayesinde keşfedebilir. İçsel ola­
rak iyileşmek için arkadaşlarını iyi gözlemlemek kafidir. Muazzam
derecede takdir ettiğim bütün arkadaşlarıma çok müteşekkirim, zira
onlarla aynı kusurlara sahip olmamak için elimden geleni yaptım.
Ama bunu başaramadım. Arkadaşlık ancak arkadaşınız gibi olmadı­
ğınızda anlamlıdır. Ondan farklı olmak gerekir. Yoksa arkadaşlık ne­
ye yarardı?
Arkadaşlarınız sizin için hep olumsuz modeller mi oldular?
Bütün varlıklar olumsuz modellerdir. Kimse aziz değildir. Ama arka­
daşlık verimli olmak zorundadır, zira arkadaşlarımız içsel olarak ta­
nıdığımız yegane insani varlıklardır. Arkadaşlarımızın örnekleri bi­
zim kendi eğitimimize yararlı olmalıdır.
Sayın Cioran, insandaki temel bir çelişki, düşüncelerinin sonucuyla
hissettikleri arasında bir uyumsuzluk olmasına yol açıyor. Yol ayrım­
ları çıkmasına neden oluyor. Bu çelişkiye bir çare bulunabilir mi?
Bilgiyle duygunun birleştik/eri anlar da, bir insanın yaşamının do­
rukları olarak değerlendirilebilir mi? Yoksa bunu da mı reddediyor­
sunuz?
Bilgi ve duygular nadiren iyi geçinirler. Benim için dünya tarihinde
tek bir keşif vardır. Tekvin'in ilk bölümünde, yaşam ve bilgi ağacının
söz konusu olduğu yerde bulunur. Bilgi ağacı, yani lanetl i ağaç. İn­
sanın trajedisi, bilgidir. Bir şeyin bilincine vardığım her sefer, onun
duygusunun zayıfladığını daima fark etmişimdir. Bir kitaba verilmiş
en güzel ad, bence Bewusstsein als Verhiingnis'tir ("Bilinçli Olma
Bedbahtlığı"). Bunu yazan bir Alman, kitap iyi değil; ama adı, benim
hayatımı özetleyen formül. Bütün yaşamım boyunca aşırı bilinçli ol­
duğumu zannediyorum ve hayatımın trajedisini oluşturan da bu.
Felsefe dışında sizi ilgilendiren bir bilim var mı?
Yok. Beni ne ilgilendiriyor biliyor musunuz? Sayısını hatırlayama­
yacağım kadar hatırat okudum. Hayat hikayesi olan, özyaşamöykü-
30 EZELİ MAGLUP

sü olan her şey ilgilendiriyor beni; birisinin bana hayatını anlatma­


sından, hiç kimseye bahsetmediği şeyleri bana söylemesinden de
çok hoşlanıyorum. Kısa süre önce bir hanımdan şaşırtıcı bir mektup
aldım. Onun tanrısı olduğumu, bugüne kadar yaşamış en büyük in­
san olduğumu ve bu cins başka çılgınlıklar yazmıştı. Ona cevap ver­
mek istemiyordum. Sonra birden onunla tanışmak istedim ve geldi.
Bana dört saat boyunca en ince ayrıntılarıyla bütün hayatını anlattı;
eminim ki hiç kimseye açmamış olduğu ayrıntılarıyla. Biraz kaçık
gibiydi, kabul ediyorum, ama ondan büyülenmiştim. Kendi payıma
bir-iki kelime ancak edebildim. Sonunda bana bütün bu şeyleri ne­
den anlattığını sordum ona. Ben de diğerleri gibi bir yazardım, üste­
lik büyük bir yazar bile değildim. Şöyle cevap verdi: "Üç-dört yıl
önce sizin Doğmuş Olmanın Sakıncası isimli kitabınızı tesadüfen
keşfettim ve daha kitabı açmadan, bunun benim kitabım olduğunu
biliyordum! " Artık hayatını bildiğim bu hasta kadın, kalktı gitti son­
ra. Görüyorsunuz ki insanlar beni ilgilendiriyor, ama sadece kaçık
oldukları zaman, ya da iyiye gitmedikleri zaman.
Ama her yetişkin kişinin iyiye gitmediği zamanlar olmaz mı ?
Evet, ama farklı derecelerde. Hayatta sert bir darbe almış olmak ge­
rekir. Bu yaşlı hanım, hakikaten iyiye gitmeyen biri olarak, bir daha
hiç kimseye anlatmayacağı şeyleri bana söylediği için hoşuma gidi­
yordu. Müstesna bir şeydi bu ve hayatta en çok neyin hoşuma gitti­
ği sorulsa, birbirine her şeyin söylendiği böyle müstesna karşılaşma­
lar derdim mutlaka. Kendilerine her şeyi anlattığım ve bana her şey­
lerini anlatan kimselerle bu müstesna karşılaşmalar, belki de benim
için yaşamın tek haklılık gerekçesi. Eğer başarıdan bahsedebilirsem,
benim hayatımın en büyük başarısı belki de bu.
Fakat bu müstesna karşılaşma, hiçbir taahhüt gerektirmiyor mu?
Hiçbir taahhüt yok. Ama aşkın bir tarafı var. Sanki başka bir geze­
gende, zamanın dışında vuku bulmuş gibi. Tarihi yok. Ne öncesi var
ne sonrası. Ebedi bir tarafı var.
İnsanın giriştiği her şey, tasarlamış
olduğunun tam tersine varıyor

Haziran 1 979'da Rus gazeteci ve yazar Jean-François Duval'in yaptığı söy­


leşi.

JEAN-FRANÇOIS DUVAL: Bu söyleşiye nasıl başlamalı ? Sohbet ta­


rafından kemirilen içgüdüleı� diyorsunuz.
CIORAN: Konuştuğumuz zaman, tıpkı yazdığımız zamanki gibi,
hiçbir şeyi çözmeyiz. İçsel olarak hariç. Yükümüzü atarız. Biraz içi­
mizi boşaltırız. Epey rahatsızlık ve endişe verici olan bütün sorulara
muayyen bir ilgisizlikle bakarız sonra... Daha az dert ederiz. Sohbe­
tin anlamı budur.
Eserleriniz üzerine bir sohbet, muhtemel yanlış anlamaların dağıtıl­
masına da olanak vermez mi?
Yanlış anlamaya karşı değilim. Hakkımda yazılanların doğru olma­
sını tercih ederim elbette. Ama yanlış anlama verimli olabilir. Çün­
kü insanları düşündürür. Neyse, bu bir teori değil.
Eserleriniz hakkında üniversite tezleri yazılması sizi kızdırır mıydı ?
Hakkımda birkaç tane tez var. Ama tezlere karşıyım, bu türe karşı­
yım. Paris'e bir tez yapmak için geldiğimi biliyor musunuz? Roman­
ya'da bir felsefe lisansı (doçentlik düzeyi) yapmış, bir lisede bir yıl
boyunca ders vermiştim; sonra Paris'te bir tez yapacağım dedim. Bir
bahane bulmak gerekiyordu ... tabii yalan söyledim. Bir konu arama
zahmetine bile girmedim, çıktım Batı'ya geldim. Üniversiteyle bağ­
larımı tamamen kopardım. Hatta üniversiteye düşmanım. Bence ruh
ölümü bir tehlikedir. Öğretim olan her şey, iyisi bile ( ! ) , harikası bi­
le (!), aslında kişinin manevi gelişimi için kötüdür. Bundan dolayı-
32 EZELİ MAGLUP

dır ki hayatımda yaptığım en iyi şeylerden birinin, üniversiteyle bağ­


larımı tamamen koparmış olmam olduğunu düşünüyorum.
Ama Pascal ve Baudelaire gibi bağlandığınız bütün bir gelenekten
kopmadınız . . .
En çok düşündüğüm iki Fransız bunlar. Onları okumayı bırakalı
uzun zaman oldu, ama Baudelaire'i ve Pascal'i haddinden fazla dü­
şünüyorum. Sürekli onlara atıfta bulunuyorum, onlarla aramda bir
nevi yeraltı yakınlığı hissediyorum. Peki ama, -çok garip bir şey- İs­
panya'da çok büyük bir profesör benim üzerime bir makale yazıyor
ve Pascal hariç bütün Fransız ahlakçılarıyla akrabalığım olduğunu
söylüyor! Bunu okuduğum zaman, çuvalladım dedim kendi kendi­
me. Çünkü hayatımdaki en büyük anlardan biri, beni allak bullak
eden bir an, on yedi yaşındayken Bükreş'te bir halk kütüphanesinde,
tedavi olmasını isteyen kız kardeşine Pascal'in yazdığı şu cevabı
okuduğum andı: "Sağlığın mahzurlarını bilmiyorsunuz, hastalığın da
avantajlarını." Allak bullak etti bu beni ! O dönemde hayat duygum
hemen hemen buydu. Hana, daha sonra Pascal ile ilgilenmemin ne­
deni de onun bu sözüydü.
Ama sizin Pascal'iniz, ilk tarz Pascal miydi?
Evet, evet, salt öznel Pascal, vaka Pascal ! Bu Pascal kuşkucu olan
Pascal'dir; paramparça olan Pascal'dir; müminleşmeyebilecek Pas­
cal'dir; lfitfa uğramamış, dine sığınmamış Pascal'dir benim kendimi
yakın hissettiğim. Akrabalık hissettiğim Pascal, bu Pascal'dir... Çün­
kü Pascal'i iman olmaksızın mükemmel tahayyül ederiz. Kaldı ki,
Pascal sadece bu yönüyle ilginçtir... Bütün hayatım boyunca Pascal'i
düşündüm. Bilirsiniz, parçalı tarafı, parça insanı olması. Aynı za­
manda an insanıdır da ... Parçada daha çok hakikat vardır.
Siz de onun gibi parça insanısınız, yazılarınız da parçalı.
Evet. Hepsi. Ama bende bunun nedeni bambaşka. Çünkü benim ca­
nım sıkılıyor, bir şeyi geliştirmeye başladığım zaman ... Ben bunu
havailik diye adlandırıyorum. Kendime rağmen bazı şeyleri derin­
leştirdim, çünkü bütün yazdıklarım aynı şeyler etrafında dönüyor.
Ama ısrar etmeyi sevmiyorum, ispatlamayı sevmiyorum. Zahmete
değmez. İspat edenler profesörlerdir.
Bir yerde çehresini tarif ettiğiniz, açıklama getirmekle hiç uğraşma­
yan o tiran gibisiniz. İspat değil de iddia mı ediyorsunuz?
İNSANIN GİRİŞTİÖİ HER ŞEY 33

Evet! Hiçbir şey ispat etmiyorum. Kararlarla -tırnak içinde tabii­


hareket ediyorum. Söylediğim, bir şeyin sonucu, içsel bir sürecin.
Sonucu veriyorum diyelim, ama güzergahı ve süreci yazmıyorum.
Üç sayfa yayımlamak yerine, sonuç dışında her şeyi atıyorum. Aşa­
ğı yukarı bu.
Aforizmalar ve parçalar... Her iki durumda da.fazlasını söylememe,
asgariyle yetinme iradesi var.
Tam olarak bu. İnsanları inandırmak değil. Onları ikna etmek değil.
İkna etmeyi sevmiyorum.
Nietzsche, Ralph Waldo Emerson'a bir aforizma ustası olarak saygı
duyuyordu. O da açıklama getirmenin alçalmak ve aşağılık/aşmak
olduğuna hükmeden/erdendi.
Emerson'ı çok az okudum. Size bunun sebebini söyleyemem. Ama
onu çok az tanıyorum. Halbuki çok okumuş olma belasına uğradım.
Mesela Emerson'ı çok okuyan Emily Dickinson'ın şiiriyle çok ilgi­
lendim; çok büyük, muazzam bir şair! Bu kadına tapıyordum - hala
tapıyorum. Dolayısıyla Emerson'ı okumuş olmam gerekirdi. Ondan
taraf çıkan bazı başka yazarlar da oldu. Aslında Nietzsche bile genç­
liğinde öyleydi. Yine de onun bazı şeylerini okudum, ama onu tanı­
dığımı söyleyemem. Aslında biliyor musunuz? Size doğrusunu söy­
lersem, benim gözümde bir yazar ancak onu tekrar okuyorsak vardır.
Birini sevdiğimi ya da okuduğumu söylediğim zaman, onu tekrar
okumuşum demektir. Birçok kez. Bir kitabı bir kere okumuş olma­
nın hiçbir anlamı yoktur. Mesela Dostoyevski'yi çok iyi tanıyorum,
onu beş veya altı kere okudum. Ya da Shakespeare'i. Bir şeyi bir ke­
re okumak, bir şeyle tanışmaktır, o kadar. Hayatımda önemi olan
tüm yazarları tekrar tekrar okudum.
Siz de haklı bir biçimde aforizmanın ustalarından biri olarak telak­
ki ediliyorsunuz. Ansiklopedilerde size sık sık nihilist etiketi de ya­
pıştırılıyoı:
Ha o etiket ha bir başkası . . . Buna tamamen ilgisizim. Nihilist deği­
lim. Öyle olduğum söylenebilirdi, ama bunun bir anlamı yok. Benim
için boş bir formül bu. Daha basitleştirerek, hiçlik, ya da daha ziya­
de boşluk saplantım olduğu söylenebilirdi. Buna tamam. Ama nihi­
list olduğuma değil. Çünkü alışıldık anlamıyla nihilist, az ya da çok
34 EZELİ MAGLUP

siyasi, ya da tanrı bilir hangi art düşüncelerle her şeyi şiddetle alaşa­
ğı eden bir tiptir. Ama ben hiç öyle değilim. Öyleyse, benim metafi­
zik anlamda nihilist olduğum söylenebilirdi. Ama bu bile, hiçbir şe­
yi kapsamıyor. Kuşkucu terimini daha kolay kabul ediyorum - her
ne kadar sahte bir kuşkucu olsam da. Şöyle diyeyim, hiçbir şeye
inanmıyorum ve tam da bu yönde ... Bu bile doğru değil!

Her sözcükfazladan bir sözcüktür, diyorsunuz "Varolma Eğilimi"nde


(La tentation d'exister). Bunu biçim kaygınızla, üslup kaygınızla na­
sıl bağdaştırıyorsunuz? Çelişik değil mi bu?

Size ne düşündüğümü söyleyeyim: Fransızca yazmaya otuz yedi ya­


şında başladım. Ve bunun kolay olacağını düşünüyordum. Kimi ha­
tunlara yazdığım, ya da iş icabı yazdığım mektuplar dışında hiç
Fransızca yazmamıştım. Ve birden, bu dilde yazmakta muazzam
güçlüklerle karşılaştım. Tamamen kireçlenmiş bu dil, bir tür vahiy
oldu. Çünkü Rumence, bir Slav ve Latin karışımıdır; son derece es­
nek bir dildir. Onunla istediğinizi yapabilirsiniz; billurlaşmış bir dil
değildir. Fransızca ise durmuş bir dildir. Ve ilk atımda yazdıklarımı,
hakiki olan ilk atımı yayımlayamayacağımın farkına vardım. Bu
mümkün değildi! Rumencede bu berraklık, netlik talebi yoktu ve
Fransızcada net olmak gerektiğini anlıyordum. Melezlik kompleksi­
ne kapıldım, kendi dil i olmayan bir dilde yazan kişinin kompleksi­
ne... Hele Paris'te... Bu çok önemli. Romanya'nın bir taşrasından,
Avusturya-Macaristan toprağı olmuş olan Transilvanya'dan geliyo­
rum. B irinci Dünya Savaşı'ndan önce Viyana'ya bağlıydı. Ben de
1914 Savaşı'ndan önce doğduğum için Avusturya-Macaristan vatan­
daşıydım. Bu bölgelerde Almanca, Macarca, vb. diller konuşulurdu.
Ama annem-babam tek kelime Fransızca bilmezlerdi. Buna muka­
bil, başkent Bükreş'te herkes fransızlaşmıştı. Bütün entelektüeller
çok rahat Fransızca konuşurlardı. Herkes! Ve ben bir öğrenci olarak
bütün bu insanların arasına geliyordum ... Aşağılık kompleksine ka­
pıldım elbette.

Ve Paris'e geldiğimde, on yıl boyunca, demin dediğim gibi zoraki


durumlar dışında Fransızca tek kelime yazmadım. Sonra birden,
1947'de, Normandiya'da bulunduğum bir sırada bunun saçma oldu­
ğunu anladım! Hiç kimsenin tanımadığı bir dilde yazmak niye? Yaz­
mış olduğum her şeyi yırttım. Artık anadilimde hiç yazmama fikriy-
İNSANIN GİRİŞTİÖİ HER ŞEY 35

le Paris'e döndüm. Kendime bir tür disiplin uyguladım: Çağdaş şair­


leri gözümde büyütmeden, elden geldiğince berrak ve net bir Fran­
sızca yazmak istiyordum. Sonunda, bir tür itibari, biraz soyut bir
Fransızca yazdım. Ama Fransızca ancak bu tür şeyler yazabilirdim.
Fransızcanın bu soyut nüanslarını bildiğimi söyleyebilirim. Fakat o
zaman da bu üslup kaygısı da ne diye sorulabilirdi. Ama Pascal'in
yaptığını bilirsiniz... On yedi kere yazdığı Taşra Mektupları var! O
zaman kendi kendime dedim ki: Eğer Pascal Taşra Mektupları'nı on
yedi kere yazdıysa, benim gibi bir yabancının da bir çaba gösterme­
si gerekir... Anlıyorsunuzdur, Rumencede bir ya da iki kitabı bir otu­
ruşta yazmıştım! Tekrar bile okumamıştım, ilk atımdı! Kötü yazıl­
mışlardır, doğal olarak. Bu tür komplekslerim yoktu. Ama Pascal'i
görünce, bütün o dil takıntılı Fransız yazarları gördükçe, kayda de­
ğer bir çaba gösterdim. Mesela Çürümenin Kitabı'nı çok çabuk yaz­
dım. Hepsi ilk atımda çıktı. Ve bu kitabı dört kere yazdım. Hepsini!
Çoğu şeyi atarak. Elbette ki kitap bir nevi kendiliğindenliğini yitir­
di. Ama ona bir tür kıvam vermekti bu. Ve de elden geldiğince ya­
bancıyı ortadan kaybetmek. Ama bu sorunu ortaya koymakta haklı­
sınız: Madem her şeyden şüphe edersiniz, o zaman niye iyi dile ge­
tirmeyi denersiniz? Ama aynı zamanda, niye yazarsınız? Bu doğru.
Kaçınılmaz bağdaşmazlıklar bunlar.
Çağdaşınız olan bazı yazarlar, üslup yoluyla, şeylerin bir tür genel
dağınıklığını açıklama çabasına girdiler.
Evet, ama bunu kendi dillerine karşı yapabilirlerdi. Benim gibi bir
tip ise bunu yapamaz, çünkü bunu ben yapmış olsam, "ama Fransız­
ca bilmiyor ki," denirdi. Yabancı olarak avangardlık yapmak kolay
olurdu. Çok kolay... Fakat kimi ihsası fikirler düzlemine aktarmak
istiyordum. Dolayısıyla da, bunlar artık doğrudan ifade edilmiş şey­
ler değildi, dile getirilmiş şeylerdi. Dile getirdiğiniz zaman da, net
olmak gerekir. Benim yazdıklarım, formüllerdir. Bu üslup çabasını
da bunun için gösterdim. Şair değilim, bir anlamda yazar bile deği­
lim. Kendi kendime dedim ki: Mademki Fransızca yazma kararı al­
dın, oyunu kuralına göre oynayacaksın. Ve daha önce söylediğim gi­
bi, bu aşağılık kompleksi -başka hangi sözcüğü kullanabileceğimi
bilmiyorum, bu deyişten tiksiniyorum, ama neyse!- çok büyük bir
rol oynadı. Özellikle de dili araştırdığım için. Fransız edebiyat tari­
hi içinde bunun yazarları nasıl tedirgin ettiğini görünce... Oysa Al-
36 EZELİ MAGLUP

man edebiyatında bunu hiç görmezsiniz; hiç kimse yazma zorluğun­


dan bahsetmez; her halükarda, ifade düzleminde değildir sorun. B u
bir Fransız saplantısıdır. Beni sarsan da b u oldu. Şimdi, salt edebi
metinler için, metni fazla çalışmanın gerekmediğine inanıyorum.
Üslubunuzun klasikliği çağımıza biraz aykırı değil mi?

Bence bunun bir önemi yok. Çünkü beni okuyan kimseler, beni bir
nevi lüzum üzerine okuyorlar. Kabaca dile getirirsek, sorunları olan
kimseler bunlar - aldığım mektuplardan görüyorum bunu. B unlar
depresyonlu, içi içini yiyen, saplantılı ve mutsuz kimseler. Ve onlar
üsluba o kadar da dikkat etmezler. Benim dile getirdiğim şeylerde az
ya da çok kendilerini buluyorlar. Bununla birlikte, bunun güncel
olup olmadığını, ya da modası geçmiş olup olmadığını sormadım
kendime. Bunun güncel olduğu söylenemez; epey yansız bir üslup
bu; imgeli olmayan bir üslup; tam olarak bir döneme ait olmayan bir
üslup bu. Çağımıza aykırı bir taraf var, ona kuşku yok. Bunun çok
büyük bir önemi de yok.
Fransızcadaki üslubunuzun kendinize dayattığınız bir zorunluluğun
sonucu olduğunu söyler miydiniz?
Hayır. Her şeye rağmen, benim doğal tarzım bu. Çalışılmış olduğu
da bir vakıa. Kendime şiddet uygulamadım. Şeyleri tercüme etme bi­
çimi üzerine düşündüm. Ama kendime herhangi bir biçimi dayatma­
dım. Şurası kesin ki iki biçimim var. Şiddetli, infilaka dayalı olan bi­
çim var; bir de acı alaylı, soğuk biçim var. Metinlerimin bazıları çok
şiddetli, çok histerik. Bazıları da soğuk, neredeyse ilgisiz. Her halü­
karda, yazdığım her şey hafif saldırgandı; bunu unutmamak lazım.
Bunu da mümkün olduğunca hafifletmeye çalışıyorum.
Demin "Yazmak niye? " diyordunuz. Soru hata geçerli.
Kendim için. Dile getirmenin bana iyi geldiğini fark ettim. Çünkü bu
soru bana birçok kez soruldu. Özellikle de muayyen bir yankı uyan­
dırdığım tek ülke olan İspanya'daki iki öğrenci sormuştu. Bu bir ki­
tap ve satış başarısı değil. Ama bir şeyler uyandırıyor. Hoşuma da gi­
diyor, çünkü daima İspanya'ya bir düşkünlüğüm olmuştur. Buna kar­
şılık Almanya'da, İngiltere'de, hiç! Tali bir şey bu ... Dolayısıyla En­
dülüslü iki öğrenciden aldığım mektup beni son derece sarsmıştı;
şöyle diyorlardı: Hayata bakışınız yazıyı dışlıyor, bunu bizzat siz
İNSANIN GİRİŞTİÖİ HER ŞEY 37

söylüyorsunuz! Şöyle cevap verdim : Aslında yazdığım her şeyi doğ­


rudan lüzum hissettiğimden yazdım, benim için tahammül edilmez
olan bir halden kurtulmak istiyordum. Demek ki yazma işini bir te­
davi usulü gibi görüyordum, hala da öyle görüyorum. Yazdığım her
şeyin en derin anlamı budur. Bu öğrencilere tedavi usulünden ne an­
ladığımı daha somut bir biçimde açıklamak için de şunu ekledim:
B irinden nefret ediyorsanız, bir kağıt parçası alın ve on, yirmi, otuz
kere "X itin tekidir, X itin tekidir... " yazın. Birkaç dakika sonunda
insan yatışır, daha az nefret eder. Benim için de yazma olgusu tam
olarak budur; bir tür iç baskıyı hafifletmek, yatıştırmaktır bu. Dola­
yısıyla bir tedavi usulüdür. Hakikaten bunda ısrar ediyorum, biraz
gülünç geliyor, ama hakikat bu. B enim için yazma olgusu son dere­
ce kurtarıcı olmuştur.
Öyleyse bunu neden yayımlıyorsun diye sorulabilir. Devam edi­
yorum: Yayımlama olgusu da çok önemlidir; düşünülenin aksine.
Niçin? Çünkü kitap yayımlanır yayımlanmaz, ifade etmiş olduğunuz
şeyler sizin için dışsal bir hale gelir; tamamen değil, ama kısmen.
Dolayısıyla umulan hafifleme daha da büyük olur. Bu artık siz değil­
dir. Bir şeyden sıyrılmışsınızdır. Hayattaki gibidir, herkes der ki: Ko­
nuşan, derdini anlatan tip özgürleşir. Kendini tahrip eden, çöken tip
ise sessiz kalan tiptir, suskun olandır; belki de bir cinayet işler. Ama
konuşma olgusu sizi özgürleştirir. Yazma olgusu da aynı şeydir.
Bunlar çok bariz şeyler, ama bunları tecrübe ettim. Öyleyse herkese
söylüyorum, elyazmalarınızı yayımlayın, yazık, ama size her halü­
karda iyi gelecek. Sözünü ettiğiniz tüm saplantılar da sizin için daha
az önemli olacak...
Mesela bütün hayatım boyunca ölüm fikri musallat oldu bana;
ama bundan söz etmiş olmam sayesinde ... ölüm fikri bana hala mu­
sallat, ama daha az. Bunlar çözemeyeceğimiz meseleler, haklı sap­
lantılar bunlar - saplantı değil, muazzam gerçeklikler... İntihar üze­
rine yazdım, ama her defasında açıkladım: İntihar üzerine yazmak
intiharı alt etmektir. Bu çok önemli.
Ama teorik olarak, tek bir kelime yazmamam ve hiçbir şey ya­
yımlamamam gerekirdi. Eğer kendime mutlak bir biçimde sadık kal­
saydım. Ama yine de kendi sorumluluğumu almam, varoluşa biraz
rıza göstermeyi istemem ölçüsünde kendime sadık kalamam. Bana
geçinme imkanı sağlayan bu tür tavizleri vermek, uzlaşmak gerekti.
Yazmamış olsam intihar etmiş olacağıma katiyetle kanaat getirdim.
38 EZELİ MAÖLUP

Bundan kesinlikle eminim. Ama bu şeyleri dışarıya aksettirdim, bal­


gam çıkardım.
Yayımlama olgusu ötekiyi de oyuna sokmak mıdır?
Ama öteki düşünülmez ki. İnsan yazdığı zaman hiç kimseyi düşün­
mez. Benim yazdıklarımı yazınca. Benim için, yazdığım zaman in­
sanlık yoktur. Umurumda değildir. Yayımladığınız zaman da okuna­
cağınızı düşünmezsiniz. Ama kesinlikle düşünmezsiniz! Birinin be­
ni okumuş olduğunu gördüğüm her sefer nasıl, ne derece şaşırdığı­
mı size anlatamam. Kitaplarımın özellikle kişilere yardım etmiş ki­
taplar olduğundan eminim. Bundan dolayıdır ki kendimi, edebiyatın
dışında bir marjinal gibi görüyorum. Yalnızca hissettiklerimi söyle­
mek istiyordum. Daha önce de dediğim gibi, metafizik açıdan mar­
jinalim. Bununla birlikte, itirazınız halen geçerli. Çünkü normal ola­
rak, ne iseniz ona katiyetle uygun olmak gerekirdi.
Kendiniz için yazıyorsunuz. Bununla birlikte, kullanımını başka yer­
de kınadığınız "biz"e seve seve başvuruyorsunuz: "Gizli öznedeki
zımni çoğul ile 'biz'deki açık çoğul, sahte varoluş için rahat bir sığı­
nak oluşturur, " diyorsunuz Çürümenin Kitabı 'nda.
Biz olmayan bir "biz" bu. Ben "biz" dediğim zaman, çoğu zaman
"ben" anlamınadır. Ötekiler adına konuşan siyaset adamının "biz"i,
peygamberin ya da tanrı bilir kimin "biz"i değildir hiç. Kalabalık ol­
madığı kesindir, bunun hiçbir kolektif anlamı yoktur. Hiçbir zaman
hiçbir kimse adına konuşmadım. Fakat bazı durumlarda mümkün ol­
mayan "ben"den kaçınmak için ve öznel şeylerime nesnel bir görü­
nüm vermek için. Lafı çeşitli biçimlerde çevirebilmek için edebi bir
numara da diyebiliriz. Ve de bazı iddialara nesnel bir karakter ver­
mek için . . . Ve bu ille ben de değildir! Beni aşar, çünkü diğerleri için
de geçerlidir.
"Edebiyatçı: Çilelerini değersizleştiren, ortaya düşüren ve sürekli
tekrarlayıp duran bir boşboğaz: Hayasızlık. " Size ait bir cümle bu.
Kendi portreniz mi?
Kendini teşhir etmede densiz bir şey var, ama yazdığınız an kendini­
zi teşhir etmezsiniz. Tek başınızasınızdır. Bunun bir gün yayımlana­
cağını da düşünmezsiniz. Yazdığınız anda, tek başınıza siz, ya da
inançsız bile olsanız Tanrı ile siz varsınızdır sadece. Bence yazma işi
İNSANIN GİRİŞTİGİ HER ŞEY 39

gerçekten budur, muazzam bir yalnızlık işi. Yazarın ancak bu şartlar­


da bir anlamı vardır. Daha sonra yaptıklarınız fuhuştur. Benim için,
intihar etmeyen her tip bir anlamda fuhuş yapmaktadır. Fuhuşun de­
receleri vardır. Ama her işin kaldırım işiyle bir benzerliği vardır.
Fakat hep içimde iki çağrı olduğunu söyledim. Baudelaire'i hatır­
larsınız, tam da vecd ile yaşam tiksintisi arasındaki o çelişik dilekle­
ri ... İnsan bunu, onun deyişiyle bu çelişik dilekleri bildiği zaman,
yaptığı her şeyde çelişkiler, kınanacak şeyler, murdar şeyler olur.
Vecd ile yaşam tiksintisi arasında gider gelirsiniz... Aziz değiliz. En
saf kimseler yazmamış olanlardır, hiçbir ders vermemiş olanlardır.
Bunlar sınır vakalardır. Ama rıza gösterildiği ve yaşamak için -ya da
diyelim ki kendini öldürmemek için- koşuşturulduğu andan itibaren
tavizler verilir. Bunu da sahtekarlık diye adlandırıyorum. Benim için
elbette bunun felsefi bir anlamı var. Herkes sahtekar, ama sahtekar­
lığın da dereceleri var. Ama bütün canlılar sahtekar.
Demek ki sözün sizin için bir tedavi değeri var. Bütün bunları, gö­
ründüğü kadarıyla kınadığınız psikanalize baRlamak gerekir mi?
Kınıyorum çünkü söz psikanalizde zorunludur, işkenceye dönüşür.
Bu çok tehlikeli. Sonunda insanlar tamamen sapıttınlıyor. Psikana­
liz tedavisinin gerekli olduğu durumlar var. Ama herkes için değil.
Ben felaketten başka şey görmedim. Psikanalizle dönemsel bir olgu
gibi ilgileniyorum ben; tedavi gibi değil. Bence psikanalizin bir uy­
garlık aşaması olarak yorumu şimdiye kadar yapılmadı: Neden şim­
di? Bunun anlamı ne? Bunun çok endişe verici ve akıl karıştırıcı bir
olgu olduğundan eminim. Psikanaliz de istediğinin tam aksine vardı.
Gitgide daha fazla kabalaştı.
Tanımı gereği psikanaliz süreçleri tahlil eder. Ki bu da sizin dedikle­
rinizin tam zıddında.
İhsas ile formül arasında muazzam bir alan vardır; hissettiğiniz ile
söylediğiniz, formülleştirdiğiniz arasında. İhsası formülden ayıran
her şey yazdıklarımda algılanamaz. Normal olarak bir müzisyen ol­
mam gerekirdi, mizacım gereği. Daha doğrudan bu. Söylenen ve for­
mülleştirilen her şey, biçiminde aksamaya uğrar. Dolayısıyla okurun
formülden ihsasa çıkmak için bir tahayyül çabası göstermesi gerekir.
Her şeyi söylemiş olsaydım, süreç yeniden bulunabilirdi; ama benim
yazdıklarımda süreç atılmıştır. Filan formülün neden çıktığı tahayyül
40 EZELİ MAGLUP

edilebilir. Ama kökenine çıkmak çok güçtür, çünkü güzergahı ifade


etmemişimdir. Yazdığım her şey bir güzergah gerektirir. Bu tür yazı­
nın, ya da metnin mahzuru da avantajı da buradadır. Sürecin üzerin­
deki perdeyi kaldırmaz. İtiraflar yazmak, her şeyi ifade edecek bir
itiraf yazmak gerekirdi. Ama benim tercihim bu değil. Bunu yapa­
mam. Elbette ki bunlar benim sınırlarım. Bence hakiki bir yazar de­
ğilim, çünkü hakiki yazar dereceleri vermeyi, onları ifşa etmeyi,
içinde olup bitenleri dile getirmeyi denerdi. Ben yazdığım zaman,
bilkuvvedir bu ... Nasıl diyeyim, son ve bitirici bir şey isteği bu. Sü­
reci vermek değil. Elbette okur "bu da nereden çıktı?" diye sorabilir.
"Bu iddia nereden çıktı?" diye. Bir iddianın neye dayandığı sorula­
bilir. Hiçbir şeye dayanmamaktadır. Fakat formülün hangi halden
çıktığı tahayyül edilebilir.
İtiraflardan bahsediyorsunuz. Sizde birazcık romantik yakınma tara­
fı yok mu?
Var. Kendimi romantizme, özellikle de Alman romantizmine çok ya­
kın hissettim. Gençliğimde. Şimdi bile bundan tamamen koptuğumu
söyleyemem. Bendeki temel duygu Weltschmerz, romantik sıkıntı;
bunu tedavi edemedim. Rus edebiyatına olan tutkum büyük ölçüde
buradan gelir. Hayatımda beni en çok etkilemiş olan edebiyat budur.
Özellikle de edebiyat tarihi kitaplarında Rus Byron'cılığı diye adlan­
dırılan şey. Çünkü Byron bence Rusya'da İngiltere'dekinden daha il­
ginç olmuştur, etkiledikleriyle. Rusya'daki bu Byron'cılardır kendi­
mi en yakın hissettiğim. Bu anlamda da kendimi bir Batı Avrupalı gi­
bi hissetmiyorum hiç: Coğrafyanın, kökenin bir rolü yine de oluyor.
Bunda bir doğruluk payı var. Benim için Dostoyevski şahsiyetlerinin
hepsi içinde hayran olduğum ve en iyi anladığım kişi Stavrogin'dir.
Canı sıkılan romantik bir şahsiyettir aslında.
Gençliğime nazaran kendimi elbette daha az romantik hissediyo­
rum. Ama çıkış noktası şuydu: Gençliğimde Alman romantizmin­
den çok etkilenmiştim. Her tür romantizmden, Fransız romantizmin­
den bile etkilenmiştim. Fransa'da gördüğüm ilk şeylerden birinin
Chateaubriand'ın -uzun zamandır okumadığım bir yazar!- şatosu
Combourg olduğunu söylesem. Fransa'da gördüğüm ilk şeylerden
biri ! Bunun bir anlamı var, değil mi? Çünkü kız kardeşi Lucile de
Chateaubriand'a tutkuyla bağlanmıştım. Onun üzerine her şeyi oku­
dum, bir kitap bile yapabilirdim. Bence Fransız romantizminin en
İNSANIN GİRİŞTİGİ HER ŞEY 41

güzel simasıdır. Sadece küçük kitaplar bırakmıştır; bunun bir önemi


yok.
Sizden bir cümle: "Kurgularımız sürdükçe biz de süreriz. " Veya: "Ya
aldanmak ya telef olmak. " Joseph Conrad'ın bazı romanlarını, özel­
likle de Lord Jim i düşündürüyor bu.
'

Bu bakış açısını paylaşıyorum. Conrad'ı çok okumadım - en fazla


üç-dört kitabını okudum, o kadar. Ama okuduklarımın tümünü sev­
dim. Özellikle de şahsiyeti seviyorum. Biliyor musunuz niçin?
Onunla ilgilenme nedenlerimden biri olağanüstü, tahayyül edilebile­
cek en hayret verici şeylerden biri: Bir dergide, karısının yazdığı, ev­
lenme teklifini nasıl yaptığını anlattığı bölüm ... Bildiğiniz gibi Con­
rad bir denizciydi, bahriye subayıydı. Bir gün müstakbel kansına
şöyle yazıyor: "Annenizle tanışmak isterdim." İkisini de bir lokanta­
ya davet ediyor ve müstakbel kayınvalidesine şöyle diyor: "En ça­
buk şekilde evlenmek istiyorum, çünkü artık çok zamanım kalmadı­
ğını biliyorum." Bunu muazzam sevdim! Conrad'ın genel hayat an­
layışını epey seviyorum, bu kesin.
Ama aslını söylemem gerekirse, roman okumaktan neredeyse
acizim. Neredeyse aciz. Doğal olarak çok Proust okudum. Daha ön­
ce söylediğim gibi Dostoyevski de. Gençliğimde çok fazla okudum.
Bir tür hastalıktı, kaçıştı bu. Eğer okuma hayatın önünde bir kaçış
ise, tam buydu! Sabahın üçü ya da dördünde kalkıyordum. Ve oku­
yordum, çılgın gibi! Bir sürü yazar ve epey felsefe kitabı, ki artık
böyle şeyler okuyamıyorum: Bunu sıkıcı ve yararsız buluyorum.
Yıllardan beri, on beş-yirmi yıldır roman okuyamıyorum. Buna
karşılık, dünyada benim kadar çok hatırat, anı kitabı okuyan az kişi
vardır. Ne olursa! Bütün varoluşlar, karanlık bile olsa. Bunu tahay­
yül edemezsiniz! Bütün bir yıl boyunca, Fransız ahlakçılarının hatı­
ratlarındaki portre üzerine bir antoloji bile hazırladım. Adı Le port­
rait de Saint-Simon a Tocqueville (Saint-Simon'dan Tocqueville'e
Portre). Artık hiç kimsenin okumadığı çok sayıda şey okudum - bu
portreleri bulmak için. Bir muhabbet tellalı çalışması. Bunu bir
Amerikan vakfı için yapmıştım, çünkü paraya ihtiyacım vardı. So­
nunda başarısız oldu, bunu hiç yayımlamadılar.
Bütün bu hatıratlarda sizi büyüleyen neydi?
Biliyor musunuz? Bir varoluşun nasıl bittiğini de görmek bu. Nasıl
42 EZELİ MAÖLUP

dımdızlak kalındığını. Her varoluşta. Biraz marazi bu. Ve de bir ti­


pin yanılsamalarını nasıl yitirdiğini. Şimdi bitti; artık bunlardan çok
okumuyorum. Ama yıllar boyunca, hatmettiğim kitap miktarını ta­
hayyül edemezsiniz. Muazzam bir şey!
Camus'nün Düşüş ünün kahramanı Clamence da sadece itiraflar
'

okur. . .
Hollanda'da geçen kitap o , değil mi? Beş-altı y ı l boyunca durumum
buydu ... Bütün hatmettiklerimi tahayyül edemezsiniz! Ayrıca benim
dışsal bir kaderim yok, çünkü yaşamöyküsüz bir insanım; belirli bir
rol oynamıştır bu.
Peki hdlii okuyor musunuz?
Okumayı yazmaktan çok seviyorum. Kendi saplantımla yaşamış ol­
mama rağmen, yine de dışa dönüğüm, çünkü sırf okuma olgusu bile
bunu ispat ediyor! Ötekilerin kaderleriyle de ilgileniyorum. Dene­
meler, ya da bunun gibi şeyler okuyorum. Gizli günlükler de! Her
zaman çok okudum, buna devam da ediyorum. Bu çok çok tuhaf: Et­
rafımda bütün şu tipleri görüyorum da! Onlar okumuyor ki ! Fransız
yazarları okumazlar, ötekilerle ilgilenmezler... Elbette, başka bir açı­
dan, daima asgaride kalmak gerektiğini düşündüm. Kitapları çoğalt­
mamak... Bana yılda üç ya da dört kitap gönderen kimseler var...
Çürümenin Kitabı, Sartre'ın Varlık ve Hiçl ik inden sadece birkaç yıl
'

sonra çıktı...
O kitabı asla okumadım. Üslup sebebiyle ...
Demek istediğim, eseriniz Sartre'ınkiyle çağdaşken ve bir şeye bağ­
lanmayan her tipin "adi" damgası yediği bir dönemde, şu cins cüm­
leler yazdınız: "Hiçbir zaman taraf tutma, karar alma ve kendini ta­
nımlama durumunda kalmamak; bundan daha sık dilediğim bir şey
yok! " Gerçekten Sartre ahlakının tam tersi bu.
Tam tersi! Çürümenin Kitabı nda Sartre'a karşı "Bir Fikir Yatırımcı­
'

sı Üzerine" başlıklı bir sayfa var. Doğal olarak bazı ortak noktalar
var, çünkü biraz aynı filozofları okudum. Heidegger'i gençliğimde
okumuştum. Husserl'i ise çok az okudum. Ama kendimi Sartre'ın,
onun bütün girişimlerinin, hatta hayattaki eylemlerinin tam zıddında
hissediyorum. Kişiliği bana antipatik gelmese bile. Ona bir tür sem­
pati duyuyorum. Yine de bu adamda cömert bir taraf var. Ama bu-
İNSANIN GİRİŞTİGİ HER ŞEY 43

nunla birlikte bir safdillik de var, ki bu benim için anlaşılmaz bir şey.
Bu dediğim olumsuz bir şey değil. Nietzsche bile bana fazla safdil
görünür. Çok sempati ve hayranlık duymuş olduğum Nietzsche'den
uzaklaştım. Ama onda fazla genç bir taraf olduğunun farkına varmış­
tım. Bana göre. Çünkü ondan daha yozlaşmış, daha yaşlıydım. Yine
de insanları daha iyi tanıyordum. Yaşam ve insan üzerine ondan da­
ha derin bir tecrübem vardı. Deha değil tecrübe. Ama herhangi biri,
mesela bir kapıcı da bir filozoftan daha büyük bir tecrübe sahibi ola­
bilir. Daha önce dediğim gibi bir yaşamöyküm olmamasına rağmen,
yaşadım. Nietzsche bir yalnızdı ... Aslında bütün bu şeyleri ancak
uzaktan tanıdı.
Nietzsche mi safdil? Bunu açabilir misiniz?
Muhafaza ettiği o dahi ve küstah yeniyetme tarafı. Varlıklarla düşüp
kalkmadı. Çok yoğun bir biçimde yaşadı. Muazzam bir deha. Ama
büyük bir şehirde yaşayan, varlıklarla düşüp kalkan tipin bezginliği­
ni tanımadı. Bense bunu yaşıyorum.
İnsanın temelden kötü olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Hayır. İnsan bir uçurumdur da diyebiliriz. Özü gereği. İyiden ziyade


kötüdür. Böyle düşünüyorum. Nietzsche de böyle düşünüyordu.
Ama Nietzsche saf bir tipti, her yalnız gibi. Bunun içindir ki kendi­
mi La Rochefoucauld'ya, Fransız ahlakçılarına, bu tiplere çok daha
yakın hissediyorum. Bence onlar insanı algıladılar, çünkü toplum
içinde yaşadılar. Ben toplum içinde yaşamadım, ama çok insan tanı­
dım; her şeye rağmen insan varlığı hakkında büyük bir tecrübem var.
Nietzsche'de bu yoktu.
Nietzsche saftı. Ve bir insandı . . . Demek ki bu iki şey bütünüyle bağ­
daşmaz değil...
Bütün yalnızlar gibi saftı. Ama varlıklar arasında varolan bütün ça­
tışmaları, işin içyüzünü yaşamadı; bütün bunlar da yalnız yaşamış
olmasındandır. Doğal bir biçimde tahmin etti, bunun üzerine çok ka­
fa yordu. Fakat insanın hakiki tecrübesini Chamfort'da, ya da La
Rochefoucauld'da buluruz. Nietzsche kitabi bir biçimde değil de top­
lum içinde yaşamış olsaydı, şeyleri hemen hemen onlar gibi görür­
dü. Çünkü o yaşamadı.
Peki bu uçurumun dibinde ne var? Felaket mi?
44 EZELİ MAÖLUP

Nihai felakete inanıyorum. Az zaman sonra. Hangi biçimi alacağını


bilmiyorum, ama kaçınılmaz olduğundan katiyetle eminim. Her tür
öngörü riskli ve gülünçtür. Ama bunun kötü bir dönemeç olduğu ve
de iyi bitemeyeceği çok iyi hissediliyor. Sürekli gerekçeler getirme­
mi isteyen birine bir anekdot anlatmıştım. Louvre'a gittiğim bir gün
Seine Nehri'ni geçmem gerekiyordu. Rıhtımlar boyunca uzanan cad­
dede hep çok sayıda araba olur. Işıkların yandığını fark etmemiştim
ve yürüyordum. Birden yolun ortasında sıkışıp kaldım, etrafım yüz­
lerce arabayla sarılıydı ... İşte o an, vahiy gibi bir şey geldi: Çuvalla­
mıştık! Böyle bir şey nasıl mümkün olabiliyordu? Korkunçtu! İnsan
bu hale gelebilmişti! Yeter! Gerekçeye gerek yok. Çuvallamışız!
Başka bir gün, bir filozof buraya beni görmeye gelmişti. Onunla
hiç anlaşamam, çünkü her şeyi tozpembe görür. Buradan çıkarken,
sohbetimize sokakta devam ettik. Odeon Kavşağı'na yöneldik ve ba­
na, "Biliyor musun? Marx özünde ne demiş. Çözülemeyecek sorun
yoktur demiş . .. " dedi. Tam o anda muazzam bir trafik sıkışıklığı gö­
rüyorduk. Kimse ilerleyemiyordu. "Şuna baksana biraz! " dedim ona.
"Şu manzaraya bak ! İnsan bağımsız ve özgür olmak için arabayı ya­
rattı. Arabanın anlamı bu. Sonunun nereye vardığına bak!"
Ve insanın yaptığı her şeyin sonu böyle oluyor. Her şey sonunda
sıkışıyor. İnsanlık bu, tarihin trajik anlamı bu. İnsanın giriştiği her
şey, tasarlamış olduğunun tam tersine varıyor. Bütün tarihin müsteh­
zi bir anlamı var. İnsanın tüm istemiş olduklarının tam aksini gerçek­
leştirmiş olacağı an da gelecek. Bariz ötesi bir şey bu.
Bu alınyazısı niye?
İnsan kökendeki ortamdan çıkar çıkmaz ... İnsan hayvanlar gibi ya­
şamak için doğmuştu - ve doğal olmayan, tuhaf bir maceraya atıldı.
Dolayısıyla nihai olarak tespit edilmiş bir varoluş çerçevesine artık
malik değil. Ama insanın bu macerası anormal, zorunlu olarak da
ona karşı dönüyor. Yine de dahiyane bir hayvan olan insanın kaderi,
müthiş bir dalgaya atılan ama bunun sonuçlarına katlanan tipin ka­
deri. Bunun iyi bitmesini sağlayamayacak kadar müstesna biri. Ken­
dini ancak yıkıma götürecek bir yola girmiş ... Karamsarlık değil bu.
İnsanı bir hiç gibi gördüğümü söylemedim asla. Yalnız, insanın kö­
tü bir yola girmiş olduğunu ve bu yola girmemenin de elinde olma­
dığını düşünüyorum.
Tarih, insanın denetimi altında tuttuğunu
hayal ettiği mukadder bir akıştır

Amsterdam'daki Descartes Evi'nde düzenlenen, Uo Gillet'nin yaptığı söy­


leşi, 1 Şubat 1 982.

LEO GILLET: Az önce kitaplarınızın kendiliğinden konuşan uzun


başlıklarını arka arkaya dinledik. Bir gün, eserlerinizi bilmeyen bi­
rine kitaplarınızın başlıklarını sıralamıştım. Kendini tutamayarak
haykırdı: "Bu beyefendi hayatı pek sevmiyor galiba!" Bu itirazı
önemli buluyor musunuz? Böyle hir fikir beyanını bir anlayışsızlık
olarak mı görüyorsunuz?
CIORAN: Ne cevap vereyim pek bilemiyorum. Bu başlıkların biraz
fazla gözalıcı, bence fazla saldırgan olduklannı söylemeliyim. İlk ki­
taplanmı yazdığım zaman, bununla yetinmeyi düşündüm. O zamana
kadar bir kitabı, hayatla yapılan bir tür karşılıklı açıklama gibi de­
ğerlendirmiştim, bir tür mücadele, bir hesaplaşma ... O dönemde ben­
de hakim olan düşünce şuydu: "Ya varoluş, ya ben! " İkimizden biri
boyun eğmeli. Dolayısıyla bu kitapları bir saldırı eylemi gibi değer­
lendiriyordum. Sonra bir başka kitap yazdım, sonra bir tane daha.
Sırf meşgalesiz olduğumdan, asla bir meslekle iştigal etmemiş bir
adam olduğumdan. Yine de bir şeyler yapmam gerekiyordu. Gördü­
ğünüz gibi şu küçük kitaplan yaptım. İnsanın kendi kitaplarından
bahsetmesi biraz güç, ama buraya itiraflarda bulunmak için geldim:
Şimdi niye yapmayayım? İkinci kitabım Burukluk'u yayımladığım­
da, istisnasız bütün dostlanm bana şöyle dediler: "Bir çuval inciri
berbat ettin, anlamsız bir kitap bu, hepsi takılma, ciddi değil." Bu ki­
taptan sadece moda dergisi E//e'de bahsedildi ve Combat dergisinde­
ki dostum Guy Dumur'ün bir yazısı çıktı. Onu belki tanırsınız, Tal-.
leyrand'dan alıntı y�pıyordu ve her abartılı şeyin anlamsız olduğunu
46 EZELİ MAGLUP

söylüyordu. Tabii söz konusu olan benim kitabımdı. Size bu ayrıntı­


dan bahsetmemin nedeni: Bir anlamda size işin mutfağını açık edi­
yorum. Yapabilir miyim?

Evet, tabii ki.

Bu kitap l 952'de iki bin adet basıldı, dört franga satılıyordu, yirmi
yılda yaklaşık iki bin adet satıldı. Ve sonunda kendime dedim ki:
"İnsanlar haklı, bu kitap bir hiç, varolmayı hak etmiyor, neyse, başı­
na geleni hak etti." Gallimard birkaç yıl önce bu kitabı cep dizisinde
yayımlayınca, yolunu şaşırmış gençlik için bir tür elkitabı haline gel­
di, günümüzde en çok sivrilen kitaplarımdan biri... Kısa süre önce
evime bir hanım geldi, yayıncılıkla uğraşan bir kadın, "Bu türde bir
başka kitap yazmanız için ne isterseniz veririm," dedi bana. Ona,
"Yapamam... , böyle şeyler ısmarlama yazılmaz," dedim. Ama size
bir kitabın kaderinden bahsedersem: Asla, ama asla bu kitabın gö­
müldüğü yerden çıkarılacağına inanmazdım. Bu sadece Fransa'da
böyle değil, Almanya'da bile kısa süre önce Berlinli bir solcu gazete
benim hakkımda iki sayfa yaptı; bu kitap söz konusu ediliyor ve ma­
'
kalenin ad ı: "Nichts als Scheisse" (Sadece pislik). (Gülüşmeler.) Ve
bir dışkı denizinin içinde boğulma noktasında olduğum görülüyor.
Fakat tuhaf olan, bu makalenin bana karşı olmaması. Normal olarak
bunun çok sert bir eleştiri olması gerekirdi, ama hiç öyle değil. Size
bu şeylerden bahsetmemin tek nedeni, her şeyin öngörülebileceğini,
ama bir kitabın kaderinin öngörülemeyeceğini söylemek. Gördüğüm
bütün genç yazarlara diyorum ki: "Bakın, tahminler yürütmek yarar­
sız; bir kitap yazdığınız zaman, kaderinin ne olacağı asla bilinmez.
Ve bu herkes için geçerlidir, ama bu tecrübeyi kendimiz yaşamamız
gerekir. Dolayısıyla, çok fazla yanılsamaya kapılmak veya bir kitap
ilgi görmedi diye bunalıma girmek yararsız. Unutulmuş veya batmış
bir kitabın birdenbire yeniden ortaya çıkma ihtimali vardır daima."
Görüyorsunuz, pek fazla iyimser olmayan ben bile, bazen iyimserle­
şiyorum. Böyle devam etmeyeyim, yoksa kendini beğenmişin biri
zannedeceksiniz beni.

Katiyen, buraya kendinizden bahsetmek için geldiniz. Peki kitapları­


nızda fikirlerle çok sık kapışıyorsunuz. Eserlerinizin ilkinden beri,
düşüncenin, bütün biçimleri altında, bir bakıma düzmece olduğunu
savunuyorsunuz. Düşüncenin yozlaşmasının açıklaması nedir?
TARİH MUKADDER BİR AKIŞTIR 47

Bu yozlaşmanın kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir şeyi


tasarlar tasarlamaz, ona bağlanırız. Aklımıza bir fikir gelir gelmez,
bundan dolayı seviniriz. Fikirlerdeki salon düşkünü taraftır bu. Ama
okurlar için, kitle için, aslında herkes için, bir fikir ister istemez can­
lanır. Orada her şey yansır, çünkü her şey duygusaldır. Sadece duy­
gusal olan şeylerin gerçek olduğunu söyleyebilirim. Paris'te Rumen
bir filozof var, adı Lupasco; duygusallığı Mutlak'la özdeş tutuyor.
Madem ki duygusallık var ve bu duygusallık fikirlerde yansır, her fi­
kir tutkuya dönüşme riskiyle karşı karşıyadır, dolayısıyla da bir teh­
like vardır. Tamamen mukadder bir süreçtir bu. Mutlak olarak yan­
sız fikir yoktur, mantıkçılar bile tutkuludurlar. Burada bir şeye dik­
kat çekiyorum. Hayatımda tanıdığım bütün filozoflar, son derece tut­
kulu, fevri ve lanet kişilerdi. Oysa onlardan, haklı olarak, bir tür yan­
sızlık beklenir. İddia ediyorum, ve hayatımda kaç filozof tanıdığımı
bilmiyorum, ama yine de epey tanıdım, hepsi tutkulu kişilerdi ve o
duygusallığın damgasını taşıyorlardı. Dolayısıyla kendilerini ülkü
veya fikir boyutunda tuttukları zannedilenler, fikri kirletiyorlarsa,
tam da tutkudan kopması gerekenler tutkuya doğru kayıyorlarsa, bu­
nu kitle nasıl yapmasın? İdeoloji nedir ki aslında? Fikirle tutkunun
birleşmesi. Hoşgörüsüzlük de bundan gelir. Çünkü fikir, kendi için­
de tehlikeli olmazdı. Fakat bir histeri ona bağlanır bağlanmaz, ber­
bat olur. Bunun üzerine sonsuza kadar konuşabilirdik, çıkışsız bir
şey bu.
Kitaplarınızda bir başka günah keçisi daha var, o da tarih. Tarihle
siz pek dost değilsiniz. . .
Bu sadece bende böyle değil. Eliade'ın düşüncesi de tarihe karşıdır.
Aslında bütün Doğu Avrupalılar tarihe karşıdırlar. Söyleyeyim size
niçin: Çünkü Doğu Avrupalıların, ideolojik yönelimleri ne olursa ol­
sun, tarihe karşı ister istemez bir önyargıları vardır. Niye? Çünkü
onun kurbanıdırlar. Doğu Avrupa'daki o hepsi kadersiz ülkeler, aslın­
da istila edilmiş ve kullaştırılmış ülkelerdir: Onlar için tarih zorunlu
olarak şeytanidir. Ayrıca şunu da söyleyeyim: Tarih ahlakın yadsın­
masıdır. Tarihi derinleştirirsek, onun üzerine kafa yorarsak, kötüm­
ser olmamak kesinlikle imkansızdır. İyimser bir tarihçi, terimlerde
bir çelişki yaratır. Bunu katiyetle tasavvur edemem. Ben tarihi, ku­
ramsal öğreti haliyle epey geç keşfettim, gençliğimde tarihçileri
okumayacak derecede kibirliydim. Gençliğimde sadece filozofları
48 EZELİ MAÖLUP

okurdum, daha sonra filozofları bıraktım ve şairleri okumaya koyul­


dum. Ve kırk yaşına doğru, tamamen habersiz olduğum tarihi keşfet­
tim. Yıldırımla vurulmuşa döndüğümü söyleyebilirim. Tasavvur edi­
lebilecek en büyük kinizm dersidir bu. Tarihin istediğiniz dönemini
alın, biraz derinlemesine araştırın ve çıkaracağınız sonuçlar zorunlu
olarak korkunçtur. Tarihin hep nesnesi olmuş olan Doğu Avrupalılar
için, tarih lanet bir şeydir. Şeyleri her zaman, nasıl diyeyim, nahoş
bir görüşüm oldu. Ama tarihi keşfettiğim andan itibaren, tüm yanıl­
samalarımı yitirdim. Hakikaten şeytanın eseri bu ! Yakından veya
uzaktan şahit olduğunuz bütün olayları, yaşadıklannızı aklınızdan
geçirin: Bundan nasıl bir sonuç çıkarılabilir? Bütün ahlaki değerle­
rin ve sözü edilen diğer değerlerin hiçbir gerçekliği, hiçbir tesiri ol­
mamasındandır bu. Tarih, insanın denetimi altında tuttuğunu hayal
ettiği mukadder bir akıştır. Yanılmaktadır. Bu anlamda epey kaderci­
yimdir, bütün Doğu Avrupa gibi. Orada herkes kadercidir, öyle ol­
madığını iddia edenler bile. Bu da anlaşılır bir şeydir. Fakat bu olma­
sa bile, iyice düşünülürse: Şeylere yüzeyde hak.imizdir, derinlikte
değil. Özgürlük meselesi, felsefi bir bakış açısıyla çok basittir: Öz­
gürüzdür, dışarı karşı hareketlerimizde özgürlük yanılsaması içinde­
yizdir. Ama aslında özgür değilizdir. Derin olan her şey özgürlüğü
yadsır. Her şeyi yöneten bir tür gizli mukadderat vardır. Bunu çok iyi
ifade eden Almanca bir kelime var: Verhiingnis. Başlığıyla beni bü­
yüleyen ve gençliğime hakim olan bir kitap var; maalesef kötü bir
kitap, ama başlığı olağanüstü: Bewusstsein als Verhiingnis ("Bilinçli
Olma Bedbahtlığı "). Bu kitabı yazan Seidel adındaki delikanlı daha
sonra intihar etmiş. Ama ondan sonra iki şey kalmış: intiharı ve ki­
tabının başlığı. Kitap okunmaz bir şey.
Tarihe ve tarihin bir anlamı olup olmadığını bilme meselesine döne­
lim. Tarihin bir anlamı olması istenir, tıpkı hayatın bir anlamı olma­
sının istendiği gibi. Şöyle yazıyorsunuz: "Denizdeki dalgalar düşün­
meye başlasalar, ilerlediklerini, bir hedefleri olduğunu, denizin iyi­
liği için çalıştıklarını zannederlerdi ve gayretkeşlikleri kadar zevzek
bir felsefe geliştirmekten eksik kalmazlardı " (Ebauches de vertige).
İnsanın şeylere anlam verme yolundaki bu ihtiyacı nereden geliyor?

Çünkü bildiğiniz gibi, harekete geçen her insan bir anlam tasarlar.
Yaptığına bir anlam atfeder, katiyetle kaçınılmaz bir şeydir bu; ve de
üzücü bir şeydir. Harekete geçemezsiniz... Ben hiçbir zaman haya-
TARİH MUKADDER BİR AKIŞTIR 49

tınıdan bir şey yapamadım. Neden hayatım boyunca hiç harekete


geçmedim? Çünkü anlama inanmıyorum. Düşünerek ve iç tecrübe
yoluyla hiçbir şeyin anlamı olmadığını, hayatın hiçbir anlamı olma­
dığını keşfettim... Bununla birlikte çırpınmaya devam ettiğimiz
müddetçe bir anlam tasarlarız. Kendim de uydurma anlamlar içinde
yaşadım. Bir anlam tasarlamadan yaşayamayız. Fakat harekete ge­
çen kimseler yaptıklarının bir anlamı olduğuna zımnen inanırlar.
Yoksa çırpınmazlardı. Şeylere benim bakışımın pratik sonucunu çı­
karsak, ölümümüze kadar burada kalırdık, yerimizden kımıldamaz­
dık, oturduğumuz koltuktan kalkmanın hiçbir anlamı olmazdı. Bir
canlı olarak varoluşum, fikirlerimle çelişki halinde. Canlı olduğuma
göre canlıların yaptığı her şeyi yapıyorum, ama bu yaptığıma inan­
mıyorum. İnsanlar yaptıklarına inanıyorlar, zira bunu başka bir şe­
kilde yapamazlardı. Yaptığıma inanmam, ama her şeye rağmen biraz
inanının: Konumum hemen hemen bu. Ama hayatım boyunca tanı­
dığım herkes, bir şey yapan herkes, inandığı bir tasarısı olan bütün
insanlar, buna bir anlam tasarlarlar. Gündelik yaşantıda tecrübe etti­
ğimiz şey, pekala tarih düzeyinde de vuku bulur. İnsanlar bu tarihte
hiç değilse biraz anlam bile olmayabileceğini tahayyül edemezler.
Tarihin bir mecra'sı vardır, ama bir anlam'ı yoktur. Roma İmparator­
luğu'nu alırsanız: Önce dünyayı fethedip sonra Cermenler'in istilası­
na uğramak niye? Bunun hiçbir anlamı yok. Neden Batı Avrupa yüz­
yıllar boyunca çırpınarak bir uygarlık yarattı da, şimdi içi içini yedi­
ği için, göründüğü kadarıyla içeriden tehdit altında kaldı? Dışarıdan
gelen herhangi bir tehlike değildir asıl vahim olan, onların hepsinin
ortadan yokolma kıvamına gelmiş olmalarıdır. Bütün dünya tarihi
böyledir: Bir an gelir ve bir uygarlık ortadan yokolacak kıvama ge­
lir. Öyleyse bu akışın ne anlamı olduğunu sorarız kendimize. Ama
bir anlam yoktur. Bir akış vardır. Anlamı nedir? Katedralleri yapmış
olmak niye? Katedraller yapmış Paris'e bakın: Şimdi Montpamasse
Kulesi var. Katedraller yaptıktan sonra Montpamasse Kulesi'ni yap­
mak: Bundan sonra tarihin bir anlamı olduğu söylenebilir mi? Paris
yaşamının bir anlamı olduğu söylenebilir mi? Yok. Kendimizi helak
ederiz, bir şey yaparız ve sonra ortadan yokoluruz. Ama hakkında bu
kadar kötü konuştuğum o tarih akıyor, niçin? Çünkü insanlar daima
bir anlama inandılar. Tarihin yadsınması eninde sonunda Hindu fel­
sefesidir: Eylemin önemsiz ve yararsız bir şey gibi değerlendirilme­
si. Tek önemli olan zamanın askıya alınmasıdır. Nitekim şeyler üze-
50 EZELİ MAGLUP

rine kafa yorarsak, harekete geçmememiz, kımıldamamamız gere­


kirdi. Kendimizi yere atmamız ve ağlamamız gerekirdi.
Bu anlam yokluğundan, sizin kitaplarınızın diğer bir konusu olan
boşluğa geliyorum. Bununla birlikte iyice düşünüldüğünde, iki tür
boşluk var. Bir tarafta boşluğun dehşeti var, diğer tarafta da boşlu­
ğun çekimi var. Dolayısıyla bir tarafta can sıkıntısı var, geçen zaman
var; diğer tarafta da bir Budist filozof tarafından ıssızlığın özü diye
adlandırılan şey, Budistler'in shunyata diye adlandırdıkları şey var.
"Ancak boşluğun idrakı ölümü alt etme imkanı verir; zira gerçeklik
noksanlığı her şeyde varsa, ölümde niye olmasın?" diye bahsettiği­
niz o boşluk. Boşluğun bu iki türünden söz edebilir misiniz biraz ?
Bir tarafta sıkıntı var, diğer tarafta da metafizik tecrübe olarak boş­
luk var. Size can sıkıntısından bahsedersem: Bunu herkes bilir. Size
biraz malumatfuruşluk yapayım: Sıkıntıdan en derin biçimde bahset­
miş olan yazarın Senancour olduğunu biliyor musunuz? Günümüz­
de unutulacak olan bir kitap yazmıştı, adı Oberman'dı. Kitabı, bir tür
sıkıntı kültürü diye adlandırabileceğimiz bir şeydi.
Sonra, belki Saint-Simon'un Anılar'ındaki o olağanüstü Orleans
Dükü Philippe portresini hatırlarsınız. Büyüleyici bir çehredir bu.
Philippe, 1 4. Louis'nin yerini alan kişiydi. Bu Philippe, her akşam
kafayı bulup kızları çağırmaktan başka elinden hiçbir şey gelmeyen
bir tipti. Belki kötü bir şef değildi, ama hiçbir şeyin onu ilgilendir­
mediğini gösteriyordu. Saint-Simon onun için şu olağanüstü lafı
söyler: Doğuştan sıkıntılıydı. Sai.nt-Simon'un daha sonra çizdiği
portre o kadar günceldir ki. Philippe'in ne kimseyi sevdiğini ne de
kimseden nefret ettiğini söyler. Sevgi siniriyle nefret siniri aynıdır.
Eğer kimseden nefret edemiyorsanız, sevemezsiniz de. Bu Philippe
1 8. yüzyılın tonunu belirlemiştir.
Ve bu adam, sadece iki hafta boyunca, Senancour'dan önce can
sıkıntısı üzerine en derin şeyleri söylemiş olan kadınla birlikte ol­
muştur: Deffand Markizi'yle. Markiz'i günümüzde kimse okumuyor,
ama mektuplan kesinlikle olağanüstü. Bir kadın tarafından yazılmış
en derin mektuplar arasında. Madame de Sevigne'ninkilerden uzak
ara üstün. Mektuplarını özellikle Walpole'a yazıyordu; Voltaire'e de
yazıyordu, ama özellikle Walpole'a: Markiz altmış yaşındaydı ve bu
genç adama o aşk mektuplarını yazıyordu. Mektuplar açıldığı ve
kendisini İngiltere'de zor durumda bırakabileceği için, genç adam
TARİH MUKADDER BİR AKIŞTIR 51

mektuplarını kesmesi için ona yahıannıştı. Peki neden bu mektupla­


n okumalı? Çünkü sıkıntının en iyi canlı tasviridir: Akmayan zama­
nın. Konu noksanlığı çeken zamanın. Ümitsizliği sıyırıp geçen sıkın­
tıdır bu. Bu mektupların yeniden basımı yapılmadı. Ama canlı bir
tecrübe olarak olağanüstüdür.
Daha sonra Chateaubriand vardır. O da sıkıntı konusunda Hei­
degger'le aynı örneği verir. Onun gözünde sıkıntı, varolanın algılan­
masıdır. Şeyleri sıkıntı yoluyla görür, idrak ederiz ve yaşadığımızı
hissederiz. Chateaubriand Atala'da şöyle der: Varolduğumu ancak sı­
kıldığım zaman fark ediyordum. Sıkıldığınızda, zaman akamaz. Her
an şişer ve bir andan diğerine geçiş adeta gerçekleşmez. Bunun so­
nucu da şeylere karşı derin bir benimsemezlik içinde yaşanır. Herkes
sıkıntıyı yaşamıştır. Bunu bir nöbet gibi yaşamış olmak bir hiçtir. Fa­
kat yaşamının bir dönemi boyunca sabit bir sıkıntı halini yaşamış ol­
mak, yapabileceğimiz en korkunç tecrübelerden biridir. B ir tek yaş­
lıların sıkıldığını zannederiz. Bense özellikle gençken yaşadım sı­
kıntıyı. Boşboğazlaşmaya başlıyorum, ama olsun: İlk bilinçli sıkıntı
tecrübemi mükemmel hatırlıyorum. Beş yaşındaydım, gülünç bir şey
bu, ama neyse, hatırlıyorum bir öğleden sonra, saat tam olarak üçtü,
daha sonra dile getirebileceğim bir tecrübe yaşadım, zamanın varo­
luştan kopup ayrıldığını hissettim. Zira can sıkıntısı budur. Hayatın
içinde v aroluş ve zaman birlikte yürürler, organik bir birlik teşkil
ederler. Zamanla birlikte ilerlenir. Sıkıntı içinde ise zaman varoluş­
tan kopar ve bizim için dışsal bir hale gelir. Oysa yaşam ve fiil diye
adlandırdığımız şey zamana eklenmedir. Zaman oluruz. Sıkıntı için­
deyken artık zamanın içinde değilizdir. O olağanüstü titreme, o de­
rin rahatsızlık duygusu buradan gelir; ve nesnel olmalıyım, sonunda
bu hali severiz. Sıkıntıya böyle teşne olma durumunu yaşadım ben
kendi hayatımda. Sıkıntı içinde yuvarlanırız, gırtlağımıza kadar
onun içine gömülürüz. Doğruyu söylemek gerekirse dehşet verici bir
tecrübe olabilir bu. Ben bunu yaşamış olduğuma pişman değilim,
kaldı ki herkes bunu şu veya bu şekilde yaşamıştır. Ama ısrar ediyo­
rum: Sürekli sıkıntı, aylar boyunca süren sıkıntı, işte gerçek sıkıntı
budur. Yarım saat ya da iki saat, veya bir öğleden sonra boyunca sı­
kılmak, sıkılmak değildir.
Sıkıntıyı en derin biçimde dile getirmiş şair olan Baudelaire'e ka­
dar gidilebilir. Ruslar için ufak bir parantez açıyorum: Lennontov ve
Dostoyevski dönemleri boyunca sıkıntı tecrübesi olmuştur. Rus
52 EZELİ MAGLUP

Byron'cılığı diye adlandırılan şey baskın çıkmıştır ve bunun en ola­


ğanüstü dışavurumu Ecinniler'deki Stavrogin'in sıkıntısıdır. Bir Rus
sıkıntısı vardır, bunu Gogol'den Çehov'a kadar bütün Çarlık Rusya­
sı'nda görürüz; bunun sıkıntı tecrübesi olduğunu söyleyebiliriz.
Özellikle belirtmeliyim ki Ecinniler'i 1 9. yüzyılın en büyük kitabı gi­
bi değerlendiriyorum. Aynı zamanda genel olarak en büyük romandır
da. Dostoyevski de bütün zamanların en büyük yazandır, en derini.
Şimdi, dışsal olarak sıkıntıya benzeyen boşluğa geçiyorum. Ama
bu anlamda boşluk, hiç de bir Avrupa tecrübesi değildir. Aslında Do­
ğuludur bu. Olumlu bir şey olarak boşluktur bu. Her şeyden nasıl iyi­
leşeceğimizdir. Varlığın bütün özellikleri ortadan kaldırılır. Ve bir
noksanlık duygusu hissedeceğinize, yokluğun tamlığı duygusudur
bu. Dolayısıyla, adeta selamet aracı olarak boşluktur. Yol olarak, se­
lamet yolu olarak. Shunyata diye adlandırılır bu, dolayısıyla ıssızlık­
tır. Issızlık bizim için sıkıntı gibi bir baş dönmesi sebebi olmak ye­
rine, bir baş dönmesi biçimidir yine de. Hiç olumsuz bir tecrübe de­
ğildir bu. Kurtuluşa doğru bir tür yol alıştır. Dikkatinizi çekmek is­
tiyorum: Benim için en ileri felsefe okulu, her halükarda kendisin­
den sonra söylenecek hiçbir şey kalmamış olan okul, Budizm'in son
döneminde yer alan ve bizim ikinci yüzyılımız civarında konumlan­
dırılan Madhyamika'dır. Bu okulu temsil eden üç filozof vardır: Na­
garcuna, Çandrakirti ve Şantideva. Bunlar tahayyül edilebilecek en
ince filozoflardır. Elealı Zenon'dan da incedirler. İsterseniz basitleş­
tirmek için, diyalektik gücünü her şeyi yıkmaya kullanan ve bu yı­
kım sonucunda bireyi özgürleştiren bir Elealı Zenon tahayyül edin.
Dolayısıyla hiç olumsuz değildir bu. Her şeyi tasfiye ettikten, artık
hiçbir bağı kalmadıktan sonrasıdır bu: Gerçekten kopulmuştur, her
şeyin üzerinde olunur. Dünya alt edilmiştir: Artık hiçbir şey yoktur.
Batı kültürü içinde yaşamış olan, yaşayan bizler, bu aşın düşünce bi­
çimini nihilizm diye adlandırmışızdır. Ama nihilizm değildir; çünkü
hedef, varılan nokta bir tür boş, kapsamsız vecddir, dolayısıyla ku­
sursuz mutluluktur. Niçin? Çünkü artık hiçbir şey yoktur. B izim için
yadsıma olan şey de bundan ötürü onlar için bir zaferdir. Doğu dü­
şüncesinin aşın konumlarındaki gerçekten olumlu taraf da budur.
Dolayısıyla bizim için felaket olan şey, onlar için taçlanmadır.
Madhyamika Okulu Batı'da çok tanınmaz; ben de sanki bir otoritey­
mişim gibi konuşuyorum ama, aslında çok iyi bilmiyorum, çünkü bu
konuda çok az yazı var, yazılanların hepsi de çevrilmemiş. Bunu Ti-
TARİH MUKADDER BİR AKIŞTIR 53

bet çevirileri sayesinde tanıyoruz, ama bunlardaki incelik katiyetle


baş döndürücü. Bütün bunlar da niçin? Ruhu ve yüreği kurtarmak
için. Dolayısıyla hiç de nihilist bir diyalektik değil, bunu nihilist di­
ye adlandırmaya hakkımız yok. Nagarcuna her şeyi yok eder, her şe­
yi, her şeyi, felsefenin bütün kavramlarını alır ve hepsini birbiri ar­
dına yıkar. Ve sonra, bir tür nur olur.

Teşekkürler, bundan çok iyi söz ediyorsunuz. (Cioran kıkırdar.) Ecar­


telement'da şöyle bir alıntı yapıyorsunuz: "Bir posta güvercinine
coğrafya öğretilebilseydi, dosdoğru hedefine yönelik bilinçdışı uçu­
şu imkansız bir şey olurdu. " Daha sonra şunu ekliyorsunuz: "Dil de­
ğiştiren yazar, bilgisi yüzünden ne yapacağını şaşıran bu güvercinin
durumunda bulur kendini."

Demek yine kendimden bahsedeceğim. Biliyor musunuz, Fransa'ya


1937 yılında geldim. Bir gün Fransızca yazmaya koyulacağımı hiç
düşünmemiştim; aslında kendimi bir yazar gibi görmüyorum. Kaza
sonucunda yazar olmuş biriyim. Hem bu bile doğru değil. Bunu baş­
ka bir şekilde dile getirmek lazım. 1 947 yılındaydı, tatil için Dieppe
yakınında bir köyde bulunuyordum ve Mallarme'yi Rumenceye çe­
virerek eğleniyordum. Birden kendi kendime, "Ama bunun hiçbir
anlamı yok ki! " dedim. Altı yıldır Fransa'daydım, "Mallarme'yi Ru­
menceye neden şimdi çeviriyorum?" dedim. "Hayır! Bütün bunları
bırakacağım. Fransızca yazmaya başlayacağım," dedim. Paris'e dön­
düm ve hemen başladım yazmaya. Çürümenin Kitabı adındaki o ki­
tabın ilk versiyonunu yazdım. Bunu çok çabuk yazdım. Bu elyazma­
sını bir arkadaşıma gösterdim, bana, "Olmamış, bunu yeniden yaz­
mak lazım," dedi. Yeniden yazmadım, ama bütün bir sene boyunca
1 8. yüzyıl yazarlarını okudum. Size demin bahsettiğim Madame du
Deffand da bunlardan biriydi. 1 8. yüzyılın bütün kadınlarını oku­
dum. (Gülüşmeler.) Matmazel de l'Espinasse'ı falan. Sonra bu kita­
bın bir ikinci versiyonunu yazdım. Size tüm gerçeği söylemem gere­
kirse, kitabı tekrar tekrar dört kere yazdım. Yazmaktan tiksindirdi bu
beni. Bunu neden yaptığımı da söyleyeyim. Pascal'in Taşra Mektup­
ları'nın bazılarını on yedi kere yazdığını okumuştum. Dehşet verici
bir şey bu ! Kendi kendime dedim ki : "Eğer Pascal Taşra Mektupla­
rı nın bazılarını on yedi kere yazdıysa, benim gibi bir yabancı neden
'

dört defa yazmasın?"


54 EZELİ MAÖLUP

Size ayrıntıları vermem lazım: Fransız dili, olabilecek en zor dil­


lerden biridir. Ne olduğu tahayyül edilemez. Bir Slav ve Latin karı­
şımı olan ve tamamen tutarlılık noksanlığı çeken Rumence gibi bir
dili istediğiniz gibi yazabilirsiniz değil mi? Ve Fransızca hariç bütün
dillerde istendiği gibi yazılabilir. Paris'teydim ve Fransa'da keşfetti­
ğim iki şey oldu. Yemenin ne demek olduğunu. Ve yazmanın ne de­
mek olduğunu. Fransa'ya gelmeden önce bir hayvan gibi yiyordum.
Çünkü annem, bize hiçbir zaman öğlen şunu ve şunu yiyeceğiz fa­
lan dememişti. Bu iyi, şu kötü gibi bir yorum hiç işitmemiştim. Yi­
yorduk işte, hepsi buydu. (Gülüşmeler.) Ailem çok yoksul değildi,
aksine, fakat onların gözünde yemek yeme fiili uygarlığın bir parça­
sı değildi. Üstelik uygarlaşmış bir halktan da gelmiyorum, ama me­
sele orada değil zaten. Mevzu o değil. Olan biten şuydu: Paris'e gel­
diğim zaman, Quartier Latin'de ufak bir otele yerleşmiştim. Ve her
sabah telefon etmek için aşağıya iniyordum. Hatırlıyorum, en başlar­
da, patron hanımı kocası ve oğluyla tartışırken işitiyordum: "Anne,
öğlen ne yiyeceğiz?" Sahi söylüyorum, yanın saat boyunca dört ba­
şı mamur bir mönü hazırlıyorlardı. Bense yemeğe misafirleri oldu­
ğunu zannediyordum. Bu olay iki-üç kere tekrarlandı ve sonunda
kendi kendime, "Demek ki yemek yemek entelektüel bir işmiş," de­
dim. Ve yemek yerken "bu iyi," gibi yorumlar yapmaya başladım.
Bilinçli bir biçimde yemeye başlıyordum.
Yazıyla da aynı şey oldu. Rumencede bir sürü kitap yazdım ve
hepsi kötü yazılmıştı: Yazmanın hiçbir türde bir önemi olmadığını
düşünüyordum. Şeyleri söylemek için yazarız, ama yazı biçiminin
ve bizzat ifadenin benim için hiç önemi yoktu. Ama Fransa'da anla­
dım ki, yazma işi de ziyafet de uygarlıkla aynı niteliği paylaşmakta­
dır. Tamamen aynı şeydir: Bilinçli bir fiildir bu. Aynen Fransızcada
bilinçsiz bir biçimde yazılamaması gibi. Kitaplarımı yayımlamaya
başladığım sırada büyük bir rol oynamış biri var. Size portresini ak­
taracağım bir şahsiyet tanıyordum. Size adını bile söyleyebilirim,
hiç önemi yok, adı Mösyö Lacombe idi, Quartier Latin'de dolanıyor­
du, keçisakalı vardı, çolaktı, B irinci Dünya Savaşı'nda bir kolunu
kaybetmişti ve Bask diline bütünüyle vfilc.ıftı. Gençliğinde yazdığı
bir-iki makale dışında şahsen hiçbir şey yazmamıştı. Çok zengindi,
kesinlikle hiçbir iş yapmıyordu ve olağanüstü bir Fransızca bilgisi
vardı. Bir manyak'tı: Mesela sık sık Sorbonne'daki amfi derslerine
gidiyordu ve profesör bir Fransızca hatası yaparsa, yerinden protes-
TARİH MUKADDER BİR AKIŞTIR 55

to ediyordu ! (Yumruğuyla masaya vuruyor, gülüşmeler.) Tam bana


lazım olan adamdı. İkimiz de avare olduğumuza göre, sık sık görü­
şüyorduk. Fransız dilini gerçekten çok iyi bilen biriydi. Ama demin
dediğim gibi, Baskça yazdığı makaleler dışında hiçbir şey yazma­
mıştı. Dikkat çekici bir kütüphanesi vardı. Üstüne üstlük uçkuruna
çok düşkündü, olağanüstü bir erotik kitaplığı vardı ve bu kitaplardan
hiç duyulmadık şeyler anlatıyordu. Sokakta gördüğü bütün kadınla­
ra, ya da neredeyse bütün kadınlara diyelim, yanaşırdı. En büyük
zevki de fahişelerle konuşmaktı. Beni muazzam eğlendiren bir şey
de, fahişelerin yaptıkları Fransızca hatalarını düzeltmesiydi. (Gülüş­
meler.) Budalaca görünebilir bu, gülünç görünebilir, ama bu adamın
benim üzerimde olağanüstü bir nüfuzu oldu. Çürümenin Kitabı na '

son halini verip bitirdiğimde Mösyö Lacombe'a, "Size kitabımı gös­


termem gerek," dedim. "Pöh! Nasıl isterseniz... " dedi. Bir kafede
randevulaştık, elyazmamla geldim. Ona bir sayfa okudum ve uyuya­
kaldı. Yapacak hiçbir şey olmadığını anladım. Metne biraz yakından
bakmasını istiyordum, ama reddetti. Fa.kat belirli bir noktaya kadar
bu kitabı ona borçluydum; ona borçluyum. Kelimeler üzerine düşün­
me; herkesi, profesörleri bile düzeltme manyaklığıyla, yazma fiilinin
bilinci diye adlandırdığım şeye katkıda bulundu. Tam da bu bilinç
yoktu bende ... Bu bilinç sadece Fransa'da bu kadar derinlemesine
gelişmiştir. Sadece Fransa'da, yazma olgusu gerçekten kutsal bir
şeydir. Bu dediğim biraz aptalca, ama en nihayetinde doğru. Bilir
misiniz Birinci Dünya Savaşı sırasında, artık adını hatırlamadığım
Ordu Bülteni'ne gönderilen okur mektuplarının üçte biri dilbilgisi
köşesi içindi. Günümüzde bile kelimeler hakkında tartışan insanlar
görmek pek ender bir şey değildir. Bundan bir İrlandalı'ya bahsedi­
yordum, bence bu dil tapınmasının sadece Fransızlara mahsus bir
şey olduğunu söyledim. Bana dedi ki: "Hayır, biz İrlandalılar da
böyleyiz." Ama doğru değil bu; İrlandalılar geveze ... Aynı şey değil.
Ben bilinçli yazma fiilinden söz ediyorum. Fransa'ya gelmemiş ol­
saydım, yazardım belki, ama ne yazdığımı asla bilemezdim. Bir de
özellikle kusursuzluk batıl inancı var... Bilirsiniz, yazarların yaşa­
möykülerini okuduğunuz zaman, şimdi hatırlamıyorum hangi yazar­
dı, her mektubunu üç-dört kere yazarmış ... Dolayısıyla aksamaması
lazımdır: Mesela "Filan kişi kusursuz Almanca yazıyor," demenin
hiçbir anlamı yoktur. Hiçbir anlamı. İngilizcede bile. Her halükarda
kimse söylemez bunu. Mesela Observer, Sunday Times ya da Die
56 EZELİ MAGLUP

Zeit'taki edebiyat yazılarını okuduğunuz zaman, asla, ya da neredey­


se asla, "İyi yazılmış," demezsiniz. Tamamen fransız olan bir kav­
ramdır bu. Başka hiçbir yerde yoktur. Çok sayıda yabancı tanırım,
çünkü Paris'te sadece yabancıları, yazarları görüyorum; bundan hiç
konuşmayız. Bir Amerikalı hiçbir zaman kalkıp da size, "İyi yazıl­
mış," demeyecektir. Bu Fransızlara vergidir. Biliyor musunuz, 68
ayaklanması suasında, Odeon Tiyatrosu'nun tam karşısında oturdu­
ğum için, sık sık söylevleri dinlemeye gidiyordum. Öğrenciler sü­
rekli olarak, "Peki işçi yoldaşlarımız neden gelip konuşma yapmı­
yorlar?" diyorlardı. O zaman bir tip çıktı ve "İşçi yoldaşlarımız ge­
lip herkesin önünde konuşma yapmak istemiyorlar, çünkü hata yap­
maktan korkuyorlar," dedi. Demek ki dil bir tür mutlak haline gel­
miş. İnsanlık tarihinde gerçekten yegane vakadır bu. Madem 1 8.
yüzyıldan bahsettim, Madam du Deffand o devirde epey tanınmış
olan bir Thomas vakası zikreder. Bu adam Akademi'ye az kalsın gi­
remeyecekmiş, çünkü bir sözdizimi yanlışı yapmış. İşitilmemiş bir
şeydir bu. Burada bir şeye dikkat çekeceğim: Bu dil tapınması, bu
puta tapar gibi dile tapma artık ortadan yokolma noktasındadır. Şim­
di Paris'te, "Fransızca yanlışlarını bırakın, bunun hiçbir önemi yok.
Bunlara kulak asmayın," diyen bazı yayıncılar var. Bu çok vahim bir
dönemeçte olunduğunu gösteriyor. Ama genel gerilemenin bir parça­
sı bu. Israr etmeye değmez, değil mi?

Neredeyse bütün eserlerinizin parça halinde olduğu söylenebilir. Bu


parça tercihi nereden geliyor size?

Çünkü tembelim. Devamı olan bir şey yazmak için etkin bir insan
olmak lazımdır. Ben parça içinde doğmuşum. Daha devamı olan me­
tinler de yazdım, ama bunları zikretmeye değmez. Şimdi artık sade­
ce aforizmalar yazıyorum: Kendi fikirlerimin kurbanıyım. Çünkü
bütün yaptıklarım, edebiyata saldırmaktı, yaşama saldırmaktı, Tan­
rı'ya saldırmaktı. Bu koşullarda devamı olan bir şey yazmak niye?
Neyi ispatlamak için? Beni bu tutuma getiren de kaskatı bir mantık
oldu; sonra mizacıma uygun olduğu da çıktı ortaya. Yaşanmış veri­
lerden yola çıkmadan asla bir şey yazmadım. Bütün yazdıklarımı, şu
ve şu ve şu nedenle yazdım. Daha önce dediğim gibi, çünkü öğret­
men olmama, ders vermeme, bir meslekle iştigal etmeme, dolayısıy­
la da bir tür entelektüel tutarlılık gösterme zorunluluğunda olmama
TARİH MUKADDER BİR AKIŞTIR 57

avantajım vardı. Kendimi daima sorumsuz gördüm. Dolayısıyla be­


nim için yazmak, istediğimi söylemektir. Kendimle çelişme pahası­
na, bunun hiçbir önemi yok. Saygıdeğer olmak için ya da başarı için
yazmadım. Uzun süre boyunca Fransa'da neredeyse hiç tanınmayan
biriydim. Sadece çok dar bazı çevreler dışında. O zaman kendime
dedim ki: " Madem ki mizacıma uyuyor... " Eninde sonunda doğrusu
bu: Yine de Fransız ahlakçılarının etkisine maruz kaldım. Gençli­
ğimde Chamfort, La Rochefoucauld ve bütün bunlara çok hayran­
dım. Joubert'i ve bütün ahlakçıları okudum. Ama bu bir mizaç mese­
lesi. Anlıyorsunuz değil mi? Aforizmalar yazmak çok basit: Yemek­
lere gidersiniz, bir hanım salakça bir şey söyler, bu size bir düşünce
ilhamı verir, eve dönersiniz, bunu yazarsınız. Mekanizması hemen
hemen budur. Ya da gecenin ortasında bir ilham gelir, bir formül baş­
langıcı, sabahın üçünde bu formülü yazarsınız. Ve sonunda bir kitap
haline gelir. Ciddi değildir bu. Aforizmalarla üniversite profesörü
olamazsınız. Bu mümkün değildir. Ama dağılmakta olan bir uygar­
lığa bu tür şeylerin kusursuz bir biçimde yakıştığını düşünüyorum.
Elbette bir aforizma kitabını asla baştan sona okumamak lazımdır.
Çünkü bir kaos ve tamamen bir ciddiyet noksanlığı izlenimine kapı­
lırsınız. Bunu sadece akşamleyin yatmadan önce okumak lazımdır.
Ya da bir eflcar anında, bir tiksinti anında. Eğer Chamfort'u başından
sonuna okursanız, bunun hiçbir anlamı olmaz. Çünkü bu aforizma­
ların biri diğerini yok eder. Aforizmalar anlık genellemelerdir. Deva­
mı olmayan düşüncedir bu. Her şeyi açıklıyor gibi görünen bir dü­
şüncedir; anlık düşünce diye adlandırılan budur. Bu düşüncede çok
hakikat yoktur, ama biraz gelecek vardır. Hayattaki tecrübelerde bu­
nun anlamı ve içeriği daima doğrulanabilir. Sahip olunması gereken
zihinsel bir yatkınlıktır. Benim bildiğim kadanyla Rusya'da, Rus
edebiyatında aforizma yoktur. Almanya'da çok azdır. Bu türü uygu­
layan sadece Lichtenberg ve Nietzsche vardır. İtalya'da da öyle: Afo­
rizma yine de Fransızlara özgü bir şey. Ama ciddiyetle ciddiyetsizli­
ğin bir karışımı. Bazen tamamıyla anlamsız önermelerde bulunurum
ve bunlar yüzüme vurulur. "Bakın, tam aksini söylüyorum: Sayfayı
çevirin yeter," diyebilirim pekala. Bir sofist olduğumdan değil, ah­
lakçı bir sofist değildir. Ama bunlar tecrübe içinde düşünülmüş ha­
kikatlerdir. Sahte bir biçimde parçalı olan hakikatlerdir. Ama elbette
aforizmanın avantajı kanıt getirme ihtiyacı olmamasıdır. Şamar atar
gibi yazarsınız aforizmayı.
58 EZELİ MAGLUP

Doğu felsefesiyle çok ilgilisiniz. Batı ile Doğu arasında yapılan bu


temel ayrımı doğru buluyor musunuz?

Biliyor musunuz, Doğu'yu tanımıyorum. B iraz Budizm'i biliyorum.


Aynı zamanda biraz da Hindu felsefesini. Hindu felsefesini şimdiye
kadar varolmuş olan en derin felsefe gibi değerlendiriyorum. Doğal
olarak bana, "Önce Hindu felsefesi vardı, sonra büyük sistemler ola­
rak Yunan felsefesi ve Alman felsefesi geldi," denebilir. Ama Hindu
felsefesinin şu kayda değer avantajı var: Hindistan'da filozof, felsefe­
sini uygulamakla yükümlüdür. Uygulama amacıyla felsefe yapar:
Çünkü kurtuluş aranmaktadır. Entelektüel bir alıştırma değildir bu.
Daima bir tamamlayıcı vardır. Oysa Yunanistan ve Almanya'da yapıl­
mış olan büyük sistemler, yaşanmış tecrübeyle bu ilişkinin olmadığı
yapılardır. Bir sistem geliştirilir ve devam eder. Hiç kimse bir filozof­
tan aynı zamanda bir bilge de olmasını istemez. Kaldı ki Batı'da bil­
ge yoktur. Çünkü biraz düşünürsek, bilge kimdir? Montaigne. Peki
Montaigne'den sonra ikinci bir bilge sayın ... Sonra, Goethe olabilir,
istenirse, ama örnek iyi değildir. Montaigne tamam, o bir bilgedir.
Ama Fransız ya da Alman ya da İngiliz edebiyatlarında bilge yoktur.
Batı'ya özgü bir şey değildir bu. İlkçağ'a özgü bir şeydi, ama İlkçağ'ın
bitiş dönemine. Felsefenin dağılmaya başladığı ana özgüydü. Oysa
Doğu'da, Taocu babaları entelektüel sahtekarlar ya da profesörler gi­
bi tahayyül edemeyiz. Bu bir meslek değildi. Yaşamları ayrılmaz bir
biçimde düşüncelerine bağlıydı. Bu çok önemli bir şeydir yine de.
Ben şahsen, düşüncelerini yaşayanlara değil de, yaşama doğrudan
karışmış olan kimselere saygı duyuyorum. Ama Batılı filozof, tasar­
lanmış olan biridir. Büyükler, Alman sistemleri düşünüldüğünde,
bunların yaşamla hiç alakası yoktur. Batı felsefesi, daha sonra fantas­
tik yapılar vermiş olan bir dizi varsayımdır; ama yaşamdan çıkma­
mıştır bu, ayrıca yaşama göre de hazırlanmamıştır. Hindistan'da,
Çin'de, bütün felsefe geleneği bunu söyler. Size bir şey anlatayım, bir
fikir vermesi için. Eliade, İngilizcedeki en büyük Hindu felsefesi ta­
rihini yazmış olan felsefe öğretmeni Dasgupta'nın ona, "Batı'nın en
büyük düşünürü Meister Eckhart'tır," dediğini anlatmıştı bana. Kısa
süre önce bunu bir Alman filozofu önünde zikrediyordum ki adam
güldü ve bunu kesinlikle aptalca buldu: Halbuki doğru. Meister Eck­
hart'ın Batı'da doğmuş olan en derin filozof olduğu söylenebilir. Bu
hiç de bir abartma ya da saçmalama değildir. Ama Meister Eckhart
TARİH MUKADDER BİR AKIŞTIR 59

türünde bir düşünürün yine de yegane bir vaka olduğuna inanıyorum.


Hem soma Meister Eckhart muazzam bir yazardı. Dasgupta'nın fikri­
nin doğru olduğuna inanıyorum. Meister Eckhart gerçekten Hindis­
tan'da doğmuş olabilecek bir düşünürdü. Hakikaten dikkat çekici
olan bir kitabı tavsiye edeyim size: 1 927'de çıkan ve sanıyorum Ru­
dolf Otto'nun yazdığı bir kitap bu. Otto kutsal üzerine bir kitap yazdı;
ilginç olmayan basitleştirilmiş bir kitaptı bu. Ama başka şeylerin de
yanında her halükarda Fransızcaya çevrilmiş olan bir kitap yazdı: Ki­
tabın Almanca başlığı West-Östliche Mystik, Fransızca başlığı ise
Mystique d'Orient et d'Occident ("Doğu'da ve Batı'da Mistisizm").
Payot yayınevi bastı bunu. Bu kitap neden ilginç? Paralellikleri gös­
terdiği için. Herhangi bir etkinin olabilmesi bile mümkün değil. Ama
yaptığı alıntılarla muayyen bir paralellik olduğunu gösteriyor. Nasıl
olup da iki mistisizmin birbirinden bağımsız olarak evrim geçirip ay­
nı büyük metafizik meselelere temas ettiklerini gösteriyor. Bazen dil­
de bile benzerlikler oluyor. Bunu görmek çok etkileyici. Neden bil­
miyorum bu kitap unutuldu. Mistisizm meselesini son derece güzel
bir biçimde aydınlatan çok büyük bir kitap bu. Biliyor musunuz, as­
lında dini mistisizmden ayırmak lazım. Belki bütünüyle değil, ama
mistisizm ayrı bir şey. Batılılar mistikler aracılığıyla Doğululara ka­
vuşur. Burada da, mistik görüş tecrübesiz tasarlanamaz. Vecd yaşa­
mayan bir mistik yoktur. Demek ki katetmiş olmak gerekir. İlginç
olan şey, mistik tecrübenin birbirinden o kadar farklı olan iki uygar­
lık tarafından neredeyse aynı terimlerle dile getirilmiş olmasıdır.
Çünkü aslında, eğer vecdi düşünürseniz, ister Doğu'da olsun ister Ba­
tı'da, bunun önemi yok, dili zorlayan yükseklikler vardır. Nerede
olursanız olun, bazı deyişleri kullanmakla yükümlüsünüzdür. Dola­
yısıyla, yüksekliklerde bir aynılık vardır. Şöyle diyelim: Baş dönme­
sinin doruğunda. Böylelikle Hindu felsefesinin büyük uzmanların­
dan olan Rudolf Otto, bu iki büyük mistik düşünürün nasıl birleştik­
lerini gösterir -ve bu çok etkileyicidir. Çankara mistik olmaktan zi­
yade büyük düşünürdü, Meister Eckhart ise gerçekten büyük bir mis­
tikti ve büyük bir filozoftu. İkisi de neredeyse aynı dile varırlar.

Hindu felsefesinin ve Budizm'in somut tarafıyla ilgilendiğinizi söylü­


yorsunuz. Budizm kurtuluş yoluna sadece bilgi aracılığıyla giriş im­
kô.nı vermez. Aynı zamanda meditasyon uygulamaları ve alıştırmala­
rı da var...
60 EZELİ MAGLUP

Gerçeği söylemek gerekirse alıştırmalar beni hiçbir zaman ilgilen­


dirmedi. Ama Budizm beni uzun zaman boyunca ilgilendirdi: Bu­
dizm size iman sahibi olmadan bir dine girme imkanı verir. Budizm
sadece bilgiyi salık veren bir dindir. Size sadece bileşikler olduğu­
nuz, bu bileşiklerin çözüldüğü, gerçekliklerinin olmadığı öğretilir ve
gerçekdışılığınız kanıtlanır. Sonra da, "Şimdi sonuçlarına katlanın,"
denir. Budizm'in yorumuna girmek istemiyorum, ama madem ki
kendimden söz ediyorum, size Budizm'le ilişkilerimden bahsedece­
ğim. Çok uzun zaman boyunca kendimi bir Budist gibi görüyordum.
Bunu söylüyordum ve bununla böbürlenerek gurur duyuyordum.
Bunun bir sahtekarlık olduğunu fark ettiğim güne kadar. Şu an bile
Budizm'in bütün olumsuz tespitleriyle hemfikirim: Gerçek değiliz,
bütün bunlar yalan, her şey yanılsama... Ama Budizm'in salık verdi­
ği yol benim için ulaşılmaz bir yol. Arzudan vazgeçilmesi, benliğin
yokedilmesi, benliğin alt edilmesi. Eğer benliğinize bağlı kalırsanız,
Budizm bir imkansızlıktır. Dolayısıyla benliği alt etmek gerekir.
Ama benimkini alt edemediğimi saptadım. Kendimle saplantı dere­
cesinde meşgul olduğumu, hepimiz gibi... Bütün Budist olmayanlar
gibi ... Ve bir gün kendi kendime, "Bu sahtekarlık artık bitmeli, senin
Budizm'in bir yalan," dedim. Gerçekten de yıllar boyunca bu benze­
ri görülmemiş kendini beğenmişlikle yaşadım, hatta kendimi Bu­
da'yla mukayese ediyordum. Hayat tecrübemin Buda'nınkiyle çakış­
tığı da doğru. Buda'nın ölüm, yaşlılık ve ıstırap anlayışı, yaşamış ol­
duğum ve hala yaşadığım bir tecrübedir. Gündelik gerçekliğimdir
bu. Ama Buda'nın salık verdiği çözümler benimkiler değil, çünkü
ben arzudan yüz çeviremem. Ben hiçbir şey'den vazgeçemem. Bu­
nun üzerine de, kendi kendime, "Bu sahtekarlığın son bulması lazım.
Ben sadece ıstırap, yaşlılık ve ölüm söz konusu olduğunda bir Bu­
dist'im," dedim. Ama Buda, "Şimdi arzudan vazgeçmek, benliği alt
etmek gerek," dediğinde, yapamıyorum. Yapamıyorum, çünkü ede­
biyat içinde yaşadım ve yazdığım her şey aslında kendi etrafımda
dönüyor. İster kendi benliğim olsun, ister genel olarak benlik. Bu ise
Budizm'de tam tersidir. Sonra unutmayalım ki Budizm'in asıl büyük
fikri vazgeçiş'tir. Bense söylemeliyim ki, şöyle bir etrafıma baktı­
ğımda, vazgeçmeyi becerebilecek çok az kimse görüyorum. Kendim
de, gerçeği söylemek gerekirse, bunu yapamadığımı saptamışımdır.
Size bir olay anlatabilirim: Tanıdığım sosyetik bir hanım bana sürek­
li olarak Budist olduğunu söylüyordu. Çok zengindi. Ben otelde
TARİH MUKADDER BİR AKIŞTIR 61

oturduğum için (yirmi be ş yıl boyunca otelde oturdum), bir dairede


yaşamak isterdim, diye düşündüm. Ve bu kadının Paris'te yaklaşık
on tane evi vardı; dolayısıyla bu kadından bana bir dairesini verme­
sini istedim: "Madem ki sizin için benlik diye bir şey yok, bunun bir
önemi olmaz ... " (Gülüşmeler.) Sonunda bana, "Tamam, bakın, Quar­
tier Latin'de büyük bir evim var, size göstereceğim," dedi. Bana en
üst katı gezdirdi ve şöyle dedi: "İki odam var, biri koridorun başın­
da, diğeri öbür uçta." Bunu bana bir daire olarak öneriyordu. Ona,
"Ama otelde kırma tavanlı, bitişik iki odada yaşıyorum. Sizse bana
uzun bir koridorun iki ucundaki odaları öneriyorsunuz. Üstelik otel­
de ödediğimden daha fazla para istiyorsunuz!" dedim. Söylemem
gerekir ki bunu çok çok fena aldım ve ona saldırdım. Hindistan'a sar­
dıran bütün herkese karşı bir makale yazdım. Eliade'a saldırdığımı
söylediler. Katiyetle yanlıştı bu. Bu sosyetik kadına saldırmıştım.
Sonunda kendime, "Bu hanım ne ise sen de öylesin, çünkü aslında
zaferden söz ediyorsun, dünyadan üstün olduğunu söylüyorsun, bü­
yük metafizikçi havalanna giriyorsun, ve aslında hayatta sen de bü­
tün ötekilerin yaptığını yapıyorsun," dedim. Budist olabilecek mane­
vi kumaşta olmadığımızın farkına vardım. Çünkü Budizm ancak ya­
şanırsa anlamlıdır. Mesela ben son derece çabuk öfkelenen biriyim.
Öfkeye kapılıyorum, kendime hakim olamıyorum. Buda'nın gözün­
de en büyük günahlardan biridir öfke. Deniyorum, ama katiyetle öf­
keme hakim olamıyorum. Aynca, beni son derece etkileyen bir ör­
nek vereceğim size. Nasıl anlatmalı? Budizm'de kine benzeyen her
şey, öfkeye benzeyen her şey, aksiliğe benzeyen her şey, bütün bun­
lar, hatta hüzün bile, alt edilmesi gereken şeylerdir, sonra huzur ge­
lir. Ben bunu yapamıyorum.
Size beni son derece etkileyen bir örnek vermek isterim: Nasıl
anlatacağımı bilemiyorum. Kısa ve özlü anlatmaya çalışacağım. Al­
manların Paris'e girişinden birkaç gün önce, bana paranın hiçbir de­
ğerinin kalmayacağı söylendi. Bin frangını vardı. Bu bin frangı kay­
betmek aptallıktı. Sadece tek bir kostümüm vardı, bir tane daha ala­
bilirdim. Bir tane kostüm satın almak için büyük bulvarlardaki ma­
ğazalardan birine gittim. Her şeyin darmaduman olduğu bir anda bir
kostüm satın almanın yakışıksızlığının tamamen farkındaydım. Do­
ğal olarak hiç kimsenin bulunmadığı bir mağazaya giriyorum. Tez­
gahtar bana bir sürü kostüm gösteriyor. Birden, "Bir kostüm satın al­
mak aptallık!" diyorum kendime. Tezgahtar, "Hiçbiri hoşunuza git-
62 EZELİ MAÖLUP

metli mi?" diyor. Ben, "Hayır. . . " diyorum. Bana, "Aptal herif! " diyor.
Birden kendi kendime, "Adam haklı, bir aptal gibi davrandım, bir
kostüm almanın sırası değil, bütün bir ülke batmak üzere. Bu tip ba­
na ders vermekte haklı," diyorum. İşte. Demek ki kırk yıl önce oldu
bu. İki-üç yıl önce, gecenin ortasında sıçrayarak uyanıyorum. "Ah ! "
diyorum; bu tipi boğazlama isteğiyle "Ah! " diyorum. Bütünüyle
unutmuştum bunu, aklımdan tamamen çıkrriıştı, bütünüyle unutmuş
olduğum bir hikayeydi. Ve neredeyse kırk yıl sonra, bu tipi öldürme
fikriyle sıçrayarak uyanıyorum! Bana aptal muamelesi yaparak ettiği
hakaretin intikamını almak için. O zaman dedim ki kendime: "Eğer
kötü bir fikir içimde kırk yıl boyunca gizliden gizliye varolabildiyse,
içimde yer ettiyse, demek ki ilk günah denen şeyin damgasını yemi­
şim, düşmüş bir yaratığım ben, manevi bir kaderim yok, bütün büyük
mistikleri okudum, bunu söylemeliyim, ama aslında bende mistik
kumaşı yok, çünkü bir mistiğin kırk yıl boyunca birine kızgın kalabi­
leceğini hayal edemiyorum ... " Benim için olağanüstü bir tevazu der­
si oldu bu. Size verdiğim bu örnek biraz aptalca. Ama bu alanda ya­
lana boyun eğmemek yine de çok önemli. Oysa elbette ki manevi
şeylerde yalanın cazibesine çok kolay kapılırız. Kendimiz hakkında
da daima yanılsamalar besleriz. Budizm'de yanılsama cehalettir.
Dünyadaki bütün belalar da Buda'ya göre cehaletten gelir.
Romanya 'da Almanlar, Macarlar ve Rumenlerin birbirlerine komşu
olduğu, Transilvanya diye adlandırılan bölgede doğdunuz. Babanız
papazdı , değil mi? Gençliğinizden itibaren yazdıklarınızda büyük
bir rol oynayan da uykusuzluktu. Gençliğinizde size uykuyu kaybet­
tirecek derecede etkileyen ne oldu ?
Bu kadar şahsi şeylerden söz etmek çok güç. Ama madem ki uyku­
suzluktan bahsettiniz, ben gençliğinde uykusuzluk derdini yaşamış
olmanın o kadar da kötü olmadığına inanıyorum. Son derece acı ve­
rici bir tecrübedir bu; bir felakettir. Ama başkalarının anlayamayaca­
ğı şeyleri anlamanızı sağlar: Uykusuzluk sizi canlıların dışına çıka­
rır, insanlığın dışına. Dışlanmış olursunuz. Akşam saat sekizde ya­
tarsınız, saat dokuzda ya da onda, ve ertesi sabah saat sekizde uya­
nırsınız ve gününüze başlarsınız. Uykusuzluk nedir? Sabahın seki­
zinde akşam sekizdekiyle tamamen aynı noktada olursunuz! Hiçbir
ilerleme yoktur. Sadece orada olan o muazzam gece vardır. Hayat ise
sadece kesintilerle mümkündür. İnsanlar bu yolla hayata tahammül
TARİH MUKADDER BİR AKIŞTIR 63

ederler, uykunun verdiği kesintiler sebebiyle. Uykunun ortadan


kalkması bir tür uğursuz devamlılık yaratır. Tek bir düşmanınız var­
dır, o da gündüzdür, gün ışığıdır. Ayrıntılara girmek istemiyorum,
değmez. Son derece güç bir şeydir bu. Ama şu olur, uykusuz bekle­
diğiniz zaman yalnızsınızdır... kiminle? Hiç kimseyle. Hiçlik fikriy­
le baş başasınızdır; Sartre yüzünden aşınmış bir kelimedir bu ... Ama
bu bariz bir şey haline gelir, neredeyse fiziksel olarak hissedersiniz
onu. Sadece kavram olan şeyler de sizin için canlı gerçeklikler hali­
ne gelir. İlk olarak, zaman başka bir boyuta geçer. Zaman neredeyse
akmaz. Dakikadan dakikaya. Ve her dakika bir gerçekliktir. Akan
ama ilerlemeyen zaman. Neye doğru ilerlediği bilinmez. Saatler bo­
yunca zamanın ağır geçişine neredeyse kulak kesilen tipin psikolo­
jik sürecini tasvir etmek istemezdim. Aslında bence bütün psikolojik
hastalıklar, bütün iç sarsıntılar, özel bir zaman duygusundan gelirler.
Demin can sıkıntısı konusunda söz etmiştik bundan: Sıkılırken za­
man sizin için dışsal bir hale gelir. Ama uykusuzlukta zaman sizin
düşmanınızdır. Çünkü içine giremediğiniz bir zamandır bu. Zamanın
bu geçişinin ne anlamı vardır? Oradasınızdır, herkes horlamaktadır,
evren horlamaktadır, siz de tek başınıza nöbet tutmaktasınızdır. Öy­
leyse, bunun trajik veçhesinden söz etmek istemiyorum, ama intihar­
ların yüzde doksanının uykusuzluktan geldiğini biliyorsunuz. Size
istatistikler zikretmiyorum, ama bunun önemi yok. Bunu biliyorum.
Uykusuzluk bu. Bir uykusuz intihar eder, ama uykusuzluktan haberi
olmayan kişi intihar etmez. İşini bitirmek isteyen bir sahtekar ya da
bir hırsız ya da bir cani değilse. Ama genel olarak, hayır. Sebepsiz
intiharların neredeyse hepsi uykusuzluktandır. İnsan buna ancak, ki
benim durumum buydu, çalışmamak şartıyla tahammül edebilir.
Hatta, annemle babam uykusuzluklanmıfinanse etmemiş olsalar ke­
sinlikle kendimi öldürmüş olacağımı bile söyledim. Bütün bunları
ortaya dökmek belki biraz ayıp; ama herkesin yaşayabileceği şeyler
bunlar, onun için söylüyorum. Bireysel bir tecrübe değil bu, sadece
ben değil, aynı şeyleri yaşayan bir sürü insan tanıyorum. Hekimler­
le uykusuzluk üzerine konuştum, bu konuda hiçbir şey bilmiyorlar.
Bu trajediyi kendi başına yaşamayanlar hiçbir şey anlayamazlar. Ben
de şahsen, uykusuzluk hastalığının insanın hayatında yaşayabileceği
en büyük tecrübe olduğunu düşünüyorum. En korkuncudur, bütün
diğerleri onun yanında hiç kalır. B u konuda açık ve kesin konuşuyo­
rum. İyice boşboğazlığım tuttu bugün, çünkü hayatımda dinleyiciler
64 EZELİ MAGLUP

önünde ikinci konuşmam bu. Size bir sımmı açacağım.


Yirmi yaşımdayken, gecenin üçünde evden çıkan ve şehirde öy­
le dolanan bir oğlu olduğu için annem elbette ki ümitsiz bir durum­
daydı. Hiçbir şey yapmayan ve okuyan bir oğlu olduğu için. Ama
bunun hiçbir anlamı yoktu: Kısacası tam bir başarısızlık ömeğiydim.
Çok şey vaat etmiş ve hiçbir vaadini yerine getirmemiş bir tiptim.
Size bunu söylüyorum, çünkü ... neyse, göreceksiniz... Dolayısıyla,
yirmi yaşındaydım ve evde annemle benden başka kimse yoktu. Sa­
at öğleden sonra ikiydi -hep saati belirtiyorum, çünkü hayatın ola­
ğanüstü anlarında saat önemlidir, kendinde değil, ama benim için
önemli-, hatırlıyorum, kendimi kanapenin üzerine attım. Ve "Artık
dayanamıyorum ! " dedim. Ve bir Ortodoks papazının eşi olan annem,
bana şöyle dedi: "Böyle olacağını bilseydim, kürtaj yaptırırdım! "
Söylemem gerekir k i bu sözler, beni bunalıma sokmak yerine, bir
kurtuluş gibi oldu. Bana iyi gelmişti ... Çünkü hakikaten sadece bir
kaza olduğumu anladım. Hayatımı ciddiye almak gerekmiyordu.
Kurtarıcı bir sözdü bu. Yalnız, yine de kürtajın ailelerde kabullenil­
mediği bir dönemdi, gizli saklı bir şeydi. Şimdi bu şeyler normal.
Ama yine de, bunu bana bir papaz karısı olan annemin söylemesi ...
Annemin çok zeki bir kadın olduğunu da hemen hemen bu dönem­
de anladım ... bundan önce horgörüyordum onu. Onu takdir etmeye
başlamama iki şey neden oldu: B ir gün bana sadece Bach'ı sevdiği­
ni söyledi (ben de onu büyük bir müzisyen olarak görüyordum); bir
de kürtaj üzerine o sözü.
Uykusuzluk hastalığına dönersek, bu bir tür imge, belki de bilinç
uyanışının bir karikatürü...
Evet, uykusuzluk, evrende bütünüyle yalnız olduğumuz andır ger­
çekten. Bütünüyle. İman sahibi olsanız çok daha basit olurdu. Ama
iman sahibi olmayan ben bile, Tann'yı çok sık düşünüyordum. Ne­
den? Çünkü her şey darmaduman olur, her şey ortadan kalktığı za­
man biriyle diyalog kurmanız lazımdır, bütün gece kendi kendinize
konuşamazsınız. Ve Tanrı düşüncesi otomatik bir biçimde gelir. Kal­
dı ki, size bunu söylemem çok önemli, yirmi beş yaşında dini bir
buhran geçirdim. İman olmaksızın yaşanan bir dini buhran. Fakat bü­
tün bir sene boyunca aziz yaşamlarını okumaktan başka iş yapma­
dım. Her şeyi hatmettim, özellikle de azizeleri. (Kıkırdama.) B ir de­
li gibiydim, sadece bunları okuyordum. Ve Shakespeare'i. Bunlar bir
TARİH MUKADDER BİR AKIŞTIR 65

arada katiyetle gitmez, ama yine de... İlişkiler olabilir. Neden peki?
Çünkü bütünüyle yalnız yaşadığınız zaman, evren boşaltıldığı za­
man, bir tür sınıra temas edersiniz. Bu sınır da Tanrı diye adlandırı­
lan şeydir aslında, inanmayan biri için. Ve neden Meister Eckhart'ı
anlamış olduğumu da göreceksiniz. Meister Eclchart da Tann'dan bir
tür sınır gibi bahseder, ama aşılması gereken bir sınırdır bu. Tanrı'nın
ötesine, tanrılığın içine gitmek gerekmektedir. Zannediyorum ki hat­
ta, tanrılığın içinde Tann'nın Tann'dan çıktığı deyişini kullanır. Mis­
tisizmi, uç halleri de bu uykusuz geceler esnasında hakikaten anla­
dım, çünkü aslında mistisizmde büyüleyici olan şey, uç halleri kav­
ramasıdır; bunun sonrası sadece çılgınlıktır. Gecenin ortasındasınız­
dır, her şey çekip gitmiştir, ama aslında bir tanrı olmayan bu Tanrı
ortaya çıkıverir ve esrarengiz bir mevcudiyet izlenimine kapılırsınız.
O zaman da bazen vecd yaşanır ve Dostoyevski'yi bu kadar sevme­
min nedeni budur. İman olmaksızın yaşanan vecdleri tasvir etmiştir.
Kirilov'dur bu; sara hastasıdır; Dostoyevski'deki bütün saralılar
imansız vecdi yaşarlar. Ben oe, sara hastası olmadan, tam anlamıyla
dini vecdleri anlamanızı sağlayan bu vecdleri yaşadım. Bana inan­
mayacaksınız, ama Avilalı Azize Tereza'nın Hayatın Kitabı nı beş'

kere okudum. Avilalı'nınki, Lisieux'lününkü değil. Neredeyse bütün


mistik yaşamöykülerini okudum. Bu hallerde görülen şey, Tanrı'nın
nasıl aşılabildiğidir. Tanrı son sınırdır, son sınırdan uzağa da gidile­
bilir. Vecd budur. Meister Eckhart'ın Tanrı'nın ötesinde gelen tanrılık
diye adlandırdığıdır. Ve vecd haline geçtiğinizde ... Hayatımda bunu
beş veya altı kere yaşadım, ama daha sonra yaşamadım, yani gönül­
den bir mistik değildim, üstüne üstlük saralı da değildim. Ama bun­
lar sınır vakalardır. Bunların olağanüstü bir ihsas yaşattığını da söy­
lemeliyim. Ben, yıllar boyunca uykusuz beklediğimi, dolayısıyla bu­
nun olağanüstü bir ıstırap sermayesi olduğunu söylüyordum kendi­
me. Ama vecdleri yaşarken kendime, "Bir şey olmaz," da diyordum.
Çektiğim bütün ıstıraplar bu olağanüstü anlar tarafından rahat rahat
telafi ediliyordu. Bu anlar tasvir edilemez; bunun hiçbir anlamı ol­
mazdı. Ama orada, Tann'yı aştığınız izlenimine kapılırsınız. Ve bu­
nu, zihinsel olarak dumura uğradığınız izlenimi almadan yaşarsınız.
Deli ya da zihinsel özürlü biri olduğum izlenimine hiçbir zaman ka­
pılmadım, hiç. Mükemmel bir biçimde zihnim açıktı. Ama bu, uyku­
suzluğun ödülüdür. Çünkü her şey yitirilmiş değildir... Bu halde
olumlu şeyler de vardır. Öyleyse, vecd yaşamış olunca, bunun tecrü-
66 EZELİ MAÖLUP

besini ve tasvirini yapmış olan mistiklerle ilgilenmem kaçınılmazdı.


Bu yaşantıyı tasvir etmek için okunabilecek en olağanüstü sayfalar
arasında, bu tecrübeyi yaşamış ve bundan söz etmiş tek yazar Dos­
toyevski'dir. Bazen Dostoyevski ve Shakespeare'den söz edilirken
hangisinin en büyük olduğu sorulur, ama bunun hiçbir anlamı yok­
tur. Fakat Shakespeare'in ulaşmadığı sınırlara Dostoyevski'nin ulaş­
mış olduğu söylenebilir. Shakespeare çok daha şairdir, Dostoyevski
ise öyle değildir. Ama Dostoyevski aklın sınırlarına kadar gitmiştir,
en uç baş dönmesine kadar. Vecd içinde tanrısallığa bu sıçramayla
çöküntüye kadar gitmiştir. Benim için en büyük yazardır; en derini
ve her alanda, siyasette bile hemen hemen her şeyi anlamış olanıdır.
Hala sorularınız var mı?

Son bir sorum var. Her bilinç elbette ki ıstırabın bilincidir, değil mi?
Ebauches du vertige ("Baş Dönmesi Taslakları ") adlı metninizde şöy­
le yazıyorsunuz: "Eğer uzuvların, bütün uzuvların bilincinde olabil­
seydik, kendi vücudumuz hakkında mutlak bir tecrübemiz ve görüşü­
müz olurdu. Vücudumuz bilinçte o kadar mevcut olurdu ki, yerine ge­
tirmekle yükümlü olduğu zorunlulukları artık icra edemezdi. Kendisi
de bilinç haline gelirdi ve böylelikle vücut rolünü oynamaz olurdu. "

Zannediyorum k i herkes bu tecrübeyi yaşamıştır. Şansımızın tam da


yine o Bewusstsein a/s Verhiingnis (Bilinçli Olma Bedbahtlığı) hika­
yesi, uğursuz bir şey olarak, tehlike olarak bilinç olduğu barizdir.
Bir hareketin bilincinde olunduğu zaman (Kukla Tiyatrosu Üzerine'
deki Kleist'tır bu) onun artık yapılamadığını biliriz. Ya da kötü ya­
pılır. Kendimizi tahlil ettiğimizde, vücudumuzu düşündüğümüzde,
gözlerimizi düşündüğümüzde, birden kendi kendimize sorarız: Bü­
tün bunlar da ne ... ? Bunun artık işleyemeyeceği izlenimine kapılınır.
Bunun hiçbir anlamı olmadığı izlenimine... Uzuvlar istifa edecek­
miş, çekileceklermiş gibi. Eylemsizlikle uzuvların bir nevi bütünsel
bilincine ulaşılabilir, ama tavsiye edilen, ya da edilebilir bir tecrübe
değildir bu. Son derece tehlikelidir ve insanı ancak çöküntüye götü­
rür. Fiziksel mekanizmaları hakkında sürekli sorular soran insanla­
rın depresyona bu yüzden düşüyor olmaları çok mümkündür; uzuv­
larının bilincinde olmaktır bu. Bunu katiyetle yapmamak gerekir.
Ayrıntılar verebilirdim, bunu yapmamanın daha iyi olduğuna inanı­
yorum.
TARİH MUKADDER BİR AKIŞTIR 67

Ama o zaman, bilinçle atbaşı giden ıstırabı durdurmak için belki de


bütün bu bilinci ortadan kaldırmak gerekirdi; aynı zamanda bize
zevk veren, bize iyi gelen şeyleri de idrak ettiren o bilinci. . . Ama bu da
kurunun yanında yaşı da yakmak olmaz mı? Şeylerin bilincine o ka­
dar acıyla varıyorsak, o zaman ancak unutmayla yanılsama arasın­
da tercih hakkımız kalıyor. Bu ıstıraptan kurtulmak için düpedüz o bi­
linci ortadan kaldırmak dışında bir çözüm kalmıyor mu önümüzde?

Bunu ortadan kaldıramayız. Mesela eğer yıkıma hasredilmişseniz,


eğer imha içgüdüsü içinizde varlığını sürdürüyorsa, bunun elinden
kurtulamazsınız, berbat olur, değil mi? Pekala çökebiliriz, çöküntü
de bir çözümdür. Ama kendi vücudumuzu elimizde tutamayız. Çok
yakın bir zamanda başıma gelen bir şeyi düşündürdü bu bana. İki
hafta önce bir mektup aldım. Fotoğrafçı bir arkadaşım vardı. Filozof
değildi, çok az okumuştu, ama hiçbir yanılsaması kalmamış biriydi.
Onu savaşın sonunda tanıdım. Onunla konuştuğum zaman, bazen
safdil olduğum izlenimine kapılıyordum. Ve bu adam, altmış yaşın­
da, genç bir kızla evlendi. Bir çocuğu oldu. Ona, "Ama nasıl olur, siz
ki hiçbir konuda yanılsamanız yoktur, böyle bir şeyi nasıl yapabilir­
siniz?" dedim. O da, "İşte böyle, bu kadına vuruldum... " dedi. Bence
hayatta hakikaten güzel olan şey, artık hiçbir yanılsaması kalmamış­
ken bir yaşam hareketi yapmak, böyle bir şeyle suç ortağı olmak, bil­
diğinizle tamamen çelişki halinde olmaktır. Eğer hayatın esrarengiz
bir tarafı varsa, tam da budur; bildiğinizi bilerek, bilginiz tarafından
yadsınan bir şeyi yapabilmenizdir. Bu fotoğrafçının gerçekten son
derece iyi biri olduğunu söylemeliyim size; o dönemde onu sık sık
görüyordum, ama bir ara görüşmemeye başladık, son görüşmemiz
yedi yıl önceydi, bir Alman Yahudisi olduğu için Almanya'ya dön­
müştü. Öldüğü gün oğlunun bana yazdığı mektubu aldığımda son de­
rece etkilendim: "Babam ölmeden önce sizi düşündü ve size bir mek­
tup yazmamı istedi -bunu böbürlenmek için söylüyorum-, şu son se­
nelerde kitaplarınız ona eşlik ettiler." Böyle bir mektup aldığınız za­
man, yine de kendinize iyi ki yazmışım diyorsunuz, bir haklılık veri­
yor da diyebiliriz. Çünkü her şeyi aşmış olan, artık hiçbir şeye kati­
yetle inanmayan, bir kadına vurulabilen ve evlilik denen o temkinsiz
işi yapabilen ve bir çocuğu olabilen bu adamın bildikleriyle yaptıkla­
rı arasındaki bu çelişki, hayata esrarengiz bir boyut verir ve bir an­

lamda onun kefaretini öder. Esrar vs. üzerine büyük metafizik teori-
68 EZELİ MAGLUP

lere filan kalkışmaya değdiğini düşünmüyorum; esrar budur, bütün


bildiklerinizle çelişki halinde olan bir şeyin yapılabilmesidir. Dolayı­
sıyla, bir nevi maceradır, çılgınlıktır.
Çok etkileyici bulduğum bir başka alıntıyla bitirmek isterdim. Ecar­
telement'ın bir yerinde şöyle diyorsunuz: "İnsanın kendinden mem­
nun olması, ancak, bir Japon deyişine göre şeylerdeki 'A h!'ı fark et­
miş olduğu o anları hatırladığı zaman mümkündür. " Şeylerdeki bu
"Ah!" nedir?
Bu, hissedilebilir, ama sözlerle ifade edilemez, her halükarda, ilani­
haye "Ah ! " demek dışında. (Gülüşmeler.) Bu gibi şeylerin akılcı
açıklaması yoktur. (Kahkaha.) Ben, maalesef, cevabım yok, cevap
olamaz: Hakikaten hissedilmesi gereken bir şey soyut bir biçimde
formülleştirilemez.
Salondan soru: İntihar hakkında ne düşünüyorsunuz?
İntiharda güzel olan, bunun bir karar olmasıdır. Kendini yok edebil­
mek aslında çok göğüs kabartıcıdır. İntihar kendinde olağanüstü bir
fiildir. Rilke'nin bahsettiği içimizdeki ölüm gibi, içimizde intihar da
vardır. İntihar düşüncesi, yaşamaya yardım eden bir düşüncedir. Be­
nim teorim budur. Kendimden alıntı yaptığım için özür dilerim, ama
bunu yapmam gerektiğini sanıyorum. İntihar fikri olmasa kendimi
uzun zaman önce öldürmüş olacağımı söylemiştim. Ne demek isti­
yordum? Hayatın sadece istendiği zaman bırakılabilmesi fikriyle ta­
hammül edilebilir bir şey olduğunu. Biz ne kadar istersek o kadardır.
Bu düşünce, ölgünleştirici ve bunaltıcı olmak yerine, coşku vericidir.
Aslında bu evrene atılmışızdır, nedenini gerçekten bilmeyiz. Burada
olmamız için hiçbir neden yoktur. Ama hayatı alt edebileceğimiz fik­
ri; hayatımızı elimizde tuttuğumuz, istediğimiz zaman gösteriden ay­
rılabilecek olmamız, coşturucu bir fikirdir. Daima Hıristiyanlık
aleyhtarı bir tutumda olmamın nedenlerinden biri, Hıristiyanlığın in­
tihara karşı kampanya yürütmüş olmasıdır, oysa intihar insanın yar­
dımcısıdır. İnsanın elindeki büyük fikirlerden biridir. Oysa iki bin yıl
boyunca insanların kendilerini öldürmeleri engellenmiştir. (Gülüş­
meler.) Yok, düşüncemi çok zorladım - kendilerini öldürmeleri değil
kastım; kendini öldürme fikrine sahip olmaları. Biliyor musunuz
monarşi döneminde, kendinizi öldürdüğünüz zaman, servetiniz Sa­
ray'daki hanımlara veril iyordu. Bunu Saint-Simon'da görürüz, Dan-
TARİH MUKADDER BİR AKIŞTIR 69

geau'da: Kral, intihar etmiş olan filancanın servetini falanca kontese


verir. İntiharsız hayat bence gerçekten tahammül edilmez bir şey
olurdu. Kendimizi öldürmeye ihtiyacımız yoktur. Kendimizi öldüre­
bileceğimizi bilmeye ihtiyacımız vardır. Bu fikir coşku vericidir. Her
şeye tahammül etmenize imkan verir. İnsana verilmiş en büyük
avantajlardan biridir. Karmaşık değil. İntihardan yana değilim, bu
fikrin yararlılığından yanayım sadece. Hatta okullarda, öğrencilere,
"Bakın, ümitsiz olmayın, istediğiniz zaman kendinizi öldürebilirsi­
niz," diye söylenmeli. (Gülüşmeler.) Ama doğru bu. İnsanlar bu yüz­
den kendilerini daha fazla öldürmeyecek, daha fazla intihar olmaya­
cak. Bu düşünceye bir tür itibar iadesinden yanayım. İnsanın buna
ihtiyacı olduğundan eminim: Buraya gerçekten niçin atılmış olduğu­
muzu düşündüğümüz zaman, bilmeyiz. Yaptıklarımızın genel olarak
hiçbir ilginçliği yoktur. Niçin? Geleceğin insanlar için neler hazırla­
dığı bilinince ... Kendimizin efendisi olduğumuz fikri ... kendimizi öl­
dürelim o zaman ... Her şey hallolsun. Bakın, bana ara sıra telefon
eden bir arkadaşım var: İntihar etmek istiyor. Hem de çok uzun za­
mandan beri. B ir psikiyatri kliniğindeydi, cezai ehliyeti yoktu ve
benden bunun için izin istedi. "Size izin veremem, çünkü hapse gir­
mek istemiyorum, yapamam bunu. İntihardan yana olduğumu bili­
yorsunuz, ama sizi buna itemem," dedim. Ödlek bir biçimde, "Psiki­
yatra sorun," dedim, "Eğer o razıysa, intihar edersiniz," dedim. Son­
ra -taşradaydı, Paris'e geldi- adeta başıma kaldı. Çünkü yılda beş,
altı, yedi kere telefon eder bana: "Kendimi öldürmek istiyorum," di­
yerek. Ona, "Bakın, size bulunabileceğim tek tavsiye şudur: Yirmi
dört saat daha bekleyin. Eğer yarın hiila kendinizi öldürmek istiyor
olursanız, o zaman bakarsınız. Belki de istemezsiniz. Fakat kendini­
zi hemen öldürmeyin," dedim. O da biraz hava kaçırdığı için -bu ko­
nuyu keseceğim, çünkü bu örnek çok acayip- bana yine telefon açtı
ve "Bu sefer iş ciddi. İntihar edeceğim," dedi. "Peki geçen sefer ni­
ye etmediniz?" diye sordum ona. -"Çünkü ayaklarımın kirli olduğu­
nu gördüm, onları yıkayacak mecalim yoktu." -"Bunun ne önemi
var?" -"Yok, hayır, üstüm başım katiyetle düzgün olmalı." (Gülüş­
meler.) Biliyor musunuz, bu gibi konular hakkında yazınca insanın
başı habire derde giriyor. Biri bana telefon ediyor ve "Bakın, sizi he­
men görmem lazım, zira intihar edeceğimi hissediyorum," diyor.
Ona, "Bakın, bu mümkün değil, evde bir misafirim var, şu anda ya­
pamam," diyorum. O da bana, "Hayır! İntihar edeceğimi hissediyo-
70 EZELİ MAÖLUP

rum," diyor. Ben ona, "Bu kadar mı aceleniz var? Biraz bekleyebi­
lirsiniz," diyorum. "Bakın -Montpamasse'da oturuyordu- size saat
on bir buçukta Dôme'da randevu veriyorum," diyorum. Ama bütün
akşam bunun rahatsızlığını yaşadım ve kendi kendime, "Tannın,
keşke adamı hemen görmeyi kabul etseydim," diyordum. Sonra dı­
şarıda bekleyen kansını gördüm. Ve o an korkunç bir andı ... Kendi
kendime, "Tamam işte, kendini öldürdü," dedim. Hakikaten kendimi
berbat hissediyordum. "Kocanız nerede?" diye sordum kadına.
-"Ben de onu diyecektim. Uykuya daldı. Onu uyandırmak isteme­
dim," dedi. (Gülüşmeler.)
Komik bir taraf var. Ama yine bu çocuk, üç hafta önce tekrar in­
tihar etmeyi denedi. İntihar etme nedenleri vardı, orası kesin... Ban­
yoda hapları içeceği sırada kansına yakalandı ve kadın ilkyardımı
aradı. İlkyardım beş polis memuruyla birlikte geldiği zaman, "Ama
ben... metafizik nedenlerle kendimi öldürmek istiyordum," dedi. Po­
lisler de, "Yok, hayır, biz buraya başka nedenlerle geldik," dediler.
(Gülüşmeler.)
Peki. Teşekkürler, çok konuştunuz. Teşekkürler. Hiç durmadan ko­
nuştunuz, yorulmuş olmalısınız. Sanırım burada kesmemiz lazım. Te­
şekkürler.
(Alkışlar.)
Manevi ilerleme için
başarısızlık elzemdir

Luis Jorge Jalfen'in Occidente y la crisis de los signos adlı kitabında yayım­
lanmıştır, Editorial Galema, Buenos Aires, 1 982. İ spanyolcadan çeviren
Gabriel Iaculli.

LUIS JORGE JALFEN: Sayın Cioran, ben Arjantin'den geliyorum.


Benim ülkem mesafe olarak Avrupa'ya çok uzak, ama Avrupa gele­
neğine çok yakın; bu da karşımıza dönem dönem kültürel kimlik so­
runları çıkarıyor. Bununla birlikte, Kuzey Amerikalılarla Güney
Amerikalılar arasında çok büyük bir farklılık var. Sizinle bu söyleşi­
ye başlarken, Amerika'nın geleceğini nasıl gördüğünüzü sormak is­
tiyorum.

CIORAN: Eğer Kuzey Amerika'dan bahsedersek, benim gözümde,


geleceği olmayan bir uygarlıktır bu. Hem sadece teknik açıdan söz
etmiyorum.

Evet, sanırım ki varoluşun anlamını düşünüyoruz.

Kuzey Amerika'da kendini tarihe dayatma iradesi yok. Kendisi için


tamamen dışsal olan değerleri savundu. Bununla birlikte, işin ilginç
tarafı, neye kalkışsa başarısızlığa uğruyor.

Ama hemen belirteyim ki, Latin Amerika 'da sorunumuz, yönetici sı­
nıfların, biz sanki Güney Amerikalı değil de Avrupalı imişiz gibi iler­
lemeye inanmaları. Çizgisel bir güzergah üzerinde yol alan tek bir ta­
rih olduğu ve böylece ileri atılmanın yeterli olduğu düşünülüyor.
"İlerleme"nin ve tüketimin en ucuna varanlar, ABD, Almanya, Fransa
ve Kuzey ülkeleri. Bunların dışındaki ülkeler ötekileri yakalama yo-
72 EZELİ MAÖLUP

!unda arkadan koşuyorlar. Ama büyüklükler de tam olarak, Zenon 'un


paradoksundaki gibi,* "gelişmiş" ülkelere tekabül ettiğinden, onlara
hiçbir zaman erişemeyeceğiz. Tek bir ölçü tarafından belirlenen tari­
hi hareketin bu yutturmacasını yeniden ele alma lüzumu var.

Bütün bu ülkelerin, Fransa, Almanya ve İngiltere gibi büyük uygar­


lıkların çekindikleri şey, üzerlerine sorumluluk almaktır. Bütün iste­
dikleri, tarihin onların uzağında yapılmasıdır. Halklar aynı yorgun­
luk düzeyinde değil. Hepsi aynı şekilde tükenmiş olsaydı, evrensel
uyum yerleşirdi. Maalesef, yorgun olmayan halklar var. Fransa'nın
ardında bin yıllık tarih var. Bin yıl içinde en çok savaş vermiş halk.
Ama bunun hesaba katıldığı izlenimini almıyoruz. Almanya'nın du­
rumu biraz farklı; onun ulusal bir mevcudiyeti olmadı; büyük ulus
olarak, büyük güç olarak nispeten yeni bir kaderi var. Bunun için iki
dünya savaşına yol açabilmiştir. Atılımının önünü almak için bütün
dünyanın katılımı gerekmiştir. Ama şimdi, Fransa ve İngiltere'yle ay­
nı aşamadadır. Hatta şimdilik fetih arzusundan da kurtulduğunu zan­
nediyorum. Her halükarda, dünya tarihi şuna indirgenebilir: Halklar
aynı tükenmişlik derecesine ulaşamazlar.

Bu bahsettiğiniz sorunun, sonluluk bilincinin olmamasıyla ilişkiye


sokulması gerektiğini düşünüyorum. Birkaç gün önce, Leonardo Sci­
ascia 'nın -kısa süre önce bir ödül alan İtalyan yazarı- açıklamala­
rını okudum. Batı 'da doğal bir ölüm duygusu olmadığını, hakiki bir
sınır bilinci olmadığını söylüyordu. Yaşama, varoluşun niteliğine
epey vasat bir değer atfediyor Batı.

Burada söz konusu olan şey, ölümden kaçıştır, ölümün reddidir. Ne


kadar uygarlaşılırsa (kelimenin kötü anlamında) ölüm o kadar redde­
dilir. Kır insanı için, yeryüzünün eski sakinleri için, yaşam ve ölüm
aynı düzeyde konumlanıyordu. Kentli ise aksine ölümü kenara ko­
yar, onu es geçer.

Daha da fazlası: Şimdi ölümü tıp yönetiyor - bu da onun bürokra­


tikleştirilmesi.

* Elealı Zenon varlığın birliğini ortaya koymak için, ünlü paradokslarıyla


(kaplumbağaya hiçbir zaman yetişemeyen Akhilleus, uçan ve hareketsiz olan ok
gibi) hareketin, dolayısıyla çokluğun olanaksızlığını tanıtlamaya çalıştı. (ç.n.)
MANEVİ İLERLEME İÇİN BAŞARISIZLIK ELZEMDİR 73

Tam olarak bu; ölümün mevcudiyetini es geçmek, onu perdelemek


ve maskelemek. Bunun için Batılı insan, uygarlaşmış insan kendini
kötü hissedince, doktora ve eczacıya koşturuyor. Benim gözümde,
ıstırabın terörüdür söz konusu olan.
Ama az önce söylediklerimize dönersek, insani trajedinin açıkla­
ması tarihi evrimde ya da düpedüz evrimde değildir. Baştaki trajedi­
dir bu; mesele buradadır, bizzat trajik olan, insan olma olgusudur.
Kafamı çok meşgul eden bir dizi mesele var: Oldukları halleriyle
şeyler söz konusu; yani demek istiyorum ki, insanlık durumundan ve
bunun metafizik özelliğinden söz ediyoruz; cennetten kovulmanın ve
bütün bu ilk olayların varoluşun kaderine damga vurmasından söz
ediyoruz. Ama bu metafizik belirlenimler, bizzat şeylerin, bütün şey­
lerin anlamına hangi noktaya kadar dahil değil? Hata fazla hüma­
nist ve romantik olduğumuza inanıyorum.
Çünkü insan ve onun tahakküm arzusu bulaşmış bize.
Olan'dan bahsetmesi gerekenfilozoflarıri, bilinç, algılama, değerler,
bilgi üzerine yazmaya koyulduklarını düşününce . . . Ama bir gülün,
güneşin, mekanın ve zamanın, ya da yaşamın ne olduğunu bilmek
için, kültürümüz bitkibilimcilere, gökbilimcilere, fizikçilere ve biyo­
loglara güvenmeyi tercih ediyor.
Göründüğü kadarıyla insanın ortaya çıkışı bir megalomani patlama­
sına bağlı. Felaketlerin kökeninde hırs var. İnsanları mutsuz, kendi­
lerini aşmaya arzulu kılan da bu. Bütün kötülük bu aşma istencinden,
bu zihinsel sakatlıktan, bu tam yetkiden geliyor.
İnsan tuhaf bir tezahür; onu sınırlarının ötesine, insaninin ötesi­
ne gitmeye iten kökensel bir görevin ürünü. Ona damgasını vuran bu
olmuş ve -olağanüstü şey- bundan ötürü sonu umutsuz. İnsan kendi
sınırlarını zorlamış. İnsan hiçbir şeydir ya da, her halükarda, az bir
şeydir. Ama her şey olmayı isteyerek, tevazu noksanlığından kendi­
ni mahvetmiştir; şimdi de artık duramamaktadır. Bunun içindir ki
yapacak hiçbir şey yok. Aynı zamanda insanın dahiyane veçhesi de
burada yatıyor. Devam etmesi gerek; insani varoluşun mantığı bura­
da. Eninde sonunda normal bu. Eğer geleceğe işaret etmek için bir
sözcük varsa, o da "gömülme"dir. İnsan gömülmeye hasredilmiştir;
çünkü her müstesna kader bir düşüş gerektirir. İnsanın sonunda -me­
tafizik olarak, tarihi olarak- bir hayalet, bir gölge olacağına gitgide
74 EZELİ MAGLUP

daha çok kanaat getiriyorum. Bir tür emekli ya da avanak haline ge­
lecek. "Kurtarılamaz"; çünkü girmiş olduğu yol zorunlu bir biçimde
uğursuzdur. Ütopyalara karşı çıkmamın nedeni, insanın kendisini
ancak mahva sürükleyebilecek bir yola girmiş olmasıdır. Başka tür­
lü davranamaz, geri adım atamaz, trajedisi de buradadır. İnsanda her
şey vardır, bilgelik hariç. Mesela bilgeliğe imrenen çok sayıda kişi
tanıyorum, ama bilgelik yeteneği olmayan canavarlar bunlar, ben de
diğerlerinden daha yeteneksizim. Hiçbirimiz bilge değiliz.
Sayın Cioran, hem kendime hem size soruyorum: Bu yol şaşması za­
manında düşünürün rolü nedir?
Sadece tanıklık etmektir. Şeylerin gidişatı üzerinde hiçbir etkisi ola­
maz. Düşünür bir tanıklıkta bulunur. B ir kaza yerine tespit için giden
jandarma gibidir. Montaigne'in durumu da böyle olmuştur; ama me­
sajının düşünürler arasında etkisi yoktur. İlginç bir kaderi olan kişi­
ler vardır, ama filozoflar arasında bilge yoktur. İnsan, temelli bir bi­
çimde bilgelik yeteneğinden mahrum hale gelmiştir.
Bakın, ben filozof değilim. Gençliğimde felsefe öğrenimi gör­
düm, ama her tür eğitime atılma fikrini çabucak bıraktım. Ben sade­
ce bir Privat Denker'im -bir özel düşünür-, yaşadığımdan, şahsi tec­
rübelerimden söz etmeye çalışıyorum ve bir eser yaratmaktan vaz­
geçtim. Neden eser? Neden metafizik? Carnap derin bir şey söyle­
mişti, "Metafizikçiler müzikal yeteneği olmayan müzisyenlerdir,"
diye.
Size "kutsal çadır nerede? " diye sorsam bana ne cevap verirsiniz? Ya­
ni: On Emir nerede ? Bunları kim bekliyor? Tanrısallık hakkında ka­
nıta benzer bir şeyler nerede bulunabilir? Elbette tanrısallığın zatı
olarak değil, ama mevcudiyetin kökensel olgusu, hakikatin tezahürü
olarak... İçimizde böyle vakanüvisler var mı? Böyle tanıklar var mı?
Evet var. Bunları herhangi bir çevrede bulabilirsiniz ve entelektüel
düzey diye adlandırılan şeyle hiçbir alakalan yoktur. Çeşit çeşit in­
sanlarla, anlamış insanlarla teşrik-i mesaim oldu. Benim için insan­
lık iki kategoriye ayrılır: anlamamış olanlar (aslında neredeyse bü­
tün insanlık) ve anlamış olanlar, ki bunlar bir avuçtur. Ama "anlamış
olmak" da nedir ki? Paris'te kafe teraslarında flüt çalan bir dilenci ta­
nıdım. Sürekli düşünürdü. Bir gün, tamamen ümitsiz bir halde evi­
me geldi. O güne kadar öldüğünü zannediyordum, çünkü yıllardır
MANEVİ İLERLEME İÇİN BAŞARISIZLIK ELZEMDİR 75

görmemiştim ve sabit bir meskeni yoktu, nerede oturduğu bilinmi­


yordu. B azen köprüaltlarında yatıyordu, bazen de büyük otellerde;
çünkü çok para kazanıyordu, ama hepsini harcıyordu. Bu görüşme­
mizde ona şöyle dedim: "Bak. Sen Paris'teki en büyük filozofsun, en
büyük çağdaş filozofsun." Bana, "Sen benimle dalga mı geçiyorsun?
Benimle alay ediyorsun," dedi. İtiraz ettim: "Hayır, hiç alay etmiyo­
rum. Sana böyle diyorum, çünkü sen yaşıyorsun, sürekli düşünüyor­
sun; meseleleri tecrübe ediyorsun ve senin meselelerin hayatınla iç
içe."· Onun varoluşu, söylevlerini sokaklarda ve pazar yerlerinde ve­
ren Yunan filozoflarını hatırlatıyordu bana. Sözleri bizzat yaşamla
birbirine karışıyordu.
Ama az önce söz ettiklerimize dönersek, anlamış olanların ge­
nellikle hayatta başarısızlığa uğramış kişiler olduğunu kabul etmek
gerek. Başka bir v aka hatırlıyorum, Doğu Avrupa ülkelerinin birin­
de çok zengin olmuş birini. Her şeyini kaybedince, bir tavanarasın­
da yaşamaya başlamıştı. Bir keresinde bana olağanüstü bir şey söy­
ledi: "Komünist rejim elimdeki her şeyi aldı, ama ona minnettarım,
çünkü her şeyi kayberken Tann'yı buldum." Manevi ilerleme için ba­
şarısızlığın neden elzem olduğunu görüyorsunuz. Başarısızlık çok
önemli ve verimli bir felsefi tecrübedir.
Gençliğimde benim üzerimde muazzam etkisi olmuş olan biri
vardı. Evlenmesi gerekiyordu ve tam düğün günü, son anda, ortadan
kayboldu; herkesi ve müstakbel kansını bıraktı gitti. Ondan sonra,
bir marjinal yaşantısı sürdürdü. İyi ki hayatta hiçbir hedef peşinde
olmayan bir adam; onu her gördüğümde bilgece konuşur. Muzaffer
insan ise aksine sadece kendi şahsi hedefini görendir.
Sayın Cioran, cana yakınlık göstererek yapmayı kabul ettiğiniz bu
söyleşilerde, Batılı insanın durumunu değerlendirmekten kaçınamı­
yoruz. Sanıyorum ki Arjantin'de bu bizi özellikle meşgul ediyor. Bu­
nu ne çağdaş ıstırabın, ne tüketim toplum.unun, ne de "sosyalistlik"
iddiasındaki toplumun yatıştırabildiği izlenimine kapılıyoruz. Bu kö­
kensel ıstırap sanki daima yeni biçimlerde tezahür edecek gibi.
İçimizde korkunç bir acı çekme korkusu olmasından bu. Ama en ni­
hayetinde, acının kökünü kazımayı istemenin bir anlamı var mı? İl­
kel varlıklar bile acı çekmiş olduğuna göre, acı bir değişmez değer­
dir. Eskiden ilaç yoktu, ama bugün ıstıraptan kaçınmak için bir sürü
yol icat edildi. Mesela Hıristiyanlığı göz önünde bulundurursak, ıs-
76 EZELİ MAÖLUP

tırap ve acı fikrini kaldırdığınız takdirde hiçbir kıvamı kalmazdı.


Günümüzde bu metafizik boyutun es geçilmesi, uygarlaşmış insanın
özelliğidir. Kendi payıma, ben mümin değilim, ama din beni ilgilen­
diriyor. Paradoksal olan da, çok sayıda müminin dinle ve dinin ge­
rektirdikleriyle hiç ilgilenmemeleridir. Çünkü eğer kötülüğü ve ilk
günahı -ki ıstıraba bağlıdırlar- ortadan kaldırırsanız, Hıristiyanlığın
hiçbir anlamı kalmayacaktır. Bir sürü başka şeyle birlikte, Batılı in­
sanın tarihini açıklamak da imkansız olacaktır.
Acının ve ölümün böyle es geçilmesiyle ilgili olarakfelsefenin söyle­
yecek bir şeyi olduğuna inanıyor musunuz?
İnanmıyorum. Felsefenin temelinde parçalanmış olduğu söylenebi­
lir; başlı başına bir etkinlik haline gelmiştir. Nedir bunun anlamı?
Daha bir meseleyi ele almadan önce, söz alır ve böylelikle gerçeklik
üzerine bir şey söylediğini sanır. Sözü "icat eden" kişi bazen gerçek­
liğin "perdesini kaldırır", ama bence bu iyi yol değildir; bu son de­
rece tehlikeli olabilir. Bundan dolayı, felsefede durmadan yeni söz­
cükler, teknik terimler icat edilmesinin elzem olmadığına inanıyo­
rum. Nietzsche sözcükler yaratmadı; bu da eserini ufaltmadı. Tam
aksine: Üniversitedeki felsefe için en büyük tehlike bu teknikleştir­
medir; onu şeylerden uzaklaştıran da budur.
Göründüğü kadarıyla teknik zorlamalar düşünce alanını ve herkesin
"beşeri bilimler" diye adlandırdığı alanı da ele geçirdi.
Ama dikkat edin herkes dünyanın uzmanlaşma ve teknik yoluyla yı­
kıma uğrayacağını biliyor. Ye şimdi bunu müktesep bir olgu gibi ka­
bullenmek lazım. Eskiden anne-babalar çocuklarının geleceğinin da­
ha mutlu olacağına inanıyorlardı; "onlar için koşullar daha elverişli
olacak," diyorlardı. Şimdi, dünün bu çocuklarına acıyorum, çünkü
muhtemelen yaşamlarının değiştiğini hissediyorlar; şimdi, ilerleme
var, herkes bundan söz ediyor, ama ilerleme kendi içinde itibarını yi­
tirdi. Eski zamanlarda, dünyanın sonu -başa gelecek bir şey- korku­
su vardı; ama artık kıyamet, her birimizin gündelik meşgaleleri için­
de fiili olarak mevcut.
Bu ilginç, zira herkesin vicdanında o korkunç kanaate sahip olduğu­
nu telkin ediyorsunuz ...
Evet...
MANEVİ İLERLEME İÇİN BAŞARISIZLIK ELZEMDİR 77

Bağışlayın ama bu bize dikkatimizi yöneltebileceğimiz ve üzerine


karşılıklı diyalog kurabileceğimiz önemli bir meselenin yüreğine do­
kunma imkanı veriyor.

Ama diyalog zaten burada olan bir felaketi engelleyemiyor. Mesele­


nin anlaşılması ya da diyalog sonuna kadar götürülebilir, ama -daha
önce de dediğim gibi- benim gözümde felaketi engellemiyor bu.

"Felaket" diye neyi adlandırıyorsunuz? Söz konusu olan atom bom­


bası değil.

Yok, her ne kadar o da bunun parçası olsa bile. Nükleer bir patlama
tehlikesi kuşkusuz benim "felaket" diye adlandırdığım şeye dahil,
ama ilginç değil, çünkü bariz.

Günümüz insanının doğal sandığı zorlamaların baskısı altında yaşa­


masından bu. Sanayileşmenin bedeli ruhumuz oldu -Faust gibi- ve
kazanılan zamanı ne yapacağımızı bilmiyoruz. Bununla birlikte her
şey, tuhaf bir mekanizma uyarınca, her yerde geçer akçe olan önyar­
gıları büyütüyor. Daha da beteri: Eleştirmenler bile Büyük Moloh•
tarafından yutuluyor. Bu kültürün her şeyi hazmedebileceğini iyi bi­
liyorsunuz. Mesela Nietzsche, ki doğmakta olan sınai tüketim toplu­
munun "başarı "sının en seçkin eleştirmenlerinden biri olmuştur, o bi­
le üniversite programlarının bir parçası haline getirilerek tüketiliyor.

Ama bu tehlike herkesi bekliyor; başarının tehlikesi bu. Size Pas­


cal'in bir sözünü hatırlatmak isterim: "Sağlığın mahzurlarını bilmi­
yorsunuz, hastalığın da avantajlarını."
Genel olarak varoluştaki facia, bir tarafta kazanılan her şeyin di­
ğer tarafta yitirilmesidir. İnsanlık kıpırdamadan kalsaydı pek iyi
olurdu. Eğer şeylerin temeline inersek fark ederiz ki, insan, olduğu
halde kalmış olsa, bu kendi çıkarına olurdu. Bu yenilik düşkünlüğü
niçin? Düşüncede, şiirde, her şeyde yenilik ... Daima ve hata yenilik.
Gülünç bir şey bu. En yalın, en dolaysız, ama en zor fikrin, kendi çe­
lişkileriyle birlikte yaşama fikri olduğuna inanıyorum. Bunları ka­
bullenmek elzemdir.

* Kitabı Mukaddes'te çocukların kurban edilmesiyle bağıntılı olarak adı ge­


çen Kenan tanrısı. (ç.n.)
78 EZELİ MAÖLUP

Felsefi alanda da çelişkileri bir arada yaşatmak zorunlu oluyor;


ama diyalektiğin ve Marksizm'in iddia ettikleri gibi onları aşmak
için değil. Benim için özünde aşma yok, çünkü hakikat yok. Bunun
aksini varsaymak, ümide bir kapı bulmayı denemektir, ya da selamet
gerekliliği üzerine spekülasyonda bulunmaktır. Kendini bize yaban­
cı olarak, öteki olarak, karşıt olarak takdim eden şeyi, en ufak bir
ödül beklemeden üstlenmek söz konusu sanıyorum. Belki de bilgelik
bundan ibaret; nihai olarak Doğulular -özel olarak da Zen-, karşıt­
ların barışmasından söz ettiklerinde bunu bilmektedirler. Çelişkileri
üstlenmenin bir bilgi başlangıcı gerektirdiğine inanıyorum.
Biliyor musunuz? Belirli bir anda Budizm'le çok uğraştım. Kendimi
Budist zannediyordum; ama uzun sözün kısası, kendimi aldatıyor­
dum. Sonunda anladım ki bende Budist olan hiçbir taraf yok ve mi­
zacımdan gelen kendi çelişkilerimin mahpusuyum. O zaman bu ki­
birli yanılsamadan vazgeçtim, sonra kendimi olduğum halimle kabul
etmem gerektiğini, daha ziyade kendinden geçmiş biri olduğuma gö­
re sürekli vazgeçişten bahsetmeye değmediğini söyledim kendime.
Çelişkileri kabullendikten sonra, her ne kadar bir denge biçimi söz
konusu olmasa bile, en azından yalan içinde yaşadığım zamankine
oranla çok daha iyi olduğumu keşfettim. Biri Doğu felsefesini uygu­
ladığı zaman korkunç olan şey, bunun ona kendisi hakkında pohpoh­
layıcı ve kendisine teşne bir versiyon vermesidir. Her şeyin ve her­
kesin ötesinde olunduğu zannedilir, ama sonunda bu aşama geçilir
ve zavallının biri olunduğu sonucuna varılır. Bu değişiklikler elzem­
dir, çünkü kendine, kendi hakkında ideal bir imge, homojen bir im­
ge yaratmak mümkün değildir.
Peki. Ama o zaman nasıl yaşanır? Bugün varoluş telaşın tacizi altın­
da. Tekniğin insanları olan bizler için, iletişimin, televizyonun, deği­
şimlerin dünyasındaki iddia, bu tür şeylerle nasıl yaşanacağıdır; on­
larla hangi ilişkilerin kurulacağıdır. Zira radyo dinlemekten kaçına­
mayız, ya da bir otomobil tarafından ezilmekten kendimizi koruya­
mayız. Teknik bir alandayız ve mesele, bilimsel mantığın emirleri al­
tında düşünerek yaşamaktan nasıl kaçınabileceğimizi bilmek.
Sizinle tamamen hemfikirim.
Öyleyse, acil bir biçimde kaçınılmaz olarak ortaya çıkan soru, kıya­
met tellallarına dönüşmekten nasıl kaçınabiliriz ? Gerçekliği, ne ol-
MANEVİ İLERLEME İÇİN BAŞARISIZLIK ELZEMDİR 79

duğu bilinmeyen işlenmiş hatalara karşı zamanların bir cezası gibi


gören mesihçi düşünceye düşmeyi kastetmiyorum. Teknikten kesin­
likle kopulamaz. Ama hep şu soru kalıyor: Bununla nasıl yaşanır?
Mesela ben gezmeyi seviyorum, ama bunu Paris'te yapmak kolay
değil. Kırlara gitmek için trene binmem gerekiyor. Böylelikle tekni­
ğin suç ortağı oluyorum.
Evet, ama ortadaki risk, hepimizin paylaştığı bu ilkel suç ortaklığı­
nın epey ötesine geçiyor. Tekniğin gelişmesi, her şeyin mümkün ol­
duğu ve her seferinde nitelik açısından üstün bir özellikte olan yeni
şeylerin mümkün olduğu inancını yayıyor. Tehlikelerin biri de bura­
da yatıyor: yanılsama imalatı, üstünlük ütopyaları imalatı. Teknik
unsurlardan yola çıkarak dünyaya hakim olmanın modern hayalin­
den fazla bir şey olmayan, uzmanların ütopyacılığı söz konusu.
Kuşkusuz, ama kesinlikle doğal olmayan bir tahakküm söz konusu.
Bu panorama karşısında sizin teşhisiniz nedir? Ya da başka türlü so­
rarsak: Felaket nerede kuluçkaya yatmış?
Kesin bir biçimde hiçbir kehanette bulunulamaz. Hiç kimse bunu be­
lirgin bfr biçimde görme durumunda değildir; ama insan macerası­
nın sonsuza dek süremeyeceği söylenebilir. İnsan için felaket, yalnız
kalamamasından gelir. Kendi başına yalnız kalabilen tek bir kişi
yoktur. Günümüzde, kendi başına yaşaması gereken herkes alelace­
le televizyonu ya da radyoyu açıyor. Hükümetin biri televizyonu or­
tadan kaldırsa, sanırım insanlar sokaklarda birbirini öldürürdü, çün­
kü sessizlik onları dehşete düşürürdü. Uzun zaman önce, insanlar
kendileriyle çok daha fazla temasta kalıyorlardı, günler, aylar bo­
yunca; ama şimdi, mümkün değil artık bu. Onun için felaketin vuku
bulmuş olduğunu söyleyebiliriz; ki bu da felaket halinde yaşadığı­
mız anlamına gelir.
Şimdi de yazışınızdaki hoşsohbetlikten bahsetmek isterdim. Öyle
zannediyorum ki kayıt düşerek tanıklık etme alıştırmaları söz konu­
su. Düşünceyle birlikte yaşamayı ve de şeyleri görmeyi öğreten gez­
gin bir yazış söz konusu. Böyle diyorum çünkü aksi takdirde, sizin
varoluşla temas kurmadan bir manastır hücresine kapanmış, derin­
lemesine yalnız ve buruk bir halde yaşadığınız izlenimine kapılına­
bilir.
80 EZELİ MAÖLUP

Tabii, bu doğru değil.


Yok, ama bunu vurgulamak istiyorum, zira tavrınız -aksine- çok
sağlıklı. Kırsallığı arıyorsunuz, avare/erle konuşuyorsunuz, en yalın
ve en karmaşık kimselerle diyalog kuruyorsunuz. Ve bu bana önem­
li görünüyor, özellikle de burada, insan ilişkilerinin geniş bir ölçüde
biçimciliğin ve önyargıların hakimiyeti altında olduğu Paris'te.
Biliyor musunuz, Romanya'da Karpatlar'ın ufak bir köyünde doğ­
dum. Küçükken, vahşi bir hayvan gibi bütün zamanımı dışarıda, şa­
faktan geceye kadar dağlarda geçiriyordum. On yaşına geldiğimde,
annem babam beni şehre yerleştirdiler. Beni bir at arabasına koyduk­
ları o yolculuğu hala hatırlıyorum; tamamen ümidimi kaybetmiştim.
Beni kökümden söküp atmışlardı ve bir buçuk saat süren bu yolcu­
luk sırasında, tamiri imkansız bir kayıp yaşadığımı sezdim.
Bu hikaye bir mesel yerini tutabilir: Samimiyetle söylüyorum,
uygarlık olmasa ve insan Kitabı Mukaddes safhasında, tam olarak da
Tekvin safhasında kalmış olsa, daha iyi olurmuş. Bence hakikat bu
kitabın içindedir. Her şeyi kapsayan bir tanıklıktır. Dikkatli okunur­
sa, orada her şeyin açıklanmış olduğunun farkına varılır. Sonra, sa­
dece yorumlar vardır...
Biliminki/er bile mi?
Kesinlikle. Bilim, dünyanın tanınması adına bilgeliğin es geçilmesi­
dir.
Tarihte bir tek gerileme devirleri
çekicidir

Verena von der Heyden-Rynsch ile yaptığı söyleşi, Paris, Ocak 1 983, Ber­
nard Lortholary'nin Fransızca versiyonu, Vienne 1 880-1938, l'Apocalypse
joyeuse içinde, editions du Centre Georges Pompidou, Paris, 1 986.

VERENA YON DER HEYDEN-RYNSCH: Elisabeth d'Autriche ile uzun


zamandır ilgileniyorsunuz. Gerçekten çoğu zaman o kadar yanlış
anlaşılmış bir şahsiyete ilgi duymanıza yol açan neydi?
CIORAN: Bir alıntıyla başlamak isterdim: "Ölüm fikri, anndınr ve
bahçesinde zararlı otlan koparan bahçıvan hizmeti görür. Fakat bu
bahçıvan hep yalnız olmak ister ve eğer duvarın üzerinden meraklı­
lar bakarsa kızar. Ben de aynen, ölüm fikri içimdeki bahçede rahat
rahat bahçıvanlık edebilsin diye, çehremi gölgeliğimin ve yelpaze­
min ardına gizliyorum."
1 935'te yirmi dört yaşımdayken okuduğum bu birkaç cümle, İm­
paratoriçe Elisabeth'e duyduğum tutkulu ilginin başlangıç noktası
oldu. Bu "bahçıvanlık etmek" fiili özgün Almanca metinde yoktur,
sadece "çalışmak" denir. Ama aslında kelimesi kelimesine sadık çe­
virideki bu anlam kayması, metne öyle bir şiirsel nüans katıyordu ki,
bir saplantı gibi peşime takıldı.

Maurice Barres, önsözünde, Sissi'nin Christomanos tarafından ak­


tarılan sözlerinin "iklim/erimizde daha önce hiç yaşanmamış en şa­
şırtıcı nihilist şiir" olduğunu yazar. Siz de buna nihilist şiir der miy­
diniz? Yoksa daha ziyade desengafio'dan• mı söz ederdiniz?

* İsp. Yanılsamalarını yiıinniş olmak. (ç.n.)


82 EZELİ MAGLUP

Ondan nihilizm havası taşıyan sözler zikredilebilse de, onun duru­


munda bu sözcüğün rahatsız edici bir felsefi yananlamı oluyor. O bü­
tünüyle desengafıada• idi, gözü açılmıştı, dünyadan kopuktu. Dev­
rindeki ideolojik tartışmaları kafasına takmadı; yetişmesi esasen ede­
bi olmuştu. "Felsefe"sini Shakespeare'den, tam olarak da Shakes­
peare'in soytanlanndan almıştı. Dolayısıyla nihilizm değil en üst de­
recede bir istihza söz konusudur, ümitsiz bir zihin açıklığı.
Onun şeylere bakışı akla getirildiğinde, Rosencrantz ile Guil­
denstem'in önünde evrenin, göğün ve yeryüzünün, yaratılışın doru­
ğu yegane varlık olarak insanın harikuladeliğini göklere çıkaran,
sonra da bütün bunların kendi gözünde "tozun özü"nden ibaret oldu­
ğunu ekleyen Hamlet'i düşünmeden edemeyiz.
Sissi'nin en sevdiği kızı Marie-Va/erie, annesindeki burukluğu, "sev­
miş olduğu onca varlık hakkında yaııılmış olma dııygıısu"na dayan­
dırır. Annesini, hayata ümit dolu bir halde başlayan, ama anlaşılma­
mış/ık ve hayal kırıklıkları yüzünden dünyadan kaçışa, hatta dünya­
yı horgörmeye itilen bir genç kadın gibi takdim eda Acaba bu gö­
rüşe katılır mısınız?
Hayal kırıklıklarını ve atlattığı badireleri küçültmek istemem, ama
bunların çok önemli rol oynadığını düşünmüyorum. O hangi şartlar­
da olursa olsun hayal kırıklığına uğrardı; hayal kırıklığıyla doğmuş­
tu o. Müstehzi kişileri, habire istihzaya başvuranları aklınıza getirin.
Nereden gelmektedir bu? Sebep dışta değildir, içtedir, onların için­
dedir. Varoluşun üzerine kurulu olduğu sahte dengenin amilleri olan
yanılsamaları ve kesinlikleri kırıp dağıtma ihtiyacı, bir varlığın en
derininden gelir. "Delilik yaşamdan daha sahici," demiştir İmparato­
riçe. Ye bu sonuca tek bir hayal kmklığının bile yardımı olmaksızın
varabilirdi.
Niçin Shakespeare'in soytarılarını bu denli seviyordu? Niçin git­
tiği her yerde tımarhaneleri ziyaret ediyordu? Aşırı olan her şeye yö­
nelik güçlü bir tutkusu vardı; ortak alınyazısından ayrılan, kıyıda ka­
lan her şeye yönelik. Deliliğin kendi içinde olduğunu biliyordu ve
belki de bu tehdidi bir iltifat gibi alıyordu. Tekilliğinin duygusu ona
destek oluyor, onu taşıyordu ve ailesinin üzerine çöken trajediler,
onun varlıklardan uzaklaşma ve görevlerden kaçma kararını kolay-

* İsp. Yanılsamalarını yitirmiş. (ç.n.)


TARİHTE BİR TEK GERİLEME DEVİRLERİ ÇEKİCİDİR 83

!aştırmak.tan başka işe yaramadı; böylelikle nadir görülen bir firar


örneği sundu dünyaya.
Sissi sevginin ciddiye alınmaması gereken bir şey olduğunu düşünü­
yordu; çok soğuk olabiliyordu, Marie- Valerie hariç kendi çocukla­
rıyla bile. O zaman bir romans olan o Pacher işini o kadar ciddiye
almasını, uzun aşk şiirleri yazacak kadar bu konuyla uğraşmış olma­
sını nasıl açıklıyorsunuz? Yoksunluk içinde bir kadının fantazmaları
mıydı bunlar?
Ben onun hakiki bir tutku hissetmekten aciz olduğuna inanıyorum.
Bir tutku duymaya kaçınılmaz bir biçimde bağlı olan yanılsamanın
onun için imkansız olduğuna kuşku yok. Belki oyun olsun diye aşık
olmuş olabilir. Yıllann da yardımıyla, varlıklarla ilişkileri gitgide da­
ha fazla tuhaflaştı. Benzerlerini başka yerde arıyordu ... Okyanus'u
"günah çıkarma papazı", Gödöllö'deki bir ağacı da "sırdaşı" tayin
ediyordu; " içimdeki her şeyi ve ayn olduğumuz zaman olup biten her
şeyi bilen bir yakınım, " diyordu. "Aynca kimseye hiçbir şey söyle­
meyecek," diye ekliyordu. Birçok yönüyle Kral Lear'ı hatırlatır.
İnsanlardan nefret ediyordu; yoksul halk dışında; balıkçılar, köy­
lüler, köy delileri hariç. Ancak tek başına kafasında şeyleri evirip çe­
virdiği zaman kendi unsuru içinde oluyordu. Aklıma bir sima geli­
yor; gençliğimde Transilvanya'daki Sibiu'da bir tımarhanenin par­
kında sık sık sohbet ettiğim, daima kapkara giyimli, kırk yaşlarında
bir Finlandiyalı kadın. Birlikte Almanca konuşuyorduk, çünkü ne
Rumence ne Fransızca biliyordu. Gözlerden uzak ağaçlı bir yolda tek
başına gezinme alışkanlığı vardı. İşte o yolda ona bir kere, "Bütün
gün burada ne yapıyor olabilirsiniz?" diye sordum. "leh hamletisi­
ere," "Hamletimi oynuyorum," dedi. Bu cevabı Sissi de verebilirdi.
Elisabeth siması bugün yeniden büyük bir güncellik kazandı. Bunun
sebebi ne olabilir?
Avusturya'nın silinişinin Batı'nın silinişinin habercisi olduğu hep
çok söylendi. Genel bir provadan bile bahsedildi ... Bizim başımıza
gelecek olan şey, Avrupa'nın tarihi trajedisindeki gelecek perde, da­
ha önce, artık çöküş simgesi olan Viyana'da vuku buldu. Bu muaz­
zam arka plan olmasa, Sissi ancak yaşamöyküsü yazarları için umul­
madık bir konu olurdu; ya da kaçıklar için bir tanrıça. Çarlık Rusya­
sı'nın, son döneminde benzer bir sima çıkarma şansı olmadı; zira son
84 EZELİ MAGLUP

çariçe içler acısı ve kabaca komik bir psikopattı sadece.


Tarihte bir tek gerileme devirleri çekicidir, zira genel olarak va­
roluş ve olduğu haliyle tarih soruları hakiki bir biçimde bu devirler­
de sorulur. Her şey trajiklik noktasına yükselir, her olay aniden yeni
bir boyut kazanır. Bir Sissi'nin saplantıları, delice hevesleri, tuhaflık­
ları, ancak örnek bir felaket içinde doruğuna ulaşacak bir dönemde
anlam artışına uğrayabilirdi. İmparatoriçenin simasının bu kadar an­
lamlı olması bundandır; onu kendi çağdaşlarının anladığından daha
iyi anlıyor olmamız bundandır.
Can sıkıntısı bir nevi şeytan dürtmesidir

J. L. Almira ile yaptığı ve İ spanyol gazetesi El Pais'in 1 3 Kasım 1 983 tarih­


li sayısında çıkan "Los detalles mfnimos y las pasiones desencadenadas"
başlıklı söyleşi. İ spanyolcadan çeviren Gabıiel laculli.

J. L. ALMIRA: Uzuvların bilinci diye adlandırdığınız vücut, eserleri­


nizdeki bir değişmez. Niçin ?
CIORAN: Eğer çocukluğuma ve ergenliğime dönersem, yıllar tara­
fından sınırlanan ve yoğunlaştırılan bir rahatsızlığı daima hissettiği­
mi tespit ediyorum. Hayata el koyan ve onu altüst eden bir rahatsız­
lık. Ama söz konusu olan şey bir hastalık değil, toptan bir rahatsız­
lık bu; hayata geçmemiş potansiyel bir hastalık her halükarda. Aslın­
da her şey bir fizyoloji sorunundan ibaret oluyor.
Son kitabınızda, bir vücudun yazgmndan daha esrarengiz hiçbir şey
olmadığını ileri sürüyorsunuz. Tam olarak ne demek istiyordunuz?
Vücuda bağlıyız; bir yazgı gibi, itaat etmek durumunda olduğumuz
çapsız ve içler acısı bir mukadderat gibi. Vücut her şey ve hiçbir şey:
Neredeyse alçaltıcı bir esrar. Ama vücut aynı zamanda inanılmaz bir
güç de. Yol açtığı bağımlılığın bilincine vardıktan sonra bunu unut­
mak elimizde olmasa bile.
Kısa süre önce bir Fransız hekim, iklimbilimin insan üzerindeki et­
kisini ele alan bir kitap yayımladı. Kitabın başında, bu konuda siz­
den bir alıntı var.
Özgürlüğün inkar edilebilir olmasının nedenlerinden biri, meteoro­
lojik etkene bağımlılığımızdır. Özgürlük bir yanılsamadır, çünkü be­
ni koşullandırrnaması gereken şeylere bağlıdır. Bana fikirlerimi da-
86 EZELİ MAÖLUP

ima uzuvlarım dayattı; onlar da iklimin diktatörlüğüne itaat ediyor­


lardı. Vücut, hayatımda çok önemli bir rol oynadı. Ve yaşla birlikte
yoğunlaşan bir şey bu. Nietzsche iklimin bu koşullandırrnasını çok
iyi idrak etti. Benim iklimbilimsel dizgedeki kendi rahatsızlığım,
metafizik tipte rahatsızlığa bağlıdır. Meteoroloj i metafiziği koşullan­
dırır demiyorum, ama metafizik sorgulama ile fiziksel rahatsızlık
arasında muayyen bir eşzamanlılık tespit ediyorum. Bu bariz gerçek­
liğin bilincine çok erken vardım ve utanarak bunu hep gizlemeyi de­
nedim.
Ecartelement'da kendinizi ihsasımzın sekreteri olarak tanımlıyorsu­
nuz; bu da, bir yazardan gelince, özel bir önem kazanıyor. Ayrıca bu
tespit, ilke olarak vücut ile ruhun çözülmez birliğini ileri sürüyor.
Gerçekten de çok sıkı biçimde bağlıdırlar. Elbette yazar ve filozof
yaşamöykülerinde bundan fazla söz edilmez; çünkü sıkıntılı bir ko­
nudur bu. Bu olguyu kabul etmek, bir yazar için, yaptığı işi küçült­
mektir; zira en mahrem hallerimizin ve duygularımızın meteoroloji­
nin merhametine kalmış olduklarını söyleme anlamına gelir. Üzerin­
de fazla durulması yakışık almayan aşağılayıcı kölelik.
Yıllar vücudunuzun keyfini denetlemenize yardım mı etti, yoksa bu
köleliği daha da mı ağırlaştırdı ?
Size bir anekdot anlatacağım. Çok eski bir dostumdan bir mektup al­
dım; yazdıklarımın tek bir kelimesine bile inanmadığını söylüyor ve
"çünkü seni iyi tanıyorum ve çok neşeli biri olduğunu biliyorum,"
diyor; ki bu da ne kadar yanılabileceğimizin ispatıdır. Haletiruhiyem
ne olursa olsun, bunu daima bir soytarı davranışı ardına gizlemeyi
başarmışımdır. Sinirlerimin kölesiyim, ama bunu gizleyebilirim ve
gizliyorum; bu komedi sayesinde de mesela mutlak bir ümitsizlik
içinde bir akşam yemeğine gidip, orada hiç ara vermeden havadan
sudan hikayeler anlatabiliyorum. Bu edep midir yoksa bir savunma
mekanizması mıdır bilmiyorum; her halükarda fizyolojiye bağımlı­
lığım bu kadar ezici olmasaydı, bu yüzeysel neşeye başvurmama hiç
gerek kalmazdı. Elbette madalyonun bir de öteki yüzü var. Kierke­
gaard, bütün bir salondaki herkesi güldürdükten sonra evine döndü­
ğünde, tek isteğinin intihar etmek olduğunu anlatır; birçok vesileyle
benim de teyit etmiş olduğum doğal bir bunalımdır bu. Şimdi hatır­
lıyorum ki Fransa'daki ilk kitabımın çıkışından az sonra, hiç tanıma-
CAN SIKINTISI BİR NEVİ ŞEYTAN DÜRTMESİDİR 87

dığım beş yazar beni yemeğe davet ettiler. Yemin ederim, yemek ye­
diğimiz üç saat boyunca sadece taharet musluğu üzerine bir şeyler
anlattım. Elbette kitabımdan söz etmemi bekliyorlardı ve evlerinde
taharet musluğu bulunmayan Almanların bende yarattığı küçümse­
meden söz ederken yüzlerindeki rahatsızlık ifadesini hiila hatırlıyo­
rum. Ancak biriyle yalnız olduğum takdirde beni derinden etkileyen
şeylerden söz edebilmemdendi bu: İki yalnızlığın iletişim kurmayı
deneyebilecekleri o an.
Eğer can sıkıntısından söz etmek istiyorsak, kaçınılmaz olarakfizyo­
lojiye döneceğiz.
Sıkıntı, fizyolojik bir zemin olmaksızın tasarlanamaz olan hayatımın
daima belası olmuştur ve olmaktadır. Sıkıntının habercisi olan boş­
luk duygusu ya da sıkıntının kendisi, her şeyi içine alan evrensel bir
duyguya dönüşür, böylelikle organik zemini ortadan kaldırır. Ama
bu zemini önemsiz gibi göstermek, hile yapmaktır.
Sıkıntıyla ilgili ilk tecrübeniz nedir?
Birinci Dünya Savaşı sırasında olmuştu bu. Beş yaşındaydım. Bir
akşam, muhtemelen yazdı, beni çevreleyen her şey anlamını yitirdi
ve dondu kaldı: Dayanılmaz bir bunaltı türü. O zaman olup biteni
formülleştiremeden, zamanın varoluşunun ayırdına varmıştım. Bu
tecrübeyi hiç unutamadım. Birey yalnızlığının bilincine olağanüstü
bir varış olan özdeki boşluktan söz ediyorum. Benim için hayatıma
o kadar sıkı sıkıya bağlı bir duygu ki bu, onu cennette bile hissede­
bileceğimden eminim. Tabii bizi bu kadar derinlemesine etkilemesi,
kendimizin en önemli dışavurumu olmasından. Şu sıralar can sıkın­
tısı pek revaçta bir konu değil; canı sıkılan bir kimsenin sadece ay­
lak olduğu düşünülüyor, ki orası kesin değil, zira bu tatil kendi için­
de bir dünya açıklaması taşıyor. Bunun içindir ki manastır sıkıntısı,
acedia o kadar ilgimi çekti; manastır yaşamının başköşesinde şeytan
dürtmesinin olması, sıkıntı tehlikesi olması. Mısırlı keşişler hep pen­
cerede, ne olduğu bilinmeyen bir şeyi beklerken tasvir edilir. Can sı­
kıntısı en büyük manevi tehdittir, bir nevi şeytan dürtmesidir.
Cinsiyet üzerine çok az yazdınız.
Celine, aşkın, sonsuzu bir fino köpeğinin ulaşabileceği noktaya ge­
tirdiğini söylemişti. Bildiğim en iyi tanımdır bu. Eğer bu iki taraflı-
88 EZELİ MAÖLUP

lığı, bu akıl karıştırıcı bağdaşmazlığı olmasaydı, bu konuyu jineko­


loglara ve psikanalistlere bırakmak gerekirdi. Cinsel huşunun en
yüksek noktasında, herhangi birinin kendini Tann ' yla karşılaştırma­
ya hakkı olur. Garip olan şey, daha sonra kaçınılmaz olarak gelen
hayal kırıklığının yaşamın geri kalan kısmına dokunmamasıdır, an­
lık olmasıdır. Cinsellik sonrası bir dünya anlayışına sahip olabilece­
ğimizi söylediğim olmuştur, ki mümkün olan en ümitsiz anlayış
olurdu bu: Her şeyimizi zahmete değmeyen bir şeye yatırmış olma
duygusu. İşin olağanüstü tarafı, tersyüz edilebilir bir sonsuzun söz
konusu olmasıdır. Cinsellik muazzam bir sahtekarlıktır, değişmez bir
biçimde kendini yenileyen devasa bir yalandır. Muhtemelen, cinsel­
lik öncesi an cinsellik sonrasından baskın çıkmaktadır: Celine'in
bahsettiği bitmez tükenmez sonsuzdur bu. Arzu ise kökünün kazın­
ması imkansız olan o anlık mutlaktır.
Vatansızlığı seçmiş olmanıza rağmen, sizi, her şeyden vazgeçtiğini­
zi, ama olmak istediğiniz İspanyoldan vazgeçemediğinizi yazmaya
iten bu İspanya sevgisi nereden geliyor?
Öğrenciyken çağdaş İspanyol edebiyatı üzerine bir kitap okumuş­
tum. Bu kitapta aktarılan bir anekdotta, trenin üçüncü sınıf vagonu­
na binen bir köylü, taşıdığı ağır çıkını yere koyduktan sonra, "Her
şey ne kadar da uzak ! " diye söylenir. Bu cümle beni o kadar etkile­
di ki, Rumence yazdığım ilk kitabın bir bölümünün başlığı yaptım.
Bana hep olduğu gibi, ufacık bir ayrıntı bir tutku yarattı. Çok genç­
ken Unamuno'yu okudum - fetih üzerine bir şey; Ortega'yı ve elbet­
te Azize Tereza'yı okudum. İspanya'nın Avrupalı olmayan tarafı çe­
ker beni; o sürekli melankoli, kuşku edilemez olan o nostalji.
Sizce melankoli ile nostalji arasında ne fark vardır?
Nostaljinin metafizik temeli, düşüşün, cennetin yitirilişinin içsel
yansımasıyla karşılaştınlabilirdir. Bir İspanyol daima bir şeyin piş­
manlığını çekiyor izlenimi verir. Elbette ki anlamlı olan şey, hissedi­
len şeyin yoğunluğudur. Melankoli bir tür inceltilmiş can sıkıntısıdır,
bu dünyaya ait olunmadığı duygusudur. Bir melankolik için, "hem­
cinslerimiz" deyişinin hiçbir anlamı yoktur. Doğrudan sebepleri ol­
mayan devasız bir sürgün ihsasıdır. Melankoli derinlemesine özerk
bir duygudur; büyük şahsi başarılar kadar başarısızlıktan da bağım­
sızdır. Nostalji ise aksine, daima bir şeye asılır, geçmişte bile olsa.
CAN SIKINTISI BİR NEVİ ŞEYTAN DÜRTMESİDİR 89

İspanyolların tarihi mazoşizmi diye adlandırmış olduğunuz şeyden


bahsetmemizi isterdim.

İspanya'nın ölçüsüz tarihi düşü, hezimetle biten müthiş bir düş, beni
daima büyüledi. Fethin bütün taşkınlığı çökmüştür. İspanya tarihten
çıkan ilk büyük ülke oldu; şimdiki Avrupa'nın görkemli bir önbelir­
tisi oldu. Ne tuhaftır ki bu başarısızlık, İspanyol diline şimdi evren­
sel olma olanağı sundu.
İspanya'ya neredeyse tiyatrovari bir bakış bu.

İspanyollar acı alaycılığı fanatikçe uygularlar. Daima istihzayla bir­


likte giden şahsi gururlan, kendilerine karşı döner ve bu sayede ni­
hai olarak çekilmez değildir. İspanya yolculuklarımdan birinde,
üçüncü mevki vagonunda, on iki yaşında gösteren bir kız çocuğu şi­
ir okumaya başladı. Bu bana o kadar olağanüstü göründü ki, tamiri
imkansız bir kabalıkta, korkunç bir hareket yaptım: Ona bir avuç bo­
zuk para verdim.
Parayı aldı ve ayaklarıma attı. Tepkisi bana yüce bir şey gibi gel-
di. İspanya benim gözümde saf haldeki heyecanı temsil eder. Fran­
sız ya da Alman köylülerle anlaşamazsınız, İngilizlerden hiç söz et­
miyorum, ama İspanya'da, Romanya'da da olduğu gibi, kırsal kesim
halkı vardır.

Son kitabınızda, kısa ve neredeyse özlü bir biçimde, Berbat Kleio0


diye yazıyorsunuz.

Uzun yıllar boyunca tarihle ilgili her şeyi horgördüm. Ve tecrübeyle


biliyorum ki buna fazla dikkat göstermemek, buna takılıp kalmamak
gerekir, zira tahayyül edilebilir en büyük kinizm kanıtıdır. Bütün
düşler, felsefeler, sistemler veya ideolojiler, tarihi gelişmenin kaba
komikliğine çarparak dağılırlar: Şeyler acımasızca vuku bulur, tami­
ri imkansız bir biçimde; sahtelik, keyfilik ve uğursuzluk baskın çı­
kar. Tarih üzerine, bir tür dehşet duygusuna kapılmadan kafa yormak
imkansızdır. Benim duyduğum dehşet ilahiyata dönüştü; öyle ki ilk
günah olmaksızın insanlık tarihinin kavranamayacağına inanmaya
başladım.

* Yunan mitolojisinde epik şiirin ve tarihin esin perisi. (ç.n.)


90 EZELİ MAÖLUP

Tarihi açıklamak için neden sık sık Hıristiyan istiare/eri kul/anıyor­


sunuz?

Mümin değilim, ama ilk günahın fikir olarak varlığını benimsemek


zorundayım, çünkü bu fikri kim bulduysa tam isabet kaydetmiş. İn­
sanın tarihi bir düşüşle başladı. Bununla birlikte, öncesinde cennet
olduğunu kabul edemiyorum; daha ziyade, insan kendini gösterme­
ye başlayınca bir şeyin çatırdadığına inanıyorum; belki de tam anla­
mıyla insan haline geldiği zaman içinde bir şeyin kırıldığına. Uzun
zaman boyunca Roma İmparatorluğu'nun gerilemesiyle ilgilendim.
Bu imparatorluğun ümitsiz ve toptan utanç içindeki sonu bütün uy­
garlıklar için bir modeldir. Şimdi Batı'yla ilgileniyor olmam da, ön­
ceki büyük uygarlıkların günbatımını hatırlattığı içindir.

Ya ilerleme?

Esasında ilerleme yoktur. Sadece teknolojik ilerlemeyi kabul ediyo­


rum; ki sevdiğim her şey bundan tamamen bağımsız. İnsanın alınya­
zısını ilgilendiren şeyler bakımından, dünyaya geç gelmekle hiçbir
şey kazanmış olmayız. Tarihten ilerleme fikrini tasfiye edersek, ge­
lecekte olacakların hiçbir önemi olmadığı sonucuna varırız. Erken
doğmuş olmaktan şikayet etmenin yeri yok. Aksine, bizden sonra ge­
leceklere acımalıyız. Çok uzun zaman boyunca, Eskiler'e gıpta edil­
di; daha sonra, özellikle 1 9. yüzyıldan itibaren bunun tam aksi yapıl­
dı. Şu son yıllarda Avrupa bilincinde bir değişiklik meydana gelmiş
gibi görünüyor bana.
Artık hiç kimse gençlere gıpta etmiyor, zira biliyoruz ki gelecek,
savaşlı veya savaşsız, ürkütücü olacak. Elbette, ilerlemenin inkiinn­
da bayağı bir şey de var. Benden sonra doğmuş birinin benim yaşa­
yamadığım avantajlara sahip olacağını kabul etmem imkansız: Gu­
rur bunu hoşgöremiyor. Eninde sonunda, elli ya da yüz yıl sonra ya­
şamak ile yüz yıl önce yaşamış olmak arasında hiçbir fark yok.

Size göre tarih adeta herhangi bir varoluştaki mekanizmalara ben­


zer mekanizmalar tarafından yönlendiriliyor.

Evet, tarih, beliren ve yozlaşan bir yaşamla karşılaştırılabilir. Bu bir


ritim meselesi. İnsanın kendini tarihle tehlikeye sokmamış olması
gerektiğine inanıyorum; belirli bir gelişme göstermeyen bir varoluş
sürdürmesi gerektiğine; hayvanlığa yakın, gurursuz ve hırssız. Pro-
CAN SIKINTISI BİR NEVİ ŞEYTAN DÜRTMESİDİR 9I

metheusçu eğilime boyun eğmemeliydi, zira Prometheus en büyük


kışkırtıcı oldu. Bütün iyilikçiler gibi basiret noksanlığı çekiyordu;
safın tekiydi. Aslında dünya tarihi felaketlerin tekrarından ibaret. Ni­
hai felaketi beklerken, bu bakış açısından da tarihe Hıristiyan bakı­
şının çok ilginç olduğu ortaya çıkmaktadır, zira Şeytan dünyanın
efendisi rolündedir, İsa ise yargı gününden önce hiçbir etkisi olama­
yacak olan biri. İsa kadirimutlak olacaktır, ama sadece sonunda. De­
rin bir fikirdir bu, neredeyse güncellik içinde kabul edilebilir bir ta­
rih bakışı.
Az önce söylediğinizin tersyüz edilebilir olduğunu kabul eder misi­
niz? Hata payını fazla genişletmeden aksini de destekleyebileceği­
mizi?
İnsanın yazgısının Rimbaud'nun yazgısı gibi şimşeği andırdığına,
yani kısa olduğuna inanıyorum. Hayvan türleri milyonlarca yıl sür­
müş olacaktır, ama insan macerası sınırsız olamaz. İnsan içindeki en
iyi şeyleri vermiştir. Büyük uygarlıkların ardımızda kaldığını hepi­
miz hissediyoruz. Henüz bilmediğimiz, sonun nasıl olacağı.
Vatansız ve kimliksiz kalmak istiyorum

Lea Vergine ile yaptığı ve İ talyan dergisi Vogue lıalia nın Ağustos 1 984 ta­
'

rihli 4 1 3. sayısında çıkan "Anarchia d isperazione, tenerezza" başlıklı söyle­


şi. İtalyancadan çeviren Jean-Paul Manganaro.

CIORAN: Genel olarak röportajlara husumetle yaklaşırım. İnsanın


kendisini işin dışında tutması, kendi propagandasını yapmaması ge­
rekir. Ama yaşlandıkça taviz vermeye başlanıyor... Fransa'da hiçbir
röportaja izin vermedim ve televizyona hiç gitmedim, çünkü herkes
tarafından tanınmak beni ilgilendinniyor. Bununla birlikte, bir oto­
biyografi söz konusu olmadığı takdirde yazılamayan gizli şeylerimi­
zi, bir sohbet sırasında söyleyebiliriz. Hayatımı anlatmak istemiyo­
rum, zahmete değmez. Ama doğal olarak çok boşboğazım, dolayı­
sıyla da kişisel anekdotlar anlatmayı seviyorum. Yaşlandıkça bu
oyuna katılmaya başlamamın nedeni bu.
LEA VERGiNE: "Çürüme" ilerliyor demek, öyle mi?

(Gülüyor.) Evet, benim çürümem. Aslında bütün kitaplarım otobi­


yografik, ama maskeli bir otobiyografi türü bu.
Fazla değil!
(Gülüyor.) Yok, fazla değil !
Metafizik bugün nasıl yaşanabilir? Yazdığınız cevap mektubunda,
biraz havai biraz metafizik bir sohbet yapacağımızı söylüyordunuz.
Aklıma Tanrı arayışını getirdiği için biraz itici bulduğum metafizik
terimi, sizin için ne anlama geliyor?
İman sahibi biri değilim.
Umarım!
VATANSIZ VE KİMLİKSİZ KALMAK İSTİYORUM 93

Tanrı'ya da hiçbir şeye de inanmıyorum. Ama mesela yirmi altı ya­


şında dini bir bunalım geçirdim; bütün bir yıl boyunca mistik ve
aziz yaşamlarından başka şey okumadım. Sonunda, inanacak yaradı­
lışta olmadığımı anladım; büyük bir ümitsizlik krizi geçirererek far­
kına vardım bunun. Sadece Shakespeare ve din metinleri okuyordum
(Romanya'da bir taşra kentinde oturuyordum). Bu metinlerin yorum­
larından oluşan bir kitap yazdım; kah destekleyen kiih itiraz eden yo­
rumlardı bunlar. Bu kitap Romanya'daki yayıncım tarafından basıla­
caktı; okumadan kabul etmişti. Okuduğu vakit, "Bunu basamam,
servetimi Tanrı inancıyla yaptım ve bana zararı dokunabilecek bu ki­
tabı yayımlamak istemem," diye itiraf etti bana. Kitap daha sonra ba­
sıldı ve neredeyse tüm dostlarım bunu alınca küplere bindiler. "Tan­
rı'dan ve hatta azizlikten böyle söz etmek olmaz!" dediler. Neredey­
se hepsi saldırdı bana. Kitap 1 937'de, Paris'e geldiğimde çıktı.
Paris'e kaç yaşında geldiniz?
Yirmi altı yaş civarıydı. Annem kitabı okudu ve "Bu kitabı biz öldük­
ten sonra yayımlamalıydın," diye yazdı bana. Babam Ortodoks papa­
zıydı, annem inançlı değildi. Annem bana, "Anlamıyorum, tamamıy­
la mistik pasajlar var, bir de mutlak bir nihilizmde ve tam bir kinizm­
de pasajlar var!" dedi. Dine karşı tavrım bugün de aynı; çelişik eği­
limlerden bir karışım. O zaman anneme, "Bak, Balkanlar'da bugüne
kadar çıkan en dini kitap bu ! . .. " diye cevap yazdım. Romanya'da di­
yemezdim, çünkü budalaca olurdu bu. Balkanlar'da demek de buda­
laca olduğu için, o muazzam abartıya başvurdum, en dini kitap oldu­
ğunu söylemekle ... Çünkü Balkanlar'da, tıpkı Bulgaristan'da olduğu
gibi, ortaçağda son derece ilginç dini hareketler olmuştur, Bogomil­
ler gibi. Dünyanın anlamsız, kötü, hakkaniyetsiz bir tanrının ürünü
olduğunu ileri süren bir mezhepti bu. Le mauvais demiurge ("Kötü
Evren Düzenleyicisi") adlı, Yaratıcı'nın pis bir herif olduğu bir kitap
yazdım. Demek ki ilahiyat ve metafizikle ilişkilerim ikili.
Muğlak mı?
Muğlak, çünkü birbiriyle tamamen çelişik pasajlar zikredilebilir. Her
halükarda çözülmez meseleler söz konusu olduğu için, mizacım ge­
reği de sürekli haletiruhiye değiştirdiğim için bir sistem inşa ede­
mem. B ir sistemin çelişkiye tahammülü yoktur. İşte benim tavrım
bu; sonuçlarına da katlanıyorum. Bunun için parçalar yazıyorum;
94 EZELİ MAÖLUP

kendi söylediğimin aksini söyleyebilmek için. Çelişki benim tabiatı­


mın, aslında herkesin tabiatının bir parçası.
İtalya'da Cioran 'dan konuşulurken, sık sık şu yoruma geliniyor: "İl­
ginç bir yazış biçimi olduğu muhakkak; ama faşizmle ilişkileri olmuş
olan gerici bir yazar. " Tavrınızı belirginleştirebilir misiniz?
Gençlik zamanımda Romanya'da olup bitenleri anlatmak gerekirdi;
bunun için o kadar zaman gerekir ki! Krala karşıydım, çok belirgin
bir olaydan ötürü ondan ölesiye nefret ediyordum: Her gün kraliyet
sarayının karşısındaki bir kütüphanede kitap okuyordum (daha ziya­
de yoksuldum) ve kralı girip çıkarken görüyordum. Sonunda ona
karşı korkunç bir nefret duymaya başladım. O dönemde tamamen
anarşisttim; kısacası bu kütüphanede anarşistleri okuyordum, yirmi
bir yaşındaydım. Siyasi bir düşünce değildi bu; mutlak bir isyandı.
O dönemde varoluşumda belirleyici bir rol oynayan bir şey oldu;
belki de hayatımın en olağanüstü anıydı. İki çocukluk arkadaşım
vardı; Bükreş'te öğrenci olarak bulunuyorduk: Biri apolitikti, diğeri
ise komünist militandı, on altı yaşında Kapitalist Uygarlığın Ö lümü
adında bir kitap yazmıştı. Ona büyük bir hayranlık duyuyordum. O
dönemde, çok tuhaf bir faşizm, mistisizm ve Ortodoks dini taassubu
karışımı bir örgüt vardı; adı Archange Michel idi (Başmelek Mika­
il). Bu harekete bağlananlardan biri, 1 9 1 4 Savaşı'ndan önce öğreni­
mini Paris'te görmüş filozof Marin Stefanescu idi. Çok iyi biriydi,
ama daha sonra savaşta yaralanmıştı ve yarı çıldırmıştı. Şu tarzda
söylevler veriyordu: "Hiçbir bilinçli varlık komünist olamaz, Platon
bilinçliydi, dolayısıyla komünist olamazdı." Saçma sapan akıl yürüt­
melerdi; ben ve arkadaşlarım da bu gerzekliklerle dalga geçiyorduk.
Bir pazar öğleden sonrası üçümüz filozofla buluşmaya gittik. Büyük
bir salonun ortasında oturduk ve o fikirlerinden birini söyler söyle­
mez, ben çılgın gibi gülüyordum. Bir an geldi, "Ülkemiz tehdit altın­
da ve vatanımız için kendimizi feda edeceğiz," dedi. Hepsi ayağa
kalktı, ben hariç. Ben oturduğum yerde kalmıştım ve gülmekten kı­
rılıyordum. Başka saçmalıklar da söyledi; bense hala "Ha, ha, ha! "
diye gülüyordum. Etrafım sarıldı, çuvallamıştım! Bugün hala anla­
yamadığım bir şey yaptım. İnsanların üzerinden atladım, bir korido­
ra vardım ve kaçtım. Dört tip üzerime atladı, ama polis vardı ve be­
ni kurtardı. Neredeyse bir ay boyunca saklanmak zorunda kaldım,
çünkü arıyorlardı beni. İşte o sırada psikolojik bir sorun araya girdi:
VATANSIZ VE KİMLİKSİZ KALMAK İSTİYORUM 95

O kadar korkmuştum ki bu grupla ilgilenmeye başladım ve dünyada


en nefret ettiğim kişiye, yani krala karşı mücadele ettikleri için gru­
ba sempati duydum. Bereket versin ki Fransız hükümetinin bursuy­
la Paris'e geldim. Bükreş'teki Fransız enstitüsünün müdürüyle arka­
daş olmuştum ve doktora tezimi yapmam için beni Paris'e gönderdi.
O zamandan beri Romanya'yla ilişkimi hemen hemen kestim. Tezi
hala vermedim, ama müdürüm zekiydi; bütün Fransa'yı bisikletle ka­
tetmiş olduğum için bana mükemmel bir şey söyledi: "Fransa'yı bi­
sikletle gezmek, doktora tezi yapmaktan iyidir. " Dolayısıyla Paris'te
kaldım ve 1 94 7'ye kadar Fransızca hiçbir şey yazmadım. 1 949'da ya­
yımlanan Çürümenin Kitabı'na 1947'de başladım.

Neden kendinizi vatansız sayıyorsunuz?

Hukuk açısından vatansızım, bu da derin bir şeye tekabül ediyor.


Ama ideolojik veya politik değil; metafizik statüm bu. Vatansız ve
kimliksiz olmak istiyorum. Gençliğimde çok içerdim, Balkanlar'da
ümitsizlikten çok içilir. Kafayı bulduğumda Buda'yı okuyordum; Al­
manca bir Budizm antolojim vardı, başucu kitabımdı, uyumadan ön­
ce okuyordum bunu. Azizler üzerine kitabımın 1 937'de, Fransa'ya
gelmemden önce çıktığını unutmayın. Rumence yazdığım en iyi şey­
dir; olup bitenle hiç alakası yoktur; tarihin o dönemde çıkardığı so­
runlarla hiçbir ilişkim yoktu. Benim filozofum Şestov'du; savaş son­
rası Fransa'da muayyen bir etkisi olmuş olan bir Rus Yahudisi. Bir
Rumen Yahudisi olan çömezi Fondane en iyi dostumdu ... Auschwitz'
de öldü. Savaş öncesinde Fransa'da çok ünlüydü. Saklanmak yerine
evinde kaldı ve tutuklandı. Paris'te tanımış olduğum en ilginç tipler­
den biriydi. Şimdi ondan tekrar bahsediliyor ve bütün eserleri yeni­
den basılıyor. Şestov Dostoyevski'nin çağdaş bir versiyonuydu, filo­
zof bir Dostoyevski.

Sizin de aforizmaların Dostoyevskisi olduğunuz söyleniyor...

Her şeyden önce onun sara hastalığından büyülendim; biliyorsunuz­


dur, kendimi rate bir sara hastası saydım hep. Daha on yaşından iti­
baren bir sara krizine uğrayabilirmişim gibi yaşadım; günlük sara
krizim diye adlandırdığım şeyle. B ir yıl boyunca öğretmenlik yap­
tım: Öğrenciler bana zırdeli adını takmışlardı. .. (Gülüyor.)

Ama zırdelilikte de uzmanlaşmak lazım, kolay değil!


96 EZELİ MAÖLUP

Olağanüstü mutsuzdum, öğretmen olarak. Nasıl bir öğretmen oldu­


ğumu anlatayım size! Sınıfa giriyordum, yanın saat ancak kalıyor­
dum, kışkırtıcı laflar ediyordum, öğrencilerim hepten allak bullak
olmuşlardı. Mesela içlerinden birine soruyordum: "Psikolojik olgu­
lar denememesi, psişik olgular demek gerekmesinin nedeni nedir?"
Çocuk cevap veriyordu: "Psişik bir olgu içgüdüseldir, normaldir."
Ben: "Bu doğru değil, psişik olan her şey anormaldir; sadece psişik
değil, mantıksal olan da," hatta ekliyordum: "Bizzat kimlik ilkesi
hastadır." Sınıfta herkes hayretler içindeydi !
Romanya'nın bir taşra kenti olan Braşov'da bulunuyordum ve
Shakespeare okuyordum. Artık sadece Shakespeare ile konuşmaya
karar vermiştim; her gün bir kahveye gidiyordum. B ir seferinde jim­
nastik öğretmeni gelip benimle aynı masaya oturdu. "Siz kimsiniz?"
diye sordum ona. "Beni tanımadınız mı? Jimnastik öğretmeniyim
ben," dedi. "Nasıl? Shakespeare değil misiniz? Öyleyse çekin gidin
buradan! " Adam çekti gitti ve herkese Cioran'ın onunla konuşmayı
Shakespeare olmadığı için reddettiğini anlattı ! Hakikaten biraz çıl­
gındım. Aşırılığa düşkünlüğüm vardı, aşırı olacak herhangi bir şeyi
benimserdim, hastalıklı bir dini mezhebi bile.
İnsansevmez biri gibi; karanlık bir şahsiyet, en iyi şartlarda utangaç
ve ürkek bir entelektüel gibi görülüyorsunuz. Ama ancak ümitsizliği
yaşayan kişi yaşama sevincini de yaşar. . . Sizin hakkınızda yazılanlar
içinde hangisi doğru ?
Ah ! Yaşama sevinci ! Bu deyişi kullanmak istemem. Yazdığım her
şey bir nevi tedavi. Kitaplarımın benim hakkımda parçalı bir fikir
vermesinin belirgin bir sebebi var, çünkü sadece yılgınlık anlarında
yazıyorum, çünkü memnun olduğum zaman yazmıyorum ... Ne ya­
zayım?
Ne zaman memnun oluyorsunuz?
Arada sırada oluyor. (Gülüyor.) Bayağı sık oluyor... Ne söyleyeyim
size? Güneşli bir günü tasvir edemiyorum; kaldı ki güneş beni çöker­
tir, melankoliye tabiyim. Eserim ... netice itibariyle ... kitaplarım ek­
sik bir fikir sunuyor. Tam da onların sayesinde sara hastası olmadım.
(Gülüyor.) Hayata geçmemiş sara hastalığı kitaplarıma intikal etti;
yazdığım neredeyse her şey, kapkara taşkınlık anlarında yazıldı. On
yedi yaşından beri melankoli krizine düşmediğim tek bir gün geçir-
VATANSIZ VE KİMLİKSİZ KALMAK İSTİYORUM 97

mediğimi söyleyebilirim. Ama cemiyet içindeyken, tahayyül edile­


bilecek en neşeli insan oluyorum.
Sık sık toplum içine çıkıyor musunuz?
Artık pek çıkmıyorum, ama bir süre boyunca çıktım; fakat yine de
birçok kimse görüyorum, çok sayıda yabancı. Beni derinlemesine il­
gilendiren şeylerden insan içinde bahsetmem, havadan sudan konu­
şurum.
Yazmak benim için bir tür nekahet. Bir kere Octavio Paz'a da
yazmıştım, hakikaten olağanüstü olan şey, yazmayı bitirdiğim her
sefer, ıslıklama isteğine kapılıyorum. Edebiyata inanmıyorum, sade­
ce yazan kişinin haletiruhiyesine tercüman olan kitaplara inanıyo­
rum; bir şeyden kurtulmanın derin ihtiyacına tercüman olan kitapla­
ra. Kitaplarımın her biri yılgınlık karşısında bir zaferdir. Kitapları­
mın birçok kusuru vardır, ama mamul değildirler, hakikaten sıcağı
sıcağına yazılmışlardır: Birine şamar atmak yerine, şedit bir şey ya­
zarım. Dolayısıyla söz konusu olan edebiyat değildir, parçalara da­
yalı bir tedavi usulüdür: İntikamlardır bunlar. Kitaplarım kendim
için ya da birine karşı harekete geçmemek için yazılmış cümlelerdir.
Başarısızlığa uğramış eylemler. Bildik bir olgudur bu, ama benim
durumumda sistemlidir.
Kendimden çok bahsediyorum: Bence bir yazar bunu yapmalıdır.
Montaigne eserlerinin maddesinin kendi olduğunu söylemişti. Bunu
maskeleyen daha utangaç yazarlar vardır. Mesela Pascal yan yolda­
dır, daha utangaçtır, birinci şahsı kullanmaz, Montaigne'deki ben'i
zevksiz bir şey gibi reddeder. Eğer yazıyorsak, bir şeyi başımızdan
atmak içindir bu; gayri şahsi edebiyat yoktur. Felsefenin gayri şahsi
olduğu söylenir, ama ben sahte bir filozofum. Felsefe okudum, Berg­
son üzerine bir tez yaptım, ama bütün yazılarımda bahsettiğim şahsi
bir felaketten sonra, uykuyu yitirdikten sonra felsefeye inanmayı bı­
raktım. Yirmi yaşında, felsefeyi böyle bıraktım çünkü hiçbir işime
yaramıyordu. Siyasi eğilimler konusunda söz ettiğim o çılgınlık dö­
nemi bu uykusuzluk safhasına tekabül eder. Bundan Fransa'da kur­
tuldum: Bugün bile hala bunu çekiyorum, ama patolojik anlamda de­
ğil. Yirmi altı, yirmi yedi yaşında, günde en fazla iki-üç saat uyuyor­
dum. O dönemde yazdığım her şey sayıklamayı andınr ve bu fela­
ketle ilişkilendirilmezse tepkilerimin hiçbiri anlaşılmaz. Bu o kadar
vahimdi ki annem ağlıyordu ... her gece aylak aylak dolanıyordum...
98 EZELİ MAGLUP

Bir gün ona, "Artık dayanamıyorum," dedim; beni hiila şaşırtan bir
cevap verdi (annemin bir papaz karısı olduğunu unutmamak gere­
kir): "Böyle olacağını bilseydim kürtaj yaptırırdım." Allak bullak et­
ti bu beni. Ama çok da iyi geldi.
Yazdığım her şey, bir şeyden, bir sohbetten, aldığım bir mektup­
tan doğmuştur. Yazdıklarımın nedenini, bundaki bayağı tarafı, kazai
kökenini göstererek yazabilirdim. Belki de kitaplarımdan daha ilginç
olurdu bu.
Nasıl tanımlanmayı tercih ederdiniz ?
Bilmem ... İstenen söylenebilir.
Bugün, kendinizle ilişkiniz nasıl?
Eh, o kadar iyi değil.
Ama o kadar kötü de değil.
Evet, çünkü, her şeye rağmen, yaşlı olduğumu inkar edemem. Ama
kendimi özel olarak yaşlı hissetmiyorum ...
Yaşlı olmak canınızı mı sıkıyor?
Hem evet hem hayır. Hayır, çünkü geleceğin bizim için neler hazır­
ladığını tam olarak biliyorum; ama biraz rahatsız da ediyor, çünkü
felakette hazır bulunmak isterdim ve aksine bunun tanığı (gülüyor)
ya da kurbanı olamayacağım izlenimindeyim. Gelecek üzerine belir­
gin bir görüşüm var. Tarihi felaketten bahsediyorum tabii ki, atom
felaketinden değil. Üstelik bir yaşlı olarak kendime tahammül ediyo­
rum, ama yaşlılara tahammül etmiyorum, diğer yaşlılara. Kitapları­
mı okuyanlar gençler. Burukluk adında bir kitapçık yazdım, küstah­
ça şeyler var içinde. Bunu savaştan hemen sonra yazdım; son dere­
ce yoksul ve çok kinik olduğum bir zamandı. Bu kitap yayımlandı­
ğında, Çürümenin Kitabı da çıkalı az olmuştu ve arkadaşlarım bana,
"Bir çuval inciri berbat ettin, bu kitap küstah ama ciddi değil," dedi­
ler. Hakkında sadece iki kısa yazı çıktı; biri Elle dergisinde (bunun
için asla antifeminist olmayacağım). Kitap tam bir başarısızlık oldu.
l 952'de çıktı ve yirmi yıl içinde iki bin adet satıldı; hem de fiyatı
dört frank gibi komik bir rakamdı! Kötü bir kitap olduğuna hükme­
dildi ve sonunda bunu ben de kabullendim. Yirmi beş yıl sonra,
cepkitabı olarak çıktı. Şu anda Fransa ve Almanya'da en çok okunan
VATANSIZ VE KİMLİKSİZ KALMAK İSTİYORUM 99

kitabım. Bir insanın kaderi öngörülebilir, ama bir kitabın kaderi ön­
görülemez.
La Tentation d'exister (Varolma Eğilimi) adlı kitabınızda, yazmış ol­
duğunuz en iyi metin olarak değerlendirdiğiniz, Yahudiler üzerine
bir otuz sayfa var. Yahudileri sever misiniz?
Son derece ilginç çok sayıda Yahudi tanıdım; insan ilişkilerinde en ze­
ki, öngörülmez ve en cömert kimseler bunlar. Fransa'ya geldiğim va­
kit, benimle ilgilenen ve nasıl geçindiğimi merak eden sadece Yahu­
dilerdi. l 937'de Macar Yahudisi siyasi mültecilerle birlikte yaşadım.
Paris'te görüştüğünüz ya da görüşmüş olduğunuz yazarlar hangile­
ri?
En ilginç kimseler hiç yazmamış olanlardır. Yazarların ilginç olduk­
ları bilinir; her halükarda eserleri tanınır. Benim dostlarım da, hem
Romanya'da hem Fransa'da, yazmayan kimselerdi ya da kayda değer
bir biçimde daha ilginç kimselerdi. Yazar geçmişini satar. Ondan
kurtulur. Ama kendini dışavurmamış kişi, rate olduğu söylenen kişi,
konuşmamış olduğu için her şeyi içinde tutar, avantajı budur.
Sizin için Paris'in anlamı ne?
O kadar çok ki! Hayatımın tutkusu ... ama şimdi bitti. Bir Fransız
bursuyla Paris'e geldiğim vakit, katiyetle burada yaşamam gerektiği­
ne karar verdim. Son Rumence makalemi Quartier Latin üzerine
yazdım: Korkunç bir hüznü vardı ve bu makalede neredeyse bursu­
mu tehlikeye atıyordum. Rilke'den bir alıntıyla başlıyordu: "Buraya
yaşamaya, veya daha ziyade ölmeye gelinir." Makale Romanya'da
büyük yankı uyandırdı, çünkü Rumenler için yeryüzündeki cennet
Paris'ti. Bütün hayalleri Paris'te bir servet saçıp savurmak, sonra da
intihar etmekti. Şöyle yazdım: "Dünyanın en hazin, en melankolik
şehirlerinden biri."
Sizin üzerinize şimdiye kadar hiç yazılmamış neyin yazılmasını ister­
diniz?
... Daima kendi hakkımda yazdığım için, nasıl diyeyim, bulunduğum
açı iyi değil. Bilmiyorum ... Bence daha ziyade şu sorun çıkıyor: Ka­
famdaki hayat anlayışıyla nasıl yaşayabildim? Hangi nedenle intihar
etmediğimi herkes daima sordu ve bu soru hiç de saçma değil. Bun-
100 EZELİ MAGLUP

dan bahsetmek istemiyorum, değmez. Cevabı göstereceğim size. [La


Delirante adında bir dergiyi alıyor ve bana şu satırları gösteriyor:
"Gün be gün intiharla birlikte yaşadığıma göre, şimdi intihara burun
kıvırmam haksız ve nankörce olurdu. B undan daha sağlıklı ve daha
doğal bir şey var mı? Asıl doğal olmayan, azgın bir yaşama iştahıdır;
vahim bir kusur, başkusur, benim kusurum. "0] İşte hakikat bu.
Olumsuz bir meziyet ve övgüye layık bir kusur.
Kimin, benim mi?
Hayır, genel olarak.
Gençlik dostlarımdan biri var, Ermeni, bütün ailesini kaybetti, şimdi
yaşamaktan yoruldu. Benden daha yaşlı, neredeyse doksan yaşında;
büyük bir depresyon anında bana yazdı. Benden bir tür intihar izni
vermemi istedi. Şöyle cevap verdim: "Eğer hala gülebiliyorsan, inti­
har etme; gülemiyorsan, o zaman tamam." Biri bana danışırsa söyle­
yebileceğim son söz bu. Gülebildiğiniz müddetçe, ümitsizliğe kapıl­
mak için bin tane sebebiniz de olsa, devam etmek gerekir. Gülmek
hayatın tek mazeretidir, hayatın büyük mazereti ! Ve söylemem gere­
kir ki en büyük ümitsizlik anlarında bile gülme gücüm oldu. İnsan­
ların hayvanlar karşısındaki avantajı budur. Gülmek nihilist bir teza­
hürdür, tıpkı neşenin kasvetli bir hal olabilmesi gibi.

"' Bkz. "Tares", la Delirante içinde, der. Fouard El-Etr, no. 8, Yaz 1982, s . 2 1 .
(Fr. ç.n.)
İlahiyatçılık taslayacak kadar
mizah yoksunu değilim

·
Gerd Bergfleth ile yaptığı ve Almancada ilk kez "Ein Gespriich - Geführt
von Gerd Bergfleth" başlığıyla yayımlanan söyleşi. © Konkursbuchverlag
Claudia Gehrke 1 985, Tübingen. l 987'de Ire des Vents yayınevi tarafından
sınırlı sayıda basımı yapılan, daha sonra da 1988'de !'Heme yayınevi tarafın­
dan yayımlanan Cioran'ın Fransızca versiyonu. © Editions de !'Heme, 1 988.

GERD BERGFLETH:, Sayın Cioran, daha önce Rumencede birçok ki­


tap yayımlamış olduğunuz halde neden Fransızca yazma kararı al­
dınız? 1
CIORAN: Beni anadilimi bırakmaya iten, durum ve şartlardı. Simo­
ne Weil'in dediğine bakarsak, bir mümin için din değiştirmek ne ka­
dar tehlikeli ise, bir yazar için de dil değiştirmek o kadar tehlikelidir.
Bu görüşe tam olarak katılmıyorum. Yabancı bir dilde yazmak bir
özgürleşmedir. Kendi geçmişinden kurtulmaktır. Bununla birlikte,
başlangıçta Fransızcanın bana deli gömleği gibi geldiğini itiraf et­
meliyim. Bir Balkanlı'ya, bu dilin katılığından daha ters bir şey yok­
tur. B ir Slav ve Latin karışımı olan Rumence, zarafetten yoksun
olan, ama alabildiğine şiirsel bir dildir; Shakespeare'in ve Kitabı Mu­
kaddes'in vurgularına onun kadar açık bir dil bulmak zordur. Orada
yazdığım hiçbir şeyde, en ufak bir üslup kaygısı yoktur; her şey teh­
likeli bir biçimde kendiliğindendir. Daha sonra Fransızca yazmaya
başladığım zaman, yabancı bir dili benimsemenin bir özgürleşme
olabildiğinin; ama aynı zamanda bir sınav, hatta bir azap olabildiği­
nin farkına vardım. Yine de büyüleyici bir azaptı bu.

1. Tübingen Fransız Enstitüsü'nde 5 Haziran 1984 tarihinde yapılan söyleşi.


1 02 EZELİ MAGLUP

Şimdi size, dilimden firar etme kararını neden aldığımı anlataca­


ğım. Paris'e 1937'de Bükreş Fransız Enstitüsü'nün bursuyla geldim.
Bir tez yapma taahhüdünde bulunmuştum - formalite icabı bir taah­
hüttü bu. Aslında hiçbir zaman hiçbir ciddi çalışma tasarlamadım;
hiçbir anda herhangi bir konuya asılmayı denemedim; ama sürmenaj
tehdidi altında olduğumu ima etmekten de asla vazgeçmedim. Bir yıl
sonunda bursumun uzatılması için Bükreş'e iki tavsiye mektubu gön­
dermem gerekiyordu. Hiç kimseyi tanımıyordum, çünkü hiçbir der­
se gitmemiştim. Ne pahasına olursa olsun oraya dönmek istemiyor­
dum. Ne yapmalı? Bir dostumu aradım ve ara sıra görüştüğü Louis
Lavelle'e beni takdim etmesini istedim. Yola koyulduk. Saat on bir
buçuktu. İyi bir izlenim yaratmak istiyordum ve Fransa'da çok az ta­
nınan filozoflardan söz etmeye koyuldum. Özellikle o zamanki ila­
hım Georg Simmel ve o dönemde tutkuyla okuduğum bir sürü kitap
ve yazar hakkında konuştum. Yarım saat sonunda, yan odada bazı
gürültüler işittim: Öğle yemeği vaktiydi. "Sebebi ziyaretiniz?" diye
sordu bana. "- Bükreş Fransız Enstitüsü için bir tavsiye mektubu al­
mak istiyordum. - Ama sizi tanımıyorum. - Sizinle yarım saat ko­
nuştum. Bazı şeylerden haberdar olduğumun farkına varabilmişsi­
nizdir. " Bir robot gibi yerinden kalktı. Sonra, göründüğü kadarıyla
istemeye istemeye, mektubu yazdı.
İkinci bir tavsiye mektubuna ihtiyacım vardı. Lüksemburg'da
Jean Baruzi'yi görmeye gittim. Bu İspanyol mistisizmi uzmanının
önünde, alanı üzerine bildiğim her şeyi sayıp döktüm. "Sizi tekrar
görmek isterim," dedi bana. Ama ona acelemin nedenini belirtince,
başvurduğum yoldan şaşkına döndü ve açıkça reddetti. Sonunda da­
ha anlayışlı başka bir profesör buldum. Bükreş'teki Fransız Enstitü­
sü'nün müdürü neyse ki üniversite ortamının önyargılarından azade
biriydi. "Tez yapmadı, ama Fransa'yı derinliğine bilen tek burslu öğ­
renci. Her tarafa gitti; eninde sonunda, zamanını kütüphanelerde ge­
çirmiş olmaktan iyidir," diyordu benim hakkımda. Gerçekten de ay­
lar boyunca bisikletle taşrayı gezmiştim, Katolik ve laik genç yurt­
larında yatmıştım. On sene geçti; Rumence bilgimi derinleştirmek­
ten başka bir şey yapmadığım on kısır sene. 1 947 Yazında Dieppe
yakınında bir köydeydim; kendim de pek inanmadan Mallarme çe­
virmeye çabalıyordum. Bir gün, içimde bir devrim gerçekleşti: Ka­
pıldığım duygu, bir kopmanın habercisiydi. Derhal anadilimle işimi
bitirme karan aldım. "Artık sadece Fransızca yazacaksın," benim
İLAHİYATÇILIK TASLAYACAK KADAR 1 03

için bir düstur haline geldi. Ertesi gün Paris'e döndüm ve ani kararı­
mın gereğini yaparak hemen işe koyuldum. Çürümenin Kitabı'nın ilk
versiyonunu çok çabuk bitirdim ve ilk gösterdiğim dostumun kanısı,
veya daha ziyade teşhisi, yüreklendirici olmaktan uzaktı. "Yersiz
yurtsuz bir hali var. Her şeyi yeni baştan ele almak lazım." Hayal kı­
rıklığına uğramıştım ve öfkeden kuduruyordum. Ama haklı olduğu­
nu da hissediyordum ve tavsiyesine sıkı sıkıya uydum.
Burada başka bir dönemi de zikretmek isterim. Birinci Dünya
Savaşı'nda bir kolunu kaybetmiş olan yaşlı bir Basklı tanıyordum. O
da benim gibi Quartier Latin'de oturuyordu. Atalarının dili konusun­
da büyük bir uzmandı. Birkaç makale dışında hayatı boyunca hiçbir
şey yapmamıştı - ki bu da beni ona hayran etmişti. Düzeltme man­
yağıydı, katı bir özleştirmeciydi, dilbilgisi inceliklerine karşı hakiki
bir tutkusu vardı. Bu çolağın başka bir özelliği de belden aşağı sap­
lantılarıydı. Gezintileri sırasında, fahişelerin yanına gidiyor ve en ol­
madık dil incelikleriyle onlara açık saçık sözler söylüyordu. Akşam­
lan sık sık Montpamasse'a gidiyorduk. Hikaye bileşik zamanı dilek
kipinin fanatiğiydi ve kaldırım yosmalarından biri hata yaptığında
öyle yüksek bir sesle azarlıyordu ki, etraftan geçenler durup toplaşı­
yordu. Onu saatler boyunca dinliyordum, söylediği hiçbir şeyi kaçır­
mıyordum, modası geçmiş harika söz oyunlarını kolluyordum. Dik­
kat çektiği noktalar, yaptığı imalar incelik doluydu. Kütüphanesi,
bilhassa sözel cambazlıklarını ve kibar açık saçıkhklarını takdir etti­
ği erotik kitaplarla doluydu. Sık sık, incelik dolu müstehcenlikte şu
ya da bu deyişi anlayıp anlamadığımı sorardı bana. Tekrarlıyorum,
-adlarını vermekten imtina edeceğim- en sevdiği kitapları, buluşla­
rı için, uygunsuz söz oyunları ve şık müstehcenlikleri için okuyordu.
Bu malfilün üzerimde büyük etkisi oldu. Her ne kadar özleştirmeci
batıl inançlarını kısmen reddetsem de, sözcük dağarcığı ve sözdizi­
mi üzerine tartışıyordum onunla. Bana şöyle talimat veriyordu:
"Eğer doğru dürüst yazmak istemiyorsanız, Balkanlar'daki memle­
ketinize dönün o zaman. " Çürümenin Kitabı'nı böylece birçok kez
yazdım. Sonunda bunu ona takdim etmeye karar verdim. Sık sık bu­
luştuğumuz o kafelerden birinde, ona bir sayfa kadar bir şey oku­
dum: Neredeyse hemen uyuyakaldı. Her şeye rağmen ona bir bor­
cum var. Kültürü geniş, belagati eşsizdi. Onunla temas içinde Söz'ün
sınırsız gücünü anladım. Bununla birlikte, mükemmeliyet ve şeffaf­
lık zoruyla toplum gibi dilin de cılızlaştığı 1 8 . yüzyılın hayranıyım-
1 04 EZELİ MAÔLUP

dır. O yüzyılın kanı çekilmiş ve saf nesriyle çok düşüp kalktım; özel­
likle de önemsiz yazarlarıyla. Maine Düşesi'nin maiyetinden olan
Madam Staal de Launay'in anılan geliyor aklıma. Bir tarihçi bu ki­
tabın bütün Fransız edebiyatının en iyi yazılmış kitabı olduğunu id­
dia etmiştir.
Rumence kitaplarınıza dönelim. Bize bu kitaplarla ilgili bir şeyler
söyleyebilir misiniz?
1 934'te çıkan ilk kitabıma baştan aşağı felsefe ağzı bulaşmıştır. Onu
kurtaran, çok yüksek ölçüde karanlık özüdür. O sırada uyku uyumaz
olmuştum, bütün gecelerim sabahlayarak geçiyordu ve tüm yaşamım
sürekli bir bekleyişe dönmüştü. Neredeyse Tübingen kadar güzel bir
şehirde yaşıyordum: Transilvanya'daki Sibiu. Geceleyin bir hayalet
gibi sokaklarda dolaşıyordum. İçimdeki kanşıklığı haykırma fikri o
zaman geldi aklıma. Ümitsizliğin Doruklarında böyle doğdu; bir in­
tihar olduğunda gazetelerin kullandığı can sıkıcı bir başlıktı bu. Böy­
le bir başlangıçtan sonra çökeceğimden emindim. Size o zamanki
durumum hakkında bir fikir vermek için, orantısız ve gülünç bir kar­
şılaştırmaya başvuracağım. Ecce Homo ile, çöküşle başlayan, daha
sonra da Tragedyanın Doğuşu ve geri kalan eserlerine geçen bir
Nietzsche tahayyül edin. Dolayısıyla neredeyse bir kaçık gibi başla­
dım, daha sonra da gitgide daha normal, hatta fazla normal bir hale
geldim. Kitabımda, cinnete ya da tahrike yakın olan cehennemi bir
samimiyet vardı. O dönemde bana anlatıldığına göre bir kadın, ko­
casına yaptığı etki yüzünden bu kitabı ateşe atmıştı. Annem ciddi bir
biçimde endişe duyuyordu. Benim için başvurduğu ve kısa bir gö­
rüşme yaptığım bir uzman, frengiye yakalandığımdan hemen hemen
emindi. Doğu Avrupa'nın o zamanki entelektüel çevrelerinde bu has­
talığın büyük bir itiban vardı. Tam o sırada okuduğum, bir Sırp tara­
fından, bu hastalığa yakalanma şansı olmayanların bütün ümitlerini
bırakmaları gerektiğini gösterme niyetiyle yazılmış bir kitap vardı. ..
Teorisini desteklemek için, bu hastalığa yakalanma mutluluğuna na­
il olmuş çok sayıda şahsiyet zikrediyordu. Bir kan tahlili gerekliydi.
Sonuç hayal kınklığı oldu. "Kanınız temiz çıktı," diye haber verdi
doktor, muzafferane bir havayla. "Memnun olmuş gibi görünmüyor­
sunuz," diye ilave etti. "Doğru, memnun değilim," diye cevapladım.
Geleceğim tasarlanamaz bir şey gibi geliyordu bana. Ne yapabi­
leceğimi göremiyordum. Hoşlandığım bir meslek seçmem gereki-
İLAHİYATÇILIK TASLAYACAK KADAR 1 05

yordu, ama düzenli bir işe girmekten aciz hissediyordum kendimi.


Yine de bir yıl boyunca Transilvanya'daki Braşov Lisesi'nde felsefe
öğretmenliği yaptım. İşte o sırada azizler üzerine kitabımı yazdım;
nispeten derin bir dini buhranın sonucuydu. Kitabı götürdüğüm Bük­
reşli bir yayıncı okumadan kabul etti. İki ay sonra bunu yayımlama­
yı reddettiğini haber verdi bana; dizgici tarafından uyarılmıştı ve bir
göz attığında dehşete kapılmıştı. "Beni anlayın, zenginim, servetimi
Tanrı'nın yardımıyla yaptım ve şimdi siz çıkıp bu tüyler ürpertici kü­
fürlerinizle geliyorsunuz," dedi. İki ay sonra başka bir yerden, "Ya­
zar Yayını" ibaresiyle basıldı. Bu arada, 37 sonunda, Paris için yola
koyulmuştum.
Genç bir Ermeni kız dışında dostlarımın hepsi kitabı kötü karşı­
ladı. Eliade şiddetle saldırdı bu kitaba. Annemle babam özellikle ra­
hatsız oldular. Aslına bakılırsa annem inançlı biri değildi, ama yine
de papaz karısıydı ve daha da vahimi, şehirdeki Ortodoks Kadınlar
Demeği'nin başkanıydı. "Bu kitabı biz hayattayken yayımlamaman
gerekirdi. Buradaki herkes bunun bir rezalet olduğunu düşünüyor,"
diye yazdı bana. Ona bir cevap mektubu yazdım; "Onların hepsine,
Balkanlar'da yayımlanan hakikaten dini ilk kitabı yazdığımı söyle,"
diye. İşte o sırada anladım ki ben asla müminler soyundan olmaya­
cağım. İmanım yoktu ve hiç olmayacaktı. İşin tuhafı, Avilalı Tereza
beni büyülüyordu. Ateşliliği üzerinizde öyle bir güç yaratır ki, öyle
bir sihri vardır ki, inanmadığınız halde inandığınızı zannedersiniz.
Edith Stein'ın Hıristiyanlığa geçmesi, onun kitaplarından birini tesa­
düfen okuduktan sonra olmuştur - azizenin cazibesine kapılan her
imansızı tehdit eden tehlike.
Şimdi de Paris'teki tecrübelerime döneceğim. Fransa'da ne öğ­
rendim aslında? Her şeyden önce, yemek ve yazmak tam olarak ne
anlama geliyorsa onu. Quartier Latin'de kaldığım otelde her sabah,
işletmeci adam, karısı ve oğluyla öğle yemeğinin mönüsünü hazırlı­
yordu. Gözlerime inanamıyordum. Annem böyle bir konuda bizim
fikrimizi hiç sormamıştı, oysa bu ailede her gün üç kişilik bir konfe­
rans düzenleniyordu. Önceleri misafir beklediklerini zannediyor­
dum. Hata. Yemeklerin sırası, art arda gelişleri, günün en önemli ola­
yı söz konusuymuşçasına bir görüş alışverişi konusu oluyordu - kal­
dı ki günün en önemli olayı da hakikaten buydu. Yemek yemenin ba­
sit bir ihtiyaca tekabül etmediğini; daha derin bir şeye, ne kadar tu­
haf gelirse gelsin açlıktan ayrışarak hakiki bir ayin anlamı kazanan
1 06 EZELİ MAGLUP

bir fiile tekabül ettiğini o sırada keşfettim işte. Dolayısıyla yemek


yemenin ne demek olduğunu, bu gündelik alçalmada kayda değer ve
eşsiz neler olabileceğini ancak yirmi yedi yaşında öğrendim. Böyle­
likle de bir hayvan olmaktan çıktım. İyi yemeye duyarsızdım; ama
iyi söylemeye ondan da duyarsızdım. Dile getirecek bir şeyim oldu­
ğunda kendimi fazla kasmadan yapıyordum bunu. Ama Valery'nin
ülkesinde, herhangi biriyle sohbet etmek bir tür giriş töreniydi.
Rumencedeki ilk kitaplarınızla Fransızcadaki ilk kitabınız arasında
iç bağlar olup olmadığını söyleyebilir misiniz?
Aynı hayat görüşünden çıkarlar; aynı oluş duygusundan da diyebili­
riz. Bir marjinalin, bir vebahnın, hemcinslerine artık hiçbir şeyle
bağlı olmayan bir bireyin tepkisini ifade ederler. Bu bakış beni hiç
bırakmadı. Değişen şey, bunu tercüme etme tarzım oldu. Yaşla bir­
likte -yaşlılığın en utanç verici tarafı da budur- fikirlerimizi artık
aynı yoğunlukla benimsemeyiz. Gençliğimde, yoğun olmayan şey
benim gözümde hiçti. İlk kitabımın bir infilak olması tesadüf değil­
dir. Hiçlik benim içimdeydi, onu başka yerde aramama gerek yoktu.
Daha çocukken bunun önsezgisini, dipsiz uçurumlar keşfettiren can
sıkıntısı aracılığıyla yaşamıştım. Boşluk ihsasına, zamanın dışına
atılmış olma izlenimine kapıldığım anı tam olarak zikredebilirdim.
Bu boşluğu daima hissettim; benim için neredeyse her gün karşılaş­
tığım bir şey haline geldi. Bir tecrübenin sıklığı, bir baş dönmesinin
ısrarla dönüp dönüp gelmesi çok önemlidir.
Ecartelement'da şöyle yazıyorsunuz: "Filozoflar öğretmenler için
yazar, düşünürler de yazarlar için. " Eğer böyleyse, hiç kuşkusuz siz
bir düşünürsünüz. Biraz belirginleştirebi/ir misiniz?
Almanya'da düşünüre tepeden bakarlar. Buna karşılık filozof itibar
görür: Bir sistem inşa etmiştir, okunmaz olma ayrıcalığına sahiptir!
Fransa'da yazar tanrıdır; birisi diğeri için yazdığı ölçüde düşünür de
öyle. Maalesef son savaştan beri yazarlar ders verecek kadar alçal­
dılar!
Oysa siz hem düşünür hem yazarsınız; hem de sadece geniş bir an­
lamda değil, çünkü biraz Nietzsclıe gibi, üsluba büyük önem veriyor­
sunuz; ama sizi diğer yazarlardan farklılaştıran hem kışkırtıcı hem
büyüleyici, tamamen size özel bir biçimde yapıyorsunuz bunu. İhsa­
sınızdan, haletiruhiyenizden, demin dediğiniz gibi mesela can sıkın-
İLAHİYATÇILIK TASLAYACAK KADAR 1 07

tısından yola çıktığınızı, sonra da haletiruhiyeden fikre geçtiğinizi


söylemek doğru olur mu sizce?
Tam olarak budur. Yazmış olduğum her şey, hallerim, her tür nöbet­
lerim tarafından dayatılmıştır bana. Bir fikirden yola çıkmam, fikir
sonra gelir. Yazmış olduğum her şeyin sebebini ya da bahanesini bu­
labilirim. Kestirme yollarım, formüllerim, uykusuz gecelerdeki bek­
leyişlerimin meyveleridir. Geceleyin başka bir insanızdır, tamamen
kendimizizdir; aynen son zamanında ıstırap çeken ve köşeye sıkış­
mış Nietzsche gibi. Bu Nietzsche, aslında her şeyin "çilelerimiz" ta­
rafından kışkırtıldığının kanıtıdır!
Onun durumunda, her tür zayıflığına nesnel bir statü atfetmesi ölçü­
sünde başka bir yola girilir.
Bunu çok iyi yaptı; harikulade biçimde kamufle etti.
Siz tam bunu yapmıyorsunuz.
Doğru. Oysa bir yazar kurnazca davranmalıdır; kısacası, düşkünlük­
lerinin ve saplantılarının kökenini ve arka planını gizlemelidir. Fikir­
lere gelince, fırsat düştüğünde piyasaya sürdüklerim oluyor...
Ama aslında tamamen öznel düşüncelerden ibaret bunlar.
Bir yükten kurtulmak ya da bunu en azından hafifletmek için yazı­
yorum. Kendimi ifade edememiş olsaydım, çok fazla aşırılığa kalkı­
şırdım. Öznel filozof, hissettiğinden, yaşadığından, kaprislerinden
ve karışıklıklarından yola çıkar. Duyduğunuzu nesnelleştirebilirsi­
niz, bunu maskeleyebilirsiniz. Niçin yapayım bunu? Yıllar boyunca
hissetmiş olduklarım kitaplara dönüştü ve adeta bu kitaplar kendi
kendilerini yazdılar.
"Habire yazarı hakkında sorular sormadan okunabilen kitabın vay
haline!" diye yazmıştınız. Her ne kadar kendi adınıza konuşmuyor
da olsanız, burada ifade ettiğiniz şey bütünüyle ve temelli öznel de­
ğil mi?
Size dolaylı bir cevap vereceğim. Tercihen gizli günlükler, hatıratlar,
mektuplar okurum. Yirmi yıl kadar önce, aylar boyunca bir antoloji
hazırlamak için çalıştım: "Saint-Simon'dan Tocqueville'e Portre".
Belki İtalya'da basılacak. Bugün bile herhangi bir hatırat ilgimi çe­
ker; sıradan bir yazarın çoğu zaman bir dehadan daha büyüleyici bir
1 08 EZELİ MAÖLUP

yaşamı olmuştur. Beni yazan üzerine düşünmeye zorlayan bir eseri


tercih ettiğim kesin; katiyetle felsefi bir kitap için böyle bir şey ha­
yal bile edilemez.

Bizzat şairler de yarattıklarının ardına saklanıyorlar. Siz ise aksine


açık açık bir "ben " adına konuşuyorsunuz.

Hayran olduğum, yok, büyük bir saygı duyduğum Emily Dickinson'ı


alalım. Durmadan kendinden bahseder. Nesnel şair diye bir şey yok­
tur ve olamaz. Her şiirin her yerinde "ben" vardır.

Söz konusu olan lirik bir benlik. Şairlerde adeta kendi bilinçleri ye­
rine kendini ifade eden bir bilinç var; oysa siz, yazar olarak konuşu­
yorsunuz.

Bu yanlış. Eğer yazar olarak konuşsaydım, yazdıklarımdan söz eder­


dim. Durum bu değil. Benim bahsettiklerim, az ya da çok gündelik
öfkelenmelerim ve hayretlerim; bir hizmetçi kızın bile anlayabilece­
ği şeyler. Bir yazar bozuntusu gibi davranmam gülünç olur.

Demin söylemek istediğim, öznelliğinizde iblisane bir şeyler oldu­


ğuydu; zira benliğinizi yutuyor bu. Kendinizi Hamlet'le ya da Mac­
beth '/e mukayese ettiğinizde ortaya çıkan mutlak bir öznellik bu.
Macbeth 'in kardeşiniz, alter ego nuz * olduğunu söylüyorsunuz.
'

Evet, kendimi Macbeth'le mukayese ediyorum, hiç kimseyi öldür­


memiş olmama rağmen. Ama içsel olarak, onun yaşadığını yaşadım
ve onun söylediklerini söyleyebilirdim. Megalomani nöbetlerimde
onu intihalle suçluyorum.

Gerçek bir kışkırtma bu. Burada kendinizi Macbeth olarak takdim


ediyorsunuz.

Tamamen.

Gerçek bir Macbeth karşısında bütün salon kaçardı.

Şeyleri fazla kelimesi kelimesine almak olur bu. Biraz nüans katmak
gerekir. Macbeth'i düşündüğüm zaman kendimi onunla özdeşleştiri­
yorum; onu düşünmediğim zaman bile kardeşim olarak kalıyor. Söy-

* Bütünleyici benlik. (ç.n.)


İLAHİYATÇILIK TASLAYACAK KADAR 1 09

]edikleri elbette cinayetine bağlıdır, fakat aynı zamanda daha uzağa


ve daha derine gider. Macbeth de tıpkı Hamlet gibi bir düşünürdür.
Ölçü noksanlığını delicesine sevdiğim Shakespeare'i anlıyorum.

Oysa Shakespeare sadece bir yazar; her ne kadar kuşkusuz en büyü­


ğü de olsa.

Braşov'da öğretmen olduğum ve azizler üzerine kitabımı yazdığım


zaman, aniden artık sadece Shakespeare'le konuşma karan aldım.
Açık ve net, azıcık da çılgınca bir karardı bu. Ama aynen böyle ol­
du. Bu şehirde çok hoş bir kahvehane vardı, Viyana kahveleri tarzın­
da. Her gün öğle yemeğinden sonra oraya gidiyordum. Bu karan bir
kez aldıktan sonra, her zamanki yerime oturmuştum. Tam bu anda
meslektaşlarımdan biri geldi, jimnastik öğretmeni. "Masanıza otura­
bilir miyim?" diye sordu. "-Siz de kimsiniz? Shakespeare misiniz?
-O olmadığımı siz de iyi biliyorsunuz. -Nasıl? Shakespeare değil
misiniz? Öyleyse çekin gidin buradan! " Hiddetten çılgına dönerek
çekti gitti ve herkese benim delirmiş olduğumu anlattı. Macbeth'e
dönersek, söylenmesinin benim üzerime düştüğüne bütün içtenli­
ğimle kani olduğum şeyleri söylemiş olmasından ötürü onu hiç af­
fetmeyeceğim.

Burada artık haddinizi aşıyorsunuz.

Sakin olun. Göründüğümden çok daha mütevazıyım.

Size şimdi sormak istediğim soru, eserlerinizin temel bir veçhesi


olan kuşkuculukla ilgili. O kadar kökten bir kuşkuculuk ki bu, kendi­
ne karşı çalışıyor ve her tür sistemin altını oyuyor. Dili bile kökten
bir biçimde şüphe konusu ediyorsunuz. İşte sorum: İfade biçimi ola­
rak aforizmayı seçmenizdeki belirleyici etken kuşkuculuk değil mi?

Gerçeği söylemek gerekirse kuşkuculukla aramın nasıl olduğunu ar­


tık pek iyi bilemiyorum; düşünmüş olduğum her şeyin merkezinde
olmasına rağmen. Muhakkak olan şu ki, bir sürü durumda benim için
en etkili müsekkin rolü oynadı. Kendimi şüphenin eline zevkle bı­
raktım, ki fikirleriyle kendisi arasında bir mesafe bırakma kaygısı ta­
şıyan kuşkucunun yaptığı tam bu değildir. Sevdiğim kuşkucu türünü
Pascal temsil eder; inanma ısrarındaki, içsel parçalanmayla neredey­
se eşanlamlı olan imanına ümitsizlik içinde sanlan kuşkucu.
1 10 EZELİ MAÖLUP

Aynı zamanda kuşkuculukla mistisizm arasında da bir yakınlık kuru­


yorsunuz. Kuşkuculuk, boşluk tecrübesine yol açtığı ölçüde mistiğin
olumsuz biçimi olamaz mı?

Mistiklerin yaşanılan okunduğu zaman, hepsinin bir şüphe dönemin­


den geçtiği fark edilir; en uç noktasına vardırıldığında uçuruma kom­
şu olan ve kendi aşırılığıyla kendini yok eden bir şüphe. Ancak o za­
man kuşkuculuğun dışına sıçrama gerçekten vuku bulur. Burada
azizlerle mistikler arasında bir ayrım yapılması gerekir. Azizlerin
olumlu bir tarafı vardır; eylemek isterler, başkaları için kendilerini
parçalarlar. Bunun zıddındaki mistik ise tamamen hareketsiz, saplan­
tılı biri, bencilin teki olabilir. Onun için en büyük sınav; feragat, ku­
raklık, içindeki çöl, yani vecdin eksiksizliğini bulma imkansızlığı ih­
sasıdır.

Mistiğin boşluğu hiçliğe çıkar, ama her şey olan bir hiçliğe. Bunu siz
de böyle mi görüyorsunuz?

Daima Tanrı'dan sonra ya da daha ziyade O'nun üzerinde yer alanın


büyüsüne maruz kaldım.

Kuşkucu, herkesin onun peşinden gitmesini temenni eder mi? Başka


bir deyişle. okur için mi yoksa daha ziyade kendiniz için mi yazarsı­
nız?

Başkaları için yazmadığım kesin. Ancak kendimize, arada sırada da


tanımadığımız kişilere hitap etmemiz gerekirdi. Bir tiyatro piyesi bi­
le, sahicilik iddiasında bulunuyorsa, seyircileri hesaba katmamalıdır.

Size göre bir kitap, bir "intihar tehiri"dir. Demek oluyor ki edebiyat
bir nevi yedek; kendini öldürmek yerine yazmak. Ölüm arzusuyla
ölümün arasına giriyor, nihai çözümü daima ileriye atıyor, ama ber­
taraf etmeden. Yazının size bir yardımı oldu mu?

Eczanelerin müdavimi değilseniz, yazmak büyük şifa kaynağıdır;


yazmak, kendi kendini tedavi etmektir. Size bir tavsiyede bulunayım:
Birini özellikle ortadan kaldınnak istemeden ondan nefret ediyorsa­
nız, yüz kere ismini yazın ve her seferinde yanına "seni öldürece­
ğim," diye ilave edin. Yarım saat sonunda yatışırsınız. Dile getirmek
kendini kurtarmaktır; sadece saçma sapan şeyler çiziktirilse bile, hiç-
İLAHİYATÇILIK TASLAYACAK KADAR 111

bir yeteneğimiz olmasa bile. Tımarhanelerde her hastaya karalayacak


tonlarca kağıt verilmelidir. Tedavi usulü olarak ifade. İntihar fikri de
aynı meziyete sahiptir. "İstediğim zaman kendimi öldürebilirim,"
dendiği zaman yaşam bir kabus olmaktan çıkar. Elimizde böyle bir
çare bulunduğunda gerçekten de her şeye tahammül edilebilir.
Ölüm sizin için bir mutlak mıdır?

Gençliğimde beni hiç bırakmıyordu; gecelerimin ve gündüzlerimin


merkezindeydi; kendi kendini haklı çıkaran, en yüksek derecede
meşru ve halbuki marazi mevcudiyet. Tuhaf şey: Yaşla birlikte, in­
san bunu gitgide daha az düşünüyor. Kısa süre önce eski bir dostum­
dan hayatın artık kendisi için hiçbir şey ifade etmediğini yazdığı bir
mektup aldım. Ona şu cevabı verdim: "Eğer bir tavsiye istiyorsan, al
sana tavsiye: Ancak artık gülemediğin zaman kendini öldürmelisin.
Fakat gülebildiğin müddetçe, daha bekleyebilirsin. Gülmek bir za­
ferdir; yaşam ve ölüm karşısında tek hakiki zaferdir." İkisi de aşağı­
lık bir gösteri sunarlar. Yaratılış, ne biçim bir zırvalık!

Uygarlığın gerilemesini ve tarihin sonunu nasıl tasarlıyorsunuz?

İnsan bir maceracı olduğuna göre, sonu ancak kötü olabilir. Alınya­
zısı Tekvin'de açık bir biçimde tanımlanmıştır. Düşüş'ün hakikati, ilk
zamanlardaki o kesinlik, bizim de hakikatimiz ve kesinliğimiz hali­
ne gelmiştir.

Son bir soru: Sakın gizli bir ilahiyatçı olmayasınız? Bir felaket ila­
hiyatçısı, bir iıfan (gnose) ilahiyatçısı?

İrfanla ilgilendim, bundan doğal bir şey olamaz. Bundan küçük bir
kitap çıktı: Le mauvais demiurge ("Kötü Evren Düzenleyicisi"), Al­
manca çevirisi Die veıfehlte Schöpfung ("Rate Yaratılış") hoşuma gi­
diyor. Yaralıcı'yı ancak kötücül, ya da daha iyisi, her şeyin içine eden
biri gibi tahayyül edebiliriz. Bu anlayış, birkaç yüzyıllık bir tutulma­
dan sonra bugün güçlü bir halde geri dönüyor. Ama ilahiyatçılık tas­
layacak kadar mizah yoksunu değilim.

Onu demek istemiyordum.

Her mezhep sapkınlığı -bu sözcüğü ne çok seviyorum!- coşku veri­


cidir. Fazla uzun sürmüş olan Hıristiyan hegemonyasından sonra,
1 12 EZELİ MAGLUP

şimdi hiçbir ayakbağına takılmadan, Yaratıcı'ya ve yaratılana içkin


olan murdar bir ilke fikrini benimseyebiliriz. Bu fikir, nitelendirile­
meyen tarihi oluşu, daha doğrusu düpedüz oluşu daha iyi anlamamı­
za, özellikle de bununla yüz yüze gelmemize olanak tanır. Böyle bir
ilke inancı kuşkusuz mucizevi bir reçete değildir, ama yine de Kötü­
lüğün muzafferane kariyeri üzerine geviş getirip duran herkes için
bir sığınak oluşturur.
Cioran'ın çocukluğunun geçtiği Karpatlar'daki Raşinari köyü

Kayak takımıyla, 1 926


Monsieur le Prince Sokağı'ndaki odasının
penceresinden bakarken, 1 949. Fotoğraf: Walıer.
Cioran ailesi, l 930
Oturanlar: Abla Virginia, onun oğlu, baba Emilian ve anne Elvira
Ayaktakiler: Virginia'nın eşi Sabin, ağabey Aurel ve Cioran'ın kendisi
Hayranı olduğu "esersiz filozof' dostu Petre Tuıea ile
Bükreş sokaklarında gezerken, 1937
Jonesco ve Eliade ile Fürstenberg Meydanı'nda, Paris 1 984
Fotoğraf: Louis Monier
Cioran, 1982
Fotoğraf: Fran1.iska Rast
İnsanlık macerası bir tevazu
noksanlığıyla başlamıştır

Esther Seligson'un yaptığı ve Şubat 1 985'te Meksika dergisi Vuelta'da "Ci­


oran de cara a ti mismo" başlığıyla yayımlanan söyleşi. İ spanyolcadan Fran­
sızcaya çeviren Gabriel Iaculli.

ESTHER SELIGSON: Bir karamsar olduğunuz söyleniyor.

CIORAN: Bu yanlış. Öyle olduğumu sanmıyorum. Abartmıyorum:


Dediğim doğru; gerçekliğin berisinde olmam mümkün, ama bunun
açıklaması var: Hep depresyon anlarında yazdım; böyle zamanlarda
yazmak, keyfimce tasarladığım bir tür tedavi haline geliyor. Dans et­
me isteği duyduğunuz zaman yazmazsınız. Bununla birlikte yansız
bir haldeyken yazabilenler de var; hem sadece profesörler de değil.
Genellikle, yazmak yararsızdır; ama hiç kimse başkası için bir şey
yapamadığına göre, öyleyse bunu kendimiz için yapabiliriz, "iyileş­
mek" için, o anlığına da olsa. Yazdığım en kasvetli sayfalara daha
sonra gülmüşümdür. Tekrar okunduğunda, yeniden iç karartıcı olur­
lar, ama benim düzelttiğim üsluptur, düşünce değil. Hakikaten ka­
ramsar olsaydım insanlann çoğu beni okumazdı. Beni "rahatlatıcı"
bile buluyorlar. Küçük bir hayırseverim ben. Ama getirdiğim deva
evrensel değil.
Tarih ve Ütopya 'yı yazdığınızdan beri, Rusya ve Avrupa'ya bakışınız­
da bir değişiklik oldu mu?
Esas itibariyle hayır. Rusya beni ilgilendiriyor çünkü edebiyatı en
derin edebiyat. Buna karşılık, İngilizlerle karşılaştırılabilecek şairle­
ri yok. Edebiyatın iki dehası var: şiirde Shakespeare ve gönül gözüy­
le keşifte Dostoyevski. Dostoyevski'nin dini boyutu hem sayıklama-
1 20 EZELİ MAÖLUP

ya hem de bu boyutun en uç sınırına dokunur. K irilov şahsiyeti aşıl­


mamıştır. Dostoyevski patolojik hallerini gönül gözüyle keşfe dö­
nüştürmüştür. İlk bakışta marazi görünebilirdi; aslında sara hastalı­
ğını metafizik mertebesine yükseltmiştir. Ben kendimi sara hastalı­
ğının yan yolunda kalmış gibi görüyorum. Shakespeare ve Dosto­
yevski beni derinlemesine etkilediler. Öte yandan, Tarih ve Ütopya'
nın kökeninde Maria Zembrano vardır; onunla CafC de Aore'da ta­
nışmıştım. Ustalarından -Ortega gibi- ve ütopyadan konuştuk. O za­
man ona bu konuda bir şey yazacağımı söyledim. Ve kitap böyle çık­
tı. Ütopik edebiyatı okumaya koyuldum. Swift en güzel anti-ütopya­
yı yazmıştır; Gulliver başlı başına bir ütopya olmasına rağmen. İn­
san ile insanın zıddı olan atlar arasında yaptığı karşılaştırma, bu ko­
nuda yapılabilecek tasvirlerin en korkuncudur. Mutlağa dönüştürü­
len kara mizahtır bu. Ütopyanın ayırıcı niteliği, mükemmeliyet hali­
nin mümkün olduğunu kabul etmektir. Avrupa'nın sonunda Rusya
karşısında pes edeceğini düşünüyorum. Bir saldırıyı kastetmiyorum,
ama tükenmiş bir Avrupa üzerinde her seferinde daha güçlü olacak
baskıları düşünüyorum. Çok uzun zamandır, Rus ilahiyatı okudu­
ğum lise zamanından beridir bu görüşteyim. Babam papazdı ve bağ­
lı olduğu piskoposun Ruslar üzerine Almanca bir kütüphanesi vardı.
Ruslar daima dünyayı kurtarmanın kendi üzerlerine düştüğüne inan­
mışlardır. Hangi biçimde olduğunun pek önemi yoktur; önemli olan,
Rusya'ya ulus olarak anlamını veren bu görevi yerine getirme irade­
sidir. Halbuki artık kendine inancı kalmamış Batı Avrupa ulusları
yıpranmışlardır. Tabii tarihi gerçekliklerden söz ediyorum, ideolojik
ya da siyasi gerçekliklerden değil. İdeoloji daima yerel bir durum
gerektirir, oysa tarihi bakış açısı daha geniştir. Siyasi formül ise doğ­
rudan bir duruma verilen cevaptır.

Tarihin sonunu hdl<i bir kıyamet gibi mi değerlendiriyorsunuz?


Hayır. İnsanın sonunun umutsuz olduğuna inanıyorum, ama ne ola­
cağını söyleyemem. Birçok şey mümkün. Evet, alınyazısının trajik
olduğuna inanıyorum. Atom bombasından söz etmek bayağılıktır,
ama bu bir gerçek. Felaket bütünsel olmayacak. Daha kesin konuşur­
sam: Avrupa, ABD ve Rusya ortadan kalkacaklar. Bunlar tarihi yap­
mış olan uluslar. Atom kıyameti bir kapıcı fikri haline geldi: Kuşku­
suz gerçeğe yakın ve temeli var gibi olsa da, ilginç değil. İnsanın bü­
tün bu "kazalar" dışındaki alınyazısıdır ilginç olan. Tabiat itibariyle
İNSANLIK MACERASI 121

maceracı olduğuna göre, eceli yatakta gelmeyecektir. Eğer her şey


yolunda giderse, yozlaşmış, iktidarsız, kendi kendinin karikatürü,
yozlaşmış bir hayvan gibi olacaktır sonunda. Tarihin hızlandırılmış
ritmine bakıldığında, kendini sonsuza kadar yenileyemez; ama daha
birkaç yüzyıl bir afetzede gibi tutunabilir. İnsanın yaptığı her şey ona
karşı dönmektedir: Ahnyazısı ve tarihin trajik kanunu budur. Her şe­
yin bedeli ödenir; iyiliğin de kötülüğün de. İnsanın ahnyazısı tarih­
teki en büyük istihzadır; yozlaşmaktan ibaret bir alınyazısıdır bu.
Her şeyin bir erekselliği vardır; hedeflerine yapışmış bir fanatik olan
insanın haricinde. Her fanatik de bir tanrı bozuntusudur. Tarihin an­
lamına inanılmazsa yaşanabilir mi? Hayatın bir anlamı var mıdır?
Ne zaman bir cenazeye gitsek, kendimize bu hayatın anlamının an­
cak ölmek olduğunu söyleyebiliriz. Ve kendinde hedef yoktur. Asıl
motor hedef yanılsamasıdır. Yalnız, bu yanılsamayı besleyen kişi saf
bir yanılsamanın söz konusu olduğunu bilmez. Bilgi de bunun neden
ibaret olduğunu bilmekten ibarettir, bütün artakalan, hayattır (ille de
büyük H ile değil) ... Neyse, bu benim iyimser bakışım; insan kendi­
ni, kendi bulduğu yollarla yok etmezse tabii ...

Tek vatanınız olduğunu, bunun da kendinizi ifade ettiğiniz dil oldu­


ğunu söylediniz. O zaman kimlik kartınız da yazılarınız oluyor.

Epey doğru bu. Simone Weil, lettre a un religieux'de ("Bir Din Ada­
mına Mektup") "bir yazar için dil değiştirmek, din değiştirmek kadar
vahim ve tehlikeli bir şeydir," diyordu. Vatansız statüsünü benimse­
miş olan benim için dil bir çıpadır, bir temeldir, bir kesinliktir. Bir
milliyet değilsinizdir, bir dilsinizdir. Onun dışında her şey soyut ve
gerçekdışı hale gelir. Öyleyse, evet, bir dil bir vatandır ve milliyet­
sizleşmişimdir. Bir anlamda, kendimi özgür kıldım, ama bunun da
acılı olduğu ortaya çıkıyor. Bir şair için bu bir felaket olurdu.

Paris sizi h/lta öylesine cezbediyor mu?

Hayır. Benim için Paris, tapılası bir put gibiydi. Ama bundan bez­
dim, çünkü yaşlanıyorum; şehir de yaşlanıyor. Büyülenmenin sonu
geldi. Eğer bu şehri terk etmiyorsam, burada kırk yıl yaşamış ol­
mamdandır. Ama artık bana ilham vermiyor. Chamfort Fransız Dev­
rimi'nden önce şöyle yazmıştı: "Paris; beş sakininden dördü keder­
den ölen ışık şehir, zevk şehri." Hüzünlü bir şehirdir bu. Yıpranmış-
1 22 EZELİ MAGLUP

tır. İçinden çıkamadığım bir cehenneme -ya da kabusa- dönüştü.


Başka yerde yaşayamazdım.
Henri Michaux ile ilişkiniz nasıldı ?
Onu tanıyalı otuz yıldan fazla oldu. Çok iyi anlaştık ve daima dost
kaldık. Saatlerce telefonda konuşurduk ve sürekli görüşürdük. Onda
yaşın hiçbir önemi yoktu, çünkü her zaman canlı, kavgacı, eleştirel
ve gülünçtü; hayat onu tuhaf bir biçimde esirgemişti. Kendimi ondan
yaşlı hissediyordum. Geçen yıllarla üzerimize çöken o burukluk on­
da yoktu ve bazen onu, iyimserlik suçunu işlerken suçüstü yakalı­
yordum. Dalgacı ve müstehziydi. Dünyanın dışında olduğu izlenimi
veriyordu, ama aslında daima her şeyden haberdardı, özellikle sine­
madan. Hayatı bir başarı oldu, çünkü tam olarak ne istiyorsa onu
yaptı. Yazdı, derinleştirdi. Bir rate değildi (çoğumuz muayyen bir öl­
çüde öyleyizdir. Benim için, başarı da tam olarak rate olmaktır; her
ne kadar daha iyisini yapmış olabilirdim diye düşünsem de), bunun
için de ölümü hiç hazin değil. Kendilerini hayata geçirmemiş olan­
lara düşkünümdür. İnsanın muhtemel yokoluşuna üzüldüğü için si­
tem ediyordum ona; onun kadar basiretli ve zeki bir varlığın bu saf­
dil veçhesi şaşırtıyordu beni. Aynı zamanda uyuşturucu konusunu
derinleştirmek için bunca uğraşmış olduğu için de sitem ediyordum.
Bir yazar konusunu fazla derinleştirmemelidir, yoksa bir bilim ada­
mına benzeme riskiyle karşı karşıya kalır. Yazar telkin etmelidir.
Michaux'da bir bilim adamının kafa yapısı vardı; aslında hekim ol­
mak istiyordu, ama kariyerini bıraktı. Benim gözümde, bizzat yetkin
insan tipidir o.
İnsan sizi büyülüyor değil mi? Her ne kadar insanlık durumuna kar­
şı çıksanız da. Yoksa tersi mi?
Kuşkusuz ki beni ilgilendiren, insanın muğlak veçhesi. İnsanlar beni
tiksindiriyor, ama bir insansevmez değilim. Eğer kadirimutlak olsay­
dım -Tanrı veya Şeytan- insanı tasfiye ederdim. Onun hakkındaki
her şey Tekvin'de yazılıdır. İnkar ettiğinin cazibesine kapılmış ve ris­
ki tercih etmiştir, yani tarihi. Başından beri kötü tercih yapmıştır ve
bu sürgün olmasa tarih olmazdı. Trajik durumunu kendi seçmiştir...
Yok, Tekvin'i vahiy gibi benimsemiyorum, ama insanın tasarımı üze­
rine bir bakış açısı gibi benimsiyorum. Bu kitapları yazmış olanlar
sadece düşünmüş -vakitleri vardı- ve tarihin gidişatında insanın,
İNSANLIK MACERASI 1 23

alınyazısının ve durumunun ne olduğunu görmüşlerdir: B ilgiyi, bu­


nun sonucu olarak da faciayı seçmiştir. İnsanlık macerası bir tevazu
noksanlığıyla başlamıştır. Tanrı insandan alçak.gönüllü olmasını, kö­
şesinde sakin sakin durmasını, hiçbir şeye burnunu sokmamasını is­
temiştir. Ama insan, her şeye maydanoz olan bir boşboğazdır; iblisa­
ne ilkesidir bu ve bu ilke kabullenilmezse tarih anlaşılmaz. İlk güna­
ha Hıristiyan tarzında inanmam, ama bu günah olmadan dünya tarihi
anlaşılamaz. İnsan tabiatı daha yumurtadayken çürümüştü. Ve yok,
bir mümin gibi konuşmuyorum, ama bu fikir olmaksızın, vuku bul­
muş olanı açıklama imkansızlığı çekiyorum. Benim tutumum mümin
olmayan bir ilahiyatçının, tanntanımaz bir ilahiyatçının tutumu.
Size ölümsüzlük sunulsaydı, nasıl bir dünyada yaşayacağınızı tahay­
yül ederdiniz?
Buna cevap veremem; ütopyanın gerçekliğine inansam başka olurdu
tabii. Aslında benim için hayatın ilginç tarafı da cevap olmamasın­
da. Elbette, tesadüfen ya da kazaen bazı cevaplar oluyor, ama bunlar
başlı başına cevap değil. Benim için kesinlik yok. Ben bir kuşkucu­
yum ...
İntihar fikri sayesinde hayatta kaldım

Fritz J. Raddatz'ın yaptığı ve Alman haftalık dergisi Die Zeit'ın 4 Nisan 1 986
tarihli 1 5. sayısında "Tiefseetaucher des Schreckens" başlığıyla çıkan söyle­
şi. Almancadan çeviren Jean Launay.

FRITZ J. RADDATZ: İlk olarak tarih anlayışınızdan söz etmek ister­


dim. Yazdıklarınız arasında, alıntı yapılabilecek ve birbiriyle çelişik
görünen birçok formül var: Kötülük tarihi olarak dünya tarihi, ya
da: "Tarihe olan tutkum, felaketlere düşkünlüğümden gelir", ya da:
"Tarih, bir deliler tarihidir". Aynı zamanda Susan Sontag sizin tarih
tasavvurunuzu Nietzsche'ninkine yaklaştırıyor. Doğru mu bu?
CIORAN: Hayır. Nietzsche ile benim aramda, tabir caizse bir mizaç
benzerliği var: O da ben de uyku uyuyamayanlardanız. Bu bir suç
ortaklığı yaratıyor. Ama benim tarih anlayışım, biraz önce alıntıladı­
ğınız formüllerde bulunuyor. Benim konumum, duygum bu.
Nietzsche'ye dönelim. Susan Sontag diyor ki: Nietzsche tarih düşün­
cesini yanlış olduğu için reddetmez, aksine onu doğru olduğu için
reddetmek gerektiğini düşünür. Sizin anlayışınızın da bu olduğunu
söylüyor Sontag. Ama göründüğü kadarıyla farklı galiba.
Farklı. Benim konumumun kökeninde kadercilik felsefesi var. Temel
savım, insanın güçsüzlüğüdür. İnsan tarihin sadece nesnesidir, özne­
si değil. Tarihten nefret ediyorum, tarihi süreçten nefret ediyorum.
İlerlemeyi inkar mı ediyorsunuz?

İlerlemeyi inkar ediyorum. Size anekdottan daha fazla bir şey olan
bir anekdot anlatacağım. Burada, evimin fazla uzağında değil, iler­
leme üzerine ilk ve en iyi kitap yazıldı. Terör dönemi sırasında Con-
İNTİHAR FİKRİ SAYESİNDE HAYATTA KALDIM 125

dorcet buraya saklanmıştı ve ilerlemenin teorisi olan, ilerleme fikri­


nin ilk açık ve militan teorisi olan İnsan Zihninin İlerlemesi Üzerine
Tarihi Bir Tablo Taslağı'nı yazdı; 1 794'te oldu bu. Arandığını bili­
yordu, aile pansiyonundan ayrıldı ve Paris'in bir kenar mahallesine
sığındı. Oturduğu bir meyhanede insanlar onu tanıyarak ihbar ettiler
- ve intihar etti. Bu kitap iyimserliğin incilidir.

Bu bir anekdot. Ama siz eleştirinizi dile getirmediniz. Her tür tarihi
süreç hakikaten ve genel bir biçimde inkar edilebilir mi? Böyle bir
sürecin içindeki ilerleme inkar edilebilir mi?

Bunu inkar edemem. Ama benim için her kazanç aynı zamanda bir
kayıptır. Böylelikle de ilerleme kendini iptal eder. İnsan, her ileri
adım atışında bir şey yitirir.

Bir örnek verir misiniz?

Bilimi alın; ilaçları, tıbbi teknikleri, yaşamı uzatma makinalannı.


Şöyle diyebilirim: Vaktiyle insanlar kendi ölümleriyle ölüyorlardı;
onların alınyazısıydı bu; bakım görmeden ölüyorlardı. Şimdi ilaçlar
sayesinde insan sahte bir yaşam sürüyor, yapay biçimde uzatılmış bir
yaşam. Artık kendi alınyazısını yaşamıyor.

Ama Sayın Cioran, demin bana radyoskopik tahlil sonuçlarınızın iyi


çıktığını söylerken mutlu ve yatışmış bir haliniz vardı. Bunun için
Bay Röntgen 'in bir gün keşfini yapması gerekmişti. Bu bir ilerleme
değil miydi?

Evet, ama kendi ölümümle ölsem daha iyi olurdu.

Ama siz de ondan kaçıyorsunuz.

Doğru, ben de herkes gibiyim; bu çılgınlık bende de var. Başka tür­


lü yapamıyorum. Metroya da biniyorum. Ötekilerin yaptığı her şeyi
yapıyorum.

Kınadığınız uygarlıktan siz de istifade ediyorsunuz. Telefonunuz var,


uçağa biniyorsunuz.

Bugün düşünüyorum da, geldiğim ufak köyde kalsam ve orada hay­


van gütsem çok daha iyi olurmuş. Esasla ilgili şeyleri orada da bura­
daki kadar anlamış olurdum. Orada hakikate daha yakın olurdum.
1 26 EZELİ MAGLUP

Kültürünüzün hakikati görmenizi engellediğini mi düşünüyorsunuz?

Hayvanlarla, yalın insanlarla, özellikle de çobanlarla bir arada yaşa­


mak çok daha iyi olurdu. Tamamen ilkel yerlere, mesela İspanya'ya
ya da İtalya'ya gittiğimde ve tamamıyla sade insanlarla konuştuğum­
da, hakikatin bu insanlarda bulunduğu izlenimine kapılıyorum.

Bir marjinal gibi konuşuyorsunuz, "yeşiller" gibi biraz: Tabiata dö­


nüş filan.
Esas itibariyle kültür, uygarlık elzem şeyler değil. Tabiatı ve hayatı
anlamak için kültürlü olmaya ihtiyacımız yok. Bağışlayın ama bir
anekdot daha anlatacağım. Çocukluğumda mezarlığın yakınında bir
bahçemiz vardı, mezar kazıcıyla dost olmuştum; ben ufak bir çocuk­
tum, o da elli yaşlarında olmalıydı. Mezarlığa yakın yaşadığım bu ilk
yılların üzerimde etkisi olduğuna eminim; bilinçdışı bir biçimde.
Ölümle kurulan bu doğrudan ilişki, ben bilincinde olmasam da mu­
hakkak ki büyük ölçüde etkilemiştir beni.

Bu kişisel felsefeden bir felsefe sesine (philosopheme) varılabilir


mi? Sizin yazdıklarınız hususunda kendime sorduğum soru bu. Çok
ufak yaştan beri ölümün yakınında yaşamış olmanıza pekiilii. Ama
şu aşağıdaki gibi felsefi bakışları haklı çıkarır mı bu: "Dün, bugün,
yarın, uşakların kullanımına yönelik kategorilerdir, " ya da "Vardım,
varım, olacağım, bu dilbilgisinin alanına girer, varoluşun değil"?

Hayattaki büyük sorulann kültürle hiçbir alakalan yoktur. Sade in­


sanlarda çoğu zaman bir filozofta bulunmayacak önseziler vardır.
Zira çıkış noktası yaşanmış olandır, teori değil. B ir hayvan bile bir
filozoftan derin olabilir, yani hayat hakkında daha derin bir anlam
sahibi olabilir demek istiyorum.

Aksini söylemiyorum, ama aklıma başka bir şey geliyor: Düşüncele­


rinizi ifade ettiğinize göre, kendinizden başkalarına da bir tür yol
gösteriyorsunuz. İfade ettiğiniz bu düşünceler sadece sofrada edilen
sözler değil, bunları yayımlıyorsunuz. Yayımlamak zaten öğretmek­
tir. Dolayısıyla insanları, tarihin bir felaket olduğunu, ilerleme diye
bir şeyin olmadığını düşünmeye yönlendiriyorsunuz. Bu gibi şeyler
bu kadar dobra bir biçimde yapılabilir mi gerçekten ?

Çözüm olduğunu sanmıyorum.


İNTİHAR FİKRİ SAYESİNDE HAYATTA KALDIM 1 27

Bir şey yayımlayan her yazarın düşüncesinin bir parçasını oluşturan


şeye de inanmıyorsunuz. Yani insan türünün insani/eşmesine. Sizin
için tahayyül edilemez bir şey mi bu?
Hayır, gerçekten tahayyül edilemez bu. Zaman zaman tarihin akışı bi­
raz değiştirilebilir, ama derininde, özünde, hiçbir şey değiştirilemez.
İnsanın tabiatı mı değişmez ve kötü?

Kötü değil: Lanetlenmiş. İnsan kötüdür, buna seve seve inanırım,


ama neredeyse bir ayrıntı bu. İnsan alınyazısından kurtulamaz.
İnsanın ve tarihin bu kadar iç karartıcı sunuluşu karşısında, içimden
size şunu sormak geliyor: Peki niçin yayımlıyorsunuz? Ne yapmak
için ? Kim için ?
Bu itirazı getirmekte katiyetle haklısınız. Tasvir ettiğim şeyin bir ör­
neğiyim. Bir istisna değilim, aksine. Çelişkilerle doluyum. Bilgelik
yeteneğinden mahrumum, halbuki büyük bir bilgelik arzum var.
Ama bir kere şöyle demiştiniz: "Bilge olan kişi, üretmez. " Bilge ol­
mamak üretmenin kaynağıdır.
Mutlak bir biçimde düşündüğüm budur. Ama kimse beni izlemek zo­
runda değil.
Kimse sizi izlememeli mi?
Eğer izlerse, başına geleni hak etmiştir. Bütün yazdıklarım, hallerdir;
ruhun ya da zihnin halleridir, eğer böyle denebilirse. Her halükarda
bunları kendimi bir şeyden kurtarmak için yazdım. Dolayısıyla bü­
tün yazdıklarımı bir teori gibi görmüyorum, kendi kullanımıma yö­
nelik gerçek bir tedavi gibi görüyorum. Kitaplarımdaki tarafgirlik,
ancak muayyen bir halde olduğum zaman yazabilmemden gelir.
Kendime vurmak yerine yazıyorum ...
. . . kelle uçurmak yerine.
Benim için inanılmaz bir yatışma bu. Sanıyorum ki eğer yazmasay­
dım, işler benim için iyice sarpa sarabilirdi.
Evet, ama yazmak ve yayımlamak tamamen aynı şey değil. Tedavim
yazmak, diyorsunuz. Ama peki neden yayımlıyorsunuz? Yine de diğer
insanları etkilemek için.
1 28 EZELİ MAGLUP

Hayır, yayımlamak son derece kurtarıcıdır. Bir özgürleşmedir, tıpkı


birine tokat atmak gibi. Yazmış olduğunuz bir şeyi yayımladığınız
zaman, sizin dışınızdadır, artık size ait değildir.

Yazılarınızın aforizmaya çok yatkın özelliği buna bağlı olabilir mi?


Tamamen, tamamen doğru bu. Yazdığım bütün aforizmalar. ..

Küçük haplar mı?

Çok iyi söylediniz, kendi kendime edindiğim ve etki eden haplar


bunlar.

Ama bu haplarla başkalarını da zehirliyorsunuz. Mesela beni. Bun­


dan bahsetmeme izin verirseniz: Söyleşimizi hazırlamak için Alman­
cada bulunan bütün yazılarınızı bir kez daha okuduğumda, adeta
içime damla damla bir zehir akıyor gibiydi: Kdh eğlendiriyor kdh
rahatsız ediyordu bu beni. Kendi kendime, "Haklı, eninde sonunda
hiçbir şeyin anlamı yok, " diyordum.
Muhakkak doğru bu !

Doğal olarak kitaplarınız için değil, genel olarak diyorum: Dünya­


da hiçbir şeyin anlamı yok.
Hiçbir şeyin anlamı olmadığına gerçekten inanıyorum.
İçinizde bir yerlerde gizlenen küçük bir terörist var.

Yok, hayatım boyunca çok mektup aldım. İnsanlar bir özgürleşme


hissettiler. Bu kitapları yayımlarken korkuyordum, çünkü zarar ve­
receğimi düşünüyordum. Bunun tam tersi oldu.
İntihar etmiş olanların size teşekkür edecek durumda olmadıklarını
da belirtmek lazım.
Durum hiç böyle değil.

Ama eğer biri çıkıp da hayat hakkında, benzer birçok cümlenizden


birini alırsam, "maddenin zevksizliği" derse, ya da bir çocuğun döl­
lenmesi işini "hırıltıların eşlik ettiği gülünç bir jimnastik" diye tarif
ederse, ya da "Artık yüzüm kızarmadan 'ben şuyum' diyemiyorum, "
derse, ötekilerin zihnine kelimenin etkin anlamıyla yılgınlık zehrini
zerk etmiş olur. Eğer hakikaten, artık yüzünüz kızarmadan "ben şu-
İNTİHAR FİKRİ SAYESİNDE HAYATTA KALDIM 1 29

yum" diyemiyorsanız, o zaman ne kadar kaba görünse bile size sor­


malıyım: Öyleyse neden varsınız?
Bu şeyler hakiki bir ümitsizlik anında yazıldılar. Ama bu kelimeyi
sevmiyorum.
Fazla mı kaygan?
Yazdığım her şey aklıma gece geldi. Gecenin özelliği nedir? Her şe­
yin varoluşu durmuştur. Artık sadece siz, sessizlik ve hiçlik vardır.
Katiyetle hiçbir şey düşünülmez, ancak Tanrı'nm olabileceği gibi
yalnız olunur. Ve mümin olmamama rağmen -belki de hiçbir şeye
inanmıyorum- bu mutlak yalnızlık bir muhatap ister; ve Tanrı'dan
söz ettiğim zaman, ancak gecenin ortasında bir muhatap gibidir bu.
Ama sizin işaret ettiğiniz, genellikle dinlerin tasvir ettiği Tanrı değil.
Hayır, en son sınır. İhtiyaç duyduğumuz geçici bir muhatap. Tanrı
hakkındaki fikrim bu. Oysa gecenin ortasında şu veya bu formülün
tehlikeli olup olmadığını sormayız. Zira hiçbir şey yoktur. Ne gele­
cek ne de ertesi gün vardır. İnsanları etkilemek, onlar üzerinde nüfuz
kurmak düşünülmez; gecenin ortasında nüfuz söz konusu değildir.
Tarih yoktur, her şey durmuştur. Formülleştirme de zamanın elinden
kurtulur; tarihin elinden kurtulur; tarihin ötesindedir.
Ama yine de gündüz vakti yazmaya devam ediyorsunuz değil mi? Ve
o anda yazmış olduklarınızı okuyor musunuz?
Evet, ama genellikle bütün bunlar gece formülleşiyor. Gerçekten de
başka bir şey bu. "Dünyaya bakışım" değil, bütünüyle başka bir eği­
lim bu: Yazarken kendime bunun bir etkisi olup olmadığını, tehlike­
li olup olmadığını sormuyorum; mutlak bir bakış açısı bu. Uykusuz­
luğun ne olduğunu biraz biliyorsunuzdur; başka bir insansınızdır,
hatta bir insan bile değilsinizdir, bir yaratık bile değilsinizdir, her şey
durmuştur ve anlam sözcüğünün katiyetle bir anlamı yoktur, artık bu
soru sorulmaz bile.
Sadece, "ben şuyum" demenin gecenin ortasında bile hdlii bir anla­
mı vardır, zira gecenin ortasında bile, yalnızlığın karanlığı içinde,
gerileyen bu sınırla, Tanrı 'yla, doğal olarak ne olduğunuzu bilirsi­
niz,fıziksel olarak olduğunuzu bilirsiniz. Eğer o sırada da "Artık yü­
züm kızarmadan 'ben şuyum' diyemiyorum," diyorsanız, kendinizden
nefret ediyorsunuz o zaman. Sizde kendinize karşı bir nefret mi var?
1 30 EZELİ MAÖLUP

Elbette. Yazdığım her şeye az ya da çok daima bu nefret duygusunun


karıştığı açık. Bu nefret duygusunun nereden geldiğini bilmiyorum.
Birçok sebebi olabilir; bunun sonuçlarına katlanmayı kabulleneme­
miş de olabilirim; mümkündür.
İntihardan mı söz ediyorsunuz?

Evet.
Bir kere şöyle yazmıştınız: "Bütün kitaplarım başarısız intiharlardır. "
Evet.

Ama birisi intihar, nefret ve kendinden tiksinme sınırına bu kadar ya­


kın yaşadığında, ne kadar yakışıksız da olsa bir sorunun sorulması
mümkün: Neden Cioran kendini öldürmedi?
Bunun cevabı Burukluk adlı kitabımda bulunuyor: İntihar fikri olma­
sa, kendimi çoktan öldürmüş olurdum. Konumumun anahtarı burada.

Yani gerçekliği, intiharın mümkün gerçekliğini hesaba katmıyorsu­


nuz. Bunu düşündüğünüz ölçüde, bir gerçeklik olarak ortadan yok
oluyor.
Evet. Mesele de bu. Gençliğimden bugüne kadar her gün bu fikirle,
intihar fikriyle yaşadım. Daha sonra da, şimdiye kadar, ama belki de
aynı yoğunlukla değil. Ve eğer hata hayattaysam, bu fikir sayesinde­
dir. Hayata ancak bu fikir sayesinde tahammül edebildim, benim des­
teğimdi: "Hayatın senin elinde, istediğin zaman kendini öldürebilir­
sin"; bütün çılgınlıklarıma, bütün aşırılıklarıma da böyle katlanabil­
dim. Ye yavaş yavaş bu fikir bir Hıristiyan için Tanrı ne ise benim için
o hale geldi, bir destek; hayatta sabit bir noktam var.

Hayattaki sabit noktanız intihar mı?


Evet, bütün ömrüm boyunca bana eşlik etti, hem de başarıyla.

Gördüğümüz gibi.
Tersten bir din bu, bir nevi yolundan saptırılmış din.

Aynı zamanda bir ritüelleştirme de. Şimdiye kadar yazdığınız her şey
gösteriyor ki, düşünme ve yazma çabalarınız eninde sonunda bir su­
ikast ritüeli.
İNTİHAR FİKRİ SAYESİNDE HAYATIA KALDIM 131

Evet, bu çok doğru.


Şimdi itirazım, ya da sorum şu: Eğer şeyler böyle ise, sizin eserini­
zin zayıf noktasının da bu olduğu söylenemez mi? Gerçekliği yazı yo­
luyla bertaraf etmeniz; tıpkı yazarak ve düşünerek intihardan kaçın­
dığınız gibi, gerçekliği de yazı yoluyla, yazıyla reddetmeniz.
Bunun basit bir nedeni var, o da etkin biri olmamam. Öyle olsaydım
intihar ederdim. Edilgen biriyim, müdahale etmekten acizim, aynı
zamanda sorumsuzum da, her tür sorumluluk biçiminden korkarım.
Sorumluluk fikri bile beni hasta eder.

Bu arada belki de bunun için irrasyonalizmin bir nevi sözcüsü hali­


ne geldiniz.
İrrasyonalizmin Almanya'da buradakinden bambaşka bir karakteri
var.

Acaba Alman şair Gottfried Benn'i biliyor musunuz?


Benn'i dört ya da beş yıl önce keşfettim. Ama benim üzerimde hiç­
bir etkisi olmamıştır, zira önceden bilmiyordum onu.

Ama ona çok yakın bulmuyor musunuz kendinizi?


Belki, kısmen.

Olağanüstü bir biçimde yakın. Sözlerinizin çoğu - "Aslında bir taş


olmak isterdim", "Bir hayvan olsaydım", "Hayvanların yanında bit­
li ve neşeli kalsak ne olurdu sanki"- Benn 'in mısraları gibi okunu­
yor; onun o ünlü "Atalarımızın ataları olabilseydik keşke. Bataklık­
ların ılıklığında bir kil yığını"nı hatırlatıyor.

Katiyetle doğru bu.

Benn'den söz etmemin nedeni irrasyonalizme gelmemiz, irratio'ya.


Gottfried Benn de irratio'nun sözcülerinden biri oldu ve bu nerede
bitti? Şimdi size Cioran 'dan bir cümle okuyorum: "Zaten vuku bul­
muş olan bir ilk cennete puta tapar gibi tapılması, gerici düşünce­
nin, ya da tercih edilirse muhafazakar düşüncenin özel belirtisidir. "
Durağana tapması ve tarihi reddetmesi Benn'ifaşizmin kıyısına gö­
türdü. Peki ya Cioran 'daki aynı cümleler? Bunlar da dosdoğru geri­
ci tutumlara götürmezler mi?
1 32 EZELİ MAGLUP

Duruma bağlı. Ama biliyor musunuz, benim için köken gibi, tarihön­
cesi ya da tarih olmayan gibi kavramlar başka bir düzeydedirler. Ge­
ricilik mi? Belki. Ama bence, tutumuma siyasiden ziyade felsefi bir
açıklama bulmanız daha doğru olur.
Ama tarih içinde yaşadığımız da bir vakıa, siz bufikri reddetseniz bi­
le. Stalin tarihtir, Hitler tarihtir. Yine Cioran'dan bir cümle okuyo­
rum: "Barbarlık özlemi her uygarlığın son sözüdür. " Sizde de bu
barbarlık özleminden bir parça var. O ilk balçığın özleminden bir
parça. Sarkıtların ve mağaraların . . .
Tamamen doğru bu, buna itiraz etmem. Kendimi siyasetin üzerinde
konumlandırmıyorum, burada haklısınız. Ama çok daha derin, siya­
setin ötesinde, tabiatımda var bu; gençliğimden beri bu yadsıma eği­
limi, hayır deme eğilimi, hayır demekten zevk alış vardı bende.
Bilinçli yaşamınız sadece yadsıma yoluyla mı ifadesini buluyor?
Çok derinlerimde bu.

Fakat mutlak hayır, peka/d kötü bir evete dönüşebilir.


Olabilir.
Gençliğinizde Rumen faşizmine yakın olduğunuz doğru mu?
Evet. Ama beni ilgilendiren fikirleri değildi, daha ziyade coşkusuy­
du. Bu kimselerle benim aramda bir tür bağ kuruyordu bu. Eninde
sonunda marazi bir hikaye. Zira kültür ve kavrayış itibariyle onlar­
dan bütünüyle farklıydım.
Çok önemli ve nihai bir nokta: yadsıma, yazı yoluyla gerçekliğin tas­
fiyesi, koyu bir irratio eğilimi ve nihayet bunca korkunç düşüşler...
Burada mantıksa/ bir devamlılık var mı?
Hiç yok, zira aynı zamanda bir papaz çocuğu olan ben, Bükreş'teki
Dünya Yahudiler Kongresi'nin bütün oturumlarına katıldım; tek Ya­
hudi olmayan bendim. Ve bundan büyülendim. Bu da tabiatımın öte­
ki veçhesi.
Aydınlanmacıların bir rakibi misiniz?
Aydınlanma Yüzyılı'nı Fransa'da yıllar boyunca araştırdım. Bu beni
çekiyordu çünkü bu da benim için aşın bir şeydi. Sanırım böyle söy-
İNTİHAR FİKRİ SAYESİNDE HAYATTA KALDIM 1 33

lemek gerekir. Aşın olan her şey beni daima büyülemiştir. Mesela
Marksizm beni hiçbir zaman çekmemiştir. Çünkü fazla sistematiktir,
fazla ciddi, katı ve dogmatiktir ve çok az bireyseldir. Marksizm'de
fantezi yoktur, teorik fantezi yoktur.
Peki faşizm, tam olarak da Nazi faşizmi sizin üzerinizde aynı büyü­
leyici etkiyi yarattı mı?
Hayır.
Naziler üzerine sizden bir cümle: "Oysa istediği kadar kabaca komik
olsun, bu çılgınlık Almanların lehine tanıklık etmektedir. Batı 'da bir
tek onların bazı tazelik ve barbarlık kırıntılarını hfild muhafaza etti­
ğini göstermiyor muydu? " Tazelik ve barbarlık: Sizde olumlu olan
iki kavram bunlar. Ve şöyle devam ediyor: "Ve de hfilfi büyük bir
maksat ya da muazzam bir çılgınlık yeteneğinde olduklarını. "
Burada beni ilgilendiren Almanlardır, Naziler değil. Öte yandan ta­
rih bir değer sistemi değildir. Bir Alman olarak şeyleri başka türlü
görememeniz muhtemeldir, bunu gayet iyi anlıyorum. Ama benim
bakış açım daima siyasi değil estetik olmuştur. Demin fanteziden
bahsettim. Benim bakış açım bu, A lmanlarınki bu değil. Almanlarda
ilke çılgınlığı var, şüphe konusunda yetenekli değiller. Bu felaketi
yaşamış olmaları bundandır. Nüanslardan hiç anlamazlar, trajedileri
de budur. Demin zikrettiğiniz bölümde biraz kinik bir şey var, ama
ben şeyleri, ister soldan olun ister sağdan, sizin kadar ciddiye almı­
yorum. Tarihte çok mızıkçılık yaptınız.
Tamam, ama salt estetik tutumun da doğal olarak sınırları var; oyu­
nun sınırları var. Sadece bir şey söylemek istiyorum: Daima ve sade­
ce bu şekilde hayır demek bir boşluk yaratmaz mı? Bir beyin boşlu­
ğu; boşluğun doğası uyarınca aniden ve kötü bir şekilde doldurula­
bilecek bir ahlak boşluğu yaratmaz mı ? Sürekli "Kendimi hayır diye­
rek tanımlarım", "bilincim hayır demekten doğar" diye tekrarlayan
kişi, kötü bir evet içinde yolunu şaşırma tehlikesiyle karşı karşıya.
Hayır, çünkü gerçekten asla hiçbir şeye inanmadım. Benimle düştü­
ğünüz hata bu. Ne olursa olsun hiçbir şeye asla gerçekten inanma­
dım. Bu çok önemli. Ciddiye almış olduğum hiçbir şey yok. Tek cid­
diye aldığım şey, dünyayla olan çatışmamdır. Artakalanı benim için
bir bahanedir ancak.
1 34 EZELİ MAÖLUP

Peki dünyayla bu çatışma da ne?

Çok basit. Varoluş içindeki rahatsızlık; sadece kültür içinde değil,


genel olarak varoluş içinde. Temel olgu budur. "Sorumluluk duy­
gum"a gelince, bunu sadece gündelik yaşantıda hissediyorum -in­
sanlara karşı insani bir tutumum var- ama yazdığımda değil; o za­
man insan benim için adeta düşünülemez bir şey oluyor. O zaman da
bir cümlenin, bir aforizmanın muhtemel sonuçlarını dert etmiyorum;
her tür ahlak kategorisi nazarında kendimi özgür hissediyorum. İn­
san da dahil olmak üzere bütün varlıklara karşı yoğun bir acıma, ma­
razi bir acıma hissediyorum ve onu özlemle arayalım diye ortadan
yokolması vaktinin gelip de geçtiğini düşünüyorum. Aramızdaki
yanlış anlama, sizin geleceğe, genel bir biçimde mümküne inanma­
nızdan; benim ise bildiğim tek bir şey var: Hepimiz buradayız ve
sonsuz yanılsamalarla birbirimize ıstırap veriyoruz.

Hayatınızda bazen sizi cinayetten ayıran sınırı bile aşabileceğiniz


duygusuna kapıldınız mı ?

Eğer şeytan ya da Tanrı olsaydım, sanırım insanlığın hesabını şimdi­


ye kadar görmüş olurdum. Bundan neredeyse eminim. Ama günde­
lik yaşamda merhamet doluyum. Hayatımda birçok insana moral
verdim; savaş sırasında da birçok insan Paris'teki odama sığındı.
Ama soyut açıdan bir iblis olabilirdim. Eğer elimde dünyayı yok et­
me imkanım olsaydı, yapardım bunu.

Ama insanlar belki de yaşamı seviyorlardır. Ve siz onların hepsini


yok mu edeceksiniz ? Günümüzde bu artık düşünülebilir bir şey, tek
bir füze atmak yeterdi. Sayın Cioran füzesini Moskova'ya yollardı,
Ruslar misillemede bulunurdu ve iki dakikada dünya çökerdi; iblis
işini yapardı.

Bunu iblis olarak yapabilirdim, ama birey olarak değil.

Derin sularda seyrediyoruz. Bu dediğiniz epey korkunç. Siz "Yaşam­


dan nefret ediyorum, " ya da "Hayat bir sahtekarlıktır, " gibi şeyler his­
sediyorsunuz diye bütün insanların ölmesi gerekecek. Hangi hakla . . .

Zaman zaman bu duyguya kapılıyorum. Eğer her şeyi yok etme im­
kanım olsaydı, yapardım bunu. Herkesin hissedebileceği içsel bir
şey bu.
İNTİHAR FİKRİ SAYESİNDE HAYATTA KALDIM 1 35

Herkes mi? Gerçekten mi? Bense daha ziyade bunu az sayıda insan
hisseder derdim.
Zannettiğinizden de kötü. İnsanlar derinlemesine bir biçimde potan­
siyel canilerdir. Kesinlikle böyle bu.
Bu tezleri daha önce Fransa 'daki başka yazarlarla tartıştınız mı?
Yok, hiç tartışmadım. Fransa'da röportaj yapmıyorum.
Röportajdan değil tartışmadan bahsediyorum. Paris'te kimlerle,
hangi yazarlarla ilişkidesiniz?
Michaux ile birbirimize çok bağlıydık. Beckett de iyi dostlarım ara­
sındadır.
Beckett ile aranızda muhakkak anlaşmazlık çıkmıyordur.
Çıkmıyor. Ama Beckett bu kadar genel konularda söyleşi yapmak is­
temez; ona sadece somut sorular sorulabilir.
Paris'teki edebiyat yaşamına az katılıyorsunuz değil mi?
Çok az.
Ya Sartre ve Camus?
Savaşın son yılında, l 944'te, her sabah sekizde memur gibi Saint­
Germain-des-Pres'deki Cafe de Flore'a gidiyordum. Sekizden öğlene
kadar, sonra ikiden sekize, sonra da dokuzdan onbire. Çoğu zaman
Sartre da orada, bana pek uzak olmayan bir yerde oturuyor olurdu.
Ama o sırada hiç tanınmayan biriydim.
Fakat 1 944 'te Sartre da tanınmıyordu değil mi?
Yok, o daha o zamandan tanınıyordu; ama tabii daha sonra olacağı
kadar meşhur değildi. Birlikte hiç konuşmadık, onu bu kadar tanı­
yordum. Camus'yü ise tek bir kere gördüm ve hoşuma gitmedi. İlk
kitabım Çürümenin Kitabı'nı yayımladığım zaman bana münasebet­
siz bir şey söyledi: "Artık gerçekten entelektüel şeylerin alanına gir­
melisiniz," dedi. Bunu inanılmaz bir küstahlıkta buldum. Camus'de
bir taşralı kültürü vardı, sadece Fransız edebiyatını biliyordu. Belki
Çürümenin Kitabı iyi bir kitap değildir, ama yine de muayyen bir se­
viyede olduğu görülür. Üstelik bana sanki bir talebeymişim gibi hi­
tap etmesi. Onu bir daha hiç görmedim.
1 36 EZELİ MAGLUP

Celine'i tanıyor muydunuz?

Hayır. Ben Celan'la yakındım.

Peki ya Paris'teki diğer Rumen olan /onesco?

Onu çok iyi tanıyorum.

Görüştüğünüzde Rumence mi Fransızca mı konuşuyorsunuz?

Fransızca. Artık kimseyle Rumence konuşmuyorum. İstemiyorum


bunu.

Ama isteseniz konuşabilirsiniz değil mi?

Hiç sorunsuz, elbette. Ama Rumence benim için çok tehlikeli, çün­
kü ilk dilim o. Bir çekiciliği var ve yaşla birlikte yeniden beliriyor.
Korkutuyor bu beni. Rüyalarımı Fransızca görüyorum, ama eğer ile­
ride Rumence rüya görmeye başlarsam, Fransızca yazarlığım biter.

Fransızca yazdığınız ilk kitabınız için ne kadar zaman çalıştınız?

Çok uzun zaman değil, ama geceli gündüzlü üç yıl sürdü.

Dil değiştirildiğinde ne kaybedilir?

Kanı çekilmiş bir nesirle yazıyorum, doğrudan bir dil değil bu. B ir
roman ya da yaşanmış bir şey asla yazamazdım. Fransız dilinin be­
nim hoşuma gitmesi de hukukçulara ve mantıkçılara göre bir dil ol­
masından. Beni çeken, bu dilin soyut tarafı oldu; bundan istifade
edebilirim. Ama mesela bu öğleden sonrayı tasvir edemezdim; im­
kansız olurdu bu. Ben sadece sonuçları ifade edebiliyorum. Aforiz­
malanm gerçek aforizmalar değil, her biri bütün bir sayfanın sonu­
cu; ufak bir sara krizinin son noktası.

Öncesindeki her şeyi atıyor musunuz?

Hepsini atıyorum ve sadece sonucu veriyorum; mahkemedeki gibi,


sonunda sadece hüküm oluyor: İdam. Düşüncenin aktığı güzergah
olmadan, sadece sonuç. Benim usulüm, formülüm bu. Fransız ahlak­
çılarıyla karşılaştırılmış olmam bundandır; hiç nedensiz değildir bu,
zira bir tek sonuç önemlidir.
İNTİHAR FİKRİ SAYESİNDE HAYATTA KALDIM 1 37

Bu da size saldırılmasına yol açıyor.

Elbette. Sadece zehri veriyorum, nereden çıkardığımı belirtmiyo­


rum.

Söyleşimizin çemberi kapanıyor. Sizin gibi bir insan nasıl yaşar?


Nasıl sevebilir, eğlenebilir, sinemaya gidebilir, yiyip içebilir?

Size cevap vereyim. Her günkü düşünceler vardır. Bir de sadece şim­
şek gibi çakarak gelen düşünceler vardır. Söyledim ya, benim sıra­
dan duygum acımadır: Ötekilerin mutsuzluğuna çok duyarlıyım. Fa­
kat gençliğimde büyüklük çılgınlığına kapılmıştım.

Bundan bir şeyler kalmış mı? Cioran hlita büyüklük çılgınlığına ka­
pılıyor mu?

Sadece arada sırada çakan �imşekler halinde.

Sivrilik/erinden hiçbir şey kaybetmemişler.

Ama yoğunlukları azaldı. Can sıkıntısı arttı, o dipsiz sıkıntı. Bir pa­
paz eşi olan annem, asla unutamayacağım şu sözü söylemişti bana:
"Bu ıstırapları çekeceğini bilseydim, seni dünyaya getirmezdim." Ve
bu bana çok iyi gelmişti.

Size iyi mi gelmişti?

Kendi kendime, "Bir tesadüfün ürünüsün. Hiçbir şey değilsin," de­


miştim.

Hangi çocuğa annesi "Keşke seni dünyaya getirmeseydim, " dese,


donup kalırdı, acı çekerdi; siz ise "Bana iyi geldi" mi diyorsunuz?

Bir tesadüfün ürünü olduğum, hiçbir şey olmadığım yolundaki fikri­


mi teyit ediyordu. Gerçek bir yazar gibi eserler verememem de bun­
dandır. Sanki her şeyi anlamışım gibi yaşamama ve yazmama engel
olmadı bu ve böyle bitireceğim. Büyük filozoflar da dahil olmak
üzere diğerleri bana az ya da çok sınırlı, çocuksu, safdil, dehalarının
kurbanı ve esiri gibi geliyorlardı. Toplumu sevmeme rağmen, kendi­
mi daima yalnız hissettim; kendimi horgönne ve kendime hayran ol­
ma arasında sıkışmış hissettim. Gerçekten iyi anlaştığım varlıklar
eser bırakmadılar. Şansları ya da şanssızlıkları, yazar olmamalarıy-
1 38 EZELİ MAGLUP

dı. Fazladan bir şey vardı onlarda: Tiksinti ustalarıydı/ar. İçlerinden


biri ilahiyat okumuştu ve papaz olacaktı, ama olmadı. Elli yıl önce
onunla Transilvanya'daki Kronstadt'ta bütün bir gece süren baş dön­
dürücü konuşmamızı asla unutmayacağım, asla. Bu söyleşi sonrasın­
da yaşamak da ölmek de bana aynı derecede lüzumsuz şeyler gibi
geliyorlardı. Eğer içimizde çözülmezlik tutkusu yoksa, yadsımanın
getirebileceği aşırılıkları tahayyül edemeyiz; yadsımadaki acımasız
basiretin ...
İnsan, zamanında durmasını engelleyen
bir içgüdü yüzünden yok olacak

François Fejtö'nün yaptığı ve Mayıs 1 986'da Milano gazetesi il Giornale'de


İ talyanca çıkan söyleşi.

FRANÇOIS FEJTÖ : Bir gün Beckett ile aranızdaki ilişkilerden söz et­
miştik ve siz, ancak söyleyecek hiçbir şeyi olmayan ve kendilerine
mahsus bir dünyaları olmayan yazarlar söz konusu olduğu takdirde
edebiyat tartışması yapmak gerektiğini söylemiştiniz. Söyleyecek bir
şeyi olduğuna inanan bir yazar olduğumu farz edelim; dolayısıyla
sizi edebiyat ile felsefeyi bir kenara bırakmaya, ve bu sefer sadece
tarihten, sizin ve benim tarihimden söz etmeye davet ediyorum. As­
lında güzel çalışmanız Tarih ve Ütopya'da ve göründüğü kadarıyla
sizi büyülemiş olan "Sissi" üzerine o şaşırtıcı denemenizde, tarihçi­
lerin jargonunda "evenementiel "" diye adlandırılan tarihe duyduğu­
nuz ilgiyi gösterdiniz. 1972'de La Nouvelle Revue Française 'de dev­
rimlerin anlamsızlığı üzerine kışkırtıcı bir deneme yayımladınız. Bu
makalede, beklenmedik bir biçimde, Büyük Devrim diye adlandırı­
lan Fransız Devrimi'nin saçma olduğunu, hatta bu devrimin sonsuz
zarara yol açmış olduğunu ilan ediyordunuz. Rus Devrimi hakkında­
ki görüşünüz de aynıydı. Birinci Dünya Savaşı'nı izleyen ve Habs­
burg Monarşisi'ni yok eden altüst oluşlara da aynı şekilde bakıyor­
sunuz zannederim. 1918'e kadar Macaristan 'a ait olan ve daha son­
ra Romanya 'ya bağlanan Transilvanya'da doğdunuz. Çocukluk dö­
neminizden ne gibi şeyler hatırlıyorsunuz ?
Bugün Sibiu diye adlandırılan bir şehirde doğdum; bu şehre Macar­
lar Nagyszeben, Almanlar da Herrnannstadt diyorlardı. Bu şehirde

"' Yalnızca olaylan anlatan. (ç.n.)


1 40 EZELİ MAGLUP

üç milletten insan yaşıyordu. Üç dil konuşuluyordu ve Almanlar ço­


ğunlukta olmasına rağmen hiçbir dilin diğerleri üzerinde önceliği
yoktu. Bu şehirle yoğruldum ben. Sadece birçok dilin konuşulduğu
şehirlerde mutlu ve rahat hissediyorum kendimi. İsviçre'nin benim
için ideal bir ülke olması bundandır. Doğduğum şehre tutkuyla bağ­
lıyım. Dünyada beni büyülemiş olan üç şehir olduğunu söyleyebili­
rim: Paris, Dresden ve Sibiu.

Dresden niçin? Orada hiç birçok dil konuşulmadı ki.


Doğru. Ama dünyanın en güzel şehirlerinden biri olmuştur. Scho­
penhauer eseri Die Welt als Wille und Vorstellung'u (İrade ve Tasa­
nın Olarak Dünya) orada yazmıştır. Bu şehirde oturduğum zaman

Schopenhauer beni coşturuyordu. Aynı zamanda Schumann'ın ve da­


ha nicelerinin şehriydi. Paris'e gelirsek... size itiraf edeyim ki yetti
artık. Kırk senedir burada yaşıyorum; bu şehir gitgide daha az büyü­
lüyor beni. Hakikaten yetti artık. Benim tanımış olduğum Dresden
ise artık yok. Sibiu hal§. mevcut, ama o kadar uzak ki. Söylenenlere
göre fazla çirkinleşmemiş.
Size bir hikaye anlatacağım. Birkaç yıl önce Romanya bir dep­
remle sarsıldı ve Herald Tribune'un baş sayfasında Sibiu ya da Her­
mannstadt'ın yıkılmış olduğunu okudum. Hatırlıyorum, bir cumarte­
si olmuştu bu. Fena oldum, çok fena oldum. Derin bir karamsarlığa
düştüm. Dairemden çıktım ve bir kiliseye gitmeyi düşündüm. Notre­
Dame'ın yakınından geçtim, ama canım oraya girmek istemiyordu.
Mutlak bir ölgünlük içinde yoluma devam ediyorum, neredeydi ha­
tırlamıyorum, bir pomo filminin afişini görüyorum. Yabancı işçiler­
le dolu olan sinemaya giriyorum. Film iğrençti, katiyetle tiksindiri­
ciydi. Ama üzüntüm içinde, tam olarak ihtiyaç duyduğum şey de
buydu. Bu saçma, diyordum kendime. Böyle filmler üreten uygarlık
ortadan kaybolmaya yakın. B ir komünist rejimin hiç değilse bir me­
ziyeti olduğunu, bunun da orada bu tür filmlerin gösterilmemesi ol­
duğunu düşündüm. Bu düşünce beni teselli ediyordu. Nasıl bir hal­
de olduğumu tahayyül edebilirsiniz. Notre-Dame'a girmek yerine,
uygarlığımızın bittiği ve insanlığın mahvolduğu fikrimi kuvvetlendi­
ren o filme gidiyorum. Hermannstadt'ı ya da sizin dediğiniz gibi söy­
lersem Nagyszeben'i, o kadar sevmiş olduğum o şehri düşündüm.

Aileniz tamamen Rumen kökenli miydi?


İNSAN, ZAMANINDA DURMASINI ENGELLEYEN I41

Evet. Babam papazdı, Hermannstadt'a on iki kilometre uzaklıkta


oturuyorduk. Babam beni orada bir Alman ailenin yanına dil öğren­
mem için yatılı olarak gönderdi. Aile pansiyonu iki yaşlı kız kardeş
tarafından yönetiliyordu. Maalesef bütün çocuklar Rumen'di ve ara­
mızda çok nadiren Almanca konuşuyorduk. Taşradan gelip liseye
girmiş olan ilk nesildik. İki matmazel için biz, barbarlardık. "Dağla­
rınızda kalmış olsanız daha iyi ederdiniz," diyorlardı bize, "siz uygar
varlıklar değilsiniz, cemiyet içinde nasıl davranılması gerektiğini
bilmiyorsunuz." Ve haklıydılar. Gerçekten terbiyesiz vahşilerdik. Bu
iki kız kardeş çok kibar ve sevimlilerdi. Biri zekiydi, diğeri ise daha
ziyade saftirikti. Ufak olanına "Marie Teyze" diyorduk. Bir gün bi­
zim odamıza girdi ve az önce kız kardeşinin ölmüş olduğunu ilan et­
ti. Sessiz kalıyorduk, ama o çıkar çıkmaz gülmeye başladık. Ne hal­
de olduğumuzu görün! Vefat etmiş olan matmazel bize çok iyi dav­
ranmıştı, onu epey sevmiştik, ama küçük vahşilerdik işte. En uzak
dağların en ücra köşelerinden geliyorduk.
Ablam Arad'ın yakınındaki küçük ve sevimli bir Macar kentinde
evlenmişti; Büyük Yayla Macaristanı'nın hissedilebildiği bir yerdi.
1 932'de olmuştu bu. O sırada felsefe öğrenimi görüyordum. Öğreni­
mimi bitirmek üzereydim; tutkulu bir biçimde Kierkegaard okuyor­
dum. Elbette Almanca. Bir defa, çok sevdiğim ablamın evinde, -çok
saftirik görünen ama öyle olmayan- bahçıvan bana, "Delikanlı, ne­
den sabahtan akşama kadar okuyorsunuz?" diye sordu. "Çünkü oku­
maya ihtiyacım var, benim için çok önemli bu," diye cevap verdim.
O zaman bana dedi ki: "Delikanlı, hakikati kitaplarda bulamazsı­
nız." Haklıydı.
Bu adam Rumen miydi yoksa Macar mıydı ?
Rumen miydi Macar mıydı bilmiyorum. Rumence konuşuyordu ...
"Hakikati bulamayacaksınız," diyordu, "kitaplardan asla bir şey öğ­
renmeyeceksiniz."
Başka bir anı geliyor aklıma. Gençtim, kanım kaynıyordu, fakat
herkesin birbirini tanıdığı bir şehirde ne yapılabilir? Şehrin büyük
meydanında bir jandarma, boğucu bir sıcağın içinde kara bir nokta,
bütün gün nöbet tutuyordu. Bir gün ona yanaştım ve: "Jandarma
efendi, buralı değilim ve bir kadına ihtiyacım var," dedim. Sanki
dünyanın en doğal şeyiymiş gibi bana cevap verdi: "Elbette. Genel­
likle otele gideriz biz. Fakat şu sıra burada olmadığını biliyorum;
1 42 EZELİ MAÖLUP

eğer arzu ederseniz, kocası burada olmayan ve on kilometre ötede


çalışan başka birini yollayabilirim size."
Ona yardımından ötürü teşekkür ettim. Burada kız kardeşimin
evinde olduğum için bu işi fazla teşhir etmeden ayarlamak gereki­
yordu. "Neden gizli olsun? Bu tamamen doğal bir şey," diye cevap
verdi bana. Bu jandarmanın düşünce biçiminde, Rumen ve Macar
sağduyusunu, mizahı ve çok hoş şeyleri keşfettim.
Tarih ve Ütopya da Macarlar üzerine yazdığınız sayfalar beni heye­
' ,

canlandırdı. Cesaretlerine.farklarına, özgürlük tutkularına hayran­


lık duyuyorsunuz ve aynı zamanda onları katı ve mütehakkim bir
halk gibi tasvir ediyorsunuz. Macar iktidarı size şahsen acı verdi mi?

Bana hayır, çok ufaktım. Ama annem babam Birinci Dünya Savaşı
sırasında tehcir edildiler. Babam Macaristan'ın batı bölümündeki
Sopron'da, annem ise Cluj'da (Kolozsvar, Klausenburg) oturmaya
zorlandı.

Neden peki?

Çünkü Macarlar Rumen aydın zümresine güvenmiyor ve bu kesimin


ayrılıkçılığından çekiniyordu. Halbuki annem babam düzgün bir
Macarca konuşuyorlardı ve Macar dosttan vardı. Babam -daha ön­
ce de dediğim gibi- Nagyszeben'de bir taşra papazıydı; Macar ya­
zarlarını özgün metinlerden zevkle okurdu. Mesela Macar bir ilahi­
yatçı olan Prohaszka'yı. ..

Evet, Katolik bir piskopostu ve biraz barok üslupta iyi bir yazardı.
Adının da gösterdiği gibi Slovakya kökenliydi.

Yok, babam hakikaten Macar aleyhtarı değildi. Hatta onun Macar


uygarlığı içinde yaşadığını da söyleyebilirim. Macar rejimi Rumen­
lere eziyet etmedi. Ama Macarlar Rumenlere, kendi altlarında bir
köylü sınıfı gibi davrandılar. Daha sonraları babam Macar idaresiy­
le 1 9 1 8 sonrasındaki Transilvanya idaresini mukayese ederken, Ma­
car idaresinin epey farklı olduğunu söylerdi. Avusturya-Macaristan
monarşisinin idaresi dünyadaki en iyi idarelerden biri olmuştur. En
azgın rakipleri bile bunu kabul ederler.

Ama yine de babanız Transilvanya 'nın Romanya'ya bağlanmasını


destekliyordu değil mi?
İNSAN, ZAMANINDA DURMASINI ENGELLEYEN 1 43

Birinci Dünya Savaşı'ndan önce, ulusal sorun için en iyi çözümün


bir federasyon olacağını düşünmüştü. Transilvanya Rumenleri Bu­
dapeşte Meclisi'nde temsilcileri olmuş olan Popovics'in fikirlerine
katılıyorlardı. Oysa Popovics'in m aksadı bütün Rumenlerin bir "Bü­
yük Romanya" içinde toplanması değil, İsviçre modelinin örnek
alınmasıyla bir Avusturya-Macar-Çek-Rumen federasyonu çerçeve­
sinde Transilvanya Rumenlerine özerk bir statü verilmesiydi. Popo­
vics halk tarafından çok sevilen bir siyasi yöneticiydi.
Bu dediklerinizden, benim gibi, monarşinin yıkılmasının -bunun so­
nucu olarak da Büyük Romanya'nın kurulmasının- büyük bir hata
olduğunu düşündüğünüz sonucunu çıkarabilir miyim ? Halkların
kendi kaderlerini tayin hakkı adına birçok küçük devlet kuruldu ve
bu devletler ulusal açıdan monarşiden daha homojen değillerdi;
azınlıklara da sistemli.bir biçimde kötü muamele yapılıyordu.
Macarlar için ne talihsizliktir ki, bu trajedinin asıl sorumluları onlar­
dı. Hükümetleri, yönetici sınıfları, bir federasyon fikrine, milliyetle­
rin özerkliğine karşı çıkıyorlardı.
Size karşı çıkmıyorum. Batı yanlısı federalist muhalefet Ekim 1918'
de Macaristan'da iktidarı aldığı zaman, her şey için çok geçti artık;
zarlar atılmıştı.
Söylediğiniz gibi. Bu sorunları babamla sık sık konuşuyordum. Ay­
rıca, Rumenlerde latinlik fikri önemli bir rol oynuyordu. Transilvan­
ya Rumenleri Viyana'nın hegemonyasını kabulleniyorlardı, ama Bu­
dapeşte'ninkine tahammülleri yoktu.
Bence İttifak Monarşi'deki gerginlikleri kışkırttı ve kullandı ; en ni­
hayetinde de Versailles ve Trianon antlaşmalarındaki haksızlıkların
ve Avrupa dengesinin altüst oluşunun sorumluluğunu o taşımaktadır.
Basaryk, Beneş ve şürekası gibi aynlıkçılan desteklemiş olanlar,
Clemenceau ve onun milliyetçi danışmanları, Mason dostlarıdır.
Olan biten her şeyin sorumlusu büyük ölçüde odur. Din adamlarının
Avusturyası'na karşı husumet duyuyordu ve Avusturya'yı yok etmek
isterken Macaristan'ı da aynı kadere mahkum etti. Halbuki Avustur­
ya'ya karşı bu nefret bir çılgınlık olmuştur. Avrupa'nın ortasında,
Rusya, Almanya ve Batı'nın ortasında, kesinlikle merkezi bir impa­
ratorluğa gerek vardı. Bence İttifak'ın en büyük hatası, savaşı "incel-
1 44 EZELİ MAGLUP

diği yerden kopanna"ya, kayıtsız şartsız teslime vardırması oldu.


1 9 1 6'da, 1 9 1 7'de, katliamı durdurup Alman ulusunu aşağılamadan,
müzakere yoluyla bir barışa varmak mümkündü. Hitlercilik o zaman
asla yayılma olanağı bulamazdı.

Stalincilik de. Aynı hata İkinci Dünya Savaşı sırasında da işlenmedi


mi?

Kayıtsız şartsız teslim fikri gerçekten bir saçmalık oldu. Wehrmacht"


sonuna kadar Hitler'in yanında olmaya zorlandı. Halbuki 1 94 1 ya da
1 942'de Alman mareşal ve generallerine, "Siz Hitler'i bertaraf edin,
o zaman uygun bir barışa varırsınız," denmiş olsaydı, Avrupa bu işin
içinden farklı bir biçimde sıyırtırdı. Birinci Dünya Savaşı'nın sonun­
da, baş sorumluluğu Fransa yüklenmişti; İkinci Dünya Savaşı'nda da
Anglosaksonların dik kafalılığı aynı rolü oynadı. Amerikalılar Avru­
pa'dan hiçbir şey anlamıyorlardı. Birinci Dünya Savaşı sırasında, sa­
dece iki şahsiyet durumu makul ve kapsayıcı bir biçimde görüyordu:
Caillaux ve Romain Rolland. İnceldiği yerden kopsun demenin Av­
rupa'nın intihan olduğunu anlıyorlardı. Bütün insanlık Almanya'ya
karşı seferber ediliyordu, ki o dönemde Almanya, imparatora ve as­
keri kliğine rağmen, demokratik ve liberal bir devletti. Hitler bu ha­
tanın ürünü oldu.

Gerçekten. Haksız ve yararsız bir aşağılanmanın ürünü oldu bu.

Çünkü Almanya yenilmiş ve silahsızlandırılmışken, Rusya da Bolşe­


vik macerası ve iç savaşla uğraşırken, Fransa, Avrupa'nın efendisi
haline gelebileceğini ve Avusturya-Macaristan monarşisinin yerine
yaratılan yeni devletlerin koruyucusu olabileceğini zannetmişti.

Fransa'nın barışı temin edebilecek kudreti yoktu.

Trajedi de burada. Ama kökleri daha derinde. Sorunlar daha derinle­


mesine tahlil edilirse, Avrupa'nın gerilemesinin Jakobenler ve Na­
polyon'la başladığına inanıyorum. Yani Fransız Devrimi'nin raydan
çıkmasıyla, bunu izleyen ve Fransız halkını zayıflatan savaşlarla.
Bunu dediğim için biraz gerici gibi görünebilirim. Olay şu ki, bir
yandan devrimin ilkeleriyle tamamen hemfikirim, diğer yandan da

* Alman ordusu. (ç.n.).


İNSAN, ZAMANINDA DURMASINI ENGELLEYEN I45

Jakobenler'in v e Napolyon'un Avrupa tarihi için bir felaket oldukla­


rını düşünüyorum.
Sizinle tamamen hemfikirim.
Paradoks şu ki, uygarlaşmış Avrupa'nın dili olan Fransızca bile geri­
lemesini Napolyon'a borçludur. İngilizlerin Fransızcanın evrenselli­
ğini artık kabul etmemeleri de onun yüzünden olmuştur. Bence Fran­
sızlarda diğer uluslardan daha gelişkin bir siyasi anlayış vardır -el­
bette İngilizler müstesna-, ama bir ideolojinin eline düştükleri za­
man raydan çıkarlar. Fransa tarihinin bu kadar ürkütücü iniş-çıkışlar
yaşaması bundandır.

Ulusların tarihindeki büyük hataların -tıpkı bireylerin yaşamında


da olduğu gibi- bir ılımlılık noksanlığından ya da tutkuları üzerin­
deki denetimin yitirilmesinden geldiğini kabul etmek bir malumu
ilam.
Kendini denetleme ve ılımlılık noksanlığı ölümcül günahtır. Hay­
vanlar aleminde bazı türlerin ortadan yok olmasının nedeni iklim de­
ğişiklikleri olmuştur. İnsan ise, zamanında durnıasını engelleyen bir
içgüdü yüzünden yok olacaktır. İmkansız diye bir şey olmadığına
kanaat getirnıiştir. İnsanın ilerlemesinin sınırsız olduğu fikri 1 8. ve
1 9. yüzyıllarda doğdu. Halbuki sınırlar var. Bütün nesiller sonunda
bunu kabulleniyor, ama daima iş işten geçtikten sonra. Şimdi, her za­
mankinden fazla, molayı çok geç vernıekten çekinmeliyiz. Sonsuz
ilerleme fikri kötülüğün ta kendisidir. Condorcet'nin işlediği kabaha­
ti sık sık düşünürüm. Onun da Voltaire gibi bu sokakta oturnıuş ol­
duğunu biliyor muydunuz? İyimser ilerlemecilerin kutsal kitabı ha­
line gelen İnsan Zihninin İlerlemesi Üzerine Tarihi Bir Tablo Tasla­
ğı 'nı burada yazmıştır. Oysa tarih onun düşüncesini çabucak yalan­
ladı. Konvansiyon'da karşı-devrimcileri giyotine gönderecek olan
yasalar kabul edildiğinde, iyimser ve ılımlı bir refornıcu olan Con­
dorcet, kendini tehdit altında hissediyordu. O dönemde sevimli bir
yaşlı kadının aile pansiyonunda ikamet ediyordu. Kendi yüzünden
kadının başının derde girnıesini istemiyordu. Dolayısıyla bir dostu­
nun, La Harpe'ın evine sığındı. Ama dostu birkaç gün sonra ona, çok
üzgün olduğunu, ama onu artık barındıramayacağını, çünkü oda hiz­
metçisinin kudurgan bir vatansever olduğunu söyledi. O zaman Con­
dorcet dostunun evinden ayrıldı ve işçi dolu bir meyhanede durdu.
1 46 EZELİ MAGLUP

Kitap tutan bakımlı elleri işçilerin gözüne çarptı. Entelektüel elleri!


Karşı-devrimci elleri! Onu hemen ihbar ettiler. Condorcet darağacın­
dan kurtulmak için kendini zehirleyerek öldürdü. Sınırsız ilerleme
konusundaki büyük modem yanılsamanın sorumlusu olan zihinler­
den birinin trajedisidir bu.

Adam Smith gibi gerçekçi İngiliz liberalleri de en az onun kadar ya­


nıldılar. Onlar da tarihte değişmez değer olarak ilerlemeye inanı­
yorlardı .

Benim tezim, bütün hastalıklara çare bulunduğu gün insanlığın orta­


dan yok olacağıdır.
Huxley bir yerde bunun saçma birfikir olduğunu, zira vahim bir has­
talığa çare bulunur bulunmaz onun yerine yeni bir hastalığın çıktığı­
nı ve tabiatın böyle işlediğinin tecrübeyle sabit olduğunu yazmıştı.

Doğru bir tespit. Ama teorik olarak bütün hastalıkları iyileştiren bir
ürün icat edildiği hayal edilebilir. Bu bir felaket olurdu, çünkü insan
öyle veya böyle ölmelidir. İnsanlar, yüz elli yaşına kadar yaşamayı
başarsalar bile, ölmek zorundalar. Tıptaki ilerlemeler sonucunda in­
sanların epey bir kısmının doğal bir ölümle ölmediklerini söyleyebi­
liriz. Varoluşumuz yapay bir biçimde uzatılıyor, ölüme karşı müca­
dele uzuyor. Çok gayri insani bir şey bu.

Ama yine de sizin ve benim, seksenimize yaklaşmış olmamıza rağ­


men, daha ziyade hazin şeyler üzerine zevkle tartışıyor olmamız o
kadar kötü bir şey de değil. Yüz yıl önce, bu yaşta, sizin evinize gel­
mek için yedi kat merdiveni çıkamazdım. Yoğun bir etkinlik içinde
uzun yaşama şansına nail olmuş bazı istisnalar olduğu doğru ; mese­
la Goethe.

Doğru ama Mozart, Hölderlin, Kleist gibi birçok deha genç ölmüş­
tür. 1 8. yüzyılda, l 9. yüzyılda, bir şairin ortalama ömrü yirmi beş
yıldı, bir yazarınki de elli yıldı.

Gerçekten, uzun yaşamış dehalarla genç ölmüş dehaların bir tipolo­


jisini çıkarmak gerekirdi. Macarlarda Petöfi ve Arany böyle bir çift
teşkil ederler. Petöfi'nin genç ölmek için, Arany'nin ise uzun yaşa­
mak için "programlanmış" oldukları söylenebilirdi.
İNSAN, ZAMANINDA DURMASINI ENGELLEYEN 147

Ah, Arany - n e büyük bir şairdir ve maalesef Batı'da ne kadar a z bi­


linir! Bana gelince, genç ölseydim, bunun büyük bir mutsuzluk kay­
nağı olmayacağını düşünüyorum. Yirmi beş yaşında, Rumence yaz­
dığım bir kitapta, söyleyecek her şeyimi zaten söylemiştim.

Ne üzerine yazmıştınız?

Ümitsizlik üzerine bir kitap.

Yirmi beş yaşında ümitsiz miydiniz?

Evet öyle, yirmi beş yaşında. Bugün daha da derin bir ümitsizliğe
varmamın nedeni, Batı'nın kendi değerlerine ve misyonuna artık
inanmaması. Hayatta, hem bireysel düzeyde hem kamusal düzeyde,
insan kendine güvenmelidir; yeteneklerini abartsa bile. Lamennais,
Fransa'nın yüzyıllar boyunca kendini ulusları kurtarmaya, dünyanın
gidişatını değiştirmeye yazgılıymış gibi hayal ettiğini söyler. Birey­
ler -ama aynı zamanda uluslar da- muayyen bir megalomaniye ihti­
yaç duyarlar. İnsan kendini artık müstesna, önemli, yeri doldurula­
maz görmediği zaman mahvolur.

Sovyetler de tam bu noktada Batı karşısında büyük bir avantaja


sahip oldu uzun süre. İlle de askeri alanda değil, psikolojik düzeyde
Batılılardan, dünyanın jandarma/ığı misyonuna gitgide daha az ina­
nan Amerikalılardan üstün görünüyorlardı.

Ruslardaki kurtarıcılık misyonu duygusu Bolşevizm'den epey önce


tezahür etmiştir. Babamın Nagyszeben kentine papaz olduğu sırada,
üstü çok zeki bir adamdı; o dönemde daha da ender olan şey, bu ada­
mın kütüphanesinde çok sayıda l 9. yüzyıl Rus felsefe kitabı vardı ve
bunları okuyabildim. Bütün bu Rus düşünürlerinin halklarının kurta­
rıcı misyonuna nasıl kanaat getirmiş olduklarını hayretle fark ettim.

Komünistler de Batı uygarlığının gerilemeye mahkum olduğu ve


Rusya'nın görevinin uygarlığımızı kurtarmak ve yenilemek olduğu
fikrini bu filozoflardan miras aldılar.

Bana öyle geliyor ki Ruslar uygarlık misyonlarına o kadar da inan­


mıyorlar, ama bizim gerilediğimizden eminler.

Hitler ve Mussolini de emindiler.


148 EZELİ MAGLUP

Onlar çılgın barbarlardı. Herrenvolk, mütehakkim ulus fikri üzerine


bir dünya imparatorluğu kurmanın mümkün olduğunu hayal etmek,
sayıklamayı andıran bir fantazmagori oldu. Komünistlerdeki olağa­
nüstü incelik, propagandalarının eksenini eşitlik fikri üzerine kura­
rak dünyaya hakim olmak istemeleriydi. Dahiyane ve büyüleyici bir
fikirdir bu. Bütün diğer insanların bizden aşağı olduklarını ilan ede
ede dünyaya hakim olmak imkansızdır. Hitler sonunda Almanya'yı,
Avrupa'nın en uygarlaşmış ülkesini, bir intihara sürükledi. Tasarısın­
daki çılgın ve şeytani karakterin kanıtıdır bu.

Ama şu paradoksa bakın ki sonunda kendi halkı onu müthiş hayal kı­
rıklığına uğrattı, onun fikirlerinin düzeyinde olmadığını gösterdi.
Arkasından Almanya'yı uçuruma, ölüme sürüklemek istiyordu. Hit­
ler üzerine okuduğum en iyi kitabın yazarı Sebastian Haffner, 1945
İlkbaharı 'nda kendi halkının, "ırk"ının, sonunda Hitler'in başdüşma­
nı haline geldiğini yazıyor.

1 943'te, ulusa hitaben yaptığı son söylevde, Almanya'yı yaşamla


ölüm arasında seçim yapmaya çağırıyordu. Yenilirse yok olacaktı .
Hitler Avrupa'nın yıkımını böyle hızlandırdı.

Bununla birlikte Almanya ondan sonra da hayatta kaldı, hd/Q Avru­


pa'nın anahtarı.

Artık değil. Anglosaksonların hatası bu. Dediğim gibi, Almanları


Hitler'le bir tutma kusurunu işlediler. Ve şimdi dünyanın yarısı Rus­
lara ait.1

Savaş sırasında Lot'a sığınmışken komşum ve bugün unutulmuş eski


bir Fransız siyaset adamı olan 3. Cumhuriyet'in bakanlarından Ana­
tole de Monzie'yle ilginç söyleşilerim oldu. Petain Fransası'nın Tal­
leyrand'ı olmak istiyordu ve Amerikalılarla Almanlar arasında temiz
bir barış yapılması için Mareşal Perain'e aracılık yapmasını telkin
ediyordu. Bir keresinde bana, "Eğer Wehrmacht ile -Hitler'i berta­
raf etmiş bir Almanya ile- barış yapmayı başaramazsak, Avrupa
Rusların eline geçer, " demişti.

1 . Görüldüğü gibi, 1 986 sonunda yaptığımız bu söyleşide ikinci "Süper


Güç"ün dağılacağını öngönnemiştik.
İNSAN, ZAMANINDA DURMASINI ENGELLEYEN 149

Büyük bir direnişçi olmuş olan Lacoste da bana aynı şeyi söylemiş­
ti. Alman ordusunun yok edilmesinin Avrupa için yıkıcı sonuçlar do­
ğuracağını düşünüyordu. Ama maalesef daha önce 1 9 1 5'te olduğu
gibi 1 945'te de Amerikalılarda dünya barışını temin edecek olgunluk
yoktu. Amerikalıların kötü psikologlar olduklarını ve özel bir biçim­
de safdil olduklarını herkes bilir. Vahim hatalar işlerler, çünkü bir
yandan yalan söylemeyi bilmezler, öte yandan da söz'ün, tutulması
gereken kutsal bir şey olduğuna inanırlar. Nixon'ın durumu buydu.
Amerikalıların derinindeki o safdillikle bir dünya tarihi yapmak im­
kansızdır. Kendilerine anlatılan her şeyi yutarlar. Orada bir Talley­
rand asla varolamazdı.

En azından Kissinger bir Metternich olmaya çalıştı .

Büyük bir usta olmak istiyordu. Talleyrand olmak için, siyaset büro­
larda yapılmamalıdır; salonlarda kadınlarla yapılmalıdır. Talleyrand
büyük siyaset yapıyordu. Amerikalılar siyaseti profesörlerle yapı­
yorlar.

Benim Amerikalılara sitemim daha ziyade siyaseti uzmanlarla, şa­


ibeli bir uzmanlıkta profesörlerle yapmalarına ve farklı "lobiler"in
baskılarına neredeyse daima boyun eğmelerine olurdu. Dünya siya­
setini yönetmek için iyi hazırlanmamışlar. Biz Avrupalı aydınlara ge­
lince, bazen bizim durumumuzun, Grek-Roma uygarlığının gerile­
mesini durdurmayı deneyen İskenderiye vatandaşlarının durumuna
benzediğini düşünüyorum. Ama çabalarının beyhude olduğu ortaya
çıkıyordu.

Belki düşüşü birkaç nesilliğine ertelemeyi başarırız. Gerileme dö­


nülmez bir yola girmiş olsa bile, teslim olmamalıyız.

Buna katılıyorum. Dövüşmeye devam etmek gerek. Macar yazar im­


re Madach, 1848 libera/ ayak/anmasının ezilmesinden sonraki ümit­
sizliğiyle yazdığı, -Falanster'deki Cennet'te dünya tarihini birbirini
izleyen bozgunlar ve en güzel ideallerin yozlaşması olarak sahnele­
diği- İnsanın Trajedisi nin sonunda Tanrı 'ya şu sözleri söyletir: "Ey
'

insan, güvenini kaybetme ve mücadeleye devam et. " Güvenimizi kay­


betmememiz zor, ama sizin de dediğiniz gibi, . . . kalemlerimizi bırak­
mamamız lazım.
1 50 EZELİ MAGLUP

Goethe'nin Faust'unda Şeytan Tanrı'nın hizmetkandır. Kendime sık


sık şunu soruyorum: Bunun tam tersi doğru değil mi? Tann Şeytan'ın
hizmetkan değil mi? Göründüğü kadarıyla hükmeden İblis'tir, Şey­
tan'dır. Dünyanın efendisi Tann olsaydı, tarih olmazdı. Her şey, so­
run çıkmaksızın en iyi şekilde işlerdi.
Dostumuz lonesco bana bir gün, Tanrı 'ya inandığını, ama farklı ol­
muş olsa sevineceğini söyledi.
Ionesco'da daima arka planda derin bir iman hissedilir. Bana gelin­
ce, köküne kadar kuşkucuyum. Halbuki din beni çekiyordu. On beş,
on altı yaşında, yemekten önce babam duayı yaparken, onunla bir­
likte dua etmediğim için utandığımı hatırlıyorum. İman sahibi ol­
maktan acizim, ama dinin önümüze koyduğu sorunlara ilgisiz deği­
lim. İman, düşünceye kıyasla, şeylerin daha derinine gider. Dinin
hiçbir zaman cezbetmemiş olduğu biri, daima bir eksiklik hissede­
cektir. İyinin ve kötünün ne olduğunu bilmek. Bazen dünya tarihini
ilk günahın büyük bir ırmağı gibi tahayyül ediyorum. Tekvin'i tekrar
tekrar okuyorum ve birkaç sayfada her şeyin söylenmiş olduğu izle­
nimine kapılıyorum. Allak bullak edici bir şey bu. Bu çöl göçebele­
rinin insana ve dünyaya eksiksiz bir bakışları vardı.
Büyük bir dinler tarihi uzmanı olan dostunuz Eliade hakkında, "hem
meslek hem de kanaat icabı dinlerin, tüm dinlerin kıyısında" kaldı­
ğını söylediniz. Çok ağır bir yargıydı bu.
Benim için de geçerli bu. Zaten Eliade üzerine denememin sonunda,
o başta olmak üzere hepimizin eskiden mümin olan dinsiz dindarlar
olduğumuzu söyledim.
Epey "Cioran 'vari" bu söz üzerine felsefe yapmayı kesebiliriz sanı­
yorum.
Tarihteki felaketler fazla kanaat sahibi
kişiler tarafından kışkırtılmıştır

Bu söyleşinin İngilizceye Benjamin lvry tarafından çevrilmiş olan daha kı­


sa bir versiyonu 4 Aralık 1989 tarihli Amerikan Newsweek dergisinin Avru­
pa baskısında çıkmıştır. Söyleşinin tam metni ilk kez burada (Nisan 1995 ta­
rihli Fransa Gallimard baskısı) yayımlanmaktadır.

BENJAMIN IVRY: Paris-Match sizin yetmiş beş yaşında hata "bir


yeniyetmenin hatlarına, ifadesine ve siluetine" sahip olduğunuzu
söylüyor.
CIORAN: B iraz abartmışlar.

Tiranların yolundan gitmek gerektiğini yazdınız: "Tiransız bir dün­


ya, sırt/ansız bir hayvanat bahçesi kadar sıkıcı olurdu, " diye.
Tahammül edilebilir tiranlar da var, tahammül edilmezler de. Kinik
olan, hayasız olan tiranlar var. Mesela Çavuşesku trajik bir vaka de­
ğil. Nüansı yok. Hatta açıklanamaz bir şey bu. Rumenler en kuşku­
cu, en yanılsamasız halktır. Daima mümkün olan ayarlamalar vardır,
ama Çavuşesku'da nüans yoktur ki. Rumenler bütünüyle aldatılmış­
lardır. Çavuşesku'nun daha ziyade makul olduğu bir an olmuştur:
Mesela İsrail'le ilişkileri kesmemiştir. Tiranlar büyük insan sarrafla­
rıdır. Tiranlar sersem değildir. İnsanların nasıl kullanılabileceğini,
nereye kadar gidilebileceğini bilirler. Aptal tiran yoktur. Tiranlar,
tecrübe etmek isteyen, sürekli ilerleyen insanlardır; en uca kadar, her
şeyin çöktüğü ana kadar giderler. Tarihin dörtte üçü tiranlıkların ve
insan köleliğinin tarihidir.
Rumenler feda edilmiş bir halktır, nokta, hepsi bu. Amerika'nın
umrunda değildir. Çavuşesku'da bir tür zeka var. Her şeyi Ruslara
1 52 EZELİ MAÖLUP

teslim ettikçe sürdürebileceğini biliyor. Şimdi bir kopma noktasına


gelinmiştir. Halk ahlaken harap olmuştur, bitmiştir. Biyolojik açıdan
da öyle. Kötü beslenme öyle bir noktaya varmıştır ki binlerce çocuk
doğduklarından hemen sonra ölmektedir. Öyle ki yeni doğanları
deklare etmeden önce beş hafta beklenmektedir.
Rumenler tarih tarafından bastırılmış bir halktır. Hep Rusların is­
tilasına uğramışlardır. Organik bir kuşkuculuklan vardır. İdeolojiler
yanılsama gerektirir. Rumenlerde yanılsama yoktur.
Çavuşesku Rusya tarafından desteklenmektedir. Romanya'da aç­
lıktan ölünüyor, ama etin %65'i Rusya'ya gidiyor. Çavuşesku Gorba­
çov'un onu desteklediğini biliyor. Romanya'da çocuklar için süt yok,
her şey Rusya'ya gönderiliyor. Rumenler ümitsizliği aştılar. "Bugün
ne yiyeceğiz?" sorusu musallat olmuştur Rumenlere. Çavuşesku Ba­
tı'dan yana olan tek rejimdi. Ama ne olup bitmiş olduğunu hiç kim­
se bilmiyor. Bir an popüler olan bu tip bir tiran haline geldi. Korkunç
bir hayal kırıklığı oldu bu. Savaştan sonra komünizm "gelecek" idi.
Yanılsama mümkündü, ama çabucak ortadan kalktı. Çekoslovakya'
da demokratik bir gelenek ve iyi bir ekonomik durum var. Rumen­
lerde devrimci bir gelenek yok. Dolayısıyla özgürlükleri yok.
Romanya'da, Macaristan'daki gibi aydınlan olan ciddi bir komü­
nist parti yoktu. Romanya'da büyük bir Rusya korkusu vardır. Ko­
münizmin bizim ülkemizde başarıya ulaşmasını Rusya korkusu en­
gellemiştir.
Romanya'da -kuşkucu bir ülke- son savaştan önce devrimci bir
gelenek olmamıştır. Romanya Almanya'ya müttefik olmuştur. Al­
manya savaşı kaybettiği zaman, Romanya Rusya'yla ittifaka girme­
ye karar vermiştir. 20 milyon nüfuslu Romanya'da 700 bin ölü ol­
muştur. Ruslar Rumenleri sürekli ön saflara sürmüşlerdir. Firar ede­
mezlerdi. 700 bin ölü; her şeyi kaybetmek için benzeri görülmemiş
fedakarlıklar. Rumenler savaştan sonra kırılmışlardı. Çavuşesku bas­
kın çıkabilirdi, çünkü güçlü komünistler yoktu.
Paris'teki en eski dostunuz Eugene lonesco.
Paris'e l 934'te geldim. Eğer hayatınızı berbat edecekseniz, bunu Pa­
ris'te yapmak başka yerde yapmaktan yeğdir. Hayatınızı berbat ede­
ceğiniz yeri seçmek gerekir. Ionesco'yu öğrenci olduğumuz sırada ta­
nıdım. Din onu daima çekmiştir. Mümin değildir, ama kendini imana
kaptırmıştır. Ölüm fikri musallat olmuştur ona. Bunu kabul edemez.
TARİHTEKİ FELAKETLER 1 53

Ölüm fikrini yıkmıştır. Hiçbir şey yapamaz. Bunaltılı bir insandır.


Hastalığı bunaltısıdır. Yazdıklarının tam merkezinde bunaltı vardır.
İmanın cazibesine hiç kapılmamış olan benden daha dindardır. Io­
nesco hep bu cazibeye kapılma noktasındadır. Gençken bile bunaltı­
lıydı.

Samue/ Beckett de bir dostunuz.

Beckett'i farklı bir biçimde görüyorum; bir Balkanlının tam tersidir


o. Bir tür bilgeliği olan ölçülü biridir. Her bakış açısına hükmeder.
Avrupa'nın öte tarafından gelmektedir. Bilgelik sahibi bir bunaltılı­
dır. İnsan olarak Beckett ve Ionesco birbirinin tam zıddıdır. Samuel
Beckett kendisinin efendisidir. Kendine hakimdir. Eugene lonesco
ise infilak eder. İki farklı mizaçtır bunlar. Beckett vakası, onun hu­
zurunda olduğunuz anda size duyarlıdır. Dışarıya vurmaz, ama biri­
nin önünde olduğunuzu hissedersiniz. İlk bakışta, kendine hakim bir
bunaltılıdır. Balkanlı değildir. Kendine hakim olan bir bunaltılı gör­
mek çok güzeldir. Bir vakadır.
Hep Paris'te yaşamış olmasına rağmen, entelektüel Fransa'dan et­
kilenmemiştir. Bir yabancı gibi kalmıştır, oysa çok uzun süredir bu­
radadır. Latin olmayan kalburüstü biridir.

Vatandaşınız ve dostunuz Mircea Eliade sizi hiç "kutsallığa" döndür­


meyi denemedi mi?

Yok! Hayatta! Eliade için din, mesleğidir. Ölümünden önce onun


hakkında epey haince bir makale yazdım. Dine çok meraklıydı, ama
derinliğine bakıldığında dini bir kafa değildi. Çoğul olarak dinlerle
ilgileniyordu, ama dinle ilgilenmiyordu. Dostları benim makalemi
haince, riskli ve incelikten uzak buldular.
Eliade'ı öğrenci olduğum sırada tanıdım. Dindar olmak başka
şey, bütün tanrılara ve bütün dinlere meraklı olmak başka şey. Eğer
dindarsanız, gidip dünya turu atarak Asya'da neye inandıklarını ince­
lemezsiniz. Eliade her şeyle ilgileniyordu. Her şey hakkında konuş­
mak istedi. Bu bir dindarın belirtisi değil. Büyük mistikler dünyada­
ki bütün tanrılarla ilgilenmezler. Din bir tür bilanço değildir. Eliade
benim haksız olduğumu söylediği bir söyleşi verdi. Hem de yaşamı­
nın sonunda, belki haklıydı. Ama eğer hakiki bir mümin olmuş ol­
saydı, bir dinler tarihi yazmazdı.
1 54 EZELi MAGLUP

Sizin hakkınızda, Nietzsche'den sonraki en iyi aforizma yazarı oldu­


ğunuz söyleniyor.

Nietzsche, çılgınlığının başında aforizmalar yazmaya koyulmuştu;


dengesini kaybetmeye başladıktan sonra. Bende ise bu bir yorgunluk
işaretiydi. Açıklamak, ispat etmek niçin? Zahmete değmez. B ir öner­
mede bulunuyorum; hoşunuza gidiyorsa ne ala, yoksa kapatın çene­
nizi! Her şeyden tiksindiğim için aforizmalar yazdım. Öğretmenin
tam karşıtıyım ben. Açıklamaktan nefret ediyorum, özellikle de ken­
dimi açıklamaktan ...

"Platon 'a takılmak niye ? Başka bir alemi, bize bir saksofon da onun
kadar sezdirebiliyorken ... " diyorsunuz.

Biraz abartılı ve ucuz bir paradoks. Balkan zevksizliği işte. Kışkırt­


ma olsun diye.

"Eğer her şeyini Bach'a borçlu biri varsa, o da Tanrı 'd11� " diye yaz­
dınız.

Bach olmasa Tanrı ufalırdı. Bach olmasa, Tanrı üçüncü sınıf bir tip
olurdu. Evrenin başarısızlığa uğramadığı izlenimini size veren tek
şey Bach'tır. Onda her şey derindir, gerçektir, tiyatrosuzdur. Bach'tan
sonra Liszt'e tahammül edilemez. Eğer bir mutlak varsa, o da
Bach'tır. Bu duyguya edebi bir eserle sahip olunamaz, çünkü Bach
dil değildir. Bach'ta metinler vardır, ama müthiş değildir. Ses her
şeydir. Bach dine bir anlam verir. Bach öbür dünyadaki yokluk fik­
rini tehlikeye atar. Bu çağrıyı dinlediğinizde her şey yanılsama de­
ğildir. Ama bunu Bach, yalnız Bach yapar; hayatında vasat bir adam
olmuştur. Bach olmasa, mutlak bir nihilist olurdum.

"Uzun zaman boyunca, türümüzün yok oluşunda hazır bulunmadan


yaşamıma son vermemeyi ümit ettim," diyorsunuz.

Biraz megalomandım. Fazla ileri gittim. Fazla acelem vardı. O anda


bunun gülünçlüğünü fark etmedim. Yazdığımız zaman gülünçlük
duygumuz olmaz. Söylediğimizle özdeşleşiriz ve ancak birkaç daki­
ka sonra gülünçlüğün farkına varırız. Eğer yazıyorsanız, yeryüzünde
tek başınaymışsınız gibi yapmalısınızdır bunu; mutlağın bir bölümü
gibi. Yoksa ne faydası olur ki?
TARİHTEKİ FELAKETLER 1 55

1 992 'den ve Avrupa Birleşik Devletleri'nden sonra, Avrupalıların


felsefi açıdan yeniden birleşmesini bekliyor musunuz?

Başarısızlığa uğrayacak bu. Yıpranmışız ve gerilemekteyiz. Avrupa'


da artık bir hayatdoluluk, bir canlılık yok. Yaşlı bir uygarlık bu.
Fransız uygarlığı şimdi bin yaşında. İngiltere de. Almanya tükenme­
di. Her halk çılgınlığını israf etmelidir. Fransa bunu Devrim'le ve
Napoleon'la yaptı. İstila savaşları bittiği zaman uygarlaşmış olaca­
ğız. Almanya yenildi, ama tükenmedi. Ama eninde sonunda, Alman­
ya'nın faciası, zeki bir diktatör çıkarmayıp, bunun yerine Hitler gibi
bir deli çıkarmış olmasıdır. Bütün tiranlarda bir çılgınlık unsuru var­
dır. Hitler Avrupa'nın gerilemesini hızlandırmıştır. Hitler olmasa,
Avrupa birkaç yüzyıl daha hüküm sürebilirdi. Ondan sonra, Avrupa
entelektüel ve sanatsal bir merkez olamaz. Gelecekte Avrupa ikinci
sınıf kalacaktır. Latin Amerika'nın geleceğine Avrupa'nın geleceğin­
den fazla inanıyorum. Rejimler korkunç bile olsa, orada bir hayatdo­
luluk var. O halklar yıpranmamış. Burada, Avrupa kendi kendini im­
ha etti. Hitler felaketi hızlandırdı.
İntihar, eserlerinizde önemli yer tutan bir konu.

İntihar çok önemli. Ne zaman intihar etmek isteyen insanlar beni


görmeye gelse, onlara, "Olumlu bir fikir bu ! Bunu istediğiniz zaman
yapabilirsiniz," diyorum. Hayatın anlamı yok, sadece ölmek için ya­
şıyoruz. Ama istediğimiz zaman kendimizi öldürebileceğimizi bil­
mek çok önemli. Bu bizi sakinleştirir, tatmin eder. Sorun çözülür ve
komedi devam eder. Hıristiyanlık'tan önce intihara iyi gözle bakılı­
yordu; temenni edilebilir bir bilgelik eylemi gibi. Birini ümitsiz gör­
düğünüzde, ona şöyle deyin: "İstediğiniz zaman kendinizi öldürebi­
lirsiniz. Aceleye gerek yok. Hayat, anlamsız bir gösteridir. Ama is­
tediğiniz kadar sürdürün bunu. Sınır yok." Hayatı katlanılabilir kı­
lan da ondan kurtulma fikridir. Ona katlanmanın tek yoludur bu; is­
tendiği zaman bitirilebilmesi. Herhangi bir avanak da bundan kurtu­
labilir.
Bir kere, sinemada bir kadına rastladım; intihar etmek istiyordu.
Artık işini bitirmek istediğini söylüyordu. "Siz bilirsiniz," dedim
ona. O zaman da bana, "Öyleyse intihar etmiyorum ! " dedi.
Hayatımızda ümitsizlikten masun ve makul tek harekettir; haya­
tımızı bitirmenin elimizde olması . Gösteri fikridir bu, ama ... Haya-
1 56 EZELİ MAGLUP

tı katlanılabilir kılan şey, intihar fikridir. Çarpıntılı kimselere, bağı­


rıp çağıran kimselere, "çözüm elinizde, her şeyin anahtarı sizde," di­
yorum.
On sekiz ila yinni yaşlarında intihara meyilliydim. Uykusuzluk
çekiyordum. Hastalıkların en beteridir. Bütün gece şehirde dolanı­
yordum. Annem babam ne yapacaklarını şaşırmışlardı. İşimi bitir­
meyi düşündüm, ama beklemeye karar verdim. Sağlık harikulade bir
şey. İntihar fikri bir günden diğerine geçti gitti.

Bir siyaset adamı için felsefe okumak iyi midir?

Siyaset adamları filozofları okumalılar. İlkçağ'da siyaset adamları fi­


lozoftu. Bir eseri soruna dönüştünnek. Mitterrand filozofları okumu­
yor, o edebiyatçı. Derin kanaati olmayan, epey kinik bir insan. Fran­
çois Mitterrand bir sol insanı değil, eski bir sağcı. Ama usta, kuşku­
cu; sürekli, her fırsatta değişiyor; an içinde, doğrudanlık içinde yaşı­
yor. François Mitterrand kültürlü bir insan, Avrupa Topluluğu'nda
yazarlarla şahsen ilgilenen tek siyaset adamı. Fikir değiştiren Fran­
çois Mitterrand gibi bir tipi, bir ideologdan daha fazla tercih ederim.
Tarihteki felaketler fazla kanaat getinniş kişiler tarafından kışkırtıl­
mıştır. Boyun eğmeyi bilmek gerekir. Bir devlet başkanının fikirleri
izafi olmalıdır.
François Mitterrand bir fikir insanı değildir, önemli olan durum­
dur onun için. Her şey görgüye dayanır. Ustalık sizin tehlikeli olabi­
lecek, fanatizme yöneltebilecek kanaatler edinmenize engel olur.
Hitler patolojik bir vakaydı. O avanak, fikirlerine inanıyordu.

Arjantin tangolarını seviyorsunuz.

Tangoya çok düşkünüm. Gerçek bir düşkünlük bu. Paris'te bir Arjan­
tin tango gösterisine gittim, ama tangonun da yozlaştığını görüyo­
rum. Ara verildiğinde, müdüre, biraz daha melankolikliği tercih etti­
ğimi belirttiğim ufak bir mesaj gönderdim. Artık ruh aynı ruh değil.
O baygın ruh daha dinamikleşti. Latin Amerika'ya düşkünlüğüm bu.
Eskiden daha derin ve daha mahrem bir şeydi. Benim tek ve son tut­
kum Arjantin tangosuydu.
Mükemmel bir sağlık,
gayri manevidir

Bu söyleşinin metni ilk kez Sylvie Jaudeau'nun Cioran, Entretiens adlı kita­
bında, eserlerinin bir tahliliyle birlikte yayımlanmıştır. © Librairie Jose Cor­
ti, 1 990.

SYLVIE JAUDEAU: Eserlerinizin bir kısmını henüz gençken Rumen­


ce yazdınız. Nadir görülen bir keskinlikteki ilk kitabınız Ümitsizliğin
Doruklarında'dan bahsedebilir misiniz bize ?
CIORAN: Bu kitabı yirmi iki yaşında yazdım; felsefe öğrenimimi bi­
tirdiğim zaman. Bu infilak benzeri barok kitap Fransızcaya zor çev­
rilir bir kitaptır. Buna karşılık, kısa süre önce çok başarılı bir Alman­
ca çevirisi çıktı; çünkü bu dil Rumencenin telkin edici belirsizlikJe­
rine Fransızcadan daha elverişli. Bu kitap, felsefeye hiddet ve gücen­
me dolu bir nevi vedadır; özdeki bir karışıklıkla yüzleşmekten aciz,
nafile bir oyalanma olduğu ortaya çıkmış bir düşünce biçiminin ba­
şarısızlık tespitidir. Sağlığımı harap eden uykusuz gecelerin pençesi­
ne düşmüştüm ve vahim anlarda hiçbir işe yararlığı olmayan bir fel­
sefeye karşı bir iddianame yönelttim. Çürümenin Kitabı bunun baş­
ka bir üsluptaki devamı olacaktır.
Göründüğü kadarıyla bu dönem yaşamınızda belirleyici olmuş?
Evet, zira şiddetli bir reddediş anı oldu bu. Öğrenimimi tutkuyla sür­
dürüyordum; hatta şimdi hakiki bir uyuşturucu gibi telakki ettiğim
felsefi dil tarafından zehirlenmiş olduğumu itiraf ediyorum. Bu dilin
yarattığı derinlik yanılsamasından sarhoş olmamak ve aldanmamak
mümkün mü? Gündelik dile çevrildiğinde, felsefi bir metnin içi tu­
haf bir biçimde boşalır. Hepsini tabi tutmak gereken bir imtihandır
1 58 EZELİ MAGLUP

bu. Dilin yarattığı büyülenme bence Heidegger'in başarısının açıkla­


masıdır. Eşsiz bir hilebazdır, çok aşırıya vardırdığı bir sözel dehaya
sahiptir, dile baş döndürücü bir önem atfeder. İçimde şüphe uyandı­
ran da tam bu aşırılık oldu, l 932'de Varlık ve Zaman'ı okurken. Bu
cins bir alıştırmadaki beyhudelik gözümde barizleşti. Sözcüklerle al­
datılmak isteniyormuşum gibi geldi. Muazzam sözel mucitliğiyle
gözlerimi açmayı başarmış olan Heidegger'e teşekkür etmeliyim.
Her ne pahasına olursa olsun kaçınmam gereken şeyi gördüm.
Heidegger'e getirdiğiniz eleştiri, düşüncesine yabancı olmadığınız
filozof Berdyayev'in eleştirisiyle bir arada ele alınmalı . Alıntılıyo­
rum: "Heidegger, ussal kategorileri, hiç uymadıkları varoluşsal de­
neyime uygular ve kabul edilmesi mümkün olmayan bir terminoloji
yaratır. Terminolojinin düşünceden daha özgün olduğu ortaya çıkar"
(Özyaşamöyküsü).
Berdyayev'in şahsiyetine hayran olmuş olsam da, eserlerine, başka
bir Rus filozofu olan ve bence haksız yere onunla bir arada ele alı­
nan Şestov'un eserlerinden daha az aşinayımdır. Şestov Romanya'da
çok ünlüydü. Hatta onun etkisiyle bir akım bile oluşmuştu. Benim de
içinde bulunduğum, kendini manevi olarak hayata geçiremeyen ama
böyle bir maksadın özlemini muhafaza eden neslin filozofuydu. Plon
Yayınları'nda birkaç ay boyunca dizi yöneticiliği yaptığım sırada
Ölüm Vahiyleri'ni (Revelations de la mort) yeniden bastırdığım Şes­
tov, hayatımda önemli bir rol oynadı. Her ne kadar şahsen tanışma
mutluluğuna erişmemiş olsam da, ona büyük bir sadakat besliyorum.
Haklı olarak hakiki meselelerin filozofların ellerinden kaçtığını dü­
şünüyordu. Nitekim sahici ıstırapları es geçmekten başka ne yapar­
lar ki?
Bereket versin ki bütün filozoflar sizin eleştirinizin etki alanına gir­
miyor. Zannederim ki Bergson 'la ilgilendiniz, çünkü Romanya'da
onun üzerine bir tez yazdınız. Onun eserlerinde dikkatinizi çeken
neydi? Simmel'i daha severek tercih edebileceğinizi söylediniz bana.
Gerçekten de beni ilgilendiren S immel'di ve bunun baş nedeni de
dikkat çekici bir biçimde yazmasıydı -Bergson da bu meziyete sa­
hipti- ve filozoflarda böyle bir yeteneğin ne kadar ender olduğu bi­
linir! Simmel, Almanlarda ender görülen çok açık bir dille yazıyor­
du. Hakiki bir yazardı. Özellikle, şaşırtıcı bir duyarlık gösterdiği sa-
MÜKEMMEL BİR SAGLIK GAYRİ MANEVİDİR 1 59

nat üzerine metinlerine hayrandı m. Bergson'un da tam olarak, haya­


tın "ayakta kalmak için kendini yok etmesi" gerektiğini görmemiş
olmasına sitem etmişti. Gerçekten de Bergson, varoluşun trajik veç­
hesini ihmal etti ve böyle unutulmasının nedenini de burada aramak
gerekir. İçsel bir bunalımdan kaçınmanın bedeli er geç ödenir.
Bir an için sizin geçirmiş olduğunuz bunalımda duralım. Bir gün
bana, eserlerinizin merkezinde dinf tartışmanın olduğunu söylemiş­
tiniz.
Şiddetle ilan edilen her tanrıtanımazlık bir rahatsızlığı gizler. Genç­
liğime Kilise'ye karşı duyduğum tepki damgasını vurmuştur; ama
aynı zamanda bizzat Tanrı'ya karşı da bir tepkidir. İman noksanlığı
çeksem de hiddet noksanlığı çekmiyordum. Hatta din adamı olma
kararı alan kardeşimi, ona acımasız konuşmalar yaparak vazgeçir­
meyi bile başarmıştım.
Demin derin bir ümitsizlik dönemini zikretmiştiniz. Bu ıstıraba mı
bağlıydı ?
Doğrudan olmasa bile, her şeyin hiçlik olduğu yolundaki kanaatimi
doğruladı. 1 926-27 arasıydı, sürekli bir rahatsızlık dönemiydi. Her
gece kasvetli saplantıların pençesine düşerek sokaklarda dolanıyor­
dum. Bu içsel gerilim dönemi boyunca, birçok kez vecd tecrübesini
yaşadım. Her halükarda, görünümlerin dışına sürüklenilen anlar ya­
şadım. Hiçbir hazırlığınız olmadan doğrudan bir kavrayış sizi eline
alır. Varlık olağanüstü bir eksiksizlik, ya da daha ziyade muzaffer bir
boşluğun içine yuvarlanır. Çok önemli bir tecrübe oldu bu; her şeyin
boşunalığının doğrudan içe doğuşu. Bu birkaç aydınlanma anı, beni
mistiklerin bahsettiği en yüksek mutluluğun bilgisine açtı. Ancak is­
tisnai olarak ve kısa bir süreliğine çağrıldığımız bu mutluluk dışında
hiçbir şeyin hakiki bir varoluşu yoktur; gölgeler krallığında yaşarız.
Her ne olursa olsun, cennet ya da cehennemden asla aynı dönmeyiz.
Kitaplarınızda beliren en büyük meşgalenin mistisizm olması anlaşı­
lır bir şey. Her ne kadar kendi güzergahınızı mistik diye nitelemekte
bazen tereddüt etseniz bile, hayatınızdaki en büyük kaygının bu oldu­
ğu kesin; konu etrafındaki bütün okumalarınız buna tanıklık ediyor.
Hayatımın bir kısmını mistikleri okuyarak geçirdim; belki de onlar­
da kendi tecrübemin teyidini bulmak için. Onları büyük bir doymaz-
1 60 EZELİ MAGLUP

lıkla okudum. Tanımlaması güç bir içsel tükeniş haline girdim. Bir
imanın içine "batmış" olmam gerekirdi, ama buna tabiatım karşı çı­
kıyordu. Hep bir noktaya varmama yönünde gittim. O zamandan be­
ri içimde bir şeyler oldu, içsel bir yoksullaşma, kısır bir basirete doğ­
ru bir kayma.

"Mistik" terimi sizin için ne anlam ifade ediyor?

Müstesna yoğunluktaki bir tecrübe söz konusudur. Tarihin onunla çi­


çeklenen dönemleri, içsel hayatdoluluk dönemlerine tekabül eder.
Eğer usanmış ve bezmişsek, kendimizi kendimizin öte'sine yansıta­
mayız, fakat daha ziyade kendimizin aşağı'sına düşeriz.
Çehre değiştirmeden mistik tecrübe olmaz. Edilgenlik bir nokta­
ya varamaz. Varlığı her şeyin üzerine yerleştiren bu muazzam iç saf­
lık durgunluk değildir. Mesela Budizm teoride zahmetsiz olsa bile
pratikte öyle değildir - özellikle de bir kurtuluş yanılsaması veren
sahte tecrübelerin üzerine kolaylıkla atlayan Avrupalılar için. Bu
kurtuluşu bizzat içinizde keşfedersiniz, yoksa birinin müridi olarak
ya da bir manevi cemaate katılarak değil. Yegane derin tecrübe, yal­
nızlık içinde yapılandır. Bir yayılmanın ürünü olan tecrübe yüzeysel
kalır - hiçlik tecrübesi bir grup tecrübesi değildir. Ama eninde so­
nunda Budizm bir bilgelikten ibarettir. Mistik daha uzağa gider. Mis­
tik, yani vecd. Ben şahsen topu topu dört defa yaşadım bunu; yoğun
karışıklık dönemimde. İmanla ya da imansız yaşanabilir aşırı tecrü­
belerdir bunlar.

Vecd tecrübesinden sonra normal hale dönüşü nasıl telakki ediyor­


sunuz?

Düşüş, içsel yoğunluktaki bir azalmaya, normalliğe dönüşe tekabül


eder. Hakikaten bir düşüştür bu.
Vecddeki mutluluk neredeyse dayanılmazdır. Her şeyin çözüldü­
ğü ve oluşun artık anlamı kalmadığı izlenimine kapılırsınız. Hayatın
kefaretini ödeyen ve ondan sonra ancak yeniden ortaya çıkmaları öz­
lemle beklenen olağanüstü dakikalardır bunlar. Hayal kırıklığı özel­
likle mümin için üzücüdür. Mistik kendini terk edilmiş, Tanrı tara­
fından itilmiş, manevi kuraklığın tehdidi altında hisseder. O zaman
da sıkıntıya, acedia'ya, neredeyse iblisane bir veçhe içeren, yalnızla­
rın o derdine gömülür. Onlar için tehlike, şeytan değil boşluktur.
MÜKEMMEL BİR SAGLIK GAYRİ MANEVİDİR 161

İmanlarını da o zaman yitirirler, buna mukabil olarak da sizin bilgi­


nin en üst derecesi gibi gördüğünüz o basireti kazanırlar.

İçteki çöl her zaman kısırlığa hasredilmiş değildir. Basiret, görme


olanağı sağladığı boşluk sayesinde bilgiye dönüşür. O zaman mut­
laksız mistik olur. En yüksek basiret bilincin son derecesidir; evreni
tükettiğiniz ve ondan sonra hayatta kaldığınız duygusunu verir size.
Bu safuayı sezmemiş olanlar, hayal kırıklığının, dolayısıyla da bilgi­
nin belli başlı bir çeşidinden habersizdirler. Şevkliler başarısızlıkla
yüz yüze geldiklerinde ve yanılsama kaybı onları insani kıldığında
ilginç bir hale gelmeye başlarlar. Her el attığı şeyi başaran kişi zo­
runlu olarak yüzeyseldir. Başarısızlık hiçliğin modem versiyonudur.
Bütün hayatım boyunca başarısızlık büyüledi beni. Asgari bir denge­
sizlik kendini dayatır. Ruhsal ve fiziksel olarak mükemmel sağlıklı
varlık, temel bir bilginin noksanlığını çeker. Mükemmel bir sağlık,
gayri manevidir.

Azizlere, derinlemesine "huzuru kaçmış" o varlıklara duyduğunuz il­


gi de böylece açıklamasını buluyor. Şu dünyanın bütün yanılsamala­
rından vazgeçtikten sonra, en seçkini, yani mutlak üzerine kendini
körleştirme yeteneğini hala koruyan o kimselerin yarattığı merakın,
hayranlığın ve şaşkınlığın izini taşıyan bir ilgi bu.

Muhtemelen mistik beni azizlikten fazla ilgilendiriyor; bununla bir­


likte azizlikte de merakımı tahrik eden tuhaf bir şey var. Azizlerin
aşınlıklan kışkırtıcı veçheleriyle çeker beni. Belki de aynca, her ne
kadar dini bir yazgımın olamayacağını, inanmaktan aciz olduğum
için buna elverişsiz olduğumu çok çabuk anlamış olsam da, girmiş
olmaktan hoşlanacağım bir yolu gösterirler bana. Ben imanın ancak
berisinde ya da ötesinde tecrübeler yaşayabiliyordum.
Esasın hükümranlığını bana sezdiren de iman değil can sıkıntısı
oldu. Her ne kadar dini tavır tabiatıma yabancı olsa da, yine de içim­
de bir eğilim olarak kalıyordu. O dönemde mistik coşkunluğun pen­
çesine düşmüş olan bir hanım arkadaşımı hatırlıyorum. Bu yolda
epey ileri gitti. Sade, geniş bir kültürü olmayan, ama zekası canlı bir
kişiydi. Bu yollarda kaybolduğumu ve gerilemek zorunda kalacağı­
mı anlamıştı. Önsezilerinde haklıydı: 1 937'de Fransa'ya gelir gelmez
mistik eğilim uzaklaşır, başarısızlık bilincinin istilasına uğrarım ve
bulanlar soyundan olmadığımı, benim bahtıma ıstırap çekip sıkıntı-
1 62 EZELİ MAÖLUP

dan patlamanın düştüğünü anlarım. Çürümenin Kitabı bu dönemin


vardığı noktayı temsil eder.

Gerçekten de başarısızlığın verdiği burukluğu açığa vurur. Daha


sonraki bütün tepkileriniz bu pişmanlığı gösterir.

Bu pişmanlık daha ilk kitabımda, Ümitsizliğin Doruklarında'da ifa­


desini bulmuştu. İnsanlıktan firar etmiş biri tarafından yazılmıştır bu
kitap. Daima inkann cazibesine kapılmış olsam da nihilist değilim.
Tanımlayamadığım bir ilham sonucunda hiçlik duygusunu ilk yaşa­
dığımda çok gençtim, neredeyse çocuktum.
Reddetme daima kendini kaptırmaktan daha güçlü oldu bende.
Hem mutlaklık eğiliminin hem de ısrarlı bir boşluk duygusunun et­
kisi altındayken, nasıl ümit edebilirdim ki?

Şu aforizmayı yorumlayabilir misiniz: "İmandan ne kadar uzak ol­


sak da, sadece Tanrı'yı muhatap kabul ettiğimiz anlar vardır"?

Tanrı bir yol alışın son safhası anlamına gelir; yalnızlığın en uç nok­
tasıdır; bir ad konulması gereken, kurgusal bir varoluş mal edilmesi
gereken tözdışı noktadır. Netice itibariyle bir işlev yerine getirir: Di­
yalog işlevi. İnanmayan kişi bile o "Yalnız"la sohbete heves eder, zi­
ra yoklukla sohbet etmek kolay değildir. Budizm ise bu zorluğu es
geçer, çünkü Hıristiyanlık gibi diyalog üzerine kurulu değildir. Ona
Tanrı elzem değildir. Sadece ıstırap bilincinin önemi vardır. Az çok
eli kulağında bir yıkımın başına musallat olduğu bir insanlık için en
kabul edilebilir maneviyat biçimidir bu.

Günümüzde dinf entegrizmin yükselişi ve uyguladığı şiddet hakkın­


da ne düşünüyorsunuz? Her dinin içinde barındırdığı iblisane payı
kınamanızı haklı çıkarmıyor mu bu? Şöyle diyorsunuz: "Bir din saf
olsa kısır/aşırdı : İçinde derin ve keskin olan şey tanrısal değil ibli­
sanedir" (La tentation d'exister, "Varolma Eğilimi", s. 188).

Tarihle uyuşan her din köklerinden uzaklaşır. Kökeninde vazgeçme­


ye düşkün olup, daha sonra hakiki bir ihanette bulunarak fetih dini
haline gelen Hıristiyanlığın durumu böyledir.

Gnostik bakış açısı ise kesin mahkum ettiği tarihin tehlikelerini algı­
lamıştır.
MÜKEMMEL BİR SAGLIK GAYRİ MANEVİDİR 1 63

Gnostikler için zamanla ilişkili her şey kötülüğün alanına girer. Bü­
tün tarih, sahte gerçeklikler çemberine ait olduğundan itibarını yiti­
rir. Ne anlamı vardır ne de bir yaran. Tarihten geçişin meyvesi yok­
tur. Böyle bir görüş, tarihte ve tarihin doğurduğu dertlerde kurtulu­
şun kanıtlarını gören resmi ve tatlandırılmış Hıristiyan ahiretbilimin­
den kayda değer bir biçimde ayrılır.
Bütün eserleriniz, gnostiklerin tarih anlayışına yakın bir tarih anla­
yışına tanıklık ediyor. Hakikaten tarihi kötülükle bir tutmak gerekti­
ğini mi düşünüyorsunuz?
Buna kanaat getirmişimdir. İnsan en başından beri mahkumdu. Ken­
dini hem zamandan hem de ölümden koruyan ilk eksiksizliği eylem
içinde unutur. Kendi başına yıkıma hasreder kendini. Zamandan ve
hareketten çıkmış olan tarih, kendi kendini imhaya mahkumdur. Kö­
kende bir anormalliğin sonucu olmuş olan şeyden iyi bir şey çıkamaz.
"Tarih, ilerlemekte olan istihzadır, " sözünüzü bu anlamda almak ge­
rekir değil mi?
İnsanın kalkıştığı her şey ona karşı döner. Her eylem mutsuzluk kay­
nağı, çünkü eylemek dünyanın dengesine karşıdır; kendine bir hedef
saptamak ve kendini oluşa yansıtmaktır.
En ufak hareket uğursuzdur. Sonunda sizi ezecek kuvvetler hare­
kete geçirilir. Hakikaten yaşamak, hedefsiz yaşamaktır. Eylemenin
olumsuz sonuçlarını iyi kavramış olan Doğu bilgeliği de bunu tavsi­
ye eder. Uğursuz sonuçları olmamış tek bir keşif yoktur. İnsan, de­
hası tarafından helak edilecektir. Harekete geçirdiği her kuvvet ona
zarar verir. İhanet etmiş bir hayvandır; cezası tarihtir. Zamanın baş­
langıcından beri olup biten bütün olaylar, önüne geçilmez bir yasa­
nın her yerde geçerli olduğunu açığa vurmak.tadır. Bizzat iyilik de
bir kötülüktür. Her tür Prometheus'vari iradenin ilişiğinde bir ceza
vardır. Tanrılara meydan okuma cüretini gösteren herkesin kader ta­
rafından cezalandırılmasından ürken kadim bilgeliğin şaşırtıcı basi­
reti. İnsan durmalıydı, ama giriştiği devasa ve felakete giden süreci
askıya alamazdı.
"Her metafizik gericidir, " derken neyi kastediyorsunuz?
Metafizik, tarihötesi bir düşünüş gerektirir. Özle, değişmeyenle uğ­
raşır. Zamanı aşar, ilerlemez.
1 64 EZELİ MAÖLUP

Batı 'daki düşüşün büyük kuramcısı olan Spengler'ın sizin üzerinizde


nasıl bir etkisi oldu ?

Onu yeniyetmeliğin ateşi içinde okudum. Daha sonra onunla ilgilen­


meyi bıraktım. Felaketlere düşkün olduğu için fena bir peygamber
olmadı. Kaldı ki bir tarih felsefesi ancak uygarlıkların tepetaklak yu­
varlanırken sundukları gösteriye duyarlı isek mümkündür. Roma va­
kasını alalım: Hıristiyanlığın ortaya çıkışının mukadder bir belirti
olmuş olması, inanışlardaki nefes darlığının yerlilerdeki tedrici kan­
sızlaşmayla atbaşı gitmesindendir. Başkent nüfusunun büyük çoğun­
luğu göçmenlerden oluşuyordu. Hıristiyanlığın zaferi onların mari­
feti oldu. Eninde sonunda daima hizmetkarlar baskın çıkar. Roma
entelijensiyasının da yeni dinin cazibesine kapılmış olması çok da­
ha zor kavranabilir. Fakat bunun sorumlusunun aşın derecedeki bez­
ginliği olduğu varsayılabilir. Hıristiyanlığı dayatmış olanlar, yozlaş­
mış Romalılar ve hayat dolu yabancılardır: Geleneklerinden bezmiş
olan günümüzdeki Batı'yla bir paralellik kurmak çekici gelir. Özel­
likle de Fransa bir tarihi yorgunluk yaşamaktadır, zira Avrupa'da
kendini en çok harcamış olan odur. En uygar ülke olduğu gibi, en
kınlgan ve en aşınmış ülkedir de. Bir halk anladığı zaman tehdit al­
tında olur, yani kendisine illaki zararı dokunacak bir incelik derece­
sine ulaştığı zaman.

Filozoflar için siz bir tür modern kuşkucusunuz. Bu konuda ne düşü­


nüyorsunuz ve kuşkuculuğu nasıl tanımlardınız?

Sürekli bir sorgulama bu; kesinliğin içgüdüsel olarak reddi. Kuşku­


culuk son derece felsefi bir tavırdır, ama paradoksal bir biçimde bir
güzergahın sonucu değildir, doğuştandır. Gerçekten, kuşkucu doğu­
lur. Ki bu da yüzeysel şevk tezahürlerini engellemez. Genellikle be­
nim tutkulu biri olduğum düşünülür, belirli bir düzeyde muhakkak
doğrudur bu, ama temel kuşkucu kalır ve bu temel, her bariz gerçek­
liği sorgulama konusu etmeye bu yatkınlıktır önemli olan. Eylemek
için hiç kuşkusuz bir biçimde kesinliğe ihtiyacımız vardır. Yalnız, en
ufak düşünüş bu kendiliğinden rızayı yıkar. Sonunda daima hiçbir
şeyin sağlam olmadığını, her şeyin temelsiz olduğunu saptarız. Kuş­
kuculuk ya da istihzanın üstünlüğünü .
Şüphenin kökleri kesinliğinkiler kadar derindedir. Sadece daha
nadirdir; basiret ve basirete bağlı olan baş dönmesi kadar nadirdir.
MÜKEMMEL BİR SAÖLIK GAYRİ MANEVİDİR 165

Şüphenin hem besleyici hem de yıkıcı olan ikiyanlılığını sık sık kay­
dediyorsunuz.

Medeni kimselerdeki nazik şüphe, olaylara hatırı sayılır bir mesafe­


de durma biçimlerinden biridir sadece. Buna karşılık öyle yıkıcı bir
şüphe vardır ki; bireyi kemiren, hatta tahrip edebilen bir hastalıkla
bir tutabiliriz onu. Bu aşın şüphe çoğu zaman bir safhadan ibarettir.
İmana doğru yapılan sıçramayı o kışkırtır, zira o baş döndürücü şüp­
he uzun süre ayakta kalamaz. Çoğu zaman din ya da başka şey de­
ğiştirmelerin öncesinde o vardır. Bütün mistikler çöküşün hemen kı­
yısında büyük bunalım anlan yaşamışlardır. Böylece kaçınılmaz ola­
rak kendimize şu soruyu sorarız: "Şüphede nereye kadar gidilebilir?"
Cevap basittir: Ya orada kalınır ya da çıkılır. Ya felçtir ya tramplen.

Bu sözleriniz, kuşkucu ile mümini karşılaştırırken G. Thibon'un şu


açıklamalarını getirdi hatırıma: "Kuşkucunun yanılsaması yoktur,
ama her şeyden şüphe ettiği için ilerlemez; hakiki mümin şüphe eder
ve yine de ilerler: Kendi şüphesi üzerinde yürür, " diye yazıyor. Yani
iman , şüpheden çıkma yollarından biri midir?

Kuşkusuz. İmanlarını içlerinde gizli tutanlar için şüphe çok önemli,


hatta mecburi bir safhadır. Şüphenin bulaşmadığı kişi, manevi dü­
zeyde pek uzağa gidemez. O kahramanvari aşma edimi temel önem­
dedir. Fakat inanmaya organik bir elverişsizlikten ötürü şüpheyi aşa­
mayanlar da vardır. Benim durumum bu. İflah olmaz bir şüpheciyim.
Hayatımda epey sık bir biçimde dini eğilimler yaşadım; mistik­
leri okumaya dalıyordum, hatta onları anlıyorum gibi geliyordu, ama
sıçrama anında içimde bir şey karşı çıkıyordu: "Hayır, daha ileriye
gitmeyeceksin." Azizler ve Gözyaşları Üzerine'yi yazdığım zaman,
bu eğilimle reddediş arasında hakiki bir kavga yaşıyordum; bununla
birlikte şüpheyi hiçbir zaman aşamadım. Olumsuzun büyüsü benim
için o kadar tabii ki her an onun mevcudiyetini hissediyorum.

Ama belki de manevi bir aşmanın motorunu teşkil eden de o olum­


suzluktur. Mazoşist kendi egosunu aşağılama ihtiyacı duyar; bundan
temelli kurtulabilmek için. Eninde sonunda kendini silmek için. Bü­
yük kuşkucuların bilge olduklarını tespit ediyoruz.
O halde kuşkuculuk modern zamanlar için bir maneviyat biçimi
olamaz mı ?
1 66 EZELİ MAGLUP

Bu ruhsal durumun sürüp sürmeyeceğini; geleceğin ruhsal durumu


mu, yoksa geçici bir uyanış mı olduğunu söyleyemem. Her ne olur­
sa olsun, yanılsamanın böyle bir reddedilişinde ve dogmaların çökü­
şünde ilk kez hazır bulunuyorum. Bütün büyük tarihi başansızlıkla­
nn ardından bir kuşkuculuk modasının geldiği de doğrudur. Kadim
dünyanın entelektüel pırıltısı Hıristiyanlığın olağanüstü yayılmasıy­
la sönmüştür. Kültürlü zihinlerin bu kadar safdil bir ülküye vurulma­
ları inanılmazdı. Celsus'un suçlamaları, Hıristiyan baskını karşısında
bir Pagan'ın hayreti üzerine en dokunaklı ve en öğretici belgedir.

Çoğu zaman kinizm kuşkuculukla beraber gider. Siz bunları nasıl


ayırt edersiniz?

Neredeyse kısırdöngüyü andıran bir inkar iştahı ve bir maske düşür­


me iradesi kiniği iter. İçinde iblisane bir şey, tinin kötü niyetli bir
oyunu vardır. Kuşkucuyu, ya da hayal kırıklıklarıyla kafa karışıklık­
larını bilgi düzeyine yükselttiği takdirde kuşkucunun yanına varabi­
lecek önemsiz bir endişeli olan külyutmazı tanımlayan ağırbaşlılığa
yabancıdır. Felsefi düşünüşün ilk aşamasının rahatsızlıkla başladığı
doğrudur.

Bu bahsettiğiniz külyutmaz tipini tam da Fitzgera/d'da görüyorsu­


nuz; yenilgisine tevekkül eden, hatta buna teşne olan, başına gelenin
düzeyinde olmadığı için ümitsizliğini mistiğe dönüştürmeyen ama
onun içinde sürünüp giden mağlup tipini... Bu konuda sizden alıntı­
lıyorum: "Metafizik bir arka plana ya da aşkın bir selamet biçimine
başvuramayıp, dertlerine teşne olan ve kabullenilmiş bozgunlar gibi
bağlanan bireylerin, külyutmaz/arın tepkisi muhtemelen. Külyutmaz­
lık mağlubun dengesidir. 'Crack up'ın acımasız hakikatlerini tasarla­
dıktan sonra, başarıyı aramak için Hollywood'a giden de bu mağlup­
tur. . . " (Exercices d'admiration ["Hayranlık Alıştırmaları"}). Fitzge­
ra/d'da dikkatinizi çeken, edebi eserden defazla, bu buhran mı oldu ?

Öze ilişkin hakikatleri ancak ciddi bir buhran gösterebilirdi ona.


Onun gibi kimseler için çöküntü elzemdir. Afiyeti yerinde kişi mane­
vi düzeyde mahkfimdur. Derinlik, acı çekmiş olanların tekelindedir.

En çok müzikten zevk alıyorsunuz. Brahms'ın, Schumann'ın ya da


Schubert'in meclisinde büyük anlar yaşıyorsunuz. Müzik �izin için
neyi temsil ediyor?
MÜKEMMEL BİR SAGLIK GAYRİ MANEVİDİR 1 67

Mutlak sözcüğüne bir anlam veren tek sanat o. Yaşanan mutlak; bu­
nunla birlikte muazzam bir yanılsama aracılığıyla yaşanır, çünkü ye­
niden sessizliğe döner dönmez dağılır. Geçici bir mutlak bu; eninde
sonunda bir paradoks. Bu tecrübe, sürüp gitmek için devamlı olarak
yenilenmeyi talep eder. Gündelik yaşama döner dönmez izi kaybedi­
len mistik tecrübeye yakındır.
Müzik dinlemek için ayrıcalıklı anlar var mıdır?
Geceleyin olağanüstü bir boyut alır. Müzikal vecd mistik vecdle bir­
leşir. En uçlara dokunma ve öteye gidememe duygusu yaşanır. Baş­
ka hiçbir şeyin önemi kalmaz. Baş döndürücü bir saflık evrenine gö­
mülürsünüz. Müzik aşkınlığın dilidir. Varlıklar arasında yarattığı ya­
kınlıkları da bu açıklar. Varlıkları sınırların yıkıldığı bir evrene so­
kar. Müziği ve etkilerini çok tahlil etmiş olan Proust'un, müziğin bi­
zi ihsasın ötesine taşıma yeteneğinden habersiz olması üzüntü veri­
ci. Üstelik Bergson'la yetinip Schopenhauer'a hiç takılmamış olması
manidar. Psikolojiyi aşamıyor.
Bir metafizikçiyle bir estet arasındaki bütün fark da bu. Proust, za­
man zaman biçimler dünyasını aşan bir boyuta dokunsa bile, bir es­
tet olarak kalır.
Hakiki metafizik endişe noksandı onda. Müzikal tecrübelerinin da­
ima şahsi geçmişiyle bir bağı vardır. Onu hayatının, Hayat'ın ötesine
taşımazlar. Müziğin dünyasına ancak insani olan aşıldığı vakit bütü­
nüyle girilir. Müzik, kavranılmaz olmasına ve buharlaşıp gitmesine
rağmen son derece gerçek bir evrendir. Onun büyüsü karşısında du­
yarsız olduğu için müziğe giremeyen bir birey, bizzat varolma nede­
ninden mahrum kalır. En yükseğe erişemez. Bunu ancak müziğin el­
zem olduğu kimseler anlarlar. Müzik, ya sizi delirtir, ya da hiçbir
şeydir.
Özetle söylersek müzik bizi şu paradoksla karşı karşıya bırakır: Za­
man içinde şöyle bir görülen ebediyet.
Gerçekten de zaman içinde kavranan mutlaktır, ama orada kalamaz,
hem en yüksek hem de firari bir temastır. Kalımlı olması için kesin­
tisiz bir müzikal heyecan gerekirdi. Mistik vecdin kınlganlığı da ay­
nıdır. İki durumda da iç parçalayan bir pişmanlık ve sınırsız bir nos­
taljinin eşlik ettiği aynı bitmemişlik duygusu.
1 68 EZELİ MAGLUP

Bu nostalji de tam olarak sizin dünya görüşünüzün temeli. Nasıl ta­


nımlıyorsunuz bunu?
Bu duygu kısmen Rumen kökenime bağlı. Oradaki bütün halk şiiri
bunun etkisindedir. Rumencede, Almanların Sehnsucht'una, ama
özellikle Portekizlilerin saudade'sine yakın olan dor sözcüğüyle
söylenen tanımlanamaz bir iç parçalanmasıdır bu.

Şöyle yazıyorsunuz: " Üç tür melankoli vardır: Rus, Portekizli ve


Macar. "

Benim tanıdığım en melarıkolik halk Macar halkıdır; Çigan müziği


bunu teyit etmeye yeter. Brahms, gençliğinde bunun büyüsüne kapıl­
mıştı. Eserlerindeki içe işleyen sihir buradan gelir.
Nostalji en makbul ifade biçimini müzikte bulur, ama şiiri de unut­
mayalım. Başka bir yerde şöyle diyorsunuz: "Şiir, ele geçirilemeye­
nin özünü ifade eder; nihai anlamı her tür 'güncelliğin' imkiinsızlığı­
dır. Neşe şiirsel bir duygu değildiı: .. Şiir ve ümitlenme arasında tam
bir bağdaşmazlık vardır" (Çürümenin Kitabı, s. 96).
Ama Varolma Eğilimi'nde, gıpta ettiğiniz ayrıcalıklı bir statüyü
de tanıyorsunuz şairlere. Göründüğü kadarıyla, zamanla ilişkisi sı­
radan insana nazaran farklı olan ve sözcükler dünyasında kendini
evinde hisseden bir insan türü bu. Şairlerle ilişkileriniz nasıl? Neden
kendinizi onların evreninden dışlanmış hissediyorsunuz?

Her şeyden önce söylemem gerekir ki savaş sırasında şiire, özellikle


İngiliz şiirine tutkuyla bağlıydım. Daha sonra bu merakımı yitirdim.
Şiirle teşrik-i mesainiz olduğu müddetçe, içsel boşluk tehlikesiyle
karşı karşıya kalmazsınız. Eser ve siz, okur, aynı evrene aitsinizdir;
olağanüstü bir evren sizi birbirinize bağlar. Müzikle de olduğu gibi,
içinizi dolduran temel bir şeye temas edersiniz: bir tür lütuf; tanım­
lanamayanla doğaüstü bir suç ortaklığı. Zaman bertaraf edilir, olu­
şun dışına atılırsınız. Müzik ve şiir, iki yüce sapıtma yolu.

Şiirden niçin koptunuz?

İçsel olarak tükendiğim için, heyecan kapasitem zayıfladığı için.


Kuruduğunuz bir zaman geliyor. Eğer şiire merak duymanızı sağla­
yan o ruhsal tazeliğiniz olmazsa, yapaylıklarını çabucak açığa çıka­
rıyorsunuz. Aynı şey yazı için de geçerli. Yaşım ilerledikçe, yazmak
MÜKEMMEL BİR SAGLIK GAYRİ MANEVİDİR l 69

bana fuzuli geliyor. Istıraplı bir devreyi atlattıktan sonra, nihayet tes­
lim olmanın yumuşaklığını yaşıyorum. Batıl inançların en beteri ran­
dıman saplantısı olduğundan, buna düşmemiş olduğum için mutlu­
yum. Kendini hayata geçiremeyenlere duyduğum derin saygıyı bili­
yorsunuz; iz bırakmadan silinme cesaretini göstermiş olanlara...
Kendimi yazmaya bırakmış olmamın sorumluluğunu işsiz güç­
süzlüğüme bağlamak lazım. Bu durumu haklı çıkarmak gerekiyordu
ve yazmaktan başka ne yapılır? Mizacımla en bağdaşır tür olan par­
ça, bütün çelişik sonuçlarıyla birlikte, çehresi değişmiş bir anın gu­
rurudur. Bir şey inşa etmenin icaplarına boyun eğmiş ve devamlılık
saplantısı tarafından sahteleştirilmiş uzun soluklu bir çalışma, doğru
olamayacak derecede tutarlıdır.
Sizin doğrunuz da sizden hala kitaplar bekleyenlerin karşısına çı­
kardığınız bu sessizlikte değil mi?
Belki, ama bugün artık yazmamam, evreni suçlamaktan bıktığım
içindir! B ir tür aşınmanın kurbanı oldum. Basiret ve yorgunluk hak­
kımdan geldiler -hem felsefi hem biyolojik bir yorgunluğu kastedi­
yorum-, içimdeki bir şey bozuldu. İnsan lüzum hissettiği zaman ya­
zar; bezginlik de bu lüzumu ortadan kaldırır. B izi artık ilgilendirme­
diği bir vakit gelir. Ayrıca gereğinden fazla yazmış, üretmekte ısrar
etmiş, Paris'teki edebi yaşamın şaşaasıyla tahrik olmuş çok fazla
kimseyle teşrik-i mesaim oldu. Ama ben de fazla yazdım gibi geli­
yor. Tek bir kitap yeterdi. Hayran olduğum o hakiki bilgeler gibi, ha­
yatlarında hiçbir şey yapmamış olanlar gibi, içimdeki potansiyelleri
el değmemiş halde bırakma bilgeliğini gösteremedim.
Bugün "eser"inize ne gözle bakıyorsunuz (eğer bu sözcüğün sizin
için hala bir anlamı varsa)?
Katiyetle kafamı meşgul etmeyen bir mesele bu. Kitaplarımın kade­
rine karşı ilgisizim. Bununla birlikte bazı küstahlıklarımın kalacağı­
na inanıyorum.
Eserlerinizi keşfeden birine ne derdiniz? Tercihen birisiyle başlama­
sını salık verir miydiniz?
Herhangi birini seçebilir, çünkü yazdıklarımda bir ilerleme yok. İlk
kitabım daha sonra söyleyeceğim her şeyi potansiyel olarak barındı­
rıyor.
1 70 EZELİ MAÖLUP

Özel olarak kendinizi bağlı hissettiğiniz bir kitabınız var mı?

Hiç kuşkusuz Doğmuş Olmanın Sakıncası. Önünüze gelen sayfayı


açabileceğiniz ve tamamını okumak zorunda olmadığınız bu kitabın
her kelimesini benimsiyorum.
Burukluk'a bağlı olmamın nedeni de hakkında herkesin kötü şey­
ler söylemiş olması. Bu kitabı yazarak bir çuval inciri berbat ettiği­
mi söylediler. Yayımlandığı sırada yalnızca Jean Rostand doğru gör­
dü: "Bu kitap anlaşılmayacak," dedi.
Ama özellikle, yazdığım en ciddi şeyi temsil eden Zamanda Dü­
şüş'ün son yedi sayfasını önemli buluyorum. Bana pahalıya mal ol­
du ve genellikle anlaşılmadı. Bence en kişisel kitabım olmasına ve
burada en çok önem verdiğim şeyleri ifade etmiş olmama rağmen bu
kitaptan çok az bahsedildi. Zamandan düşmekten daha büyük bir fa­
cia olabilir mi? Düşüncemin bu temel veçhesini okurlarımın maale­
sef çok azı fark etti.
Bu üç kitap kesinlikle yeterli olurdu ve haddinden fazla yazdığı­
mı tereddütsüz tekrar belirtiyorum.
Son sözünüz bu mu?
Evet.
Kendime rağmen hidayete
erecek halim yok

19, 20 ve 2 1 Haziran 1 990'da Cioran'ın Paris'te yaşadığı dairede fılme çeki­


len söyleşi. Gabriel Liiceanu'nun Itineraires d'une vie: E.M. Cioran, suivi
de Les Continents de l'insomnie, un entretien avec E.M. Cioran adlı kitabın­
da tamamı bulunmaktadır. © Editions Michalon, 1995.

GABRIEL LIICEANU: Sartre ile tanışmak istemediniz, ya da tanış­


mayı denemediniz; Camus ile talihsiz bir karşılaşmanız oldu. Haki­
ki bağlar kurduğunuz yazarlar hangileri?
CIORAN: Büyük yazarlar tanımadım.

Ya Beckett? Ya Michaux?
Doğru, onlarla dosttuk.
Beckett ile karşılaşmanız nasıl oldu ? Tesadüf eseri mi karşılaştınız,
yoksa karşılıklı bir hayranlık mı yakınlaştırdı sizi?
Evet, benden bir şey okumuştu. Bir yemekte tanıştık, ondan sonra da
dost olduk. Bir ara bana maddi olarak yardım bile etti. Biliyor mu­
sunuz? Benim için Beckett'i tanımlamak çok güç. Onun hakkında
herkes yanılıyor, özellikle de Fransızlar. Hepsi onun önünde parlak
görünmeye mecbur hissediyorlardı kendilerini, oysa Beckett çok sa­
de bir insandı, kendisine hoş paradokslar savrulmasını beklemiyor­
du. Onunla beraberken çok doğrudan olmak lazımdı, özellikle de id­
dialı olmamak lazımdı. Benim Beckett'te en bayıldığım şey, sanki
Paris'e daha dün gelmiş gibi görünmesiydi; halbuki yirmi beş yıldır
Fransa'da yaşıyordu. Onda hiçbir paıizyenlik yoktu. Fransızlar ona
hiçbir şey bulaştıramadılar, ne iyi ne de kötü anlamda. Aydan düş-
1 72 EZELİ MAGLUP

müş biri izlenimi veriyordu daima. Biraz fransızlaşmış olduğunu dü­


şünüyordu, ama durum hiç böyle değildi. Sirayete bu kapalılığı hay­
rete düşürüyordu insanı. Tepeden tırnağa Anglosakson kalmıştı; bu
da benim müthiş hoşuma gidiyordu. Kokteyllere takılmazdı, cemiyet
içinde kendini rahatsız hissederdi, pek konuşkan değildi diyelim. Sa­
dece baş başayken konuşmayı severdi ve o zaman olağanüstü bir se­
vimliliği olurdu. Onu muazzam seviyordum.
Ya Michaux?
Michaux çok farklıydı, açık yürekli ve inanılmaz derecede doğrudan
bir tipti. Çok iyi dosttuk, hatta eserlerinin yasal mirasçısı olmamı is­
tedi benden, ama reddettim. Parlaktı, ruh doluydu ve ... çok huysuzdu.
Bu hoşunuza gidiyordu sanıyorum.
Evet, evet, seviyordum bunu. Herkesi infaz ediyordu. Michaux bel­
ki de tanıdığım en zeki yazardı. En üst derecede zeki olan bu varlı­
ğın safdil itkileri olabilmesi tuhaftır. Mesela uyuşturucular ve o cins
hikayeler üzerine neredeyse bilimsel çalışmalar kaleme almaya gi­
rişmişti. Saçmalıklar. Ona, "Siz yazarsınız, şairsiniz, bilimsel bir
eser vermek zorunda değilsiniz, bunu hiç kimse okumaz," diyordum.
Hiç kulak asmadı. Bu tarzda ciltler dolusu yazdı ve kimse okumadı
bunları. İnanılmaz bir aptallıktı bu. Bir tür bilimsel önyargıdan çok
etkilenmişti. "İnsanlann sizden beklediği teori değil tecrübe," diyor­
dum ona.
İnsanların bir yazardan ne beklediklerine gelelim. Rumen okurları­
nızın, sanıyorum genel olarak tüm okurlarınızın da zihinlerini en
çok meşgul eden konu, tanrısallık sorunsalıyla ilişkiniz. Dindar bir
aileden -babanız papazdı, anneniz de Sibiu'daki Ortodoks Kadınlar
Derneği'nin başkanıydı- sizin gibi küfürlü vurgularla dolu bir mu­
halifin çıkmış olmasını nasıl açıklıyorsunuz? Gözyaşları ve Azizler
Üzerine'de yazdığınıza bakılırsa gençliğinizde bir azizeyi öpme düş­
leri kuruyordunuz; bizzat Tanrı'yı bir orospunun kollarında hayal
ediyordunuz ... Küfre yatkın bu tarafınıza kızanlara ne cevap veri­
yorsunuz?
Çok nazik bir sorun bu, zira inanmayı denedim ve büyük mistikleri
çok okudum; onların hem yazarlıklarına hem de düşünürlüklerine
hayrandım. Ama bir an geldi; yanılsamaya kapılmış olduğumun,
KENDİME RAGMEN HİDAYETE ERECEK HALİM YOK 1 73

imana yatkın bir yapıda olmadığımın bilincine vardım. Bu bir alınya­


zısı; kendime rağmen hidayete erecek halim yok. Olmuyor işte, daha
ne diyeyim.

Peki o zaman bu alandan niye firar etmediniz? Neden buna hapso­


lup kaldınız ? Neden inkar etmeyi ve Tanrı'ya karşı çıkmayı sürdür­
dünüz?

Çünkü iman etmedeki güçsüzlüğümden doğan bu buhranın elinden


kurtulamadım. Defalarca denedim bunu, ama bütün denemelerim
başarısızlıkla sonuçlandı. En ilginci, Braşov'dayken, Gözyaşları ve
Azizler Üzerine döneminde ortaya çıktı. Sövgü dolu bu kitabı, dinler
tarihi, mistikler, vs. alanında çok okuduktan sonra yazdım. Kitap
Bükreş'te basılacaktı ve bir gün yayıncı beni aradı ve "Beyefendi, ki­
tabınız çıkmayacak," dedi. -"Çıkmayacak da ne demek? Son düzelt­
meleri yapmıştım," dedim. Böyle bir şey ancak Romanya'da müm­
kündür. -"Kitabınızı okudum," diye devam etti, "dizgici bana bir pa­
ragrafını gösterdi. Beyefendi, ben servetimi Tanrı sayesinde yaptım
ve bu kitabı yayımlayamam." - "Ama derinlemesine dini bir kitap
bu, neden yayımlamıyorsunuz?" dedim. - "Kararım kesin," dedi.
Üzülmüştüm, çünkü kısa süre sonra Paris'e gidecektim.

Hakikaten dini bir kitap mıydı bu?

Bir anlamda evet, inkar yoluyla da olsa. Dolayısıyla büyük bir buna­
lım içinde Bükreş'e gittim ve hatırlıyorum, Cafe Corso'da oturdum.
Bir ara nispeten iyi tanımış olduğum bir tipe rastladım orada; Rus­
ya'da dizgicilik yapmıştı. Halimi gördü ve başıma ne geldiğini sordu
bana. Ona olanları anlattım, o da bana, "Yahu baksana, benim bir
matbaam var. Senin için bunu basacağım. Son halini getir bana," de­
di. Bir taksiye atlayıp hepsini götürdüm ona. Kitap ben Paris'e gel­
dikten sonra çıktı ve neredeyse hiç dağıtılmadı. Paris'te, annemden
bir mektup aldım. Şöyle diyordu: "Kitabını nasıl bir üzüntüyle oku­
duğumu anlayamazsın. Bunu yazarken babanı düşünmen gerekirdi."
Balkanlar'da çıkmış olan mistik esinli tek kitap olduğu cevabını ver­
dim ona. Hiç kimseyi ikna etmeyi başaramadım, hele anne-babamı
hiç ikna edemedim. Bir kadın, şehirdeki Ortodoks Kadınlar'ın başka­
nı olan anneme şöyle demiş: "İnsanın Tanrı üzerine böyle şeyler ya­
zan bir oğlu olunca, başkalarına ders vermemeli. "
1 74 EZELİ MAGLUP

Arkadaşlarınız nasıl tepki gösterdi? Ya basın ? O sırada Arsavir Ac­


terian'ın Vremea'da çok sert bir makale yazdığını biliyorum.

En sert şeyleri Eliade yazdı, ama o dönemde bundan hiç haberim ol­
madı. Onun makalesini çok kısa bir süre önce keşfettim. Hangi ga­
zetede çıktığını bilmiyorum. Çok şedit bir makaleydi. Bundan sonra
nasıl dost kalabileceğimizi soruyordu kendine. İnfiale kapılmış in­
sanlardan bir sürü mektup almıştım.

Bu kitapta içinden çıkmaya çalıştığınız bütün ıstırapları en iyi anla­


yan kişi, Arsavir'in kız kardeşi Jenny olmuştu.

Evet, doğru. Bana harikulade bir mektup yazdı. Çok iyi anlaştığımız
doğru. Bütün dostlarım arasında böyle bir tepki gösteren tek, ama
hakikaten tek kişi o oldu. Kitap herkesi kendine karşı birleştirdi. Bu­
nun sonucunda da bir aptallık yaptım ve bu dönemi hatırlayarak
Fransızca versiyonda ilk metnin bütün küstahlıklarını kaldırdım.
Böyle davranarak içini boşalttım adeta.

Peki Gözyaşları ve Azizler Üzerine'de giriştiğiniz bedbaht çabaya


rağmen, nasıl oluyor da iman eğiliminiz aynen sürüyor?

Bu eğilim sabit kaldı, ama daha o zamandan kuşkuculuk bana derin­


lemesine bulaşmıştı. Teorik açıdan, ama aynı zamanda mizaç itiba­
riyle. Yapacak hiçbir şey yok; eğilim hala var, ama o kadar. İçimde
dini bir çağrı, aslında dini olmaktan ziyade mistik bir çağrı hep oldu.
İman sahibi olmam imkansız; aynı şekilde imanı düşünmemem de
imkansız. Ama daima inkar baskın çıkıyor. Sanki içimde, reddet­
mekten zevk alan olumsuz ve sapkın bir yan var. Bütün hayatım bo­
yunca inanma ihtiyacıyla inanma imkansızlığı arasında gidip gel­
dim. Dini varlıkların, azizlerin, eğilimlerinin ucuna kadar gitmiş
olan kimselerin beni bu kadar ilgilendirmiş olması bu nedenledir.
Kendi payıma, buna boyun eğmek zorunda kaldım, zira hakikaten
inanmak için yaratılmamışım. Öyle bir mizacım var ki, daima inkar
teyitten güçlü oldu. Bu benim iblisane tarafım diyelim. Asla hiçbir
şeye derinlemesine inanmayı başaramamış olmamın nedeni de bu.
İsterdim, ama yapamadım. Halbuki ... Bakın mesela, Gözyaşları ve
Azizler Üzerine nin yayımlanmasından sonra Mircea Eliade'ın gös­
'

terdiği infial dolu tepkiden söz ediyordum. Halbuki dini bakımdan


konuşursak, hep daha ileride olduğumu düşünmüşümdür. Hem de en
KENDİME RAÖMEN HİDAYETE ERECEK HALİM YOK 175

baştan beri. Çünkü din onun gözünde bir nesneydi, Tanrı'yla bir mü­
cadele değildi. Bence Eliade hiçbir zaman dini bir varlık olmamıştır.
Eğer olsaydı, bütün o tanrılarla uğraşmazdı. Dini bir hassasiyeti olan
kişi hayatını tanrı saymakla ve envanter çıkarmakla geçirmez. Bir al­
lamenin diz çöktüğünü hayal edemeyiz. Dinler tarihinde daima biz­
zat dinin inkfuını görmüşümdür. Bu kesin, bu konuda yanıldığımı
sanmıyorum.
Gözyaşları ve azizlerle bu diyaloğunuzu bugün de sürdürüyor musu­
nuz?
Şimdi çok daha az oluyor bu.
Nasıl bir bilanço çıkarılabilir? Kısa süre önce görüştüğüm bir genç­
lik arkadaşınız, Petre Tutea, sizi bugün mutlak ile ve Aziz Paulus ile
barışık gördüğünü söyledi bana.
Bu kesin değil. Aziz Paulus'a saldırdım ve elimden geldiğince kına­
dım onu; bugün de hakkında fikir değiştirebileceğimi sanmıyorum;
Tutea'nın keyfi yerine gelsin diye olacaksa başka tabii. Aziz Paulus'
tan, Hıristiyanlığın üzerine damgaladığı siyasi boyut yüzünden nef­
ret ediyorum. Dini tarihi bir olguya çevirdi bu ve böylelikle bütün
mistik karakterini ortadan kaldırdı. Bütün ömrüm boyunca çattım
ona; bu saatten sonra değişecek halim de yok. Sadece daha etkili ola­
madığıma pişmanım.
Ama yine de, nasıl olur da sizin gibi dindar bir aile içinde yetişen bi­
rinde böyle bir hırs filizlenir?
Bu bir gurur meselesiydi sanıyorum.
Gurur mu? Babanızla ilişkiniz açısından mı?
Yok... Yani, babamın papaz olmasına çok sevinmediğim kesin. Bir
gurur meselesi, Tanrı'ya inanmanın benim için kendini aşağılamak
olması anlamında. Burada iblisane ve biliyorum çok vahim bir taraf
var...
Peki bunun bilincine varmanız ve şu yaptığınız gibi bundan söz ede­
bilmeniz ne zaman mümkün oldu?
Mistik meselelerle ilgilenmeye başladığım anda; belki de mistisizm
üzerine bir ders veren Nae lonescu'nun etkisiyle. İşte o zaman anla-
1 76 EZELİ MAGLUP

dım ki beni ilgilendiren din değil mistisizmdi; mistisizm, yani dinin


aşırılık anlarındaki hali, tuhaf tarafı. Olduğu haliyle din ilgilendir­
medi beni ve bunu asla benimsemeyeceğimin farkına vardım. Benim
durumumda başarısızlığı garanti olan bir işti bu. Buna karşılık, kar­
deşimi bu yoldan döndürmüş olduğuma çok pişmanım. Yedi yıl ha­
pis yatıp o yaşadıklarını yaşayacağına manastıra gitmesi daha iyi
olurmuş. Neden söz ettiğimi biliyor musunuz?
Şöyle böyle. Relu (Aurel Cioran) bana dedi ki. . .
Bu iş Santa'da, dağda, Paltinis yakınında oldu. Orada amcalarımız­
dan birinin evi vardı. Bütün aile toplanmıştık ve Relu keşiş olmaya
karar verdiğini açıkladı bize. Annem biraz endişeliydi. Hep beraber
yemek yedik, sonra Relu ile dolaşmaya çıktık. Kararından caydır­
mak için sabah altıya kadar Relu'ya konuştum. Dine karşı inanılmaz
bir teori döktürdüm. Elimdeki her şeyi kullandım - kinik, felsefi ve
etik gerekçelere başvurdum ... Dine karşı, imana karşı bulabileceğim
her şeyi, o dönemdeki bütün aptal Nietzscheciliğimi. .. her şeyi kul­
landım -anlıyor musunuz?-; gerçekten bu muazzam yanılsamaya
karşı ortaya dökebileceğim her şeyi söyledim. Ve sonunda şu sözler­
le bağladım: "Eğer bu gerekçelerimi dinledikten sonra hiilii keşiş ol­
makta ısrar edersen seninle bir daha konuşmayacağım."
Peki bu hırs ve böyle bir şantaj niye?
Bu bir gurur meselesiydi: Mistisizmle uğraşan bendim, anlamış olan
bendim, onu nasıl boyun eğdiremezmişim diye düşünüyordum.
"Eğer seni ikna edemediysem," dedim ona, "artık aramızda hiçbir or­
tak noktanın kalmadığı anlamına gelir bu." İçimde murdar olan her
şey bu vesileyle kendini göstermişti.
Gerçekten iblisaneymişsiniz. Onu böyle zorlamaya hakkınız var mıy­
dı?
Hayır, tabii ki yoktu. Mesela ona sadece bunun bir anlamı olmadığı­
nı söylemekle yetinebilirdim... ama onu caydırabilmek için gösterdi­
ğim hırs gerçekten iblisaneydi. O harikulade gecede, Tanrı'yla aram­
da bir kavga yaşanıyor gibi geliyordu bana. Romanya'da otantik bir
manastır yaşamı sürdürmek istemenin daha baştan başarısızlığa
mahkum olduğunu, bunun ancak sahtekarlık olabileceğini ileri sürü­
yordum tabii. Ama esas gerekçelerim ciddiydi, felsefi dizgedeydi.
KENDİME RAGMEN HİDAYETE ERECEK HALİM YOK 1 77

Bu yaptığım şey daha sonra bana olağanüstü bir zalimlik gibi görün­
dü. Daha sonra, kardeşimin trajik olan alınyazısından bir biçimde so­
rumlu hissettim kendimi.
Zalimlikten bahsettiniz. Aslında bu sizde sıkı sıkıya samimiyete bağ­
lı bir şey. Ö tekiler için onca tahammül edilmez olan bu samimiyet
derecesine kaç kişi ulaşabilir ki. Sizin temel özelliğiniz olan bu sa­
mimiyeti herkes kendinde geliştirseydi, nereye varırdık?
Sanıyorum ki toplum çökerdi. Söylemesi zor. Kuşkusuz gerilemekte
olan toplumlar samimiyeti ifrat derecesine getiriyorlar.
Peki insanların kesin olarak bildikleri, ama belki edep icabı dışavur­
mayı reddettikleri şeyleri söylemeye sizi iten ne? Kralın çıplak oldu­
ğunu, öleceğimizi, dehşetin, hastalığın, ahlaki sefaletin varolduğunu
hepimiz biliyoruz. Fakat olumsuzu, iç karartıcıyı samimiyetinizin
mahrecine dönüştürmek niye?
Ama bu iç karartıcı değil ki, bizzat gündeliğimiz. Daha sonra her şey
bunun dışavurulma tarzına, vurgunun konduğu yere bağlı oluyor.
Hayatın trajik tarafı aynı zamanda komiktir de; ve özellikle bu ko­
mik tarafı göz önünde bulundurursanız... Ayyaşlara bakın, bütünüy­
le samimidirler: Davranışları bu sorunun yorumlanmasından ibaret­
tir. Ben hayat karşısında alkolsüz bir ayyaş gibi tepki gösteriyorum.
Kabaca söylersem beni kurtaran da yaşama susamışlığım oldu. Bu
susamışlık beni ayakta tuttu ve her şeye rağmen efkarımı bastırma
imkanı verdi.
Can sıkıntısı.
Evet, can sıkıntısı. Benim için en tanıdık tecrübe, benim marazi ta­
rafım. Neredeyse romantik olan bu sıkıntı tecrübesi bana bütün öm­
rüm boyunca eşlik etti. Çok yolculuk yaptım, Avrupa'daki her şeyi
gördüm. Gittiğim her yerde muazzam bir coşkunluk yaşadım; sonra,
ertesi gün, can sıkıntısı. Her ziyaret ettiğim yerde kendi kendime,
keşke burada yaşasaydım diyordum. Sonra, ertesi gün... Beni ele ge­
çirmiş olan bu dert sonunda saplantı oldu bende.
Bemard-Henri Levy'nin
Üç Sorusu

1 99 1 Sonbaharında La regle du jeu dergisinin (Bemard-Henri Levy'nin yö­


neticisi olduğu) sorduğu sorulara çok sayıda yazar ve filozofun verdiği ce­
vaplar "L'existence posthume" (Ölümden Sonra Varoluş) başlığı altında ya­
yımlanmıştır. Ocak 1 992'de 6. sayıda çıkmıştır (s. 176-98) ve L'evenemenı
du jeudi dergisinin 9- 1 5 Ocak 1992 tarihli 375. sayısında "Ceci est leur tes­
tament" (Vasiyetleri Budur) başlığı altında yeniden çıkmıştır.

1 . Edebi eserlerin yazar öldükten sonraki durumunu düzenleyen gü­


nümüzdeki yasalar, mirasçılara ve vasiyeti yerine getirenlere ver­
diği haklarla, size tatmin edici görünüyor mu? Yoksa aksine, sui­
istimal/ere açık mı geliyor?

2. Kafka 'nın ölümünden sonra, yayımlanmamış elyazmalarının yok


edilmesi yolundaki vasiyetini hesaba katmama kararı alan Max
Brod'un davranışı hakkında ne düşünüyorsunuz?

3. Ö lümünüzden sonra eserlerinizin yayımlanması konusunda bazı


hazırlıklar yaptınız mı? Yaptıysanız, bunların ne olduğunu ve ne
gerekçeyle yapıldığını belirtir misiniz ?

Birinci kural, yazara mutlak saygıdır. Yazarın eseri karşısında bir so­
rumluluğu olsa bile. Ölümden sonra yayımlanacak eserleri düşün­
mek gerekir, ama yazardan sonra hayatta kalan dostları buna göz ku­
lak olmalıdır! Zira bırakılan her şey yayımlanmaya layık değildir;
bence özellikle de kişileri ölümcül bir biçimde yaralayabilecek ve
bir suikastten beter darbelere dönüşebilecek olan şahsi notlar böyle-
BERNARD-HENRI LEVY'NİN ÜÇ SORUSU 1 79

dir. Üstelik bunları silmek artık mümkün olmayacaktır. Elli yıl bek­
leme süresinin yararı budur... Artık kimseyi incitmeyiz!
Bu meflıum benim için çok önemli. Zira tepemizin attığı bir an­
da bizden sonra hayatta kalacak bir dostumuzu ölünceye kadar son
derece mutsuz edebilecek bir şey yazabildiğimizi biliyorum.
Öyleyse, ölümden sonra da eserler yayımlanmalı, ama muhteme­
len barındırabilecekleri hakaretler olmaksızın.
Esas itibariyle, insanlığın en büyük kitaplarının aileler tarafından
yakılmış olduğunu bilmek gerekir !
A h ! Haklarını kötüye kullanan dullar! Buna karşı hiçbir şey yapı­
lamaz! Ailelerin trajedisidir bu; nefretler daha şiddetlidir. Ailelerde
potansiyel caniler vardır sadece. Öyleyse edebi bile olsa miras söz
konusu olduğunda... Mutlak bir biçimde hiç kimseye güvenilemez!
O zaman yazarın ölümünden sonra eserlerinin yayımlanması
işinde nasıl hareket etmeli? Mutlak bilgelik yoktur. Barthes'ın duru­
munda, şahıslara karşı muhtemel saldırılar kaldırılırsa, o dersleri ya­
yımlanmalıdır. Sözel olan bir itiraz değildir. Oldukları halde yayım­
lanmalıdırlar. Ama on yıl sonra, tuhaf değil mi? İnsanlara ancak ölü
oldukları zaman tahammül ediliyor...
Her halükarda, hakikatin hiçbir anlamı yok. Bu tip çatışmalarda
da mesafeyi korumak lazım. Şüphe duymak lazım. Tamamen yanıl­
mamak için tek şansımız budur.
Çağdaşlanmızda şeyleri seyreyleme
yeteneği kalmadı

Georg C. Focke'nin yaptığı ve Almanca yayımlanan Neuer Weg'in 1 0 ve


17 Nisan 1992 tarihli sayılarında çıkan söyleşi. Almancadan Fransızcaya çe­
viren Jean Launay.

GEORG C. FOCKE: Çevremize baktığımızda ve zamanımızı anlama­


ya çalıştığımızda, çürümenin kader olduğunu kolaylıkla düşünebilir
bir hale geliyoruz. Her şey şu veya bu şekilde sonuna doğru gidiyor
gibi görünüyor; sürekli kehanetlerde bulunulduğu gibi kıyametvari
bir sona doğru değil, ama anarşik bir üretim ve yeniden üretim sü­
reci yaşıyoruz, ruh aşınıyor ve anlam kayboluyor. Bu açıdan, onlar­
ca yıl önce yazmış olduğunuz kitaplar, malum olmuş diye nitelendi­
rilebilecek bir hal alıyor. Çürümenin Kitabı neredeyse bir elkitabı
yerine geçiyor. Bundan dolayı, bir uygarlık karamsarı diye adlandı­
rıldınız, tarihte sadece saçma bir azap görmekle kınandınız.
CIORAN: Romanya'dan geliyorum, tarihin anlaşılması söz konusu
olduğunda, önemli bir ayrıntı bu. Tarih yapılmayan, tarihe sadece
maruz kalınan, bundan dolayı da tarihin öznesi değil nesnesi olunan
bir ülkeden geliyorum. Batı'da bu durumu anlamanız zor. Batı'nın,
özellikle de Fransa'nın gerçekleştimıiş olduğu şeyleri düşünmemiz
kafi olur: Fransa yüzyıllar boyunca tarihin merkezinde oldu, Fransa
tarih idi. Bir Fransız, tarihin nesnesi olmanın ne demek olduğunu an­
layamaz bile. Şimdi, son savaştan beri, belki bu konuda daha çok fi­
kir sahibi oldu, ama savaştan önce durum hiç de böyle değildi. Be­
nim gibi Doğu'dan, tarihi sadece edilgen olarak yaşamış bir ülkeden
gelen biri için ise, aksine, insanın esasında tarihin öznesi değil nes­
nesi olması kaçınılmazdır. Her şey buna bağlıdır. Mesela Fransızlar,
ŞEYLERİ SEYREYLEME YETENEÖİ 181

Büyük Devrim'in failleri olarak tarihi yapmışlardır. Kararlan onlar


almıştır. Olay önce onlardan çıkmış ve daha sonra gerçekliğin üzeri­
ne oturtulmuştur.
Fakat tarihin nesnesi olmak kendilik bilincine yöneltir, bu da ancak
özgürlükten çıkabilir ve özgürlükle de çıkmaza girilir. Zira o zaman
insan istediği gibi olamaz ve öte yandan olabileceği şeyi de redde­
der. Özgürlük bu reddedişe indirgenebilir mi? Tarih, güçsüzlüğü­
müzle aramızdaki bu çekişmeden mi ibaret?
Tarihte insanın özne itibarına eriştiği, hakikaten yaratıcı olduğu an­
lar var. Ama Doğu'dan geldiğim için, tarihteki edilgen tarafı görüp,
bundan söz etmeye çok daha fazla meyilliyim. İnsan kendine karşı
dürüst olmalıdır. Derin bir duygu, tarihi insanın yaratmadığını, daha
ziyade insanın tarih tarafından yapıldığını söylüyor bana. Ama size
daha önce de söylediğim gibi, bu bakış açımı Rumen kökenimle
açıklıyorum. Somut olaylar ve psikolojik an hesaba katılmaz da sa­
dece dönemlerin birbirine eklenmesi göz önünde bulundurulursa, in­
sanın kendi tarihinin yaratıcısı olduğuna inandığı hemen görülür.
Ama bizzat dünya tarihini incelersek, insanın sadece bir tarih kurba­
nı olduğu duygusuna kapılmamız engellenemez.
Burada, gerçekten de özgürlük meselesiyle karşı karşıya geliyo­
ruz. Harekete geçtiğimizde, özgür olduğumuza kaniyizdir. Ama ey­
lemimizi inceler incelemez, sonuçta bir yanılsama veya yarı-yanılsa­
maya kapılmış olduğumuzu tespit ederiz. Eğer eylemlerimizin, fiil­
lerimizin belirlenmiş olduklarının tam bilincinde olsaydık, artık hiç­
bir şey yapamazdık. Her girişim, bağımsız olma yanılsamasını ge­
rektirir. Bir şey yapmaya karar verdim, bir karar aldım. Mükemmel.
Ama bu karar daha yakından incelendiğinde, sanki kendi kendimin
kölesi gibi davranmış olduğumu kabul ederim. Şu kararı aldım, ta­
mam, peki başka bir karar almak da mümkün değil miydi? Her biri­
miz sonuçta kendimizin kurbanıyızdır. Benim için en büyük mesele,
özgürlük meselesi olarak kalıyor. Ve şuna kani oldum ki eğer bir çö­
zümü olsaydı, bütün felsefenin konusu elinden alınırdı. Ama çözül­
mez bir şey bu ve böylesi daha iyi. Onun gibi, tarihte özgürlük soru­
su da çözülmez bir halde kalıyor. Tarihi üreten de tam olarak bu me­
sele. Demin, Doğu'dan gelen insanların tarihin nesnesi olduklarını,
burada ise herkesin kendini özne zannettiğini söylemiştim. Fakat so­
runun özüne gidilirse, belki bu da bir yanılsamadır. Eğer dünya tari-
1 82 EZELİ MAGLUP

hi göz önünde bulundurulursa, insanın, her şeyi icat etmiş olan, ama
buna rağmen kaderince belirlenen dahiyane bir robot olduğu zanne­
dilebilir. Yapmış olduklarını yapmakta gerçekten özgür müydü?
Ama belki de irade özgürlüğü fikrinden bu kadar kolaylıkla vazgeçi­
lemez; belki Batı insanı da tam olarak bu yanılsamadan doğmuştur.
_
Madalyonun tersi, tarihe boyun eğen, olsa olsa bir mistiğe götürebi­
len ve artakalan kısmıyla nesnenin boyun eğişine bağlı olan kader­
cilik, insanı hakikatine daha yakın kılmıyor. İnsanın elinden, Hindu­
culuğun son dönemi veya Zen Budizm 'deki gibi bu özgürlük yanılsa­
ması alınırsa, kısa süre içinde tarih yokluğuna yöneliyor. O zaman
her şey evren yaratıcısı bir ilkeye boyun eğiyor: Tanrı'nın keyfince
bir tasarı olarak dünya. . .
Tanrı'ya inanmıyorum, ama yine d e dinsiz değilim. İlk günah fikri
yok edilse, insan sadece bir bilmece haline gelirdi. İlk günahın teolo­
jik yorumunu kenara itiyorum tabii ki, ama bu fikir olmasa bütün
tarihi süreç benim için bütünüyle kapalı kalırdı.
Burada söylemek istediğim, insanın baştan beri lanetlenmiş ol­
duğudur. Varlığında kırılmış bir şey vardır. İnsan tabiatı başlangıçtan
beri gizli bir zaaf barındırıyordu. Bunun için insan özgürlüğün sade­
ce yanılsamasına ulaşabilir, kendisine değil. Ama özgürlük yanılsa­
ması da bir şeydir. Onun olması da kafidir. O kaybedilirse, hakika­
ten hiçbir şey kalmaz.
Açıkçası demek ki her halükarda kaybedeceğimizi çok iyi bilerek gi­
riştiğimiz bir oyun söz konusu; üstelik çok da parlak olmayan bir
rolde. Ama yükselebilen, hatta kimi anlarda yüceliğe ulaşabilen bir
insanlık durumu varsayalım. . .
Hiç de değil. Ben bir insan dostu değilim ve insan olmakla hiç de gu­
rur duymuyorum. Hatta insana duyulan güven, tehdit edici bir tehli­
ke arz eder; insana güven duyulması büyük bir budalalıktır, bir çıl­
gınlıktır. Benim aslında insanı horgören biri olduğum söylenebilir.
Elbette hala çok iyi dostlarım var, ama genel olarak insanı düşünür­
sem daima aynı sonuca varıyorum; yani hiç olmamış olsa belki de da­
ha iyi olacağı sonucuna. Başka bir deyişle insan olmasa da olurmuş.
Zerdüşt aracılığıyla Nietzsche insandaki nöbet değişimini ilan etti:
Aşılması gereken bir şey olarak insan. Bu fikirde hıilıi bir ümit var­
dı. Siz, insandaki insaniyeti de reddediyorsunuz.fakat...
ŞEYLERİ SEYREYLEME YETENEGİ 1 83

Evet, ama Nietzsche anlamında değil. İnsan aşılamaz, olsa olsa in­
kar edilebilir. İnkar edilmelidir. Bu üstinsan fikri bence tam bir saç­
malıktır. Hayvanlara özgü zaaftan bile düşünsek titrememize yeter.
Hele insanınkiler çok daha beterdir. Bir üstinsanın elbette meziyet­
leri olacaktır, ama aynı zamanda bu meziyetlerin kusurlan da ola­
caktır onda. Ve bu kusurlar korkunç olacaklardır, insanın kendisin­
den de korkunç. Nietzsche bana fazla safdil geliyor. B ir yalnızdı,
hemcinsleriyle çok fazla birlikte yaşamamıştı; aslında acınacak bir
adamdı; ötekiyle doğrudan tecrübesi olmayan tecrit olmuş bir adam­
dı. Bütün trajedisi, dostlarıyla münakaşaları, bu aynı dostların onda
sebep olduğu hayal kınklıkları, Nietzsche'nin insanları hakikaten ta­
nımamış olduğunu ispatlar sadece. Üstelik küçük yerlere düşkündü,
bu yüzden de büyük şehrin onca öğretici tecrübesinden mahrumdu.
Bir cehennemde yaşamanın ne demek olduğunu bilmiyordu, değil
mi? Cehennemin kendisi belki beterdir ama çok daha beter olamaz.
Nietzsche bana hakikaten fazla safdil görünür.
Bu hususta kendimi Chamfort veya La Rochefoucauld gibi Fran­
sız ahlakçılarına çok daha yakın hissediyorum. Nietzsche'nin onların
etkisi altında kaldığı da doğrudur. Ama başlangıçta, nasıl söyleye­
yim, masum bir ruhu vardı ... Sonunda da. Aslında onun bütün şeyle­
re bakışı, ayrıca hayatı, bana fazla keyifli geliyor. Nietzsche ilginç
ve baştan çıkarıcı, ama vardığı sonuçlar bana ne anlamlı ne de doğ­
ru görünüyor.
Bununla birlikte sırf dünya tarihine ve somut insanlara baksak, in­
san fikrini geçerlilik dışı bırakmak zor. Şimdiye kadar başının çare­
sine epey iyi bakmış ·ve eninde sonunda tarihindeki bütün kritik du­
rumların hakkından gelmiş olduğuna pek karşı çıkılamaz. Nietzsche
Tanrı 'nın öldüğü tespitini yapıyordu. Peki şimdi insan da mı öldü ?
İnsan inanılmaz bir macerayı temsil ediyor. Bunu düşününce başım
dönüyor. İnsan kuşkusuz ilginç bir olay, neredeyse fazla ilginç; ama
son derece tehdit altında, son derece kırılgan. İnsan bir lanete uğra­
mış, varlığını uzun zaman sürdüremez, zira daha yakından bakarsak,
bu bir sapıtmadır; kuşkusuz dikkat çekicidir, ama yine de bir sapıt­
madır, tabiatın bir sapkınlığıdır. Arkasında muazzam bir kariyer bı­
rakmaktadır ama geleceği yoktur artık. İnsan her ne biçimde olursa
olsun yok olacaktır; ya içten içe tükendiği için -ki şimdiden bu tü­
keniş fark edilmektedir- ya da hangi cinsten olduğunu bilemediğim
1 84 EZELİ MAÖLUP

bir felaket sonucunda yok olacaktır. Peygambercilik oynama fikri


uzak olsun benden; ama insanın ortadan yokoluşunu sonsuza kadar
erteleyemeyeceğinden eminim. Sonundan hep kurtulamayacaktır.
Bu tespit beni hüzünlendirmiyor. Tıpkı bir nihilist olmadığım gibi,
daha ziyade ... nasıl diyeyim ... bir tüketici (Geniesser) olduğum için.
Hayata kendimce epey iyi tahammül ediyorum. Ama diğer bir yan­
dan geçicilik, lanete uğramışlık, mahkum edilmişlik, sonun yaklaştı­
ğı duygusu peşimi bırakmıyor. Felaketin elzem olduğuna, neredeyse
zorunlu olduğuna gerçekten inanıyorum.
Eğer kendini tanıması insanı yokolmaktan kurtaramıyorsa, o zaman
bu aynı zamanda aklın başarısızlığıdır. Öyleyse kendine gelmek için
insanın, dünya tarihinin öznesi olarak kendini yeniden keşfetmesi
gerekirdi; ya da en azından kendine bu rolü yeniden tahsis edebile­
cek koşulları bulması. . .
Belki koşulları değil, ama itiraf etmeliyim ki daima insanın ... Biraz
Rimbaud'yu düşünün. En büyük Fransız şairi, yirmi yaşında, yok,
yirmi bir yaşında yazmayı bıraktı. Yirmi bir yaşında düpedüz sıfırı
tüketmişti. Bir dahi dehadan vazgeçme karan alıyor, hiçbir ilginçli­
ği olmayan zavallı biri haline geliyor. İnsan Rimbaud'nun başına ge­
lenin tehdidi altındadır. Sınırlı bir zamanda şaşılacak bir taşma, ben­
zersiz bir olaydır; ama çok kısa sürmüştür. Bugün insan, artık söyle­
yecek hiçbir şeyi kalmamış bir yazar; çizecek hiçbir şeyi kalmamış
olan ve hiçbir şeyi ilginç bulmayan bir ressam gibi geliyor bana. Ru­
hu henüz tükenmemiştir, ama kendisi, kuvvetlerini bütünüyle yitir­
meye çok yakındır. Hala gerçeklik üretebilir, kuşkusuz aletler ürete­
bilir, hatta belki birkaç şaheser de yaratabilir, ama manevi açıdan
mecali kalmamıştır. Mesela bence, yeni ve derin bir din üretemez.
Üretebilir, ama artçı ya da taklitçi olarak.
Heidegger bu durumun sebebini varlığın unutulmasında görüyordu
ve modern dönemin kökendeki düşünme tarzını unuttuğunu söylü­
yordu. Acaba toplumlarımızdaki insanın bu düşünceyle artık düpe­
düz bağ kuramaması, "nevi şahsına münhasır olmaması "ndan mı?
Derinlemesine kanaat getirmişimdir buna. Şahsi bir tespit olan çok
sıradan bir örnek vermek gerekirse: Bir bankaya girdiğiniz zaman,
otuz ila kırk genç kızın güneşin doğuşundan akşamın geç saatine ka­
dar rakamlar yazdıklarını görüyorsunuz. Bunu düşününce! Bugüne
ŞEYLERİ SEYREYLEME YETENEÖİ 1 85

kadarki tarihin sonumuz böyle olsun diye yapılmış olduğunu düşü­


nünce! Eğer böyle bir alınyazısına hayat deniyorsa, o zaman hayatın
anlamı yok. Bugün büyük şehirlerde yapılan bütün düzenlemeler ka­
tiyetle yararsız ve anlamsız. Gündelik yaşamdan bir örnek daha: Bir
süre önce Paris'te dolaşmaya çıkmıştım ve büyük bir bulvarda karşı
kaldınma geçmem gerekiyordu. Önümden yüzlerce araba son sürat
geçiyordu ve ucu bucağı görünmüyordu. Kendi kendime, "Ezilmek
istemiyorsam, beklemem lazım," diyordum. Ve bekliyordum, bekli­
yordum, ama karşıya geçemiyordum. Bunun sonu ancak kötü olabi­
l ir. Bu anlattığım bugün günde on defa yaşayabileceğimiz bir tecrü­
be. Ama bir tanesi yeterli. Zira eninde sonunda bir düşünürsek ...
Son derece saygı duyduğum bir zihin de Epikuros'tur. Sırf bah­
çesini düşünsek yeter. Öğrencileri sadece ekmek yiyor, sadece su içi­
yor ve mutluluk konusunda ya da tanrı bilir hangi konuda sohbet edi­
yorlardı. Ya da Sokrates'in sürdürdüğü hayatı hatırlayalım. Bu insan­
ların gösterdikleri inziva yaşamıyla birlikte zihinlerinin ürünlerinde­
ki o çeşitlilik, o verimlilik! Onlarla karşılaştırılırsak, ancak şemalar,
bilgiç hayaletler olduğumuzu itiraf etmemiz gerekir. Yaptığımız her
şey gerçeklikten yoksun. Kitaplar okuyoruz elbette; her halükarda
ben çok okuyorum, belki de haddinden fazla okuyorum. Ama bunun
hiçbir anlamı yok. Hayat benim için bir anlam kazanırsa, bu daha zi­
yade yatakta olduğum zaman ve düşüncelerimin hedefsiz avarelikle­
rine izin verdiğim zaman oluyor. O zaman hakikaten çalıştığım izle­
nimine kapılıyorum. Ama pratik olarak çalışmaya koyulduğum za­
man, hemen bir yanılsamanın peşinden gittiğimden emin olarak yı­
kılıyorum. Benim için insan ancak hiçbir şey yapmadığı zaman ha­
kikaten varoluyor. Harekete geçer geçmez, bir şey yapmaya hazırla­
nır hazırlanmaz, acınacak bir yaratık haline geliyor.
İşin içinden çıkmanın yolları hala var mı? İnsan varlığı kendi başı­
na insanlığını bulamadığı için sonuna yakınsa, bari bunu soylu bir
biçimde bitirsin. Çözüm Stoacı mı ?
Evet, katiyetle. Kendimi her zaman Marcus Aurelius'a yakın hisset­
tim. Aslına bakılırsa Stoacıları taklit etmeye çalışmıyorum, ama on­
ları tasvip ediyorum, en azından kısmen. Her halükarda Romalı Sto­
acıların hayat karşısındaki tavırlarına hayranlık duyuyorum. İlk­
çağ'ın en büyük yazan kesinlikle Tacitus'tur. Kaldı ki bu sadece be­
nim görüşüm değil; İlkçağ'ın en büyük zihninin Platon değil Tacitus
1 86 EZELİ MAGLUP

olduğunu söyleyen İngiliz filozof Hume da böyle düşünmektedir.


Görüşüne katılıyorum. Stoacıların tavrı hayranlık vericidir ve Roma
İmparatorluğu'nu yöneten o delilerin, o otokratların, o kaçıkların in­
safına kalmış olan bu insanların meclisinde kendimi hep iyi hissede­
rim. Bütünüyle kıyıda yaşadılar. Beni bilhassa büyüleyen şey, son
Paganlar dönemi diye adlandırabileceğimiz dönemdir. Aslına bakı­
lırsa bunun Stoacılarla neredeyse hiç alakası yoktur, zira onlar da Hı­
ristiyanlığın yayılmasından önceki son Paganlar olmuşlardır.
Hıristiyan olamayan ve mahvolmuş olduklarını bilen insanların
bazı olaylara nasıl tepki gösterdiklerini tahmin etmeye çalışmışımdır
daima. Bizim durumumuzun, bizim tavrımızın da biraz bu döneme
benzediğini düşünüyorum; şu farkla ki biz artık hiçbir yeni din bek­
leyemeyiz. Ama bu farklılık dışında, son Paganlarla aynı durumda
buluyoruz kendimizi. Her şeyi kaybetme noktasında olduğumuzu;
hatta belki de şimdiden her şeyi kaybetmiş olduğumuzu; önümüzde
bir ümit gölgesi bile, mümkün bir ümit tasavvurunun bile kalmadı­
ğını görüyoruz. Bu anlamda bizim yazgımız daha dokunaklı, çok da­
ha etkileyici, daha dayanılmaz ve bu yüzden daha ilginç. Devrimizin
yine de bu olumlu tarafı var; onu son derece ilginç buluyorum, nere­
deyse fazla ilginç. Öyle ki bir yandan böyle bir devirde yaşadığımız
için mutsuz olabiliriz, ama öte yandan tufanın yaklaştığını görmek
yine de harikulade bir şey. Tufanla aynı çağda yaşamak beni gerçek­
ten mest ederdi.
Yazılarınızı dikkatle okuduğumuzda, eserle yazarı arasında derin bir
birlik tespit ediliyor, ki bu söyleşi sırasında da tezahür eden bir şey
bu. Her ne kadar endişe verici bir tarafı da olsa, düşüncelerinizi en­
der görülen bir tutarlılık kaygısıyla uygulamaya koyuyorsunuz; ka­
panıyorsunuz, susuyorsunuz, reklamdan kaçıyorsunuz. Böyle bir tu­
tarlılık nasıl açıklanabilir? Bir ilkeden mi geliyor? Somut tarihi ko­
şulların mı ürünü? Yoksa bir karakter meselesi mi?
Hepsi bir arada. Üniversiteye sırt çevirme şansım oldu; yurtdışına
gittiğim ve orada kaldığım için, bir doktora tezi yazmak zorunda kal­
madığım için, akademik bir kariyer yapmadığım için bu daha da ko­
lay oldu. Bundan sonra kendimi daima bir... "özel düşünür" gibi gör­
düm; belki bu tanımlama aşın, ama yine de bu cins bir şey. Eyüb
hakkında bir "özel düşünür" olduğunun söylenmiş olması gibi biraz.
Hatta bütün varlık iddiam bir özel düşünür olmaktı, Eyüb'ün bir ta-
ŞEYLERİ SEYREYLEME YETENEÖİ 1 87

kipçisi olmaktı. Eğer birinin müridi olmuşsam, Eyüb'dür bu. Akade­


mik bir kariyer yapmış olsam, bütün bunlar sulanırdı; şu veya bu şe­
kilde bunlardan yüz çevirirdim, kendimi sakınırdım, zira ciddi görü­
nen bir ton, gayri şahsi bir düşünce benimsemek zorunda kalırdım.
Kürsü sahibi bir Fransız filozofuna bir keresinde, "Gayri şahsi olmak
için maaş alıyorsunuz," demiştim. Bunlar "varlıkbilim"den, "bütün­
sellik sorunsalı"ndan falan söz eden kimselerdir.
Benim mesleğim yok, mecburiyetlerim yok; kendi adıma konu­
şabilirim, bağımsızım ve öğretecek doktrinim yok. Yazdığım zaman
gelecek kitabı düşünmüyorum. Kendim için yazıyorum. Bu sorum­
suzluğun da benim şansım olduğunun ortaya çıktığını söylemeliyim.
Hiç kimseye bağımlı değildim ve en azından bu açıdan özgürdüm.
Bence bir mesele üzerine düşündüğümüz zaman, bunu mesleğinin
dışında yapmak gerekirdi, kendini tamamen kıyıda tutmak ... Bir şe­
yin başlatıcısı olmadığım kesin, olsa olsa ... belki bir marjinalim.
Marjinal/iğin insanlık durumunun içinde bulunduğu, ama insanın
öze ilişkin bir tür bakışla merkezi bir konuma ulaşabileceği söylen­
di. Sizi gözlemleyen/ere, daima yazdığı gibi yaşayan filozofun pek sı­
radan olmayan durumunda görünüyorsunuz; ki bu da maıjinallikle
pek uyuşmaz.
Bu söylenenler kesinlikle doğru mu bilmiyorum; ama neyse, bir ke­
reliğine iyimser olalım. Modeller aramayı istemesem de, bir tek Yu­
nanlıların hakiki filozoflar olmuş olduklarına, felsefelerini yaşamış
olduklarına inanıyorum. Diogenes'e ve genel olarak kiniklere bun­
dan ötürü daima hayranlık duymuşumdur. Bu birlik o zamandan be­
ri ortadan kalkmıştır. Üniversitenin felsefeyi tasfiye ettiğini söylüyo­
rum kendime. Belki bütünüyle değil, ama neredeyse... Schopenha­
uer'ın abartmalarına kadar vardırmayacağım, ama eleştirilerinde çok
doğruluk payı vardır. Benim kanaatime göre, felsefe bir araştırma
nesnesi değildir hiç. Felsefenin şahsen yaşanmış bir şey, şahsi bir
tecrübe olması gerekirdi. Felsefe sokaklarda yapılmalıydı, felsefey­
le hayatı bir arada örmek gerekirdi. Birçok açıdan kendimi bir sokak
filozofu gibi görüyorum. Resmi bir felsefe mi, bir filozof kariyeri
mi? Öyleyse hayır! Bütün hayatım boyunca buna karşı çıktım ve bu­
gün de karşı çıkmaya devam ediyorum.
Çok zamandır felsefenin bittiği söylenip duruyor. Ama filozoflar bu
görüşe karşı o kadar ısrarla savundular ki kendilerini; bunun yine
188 EZELİ MAÖLUP

de bir anlamı olduğuna inanmak gerek. Filozofların cevapları artık


çözüm getirmiyor; her tarafta rastladığımız, şu dünyada geçinme
kaygısı ve pragmatizm. Hô.lô. neye tutunulabilir? Belki bilgeliğe,
Sophoi 'nin izlediği yola mı?

Hayatın ana hedefinin bilgelik olduğundan hiç kuşkum yok ve bu­


nun için sürekli lafı Stoacılara getiriyorum. Onlar bilgeliğe ulaşmış­
lardı, bunun için onlara artık kelimenin tam anlamıyla filozof dene­
memektedir. Benim bakış açıma göre bilgelik felsefenin doğal sonu­
cudur, hem hedefi hem sonudur... Bir felsefe bilgelikle biter ve bu­
radan kaybolur.

Eğer iyi anlıyorsam, İlkçağ bilgeliğinden spekülatiffelsefeye giden,


sonra da öz üzerine yeni bir tefekkürle tekrar bilgeliğe dönen bir
çember çiziliyor. Bilgi, kendiliğin keşfinden geçiyor olabilir mi?

Felsefeden hayal kırıklığına uğrayanlar bilgeliğe doğru dönüyorlar.


Bu tamamen doğru. Her ne kadar felsefeyle başlamak durumunday­
sak da, felsefeden kopabilmeyi de becermemiz lazım. Hatta muhte­
melen en yüce görev bu. Şüphesiz kadim bilgeliğin benim üzerimde
bu kadar güçlü bir etkisinin olması bu nedenledir; Eskiler'in o felse­
fesi mesela tam da Aristoteles'in anladığı anlamda bir felsefe olmak­
tan çıkmıştı. Bugün bilgi sorunu tali bir hale gelmiştir; bugün en ön­
de gelen sorun, hayatı ele alma tarzıdır, ona nasıl tahammül edilebi­
leceğini bilme sorunudur. Eninde sonunda iki büyük mesele biliyo­
rum: Hayata nasıl tahammül etmeli ve kendine nasıl tahammül etme­
li. Bundan daha güç bir iş yoktur. Bunun hallinden gelebilecek nihai
cevaplar yoktur. Sadece her insan bu meseleleri hiç değilse kendisi
için kısmen çözmelidir. Hayatta kendine tahammül etmekten ve her
sabah uyanıp kendi kendine, "Başlayan bir gün daha, bunun da so­
nunu getirmeliyim, bu güne de tahammül etmeliyim," demek zorun­
da olmaktan büyük bir ıstırap var mıdır? Dolayısıyla sadece hareke­
te geçmek ve yaratmak değildir söz konusu olan ...
Çalışmaya karşı olmam da bundan ötürüdür. Yazmak bile gerek­
li değildir. Tek önemli şey, çözülmez meseleleri sürekli gözünün
önünde tutmak ve Epiktetos ya da Marcus Aurelius gibi yaşamaktır.
O zaman yaşanmış hikayeler içinde olmayız; seyre dalarız. Çağdaş­
larımız şeyleri seyreyleme yeteneğini yitirmişlerdir. Zeki bir biçim­
de zaman kaybetme sanatını unutmuşlardır.
ŞEYLERİ SEYREYLEME YETENEGİ 1 89

Kendi bilançomu çıkarmam gerekirse, kaybettiğim saatlerimin


sonucu olduğumu söylemem gerekir o zaman. Hiçbir meslekle uğ­
raşmadım ve muazzam derecede zaman israf ettim. Ama bu zaman
kaybı gerçekten bir kazanç oldu. Sadece kendini kıyıda tutan, öteki­
ler gibi yapmayan kişi, hakikaten bir şey anlama yeteneğini korur.
Bu dediğim hiç modem görünmeyecek, ama İlkçağ tamamen bu fi­
kirle yaşadı. Bugün bu bizim için imkansız. Günümüz dünyası için
artık anlamı olmayan bir tavır bu. Ama bu dünya her halükarda ba­
tacak, buna hiç kuşku yok.
Hayatımdaki büyük başarı,
mesleksiz yaşamış olmak

Branka Bogavac le Comte'un Paris'te yaptığı ve Nisan 1 992'de Belgrad'da­


ki Knjizena rec adlı edebiyat dergisinde çıkan söyleşi.

BRANKA BOGAVAC LE COMTE: Bay Cioran, Tarih ve Ütopya da '

şöyle yazmıştınız: "Rusya'nın liberal bir rejime razı olması için, kay­
da değer bir biçimde güçsüz düşmesi, diriliğinin dinmesi gerekirdi;
daha iyisi: özgül karakterini yitirmesi ve ulusluktan derinlemesine
uzaklaşması. El değmemiş iç kaynakları ve bin yıllık mutlakiyet reji­
miyle bunu nasıl başarabilirdi? Bunu bir sıçramayla yaptığını bile
farz etsek, hemen o anda dağılırdı. " Bu satırlar kehaneti andırıyor.
Ama yazarken bir gün bunların olacağını düşünüyor muydunuz?
CIORAN: Hayır. Rusya'yı bir gelecek ülkesi gibi gördüğümü size
söylemem çok önemli. Günümüzdeki başarısızlık belki kaçınılmaz,
ama Ruslar tükenmiş bir halk değiller. Batı ise öyle. "Tükenmiş"
sözcüğü tam doğru değil, ama Batı iniştedir. Çünkü bir şeyler yarat­
mış olan ve şimdi bir nevi tarihi yorgunluk hisseden yaşlı uluslardan
oluşmuştur. Tarihte uğursuz bir olgudur bu, uzun zaman sürebilecek
bir can çekişme gibidir. Geçici bir yorgunluk değil. Uzun bir uygar­
lık aşınmasıdır. Rusya kendini henüz Batı kadar helak etmemişken,
ağır ağır yitip gitmekte olan Batı'dan fazla yaşayacak zamanı olma­
sı normaldir. Rusya'nın önünde hala bir tarih var.
Yani Batı'nın bıraktığı yerden mi devam edecek?
Bu çok muhtemel, hatta kaçınılmaz. En az aşınmış iki ulus Almanya
ve Rusya'dır.
Ya Balkanlar?
HAYATIMDAKİ BÜYÜK BAŞARI 191

Balkanlar'ın vasat bir yazgısı vardır. Halkları bir gelişme yaşayabi­


lirler, ama büyük bir yazgılan olamaz. İlerlemeler yapabilirler, ama
bir uygarlık yazgısına sahip olmak çok nadir bir şeydir. Orada bir
ekonomik refah dönemi, hatta edebi bir zenginlik dönemi vs. olabi­
l ir, ama tarihte bir rol oynayacak halklar değildir bunlar. Rumenlere
gelince, önümüzdeki yıllarda kendilerini göstermezlerse hapı yutar­
lar. Rate bir halk olurlar. B ir başansızlık şimdi mukadder olur.
Yugoslavya'da Slavlar arasında olup bitenleri neye bağlıyorsunuz?
Kötü alametler bunlar. Çünkü onlan kısırlaştırıyor. Uygarlık düzle­
mindeki bir nevi başansızlık bu. Bence bunlar, infilak anları olan ge­
çici alınyazılı halklar. Önemli bir rol oynamak için tarihi bir vesile
gerekir. Bunlar aptal değil, başansızlıktan başansızlığa geçen halk­
lardır; ilerlemeleri de budur, zira bir başarısızlıktan diğerine, hayat
vardır, dirilik vardır, ama hedefe ulaşmayan bir şey de vardır. Tıpkı
bireylerdeki gibi. Kimi arkadaşlarımız vardır, öğrenimlerine çok iyi
başlarlar, birincidirler, ama hakiki bir devamlılıktan yoktur. Bir şey­
de parlak olunur, sonra bir boşluk gelir, sonra yeniden parlanır, ama
bunun tarihi bir istikran yoktur. Bütün halklar yetenekli olsalardı da
bir felaket çıkardı. Nitekim halkların çoğunun, bazen parlayan ama
tarihte hesaba katılmayan rate dehalan vardır. Tarih bir tek tarihi de­
vamlılığı olan halkları kaydeder. Halbuki Balkan halkları, yadsına­
maz muayyen bir dirilikte olsalar bile, yine de bir başansızlıktan di­
ğerine geçerler. B ir gelecek yanılsaması veren halklardır bunlar; ön­
ce parlak, sonra da vasat dönemleri olabilir. Temel mesele dil mese­
lesidir. Her şeyin anahtarı budur. Çünkü zeki olan ama dilleri gölge­
de kalan halklar vardır. Mukadder bir sorundur bu. Direnemeyen,
kendini dayatamayan diller vardır. Bunlar taşra dilleri olarak kalırlar.
Bir de korkunç derecede güzel diller var, Rusça gibi.
Ruslar büyük bir halktır. Ve unutmamak gerekir ki bu her düzlemde
böyledir. Özellikle, onlar için temel önemde olan dini düzlemde.
Rusların dini temelinin kaybolmaması olağanüstü derecede önemli­
dir. Bu temel, yüzyıllar boyunca çok büyük bir rol oynamıştır. Orto­
doksluğun bugünkü biçiminin önceki haliyle aynı olmaması müm­
kündür, ama Ruslann dini temelinin uçup gitmesi kesinlikle söz ko­
nusu değildir. Çünkü Rusya kendini onun aracılığıyla tanımlamıştır.
Zemin oydu. Rusya'nın tarihindeki dini buhranları unutmamak gere-
1 92 EZELİ MAGLUP

kir. Temel önemdedir bu. Düzenli aralıklarla çok ciddi dini çatışma­
lar yaşanmıştır; her halkın, kendine temel vasfını veren bir tür özü
olduğunu kanıtlamaktadır bu. İnananların zulme uğradığı en kor­
kunç dönemlerde bile Rusların dini temeli bütünüyle yok edileme­
miştir, bugünden yarına da yok olamaz. Büyük Rus yazarlarının tü­
mü dini bir renk taşırlar. Ama ötekilerin de o derecede tanrıtanımaz
olmaları, istemeden dindar olmalarındandır. Doğal olarak, bütünüy­
le tanrıtanımaz kimseler çıkabilir. Genelde hiçbir dini olmayanların
da bir dini vardır: İnkardır bu. Rusya'da inkar böyle bir şeydi; olağa­
nüstü derecede din aleyhtarı hareketler vardı, ama bu da bir din biçi­
miydi. Dini olmayan tip sürekli Tann'ya saldırır, demek ki Tanrı
mevcuttur.
Ortodoksluk Romanya'da ne durumda?
Daha vasat bir durumda olduğu görülüyor. Dini temel derin değil.
Ruslar kadar mı derin değil? Fark bu mu?
Evet, içsel boyut açısından büyük bir fark bu. Rumenlerin dini dü­
şünceleri vardır, köylüler din aleyhtarı değildir, ama iş bundan ileri
gitmez.
Gabriel Matzneff sizin hakkınızda şöyle yazıyor: "Ellili yıllarda, si­
yasi ütopyaların, o canavarımsı peri masallarının yol açtığı hasar­
ları kınayan ilk ve tek kişi oldu. " Komünizmin ne olduğunu çok er­
kenden anladığınız anlamına mı gelmektedir bu?
Hakiki bir felaket oldu bu; şu anlamda ki, iradi bir kararla din aleyh­
tarı olan kişi kendini kısırlaştıran bir varlıktır. En sevimsiz tarafı da,
bunun yanında daima abartılı ve sevimsiz bir kibrin gelmesidir. İçle­
ri boş tiplerdir bunlar.
"İnsanlar Günah 'ın damgasını yedikçe şu dünyada cennet kurulma­
yacaktır, " diye yazdınız. Sizin gözünüzde Günah nedir?
İnsanın başlangıcının felaketle geldiğini gösteren şeydir. Başlangıç
felaket olmuştur, ama aynı zamanda manevi bir başarının çıkış nok­
tası da olabilirdi bu. Öyleyse, insanın bu olumlu veçheyi kullanıp
kullanamadığını bilmek söz konusudur. Eğer işe yaramıyorsa, bu ilk
çatışma mukadderdir. Varlıkların çoğunun rate olduğunu da unutma­
mak gerek.
HAYATIMDAKi BÜYÜK BAŞARI 1 93

Bu ihtimalden yararlanmayı bilmeyenler mi? Bu mudur ilk günah?


Hayır, ilk günah temeldir, doğuştandır, bir nevi lekedir. Felaketin
başlangıcıdır, ama insan bundan kurtulabilir, ya da aksine bunun içi­
ne batabilir. İnsani varlıklarda bu çok tuhaftır, zira içsel bir cevher
olup olmadığı hemen görülür; içsel uzantısı olmayan, başarısızlık
içinde yaşayan sözel tipler mi, yoksa cevheri olan, bir yazgı sahibi
kimseler mi oldukları.
Nedir yazgı?
Yazgı, ilerlemek ya da ilerlememektir. Çünkü genellikle varoluşların
çoğu kısırdır.
Aydınlarda bile mi?
Evet, robottur bunlar. Yani kuruyup gitmişlerdir, oysa ötekilerin bir
yazgısı, içsel bir çağrısı vardır, dolayısıyla ilerlerler ve böylece ba­
şarısızlıktan kurtulurlar. Bunu aşan ve ilerleyen insan, sıradan biri
değildir, bir köle değildir.
İlk günahtan çıkmak bu mudur?

Evet, evet, zira insanların çoğu başarısızlığın üstesinden gelemezler.


Peki ilk günah nereden gelmektedir, kim icat etmiştir onu?
Derin bir anlamı vardır, onu içimizde hissederiz, kanıtlayamayız.
Tanrı'yla çatışma halindeki insandır o aslında.
Sizce Tanrı nedir?
İnsanın gidebileceği sınır. En üst nokta. Bir kapsam, bir anlam veren
şey. Hayat artık bir macera değildir, bundan çok daha iyi bir şeydir.
Hayattaki her şey yaşadığımız tecrübelere, bunların bir cevheri olup
olmamasına bağlıdır. Eğer sadece zihinselse bunun bir değeri olmaz.
Fransız aydını biraz budur. Her şey iç kapsama bağlıdır, zekaya de­
ğil. Çünkü olduğu haliyle zeka hiçliktir. İç kapsam yoksa bir fikir
tecrübe edilemez.
Bu iç kapsam nedir? Ruh mu, duygular mı? ...
Evet. İnsan varlığının büyük kapsamına doğru bir nevi adım. Bir iç
kapsam olduğu andan itibaren, hiçlik yok olur. Bir iç cevherin mev­
cudiyeti olmaksızın her şey yüzeyseldir.
1 94 EZELİ MAÖLUP

Bu cevherin mevcudiyeti midir Tanrı?


Evet, gerekirse. Benim için çok önemli olan şey bu iç cevherdir; çok
kuvvetli, size hakim olan ve sizi yöneten sürekli bir şeydir. Demek
ki bir nevi büyülenmedir. Normal hayat cevhersiz bir hayattır. Ama
o kapsam gündelik zayıflığı aşkınlaştırır.
Neden mistikler sizi büyüledi?
Çünkü onlar gibi olamıyordum. Onlarla bu düzlemde karşılaştırıldı­
ğımda, bir rateyim. Anlarsınız ya, öne doğru bir adım attıkları için
beni büyülüyorlardı; elbette bir adımdan fazla bir şeydir bu.
Azizleri mistiklerden biraz ayırdınız. Aralarındakifarkı öğrenmek is­
terdim.
Çok muazzam bir fark değil. Belki de bir yoğunluk sorunu bu. Mis­
tikler çok uzağa gitmişlerdir.
Onlar gibi yapmaya heves ettiniz mi?
Şimdi daha az ediyorum. Ama mistiklerle ilişkilerim karmaşıktır,
çok kuvvetli bir gerilimdir bu.
Ama herhangi bir anda buna heves ettiniz mi?
Herhangi bir anda, evet. Her halükarda beni derinlemesine ilgilendir­
di. Ama bir mistik değilim. Aslında hayatımdaki başarısızlık, sonuna
kadar gitmemiş olmamdır. Mistiklikten büyülendim, muayyen bir
noktaya kadar gittim, ama varamadım. Manevi düzlemde varmadım.
İnsan dini niçin icat etti?

Mutsuzluklarından, atlattığı badirelerden ötürü. Bir tek badireden


badireye gittiği için.
Din onun atlattığı badireleri mi yatıştırıyor?
Bunları tanımasına, belirginleştirmesine, acıları üzerine, içsel tecrü­
besi üzerine düşünmesine hizmet ediyor; insanı olduğu şey yapan,
ona bir iç boyut veren de bu olmuştur.
"Zamanla, ütopyasız yaşam soluk alınmaz bir hale geliyor, en azın­
dan yığın için bu böyle: Dünyaya yeni bir sayıklama lazım, aksi tak­
dirde taş haline gelecek, " diye yauyorsunuz. Yani ütopyaya ve yanıl­
samaya ihtiyacımız mı var?
HAYATIMDAKİ BÜYÜK BAŞARI 1 95

Muhakkak. Gerçek bu. Hiçliğe karşı tek cevap yanılsamada bulun­


maktadır. Neredeyse biyolojiktir bu. Hatta cevherimizdir. Yanılsama
değil, bundan da iyi bir şey. Ama hayattaki tehlikenin, katılıkta abar­
tıya gidilmesine, fazla ileri gidilmesine bağlı olduğu anlamına da ge­
lir bu. Mizaç meselesi. Hayatta hala sevimsiz olan şey, ekşimsiliktir.
Ekşimiş tip, fenalık yoluyla kendine bir nevi üstünlük sağlayan tiptir.
Kendini belli eden, sıradanlıktan çıkan bütün insanlarda iblisane bir
şey vardır - demiştiniz.
Maalesef doğru bu. Hayatın süreci bu. Bizzat hayatta da iblisane bir
şey var. Yaşama olgusunda bile iblisane bir şey var. Demek ki insan­
ların böyle olması mukadder. Saf varlıkların olmadığı anlamına ge­
lir bu. İblis tarih içinde devamlı bir saplantı konusu olmuştur. Ne­
den? Bu çok önemli. Asla bertaraf edilmemiştir. Bu denenmiştir,
ama imkansızdır. İlk günah fikrinin derin bir fikir olduğu söylenebi­
lir. Bir şeyler insanın başlangıcında çatırdadı. Daha temeller aşama­
sında bir şey başarısızlığa uğramıştı, başarılamazdı, zira yaratığın
saf olması imkansızdır. Demek ki insan doğuşundan itibaren yakala­
nır buna.
Dostoyevski iblise mi teslim olmuştu?
Evet, ötekilerden fazla. Dostoyevski'yi çok çok iyi bilirim. Onu aşı­
rı derecede sevdim, hayatımdaki tutkulardan biridir. Belki de bütün
zamanların en derin, en tuhaf ve en karmaşık yazarıdır. Muazzam
kusurları, ama azizlik parıltılarıyla onu herkesin başına koyarım.
Onu Shakespeare'in bile mi üzerine koyuyorsunuz?
Evet, Shakespeare'in bile üzerine. Dostoyevski beni en çok etkileyen
yazardır; insanı sınamada en uzağa gitmiştir, kötülükten ve iyilikten
yararlanmayı bilmiştir. Kötülüğe en derininde, insanın özü olarak
dokunmuştur, ama aynı zamanda ondaki ilham ikilidir. Benim için
YAZAR, Dostoyevski'dir.

Yazarın daima kendi üzerine yazdığını söylüyorsunuz. Dostoyevski


bütün bunları kendinde nasıl bulabilmiştir?
Çünkü çok acı çekmiştir, söyler bunu. Budur bilgi. Okumayla değil
acıyla elde edilir o. Okumada bir nevi mesafe vardır. Hayat hakiki
tecrübededir: Başa gelebilecek bütün başarısızlıklarda, bunların yol
1 96 EZELİ MAÖLUP

açtığı düşüncelerdedir. İç tecrübe olmayan her şey, derin değildir.


Binlerce kitap okuyabilirsiniz; mutsuzluk tecrübesinin, sizi derinden
etkileyen şeylerin aksine, hakiki bir okul olmayacaktır bu. Dosto­
yevski'nin hayatı bir cehennem olmuştur. Bütün badireleri, bütün ge­
rilimleri yaşamıştır. Muhtemelen iç tecrübelerde en derin yazardır.
En uç sınıra gitmiştir.
Dostoyevski'den sonra en çok hangi yazarları seviyorsunuz?
Nietzsche'yi, çünkü giriştiği her şeyin sonuna gitmiştir. Aşın tarafın­
dan dolayı.
Delirmesinin nedeni bu mu?
Delirmemiştir. Ama çökmüş kimselerin en etkileyici kişiler oldukta­
nkesin. Özellikle şairler. Şairlerin yaşamöykülerini almak gerekir.
Baudelaire'inki mesela. Baudelaire ve Pascal'le çok haşır neşir ol­
duğunuzu söylediniz.
Size her yerde eşlik eden şairler ve yazarlar vardır. Gündelik mevcu­
diyetler. Onları tekrar okumaya ihtiyaç duymayız, her zaman bura­
dadırlar. Pascal en büyük Fransız yazarıdır.
Michaux'yu çok yakından tanıdınız, birlikte uzun anlar geçirdiniz.
Michaux çok üstün bir zekaya sahipti, yetenekliydi, parizyen değil­
di, çok hoştu; onunla her şey hakkında konuşulabilirdi, havadan su­
dan da. Olağanüstü bir zekaydı.
Ya Beckett?
Beckett dikkate değer bir insandı, ama sohbeti ilginç değildi. Bütü­
nüyle kendi kaldı, Fransızcadan hiçbir şey kapmadı. Tuhaf bir tipti,
sözcüğün Fransa'daki anlamıyla bilgili değildi, ama derin bir tarafı
vardı.
Sürgünde biri için kitap, ülkesini ikame eden bir şey mi?
Her yazar muayyen bir biçimde sürgündür.
Romanya'yı özlediniz mi?
Aslına bakılırsa hayır. Şu anlamda ki, ülkemi, kökenlerimi biliyo­
rum. Çünkü Karpatlar'da doğdum; bütün çocukluğumu geçirdiğim
HAYATIMDAKİ BÜYÜK BAŞARI 1 97

ve son derece sevdiğim harika bir köyde. Karpatlar'a tırmanan ya­


maçlar, vahşi dağ kolları vardı; köyümün yarısından fazlası böyle bir
konumdaydı. İlkokuldan sonra babam bana okumaya devam etmek
için Sibiu'ya gitmem gerektiğini söylediğinde, köyümden ayrılaca­
ğım için ümitsizliğe kapılmıştım. Üç ya da dört yıl sonunda bu şeh­
re vuruldum, çünkü çok hoş bir yerdi, oradaki halkların, dillerin ve
kültürlerin karışımı çok ilginçti. Ama daha sonra kafamda tek bir fi­
kir vardı, o da Romanya'yı terk etmekti.
Peki köyünüze dönmeyi canınız çekmiyor mu?
Hayır. Bunun en belirgin nedeni de zihnimde çok belirgin bir anısı
olması.
Modern dönemin iki histerikle, Don Kişot ve Luther'le başladığını
söylediniz.
Bambaşka yazgıları oian kimseler bunlar, diğerlerine benzemiyorlar.
Sürülmüşler neredeyse ...
Siz de kendinizi sürdünüz biraz.
Evet.
İspanyolları seviyor musunuz?

Son derece! İspanya'ya bir nevi tapınma içindeyim. İspanya'daki


tüm çılgınlığı, insanların çılgınlığını seviyorum, ki bu da öngörüle­
mez bir şey. Lokantaya giriyorsunuz, birisi sizinle konuşmaya başlı­
yor. İspanya'daki her şeyin delisiydim. Don Kişot'un dünyasıydı bu.
Muayyen bir zaman boyunca felsefeyi çok sevdiniz, daha sonra bı­
raktınız.
Evet, felsefe sizi kibirle şişirir; kendiniz ve dünya hakkında yanlış
bir fikir verir size. Kant'ı, Shopenhauer'i ya da başka filozofları oku­
duğum zaman, bir tanrı olduğum izlenimine kapılıyordum; canavar
gibi bir şeydim. Felsefe, dışarıda kalanlara karşı tam bir horgörü do­
ğurur; bu anlamda tehlikeli olmasının nedenidir bu. Aşmak için bil­
mek gerekir felsefeyi. Her şeyden önemli olan, hayatla doğrudan te­
mastır.
Şöyle diyorsunuz: "Benim peygamberim Dürer. Yüzyılların geçip gi­
dişini seyreyledikçe, bunun anlamını ifşa edebilecek yegane imgenin
1 98 EZELİ MAÖLUP

Mahşerin Dört Atlısı olduğuna kanaat getiriyorum. " Sevdiğiniz baş­


ka ressamlar da var mı?
Sevdiğim çok ressam oldu, bazılarıyla diğerlerinden fazla ilgilendim.
Sanatlar içinde, müziği tercih ettiğinizi söylediniz bana. Yaşamınız­
da büyük bir rol mü oynadı ?
Müziksiz yaşamın hiçbir anlamı yok. Müzik derinlemesine dokunur
size. Zahiren görünür değildir, ama bizi derinlemesine heyecanlan­
dıran bir şeye dokunur; bunun her zaman bilincinde de değilizdir.
Benim hayatımda muazzam bir rol oynadı. Muazzam. Müziğe du­
yarlı olmayan varlık beni katiyetle ilgilendirmez. Sıfırdır.
Şöyle yazdınız: "Güzellik, yaratmaz, zira muhayyile noksanlığı çe­
ker; halbuki nefret, yaratır ve destek olur. Hayat diye adlandırılan
bu rahatsızlığın esrarı ondadır. " Neden nefret güzellikten daha yara­
tıcı ?
Çünkü daha dinamik. Derinlemesine dokunur. Sonra, içsel olaylar
yaratır bu.
Beni şaşırtan, insanın kendini kurtarmayı başaramadığı hayvansı/ı­
ğı. Sanki kendi şiddetinden kurtulamadan nasıl şedit olduğunu sey­
rediyormuş izlenimine kapılıyoruz. Bizzat siz, eserlerinizde intikam
almaya uğraşıyorsunuz; bir rövanş gibi bu. Bunu nasıl açıklıyorsu­
nuz? Niçin insan bu hayvansılıktan kurtaramıyor kendini?
Daima olmuştur bu, doğal olarak. Şimdi, ilerleme yüzünden daha
güçlüdür, her şey vahimleşmiştir, bir tür gözü dönmüşlük vardır; in­
san her zaman çılgın olmuştur, ama farklı derecelerde. Bunun için,
hayatta kalmak ve belalardan kaçınmak için sürekli bir güvensizlik
gerekmektedir. Çünkü insan bir hayvandır, böyle doğmuştur. Daha
doğuştan kokuşmuştur. Hem sonu umutsuz hem de çok ince bir hay­
vandır. Doğuştan bir zaaftır bu. Tarih nedir? İnsanın insaniyetsizliği­
nin ispatı. Murdar ve horgörülmeye müstahak bir şey. Bunun deva­
sız olduğuna inanıyorum. Olguyu saptayabiliriz, ama yapacak hiçbir
şey yoktur. Şimdi yaşlandım ve insanın çaresiz bir biçimde kötü bir
hayvan olduğunu saptayabilecek kadar yaşadım. Ve buna deva bul­
mak için yapılacak hiçbir şey yok. Sadece, hayvanın, insanın sakin­
leştiği dönemler var. Genel olarak tarih bir rezillik, dolayısıyla deva­
sı yok.
HAYATIMDAKİ BÜYÜK BAŞARI 1 99

Bunun sonucunda, Rousseau'nun düşündüğü gibi insanın iyi doğdu­


ğunu düşünmüyorsunuz.

Temelde bir hata bu! Bütünüyle yanlış. Çocuklara bakın, ne kadar


kötüler! Bunu kabul etmek gerektiğine inanıyorum, zira tercih hak­
kımız yok. İnsan bunu biliyor, hissediyor; hayvanlardan bile beter.
İyiliğin insanın en az tanıdığı duygu olduğunu söylüyorsunuz.

İyi duygularımız olduğunu söylemek hiçbir şeye yaramaz; bu da var­


dır, ama temelde, hayır. Bunun içindir ki -maalesef bu böyle- ger­
çekliği yanılsamaların ardına gizlememek gerekir. Çok kötü ve teh­
likelidir bu. Çocuklara en baştan, "dikkat, dikkat!" demek daha iyi;
yalan içinde yaşamak yerine. İnsan yalan içinde yaşıyor. Sahtekar­
lıklar her zaman var. Hayattaki büyük hayal kırıklıkları buradan ge­
liyor: Hayatın sahte bir suretini çıkartmışız. Sonra, insanın en temel
duygularından biri kıskançlık. Benim görüşüme göre, en derin duy­
gu bu ve söküp atılamaz. Romanya'dan elli yıl önce ayrıldım ve kı­
sa süre önce oradan gelen biri bana, "Paris'te yaşadığınız için sizden
nefret edenlerin sayısını tahmin edemezsiniz," dedi. Rumen kıskanç­
lığı: Onlar için sadece Paris var, Paris'e karşı korkunç bir büyülenme
içindeler.

Tam da kıskançlık yüzünden, hayatta hiç övünmemek gerektiğini bir­


çok kez söylediniz.

Katiyetle! Asla kendiyle böbürlenmemek lazım. İnsanlar acımayı


tercih ediyor. Onlarda sempati uyandıran bu. Zenginlerde de yoksul­
larda da aynı bu. Demin de söylediğim gibi insan, sonu umutsuz bir
hayvan. Her şeyden önce, asla en ufak bir başarıyla böbürlenmemek
lazım. Bu hayati önemdedir. Çok incelikli bir cemiyette bile. Birkaç
yıl boyunca parizyen cemiyetle teşrik-i mesaim oldu; epey ince ve
zeki insanlarla. Ve bir şey fark ettim: Mesela bir akşam yemeğinde,
sonuna kadar kalamayan insanlar oluyordu. Ama bunlar çıkar çık­
maz, kalanların hedefi oluyorlardı; bunun için ben en son kalkıyor­
dum. Kültürlü ve ince kimselerde bu beni çok etkilemişti; özellikle
de beni sık sık davet eden zengin bir hanımın evinde, zengin de olsa
yoksul da olsa insanların birbirine benzediklerini anladım. Şahsi kö­
tülükten bile değildi bu; fakat insan insandan nefret ediyor. İkiyüz­
lülerdi bunlar. Güzel yemekler yiyorduk, çok hoştu, ama insanlar çı-
200 EZELİ MAÖLUP

kar çıkmaz tasfiye ediliyorlardı. Bütün bu kimseler köklü bir biçim­


de kötü değillerdi, ama ruhtaki o gadr güdüsünü, o haksızlık yapma
ve ötekiyi ufaltma ihtiyacını muhafaza ediyorlardı. Yapacak hiçbir
şey yok. Zannediyorum ki bu hep böyle olmuştur. Belki keşişlerde
bu daha az kuvvetlidir... Dolayısıyla insan kötülüğüne alışmıştır,
özellikle de ötekiyi karalama ihtiyacına; hem de yüksek sosyete de­
nilen böyle bir topluluk içinde. Benim için bir vahiydi bu. Tabiatıy­
la Romanya'da yapılan pislikleri görmüştüm, ama Fransa'da ve böy­
le bir toplulukta hayal etmiyordum bunu. Ama bütün yanılsamaları­
nızı yitirebilir ve yine de yaşayabilirsiniz.

Bu insanlar, böyle çekiştirilmeyi hak ediyorlar mıydı ?


Hem evet hem hayır. Cehalet de dahil olmak üzere birçok kusuru
olan çok zengin kimselerdi. Böyle cemiyetlerde insanların yükseldi­
ği, zenginleştiği görülür. Özellikle, iki ayda zengin olan yazarlardı
bunlar.
Hiç sizin de çekiştirdiğiniz oldu mu?
Elbette!
Hak edilmiş miydi?
Biraz abartılıydı, ama bütünüyle yanlış değildi. Fransızların temel
çizgisi kendini beğenmişliktir. Çok eğitimli kimselerde bile. Soyla­
rındaki yara budur. Eklemek istediğim: Çekiştirmiş olduğunuz tip
bunu öğrenmiştir. Cemiyet denen şey budur. Dünya. İlk günah. Kö­
tülük iyilikten daha canlıdır. Dindeki en derin şey ilk günahtır. Do­
ğal olarak günahın damgasını yemişsinizdir ve istediğiniz kadar ça­
ba gösterin, hiçbir şeye hizmet etmez bu, zira günah vardır.
Siyaset adamları hakkında iyi şeyler düşünmüyorsunuz. Size göre
hepsi kötü ve ancak düzenbaz olunduğu zaman siyaset yapılabilir.
Kısmen doğru bu. Masum bir tip siyaset yapamaz, zira pislik biri
olamamaktadır. Saftirik bir siyaset adamı ülkesi için bir felakettir.
Vasat siyaset adamları kafalarında yanılsamalar canlandıran saftirik­
lerdir ve bunun üzücü sonuçları olur. Siyaset adamı saftirikse, tehli­
kelidir: Bunlar basit şeyler gibi görünüyor, ama aslında çok önemli.
İşin tuhafı, kendilerini çok akıllı zanneden kimselerin ne kadar ya­
nıldıklarının hayat tecrübesiyle ortaya çıkmasıdır. Hakiki siyaset
HAYATIMDAKİ BÜYÜK BAŞARI 20 1

adamlan kafalannda yanılsaması olmayanlardır. Yoksa zarar verir­


ler, ülkeleri için tehlikeli olurlar. Bunun içindir ki temiz bir siyaset
adamı o kadar ender görülen bir şey.
Peki sizce insanın yazgısı önceden belirlenmiş midir?
İnsanın yazgısı bellidir. Maalesef işin içine bazen şartlar da kanşır.
Mesela muayyen bir sahada yeteneklisinizdir ve koşullann aksi yön­
de etki ettiği bir ülkede yaşarsınız. Ama oyuna katılabilen bir şans
payı da vardır. Bu size damgasını vurur ve kendinizin efendisi değil­
sinizdir. Doğal olarak, eğer bir yeteneğiniz varsa başarılı olmak da­
ha kolay. Daha iyi bir bahtı olmaya layık muazzam sayıda insan var.
Çok sayıda yetenek böyle yitirilmiştir. Romanya'daki dostlarım ve
Fransız Yahudisi dostlarım arasında, başka bir yazgısı olması gere­
kenler vardı. Özellikle Romanya'da, ama hayat onlan ezdi geçti.
Bundan sonra etkili olan şeyler, savaşlar, ezilen devrimler, tesadüf­
lerdir. Yasa yoktur. Psikoloji neredeyse fantezidendir.
Tanrı 'ya karşı tutumunuz beni özellikle ilgilendiren bir konu. Tanrı '
ya inanıyor musunuz?
Hayır, inanmıyorum. Mümin olmaksızın bütün safhaları katettim,
ama içimdeki din mevcudiyeti gerçektir.
Öyleyse, inanmadığınıza göre, Tanrı'yla bu sürekli mücadele niye?

Şöyle başladı: Babam Ortodoks papazıydı. Bu çok önemli. Bir me­


seleyi halledemediği zaman, birine yardım edemediği zaman çok ıs­
tırap duyuyordu. Annem babam çok ıstırap çekiyorlardı ve bunu
benden saklıyorlardı. Babam bir dua okuduğu zaman, ben ortalıktan
kayboluyordum, zira onun ne kadar ıstırap çektiğini görüyordum.
Dualarından kaçtığımı fark etti. B ense kendi kendime, "Bunca ıstı­
rap çekiliyorsa, her zaman kurban olunuyorsa iman sahibi olmanın
ne hayrı olabilir?" diyordum. Benim iyiye gitmediğimi, neşeli olma­
dığımı gördüler. Erkek kardeşim, babamın bütün çabalanna rağmen
yedi yıl hapis yattı. Babam çok cömertti. Kaderin gadrine uğrayan,
kaderin üzerine çullandığı biriydi babam. Kardeşim muazzam dere­
cede ıstırap çekti.
Sizi şüpheye iten bu mu oldu?
Şüphelenmek için yeterli bir sebepti bu. Aynca Romanya'da bir tar-
202 EZELİ MAGLUP

tışma konusuydu da. Dikkat çekici bir felsefe öğretmenim vardı; çok
zeki, çok ince, büyüleyici biriydi. B ir mümindi, benim hiç inançlı ol­
madığımı ama dinle ilgilendiğimi, çok derin metinler olan ve iman­
lı olsanız da olmasanız da insanı muhakkak etkileyen mistik metin­
ler okuduğumu biliyordu. Sonra Romanya'da haddinden fazla kor­
kunç adaletsizlikler gördüm ve şöyle düşündüm: Dünyayı gözeten
bir tanrı olduğu söylenemez. Ve din için yaratılmadığımı fark ettim.
Ama beni daima ilgilendirdi, inanmadan. Öğretmenim dindar bir ka­
fa yapısına sahipti, ama çok açıktı; parası olmamasına rağmen bir
felsefe gazetesi çıkarıyordu. Çok dosttuk. Beni konuşturuyordu, ha­
fif bir istihzayla beni cevaplıyordu. İçimde olup bitenlerin çoğunu
anlamıştı. O ise, her bireyin içinde üç, dört, hatta beş farklı birey bu­
lunan Balkanlar'da görüldüğü gibi, fantastik bir karışımdı. Görülme­
miş bir psikoloji!
Babam ve annem birbirinden tamamen farklı kimselerdi. Ro­
manya'da farklı safhalar yaşadım, daha o zamandan çelişkilerle do­
luydum. Sonra, Romanya'dan ayrılmak gerektiğini, yurtdışına git­
mek gerektiğini anladım; her ne pahasına. Ama benim için zordu bu;
bir burs bulmam gerekiyordu. Üniversite öğrenimimi bitirmiştim ve
benimle ilgilenen, bana son derece yardımcı olan biriyle tanışma
şansına nail oldum. Bükreş Fransız Enstitüsü'nü yöneten ve Paris
için bursları tahsis eden M. D.'ydi bu. Şimdi buradaysam onun saye­
sindedir. Romanya'dan dönünce Sorbonne'da profesörlük yaptı. Çok
zekiydi, ama profesör olarak sıkıcıydı. Bir yıl boyunca şükranımı
göstermek için derslerine gittim. Ama ölümcül bir azaptı bu: Salağın
biri değildi, ama mizacı yoktu, merak uyandırmıyordu. Bir yılın so­
nunda, kendi kendime, "Yeter artık! Şükranım tükendi," dedim. Da­
ha ileri gitmek imkansızdı.

Fransa'daki ilk kitabınızın çıkışına kadar on yıl nasıl geçindiniz?

Burslarla başımın çaresine baktım.

Mesleksiz yaşamaya karar vermiştiniz, başka bir deyişle özgür ol­


maya, ama bu konuda şöyle yazıyorsunuz: "Hele bir özgür olmayı
deneyin: Açlıktan ölürsünüz. Toplum ancak kô.h köle kô.h zorba gibi
davranırsanız hoşgörür sizi. Gardiyansız bir hapishanedir bu; canı­
nı bırakmadan firar edilemez buradan. "
HAYATIMDAKİ BÜYÜK BAŞARI 203

Katiyetle, özgür olduğunuzda toplum sizi bağışlamaz. Buraya birkaç


metre ötede oturuyordum (kalkıyor ve penceresinden Monsieur-le­
Prince Sokağı'nı gösteriyor), Paris'in göbeğinde. Rateler şehridir bu.
B iliyor musunuz niçin? Çünkü herkes Paris'e belirgin bir başarı fik­
riyle gelir. Ama bu fikir, bu "misyon" çok sürmez. Çünkü başarısız­
lığa uğrarsınız. Benim için mesele çok basitti : Mesleksiz yaşamaya
karar verdim. Hayatımdaki büyük başarı da mesleksiz yaşamış ol­
maktır; mesleksiz yaşamayı başarmış olmaktır. Böyle bir rate şehrin­
de, bir sürü kimseyle karşılaştım; garip, biraz karanlık kimseler, her
türden tipler. Küçük otellerde yaşadım. Burada envai çeşit başarısız­
lık vardır, başarısızlığın şehridir burası.

Peki sizi başarısızlıktan kurtaran ne oldu ?

Daha önce Romanya'da yazmıştım. Beni bir anlığına kurtaran bu ol­


du. Kesinlikle yazmam gerektiğini fark ettim, çünkü bu bir kurtuluş­
tu, ötekilere ziyan vermeyen bir infilaktı; kalkıp da birinin suratını
dağıtmaktan iyiydi.

Kime karşı hiddet duyuyordunuz?

İnsanlığa karşı, düzeni kuranlara karşı. İçsel bir gerilimdir bu ve in­


sanın kendini harcaması gerekir. Sokakta bağıramazsınız. Dolayısıy­
la benim tedavi usulüm insanlığa verip veriştirmek, evrene hakaret
etmek, Tanrı'ya verip veriştirmekten ibaretti. Elbette Tanrı'ya verip
veriştiriyordum, buna hiçbir şey yapılamaz; olağanüstü bir tedavi
usulüdür bu. Eğer Tarın hakkında ve herkes hakkında iyi şeyler söy­
lerseniz, her şey berbat olur. Yazmak, içsel kurtuluştur.

Peki ya Fransız diliyle karşılaşmanız, Fransızca yazmanız?

Benim için bir imtihandı bu. Dillere alışkındım, zira Sibiu'da Alman­
ca, Macarca ve Rumence konuşuluyordu. Fransızca, görünüşte kolay
bir dildir, cevhersiz, yaşamsız; ama aslında öyle her şeyi kabul eden
bir dil değildir. Gerçekte, kolay değildir; görünüşteki kolaylığı alda­
tıcıdır. Gerçek bir kavgaydı bu. İnsanlar, özellikle de Rumenler, bu
dilin birkaç mefhumunu edinince onu bildiklerini zannederler. Fran­
sızca yazmaya başladığım zaman, bir kavgaydı, sürekli bir yüktü.

Kullanılan dile göre farklı düşünüldüğü doğru mu sizce?


204 EZELİ MAÖLUP

Tamamen doğru bu. Almanca biliyorum ve bu dili konuşurken baş­


ka bir dünyada oluyorum. Dil başka bir zihniyet gerektiriyor. Bura­
ya geldiğim zaman Almancayı Fransızcadan iyi yazıyordum.
Şöyle yazdınız: "Tek bir kültür biçimiyle kendini sınırlayan kafalar
beni hiçbir zaman çekmedi. Kök salmamak, hiçbir topluluğa ait ol­
mamak; şiarım bu oldu ve hdla budur. Başka ufuklara dönük olarak,
daima başka yerde olup biteni öğrenmeye uğraştım. "
Önemsiz olduğu söylenen bir kültür sahasında doğmuş olmanın
avantajı, bizi azami bilgilenmeye iten bir meraklılık halidir. Bunun
için Latin Amerikalı ve Doğu Avrupalı kimselerin Batı'dakilerden
daha bilgili ve daha kültürlü olduklannı söylüyorum. Bizim gibiler
için bir gerekliliktir bu.
Sizin için yazmak ne anlama gelir ?
Hayatımda bir şey yapmam gerekti, çünkü mesleksiz yaşıyordum.
Bundan daha karmaşık bir şey değil. Çalışmamaya uğraştım, çok
okudum ve yazdım. Bütün yazdıklarımı depresyon anlarında yaz­
dım. Yazdığım zaman, kendimden, saplantılarımdan kurtulmak için­
dir bu . Kitaplanmın benim bir veçhem olmalarına yol açan budur; az
ya da çok kamufle edilmiş itiraflardır. Yazmak kendi içini boşaltma­
nın bir biçimidir. Bir kurtuluştur. Aksi takdirde, içimizde taşıdığı­
mız, bir kompleks haline gelirdi.
Hala yazıyor musunuz?
İki yıl önce yazmayı bıraktım. Hiç bilmiyorum nasıl oldu. Ama bu
bir süreç. Bıkmıştım artık; çünkü Fransa'da size, "Gelecek kitap ne
zamana?" diye soruyorlar. Bir gün, "Hiçbir zaman, bitti artık! " diye
cevap verdim. Herkes kitap yazıyor ve sonunda tiksindirdi bu beni.
O zaman, bu komediye son verdim. Şimdi de bana, "Neden yazma­
yı bıraktınız?" diye soruyorlar. - "Çünkü Tann'ya ve evrene verip
veriştirmekten bıkmıştım! "
Uzun bir edebi tecrübe sonrasında, bana yazarlık durumu hakkında
birkaç söz söyleyebilir misiniz?
Her zaman sorulan bir soru bu. Her şey, kanaatlerimizin derinliğine
bağlıdır; yazı adına önüne geleni, aşağılanmayı, parasızlığı kabul
edip edemememize; yazıyı artakalan her şeyin üzerine koyup koya-
HAYATIMDAKİ BÜYÜK BAŞARI 205

mamamıza, bütün muhtemel bozgunları -ki hep olacaktır- kabulle­


nip kabullenemememize, kendimize hakim olup olmamamıza. Ken­
dini kabullenmek ve ötekilere bağımlı olmamak gerekmektedir:
Kendi efendinizsinizdir, ama bunu kitaplarınızdan öğreneceklerdir.
Neden bir kitap yayımlanır? Bu kavgayı göstermek için. Dramatik­
leştirmemek gerek; dışarıya yansıttığınız, çıkması gereken, bu iyi ol­
mayacağı için muhafaza edilmemesi gereken, size ait bir şeydir. Bu­
nu bir tedavi usulü gibi görmek gerek. Yazmak, komplekslerinden
kurtulmanın bir yoludur; aksi takdirde, trajik hale gelirlerdi.
Edebiyat bir kurtuluş mu bir protesto mu?
Bir kurtuluş. Yolunda gitmeyen her şeyin infilak etmesi lazımdır; bu­
nu söylemek gerekir ve bir infilaktır bu. İnsanın yükünden kurtul­
mak için yine de etkili şey ifadedir. Hiçbir zaman olumsuz değildir
bu. Bir badirenin yükünden kurtulmanın bir yolu varsa, kaçınmamak
lazım.
Edebiyat türü olarak neden parçayı seçtiniz?
Bu çok karmaşık, çünkü aslında kitap yayımlayayım diye yazma­
dım. Fakat sadece doğrudan bir duyguya ifade vermek için yazdım.
Bir kitap yazma fikriyle değil, yani hayatımın bir anı. Hayatımın bir
sayfası.
Edebiyat ödüllerine hep karşı koydunuz.
Kibir çok derin ve kısmen irsi bir zaaftır; özellikle de Paris'te yaşa­
yan kimselerde. Hayatımda yoksulluk anlarından geçtim ve bana bir
ödül önerdikleri zaman, "Herkesin önünde para almıyorum," diyor­
dum. Bir tarafta gurur vardı, sonra da reklamın reddi. Tam anlamıy­
la aç kalmadım, çünkü birkaç yıl öncesine kadar bir öğrenci yaşamı
sürdürdüm. Benimsenme, cezaların en beteridir.
Eninde sonunda, yazardan sadece
birkaç cümle kalır

Bu söyleşi ilk kez Almanca çevirisiyle, Michael Jacob'un Aussichten des


Denkens adlı kitabında yayımlanmıştır (Wilhelm Fintz Verlag, Münih, 1 994 ) .

MICHAEL JACOB: Sizi okurken, diyaloğa inanmadığınız izlenimine


kapılıyor insan. Ayrıca her randevunun bir tür çarmıha gerilme ol­
duğunu söylüyorsunuz . . . Sizinle bir söyleşi yapmanın ne kadar zor
olabileceğinin bilincindeyim, ama yine de bunu denemek için bura­
dayım. Romanya'daki çocukluğunuzla başlasak? Çocukluğunuz ha­
la hatırınızda mı?
CIORAN: Evet, olağanüstü bir biçimde hatırlıyorum. Raşinari'de
doğdum, Karpatlar'da bir dağ köyü, Sibiu-Hermannstadt'a 1 2 km
uzaklıkta. B u köyü çok seviyordum; on yaşında Sibiu Lisesi'ne git­
mek için oradan ayrıldım. Babamın beni şehre götürdüğü o günü, da­
ha doğrusu o anı hiç unutmayacağım. Bir at arabası kiralamıştık, ben
ağlıyordum, sürekli ağlıyordum, çünkü cennetin bittiğini seziyor­
dum. Bu dağ köyü, benim gibi bir çocuk için büyük bir nimetti: Sa­
bah kahvaltıdan sonra öğlene kadar ortadan yok olabiliyordum; eve
dönüyordum ve bir saat sonra yeniden dağlarda yok oluyordum. On
yaşına kadar sürdü bu. Daha sonra, yüksekte oturmanın başka bir
"avantajı" oldu: 1 9 1 4 Savaşı sırasında annemle babam -Rumen ol­
maları yüzünden- Macarlar tarafından tehcir edildiler; erkek karde­
şim, kız kardeşim ve ben, anneannemizin yanında kaldık; kısacası,
bütünüyle özgürdük! İdeal bir dönemdi bu! Köylüleri çok seviyor­
dum; köylülerden daha fazla da çobanları seviyordum: Onlara adeta
tapıyordum. Bu dünyadan ayrılmak zorunda kaldığımda, içimde bir
şeyin hepten kırıldığı hissine kapıldım. Ağlıyordum, ağlıyordum,
bunu hiç unutmayacağım.
YAZARDAN BİRKAÇ CÜMLE KALIR 207

İnsan sizi dinlerken, doğduğunuz yerden resmen koparılmış olduğu­


nuz hissine kapılıyor.

Doğduğum topraktan ve onca sevdiğim o ilkel dünyanın verdiği öz­


gürlük duygusundan. Sonunda kendimi Sibiu'da buldum; Avusturya­
Macaristan'ın çok önemli bir şehriydi; birçok asker bulunan bir sınır
şehriydi. Üç kavim, söylemek zorundayım ki facia çıkarmadan, bir
arada yaşıyordu: Almanlar, Rumenler ve Macarlar. Belki tuhaf bir
şey, ama bu beni hayatımın sonraki kısmında çok etkiledi: Sadece
bir dil konuşulan bir şehirde yaşayamam, hemen sıkılınm. Tam da
bu üç kültürün çeşitliliğini seviyordum, tabii ki gerçek kültür Al­
mandı; Macarlarla Rumenler, Almanların elinden kurtulmaya çalı­
şan köleler gibiydiler. Bu Sibiu şehrinde, benim için çok önemli olan
bir Alman kütüphanesi vardı. Ne olursa olsun, doğduğum köy, ayn­
ca Paris'ten sonra, Sibiu (Sibiu-Hermannstadt ya da Macarcada
Nagyszeben) dünyada en çok sevdiğim, sevmiş olduğum şehirdir.
Eğer nostalji sözcüğünün bir anlamı varsa, herhalde böyle bir şehir­
den ve de köyümden ayrılmak zorunda kalmış olmanın pişmanlığı­
dır. Aslında tek hakiki dünya, her şeyin mümkün olduğu, ama hiçbir
şeyin fiiliyata geçmediği ilkel dünyadır.

Aslında birçok kez yerinizden koparıldınız galiba?

Evet, birçok kez. Önce çocukluğumdan ayrılma olgusu var, ondan


sonra da Sibiu'daki yaşamımdan ... Sibiu neden benim için önemli bir
şehir oldu? Çünkü hayatımdaki en büyük faciayı burada yaşadım;
senelerce süren ve ömrümün kalan kısmına damgasını vuran bir fa­
cia. Yazdığım her şeyin, düşündüğüm her şeyin, hazırladığım her şe­
yin, bütün avareliklerimin kökeni bu faciadadır: Yirmi yaş civarın­
dayken uykuyu yitirdim ve bunu insanın başına gelebilecek en bü­
yük facia gibi görüyorum. Saatler boyunca bütün şehri dolaştığımı
hatırlıyorum - Sibiu, Ortaçağ'dan kalma çok güzel bir Alman kenti­
dir. Yani geceyarısına doğru çıkıyordum ve sadece sokaklarda dola­
şıyordum; tek tük fahişeler ve ben, ıssız bir şehrin içindeydik, tam
bir sessizlik, taşra. Saatler boyunca sokaklarda dolanıyordum, bir
nevi hayalet gibi. Daha sonra yazdığım her şeyi bu gecelerde tasar­
ladım. İlk kitabım, Pe culmile disperarii ("Ümitsizliğin Dorukların­
da") bu döneme dayanır. 22 yaşında yazdığım bir kitaptır bu, bir tür
vasiyetname, çünkü intihar edeceğimi düşünüyordum. Ama hayatta
208 EZELİ MAÖLUP

kaldım. Çünkü hiçbir mesleğe el atmamıştım; bu da çok önemli ol­


du. Aslında geceleri uyumadığım ve şehirde dolaştığım için, gün­
düzleri hiçbir işe yaramayacak halde oluyordum, bir meslekle uğra­
şamıyordum. Lisansım vardı, Bükreş'te felsefe öğrenimimi bitirmiş­
tim vs., ama öğretmenlik yapamıyordum; çünkü bütün geceyi uyku­
suz geçirdikten sonra, öğrencilerin karşısında soytarılık edemezsi­
niz, sizi ilgilendirmeyen şeylerden söz edemezsiniz. Yani dünyaya
bakışımın kökeninde, bu Sibiu geceleri vardır.
Ama bu geceler, aynı zamanda, sizin olağanüstü bir alan, dolayısıy­
la açık ve büyüleyici bir alan keşfetmenize olanak verdi.
Orası muhakkak. Ama benim durumumda, şeylere bakışımın bir ev­
veliyatı vardı. Şeylere böyle yaklaşmaya çok erken başladım, ama
bunu 20 yaşından itibaren sistemli bir şekilde anladım. Öncelikle be­
lirtmeliyim ki babam papazdı, fakat annem dindar değildi; belki de
bundan ötürü, babama nazaran tuhaf bir şekilde çok daha bağımsız
bir kafa yapısı vardı. Mesela 20 yaşında olduğum sıralar, bir gün -sa­
at öğleden sonra ikiydi, çok iyi hatırlıyorum- annemin önünde ken­
dimi bir kanapenin üzerine atıp "Artık dayanamıyorum," dedim. An­
nem, "Bilseydim kürtaj yaptırırdım," diye cevap verdi. Üzerimde
olağanüstü bir etki yaptı bu, ama hiç olumsuz değil. Baş kaldırmak
yerine, hatırlıyorum, bir nevi tebessüm geldi yüzüme; bir ifşaat gibi
oldu; tesadüfün meyvesi olmak, h içbir zorunluluk olmaksızın ... İşte
bu bir tür kurtuluş oldu. Ama ömrümün kalan kısmına damgasını vur­
du. Annem Rumence yazdığım şeyleri okuduktan sonra (Fransızca
bilmiyordu), tuhaf bir şekilde bunları az çok kabul etmişti. Babam ise
aksine çok mutsuzdu; inanç sahibiydi ve fanatikleşmeden papazlık
mesleğiyle iştigal ediyordu; tabii ki yazdığım her şey onu müşkül du­
rumda bırakıyordu, ne tepki göstereceğini de bilemiyordu. Sadece
annem anlıyordu beni. Bu çok tuhaftı, çünkü başlangıçta onu küçüm­
süyordum, ama bir gün bana şöyle dedi: "Benim için sadece Bach
var". O andan itibaren, ona benzediğimi anladım; gerçekten de ondan
bana birçok kusur kaldı, ama birkaç meziyet de var. Bunlar, bir haya­
ta damgasını vuracak cinsten ifşaattır. Ve o sırada ne oldu biliyor mu­
sunuz? Bir kitap yazdım (ikinci ya da üçüncü kitabım): Des larmes et
des saints ("Gözyaşları ve Azizler Üzerine"). Romanya'da 1 937 yı­
lında basılan bir kitaptır bu. Bu kitap müthiş kötü karşılandı; ilkin ya­
yıncı, hem de kitap neredeyse hazırken --0 Bükreş'teydi, ben de o dö-
YAZARDAN BİRKAÇ CÜMLE KALIR 209

nemde Braşov'daydım- bana telefon edip kitabı yayımlamayacağını


söyledi. Aslında kitabı okumamıştı, baskı sırasında ona, "Bu kitabı
okudunuz mu?" diye sorulmuştu. O zaman okumuştu ve bana, "Ben
servetimi Tann'nın sayesinde kazandım, kitabınızı yayımlayamam,"
dedi. (Gülüşme) Bu çok Balkanlar'a özgü bir şeydir. Ona, "Ama bu
derinlemesine dini bir kitap," dedim. Cevabı, "Belki öyledir, ama ben
istemiyorum," oldu. Fransa'ya geldiğim sene oldu bu. Ona, "Ülkeden
ayrılmak zorundayım, bir ay içinde Paris'te olmalıyım," dedim.
"Mümkündür, ama kitabınızı istemiyorum." İşte bütün cevabı bu ol­
du ! B ir kahvehaneye gittim, ümitsizdim, kendi kendime "Ne yapaca­
ğım?" diye düşünüyordum. Bu kitabı epey seviyordum, çünkü dini
bir buhranın ürünüydü ve sonuçta bir yayıncı, daha doğrusu bir diz­
gici-matbaacı buldum. Bana, "Bunu sizin için basacağım," dedi. O
zaman Romanya'dan ayrılıp Fransa'ya geldim. Kitap benim yoklu­
ğumda, 1 937'de çıktı ve çok kötü karşılandı; örneğin Eliade bu kita­
ba karşı bir makale yazdı. Annemle babam zor durumda kaldılar; an­
nem Paris'e yazdı: "Kitabını anlıyorum, vs., ama bunu biz sağken ya­
yımlatmaman gerekirdi, zira babanı çok zor duruma düşürdün; beni
de ... Ortodoks Kadınlar'ın başkanı olduğum için şehirde benimle alay
ediliyor." O zaman da benden kitabı geri çekmemi istediler; ama ki­
tap yayıncısız çıkmıştı, dolayısıyla dağıtımı yapılmamıştı. Bu işler
Batı'da başka bir şekilde yapıldığı için, Balkanlar'a özgü bu olayı
açıklamak zor bir şey. Kitap hiç dağıtılmadı, kitapların başına ne gel­
diğini hiç bilmiyorum, çoğu yok edilmiştir muhtemelen. Annem yine
de bu kitabı anladı; bana, "İçinde bir kopma yaşadığın görülüyor; bir
yanında küfür, öte yanında nostalji var," dedi. (İnsanın anne-babasın­
dan söz etmesi budalaca, ama yine de bir anlamı var.) Bu kitap, uyku­
suz gecelerle örülmüş bir buhranın vardığı noktadır. Bundan dolayı­
dır ki uyuyabilen insanları her zaman horgördüm, ki bu da oldukça
saçma, çünkü tek bir arzum vardı, o da uyumaktı. Yine de bir şeyi an­
ladım: Uykusuz geceler hayati önemdedir!
Eser ürettiğimiz uykusuz geceler bunlar. . .
Sadece o değil, bilhassa anladığımız geceler. Bakınız hayat çok ba­
sit: İnsanlar sabahlan kalkıyor, günlerini geçiriyor, çalışıyor, yorulu­
yorlar; sonra yatıyor, uyanıyor ve diğer bir güne başlıyorlar. Olağa­
nüstü bir olay olan uykusuzluk hastalığı kesintileri ortadan kaldırır.
Uyku, bir sürecin arasına girer. Halbuki hiç uyku uyumayan kişinin
210 EZELİ MAGLUP

zihni, gecenin ortasında da açıktır, her an açıktır, onun için gece ile
gündüz arasında fark yoktur. Bir türlü bitmek bilmeyen zamandır bu.
Hiç uyku uyumayan kişi başka bir zamanda mı yaşar?
Mutlaka. Başka bir zaman ve başka bir dünyadır bu. Madem ki ha­
yat ancak kesintiler olursa çekiliyor... Aslında, niçin uyuruz ki? Pek
öyle dinlenmek için filan değil... unutmak için. Uykuyla geçen bir
gecenin sonrasında, sabah uyanan tipte, bir şeye başlıyor olma yanıl­
saması vardır. Ama sizi bütün gece uyku tutmadıysa, hiçbir şeye baş­
lamazsınız. Sabahın sekizinde, akşam saat sekizdekiyle aynı hal
içinde olursunuz ve zorunlu olarak şeylere bakış açınız tümden de­
ğişir. Hiçbir zaman ilerlemeye inanmadıysam, kendimi bu aldatma­
caya hiç kaptınnadıysam, aynca bundan dolayıdır.
Dünyanın olumsuz açıdan görüldüğü bir zaman mı söz konusu ?
Olumsuz veya olumlu, nasıl isterseniz, ama başka bir zaman duygu­
nuz olur. Geçen zaman değildir bu, geçmeyen zamandır. Ve bu sizin
hayatınızı değiştirir. Bunun içindir ki uykusuz geceleri hayatta yaşa­
nabilecek en büyük tecrübe gibi değerlendiriyorum; ömrünüzün ka­
lan kısmına damgalarını vururlar. Vaktiyle sanıklara neden uyumala­
rı engellenerek işkence edildiği anlaşılıyor: Birkaç gecenin sonunda,

her şeyi itiraf ediyorlardı ! İnsanın sırrı, hayatın sırrı, uykudur. Haya­
tı mümkün kılan budur. Kesinlikle inanıyorum ki, insanlığın uyuma­
sı engellenseydi, benzeri görülmemiş katliamlar olurdu, tarih biter­
di. Bu olgu gözlerimi nihai olarak açtı adeta. Şeylere bakışım bu uy­
kusuz gecelerin sonucudur; bunlara, "ruh nöbetleri" demek cüretini
gösteriyorum, iddialı bir şey bu, ama eninde sonunda da budur. Çok
ilginç bir olay da şu: Felsefeye, felsefe diline olan o hayranlığım
-felsefi tenninolojiye çılgıncasına tutkundum-, o batıl inancım,
böyle diyorum çünkü doğrusu bu, uykusuz geceler tarafından süpü­
rüldü. Çünkü bunun bana bir yardımının dokunmadığını gördüm;
hayata tahammül etmeme yardımı oluyordu, ama geceleri olmuyor­
du. Böylelikle felsefeye olan inancımı yitirdim.
Fakat edebiyatçılar arasında birçok dost buldunuz ...
Evet, katiyetle. Felsefenin bana yardımı olmadığını gördüğüm anda,
filozofların söyleyecek hiçbir şeyleri olmadığını gördüğüm anda ol­
du bu. Her halükarda benim tercihim yazarlardır. Benim için, Dosto-
YAZARDAN BİRKAÇ CÜMLE KALIR 21 1

yevski en büyük dehadır, en büyük romancı, hangi yüce sıfatı ister­


seniz onu koyun. Rusları muazzam derecede çok okudum, Çehov'u
da, tabiatıyla.
Dostoyevski okumaya ne zaman başladınız?
Kendimi bildim bileli okurum onu. Ama onu ancak daha sonra anla­
dım. Ecinniler'i uykusuz geceler döneminde anladım. Aslına bakılır­
sa ben bir tek büyük hastalan seviyordum; hasta olmayan bir yazar
benim için neredeyse otomatik olarak ikinci dereceden bir tiptir.
Gözyaşları ve azizler üzerine olan kitabınızdaki o aynı zamanda hem
fahişe hem de azize olan kadın kavramı çok Dostoyevski tarzında.
Evet, gerçekten. Size bu kitabın benim hayatımda ne gibi bir önemi
olduğunu anlatayım. Braşov'daydım, hayatımda çalışmayı başarabil­
diğim tek yıl oldu bu. Lisede felsefe öğretmeniydim, fakat bu mes­
leğin benim için imkansız olduğu kısa zamanda ortaya çıktı; kafam­
da tek bir fikir vardı: Okulu bırakmak ve bu durumdan kurtulabil­
mek için Fransa'ya gitmek. Braşov Lisesi'ndeki kısa dönem hakika­
ten felaket oldu; öğrencilerimle, öğretmenlerle, müdürle, kısacası
herkesle dert çıktı. Sonunda Paris'e gitmeyi başardım, ama daha ön­
ce de söylediğim gibi, azizler üzerine kitabım çıktığında, herkes üs­
tüme geldi. Sadece, on yedi yaşında genç bir Ermeni kızı, beni altüst
eden bir mektup gönderdi. Dolayısıyla, dini bir endişem olsa dahi,
asla iman sahibi olamayacağımı bana kesin olarak anlatan bir başa­
rısızlık oldu bu. Aslında çok önemli bir yanılsamadan kurtuldum ...
Mistikleri yeniden okudum, ama onlarda sevdiğim şey, o aşırı taraf­
larıydı; özellikle de Tanrı'yla, tabir caizse, dobra dobra konuşmala­
rıydı. Bana gelince, kendime ne kadar ıstırap verirsem vereyim, yi­
ne de iman benim için imkansız bir şey olarak kalıyordu. Halen bu­
gün dahi, tamamen dindışı bir insan olduğumu söyleyemem; benim
gözlemlediğim, bir inanma imkansızlığı. İnanç bir bağıştır. Tabii ki
bir sürü insan bu konuda belirsiz bir tavrı sürdürür, ama benim için
imkansız bu.
Demek ki o zaman, mistik filozoflar size göre bir Hegel, ya da bir
Kant'tan daha önemliydiler. . .
Son derece önemli. Avilalı Azize Tereza hayatımda çok büyük bir rol
oynamıştır; Edith Stein'ın yaşamöyküsünü okuduğumda da altüst ol-
212 EZELİ MAGLUP

dum... B ilir misiniz nasıl dindar olmuş? Bir gün, filozof olan bir
kadın arkadaşının evine gitmiş, evde arkadaşının bir saat sonra dö­
neceğini belirttiği mesajı bulmuş; Edith Stein beklerken Avilalı Azi­
ze Tereza'nın yaşamını okumaya dalmış ve allak bullak olmuş ... Di­
ne yeniden dönüşünün kökeni budur. Oysa Edith Stein üzerine yazı­
lan tüm makalelerde bu duruma çok şaşırıyorlar, çok ilginç olduğu
tespitini yapıyorlar, halbuki hiç ilginç değil: Avilalı Tereza'nın sizi
gerçekten altüst eden bir tonu var... Kuşkusuz ben yeniden dine dön­
medim, çünkü dini yeteneğim yok; Azize Tereza bana muazzam şey­
ler öğretti, kelimenin tam anlamıyla altüst oldum, ama imanla doğu­
luyor... Her türlü buhranı yaşayabilirim, bizzat iman buhranı hariç,
ki o da bir buhrandır, ama bana ait olmayan bir buhran biçimidir.
Başka bir deyişle, buhranı bilebilirim, ama imanı bilemem. Avilalı
Tereza'ya sınırsız bir hayranlık duyuyordum, ateşliliğine ve "bulaşı­
cı" tarafına ... Fakat iman sahibi olacak bir yapıda değildim; benim
için en yakın çehrelerden biri olarak kaldı; o zamanlar gülünç bir du­
ruma dahi düşmüştüm, çünkü her gittiğim yerde sadece ondan bah­
sediyordum.
İşte tutkularını gizlemeyen biri...

Orası kesin. Ama tutkulu bir tip olmaktan ziyade, saplantılı bir tipim.
Bunu tüketmem gerek. Benim fikir değiştirmem için gerekçeler yet­
mez, ancak yorgunluk ve bir saplantının tükenmesi gerekir. Bunun
imanla ilişkisi var. Ama hayatta en önemli şeyin tesadüfler olduğu­
na inanıyorum; görünürde küçük olan şeyler. Daima hassas oldum,
daima tanımadığım insanlarla konuştum ve bu karşılaşmalardan mu­
azzam öğrendim: En önemlisi bu. Özellikle de biraz arızalı tiplere
düşkünlüğüm vardır. Romanya'dayken, Sibiu'nun 60 bin nüfusu için­
de, biraz kaçık tiplerin hepsini tanıyordum.
Ya şairler hakkında ne dersiniz?
Şairler de bunların içinde. Ama bir de çok Balkanvari olan rate olgu­
su var, yani kendini hayata geçiremeyen, her şeyi vaat eden ve vaat­
lerini tutmayan çok yetenekli tip. Romanya'daki büyük dostlarım,
hiç yazarlar falan değil, ratelerdi. Benim üzerimde büyük etki yara­
tan özellikle bir insan oldu, ilahiyat öğrenimi yapmış bir tipti ve pa­
paz olacaktı; yalnız bunun için evlenmesi gerekiyordu. Düğünün ya­
pılacağı pazar günü, herkes onu beklerken, bunun bir delilik olduğu-
YAZARDAN BİRKAÇ CÜMLE KALIR 213

nu düşündü v e ortadan yokoldu. Kilisede bütün gün onu bekledik,


sonra onu aylarca görmedik. Üzerimde çok büyük etkisi oldu. Hiç­
bir yeteneği yoktu, yazamıyordu ve çok az okuyordu; ama insan ta­
biatı hakkındaki bilgisi, doğuştan psikoloji yeteneği, düpedüz olağa­
nüstüydü. B irisi hakkında yanıldığını hiç görmedim. Cinai ve saldır­
gan olan mutlak bir zihin açıklığına sahipti. Onu düzenli olarak gö­
rüyordum; hayatımda en çok yer eden anılardan biri, onunla Braşov'
da sabah saat 5'e kadar birlikte sokaklarda geçirdiğimiz bir gecedir.
Bütün gece dolandık durduk; bu konuşmanın sonunda başım döndü,
çünkü birlikte her şeyi yıkmıştık, bütün her şeyi. Yadsımada benden
çok daha kuvvetliydi, çok çok daha kuvvetli. Bu gece görüşmesi sı­
rasında, bana hayatındaki birçok sım da anlattı, hiç kimseye söyle­
mediği şeyler. Ona doğrudan çok şey borçlu olduğumu söylemiyo­
rum, ama yine de benim için çok önemli bir muhataptı, çünkü nere­
ye kadar gidilebileceğini onunla anladım. Yadsımada, o hakikaten sı­
nıra kadar gitmişti.
Sizin yadsımanız kitaplarda mı devam etti?
Kitaplarda, ama sadece orada değil. Her halükarda benim için bu
adam, ümitsiz ve tehlikeli bir zihin açıklığı vakasını temsil ediyordu.
Aslında zihin açıklığı zorunlu olarak hayatla bağdaşan bir şey değil,
hem de hiç değil. Bu tür yadsıma, intiharın ötesine gidebilir; gerçek
hiçliktir bu, hiçliğin mutlak bilincine gelinir. Söylemek gerekir ki bu
da varoluşla bağdaşır değildir. Bu anlarda, intihar etme ya da dindar
olma ya da bilmem ne yapma arasında tercih hakkımız vardır; haya­
tımda birçok defa içine girdiğim bir uç sınırdır bu, ama hiçbir zaman
bu adamdaki şiddette olmadı. İşin garibi, bu adamın, müreffeh ve
huzurlu biri olduğu intibamı yaratacak derecede şişman bir tip olma­
sıydı. Önümde herkesi infaz etti; ortak dostlarımızı filan, hepsini ...
Kötü bir insan değildi, bir it de değildi, ama hiçbir konuda en ufak
bir yanılsamaya kapılamıyordu. Bu da bilginin bir biçimidir - zira
aslında bilgi nedir ki? B ir şeyin yıkılması değilse ...
Netameli bilgi mi?
Bir tek netameli bilgi değil; sonuna vardırılan her bilgi tehlikeli ve
netamelidir, çünkü -bizzat hayattan söz ediyorum, felsefi olduğu
söylenen bilgilerden değil- hayatın mümkün olması, sadece ucuna
kadar gidilmediğindendir. B ir girişim ancak asgari bir yanılsamamız
214 EZELİ MAÖLUP

varsa mümkündür; yoksa mümkün değildir. Toptan zihin açıklığı,


hiçliktir. Dostumdaki iblisçe tarafı göstermek için bir örnek verece­
ğim size. Bir gün, genç bir kadına tutulmuştum. Kadının cazibesine
fazlasıyla kapıldığımı görmüştü, bana şöyle dedi: "Kaçıklık bu yap­
tığın! " Kadını yeni tanımıştım, yıldırım aşkıydı, bunu biliyordu ama
devam etti: "Acaba ensesine baktın mı?" Ona, oradan başlamadığı­
mı söyledim. "İyi bak," dedi bana. Bunu çok aptalca buluyordum,
görülmemiş bir bayağıhktı, ama yine de dediğini yaptım, baktım ve
ensesinde bir sivilce olduğunu fark ettim. Her şeyimi yerle bir etmiş­
ti ! Beni müthiş bir şekilde etkiledi, içindeki o iblis. Bu tipin papaz
olması saçmaydı, herhalde o da bilinçsizce bunu hissetmişti, evlene­
ceği gün kirişi kırdığına göre ... Hayata karşı olumsuz bir bakış açısı
vardı; ama olumsuz hayat görüşü zorunlu olarak yanlış bilgi demek
değildir, hayatın kendisiyle bağdaşmaz olan bir biçimdir sadece.

Bu tip, Balkan Dünyası'nın saf bir ürünü mü?

Orası kaçınılmaz ... , ölçü noksanlığından ötürü. Fazla uzağa gidilir.


Batı, Fransız Uygarlığı, bütün nezaket fikri - nedir bunlar? Düşüne­
rek kabul edilen sınırlardır bunlar. Daha uzağa gitmek yoktur -değ­
mez- zevksizliktir. Ama Balkanlar'da uygarlıktan söz edemeyiz, öl­
çütler yoktur. İnsan aşırılığa yönelir; Rus Dünyası da, Rus Edebiya­
tı da hemen hemen budur. Mesela can sıkıntısı olgusuna karşı çok
hassasım. Bütün hayatım boyunca canım sıkıldı - Rus Edebiyatı da
can sıkıntısı çevresinde döner, sürekli hiçliktir bu. Ben de, sıkıntı ol­
gusunu belki patolojik biçimiyle yaşadım; ama bunu yaşadım çünkü
sıkılmak istiyordum. Mesele şu ki her yerde sıkıldığınız zaman, her
şey berbat olur, değil mi?

Bu anlamda sıkıntı, başka olana, farklı olana ait zamansal/ık kate­


gorisinin bir parçası mı oluyor?

Evet, tam olarak böyle, çünkü sıkıntı sonuçta zaman ekseni üzerin­
de döner; zaman dehşeti, zaman korkusu, zamanın açığa çıkması, za­
man bilinci ekseni üzerinde döner. Zamanın bilincinde olmayanlar
sıkılmaz; hayat ancak, geçen her anın bilincinde olunmazsa taham­
mül edilebilen bir şeydir; yoksa bizim için her şey berbat olur. Sıkın­
tı tecrübesi, azmış zamanın bilincidir.
YAZARDAN BİRKAÇ CÜMLE KALIR 215

Fransa'ya gelişinizi anlatmadan önce, Romanya'da yaşamış olduğu­


nuz önemli bir tecrübe hakkında bir şeyler anlatmanızı isterdim:
Macar işgali ve bunun bir Rumen çocuğunda yarattığı bunaltı, Ma­
car jandarmasının çehresi gibi. . .

Daha önce söylediğim gibi küçük bir köyde oturuyordum v e otorite­


yi temsil eden bu polis memuru bizi korkutuyordu. Bunun milliyet­
çilikle bir alakası yok, o devirde bir çocuktum; ama Rumence konuş­
mayan bu üniformalı tip, bir dağ köyünde tuhaf bir mevcudiyetti.
Eğitimlerini Macarca almış olan annemle babam bu duyguları hiç
hissetmiyorlardı. Milliyetçilik henüz, daha sonra alacağı önemi ka­
zanmamıştı, çünkü Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nda benim
yasallık batıl inancı diye adlandırdığım bir şey vardı. Temelde yürü­
meyen bir şey vardı, ama gündelik akışta herkes birbirine saygı gös­
teriyordu. Gerçek anlamıyla bir zorbalık rejimi değildi, başka bir
şeydi; aynı bölgede altı halkın bir arada yaşaması ve içlerinden biri­
nin otorite haline g�lmiş olmasına bağlıydı - mesele buydu ve bunun
nefretle bir alakası yoktu. Ufak bir çocuğu korkutan Macar jandar­
ması imgesinden çok daha karmaşık bir şeydi. Transilvanya Roman­
ya'da başlı başına bir olgu olarak kalır. Orada yaşadığım zaman, pek
o kadar kötü de olmayan bir imparatorluğa aitti.

Romanya döneminizde sizin için önemli olmuş olan Rumence oku­


malarınız hangileri? Size bu soruyu soruyorum, çünkü söyleşimize
başlamadan önce George Bacovia'dan söz ediyorduk . . .

Şahsen Rumen edebiyatıyla çok fazla ilgilenmedim; Bacovia'yla il­


gilendim çünkü çok meşhurdu. Her halükarda, Romanya'da sadece
şiirde özgünlük vardı. Ben de o dönemde özellikle filozoftan oku­
yordum.

Mircea Eliade ile tanışmanız bu dönemde mi oldu?

Evet, hatırlıyorum, Hindistan'dan yeni dönmüştü. Oraya gitmiş olan


tek Rumen'di ve bizim için tamamen yeni bir şey getiriyordu; önem­
li bir şey. O dönemde arkadaştık, daha sonraki ilişkimizden çok da­
ha yakındık. Aramızda bir kadın yüzünden herkesin önünde epey
ciddi bir çatışma oldu. Şimdi ölmüş olduğuna göre anlatabilirim, ne­
den olmasın? Metafizikçi olan sanatçı bir kadın vardı ve Romanya'
da epey ender görülen bir şeydi bu; çok tutkulu bir kadındı ve çok
216 EZELİ MAGLUP

iyi bir aktristi. Çok genç olan ve Hindistan'dan dönen Eliade'a aşık
olmuştu ... Bu bir anekdot, ama her şeye rağmen bir anlamı var. Ben
bu kadını Bükreş'te tanımıştım ve dost olmuştuk; onu fiziksel olarak
hiç güzel bulmuyordum; bence fazla köylüydü, Rus-Moldav köylü­
süydü, bir Rus köylü kadını yüzü vardı, ama son derece ilginç ve
kültürlü bir kadındı. Eliade'a çılgın gibi aşıktı ve birbirlerine Sibiu'da
randevu vermişlerdi. Kadın Sibiu'ya on gün önceden gelmişti ve o
sırada Eliade bana bir telgraf göndererek gelmeyeceğini bildirdi.
Kadın önümde bayıldı ve hakikaten öleceğini sandım. Dolayısıyla
Eliade onu terk etmişti ve bunu Balkanvari bir biçimde yapmıştı.
Bunun üzerine Eliade hakkında çok şedit bir makale yazdım, ama
hiç kimse bunun ne anlama geldiğini anlamadı; bir nevi infazdı.
Peki Eliade anladı mı ?
Katiyetle, bizzat makalenin nedeni de buydu. Bu metni bir daha hiç
yayımlamadım, ama Eliade'dan söz ettiğim Exercices d'Admiration
adlı kitabımda buna imada bulunuyorum. Bu olay aramızda bir kop­
madan ufak, ama yine de çok ciddi bir şey yarattı. Çok nazik bir ko­
nuya müdahale etmiştim ve makalem hem eserini hem şahsını, her
şeyi ufaltıyordu.
Bu anlattığınız anekdotta derin olan şey, her yazının nasıl bir yeral­
tı sesi gizlediğini göstermesi. . .
Bütün fiiliyatımızın ardında yatan şeyler var; psikolojik açıdan il­
ginç olan da budur, sadece yüzeyi biliriz, yapma tarafı. .. Dile getiri­
len şeyin içine girilir, ama önemli olan, dile getirilmemiş şeydir,
zımni olan şeydir, bir davranışın ya da bir sözün sım. Bundan dola­
yı başkaları hakkındaki ve kendimiz hakkındaki yargılarımızın bir
bölümü yanlıştır. Bayağı taraf kamufle edilmiştir. Oysa bayağı taraf
derindir, hatta varlıklarda en derin olan ve içine en çok giremediği­
miz şey odur diyebilirim. Büyük yazarlar tam da bu "aşağıları" duy­
ma gücünde olanlardır, özellikle de Dostoyevski. Derin, ve göründü­
ğü kadarıyla bayağı olan her şeyi açığa çıkarır; ama bu bayağılıktan
da fazla bir şeydir, trajiktir; bunlar, hakiki psikologlardır. Ben, ro­
man yazan ve başarısızlığa uğrayan birçok kişi biliyorum -Eliade bi­
le birçok roman yazdı ve başarısızlığa uğradı- niçin? Çünkü sadece
yüzeydeki olguları dile getirirler, duyguların kökenini değil. B ir
duygunun kökenini kavramak çok zordur, ama önemli olan budur ve
YAZARDAN BİRKAÇ CÜMLE KALIR 217

bu bütün olgular için doğrudur: Dini inanç, vs. Nasıl başladı? Niçin
devam ediyor? Hedef de buradadır, nereden geldiğini de sadece ke­
hanet gücü olanlar görebilir. Ve de buna akıl yürütülerek varılmaz.
Okumalarınızda da bu "köken "i arıyor musunuz?
Evet, hayatımda da arıyorum. Dile getirilen, düşüncenin sadece bir
parçasıdır. Bunun için az sayıda gerçek romancı vardır. Herkes ro­
man yazabilir, ama mesele sadece roman yazmak değildir. Dosto­
yevski, benim için, fiillerin kökenine gitmiş olan tek yazardır; kah­
ramanlarının şunu ya da bunu niçin yaptığı görülür, ama bu hemen
görülmez. Benim tutumumun psikanalizle hiçbir ilgisi yok, katiyet­
le; zira psikanaliz tedavi etmek ister; halbuki ilginç olan taraf bu de­
ğildir. Önemli olan, varlıkların içindeki iblistir - ama bunu nasıl kav­
ramalı?
Peki şiiri nasıl okursunuz? Bu tür önermelerden yola çıkarak mı?
Kesinlikle. Niye bir tip iyi şairdir de bir diğeri değildir? Hem de di­
ğeri daha ince olduğu halde? Neden onun şiiri direnç göstermez?
Çünkü fiillerin kökenini oluşturan şey, derin olan şey, geçmez; par­
laktır, dikkat çekicidir, şiirseldir, ama o kadar. Niçin daha az yete­
nekli olan bir başkası daha büyük bir şairdir? Niçin bir tip bir deha­
dır, yani yetenekliden fazla bir şeydir? Çünkü elimizden kaçan, hat­
ta kendi elinden de kaçan bir şeyi oturtmayı başarır. Dolayısıyla es­
rarengizliğini koruyan bir olgudur bu. Zamanımızda aforizmalar ya­
zan birçok kişi var, Fransa'da bir nevi moda haline geldi. Okursanız,
pek o kadar kötü de değil, ama formüller içinde tükeniyorlar, uzan­
tıları yok. Onları derinleştirme ihtiyacı duymuyoruz, yapacak bir şey
yok, esrarı olmayan bir itiraf. Her şeyin iyi dile getirilmiş olmasına,
bir anlam ifade etmesine rağmen, hiçbir şey gizlemiyor; bunun yarı­
nı olmuyor. B ir varlığın sımnı oluşturan şeyi insan kendi de bilmi­
yor. Hayatın, varlıklarla alışverişe girmenin ilginçliği de buradadır.
Yoksa, sonunda bir kuklalar diyaloğuna girilir.
Ama sizin durumunuzda bu çok karmaşıklaşıyor, zihin açıklığınız
göz önünde tutulursa. Nasıl yazmalı ? Bir şeyi, onu söylemeden nasıl
yazmalı, nasıl söylemeli?
Her zaman, söylemek istediğimizin sadece bir bölümünü söyleriz.
Önemli olan, tondur. Bir tonumuz vardır, sadece müzisyen olarak
218 EZELİ MAÖLUP

değil, genel olarak, yaptığımız her şeyde. Çoğu zaman bir ton nok­
sanlığı vardır; ton yoktur, sadece o kadar. Bu da çok esrarengizdir,
zira bu tanımlanamaz, sadece hissedilebilir. Mesela bir kitabı açarsı­
nız, dikkat çekici olan bir sayfayı okursunuz; neden sizin için hiçbir
şey ifade etmez? Halbuki bomboş değildir, ama uzantıları hissedil­
memektedir. O kadar esrarengiz olan o tonun nereden geldiği bilin­
memektedir; burada, edebiyat olan her şeyde bir nevi gerçekdışılık
vardır. Lüzum noksanlığı diye adlandırılan şeydir bu - peki bu
lüzum noksanlığı niçin? Varlıklarla olan gündelik alışverişlerimizde
de aynı şey vardır. Uzun zamandan beri görmediğiniz birine rastlar­
sınız; saatlerce konuşursunuz, ama sonuç hiçliktir. Başka birine rast­
larsınız, konuşursunuz ve evinize altüst olmuş bir halde dönersiniz.
Varlıkların hakiki özgünlüğü budur - söyledikleri her şeye rağmen
gizledikleri ve kendini belli eden şey.
Müzikteki gibi mi?
Tamamen müzikteki gibi. Ve "benim için muzıgın hiçbir anlamı
yok," diyen insanlar gördüğüm zaman, iş bitmiş diye düşünürüm, de­
vam etmeye ihtiyaç yoktur, aşın derecede vahim bir şeydir bu, çün­
kü müzik de tam olarak bir insanın en mahrem yerine dokunur. Mü­
ziği hissetmeyen kişiyle hiçbir ortak noktam olamaz, adlandırılamaz
bir vahamet arz eden ve o tipin bilincinde olmadığı bir lanettir bu.
Müzikten söz ederken, daha önce zikretmiş olduğunuz Bach'ı düşün­
mek gerek hemen ...
Bach benim için bir tanrıdır. Bach'ı anlamayan kişilerin olduğunu
düşünebilmem imkansız; halbuki böyleleri var. İki varlık arasında
derin bir suç ortaklığı yaratabilecek tek sanatın hakikaten müzik ol­
duğuna inanıyorum. Şiir değil, sadece müzik. Müziğe karşı hassas
olmayan biri, muazzam bir sakatlık çekmektedir. Bir kişinin Schu­
mann ya da Bach'a karşı hassas olmayabileceği düşünülemez; oysa
birinin şiiri sevmediğini söyleyebilmesini çok rahat kabul ederim.
Ama konu müzik olunca, bu çok vahim bir şey olur.
Ne zaman müzik dinlersiniz?
Her zaman, özellikle şimdi artık yazmazken. Yazmayı kestim, de­
vam etmeye artık değmediğini düşünüyorum, ama bu kuruluğun ye­
rini müzik dolduruyor. Müziksiz hayat benim için hakikaten bir saç-
YAZARDAN BİRKAÇ CÜMLE KALIR 219

malık olur. Müzikal dizgedeki ihsası kelimelerle kaydedemeyeceği­


mize göre, yazmaya ihtiyacımız yoktur. Dolayısıyla müziğe anlamı­
nı veren hiçbir şey, yazıyla iletilemez. O zaman bu koşullarda yaz­
mak niye? Her halükarda, genel olarak yazmak niye? Kitapları ço­
ğaltmak niye? Ne pahasına olursa olsun yazar olmayı istemek niye?
Herkes çok fazla yazıyor zaten - uzun zamandır bu bir facia haline
geldi, bu yararsız ve saçma üretim, özellikle Paris'te. Peki niye? Ben
kendim de, yazmayacağımı ya da çok çok az yazacağımı düşünüyor­
dum, fakat insan kendini oyuna kaptırıyor. Şimdi bu komediye artık
devam etmek istemediğimi anladım. Önceleri komedi değildi, çün­
kü yazma olayı bir tür lüzuma tekabül ediyordu, kendimden kurtul­
manın bir biçimiydi. Şunu söylemek gerekir ki, her şeyi basitleştir­
menin tek yolu kendini ifade etmektir. Bir şey, yazar yazmaz hemen
esrarını yitirir, berbat olur; hem o şeyi, hem de kendinizi öldürmüş­
sünüzdür. Bu bende bir işlev yerine getirdi; ama artık öyle değil.
Yazmayan kişilerin, kendini ifade edenlerden daha çok kaynakları
olduğunu fark ettim, çünkü her şey içlerinde. Ama yazmış olma ol­
gusu, önemli olan her şeyi içinizden defetmiş olmaktır. Dolayısıyla
yazan kişi, içini boşaltan kişidir. Ve bir hayatın sonunda, hiçlik gelir.
Bundan dolayı yazarlar o kadar az ilginç insanlardır. Cidden böyle
düşünüyorum, içleri boşalmıştır, birer kukladırlar. Çok parlak insan­
lardır, ama artık varlıkları yoktur.

Ya Beckett gibi biri? Görüştüğünüz yazarlar arasında o nereye ko­


nulabilir?

Biliyor musunuz? Şimdi çok az görüşüyoruz. Ama Beckett, tepkile­


rini yazar olarak göstermeyen, zihni açık biridir. Bu onda bir mese­
le değildir -onun durumunda da bu çok güzel- çünkü hiçbir zaman
yazar olarak tepki göstermedi. Biz hepimiz gibi "kendini kaptırmış"
biri hiç değil; o, bütün bunların üzerinde, kendine has bir yaşam üs­
lubu var, tamamen münferit bir vaka. Ama genel olarak, hangi alan­
da olursa olsun, çok üreten kişilerin bir zaman sonra kuklalara dö­
nüştüğünü fark ettim. Bunun içindir ki, büyük mevcudiyetler, çoğu
zaman hiçbir şey üretmemiş kişilerdir.

Fransa'ya gelmeden önce, bu ülkede de çalışmama kararı mı almış­


tınız?
220 EZELİ MAÖLUP

Evet, herhangi bir meslek icra etmekten, sevmediğimiz ve seveme­


yeceğimiz şeyleri yapmaktan, her tür gayri şahsi işle uğraşmaktan
kaçınmak için, önüne gelen aşağılanmayı ya da ıstırabı kabullenmek
gerektiğini aşın bir zihin açıklığıyla anladım. Bir tek fiziksel çalış­
mayı kabul edebilirdim. Sokakları süpürmeyi kabul ederdim, her­
hangi bir şeyi, ama yazmayı değil, gazetecilik yapmayı değil! Haya­
tını kazanmamak için her şeyi yapmak gerekiyordu. Özgür olmak
için, önüne gelen aşağılanmaya tahammül etmek gerekir; hayat prog­
ramım da hemen hemen buydu. Paris'te hayatımı çok iyi düzene koy­
muştum, ama işler öngördüğüm gibi gitmedi. Sorbonne'a kayıtlıy­
dım, 40 yaşıma kadar; sonunda beni çağırdılar ve "Beyefendi, artık
bitti, bir yaş sının kondu ve o da 27," dediler. Birden, bütün özgürlük
tasarılarım çökmüştü. Buraya çok yakın bir otelde oturduğumu hatır­
lıyorum, çok sevdiğim eski bir tavan arası odasıydı; kendi kendime
şöyle dedim: "Durum şimdi çok vahim." O zamana kadar sorun oto­
matik olarak çözülmüştü: Bütün gereken, öğrenci yemekhanesinde
neredeyse bedava yemek yiyebilmek için Sorbonne'a kayıtlı olmak­
tı. Ne yapmalı? Lokantalarda yeme ya da normal bir yaşam sürdürme
imkanlarım yoktu. Bu belki hayatımda bir dönüm noktası olmadı,
ama olağanüstü bir kaygıydı. Sevmediğim şeyleri yapma dışında her
şeyi kabul etme karan almış olduğum için, hayatım muazzam dere­
cede zorlaşıyordu. Bereket versin ki aydan aya ödediğim ve neredey­
se bedava olan o otel odası vardı. Buraya çok yakın, Monsieur-Ie­
Prince Sokağı'ndaki o enfes tavanarasına hakikaten bayılıyordum. O
sırada, aydan aya ödeme yapan herkesin kapı dışarı edildiğini gör­
düm, bir tek ben müstesna. Ev sahibini tanıyordum, onun için cesa­
ret edememişti; ama kendi kendime, bu bir gün benim başıma da ge­
leceğine göre mutlaka başka bir şey bulmam gerektiğini söyledim.
1 960 yılındaydı bu; Tarih ve Ütopya yı yayımlamıştım ve apartman
'

daireleriyle uğraşan bir hanım tanıyordum. Ona kitabımı yolladım,


bana yardım sözü verdi, üç gün sonra, eski kira olduğu için anlamsız
bir fiyata bu daireyi buldu. Bir yasa uyarınca, bu kiralar artırılamaz;
yaşlılıktan nefret eden ben ise bundan istifade ediyorum, bunun ev
sahibine karşı yapılan büyük bir haksızlık olduğunu düşünmeme rağ­
men. Böylelikle sorunumu hallettim; bütün bunlar bir meslekle uğ­
raşmadan yaşamak için gerekliydi. Ama bütün bunlar hala bitmedi,
bugün gençlerin bu imkanları yok. Beni ziyaret etmeye gelen gençler
var; bana benim gibi yaşamak istediklerini söylüyorlar. Ama çok geç.
YAZARDAN BİRKAÇ CÜMLE KALIR 22 1

Bunlar kayboldu, şimdi her şey berbat oldu.


Ama yine de çalışmaya, yazmaya devam ettiniz; NRF'den birçok ya­
yınınız çıktı.
Evet, doğru. Hep cennette yaşayamayız - asalak olarak demek isti­
yorum. Anladım ki yazmak gerekiyor; bu da kuşkusuz bir ihtiyaca
tekabül ediyordu. Dolayısıyla Fransızcadaki ilk kitabımı yayımla­
dım -Çürümenin Kitabı'ydı bu- ondan sonrası için belirsiz niyetle­
rim vardı, kitapları neden çoğaltmak gerektiğini daha o zamandan
soruyordum kendime. Niçin? Her halükarda bir kişiden kalan sade­
ce birkaç cümle değil midir? Ama söylemek gerekir ki günler aşırı
uzun; sonra, bahis konusu olan bir nevi hayatdoluluk, bir kendini
gösterme ihtiyacı da vardı. Otuz yıl süresince hiç tanınmayan biri ol­
dum, kitaplarım hiç satılmıyordu. Bu koşullan iyi tarafından aldım,
üstelik şeylere bakış açıma da tekabül ediyordu; cepkitaplanna geli­
nene kadar. Size içtenlikle ilgi gösterecek okurlara dokunmanın tek
gerçek yolunun bu olduğunu düşünüyorum. Ondan sonrası, bütün
edebi kariyer mekanizmasıdır; ama önemli olan yıllar, anonimlik yıl­
landır sadece. Tanınmamak bir hazdır; bazen buruk tarafları olabilir,
ama olağanüstü bir durumdur. Beni salonlarda yıllarca -çünkü bir
zamanlar viski içmeyi çok severdim, kendi paramla alamadığım için
de davetlere giderdim- Ionesco ve Beckett'in dostu olarak takdim et­
tiler. Bu koşullan çok kolaylıkla kabul ediyordum. Neden olmasın
ki? Tanınmış biri olmak neden?
Aniden Fransızca yazma kararını neden almıştınız?
Romanya'ya bir daha hiç dönmeme karan almıştım. Benim için bu iş
bitmişti; kelimenin mutlak anlamıyla, hakikaten mazi olmuştu. Di­
eppe yakınındaydım, deniz kıyısında, 1 936 yılıydı, bir köyde Mal­
larme'yi Rumenceye çevirmeyi deniyordum. Ve aniden, kendi ken­
dime: "Bu iş için hiç yeteneğim yok," dedim ve o anda, artık Fran­
sızca yazma karan aldım. O zamana kadar, ilginçtir, Fransızcayı ih­
mal etmiştim; oysa İngilizceyi çok çalışmıştım, hatta Sorbonne'da
İngilizce doçentlik derslerini izlemiştim. Fransızca yazma kararımı
-bir anda alınan bu karan- yerine getirmenin zannettiğimden çok
daha güç olduğu çıktı ortaya. Hatta bir azaba dönüştü. İlk kitabımı
dört defa yazdım; bu da beni yazmaktan tiksindirdi. Çürümenin Ki­
tabı'nı yazdıktan sonra, kendime ıstırap vermeye devam etmenin ge-
222 EZELİ MAÖLUP

reksiz olduğunu düşündüm. Ve yorgunluktan, Burukluk'u yayımla­


dım. Artık cümleler kurmanın gereksiz olduğu, vs. Daha sonra, sü­
reç her şeye rağmen devam etti; aynca şunu da söylemek gerekir,
Paulhan sürekli NRF'ye yazı vermem için ısrar ediyordu. Söz veri­
yordum, sonra da kendi kendimi suçluyordum, sonra vaatlerimi ye­
rine getirmek istiyordum; böylece bir nevi çarkın içine girdim. Ken­
dimi merkezin dışında bulmayı mükemmel bir şekilde kabul ediyor­
dum. Hiç tanınmıyordum, ama en nihayetinde tanınmamak hiç de
nahoş bir şey değil. İşte bu, bir yazarın hayatındaki yıllar, okursuz
yazarın -yine de birkaç kişi tanıyan yazarın- hayatındaki; pratik ola­
rak nahoş taraftan var, ama gerçek yazı dönemi de budur, çünkü
kendiniz için yazdığınızı zannedersiniz.

Sizi Rumenceden ve Romanya'dan kopmaya iten siyasal bir motivas­


yon da oldu mu?

Rumencemle Paris'te ne yapmamı beklerdiniz? Romanya'yla bağla­


rımı koparmıştım: Romanya benim için artık yoktu. Romanya'da bir
tez hazırlama sözü vermiştim - ki bunu da hiç yapmadım. Her halü­
karda Romanya benim için sadece maziyi temsil ediyordu. O zaman
Rumence yazmanın ne anlamı olabilir? Hem kim için? Üstelik yaz­
dığım şeyler, rejim tarafından asla kabul edilmeyecekti. Şimdi yazı­
larımı kabul ediyorlar ve makalelerimi dergilerinde sürekli yayımlı­
yorlar. Hatta yakında yazılarımın çoğunu bir araya getiren bir kitap
bile yayımlayacaklar; ama Romanya'da hiila yayımlanamayacak me­
tinler var. Kabul edemeyecekleri bir kinizm biçimi var - bunu onlar
böyle adlandırıyorlar. Varoluşun bir saçmalık olduğunu söylerseniz,
kabul ediyorlar; ama bütün toplum biçimlerinin saçma olduğunu
söylerseniz kabul edemiyorlar. Metafizik düzeyde özgürsünüz ve her
şeyi darmaduman edebilirsiniz; ama toplumsal düzeyde yapamazsı­
nız. Bu rejimlerdeki facia, iyimser olma mecburiyetidir. Devasızlığı
kabul etmezler. Oysa insanın özüne ve tarihin alçaklığına bağlı olan
çözülemeyecek şeyler vardır. İstediğiniz her şeyi söyleyebilirsiniz,
Budist de olabilirsiniz, tarih ve toplumla ilgili şeylere bulaşmadığı­
nız sürece ...

40'lı yılların sonunda açıkça ve fanatikçe demokrasi aleyhtarı oldu­


ğunuz doğru mu?
YAZARDAN BİRKAÇ CÜMLE KALIR 223

Bakın, başka şey var, biliyor musunuz? Romanya'daki demokrasi


gerçek bir demokrasi değildi. Demokrasi aleyhtarıydım, çünkü de­
mokrasi kendini savunmayı bilmiyordu. Demokrasiye cılızlığından
ötürü saldırdım. Korunma güdüsü olmayan bir rejimdi bu. Ve en çok
takdir ettiğim kişilerden birine, Rumen demokratlarının önderi Juliu
Maniu'ya saldırdım. Maniu'nun dünyadaki en demokrat kişi olduğu­
nu, İsveç'te, Kuzey ülkelerinde parti başkanı olması gerektiğini söy­
lediğim bir makale yazdım. Ama Romanya gibi bir ülkede değil. De­
mokrasi kendini her tür yöntemle korumalı ve canlılığını kanıtlama­
lıdır. Fakat Maniu saf kavramlarla mücadele ediyordu, halbuki bu
kavramların Romanya'da hiçbir şansı yok. Demokrasi Romanya'da
gerçekten yetersiz oldu, tarihi durumun düzeyine varamadı. Böyle
kimselerin peşine düşülemez, Balkanlar'da vücut bulmuş olan bir
ütopyadır bu, mümkün değildir. Romanya'da demokrasi oldu, Ma­
niu'nun liberal partisi oldu, ama zor durumlarda bu tür partiler da­
yanmıyor, tarih tarafından bütünüyle aşıldılar.

Ya Batı demokrasisi?

Batı'da yine de bir tür otomatiklik var, çünkü demokrasi burada doğ­
muş, kendine rağmen hayatta kalabilir. Kaldı ki bunu da bilmiyoruz,
çatlayabilir. Liberalizmin ve demokrasinin faciası, önemli anlarda
rezil olmalarıdır! Daha önce görüldü bu; diktatör Hitler'in kariyeri
demokratların güçsüzlüğünün sonucudur. Öyküsü çok basittir.

Demokrasiyle ilgili bu düşünceler, ütopya kavramınız için bir çıkış


noktası mı oldu ?

Evet, tarih ve ütopya üzerine yazdığım kitap, aynı zamanda demok­


rasinin yetersizliği üzerine bir akıl yürütmedir. Bu kitapta, geleceğin
Rusların elinde olduğunu söylüyorum; Rusya'nın bütün Avrupa'yı
eline geçirmemiş olması bile bir mucizedir; ama daha tarih bitmedi.
Maalesef tarih, büyük güçlerin birbirini izlemesinden başka bir şey
değil. Rusya tarihi olarak başarılarının tehdidi altındadır; Avrupa'nın
kalan kısmını, Batı Avrupa'nın özgür uluslarını uzun vadede kurtara­
cak olan da sadece budur.

Kurtarmadan bahsediyorsunuz, halbuki genel olarak tarihe bakışı­


nız olumsuz, gerileme haliyle bir tarih anlayışı mı bu?
224 EZELİ MAÖLUP

Tam olarak bu. Batı'nın ancak Çin büyük bir güç haline gelirse kur­
tarılabileceğini ve Rusya'nın bundan çekindiğini düşünüyorum şah­
sen. Ama her şey böyle devam ederse Rus baskısına boyun eğecek
Batı. Eğer tarihin bir mantığı varsa, kinik bir mantığı, o zaman Rus­
ya Avrupa'nın efendisi olmalıdır. Ama yine de tarihte istisnalar var
ve Asya'nın uyanışı Avrupa'yı kurtarabilir.
Benlik her şeyin ölçüsü olarak kaldığına, ama bizzat tarihin altında
ezildiğine göre, düşüncenizde bireyle tarih arasındaki köprü nedir?
Sizi izlemeyi denersek, bireyle toplum arasında gerçek bir bağ yok
sanki. O zaman bu bağ nasıl kurulur?
Zar zor kurulur, rahatsızlık içinde. Köprü yok, rahatsızlık da "çö­
züm" haline geliyor. Hem birey olarak zihin açıklığına sahip olma­
mız, hem de fazla zihin açıklığının hayatı tahammül edilmez bir ha­
le getirdiğini bilmemiz gerek. Hayat ancak sonuçlanna katlanmaz­
sak mümkündür.
Eserlerinize adeta Hint Düşüncesi girmiş gibi. Sık sık bahsettiğiniz
Nirvana . . . Acaba zihin açıklığından ve bir uyku felsefesinin özlemin­
den imtina etmeyi mi getiriyor bu ?
Bunun da ötesindeyim; ama Budizm, yaklaşık on sene boyunca, be­
nim için gerçekten önemli bir rol oynadı. Her zaman biraz Budist ol­
dum, tabii biraz olunabilirse. Gerçeği söylemem gerekirse: Tercih
hakkım olsaydı, bütün dinler arasından birini seçmek gerekseydi,
Budist olurdum. Bazı noktalan kenara koyarsak, Budizm bana kabul
edilebilir, hatta konforlu geliyor.
Fakat bilinçli olarak bir din seçilebilir mi?
Her şeye rağmen oluşan gizli bir yakınlıkla bu tercih yapılabilir; ka­
bul ettiğim, acı anlayışı gibi çok belirgin noktalar var; ama ruhun
başka bir varlığa geçmesi ya da Budizm'in diğer veçheleri nasıl ka­
bul edilir ki? Bu tür şeyleri benimsemek için bir geleneğe ait olmak
gerekir; bir düşünce üslubunu, bir dünya anlayışını paylaşmak gere­
kir. Mesela ruhlann göçüne, hayatın evrelerine nasıl inanılır? Dog­
malar kabul edilebilir değildir, ama ruh tamamen kabul edilebilir.
Budizm'in olumsuz tarafı kabul edilebilir; acıda, ölümde, vs.'de göz­
lemlediği her şey. Buda'nın dünyayı terk etmesinde de bu taraf belir­
leyici olmuştur. Hem sonra, Budizm yine de en az iman gerektiren
YAZARDAN BİRKAÇ CÜMLE KALIR 225

dindir. Hıristiyanlık ya da Yahudilik çok kesin şeyler isterler ve bun­


lara inanmayı reddederseniz mahvolursunuz, işiniz biter; Budizm
böyle değildir, asgari müştereklerde anlaşmayı kabul eder. Buda'yı
dünyadan ayrılmaya iten nedenleri zorluk çekmeden kabul edebili­
riz; bunun sonuçlarına katlanma cesaretini göstermek şartıyla. Bu­
dizm sizden hiçbir dilek, hiçbir minnet talep etmez; bunun için Hı­
ristiyanlığın yerini alma noktasındadır. Bu olabilir, özellikle de sade­
ce Budizm'e inanan insanlara gitgide daha çok rastlayarak hayrete
düştüğüm Fransa'da. Daha da devam edecek.
Eserlerinizi tanıyınca, yolculuklar yapmış olmanız şaşırtıcı geliyor.
Yanılıyor muyum?
Haklısınız: Az yolculuk yaptım. Sadece birkaç ülkeyi biliyorum ve
artık hemen hemen hiç yolculuk yapmıyorum. Son yolculuğum Yu­
nanistan'a oldu, beni davet etmişlerdi ve yol paramı karşıladıkları
için kabul ettim. Ama yine de bisikletle çok yolculuk yaptığımı söy­
lemem gerekir -bisikleti daima tutkuyla sevdim- hatta İngiltere'ye
bisikletle gittim. O zamanlar daha gençtim tabii. Bisiklet bana o ola­
ğanüstü dışarıda olma duygusunu veriyordu; bir ülkedesinizdir ve
aynı zamanda hareket halindesinizdir. Bisikletle yaptığım yolculuk­
lar sırasında insanlarla çok konuştum. Bütün Fransa'yı bisikletle ka­
tettim ve birçok kimseyle tanıştım; entelektüeller değil, halktan kim­
seler. Bu benim için büyük bir zevkti. Hiç kitap açmamış kimseler
beni daima derinlemesine etkilemiştir.
Hô.lô. çok gezinti yapıyor musunuz?
Evet, tabii ki.
Sık sık mezarlıklara gidiyormuşsunuz ...
Sadece mezarlıklara değil. Mezarlıklara bir düşkünlüğüm olduğu
doğru; ama şimdi, artık mezarlıklar güzel değil, aşın dolular. Dost­
larımın, ya da tanımadığım bazı kimselerin, kederli, ümitsiz anlar
geçirdiklerini gördüğümde, bir tek tavsiyem oluyor: "Yirmi dakika­
lığına bir mezarlığa gidin; kuşkusuz kederiniz dinmeyecek, ama onu
neredeyse aştığınızı göreceksiniz". Geçen gün, tanıdığım bir genç
kıza rastladım, bir aşk acısından ümitsizliğe kapılmış haldeydi, "Ba­
kın, Montpamasse'tan çok uzakta değilsiniz, mezarlığa gidin, yanın
saat dolaşın, göreceksiniz mutsuzluğunuz size daha hoşgörülebilir
226 EZELİ MAÖLUP

gelecek," dedim. Doktora gitmekten çok daha iyi; bu tür acılara kar­
şı ilaç yok, ama mezarlıkta yapılan bir gezinti adeta otomatik bir bil­
gelik dersidir. Kendim de, bu tür yöntemleri hep uyguladım; çok cid­
di görünmüyor, ama nispeten işe yarıyor. Derin bir ümitsizlik içinde
olan birine ne diyebilirsiniz ki? Hiçbir şey, ya da hemen hemen hiç­
bir şey. Tuhaf gelecek olsa bile, epey merhametli biriyimdir, insan­
ların ümitsizliklerine çok duyarlıyımdır. İnsanlara hep yardım etmi­
şimdir, aklınıza gelebileceğinden fazla. Ümitsizliğe alışkın olmayan
biri kendini aniden aşın ve tamamen alışılmadık bir durumda bulur
ve bunu anlamadığı için kendine izah edemez. Kendi payıma, daima
tavsiyelerde bulunmayı denedim, ama bütünüyle bakış açısı değiştir­
me imkanı sunan pratik tavsiyelerdi bunlar. Bu tür boşluğa hakika­
ten tahammül etmenin tek yolu, hiçliğin bilincinde olmaktan geçer.
Yoksa hayata tahammül edilemez. Hiçliğin bilincindeyseniz, başını­
za gelen her şey normal nispetini muhafaza eder ve ümitsizliğin
abartılarındaki anlamsız boyutlara ulaşmaz.
Burada önerdiğiniz bir tür "arındırıcı " çözüm mü?
Kesinlikle. Ne olduğumuzu görmek gerekir. Mesela, başarıya ulaşa­
madıkları için intihar etmek isteyen çok sayıda genç yazar tanıdım,
ki bunu bir ölçüye kadar anlarım. Ama bu noktaya gelmiş bir kişiyi
sakinleştirmek çok zordur. Hayatta korkunç olan şey, başarısızlıktır;
bundan da epey bulunur, herkeste. Tanıdığımız birçok insandan ak­
lımızda kalan budur. Beni görmeye gelenlerin çoğu, başarısızlığın
kışkırttığı son derece ümitsiz bir durumda oluyor.
Ama başarısızlıktan bir şey çıkarılıyor mu? Hayalla kaldığınızda . . .

Olağanüstü bir ders; ama buna tahammül edemeyen çok sayıda in­
san var, hem de her düzeyde, uşaklarda da, "mühim" insanlarda da.
Hasılı, hayatın tecrübesi başarısızlıktır. Bundan etkilenenler de, hırs­
lılardır; bir yaşam planı yapanlar, geleceği düşünenlerdir. İnsanları
mezarlığa göndermem de bundan zaten; sonuçları görmek yeter. Tra­
jik bir durumu asgariye indirmenin tek yolu bu; bariz bir şey...
Ya edebiyat? Ya şiir?
Onlar da işe yarayabilir, ama daha ufak bir ölçüde. Özellikle bir dos­
tun mezarına gitmek lazımdır; orada anlarsınız. Hayatta her şey öğ­
renilir, bu tür tecrübelerin altından nasıl kalkılacağı dışında. Edebi-
YAZARDAN BİRKAÇ CÜMLE KALIR 227

yat çevresi de muazzam hayal kırıklıklarının damgasını taşımaktadır.


Çok gençken bu olguları önceden görmüş ve ölüm, başarısızlık ve
ümitsizlik üzerine düşünmüştünüz. . .
Bu kesin ve ilk kitabım Ümitsizliğin Doruklarında da b u şeyleri ele
alıyordu; daha sonra yazdığım her şey bu kitapta bulunmaktadır. Ru­
mencede yeni bir basımı yapıldı, ama çok kötü yazılmış bir kitap bu;
hiçbir üslubu yok, çılgın bir kitap, bununla birlikte bütün düşüncemi
barındırıyor. Tercüme edilemez, çünkü hiçbir tutarlılığı yok, Rumen
üslubu bu, her şey darmaduman oluyor; ama intihar saplantısı daha
o zamandan mevcut. Bütün faciam orada, uykusuz geceler, vs ...
Bu kitap daha önce de bahsettiğiniz o uzun uykusuz geceler döne­
minde açılmış olan yaranın dökülmesi oldu. Bu durumu acaba han­
gi anda aşabildiniz?
Ancak altı-yedi yıl sonra başladı ve Fransa'yı bisikletle katetmek iyi­
leştirdi beni. Aylar boyunca Fransa'yı dolaşırken genç yurtlarında
uyuyordum; fiziksel çaba ve her gün katettiğim yüz kilometre bu bu­
nalımı aşmama yardım etti. Gün içinde yüz kilometre katettiğiniz za­
man, gece uyumanız lazımdır, başka seçenek yoktur, yoksa devam
edemezsiniz. Dolayısıyla beni iyileştiren felsefi düşünceler olmadı,
aynı zamanda zevk de veren fiziksel çaba oldu. Sürekli dışarıdaydım,
Fransa'yı da bu yolculuk sırasında sade insanlarla, işçilerle, köylüler­
le tartışarak anladım. Benim için çok verimli bir tecrübe oldu bu.
Ama dünyaya bakışınız zaten artık belirlenmemiş miydi?
Evet, ama patolojik zemini azaldı; bakışım biçimlenmişti elbette,
ama sadece marazi olan tarafından ayrılmayı becerdi, çünkü uyur
uyumaz, gözlerimi birkaç saatliğine kapatır kapatmaz, artık aynı ge­
rilimi yaşamıyordum. Bu gerilimin azalması lazımdı, çünkü çok yo­
ğun yaşam sonunda tahammül edilmez oluyor.
Peki mesela Michaux gibi "yoğun" tecrübeler yaşamak için hiç
uyuşturucu kullanma ihtiyacı hissetmediniz mi?
Hiç hissetmedim. Michaux'nun "vahiyler" yaşamak için kimyasal
maddeler kullanmasının nedenini hiçbir zaman anlamadım. Onunla
bu konuda hiçbir zaman anlaşamadım; özellikle de Michaux'nun bu
tecrübelerinin çok makul ve risksiz olduğunu hesaba katarsak, bun-
228 EZELİ MAGLUP

lar sadece tasvir ihtiyacıyla yapılan girişimlerdi. Zahmete değmez ve


bence bu onun eserinin kalımsız tarafı; bunu ona hiçbir zaman söy­
lemedim çünkü çok iyi arkadaştık ve onu üzmek istemiyordum. İn­
san ya bu türden safhalan bir nevi mukadderatın eseri olarak bilir, ya
da söyleyecek hiçbir şey olmaz; bu usullerde katiyetle yapay bir şey
vardır ve Michaux'da böyle bir hekim tarafı vardı, çok vurgulu bir
bilimsellik tarafı. Korkunç derecede sinir bozucu bilimsel filmler
görmeye giderdi habire. Benim oturduğum yere çok yakın oturduğu
sırada, çeşitli konularda bilimsel filmler görmeye götürürdü beni ve
ben ölesiye sıkılırdım. B ilimsel bir yatkınlığı, büyük bir kimyager ya
da büyük bir hekim gibi bir hali vardı. Ama bir şairin bilimsel usul­
ler kullanmasına gerek yoktur.
Artık hiç yazmadığınızı söylediniz. Bunun böyle süreceğine inanıyor
musunuz?
Hiç bilmiyorum, ama bir daha yazmamam çok mümkün. Bütün bu çı­
kan kitapları görünce dehşete kapılıyorum ... yılda en azından bir ki­
tap çıkaran o yazarları ... sağlıksız bir şey bu. Artık hiç yazmamak ge­
rektiğine inanıyorum, vazgeçmeyi bilmek gerek. Artık beni hiç eğ­
lendirmiyor, bir anlamıyla. Asgari bir şevk gerekir, bir beklenti olma­
sı gerekir. İnsan yazmaya koyulduğu zaman, bir tür suç ortaklığı var­
dır; kitap sizin dışınızda bir şey olduğu için bu ikili bir fesat biçimidir
ve artık bunu ilginç bulmuyorum. Hem sonra, dünyaya ve Tann'ya
yeterince verip veriştirdim diyorum kendime, o zahmete değmez...
Fakat, düşünürken hôla verip veriştiriyor musunuz?
Daha az, mecburen. Yaşın ürünü olan bir nevi tevekkül var; üstelik
şimdi yorgunluk, hesaba katılması zorunlu olan çok gerçek bir hal
aldı. Her zaman yazabilir ve her şeyi söyleyebiliriz, fakat tam olarak
da her şeyi söylememek lazımdır. Eninde sonunda, bir yazardan
sadece birkaç cümle kalır. Daima yazabiliriz, ama bu hareket içsel
bir lüzuma tekabül etmiyorsa, edebiyattır. Benim istemediğim şey
budur; belki de her zaman -benim saf tarafımdır bu- yazdığıma
inandığım için. İyi değil, hatta şeylere bakış açımla zıtlık bile teşkil
ediyor, ama ne yapayım! Hile yapmamak lazım, ama mutlakta hile
yapmak ne demek ki? Hiçliğin bilincinde olunabilir, ama bunun
bütün sonuçlan üstlenilemez. Şurası kesin ki, eğer hiçliğin bilincin­
deyseniz bir kitap yazmanız saçmadır, hatta gülünçtür. Niçin yazılır?
YAZARDAN BİRKAÇ CÜMLE KALIR 229

Kim için yazılır? Fakat bu görüşün elinden kurtulan içsel gereklilik­


ler var; onlar başka bir tabiatta, daha mahrem ve daha esrarengiz,
akıldışı; ucuna kadar vardırılan hiçlik bilinci, hiçbir şeyle, hiçbir
hareketle bağdaşmaz; sadakat fikri, aslına uygunluk fikri, vs.'nin
hepsi dağılır gider. Ama yine de sizi bir şey yapmaya iten o esraren­
giz canlılık vardır. Belki de aslında hayat budur: Büyük laflar etmek
istemiyorum ama, inanmadan benimsediğimiz şeyler yaparız - evet,
hemen hemen bu ...

You might also like