Professional Documents
Culture Documents
ESERLERI
akupKadri
'
B � �r aE '? � � �� <? ğ lu
•
1ra 1
E
v;.,
·
.p
·
-�
Dergah Mecmuası Külliyatı (2 cilı), 1922 (1 baskı)
Remzi Kitabevi, 1939-74 (6 baskı)
Birikim Yayınları, 1979-81 (2 baskı)
Kiralık Konak
., t m
1920'1i yılların başlarında Yakup Kadri Karaosmanoğlu.
( V iV Jt!/ p �' • 1
/
19
Pazartesi günleri Seniha'nın çay günleridir. Avrupa'nın bü= ..
tün kibar kad ınları gibi o günleri giyinir; kuşanır ve tam sa
at beşte konağın büyük salonunda kendisinde nadir görü
len bir hanımefendi vakarıyle ziyaretçilerini beklerdi.
Bunların bazısı, mürebbiyesi Madam Kronski vasıtasıyle
tanıdığı birkaç Beyoğlu madam ve matmazelleri; diğerleri
çocukluk arkadaşlarından genç kızlar ve aile dostu genç ka
dınlardı; bunlar arasında, biraderi Cemil'in arkadaşlarından
bazı genç adamlar da bulunurdu. Hassaten Faik Bey ismin
de bir genç , konağın daimi misafi ri ve Servet Bey'in çocuk
larının ayrılmaz bir yoldaşı idi. Bunun içindir ki Faik Bey,
pazartesi gün leri öğle yemeğinden itibaren konakta bulu
nur ve zi yaretç ilere , ev sahipleriyle b i rl ikte i ntizar ederdi
[ beklerdi] . Bu pazartesi de öyle oldu.
Saat on b i ri henüz geçmişti. Seni ha'nın oda kapısı bir
dans havasıyle vuruldu. Seniha daha yataktaydı. Tembel ve
ınahmur bir sesle Fransızca:
"Ne var? " diye sordu.
Kapıya vuran Faik Bey'd i:
20
"Benim, benim; bu ne uyku," dedi. " Şimdi Cemil'in oda
sına uğradım, cevap bile vermiyor. "
Seniha, suni bir huysuzlukla mınidanarak yataktan indi,
arkasına bir penyuvar aldı, kapıyı açtı ve şımarık bir tebes
sümle:
" Doğrusu, çok münasebe tsizsin i z , Faik B ey ! " dedi ve
genç adama selam bile vermeksizin bir sıçrayışta tekrar ya
tağa girdi, yorganını boğazına kadar çekti, gözlerini kapadı.
Faik Bey yatak kıyafetiyle, onu ilk defa görmüyordu. Bu
genç kız vücudunun bazı latif sı rları, gelişmesinin ilk dev
relerinden beri onca malumdu. Faik Bey, Seniha için, "elim
de büyüdü" diyebilird i . Zira, beş sene evvel Seniha bir ço
cuktu. Fakat Faik Bey, yine yirmi yaşında bir delikanlıydı
ve yine böyle Cemil' in samimi dostu sıfatıyle konağın için
de dolaşırdı, çocukların yatak odalarına girer, çıka rdı; bu
nun içindir ki, Fa ik, bu sefer de Seniha'nın penyuvardan
sıyrılarak yatağa atlarken ta kalçalarına kadar açılan biçimli
bacaklarına, ortası derin bir hatla ayrılmış sırtına ve omuz
başlarının fildişi rengindeki yuvarlakianna dikkat bile et
medi; lenfavi [soğukkan lı ) , lakayt bir tavırla tuvaJet masası
nın önüne yaklaştı. Uzun bir müddet aynada kendine baktı,
sonra bir tırnak takımı içinden i nce bir törpü aldı, şezlonga
uzandı ve tırnaklarını yontınaya başladı.
Ku mral, zayıf, uzun ve saçları iyi taranmış bir gençtİ o.
Yüz ünün hatları gayri muntazamdı , ağzı büyüktü. Fakat,
gözlerinin yorgun ve aynı zamanda hummal ı bir bakışı var
dı. Esase n, kadınların hoşuna giden tarafı -zira, kadı nlarca
Faik Bey pek çok rağbet kazanmış bir delikanl ıdır- en ziya
de bu bakışı idi. Küçük yaşından beri Avrupa'nın muh telif
şehi rlerinde dolaşmış, oturmuş o lduğu için tavı r ve hare
ketlerinde hiç sahte görünmeyen bir Frenk zarafeti ve kıv
raklığı vardı.
Bir mec liste hikayeler anlatmayı , kadı nlara üstü kapalı
21
imalı lakırdılar söylemeyi, oturup kalkmayı, piyano çalma
yı, dans etmeyi, hulasa Garplı salon adamının bütün göste
rişlerini kendine tamamıyle mal etmiş, mevcudiyetine sin
dirmişti; sair gençler, onun yanında beceriksiz, çiğ, züppe,
çocuk ve bayağı görünürlerdi.
Seniha, gözleri yarı kapalı, uzun kirpikleri arasından Faik
Bey'i süzdü. Onda hiç uyumamış bir adam hali vardı, göz
kapakları sarkmış ve ağzının iki tarafındaki çizgiler derin
leşmişti. Seniha, bir uyku arasından gibi seslendi:
"Faik Bey, dün gece neredeydiniz?"
"Dün gece mi? Söyleyemem ! "
"Aman, n e kadar can sıkıcısınız . "
" Can sıkıcı. . . Asıl sizin sualiniz . . . "
Genç k ız yatağında sinirli bir hareketle döndü, yüzünü
duvar tarafına, arkasını Faik Bey'e çevirdi ve bu harekette�
sonra yarıya kadar sıyrılan yorganın açık bıraktığı yerlerden
Seniha'nın sırtı ta beline kadar göründü . Delikanlı bakınadı
bile. Genç kız sayıklar gibi bir sesle, sözüne devam etti:
" Ö yle ise, neredeydiniz size ben söyleyeyim . "
" N e iyi, beni zahmetten kurtarmış olursunuz . "
"Faik Bey, siz d ü n gece ç o k fena şeyler yaptınız. "
Faik Bey'in dün gece yaptığı şey gerçi çok fena idi. Saba
ha kadar kumar oynamış ve hayli kaybetmişti. Naim Efen
di, Kasım Paşa -Faik Bey'in babası- ile pek eski ve pek sa
mimi ahbap o lmakla beraber, oğluna, birçok sevimsiz ve
serbest hareketleri bir yana , asıl bu kötü huyu için hiç ta
hammül edemezdi. Kaç defa Cemil'e münasebeti kessin di
ye damadı ve kızı nezdinde teşebbüste bulundu. Kaç defa
Cemil'i karşısına alıp nasihat verdi ve hatta yalvardı.
Ihtiyar; dindar ve namuslu kimseler nazarında kumar,
seyyiatın [ kötülü klerin, günahları n ] en müthişidir Ocakla
rı söndüren bu, evleri yıkan bu, insanı hırsızlığa, cinayete,
intihara sevk eden budur; bunlar, kadını kumar nispetinde
22
te hli keli zannetmezler. Bunun içindir ki, Naim Efendi, Faik
l3ey'in, Seniha'nın yatak odasına girip çıkmasından ziyade ,
Cemil'in onunla beraber geç vakitlere kadar dışarıda kalma
sından ü rker ve endişe eder.
Bu hususta hissi onu aldatmıyor. Hakikaten Faik Bey'de
kumar iptilası her iptilanın fevkindedir, o daha şimdiden
kadından bıkmış ve sevdadan yorulmuştur. N itekim o gün,
akşam üstü çaydan sonra kadınlar gülüşüp konuşmaya o
kadar meyyal, gençler fısıldaşıp söyleşmeye o kadar teşne
iken Faik Bey ısrarla, b i r poker partisi yapmak teklifinde
bulundu ve meclisin umumi itirazlarına rağmen, salonun
bir köşesinde bir " kare" teşkil etmeye muvaffak oldu. Zira,
Cemil'den başka Madam Kronski ve Beyağiulu diğer birkaç
madam, bu oyunun coşkun heveskarlarındandılar.
Seniha, salonun diğer bir köşesinde arkadaşlarından iki
genç kızla biraderinin dostlarından iki genç adam ve yeni
evlenmiş bir hanımdan bileşik bir grup ortasında b üyük ha
lasının torunu Hakkı Celis'i n kendisine o kuduğu şiirle ri
dinler görünüyordu. Ta içinden Faik Bey'e kızgındı. Zira,
bu meclisiere revnak [ parlaklık, süs] verebilecek yalnız
onun so hbetleri, onun esprileri, onun şakalarıydı. O, bir
köşeye çekilir çekilmez oda, suyu çekilmiş bir havuza dö
nüyor ve hiç kimse ne yapacağını bilemiyordu. Seniha'nın
ise, başkalarının sözlerinden dehşetli bir surette içi sıkılı
yordu. Hele halazadesi Celis'in şiirlerine hiç tahammülü
yoktu. Bu genç, kendisinden ancak bir iki ay küçük olması
na ve şimd iden birçok şiirleri bazı mecmualarda çıkmış ol
masına rağmen, ona, parmakları mürekkep lekeli ve panto
lo nunun dizleri çıkmış zavallı bir mektep çocuğu gibi gö
r ü n m e kten kurtula m ıyordu . Hakkı Celis h e r o ku d u ğu
manzumenin sonunda:
"Abla, dün gece bir sonnet daha yazdım. Haftaya N i hai
mecmuasında çıkacak;" derken, Seniha, aklı başka yerlerde:
23
"Güzel ! Güzel ! " diyordu ve genç çocuk bundan cesaret ala
rak tekrar okumaya başlıyordu.
Mamafih, Seniha'nın yanındaki genç kızlar bu şiirlerden
pek çok zevk alır gibiydiler. Gözlerinin içinde bir cezbe ay
dın lığıyle genç şaire bakıyor ve her İnşadı n [ o ku ma n ı n ,
okuyuşun ) sonunda:
"Aman, ne fevkalade, ne fevkalade ! . . Kuzum, bize bunu
bir kağıda yazıverin," diyordu . Heyecanlarında az çok sam i
mi idiler. Bu iki hemşire, şiiri musikiye tercih edenlerdend i.
Nitekim, yanlarındaki genç adamlardan biri kalkıp da Seni
ha'dan bir parça piyano çalmasın ı rica eder etmez, bunlar
Celis'i ta dizlerinin dibine çağırdılar ve yalvaran gözlerle:
"Devam ediniz, siz devam ediniz," ded iler.
Seniha, bütün hıncını şimdi piyanodan a lıyordu. O deli
kanlılar yanıbaşlarında duruyor ve biri notanın yaprakları[Jı
.
çevirmekle , diğeri çalınan havayı terennüm etmekle meşgul
oluyordu. Demincek onların grubunda bulunan yeni evlen
miş bir genç kadın, dinlemek için ta yakma geldi ve bir mu
rakabe [ dalıp kendinden geçme) vaziyeti aldı. Seniha, bilin
mez nedendir, hem bu genç kadına hem de o genç adamla
ra kızıyordu.
"Macit Bey, yaprakları çabuk çeviriyorsunuz ! " diye çı kış
mış; birkaç dakika sonra, öbürüne: "Amma da yanlış söylü
yorsunuz, Nazif Bey ! " demişti .
Sonra, çaldığı hava bitip de tabu renin üstünde arkasına
döndüğü zaman, hala dalgın ve coşkun tavrı nı muhafaza
eden genç kad ına:
"Belkıs, kendine gel , çald ığımız bir bar havası idi;" diye
rek güldü ve salonun bir tarafında pakerciler grubunu, di
ğer köşesinde o genç kızlarla küçük Cel is'i görür görmez
derin bir can sıkıntısıyle tekrar piyanosuna döndü : "Şimdi
söyleyin, daha ne çalayım, Macit Bey ? " dedi. Macit Bey, no
taları karıştırıyordu. Bu, kendini beğenmiş ve her şeyi bil-
24
ınek iddiasında bir genç adamdı. İstanbul'da en iyi giyinen
ve kadınlar nezdinde en çok rağbet kazanan Türk genc inin
kendisi olduğuna emindi.
Gerçi, bazı geceler onun sabaha karşı Beyoğlu barlarında
Viyanalı fahişelerle vals ettiği n i ve her akşam üstü, kıyafcti
ne ait bir iş i çi n , "Mir"e uğradığını bilenler vardı. Fakat
zengin dostlar alemindeki muvaffakıyetlerinden hiç ki mse
nin haberi yoktu. Mütemadiyen kadın peşinde koştuğu gö
rülür. Lakin bunlardan birine yaklaşıp da, konuştuğu he
nüz vaki olmamıştır. Bir gün Seniha ile biraz açılmak teşeb
büsünde bulundu ve genç kızdan şu cevabı aldıydı:
"Mac i t Bey, siz benim tipim değilsiniz. Ben, esmer ve
uzun boyluları seve rim. Siz, kısa ve beyazsınız. Ben, giyi
nişte biraz i ti nasız olanları severim, siz ise, henüz ütüden
çıkmış kostümterinizle ve dimdik du ruşlarınızla tıpkı elb ise
mağazalarının camekanlan ndaki manken'lere benz iyorsu
nuz. Sesinizin ahengi hoşuma gitmiyor. Sonra ben, her şey
den evvel beni beğenen erkekleri severi m, siz ise kendiniz
ele n başka kimseyi beğenmez gibi görünüyorsunuz . "
Nazif Bey'e ge lince, o d a Macit Bey'den p e k farklı bir i n
san deği ldir. Esasen bütün gü n , bütün gezmelerinde , bütün
eğlencelerinde beraberdi rler. Beyoğlu'nda, Doğruyol'da o n
ları ayrı ayrı gören hiç olmamıştır. Biraz da akrabad ı rlar.
Macit Bey' in babası Abdülhamit devrinde ailesiyle berabe r
Beyrut'a sürüldüğü zaman, uzun müddet Nazif Bey'in baba
sı Afif Paşa'n ın evinde misafir ka ldılar ve teyzesinin kızını,
Nazif'in halazadesine verdiler. Afif Paşa, şimdi ayan azasın
dandır, Macit'in babası Enis Paşa ise, ilanı meşrutiyeti mü
teakip sıra ile birçok nezare tlere geçmişti.
Poker masasından yükselen gürültü adeta piyano sesini
boğuyordu. Seniha " tuş" lara daha büyük bir şiddetle bastı.
Sonra, yarı ciddi yarı sahte bir asabiyetle yerinden kalkıp
oyunculara doğru gitti:
25
"Yeter artık , burayı bir tripo'ya çevirdiniz," dedi ve Faik
Bey'in önündeki fişleri karıştırmak, dağıtmak istedi. Fakat,
daima o kadar lakayt, şakacı, tahammüllü ve rint o lan Faik
Bey, oyunda gayet ciddi ve asabiydi , genç kzın o mzunun
üstünden uzanan elini bileğinden yakaladı , arkaya doğru i t
ti. Cemil, gayet gevrek bir kahkaha ile gülüyor:
"Seniha, bıra k ! Kaybediyor, kaybediyor, zavallı ! " diyor
du. Beyağiulu madam pek zarif bir nükte söylüyormuş gibi:
"E, oyunda kaybeden aşkta kazanır," dedi.
Ve madamın baş ucunda duran Macit Bey bu sözü üzeri
ne alınarak gülmeye başladı. Seniha, gittikçe artan bir asa
biyetle şiir okuyaniara doğru g itti ve afacan, şımarık bir ço
cuk tavrıyle Hakkı Celis'in uzun perçemli saçlarından yaka
layıp yukarı doğru çekti. Biçare genç sapsarı kesildi ve ağ
zında yarım kalmış bir mısra ile gülmeye çalıştı. lki h �mşi
reden birisi, Nuriye Hanım, saçları çekilen genç şaire şef
katle bakarak:
" Zavallı şair ! lşte sizin nasibiniz bu . . . " dedi.
Öbürü, Neyyire Hanım, Celal Sahir Bey'den birkaç mısra
okudu:
31
Naiın Efendi'ni n hemşiresi Selma Hanımefendi Çemb�rli-taş
civarı nda büyük bir konakla oturur. Biraderi n i n küçüğü
dür. Fakat, genç kızlığından beri ailenin içinde herkesten
ziyade kendisine hürmet ettiren ağır, haşmetli ve amirane
bir hali vardı. Naim Efendi'yi genç yaşından beri kah yakın
da n, kah uzaktan sevk ve idare eden Selma Hanııne fe n
di'dir. Naim Efendi, hatta evle nciikten sonra b i l e birço k za
manlar hemş iresinin tesiri altında kald ı; bu kadının aklıse
limine, azim ve i radesine, d i rayet ve hasiretine hayrandı.
Karısının ve fatından beri hemen her so kağa ç ı kışında bir
kere ona uğrardı. lki kardeş, uzun uzadıya dertleşi rler, has
bıhal ederlerdi. Naim Efend i , bu hasbıhallerden ekseriya
dayak yemiş, kabahatti bir çocuk gibi çıkardı. Zira, Sel ına
Hanımefendi, pek ziyaele to k sözlü bir kadındır. Herkesin
kusurunu yüzüne vurmakta ve işleni len hatanın hiç değilse
elille eczasını vermekte zerre kadar insafı yo ktur.
Ni tekim tarunuyle o garip konuşmaların ertesi gü nü, de
rin hasbıhal ih tiyacıyle hemşiresine koşan N a i m E fendi,
Sclma Hanım tarafından o kadar sert bir muamc leye maruz
32
kaldı, o kadar sarsı ldı ve tartaklandı ki, adeta kendini tut
ınasa konağa dönerken arabasının içinde hıçkırarak ağlaya
caktı.
Hemşiresi, yarı hiddetli , yarı müstehzi bir tavırla ona de
mişti ki:
·
"Maşallah . . . Demek, Seniha'nın aklı böyle ciddi şeylere
de eriyor! Ben zannederdim ki, o, ipeğin renginden, sürme
ııin cinsinden, Beyoğl u'nun kaldırımı nda sekmekte n ve
gençlerle Fransızca şarkılar söylemekten başka bir şey bil
mez. Meğer, ara sıra evin u muriyle de alakadar o luyormuş,
iyi ya, işte sevinin, ağabey, sevinin: Torunun, kızından daha
akıllı çıktı. 'Büyükbaba, çok sefalete düştü k, değil mi?' Sefa
let mi? Hayır kızım, hayır, rezalet demeliydiniz. Ö yle bir re
zalet ki, Karun'un hazinesi o lsa örtemez, istanbul'un dört
bir köşesinde çın çın ötüyor. Ağabey, ağabey, kuzum, sizin
kulaklarınız tıkandı mı? Gözlerinize perde mi indi? Bir defa
clrafınızı dinlesenize, bir defa etrafımza baksanıza ! Daha
şimd iden torununuz o lacak yumurcakların şö hreti afakı
tuttu . Damadınız delinin biri ... Kızımza gelince, o soylu
soplu budala, fakat şaşıyorum, size ne oldu? Siz ki, o kadar
ince fikirli, arif, zarif, kılı kırk yarar bir adamsınız, doğrusu
ya, bazı günler size bir sihir ettiklerine inanacağım geliyor,
çünkü, sizin tarafınızdan bu derece vurdumduymazlığa
başka bir mana veremiyorum ! "
Naim Efendi, elleri dizleri nin üstünde, koltuğun iç inde
iki kat olmuş, dik dik yere bakıyordu. Selma Hanımefendi
devam etti:
"Geçenlerde buraya Şekibe Hanım gelmişti -hürriyetten
"
sonra bu ilk gelişleri, dünya bir acayip o ldu- şimdi Pangal-
tı'da oturuyorlarmış. Oğlu askerden çıkmış; Şehremanetin
de bir büyük memuriyete geçmiş, söyledi ama, unuttum.
Neyse, maksat bu deği l . . . Ve kadın zaten bunları anlatmaya
gelmemiş. Diyor ki, her akşam üstü cu mbada oturup geleni
33
geçeni seyrederim. Kadıncağız yine bir gün cumbada o lu
rurken bir de bakmış ki, bizim küçük hanım, iki dirhem bir
çekirdek. Peçesini açmış, bir a rabada yapayalnız. Şişl i'ye
doğru gidiyor. Şekibe Hanım seslenmek istemiş, fakat son
ra , nemelazım belki istemez, demiş: Arabada öyle bir otu
ruş oturuyormuş ki, tari f ede ede bitiremiyorlar. N eyse, yir
mi dakika geçmemiş, Şekibe Hanım bir de bakmış ki, araba
tekrar dönüyor, fakat bu sefer, içinde bir de delikanlı ile be
raber. . . Esmer, zayıf bir genç miş, mutlaka o çapkın Faik
olacak. Araba gelmiş, beş altı kapı ö tede bir evin önünde
durmuş. Şekibe Hanım bu evdekileri de tanıyor, bir !talyan
ailesiymiş. B izimkiler inerler ve tam akşamın ikisine kadar
orada kalırlar.
Naim Efendi, mavcradan gelir bir sesle:
"Evet," dedi . "Bundan haberim var, Madam Kro 13s ki'nin
_
dostlarıdır. Bize daima gelirler. ladei ziyaret için o laca k . . . "
Selma Hanım, büyük b i r hayretle b i raderinin yüzüne
baktı:
"Ya . . . Ne ala ! " dedi. "Demek bu da alafrangalık icabatın
da n ! .. Ya b i r gece ta sabaha kadar N e d i m Paşa' n ı n kızı
Memduha'nın evi nde kalışiarına ne dersiniz? Bütün kom
şular o gece sabaha kadar gürültüdcn, ahenkten uyuyama
mışlar. Bizimkiler, kadın erkek hep bir arada imişler. Bir za
man gelmiş ki, mahallenin bekçisi kapıyı vurup, susunuz,
bu kadarı da fazla, diyecek olmuş. Zaten komşular, bu hal
bir daha tekerrür ederse karakala şikayet edeceğiz, diyor
larmış.
Naim E fend i, tepeden tırnağa kada r ü rperdi; kenarları ge
niş Aziziye fesinin altında yüzü küçücük görünüyordu; de
di ki:
"Bu eğlenceden de haberi m var. Benden izin aldı lardı . ..
Hatta Memduha Hanım, bizzat kendisi geldi, bana yalvar
dıydı."
34
Selma Hanım:
" Ö yleyse size o lan o lmuş ağabey ! " dedi. "Ben de nafile
ye re nefes tüketiyorum. Ağabey, ağabey, bütün bu rezal etle
ri size alafrangalık icabatındandır diye yutturuyorlar. Bizim
gördüğümüz terbiye, vakıa alaturkadı r ama, zamanımızda
alafranganın ne demek o lduğunu da pek yakından gördük.
1 ngiliz Ahmet Bey'in çocukları böyle miydiler rica ederim?
Kendisi Hıristiyandan dönme halis muhlis Avrupalı o lduğu
halde bile, hatırlarsınız, evinde, o ne vakar, ne temkin, ne
kapalıiıktı ! . . Bizim çocuklar da aynı terbiyeyi görmediler
ıni? Niçin aynı tarzda hareket etmiyorlar? Geçen gün Hak
kı bile yaşına bakmadan diyordu ki: 'Her yerde Seniha abia
ma rast geliyorum.' 'Her yer neresi?' dedim. 'U.bon , Mulat
39
Seniha, iç sıkıntısından bitiyordu. Gönlü hiçbir şeyle :-evu
namıyordu. Etrafındakilerin seslerinden, sözlerinden, kah
kahalarından, daima aynı tarzda tekerrür eden seslerden ar
tık usanmıştı. Bütün tanıdıklarından, kadın erkek, ayrı ayrı
nefret ed iyordu: Bahusus, Hakkı Celis'in inşatlarına artık
hiç tahammülü yoktu; geçen gün o konağa gelir gelmez, bu
odasına çekildi ve kendini yok dedirtti. Esasen birkaç gün
den beri odasından dışarıya hemen hiç çıkmıyor gibiyd i; ne
görmek, ne görünmek istiyordu. Evin içindekile rden biri
yanına girip çıktıkça, fena halde muazzep o l uyor [ eziyet çe
kiyor] ve sorulan suallerin hiçbirine cevap vermiyordu.
Mütemadiyen okuyordu. Kardeşi Cemil'e: "Aman kitap,
aman kitap ! " diyordu ve Cemi! eve her dönüşünde ona beş
on cilt birden getiriyordu. Bu günler zarfında Seniha'nın sa
bahtan a kşama kadar üç romanı üst üste sigara içer gibi
o kuduğu oldu. Hepsini de b itirdikten sonra, içi sıkı larak
bir köşeye fırlatıyordu. Bu kitapların h içbirisi arzusuna gö
re değildi; bazısı budalaca hayali, bazısı hayvanca hakikiy
di, bazısı da o kadar sönüktü ki, okunduktan sonra hatırda
40
lı i(,; bir iz bırakmaksızın kapanıp gidiyordu.
Seni ha, tipiye tutulmuş bir kimse gibiydi; saniye ler ve da
kikalar sıkı bir kar kasırgası halinde, yüzüne, göğsüne çar
pıyor, nefesi tıkanıyordu. Dört gün içinde birbirinden şid
detli iki sinir buhranı geçirdi. Bir defasında Naim Efendi de
hazırdı. Biçare ihtiyar, ömrü boyunca bu kadar acılı bu ka
dar heyecan verici bir manzara görmemişti. Yavrucağın vü
cudu, görülmez bir elin delice bir hareketle kıvırıp büktüğü
bir urgan parçası gibiydi. Sesi ve nefesi dişlerinin arasına sı
kışmış, uzun, parlak tırnakları birer ince hançer uçları ha
linde avucunun etine saptanmıştı. Naim Efendi:
"Aman, ellerini açınız rica ederim, ellerini. . . " diyordu .
Ve hekimin öğrettiği bir usul üzerine yumruklarını var
gücüyle genç kızın kursağına bastıran Madam K ronski'yi
o muzlarından tutup geriye çekmek istiyordu.
O günden beri Naim Efendi, Seniha'nın bu derdine bir
<.:are aramakla meşgu ldür. Başvurmadığı hekim kalmadı.
Tı pla alakası olmayanlardan bile salık istiyordu. Bunu nla
beraber, ne evin içinde, ne hariçte hiç kimsenin kendi endi
�esfne iştirak elliğini görmedi, onun için kalbi biraz müste
ri h oldu. Diğer taraftan hekimlerle müşaverelerinin netice
sinde de anladı ki, bu öldürücü hastalık değildir, evlenmek
ve dağurmakla geçer, gider. Naim Efendi o günden beri to
rununu evlendirrnek çare l e r i n i düşünmeye başla d ı . Bu
maksadını evvela k ızına açtı. Seniha'nın annesi her sözü
tasdik eden kadınlardandı.
·'inşallah sayenizde o mürüvveti de görürüm;" dedi ; " fa
kat, ne çare ki Seniha katiyen arzu etmiyor, babası da yir
misini geçmeden o lmaz , diyor. Şimdiye kadar kaç görücüyü
kapıdan çevirdik Sağ olsunlar, çocuklar da babaları da bir
fikirde, bir tabiatta ... Eski adetterimizin hiçbirini kabul et
miyorlar. llle, bey, görücü denildi mi, küplere bi niyor. . .
Naim Efend i, görücülere karşı evin içinde böyle bir mu-
41
halefet itti fakının mevcut o lduğundan haberdar deği ldi ve
evlenmek çağına gelmiş bir genç kızın görücüye ç ıkmasın
daki mahzuru hissedemiyordu .
"Kızla erkek, birbirlerini bulup tanışacaklar, görüşecekler,
sevişecekler, aralarında evlenıneye karar verecekler. Neden
sonra bu karar, ana babaya tebliğ olunacak ve n i kah aktedi
lecek ! Kim bi lir, kimi intihap eder! " [seçer] diyordu. Husu
siyle, bütün o tanışıp sevişmelerinden sonraki n i kah, ona,
gayri tabii ve fuzuli bir merasi m gibi geliyordu. Şüphesiz her
şey bu nikahtan evvel, kimsenin haberi yokken, kendiliğin
den olup biriveriyor ve bu hal , izdivaçtaki meşruiyeti , ahla
kiyeri ta esasından mahvcdiyordu. Oğlan ve kız, karı koca
o lmazdan evvel, ana ve babadan gizli aşık ve maşuka, yani
"zani" ve "zaniye" [zina eden erkek ve kadın ] o luyorlardı.
Bir zevk ve huzur yuvası olmaktan ziyade, analık >Je ba
balık gibi kutsi ve insani birtakım vezaifin menbaı olan mü
barek aile ocağına, evvelce tanışıp sevişmiş b u genç çift,
müşterek bir günahın lekesiyle kirlenmiş olarak girecekti.
Naim Efendi, kendi kendine:
"Badema , böyle b i r ç i ft a rasında hü rmet-i m ü tekabile
[ karşılıklı saygı ] nasıl cari [ geçerli] olabilir? O i l k zaaf ve
mağlubiyet dakikasının hatırası, i kide bir onları utandırmaz
mı? Kadın, erkeğin ne kadar nefsine mağlup, erkek kadının
ne kadar mukavemetsiz, ne kadar haysiyetsiz o lduğunu dü
şündükçe bu ondan o bundan akıbet [ sonunda] nefrete
başlamaz mı?"
Naim Efendi, mutaassıp bir adam değildi; harem ve se
lamlık usullerinden çoktan vazgeçmişti. Seniha'yı ve kızını
erkekler içinde başı açık görmeye ço ktan alışmıştı. Fakat,
bazı yeni adetleri sadece güzel ve hoş bulmuyordu. N i te
kim, yeni tarz evlenıneler de ona, fena o lmaktan ziyade,
çirkin ve tatsız geliyordu. Düğü nden evvel birbirlerini o ka
dar iyi tanıyan kızla oğlan için gelin o lmanın, güvey girme-
42
ı ı i ıı anık ne sırrı, ne heyecanı, ne cazibesi kalır? Duvağı
a�·an el titremeden, duvağı açılan yüz kızarınadan b i rbirine
ya klaşanların düğü nlerindeki sevinç ve saadetin manası ne
d i r? Ah, yeni yetişen nesil ne acı nacak bir haldeydi? Yarınki
� ocuklar saygı, i taat ve görenek gibi kayıtlardan kurtulacak,
lakat aynı zamanda bu kayı tların temin ettiği zevklerden,
-,;�adetlerden de mahrum kalacaktı. G it tikçe sathileşecekler,
git t ikçe kabalaşacaklardı ve a kıbet başıboş bırakılmış hay
vanlar gibi, oradan buraya, buradan oraya atılıp dururlar
kcn, günün birinde ya bir çukura düşecekler, ya da bir suda
hoğulacaklardı.
Seniha, şimdi böyle başıboş şahlanmış bir hayvan üstün
de gibiydi. Faka t, kendini daracık bir saha içinde, mahsur
ve mahpus hissediyordu. Ru hunda çılgın cevelanların, bit
mez tükenmez mesafelerin hasreti vardı. En küçük teferru
a ı ı na kadar her şeyini ve her tarafını bildiği ve ezberlediği
hu evden , doğduğu günden beri daima aynı havayı yuta yu
ta adeta bunaldığını h isse ttiği bu memleketten kaçmak,
uzaklara, görülmemiş, işitilmemiş şeylere doğru gitmek is
t iyordu. Avrupa'n ı n şenlik ve aydınlık şehirleri , onu büyülü
b i r surette kendine doğru çekiyordu. Çö lde yürüyene serap
neyse , Seni ha'ya Avrupa oydu. Ne yapsa, ne işlese hep ora
ya gitmek içi ndi; bulunduğu yerin hiçbir şeyinde gözü yok
l LL Bütün gün o ziyaretiere gidişleri, o misafir kabul edişle
ri, o mağazadan mağazaya dolaşışları, etrafındaki gençlerle
o şuhl ukları , o piyano çalışları, dans edişleri, giyinişleri,
süslenişleri, bütün o çılgınlıkları, d u rgu nlu kları hep bu
hasreti avutmak; bu derdi u nutmak içindi. Seniha'ya göre
Istanbul'da hiçbir şey di kkate değmezdi; buradaki hayatın
herhangi nevinde olursa olsun, gönül bulandırıcı bir yavan
lık vardı. Ara sıra, Fa ik'e:
"Size şaşıyorum Faik Bey ! " derdi. "Bu şeh i rde h iç sıkılını
yor gibisiniz; daha doğrusu, her şeyle avunup eğlenebili-
43
yorsunuz. Siz ki Avrupa'da büyüdünüz, oradaki hayata a lış
tınız, nasıl oluyor da oraya tekrar dönmek ihtiyacı bile his
setmiyorsunuz? . .
Faik Bey gayet alafranga b i r kahkaba ile gü ler:
"Avrupa mı ? Ah ! j'an ai soupe ma c he re"* derdi ve bu
genç adam, Seniha'ya bu cihetten de barikulade görünüyor
du, zira kendi kalbinde en ateşli arzuları, en yüksek emelle
ri teşkil eden şeyler bu adam için evvelce tadılmış, duyui
muş ve bıkılmış birtakım bayatlamış tatlardan ibaretti .
Seniha, zevk ve haz bahsinde Faik Bey'in çiğneyip, emip
yere attığı meyvelerin posası na, ağzının suyu akarak, dişle
rini uzatan bir obur dilenci gibiydi; kendisi de, Faik Bey'in
yanı nda biraz bu kadar aşağılara indiğini hissederdi. Bunun
içindir ki kalbinin bir köşesinde bu genç adama karşı gayet
gizli, fakat had bir kin taşımaktadır. D iğer taraftan ..F.a:tk Bey
de farkına varmaksızın bu kini besiernekte ve alevlend ir
mektedir. Seniha'ya karşı muamelesi ya soğük bir tarzda
hürmetka r, ya arkadaşça laubali veyahut sadece şakacıydı.
Bazen sahte ve istihza ile karışık çapkınlıkları, şuhlukları
da ol urdu ve tam Seniha bunları ciddi te lakki edeceği sıra
da, bu hafif ve havai genç, avucunun içinden kayıp giderdi.
Geçen yıl öyle anlar o ldu ki, Seniha, onu delicesine sevdiği
ni zannetti. Zira o zamanlar Faik Bey'in şaklabanlıklarına
nihayet o lmuyordu. Gününe, saatine göre , kah şelkatli, kah
sadece okşayıc ı, kah kıskanç ve mütecessis bir adam şekli
ne girerdi. Herkesin önünde Seni ha'nın ta gözleri içine ba
kışları, yanına yaklaştığı zaman dizleriyle dizine bir temas
edişleri, yal nız kaldıkları vak it derin derin susuşları vardı
ki, genç kıza o zamana kadar hiç tanımadığı tatlı bir korku
verird i .
Seniha, bütün aşk v e macera oyunlarını Faik Bey'le kendi
44
arasında geçen bu için için yapılan münakaşada öğrendi ve
ııc va kit ki Fa ik Bey'in harekatında lakaydiye benzer bir de
gi�iklik sezmeye başladı, o zaman bu oyunda muvaffak ol
mak iç i n ne kadar çok maharete, n e kadar çok idmana
m u h taç o lduğunu h issetti. Kendi kendine aylarca: "Beni
(;ok acemi buldu, mutlaka beni çok acemi buldu ! " dedi.
Vakıa Faik Bey, onu çok acemi bulmuştu . Küçük yaşın
dan beri pek güzel, pek zarif kadınlar tarafından sevilip ok
�anmaya alışmış bu genç adam içi n, on altı, on yedi yaşında
bir genç kızın muhabbetini kazanmaya çalışmak , o nun için
b i r züldü. Faik Bey, sevilmek için sevenlerdendi. İsterdi ki,
kadın ona, gözleri ve dudaktan ateş iç inde , dizlerinin üs
tünde sürüne sürüne gelsi n . U facık bir gurur, ufac ı k bir
mukavemet o nun bütün gay retini kırardı. Seniha ile işte
böyle oldu. Vakıa bu genç kızda hiç mukavemet n iyeti yok
tu. Fakat, vücudunda genç kızlığın bütün vahşeti ve toylu
gu vardı. Mütemadiyen kaçmak , kovalan mak istiyordu. Fa
ik Bey ise bu mütemadi kovalamaya hiç gelemezd i.
Zira, Seniha'ya karşı düşkünlüğü geçici bir hevesten i ba
rc tti. Ona devamlı hisler telk i n edecek, ancak o lgun ve bil
giç kadınlard ı . Faik Bey, arkadaşlarına kad ı ndan bahseder
ken: "Ot uzundan aşağısını geç ! " derdi ve hayatta yegane
cmeli, seç kin ve zengin bir du lla evlenmekti.
Seniha'nın Faik Bey'e karşı duyduğu kinin başlıca sebep
lerinden b irisi de, böyle zengin bir izdivaç peşinde koşu
şuydu. Belki bu genç adam, kendisini zengin o lmadığı için
hor görüyordu. Vakıa Seniha, paraya ehemmiyet vermeyen,
daha doğrusu, para merhumunu şiddetle hissetmeyen kibar
ve hayali aile kızlarından değildi, kanı nda bu hasis arzuyu
epeyce yüksek bir hararet derecesinde tutan yabancı bir un
sur vardı; zira, ne annesi, ne babası tarafından böyle bir hır
sa tevarüs ettiğine i h timal verilemez. Bununla beraber, şuna
da hükme tmemelidir ki, Naim Efendi'nin torunu, parayı
45
para için seven kızlardandır; bu rezilet onda fazla süslen
mek, fazla eğlenmek, geniş yaşamak, çok seyahat etmek ar
zuları ndan doğmuş bir histen başka neyd i? . .
Seniha'nın, işte b u emellerine mani olan v e adına müza
yaka elenilen şeyle, boğup mahveden havaya tahammülü
yoktu. Bunun içindir ki, o da a ra sıra Faik Bey gibi, zengin
bir izdivaç hulyasına kapıl ıyo r ve fakat aynı hulyayı başka
larına bir ayıp şeklinde göstermekten de vazgeçemiyordu.
Hekimler, Seni ha'ya biraz, yer ve hava değiştirmeyi, biraz
kırlarda ve denizlerde gezip eğlenmeyi tavsiye ettiler, bu
nun içindir ki, Naim Efend i'nin toru nu, Madam Kronski i le
beraber bir haftadan beri Büy ükada'da bulunuyorlar. Bu ra
da, halası N ecibe Hanımefendi'nin köşkünde misafirdirler.
Servet Bey'i n hemşires i , zevcinin vefatından beri aşağı
yukarı beş senedir, yaz kış hep Büyükada'da oturur. Köşkü,
1 Iristas'ta tamamıyle çarnlar içinde, gölgeli ve asude bir kö
şededir. Şehre nadiren iner, a kraba ve taallukatıyle hiç gö
rüşmez ve karşıdan bütün zevkini tek başına kalmakta bu
lan bir hanım gibi görünür. Halbuki hayatı, için için gayet
karışık ve gayet gürültülüdür; merhum zevci gibi delikanlı
lara, taze kadınlara, içkiye ve saza, yaşla hiç sönmeyen bir
düşkün lüğü vardır. Yaz ve kış , gece ve gündüz eğlencesiz
geçen zamanı nadi rdir. Ya kendisi günlerce gider, ya ona
günlerce gelinir.
Boş zamanlarında ise birtakım izdivaç işleriyle, muaşaka
[aşk) entrikalarıyle meşgu ldür. Derler ki, Necibe Hanıme
fendi bu işlerle kendine maddi menfaatler temin ediyor. La-
47
kin bu bir iftiradır. Necibe Hanımefendi'nin birçok gence
kız bulduğu ve birçok dul kadınlara koca aradığı, pek çok
sevdalıları çatısının al tında barındırdığı doğrudur. Fakat,
uzaktan ciddi gibi görünen b u işler, onun için bir eğlence
ve bir zevkten ibarettir. Nitek im bu kadın, bir haftadan be
ri , biraderinin kızına belki ellinc i defa olarak, yarı şaka, yarı
ciddi:
"Kız, gönlünü avu tmaya bak; kız, gönlünü besle ! " deyip
duruyordu.
Seniha. halasını çok sevmekle beraber, o nu pek bayağı
bu lurdu. Ne giyinişi, ne yaşayışı, ne söz söyleyişi , onun
zevklerine göre değil di. N ecibe Hanım, yüzünün yüzlerce
derin çizgisine rağmen hala düzgün yürüyor, gözlerine sür
me çekiyor ve saçlarını açık sarıya boyuyordu. Kıyafe ti yü
zünden daha az şatafatsız deği ldi; türlü renkte ipe He c için
de tıpkı "egzotik" ro llere çıkmış bir opera aktrisine benzi
yordu.
Seniha, Ada'ya geldiği günden beri, halasıyle gezintilere
çı kmaktan çekiniyo r, fırsatını bu lursa, madamla beraber
yalnız çıkıyor veyahut evde kalıyordu. Zavallı Necibe Hanı
mefendi , bu acayip tabiatlı kızı nasıl eğlendireceğini bilmi
yordu:
"Bari, Şişli'deki arkadaşlarını çağır; hazzetliğin kimseler
varsa onlarla gez, eğlen ! " diyordu.
Zira Seniha, halasının evine gelip gidenlere ancak selam
veriyordu. l kide birde Madam Kronski'ye:
"Ne kadar fena giyiniyorlar; eğlenceleri ne kadar adi ! " di
ye söyleniyordu ve halası, onun bütün tavırlarından, gizlice
yüzünü ekşitmelerinden, kendi cemiyetlerine ne kadar ya
bancı o lduğunu hissediyordu. Bir gün Seni ha'ya haber ver
meksizin Cemil'i çağırttı ve dedi ki:
"Oğlum, zannedersem hemşirenin burada fena halde canı
sı kılıyor; çünkü, ahbaplarından ve akranlarından uzaktır.
48
!( endisine kaç defa söyledim. Burası senin evindir. istediğin
kimseleri çağır diye . . . Anlaşılan , bana ağırlığı olur fikriyle
ı -;teıniyor. Halbuki bana şu kadarc ı k ağırlığı o lmaz. Köşk
gmiş, ben kalabalığı severim, bahusus etrafımda sizin gibi
ge nç ler olursa büsbütün içim açılır. Göreyim seni; git ne
kadar neşeli dostlarınız varsa, hepsini topla gel ! . . "
Cemi! için b u , beklenmedik bir nimet oldu. O d a halası
gıbi her türlü eğlentiye düşkündü; hususiyle kaç zamandır
-;cvdiği kadın elinden gideli Beyoğlu'nda ne yapacağını, na
.., ı ı vakit geçireceğini bilemiyordu. Halasıyle mükalemeleri
ııin [ konuşmalarının] ertesi günü, lstanbul'a döndü ve çar
�·abuk bir arabaya bindi, doğru Belkıs Hanım'ın evine gitti,
uç ay evvel zengin bir ihtiyar mebusla evlenen b u genç ka
d ın , evinde can sıkıntısından çatlıyordu. Bu daveti kabul et
ı i. Cemi! oradan, Nuriye ve N eyyi re Han ımiara uğradı. Bu
iki hayali ve edebi genç kız için Büyükada adeta bir arz-ı
ıncv'ut* idi ; ikisi birden:
"Ah, ne iyi, tam da mehtap ! . . " dediler.
Sonra: "Kimler var? " diye sordular. Cemi!:
"Erkek namına, yal nız benle Faik," dedi.
l ki hemşire, suni bir hüzünle:
"Ah, Hakkı Celis yok mu? Bizim küçük şairimiz ! Hakkı
Celis ! " dediler.
Cemil'in o nu çağırmaya hiç niyeti yoktu. O da hemşiresi
gibi bu sersem çocuğu manasız ve tahammül edilmez bulu
yordu. Mamafih, garip bir tesadüf eseri olarak, o nlar tam
böyle konuştukları sırada hizmetçi, Hakkı Celis'i odaya ge
t i rdi. Genç kızlar hem sevinci, hem hayreti i fade eder bir
çığlık kopardılar:
"Gördünüz mü? Gördünüz mü? Şairin ilhamı ne kadar
kuvvetliymiş! . . "
49
Ve Cemil'in söz söylemesine meydan vermeksizin genç
adamı kendilerine refakate davet ettiler. Cemil, oradan bi
raz kızgın çıktı; bütün keyfi kaçmıştı. Akşam üstü Tokatl ı
yan'da Faik Bey'i gördüğü zaman, Ada eğlencesi tasavvu
rundan ve halasının davetinden adeta yarım ağızia bahsetti.
Ve ertesi günü sabahleyin hep bir arada, aynı vapurla git
mek mukarrerken [ kararlaştı rılmışke n ] o, akşam üstü en
son vapura kaldı.
Bir haftadan beri yalnızken epeyce bıkmış olan Seniha
için ın İsafirlerin böyle hep birden gelişi, beklenmeyen bir
vakıa o ldu:
"Ah, ne iyi ettiniz, ne iyi! Yarabbim, n e büyük sürpriz !
Bunu Cemil mi yaptı? Aferin Cemil'e . . . Fakat, o nerede kal
dı?" diyordu.
Seniha'nın dostları , onun ikide b irde bu suali tekr�r. &d i
şindeki saklı manayı anlıyorlardı. "O nerede kaldı?" demek,
"Faik gelmeyecek mi?" demek ti ve gülerek:
" Gelmez o lur mu? Mutlaka gelecek, Faik Bey'le beraber. . .
Fakat akşam, Cemil'i getiren son vapurdan, Faik Bey çık
mayınca, Seni ha biraz evvelki neşesini kaybeder gibi o ldu . . .
Cem i l :
" M u t l a ka gelece k t i . N a s ı l o l u r ? Ç a n ta s ı n ı göz ü m ü n
önünde hazırladı. Hotel des E trangers'ye i nece kti , sa k ı n
gelmiş olmasın ! . . "
Ve Cemil'in bu sözleri kalplerde hiç olmazsa yarın için
biraz ümit bırakıyordu.
O gece Büyükada'da zümrü t renginde tatlı ve durgun bir
mehtap oldu. Çarnların altında, yollarda sessiz bir kalaba lık
vardı. Bütün gezinenler, hatta eşekler üstünde koşuşanlar
bile mahzun görünüyordu. Ayın berrak aydın lığı her şeye
koyu karanlıkta daha ziyade esrar vermişti. Zira, herkeste
bir hayalet hali vardı ve ağaçlar birtakım canlı mahlukat gi
biydi.
50
Hakkı Celis, ikide bir:
"Seni ha abiamın gözlerinin renginde bir gece. . . " diyordu.
Fakat Seniha, bu sözü işitmiyordu. Cemil'le Belkıs'ın o r-
tasında epeyce hararetli bir muhavereye dalmış, ö nden yü
rüyordu. Nu riye Hanım:
"Yeşil gözleri çok mu seversiniz? " dedi .
Neyyire ilave etti:
"Oh, ben siyahlara, koyu siyahlara bayılırım ! .. "
(•) Satıcı bedeli geri verince müşterinin de satılan malı geri vermesi.
81
her sene ele aynı fırsat düşmez. Bahusus ki Kanlıca'ya rağ
bet gittikçe azalmaktadır. Tarabya'da, Büyükdere veyah u t
Yen iköy'de o lsaydı anlardım. Fakat bundan sonra Kanlı
ca'da koca bir yalının içinde kim gider oturur? "
Naim Efendi:
"O halde," dedi, "bu kadar işe yaramayan mülkü kim sa
tın alır ve kaça alır? Acaba bunu satarak tedarik edeceğimiz
para ile borcumuzu kapatabilir miyiz?"
Ragıp Efendi:
"Siz arasını bana bırakınız," dedi; "yalnız, esasta mutabık
kalalım, bu bendenize kafidir. "
Naim Efendi yal ıyı satmaya karar veremiyordu. Çünkü,
oraya ruhi bir irtibatı vardı, gençliğinin en hoş demleri bu
yalıda geçmişti; ihtiyarlığının en sakin ve en rahat günlerini
yine bu yahya medyundu. Karşıdan görünüşünü; arka tara ..
fındaki bahçesini; geniş ve aydınlık odalarını, de nize doğru
uzanan şehnişini daha birçok teferruatını adeta ulvi bir mu
habbetle seviyordu. Vefa Ham'nı görmemişti bile. Üçte bir
hissesinin bu donuk renkli, kirli binanın hangi tarafına isa
bet ettiğini de bilmiyordu. Esasen bu müşterek temellükün
[sahip o lmanın] manası, onun beyninde öteden beri müp
hem, mecazi bir mefhum mahiyetindedir.
"Bilmem neden, yalıyı satmaya bir türlü razı o lamıyo
rum , dedi. "Mütaleatınız doğru olabilir; fakat, bence acayip
bir his meselesidir. Çemberlitaş'taki arsanın getireceği para
ile hiç olmazsa bir müddet daha oyalamak kabil değil mi?"
Ragıp Efendi, kızgın bir sükün içinde dinliyordu. Bütün
emektar hizmetkarlar gibi, onda da efendisine karşı müte
hakkimane bir tavır vardı:
"Bu, hisse müteallik [ ilişkin] bir şey değil, efendim," de
di. "Bu, bir hesap ve menfaat meselesi. Vakıa arsanın mu
amelesi bitmek üzeredir. Fakat, o radan alacağımız paranın
nereye gideceğini biliyor musunuz? Bütün Beyoğlu esnafla-
sı
rı bu arsanın satılacağı günü bekliyor. Hem, rica ederim,
bendenize bu arsadan bahsetmeyiniz. Zira, içim kan ağlı
yor, takrir günü yanınızda bile bulunamayacağım. Bilir mi
siniz, bugün bin iki yüz liraya sattığım bu yer biraz dişimizi
sıksaydık, elektrikli tramvay işlemeye başlar başlamaz bize
ne getirecektir?"
Naim Efendi, mütevekkilane bir eda ile omuzlarını silkti
ve: "Ne yapalım, kader böyleymiş ! " der gibi boynun u bük
tü. O , yumuşadıkça Ragıp Efendi sertleşiyordu:
"Affınızı rica ederim, size acı bir söz söyleyeceğim: Bu gi
dişle pek yakın bir zamanda, yalnız Kanlıca'daki yalıyı de
ğil , fakat bu konağı . . . Evet, bu konağı da satmaya mecbur
olacaksınız."
Naim Efendi tepeden tırnağa kadar ürperd i , m inderin
üzerinde çok oturmaktan dizleri uyuşmuş gibi, elleriyle ba
caklarını oğuşturmaya başladı. Malızun mahzun:
"Şuracıkta ne kadar ömrüm kaldı? " dedi.
Ve dolgun gözlerle camın arkasından dışarıdaki aydınlığa
baktı. lki ihtiyar uzun bir müddet süküta daldılar. Sonra
Naim Efendi ta bağrından gelen bir sesle, yavaş yavaş:
"Ne yazık ki bu zamanları da gördük," dedi ; hiçbir tat
ve bereket kalmadı. Nefes almak b ile güçleşti , kabahat biz
de mi?"
Ragıp Efendi, gittikçe merhametsiz oluyordu:
"Vallahi efendim, zamanın da pek o kadar kabahati yok,
hiç şüphesiz, kabahat bizde, " dedi; "başımız sıkıya geldikçe
zaman zama n , diyoruz. Fakat o zamane eviatiarına b irer
meram anlatmak kabilken . . . "
Naim Efendi'nin kahyası, sözünü i kmal etmedi, lakin Se
niha i le Cemil' i n büyü k babası, muhatab ı n ı n bu yarım
cümlesindeki maksadı kafi derecede hissetti . N e garip !
Han , yalı, arsa meseleleri bile dönüp dolaşıp bu iki çocuğa
dair bir bahis haline giriyordu. Lakin, Naim Efendi, zaman-
83
dan şikayet ederken hiç onları düşünmemiş, büsbütün baş
ka şeyler kastetmişti.
Onun için zaman, bütün müesses şeyleri temellerinden
sarsan inkılap rüzgarıydı; onun için zaman, kalplerdeki ih
tilaç [çarpıntı] ve yüzlerdeki e ndişeyd i; herkes, arkasından
mütcmadiyen itildiğini hissediyor; fakat, ne iteni, ne de git
tiği yeri biliyordu. Onun için zaman, mazinin bereketini,
azameti n i , isınet ve nezaheti n i [ namus ve temiz liğini l yap
mış bütün unsurları birer birer ç iğneyen gizli ve obur cana
vardı. Halbuki, zaman, bir taraftan da Cemi! ve Seniha'yd ı ,
devrin bütün ihtilaçları, bütün hummaları herkesten ziy2de
onlardaydı. Mazinin bereketi n i , azametini, isınet ve nezahe
tini çiğneyen obur canavar, Seniha gibi, Cemi! gibi erkekli
dişili binlerce, yüz binlerce mevcuttan müteşekkil bir şeydi.
Naim Efendi; ara sıra: " Zavallı çocu klar, biz yine epe.y.c�
gün gördük, fakat onlar hiç göremeyecckler! " derdi; kendi
kendine böyle söyleyerek, on lara kızacağı yerde , acırdı.
Bir gece Cemi!; konağa fena halde sarhoş geld i. Yürümek
şöyle dursun, ayak üstünde durmaya ınceali yoktu. Dışarı
dan bir uşak koluna girmiş, adeta sürükleyerek bin bela alt
katın mermer sofasında, bi.r kanepe üstüne o tu rtabi lmişti.
Cemi!, bağırınakla hırlamak ve hornurdanmak arasında bir
takım sesler çıkarıyor ve muttasıl kusuyordu. Üst kattan bu
gürül tüyü işiten Naim Efendi, -zira o, geç vakitlere kadar
uyumazd ı- yavaş yavaş merdivenlerden indi, torununa yak
laştı ve işi anlar anlamaz, yanında duran uşağa gayet sakin
ve tabii bir tavırla bir !eğen ve ibrik getirmesini söyledi. Ce
mil bir taraftan inliyor, bir taraftan Fransızca şarkılar söylü
yor, birtakım isimler söylüyor ve tekrar kusmaya başlıyor
du. Arada bir:
"Dokunmayın bana, dokunmayın bana ! .. " diyor, kendisi
ne uzanan kolları, başını tutmak isteyen e lleri itiyordu. Na
im Efendi, buna rağmen çocuğun başını leğene doğru eğdi.
84
Bir iyi su ile yıkadı; sonra kuruladı ve uşak ayaklarından,
kendisi kollarından tutarak yavaş yavaş yukarıya çıkardılar.
Naim Efendi mütemadiyen:
''Sus, sus yavrum . . . Herkesi uyandı racaks ı n , ayıp deği l
mi?" diyordu.
Soluk soluğa yatağına yatırd ılar. Büyükbaba, o gece toru
nu uyanı ncaya kadar bekledi. I kide bir, mendilini kolonya
suyu i le ısiatıyor ve çocuğun alnına koyuyordu. Onda, bu
gibi işlere ço ktan alışmış mahir bir hastabakıcı hali vardı.
Halbuki şimdiye kadar ne bir hastaya bakmış, ne de bir sar
hoşa bu kadar yaklaşmıştı. Işte o gece, ilk defa olarak bu
çocuk, o na bir şeyi n kurbanı gibi göründü; kendi kendine
soruyordu:
"Acaba bir dereli mi var? Acaba birini mi seviyor? Kim bi
lir, kim bilir! Zaman o kadar acayip, zamane kadınları o ka
dar fena ki ! .. "
Asıl dertli olan, asıl birini seven Hakkı Celis'ti. Henü� �ı.ı
yaşta, zavallı çocuk gönül çekmek nedir bir büyük adam gi
bi biliyor ve bir büyük adam gibi yarasının acısını, kimseye
sır vermeyerek taşıyor. Benzine bir tatlı solukluk, gözlerine
bir derin bakış ve başına acayip bir dalgınlık geldi . Ne mek
tepteki derslerine bakıyor, ne de evindeki kitaplarını oku
yabiliyordu. Büyükannesi Selma Hanımefendi, ikide bir sert
ve kalın sesiyle evin içinde:
"Bu çocuğa bir hal oldu; bu çocuk avareleşti ! .. " diye hay
kırıyordu.
Hakkı Ce lis gittikçe herkesten uzaklaşmak is tiyordu.
Tıpkı o hayvanlar gibiydi ki, hastalandıkları zaman hem
cinslerinden kaçarlar ve ölmezden pek çok evvel ortadan
kaybolurlar. Hakkı Celis, ha tta Seniha'nı n meclisini bile
aramıyordu. Eskiden her şeye rağmen, onun yanında bu
lunmak, onun sesini işitmek, etrafındaki havayı teneffüs et
mek genç adam için bir büyük ihtiyaçtı. Fakat şimdi Seni
ha'yı görünce adeta kaçıyordu. Zira sevdiği Seniha değildi.
Bu Seniha, onu korkutuyor, utandırıyor, acı, derin bir ümit-
86
sizliğe düşürüyordu. Bunu görünce öbürü için taşldığı has
ret yüz kat daha artıyor, tahammülfersa [ dayanılmaz ] bir
hale giriyo r, bağrı onulmaz b i r yerinden yaralanıyordu.
Yoksa, Seniha büyük halasının oğluna karşı, bahusus son
zamanlarda, hiç olmadığı kadar nazik ve müşfikti. Ona her
tesadüfünde, bir büyük hemşire tavrıyla serzenişler ediyor,
"Seni bırakmam vallahi ! " diyor ve bazen gittiği yerlere bile
onu sürükleyip götürmek istiyordu. Ne sözlerinde, ne ba
kışlarında, ne hareketlerinde o eski zalimliğinden, o eski
huysuzluğundan eser kalmamıştı . Daima sakin, mütebes
sim bir hali vardı.
Fakat, için için bir gizli endişeyle meşgul ve dalgın gözü
küyordu ve işte asıl bu halidir ki Hakkı Celis nazarında Se
niha'yı yabancılaştırıyordu.
Tavırlarının her biri ayrı ayrı sahteydi. Hakkı Celis, dün
kü hırçın kızın şimdiki sükünu altında kaynayan ihtiras
alemini, bu yapma tebessümlerin gizlediği yüz ekşitmeleri
ni ve akşamaların ancak zaptedebildiği tırnakları içgüdü,
fakat şayanı hayret bir vuzuh [açıklık] ve isabetle seziyor,
görüyordu. Kendi kendine; "Ne kadar riyakar o lmuş; Ya
rabbim! Ne kadar riyakar o l muş ! " diyordu. " He r gün ve
herkes önünde taşımak lüzumunu hissettiği bu maskenin
arkasındaki yüz , kim bilir, ne iğrenç bir şeydir ! " Ve genç
adamın saf, taze kalbinde ilk defa o larak, muhabbetin balı
na nefretin zehri karışıyordu. Hakkı Celis, iyilikle güzelli
ğin birbirine ne kadar zıt olduğunu bu sefer Seniha'dan an
ladı ve sevda denilen şey, ona mütemadi bir ihtilaç gibi gö
ründü. Şiirdeki "aşk"la hayattaki "aşk" ne kadar birbirine
benzemiyormuş.
Şimdi, Hakkı Celis, Nuriye Hanım'la Neyyire Hanım ken
disine, şiirden bahsettikleri zaman bu iki kızı, hayat ve his
işlerinde fevkalade görgüsüz ve yavan buluyordu. I çinde
edebi coşkunluk narnma hiçbir şey kalmamıştı. Sanki kinle
87
kararmış sevdanın ateşi , ruhunun bütün tatl ı usarel erini
kurulmuştu.
Fakat, ne gariptir ki, Hakkı Celis'in zıddına olarak, Seni
ha'nın içinde yeni bir hislilik uyanıyordu. Yeşil gözlü kız,
beş altı aydan beri adım adım dolaştığı kapalı bahçede, ha
yalata dalmayı, her düşen çiçeğe yaşlı gözlerle bakmayı ve
karanlıklarda sesler dinlemeyi çok seviyordu. Güya, birta
kım hissi ve hayali tavırlada sevdanın hudutlarını açmaya,
genişletmeye çalışıyordu. Faik Bey'e manidar yadigarlar ve
riyordu ve ondan şairane hediyeler bekliyordu. Birkaç za
mandan beri genç adamı n cepleri bir gözbağcının torbaları
gibi manaları ve kıymetleri yalnız ikisi arasında malum bir
sürü acayip ufak tefeklerle doludur. Fındık cesametinde
[ büyüklüğünde ] , küçücük bir altın kutu, üstü işleme li, mi
ni mini ipekli bir kese, hiyeroglif işaretieric oymalı bir .ru.a
dalyo n , sapı fi ldişinden küçük parma k uzunluğunda bir
hançer, Faik Bey'i n Seniha'yı sevmeye başladığı gü nden beri
daima üzerinde taşımaya mecbur olduğu büyülü eşyadandı;
bunların her biri Seniha'nın vücudundan esrarlı bir şey sak
lamaktadır. Faik Bey'in kolunda bir de kızıl renkli bir bile
zik vardı, bunu Seniha kendi saçlarından ö rdü.
Faik Bey, vak ıa, bütün bunları canı gibi başkalarından
saklı tutardı; fakat fırsat düştükçe ve lüzum h issettikçe her
hangi bir dosta, ad i bir bahaneyle bun lardan bir tanesini
göste rme kten çeki nmezdi. Z i ra , bu şeylerin sihri, ancak
başkalarının gözü değdikten sonradır ki, hükmünü icraya
başlıyor ve alemin nazarında Faik Bey'i bir kahraman gibi
gösteriyordu. Bununla beraber, o da Seniha'ya başka şeyler
verdi. Ezcümle, üzerinde boydan boya kendi eliyle birtakım
tarihler, sözler, mısralar yazı lmış ipekten bir beyaz kuşak
ki, genç kız bunu, birkaç aydan beri belinde, eti üstü nde
sımsıkı bağla nmış taşıyor. Bazı coşkun de mle rinde genç
adama derdi ki:
88
"Bu kuşak, senin kollarıncl ı r; beni, daima, gece gündüz
ilk dda sardığın gibi sarıyorsu n."
Bazen hiç lüzumu yokken o na sayfalarca mektuplar yazı
yordu. Bu nların çoğu, edebiyat kitaplarında aşk üslubuna
numune olacak kadar şairane, selis [ düzgü n, akıcı] ve gü
zeldiler. Se niha bu mektuplarında, ekseriya , Fransa'nın aşk
şairlerinden birçok uzun isti nsahlar [ kopya etme, alıntılar)
da yapıyor, kendi coşkunluğu nu ancak onlar vasıtasıyle ve
onların hal iyle anlatabiliyord u. Hiçbir kap o n u n ruhuna
göre değild i ; her sözü dar ve az bul uyordu.
Faik Bey'le yan yana yürüdükleri yolun her merhalesin
cle: "Daha ileriye, daha ileriye ! " diye haykırmak istiyordu.
Lakin, Faik Bey, daha ileriye gitmenin lüzumuna kani değil
di. Bahusus, Seniha ile münasebetlerinin şairane tarafını hiç
sevmiyordu; genç kızın coşkunluklarını vahşi ve zarafete
ay kırı buluyordu. Bazı kimselere hayattaki manevra , gülünç
ve kaba görün ür; taşkın hareketler, ağlamalar, haykı rmalar,
bir ideale doğru soluk sol uğa koşmalar bu kimseler için ya
cinnet, ya avanaklıktır. Faik Bey de bunlardan biriydi. Bu
genç adam, kendi hayatı nın ne kadar düzme, kendi ruhu
nun ne kadar iğreti o lduğunu hiç düşü nmeyerek Seniha'yı
fe na halde suni buluyordu. Va kıa gönlüne, gittikçe daha ge
niş bir ufuk arayan bu genç kız, gayesine varmak i ç i n her
vasıtadan fayda umuyordu.
Tavır ve hareketlerine heyecanlı bir üslup, sesine ve ba
kışlarına hissi bir ahenk verebilmek için her gün, her saat
şekilden şekle gi riyor, adeta kendi kend ini bir bezin üzerin
deki resim gibi silip yapıyor, yapıp siliyordu; Seniha, öteden
beri giyiniş i nde o lsun, yaşayışı nda o lsu n, he rkese be nze
mekten korkardı. Şimdi de herkes gibi sevişıneden korku
yordu. Istiyordu ki, Faik'le münasebetlerine bir harikulacle
lik ge lsin; büyük bir macera, şiddetli bir rüzgar gibi on ları
alıp. hiç kimsenin yctişeıneyeccği kadar uzak bir yere sü-
89
rüklesin, atsın. Seniha bazen de, esrarlı hadiseler ihtiyacını
hissederdi ve o rtada hiç yoktan birtakım vakalar icat eder
di. Mesela, on beş gün Faik Bey'e hiç görünmezdi. O, kona
ğa geldiği zaman , kendisini yok dedirtirdi, üst üste mek
tuplar alıp, cevap vermezdi ve günün birinde genç adamla
buluştukları zaman, ona gaybubetini birtakım acayip se
beplerle izah ederdi. Randevularında saatlerce bekletmek
mutadıydı. Vakıa Faik Bey, intizar esnasında fazla heyecana
düşmezdi, ne de fazla can sıkıntısı hissederdi. N i tekim, Se
niha, onu bir gün buluştukları evin arka odalarından birin
de, yarı beline kadar pencereden dışarıya sarkmış bir kom
şu Rum kızıyla şakalaşırken gördü , diğer bir defasında, fesi
başında, hastonu elinde gelir gelmez veya gitmek üzerey
ken, bir kanepenin üstünde uyumuş buldu.
Seniha, Faik Bey'le münasebetlerine dramatik bir �e kjl
.
vermek için, kah ihanet, kah lakaydiyi gösteren bir nevi ha
diselerden azami İstifadeyi bili rdi.
Müthiş bir tehevvürle [ kızgınlıkla] genç adamın üzerine
atılmalar, yüzükoyun yere yatıp saatlerce hüngür hüngür
ağlamalar veyahut bazı yeni piyeslerin sonlarında olduğu
gibi sesi ve gözleri dolgun, bi rkaç hazin söz söyleyerek çe
kilip gitmeleri, başlıca muvaffak o lduğu rollerdendi.
Mamafih bu rollerin hiçbiri Faik Bey'i heyecana düşür
mezdi. Seniha'yı daima bir küçük çocuk gibi avutmasını bi
lirdi. Bunun için ne fazla söze, ne fazla harekete lüzum var
dı; Faik Bey'in pişman bir aşık tavrı takınması en feci kav
gaların derhal tatlıya bağlanmasına kafiydi. Genç adam, Se
niha ile beraber iki ve hatta ü ç kadının b ir arada idaresini o
kadar müşkül bulmuyordu; onun belini büken şey, asıl ku
mardı. Bu rakip kabul etmeyen iptila yüzünden aşıkane ha
yatında çekmediği sıkıntı, gi rmediği üzüntü kalmıyordu;
zira bu sahada çıkan hadiselerde daima mağlup düşen, pe
rişan ve zelil olan kendisiydi. Bunun içindir ki, Seniha'nın
90
en ziyade korktuğu rakip, Faik Bey'i, Faik Bey'in üzerindeki
nüfuzunu o kadar hiçe indiren bu kaba ve adi iptiladır. Kal
bindeki sevginin hala nasıl ve neden devam ettiğine şaşı
yordu. Bugüne ait en küçük teferruat bile genç kızın di rna
ğında bir çivi gibi saplanmış duruyor.
Dört günlük bir ayrılıktan sonra bir sabah erkenden ko
nağa gelmişti. Henüz herkes uykudaydı. Saat ona doğru,
Seniha'ya kahvaltısını getiren hizmetçi, onun sekizden beri
Cemil'in o dasında o lduğunu söyleyince, hayrete düştü.
Çarçabu k yatağından çıktı, yarı m yamalak giyindi ve bira
derinin odasına gitti. Cemil, bir koltuğun içine gömülmüş
ve ayaklarını bir sandalyenin üstüne uzatmış, düşüneeli ve
öfkel i bir tavırla sigara içiyo r ve Faik B ey, o güne kadar
kendisinde görülmemiş bir heyecanla odanın içinde bir aşa
ğı bir yukarı dolaşıyordu. Saçları karmakarışık , yüzü sapsa
rıydı, yanaklarını üç günlük bir saka!, toz renginde bir kir
tabakası gibi örtüyordu. Seniha: "Ne var? Ne oldu? " demek
isteyen gözlerle bir bunun, bir de kardeşinin yüzüne baktı.
tkisi de bir şey söylemiyordu. Faik Bey, genç kızla hatta
selamlaşmadı bile. Odanın ortasında, dimdi k durdu kaldı.
Cemil, dudaklarının ucuyla hemşiresine bir "Sus ! " işareti
yap tı ; sonra o da ayağa kalkıp dolaşmaya başlad ı . Seni
ha'nın şaşkınlığı korkulu bir endişeye inkılap etti ve o da
ayakta durmaya mecali kalmamış gibi , biraderinin yatağı
kenarına ilişti. Hatırına bir a nda birçok vahim i htimaller
geldi. Fakat hiçbirini sormaya cesaret edemedi, yalnız alışık
bir nazarla Fai k Bey'in gözlerinin içine baktı. O zaman genç
adam, yarı sah te, yarı samimi bir facia tavrıyla:
"Ah, tasavvur edemezsiniz, ne felaket ! " dedi.
Seniha, dudaklarının ucu ile aynı işareti yapıyor mu diye
tekrar biraderinin yüzüne baktı; o, şimdi arkasını çevirmiş,
pencereden dışarıya bakıyordu. Genç kız sobası yarı sön
müş odada ürperdiğini hissetti.
91
"Rica ederim, söyleyiniz, merakımdan çatlayacağım, de
di. Faik Bey, gözlerini yere indirdi, el lerini birbirine kilitle
di, mahzun bir sesle söylemeye başladı:
"Görülmemiş, işitilmemiş bir şanssızlı k ! . . Bir gecede tam
üç yüz lira kaybettim. Oyunda hiç bu kadar müthiş ziyana
uğradığıını bilmiyorum. Bir akşam evvel beş yüz liraya ya
kın kaza nıyordum. Bunun üzerine kesrnek lazımken . . . Kör
şeytan ! . . Beni her şeyde berbat eden iradesizliğimdir; sonu
na kadar kapılır, giderim."
Cemi!, birdenbire başını çevirdi:
" Canım, neyse olan oldu; şimdi bu parayı nasıl ödeyecek
sin? Onu düşünelim, dedi.
Cemil'in bu sözü üzerine, odayı, bir mecliste kırılan bir
potu müteakip hasıl olan süküta benzer, ağır ve soğuk bir
süküt kapladı. İşte bu süküt içinded ir ki, Seniha, kalbincieki
sevginin sendelediğini hissetti. Evvela Faik Rey'i, Ceınil'in
bu, " Nasıl ödeyeceksin?" sözünü karşı protesto edecek, kı
zacak veyahut hiç değilse u tanıp susacak zannetti . Lakin Fa
ik Bey, asıl bu sözle mükalemenin ucunu bulmuş gibi, yarı
hüzünlü, yarı müstehzi bir tebessümle gülerek, İngilizce:
"İşte asıl mesel e bu ! " dedi.
Sonra yarı Fransızca, yarı Türkçe şöyle devam etti:
"Kabi l deği l, babamdan isteyemem; zaten istesem de ve
remez. Bazı dostlarımızdan ödünç isternek ise pek ağrıma
gidiyor. . . Asla; neyim var, neyim yok hepsini mezada götü
rür satarım, daha iyi ! Allah belasını versi n, borç landığım
adamlar, bari tanıdığım kimseler o lsaydı, neyse ! . . Biraz bek
leyebil irlerdi, biraz laf anlatmak mümkündü. Fakat, bunla
ra karşı ne diyebilirim? Mutlaka yarına kadar ödemel i, ve
yahut. . . "
Sustu, evvela Seniha'ya, sonra Cemil'e baktı:
"Veyahut," dedi elini gözle görülmez bir silah sıkıyor gibi
şakağına götürdü; "bundan başka yapacak şey kal maz . . . "
92
Genç adamın bu hareketi ve bu sözü , Seniha'yı heyccan
landıracak yerde, kızd ırdı:
"M übalağa etmeyi niz, rica ederim, Faik Bey! " dedi. "El
bette bir kolayı nı bulursunuz . "
Ve bunları söylerken Fa ik Bey'in boynundaki yakal ığı n
kirden dalga dalga olduğunu gördü; hayalinde o kadar bü
yüttüğü bu adam, meğer ne zibidi bir şeydi ! Onu daha ziya
de görme k, dinlemek istemed i , arkasını döndü, çıktı gitti.
Fakat akşama doğru Cem i ! , Seni ha'ya ondan uzun bir
mektup getirdi. Altlı üstlü yazılmış sekiz büyük sayfa teşkil
eden bu mektu pta genç adam, sevgilisinden muavenet [yar
dım] talep ed iyordu ve aksi ta kdird e o gece mutlaka kendi
sini öldüreceğini söylüyordu. Seniha bu mektubu okuduk
tan sonra, hayretle kardeşinin yüzüne baktı:
"Ben ne yapab ilirim? " dedi.
"I3üyükbabamdan isteyemez misin?"
"Büyü kbabamdan üç yüz e l l i l ira ne diye isteyebilirim,
sen deli misin? . .
" O halde yapacak b i r şey var; elmaslarını verirsin, rehi ne
koyarız ! "
Seniha, dolabını açtı, içinden bir çekmece ç ıkard ı , çek
ıneecnin içinden birkaç tane mahfaza aldı ve birer birer Ce
mil'e uzattı:
"Bunlar bir şeye yarar mı, bilmem . . . " dedi.
Ve hayatında ilk defa olara k ağır, ciddi düşündü, kaldı.
Hayat bir an iç inde, ona, en ç ıplak ve en kaba haliyle gö
rünmüştü. Bu dünyada her şey n e bayağı, ne beyhude, ne
kirliydi ! . . Bu dünyada güzel l i k bir hayal, sezgi bir efsane,
asalet ve zarafet, insanın üstünde hafif bir c ilaydı.
En güzel bir yüze bir iskelet ifadesi vermek için iki gece
lik bir uykusuzluk, bir sevgiyi bir alışverişe çevirmek için
birkaç paket iskarnbil kağıdı, e n zarif bir adamı bir dilenci
ye döndürmek için üç yüz elli liralık bir borç kafiydi. Gi-
93
yinmiş, kuşanmış, terbiyeli , haysiyetli şahısların altında hiç
değişmeyen ezeli mahluk, saçı, sakalı, dişleri ve tırnakları
uzamış her zamandan ziyade gürbüz ve kurnaz sırıtıyordu.
Yapmacık ve göreneğin, biraz da tesadüfün eseri türlü türlü
kalıplar içinde giden, gelen, düşünen , tahlil eden, seven ve
sevilen hep o, daima oydu.
Seniha ilk defa olarak, o gün Fai k Bey'in muhabbeti yolu
na kendi vücudundan ve kendi namusundan yaptığı feda
karlığa acıdı. Bir yaz gecesi o rada , birkaç kahkaha ile, bir
kaç buse arasında farkına varamayarak işlediği hatanın va
hametini, genişl iğini , derinliği ni ancak o gün anladı, ne
yapmıştı? Bugün merhamete avuç açmaya gelmiş şu tıraşı
uzun, yakalığı kirden dalga dalga dilenciye, bundan sekiz
ay evvel ihsan ettiği şeye, demek üç buçuk mahfaza içi nde
biraderine uzattığı şu taşlardan daha mı az kıymethydr?
Halbuki, Faik Bey bu taşiara malik olmak için daha ziyade
yalvarmış, daha ziyade ağlamıştı ! . . N asıl ve hangi sihirle bu
adam, ona bundan sekiz ay evvel, kendisine kurban veri l
mek ihtiyacı hissedilen bir ilah gibi göründüydü ; nasıl ve
hangi sihirli el değmemiş, k ö rpe etini içi hiç titremeden
onun önüne atmıştı?
Seniha, kalbinin bu bir günlük imtihanından epeyce de
ğişmiş çıku. Aşktan evvelki a laycı, havai, şuh ve işveli hali
ne avdet etti. Cemil'in dostlarından Macit Bey'le küçük bir
macerası oldu. Pangalu'daki halyan alıhapiarına sık sık git
meye başladı; orada bir genç adamdan dans dersi aldığını
söylüyordu. Ye niden N u riye, N e yyire ve Belkıs Hanımlar
her gün için konağa doldular. Seniha'daki bu ani değişiklik
pek z iyade meraklarını u ya n d ı rıyord u . Belkıs Hanım'ın
gözlerinde kendisine bakarken: " Zavall ı ! N i hayet bırakıldı
mı? Oh o lsun ! " diyen bir nazar vardı; N uriye ve N eyyire
ağzını aramak için yavaş yavaş Faik Bey'in aleyhinde bulu
nuyorlardı. Seniha bu zandan kurtulmak için elinden geleni
94
yaptı, birbirini takip eden flörtlerine pervasız bir aleniyet
verdi. Gizli kalan taraflarını da kendisi anlatmaya başladı.
Bir gün Belkıs Hanım'a dedi ki:
"Şu Macit Bey'i de gören, aklı başında bir adam zanneder.
Hayatımda bu kadar ahmak b irini daha görmedim. Biliyor
sun ya, iki seneden beri peşimde dolaşır, yalvarır, yakarırdı.
Kaç defa tersledim, yine uslanmadı. Son günlerde birdenbi
re bu inadı hoşuma gidiverdi. Epeyce mülayim davranmaya
başladım; anlamadı: 'Gel , -hazırı m ! ' diye işaret ettim, yine
anlamadı. Daima aynı eda, aynı nezaketle bana yalvarmakta
devam ediyordu. Geçen hafta tesadüfen, nasıl oldu; bilmi
yorum, siz gelmeden evvel miydi, siz geldikten sonra mı,
bu odada baş başa yalnız kaldık. Gözlerinin içine bakıyor
ve gülüyordum. O, benden korkuyor gibiydi; elimi dizleri
nin üstüne bıraktım, yavaş sesle: 'Beni artık sevmiyar mu
sunuz?' dedim; tir tir titremeye başlamasın mı?"
Diğer bir gün de Nuriye'ye dedi ki:
"Doğrusu, şu Frenk erkeklerinin nezaketine, zarafetine
gittikçe daha ziyade hayran kalıyorum. Sana söyledim mi,
bilmem? Birkaç zamandır haftada üç defa Astori'lerin evin
de bir genç İ ta lyan'dan dans dersi a lıyorum. Görmelisin,
bana nasıl kur yapıyor. Sanki her hare k e t i aşıkane b i r
'j est'tir. Sözlerinde o kadar tabii bir heyecan, bakışlarında o
kadar okşayıcı b ir ateş var ki, doğrudan doğruya i nsanın
ruhuna giriyor ve ne tabiilik, ne sadelik, ne kolaylık! .. Insa
nın: 'Ellerinde bile ne ince bir zeka var! ' diyeceği geliyor.
Kendimi güç zaptediyorum."
Seni ha, boş zamanlarında Hakkı C e l is'i yakalıyor ve
onunla bir kedinin bir fareyle oynayışı gibi oynuyordu. Za
va llı çocuk bir an geldi ki , adeta yeniden ümide düşer gibi
oldu. Geceleri odasına kapanıp, yeniden Seniha'nın gözleri
için, Seniha'nın dudaktan için, Seniha'nın saçları için şiirler
yazmaya başladı.
95
Faik Bey de herkes gibi Sen iha'nın değiştiğini görüyordu.
Kaç zamandan beri, Taksim'deki evleri bomboş kaldı. Bir
gün Se ni ha'yı beşinci defa olarak beyhude yere orada bekle
diği esnada, kalbinin o ana kadar tanımadığı bir hisle sarsıl
dığını duydu . Bu his, biraz öfkeye, biraz da ye'se benziyor
du. Zaten o meşum hadiseden beri, Seniha'nın nazarında
yaralanan vakarı hiç durmaksızın kanıyar ve bütün vücu
dunu zehirliyordu. Bir gün ona dedi ki:
"Ne oldu? N için? Hayatı nda artık faz la mıyıın ? Ye m i n
ederim, bundan sonra istediğin gibi olacağım, kaç zaman
dır, nasıl yaşad ığıını bilmiyorum. Her gün yeni bir zulüm
i cat ediyorsun ! Söyle, bu cezaya ınüstahak olmak için ne
yaptı m?"
Fa i k Bey' i n sesi böyle söyl e rk e n ti triyord u . Bu genç
adam, ömründe bu kadar samimi olmad ı. Fakat, Secilis ,
onun bu sualine cevap vermiyordu; zira, kendisine ne yap
tığını, bu cezaya neden layık o lduğunu o da, lazım gelen
vuzuhla [ açıklıkla) bilmiyordu. Yal nız gülüyor:
"Ne var? Değişen ne var? Ne yapıyorum? " diyordu.
Aralarındaki sevgi, bir körd üğü m haline girdi, nafile yere
bunu çözmeye uğraşıyorlardı. Seniha, kendi kendine: "Beni
kafi derecede sevınedi, onun için ! " diyordu. Faik Bey: "Para
istediğim günkü halimi gördü ve soğudu ! " diye düşü nüyor
du. Bittabii, hakikale en yakın o lan da buydu. Fakat bu da
zahiri ve arızi [ görünü rd"e ki yapmacık ve geçic i ] sebepler
den biriydi. Hakikatte, eren aşk, büsbütün had l 3 bir devre
ye girmek için bun ların kalbinde buhranlı bir hadise geçiri
yordu. Ni tekim Faik Bey, Seniha'ya:
"Seni her gün daha ziyade seviyo rum ; seni hiçbir zaman
bu kadar şiddetle sevmedim," dediği zaman, ne kendini ne
ele sevgilisini aldatmış oluyordu. l i k defa olarak bir kadı n,
onu kıskandırıyor, ilk defa olarak bir kadın, onun haysiye
tiyle, gururuyla oynuyordu. Bir an geldi ki, Faik Bey'in sev-
96
gisi, fazla taharnmür etmiş [ mayalanmış] şaraplar gibi kal
binden isyan halinde taştı ve Seniha'ya müthiş bir kin bağ
ladı. Tekdire, tehdide başlad ı.
O kadar huysuz, o kadar haşin oldu ki, Seniha, eski havai
ve şuh genci artık tanımıyordu. Gittikçe kabalaşıyor, tavrına
bir külhanbeyi bıçkınlığı geliyordu. Seniha, ona diyo rdu ki:
"Senden korkuyo rum; senden iğreniyorum. N e kadar fe
na gözlerin var ! "
Ve genç adam, dişlerini sıkarak acı acı gülüyordu. Bir gün
ona, Madam Kronski'nin refakatinde sokakta rastgeldi, göz
lerinin akı kıpkırmızıydı , nefesi İspirto kokuyordu. Ih tiyar
kadına ancak selam verdi ve mü thiş bir tavırla Seniha'nın
önüne dikilerek:
"Şimdi benimle beraber geleceksin! Şimdi benimle bera
ber, şimd i ! .. " dedi. Madam Kronski Türkçe anlamarnakla
be raber, vaziyeti derhal hissetti . Genç kız:
"Nasıl olur? Yanımdakini nasıl savabilirim; rica ederim,
başka bir gün, rica ederi m, yarın, yarın . . . " diyordu.
Lakin Faik Bey laf anlamıyo rdu:
" Söyle ona, eve dönsün; bugün, şimdi, mutlaka, mutla
ka ! . . " diye adeta haykırıyordu.
O kadar k i , Madam Kronski söze karışmak lüzumunu
duydu . Ikisi birden güç bela genç adamı teskin edebildiler.
Bu hadise üzerine Madam Kronski bir uykudan uyanır
gibi oldu. Ko nağa döndü kleri zaman, Seni ha'ya dedi ki:
"Çocuğum, akıbet işi bu dereceye kadar mı getirdiniz? "
Genç kız önüne baktı , cevap vermedi. Ihtiyar kadın sordu:
"O halde , niçin evlenmiyorsunuz? "
B u sual üzerine Seniha , derhal başını kaldı rdı:
"Faik'le evlenmek mi? Asla ! " dedi.
Seniha, bir aşığı koca yapacak kadar adi değildi. Aşağı
yukarı bir seneden beri devam eden bu münasebet esnasın
da, ne onun, ne bunun hatırına bir dakika evlenme fikri
97
gelmemişLi. Zira; Faik Bey, daima zengin bir dul hülyasını
besliyor ve Seniha, kendisine geniş ve muhLeşem u fku aça
cak adamı bekliyordu. Madam Kronski, yine sordu:
"Demek ki b i rbi rinizi kafi derecede sevmiyorsunu z , o
halde bu kadar skandala ne lüzum vard ı ? . . "
Seni ha:
"O beni deli gibi seviyor," ded i; biraz düşündü; "ben de
onu . . . Ah, bi lmezsiniz nası l , bil mezsiniz ne kadar seviyo
rum , " dedi ve ağlamaya başlad ı.
lşte , bu hadisenin ve bu itirafın ferdası günüydü ki, Madam
Kronski , gayet resmi ve ciddi b i r tavırla Servet Bey'in odası
na girdi. Servet Bey henüz tıraş o lmuş; yüzü pudralı, ayna
nın önünde yakalığını takınakla meşguldü. Karısı eğilmiş,
gardrobun sürmesine birtakım beyaz çamaşırlar yerleştiri
yordu. Madam Kronski sordu:
"Vaktiniz müsait mi? Biraz görüşebilir miyim ? "
Servet Bey ; o n u birkaç aydan beri biriken aylıklarını iste
ıneye geliyor sandı ve fuzuli bir nezaketle kadına yer gös
terdi. ihtiyar Lehli, yutkunuyor, bir türl ü , söze başlayamı
yordu. Naiın Efendi'nin damadı, içinden: " Canına yandığıın
Avrupalılar, ne kadar nazikti rler; bak, alacağını bile ne güç
lükle istiyor! " dedi. Madam Kronski , oturduğu yerden bir
Servet Bey'in, bir de Seki ne Hanım'ın yüzüne baktı:
·'Size Seni ha'dan bahsetmeye geliyo rum;" dedi, "bi liyo r
sunuz ki, bir seneden beri Seni ha ile Faik Bey sevişiyorlar. "
Servet 13ey'le karısı hayretle birbirlerinin yüzüne baktılar.
Seniha'nın babası:
"Hayır, hayır, yemin ederim ki i l k defa işi tiyoruz, bize
99
pek yeni bir şeyden bahsediyorsunuz, madam . . . " dedi.
Madam Kronski bu itiraza i nanmak istemedi; bunu, kızı
na yakından nezaret edemem iş olmak mesuliyetinden kur
tulmak isteyen bir babanın kendine ve başka larına karşı
bulduğu bir mazeret gibi telakki etti:
"Nasıl olur? Buna ihtimal veremiyoru m;" dedi, "bu, göze
çarpmayacak kadar gizli kapaklı bir şey deği ldi ki . . . Herkes
bi liyor ve herkes görüyordu. Doğrusu, şimdiye kadar size
habe r vermek lüzumunu hissetmeyişi min sebebi de, bu
münasebetteki vuzuh ve sarahattir. Bununla beraber, şunu
da itiraf etmeliyim ki, ben de düne kadar işin derecesini ta
yinden acizdim. Aralarındaki rabıtanın ne kadar sıkı o ldu
ğunu bilemiyordum.
Madam Kronski , bu mukaddemeden sonra, gayet samimi
bir hasbıhal sesiyle, bir senelik macerayı baştan nihayeg ka
dar hikaye etti. Pek iyi Fransızca anlamayan Sekine Hanım,
ik ide bir zevcine sokulup, " N e söyled i? Nasıl olmuş? N e
söyledi?" diye soruyordu; zavallı kadının tombul vücudu ,
heyecandan t i r t i r titriyor v e alnında i r i i r i t e r taneleri pey
dah oluyo rdu . Servet Bey, hikayeyi sonuna kadar kemal-i
metanetle dinledi. Sonra, iki ell erini pantolonun ceplerine
soktu ve omuzlarını kaldırarak dedi ki:
"Pekala, öyleyse evlensi nler; bundan basit ne olabilir ! "
Madam Kronski acı bir tebessümle güldü:
"Meselenin düğümü işte burada: Evlenmek istemiyorlar,"
dedi.
Servet Bey kulaklarına inanamıyord u ; bir karısının, bir
Madam Kronski'nin yüzüne baktı; birkaç defa üst üste şu
cümleyi tekrar etti:
"Sevişiyorlar; evlenmek istemiyorla r ! . . Sevişiyorlar; ev
len mek istemiyorlar! .. "
Sekine Hanım, ağlamaya başladı. Iki hıçkırık arasında bir
kere:
1 00
"Bari babam duymasa . . . Aman o duymasın, mutlaka bir
yerine iner," diyordu.
Servet Bey, karışık işleri, müşkülatlı anları, hele heyecan
l ı , facial ı şeyleri hiç sevmezdi: Ruhu vücudundan daha
tembeld i. Onun içindir ki, ne vakit başı sıkıya gelse, etra
rı ndakilerden imdat isteme k, başkalarının gayret ve muave
netine sığınmak, huyunun en şayan-ı dikkat h ususiyetle
rinden biriydi. Bir zorluk önünde yalnız başına kaldığı va
kit, fazla düşünme kte n, fazla sıkılmaktan kurtulmak için,
daima çarelerin ilk hatıra gelenine, tedbirlerin en basitine,
en acelesine müracaat ederdi; yani hiçbir şeyi halletmez, fa
kat başından savardı. Bunun içindir ki, karısı Sekine Ha
nım: "Aman, babam duymasın ! " diye ağlamaya başlar baş
lamaz, adeta Mkelendi:
"Amma da yaptınız, hanım ! " dedi. "Bu işi babandan nasıl
sak layabiliriz? Bugünkü günde ailenin reisi dir, meseleyi
halletmek bizden ziyade ona düşer. "
Ve o akşam Naim Efendi, her şeye vakıf o ldu. Bu ihtiyar
adam, hayatında üç facialı an biliyordu; bunlardan biri, an
nesi nin, diğeri karısının öldüğü gündü, üçüncüsü de, çok
tan beri öğrenmekten korktuğu bu müthiş hakikate erdiği
gün oldu. Va kıa ne fazla bir teessür, ne de fazla bir keder
gösterdi. Faka t , kendi tabiri üzere , dünya başına yıkılmış
zannetti . Kızı Sekine Hanım'a dedi ki:
"Allah canımı alsaydı da, bugünü görmeseydim; bu fela
keti işitmeseydim! .. "
İşte, teessürünü yalnız bu sözle gösterdi. Bunu müteakip,
derin bir süküna daldı ve o gece, sabaha kadar neler çekti
ğini kimseler bi lmedi. Fakat, sabahleyin kızı odasına girdiği
vakit, onu on sene daha ihtiyarlamış buldu. Hala nasıl nefes
alıyor, nasıl konuşuyor, nasıl kımı ldayabi liyor, şaş ı l ı rdı.
Gözlerinde bir damla fer kalmamıştı; boynu bir küçük ço
cuk bileği kadar ince ve narindi. Ö yle ki, bu i ncecik boy-
101
nun üstü nde, başını güç bela tutabi liyor gibiydi. Yanakları
nın ve göz çanaklarının harikulade çukurları da başını ta
mamıyle bir iskelet kafasına çevirmişti. Oturduğu yerde iki
kattı. Kızı yanına gelir gelmez doğruldu . Elleri kansızlıktan
ve zayıOıktan adeta şeffaftı. Sekine Hanım:
"Hasta mısınız?" dedi.
"Hayır, hamdolsun bir şeyi m yok. Hatta bi raz sonra dışa-
rıya çıkmayı düşünüyo rum."
"Bu halde nereye gideceksiniz? "
"Bugün mutlaka Kasım Paşa'yı görmel iyim, mutlaka.
Gerç i , damadı Servet Bey, m eseleyi doğrudan doğruya
Fa i k Bey'e açmak ve annesi vasıtasıyle Seniha'nın fi krini
yoklamak taraftarıyd ı. Fakat Naim Efendi bir türlü kend in
ele bu cesareti bulamad ı. Esasen bu kadar mühim bir a ile
davasının, bu kadar nazik bir namus ve haysiyet meseleı;; ic
nin kendi ke ndilerini idareden aciz iki çocuğun konuşma
larıyle halledileb ileceğine ihtimal veremiyordu. "Onlara ne
sorabilirsiniz? Ne söyleyebi lirsiniz? Bu iş temizlenmeden
yüz yüze nasıl gelebiliriz?" diyordu; bu , kendisi için bir bü
yük düşüklük ve onlar için b i r acıktı utanç olmaz mı? Bü
tün gece düşünüp taşındıktan sonra, n ihayet en iyi tedbiri
Faik Bey' in babası Kasım Paşa'ya gitmekte bulmuştu. Vakıa
kendisi, kızın tarafı ndan olmak do layısıyle bunda da n efsi
ne ağır gelen pek çok şeyler buluyordu. Esasen, Kasım Pa
şa'ya ne hürmeti, ne de mu habbeti vard ı; bu adam öteden
beri kabalığı, kibir ve nahvetiyle [ gurur) lanınmış ki mse
lerdendi.
Naim E fendi, o gün öğlede n sonra bir arabanın iç inde
Faik Bey'in babasının evine doğru yol alırken , idama giden
bir mahkum gibi kend ini manen bitmiş, boşalmış hissedi
yordu; kendi kendine, "Yarab ! N e olur, şimdi bir kazaya uğ
rasam da, mahvalup gitsem! " d iyordu.
Işte Naim Efendi, Kasım Paşa'nın önüne böyle bir boz-
1 02
gun ruhuyle çıktı. I kisi de çok zamandan beri birbirlerini
görmemişlerdi. Sabık sefir:
"Vay efendim buyursunlar, buyursunlar, sizi böyle hangi
rüzgar attı ? " diyordu.
Naim Efendi:
"Fena bir rüzgar, çok fena bir rüzgar! " dedi. Kasım Paşa
gülüyor:
" Fena rüzgar? Kat iyen , katiye n ! . . Benim için hayli za
mandır bundan daha iyi bir rüzgar esmedi," diyordu.
Halbuki ihtiyar kurt, bu beklenilmeyen ziyaretin sebebini
için için derhal keşfetmişti. Zira, herkes gibi Kasım Paşa da
öteden beri kendi oğluyla Naim Efendi'nin tarunu arasında
geçen şeylere vakıftı; hatta birkaç kere Faik'e yan ciddi yarı
alay tarzıyle demişti ki:
"Oğl um, gözünü aç; çocu k luğun l üzumu yok; bir kaza
çıkanrsın, pişman olursun! Üzerinde beş paralık kal ır. Sen
de yok, o nda yok, sonra ne yaparsınız ? "
Bunun içindir ki, ona N a i m Efendi'nin geldiğini haber
verdikleri zaman kendi kendine: "Ha h ! İşte korktuğum ba
şıma geldi ; mu tlak bizim mahdum beyin desti izdivac ını ta
lep edecek ! " demişti. Kasım Paşa, çok ri nt ve hoşgü [ kalen
der ve tatl ı dilli] geç inir bir adamd ı. Bütün terbiye, ahlak
eksi kliklerini birtakı m babayani tavırlada örtmeye çalışır,
en fena şeyleri hoş görü r ve iyi lere karşı birden kıvrılırdı.
Hiç sevmediği kimselerden biri de Naim Efendi'yd i; zira, bu
ve ka rlı, dürüst ve kibar adam, onun taban tabana zıddı bir
şahsiyetti. Bununla beraber, i kisi de gayet dostça selamlaştı
lar. Kasım Paşa, ikide bir:
"Vallahi efendim, müşerref o lduk, müşerref olduk, ne iyi
elliniz de teşrif buyurdunuz ... " tarzında basmakalıp birtakım
lakırdılar söylüyordu. Naim Efendi ise, bir türlü söze nere
den başiayacağını bilmiyordu. Kasım Paşa ile yüz yüze gelir
gelmez, dün geceden beri hazırladığı cümlelerin hepsi birer
1 03
birer hatırından çıkmıştı. Konuşma uzun bir müddet, havai
ve umumi mevzular üzerinde dolaştı. Kasım Paşa'nın birçok
siyasi kinleri vardı. Devrin ricaline ağız dolusu sövüyordu:
"Başım ı alıp gideceğim," d iyordu. "Burası oturulur yer
deği l ; birtakım eşkıya elinde kaldık. Trablusgarp hadisesine
ne dersiniz? "
Naim Efendi, az daha: " Ha ngi Trablusgarp? " diyecekti.
Zihni, mütemadiyen sözünün ilk cümlesine vereceği şekil
de meşguldü, kendi kendine; " N e reden başlamalı? Nasıl
söylemeli? Rabbim, metanet ver ! " diyordu ve tam ağzı n ı
açacağı sırada, Faik Bey'in babası bir ikinci bahse atlıyordu.
Naim Efendi dinlemiyordu, durmadan ellerini oğuşturu
yordu. Kasım Paşa işin farkındaydı. Fakat, ihtiyarı üzmek
te , şaşırtmakta, bekletmekte garip bir zevk duyuyordu. Yal
nız zevk duymak değil, bunu, aynı zamanda gayet akıllıca
ve tedbirlice bir hareket telakki ediyordu; zira, Naim Efen
di'ye söz fırsatı verir vermez aralarında ne kadar tatsız bir
bahis açıtaeağına zerre kadar şüphe yoktu.
Mamafih, Naim Efendi akıbet bu fırsatı zorla yakalamak
lüzumunu duydu ve Kasım Paşa'yı lakırdısı ortasında dur
durarak:
"Kerem ediniz, sözünüzü kesiyerum ama, zararı yok, ke
rem ediniz;" dedi. " Zatıalilerine bazı mühim maruzatta bu
lunmaya gelmişti m . .
Kasım Paşa suratını astı:
"Buyuruİluz, emrediniz efendim, dedi.
Bunun üzerine Naim Efendi, ikide bir teessürden boğu
lan bir sesle söylemeye başladı . Evvela Faik'in iki üç sene
den beri hemen her gün konakta o lduğu n u , bu müddet
zarfında hiçbir gün namus ve terbiyesinden şüphelendire
cek bir hareketi görülmediğin i , herkesin itimat ve teveccü
hünü kazanmış bir genç gibi tanındığını anlattı.
" Kendisine karşı hissettiğimiz i ti madın derecesini şura-
1 04
dan an layınız ki," dedi; "Faik Bey istediği gibi ve istediği
saat doğrudan doğruya Seni ha'nın odası na girer; saatlerce
yalnız kald ıkları olur! Hiçbirimizin hatırına hiçbir dakika
ne yaptıklarını ne konuştukları n ı anlamak, görmek fikri
gelmezdi. Vakta ki, geçen sene Ada'ya gittiler. Birçok dedi
kodular oldu, hiçbirine inanmadık . . . Hele Servet Bey, adeta
isyan etti. Bu hususta zerre kadar şüpheye düşe nlere karşı
düşman kesildi. Hatta bendenizle bile . . .
"
113
Son aylar zarfında Naim Efendi'nin konağında epeyce �-ü
him şeyler oldu. Seniha'nın büyükbabası Kasım Paşa'yı zi
yarete gittiği günden beri, Faik Bey, artık ko nağa adımını
almıyor, artık ne Servet Bcy'e, hatta ne de Cemi l'e görü nü
yordu. Eskisi gibi Seniha ile d ışarıda, bir yerde buluşup bu
luşmadıkları da mal um değildi. Zira, Taksim'deki müşterek
evlerini ço k ta n b ı raktılar. B u n unla beraber, hiçbir g ü n ,
mektuplaşmadan duramıyorlar.
Seniha, çoğu vakitlerini yatakta geçiriyor. Durmadan sıh
hatinden şikayetçidir; gittikçe zayı Oıyor, sararıyor. Dünya
dan bezmiş bir hali var, hiçbir şeyle avunamıyor. Hele bü
yükbabasıyle o günden beri bir kelime konuşmadılar.
lht'yar adam ağır hasta oldu. Te hlikeli gün ler, ümitsiz sa
atler geçirdi. Böyle saatlerde b ü tün ev halkı Naim E fe n
di'nin etrafında toplanırdı; fa kat Seniha bir kerecik olsun,
bunlar arasında görünmed i, bir kerecik olsun başını odanın
kapısından uzatıp da en ziyade kendi yüzünden can çeki
şe n bu ih tiyara hiç değilse gözleriyle: " Nasılsın? " demedi.
Bununla beraber içi nedamet, azap ve e ndişe i le do luydu.
1 14
Kaç defa gözleri yaşlı annesine yaklaştı.
"Yanına giremiyorum," dedi , "çünkü, utanıyorum. Kendi
sine o gün söylediklerim, kendisine o gün yaptığım halınma
geliyor. Anne, ona bir şey olursa mutlaka ben de yaşamam."
Ni tekim hasta iyiliğe döner dönınez, Seniha, hiç bilmedi
ği bir kurtul uş sevinci duyd u . Her gün, her dakika, kendi
kendine bundan böyle iyi, uslu ve şefkatli bir kız alınaya
ahdediyordu. Hazin bir surelle tatlı o la n bu tövbe ve piş
manlık yolunda Hakkı Celis, o na misli bulunmaz bir yo ldaş
oldu. Saatlerce baş başa kalıyorlardı; birbirlerine, samimi
bir hasbıhal edasıyle gönül denilen şeye ve onun tecelli leri
ne dair bin türlü saf ve derin sözler söylüyorlardı.
Celis, bazı akşamlar Seniha'yı yanıbaşında gözleri ve bağrı
dolgun hissettiği anlar bir dua ve bir münacaat sesiyle ona
Paul Ve daine'in Sagesse' inden parçalar o kuyor, sonra Ja
ınes'e ve o ndan Claudel'e geç iyordu. Genç adamın ru hu,
son zamanda , değişe değişe , dolaşa dolaşa epeyce yü ksek
zirvelere varmıştı. Seniha'nın yanına yaklaşamadığı bütün o
hicran ve hasret demlerinde , ıstırabını, göğsü üstünde bir
kedi gibi akşamanın ve kalbini parça parça edip tekrar top
lanıanın sırrına erdi. Kendi varlığından sızarak kendi varlı
ğını kaplayan sıcak hava içinde bütün yeşil ve ham tarafları
sonbahar yenıişleri gibi olgun ve pişkin bir hale girdi ve bu
lunduğu yerden uçarak yükse len veya koşarak uzaklaşan bir
insan gibi arkasında bıraktığı şeyler ona naçiz, adi, küçük ve
gülünç görünmeye başladı. Eskiden tapllğı şairterin hepsi
ona yavan ve basit geliyordu. Bir oda nın içinde mahpus ka l
mış bir kuş nasıl ki kurtulmak için başını kah aynaya, kah
cama vu rursa Hakkı Celis de, geniş ve derin gördüğü şeylere
karşı koşarken daima başı bir maddeye çarpılıp yere düşü
yordu. O ise giLLikçe ne yeri , ne maddeyi seviyordu. Hayatın
gözle görülmez, elle tutulmaz şeffaf ve akıcı unsurları gece
gündüz fikrinin aradığı ve ruhunun beklediği şeylerdi.
115
Genç adam, bu maneviyatını Seniha'ya da geçirmeye çalı
şıyordu. lik zamanlar genç kız böyle bir tecrübeye müsait
gibi göründü. Fakat, çok geçmedi, Hakkı Celis'in "alem-i
batı n"dan [ görünmeyen alem ] "sırr-ı maşuka"ya [sevilenin
sırrına] doğru uzanan elleri bir mermerden daha sert bir eı
pa rças ına d o k u n ın aya başl a d ı . Seniha'da ruh çarçab u k
ınadd ileşiyordu ve Celis, onu kendine doğru çekeceği yerde
kendisinin ona doğru gittiğini ve onun mevcudiyetinde eri
yip kaybolduğunu hissediyordu.
Genç adam, daima genç kız ı n yanında bulunmak şartıyle,
her saat buna benzemez bin türlü manevi bozguna razıydı.
Fakat ne yazık ki Seniha'nın bu tövbe ve pişmanlık devresi
çok uzun sürmedi. Bir küçük hadise her şeyi al tüst etti. Bir
gün Belkıs Hanım, etrafına kokular ve kahkahalar saçarak
pürtelaş konağa geldi; çocukça bir sevinçle Seniha'nın boy
nuna atıldı:
"Senihacığım , Senihacığım; seninle vedaya geldi m. Yarın
dan sonra Paris'e gidiyoruz ," dedi.
Ve Seni ha'ya bu haberi hazınetıneye vak i t b ı rakmadan
kocasıyle birdenbire bu seyahate nasıl karar vermişler, nasıl
hazırlanıvermişler, kendisi giyime kuşama dair neler ısmar
lamış, daha neleri eksikmiş birer birer anlatmaya başlad ı:
"Bize, hele bana, kahır yüzünden lütuf oldu," dedi. "Bili
yorsun ya, Mebusanı kapattılar. Birkaç güne kadar zannede
rim Kamil Paşa saclarete geçecekmiş. Bey 'o zaman halimiz
yaman olacak!' diyor. Ortalık da o kadar karışıkmış ki . . . Da
ha ziyade karışacakmış . . . lster istemez harp olacak diyorlar.
Kocam düşündü, taşındı; kapağı Avrupa'ya atmaktan başka
çare bulamadı. Hem de bana ne vakitten beri vaadi vardı, bi
liyorsun. Fakat o kadar hazırlıksız ki . . . Düşün adamakıllı bir
akşam kıyafetim bile yok İncecik bir seyahat mantosuyla bir
'vualet' ve bir 'tok'la yola çıkıyorum. Bey, 'orada istediğin ka
dar alırsın, yaptırırsın,' diyor; tabii böyle yapmak daha iyi . . . "
116
Arkadaşı anlatllkça Seniha'nın nefesi tıkanıyordu. Hasetçi
değildi; fakat Paris'e gitmek üzere o lan bu kadına, şiddetle
imreniyordu. Ö teden beri bütün hulyalarını, bütün arzula
rını çerçeveleyen emel, yegane emel bu değil miydi? Belkıs,
mebusan karısı, bayağı ve bön Belkıs, kendisinin seneler
den beri gözetiediği gayeye bir hamlede, ne kadar kolaylık
la vasıl oluvermişti? Ah, Belkıs Hanım, ne kadar tal ihli ne
kadar mesut bir kadınmış ! Seniha, saadet denilen şeyin ma
hiyetini o gün ilk defa olarak "Paris' e gidiyoruz ! " haberini
veren bu insanın önünde hissetti. Belkıs Hanım, kendisin
den daha talihli, daha mesut olmak için acaba ne yapmıştı?
Yarad ılışında hari kulade ne vardı? Genç kız, gittikçe ilti
haplanan bir ruh ile kendi kendine: " Ze ngin kocası var,
zengin kocası var. Asıl mesele bunda" diyordu. N için ken
disinin de bir zengin kocası yoktu, bundan sonra olması da
acaba ihtimal haricinde miydi? Bu ihtimal hatırına gelir gel
mez genç kızın yüreği sızladı. Ve Belkıs Hanım'ı daha ziya
de kıskanmaya başladı. Vücudu ne kadar hamhalat, tavırla
rı ne kadar adi, giyinişi ne kadar kabaydı?
Belkıs Hanım gittikten sonra, Seniha, konağın ağır çatısı
nı yavaş yavaş başının üstüne iniyor sandı. Mevcudiyetini o
derece kesif bir kasvet istila etmişti. Vakıa, sonbaharın ıslak
raşeli ve külrenginde bir öğle so nuydu . Odanın yekpare
camlarından eşyanın üzerine kirli bir aydınlık sızıyordu. Bu
aydınlığın altında, bu eşyanın sanki küflenen, dökülen bir
hali vardı. Seniha kendisinin de bu kirli aydınlığın altında
bu eşya ile beraber küflendiğini hissetti. Ayağa kalktı , alnını
cama dayadı ve dışarıya baktı. Ağaçlar soyulmuş, havuz,
dökül müş yaprak tabakaları a l tı nda görülmez o lmuştu .
Sonbahar denilen mevsim n e hazi n bir mevsim m iş ! B u ,
adeta yazın çürüyüşü, parça parça çürüyüp dökül üşü gibi
bir şeydi. Seniha demin odanı n içinde hissettiği küf koku
su nun aynını, şimdi dışarıdan alıyordu. Kaç senedir, genç
117
kız, konağın arka bahçesinde bu setierin ve bu havuzun üs
tünde mevsimlerin bu müzmin ve yeknesak akıp g idişlerini
kaç defa seyretti!
Bu yirminci sene, yirminci sonbahard ı . Genç kız: "Ben
de, ben de bu bahçe gibi çürüyeceğim;" dedi; "günün birin
de farkına varmaksızın ben de ansızın bir tabaka kuru yap
rak yığını altında görülmez o lacağım! Bir gün, mevsim ne
çabuk geçti der gibi gençliğim de çabuk geçti, gitti diyece
ği m! Ye her şey o lup bitecek! Evet! Her şey olup bitecek,
fakat bu bahçe, kim bilir daha kaç defa dirilecek, kaç def<ı
gençleşip pişecek, seri! ip serpilece k ! "
Seniha: "Bu kuytu ve çukur bahçe , benim mezarım;" de
di, "bu rutubetli topraklara, bu yıkık setierin altına, bu yo
sunlu havuzun suları içine ne arzular, ne emeller, ne hu lya
lar gömdüm ! " Bahçeden, nefretle başını çevirdi. Ya bu ? ?<!,
ya bu mobilyalar... Şi mdi simsiyah görünen şu koyu fes ren
gi halının üstünde küçükken kim bilir kaç defa emekledi.
Tavandan sarkan şu billur avizenin la mbası kim bilir kaç
defa, kaç sıkıntılı gecenin karanlığında yarı uykuda bir göz
gibi açıldı. Genç kız öteye beriye süs diye konulmuş şeyleri,
etajerleri, aynaları , duvardaki levhaları birer birer söküp at
mak, kırıp parçalamak istiyordu. Bu evin içinde her şey ve
herkes ona hiç bu akşamki kadar sevimsiz, esk i ve taham
mül edi lmez görün mcmişti . Bu konağın çivisinden , tahta
budağından kapılarına ve darnma varıncaya kadar her nok
tasından ayrı ayrı nefret ediyordu.
Kalbi ni , hedefi m uayyen ol mayan bir kin, kör bir yılan gi
b i sarmıştı. Bu yılan her tarafını sanki mütemadiyen soku
yor ve sanki her soktuğu yer derhal iltihaplan ıyordu. Ö yle
ki az zaman içinde bu i ltihap bütün mevcudiyetini sard ı ;
konuşması bir haykırma, kımı ldanışları birer kıvranış hal ini
aldı. Konakta kavga etmediği kimse kal madı . Her gözde
ke nd i ne karşı bir hareket seziyor ve her sözde sinirlerini tır-
118
ınalayan bir sitem buluyordu. Bir gün biracieri Cemi!, sari
yetle: " Faik hiç görünmüyo r, acaba nerelerde?" diyecek ol
du; Seniha, az kaldı çocukla dövüşecekti. Diğer bir gün ba
bası Servet Bey, kendisine dair bir iki fikir söylemek istedi,
neredeyse üstünü başını parça layacaktı. Başka bir gün a nne
si, ağzından " Maşallah, şişmanlıyorsun, kalçaların öyle bir
genişledi ki. . . tarzında bir söz kaçırıverdi, hemen döndü:
"Allah göstermesin, size mi benzeyeyim istiyo rsunuz ? "
dedi.
lki hizmetçi, küçük ham ının azarlamaları na tahammül
edemeyerek ve ağlayarak çıkıp gitti. Büyükbabasının etra
fında her an üstüne atılmaya mü heyya [ hazır] bir yabani
ked i gibi kabararak hamurdanarak dolaşıyordu. Gözlerine
hiç bu kadar fena bir bakış gelmemişti. Bu gözlerin gittikçe
koyu laşa n rengi altında yırtıcı kuşla rın bakışındaki vahşi
huşunet seziliyordu.
Çok geçmedi , Seniha, bu ihtilalci, yakıcı ve kızgın halelen
sıyrılıp bir başka vaziyet ald ı, bir başka tavır takınd ı. Dal
gm, sinsi ve esrarlı oldu. Yüzünde, giz li bir niyeti , bir dü
şüncesi olanlara mahsus gölgeler dolaşıyordu. Saatlerce bir
köşeye çekilip avurdunu ve dudakları n ı kemiriyo r, gözleri
belirsiz bir no ktaya dikilip kal ıyo r, sonra birden hatı rına
gayet mühim ve acele bir iş gelmiş gibi, hemen odasına ko
şuyor, çabuk çabuk giyiniyar ve tek başına, kimseye haber
vermeksizin sokağa fırlıyordu. Sokakta ise, akşam geç vakte
kadar kaldığı o luyordu. N ereye gidiyor, kimelen geliyor?
Kimse soramıyor, an layamıyorclu . Seni ha'nı n bu hali o ka
dar kayıtsız, o kadar rahatına düşkün Madam Kronski'niıı
bile merak ve tecessüsünü ce lbetti; ha reketlerini ta hkike,
tetkike koyuldu; hatta bir defa arkasından takibe bi le çıktı.
Fakat, belli başl ı hiçbir şeyi an layamadı.
Yalnız levanten dostlarından Madam Kraft'ı n Pangaltı'cla
ki evi ne sık sık girip çıktığını öğrendi. Bu, geçkin ve dul b i r
119
Avusturyalı kadındı; Madam K ronski onu, Naim Efendi ko
nağına akrabalarından biri o larak tanıtmıştı. Pek rint, hoş,
cana yakın neşeli bir kadın o lmaktan başka dikkati çekici
hiçbir hali yoktu. Evi, belki birtakım gizli kapaklı toplamş
Iara müsaitti; fakat nasıl? Ne dereceye kadar? Kimlere? Bu
nu anlamak kabil değildi. Madam Kronski, Madam Kraft'ın
pek çok ağzını aradı; lakin işittiği şeyler merakını fazlalaş
tırmaktan ziyade bir şeye yaramadı. Bu kadın mütemadiyen
Seniha bahsini kapatıyor, sözlerini birtakım havai bahisler
üzerine çeviriyar ve mesela pek yakında Trieste'ye gideceği
ni , oradan Viyana'ya geçeceğini söylüyordu.
Gerç i , Naim Efendi'nin hemşiresi Selma Hanı mefe nd i
son zamanlarda Seniha'nın ahvaline dair p e k ç o k şeyler bil
diğini söylüyor ve biraderine her gün birtakım acı habe rler
gönderiyordu. Fakat, bu haberler o kadar acayip, o k�gar
gerçeğe benzemez şeyierdi ki, hiçbirine inanmak kabil ala
mıyordu . Mesela Seniha'nın bir zengin Amerikalı ile müna
sebette bulunduğu ve pek yakında birlikte Amerika'ya ka
çacakları söyleniyordu. Selma Hanımefendi: "Bana gözüyle
görmüş birisi hikaye etti ! Geçen gün Perapalas'ta bir hususi
odada başbaşa yemek yemişler" diyord u; Ameri kalının ismi
ve şekli hakkında da ayrıca malumat veril iyordu. Lakin bü
tün saffetine rağmen bu malu mata karşı Naim Efendi b il e
omuz kaldırıyordu. Günün birinde Selma Hanı mefendi, bi
raderine bizzat kendisi anlatmaya geldi. Biçare kadının ge
çen seneden beri bu ilk sokağa çıkışı, hele yıllardan beri Ci
hangir'deki konağa bu ilk gelişiydi. Bir öğle sonu dört tarafı
kapalı tek katl ı , küçük, eski biçim bir kupa arabası içinden
onun çıktığını gören bütün konak halkı tasvire sığmaz bir
hayret içinde ka ldı. Hele arabae mın yanında oturan redin
gotlu uşak yerinden atlayıp bu büyük hadiseye uygun bir
heybetle zile bastığı zaman hizmetkarlar bi rbirine girdi. Sel
ma Hanımefend i; bir şeyler emreden bir kumandan tavrıyle
1 20
her önüne çıkanın hatırını soruyor ve her adımda bir, tom
bul bacakları üzerinde durarak mütecessis etrafına bakını
yordu. Arkasında çenesi kısık bir ihtiyar kalfa ona ait eşya
ile dolu bir küçük çanta taşıyordu. Bu çantanın içinde Sel
ma Hanımefendi'nin sigara takımları , teriediği zaman sı ru
na ve göğsüne konulmaya mahsus tülbentler, her ihtimale
karşı bir taharet mendili ve bir tane de hasırlı gülsuyu şişesi
vardı. Şehir dahilinde bir saatlik bir ziyarete bile bir uzun
sefere çıkar gibi giden bu muhteşem kad ın, sokak kapısın
dan itibaren her merdiven basamağında bir uzun soluk ala
rak, safada kendisi ni istikbale çıkan Sekine Hanım'la ayak
üstünde bir hayli konuşarak, bin türlü merasi m, bin türlü
erkan ile ancak yarım saatte ağabeyi Naim Efendi'nin odası
na vasıl o labildi. Evvela bir genç kiz tavrıyle ihtiyar adamın
elini öptü. Sonra tekrar o tantanacı tavırlarına avdet ederek
ağır bir mi ndere kuruldu; çantasın ı yanma istedi; kalfasına:
"Haydi sen git ! " dedi.
Sekine Hanım'a:
" Sen dur ! " em rini verdi ve birkaç dakikalık bir süküttan
sonra nihayet gür sesini koyuverdi:
"Beğendiniz mi bana yap tığınız işi ! " dedi. "Beni akıbet
yeminimi bozmaya mecbur ettiniz; ke faretini vereceğim;
günahı kalırsa boynunuza olsu n ! Evin ize geld im, çünkü,
gel meseydim beni hafakanlar boğacaktı. Haber haber üstü
ne gönderdim. Bir cevap vermezsiniz. Yanınızda sözüınün o
kadar da mı hükmü kalmadı, bilme m ki . . . Ayol , rezaletiniz
ayyuka çıktı. Istanbul çalkalanıyor, sizin vazifen izde değil. . .
N e yapmalı? Ne demeli? Sizi ikaz için . . . Söyleyiniz. T a bo
ğazınıza kadar çamur içine batmışsınız, neredeyse boğula
caksı nız. Size haber veriyo r u m , haykı rıyo rum. Baş ı n ı z ı
döndürüp bu kadın d a ne diyor diye b i r kere bakmıyorsu
nuz bile. Günün birinde şıppadak gözünüz açılacak amma,
iş işten geçmiş olacak."
1 21
Müthiş, iri siya h göz lerini Sekine Hanım'a çevirerek:
"Yi ne nerede o? N ereye kaçtı? N e reye gitti? Kimi nle?
Söyle bakayım ! "
Sekine Hanım kıpkırmızı kesildi. Selma Hanımefendi:
"Neye kızarıyorsun? Cevap versene. Kızın nerede?" diye
sordu. "Bari akşama dönecek mi? Onu da bilmiyorsunuz.
Maşallah ne ana, ne baba . . . N e büyükbaba ! . . "
So nra yavaş yavaş, tane tane, küçük b i r çocuğa nas ihat
veren bir insan sesiyle, kaç aydan beri Seniha'ya dair işittiği
şeyleri hikaye etmeye başladı. Bunların bazısı en hayali ma
sallardan farklı deği ldi ; bazısı şeytanca uydurulmuş ifti rala
ra benziyordu; bazılarında ise epeyce hakikat kokusu vardı.
Fakat Selma Hanımefendi bunları öyle bir katiyel ve cidd i
yeLle anlatıyordu ki, ne Naim Efend i, n e Sekine Hanım bir
dakika şüpheye düşmeksizin hepsine birden iman ederc,esi
ne inandılar.
"Acayip şey, acayip şey ! . . Bu saate kadar nerede kalabilir! . .
Çıkarken hiç kimseye bir şey söylemedi mi? Odasını d a ını
kilitledi? Niçin? . . Her zaman kilitler miydi? "
"Sus, sus. Babam duymasın. Merakından çı ldı rır. Mu liaka
ahbaplarından birinin evine gitmiş, bırakmamışlardır. Nere
de ise bir habe r ge lir. Nafile bu kadar telaşa düşmeye lim.
Servet Bey'le karısı Sekine Hanı m, gece, saat onda, kona
ğın büyük sofasında, ayakta yavaş yavaş, telaşlı telaşlı böyle
konuşuyorlard ı . Sen iha o gün sabahtan çı kmış ve henüz
konağa avdet etıneınişti. lki saatten beri şehnişinden sokağı
gözetleyen Madam Kronski, yüzünde büyük bir end işeyle
konuşanların yanına ge ldi:
"Daha görünürde kimseler yok, merak ımdan çat layaca
ğım, dedi. "Bari uşaklardan birini aramaya göndersek . . . "
Bunun üzerine Servet Bey, dışarıya seğirtti. Uşaklardan
birini Seniha' nın bulunması muhtemel olan evlere, diğerin i
sokaklarda dolaşmaya, köşe başlarında bekleıneye gönder
di. Fakat, gece yarısına doğru bu adamlardan her ikisi de
Seniha'ya dair ufacık bir ınalu ınat elde etmeksizin şaşkın ve
1 23
ümitsiz avdet etti ler. Bermutat o kadar kayıtsız o lan Servet
Bey, yerinde duramıyordu; ikide bir sokağa fırl ıyor, gecenin
sessizliğini dinliyor, uzaktan uzağa aksi duyulan ayak sesle
rine kulak veriyor ve sonra: "Acayip şey ! " diye söylenerek
tekrar içeriye giriyordu. Saat i kiye doğru Cemil geldi. Kapı
çalınır çalınmaz hepsi birden Seniha zannıyle aşağıya koş
muşlardı. Vaktaki karşıianna Cemil çıktı; Servet Bey hidde
tinden sesi kısılmış, oğlunun üzerine atıldı:
"Söyle, ablan nerede? " diye haykırdı.
Genç adam şaşırdı kaldı. N i hayet belki bir şey öğrenebili
riz fikriyle Seniha'nın oda kapısını kırmaya karar verdiler.
Bu fikir evvela Cemil'e geldi ve nitekim kilidi söken de o
o ldu. Servet Bey, eli nde bir büyük lamba odasına girdiler.
Her şey yerli yerinde duruyor ve dikkati çekecek hiçbir şey
görünmüyordu. Cemil, hemşiresi n i n yatağ ı n ı karışt_ırd ı ;
masaların üzerine baktı, koltukları, sandalyeleri yerlerin
den oynattı . Genç adam, gecenin bu i lerlemiş saatinde ken
disine bir polis hafiyesi rolü oynamak fırsatını veren hadi
seden memnun ve eğlenmiş görünüyordu. Dedi ki:
"Şimdi dolabı ve sürgü leri açalım."
Servet Bey, endişeli gözlerle, oğlunun yüzüne baktı.
"Neden? Niçin?"
Zira, o anda, her ikisinin de aklına aynı zan, aynı şüphe
gelmişti. Cemi) eği ldi, aynalı dolabın altındaki uzun sürgü
yü açtı; burada Seniha'nın ayakkab ıları d u ru rd u . Şimdi
bunlardan hiçbir tanesi görünmüyordu. Genç adam gittikçe
artan bir telaşla dolabın yan taraflarındaki küçük gözleri bi
rer birer çekmeye başladı. Hepsi de bomboştu ve bu gözler
her çekilişte Cemil'in elinde sallanıp kalıyordu.
Madam Kronski:
"Aman, mücevher çantasına bakınız ! " dedi.
Bu mücevher çantası aynalı dolabın iç gözünde bir rafın
üstündeydi; fakat Cemil sapından tutup da yere indirince
1 24
içini açıp bakmaya bile lüzum görmedi. Zira, çanta o kadar
hafifti.
Sekine Hanım ayakta duramad ı , bir koltuğa yıkıldı ve
hüngür hüngür ağlamaya başladı. Servet Bey'in elinde lam
ba titriyordu. Madam Kronsk i , son iki ay zarfında, Seni ha'yı
pek çok defalar birtakım i rili ufaklı paketlerle çı karken gör
düğünü şimdi hatırlıyordu . Kendi kendine:
"Ne budala kadınmıştın ki h içbir şey anlayamadım, de
di. Cemil, en son çektiği boş sürgü elinde, şaşkın şaşkın
odadakilerin yüzlerine bakıyordu.
O gece bir ölüyü bekler gibi Seniha'nın boş yatağı önün
de, aydınlığı gittikçe azalan lambanın e trafında sessiz ve
gamlı sabahı ettiler. Servet Bey, fena halde düşkün, yorgun
ve ümitsiz görünüyordu. Sekin e Hanım'ın ağlamaktan göz
leri şişmişti. Yalnız Cemil'le Madam Kronski ara sıra, birkaç
kelime, konuşuyorlar ve birini uyandı rmaktan korkar gibi
birdenbire susuyorlardı. Madam Kronski:
"Yarın her şeyi öğreneceğim; mutlaka . . . mutlaka . . . " di
yordu. "Şimdiden elimde birç o k ipucu var. Şimdiden, ki
minle gitti, nasıl oldu, yavaş yavaş anlıyorum.
Cemi! birdenbire:
"Ha ! " dedi. "Şimdi ben de hatırlıyorum. Bir gün Ferdiye
Hanım'ın evinde Madam Kraft'la baş başa konuşuyorlardı,
kulağıma ara sıra bazı vapur ve şehir isimleri çarpıyordu.
lki defa Madam Kraft'ın 'Niçin? Ne mani var? Benimle be
raber evvela Viyana'ya kadar gelirsiniz' dediğini işittim. Se
niha gözünün ucuyla beni gösterdi ve ona parmağıyle 'sus ! '
işareti yaptı id i."
Madam Kronski:
"Benim de yarın ilk baş vuracağım yer Madam Kraft'tır;"
dedi. "Bugünlerde Trieste mi? Hah hah ! O gün konuşurlar
ken b i rkaç defa Trieste dediklerini işittim. Trieste'ye git
mek ! . . Ne acayip fikir ! . . "
125
Servet Bey bu söz leri işitmiyor, d iniemiyor gibiydi. Göz
kapakları şişmiş, ağzının iki uçları aşağıya doğru çekilmiş,
bir gecede on sene ihtiyarlamış görünüyordu. Bu alafranga
adam birkaç kere Madam Kronski'yi tersiedi ve:
"Şimdi babama ne söyleyeceğim?" diyerek hıçkıran karı
sının yüzüne:
"Ey sen de! " diye bağı rd ı; o kadar kabalaşmıştı.
Sabahleyin Seniha'nın kaç ışı havadisi ko nağın ıçme bir
ölüm gibi yayıldı. Bu haberi Naim Erendi'den ne kadar sak
lama k isted ilerse de, kabil olmadı. O da, ertesi gün, akşama
doğru bütün felaketi öğrendi. Fakat, bu felaketi, ekseri asil
ru hlarda ınüşahede olunan sakin ve sarsıntısız bir elemle
karşıladı ve kızıyle damadını tesel li eden o oldu.
Bir hafta Seniha'dan ses seda çıkmad ı. Fakat, yap ı lan tah
kikattan epeyce şey öğrenildi. Madam K ronski'ye göre Seni
ha'n ın Madam Kraft'la beraber Trieste'ye gittiği muhakkak
lı. Zira, genç kızın ortadan kayboluşu ile, bu kadının İstan
bul'dan ayrı lışı bir güne tesadüf ediyordu. Cem i!, bu esrarlı
ınaceraya dair Faik Bey'den daha vazılı şeyler öğrendi.
Kas ım Paşa' nın oğlu hemen hemen başından beri işin
içinde gibiydi. Scniha, iki aydan beri Avrupa'ya gitmek için
hazı rlanıyorınuş; ne kadar elmasları varsa hepsini saLmış;
eline bin beş yüz liraya yakın bir para geçmiş; bu paranın
bir kısmıyle giyiıne süse dair birçok eşya alınış, hatta bu
al ışve rişlerin e kserisi nde Faik Bey d e on unla berabe rıniş;
genç adam Cemi l'e demiş ki:
"Bütün bunlardan bahsetmeye lüzum gö rmed i m . Z i ra
doğrusu hepinizin haberi var zannediyordum. Hatta kend i
sine kaç defa bekle beraber gidelim, dedim, dinlemedi. Çün
kü, ben de nasıl o lsa on beş güne kadar gidiyorum. Haberin
yo k mu? Brüksel Sefaretine biri nci katip tayin edild im."
Faik Bey'in, Cemi l'e verdiği malumat işle kapalı bir taraf
bı rakmıyordu, fakat Seniha hakikaten Madam Kraft'la bera-
1 26
ber mi gitti? Nereye gitti? Niçin gitti? Gittiği yerde ne kadar
zaman kalacak? Ne yapacak? Bu noktalar bir türlü aydı nla
namad ı.
Servet Bey Hariciyc N ezareti vasıtasıyle Akden iz'in bütün
ccnebi li manları ndaki Osman l ı Konso loshanelerine bire r
habe r göndertmek istiyordu. Fakat, ne diye? N e yapmak
için? Bilemiyordu.
Naim Efend i, resmi mahafi l i [ makamları ) bu işe karıştır
manın hiç taraftarı deği ldi; hadisenin vukuundan ziyade
şuyu undan [ yayılmasından ) korkuyordu. Hele iş matbuata
düşecek diye içi titriyordu. "Bekleyelim, sab ı rlı ve m ü tc
ve kkil olalım" diyo rdu, "bekleyelim, elbette gelir ! " Fakat
ih tiyarın bütün sükfın ve ihtiyatına rağmen İstanbul'da Na
im Efe ndi'nin torununun kaçışından haberi olmayan kal
mad ı. Cihangir'deki konağa kimisi mü tecessis, kimisi şaş
kın ve mahzun birçok kadın misafir geliyordu; bunların Se
kine Hanım'ın yüzüne bir acayip bakışları, bir " Nası l o ldu?
Nasıl geçti ? " diyen tavırları vardı ki, insanda tı rmalanma
yan asap bırakmıyordu. A lem nazarında Seniha'nın bu ha
reketi türlü türlü tefsirlere yo laçtı. Bazı kimselerce bu, bü
yük bir rezalet, bazılarınca hazin bir felaketti. Mesela Sen i
ha'nın arkadaşları, başta N uriye ve Neyyire Hanımlar ol
mak üzere bu hadisenin bütün ayıp taraOarını görüyorlardı
ve diyorlardı ki:
"Seniha, Madam Kraft gibi bir kadının elinde, oralarda ne
olacak? Mutlaka fuhşa düşecek. Zate n son zamanlarda bir
fahişeden ne farkı kalmıştı? O ne giyiniş, o ne sürme çekiş!
Nasıl gülüş, nasıl yü rüyüştü ! "
Seniha'nın kaçışı üzerine e n müthiş darbeyi yiyen kalp,
Celis'in kalbi oldu. Bu vakanın biçare çocukta hasıl ettiği
şey tasvire sığmaz derecede traj ikti. O, büyük amcasının to
runu çirkin bir ölümle ö lmüş zannediyor ve kaç defa sesini
dinlediği, etine dokunduğu, yanında günlerce yaşadığı bu
127
kız, ona şimdi, bu hadisenin etrafında hasıl olan dedikodu
ları n, zanları n, iftiraların, şayiaların dakunduğu esrar per
desi arkasında şekli daima değişen acayip bir hayalet gibi
görünüyor. Hakkı Celis, Se niha' nın bir zamanlar hakikatte
mevcut olduğundan şüpheye düştü; bu kız, genç adam için
kitaplarda tan ıdığı hayali kızlardan biri gibiyd i; muhayyile
sinde, "Desdemona" ların, "j ul iette" ve "Madam Bovary" le
rin arasına karıştı. Bununla beraber Seniha, Hakkı Celis
üze rindeki nüfuzundan bir şey kaybetmed i; zira, muhayyi
lesiyle ve muhayyilesi için yaşayan bu genç için kitaplarda
ki kızlar hayattaki kızlardan daha az canlı ve daha kudret
siz değildir; belki el iyle tutmadığı, gözüyle görmed iği, fakat
ruhlarını öğrendiği bütün o sahne ve roman örnekleri nin
kalbi ile alakaları ad i hayatta görüp tanıdığı et ve kemikten
mahlukların alakalanndan pek çok ziyadeydi. Bahusu�. �e
niha'nın Faik Bey'i istanbul'da bırakıp gidişi, bütün eski ya
raları n ı n üstüne tatlı bir teselli merhemi sürüyordu ve hatta
Faik'i bir eski dert yoldaşı gibi seviyordu. Onu görmek, gi
dip onunla genç kıza dair ko nuşmak Hakkı Celis için en
derunl ihtiyaçlardan biri haline girdi. Bir hafta içinde üç
dört defa eski rakibini aramaya gitti; faka t yalnız son defa
sında bu lmaya muvaffak oldu. Evvela hiç Seniha'ya taalluk
etmeyen birçok hava\ şeyler konuştular. Hakkı Celis, Faik
Bey'e niçin geld iğini bir türlü söyleyem i yordu. Neden sonra
canını dişlerinin arasına aldı ve dedi ki:
"Geçen gün kona ktaydım. Seniha abiarndan hala haber
yok ! "
"Nasıl haber yok? Ben dün bir telgraf aldım, Trieste'den . . .
Işte bak," dedi ve ceketinin cebinden yavaş yavaş çıkardığı
bir deste mektup ve kağıt arasından bir telgraf ayırdı. Ce
lis'e uzattı; Celis, heyecandan dumanlanmış gözlerle sarı
bir kağıdın siyah çizgileri üzerinde Fransızca şu mealde bir
şey okudu:
1 28
"Triste'ye vasıl olduk. Ya rı n Viyana'ya hareket ediyoruz.
Orada on beş gün kalacağım. Adresimi bildiriri m . "
Hakkı Celis bu telgrafı sahibine iade ederken artık biraz
evvelki Hakkı Celis deği ldi. Faik Bey'den, eskisinden bir
kat daha nefret ediyordu ve Seniha onun için muhayyel ol
mak sihrini çoktan kaybetmişti, bütün eski yaraları tazelen
ınişti. Faik Bey'in yanından nasıl çı ktığını bilmedi. O so
kaktan bu sokağa sap ıyar ve her adımda bir kere kendi
kendine şu cümleyi tekrar ediyordu: "Demek onu hala sevi
yor, demek hala sevişiyorlar! "
Hem de ne sevişme; anasına babasına bir haber gönder
mek lüzumunu hissetmeyen bu kız, ilk fırsatta aşığına telg
raf çekiyor, ad resini bildireceğini söylüyor ve denizlerin, dal
gaların, uzun mesafelerin arkasından ona seslenmek imkanı
nı buluyordu. Hakkı Celis, zihni böyle karmakarışık, oradan
buraya, buradan oraya yürüyerek akşama doğru farkına var
maksızın ta Şişli'den Cihangir'e nasıl geldiğini hissetti. N iye
ti konağa mı uğramaktı? Belki öyleydi, belki değildi. Uğrayıp
ne yapacaktı? Uğramayıp nereye gidecekti? Hayatta hiç bu
kadar gayesiz kaldığını bi lmiyordu. Ona bulunduğu yo lun
önü uçurum, arkası uçurum gibi geliyordu. Yal nız bu akşam,
ilk defa olarak, yalnız bu akşam iki seneden beri ömrünün
ınihveri olan sevgili varlığı ebediyen, çaresiz ve avdetsiz kay
bettiğini duydu. Ümit ve teselli kapısı yirmi yaşında bu gen
ce ilk defa olarak bu akşam kapandı; bu ilk felaket duygusu
nun önünde hissettiği şey acı bir şaşkınlıktı.
Bir yol dönümünde ansızın tuzağa düşmüş bir adam gi
biydi; şu fark ile ki, hiç çırpınmak ih tiyacı duymuyor ve
kendini mazlum bir tesl imiyete terk ediyordu.
Konağın civarında maksatsız ve avare bir hayli dolaştıktan
sonra, nihayet meçhul bir itil işe kapılarak içeriye girdi. Seni
ha gittiği günden beri konağın içine yaslı bir hüzün çök
müştü . Hiçbir mezarlığın içi bu kadar kasvetli değildi. Pen-
1 29
cereler kapalı, perdeler inik, safalar ıssız, merdivenler ten
haydı; hizmetçiler birer yorgun hayalet gibi dolaşıyo rlar. Na
im Efendi artık hiç odasından dışarıya çıkmaz olmuş; ihtiyar
adam bu odanın içinde bir müzenin hücresinde acayip bir
mahlukun müstehasesi [ fosili] halini almış. Sekine Hanım
gittikçe Flamandiye ressamlarının yaptığı o semiz "Mather
Dollorosa"lara benziyor, böğründe bir gizli yarası var gibi
çenesi tutulmuş, gövdesi kalçaları üzerine yığı lmış, kendini
güç taşıyor. Servet Bey'e gelince, o bir histerik kadın gibi
huysuzdur. Evin içinde mütemadiyen kavga edecek adam
arıyor. Kır ve kırpık bıyıklarının altında dudaklarının gittik
çe şişen ve uzayan bir hali var. Yemeklerden sonra Havana
sigarasının kutusuna elini uzatınıyar bile, geniş safada bir
aşağı, bir yukarı dolaşıyor, ara sıra önüne tesadüf eden eşya
ya bir tekme vuruyordu. Cemi! ise artık eve hiç uğra!f! ı)lor
du; haftada bir iki defa gömleğini değiştirmeye ve para iste
meye gelirdi. Madam Kronski'yi hiç sormayınız? O sabahtan
akşama kadar bir yığın eşyanın başında gözyaşı döken seferi
bir kadındır. Birikmiş aylıklarının ancak bir kısmını alabildi
ve artık memleketine gitmek için yola çıkmak üzeredir. Iki
de bir sesi hıçkırıkla dolu, Servet Bey'e diyordu ki:
"Ister misiniz, onu gidip bulayım? Size namusuro üzerine
söz veriyorum, on beş gün içinde nerede ise bulurum. "
Servet Bey evvela öfkel i bir baba tavrı takınıyor:
"Cehenneme gitsin," diyo r; "o benim için artık ö lmüştür. "
Sonra dönüp ihtiyar kadına bakarak i lave ediyor:
"Yalnız bir defa bilse k ki nerededir? Bize bu kafi . "
Ç o k geçmedi, nerede olduğunu bildiler; zira, Seniha, Fa
ik Bey'e çektiği telgrafın bir aynını da babasına göndermişti.
Hakkı Celis'in, konağa girer g irmez ilk öğrendiği şey bu ol
du ve genç adam Fa ik beyde ok uduğu cümleleri burada
tekrar okudu; gönlüne biraz i nşirah [ ferahlık] geldi, hatta
ümide ve feraha benzer bir şey bile duydu; kendi kendine:
1 30
''Eve gittiğim vakit ben de kendi namıma böyle bir telgraf
bulacağım ! " dedi ve bunun üzerine artık konakta fazla ka
lamadı; bir an evvel evine gitmek istedi. Genç adam sokağa
çıkınca adeta koşmaya başladı.
Vakit geçti ve devir Istanbul'un en fena devirlerinden bi
riyd i. O meşum bozgundan sonra payi tahta dö külen aç,
ç ıplak, hasta ka filelerini, şimdi Çatalca'nın yaralıları takip
ediyordu. Gecenin ilk karanlığı çöker çökmez Sirkeci garın
dan itibare n şehrin muhtelif taraflarına doğru uzanan so
kaklarda birtakım başlar, kanlı yüzler, sarkık kollar taşıyan
ve birer tabuttan hiç fark edilmeyen araba dizilerinden baş
ka bir şey görülmüyordu. Her kalpte, bu arabaların sayısına
göre son huduttaki mukavemete dair ümitler azalıyordu.
Herkes, b irbirine: "Bugün; yarın! " diyordu ve u fuklarda ge
celeri bile top sesleri hiç dinmiyordu. Hakkı Celis, şu saatte
ne o top seslerini işitiyor ve ne yanıbaşından geçen arabala
rı görüyordu; fikrinde bir düşünce, kalbinde bir emel vardı:
Eve gidip Seniha'dan bir telgraf bulmak! . . Bunun haricinde
onun için hiçbir şey mevcut değildi.
* * *
1 45
tan ne çıkar! Yok, yok . . . Hiçbir şey kalmadı evladım ! " diye
cevap veriyordu.
Hakikaten, Naim Efendi'nin mali vaziyeti gittikçe müthiş
bir devreye giriyordu. Şimdiden denilebilir ki, tekaüt ma
aşından başka bir geliri kalmadı. Kaç senelik adamı o lan
Ragıp Efendi bile bu hal karşısında ümitsizliğe düşüp işten
el çekti ve konağa gelip yerleşecek iken, Naim E fendi'nin
başına çöken sıkıntılardan kendine bir hisse düşmesin diye ,
Cihangir'den mümkün o lduğu kadar uzağa gitti. Esasen
konağın ve sahibinin işlerini çevirmek için bir vekilharca
hiç lüzum kalmamıştı. Son haddine inen bu işleri bir uşak
pekala idare edebilirdi; nitekim, evin emektar uşağı Hasan,
her aybaşı Naim Efendi'nin maaşını almaya gitmek ve her
gün bir miktar etle bir iki türlü sebzeden ibaret olan günde
lik yemek masrafına bakmak için lüzumundan fazla .kafi
geliyordu.
"Hakkı Celis Bey, Hakkı Celis Bey ! "
Genç adam, arkasına döndü; N eyyire v e N uriye Hanım
lar, caddenin kalabalığı içinden kendisin i çağırıyorlardı.
Görrnernezliğe gelip yürürnek istedi ; zira vakit geç ve vücu
du yorgundu. Bugün iki saat talirn etmiş ve altı saat yol yü
rürnüştü; ayak üstünde duracak hali kalmamıştı; bir an ev
vel eve yetişrnek ve esvaplarını çıkarmadan yüzükoyun ye
re atılıp rüyasız bir uykuya dalmak istiyordu. Genç kızlar
gülerek yaklaştılar:
"Seniha'dan mı geliyorsun?" dediler.
"Seniha mı, ne Senihası?"
"A, sakın haberiniz yok mu? Dün, Seniha geldi."
Hakkı Celis kulaklarına inanarnadı:
" Kabil değil, nasıl olur?" dedi.
Kızların ikisi birden:
"Neden kabil değil? Biz kendisiyle görüştük bile . . . " dediler.
O zaman, güya b irkaç kalbi varmış gibi her tarafı ndan
çarpıntılar içinde kalan gövdesinin aıtında yorgun hacakları
bükülür gibi o ldu:
1 47
"Tuhaf şey, böyle habersizce , tuhaf şey. . . "
1 91
XVI
Naim Efend i' nin konağı hala kiralıktır. Fakat, henüz bir kir�h
cı zuhur etmedi. Çok bakanlar, çok gezenler oldu; kah bun
ların şanları Naim Efendi'ninkine, kah Naim Efendi'nin şan
ları bunlarınkine uymadı. Konak büyük, viran ve kasvetliydi;
burada, şimdiki hayata göre ancak üç aile bir arada yaşayabi
l irdi; bunun için de konağı binakım bölüklere ayırmak lazım
ge li yo rdu. Halbuki Naim Efendi, buna asla razı değildi:
"Ben öld ükten sonra, isterse niz, yıkınız, diyordu. " Fa
kat, be n sağkrn hiçbir tarafına el dokundu nmam, hiçbir ta
rafına el doku ndurtmam, hiçbir tarafına el clokundu rtmam,
hiçbir tarahna . . .
Hastalı ktan, yalnızl ıktan, biraz d a yoksul luktan, son za
manlarda, huyu çok değişti; hırçın, hiddetli bir iht iyar ol
du. O kadar ki, Selma Hanımefendi bile, aruk ona laf d inlc
temiyordu. Hele Sekine Han ı m , babasının yanı nda ağzını
açıp bir tek kelime söyleyemez oldu; bütün hayaLında uslu
l uğu ve yumuşaklığıyle tanınmış bir adamda bu hiddet ve
şiddet, adeta, bir ateh [ bunaına] veya bir cinne t alameti ola
rak telakki eclilmekteycli. Bunun iç indir ki, he rkes, ön ünde
1 92
boyun eğmek mecburiyelini hissediyor ve bütün huysuz
lukları bir delinin buhranları gibi , mazur görülüyordu. Bu
nunla berabe r etrafındaki boşluk derinleşti kçe derinlcşti;
evvelce hemen her gün gibi konağa gelen Sekine Hanım,
yavaş yavaş haftada bir iki defa gelmeye başlad ı, bu da ek
seriya babasının yanma girmeyerek ve Cenan Kalfa ile eşya
sız, soğuk odalarda, ayakta fısıl fısıl görüşmeye mecbur ol
mak şartıyle . . . Selma Hanımefendi ise , bir aydan beri , bir
defa ayağını konağa atmadı ; ara sıra adamlarından birini
göndermekle iktifa ediyordu. Zavallı Naim Efendi bu suret
le büsbütün yalnız kaldı; yaln ız kalmaktan da sıkılıyordu.
Her saat, her dakika Hakkı Celis'i arıyordu. Adeta bu çocu
ğun tiryakisi olmuştu. l kide birde: "Hiçbir haber yok mu?
Daha gelmeyecek mi? Bu ne uzun harp, ne uzun ! Aruk bir
nihayete erse; leh imizde yahut aleyhimizde, nasıl o lursa ol
sun, bir nihayete erse ! . . " deyip duruyordu.
Vakıa Hakkı Cel is'ten kah doğrudan doğruya kendine,
kah hemşiresine sık sık haberler geliyordu. Fakat Naim
Efendi'nin ona ih tiyacı e n z i yade kendi derdini dökmek,
.
kalbini boşaltmak içindi.
Gerçi, yavrucak, ne kadar gönlüne göreydi; kendisini de
ne kadar iyi d inler; ne kadar iyi anlardı; ailesi içinde hiç
kimse ne hemşiresi, ne kızı bu çocuk gibi cana yakın değil
di. lkide bir Cenan Kalfaya derdi ki:
" Cenan, bu çocuğa bir şey o lu rsa , rica ederim, benden
saklayınız; zira, işitir işitmez, dayanamam, mutlaka derhal
ölürü m ! "
Herkese karşı kapanan kalbi, yalnız b u çocukla Scn iha'ya
karşı açık kalmıştı; hayatta o kadar birbirinden ayrı duran
bu genç kızla, genç adam, akıbet bu can çekişen ihtiyarın
gönlünde birleşmişli. Resimleri de bir arada başı ucunda
duruyordu. Kah birine, kah ö bürüne bakıyor, bazen ikisini
birden yan yana tutup saatlerce dalıp kalıyordu.
1 93
Nihayet, bir gün Hakkı Celis çıkageldi. Iki gün için me
zuniyet almıştı. Bu hadise, Naim Efendi için hayatının son
sevinçli saatlerinden biri o ldu. I kide birde yatağın içinden
ince uzun kol larını uzatıyor, genç adaının başını okşuyor
du. Hakkı Cel is ona şişmanlamış, uzaınış, genişlemiş görü
nüyordu.
" M uharebe sana yaradı; maşallah, ınaşallah evladıın . . .
diyordu.
Genç adam, ona, Çanakkale Harbinin bazı mü heyyiç [ he
yecan verici] safahatını anlatmak istedi. Fakat, Naim Efendi
bun ların hiçbirini dinlemedi; Hakkı Cel is'e baka baka ve
arada bir elleriyle başını okşaya okşaya bir hal oldu. Sonra
birdenbire ona kendi derdini anlatmak ihtiyacını duydu.
"Semtime uğrayan kalmadı ; " dedi. "Bir ay var ki, ninenin
yüzünü görmedim, haftalardan beri teyzen bir kereci k - <11-
sun gelip hatı rıını sormadı. Bilmem ki, onlara ne yaptım ,
evlad ım? Kabahatim nedir? Burada yalnız başıma çektikle
rimi sana anlatamam; diri diri bir mezara gömülmüş gibi
yim. Geceleri Hasan'la Cenan'ı karşıma alıp ko nuşmaya
mecbur oluyorum. Kimsesiz l i k o kadar canıma tak diyor. . .
Seniha'nın izdivacı kalmış işittin mi?"
Ve genç adama cevap vermeye vakit bırakmaksızın sözü
ne devam ediyordu:
"Yalnız kimsesizlik o lsa ne ise evladım; ya bu yoksulluk . . .
Geçen g ü n ekme ksiz ka l d ı m . . . Ye meği ek meksiz yedim.
Valiahi evlad ım; bu da başıma geldi ... Bazı geceler, karanlık
ta kalıyoruz. Gaza para yetiştirmek ne mümkün . . . Bir gün
Cenan'a dedim ki: 'Bari yatağıını sokak üstündeki odalar
dan bi rine nakledelim, hiç olmazsa caddenin fenerlerinden
biraz aydınlık alırız.' Cenan acı acı güldü ve o gece tabağın
içine biraz zeyti nyağı koydu, etrafına pamuk ve bez parça
ları sıralad ı : Ben kara n l ı k ta ka l mayay ı m diye bu acayip
kandili ya ktı. Ço ktandır kahvenin, çayın tadını unuttum . . .
1 94
Diyorlar ki Servet Bey'in evinde kemafissabık [ eskisi gibi]
eğlenti ler, ziyafetler devam edip duruyormuş ! "
Söylendikçe sesi titriyor; gözleri su lanıyordu:
" M a mafi h bu sözler aramızda kalsın e v la d ı m , " d ed i ,
"zannetmesinler k i , kendilerinden muavenel istiyorum, ha
yır, hayır. Allah göstermesin, ben burada her türlü felakete,
mahrumiyete, zarurete katlanırım; fakat istemem ki kimse
ler halime vakıf olsun, sana söylüyorum, çünkü sen başka
bir çocuksun, büsbütün başka bir çocuksu n . "
Tekrar kollarını uzatıp, genç adamın başını o kşadı:
"Her gün evin eşyalarından bir şey satıyorum," dedi. " Ev
vela fuzuli mobi lyalardan, tatlı takımlarından, büfelerden,
masa lardan, kanepelerden başladık; şimd i sıra yataklara,
yorganlara geldi. Sofadaki o güzel halıların hepsi gitti evla
dım, girerken dikkat etmedin mi?"
Hakkı Celis, Çanakkale'ye gitmezden evvel, bütün bu ha
lıların, bu masaların birer birer mezada gittiğini biliyordu.
Kaç kere biçare Naim Efendi'yi bu sefaletten kurtarmak için
büyük ninesinin ayaklarına kapanmışu; fakat, bu sert kalpli
kadın demişti ki:
"Satmak, onun eski adetidir, eski illelidir; bırakmalı sat
sın, satsın, La ki satacak bir şeyi kalmayı ncaya kadar. . . An
cak o vakit rahat edece k ve söz dinleyecek . . . N iye yanıma
gelmiyor, niye bin türlü bahane ile o baykuş yuvasında sa
katını Hasan Ağa denilen o hırsızın eline vermiş oturuyor? "
Konak, Naim Efendi'yle beraber, her gün biraz daha yıkı
lıp gidiyordu. Vakıa sağı solu yangın viraneleriyle çevri lmiş
olan bu evin harici manzarası pek mağmum bir şeydi, fakat
ası l içine girildikten sonradır ki i nsanın kalbine korku ile
karışık derin bir kasvet çöküyordu. Zili bozulan sokak ka
pısı ağır bir Lokmakla vuruluyor ve birçok gıcınılarla, mus
Larip bir hayvan gi bi sarsıla sarsıla açılıyo n.lu. lçeriye a t ı lan
ilk adımda göze tesadüf eden manzara kırık dökük, yıruk
1 95
pırtık birtakım eşya yığı nları, buruna çarpan koku. bir nevi
toz ve küf kokusuydu; kım ıldamaktan ve söz etmekten bık
mış, yarı derviş, yarı meczup kıyafetli bir uşak arkasından
ve bu eşya yığınları arasından iç aviuyu geçip de harem da
i resi ne varıldı mı, i nsanı istila eden hüzün daha ziyade artı
yordu; burası tıpkı yer altında bir mahzen gibiydi, sanki ,
senelerden beri hiçbir tarafından ne hava, ne ziya a lmıştı;
bununla beraber, divanhaneler ve dehlizler çepeçevre geniş,
perdesiz ve pervazları sökülmüş pencerelerle muhattı [çev
rilmiş] ve bu pencerelerin camlarından birçoğu kırıktı; bu
kırık camları ö rten ö rümcek ağlarının arkasında kış, yaz
rutube tten, adeta bozulmuş birtakım su yolları gibi sızan
yüksek bahçe d uvarlarının esmer şekilleri görünüyord u ;
her basamağı bir ayrı ses çı karan merdivenlerden çıkıp da
eskiden, büyük otellerdeki "hol"ler tarzında Psalti'ye dÇ)şe..
tilmiş büyük safaya varılır varılmaz en hafif bir ses bile boş
bir kubbenin altında gibi aksisedalar çıkarıyordu. Bu sofa
da, şimdi her tarafından pamu kları fırlamış iki eski "oto
man" ile bir ayağı kırık ceviz bir orta masasından başka eş
ya narnma bir şey kalmamıştı. Bu cevizden masanın üstü n
de çok zamandan beri işlemeyen pirinçten bir antika saat
duruyordu. Yerde her tarafından yırtılmış bir eski keçe her
ad ımda insanın ayağını çeliyordu; sonra !oş ve çıplak bir
dehlizden boş odaların kapalı kapıları önünden geçil iyor
du. Bu odaların bazılarında kuşlar yuva yapmıştı; bazıları n
da ise - Cenan Kalfanın iddiasına göre- periler ve cinler otu
ruyordu. Iht iyar kadın:
"Vallahi, geceleri adeta bizim gibi konuşuyorlar, gülüşü
yorlar, şarkı söylüyorlar, tep inip oynuyorlar. Bazı da b i r
kavga, bir dövüştür, gidiyor," diyo rdu.
Peri lerle cinlere yuva olan bu odaların kapıları hiç açıl
mazdı ve karanlık basar basmaz Cenan Kalfayı ö ldürseler
önlerinden geçmezdi .
1 96
Konakta yal n ız Seniha'nın odasıdır ki, zamanın ve nisya
nın [ u nutman ı n ) kahrına uğramadı; burası N a i m E fen
di'nin bir kapalı bahçesi halinde kaldı. Hala ayağa kalkabil
diği günler, duvarlara tutuna tutuna o raya kadar gidiyor ve
genç kızdan kalmış eşya dökünlü leri arasında saatlerce mu
rakabeye [ kendi iç dü nyasına daimak l dalıyordu. Burası bir
mabet gibi daima süprülüyo r, temizleniyor ve eşyanın hiç
birine dokunu lmuyordu.
Naim Efendi, Hakkı Celis'e biraz evvelki sözünü tekrar
etti:
" lzdivaç kalmış diyorlar, öyle mi?"
Genç adam:
" Zannederim, dedi ; " zira , ben gitmezden evvel birkaç
güne kadar nikah olacağı söyleniyordu, ben gittim, geldim,
ortada hala olmuş bitmiş bir şey yok ... Demek ki ... "
Naim Efendi, Hakkı Celis'i n sözünü kesti:
''Acaba bu işin bozuluşunu neye hamledersiniz evladım?"
Hak k ı Cel is, Faik Bey'le bir ay evvelki konuştuklarını ha-
tırladı ve içinden: "Buna sebep mutlaka odur! " dedi.
Halbuki, Seni ha'nın izdivacına mani olan sebep ne o, ne
bu idi. Bundan bir ay evvelki bir iş için Sofya'ya gittiği söy
lenen (. .. ) Mebusu Necip Bey, hala lstanbul'a dönmemişti,
bir haber de göndermemişti. Bazı kimseler, Viyana'da bu
lunduğunu, bazı ları Müni h'e gittiğini söylüyorlardı. Seniha,
Berlin'le Viyana arasında m e k i k d o ku ya n b i raderi Ce
mi l'den üst üste , ona dair malumat sordu, fakat hiçbir şey
öğre nemedi. Bu, her cihetten esrarengiz bir gayb ubetti ve
bin türlü faraziyeye meydan açıyordu. Mesela Belkıs Hanım
diyordu ki:
"Bey söylüyor, bu adam ın adeli böyleymiş. Her rast geldi
ği kıza izdivaç vadeder, bir müddet eğlenir, sonra vazgeçer,
bırakır, gidermiş. Berlin'de böyle kaç A lman a i les i, Viya
na'da kaç Avusturyalı kız bu zengin nişanlının yolunu bek-
1 97
liyormuş. Bu, Istanbul'da ilk macerası o lduğu için bize hay
ret veriyor, vakıa, ( . . . ) Mebusu N ecip Bey'in oynadığı o yun
ların bu en cüretlisidir. Bakalım, bu sefer işin içinden nasıl
sıyrılacak ! "
Nuriye ve N eyyire Hanımlar ise, b u hadiseden dünyanın
en hayali romanlarını yapıyorlardı. Diyorlardı ki:
"Bu adam ne mebus, ne de zengindi. Kendisine mebus ve
zengin süsü veren acayip ve esrarengiz bir serseriydi. Belki
de 'Arsen Lüpen' tarzı r�da zarif ve kibar bir hırsızdı. Seni
ha'nın evi ndeki tantana ve a layişi [ gösteriş i ] gördü, mü
himce bir şey çalabiiirim sandı, bir yolunu buldu, sokuldu;
baktı, tetkik etti; sonra anladı ki, çalmak zahmetine değer
bir şey yok, başını aldı; çıktı gitt i . . . "
Bu iki genç kızın bu garip gülünç hikayelerini dinleyen
lerden bazıları bir tuhaflık olsun diye:
"Çalacak bir şey bulmadı m ı ? N eden? Seniha'nın kalbini
çaldı , bundan daha kıymetli ne bulabilirdi? " diyorlardı.
Vakıa, Seniha için, bu gayet ağır bir darbe oldu , ve belki
hayatta yediği darbelerin en ağın bu idi; zira b u sefer ta
mam can alacak yerinden, hulyalarının, hesaplarının, tasav
vurlarının merkezinden, gurur ve nefsaniyetinden yaralan
mıştı. Fakat bu felakete o kadar vakar ve metanetle taham
mül etti ki, hiç kimse eleminin derecesine vak ıf o l mad ı ,
hatta kendisini pek yakından tanıyanlar bile: "Ne kadar ka
yıtsız kız ! Ne kadar havai ve geniş yürekli ! " dediler. Bu nlar
arasında yalnız Faik Bey'dir k i , sevgilisi nin yüreğinde açılan
yarayı bütün çirkinliğiyle gördü ve o na gördüğünü hisset
tirdi. O günden beri, genç kız, eski aşığının amansız düş
manıdır ve ona her vesileyle hakaret etmekte vahşi bir haz
duyuyor.
Hakkı Celis, Naim Efendi'yi ziyaretinin ertesi günü, gidip
Faik Bey'i bulmak arzusunu bir türlü yenemedi. Onu evinde
aradı. Tokatlıyan'a, Lebon'a baktı, nihayet, akşam üstü , Doğ-
1 98
ruyol'da gezinenler arasında tesadüf etti. Faik Bey, o "bar"
gecesindeki kadar geveze deği ldi; ne de Seniha'ya dair birta
kım yeni hasbıhal lere meyilliydi; yalnız için için birçok mü
him şeyler yapmış, birço k mühim şeyler öğrenmiş gibi ma
n idar bir ketumluğu ve izdivacın bozul uşunu kendine atfet
tirmek isteyen esrarlı bir tavrı vardı. Arada bir diyordu ki:
" Zavallı Seniha Hanım; en son emeli de mahvoldu. Sene
lerden beri o kadar itinalarta kurduğu bina iskarnbil kağı
dı ndan yapılmış şatolar gibi bir nefeste yıkıl ıverd i. Ne ka
dar mustarip, ne kadar mustarip . . . Bilmezsiniz. Suratından
düşen bin parça oluyor. Gidip gördünüz mü?"
"Hayır; belki bu akşam . . . Çünkü yarın erken yine cephe
ye dönüyo rum," dedi.
Faik Bey sözüne devam e tti :
"Aman, bir defa olsun görünüz, küçük han ımın cephesi
Çanakkale cephesinden daha müthiş bir hal ald ı. Güya işin
bozulmasına sebep bizmişiz gibi . . . "
Bunu söylerken bıyık altından: "Benim ya , ne ise ! " diyen
bir tebessümle gülüyordu.
Hakkı Celis'le Faik Bey, Doğruyol'da böyle konuşarak yü
rürken, birdenbire ta yanlarından lastik tekerlekli bir araba
da Seniha geçiverdi. Genç kız, onları görmüştü, fakat, gör
memezl ikten g e l d i , kalaba l ığm arasında T ü n e l'e d o ğru
uzaklaştı, gitti.
Biraz sonra Faik Bey'le Hakkı Celis, Seniha'yı yine aynı
araba içinde yukarıya doğru dönerken gördüler. Fakat bu
sefer, genç kız on ların önünden geçerken arabasını d urdur
du ve tavrıyla onları çağırdığını anlattı. tkisi birden yaklaş
tı lar. Faik Bey'e elini bile uzatmadı ve derhal Hakkı Celis'le
konuşmaya başladı; genç adamı güya senelerden sonra ilk
defa görmüş gibiydi, yüzüne hayret, şefkat ve sev inçle bakı
yordu. Sesi o kşayıcıydı:
"Haydi, arabaya bin, eve gidelim," dedi.
1 99
Ve Hakkı Celis'i n tereddüdü üzerine:
" Kuzum, rica ederim, mademki yarın gidiyorsun," diye
yalvardı.
Faik Bey, sapsarı kesilmiş, kaldırırnın bir kenarında duru
yordu; genç adam, ona selam verdi ve arabaya atladı. Seni
ha ise hafi fçe başını eğdi. Eski çocukluk arkadaşını ve bü
yük halasının oğlunu böyle yanıbaşında hissetmekten pek
memnun görünüyordu.
"Seni kaçı rdım, seni kaldırdım; ne iyi oldu , değil mi? Bu
akşam çok eğleneceğiz, göreceksin . . . " diy<ndu.
Ve bir öpücükten daha tatlı bir tebessümle genç adamın
yüzüne bakıyordu. Birdenbire dedi ki:
"Dem incek o serseri sana neler anlatıyordu? Mutlaka be
nim aleyhimde bir şeyler söylüyordu, mutlaka . . . Siz ne va
ki tten beri bu kadar dost oldunuz ? "
Hakkı Celis kızararak başını önüne eğdi:
"Bir tesadüf;" dedi. "Gerçekten caddede rast geldim, bir
kaç adım beraber yürüdük ve gayet havai birkaç şey konuş
tu k, işte o kadar. . . "
215
nuştu, gittikçe alevi artan bu gözlerde evvela korkunç ve
gayri insani bir ifade vardı; sonra yavaş yavaş o kadar tatlı
laştı, o kadar insanileşti ki, eğilip öpeceğim geldi, alnını ok
şad ım; dedim ki: 'Mukavim ol, evladım, mukavim o l ! ' Göz
lerinde hazin bir tebessüm belirdi: 'Benim yerimde sen ol
san daha ziyade mukavemet gösterebilir miydin?' demek is
tedi, sonra tekrar: 'Su ! ' diye yalvardı. Diğer yaral ı ların ba
şında dolaşan doktora koştum , elimle Hakkı Cel is'i göster
dim; sordum: 'Rica ederim, eğer nasıl o lsa bu çocuk kurtu
lamayacaksa bari ölmezden evve l bir yudum su verel im ! '
ded im, doktor: 'Hayır, hayır katiyen, daha yarasına bakma
dım, olmaz ! ' dedi. Arkama döndüğüm vak i t baktım ki, yav
rucak gözleriyle beni takip ediyor. 'Biraz daha sabret, şimdi
do ktor sana istediğini verecek ! ' dedim. lptida korkunç olan
gözleri şimdi korkuluydu; bütün etrafında dolaşanlar, ken- .
disine bir fenalık etmeye geliyor zanneden bir tavrı vardı,
ürkek ürkek bakınıyordu, yalnız gözleri bana dö nünce tav
rına biraz sükünet ve bakışiarına biraz emniyet geliyordu.
Artık boğazını tıkayan hırıltılardan bir tek kelime söyleme
sine imkan kalmamıştı . "
Seniha, üst üste s u içiyordu: Servet Bey, bu uzun ölüm ta
rifinden pek çok canı sıkılmış ve sura tı nı asmıştı. Vaziyette
ki soğukluğu hisseden Azmi Bey, arkadaşına sussun d iye
hala işaretler ediyor, fakat bir defa konuşmak fırsatını yaka
layan Binbaşı Hüsnü Bey, artık kendinde susmak kudretini
bulamıyordu:
"N ihayet, doktor geldi; uzun , derin ve şüpheli bir nazarla
genç yaralıya baktı; sonra başını saliayarak bana döndü, ya
vaşça: 'Bitmiş, yapacak bir iş kalmamış ! ' dedi. Zavallı Hakkı
Celis'in gözleri doktordan bana, benden doktora gidip geli
yordu; mutlaka onun bana ne söylediğini anladı; zira, yü
züne melul bir tevekkül geldi ve gözlerini kapad ı . Koştum,
büyük bir maşrapa su getirdim; bir elimle yavaş yavaş başı-
216
nı kaldırdım, diğer elimle suyu dudaklarına uzattım: 'Hakkı
Bey, Hakkı Bey! Kardeşim, işte su ! ' dedim ; hemen gözleri n i
açtı v e doğrulmak istedi; fakat, muvaffak o lamadı. Başı tek
ra r avucu m u n içine düştü. Suyu yudum y u d u m ağz ına
akıtmaya çalışıyordum; fakat ne mü mkün ... Su o lduğu gibi
dışarıya akıyor ve boğazından geçebilen birkaç yudum da
biraz sonra burnundan fışkırıyordu."
Seniha tahammül edemedi. Azmi Bey'e doğru eğildi:
"Aman, ne yaparsanız, yapın. Arkadaşınızı susturu nuz,
dedi.
O zaman Azmi Bey, yarı emreden, yarı yalvaran bir tavırla
arkadaşına seslendi:
"Azizim Hüsnü Bey, yeter artık," dedi; "görmüyor musu
nuz, Seniha Hanım fazla müteessir o luyor. Böyle bir sofrada
bu hazin şeyleri tekrara ne lüzum var? "
Bu ihtar üzerine, ister istemez, susmaya mecbur olan Bin
başı Hüsnü Bey, mahc up, başını önüne eğdi. Kadınlardan
bazılarının gözleri yaşarmıştı. Büyük şeker tüccarı bile bi
raz mahzun oldu; filozofça başını salladı:
"Bu harp çok fena şey vesselam ! " dedi. "Böyle ne kadar
gençler, gençli klerine dayamadan gittiler. "
Sonra Hüsnü Bey'e dönüp:
"Azizim," dedi; "lütfen bana bir gün bu çocuğun medfun
olduğu yeri gösteriniz; ona bir mu hteşem mezar yaptıra
lım."
Ve gözünün ucu ile Seniha'ya baktı; bu civanımerdane
fikrinin genç kız üzerinde yapacağı tesiri görmek istedi.
Fakat, Seniha sadece güzel ve süslüydü.
SON
217
Yakup Kadri Karaosmanoğlu ' nun Yaşamı
218
penhauer, N i etzsche, lbsen gibi yazar ve düşünürlerin etkisi altındadır
ve bu etkilenme 1917'1ere kadar sürer. Öyküleri çoğunlukla lkdam
gazetes inde yayımlanan Yakup Kadri , 1916'dan sonra b i reycilikten
toplumculuğa yöneli r. Savaş ve seferberl ik konularını işler. Mütareke
sırasında ise yeniden mensur şiire döner ve Erenlerln Bağından' ı ya
zar (1918-1919).
Yakup Kadri 1916 yılında, yakalandığı tüberküloz hastalığının teda
visi için l sviçre'ye, Davos'a gider. ısviçre'ye gitmeden önce girdiği
Bektaşi muhiti Nur Baba romanın a konu olur. 1919'da ı sviçre 'den
döner ve lkdam 'da köşe yazarlığına başlar. 1921 yılında, Kurtuluş
Savaşı ' n ı n en zorlu günlerinde Ankara'ya çağrıl ı r. Kurtuluş hareketini
görmek ve liderleriyle görüşmek fırsatını bulması onun sosyal gerçek
çil iğe geçişinde önemli bir etkendir. 1920'de Kiralık Konak, 1921'de
Nur Baba, 1922'de Okun Ucundan ve Halide Edi p , Fal ih R ıfkı ve
Mehmet Asım ile birlikte hazırladığı lzmir'den Bursa'ya adlı b i r çalış·
mas ı , 1923'de ise Kadınlık ve Kadınlarımız adlı eseri yayımlanır.
Yakup Kadri, 11 Ekim 1923 yılında M utasarrıf Asaf Bey'in kızı , Bur
han Asaf Belge'nin kızkardeşi Leman Han ı m ' l a evlenir. Ayn ı yıl Mardin
milletvekili olarak TBMM 'ye girer. 1926 yılında akciğerlerinin tedavisi
için ikinci kez ısviçre'ye gider. Oradan Milliyet gazetesine "Alp Dağla
rından" başlığıyla yayımlanan mektuplarını gönderir. Konusunu lttihat
çı-ltilafçı çekişmesinden alan Hüküm Gecesi 1927'de, Mütareke yıl
larında Istanbul'da yaşanan ahlak çöküntüsünü anlatttığı romanı So
dom ve Gomore 1928'de yayımlanır.
Yakup Kadri 1932 yılında dört arkadaşıyla -Vedat Nedim Tör, Burhan
Asaf Belge, lsmail Hüsrev Tökin ve Şevket Süreyya Aydemir- Kadro der
gisini çıkarır. Iktisadi devletçilik ve sosyal siyaset ilkelerini savunan der
gi üç yıl süren yayın hayatının ardından, Yakup Kadri'nin 1934'de elçilik
görevine atanması nedeniyle kapanır. Yakup Kadri bu arada Manisa mil
letvekilidir ve Kurtuluş Savaşı gözlemlerinden ve Anadolu Mezalimini
Tahkik Komisyonu ile birlikte çalıştığı dönemden yararlanarak Yaban'ı
(1932) yazar. Ankara romanı ise 1934'te yayımlanır.
Yakup Kadri önce Tiran elçiliği ( 1934) yapar. Bunu Prag ( 1935), La
Haye ( 1939), Bern (1942) izler. Tahran elçil iğinden (1949-1951) son
ra tekrar Bern ' e (1951) atanır. Bu görevde üç yıl kaldıktan sonra
emekli o l u r. Elçilik göreviyle yurtd ışında bulu nduğu dönemde daha
çok monografi (Atatürk) ve anıları n ı kaleme alır ( Zoraki Diplomat,
Anamın Kitabı) . B i r de iki ciltl i k Panorama adl ı roman ını yazar bu yıl-
219
larda. 1960'da Kurucu Meclis üyeli�ine getirilir. 1961 seçimlerinde
bu kez memleketi Manisa'dan milletvekili seçi l ir. Bu görevi 1965'e
kadar süren Yakup Kadri 13 Aralık 1974'de Ankara'da hayata gözleri
ni kapatır. Mezarı ı stanbul 'da, Beşiktaş'taki Yahya Efendi Mezarlı
ğı'ndadır.
Eserleri:
220
Genel Bibl iyografya
Hazırlayan: BAHRIYE ÇERI
KITAPLAR VE TEZLER
22 1
Asya, Kemal K . : Yakup Kadri'nin Romanlarında Erkek Karakterleri,
DTCF Türkoloji Böl . , Tez, tarihsiz.
Bakırcıoğl u , N .Ziya: Türk Romanı, Dergah Yay. , lst. 1983 .
Banarlı , N . Sam i : Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, Yedigün Yay. , 1. bas-
kı.
Başpınar, Ayn ur: Aydın-Köylü Ilişkileri, DTCF, Tez, 1987
Baydar, M ustafa : Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar, 1960.
Bayram, Yaşar: Dört Romanda Yanlış Batılılaşma, DTCF, Tez, 1983.
Bi ngöl, Necdet: Yakup Kadri'nin Beş Romanında Fransız Realist ve
Natüralistlerin Tesirleri, DTCF Türkoloji Böl . , Tez, 1944 .
222
Gulal, lsa: Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun lik Makaleleri 1909-
1923 (Servet-I Fünun, Rübab, Dergah, Yeni Mecmua), I . Ü . Ed.Fak.
Türkoloji Bül . , T. 1877 .
Günyol, Vedat: Dile Gelseler, Çan Yay. , 1966.
Gürel, Hakkı : Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Edebi Makaleleri, I . Ü .
Ed.Fak. Türkoloji Böl . , T.911.
Hasan, Ümran : Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Romanlarında Dil
ve Üslup, DTCF Türkoloji Böl . , Tez , 1970.
Hayber, Abdülkadir: Yakup Kadri' nin Romanlarında Anadolu , Gazi
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı Bölü
mü Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi , Ank. 1985.
Hünalp, Ayha n : Yakup Kadri Karaosmanoğlu 'nun Hikayeleri, DTCF
Türkoloji Böl . , Tez, 1952.
lşıksalan, N i lay: Reşat Nuri, Halide Edip ve Yakup Kadri'de Anadolu ,
DTCF Türkoloji Böl . , Tez, 1978.
Kabakl ı , Ahmet: Türk Edebiyatı, c . 3 . , Türk Edebiyatı Yay. , lst. 1983.
Kaplan, Ramazan: Türk Romanında Köy, Akçağ Yay. , Ank. 1997
Karatekel i , Mualla: Yakup Kadri ve Güzel Sanatlar, DTCF Türkoloji
Böl . , Tez, 1965.
Kaytancı, Ali : Y.K. Karaosmanoğlu'nun Romanlarında Psikolojik Tah
lil, DTCF Türkoloj i Böl . , Tez, 1968.
Kırcı , Mustafa: Kara Bibik'ten Yaban'a Türk Roman ve Hikayesinde
Köy, DTCF Türkoloji Böl . , Tez, 196 7 .
Moran , Berna: Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, I leti şim Yay. , lst.
1983.
M utluay, Rauf: 100 Soruda Çağdaş Türk Edebiyatı, Gerçek Yay. ,
1973.
-: 50 Yılın Türk Edebiyatı , Türkiye I ş Bankası Yay. , 1973.
Nayır, Y. Nab i : Edebiyatçılarımız Konuşuyor, Varl ık Yay. , 1953.
223
Oğuzkan, A. Ferhan: Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hayatı ve Eseri,
I . Ü . Ed.Fak. Türkoloji Böl . , T.149.
-: Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hayatı-Sanatı-Eseri, 2. bask ı ,
1968.
Onat, Ayten : Yakup Kadri'nin Nur Baba Romanında Eşya Mefhumu,
I . Ü . Ed . Fak. Türkoloji Böl . , T.4 7 1 .
Özbilge, F . Renan : Yakup Kadri'nin Romanlarında Devlrler, DTCF Tür
koloji Böl . , Tez, 1964.
Özer, Orhan : Yakup Kadri'nin Romanlarında Devirler ve Neslller, I . Ü .
Ed. Fak.Türkoloji Böl . , T.452.
Özön, M . N ihat: Metlnlerle Muasır Türk Edebiyatı Tarihi, 2 . baskı ,
1943.
-: Son Asır Türk Edebiyatı Tarihi, M EB Yay. , 1941.
224
Ünaydın, R. Eşref: Diyorlar ki, Haz. Şemseddin Kutlu, Kültür ve Tu·
rizm Bakanlığı Yay. , Tarihsiz.
Yakar, Aytekin: Türk Romananda Milli Mücadele, DTCF Yay. , Ank.
1973.
Yücel, Hasan Ali: Edebiyat Tarihimizden 1 , Türkiye Iş Bankası Kültür
Yay. Ank. 1957.
Adıvar, Halide Edip: " Edebiyatımızın Son Simaları ve Safhaları " , Bü-
yük Mecmua, c.1, s.4, 1919.
Alptekin, Turan: "Yakup Kadri 'nin Şiir Atmosferi " , Hürriyet-Gösteri, Ni
san 1989.
Altunya, Hüseyi n : "Yaban " , Türk Dili, sayı 306, 1977.
And, Metin: "Y. K. Karaosmanoğlu ' nun 'Sağanak ' ı " , Türk Dili , sayı
278, 1974.
Arısoy, M. Sunullah: "Y. K. Karaosmanoğlu" Akls, sayı 358, 1961.
-: "Y. K. 83 Yaşında " , Panorama, sayı 62, 1970.
-: " Eskimeyen Bir Yazar" , Panorama, sayı 112, 1971.
-: "Panorama " , Panorama, sayı 134, 1971.
Arslan, Nur Gürani: "Yokolan Konağın Izinde " , 75 Yılda Değişen Kent
ve Mimarlık, Bilanço 98, Tarih Vakfı Yay. , l st. 1998.
1922.
225
Ayda, Adile: "Atatürk" , Cumhuriyet, sayı 805 1 , 1974.
-: "Yakup Kadri Karaosmanoğlu H akkında" , Cumhuriyet.
-: "Yakup Kadri lle Mülakat", Türk Edebiyatı, c.3, sayı 32, 1974.
Aydemir, Şevket S üreyya: " Yaban " , Kadro, sayı 18, 1933.
-: "Yakup Kadri Karaosmanoğlu " , Cumhuriyet. 16.12. 1974.
-: "Yakup Kadri I ç i n , Çankaya 'daki Elçim i z " , Türk Dili , 31(81 ) ,
1975.
Başer, M. Yılmaz: " Karao smanoğlu Tanrıöver ' i Anlatıyor" , Varlık,
39(769), Şubat 1971.
Baydar, M ustafa: " Yakup Kadri lle Kon u ş ma " , Varlık, s ayı 7 6 2 ,
1971.
-: " Karaosmanoğlu , Nur Baba, Rıza Nur ve Atatürk Üzerine Açıkla
malar Yapıyor", Milliyet Sanat, sayı 111, 20.12. 1974.
Baydar, Nasuhi: " Yaban " , Yücel, sayı 85·86-87 , 1942 .
Behramoğlu , Atao l : " Üç Romanıyla Yakup Kadri Karaosmanoğ l u : ,
Alan, 67(3), 6.67, s . 7-10.
Belge, Murat: " Politik Roman Üzerine " , Birikim, sayı 9, Kasım 1975.
Beyatlı, Yahya Kemal: "Üç Tepe" , Dergah, sayı 1 , 1921.
Bingöl, Necdet: "Yakup Kadri 'nin Romanlarında Fransız Realist ve Na
turalistlerinin Tesirleri " , DTCF Dergisi, c.3, sayı 49, 1944 .
-: "Yakup Kadri 'nin Romanlarında Ü sl ü p " , Hlsar, 1 1( 8 7 ) , 3. 7 1 ,
s.10-14, Hlsar, 11(88), 4 . 7 1 , s . 2 2-25.
Binyazar, Adnan: "Y.K.K. 'yla Atatürkçülük Üzerine Bir Konuşma " , Türk
Dili, sayı 218, 1969.
226
Çağlar, B. Kemal: "Y. K. Karaosmanoğli lle " , Yücel, sayı 7 7 , 1935.
Çeri , Bahriye: " Kadınlık ve Kadınlarımız" , Tarih ve Toplum, sayı 183,
cilt 31, Mart 1999.
Çongur, Rıdvan: "Y. K. Karaosmanoğlu lle Konuşma" , Ataç, sayı 10,
1963.
D. A.: " Iki Roman Okudum " , Yücel, sayı 47, 1939.
Derviş, Suat: "Yaban " , Yeni Edebiyat, 5 . 10. 1940.
Di lek, Yetkin: " Sodom ve Gomore", Pınar 7(77), 1978.
Dizdaroğlu , Hikmet: "Bir Monografi " , Türk 0111, sayı 105, 1960.
- : " Hüküm Gecesi " , Türk Dili, 1.12.1966.
-: " Sodom ve Gomore " , Türk 0111, 1.8.1966 .
Djinjiç, Slavoljub: "Yakup Kadri Karaosmanoğlu ' n u n Romanlarındaki
Kişi ler ve Bu Kişilerin Yaşadıkları Devrin Olayiarına Karşı Tutumla
rı " , Türk Dili, 15(179), 1966.
Duman, Haluk Harun: " Kimlik Bunalımındaki Kadın Imajı Seniha Ör-
neği " , Dergah Edebiyat Sanat Kültür Dergisi, sayı 92, Ekim 1997
Duru , Kazım Nami: "Yaban " , Ülkü, c.3, 1933.
Dürder, Baha: "Bir Sürgüne Dair" , Kalem, sayı 5 , 1938.
( Ebcioğlu ) , H. M ü n i r: "Y. Kadri lle Mülakat " , Yedlgün , sayı 261,
1938.
Ediboğlu , Baki Süha: "Y. Kadri lle Bir Konuşm a " , Vatan , 19.1.1941 .
Elçin, Şükrü: "Atatürk" , Türk Kültürü, sayı 1 3 , 1963.
Emre, Samih: " Hüküm Geces i " , Yön, 2.8. 1966.
-: " Sodom ve Gomore " , Yön, 25.3. 1966.
Enginün, Inci : "Ankara Romanında Batılılaşma Meselesi " , Milli Kül
tür, Mart-Nisan 1977.
- : " Yakup Kadri ' n i n H a l ide Ed i b ' e Yazd ığı Bir M ektu p " , Hlsar,
no.122, Şubat 1974.
-: "Yaku p Kadri Karaosmanoğlu ' n u n Sodom ve Gomore ' s i nde Ya
bancılar" , Journal of Turkish Studies, Türklük Bilgisi Araştırmaları
All Nlhad Tarlan Hatıra Sayısı, l l l , 1979.
-: "TV'de Kiralık Konak", Hareket, no. 1 , Mart 1979.
-: "Ankara" , Kaynaklar, no.3, 1984.
-: "Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Dil Hakkındaki Görüşleri " , Türk
227
Dili, 398, Şubat 1985.
228
Kabaklı, Ahmet: "Panorama " , Istanbul, c . 2 , sayı 4, 1965.
Kadro: "Türk Edebiyatının l ı k Orij inal Eseri : Yaban " , Kadro, 1933
(15).
Kansu, Ceyhun Atuf: "Ankara " , Yön, 4 . 1 2 . 1964.
Kaplan, Mehmet: "Ondört Yaşında Bir Adam " , Milli Kültür, 2(6/8) ,
1980.
Karaahmetoğlu , !smail : "Dil Bayramının 36. Yılı " , llgaz 8(85), 1968.
(Karaosmanoğlu) F. L.: "Nur Baba " , Dergah, sayı 26, 1922.
-: " Erenlerin Bağından " Dergah, sayı 20, 1922.
-: " Kadınlık ve Kadınlarımız" , Yeni Mecmua, sayı 76, 1923.
Karaosmanoğl u , Yakup Kadri : " H üseyin Cahit Bey ' i n Tenkitleri , Y.
Kadri Bey'le Bir Konuşma " , Varlık, s.34, 1934.
-: " Panorama Romanına Dair Notlar", Cumhuriyet, 24. 2 . 1952.
-: " Roman Üzerine Mektu p " , Varlık, s .382, 1952.
-: " Bir Bektaşi Babasının Sergüzeşti " , Ulus, 27.4.1961.
-: " Halide Edip'in Ö lümü Dolayısıyla" , Milliyet, 1 2 . 1 . 1964.
-: " Enderun Şairleri ve Halk Edebiyatı " , Türk Dili, Ci lt No: 23(233) ,
2 . 7 1 , s.353-354.
-: "Resimli Kitap Mu sahabat-ı Edebiyesi M ü nasebitiyl e " , Servet-I
Fünün, sayı 960, 1325/1909.
-: "Vicdan Münasebetiyle" , Servet-I Fünün, sayı 965 , 1325/1909.
Kaş , Ali: "Yakup Kadri'de Öykü Yapısı ve Maupassant Tekniği " , FDE,
2(6), 1980.
Kavcar, Cahit: "Türk Roman ve Hikayesinde Köye lik Açı lma " , Ankara
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Ankara, 1976(1-4).
-: "Yakup Kadri ' n i n Ard ı ndan " , Sanat Edebiyat Dergisi, sayı 1 ,
1975.
Kaynardağ, Arslan: "Anılar Açısından Bağımsızlık Savaşı " , Yeni Ufuk
lar, 7(81), Şubat 1959, s.318-3 2 1 .
Kazım Sevinç: "Üç Büyük Üstadla M ülakat " , Garba Doğru, 1 Ağustos
1930.
Kocagöz, Samim: "Yakup Kadri 'den Anı lar" , Varlık, 41(810), Mart
1975.
229
Körükçü, Muhtar: "Y. Kadri 'nin Panoraması " , Varlık, sayı 405, 1954.
-: "Gerçek Bir Diplomat " , Varlık, 1 .3.1956.
-: " Sodom ve Gomore " , Varlık, 1.7.1967
-: "Yakup Kadri 'nin Romancı Kişiliği " , Varlık, 41(809), Şubat 1975.
Kurdakul , Şükran: "Y. K. Karaosmanoğlu " , Milliyet Sanat Dergisi, sa
yı 111, 20.12.199 7 .
M a n sur, Tekin: "Ankara " , Kadro, s . 2 8 , 1934.
M e h met R a u f : " S anat ve A h l a k " , Servet-I Fün u n , sayı 1 9 6 1 ,
22.10 . 1325.
-: " Bir Serencam " , Şehbal, sayı 99, c. IV, 15 .6.1330.
Menemencioğl u , M . : "Yakup Kadri Karaosmanoğlu Anl atıyor" , Varlık,
sayı 525, 1960.
Menemencioğl u , Nerm i n : " Sodom ve Gomore " , Yeni Dergi , Eyl ü l
1966.
Millas, Herkül : "TÜrk Edebiyatında Yunan Imaj ı : Yakup Kadri Karaos
manoğlu " , Toplum ve Bilim, 51/52, Güz 1990- Kış 199 1 , s . 1 29-
152.
Mutluay, Rauf: " Yaban " , Dost, 1 . 10.1961.
-: " N a i m Efe nd i-Konağın Ö l ü m ü " , Yeni Ufuklar, s ayı 203-20 4 ,
1966.
-: "Ölümle Hesaplaşma", Cumhuriyet, 1 9 . 1 2 . 1974 .
Müfit Ratip: " Fecriati Encümen-i Edebi si Beyannamesi " , Servet-I Fü-
niln, s.977
230
(Örik), Nahit Sırrı: " Roman ve Hikaye Hakkında Bir Kalem Denemesi " ,
Istanbul, sayı 53-54, 1933.
Özdemir, Emin : "Yakup Kadri 'nin Ardından Ölümü Yenmek " , Varlık ,
14(809), Şubat 1975.
Özerdim, Sami N . : " Birkaç Yeni Kita p " , Varlık, sayı 668, 1966.
Özön, M. Nihat: "Bir Serencam" , Ülkü, sayı 46, 1943 .
Özturan, Parkan C . : "Yine Yaban'dayız" , E Dergisi, sayı 3, s . 36, Hazi
ran 1999.
Parlatır, !smail : "Tanrılar Susamışiardı ile Hüküm Gecesi Arasında Bir
Karşılaştırma" , Türkoloji Dergisi, 6(1), 197 4 .
231
(Toprak), Burhan Ümit: " Köylü ve M ünewerl i k " , Varlık, sayı 4, 1933.
Toprak, Ömer Faruk: "Yaban " , Yürüyüş, 5 . 11. 1942.
Tökin, F. Hüsrev: " I şte Bir Roman, Yaban " , Kadro, sayı 16, 1933.
-: "Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile Bir Konuşma" , Dlkmen, no.22,
15 Ekim 1942 .
Tör, Vedat Ned i m : " I şte Bir Roman , 'Yaban"' , Kadro, s .16, 1933.
-: "Y. K. Karaosmanoğlu lle " , Yücel, sayı 77, 1935.
-: "Y. Kadri ' s i z de Kal d ı k " , M i l l i yet Sanat Dergi s i , sayı 1 1 1 ,
20.12.1974.
U luçay, Çağatay: " Karasomanoğul larına Ait Bazı Vesikalar", Türk Ta
rih Vesikaları Dergisi, sayı 9-10·12 .
(Uyar), R. Tomris: " Sodom ve Gomore - Yakup Kadri " , Paplrüs, sayı 3,
1966.
Uyguner, Muzaffer: "Gençlik ve Edebiyat Hatıraları " , Hlsar, c.10, sayı
7 5 , 1970.
Ünaydın, R . Eşref: "Yakup Kadri Bey'le M ü lakat " , Dergah, sayı 1 7 ,
1337.
Yalçın, H ü seyin C ah it: "Bir Serencam " , Fikir Hareketleri, sayı 4 1 ,
c . l l , 1934.
-: "Nur Bab a " , Fikir Hareketleri, sayı 42-43, c . l l , 1934.
-: " Hüküm Gecesi " , Fikir Hareketleri , sayı 48-49, c. ll, 1934.
-: "Sodom ve Gomore " , Fikir Hareketleri, sayı 50·51 , c . l l l , 1934.
-: " Erenlerin Bağı ndan " , Fikir Hareketleri, sayı 53, c. l l l , 1934.
-: " Kiralık Konak" , Fikir Hareketleri, sayı 54, c . l l l , 1934.
-: "Yaban " , Fikir Hareketleri, sayı 55, c. l l l , 1934.
-: "Ankara", Fikir Hareketleri, sayı 56·57 , c . l l l , 1934.
-: " Umumi Bir Bakı ş " , Fikir Hareketleri, sayı 58, c . l l l , 1934.
Yetkin , Çeti n : "Y. K. Karaosmanoğlu ve Aydınlarımız " , Sanat Olayı,
s.8, 1981.
Yenigün, Sedat: "Yakup Kadri Karaosmanğlu, Yaban " , Fikir v e Sanat
Hareketleri, sayı 84, 1972.
Yüce l , Tahs i n : " M illi Savaş Hikayeleri " , Türk Dili , sayı 281, 1985.
232
irminci yüzyılın ilk yarısında büyük bir üretkenlikle dergilere