Professional Documents
Culture Documents
SİS YAYINCILIK
SİS YAYINCILIK – 167
A’MÂK-I HAYÂL
FİLİBELİ AHMED HİLMİ
Yayıncı ve Genel Yayın Yönetmeni: Zana HOCAOĞLU
Yayın Koordinatörü: Mehmet DEMİRKAYA
Düzelti: Mübeccel KARABAT
Kapak ve İç Sayfa Tasarım: Özgür YURTTAŞ
Sertifika No: 12431
1. Baskı: Mart 2012
SİS YAYINCILIK
Merkez: Oruçreis Giyimkent Sitesi D 6 Blok / 59
No: 77-78 Esenler / İstanbul
Tel: (212) 659 58 61 - 62
Fax: (212) 659 02 51
www.sisyayincilik.com
e-mail: info@sisyayincilik.com
FİLİBELİ AHMED HİLMİ EFENDİ’NİN YAŞAMI
Filibeli’li Ahmed Hilmi Efendi 1865 yılında Filibe’de
doğmuştur. İlk eğitimini şehrin müftüsünden almıştır. Daha
sonra ailesi ile birlikte İzmir’e giderek orada eğitimine ve
yaşamına devam etmiştir. Ardından İstanbul’a gelerek
döneminin en iyi okulu olan Mekteb-i Sultani’ye (Galatasaray
Lisesi) başlamıştır. Burada eğitim ve öğretimini başarılı bir
şekilde tamamlayarak 1890 yılında Duyun-i Umumiye (Genel
Borçlar) İdaresinde memur olarak çalışmaya başlamıştır.
Çalıştığı kurum tarafından Beyrut’a gönderilmiş burada çıkan
siyasi karışıklık nedeniyle Mısır’a kaçmıştır. Mısır’da
Terakki-i Osmanî Cemiyetine girmiştir. “Çaylak” adlı bir
mizah gazetesi çıkarmış ve 1901’de İstanbul’a gelmiştir.
İstanbul’da aranan Ahmed Hilmi Bey yakalanarak Fîzan’a
sürülmüştür. Fizan’da kendini dine vererek dinî bilimlerde
araştırmalar yapmış ve tasavvufa merak salmıştır. Tasavvufla
ilgilendiği sıralarda Arusi Tarikatına girerek hocalarının
müridi olmuştur. Tasavvufta büyük tartışmalara neden olan
“vahdet-i vücut” felsefesine inanmıştır.
1908’de Meşrutiyetin ilanı ile birlikte İstanbul’a gelen
Ahmed Hilmi Bey “İttihat-ı İslâm” adlı haftalık bir gazete
çıkarmaya başlamıştır. Ekonomik nedenlerle kapanan
gazetenin ardından İkdam ve Tasvir-i Efkâr adlı gazetelerde
yazı yazmaya başlamıştır. Yazılarında Sultan Abdülhamit’i
çok sık eleştirerek onun döneminden baskı ve suç devri (devr-
i istibdat, devr-i sabık) diye bahsetmiştir. 1910 yılı başlarında
yeniden bir gazete çıkarmak için çalışmalara başlayan Ahmed
Hilmi Bey, haftalık “Hikmet” gazetesini yayımlamaya
başlamıştır. Bu gazetedeki yazılarında İttihat ve Terakki
Cemiyeti’ni sert bir dille eleştirmiştir. Bu nedenle yayın
hayatına yeni başlayan Hikmet gazetesi, bir buçuk ay içinde
beş kez kapatılmıştır. Aynı yıl içinde “Hikmet Matbaa-yi
İslamiyesi”ni kurdu.
Kendi yayınevinde yayımladığı gazete ile İslami fikirlerini
açıkça yayınlaması nedeni ile tüm İstanbul yayın ve
entelektüel kesiminin dikkatini çekmiştir. Çıkardığı Hikmet
gazetesi seksen nüsha kadar çıkmıştır. En sonunda gazetesi ve
matbaası kapatılarak Bursa’ya sürgün edilmiştir. Bursa’dan
dönünce 1912 yılında gazetesini tekrar çıkarmaya başlar.
Yazılarında ülkenin durumundan endişe edilmesi gerektiğini
belirten ve Balkan Savaşı ile 1. Dünya Savaşı’nın çıkacağını
haber veren Ahmed Hilmi Bey; İttihatçiler dışında İtilafçılar
ile de tartışmalı olduğu için Hikmet, yayın hayatında güç
kaybetmiş ve batmıştır.
Tasavvufa ait yazılarında “Şeyh Mihriddin Arusi”, milli,
kahramanlık yazılarında “Özdemir”, mizahi yazılarında
“Coşkun Kalender”, “Kalender Geda” gibi takma adlarını
kullanırdı. Gazetenin batmasından sonra “Coşkun Kalender”
adlı bir mizah dergisi yayımlamaya başladı.
Bir dönemin İstanbul Üniversitesi’nde felsefe hocalığı da
yapan Ahmet Bey, İslam Kültürü gibi Batı Kültürünü de
oldukça iyi bilirdi. Arapça, Farça ve Fransızcayı çok iyi
konuşurdu. 1914 Ekiminde hayata gözlerini yummuştur.
A’MÂK-I HAYÂL VE VAHDET-İ VÜCUT
A’mâk-ı Hayâl kitabında Ahmed Hilmi Bey, roman
kahramanı Raci’nin kişiliğinde felsefenin insanı gerçek
mutluluğa ulaştıramayacağını göstermek istemiştir. Ona göre
gerçek mutluluk, Allaha varmak ve Evren ile Yaratıcı
arasında bağı kurarak bu ilişkiyi bütünlemektir.
İslam’da bu görüşü dinî yönden benimseyip açıklayan
kişilerin başında Hallac-ı Mansur, Nesimi, Zünnun-i Misri,
Şebusteri, Şeyh Attar, Muhiddin-i Arabî gelmektedir.
Gerçekte kitaba bu yönüyle bakıldığında; kitap okura eşsiz
bir düşünme sahası bırakmaktadır. Vahdet-i Vücut’ta dinî bir
yön vardır. Bunu savunanlar kendi görüşlerini ayet ve
hadislere dayandırmışlardır.
Söz konusu bu inanç sistemine göre; insan ruhu tanrının
ruhunun bir parçasıdır. İnsan ve evren tanrının bir ‘tecellisi’,
görüntüsüdür.
Yunus Emrede, vahdet-i vücut (varlığın birliği) öğretisine
ulaşan bir tasavvuf felsefi yorumunu benimsemiştir. Vahdet-i
vücut felsefesine göre; “Tanrıdan başka varlık yoktur. Var
olan her şey onun çeşitli biçimlerde görünmesidir”.
Raci’nin Anıları
Niburna, niyurna?!..
(Buda Gotama)
YOKLUĞA DOĞRU
EY YARATANIN NURU
ZULMEDENLERİ MAHVET
Bugün de geçen iki gün gibi ney sesi ile kendimden geçtim.
Kendimi on iki yaşında bir çocuk gibi gördüm. Büyük bir
şehrin düzenli bir sokağında büyükçe ve güzel bir evde
oturuyorduk. Yeni uyanmıştım.
Güneşin parlak ışıkları, güzellik nurunun yansıması olan
eşyayı yeni yeni okşamaktaydı. Yatağımdan kalkacağım
sırada odamın kapısı açıldı. Bir hizmetçi, babamın beni
beklediğini söyledi. Kalktım, hizmetçiyi takip ederek
yürümeye başladım. Büyük bir odaya girdik. Babamla
karşılaştım. Babam yüz yaşlarında yaşlı bir ihtiyardı. Sanskrit
dili ile konuşuyorduk. Babam dedi ki:
– Oğlum, yaşın on ikiyi buldu. Artık kendini ve evreni
öğrenme zamanın geldi. Seni en büyük ustaya götüreceğim.
Şimdi hikmet evresini bulduğun için sana olan memnuniyetim
nedeni ile üç gün üç gece düğün yapacağım. Sen bu düğünde
hizmet edeceksin. Sana rehber olacak kalfayı göreceksin,
dedi.
Gerçekten tantanalı, gösterişli bir düğün başladı. Birinci gün
bütün Brahmanlar ve memurların kibarları, ikinci gün asker
ve tüccarlar, üçüncü gün fakirler davet edildi. Bu üç günde
ben misafirlere hizmet ettim. Üçüncü gün seksen yaşında bir
fakir benim kalfam oldu. Dördüncü gün erkenden babam bizi
yola çıkardı. Rehberim, bir eşeğe binmişti. Bense arkasında
yaya yürüyordum. Rehberim:
– Oğlum, bilim ve hikmetin kıymetini öğrenmen için yaya
gideceksin. Herhangi bir şey pahalı olmazsa değeri de
anlaşılmaz, dedi.
İlk günler çok sıkıntı çekiyordum. Yavaş yavaş yola alıştım.
Kırk günlük bir yolculuktan sonra bir kulübenin önünde
durup biraz dinlendik. Rehberim beni elimden tutarak
kulübeye soktu. Kulübede yalnız su ile dolu bir çanak vardı.
Rehberim beni doğuya döndürerek önüme çanağı koydu:
– Ey Brahma! Ey asli varlık! Ey büyük nur! Vücudunun
basamaklarını, ruhunun kısımlarını göster! diye dua etti.
Birtakım anlayamadığım sözler söyledi. Kulübeden çıkıp
kapısını kapadı. Her taraf karanlık oldu. Yalnız önümdeki
çanak içinde duran suyun donuk parlaklığını görebiliyordum.
Rehberimin uyarısına uyarak sadece suya bakıyordum. Bir
süre sonra nereden geldiğini tahmin etmekte çaresiz kaldığım
görünmeyen bir şey duymaya başladım. Bu ses mi idi, inilti
mi, ilham mı? Hangi dille söylediğini bilemem. Nasıl bir
düzenleme, nasıl harflerle, bilemem. Aklım ve vicdanımla
bunu açıklayamam. Yalnız bu harfsiz düzenlemeyi, bu
titremeyen sesi, şu şekilde anlıyordum:
Ey zayf-ı bezm-i Vücud
Anla nedir sırr-ı şuun.
Yok dem-i vahdette hudut.
ER MEYDANI
MASAL DAĞI
EBEDİ BİLİNMEZLİK
MANİSA TIMARHANESİ
Mektuplaşmalar
***