You are on page 1of 896

Melikşah’a…

Yüzlerce âsârı koyup ukbâya azm-i râh eden


Eslâfa bir hayru’l-halef olmak bütün maksat bana

Emrem Yûnus, Âşık Paşa, Şeyhoğlu ve Dursun Fakîh


Şeyhî, Nevâyî, Lâmi’î râzî ola benden yana

Sırrı Levend, Ünver hocam, Âmil, Atillâ hocalar


Şol mesnevî vâdîsinin âlimleri önden sona

Bitti kitâbım çok şükür hâtif dedi târîh-i tâm


“Bir tuhfe-i nuhbe ola benden Melikşâh’ım sana” 2013

‫כא‬ ‫ن כ א‬ ‫او‬ ٔ
٢٠١٣
Kısaltmalar

b. ................ : Bin
bkz. ............ : Bakınız
böl.............. : Bölümü
by. .............. : Beyit
c.................. : Cilt
çev. ............. : Çeviren
ed. .............. : Editör
HŞ.............. : Hüsrev ü Şîrîn
hzr.............. : Hazırlayan
hzrlr. .......... : Hazırlayanlar
İA ............... : İslâm Ansiklopedisi
İÜEF ......... : İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
krş. ............. : Karşılığı
Ktp. ............ : Kütüphane, kütüphanesi
mad. .......... : Maddesi
nr................ : Numara
nşr. ............. : Neşreden
or. ............... : Oriental
öl. ............... : Ölümü, ölüm tarihi
pp. .............. : Sayfalar arası
s. ................. : Sayfa
sal............... : Saltanat yılları
ss. ............... : Sayfalar arası
sy. ............... : Sayı
TDV .......... : Türkiye Diyanet Vakfı
tlf................ : Telif tarihi
trhs. ........... : Tarihsiz
terc............. : Tercüme, tercüme eden
TTK .......... : Türk Tarih Kurumu
TY.............. : Türkçe yazmalar
vb. .............. : Ve benzeri
vd. .............. : Ve diğerleri, ve devamı
vr. ............... : Varak
vol. ............. : Volume
Yay. ............ : Yayınları
yy................ : Yüzyıl
İçindekiler

Kısaltmalar / 6
Önsöz / 13

Giriş / 21
Arap Edebiyatında Mesnevî / 21
“Recez”den “Urcûze”ye / 24
“Urcûze” den “Müzdevic”e / 27

Fars Edebiyatında Mesnevî / 36


Sâmânîler Dönemi / 37
Gazneliler Dönemi / 40
Selçuklular Dönemi / 45
Moğollar ve Timurlular Dönemi / 53
Hamse Sahibi Şâirler / 61
Nizâmî-i Gencevî (öl. 599/1203) / 61
Emîr Hüsrev-i Dihlevî (öl. 725/1325) / 68
Hâcû-yı Kirmânî (öl. 753/1352) / 71
İmâdüddîn-i Fakîh-i Kirmânî (öl. 773/1371-72) / 72
Kâtibî (öl. 839/1435-36) / 73
Şâh Dâ’î-i Şîrâzî (öl. 869/1465) / 74
Abdurrahmân-ı Câmî (öl. 898/1492) / 74
Hâtifî (öl. 967/1520-21) / 76

XVI. Asırdan Sonra Mesnevî / 77

I. BÖLÜM
Mesnevî ve Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
Mesnevî / 79
Giriş / 79
Şekil / 80
Vezin / 83
Hezec Bahri / 84
Remel Bahri / 85
8 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Serî’ Bahri / 86
Hafîf Bahri / 87
Mütekârib Bahri / 88
Müctes Bahri / 88
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri / 93
Giriş bölümü / 95
Besmele / 99
Tahmîd / 111
Tevhîd / 112
Münâcât / 115
Na’t / 117
Mi’râc / 120
Mu’cizât / 121
Dîn Ulularına Övgü / 122
Medh-i Çihâr-yâr-i Güzîn / 122
Hz. Hamza ve Abbâs’a Övgü / 125
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e Övgü / 125
Dört Mezhep Kurucusuna Övgü / 126
Aşere-i Mübeşşereye Övgü / 126
On iki İmama Övgü / 127
Diğer Dîn Büyüklerine Övgü / 128
Şâirlere Övgü / 129
Padişah İçin Övgü / 131
Devlet Büyüğü İçin Övgü / 135
Sebeb-i Te’lîf / 136
Konunun işlendiği bölüm / 146
I. Grup / 147
Dînî Mesnevîler / 148
Tasavvufî Mesnevîler / 150
Ahlâkî Mesnevîler / 152
Ansiklopedi Niteliği Taşıyan ya da Belli Alanlarda Bilgi Veren
Mesnevîler / 153
2. Grup / 154
Konusunu menkabelerden alanlar / 154
Konusunu tarihten alan mesnevîler / 154
3. Grup / 155
4. Grup / 159
Bitiş bölümü / 168
İçindekiler
|9
Allâh’a “hamd ü senâ” ve “du’â” / 171
Sultana övgü ve saltanatının devamı için dua / 172
Şâirin eseriyle ve şâirliğiyle övünmesi / 173
Tanınmış mesnevî şâirleri ve eserlerini anma / 178
Şâirin eserine verdiği ad / 183
Hasetçilere, acemi ve dikkatsiz müstensihlerle metni doğru dürüst
okuyamayan okuyuculara yergi, bunların esere vereceği zarardan
Allâh’a sığınma / 185
Mesnevînin beyit sayısı / 189
Mesnevînin yazılışıyla ilgili tarihler / 191
Şâirin ismi / 210
Mesnevî şâirinin yakınları ve sosyal çevresi hakkında bilgi / 212
Okuyucudan hayır dua isteme / 215
Mesnevînin vezni / 221
Hazret-i Peygamber’e “salât” ve “selâm” / 222
Mesnevîlerin Başlıkları / 225
Türkçe Başlıklı Mesnevîler / 227
Farsça Başlıklı Mesnevîler / 227
Arapça Başlıklı Mesnevîler / 228
Başlık Bulunmayan Mesnevîler / 228
Türkçe-Farsça Başlıklı Mesnevîler / 228
Arapça-Farsça Başlıklı Mesnevîler / 228
Mesnevîlerin Dili / 228
Sonuç / 229

Farsça ve Türkçe Bazı Mesnevîlerin Tertip Hususiyetleri Yönünden


Mukayesesi / 231
Nizâmî ve Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîn’i / 231
Câmî ve Hamdullâh Hamdî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sı / 236
Hâcû-yı Kirmânî ile Dervîş Hayâlî’nin Ravzatü’l-envâr’ı / 239

II. BÖLÜM
Türk Edebiyatında Mesnevî
XI-XIII. Yüzyıllar / 245

XIV. Yüzyıl / 265


Dinî-Ahlâkî-Tasavvufî Mesnevîler / 268
Aşk Mesnevîleri / 283
Tarihî-Destanî-Menkabevî Mesnevîler / 293
10 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Diğer Mesnevîler / 299

XV. Yüzyıl / 300


Dinî-Ahlâkî-Tasavvufî Mesnevîler / 303
Aşk Mesnevîleri / 339
Tarihî-Destanî-Menkabevî Mesnevîler / 354
Diğer Mesnevîler / 367
Sergüzeşt-nâme ve Hasb-i hâller / 367
Şehr-engîzler / 370
Mizahî mesnevî / 371
İlmî ve Kültürel Mesnevîler / 374

XVI. Yüzyıl / 380


Dinî-Tasavvufî-Ahlâkî Mesnevîler / 383
Aşk Mesnevîleri / 414
Diğer Mesnevîler / 437
Şehr-engîzler / 437
Sûr-nâmeler / 439
Sergüzeşt-nâmeler-Hasb-i hâller / 440
Sâkî-nâmeler / 442
Kıyâfet-nâmeler / 443
Bunların Dışındaki Mesnevîler / 443
Manzum Sözlükler / 445

XVII. Yüzyıl / 446


Dinî-Ahlâkî-Tasavvufî Mesnevîler / 447
Aşk Mesnevîleri / 460
Tarihî-Destanî-Menkabevî Mesnevîler / 462
Diğer Mesnevîler / 463
Sergüzeşt-nâmeler ve Hasb-i hâller / 463
Sâkî-nâmeler / 464
Şehr-engîzler / 465
Sûr-nâmeler / 466
İnsanın Fizikî Yapısıyla Ahlâkî Yönü Arasında İlişki Kuran
Mesnevîler / 466
Şâirler tezkiresi / 466
Bunların Dışındaki Mesnevîler / 467
Asrın Dikkat Çeken Mesnevî Şâirleri / 469
Manzum Sözlükler / 471
İçindekiler
| 11
XVIII. Yüzyıl / 474
Dinî-Ahlakî-Tasavvufî Mesnevîler / 475
Aşk Mesnevîleri / 488
Temsilî/Alegorik Mesnevîler / 492
Tarihî-Destanî-Menkabevî Mesnevîler / 495
Diğer Mesnevîler / 497
Şehr-engîzler / 497
Sâkî-nâmeler / 500
Sergüzeşt-nâmeler, Hasb-i hâller ve Arz-ı Hâller / 501
Kutsal Yerleri Anlatan Mesnevîler / 503
Bunların Dışındaki Mesnevîler / 503
Manzum Sözlükler / 506

XIX. Yüzyıl / 508


Dinî-Ahlâkî-Tasavvufî Mesnevîler / 509
Aşk Mesnevîleri / 518
Tarihî Mesnevîler / 520
Diğer Mesnevîler / 521
Sergüzeşt-nâmeler, Hasb-i hâller ve Arz-ı Hâller / 521
Sâkî-nâmeler / 523
Sûr-nâmeler / 524
Bunların Dışındaki Mesnevîler / 524
Manzum Sözlükler / 526

Türk Edebiyatında Hamse / 527

III. BÖLÜM
Mesnevî Özetleri
Cemşâh ve Alemşâh (Vizeli Bihiştî) / 535
Cemşîd ü Hurşîd (Ahmedî) / 537
Cemşîd ü Hurşîd (Sultan Cem) / 539
Çeng-nâme (Ahmed-i Dâ’î) / 541
Ferhâd-nâme (Alî Şîr Nevâyî) / 541
Firkat-nâme (Halîlî) / 543
Gazavât-nâme (Sûzî Çelebi) / 543
Gül ü Bülbül (Fazlî) / 545
Gül ü Hüsrev (Tutmacı) / 549
Heves-nâme (Ca’fer Çelebi) / 551
Hurşîd-nâme (Şeyhoğlu Mustafâ) / 553
12 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Hümâ vü Hümâyûn (Cemâlî) / 556
Hüsn ü Aşk (Şeyh Gâlib) / 559
Hüsrev ü Şîrîn (Fahrî) / 560
Hüsrev ü Şîrîn (Şeyhî) / 562
Işk-nâme (Mehmed) / 564
İskender-nâme (Ahmedî) / 566
Leylâ vü Mecnûn (Fuzûlî) / 568
Leylâ vü Mecnûn (Şâhidî) / 571
Mihr ü Mâh (Çorlulu Zarîfî) / 573
Mihr ü Müşterî (Hassân) / 577
Mihr ü Vefâ (Ümmî Îsâ) / 581
Salâmân u Absâl (Lâmi’î Çelebi) / 582
Süheyl ü Nev-bahâr (Mes’ûd bin Ahmed) / 583
Şem’ ü Pervâne (Zâtî) / 586
Tuhfetü’l-Uşşâk (Hamdullâh Hamdî) / 593
Vâmık u Azrâ (Lâmi’î Çelebi) / 596
Varka vü Gülşâh (Bediî) / 597
Vîs ü Râmîn (Lâmi’î Çelebi) / 598
Yûsuf u Züleyhâ (Hamdullâh Hamdî) / 600
Yûsuf u Züleyhâ (Kemâl Paşa-zâde) / 602

IV. BÖLÜM
Mesnevî Literatürü
Mesnevî Bibliyografyası / 605
I. Genel Bibliyografya / 605
II. Tezler / 608
III. Kitaplar / 626
IV. Kitap Tanıtımları / 644
V. Makaleler / 649
VI. Bildiriler / 702

Kaynakça / 713
İndeks / 775
Örnek Metinler / 825
Önsöz

Müslüman Türklerin Arap ve Fars edebiyatlarının etkisi altında ve İslâm


öncesi edebî birikimlerinin bir devamı olarak kendi zevk ve anlayışlarıyla ilk
örneklerini Asya’da Fars diliyle verip İran edebiyatının gelişimine katkıda bu-
lundukları, özellikle XIII. yüzyıldan sonra Türkçenin İslâmî kültür ve edebiyat
geleneklerine adapte olmasıyla da Osmanlı, Çağatay ve Azerî sahaları merkez
olmak üzere yoğun biçimde Türk diliyle icra ettikleri, öz ve şekil itibarıyla kli-
şeleşmiş ortak İslâmî değerlere bağlı kalmak kaydıyla vücuda getirdikleri Klâsik
Türk edebiyatı, yaklaşık altı asır kesintisiz olarak devam etmiş olup köklü ve de-
rin bir geçmişe sahiptir. Diğer taraftan bu edebiyat, hem şekil hem muhteva hem
de işleniş yönünden, Türk milletinin, sanat istidadı ve kabiliyetini; zekâ gücü,
kudreti ve kıvraklığını; şiirlerine yansıttığı mânâ derinliği ve yoğunluğunu; dili
kullanmaktaki üstün yeteneği ve başarısını; aşk, his, ruh, vecd, coşku, heye-
can, zevk, tefekkür, hayat görüşü ve yaşantısı, örf ve âdeti ile şevkini imbikten
geçirmişçesine zarafetle mezc ve tahmir ederek gerçekleştirdiği eşsiz zaferi ve
ortaya koyduğu mükemmel sanat mahsulüdür. Ancak XIX. asrın ikinci yarı-
sından sonra özellikle Batılı müsteşriklerin öncülüğünde dile getirilen ve günü-
müzde de genel kabul gören “Klâsik Türk şiirinin herhangi bir geçmişinin ol-
madığı”, “tamamen Fars kültürünün etkisinde kaldığı” ve “Fars şiirinin taklidi
olduğu” gibi hiçbir ilmî gerçeğe dayanmayan ve subjektif bakış açısını yansıtan
görüşler dikkat çekmektedir. Klâsik Türk edebiyatının bütün yönleriyle anlaşı-
labilmesi ve sağlıklı bir şekilde değerlendirilebilmesi, daha çok birlikte yaşadık-
ları Araplarla ilişki içerisine giren Türklerin gelişimine katkı sağladıkları Arap/
Abbâsî edebiyatı ve Yeni Fars edebiyatının oluşum dönemleri ile o dönemlerde
mevcut olan Türk edebiyatının durumunun tarihî seyir itibariyle araştırılması
ve incelenmesi ile mümkün olabilir. Bu ilk dönemle ilgili araştırmalarda önce-
likle Arap ve Fars edebiyatlarının da mukayeseli bir şekilde dikkate alınıp ince-
lenmesi gereklidir. Bu noktada yapılması gereken hususlardan biri edebî şekil
ve türler ile bu şekil ve türlerin gelişiminin sağlıklı bir şekilde incelenerek or-
taya konulmasıdır. Özellikle bu araştırma Arap ve Fars edebiyatları göz önünde
14 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
bulundurularak yapıldığı zaman Klâsik edebiyatımız üzerindeki çeşitli spekülas-
yonlara hem cevap verilmiş hem Türklerin bu edebiyata şekil ve muhteva ola-
rak yaptığı katkılar ortaya konulmuş hem de bu düşüncelerin gerçek hüviyeti
meydana çıkarılmış olur.
Biz bu düşünceden hareketle Türk kültürünün, edebî ve ilmî birikimi-
nin, bediî zevkinin ve düşüncesinin yansıtılmasında ve aktarılmasında yüzyıl-
lar boyunca önemli bir görev üstlenen mesnevî nazım şeklinin, oluşumundan
itibaren şekil ve muhteva yönünden edebiyat sahnesindeki yolculuğunun ve
bu yolculukta Türklerin katkısının ortaya konulması amacıyla ve edebiyat ta-
rihi açısından önemli katkılar sağlayacağı düşüncesiyle böyle bir çalışma hazır-
lamayı uygun gördük.
Kökeni Arap edebiyatına dayanan mesnevî nazım şekli, daha sonra hem
Türk hem de İran edebiyatında kullanılmıştır. Türklerin, Uygurlar döneminde
temelini atıp şiirlerinde kullandıkları ve “aa, bb, cc” şeklinde kafiyelendirdikleri
şiir yapısıyla, İslâmiyet’le müşerref olduktan sonra Arap edebiyatında gördük-
leri mesnevî formu arasındaki paralellikten dolayı, bu tarz şiiri hiç yabancılık
çekmeden kullanmışlar, hatta daha da geliştirip olgunlaştırarak tam bir sentez
oluşturmuşlardır. Ayrıca hiçbir komplekse girmeden Türkçenin yanında Arapça
ve Farsça söylemiş oldukları bu tarz şiirlerle Arap, Fars ve Türk edebiyatında
mesnevînin şekil ve muhteva olarak gelişip tekâmüle ulaşmasında önemli katkı-
lar sağlamışlardır. Nitekim İbrâhîm es-Sulî Arap edebiyatında, Nizâmî-i Gencevî
ve Emîr Hüsrev-i Dihlevî Fars edebiyatında, Ahmedî, Şeyhî, Alî Şîr Nevâyî,
Hamdullâh Hamdî, Fuzûlî, Celîlî, Nev’î-zâde Atâyî, Şeyh Gâlib vd. Türk ede-
biyatında yazmış oldukları mesnevîlerle, bu formun gelişmesinde ve tekâmüle
erişmesinde önemli katkılar sağlamışlardır. Hatta Türkler, Arap menşeli olup
kendilerinin de yabancısı olmadıkları bu formu şekil ve muhteva yönünden
zenginleştirip Arap ve Fars edebiyatı etkisinden tamamen kurtararak kendile-
rinin kılmayı başarmışlardır.
Bizdeki ilk mesnevî, bugünkü bilgilerimize göre, XI. asırda Yûsuf Has
Hâcib tarafından kaleme alınan Kutadgu Bilig’dir. Şekil ve muhteva yönün-
den, bir taraftan Arap edebiyatı geleneğinin izlerini taşıyan diğer taraftan da
İslâmiyet öncesi Türk edebiyatı geleneğinin devam ettiğini gösteren eser, klâsik
mesnevî tertibini yansıtması, aruzun Türkçeye başarılı bir şekilde tatbik edil-
mesi ve Türkçenin başarılı bir şekilde kullanılmasıyla dikkat çekmektedir. Ana-
dolu sahasında Türkçe mesnevî geleneği de, İslâmiyet’in Anadolu’da yayılma-
sına paralel olarak XIV. asrın başlarında Yûnus Emre tarafından kaleme alınan
Risâletü’n-nushiyye ile başlamaktadır. Özellikle eserin Kutadgu Bilig gibi didak-
tik ve temsilî bir hüviyete sahip olması, Türkistan’daki edebî geleneğin bir şekilde
Önsöz
| 15
Anadolu’da devam ettiğini göstermesi bakımından önemlidir. Bu durum, Türk
edebiyatında mesnevî yazma geleneğinin hem çok eski dönemlerde başladı-
ğını hem de daha çok dinî, tasavvufî ve ahlâkî mahiyetteki eserlerle vücut bul-
duğunu göstermektedir. Bunda özellikle Mevlânâ’nın Farsça kaleme aldığı ve
ihtiva ettiği fikirlerden dolayı, Türk edebiyatının oluşmasında önemli bir yere
sahip olan Mesnevî-i Ma’nevî’sinin de önemli etkisi olduğu yadsınamaz bir ger-
çektir. Anadolu halkının bilgilendirilmesi için genellikle dinî, didaktik ve mis-
tik hüviyette eserler kaleme alınırken, özellikle Anadolu Beylikleri ile Osmanlı
Devleti’nin sarayında ve himayesinde bulunan şâirler tarafından ekseriyetle es-
tetik boyuta ve ruha sahip mesnevîlerin yazıldığı müşahede edilmektedir. XV.
asırdan sonra “aşk” konulu mesnevîlerin sayısı ve çeşitliliğindeki artış dikkati
çekmektedir. Her asırda her ne kadar dinî, ahlâkî ve tasavvufî mesnevîler gün-
celliğini korusa da, dildeki ve üslûptaki gelişmişliğe paralel olarak verilen eser-
lerin estetik zemine doğru kaydığı görülmektedir. Nitekim Hoca Mes’ûd’un
Süheyl ü Nev-bahâr’ından başlayıp Ahmedî’nin Cemşîd ü Hurşîd’i, Şeyhî’nin
Hüsrev ü Şîrîn’i, Hamdullâh Hamdî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sı, Fuzûlî’nin Leylâ vü
Mecnûn’u, Kara Fazlî’nin Gül ü Bülbül’ü ve Şeyh Gâlib’in Hüsn ü Aşk’ına kadar
uzanan çizgide mesnevî nazım şekli, özellikle aşkın hikâyesini anlatmada ca-
zip bir araç hâline gelmiştir.
Fars edebiyatındaki örneklerinden hareketle oluşturulan mesnevîlerin dı-
şında, Ahmed-i Dâ’î’nin Çeng-nâme, Şeyhî’nin Har-nâme, Za’îfî’nin Gazavât-
nâme, Halîlî’nin Fürkat-nâme, Kıvâmî’nin Fetih-nâme, Firdevsî’nin Kutb-nâme,
Sûzî’nin Gazavât-nâme, Ca’fer Çelebi’nin Heves-nâme, Taşlıcalı Yahyâ’nın Şâh
u Gedâ, Fikrî’nin Ebkâr-ı Efkâr’ı gibi orijinal eserler de ortaya konmuştur. Böy-
lece kendilerini İranlı meslektaşları seviyesinde gören Anadolulu şâirler, onlar-
dan daha büyük olduklarını da şiirlerinde ifade etmekten çekinmemeye baş-
lamışlardır.
Klasik edebiyatımızda çok kullanılan mesnevî nazım şekliyle kısa mesnevîlerin
yanında, beyit sayısı binlere ulaşan tarihler, ilmî ve kültürel eserler, uzun aşk
hikâyeleri, şehr-engîzler, sûr-nâmeler, öğretici dînî, ahlâkî ve tasavvufî konular,
sergüzeşt-nâmeler vd. yazılmıştır.
Türk edebiyatının vazgeçilmez bir parçası hâline gelen, şâirlerimizin in-
dindeki itibarını ve teveccühünü her dönem koruyan ve hemen her konunun
yazılmasında bir araç olarak kullanılan mesnevîyle ilgili olan bu çalışma “giriş”
ve dört “bölüm”den oluşmaktadır. “Arap Edebiyatında Mesnevî” ve “Fars Ede-
biyatında Mesnevî” başlıklarından oluşan “giriş” bölümünde, önce Arap edebi-
yatında “mesnevî”nin oluşumu ve gelişimi üzerinde durulmuş, ilk örnekler de-
ğerlendirilmiş, “recez”den “urcûze”ye, “urcûze”den “müzdevic”e doğru ilerleyen
16 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
çizgi mesnevî örnekleriyle belirtilmiş, başlangıçtan XIX. asra kadar mesnevînin
şekil, muhteva ve tertip özellikleri ortaya konulmaya çalışılmıştır. Daha sonra
Fars edebiyatında “mesnevî” nazım şeklinin kullanılmaya başlanması ve buna
etki eden faktörler, “Sâmânîler”, “Gazneliler”, “Selçuklular” ile “Moğollar ve Ti-
murlular” devrinde mesnevînin şekil, muhteva ve tertip özellikleri, kaleme alı-
nan mesnevîler belirtilmiş, şeklî gelişim ve kazanımlarına vurgu yapılmıştır. Bu
bölümün sonunda “hamse” yazan şâirler belirtilmiş ve “hamse”lerinde yer alan
mesnevîler hakkında bilgi verilmiştir.
“Mesnevî ve Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri” başlıklı “I. Bölüm”de
önce “mesnevî”’nin kelime ve terim anlamı ve oluşumu üzerinde durulmuş,
akabinde “şekil” ve “vezin” özellikleri Arap, Fars ve Türk edebiyatlarındaki du-
rumları da göz önünde bulundurularak mukayeseli olarak değerlendirilmiştir.
“Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri” başlığı altında ise, Türkçe olarak ka-
leme alınan mesnevîlerden hareketle “Türkçe mesnevî”lerin tertibinde yer alan
üç ana bölüm ve bu bölümlerde bulunan alt bölümler tespit edilmiş, her bölü-
mün özellikleri yine mesnevîlerden hareketle ve verilen örnek metinlerle ortaya
konulmaya çalışılmıştır. Ayrıca mesnevîler konularına göre tasnif edilmiş, “ko-
nunun işlendiği bölüm” itibariyle mesnevîlerin planları ve özellikleri üzerinde
durulmuştur. Bu bölümde çok değişik çalışmalar kullanıldığı için, alınan me-
tinlerde imla birlikteliği oluşturulmaya, metinlerde görülen bazı aksaklıklar ise
giderilmeye çalışılmıştır. Vezin veya anlamlarında problem olan mısralardan
sonra “*” işareti konulmuştur. Bu bölümün sonunda Türk ve Fars edebiyatında
yazılan mesnevîlerin tertip özelliklerini yansıtması ve ilgililere bir fikir vermesi
bakımından Nizâmî’nin Hüsrev ü Şîrîn’i ile Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîn’inin, Mollâ
Câmî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sı ile Hamdullâh Hamdî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sının ve
Hâcû-yı Kirmânî’nin Ravzatü’l-envâr’ı ile Dervîş Hayâlî’nin Ravzatü’l-envâr’ının
tertip özellikleri verilmiş ve mukayese edilmiştir.
“Türk Edebiyatında Mesnevî” başlığını taşıyan “II. Bölüm”de XI. asırdan
XX. asra kadar geçen zaman diliminde “Türk mesnevî edebiyatı”nın gelişimi ve
özelliği asır asır verilmeye çalışılmıştır.
Bilindiği gibi Türk edebiyatı çok geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Bu çalış-
manın temelini, o geniş coğrafyanın bir bölümünde yer alan Osmanlı Devleti’nin
sınırları dâhilinde kaleme alınan mesnevîler oluşturmaktadır. Ancak onun dı-
şında kalan ve varlıklarını devam ettiren başta Azerbaycan ve Çağatay sahaları
olmak üzere Türk dünyasında kaleme alınan mesnevîler de bulunmaktadır.
Bunların şekil ve muhteva özellikleri üzerinde duran, hüviyetini genel olarak
ele alıp değerlendiren fazla çalışma yapılmadığı, yapıldıysa bile tarafımızdan bi-
linmediği için o coğrafyalarda yazılan mesnevîlerin durumu şu an malumumuz
Önsöz
| 17
değildir. Biz bu mesnevîlere dikkat çekmek, onların hüviyetini az da olsa göster-
meye çalışmak ve Osmanlı sahası mesnevîleriyle bir kıyas imkânı sağlamak için
tespit edebildiğimiz ve hüviyeti itibariyle önemli gördüklerimizi değerlendirip
onlara vurgu yapmakla iktifa ettik. Ancak Türk edebiyatının bir parçasını teşkil
eden bu mesnevîler, genel mânâda Türk edebiyatında mesnevînin şekil, vezin
ve muhteva bakımından hüviyetinin ortaya konulması için önemlidir. Özellikle
bu mesnevîler göz önünde bulundurulmadan yapılacak her çalışmanın bir ta-
rafı muhakkak eksik kalacaktır. Bundan dolayı bunlarla ilgili müstakil çalışma-
ların yapılması gerekliliğine burada vurgu yapmak istiyoruz.
Mesnevîler genellikle bağımsız eser olarak kaleme alınmışlardır. Ancak
bazen çeşitli mecmualarda, kitaplarda ve divanlarda da kendilerine yer bul-
muşlardır. Hatta bazı mesnevî metinlerinin içinde de müstakil hüviyete sahip
mesnevîlerin varlığı dikkat çekmektedir. Biz bu çalışmada, münferit olarak ka-
leme alınanlar ile tam bir mesnevî hüviyetine sahip olup da çeşitli eserler içe-
risinde yer alanları esas aldık. Ancak özellikle hüviyeti ve muhtevası itibariyle
dikkati çeken ve bazı divanlarda yer alan kimi mesnevîlere de yer verdik. An-
cak şunu da belirtelim ki bu tip mesnevîler, ayrı bir kategoride değerlendiril-
mesi gereken eserlerdir. Özellikle Osmanlı Devleti’nin sınırları dışında kaleme
alınan mesnevîler konusunda olduğu gibi bu konuda da yapılacak çalışmalara
ihtiyaç vardır. Hassaten Yücel Ünlü tarafından yapılan çalışmanın (bkz. Ünlü
2008) başka araştırmacılar tarafından da devam ettirilmesinde fayda mülahaza
ediyoruz. Her asırda rastlanan bu tip mesnevîlerin, özellikle XVIII. ve XIX. asır-
larda, beyit sayılarında görülen azalma sebebiyle belli bir oranda müstakil bir
eser olarak kaleme alınmadığı, bizatihi şâirlerin oluşturdukları divanlarda ken-
dilerine yer buldukları dikkat çekici bir husustur.
Bu bölümde “XI-XIII. Yüzyıllar” başlığı altında önce mesnevînin Türk ede-
biyatındaki kökeni araştırılmış, Türklerin Uygurlar döneminde temelini atıp şi-
irlerinde kullandığı Arap edebiyatında gördüğü mesnevî formu arasındaki pa-
ralellik üzerinde durulmuştur. Ayrıca bu tip paralelliklerin başka formlarda da
görüldüğü hususuna dikkat çekilmiştir. Daha sonra bugünkü bilgimize göre Türk
edebiyatında yazılan ilk mesnevî olan Kutadgu Bilig’e değinilmiş; Anadolu’da
kaleme alınan ve Kutadgu Bilig gibi didaktik ve temsilî bir hüviyete sahip olan
Yûnus Emre’nin Risâletü’n-nushiyye’sinin Türkistan’daki edebî geleneğin bir şe-
kilde Anadolu’da devam ettirildiğini göstermesine dikkat çekilmiştir. Bu bölümde
Anadolu’da oluşup gelişen Türk edebiyatındaki etkisinden dolayı Mevlânâ’nın
Mesnevî-i Ma’nevî’si hakkında bilgi verilmiştir. Ayrıca burada İbtidâ-nâme’sinde
76 beyitlik, Rebâb-nâme’sinde ise 162 beyitlik Türkçe bölüme yer veren Sultan
Veled’in Farsça olarak yazılan mesnevîleri üzerinde de durulmuştur.
18 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Akabinde XX. asra kadar kaleme alınan mesnevîler, yüzyıl yüzyıl ele alınıp
değerlendirilmiştir. Burada ilk önce her asrın, mesnevî edebiyatı yönünden geç-
miş asırlar da göz önünde bulundurularak genel görünümü ortaya konulmaya
çalışılmış ve dikkat çeken özellikleri üzerinde durulmuştur. Mevcut eserler ko-
nularına göre tasnif edilmiş, her mesnevînin adı, yazarı, beyit sayısı, vezni, ko-
nusu ve hüviyeti, öne çıkan özelliği, dili ve üslûbu vd. hakkında bilgiler verilmiş-
tir. Her asrın sonunda, genellikle “giriş bölümü” ile “bitiş bölümü”nün mesnevî
nazım şekliyle, “konunun işlendiği bölüm”ün ise “kıt’a”lar şeklinde oluşturul-
duğu görülen manzum sözlüklere yer verilmiştir. Bunların tamamen mesnevî
şeklinde yazılanları olduğu gibi, bazı kıt’aların da mesnevî tarzında kaleme alın-
dığı müşahede edilmektedir.
Bu bölümde yaklaşık 1125 mesnevî değerlendirilmiştir. Bunlardan 95 ci-
varının nüshaları bugün elimizde mevcut değildir. Bunların varlıklarını ve ko-
nularını, gerek kendi devirlerinde, gerek sonraki devirlerde kaleme alınan çe-
şitli eser ve kaynaklardan öğrenmekteyiz. Bu mesnevîlerden yaklaşık 510’u dinî,
ahlâkî, tasavvufî, 220’si aşk konulu, 100’ü tarihî, destanî, menkabevîdir. Kalanı
ise diğer konularda kaleme alınmışlardır. Bu durum yazılan mesnevîlerin he-
men yarısının dinî, ahlakî ve tasavvufî bir özelliğe sahip olduğu görülmektedir.
Bu da, Türkistan’da başlatılan ve Kutadgu Bilig’i üreten edebî geleneğin bir şe-
kilde Anadolu’da yoğun olarak devam ettiğini göstermektedir.
Bu bölümün sonunda “hamse” ve “hamse oluşturma” geleneği üzerinde
durulmuş, Fars ve Türk edebiyatında “hamse” sahibi şâirler ile “hamse”lerini
oluşturan mesnevîler bir tablo hâlinde verilmiştir.
“Mesnevî Özetleri” başlıklı “III. Bölüm”de edebiyatımızda kaleme alınan
Cemşâh ve Alemşâh (Vizeli Bihiştî), Cemşîd ü Hurşîd (Ahmedî), Cemşîd ü Hurşîd
(Sultan Cem), Çeng-nâme (Ahmed-i Dâ’î), Ferhâd-nâme (Alî Şîr Nevâyî), Firkat-
nâme (Halîlî), Gazavât-nâme (Sûzî Çelebi), Gül ü Bülbül (Fazlî), Gül ü Hüsrev
(Tutmacı), Heves-nâme (Ca’fer Çelebi), Hurşîd-nâme (Şeyhoğlu Mustafâ), Hümâ
vü Hümâyûn (Cemâlî), Hüsn ü Aşk (Şeyh Gâlib), Hüsrev ü Şîrîn (Fahrî), Hüs-
rev ü Şîrîn (Şeyhî), Işk-nâme (Mehmed), İskender-nâme (Ahmedî), Leylâ vü
Mecnûn (Fuzûlî), Leylâ vü Mecnûn (Şâhidî), Mihr ü Mâh (Çorlulu Zarîfî), Mihr
ü Müşterî (Hassân), Mihr ü Vefâ (Ümmî Îsâ), Salâmân u Absâl (Lâmi’î Çelebi),
Süheyl ü Nev-bahâr (Mes’ûd bin Ahmed), Şem’ ü Pervâne (Zâtî), Tuhfetü’l-uşşâk
(Hamdullâh Hamdî), Vâmık u Azrâ (Lâmi’î Çelebi), Varka vü Gülşâh (Bedî’î),
Vîs ü Râmîn (Lâmi’î Çelebi), Yûsuf u Züleyhâ (Hamdullâh Hamdî) ve Yûsuf u
Züleyhâ (Kemâl Paşa-zâde) mesnevîlerinin özetlerine yer verilmiştir.
Mesnevî ile ilgili literatürden oluşan “IV. Bölüm”de ise, gerek mesnevî nazım
şekli gerekse bu formla kaleme alınan eserlerle ilgili yapılan çalışmalar “Genel
Önsöz
| 19
Bibliyografya”, “Tezler”, “Kitaplar”, “Kitap Tanıtımları”, “Makaleler” ve “Bildiri-
ler” başlığı altında yer almaktadır.
Şüphesiz çok geniş bir coğrafyada vücut bulan Türk edebiyatında yazılan
mesnevîler burada zikredilenlerden ibaret değildir. Özellikle yurtiçi ve yurtdışı
kütüphanelerinde bulunan ecdat yadigârı el yazması eserler içerisinde bilinme-
yen birçok mesnevî, daha sonra yapılacak çalışmalarla ortaya çıkacaktır. Ecdadı-
mızın özümseyerek kendileştirdiği ve hemen her konuda velut bir şekilde oluş-
turduğu mesnevîlerden biz ancak kendi imkânımız, gayretimiz ve kabiliyetimiz
ölçüsünde bu çalışmada zikredilenleri tespit edebildik. Muhakkak bundan sonra
yapılacak çalışmalarla mesnevîlerin sayıları ve türleri artacaktır. Bu noktada her
biri ayrı bir kültür ve sanat hazinesi olan bu eserleri gün yüzüne çıkarıp bizlerle
buluşturacak herkese şimdiden çok teşekkür ediyorum.
Her çalışmada olduğu gibi bu çalışmada da bazı eksiklikler muhakkak
vardır. Bu eksikliklerin giderilmesi hususunda ifade edilen her fikir bizim için
önemlidir. Çünkü bunlar, bu naçiz çalışmanın tekâmülüne ışık tutacaktır. Bu
noktada çok değerli fikirleriyle bize katkı sağlayacak herkese şimdiden teşek-
kür ediyorum. Ayrıca bu fakir de mesnevî şâirlerimiz gibi, çalışmasındaki ek-
sikliklerden, yanlışlıklardan ve hatalardan dolayı saygıdeğer okuyucuların hoş
görüşüne sığınmaktadır.
Doğu’nun Uzun Hikâyesi’nin hazırlanmasında birçok değerli meslektaşım,
arkadaşım ve öğrencim çeşitli şekillerde katkı ve destek sağladılar. Her birini bu-
rada tek tek anmak bize şeref verecektir. Özellikle böyle bir çalışma yapmaya beni
yönlendiren, teşvikleriyle bana güç veren, Arapça, Farsça ve Türkçe kaynaklara
ulaşmamda büyük desteklerini gördüğüm değerli meslektaşım, dostum ve ağa-
beyim Yard. Doç. Dr. Sadık Armutlu ve Prof. Dr. M. Fatih Köksal başta olmak
üzere Doç. Dr. Hanife Koncu, Doç. Dr. M. Mahur Tulum, Doç. Dr. Ziya Avşar,
Yard. Doç. Dr. Halit Biltekin, Prof. Dr. A. Atillâ Şentürk, Prof. Dr. Cihan Oku-
yucu, Prof. Dr. İbrahim Şahin, Prof. Dr. İsmail Hakkı Aksoyak, Doç. Dr. İbra-
him Halil Tuğluk, Doç. Dr. Beyhan Kesik, Doç. Dr. Ferruh Ağca, Prof. Dr. Ömür
Ceylan, Prof. Dr. Mehmet Atalay, Doç. Dr. Gencay Zavotçu, Doç. Dr. Attila Ba-
tur, Prof. Dr. Muhammed Nur Doğan, Yard. Doç. Dr. Müjgan Çakır, Yard. Doç.
Dr. Hakan Yekbaş, Yard. Doç. Dr. Ferzanah Doulatabadi, Yard. Doç. Dr. Adem
Koç, Öğr. Gör. Günay Çelikelden, Arş. Gör. Aysel Gökçehan Ağaoğlu, Arş. Gör.
Deniz Depe, Arş. Gör. Burcu Yılmaz Çebin, Arş. Gör. Duygu Kamacı’ya, Arş.
Gör. Arife Çağlar’a, doktora öğrencilerim Ersoy Akbaş ve Muhammet Nalbat
ile yüksek lisans öğrencilerim Merve İnci ve Gonca Dokuzboy’a sundukları çok
değerli görüşler ve teklifler, bildirdikleri mesnevî metinleri ve yapılan çalışmalar,
ulaştırdıkları kaynaklar, metni okuyarak yaptıkları tashihler gibi hususlardaki
20 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
katkılarından dolayı teşekkür etmeyi bir borç biliyorum. Bu çalışmayı yayımla-
mayı üstlenen Doğu Kitaplığı Yayınevi sahibi Erol Cihangir ile dizgisini büyük
bir titizlikle yapan İrfan Güngörür’e ayrıca teşekkür ediyorum.

Prof. Dr. Ahmet KARTAL


Eskişehir, 2013
Giriş1

Arap Edebiyatında Mesnevî


Mesnevî, her beytin mısraları kendi aralarında kafiyeli bir nazım şeklinin
adıdır. Arapça “sny” kökünden ikişer ikişer anlamına gelen “mesna” kelimesi-
nin bir nisbet şekli olan mesnevî, her beyti kendi arasında kafiyeli, aruz bahir-
lerinin biriyle yazılmış bir nazım şeklidir (Hümâî 1388: 156; Mirsâdikî 1376: 229;
Fesâî 1372: 428; Enûşe 1376: II/1223; Ateş 1969: 127).
İranlıların “mesnevî” olarak isimlendirdikleri kavrama, Araplar “müz-
devic” demişlerdir. Başka bir ifadeyle; Arapça bir kelime olan “mesnevî” ve
“müzdevic” tabirleri, birbirinin müteradifi olarak kullanılmıştır (Mîrsâdıkî 1376:
230; Fesâî 1372: 428). Müzdevic, “çift çift olan, iki olan her şey” anlamına gelen
“zevc/‫ ”زوج‬kökünden türemiş olup “çift olmak, yan yana gelmek, iki kere gö-
rünmek” demektir.
Arap şiirinde en küçük nazım parçası beyittir (Çetin 2011: 58). Arapçada iki
mısradan oluşan beytin ilk mısraına “sadr”, ikincisine ise “acûz” dendiği gibi, bi-
rinci mısraa “ şatru’l-evvel/birinci şatr” ve ikinci mısraa “şatru’s-sânî/ikinci şatr”
adı da verilmektedir. Birinci şatrın/sadrın son tef’ilesine “aruz”, ikinci şatrın/
acûzun son tef’ilesine ise “darb” denmektedir (Hâşimî 1432: 26). Yukarıda belir-
tildiği gibi, iki “şatr” bir araya gelerek beyti oluşturmaktadır. Eğer bu “şatr”ların
“aruz” ve “darb”ları vezin ve kafiye yönüyle bir birliktelik arz edip yan yana veya
alt alta yazılarak birden çok beyitlerle teşekkül ederse, buna “müzdevic” ismi
verilmektedir (Eşkar 1415: 226).
“Müzdevic”i diğer nazım şekillerinden ayıran en önemli özellik, bir bey-
tin “aruz” ve “darb”larının diğer beyitlerle birliktelik arz etmemesidir. Başka bir
1
Hem bu bölümün oluşturulmasında hem de Arapça ve Farsça kaynaklara ulaşma-
mızda büyük katkısı ve desteği olan değerli meslektaşım ve dostum Yrd. Doç. Dr.
Sadık Armutlu’ya çok teşekkür ediyorum.
22 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
ifadeyle her beyit kendi içerisinde bir “darb” ve “aruz”a sahip olup, önceki ve
sonraki beyitlerin “aruz” ve “darb”larıyla bağlantısının bulunmamasıdır (Eşkar
1415: 226; Cevherî trhs.: 426; Yılmaz 2004: 159). Bu ifadeler doğrultusunda bir ede-
biyat terimi olarak “müzdevic” ise; her beyti farklı kafiyeler kullanılarak yazı-
lan nazım şekline verilen addır (Kayrevânî 1401: I/180; Dayf 1426b: 196; Hafâcî trhs.:
123; Demirayak 1998: 126).
“Müzdevic” nazım şeklinin ortaya çıkışının, Emevîler döneminin sonla-
rına doğru olduğu söylenmektedir (Cevherî trhs.: 426). Buna delil olarak da, en
eski örneği olduğu söylenilen ve halife Velîd b. Yezîd (743-744)’e ait 19 beyitlik bir
“müzdevice” gösterilmektedir. 19 beyitlik bu müzdevic/mesnevî Kitâbü’l-egânî’de
kayıtlıdır. Muhammed b. Hâlet’in bildirdiğine göre; Velîd b. Yezîd bir cuma günü
şarap meclisinden ayrıldıktan sonra, mescide gidip oradakilere ‘sizlere bugün şi-
irle hitap edeceğim’ diyerek minbere çıkmış ve 19 beyitlik “müzdevic” tarzında
oluşturulmuş hutbesini okumuştur (Isfahânî 1423: VII/46). Aşağıdaki beyitler bu
hutbeye aittir (Isfahânî 1423: VII/46; Velîd b. Yezîd 1969: 99-100):

“Hamd, hamda lâyık olan Allah’a (mahsustur). Sıkıntıda ve rahatlıkta ona şükür/
hamd ederim. Sıkıntı (zamanların)da ondan yardım isterim. Eşi ve benzeri (olma-
yan) O’dur. Dünyada ve mâsivâda ondan başka ilah olmadığına şahidlik ederim.”

“Müzdevic” nazım şeklinin en eski örneklerinden biri de, Hammâd Acred


(öl. 162/778)’e aittir. Hatta bu nazım şeklinin örneğini, çok eski tarihlere kadar
götürmemize imkân verecek örnekler de mevcuttur. Takriben 250 yılında ce-
reyan ettiği sanılan ve iki kardeş kabile (Tasm ve Cedîs) arasında geçen bir hadi-
senin manzum rivayetleri bu nazım şekliyle ifade edilmiştir (Çetin 2011: 58; Yıl-
maz 2004b: 123). Mu’cem sahibi Kays-ı Râzî, her beytine iki kafiye lazım olan ve
müstakil beyitleri musarra’ olan bir şiire Arapların “müzdevic”, Acemlerin ise
“mesnevî” dediğini belirtmektedir (Râzî 1387: 418).
Edebî sanatlarda “müzdevic”, yan yana bulunan, şekli, vezni ve revisi yani
son sesleri aynı olan iki kelime arasında bir tür seci yapmaktır. Dilcilere göre
Arap Edebiyatında Mesnevî
| 23
“müzdevic”, aynı cümlede birinin şekli diğerininkine benzetilmek üzere değişti-
rilen iki tabirin kullanılması anlamına gelmektedir. Aruzculara göre “müzdevic”
ise, mısraları kendi aralarında ikişer ikişer kafiyelenmiş bir tür şiirdir. Farsçada
ve Türkçede buna mesnevî denilmektedir (Bencheneb 1971: VIII/869).
Ebu’l-ferec-i Isfahânî, Tasm ve Cedîs arasında cereyan eden olaylardan
bahsederken, Afîre binti Abbâd adlı bir kadın şâirin kendi kavmi olan Tasm
için inşad ettiği şiirden aşağıda kaydedilen üç beyti aktarmaktadır (Isfahânî 1423:
XI/114; Tuzcu 2007: 148):

“Cedîsten (daha) alçak, düşük bir (kavim) yoktur. Geline böyle mi, davranılır?
Mehri ve hediyeleri verilmişken; benim hür kavmim buna rıza gösterir mi?
Onların ölmesi, gelinlerine böyle davranılmasından daha iyidir.”

Yukarıdaki beyitlerin, kafiye düzenine göre değerlendirildiğinde, bir “müz-


devic” nazım şekli örneği oldukları dikkat çekmektedir. Az da olsa, Câhiliye
dönemi mahsullerinde her beyti kafiyeli olan ve bugünkü mesnevî nazım şek-
linin kafiye örgüsüne uyan “müzdevic”ler bulunmaktadır. Hatta bunlar klâsik
kaynaklarda da kayıtlıdır (Çetin 2011: 58). “Müzdevic” şeklinin Arap edebiya-
tındaki ilk örneklerinden birini, Ebân b. Abdülhamîd el-Lâhikî (öl. 199/815)’nin
verdiği kabul edilmektedir (Çetin 2012: 57; Yılmaz 2002: 17). Mevcut örnek ve bil-
gilere göre “müzdevic” nazım şekli, Arap şiirinde tabiî bir gelişme kaydetmiş,
Ebû Nuvâs (öl. 197/813 ), Beşşâr b. Burd (öl. 168/784), Ebu’l-atâhiyye (öl. 211/826),
İbn Mu’tez (öl. 295/908) gibi şâirler, eserlerinde bu tarza yer vermişlerdir. Öyle
ki ünlü Arap bilgini Câhiz (öl. 254/868), Beşşâr b. Burd’dan “müzdevic sahibi”
diye bahsetmektedir (Câhız 1388: I/49).
Sonuç olarak diyebiliriz ki; her beyti kendi arasında kafiyeli olan, kısa
tef’ilelerle (üç tef’ile) yazılan ve beyit sayısı fazla olan uzun şiirlerin ilk örneği
Câhiliye döneminde görülmüş, Emevîler devrinde varlığını sürdürmüş, I. Abbasî
asrında (132/750-232/847) hem bağımsız bir tür hem de nazım şekli olarak varlığını
24 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
devam ettirmiş, güçlü şâirlerin elinde büyük bir ilerleme kaydederek Doğu’dan
Batı’ya yani Endülüs’e geçmiş, buradaki şâirler tarafından da en güzel örnekleri
yazılarak benimsenmiştir.
Müzdevic nazım şekli, bir ihtiyaç neticesinde ortaya çıktığı için, sanat yönü
ağır olan şiirler/eserler olarak görülmemiştir. Bu eserlerin sanat değeri yüksek
olmadığı için, şâirlik becerisi, ustalık yeteneği de sergilenmemiştir. Duygu, tas-
vir, lirizm, coşku gibi şiirsel özellikler de görülmemektedir. Müzdevicede amaç,
şâirlik yönünü ve bir edebî eserde olması gereken özellikleri ortaya koymaktan
çok, bilginin kolay ezberlenip uzun süre hafızada tutulmasını sağlamaktır. Özel-
likle beyit sayısında kısıtlama olmadığından, bu şiirler uzun anlatılması gere-
ken ahlakî, ilmî ve tarihî eserler ile hikâye ve efsane gibi konuların anlatılma-
sında kullanılmıştır.

“Recez”den “Urcûze”ye
Eski Arap şiirini “hidâ” denilen deveci ezgileriyle başlatanlar olmuştur
(Cumahî 1400: I/8; İbn Kuteybe 1405: 48). Bunun yanında bazı araştırmacılar ise,
Arap şiirinin ilkel şeklinin, sözleri vezinsiz ve çeşitli uzunlukta olan ve “seci”
diye anılan düz yazı olduğunu söylemişler, seciyi de şiirsel sözün ilk şekli ola-
rak görmüşlerdir (Adonis 2004: 16; Goldziher 2012: 20). Seci, esas itibariyle eski
putperest kâhinler tarafından kehanet, beddua, büyü ve diğer çeşitli sihirli söz-
lerde kullanılmıştır. Bu tür ulvî kehanete “kelâm musecca’/secili söz” denmek-
teydi (Goldziher 2012: 21; Brockelmann trhs.: I/46, 51). Şiirin ilk evresini oluştu-
ran secili nesri, şiirin mısra biçimini aldığı “recez” takip etmiştir (Adonis 2004:
16). “Recez”, Arap şiirinin en eski nazım şeklidir (Çetin 2012: 55). Mesnevî na-
zım şeklinin ortaya çıkışını daha iyi anlayabilmek için, “recez”in tarihi gelişi-
mini bilmekte yarar vardır.
“Recez”, kelime olarak “titreme, sendeleme” anlamına gelmektedir. Recez,
kalkarken zayıflıktan veya uyluklarında ortaya çıkan hastalıktan dolayı titreyen
dişi bir deveye benzetilerek isimlendirilmiştir (Cevherî 1399: III/878; İbn Manzûr
1388: V/349). Titreme geldiği zaman recez deve, titreyen ayağını kaldırarak üç
ayağı üzerinde dururmuş. Devenin üç ayak üzerinde durması, “recez” şiirlerin
üç tef’ile düzeninde oluşturulmasıyla irtibatlandırılmıştır. “Recez”, bir mısradan
oluşan beyitlerden teşekkül etmektedir2 (Çetin 2011: 57). Alt alta dizilen mısra
sayısı az olup 7-8 mısraı geçmeyen “recez”de, bütün mısralar kendi arasında
kafiyelidir (Dayf 1426: 186). Bundan dolayı kafiye düzeni aaaa… şeklinde tertip
olunmuştur. Aşağıdaki mısralar örnekleri az bulunan en eski recezlerden biridir:
2
Recez’de bir “şatr”lık parçaya, müzdevice’de iki “şatr”lık parçaya beyit denilmektedir.
Arap Edebiyatında Mesnevî
| 25

“Felek elini kolunu üstüme saldı (her yandan kuşattı). Zaman, ıslah ettiğini bir
gün bozar. Bugün düzeltir (ertesi) sabah bozar.”

Câhiliye döneminde Araplar, olumlu veya olumsuz bütün duygu ve dü-


şüncelerini “recez”le ifade etmişlerdir. Deve ezgilerinde, savaşçıların birbirle-
rine meydan okumalarında, kadınların savaşçılara serzenişlerinde ve çocuk-
lara söylenen ninnilerde (Çetin 2012) duygular tamamen “recez”le ifade edilmiş,
hatta her gördüklerini “recez” vasıtasıyla tasvir etmişlerdir. Belki de farkında ol-
maksızın Araplar, her arzularını “recez”e taşımışlardır (Yılmaz 2002a: 37). Bun-
dan dolayı “recez”ler, “avamın kelamı” olarak da görülmüştür (Bâkillânî 1981: 55;
Dayf 1426a: 394). “Recez”ler, güçlü şâirler tarafından da kullanılmıştır. Tarafa bin
Abd (öl. 564)’in birkaç beyitten/mısradan oluşan recezleri vardır (Tarafa b. Abd
trhs.: 46). Nâbiğa ez-Zübyânî (öl. 604) beş (Isfahânî 1423: XI/26; Nâbîğa ez-Zübyânî
1388: 228-232), Lebîb b. Rebî’a (öl. 660) da beyit sayıları farklı olan 13 tane “re-
cez” söylemiştir (Lebîb b. Rebî’a el-Âmirî 1962: 330-45). Câhiliye döneminin ünlü
şâiri İmru’u’l-Kays (öl. 565)’ın 11 beyitlik bir “recez”i (İmru’u’l-Kays 1419: 322-25)
bilinmektedir (Keşşaş 1410: 68-70).
İlk örnekleri Câhiliye döneminde görülen “recez”, varlığını İslamî dönemde
de sürdürmekle kalmamış, sanatın icra edildiği kasîde gibi en yüksek şiir şe-
killerinden biri olmaya doğru bir eğilim içerisine girmiştir. Yeni çevre ve yeni
hadiselerle yüz yüze gelip onlardan etkilenen “râciz”ler yani recez söyleyenler,
İslâmî devre uygun olarak kendi duygularını, dinî hayat ile toplumun hüviye-
tini aksettiren şiirlerini, basit ifadelerle dile getirme yolunu tutmuşlardır. İslâm
dininin ortaya çıkışıyla, Arap şiirine pek çok yeni “recez” konusu da eklenmiş-
tir (Yılmaz 2002: 40). İslâmî dönemde “recez”, başta “medih recezi”, “mersiye re-
cezi”, “fahr recezi”, “gazel recezi”, “hikem recezi”, “savaş recezi”, “sosyal içerikli
recez”ler olmak üzere her konuda söylenerek, zengin bir hüviyete sahip olmuş-
tur (Keşşaş 1410: 71-82; Yılmaz 2002: 41-56).
Başlangıçta yüksek sanat şekli sayılmayan “recez”i, “kasîde” tipinde uzun
şiirler hâline sokan ilk şâir, Ağleb el-İclî (öl. 20/641) olmuştur (Çetin 2012: 56; Kı-
lıç 1988: I/475). O, ilk defa “kasîde” tarzında uzun “recez”ler söyleyerek, bu ko-
nudaki yeniliğin öncüsü olmuştur. Bu yeni tip “recez”lere “urcûze” denilmiş-
tir. Emevîler döneminde başlayan ve gittikçe rağbet gören bu tip “recez”ler,
bazı sanatkârların eserlerinde büyük ölçüde yer almış, hatta zamanla ilhamını
26 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
yalnız “urcûze”lerle terennüm eden “râciz” (reccâz, reccâze)ler yani recez söyle-
yen şâirler yetişmiştir. Accâc (öl. 96/715) ve oğlu Ru’be’nin (öl. 145/762) 400 be-
yitlik “urcûze”si çok tanınmıştır (Çetin 2011: 56).
Ağleb el-İclî’nin “recez”de açtığı çığırı, Accâc hem şekil hem de içerik yö-
nüyle tamamlamıştır (İbn Abd Rabbihi 1948: I/189). “Recez”in “urcûze” şekline dö-
nüşmesi, muhtevasının zenginleşmesine neden olmuştur. Nitekim tasvir, medih,
fahr, gazel, mersiye, hikmet, mezhebî ve sosyal hadiseler “urcûze”lerde işlenen
konular olarak görülmektedir (Keşşâş 1410: 82-116; Yılmaz 2002: 60-80).
Öz Arap kültürünün öne çıktığı Emevîler döneminde, Accâc ve Ru’be,
Ebû Nuhayle ve Umânî gibi “recez” söyleyenler; sık sık kafiye tekrarı gerektiren
“urcûze”lerinde, Arapçanın zengin söz varlığını sergilemişler, dilde hiç kullanıl-
mayan ya da çok az kullanılan kelimeleri şiirlerine bolca girdirmişlerdir. Böy-
lece bu kelimelerin gün ışığına çıkmasına sebep olmuşlardır (Tuzcu 2007: 152).
“Recez”lerde nadir kelimelere çok yer verilmesinin (Çetin 2012: 56) en önemli
nedenlerinden biri, “urcûze”lerde mısralar uzadıkça şâirin birinci beyt/mısra ile
kafiyeli olacak kelimeler bulamaması veya bulmada zorlanmasıdır. Hatta kulla-
nılan ve kafiye olarak oluşturulan kelimenin anlamını, şâirden başka hiç kimse-
nin bilmediğine bile şahit olunmaktaydı. Bu tip kelimelerin genellikle şâirlerin
büyük babalarından duymuş olmaları dikkat çekmektedir (Tuzcu 2007: 152; ör-
nek için bkz. Isfahânî 1423: XX/220-27).
“Urcûze”ler “kasîde” tipi uzun şiirler olduğu için, bunların düzenleniş bi-
çimi “kasîde”ye benzemektedir. “Urcûze”ler, çoğu zaman “kasîde”lerde olduğu
gibi, sevgilinin bıraktığı izlere ağlayarak başlarlar. Akabinde ise yolculuk, deve
veya çöl tasvirine geçilmiştir. Oldukça uzun olan bu tasvirlerde dilin de çok
ağır olduğu müşahede edilmektedir. Nitekim buradaki dil, yukarıda belirtildiği
gibi, birçok anlaşılması güç ve nadir kullanılan kelimelerle oluşturulmuştur.
Daha sonra asıl konu olan “medhiye”, “hicviye”, “fahriye” vb.lerine geçilmiştir.
Ancak konunun, yoğun tasvirler arasında çok zayıf kaldığı dikkat çekmektedir.
Son bölümde ise râciz yani recez söyleyen, “kasîde”lerde olduğu gibi hikmetli
söz, öğüt veya hayat tecrübelerini içeren birkaç beyitle “urcûze”sini noktalamış-
tır (Tuzcu 2007: 153). Dolayısıyla İclî ve Accâc’ın “urcûze”leri ile Câhiliye dönemi
şâirlerinden İmru’u’l-Kays ile Muhelhil’in “kasîde”leri konu yönünden büyük
oranda paralellik göstermektedir (İbn Abd Rabbih 1948: I/189).
Emevî dönemi şâirleri, “urcûze”leri, “kasîde”nin bilinen konuları ile sınırla-
mışlar, klâsik “kasîde”nin düzenleniş biçimine büyük oranda bağlı kaldıkları için
de, “kasîde” içerisinde olduğu gibi, “urcûze” içerisinde de birden çok konu işle-
yip her konuya ayrı bir bölüm tahsis etmişlerdir (Keşşâş 1410: 52-54). “Urcûze”ler,
“kasîde”lerden vezinlerinin farklı ve kısa olması, nadir kelimelerin kullanılması
Arap Edebiyatında Mesnevî
| 27
ve bütün mısraların kendi aralarında kafiyeli olması yönünden ayrılmaktadır
(Schaade-Çetin 1993: IX/661). “Recez” ile “müzdevic” arasında köprü görevi üst-
lenen “urcûze”ler, hem beyit sayısının çok olması hem de ilk kez “hamdele” ve
“salvele” ile başlanılması yönüyle (Keşşâş 1410: 108), mesnevîlere örnek teşkil et-
mişlerdir. Accâc’ın 72 beyitten oluşan “urcûze”sinin ilk iki mısraı hamd ile baş-
lamaktadır (Accâc 1971: 408-409):

“Allah’a hamd olsun ki gök, onun izni ile yükseldi ve karar kıldı.”

“Urcûze”lerin en güzel örneklerinden biri sayılan İclî (öl. 120/738)’nin


“Lâmiyye”si de, hamd ile başlamaktadır (Isfahânî 1423: X/120; Cevherî trhs.b: 83):

“Cömert (olan) ve bolca ihsan eden Allah’a hamd olsun. Sürekli ihsan etti ve
cimrilik etmedi.”

Emevîler’in son zamanlarına doğru, çeşitli ilmî ve edebî konuların, kolay


bir şekilde öğrenilmesi ve ezberlenmesi maksadıyla, “urcûze” tarzında nazme-
dildiği dikkat çekmektedir. Hemen her mısrada mutlaka garip bir kelimenin bu-
lunduğu ve salt Arapça ile nazmedilen öğretici “urcûze”ler, Arap edebiyatının ilk
didaktik şiirleri olarak kabul görmüş ve Abbasî devri didaktik şiirlerin ilk çekir-
deklerini oluşturmuştur (Keşşâş 1410: 112; Yılmaz 2002: 79; Tuzcu 2007: 154).

“Urcûze” den “Müzdevic”e


“Urcûze”lerde, “recez”lerin ulaştığı bu parlak dönemden sonra, Abbasî dev-
rinin başlarından itibaren (132/750), şeklî bazı değişiklikler görülmeye başlanmak-
tadır. Birer mısralık üç tef’ileli kısa beyitlerin, yanlarına aynı kafiyede üç tef’ileli
bir beyit daha eklenerek urcûzede kafiye bütünlüğü kırılmış, Emevî devrinde
görülen birer mısralık kısa beyitler bu defa ikişer ikişer kafiyelenmiştir. Böylece
“urcûze”deki kısa aralıkla kafiye tekrarı zorluğu aşılmış ve on binlerce beyitten
oluşan yeni bir nazım şeklinin doğmasına ve gelişmesine yol açılmıştır (Çetin
2011: 57; Tuzcu 2007: 151). Bu nazım şekline Arap şiirinde “müzdevic”, “müzde-
vice” veya çoğulu olarak “müzdevicât” denilmiştir (Çetin 2012: 57; Ateş 1969: 128).
28 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Her beyti kendi arasında kafiyeli olduğu için müstakil bir kafiye düzenine
sahip olan “müzdevic” formu, uzun manzum eserler, özellikle de didaktik man-
zumeler yazılırken kafiye bulma kolaylığı sağlamıştır (Topuzoğlu 2007: XXXIV/509).
“Müzdevic” şeklinin oluşmasına sebep olan iki önemli husus vardır: Bunlardan
birincisi, kafiye bağından kurtulma isteği, ikincisi de ezberlenmesi gereken bazı
konuların yazılması veya anlatılması için beyit sayısının sınırlanmadığı man-
zumelere ihtiyaç duyulmasıdır (Hâşimî 1432: 136). Zira Emevî devrinde görülen
ve vezin olarak meştûr3 (Hâşimî 1432: 27) recez adı verilen üç tef’ileli “urcûze”
şekli, bir anlatım darlığı yaratmakta, ifade edilmek istenen fikirler ise ekseriyetle
birkaç beyitle yapılabilmekteydi. Bu da çeşitli zorlukları beraberinde getirmek-
teydi. Bu nazım şeklinin bir başka zorluğu ise, yukarıda belirtildiği gibi kafiye
tekrarıydı. Nitekim şâir, “urcûze”sine hangi kafiyede başlamışsa o kafiyede bi-
tirmek zorunda olduğu için yüzlerce beyitlik uzun “urcûze”lerde bunu yapar-
ken oldukça zorlanmaktaydı (Tuzcu 2007: 155).
I. Abbâsîler döneminde (132/750-232/847) ortaya çıktığı söylenen “müzde-
vic” şekli (Dayf 1426b: 191), başlangıçta hem şekil hem de tür olarak kullanılmış-
tır. Eğitim kurumlarında ezberlenmesi istenilen eğitici ve öğretici konular (Beh-
cet 1982: 468) “müzdevic/mesnevî” nazım şekliyle yazılmıştır. Bu nazım şekli ile
yazılan eğitici şiir türüne de “şi’ru’t-ta’lîmî” denilmiştir (Dayf 1426b: 181 vd.). Bu
da, “müzdevic”in ilk önce özellikle eğitim alanından hem rağbet gördüğünü
hem de büyük bir boşluğu doldurduğunu göstermektedir.
I. Abbâsî döneminde dinî, filolojik ve edebî bilimler müstakil birer ilim
dalı hâlini almıştır. Bu ilimlerin okutulduğu başlıca eğitim kurumları, mescit-
ler ile bugünkü ilköğretim seviyesinde olan “küttâb”lardı. Bu eğitim ve öğretim
kurumlarında eğitim sistemi büyük ölçüde ezbere dayanmaktaydı. Âlimler, bu
ezber işini kolaylaştırmak için çeşitli yöntemleri denerlerken, bu konuda eski
Yunan ve Hind tecrübesini de araştırarak konuların didaktik şiir tarzında naz-
medilmesine karar vermişler ve bu konuda yeteneği olanlar ilk ürünlerini ver-
meye başlamışlardır. Şiirin, taşıdığı ahenk ve müzikal özellik nedeniyle kulağa
daha hoş gelmesi, böylece nesre göre ezberlenmesinin daha kolay olması onun
eğitimde kullanılması neticesini doğurmuştur (Yıldrım 2009: 172 vd.).
Arap edebiyatında ilk mesnevîyi kimin yazdığı hususunda kesin bir bilgi
yoktur. Ancak Ebu’l-Sehl b. Nevbaht (Bustânî trhs.: II/31) ve Ebân b. Abdülhamîd
el-Lâhikî (Hüseyin 1356: II/220) mesnevî nazım şeklini ilk kullanan iki isim ola-
rak öne çıkmaktadır. Bu iki ismin ortak yönü, Kelîle ve Dimne’yi nazma çevirmiş
3
Meştûr, şatırlarından yani mısralarından biri hazfedilen/atılan beyittir. Bu durumda
beyit tek şatr/mısra hâlinde kalmaktadır. Yani tek mısradan oluşan beyte meştûr
denmektedir.
Arap Edebiyatında Mesnevî
| 29
olmalarıdır (Bustânî trhs.: II/31; Hüseyin 1356: II/220). Bundan hareketle Arap edebiya-
tında mesnevî nazım şekliyle yazılan ilk eserin, Kelîle ve Dimne olduğu söylenebilir.
Ebân b. Abdülhamîd el-Lâhikî (öl. 199/815), Yahyâ b. Hâlid el-Bermekî’nin
isteği üzerine daha önce Abdullâh b. Mukaffâ (öl. 142/759) tarafından Arapçaya
mensur olarak çevrilen Kelîle ve Dimne’yi “müzdevic/mesnevî” nazım şek-
liyle manzum olarak yazmıştır. Yaklaşık 14 bin beyit olan mesnevînin sadece
80 beyti günümüze kadar gelebilmiştir (Sûlî 1982: 46 [Ahbâru’ş-şu’arâ kısmı]; İbn
Mu’tez 1375: 211). Mesnevî şu beyitlerle başlamaktadır (Sûlî 1982: 47; Demirayak
1998: 107; Yıldırım 2009: 178):

“Bu edep ve deneme kitabıdır. Adı da Kelîle ve Dimne’dir. Onun içerisinde deliller
ve doğrular olup, Hindlilerin yazdığı bir kitaptır. (Hindliler), bütün âlemin âdâbını,
hayvanların dilinden hikâye şeklinde vasfetmişlerdir. Bilge kişiler (bu kitabın)
değerini bilirler. Zayıf akıllılar da mizahlarından zevk alırlar.”

El-Lâhikî’nin bir diğer mesnevîsi de, muhtevası oruç ve zekât olan Kasîdetü’s-
siyâm’dır. Lâhikî, didaktik bir amaçla kaleme aldığı bu manzumesinde, Kur’ân
ve hadîslerden oruç ve zekâtla ilgili örnekler iktibas etmiş, Hanefî mezhebi esa-
sına göre oruç ve zekâtın bazı hükümleri hakkında bilgi vermiştir (Yıldırım 2009:
179). Aşağıda verilen iki beyit bu mesnevîye aittir (Yıldırım 2009: 180; krş. Beh-
cet 1982: 473):
30 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
“Bu, Ebân’ın ravilerden naklettiği oruç ve zekât kasîdesidir. Ebû Yûsuf: ‘Farz olan
(oruca) gelince; belirtisi belirince (zamanı gelince) Ramazan orucudur.’ dedi.”

Ebân b. Abdülhamîd el-Lâhikî’nin oğlu olan Hammâd b. Ebân da, I. Abbâsî


asrında mesnevî yazan güçlü şâirlerden biridir. Hammâd b. Ebân, aşk ve âşıkları
konu edinen uzun bir mesnevî yazmıştır (Demirayak 1998: 108; Yıldırım 2009: 180).
Mesnevîde, Emevîler döneminde ortaya çıkan ve “uzrî” diye adlandırılan temiz
ve iffetli bir aşk ile bu aşkın kahramanları anlatılmıştır. Bu mesnevînin önemi,
âşıkâne konularda yazılmış ilk mesnevî olmasıdır. Bu mesnevîden bazı beyitler
aşağıdadır (Sûlî 1982: 57-62):

“Onlardan (âşıklardan) bir grup (vardır ki) konuşmak ve bakmakla yetindiler.


Amaçları (sevdiklerine) merhaba (deyip), bir göz ucuyla bakıp, konuşmaktır.
(Onlar) bu tarz aşktan hoşlanıyorlar ve kalplerindeki şiddetli sevgiyi gizliyorlar.
İşte, akıl sahibi olanların sevgisi budur. İşte erdemleri üzerinde toplamış (olan)
ediplerin sevgisi budur.”

Abbâsî asrında mesnevî yazan bir diğer şâir de, Ebu’l-Atâhiyye (öl. 211/826)’dir.
Atasözleri ve hikmetli sözlerden oluşan Zâtü’l-emsâl isimli mesnevîsi yakla-
şık 4000 beyittir. Bu mesnevîden sadece 300 küsur beyit günümüze ulaşmıştır.
Konusu dünyanın geçiciliği, zühd, ölüm, kabir, öbür dünyaya hazırlık, ibadet,
ahlâk, sabır, hoşgörü, kötü arkadaşlardan kaçınma vb. olan bu mesnevî, Allah’a
hamd ile başlamaktadır (Yıldırım 2009: 183). Aşağıdaki iki beyit bu mesnevîden
alınmıştır (Faysal 1965: 444-60):
Arap Edebiyatında Mesnevî
| 31

“Kovuculuk eden kimse helak olan gibidir. Sana kötülüğü bildiren de asi/baği
gibidir. Hile ve aldatma hain kişilerin aracıdır/vesilesidir. Katıksız/halis yalan
söylemek de facirin silahıdır.”

Abbâsî dönemi (232/847-333/945) şâirlerinden olan Alî b. Cehm (öl. 249/863)


de bir mesnevî kaleme almıştır. 331 beyit olan mesnevî iki bölümden oluşmak-
tadır. Birinci kısım yaratılışla başlayıp peygamberler tarihiyle bitmektedir (Dayf
1426: 247). Mesnevî şu beyitlerle başlamaktadır (Alî b. Cehm 1996: 227):
32 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
“Yoktan yaratan ve dirilten Allah’a sonsuz/sayısız hamd olsun. Hamd ona yaraşır.
Sonra, evvel ve ahir, açık ya da gizli her durumda salât Nebî/Hz. Muhammed
üzerine olsun. Ey bana yaratılışın başlangıcı hakkında, amacı gerçeği öğrenmek
olanın meselesini soran kişi! (Çeşitli) ilim ve hâl sahibi olan güvenilir kişilerden
oluşan bir topluluk bana haber verdi. (Bu kişiler kendilerini) bilgileri öğrenmeye
vakfetmişler/öncelik vermişler ve haberlerin hakikatlerini (çok iyi) bilmişlerdir.
Tevrât ve İncîl’i kavramışlar, tevil ve tenzilleri (iyi) yorumlamışlardır. Sonsuz
izzet sahibi ve sonsuza (kadar) kalıcı olan, dilediğini dilediği gibi yapan (Allâh);
(yoktan) yaratarak Âdem’in yaratılışını gerçekleştirdi. Onun (bir parçasından) eşi
Havvâ’yı koparıp çıkardı. Buna (yaratmaya) Cuma günü başladı. Öyle ki (yine)
yaratma Cuma günü tamamlandı.”

Bu beyitlerden sonra mesnevîde, Âdem ve Havvâ’nın hikâyesine yer ve-


rilmiş; yasak meyveden bahsedilmiş, şeytanın vesvesesi dile getirilmiş, oğulları
Hâbil ile Kâbil arasında geçen kavgaya değinilmiştir (Alî b. Cehm 1369: 227-31).
Hz. Âdem kıssasının ardından dört beyit içerisinde İdrîs peygambere değinil-
miştir (Alî b. Cehm 1369: 232). Akabinde Nûh peygamber ve tufan olayından baş-
layarak (Alî b. Cehm 1369: 232) sırasıyla diğer peygamberler ele alınmış ve onla-
rın kıssalarına yer verilmiştir. Özellikle de Hz. İbrâhîm’in putları kırması, halkı
tevhîd inancına davet etmesi, eşleri eşleri Hz. Hacer ve Hz. Sâre’nin halleri (Alî
b. Cehm 1369: 234 vd.), devamında da İsmâ’îl, İshâk, Ya’kûb, Yûsuf, Süleymân,
Eyyûb, Yûnus ve Mûsâ peygamber ile Zülkarneyn ve İskender’e değinildikten
sonra, İsrail oğullarının peygamberlerine olan itaatsizliklerinden bahsedilmiş-
tir (Alî b. Cehm 1369: 234-40).
İkinci bölüm, Hz. Îsâ ile İslâm dininin gelişi arasındaki fetret sürecindeki
milletlerin durumlarından, şirk ve günah bataklığından bahseden beyitlerle baş-
lamaktadır (Alî b. Cehm 1996: 241). Ardından Hz. Muhammed’in peygamber ola-
rak gönderilmesi ele alınmıştır (Alî b. Cehm 1996: 242):

“Sonra, mevcut olan nesneler/eşyalar yenilenip tekrar eski hâline geldiği (gibi)
aydınlık, karanlığı yerinden söküp attı. Onlara merhametli, yufka yürekli seçkin
(bir peygamber olan) Muhammed geldi. Allah’ın salâtı üzerine olsun.”
Arap Edebiyatında Mesnevî
| 33
Yukarıdaki beyitlerden sonra, Hz. Peygamber’in risâletinden, Mekke hal-
kının ona karşı davranışlarından ve Medine’ye hicretinden bahsedilmektedir
(Alî b. Cehm 1996: 242-43). Şâir daha sonra, yıl ve ay olarak Hz. Ebû Bekir, Hz.
Ömer, Hz. Osmân ve Hz. Alî’nin hilafet sürelerine ve bu süre içerisinde mey-
dana gelen olaylara değinmiştir (Alî b. Cehm 1996: 243-44). Devamında ise, sözü
Emevîler’e getirmiştir. Emevî halifelerinin tek tek isimlerini zikrederek on-
ların dönemlerinden söz eden şâir, burada özellikle Yezîd b. Mu’âviye’yi, Hz.
Hüseyin’in ölümünden sorumlu tuttuğu için, eleştirmiştir. Bu eleştirinin Ömer
b. Abdulazîz dışında tüm Emevî halifelerini kapsadığı görülmektedir. Ardından
hilafetin Emevîlerden Abbasîler’e geçişini öven şâir, Mütevekkil’e gelinceye ka-
darki Abbâsî halifelerini ise medhetmiştir (Alî b. Cehm 1996: 244-50; Dayf 1426:
246-49; Uylaş 2001: 154; Tuzcu 2007: 161; Yıldırım 2009: 196).
Abbâsî asrının en güçlü şâiri olan İbnu’l-Mu’tez (öl. 295/908)’in de bir
mesnevîsi vardır. Eserde, şâirle arasında sağlam bir dostluk bulunan Abbâsî
halifesi Mu’tazıd (öl. 289/902)’ın hayat hikâyesi anlatılmaktadır. İbnu’l-Mu’tez’in
Dîvânı’nda Urcûzetu’l-mu’tazıd başlığını taşıyan mesnevî 417 beyittir (İbnu’l-Mu’tez
trhs.: 481-505). Mesnevî şu beyitlerle başlamaktadır (İbnu’l-Mu’tez trhs.: 481):
34 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
“Rahman ve melik olan, kudret ve izzet sahibi olan Allâh’ın adıyla. (Verdiği)
nimetlerden dolayı hamd, Allâh içindir. O’na hamd ederim, (zira) hamd da
onun nimetlerindendir. Mevcudatı yoktan yarattı, delilleri açık bir şekilde ortaya
koydu. Tüm batıl olanı zelil kılıp galip gelen (Allah), hakkın zuhuru için resuller
gönderdi. (Allâh), şefaati umulan Ahmed’e nebîlik mührü verdi. (Peygamber),
doğru, terbiyeli, temiz(dir). Rabbimiz ona çok salât etti. (O), geçip gitti. Abbâs
oğullarına temeli sağlam (bir) mülkü miras bıraktı.”

İbnu’l-Mu’tez, mesnevîsinde işlediği konuyu ve amacını şöyle dile getir-


mektedir: “Bu, halifenin hayatını anlatan ve özlü sözlerle bezenmiş bir kitaptır.
Saltanat için yaratılmışların en hayırlısı olan Ebu’l-Abbâs’ı/Mu’tazıd’ı kastediyo-
rum.” (İbnu’l-Mu’tez trhs.: 481). Mesnevîsinde Karmatîler’e genişçe yer veren şâir,
bu topluluk ile aşırı Şiî guruplarının karargâhı olan Kûfe’yi de ele almış ve bu
şehri eleştirmiştir (İbnu’l-Mu’tez trhs.: 503):

“Şimdi Kûfe adıyla bilinen şehrin sözlerini dinle: (Kûfe’nin) dinleri ve imamları
çoktur. Onların derdi, ümmetin otoritesini/gücünü bölmektir.”

Daha sonra, Kûfeliler’in Hz. Alî’ye yaptıklarına; onu nasıl yalnız bırakıp,
mücadele sahasından çekildiklerine, oğlu Hz. Hüseyin’e söz verdikleri desteği
vermeyip, onu aile fertleriyle yalnız bıraktıklarına vurgu yapmıştır. Kûfeliler’in
ağlayıp sızlamalarını da: “Sonra da onun arkasından ağlayarak feryat kopardı-
lar. Cahilce böyle bir ağlamayı aslında timsah yapar.” diyerek, timsahın gözyaşı
şeklinde tavsif etmiştir (İbnu’l-Mu’tez trhs.: 504).
Kûfelileri eleştirmekte oldukça cüretkâr davranan şâir, onları sadece Şiîleri
değil, başta Hâricîler olmak üzere daha birçok fırkayı ortaya çıkaran fitneci ve
sapkın bir topluluk olarak görmekte ve bu durumu mesnevîsinde açık bir şe-
kilde dillendirmektedir (Yıldırım 2009: 198). Mesnevî, dönemin siyasî, içtimaî
ve iktisadî yapısını ele alıp değerlendiren bir hüviyete sahiptir (Uylaş 2001: 155).
Edebî yönünün yanında tarihî özelliğe de sahip olan mesnevî, tarihî belge ni-
teliğindedir.
Arap Edebiyatında Mesnevî
| 35
Bir diğer mesnevî de, Endülüs sahasında İbn Abdirabbih (öl. 328/940) ta-
rafından yazılmıştır. 444 beyitten oluşan mesnevî, Endülüs Emevî halifesi III.
Abdurrahmân en-Nâsır’ın yaptığı savaşlar ile gösterdiği başarıları ihtiva et-
mektedir. 301/914-322/934 yılları arasında vuku bulan olaylar ile yapılan sa-
vaşlar, önemine göre bazen 3-5 beyitle bazen de 40-45 beyitle nazmedilmiş-
tir (Çiftçi 2010: 11).
Mesnevîsine Allâh’ı tesbih ederek başlayan İbn Abdirabbih, ilk 39 beyit
içerisinde Allâh’ın isimleri ile sıfatlarından bahsetmektedir (İbn Abdirabbih 1993:
177). Akabinde halifenin övgüsüne geçen şâir, burada Halîfe III. Abdurrahmân’ın
üstün özelliklerinden bahsetmiş (İbn Abdirabbih 1993: 178), gerçekleştirdiği ilk
fetih olan Ceyyân ve İlbira’nın zaptını 25 beyit içerisinde anlatmıştır (İbn Abdi-
rabbih 1993: 179). Daha sonra yapılan savaşların yıllara göre ele alındığı bölüme
geçilmiştir. Burada 301/913-322/934 yılları arasında yapılan savaşlar önemine
göre kısa veya uzun beyitlerle ele alınmıştır (Çiftçi 2010: 13 vd.).
III. Abbâsî asrında (333/945-447/1055), Fâtimî halifelerinin övülüp Şiîlik pro-
pagandasının yapıldığı mesnevîler de kaleme alınmıştır. Bu mesnevîlerden biri,
Fâtimîler’in “dâ’i’d-du’ât” yani baş propagandacı diye tanınan Müeyyid Şîrâzî’ye
aittir. Mesnevî, Batınîlik ideolojisine yönelik kaleme alınmasıyla dikkat çekmek-
tedir (Yılmaz 1995: 114).
IV. Abbâsî asrı (447/1055-656/1258) şâirlerinden olup yazdığı hicviyeleriyle
tanınan İbnu’l-Hebbâriyye’nin Netâ’icu’l-fıtna fî-Nazmi Kelîle ve Dimne isimli
bir mesnevîsi bulunmaktadır. On yılda tamamlanıp Hille hükümdarı Sadaka
b. Mansûr el-Esedî’ye takdim edilen eser, adından da anlaşılacağı gibi, Kelîle ve
Dimne’nin manzum hâle dönüştürülmüş hâlidir. Eserin birinci bölümü “Nâsik”
ve “Fâtik” adında iki şahsiyet arasındaki tartışmalara, ikinci bölümü hayvanla-
rın birbirlerine karşı böbürlenmelerine, üçüncü ve son bölümü ise edep konu-
suna ayrılmıştır.
Eserdeki kahramanlar ise, “Hindli ve İranlı hayali iki kişidir.” Her ikisi
de kendi milleti ve vatanıyla övünürler. Hindli, kendi milletinin hem Kelîle ve
Dimne’yi kaleme alması hem de satrancı icat etmesiyle, İranlı da tavlanın kendi
milleti tarafından bulunmasıyla övünmektedir. Eser, bu kıyasî yönü ve üslûp
farklılığına rağmen Kelîle ve Dimne’ye benzemektedir. Ancak İbnu’l-Hebbâriyye
konuşmaları yer yer keserek araya girmiş ve insanlara karşı nasıl davranılması
gerektiği, âdâb-ı mu’âşeret, zühd, âlicenaplık, haksızlıktan kaçınma ve adaletli
olma gibi konularda öğüt vermiştir (Bakırcı 1997: 200).
Mesnevî, IV. Abbâsî asrının sonlarına doğru ekseriyetle Arapça yazan Türk
ve İranlı başka bir ifadeyle aslen Arap olmayan şâirler tarafından yazılmıştır.
36 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Bunlar, daha çok Kelîle ve Dimne’yi tercüme, ıslah ya da yeniden manzum hâle
getirmek için kaleme alınan eserlerdir (Ateş 1969: 128).
Arap edebiyat tarihlerinde “inhitat dönemi (656/1258-1213/1798)” diye ad-
landırılan devrenin başlarından itibaren mesnevî nazım şeklinin çok değişik bi-
lim dallarında ezberlenmesi istenilen konularda kullanıldığı görülmektedir. Bu
bilim dallarının başlarında hadîs usulü, fıkıh, Kur’ân, sîre(t), tıp, felsefe, riyaziye,
tarih, coğrafya, edebiyat, belâgat, dilbilgisi, aruz vb. gelmektedir. Bu bilimleri içe-
ren ve özellikle bunlar içersinde ezberlenmesi istenilen konularda yazılan çok
sayıda mesnevîye tesadüf edilmektedir (Dayf 1426c: 60-119; 1426ç: 69-160).
Sonuç olarak söylemek gerekirse, Arap edebiyatında mesnevî, erken di-
yebileceğimiz bir dönemde, Emevîlerin sonu ile Abbâsîlerin ilk dönemlerinde,
görülmeye başlanmıştır. Görülen bu ilk örnekler, sanat açısından daha çok, eği-
tici ve öğretici olması, ezberlemede sağladığı kolaylık yönüyle öne çıkmaktadır.
Bundan dolayı bu mesnevîler, tasannudan uzak, basit, sâde ve anlaşılır bir dile
sahiptirler. Kısa sürede güçlü şâirler tarafından rağbet gören mesnevî, muhteva
olarak hem çeşitlenmiş hem de zenginleşmiştir. Başta Arap dili ve grameri ol-
mak üzere, hikâye/fabl, tarih, biyografi, tıp, siyasî, mezhebî ve değişik konu-
larda mesnevî yazılmıştır.
İslamî edebiyatta ilk âşıkâne mesnevî bu dönemde yazılmıştır. Yine İslâm
tarihi yazımında mesnevî nazım şekli ilk defa bu dönemde kullanılmış ve ba-
şarılı örnekleri verilmiştir. Arapça mesnevî yazma geleneği, sadece Doğu dün-
yasıyla sınırlı kalmamıştır. Nitekim bu gelenek, IX. asrın ikinci yarısından iti-
baren Doğu’dan Batı’ya geçip Endülüs’te de rağbet görmüş ve mesnevî nazım
şeklinin ilk örnekleri verilmiştir.
Arap edebiyatında ilk örnekleri verilen mesnevîlerin büyük bir kısmı, Allah’a
“hamd”, Peygamber’e “salât” ile başlamaktadır. Mesnevîsine “besmele” ile başla-
yan şâirler de görülmektedir. Mesnevîlere “kitap” adı verildiği gibi, “kasîde” diye
isimlendirildiği de müşahede edilmektedir. Hatta bazı şâirler de mesnevîlerini
“urcûze” başlığıyla adlandırmışlardır.

Fars Edebiyatında Mesnevî


Derî Farsçasının resmileşmesiyle Fars edebiyatının başladığı hususunda İran
edebiyat tarihçileri hem fikirdir. Yine Fars şiiri üzerinde çalışan İranlı bilgin-
ler, mesnevînin yeni Fars edebiyatının ilk dönemlerinde sevilerek kullanılan bir
nazım şekli olduğu görüşünde ittifak etmişlerdir. Yeni Farsça şiir, şekil ve muh-
teva bakımından hemen hemen en mühim hususiyetlerini Arap edebiyatından
Fars Edebiyatında Mesnevî
| 37
almıştır. Nitekim Eski ve Orta Farsçanın vezinleri yerine Arap aruzu, eski na-
zım şekilleri yerine “kasîde” şekli kullanılmaya başlanmıştır. Böylece Arap tesiri
altında ilk İran şiiri meydana gelmiş; daha doğrusu adeta Arap edebiyatı için-
den yeni bir İran edebiyatı doğmuştur (Râdûyânî 1949: 4).
Yeni Fars diliyle eser vermeye çalışan ve uzun müddet Arap edebiyatının
şekil ve muhtevasını model alarak Arapça eserler veren şâirlerin halefi olan, bir
kısmı da hem Arapça hem Farsça yazan şâirlerin, eski Sâsânî devri şiir tekni-
ğine dönmeleri mümkün değildi. Çünkü Fars şiirine, özellikle Arap nazım şe-
killerinden “kasîde” ve “gazel”, Arap vezni olan aruz ile Orta Farsçaya kesinlikle
yabancı olan kafiye güçlü bir şekilde yerleşmişti (Berthels 1997: 1042-43).
Farsça şiir yazmayı ilk deneyenler Arapça yazıp Farsça konuşan şâirlerdi.
Bunlar Derî Farsçasıyla kaleme aldıkları ilk şiirlerini “kasîde” nazım şekliyle yaz-
mışlardır (Râdûyânî 1949: 3; Safa 1370: 168; Mahcûb 1345: 8). Yani ilk Farsça şiir,
“kasîde” nazım şekliyle ve Arapça “kasîde”ler taklit edilerek yazılmıştır (Atalay
2000: 64). Böylece Cahiliye devri yaratıcı Arap şiirinin tamamen kendine mah-
sus bir nazım şekli olan “kasîde”, IX. yüzyıldan itibaren Fars şiirinde kullanıl-
maya başlanmıştır.
Kasîde nazım şeklinden sonra yeni Fars şiirinde kullanılan ikinci nazım
şekli ise, ilk örnekleri Arap edebiyatında görülen “mesnevî” olmuştur. Fars ede-
biyatında mesnevî nazım şeklinin öne çıkması, yeni Fars şiirinde rağbet gören
şiir türlerinin başında hamâsî şiirlerin gelmesiyle alakalıdır. Yeni Fars edebiya-
tını kuranlar, daha X. yüzyıldan itibaren uzun konuları kasîde nazım şekliyle
anlatmanın zorluklarını gördükleri için, ilk örnekleri Arap edebiyatında görü-
len ve mısraları kendi arasında kafiyelenmiş beyitlerden meydana getirilen na-
zım şeklini kullandılar. Arap edebiyatından alınan bu yeni nazım şekli, vezin ve
kafiye yeni İran şiirini belirleyen önemli faktörler olmuştur. Özellikle Arap ka-
fiye örgüsü, yeni İran şiirinin dış yapısında belirleyici bir rol oynadığı için na-
zım şekilleri kafiye örgüsüne göre oluşturulacaktır.

Sâmânîler Dönemi
Mesnevî asıl gelişme ortamını Fars edebiyatında bulmuş, Yeni Fars edebi-
yatının başladığı dönemlerde ise çok miktarda kullanılmıştır. Metinleri tam ola-
rak elimize geçmemiş olmasına rağmen, Esedî-i Tûsî (öl. 464/1072)’nin Lugât-i
Fürs’ünde bugüne kadar muhafaza edilmiş olan müteferrik beyitlere bakılacak
olursa, Sâmânîler devri (260/874-389/999)’nde mesnevî nazım şeklinin hiç olmazsa
kasîde kadar önemli olduğuna, hatta ondan daha fazla mahsuller verdiğine hük-
medebiliriz (Ateş 1969: 129). Çünkü XI. yüzyılda yazılan ve edebiyat bilgilerini
38
| Doğu’nun Uzun Hikâyesi
içeren en eski Farsça eser olan Tercümânü’l-belâga’da mesnevî kavramının geç-
mesi, XI. yüzyıldan önce Fars edebiyatında mesnevî adının kullanıldığını ve
onunla eserler yazılmış olabileceğini göstermektedir (Râdûyânî 1949: 90).
Horasan bölgesinde başlayan İran millî hareketleri neticesinde, IX. yüz-
yıl başlarında ilk müstakil İran bağımsız devlet ve hanedanları kurulmuştur.
Tâhirîler (sal. 194/810-258/872), Saffârîler (sal. 254/868-294/907) ve Sâmânîler (sal.
874-1005) adıyla tarih sahnesine çıkan bu devletlerin yöneticileri yeni Fars dili
ve edebiyatının ilerlemesine katkıda bulunmuşlardır. IX. asrın başından X. as-
rın başlarına kadar hükümran olan bu hanedanlar döneminde, mesnevî nazım
şekli ile bazı eserler yazıldığı bilinmektedir. Hatta mesnevîler, daha bu devirden
itibaren konularına göre birkaç kısma ayrılmıştır (Mahcûb 1345: 589-91).
Bu devrede yazılan mesnevîler arasında, hassaten hamâsî mesnevîleri başta
zikretmek gerekmektedir. Bunların rağbet görmesinin nedenlerinin başında,
Horasan ve Mâverâünnehir’deki İranlı yöneticilerin hükümranlıklarına yasallık
kazandırmak için uydurma şecerelerle kendilerini eski Sâsânî hükümdarlarına
bağlama gayretleri gelir. Ayrıca İran millî uyanış hareketi ve millî düşüncenin
yayılması, kendi atalarının tarihlerini öğrenme arzuları gibi hususlar da hamâsî
şiirin öne çıkmasını etkilemiştir (Safâ 1357: 59 [mukaddime]; Mahcûb 1345: 167).
Farsça ilk hamâsî mesnevî, IX. asrın sonlarına doğru hezec-i müseddes
bahrinin “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan, İran millî hareketinin
merkezi olan Horasan ve Mâverâünnerhir’de şöhret bulan, ancak sonradan or-
tadan kaybolan Mes’ûd-i Mervezî’nin Şâh-nâme’sidir (Safâ 1357: 61 [mukaddime];
Kazvînî 1313: 7; Mahcûb 1345: 23, 34, 44).
X. yüzyılın ilk dönemlerinde yaşamış olan Sâmânî devri şâiri ve Rûdekî’nin
muasırı olan (Mahcûb 1342: 188) Mes’ûd-i Mervezî, manzum Şâh-nâme yazıcılığı-
nın temelini atmış (Atalay 2000: 140) ve Fars edebiyatında bu türde ilk mesnevîyi
kaleme almıştır. Şâh-nâme-i Mes’ûd-i Mervezî adıyla bilinen eser, Firdevsî’nin
belirttiğine göre yaklaşık 3000 beyitlik bir manzumedir (Gilânî 1370: 20). Bu
mesnevîden günümüze sadece üç beyiti ulaşabilmiştir.
Mes’ûd-i Mervezî’den sonra bu konuda yazılmış ikinci mesnevî, IX. yüz-
yılın ikinci yarısında yaşamış olan Dakîkî-i Tûsî’nin Guştâsb-nâme olarak da
isimlendirilen Şâh-nâme’sidir. Sâmânî hükümdarı Nûh b. Mansûr (sal. 367-977-
387/997)’un emriyle yazılmaya başlanan, ancak Dakîkî’nin, kölesi tarafından öl-
dürülmesi üzerine tamamlanamayan mesnevîde, Guştâsb’ın saltanatı, Zerdüşt’ün
ortaya çıkışı, Guştâsb’ın Turan hükümdarı Ercâsp’la savaşları anlatılmıştır. 1000
beyit olan mesnevîye Firdevsî, Şâh-nâme’sinde yer vermiştir (Safâ 1333: 176-78;
Rypka 1381: 223).
Fars Edebiyatında Mesnevî
| 39
Bu yüzyılda âşıkâne mesnevîler de yazılmıştır. Kaynaklar, Ebu’l-müeyyed-i
Belhî’nin konusunu Kur’ân’ın Yûsuf sûresinden alan ve bugüne kadar muha-
faza edilmemiş bulunan ilk Farsça Yûsuf u Züleyhâ mesnevîsini yazdığını kay-
detmişlerdir (Safâ 1370: 401).
Adı geçen devrede (IX. ve X. yüzyılda) daha çok öğüt ve nasihat içeren ilk
didaktik eserler de mesnevî nazım şekliyle kaleme alınmıştır. Bunlardan Ebû
Şekûr-i Belhî’nin Sâmânî hükümdarı Nûh b. Nasr (sal. 330/942-343/954)’ın adına
yazdığı ve 336/947 yılında bitirdiği Âferîn-nâme ile IX. yüzyılın ikinci yarısında
yaşamış olan Bedî’-i Belhî’nin Pend-nâme-i Enûşirvân’ı zikredilebilir (Furûzanfer
1358: 25; Avfî 1906: II/21; Ateş 1969: 129). İran edebiyatında ilk mesnevî yazarla-
rından biri kabul edilen Ebû Şekûr-i Belhî’nin (Atalay 2000: 116) Âferîn-nâme’si
443 beyit olup mütekârib bahriyle yazılmıştır. Didaktik bir hüviyete sahip olan
mesnevîde, bol miktarda öğüt, hikmetli söz ve atasözleri bulunmaktadır. Sâde
dille yazılan eser, özellikle nasîhat-nâmelere kaynaklık etmiştir (Safâ 1370: 405-
408; Mahcûb 1345: 17-18; Rypka 1381: 354; Berthels 1374: I/237; Yıldırım 2001: 446).
Bu dönemin dikkat çeken diğer şâiri ise Rûdekî’dir. Sâmânîler dönemi
şâiri olan Rûdekî, hem Yeni Fars edebiyatında ilk mesnevî yazan şâir ola-
rak bilinmekte, hem de dönemin en ünlü mesnevî yazarı olarak tanınmak-
tadır. Rûdekî’nin en önemli eseri, Sâmânî emiri Nasr b. Ahmed (sal. 301/914-
331/943)’in emri ve Sâmânîler’in ünlü veziri Ebu’l-fazl Bel’âmî’nin teşvikiyle;
Abdullâh b. Mukaffâ’nın Arapça olan kitabından Farsçaya mensur olarak ter-
cüme edilen Kelîle ve Dimne’nin aynı adla yapılan manzum çevirisidir (Safâ 1370:
378; Nefîsî 1319: 1076-95). Bu mesnevî Manzûme-i Kelîle ve Dimne olarak da bi-
linmektedir. Bugün 129 beyti bize kadar ulaşan Kelîle ve Dimne, remel-i mü-
seddes bahriyle yazılmıştır (Nefîsî 1382: 449). Sa’îd-i Nefîsî, Muhît-i Zindegî ve
Ahvâl u Eş’âr-ı Rûdekî isimli çalışmasında bu 129 beytin tamamına yer vermiş-
tir (Nefîsî 1382: 565-75).
Rûdekî’nin diğer bir mesnevîsi Manzûme-i Sindbâd-nâme’dir. Bu da tıpkı
Kelîle ve Dimne gibi, Sâsânîler döneminde Hindceden Pehlevîceye mensur ter-
cüme edilen eserin Farsçaya remel bahriyle yapılan manzum çevirisidir (Nefîsî
1382: 352; Berthels 1374: I/222). Rûdekî’nin bunların dışında mütekârib, hafîf, hezec
ve serî’ bahirlerinde yazılmış 6 mesnevîsi daha vardır. Her biri bir hikâye olan
bu mesnevîlerden bazı beyitler günümüze kadar ulaşmıştır (Nefîsî 1382: 451). Bu
mesnevîlerin hangi mevzulara ait olduğunu bugün için tahmin etmek her ne
kadar mümkün değilse de, bunlar özellikle mesnevî nazım şeklinin Sâmânîler
döneminde revaçta olduğunu ispat etmek bakımından yeterli bir hüviyete sa-
hiptir (Ateş 1969: 129).
40 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Sâmânîler döneminde yazılan mesnevîlerin hiç birisi, tam olarak bugüne
kadar ulaşamamasına rağmen, oldukça rağbet görmüştür. Muhammed Ca’fer-i
Mahcûb, Sâmânîler döneminde büyüklü küçüklü 38 mesnevînin yazıldığını be-
lirttikten sonra, bunları vezinlerine göre şöyle sıralamıştır: Mütekârîb 9, hafîf
9, hezec 9, remel 7, serî’ 3, muzâri’ 1 (Mahcûb 1342: 189-95). Bu vezinlerin daha
sonraki dönemlerde kaleme alınan mesnevîlerde de kullanıldığı görülmekte-
dir. Ayrıca bu dönemde yazılan mesnevîlerde kullanılan kelime grupları ise, ya
müstakil kelimelerden ya da yaşayan Farsçanın dışından yani Orta Farsçadan/
Pehlevîceden alınmıştır (Mahcûb 1342: 189-95). Sâmânîler döneminde yazıldığı
söylenen mesnevîlerin günümüze ulaşan sınırlı sayıdaki beyitlerinden hare-
ketle, hem onların şekil, muhteva ve tertip özellikleri hakkında bir hükme var-
mak hem de onları daha sonraki devirlerde yazılan mesnevîlerle bu yönlerden
kıyas etmek mümkün değildir (Mahcûb 1342: 189-95; Ateş 1969: 130).

Gazneliler Dönemi
Mesnevî nazım şeklinin ilk olgun örneği, Gazneliler döneminde (352/963-
582/1186) verilmiştir. IX. yüzyılda olduğu gibi Gazneliler döneminde de, hamâsî
mesnevîler rağbet görmüştür. Mes’ûd-i Mervezî ile başlayan, Ebû Şekûr-i Belhî
ve Dakîkî-i Tûsî ile devam eden hamâsî mesnevîler Gazneliler döneminde
Firdevsî-i Tûsî (öl. 411/1020) ile doruk noktasına ulaşmıştır (Mu’temen 1355: 106;
Mahcûb 1345: 589-90).
Firdevsî-i Tûsî, muhtemelen 389/999 yılında tamamlayıp Gazneli Sultan
Mahmûd (sal. 388/998-421/1030)’a sunduğu Şâh-nâme isimli eseriyle büyük bir
şöhret kazanmıştır. İranlıların Müslüman olmadan önceki 1000 yıllık tarihini an-
latan bu hamâsî/dâsitânî mesnevîde, ilk mitolojik hükümdar olan Keyûmers’ten
başlanarak son Sâsânî hükümdarı III. Yezdicerd’e kadar 50 hükümdarın hayat ve
savaşları anlatılmıştır (Browne 1956: 129; Ethé 1337: 55-57; Rypka 1370: 243-64).
Firdevsî’nin Şâh-nâme’si, hem kendisinden sonra aynı konuda mesnevî ya-
zanlara örnek teşkil etmiş hem de taklit edilerek pek çok hamâsî mesnevî mey-
dana getirilmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: Esedî-i Tûsî (öl. 464/1072)’nin
Gerşâsb-nâme’si, Îrânşâh bin Ebi’l-Hayr’ın (öl. 519/1125’ten sonra) Behmen-nâme’si,
Atâ bin Ya’kûb’un (öl. 481/1088 veya 490/1097) Burzû-nâme’si ve Osmân Muhtâr-ı
Gaznevî (öl. 554/1159)’nin Şehriyâr-nâme’si (Safâ 1333: 283-317).
Firdevsî’nin Şâh-nâme’si, düzenleniş bakımından Fars edebiyatında yazı-
lan ilk yetkin mesnevîdir. Bir plan çerçevesinde yazılan mesnevî, bugünkü an-
lamda; “giriş bölümü”, “konunun işlendiği bölüm” ve “bitiş bölümü” diyebilece-
ğimiz üç bölümden oluşmaktadır. “Giriş bölümü”, “âgâz-ı kitâb” başlığı altında
Fars Edebiyatında Mesnevî
| 41
“besmele” ile başlar. Akabinde 15 beyitlik bir “tevhîd” gelir. Onu 30 beyitlik “aklı
övüş”, 25 beyitlik “âlemin yaratılışı”, 15 beyitlik “insanın yaratılışı” ve 8 beyitlik
“ayın yaratılışı” sırasıyla takip eder. Sonra 31 beyitlik “Hz. Peygamber ve ashâbını
övüş” ile 19 beyitlik “sebeb-i te’lîf ” denilen ve “Şâh-nâme’nin yazılış” nedeninin
açıklandığı bölüm gelmektedir. Bu kısımdan sonra Firdevsî, eserinde beyitle-
rinde yer verdiği “şâir Dakîkî-i Tûsî’nin macerası”nı 10 beyit içerisinde anlat-
mıştır. Mesnevînin “giriş bölümü” 20 beyitlik “Ebu’l-mansûr b. Muhammed”
ile 50 beyitlik “Sultan Mahmûd” övgüleriyle bitmektedir. Şâh-nâme’nin “giriş
bölümü”nde yer alan bölüm başlıkları sırasıyla şöyle tertip edilmiştir:

1. besmele
2. sitâyiş-i hıred
3. âferiniş-i âlem
4. âferiniş-i merdum
5. âferiniş-i âftâb
6. âferiniş-i mâh
7. sitâyiş-i peygamber
8. ender-ferâ hem-kerden-i şâh-nâme
9. dâstân-i Dakîkî
10. der bünyâd-ı nihâd-ı kitâb
11. ender-sitâyiş-i Ebû Mansûr b.Muhammed
12. ender-sitâyiş-i Sultan Mahmûd
(Firdevsî-i Tûsî 1388: 1-8)

Görüldüğü gibi belli bir konuyu işleyen ve bağımsız bir eser olarak kaleme
alınan Şâh-nâme’nin düzenleniş şekli, hem tam bir mesnevînin tertip şekline uy-
gun düşmekte hem de türünün ilk örneği olma sıfatını taşımaktadır. Özellikle
mesnevîye “besmele”, “tevhîd” ve “na’t”la başlanması, Arap edebiyatı mesnevî
geleneğinin aynen Fars edebiyatı mesnevîlerinde de devam ettiğini göstermek-
tedir. Yine padişah için övgünün bulunması, Arap edebiyatı mesnevî gelene-
ğine ait bir özelliktir. Bu özellik Fars edebiyatında mesnevî söyleyenler tarafın-
dan da benimsenmiştir. Arap edebiyatında “hâzâ kitâbu…” şeklinde olan başlığa
karşılık gelen ve birkaç beyitten oluşan “sebeb-i te’lîf”, Şâh-nâme’de içerik ola-
rak hem zenginleştirilmiş/genişletilmiş hem de Fars ve Osmanlı sahasında ya-
zılan mesnevîlere örnek olmuştur. Öyle ki, “Pehlevîcede yazılmış olan bu kitabı
sen yeniden yaz ve büyük adamların katına yüksel. Güzel konuşmakta da benze-
rin yok… O ünlü padişahın adına yazmak istediğim bu kitapla bu dünyada bir
tuhfe/hediye bırakırım…” (Firdevsî-i Tûsî 1388: 7-8) gibi olan ve buna benzer söz-
ler, ileride yazılacak olan Fars ve Türk mesnevîlerinde yer alarak mesnevî ka-
leme alanlar tarafından sık sık tekrarlanacaktır.
42 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Şâh-nâme’de yer alan “padişah için övgü” başlığı altında ifade edilen duygu-
lar, ideal bir mesnevînin “giriş bölümü”nde bulunan övgüye çok yakındır. Hatta
Sultan Mahmûd övgüsündeki söyleyiş, ifade tarzı, üslûp ve dillendirilen husus-
ların daha sonra mesnevî kaleme alan şâirlerin mesnevîlerinde yer alan “padi-
şah övgü”lerine örnek oluşturduğu bile düşünülebilir. Nitekim Şâh-nâme’de yer
alan aşağıdaki beyitler bu hususu doğrular ve destekler niteliktedir:

“Tanrı dünyayı yaratalı böyle bir padişah gelmemiştir. Tahta çıkıp da güneş
gibi tacını başına koyunca, yeryüzü fildişi gibi parladı. Sen! Bütün yeryüzünü
aydınlatan asıl parlak güneş kimdir, biliyor musun? Bu güneş, parlak talihli bir
şah olan Ebu’l-kâsım’dır. Tahtını bir taç gibi olan güneşin yanına kurmuş… O,
Rum, Hint ve Kannuç’tan Sind deryasına kadar uzanan ülkelerin hükümdarı
Sultan Mahmûd’dur. İran ve Turan Ona kuldur. Bu ülkeler onun buyruk ve
görüşlerine göre yaşar. Bu padişah yeryüzünde adaleti sağladıktan sonra, salta-
nat tacını başına koymuştur. Cihana hâkim olan Sultan Mahmûd’un, bu büyük
padişahın adaleti sayesinde artık kurtlarla koyunlar aynı yerden su içebiliyorlar.
Keşmir’den Çin denizine kadar bütün padişahlar onu över. Beşikteki bir çocuğun
dudaklarını anasının göğsünden ayırır ayırmaz ilk söylediği şey, Mahmûd olur.”
(Firdevsî-i Tûsî 1388: 8-10).

Mesnevînin asıl bölümünü oluşturan “konunun işlendiği bölüm”, “âgâz-ı


dâstân” diye başlar. Bu başlık ilk defa Fars edebiyatında Şâh-nâme’de görül-
mekte, daha sonraki mesnevîlerde de, bu ve buna benzer başlıklar yer almak-
tadır. Şâh-nâme’deki “âgâz-ı dâstân” bölümü “pâdşâhi-yi Keyûmers evvel-i
mülûk-i Acem sîsâl bûd” başlığıya başlamaktadır. Başka bir söyleyişle Şâh-
nâme’nin asıl bölümünü oluşturan “konunun işlendiği bölüm”, Pîşdâdiyân
hanedanının ilk hükümdarı olan ve otuz yıl saltanat süren Keyûmers’in pa-
dişahlığıyla başlamakta ve Sâsânîlerin son hükümdarı III. Yezdicerd’e kadar
devam eden “elli hükümdarın” dönemini ihtiva etmektedir (Firdevsî-i Tûsî
1388: 11-1534).
Şâh-nâme’nin “bitiş bölümü”, “konunun işlendiği bölüm”den bir başlıkla
ayrılmaktadır. Bu başlık Fars ve Türk edebiyatında yazılan ve bütün bölümleri
ihtiva eden bir mesnevîde yer alan “hâtime” veya “tamâm şoden-i ….” şeklinde
görülen başlığa benzer. Eserde yer alan “târîh-i encâm-ı Şâh-nâme” başlığı ise
mesnevînin bittiğini bildiren bölümdür. Mesnevî edebiyatında böyle bir başlık
ilk kez Firdevsî’nin Şâh-nâme’sinde görülmektedir. Bu gelenek daha sonra Fars
ve Türk mesnevîlerinde de kendisine yer bulmuştur. Firdevsî’nin mesnevîsinin
bitiş bölümü 30 beyitten oluşmaktadır. Bu bölüm;
Fars Edebiyatında Mesnevî
| 43
Çu be-gozeşt sâl ez-berem şast u penc
Fuzûn-kerdem endîşe-i derd u renc
(Firdevsî-i Tûsî 1388: 1535)

“Üzerinden 65 yıl geçince; dert ve sıkıntı düşüncelerim arttı” beytiyle başla-


maktadır.”

Firdevsî’nin 30 beyit içerisinde söyleyip ifade ettiği hususlar daha sonra


yazılan mesnevîlere model olmuştur. Örneğin “be-târîh-i şâhân niyâz-âmedem
(terc.: Şahların tarihine yardımda bulundum)” diyerek mesnevînin konusundan;
“Ebû Nasr-ı Verrâk”, “Ali-yi Deylemî” gibi isimlere yer vererek, bu mesnevînin
yazılmasında her türlü yardımda bulunanlardan bahsetmesi; “Sîy u penc-sâl
ez-serâ-yı sipenc / besî renc-burdem be ümîd-i genc (terc.: Dünya sarayından 35
yıl geçti. Hazine bulmak ümidiyle pek çok zahmet çektim.)” diyerek mesnevînin ta-
mamlanış tarihinin yılını bildirmesi; “Kunûn ömr nezdîk-i heştâd şod (ter.: Şimdi
ömür seksene yaklaştı)” (Firdevsî-i Tûsî 1388: 1535) diyerek de mesnevînin bittiği
tarihte yaşının 80 olduğunu belirtmesi gibi söylemler, mesnevî ve yazarı hak-
kında ipuçları veren bilgiler olması açısından önemli olup bu ve buna benzer
hususlar ilk defa Şâh-nâme’de yer almıştır. Tabii ki buna benzer ifadeler daha
sonraki mesnevîlerde daha da geliştirilerek ve yeni söyleyiş tarzları oluşturula-
rak dile getirilecektir. Ayrıca, Şâh-nâme’nin “bitiş bölümü”nde, sultana övgü-
nün bulunması, şâirin eseriyle övünmesi, ölümünden sonra hayırla anılması,
Peygamber’e övgüde bulunması (Firdevsî-i Tûsî 1388: 1536) gibi ifadelere yer ve-
rilmesi, ilk kez Firdevsî’nin eserinde görülmektedir. Doğal olarak bu ifadeler,
daha sonra diğer mesnevîlerde de kendilerine yer bulacaktır.
Kısaca söylemek gerekirse; Şâh-nâme Fars edebiyatında belli bir konuyu
işleyen ve bağımsız bir kitap olarak yazılmış ilk mesnevîdir. Bu mesnevî düzen-
leniş bakımından da sahasının ilk örneğidir. Üç bölüm üzerine oluşturulan eser,
ilk olmasına rağmen, diğer mesnevîlerin düzenleniş biçimine örnek olmuştur.
Gazneliler döneminde (X - XI. yüzyılarda), hamâsî mesnevîlerin yanında
âşıkâne mesnevîlere de rastlanmaktadır. Bunların başında Unsurî (öl. 431/1040)’nin
Vâmık u Azrâ’sı ve Ayyûkî’nin Varka vü Gülşâh’ı gelir. Unsurî tarafından yazı-
lan Vâmık u Azrâ mesnevîsi, konusunu Yunancadan Pehlevîceye tercüme edil-
miş bir aşk ve macera hikâyesinden almıştır. Şâh-nâme vezni olarak da anılan
mütekârib bahriyle yazılan eserin tamamı günümüze kadar gelememiştir. Bu-
gün daha çok eserin baş tarafına ait 513 beyitlik bir kısım elimizde olup neş-
redilmiştir (Safâ 1370: 599; Nu’mânî 1368: I/49; Mahcûb 1345: 168; Mu’temen 1355:
134; Şefî’ 1967).
44 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Ayrıca Unsurî’nin yalnız adları bilinen Hing-but u Surh-but ve Şâd Bahr
u Aynü’l-hayât mesnevîleri de, konularını çeşitli kaynaklardan alan aşk ve ma-
cera hikâyesi gibi görülmektedir. Bunlardan birincisinin ismi Râdûyânî’nin
Tercümânü’l-Belâga’sının neşrinden sonra öğrenilmiş olup, vezni Vâmık u Azrâ
ile aynıdır (Râdûyânî 1949: 86; Şahinoğlu 1999: 47; Mahcûb 1345: 168-69). Yunan
kaynaklı olan ve sadece 59 beyti günümüze ulaşan Şâd Bahr u Aynü’l-hayât
mesnevîsi hafîf bahriyle yazılmıştır (Unsurî 1341: 21-23; Furûzanfer 1358: 116; Rypka
1370: 271; Şahinoğlu 1999: 47).
Gaznelilerin ilk döneminde yaşayan Ayyûkî’nin Varka vü Gülşâh isimli
mesnevîsi Sultan Mahmûd adına mütekârib vezniyle yazılmıştır. VI. yüzyılda
yaşamış olan Arap asıllı şâirlerden Urfâ bin Hizâm/Varka ile amcasının kızı
Arfâ/Gülşâh arasında geçen aşkı ihtiva etmektedir. Eser, bilinen en eski âşıkâne
mesnevî olması yönüyle büyük bir öneme sahiptir (Safâ 1357: 153-55).
Mesnevî nazım şeklinin tarihi gelişimi içerisinde Ayyûkî’nin eserinin önemli
bir yeri vardır. Mesnevîde ilk kez hikâyenin kahramanları ağzından gazel söy-
lenmesi, Ayyûkî’nin bu eseriyle başlamıştır. Mesnevî içerisinde, lirik yönü ağır
basan ve aynı kalıpla söylenen 10 gazel bulunmaktadır (Ayyûkî 1343: 8-16; Safâ
1370: 603; Fesâî 1372: 472-74). Ayyûkî’nin bu gazelleri, Farsça lirik gazellerin en
eski örneği olarak kabul edilmektedir. Şâirâne tahayyül unsurlarının geniş şe-
kilde yer aldığı bu gazeller, tabiî ve sâde oluşlarıyla dikkat çekmektedirler. Ge-
nellikle 5 beyitten oluşan gazellerde, hem vezin hem de redif birliği sağlanmış-
tır. Özellikle gazellerin rediflerinin aynı ve tek kelimeden oluşturulması dikkat
çekmektedir (Fesâî 1372: 462-463; Kedkenî 1366: 471-74; Ateş 1969: 130). Aşağıdaki
gazel bunlardandır (Fesâî 1372: 463):

Gazneliler döneminde yazılan mesnevîler, bir “tevhîd” manzumesiyle başla-


makta, bunu bir “na’t”, eserin ithaf edildiği “hükümdarın medhi” ve “sözün medhi”
kısımları takip etmektedir. Sonraki devirlerde bu kısımlar, küçük bazı ilâveler ile
tam bir mesnevînin temel unsurlarını teşkil etmişlerdir (Ateş 1969: 130).
Gazneliler devrinde mesnevî nazım şekliyle birçok eser kaleme alınma-
sına rağmen, ancak ikisi yani Firdevsî’nin Şâh-nâme’si ile Ayyûkî’nin Varka vü
Fars Edebiyatında Mesnevî
| 45
Gülşâh’ı tam olarak günümüze kadar ulaşmıştır. Unsurî’nin Vâmık u Azrâ’sının
ise bazı kısımları bugün bilinmektedir (Ateş 1969: 130). Ancak çeşitli kaynaklarda
şâir veya eser adının zikredilerek mesnevî beyitlerine yer verilmesi, bu dönemde
mesnevînin çok rağbet gördüğünü göstermektedir. Nitekim Muhammed Ca’fer-i
Mahcûb, taradığı Farsça kaynaklardan hareketle, bu dönemde irili ufaklı 48
mesnevî yazıldığını tespit etmiştir (Mahcûb1342: 198-213). Bu mesnevîlerden 15’i
mütekârib, 15’i hafîf, 5’i müseddes, 5’i remel, 5’i hezec, 1’i münserih ve 2’si de
farklı bahirlerle yazılmıştır (Mahcûb 1342: 198-213). Ancak Mahcûb’un mesnevî
olarak kabul edip örnek verdiği şiirlerin büyük bir kısmı, tek beyitten oluşmak-
tadır. Genellikle Esedî’nin Lugat-i Furs’undan alınan ve “mesnevî” kaydı düşü-
len bu örnek metinlerin mesnevî olduğuna kuşku ile yaklaşılması gerekmekte-
dir. Nitekim Mahcûb, başka beyitlerin bulunmamasından dolayı tek olarak alıp
örnek verdiği bu “beyit”lerin, herhangi bir “kasîde” veya “gazel”in matla beyti
olabilme ihtimalini de dikkatlere sunmuştur (Mahcûb 1342: 212).

Selçuklular Dönemi
Selçuklular devrinde (429/1038-590/1194) mesnevî nazım şekline temayül
giderek artmıştır. Konu bakımından, eski İran’ın efsanevî tarihinden alınan eser-
ler gittikçe azalmış, halkı eğitip bilgilendirecek didaktik konular, tasavvuf dü-
şüncesi ile tasavvufî duygular, aşk ve macera hikâyeleri mesnevî nazım şekliyle
yazılmıştır. Mesnevîyi nazım şekli, tertip özellikleri, dili ve üslûbu bakımından
geliştirip tam bir mesnevîye son şeklini veren Nizâmî, beş mesnevî kaleme ala-
rak ilk defa “hamse” oluşturmuştur (Ateş 1969: 130).
Sâmânîler ve Gazneliler döneminde yazılmaya başlanan ve İran’ın destanî
geleneklerini bir bütün hâlinde toplayan hamâsî (dâsitânî) mesnevîler, Selçuk-
lular döneminde de rağbet görmüştür. Firdevsî-i Tûsî (öl. 411/1020)’nin Şâh-
nâme’sinden sonra bu türün en güzel örneğini Esedî-i Tûsî (öl. 464/1072) yazmış-
tır. Esedî’nin 457/1065’te tamamladığı ve yaklaşık 10000 beyit olan Gerşâsb-nâme
isimli mesnevîsi, Sîstân pehlivanı ve Rüstem’in dedesi olan Gerşâsb’ın hikâyesini
içerir. Eser, Gerşâsb’ın nesebi, Cemşîd’in firarı, perişan hâli, Sîstân’da Şâh
Kureng’in evine sığınması, Şâhın kızına âşık olup onunla evlenmesiyle başlar.
Sonra Gerşâsb’ın maceraları, seyahatleri, savaşları, diline ait felsefî konuşma-
ları vb. anlatılmıştır (Nu’mânî 1368: I/140-43; Furûzanfer 1358: 438-41; Şafak 1352:
245-49; Mahcûb 1345: 589-90).
Firdevsî’nin Şâh-nâme’sinden sonra, onu takip ederek yazılan ilk hamâsî
destan olan Gerşâsb-nâme’de de aynen Şâh-nâme gibi mütekârib bahri kulla-
nılmıştır. Esedî, mesnevîyi kuru olmaktan çıkarmak için; “medhiye”, “hamd”,
“dinin niteliği”, “insanın yaratılışı”, “can ve ruhun vasfı”, “gece ile gündüz”ün
46 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
tasviri gibi bazı bahisleri eserine eklemiştir. Ayrıca eserine daha önce yazılan
mesnevîlerden çeşitli alıntılar yaparak, onlardan bahsetmiştir. Şâirin bu tavrı,
tarihî gelişimi içinde mesnevî şeklinde yapılan bir düzenleme olarak görülmek-
tedir (Safâ 1333: 283-88; ayrıca bkz. Kedkenî 1366: 613-25). Şiblî-i Nu’mânî, Gerşâsb-
nâme’nin, Şâh-nâme tarzında yazılmış İskender-nâme olduğunu belirttikten
sonra, Nizâmî’nin onu takip ederek İskender-nâme’sini kaleme aldığını ifade et-
mektedir (Nu’mânî 1368: I/143).
Selçuklular döneminde yazılan hamâsî/dâsitânî mesnevîlerden bir diğeri
Kûs-nâme olarak da anılan Kavs-nâme’dir. Belh valisi Emîr Muhammed bin Ko-
maç için remel bahriyle yazılan ve Kûş-i Pildendân’ın maceralarının anlatıldığı
eserin yazarı olarak Katrân-ı Tebrîzî (öl. 465/1073) gösterilmiş, fakat bazıları bu
eserin Katrân-ı Tebrîzî’den üç çeyrek asır sonra yaşamış ve hakkında fazla bilgi
bulunmayan Katrân-ı Tirmizî’ye ait olduğunu belirtmişlerdir (Şafak 1352: 260;
Furûzanfer 1358: 497-98; Rypka 1381: 274; Terbiyet 1314: 308-309; Ateş 1997: 451-52).
Selçuklu devrinde hamâsî mesnevî yazan bir diğer şâir, Atâyî-i Râzî (öl.
479/1086 veya 490/1097)’dir. Râzî’nin bu tür yazılmış iki mesnevîsi bulunmaktadır.
Bunlardan Burzû-nâme, mütekârib bahrinde yazılmış olup, yaklaşık 68000 beyit-
ten oluşmaktadır. Rüstem’in torunu ve Sührâb’ın oğlu Burzû’nun hayatı, macera-
ları ve savaşlarının anlatıldığı eserde kullanılan mazmunlar, aynen Şâh-nâme’de
de görülmektedir. Bundan dolayı Burzû-nâme, Firdevsî’nin üslûbunu en iyi ta-
kip edip yansıtan eser olarak kabul edilmektedir (Safâ 1333: 303-10; Mahcûb 1345:
593; Ethé 1337: 58; Mu’în 1371: V/254). Diğer eseri ise, mütekârib bahriyle kaleme
alınan Bîjen-nâme’dir. Takriben 1900 beyit olan mesnevî, ünlü İran kahramanı
Gîv’in oğlu Bîjen’in (bkz. Tökel 2000: 123-25) hayatı ve kahramanlıklarını ihtiva
etmektedir (Safâ 1357: 254; Mahcûb 1345: 593-94; Mu’în 1371: V/310).
Osmân Muhtâr-ı Gaznevî (öl. 544/1149)’nin de elimizde bu türde yazıl-
mış Şehriyâr-nâme isminde bir mesnevîsi bulunmaktadır. Gazneli Mes’ûd bin
İbrâhîm (sal. 492/1099-509/1115) adına mütekârib bahriyle yazılmaya başlanan ve
üç yılda tamamlanan eser, üç bölümden oluşmaktadır. Sührâb’ın torunu; Rüs-
tem oğlu Burzû oğlu Sührâb oğlu Şehriyâr’ın hayatından bahsedilen eserde,
Şehriyâr’ın ejderha, dev ve Hind sipehsalarlarla yaptığı savaşlara da yer veril-
miştir. İran millî destanlarında bahsedilen Gerşâsb hanedanının en son ferdi
olan Şehriyâr, kendi babası ve atası gibi kendi soyundan olduğunu bilmeksizin
akrabalarıyla çatışma içersine girmiş, amcası Ferâmurz’la arasında çok çetin bir
savaş olmuş, sonunda birbirlerini tanıdıktan sonra ikisi arasında barış ve adalet
kurulmuştur. Mesnevî, Celâleddîn Hümâyî tarafından inceleme ve metin olarak
yayımlanmıştır (Osmân Muhtâr 1382: 749-844; Safâ 1333: 311-14; Mahcûb 1345: 593;
Mu’în 1371: V/962-63). Osmân Muhtâr’ın bir başka mesnevîsi de Hüner-nâme-yi
Fars Edebiyatında Mesnevî
| 47
Yemînî’dir. Birkaç bölümden oluşan eserde, çeşitli felsefî ve bilimsel konulara yer
verilmiştir. Şâirin edebiyat ve bazı bilimler hakkındaki geniş bilgisini göstermesi
bakımından önemli olan mesnevî, Tabes emiri Yemînü’d-devle Emîr İsmâ’îl-i
Gîlekî adına yazıldığı için bu isimle adlandırılmıştır. 525/1131’de hafîf bahriyle
kaleme alınan eser, 492 beyit olup Celâleddîn Hümâyî tarafından neşredilmiş-
tir (Osmân Muhtâr 1382: 641-745).
Selçuklu dönemi hamâsî/dâsitânî mesnevîlerinden olan Behmen-nâme,
Sultan Muhammed b. Melikşâh-ı Selçukî (sal. 498/1105-512/1118)’nin çağdaşı
olan Îrânşâh tarafından yazılmıştır. Muhammed b. Melikşâh adına 499/1106’da
mütekârib bahriyle kaleme alınan Behmen-nâme dört bölümden oluşmaktadır.
Birinci kısımda Keyânî hükümdarı Geştâsb’ın torunu İsfendiyâr’ın oğlu Behmen’in
(bkz. Tökel 2000: 114-17) tahta çıkışı, Rüstem’in ölümü vb., ikinci kısımda Sîstân
pehlivanlarıyla Behmen’in savaşları vb., üçüncü kısımda Behmen’in Rüstem’in
kızlarını takip ederek, Sîstân’da yakalayıp esir etmesi, sonra pişmanlık duyarak
geri göndermesi vb., son bölümde ise, Behmen’in saltanatını kızı Hümâ’ya bı-
rakarak, ejderha avlamak için başka taraflara gitmesi anlatılmıştır (Safâ 1333:
289-94; Mahcûb 1345: 591; Mu’în 1371: V/305).
Selçuklular döneminde yazılan hamâsî mesnevîlerden biri de Mücmeletü’t-
tevârîh ve’l-kısas’da zikredilen Kûş-nâme’dir. Hekîm Îrânşâh b. Ebi’l-hayr tarafın-
dan yazılan ve tam adı Kıssa-i Kûş-ı Pil-dendân olan eserin konusu, Dahhâk’ın
birader-zâdesi Fildişli Kûş’un savaşlarıdır. Kûş, Feridûn ve Cemşîd zamanında
birkaç defa isyan ederek onlara karşı saltanat mücadelesine girişmiştir. Bu mü-
cadele sonunda Kûş yenilerek Feridûn’a esir düşmüştür. Mütekârib bahriyle ya-
zılan eserin tamamı günümüze ulaşmamıştır (Safâ 1387: 298-302; Mahcûb 1345:
592; Mu’în 1371: VI/1625).
Selçuklular döneminin hamâsî mesnevîlerinden bir başkası da Ferâmurz-
nâme’dir. Eser ilk kez 520/1126 yılında yazılan Mücmeletü’t-tevârîh ve’l-kısas’da
yer almıştır. Mütekârib bahriyle yazılmış olan eser, Ferâmurz’un hayatını, sa-
vaşlarını, ölümünü ve özellikle Hindistan’da göstermiş olduğu başarı ile hüner-
lerini ihtiva etmektedir (Safâ 1387: 297-98; Mu’în 1371: VI/1323).
Selçuklular döneminde bunların dışında irili ufaklı birçok hamâsî mesnevî
yazılmıştır. Bânû Gûşesb-nâme, Âzer Berzîn-nâme, Lohrasb-nâme, Sûsen-nâme
veya Dâstân-ı Şebreng, Dâstân-ı Cemşîd ve Cihângîr-nâme (Safâ 1387: 286-333)
bu tip mesnevîlerdendir.
Selçuklular devrinde aşk ve macera konusunda da çeşitli mesnevîlerin kaleme
alındığı görülmektedir. Bunların başında Fahreddîn-i Gürgânî (öl. 446/1054’den
sonra)’nin Vîs ü Râmîn’i gelmektedir. Gürgânî, yaşadığı içli bir aşkın üzüntüsü
48 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
ile zengin lirizm özelliklerine yer verdiği eserini, Isfahan valisi Ebu’l-feth Muzaf-
fer bin Hüseyin’in isteği üzerine hezec bahriyle kaleme almıştır. Eşkânîler’in son
döneminde Pehlevî diliyle yazılan ve Gürgânî tarafından Pehlevîceden Farsçaya
tercüme edilen Vîs ü Râmîn, en eski Farsça hikâyelerdendir. Erdeşîr-i Bâbekân’ın
oğlu Şâpûr dönemine kadar uzanan mesnevîde, Pehlevîce birçok kelime ve ter-
kip bulunmaktadır. Nitekim Pehlevîceden tercüme edildiği için, bu dilden bir
hayli kelime ve terkip Farsçaya bu eserle birlikte geçmiştir. Sâde ve akıcı bir dille
yazılan eserin en önemli yönü, romantik özellikler ile kahramanlığa ait vasıf-
ların ayrılmasıdır. Şâir yaklaşık 8000 beyit olan eserinde kullandığı teşbihlerde
oldukça başarılı olmuş; yaptığı tasvirleri ise, güzel lafızlarla süslemiştir. Orijinali
lafzî ve manevî süslerden yoksun olan mesnevî, Fahreddîn-i Gürgânî tarafın-
dan yeniden daha önce kullanılmamış teşbih, istiare ve mecazlarla süslenerek
kaleme alınmış, böylece kısa zaman içerisinde sevilerek okunan bir eser hüvi-
yeti kazanmıştır. Şöhreti Genceli Nizâmî’ye kadar devam eden Vîs ü Râmîn,
Nizâmî’nin mesnevîleri ortaya çıkınca şöhretini ve önemini kaybetmiş, nüsha-
larına az rastlanır olmuştur. Nizâmî, özellikle Hüsrev ü Şîrîn’ini yazarken, Vîs ü
Râmîn’den oldukça yararlanmıştır (Rypka 1381: 256-59; Safâ 1372: 374-78; Furûzanfer
1358: 371-72; Rûşen 1386: 7-12; Şemîsâ 1366: 564-76). Mesnevî, Muhammed-i Rûşen
tarafından (Fahreddîn Esed-i Gürgânî, Vîs ü Râmîn, nşr. Muhammed-i Rûşen, Tehrân,
1377) yayımlanmıştır.
Diğer taraftan çeşitli içtimaî tesir ile süratle gelişen tasavvuf cereyanını,
esaslarını ve temsil ettiği hayat tarzını telkin etmek, öğretmek ve herkese kabul
ettirmek için, mesnevî nazım şeklinden istifade edildiği (Ateş 1969: 130) ve Sel-
çuklular devrinde mutasavvıf şâirler tarafından ilk tasavvufî mesnevîlerin ya-
zılmaya başlandığı görülmektedir. Mesnevî nazım şeklinin istenildiği kadar ge-
nişletilmesinin mümkün olması ve araya girdirilen çeşitli hikâyelerle mesnevîye
farklı bir üslûp kazandırıldığı için mesnevînin sıkılmadan okunmasının çekici
bir hâle dönüştürülmesi, sufî şâirlerin mesnevîye olan ilgisini artırmıştır (Ateş
1969: 130).
Tasavvufî mesnevî tarzının ilk temsilcisi, Mevlânâ ile Attâr’ın mübeşşiri
olan Hekîm Ebu’l-mecd Mecdûd bin Âdem es-Senâ’î (öl. 524/1130)’dir. Senâ’î’nin
Kâr-nâme-i Belh, Seyrü’l-ibâd ile’l-ma’âd, Hadîkatü’l-hakîka ve Tarîkatü’ş-şerî’a,
Tahrîmetü’l-kalem, Akl-nâme ve Işk-nâme isimlerinde irili ufaklı altı mesnevîsi
bulunmaktadır. Hafîf bahriyle yazılan bu mesnevîler “sitte-i Senâyî” diye adlan-
dırılmıştır (bkz. Ateş 1997a: 481-83; Safâ 1372: 561-63).
Senâ’î’nin bu eserleri içerisinde en tanınmışı ve önemlisi olan Hadîkatü’l-
hakîka ve Tarîkatü’ş-şerî’a, İran edebiyatında kaleme alınan ilk önemli mesnevîdir.
Mevlânâ’nın Mesnevî-i Ma’nevî’sinde İlâhî-nâme adıyla zikredilen bu eser, Gazneli
Fars Edebiyatında Mesnevî
| 49
Sultan Behrâmşâh (sal. 511/1117-547/1152) adına ithaf edildiği için Fahrî-nâme
ismiyle de anılmaktadır. Hafîf bahrinde yazılan ve yaklaşık 10000 beyit olan bu
mesnevî, “tevhîd”, “Kur’ân”, “na’t” vb., “akl”, “ilmin fazileti”, “küllî nefs”, “insan”,
“Behrâmşâh ve sarayının ileri gelenlerinin medhi ile hükümdarların vazifeleri”,
“saadet yolu” ve “kendi ahvali” olmak üzere 10 “bâb/bölüm”e ayrılmıştır. Her
“bâb”da, düşünceler bir takım hikâyelerle genişletilmiştir. Senâ’î, yazdığı ese-
riyle Nizâmî-i Gencevî (öl. 599/1203), Mevlânâ (öl. 672/1273), Hüsrev-i Dihlevî
(öl. 725/1325), Câmî (öl. 897/1492) vb. şâirleri etkilemiştir (Ateş 1968a: 115-50;
1997a: 481-82; 1968: 26).
Senâ’î’den sonra yazdığı tasavvufî mesnevîlerle büyük şöhret bulan ve ori-
jinal fikirleriyle Mevlânâ’yı hazırlayan, hatta Türk ve Arap edebiyatlarını etkile-
yen Ferîdüddîn-i Attâr, bu tür mesnevîde bir çığır açmıştır.
Horasan Selçuklularının son zamanlarında, 536/1142-540/1145 yılları ara-
sında, Nîşâbûr’da doğan ve Moğol saldırılarının başlarında, 618/1221 yılında
ölen Attâr, yazdığı tasavvufî mesnevîlerle şöhret bulmuş, Şebüsterî (öl. 720/1320),
Sa’dî-i Şîrâzî (öl. 691/1292), Mollâ Câmî gibi mutasavvıf şâirlere önderlik etmiş-
tir. Özellikle de Mevlânâ’yı aşırı derecede etkilemiştir (bkz. Nefîsî 1320; Zerrînkûb
1347; Furûzanfer 1339).
Üslûp ve ifade bakımından birbirinden ayrı pek çok eser Attâr’a isnat edil-
mektedir. Ancak bu husus tam olarak aydınlatılamamıştır. Attâr’a nispet edilen
pek çok eser arasında ona ait olanlar Musîbet-nâme isimli eserinde zikredildiği
gibi şunlardır (Attâr 1371: 28-29):

Musîbet-nâme yolcuların azığı; İlâhî-nâme ise padişahların hazinesidir. Esrâr-nâme


marifet dünyası; Muhtâr-nâme ise gönül ehlinin cennetidir. Bizim Makâmât-ı
Tuyûr’umuz aşk kuşu için canın mi’râcıdır. Hüsrev-nâme farklı bir tarza sahip
olduğu için onun tarzından küçük büyük herkes nasiplenir.

Attâr’ın en güzel eserlerinden biri olan İlâhî-nâme (Attâr 1368; Gölpınarlı


1985,1996), yaklaşık 6500 beyitle kaleme alınan bir mesnevîdir (Ateş 1968: 82).
Çerçeve hikâyesi şu şekildedir (Gölpınarlı 1985: XII):
50 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Bir padişahın altı oğlu vardır. Herbiri hüner ve edepte ileridir. Birgün babaları
hepsini toplayıp dileklerini sorar. Büyük oğlu, peri padişahının kızına kulaktan
âşık olmuştur; onu ister. Babası, şehvetin kötülüğünü anlatır. İkinci oğlu büyü
öğrenmeye merak sarmıştır. Baba, ona da büyünün kötülüğünü, asılsızlığını söyler.
Üçüncü oğlu her şeyi gösteren kadehi elde etmek sevdasına düşmüştür; baba
ona da, bu kadehin akıl olduğunu söyler. Dördüncüsü, âb-ı hayâtı istemektedir;
baba ona da, ebedî hayatın yoklukta olduğunu ispatlar. Beşincisi, Süleymân
Peygamber’in yüzüğünü istemekte, bununla insanlara, cinlere hükmetmeyi
kurmaktadır. Baba, gerçek saltanatın yoklukta olduğunu, dünya saltanatının
zevâlini izah eder. Altıncısı, kimya bilgisini elde etmek, altın yapmak isteğindedir.
Baba, ona da, sen bedenini gönül hâline getirmeye, gönlüne de Hak derdini
yerleştirmeye bak; erler, erenler, bu çeşit kimya yaparlar der.

Görüldüğü gibi, her biri büyük insan ihtiraslarının birini temsil eden ar-
zular etrafındaki münakaşada baba, oğullarına bunların mânâsızlığını göster-
miş (Ateş 1968: 82), onları sıra ile bu dünyevî arzulardan vazgeçirmeye ve ken-
dilerine daha yüksek gayeler göstermeye çalışmıştır (Ritter 1993). Attar, ayrıca
İlâhî-nâme’de arada çok güzel bir şekilde anlatılan ve hepsinden bir ahlakî ve
tasavvufî sonuç çıkarılan birçok hikâyeye de yer vermiştir (Ateş 1968: 82).
Ferîdüddîn-i Attâr’ın bazı tasavvufî ilkeleri hikâye ve efsaneler yardımıyla
açıklamak üzere kaleme alınmış (İbrâhimî 1995: 434) olan Esrâr-nâme (Attâr 1361;
Kanar 2012a) isimli eseri, gerek konularının derinliği gerekse tasavvufî konula-
rın şerhedilmesi bakımından kendi türünün en önemli eserlerinden biri sayıl-
maktadır (Attâr 1361: 9). Attâr’ın tasavvufî mesnevîlerinin birincisi olduğu tah-
min edilen eser (Ritter 1993: 8), 22 “makâle”den oluşmaktadır. İlk üç “makâle”,
“ tevhîd”, “na’t ve mi’râc” ile “dört halife övgüsü”nden oluşmaktadır. Dördüncü
“makâle”yle eserinin esas kısmına başlayan Attâr, bundan sonraki bölümlerde,
tasavvufî meselelerden, bu yolun güçlüklerinden, dünyanın değersizliğinden,
dünya ve âhiret mutluluğu için ilim, amel ve müşahedenin gerekliliğinden bah-
seder. Daha sonra ise insanın, cansız varlıkların ve bitkilerin gelişme devrele-
rini anlatır (İbrâhimî 1995: 434). Attâr, tasavvuf üsûlü ile mutasavvıfların ilkele-
rini şerh ve tefsir için her bir “makâle”de pek çok hikâye ve efsane anlatmıştır.
Böylece tasavvuf erbabının sözlerinin müphem noktalarını yani anlaşılması güç
olan yönlerini şerh ve tefsir etmiştir (Attâr 1361: 9). Bu hikâyelerin beyit sayısı, 2
ila 80 arasında değişmektedir.
Musîbet-nâme (Attâr 1386), 5740 beyitlik bir mesnevî olup Cevâb-nâme
adıyla da bilinir. Attâr’ın tasavvufî görüş ve düşünceleri ile fikrî dünyasını en dü-
zenli şekilde aksettiren mesnevîsidir. 40 bölüme ayrılan eserde, Allâh’ı kâinatta
arayan sâlikin çeşitli yerleri dolaşıp yolda karşılaştıklarıyla sohbet ettikten sonra
Fars Edebiyatında Mesnevî
| 51
O’nu iç âleminde yani kendinde bulması fikri –vahdet-i vücûd düşüncesi- anla-
tılmıştır. Konu işlenirken arada uygun şekilde temsilî nitelikte pek çok hikâyeye
de yer verilmiştir (Ritter 1993: 8; Şahinoğlu 1991: 97).
Makâmât-ı Tuyûr, Makâlâtu’t-tuyûr veya Tuyûr-nâme adlarıyla da anı-
lan Mantıku’t-tayr (Attâr 1348; Gölpınarlı 1989a, 1991), Attâr’ın tasavvufî düşün-
celerini yansıtan en önemli eseri olup 4696 beyittir. 584/1187’de kaleme alınan
eser, bir çerçeve hikâye ile araya sokulan birçok küçük hikâyeden ibarettir. Çer-
çeve hikâyenin aslı, Muhammed yahut Ahmed-i Gazâlî’nin, hem Arapça hem
de Farsça şekli bize kadar gelmiş olan, Risâlü’t-tayr’ıdır (Ritter 1993: 8-9). Eserin
bütününde, konuyla bağlantılı olarak/ilgili yeri geldikçe anlatılan hikâyeler de
dâhil olmak üzere, mantıkî bir silsile vardır. Eserin konusu şu şekildedir (Göl-
pınarlı 1989a: VII-VIII):

Kuşlar bir araya toplanıp “Bu zamanda hiçbir ülke padişahsız değil...bundan
böyle bizim de padişahsız kalmamamız lazım. Padişahsız ülkede nizam, intizam
olmaz. Kendimize bir padişah seçelim.” derler. Bu sırada Hüthüt gelir ve kendi-
sinin Süleymân Peygamber’in mahremi ve onun postacısı olduğunu söyleyip
“Sizin zaten bir padişahınız var ama haberiniz yok. O bize bizden yakın da
biz ondan uzağız. Daima padişah odur. Adı Sîmurg’dur, binlerce nur ve zulmet
perdeleri ardındadır. Gelin de onu arayıp bulalım.” der. Kuşların her biri bir
çeşit özür getirirse de Hüthüt, hepsine de birer birer kandırıcı, inandırıcı doğru
cevaplar verir. Bunun üzerine hepsi birden Hüthüdü kendilerine kılavuz yapıp
yola düşerler. Yolda hepsi yorgun, bitkin bir hâle gelir. Yine birer birer itiraza
kalkışırlar. Hüthüt bıkmadan, yorulmadan her itiraza cevap verir ve önlerinde
“istek, aşk, marifet, istiğna, tevhîd, hayret ve fakr u fena” adları verilen yedi
vadi daha bulunduğunu, bunları aştılar mı artık Sîmurg’a ulaşacaklarını söyler.
Tekrar gayrete gelip yola düşerler. Fakat kuşların kimisi yoldaki hicaplarda
kalır, kimisi yem isteğiyle bir yere dalar, kimisi aç susuz can verir... Nihayet
yüzlerce kuştan ancak otuz kuş, bu vadileri aşabilir. Bunlar, Sîmurg’u sorarlar.
Tam bu sırada bir postacı gelip Sîmurg’u istediklerini anlayınca, önlerine
birer kâğıt parçası koyup okumalarını söyler. Okuyunca bütün yaptıklarının
bu kâğıtlarda yazılı olduğunu görüp şaşırırlar. Bu sırada Sîmurg da tecellî
eder. Fakat tecellî edenin kendileri olduğunu ve kendilerinin Sîmurg’dan,
yani mânâ bakımından otuz kuştan ibaret bulunduklarını görüp tamamen
hayrete düşerler. Sîmurg’dan ses gelir: “Siz buraya otuz kuş geldiniz, otuz kuş
göründünüz. Daha fazla yahut daha eksik gelseydiniz o kadar görünürdünüz.
Burası bir aynadır!” Hâsılı bu makamda hepsi Sîmurg’da fani olurlar, artık ne
yol kalır ne yolcu ne de kılavuz!
52 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Attâr bu eserinde, temsilî bir şekilde “vahdet-i vücûd” inancını anlatır.
Kuşlar, sâlikleri temsil eder. Hüdhüd, kılavuz yani mürşiddir. Sîmurg (otuz
kuş=anka), Allâh’ın zuhûr ve taayyünüdür (Şâhinoğlu 1991: 97).
Pend-nâme, “öğüt kitabı” demek olup Ferîdüddîn-i Attâr’ın İslâmî prensipler
dâhilinde ahlâk ve âdâb kâidelerini kısa ve özlü bir şekilde anlatan mesnevîsidir.
900 beyit olan mesnevî aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmış-
tır. Kolay anlaşılan bir üslûba sahip olan eser, İslâm âleminde Sa’dî-i Şîrâzî’nin
Gülistân ve Bostân’ı gibi büyük rağbet görmüş ve yüzyıllar boyu okunmuş ve
okutulmuştur. Kendi türünün en mükemmel örneklerinden biri olan ve eski-
den Türk mekteplerinde yine Sa’dî-i Şîrâzî’nin Gülistân ve Bostân’ı gibi ders ki-
tabı olarak okutulan bu küçük ve önemli mesnevî, bazı araştırmacılar bakımın-
dan Attâr’a isnat edilen eserler arasında sayılmaktadır (Attâr 1275; Gençosman
1988; Şahinoğlu 1991: 98).
Selçuklular döneminin ünlü şâiri Nâsır-ı Hüsrev (öl. 481/1088)’in Rûşenâyî-
nâme ve Sa’âdet-nâme gibi küçük mesnevîleri, bir bakıma eski nasihat konusu-
nun devamı gibi sayılabilir ise de, yazarın İsmâilî dünya görüşünü aksettirmesi
bakımından, belki tasavvufî mesnevîlerin başına almak icap eder (Ateş 1969: 130).
Hezec bahriyle yazılan ve takriben 600 beyitten oluşan her iki mesnevî de, konu
olarak öğüt ve nasihat içermektedir. Rûşenâyî-nâme; “tevhîd”, “sıfat-ı akl”, “sıfat-ı
nefs”, “gökyüzü ve yıldızların yaratılışı”, “anâsır-ı erba’a/hava, su, toprak ve ateş”,
“haşir”, “sıfat-ı halvet”, “sıfat-ı ahlâk-ı hamîde ve zemîme”, “ikiyüzlü dostları kı-
nama”, “ervâh-ı kuds” gibi konuları ihtiva etmektedir. Sa’âdet-nâme ise, 30 bölüm
olup Rûşenâyî-nâme’nin konularına benzer içeriğe sahiptir: “Teslim”, “iyilik”, “ce-
halet”, “nasihat dinleme”, dostluk, düşmanlık, vefa”, “tamahkârlık”, “rahat ve hu-
zura kavuşma” gibi. Her iki mesnevî defalarca basılmıştır (Mahcûb 1345: 600).
Selçuklular döneminde, kaynağı Sâsânîlere kadar uzanan öğretici/didak-
tik eserler de yazılmıştır. Bu eserlerden biri XI. yüzyılın güçlü şâirlerinden olan
Ezrakî-i Herevî (öl. 526/1132)’nin Sindbâd-nâme’sidir. Sindbâd-nâme, Hint kay-
naklı olup Pehlevîceden Arapçaya tercüme edilmiştir. Hind kaynaklı olmasına
rağmen, bu eserin İranlılar tarafından yazıldığı ve Hüsrev Enûşirvân zamanında
ortaya çıktığı tespit edilmiştir (Yıldırım 2012: 480). Sindbâd-nâme, önce Rûdekî,
sonra Ezrakî-i Herevî tarafından Arapçadan Farsçaya tercüme edilmiştir. Tam
metni günümüze ulaşmayan bu mesnevînin bazı beyitleri çeşitli kaynaklarda
yer almaktadır (Safâ 1372: 434).
Ezrakî-i Herevî, Sindbâd-nâme’yi Sâmânî vezirlerinden Hâce Amîd Ebu’l-
fevâris-i Kenârîzî’nin Pehlevîceden Farsçaya aktardığı Sindbâd-nâme çevirisin-
den yararlanarak oluşturmuştur. Mesnevî, bir asıl hikâye içerisine yerleştirilmiş
hikâyelerden oluşmaktadır (Mahcûb 1345: 599; Safâ 1372: 434-35).
Fars Edebiyatında Mesnevî
| 53
İran edebiyatında Selçuklular devri, özellikle mesnevide yukarıda zikredi-
len bütün türlerin hepsinde birden, gerek şairlik, gerek hikâyecilik bakımından,
fevkalâde bir başarı göstererek, tam bir mesnevîye son şeklini veren Nizâmî-i
Gencevî (öl. 599/1203)’nin yetiştiği devirdir (→Hamse Sahibi Şâirler).

Moğollar ve Timurlular Dönemi


Mesnevî nazım şekli Moğollar ve Timurlular devrinde (XIII.-XV. asırlar)
de çok rağbet görmüştür. Her konuda mesnevî yazılmasına rağmen, büyük
mesnevî üstatlarının hamâsî mevzularına rağbet etmedikleri görülmektedir.
Özellikle İran’ın eski efsanevî tarihine ait konuları hemen tamamıyla terk etmiş-
lerdir. Bunun yerine, gerçek tarihî olayları ele alan ve edebî değer olarak ekseri-
yetle çok yüksek sayılmayacak mesnevîler kaim olmuştur. Ahlâkî mesnevîlerin
en çok sevileni ve en mükemmeli yine bu devrede kaleme alındığı gibi, büyük
üstadlar “hamse” geleneğini sürdürerek, benzeri az görülen örnekler oluştur-
muşlardır (Ateş 1969: 131).
Konusu gerçek tarihî olayları anlatan mesnevîlerin başında Hamdullâh-ı
Mustavfî (öl. 751/1350)’nin Zafer-nâme’si gelmektedir. 720/1320 yılında yazılmaya
başlanan ve 736/1335’te tamamlanan eser, vezir Gıyâsüddîn Muhammed’e su-
nulmuştur. Zafer-nâme üç bölümden oluşur. “Târîh-i Arab” adını taşıyan “bi-
rinci bölüm”de, Hz. Muhammed’den Abbâsî halifelerine kadar geçen zaman tas-
vir edilmiştir. Bu kısım yaklaşık 25000 beyitten oluşmaktadır. “Târîh-i Acem”
başlıklı “ikinci bölüm”de İslâmî dönemden başlanarak İran’da hüküm süren
sülâlelerden sırayla bahsedilmiştir. Bu bölüm takriben 20000 beyittir. 30000 be-
yitten oluşan “üçüncü bölüm” ise, “Târîh-i Moğol” başlığını taşımaktadır. Burada
Türk ve Moğolların menşe tarihinden, Oğuz Han’dan, Cengiz Han’ın ataların-
dan, kendisinden, oğullarından, dört ulustan ve İlhanlılardan bahsedilmektedir.
Mütekârib bahriyle kaleme alınan mesnevî, 75000 beyit olup, Türk tarihi açısın-
dan son derece önemli bir eserdir. Özellikle eserde anlatılan olaylara, destanî bir
hüviyet vermek için uydurma ilâvelerin yapılmaması dikkat çekmektedir (Safâ
1371a: 1278-79; Şafak 1352: 538; Togan 1997: 186-87).
Ahmed-i Tebrîzî’nin mütekârib bahrinde yazdığı ve 18000 beyit olan Şehinşâh-
nâme isimli mesnevîsi, Cengiz Han (603/1206-624/1227) zamanından 738/1337
yılına kadar olan Moğol tarihinden bahsetmektedir. Şemseddîn Muhammed’in
762/1361 yılında Celâyir hükümdarı Sultan Üveys (sal. 757/1356-776/1374) adına
yazdığı bir başka Moğol tarihi de Gâzân-nâme’dir (Safâ 1371: 325-28).
Bu konuda yazılmış bir diğer mesnevî de, XIV. asrın ilk yarısında yaşamış
olan şâir Seyfî’nin Gurlular soyundan gelen Celâleddîn Muhammed Sâm adına
54 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
yazdığı 20000 beyitlik Sâm-nâme-i Seyfî’dir (Safâ 1371: 326). Ayrıca ileride bah-
sedileceği gibi, Hâcû-yı Kirmânî’nin “hamse”sini oluşturan mesnevîlerden biri
olan Sâm-nâme de bu konuda yazılan eserlerdendir.
Hâce Abdulmelik İsâmî (öl. 751/1350’den sonra)’nin Futûhu’s-selâtîn’i
Hindistan’da kurulan İslâm devletleri hakkında kaleme alınmış önemli bir
mesnevîdir. Şâh-nâme taklit edilerek yazılan ve 12000 beyitten oluşan eserde,
Gazneli, Gûr ve Delhi sultanlarının Hindistan’da yaptıkları fetihler anlatılmış-
tır (Safâ 1371a: 917-19).
Timurlular dönemi şâirlerinden Şerefüddîn Alî Yezdî (öl. 861/1457)’nin
Zafer-nâme’si bu konuda yazılmış en tanınmış mesnevîdir. Timurlu Şâhruh
(808/1405-851/1447)’un oğlu Mîrzâ İbrâhîm (öl. 838/1435)’in adına Şîrâz’da 1424
yılında, mütekârib bahriyle yazılan mesnevîde, Timur (öl. 808/1405)’un hayatı
ve savaşlarından bahsedilmiştir (Safâ 1363: 327-28).
Azerî-i Tûsî (öl. 865/1461) tarafından yazılan Behmen-nâme, Hindistan’da
748/1347-933/1527 yılları arasında hüküm süren Behmenî’ler hanedanı şah-
larının hayat ve savaşlarını ihtiva etmektedir. Mesnevî, şâirin otuz yıl kaldığı
Hindistan’da Ahmed Şâh-ı Behmenî’nin isteği üzerine mütekârib bahriyle ka-
leme alınmıştır (Safâ 1363: 485-86).
Moğollar ve Timurlular döneminde (XIII.-XV. yüzyıllar) de aşk ve macera
konulu mesnevîler yazılmıştır. Aşk konulu mesnevîlerden biri Ubeyd-i Zâkânî
(öl. 772/1370) tarafından mütekârib bahrinde kaleme alınan Uşşâk-nâme’dir.
750/1350 yılında iki hafta içerisinde yazılıp, Şeyh Ebû İshâk’a ithaf edilen ve
600 beyitten oluşan eserin konusu, âşık ile maşûk arasındaki ilişkiden ibarettir.
Eserde, maşûkun vasfı, visal, ayrılık, maşûkun âşığa yazdığı mektuplar vb. ko-
nular lirik bir şekilde işlenmiştir (Safâ 1371a: 975).
Mesnevînin tarihî gelişimi içerisinde Uşşâk-nâme, önemli bir yere sahip-
tir. Ayyukî ile başlayan mesnevî ile aynı vezinde “gazel” yazma geleneği, bu
mesnevîde de devam ettiği gibi, başka şâirlere ait gazeller de (örneğin Hümâm-i
Tebrîzî’den iki gazel) mesnevînin içine yerleştirilmiştir. Zâkânî eserinde kendisine
ait 6 gazele yer vermiştir. Bu gazellerin en önemli özellikleri, son derece etkile-
yici ve heyecan verici oluşlarının yanında, mahlas beyitlerinin de bulunması-
dır. Ayrıca başka mesnevîlerden (örneğin Nizâmî’nin Hüsrev ü Şîrîn isimli eserinden
alınan) birkaç beyit de mesnevî arasında “tazmîn” edilmiştir. Bu gelenek, daha
sonra bazı şâirler tarafından da devam ettirilmiştir (Fesâî 1372: 468-70).
Selmân-ı Sâvecî (öl. 778/1376) tarafından yazılmış iki aşk konulu mesnevî
bugün elimizdedir. Bunlardan Cemşîd ü Hurşîd, Celâyirli hükümdar Sultan
Üveys (sal. 757/1356-776/1374)’in isteği üzerine 762/1361’de hezec bahriyle kaleme
Fars Edebiyatında Mesnevî
| 55
alınmış olup, yaklaşık 2700 beyitten ibarettir. Hikâyenin konusu ana hatlariyle
şu şekildedir (Aksoy 1993: 342):

Çin hükümdarının oğlu Cemşîd rüyasında gördüğü kıza âşık olur. Bu kız Rum
kayserinin kızı Hurşîd’dir. Aşk derdiyle günden güne eriyen Cemşîd babasını razı
edemeyeceğini anlayınca dostu bezirgân Mihrâb ile birlikte sevdiğine kavuşmak
için yollara düşer. Başından geçen binbir güçlük, cenkler ve mücadeleler sonunda
sevdiğine kavuşan Cemşîd, Hurşîd’le evlenerek Çin’e döner ve daha sonra da
babasının tahtına çıkar.

Bu konunun anlatıldığı mesnevîlerde, zamanlarının çok güzel canlandı-


rılan spor oyunları ile zengin savaş sahneleri de yer almaktadır. Nitekim döne-
minin spor oyunları ile savaş sahnelerinin güzel bir şekilde canlandırıldığı eser,
Firdevsî’nin Şâh-nâme’sinden, Nizâmî’nin Hüsrev ü Şîrîn’i ile Heft Peyker’inden,
Unsurî’nin Vâmık u Azrâ’ından, Emîr Hüsrev’in Şîrîn ü Hüsrev’inden, Zâhir-i
Fâryâbî’nin Menâhar u Dunâlât’ından alınan çeşitli efsane ve hikâyelerle
zenginleştirilmiş olup dili sanatlı ve ağırdır. Eserde aruzun değişik kalıplarıyla
yazılmış “rubâ’î”, “gazel” ve “kıt’a”lar da bulunmaktadır (Aksoy 1993: 342; Yâsimî
trhs. 117-20; Şafak 1352: 499; Rypka 1370: 389; Yazıcı 1997: 460). Firâk-nâme ise,
mütekârib bahrinde yazılmış olup yaklaşık 1000 beyit civarındadır. Celâyir hü-
kümdarı Sultan Üveys’in çok sevdiği dostlarından biri olan Mercân Hoca’nın
oğlu Bayramşâh’ın Gîlân savaşında 761/1359-60 yılında ölmesi üzerine, sulta-
nın çok sevdiği bu dostunun ölümü karşısında duyduğu üzüntüyü terennüm
eden bir eser yazmasını Selmân-ı Sâvecî’den istemesi üzerine 770/1368-69 yı-
lında kaleme alınmıştır. Selmân-ı Sâvecî’nin oldukça samimî bir üslûba ve dile
sahip olan bu eseri, gerçek bir olaya dayanması itibariyle dikkat çekicidir (Ateş
1968: 281; Yazıcı 1997: 460; Yâsimî trhs. 120; Şafak 1352: 499).
Bir başka aşk konulu mesnevî Assâr-ı Tebrîzî (öl. 784/1382)’nin Mihr ü
Müşterî’sidir. Gerek nazmedildiği devirde gerekse sonraki asırlarda çok rağbet
gören mesnevî, 5120 beyit olup 779/1377’de tamamlanmıştır. Yazıldığı dönem
hakkında oldukça önemli bilgiler ihtiva eden bu eser, şâirin inzivaya çekildiği sı-
rada, bir dostunun kendisinden mesnevî tarzında şâirlik kudretini göstermesini
ısrarla istemesi üzerine kaleme alınmıştır. Nizâmî ile en yüksek seviyesine ula-
şan bu türde onun kadar olgun ve güzel bir mesnevî nazmetmenin zorluğunu
ifade eden Assâr, Mihr ü Müşterî’ye ilâhî aşkı terennüm ettiği için Işk-nâme de
denebileceğini belirtmiştir. Ancak eser, sadece bir tasavvufî ve âşıkâne mesnevî
olmayıp bir taraftan şâirin riyaziye ve astronomi sahasındaki geniş bilgisini or-
taya koymakta, diğer taraftan da yaşadığı devrin müspet ilimlerdeki seviyesini
göstermektedir. Nitekim mesnevîde gezegenler arasındaki nispet ve ahenge dair
56 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
verilen bilgilerin doğruluk derecesi geçen asırda Almanya’da araştırılmış ve mo-
dern astronomi kanunlarıyla şaşılacak derecede bir uygunluk ve benzerlik gös-
terdiği tespit edilmiştir. Mihr ü Müşterî, İslâmî edebiyatlarda kozmik cisimlerin
adları kullanılarak yazılan ilk mesnevîdir. Sonraki yüzyıllarda bu eserin tesi-
riyle aynı adla veya başka kozmik cisimlerin adlarıyla İran ve Türk edebiyatında
âşıkane ve tasavvufî duyguları ifade eden pek çok mesnevî kaleme alınmıştır.
Assâr’ın kozmik cisimlerin isimlerini kullanmasının sebebi; Senâ’î, muhteme-
len Attâr ve Nizâmî gibi büyük mesnevî üstatlarının ele aldıkları konuları tekrar
etmenin basit bir kopyacılık olacağı endişesidir. İstahr ülkesinde Şâpûr adlı hü-
kümdarın oğlu Mihr ile bu hükümdarın vezirinin kızı Müşterî arasındaki aşkı
ihtiva eden eser, 737/1337 yılında hezec bahriyle yazılarak Celâyir hükümdarı
Sultan Üveys (öl. 776/1374)’e takdim edilmiştir (Bilgin 1991: 504; Safâ 1371a: 1024
vd; Anbarcıoğlu 1983: 1152 vd).
Emîr Hüsrev-i Dihlevî’nin çağdaşı ve dostu olan Hasan-ı Dihlevî (öl. 737/1337
[?])’nin, hezec bahriyle 699/1300 yılında yazdığı 606 beyitlik Işk-nâme’si, konu-
sunu Hindistan’da halk arasında bilinen iki gencin arasında geçen aşktan almış-
tır. Mesnevî, Leylâ vü Mecnûn hikâyesinden esinlenerek oluşturulmuştur (Safâ
1371a: 826; Kurtuluş 1997: 229).
Ayrıca Emîr Hüsrev-i Dihlevî (öl. 725/1325)’nin Şîrîn ü Hüsrev, Mecnûn u
Leylâ ve Heşt Behişt’i; Hâcû-yı Kirmânî (öl. 763/1362?)’nin Hümâ vü Hümâyûn,
Gül ü Nev-rûz ve Güher-nâme isimli mesnevîleri de aşk konusunda yazılmış
önemli eserlerdendir. İleride bu devirde yazılan hamselerden bahsedilirken bu
mesnevîler hakkında bilgi verilecektir.
XV. asırda aşk konusunu işleyen şâirlerden biri de Fettâhî-i Nişâbûrî
(öl.852/1448)’dir. Kendisine haklı bir şöhret kazandıran ve Hüsn ü Dil olarak da
bilenen Destûr-ı Uşşâk’ı hezec bahrinde yazılmış olup 5000 beyitten oluşmak-
tadır. Destûr-ı Uşşâk’ın konusunu, Yunanistan’da dünyayı hâkimiyeti altında tu-
tan Akl’ın beden kalesine hükümdar olarak tayin ettiği, beden kalesinin dimağ
kubbesinde oturan oğlu Dil (gönül) ile Aşk’ın kızı Hüsn (güzellik) arasındaki sevgi
ve birbirine kavuşuncaya kadar vücudun başka organlarında geçen olaylar teş-
kil etmektedir. Esas itibariyle tasavvufî mecazlarla dolu sembolik ve psikolo-
jik bir hüviyete sahip olan eserde, seyr ü sülûk konu edinilmiştir. Mesnevîde,
özellikle Hüsn ile Dil’in birbirlerine yazdıkları ve her beytinde bir edebî sanata
yer verdikleri manzum mektuplar dikkat çekicidir. Fettâhî, Destûr-i Uşşâk adlı
mesnevîsini, Hüsn ü Dil adıyla mensur olarak özetlemiştir. Konusu itibariyle
alegorik ve tasavvufî bir roman özelliği taşıyan eser, üslûbunun dikkat çekici-
liği ve kolay anlaşılır olması sebebiyle çok şöhret bulmuş ve çeşitli dillere ter-
Fars Edebiyatında Mesnevî
| 57
cüme edilmiştir (Yazıcı 1995: 485; Köksal 2003: 9-12; Fettâhî-i Nîşâbûrî 1351; Alioğlu
1998: 29-31, 37-38; Nuhoğlu 2010: 69-71).
Şâhruh (sal. 808/1405-851/1447) döneminin ünlü şâiri Ârifî-i Herevî (öl.
853/1449)’nin Gûy u Çevgân adlı eseri de aşk konusunda yazılmıştır. Hâl-nâme
adıyla da bilinen eser, muhtemelen 842/1438-39’da Şâhruh’un oğlu Sultan Mu-
hammed Baysungur adına yazılmaya başlanmış ve iki haftada tamamlanmıştır.
Hezec bahriyle kaleme alınan ve “bitiş bölümü”nde yer alan bir beyte göre 501
beyitten oluşan eserde, bir “dervîş” ile bir “şehzâde” arasındaki aşk anlatılmıştır.
Ârifî’nin çok beğenilen eserinde Nizâmî-i Gencevî (öl. 599/1203)’nin tesiri açıkça
görülmektedir (Safâ 1363: 457; Browne 1351: 718; Ateş 1968: 354-55).
Hintli şâir Cemâlî-i Dihlevî (öl. 942/1535)’nin İran edebiyatında ilk kez ya-
zılan Mihr ü Mâh mesnevîsi de aşk konulu bir eserdir. Cemâlî, eserini 904/1499
yılında Assâr-ı Tebrîzî’nin Mihr ü Müşterî isimli eserinden etkilenerek kaleme al-
mıştır. Hezec bahrinde yazılan ve 3600 beyit olan mesnevînin konusu Bedahşân
padişahının oğlu Mâh ile Minâ şehrinin padişahı Behrâm’ın kızı Mihr arasın-
daki aşktır (Anbarcıoğlu 1983: 1159).
Aşk konusunda mesnevî yazan bir diğer şâir de Mekteb-i Şîrâzî (öl.
916/1510)’dir. Şîrâzî, Nizâmî’yi taklit ederek 895/1489 yılında 2160 beyitlik Leylâ
vü Mecnûn adlı bir mesnevî kaleme almıştır (Safâ 1363: 387). Eserini oluştururken
Nizâmî’nin aynı adlı eserini esas alan Mektebî, onda yer alan motiflerin hepsini
almamış, kendisi de yeni motifler eklemiştir. Eserinde, özellikle Arap kaynakla-
rının önemli bir yeri vardır (bkz. Levend 1959: 59-75).
Yukarıda adları geçen mesnevîlerin dışında Câmî (öl. 897/1492)’nin Yûsuf
u Züleyhâ’sı ve Leylâ vü Mecnûn’u; Hâtifî (öl. 926/1520)’nin Şîrîn ü Hüsrev, Leylâ
vü Mecnûn ve Heft Manzar isimli mesnevîleri, bu dönemlerde yazılmış aşk ko-
nulu eserlerdir (→ Hamse Sahibi Şâirler).
Selçuklular devrinde ilk kez yazılmaya başlanan ve ağırlığını tasavvufî
duygu ve düşüncelerin oluşturduğu, sonraki yıllarda ise ahlâkî ve içtimaî dü-
şüncelere de yer verilen tasavvufî mesnevîler, Moğol ve Timurlular dönemle-
rinde hayli rağbet bulmuşlardır.
Bu dönemlerde her alanda istikrarın kaybolması, siyasî ve sosyal hayatın
çalkantılı geçmesi ve halkın tasavvufî ve ahlâkî konulara ihtiyaç duyması, bu tür
mesnevîlerin yazılmasına neden olmuştur. Bu konuda eser veren şâirler, genel-
likle Senâ’î (öl. 524/1130) ve Attâr (öl. 618/1221)’ın eserlerini kendilerine örnek al-
mışlardır. Bu dönemlerde tasavvufî ve ahlâkî konularda mesnevî yazan şâirlerin
en meşhuru Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (öl. 672/1273)’dir. Mevlânâ’nın oğlu Sul-
58 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
tan Veled (öl. 712/1312)’in de bu türde mesnevîleri olup bunlar hakkında “Türk
edebiyatında mesnevî (XI-XIII. Yüzyıllar)” bölümünde bilgi verilmiştir.
Bu konuda yazılmış diğer mesnevî Deh-nâme olarak da bilinen Uşşâk-
nâme’dir (Şeyh Fahruddîn İbrahim-i Hemedânî 1373: 1-20 [muaddime], 297-357).
Lema’ât adlı eseriyle tanınmış mutasavvıf şâir Fahreddîn-i Irâkî (öl. 688/1289)
tarafından hafîf bahrinde kaleme alınan mesnevî, Vezir Şemseddîn-i Cüveynî’ye
ithaf edilmiştir. Irâkî, on “fasıl”dan meydana gelen eserinde, tasavvufî aşk, âşık
ve maşûkla ilgili düşüncelerini bazen konuyla ilgili hikâyeler anlatarak açıkla-
mıştır (Browne 1351: 176; Ocak 1992a: 82-85).
Mutasavvıf şâirlerden Hümâm-i Tebrîzî (öl. 714/1314)’nin 300 beyitlik he-
zec bahriyle yazdığı Sohbet-nâme; aşk, âşık, sevgili, ayrılık, vuslat gibi konu-
larda yazılmış tasavvufî bir eserdir. Hümâmî, Ayyûkî’den sonra mesnevîde ga-
zel yazma geleneğini sürdürerek eserinde birkaç gazele yer vermiştir. Eserin en
önemli özelliği Deh-nâme türünün ilk örneği olmasıdır (Safâ 1363: 720).
XIII. asrın ünlü mutasavvıf şâirlerinden Emîr Hüseynî-i Herevî (öl.
719/1319)’nin bu türde yazılmış üç küçük mesnevîsi bulunmaktadır. Bunlar-
dan Zâdü’l-müsâfirîn, sekiz “makâle”den oluşmakta ve “mücâhede”, “talep”,
“hak”, “irşâd”, “aşk” gibi konuları ihtiva etmektedir. Remel bahriyle yazılan ve
950 beyitten oluşan Kenzü’l-Rumûz’da, “ilim”, “tevhîd”, “gönül”, “akıl”, “kabz”,
“bast”, “tecrîd”, “semâ” gibi mevzulardan bahsedilmiştir. Tasavvufî boyutuyla
“aşk”, “âşık” ve “ma’şûk”tan bahsedilen, ayrıca “seyr ü sülûk” hakkında bilgi ve-
rilen Sî-nâme ise, 1200 beyit civarında olup hezec bahriyle kaleme alınmıştır
(Safâ 1363: 751-63).
Bu dönemde yazılan tasavvufî mesnevîlerin önemlilerinden olan Gülşen-i
Râz (Şebusterî 1371; Gölpınarlı 1972, 1988), Seyyid Hüseynî’nin sorduğu on beş man-
zum sorunun cevaplarından meydana gelmiştir. Sorularda ve cevaplarda aru-
zun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbı kullanılmıştır. Şebüsterî, “sebeb-i nazm-i
kitâb” başlığı altında (Şebusterî 1371: 4-9; Gölpınarlı 1988: 6-8) eserini yazma sebe-
bini şu şekilde belirtmiştir: Mesnevî tarzında yazılmış bu sorular 717/1317-18’de
Tebrîz’e gelince, meclisinde bulunanlar tarafından buna cevap yazması istenmiş;
o da ısrarlar üzerine, kısa zamanda bu eseri meydana getiren cevapları vermiş
ve elçi bunu saygıyla alıp Horasan’da bulunan Seyyid Hüseynî’ye götürmüştür.
Şebüsterî önce sorulan her soruyu birer beyitle hemen cevap vermiştir. Ancak
bu cevapların biraz daha genişletilmesini isteyenlerin isteğine uyarak cevapların
beyit sayısını artırmış ve 993 beyitten oluşan bu eser ortaya çıkmıştır. Mesnevînin
giriş kısmında mantık, felsefe ve vahdet-i vücûd gibi ilmî konulardan bahsedil-
miştir (Safâ 1371a: 763-71; Browne 1351: 186-93; Mahcûb 1345: 654).
Fars Edebiyatında Mesnevî
| 59
Dönemin meşhur mutasavvıf şâirlerinden Evhadî-i Merâgî (öl. 738/1339)’nin
tasavvufî ve ahlâkî konularda yazılmış mesnevîleri vardır. Bunlardan Mantıku’l-
uşşâk olarak da bilinen Deh-nâme, 600 beyit civarında olup 706/1306’da Fahreddîn-i
Irâkî’nin aynı adı taşıyan mesnevîsine nazire olarak yazılmıştır. Âşığın ağzından
söylenmiş on mektuptan oluşan eser, Nasîrüddîn-i Tûsî’nin torunu Vecîhüddîn
Yûsuf’un isteği üzerine ve onun adına yazılmıştır. Aralara mesnevî ile aynı ve-
zinde gazeller ile çeşitli hikâyeler serpiştirilmiştir. 733/1333’te tamamlanan Câm-ı
Cem ise, Senâ’î (öl.524/1130)’nin Hadîka’sı tarzında ve aynı vezinde yazılan ahlâkî
ve tasavvufî bir eserdir. Yaklaşık 5000 beyit olan eser, meşhur Câmi’u’t-tevârîh
müellifi tarihçi ve vezir Reşîdüddîn Fazlullah’ın oğlu Gıyâsüddîn Muhammed’e
ithaf edilmiştir. Baş tarafında İlhanlı hükümdarlarından Ebû Sa’îd Bahâdur Han
(716/1316-736/1335) hakkında bir medhiye de bulunmaktadır. Yazıldığı zaman
büyük ilgi gören eserde, yazıldığı tarihe kadar hiçbir şâirin temas etmediği ahlâkî
disiplin, beşerî münasebetler, çocukların eğitimi, hâkimlerin vazifeleri ve tasav-
vuf esaslarıyla ilgili hususlar son derece başarılı bir şekilde ele alınmıştır (Bilgin
1993: 42; Safâ 1371a: 831-44; Ateş 1968: 252-55).
Şüphesiz XIII. asrın ortalarında tamamlanan İranlı büyük şâir Sa’dî-i Şîrâzî
(öl. 691/1292)’nin Bostân’ı, tamamen yazarının dehasının damgasını taşımakta ve
bugüne kadar, İran edebiyatında bu tür eserlerin en çok sevileni ve en mükem-
meli olarak kabul edilmektedir. Sa’dî-i Şîrâzî’nin bu eseri, eski nüshalarda Sa’dî-
nâme diye geçmesine rağmen Bostân diye şöhret bulmuştur. Sa’dî, muhtemelen
bu eserine hiçbir isim vermemiş, daha sonraki dönemlerde ise, Sa’dî-nâme ye-
rine, Sa’dî’nin diğer meşhur eseri Gülistân’a anlam ve söyleyiş bakımından daha
uygun düştüğü için “güzel kokulu çiçek bahçesi” anlamına gelen Bostân adı ter-
cih edilmiştir (Karaismailoğlu 1992: 307-308). Sa’dî eserini yazış sebebini, eserinin
“sebeb-i nazm-i kitâb” bölümünde, dünyanın birçok yerini gezdiğini, birçok ki-
şiyle görüştüğünü, gittiği her yerden bir şeyler aldığını söyledikten sonra, dost-
larına eli boş dönmek istemediğini, şekerden daha tatlı olan sözlerini onlara ar-
mağan etmek istediğini (Sa’dî trhs.: 220) söyleyerek açıklamıştır.
Bostân, Sa’dî’nin ifadesiyle “kutlu bir yılın mutlu bir gününde, iki bayram
arasında hayırlı tarihte; 655/1257 tarihinde” (Sa’dî trhs.: 221; İlaydın 1992: 12), “Sa’dî,
Ebû Bekir bin Sa’d bin Zengî zamanında yaşamış desinler diye onun adına” (Sa’dî
trhs.: 221; İlaydın 1992: 12) yazılmıştır. Yaklaşık 4000 beyit olan bu mesnevî, Şâh-
nâme vezniyle yani “feûlün feûlün feûlün feûl” kalıbında kaleme alınmıştır. Ata-
bek Muhammed zamanında eserini tekrar gözden geçiren Sa’dî, eserine adı ge-
çen atabekin övgüsünde birkaç beyit eklemiştir (Safâ 1371: 660).
Eser Sa’dî’nin ifadesiyle “on terbiye (kapısın) dan” yani bölümden mey-
dana gelmiştir. Bunlar şunlardır: Birincisi “adalet, tedbir; halkı gözetip Tanrıdan
60 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
korkma” bölümü. İkincisi “ihsan” bölümü; bunun temelini, nimet sahibi olanlar
okusunlar da Tanrı’nın lutfuna şükretsinler, diye attım. Üçüncüsü “sevgi, sarhoş-
luk ve cezbe” bölümü; fakat sahte âşıkların sevgisiyle bir ilgisi yok. Dördüncüsü
“gönülsüzlüğe”, beşincisi “rıza”ya, altıncısı, “kanaatkâr olanların vasıfları”na dair.
Yedinci bölümde “terbiye âlemi”nden, sekizinci bölümde “sağlığa şükretmek”ten
bahsettim. Dokuzuncu bölüm “tövbeye, doğru yola” dairdir. Onuncusunda
“münâcât” vardır ve kitap burada sona ermektedir.” (Sa’dî trhs.: 220; İlaydın 1992:
11). Bu bölümler çeşitli hikâyelerden ve konuşma (goftâr)lardan meydana gelir.
Bunların uzunluğu ve kısalığı farklı olup bazen bir hikâyenin içinde başka bir
hikâyenin de anlatıldığı olur. Konuşmalar ise ekseriyetle didaktiktir. Sa’dî anlat-
tığı hikâyelerde vermek istediği mesajı verdikten sonra, nasihate başlar ve çe-
şitli telkinlerde bulunur.
Sa’dî, tamamıyla eğitici bir fonksiyona sahip olan bu eserinde anlattığı
hikâyeleri ya çeşitli kaynaklardan derlemiş ya başkalarından duyduğu rivayet-
lerle edindiği bilgi ve tecrübelerini hikâyeleştirmiş ya da bizzat şahit olduğu olay-
lardan yazmıştır. Sa’dî bu hikâyeleri anlatırken sâde, çekici ve anlaşılır bir üslûp
kullanmış, yer yer tarihî şahsiyetlerden de bahsetmiştir. Teşbîh ve istiarelerinde
gerçekçi olmaya özen gösteren Sa’dî, adalet, siyaset, yöneten-yönetilen münase-
betleri, iyi ve kötü ahlâk, Allâh’a karşı kulluk, terbiye, aşk, muhabbet vb. konu-
ları eğitici ve öğretici bir şekilde işlemiştir (Karaismailoğlu 1992: 307).
İmâdüddîn Arabşâh-ı Yezdî (öl. 794/1392)’nin 1000 beyitlik Mûnisü’l-uşşâk
isimli mesnevîsi, ünlü mutasavvıf Şihâbüddîn-i Sühreverdî (öl. 587/1191)’nin
“İlâhî bir varlığın, Tanrı’nın, aklı yaratması ve ona Tanrı’yı, kendini ve olacak
şeyleri bilmek vasfını vermesi üzerine, bunlardan sırasıyla, güzellik, aşk ve hüz-
nün hâsıl olmasından ve bunun dünyada görünüşlerinden” bahsettiği aynı isimli
“felsefî-tasavvufî” risalesinin nazma çekilmiş hâlidir. Arabşâh, Sühreverdî’de ge-
çen konuları remiz ve işaretlerle, hatta büyük bir beceriyle mesnevîsinde işle-
miştir (Ateş 1968: 43, 287; Safâ 1371a: 1095).
Ayrıca İmâd-i Fakîh’in hamsesini oluşturan beş mesnevîsi ile Emîr Hüsrev-i
Dihlevî’nin beş mesnevîsinden biri olan Matla’u’l-envâr’ı bu konuda yazılmış
mesnevîler olup, bunlar hakkında ileride hamseler anlatılırken bilgi verilecek-
tir.
XV. yüzyılda da tasavvufî ve ahlâkî mesnevîler yazılmıştır. Bu mesnevîlerde
Mevlânâ ve Sa’dî’nin eserlerinin etkisi hemen hissedilmektedir. Bu asrın en büyük
ve tanınmış sufîlerinden olan Kâsım-ı Envâr (öl. 837/1433)’ın, kısa bir “önsöz”le
başlayan ve yaklaşık 600 beyit olan Enîsü’l-ârifîn’i, tasavvufî bir mesnevî olup,
“nefis”, “ruh”, “kalp” ve “aşk” gibi tasavvufî kavramların açıklanması ile tasavvufî
ahlâkın hüviyetini ihtiva etmektedir. Sâde bir dille yazılan mesnevîde, beyan üslûbu
Fars Edebiyatında Mesnevî
| 61
ve mânâların edası bakımından Mevlânâ’nın Mesnevî’isi ve Sa’dî’nin Bostân’ı tak-
lit edilmiştir (Ateş 1968: 329; Safâ 1363: 254-64). Şâh Dâ’î (öl. 869/1465)’nin sâde bir
dille yazmış olduğu ve 856/1452’de bitirdiği Işk-nâme isimli mesnevîsi, “rıza”, “tes-
lim”, “tevhîd”, “tevekkül”, “terk” gibi konulardan oluşmaktadır (Safâ 1363: 337).
Timurluların son dönemlerinde yetişen Hilâlî-i Çagatayî (öl. 936/1529-30)’nin
bu türde yazılmış iki mesnevîsi vardır. Bunlardan Şâh u Dervîş’te, bir şehzâdede
ilâhî güzelliği görüp ona samimî bir şekilde âşık olan bir dervişin hikâyesi an-
latılmaktadır. Hafîf bahrinde yazılarak Hüseyin Mîrzâ’nın büyük oğlu Bedî’ü’z-
zamân Mîrzâ’ya takdim edilen bu tasavvufî mesnevî, 1325 beyit olup Şâh u Gedâ
olarak da isimlendirilmektedir. Hilâlî’nin aşkın mahiyeti, aşkta doğruluk, aşkla
ilgili olarak vefa, güzellik, cömertlik, cesaret, himmet, ihsan, alçak gönüllülük,
edep gibi konuları ihtiva eden 1237 beyitlik Sıfatü’l-âşıkîn’i yirmi “bâb”dan oluş-
maktadır. Her “bâb”da işlenen konu ile ilgili bir hikâyeye de yer verilmiştir (Ateş
1968: 478-81; Safâ 1363: 434-35; Şafak 1352: 572-73).

Hamse Sahibi Şâirler


Nizâmî-i Gencevî (öl. 599/1203)
Nizâmî, “penc-genc/hamse” ismi altında toplanan beş mesnevîsinde (hamse
için → Türk Edebiyatında Hamse), mesnevî nazım şekli ile anlatılan her çeşit konu-
larda, gerek bütün hâlinde, gerek ayrı ayrı İran ve Türk edebiyatlarında son de-
virlere kadar tetkik ve taklit edilen örnekler vermiştir (Ateş 1969: 130).
Öyle ki, sonraki dönemlerde yetişen edebiyat nazariyecilerinin tam bir
mesnevînin “giriş bölümü”nde bulunması gerektiğini belirttikleri “tevhîd”,
“münâcât”, “na’t”, “medhiye”, “hükümdarın övülmesi”, “sebeb-i te’lîf” gibi bö-
lümleri, Nizâmî’nin mesnevîlerine bakarak tespit etmişlerdir. Nizâmî bu bö-
lümleri açık bir şekilde ayırdığı gibi, bunlara “mi’râc”ı da ilâve etmiştir. Ay-
rıca Nizâmî’nin “hamse”sinde kullandığı vezinler, sonraki şâirler tarafından, o
konular için en uygun vezinler olarak kabul edilmiş, bundan dolayı da, gerek
“hamse”ye nazire yazanlar, gerekse “hamse”deki konulardan birini kaleme alan-
lar, hemen daima, Nizâmî’nin kullandığı vezni kullanmışlardır. Nizâmî’nin eser-
lerinde kahramanların ağzından söylenen gazellerin tamamı ise, mesnevî şek-
lindedir (Ateş 1969: 130-31).
Nizâmî, “penc-genc/hamse”sinin ilk eseri olan Mahzenü’l-esrâr’ı Anadolu
Selçukluları’ndan Kılıç Arslan’a bağlı olan ve Erzincan ve çevresinde hüküm süren
Fahrüddîn Behrâmşâh bin Dâvûd (öl. 622/1225) adına 570/1174 veya 572/1176
yılında yazarak (Nizâmî 1370a: 12, 1986: 5; Akalın 1994: 47, 1998: 79; Tarlan 1944: 74;
Safâ 1372: 801-802) ona götürmek istemiş, fakat yolların asayişsizliği sebebiyle,
62 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
kendisi Erzincan’a gidememiş, eserini göndermiştir (Ateş 1968: 66). Behrâmşâh,
adını ebedileştireceğini anladığı bu esere mukabil, Nizâmî’ye, o devirde başlı-
başına bir servet sayılabilecek yüklü bir caize vermiştir (Akalın 1994: 47; Nizâmî
1370a: 12; 1986: 5; Terbiyet 1314: 381).
Nizâmî’nin “hamse”sinin ilk mesnevîsini teşkil eden ve yaklaşık 2300 beyit
olan Mahzenü’l-esrâr, kendisinden sonra gelen dört mesnevîden muhteva ola-
rak ayrılmaktadır. Bir aşk macerasını veya bir hükümdarın dünyayı tutup ona
hâkim olmasını anlatmayan Mahzenü’l-esrâr, ne bir destan ne de hikâyedir. Bun-
dan dolayı diğer mesnevîlerle benzerliği sadece şekil ve telkin ettiği fikirler ba-
kımındandır (Resulzade 1951: 119; 1991: 98-99).
Ahlâkî ve irfânî bir mesnevî olan Mahzenü’l-esrâr, serî’ bahrinin “müftei-
lün müfteilün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır (Nizâmî 1370a: 12). Küçük bir mesnevî
olup, ahlâkî ve tasavvufî düşünceleri öğretmek maksadıyla yazılan eser (Ateş
1968: 66), tamamı hikmet, vaaz, ahlâkî öğüt ve aralarına serpiştirilmiş didaktik
temsilî hikâyelerden oluşmuş yirmi “makâle”den meydana gelmektedir. Nizâmî
bu mesnevîsini yazarken, kendisinin ve edebiyat tarihi araştırıcılarının söyledi-
ğine göre, kendisinden önce aynı konu üzerinde mesnevî yazmış olan Senâ’î-i
Gaznevî’nin (öl. 545/1150) Hadîkatü’l-hakîka adlı eserinden de yararlanmıştır
(Akalın 1994: 48). Senâ’î, hikâyelerinde Nizâmî’den önce, “zühd”, “öğüt”, “hik-
met” ve “tasavvuf” mazmunlarını ön plana çıkarırken, Nizâmî manzumesinde
riyakâr vaizlerin öğütlerinin aksine acı, sert ve itap edici sözlere yer vermiştir
(Akalın 1988: 79). Nizâmî, Farsça ahlâkî, terbiyevî şiir tarihinde mühim bir yer
tutan (Ateş 1964: 322) eserini, kendi gönlünün isteğine uygun olarak tasavvufî
ince mânâlara ve ahlâkî öğütlere elverecek biçimde kaleme almıştır. Padişah ve
emirlerin arzusunu göz önünde bulundurmamıştır (Akalın 1994: 48: 1998: 80).
Mahzenü’l-esrâr’a birçok Türk, İran ve Hind şâiri tarafından nazire yazıldığı
halde bunların hiçbiri, Mahzenü’l-esrâr derecesine ulaşamamıştır (Terbiyet,1314:
381-82; Akalın 1994: 48-49; 1998: 80).
Hüsrev ü Şîrîn, Nizâmî’nin “hamse”sinin ikinci mesnevîsidir. İthaf edildiği
kimse, yazıldığı tarih ve beyit sayısı konusunda ihtilaf bulunan Hüsrev ü Şîrîn
hikâyesi, Sâsânîler döneminin sonlarında doğmuş, İslâmî dönemde ise son şek-
lini almıştır. Sâsânî hükümdarlarının 23.sü olan Hüsrev-i Pervîz (590-628)’in,
Ermeni şehzâde kızı/prensesi veya Hozistanlı bir kız olan Şîrîn ile olan aşk
hikâyesini konu alır (Nizâmî 1370a: 24). Bu hikâye, parça parça olarak eski kitap-
lardan Câhiz’in Kitâbü’l-mehâsin ve’l-ezdâd, Ebû Mansûr-ı Se’âlebî’nin Gurerü’l-
ahbâr, Ebû Alî Miskeveyh’in Nedîmü’l-ferîd, Ebu’l-kâsım-ı Firdevsî’nin Şâh-nâme,
İbn-i Nebâte’nin Şerhu’l-uyûn’unda manzum olarak ve birbirine benzer şekil-
lerde anlatılmıştır (Resulzade 1951: 129; Terbiyet 1314: 382; Safâ 1372: 802).
Fars Edebiyatında Mesnevî
| 63
Muhammed Alî Terbiyet, Farsçada bu hikâyenin ilk gerçek nâzımının
Nizâmî olduğunu belirttikten sonra, bu hikâyeyi değişik bir şekilde rivayet eden
Ârif-i Erdebilî müstesna, sonra gelenlerin tamamını birer Nizâmî mukallidi ola-
rak niteler (Terbiyet 1314: 382). Nizâmî’nin kalemiyle edebî bir nitelik kazanan
bu eser, Fars dilinin en büyük lirik şâheserlerinden biri olma liyakatini kazanır
(Akalın 1994: 53; 1998: 81). Nitekim Nizâmî de, kendine has ruhî tahlil ve yara-
tıcılık sanatı sayesinde, dünya edebiyatında aşk üzerine yazılan hikâyeler ara-
sında ona seçkin bir yer sağlamıştır (Resulzade 1951: 129).
Hüsrev ü Şîrîn’de vak’a, Firdevsî’den alınmadır. Tarihî bir rivayete daya-
nır. Bazı edebiyat tarihçileri Şarktaki ilk manzum romanın bu mesnevî oldu-
ğunu kabul ederler. Kahramanlarının psikolojilerine dikkat etmesi, başkahra-
manların şahsiyetlerindeki değişme ve gelişmeleri dinamik olarak tasvir etmesi,
Nizâmî’nin mesnevî yazmadaki genel başarılarından addedilmektedir (Akalın
1994: 53). Hüsrev ü Şîrîn, mevzu bakımından, esas itibariyle, Sâsânî hükümdarı
Hüsrev-i Pervîz’in hayatını anlatır ve bu hükümdara ait Şâh-nâme’de bulunan
kısma tekabül eder. Şu kadar var ki, burada tarihî vak’alar, destanî bir şekilde
değil, daha ziyade son derecede incelmiş aşk duygularını tahlil ve ifade edecek
bir şekilde, manzum bir aşk romanı hâline getirilmiştir (Ateş 1964: 323).
Hüsrev ü Şîrîn hikâyesinin başkahramanı Şîrîn4’dir. Şîrîn, dünya edebiyatı-
nın belli başlı kadın tipleri arasında yer alır. Belirli vasıflarla işlenmiştir; sevgi-
sine son derece bağlı, fedakâr, mert, asil bir kadın tipidir. Nitekim Şîrîn, Hüsrev’e
gönül verdikten sonra hiçbir sûrette aşkından dönmemiştir5. Nizâmî’nin bu ese-
rinde prototipini çizdiği Ferhâd, sonra yazılacak mesnevîlerde daha da geliştiri-
lecek, aşkı uğruna canını feda eden yiğit ve iradeli bir insan olarak sembolleşe-
cektir. Ferhâd da bu eserde Şîrîn’e gönül verdikten sonra, gözünü aşk deliliğiyle
açmış ve bu sebeple olgunlaşmayı öğrenmiş; ondan başka bir sevgiliyi görmeyi
istememiştir. Hüsrev ise eserde daha arka planda ve zayıf karakterli kararsız bi-
risi olarak canlandırılmıştır. Zaten daha sonra bazı şâirler, Ferhâd’ı ön plana çı-
kararak başkahraman yapmışlardır (Akalın 1994: 53; Nizâmî 1370a: 22). Nizâmî,
Hüsrev’in şahsında, alegorik ve sembolik unsurlar ve söyleyişlerden faydalana-
rak devrin idarecilerine yol göstermiştir (Tural 1993: 161). Nizâmî’den sonra ya-
zılan hemen bütün Hüsrev ü Şîrîn mesnevîleri aruzun aynı kalıbı ile ve 6500 be-
4
Şîrîn’in Türk olduğu söylenmektedir. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Caferoğlu
1972.
5
Sadık Tural, Şîrîn, hakkında şunları söylemektedir: Şîrîn, sevgilisi uğruna her fedakârlığa
hazır, fakat iffet ve şerefiyle taclanmış bir güzelliği kahramanlık hâline getiren bir
kadındır. Şîrîn, Husrev’i her mânâda eğitip olgunlaştıran, bazı kusurlu zamanlarına
rağmen, adalet ve namusla yoğrulmuş bir erkek yapan, kadındır (1993: 161).
64 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
yit hâlinde kaleme alınmış ve şâirin bu eseri, Şark edebiyatlarında bir geleneğin
öncüsü olmuştur (Akalın 1994: 53; 1998: 82). Nizâmî’den sonra yüzlerce İranlı ve
Hindistanlı şâir, bu hikâyeyi nazmetmişlerse de hiçbirisi selâsette, belagatte, akı-
cılıkta ve tatlılıkta Nizâmî’nin nazmına ulaşamamıştır (Terbiyet 1314: 382).
Arap edebiyatında Kays’ın şiirleriyle, sonradan bunlara eklenen söylenti-
lerden meydana gelen Mecnûn ile Leylâ hikâyesi, X. asrın sonlarında Kitâbü’l-
egânî ile İran’a geçmiş, kaynakların efsaneleştirdiği bu aşk, uzrî/gerçek ve temiz
aşkın timsali olarak bazı şiirlerde birer “mazmun” hâlinde yer aldıktan sonra,
ilk defa Nizâmî tarafından manzum büyük bir hikâye hâline getirilmiştir (Le-
vend 1959: 370).
Nizâmî, penc-genc/hamsesinin üçüncü mesnevîsi olan Leylâ vü Mecnûn’u
Şirvânşâh Ebu’l-muzaffer Ahsitân bin Minûçihr (556/1160-566/1170)’in isteği
üzerine nazmetmiştir (Safâ 1372: 803; Şafak 1352: 374; Nizâmî 1370: 15; Ateş 1968:
66, 1964: 323; Dâniş 1327: 265; Terbiyet 1314: 383; Resulzâde 1951: 143). Nizâmî, bir
gün yeni bir mesnevî yazmayı düşünürken, Şirvânşâh’ın, kendisinden Leylâ vü
Mecnûn hikâyesini nazmetmesini isteyen mektubunu almış, ancak yaşının ilerle-
miş olmasından ve zayıflığından dolayı bunu kabul etmek istememiş, fakat oğlu
Muhammed’in ricası üzerine bu mesnevîyi kaleme almıştır (Ateş 1964: 323).
Nizâmî, Şirvânşâh’ın emri ve oğlunun teşvikiyle Arabistan çöllerinde ge-
çen ve klâsik İslâm edebiyatı çerçevesi içinde manzum büyük bir roman olması
için her şey tamam olan bu aşk hikâyesini yazmaya niyet edince, önce Kitâbü’l-
egânî’yi dikkatle okur, sonra Arap kaynaklarında geçen bütün söylentileri top-
lar, Kays ile Leylâ’nın ağzından söylenen acıklı şiirleri gözden geçirir, konuyu
çerçevelendirmek için gerekli gördüğü motifleri de ekler ve eserinin planını ha-
zırlayarak ona yeni boyutlar kazandırır (Levend 1959: 370).
Leylâ vü Mecnûn, hafîf bahrinin “mef’ûlü mefâilün feûlün” kalıbıyla yazıl-
mıştır. Eser, şâirin bizzat ifadesiyle, 584/1188’de dört ay içerisinde yazılmasına
rağmen (Nizâmî 1370: 445), kaynaklarda telif tarihi değişik şekillerde kaydedil-
miştir. Eserin beyit sayısı, kaynaklarda farklı sayılarda gösterilir. Beyit sayısını
4000 olarak kabul eden müellifler, sonraki beyitlerin başkaları tarafından ilhak
edildiğini öne sürerler (Akalın 1998: 83). Agâh Sırrı Levend’e göre, Nizâmî’nin
eserine sonradan bazı parçalar ekleyen şâir, Mecnûn ve Leylâ için ikinci bir bu-
luşma sahnesi hazırlar. Buna göre iki sevdalı buluşur. Birbirine sarılır ve öylece
bir gün bir gece kalırlar. Sonra Leylâ kendine gelince sevgilisini çadırına götürür.
Kollarını Mecnûn’un boynuna dolar, sabaha kadar iki sevdalı koyun koyuna ya-
tar. Levend, bilinmeyen şâirin burada Leylâ’nın rolünü tamamen değiştirdiğini
belirtir. Çünkü Leylâ, ilk buluşmada olduğu gibi, bir adım ileri atmayı ayıp ve
Fars Edebiyatında Mesnevî
| 65
günah sayan iffetli bir kadın değil, ihtirasına düşkün bir dişidir. Böyle olmakla
birlikte şâire göre bu, gerçek aşktır; şehvet değildir (1959: 371).
Nizâmî bu mesnevîsini, devrinin edebî zevk ve anlayışlarını göz önünde
bulundurarak kaleme almış, tahkiyeli eserlerde görülen anlatım tekniklerini
rahatça kullanabilmiştir. Bunun için olsa gerek, yazıldığı devirde büyük kitle-
ler tarafından beğenilip takdir edilen, asırlar boyu kendisine nazire ve cevap-
lar yazıldığı hâlde aşılamamış bir şâheser olan mesnevî, yazıldığı kültür daire-
sine giren toplulukların duygularını, düşüncelerini, hayallerini ve heyecanlarını
estetik bir yapı içerisinde başarı ile harekete geçirebilmiştir. Eser, konusu bakı-
mından Arap kaynaklarından beslendiği hâlde, vak’anın tertibi ve işlenişi şâir
tarafından farklılaştırılmış, tasavvufî niteliği olmayan platonik nitelikli beşerî
problematiği etrafında derin yapısına kavuşturulmuştur. Ancak şâir, ifade et-
mek istediği mistik nitelikli fikirlerini, sözünü emanet ettiği yazar-anlatıcının
bakış açılarını kullanarak veya bizzat araya girerek ustalıkla nakletmiştir. Bu-
nun için eser, çağdaş roman sanatı ve unsurları bakımından tahlil edilebilir bir
özelliğe sahiptir. Vak’ayı ustalıkla hareket ettiren; metin halkalarını kronolojik
sıraya riayet göstererek birbirine bağlayan ve olay örgüsünü uzun soluklu bir
çerçeveye oturtan şâir, şahıs kadrosunu, fertlerin hikâyede yüklendikleri rollere
göre oluşturur; tip ve karekter bakımından Leylâ ve Mecnûn dışında -çünkü on-
lar yuvarlak tiptir- düz (yalınkat) tiplere oldukça geniş bir manevra alanı sağlar.
Şâirin Leylâ ve Mecnûn tipleriyle, dış davranışlarından çok iç yaşantılarıyla öne
çıkan karakterlere ehemmiyet verdiği ve sathîlikten uzak, derin kişiliklere itibar
ettiği, anlaşılması ve kavranması zor, ayrıntılı insan portreleri çizmek istediği,
bunu da çok karmaşık bir sentezleme metodu ile gerçekleştirdiği; oldukça du-
rağan bir seyir izleyen zamanı ise başarı ile kullanamadığı; ancak mekân unsu-
runu, hikâyenin şahıs kadrosunu oluşturan fertlerin içinde bulundukları rûhî
durumlara göre şekillendirdiği ve başarı ile işlediği görülür. Eserde, hikâyenin
olay örgüsünü estetik açıdan sekteye uğratan en önemli faktör, fikir unsurudur.
Şâir hikâyede uygun bir vesile bulur bulmaz hemen tefekkürü önplana çıkarıp
vak’anın seyir çizgisini kesintiye uğratır.
Anlatım teknikleri açısından da, eser iyi bir donanıma sahiptir. Anlatma
ve gösterme teknikleri başarı ile kullanılmış, tasvirler yerli yerinde yapılmıştır.
Yapılan her tasvirde, hikâye kahramanlarının ruhî durumları göz önünde bu-
lundurulmuştur. Eserde geriye dönüş, özetleme ve leitmotif teknikleri, olağan
şekillerde kullanılmış; montaj tekniği ise çok başarılı bir şekilde uygulanmıştır.
Psikolojik tahlillerde, şâir büyük ölçüde hikâyenin arasına girmiş ve devrinin
edebî geleneğine uygun, ancak bugün rahatlıkla yadırganabilecek bir anlatım
tekniği ortaya koymuştur (bkz. Akalın 1998: 83-84). İran ve Hind edebiyatında
66 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Nizâmî’nin bu eserine birçok nazire ve cevap yazılmasına rağmen hiç biri onun
yakaladığı şöhrete ulaşamamıştır. Leylâ vü Mecnûn hikâyesi gerek Anadolu’da
gerekse Anadolu dışında bulunan Türk şâirleri tarafından da işlenmiştir. Ahmed
Ateş, bu hikâyenin Türkler arasına çok eskiden beri hem Arapça hem de Farsça
eserler ve şifahî rivayetler ile girmiş olabileceğini belirtir (1993: 53).
Heft-gunbed veya Behrâm-nâme adlarıyla da tanınan Heft Peyker (Yıldız
1992), Nizâmî’nin dördüncü mesnevîsidir. 593/1196 yılında Selçuklu hüküm-
darı Melikşâh’ın kölesi Aksungur’un neslinden Meraga hâkimi Alâüddîn Körp
adına telif edilmiş ve ona sunulmuş olup 5197 beyittir (Safâ 1372: 803; Terbiyet
1314: 384; Ateş 1964: 323; 1968: 67; Nizâmî 1373).
Konusunu, 420-438 yılları arasında İran’ı yönetmiş olan Sâsânî hükümdarı
V. Behrâm (=Behrâm-ı Gûr, saltanat süresi 63 yıl)’ın (Konukçu 1968) anonimleşmiş
halk hikâyelerinden alan (İlaydın 1953) eser, şâirin derin hayal gücünün emsalsiz
ürünlerinden biri sayılır. Nizâmî bu mesnevîsinde ilkin Behrâm-ı Gûr’un çocuk-
luk ve gençlik yıllarını, babası Yezdigird’in zâlimliğini ve kendisini Yemen me-
liki Nu’mân’ın yanına göndermesini, Nu’mân’ın Behrâm ile olan dostluğunu ve
ona Havernak sarayını yaptırmasını anlatır, daha sonra yedi iklim prensesleri-
nin, sahip oldukları yıldızların rengine uygun olarak içinde yedi kümbet bulu-
nan bir saray yaptırarak onlarla evlenmesini, onlardan her gece bir hikâye din-
lerken vezirinin bu durumdan istifade ederek halkı ezdiğini duyarak onu idam
ettirmesini, ülkenin ıslahı için nasıl çalıştığını ve av serüvenlerini hikâyeleştirir
(Akalın 1998: 85).
Nizâmî bu eserinde, tarihî ve destanî şahsiyete o kadar önem vermeyip
daha ziyade kendi muhayyilesine geniş çalışma imkânları sağlayan unsurları
ilk sırada alır. Havernak sarayının tasviri, Behrâm’ın av maceraları ve av sah-
neleri tasviri, yedi ülkenin yedi padişah kızı için, onların ait olduğu seyyarenin
rengi ile aynı renkte birer saray yaptırarak onlarla evlenmesi, aynı seyyarenin
gününde, aynı renkte elbise giyerek bir padişah kızının yanına gitmesi, padi-
şah kızlarının anlattıkları hikâyeler ve en sonunda Behrâm’ın bir av takip eder-
ken bir mağarada kaybolması gibi muhtelif ve rengârenk unsurları sihirli ka-
lemi ile birbirini takip eden ve birbirlerinden ayrılmaz harikalar âlemi hâlinde
okuyucuların önüne serer; burada hikâye anlatma sanatı ve muhayyile geniş-
liği derecesine erişilmemiş bir yüksekliğe varır (Ateş 1964: 323-24). Heft Peyker,
aruzun bahr-i hafîf müseddes-i maksûr ve mahzûf “fâilâtün mefâilün fâilün”
kalıbıyla yazılmıştır.
Nizâmî’nin “hamse”sinin beşinci eseri İskender-nâme’dir. İskender-nâme,
bugün biri Şeref-nâme, diğeri İkbâl-nâme’nin iki ayrı bölüm hâlinde yazılıp, iki
ayrı memdûha ithaf edilmesi ve Nizâmî’nin ikisini de müstakil eserlermiş gibi
Fars Edebiyatında Mesnevî
| 67
isimlendirmiş olması; araştırmacıları, mesnevînin tek bir eser olmadığı sonu-
cuna sevk etmişse de, işlenen konunun aynı ve birbirini tamamlar oluşu, eser
üzerindeki şekil spekülasyonunu ortadan kaldırmıştır (Akalın 1998: 86). İki bö-
lümden oluşan İskender-nâme’nin birinci bölümü Şeref-nâme, Mukbil-nâme
veya İskender-i Berrî diye anılmaktadır. Şâh-nâme vezniyle yazılan eserin beyit
sayısı konusunda ihtilaf vardır. 597/1200-201 tarihinde tamamlanan eser, yak-
laşık 6900 beyit olup Azerbaycan Atabeklerinden Nusratüddîn Ebû Bekr Mu-
hammed (587-607/1191-1210)’e ithaf edilmiştir (Ateş 1968: 67).
Şâir, Şeref-nâme’de “tevhîd”, “münâcât”, “na’t”, “sebeb-i te’lîf” ve “kitabın su-
nulduğu kişiye övgü” bölümlerinin yer aldığı “giriş bölümü”nden sonra konuya
girer. Şâir, önce İskender’in hayatını özet olarak sunar. İskender’in soyu, Aristo’nun
babası Nikomacis’ten ders alması, babası Feylakus’un ölümünden sonra Rum’a
hükümdar olması; Aristo’yu vezir edinmesi; Mısır’a gitmesi, oradaki halkı zen-
cilerden kurtarması; Dârâ’nın İskender’den haraç istemesi ve İskender’in gön-
dermemesi üzerine, karşılıklı savaş hazırlıklarına başlanması; savaş başlamadan
önce Dârâ’nın iki kumandanınca yaralanması, İskender’in Dârâ’nın yanına ge-
lerek son dileklerini dinlemesi; İskender’in Dârâ yerine İran tahtına oturması,
Acem ateşgedelerini yıkması, Dârâ’nın kızı Rûşeneg’le evlenmesi; Mağrib’e gi-
dişi ve Ka’be’ye uğraması; Bürda’a (Horum) giderek Nüşâbe adlı kadın hüküm-
darla dostluk kurması; kuzey ve orta İran’daki savaşları; Hindistan’a gidişi ve
Keyd adlı hükümdarla dostluk kurması, Fûr’la savaşarak onu öldürmesi; Çin’e
gidişi ve Hakan’ın onu dostça karşılaması; Kıpçak çölüne gidişi, Rus ülkesindeki
savaşları; bengisuyu araması ve Rum’a dönüşü uzun uzun anlatılır ve mesnevî,
Atabeg Nusratüddîn’e övgü ile son bulur (Ünver 1983: 10).
Şeref-nâme, adeta bir siyâset-nâme görümündedir. İskender, burada dün-
yada zulmü kaldırmak, insanlığı saadete ulaştırmak gibi yüce arzularla yaşar.
Kahramanlıkla manevî kudreti, kılıçla ilmi birleştirir. Nizâmî, İskender’i idea-
lindeki kahraman tahayyül eder (Akpınar 1990: VII/73). Şeref-nâme’de hikâyenin
ana bölümleri olarak nitelendirilebilecek her destanın başında genellikle iki-
şer beyit olan “sâkî-nâme” ve “enderz” başlıkları yer alır. Bu kısa parçaların iş-
levi, okuyucuyu daha sonra gelen ana parçaya bağlayıcı ve hazırlayıcı nitelik-
tedir (Ünver 1983: 10).
İskender-nâme’nin ikinci bölümü ise İkbâl-nâme, Hired-nâme ve İskender-i
Bahrî diye anılmaktadır. Şâh-nâme vezniyle yazılan İkbâl-nâme’nin de beyit sa-
yısı konusunda Şeref-nâme gibi ihtilaf vardır. Büyük bir ihtimalle 607/1211 ta-
rihinden sonra tamamlanarak Musul Atabeklerinden II. İzzeddîn Mes’ûd b.
Arslan’a ithaf edilen eser, yaklaşık 3700 beyittir. Nizâmî bu eserini oğlu ile ona
göndermiştir (Ateş 1968: 67; 1964: 324).
68 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Nizâmî, İkbâl-nâme’ye başlarken de klâsik mesnevîcilik geleneğine uyarak
“tevhîd”, “münâcât”, “na’t” ve “kitabı sunduğu kişiye övgü” bölümlerini yazar,
sonra konuya geçerek şu konuları anlatır: İskender’in Rum’a döndükten sonra,
büyük düşünürlerden oluşan bir meclis kurması; İskender’e Zülkarneyn sanı-
nın verilişi; İskender’in bir çobanla konuşması; Arşimides’le Çinli cariye efsa-
nesi; Aristo’dan kimya öğrenen Mâriyye-i Kıbtıyye efsanesi; çocuğunun şansıyla
zengin olan babanın hikâyesi; Hermes’in, düşüncelerini benimsemeyen yetmiş
Yunan düşünürünü dondurması; Eflâtûn’un insanları ve hayvanları büyüleyen
bir erganun yapması; sihirli yüzük bulan çoban hikâyesi; İskender-Sokrat iliş-
kisi; Hint düşünürünün İskender’e söyledikleri; İskender’in yedi düşünüre evre-
nin yaratılışı ve temel maddesiyle ilgili sorular sorması, düşünürlerin cevapları;
İskender’in peygamber olması; düşünürlerin İskender için yazdıkları “hıred-
nâme”ler; İskender’in peygamber olarak cihanı dolaşmaya çıkışı, güneye gidişi
ve karşılaştığı toplumları dine çağırması; Hindistan’dan ikinci kez geçerek Çin’e
varması, denizlere açılması ve dönüşü; Kuzey’de Ye’cûc topluluğu önüne set yap-
ması; “hâtif”ten sonunun yaklaştığını öğrenmesi ve Rum’a yönelmesi; son dilek-
lerini yazdırması ve annesine mektup göndermesi; oğlu İskenderûs’un babasının
yerine geçmek istemeyişi; mesnevî tanınmış Yunan düşünürlerinin yaşamları-
nın sonu anlatıldıktan sonra, Melik İzzüddîn Mes’ûd bin Arslan’a övgü ve su-
nuş şiirleriyle biter (Ünver 1983: 10).
Şeref-nâme’de İskender’in hükümdarlık yönü ele alınırken İkbâl-nâme’de
ise o, düşünür ve peygamber olarak görülür. Şeref-nâme’deki “sâkî-nâme” ve “en-
derz” başlıklarının yerini “mugannî-nâme”ler alır (Ünver 1983: 10).
Genceli Nizâmî’nin çeşitli konularda yazıp “penc-genc/hamse” ismi altında
topladığı beş mesnevî yazma geleneği, XIV. ve XV. asırlarda da devam etmiş ve
büyük “hamse” üstatları bu yüzyıllarda yetişmişlerdir. Belirtilen asırlarda yaşamış
ve “hamse” sahibi olarak kaynaklarda bahsedilen şâirler ile eserleri şunlardır:

Emîr Hüsrev-i Dihlevî (öl. 725/1325)


Mahzenü’l-esrâr’a nazire olarak 698/1298’de yazılan Matla’u’l-envâr, 3310
beyitten oluşmaktadır. Eser başta yer alan “münâcât” ve “na’t”tan sonra gelen 20
“makâle” den oluşmaktadır. Bu “makâle”lerde şu konulara değinilmiştir: İnsa-
nın yüceliği, ilmin gerekliliği ile yararları ve cehaletin tehlikesi, sözün vasıfları,
Allâh’ın birliği ve İslâm’ın beş şartı, takva ve şahsî arzulara karşı koyma, tasav-
vuf yolu ve mürşidin aranması, nefsanî duyguların kontrolü ve faydası, aşkın
yüceliği, gerçek dostluk ve önemi, akrabaya özellikle anne ve babaya karşı olan
sorumluluklar, cömertlik ve iyilik yapmanın önemi, askerlere çeşitli tavsiyeler
ve şehadet derecesi, padişah ve şehzâdelere öğütler, günlük hayatta doğruluk
Fars Edebiyatında Mesnevî
| 69
ve sahtekârlık, zulüm ve haksızlığa karşı olma, üstün ahlâkın kaideleri, genç-
lik ve ihtiyarlık, hayatın geçiciliği ve gerçek rehbere olan ihtiyaç, ihtiyarlık ve
yalnızlık, kızından hareketle bütün kadınlara bazı nasihatler. Hüsrev-i Dihlevî,
“makâle”lere canlılık katmak, onları renklendirmek ve konulara açıklık vermek
için aralarına anlatılan mevzu ile ilgili hikâye yerleştirmiştir.
Nizâmî’nin Hüsrev ü Şîrîn’ine nazire olarak 698/1299 yılında kaleme alı-
nan ve Alâüddîn Muhammed Şâh’a ithaf edilen Şîrîn ü Hüsrev, Hüsrev’in ifa-
desine göre 4124 beyittir. Ermenistan kraliçesinin kızı Şîrîn ile Hüsrev’in aşkını
ihtiva eden eser, konu olarak Nizâmî’nin Hüsrev ü Şîrîn’iyle paralellik göster-
mektedir.
Nizâmî’nin Leylâ vü Mecnûn’una nazire olarak 698/1299’da Delhi’de tamam-
lanarak, Şîrîn ü Hüsrev gibi, Alâüddîn Muhammed Şâh’a ithaf edilen Mecnûn u
Leylî, 2260 beyitten müteşekkildir. Hüsrev eserini oluştururken Arap kaynakla-
rındaki söylentilerden ayrılmış, esasta Nizâmî’nin Leylâ vü Mecnûn’unu örnek
almakla birlikte bazı değişiklikler yapmış ve Nizâmî’de olmayan yeni motifler
eklemiştir. Özellikle Nizâmî’nin eserinde görülen tasavvuf ve derinlik onun-
kinde görülmemektedir. Buna rağmen Hüsrev’in Mecnûn u Leylî’si yüksek bir
sanat değerine sahiptir. Üslûbu canlı ve renklidir.
Nizâmî’nin beşinci eseri İskender-nâme’ye cevap olarak 699/1299’da yazılan
ve 4450 beyitten oluşan Âyîne-i İskender yine Alâüddîn Muhammed Şâh’a ithaf
edilmiştir. “Tahmîd”, “na’t” ve şeyhe yazılan “kasîde”lerden sonra Hüsrev’in, oğlu
Hacı’ya verdiği “nasîhat” yer almaktadır. Âyîne-i İskender’in konusunu Büyük
İskender’in hayatı ve savaşları/maceraları oluşturmaktadır. Şâir, mesnevîsinin
sonunda, eserini nasıl yazdığına, zamanın hızla gelip geçtiğine ve ihtiyarlığın
farkında olmadan geldiğine değinmiştir.
Emîr Hüsrev’in “hamse”sinin beşinci kitabı olan Heşt Behişt, Nizâmî’nin
“hamse”sinin dördüncü kitabı olan Heft Peyker’e karşılık olarak kaleme alın-
mıştır. 3344 beyit olan eser, 701/1301 tarihinde tamamlanarak Alâüddîn Mu-
hammed Şâh’a takdim edilmiştir. Heft Peyker gibi Sâsânî hükümdarı Behrâm-ı
Gûr’un hayatı ile yedi iklimin hükümdarlarının kızları olan zevcelerinin anlat-
tığı yedi hikâyeden oluşmaktadır. “Tahmîd”, “na’t”, “Nizâmüddîn’e dair medhiye”
ile başlayan eserde, “Sultan Alâüddîn övgüsü”nden sonra şâirin kızı Afîfe’ye ver-
diği “nasîhat” yer almaktadır.
Emîr Hüsrev-i Dihlevî’nin “hamse”sinin dışında kaleme aldığı tarihî
mesnevîleri de bulunmaktadır. Bunlardan Kırânu’s-sa’deyn ve Mecma’u’l-evsâf
da denilen Kırân-ı Sa’deyn, Sultan Keykubâd’ın ricası üzerine 688/1289 yı-
lında kaleme alınmış olup Hüsrev’in ifadesine göre 3944 beyittir. Eser, Sultan
70 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Mu’izzüddîn Keykubâd’ın babası Bengale hâkimi Nasîrüddîn Buğra Han ile
688/1289’da Delhi’de yapılan ve savaş havasına giren görüşmeyi ihtiva etmekte-
dir. Bu eserin mesnevî nazım şekline getirdiği en büyük yenilik, Ayyûkî’nin ilk
kez kullandığı mesnevî içerisinde “gazel”e yer verme geleneği daha da ileri götü-
rülerek 4 “kasîde” ve 21 “gazel”in mesnevînin vezninden başka bir kalıpla/kalıp-
larla söylenmesi olmuştur. Hatta Hüsrev, “gazel” söyleyeceği zaman, “gazel”den
önce “gazel” söyleyeceğini belirtmiştir. Bu tarz kullanım Türk mesnevî şâirlerinde
de görülmektedir. Feth-nâme ve Fethu’l-futûh adı da verilen Miftâhu’l-futûh’da,
Celâlüddîn Fîrûz Şâh (sal. 689/1290-695/1296)’ın hükümdar oluşundan 690/1291
tarihine kadar Keşli Han, Oud racaları, Moğollar ve bazı racalarıyla yaptığı ve
kazandığı dört savaş hakkında bilgi verilmiştir. 690/1291 tarihinde tamamla-
nan bu küçük mesnevî, Hüsrev-i Dihlevî’nin üçüncü Dîvân’ı olan Gurretü’l-
kemâl’in bir bölümü olarak kabul edilmektedir. Kıssa-i Hızr Han u Duvalrânî,
Duvalrânî Hızr Han, Menşûr-i Şâhî, ‘Aşîka ve ‘İşkiye isimleriyle de anılan Hızr
Hânî, 715/1315’te beş ay ve birkaç gün içinde yazılmıştır. Eserde, Alâ’ü’ddîn
Halacî’nin oğlu Hızır Han’ın Gucarat racası Rây Karn’ın kızı Duvalrânî arasın-
daki evlenme ile sonlanan aşk macerası anlatılmıştır. Şehzâde Hızır Han’ın is-
teği üzerine kaleme alınan ve tamamı 4200 beyit olan eser, Hızır Han’ın öldü-
rülmesinden sonra eklenen 319 beyitle 4519 beyte çıkarılmıştır. Eser, gerçek bir
aşk hikâyesine dayanması itibariyle orijinal bir hüviyete sahiptir. Ayrıca eserde,
yer yer tarihî bilgiler de verilmiştir. Özellikle bu bilgiler gerçek olaylara dayan-
dığı için Hindistan’daki Türk ordusunun başarılarını dile getiren bir belge özel-
liğine sahiptir. Ayrıca Hüsrev, Gazneli Sultan Mahmûd’dan başlayarak kendi za-
manına kadar yaşayan Türk sultanları hakkında da kısaca bilgi vermiş, çağdaşı
olayları ise geniş olarak değerlendirmiştir. Bu yönüyle eser, Türk tarihi açısın-
dan önemli bir vesika hüviyetine sahiptir. Kutbuddîn Mübârek Şâh Halâcî’nin
isteği üzerine 718/1318’de kaleme alınan Nuh Sipihr (Vahîd Mîrzâ 1368), dokuz
“bölüm”e taksim edilmiş ve her “bölüm”e “sipihr” adı verilmiştir. Mübârek Şâh’ın
başarısının yanında sarayının da şâirâne bir tasvirinin yer aldığı eserde, döne-
min bazı olayları anlatılmıştır. Hatta şâir, Hindistan şâirlerinin büyüklüğünün
yanında kendi şiirlerinin üstünlüğüne de değinmiştir. Özellikle Hindistan’da
konuşulan Türkçe, Arapça, Farsça ve Hindce’nin kıyas edildiği “üçüncü sipihr”,
o dönemde Türkçenin hüviyetini ortaya koyması bakımından önemlidir. Emîr
Hüsrev-i Dihlevî, mesnevîde Kırân-ı Sa’deyn’den sonra ikinci yeniliği dokuz “bö-
lüm/sipihr”den oluşan Nuh Sipihr’de her “sipihr”i farklı bir aruz kalıbıyla yaza-
rak göstermiştir. Ayrıca bu “sipihr”leri bir gazelle sonlandırmıştır. Tugluk-nâme,
Hüsrev-i Dihlevî’nin ölümü üzerine yarım kalmıştır. 2896 beyit olan eserde,
Gıyâsüddîn Tuğluk döneminde, 720/1320-725/1325 yılları arasında, gerçekleşen
Fars Edebiyatında Mesnevî
| 71
tarihî olaylar ile Mübârek Şâh’ın başarısızlığı ve onun nedimi Hüsrev Han ta-
rafından öldürülmesi anlatılmaktadır. Mübârek Şâh’ın kardeşlerinin acıklı so-
nuna da değinilen eserde, özellikle Tuğluk’un Hüsrev Han’a karşı yaptığı savaş
ve mücadelesi geniş olarak anlatılmıştır (bkz. Türkmen 1988: 37-44; Kurtuluş 1995:
136; Ateş 1968: 233-51; Fesâî 1372: 464-68; Levend 1959: 35-43; Nu’mânî 1368: II/77-
179; Safâ 1371: 771-97; Nefîsî 1344: 170-75).

Hâcû-yı Kirmânî (öl. 753/1352)


Hâcû-yı Kirmânî’nin, Nizâmî’nin “penc-genc/hamse”sini örnek alarak mey-
dana getirdiği mesnevî şeklinde beş eserden müteşekkil “hamse”si bulunmak-
tadır. Bunlardan Nizâmî-i Gencevî’nin Mahzenü’l-esrâr’ına nazire olarak Vezir
Şemsüddîn Muhammed bin Sâyin ile Şeyh Ebû İshâk adına 743/1342-43’te ta-
mamlanan Ravzatü’l-envâr, dinî, tasavvufî ve ahlâkî nitelikte yirmi “bölüm”den
meydana gelmektedir. Yer yer hikâyelerle süslenen eser, 2024 beyitten oluşmak-
tadır. Gevher-nâme olarak da isimlendirilen Güher-nâme, Muzafferîler’den Emîr
Mübârizüddîn Muhammed b. Muzaffer’in veziri olan ve meşhur Selçuklu ve-
ziri Nizâmü’l-mülk ailesine mensup bulunan Bahâüddîn Mahmûd b. İzzeddîn
Yûsuf adına yazılmıştır. Başında Emîr Mübârizüddîn hakkında da “medhiye”
bulunan eserin konusu, Nizâmü’l-mülk’ten başlayarak Bahâüddîn Mahmûd’a
kadar bu ailenin yetiştirdiği vezirlerin medhiyeleridir. Ahlâkî ve tasavvufî ko-
nuların da işlendiği 1031 beyitlik mesnevî, 746/1345-46 yılında tamamlanmış-
tır. 8 “bâb”dan oluşan eser, bir dereceye kadar, tarihî kaynak olması bakımın-
dan da önemlidir. Senâ’î’nin Hadîka’sı vezninde sultan Emîr Şeyh Ebû İshâk
İncû adına 744/1343-44 yılında tamamlanan Kemâl-nâme, felsefî ve tasavvufî
konuları ihtiva etmektedir. On iki “bâb/bölüm”den oluşan eser, 1849 beyittir.
Eserin “mukaddime”sinde Şeyh Ebû İshâk Kâzarûnî’den hürmetle bahsedil-
miş, “hâtime”sinde ise emir Şeyh Ebû İshâk zikredilmiştir. Horasan hükümdarı
Firûz’un oğlu Nev-rûz ile Rûm kayserinin kızı Gül’ün aşkını anlatan Gül ü Nev-
rûz, 742/1342 yılında tamamlanarak Kirmân’ın önde gelen kişilerinden Tâcüddîn
Ahmed İrâkî’ye sunulmuştur. 5302 beyit olan mesnevî, Nizâmî’nin Hüsrev ü
Şîrîn’i ile aynı vezindedir. 732/1331-32 yılında Bağdat’ta İlhanlı hükümdar’ı Ebû
Sa’îd Bahâdur Han ve Vezir Gıyâsüddîn Muhammed için kaleme alınan Hümâ
vü Hümâyûn, Hâcû-yı Kirmânî’nin ilk mesnevîsidir. Esere sonradan daha son-
raki bazı şahsiyetler için medhiyeler de eklenmiştir. Mütekârib bahrinin kulla-
nıldığı 4407 beyitlik bu mesnevî, Nizâmî’nin İskender-nâme’sine nazire olarak
yazılmıştır. Mesnevî, Şâh Hûşeng’in oğlu Hümâ ile Çin prensesi Hümâyûn’un
aşkını anlatan romantik bir aşk mesnevîsidir.
72 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Hâcû-yı Kirmânî’nin, “hamse”sini oluşturan bu beş mesnevîden başka,
Firdevsî-i Tûsî’nin Şâh-nâme’sinden hareketle kaleme alınmış olan Sâm-nâme
isimli bir mesnevîsi daha vardır. Destânî nitelikteki bu eserin konusunu Sâm-ı
Nerîmân adlı kahramanın hayatı ve aşkları oluşturmaktadır. Şâh-nâme vezninde
kaleme alınan eser, Ebü’l-feth Mecdüddîn Mahmûd’a sunulmuştur. Mesnevînin
Hâcû’ya aidiyeti şüpheli görülmüşse de üslûp ve ifade bakımından şâirin diğer
eserleriyle yakınlığı ve eserin bir yerinde müellifin adının açıkça anılması bu
şüpheyi ortadan kaldırmıştır (Ateş 1968: 258-60; Köprülü 1997: 38-39; Tokmak 1997:
520-21; Safâ 1371a: 886-915; Şafak 1352: 479-89).

İmâdüddîn-i Fakîh-i Kirmânî (öl. 773/1371-72)


Hâfız-ı Şîrâzî ile çağdaş olan, Kirman’da bir medrese yaptıran ve bir de tek-
kesi bulunan Kirmânî’nin, Mûnisü’l-ebrâr olarak da adlandırılan Safâ-nâme’si,
Genceli Nizâmî’nin Mahzenü’l-esrâr’ından esinlenilerek 766/1364-65 yılında ya-
zılıp Şâh Şucâ’a takdim edilmiştir. Tasavvufî bir hüviyete sahip olan bu küçük
mesnevî, üç “bâb”dan oluşmaktadır. İlhanlı Ebû Sa’îd (sal. 717/1317-735/1335)’in
ünlü veziri Gıyâsüddîn Muhammed b. Reşîdüddîn Fazlullâh adına mütekârib
bahriyle 731/1330-31 yazılan Sohbet-nâme, dinî-tasavvufî küçük bir mesnevîdir.
Eserde, âdâbın çeşitli dereceleri hakkında da bilgi verilmiştir. Tam adı Mahabbet-
nâme-i Sâhib-dilân olan Mahabbet-nâme, kısa bir mensur “önsöz”den sonra, sev-
gilinin tasavvufî ve felsefî hüviyetini ihtiva etmektedir. Sekiz “bâb”a ayrılmış olan
eserde, ulvî cevherin süflî cisme bağlanması, bunun aksi, cansız cisimlerin cansız
cisimlerle bağlılığı, bunların bitkilere bağlılığı, bitkilerin bitkilere, canlıların bit-
kilere, canlıların canlılara bağlanması konuları üzerinde durulmuştur. 732/1331-
32’de hezec bahriyle kaleme alınan bu eser, Tâcüddîn Ahmed İrâkî’ye takdim
edilmiştir. Aynı zamanda eserin adı olan Mahabbet-nâme-i Sâhib-dilân ebced
hesabına göre yazılış tarihini de göstermektedir. Hezec bahriyle on “mektûb”
şeklinde kaleme alınan Deh-nâme, Fakîh’in Şâh Şucâ (sal. 765/1364-786/1384)’ya,
dostlarına ve bazı din bilginlerine yazdığı mektuplardan oluşmaktadır. Hezec
bahriyle 750/1349-50 tarihinde Emîr Mübârizüddîn Muhammed (sal. 713/1313-
760/1351) adına yazılan ve 2800 beyittten oluşan Tarîkat-nâme, Misbâhu’l-hidâye
adıyla da anılmaktadır. On “bâb”dan oluşan mesnevîde, tasavvuf ve tarikat hak-
kında bilgi verilmiştir.
Fakîh’in bunların dışında Külliyât’ına giriş mahiyetinde bir “önsöz” gibi
olan Fâtihatü’l-ihlâs isminde küçük bir mesnevîsi daha vardır. Yazarı hakkında
bilgi de ihtiva etmektedir (Ateş 1968: 273-77; Safâ 1363: 333-42).
Fars Edebiyatında Mesnevî
| 73
Kâtibî (öl. 839/1435-36)
Timurlular döneminin önemli şâirlerinden biri olan Kâtibî’nin, Genceli
Nizâmî’nin Mahzenü’l-esrâr’ına nazire olarak serî’ bahrinin “müfteilün müf-
teilün fâilün” kalıbıyla kaleme aldığı Gülşen-i Ebrâr (Çakmak 1997: 15-16, 1-38
[metin]), 850 beyitten oluşmaktadır. Hayatının son dönemlerinde kaleme al-
dığı bu eserinde Kâtibî, dünya ve ahiret görüşünü, sufiyâne düşüncelerini çeşitli
hikâyelerle ve temsillerle ifade etmiştir. Selmân-ı Sâvecî (öl. 778/1376)’nin Cemşîd
ü Hurşîd ile Hâcû-yı Kirmânî’nin Hümâ vü Hümâyûn’undan etkilenilerek ya-
zılan Mecma’u’l-bahreyn (Çakmak 1997: 16-18, 40-90 [metin]), 1167 beyitten oluş-
maktadır. İki bahirle yani hem remel bahrinin “fâilâtün fâilâtün fâilün” hem de
serî’ bahrinin “müfteilün müfteilün fâilün” kalıplarıyla okunabilecek şekilde ya-
zıldığı için kaynaklarda Zûbahreyn adıyla da geçmektedir. Eser, nazımla karı-
şık secili mensur bir “mukaddime” ile başlamaktadır. Burada eserin muhtevası
ve lafzî özellikleri hakkında kısa bilgi verilmiştir. Eserin “giriş bölümü”nde yer
alan “tevhîd”, “münâcât”, “na’t”, “nasîhat”, “sebeb-i te’lîf” ve “medhiye” bölümle-
rinden sonra asıl konu başlamaktadır. Burada “Nâzır” ve “Manzûr” isimlerinde
iki kahramanın tasavvufî/temsilî aşkları hikâye edilmiştir. Bundan dolayı eser,
Nâzır u Manzûr ve Nâsır u Mansûr adlarıyla da anılmaktadır. Şâir eserinin so-
nunda hikâye kahramanlarının temsil ettiği mânâları açıklamıştır. Buna göre
“Nâzır” bedeni, “Manzûr” canı, “Çin ülkesi” insanın mevkiini, “Çin padişahı”
aklı, “ordu” hisleri, “âbid” ise ilâhî aşkı remzetmektedir. Mesnevî, Dervîş Gıyâs
isimli birinin oğluna verilen çeşitli öğütlerle tamamlanmıştır. Her beytinde tec-
nis sanatı bulunduğu için Tecnîsât ve Deh-bâb-ı Tecnîsât adları da verilen Deh-
bâb (Bilgen 1993), Sa’dî’nin Bostân’ından etkilenilerek remel bahrinin “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmış olup 1170 beyitten oluşmaktadır. Şâirin, oğlu
İnâyet için kaleme aldığı bu eserde kanaat, aşk, ihsan, tevazu gibi konular hak-
kında bilgi verilmiştir. Dinî, ahlâkî ve didaktik bir hüviyete sahip olan eserde,
yer yer anlatılan konuyla ilgili çeşitli hikâyeler de anlatılmıştır.
Kâtibî’nin Dilgüşây, Dilgüşâ-nâme ve Muhibb u Mahbûb isimleriyle de anı-
lan Sî-nâme’si (Atalay 2000: 33-38, 1-62), hezec bahrinin müseddes-i mahzûf ve
müseddes-i maksûr kalıplarıyla yani “mefâîlün mefâîlün feûlün” ve “mefâîlün
mefâîlün mefâîl” vezinleriyle yazılmış olup 1246 beyittir. Kâtibî, eserini kaleme
alırken “deh-nâme” söyleyen şâirleri taklit etmiş, ancak 10 “nâme” ile yetinme-
yerek sayıyı 30’a çıkarmıştır. Eser, Muhib ve Mahbûb adlı âşık ile maşûkun bir-
birine gönderdiği 30 tasavvufî aşk “nâme”sinden yani mektubundan oluşmakta-
dır. Bu aşk “nâme”lerinden her biri “nâme”, “gazel”, “hulâsa-i suhan” ve “hikâyet”
olmak üzere dört bölümden meydana gelmektedir. Birinci “nâme” Muhib’den
“Mahbûb”a, ikinci nâme “Mahbûb”dan “Muhibb”e hitaben söylenmiştir. Bu
74 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
mektuplaşma, karşılıklı olarak eserin sonuna kadar bu şekilde devam eder. Bu
30 “nâme”den sonra Mahbûb, Muhibb’in bulunduğu şehre gelir ve “âşık” ile
“ma’şûk” birbirlerine kavuşurlar. Rypka, bu eserin Oidis’in Heroid adlı eserinin
Doğu edebiyatındaki naziresi olduğunu ifade etmektedir. Kâtibî’nin son eseri
olan Dilrubây (Atalay 2000: 39-45, 63-84)’da, mütekârib bahrinin müsemmen-i
mahzûf ve müsemmen-i maksûr yani “feûlün feûlün feûlün feal” ve “feûlün
feûlün feûlün feûl” kalıpları kullanılmış olup 514 beyittir. Dilrubây, Yemen padi-
şahı Kubâd ile hilekâr veziri arasında geçen macerayı ihtiva etmektedir. Şâir ese-
rinin sonunda nefsine hitaben bu hikâyeden alınması gereken dersleri, tasavvufî
bir anlatımla şu şekilde ifade etmektedir:

“Ey Kâtibî! Senin gönlün, “Şâh Kubâd”dır; vücûdun ise “Yemen”dir. Aklın “Süheyl”;
sözün ise “akik”tir. Hilekâr vezir, “kötü nefsin”dir. Eğer nefsin, gönlüne teslim olursa,
“men ‘aref” sırrı ortaya çıkar (Kendini ve Rabb’ini tanırsın). Nefsine güvenme. Eğer
onu kılavuz edinirsen, zelil olursun. Nefsine düşkün olanlara, aşktan söz etme. Eğer
Şâh Kubâd vezirine, Hindli yaşlıdan öğrendiği sırrı söylemeseydi, başına bu belâlar
gelmezdi. Nefsini, gönlüne hakim kılma. Eğer böyle yaparsan, sıkıntıya düşersin.” (Atalay
2000; Çakmak 1997; Ateş 1968: 342-45; Safâ 1363: 233-44; Browne 1956: 333-42).

Şâh Dâ’î-i Şîrâzî (öl. 869/1465)


Tanınmış mutasavvıf şâirlerden olan Şâh Dâ’î’nin “hamse”sini oluşturan
mesnevîler, tamamıyla tasavvufî makam ve hâlleri (rıza, teslim, tevekkül, tövbe,
teveccüh, terk, kanaat, tecrid, fenâ vb.) temsil ve hikâyelerle açıklayan eserlerdir.
Mesnevîlerin içinde “kıt’a” ve “gazel” nazım şekilleriyle yazılmış şiirler de vardır.
Şâirin “hamse”sini oluşturan mesnevîler şunladır: 1. Şâhid (tlf. 835/1432) 2. Genc-i
Revân (tlf. 841/1437) 3. Çâr Çemen (tlf. 842/1438) 4. Çihil Sabâh (tlf. 843/1439)
5. Çeşme-i Zindegânî 6. Aşk-nâme (tlf. 856/1452) (Safâ 1363 708-18).

Abdurrahmân-ı Câmî (öl. 898/1492)


Mollâ Câmî, çeşitli dönemlerde kaleme aldığı yedi mesnevîsini bir araya
getirmiş ve Heft Evreng adını vermiştir. Bu Külliyât’ın bazı el yazması nüsha-
larında, bizzat Câmî’nin kaleme aldığı “mukaddime”de şunlar ifade edilmiştir
(Hikmet 1991: 301):

“Bu yedi mesnevî Vâsıt’ta yetişmiş kalem kamışı ile Çin aslından gelme hokkanın
evlenmesi neticesinde dünyaya gelmek bahtiyarlığına ermiş yedi kardeş gibidir. Gayb
âleminden varlık alanına çıka geldiler. Gerektir ki, bunlara eski Fars lûgatinde yedi
kardeş anlamına gelen ve şimal tarafından doğarak kutup tarafında devreden yedi
yıldız kümesinin ismini yani “heft evreng” adını verelim…
Fars Edebiyatında Mesnevî
| 75
Kıt’a
Bu yedi geminin de yapısı aynıdır. Bu yedi hazinenin cevherleri aynı taştandır.
Bu yüce göklerdeki yedi kardeş gibi bunlar da yeryüzünde yetişmiş yedi âşıktır.”

Bu mesnevîlerin ilki, Senâ’î’nin Hadîka’sı ve Evhadî’nin Câm-ı Cem’i tar-


zında 890/1485’te hafîf bahriyle kaleme alınan ve ahlâkî, dînî ve felsefî birçok
sorunun ele alınıp güzel küçük hikâyelerle açıklandığı Silsiletü’z-zeheb’dir. Üç
“defter”den oluşmaktadır. Birinci “defter”de sünnî akide ve inanışlar anlatılmış,
ikincide gerçek ve mecâzî aşktan bahsedilmiş, üçüncüde ise hükümdar ve dok-
torlar hakkında bilgi verilmiştir. Birinci “defter” Hüseyin Baykara’ya, üçüncü
“defter” ise, Osmanlı hükümdarı II. Bâyezîd’e ithaf edilmiştir. İkincincisi remel-i
müseddes bahrinde yani “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılıp Akkoyunlu-
lardan Sultan Ya’kûb (sal. 883/1474-896/1490)’a takdim edilen Salâmân u Absâl’dır.
Eser, Huneyn b. İshâk tarafından Arapçaya çevrildiği söylenen temsîlî/alegorik
bir hikâyenin nazma çekilmiş hâlidir. Ali Asgar Hikmet, Câmî’nin bu hikâyenin
aslını, İbn-i Sînâ’nın el-İşâret ve’t-tenbîhât adlı eserini şerh eden Fahrüddîn-i Râzî
ile Nasîrüddîn-i Tûsî’den, özellikle de Tûsî’de geçen iki rivayetten birini biraz de-
ğiştirerek, aldığını belirtmektedir. Yunan hükümdarının oğlu Salâmân ve güzel
bir kız olan dadısı Absâl arasında geçen maceranın alegorik bir şekilde işlen-
diği eserde “ruh/mânâ”nın, “vücûd/madde” hâkimiyetinden nasıl kurtulacağı,
tasavvufî niteliklerle anlatılmıştır. Üçüncüsü Nizâmî-i Gencevî’nin Mahzenü’l-
esrâr’ı ile Hüsrev-i Dihlevî’nin Matla’u’l-envâr’ı tarzında yazılan ve Heft Evreng’de
üçüncü sırada yer alan Tuhfetü’l-ahrâr’dır (Öz 1989). Serî’ bahri’nin “müfteilün
müfteilün fâilün” kalıbıyla yazılan eser, 1706 beyit olup 886/1481 tarihinde ta-
mamlanmıştır. Yirmi “makâle”den oluşan bu manzumede, her “makâle”de ayrı
bir konu işlenmiş ve her “makâle”nin sonunda da konuyu bütünleştirici nitelikte
bir “hikâye”ye yer verilmiştir. Dinî inançlar, tasavvuf, edebiyat, siyaset ve eği-
tim mesnevînin konularını oluşturmaktadır. Allâh’a “hamd” ve Hz. Peygamber’e
“salât ve selâm”dan sonra Nizâmî ve Hüsrev-i Dihlevî’nin övüldüğü “önsöz” gelir.
Akabinde 4 “münâcât”, 1 “Tanrı tapısına hitap”, 5 “na’t” ile Nakşibendiyye tari-
katı kurucusu Hoca Bahâüddîn-i Nakşibend’in faziletleri hakında bir “menâkıb-
nâme” ve zamanın mürşidi Hoca Nasîrüddîn Ubeydullâh-i Ahrâr’ın devletine
“du’â” tarzında bir medhiye yer almaktadır. Mürşidi Ubeydullâh’a ithaf edilen
eserin “giriş bölümü”nde nazma çektiği 3 “sohbet”te “ilmü’l-yakîn”, “aynü’l-yakîn”
ve “Hakku’l-yakîn” mertebelerine işaret eden izahlara ve şerhlere yer vermiştir.
Daha sonra gelen “konunun işlendiği bölüm”de yer alan “makâle”lerde şu konu-
lara değinilmiştir: “Âlemin yaratılışı”, “Âdem Peygamber’in yaratılışı”, “dinin sa-
adeti ve bu saadetin gerekleri, “beş vakit namaz, oruç ve Ramazan ayı”, “zekât”,
“Ka’be’yi ziyaret”, “uzlet”, “sükûn”, “çok uyuma”, “mutasavvıfların durumlarından
76 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
örnekler verme”, “bildikleriyle amel etmeyen âlimlerin durumları”, “padişahlar”,
“vezir ve kâtiplerin durumları”, “ihtiyarlık belirtileri”, “gençlik”, “güzellik”, “aşk”, “öv-
gücü şâirler”, “Oğlu Ziyâüddîn Yûsuf’a öğütler”. Eserin “bitiş bölümü”nde Câmî,
mesnevîsini övgü dolu sözlerle tanıtarak, adı ve kime yazıldığı konusunda bilgi
vermiştir. Son beyitlerde, mesnevînin müstensihlerin yazım hatalarından korun-
ması için Allâh’a dua eden Câmî, müstensihlerin yaptıkları hatalardan örnekler
verdikten sonra, mensur bir cümle ile mesnevîsinin yazılış tarihini açıklamış-
tır. Dördüncüsü remel-i müseddes bahrinde yani “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalı-
bıyla yazılıp Hüseyin Baykara’ya ithaf edilen Subhatü’l-ebrâr’dır (Kırlangıç 1989).
Son derece külfetli ve sıkıntılı kafiye ve secilerle örülmüş olan “giriş bölümü”nde
yer alan “hutbe”, “na’t” ve padişaha “du’â”dan sonra “konunun işlendiği bölüm”
dinî ve tasavvufî hüviyete sahip 40 “bölüm”e ayrılmıştır. İnsanı muhatap alan
bir “hitabe” ile başlayan her “bölüm”de, nefse ait faziletlerden biri şerh edilmiş
ve konuyla ilgili bir “hikâye” anlatılmıştır. Eserde şu konulara yer verilmiştir:
“Kalbin hakikatini keşfetmek”, “söz”, “şiir”, “eserlerden Allâh’ın varlığına istidlâl”,
“Allâh’ın birliği”, “Allâh’ın gerçek varlık oluşu”, “tasavvuf”, “irade”, “tevbe”, “takva”,
“zühd”, “fakr”, “sabır”, “şükür”, “Allâh korkusu”, “recâ”, “tevekkül”, “rıza”, “muhab-
bet”, “şevk”, “gayret”, “kurb/yakınlık”, “haya”, “hürriyet”, “fütüvvet”, “sıdk/doğru-
luk”, “ihlâs”, “cömertlik”, “kanaat”, “tevazu”, “hilm”, “düzgün söz söyleme ve mi-
zah” vd. Beşincisi yine Hüseyin Baykara’ya ithaf edilen ve Nizâmî’nin Hüsrev
ü Şîrîn’i ile aynı vezinde 888/1483’te yazılan Yûsuf u Züleyhâ’dır. Câmî’nin en
tanınmış mesnevîsi olan eserin kaynağını “Yûsuf sûresi” oluşturmaktadır. An-
cak Tevrât’tan da istifade etmiştir. Câmî, 4000 beyitlik mesnevîsinde hassaten
mekân, şahıs, olay ve nesne tasvirlerine oldukça geniş yer vermiştir. Özellikle
kaynağını Kur’ân-ı Kerîm oluşturduğu için Türk şâirleri üzerinde önemli etkisi
olmuş, birçok şâir tarafından ya istifade edilmiş ya da tercüme edilmiştir. Al-
tıncısı Nizâmî ile Hüsrev-i Dihlevî’nin aynı addaki eserlerinin örnek alınma-
sıyla kaleme alınan ve hezec-i müseddes bahrinde, âşıkâne bir üslûp ve lirik bir
ifade ile 889/1484’te yazılan Leylâ vü Mecnûn’dur. Son mesnevîsi ise Nizâmî ve
Hüsrev-i Dihlevî’nin İskender-nâme’lerine nazire olan ve Hüseyin Baykara’ya it-
haf edilen Hıred-nâme-i İskenderî’dir. Ahlâk ve felsefe konularından bahseden
didaktik bir eserdir (Câmî 1370; Hikmet 1991: 300-28; Ateş 1968: 392-93, 399-401,
416-22; Ritter 1993a: 18-19; Okumuş 1993; Öz 1989: 46-56).

Hâtifî (öl. 967/1520-21)


Timurluların son döneminde ve Safevîlerin ilk yıllarında yaşayan Hâtifî,
Nizâmî-i Gencevî’nin “penc-genc/hamse”sini örnek alarak bir “hamse” oluş-
turmak istemiş, ancak bunun, Tîmûr-nâme’nin gösterdiği sıraya göre Leylî vü
Fars Edebiyatında Mesnevî
| 77
Mecnûn, Şîrîn ü Hüsrev, Heft Manzar ve Tîmûr-nâme adlı dördünü tamamla-
yabilmiştir.
Hâtifî ilk mesnevîsi Leylâ vü Mecnûn’u kaleme alırken, kendinden önce
gelenlerin eserlerini göz önünde bulundurmakla birlikte, hikâyeyi çok değiştir-
miş ve ona birçok yeni motif eklemiştir. Hâtifî’nin eseri kendinden önce yazılan
Leylâ vü Mecnûn’lardan daha kısadır. İçerisinde yeni motifler bulunmakla bir-
likte, daha derli toplu olan eserin dili sâdedir. Türk şâirler, özellikle Hâtifî’nin bu
eserinden çok istifade etmişler, hatta bazıları onu tercüme etmiştir. 1800 beyit-
ten meydana gelen Hüsrev ü Şîrîn, Genceli Nizâmî’nin aynı adlı eserine nazire
olarak yazılmış ve Alî Şîr Nevâyî’ye ithaf edilmiştir. Heft Manzar ise, Nizâmî’-
nin Heft Peyker’i örnek alınarak yazılmıştır.
Şâh İsmâ’îl 917/1511-12’de Horasan’ın fethini tamamlamış, dönüşte ise
Harcird kasabasına uğramış, burada Kâsım-ı Envâr’ın türbesini ziyaret ettikten
sonra, Hâtifî’nin bahçesinin yanına geldiğinde, Hâtifî onun yanına gitmiştir. Hü-
kümdarın isteği üzerine şiirlerini ona göstermiş; Şâh İsmâ’îl bu şiirleri beğen-
miş ve kendisini fetihlerinin tarihini yazmaya memur etmiştir. Hâtifî bu mak-
satla Şâh-nâme-i Hâtifî olarak da anılan İsmâ’îl-nâme’sini yazmaya başlamış ve
1000 beyit kaleme almış, ancak tamamlayamadan ölmüştür. Mesnevînin bazı
beyitleri Tuhfe-i Sâmî’de örnek olarak nakledilmiştir. “Hamse”sinin dördüncü
kitabı olan Tîmûr-nâme, Zafer-nâme ve Zafer-nâme-i Tîmûrî adlarıyla da anıl-
maktadır. Nizâmî’nin “hamse”sinde yer alan İskender-nâme’ye karşılık olarak
yazılmıştır. İskender yerine Timur’un konu alınarak, şahsiyetinin destanlaştı-
rıldığı eser, yaklaşık 4500 beyitten oluşmaktadır. Eser, oluşturulurken her ne
kadar Nizâmî’nin İskender-nâme’si göz önünde bulundurulsa da, onda yer alan
hikâye ve efsanelerden bahsedilmemiş, başta Şerefüddîn Alî Yezdî’nin Zafer-
nâme’si olmak üzere Timur’a ait önemli kaynaklardan istifade edilmiştir (Safâ
1363: 438-47; Levend 1959; Öztürk 1999).

XVI. Asırdan Sonra Mesnevî


XVI. asırdan sonra da bir kısmı bize kadar ulaşan pek çok mesnevî yazılmış-
tır. Bununla beraber meydana getirilen eserler, daha önceki devirlerdekilere kıyas
edilemiyecek kadar düşük sayılabilir. Eski konular, pek az değişikliklerle devam
ederken, gerek İran’da gerekse birçok İran şâirinin gidip yerleştikleri Hindistan’da,
eski cereyanların tabii bir neticesi olarak, yeni bir temayül meydana çıkmıştır.
Bu da adeta uzun konuları nazmetmeğe sabırları kalmamış olan sanatkârların
kaleme aldıkları çok küçük mesnevîler olarak kendisini göstermektedir. Ehlî-i
Şîrâzî (öl. 934/1527)’nin Sihr-i Helâl ve Şem’ ü Pervâne’si, Hilâlî (öl. 935/1528)’nin
78 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Şâh u Dervîş’i, Örfî (öl. 999/1591)’nin Mecma’ü’l-ebkâr ve Ferhâd u Şîrîn’i, Vahşî
(öl. 1007/1583)’nin Genceli Nizâmî’yi taklit ederek yazdığı Huld-ı Berîn, Nâzır u
Manzûr, Ferhâd u Şîrîn’i, Bahâüddîn el- Âmilî (öl. 1030/1620)’nin Nân u Helvâ
ile Şîr ü Şekker mesnevîleri dikkate değer birer örnek olarak kaydedilebilir (Ateş
1969: 131).
İran edebiyatında özellikle Firdevsî’nin Şâh-nâme’si, Türk asıllı Nizâmî-i
Gencevî ve Hüsrev-i Dihlevî’nin “hamse”leriyle parlak bir hüviyet kazanan
mesnevî, Moğollar devrinden itibaren bazı büyük kabiliyetler müstesna, has-
saten konu bakımından fakirleşerek devam etmiş, en son devrin edebiyatında
yerini mensur romana bırakmıştır.
İran edebiyatının bütün dönemlerinde mesnevî nazım şekliyle yazılmış
küçük şiir ve manzumelere de rastlanmaktadır. Bunlar mürettep divanlarda
genellikle “mesnevîyât” başlığı altında ve ayrı bir bölüm olarak yer almakta-
dır (Ateş 1969: 131).
I. Bölüm
Mesnevî ve Türkçe Mesnevîlerin
Tertip Özellikleri

Mesnevî

Giriş
Arapça “s n y” sülâsî (üçlü) kökünden türeyen ve “ikişer ikişer” mân-
âsına gelen “mesnen” kelimesinin bir nisbet şekli gibi görünen mesnevî keli-
mesi, Arapçada kullanılmamıştır (Ateş 1971: 127). İştikakı itibariyle Arapça olan
mesnevî tabiri, Farsçada genelleşerek yayılmış ve daha sonra Türkçeye de geç-
miştir (Çelebioğlu 1999: 21).
Edebî bir terim olarak mesnevî, aynı vezinde ve her beyti kendi arasında
(bağımsız olarak) kafiyeli olan nazım şekline verilen isimdir (Humâyî 1370: 156;
Sîmâdâd 1375: 263).
Bu kelime, özellikle Türk edebiyatında Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin kı-
saca Mesnevî diye şöhret bulan Mesnevî-i Ma’nevî’si sebebiyle meşhur olmuş,
öyle ki, mesnevî deyince onun bir nazım şekli olmasından çok, Mevlânâ’nın
eseri hatırlanır olmuştur. Nitekim Ahmed-i Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri isimli
eserinde bu durumu şu şekilde dile getirmektedir:

Yine bir gün son gelenlerin en faziletlisi Sa’îd-i Şehîd, Kadı Necmeddîn-i Taştî
(Tanrının rahmeti onun üzerine olsun) ulular toplantısında şu latifeyi anlattı:
Bütün dünyada, umumî olan üç şey vardı. Bu üç şey Mevlânâ’ya nisbet edil-
dikten sonra özel bir mânâ aldı ve insanların münevverleri bunu hoş gördüler.
Bunlardan biri, Mesnevî’dir. Eskiden her (kafiyeli) iki mısraa mesnevî derlerdi;
fakat zamanımızda mesnevî denilince akıla, hemen Mevlânâ’nın Mesnevî’si ge-
lir. İkincisi eskiden bütün bilginlere Mevlânâ diyorlardı, fakat bugün Mevlânâ
denilince Mevlânâ hazretleri anlaşılır. Üçüncüsü, her mezara türbe derlerdi.
80 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Bugün ise herhangi bir türbe anılsa veya söylenilse Mevlânâ’nın kabri akla gelir
(Ahmet Eflâkî 1989: II/18).

Mesnevî şeklinin, öteden beri eski İran şiirinden geldiği söylense de, bu na-
zım şeklinin oluşumu, Arap şiirinin “recez” (→ Arap Edebiyatında Mesnevî) nevine
dayanmaktadır. El-Ağleb b. Cûşem el-İclî (öl. 145/762), “recez”i kasîde tipinde
dâhilî planı olan uzun şiirler hâline dönüştürmüştür. Mesnevî, “urcûze” olarak
adlandırılan bu şiirlerden doğmuştur. Ancak Arapçada, mesnevî tabiri kullanıl-
mamış, bu şekildeki bir manzume veya esere kasîde denmiş, bu kelime, “müz-
devic” veya “müzdevice” sıfatı ile tavsif edilmiştir (→ Arap Edebiyatında Mesnevî).
Daha sonra bu sıfat, asıl isim yerine kullanılmıştır (Ateş 1971: 128).

Şekil
Kendi aralarında kafiyeli olan beyitlerden oluşan (aa / bb/ cc / çç / ...) mesnevî,
beyit sayısı bakımından hiçbir kısıtlayıcı kurala bağlı değildir. İki beyitten baş-
layarak 10-30 beyte kadar olan kısa mesnevîler yazıldığı gibi, binlerce beyit sü-
ren tarihler, uzun aşk hikâyeleri, şehr-engîzler, öğretici dînî, ahlâkî ve tasavvufî
konular gibi pek çok mevzu mesnevî nazım şekliyle yazılmıştır. Gerek beyitler
arasında kafiye bağlantısı bulunmaması, gerekse beyit sayısının sınırlı olmaması,
şâirlerin işledikleri konuyu istedikleri kadar genişletmelerine imkân sağlamış-
tır. Ancak, her beytin anlamının kendi içinde tamamlanması ve diğer beyitlere
geçmemesi gerekmektedir. Bundan dolayı beyitler arasında sadece konu birli-
ğine dikkat edilmiştir (Ünver 1986: 432; İpekten 1997: 59). Fakat mesnevîlerde bu
kurala uyulmayan örneklerle de karşılaşılmaktadır. Nitekim Fuzûlî’nin Leylâ vü
Mecnûn’unda geçen şu beyitlerde anlamın kendi içinde tamamlanmayarak son-
raki beyitlere geçtiği6 görülmektedir:

Feyz-i şeb-i kîmyâ-eserden


Te’sîr-i şemâme-i seherden
Açıldı ham-ı benefşeden tâb
Şeb-nem güle saçdı lü’lü’-i nâb
(Doğan 2010: 260)

Ger tıfllıgunda mest (ü) bî-bâk


Sahrâya düşüp yaban kılup çâk
Oldun reh-i ‘aşk içinde meşhûr
Ma’zûr idün ol zamânda ma’zûr
(Doğan 2010: 388)
6
Bu tip beyitlere “merhûn” denilmektedir.
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 81
Hemen tamamen kısa aruz kalıplarıyla yazılan mesnevîlerdeki monoton-
luğu kırmak için mesnevîye farklı nazım şekilleriyle yazılmış şiirler de serpiş-
tirilmiştir. Bugünkü bilgilere göre bu tavır ilk defa Fars edebiyatında Ayyûkî,
Türk edebiyatında Yûsuf Has Hâcib tarafından gerçekleştirilmiştir. Arap ede-
biyatında ise böyle bir kullanım görülmemektedir. Ayyûkî, Varka vü Gülşâh
mesnevîsinde ilk kez hikâyenin kahramanları ağzından 10 gazele yer vermiştir.
Emîr Hüsrev-i Dihlevî ise gazelle başlayan bu durumu, daha da ileri götürerek
“gazel”in yanında “kasîde” de söylemiştir (Fesâî 1372: 462-68).
Türk edebiyatında ise, Yûsuf Has Hâcib eserinde yeknesaklığı giderip okun-
masındaki canlılığı sağlamak için çeşitli aralıklarla Türk nazım birimi olan dört-
lük tarzında şiirlere yer vermiştir (bkz. Arat 1979: 61-62, 88, 213, 252, 499 vd.):

Bilig kıymetini biliglig bilir


Ukuşka agırlıg biligdin kelir
Negü bilge tilve bilig kadrini
Bilig kayda bulsa biliglig alır7

Hatta Yûsuf Has Hâcib, bununla da yetinmeyerek eserinin sonlarında


“kasîde” nazım şekliyle iki şiir daha kaleme almıştır (Arat 1879: 644-50):

Yorıglı bulıt teg yigitlikni ıdtım


Tüpi yil keçer teg tiriglig tükettim
………………………………….
Sen ök sen yazuk yarlıkaglı idim bir
Suyurka mini sen yazukum unıttım8
…………………………………….

Mesnevîlerde farklı nazım şekillerinin kullanılmasına Anadolu’da kaleme


alınan başta aşk konulu mesnevîler olmak üzere XIV. asırdan itibaren rastlan-
maktadır. Nitekim Ahmed Fakîh’in Kitâbu Evsâfı Mesâcidi’ş-şerîfe’sinde hece vez-
niyle ve dörtlükler hâlinde yazılmış parçalar bulunmaktadır (Çelebioğlu 1999: 34).
Kadı Darîr’in telifî hüviyete sahip olan Yûsuf u Züleyhâ’sında çeşitli gazeller yer
almaktadır (bkz. Karahan 1994: 187, 193, 197 vd.). Yine Farsçadan veya başka bir
dilden Türkçeye tercüme edilen veya nazire olarak yazılan mesnevîlerde de farklı
nazım şekillerine yer verilmiştir. Hoca Mes’ûd’un Süheyl ü Nev-bâhâr’ı (Dilçin
7
“Bilginin kıymetini bilgili bilir, akıla hürmet bilgiden gelir. Bilginin kıymetini deli
nereden bilecek; bilgiyi, nerede bulursa bilgili alır.” (Arat 1988: 44).
8
“Gençliğimi, geçen bulut gibi, geçirdim; ömrümü fırtına sür’ati ile tükettim…Gü-
nahlarımı bağışlayan sen bir rabbimsin, sen beni affet; günahlarımın sayısını ben
bile unuttum.” (Arat 1988: 468-74).
1991: 276, 286 vd.), Cem Sultan’ın Cemşîd ü Hurşîd’i (Okur Meriç 1997: 321-22, 352
vd.), Hamdullâh Hamdî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sı (Onur 1991: 204, 215 vd.) ve Şey-
hoğlu Mustafâ’nın Hurşîd-nâme’si (Ayan 1979: 223-24, 232 vd.) bu tip eserlerdendir.
Mesnevî içinde özellikle Türk edebiyatında, Fars edebiyatına nazaran
farklı nazım şekillerinin zamanla hem çeşitlendiği hem de zenginleştiği görül-
mektedir. Bu durum, hüviyet itibariyle Türkçe mesnevîlerin, Arapça ve Farsça
mesnevîlerden farklılık göstermesinde etkili olmuştur. Türkçe mesnevîlerin “giriş
bölümü”, “konunun işlendiği bölüm” ve “bitiş bölümü”nde görülen farklı nazım
şekilleriyle şiir yazma geleneğinde Ayyûkî’nin etkisinin yanında, özellikle Türk
asıllı Emîr Hüsrev-i Dihlevî ve Yûsuf Has Hâcib’in tesirinin de göz önünde bu-
lundurulması gerektiğini düşünüyoruz.
Mesnevîde farklı nazım şekillerinin kullanılması, sadece “konunun işlendiği
bölüm”le sınırlı kalmamış, “giriş bölümü” ve “bitiş bölümü”nde de aynı durum
kendisini göstermiştir. Özellikle şâirler “giriş bölümü”nde aynı konuyu birden
fazla kaleme alacağı zaman, çoğunlukla “mesnevî” formunun yanında başka bir
nazım şeklini kullanmıştır. Meselâ “tevhîd” yazan şâir, ikinci bir “tevhîd manzu-
mesi kaleme alacaksa onu ekseriyetle “kasîde” tarzında ele almıştır. Mesnevîlerin
bölümlerinde “gazel”, “rubâ’î”, “kıt’a”, “müstezâd”, “murabba”, “muhammes”, “tahmîs”,
“müseddes”, “mu’aşşer”, “terci-bend”, “terkib-bend”, “tardiyye” ve “kasîde” nazım
şekillerinin kullanıldığı görülmektedir. “Giriş” ve “bitiş” bölümlerinde daha çok
“kasîde”, “konunun işlendiği bölüm”de ise gazel nazım şeklinin kullanıldığı dik-
kat çekmektedir. Mesnevîye girdirilen bu nazım şekilleri, ya mesnevînin kendi
kalıbıyla ya da aruzun farklı kalıplarıyla kaleme alınmışlardır.
Bunun yanında mesnevî nazım şeklinin dışında hiçbir nazım şeklinin
yer almadığı mesnevîler de kaleme alınmıştır. Bu tip eserler, diğerlerine naza-
ran daha azdır. Tamamen “mesnevî” formuyla oluşturulan mesnevîlerden ba-
zıları şunlardır:
Çâkerî, Yûsuf u Züleyhâ (Yıldız 2013; Nalbat 2012); Mülhimî, Şehen-şeh-
nâme (Alper 2012); Hatîboğlu, Ferah-nâme (Özbostancı 1991; Öztürk 1980, 1984;
Şahin 1993; Zümrütler 1994; Çelebioğlu 1999: 192-208); Şeyh Elvân-ı Şîrâzî, Gülşen-i
Râz Tercümesi (Akkuş 2002; Ülken 2002; Bankır 1997; Sadîk 1381; Kartal 2003b);
Za’îfî, Kitâb-ı Nigâristân ve Hadîka-i Sebzistân (Büyükkarcı Yılmaz 2001; Çavu-
şoğlu 1978); Hâşimî, Mihr ü Vefâ (Ece 1996); Nâyî Osmân Dede, Ravzatü’l-i’câz fî
Mû’cizâti’l-mümtâz (Çakır 1998); Fedâyî Dede, Mantık-ı Esrâr (Şimşek 1993); Celîlî,
Leylâ vü Mecnûn (Kazan Nas 2011); Hekîm Nidâ’î, Keyf-i Kitâb-ı Nidâ’î (Ay 2000);
Enverî, Düstûr-nâme-i Enverî (Ademler 2007); Keşfî, Te’dîb-nâme (Üst 2006); Alî
Şîr Nevâyî, Leylâ vü Mecnûn (Çelik 1996), İskender-nâme (Tören 2001), Ferhâd u
Şîrîn (Alpay-Tekin 1994)….
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 83
Bazı şâirler tarafından, özellikle mesnevî tarzı diğer nazım şekillerine na-
zaran daha değerli sayılmıştır. Nitekim Şeyhî, şâirlikteki kudreti gösteren ölçü-
nün, mesnevî olduğuna inanmaktadır. Bundan dolayı “şiir nakdinin mehekki
mesnevîdir”, demiştir. Gazel nazım şeklinin kudretine inanmakla birlikte, asıl
hünerin mesnevî yazmak olduğunu ileri sürmüştür. Çünkü ona göre gazel bir-
kaç ev meydana getirmeye benzediği hâlde, mesnevî nazm etmek bir şehir kur-
mak gibidir; asıl marifet de budur (Timurtaş 1980: 21 [metin]):

Gazel tarzında ger kalbün kavîdür


Mehekki nakd-i kavlün mesnevîdür
Heves nakşiyle ider her bir üstâd
Biş on beytün der ü dîvârın âbâd
Hüner bir şehr bünyâd eylemekdür
Der ü dîvârun âbâd eylemekdür
Ki her bir beyti ma’mûr ola mecmû’
Felekden sathı a’lâ sakfı merfû’

Edirneli Şâhidî de, Leylâ vü Mecnûn’unun “sebeb-i nazm-ı kitâb” faslında,


hâtiften gelen ses aracılığıyla dünyanın fenalığından, geride ancak iyi adın bâkî
kalacağından bahisle “gazel” ve “kasîde”lerin mükemmelliğini, ancak bunlara
nisbetle bir şehir kurmak gibi büyük bir iş sayılan mesnevî nazmetmenin geride
iyi bir ad bırakmaya vesile olacağına vurgu yapmıştır (Şentürk 2002: 99-100):

Virürsün san’atıyla şi’re revnak


Sözindür nazm-ı terde sihr-i mutlak
Kasîdendür me’ânîden mülemma’
Sanâyi’ cevherindendür murassa’
Hayâl-i hûb alup her güzelden
Niçe ebyât yazarsın gazelden
Diyüp şîrîn tutar garrâ kasîde
Niçe söz şehdin idersin ‘asîde
Ola gevher bigi ger hûb-manzar
Hüner dimez beş on beyte hünerver
Çü kudret var ur bir şehre bünyâd
Sevâdın san’atıyla eyle âbâd
(Erbay 2012a: 303)

Vezin
Özellikle uzun mevzular ile hikâyelerin yazımında kullanılan mesnevîlerde,
hem konuların işlenip anlatılması hem de okunup ezberlenmesine sağladığı bü-
yük kolaylıktan dolayı, oluşumundan itibaren Arap, Fars ve Türk edebiyatlarında
84 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
genellikle aruzun kısa kalıpları tercih edilmiş ve kullanılmıştır. Muhtemelen Türk
edebiyatındaki bu tercihte; kısa kalıpların millî ölçümüz olan hece vezninin 11’li
hece düzenine ve Türk halk edebiyatındaki ritmine uygun düşmesi de etkili ol-
muştur. Arap, Fars ve Türk edebiyatlarında kullanılan bu kalıplar şunlardır:

Hezec Bahri
“Hezec” Arapçada “güzel sesle ve bağırarak şarkı söyleme” demektir. Arap
aruzunda üçüncü daireye (dâ’ire-i müctelibe), Acem aruzunda ise birinci daireye
(dâ’ire-i mü’telife) dâhil üç bahirden biridir. Dairenin diğer bahirleri “Recez” ile
“Remel”dir (Eraslan 1993: 135). İran şiirinde çok kullanılan bu bahirden 28 değişik
kalıp türetilmiştir. Türk şâirlerince de sevilen ve bolca kullanılan bir kalıp olup
müsemmen (sekizli), müseddes (altılı) ve çok az rastlanan murabba (dörtlü) şekil-
leri vardır (İpekten 1997: 165). Bu bahrin Türk ve Fars mesnevîlerinde en çok;

mefâîlün / mefâîlün / feûlün


(._ _ _ / ._ _ _ / ._ _ )

kalıbı kullanılmıştır. Fars edebiyatında Fahreddîn-i Gürgânî’nin Veys ü Râmîn’i,


Genceli Nizâmî’nin Hüsrev ü Şîrîn’i, Ferîdüddîn-i Attâr’ın İlâhî-nâme ve Esrâr-
nâme’si gibi tanınmış bazı mesnevîler bu kalıpla yazılmıştır. İran edebiyatında bu
kalıpla 6’sı Sâmânîler, 5’i Gazneliler ve 4’ü de Selçuklular döneminde olmak üzere
toplam 15 mesnevî kaleme alınmıştır. Türk edebiyatında ise en çok dinî, ahlâkî
ve tasavvufî mesnevîlerde tercih edilip kullanılmıştır. Ayrıca çeşitli aşk konulu
mesnevîler ile şehr-engîzlerin de bu kalıpla kaleme alındığı görülmektedir. XIII.
(1 mesnevî) asırdan itibaren görülen bu kalıbın kullanım oranı XIV. (15 mesnevî)
XV. (52 mesnevî) ve XVI. (86 mesnevî) asırlarda giderek artan bir seyir göstermiş-
tir. Ancak XVII. (19 mesnevî), XVIII. (18 mesnevî) ve XIX. asırlarda (12 mesnevî)
ise kullanımında azalma olmuş ve ciddî sayılabilecek oranda düşüş göstermiştir.
Bu bahrin Fars ve Türk mesnevîlerinde çok kullanılan diğer bir kalıbı;

mef’ûlü / mefâilün /feûlün


(_ _ ./ ._ . _ / ._ _ )

şeklinde olanıdır. On heceli olan bu vezinle Fars edebiyatında Hakanî’nin


Tuhfetü’l-ırâkeyn’i ve Genceli Nizâmî’nin Leylâ vü Mecnûn’u yazılmıştır. Daha
sonra Nizâmî’ye nazire olarak yazılan Emîr Hüsrev-i Dihlevî ile Câmî’nin Leylâ
vü Mecnûnlarında da bu kalıp kullanılmıştır. Fars edebiyatında 3’ü Sâmânîler, 5’i
Gazneliler, 1’i de Selçuklular döneminde olmak üzere 9 mesnevîde bu kalıp ter-
cih edilmiştir. Kısa ve kıvrak olan bu kalıp, Türk edebiyatında daha çok Nizâmî-i
Gencevî’nin Leylâ vü Mecnûn’undan hareketle oluşturulan Leylâ vü Mecnûnlar
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 85
olmak üzere bazı aşk mesnevîlerinde, dinî, ahlâkî ve tasavvufî mesnevîlerde,
sâkî-nâmelerde vd. kullanılmıştır. İlk defa XIV. asırda (1 mesnevî) görülmeye
başlanan bu kalıp, XV. (3 mesnevî), XVI. (15 mesnevî) ve XVII. (16 mesnevî) asır-
larda istikrarlı şekilde artış göstermiş, özellikle XVI. ve XVII. asırlarda hemen
hemen aynı oranda kullanılmıştır. XVIII. (7 mesnevî) XIX. (7 mesnevî) asırlarda
ise kullanımında düşüş olmuştur.
Bu bahrin Fars edebiyatında kullanılmayan;

mef’ûlü / mefâîlü /feûlün


(_ _ ./ . _ _ . / ._ _ )

kalıbıyla Türk edebiyatında, XV. asırda sadece bir mesnevî kaleme alınmıştır.
Bu bahrin uzun kalıplarından olup Türk edebiyatında çokça tercih edi-
lip kullanılan;

mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün


(._ _ _ / ._ _ _ / ._ _ _ / ._ _ _ )

ile XIV. asırda bir kısa mesnevî yazılmıştır.


Yine bu bahrin hareketli ve kıvrak uzun kalıplarından olan;

mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün


(_ _. / . _ _ . / . _ _ . / . _ _)

Fars ve Arap mesnevîlerinde kullanılmamıştır. Türk edebiyatında ise XVII.


asırda iki mesnevî kaleme alınmıştır.

Remel Bahri
Arapçada “remel”, “koşma, hızlı yürüme” demektir. Arap aruzunda üçüncü
daireye (dâ’ire-i müctelibe), Acem aruzunda ise birinci daireye (dâ’ire-i mü’telife)
dâhildir (Eraslan 1993: 135). Mütekârib bahri gibi Fars edebiyatında eskiden beri
sevilerek çokça kullanılan bir bahirdir. Rûdekî’nin Kelîle ve Dimne’si, Ferîdüddîn-i
Attâr’ın Mantıku’t-tayr’ı ve Musîbet-nâme’si, Câmî’nin Salâmân u Absâl’ı vd. bu
bahirle yazılmıştır (Salâhîrâd 1383). Muhammed Ca’fer-i Mahcûb, Sâmâniler dö-
neminde yazılan 37 mesnevîden 7’sinde, Gazneliler döneminde kaleme alınan 46
mesnevîden 15’inde bu bahrin kullanıldığını tespit etmiştir (bkz. Mahcûb 1342).
Türk şâirleri tarafından da benimsenen bu bahrin özellikle kısa şekli,
Anadolu’da yazılan ilk Türkçe mesnevî olan Risâletü’n-nushiyye’den9 başlayarak her
asırda dinî, tasavvufî ve ahlâkî mesnevîler başta olmak üzere bolca kullanılmıştır.
9
Risâletü’n-nushiyye’nin “giriş bölümü” bu kalıpla yazılmıştır.
86 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Bu bahrin Türkçe mesnevîlerde en çok benimsenen ve kullanılan;

fâilâtün / fâilâtün / fâilün


(_._ _ / _._ _ / _._)

kalıbı olmuştur. XIII. asırda 2 mesnevî kaleme alınmış bu bahrin, özellikle XIV.
(59 mesnevî), XV. (71 mesnevî) ve XVI. (56 mesnevî) asırlarda çok yoğun bir şekilde
tercih edildiği görülmektedir. XVII. (21 mesnevî) ve XVIII. (18 mesnevî) yüzyıl-
larda kullanımı önceki dönemlere göre azalsa da XIX. (37 mesnevî) asırda tek-
rar eski yoğunluğunu kazanma temayülü göstermiştir.
Bu bahrin kısa kalıplarından olan;

feilâtün / feilâtün / feilün


(fâilâtün) (fa’lün)
(.._ _ / .._ _ / .._ )
(_._ _ ) (_ _ )

Mollâ Câmî’den önce Fars edebiyatında kullanılmamıştır. Câmî, Sohbetü’l-


ebrâr mesnevîsini bu kalıpla yazmıştır (Salâhîrâd 1383). Türk edebiyatında ise özel-
likle XVII. (15 mesnevî) ve XVIII. (22 mesnevî) asırlarda tercih edildiği müşahede
edilmektedir. XV. asırda 2, XVI’da 6 ve XIX’da 6 mesnevî bu kalıpla yazılmıştır.
Arap ve Fars edebiyatlarının aksine Türk edebiyatında, bu bahrin uzun
kalıplarından;

fâilâtün / fâilâtün / fâilâtün / fâilün


(_._ _ / _._ _ / _._ _ / _._)
ve
feilâtün / feilâtün / feilâtün / feilün
(fâilâtün) (fa’lün)
(.._ _ / .._ _ / .._ _ / .._)
(_._ _) (_ _)

de tercih edilip mesnevîlerde kullanıldığı görülmektedir. Bunlar özellikle anla-


tımı, okuyuşu ve ezberlemeyi zorlaştırdığı için beyit sayısı az olan mesnevîlerde
tercih edilmiştir. Türk edebiyatında birinci kalıpla 8, ikincisiyle ise 1 mesnevî
yazılmıştır.

Serî’ Bahri
Arapçada “serî’”, “çabuk, tez canlı, çevik adam” anlamına gelmektedir. Arap
aruzunda IV. daire (dâ’ire-i müştebihe)’de, Acem aruzunda ise III. daire (dâ’ire-i
müntezi’a)’de gösterilmektedir. Bu bahrin ideal ölçüsü müseddesü’l-eczâ (altı
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 87
cüzlü)’dır (Eraslan 1993: 169). Fars edebiyatında kullanılan en eski bahirlerden
biridir. Nizâmî-i Gencevî’nin Mahzenü’l-esrâr’ı ile ondan hareketle oluşturulan
Câmî’nin Tuhfetü’l-ahrâr’ı bu bahrin;

müfteilün / müfteilün / fâilün


(_.. _ / _.. _ / _._)

kalıbıyla kaleme alınmıştır. Fars edebiyatında, Sâmânîler döneminde 3, Selçuk-


lular döneminde ise 1 mesnevîde bu kalıp tercih edilmiştir. Türkçe mesnevîlerde
bu kalıbın kullanılması Genceli Nizâmî’nin Mahzenü’l-esrâr’ı etkisiyle olmuştur.
Nitekim bu kalıp ilk defa XV. asırda Ahmed-i Rıdvân’ın Mahzenü’l-esrâr tercü-
mesinde görülmektedir. Daha sonraki dönemlerde hassaten Mahzenü’l-esrâr’dan
hareketle oluşturulan eserlerde de bu durum müşâhede edilmektedir. Özellikle
XVIII. asır şâirlerinden Nahîfî’nin 5 mesnevîsini bu kalıpla oluşturması dikkat
çekmektedir. Bu kalıp, XV. asırda 6, XVI’da 9, XVII’de 4, XVIII’de 8 ve XIX’da 8
olmak üzere 35 mesnevîde kullanılmıştır.
Bu bahrin daha kısa şekli olan;

müfteilün / fâilün
(_.. _ / _._)

ise, sadece İbrâhîm Hakkı’nın Kıyâfet-nâme’sinde yer almaktadır.

Hafîf Bahri
Arapçada “hafîf’”, “hafif, ağırlığı fazla olmayan” demektir. Arap aruzunda
IV. daire (dâ’ire-i müştebihe)’ye dâhil altı bahirden biridir. Acem aruzunda ise III.
daire (dâ’ire-i müntezi’a)’de yer alan beş bahirden biri olarak gösterilmiştir (Eraslan
1993: 133). Fars edebiyatında Senâ’î’nin Kâr-nâme-i Belh ve Hadîkatü’l-hakîka’sı,
Genceli Nizâmî’nin Heft Peyker’i, Evhadî’nin Câm-ı Cem’inde ve Mollâ Câmî’nin
Silsiletü’z-zeheb’inde bu bahrin;

feilâtün / mefâilün / feilün


(fâ’ilâtün) (fa’lün)
(.._ _ / ._ . _ / .._ )
(_._ _ ) (_ _ )

kalıbı kullanılmıştır. Bu kalıbın Sâmânîler döneminde 9, Gazneliler zamanında


15 ve Selçuklular devrinde 9 mesnevîde yer alması, tercih edildiğini ve sevile-
rek kullanıldığını göstermektedir.
Bu “hafîf” bahrinin Türkçe mesnevîlerde de kullanılan tek kalıbıdır. Ardarda
gelen açık ve kapalı hecelerin çokluğu, ilk ve son cüzlerin değişik şekilde kulla-
nılabilmesi özelliği kalıba bir esneklik ve kolaylık kazandırmıştır (İpekten 1997:
88 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
261). Bu kolaylığı ve kısalığı vesilesiyle XIV. asırdan itibaren Türkçe mesnevîlerde
kullanıldığı görülmektedir. Özellikle 34 mesnevî ile en çok XVI. asırda tercih
edilmiştir. XVII. (12 mesnevî) ve XVIII. asırda da (16 mesnevî) rağbet görmüş-
tür. XIII. asırda 1, XIV’te 2, XV’te 7 ve XIX’da ise 6 mesnevîde kullanılmıştır.

Mütekârib Bahri
Arapçada “mütekârib”, “yaklaşan, yakın” anlamına gelmektedir. Mütekârib
bahri sonradan türetilen bahirlerdendir. Fars edebiyatında yer alan mesnevî vezin-
lerinin en eskisidir. Arap aruzunda V. daire (dâ’ire-i müttefika)’de, Acem aruzunda
ise IV. daire (dâ’ire-i müttefika)’de gösterilmektedir. İdeal ölçüsü müsemmenü’l-
eczâ “sekiz cüzlü” olup bahri oluşturan “feûlün” aslî cüzü humâsî “beşli”dir.
“Müsemmen-i sâlim”i beyitte “feûlün feûlün feûlün feûlün” cüzlerinin ilk defa
tekrarından ibarettir (Eraslan 1993: 159).
Fars edebiyatında tanınmış mesnevîlerin ekseriyeti, Şâh-nâme vezni ola-
rak da bilinen;
feûlün / feûlün / feûlün / feûl
(._ _ / ._ _ / ._ _ / ._ )

kalıbıyla yazılmıştır. Şâh-nâme-i Firdevsî, Gerşâsb-nâme-yi Esedi-yi Tûsî, İskender-


nâme-yi Nizâmî, Bostân-ı Sa’dî bunlardandır. Ayrıca “sâkî-nâmeler” ve “mugannî-
nâme”lerin çoğunluğu yine bu bahirle kaleme alınmıştır (bkz. Salâhîrâd 1383).
Muhammed Ca’fer-i Mahcûb, Sâmâniler döneminde yazılan 37 mesnevîden
9’unda, Gazneliler döneminde kaleme alınan 46 mesnevîden 15’inde bu kalı-
bın kullanıldığını tespit etmiştir. Selçuklular döneminde ise 14 mesnevî bu ka-
lıpla yazılmıştır (Mahcûb 1342, 1342a; Safâ 1333: 286-333).
Kısa ve hareketli olan bu kalıp, Türk edebiyatında ilk defa Karahanlılar dö-
neminde Yûsuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig’inde görülmektedir. Sonraki dönem-
lerde, özellikle Şâh-nâme tarzında kaleme alınan tarihî mesnevîler ile kaynak
metni Bostân gibi aynı kalıp olan metinler oluşturulurken kullanılmıştır. Bazı
sâkî-nâmeler ile dinî mesnevîlerde de bu kalıba yer verilmiştir. Bu kalıbın Türk
edebiyatındaki etkisinin fazla olmadığı görülmektedir. Yaklaşık 25 mesnevî bu
kalıpla kaleme alınmıştır. Bunlardan 1’i XI, 2’si XIV, 6’sı XV, 9’u XVI, 10’u XVII,
2’si XVIII ve 1’i de XIX. asırda yer almaktadır.

Müctes Bahri
“Müctes” Arapçada “kesilmiş, kökünden çekip koparılmış” demektir. İmâm
Halîl’in düzenlediği aruz sisteminde 14. bahirdir. Bu bahrin hem Fars edebiya-
tında hem de Türk edebiyatında en çok kullanılan;
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 89
mefâilün / feilâtün / mefâilün / feilün
(fa’lün)
(._._ / .._ _ / ._._ / .._)
(_ _)

kalıbıdır. Bu uzun kalıp Arap ve Fars edebiyatında tercih edilmemiştir. Türk


edebiyatında ise, beyit sayısı az olan mesnevîlerde kullanıldığı görülmektedir.
Bu kalıpla XV ve XVIII. asırlarda birer mesnevî yazılmıştır.
Bu kalıpların Arap, Fars ve Türk edebiyatlarında kullanımı tablo hâlinde
şu şekildedir10:

Bahir adı Kalıp Arap edeb. Fars edeb. Türk edeb.


Hezec mefâîlün mefâîlün feûlün X X X
Hezec mef’ûlü mefâilün feûlün - X X
Hezec mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün - - X
Hezec mef’ûlü mefâîlü feûlün - - X
Hezec mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün - - X
Remel fâilâtün fâilâtün fâilün X X X
Remel feilâtün feilâtün feilün - X X
Remel fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün - - X
Remel feilâtün feilâtün feilâtün feilün - - X
Serî’ müfteilün müfteilün fâilün - X X
Serî’ müfteilün fâilün - - X
Hafîf feilâtün mefâilün feilün - X X
Mütekârib feûlün feûlün feûlün feûl X X X
Müctes mefâilün feilâtün mefâilün feilün - - X
Recez X - -
Kâmil X - -
Vâfir X - -

10
Burada şu hususu belirtmenin faydalı olacağını düşünüyoruz. Özellikle Arap edebi-
yatında hem tef’ilelerden hem de vezinlerden bahirler daha ön plandadır. Bundan
dolayı bir bahirde yer alan vezne ait tef’ileler farklılık gösterebilmektedir. Bunun için
mesnevîler yazıldığı vezinle değil bahirle anılmaktadır. Biz de bu geleneğe uyarak
Arap edebiyatında yazılan mesnevîlerin vezinlerini değil, bahirlerini belirtmeyi uygun
gördük.
90 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Türk edebiyatında kalıpları tespit edilen 727 mesnevîde kullanılan aruz ka-
lıplarının oranı şu şekildedir:

baş. XIII. yy.


oran

XVIII. yy.
XVII. yy.
Bahir Kalıp

Toplam
XVI. yy.
XIV. yy.

XIX. yy.
XV. yy.
%

Hezec mefâîlün mefâîlün feûlün 1 15 52 86 19 18 12 203 27.92


Hezec mef’ûlü mefâilün feûlün - 1 3 15 16 7 7 49 6.74
Hezec mef’ûlü mefâîlü feûlün - - 1 - - - - 1 0.14
Hezec mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün - - - - 2 - - 2 0.28
Hezec mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün - 1 - - - - - 1 0.14
Remel fâilâtün fâilâtün fâilün 2 59 71 56 21 18 37 264 36.31
Remel feilâtün feilâtün feilün - - 2 6 15 22 6 51 7.02
Remel fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün - 1 1 1 1 4 - 8 1.10
Remel feilâtün feilâtün feilâtün feilün - - - - - 1 - 1 0.14
Hafîf feilâtün mefâilün feilün 1 2 7 34 12 16 6 78 10.73
Serî’ müfteilün müfteilün fâilün - - 6 9 4 8 8 35 4.81
Serî’ müfteilün fâilün - - - - - 1 - 1 0.14
Mütekârib feûlün feûlün feûlün feûl 1 2 6 9 10 2 1 31 4.26
Müctes mefâilün feilâtün mefâilün feilün - - 1 - - 1 - 2 0.28

Bu tabloya göre Türkçe mesnevîlerde en çok kullanılan ilk üç kalıp % 36.31


ile “fâilâtün fâilâtün fâilün”, % 27.92 ile “mefâîlün mefâîlün feûlün” ve % 10.73
ile “feilâtün mefâilün feilün” olarak görülmektedir. Diğer kalıplar ise % 10’nun
altında kalan rakamlarla temsil edilmektedir.
Remel bahrinin diğer kalıbı olan “feilâtün feilâtün feilün” % 7.02, uzun ka-
lıpları ise % 1.28’lik bir orana sahiptir. Remel bahrinin kalıpları birlikte değer-
lendirildiğinde ortaya % 44.61’lik bir sonuç çıkmaktadır ki, bu da neredeyse
mevcudun yarısına tekabül etmektedir.
Hezec bahrinin diğer kalıbı olan “mef’ûlü mefâilün feûlün” % 6.74, diğer
kalıpları ise % 0.56’lık bir orana sahiptir. Hezec bahrinin kalıpları birlikte değer-
lendirildiğinde ortaya % 35.22’lik bir kullanım görülmektedir. Bu oran da mev-
cudun üçte birinden fazlasına tekabül etmektedir. Bu durum da %79.83 oranla
Türkçe mesnevîlerde en çok remel ve hezec bahirlerinin tercih edilerek kullanıl-
dığını göstermektedir. Bunları hafîf, serî’ ve mütekârîb bahirleri izlemektedir.
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 91
Fars edebiyatında yazılan mesnevîlerde kullanılan aruz kalıplarının oranı
şu şekildedir (bkz. Mahcûb 1342, 1342a; Safâ 1332: 286-333):

Sâmânîler Gazneliler Selçuklular


Bahir adı Kalıp Toplam
dönemi dönemi Dönemi
Hezec mefâîlün mefâîlün feûlün 6 5 4 15
Hezec mef’ûlü mefâilün feûlün 3 5 1 9
Remel fâilâtün fâilâtün fâilün 6 5 - 11
Serî’ Müfteilün müfteilün fâilün 3 - 1 4
Hafîf feilâtün mefâilün feilün 9 15 9 33
Mütekârib feûlün feûlün feûlün feûl 9 15 14 38

Fars edebiyatında ise en çok mütekârib, hezec, hafîf ve remel bahirleri kul-
lanılmıştır. Arap edebiyatında ise recez, kâmil, vâfir ve mütekârib bahirlerine yer
verilmiştir. Bu da Türklerin, Farsların ve Arapların kendi zevklerine, anlayışlarına
ve dillerinin hüviyetine göre aruz geleneği oluşturduklarını göstermektedir.
Mesnevîlerde genellikle baştan sona aynı aruz kalıbı kullanılmıştır. Ancak
mesnevîlerin bazı bölümlerinde veya çeşitli konuların işlendiği bir takım kısım-
larında yeknasaklığı kırmak için ayrı kalıpların kullanıldığına da şahit olunmak-
tadır. Ayrıca mesnevînin giriş, konunun işlendiği bölüm ile sonuç bölümünde
mesnevî nazım şeklinin dışında aralara yerleştirilen çeşitli nazım şekillerinde
aynı kalıplar kullanıldığı gibi farklı kalıplara da yer verilmiştir.
Özellikle eski mevlidler ve halk için yazılmış diğer dînî, ahlâkî ve tasavvufî
mesnevîlerde, genellikle birden fazla aruz kalıbının kullanıldığı dikkat çekmek-
tedir. Hatta bu durum, âdeta tabiî bir hâl gibi görülmektedir (bkz. Köksal 2010).
Nitekim Zaîf(î) Mevlid’inde (Köksal 2010: 85), Muhyî Mevlid’inde (Köksal 2010:
482-83) ve Şâh Velî’nin Risâletü’l-bedriyye (Çavuşoğlu 2007)’sinde aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilün” ve “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıpları kullanılmıştır. Menâsik-i
Hac (Umdetü’l-huccâc) (Çöm 2007)’da, asıl mevzuun işlendiği kısımda genellikle
“fâilâtün fâilâtün fâilün”, bazen de “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbı kullanılır-
ken, eserde yer alan çeşitli manzumelerde farklı aruz kalıplarına yer verilmiştir.
Boyacıoğlu’nun Anâsır-ı Erba’a’sının “tevhîd” ve “münâcât” bölümü “mefâîlün
mefâîlün feûlün”, asıl konunun işlendiği kısım ise “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalı-
bıyla yazılmıştır (Deniz 2000).
Halîlî-i Mar’aşî’nin Ravzatü’l-îmân (Alıcı vd. 2012) adlı eseri, diğer mesnevîlerin
aksine, giriş, konunun işlendiği bölüm ve sonuç bölümlerinde farklı aruz kalıp-
larının kullanılmasıyla dikkat çekmektedir. Nitekim mesnevînin giriş bölümü
92 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün”, konunun işlendiği bölüm “fâilâtün fâilâtün
fâilün”, “hâtimetü’l-kitâb”dan önce yer alan “ibâdet-i ma’nevî” başlıklı şiir “mefâîlün
mefâîlün mefâîlün mefâîlün” ve “hâtimetü’l-kitâb” ise “fâilâtün fâilâtün fâilâtün
fâilün” kalıbıyla kaleme alınmıştır. Mustafâ b. el-Hüseyin el-Halebî’nin Manzûme-i
Esâmî-i Ashâb-ı Bedr olarak da isimlendirilen Risâle-i Bedriyye’sinde ise, Bedir
Gazvesi’nin anlatıldığı birinci bölümde aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbı;
Ashâb-ı Bedr’in faziletlerinin anlatıldığı ikinci bölümde “fâilâtün fâilâtün fâilün”
kalıbı; “kasîde” tarzındaki hâtime bölümünde de, “müstef’ilün müstef’ilün fâilün”
kalıbı kullanılmıştır. Na’îm’in Gülzâr-ı Na’îm’inde ise rubâîlerin dışında dört de-
ğişik aruz kalıbının kullanıldığı müşahede edilmektedir (Üstüner 2013).
Abdülbâkî’nin Mi’râciyye’sinde (Özkat 2011: 130) “tevhîd” bölümünde “mef’ûlü
mefâilün feûlün”, “münâcât”ta ve “İsrâ” vaktini anlatırken “feilâtün mefâilün fe-
ilün”, feleklere çıkış anlatılırken “mefâîlün mefâîlün feûlün”, göğe ulaşmanın
şerhi yapılırken “müfteilün müfteilün fâilün”, İbni Dıhye rivâyeti aktarılırken
“fâilâtün fâilâtün fâilün”, “dua” ve “hâtime” bölümünde de “feilâtün feilâtün fe-
ilün” kalıplarını kullanmıştır. Yazıcıoğlu Mehmed’in Muhammediyye’si 12 (Çe-
lebioğlu 1996), Mustafâ b. El-hüseyin el-Halebî’nin Tercüme-i Şemâ’il-i Şerîf’i ise
16 (Özkat 2011: 122) değişik aruz kalıbıyla oluşturulmuştur. Fars edebiyatında
da buna benzer bir durumla karşılaşmaktayız. Nitekim Emîr Hüsrev-i Dihlevî,
dokuz “bölüm/sipihr”den oluşan Nuh Sipihr’de her “sipihr”i farklı bir aruz kalı-
bıyla kaleme almıştır (Fesâî 1372: 464-68).
Mesnevîlerde müstakil olarak kaleme alınan manzumelerin/bölümlerin ba-
zen farklı kalıplarla yazıldığı görülmektedir (bkz. Köksal 2010: 496, 499, 501 vd.; Kılıç
2005: 114-17 vd.). Bazı eserlerde ise, kimi beyitlerin birinci ve ikinci mısralarının
iki farklı aruz kalıbıyla yazıldığına şahit olunmaktadır. Nitekim Garîb’in Yûsuf u
Züleyhâ’sında böyle hususî bir durum göze çarpmaktadır. Bu tip beyitlerin birinci
ya da ikinci mısraları “fâilâtün fâilâtün fâilün” ve “mefâîlün mefâîlün feûlün” ka-
lıbıyla yazılmıştır. Aşağıdaki beyitler bu tarzdadır (Karakaya 2012: 151):

Varup put-hânesine girür idi


Secde kılup puta yalvarur idi

‘Aceb Yûsuf benümle bir ola mı


Yohsa bu derdüm ölince kala mı

Millî şiir ölçümüz olan hece vezninin de bazı mesnevîlerde kullanıldığı dik-
kat çekmektedir. XVII. asır şâirlerimizden Feyzî tarafından kaleme alınan ve 987
beyitten oluşan Şem’ ü Pervâne (Tekin 1991), 11’li hece vezniyle nazmedilmesi
bakımından önemlidir. İbrâhîm Edhem’in menkabesinin anlatıldığı Dâstân-ı
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 93
İbrâhîm Edhem’de (Güder 1992), hece vezniyle yazılmış biri 6, diğeri 11 dört-
lükten oluşan destan tarzında iki şiir bulunmaktadır. Kaygulu Halîl’in Hâdiü’l-
‘uşşâk’ında 16’lı hece vezniyle kasîde nazım şeklinde yazılmış manzumelerle 8 ve
11 heceli mesnevîler birbirini takip etmektedir (Kocatürk 1970: 563-64). XIX. asır
saz şâirlerinden olan Bayburtlu Zihnî’nin Sergüzeşt-nâme (Demirayak 1997)’sinde
yer alan manzumelerin bir kısmı aruz, bir kısmı da hece vezniyledir.
Fars edebiyatında kaleme alınan bazı mesnevîler Türkçeye nazire veya
tercüme yoluyla kazandırılırken ekseriyetle vezinleri korunmuş ve aynı ka-
lıpla yazılmıştır. Ancak bazen farklı kalıplarla yazıldığı da görülmektedir. Nite-
kim Hamdullâh Hamdî, Câmî’nin aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbını
kullandığı Yûsuf u Züleyhâ’sını, “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla tercüme et-
miştir. Dervîş Hayâlî ise Hâcû-yı Kirmânî’nin “müfteilün müfteilün fâilün” ka-
lıbıyla oluşturduğu Ravzatü’l-envâr’ını “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbı ile
Türkçeye aktarmıştır.
Arap ve Fars edebiyatında kaleme alınan ve nazım şekilleri hakkında bilgi
veren ilk ve son dönem eserlerde, mesnevînin tertip özelliği ile ilgili herhangi bir
değerlendirmeye yer verilmediği görülmektedir. Aynı durum mesnevî edebiyatını
değerlendiren kitaplarda da müşahede edilmektedir. Bu tip eserlerde mesnevîler
bir bütün olarak ele alınmış, beyit sayısı, bazen vezni belirtilmiş, mesnevînin şâiri,
yazıldığı asır ve konusu belirtilmiş, varsa kaynakları hakkında genel bir değer-
lendirme yapılmıştır. Eğer mesnevîde, şâirin hayatıyla ya da eserin önemli bir
özelliğiyle ilgili bir bilgi vermişse, o beyit/beyitler öne çıkarılmıştır. Ancak her
iki edebiyatta kaleme alınan mesnevîlere bu açıdan bakıldığında mesnevîlerin
“giriş”, “konunun işlendiği” ve “bitiş” bölümlerinden oluştuğu müşahede edil-
mektedir (→ Arap Edebiyatında Mesnevî ve Fars Edebiyatında Mesnevî).

Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri


Belli bir konuyu ya da iç içe girmiş çeşitli konuları ihtiva eden ve bağım-
sız bir eser olarak kaleme alınan mesnevîlerin tertibi, genellikle birbirine ben-
zer şekilde oluşturulmuştur. Özellikle bu şekilde oluşturulan mesnevîlerin genel
tertibinde üç ana bölüm bulunmaktadır. Bu bölümler şunlardır:

I. Giriş bölümü
II. Konunun işlendiği bölüm
III. Bitiş bölümü

Nazım şekli olarak bir mesnevîde bulunması gereken bütün bölümleri ve


özellikleri ihtiva eden mesnevîlerde, bu bölümler belirli başlıklarla birbirinden
ayrılmıştır. Ancak ilk dönem mesnevîlerinin ekseriyetinde, özellikle de edebî
94 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
bir gayeyle yazılmayan dînî-tasavvufî ve ahlâkî mesnevîlerin büyük kısmında,
yukarıda belirtilen bölümlerin birbirinden kesin çizgilerle ayrılmadığı görülür.
Hatta XIV. ve XV. yüzyıl mesnevîlerinin ekseriyetinde, diğer asırlardakilerin de
özellikle aşk mesnevîleri hariç, ciddi bir kısmında “bitiş bölümü”nün bir bö-
lüm olarak bulunmadığı, diğer bir ifadeyle “konunun işlendiği bölüm”le “bi-
tiş bölümü”nün bir başlıkla ayrılmadığı görülmektedir. Aynı durum “bitiş bö-
lümü” kadar olmasa bile, kısmen “giriş bölümü” için de geçerlidir. Hatta bu
bölümler ile bölümlerdeki alt başlıkların bazen müstensihler tarafından oluş-
turulduğu da vakidir.
Bazı mesnevîlerde “giriş bölümü”, bazılarında “bitiş bölümü”, bazılarında
ise hem “giriş” hem de “bitiş” bölümünün bulunmadığı görülmektedir. Özellikle
“giriş” ve “bitiş” bölümlerinin olmadığı mesnevîlerde ya doğrudan ya da “bes-
mele” beytiyle konuya başlanmış ve bir beyitle eserin bittiği belirtilmiştir.
Bu bölümler içinde hacmi/beyit sayısı itibariyle en genişi, mesnevînin en
önemli bölümü olan “konunun işlendiği bölüm”dür. Bu kısmın hacmi konuya
ve şâirin o konuyu işlemesine göre değişmektedir. Ondan sonra sırayla “giriş bö-
lümü” ve “bitiş bölümü” gelmektedir. Türk edebiyatında yazılan Şem’ ü Pervâne
mesnevîlerinin bu minvalde beyit dağılımı şu şekildedir:

Mesnevînin adı Yapılan Toplam “giriş böl.” “konunun işl. “bitiş böl.”
çalışma beyit sayısı beyit sayısı böl.” beyit sayısı beyit sayısı
Zâtî, Şem’ ü Pervâne Armutlu 1998 3937 472 3444 21
Lâmi’î Çelebi, Şem’ ü Pervâne Armutlu 2011 1704 331 1344 29
Mu’îdî, Şem’ ü Pervâne Armutlu 2011 1496 239 1188 69
Feyzî, Şem’ ü Pervâne Armutlu 2011 987 424 [11] 441 22
11

Görüldüğü gibi mesnevîlerin en geniş kısmı, “konunun işlendiği bölüm”


olarak görülmektedir. Olay örgüsü ortak olmasına rağmen beyit sayılarındaki
farklılıklar dikkat çekmektedir. Zâtî diğerlerine göre hem “giriş bölümü”nü hem
de “konunun işlendiği bölümü” geniş tutmuştur. Özellikle “konunun işlendiği
bölüm”ün hacmine, şâirlerin ortak konuya yeni olaylar ve motifler eklemesi,
bazı olayları almayıp bazılarını uzatması, bazılarını da kısaltması etken olmuştur.
Bunda olayların tahkiye edilişi ile mekân ve diğer unsurların tasvirindeki anla-
yış da belirleyici olmaktadır. Hatta burada ortak konu işlenirken, şâirlerin kendi
duygu ve düşünceleri ile bediî zevkleri ve estetik anlayışlarını mesnevîye yansıta-
rak yeni bir hüviyet kazandırma endişesinin de etkili olduğunu göz önünde bu-
lundurmak gereklidir (bu konuda yapılan mukayeseli çalışma için bkz. Armutlu 2011).
11
Feyzî’nin eserinde, “konunun işlendiği bölüm”de eksiklik vardır.
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 95
Şem’ ü Pervâne’lerde, mesnevîlerin “giriş bölümü”nde asgarî bulunması ge-
reken kısımlara yer verilmiştir. Ancak Zâtî ve Feyzî, Lâmi’î Çelebi ile Mu’îdî’ye
göre girişi daha geniş tutmuşlardır. “Giriş bölümü”nün beyit sayısını belirleyen
hususlar daha çok kendisini burada yer alan bölümler, bu bölümlerin sayısı ve
işlenişi ile beyit sayısında göstermektedir. “Bitiş bölümü” ise mesnevîlerin en
kısa olan bölümüdür. Bu bölümde genellikle iç içe ele alınan konularda değini-
len hususlar, şâirlere göre değişmektedir.

Bu husus ayrıca kendisini şu tabloda da göstermektedir:


Mesnevînin adı Üzerine yapılan Toplam “giriş böl.” “konunun “bitiş böl.”
çalışma beyit sayısı beyit say. işl. böl.” bey. say.
bey. say.
Yenipazarlı Vâlî, Hüsn ü Dil Köksal 2003 3563 487 2983 93
Dervîş Hayâlî, Ravzatü’l-envâr Köksal 2003a 2179 497 1611 71
Hoca Mes’ûd, Süheyl ü Nev-bahâr Dilçin 1991 5703 371 5214 118
Cem Sultan, Cemşîd ü Hurşîd Okur Meriç 1997 5374 1100 4216 58
Lâmi’î Çelebi, Vâmık u Azrâ Ayan 1998 5879 459 5382 38
Şeyh Gâlib, Hüsn ü Aşk Doğan 2011 2041 239 1784 18
Fuzûlî, Leylâ vü Mecnûn Doğan 2010 3098 473 2625 63
Fazlî, Gül ü Bülbül Öztekin 2002 2444 393 2013 38
Şemseddîn-i Sivasî, İbret-nümâ Çöm 2011 4890 445 4324 121
Şükrî-i Bitlisî, Selîm-nâme Argunşah 1997 5827 283 5452 92
Hilmî, Bahrü’l-kemâl Okuyucu 1995 4415 670 3574 271

Yukarıdaki tablolara göre mesnevîlerin “giriş bölümleri” genellikle 200-


500, “konunun işlendiği bölüm” 2000-5000, “bitiş bölümü” ise 20-100 beyit
arasında değişmektedir. Ancak bu ortalama sayılarının üzerinde beyit sayısına
sahip olan mesnevîlerle de karşılaşılmaktadır. Bunda şâirlerin yukarıda belirt-
tiğimiz tavırları etkili olmaktadır.

Giriş bölümü
Mesnevîlerin “giriş bölümü”, genellikle ya metnin dışında kalan ya da be-
yit içinde geçen “besmele” lafzıyla başlar. “Besmele” müstakil bir şiir de olabi-
lir. “Besmele”den sonra, Allâh’ın anılıp övüldüğü ve “hamd”in konu edildiği
“tahmîd”e geçilir. Mesnevîye doğrudan “tahmîd”le de başlanabilir. “Tahmîd”den
sonra sırayla, Allâh’ın varlığını ve birliğini dile getiren “tevhîd”, Allâh’a yapı-
lan yakarışları ihtiva eden “münâcât” ve Hz. Peygamber’in övüldüğü “na’t” ge-
lir. Mesnevîler, “giriş bölümü”nde en çok rastlanan “tevhîd”, münâcât” ve “na’t”
manzumelerinden biriyle de başlayabilirler. Bazı mesnevîlerde “na’t”tan sonra,
96 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Hz. Peygamber’in Allâh katına yükselmesinin işlendiği “mi’râc”, gösterdiği olağa-
nüstü hâllerden oluşan “mu’cizât”12 ve “diğer dîn ulularına övgü” bölümleri gelir.
Özellikle “diğer dîn büyüklerine övgü” üst başlığının altında kimi mesnevîlerde
ya müstakil olarak ya da başka bir bölümün parçası olarak “dört halife övgüsü”,
Hz. Peygamber’in amcaları “Hz. Hamza ve Abbâs’a övgü”, torunları “Hz. Hasan
ve Hz. Hüseyin’e övgü”, “dört mezhep kurucusuna övgü”, “aşere-i mübeşşereye
övgü (Hz. Peygamber’in cennete gideceklerini bizzat haber verdiği on din büyüğü)”, “12
imama övgü” ve “diğer dîn büyüklerine övgü” alt başlıkları bulunmaktadır. Bazı
mesnevîlerde Türk veya İran asıllı şâirleri medheden “şâirlere övgü” başlığıyla da
karşılaşılmaktadır. Bundan sonra mesnevîlerde en çok rastlanan “padişah için
övgü” bölümü gelir. Bazı mesnevîlerde padişah övgüsünden sonra, şâirin ilgi ve
yardımını görerek himayesini kazandığı devlet erkânından birinin övüldüğü bö-
lüm yer alır. Bazı mesnevîlerde padişah yerine ya bir şehzâdenin ya da devlet ada-
mının övüldüğü de görülür. Bu bölümün sonunda genellikle “sebeb-i te’lîf (eserin
yazılma sebebi” ya da “sebeb-i terceme (eserin tercüme edilme sebebi)” bulunmaktadır.
Yukarıda bahsettiğimiz bölümleri şu şekilde maddeleştirebiliriz:
1. Besmele
2. Tahmîd
3. Tevhîd
4. Münâcât
5. Na’t
6. Mi’râc
7. Mu’cizât
8. Dîn ulularına övgü
a. Medh-i Çihâr-yâr-i Güzîn
b. Hz. Hamza ve Abbâs’a övgü
c. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e övgü
ç. Dört mezhep kurucusuna övgü
d. Aşere-i mübeşşereye övgü
e. 12 İmama övgü
f. Diğer dîn büyüklerine övgü
9. Şâirlere övgü
10. Padişah için övgü
11. Devlet büyüğü için övgü
12. Sebeb-i te’lîf
12
“Mi’râc” ve “mu’cizât”, bazen müstakil bir bölüm olarak değil de “na’t” içinde işlene-
bilir.
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 97
Mesnevîlerin “giriş bölümü”nde sıralanan bu başlıkların dışında başka bö-
lümlerle de karşılaşılabilir. Nitekim bütün mesnevîlerde görülmemekle birlikte,
“giriş bölümü”nde “mev’ize (nasihat, öğüt)”, “sözün yüceliği”, “söz söyleme arzusu”,
“sözün vasıfları”, “sözün hakikati”, “söz söyleyen insanın özellikleri”, “hasb-i hâl”13,
“sâkî-nâme”, “âlemin merhametsizliği”, “tekvîn”, “takrîrât-ı tekvînât”, “zamane-
den şikâyet”, “felek ve hareketleri”, “hurûf u ma’nâ”, “insan ruhu ve yaratılışı”, “ev-
liyanın halleri”, “Beytullaha övgü”, “kışın hüviyeti”, “sabah veya gecenin vasfı”,
“tenbîh”, “hisse”, “temsîl”, “hikâye”, “kaide”, “aşk”, “aşkın fazileti”, “gönül”, “akıl”,
“hayret”, “du’â”, “özür”, “kaleme hitap”, “varlığın delilleri”, “varlığın tecellîsi” gibi
başlıklarla da karşılaşılabilir. “Giriş bölümü”nde bazen bir mersiye veya çeşitli
hikâyelere de yer verildiği görülmektedir. Mu’înî’nin Mesnevî-i Murâdiyye’sinin
“giriş bölümü”nde mesnevî nazım şeklinden bahseden bir bölüme yer vermesi
dikkat çekmektedir (Yavuz 2007: II/25-27).
Bazen mesnevîlerin, Tursun Fakı’nın Kıssa-i Ummân Cengi (Çetin 2002: 135)
ve Gazavât-ı Kıssa-i Mukaffâ (Çetin 2002: 259)’sı gibi “nasîhat-nâme”, Celîlî’nin
Hüsrev ü Şîrîn’i (Kazan Nas 2011a) gibi “Allâh lafzının vasfı”, Taşlıcalı Yahyâ
Bey’in Kitâb-ı Usûl’ü (Külekçi 1999: I/432) gibi “kaleme hitap”, Güftî’nin Teşrîfâtü’ş-
şu’arâ’sı (Yılmaz 2001: 83 vd.) gibi “kalemini ve şiirini överek”, Kâf-zâde Fâ’izî’nin
Sâkî-nâme’si (Külekçi 1999: II/520) ve Sünbül-zâde Vehbî’nin Şevk-engîz’i (Yeni-
kale 2011) gibi “doğrudan konuya girerek”, Ahmedî’nin Cemşîd ü Hurşîd’i (Aka-
lın 1975) gibi “du’â” manzumesiyle, Cevrî’nin Melhame’si gibi (Kavruk 2003: 136)
“sebeb-i te’lîf” hüviyetinde bir bölümle, Lâmi’î Çelebi’nin Şem’ ü Pervâne’si (Ar-
mutlu 2011: 85) gibi “şem’” ve “pervâne” kelimelerinin ihtiva ettiği anlamla, Vizeli
Bihiştî’nin Cemşâh u Alemşâh’ı (Külekçi 1999: II/304) gibi “padişaha övgü” manzu-
mesiyle veya eserin isminin belirtildiği bir beyitle (Şâhidî: 1b; Şâhidî (x) 1b) başla-
dığı da görülebilir. Ayrıca ender olarak Giritli Salacıoğlu Mustafâ’nın der-beyân-ı
şehâdet-i Nakşî Mustafâ’sında görülen Türkçe mensur kısım (Tatcı vd. 2001: 99-
100), Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn’unda görülen Türkçe üç rubâ’î ile mensur bir
kısım (Ayan 1981; Doğan 2010), Süleymân Çelebi’nin Mevlid’inde (Timurtaş 1990),
Şâh Velî’nin Risâletü’l-bedriyye’sinde (Çavuşoğlu 2007: 182) ve müellifi belli olma-
yan Kavâ’id-i Teysîr-i Kur’ân’da (Hülâgu Bayramçavuş 1994) görülen Arapça men-
sur bir kısım, Âşık Paşa’nın Garîb-nâme’sinde görülen Farsça mensur bir kısım
(Âşık Paşa: 1b-4a; Yavuz 2000: I/1 2-9), Osmân Şems’in Âdâbu’l-mürîd fî-Sohbeti’l-
murâd’ında görülen Arapça ve Türkçe mensur bir kısım (Şimşek 2009: 575-77)
13
Şâirlerin bazen “hasb-i hâl”, “hasb-i hâl-i hîş” veya “goften-i şâ’ir ez-hâl-i hod” başlıkları
altında kendi hayatları hakkında bilgi verdikleri de müşahede edilmektedir. Nitekim
Dervîş Paşa Murâd-nâme isimli mesnevîsinde “hasb-i hâl-i hîş” başlığı altında kendi
hayat hikâyesi hakkında bilgi vermiştir (Kesik 2009: 31, 81-83).
98 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
ve Emîrî’nin Sohbet-nâme’sinde görülen Arapça-Farsça ve Türkçe manzum ve
mensur kısımdan oluşan “dîbâce”yi de (Üst 2007: 962) burada zikretmek gerekir.
Buralarda genellikle eserin hüviyeti hakkında özlü bilgiler verilmiştir.
Mesnevîlerin “giriş bölümü”nde, “konunun işlendiği bölüm”den önce, ese-
rin bölümlerinin ve o bölümlerde işlenen konuların manzum olarak yazıldığı
da görülmektedir.14 Âşık Paşa’nın Garîb-nâme’si (Âşık Paşa: 4a-5a; Yavuz 2000: I/1
9-13), Enverî’nin Düstûr-nâme’si (Enverî 1928: 4-5; Aydemir 2007: 73-74) ve Âşık
Ahmed’in Câmi’ul-ahbâr’ı (Eliaçık 1998: II/21-9) gibi.

Garîb-nâme:
el-bâbü’l-evvelü fi’l-ehadiyyi
Bâb-ı evvelde işit on dâsitân
Kim bilesin ma’ni gencin bî-gümân
Her birisi birikenler medhidür
İkilik içre kalanlar kadhıdur
el-bâbü’s-sânî fi’s-sünâ’iyyi
Hem ikinçi bâb içinde on yine
Dâsitân var kim anı dinleyene
Biline ezdâd ‘âlemde ‘ayân
Çün ten ü cân çün zemîn ü âsumân
………………………………
el-bâbü’l-’âşir fi’l-’uşâriyyi
Bâb-ı onınçıda hem on dâsitân
Hoş hakâyık hoş dekâyık hoş beyân
Ma’lûm eyler anları kıldan kıla
Hem çünân ki tikle ‘aşre kâmile
(Yavuz 2000: I/1- 13)

Bazen de mensur bir eserin nasıl manzum hâle getirildiği yani nazma çe-
kildiği belirtilmiştir:

Müfîd:
Nesr-iken cehd eyleyüp ezberlese olmaz kişi
Anuñ-ıçun nazma getürüp kolay itdüm işi
Sıhhati hıfz itmegün yolını bulup boyladum
Şol marazlar kim olur vâki’ sebebin söyledüm
Hem ‘alâmetler kim olur şol marazlarda ‘ayân
Görüp anlarun ‘ilâcın nazm-ıla itdüm beyân
14
Bazen konunun işlendiği bölümde, eserin bölümlerinin ve o bölümlerde işlenen
konuların manzum olarak yazıldığı da görülmektedir. Atâ‘nın Tuhfetü’l-uşşâk‘ı gibi
(Türkmen 2000: 140-1).
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 99
……………………………………………
Genez itdüm ben bunı hıfz itmege Hak fazlıla
Gördügüm gibi kitâb içinde aslı asl-ıla
Göriben teşhîs-i emrâzı ‘ilâc-ıla bile
Yitdügince tâkatum nazmıla getürdüm dile
(Kaya 2005: 125)

Bu bölümde şâirler, bazen eserin ismini belirten (Tavukçu 1993: 16-18), bir
şehirde veya bir şehirde bulunan mimarî yapılar ile semtlere değinen (Sungur
2006: 165-203; Aydemir 2077: 29-31), bazen de okuyucudan dua bekleyip eserin-
deki eksikliklerden dolayı onlardan özür diledikleri (Aymutlu 1995: 77-81) bir bö-
lüme yer vermişlerdir.
Burada son olarak şunu belirtelim ki, bir mesnevînin “giriş bölümü”nde
yukarıda sıraladığımız bütün başlıklar bulunmadığı gibi, burada zikredilmeyen
bazı başlıklara da rastlanabilir.
Yukarıda maddeler hâlinde verilen ve mesnevînin “giriş bölümü”nde ge-
nellikle yer alan bölümlerin, hüviyeti ve özellikleri şu şekildedir:

Besmele
İslâmî geleneğe uygun olarak mesnevîler, ya mesnevî metninin dışında ba-
ğımsız olarak yazılan “besmele” yani “bismillâhi’r- rahmâni’r-rahîm” lafzıyla ya
da besmele lafzının içinde geçtiği “besmele beyti” veya “besmele manzumesi”yle
başlar. Ancak Ahmedî’nin Cemşîd ü Hurşîd (Akalın 1975: 51), Elvân Çelebi’nin
Menâkıbu’l-kudsiyye fî Menâsibi’l-ünsiyye (Ocak vd. 1984: 1), Alî Şîr Nevâyî’nin
Lisânü’t-tayr (Canpolat 1995), Niyâzî’nin Mansûr-nâme (Tatçı 1994: 103), Oğlan-
lar Şeyhi İbrâhîm’in Müfîd ü Muhtasar (Kemikli 2003: 103) gibi bazı mesnevîlerin
besmele ile başlamadıkları da görülmektedir. Ancak mesnevîlerde, metnin dı-
şında kalan “besmele lafzı”nın bulunmayışını nüshalara özgü bir durum olarak
görmek gerekir. Çünkü bazı mesnevîlerin kimi nüshalarında “besmele lafzı” bu-
lunurken kimisinde bulunmamaktadır.
“Besmele”, her zaman mesnevînin başında yer alır. Bazen Şeyhî’nin Hüs-
rev ü Şîrîn’i (Timurtaş 1980: 1), Mahremî’nin Şâh-nâme’si (Aynur 1993: 164) ve
Lârendeli Hamdî’nin Leylâ vü Mecnûn’u (Abdel-Maksoud 2004: 2/1) gibi Arapça,
bazen de Hadîdî’nin Tevârîh-i Âl-i Osmân’ı (Öztürk 1991: 1) gibi Türkçe yazılmış
ilk beyitte “tahmîd”den sonra da geldiği görülür:

Bi-hamdi’l-vâhidi’l-ahadi’l-kadîmi
Vü bismillâhi zi’l-menni’l-‘azîmi
(Şeyhî)
100 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Bi-hamdi’llâhi zi’l-‘arşi’l-mecîdi
Vü bismillâhi zi’t-tavli’ş-şedîdi
(Mahremî )

Bi-hamdi’l-kâdiri’l-ferdi’l-‘alîm
Vü bismillâhi rahmâni’r-rahîm
(Lârendeli Hamdî)

Dilâ hamd it kadîm-i lâ-yezâle


Di bismi’llâh irür sözi kemâle
(Hadîdî)

“Besmele”nin ilk beyitte yer alan “tahmîd”in hemen akabinde geldiği de


müşahede edilmektedir:

Mihr ü Mâh:
Bi-hamdi’llah ki bismi’llâh-i fettâh
İdüpdür kufl-ı bâb-ı fethe miftâh
(Turhan 1995: 79)

Enverî ise, “doğru yolun” bulunması için “besmele” ve “hamd” ile başlan-
ması gerektiğini eserine başladığı şu beyitlerle ifade etmektedir:

Düstûr-nâme-i Enverî:
Geldi bi’smillahi’r-rahmâni’r-rahîm
Hamdele çün sadr-ı Kur’ân-ı ‘Azîm
Besmeleyle hamdele bes başla söz
Bulasın tâ kim sırât-ı müstakîm
(Ademler 2007: 197)

Osmân Nâyî Dede de, bir eserin telif edilmesi için gerekli olan en önemli
şeyin “besmele”, “hamdele” ve “salvele” olduğuna dikkat çekmektedir:

Ravzatü’l-i‘câz fi’l-mu‘cizâti’l-mümtâz:
Besmele vü hamdele vü salvele
Mûcib-i te’lîf olur ehl-i dile
(Çakır 1998: 1)

Besmele, bazen Erzurumlu Darîr’in Kıssa-i Yûsuf (Karahan 1994: 134),


Nâbî’nin Hayriyye-i Nâbî (Kaplan 1995: 177), Elvân-ı Şîrâzî’nin Gülşen-i Râz
Tercüme’sinde (Elvân-ı Şîrâzî 1b) olduğu gibi, mesnevî metninin dışında ka-
lır. Bazen de, Ahmedî’nin İskender-nâme’si (Ünver 1983: 1b), Hilmî’nin Bahrü’l-
kemâl’inde (Okuyucu 1995: 1) olduğu gibi mesnevînin ilk beyti olabilir. Bu ilk
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 101
beyitteki “besmele”, bazı mesnevîlerde vezne uymaz. Ancak diğer mısra ile ka-
fiyeli olduğundan, bir mısra gibi görülür:

Bahrü’l-kemâl:
Bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm
Matla‘-ı ser-nâme-i nazm-ı kadîm
(Okuyucu 1995: 1)

Riyâzü’s-sâlikîn:
Bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm
Devha-i bustân-ı Kelâm-ı Kadîm
(Arslan vd. 1998: 55)

Tuhfetü’l-emsâl:
Bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm
Kıble-nümâ-yı der-i zât-ı kerîm
(Kahraman 1999: 79)

Ravzatü’l-i‘câz fi’l-Mu‘cizâti’l-mümtâz:
Bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm
Küngüre-i tâc-ı Kelâm-ı kadîm
(Çakır 1998: 1)

İlk beyitte bir mısra içinde bazı kelimelerle birlikte geçen “besmele” laf-
zının da, bazen vezin endişesi göz önünde bulundurulmayarak orijinalliğinin
korunduğu görülmektedir:

Mi‘râcü’l-beyân:
Levh-i mahfûz üzre evvel ol kadîm
Yazdı bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm
(Tatçı vd. 1999: 9)

Deh-murg:
Kuvvet-i düstûr-ı Allâhu’l-‘alîm
Fazl-ı bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm
(Kaplan 2003: 65)

Üveys-nâme:
Dile zikreyle ol rabb-i rahîmi
De bismi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîmi
(Savran 2009: 491)
102 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Bazı mesnevîlerde ise, kurallı okunuşu bozularak bütünüyle vezne uydu-
rulmuştur:
İskender-nâme:
Zikr-i bismillâhi rahmâni’r-rahîm
Kamu nesne bezegidür iy hakîm
(Ünver 1983: 1b; Ünver 1986: 434)

Şâirlerin bazen, mesnevîlerine müstakil olarak “eûzü bi’llâhi mine’ş-şeytâni’r-


racîm bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm” ile başladıkları da görülmektedir (Kartal
2000a: 1). Bu durum vezne uymadığı hâlde, birbirleriyle kafiyeli olduğu için bir
beyit gibi görülür. Bazen de, hem şeytanın şerrinden Allâh’a sığındıkları hem de
Allâh’ın adını andıkları Arapça bir beyitle eserlerine giriş yapmışlardır:
Mesnevî-i Murâdiyye:
İsta’antu’llâhe min-mekri’r-racîm
Kutlu bismillâh zi’l-menne’l-‘azîm
(Yavuz 2007a: II/7)

Bazen şâirlerin, Şükrî-i Bitlisî’nin Selîm-nâme’sinde olduğu gibi, mesnevîlerinin


ilk beytinde, söze “bismi’llâh” ile başlama isteklerini dile getirdikleri de görül-
mektedir. Çünkü söz “ismu’llâh” ile şeref bulur:
Selîm-nâme:
Başlayalum sözni bismi’llâh ile
Kim şeref dapar söz ismu’llâh ile
(Argunşah 1997: 47)

Ayrıca yazılan eserin zineti ve süsü olarak nitelendirilen “Allâh’ın ismi/bes-


mele” ile söylenen söz güzel olur:

Miftâhu’l-ferec:
Nâmenün çün zeynidür nâm-ı Kerîm
Fazl-ı bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm
(Derdiyok 1998a: 1)

Yûsuf u Züleyhâ:
Nâm-ı Hakk olsa ibtidâ-i suhen
Kıssa-i Yûsufı olur ahsen*
(Aktaş 2006: 58)

Her ne iş yapılırsa yapılsın, nihayete ulaşması için o işe “besmele” ile baş-
lanması gerekir. Hatta yazılan esere “besmele” ile başlanmazsa, eser sona er-
mez ve yok olur. Bundan dolayı mesnevînin “unvan”ının “ismu’llâh” olması
gerekmektedir:
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 103
Şâh-nâme Tercümesi:
Çü bismi’llahile âgâz ola iş
Biter ger çog ola ger az ola iş
Söze Tanrı adıyla başla iy dil
Ki kalmaya işünde hîç müşkil
Olar kim vara bismi’llahile râh
O yolda olmayalar hîç gümrâh
Hakîkat ism-i Hakdur hırzı cânun
Hakun ismi tılısmıdur cihânun
Hakun ismi durur her gence miftâh
Fütûh ebvâbın açar dince fettâh
Dilersen feth-i bâb irişe Hakdan
Giderme Hak adın dilden tudakdan
(Kültüral 1999: I/1)

Hüsn ü Dil:
İstersen eger reh-i hüdâyı
Gel zikr idelüm dilâ Hudâyı
Bî-besmele başlanursa defter
Encâmını bulmaz olur ebter
(Köksal 2003: 203)

Leylâ vü Mecnûn:
Çün ismu’llâh ola ‘unvân-ı defter
Gerek kim tâ ebed olmaya ebter
(Hamdullâh Hamdî 1b)

Genc-i Esrâr-ı Ma’nî:


Sözün evveli ism-i Allâh olur
Söz oldur ki Hakk ismi hem-râh olur
Cis(i)mdür söz ism-i Hudâ cânıdur
Sözün ism-i Hak derde dermânıdur
Hudâ ismi olmazsa söz evveli
O şol cisme benzer ki cansuz beli
Eger ola sözün başı ol Hudâ
Bekâ bil anı olmaya ol fenâ
Yazılmasa mektûba evvelde hû
Ya oda yanar ya alur anı su
Kitâb evveli ger ola ism-i Hak
Olur cümle evrâkı hem zer varak
Nice anmayam sözde Allâh(ı) men *
Anun ismidür söze revnak viren
(Yılmaz 2009: 141)
104 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Nazîre-i Hilye-i Hakanî:
Besmeleyle idelüm bed’-i makâl
Sayd ola tâ ki Hümâ-yı zî-bâl
Besmele olmasa ger vird-i zebân
Murg-ı nazm eyleyemezdi tayerân
(Poyraz 2007: 455)

Gazavât-ı Sultân Murâd Hân:


Her işde çünki bismillâh ola yâd
Olur ol iş cihân oldukça âbâd
Husûsâ dilde kim zikr ola Sübhân
Gidip düşvârı sözün olur âsân
Neçün dil dimeye zikrin Huzânun
Kim andandur hayâtı cism ü cânun
(Sarı 1994: 178)

En müşkil işleri kolaylaştıran, her arzunun gerçekleşmesine vesile olan


“besmele”, manalar hazinesinin ve zorlukların anahtarıdır:

Kırk Armağân:
Bil ki bi’smi’llâh dilün misbâhıdur
Hem ma’ânî gencinün miftâhıdur
Her ki evvel işde bi’smillâh diye
Cân u gönül birle yâ Allâh diye
Her murâdı tîzirek hâsıl ola
Her neden kim korkar ise kurtıla
(Sarıçiçek 1997: 775)

Mi’râcü’n-nebî:
Her ne kadar müşkil olursa umûr
Eshel ü âsân-ter olur bî-kusûr
Besmele müşkillere miftâhdur
Besmele sâliklere misbâhdur
(Öztürk 2006: 80)

Üveys-nâme:
Çün evvel aduñ andum rabbi yessir
Keremle âhır eyle lâ tü’assir
Haber kim besmeleyle mübtedâdur
Pes andan hamd ile müntehâdur
Hakın ismini an her işde evvel
Ola tâ kim işüñ pâk u mükemmel
Mu’attal kalmaz Allâh’ın iden yâd
Kalur her işde anı añmayan yâd
(Savran 2009: 491)
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 105
Mesnevîlere bazen Cismî’nin Mevlid’inde (Yazar 2008: 457) olduğu gibi
“Allâh” lafzı zikredilerek:

Başlayalum evvel Allâh adını


Uralum andan sözün bünyâdını

bazen “nâm-ı Hak/Allâh’ın ismi”:

Yûsuf u Züleyhâ:
Nâm-ı Hak olsa ibtidâ-i suhen
Kıssa-i Yûsufı olur ahsen*
(Aktaş 2006: 58)

bazen Allâh’ın esmâ-i hüsnâ’sından birkaçı sayılarak:

Nâme-i Mahşer:
Başlayalum söze ma‘bûd u Kadîm
Analum hem ol du[rur] Hayy u ‘Alîm
(Köksal 2011: 257)

Ashâb-ı Kehf:
Bism-i Rabb ü Hâlık u Hayy u Rahîm
Kâdir ü Kayyûm u Vehhâb u Kerîm
(Yekbaş 2012a: 83)

Câmî, Vâmık u Azrâ:


Ezel feth olsa dilde ism-i Fettâh
Olur cümle kilîd-i gence miftâh
(Ece 2002: 465)

Risâletü’l-bedriyye:
Hüve’l-Evvel didüm el-hamdü li’llah
Hüve’l-Âhir yine eş-şükrü li’llah
Hüve’z-Zâhirle zâhir oldı ‘âlem
Hüve’l-Bâtınla olur yine mübhem
Hüve’l-Evvelle oldı ibtidâ hem
Hüve’l-Âhirle olur intihâ hem
Hüve’z-Zâhirle pes keşf oldı esrâr
Hüve’l-Bâtınla çün setr ola tekrâr
(Çavuşoğlu 2007: 182)
106 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
bazen de, “besmele”nin Türkçesi çeşitli ifade kalıplarıyla aktarılmıştır. Nitekim
Şeyyâd Hamza’nın Yûsuf u Züleyhâ’sında (Yıldız 2008: 201; Demirci 2008: 82-83)
olduğu gibi, mesnevîye Türkçe olarak “Tanrı adı”:

Tanrı adın anuban girem söze


Tâ ki ine Tanrıdan rahmet bize

Ali Şîr Nevâyî’nin Leylâ vü Mecnûn’unda (Çelik 1996: 27) Allâh’ın “yahşı atı”:

Ey yahşı atıng bile ser-âgâz


Encâmıga kim yiter her âgâz

Muhabbet-nâme’de (Sertkaya 1972: 8) “ulug Tingrining atı”:

Ulug Tingri-ning atın yâd kıldım


Muhabbet-nâme-ni bünyâd kıldım

Kutadgu Bilig (Arat 1979: 17)’te ise, “Bayat atı (=Evvel)” ile başlandığı da
görülmektedir:

Bayat atı birle sözüg başladım


Törütgen igidgen keçürgen idim15

Şâirler bazen de, Tanrı’nın adının Allâh olduğunu, kişi nerede olursa olsun
Allâh’ın onunla olduğunu belirterek besmele şiirine başlamışlardır:

Yûsuf u Züleyhâ:
Evvel adı Tanrınun Allâh durur
Kanda-ısan ol sana hem-râh durur
Dün ü gündüz ol anun zikrindedür
Arımaz usanmaz dâyim fikrindedür
Kendü gibi adı dahı arıdur
Hüsnile lutfile âdem düredür
Herbir işde Allâhı anmak gerek
Girü anun adıla dinmek gerek
Her ki anun adıla iş başlamaz
Onumaz bil ki gey işin işlemez
‘Abes ola ‘âkıbet anun işi
Gitmeye gönlinden anun teşvîşi
(Köktekin 1994: 64)
15
Yaratan, yetiştiren ve göçüren rabbim olan Tanrının adı ile söze başlarım (Arat 1988: 12).
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 107
Eserine Allâh’ın adını zikrederek başlayan şâirler, bazen hem “Allâh” lafzı-
nın hem de onu oluşturan harflerin hüviyetini belirtmişlerdir. Celîlî’nin Leylâ
vü Mecnûn’u (Kazan Nas 2011: 251) ve Hüsrev ü Şîrîn’i (Kazan Nas 2011a: 227-28)
gibi.
Şemseddîn-i Sivasî, Süleymâniyye’sine, “Ey zatını anmaktan aciz kaldığım
Allâh! Mevlâ’yı hakkıyla zikretmek kimin haddine.” anlamına gelen birinci mıs-
raı Arapça ikinci mısraı Farsça olan şu beyitle başlamıştır:

Eyâ men celle ‘an-zikri Te‘âlâ


Kirâ şâyed ki gûyed zikr-i mevlâ
(Akkaya 1988: 210)

Pîr Muhyiddîn’in, Şefâ’at-nâme’sinde “kelime-i tevhîd”i ihtiva eden beyit-


ten sonra “besmele” şiirine geçmesi dikkat çekmektedir:

“Lâ ilâhe illallah”dın müdâm


“Muhammed resûlullah”dın tamâm
Allah adın dün ü gün zikr idelüm
Virdügi ni’metlere şükr idelüm
(Nebioğlu 2008: 46)

Başında besmele bulunan şiir, Hamdî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sında (Onur


1991: 27-30) ve Kıyâsî’nin Mihr ü Mâh’ında (Anbarcıoğlu 1986: 94) olduğu gibi,
“tahmîd”; Cem Sultan’ın Cemşîd ü Hurşîd’inde olduğu gibi, “du’â” (Okur Me-
riç 1997: 215-18); Şükrî-i Bitlisî’nin Selîm-nâme’sinde (Argunşah 1997: 47-49) ve
Osmân Nevres’in Destâr-ı Hayâl’inde (Kaya 2010: 597) olduğu gibi, “tevhîd”;
Hoca Mes’ûd’un Ferheng-nâme-i Sa’dî’sinde (Kilisli Rif’at vd. 1340-1342: 1 [Metin])
olduğu gibi, “münâcât” olabileceği gibi, tamamen “besmele”ye ayrılmış bir bö-
lüm de olabilir. Nitekim, Abdülvâsi Çelebi’nin Halîl-nâme’si (Güldaş 1996: 35),
Taşlıcalı Yahyâ’nın Gülşen-i Envâr (Doğanyiğit 1992: 24-31) ve Gencîne-i Râz’ı (Çı-
nar 1995: 1-7), Cinânî’in Riyâzü’l-cinân’ı (Şarlı 1994: 1-4), Âzerî İbrâhîm Çelebi’nin
Nakş-ı Hayâl’i (Baykaldı 1994: 1-2), Hakanî’nin Hilye-i Sa’âdet’i (Pala 1991: 23-25),
Muslihüddîn Vahyî-i Şa’bânî’nin Mi’râcü’l-beyân’ı (Tatçı vd. 1999: 9-12) Ömer
Fu’âdî’nin Hâbiyye’si (Zavotçu 2007: 177-78), Nev’î-zâde Atâyî’nin Sohbetü’l-ebkâr’ı
(Yelten 1999: 1-5) ve Nâlî Mehmed’in Tuhfetü’l-emsâl’i (Kahraman 1999: 79-80) müs-
takil besmele şiiri ile başlar. Şâirler bu şiirlerde, “besmele”nin erdeminden, her
işe onunla başlamak gerektiğinden söz eder, “besmele”de bulunan her harfin
neye delâlet ettiğini anlatır (Ünver 1986: 434). Nitekim Seyyid Mehmed Efendi,
Nazîre-i Hilye-i Hakanî adlı eserinde her işe onunla başlamak gerektiğinden,
besmelenin faziletinden bahsettikten sonra, besmelede bulunan her harfin neye
108 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
delâlet ettiğini açıklamıştır (Poyraz 2007: 455-59). Aynı durum Nahîfî’nin Hilyetü’l-
envâr’ı (bkz. Usluer 1994: 29-31) ile Şânî-i Larendevî’nin Gülşen-i Efkâr’ında (Öz-
türk 2007: 88-91) da müşahede edilmektedir. Ayrıca müstakil “besmele” manzu-
melerinden sonra, “besmele”nin faziletine misal olabilecek ve ders çıkarılabilecek
bir hikâyenin anlatıldığı da görülmektedir. Gelibolulu Âlî, Riyâzü’s-sâlikîn isimli
mesnevîsinde, “besmele” manzumesinden sonra 33 beyitlik böyle bir hikâye an-
latmıştır (Arslan vd. 1998: 56-58).
Âsafî, Şecâ’at-nâme isimli mesnevîsinde yer alan “besmele” şiirinde,
“besmele”de geçen harfler ile “Allâh” lafzı, “rahmân” ve “rahîm” isimleri hak-
kında şunları dillendirmiştir:

Bâ-i bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm
Fâtih-i ebvâbı-ı Kur’ân-ı ‘azîm
Sîni olmışdur surûr-ı kâyinât
Mîmidür ser-çeşme-i âb-ı hayât
Lafzatu’llâha dilinde eyle câ
Tâ bula kalbün celâlile cilâ
Oldı hem müstecmi‘-i cümle sıfât
Besmele satrında olan ism-i zât
Nâm-ı rahmâna dem-â-dem kıl nazar
Rahmetin gör Hakkun iy nûr-ı basar
Uçmaga kılsa heves ehl-i salâh
Ana rahmâni’r-rahîm iki cenâh
Sâlik-i Hakka sırât-ı müstakîm
Satr-ı bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm*
Evvelidür cümlenün bî-ibtidâ
Âhiridür zâtına yok intihâ
(Özcan 2006: 20)

Nâlî Mehmed de, Miftâh-ı Heft-kân’ında “besmele” şiirine doğrudan


“besmele”deki harflerin hüviyetine değinerek başlamıştır (Savaş 2002: 51).
Besmele manzumesinin sonuna, aynı mealde Arapça beyitlerin yazıldığı da
görülmektedir. Meselâ, Celîlî’nin Hecr-nâme’sinin başında yer alan besmele man-
zumesi, aynı mealde Arapça üç beyit ile son bulmaktadır (Ayan 1986: 159-60).
Bazen şâirin, “besmele” beytinde eserinin ismini verdiği de görülmektedir:

Ulug tingri-ning atın yâd kıldım


Muhabbet-nâme-ni bünyâd kıldım
(Sertkaya 1972: 8)

Bazen de, “besmele” beytinin, Hümâmî’nin Sî-nâme’si (Altun 1995: 2) ile


Lâmi’î Çelebi’nin Ferhâd u Şîrîn’i (Levend 1989e: 87) gibi Arapça:
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 109
Sî-nâme:
Bi-ismi’l-vâhidi’r-rabbi’r-rahîmi
Ta‘âla’llâhu zü’l-menni’l-kerîmi

Ferhâd u Şîrîn:
Bede’nâ b’ismike’llâhümme nazmâ
Feyessir nahve sübli’r-rüşdi ‘azmâ16

bazen Nev’î-zâde Atâyî’nin Sâkî-nâme’si gibi Farsça17:

Be-nâm-i Hudâvend-i eflâk u hâk


Ber-ârende-i gûy u çevgân-i tâk
Nigârende-i kubbe-i âb-gûn
Habâb-âver-i sâgar-ı ser-nigûn
Cilâ-bahş-ı âyîne-i cân u dil
Letâfet-dih-i tıynet-i âb u gil
(Kuzubaş 2009: 112)

bazen Neccâr-zâde Şeyh Rızâ (öl. 1159/1746)’nın Hilye-i Hâce Bahâüddîn Şâh-ı
Nakşbend’i gibi birinci beyti Arapça, ikinci beyti Farsça:

Kultü fi’l-hilyet bi-tahriri’l-kalem zikra’l-Celîl


Kâne bi’r-rûhâniyât nûran hüve’l-vasfü’l-Cemîl
Der-ser-i en’âm-ı Yezdân hem-çü bismillâh nîst
Ez-berâ-yi kurb-ı Rahmân hem-çü bismillâh nîst18
(Özdemir 2012: 1984)

bazen de, Kemâloğlu İsmâ’îl’in Ferah-nâme’si gibi Türkçe tercümesinin yazıl-


dığı görülmektedir:

Sıgınuram ana kim misli yokdur


Ululuk ıssıdur ihsânı çokdur
(Tekindağ 1971: 141)
16
Senin adınla nazma başladık, gerçeğe başlama yolundaki azmimi kolaylaştır.
17
Mülhimî de, Şehen-şeh-nâme-i Murâdî isimli mesnevîsine Farsça olarak kaleme
aldığı tevhîd ile münâcâtın birlikte işlendiği manzumesine Farça şu besmele beytiyle
başlamıştır (Alper 2012: 166):
Be-nâm-i Hudâ-yi cihân-âferîn
Ber-ârende-i âsmân u zemîn
18
Tercümesi: “Hilyede, kalemle yazarak Celîl (olan Allâh’ı) zikre başladım. (Çünkü) O
güzel vasıf ruhanîler için bir nurdur. Allâh’ın nimetlerinin başında “bismillah” gibisi
yoktur. Rahman’a yaklaşmak için “bismillah” gibisi yoktur.”
110 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Bazen mesnevîlerin doğrudan “Allâh’ın adının zikredilip, Hz. Peygamber’e
salât ve selâm edildikten” sonra başladığı da görülmektedir:

Dâsitân-ı İbrâhîm Edhem:


Allah adıyıla söze girelüm
Hem Muhammede salavât virelüm
Bir hikâyet kılalum hoş muhtasar
Lîki gâyet mu‘teberdür mu‘teber
(Güder 1992: 1)

Tutmacı, Gül ü Hüsrev mesnevîsine, besmele beytiyle başlamış, akabinde


yer alan 12 beyitte ise Fâtiha suresine yer vermiştir:

Dilersen redd-i şeytâni’r-racîmi


Di bismi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîmi
Pes andan sonra çün elhamdü li’llâh
Diyesin kûr ola iblîs-i bed-hâh
Ki rabbi’l-‘âlemîn ol vü ‘alîm ol
Zünûb ehline rahmân ü rahîm ol
Ana dimek sezâdur mâlikü’l-yevm
Ki ahz olmış degüldür hîç ana nevm
Gider şekki derûnundan yakîn ol
Hakîkat bil ki îmân ol vü dîn ol
Çü oldur kamuya ma‘bûd-ı lâ-büd
Anun çün ohunur iyyâke na‘büd
Dilersen kûr ola dîv-i la‘îni
Ve iyyâke di andan nesta‘îni
Çü ihdina’s-sırâta’l-müstakîmi
Diyüben eyledün redd ol racîmi
Geçüp şekden irişdünse yakîne
Sırât ardınca okı ellezîne
Eger gönlünde yog ise lem ü lim
Hoş eyitgil ki en’amte ‘aleyhim
Kimün ki gönli vahdâniyyete seyr
İde sıgmaya ana fikret-i gayr
Dilersen olmayasın ehl-i magdûb
Dürüş işünde koma hîç ma‘yûb
Dilersen silesin İblîs dâmın
‘Aleyhim çün vele’d-dâllîn âmîn
(Yoldaş 1998: 203)

Lâmi’î Çelebi’nin Ferhâd u Şîrîn’inde ise besmele manzumesi “münacât”tan


sonra gelmektedir (Erkal 1998: 68). Gülşen-i Envâr’da 3 “besmele” manzumesi-
nin bulunması dikkat çekmektedir (Doğanyiğit 1992: 24-31).
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 111
Mihnet-keşân’da müstakil olarak kaleme alınan “besmele” manzumesinin
dilinin Farsça olduğu görülmektedir (Ceylan vd. 2007: 1-2).

Tahmîd
Tahmîd’in sözlük anlamı “isteyerek yapılan bir iyiliği, saygı ve gönül hoşluğu
ile övüp anmak; iyilikte bulunana teşekkür etmek, onun güzel niteliklerini dile
getirmek” demektir. İslâmî ilimler terminolojisinde, “bütün yaratıkların, kendi
dilleriyle Allâh’ı anmaları ve övmelerine” hamd denir (Yılmaz 1992: 61). Edebiyatta,
şâirlerin mesnevîlerinin başında Allâh’ı anıp övdükleri hamd’i konu alan bölüme
“tahmîd” denir. Tahmîd, “hamdele” veya “hamdiyye” diye de adlandırılmaktadır.
Şâirlerin bazen mesnevîlerinde, besmele manzumesinden sonra, “hamd”i konu
edinen bir bölüme yer verdikleri de görülmektedir. Giriş bölümünde “tahmîd”
bulunmayan mesnevîler, bulunanlara göre daha çoktur. Meselâ, Hamdî’nin Yûsuf
u Züleyhâ’sında (Onur 1991: 27-30), Âzerî İbrâhîm Çelebi’nin Nakş-ı Hayâl’inde
(Baykaldı 1994: 2-6), Âlî’nin Tuhfetü’l-uşşâk’ında (Aksoyak 1995: 117-18), Nahîfî’nin
Hilyetü’l-envâr’ında (Usluer 1994: 31-33), Merdümî’nin Tuhfetü’l-islâm’ında (Sevgi
1993: 35-40) besmele manzumesinden sonra “tahmîd” manzumesi yer almak-
tadır. Güvâhî’nin Tazarru’-nâme’sinde (Gültekin 2012: 1338) olduğu gibi, bazen
ilk beytin birinci mısraında “besmele”, ikinci mısraında “tahmîd”e yer verildiği;
bazen de Şâhidî’nin Gülşen-i Vahdet’inde (Külekçi 1996: 53) ve Fahrî’nin Hüs-
rev ü Şîrîn’inde (Flemming 1974: 255) olduğu gibi, “besmele” beytinden sonra,
bir beyitle “tahmîd” yazıldığı görülmektedir. Doğrudan “tahmîd”le başlayan
mesnevîler de bulunmaktadır. Muhibbî’nin Gül ü Nev-rûz’u (Çaldak 2004: 5),
Gülşen-i Saruhanî’nin Râz-nâme’si (Yıdırımer 2007: 42) ve Menâkıb-ı Şeyh San’ânî
mesnevîsi (Güneş 2010: 59) gibi. “Tahmîd”in bazen “tevhîd” ile aynı başlık al-
tında işlendiği de müşahede edilmektedir. Gelibolulu Âlî’nin Mihr ü Mâh’ı (İçli
2010: 34) ile Riyâzü’s-sâlikîn’i (Arslan vd. 1998) ve Zarîfî’nin Mihr ü Mâh’ı (Turhan
1995: 79-80) gibi. “Tahmîd”in “tevhîd”den sonra kaleme alındığı da olmaktadır.
Tercüme-i Hilye-i Şerîf’te (Soydan 2002: 138-39) olduğu gibi.
“Tahmîd”in bazen kıt’a nazım şekliyle yazıldığı da görülmektedir. Örne-
ğin Ahmedî’nin Cemşîd ü Hurşîd mesnevîsinde, “dua” bölümünden sonra, kıt’a
nazım şekliyle yazılmış müstakil bir “tahmîd” vardır.
Şeyh Gâlib’in Hüsn ü Aşk’ı (Okay vd. 1992: 13-15), Refî’in Cân u Cânân’ı (Öz-
toprak 2000: 121), Sünbül-zâde Vehbî’nin Lutfiyye’si (Beyzadeoğlu 2004: 38), Bedr-i
Dilşâd’ın Murâd-nâme’si (Ceyhan 1997: I/189) ve Sîmkeş-zâde’nin Gamze vü Dil’i
(Coşkun 1997: 49) gibi, doğrudan Allâh’a “hamd” ile başlayan mesnevîler olduğu gibi,
Kul Mes’ûd’un Kelîle ve Dimne’si (Adamoviç 1994: 33) gibi direkt “şükür” ile başlayan
mesnevîler de bulunmaktadır. Bunun yanında Nev’î’nin Münâzara-i Tûtî vü Zâg’ı
112 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
(Gürer 2005: 93; Taş vd., 2007: 663) gibi doğrudan “senâ” ile başlayan mesnevîler de gö-
rülmektedir. Abdülazîz b. Mahmûd el-İsfehânî, Sıfâtü’l-haremeyn isimli mesnevîsine
ilk beyti Arapça olan bir “tahmîd” manzumesiyle başlarken (Demir 2005: 71), Sûzî
Çelebi Gazavât-nâme’sine Arapça “hamd” beytiyle başlamıştır (Vırmiça 2002: 114).

Tevhîd
Sözlükte “bir şeyin tek olduğuna hükmetmek ve onun böyle olduğunu bil-
mek” anlamına gelen “tevhîd”, kavram olarak “Allâh’ın zatını bütün tasavvurlar-
dan, zihinlerdeki hayal ve evhamdan tecrit etmektir” (Karaman vd 2006: 659-660).
Edebiyat terimi olarak ise “tevhîd”, “Allâh’ın varlığını ve birliğini dile getiren man-
zume” (Ünver 1986: 434; Tâhir-ül Mevlevî 1984: 173) anlamında kullanılır.
Mesnevîlerde, “tevhîd” ve “münâcât”ın sırasının daima aynı olmadığı gö-
rülür. Şâir, isterse “tevhîd”i isterse “münâcât”ı öne alır (Ünver 1986: 434).
Erzurumlu Darîr’in Yûsuf u Züleyhâ’sı (Karahan 1994), Gubârî’nin Yûsuf u
Züleyhâ’sı (Aktaş 2006), Sâbit’in Zafer-nâme’si (Karacan 1991), Şeyh Gâlib’in Hüsn
ü Aşk’ı (Okay vd. 1992; Doğan 2011) gibi, giriş bölümünde “tevhîd” bulunmayan
mesnevîler de bulunmaktadır. Ancak bu tür mesnevîlerin oranı yüksek değildir.
Öte yandan, Mes’ûd bin Ahmed’in Süheyl ü Nev-bahâr’ı (Dilçin 1991: 196-
201), Niyâzî’nin Mansûr-nâme’si (Tatçı 1994: 103), Nev’î-zâde Atâyî’nin Heft-hvân’ı
(Karacan 1974: 115-18), Şeyhî’nin Har-nâme’si (Timurtaş 1981: 20), Za’îfî’nin Kitâb-ı
Bostân-ı Nasâyih’i (Tokatlı 1996: 3-4) gibi doğrudan “tevhîd” ile başlayan mesnevîler
de vardır. Ayrıca Hatîboğlu’nun Bahrü’l-hakâyık’ı (Ertaylan 1960a: 1b [Metin];
Türk 2009: 51) ve Hümâmî’nin Sî-nâme’si (Altun 1995: 2) gibi Arapça, Nev’î-zâde
Atâyî’nin Sâkî-nâme’si (Kuzubaş 2009: 112) gibi Farsça, Şükrî-i Bitlisî’nin Selîm-
nâme’si (Argunşah 1997: 47-49) gibi ilk beyti Türkçe, besmele beyti olan “tevhîd”
ile başlayan mesnevîlerin yanında, Câmi’u’l-ahbâr (Eliaçık 1998: II/1)’da olduğu
gibi, besmele manzumesiyle başlayan tevhîdler de görülmektedir.
Şâirlerin bazen “tevhîd” manzumesinde konuyla ilgili bir hikâyeye yer ver-
dikleri (bkz. Uludağ 1997: 174-76); bazen de “tevhîd”in sonunda Allâh’a dua edip
eserlerinin isimlerini zikrettikleri müşahede edilmektedir:
Sohbet-nâme:
…………………………..
İlâhî ism-i zâtın hürmetine
Enîs eyle beni metn-i mübîne
Emîrînün du’âsın müstecâb it
Bu sohbet-nâmesin rengîn kitâb it
İlâ âhir ola âdâb-ı sohbet
Nasîhatden irişdür kalbe heybet
(Üst 2007: 964)
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 113
Bazen “tevhîd” tamamlandıktan sonra, bir “nasihat” manzumesine de yer
verilmiştir. Nitekim Zâtî’nin Şem’ ü Pervâne’sinde “tevhîd”den sonra bir “nasi-
hat” şiiri yer almaktadır:

Bu tevhîd oldı bu arada âhir


Kulak tut kim nasâyih oldı zâhir
Elâ ey mest-i bî-hûşı elestün
Bu bezmün ayagına urma destün
………………………………..
Ana mâni’olur ebr-i günâhun
Niçün yok Zâtiyâ anunçün âhun
(Armutlu 1998: 433-35)

Giriş bölümünde, genellikle Kıyâsî’nin Mihr ü Mâh’ı gibi (Anbarcıoğlu


1986: 94-95) bir tane “tevhîd” manzumesi bulunmaktadır. Bu bölümde, bazen
birden fazla “tevhîd” manzumesinin olduğu da görülmektedir. Meselâ, Gelibo-
lulu Za’îfî’nin Gazavât-ı Sultân Murâd Han’ında 2 tane (Sarı 1994: 178-80), Yahyâ
Bey’in Gülşen-i Envâr (Doğanyiğit 1992: 31-40)’ında ve Lârendeli Hamdî’nin Leylâ
vü Mecnûn (Abdel-Maksoud 2004: 2/2-10)’unda 3 tane, Sultan Cem’in Cemşîd ü
Hurşîd (Okur 1997: 218-36)’inde 4 tane “tevhîd” manzumesi yer almaktadır.
Mesnevî’nin giriş bölümünde yer alan “tevhîd” manzumesi, ekseriyetle
mesnevî nazım şekliyle yazılmıştır. Ancak mesnevî nazım şeklinin dışında “kıt’a”,
“kasîde”, “terci-bend” gibi değişik nazım şekillerinin de kullanıldığı görülmek-
tedir. Nitekim Ahmedî’nin Cemşîd ü Hurşîd’inde “kıt’a” (Akalın 1975: 60-61),
Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîn’inde “kasîde” (Timurtaş 1980: 4-5, 8-9), Lârendeli Şânî’nin
Gülşen-i Efkâr (Kurmuş 2010: 198-200)’ı ile Hamdî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sında ise,
“terci-bend” (Onur 1991: 30-32) nazım şekilleriyle yazılmış “tevhîd” manzumesi
bulunmaktadır. Diğer taraftan, bir mesnevîde, “mesnevî” nazım şekliyle “tevhîd”
kaleme alınmışsa, yazılacak olan diğer müstakil “tevhîd” manzumelerinde farklı
nazım şekillerinin kullanıldığı dikkat çekmektedir. Mesnevîlerde, “mesnevî” na-
zım şeklinden sonra en fazla “kasîde” formunda “tevhîd” yazılmıştır.
Şâirler, “tevhîd” başlığı altında ya da müstakil olarak kaleme alınan bölüm-
lerde Allâh’ın zatından bahsederler, “esmâ-i hüsnâ”sını ve sıfatlarını sayarlar. Dün-
yada faili olmayan bir oluş, bir kılış yokken bunca oluşu kılan üstün bir gücün,
yani Allâh’ın var olması gerektiğine işaret ederler. Evrendeki düzeni O’nun birli-
ğine tanık gösterirler (Ünver 1986: 434-35). Bu bölümde, bazen kelime-i tevhîd’in
ne anlam ifade ettiği ve nasıl anlaşılması gerektiği açıklanmıştır (Armutlu 2011:
79). Ayrıca şâirler, Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîn’i (Timurtaş 1980: 5-8), Şâhidî’nin Leylâ
vü Mecnûn’u (Şâhidî: 5a-9b) ve Lârendeli Şânî’nin Gülşen-i Efkâr’ında (Alparslan
2007: 99-106; Kurmuş 2010: 189-98) olduğu gibi “tevhîd”in mertebelerini anlatan
114 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
bölümler de yazmışlardır. Hatta Allâh’ın “selbî” ve “sübutî” sıfatlarının müsta-
kil olarak ele alınıp değerlendirildiği mesnevîler de görülmektedir. Bahtî’nin
Manzûm Vasiyyet-nâmesi gibi (Özyaşamış Şakar 2005: 23-30). Ayrıca Allâh’ın var-
lığına delil getirip insanları bu hususta düşünceye sevketmek için müstakil şiir-
ler de yazılmıştır. Çâkerî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sı (Yıldız 2013: 205-208; Nalbat 2012:
100-102) gibi. Mesnevîlerde, Allâh’ı anmanın faziletlerini dile getiren müstakil
şiirlerin kaleme alındığı da dikkat çekmektedir. Nitekim Sultan Cem’in, Cemşîd
ü Hurşîd’inde bu konuda bir manzumesi bulunmaktadır (Okur 1997: 236-38).
Mu’înî’nin Mesnevî-i Murâdiyye’sinde, Allâh lafzı yerine çeşitli dillerde kullanı-
lan kelimelerle ilgili yazmış olduğu bölüm, hüviyeti itibariyle dikkat çekmekte-
dir (Yavuz 2007a: II/23-25).
Şâhî, Ferhâd-nâme’sinde yer alan 67 beyitlik “tevhîd” manzûmesinde aş-
kın ve âşıkların özelliklerinin anlatıldığı bir “aşk-nâme”ye yer vermiştir. 25 be-
yit tutan bu bölüm kullanımı itibariyle orijinallik göstermektedir:

Eyleyüp ‘ışka mazhar insânı


Kıldı ‘âşık cemâline anı
Kimini genc-i ‘ışka mahzen ider
Kimini bâg-ı hüsne gülşen ider
‘Işk husrevleri gedâ eyler
‘Işk dervîşi pâdişâ eyler
(Özcan 2007: 100)

Mülhimî’nin Şehen-şeh-nâme-i Murâdî isimli mesnevîsinde Farsça olarak


kaleme aldığı tevhîd ile münâcâtın birlikte işlendiği manzume dikkat çekmek-
tedir (Alper 2012: 166-74). İzzet Molla ise “na’t” olarak isimlendirdiği ve Yüce
Yaratıcıyı övdüğü manzumesinin başlangıç ve bitiş beyitlerini Farsça yazmış-
tır (Ceylan vd. 2007: 5-6).
Mesnevînin “giriş bölümü”nde müstakil olarak “kelime-i tevhîd” ile ilgili
bir “kasîde” de yazıldığı müşahede edilmektedir:

Ferhâd u Şîrîn:
Cihân u câna pür oldı ol ey gönül âgâh
Nidâ-yı eşhedü en lâ ilâhe illa’llâh
……………………………………
İderse gark-ı ‘arak Lâmi’î ‘aceb mi seni
Hayâ-yı eşhedü en lâ ilâhe illa’llâh
Mutâ’-ı cân u dil olsun bu yolda ser-cümle
Sedâ-yı eşhedü en lâ ilâhe illa’llâh
(Erkal 1998: 75-76
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 115
Cemşîd ü Hurşîd:
Ne durur Hakk’a togru varmaga râh
Himem-i lâ ilâhe illa’llâh
…………………………….
Kamu mücrim(lere) hemân besdür
Kerem-i lâ ilâhe illa’llâh
(Okur 1997: 238-40)

Şem’ ü Pervâne:
Komaz gönülde gümân lâ ilâhe illa’llâh
Disem bin olsa zebân lâ ilâhe illa’llâh
………………………………………...
Eger ki safvet-i kalb isterisen ey Zâtî
Safâ ile di her ân lâ ilâhe illa’llâh
(Armutlu 1998: 431-33)

Münâcât
Arapça “fısıldamak, kulağa söylemek” anlamındaki “necv” kökünden tü-
reyen “münâcât”ın sözlük anlamı, “fısıldaşmak, bir sırrı paylaşmak” demektir.
Edebiyat terimi olarak, “Allâh’a karşı yapılan yalvarış ve yakarışları anlatan man-
zume” anlamında kullanılır (Tâhir-ül Mevlevî 1973: 107; Dilçin 1983: 251).
Elvân Çelebi’nin Menâkıbu’l-kudsiyye fî Menâsibi’l-ünsiyye’si (Ocak vd.
1984), Niyâzî’nin Mansûr-nâme’si (Tatçı 1994), Şeyh Gâlib’in Hüsn ü Aşk’ı (Okay
vd. 1992; Doğan 2002) gibi giriş bölümünde “münâcât” olmayan mesnevîler de
bulunmaktadır. Ancak başında “münâcât” bulunan mesnevîler, bulunmayan-
lara göre daha çoktur.
Münâcât manzumesi, müstakil bir bölüm olarak divanlarda olduğu gibi
genellikle mesnevîlerin “giriş bölümü”nde yer almaktadır. Ancak bazen müsta-
kil olarak “bitiş bölümü”nde de görülmektedir. Ayrıca mesnevîlerin türü ve ko-
nularına göre konunun işlendiği bölümlerde ya müstakil olarak ya da mesnevî
beyitleri arasında da müşahede edilmektedir.
Öte yandan Hoca Mes’ûd’un Ferheng-nâme-i Sa’dî’si (Kilisli Rif’at 1340-1342:
1 [Metin]), Kemâl Paşa-zâde’nin Yûsuf u Züleyhâ’sı (Demirel 1983: 23), Atâ’nın
Tuhfetü’l-uşşâk’ı (Türkmen 2000: 74-77; Aksoyak 2006: 95-98), Lâmi’î Çelebi’nin
Veyse vü Râmîn’i (Kavukçu 1994: 1-6) gibi doğrudan “münâcât” ile başlayan
mesnevîler de vardır.
Giriş bölümünde, genellikle Kıyâsî’nin Mihr ü Mâh’ı gibi (Anbarcıoğlu 1986:
95-96) bir tane “münâcât” manzumesi bulunmaktadır. Bu bölümde, bazen birden
fazla “münâcât” manzumesinin olduğu da görülmektedir. Meselâ, Şeyhoğlu’nun
116 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Hurşîd-nâme’sinde (Ayan 1979: 131-33, 142) 4 tane, Yahyâ Bey’in Gülşen-i Envâr’ında
3 tane (Doğanyiğit 1992: 40-6), Âzerî İbrâhîm Çelebi’nin Nakş-ı Hayâl’inde (Bay-
kaldı 1994: 6-12), Cinânî’nin Riyâzü’l-cinân’ında (Şarlı 1994: 5-14), Hamdî’nin Yûsuf
u Züleyhâ’sında (Onur 1991: 33-37) 2 tane “münâcât” manzumesi yer almaktadır.
Münâcât manzumesine, İzzet Mollâ’nın Mihnet-keşân’ı gibi besmele manzume-
sinden sonra (Ceylan vd. 2007: 3-4), Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi’nin Heves-nâme’si gibi
Hz. Peygamber övgüsünden sonra (Sungur 2006: 159-64), Yûsuf Hakîkî Baba’nın
Mahabbet-nâme’si (Çavuşoğlu 2009: 132) ve Abdî’nin Gül ü Nev-rûz’u (İnce 2008:
66) gibi Dört Halife övgüsünden sonra, Ömer Fu’âdî’nin Hâbiyye’si (Zavotçu 2007:
184) ve Oğlanlar Şeyhi İbrâhîm’in Müfîd ü Muhtasar’ı (Kemikli 2003: 104-105) gibi
Hz. Peygamber ve Dört Halife övgüsünden sonra, Merdümî’nin Tuhfetü’l-islâm’ı
(Sevgi 1993: 44-45) ve Gelibolulu Âlî’nin Mihr ü Mâh’ı (İçli 2010: 51-57) gibi padi-
şah övgüsünden sonra ve Edirneli Güftî’nin Şâh u Dervîş’i (İnan 2006) ile Şey-
hoğlu Mustafâ’nın Hurşîd-nâme’si (Ayan 1979: 42) gibi “sebeb-i te’lîf”ten sonra
da yer verildiği görülmektedir. Bazen Lâmi’î’nin Salâmân u Absâl’ı (Uludağ 1997:
69) ve Câmî’nin Vâmık u Azrâ’sında (Ece 2002: 468-71) olduğu gibi “tevhîd” ve
“münâcât”ın iç içe yazıldığı da müşahede edilmektedir.
Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîn’inde olduğu gibi, “giriş bölümü”nün dışında “ko-
nunun işlendiği bölüm”de de “münâcât” yazıldığı görülmektedir (Timurtaş 1980:
205-206).
Şâirler, “münâcât” başlığı altında, kulun güçsüzlüğünü, her konuda Allâh’ın
yardımına muhtaç olduğunu ifade ederler. İnsanoğlunun günah işlemekten kur-
tulamadığını, buna rağmen Allâh’ın bağış kapılarını açık tuttuğunu... bildirirler.
Kimi mesnevîlerde şâir, eserini tamamlayabilmek için, onun yanlışlardan ve ek-
siklerden uzak olması, okuyanlar tarafından beğenilmesi için Allâh’a yakarır (Ün-
ver 1986: 435). Emîrî’nin Sohbet-nâme’sinde olduğu gibi (Üst 2007: 964-65), şâirler
“münâcât”ta doğrudan doğruya Allâh’a yaptıkları kendi yakarışlarını da dillen-
dirmişlerdir. Bazen “münâcât”ta, Allâh’ın “esmâ-i hüsnâ”sının sayıldığı da mü-
şahede edilmektedir (Kartal 2000a: 3-4).
Münâcâtlar, mesnevî nazım şeklinin yanında “kasîde” veya “gazel” şek-
linde de görülmektedir. Eğer, bir şâir mesnevîsinde, “mesnevî” nazım şek-
liyle “münâcât” kaleme almışsa, yazacağı diğer müstakil “münâcât” manzume
ya da manzumelerinde farklı nazım şekillerini kullandığı dikkat çekmektedir.
Mesnevîlerde, “mesnevî” nazım şeklinden sonra en fazla “kasîde” formunda
“münâcât” yer almaktadır.
Şâirlerin bazen “münâcât” manzumesinin sonunda eserinin adını zikre-
dip onun kutlu olması, herkes tarafından beğenilmesi ve dilden dile yayılması
için Allâh’a dua ettikleri de müşahede edilmektedir:
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 117
Leylâ vü Mecnûn:
………………………………..
Bu nâme-i müşg-i nâb u pür-hûn
K’oldı ana nâm Leyli Mecnûn
Sen eyle huceste-nâm anı
Meşmûme-i hoş-meşâm anı
(Kazan Nas 2011: 251)

Özellikle besmele, tahmîd, tevhîd ve münâcât bölümlerinin ya tamamı-


nın ya da bir kısmının, hassaten ilk dönem mesnevîlerinde aynı bölümde ve iç
içe yazıldığı görülmektedir.

Na’t
“Na’t”, sözlükte “vasf” demektir. Edebiyat terimi olarak ise, “Hz. Peygamber’i
övmek için yazılan manzume” anlamında kullanılır (Dilçin 1983: 257). Bunun ya-
nında “na’t” teriminin, Klâsik edebiyatta Çihâr-yâr-i güzîn (dört halife) ile diğer
din büyüklerine yazılan övgü şiirleri için de kullanıldığı görülür (Tâhir-ül Mevlevî
1973: 113; Ünver 1986: 435). Süheyl ü Nev-bahâr (Dilçin 1991: 204-206), Bahrü’l-
hakâyık (Ertaylan 1960a: 2b-3a; Türk 2009: 53), Mevhûb-ı Mahbûb (Kartal 2000a: 20-
26), Muhammediyye (Çelebioğlu 1996: II/3) gibi. Ancak, “na’t” kavramının daha
çok Hz. Peygamber için yazılan övgü şiirlerinde kullanıldığı görülmektedir. Bu-
nun yanında, çok az da olsa Eyyûbî’nin Menâkıb-ı Sultân Süleymân’ında (Akkuş
1991: 38-40), Ahmedî’nin İskender-nâme’sinde (Ünver 1983: 3b), Hatîboğlu’nun
Bahrü’l-hakâyık’ında (Türk 2009: 51) ve Seyyid Mehmed Efendi’nin Nazîre-i Hilye-i
Hakanî’sinde (Poyraz 2007: 462) “na’t” yerine “medh”, Lâmi’î Çelebi’nin Ferhâd u
Şîrîn’inde (Erkal 1998: 80), “midhat”, Şerîfî’nin Yûsuf u Zelîhâ’sında (Kültüral 2001:
22), “salât (u) salavât-terîn”, Hamdullâh Hamdî’nin Leylâ vü Mecnûn’unda ise
(Hamdullâh Hamdî: 6a-7a), “sıfat” sözünün kullanıldığı da görülmektedir.
Ya Erzurumlu Darîr’in Yûsuf u Züleyhâ’sında olduğu gibi, doğrudan Hz.
Peygamber’in övgüsüyle başlayan (Karahan 1994: 134) ya da Gubârî’nin Yûsuf
u Züleyhâ’sında olduğu gibi besmele manzumesinden sonra “na’t”ın yer aldığı
(Aktaş 2006: 58) mesnevîler de bulunmaktadır. “Na’t”larda, ekseriyetle “mesnevî”
nazım şekli kullanılmıştır. Ancak Cem Sultan’ın Cemşîd ü Hurşîd’inde “kasîde”
(Okur Meriç 1997: 267-71), Hatîboğlu’nun Ferah-nâme’sinde “gazel” (Öztoprak
1993: 35), Hamdî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sında (Onur 1991: 39-43) ve Aşkî’nin Heft
Peyker’inde (Kut 1998b: 129) “terkib-bend”, Lârendeli Şânî’nin Gülşen-i Efkâr’ı
(Kurmuş 2010: 217) ile Lâmi’î Çelebi’nin Şem’ ü Pervâne’sinde “terci-bend” (Ar-
mutlu 2011: 86) nazım şekilleriyle yazılanlarına da rastlanmaktadır. Genellikle,
mesnevîlerde, “mesnevî” nazım şekliyle bir “na’t” kaleme alınmışsa, yazılacak
118 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
olan diğer müstakil “na’t” manzumelerinde, “tevhîd” ve “münâcât”ta olduğu gibi
farklı nazım şekillerinin kullanıldığı görülmektedir. Mesnevîlerde, “mesnevî”
nazım şeklinden sonra en fazla “kasîde” formunda “na’t” yer almaktadır.
“Na’t”lar, çoğunlukla müstakil olarak yazılmıştır. Niyâzî’nin Mansûr-
nâme’sinde (Tatçı 1994: 103-104) ve Nâbî’nin Hayriyye’sinde (Kaplan 1995: 181-82)
olduğu gibi, bazen başka bir bölümün parçası da olabilir. Bu tip durumlarda
şâirlerin bir geçiş beytiyle “na’t”a başladıkları da müşahede edilmektedir. Nite-
kim Sevâdî, Hâl-nâme-i Sevâdî’sinde yer alan “tevhîd” manzumesinin sonunda
yer alan şu beyitten sonra “na’t”a başlamıştır (İnan 1990):

Ba’d-ı tevhîd-i Hazret-i Mevlâ


Na’t-i sâ’iddür enseb ü evlâ

Gülşehrî’nin Mantıku’t-tayr’ı (Gülşehrî: 1b; Yavuz 2007: I/2-4), Sâbit’in Zafer-


nâme’si (Karacan 1991) gibi, giriş bölümünde “na’t” olmayan mesnevîlere de rast-
lanmaktadır. Ancak bu tür mesnevîler oldukça azdır. Ayrıca Mülhimî’nin Şehen-
şeh-nâme-i Murâdî isimli mesnevîsinde yer alan “na’t”ın dilinin Farsça olması
dikkat çekmektedir (Alper 2012: 174-83). İzzet Molla ise, “na’t”ının başlangıç ve
bitiş beyitlerini Farsça olarak yazmıştır (Ceylan vd. 2007: 7-8).
Mesnevîlerin giriş bölümünde birden fazla “na’t” manzumesine de yer ve-
rildiği görülmektedir. Nitekim Lârendeli Hamdî’nin Leylâ vü Mecnûn’unda biri
mesnevî diğeri kasîde nazım şekliyle yazılmış 2 tane “na’t” bulunurken (Abdel-
Maksoud 2004: 2/17-25), Şemseddîn-i Sivasî’nin Mir’âtü’l-ahlâk ve Mirkâtü’l-
eşvâk’ında 3 tane (Toker 2003), Cemâlî’nin Miftâhu’l-ferec’inde (Derdiyok 1998a:
20-40) ise 4 tane “na’t” yer almaktadır.
“Na’t”larda en çok şu noktalar üzerinde durulmuştur: O, kendisinden
önce gelen peygamberlerden üstündür; iki cihanın sultanıdır; son peygamber-
dir, fakat onun nuru bütün varlıklardan önce yaratılmıştır; O, Allâh’ın “sen ol-
masaydın felekleri yaratmazdım” dediği yüce peygamberdir; O “fakirlik övün-
cümdür” diyen, Ahmed, Mahmûd, Muhammed, Mustafâ’dır... (Ünver 1986: 435).
Gubârî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sında Hz. Peygamber ile Hz. Yûsuf’u mukayese ettiği
dikkat çekmektedir (Aktaş 2006: 58-59). Şânî-i Lârendevî Gülşen-i Efkâr’ında Hz.
Peygamber’in mucizelerine (Alparslan 2007: 116-18), Ahmedî-i Âmidî ise hicretine
(Doğan 2005: 105-106) yer vermiştir. Âşık Paşa, Hz. Muhammed’in peygamberli-
ğini ispat noktasında “nebîmüzün nübüvvetin isbât ider” başlıklı bir bölüm ka-
leme almıştır (Yavuz 2000: I/1 57-61). Şâhî ise, “na’t”ında Hz. Peygamber’in isim-
lerinden olan “Ahmed”de yer alan harfleri açıklamıştır:
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 119
‘İbret ile nazar iden ‘ârif
Oldı esrâr-ı Ahmed’e vâkıf
Çâr harfi delîl-i çâr-erkân
Belki her harfi bâ’is-i dü-cihân
Bezm-i tevhîde virmege nûrı
Elifi oldı şem’-i kâfûrî
Evvelen hamde hâsı dâl oldı
Mîm san çeşme-i zülâl oldı
Dâlı kim dâl-ı tâc-ı ‘izzetdür
İbtidâ-yı delîl-i devletdür
(Özcan 2007: 335)

Şâir, Hz. Muhammed’in “mi’râc” ve “mu’cizât”ını ayrı başlıklar altında iş-


lemişse, “na’t”te bu yönlere ağırlık vermez, bir iki beyitle değinir. O’nun şefaa-
tini dileyerek “na’t”ı bitirir (Ünver 1986: 435). Bazen Hz. Peygamber’in şefaatine
mazhar olmak için müstakil şiirlerin kaleme alındığı da müşahede edilmektedir.
Lârendeli Şânî’nin Gülşen-i Efkâr’ı (Kurmuş 2010: 219-21); Cem Sultan’ın Cemşîd
ü Hurşîd’i (Okur Meriç 1997: 280-83); Çâkerî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sı (Yıldız 2013:
222-24; Nalbat 2012: 113-16) gibi.
Mesnevî şâirlerinin bazen mesnevîlerinin “giriş bölümü”nde Kur’ân-ı
Kerîm’de zikredilen diğer peygamberlerle ilgili bir bölüme yer verdikleri de gö-
rülmektedir. Nitekim Hızrî’nin Âb-ı Hayât isimli mesnevîsinde Kur’ân-ı Kerîm’de
zikredilen peygamberlerle ilgili bir bölüm bulunmaktadır (Belen 2011: 102). Celîlî
Hüsrev ü Şîrîn’inde yer alan “na’t”ında, Hz. Mûsâ, Hz. İbrâhîm, Hz. Dâvûd, Hz.
Süleymân ve Hz. Îsâ’yı (Kazan Nas 2011a: 233); Kâmî, Tuhfetü’z-zevrâ’sında Hz.
Âdem, Hz. İdrîs, Hz. Nûh, Hz. İbrâhîm, Hz. Yûsuf, Hz. Ya’kûb, Hz. Mûsâ, Hz.
Süleymân ve Hz. Îsâ’yı (Yıldırım 2000: 86); Lâmi’î Çelebi ise Ferhâd u Şîrîn’inde
(Erkal 1998: 81-82) Hz. Eyyûb, Hz. Ya’kûb, Hz. Îsâ ve Hz. Süleymân’ı zikrederek
övmüştür. Lâmi’î’nin özellikle Hz. Îsâ ve Hz. Süleymân’la Hz. Peygamber’i bazı
hüviyetleri itibariyle karşılaştırması dikkat çekmektedir.
Genellikle “sebeb-i te’lîf ” bölümünden önce kaleme alınan “na’t”, ba-
zen “sebeb-i te’lîf”ten sonra da görülebilmektedir. Nitekim Münîrî’nin Siyer-i
Nebî’sinde “na’t”, “sebeb-i te’lîf”ten sonra yer almaktadır (Ay 2007; Özkat 2011).
Muhyiddîn Çelebi de, Hızır-nâme’sinde Hz. Peygamber’i öven “na’t” (Alay 2005:
52-53) ile onun “mi’râc” ve “mu’cize”lerini müstakil olarak anlattığı bölümlere
(Alay 2005: 53-54), “sebeb-i te’lîf”ten sonra yer vermiştir.
Şâirlerin bazen “tahmîd”, “tevhîd” ya da “münâcât” bölümünün sonunda
bir veya iki beyitle ve uygun bir şekilde “na’t”a geçiş yapacağını haber verdikten
sonra, müstakil olarak kaleme aldığı “na’t”ına başladığı görülmektedir:
120 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Tuhfetü’z-zevrâ:
Var ise budur rehâya mâye
Düş dâmen-i Fahr-i enbiyâya
İt ‘acz u kusûrı ‘arz-ı dergâh
Ol na’t-ı şerîf ile ‘öz(ü)r-hâh

Der-na’t-ı şerîf-i şâh-ı kevneyn


Ey hatm-i mesâhif-i risâlet
İmzâ-ı kabâle-i nübüvvet
(Yıldırım 2000: 85)

Salâmân u Absâl:
Tâ olam ol câm ile tolub safâ
Şem’-i cân-efşân-ı bezm-i Mustafâ
Lâmi’î ya’nî bulup gamdan ferâg
Yaka meh-veş mihr-i Ahmedden çerâg
Medh idüp dün gün nebîler serverin
İde hırz-ı cân halâyık sözlerin

na’t-ı hâce-i dünyâ vü dîn ve medh-i seyyidü’l-’âlemîndür ki….


Kimdür adın diyem ol sultân-ı dîn
Ahmed ü Mahmûd-ı hatmü’l-mürselîn
(Uludağ 1997: 181)

Ayrıca Adnî Receb Dede’nin Nahl-i Tecellî’si (Topal 2006: 42), Şemseddîn-i
Sivasî’nin Süleymân-nâme’si (Akkaya 1988: 217) gibi Arapça beyitlerle başla-
yan “na’t”lar da vardır. “Na’t”ta başlıklar ekseriyetle Farsça olarak verilmiştir.
Bazen bu başlıkların başka bir amacı da ifade ettiği görülmektedir. Nitekim
Edirneli Güftî’nin Şâh u Dervîş mesnevîsindeki “na’t”ın başlığı şu şekildedir:
der-na’t-ı seyyidü’l-enâm ve hitâb bâ-hâme-i ‘anberîn-erkâm (İnan 2006: 122).
“Na’t”larda bazen konu ile ilgili bir hikâye anlatıldığı da görülmektedir (bkz.
Uludağ 1997: 186-88).

Mi’râc
“Mi’râc”ın sözlük anlamı, “yukarı çıkma aleti; yukarı çıkacak yer” demektir.
Istılah mânâsı ise, “uruc ve göğe çıkma”dır. Ancak, burada kasdedilen, rastgele bir
yükseliş değil, umumiyetle Hz. Peygamber’in göklere yükselişidir (Tatçı vd. 1999:
6). “Mi’râc”, daha sonra Hz. Peygamber’in Allâh katına yükselmesi olayına ad ol-
muştur. Şâirler, mesnevîlerinde bu başlık altında, “mi’râc” olayını anlatarak Hz.
Peygamber’i yüceltirler (Ünver 1986: 435). Klâsik edebiyatımızda, bu olay hem müs-
takil bir eser olarak hem de mesnevî ve divanlarda bir bölüm olarak yazılmıştır
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 121
(Akar 1987a; Akdoğan 1989). Metin Akar, müstakil olarak kaleme alınan “mi’râc”lara
çoğunlukla “mi’râc-nâme”, mesnevî veya divanlarda bulunanlara ise “mi’râciyye”
dendiğini belirtmektedir. Örneğin İbrâhîm Bey’in (Duman 1987); Ârif’in (Gül-
soy 1993) ve Şeyyâd Hamza’nın (Güzelışık 1996) müstakil eser olarak kaleme alın-
mış “mi’râc-nâme”leri vardır. Şu mesnevîlerde ise, müstakil bir bölüm olarak ya-
zılmış “mi’râciyye”ler bulunmaktadır: Gencîne-i Râz (Çınar 1995: 20-24), Gülşen-i
Envâr (Doğanyiğit 1992: 53-57), Hurşîd-nâme (Ayan 1979: 135-38), Cemşîd ü Hurşîd
(Okur Meriç 1997: 271-83), Mihr ü Vefâ (Ece 1996: 83-86), Bahrü’l-kemâl (Okuyucu
1995: 23-28), Riyâzü’l-cinân (Şarlı 1994: 20-28), Yûsuf u Züleyhâ (Nalbat 2012: 109-
113), Nakş-ı Hayâl (Baykaldı 1994: 16-21), Hüsn ü Dil (Köksal 2003: 219-25), Selîm-
nâme (Bilgen 1987: 5-11 [Metin]), Şâh-nâme Tercümesi (Kültüral 1999: I/6-8), Leylâ
vü Mecnûn (Abdel-Maksoud 2004: 2/25-34), Gülşen-i Efkâr (Alparslan 2007: 119-24),
Sâkî-nâme (Kuzubaş 2009: 119-23), Sohbetü’l-ebkâr (Yelten 1999: 19-24), Hüsn ü Aşk
(Okay vd. 1992: 20-31; Doğan 2011: 30-50), Heft-hvân (Karacan 1974: 126-30); Cân u
Cânân (Öztoprak 2000: 125-33); Vâmık u Azrâ (Ece 2002: 473-81).
Mesnevîlerin “giriş” bölümlerinde “mi’râc” olayını anlatan şiirlerde, Hz.
Muhammed’in Allâh katına yükselmesi konu edilir. Cebrâ’îl’in gelişi ve Burâk’ı
getirmesi; Hz. Peygamber’in Mescid-i Aksâ’da namaz kılması, göğe yükselmesi
ve her felekten geçişi; Cebrâ’îl’in Sidre’den öteye geçemeyişi; Hz. Muhammed’in
Allâh’la arasında “yayın iki ucu arasındaki mesafeden daha az” mesafe kalması;
ümmeti için dileklerde bulunması...; yeryüzüne dönüşü ve yatağını henüz so-
ğumamış olarak bulması anlatılır (Ünver 1986: 435). Bütün bunların Kur’ân-ı
Kerîm ve hadîs-i şerîflere dayandığı dikkat çekmektedir. “Mi’râc”ın sonunda,
Hz. Peygamber’den şefaat istenir. Şefaat bazen Şeyh Gâlib’in Hüsn ü Aşk’ında
(Okay vd. 1992: 31; Doğan 2011: 48-50) olduğu gibi “mi’râc”ın sonunda dile geti-
rilmiş, bazen de Cem Sultan’ın Cemşîd ü Hurşîd’inde olduğu gibi “der-taleb-i
şefâ’at” başlığı altında19 (Okur Meriç 1997: 280-83) “mi’râc”dan ayrı olarak kaleme
alınmıştır. Mi’râciyyelerde mesnevînin yanında, “kasîde” veya “terkib-bend” na-
zım şekilleri de kullanılmıştır.

Mu’cizât
“Mu’cize” kelimesinin çoğulu olan “mu’cizât”, peygamberler söz konusu
olunca, onların gösterdikleri olağanüstü hâller, peygamberliklerini kanıtlayan
“mu’cize”ler anlamına gelir (Ünver 1986: 436).
Her peygamber gibi, Hz. Muhammed’in de mucizeleri vardır. Şâirler,
“mu’cizât” başlığı altında bunları sıralayarak Hz. Peygamber’i yüceltirler. Hz.
19
“Şefâ’at”in bazen Nâlî Mehmed‘in Tuhfetü’l-emsâl’inde olduğu gibi “na’t”tan sonra
müstakil olarak kaleme alındığı da görülmektedir (Kahraman 1999: 96-98).
122 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Muhammed’in doğumundan önce ve doğumu sırasında görülen olağanüstü
hâller, çocukluğunda başka çocuklardan farklılığı, düşmana toprak saçıp on-
ları kör etmesi, parmağıyla ayı ikiye ayırması, parmağından askerlerinin su-
suzluğunu giderecek kadar su akıtması, körleri iyileştirmesi, diktiği hurmanın
hemen yemiş vermesi, elinde kertenkelenin dile gelmesi, önüne konmuş olan
pişmiş zehirli kuzunun ona “benden yeme demesi”... bu başlık altında anlatılan
mucizelerdendir (Ünver 1986: 436).
Şâirler, Hz. Peygamber’in mucizelerini ya Halîl-nâme (Güldaş 1996: 47-50),
Şem’ ü Pervâne (Armutlu 2011: 81) ve Yûsuf u Züleyhâ’da (Onur 1991: 43-45) ol-
duğu gibi “mu’cizât” başlığı altında, ya da Gülşen-i Envâr (Doğanyiğit 1992: 50-3),
Kitâb-ı Bostân-ı Nasâyıh (Tokatlı 1996: 5), Pend-i Ricâl (Kılıç 2005: 106-108) ve
Heft-hvân (Karacan 1974: 122-26)’da olduğu gibi “na’t” içerisinde işlemişlerdir.
Gubârî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sında olduğu gibi bazen Hz. Peygamber’in bir mu-
cizesinin müstakil bir bölümde anlatıldığı da müşahede edilmektedir. Nitekim
Gubârî bu müstakil bölümde “şakku’l-kamer” mucizesine yer vermiştir (Ak-
taş 2006: 59-60).

Dîn Ulularına Övgü


Medh-i Çihâr-yâr-i Güzîn
Hz. Muhammed’in dört yakını (dört dostu/dört halifesi) olan Hz. Ebû
Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osmân ve Hz. Alî hakkında yazılan medhiyedir (Ünver
1986: 436). Dört halife övgüsünde yazılan şiirlerde “na’t”, “medh”, “sıfat”, “menka-
bet”, “vasf” ve “zikr” kelimelerinin kullanıldığı görülmektedir. Hatta Hâşimî’nin
Mihr ü Vefâ’sında olduğu gibi dört halifenin isimleri belirtilmeksizin doğrudan
“yâr” kelimesiyle zikredildikleri de müşahede edilmektedir (Ece 1996: 82). Bazı
mesnevîlerin giriş bölümlerinde, şâir, “na’t”tan, varsa “mi’râc” ve “mu’cizât” bö-
lümlerinden sonra, çihâr-yâr-i güzîn yani dört halife övgüsüne geçer. Şâirler bu
konudaki övgülerini ya Tuhfetü’l-emsâl (Kahraman 1999: 98-102) ve Süleymâniyye
(Akkaya 1988: 225-26)’de olduğu gibi önce, “der-menkabet-i çâr-yâr-i güzîn” veya
“der-na’t-i hulefâ’i’r-râşidîn rıdvânu’llâhi ‘aleyhim ecma’în” şeklinde bir üst baş-
lıkla giriş yaptıktan sonra, ayrı ayrı alt başlıklar altında, ya Bahru’l-hakâyık (Er-
taylan 1960a: 2b-3a), Garîb-nâme (Âşık Paşa 11a-11b), Sî-nâme (Altun 1995: 23-26),
Yûsuf u Züleyhâ (Onur 1991: 45-47), Hurşîd-nâme (Ayan 1979: 138-39), Gülşen-i
Efkâr (Kurmuş 2010: 222-25), Şâh-nâme Tercümesi (Kültüral 1999: I/8-10), Kitâbu’ş-
şemsiyye (Terzi 1994: 167-68), Bahrü’l-kemâl (Okuyucu 1995: 28-31), Mihr ü Mâh
(Anbarcıoğlu 1986: 97-98) ve Mevhûb-ı Mahbûb (Kartal 2000a: 24-27)’da olduğu gibi,
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 123
ayrı başlıklar altında20, ya Kutadgu Bilig (Arat 1979: 22-23), Süheyl ü Nev-bahâr
(Dilçin 1991: 204-205), Cevâb-nâme (Coşkun 1997: 213) ve Hüsn ü Dil (Köksal 2003:
225-30)’de olduğu gibi aynı başlık altında, ya Esrâr-nâme (Ayan G. 1996: 9-10),
Selîm-nâme (Argunşah 1997: 51-53), Kitâb-ı Bostân-ı Nasâyıh (Tokatlı 1996: 5),
Hilye-i Sa’âdet (Pala 1991: 31-36), Üveys-nâme (Savran 2009: 492), Sâkî-nâme (Ku-
zubaş 2009: 116-19) ve Pend-nâme (Güvâhî 1983: 91-92)’de olduğu gibi “na’t” ya da
Tuhfe-i hukkâm (Kırbıyık 2008: 90-93) ve Miftâh-ı Heft-kân (Savaş 2002: 62-64)’da
olduğu gibi “mi’râc” içerisinde işlemişlerdir. Bazen “çihâr-yâr-i güzîn” hakkında
yazılan müstakil övgü manzumelerinden sonra, “hikâye” başlığı altında çeşitli
hikâyelerin yazıldığı da görülmektedir. Alî Şîr Nevâyî’nin Lisânü’t-tayr’ı (Can-
polat 1995: 27-32) gibi. Cem Sultan ise, müstakil olarak kaleme aldığı övgü şiir-
lerinden sonra, Hz. Osmân övgü şiiri hariç, “gazel” nazım şekliyle ayrı bir me-
dih şiirine de yer vermiştir (Okur Meriç 1997: 284-91).
Şâirler bazen, “na’t”ın sonunda dört halifenin isimlerini zikretmeden “di-
nin dört direği, tevhîd bağının dört gülü, tecrîd göğünün dört yıldızı, has hazi-
nenin dört incisi” gibi benzetmelerle onlardan bahsetmişlerdir. Celîlî’nin Leylâ
vü Mecnûn’u gibi:

Ey çâr gül-i bahâr-ı tevhîd


Çâr ahter-i âsmân-ı tecrîd
Ol çâr nihâl-i sâye-perver
Bir çûbden oldı tâze vü ter
Ol çâr dür-i hazîne-i hâs
Bir bahrde buldı feyz-i ihlâs
(Kazan Nas 2011: 261)

Dört halife övgüsü, Muhyiddîn Çelebi’nin Hızır-nâme’sinde olduğu gibi,


“sebeb-i te’lîf”ten sonra da yapılmıştır (Alay 2005: 54-55). Gülşen-i Efkâr’da ise,
“mi’râciyye”nin sonunda birer beyitle anılması dikkat çekmektedir (Alparslan
2007: 124).
Fuzûlî’nin Beng ü Bâde’sinde olduğu gibi, bazen bu bölümde, sadece Hz. Alî
vasfında bir bölümün yazıldığı müşahede edilmektedir (Kürkçüoğlu 1955: 2-3).
Dört halife övgüsü hakkında kaleme alınan şiirler, ister ayrı başlıklar al-
tında isterse aynı başlıklar altında oluşturulmuş olsun, genellikle aynı beyit sa-
yısına sahip olmasıyla dikkat çekmektedir. Bunda dört halifeye karşı beslenen
sevgi ve saygının aynı olması, hepsine eşit olarak yaklaşılması, birinin diğerinden
üstün görülmemesi gibi hususlar etkili olmuştur. Nitekim “dört halife övgüsü”

20
Ayrı başlıklar altında bazen “kıt’a” nazım şekilleriyle yazıldığı da müşahede edilmek-
tedir. Bedi’î’nin Varka ve Gülşâh’ı gibi (Yıldız 2009:III/11).
124 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
müstakil olarak tertip edilen Pend-i Ricâl’de 9’ar beyit (Kılıç 2005: 112-17), Şehen-
şeh-nâme’de 10’ar beyit (Alper 2012: 183-90), Bahrü’l-kemâl’de 12’şer beyit (Oku-
yucu 1995: 28-32) ve Pend-nâme-i Nizâmî’de 15’er beyit (Altun 2004: 62-66) olarak
görülmektedir. Yine “na’t” içinde zikredildiğinde de ekseriyetle aynı beyit sayı-
larıyla değinildiği dikkat çekmektedir:
Şâh u Dervîş:
Ba’de nebî hazret-i Bû-Bekr-i pâk
Mihr-i fezâyende-i rûz-ı megâk
Hem dahı Fârûk-ı mu’allâ-zemîn
K’eyledi teşyîd-i mebânî-i dîn
Hem dahı dâmâd-ı Resûl-i kerîm
Ya’nî ki ‘Osmân cenâb-ı halîm
Şems-i hüdâ tâbi’-i nûr-ı celî
Kim esedu’llâh-ı mu’azzam ‘Alî
(İnan 2006: 125)

Bu da, bu konuda böyle bir geleneğin oluştuğuna işaret etmektedir. Nite-


kim Yenipazarlı Vâlî’nin, Hüsn ü Dil mesnevîsinde Hz. Alî övgüsünü diğerle-
rine göre geniş tuttuktan sonra kaleme aldığı şu beyitleri bu hususa ışık tuta-
cak mahiyettedir:
Tafsîl-i mahabbet iden izhâr
Tafzîl-i hilâfet itmez iş’âr
Tercîh-i ‘Alî degül murâdum
Var mezheb-i Hakk’a i’timâdum
Dil ‘arz-ı mahabbet itse bi’z-zât
Da’vâ-yı imâmet itmez isbât
Ol hubb ile olsa ittisâfum
Fazl-ı hulefâda yok hilâfum
(Köksal 2003: 228)

Bu şiirlerde, Hz. Ebû Bekir’in dürüstlüğü, sadakati, cömertliği, büyük


fütûhâtı, ashab arasındaki seçkinliği, Hz. Peygamber’in en yakın dostu oluşu
ve mağarada birlikte kalışı; Hz. Ömer’in adaleti, otoritesi, fütûhâtı ve asayişi
sağlayışı; Hz. Osmân’ın edebi, cömertliği, olgunluğu, Kur’ân-ı Kerîm’i yazdır-
ması ve toplaması, haya sahibi oluşu, Hz. Peygamber’in Gülsüm ve Rukiye adlı
kızlarıyla evlendiği için “zi’n-nûreyn” diye anılması ve şehid edilişi; Hz. Alî’nin
cesareti, savaşçılığı, Hayber’in kapısını açması, fazileti, Zülfikâr ve Düldül’ün
sahibi olması ve Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’in babası oluşu başlıca üzerinde
durulan noktalardır.
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 125
Şâirler, bu övgülerini mesnevî nazım şeklinin yanında, “kasîde”, “gazel”,
“terkib-bend” veya “terci-bend” nazım şekilleriyle de yapmışlardır. Nitekim
Cem Sultan’ın Cemşîd ü Hurşîd’inde gazel (Okur Meriç 1997: 285-88, 291), Şânî-i
Lârendevî’nin Gülşen-i Efkâr’ında ise terci-bend (Alparslan 2007: 127) ile yazılan
“dört halife övgüsü” bulunmaktadır. Gelibolulu Âlî ise, terkib-bend nazım şek-
liyle kaleme aldığı şiirinin her bendinde bir halife övgüsüne yer vermiştir (Ak-
soyak 2003: 152-56).
Ayrıca Mülhimî’nin Şehen-şeh-nâme-i Murâdî isimli mesnevîsinde yer alan
ve ayrı başlıklar altında yazılan dört halife övgülerinin dilinin Farsça olması dik-
kat çekmektedir (Alper 2012: 183-90).

Hz. Hamza ve Abbâs’a Övgü


Hz. Muhammed’in amcaları Hz. Hamza ve Abbâs hakkında yazılan şi-
irlerdir. Şâirler, bu konudaki övgülerini ya Cemşîd ü Hurşîd (Okur Meriç 1997:
294-95)’de olduğu gibi aynı başlık altında, ya Selîm-nâme (Argunşah 1997: 52)
ve Kitâb-ı Bostân-ı Nasâyıh (Tokatlı 1996: 5)’ta olduğu gibi “na’t”ın sonunda, ya
Halîl-nâme (Tavukçu 1993: 15)’de olduğu gibi “dört halife” övgüsünün sonunda
ya da Pend-i Ricâl’de olduğu gibi “Hz. Alî” övgüsünde yer alan “Hz. Hasan ve
Hz. Hüseyin” övgüsünden sonra (Kılıç 2005: 118-19) işlemişlerdir. Bazen de,
Bahrü’l-kemâl (Aksoyak 1998: 218-19; Okuyucu 1995: 32-33) ve Vâmık u Azrâ (Ece
2002: 482)’da olduğu gibi, Hz. Hamza, Abbâs, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin övgüsü
aynı başlık altında yapılmıştır.
Bu şiirlerde, Hz. Hamza’nın şecaatı, Hz. Peygamber’in amcası oluşu, Hz.
Peygamber’e olan sevgisi, din yolunda sadık oluşu ve şehid edilmesi; Abbâs’ın
Hz. Peygamber’in amcası oluşu, Hz. Peygamber’i koruması ve sevmesi üze-
rinde durulmuştur.

Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e Övgü


Hz. Muhammed’in torunları, Hz. Alî’nin oğulları olan Hz. Hasan ile Hz.
Hüseyin hakkında yazılan şiirlerdir. Şâirler bu konudaki övgülerini ya Cemşîd
ü Hurşîd (Okur Meriç 1997: 291-94), Leylâ vü Mecnûn (Abdel-Maksoud 2004: 2/37),
Mihr ü Vefâ (Ece 1996: 83) ve Câmi’u’l-ahbâr (Eliaçık 1998: II/14-15)’da olduğu gibi
ayrı başlıklar altında ya İbret-nümâ (Enginoğlu 1997: 14-15), Pend-nâme-i Nizâmî
(Altun 2004: 67-68) ve Tuhfetü’l-emsâl (Kahraman 1999: 103-105)’de olduğu gibi aynı
başlık altında ya da Selîm-nâme (Argunşah 1997: 52) ve Üveys-nâme (Savran 2009:
492-93) gibi “na’t”ın ya da Hüsn ü Dil (Köksal 2003: 229-30), Tuhfetü’l-islâm (Sevgi
1993: 42) ve Firkat-nâme (Tavukçu 1993: 15) gibi “dört halife” övgüsünün sonunda
işlemişlerdir. Bazen de, Bahrü’l-kemâl (Okuyucu 1995: 32-33)’de olduğu gibi Hz.
126 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Hamza, Abbâs, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin övgüsü aynı başlık altında yapılmıştır.
Bazen Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin hakkındaki övgünün Abdülazîz b. Mahmûd el-
İsfehanî’nin Sıfâtü’l-haremeyn isimli eserinde olduğu gibi, “na’t” başlığı altında Hz.
Peygamber övgüsünden sonra yer alan “çihâr-yâr-i güzîn” methinin akabinde geç-
tiği görülmektedir (Demir 2005: 84-85). Şâirler, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin övgüsünü,
Muhyiddîn Çelebi’nin Hızır-nâme’sinde olduğu gibi, “sebeb-i te’lîf”ten sonra (Alay
2005: 55-56), Pend-i Ricâl’de olduğu gibi “Hz. Alî” övgüsü içerisinde de yapmışlar-
dır (Kılıç 2005: 118-19). Şâirler, bu övgülerinde mesnevî nazım şeklinin yanında,
kasîde nazım şeklini de kullanmışlardır. Şemseddîn-i Sivasî’nin İbret-nümâ’sında
(Aksoyak 1998: 214, 216; Enginoğlu 1997: 14-15) olduğu gibi.
Bu şiirlerde, Hz. Hasan’ın şehid edilişi, güzel ahlâklı oluşu, Hz. Peygamber’in
torunu oluşu; Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehid edilmesi, Hz. Peygamber’in to-
runu ve Hz. Alî’nin oğlu oluşu başlıca üzerinde durulan konulardır.

Dört Mezhep Kurucusuna Övgü


Hanefî mezhebinin kurucusu İmâm-ı Ebû Hanîfe, Şâfi’î mezhebinin ku-
rucusu İmâm-ı Şâfî, Mâlikî mezhebinin kurucusu İmâm-ı Mâlik ve Hanbelî
mezhebinin kurucusu İmâm-ı Hanbel hakkında yazılan şiirlerdir. Şâirler, bu
konudaki övgülerini ya Nâlî’nin Tuhfetü’l-emsâl’i (Aksoyak 1998: 220-21; Kahra-
man 1999: 105-108) ve Emre’nin Pend-nâme (Emre 1286: 5-6)’sinde olduğu gibi
ayrı başlıklar altında ya da Kitâb-ı Bostân-ı Nasâyıh (Tokatlı 1996: 5-6)’ta olduğu
gibi aynı başlık altında işlemişlerdir. Bazen müstakil bir bölümde tek bir mez-
hep kurucusu hakkında övgü şiiri yazıldığı da müşahede edilmektedir. Nitekim
Avnî Tuhfetü’l-hukkâm’da İmâm-ı A’zam övgüsünde bir bölüme yer vermiş-
tir (Kırbıyık 2008: 94-96). Yahyâ Bey ise, Gülşen-i Envâr’ında “hikâyet-i Hazret-i
İmâm-ı A’zam” başlığı altında İmâm-ı A’zam’ın çeşitli nasihatlerini tercüme et-
miştir (Doğanyiğit 1992: 65-67).

Aşere-i Mübeşşereye Övgü


Aşere-i mübeşşere, Hz. Peygamber’in cennete gideceklerini bizzat haber ver-
diği on din büyüğüdür. Bunlar; Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osmân, Hz. Alî,
Hz. Abdurrahmân bin Avf, Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Hz. Talha bin Ubey-
dullah, Hz. Zübeyr bin Avvâm, Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs ve Hz. Sa’id bin Zeyd’dir
(Hançerlioğlu 1994: 28; Devellioğlu 1988: 59). Mesnevîlerde çok az rastlanan bu bö-
lümde şâirler, aşere-i mübeşşereyi medhederler. İbrâhîm Bâlî, Hikmet-nâme’sinde
yer alan “dört halife övgüsü”nün sonunda “aşere-i mübeşşere”yi zikredip duada
bulunmuştur (Altun 2003: 130). Câmî ise, Vâmık u Azrâ mesnevîsinde Hz. Ha-
san ve Hz. Hüseyin övgüsünde bulunduğu bölümde “aşere-i mübeşşere”yi şu
şekilde medhetmiştir:
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 127
Habîbün yâri on oldı hakîkat
Beyân eyledi ashâb-ı şerî’at
Ki bunlar cümlesi bî-şek velîdür
Ebûbekr ol velîler evvelidür
İkincisi ‘Ömer üçünci ‘Osmân
‘Alî dördüncüsidür ibni ‘İmrân
Beşinci Talhadur olmadı tâlih
Salâhat gördi andan cümle sâlih
Dil ü cânile geldi kıldı bey’ât
Kim oldı ehl-i ‘izzet ehl-i hürmet
Olur altıncı yâri ‘Abd-ı rahmân
Muhibb-i hânedân mahbûb-ı rahmân
‘Azîz [ü] muhterem ashâb içinde
Şerîf [ü] muhteşem ahbâb içinde
Yedincisi Zübeyr ibn-i ‘Avâmdur
Mükerrem fahr-i ashâb-ı kirâmdur
Kirâmıdur kamu ehl-i kirâmun
Ki makbûlı olupdur hâs u ‘âmun
Sekizinci durur Sa’d ibn-i Vakkâs
Havâs-ı mü’minîn içinde ol hâs
Resûlu’llâha eyledi itâ’at
[İki] ‘Âlemde kesb itdi sa’âdet
Tokuzıncı emîrü’l-müttekîndür
Ki Sâ’id ibn-i Zeyd-i pâk-dîndür
Habîbu’llâha oldı yâr-ı sâdık
Sa’îd oldı sa’âdet buldı bayık
Onuncısı ‘Ubeyde ibn-i Cerrâh
Ana feth itdi her ebvâbı Fettâh
Gönülden cânile sevdi Habîbi
Kim oldı cümle derdlerün tabîbi
Bu on yârân ki oldı ehl-i izzet
Kim oldılar muhakkak ehl-i cennet
(Ece 2002: 482-83)

On iki İmama Övgü


On iki imam hakkında yazılan şiirlerdir. Şiîlerde “eimme-i isnâ-aşer/on iki
imam veya düvâz deh imam” olarak kabul edilip her türlü suçtan arınmış sayıldık-
ları için masum adıyla anılan ve Hz. Alî’den başlayarak Mehdî ile sona eren on iki
imam şunlardır: Hz. Alî, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Hz. Zeynü’l-âbidîn, Hz. İmâm-ı
Bâkır, Hz. Ca’feru’s-sâdık, Hz. Mûsâ Kâzım, Hz. Alî bin Mûsâ, Hz. Muhammedü’n-
nakî, Hz. Alîyyü’t-takî, Hz. Hasanü’l-’askerî, Hz. İmâm-ı Mehdî (Devellioğlu 1988:
250; Hançerlioğlu 1994: 441). Bu bölüm, mesnevîlerde az olarak görülmektedir. Şâirler,
128 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
bu bölümde Fazlî’nin Mahzenü’l-esrâr’ında olduğu gibi on iki imamı medhetmiş-
lerdir (Aksoyak 1998: 217-18). Bazen “konunun işlendiği bölüm”de “on iki imam”
övgüsünde müstakil şiirler de yazılmıştır. Nitekim Pend-i Ricâl’de “on iki imam”
için yazılmış iki ayrı kasîde yer almaktadır (Kılıç 2005: 417-23).

Mahzenü’l-esrâr:
Mustafâ vü Murtezâ bendeleri
Mahrem-i esrâr efgendeleri
Şâh Hüseyn ile Hasan ‘âşıkları
Hem dahı Zeynü’l-’ibâd sâdıkları
Ol Muhammed Bâkıra subh u mesâ
Medhin idüp ana iderler du’â
Kâzım ile şâh ‘Alî Mûsâ Rızâ
Cân u dilden sevgilidür bunlara
Şâh Takî ile Nakîyi sevdiler
Hem dahı Mehdîyi kimdür bildiler
Anlara çün ‘aşk ‘arz itdük o dem
Didiler ‘aşk olsun îmânum bu dem
(Aksoyak 1998: 217-18)

Diğer Dîn Büyüklerine Övgü


Bazı mesnevî şâirleri, yukarıda zikrettiğimiz İslâm ulularının dışında
kimi İslâm büyüklerini de eserlerinde zikretmişler, onları hürmetle anmışlar
ve medhetmişlerdir. Örneğin Za’îfî, Kitâb-ı Bostân-ı Nasâyıh’ında İmâm Ebû
Yûsuf, İmâm Muhammed ve Züfer’i zikreder, onları hürmetle anar ve ruhları-
nın şad olması için dua eder (Tokatlı 1997: 6). Alî Şîr Nevâyî, Hayretü’l-ebrâr’ında
Hâce Bahâuddîn-i Nakşibendî’yi (Külekçi 1999: I/422), Lârendeli Şânî, Gülşen-i
Efkâr’ında Dede Ömer Rûşenî’yi (Alparslan 2007: 138-42; Kurmuş 2010: 231-35),
Sîmkeş-zâde Feyzî Cevâb-nâme’sinde Şeyh Abdulahad Efendi’yi (Coşkun 1997:
213-14), Münîrî, Gülşen-i Ebrâr ve Ma’den-i Esrâr’ında İbrâhîm-i Gülşenî’yi (İs-
pir 2008: 185), Mürîdî, Pend-i Ricâl’inde Emîr Sultân’ı (Kılıç 2005: 126-27), Yahyâ
Bey Gülşen-i Envâr’ında Şeyh Muhammed Abdâl’ı (Doğanyiğit 1992: 63-65), Şeyh
Gâlib ise Hüsn ü Aşk’nda Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’yi öven (Okay vd. 1992:
32-34; Doğan 2011: 50-53) birer şiir yazmıştır. Şâh Velî de, Risâletü’l-bedriyye’sinde
yer alan “der-beyân-ı na’t-ı pîrân” başlıklı manzumede, hem şeyhlerinden hem
de Seyyid Yahyâ-yı Şîrvânî vasıtasıyla Hz. Alî’ye kadar ulaşan silsilesi hakkında
bilgi vermiştir (Çavuşoğlu 2007: 190-191).
Bazen mesnevîlerin doğrudan bir din büyüğünün övgüsüyle başladığı da gö-
rülmektedir. Örneğin Rûşenî, Ney-nâme isimli mesnevîsine, 11 beyitlik Mevlânâ’nın
medhinin yapıldığı bir manzume ile başlamıştır (Külekçi 1999: I/217).
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 129
Şâirlere Övgü
Şâirlerin, bazen mesnevîlerinin “giriş bölümü”nde, Türk veya İran asıllı şâirleri
medheden bir bölüme yer verdikleri de görülmektedir. Bu bölüm, mesnevîlerde
az olarak görülmektedir. Örneğin Alî Şîr Nevâyî Hayretü’l-ebrâr’ında Nizâmî-i
Gencevî, Hüsrev-i Dihlevî ve Abdurrahmân-ı Câmî’yi (Külekçi 1999: I/422), Hüsrev
ü Şîrîn (Alpay Tekin 1994: 95-102) ve Leylâ vü Mecnûn’unda (Çelik Ü. 1996: 54-65)
Nizâmî-i Gencevî ve Abdurrahmân-ı Câmî’yi, Lisânü’t-tayr’ında Ferîdüddîn-i
Attâr’ı (Canpolat 1995: 33-36), Hâşimî ise Mihr ü Vefâ’sında Alî Şîr Nevâyî’yi (Kü-
lekçi 1999: II/125; Ece 1996: 87-89) öven manzumeler yazmışlardır. Ömer Fu’âdî
ise, Hâbiyye isimli mesnevîsinde, şâirleri tanıtıcı üç ayrı bölüme yer vermiştir
(bkz. Zavotçu 2007: 185-203). Bunlardan birinci bölümde Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî, Ferîdüddîn-i Attâr, Ammâr, Sultan Veled, Sadreddîn-i Konevî, Âşık Paşa,
Elvân-ı Şîrâzî, Süleymân Çelebi, Sürûrî, Yazıcı-zâde Muhammed gibi mutasavvıf
şâirlerden; ikinci bölümde Sultan II. Murâd, Fâtih Sultan Mehmed (Avnî), Sul-
tan II. Bâyezîd (Adlî), Şehzâde Korkud (Harîmî), Şehzâde Cem Sultan, Sultan
I. Selîm (Selîmî), Kânûnî Sultan Süleymân (Muhibbî), Sultan II. Selîm (Selîmî)
ve Sultan III. Murâd gibi Osmanlı Devleti’nin şâir sultan ve şehzâdelerinden;
üçüncü bölümde ise, Necâtî, Zâtî, Emrî, Mahvî, Celâlî, Mesîhî, Melîhî, Şeyhî,
Mestî, Cinânî, Fuzûlî, Kânî, Mânî, Hayretî, Şem’î, Bezmî, Şemsî, Fenâyî, Bekâyî,
Hayâtî, Nihânî, Revânî, Ferîdî, Halîmî, Râzî, Mestî, Andelîbî, Nevâyî, Âftâbî,
Lâmi’î, Sâni’î, Tâli’î, Hüseynî, Türâbî, Atâyî, Celîlî, Cemîlî, İshâk (Çelebi), Bihiştî,
Hümâmî, Bahârî, Gubârî, Harîmî, Fakîrî, Âhî, Sûzî ve Bâkî olmak üzere top-
lam 47 şâirden bahsetmiştir.
Bu bölümde genellikle, övülen şâir(ler)in ilmi ve şâirlikteki gücü, eserleri
ve eserlerinin özellikleri üzerinde durulmuştur.
Şâirlerin bazen bu bölümde zikrettikleri şâirleri yerdikleri de görülmek-
tedir. Meselâ, Ahmedî, Gülşehrî’yi Mantıku’t-tayr’ında yer alan hemen hemen
bütün bölümlerde ve hikâyelerde en az bir defa ismini zikretmesinden dolayı,
İskender-nâme’sinin başlarında hem kendisinden hem de sanatından bahsedip
öğünürken, boş söz söylemediğini, öğünüp ben filânım demediğini, tavus kuşu
gibi kendine âşık olmadığını, kendisinin büyük olduğu düşüncesinde bulunmadı-
ğını ve Gülşehrî gibi ismini her beyitte zikretmediğini belirterek eleştirmiştir:

Ahmedînün ger sözin dinleyesin


Çerh esrârın kamu anlayasın
Kim ne ‘aklında anun vardur maraz
Ne sözinde bulınur hergiz ‘araz
Sözleri aydur hakâyıkdur kamu
Fikrler k’ider dakâyıkdur kamu
130 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Hîç söz agzına almaz ol güzâf
Urmaz ayruklar gibi bîhûde lâf
Öginüp dimez fülâne’d-dîn benem
Yâhod ehl-i ‘izzet ü temkîn benem
Kendüye tâvus-veş ‘âşık degül
Ana çün ‘ankâdur ol lâyık degül
Ben uluyam diyüben fikr eylemez
Adını her bey(i)tde zikr eylemez
Hîşten benlik anun behri degül
Ahmedîdür şükr Gülşehrî degül
(Ünver 1983: 5a)

Abdülvâsi Çelebi ise, Halîl-nâme’sinde Ahmedî’yi hem tamahkârlıkla itham


etmiş hem de Vîs ü Râmîn’indeki beyitleri ile yazısını eleştirmiştir:

Ana varmış imiş o hayr-ı a’zam


Şu şâ’irAhmedî mahdûm-ı a’zam
Ana göstermiş anda ol kitâbı
Buyurmış Türkî nazm eyle bu bâbı
Vireyim sana her beyte bir altun
Kılayım cümle şi’r ıssını meftûn
Tama’ odına düşmiş almış anı
Tama’ fark itmez assıda ziyânı
……………………………….
Bu ben bîçâre sandum kim ol üstâd
Ol işde urmış ola tuhfe bünyâd
……………………………….
Getürdiler ü gördüm bir biş on beyt
Esâsı yok serâ divârı yok beyt
Müsevved hatt ile nakş itmiş anı
Belürmez bârî bir harfün nişânı
Mürekkeb üstine basmış karınca
Yürimiş kâgıd üstine yirince
Ayagı izi kâgıda bulaşmış
Yiri var başdan ayaga ulaşmış
Meger ol okıya uçmakda anı
Okınmaz gezdürürsen bu cihânı
(Güldaş 1996: 72-75; Çelebioğlu 1999: 30)

Şâirler, “giriş bölümü”nde müstakil olarak kaleme aldıkları manzume-


lerde, diğer şâirlerin yanında kendileri ve eserleri hakkında bilgi verip kendile-
rini onlarla kıyas etmişlerdir. Nitekim Yahyâ Bey Gülşen-i Envâr’ında yer alan
“ahbâr-ı ahyâr-ı ulü’l-elbâb azhâr-ı i’tizâr-ı sâhibü’l-kitâb” bölümünde kendisi
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 131
hakkında bilgi vermiş, “hamse” türünün büyük şâirlerinden Nizâmî, Hüsrev-i
Dihlevî, Câmî ve Nevâyî’yi anmış ve kendisini bunlardan üstün görmüştür (Do-
ğanyiğit 1992: 67-70).

Padişah İçin Övgü


Bazı mesnevîlerin “giriş bölümü”nde, dönemin padişahını medheden bir
bölüme de yer verilir. Bu bölüm, “medh”, “midhat”, “medâyih”, “senâ-hânî”, “sı-
fat”, “evsâf”, “du’â” veya “sitâyiş” olarak isimlendirilir. Ancak, alışılmışın dışında,
sultana ithaf edilen manzumenin “na’t” olarak geçtiği de görülür. Meselâ, Çor-
lulu Za’îfî Mihr ü Mâh’ında, Sultan III. Murâd’a ithaf ettiği 18 beyitlik manzu-
meyi “na’t” olarak adlandırmıştır (Turhan 1995: 88; Külekçi 1999: II/113).
Sultanın fıtrî ve fizikî özelliklerine vurgu yapılan bu bölümde şâir, padi-
şaha bağlılığını dile getirerek, eserinin kabul edilmesini diler. Onun cülûsundan
ve güçlü hükümdarlığından, sülâlesinin haşmetinden, gönül ehli ve sanatkârlara
karşı iyi davranışından, devrindeki asayişten bahseder, onu kahramanlığından,
fâtihliğinden, adaletinden, kereminden... dolayı över. Tanrı’ının yeryüzündeki
gölgesi, Hz. Muhammed’in halifesi, cihan sultanlarının en büyüğü diyerek yücel-
tir (Ünver 1986: 436). Bazen şâir, övgülerinde sultan ile İran asıllı olan eski meşhur
hükümdarlardan Dahhâk, İskender, Feridûn, Gâve, Behrâm-ı Gûr... ile mukayese
eder ve medhettiği hükümdarın bunlardan daha güçlü olduğunu vurgular. Bu
şiirler, ekseriyetle padişahın ömrüne ve devletine dua ile biter. Şâirlerin bu tür
şiirlerinde, yoksulluk ve işsizliklerinden bahsederek padişahtan yardım istedik-
leri de görülür. Şâirlerin bu bölümde, eserlerini sultanın isteği üzerine kaleme
aldıklarını, ona verdikleri adı ve hüviyetini açıkladıkları da görülmektedir. Ni-
tekim Abdî Câmâsb-nâme’sinin ilgili bölümünde şunları söylemektedir:

Şâh adına bunı kıldum tercüme


Kimse sözin sürmedüm ben harcuma
Şâh öninde okına (şânum) didüm
Buna Câmasb-nâme diyü ad kodum
Bu fakîre tuhfedür key yahşidür
Tatlucakdur sözleri sanma ekşidür
Oldı hazm cânda mü’essir kuvveti
Şerbetin içen bilür bu şerbeti
(Karademir 2001: 8-10; Çakır 1994: 10-12)

Sultanlar, isimlerini oluşturan harflerle de övülmüşlerdir. Nitekim


Şemseddîn-i Sîvâsî İbret-nümâ’sında Sultan III. Murâd’ı, ismini oluşturan harf-
ler ve bu harflerin yerini değiştirmek suretiyle ortaya çıkan yeni kelimelerle şu
şekilde övmüştür:
132 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Semâdan nâzil olmışdur çü a’lâm
Konılmış her birinde dürlü ahkâm
Nazar kılsan bu tertîb ü tekâlîb
Murâd üzre durur cümle esâlîb
Çü mîm olmış idi İslâma makta’
Sa’âdetle idinmiş anı matla’
Bu mîm ü dâl hakîkat oldılar med
Bula ‘ömr-i dırâz u mülk-i ser-med
Çü İslâm ile devlet oldılar cem’
Bu cem’a rây-ı rûşen oldı hoş şem’
Ki bu sa’deyn içinde olmasa râ
Murâd olmazdı hâsıl ey dil-ârâ
Bu harflerden mürekkeb nâm-ı hoş-fâl
Murâd oldı cihân içün be-her-hâl
Murâd olan medâr olur muhakkak
Cihân halkı derin devr itse elyak
Medâr oldı çü mazlûm içün ol hân
Velî a’dâyı râddem dir kıl iz’ân
Müsemmâ olalı bâ-nâm-ı meymûn
Cihân-dâram dimekdür anda mazmûn
(Çöm 2011: 247-48)

Câmi’u’l-ahbâr (Eliaçık 1998: II/15-16)’da olduğu gibi, şâirler bazen padişahın


medhine geçmeden evvel ayrı başlık altında onun vasıflarını zikreder.
Osmanlı sultanlarının yaptıkları bazı seferler, savaşlar, kuşatmalar ve fetih-
ler de çeşitli mesnevîlerde müstakil bir bölüm olarak işlenmiştir. Nitekim Lâmi’î
Çelebi Şem’ ü Pervâne’sinde Kânûnî Sultan Süleymân’ın Rodos’u fethini (Armutlu
2011: 80), Hâşimî ise Mihr ü Vefâ’sında Kânûnî Sultan Süleymân’ın Tatarlarla yap-
tığı savaşı müstakil bölüm olarak (Ece 1996: 93-94) işlerken, Nev’î-zâde Atâyî de
Sâkî-nâme’sinde Sultan II. Osmân’ın Lehistan seferi ile Hotin kuşatmasını müs-
takil iki ayrı bölümde kaleme almıştır (Kuzubaş 2009: 126-35).
Bir kısım mesnevîde, ayrı başlık altında ve müstakil olarak padişaha çeşitli
nasihatlar verilmiştir. Mevhûb-ı Mahbûb (Kartal 2000a: 36-37), Hüsrev ü Şîrîn (Ti-
murtaş 1980: 27-29) ve Riyâzü’l-cinân (Şarlı 1994)’da olduğu gibi. Bu nasihatların,
bazen “sebeb-i te’lîf”ten sonra yapıldığı da görülmetedir. Ferheng-nâme-i Sa’dî
(Kilisli Rif’at 1340-1342: 6-7 [Metin]) ve Riyâzü’l-cinân (Şarlı 1994: 58-65) gibi. Padi-
şaha yapılan nasihattan sonra, bazen konu ile ilgili bir hikâyenin anlatıldığı da
müşahede edilmektedir. Mevhûb-ı Mahbûb gibi (Kartal 2000a: 37-39).
Şâirlerin, bazen hem yazmış oldukları eserlerin padişah tarafından beğe-
nilmesi için Allâh’a dua ettikleri hem de doğrudan dönemin padişahına duada
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 133
bulundukları müşahede edilmektedir. Nitekim Aşkî, Heft Peyker mesnevîsinde
hem bu eserinin padişah tarafından beğenilmesi için dua etmiş hem de der-du’â-yı
pâdişâh-ı İslâm başlığı altında dönemin padişahına dua ve niyazda bulunmuş-
tur (Kut 1989b). Şemseddîn-i Sivasî ise, İbret-nümâ’sında Sultan III. Murâd için
“kasîde” nazım şekliyle bir “du’â” manzumesi kaleme almıştır (Çöm 2011: 250-52).
Ayrıca bazı mesnevîlerde, şâirlerin önce kendilerini, şiiriyetteki hüviyetlerini ve
eserlerinin özelliklerini öne çıkararak övdükten sonra sultanı övmeye başlamış-
lardır. Celîlî’nin Leylâ vü Mecnûn’u (Kazan Nas 2011: 262-63) gibi.
Bazı mesnevîlerde, “sultan için övgü” bölümlerinin olmadığı görülmekte-
dir. Bu tür mesnevîlerden bazıları şunlardır: Kıssa-i Yûsuf (Karahan 1994), Sü-
heyl ü Nev-bahâr (Dilçin 1991), Mantıku’t-tayr (Gülşehrî 1957; Yavuz 2007), Yûsuf
u Züleyhâ (Onur 1991), Esrâr-nâme (Ayan G. 1996), Mansûr-nâme (Tatçı 1994),
Pend-nâme (Hengirmen 1983), Hayriyye-i Nâbî (Kaplan 1995), Hüsn ü Aşk (Okay
vd. 1992; Doğan 2011), Cân u Cânân (Öztoprak 2000; Üstüner 2003).
Bazı mesnevîler ise, doğrudan padişaha övgü ile başlamaktadır. Vizeli
Bihiştî’nin Cemşâh u Alemşâh mesnevîsi gibi (Külekçi 1999: II/304).
Padişah için yazılan övgü, ekseriyetle “sebeb-i te’lîf”ten önce gelir. Ancak,
bazen “sebeb-i te’lîf”ten sonra geldiği de görülür. Hüsrev ü Şîrîn (Flemming 1974:
265-66), Hurşîd-nâme (Ayan 1979: 142-45), Nakş-ı Hayâl (Baykaldı 1994: 51-59),
Ta’aşşuk-nâme (Köktekin 2000: 52), Sıfâtü’l-haremeyn (Demir 2005: 89-92), Vâmık
u Azrâ (Ece 2002: 489-95) ve Bahrü’l-kemâl (Okuyucu 1995: 42-48) gibi. Ancak
bazen Mahremî’nin Şâh-nâme (Aynur 1993: 96)’sinde olduğu gibi hem “sebeb-i
te’lîf”ten önce hem de sonra geldiği de müşahede edilmektedir.
Padişah için yazılan övgünün, “sebeb-i te’lîf ” başlığı altında geçtiği de
olur. Nitekim Cemâlî Miftâhu’l-ferec’in “sebeb-i te’lîf” bölümünde Fâtih’e ithaf
edilmiş üçü kasîde tarzında olmak üzere dört medhiyeye yer vermiştir (Derdi-
yok 1998a: 49-63). Şâirin bu durumda, önce padişahı medhettiği, akabinde ese-
rini yazma sebebini açıkladığı dikkat çekmektedir. Murâd-nâme (Ceyhan 1997:
I/195-203), Hüsrev ü Şîrîn (Kazan 1997: 102-105) ve Vikâye Tercümesi (Çelebioğlu
1999: 178-79) gibi. Ayrıca “konunun işlendiği bölüm”de de padişah övgüsüne
yer verildiği görülmektedir. Nitekim Ravzatü’l-envâr (Köksal 2003a: 38) ile Çeng-
nâme’nin (Şentürk 2002: 79) “konunun işlendiği bölüm”lerinde birer adet padi-
şah övgüsü bulunmaktadır.
Padişah için yazılan övgüler, bazen “mesnevî”, bazen “kasîde”, bazen
“rubâ’î”, bazen “terci-bend”, bazen de “gazel” tarzındadır. Bir eserde, her üç
nazım şekliyle yazılan padişah övgüleri de olabilir. Selîm-nâme (Argunşah
1997) gibi. Râz-nâme’de ise “mesnevî” ve “kasîde” nazım şekilleriyle iki tane
134 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
medhiyeye yer verilmiştir (Yıldırımer 2007: 62-69). Deh-murg’da Yavuz Sultan
Selîm övgüsünde mesnevî nazım şekliyle yazılan manzumenin “kasîde der-
medh-i Selîm Han” şeklinde isimlendirilmesi dikkat çekmektedir (Kaplan 2003:
72). Yine XVII. asır mevlevî şâirlerinden Fasîh Ahmed Dede’nin Behişt-âbâd
isimli mesnevîsinde Sultan II. Ahmed için tertip ettiği methiye’den sonra “vasf-ı
Sultân Ahmed-i ‘Âlî-tebâr” başlığı altında bir “rubâ’î”ye yer vermiştir (Sevindik
2010: 40). Ayrıca Mülhimî’nin Şehen-şeh-nâme-i Murâdî isimli mesnevîsinde
yer alan Sultân Murâd övgüsündeki şiirin dilinin Farsça olması dikkat çek-
mektedir (Alper 2012: 191-201).
Bazen ayrı başlık altında, sultanın cülûsuna, mesnevî nazım şekliyle tarih söy-
lendiği de görülmektedir. Celîlî’nin Hüsrev ü Şîrîn’i gibi (Kazan 1997: 105-107).
Bazı mesnevîlerde, sultana yapılan medihten sonra, ya sultanın eşi için (Ha-
cıeminoğlu 1968: 193-95) ya da tuğrası için (Ayan G. 1998: 132-24) müstakil övgü
manzumesi yazıldığı da görülmektedir. Bazen de hem sultan hem de şehzâdesi
için aynı başlık altında veya her biri için ayrı ayrı övgü şiirleri kaleme alınmış-
tır. Muhyiddîn Mehî, Müfîd’inde yer alan “zikr-i nâm-ı şâh u şehzâde” başlıklı
manzumede Fâtih Sultan Mehmed ve oğullarından Şehzâde Bâyezîd’i övmüştür
(Kaya 2008: 51-58). Lâmi’î’nin Salâmân u Absâl’ında hem Sultan II. Selîm hem
de veliahtı Şehzâde Süleymân için ayrı ayrı övgü şiirlerine yer verilmiştir (Ulu-
dağ 1997: 68). Lârendeli Hamdî’nin Leylâ vü Mecnûn’unda ise, Kânûnî Sultan
Süleymân ve şehzâdesi Selîm övgüsünde biri mesnevî diğeri kasîde formunda
olmak üzere ikişer övgü şiiri bulunmaktadır (Abdel-Maksoud 2004: 2/37-54). Ayrıca
mesnevîlerde, eserin, övgüsünde bulunulan sultana hediye olarak sunulduğunu
belirten müstakil bir manzumeye de yer verilmiştir. Nitekim Vücûdî’nin Hayâl
u Yâr’ında, eserin, hakkında bir övgü şiiri bulunan Sultan III. Murâd’a takdim
edildiğini belirten bir bölüm bulunmaktadır (Aydemir 2007: 21-25).
Bazen şâirler, sultan övgüsünde kaleme aldıkları manzumelerinde hem
eserlerini yazma sebeplerini açıklamışlar hem de eserlerinin isimlerini belirt-
mişlerdir. Nitekim Dervîş Şemseddîn, Deh-murg isimli mesnevîsinde Yavuz Sul-
tan Selîm övgüsünde kaleme aldığı manzumesinde hem eserini yazma sebebini
hem de eserinin ismini şu beyitlerde açıklamıştır:

Ben gedâ dahı ümîd idüp taleb


Bir haber buldum du’âyıçün sebeb
Dil-güşâ vü hande-i sultân içün
Server-i ‘âlem şeh-i merdân içün
Pür-letâyif bir hikâyet söyledüm
Adını ‘âlemde Deh-murg eyledüm
(Kaplan 2003: 74)
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 135
Mesnevîlerin “giriş bölümü”nde, nadir de olsa sultanın ölümü üzerine ka-
leme alınan şiirler de görülmektedir. Nitekim Şerîfî, Şâh-nâme Tercümesi’nin “gi-
riş bölümü”nde Sultan Kayıtbay’ın ölümü üzerine kaleme aldığı “mersiye”ye yer
vermiştir (Kültüral vd. 1999: I/11-12). Şâhî mahlasını kullanan Şehzâde Bâyezîd’in
Ferhâd-nâme’sinde ise, kardeşi Şehzâde Mehmed’in ölümü üzerine yazılan bir
“mersiye” bulunmaktadır (Özcan 2007: 362-67).
Mesnevîlerde bazen sultan övgüsüne yer vermeksizin, doğrudan ve müs-
takil olarak şehzâdelerin övüldüğü de olmuştur. Nitekim Şerîf Mehmed, hilye-
sinde sebeb-i teliften sonra Şehzâde Bâyezîd medhinde bir manzume kaleme
almıştır (Yazar 2007: 1040).

Devlet Büyüğü İçin Övgü


Mesnevîlerin “giriş” kısmında, şâirler padişahtan sonra sadrazam, vezir,
şeyhülislâm, kazasker... gibi devlet büyüklerinden birine de övgü koyabilirler
(Ünver 1986: 436). Bu övülen kişinin bazen eserin takdim edildiği devlet adamı-
nın da olduğu müşahede edilmektedir. Bu övgü, bazen “sebeb-i te’lîf” başlığı al-
tında da olabilir. Meselâ, Kitâbu’ş-şemsiyye (Terzi 1994)’de “bu fasl kitâbun tasnîfi
ve musannifi hâlin bildürür” başlığı altında Kasapoğlu Alî Beg medh edilmiştir.
Bazen dönemin sultanına yapılan övgüden sonra devlet büyüğü için de müs-
takil olarak övgü manzumesi kaleme alınmıştır. Nitekim Mûsâ Abdî Câmâsb-
nâme’sinde önce Sultan II. Murâd akabinde Sadrazam Hoca Mehmed Paşa için
“medhiye” söylemiştir (bkz. Çakır 1994; Bozkaplan 1989). XVI. asır şâirlerinden
Abdî’nin ise, Niyâz-nâme-i Sa’d u Hümâ’sında Şehzâde Selîm’in övgüsünden
sonra Ca’fer Paşa’yla ilgili bir medhiye kaleme aldığı müşahede edilmektedir
(bkz. İnce 1987; Gültekin 2012a: 560).
Devlet büyüğü için yazılan övgü, ekseriyetle “sebeb-i te’lîf”ten önce ge-
lir. Ancak, bazen “sebeb-i te’lîf”ten sonra geldiği de görülür. Tuhfetü’l-emsâl
(Kahraman 1999: 126-32), Miftâh-ı Heft-kân (Savaş 2002: 71-73) ve Sî-nâme (Al-
tun 1995: 33-36) gibi.
Bu bölümün “sebeb-i te’lîf” başlığı altında geçtiği de müşahede edilmekte-
dir. Nitekim Vücûdî Hayâl u Yâr’ın “sebeb-i te’lîf” bölümünde Kınalı-zâde Alî
Çelebi’nin övgüsü yapılmıştır (Aydemir 2007: 27-28).
Övülen devlet büyüğü için dua edildiği de görülmektedir. Nitekim İbret-
nümâ’da Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa için bir dua manzumesi yer almak-
tadır (Çöm 2011: 252-54).
Bu övgüde, övülen devlet büyüğünün mevkii, adaleti, ünü, kitapları, ilim
ve irfanı, cömertliği, lutfu, rüşveti önlemesi, ilim adamı ve sanatkârlara ilgi
136 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
göstermesi gibi özellikleri üzerinde durulur. Bazen övülen devlet büyüğüne çe-
şitli nasihatlerde bulunulduğu da görülmektedir.

Sebeb-i Te’lîf
Mesnevîlerin “giriş bölüm”lerinde, hemen hiç ihmal edilmeyen başlıklar-
dan biri de, “sebeb-i te’lîf”tir. Bu başlık, Farsça “sebeb-i te’lîf-i kitâb”, “sebeb-i
te’lîf-i kitâb-ı şerîf”, “sebeb-i nazm”, “sebeb-i nazm-ı kitâb”, “sebeb-i nazm-ı eser”,
“sebeb-i nazm-ı nâme”, “sebeb-i nazm-ı risâle”, “sebeb-i nazm u inşâ”, “sebeb-i
te’lîf ve nazm-ı kitâb”, “sebeb-i tasnîf-i kitâb”, “sebeb-i tanzîm-i kitâb”, “sebeb-i
tanzîm-i în manzûme”, “sebeb-i tavsîf-i dilberân”, “sebeb-i terkîm-i kitâb”, “sebeb-i
tertîb-i kitâb”, “sebeb-i tahrîr”, “sebeb-i tahrîr-i risâle”, “sebeb-i takrîr ü tahrîr”,
“sebeb-i te’lîf ü tahrîr”, “sebeb-i imlâ-yı kitâb”, “sebeb-i ifşâ-i în…”, “sebeb-i inşâ-i
în…”, “sebeb-i resten-i în…”, “bâ’is-i nazm”, “bâ’is-i tahrîr”, “bâ’is-i te’lîf”, “sıfat-ı
nazm-ı kitâb”, “der-beyân-ı te’lîf-i kitâb”, “der-beyân-ı sebeb-i nazm-ı kitâb”, “der-
beyân-ı sebeb-i nazm u inşâ”, “der-beyân-ı sebeb-i te’lîf ve bâ’is-i tasnîf”, “der-
beyân-ı şürû’-kerden-i kitâb”, “der-pijûhiş-i kitâb gûyed”, “der-sebeb-i te’lîf”, “der-
sıfât-ı nazm-ı kitâb ve ahvâl-i nazm”, “der-te’lîf-i kitâb”, “sebeb-i te’lîf-i în-nâme”…
şekinde, Arapça “sebebü’t-te’lîfi’l-kitâb”, “sebebü te’lîfi’r-risâle”, “i’tizâr fî nazmi
kitâb”… tarzında da olabilir. “Sebeb-i te’lîf”in bazen Türkçe kurallara göre ya-
zıldığı da müşahede edilmektedir. Nitekim “sebeb-i te’lîf” bölümünün başlığı,
Kutb’un Hüsrev ü Şîrîn’inde “kitâb nazm kılmakka sebeb beyân ayur” (Hacıe-
minoğlu 1968: 195), Muhibbî’nin Gül ü Nev-rûz’unda “Gül ü Nev-rûz kitâbınun
şurû’ına sebeb olmasınun beyânındadur” (Çaldak 2004: 5), Şeybânî-nâme’de “kitâb
nazmınıng sebebi” (Yılmaz S. 1988: 29), Celâl-zâde Sâlih’in Leylâ vü Mecnûn’unda,
“bu dâsitân-ı dil-sitânun sebeb ü nazmı beyânıdır” (Kütük 1995: 119), Ta’aşşuk-
nâme’de ise “kitâb sebebi” (Köktekin 2000: 51) şeklinde geçmektedir. Şâir, ba-
zen başlıkta eserin ismini de zikreder: “sebeb-i nazm-ı nasîhat-nâme” (Kaplan
1995: 183), “der-sebeb-i te’lîf ve nazm-ı kitâb-ı cemşîd ü hurşîd” (Akalın 1975: 77),
“sebeb-i te’lîf-i kitâb-ı üveysi’l-karânî” (Savran 2009: 495), “sebeb-i te’lîf-i kitâb-ı
selîm-nâme” (Argunşah 1997: 57), “sebeb-i tertîb-i kitâb-ı mevlûd” (Köksal 2010:
631), Sâkî-nâme’deki “bâ’is-i tahrîk-i hâme vü sebeb-i nazm-ı sâkî-nâme” (Ku-
zubaş 2009: 135), Muhammediyye’deki “sebebü te’lîfi’r-risâleti’l-muhammediyye”
(Çelebioğlu 1996: II/4), Habiyye’deki “Risâle-i Habiyye’nin sebeb-i te’lîfi ve Kitâb-ı
Yûsuf u Züleyhâ’nın mü’ellifi Hamdî Çelebi kuddise sırrahu Hazretlerinin ber-
vech-i ihtisâr tavsîf ü ta’rîfidir ki zikr olınur” (Zavotçu 2007: 203) gibi. Şâir, ba-
zen başlıkta eserin ismini zikretmenin yanında başka bir amacı da ifade etmek-
tedir: Gülşen-i Efkâr’daki “sebeb-i nazm-ı Gülşen-i efkâr ve sıfât-ı fasl-ı hazân
u bahâr” (Alparslan 2007: 142; Kurmuş 2010: 235) gibi. Farsçadan tercüme edilen
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 137
bazı mesnevîlerde, bu başlık “sebeb-i terceme...” şeklinde geçer (Ünver 1986: 436).
“sebeb-i terceme-sâhten...” (Kilisli Rif’at 1340-1342: 3 [Metin]), “sebeb-i nazm-ı
tercemân-ı în-kitâb” (Dilçin 1991: 213), “sebeb-i terceme-şoden-i… (Bilgin 1998:
32) gibi. Tercüme edilen bazı eserlerde ise bu başlık “nazm” ve “tercüme etme”
sebeplerinin ikisini de ihtiva etmektedir. “der-sebeb-i nazm ve tercemet-i kitâb”
(Türk 2009: 56) gibi.
Kimilerinde ise başlık, “sebeb-i te’lîf”in yanında başka bir hususu da anla-
tır: Tuhfetü’l-uşşâk’taki “sebeb-i nazm-ı kitâb ve sıfat-ı şeb” (Türkmen 2000: 83),
Hurşîd-nâme’deki “der-sıfat-ı nazm-ı kitâb ve ahvâl-i nazm” (Ayan 1979: 140),
Yûsuf u Züleyhâ’daki “sebeb-i nazm-ı kitâb ve ta’rîf-i şehr-i Belh aytur” (Kork-
maz 1995: 317), Lârendeli Hamdî’nin Leylâ vü Mecnûn’undaki “der-ta’rîf-i hâme
ve sebeb-i nazm-ı nâme” (Abdel-Maksoud 2004: 2/55), örneklerinde olduğu gibi.
Osmân Nevres’in Destâr-ı Hayâl’i gibi (Kaya 2000: 598-99) bazı mesnevîlerde ise
başlık kullanılmadan “sebeb-i te’lîf”e yer verilmiştir. Bu tip durumlarda şâirlerin
bazen bir veya birkaç beyitle “sebeb-i te’lîf”e geçiş yapdıkları görülmektedir. Ni-
tekim Sünbül-zâde Vehbî Nuhbe’sinde;

İderek râz-ı derûnın ibrâz


Sebeb-i nazma da kılsun âgâz

beytinden sonra “sebeb-i te’lîf”e başlamıştır (Kavruk 2003: 19).


Şâir, bu başlık altında hem eserini niçin yazdığını hem de onu bu eseri yaz-
maya yönelten sebebi açıklamıştır. Bu sebeplerin bir kısmı ve örnek mesnevîler
şu şekilde kendini göstermektedir:
1. Bir gece, Allâh’tan şâirin gönlüne gelen bir ilham dolayısıyla: Mevhûb-ı
Mahbûb (Kartal 2000a : 47-50), Dil ü Gamze (Coşkun 1997: 76-79).
2. Şâir düşünde veya kendi âleminde dalmışken, hâtiften gelen bir sesin
ondan böyle bir mesnevî yazmasını istemesi: Murâd-nâme (Ceyhan 1997:
I/195- 203), Cemşîd ü Hurşîd (Okur Meriç 1997: 305-10).
3. Şâiri rüyasında, kendisinden önce yaşayan büyük şâirlerden birinin gö-
revlendirmesi: Gül-i Sad-berg (Külekçi 1999: I/426).
4. İnzivaya çekilen şâirin zaruret içindeyken ansızın gelen bir ilham vesi-
lesiyle: Salâmân u Absâl (Uludağ 1997: 71).
5. Şâirin düşünde sultanı görmesi, sultanın ona neyinin olduğunu sorması.
Bu düşün, şâirin şiirinin olup olmadığı tarzda tabir edilmesi dolayısıyla:
Mihr ü Mâh (Anbarcıoğlu 1986: 101-102).
138 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
6. Şâirin, bir mecliste dostlarıyla oturup sohbet ederken, onların zikri ge-
çen konuda ondan bir eser yazmasını istemesi: Leylâ vü Mecnûn (Ayan
1981: 68-73; Doğan 2010: 101-108), Sâkî-nâme (Kortantamer 1997: 163).
7. Şâirin, hamse yazma isteği, dostlarının bu yolda onu teşviki: Nefhatü’l-
ezhâr (Kortantamer 1997: 177).
8. Şâirin, bir mecliste dostlarıyla oturup meşhur bir mesnevîyi okurken,
arkadaşlarının ondan benzer bir eser yazmasını istemesi: Heft-hvân (Ka-
racan 1974: 138-53), Sohbetü’l-ebkâr (Yelten 1999: 28-33; Kortantamer 1997:
198-9), Hüsn ü Aşk (Okay vd. 1992: 38-46; Doğan 2011: 56-69).
9. Şâirin, yeis içinde geçen ömrüne hayıflanıp isminin bâkî olması için bir
eser yazmak istemesi: Bahrü’l-kemâl (Okuyucu 1995: 33-42), Gazavât-ı
Sultân Murâd İbni Muhammed (Çelebioğlu, 1999: 341).
10. Şâirin, eline geçen “Deşt-i Kıpçak” veya “Tatar dili”nde yazılmış bir
eseri, Türk diline kazandırmayı istemesi: Câmi’u’l-ahbâr (Eliaçık 1998:
II/17-21), Işk-nâme (Yüksel 1965), Gül ü Nev-rûz (Çaldak 2004: 5).
11. Zamanın sultanı veya başka bir devlet büyüğünün, yabancı dilde ya-
zılmış beğendiği bir eserin, Türk diline kazandırılmasını bizzat şâirden
istemesi: Cemşîd ü Hurşîd (Akalın 1975: 77-79), Hüsrev ü Şîrîn (Flem-
ming 1974: 262), Gülşen-i Uşşâk (Çelebioğlu 1999: 329), Murâd-nâme
(Kesik 2009: 89).
12. Önceden tercüme edilen eserin pek yararlı olmadığı, bu işten anla-
mayanların Türkçeye lâyıkıyla aktaramayacağını, bu işi en iyi kendi-
sinin yerine getireceği düşüncesi: Tercüme-i Pend-nâme-i Attâr (Bil-
gin 1998: 32-34).
13. Kendisini himaye edecek bir kişi arayan şâirin, hâmî bulunca ona bir
eser hediye etme kaygısı: Kitâbu’ş-şemsiyye (Terzi 1994).
14. Dönemin hükümdarına ithaf etmek için: Kıyâfet-nâme (Külekçi 1999:
II/277).
15. Şâirin arkadaşının şâirdeki şiiriyet yeteneğini fark edip, ona bir eser ya-
zarak sultana sunmasını tavsiye etmesi: Mihr ü Müşterî (Arslan 2009:
119-21).
16. Şâirin, hikâye kahramanı ile kendi yaşantısı arasında ilgi kurması: Yûsuf
u Züleyhâ (Onur 1991).
17. Subh-ı sâdık vaktinde, şâirin elindeki kalemin dile gelip kendisin-
den böyle bir eser yazmasını istemesi: Kitâb-ı Usûl (Usûl-nâme) (Kü-
lekçi 1999: I/432).
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 139
18. Bir şâirin, kendi mesnevîsine nazire yazılamayacağı iddiasına karşı:
Cân u Cânân (Öztoprak 2000: 133-36).
19. Sultanın, Hüsrev ü Şîrîn tarzında bir kitap araması, şâirin bu tarzda
bir eser yazarak sultana arz etmek istemesi: Hüsrev ü Şîrîn (Kazan
1997: 103).
20. Sultanı övmek için: Gülşen-i Hurremî (Arslan 1999: 685-764).
21. Sultanın gönlünü açmak ve onu hoşnut etmek için: Deh-murg (Kap-
lan 2003: 74).
22. Durumunu sultana arz ederek bir makam elde etmek için: Câmi’u’l-
buhûr Der-Mecâlis-i Sûr (Öztekin 1996; Arslan 1999a: 333-623).
23. Yârâna yani “Mevlevîlere” hediye etmek için: Fütüvvet-nâme-i Esrâr
(Horata 1998: 42-46).
24. Şâirin babasının isteği üzerine: Mihr ü Mâh (Turhan 1995).21
Eserin yazılma sebebinin, “konunun işlendiği bölüm”de konuya başla-
madan önce açıklandığı da görülmektedir. Nitekim Tebrizli Ahmedî, Yûsuf u
Züleyhâ’sının “âgâz-ı kıssa-i Yûsuf ‘aleyhi’s-selâm” başlığı altında eserini Sultan
Halîlullâh’ın isteği üzerine ve gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra Tebriz’de 57
günde kaleme aldığını şu şekilde dile getirmiştir:

Kıldı çok çeşm-i ‘inâyetle nazar


Ben fakîrün hâline ol şîr-i ner
Lutfıla bir niçe sözler söyledi
Kıssa-i Yûsufdan âgâz eyledi
Himmet idüp didi ey ‘âlî-nazar
Kıssa nazm olmak gerek bilgil haber
Kûşe-i Tebrîzi kıldum ihtiyâr
Düşdüm anun şugline leyl ü nehâr
Her ne ahbâr u rivâyât-ı garîb
Varıdı cem’ eyleyüben ‘an-karîb
Misl-i tahsîn ü kasas tefsîr hem
Çok menâkıblarda iy şâh-ı ümem
Cem’ idüp her birine kıldum nazar
Tâ ‘inâyet eyledi ol dâd-ger
Evliyânun himmetiyle fazl-ı Hak
Mîr-i ma’nî himmetiyle al sebak
Elli yidi günde bu tuhfe-nizâm
Hatme geldi Tebrîz içinde tamâm
(Kayık 2007: XXXI-XXXII)
21
Mesnevîlerin yazılma sebepleri hakkında geniş bilgi için ayrıca bkz. Kavruk 2003.
140 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Bazen de şâirler, mesnevîlerini yazma sebeplerini, eserlerinin “bitiş bölümü”nde
belirtmişlerdir. Nitekim Ûdî, Mâcerâ-yi Mâh isimli mesnevîsini yazma sebebini
eserinin sonlarında yer alan şu beyitlerle açıklamıştır:

Didüm bir gün dilâ bu iki şâhı


Gerekdür vasf idesin mihr ü mâhı
Sıgınup evvelâ lutf-ı İlâha
Diyesin bir risâle nâm-ı şâha
O şeh mihr ola vü şeh-zâdesi mâh
Vire anlara ömr-i bâkî Allâh22
(Kutlar 2005: 42, 191-92)

Kul Mes’ûd ise, Kelîle ve Dimne mesnevîsinin sonlarına doğru eserini yazma
sebebini şu şekilde belirtmektedir:

Bir gün oturmışidüm bir hoş gulâm


Girdi nâgeh kapudan virdi selâm
Didi gelün sizi okır ol emîr
Ol keremlü hulkı öküş bî-nazîr
Adı Dâvud Beg Süleymân gibi ol
Nerre dîvlere bulur ‘aklile yol
……………………………….
Döndi didi bir işümüz var bitür
Eksügi her neyise anı yitür
Bir Kelîle buldum anı nazmile
Ol kimesne kim getürmişdür dile
Eyle kim degül bir niçe nazmı hiç*
Kimi artuk kimi eksük kimi pîç
Sunıvirdi elüme güle güle
Aldum elinden anı i’zâzile
Bakıcagaz gördi gözüm key ‘aceb
Düzmiş anı beklememiş hiç edeb
İlle niceme ki kamu uz degül
Yir yirin söz var ki hem yavuz degül
Miskîn ol düzen anı kim eylemiş
Neylesün yitdükçe güci söylemiş
İlle anun gibi bir fahr-ı kitâb
Ya’nî neyçün olmayaydı pür-savâb
İncü dizmek key hünerdür bî-nazîr
22
Bu beyitlerden, şâirin “iki” şâhı (Sultan Selîm ve Şehzâde Murâd) yani “mihr ile
mâh”ı vasfetmek arzusuyla ve “şah” (Sultan Selîm) adına yazdığı anlaşılmaktadır
(bkz. Kutlar 2005: 42).
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 141
Lîk gerek anı dizmege harîr
……………………………
Çün begümdür sözini hiç sımadum
Ne buyurursan anı kılam didüm
Ne kadar kim cehd idüp kıldum halâs
Açamadum şöyle kim dutmışdı pas
Ol kadar kim kaldı benden bilmenüz
Anı görüp beni gaybet kılmanuz
Hem yazan dahı kitâbı az durur
Şi’ri gökçek yazıcı key az durur
Çün temâm itdüm bi-hamdi’llâh anı
Çok ‘atâ virdi vü hoş dutdı beni
(Adamoviç 1994: 275-77)

Mesnevîlerini yazma sebeplerini, Oğlanlar Şeyhi İbrâhîm, Müfîd ü


Muhtasar’ının “bitiş bölümü”nde müstakilen kaleme aldığı “fî-beyânı sebebi’t-
te’lîfi’l-kitâb” (Kemikli 2003: 230-33); Bahtî ise Manzûm Vasiyyet-nâme’sindeki
“sebeb-i nazm-ı risâle” başlıklı kısımlarda açıklamışlardır (Özyaşamış Şakar
2005: 139-42).
“Sebeb-i te’lîf ” başlığı altında şâir, eserinin yazılış sebebini yazmakla kal-
maz; kendi hayatı hakkında bilgi verir, bu konuda kendinden önce eser veren
büyük şâirleri anar, onlara nazire yazmakla övünür. Mesnevîsinin çeviri ya da
taklit olmadığını bildirir. Şâirler, “sebeb-i te’lîf ”e ayrılan kısmın sonunda, yan-
lışlarının ve eksiklerinin bağışlanması dileğinde de bulunabilirler. Bu yüzden,
şâir ve eser hakkında en önemli bilgilerin “sebeb-i te’lîf ” bölümünde olduğu
söylenebilir (Ünver 1986: 437).
Şemseddîn-i Sivasî, İbret-nümâ isimli mesnevîsinin sonunda, çocukluk
safhasından sonra biraz ilimle meşgul olduğunu, halka vaaz ettiğini ve tefsir
dersleri verdiğini, “ilm-i hâl”e yöneldikten sonra Abdülmecîd-i Şîrvânî’ye in-
tisap ettiğini, ona yıllarca hizmette bulunduğunu, ölümü üzerine yerine geç-
tiğini zikrederek hayatı hakkında bilgi vermiştir (Çöm 2011: 145, 681-84).
Şâirlerin bazen “sebeb-i te’lîf ”ten sonra kaleme aldıkları müstakil bir
bölümde hem kusurlarından hem de şiirinin eksikliği ve zayıflığından do-
layı özür beyan ettikleri de görülmektedir. Câmî’nin Vâmık u Azrâ (Ece 2002:
495-99)’sı gibi.
Kimi şâirler, “sebeb-i te’lîf ” bölümünde, eserlerinin ismini belirtmiş-
tir. Bedr-i Dilşâd’ın Murâd-nâme’si, Sâbir Pârsâ’nın Gül ü Nev-rûz’u, Nâlî
Mehmed’in Tuhfetü’l-emsâl’i ve Muhyiddîn Mehî’nin Müfîd’i gibi:
142 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Murâd-nâme:
Kitâba Murâd-nâme yâd itdüm ad
Mürîdüm müyesser olısar murâd
(Ceyhan 1997: I/198)

Gül ü Nev-rûz
İdem tâ hâme-i zînet-fezâdan
Gül ü Nev-rûzı her yüzden müzeyyen
Velî çok san’at icrâ itdi hâmem
Hemân asl-ı hikâyetdür mütercem
(Çaldak 2004: 124-25)

Tuhfetü’l-emsâl:
Himmetün olursa koyam bir eser
Bâ’is-i tezkîr ola şâm u seher
Tuhfe-i emsâl ola ser-nâmesi
Aslı kühen tâze ola câmesi
(Kahraman 1999: 126)

Müfîd:
Ben dahı bu nazm içinde cehdümi itdüm mezîd
Bil ki getürüp bu düzen adını virdüm Müfîd
Hicretinden Ahmedün geçmişdi zâd u ‘ayn elif
K’itdi nazmın bu kitabun Muhyiddîn (…)
Kim Mehî dimeklig-ile şöhreti olmış ‘ayân
Rahmet ana kim diye rahm itsün aña Müste’ân
(Kaya 2005: 122)

Kimileri ise, eserlerinin telif tarihini ve tamamlandığı yeri kaydetmiştir.


Rumelili Za’îfî’nin Bâg-ı Behişt’i gibi:

Olup hâlî evkâtde feth-i bâb


Tamâm oldı İznîkde bu kitâb
Mübârek gün idi hümâyûn sâl
Ki bu gevher-i nazma irdi kemâl
Tokuzyüz dahı elli altıydı tâm
Ne hoş târîh oldı olup hoş tamâm
Muharremde eyyâm-ı bıyz idi hem
Ki tesvîd kıldı beyâzın kalem
(İnan 1998: 24)

Âbidî ise Ravzatü’l-islâm isimli mesnevîsinde, eserine başladığı yerle bir-


likte, eserini bitirdiği yeri, tarihi ve kaç “bâb” olarak tertip ettiğini belirtmiş, ay-
rıca eserinin adını da kaydetmiştir (Dağ 2002: 85):
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 143
Sitânbul içre olup ibtidâsı
Demürhisârda oldı intihâsı
Bu dil levhine nakş itdükde kudret
Dokuz yüz on yedi olmışdı hicret
Dönüp fursatıla ebyâtı yazdı
‘Adedle elli bâb üzre düzdi
Kitâbı nazm idüp adın komışdı
Adına Ravzatü’l-islâm dimişdi
Dil uzadup iderlerse ‘itâbı
Sözüm çok muhtasar kıldum kitâbı
Bu deñlü söyleyebildüm dilümden
Ki yazdum geldügi mikdâr elümden

Bu bölümde şâirler söz/şiir hakkındaki düşüncelerine de yer vermişlerdir.


Nitekim Ahmed-i Rıdvân Hüsrev ü Şîrîn’inde sözün hüviyeti hakkında açıkla-
mada bulunmuştur (Tavukçu 2000: 230-31). Gubârî ise, Yûsuf Züleyhâ’sında, ese-
rinin hüviyeti dolayısıyla kendi poetikası hakkında şunları dillendirmektedir:

Kudretin var senün de ‘azm eyle


Yûsufun kıssasını nazm eyle
Uzun uzun hikâyeden hazer it
Câmî Hamdî gibi_etme muhtasar it
İtme tatvîl az u öz eyle
Pâk u pâkîze dil-fürûz eyle
Sakla sakın zebânı zelletden76
Hazer it sırr-ı pâk-i ihvetden
İki bin beytile temâm olsun
Nazm-ı dil-hâh-ı hoş-nizâm olsun
Yazması okuması sehl olsun
Anı bir kez okuyan ehl olsun
Nazmı hâtır-nişân u pâk olsun77
Cümle ebyâtı sûz-nâk olsun
Şekli anun dahi ma’kûl olsun
Bu cihân gibi bir hayâl olsun78
Ya’nî Yûsuf gibi güzel olsun
Hûb u ra’nâ vü bî-bedel olsun
(Aktaş 2006: 65-66)

“Sebeb-i te’lîf” bölümünde şâirlerin, bu eserinden önce hangi eserleri sı-


rasıyla yazdıklarını belirttikleri de müşahede edilmektedir. Nitekim Ahmed-i
Rıdvân Hüsrev ü Şîrîn’inde, daha önce İskender-nâme ile Leylâ vü Mecnûn’u
yazdığını şu şekilde ifade etmektedir:
144 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Didüm evvel Sikender-nâmesini
Tamâm itdüm anun hengâmesini
İkinci Leylâ vü Mecnûn makâlin
Beyân itdüm ser-â-ser hâl ü kâlin
Bu def’a Husrev ü Şîrîn diyeyin
Ne denlü telhîsüm şîrîn diyeyin
(Tavukçu 2000: 230)

Bu bölümde eserlerin niçin Türkçe olarak kaleme alındıklarının açıklan-


dığı da görülmektedir. Nitekim Mülhimî, eserini Türkçe yazma sebebini şu şe-
kilde açıklamıştır:

Şehen-şeh-nâme-i Murâdî:
Kemâl-i şehen-şâh-ı dîne nazar
Olur Fârsî Türkîden sehl-ter
Mizâc-ı hümâyûna Türkî zebân
Degül Fürs gibi selîs ü revân
Velî Rûm mülkünde her hâs u ‘âm
Bilür söyleşür Türkî dilde kelâm
Gerekdür k’ola kilk-i sihr-’azmâ
Dü-âheng ü sad-nagme vü yek-sadâ
İde evvelen Fürs tâ dâsitân
Velî dâsitân ola Türkî-zebân
Havâs u ‘avâm olalar müntefi’
O dergâha ola senâ mürtefi’
(Alper 2012: 208)

Bu bölümde eserin bölümleri ile tertibinin nasıl olduğu hususuna açık-


lık da getirilmiştir:

Miftâh-ı Heft-kân:
Heft-kânı açmak istersen eger
Cevherinden al murâd üzre haber
Kân-ı evvel sıdk ile îmândur
Kân-ı sânî birr ile ihsândur
Kân-ı sâlis haşra burhân u delîl
Kân-ı çârüm zikr ü tesbîh-i celîl
Kân-ı pencüm iktibâs-ı nûrdur
Kân-ı sâdis sa’y-i zâd-ı gûrdur
Kân-ı heftüm cüsten-i rızk-ı halâl
Ez-Hudâvend-i Kerîm-i Lâ-yezâl
(Savaş 2002: 69-70)
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 145
Bazen “mesnevî”nin “bitiş bölümü”nde de eserin tertip düzeni belirtilmiştir.
Nitekim Âşık Paşa, Garîb-nâme’nin sonunda eserinin düzen ve tertibinin niçin
on rakamı üzerine kurulduğunu, yani on bölüme ayrıldığını ve her bölümde on
hikâye anlatıldığını, uzun bir şekilde açıklamıştır (Yavuz 2000: II/2 933-53).
“Sebeb-i te’lîf ” bölümünde bazen sultanın ölümü veya övgüsü hak-
kında şiirlerin yazıldığı da görülmektedir. Şerîfî Şâh-nâme Tercümesi’nde Sul-
tan Kayıtbay’ın ölümü ve Sultan Melik en-Nâsır ile Sultan Kansu Gavri övgüsü
hakkında üç manzumeye yer vermiştir (Kültüral vd. 1999: I/11-16). Ayrıca bu bö-
lümde, eserin ithaf edildiği kimse belirtilerek övülmüş ve ona dua edilmiştir.
Bahru’l-hakâyık’ta olduğu gibi (Türk 2009: 60-61).
Şâirler, “sebeb-i te’lîf”te kendisinden önce veya kendi döneminde yaşa-
yan şâirleri takdirle yâd edip övmüşlerdir. Nitekim Tutmacı, Gül ü Hüsrev’inin
“sebeb-i nazm-ı kitâb” bölümünde çağdaşı olan Ahmedî ile Şeyhoğlu Mustafâ’yı
methederek bu sahada onlara meydan okuyacak bir yiğit bulunmadığını belir-
tip onları kendisine üstat olarak kabul etmiştir. Ahmedî’nin İskender-nâme’si
ile Şeyhoğlu Mustafâ’nın Hurşîd-nâme’sinden övgüyle bahsetmiştir. Ayrıca
Şeyhoğlu’nun bu bölümde bugüne kadar bilinmeyen Kıssa-i Yûsuf’undan söz
etmesi önemlidir (Yoldaş 1998: 29, 209). Mülhimî ise eserinin “sebeb-i te’lîf” bö-
lümünde, şeh-nâme yazma geleneğini başlatan Firdevsî’yi anmış ve kendisiyle
şu şekilde kıyas etmiştir:

Şehen-şeh-nâme-i Murâdî:
Kemâline kâmillerün i’tibâr
İder kimde temyîz ü insâf var
Takaddüm-fürûş ûs(i)tâd-ı sühan
Nevâ-senc-i dihkân-ı Tûs-ı kühen
İdüp Şâh Mahmûda ser-nâmesi
Otuz yılda yazdısa Şâh-nâmesi
Şehen-şâh-nâme yazar Mülhimî
Şehen-şâh-ı dîn medh ider Mülhimî
Sükûn-ı şehen-şâh-ı ‘âlem-penâh
Meded-res olur bana bî-iştibâh
Benümle hemân Tûsî-i nâ-murâd
Hemân Şâh Mahmûd u Sultân Murâd
……………………………………...
(Alper 2012: 207)

Ayrıca şâirlerin “sebeb-i te’lîf” bölümünde kendilerinin hayırla anılıp dua


edilmesini, günahlarının ise affedilmesini istedikleri de müşahede edilmekte-
dir (Karakaya 2012).
146 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Çok az olmakla birlikte, bazı mesnevîlerde “sebeb-i te’lîf” bölümünün ol-
madığı da görülmektedir. İslâmî’nin mesnevîsi (Yüksel 1996), Yûsuf-ı Meddâh’ın
Varka ve Gülşâh’ı (Köktekin 2007), Yûsuf Hakîkî Baba’nın Mahabbet-nâme’si (Ça-
vuşoğlu 2009), Nahîfî’nin Hicretü’n-nebî’si (Çelebioğlu 1998), Subhî-zâde Feyzî’nin
Heft Seyyâre’si (Arslan 1999) ve Şerîfî’nin Yûsuf u Zelîhâ’sı (Kültüral 2001) gibi.
Hemen tamamen “mesnevî” nazım şekliyle yazılan “sebeb-i te’lîf” bölümünde,
bazen “kasîde” nazım şekli de kullanılmıştır. Yazıcıoğlu’nun Muhammediyye’si
gibi (Çelebioğlu, 1996: 4-7). Kâdî-zâde Şeyh Mehmed’in İnşirâhu’s-sadr’ının “sebeb-i
te’lîf” bölümünü, “inşâ’-i hâl-i fakîr ve sebeb-i takrîr ü tahrîr” başlığı altında
mensur olarak kaleme alması dikkat çekmektedir (Yazar 2011: 400). Aynı durum
Mehmed b. Seyyid Mehmed el-Muhterem el-Hüseynî’nin Tercüme-i Pend-i Attâr
isimli mesnevîsinde de görülmektedir (Yazar 2011: 395-96).

Konunun işlendiği bölüm


Mesnevîlerde, “âgâz-ı dâstân”, “âgâz-ı hikâyet”, “âgâz-ı kelâm”, “âgâz-ı kıssa”,
“âgâz-ı kitâb”, “âgâz-ı şürû’ be-kitâb”, “âgâz-kerden-i dâstân”, “ibtidâ-i dâstân”,
“ibtidâ-i kitâb”, “ibtidâ-i makâle”, “matla’-ı dâstân”, “matla’-ı kıssa”, “ser-âgâz-ı
dâstân”, “ser-nâme-i dâstân”, “mebde’-i dâstân”, “mebâdî-i kıssa”, “matla’u’l-kelâm”,
“iftitâhü’l-kitâb”, “medhalü’l-kitâb”23... gibi başlıklarla başlayan “konunun işlen-
diği bölüm”24, mesnevînin ana ve asıl bölümünü oluşturmaktadır. Kimi eserlerde
başlık “asıl konuya giriş”in yanında başka amacı da anlatır. Mihnet-keşân’daki
“âgâz-ı dâsitân ve şikâyet ez-cihân” (Ceylan vd. 2007: 13) gibi.
Şâirler genellikle bu bölüme yukarıda zikredilen başlıklar altında giriş yap-
mışlardır. Ancak bazen şâirlerin, Şeyyâd Hamza’nın Yûsuf u Züleyhâ’sında ol-
duğu gibi giriş hüviyetine ait bölümün akabinde “girizgâh” denebilecek beyit-
lerden sonra asıl konuya başladıkları da görülmektedir:

Bundan sonra imdi anla söz yatın


Nicedür eydem Yûsuf hikâyetin
Nazm düzdüm bu sözi dün ü güni
Gör ki ne şîrîn hikâyetdür bunı
Zî şîrîn söz Yûsuf kıssası*
Dinleyenün gide gönli gussası
Budur âhir kıssalarun görklüsi
23
Oğlanlar Şeyhi İbrâhîm, Müfîd ü Muhtasar isimli mesnevîsinde asıl konuya “medhalü’l-
kitâb” başlığıyla başlamaktadır (bkz. Kemikli 2003: 106).
24
Kutb’un Hüsrev ü Şîrîn’inde asıl konunun işlendiği bölüme “husrav şîrîn hikâyetining
evveli” (Hacıeminoğlu 1968: 197), Abdî’nin Gül ü Nev-rûz’unda ise “Hikâyet-i Gül
ü Nev-rûz ve Makâm-ı ‘Aşk-ı Pür-sûz” (İnce 2008: 69) başlığıyla başlanmaktadır.
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 147
Kur’ân içre mushaflarun yazusı*
İmdi dinlen sözüme tutun kulak
Bir söz eydem kim şekerden tatlurak
Varıdı Ken’ânda bir server kişi
Adı Ya’kûb kendü peygâmber kişi
(Yıldız 2008: 202; Demirci 2008: 82-85)

Aynı durum Lâmi’î Çelebi’nin Mevlidü’r-resûl mesnevîsinde de görülmek-


tedir. Nitekim Lâmi’î, bölüm başlığıyla belirtmediği “konunun işlendiği bölüm”e
şu beyitlerden sonra giriş yapmıştır:

Ko esrâr-ı hüviyyet yüzlerini


Beyân it vâhidiyyet sözlerini
Şu’ûnât-ı tenezzülden haber vir
Zuhûrât-ı teselsülden haber vir
Ne yüzden zâhir oldı sırr-ı sermed
Nice togdı beyân it nûr-ı Ahmed
(Eroğlu 2011: 46, 68)

Burada ele alınıp işlenen konuların eserden esere değiştiği görülür. Bu de-
ğişkenlik, bölümün genel planında da kendini açıkça göstermektedir. Bundan
dolayı bu bölümde, “giriş bölümü” için verilen genel plana benzer bir plan ver-
mek mümkün değildir (Ünver 1986: 438).
Mesnevîler, konularına göre tasnif edilirken bu bölümde ele aldıkları ko-
nular esas alınır. Bu tasniflerin aynı konuda yazılmış mesnevîleri göstermek için
yararlı olduğu açıktır. Ancak, mesnevîlerin yazılış amaçlarına göre tasnif edil-
mesinin yukarıdaki açıdan olduğu kadar, bu eserlerin ana bölümlerinin plan-
ları arasında bağlantı kurmak yönünden de yararlı olacağı aşikârdır. İsmail Ün-
ver, bu düşünceden hareketle, mesnevîleri yazılış amaçlarına göre dört gruba
ayırmış ve her grubun elde bulunan örneklerinden bazılarını notlarla göster-
miştir (Ünver 1986: 438-43). Biz de, İsmail Ünver tarafından yapılan gruplandır-
maya uyararak mesnevîleri tasnif edeceğiz:

I. Grup
Okuyucuya bilgi vermek, onu eğitmek, terbiye etmek ve yetiştirmek
amacı güden eserler:
Bu grupta dînî, tasavvufî, ahlâkî eserlerle, eski bilimlerle ilgili olan ve an-
siklopedik bilgiler veren mesnevîler yer alır25:
25
Bu gruplarda yer alan mesnevîlerin hepsini burada belirtmemiz mümkün değildir.
Biz her grupta yer alan belli başlı eserleri burada zikredeceğiz.
148 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Dînî Mesnevîler
Esmâ-i Hüsnâ Şerhleri: İbn-i Îsî-i Saruhanî: Esmâ-i Hüsnâ Şerhi (Akbay
1996; Külekçi trhs.; Külekçi 1999: I/18-26) / Lâmi’î Çelebi: Şerh-i Şâfî (Lâmi’î Çelebi;
Külekçi 1999: I/27-33) / Şener 1995.
Sure, Ayet ve Hadis Çeviri ve Şerhleri: Hatîboğlu: Letâyif-nâme (Çelebi-
oğlu 1999: 126-28) / Hüseynî: Câmiu’n-nesâyih (Hüseynî) / Nâlî: (Nâlî; Külekçi 1999:
I/34-40) / Şeyyâd Îsâ: (Dilçin 1978) / Nakşî Alî-i Akkirmânî: Gavriye (Ulaş 1998;
Külekçi 1999: I/41-46) / Merdümî: Tuhfetü’l-islâm (Sevgi 1993).
Kırk hadis çeviri ve şerhleri: Kemâl Ümmî: Kırk Armağân (Sarıçiçek 1997:
36-39, 775-97) / Hakanî: (Kılıç 1993; Külekçi 1999: I/47-51; Karahan, 1991: 207-13) /
Hazînî: (Karahan 1991: 161-70).
Yüz hadis çeviri ve şerhleri: Hatîboğlu: Ferah-nâme (Özbostancı 1991; Öztürk
1980, 1984; Şahin 1993; Zümrütler 1994; Çelebioğlu 1999: 192-208) / Latîfî: Subhatü’l-
uşşâk (Karahan 1991: 187-91) / Belîğ: Gül-i Sad-berg (Abdulkadiroğlu 1997) / Ay-
rıca bkz. Öztoprak 1993.
İlmihaller: Mustafâ bin Yûsuf el-Mar’aşî: Ravzatü’l-îmân (Alıcı vd. 2012).
Akaide dair eserler: Duhânî-zâde Velî: Zübdetü’l-akâ’id (Anbarcıoğlu 1968)
/ Alî Şîr Nevâyî: Nazm-ı Akâyid (Levend 1958).
Fıkhî eserler: Devletoğlu Yûsuf: Vikâye Tercümesi (Altunkaynak 1992).
Esmâ-i nebîler: Hasîb-i Üsküdârî: Dürretü’l-esmâ (Özkat 2011: 79) / İsmâ’îl
Sâdık Kemâl b. Muhammed Vecîhî Paşa Kitâb-ı Manzûm Şerh-i Delâ’il-i Şerîf
(Özkat 2011: 79, 205).
Mevlidler: Süleymân Çelebi: Vesîletü’n-necât (Timurtaş 1990, Aymutlu 1995;
Pekolcay 1992) / Kerîmî: İrşâd (Aslan 2009) / Sinanoğlı: Nazm-ı Siyer-i Nebî (Sina-
noğlı; Külekçi 1999: I/108-12) / Ahmedî: Mevlid (Ünver 1978) / Şemsî: Mevlid-i Nebî
(Şemsî; Külekçi 1999: I/113-19) / Süleymân Nahîfî: Mevlidü’n-nebî (Karaca 1999; Kü-
lekçi 1999: I/120-26) / Himmet-zâde Abdî: Gencîne-i İ’câz (Bayram 2000) / Re’fet:
Tarz-ı Cedîd (Köksal 2010: 575-612) / Za’îf: Mevlid (Köksal 2010: 81-281) / Meh-
med Rüşdî: Tuhfe-i Nûr-ı Salât (Köksal 2010: 613-60) / İpsalalı Ebu’l-hayr: Mev-
lid (Günşen 2004) / Mar’aşî Kurâ-zâde Nâdirî (Tandırcı Alıcı 2009); Emîrî, Cismî,
Gulâmî, Celâl Muhibbî, Gülşen-i Saruhanî, Zâtî, Dervîş Mehmed Hevâ’î, Hamdî,
Cebrî, Selâmî Mustafâ, Visâlî Alî Çelebi, Şehîdî-i Edirnevî, Murâdî, Behiştî, Ha-
san Bahrî, Şemseddîn-i Sivasî (Aksoy 1980), Lâmi’î Çelebi, Ubeydullâh Dede (Ba-
yak 2007), Kuloğlu, Seyyid Dede Mehmed Efendi ve Mehmed Fevzî Efendi (Uzun
2008) mevlid yazan diğer şâirlerdir (bkz. Köksal 2010: 51-56) / Pekolcay 1950; Ma-
zıoğlu 1974a; Aksoy 2002, 2007; Köksal 2010.
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 149
Siyer-i Nebîler: Mollâ Velî: Siyer-i Nebî (Özkat 2011: 71) / Cefâyî: Dekâyıku’l-
hakâyık (Güzeldir 1995; Özkat 2011: 71; Bilgin 2006) / Uşşâkî-zâde Seyyid İbrâhîm
Hasîb Efendi: Siyer-i Nebî’si (Erdem 2000; Özkat 2011: 72) / Seyyid Abdülfettâh Şef-
kat Efendi: Manzûme-i Siyer-i Nebî ve Fezâ’il-i Evlâd-ı Resûl (Özkat 2011: 73).
Bi’set-nâme: Şeyhülislâm İshâk Efendi: Bi’set-nâme (Doğan 1997; Külekçi
1999: I/127-32).
Hicret-nâme: Süleymân Nahîfî: Hicret-nâme (Çelebioğlu 1987; Külekçi 1999:
I/159-63).
Mi’râciyye: Ârif: (Ârif (1); Çelebioğlu 1999: 292-99) / Ganî-zâde Nâdirî: (Ganî-
zâde Nâdirî; Külekçi 1999: I/136-41) / Abdülbâkî Ârif Efendi: Mi’râciyye (Okudan 2008;
Ayan H. 1986b; Külekçi I/1999: 142) / Abdülvâsi Çelebi: (Çelebioğlu, 1999: 125-6) /
İbrâhîm Bey: Mi’râc-nâme (Duman 1997) / Muslihiddîn Vahyî-i Şa’bânî: Mi’râcü’l-
beyân (Tatçı vd 1999, 2002) / Nâbî: Mi’râc-nâme (Bilkan 2008) / Şeyh İsmâ’îl Hakkî-i
Bursevî: Mi’râciyye (Poyraz 2007; Külekçi I/1999: 149; Yurtsever 2000: 47; Özkat 2011:
130-31) / Nâyî Osmân Dede: Mi’râcü’n-nebî Aleyhi’s-selâm (Akar 1981; Özkat 2011:
131) / Mecîdî: Hâzâ Mi’râciyye-i Risâlet-penâh ‘Aleyhi’s-selâm (Akar 1987a: 179-81;
Özkat 2011: 132) / Hâfız Ömer Yenişehîr-i Fenârî: Mi’râciyye (Akar 1987a: 181-83;
Özkat 2011: 133) / Sîmkeş-zâde Feyzî: (Coşkun 1997: 193-208) / Süleymân Nahîfî:
(Ceyhan 2000; Külekçi I/1999: 154) / Akar 1987a; Akdoğan 1989.
Mu’cizât: İzzetoğlu: Tavus Mucizesi (Çelebioğlu 1999: 80) / Sadreddîn: Mu’cize-i
Muhammed Mustafâ (Çelebioğlu 1999: 81) / Sadreddîn: Dâstân-ı Geyik (Çelebi-
oğlu 1999: 82) / Kirdeci Alî: Dâsitân-ı Hamâme (Aslan 2006; Tören 2006) / Hikâye-i
Câbir (Derdiyok 1998) / Yûsuf-ı Meddâh: Mu’cizât-ı Hazret-i Resûl-i Ekrem (Özkat
2011: 152) / Nâyî Osmân Dede: Ravzatü’l-i’câz fi’l-Mu’cizâti’l-mümtâz (Çakır 1998)
/ Gurbetî: Mu’cizât-ı Resûl Aleyhi’s-selâm (Pekolcay 1953: 352-53) / Çakır 2013.
Vefâtü’n-nebî: Ârif: Vefâtü’n-nebî (Gülsoy 1993; Çelebioğlu 1999: 300-307).
Şefâ’at-nâme: Ömeroğlu: Şefâ’at-nâme (Elçin 1995; Özyaşamış Şakar 2006; Öz-
kat 2011: 211; Çelebioğlu 1999: 83).
Hilyeler: Hakanî: Hilye-i Sa’âdet (Hakanî 1848; Pala 1991) / Şerîf Mehmed:
Hilye (Yazar İ. 2007) / Mehmed Necîb Efendi: Nazîre-i Hilye-i Hakanî (Necîb Efendi;
Külekçi 1999: I/63-68; Özkat 2011: 104) / Neşâtî Ahmed Dede: Hilye-i Enbiyâ (Kaya
1991; Külekçi 1999: I/69-75) / Uşşâkî Abdullâh-ı Salâhî: Hilye-i Hasaneyni’l-ahseneyn
(Külekçi 1999: I/76-82; Üzer 2002: 8-91) / Cevrî: Hilye-i Çihâr-yâr-i Güzîn (Tâhirü’l-
mevlevî 1899; Erkal 1999; Gülmez 2006) / Şeyhülislâm Hoca-zâde Es’ad Mehmed
Efendi: Gülistân-ı Şemâ’il (Torun 2002; Özkat 2011: 111) / Edirneli Güftî: Hilye-i
Haseneyn ve Aşere-i Mübeşşere (Arslan Mu. 2007; Özkat 2011: 112; Kocatürk 1970:
458) / Ârif Süleymân: Hilye-i Nebevî (Sarıcı 2001; Alıcı 2004; Kocatürk 1970: 525) /
150 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Seyyid Mehmed Efendi: Nazîre-i Hilye-i Hakanî (Poyraz 2007) / Na’tî Mustafâ Bey:
Hilye-i Aşere-i Mübeşşere (Özkat 2011: 112-13) / Bursalı Alî Rızâ: Hilye-i Hazret-i
Mevlânâ (Bursalı Alî Rızâ; Külekçi 1999: I/93-96) / Güngör 2000.
Hz. Muhammed ve yakınları hakkında çeşitli hikâyeler: Nakîboğlu: Dâsitân-ı
Adn der-Hikâyet-i Hasan ve Hüseyn (Nakîboğlu; Çelebioğlu 1999: 88-89) / Kayse-
rili Îsâ: Dâsitân-ı İbrâhîm (Vefât-ı İbrâhîm) (Koncu 2001; Çelebioğlu 1999: 82-83);
Vefât-ı Hazret-i Fâtıma (Kuzubaş 2008: 315-22).
Makteller: Yûsuf-ı Meddâh: Maktel-i Hüseyn (Özçelik 2008) / Lâmi’î Çelebi:
Kitâb-ı Maktel-i Âl-i Resûl (Arslan 2001) / Çağlayan 1997.
Muhammediyye ve benzerleri: Yazıcıoğlu Muhammed: Muhamme-
diyye (Çelebioğlu 1975, 1996) / Müellifi belli olmayan Yazıcıoğlu Muhammed’in
Muhammediyye’sine nazire: (Çelebioğlu 1991: I/187-89) / Ahmed-i Mürşidî: Ah-
mediyye (Çelik 2000) / Mahmûd ibn Mehmed’in Mahmûdiyye’si, Hamdullâh
Hamdî’nin Ahmediyye isimli eserleri (Mazıoğlu 1974: 36-37).
Mahşer-nâmeler: Şeyyâd Hamza: Ahvâl-i Kıyâmet (Dilçin 1978; Çelebioğlu
1999: 39) / Nâme-i Mahşer (Köksal 2011).
Dînî bilgi ve öğütler veren eserler: Kemâloğlu İsmâ’îl: Ferah-nâme (Öztop-
rak 1993; Şahin 1993; Zümrütler 1994) / İslâmî: (Yüksel vd. 1996) / Cemâlî: Miftâhu’l-
ferec (Derdiyok 1998a) / Şeyh Baba Yûsuf: Mevhûb-ı Mahbûb (Kartal 2000a; Kar-
tal 1998).
Fütüvvet-nâmeler: Gülşehrî: (Kartal 2005) / Şeyh Eşref b. Ahmed: Fütüvvet-
nâme (Bilgin 1992) / Esrâr Dede: Fütüvvet-nâme-i Esrâr (Esrâr Dede; Külekçi 1999:
I/253-7; Horata 1998: 42-46) // Torun 1998.
Kutsal yerleri anlatan mesnevîler: Ahmed Fakîh: Kitâbu Evsâfı Mesâcidi’ş-
şerîfe (Mazıoğlu 1964, 1974a) / Abdurrahmân Gubârî: Menâsikü’l-hacc (Gubârî; Eli-
açık 2004; Coşkun 1999: 49-51) / Bahtî: Manzûme fî-menâsiki’l-hac (Coşkun 1999:
51-54) / Sulhî: Der-Beyân-ı Aded-i Menâzil-i Hicâz (Coşkun 1999: 45-47) / Bahrî:
Üsküdar’dan Şam’a Kadar Konaklar (Coşkun 1999: 56-57) / Abdülazîz b. Mahmûd
el-İsfehânî: Sıfâtü’l-haremeyn (Demir 2005) / Kâmil: Menâsik-i Hac (Coşkun 1999:
61-62) / Bosnalı Muhlis: Delîlü’l-menâhil ve Mürşidü’l-merâhil (Coşkun 2007).

Tasavvufî Mesnevîler
Mevlânâ’nın Mesnevî-i Ma’nevî’sinin çeviri ve şerhleri: İbrâhîm Beg: İbrâhîm
Beg Dîvânı (Güler 1995; Kartal 1999: 194-97), Mu’înî: Mesnevî-i Murâdiyye (Yavuz
1977, 1982, 1983, 2007; Uzluk 1964) / Dede Ömer Rûşenî: Ney-nâme (Uzun 1990)
/ Dede Ömer Rûşenî: Çoban-nâme (Ünal 2003) / İbrâhîm-i Gülşenî: Masdar-ı
Ma’nevî (Sâdık Vicdânî 1995: 198) / Âsafî Dal Mehmed Çelebi: Cezîre-i Mesnevî
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 151
(Topal 2009) / Cevrî: Aynü’l-fûyûz (Hidayetoğlu 1986) / Cevrî: Hall-i Tahkîkât (Gü-
müş 2009) / Nahîfî: Mesnevî-i Şerîf ve Manzûm Nahîfî Tercümesi (Çelebioğlu 1967-)
/ Mehmed Şâkir: Tercemânu’l-ma’nevî fî-Tercemeti’l-mesnevî (Çakıcı 2008) / Çele-
bioğlu 1978; Kartal 1999: 181-243; Kartal 2012).
Tasavvuf ve prensiplerini anlatıp öğretme amacı güden mesnevîler: Âşık
Paşa: Garîb-nâme (Yavuz 2000); Âşık Paşa: Fakr-nâme (Levend 1988b); Âşık Paşa:
Vasf-ı Hâl (Levend 1988b) / Hatîboğlu: Bahrü’l-hakâyık (Ertaylan 1960; Türk 2009) /
Ârif: Mürşidü’l-ubbâd (Çelebioğlu 1999: 279-84) / Abdurrahîm-i Karahisârî: Vahdet-
nâme (Karpuz 1991; Keskin 2001; Kıstırak 1999) / Gelibolulu Âlî: Riyâzü’s-sâlikîn
(Arslan vd. 1998) / Şâh Velî: Risâletü’l-bedriyye (Çavuşoğlu 2007) / Bâyezîd-i Rûmî:
Sırr-ı Cânân (Meyveci 1998) / Aşkî Mustafâ Efendi: Vahdet-nâme (Baş 2007) / Oğ-
lanlar Şeyhi İbrâhîm: Müfîd ü Muhtasar (Kemikli 2003) / Nidâ’î: Genc-i Esrâr-ı
Ma’nî (Yılmaz 2009) / Şânî Mehmed Efendi: Gülşen-i Efkâr (Kurmuş 2010) / Azîz
Mahmûd Hudâyî: Necâtü’l-garîk (Külekçi 1999: I/242-48).
İran edebiyatındaki tasavvufî mesnevîlerin çevirileri ve benzerleri: Attâr’dan:
Esrâr-nâme: Huzûrî: Esrâr-nâme Tercümesi (Kutluk 1952; Kartal 1999: 139-41) /
Musîbet-nâme: Tebrizli Ahmedî: Esrâr-nâme Tercümesi (Ayan 1996; Azamat 1988;
Kartal 2010, 1999: 490-524); Pîr Mehmed: Tarîkat-nâme (Gürer 2003) / Mantıku’t-
tayr: Gülşehrî: Mantıku’t-tayr (Cunbur 1952; Gülşehrî 1957; Yavuz 2007; Toska
1990 vd.; Dilçin 1993; Kartal 2004) / Alî Şîr Nevâyî: Lisânü’t-tayr (Canpolat 1995) /
Gülşehrî: Felek-nâme (Kocatürk 1982, 1984) / Za’îfî: Gülşen-i Sî-murg (Özuygun
1993; Toska 1990; Dilçin 1993; Kartal 1999: 149-52) / Fedâî Dede: Mantık-ı Esrâr
(Şimşek 1993; Toska 1990; Dilçin 1993) / Şâhidî: Gülşen-i Vahdet (Şimşek 1996; Kar-
tal 1999: 156-57) / Şemsî: Deh-murg (Kaya 1997; Aksoy 1998; Kaplan 2003; Karadüz
2000; Kartal 1999: 153-56) / Ârifî: Ravzatü’t-tevhîd (Gündüz 2006; Kartal 1999: 157-58)
/ Şemseddîn-i Sivasî: Gülşen-âbâd (Aksoy 1990; Kartal 1999: 158-60) // İlâhî-nâme:
Şemseddîn-i Sivasî: (Enginoğlu 1997; Kartal 1999: 166-70) / Bülbül-nâme: Bülbü-
liyye (Yazar 2001; Külekçi 1999: I/300-304) // Nizâmî’den: Mahzenü’l-esrâr: Yahyâ
Bey: Gülşen-i Envâr (Doğanyiğit 1992) / Âzerî İbrâhîm Çelebi: Nakş-ı Hayâl (Bay-
kaldı 1994) / Cinânî: Riyâzü’l-cinân (Şarlı 1994; Okuyucu 1989) / Âlî: Tuhfetü’l-uşşâk
(Aksoyak 1995) / Dervîş Hayâlî: Ravzatü’l-envâr (Köksal 2003a) / Bursalı Rahmî:
Gül-i Sad-berg (Erişen 1990, 1992; Aynagöz 1989) / Ahmed-i Rıdvân: Rıdvâniyye
(Ünver 1982, 1986a; Yımaz 2007) / Nev’î-zâde Atâyî: Nefhatü’l-ezhâr (Kortantamer
1997: 175-97) / bkz. Erişen 1992; Kartal 1999: 261-94 // Câmî’den: Sübhatü’l-ebrâr:
Yahyâ Bey: Gencîne-i Râz (Çınar 1995) / Nev’î-zâde Atâyî: Sohbetü’l-ebkâr (Yel-
ten 1999; Kortantamer 1997: 197-229) // Şebüsterî: Gülşen-i Râz: Elvân-ı Şîrâzî:
Gülşen-i Râz Tercümesi (Akkuş 2002; Ülken 2002; Bankır 1997; Sadîk 1381; Kartal
2003b) / Ahmed Avni Konuk: Gülşen-i Râz (Karabey 2007).
152 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Din Uluları ve Evliya menkabeleri: Gülşehrî: Kerâmât-ı Ahi Evran (Kartal
2009) / Âşık Ahmed: Câmi’ü’l-ahbâr (Eliaçık 1998; Çelebioğlu 1985) / Elvân Çelebi:
Menâkibu’l-kudsiyye fî-Menâsibi’l-ünsiyye (Erünsal vd. 1984; Tulum 2000) / Niyâzî:
Mansûr-nâme (Tatçı 1994) / Uzun Firdevsî: Menâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Velî (Noyan 1986)
/ Hâfız Halîl: Menâkıb-ı Şeyh Bedreddîn (Şerefeddin 1935) / Dâstân-ı İbrâhîm Ed-
hem (Güder 1992) / Sabâyî: Üveys-nâme (Savran 2009) / Kemâl Ümmî: Menâkıb-ı
Gîlânî (Kemâl Ümmî; Külekçi 1999: I/385-90) / Lokmânî Dede: Menâkıb-ı Mevlânâ
(Ersoylu 2001) / Şemseddîn-i Sivasî: Menâkıb-ı İmâm-ı A’zam (Eliaçık 1997); Ziyâ’î:
Şeyh-i San’ân Mesnevîsi (Gürgendereli 2007).
Temsilî yoldan tasavvufu anlatan eserler: Ahmed-i Dâ’î: Çeng-nâme (Al-
pay 1975; Alpay Tekin 1992; İsen 1993; Uysal 1998; Ertaylan 1952: 79-108) / Halîlî:
Firkat-nâme (Tavukçu 1993) / Nev’î: Münâzara-i Tûtî vü Zâg (Gürer 2005) / Nev’î:
Hasb-i Hâl (Özer 1994; Gürer 2005) / Şeyh Gâlib: Hüsn ü Aşk (Okay vd. 1992; Do-
ğan 2002, 2010; Yenikale 1996) / Refî’-i Âmidî: Cân u Cânân (Öztoprak 2000; Üs-
tüner 2003); Şânî Mehmed Efendi: Gülşen-i Efkâr (Alparslan 2007; Külekçi 1999:
I/335-40) / Sîmkeş-zâde Feyzî: Gamze vü Dil (Coşkun 1997: 47-208) / Keçeci-zâde
İzzet Molla: Gülşen-i Aşk (Külekçi 1999: I/364-9; Sarıkaya 2008).
Yûnus Emre, Kaygusuz Abdal ve Rûşenî gibi şâirlerin eserleri: Yûnus Emre:
Risâletü’n-nushiyye (Tatçı 1990; Günay vd. 1994) / Dede Ömer Rûşenî: Miskînlik-
nâme (Uzun 1982), Ney-nâme (Uzun 1990).

Ahlâkî Mesnevîler
İran edebiyatından çevrilmiş ya da oradan örnek alınarak yazılmış ahlâkî
eserler: Sa’dî’den: Bostân: Hoca Mes’ûd: Ferheng-nâme-i Sa’dî (Kilisli Rif ’at 1340-
1342; Köprülüzâde Mehmed Fuâd 1928a; Dilçin 1991: 23-25; Kartal 2003a) / Za’îfî:
Bâg-ı Behişt (Za’îfî trhs.; İnan 1998; Kartal 1999: 81-83) / Emîrî: Mir’atü’l-ebrâr
ve Muhtâru’l-ahyâr (Emîrî) / Niğdeli Hakkı Eroğlu: Bostân Tercümesi (Niğdeli
Hakkı Eroğlu 1944) / Seyyid Zergâr: Mîzânü’l-adâlet (Sa’dî 1371: 9) / Abbâs-ı
Büzürgemîn: (Sa’dî 1371) / Kartal 2001a // Gülistan: Za’îfî: Kitâb-ı Nigâristân ve
Hadîka-i Sebzistân (Büyükkarcı Yılmaz 2001; Çavuşoğlu 1978; Kartal 1999: 97-98)
/ Za’îfî: Kitâb-ı Bostân-ı Nasâyih [Bu eserin 986-1528. beyitleri Gülistân’ın seki-
zinci bölümünün tercümesidir. bkz. (Kartal 2007: 114-15)], Üsküdarlı Sâfî: Cidâl-i
Sa’dî Ba-Müddeî (Sa’dî-i Şîrâzî 1303; Yıldız 2007; Kartal 2001b: 108) / Kartal 2001b //
Attâr’dan: Pend-nâme: Za’îfî: Kitâb-ı Bostân-ı Nasâyıh (Tokatlı 1996; Kartal 2007)
/ Edirneli Nazmî: Pend-nâme (Altun 2004; Mazıoğlu 1977; Kartal 1999: 142-25) /
Emre: Tercüme-i Pend-nâme-i Attâr (Emre 1286, Bilgin 1998; Kartal 1999: 145-48)
/ Güvâhî: Pend-nâme (Hengirmen 1983; Erenoğlu 1997) / Azmî: Pend-nâme-i
Azmî (Azmî) / Yeniterzi 2007.
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 153
Çocuklara öğüt vermek amacıyla yazılmış mesnevîler: Ahmed-i Dâ’î:
Vasiyyet-i Nûşirevân-ı Âdil Be-püsereş Hürmüz-i Tâcdâr (Ertaylan 1952: 299-308;
Kaplan 1993; Yeniterzi 2006) / Nâbî: Hayrî-nâme (Pala 1989; Kaplan 1995; Bilkan
2002; Kocatürk 1970: 465-68) / Vehbî: Lutfiyye (Beyzadeoğlu 2004) / Seyyid Meh-
med Emrullah Emirî Çelebi: Nasîhat-nâme-i Emîrî (Emîrî (a); Kaplan 2002: 795)
/ Hüseyn Kudsî: Pend-i Mahdûmân Nâm Zuhûrât-ı Kudsiyye (Ergin 2003; Yeni-
terzi 2007: 464).
İçindeki dînî-tasavvufî düşünceler yanında öğüt verme yönü ağır basan eser-
ler: Şeyh Eşref b. Ahmed: Nasîhat-nâme (Pehlivan 2000) / Yahyâ Bey: Usûl-nâme
(Alkaya 1996) / Cinânî: Cilâ’u’l-kulûb (Özkan 1990) / Ahmed-i Rıdvân: Rıdvâniyye
(Yılmaz 2007; Ünver 1982: 187-208) / Şemseddîn Sivasî: Mir’âtü’l-ahlâk ve Mirkâtü’l-
eşvâk (Aldanmaz 2000) / Yûsuf Hakîkî Baba: Mahabbet-nâme (Çavuşoğlu 2009).
İnsanın fizikî yapısıyla ahlâkî yönü arasında ilişki kuran mesnevîler:
Hamdullâh Hamdî: Kıyâfet-nâme (Çelebioğlu 1979: 320-36) / Şeyh Baba Yûsuf:
Kıyâfet-nâme (Kartal 1998a) / Visâlî: Vesîletü’l-irfân (Yerdelen 1998; Külekçi 1999:
I/27-32) / Erzurumlu İbrâhîm Hakkı: Kıyâfet-nâme (Çelebioğlu 1979: 326-46; Kü-
lekçi 1999: I/33-37) / Kaysunî-zâde Mehmed Bedreddîn: Dürrü’l-manzûm (Kaysunî-
zâde Mehmed Bedreddîn; Külekçi 1999: I/38-44) / İlyâs ibni Îsâ-yı Saruhanî: Kıyâfet-
nâme / Abdülmecîd İbni Şeyh Nasûh: Kıyâfet-nâme / Cem Sultan: Fâl-ı Reyhân-ı
Cem Sultan (Okur Meriç 1991) / Fedâyî: Fâl-nâme-i Kur’ân-ı ‘Azîm: (Şanlı 2003) /
Mengi 1978; Bilgiç 1987-1988; Çavuşoğlu 1996; Yerdelen 1988; Çakır 2007.
Temsil yoluyla öğüt veren eserler: Şeyhî: Har-nâme (Timurtaş 1981; Olgun 1949;
Köprülüzâde Mehmed Fuâd 1917; Çetin 1972) / Kâmî: Fîrûz-nâme (Ercan 2002).

Ansiklopedi Niteliği Taşıyan ya da Belli Alanlarda


Bilgi Veren Mesnevîler
Ansiklopedi niteliği taşıyan mesnevîler: Bedr-i Dilşâd: Murâd-nâme (Cey-
han 1997) / İbrâhîm bin Bâlî: Hikmet-nâme (Altun 2003; Şeylan 2003) / Ahmed-i
Dâ’î: Câmâsb-nâme Tercümesi (Ahmed-i Dâ’î 1952: 145-154 [Metin]).
Tıp ve astroloji ile ilgili eserler: Ahmedî: Tervîhu’l-ervâh (Şehsüvaroğlu 1954;
Özer 1995) / Ankaralı Tabîb Kaysunî-zâde Nidâ’î: Risâle-i Tıb [Risâle-i Kaysunî-
zâde] (Ay 2000) / Muhyiddîn Mehî: Müfîd [Nazmü’t-teshîl] (Kaya 2008) / Ya-
zıcı Sâlih: Kitâbü’ş-şemsiyye (Terzi 1994; Batur 1998) / Tutmacı: Tabîat-nâme (Er-
taylan 1960; Kut 1985) / Cevrî: Melhame (Akkuş 2000) ile / Cevrî: Nazm-ı Niyâz
(Ayan 1993: 460).
Şuarâ tezkiresi ve şâir-nâmeler: Güftî: Teşrîfâtü’ş-şu’arâ (Yılmaz 2001) / Aynî:
“Şâirnâme” Özelliği Taşıyan Mesnevî (Arslan 1992); Ziyâ Paşa: Harâbât (Göçgün
1987).
154 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Hüsn-i hat ile ilgili eserler: Hâfız-zâde: Risâle-i Hat (Eğri 2005).
Ferâiz [Miras Hukuku] ile ilgili eserler: Sivaslı Kazancı-zâde Hâfız Osmân:
Nazm-ı Ferâ’iz (M. Fatih Köksal Şahsî Kütüphanesi nr. Yz. 137, M. 24).
Manzum sözlükler: Abdurrahmân Zâhidî-i Konevî: Tevfiye (Öz 1996: 327-
29; Kartal 2003: 33).

2. Grup
Okuyucunun kahramanlık duygusuna hitap eden ve içindeki cihad ruhunu
canlı tutan, konusunu menkabelerden ya da tarihten alan mesnevîler.

Konusunu menkabelerden alanlar


Hz. Muhammed’in ve Hz. Alî’nin savaşlarını anlatan eserler: Tursun Fakı:
Hz. Peygamber Ebû Cehl ile Güreş Tuttugıdur (Tursun Fakı; Çelebioğlu 1999: 72-76;
Çetin 2002) / Tursun Fakı: Muhammed Hanefî Cengi (Mehmed Şâkir 1933; Çele-
bioğlu 1999: 74-75) / Tursun Fakı: Gazavât-ı Resûlullah (Kıssa-i Mukaffâ) (Çe-
tin 2002: 259-92; Tursun Fakı trhs.1; Çelebioğlu 1999: 75-76). Ayrıca bkz. Çetin 2002.
/ Kirdeci Alî: Kesikbaş Destanı (Argunşah 2002; Çelebioğlu 1999: 77-78) / Kirdeci
Alî: Dâsitân-ı Ejderhâ (Tatçı 1997; Çelebioğlu 1999: 78) / Begpazarlı Maazoğlu Ha-
san: Gazavât-ı Emîrü’l-mü’minîn Alî, Feth-i Kal’a-yı Selâsil (Begpazarlı Maazoğlu
Hasan; Çelebioğlu, 1999: 86) / Begpazarlı Maazoğlu Hasan: Cenâdil Kal’ası (Beg-
pazarlı Maazoğlu Hasan [a]; Çelebioğlu 1999: 87; Kaya 1997a) / Dâvûd: Gazavât-ı
Emîrü’l-mü’minîn Alî der-Memleket-i Sind bâ-Mukâtil Şâh (Dâvûd; Çelebioğlu,
1999: 87-88) // Çetin 1997.
Battâl-nâme ve benzerleri: Darendeli Bekâ’î, Battâl-nâme (Köksal 1984: 19-20).
Makedonyalı Büyük İskender’le Kur’ân’da geçen Zülkarneyn’in aynı kişi
olduğu varsayımına dayanan, esas olarak bu efsanevî kişinin hayat çizgisini
konu edinen İskender-nâmeler: Ahmedî: İskender-nâme (Ünver 1974, 1983; Ak-
doğan 1988; Akçay 1999; Demirbilek 2000) / Ahmed-i Rıdvân: İskender-nâme (Le-
vend 1952e; Ünver 1974, 1986a, 1989; Kartal 1999: 349-56) / Alî Şîr Nevâyî: Sedd-i
İskenderî (Tören 2001) / Karamanlı Figânî: İskender-nâme (İsen 1994: 162; İsen
1990: 176; Kâtib Çelebi trhs.: II/86) / Ünver 1975.
Manzum Şâh-nâme çevirileri: Diyarbakırlı Şerîfî: Şâh-nâme Çevirisi (Kültü-
ral vd. 1999; Külekçi 1999: II/422-26) / Ganî-zâde Nâdirî: Şâh-nâme-i Nâdirî (Ganî-
zâde Nâdirî; Külekçi 1999: II/427-37) / Anbarcıoğlu 1981.

Konusunu tarihten alan mesnevîler


Adları ne olursa olsun, belli bir dönemin tarih olaylarını, özellikle sefer-
leri, savaşları ve fetihleri konu edinmiş mesnevîler: Ahmedî: Dâstân-ı Tevârîh-i
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 155
Mülûk-i Âl-i Osmân (Banarlı 1939: 48-135; Atsız 1949: 1-35; Sılay 2004) / Abdülvâsi
Çelebi: Der-Vasf-ı Ceng-i Sultân Muhammed Bâ-Mûsâ ve Hezîmet-i Mûsâ (Gül-
daş 1996: 254-78) / Ahmed-i Rıdvân: Nusret-nâme-i Osmân (Ünver 1979) / Kemâl:
Selâtîn-nâme (Öztürk N. 2001; Anhegger 1952) / Enverî: Düstûr-nâme (Mükrimin
Halîl 1928, 1930; Orhan 1985; Öztürk N. 2003) / Hadîdî: Tevârîh-i Âl-i Osmân (Öztürk
1991) / Şükrî-i Bitlisî: Selîm-nâme (Argunşah 1997, 1986) / Za’îfî: Gazavât-ı Sultân
Murâd Han (Za’îfî 1459-1462; Çelebioğlu 1999: 340-53) / Eyyûbî: Menâkıb-ı Sultân
Süleymân (Akkuş 1991) / Gubârî: Gazavât-nâme-i Midilli (Özkan Ö. 2010) / Fütûhî
Hüseyin Çelebi: Enîsü’l-guzât (Aydemir 2006) / Mahremî: Şâh-nâme (Aynur 1993)
/ Âsafî Dal Mehmed Çelebi: Şecâ’at-nâme (Özcan 2006; Eroğlu 2009; Eravcı 2009) /
Vuslatî Alî Bey: Gazâ-nâme-i Çehrin (İsen vd. 2003) / Mülhimî: Şehen-şeh-nâme-i
Murâdî (Alper 2012) / Kâmî: Behcetü’l-feyhâ (Yıldırım 1995) / Levend 1956.

3. Grup
Sanat ve estetik yönü ön planda olan, okuyucunun edebî ve bediî zevkine
hitap eden, ana çizgisi aşk ve macera olan mesnevîler.
Bunlar arasında, tamamen beşerî aşkı işleyen eserler, kahramanların
beşerî aşktan ilâhî aşka yükseldikleri eserler; kahramanlar arasındaki aşk ta-
mamen beşerî olduğu halde, iki âşığın kavuşmasını tasavvufî mecazlarla örten
mesnevîler de vardır.
Bu mesnevîlerin konuları, çoğunlukla İran veya Arap edebiyatından alın-
mıştır. Bunlardan birebir tercüme ya da serbest tercüme olanlar yanında, ekleme
ve çıkartmalar yapılarak tamamen telif özelliği kazanan mesnevîler de vardır.
Örneğin Hamdî, kendisinden önce anlatılan Yûsuf u Züleyhâ hikâyesini tekrar
ele almış ve onu yazarken yeni ilâveler ile birçok olayın teferruatında değişiklik-
ler yapmış, özellikle tasvirlerde kendi sanat kudretini göstermiştir. Hamdî, sanki
eseri oturup yeniden yazmıştır. Dolayısıyla Hamdî’nin yazdığı eser bir taklit değil,
orijinal bir eserdir. Aynı şeyler rahatlıkla Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîn’i, Cem Sultan’ın
Cemşîd ü Hurşîd’i ve Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn’u için de söylenebilir.
Özellikle şâirler bu tip eserlerin konularından ziyade, konuların işlenişinde,
olayların, nesnelerin, ruhî ve fizikî özelliklerin tasvirinde, sıfatların kullanımında
şiirdeki ustalıklarını, hünerlerini göstermeye çalışmışlardır.
Bu gruba giren belli başlı mesnevîler şunlardır:
Yûsuf u Züleyhâ: Âşık Paşa: Yûsuf u Züleyhâ (Yavuz 2000: II/1 145-51) / Suli
Fakîh: Yûsuf u Züleyhâ (Köktekin 1994) / Şeyyâd Hamza: Yûsuf u Zelîhâ (Dilçin 1947;
Demirci vd. 2008; Eminoğlu 2008; Yıldız 2008) / Kadı Darîr: Yûsuf u Züleyhâ (Kara-
han 1994; Gehremanov vd 1991) / Garîb: Yûsuf u Züleyhâ (Karakaya 2012) / Tebrizli
156 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Ahmedî: Yûsuf u Züleyhâ (Kayık 2007; Azamat 1988) / Ahmed Câm-ı Jendefîl:
Yûsuf Züleyhâ (Korkmaz 1995: 304-42) / Alî Şîr Nevâyî26: Yûsuf u Züleyhâ (Alî Şîr
Nevâyî) / Hamdullâh Hamdî: Yûsuf u Züleyhâ (Onur 1986, 1991; Öztürk 2001; Kar-
tal 2003c) / Çâkerî: Yûsuf u Züleyhâ (Yıldız: 2013; Nalbat 2012) / Kemâl Paşa-zâde:
Yûsuf u Züleyhâ (Demirel M. 1983, 2004) / Yahyâ Bey: Yûsuf u Züleyhâ (Çavuşoğlu
1979) / Şerîfî: Yûsuf u Züleyhâ (Kültüral 2001) / Gubârî: Yûsuf u Züleyhâ (Aktaş
2006; Ünlü 2005) / Oflu Bilâl Efendi: Yûsuf u Züleyhâ (Kuzubaş 2010a) / Köprülü-
zâde Es’ad Paşa: Yûsuf u Züleyhâ (Türkdoğan 2011: 68-69) / Kerküklü Muhammed
Nevrûzî: Yûsuf ile Zelîhâ (Uluhan 2007) / Ayrıca kaynaklarda Şeyhoğlu Mustafâ,
Kırımlı Abdülmecîd, Dür Big, Hatâ’î, Celîlî, Likâ’î, Ni’metullâh, Halîfe, Kâmî
Mehmed, Ziyâ’î Yûsuf, Şikârî, Manastırlı Kadı Sinân, Hevâ’î Mustafâ, Bağdadlı
Zihnî Abdülcelîl, Rıf’atî Abdülhay, Hevâ’î Abdürrahmân, Ahmed Mürşidî’nin
de Yûsuf u Züleyhâ mesnevîleri olduğu kayıtlıdır (Levend 1988: 129-30) // Tahbas-
zade 1945; Dolu 1953; Koncu 2007a.
Hüsrev ü Şîrîn ve Ferhâd u Şîrîn: Kutb: Hüsrev ü Şîrîn (Hacıeminoğlu 1968,
Zajaczkowski 1958-1961) / Fahrî: Hüsrev ü Şîrîn (Flemming 1974; Kartal 2000) /
Şeyhî: Hüsrev ü Şîrîn (Timurtaş 1960, 1980; Fevziye Abdullah 1950; Kartal 2007a) /
Alî Şîr Nevâyî: Ferhâd u Şîrîn (Alpay Tekin 1994; Ali Şir Nevâyî 1956; Uygun 1988;
Eminzade 1948) / Ahmed-i Rıdvân: Hüsrev ü Şîrîn (Tavukçu 2000; Levend 1989a;
Ünver 1982, 1986) / Mu’îdî: Hüsrev ü Şîrîn (Kâtib Çelebi trhs.: II/704; Timurtaş 1959:
73) / Sadrî: Hüsrev ü Şîrîn (İsen 1980: 158; Timurtaş 1959: 73) / Hayâtî: Hüsrev ü
Şîrîn [Kaynaklarda Hayâtî’nin eseri olarak gösterilen Hüsrev ü Şîrîn mesnevîsi,
Ahmed-i Rıdvân’ın aynı adlı eserinden intihaldir (bkz. Ünver 1982: 39-44)] / Âhî:
Hüsrev ü Şîrîn (Köksal 1998a) / Harîmî: Ferhâd u Şîrîn (Timurtaş 1959: 74, 1980: 40)
/ Celîlî: Hüsrev ü Şîrîn (Kazan Nas 2011a; Levend 1989c) / Lâmi’î Çelebi: Ferhâd
u Şîrîn (Esir 2011; Erkal 1998) / Ârif Çelebi: Hüsrev ü Şîrîn (Solmaz 1996: 479; Ti-
murtaş 1959: 77-78) / Kastamonulu Şânî: Ferhâd-nâme (İsen 1990: 430; Canım 2000:
317; Timurtaş 1959: 78) / İmâm-zâde Ahmed: Hüsrev ü Şîrîn (Bursalı Mehmed Ta-
hir 2000: III/10; Beliğ 1998: 306; Timurtaş 1959: 78) / Halîfe: Hüsrev ü Şîrîn (Kâtib
Çelebi trhs.: I/704; Timurtaş 1959: 78) / İdrîs Bey (Mahvî): (İsen 1980: 85; Timurtaş
1959: 79) / Rûmî: Şîrîn ü Şîrûye (Doğan vd 2004; Özkan 2000: 183-90) / Fasîh Ah-
med Dede, Sâlim, Mustafâ Ağa Nâsır, Nâkâm ve Ömer Bâkî’nin Hüsrev ü Şîrîn
mesnevîleri (Timurtaş 1959: 79-80) / Doğan 2007.
Leylâ vü Mecnûn: Gülşehrî: Dâstân-ı Leylâ vü Mecnûn (Yavuz 2007: 250-62);
Âşık Paşa: Leylâ vü Mecnûn (Yavuz 2000: II/1 155-61) ; Alî Şîr Nevâyî: Leylâ vü
26
Kaynaklarda Nevâyî’nin böyle bir eseri zikredilmemektedir. Eserin sonunda “tahrîr
yâft Yûsuf u Züleyhâ-yı Mîr Alî Şîr el-Mütehallis Nevâyî Rabi’ü’s-sânî 1053 Hezâr u
pencâh ü se” kaydı bulunmaktadır (Bilkan 1998: 110-11).
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 157
Mecnûn (Çelik 1996; Berthels 1951) / Şâhidî: Gülşen-i Uşşâk [Leylâ vü Mecnûn]
(Şâhidî; Şâhidî (x); Koncu 1996) / Bihiştî: Leylâ vü Mecnûn (Aygün 1999; İlter 1951) /
Hamdullâh Hamdî: Leylâ vü Mecnûn (Güler 1982; Alpay 1970) / Ahmed-i Rıdvân:
Leylâ vü Mecnûn (Ünver 1982, 1986; Levend 1952b) / Kadîmî: Leylâ vü Mecnûn
(Levend 1952ç) / Celîlî: Leylâ vü Mecnûn (Kazan Nas 2011; Ayan 1983b) / Sevdâ’î:
Leylâ vü Mecnûn (Bayak 1987; Şahin 1988) / Hakîrî: Mecnûn u Leylâ (Turan Z.
1988) / Fuzûlî: Leylâ vü Mecnûn (Doğan 2002a, 2010; Onan 1956; Ayan 1981; Kalkı-
şım 1998; Araslı 1988; Akalın 1997; Çelik 1998) / Lârendeli Hamdî: Leylâ vü Mecnûn
(Abdel-Maksoud 2004; Kütük 2002; Levend 1952d) / Sâlih: Leylâ vü Mecnûn (Kü-
tük 1995; Levend 1959) / Halîfe: Leylâ vü Mecnûn (Levend 1952c) / Ahmed Paşa,
Necâtî Bey, Çâkerî Sinân, Abdülvehhâb Hayâlî, Atâyî, Fâ’izî, Örfî, Andelîb,
Nâkâm’ın Leylâ vü Mecnûnları (Levend 1959: 314-68) // Levend 1959; Tarlan 1922;
Kartal 1999: 315-44; Koncu 2007.
Cemşîd ü Hurşîd: Ahmedî: Cemşîd ü Hurşîd (Akalın 1975; Banarlı 1939; Ün-
ver 1977; Deniz 1983) / Cem Sultan: Cemşîd ü Hurşîd (Okur Meriç 1997; İnce 2000)
/ Abdî: Cemşîd ü Hurşîd (Kuloğlu 1989; İnce 1986, 1989) / Hubbî Ayşe Kadın:
Cemşîd ü Hurşîd (Hasan Çelebi 1989: I/281).
Hurşîd-nâme: Şeyhoğlu Mustafâ: Hurşîd-nâme [Hurşîd ü Ferahşâd](Ayan
1979).
Işk-nâme: Mehmed: Işk-nâme (Yüksel 1965).
Hecr-nâme: Celîlî: Hecr-nâme (Ayan 1986; Tavukçu 204: 106-13).
Varka vü Gülşâh: Yûsuf-ı Meddâh: Varka vü Gülşâh (Ertaylan 1945; Smith
1976; Köktekin 2007); Priştineli Mustafâ Emînî: Varka vü Gülşâh (Yıldız 2009); Ha-
san Ziyâ’î: Varka vü Gülşâh (Gürgendereli 2002a: 12).
Vâmık u Azrâ: Lâmi’î Çelebi: Vâmık u Azrâ (Ayan 1998) / Bihiştî Sinân, Kal-
kandelenli Mu’îdî, Câmi’î, Bursalı Hevâ’î Mustafâ, Kubûrî-zâde Abdurrahmân
Rahîmî’nin Vâmık u Azrâ mesnevîleri (Levend 1988: 134; Lâmi’î Çelebi 1996:
7-11).
Hümâ vü Hümâyûn: Cemâlî: Hümâ vü Hümâyûn [Gülşen-i Uşşâk] (Ho-
rata 1990, 1993, 2000).
Edhem ü Hümâ: Sâbit: Edhem ü Hümâ (Karacan 1990) / Na’tî: Edhem-nâme
(Balkaya 1997).
Veyse vü Râmîn: Lâmi’î Çelebi: Veyse vü Râmîn (Kavukçu 1994) / Bekâ’î:
Veys ü Râmîn (Şentürk 2002: 11).
Gül ü Hüsrev: Tutmacı: Gül ü Hüsrev (Yoldaş 1998; Levend 1960, 1988ç; Oku-
yucu 1996; Kartal 1999: 161-67).
158 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Süheyl ü Nev-bahâr: Mes’ûd bin Ahmed: Süheyl ü Nev-bahâr (Mordtmann
1925; Banguoğlu 1938; Dilçin 1991; Tezcan 1994; Kilisli Muallim Rifat 1928); Bihiştî
Ahmed Sinân: Süheyl ü Nev-bahâr (Dilçin 1991: 60-62).
Şem’ ü Pervâne: Zâtî: Şem’ ü Pervâne (Armutlu 1998; Alpay 1961; Külekçi 1999:
II/81-87; Kanar 1995: 52-54) / Lâmi’î Çelebi: Şem’ ü Pervâne (Köse 1997; Armutlu 2011;
Külekçi 1999: II/74-80; Kanar 1995: 49-52) / Feyzî Çelebi: Şem’ ü Pervâne (Tekin 1991)
/ Mu’îdî: Âyet-i Aşk (Armutlu 2011; Külekçi 1999: II/88-93; Kanar 1995: 54-56).
Şâh u Gedâ ve Şâh u Dervîş: Taşlıcalı Yahyâ: Şâh u Gedâ (Köksal 1997; Yoldaş
1993) / Bursalı Rahmî: Şâh u Gedâ (Birici 2007; Polat 2005; Kocatürk 1970: 366-69)
/ İmâm-zâde Ahmed: Şâh u Gedâ (Bursalı Mehmed Tahir 2000: III/10; Beliğ 1998:
306) / Beyânî: Şâh u Gedâ (Yazar 2011: 350-51) / Fuzûlî: Şâh u Gedâ (Sâdıkî-i
Kitâbdâr 1327: 102) / Şâh u Dervîş: Güftî: Şâh u Dervîş (İnan 2006) / Alî: Şâh u
Dervîş (Levend 1988: 133-34).
Mihr ü Mâh: Gelibolulu Mustafâ Âlî: Mihr ü Mâh (Sabuncu 1983, 2000; İçli
2010) / Kıyâsî: Mihr ü Mâh (Anbarcıoğlu 1986, 1984: 1171-80) / Çorlulu Zarîfî: Mihr
ü Mâh (Turhan 1995; Anbarcıoğlu 1984: 1153-4) / Necâtî: Mihr ü Mâh (Levend 1988:
133; Anbarcıoğlu 1984: 1153) / Azmî-zâte Hâletî: Mihr ü Mâh.
Mihr ü Müşterî: Hassân: Mihr ü Müşterî (Özkat 2011: 41) /Münîrî Ahmed
Çelebi: Mihr ü Müşterî (Akmandor 1983; Anbarcıoğlu 1984: 1168-71) / Kiçi Mîr-
zâde Seyyid Yahya [,]: Mihr ü Müşterî (Arslan 2009, 2013; Külekçi 1999: II/101-5;
Anbarcıoğlu 1984: 1153) / Mollâ Mâşî-zâde Fikrî Dervîş, Azmî Pîr Mehmed, Alî
bin Abdülazîz ve Lokmân bin Seyyid Hüseyin’in Mihr ü Müşterî mesnevîleri
(Levend 1988: 133; Anbarcıoğlu 1984: 1153; Yazar 2011: 323-26).
Mihr ü Vefâ: Hâşimî: Mihr ü Vefâ (Ece 1996) / Ümmî Îsâ: Mihr ü Vefâ (Yıl-
maz Önder 2013; Arıkoğlu 1991) / Gelibolulu Âlî: Mihr ü Vefâ (Aksoyak 2003) /
Mustafâ Emînî: Mihr ü Vefâ / (Levend 1988: 133; Külekçi 1999: II/125).
Gül ü Bülbül: Fazlî: Gül ü Bülbül (Öztekin 2002; Zavotçu 1995) / İznikli Bekâ’î:
Gül ü Bülbül (Gökdeniz 1988) / Abdurrahîm Utizemini: Bülbül ve Gül (Agiş 1995)
/ Zavotçu 1997.
Gül ü Nev-rûz: Zihnî: Gül ü Nev-rûz (Mazıoğlu 1982: 109) / Niğdeli Muhibbî:
Gül ü Nev-rûz (Delice 1995) / Mu’îdî: Gül ü Nev-rûz (Canım 2000: 503-4) / Abdî:
Gül ü Nev-rûz [Nüzhet-nâme-i Abdî] (İnce 2008, 1986: 192, 1998) / Sâbir Pârsâ:
Gül ü Nev-rûz (Çaldak 2004; İnce 1998) / Lutfî: Gül ü Nev-rûz (Orak 1995).
Niyâz-nâme-i Sa’d u Hümâ: Abdî: Niyâz-nâme-i Sa’d u Hümâ (İnce 1987;
Gürani 1987; Kocatürk 1970: 362-64).
Gûy u Çevgân: Lâmi’î Çelebi: Gûy u Çevgân (Tezcan 1978, 1994; Tekin
2002).
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 159
Hüsn ü Dil: Yenipazarlı Vâlî: Hüsn ü Dil (Köksal 2003, 1996) / Sabrî: Hüsn
ü Dil (Köksal 1996: 103).
Hüsn ü Nigâr: Bihiştî Ahmed Sinân: Hüsn ü Nigâr (Şentürk 2002: 11).
Salâmân u Absâl: Lâmi’î Çelebi: Salâmân u Absâl (Uludağ 1997, 1997a).
İşret-nâme: Revânî: İşret-nâme (Canım 1998; Alışık 1986; Çelik 1989).
Hayr-âbâd: Nâbî: Hayr-âbâd (Diriöz 1994: 137-46; Ülger 1996).
Cemşâh u Alemşâh: Bihiştî: Cemşâh u Alemşâh (Dindar 1999).
Heft Peyker (Behrâm-ı Gûr): Aşkî: Heft Peyker (Kut 1989b; Kartal 1999:
346-47) / Ahmed-i Rıdvân: Heft Peyker (Ünver 1982: 229-57, 1986a: 120-5; Kartal
1999: 347-48) / Ulvî: Heft Peyker (Kartal 1999: 348-49) / Kudsî: Heft Peyker (Kartal
1999: 349) / Lâmi’î Çelebi: Heft Peyker (Âşık Çelebi 1994: I/383; Kâtib Çelebi trhs.:
II/2045; Kut 1976: 88) / Behiştî: Heft Peyker (Demirel 1995) / Alî Şîr Nevâyî: Seb’a-i
Seyyâre (Kahraman 1992); Nev’î-zâde Atâyî: Heft-hvân (Karacan 1974; Kortanta-
mer 1997: 230-46).
Beng ü Bâde: Fuzûlî: Beng ü Bâde (Kürkçüoğlu 1955).

4. Grup
Şâirlerin bizatihi gördükleri, yaşadıkları olayları anlatan, toplum hayatın-
dan kesitler sunan; kişileri, meslekleri, düğünleri ve belli yöreleri tanıtıp tasvir
eden mesnevîler. Bu eserler, özellikle yerli konuları ihtiva edip işlediklerinden,
klasik edebiyatımızın mesnevî alanındaki en orijinal örnekleridir. Bu gruba gi-
ren başlıca eserler şunlardır:
Ta’rîfât veya Ta’rîf-nâmeler: Gelibolulu Âlî: Hulâsatu’l-ahvâl Der-Letâfet-i
Mevâ’iz-i Sahîhu’l-hâl (Batislam 2003: 22-23) / Kalkandelenli Fakîrî: Risâle-i Ta’rîfât
(Yılmaz 1995; Batislam 2003: 21; Külekçi 1999: II/498-503).
Şehr-engîzler: Mesîhî: Edirne Şehr-engîzi (Mengi 1995: 89-109; Şentürk 1999:
138-40) / Usûlî: Yenice Şehr-engîzi (İsen 1988) / Zâtî: Edirne Şehr-engîzi (Külekçi
1999: II/473-77) / Lâmi’î Çelebi: Şehr-engîz-i Bursa (İsen vd. 1993; Yurtsever 1984)
/ Nüvîsî: Şehr-engîz-i İstanbul (Karasoy vd. 2006) / Edirneli Hâdî: Saray Şehr-
engîzi (Aydemir 2001) / Azîzî: Nigâr-nâme (Derdiyok 1997) / Yahyâ Bey: İstanbul
Şehr-engîzi (Çavuşoğlu 1969) / Gelibolulu Âlî: Gelibolu Şehr-engîzi (Aksoyak 1996)
/ İshâk Çelebi: Bursa Şehr-engîzi (Çavuşoğlu vd. 1990: 87-99; Akkuş 1993; Külekçi
1999: II/484-89) / İshâk Çelebi: Üsküp Şehr-engîzi (Çavuşoğlu vd. 1990: 100-108) /
Za’fî-i Gülşenî: Vardar Yenicesi Şehr-engîzi, İştip Şehr-engîzi, Metun (Methone)
Şehr-engîzi (Çakıcı 2010; Adak 2006: 139-43) / Derzi-zâde Ulvî: Manisa Şehre-
engîzi (Ünlü 2008: 373-89) / Ravzî: Şehr-engîz-i Edincik (Aydemir 2007a: 193-208;
2007b) / Hayretî: Belgrat Şehr-engîzi (Çavuşoğlu 1974-1975), Yenice Şehr-engîzi
160 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
(Çavuşoğlu 1975-1976) / Hacı Dervîş: Mostar Şehr-engîzi (Kesik 2010) / Dürrî:
Gümülcine Şehr-engîzi (Yazar İ., 2007) / Dürrî: Moton Şehr-engîzi (Yazar İ., 2009)
/ Hacı Dervîş: Mostar Şehr-engîzi (Kesik 2010) / Neşâtî: Edirne Şehr-engîzi (Kap-
lan 1996: 170-80) / Belîğ: Bursa Şehr-engîzi, (Abdulkadiroğlu 1999a) / Esîrî: Bağdat
Şehr-âşûb’u (Aydemir 1999); Rûhî: İstanbul-nâme (Aydoğdu 2009) / Levend 1957a;
Akkuş 1987; Karacasu 2007; Tığlı 2007.
Sûr-nâmeler: Gelibolulu Âlî: (Öztekin 1996, Arslan 1999: 333-623) / Nâbî: (Nâbî
1944; Arslan 1999: 627-84) / Rif’at: Gülşen-i Hurremî (Arslan 1999: 685-764) / Es’ad:
(Arslan 1999: 765-79) / Tahsîn: (Arslan 1999: 815-37) / Arslan 1999, 2007.
Sergüzeşt ve Hasb-i hâller: Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi: Heves-nâme (Sungur
2006); Cemâlî: Beyân-ı Meşakkat-i Sefer (Erimer 1974) / Güvâhî: Gurbet-nâme,
(Levend 1988: 142) / Ûdî: Mâcerâ-yi Mâh (Kutlar 2005) / Bursalı Celîlî: Hecr-nâme
(Ayan 1986; Tavukçu 204: 106-13) / Rumelili Za’îfî: Kitâb-ı Sergüzeşt-i Za’îfî (Za’îfî(a)) /
Belîğ: Sergüzeşt-nâme-i Fakîr be-Azîmet-i Tokat (Abdulkadiroğlu, 1999b) / Keçeci-
zâde İzzet Mollâ: Mihnet-keşân (Ceyla vd 2007) / Bayburtlu Zihnî: Sergüzeşt-
nâme (Demirayak 1997) / Koniçeli Kâzım Paşa: Sernüvişt-nâme-i ‘Âcizî (Gökalp
2006a: 29, 435-493) / Mehmed Rif’at: Efsâne-i İbret (Gökalp 2006a: 31-32) / Güftî
Alî: Hasb-i hâl.
Manzum seyâhat-nâmeler: Bosnalı Muhlis: Delîlü’l-menâhil ve Mürşidü’l-
merâhil (Coşkun 2007); Nâtık: Tuhfetü’l-haremeyn (Aksoyak trhs.: 573-88).
Mesnevîler “konunun işlendiği bölüm” itibariyle oldukça farklılık göste-
rir. Çoğu mesnevîde, bu bölümün planı birbirinden farklı olmasına rağmen,
bazı mesnevîlerde birbirine benzediği müşahede edilmektedir. Burada yukarı-
daki tasniften hareketle plan yönünden özellik gösteren mesnevîlerden örnek-
ler verilecektir:
Birinci Grupta yer alan eserler arasında plan yönünden birbirine benzeyen
mesnevîlerin başında “Kırk Hadîs” ve “Yüz Hadîs” çeviri ve şerhleri gelmektedir.
Bu mesnevîlerde, önce ele alınan “hadîs”in çeviri veya şerhi yazılır, daha sonra
konu ile ilgili bir hikâye anlatılır. Bu tür eserlerde eserin ana bölümünün kırk
veya yüz “hadîs”in tercüme veya şerhi ve yüz hikâyeden oluştuğu görülmekte-
dir. Hazînî (Karahan 1991: 161-70) ve Hakanî (Kılıç 1993)’nin “kırk hadîsleri” ile
Hatîboğlu’nun Ferah-nâme (Şahin 1993; Zümrütler 1994) ve Latîfî’nin Subhatü’l-
uşşâk (Karahan 1991: 187-91) isimli eserleri plan yönünden birbirine benzerler
(Ünver 1986: 444).
Bu grupta yer alan “Esmâ-i Hüsnâ” şerhlerinin de plan yönünden biribi-
rine benzediği görülmektedir. Bu mesnevîlerde önce esmâ-i hüsnâ olarak ka-
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 161
bul edilen isimler başlık olarak yazılmış, daha sonra bu isimler hakkında bilgi
verilmiştir.
İran’da yazılıp çok sevilmiş bir mesnevî, birkaç Türk şâirince çevrilmiş
olsa bile, bu çeviriler arasında plan yönünden benzerlik bulunması gayet tabi-
idir. Ancak bu benzerlik, çeviri olmayan eserler arasında da görülebilir. Aynı
mesnevîye “nazire ve cevap” olarak yazılmış mesnevîlerde “konunun işlendiği
bölüm” plan yönünden birbirine benzeyebilir. Burada, Türk asıllı şâirlerden
Nizâmî’nin Mahzenü’l-esrâr (Nizâmî 1344, 1986)’ına yazılmış nazireler örnek ola-
rak gösterilebilir (Ünver 1986: 444).
Nizâmî-i Gencevî’nin Mahzenü’l-esrâr’ına İranlı pekçok şâir tarafından
nazireler yazılmıştır. Bunlardan Türk asıllı Emîr Hüsrev-i Dihlevî’nin Matla’u’l-
envâr (Husrev-i Dihlevî 1875), Hâcû-yı Kirmânî’nin Ravzatü’l-envâr ve Câmî’nin
Tuhfetü’l-envâr (Câmî 1370; Öz 1989) isimli nazireleri Türk şâirler üzerinde te-
siri olmuştur. Başta Nizâmî’nin eseri olmak üzere yukarıda geçen eserlere bir kı-
sım Türk şâirler tarafından çeşitli nazireler yazılmıştır. Âzerî İbrâhîm Çelebi’nin
Nakş-ı Hayâl (Baykaldı 1994)’i ile Cinânî’nin Riyâzü’l-cinân (Şarlı 1994)’ı Nizâmî’nin
Mahzenü’l-esrâr’ına; Gelibolulu Âlî’nin Tuhfetü’l-uşşâk’ı (Aksoyak 2003a) Câmî’nin
Tuhfetü’l-envâr’ına; Nev’î-zâde Atâyî’nin Nefhatü’l-ezhâr’ı (Kortantamer 1997: 175-
97) ise Emîr Hüsrev-i Dihlevî’nin Matla’u’l-envâr’ına naziredir. Sıralanan bu ör-
nekler arasında plan bakımından tam bir uygunluk olduğu görülür. Hepsi de
kendilerine kaynaklık eden Nizâmî’nin eserinin planında birleşirler. Aynı ben-
zerlik, Câmî’nin Sübhatü’l-ebkâr’ı (Câmî 1370) ile ona nazire olarak yazılan Taş-
lıcalı Yahya’nın Gencîne-i Râz’ı (Çınar 1995) ve Nev’î-zâde Atâyî’nin Sohbetü’l-
ebkâr’ı (Yelten 1999) arasında da görülür.
Mahzenü’l-esrâr’da “konunun işlendiği bölüm”, 20 “makale” ve her “makale”den
sonra konu ile alâkalı anlatılan 20 hikâyeden oluşmaktadır. Yukarıda zikredilen
nazirelerde de durum aynıdır. Konunun işlendiği bölümdeki “makale” başlığı,
Nakş-ı Hayâl’de de “makale”dir. Riyâzü’l-cinân’da ise “ravza” olarak isimlendiril-
miştir. Câmî’nin Sübhatü’l-ebrâr’ı ise 40 “ıkd (=dizi)”dan sonra konu ile alâkalı
40 hikâyeden oluşur. Yahyâ Bey ile Nev’î-zâde Atâyî’nin eserlerinde de, küçük
farklılıklarla durumun aynı olduğu dörülür. Diğer taraftan Yahyâ Bey’in Gülşen-i
Envâr (Doğanyiğit 1992) ve Bursalı Rahmî’nin Gül-i Sad-berg (Erişen 1990, 1992;
Aynagöz 1989) adlı mesnevîlerinin de Mahzenü’l-esrâr’a nazire olduğu belirtilir.
Öyle olmalarına rağmen bu eserler ile Mahzenü’l-esrâr arasında ne takip ettiği
düzen açısından ne de muhteva yönünden tam bir uygunluk olduğu söylene-
bilir (Ünver 1986: 445).
162 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Çeviri veya nazire olmadıkları halde, “konunun işlendiği bölüm”de belli
bir planın uygulandığı mesnevîler de vardır. Bunun en güzel örneklerinden biri
Garîb-nâme’dir (Ünver 1986: 445).
Türk edebiyatının benliğini koruyarak gelişip yayıldığını gösteren ve ta-
mamen telifî bir mahiyete sahip olan Garîb-nâme, on “bâb”a ve her “bâb” on
“destân”a ayrılmıştır. Birinci “bâb”da vahdet (birlik), ikincide vücut ve ruh,
üçüncüde mazi, hâl ve istikbal, dördüncüde dört unsur, beşincide beş duygu,
altıncıda yaratılışın altı günü, yedincide yedi kat gök, sekizincide sekiz cen-
net, dokuzuncuda nefs, onuncuda on mevzu anlatılmaktadır. Her “bâb”da
bulunan on “destân”da da “bâb”ın esas konusuyla ilgili değişik hikâyeler an-
latılmakta, bunların başında ve sonunda bazı nasihat ve öğütler verilmekte-
dir. Eserde şekil ve muhteva arasında sağlanan bütünlük dikkat çekmektedir
(bkz. Yavuz 2000).
Taşlıcalı Yahyâ’nın Kitâb-ı Usûl isimli mesnevîsinin de kendisine özgü bir
planı vardır. Şâir, eserinin önemini vurgulamak istermişçesine, her ana bölümü
aynı beyitle bitirir. Bundan sonra da “hikâye” ve “latîfe” başlıklı parçalar gelir
(Ünver 1986: 445).
Gelibolulu Âlî’nin Riyâzü’s-sâlikîn isimli mesnevîsinin de kendisine özgü
bir planının olduğu görülmektedir. Şâir eserin asıl konusunu teşkil eden kısmı
üç “ravza”ya; her “ravza”yı da on “devha”ya ayırmıştır. Her “ravza”nın başına
mensur bir “dîbâce” yerleştirmiştir (Arslan vd. 1998).
Nâlî’nin Tuhfetü’l-emsâl (Kahraman 1999)’i ise, beş ayrı “hikâye”den oluş-
maktadır. Ayrıca her “hikâye”nin sonuna bir “temsîl” ve “münâcât” eklenmiş-
tir. Yine Konyalı Nâlî’nin Miftâh-ı Heft-kân’ı (Kahraman 1998; Savaş 2002) yedi
bölüme ayrılmış ve her bölümde ayrı bir konu ile ilgili âyetler tefsir edilmiştir.
Şâir her “kân”da önce 2 beyit ile konuyu belirtip Kur’an’dan ilgili bir âyeti zik-
rettikten sonra, 10 beyitlik bir açıklama yaparak konuya uygun bir “hikâye” an-
latmış ve “münâcât”la bölümü tamamlamıştır.
İkinci grupta yer alan mesnevîlerden, Ahmedî’nin İskender-nâme’si ve onun
taklidi olan Ahmed-i Rıdvân’ın İskender-nâme’si “dâstân”lardan oluşan bir plana
sahiptir. Ahmedî bu destanları “dâstân” veya “mukaddime-i dâstân”, “matla’-ı
dâstân” ve “hâtime-i dâstân” olmak üzere üçlü bir planla vermiştir. Destanla-
rın uzunlukları ne olursa olsun, başlıklar değişik yazılmış olsa bile bu plan gö-
rülebilir (Ünver 1986: 445).
Üçüncü grupta yer alan mesnevîlerde, aynı konuyu işleseler bile, plan yö-
nünden önemli farklılıklar görülür. Genellikle aşk ve macerayı konu edinen
bu mesnevîlerde şâirler, olayları anlatırken takdim-tehir ederek, araya bazen
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 163
küçük bazen büyük parça ve bölümler eklemek veya çıkarmak suretiyle aynı
konuda yazılmış başka mesnevîlerden farklı bir eser ortaya koymaya çalışmış-
lardır (Ünver 1986: 445).
Bu değişikliklerden biri, belki en önemlisi ise, “konunun işlendiği bölüm”lerde,
kahramanların ağzından değişik nazım şekilleriyle, söylenen şiirlerdir. Bun-
lar arasında sayı bakımından “gazel”ler birinci sırada gelir (Ünver 1986: 445).
“Gazel” kadar olmamakla birlikte, “kasîde”, “rubâ’î”, “kıt’a”, “müstezâd”, “mu-
rabba”, “muhammes”, “tahmîs”, “tardiyye”, “müseddes”, “mu’aşşer”, “terci-bend”
ve “terkib-bend” nazım şekillerinin kullanıldığı da görülür. Örneğin Şeyhî’nin
Hüsrev ü Şîrîn’inde 24 “gazel”, 1 “terci-bend” ve “kasîde”; Hamdî’nin Yûsuf u
Züleyhâ’sında ise 15 “gazel” ve 1 “rubâ’î” nazım şekliyle söylenmiş şiirler var-
dır. Gubârî’nin, Hamdî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sından hareketle mesnevîde “gazel”,
“terci-bend” gibi farklı nazım şekillerinin yeri olmadığını savunması dikkat çek-
mektedir (Aktaş 2006: 14).
Mesnevîye farklı nazım şekilleriyle yazılmış şiirlerin dâhil edilmesi ilk
önce İran edebiyatında görülmektedir. Bu edebiyatta “gazel” formunu kullanan
ilk kişi XI. asır şâiri Ayyûkî’dir. Ayyûkî, Varka vü Gülşâh mesnevîsinde uygun
bulduğu yerlere 10 adet gazel yerleştirmiştir. XIII. yüzyıl Türk asıllı şâirlerinden
Emîr Hüsrev-i Dihlevî ise, Kırânu’s-sa’deyn mesnevîsinde “gazel”in yanında
“kasîde”ye de yer vermiştir. Selmân-ı Sâvecî de Cemşîd ü Hurşîd’inde “gazel”in
dışında “kıt’a”, “rubâ’î” ve “ferd” kullanmıştır. Türk asıllı şâirler de mesnevîlerinde
değişik nazım şekilleriyle yazılmış şiirlere yer vermişlerdir. Bu nazım şekilleri-
nin Farsça şiir söyleyen şâirlerininkine nazaran daha zengin ve çeşitli olduğu
dikkat çekmektedir.
Bu durumun vak’anın tesirini artırmak, lirik patlama noktalarında ortaya
çıkan his ve vecd yoğunluğunu biraz daha teksif etmek, aynı vezinle söylenmiş
tek bir nazım şekli kullanmaktan kaynaklanan yeknesaklığı gidermek, özellikle
çift kahramanlı aşk mesnevîlerinde hikâye kahramanlarının hissiyatını okuyu-
cuya vasıtasız aktarmak, değişik nazım şekillerinin terkibinden oluşan sinerjiyle
akıcılığı ve dikkati canlı tutmak, şâirin farklı nazım şekillerini kullanma nokta-
sındaki ustalığını ortaya koymak, tercüme eserlerde kaynak metnin hüviyetini
takip etmek ve tercümeye telif mahiyeti kazandırmak gibi ihtiyaçlardan ortaya
çıktığı ifade edilebilir (Turan vd. 2009: 640-41, 668).
Bu özellik Türk edebiyatında Kutadgu Bilig’den itibaren görülmektedir.
Özellikle Türk şâirlerinin mesnevîlerindeki farklı formdaki manzumeler has-
seten “gazel”ler, hem sayıca çok olmaları, hem de nazım tekniği bakımından
formlarının bütün hususiyetlerini taşımaları bakımından dikkat çekmektedir
(Ünver 1986: 445-46).
164 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Şâirler bu şiirlere, özellikle gazellere geçerken ya geçiş beytiyle haber ve-
rerek ya da haber vermeden doğrudan başlamışlardır. Bu şiirlerin başlıkları
genellikle Farsça olarak yazılmıştır. Bazen Türkçe başlıklı olanlara da rastlan-
maktadır. Bu şiirlerde, şâirler çoğunlukla mahlaslarını kullanmamışlardır. Bu
tip şiirler, başlangıçta sadece aşk ve macera konulu mesnevîlerde kullanılır-
ken, daha sonraları başka konuların işlendiği mesnevîlerde de kullanılır ol-
muştur. Bununla birlikte kıyâfet-nâme, nasîhat-nâme gibi didaktik mahiyetteki
mesnevîlerde “gazel” nazım şekline yer verilmediği dikkat çekmektedir. Alî Şîr
Nevâyî gibi mesnevîlerinde “gazel”e hiç yer vermeyen şâirler de bulunmakta-
dır (Turan vd. 2009: 642 vd.).
Mesnevîlerde yer alan gazellerin divanlardan mı mesnevîlere, yoksa
mesnevîlerden mi divanlara aktarıldığını tespit etmek mümkün değildir. An-
cak klâsik edebiyatımızda divanı ve mesnevîsi olan şâirlerin divanlarındaki/
mesnevîlerindeki bazı gazelleri hiçbir değişiklik yapmadan mesnevîlerine/di-
vanlarına aktardıkları görülmektedir. Mesnevîde geçen kimi gazellerin divan-
larda yer alması, titiz bir musannifin tercihi olmayıp bizzat şâirin tasarrufuysa,
bu şâirin bir bakıma divanından konuya uygun gelebilecek gazeller içinden en
güzelini seçerek mesnevîsinin uygun yerine yerleştirdiğini gösterir. Eğer gazel,
mesnevînin akışı içerisinde yaşanılan duygu ve vecd yoğunluğuyla söylenmişse,
o zaman şâirin bu gazeli bir kez de divanında dikkatlere sunmayı amaçladığını
vurgular (Turan vd. 2009: 652-53).
Özellikle konusu aşk olan mesnevîlerde şâirler, eserlerini bazı bölümlere
ayırırlar. Bu bölümler “matla’-ı dâstân”, “âgâz-ı kıssa”, “dâstân-ı ....” başlıkları al-
tında geçer. Meselâ Hamdî Yûsuf u Züleyhâ isimli mesnevîsini üç bölüme ayır-
mıştır (Onur 1991):

I. Bölüm:
Matla’-ı Dâsitân-ı Yûsuf (‘A. M.) (s. 50-180)

II. Bölüm:
Matla’-ı Dâstân-ı Züleyhâ (s. 180-256)

III. Bölüm
Dâstân-ı Bâzıga Binti Melik Tâbûr ‘Arî (s. 256-437)

Şeyhî ise, mesnevîsinin bu kısmını 11 bölüme ayırmıştır (Timurtaş 1980):


Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 165

I. Bölüm
Matla’-ı Destân ve Âgâz-ı Kıssa (s. 29-43)
II. Bölüm
Matla’-ı Dâstân..... (s. 43-63)
III. Bölüm
Matla’-ı Dâstân (s. 63-81)
IV. Bölüm
Matla’-ı Dâstân... (s. 81-94)
V. Bölüm
Matla’-ı Dâstân... (s. 94-130)
VI. Bölüm
Matla’-ı Dâstân.... (s. 130-44)
VII. Bölüm
Matla’-ı Dâstân... (s. 144-59)
VIII. Bölüm
Matla’-ı Dâstân... (s. 159-86)
IX. Bölüm
Matla’-ı Dâstân.... (s. 186-206)
X. Bölüm
Matla’-ı Dâstân.. (s. 206-51)
XI. Bölüm
Matla’-ı Dâstân..... (s. 251-64)

Bu tür mesnevîlerde bazen şâirlerin eserlerini kaç bölüme ayırdıklarını ve


bu bölümlere hangi isimleri verdiklerini söylediklerini de görmekteyiz. Meselâ
Fahrî’nin, Hüsrev ü Şîrîn’ini iki kısma ayırdığını eserinde geçen şu beyitlerden
açıkça anlıyoruz (Flemming 1974: 399):

Çü Şâpûr (u) Şîrîn kıssasın dün


İşitdün dinle bir hoş kıssa bugün
Dolu derd ü figândur bu ne kıssa
Ki her harfi olupdur zarf-ı gussa
Bunı okıyan ister kim duta yâd
Ki bunuñ adıdur Şîrîn ü Ferhâd

Ayrıca Fahrî’nin yukarıdaki beyitlerinden “Ferhâd kıssası”na kadar olan kıs-


mın hikâyenin birinci bölümü olduğunu ve onun bu bölüme Şâpûr u Şîrîn ismini
verdiğini öğreniyoruz. İkinci kısma ise Fahrî, yine bu beyitlerden anladığımıza
166 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
göre Şîrîn ü Ferhâd ismini vermiştir. Hatta bu beyitler, bu tip eserlerin sadece
okunmadığını, anlatıldığını ve Türk destan geleneğine uygun olarak anlatılmak
üzere ezberlendiğini de göstermektedir.
Şâirlerin bu bölümlere bazen doğrudan bazen de bir giriş yaptıktan
sonra başladıkları görülmektedir. Örneğin Hamdî Yûsuf u Züleyhâ (Onur 1991)
mesnevîsinde konunun işlendiği I. bölüme 13 beyitlik; II. bölüme 14 beyitlik;
III. bölüme ise 5 beyitlik giriş ile başlamıştır.
Fahrî ise, Hüsrev ü Şîrîn mesnevîsinde (Flemming 1974) konunun işlendiği
ilk bölüme giriş yapmadan doğrudan başlamış, Şîrîn ü Ferhâd ismini verdiği
ikinci bölüme başlamadan önce 15 beyitlik bir giriş yapmıştır.
Edebiyatımıza Hüsrev ü Şîrîn, Leylâ vü Mecnûn gibi Nizâmî’nin mesnevîlerinin
tercümesi veya naziresiyle giren mesnevîlerde, Nizâmî’nin hikâyesini anlatırken
bazen bir anlatıcı tayin ettiği ve onun ağzından o bölümü anlattığı görülmekte-
dir. Doğu edebiyatlarında genel bir özellik olan bu durumu, klâsik şâirlerimiz
de hikâyelerini anlatırken aynen sergilemişlerdir. Örneğin Şeyhî de hikâyeyi
anlatırken bazen Nizâmî’nin tayin ettiği anlatıcıyı tayin etmiş ve onun ağzın-
dan olayı anlatmıştır:

Hüsrev ü Şîrîn:
Çunîn goft ân suhen-gûy-i kuhen-zâd
Ki bûdeş dâstânhâ-yi kuhen yâd
(Nizâmî 1370: 147)

Hüsrev ü Şîrîn:
Pes evvel arza kılan dâstânı
Ki Hak lutfiyle şâd olsun revânı
Kılup mâzî hadîsinden rivâyet
Bu hâl ile_itdi ‘âlemde hikâyet
(Timurtaş 1980: 30)

Aynı durum Fahrî’nin eserinde de görülmektedir:

Hüsrev ü Şîrîn:
Eyitdi ol söz eyden bilge üstâd
Ki dutmışdı çok eski dâstân yâd
(Flemming 1974: 268-69)

Yine bu gruba giren mesnevîlerden Heft Peyker veya Behrâm-ı Gûr adıyla
bilinen eserlerde konu “yedi” bölüm hâlinde düzenlenmiştir. Edebiyatımıza
Nizâmî’nin aynı adlı eserinin çevirileriyle giren bu mesnevînin [Aşkî: Heft Peyker
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 167
(Kut 1989b; Kartal 1999: 346-47) / Ahmed-i Rıdvân: Heft Peyker (Ünver 1982: 229-57,
1986a: 120-5; Kartal 1999: 347-48) / Ulvî: Heft Peyker (Kartal 1999: 348-49) / Kudsî:
Heft Peyker (Kartal 1999: 349) / Lâmi’î Çelebi: Heft Peyker (Âşık Çelebi 1994: I/383;
Kâtib Çelebi trhs.: II/2045; Kut 1976: 88) / Behiştî: Heft Peyker (Demirel 1995) / Alî
Şîr Nevâyî: Seb’a-i Seyyâre (Kahraman 1992)] en orijinal örneğini Nev’î-zâde Atâyî
“Heft Hân” adlı mesnevîsiyle vermiştir. Bu mesnevîde yedi mekânda yedi hikâye
anlatılır (Ünver 1986: 446).
Konusu aşk olan mesnevîlerde olaylar birbiri ardınca sıralanırken, şâir
konuyla ilgi kurarak başka bir hikâye anlatabilir. Nizâmî’den çevrilmiş Leylâ
vü Mecnûn mesnevîlerinden Ahmed-i Rıdvân’ın eserinde Mecnûn’un durumu
anlatılırken değişik yerlerde üç hikâye verilmiştir. Mecnûn’un vahşî hayvanlarla
birlikte yaşaması anlatılırken verilen köpek hikâyesi gibi (Ünver 1986: 446). Bu
tür mesnevîlerde, şâirin anlattığı konuya uygun ve anlattığı konunun içerisinde
uygun bir yerde mesel getirdiği de görülmektedir (Onur 1991: 283). Bazen bu tür
mesnevîlerde şâirlerin anlatacağı bölüme başlamadan önce konu ile ilgili de-
ğerlendirmelerde bulunduğu da müşahede edilmektedir. Meselâ Hamdî, Ya’kûb
(a.s.)’un, çocuklarının haberlerinde hilaf bulduğu bölümü anlatırken sözün doğru
olması gereği ve yalan söz hakkında şunları söylemiştir (Onur 1991: 107):

Yaz göñül levhine bu kavli tamâm


Râst olmaz muhâlif olsa kelâm
Her ne sözde kim ola bûy-ı dürûg
Görmez ehl-i basîret anda fürûg
Subh-ı kâzib kaçan ki itdi zuhûr
Dil uzatdı ki ide kıssa-i zûr
Sıdkıla subh-ı sâdık oldı bedîd
Takdı anuñ diline hayt-ı sepîd
Kesdi tîg-ı şafak o dem anı
Görme misin yüzindeki kanı
Kat’ olunsa revâ ola o zübân
Ki sözinde ola hilâf u yalan

Yine bu tür mesnevîlerde, kahramanlardan birinin ölümü veya benzeri bir


felaket anlatıldıktan sonra şâir, cihanın vefasızlığını dile getiren bir başlıkla olay-
ların akışını durdurur. Okuyucuya bu konuda öğütler verir. Şeyhoğlu Mustafâ,
Hurşîd-nâme’de “Boğa Han” hikâyesine girerken onun zalim bir hükümdar ol-
duğunu bildirdikten sonra “mev’ıza der-şân-ı zâlimân (= zalimlerin durumları
üzerine öğüt)” başlığı altında öğütler verir (Ünver 1986: 446).
Dördüncü grupta yer alan mesnevîlerde beyit sayısı azdır. Gerçi öbür grup-
larda da beyit sayısı yüzü aşmayan eserlerle karşılaşıyoruz. Fakat bu gruptaki
168 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
beyit sayısı daima binin altında kalmıştır. Dolayısıyla mesnevînin tamamına
yakın bir bölümünü “konunun işlendiği bölüm” oluşturur. Buna örnek olarak
Nâbî’nin Sûr-nâme’si verilebilir. Tamamı 587 beyit olan bu eserde, 30 beyitli bir
“tevhîd”, 22 beyitli bir “na’t” ve 32 beyitli bir “padişah övgüsü”nden sonra asıl
konuya geçilir. Eserin son dört beyti padişaha dua ile biter. Böylece 587 beyit-
lik Sûr-nâme’de 84 beyitlik başlangıç bölümü dışındaki beyitler konunun işlen-
mesine ayrılmıştır (Ünver 1986: 446-7).
Şehr-engîzlerde beyit sayısı genellikle daha azdır. Örneğin Usûlî’nin Yenice
Şehr-engîzi (İsen 1988) 172; Gelibolulu Âlî’nin Gelibolu Şehr-engîzi 86 (Aksoyak
1996); Lâmi’î Çelebi’nin Şehr-engîz-i Bursa’sı (İsen vd. 1993; Yurtsever 1984) 656;
Edirneli Hâdî’nin Saray Şehr-engîzi (Aydemir 2001) 484; İshâk Çelebi’nin Bursa
Şehr-engîzi (Çavuşoğlu vd. 1990: 87-99; Akkuş 1993) 118 ve Hacı Dervîş’in Mostar
Şehr-engîzi (Kesik 2010) 297 beyittir. Şehr-engîzlerde şâirler kısa bir girişten sonra
“konunun işlendiği bölüm”e geçer. Burada ya ele aldığı şehrin güzellerini bazen
isim vererek kısa kısa tasvir eder ya da tabiî güzelliklerini, sosyal yapılarını, pa-
dişahların kabirlerini, tarihî eserleri ile mesire yerlerini yine kısa kısa tanıtır.
Ser-güzeşt türünde olan eserlerde durum şehr-engîzlerdeki duruma yakın-
dır. Bunlar arasında Keçeci-zâde İzzet Mollâ’nın Mihnet-keşân’ı (Ceylan vd. 2007)
sergüzeşt türündeki eserlerin en geniş olanıdır. Bu eserde mesnevî içinde “gazel”,
“kasîde”, “kıt’a”, “rubâ’î” ve tahmîs”ler de bulunmaktadır (Ünver 1986: 447).

Bitiş bölümü
Mesnevîlerin “bitiş bölüm”leri, plan ve tertip yönünden “konunun işlen-
diği bölüm” gibi değişiklik göstermez. Aynen “giriş bölümü”nde olduğu gibi, bu
bölüm için de çoğunluğu içine alan bir plan verilebilir:
Beyit sayısı fazla olan mesnevîlerde, çoğunlukla “bitiş bölümü” “konunun
işlendiği bölüm”den belli başlıklarla ayrılır. Bu başlıklarda ekseriyetle Arapça
“bitirme, bitiş, tamam” anlamlarına gelen “hatm” veya “temme” kökünden tü-
remiş kelimeler yer alır. Başlıklar ya Arapça kurala göre (fî-ihtitâmi hâza’l-kitâb,
hâtimetü’l-kitâb, temmetü’l-kitâb... gibi) ya da Farsça kurala göre (itmâm-ı kelâm,
hâtimet-i kitâb, tetimme-i kelâm, temâmî-i suhen, ihtitâm-ı kitâb, hâtime-i
kelâm, hâtime-i kitâb, hatm-i kitâb, hâtime-i manzûme, hâtime-i nüsha, hâtime-i
risâle, mebhas-i hâtime, pâyân yâften-i…, sebeb-i hâtime-i manzûme, tetimme-i
kelâm veya hâtime-i kitâb, ... gibi) yazılmış bir tamlamadır. Çok az sayıda da olsa
Türkçe kurala göre yazılanlara da rastlanır (kitâb hâtimesi, kitâb hâtimesi tu-
rur, kitâb hatmin aytur… gibi). Bazen sadece “hâtime” sözünün kullanıldığı da
görülür. Ayrıca Arapça-Farsça birleşik isim olan “hatm şud”, “hatm-şuden-i....”,
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 169
“tamâm-şuden-i...” gibi başlıklar da görülebilir. Şâir bazen başlıkta eserinin is-
mini de zikreder: “hâtime-i nüsha-i Bahrü’l-kemâl” (Okuyucu 1995: 357), “der-
hâtimet-i kitâb-ı Âyât-ı Uşşâk” (Okur Meriç 1997: 679), “temâm-şuden-i kitâb-ı
Hurşîd-nâme” (Ayan 1979: 423), “der-hâtimet-i kitâb-ı Mantıku’t-tayr bi’s-sa’âdeti
ve’l-hayr” (Yavuz 2007: II/652); “der-hâtime-i Gül-i Sad-berg” (Derdiyok 2005: 197),
“hâtime-i kitâb-ı Şecâ’at-nâme (Özcan 2006: 574), “ihtitâm-ı nazm-ı kitâb-ı nâ-yâb
el-müsemmâ bi-Tuhfeti’l-Hükkâm” (Kırbıyık 2008: 194) gibi. Kimi eserlerde başlık
“hâtime”nin yanında başka amacı da anlatır. Sıfâtü’l-haremeyn’deki “der-hâtime
ve du’â vü târîh-i kitâb vallahu a’lem bi’s-savâb” (Demir 2005: 163), Abdî’nin Gül ü
Nev-rûz’undaki “der-beyân-ı hâtime-i kitâb ve medh-i Sultân Murâd Hân-ı ‘âlî-
cenâb” (İnce 2008: 128), İbret-nümâ’daki “hâtime-i kitâb-ı iştiyâk hikâyet-i Şemsü’d-
dîn-i mü’ellif-i în evrâk” (Çöm 2011: 680), Hüsrev ü Şîrîn’deki “hatm-i kitâb ve
medh-i Sultân Murâd”, İskender-nâme’deki “der-temsîl ve hâtime-i kitâb”, Işk-
nâme’deki “münâcât ve hâtime-i kitâb”, Ferheng-nâme-i Sa’dî’de “der-hatm-i kitâb
ve özr-i kâ’il” (Ünver 1986; 447), Pend-nâme-i Zarîfî’deki “fazîlet-i ehl-i kemâl ve
hâtime-i kitâb” (Arslan 1994: 92), Nev’î-zâde Atâyî’nin Sâkî-nâme’sindeki “hâtime
vü temeddüh” (Kuzubaş 2009: 203) örneklerinde olduğu gibi.
Kimi mesnevîlerde “konunun işlendiği bölüm”le “hâtime” başlığı arasında,
“tevhîd”, “münâcât”, “mev’ize”, “temsîl”, “fahriyye”, “temhîd” gibi başlıklar görü-
lür. Mesnevînin işlendiği konu tamamlandığına göre, bu başlıkların “bitiş bö-
lümü” içinde sayılması gerekmektedir (Ünver 1986: 447). Şâirler, bazen “konu-
nun işlendiği bölüm”ü tamamladıktan sonra, “hâtime” başlığına yer vermeden
hikâyeden çıkardığı derslerden bahsetmişler, mesnevîyi yazarken yaşadığı du-
rumlara da yer vermişlerdir (bkz. Aktaş 2006: 213-15).
Bir kısım mesnevîlerde ise, eser “hâtime” başlığından sonra gelen başka
başlıklarla biter. Ancak, bu başlıklar genellikle kitabın hangi tarihte ve nerede
yazıldığı, kaç beyit olduğu gibi sorulara ışık tutan “der-târîh-i kitâb” türünden
bir başlık olabileceği gibi, “münâcât” şiiri, okuyucunun hoşgörüsünü ve dua-
sını dileyen parçaların başlıkları (Ünver 1986: 447) yanında Hz. Peygamber’in
“şefaat”ini niyaz eden bölümler (Soydan 2002: 212-14) de olabilir.
Bazen mesnevîlerde müstakil olarak kaleme alınan iki “hâtime” manzumesi
yer almaktadır. Nitekim Abdülvâsi Çelebi Halîl-nâme’sinin sonunda “kasîde fî-
ihtitâmi hâza’l-kitâb” ve “tetimme-i kelâm ve hâtime-i kitâb” başlıklarında iki
“hâtime” şiiri yer almaktadır (Güldaş 1996: 489-499).
“Hâtime”si olmayan mesnevîler de vardır. Bu tür mesnevîlerde, sadece son
beyitte eserin sona erdiği dile getirilmiştir. Câmi’u’l-ahbâr (Eliaçık 1998), Kitâbu’ş-
şemsiyye (Terzi 1994; Batur 1998) ve Yûsuf u Züleyhâ (Onur 1991) gibi. Ancak na-
dir olarak eserin bittiğinin belirtilmediği ve doğrudan konunun sonlandırıldığı
da görülmektedir (bkz. Develi 1998). Bazen de şâirler mesnevîlerini doğrudan
170 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
“du’â” ile bitirmişlerdir. Gül ü Nev-rûz (Çaldak 2004: 184-85) ve Menâkıb-ı Şeyh
San’ânî (Güneş 2010: 162) gibi.
XIV. ve XV. yüzyılda kaleme alınmış mesnevîlerin birçoğunda, diğer yüz-
yıllardakilerin de aşk mesnevîleri hariç, ciddi bir kısmında “hâtime”nin müstakil
bir bölüm olarak bulunmadığı, diğer bir ifadeyle “konunun işlendiği bölüm”le
“bitiş bölümü”nün bir başlıkla ayrılmadığı görülmektedir. Bu tip mesnevîlerde,
başlıksız olarak “bitiş bölümü”ne başlanmıştır. Nitekim Hâfız-zâde, Risâle-i Hat
isimli eserinde “hâtime”yi herhangi bir başlıkla belirtmemiş, konunun işlendiği
bölümden sonra kaleme aldığı:

Burada hatm itdüm bu kitâbı


Hurûf-ı muhkemâtiçün hisâbı

beytiyle “hâtime” bölümüne başlamıştır (Eğri 2005: 129). İpsalalı Ebu’l-hayr ise
Mevlid’inin “bitiş bölümü”ne;

Hak müyesser itdi kıldum uş tamâm


Mustafânun mevlidini ve’s-selâm
Hem beyân itdük vefâtından dahı
Kudretümüz yitdügince iy ahı

beyitleriyle giriş yapmıştır (Günşen 2004: 247). Aynı durum La’lî-zâde Edîb
Mevlidi’nde de görülmektedir:

Vâcib oldı zîver-i hatm-i kelâm


Ola da’vât-ı şehin-şâh-ı enâm
Ya’nî dürr-i taht u tâc-ı asfiyâ
A’de’l-i emsâl Sultân Mustafâ
(Köksal 2010: 571)

Bazen şâirlerin, mesnevîlerini Farsça kaleme aldıkları beyitlerle sonlan-


dırdıkları da görülmektedir. Emîrî’nin Sohbet-nâme’si bu tip eserlerdendir (Üst
2007: 1013).
Mesnevînin “bitiş bölümü” ekseriyetle mesnevî nazım şekliyle kaleme alın-
mıştır. Aralara bazen çeşitli nazım şekilleriyle yazılan şiirler serpiştirilmektedir.
Ancak bu bölümün doğrudan “kasîde” nazım şekliyle yazıldığı da görülmekte-
dir. Halîl-nâme (Güldaş 1996: 489-99) ve Manzûme-i Esâmî-i Ashâb-ı Bedr olarak
da isimlendirilen Risâle-i Bedriyye (Yasan 1998; Özkat 2011: 147) gibi.
Mesnevîlerin “bitiş bölümü”nde yer alan alt bölümler, ister birbirlerinden
çeşitli başlıklarla ayrılsın, ister ayrılmayıp tek başlık altında verilsin şu şekilde
maddeleştirilebilir:
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 171
1. Allâh’a “hamd ü senâ” ve “du’â”
2. Sultana övgü ve saltanatının devamı için dua
3. Şâirin eseriyle ve şâirliğiyle övünmesi
4. Tanınmış mesnevî şâirleri ve eserlerini anma
5. Şâirin eserine verdiği ad
6. Hasetçilere, acemi ve dikkatsiz müstensihlerle metni doğru dürüst oku-
yamayan okuyuculara yergi, bunların esere vereceği zarardan Allâh’a sı-
ğınma
7. Mesnevînin beyit sayısı
8. Mesnevînin yazılışıyla ilgili tarihler
9. Şâirin ismi
10. Mesnevî şâirinin yakınları ve sosyal çevresi hakkında bilgi
11. Okuyucudan hayır dua isteme
12. Mesnevînin vezni
13. Hazret-i Peygamber’e “salât” ve “selâm”
Mesnevîlerin “bitiş bölümü”nde yer alan bu başlıkların hüviyeti ve özel-
likleri şu şekildedir:

Allâh’a “hamd ü senâ” ve “du’â”


Şâirler, “hâtime”ye, bazen Allâh’a hamd ve sena ederek başlarlar. Nev’î-zâde
Atâyî’nin Heft-hân (Karacan 1974: 344), Yenipazarlı Vâlî’nin Hüsn ü Dil (Köksal
2003: 546), Âsafî’nin Şecâ’at-nâme (Özcan 2006: 574) mesnevîleri gibi. Hâtimeye
doğrudan okuyucuya nasihat ederek de başlanmaktadır. Hazînî’nin Şerh-i Hadîs-i
Erba’în Tercümesi gibi (Avcı 2007: 539-40).
Bazen bu bölümde, şâirin, “kasemiyyât” başlığı altında yazdığı manzumede
de, Allâh’a dua ettiği görülmektedir. Meselâ, Sîmkeş-zâde Feyzî, Cevâb-nâme’sinin
“bitiş bölümü”nde yazdığı “kasemiyyât” başlıklı bölümde (Coşkun 1997: 219-21)
Allâh’a dua eder, Allâh’tan günahlarının bağışlanmasını, Hz. Peygamber’in şefa-
atinden mahrum etmemesini diler. Allâh’a kullukta doğru bir şekilde hizmet et-
mesini niyaz eder. Eserinin herkese faydalı olmasını, yazanı, yazdıranı ve sebep
olanı Allâh’ın zatına kavuşturmasını diler (Coşkun 1997: 31). Nev’î-zâde Atâyî ise,
Sâkî-nâme’sinde müstakil olarak kaleme aldığı “kasemiyyât” bölümünde, bezm-i
elest, rindân, âşıklar, güzeller, vuslat, bülbül, gül, sâkî vb. adına Allâh’tan kendi
makamını cennet etmesini temenni etmiştir (Kortantamer 1997: 174).
“Münâcât”la da başlanılan (Yoldaş 1998: 432) “bitiş bölümün”de, müstakil
“münâcât” manzumelerinin yazıldığı da görülmektedir. Meselâ Riyâzü’s-sâlikîn
(Arslan vd. 1998: 221-22) ve Mi’râc-nâme (Coşkun 1997: 207-208)’de bir, Bahrü’l-
kemâl (Okuyucu 1995: 367-72) de ise 3 tane “münâcât” yer almaktadır.
172 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Şâirlerin mesnevîlerini müstakil olarak kaleme aldıkları “münâcât” manzu-
mesiyle bitirdikleri de görülmektedir. Nitekim Lâmekânî, Esrâr-nâme Tercümesi’ni
(Tuğluk 2008: 862-63), Osmân Nevres Destâr-ı Hayâl’ini (Kaya 2000: 630-32), Şâh
Velî de Risâletü’l-bedriyye’sini (Çavuşoğlu 2007: 293-94) “münâcât” şiiri ile bitir-
mişlerdir.

Destâr-ı Hayâl:
Ey hâlık-ı ‘arş senden imdâd
K’etdi beni rûzgâr berbâd
………………………….
Kurtar beni bu şikenceden sen
Hıfz eyle bu şîr-pençeden sen
Hep özgelere dayandıgımçün
Efsânelere inandıgımçün
Oldum bu siyâh derde dûçâr
Sardım başıma elimle destâr
Destâra sarıldı çok hayâlim
Düşdü nice pîçişe makâlim
Hep çîn ü hatâdan eyledim bahs
Nâ-bûd u hevâdan eyledim bahs
‘Afv eyle günâhım el-amân sen
Etme beni halka dâsitân sen

Şâirler, İbrâhîm Bâlî’nin Hikmet-nâme’si ve Gubârî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sı


gibi, mesnevîlerini tamamlamalarına vesile olan Allâh’a hamd ve şükrederek bi-
tirdikleri de görülmektedir:

Hikmet-nâme:
Bu nâme ve’s-selâm el-hamdu lillâh
Tamâm oldı tamâm el-hamdu lillâh
(Şeylan 2003: 472)

Yûsuf u Züleyhâ:
Nâmı mahmûd-ı hâs u ‘âm oldı
Sad şük(ü)r hamdıla temâm oldı
(Aktaş 2006: 215)

Sultana övgü ve saltanatının devamı için dua


Şâir, bazen eserinin “hâtime” bölümünde, sultanı anıp onu övebilir. Bazen
bu bölümde, övülenlerin şehzâde, vezir veya başka bir devlet büyüğü de olduğu
görülebilir (bkz. Çelebioğlu 1996: II/595-96). Şâirlerin bu bölümde söyledikleri
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 173
ekseriyetle birbirine çok yakındır (Ünver 1986: 448). Bu bölümde şâirler, bazen
sultanın himmet ve ihsanını istemişler (Anbarcıoğlu 1986: 170-71; Kutlar 2005:
192), bazen eserlerini ithaf ettikleri kimseye durumlarını arz etmişler (Türk 2009:
164-65) bazen de onun cülûsuna “kıt’a” nazım şekliyle şiir söylemişlerdir (Oku-
yucu 1995: 372-23). Şerîfî, Yûsuf u Zelîhâ’sında şu şekilde dua etmektedir (Kül-
türal 2001: 56):

Çog ola ömri sultan atasınun


Senâsın ide şâh-i kâm-bînün
Olup şehzâdeler ömri ziyâde
Görüp sultânı irsünler murâda
Safâlar kesb idüp pîrâyesinde
Olalar müstazıllar sâyesinde
Şu şartıla Şerîfî-i hakîri
Nazar idüp olalar dest-gîri

Şerîfî, Şâh-nâme Tercümesi’nde Sultan Kansu Gavrî’yi övmekle kalmamış,


onun meclisini, medresesini ve yaptırdığı mimarî yapılar ile kaleyi de medhet-
miştir (Kültüral vd 1999: III/1988-2004).
Şerîf Mehmed ise, Hilye’sinin “hâtime-i risâle” bölümünde Şehzâde Bâyezîd’e
seslenerek ondan yardım istemektedir (Yazar 2007: 1041).

Şâirin eseriyle ve şâirliğiyle övünmesi


Mesnevîsini bitiren şâir, eseriyle övünür. Bu vadide kendisiyle yarışabi-
leceklere meydan okur. Eskilerin usûlünden ayrıldığını, kendisinin yeni bir
usûl tuttuğunu böylece yeni bir macera anlattığını kaydeder. Mesnevîsinin her
beytinin, hatta her harfinin sırlarla dolu olduğunu, söz ve anlam sanatlarıyla
süslendiğini, bu hâliyle herkesin ulaşamayacağı bir geline benzediğini söyler.
Anadolu’da, İran’da ve Arap ülkelerinde hiçbir eserin, bununla boy ölçüşemeye-
ceğini; mesnevîsinin çeviri olmadığını, başkasının eserini çalmadığını ifade eder
(Ünver 1986: 448). Bazen Şeyh Gâlib gibi, mesnevîsini oluştururken istifade ettiği
eseri belirtir. Ancak hırsızlık etmediğini yani çalmadığını, çaldıysa “mîrî mâl”ını
aldığını kaydeder. Ayrıca şâirlerin dönemin söz sultanının kendisi olduğunu ifade
ettikleri de olur. Bazen şâirlerin mesnevî dışındaki şiirlerini de, bu bölümde öv-
dükleri görülebilir. Şeyh Gâlib’in Hüsn ü Aşk (Okay vd. 1992: 347-48; Doğan 2011:
426-29), Refî’-i Âmidî’nin Cân u Cânân (Öztoprak 2000: 277-78) mesnevîlerinin
“bitiş bölümü”nde “fahriyye-i şâ’irâne” başlığı altında kendilerini ve eserlerini
övdükleri bölüm vardır. Taşlıcalı Yahyâ, Gülşen-i Envâr’ının bu bölümünde yer
alan “Gülşen-i Envâr” başlıklı kısımda, kitabına bu adı verişini ve onun özellik-
lerini sayarak övmüştür (Doğanyiğit 1992: 187-88). Sevâdî, Hâl-nâme-i Sevâdî’sinin
174 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
sonunda yer alan “bu nazm-ı dil-sitânun ihtişâmı du’â-yı devlet-i düstûr-ı nâmî”
başlıklı manzumede eserini ve şiirini çeşitli yönlerini belirterek methetmiştir
(İnan 1990). Sünbül-zâde Vehbî ise, Lutfiyye’sinin “hâtime” kısmında yer alan şu
beyitlerle kendisini ve eserini övmüştür (Beyzadeoğlu 2004: 166-67):

Mâ-hasal köhne süvâr-ı ‘asrum


Vâkıf-ı şîve-i kâr-ı ‘asrum
Ya’nî çok nesneyi a’lâ bilürüm
Gizli ma’nâları ra’nâ bilürüm
Anla kim bu yazılan güftârı
Ekseri tecrübemün âsârı
Gayrılar böyle dekâyık yazamaz
Yazsa da ‘asra muvâfık yazamaz
Fehm idüp kadrini vicdânunda
Hırz-i cân eyleyesin yanunda

Hatîboğlu ise, eserinin sonunda yer alan “medh-i kitâb” bölümünde, önce
eserini tamamlamasından dolayı Allâh’a şükretmiş, akabinde eserinin sekiz
“bâb”dan oluştuğunu, aruzun “mefâîlün mefâîlün mefâîl” kalıbıyla yazıldığını
belirtmiş ve eserini okuyana, yazana ve yazdırana Allâh’ın rahmet ve mağfiret
etmesini dillendirmiştir (Türk 2009: 165-66). Şiirini, Sâkî-nâme’sinin bitiş bö-
lümünde, kişi ile onun timsalini arkadaş eden bir ayna, bir vecd ve hâl teşbi-
hiyle ifade eden Atâyî de, onun safa ehli tarafından okunup, dillerde tesbih
olmasının yakışık alacağını, Nizâmî’nin bu nazmı kıskanacağını, gönül üsta-
dının görülmemiş hünerler gösterdiğini, Nevâyî gibi nevayı/ezgiyi yükseltti-
ğini, Revânî’nin ruhunu şad ettiğini, kendisinin yazdığından beri söz ehlinin
“hamriyye” yazmaktan vazgeçtiğini, dost düşman herkesin bu eserden yarar-
landığını ileri sürmüş ve nazmının lafzı ile mânâsının sabah akşam seçkinler
ve sıradan kişiler tarafından beğenilmesini istemiştir. Kıskananları bile hay-
ran bırakan hayallerinin güzelliğinden, sözünün gücünden, orijinalliğinden
dem vuran Atâyî, nazmını bir meye benzeterek o meyin yere dökülse Hâfız-ı
Şîrâzî’yi dirilteceğini ifade etmiştir. İstediği gibi bir eser yazabildiği ve hayal-
lerini söze aktarabildiği için Allâh’a hamdetmiştir. Kendisini daha önce bu
tarzda yazan hüner ehli kişilerle kıyaslamış ve onlardan çok üstün bulmuş-
tur. Şimdi ise onun atı meydana hâkim olmuş ve oku savaşçıların okundan
daha uzağa düşmüştür. Ancak övünmede aşırı gittiği için gönlünü uyaran ve
davayı bırakıp edepli olmaya çağıran Atâyî, üstadla onu izleyenin, meyin es-
kisi ile yenisi gibi farklı olacağını, nakkaş resmi süslese bile asıl hüner sahibi-
nin resmi çizen olduğunu belirterek, daha önceki şâirlerin hakkını tanımış-
tır (Kortantamer 1997: 174).
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 175
Hümâmî, Sî-nâme’sinin “hâtime”sinde, eserinin Hüseynî’nin Farsça olarak
kaleme aldığı Mantıku’l-uşşâk’ın Türkçe çevirisi olduğunu, adını Sî-nâme koy-
duğunu, esasen eserinin tam bir çeviri olmadığını, sadece onun adını aldığını,
birçok yeri kendisinin eklediğini, hatta Hüseynî’nin bile kendi eserine hayran
kalacağını belirtmiştir (Altun 1995: XI). Avnî ise, Tuhfetü’l-hukkâm (Kırbıyık 2008:
194-98)’ında eserinin muhtasar olduğu için sıkıntı çekilmeden okunacağını be-
lirtir. Onun hâkim dostlarına nasîhat-nâme olduğunu, hasb-i hâl niteliği taşı-
dığını, doğruyu yansıttığını, yalan bir şeyi barındırmadığını beyan eder. Ama-
cının âlimlerin hasb-i hâlini bilmelerine yardımcı olmak, Anadolu ve Rumeli
kazaskerlerinin ihsanını elde edip borçtan kurtulmak ve hayır dua almak oldu-
ğunu ifade ederek mesnevîsinin telif sebebine işarette bulunur. “Ölmez oğul”
diye tavsif ettiği kitabının haşre dek kalıcı olacağını söyler. Eserini kimseden al-
madığını ve orijinal olduğunu dile getirir. Taşlıcalı Yahyâ’nın, Gencîne-i Râz’ının
“hâtime”sinde, eserinin bitirilmesine vesile olan Allah’a bir beyitle hamd ettik-
ten sonra, eserini övdüğü ve onun hakkında çeşitli değerlendirmelerde bulun-
duğu görülmektedir (Sarıçiçek 1991: 363).
Gelibolulu Âlî ise, Mihr ü Mâh’ın sonunda eserini övdükten sonra, onda
kullandığı sembolleri şu şekilde açıklamıştır:

Kizb yokdur sözümde hep hakdur


Her kim inkâr iderse ahmakdur
Evvelâ aña kim didüm mahbûb
Zât-ı pâkün durur budur matlûb
‘Âşık-ı nâ-murâduñam bî-şek
‘İzzetün hakkıçün sözüm gerçek
Mâh-ı bî-çâre didigüm dildür
Ki anun işi böyle müşkildür
Dâyimü’d-dehr gam-güsâr oldur
Bî-namâz ü niyâz hâr oldur
Anı kim tutdı idi dest-i ‘ases
Nefs-i şirrîrdür hemân sözi kes
Ana kim didüm âftâb-ı cihân
‘Amel-i sâlih idi ey gufrân
Ki gönül anun ile yâr olmaz
Hak bu anun gibi nigâr olmaz
Ma’nîde zerre didügüm nâkes
Dil-i zârümdeki hevâ vü heves
Geh fesâd itmege ider telkîn
Hased ü reşk ü bugz anunla hemîn
(İçli 2010: 147-49)
176 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Lâmi’î Çelebi de, eserinin “bitiş bölümü”ne başlamadan önce, Salâmân u
Absâl’ın ihtiva ettiği mânâyı açıklayan bir bölüme yer vermiştir (Uludağ 1997: 352-57).
Bu bölümde şâirlerin sadece eserleriyle değil, onları Türkçe yazmalarıyla
da övündükleri görülmektedir. Nitekim Gülşehrî Mantıku’t-tayr’ının “bitiş
bölümü”nde eseriyle ve onu Türkçe kaleme almakla övünmüştür:

Yidi yüz on yidi yıl olmışıdı


Hicrete kim bu gül açılmışıdı
Kim kıyâmet devrine degin dura
Dünyada vü kendü devrânın süre
Rûm ilinde bir mubassır isterem
Kim ana Çîn bütlerini gösterem
Rûm ili bütlerini peydâ kılam
Dahı Çîn bütlerini yagma kılam
Kendüzümi her serefrâza uram
Gül şarından odı Şîrâz’a uram
Mantıku’t-tayr’ı ki Attâr eyledi
Pârisîçe kuş dilini söyledi
Anı Türkî sûretinde biz dakı
Söyledük bülbül gibi Tanrı hakı
Çün Felek-nâme düzetdük şâhvâr
Pârisîçe taht u tâc u zernigâr
Türk dilinçe dahı Tâzîden latîf
Mantıku’t-tayr’ı eyledük ana harîf
Ben bu Türkî defterin çün dürmeyem
Pârisîçesiyile degşürmeyem
Kimse böyle tatlu söz söylemedi
Kimse bundan yig kitâb eylemedi
Bunça bâb eylemişem bunda ki hîç
Kılmadı ‘Attâr ol fende basîc
Şehd ü şeker honını key dökmişüz
Dürr ü gevher tohmını çok ekmişüz
Çün murassa’ söylene te’lîfümüz
Kimseden utanmaya tasnîfümüz
(Yavuz 2007: II/652-56)

Âşık Paşa’nın, Garîb-nâme’nin “bitiş bölümü”nde eserini Türkçe yazmasını


ve Türk diline bakışını açıklaması dikkat çekmektedir (bkz. Yavuz 2000: II/2 953-55).
Şâirlerin bazen mesnevînin “giriş bölümü”nde olduğu gibi, “bitiş bölümü”nde
de eserleri hakkındaki düşüncelerini, eserlerindeki eksiklikleri, yanlışlıkları ve ha-
talarını belirterek onların bağışlanması dileğinde bulundukları müşahede edilmek-
tedir. Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn’u (Ayan 1981: 410-11; Doğan 2010: 574-75), Dervîş
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 177
Paşa’nın Murâd-nâme’si (Kesik 2009: 280), Nev’î’nin Münâzara-i Tûtî vü Zâg’ı (Gü-
rer 2005: 131-34), Subhî-zâde Feyzî’nin Mir’ât-ı Sûret-nümâ’sı (Arslan 1999: 300-301)
ve Lârendeli Hamdî’nin Leylâ vü Mecnûn’u (Abdel-Maksoud 2004: 2/ 412-13) gibi.
Dervîş Paşa, Murâd-nâme isimli mesnevîsinde bu hususu şu şekilde ifade
etmektedir:

Bâg-ı nazmun nihâlidür hâme


Mîvesidür anun bu hoş nâme
Mîve nev-bâve olsa hâm ise de
Oldı makbûl nâ-tamâm ise de
Tıfldur san bu nâme-i mergûb
Lîk pür ‘ayb (u) gonçeveş mahcûb
Tıfla şerm ü hicâbı ‘ayb olmaz
‘Aybsız olsa lîk tıfl olmaz
Tıfl-ı nazm ne var iderse kusûr
Tıfldur diyü tutılur ma’zûr
Dimezem nazmum oldı ‘ıkd-ı le’âl
Tâ hatâ-cûyum ola ehl-i kemâl
Dür degül bir niçe sadef-pâre
Ne sadef bir niçe hıref-pâre
(Kesik 2009: 280)

Hazînî ise, bu konuda şunları dile getirmektedir:

Bu Hazînî bir kemîne hâksâr


Ehl-i ‘ilm ayagı altında gubâr
Çün Hadîs-i Erba’îni bu garîb
Türke kıldı terceme uş dil virip
Tâkatümce sa’y idüp nazm eyledüm
Uş şikeste beste bunı söyledüm
Özi tek bir nice ‘âsî mübtedî
Tâ meger kim fâ’ide ala didi
Mübtedî olanlara ben dil-figâr
Nazm idüp koydum cihânda yâdgâr
Ehl-i dillerden temennâ eylerem
‘Arz idüp hidmetlerinde söylerem
Lutf idüp her kim nazar kılsa buna
Nazmına fikr itse bunun her yana
Bula ger nazmında bunun bir sakam
‘Afv idüben çekmeye buna rakam
Yâhu ma’nâsında bula bir halel
‘Aybın örtüp müşkilini ide hal
Lutf idüben yanlışın ıslâh ide
Kim durur kim kâmil ola dünyede
(Avcı 2007: 543-44)
178 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Âsafî ise, Şecâ’at-nâme’sinin “hâtime” kısmında “Tebriz’in fethinin eserinin
sonu olduğunu, ancak asıl amacının Kazvin’in fethini yazmak olduğunu, fakat
ömrünün buna vefa etmediğini, eğer duyduklarını yazsaydı eserinin hacminin
daha da artacağını, buna ihtiyaç hissetmediğini, özellikle yalan olarak düşün-
düğü haberleri eserine almadığını, bizzat görüp şahit olduklarını aldığını” be-
lirttikten sonra, eserinin dili ve üslûbunu belirtip hatalarının hoş görülmesini
istemiştir (Özcan 2006: 574-75).
Suli Fakîh de Yûsuf u Züleyhâ’sı hakkında şunları söylemektedir:

Uçdan uça işbu kasas hûbdur


Olupdur ol habîbün yedi yüz *
Uş tamâm oldı bu kıssa ey ‘azîz
Şerh kılduk kısasun hükmini biz
Destânını Yûsufun şerh eyledük
Bülbül olup dürlü dürlü söyledük
İbn-i ‘Abbâsdan rivâyet eyledük
Anun agzından bu sözi söyledük
Artuk eksük biz bunı itdükise
Yanılup bir yanaya gitdükise
‘Afv idesiz anı gözetmeyesiz
Lutfunuzla bizi unutmayasız
Du’â kıla bu yazuklu cânuma
Dileyesiz günâhum gufrânuma
Ola kim bu dertlüyi esirgeye
Yarlıgadum Süle Fakîyi diye
Ben gireyim topraga bu söz kala
Tanrı çün okıyana du’â kıla
(Köktekin 1994: 504)

Tanınmış mesnevî şâirleri ve eserlerini anma


Şâirler, İran ve Türk edebiyatlarında, mesnevî alanında üstad kabul edil-
miş “hamse” sahiplerini, ya bu mesnevî konusunu kendinden önce işleyenleri
ya da kendinden önce değişik konularda mesnevî yazan şâirleri zikrederler.
Şâirlerin bu anışının, kişiliklerine göre değiştiği görülür. Kimileri, adını andığı
büyük şâirleri saygı ve hürmetle dile getirirken, kimileri de onlardan daha üs-
tün olduklarını ifade eder. Tabiî bunda, şâirâne anlatımın da payı vardır. Şâirler,
bu tarz düşüncelerini, bazen “hâtime” başlığı altında (Karacan 1974: 345-6), ba-
zen de ayrı bir başlık altında dile getirir (Ünver 1986: 449). Örneğin Yenipazarlı
Vâlî, Hüsn ü Dil’in sonunda yer alan “esâmî-i şu’arâ-yı kadîm” başlığı altında
bazı Türk mesnevî şâirlerinin isimlerini sayar, kendini metheder, onların meş-
hur “mesnevî-gû” olduklarını söyler, sonra da, arkalarından rahmet diler:
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 179
Zâtî vü Celîli vü Mu’îdî
Sag olsa olurdı müstefîdi
Hamdî ile Lâmi’î Fuzûlî
Urur idi hâtem-i kabûli
‘Âlî dahı ‘Ârifî vü Yahyâ
Tahsîni ile olurdı gûyâ
Rûmî şu’arâda mesnevî-gûy
Meşhûr bulardur ey hüner-cûy
Her birine sad hezâr rahmet
Kim eylediler bu resme himmet
(Köksal 2003: 554-55)

Üsküplü Atâ, eserinin sonunda yer alan “der-hâtimet ve zikr-i şu’arâ-yı


mâzî” bölümünde, bazı Fars ve Türk şâirlerini zikretmiştir:
Şöyle farz eyle ki oldun ‘Unsurî
Korsın âhir çâr-tâk-ı ‘unsurı
Farz idelüm ‘âlemün hâkânısın
‘Âkıbet hâk içre çün Hâkânîsin
Olsa tâcun çerh-i mihr-i enverî
Tahtun âhir tahtadur çün Enveri
Zerk idüp yüz kez giyersen ezrakı
Çerh ider âhir seni çün Ezrakî
Olur isen eşref-i çerh-i esîr
Menzilün hâk olısar misl-i Esîr
Niçe bir nazm-ı Dakîkî idesin
Yâ niçe fikr-i dakîki idesin
Yâ niçe efkâr-i sîm ü ‘ascedi
Bir tasavvur it ki n’oldı ‘Ascedî
…………………………………
Kanı ol mülk-i belâ Sultân Cem
Pençesinde mûr idi şîr-i ecem
Kanı Paşa kim emîr-i nazm idi
Olsa lâyıkdur Emîr-i Nazm adı
Âsaf-ı devrân kanı kim ‘Adnîdür
Lutfına lâyık Bihişt-i ‘Adnidür
Kanı Mevlânâ ‘İzârî oldı hâk
Tâze gül gibi ‘izârı oldı hâk
Kanı hikmet kânı Hâce Ahmedî
Hayr ile yâd it seversen Ahmedi
Yâ fesâhat ma’deni kim Şeyhîdür
Rûmda erbâb-ı nazmun şeyhidür
Yâ Nizâmî kim ferîd-i ‘asr idi
Pîşesi hamr-ı ma’ârif-i ‘asr idi
………………………………..
(Aksoyak 2006: 255-63; Türkmen 2000: 164-68)
180 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Nâlî Mehmed ise, Miftâh-ı Heft-kân’ının “bitiş bölümü”nde Nizâmî-i
Gencevî, Mollâ Câmî ve Hüsrev-i Dihlevî’yi anmış ve kendisini onlardan üs-
tün tutmuştur:

Tab’-ı nakkâdundur ol kân-ı güher


Silk-i nazmunla Nizâmî fahr ider
‘Âlem-i ma’nâda Câmî bî-karâr
Câm-ı endîşenle olmış neşve-dâr
Lücce lücce tab’-ı gevher-bâruna
Hüsrev eyler ser-fürû güftâruna
(Savaş 2002: 160)

Mesnevîlerin bu “bitiş bölümleri”nde en çok adı geçen şâirler: Firdevsî-i


Tûsî, Attâr-ı Nîşâburî, Nizâmî-i Gencevî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sa’dî-i
Şîrâzî, Emîr Hüsrev-i Dihlevî, Hâcû-yı Kirmânî, Mollâ Câmî, Alî Şîr Nevâyî,
Hamdullâh Hamdî, Şeyhî, Celîlî, Lâmi’î ve Yahyâ Bey’dir.
Bazen bu bölümde, mesnevî şâirlerinin “hamse” sahibi şâirleri andıktan
sonra, kendilerinin de onları takip ederek “hamse” yazdıklarını ifade ettikleri
ve “hamse”lerini oluşturan mesnevîler hakkında bilgi verdikleri de görülmekte-
dir. Nitekim Nev’î-zâde Atâyî, Heft Hân’ının “hâtime-i kitâb ve ‘ıkd-ı ser-rişte-i
gevher-i nâ-yâb” başlığı altında, mesnevîde birçok üstadın eser verdiğini, içlerin-
den özellikle Nizâmî-i Gencevî, Hüsrev-i Dihlevî ve Mollâ Câmî’nin seçkin bir
yere sahip olduğunu, kendisinin de âcizâne onların arasına katıldığını ifade ettik-
ten sonra, hamse yazmaya giriştiğini, Âlem-nümâ, Nefhatü’l-ezhâr ve Sohbetü’l-
ebkâr’dan sonra Heft Hân’ın hamsenin dördüncü mesnevîsi olduğunu haber ve-
rir. Ayrıca Heft Hân’ı hem tanıtır hem de onunla övünür (Kortantamer 1997: 245):

Vâdi-i mesnevîye düşdi güzer


İtdüm ol râh-ı bî-kerâna sefer
Anda menzil-be-menzil üstâdân
Gördüm itmiş hezâr turfe nişân
…………………………………
Bâ-husûs içlerinde üç üstâd
Şast-ı pür-zûrına virince güşâd
………………………………
Biri Hüsrev biri Nizâmîdür
Biri ser-mest-i ‘ışk Câmîdür
…………………………….
Nice pey-revler itdi sonra zuhûr
Her biri geçdi Rüstem-i pür-zûr
Birbirinden kalur degül bunlar
Bulmadı imtiyâza kimse zafer
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 181
……………………………….
Hamse erbâbına idüp taklîd
Eyledüm pençegîri-i hurşîd
Evvelâ vâdi-i Şeref-nâme
Oldı câ-yı tetebbu’-ı hâme
Oldı ‘Âlem-nümâ ki sûret-yâb
Saldı âyîne-i Sikendere tâb
Sâniyen oldı Nefhatü’l-ezhâr
Pertev-i nakş-ı Matla’u’l-envâr
Bûy-ı dilkeşle halkı mest itdi
Mahzenün pâyesini pest itdi
Sâlisâ nazm-ı Sohbetü’l-ebkâr
Oldı silk-i güher gibi hem-vâr
İrdi ol gevher-i miyâneye dest
Revnak-ı Subhaya irişdi şikest
Râbi’an eyledüm söze âgâz
Saldum âfâk-ı ‘âleme âvâz
Heft Peyker ki oldı pîş-nihâd
Oldı âhir cevâbı vefk-i murâd
……………………………….
Bu kumâş-ı latîf-i reng-â-reng
Oldı bir bend içinde cümlesi teng
Heft-reng oldı bu gül-i tâze
Gül iken gonce itdi şîrâze
Nûr-ı fikretle bu şükûfe-i şeng
Felek-i nazma oldı Heft-evreng
Cengimiz ‘ışkla olup her dem
Tîg-ı gam oldı gamgam-ı Rüstem
Gîr ü dâr-ı gamı beyân itdüm
Nâmın illerde Heft-hân itdüm
(Karacan 1974: 345-7)

Celîlî Hüsrev ü Şîrîn’inde, eserine Nizâmî gibi “hamse sahibi” olmak


için başladığını, akabinde hikâyeyi uzatmak istemediğinden dolayı eserinin
Şeyhî’ninkinden daha kısa olduğunu, son olarak da Firdevsî’nin Şâh-nâme’sine
el uzatacağını ve eserini 30 ayda ortaya koyabileceğini dillendirmektedir. Ayrıca
burada kendi şiirini övdüğü de dikkat çekmektedir (Kazan 1997: 34).
Gelibolulu Âlî Tuhfetü’l-uşşâk isimli mesnevîsinde eserleri ve şâirliğiyle
övündükten sonra başkalarını zemmetmiştir. Ancak bu durum mesnevîlerde
çok sık görülmez. Bu tavrı şâirin agresif kişiliğinin yansıması kabul etsek de bu
durum yaygın değildir (bkz. Aksoyak 1995: 344-47):
182 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
………………………..
Şimdi bu Tuhfe-i ‘Uşşâk hemân
Döndi ol gülşene irmeye hazân
Olmaya mîveleri hâyîde
Dest-i bîgâne tokunmaya gide
Seng-i ta’n atmag ile câhiller
İrmeye mîvesine kılca zarar
…………………………….
Halk-ı ‘âlem katı nâ-dân ancak
Cem’-i mâl itmede hayrân ancak
Hep fesâhatle fezâhat yeksân
Cümlede noktaca yokdur iz’ân
Ser-te-ser zahmet ile rahmet bir
Farkı yok gayret ile ‘ibret bir
Mansıbun var ise ol sadr-nişîn
Yohsa fazlunla kalursın hod-bîn
Kendüzin gördi diyü bir niçe hâr
Zemmider kanda ki yâd eyleseler
Görinen kendüleridür ammâ
Sâfdur âyine-i dil zîrâ

Hüseyin Fütûhî, Enîsü’l-guzât’ının “hâtime” kısmına doğrudan Şeyhî’yle


kendisini kıyas eden beyitlerle başlamış, kendisinin ondan üstün olduğunu, hatta
Şeyhî’nin kendisine mürid olacağını vurgulamıştır:

Egerçi kodı Şeyhî bir bülend ad


Be-medh-i Hüsrev ü Şîrîn ol üstâd
Velî ben ögdügüm şâh-ı hümâ-fer
Tutar bin Hüsrev ü Şîrîn çâker
……………………………….
Velî bu nazmı dahı görse Şeyhî
Mürîd olup fakîre virdi şeyhi
Ki zîrâ tercemedür ol vedî’at
Nizâmî’den olupdur fi’l-hakîkat
Benüm hod ihtirâ’-ı hass-ı dildür
Fünûn-ı şîve-i rakkâs-ı dildür
Kim ola tercemeyle ihtirâ’ı
Berâber ‘add idüp ide nizâ’ı
Fütûhî medh idersen it Hüsâmı
Alan oldur ‘adûdan intikâmı
(Aydemir 2006: 82)
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 183
Şâirin eserine verdiği ad
Kimi mesnevîlerde şâirler eserlerine verdikleri adı bildirirler:

Cilâ’ü’l-kulûb:
Çün eyler cilâyile def’-i kürûb
Anun nâmı dindi Cilâ’ü’l-kulûb
(Özkan 1990: 263)

Heft-hvân:
Gîr ü dâr-ı gamı beyân itdüm
Nâmın illerde Heft-hvân itdüm
(Karacan 1974: 347)

Bahrü’l-kemâl:
Nazmı anun olmag ile bî-misâl
Didüm anun nâmına Bahrü’l-kemâl
(Okuyucu 1995: 364)

Bildirdikleri bu adın, mesnevînin nüshalarında farklı geçtiği de görülebilir.


Örneğin Şeyh Baba Yûsuf’un Mevhûb-ı Mahbûb’unun ismi, Konya Koyunoğlu
Kütüphanesi’nde bulunan nüshasına göre “Mahbûb-ı Mahbûb”, Orhan Ersoy’da
bulunan nüshasına göre ise, “Mevhûb-ı Mahbûb”dur:

Kitâbuñ adını Mahbûb-ı Mahbûb


Kodum feth itdi Hak itmedi mahcûb

Kitâbuñ adını Mevhûb-ı Mahbûb


Kodum feth itdi Hak itmedi mahcûb
(Kartal 2000a: XXIX, 525, 568)

Bu adın, ebced hesabıyla, eserin yazıldığı tarihi verdiğini de görebiliriz.


Şâirlerin, eserlerine iki ad verdikleri de olur (Ünver 1986: 449). Nitekim Cem Sul-
tan, Cemşîd ü Hurşîd mesnevîsinin “hâtime” kısmında eserine, Âyât-ı Uşşâk is-
mini verdiğini bildirdikten sonra, Cemşîd ü Hurşîd’in ona lakap olduğunu söy-
ler. Ayrıca Âyât-ı Uşşâk terkibini eserin yazılış tarihini verdiğini de kaydeder:

Safâ bulmagiçün bu sözden uşşâk


Didüm adını hem Âyât-ı Uşşâk
Hisâb idersenüz ehl-i tevârîh
Girü adı olur kendüye târîh
Bu adı diyübeni olma nevmîd
Lakabdur dinilür Cemşîd ü Hurşîd
(Okur Meriç 1997: 681)
184 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Vardarlı Fazlî, mesnevîsinin adının Mahzenü’l-esrâr olduğunu, ancak okuya-
nın gamını gidermesinden dolayı, diğer adını Dâfi’u’l-hüzn koyduğunu ifade eder:

Ger tefahhus eyler isen nâmı ne


Mahzenü’l-esrâr didüm nâmına
Dâfi’u’l-hüzn oldı bir nâmı dahı
Hüzni kalmaz okuyanlar i ahi
(Aksoyak 1999: 55)

Şâhidî de, Leylâ vü Mecnûn’a iki isim vermiştir:

Bunuñ kim ‘ışkıla oldı nizâmı


Dinildi Gülşen-i ‘Uşşâk nâmı
Hevâ bu gülşeni k’itdi mu’attar
Görindi hatmi târîhine mazhar
Eger bu ad virmezse tesellî
Lakabdur diyeler Mecnûn u Leylî
(Şâhidî (x): 190a)

Şâirlerin, eserlerine verdiği ismi, Arapça beyitle de bildirdiği görülmekte-


dir. Yazıcıoğlu Mehmed’in Muhammediyye’si gibi:

Hede’l-ehadü min-delâleti’l-Ahmediyye
Bede’l-Ahmedü min-celâleti’l-ehâdiyye
Lemmâ hademtü bi’r-risâleti hatme’r-risâlet
Semmeytühâ bi’r-risâleti’l-Muhammediyye27
(Çelebioğlu 1996: II/605)

Bazen şâirler mesnevîlerine verdikleri ismi, eserlerinin giriş kısmında be-


lirtmişlerdir. Nitekim Bosnalı Muhlis, manzum seyâhat-nâmesine verdiği ismi,
eserinin giriş kısmında yer alan şu beytinde zikrederken:

Ola ismi Delîlü fi’l-menâhil


Vü hem nef’inde Mürşid fi’l-merâhil
(Coşkun 2007: 44)

Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi ise;

Heves birle urup bünyâdın anun


Heves-nâme kodum hem adın anun
27
Bir olan Tanrı, Ahmed’in kılavuzluğuyla (insanlara) apaçık bir yol açtı. Ahmed
Ahadiyetin yüceliğinden zuhur eyledi. Ben, bu risale ile risaletin mührüne hizmet
ettiğimden onu Muhammediyye risalesi olarak isimlendirdim.
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 185
beytiyle belirtmiştir (Sungur 2006: 212)
Mu’înî, mesnevîsine verdiği ismi ve lakabı, eserinin giriş kısmında yaz-
mış olduğu iki ayrı manzume ile açıklarken (Yavuz 2007a: II/18-21), Dervîş Paşa
da “ism-i kitâb” başlıklı manzumesinde belirtmiştir (Kesik 2009: 90). Halîlî-i
Mar’aşî ise, eserinin daha başlarında adını, konusunu ve hüviyetini şu beyit-
lerle dillendirmiştir:
Delâlet itdügince bana Mevlâ
Müyesser itdügince Rabb-i a’lâ
Yazup şer’-i şerîf-i Mustafâdan
Beyân itdüm tarîk-ı muktedâdan
Sülûk ü seyri icmâl üzre iy yâr
Kitâb içinde yazdum ol haberdâr
Kitâbun Ravzatü’l-îmândur adı
İşit lafzı vü fehm eyle murâdı
Egerçi zâhirâ bu muhtasardur
Velî ma’nâda gâyet mu’teberdür
………………………………..
Bekâ bâgı durur olmaz bu fânî
Giren buldı hayât-ı câvidânı
(Alıcı vd. 2012: 48-49)

Hasetçilere, acemi ve dikkatsiz müstensihlerle metni doğru


dürüst okuyamayan okuyuculara yergi, bunların esere vereceği
zarardan Allâh’a sığınma
Şâir eserini bitirirken onu, kıskananların şerrinden koruması; harflerin ya-
zımını birbirine karıştıran, noktalarını alt üst eden dikkatsiz ve beceriksiz müs-
tensihlerden esirgemesi; sözden anlamayan, düzgün okuyamayan okuyucuların
eline düşürmemesi için Allâh’a yakarır (Ünver 1986: 449). Mesela, Nev’î-zâde Atâyî,
Sohbetü’l-efkâr’ının “hâtimetü’l-kitâb” bölümünde hem dikkatsiz müstensihlerden
hem de sözden anlamayan ve düzgün okuyamayan okuyuculardan Allâh’a sığınır:
Dâd u feryâd iki şahs-ı nâdân
Oldılar düşmen-i cân-ı ‘irfân
Biri ol kâtib-i tashîf-nüvîs
Ki virir ma’nîye hükm-i telbîs
………………………………
Biri ol tâ’ife-i nâ-mevzûn
Ki ide nazmın işin dîger-gûn
Gire bir sûrete şi’r-i fâhir
Ki anı bilmeye görse şâ’ir
(Yelten 1999: 277-79)
186 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Aynı durum Kara Fazlî’nin Gül ü Bülbül’ünde de görülmektedir:

Umaram k’eyleye Hudâ-yı Gafûr


İki kesden cemâlini mestûr
Birisi ol ki olmayup vâkıf
Ola estâr-ı ‘iffetin kâsif
Olmayup lafz u ma’nisine habîr
Geh zeber kıla lafzını geh zîr
Lutf-ı lafzına infi’âl vire
Vezn-i nazmına ihtilâl vire
Kimini kem kılup kimin efzûn
Ola mevzûn dilinde nâ-mevzûn
Olmaya iktidârı hîç söze
Okurın sana dahı beyti boza
Biri ol kâtib-i hatâ-pîşe
Ki hatâdan çeker hata tîşe
Hattı bî-vech elifle ide hatâ
Ola hattında sehv birle hatâ
Bî-mahal nokta eyleye geh ü gâh
Zârı târ eyleye penâhı tebâh
Yâra dâyim mahabbeti mihnet
Kıla cehlile lezzeti zillet
Çeküben mîl hâmeden her dem
Kör ide çeşm-i sâdı ‘aynın hem
(Öztekin 2002: 426-27)

Şâh u Dervîş’inde, eserinin başına gelebilecek her türlü tehlikeden Allâh’a


sığınan Edirneli Güftî, onu bu tehlikelerden esirgemesi için Allâh’tan yardım
istemiştir:

Bu sühan-ı dil-keş ü zîbendeyi


Bu gül-i zîbâ-yı firîbendeyi
Dîde-i nâ-ehlden it anı dûr
Olmaya tâ kilki hırâş-ı sütûr
Şâhid-i nazmı olıcak rû-nümâ
Dîde-i nâ-ehle anun dâyimâ
Her elifin nâvek-i hûn-rîz kıl
Sînini bir erre-i ser-tîz kıl
Görmeye ruhsâre-i gülzârı hem
Sîlî-i âsîb-i hazân-ı elem
Sâgar-ı mazmûnı ola dâyimâ
Encümen-efrûz-ı bisât-ı edâ
(İnan 2006: 176)
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 187
Nev’î-zâde Atâyî, Sâkî-nâme’sinde ise, öncelikle dostlarından eserine ihti-
mam gösterip, eksiklerini tamamlamalarını ister. Akabinde en büyük korkusu-
nun eserinin şiirden anlamayan, dili bozuk kişilerle, usulsüz, yanlış yazan kötü
kâtiplerin elinde bozulması olduğuna vurgu yapar ve her ikisinden de Allâh’a
sığınır (Kortantamer 1997: 174):

Ricâm ol ki yârân idüp ihtimâm


Nice dürlü noksânın ide tamâm
Tokunmaya bu silk-i pür-gevhere
Şu kim nesr ide nazmını tel kıra
Ola san’at-ı nazmdan bî-vukûf
Dilinden dökile perîşân hurûf
Selîka dürüst olmasa şöyle bil
Ki taktî’ ile hiç okutmaya dil
Selîkî isen kıl söze verzişi
‘Arûza kalursa olur nazm işi
Husûsâ ki ol kâtib-i nâ-kabûl
Ki ola anun hâmesi bî-usûl
Dürüst okuya yanlış imlâ ide
Boza veznini şi’ri inşâ ide
Nazîre ola hattı ol câhilün
Eli azgına uymaya bâtılun
Hudâ hıfz idüp ikisinden müdâm
Bozulmaya bu nazm-ı dil-keş-nizâm
(Kuzubaş 2009: 206-207)

Gelibolulu Âlî de, aynı düşünceleri Mihr ü Mâh isimli mesnevîsinde şu


şekilde dile getirmektedir:

Kangı câhil ki yok dilinde fürûg


Anlamayup sana bu hâli dürûg
Gönder anun eline rûz-ı hisâb
Buña benzer kara yazılu kitâb
Kangı kâtib ki bilmeye imlâ
İde bu nazm-ı dil-güşâda hatâ
Zâ yirine yazarsa hey’et-i zâl559
Lâmını eyle cânına çengâl
Vâv-ı vaslı ki bilmeye tahkîk
Eyle cânından anı sen tefrîk
Hâsılı isterüm ki bu inşâ
Ehl-i ‘irfân olana ola sezâ
Almasun anı deste câhiller
Virmesünler bu hoş kitâba zarar
(İçli 2010: 150)
188 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Avnî ise Tuhfetü’l-hukkâm’da bu konuda şunları söylemektedir:
Degül insân hatâdan hâlî
Anma dilde elem ü eşgâli
Sehv ü noksânını idüp maksûd
Ana dahl eyler ise ba’zı hasûd
İki ‘âlemde anı ma’bûdum
Nâ-murâd ide budur maksûdum
Şu’arâ nâmına ba’zı süfehâ
El uzunlugını eylerse ana
Şâh-ı desti kalem-âsâ kurısun
Huşk olup berg-i lisânı çürisün
İre ol kâtibe bin derd sarîh
Yazdugın eylemez ise tashîh
La’net ol kâtib-i nâ-ehl olana
Har-ı nâ-kâbil-i pür-cehl olana
Bilmeyüp kâ’ide-i hattı fakat
Yaza imlâsını ma’lûl u galat
Niçe tiryâkî vü bengî mecnûn
Gâh olur nazmı yazar nâ-mevzûn
Kâtibün ekseri hod câhil olur
Ehl-i keyf ise eger mühmil olur
Veznden nazmı ider cehl ile dûr
Okıyan kimse bulur anda kusûr
(Kırbıyık 2008: 198-200)

Bazen Tuhfetü’l-uşşâk (Aksoyak 1995) ve Tuhfetü’l-hukkâm (Kırbıyık 2008:


200)’da olduğu gibi, mesnevîlerde dikkatli müstensihlerin övüldüğü de görül-
mektedir:
Tuhfetü’l-hukkâm:
Rahmet-i Hak bula ol kâtib-i hûb
Yaza hem-vâr ü sahîh ü mergûb
Ola hattı ya nesih ya ta’lîk
Yazup anı kıla sonra tatbîk
Yaza hem surh ile her ser-suhanı
Gül ile pür kıla bu encümeni
Yaza her satrı mukâbil ide ol
Belki etrâfına cedvel ide ol
Beyti bir dil-ber-i ra’nâya döne
Cedveli ‘âşık-ı şeydâya döne
Fi’l-mesel sînesini idüp çâk
Yârı koynına koyar ‘âşık-ı pâk
Râyegân vâsıl olup ol gence
Rûz u şeb ana olur eglence
(Kırbıyık 2008: 200)
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 189
Âlî de Tuhfetü’l-uşşâk’ta, cahilliklerinden, daha fazla para kazanmak için
eseri bir an önce bitirmeye çalışmalarından, dikkatsizliklerinden, semen ile se-
meni, fâzıl ile fâsıl kelimelerini birbirlerinden ayıramayacak kadar cahil olduk-
larından dolayı müstensihleri eleştirmiş, akabinde işinin ehli olup imlâ konu-
sunda dikkatli ve titiz olanları ise şu şekilde övmüştür (Aksoyak 1995: 93-94):

Devlet ol kâtib-i bî-hemtâya


Cân ile dikkat ide imlâya
‘Acele eylemeye kârında
Tama’ı terk ide bâzârında
Hâmesi gibi zebânı her bâr
Zikr-i Hakk ile ola gevher-bâr
Yanını bekleye mânend-i devât
Ka’r-ı zulmetde iken âb-ı hayât
Kâgıdı gibi ola alnı sefîd
Tîre-baht olmaya gûyâ tesvîd
Yazsa ‘ömrinde bu nazmı bir kez
Hak Te’âlâ ide kârını genez

Taşlıcalı Yahyâ ise Gencîne-i Râz’ında kötü ve hatalı yazan kâtibi eliştirir-
ken, iyi ve güzel yazanı övmüştür (bkz. Sarıçiçek 1991: 363-65).

Mesnevînin beyit sayısı


Bütün mesnevîlerde bulunmamakla birlikte, bazı şâirlerin, mesnevîlerinin
kaç beyit olduğunu bildirdikleri görülür. Şâirin bildirdiği sayı ile eldeki nüsha-
ların beyit sayısı, her zaman aynı olmayabilir. Bu durum, ya şâirin beyit sayısını
yuvarlayarak vermesinden ya da müstensihlerin ihmalinden kaynaklanır. Ay-
rıca şâirin esere sonradan eklemeler yapması ve önceden verdiği beyit sayısını
değiştirmesi de böyle bir sonuç doğurabilir (Ünver 1986: 449).

Varka ve Gülşâh
Bin yedi yüz beyt ola bu dâstân
İçi tolu dürr cevâhir la’l ü kân
(Köktekin 2007: 295)

Murâd-nâme:
Tamâm on bin ü dört yüz on beyt olur
Çag âhırgı beyt ile dirsen n’olur
Rubâ’îsi ferdi sayıldı bile
‘Arab beyti dahı ki geldi dile
(Ceyhan 1997: II/1052)
190 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Ferah-nâme:
Bu şi’rün sagışı üç bin otuzdur
Kim eksük olmaya bu denlü sözdür
(Özbostancı 1991: 285)

Heft-hvân:
Nakd-i ömri kılup bu san’ata harc
Varum itdüm bu dürc-i gevhere derc
Oldı bî-illet-i “le’alle vü leyt”
Kesr ü noksânı ile üç bin beyt
(Karacan 1974: 347)

Yûsuf u Züleyhâ:
Bu dürc-i nazm içinde derc olan dür
Yidi bin yidi yüz yitmiş yididür
(Kemal Paşazâde 1979: 208)

Şerh-i Hadîs-i Erba’în:


Üç bin oldı hem sekiz yüz beyt bu
Hakka irişdi bi-’avn-i ferd hû
(Avcı 2008: 70)

Mürşidü’l-ubbâd:
Pes bu cevher nazmunı virme ana
Bu sözi te’kîd ile didüm sana
Dercdür bu hokkada iy mu’teber
İki bin kırk bir u bir dane güher
(Çelebioğlu 1999: 280)

Hüsrev ü Şîrîn:
Sorarsan ger bu nazm-ı dür-nisârı
İki bin on tokuz oldı şümârı
(Kazan 1997: 259)

Beyit sayısının bazen ebced harfleriyle verildiği de görülmektedir. Nâkâm’ın


Leylâ vü Mecnûn’u gibi:

Hem itdim beytini ta’dâd fi’l-hâl


Üçer gayn oldı bir yâ bir de zâl (3710 beyit)
(Levend 1959: 348)
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 191
Şâirler mesnevîlerini, bazen mesnevîlerinin beyit sayılarını Türkçe
veya Arapça belirterek bitirmişlerdir. Ahmed-i Rıdvân’ın Hüsrev ü Şîrîn’i ve
Rıdvâniyye’si gibi:

Hüsrev ü Şîrîn:
Bu nazm-ı dil-güşâ çün rişte-i dür
‘Adedde altı bin üç yüz sekizdür
(Tavukçu 2000: 552)

Rıdvâniyye:
Bu kitâb ebyâtı bununla tamâm
Oldı elfeynu semânîn ve’s-selâm
(Yılmaz 2007: 169)

Şâirlerin külliyâtında yer alan eserlerin toplam beyit sayısını verdikleri de


müşahede edilmektedir. Nitekim Ârif külliyâtında yer alan Vefâtü’n-nebî’sinin
sonunda, bu eserinin beyit sayısını 1402 olduğunu ifade ettikten sonra, külliyâtın
Mevlid ve Mi’râc’la birlikte beyit sayısını dörtbin olarak belirtir (Baldemir 1996: 100):

Bil Vefât ebyâtıdur iy mu’teber


Bin dahı dört yüz iki dane güher
Mevlid ü Mi’râc Vefât ebyâtı hem
Bil ki dört bin gevher old’iy muhterem

Mesnevîlerin beyit sayıları nadir olarak “konunun işlendiği bölüm”de de


zikredilmiştir. Nitekim Tebrizli Ahmedî Yûsuf u Züleyhâ’sının “âgâz-ı kıssa-i
Yûsuf ‘aleyhi’s-selâm” başlığı altında eserinin beyit sayısını, 57 günde Tebrîz’de
tamamladığını da belirterek şu şekide ifade etmiştir (Kayık 2007: XXX):

Elli yidi günde bu tuhfe-nizâm


Hatme geldi Tebrîz içinde temâm
Dört bin ile otuz biş beytdür
Bu nizâm-ı fahrınun nazmında-dur

Mesnevînin yazılışıyla ilgili tarihler


Mesnevî’nin “bitiş bölümü”nde şâirler, eserlerinin sona erdiği tarihleri be-
lirtmişlerdir:

Kutadgu Bilig:
Yıl altmış iki erdi tört yüz bile
Bitiyü tükettim bu söz ülgüle28
(Arat 1979: 641)
28
Yıl dörtyüz altmış iki idi, bu eseri yazıp tamamladım (Arat 1988: 465).
192 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Leylâ vü Mecnûn:
Tokuz yüz beşde bu nazm-ı cevâhir
El-hamdu lillâh iy Hamdî oldı âhir
(Hamdullâh Hamdî: 122b)

Muhabbet-nâme:
Bu defter kim bolup-dur Mısr kandı
Yiti yüz yıl tört içre tükendi
(Sertkaya 1972: 25)

Kimi mesnevîlerde şâir, eserinin bitiş tarihi ile birlikte eserine nerede ve
ne zaman başladığını da bildirir:

Varka ve Gülşâh:
Varka vü Gülşâh sözini biz hele
Söyledük küllî tamâmet nazmıla
Başladuk Sivas şehrinde bunı
Kim rebî’ü’l-evvelün evvel güni
Hem rebî’u’l-âhir ilkinde tamâm
Eyledük rûz-i düşenbih ve’s-selâm
Yidi yüz kırk üç yılındadur bu dem
Kim bunun târîhine urduk kadem
(Köktekin 2007: 295)

Gülşen-i Uşşâk:
Sitanbul içre olup ibtidâsı
Dahı görinmeziken intihâsı
Baña devrân ki çok bâzîce kıldı
Terahhum eyleyüp Yunana saldı
Ki ol Hânuñ irişdüm hizmetine
Giyüp hil’atlerin bindüm atına
Çü gördüm baña bu lutfın İlâhuñ
Kitâbı bağladum adına Şâhuñ
Tamâme irdi Sultân devletinde
Umaram kim bula ragbet katında
Kitâbuñ nazmına olmakda meşgûl
Mu’âsır düşdi ol Şâh ile bu kul
Bulup bir yıl içinde feth-i bâbı
Bu nazm ile o sultânuñ kitâbı
............................................
Cemâd-i âhir ayında nihâyet
Bulup yazıldı nefse irdi gâyet
Tutup yüz Konya şehrinde tamâme
Bu zîverler beyâza geldi nâme
(Şâhidî (x), 189b-190a)
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 193
Bazen de mesnevînin yazılmaya nerede başlandığı belirtildikten sonra, ya-
rım kalan eserin nasıl ve kimin teşvikiyle bitirildiği açıklanmıştır:

Cilâ’ü’l-kulûb:
Müyesser kılup intihâsın Hudâ
Burusa’da oldı ana ibtidâ
Dinildükde andan bir iki varak
Sitanbul’da sevk itdi takdîr-i Hak
Velî anda geldükde kayd-ı kifâf
Unutdurmış idi anı bî-hilâf
Ferâmûş idüp bir niçe rûzigâr
Bu vech ile devr itdi leyl ü nehâr
Pes andan gelüp rûz-ı ferhunde-fâl
Tulû’ itdi ol mihr-i evc-i cemâl
Ma’ârifden idi ‘ayân u nihân
Seher şâma dek güft ü gûmuz hemân
Salup milket-i câna gavgâ vü şûr
Açup virdi bu çeşm-i giryâna nûr
Görüp bir gün ol nüsha-i ebteri
Begendi be-gâyet o şi’r-i teri
Bakup kıldı izhâr-ı şûr u şegab
O dem kıldı tekmîlin anun taleb
Çü her emri olmışdı anun mutâ’
Kabûl eyledüm bî-cidâl ü nizâ’
Mukayyed olup nazma her rûz u şeb
Tamâm eyleyüp anı çekdüm ta’ab
(Özkan 1990: 264)

Mesnevînin yazılmaya başlandığı zaman tarih, ay ve gün olarak verildiği


gibi, “bahâr”, “hazân”, “sayf (= yaz)”, “şitâ (= kış)” gibi mevsim adları söylene-
rek de belirtilebilir:

Cemşîd ü Hurşîd:
Safer ayında oldı ibtidâsı
Velî şa’bân ayında intihâsı
(Okur Meriç 1997: 681)

Câmâsb-nâme:
Ol zamân kim dâsitâna başladum
Eski yirde yeni dalı aşladum
Güllerün vakti tamâm olmış idi
Ötmege bülbül seher durmış idi
..................................................
194 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Sebze ‘âlem gül açılmış bâgda
Başladum ben bu söze ol çagda
Hem tamâm olınca bil itdüm tamâm
Yine gül vakti olınca ve’s-selâm
Bil Nebînün hicretinden bu zamân
Geçdi sekiz yüz otuz üç yıl tamâm
Târîhi andan durur işte didüm
Nitekim ol resm ü ‘âdetdür kodum
(Çelebioğlu 1999: 244)

Mesnevînin kaleme alınış tarihi, yazıldığı mevsimin geniş bir tasviriyle bir-
likte verildiği de görülmektedir:

Câmâsb-nâme:
Ol zamân kim dâstâna başladum
Eski üzüm(e) yeni tal aşladum
Güllerün vakti tamâm irmiş idi
Ötmege bülbül seher turmış idi
Tûtiler sükker yiyüp söyler idi
Kumrılar derdin ‘ayân eyler idi
Gonca göstermiş idi la’l-i lebin
Hem benefşe bildür(ür)di gabgabın
Ebr-i nîsân saçarıdı dürleri
Jâle gül yüzinde kılmış derleri
Esdügince sebzeye bâd-ı sabâ
Her çiçek salınup ider merhabâ
Gülleri açdukça ol bâd-ı nesîm
Saçular saçar bâga gül la’l u sîm
‘Ârifâ ‘âlem teferrüc oldıdı
Kamu ölmişler dirilüp geldidi
Her biri virürdi bir hâlden haber
Yiryüzi hep tolmışıdı pür-’iber
Taglarun gözi yaşı akarıdı
Her kayadan bir bunar çıkarıdı
Güllerün çevre kenârı saz idi
Çayır içre tolu ördek kaz idi
Çüft olup kuşlar yuva yapmış idi
Gönlümi sevdâ inen kapmış idi
‘Akl u cân tolmışıdı bu ‘ibrete
Tâ bitüpdür kudrete hem ‘ibrete
Merg-zârun her çiçegi bir nigâr
Tonanup karşısına akar bunar
Her sular olmışıdı âb-ı hayât
Küllî şey anda yunadı bü’l-hayât
Sebz ‘âlem gül açılmış bâgda
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 195
Başladum ben bu sözi ol çâgda
Hem tamâm olınca bil itdüm tamâm
Yine gül vakti olınca ve’s-selâm
Bil Nebî’nün hicretinden bu zamân
Geçdi sekiz yüz otuz üç yıl hemân
Târihi andan durur uşda didüm
Nitekim ol resm ü ‘âdetdür didüm
…………………………………..
Şehr-i Aydıncık içinde bu kelâm
Yazılup düzilüben oldı tamâm
(Koncu 1994: 228-31)

Özellikle ilk dönem mesnevîlerinde, eserin bitiş tarihinin hicrî yıl olarak
açıkça belirtildiği görülmektedir (Ünver 1986: 449):

Esmâ-i Hüsnâ Şerhi:


Tokuz yüz kırk sekiz oldukda hicret
Bu nazma irdi Hakkdan ‘avn-ı nusret
(Külekçi trhs.: 151)

Leylâ vü Mecnûn:
Tokuzyüz beşde bu nazm-ı cevâhir
Bi-hamdi’llah Hamdî oldı âhir
(Hamdullâh Hamdî: 122b)

Leylâ vü Mecnûn:
İşidenler dilerse kim bu nâme
Bile ne ‘asrda irdi temâme
Nebînün hicretinden tuta sâli
Ki tâ ma’lûm idine bu makâli
Çeke ebced hurûfını şümâre
Cümel üslûbı üzre âşikâre
Pes anlaya k’olur târîh-i mevzûn
Tahayyür-nâme-i Leylî vü Mecnûn
(Abdel-Maksoud 2004: 2/412)

Şâirler, eserlerinin bitiş tarihini hicrî yıl olarak açıkça belirtmekle kalmamış-
lar, bazen eserlerini yazdıklarında kaç yaşında olduklarını da kaydetmişlerdir:

Hüsrev ü Şîrîn:
Deh-sâle iken bu ‘abd-i nâçâr
Tab’ı idi müsta’idd-i eş’âr
Bu nazmı hem itdiginde inşâd
196 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
‘Işrîn idi olsa sinni i’dâd
Bu nâme-i nev ki oldı itmâm
Âvâzesi kıldı çarhı sersâm
İrdikde hitâma her me’âli
Bin iki yüz on beş oldı sâli
(Sevgi 2007: 27)

Hüsrev ü Şîrîn:
Tokuz yüz on tokuz olmışdı hicret
Ki pâyân buldı bu tumâr-ı mihnet
Bidâyet gurre-i âhir cemâzeyn
Nihâyet âhır-ı ûlâ-i ‘ıydeyn
…………………………….
Çü bahr-i tab’dan bu dürr-i nâdir
Yigirmi beş yaşumda oldı sâdır
(Kazan 1997: 258-59)

Eserin bitirildiği tarih, bazen yıl, yıl-ay, yıl-ay-gün olarak verildiği gibi, ba-
zen de mevsim adları söylenerek açıklanmıştır:

Düstûrnâme-i Enverî:
Şükr Hak avniyle idüp ihtimâm
Eyledüm Düstûr-nâmeyi temâm
Çün sekizyüz altmış tokuzda yıl
İrdi Zi’l-hiccede âhir oldı bil
(Enverî 1928: 108)

Gül ü Hüsrev:
Sekiz yüz yıl sekiz dahıydı hicret
Ki biz kılur idük bu sözi fikret
Sekiz güniyidi oruç ayınun râst
Ki hatm itdük kelâmı bî-kem ü kâst
(Yoldaş 1998)

Tuhfetü’l-mü’min:
Yazıldı târîhi işbu kitâbun
Tokuz yüz altısında Mustafânun
Sefer ayınun ‘asr-ı evveli hem
Tamâm oldı bu söz va’llâhu a’lem
(Çifçi 2003: 357)
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 197
Gül ü Nev-rûz:
Olup penc ile heştâd ile nüh sad
Bu tertîbâta târîh oldı sermed
Cumâdın âhirinde buldı itmâm
Gül ü Nev-rûz iy ferhunde-fercâm
Şeb-i cum’a zemânıydı işâ’eyn
Temâmet buldı bu dildâr-ı pür-zeyn
Olup on iki gün içinde tahrîr
Nihâyâtına irdi cümle tastîr
(İnce 2008: 129)

Esrâr-nâme:
On iki idi meger mâh-ı Safer
Geldi hatme bu kitâb-ı mu’teber
Şehr-i Tebrîz içre der-vakt-i bahâr
Mevsim-i gül irmiş idi lâlezâr
Târîh irmişdi sekiz yüz seksene
Dahı dört yıl bile hicretden yana
Pençşenbe güni bu oldı tamâm
Târîh ile ihtitâmı ve’s-selâm
(Ayan 1996: 161)

Hüsrev ü Şîrîn:
Yeni yıl başı Ferverdîn-i Nevrûz
Ki olmış idi güneş ‘âlem-efrûz
Receb ayı dokuzında sehergâh
Kuzı burcında ol seyyâre yâ şâh
‘Alem urmışdı kim bitdi bu defter
Haka minnet komadı bunı ebter
(Flemming 1974: 486)

Eserin hicrî olarak bitiş tarihi belirtilirken, bazen ne zaman yazılmaya baş-
landığı ve bitirildiği de ifade edilmektedir:

Gülistân Tercümesi:
Dirisen hicretün oldı nesinde
Olupdur bil tokuz yüz ellisinde
Sefer ayının onunda bidâyet
O yıl Şa’bânı onbirinde gâyet
Bulup oldı Nigâristân zînet
Tamâm oldı Hudâya şükr ü minnet
(Çavuşoğlu 1978: 227)
198 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Yûsuf u Züleyhâ:
Tokuz yüz seksen altıda kemîne
Şürû’ itdükde Yûsuf kıssasına
Rebî’u’l-evvelinün evvelinde
Bu nazmı nazma başladumdı ben de
Rebî’u’l-âhirün onı ki geçdi
Bu zîbâ kıssa pâyâna irişdi
(Kültüral 2001: 55)

Eserin bitirildiği tarih, bazen hicrî yıl, ay, gün olarak kaydedildikten sonra,
nerede ve ne kadar sürede tamamlandığı, yazıldığı aruz kalıbıyla belirtilmiştir:

Za’îf(î) Mevlidi:
Hem sekiz yüz toksan altıda kitâb
Oldı hatm vallâhu a’lem bi’s-savâb
Kim muharrem ayı oldı bîst u penç
Didüm işbu Mevlid’i sen görme renc
Hem Burusa’da nisâr idüp cânı
İki haftada tamâm itdüm anı
Fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün
Âhir oldı hayrıla yek-şenbe gün
(Köksal 2010: 272-73)

Eserin tamamlandığı yer, tarih ve ay belirtildikten sonra, bazen dönemin


sultanının o yıl gerçekleştirdiği fetih de zikredilmiştir:

Mevlid-i Fâtıma
Pes sözümüz dahı uş irdi uca
‘Ömrümüz rûzına irmedin gice
Şehr-i Tîre içre ey kân-ı kerem
‘Avn-i Hak ile kitâbum oldı temm
Hicret-i sultân-ı kevneyn ey ahi
İrdi tokuz yüz yigirmiye dahı
Şehr-i Zi’l-hicce olınmadın temâm
Biz kitâbı hatm kılduk ve’s-selâm
Ol yılın feth eyledi Sultân Selîm
Şehr-i Bagdâd’ı ‘Acem’den ol selîm
‘Asker-i Rûm oldı mâl-â-mâl mâl
Şâh Simâ’îl’e ‘aceb za’f oldı hâl
(Yekbaş 2012: 330)
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 199
Hicrî olarak verilen tarih, daha sonraları “ebced”le tarih düşürmeye dönüş-
müştür. Hatta şâirler, sadece birkaç harf adı verip, bu harflerin sayı değerlerinin
toplamıyla da, eserlerinin yazılış tarihini verme yoluna gitmişlerdir:

İrşâd:
Çü didüm mevlid-i nazm-ı Muhammed
Dile târîh geldi hayr-ı Ahmed
(Aslan 2009: 76)

Cân u Cânân:
Bil nazm-ı dekâyık ism-i ra’nâ
Târîh-i hitâmıdır hem ammâ
(Öztoprak 2000: 288)

Tuhfetü’l-uşşâk:
Hüsn-i hulkı ideler câna siper
Oldı çün târîh mir’ât-ı siyer
(Türkmen 2000: 169; Aksoyak 2006: 263)

Heves-nâme:
Beyân eyler çü târîh-i kitâbı
Mahabbet-nâme-i Ca’fer Çelebi
(Sungur 2006: 549)

Cilâ’ü’l-kulûb:
Kılup çünki bu nazm-ı pâki rakam
Ferâgıyla âsûde oldı kalem
Virüp anda târîh-i nazma nizâm
Didüm bu kitâb oldı hâlâ tamâm
(Özkan 1990: 263)

Leylâ vü Mecnûn:
Târîhine düşdiler muvâfık
Bir olmagile ol iki ‘âşık
(Ayan 1981: 410; Doğan 2010: 572)

Medh-i Resûlullâh:
Târîhin yazmaga itdüm niyyet
Dilde fi’l-hâl irişüp cem’iyyet
Bir ziyâdeyle düşünce levha
Didi târîhin ana ravza
(Çetin 2008: 105)
200 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Cemşîd ü Hurşîd:
Saferden nısf geçmişdi tamâmı
Ki bu şîveyle nazm itdük kelâmı
Rebî’ü’l-âhirün nısfında itmâm
Bulıban oldı baht u sa’d ile tâm
Ve lîkin yıl bî vü dâl idi vü zâd
Bili olsun dâl sana olanun zâd
(Akalın 1975: 412)

Gül-i Sad-berg:
Gül-i sad-bergüme târîh-i melîh
İderin tâze ‘ibâretle sarîh
Gonceden heft varak perrân it
Sonra târîhin anun iz’ân it
(Derdiyok 2005: 199)

Hüsrev ü Şîrîn:
Tamâm oldı çü sözüm fasl-ı gülde
Bu mısra’ düşdi târîhi gönülde
İlâhî âhirüm hayr u sa’îd it
Dilümden sehv ü noksânı ba’îd it
(Tavukçu 2000: 552)

Miftâh-ı Heft-kân:
Fikr idüp levh-i dile bir subh-dem
Mısrâ’-ı târîhin eylerken rakam
Didi ol dem hâme-i çâlâk u ter
Oldı bu dürc-i ma’ârif pür-güher
(Savaş 2002: 161)

Mesnevînin yazılış tarihinin “târîh-i cevher”le yani noktalı harflerin ra-


kamsal değerlerinin toplanmasıyla düşürüldüğü de görülmektedir:

Pend-i Mahdûmân:
Gösterüp şol sûreti mir’ât-i kalb
Oldur ancak bu vücûdun merhemi
Sâl-i târîhine cevherle zuhûrât
Zikr-i Hakk ile ola âhir demi
(Ergin 2003: 155)

Manzûm Nasîhat-nâme:
Hurûf-i bâ-nukât târîhi ma’lûm
Bin elli ikisinde oldı manzûm
(Özyaşamış Şakar 2005: 140)
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 201
Bu tip tarihler bazen müstakil tarih manzumesinin son beytinin her iki
mısraında da düşürülmüştür:

Mihnet-keşân:
Evrâk içinde cevher-i bügsiste-târveş
Kalmışdı böyle bir eserim nâ-bedîd-i dehr
Tahrîr ü cem’e eyledi himmet iki edîb
Her birine denilse sezâdır reşîd-i dehr
Ol neyyireyn-i burc-ı cemâl eyleyip beyâz
Manzûmem oldu hak bu ki mihr-i cedîd-i dehr
Yazdı bedâheten iki târîh-i cevheri
Lâyık değil mi hâmeme dense ferîd-i dehr
Mihnet-keşân-ı ‘İzzet’i cem’ eyledi Hüsâm
Tahrîr kıldı nüshasın evvel Vahîd-i dehr
(Ceylan vd. 2007: 357)

Bazen de eserin ebced hesabıyla bitiş tarihi belirtilirken, ne zaman yazıl-


maya başlandığı ve bitirildiği ifade edilmiştir:

Heft Peyker:
Sitte şevvâl içre olup âgâz
Düzdi terkîmine tabâ’at-sâz
Seb’anuñ hem Muharremiydi i yâr
‘Aşre sânîde buldı nâme nigâr
Minnet Allâha nâme-i ikbâl
İhtinâyını kıldı istikbâl*
‘Ömrden evvel irdi pâyâna
Nâm-ı şâh ile irdi ‘unvâna
Didi hâtif baña ki iy dil-dâr
Tarz-ı bu nâme oldı heft nigâr
Bu kitâbuñ tırâz gibi ahi
Heft Peyker gerek târîhi
Tab’um itdi buña küşâyiş-i tâm
Hamdu lillâh ki oldı nâme temâm
(Güzelova 2006: 40)

Mesnevîlerin tamamlanış tarihleri bazen hem lafzî olarak hem de ebced


hesabıyla belirtilmiştir:

Sohbetü’l-ebkâr:
Şehr-i Tırhâlada bu nazm-ı benâm
Bin otuz beş senesi oldı tamâm
Ya’nî nüzhet-geh-i ejderhâda
Oldı bu genc-i hüner âmâde
202 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
…………………………….
Didi uran ‘ukde-i hatmin anın
Nazmına târîh “zihî nazm-ı pâk”
(Yelten 1999: 280)

Bitiş tarihinin doğrudan ebced harfleriyle verildiği de görülmektedir. Nite-


kim Nâkâm, Leylâ vü Mecnûn’unun bitiş tarihini bu şekilde belirtmiştir:

Olup tahrîrden âsûde hâmem


Bulup encâm hatm oldukda nâmem
Güzer kılmışdı hicretden hemân-dem
Hurûf-ı gayn u şîn ü yâ vü dâl hem
(Levend 1959: 348)

Mesnevîlerin tamamlanış tarihleri bazen hicrî tarih olarak verildikten sonra,


yazılan müstakil bir tarih kıt’asıyla ebced hesabıyla da belirtilmiştir:

Hüsrev ü Şîrîn:
Bu nâme-i nev ki oldı itmâm
Âvâzesi kıldı çarhı sersâm
İrdikde hitâma her me’âli
Bin iki yüz on beş oldı sâli
Târîh

Sad hamd hâme-i ter dizdi sutûra gevher


Hoş görsün ehl-i diller mir’ât-ı ‘ışkdır bu
Sâlim irüp hitâma gül gibi iş bu nâme
Târîh didi hâme âsâr-ı ‘ışk-ı dil-cû
(Sevgi 2007: 27, 29)

Eserin bitiriliş tarihi ebced hesabıyla verilirken, eserin isminin zikredildiği


de müşahede edilmektedir:

Sâkî-nâme (‘Âlem-nümâ)
Bi-hamdillah irdi hele feth-i bâb
Ki ola leb-â-leb bu câm-ı şerâb
Tamâmına târîh olursa revâ
Şerâbile pür câm-ı ‘Âlem-nümâ
Dem irdi ki olup bu ser-rişte bend
Tamâm ola manzûme-i dil-pesend
(Kortantamer 1997: 163)

Dâvûd-ı Halvetî Gülşen-i Tevhîd ü Tahkîk isimli eserinin telif tarihini eb-
ced hesabıyla verdikten sonra, ebced hesabından anlamayanlar için aynı tarihi
sırasıyla Arapça, Farsça ve Türkçe olarak da belirtmiştir:
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 203
Sözi burada hatm idelüm iy yâr
Velî bir nesne kaldı ol haberdâr
Ki te’lîf-i kitâb târîhini de
Size bildürelüm dinlen anı da
Uyarup cümlenüz Hak vire dîzâr
Ki târîhi kitâbun kondı “bîzâr”
Uyanuk dimek durur hem ma’nisi
Dimegün “bîzâr” eyâ Tanrı hâsı
‘Aded-i “bîzâr”ı eylegil hisâb
Tâ ki ma’lûm ola târîh-i kitâb
Hurûf a’dâdını bilmeyen içün
Dilince idelüm tafsîl anunçün
Selâse ‘aşre vü tis’a mi’ede
Gelüpdür bu kitâb bil kim vücûda
‘Acemce nuh sad u sizde(h) dinilür
Diyelüm Türkîsinde ne dinilür
Tokuz yüz on üçinci yılda rûşen
Açıldı goncasından işbu Gülşen
Ki Şevvâl ayı çünkim oldı âhir
İrüp bu da tamâma oldı âhir
(İslamoğlu 2007: 61-62)

Mesnevîlerin telif tarihleri ebced hesabıyla bazen Arapça bazen hem Arapça
hem de Türkçe olarak verilmiştir:

Hüsn ü Dil:
Târîh-i tamâmını münebbih
Etmemtü bi-mennihi vücûdih
(Köksal 2003: 553)

Kıssa-i Şeyh Abdürrezzâk:


Didi târîh bu evrâka gedâ
Resmehâ temme bi’avni’l-mevlâ

Bir dahi eyledi mülhim ilhâm


Nazm-ı şîrînüme târîh-i nizâm
(Gürgendereli 2002: 11-12)

Bazen mesnevînin yazıldığı tarihi belirtmek için Tuhfetü’l-hukkâm (Kır-


bıyık 2008: 201-202) ve Behişt-âbâd’da olduğu gibi müstakil bir bölüme yer ve-
rilmiştir:
204 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Behişt-âbâd:
Târîh-i itmâm-ı Kitâb-ı Garrâ ez-Feyz-i Âlem-i Bâlâ
Yine ey kilk-i fesâhat-pîrâ
Eyle itmâm-ı kitâbı imlâ
Nefes-i ‘Îsî-i mu’ciz-gûyum
Eylesün mürde-dilânı ihyâ
Sâl-i târîhin iderken terkîm
Oldı tûtî-i hayâlüm gûyâ
Feyz-i Bârî ile oldı ilhâm
Sadef-i kalbe Fasîha ihdâ
Harf-i mankûtla oldı târîh
Nazm-ı rengîn edâ-yı ra’nâ
(Sevindik 2010: 41)

Bazen de mesnevînin ismi ve yazıldığı tarihi belirtmek için, ya müstakil


bir bölüm, ya tarih kıt’ası ya da bir beyit yazılmıştır. Yazılan bu tarih kıt’ası ile
beyitlerin mesnevî metninden ayrı olarak en sonda yer aldığı müşahede edil-
mektektedir:

Beyân-ı Te’lîf-i Kitâbdur ve


Târîh-i Zemân-ı Feth-i Bâbdur
............................................
Ol dem ki bu nusha oldı merkûm
Leylî Mecnûn adına mersûm
İzhâra gelüp rumûz-ı vahdet
Vahdetde temâm olup hikâyet
Târîhine düşdiler muvâfık
Bir olmag ile ol iki âşık
(Ayan 1981: 410-11; Doğan 2010: 572)

Târîh-i Tamâm-şoden-i Âyât-ı Erba’în


Çünki bu âyetleri tahrîr idüp
Eyledüm lutf-ı İlâha i’tisâm
Göricek anun tamâm oldugını
Didi hâtif oldı çihl âyet tamâm
(Sevgi 1993: 67)

Kıt’a der-Târîh-i İtmâm


Oldı bu kıt’a-i hoş-âyende
Gönül ol dem ki terk-i hâme oldı
Adını târîh ile ehl-i dilân
Didi Feyzî Cevâb-nâme oldı
(Coşkun 1997: 221)
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 205
Der-Târîh-i Te’lîf-i Kitâb
Gel i cennet gülinün bülbüli sen
Konula bir dikenden yüz güli sen
…………………………………
Seher kuşları her dem dem idi
Gice her sırra mahrem şeb-nem idi
Rebî’u’l-evvele âhırdı zâhir
Ki bu Hurşîd-nâme oldı âhır
(Ayan 1979: 425-27)

Kalem çeküp tamâm oldı29


İşbu Esrâr-nâme nazmı
Hadde kalem çeker isen
Târîh direm lafz-ı nazmı
(Ayan 1996: 162)

Bazen bu tip müstakil şiirlerde sadece mesnevînin tamamlandığı tarih be-


lirtilerek eser bitirilmiştir:

Râz-nâme:
Der-Târîh În Risâle
Sâl-i hicret dâd u sîn ü dâl idi
Tâli’-i ‘âlem mübârek-fâl idi
Şol zamân kim nokta-i zerrîne lâm
Sıfr virmişdi şerefde iy hümâm
İrdi fazl u rahmet-i Rabbü’l-enâm
Âhir oldı bu risâle ve’s-selâm
(Yıldırımer 2007: 236-38)

Eserin bitiş tarihi için kaleme alınan “kıt’a”larda bazen eserin adı, müellifi,
ne zaman ve nerede başlanıp bitirildiği de müşahede edilmektedir:

Gubârî, Yûsuf u Züleyhâ:


Ey Gubârî bu kıssa-i Yûsuf
Mekkede vâki’ oldı buldı nizâm
Receb ayında ibtidâ itdüm
Ramazân âhirinde buldı hitâm
Ger sorarsan bu kıssaya târîh
Kıssa-i nevm-i Yûsuf oldı tamâm
(Aktaş 2006: 215; Ünlü 2005: 19)
29
Bu şiir hece vezniyle kaleme alınmıştır.
206 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Eserin, kaç günde, haftada veya ayda tamamlandığının da, ifade edildiği
görülür:

Ta’aşşuk-nâme:
Ta’aşşuk-nâmeni himmet bolup yâr
Tükettim yitti günde bî-meded-kâr
(Köktekin 2000: 77)

Hem Burusada nisâr idüp cânı


İki haftada tamâm itdüm bunı
(Pekolcay 1953: 351)

Kutadgu Bilig:
Tükel on sekiz ayda aydım bu söz
Ödürdüm adırdım söz evdip tire30
(Arat 1979: 652)

Bitiş tarihi, eserin adı, kaç haftada tamamlandığı, “bölüm/fasıl” ve beyit


sayısı zikredilerek de verilmiştir:

Safâ-nâme:
Kıldum iki heftede ben ihtimâm
Oldı bu manzûme-i zîbâ tamâm
On beş olup ya’ni bu fasl ile bâb
Oldı hezâr beyt ile çün intihâb
Târihine hâme idüp ihtimâm
Ya’ni Safâ-nâme’yi kılduk tamâm
(Arslan 1999: 360)

Mir’ât-ı Sûret-nümâ:
Şeb u rûz ana ihtimâm eyledüm
Safâ ile anı tamâm eyledüm
Otuz iki olmışdı fasl ile bâb
Anı levh-i dilden idüp intihâb
İdüp ya’ni bir heftede ihtimâm
Olup yedi yüz beyt ile bu tamâm
Bunun ismi Mir’ât-ı Sûret-nümâ
Nazar kıl olursun letâfet-nümâ
(Arslan 1999: 300)
30
Bu sözleri tam on sekiz ayda söyledim; sözleri toplayıp, derleyerek, seçtim ve ayırdım
(Arat 1988: 475).
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 207
Eserin bitirildiği tarih, bazen eserde anlatılan hikâye sayısı belirtilerek ya-
zılmıştır:

Garîb-nâme:
Bu kitâbun hatmı uş oldı tamâm
Toptolu yüz dâsitân geldi tamâm
Yidiyüz otuz yılında hicretün
Sözi irdi hatmine bu fikretün
(Yavuz 2007: II/2 959)

Mesnevînin bitiş tarihi, eserin kaç haftada tamamlandığı, eserin kaç “fasl/
bölüm” ve beyitten oluştuğu ve ebcedle bitiş tarihi belirtilerek de kaleme alın-
mıştır:

Safâ-nâme:
Kıldum iki heftede ben ihtimâm
Oldı bu manzûme-i zîbâ tamâm
On beş olup ya’ni bu fasl ile bâb
Oldı hezâr beyt ile çün intihâb
Târihine hâme idüp ihtimâm
Ya’ni Safâ-nâmeyi kılduk tamâm
(Arslan 1999: 360)

Gelibolulu Âlî ise, Mihr ü Mâh isimli mesnevîsini şu tarih beytiyle bitir-
miştir (İçli 2010: 150):

Oldı târîhi gûşıma ilhâm


‘Âliyâ Mihr ile Meh oldı tamâm

Mesnevînin yazıldığı tarih, bazen Farsça rakamla da belirtilmiştir:

Pend-nâme:
Didiler târîh di iy merd-i kâr
Didüm işte nüh sad ü şast ü çehâr
(Bilgin 1988: 128)

Mesnevî’nin bitiş tarihinin mensur “dîbâce” kısmında belirtildiği de gö-


rülmektedir:

Şecâ’at-nâme:
Âsafî dîbâcesin zerle yazarken câmesi
Didi târîhin anın Dâlın Şecâ’at-nâmesi
(Özcan 2006: 12)
208 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Mesnevîlerin tamamlanma tarihinin hem eserin “giriş bölümü”nde hem
de “bitiş bölümü”nde belirtildiği de müşahede edilmektedir. Nitekim Fazlî
Mahzenü’l-esrâr’ının giriş ve bitiş bölümlerinde eserinin bitiş tarihini birer be-
yitle kaydetmiştir (Aksoyak 1999: 57):

Hicretün bin kırk altısındayın


Kendi gam-hânemde oturur iken 2a

Târihinden ger sorarsan î gulâm


Bin kırk altıda oldı bu tamâm 28a

Mesnevîlerin, eserin bitiş tarihinin belirtildiği beyitlerle sonlandığı da gö-


rülmektedir:

Şecâ’at-nâme:
Oldı tokuz yüzle toksan dört o dem
Mâh-ı şevvâlü’l-mükerrem nısfı hem
Geçmiş idi hicret-i hayrü’l-enâm
Tâ ki pâyâna irişdi bu kelâm
Ya’ni hatm oldı kitâb-ı müstetâb
Hayr ile vallâhu a’lem bi’s-sevâb
(Özcan 2006: 285)

Ferah-nâme:
Bu nazmun vakt u târîhin sorasız
Hisâbından bilürsiz çün göresiz
Resûlün hicretinden bil bu sözi
Ki toldı yidi yüz seksen tokuzı
Oruç ayınun âhir haftası hem
Tamâm oldı bu söz va’llâhu a’lem
(Özbostancı 1991: 285)

Ravzatü’l-îmân:
Oldı târîhi tokuz yüz seksen altıda tamâm
Ber-resûl ü âl ü ashâbeş salât ü ve’s-selâm
(Alıcı vd. 2012: 157)

Tuhfetü’l-emsâl:
Didi târîh içün ihvân-ı safâ
Ne ‘aceb Tuhfe-i dil-keş hakkâ
(Kahraman 1999: 281)
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 209
Şerh-i Hadîs-i Erba’în Tercümesi:
Mustafânun hicretinden iy hümâm
Kim tokuz yüz otuz ıl geçdi tamâm
Nazma geldi çün tamâm oldı kitâb
Pes didüm v’allahu a’lem bi’s-savâb
(Avcı 2007: 544)

Gül ü Bülbül:
Yazdı târîhi hâme-i şengül
Defter-i mûnis-i Gül ü bülbül
(Öztekin 2002: 427)

Mesnevîlerin, eserin hangi sürede tamamlandığı belirtildikten sonra gelen


ve bitiş tarihinin yer aldığı beyitle sonlandığı da müşahede edilmektedir:

Gencîne-i Nâz:
Bu makâlât-ı sa’âdet-encâm
Oldı noksân ile bir ayda tamâm
Gökden âvâz-ı bülend ile sürûş
Didi târîhini anun hâmûş
(Sarıçiçek 1991: 367)

Mesnevîler, bazen eserin bitiş tarihi belirtilen ve bitmesine vesile olan


Allâh’a hamd/şükür edilen beyitlerle sonlanmıştır:

Mihr ü Vefâ:
Çü âhir eyledüm bu kıssai râst
Bes itdüm ana bir târîh der-hâst
Bu târîh oldı kudretden havâle
Bi-hamdi’llah temâm oldı risâle
(Ece 1996: 209)

Heşt Behişt:
İrişdi leyle-i sa’ye sehergâh
Tamâm oldı kitâb el-hamdu lillah
(Yeniterzi 2001: 193)

Mesnevînin tamamlanma tarihi belirtildikten sonra hangi esere başlan-


dığının da ifade edildiği müşahede edilmektedir. Ârif, Mi’râcü’n-nebî’sini bitir-
diği tarihi kaydettikten sonra, Vefâtü’n-nebî’sine başladığını şu beyitleriyle bil-
dirmiştir (Hacıhaliloğlu 2006: 222):
210 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Bil sekiz yüz kırk birinde hicrete
Hatm idüp Mi’râcı irdük devlete
Çünki Mi’râcı tamâm itdüm yakîn
İbtidâ itdüm Vefâta ben hazîn

Ahmedî ise, İskender-nâme’sinin bitiş yılını, hicrî tarihle birlikte, İskender’in


ölümünden ve Melikşâh’ın hükümdar oluşundan hareketle de vermiştir (Ün-
ver 1983: 13):

Mustafânun hicretinden bellü bil


Kim yidi yüz toksan ikinciydi yıl
Evveliyidi rebî’u’l-âhirün
Ki_oldı nazmı hatm işbu defterün
Şeh Sikenderden dahı geçmişdi hem
Bin yidi yüz yıl u bir bî-bîş ü kem
Yidi yüz dört yıl olalı Yezdcird
Pâzişeh olup ‘Acem cümle_ana gird
Hem Melikşâh devletinden dahı bil
Ki_ol yıl idi üç yüz onıncı yıl

Şâirin ismi
Genellikle mesnevî şâirleri, eserlerinin “bitiş bölümü”nde mahlaslarını
zikretmişlerdir:

Temâm itdi bu İslâmî sözüni


Çü teslîm itdi dergâha özüni
(Yüksel vd. 1996: 288)

Riyâzü’s-sâlikîn:
Eyleyelüm hatm-i sühan Âliyâ
Evvel ü âhir bula söz intihâ
(Arslan vd. 1998: 222)

Mevhûb-ı Mahbûb:
İ Fettâh u i Vehhâb u i Rahmân
Zelîl Şeyhoglına sen eyle dermân
(Kartal 2000a: 522)

Bazen şâirlerin, mahlaslarını mesnevîlerinin son beytinde zikrettikleri de


görülmektedir:
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 211
Gül-i Sad-berg:
İy Füzûnî yeter itnâb-ı makâl
Çok uzatma ki bilindi ahvâl
(Derdiyok 2005: 197)

Şâirler, isimlerini bazen eserin “giriş bölümü”nde bazen “giriş ve bitiş


bölümü”nde bazen de “giriş, konunun işlendiği ve bitiş bölümü”nde zikret-
mişlerdir:

Ravzatü’l-i’câz fi’l-Mu’cizâti’l-mümtâz:
Bende-i dîrîn-i Şeh-i Ma’nevî
Nâyî ‘Osmân Dede el-Mevlevî
(Çakır 1998: 7)

Muhammediyye:
İlâhî Yazıcıoglu Muhammed
Kulundur hazretinde yüzü kara
(Çelebioğlu 1996: II/7)

‘Işk-nâme:
“giriş bölümü”
Muhammed kuluna bagışla bir dil
Rızânı eylesün ‘âlemde hâsıl
‘İnâyet eylegil tâ kim muhâlled
Ola râzî Muhammed’den Muhammed
“bitiş bölümü”
Muhammed kuluna bir hoş nazar kıl
Sagışsuz hem günâhından güzer kıl
(Emlik 2007: 7)

Mevhûb-ı Mahbûb:
“giriş bölümü”
Hocam Şeyhoglına lutfun ‘atâ kıl
Dilegin o kulun yâ Rab revâ kıl
“konunun işlendiği bölüm”
Bu hep melek adıdur anla sen de
‘Ayân itdi size Şeyhoglı bende
“bitiş bölümü”
Urup Şeyhoglı yüz eyle temennî
Hocam şevkünden itdürme tedennî
(Kartal 2000a: 46, 265, 538)
212 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Ayrıca şâirler “konunun işlendiği bölüm”de de mahlaslarını kullanmış-
lardır:

Mevhûb-ı Mevhûb:
Urup Şeyhoglı yüz eyler temennî
Dem-i vaslundan itdürme tedennî

Bu hep melek adıdur anla sen de


‘Ayân itdi size Şeyhoglı bende

Hele Şeyhoglınun iy Hayy u Hannân


Zelîl kulundur it derdine dermân
(Kartal 2000a: XXX)

Mesnevî şâirinin yakınları ve sosyal çevresi hakkında bilgi


Mesnevî şâirlerinin, bazen müstakil olarak yazdığı manzumelerle, kendisi,
akrabaları ve memleketleri hakkında bilgi verdikleri görülmektedir. Örneğin
Şükrî-i Bitlîsî, Selîm-nâme’sinin “bitiş bölümü”nde yer alan, “der-vasf-ı kemâl-i
Şükrî ve ahvâl-i û” başlıklı manzumede, kendisi hakkında bilgi vermiştir (Ar-
gunşah 1997: 311-14). Hâşimî, Mihr ü Vefâ’sında babası ve emir olan amcasının
oğlunun hüviyetini açıklamıştır (Ece 1996: 207-209).
Şeyh Baba Yûsuf-ı Sivrihisârî, Mevhûb-ı Mahbûb isimli eserinde yer alan,
“du’â vü tazarru‘” başlığı altında, memleketi olan Sivrihisar’ı çeşitli özellik-
lerini zikrederek överken (Kartal 2000a: 526-29), Şânî-i Lârendevî de Gülşen-i
Efkâr’ında dünyaya geldiği Lârendeyi bazı yönleriyle tasvir etmiştir (Alparslan
2007: 136-38).

Mevhûb-ı Mahbûb:
Mübârek ravzasıçun gül-’izârun
Rah(i)m kıl halkına Sifrihisarun
Virüp emn ü emân u istikâmet
Cüvân ü pîrini kıl gark-ı rahmet
Mübârek yir durur bî-misl ü mânend
Nazar-ı pâk eyle hor bakma Hudâvend*
Sebeb anmaklıga Sifrihisârı
Senâ medh itmege men bu diyârı
Vücûh vardur anı tafsîl idelüm
Nikât-ı sır nedür ta’yîn idelüm
Biri budur bunun taş u türâbı
Ki Mekke taşı gibidür ko hâbı
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 213
Nak(i)ldür benzese şey şey’e fa’lem
Olur andan o şey va’llâhu a’lem
İkinci vech budur hûbdur hevâsı
Mizâc kuvvet bulur artar ziyâsı
Bu durur hâssa bu yirde ki iy cân
Marîz olmaz vahîm hevâdan insân
Üçünci vechi budur ki vatandur
Kişiye sıdk nedür hubb-ı vatandur
Buyurmışdur hadîs sultân-ı kümmel
Vatan hubbıyıçun ol zât-ı ekmel
Hadîsi görüben idüp tafattun
Anuñçun bunda biz kılduk tavattun
Vechüñ dördüncisi budur ki iy yâr
Bu şeh(i)rde yatur Ca’fer-i Tayyâr
Resûlün ‘ammisi vü yoldaşıdur
‘Alî Hazretlerinün kardeşidür
…………………………………..
Bişinci vech budur kırklar efendi
Bu yirde cem’ olur dinle bu pendi
Rivâyet böyledür Şeyh Hâcı Bayrâm
O sultânu’ş-şüyûh zü-lutf u nîk-nâm
Dirimiş kırklarun budur makâmı
Güzâf görmen dirimiş bu makâmı
………………………………….
Budur altıncı vech ko itmegil hâb
Bu şeh(i)rde yatur Şeyh ‘Abd-i Vehhâb
Sahâbenün fakîh ü evra’ıdur
Sahâ ehli vü emced eşca’ıdur
………………………………
Yidinci vech budur bir nice kümmel
Velîler her biri bir zât-ı ekmel
Olurlarmış müdâm pür-mest-i hâlât
İdüp gark anları envâr-ı sübhât
‘Azîzlermiş husûsâ Yûnus Emre
İdermiş zühd ü ‘uzlet uyup emre
Bu yirdedür bu zümrenüñ mezârı
Müşerref eylemişlerdür diyârı

Bazen şâirlerin mesnevîlerin giriş kısmında da, ya kendisi ve ailesi hak-


kında bilgi veren ya da şehirlerinin güzelliklerini dillendiren bir bölüme yer
verdikleri görülmektedir. Nitekim Şâh Velî, Risâletü’l-bedriyye’sinin giriş bölü-
münde kendisi ve ailesi hakkında şunları ifade etmektedir:
214 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Koyubdur Şâh Velî ismin atası
Olan Âmîne hem hâtûn anası
Kaba Nâyıb oglu anun şöhreti
Nesl-i Alpavud Kazan Hân nisbeti
Mevlûdi Mar’aş ‘Ayntâbdur mekân
Hem du’âcı Hân Murâda her zamân
(Çavuşoğlu 2007: 189-90)

Şâh Velî’nin eserinin “bitiş bölümü”nde de akrabaları hakkında bilgi ver-


mesi dikkat çekmektedir:
O mescid kim kılurdum i’tikâfı
Cülûs anda olupdur buna vâfî
………………………………
Binâ iden bunı ol nûr-ı dîdem
Hudâ ide anun rûhını hurrem
Murâd Beg idi adı ol cüvân-merd
Sehâda misl olmaz ana bir ferd
Binâ itdi Salâhiyye’yi ol Hân
Bu Bedriyye’den evvel üç yıl ey cân
Ki Türkmân Begi idi ol vefâdâr
Selâm olsun anun rûhına sad yâr
Birâderdür bana ol serv-i ra’nâ
Lebi gonca yanagı verd-i hamrâ
Sözi şîrîn durur helvâ-yı şeker
Yüzi cennet tutagı âb-ı Kevser
………………………………..
Muhammed Beg ki bize oldı vâlid
Ana cennetde rûhın eyle hâlid
…………………………….
(Çavuşoğlu 2007: 290-91)

Lârendeli Şânî ise, Gülşen-i Efkâr’ının giriş kısmında Lârende (Karaman)’nin


güzelliklerine yer verdiği şehr-engîz hüviyetinde bir şiir kaleme almıştır (Kurmuş
2010: 229-31). Ayrıca Taşlıcalı Yahyâ’nın Şâh u Gedâ’sının “giriş”inde şehr-engîz
karekterinde 80 beyitlik bir bölüm bulunmaktadır (Köksal 1997: 264).
Halîlî-i Mar’aşî, Ravzatü’l-îmân’ının “hâtimetü’l-kitâb” bölümünde ailesi
hakkında şunları söylemektedir:

Bu Halîlün vâlidi Yûsuf durur iy rûy-mâh


Ceddi Hayrü’d-dîn-i meşhûr Kâtib-i nutk-ı İlâh
Ol dahi İbn-i Hatîbü’l-mar’aşîdür muktedâ
Fahr-i ‘âlemle buları hem-civâr itsün Hudâ
(Alıcı vd. 2012: 156)
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 215
Okuyucudan hayır dua isteme
Mesnevîler sona ererken şâir, okuyucudan “hayır dua” beklediğini; en bü-
yük arzusunun rahmetle anılmak olduğunu bildirir; ruhu için “fâtiha” okunma-
sını diler (Ünver, 1986: 450). Yûsuf Has Hâcib bu konuda şunları söyler:
İlahi özüm bu sözüg başladı
Tilekim ne erdi bilir sen idi
Tilemedim özke kü çav edgü at
Kişi asgı koldum öz erse ya yat
Okıglı okısa mini üşgürüp
Du’â kılgamu tip manga bir turup
Tilekim bu erdi umınçım bu ok
Okıglı manga bir du’â ıdga uk
Tilim sözledi söz bitidi elig
Ölür bu elig til ay kılkı silig
Elig til nişanı munu bu bitig
Sanga kodtum emdi bitip ay tetig
Unıtma mini ay okıglı tirig
Özüm dünya kodsa töşense yirig31
(Arat 1979: 641-42)

Harezmî, Muhabbet-nâme (Sertkaya, 1972: 25)’sinde, Duhânî-zâde Velî İ’tikâd-


nâme (Anbarcıoğlu 1968: 686)’sinde, Hazînî ise Şerh-i Hadîs-i Erba’în Tercümesi
(Avcı 2007: 544)’nde okuyucudan “hayır dua” beklediklerini, “ruh”larını hayırla
anıp Allâh’ın rahmetini dilemelerini şu şekilde istemişlerdir:
Muhabbet-nâme:
Okugay bu kitâbı hem bitigey
Tiler min kim du’âda yâd kılgay

İ’tikâd-nâme:
Garaz oldur bu nakş-ı zîbâdan
Göçdügümde bu dâr-ı dünyâdan
Bir du’â itmeye bahâne ola
Bu güzer-gâhda nişâne ola
Nazar itdükde ana ehl-i nazar
Rûhuma rahmet-i Hudâ diyeler
31
Ben bu söze başlarken, kasdımın ne olduğunu sen biliyordun, ey rabbim! Ben ken-
dime şan ve şöhret veya iyi ad dilemedim; yakın olsun-uzak olsun, ben herkesin
iyiliğini istedim. Bunu okuyan okudukça, beni hatırlayıp, belki bana da bir dua eder
diye düşündüm. Dileğim bu idi, ümidim de budur; okuyan bana her hâlde bir dua
edecektir. Dilim söyledi, elim de bunu yazdı, ey temiz kalpli insan, benim bu dilim
ve elim fanidir. Ey zeki insan, dilden ve elden kalan nişane, işte sana yazıp bırakmış
olduğum bu kitaptır. Ey bunu okuyan canlı, ben dünyayı bırakıp, toprağa düşünce,
beni unutma (Arat 1988: 465-6).
216 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Şerh-i Hadîs-i Erba’în Tercümesi:
Kankı meclisde okunsa bu kelâm
Bir du’â durur temennâ ve’s-selâm

Şâirlerin bazen mesnevîlerinin bu bölümünde, başka kişiler için “hayır


dua” ettikleri de görülmektedir:

Gülistân Tercümesi:
Okı rûh-ı musannifçün gel el-hamd
Velî yâd it du’âda nâm-ı Ahmed
Du’â kıl nefsüne vü sâhibine
Kamu mü’minlere vü kâtibine
İlâhî rahmet eyle çok çok ana
Du’â-yı hayrile kim beni ana
Atam merhûm Hoce Evrenosi
İlâhî eyle hûrîler arusi
Hudâyâ rahmetün âbiyle kandur
Benüm şeyhümi kim Sünbül Sinândur
İlâhî şeyh-i merkez Muslihü’d-dîn
Kulundur rahmet it yâ Rabbi âmîn
(Çavuşoğlu 1978: 226-27)

Bazen de şâirler bu bölümde hem kendisi için dua edilmesini ister hem
de yazan, okuyan ve düzenleyenler için kendisi Allâh’tan rahmet dileğinde bu-
lunur:

Hurşîd-nâme:
Yazanı okuyanı vü düzeni
İrişüp bu denizden dür süzeni
İlâhî fazlun ile yarlıgagıl
Buları rahmet eliyle sıgagıl
Murâdum bunca sözlerden du’âdur
Du’âdur ol iki her derde devâdur
Anunçün çekmişemdür dürlü zahmet
Diyeler cânuna Şeyh oglı rahmet
Beni her kim du’âyile ana ol
Hudâyâ lutf u rahmet kıl ana bol
(Ayan 1979: 427)

Garîb-nâme:
İy Hudâvendâ senün fazlun delim
Sensin âhir hem hakîm ü hem ‘alîm
Rahmetünle yarlıga kullarunı
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 217
Sen esirge kendü yohsullarunı
Her ki dinlerse bu sözi iy Celîl
Rahmetün olsun ana her dem delîl
Eydene dinleyene vü yazana
Rahmet eyle yâ ilâhe Rabbenâ
Her nefes bin rahmeti Hakkun ana
Kim yazanı fâtiha birle ana
(Yavuz 2000: II/2 959-61)

Yûsuf u Züleyhâ:
Muhtasar kılduk bunı işidene
İşidenler du’â kılsun koşana
Bunı koşana Çalap tutma günâh
Yazugın bagışlagıl i Pâdişâh
Şeyyâd-ı Hamza kemîne kul senün
Yazugın bagışlagıl yâ Rab anun
Rahmet eyle koşana işidene
‘Afvunı hem şefâ’at it yazana
(Yıldız 2008: 315; Demirci 2008: 284-87)

Âsafî ise, Şecâ’at-nâme’sinde okuyanların kendisini hayırla yâd etmelerini


dile getirdikten sonra, özellikle gazilik yoluna girenlerin kendi ruhuna “fâtiha”
okumalarını istemiştir:

Âsafînün bu Şecâ’at-nâmesin
Okıyanlar hayr ile yâd eylesin
Umaram da’vâ-yı merdiyyet iden
Ya’ni gâzîler tarîkına giden
Bu vasiyyetdür sipâh-ı fâtiha
Okıyalar rûhuma bir fâtiha
(Özcan 2006: 576)

Yüce yaratan tarafından bağışlanma ümidini dile getiren Lâmi’î ise, kim bu
duaya âmin derse Allâh’ın ona rahmet etmesini şöyle dillendirmiştir:

Habîbün hürmetine yâ İlâhî


Bize mücrim diyü yazma günâhı
Varıcak hazretine Lâmi’î hor
Kapundan ‘izzetün-çün kılma mehcûr
……………………………………
Bana pâ-bend itme nefs dâmın
Hudâyâ rahmet it kim dirse âmîn
(Eroğlu 2011: 52, 124)
218 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Şâirlerin, mesnevîlerini hem kendisi için dua edilmesini isteyen hem de
yazana, okuyana ve dinleyene Allâh’tan rahmet dileyen bu bölümle bitirdikleri
de görülmektedir:

Tazarru’-nâme:
İmdi ey ehl-i sa’âdet müslimîn
Bu durur sizden temennâmuz hemîn
Okudukça bu kitâbı siz ‘azîz
Mihrî’nün cânına rahmet diyesiz
Her kim okur eylerem andan recâ
Kim dirîg itmeye Mihrî’den du’â
Hayr ile yâd idesiz sizden diler
Zîra kulı kul du’âsı yarlıgar
Hayr ile her kim ki yâd eyler anı
Dü-cihânda çekmesün mihnet anı
Okıyanı yâ Rab it yanunda hâs
Dinleyeni kıl günâhından halâs
Nazm iden bî-çâreye kıl rahmeti
Vakt-i âhirde vir ana nusreti
Kıl anun şeytândan îmânın emîn
Cümle islâm ehli ile yâ Mu’în
(Arslan 2007: 389)

Üveys-nâme:
Hudâ ol kula kılsun feth-i bâbı
Du’â kıla dizene bu kitâbı
Kılup şefkat Sabâyî pür-günâha
Şefâ’at ide yüz tutup ilâha
Ana rahmet kıla hallâk-ı ‘âlem
Okuya fâtiha vallâhu a’lem
Yazanı okuyanı dinleyeni
İlâhî yarlıga rahmetle anı
Cihânda hak vire anuñ murâdın
Ki ana yazanun hayrıyla adın
Sevâbı çok olup bulsun murâdın
Okumuşca Hudânun bin bir adın
(Savran 2009: 534-35)

Dâsitân-ı İbrâhîm Edhem:


Tamâm oldı kitâbın intihâsı
Gerekdür kâtibe şerbet bahâsı
Okuyanı dinleyeni yazanı
Rahmetinle yarlıgagıl yâ Ganî
(Güder 1992: 32)
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 219
Burada özellikle şu hususa dikkat çekmek istiyoruz. Mesnevîlerin önemli
bir kısmının sonunda görülen ve yukarıda;

Okuyanı dinleyeni yazanı


Rahmetinle yarlıgagıl yâ Ganî

şeklinde/tarzında geçen beyit/beyitler gibi kullanımlar müellife değil müstensihe


aittir. Bazı nüshalarda bu beyit veya benzeri bir veya birkaç beyit eserin deva-
mıymış, son beyitleriymiş gibi görünse de bu durum büyük bir ihtimalle müs-
tensihlerin kendi sözlerini daha değerli kılmak ve dua davetine müellifi de or-
tak etmek için eserden bir bölüm gibi gösterme gayretkeşliğinden ileri gelen bir
durumdur. Nitekim yukarıda geçen bazı örnek metinlerde olduğu gibi Muhyî
Mevlid’inin sonunda yer alan şu beyitler de bu durumu teyit edecek mahiyet-
tedir (Köksal 2010: 532):

Derdlüyem dermâna geldüm yâ hakîm


Ben za’îfem hem senün lutfun dâ’im
Bu hattı yazdum yâdigâr olsun diyü
Bunı okuyan yazana bir du’â kılsun diyü

Ayrıca Kirdeci Alî’nin Kesikbaş Destânı’nın sonunda yer alan;

Bunı yazdum bî-vefâdur rûzigâr


Ben ölürsem kala hattum yâdigâr

beytinin (Argunşah 2002: 85) bazı nüshalarda geçmemesi dikkat çekmektedir.


Bu da, bu nüshayı istinsah eden müstensihin bu beyti asıl metne ilâve ettiğini
göstermektedir.
Şâirler, mesnevîlerini bazen müstakil olarak kaleme alınan “du’â” bölümü
ile bitirmişlerdir. Nitekim Nev’î-zâde Atâyî Sâkî-nâme’sini, müstakil olarak yaz-
dığı “itmâm-ı sühan be-hulûs-ı du’â” bölümüyle tamamlamıştır. Bazı içki mo-
tiflerinden yararlanarak günahlarının affını isteyen şâir, öldüğü zaman cennete
girme arzusunu dile getirmiştir (Kortantamer 1994: 174; Kuzubaş 2009: 208-209).
Bazen de ya doğrudan eserini okuyan, okutan ve dinleyen kimselerden dua iste-
yen beyitle/beyitlerle ya da kendi ruhuna dua edene ettiği duayla mesnevîlerine
son vermişlerdir:

Hilye-i Hasaneyni’l-ahseneyn:
Bu eserden dahi buydu matlûb
Bir du’â eyleye erbâb-ı kulûb
(Üzer 2002: 91)
220 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
La’lî-zâde Edîb Mevlidi:
Okudan u okuyan u dinleyen
Olalar şâyân-ı lutf-ı Zu’l-minen
Bu idi dilden salâhı sâniha
Bize ihvân okuta bir fâtiha
(Köksal 2010: 572)

Riyâzü’l-gufrân:
Rûhuma kim ide bir hayr du’â
Her murâdın ide Yezdân kazâ
(Köse 2005: 227)

Son beyitte okuyucudan ruhu için “du’â” isteyen şâirlerin, bazen mahlas-
larını da zikrettikleri görülmektedir:

Mir’ât-ı Sûret-nümâ:
Budur ehl-i dilden recâ Feyzi’yâ
Okuyup ide rûhuma bir du’â
(Arslan 1999: 301)

Şâirlerin, okuyucudan “du’â” beklentilerini mesnevînin giriş bölümünde


de dillendirdikleri müşahede edilmektedir:

Ravzatü’l-îmân:
Du’âyıla anılmakdur murâdum
Dahi hayrile yâd olmakdur adum
Du’âyıla Halîli eyleyen yâd
İki ‘âlemde olsun gamdan âzâd
Du’â kılsa bana bir yâr-ı hem-râh
Garîk-ı bahr-i rahmet kılsun Allâh
Du’âma sıdkıla kim dirse âmîn
Emîn eyle anı yâ Rabbi yarın
(Alıcı vd. 2012: 57)

Te’dîb-nâme:
Çü bende garaz yok murâdum hemân
Nasîhatdür itdüm bil ey nakd-i cân
Eger sen tutarsan sa’adet senün
Murâdı du’âdur hemân bendenün
Okuyup bu pendi kılursan kabûl
Unutma du’âdan beni ey ogul
(Üst 2006: 28)
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 221
Mesnevînin vezni
Genellikle dînî ve tasavvufî konulu mesnevîlerde şâir, son beyitlerden bi-
rinde eserinin veznini zikreder:
Bahru’l-hakayık:
Mefâ’îlün mefâ’îlün mefâ’il
Tamâm oldı kitâb el-hamdu lillâh
(Ertaylan 1960a)

Kerâmât-ı Ahi Evran:


Fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilât
Âhiret isterisen cânunı sat
(Kartal 2009: 242)

Dâstân-ı Vefât-ı İbrâhîm:


Fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilât
Mustafânun cânına vir salavat
(Koncu 2001: 158)

Tuhfetü’l-islâm:
Mefâ’îlün mefâ’îlün fe’ûlün
Gerek ‘âşık reh-i ‘ışkda hamûlun
(Çifçi 2003: 357)

Yûsuf u Züleyhâ:
Fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilât
Vir Muhammed Mustafâya salavât
(Karahan 1994: 319)

Yûsuf u Züleyhâ:
Fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilât
Cehl zulmetdür ‘ilim âb-ı hayât
(Köktekin 1994: 505)

Mecma’ü’l-envâr:
Fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün
Âhir oldı hayrile yek-şenbe gün
(Pekolcay 1953: 351)

Deh-murg:
Fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilât
Söz dükendi bâkiyâtü’s-sâlihât
(Kaplan 2003: 189)
222 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Hazîre-i Kudsî:
Mefâ’ilün fe’ilâtün mefâ’ilün fe’ilât
Şefâ’at isterisen vir Muhammede salavât
(Sarıçiçek 1997: 815)

Hazret-i Peygamber’e “salât” ve “selâm”


Şâirler, bazen mesnevîlerinin “bitiş bölümü”nü, Hazret-i Muhammed
(S.A.V.) için “salât” ve “selâm” ile sona erdirmişlerdir:

İrşâd:
Salât ile selâm iy ehl-i esrâr
Resûlün rûhına her demde her bâr
(Aslan 2009: 78)

Esrâr-nâme:
Hayr it hatm oldı cânâ bu kelâm
Hoş diyelüm es-selâtü ve’-selâm
(Ayan 1996: 162)

Dâstân-ı Vefât-ı İbrâhîm:


Ger seversen ‘ışkıla Muhammedi
Vir salâvat yâ Muhammed ümmeti
Fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilât
Mustafânun cânına vir salavât
(Koncu 2001: 158)

Mansûr-nâme:
İ bürâder söz tamâm oldı tamâm
Din Resûle es-selâtü ve’s-selâm
(Tatçı 1994: 239)

Yûsuf u Züleyhâ:
Fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilât
Vir Muhammed Mustafâya salavât
(Karahan 1994: 319)

Der-Beyân-ı Sehevât-ı İmâm-ı Alî:


Bu hikâyet bunda hatm oldı tamâm
Vir Resûlün rûhına yüz bin selâm
(Yûsuf-ı Meddâh(a) 203a)
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 223
Câmâsb-nâme:
Hezârân dürûd ü hezârân selâm
Nebî ravzasına ‘aleyhi’s-selâm
(Köktekin 1999a: 38)

Mesnevîler bazen “tahiyyât” ve “selâm” ile de bitirilmişlerdir:

Nazîre-i Hilye-i Hakanî:


Ola bin kere tahiyyât u selâm
Ravza-i pâküne ey hayr-ı enâm
(Poyraz 2007: 488)

Şâirlerin bazen ya mesnevîlerini bitirmeden birkaç beyit önce Hazret-i Mu-


hammed (S.A.V.) için “salât” ve “selâm” getirdikleri ya da “salât” ve “selâm” ile
birlikte Hz. Peygamber’in bazı isimlerini zikrederek eserlerini bitirdikleri mü-
şahede edilmektedir:

Yûsuf u Züleyhâ
Tamâm olsun bu kıssa bu arada
Salavât virelüm uludan Ahmede
(Yıldız 2008: 315; Demirci 2008: 284-85)

Gazavât-ı İmâm-ı Alî:


Bu gazâvât bunda hatm oldı tamâm
Vir Resûlün rûhına yüz bin selâm
(Yûsuf-ı Meddâh 163b)

Ravzatü’l-i’câz fî Mû’cizâti’l-mümtâz:
Salli ‘alâ hazret-i sultân-ı dîn
Ahmed ü Mahmûd u Muhammed Emîn
(Çakır 1998: 233)

Bazen de Allâh’a “hamd” eyledikten sonra, Hazret-i Peygamber’e “salât”


ve “selâm” getirilmiş, akabinde de Hazret-i Peygamber’in “âl ü evlâd”ına selam
gönderilerek eser bitirilmiştir:

Cilâ’ü’l-kulûb:
Hudâya olup hamd-i bî-intihâ
Resûline olsun dürûd u senâ
Dahı âl ü evlâda olsun selâm
Bi-hâzâ bedâ ihtitâmü’l-kelâm
(Özkan 1990: 269)
224 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Muhammediyye:
Kitâb irişdi çünkim intihâya
Haka hamd ile medh-i bî-nihâye
Habîbine salât ile tahiyyât
Dahi âline kim hayrü’l-beriyyât
(Çelebioğlu 1996: II/606)

Şâirler mesnevîlerini, “doğruyu en iyi Allâh bilir” anlamına gelen “va’llahu


a’lem bi’s-savâb” sözüyle de bitirmişlerdir:

Vefâtü’n-nebî:
Key işitdün hak durur işbu kitâb
Uş didüm va’llâhu a’lem bi’s-savâb
(Baldemir 1996: 100)

Dâstân der-Cihân-ı Fânûs der-Hikâyet-i Takyanûs:


Sen kılursın cümle du’âyı müstecâb
Söz budur va’llâhu a’lem bi’s-savâb
(Yûsuf-ı Meddâh (b): 116a)

Şâirlerin iddialı bir şekilde eserlerini bu tarzda bitirdikleri de müşahede


edilmektedir:

Vahdet-nâme:
Düşmedi bu resme bir Türkî kitâb
Hak budur vallahu a’lem bi’s-savâb
(Külekçi 1999: I/224)

Bazen mesnevîlerin “bitiş bölümü”nün, bir hikâye ile başladığı (Kültüral


1999: III/1967-72) ve padişah veya şehzâde övgüsünde söylenmiş bir kasîde ile
bittiği görülmektdedir. Meselâ Şerîfî, Şâh-nâme Tercümesi’nin “hâtime”sine Gaz-
neli Sultan Mahmûd ile ilgili anlattığı bir hikâye ile başlamıştır. Lâmi’î Çelebi
ise, Vâmık u Azrâ’sının sonunda söylediği şu beyitten sonra:

Eyleyüp âhır kitâbun gül redîf


Şeh du’âsın okı bülbül-veş latîf

“kasîde-i gül-i sad-berg berâ-yı Sultân Süleymân Han” başlıklı ve gül redifli
Kânûnî Sultan Süleymân övgüsünde bir kasîde yazmıştır (Ayan G. 1998: 512-9).
Yine Ahmed-i Rıdvân, Hüsrev ü Şîrîn’inin sonunda Sultan II. Bâyezîd övgüsünde
bir kasîdeye yer vermiştir (Tavukçu 2000: 552-53). Şerîf Mehmed de, Hilye’sinin so-
nunda “Şehzâde Bâyezîd övgüsü”nde bir “kasîde” kaleme almıştır (Yazar 2007: 1041).
Bazı mesnevîlerin “münâcât” manzumesiyle de tamamlandığı müşahede
edilmektedir. Nitekim Mehmed Rüşdî’nin Mevlid’i “kasîde” (Köksal 2010: 656-58),
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 225
Na’îmî’nin Mevlûdü’n-nebî’si (Köksal 2010: 706-10) ise “mesnevî” nazım şekliyle
söylenmiş “münâcât”la tamamlanmıştır. Yazıcıoğlu ise, Muhammediyye’nin “bitiş
bölümü”nün sonunda yer alan “münâcât”tan önce “Hz. Peygamber övgüsü”nde
bir “kasîde”ye yer vermiştir (Çelebioğlu 1996: II/600-601).
Şâirlerin, mesnevîlerini bazen mahlaslarını bazen eserlerinin adlarını bazen
de eserlerinin adıyla birlikte mahlaslarını söyleyerek bitirdiği de görülmektedir:

Te’dîb-nâme:
Sen i Keşfî fakrıla fahr eyle kâr
Dilersen sa’âdet anda [kıl] karâr
(Üst 2006: 165)

Şevk-engîz:
Lafz u ma’nâsı ‘aceb zevk-âmîz
Nâmı olsa yakışur Şevk-engîz
(Yenikale 2011: 124)

Şehen-şeh-nâme:
Bu ana gelince vekâyi’ tamâm
Yazıldı olup cild-i evvel benâm
Hudâ ‘ömrin efzûn ide şâhımun
Devâm eyleye devrine mâhımun
………………………………..
Vekâyi’-nüvîsi olup Mülhimî
Şehen-şâh-nâme ola mülhemi
(Alper 2012: 595)

Zâtî ise, Allâh’ın adıyla başladığı Şem’ ü Pervâne’sini, tamamlanmasını na-


sip ettiği için hem Allâh’a şükrederek hem de O’nun adıyla bitirmiştir (Armutlu
1998: 788):

Sipâs u şükr ü minnet sana yâ Rab


Bu nüsha cümle hatm oldı müretteb
Senün adunla başlanmışdı nâme
Yine anunla âhir oldı nâme

Gubârî de, Yûsuf u Züleyhâ’sını, yazarken gördüğü rüyasını anlatarak ta-


mamlamıştır (bkz. Aktaş 2006: 214-15).

Mesnevîlerin Başlıkları
Mesnevîlerin, yukarıda belirttiğimiz gibi, üç bölümü belli başlıklarla bir-
birlerinden ayrılmaktadır. Ayrıca her bölüm ayrı başlıklarla alt bölümlere tak-
sim olunmaktadır. Bu bölümlerin ve kısımların başlıkları “elsine-i selâse” olarak
226 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
isimlendirilen Türkçe, Arapça ya da Farsça olarak karşımıza çıkmaktadır. Ço-
ğunlukla farkına varılması için kırmızı mürekkeple yazılan bu başlıkların oluş-
turulmasında bizzat mesnevînin şâiri kadar, onu istinsah eden müstensihin de
etkisi vardır. Nitekim aynı eserin başlıklarının farklı nüshalarda bazen değişik,
bazen farklı dillerde bazen de yazılmayarak boş bırakıldığı görülmektedir. Hatta
verilen başlıklarla anlatılan bölümler arasında uyuşmazlıklar da dikkat çekmek-
tedir. Nitekim Fahrî’nin Hüsrev ü Şîrîn’inde anlatılan bazı bölümlere verilen baş-
lık ile o başlık altında işlenen konunun bir birinden tamamen farklı olduğu mü-
şahede edilmektedir (bkz. Kartal 1999: 641).
Bazı mesnevîlerin bölüm başlıklarında ise, farklı dillerin kullanıldığı da
görülmektedir.
Mesnevîlerdeki başlıkların bir kısmı ise, uzunluğu ile dikkati çekmektedir-
ler. Bu tip başlıklar, adeta geçtiği bölümü özetler mahiyettedir. Lâmi’î Çelebi’nin
Vâmık u Azrâ’sı (Ayan 1996), Alî Şîr Nevâyî’nin Sedd-i İskenderî’si (Tören 2001) gibi.
Başlıklarda ekseriyetle Farsça kullanılmıştır. Onu Türkçe ve Arapça baş-
lıklar takip etmektedir. Özellikle Anadolu dışında yazılan mesnevîlerde başlık-
ların ekseriyetle Türkçe olarak oluşturulması dikkat çekmektedir. Ayrıca bazı
mesnevîlerde bu başlıkların manzum olarak geçtiği görülmektedir. Nitekim Ye-
nipazarlı Vâlî’nin Hüsn ü Dil’inde (Köksal 2003), Zâtî’nin Şem’ ü Pervâne’sinde
(Armutlu 1998) ve Zarîfî’nin Mihr ü Mah’ında (Turhan 1995) yer alan bölüm baş-
lıklarının manzum olduğu müşahede edilmektedir. Özellikle Hüsn ü Dil’deki biri
Arapça uzun bir başlık olan iki başlık dışındaki Farsça bölüm başlıklarının ta-
mamı aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazılmıştır. Nitekim ilk başlık
şu şekildedir (bkz. Köksal 2003: 67):

Zikr-i tevhîd-i hak ‘ale’l-icmâl


Ez-eser ber-müessir istidlâl

İkinci başlık ise şöyledir:

‘Arz-ı hâcet be-hâlık-ı bî-çûn


‘Özr-i taksîr-i cürm-i rûz-efzûn
(Köksal 2003: 211)

Zâtî ise Şem’ ü Pervâne’sinde manzum olan bölüm başlıklarında, mesnevîsinde


kullandığı aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbını kullanmıştır. “Münâcât”
ve “na’t”ın bölüm başlıkları şöyledir:

Açıldı bâb-ı gülzâr-ı münâcât


Ola kim açıla envâr-ı hâcât
(Armutlu 1998: 435)
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 227
Du’â hatm oldı sürüldi yüze yed
O dem berk urdı na’at-ı nûr-ı Ahmed
(Armutlu 1998: 435)

Bir fikir vermesi bakımından bazı mesnevîlerin bölüm başlıkları itibariyle


yazıldığı dillere göre tasnifi şu şekildedir:

Türkçe Başlıklı Mesnevîler


Yûsuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig (Arat 1979); Alî Şîr Nevâyî, Lisânu’t-tayr (Can-
polat 1995); Hamdullâh Hamdî, Yûsuf u Züleyhâ (Onur 1991); Nevrûzî, Yûsuf ile
Züleyhâ (Uluhan 2007); Alî Şîr Nevâyî, Leylâ vü Mecnûn (Çelik 1996); Kutb, Hüs-
rev ü Şîrîn (Hacıeminoğu 1968); Alî Şîr Nevâyî, Ferhâd u Şîrîn (Alpay Tekin 1994);
Lâmi’î Çelebi, Vâmık u Azrâ (Ayan 1998); Seyyid Ahmed Mîrzâ, Ta’aşşuk-nâme
(Köktekin 2000); Ömer Fu’âdî, Hâbiyye (Zavotçu 2007); Alî Şîr Nevâyî, İskender-
nâme (Tören 2001); Fazlî, Gül ü Bülbül (Zavotçu 1995; Öztekin 2002); Vücûdî, Hayâl
ü Yâr (Aydemir 2007); Fuzûlî, Leylâ vü Mecnûn (Ayan 1981; Doğan 2010); İbrâhîm
Şânî-i Lârendevî, Gülşen-i Efkâr (Alparslan 2007); Celâl-zâde Sâlih Çelebi, Leylâ
vü Mecnûn (Kütük 1995); Lâmi’î Çelebi, Salâmân u Absâl (Uludağ 1997); Lâmi’î
Çelebi, Ferhâd u Şîrîn (Esir 2011; Erkal 1998)…

Farsça Başlıklı Mesnevîler


Hilmî, Bahrü’l-kemâl (Okuyucu 1995); Gülşehrî, Mantıku’t-tayr (Yavuz 2007);
Dervîş Şemseddîn, Deh-murg (Aksoy 1998; Kaplan 2003); Yûsuf Hakîkî Baba,
Mahabbet-nâme (Çavuşoğlu 2009); Şâhidî, Gülşen-i Vahdet (Külekçi 1996); Bedr-i
Dilşâd, Murâd-nâme (Ceyhan 1997); Cemâlî, Miftâhu’l-ferec (Derdiyok 1998); Nâlî
Mehmed, Tuhfetü’l-emsâl (Kahraman 1999); Nâbî, Hayriyye (Kaplan 1995); Sünbül-
zâde Vehbî, Lutfiyye (Beyzadeoğlu 2004); Zarîfî, Pend-nâme (Arslan 1994); Edirneli
Nazmî, Pend-nâme (Altun 2004); Tebrizli Ahmedî, Esrâr-nâme (Ayan 1996); Nev’î-
zâde Atâyî, Heft-hân (Karacan 1994); Şeyh Gâlib, Hüsn ü Aşk (Doğan 2011); Teb-
rizli Ahmedî, Yûsuf u Züleyhâ (Kayık 2007); Sâbir Pârsâ, Gül ü Nev-rûz (Çaldak
2004); Darîr, Kıssa-i Yûsuf (Karahan 1994); Cem Sultan, Cemşîd ü Hurşîd (Okur
Meriç 1997); Sâbit, Zafer-nâme (Karacan 1991); Vuslatî Alî Bey, Gazâ-nâme-i Çeh-
rin (İsen vd. 2003); Ahmedî, İskender-nâme (Ünver 1983); Abdülvâsi Çelebi, Halîl-
nâme (Güldaş 1996); Eyyûbî, Menâkıb-ı Sultan Süleymân (Akkuş 1991); Elvân Çe-
lebi, Menâkıbu’l-kudsiyye fî-Menâsıbi’l-ünsiyye (Erünsal vd. 1984; Tulum 2000);
Lokmânî Dede, Menâkıb-ı Mevlânâ (Ersoylu 2001); Şeyhoğlu Mustafâ, Hurşîd-
nâme (Ayan 1979); Hoca Mes’ûd, Süheyl ü Nev-bahâr (Dilçin 1991); Refî-i Âmidî,
Cân u Cânân (Öztoprak 2000; Üstüner 2003); Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi, Heves-nâme
(Sungur 2006); Revânî, İşret-nâme (Canım 1998); Üsküplü Atâ, Tuhfetü’l-uşşâk (Ak-
228 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
soyak 2006); Çâkerî, Yûsuf u Züleyhâ (Yıldız 2013; Nalbat 2012); Mülhimî, Şehen-
şeh-nâme (Alper 2012); Edirneli Güftî, Şâh u Dervîş (İnan 2006)….

Arapça Başlıklı Mesnevîler


İpsalalı Ebu’l-hayr, Mevlid (Günşen 2004); Yazıcıoğlu Mehmed, Muhamme-
diyye (Çelebioğlu 1996); Ahmed Fakîh, Kitâbu Evsâfı Mesâcidi’ş-şerîfe (Mazıoğlu
1974); Halîlî-i Mar’aşî, Ravzatü’l-îmân (Alıcı vd. 2012); Gelibolulu Âlî, Riyâzü’s-
sâlikîn (Arslan vd. 1998); Hakanî, Hilye-i Sa’âdet (Pala 1991); Müslihüddîn Vahyî,
Mirâcü’l-beyân (Tatçı vd. 1999); Süleymân Çelebi, Mevlid (Pekolcay 1992); Ârif, Mi’râc-ı
Nebî (Hacıhaliloğlu 2006; Gülsoy 1993), İbrâhîm Bâlî, Hikmet-nâme (Şeylan 2003)….

Başlık Bulunmayan Mesnevîler


Ûdî, Mâ-cerâ-yı mâh (Kutlar 2005), İslâmî’nin Mesnevîsi (Yüksel vd. 1996);
Nahîfî, Mi’râcü’n-nebî (Ceyhan 2000; Akbaş 2006); Ahmed-i Rıdvân, Rıdvâniyye
(Yılmaz 2007); Enverî, Düstûr-nâme-i Enverî (Ademler 2007)….

Türkçe-Farsça Başlıklı Mesnevîler


Nev’î-zâde Atâyî, Sohbetü’l-ebkâr (Yelten 1999); Şemseddîn-i Sivasî, İbret-
nümâ (Çöm 2011); Muhyiddîn Mehî, Müfîd (Kaya 2008)….

Arapça-Farsça Başlıklı Mesnevîler


Şeyh Baba Yûsuf-ı Sivrihisârî, Mevhûb-ı Mahbûb (Kartal 2000a); Nidâ’î,
Genc-i Esrâr-ı Ma’nî (Yılmaz 2009); Şâh Velî, Risâletü’l-bedriyye (Çavuşoğlu 2007),
Bahtî, Manzûm Vasiyyet-nâme (Özyaşamış Şakar 2005)….

Mesnevîlerin Dili
Mesnevîlerin dili ve üslûbu genellikle bölümlerine göre farklılıklar gös-
termektedir. “Giriş bölümü”nün dili ve üslûbu konunun işlendiği bölüme göre
daha ağır ve süslü bir hüviyete sahiptir. Bunda hem burada kaleme alınan şiirle-
rin türü hem de şâirin şiirdeki kudretini gösterme arzusu etkili olmuştur. Ancak
şâirin duygu ve düşüncesini ifade ederken sanat endişesinden uzak, sâde, akıcı,
tabiî ve gerçekçi bir şekilde dile getirdiği de müşahede edilmektedir.
Genellikle okuyana çeşitli konularda bilgi vermek, onları eğitip terbiye etmek
amaçlandığı için mesnevîlerin “konunun işlendiği bölüm”ünde sanattan uzak ve
daha sâde bir dil ve üslûp kullanılmıştır. Ancak “aşk konulu mesnevîler”de bu
tarz üslûbun yanında daha süslü bir üslûp ile dilin tercih edildiği de görülmek-
tedir. Mekân, zaman, yer, mevsim vb. tasvirleri yapılırken, olaylar tahkiye edilir-
ken veya kahramanlar ağzından çeşitli nazım şekilleriyle şiirler söylenirken sâde
Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri
| 229
üslûbun yanında süslü üslûpla da karşılaşılmaktadır. Bazen bu tip yerlerde dilin
tamlamalarla, ortak kavramlarla ve edebî sanatlarla ağırlaştığı da dikkat çekmek-
tedir. Bunda yukarda belirttiğimiz gibi şâirin şiirdeki becerisini ve maharetini,
dili kullanmadaki yeteneğini gösterme arzusu da etkili olmuştur.

Sonuç
Kökeni Arap edebiyatına dayanan mesnevî nazım şekli, daha sonra hem
Türk hem de İran edebiyatında kullanılmıştır. Türk edebiyatında, bugünkü bil-
gilerimize göre XI. asırdan itibaren mesnevî nazım şekliyle kısa mesnevîlerin
yanında, binlerce beyit süren tarihler, uzun aşk hikâyeleri, şehr-engîzler, öğre-
tici dînî, ahlâkî ve tasavvufî konular... yazılmıştır. Belli bir konuyu işleyen, ba-
ğımsız bir kitap olarak yazılmış mesnevîlerin tertip bakımından da genellikle
birbirine benzediği görülmektedir. Bu genel tertipte üç ana bölüm bulunduğu
göze çarpmaktadır. Bunlar, “giriş bölümü”, “konunun işlendiği bölüm” ve “bitiş
bölümü”dür. Bununla birlikte, bazı ilk dönem mesnevîlerinde (XIII-XIV. asır),
yukardaki bölümlerin kesin çizgilerle ayrılmadığı da görülmektedir.
Mesnevîlerin “giriş bölümü”nde genellikle “besmele”, “tahmîd”, “tevhîd”,
“münâcât”, “na’t”, “mi’râc”, “mu’cizât”, “din ulularına övgü: medh-i çihâr-yâr-i
güzîn, Hz. Hamza ve Abbâs’a övgü, Hz. Hasan ve Hüseyin’e övgü, dört mez-
hep kurucusuna övgü, aşere-i mübeşşereye övgü, 12 imama övgü, diğer dîn bü-
yüklerine övgü”, “şâirlere övgü”, “pâdişah için övgü”, “devlet büyüğü için övgü”,
“sebeb-i te’lîf” bölümleri bulunmaktadır.
Bütün mesnevîlerde görülmemekle birlikte, “Giriş bölümü”nde “mev’ize
(= öğüt)”, “sözün yüceliği”, “söz söyleme arzusu”, “sözün vasıfları”, “sözün haki-
kati”, “söz söyleyen insanın özellikleri”, “hasb-i hâl”, “sâkî-nâme”, “âlemin mer-
hametsizliği”, “tekvîn”, “takrîrât-ı tekvînât”, “zamaneden şikâyet”, “felek ve hare-
ketleri”, “hurûf u ma’nî”, “insan ruhu ve yaratılışı”, “evliyanın halleri”, “Beytullaha
övgü”, “kışın hüviyeti”, “sabah veya gecenin vasfı”, “tenbîh”, “hisse”, “temsîl”, “aşk”,
“gönül”, “akıl”, “hayret”, “du’â”, “özür” ve “kaleme hitap” gibi başlıklarla da karşı-
laşılabilir. Mesnevînin doğrudan “nasihat-nâme”, “Allâh lafzının vasfı”, “kaleme
hitap”, “konuya girerek”, “dua”, “sultana övgü”, “bir din büyüğüne övgü” veya
“padişaha övgü” manzumesiyle ya da eserin isminin belirtildiği bir beyitle baş-
ladığı da görülmektedir. Ayrıca ender olarak Türkçe, Arapça ve Farsça mensur
bir kısım ile de başladığı da müşahede edilmektedir.
Mesnevîlerde, “âgâz-ı dâstân”, “matla’-ı dâstân”, “âgâz-ı kıssa”, “âgâz-ı kitâb”,
“ibtidâ-i dâstân”... gibi başlıklarla başlayan “konunun işlendiği bölüm”, mesnevînin
ana bölümüdür. Burada ele alınıp işlenen konuların eserden esere değiştiği gö-
rülmektedir. Bu değişkenlik, bölümün genel planında da kendini göstermekte-
dir. Bu bölümde, “giriş bölümü” için verilen genel plana benzer bir plan vermek
230 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
mümkün değildir. Bu bölüm çoğunlukla, konunun akışına göre, başlıklarla bir-
birinden ayrılmış konu alt bölümlerine ayrılarak okura sunulmuştur.
Mesnevîlerin “bitiş bölümü”nde ise, genellikle “Allâh’a “hamd ü senâ” ve
“du’â”, “sultana övgü ve saltanatının devamı için dua”, “şâirin eseriyle ve şâirliğiyle
övünmesi”, “tanınmış mesnevî şâirleri ve eserlerini anma”, “şâirin eserine ver-
diği ad”, “hasetçilere, acemi ve dikkatsiz müstensihlerle metni doğru dürüst oku-
yamayan okuyuculara yergi, bunların esere vereceği zarardan Allâh’a sığınma”,
“mesnevînin beyit sayısı”, “mesnevînin yazılışıyla ilgili tarihler”, “şâirin ismi”, “şâir
ve sosyal çevresi hakkında bilgi”, “okuyucudan hayır dua isteme”, “mesnevînin
vezni”, “Hazret-i Peygamber’e “salât” ve “selâm”” bölümleri yer almaktadır.
Kimi mesnevîlerde “konunun işlendiği bölüm”le “hâtime” başlığı arasında,
“tevhîd”, münâcât”, “mev’ize”, “temsîl”, “fahriyye” gibi başlıklar görülür. “Hâtime”si
olmayan mesnevîler de vardır. Bu tür mesnevîlerde, sadece son beyitte eserin
sona erdiği dile getirilmiştir.
İster telif, ister tercüme veya nazire olsun, hemen bütün mesnevîlerin “gi-
riş” ve “bitiş” bölümleri orijinaldir. Çünkü eser çeviri de olsa giriş ve bitiş bö-
lümleri mesnevî şâirinin “özge/özgün alan”ıdır. Şâir, orada kendini ifade eder.
Çeviri veya nazire bir mesnevîyse şâirler, bu çevirilerini hemen tamamen “ko-
nunun işlendiği bölüm”e hasretmişlerdir.
Bu itibarla, mesnevîlerin şâiri ve eserini tanıma noktasında en değerli bö-
lümler de bu ikisidir. Konunun ne olduğu bir tarafa, “giriş”in özellikle “sebeb-i
te’lif”inde şâir sadece eseri neden yazdığından bahsetmez, varsa diğer eserle-
rinin adlarını, hatta konularını, yazdığı eserin telif, çeviri veya nazire olup ol-
madığı gibi somut bilgileri de bize sunar. Hatta bunların yanı sıra mesnevî, şiir,
sanat gibi konularda da görüşlerini ifade imkânını bu bölümde bulur. Bir an-
lamda bu bölümde, şâirin “şiir dünyası”nı da çözümleyebiliriz.
“Bitiş bölümü” ise, doğrudan elimizdeki eserle ilgili olarak mesnevînin
adı, beyit sayısı, vezni, yazıldığı tarih ve hatta bazen yer gibi elle tutulur ve çok
önemli bilgileri bize verir. Bilindiği gibi yazma eserlerin pek çoğunda bugünkü
gibi eserin başına adı yazılmazdı. Biz bu durumda nasıl bir divanın sahibini ga-
zellerin makta’ beyitlerine bakarak kolaylıkla tespit edebiliyorsak mesnevîde de
bize bu kılavuzluğu “bitiş” (hâtime) bölümü yapar.
Şu hâlde, her ne kadar “konunun işlendiği bölüm” eserin omurgası konu-
munda ise de, bahsettiğimiz iki bölüm, şâiri ve eseri daha iyi tanıma noktasında
edebiyat tarihine de ciddi katkılar sunmaktadır. Pek çok şâirin hayatı hakkındaki
temel bilgilerin bu bölümlerde söylenenlerden ibaret olduğunu, yine önemli bir
kısmı hakkındaki bilgilere de bu bölümlerdeki işaretlerden hareketle ulaşıldı-
ğını ifade edersek “giriş” ve hassaten “sebeb-i te’lîf” ile “hâtime” bölümlerinin
önem ve değeri daha iyi anlaşılır.
Farsça ve Türkçe Bazı Mesnevîlerin Tertip Hususiyetleri Yönünden Mukayesesi 231
|

Farsça ve Türkçe Bazı Mesnevîlerin Tertip


Hususiyetleri Yönünden Mukayesesi
Türk ve Fars edebiyatında yazılan mesnevîlerin tertip özelliklerini yansıtması
bakımından bazı mesnevîlerin tertibini burada vermeyi uygun görüyoruz.

Nizâmî ve Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîn’i


Fars edebiyatında mesnevîlerin tertip hüviyetini tam olarak teşekkül etti-
ren Nizâmî’nin Hüsrev ü Şîrîn’iyle onun Türkçedeki en güzel versiyonu adde-
dilen Şeyhî’nin eserinin tertip şekli şu şekildedir32:
Gerek Nizâmî gerekse Şeyhî eserlerini “mesnevî” nazım şekilleriyle yazmış-
lardır. Nizâmî eserine 13 beyitlik bir girişle başlar ve orada “Allâh’tan kendisine
başarı kapısını açmasını ve hakikati arama yolunu göstermesini ister. Nizâmî daha
sonra yazmış olduğu bu eserin dünyada itibarlı olmasını, okunduğu yerde yeni
yeni fikirlerin oluşmasını, okunduğu yerlerin ise miskler gibi kokmasını Allâh’tan
iste”dikten sonra Allâh’ın “ondaki mânâları yüceltmesini ve hiçbir zaman kıymet-
ten düşürmemesini” diler. Daha sonra ise kendine seslenerek “tevhîd”e dâir ne
biliyorsa söylemesini söyler.
Şeyhî de eserine Nizâmî gibi 35 beyitlik bir girişle başlar. Şeyhî, bu giriş
kısmının başına “besmele-i şerîf”i yazmıştır. Daha sonra ise bu bölüme Allâh’a
hamd, besmele, Hz. Peygamber ve diğer peygamberlere “salât ve selâm” ihtivâ
eden Arapça iki beyit yazarak girer. Şeyhî’nin bu bölümü Nizâmî’den tamamen
müstakil olarak yazdığı hissedilmekle beraber, bazı beyitlerde Nizâmî’nin etkisi
görülmektedir. Son beyitte Şeyhî, Nizâmî gibi kendisine seslenerek “tevhîd”e
başlamasını söyler.
Nizâmî, bu girişten sonra 44 beyitlik bir “tevhîd” yazar. Nizâmî bu “tevhîd”e
“Allâh’ın ismi” ile başlamıştır. Şeyhî de Nizâmî gibi 55 beyitlik bir “tevhîd” yazar
ve ona “besmele” ile başlar. Bu kısmı Şeyhî, Nizâmî’den farklı bir şekilde yazmıştır.

32
Bu mukayese çalışması yapılırken şu eserler kullanılmıştır:
Nizâmi-yi Genceî, Külliyât-i Hamse, Çâp-i Pencum, Çâphâne-i Sipihr, Tehrân 1370,
s. 119-423. [Bu eserden kulandığımız beyit numaraları sonradan tarafımızdan
konulmuştur. Bu eserden örnek olarak aldığımız beyitlerin tercümelerini ise Sabri
Sevsevil tarafından tercüme edilen (Nizâmî, Hüsrev ve Şîrîn, Millî Eğitim Gençlik
ve Spor Bakanlığı Yay., İstanbul 1986) eserden verdik.]
Faruk K. Timurtaş, Şeyhî ve Husrev ü Şîrin’i [İnceleme - Metin], İstanbul Üniversitesi
Yay., İstanbul 1980.
Örnek verilen beyitlerde (/) işaretinin solunda bulunan rakam sayfa numarasını,
sağında bulunan rakam ise beyit numarasını göstermektedir.
232 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Şeyhî, bu “tevhîd”den sonra Nizâmî’nin Hüsrev ü Şîrîn’inde olmayan 16 be-
yitlik “kasîde” nazım şekliyle yazılmış “tevhîd”, 89 beyitlik “tevhîdin mertebeleri”ni
anlattığı bölüm ve yine “kasîde” nazım şekliyle yazılan 22 beyitlik bölüm gel-
mektedir.
Nizâmî, “tevhîd”den sonra, “der-istidlâl-i nazar ve tevfîk-şinâht” başlığı al-
tında 40 beyitlik şiirinde “bu kâinâtın yaratıcısı”nı arar ve “Allâh’a kulluk etme-
nin benlikten geçmek” suretiyle olacağını ifade eder. Şeyhî ise, “kelime-i çend
be-târik-i hikmet der-vahdet-i âferiniş ve kıdem-i âferid-gâr” başlığı altında 108
beyit tutarında yaratılışın birliği ve yaratıcının kadîmliği hakkında bazı hikmet
yollu sözler söyler.
Nizâmî, “der-istidlâl-i nazar ve tevfîk-şinâht” başlıklı şiirinden sonra “âmurziş-
hâsten” başlığı altında 45 (125-7/98-142) beyitlik Allâh’tan af dileyen bir bölüm
yazmıştır. Şeyhî ise 100 beyitlik Allâh’a yakarışını dile getiren “ender-münâcât-ı
Bârî Ta’âla” başlığı altında Allâh’a “münâcât”ını dile getirmiştir.
Nizâmî, “âmurziş-hâsten” başlıklı şiirinden sonra “der-na’t-i Resûl-i Ekrem
Salla’lâhu ‘Aleyhi ve Âlihi ve Sellem” başlığı altında 33 beyitlik (127-28/143-75)
bir “na’t” yazar. Şeyhî de önce “mesnevî” nazım şekliye 76 beyitlik, daha sonra
“kasîde” nazım şekliyle 50 beyitlik iki tane “na’t” kaleme alır. “Kasîde”sine ise
Arapça bir beyit ile başlamıştır.
Nizâmî daha sonra sırasıyla kitabı yazma sebebini belirttikten sonra, Tuğ-
rul Arslan ve Atabek Şemsüddîn Ebû Ca’fer Mehmed bin İldeniz hakkında
iki “medhiye” yazar. Sonra “hitâb-i zemîn-bûs” başlığı altında 48 beyitle (135-
37/313-60) padişahı çeşitli sözlerle övdükten sonra padişaha lâyık nasıl bir he-
diye takdim edebileceğini düşündüğünü ve bu konudaki düşüncelerini ifade
eder ve son olarak padişaha duada bulunur. 100 beyitle (137-40/361-412) Padi-
şah Muzafferüddîn Kızılarslan’ı medhettikten sonra 14 beyitlik “hikâye” başlı-
ğını taşıyan bölüm gelir. Nizâmî, bundan sonra “der-pejûheş-i în kitâb” başlığı
altındaki 53 beyitlik (140-43/427-79) bölümde söz hakkındaki düşüncelerini be-
lirttikten sonra, bu mesnevîyi yazma sebebini ve nasıl yazdığını belirtir. Sonra
“suhen-i çend der-’işk” başlığı altında 29 beyitle (143-44/480-508) aşk hakkındaki
düşüncelerini belirten Nizâmî, bu bölümün sonunda “doğru okuyan ve güzel ya-
zanların dışında değersizlerin bu hikâyeden nasibleri olmamasını” ister. Nizâmî
esere giriş kısmının sonunda ise, “gadr-engîzî der-nazm-i kitâb” bölümünü yaz-
mıştır. Bu şiir toplam 62 beyittir (144-47/509-70). Şeyhî ise, “na’t”tan sonra eseri
yazma sebebini 67 beyitle belirttikten sonra, önce “mesnevî” nazım şekliyle (43
beyit) daha sonra “kasîde” nazım şekliyle (40 beyit) “Sultan II. Murâd”ı öven iki
şiir kaleme almıştır. “Giriş bölümü”nü Sultan II. Murâd’a nasihat yollu yazdığı
Farsça ve Türkçe Bazı Mesnevîlerin Tertip Hususiyetleri Yönünden Mukayesesi 233
|
75 beyitlik bir şiir ile sona erdirmiştir. Nizâmî’nin bahsettiğimiz diğer şiirlerini
ise eserine almamıştır.
Mesnevî’nin giriş kısmı Nizâmî’’nin HŞ’inde toplam 570 beyit iken Şeyhî’nin
HŞ’inde 775 beyittir. Bu ise giriş bölümünün Nizâmî’nin HŞ’ine göre Şeyhî’nin
HŞ’inde daha geniş tutulduğunu göstermektedir. Şeyhî bu bölümü yazarken yaz-
mış olduğu şiirlerde büyük oranda müstakil davranmış, Nizâmî’den farklı yaz-
mış ve kendi sanat kudretini gösterme çabasına girmiş, bunda ise belirli ölçüde
başarılı olmuştur. Bu şiirlerde Nizâmî’nin etkisi hiç yok denecek kadar azdır.
Şeyhî’nin bu bölümü yazarken yaptığı en büyük yenilik “kasîde” nazım şekliyle
4 tane şiir kaleme almasıdır. Ayrıca “mesnevî”sine Arapça 2 beyit ile başlaması,
“kasîde”nin bir tanesinin matla’ beytini Arapça yazması ve özellikle “tevhîd”in
mertebelerini anlattığı şiirinde aralara muhteva olarak âyet-i kerîme ve hadîs-i
şerîflerden alınmış Arapça beyitler yerleştirmesi de Şeyhî’nin eserinde görülen
yeniliklerdendir.
Nizâmî, konunun işlendiği kısmı iki bölüme ayırmıştır. Bu bölümleri ise
“âgâz-i dâstân” ve “âgâz-i ‘işk-i Ferhâd” başlıklarıyla göstermiştir:

I. Bölüm: Âgâz-i Dâstân.... (147-259/571-2865)

II. Bölüm: Âgâz-i ‘Işk-i Ferhâd (259-411/2866-5963)

Nizâmî’nin bu bölümlere başlarken herhangi bir giriş yapmadığı ve doğ-


rudan konuya girdiği görülmektedir.
Şeyhî ise, “mesnevî”sinin bu kısmını 11 bölüme ayırmış ve her bölümü
“matla’-ı dâstân”, “âgâz-ı kıssa” başlıklarıyla belirtmiştir:

I. Bölüm: “matla’-ı destân ve 16 beyitlik giriş yapmıştır (29-43/776-1167).


âgâz-ı kıssa”
II. Bölüm: “matla’-ı dâstân.....” Bu bölüme 8 beyitlik giriş yapmıştır (43-63/1168-706).
III. Bölüm: “matla’-ı dâstân” 11 beyitlik bir giriş yapmıştır (63-81/1707-2218).
IV. Bölüm: “matla’-ı dâstân...” 11 beyitlik giriş yapmıştır (81-94/2219-2567).
V. Bölüm: “matla’-ı dâstân...” 11 beyitlik giriş yapmıştır (94-130/2568-3520).
VI. Bölüm: “matla’-ı dâstân...” 7 beyitlik giriş yapmıştır (30-44/3521-892).
VII. Bölüm: “matla’-ı dâstân” 9 beyitlik giriş yapmıştır (144-59/3893-4250).
VIII. Bölüm: “matla’-ı dâstân...” 20 beyitlik giriş yapmıştır (159-86/4252-950).
IX. Bölüm: “matla’-ı dâstân...” 9 beyitlik giriş yapmıştır (186-206/4951-5472).
X. Bölüm: “matla’-ı dâstân” 18 beyitlik giriş yapmıştır (206-51/5473-6621).
XI. Bölüm: “matla’-ı dâstân...” 13 beyitlik giriş yapmıştır (251-64/6622-944).
234 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Şeyhî, Nizâmî’den farklı olarak bu bölümlere 7 ila 20 beyit arasında değişen
beyitlerle birer giriş yapmış, daha sonra hikâyeyi anlatmaya başlamıştır.
Şeyhî, ayrıca ekseriyetle alt bölümleri de anlatırken kısa bir giriş yaparken
Nizâmî ise doğrudan konuya girmiştir.
Şeyhî’nin bu bölümde yaptığı yenilik ise kahramanların ağzından onla-
rın psikolojik ve rûhî tahlillerini veren 24 “gazel”, 1 “kasîde” ve 1 “terci-bend”
nazım şekilleriyle yazılmış şiirlere yer vermesidir. Nizâmî’nin HŞ’inde Şîrîn’in
“münâcât”ı bütünüyle mesnevî nazım şekliyle yazdığı halde (307-308/3767-802),
Şeyhî, bir kısmını mesnevî şeklinde (204-205/5438-52) yazdıktan sonra, kendi ağ-
zından “kasîde ender-münâcât” başlığı altında ve “kasîde” nazım şekliyle başka
bir münâcât (205-206/5453-67) daha yazmıştır.
Hüsrev’in av yerinde oluşturduğu meclisde, Bârbüd ile Nîgîsâ’nın karşı-
lıklı söylediği şiirler Nizâmî’nin HŞ’inde gazel olarak verilmektedir. Bu bölüm-
ler muhtevâ olarak gazeldir. Fakat şekil olarak mesnevî’dir. Her ikisi de bu bö-
lümleri belirli makamlara göre okurlar. Şeyhî ise, bu bölümlerin başında gazel
nazım şekliyle yazdığı bölüme yer verir. Gazel bittikten sonra ise şu beyitlerle
başlayan mesnevî kısmı gelir:

Gazel kat’ eylemedin ol makâli


Didi bu mesnevîyle vasf-ı hâli (232/6132)
Çü gösterdi gazel tarzında havlin
Düzetdi mesnevî tarzında kavlin (234/6177)
Çü hatm oldı gazel fikr-i kavîden
Müşerref kıldı bezmi mesnevîden (236/6222)
Çü hatm oldı gazel seb’ü’l-mesânî
Kılur bu mesnevîyle sahf-hvânî (238/6284)

Nizâmî eserinin “bitiş bölümü”ne “enderz ve hatm-i kitâb” bölümü ile baş-
lar. Nizâmî burada çeşitli nasihatlar verdikten sonra, “bu eseri okuyanların ken-
disini onun satırları arasında görebileceğini, eseriyle kendisinin bir ipek böce-
ğine benzediğini ve yapraktan ipek çıkarıp verdiğini fakat kendisine kıydığını”
söyler. Nizâmî daha sonra şu bölümlerle eserini bitirir:

Nikûhiş-i Hasûdân
Taleb Kerden-i Tugrul Şâh Hekîm-i Nizâmî-râ
Te’essuf-i ber-Merg-i Şemsü’d-dîn-i Muhammed-i Cihân-pehlevân

Şeyhî’nin ölümünden dolayı eserin son kısmı eksik kalmıştır. Cemâlî ise,
Şeyhî’nin eserine 109 beyit ve iki parçadan oluşan iki zeyl yazmıştır. Cemâlî
yazmış olduğu bu zeyl manzumelerinin birincisinde Şeyhî’nin ölümünden
Farsça ve Türkçe Bazı Mesnevîlerin Tertip Hususiyetleri Yönünden Mukayesesi 235
|
ikincisinde Sultan II. Murâd’dan bahsetmiştir. Ayrıca son manzumede Sultan
II. Murâd’ı medhetmiştir.
Şeyhî mesnevîsinde gerek bölüm başlıklarını gerekse alt bölüm başlıkla-
rını Nizâmî gibi Farsça olarak yazmıştır.
Bu özellikleri bir tablo hâlinde şu şekilde gösterebiliriz:

NİZÂMÎ, HÜSREV Ü ŞÎRÎN ŞEYHÎ, HÜSREV Ü ŞÎRÎN


(Benâm-i Hudâ) s. 120, 13 by. (Başlangıç) s. 1-2, 34 by.
Der-Tevhîd-i Bârî s. 121-3, 44 by. Ender Tevhîd ü Temcîd-i Bârî Ta’âlâ s. 2-4, 55 by.
Der-İstidlâl-i Nazar ve Tevfîk-i Şinâht s. 123-4, Kasîde Der Tevhîd s. 4-5, 16 by.
40 by.
Âmurziş-Hvâsten s. 125-7, 45 by. Ender Merâtib-i Tevhîd Gûyed s. 5-8, 89 by.
Der-Na’t-i Resûl-i Ekrem Salla’lâhu ‘Aleyhi ve Âlihi Kasîde-i Tevhîd s. 8-9, 22 by.
ve Sellem s. 127-8, 33 by.
Der-Sâbıka-i Nazm-i Kitâb Fermâyed s. 128-30, Kelime-i Çend Be-Tarîk-i Hikmet Der Vahdet-i Âferiniş
36 by. Ve Kıdem-i Âferid-Gâr s. 9-12, 108 by.
Der-Sitâyiş-i Tugrul Arslân s. 130-2, 47 by. Ender Münâcât-ı Bârî Ta’âlâ s. 13-6, 100 by.
Sitâyiş-i Atabek-i A’zam Şemsü’d-dîn Ebû Ca’fer Der-Na’t-ı Seyyidü’l-mürselîn ve Hâtemü’n-nebiyyîn
Muhammed İldeniz s. 132-5, 54 by. Muhammed Mustafâ s. 16-8, 76 by.
Hitâb-i Zemîn-bûs s. 135-7, 48 by. Kasîde Der-Na’t-i Seyyidü’l-mürselîn Muhammed
Mustafâ s. 18-21, 50 by.
Der-Medh-i Şâh Muzafferü’d-dîn Kızıl Arslan s. Ender Sebeb-i Nazm-ı Kitâb s. 21-3, 67 by.
157-60, 100 by.
Hikâyet s. 140, 14 by. Der-Medh-i Sultân-ı A’zam Şâhenşâh-ı Mu’azzam
Sultân Murâd Hân bin Muhammed Hân s. 23-4,
43 by.
Der-Pejûheş-i În Kitâb s. 140-3, 53 by. Kasîde Der-Medh-i Sultân Murâd Hân bin Muham-
med Hân s. 24-7, 40 by.
Sühen-i Çend Der-’Işk s. 143-4, 29 by. Hitâb-ı Pâdişâh-ı A’zam ve Hâkân-ı Mu’azzam
Sultân Murâd bin Muhammed Hân be-Tarîk-i
Nasîhat s. 27-9, 75 by.
Gadr-engîzî Der-Nazm-i Kitâb s. 144-7, 62 by. Matla’-ı Dâstân ve Âgâz-ı Kıssa s. 29-31,
46 by.
Âgâz-i Dâstân-i Hüsrev ü Şîrîn s. 147-9, 25 by. …………………………………………
Enderz ve Hatm-i Kitâb s 411-4, 74 by. ………………………………………..
Nikûhiş-i Hasûdân s. 414-6, 38 by. Matla’-ı dâstân... (XI. bölüm), s. 251-64,
322 by.
Taleb Kerden-i Tugrul Şâh Hekîm-i Nizâmî-râ s. “Hatm-i kitâb” bölümü eksik
416-22, 127 by.
Te’essuf-i ber-Merg-i Şemsü’d-dîn-i Muhammed-i
Cihân-pehlevân s. 422-3, 27 by.
236 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi

Câmî ve Hamdullâh Hamdî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sı


Fars edebiyatının son büyük şâiri olan Câmî’nin Türk şâirler üzerinde et-
kisi olan ve birçok şâir tarafından tercüme edilen, nazire yazılan ya da cevap ve-
rilen Yûsuf u Züleyhâ’sı ile O’nun Türk edebiyatındakı en güzel versiyonu kabul
edilen Hamdullâh Hamdî’nin eserinin tertip şekli şu şekildedir33:
Gerek Câmî gerekse Hamdî eserlerini “mesnevî” nazım şekliyle yazmışlar-
dır. Mollâ Câmî, eserine “besmele” ile başlar. Allâh’ın adını zikredip onu övdük-
ten sonra, Allâh’ın varlığının delillerini sıralar. “Du’â” ve “na’t” ile devam eden
Câmî, “mi’râc” hakkında bilgi verdikten ve Nakşibendî tarikatı Pîri Ubeydullâh-i
Ahrâr’ı andıktan sonra, aşk ve âşık olmanın faziletlerini belirtir. Kitabını yazma
sebebi ve sözün faziletleri hakkında iki manzumelik bir mukaddimenin aka-
binde asıl hikâye kısmına geçer.
Hamdullâh Hamdî ise, eserine 5 beyitlik bir “besmele” manzumesi ile baş-
lar. “Hamdiye”, “tevhîd”, 2 manzumelik “münâcât”, “na’t”, “nûr-ı Mustafâ” ve “Hz.
Peygamber’in bazı mucizeleri”, “çehâr-yâr-ı güzîn” hakkındaki manzumelerden
sonra, eserini yazma sebebini belirterek babası Ak Şemseddîn hakkında yazdığı
medhiyenin akabinde asıl hikâyeye geçer.
Hamdî, “giriş bölümü”nde Câmî’de olmayan “Hz. Ebû Bekir” (45/265-73),
“Hz. Ömer” (45-46/274-83), “Hz. Osmân” (46-47/284-92) ve “Hz. Alî” (47/293-302)
için ayrı ayrı “na’t” yazmıştır.
Mollâ Câmî, bu ilk bölümde sadece “mesnevî” nazım şeklini kullandığı
halde, Hamdî “mesnevî” nazım şeklinin yanında “terci-bend” ve “terkib-bend”
nazım şekillerine de yer vermiştir. Hamdî, “tevhîdü Rabbi’l-âlemîn ‘azze ismuhu”
isimli bölümü “terci-bend” nazım şekliyle yazmıştır. Altı bendden oluşmakta-
dır. Hamdî, “nûr-ı Mustafâya medh ü senâdur” isimli bölümü ise, “terkib-bend”
nazım şekliyle yazmış olup yedi benddir.
Câmî’nin eserinin giriş bölümü 419, Hamdî’ninki ise 340 beyitten oluş-
maktadır. Bu durum bize, Hamdî’nin “giriş bölümü”nü Câmî’den daha kısa
tuttuğunu gösterir. Hamdî bu bölümde yazmış olduğu şiirlerde büyük oranda
müstakil davranmış, Câmî’den farklı hareket etmiş ve kendi sanat kudretini
33
Bu mukayese yapılırken şu eserler kullanılmıştır:
Nûreddîn Abdurrahmân bin Ahmed-i Câmi-yi Horâsânî, Mesnevî-yi Heft-Evreng,
tashîh u mukaddime-i Aka-yi Murtazâ, Müderris-i Geylânî, Tehrân 1370, s. 578-748.
Bu eserden kullandığımız beyit numaraları sonradan tarafımızdan konulmuştur.
Naci Onur, Yusuf u Züleyhâ, Akçağ Yay., Ankara 1991. Bu eserden kullandığımız
beyit numaraları sonradan tarafımızdan konulmuştur.
Örnek verilen beyitlerde (/) işaretinin solunda bulunan rakam sayfa numarasını,
sağında bulunan rakam ise beyit numarasını göstermektedir.
|
Farsça ve Türkçe Bazı Mesnevîlerin Tertip Hususiyetleri Yönünden Mukayesesi 237

gösterme çabasına girmiştir. Bunda da belirli ölçüde başarılı olmuştur. Bu şiir-


lerde Câmî’nin etkisi hiç yok denecek kadar azdır.
Câmî, Yûsuf u Züleyhâ hikâyesini anlattığı eserinin asıl kısmını iki bö-
lüme ayırmıştır:

I. Bölüm:
“dâstân-i şem’-i cemâl-i Yûsufî...” 596-650/420-1679

II. Bölüm:
“dâstân-i duhteri Bâzika...” 650-736/1680-3433

Câmî, I. bölüme doğrudan başlarken, II. bölümde dört beyitlik bir giriş
yapmıştır.
Hamdî ise, bu bölümü üçe ayırmıştır:

I. Bölüm:
“matla’-ı dâsitân-ı Yûsuf (‘A. M.)” 50-180/341-2277

II. Bölüm:
“matla’-ı dâstân-ı Züleyhâ” 180-256/2278-3443

III. Bölüm
“dâstân-ı Bâzıgâ binti Melik Tâbûr ‘Arî” 256-437/3444-6215

Hamdî ise I. bölüme 13; II. bölüme 14; III. bölüme ise 5 beyitlik giriş ile
başlamıştır.
Mollâ Câmî, hikâyenin anlatıldığı asıl bölümde yine tamamıyla “mesnevî”
nazım şeklini kullanırken, Hamdî bu bölümde “mesnevî” nazım şeklinin ya-
nında Hz. Ya’kûb, ehl-i Mısır, Züleyhâ ve Bâzigâ’nın ağzından onların psiko-
lojik ve rûhî tahlillerini veren, ayrıca hikâyede hem akıcılığı sağlamak hem de
okuyucuyu sıkmamak için 15 gazel34 ile bir rubâ’îye yer vermiştir.
Câmî, mesnevîsinin sonuna üç manzume eklemiştir. Bunlardan birincisi
zamaneden şikâyet (737-40/3734-3823); ikincisi oğlu Ziyâüddîn Yûsuf’a öğüt (740-
4/3824-3922); üçüncüsü ise nefsiyle hesaplaşma (744-6/3923-3970) konusunda-
dır. Câmî, bu bölümlerden sonra, eserinin sonunda, mesnevîsini güzel bir dille
över ve eserinin telif tarihini belirtir. Daha sonra ise mesnevîsinin 4000 beyit
olduğunu ifade eder.
Hamdî, hem Câmî’nin eserinin sonuna eklediği üç manzumeyi eserine
almamış hem de Câmî gibi eserini övmemiştir. Ayrıca eserinin telif tarihi ile
34
Yûsuf u Züleyhâ’da yer alan gazeller için bkz. Ayan 1974.
238 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
beyit sayısını da belirtmemiştir. Hamdî, eserini Yûsuf’un ölüm haberini alan
Züleyhâ’nın kendisinden geçerek üç gün üç gece öyle kalması, dördüncü gün
kendine gelince Yûsuf’un öldüğünü öğrenip onun kabrine koşup üstüne ka-
panmasıyla bitirir. Hamdî, son beytinde ise eserin bitmesine vesile olan Allâh’a
hamd u senâ eder:

Şükr ü minnet Hudâ-yı Sübhâna


Ki bu nazmı yitürdi pâyâna 437/6215

Hamdî bu bölümde, Câmî’den farklı olarak bölüm içinde veya sonunda


konu ile ilgili beyit dışında lâfzen âyet-i kerîme veya hadîs-i şerîf zikretmiştir:
(Âyet için bkz. s. 66, 69, 100, 13635; Hadîs için bkz. s. 123, 128, 318).
Hamdî, mesnevîsinde bulunan bölüm başlıklarını Câmî’nin aksine Türkçe
olarak yazmıştır.
Bu özellikleri bir tablo hâlinde şu şekilde gösterebiliriz:

CÂMÎ, YÛSUF U ZÜLEYHÂ HAMDULLÂH HAMDÎ, YÛSUF U ZÜLEYHÂ


[Başlangıç] 578/1-13 [Besmele] 27/1-5
iftitâh-nâme be-nâm-i yegânei ki … 578-80/14-41 [Hamdiyye] 27/6-10
tertîb-i delâyil-i hestî-yi vâcib-i te’âlî numûden… münâcât 27-30/11-51
580-1/42-69
dest ber-dâşten be-munâcât be-destyârî-i erbâb-ı tevhîdü Rabbi’l-’âlemîn ‘azze ismühü 30-2/52-87
hâcât 581/70-82
tahsîs-i munâcât be-nâzim-i bî-destyârî… 581-2/83- münâcâtu Kâdıyi’l-hâcât 33-5/88-123
109
na’t-i Hâcei ki hâtem-i hatemiyyet der-enguşt dâşt… münâcâtu Bârî Ta’âlâ ‘azze ismühü 35-7/124-59
583-4/110-44
der-mi’râc-i… 584-6/145-201 der-beyân-i na’t-i Resûl 38-9/160-79
libâs-i zarâ’at-pûşîden ve der-iktibâs-i nûr-i şefâ’at- nûr-ı Mustafâya medh ü senâdur 39-43/180-235
kûşîden 586-8/202-33
Teberruk costen be-zikr-i hâcei ki be-muktezâ-yi… ba’z-ı mu’cizât-ı Seyyid-i Kâinât 43-4/236-54
588-9/234-68
der-medh-i sultânî ki… 590-1/269-306 ba’z-ı mu’cizât-ı hulâsa-yı mevcûdât 44-5/255-64
der-beyân-i ân ki her yek ez-cemâl ve İşk-i murgist… na’t-ı ‘atîk Ebî Bekr-i Sıddîk radıyallâhü ‘anh 45/265-73
591-3/307-44

35
Âyet ve hadîsler metinde gösterilmemiştir. Biz, metnin arkasında verilen tıbkı basımdan
hareketle âyet ve hadîslerin bulunması gereken sayfaların numaralarını verdik.
Farsça ve Türkçe Bazı Mesnevîlerin Tertip Hususiyetleri Yönünden Mukayesesi 239
|

nahl-i beyân-i fazîlet-i‘işk-besten ve şâhçe-i âgâz-i sebeb-i der-beyân-ı na’t-ı Hazret-i ‘Ömer radıyallâhü Ta’âlâ ‘anh
nazm-i kitâb be-ân peyvesten 593-4/345-78 45-6/274-83
deste-i gol ez-çemen-i fezâyil-i suhan-çîden ve rişte-i na’t-ı câmi’u’l-Kur’ân ‘Osmân bin ‘Affân radıyallâhü
temâm-i sebeb-i nazm-i kitâb ber-ân pîçîden 595- ‘anh 46-7/284-92
6/379-419
dâstân-i şem’-i cemâl-i Yûsufî der-şebistân-i gayb- Na’t-ı ismu’llâhü’l-gâlib ‘Aliyyü’bni Tâlib radıyallâhü
efrûhten ve pervâne-i dil-i Âdem râ be-muşâhede-i ‘anh 47/293-302
Furûg-i ân sûhten 596-8/420-51
dâstân-i duhteri Bâzika… 650-4/1680-769 sebeb-i inşâ ve zikr-i aslahu’s-sulehâ-i merhûm peder Ak
Şemsü’d-dîn kaddesa’llâhü sırrahu ‘azîz 48-50/303-40
der-şikâyet ez-felek-i pür nikâyet ki… 737-40/3734- matla’-ı dâsitân-ı Yûsuf (‘A. M.) 50-4/341-92
823
der-pend dâden ve bend nihâden-i ferzend-i ercumend matla’-ı dâsitân-ı Züleyhâ 180-6/2278-374
ki… 740-4/3824-922
der-muhâtabe-i nefs ve terakkî dâden-i vey… 744- dâsitân-ı Bâzıga binti Melik Tâbûr ‘Arî 256-
6/3923-70 9/3444-94
Hâtime der-şükr-i itmâm ve târîh-i ihtitâm ve du’â-yi Yûsuf (‘A. M.) teslîm-i cân idüp belâ-yı musîbet Züleyhâyı
ba’z-i kirâm ebkahumullâhu Ta’âlâ ilâ-yevmi’l-kıyâm helâk itdügidür radıya’llâhu ‘anhâ 432-7/6137-215
746-8/3971-4020

Hâcû-yı Kirmânî ile Dervîş Hayâlî’nin Ravzatü’l-envâr’ı36


Hâcû’nun eseri toplam 1867 beyitten oluşmaktadır. Bunun 307 beyti “gi-
riş”, 59 beyti “bitiş”, geri kalanı da “konunun işlendiği bölüm”ü teşkil etmek-
tedir. Hayâlî’nin eseri ise toplam 2179 beyitten müteşekkil olup bunun 497
beytini “giriş”, son 71 beytini “bitiş”, kalan kısmı da “konunun işlendiği bö-
lüm” meydana getirmektedir. “Giriş” bölümünü Hayâlî’nin daha geniş tuttuğu
dikkat çekmektedir. Bu bölüm çok az sayıda beyitten oluşan tercüme parça-
lar ihtiva etse de, Hayâlî’nin kendisini doğrudan doğruya ifade imkânı bul-
duğu bölümdür. Bu kısmın Hayâlî’de daha geniş tutulmasının sebebi, herhâlde
daha rahat ve serbestçe söz söyleme imkân ve alanını genişletmek gayesinde
aranmalıdır.
Hâcû’nun Ravza’sı başlıklarla açık bir şekilde ayrılmış 20 “makâle” ve
20 “hikâye”den oluşmaktadır. Hâcû, bu eserini nazire olarak kaleme aldığı
Nizâmî’nin Mahzenü’l-esrâr’ındaki tertip şeklini aynen uygulamıştır. “Konu-
nun işlendiği bölüm” için geçerli olan bu tertip şekli şöyledir: Önce ahlâkî,
36
Bu mukayese M. Fatih Köksal tarafından hazırlanan Dervîş Hayâlî Ravzatü’l-envâr
isimli çalışmadan istifade edilerek yapılmıştır. Bkz. Köksal 2003a: 21-35.
240 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
hikemî veya tasavvufî bir konu hakkında görüş ve düşünceler, duygular -ki
bunlar çoğunlukla konunun teorik veya didaktik diyebileceğimiz tarafıdır-
ifade edilmiştir. İlk “makâle” bittikten sonra orada ifade edilen fikirlere uygun
bir “hikâye”ye geçilmiştir. Eserin “konunun işlendiği bölüm”ü veya “makâleler
ve hikâyeler bölümü” bu sıraya uygun olarak 20 “makâle” ve 20 “hikâye”den
müteşekkildir. Daha sonra klâsik mesnevî plânı çerçevesinde “bitiş” bölü-
müyle eser sona ermektedir.
Eserleri “makale”ler ve “hikâye”ler bazında karşılaştırdığımızda Hayâlî’deki
“makâle” ve “hikâye”lerin herşeyden önce sayı olarak Hâcû’nun eseriyle aynı olma-
dığı fark edilmektedir. Aşağıdaki tabloda da görüleceği gibi Hâcû’da 20 “makâle”
ve 20 “hikâye” varken Hayâlî’de 16 “makâle”, 16 “hikâye” vardır; yani Hayâlî,
Hâcû’daki “makâle” ve “hikâye”lerden dördüne eserinde yer vermemiştir:

HÂCÛ -YI KİRMÂNÎ DERVÎŞ HAYÂLÎ


1. makale “Sözün hakikati ve özellikleri hakkında- “Kitaba başlangıç”. 50 beyit (498-547).
dır.” 46 beyit.
1. hikâye “Tûtî ve hileci sahibinin hikâyesi” “Bu mânâya uygun hikâye” 67 beyit (548-
614).
2. makale “Evliyaların makamları ve özellikleri hak- “Yokluk suretinde var olan ve ezel şarabıyla
kındadır.” 51 beyit. sarhoş olan kişilerin anlatılması.” 42 beyit
(615-656).
2. hikâye “Cüneyd ve Şiblî’nin hikâyesi.” 35 beyit. “Cüneyd ve Şiblî’nin hikâyesi.” 84 beyit (657-
740). Bu bölümün ortasında Hâcû’da bu-
lunmayan, Mesnevî’den nakledilen “debbâğ
hikâyesi” (672-718) bulunmaktadır.
3. makale “İnsanın diğer yaratılmışlardan üstünlüğü Bu makale, “Padişahı medhetme ve nasihat
ve makamları hakkındadır.” 49 beyit. konusunda birkaç söz” başlığı altındadır. 45
beyit (741-785)
3. hikâye “Bâyezîd-i Bistâmî’nin vahdet ilmi konu- “Müridlerinden birinin Bâyezîd’a sabaha
sundaki hikâyesi.” 23 beyit. kadar nasıl rahat ettiğini sorması.” 23 be-
yit (786-808)
4. makale “İnsana yüceltme nazarıyla bakma konu- Bu makale “Hikmet nasihati yoluyla matla’”
sunda uyarı.” 45 beyit. başlığı altındadır. 96 beyit (809-903).
4. hikâye “Hasan-ı Basrî ve Habîb-i Acemî hikâyesi.” “Hasan-ı Basrî ve Habîb-i Acemî hikâyesi.” 21
28 beyit. beyit. (904-924)
5. makale “İşlerin farklılaşması ve zamanenin ıztırap- Bu makale Hayâlî’de yok.
ları hakkındadır.” 52 beyit
5. hikâye “İhtilâl ve inhitata düşen Kirmân’ın meliki- Bu hikâye Hayâlî’de yok.
nin hikâyesi.” 24 beyit.
Farsça ve Türkçe Bazı Mesnevîlerin Tertip Hususiyetleri Yönünden Mukayesesi 241
|

6. makale “Allah’tan başka şeylere bağlılığın getireceği 26 beyit (925-956) tutarındaki bu makale ayrı
sıkıntılar hakkındadır.” 44 beyit. bir başlık altında değil yukarıdaki hikâyenin
devamı olarak aktarılmıştır.
6. hikâye “Habîb-i Acemî’nin idama mahkum edilen “Darağacında asılmış haramînin hikâyesi.” 29
katile yarım nazarla bakması...” 23 beyit. beyit (957-985). İki başlıkla aktarılmıştır.
7. makale “Konuşan nefsin ahvâli ve tevhit makamı- Ayrı bir başlık kullanılmadan bir önceki
nın alâmeti hakkındadır.” 40 beyit. hikâyenin devamı şeklinde verilmiştir. 32
beyit (985-1016).
7. hikâye “Küçük yaşta rüyada melek görmek ve bu- “Söyleyenin durumuna uygun hikâye.” 52 be-
nun yorumu.” 20 beyit. yit (1017-1068). Bu hikâye iki başlık (ikincisi
“te’vîl”) altında sunulmuştur. Burada Hayâlî
hem neredeyse telif denilebilecek kadar ser-
best bir çeviri yapmış, hikâyeyi hem önemli
ölçüde değiştirmiş, hem de alabildiğince ge-
nişletmiştir.
8. makale “Aşk âyetinin şerhi ve sevginin mahiyeti “Aşk konusunda birkaç kelime.” 97 beyit
hakkındadır.” 52 beyit. (1069-1165). Bu bölümün hemen tamamı-
nın çevirisiyle beraber “makale” eklemelerle
genişletilmiştir.
8. hikâye “Leylâ’dan haber alan Mecnûn’un hikâyesi.” “Birisinin istiğrâk hâlindeki Úays-ı Benì ‘Âmir’in
20 beyit. yanına ulaşması.” 53 beyit (1166-1218). Bu
hikâye iki başlıkla ve oldukça genişletilmiş
bir çeviriyle sunulmuştur.
9. makale “Dünyalık şeylere tamah ve iltifat etme- “Nasihat yollu birkaç kelime.” 34 beyit (1219-
mek hakkındadır.” 47 beyit. 1252).
9. hikâye “İskender ile Aristo’nun hikmetin yüceli- “İskender’in gelip geçici mülke kanaat etmesi...”
ğine dair hikâyesi.” 25 beyit. 47 beyit (1253-1299). Bu hikâye üç başlık al-
tında ve genişletilerek çevrilmiştir.
10. makale “Mütereddit ve korkak olmak ve işin sonunda “Nasihat tarzında padişah hitâbı.” başlığı
ümitsiz düşmek hakkındadır.” 53 beyit. ile verilmiştir. 34 beyit (1300-1333). Hayâlî,
bu bölümde Hâcû’nun kimi beyitlerini çe-
virmemiştir.
10. hikâye “Perişan sesli yaşlı tanburînin kabul görmesinin “Yaşlı çengînin hikâyesi.” 91 beyit (1334-
hikâyesi.”43 beyit. Hâcû’da hikâye tanburînin 1444). Hâcû’nun 12 beyitle yaptığı tanburî
Allah’a yakarışıyla sona ermektedir. tavsifini Hayâlî 28 beyitte yapmıştır. Hayâlî’de
bu hikâyeye (1334-1375), Hz. Ömer ile Çengi
arasında geçen 69 beyitlik bir hikâye ilâve edil-
miştir (1376-1444). Bu hikâye, önceki hikâyeyi
tamamlar ve daha anlamlı kılar mahiyettedir.
Bu hikâyenin sonunda Hayâlî’nin ağzından 13
beyitlik (1445-1457) bir münâcât yer almak-
tadır ki, Hâcû’da bu kısım da yoktur.
242 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi

11. makale “Dünyadan ilgiyi kesmek ve aşkın mertebe- “Nasihat” başlığı altındadır. 16 beyit (1458-
lerinin kemâli hakkındadır.” 45 beyit. 1473). Hayâlî’de bu bölüm kısa tutulmuştur.
11. hikâye “Hasan-ı Basrî’nin Râbi’a’ya bu mertebeye “Hasan-ı Basrî’nin Râbi’a’ya bu mertebeye
nasıl ulaştığını sorması.” 22 beyit. hangi amelle ulaştığını sorması.” 30 beyit
(1474-1503). Bu bölüm Hayâlî’de biraz daha
uzun tutulmuş ve Râbi’a’nın cevabı ayrı bir
başlık altında aktarılmıştır.
12. makale “Akıl ve haya ile onların keyfiyetleri hak- “Akıl ve haya hakkında birkaç söz.” 34 beyit
kındadır.” 50 beyit. (1504-1537). Hayâlî’nin kısaltarak çevirdiği bu
bölümde kısmen tercüme beyitler ve orijinal
metinden tamamen farklı beyitlerin yanı sıra
takdim-tehirler de bulunmaktadır.
12. hikâye “Aristotales’e peygamberlik sona erdiğinde “Birisinin Aristo’ya nübüvvet dâvâsı son bul-
ne olacağının sorulması” 26 beyit. duğu zaman...” 17 beyit (1538-1554). Bu
hikâye de Hayâlî’de kısa tutulmuştur.
13. makale “Kumandanlara adalet ve ülke yönetimi 26 beyit (1555-1580) tutarındaki bu makale
hakkında nasihatler.” 70 beyit. bir başlık altında olmayıp bir önceki hikâyenin
devamı durumundadır. Bu makale, Hayâlî’de
oldukça muhtasar olarak çevrilmiş, kimi be-
yitler de orijinal metinden tamamen farklı
tarzda kaleme alınmıştır.
13. hikâye “Yaşlı kadının Alparslan oğlu Melikşah’tan “Yaşlı kadının adaletli Melik Şah’a şikâyet et-
adalet istemesi ve adaletin zuhur bul- mesi ve Melik Şâh’ın ihtiyar kadının sözüyle
ması.” 62 beyit. adalet göstermesi.” 90 beyit (1581-1670).
Hikâye, 3 başlık altında ve daha ayrıntılı bir
şekilde takdim edilmiştir.
14. makale “Cömertlik, kerem ve cömert tabiatlı olmak “Adaletli padişaha öğüt yoluyla sesleniş.”
ile onun fazileti hakkındadır.” 57 beyit. 48 beyit (1671-1719). Bu makale için, ese-
rin Hâcû’nun eserinden en farklı bölümü-
dür, denilebilir. Muhteva aynı olmak kay-
dıyla pek çok beyit ya orijinalinden oldukça
farklı çevrilmiş, ya da tamamen farklı biçim-
lerde ifade edilmiştir.
14. hikâye “Kervanla Hâtem-i Tâyî’nin toprağına ula- “Hâtem-i Tâyî’nin ölümünden sonra kerame-
şan misafirin ondan yemek istemesi...” tinin ortaya çıkması.” 91 beyit (1720-1810).
50 beyit. Özellikle tasvir bölümlerinde ayrıntıya giri-
lerek orijinal metinden farklılaştırılmıştır. Bu
hikâyenin devamı mahiyetinde, fakat Hâcû’da
bulunmayan, gerçek sufilerin özelliklerinin zik-
redildiği, dinî tasavvufî nasihatler içeren 56 be-
yitlik (1811-1855) bir ilâve mevcuttur.
Farsça ve Türkçe Bazı Mesnevîlerin Tertip Hususiyetleri Yönünden Mukayesesi 243
|

15. makale “Rahata kavuşmak için şuursuz bir şekilde Bu makale Hayâlî’de yok.
melâmî gibi görünmenin sonu hakkında-
dır.” 48 beyit.
15. hikâye “Ömrünün sonunda ayyaşlık eden yaşlı Bu hikâye Hayâlî’de yok.
sûfînin hikâyesi” 40 beyit.
16. makale “Yemeden içmeden uzaklaşmak ve bu hâlin Bu makale Hayâlî’de yok.
muhafazası hakkındadır.” 45 beyit
16. hikâye “İbrâhîm Edhem’in genç bir zahidi gözlemesi Bu hikâye Hayâlî’de yok.
ve onun durumundan hoşlanması.”
17. makale “Sûf giyinmiş hilecilerin yapmacık hareket- “Tasavvufun hakikatini bilmeyen (...) iki yüzlü,
leri ve sahtecilikleri hakkındadır.” hileci ve haram yiyen sûfîlerin niteliği.” 27 be-
yit (1856-1883).
17. hikâye Kirman vezirinin beğendiği için itibar gö- “Cürmünün yüzünden Allah’ın rahmetinden
ren sûfînin hikâyesi.” uzak düşen Mısırlı yolcunun hikâyesi” 62 be-
yit (1884-1945). Hâcû’nun hikâyesi vaktiyle el
üstünde tutulan bir sûfînin sonradan yoldan
çıkmasıyla biterken burada sûfînin mâcerası
şeytana imanını da teslim ederek ölmesine
kadar sürer.
18. makale “İnsanın kanaatsizliği ve büyüklenmesi hak- 33 beyit tutarındaki (1946-1978) başlık-
kındadır.” 51 beyit. sız bu bölüm, yukarıdaki hikâyenin devamı
hâlindedir.
18. hikâye “Dünya sevgisi, altın ve gümüş isteği ko- “Keklik ile üveyiğin hikâyesi.” 63 beyit (1979-
nusunda keklik ile üveyiğin hikâyesi.” 36 2041). Hayâlî münazara kısmını daha uzun
beyit. ve teferruatlı tutmuş, Hâcû’nun bir beyitte
anlattığı kimi konuşmaları birkaç beyitte
ifade etmiştir.
19. makale “Aklın, eşyanın mahiyetini anlamada eksik 29 beyit tutarındaki (2042-2070) bu ma-
kalışı.” 48 beyit. kale bir önceki hikâyenin devamı şeklinde
olup başlıksızdır.
19. hikâye “Âdil Nûşirevân’ın Büzürcmihr ile soru-cevap “Kisra’nın, veziri Büzürcmihr’den soru sor-
yollu konuşmaları.” 47 beyit. ması, vezirin hikmet yoluyla cevap vermesi.”
38 beyit (2071-2108). Her iki hikâye başlık
olarak benzeşiyorlarsa da ikisi arasında en
küçük benzerlik, tercüme tek beyit dahi bu-
lunmamaktadır.
20. makale “İnsanın niteliği hakkındadır.” Bu makale Hayâlî’de yok.
20. hikâye “Halife Mu’tasım devrinde ölüme mahkûm Bu hikâye Hayâlî’de yok.
edilen kimsenin affedilmesi hikâyesi.”
30 beyit.
244 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Hâcû-yı Kirmânî’nin eserinde “makâle” ve “hikâye”lerin yerleri ve sıraları
son derece açıktır. Sıra numarası da verilmiş olan her bir “makâle”den (makâlet-i
evvel, makâlet-i dovvum, makâlet-i sovvum...) sonra “makâle”de dile getirilen
konuyla ilgil bir “hikâye” gelmektedir. Her bir “makâle” ve her bir hikâyenin bi-
rer başlıkla taçlandırıldığı Hâcû’nun eserindeki bu duruma karşılık Hayâlî’nin
eserinde Hâcû’daki bu tertip veya kompozisyon bir belirsizliğe dönüşmüştür.
Bazı “makâle” ve “hikâye”ler Hâcû’nun eserine benzer ifadelerle başlıklandırıl-
mış, kimi yerlerde “makâle”lerin konuyu açıklayıcı başlıklarının yerini “nasîhat”
gibi kısa ve genel başlıklar almıştır. Bazı “makâle”ler ise, mevcut olmakla bir-
likte hiç başlık konulmaksızın bir önceki “hikâye”nin devamı gibi çevrilmiştir.
Bazen de de tam aksine, bir tek makale veya hikâye birden çok başlık altında
aktarılmıştır.
Ayrıca bir tür olarak Türk ve Fars edebiyatlarında kaleme alınan Şem’ ü
Pervâne mesnevîlerinin şekil ve muhteva yönünden mukayesesi için, Sadık Ar-
mutlu tarafından yapılan önemli çalışmaya bakılabilir (bkz. Armutlu 2011).
II. Bölüm
Türk Edebiyatında Mesnevî

XI-XIII. Yüzyıllar
Bugünkü bilgimize göre Türk edebiyatında yazılan ilk mesnevî, Kutadgu
Bilig’dir. Bu eser, klasik mesnevî tertibini yansıtması, aruzun Türkçeye başarılı
bir şekilde tatbik edilmesi ve Türkçenin başarılı bir şekilde kullanılmasıyla dik-
kat çekmektedir. Bu durum Türklerin hem mesnevî nazım şekli ile aruz vez-
nini tanıdığını ve ona vakıf olduğunu hem de Türkçenin şiir dili olma hüviye-
tini kazandığını göstermektedir. Kutadgu Bilig’in, kemiyet ve keyfiyet yönünden
mükemmel oluşu, onun birdenbire kaleme alınamayacağını göstermektedir. Bu
da Türklerin, geçmişi çok eski zamanlara giden ve belli bir birikim ve tecrübe-
den hareketle oluşturdukları nazım geleneği ile güçlü eserlerinin varlığını gös-
termektedir. Bundan dolayı Kutadgu Bilig’i oluşturan bu tecrübe ve yeteneği
görmek için İslâm öncesi Türk şiirine bakmakta fayda vardır.
Türk edebiyatının en eski döneminin, teorik olarak başlangıçtan yani VIII.
yüzyıldan XI. yüzyıla kadar sürmüş olduğu söylenebilir. Bu devreye “İslam ön-
cesi Türk edebiyatı” denmektedir. Türk şiir geleneğinin Şarkî Türkistan’da Bu-
dist Uygurlar arasında XIII. yüzyıla kadar devam ettiği göz önünde tutuldu-
ğunda çok daha uzun bir dönemden bahsetmek mümkündür. En eski Türk
şiiri numunelerinden söz ederken konunun ilgililerince yürütülen tartışma
henüz bitmiş değildir. Sovyet Türkoloğu Stebleva Orhun Kitabeleri’nin man-
zum olduğunu, dolayısıyla bunların en eski örnekler sayılması gerektiğini id-
dia etse de (Stebleva 1965) kendisinden önce de bu nevi görüşler ileri sürül-
müş, ancak sağlam temellere oturtulamamıştır (bkz. Tekin 1986: 4-6). Bu bir
yana, Orhun Kitabeleri’ni Türk destan üslûbunun ilk numuneleri saymak da
yanlış olmaz. Aliterasyonlu ikileme öbekleri veya eş anlamlı kelime tekrarla-
rıyla, çeşitli bakımlardan birbirine paralel cümlelerle yüzlerce asır yaşatıla-
cak olan Türkçe sanatkârane anlatımın en güzel misallerini sergilemekteydi.
246 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Bütün bunlar Orhun Kitabeleri’ne şiirsel bir eda katmaktaydı. Türk nesir üs-
tadları bu edayı neredeyse XX. yüzyıla kadar devam ettirmişse de -meselâ mer-
hum Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’ân Dili adlı abidevî eserinin mukaddimesi
buna güzel bir örnektir- Osmanlı edebiyatı denince akla hep şiir gelmiş ve ala-
nın uzmanları mütedâhil mânâ dalgalarının birbirine geçtiği bu büyük okya-
nusta seyahat etmekten hep kaçınmışlardır37.
Türk nazmının ne zaman oluştuğunu söylemek oldukça güç olmasına rağ-
men elimizdeki özellikle Maniheist ve Budist çevreye ait malzemeye dayanarak
onun belli başlı özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz38:
1. Şiirler umumiyetle dörtlüklerden oluşur.39
2. Kafiye mısra başındadır ve göz içindir. Baştan kafiye oluşturulurken mıs-
raın ilk kelimesi bir ünlü ise diğer mısra başlarındaki kelimeler de aynı
ünlüyle başlar. a-e, ı-i, o-u, ö-ü nöbetleşmeleri kusur addedilmez. Baş
kafiyenin ünsüz olması hâlinde ünsüzün yanındaki ünlü de aynen tek-
rarlanmak zorundadır. Burada ünlünün değiştiğine pek az rastlanır. Bu
kafiye sistemi eski Moğol şiiri için de geçerlidir.
3. Eski Türkler mısra başı kafiye yanında mısra içi aliterasyon ve mısra
sonu kafiyeden de yararlanmışlardır. Bu bazen gramer kafiyesi şeklinde
de görülebilir. Hem baştan hem de sondan kafiyelenmiş şiirlere rastla-
nır. Kaşgarlı’nın sunmuş olduğu malzeme de sondan kafiyenin İslamî
devirde hâkim olduğunu gösterir, ama baştan kafiyenin izleri tama-
men silinmez.
4. Dörtlükler genellikle kendi içinde bütündür. Ancak aykırı örnekler de
-tıpkı mesnevî türünde olduğu gibi- yok değildir.
5. Metinde Çince yazılan bir kelime mısra başında bulunuyorsa, kelime
Çince yerine kafiyeye uygun düşecek Türkçe karşılığı ile okunmalıdır.
Meselâ; baştan ‘u’ kafiyeli bir dörtlüğün ilk kelimesinde Çince tay=büyük
anlamına gelen kelimenin “ulug” okunması gerektiği gibi.
37
Türk edebiyatı, nazma göre daha zor olup ciddî bir edebiyat tecrübesi, birikimi ve
seviyesi gerektiren nesir alanında da temelleri İslâm öncesi Türk edebiyatına dayanan
mükemmel ve zengin örnekler vermiştir. Özellikle nesir edebiyatımızın, tıpkı şiirde
olduğu gibi, en eski temellerini İslâm öncesi Türk edebiyatında aramak gerekmektedir.
38
Eski Türk şiirinin hüviyetiyle ilgili bu bilgileri bizimle paylaşan değerli meslektaşım
Doç. Dr. M. Mahur Tulum’a teşekkür ediyorum.
39
Sema Barutçu, eski Türk şiirinin en küçük nazım biriminin beyit olduğunu, Türk
dilinin umumî nazım birimi olan dörtlüklerin ise iki beytin birleşmesinden ortaya
çıktıklarını söylemektedir (1994: 74).
Türk Edebiyatında Mesnevî - XI-XIII. Yüzyıllar
| 247
6. Manzumeler çoğu kez hece ölçüsüyle söylenmiştir. En çok sırasıyla hecenin
7, 8, 11 ve 12’li ölçüleri kullanılmıştır. Farklı örnekler de mevcuttur.
Başkaca söylemek gerekirse Eski Türk şiirinin artistik ve ritmik unsurları
olan “baştan ve sondan kafiye, ibare ve gramer kafiyesi, iç kafiye, mısra içi ali-
terasyon, aliterasyonlu ikileme öbekleri, nakaratlar, hecelerin kademeli olarak
yükseltilip düşürülmesi, paralel cümle gurupları ve cümleler modern edebiya-
tın ahenk unsurları olarak hâlen geçerliliğini korumaktadır.
Türkler yukarıda değinilen anlatım tekniklerini kullanarak farklı dinlerde
ve sahalarda büyük bir edebiyat meydana getirmişlerdir. Özellikle Koço Uy-
gur Kağanlığı döneminde Hıristiyanlığa, Maniheizme ve Budizme ait eserleri
Soğdca, Çince, Toharca, Sanskritçe ve Tibetçeden kendi dillerine çevirmişlerdir.
Sahip oldukları edebiyat teknikleri ile ilâhîler, medhiyeler, dinî içerikli didaktik
manzumeler, dualar, yakarışlar, ana-baba sevgisini telkin eden şiirler, lirik şiirler,
felsefî vecizeler, ahlâk kitapları, Budist öğreti içeren manzum ve mensur karışık
ve bir aradayken veya cemaatle okunan resimli hikaye kitapları, vaaz kitapları
olan “sutra”lar, uydurma sutralar, “körünç” denilen ve fasıllara ayrılmış sahne
eserleri (meselâ; Maitrisimit ve Kalyanamkara et Papamkara böyle eserlerdir) kaleme
alıp bizlere miras bırakmışlardır.
X. yüzyıl başlarında Beşbalıklı Sıngu Seli Tutung Altun Yaruk isimli ese-
rinin içindeki “Aç Pars” hikâyesinde birçok manzum parçaya40 yer vermektedir
40
Altun Yaruk’un Çince orijinalinde bulunmayan bu manzum kısımlar, Türk şâir Sıngu
Seli Tutung tarafından ilâve edilmiştir. Burada Çin şiirinde bulunan kafiye düzeni
hakkında kısaca bilgi vermenin uygun olduğunu düşünüyoruz. “Çin şiirinde uyak
anlayışı fonetik dillere benzememektedir. Çincenin ses tonları, sesletim (harfler ve
heceler) yanında, dilde bir başka düzlem daha oluşturmaktadır. Çince şiirdeki uyak
sesten önce –eskiden toplam beş tane olan- bu ses tonlarıyla kurulmaktadır. Cümle
ortalarında ve özellikle sonlarında da bizdeki uyaklar gibi eşleştirmeler bulunmak-
tadır. Ancak bunların redif gibi muamele gördüğünü düşünebiliriz, çünkü Çincede
ses –hece- dağarcığı sınırlı; eş seslilik ise fazladır. Uyak, cümlenin tamamında, inişli
çıkışlı, kalın veya tiz sesli hecelerin uyumlu kurgulanışıyla yapılmaktadır. Bu da
belki bizim “makam” diyebileceğimiz söyleyiş biçimlerini oluşturmaktadır –ki bu
duyguların anlatımında dili belirlenmiş formlara indirgeyerek– ifade gücünü de
sınırlamaktadır. Çin şiirinde dize sonu uyağı vardır. Ama incelenen 40 kadar Çince
şiirde hiç aa, bb, cc… şeklinde bir diziliş görülmemiştir. Ayrıca konu ile ilgili muhtelif
makaleler de konuyu yukarıdaki şekilde ele almışlardır. Bu incelemelere göre, Tang
dönemi şiirlerinde (VII-X. asırlar arası), aaba, abcb, aaaa, aaab (aslında a, redif ya
da tek harfle sağlanan kafiye) şeklinde kafiye örgüsü görülmektedir. Bir de XI-XII.
asırlarda Song Ci dedikleri Song dönemi serbest nazımları vardır ki, a, bca, de, dfa…
şeklinde zaman zaman “a”ya dönerek uzayıp gitmektedir. Ming dönemi şiirlerinde de
248 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
(bkz. Kaya 1994: 326 vd; Tekin 1986: 36-42). Parçaların çoğunda baş ve son kafiye
yoktur, ancak Türklerin daha sonra benimseyeceği “mesnevî” formunun izleri
müşahede edilmektedir:

Neçükin yana birgerü “Niçin hep birlikte


Birlekiye ünüp üçegü bir arada büyüdük üçümüz
Negülüg titding özüngin neden kıydın kendine
Bizni birle barmadıng bizimle gelmedin?”

Sintide öngre ölmekig [m?] “Senden evvel ölmeyi


Bulayın ay künkiyem bulaydım, ey güneşim
Körmeyin erti munı teg görmeyeydim bunun gibi
Ulug açıg emgekig büyük acı felaketi

Birlekiye ölser biz “Keşke beraberce ölsek


Neng bizinge kergeksiz bize başka şey gerekmez”

Bütün bunlar Türklerin yüzyıllar sonra meydana getirecekleri İslâmî dö-


nem edebî eserlerinin kök ve temellerini oluşturmaktaydı. Türkler İslâmî dö-
neme geçtiklerinde de eski edebî alışkanlıklarından kopmuş değillerdi. Kaşgarlı
Mahmûd’un Türk halk edebiyatının en güzel örneklerini sunduğu Karahanlı dö-
nemi edebiyatında ve sonrasında geleneklerinden hiç kopmadılar. Öz ve ruh ba-
kımından hep aynı kalmayı başardılar. Bu husus Türklerin Müslüman oldukla-
rında girmiş oldukları medeniyet dairesinde gördükleri ve Arap edebiyatında
doğan mesnevî formuna yabancı olmadıklarını göstermesi bakımından hem
dikkat çekici hem de önemlidir.
Yağma Türkleri tarafından kurulan, Doğu ve Batı Türkistan’da hüküm sü-
ren Karahanlıların X. yüzyılın ortalarında tamamen Müslüman olmalarından
sonra Türk tarihinde yeni bir dönem başlamıştır (bkz. Yazıcı 1992; Pritsak 1993).
Özellikle VIII. asır İslâm medeniyetinin altın çağını yaşadığı bir dönemdir. Bu
medeniyetin dinî, edebî ve kültürel boyutu Orta Asya bozkırlarına yansıyarak
Türkistan bölgesini de kapsamıştır. Bu topraklarda bir taraftan kılıçla, diğer ta-
raftan kalemle mücadele ederek İslâm medeniyetine hizmet eden bir millet (Türk
milleti), tarih sahnesine çıkmış ve Türkistan bozkırlarında Türk-İslâm medeni-
yetini inşa etmiştir. Böylece Türkistan’ın Merv, Beykent, Buhara, Semerkand,
Faryâb, Kaşgar ve Harezm gibi büyük şehirleri erken devirlerden itibaren bir

(XIV-XVII. asırlar ) kafiye örgüsü yine aaab, abab, abcb… tarzındadır. XVIII. asırda
kaleme alınan bir romanda da yine serbest nazım örnekleri görülmektedir.” (Bu bil-
gileri bizle paylaşan Doç. Dr. Ali Merthan Dündar’a çok teşekkür ediyorum.) Bu da
mesnevî tarzındaki kafiye örgüsünün bizatihi Türklere ait olduğunu göstermektedir.
Türk Edebiyatında Mesnevî - XI-XIII. Yüzyıllar
| 249
kültür merkezi hâline gelmiş, ilim ve irfan yönünden gelişme görülmeye baş-
lamıştır. Türk yurtlarında kurulan cami, medrese, ribat gibi mekânlar eğitim
ocakları hâline dönüşmüş, buralarda ilmî seferberlik başlamıştır. Başta din ve
edebiyat alanında olmak üzere pek çok alanda Türk asıllı birçok âlim yetişmiş-
tir. Böylece, Irâk-ı Arab’ın yanında Türkistan coğrafyası, ikinci kültür merkezi
olarak İslâm dünyasındaki yerini almıştır.
Bu yeni oluşum diğer alanlarda olduğu gibi kendisini edebiyatta da gös-
tererek, özellikle İslâm dünyasında “ilk Rönesans devri” olarak kabul edilebile-
cek bu dönemde önemli bir Türk-İslâm merkezi hâline gelen Doğu Karahanlı-
ların başkenti Kaşgar’da, İslâmî Türk edebiyatının bilinen ilk eserleri -XI. yüzyıl
ortalarında- Hakanîye Türkçesi ile yazılmaya başlanmıştır. Bunlardan biri Ba-
lasagunlu Yûsuf’un Balasagun’da iken yazmaya başladığı ve Kaşgar’a gelerek
orada tamamlayıp 1069/1070’te Karahanlı hükümdarı Tabgaç Buğra Han’a sun-
duğu Kutadgu Bilig’dir. Diğeri Yûsuf Has Hâcib’in çağdaşı Türkistanlı Kaşgarlı
Mahmûd’un 464/1072’de başlayıp 469/1077’de tamamladığı Dîvânu Lugati’t-türk
isimli Türkçe-Arapça sözlüğüdür. Burada yazılan diğer eser ise, Edîb Ahmed
tarafından tahminen XII. asrın sonlarında yazılan 512 dizelik Atebetü’l-hakâyık
adlı manzum eserdir. Yine Sayram’da doğup Yesi’de yaşayan, geniş halk kitlelerine
ulaşmak için sanatkârâne üslûpla kaleme aldığı Hikmet adı verilen şiirlerinde, o
günkü Türkçenin imkânları ile Kur’ân-ı Kerîm’in emirlerini ve Hadîs-i şerîflerin
muhtevalarını işleyen Dîvân-ı Hikmet müellifi ve Türk milletinin manevî mür-
şidi Ahmed-i Yesevî (öl. 561/1166) de bu dönemde yaşamıştır.
İlk edebî eserlerin Türkistan coğrafyasında verilmesi bir tesadüf değildir.
Özellikle bu dönemde, hem edip hem de ilk Türk nazım edebiyatı mektebinin
kurucusu olan Yûsuf Has Hâcib ve İskenderiye mektebi üslûbunda ilk Türk gra-
merciliği geleneğinin kurucusu olan Kaşgarlı Mahmûd’un, iki yönden Türk di-
lini işlemeleri ve birleştirmeleri önemli bir etken olmuştur. Ayrıca her ikisinin
ortaya çıkardığı eserin Türklük bilinci ile yoğurularak oluşturulması dikkat çek-
mektedir (Caferoğlu 1984: II/5-6).
Bu iki kültür merkezi aracılığıyla - Irâk-ı Arab ve Türkistan- Araplarla Türk-
ler, aynı inancı paylaşmaları yanında, bilimsel etkinliklerde de yan yana gelmeye
başlamışlardır. Türkistan coğrafyasındaki Türkler, daha çok birlikte yaşadıkları
Araplarla ilişki içerisine girerek kendilerini İslâm’ın bu erken devirlerinden iti-
baren başta Abbâsî edebiyatı olmak üzere dinî bilimlere adamış ve bir kültürel
seferberlik başlatmışlardır. Bu seferberlik kendini önce dinî alanda göstermiştir.
XI. asırda Türkistan coğrafyasında İslâm hukukçularının yüzde yüze yakın kıs-
mının (%99’u) Hanefî fıkıh ekolünü benimsemesi bu gerçeği gözler önüne ser-
mektedir (Kuegelgen vd 2011: 279-93). Ayrıca Türkistan bölgesi yöneticilerinin ve
250 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Abbâsî yönetiminin ileri gelenlerinin; Sünnîliği ve Sünnîleri gözetmesi, bu dö-
nemlerdeki dinî ve kültürel yapının yani Bağdat ve Türkistan’ın dinî ve kültürel
yapısının, Acem/Fars kültürüyle ne kadar farklılık taşıdığını göstermesi bakı-
mından önemlidir (Karaismailoğlu 2001: 45). Başka bir ifadeyle, erken dönem-
lerde Arap ve Türk kültürel birlikteliği öne çıkarken bu iki kültürün Fars kültü-
rüyle ayrıştığı görülmektedir.
Buradan hareketle, Türkistan coğrafyasında Türkçe manzum olarak yazılan
ilk eser olan Kutadgu Bilig’in, söylenilenlerin aksine yukarıda zikrettiğimiz gibi
Türklerin daha önce temelini atıp şiirlerinde kullandığı ve “aa bb cc” şeklinde
kafiyelendirdiği şiir yapısıyla Arap edebiyatında gördüğü mesnevî formu ara-
sındaki paralellikten41 dolayı bu nazım şeklini rahatlıkla alıp kullanmasına vesile

41
Bu tip paralellikler başka formlarda da görülmektedir. Abbâsî döneminde mesnevî ile
paralel olarak gelişen “musammat” nazım şekline benzer kullanımlara (bkz. Demi-
rayak 1998) Budist Uygur şiirlerinde de rastlanılması dikkat çekmektedir. Aşağıdaki
manzumenin mısraları gerek anlam gerekse şekil bakımından doğal duraklarla ikiye
bölünmüş ve dize başı aliterasyonu dize içinde de tekrar edilmiştir:
………………………………………………….
İç tering kat bük tagta irteki söki aranyadanta
İdiz tikim kayalık basguklug erip idi tikisizte
İmirt çogurt sögüt arasınta inçge kök suv kıdıgınta
İlinmeksizin dyan olurguluk ol anı teg orunlarta
…………………………………………………..
Bütün dizeleri kafiyeli olan bu şiirin, dörtlüklerin son dizelerinin başındaki kafiye
ile son üç dörtlüğün ikinci dizelerinin “erip” redifi ile sona eren ilk parçalarındaki
uyak ta dikkat çekmektedir. Bu da Türklerin hem zengin ritmik öğeleri kullanarak
manzumeyi son derece ahenkli ve uyumlu kılmayı hem de muhteva yönünden olduğu
gibi şekil bakımından da bütünleştirmeyi Eski Türk şiirinde bile başardıklarını gös-
termektedir (bkz. Tekin 1986: 19-21). Daha sonra kolayca adapte oldukları bu tarzın
güzel örnekleri Anadolu’da verilmiştir. Yine Arap edebiyatında bulunan ve “aaaa…”
şeklinde kafiyelenen “recez” şekline (→ Arap Edebiyatında Mesnevî) benzer bir kul-
lanım Oğuz Kağan Destanı (bkz. Talat 1986a: 102) ile Dîvânu Lügati’t-türk’te geçen;
Kim ayıp iştür kulak
Ay ewi artuç butak
Atgalır oknı azak
Tegmedi bu saw uşak
……………………..
manzumede müşahede edilmektedir (Tekin 1986a: 120). Bunlar Eski Türk şiiri ile
Arap şiiri arasındaki benzerlikleri yansıtması bakımından önemlidir. Hatta Dîvân’da
yer alan şiirin “fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme alınması, Türklerin kendilerinde var
olan bu şiir geleneğini Araplarınki ile mezcederek kulanımını devam ettirdiklerini
göstermektedir.
Türk Edebiyatında Mesnevî - XI-XIII. Yüzyıllar
| 251
olduğu söylenebilir.42 Bu da Türklerde mesnevî formunun Fars mesnevîlerinden
değil, bizatihi Uygur dönemi Türk şiiri ile Arap şiirinden esinlenerek kullanıl-
mış olabileceğini göstermektedir. Çünkü İslâmiyeti kabul eden Türkler, ilk dö-
nemlerde Araplarla daha çok içli dışlı olmuşlardır. Onlarla birlikte ve yan yana
yaşamışlardır. Abbâsî edebiyatının oluşmasına da katkıda bulunmuşlardır.43

42
Özellikle Türklerin, şiir yazma tecrübelerini, girmiş oldukları yeni medeniyette, o
medeniyetin şiir geleneği ile kendi şiir geleneği arasında olan benzerlik vesilesiyle bu
tarz şiiri hiç yabancılık çekmeden daha da geliştirip olgunlaştırdıkları görülmektedir.
Hatta kendi edebî geleneğinde olan şiir tarzına benzeyen bu formu Arap ve Fars
edebiyatında gören Türk dilli olup da Arapça ve Farsça şiir söyleyen şâirler, buna
zorluk çekmeden adapte olmuşlar, daha sonra Arapça ve Farsça çeşitli mesnevîler
kaleme almışlardır. Ayrıca bu nazım şeklinin gelişip tekâmüle ulaşmasında önemli
katkılar sağlamışlardır. Nitekim her ne kadar Fars edebiyatında tertip bakımından
yetkin ilk mesnevî Firdevsî tarafından yazılmışsa da onu şekil, vezin, tertip ve muhteva
bakımından mükemmel hâle getiren Türk asıllı Genceli Nizâmî olmuştur. Özellikle
edebiyat nazariyecilerinin mesnevînin düzenleniş şeklini belirlerken Nizâmî’nin ilk
defa oluşturduğu “hamse”sinde yer alan mesnevîlerine bakarak tespit etmeleri bunu
göstermektedir (→ Fars Edebiyatında Mesnevî). Aynı şekilde Türk asıllı Emîr Hüsrev-i
Dihlevî’nin de Hindistan coğrafyasında kaleme aldığı mesnevîleriyle bu nazım şekline
çeşitli yenilikler sağladığı görülmektedir (→ Fars Edebiyatında Mesnevî). Ayrıca bu iki
şâir; Türk, Fars ve Hind asıllı şâirler üzerinde etkili olmuş, eserleri örnek olarak alınmış
ve birçok benzeri oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu da Türklerin edebî geleneklerinde
var olmasından dolayı aşina oldukları mesnevî nazım şekline hiç zorluk çekmeden
uyum sağladıklarını, onu Arapça, Farsça ve Türkçe kaleme aldıkları şiirlerinde kul-
landıklarını, ona çeşitli yenilikler getirerek hassaten Anadolu’da verilen örneklerle
tam anlamıyla kendileştirdiklerini göstermektedir.
43
Türkler Müslüman olduktan sonra, Abbâsîlerin ilk döneminde siyasî ve askerî
alanların yanında, bilimsel alanlarda da etkinliklerini artırmışlardır. İslâm kültür
ve medeniyetinin olgunlaşıp gelişmesinde önemli rol almış, dinî bilimlerin ve şiirin
gelişmesinde büyük katkıda bulunmuşlardır. Kaynaklarda Abbâsîler’in ilk döneminde
etkinlik gösteren Abdullâh b. Mübârek (734-797), Amr b. Mes’ade, İbrâhîm es-Sûlî gibi
Türk kökenli birçok bilgin, şâir ve edibin adlarına rastlanmaktadır. Ancak kökenleri
hakkında kaynaklarda hiçbir açıklama bulunmayan ve sadece mensup oldukları
memleketlerin adlarıyla anılan pek çok bilginin de Türk olma ihtimali hayli yüksektir.
Zira bazı kaynakların Fars veya Türk bilginlerin kökenleri üzerinde titizlikle durma-
larına rağmen, el-Ferganî, eş-Şâşî, es-Semerkandî, es-Soğdî gibi adları Türk illerinin
adları ile anılan bu bilginlerin kökenlerinden hiç söz etmemeleri düşündürücüdür.
Abbâsî Devleti hizmetine giren ve İslâm medeniyetinin oluşumuna katkıda bulunan
Türklerin, eski isimlerini korumaya özen göstermeyerek Arap isimleri almaları, hatta
Müslüman olmadan önceki isimlerini özellikle terk etmelerinden dolayı, Abbâsî
dönemi kültür ve edebiyatını yönlendiren daha birçok Türk asıllı bilgin ve şâirin
varlığı kolayca tahmin edilebilecek bir durumdur (Şentürk vd 2010: 31-38).
252 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Arap edebiyatında ilk örneği verilen mesnevîlerin genellikle eğitici ve öğre-
tici yani didaktik olduğu, toplumun huzuru, refahı ve mutluluğu için yol gösterici
özelliklere sahip bulunduğu görülmektedir. Aynı özelliklerin yukarıda belirtti-
ğimiz gibi hem Uygur dönemi Türk şiir geleneğinde hem de insanın bu dün-
yada ve ahirette mutluluğunu esas alan Kutadgu Bilig’de bulunması, ilk mesnevî
yazma geleneğinin Eski Türk şiiri ile Abbâsî/Arap edebiyatından İslâm sonrası
Türk edebiyatına geçtiğini gösteren hususlar olarak alınabilir. Müslümanlığı
yeni kabul etmiş bir ulusun dindar bir ferdi olan Yûsuf Has Hâcib’in, konuyu
seçerken Fars edebiyatında klâsik mesnevî tertibine uygun bir şekilde yazılan
ilk eser olan ve İran millî ruhunu dirilttiğini çekinmeden söyleyen Firdevsî’nin
Şâh-nâme’sini örnek alması yerine, eğitici yönleri ağır basan Eski Türk şiirleri
ile Arap mesnevîlerini tercih etmesi kadar doğal bir durum olamaz. Ayrıca bu-
rada Kutadgu Bilig’in konu itibariyle seçiminde yukarıdaki hususların yanında
Uygur edebiyatında var olan eğitici ve öğretici eser yazma geleneğinin Türkis-
tan coğrafyasında unutulmadığı düşüncesinin de göz ardı edilmemesi gerekir.
Zira Kutadgu Bilig içerisinde yer alan ve millî nazım şekli olan dörtlüklerin bu-
lunması bir tesadüf değildir.
Bunlardan başka Yûsuf Has Hâcib’in mesnevî içerisinde Fars edebiya-
tında şekillenen “gazel”e değil de, Arap edebiyatının önemli nazım şekli olan
“kasîde”ye yer vermesi, onun bu edebiyatın geleneğine daha yakın olduğunu
gösterir. Mütekârib bahrini kullanması ise, bir taraftan Arap edebiyatında bu
bahirle yazılan eserlerin olması, diğer taraftan da 11’li (6+5) hece veznine kar-
şılık gelmesindendir.
Türkistan coğrafyasında yazılan ve bugünkü bilgilere göre Türkçe ilk
mesnevî olduğu söylenilen Kutadgu Bilig’in, şekil ve muhteva yönünden, bir ta-
raftan Arap edebiyatı geleneğinin izlerini taşıdığını diğer taraftan da İslamiyet
öncesi Türk edebiyatı geleneğinin unutulmayıp varlığının devam edişini gös-
terdiğini söyleyebiliriz.
Türk edebiyatında kaleme alınan ilk mesnevî, yukarıda belirttiğimiz gibi,
Yûsuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig’idir. Bu muazzam Türkçe eser, 6645 be-
yit olup aruzun “feûlün feûlün feûlün feûl” kalıbıyla yazılmıştır. Kutadgu Bilig
(Arat 1979, 1988; Başer 1990; Dankoff 1983; Dilâçar 1988; İnan 1942; Kara 1988; Öz-
den 2007), eski Türk ahlâk ve devlet telakkisi ile İslâmî itikadı birleştiren nasîhat-
nâme ve siyâset-nâme mahiyetinde didaktik bir eserdir44. Mesnevî nazım şek-
liyle ve klâsik mesnevî tertibine uygun olarak yazılan esere Allah’a “hamd” ile
44
Kutadgu Bilig, özellikle ‘sultanın halkını nasıl yöneterek onları iki dünyada da mesut
ve bahtiyar eder’ konusunu ihtiva etmesinden dolayı, hükümdarın el kitabı özelliğine
sahiptir. Bundan dolayı eser, “şâh-nâme/sultan(ın el) kitabı” olarak da anılmaktadır.
Türk Edebiyatında Mesnevî - XI-XIII. Yüzyıllar
| 253
başlanmış, Hz. Peygamber ve dört halife övgüsünden sonra bahar tasviri ve hü-
kümdarın medhine yer verilmiştir. Yedi yıldız ve on iki burç değerlendirildik-
ten sonra insanın değerinin bilgi ve akıl ile olduğu belirtilmiş, dilin fayda ve za-
rarları üzerinde durulmuş, şâir kendi özrünü ifade etmiş, iyilik etme yanında
bilgi ve akıl ele alınmıştır. Akabinde eserin yazılma sebebi açıklanmış ve eserde
yer alan dört temel şahıs tanıtılmıştır (Yavuz 2009: 167-68). Eserin asıl bölümü on
ikinci “bâb”dan itibaren başlamaktadır. Dört bölümden oluşan bu kısım, dört
kişi arasında geçen bir münazaraya dayanmaktadır. Bunlar doğru yasayı temsil
eden “Kün Togdı”, kut (saadet, ikbal ve devlet)’u temsil eden “Ay Toldı”, aklı ve bil-
giyi temsil eden vezirin oğlu “Ögdülmiş” ve kanaat ve akıbeti temsil eden vezirin
akrabası “Odgurmış”tır. Eserin konusu kısaca şu şekildedir (Heyet 2008: 75):

Adil ve bilge padişah Kün Togdı, akıllı ve bilge veziri Ay Toldı ile sosyal meseleler
ve ülke idaresi hakkında müzakerede ve tartışmada bulunur. Saadetin, adaletin
ve sözün faydaları hakkında söz söyler. Konuşma sırasında adaleti, padişahın
ve saadeti, vezirin temsil ettiği anlaşılmaktadır. Fakat her zaman olduğu gibi
saadetin ömrü kısadır. Vezir ölür. Sultan, onun yetiştirdiği oğlu Ögdülmüş’ü
babasının yerine geçirir. Onunla işleri idare eder. Ögdülmiş ile ilim, adalet,
yiğitlik, zevk ve insanî hevesler üzerine sohbet eder ve şu sonuca ulaşır: Padi-
şahın çevresindekiler ona bağlıdırlar. Eğer padişah kötü olmazsa, kötü kişiler
onun etrafında toplanamaz. Padişah, Ögdülmiş’e “Sen ülkenin saadetinin ve
adaletinin kurulmasına sebep oldun. Dünya geçicidir. Seni de kaybedersem,
ben ne yaparım?” diyince Ögdülmiş, Odgurmış adındaki akrabalarından birini
ona tanıtır. Odgurmış, gönlünü dünyadan ayırmış, tefekküre dalmış ve ahiretin
cazibesine kapılmış fazıl ve hür bir kişidir. Onun için sultanın yanında kalmaya
hazır değildir. Sultan onunla mektuplaşıp görüş alışverişinde bulunur. O da sultana
dünya ve ahiretini iyi hazırlamak için halka ve ülkesine karşı millî, vicdanî ve
insanî sorumluluklarını hatırlatır.

Kutadgu Bilig, nazım şekli olarak Arap edebiyatında doğan ve Fars edebi-
yatında da kullanılan mesnevî ile yazılsa da, onda yer yer İslâm öncesi Türk şiir
geleneğinin izlerine de rastlanmaktadır. Nitekim Kutadgu Bilig’de eski Türk şi-
irinin önemli özelliklerinden biri olan mısra başı kafiyeye yer verilmiş45, şiirde
45
Özellikle Kutadgu Bilig’de de kullanılan mısra başı kafiyenin, daha sonra Anadolu’da
gelişerek devam eden Türk edebiyatı verimlerinden olan mesnevîlerde kullanıldığı
görülmektedir. Nitekim Garîb-nâme’de yer alan şu beyitte hem mısra başı hem de
mısra sonu kafiyenin kullanıldığı görülmektedir (Yavuz 2000):
Türk diline kimseler bakmaz idi
Türklere hergiz gönül akmaz idi
254 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
ahengi sağlamak için aliterasyonlardan istifade edilmiş, yarım kafiyeler kullanıl-
mış, hece vezninin ritmi yansıtılmıştır. Tekrarların yer aldığı eserde, şâirin millî
nazım birimimiz olan dörtlüklere meyletmesi de dikkat çekmektedir. Eser içine
serpiştirilen 173 dörtlüğün mani tarzında kafiyelendiği görülmektedir. Özel-
likle bu durumun daha sonra Anadolu’da gelişerek devam eden Türk edebi-
yatı verimlerinden olan mesnevîlere örnek olduğu ihtimal dâhilindedir. Çünkü
mesnevîde “dörtlük” kullanma özelliği ilk defa Türkistan’dan Anadolu’ya gelen
Ahmed Fakîh’in Kitâbu Evsâfı Mesâcidi’ş-şerîfe adlı eserinde görülmektedir.46
Ahmed Fakîh’in Kutadgu Bilig’den haberinin olması ve onun hüviyetine vâkıf
olması ihtimal dâhilindedir. Ancak sonradan kaleme alınan bazı mesnevîlerde
“dörtlük”ler, başta “gazel” ve “kasîde” olmak üzere farklı nazım şekillerine dö-
nüşecektir (Yavuz 2009: 175; Ercilasun 2004).
Kutadgu Bilig, her ne kadar, nazım şekli ve vezin özellikleri bakımından
büyük ölçüde Uygurlar dönemi Türk şiirinden aşina olduğu Arap’tan Fars’a
geçen edebî geleneğe bağlı kalsa da muhteva bakımından Türk edebî gelene-
ğine daha sadıktır denilebilir. O her şeyden önce didaktik bir eser olup oku-
yucuya verilmek istenilen mesajlar tahkiye üslûbuyla dile getirilmiştir. Yûsuf
Has Hâcib okuyucuya vermek istediği mesajları, belirli mefhumları temsil
eden kahramanlarla kişileştirmiş ve eserini bu kişiler arasında geçen diyalog-
lar vasıtasıyla dile getirmiştir. Bu bakımdan Kutadgu Bilig, alegorik bir eser-
dir. Ercilasun Kutadgu Bilig’i bu özelliğinden dolayı Türk edebiyatının ilk ti-
yatro metni kabul eder (bkz. Ercilasun 2004). Diğer taraftan Türk edebiyatında
tahkiye üslûbu, Budist Türkçe metinlerde de sıklıkla müracaat edilen bir yön-
temdir. Diğer bir ifadeyle Budist Türk edebiyatında en fazla eserin verildiği
alanın jatakalar (hikâye) olması, bu çevrede de mesajların, mefhumları ifade
eden kişiler vasıtasıyla verilmek istendiğine işaret etmektedir. Buna göre Ku-
tadgu Bilig, şeklin yanında tahkiye olarak da Türk edebiyatında zaten var olan
bir geleneği devam ettirmiş olabilir.
46
Anadolu sahasında yazılan Ahmed Fakîh’in mesnevîsinde görülen halk edebiyatımı-
zın tesiri başka mesnevîlerde de kendini göstermektedir. Nitekim Halîloğlu Alî’nin
630/1232’de tercüme ettiği Yûsuf u Züleyhâ’sının da aruzla yazılmış olmasına rağmen
destan şeklinde kafiyelenmiş dörtlüklerden meydana gelişi bu konuda dikkate de-
ğer bir husustur. Anadolu sahasında manzum hikâye ve destanların ilk örnekleri
sayılabilecek Ahi Evren’in Şükr-nâme’si halk edebiyatındaki destan şeklinde, Ah-
med Fakîh’in Çarh-nâme’si ve Kaygusuz Abdal’ın Dolab-nâme’si “kasîde” şeklinde,
Ahmed-i Dâ’î’nin Mutâyebât’ı “kıt’a” ve “gazel” şeklinde ve “Malkaralı Bahâeddîn’in
‘Ucûbetü’l-garâ’ib’i “kıt’a” şeklinde nazmedilerek, daha sonraları tamamen mesnevî
nazım şekliyle telif edilen bu gibi konuların önceleri ne şekillerde işlendiğini bize
açıkça göstermesi bakımından önemlidir (Şentürk 2002: 2-3).
Türk Edebiyatında Mesnevî - XI-XIII. Yüzyıllar
| 255
Kutadgu Bilig’de, gerek konusu gerekse hareket ettiği temel kaynaklar ba-
kımından çeşitli geleneklerden yararlanılmıştır. Her şeyden önce eserde sıklıkla
atasözlerinin kullanılması ve Türk destan geleneğinin kahramanlarına referans
edilmesi, keza Türk devlet yönetimine dair çeşitli ölçülerden bahsedilmesi, Ku-
tadgu Bilig’in temel hareket noktasının Türk kültürü olduğunu açık bir şekilde
göstermektedir. Bundan dolayı A. Dilaçar, Kutadgu Bilig’in kaynakları arasında
Türk kültürünün önemine vurguda bulunmuştur (Dilâçar 1988: 28-37).
Kutadgu Bilig’de dikkat çeken hususlardan birisi de, onda yer alan tasvirle-
rin, tıpkı Dîvânu Lügati’t-türk’tekiler gibi, İslâm öncesi millî edebiyatımızın de-
rin izlerini ihtivâ etmesidir. Özellikle Yûsuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig’de Tab-
gaç Bugra Han medhine girmeden önce çizdiği bahar tasviri, teşbih ve kapalı
istiare sanatlarının orijinalliği, bitki ve hayvan kadrosunun zenginliği ve üslûp
yönünden Dîvânu Lügati’t-türk’teki bahar tasviri ile yakın benzerlikler ihtiva et-
mesi bakımından dikkat çekmektedir. Aşağıda bugünkü dile çevrilmiş hâliyle
aktarılan parça ile Dîvânu Lügati’t-türk’teki bahar tasvirleri mukayese edildiği
takdirde bahar mevsiminin XI. asır Türk edebiyatında ne derece orijinal ve zen-
gin bir şekilde terennüm edildiği anlaşılacaktır47:

“Şarktan bahar rüzgârı eserek geldi; dünyayı süslemek için, cennet yolunu açtı.
Kâfûr gitti, kara toprak misk ile doldu; dünya kendisini süsleyerek, bezenmek
istiyor. Bahar rüzgârı eziyetli kışı sürüp, götürdü; parlak yaz tekrar saâdet yayını
kurdu. Güneş balık-kuyruğundan (hût), kuzu-burnuna (hamel) kadar olan yerine
47
British Muzeum or. 8212 (108)’de bulunan Uygurca bir mecmuanın ilk kısmını
teşkil eden “anı teg orunlarta” redifli dört parçalık bir manzumenin tamamında
Burkancı zahitlerin inziva ve itikâfa çekildikleri dağlık, ağaçlık yerlerle akarsu veya
göl kenarları tasvir edilmektedir. Tasvir, kayalar, uçuşan kuşlar, rüzgâr ve ağaçlar
-adları belirtilerek- vb. tabiat unsurlarıyla oldukça zenginleştirilmiştir. En gelişmiş
tabiat tasvirlerinde bulunabilecek hemen bütün malzemeleri ihtiva eden bu metnin
dinî gayeyle kaleme alındığı düşünülecek olursa, lirik Türk şiirinin henüz o devirlerde
bile tabiat tasvirleri bakımından ne kadar zengin olduğunu gösterir (Şentürk 2002:
182; Arat 1991: 66-70). Ayrıca İslâm öncesi dönemlerde kaleme alınan ve büyük bir
kısmı kaybolmuş, bir kısmı henüz ilim âlemine sunulmamış İslâm öncesi veya İran
tesiri dışındaki Türk edebiyatı metinlerinin çok yönlü ve zengin bir tasvir kabiliye-
tine sahip olduğu görülmektedir. Yüzyıllarca Türkistan gibi geniş bir coğrâfî sahada
mühim medeniyetler kurmuş bir milletin kaybolup gitmiş muazzam bir kültür ve
edebiyat arşivinden elimizde kalan metinlerden sadece “Padvamati Kız’ın tasviri”
dahi, Karahanlı ve Anadolu sahasında gelişiminde ve tekâmüle erişiminde Türk
asıllı şâirlerin önemli katkısı olduğu İran edebiyatı tesiri ile gelişen Türk edebiyatı
mahsullerindeki bir takım tasvir malzemeleri ve teşbih unsurlarının zaten önceden
de var olduğunu ispata kâfî delillerindendir (Şentürk 2002: 30).
256 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
tekrar döndü. Kurumuş ağaçlar yeşiller giyindi; tabiat mor, al, yeşil ve kızıl renkler
ile süslendi. Kara yeryüzüne yeşil ipek bağladı; Hıtây kervanı da bunun üstüne
Çin kumaşı yaydı. Düzlükler, dağlar, sahralar ve ovalar bunu yayıp, döşendiler;
vadiler ve yamaçlar al ve yeşil giyerek, süslendiler. Binlerce çiçekler gülerek
açıldılar; dünya misk ve kâfûr kokusu ile doldu. Karanfil kokulu bahar rüzgârı
esti; dünyanın her tarafı misk ve anber kokusu ile doldu. Kaz, ördek, kuğu ve
kıl-kuyruk fezâyı doldurdu; bağırışarak, bir yukarı-bir aşağı, kaynaşıyorlar. Bak,
biri kalkıyor, biri konuyor; biri yüzüyor, biri su içiyor. Kökiş ve turnalar gökte
yüksek sesle bağırışıyor; dizilmiş deve katarı gibi uçup, kanat çalıyorlar. Keklik,
sesine bir âhenk vererek, eşine sesleniyor; sanki güzel bir kız gönül verdiğini
çağırıyor. Keklik yüksek sesle öttü, sanki gülmekten kırılıyor; ağzı kan gibi kızıl,
kaşı sim-siyah. Kara çumguk mızrak gibi gagası ile ötüyor; sesi, nazlı bir kızın
sesi gibi, cana yakındır. Çiçek bahçesinde bülbül binlerce sesle ötüyor, sanki
gece-gündüz Mezâmir okuyor. Karacalar, dişi-erkek, çiçekler üzerinde oynuyor;
geyikler, dişi-erkek sıçrayıp oynıyarak koşuşuyorlar. Gök kaşını çattı, gözünden
yaş serpiliyor; çiçek yüzünü açtı, bak, gülmekten katılıyor. Bu esnâda dünya
kendi-kendine baktı; sevinip övünerek, hazinesini gözden geçirdi. Gözü bana
ilişince, söze başladı ve şöyle dedi: -Sen bu hakanın yüzünü görmedin mi?...”
(Şentürk 2002: 183-84).

Karahanlılar döneminde yazılan eserlerde, İslâmî değerlerin (Kara 1998)


konu edildiği, din ile irtibatı olan Arapça ve Farsça kelimelerin yavaş yavaş Türk
diline girmeye başladığı (Ersoylu 1983), özellikle şiirde aruz vezninin kullanıl-
dığı görülmektedir. Son yıllarda aruz vezninin, Türk boyları içinde tarihi çok
eskilere dayanan ve yüksek bir kültüre sahip olan Uygurlarda, tıpkı hece vezni
gibi eski devirlerden günümüze kadar gelen Uygur şiirinde tarihî devamlılığa
sahip millî bir ölçü olduğu yönünde görüşler ileri sürülmektedir (Kaşgarlı 1988).
Bu durum tıpkı şekilde olduğu gibi Türklerin önceden kullandıkları bir vezin
biçimini, Araplar tarafından sistemleştirilmiş hâliyle yeniden benimsediklerini
göstermektedir. Bunun yanında öz kültüre ait bazı değerlerin de eserlerde yer
aldığı müşahede edilmektedir (Öztürk 1996: 225-31). Bu özellikleri taşıyan, dev-
rinin en büyük ve Türkçenin en değerli eseri hiç şüphesiz Kutadgu Bilig’dir. Bu
eserde ayrıca Türk kültürüne ait olmayan, ancak Türk anlayış ve yaratılışına uy-
gun olup giren çeşitli milletlere ait hikmet ve şiirler de kullanılmıştır. Bu du-
rum eserin giriş kısmına sonradan eklenen mensur bölümde açık bir şekilde
dile getirilmiştir (Arat 1988: 1):

“Bu kitap çok aziz bir kitaptır. Çin hakîmlerinin hikmetleri ile bezenmiş ve Maçin
âlimlerinin şiirleri ile süslenmiştir. Bu kitabı okuyan ve bu beyitleri başkalarına
bildiren bu kitaptan daha iyi ve daha azizdir. Maşrık eyaletinde, bütün Türkistan
Türk Edebiyatında Mesnevî - XI-XIII. Yüzyıllar
| 257
memleketlerinde, Buğra Han dilinde, Türkçe olarak, bu kitaptan daha iyi bir
kitabın hiç kimse tarafından tasnif edilmemiş olduğunda Çin ve Maçin âlimleri
ile hakîmlerinin hepsi ittifak etmişlerdir. Bu kitap hangi padişaha veya hangi di-
yara erişti ise, fevkalâdeliğinden ve sonsuz güzelliğinden dolayı, o memleketlerin
hakîmleri ve âlimlerince makbul görülerek, her biri ona bir türlü ad ve lakap
verdiler. Çinliler Edebü’l-mülûk adını koydular. Maçin mülkünün hakîmleri
Âyînü’l-memleke ve maşrıklılar Zînetü’l-ümerâ dediler. İranlılar Şâh-nâme-i
Türkî diye ad koymuşlar. Bazıları da Pend-nâme-i mülûk demişler. Turanlılar
ise, Kutadgu Bilig demişlerdir.”

Yûsuf Has Hâcib, bu eserini yazarken Çin felsefesinden (Okay 1992), Ba-
tılı filozofların düşüncelerini benimseyen İslâm filozoflarından (Dilâçar 1988:
24-28) ve İslâm düşüncesinden (Kara 1998) etkilenmiştir. Eserin özellikle “Şâh-
nâme vezni”nde ve “mesnevî nazım şekli”yle yazılmasından ve içerisinde bazı
Farsça ve Arapça kelimelerin bulunmasından dolayı bu etkilenmeyi “İran Şâh-
nâme’sinin bir taklidi” (Köprülü 1986: 170) olarak nitelendirmek ve İran edebi-
yatının tesiri altında Kutadgu Bilig’i takiben aruz vezniyle, mevzuu ve edasıyla
tamamıyla Acemlere uydurulmaya çalışılan klâsik bir edebiyatın (Köprülüzâde
Mehmed Fuad 1918: 85) oluşturulmaya başlanması gibi düşüncelerin gerçeği yan-
sıtmadığı kanaatindeyiz. Çünkü Yûsuf Has Hâcib, yukarıda belirttiğimiz kültür-
lerden öğrendiği veya aldığı şeyleri ve Türk kültürüne ait bazı değerleri çok iyi
yorumlayıp, dönemin Türk şiir dili imkânlarını en iyi şekilde kullanarak ortaya
orijinal ve mükemmel bir eser koymuş ve Türkçenin kudretini ispat etmiştir.48
Nitekim yukarıda zikrettiğimiz, ayrıca Kutadgu Bilig’e yine sonradan manzum
olarak eklenen (Arat 1988: 4):

“Çin ve Maçin hakîmlerinin hepsi hep bunun güzelliğini övmüşlerdir. Türk, Çin
ve bütün maşrık illerinde, dünyada bunun gibi başka bir kitap yoktur... Böyle
bir eseri daha önce kim söylemiştir, bundan sonra da bu kadar ustalıkla kim
söyleyebilir. Bunun gibi bir eser vücuda getirecek kimse nerede; yapan varsa,
ben onu da överim.”

tarzındaki sözler de bu eserin büyüklüğünü ve değerini açık bir şekilde gös-


termektedir.
Yûsuf Has Hâcib’in şuurlu bir şekilde Türkçe olarak kaleme aldığı eserde
(bkz. Vural 2011), Türkçenin kendine özgü, yabancıya bakmayan ve yabancı tesiri
görülmeyen cümleler dikkat çekmektedir. Aslında Yûsuf Has Hâcib’in cümlesi
48
Bu husus Türklerin “bir şeye kolaylıkla intibak etmesini, eğer istidadı varsa öne geçme
arzusunu ve onu gerçekleştirme yeteneğini” yansıtması bakımından önemlidir.
258 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Orhun Türkçesinin şiir hâline getirilmiş şeklidir. O, Farsçadan gelen “ki”li cüm-
lelere hiç yer vermemiştir. Türkçenin kısa cümle yapısını kullandığı gibi, şartlı
birleşik cümle şekline de çokça yer vermiştir. Tamamen Türkçenin hüviyetine
uygun bir üslûba sahip olan mesnevîde yer yer kullanılan hitap şekli, ona bir
başka canlılık vermiştir (Yavuz 2009: 164).
Türkistan’da Yûsuf Has Hâcib’in kaleme aldığı Kutadgu Bilig’den sonra,
ikinci mesnevî Anadolu’da Yûnus Emre tarafından yazılmıştır. XIII. asrın orta-
ları ile XIV. asrın başlarında yaşadığı tahmin edilen, ilk Türkçe Dîvân tertip edip
Risâletü’n-nushiyye adında bir de mesnevî kaleme alan Yûnus Emre’nin, hem
Türk tasavvufunda hem de Türk edebiyatında müstesna bir yeri vardır. O, Tür-
kün yaşadığı hemen her coğrafyada ve mekânda en çok sevilen, beğenilen, tak-
dir edilen, okunan ve şiirleri hafızalarda yer edinen şâirlerin başında gelmektedir.
Yûnus Emre, her ne kadar Mevlânâ’nın aksine kırsal kesimde yaşayıp, halk gele-
neği içinde yetişse de, Mevlânâ gibi yüksek zümreye mensup tasavvuf erbabının
maddî-manevî birikimine ve hüviyetine sahip bir sufîdir. Nitekim O, Türkistan
merkezli Türk tasavvuf geleneği ile tasavvuf felsefesini birleştirmiş yani Ahmed-i
Yesevî ile İbnü’l-Arabî’nin düşüncelerini kendisinde bir araya getirmeyi başarmış
bir şahsiyettir (Yakıt 2002: 17). Bunu taklidî mahiyette değil, bilakis kendi istidadı
ve kabiliyetiyle mezcederek en üst düzeye çıkarmış, kendi nevişahsına münha-
sır bir şekilde oluşturduğu şiir geleneğiyle kendi “mekteb”ini kurmuş ve birçok
muakkıp edinmeyi başarmış orijinal bir şâirdir. Geçmişte olduğu gibi hâlâ gü-
nümüzde de onun mektebinin takipçisi olup onun şiirlerine benzer şiirler yaz-
maya çalışanlar ile yazanlar bulunmaktadır. Pek çok kişiye ilham kaynağı olan
şiirleri, bugün hâlâ yazıldığı dönemdeki hem canlılık ile samimîliği korumakta
hem de aynı hâlet-i rûhiye ile okunmaktadır (Kartal 2012a: 62).
Yûnus Emre’nin şiirleri, hiç şüphesiz İslâmiyet’ten önce var olan ve zen-
gin bir sözlü gelenekle devam eden Türk halk şiirine dayanmaktadır. Ancak
onda tam anlamıyla ne İslâmiyet’ten önce var olan halk şiirimizin edası ne de
İslâm’dan sonra oluşturup geliştirerek kendi kimliğimizi yansıttığımız şiir tar-
zımızın hüviyeti vardır. Aksine dil ve şekil yönünden her iki unsurun kusursuz
bir şekilde mezcedilerek yoğrulduğu ve ortaya güzel bir sentezin çıkarıldığı mü-
şahede edilmektedir. Dinî ve tasavvufî şiirlerde, Fars ve Arap asıllı şâirler tara-
fından oluşturulan, gelişmesine özellikle Farsça şiir söyleyen Türk asıllı şâirlerin
de katkıda bulunduğu Arapça ve Farsça kelimelerin, kavramların ve deyimle-
rin Yûnus’un şiirlerinde sanki ebemkuşağının altından geçmişçesine milliyet de-
ğiştirerek Türkçeleştiği görülmektedir. Nitekim o, bu yolda tek bir kelime bile
uydurmaya tenezzül etmemiş, ilâhîlerinin o tılsımlı ve gizemli sözlerini, bizzat
içerisinde yer alıp yaşadığı Türk insanının dilinden derlemiş, bulamadıklarını
Türk Edebiyatında Mesnevî - XI-XIII. Yüzyıllar
| 259
ise hiçbir komplekse girmeden, aşağılık duygusuna kapılmadan ve çekinmeden
Arapça ve Farsçadan almış, imbikten geçirmişçesine kendi dilinin söyleyiş ince-
liklerine uydurmuş, güzelliğini ve zarafetini katmış, Türkçe sözler hâline getir-
miş, akabinde kullanmıştır. Ayrıca, her ne kadar eski Türk nazım dilini, İslamî
aruz nazmına yaklaştırsa da, bu şekli klâsik şâirlerimiz gibi tamamıyla benim-
seyememiş, o şekil içinde serbest ve mühmel bir nazımla şiirler yazmıştır. Do-
laysıyla aruz dilini Türk hece nazmına yaklaştırmıştır. Bunu yaparken zekâ gücü
ve kıvraklığı ile dili kullanmaktaki üstün yeteneği ve başarısını şiirlerine en üst
düzeyde yansıtmış ve kendine mahsus yeni bir nazım dili kurarak Türkçeye hoş
ve zarif şiir dili elbisesi giydirmiştir. Bu durumu, özellikle halkın kullandığı ve
aşina olduğu kelimelere yeni anlamlar yüklemesi ile kullandığı dil ve üslubun-
daki içtenlik ve samimiyete borçludur. Zaten Yûnus’u farklı kılan ve birçok şair
tarafından takip edilip onun gibi şiir söyleme gayreti içinde bulunulmasına ve-
sile olan da onun bu özelliği olmuştur (Kocatürk 1970: 185; Banarlı 1982: 335).
Yûnus dil bakımından çok zengin bir özelliğe sahip olduğu için, en derin
duygu ve düşüncelerini rahatlıkla ifade edebilmiştir. O, Hacı Bektâş-ı Velî’ye git-
tiğinde, önce halkın konuştuğu kelimeleri, halkın yüklediği anlamlarla kulla-
nırken, orada “buğday”a talip olup nasibini kaybetmiş; akabinde Tabduk Emre
dergâhına gidip kaybettiğini kazanmak için, bu sefer “himmet”e talip olmuş-
tur. Talip olduğu bu “himmet” vesilesiyle geçirmiş olduğu manevî merhaleler
neticesinde ise, o kelimelere yeni bir ruh ve can verme hüviyetine kavuşmuş-
tur. Böylece kullandığı kelimelere farklı anlamlar yüklemiştir. Onun ulaşmış ol-
duğu bu manevî merhale doğrudan gönlüne oradan ise diline yansımıştır. Böy-
lece onun dilinde metaforlaşma önemli bir unsur olmuştur. Bunu sağlayan en
önemli unsur, hiç şüphesiz içerisinde bulunduğu tasavvuf düşüncesi olmuştur.
Hatta Yûnus, umman mesabesinde olan bu tasavvuf düşüncesini tek bir mısra
ile ifade edebilme gücünü ve yetkinliğini bile göstermiştir. Bu da, onun kullan-
dığı kelimelere, söylemeyi isteyip de söyleyemediği anlamları gizleme imkânı
vermiştir. Neticede, rahat ve ustaca kullandığı, söylenmesi çok kolay ve basit
olarak algılanan, Türkçe pek çok beyiti ve mısraı birer “sehl-i mümteni” örneği
olan şiirlerinin, anlaşılması zor olup açıklanmaya ve tahlil edilmeye ihtiyaç var-
dır (Kartal 2012a: 63).
Yûnus Emre’nin 707/1307 tarihinde kaleme aldığı Risâletü’n-nushiyye (Tatçı
1990; Günay vd 2004) isimli mesnevîsi, aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla
yazılan manzum bir girişle başlar. Kısa bir mensur bölümden sonra, “mefâîlün
mefâîlün feûlün” vezniyle yazılan mesnevînin asıl bölümleri gelmektedir. 600
beyitten oluşan mesnevînin giriş manzumesinde Hz. “Âdem’in yaratılışı” ve
“anâsır-ı erbaa (toprak, su, hava, ateş)” açıklandıktan sonra, mensur kısımda akıl,
260 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
iman ve ilim makamları ele alınmıştır. Daha sonra “ruh ve akıl”, “kibir ve ka-
naat”, “buşu ve gazap”, “sabır”, “buhl ve haset” ile “gıybet ve bühtan” konuları sı-
rasıyla şerh edilmiştir. Risâletü’n-nushiyye’de tasavvufî ya da seyr ü sülûk deni-
len manevî yolculuk, insanın iç mücadelesi, kendini bilme ve bulma gayreti, bir
toplum düzeninden hareketle daha doğrusu Anadolu Selçuklu Türk askerî teş-
kilatından ve sair sosyal hayatından mehazlar alınarak anlatılmıştır. Ele alınan
mücerret dünya anlayışı, müşahhas örneklerle, hikâye diliyle ve nasihatçi bir
anlayışla işlenmiştir (Tatçı 1990: III/1-18). Eserin diğer bir özelliği de İslâmiyetle
birlikte Türk ruhunda meydana gelen değişikliği yansıtmasıdır. Nitekim eserde,
dışa dönük, savaşçı, maddî kuvvete dayalı “alp tipi”nin yerini; içe dönük, manevî
olanın peşine giden “veli tipi” almıştır. Yûnus bu eserinde adeta eski Türk akın-
cısını atından indirerek elinden kılıcını ve okunu almış ve onu kendi içinde se-
fere davet etmiştir (Günay vd 2004: 92). Risâletü’n-nushiyye, her ne kadar muhteva
ve kurgu yönünden başarılı olsa da, nazım tekniği; yani işlenişi bakımından za-
yıf bir eserdir. Eserin, türünün ilk örneklerinden biri olması ve Yûnus’un miza-
cına uymamasından dolayı, Yûnus, mesnevîsinde ele aldığı konu itibariyle ön
plana çıkmıştır. Nitekim Yûnus Emre, mesnevîsinden ziyade divanındaki ga-
zel ve ilahîleriyle şöhret bulmuş ve bir Yûnus mektebinin doğmasına sebep ol-
muştur (Günay vd 2004: 97-98).
Özellikle eserin Kutadgu Bilig gibi didaktik ve temsilî bir hüviyete sahip
olması, Türkistan’daki edebî geleneğin bir şekilde Anadolu’da devam ettirildi-
ğini göstermektedir.
Bu dönemde Anadolu’da dinî ve tasavvufî mahiyette eserler kaleme alan
müelliflerin başında hiç şüphesiz Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (öl. 672/1273) gel-
mektedir. Türk gibi düşünen, Türk gibi hisseden, Türk gibi algılayan ve Türk gibi
yaşayan Mevlânâ, hislerini, duygularını ve düşüncelerini ifade ederken, konjonk-
tür gereği, dil olarak Farsçayı kullanmıştır. Özellikle şiirlerine hem kemiyet hem
de keyfiyet itibariyle, Türk ruhunu, Türk şiir zevkini, Türk şiir anlayışını ve Türk
şiirinin metrik sistemini yansıtmaktan da geri kalmamıştır. Bundan dolayı Os-
manlı şâiri, Mevlânâ’nın, inanç ve düşüncesiyle tezyin edilen, Türk zevkinin si-
rayet ettirilip ona uygun bir şekilde söylenen Farsça şiirlerinden istifade etmeye
bigâne kalmamış, bilakis, onları Anadolu’da oluşturduğu İslâmî Türk edebiyatı-
nın en önemli beslenme kaynaklarından biri hâline getirmiştir. Hatta Mevlânâ,
Klasik Türk şiirinin oluşumunda, özellikle de Farsça olarak kaleme aldığı ve
Türk hüviyetini yansıttığı Mesnevî-i Ma’nevî’si ile önemli bir konuma sahip ol-
muştur. Nitekim bu eserde dillendirilen dinî, ahlakî ve irfanî hüviyete sahip kav-
ramlar ile onların açıklanması ve konunun pekiştirilmesi için anlatılan hikâyeler
Türk edebiyatının şekillenmesinde önemli bir vesile olmuştur. Başta Mevlânâ
Türk Edebiyatında Mesnevî - XI-XIII. Yüzyıllar
| 261
olmak üzere, Türk asıllı olup da Farsça şiir söyleyen Ferruhî-i Sistânî, Nizâmî-i
Gencevî, Mu’izzî-i Semerkandî, Sâ’ib-i Tebrîzî gibi şâirler, Türk gibi hissedip, al-
gılayıp Fars gibi söyledikleri şiirlerine hem Türk kokusunu hem Türk nüvesini
hem de Türk dilinin metrik hüviyetini yansıttıkları için Farsçanın yanında ayrı
bir “Türk Farsçası” oluşturmuşlardır. Bu durum, özellikle Mevlânâ ile Nizâmî-i
Gencevî’nin Farsça şiirleri okunduğu zaman kendisini net bir şekilde hissettir-
mektedir. Burada hem Türk tasavvuf edebiyatının banilerinden hem de Türk
tasavvuf lügatinin oluşturucularından olan ve Mevlânâ’nın Farsça olarak söy-
lediklerini Türkçe dillendiren Yûnus Emre’nin, Mevlânâ’nın manevî nazarı al-
tında olduğunu ve onun feyzinden nasiplendiğini vurgulamakta da fayda var-
dır (Kartal 2012: 57).
Yazmış olduğu eserlerle hem Osmanlı hem de Doğu zihniyet dünyası ile
kültürünü etkileyip şekillenmesini sağlayan, Anadolu’da dinî ve tasavvufî ma-
hiyette şiir söyleyen şâirlerin başında gelen Mevlâna’nın en çok beğenilen, oku-
nan, takdir edilen ve hayranlık uyandıran eseri, hiç şüphesiz Mesnevî adıyla bili-
nen ve şöhret bulan Mesnevî-i Ma’nevî (Mevlana Calâleddîn-i Rumî 1993; Mevlana
1370, 1925-, 1988; Gölpınarlı 1981-)’dir. 6 cilt olan eser, aruzun “fâilâtün fâilâtün
fâilün” kalıbıyla yazılmış olup 25634 beyitten oluşmaktadır. Mesnevî nazım şek-
liyle yazıldığı için bu isimle anılan eser, bugün de “mesnevî” denildiği zaman
hemen akla gelen yegâne eser olma özelliğini muhafaza etmektedir. Mevlânâ,
tasavvufî sırları ve tarikat adap ve erkânını açıklayan bir eser yazmayı düşün-
müş ve ilk 18 beytini yazmıştır. Daha sonra Hüsâmeddîn Çelebi’nin, kendisin-
den Senâ’î’nin Hadîka’sı ya da Attâr’ın Mantıku’t-tayr’ı vezninde, irfan sırlarını,
tarikat usullerini açıklayan bir eser nazmetmesini teşvik ve arzu etmesi üzerine
de Mesnevî-i Ma’nevî’yi yazmaya başlamıştır. Yazmış olduğu bu 18 beyitten son-
raki kısımlar Mevlânâ’nın her yerde, her vesile ile Hüsâmeddîn Çelebi’ye yazdır-
ması suretiyle vücuda gelmiştir. Birinci cilt 657-660/1259-1263 yılları arasında
tamamlanmış, uzunca bir aradan sonra 662/1264 tarihinde ikinci cilt yazılmaya
başlanmış ve hiç ara verilmeden bütün eser Mevlânâ’nın ölümüne (672/1273 ta-
rihine) yakın bir zamanda tamamlanmıştır (Ateş 1968: 113-14; Furûzanfer 1990:
145-48, 211-12).
Bu hacimli eser, akıcı bir üslûba sahip olmasına karşılık, dilin kullanımı
yönünden güçlü değildir. Bundan dolayı sonraki kimi müstensihler bazı üslûp,
özellikle de vezin aksaklıklarını düzeltmişlerdir (Ritter 1997: 57). Hiç şüphesiz
bunda doğrudan doğruya bir edebî kaygıyla kaleme alınmaması etkili olmuş-
tur. Çünkü kendisini toplumu aydınlatmakla görevli sayan bir öğretmen gibi
gören Mevlânâ’nın asıl derdi, şiir söylemek değil, bilakis mesajını topluma ulaş-
tırmaktır. Bundan dolayı da şiirin kurallarını zorlamaktan hiç çekinmemiştir
262 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
(Kırlangıç 2007: 222). Mevlânâ didaktik bir eser olan Mesnevî’de, belirli bir plana
göre hareket etmemiştir. Herhangi bir münasebetle bir hikâyeyi anlatırken, çok
kuvvetli olan tedai kabiliyetiyle başka bir hikâyeyi hatırlamış; o hikâye, ken-
disini dinî, insanî konulara sürüklemiş, derken bir başka hikâyeyi, bir başka
olayı hatırlayıp onu anlatmaya başlamıştır. Bu şekilde devam ederken tekrar
ilk hikâyeye dönüp onu bitirmiştir (Gölpınarlı 1981-: I/IX). Belki bundan dolayı
Mesnevî, “hikâye içinde hikâye” olarak nitelendirilmiştir (Kırlangıç 2007: 221).
Onun bu üslûbu, aynı zamanda eseri okuyanları meraklandırıcı ve sürükleyici
bir etki de oluşturmuştur.
İçerisinde birçok tasavvufî, dinî, ahlakî terim ve kavrama yer verilip an-
lamlarının açıklandığı Mesnevî’de anlatılan hikâyelerin birçoğunun, o devir
Anadolu’sunun sosyal, siyasî ve kültürel hadiseleriyle ilgili olduğu da görül-
mektedir. Mevlânâ, bu hikâyeleri çok ustaca seçmiş ve görüşlerini, hem şâirlik
dehasıyla anlatmış hem de muhaliflerini hicvetmekten çekinmemiştir (Bayram
2001: 21-40).
Muhteva olarak içerisinde barındırdığı fikirlerden dolayı, Türk edebiyatı-
nın oluşmasında önemli bir yere sahip olan Mesnevî, Türklerin yaşadığı coğ-
rafyalarda en çok saygı gören, en fazla okunan ve en geniş ölçüde şerh edilen,
seçmeler yapılan, anlaşılması güç beyitleri için yorumlar düzenlenen, yorumları
güzelleştirip kuvvetlendirmek ve fikirlerini destekleyip okuyucuyu ikna etmek
için kendisinden hikâye, temsil ve beyitler aktarılan, hatta okuyucular tarafın-
dan daha iyi ve kolay anlaşılabilmesi için çeşitli sözlükler hazırlanan bir eser-
dir. Nitekim bütün bu konularda birçok eserin kaleme alındığı görülmektedir
(bkz. Güleç 2008; Kartal 2012; Çelebioğlu 1978).
Mevlânâ’nın Dîvân’ındaki şiirleriyle Mesnevî arasında üslûp, ifade, heye-
can bakımından hiç mi hiç fark yoktur. Mesnevî’yi didaktik bir eser kabul edip
Mevlânâ’nın asıl lirik şiirlerinin Dîvân’da mevcut olduğunu söyleyenler de var-
dır. Mesnevî, didaktik bir eser olmakla birlikte, bünyesinde yer yer lirizmin en
kudretli ifadesini taşır. Dîvân’daki şiirlerin birçoğu da didakdiktir; fakat Mevlânâ,
inancında o kadar özlüdür ki inandırmak için söylediği sözlerde de lirizm ve di-
daktizmi âdeta bünyesinde yoğurur ve yok eder. Dîvân’daki bir çok gazellerde
Mesnevî hikâyelerini özetleyen Mevlânâ, Mesnevî’deki bahislerin birçoğuna yine
Dîvân’da yer vermiştir. Dîvân ve Mesnevî, hem üslûp, hem ifade, hem edâ, hem
konu bakımından aslında aynı olup bu iki eser arasında sadece tarz ve vezin
farkı vardır (Gölpınarlı 1992a: I/X).
Bu dönemin önemli şâirlerinden olan Sultan Veled (öl. 712/1312), Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî’nin büyük oğludur. Şiirlerinde Anadolu halkını aydınlatmak,
Mevlânâ’nın görüşlerini yayıp açıklamak ve büyüklüğünü telkin maksadını
Türk Edebiyatında Mesnevî - XI-XIII. Yüzyıllar
| 263
güden Sultan Veled, arada Türkçe şiirler söylemişse de eserlerinin büyük bir
çoğunluğunu Farsça yazmıştır. Türkçe şiirleri Anadolu Türkçesinin eski ör-
neklerinden sayılır. Tasavvuf esaslarını öğretme mahiyetinde olan Türkçe şiir-
lerinde aruz veznini ve daha ziyade mesnevî nazım şeklini kullanmıştır. Sultan
Veled’in bu Türkçe şiirleri Gibb’in söylediği gibi Osmanlı Devleti’nin tesis edil-
diği sıralarda Batı Asya Türkçesine örnek teşkil etmesi bakımından ilginçtir. Bu
şiirlerde kullanılan Türkçe kelimelerin ekseriyeti bugün unutulmuş, bir kısmı
muhtemelen Osmanlı Türkçesinde hiç kullanılmamış, geri kalanı da belki hâlâ
bazı ağızlarda varlığını sürdürmektedir. Didaktik mahiyette olup sâde ve yumu-
şak bir üslûba sahip olan bu şiirlerde, özellikle amacından dolayı edebî bir zara-
fet yoktur. Ancak Türk tarzı ölçüye uygun olup kafiyeler oldukça isabetli oluş-
turulmuştur (Gibb 1999: I-II/106).
Sultan Veled’in şiirlerindeki Türkçe, Mevlânâ’nınkiler gibi dağınık mısra,
beyit ve mülemmalardan ibaret kalmayıp sayısı 14’ü bulan gazelin, başından
sonuna kadar yer alabilecek bir duruma gelmiştir. Sultan Veled bununla da ye-
tinmeyerek İbtidâ-nâme’sinin 76 beytiyle, Rebâb-nâme’sinin 162 beyitlik bir
bölümünü de Anadolu Türkçesiyle meydana getirmiştir. Gerek 10000 beyit-
lik İbtidâ-nâme’sinde gerekse 8124 beyitlik Rebâb-nâme’sinde Türkçeye hâkim
olamadığını bildiren sözlerinde, onun aruzlu ifadede nasıl zorlandığı, bundan
dolayı her ikisinde ara yerde yaptığı bu Türkçe çıkışlardan sonra söyleyecekle-
rini daha rahat anlatabilmek için tekrar Farsçaya döndüğü dikkat çekmekte-
dir (Akün 1994: 393).
Sultan Veled’in özellikle Türkçe gazellerinde, Türk halk edebiyatında ol-
dukça fazla kullanılan ve yer alan aliterasyonun varlığı dikkat çekmektedir. Şâir,
bu usulü kullanmakla kendi şiirlerini hiç şüphesiz Türk halk şiirine yaklaştır-
mış, böylece halkın kendi şiirlerini kolayca benimsemelerine zemin hazırlamış-
tır. Bu da hiç şüphesiz Sultan Veled’in ortaçağ Anadolu’sunda meşhur olmasına
vesile olmuştur (Fomkin 1994: 137-41). Sultan Veled’in Türkçe şiirlerinin esasını,
Fomkin’in tespit ettiği gibi eski çağlardan gelen Türk şiir geleneği ile onun kendi
estetik tasavvurları oluşturmuştur (bkz. Fomkin 1994).
Sultan Veled’in tamamı Farsça olan mesnevîlerinin ilki olan İbtidâ-nâme
(Sultan Veled 1315; Gölpınarlı 1976), Mevlânâ’nın hayatı ve Mevlânâ âşıklarının ilk
inançlarını gösteren en eski ve doğru kaynak olması bakımından oldukça önem-
lidir. 1291 tarihinde aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazılan mesnevîde
76 Türkçe, 180 Arapça ve 23 Rumca beyit de bulunmaktadır.
Sultan Veled, mesnevîsinin başında Mevlânâ’nın, Mesnevî’sinde geçmiş
erenlerin kıssalarını zikrettiğini, onların kerametlerini ve makamlarını açık-
ladığını; onların kıssalarını anlatmaktan maksadının kendi kerametlerini ve
264 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
makamlarını belirtmek olduğunu; kendisiyle dost ve gönüldaş olan Seyyid
Burhâneddîn Muhakkık-ı Tirmizî, Tebrizli Şemseddîn Muhammed, Konyalı
Şeyh Selâhaddîn Feridûn, Konyalı Çelebi Hüsâmeddîn’in hâlleri ile kendi
hâllerini, anlattığı hikâyelerle zikrettiğini belirttikten sonra, bazı kimselerin
durumun doğruluğunu anlayacak, söylenen maksadı kavrayacak anlayış ve
seziş kabiliyeti bulunmadığı için Mesnevî’de bildirilen kendisi ve kendisiyle
gönülleri bir olan musahiplerinin ahvalinin okuyanlara ve dinleyenlere ma-
lum olsun, şüpheleri ortadan kalksın diye etraflıca anlattığını belirtir (Gölpı-
narlı 1976: 1-2).
Sultan Veled’in ikinci mesnevîsi Rebâb-nâme (bkz. Değirmençay 1996)
701/1301’de nesir ve nazım olarak kaleme almıştır. 8124 beyit olan mesnevîde
162 Türkçe, 36 Arapça ve 22 tane de Rumca beyit vardır. Sultan Veled, aruzun
“fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme aldığı Rebâb-nâme’de, öğütlerden,
Hakk’ın sırlarından yani Kur’ân ayetlerinden ve tarikatın gereği olan hususlar-
dan bahsetmiştir. Bu bahisler içerisinde birçok âyet ve hadîs iktibaslarında bu-
lunulmuş ve mânâları geniş açıklamalarla ifade edilmiştir. Türkçe ve Arapça
beyitlerde de aynı hususlar söylenmiş olup nispeten Türkçe beyitlerde, Arapça
beyitlere oranla biraz daha fazla konu işlenmiş; ayrıca Mevlânâ’nın övgüsüne
de yer verilmiştir.
Sultan Veled’in üçüncü ve son mesnevîsi İntihâ-nâme’dir. Eser, baştan sona
Farsça olup diğer eserlerinde olduğu gibi Türkçe, Arapça ve Rumca beyitler yok-
tur (Değirmençay 1996: 54-55). İntihâ-nâme’de, tarikatın gereği olan şeylerle, vaaz
ve nasihatlerin anlatılması yanında, Mevlevîlikle ilgili olarak Mevlânâ’nın Şems’e
bağlanmadan önceki durumu, yaşantısı ve diğer özellikleri ile Şems’e bağlanması
ve Şems’in, daha önce hiç sema yapmamış olan Mevlânâ’yı semaa başlatması;
semaın, bütün müritler tarafından yapılması ve sema ile ilgili birtakım kısa an-
latımlar da vardır (Değirmençay 1996a: 24).
Anadolu’da bu dönemlerde Farsça olarak kaleme alınan diğer mesnevîler
şunlardır:
Dehhânî, Şelçuklu Şâh-nâmesi (Köprülü 1943: 396-97); Emîr Ahmed Kânî-i
Tûsî, Selçuk-nâme ile Kelîle ve Dimne (Kâni’-i Tûsî 1358); Fahruddîn-i Îrâkî, Uşşâk-
nâme (Şeyh Fahruddîn İbrahim-i Hemedânî 1373: 297-357); Kadı Burhâneddîn-i
Anevî, Enîsü’l-kulûb (Köprülü 1943: 459-521; Dâvud İbrâhimî 1995: 242-43); Nasîrî-i
Sivasî, Fütüvvet-nâme (Gölpınarlı 1952: 181-203); Nasîrüddîn Berkyaruk, Hür-zâd
u Perî-nejâd (İbn Bîbî 1996: I/41-42).
Türk Edebiyatında Mesnevî - XIV. Yüzyıl
| 265

XIV. Yüzyıl
XIV. asırda çeşitli konularda kaleme alınan mesnevîlerin ekseriyeti gü-
nümüze kadar gelmiştir. Âmil Çelebioğlu’nun tespitine göre bu asırda yazılan
mesnevîlerden 58’i elimizdedir. Bunlardan 15’inin müellifi ve telif tarihi, 29’unun
müellifi, 1’inin ise sadece telif tarihi bellidir. 11’inin ise müellif ve telif tarihleri
bilinmemektedir. Manzum Kudûrî Tercümesi’nin de nüshaları kayıptır (Çelebi-
oğlu 1999: 43). Ahmet Atillâ Şentürk’ün tespitlerine göre ise, telif tarihi bilinen
21, müellifi bilinen 40 ve müellifi bilinmeyen 18 olmak üzere, toplam 79 tane
mesnevî kaleme alınmıştır (Şentürk 2001: 5-8). Mehmet Çavuşoğlu bu asırda ya-
zılan mesnevîleri üç grupta incelemektedir (Çavuşoğlu 1982: 39-40):
1. Manzum dinî destanlar: Bunlar daha çok meclis ve kıraathanelerde
okunmak üzere kaleme alınmış halk tipi mesnevîlerdir. Bu tür eserler genel-
likle Hz. Alî, Hz. Muhammed, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin gibi din büyükleri ile
İbrâhîm Edhem gibi bazı ünlü sufîlerin etrafında teşekkül etmişlerdir. Bu tür
eserlerin asıl gayeleri, hikâyeyi manzum ve kafiyeli olarak okuyan ve dinleyen-
lere aktarmak, onlara hoşça vakit geçirtmek, yeri geldikçe nasihatler vermektir.
Bu hikâyelerde insan, hayvan, tabiat manzaraları, savaş gibi bir şâirin tasvir çiz-
mesine imkân veren bir çok nesne ve hadîseler bulunmasına rağmen, bu şâirler
bazen sayfalar dolusu mesnevî yazdıkları hâlde çoğunda tek bir mısra dahi edebî
tasvire yer vermemişlerdir. Zaman zaman bunlarda Hz. Alî’nin devle mücade-
lesi sahnesinde olduğu gibi muhatabı hayret ve heyecana düşürmek için meselâ
devi, başı bulutlara değen, adımlarıyla yeri göğü sarsan vb. gibi kaba hatlarla
anlatım yolunu seçen bazı tariflere rastlanırsa da, bu gibi parçalar her türlü es-
tetik zevkten mahrum ve çoğu zaman müellifi unutulmuş, anonimleşmiş, ço-
ğaltıla çoğaltıla bazı değişikliklere uğrayarak aslî şekillerini kaybetmiştir. Kah-
ramanların Türkleştirilerek, İslâm öncesi inanç ve geleneklere de çoğu zaman
farkında olmadan yer verildiği bu tür mesnevîler, bir bakıma inanç, kültür ve
edebiyat tarihimiz yönünden önemli ise de, edebî sanat ve ifadeler yönünden
pek değer ifade etmezler (Şentürk 2002: 47).
Ekseriyetle Arap menşeli olan ve bazısının yazarı belli olmayan Kesikbaş
Destanı, Güvercin Hikâyesi, Hz. Alî’nin cenkleri, İbrâhîm ve İsmâ’îl destanları,
Ejderhâ Destanı, Hatun Hikâyesi, Veysel Karanî ile Suli Fakih’in Yûsuf u Züleyhâ
hikâyesi ve Yûsuf-ı Meddâh’ın Varaka vü Gülşâh’ı bu tür eserlerdendir. Tama-
mıyla aruz vezniyle ve tasannudan uzak sâde bir Türkçe ile yazılmışlardır. Bu
eserlerin kahramanları, özellikle uzun kış gecelerinde evlerine dönen iş ve za-
naat erbabına arkadaşlık yapmanın yanında, ahlâk, fazilet, fedakârlık ve yiğit-
lik gibi meziyetlerle birlikte dinî terbiye vermeyi de ihmal etmemişlerdir. Bu
266 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
hikâyeleri anlatan kişilere kassâs, meddâh, muarrif gibi sıfatlar verilmiştir (Ça-
vuşoğlu 1982: 39).
Bu tür mesnevîlerin şifahî olduklarını ve halk için yazıldıklarını:

Hak virürse bize ömri iy ‘azîz


Yarın ikindide yine gelesiz
Gice oldı şeb hayır olsun iy dostân
Yine yarın dinile bu dâsitân
Ger ‘öm(ü)r virse Hudâvend-i cihân
İdevüz tokzıncı meclisden beyân

gibi ifadelerle ve

‘Işkına bir hoş salavât virelüm


Andan işbu dâsitâna girelüm
Ger salavât viresin Peygambere
Hak destûr vire dilüm söyleye

şeklindeki sık sık salavât istekleriyle, “ey hoca, ey ‘amû, iy imâm, dinle, işitgil,
kulak tut, müstemi’ ol” gibi hitapların ve konuşma dilinin hakim oluşu da gös-
termektedir (Çelebioğlu 1999: 45-46).
Bu tip eserlerde “bölüm”ler, her biri bir toplantı süresince okunup bitirile-
cek şekilde düzenlenmiş ve genellikle “meclis”, “bâb” ve “fasıl” diye adlandırıl-
mıştır. Nitekim Yûsuf-ı Meddâh’ın 10 “meclis”ten oluşan Maktel-i Hüseyn’inin
yedinci “meclis”inin sonu ile sekizinci “meclis”inin başında yer alan;

Uş temâm oldı yidinci destân


Sikizinci işidün iy dostân
Yine yarın siz gelesiz iy ‘azîz
Kalanın eyidevüz işidesiz
Sekizinci meclise başlayalum
Ma’rifet agacını aşlayalum…

beyitleri bu durumu göstermektedir (Öztürk Z. 2003: 143). Ayrıca bu tip eserle-


rin, okuyucuyu ve dinleyiciyi sıkmamak için kısa olarak düzenlenmesi gerek-
tiği hususunu, bizzat şâirler de eserlerinde dillendirmişlerdir.
Halk arasında anlatılan hikâye ve destanların nazma çekilmiş hâli olan
bu tip eserlerin sonunda, genellikle yazanın ve okuyanın yanında dinleyene
de dua edilmiştir. Bunlar ekseriyetle okuma yazması olmayan halkı eğitmek ve
bilgilendirmek ve onlara dinî telkinlerde bulunmak amacıyla ya “meddâh”lar
ya da dinleyiciler tarafından yazıya geçirildiği için, imlâsı, dili, üslûbu ve vezni
Türk Edebiyatında Mesnevî - XIV. Yüzyıl
| 267
bakımından çeşitli aksaklıkları ve problemleri bünyesinde barındırmaktadır.
Hatta bu tip eserlerde, çok okundukları için dillerinde ve anlatımlarında bazı
değişmeler ve bozulmalar da görülmektedir (Öztürk Z. 2003: 144).
Bu tarz eserlerin dilinin ve üslûbunun çok sâde ve basit olması, kiminin
aşırı derecede uzun olması, anlatılan hikâyelerin yer yer abartılı, hatta inanılmaz
derecede hayâlî olması tahsil görmüş insanların bu kitaplara karşı tepki göster-
melerine yol açmıştır (bkz. Öztürk Z. 145).
2. Tekke edebiyatı mahsulleri: Bu tip eserler içerisinde en meşhurları
Gülşehrî’nin Mantıku’t-tayr’ı ile Âşık Paşa’nın Garîb-nâme’sidir.
3. Klâsik Türk edebiyatı diye adlandırdığımız edebî ekolün ilk örnek-
leri olan, yani belli bir kültür seviyesine hitap eden, yüksek zümreyi hedef
alan eserler: Şâirler bu mesnevîlerde hikâyeyi adeta tasvir çizmek ve böylece
kendilerini ispatlamak için bir fırsat olarak kullanmışlardır (Şentürk 2001: 47).
Kemâloğlu’nun Ferah-nâme’si, Pîr Mahmûd’un Bahtiyâr-nâme’si, Mehmed’in
Işk-nâme’si, Şeyhoğlu’nun Hurşîd ü Ferahşâd’ı, Fahrî’nin Hüsrev ü Şîrîn’i, Hoca
Mes’ûd’un Süheyl ü Nev-bahâr’ı, Ahmedî’nin İskender-nâme’si bu tür eserlerden-
dir. Bu eserlerin tamamı Farsçadan tercüme edilerek oluşturulmuşlardır. İkinci
ve üçüncü grupta yer alan mesnevîlerde kullanılan aruz vezni, birinci grupta-
kilere nazaran daha başarılıdır. Özellikle üçüncü gruptaki mesnevîlerde aralara
serpiştirilen gazellerde bazı basit lafzî sanatlara rastlanmaktadır. Ayrıca bu ga-
zellerin anlatımdaki yeknesaklığı giderdiği de görülmektedir. Bunların asıl dik-
kati çeken tarafları ise, İran’daki asıllarının aksine zevkperest ve maddî duyguları
okşayıcı taraflardan arınmış, dinî, ahlâkî ve didaktik bir mahiyete sahip oluşla-
rıdır (Çavuşoğlu 1982: 39-40).
Kısmen beyit sayısı fazla olan bu mesnevîlerde, vezin ve kafiye kusurları
da azdır. Baştan sona aynı vezinle yazılanlar olduğu gibi, aralara yerleştirilen çe-
şitli manzumelerde değişik aruz kalıplarının kullanıldığı da görülmektedir. Kla-
sik mesnevî tertibine göre tanzim edilen bu eserler, dinlenmekten çok okunmak
için kaleme alınmışlardır. Onun için de dilleri sanatlı ve ifadeleri külfetli olup
çeşitli mazmunlarla bezenmişlerdir (Çelebioğlu 1999: 46). Mesnevî edebiyatımı-
zın temel atma devresi olarak nitelendirebileceğimiz bu dönemde kaleme alı-
nan bu tip mesnevîler, asırlar boyunca yüzlerce mahsül verecek bu tarzın âdetâ
temel taşlarını teşkil etmişlerdir (Şentürk 2002: 4).
Türk edebiyatında yer alan mesnevîlerdeki edebî tasvirlerin zamanla ted-
ricen olgunlaşması göz önünde bulundurulacak olursa, konusunda bilinen ilk
eser olmasına rağmen içindeki edebî tasvirlerden mühim bir gelişmenin mah-
sulü bulunduğu görülen Süheyl ü Nev-bahâr, Türk şiirinin o devirde bu seviyeye
268 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
erişebilmesi için daha önceden bu yolda pek çok eserin telif veya tercüme edil-
miş olması gerektiğini açıkça göstermektedir (Şentürk 2002: 778).
Bu tür mesnevîlerin aynen manzum dinî destanlarda olduğu gibi “bölüm”lere
ayrılıp her “bölüm”e farklı isimler verildiği ve bu “bölüm”lerin meclislerde, gün-
lere yayılmış tefrikalar hâlinde anlatıldığını Fahrî’nin Hüsrev ü Şîrîn’inde yer
alan şu beyitlerden anlamaktayız:

Çü Şâpûr (u) Şîrîn kıssasın dün


İşitdün dinle bir hoş kıssa bugün
Dolu derd ü figândur bu ne kıssa
Ki her harfi olupdur zarf-ı gussa
Bunı okıyan ister kim duta yâd
Ki bunun adıdur Şîrîn ü Ferhâd
(Kartal 2001: 90-91)

Bu dönemde mesnevî şeklinde yazılmış irili ufaklı yaklaşık 100 eserle kar-
şılaşmaktayız. Bu eserlerden 3 tanesinin nüshaları bugün elimizde mevcut de-
ğildir. Bunların varlıklarını ve konularını, gerek kendi devirlerinde, gerek son-
raki devirlerde kaleme alınan çeşitli eser ve kaynaklardan öğrenmekteyiz. Bu
dönemde yazılan mesnevîlerden 54’ü dinî-ahlâkî-tasavvufî; 22’si aşk konulu; 11’i
tarihî-menkabevî; 4 ise diğer konulara aittir. Bu mesnevîlerden ikisi Farsça, biri
ise Arapça-Farsça olarak yazılmıştır.

Dinî-Ahlâkî-Tasavvufî Mesnevîler
Bugünkü bilgilere göre Hz. Peygamber’in hayatı, yaşayışı, sözleri, iç ve
dış güzellikleri, mücadelesi ve mucizeleri etrafında oluşturulan ve Türklere has
olan “mevlid” ilk defa bu dönemde Ahmedî (öl. 815/1412) tarafından kaleme
alınmıştır. İskender-nâme’ye sonradan eklenen Mevlid (Ünver 1978), “Cihan
tarihi”ne ayrılan ana bölüm içinde ve İskender’den hem önceki hem de sonraki
hükümdarlar hakkında bilgi verildikten sonra yer almaktadır. Şâir, Mevlid’inde
Hz. Peygamber’in nurunun peygamberden peygambere geçişine, Abdullah’la
Âmine’nin evlenmelerine, Hz. Muhammed’in doğumuna, çocukluk yıllarıyla il-
gili birkaç olaya, peygamber oluşuna, Mekke’den Medine’ye hicret edişine, bazı
savaşlarına, mi’râcına ve ölümüne değinmiştir. Mevlid’de geçen “Nice dânedür
disen bu ‘akd-ı dür / Altı yüz ü dahı on biş dânedür” beytinden, 615 beyit ol-
duğu anlaşılan eserin, İsmail Ünver 625 beyit olduğunu tespit etmiştir. Aruzun
“fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbının kullanıldığı Mevlid, Emîr Süleymân döne-
minde Bursa’da 810/1407 tarihinde yazılmıştır.
Türk Edebiyatında Mesnevî - XIV. Yüzyıl
| 269
Ahmedî (öl. 815/1412)’nin 808/1405 tarihinde aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün”
kalıbıyla kaleme aldığı Tahkîk-i Mi’râc-ı Resûl (Akdoğan 1989; Özkat 2011: 128)’ü,
bugünkü bilgilerimize göre Anadolu’da telif tarihi bilinen en eski müstakil mi’râc-
nâmedir. 497 beyit olup Mevlid ile aynı tarihte nazmedilen eser, Ahmedî’nin hem
Dîvân’ındaki kısa mi’râciyyelerden farklı hem de İskender-nâme’sindeki mevlid
bölümünden ayrıdır. Eserin yarısında mi’râc olayı anlatılmış, diğer yarısında da
temsilî şerhi yapılmıştır. Özellikle mi’râc-nâme türünün Dîvân’dan bağımsız ola-
rak gelişmesini göstermesi bakımından önemlidir. Bu asırda müstakil mi’râc-
nâme kaleme alan şâirlerden bir diğeri Şeyyâd Hamza’dır (Güzelışık 1996; Özkat
2011: 128). 545 beyit olan eser, aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazıl-
mıştır. Dünyanın faniliği ve ölümden bahseden beyitlerle başlayan mesnevîde,
dokuzuncu beyitten itibaren İbni Abbâs’ın mi’râc hakkındaki hadîs rivayetin-
den hareketle konu ayrıntılı olarak işlenmiştir. Bu asırda yaşadığı tahmin edilen
Aksaraylı Îsâ’nın Mi’râc-nâme’si (Özdemir 1996; Akar 1987a: 155-57; Özkat 2011:
128) mesnevî tarzında aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmış olup,
341 beyitten oluşmaktadır. Didaktik bir hüviyete sahip olan eserde, mi’râc ile il-
gili hadîs nazmen tercüme edilmiştir. Mi’râc gecesi farz kılınan namaz ve fazi-
letleri, kabir soruları, oruç, zekât ve hac hakkında da bilgi verilen eserde, sâde
ve basit bir dil kullanılmıştır. Yabancı kelimelerin, Türkçe fonetiğe uydurularak
yazıldığı bu eser, türünün Anadolu sahasında yazılmış bilinen ilk örneklerin-
dendir. Aksaraylı Îsâ tarafından müstakil olarak kaleme alındığı tahmin edilen
ikinci Mi’râc-nâme (Develi 1998; Akar 1987a: 157-61; Özkat 2011: 128)’de de aruzun
“fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbı kullanılmış olup 678 beyitten oluşmaktadır. İbni
Abbâs’ın rivayetlerine dayanan ve sâde bir dilin kullanıldığı eserde, çeşitli aruz
aksaklıkları görülmektedir. İbrâhîm Bey’in Fî-Mi’râci’n-nebiyyi Sallallâhu ‘Aleyhi
ve Sellem (Duman 1997; Özkat 2011: 129-30)’i ise, sâde bir dille ve aruzun “mefâîlün
mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmış olup 275 beyitten oluşmaktadır.
Bu asırda Hz. Peygamber’in hayatı etrafında bazı mesnevîler kaleme alın-
mıştır. Bunlardan Tursun Fakı’nın Hz. Peygamber Ebû Cehil İle Güreş Tuttuğu-
dur isimli mesnevîsi, 269 beyit olup yine “fâilâtün fâilâtün fâilün” vezniyle ya-
zılmıştır. Şâir, Hz. Peygamber’in Ebû Cehil ile yaptığı güreşi ihtiva eden eserini,
sanki hadîseyi müşahede etmişçesine kaleme almıştır. Bundan dolayı tasvirleri
ve üslûbu sâde ve samimî bir heyecanı taşımaktadır. Hikâyede Hz. Muhammed
aklı, Ebû Cehil ise nefsi temsil etmektedir (Çelebioğlu 1999: 72-76; Çetin 2002).
Bu dönemde Ahmedî tarafından manzum olarak bir siyer kaleme alınmış-
tır. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbının kullanıldığı Siyerü’n-nebî, yakla-
şık 9000 beyitten oluşmaktadır. Bir nüshası Adıyaman İl Halk Kütüphanesi nr.
(297.92) 02 B 7’de bulunmaktadır (Özkat 2011: 70).
270 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Tursun Fakı’nın gazavât-nâme türünde olan Cumhur-nâme (Yazıcı 2005)’si,
Hz. Alî ile Cumhur arasında olan savaşı ihtiva etmektedir. Aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan eser, 1473 beyitten müteşekkildir. İslâmî kay-
naklı olan eser, yaşanmamış bir hadîse üzerine oluşturulmuştur. Metinde cin-
ler ile ifritlerin yer alması, devlerin yaşadığı Kaf Dağ’ı gibi hayâlî mekânların
bulunması, onun efsane tarzında yazıldığını düşündürtmektedir. Ayrıca bu hu-
sus, kavramların sembolik olarak kullanıldığını göstermektedir. Nitekim Tursun
Fakı, eserinin son beyitlerinde sandıktaki cinin insanın nefsi, denizin de küfür
olduğunu belirtmektedir.
Hz. Peygamber’in hayatı etrafında yazılan mesnevîlerden olan Tavus Mu-
cizesi ise, 60 beyit olup aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır. İz-
zetoğlu tarafından kaleme alınan eser, Hz. Peygamber’in mucizelerini konu al-
maktadır. Bu tür mesnevîlerden bir diğeri ise; Sadreddîn’in Mu’cize-i Muhammed
Mustafâ’sıdır. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan bu küçük eser,
32 beyittir. Yine Sadreddîn tarafından yazılan Dâstân-ı Geyik de bu tarz eser-
lerdendir. 95 beyit olan mesnevî, “fâilâtün fâilâtün fâilün” vezniyle kaleme alın-
mıştır. Eserde, az da olsa kardeşlik ve nefisle ilgili bazı didaktik beyitler yer al-
maktadır (Çelebioğlu 1999: 80-82).
Bu dönemde yazılmış olan müellifi belirsiz kısa dinî mesnevîlerden biri de
Dâsitân-ı Deve’dir. Milli Kütüphane 06 Mil Yz A 8294/6, Konya Bölge Yazma
Eserler Kütüphanesi 3676/6 ve M. Fatih Köksal Şahsî Kütüphanesi 203/2 M. 44
numaralarda birer nüshası bulunan eser, Hz. Peygamber’in bir mucizesinden
bahseden 51 beyitlik bir mesnevîdir. Hz. Peygamber’in bir mucizesine daya-
nan eserlerden bir diğeri de Hatun Destanı’dır (Köktekin 1999). Aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan eserde, birçok aruz kusuru bulunmaktadır.
Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan Vefât-ı Hazret-i Fâtıma
(Kuzubaş 2008: 315-22) da anonim mesnevîlerdendir. Hz. Peygamber’in vefatı
sonrasında Hz. Fâtıma’nın içinde bulunduğu hüzün atmosferinin realist bir
tasviriyle başlayan eserin başlarında, Hz. Fâtıma’nın dilinden Hz. Peygamber’e
duyulan hasret dile getirilmiştir. Ardından Hz. Fâtıma’nın ömrünün son günle-
rine, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’le konuşmasına ve vefatına yer verilmiştir. Ay-
rıca mesnevînin sonlarına doğru Hz. Fâtıma’nın yüceliğini anlatan Fâtımadur
gelen redifli bir gazel eklenmiştir.
Kirdeci Alî tarafından yazılan Dâsitân-ı Hamâme (Aslan 2006; Tören 2006),
dinî-destanî mahiyyet olup 52 beyittir. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla
yazılan eser, Hz. Peygamber’in bir mucizesine, imtihan edilmesine, dolayısıyla
onun örnek ahlâkına ve ahde vefaya dairdir.
Türk Edebiyatında Mesnevî - XIV. Yüzyıl
| 271
Bu asırda yazılan didaktik mahiyette bir macera hikayesi olan Dâstân-ı Yigit
de, İbrâhîm isimli biri tarafından 781/1379 tarihinde, aruzun “fâilâtün fâilâtün
fâilün” kalıbıyla yazılmıştır. Müellifin beyanına göre eserin aslı 420 beyit olma-
sına rağmen, nüshada eksik olarak 350 beyittir.
Bu asırda yazıldığı tahmin edilen ve anonim olan Hikâye-i Câbir (Derdiyok
1998) ise, Hz. Peygamber’in iki mucizesini ihtiva etmektedir. Aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan mesnevî, 101 beyitten oluşmaktadır.
Muhtemelen bu dönemde yazılmış olan ve şâiri bilinmeyen Dâsitân-ı Mûsâ
(Koncu 2010), Hz. Mûsâ’nın ölümüyle ilgilidir. Eser, dünyanın geçiciliğini, pey-
gamber de olsa her canlının mutlaka öleceği gerçeğini ifade etmek ve bu du-
rum karşısında korkunun veya itirazın geçerli olmadığını belirtmek amacıyla
oluşturulmuştur. Çok sâde bir dile ve üslûba sahip olan 142 beyitlik mesnevî,
aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme alınmıştır.
Bu dönemdeki bahis konusu diğer manzum eserler ise şunlardır: Hikâyet-i
Eyyûb, Dâsitân-ı Kız, Dâsitân-ı Oğlan, Dâsitan-ı Gügercin, Hikâye-i Dervîş, Dâsitân-ı
Fâtımatü’z-Zehrâ, Hikâyet-i Ziyâfet-i Hazret-i Osmân ve Hazret-i Alî49.
Yûsuf-ı Meddâh’ın Hz. Peygamber’in çeşitli mucizelerinin anlatıldığı
Mu’cizât-ı Hazret-i Resûl-i Ekrem (Özkat 2011: 152)’i, onun Varaka vü Gülşâh
mesnevîsi ile aynı nüsha içerisinde yer almakta olup 120 beyittir.
Kirdeci Alî’ye mal edilen Hikâye-i Delletü’l-Muhtel’i “Binbir Gece Masal-
ları” türünden olup 364 beyittir. Kirdeci Alî’ye mal edilen eserlerden bir diğeri
de Dâsitân-ı İsmâ’îl’dir (Çelebioğlu 1993: 77-80; Argunşah 2002: 11-13).
Meclislerde okunan dinî-destanî halk tipi eserlerinden olan Dâstân-ı Vefât-ı
İbrâhîm (Koncu 2001), Kırşehirli veya Kayserili Îsâ tarafından yazılmıştır. 150
beyit olan mesnevî, aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme alınmıştır.
Mesnevî, Hz. Muhammed’in, Hz. Mâriye’den olup m. 630 senesinde doğduk-
tan bir yıl sonra Haziran ayında vefat eden oğlu İbrâhîm için yazılmıştır. Eserin
ana temasını, vazgeçilmesi çok zor olan çocuk sevgisinden Hz. Peygamber’in
vazgeçip ümmetinin sevgisini bütün dünyevî sevgilerin üstünde tutması oluş-
turmaktadır. Ancak şâir, bu fikri esas tutarak muhayyilesinin gücüyle eserine
başka unsurlar da eklemiştir. Nitekim eserde, halka İslâm dinine ait bazı hu-
susları hatırlatmak veya edebî eser yoluyla öğretmek amacıyla yer verilen bazı
unsurlar dikkat çekmektedir.
İlk olarak Âmil Çelebioğlu tarafından ilim âlemine tanıtılan Şeyyâd Hamza’nın
Ahvâl-i Kıyâmet mesnevîsi (Çelebioğlu 1999: 39), daha sonra Cem Dilçin tarafın-
dan tıpkıbasım ve transkripsiyonlu metin hâlinde yayımlanmıştır (Dilçin 1978).
49
Bu eserlerin nüshaları M. Fatih Köksal’ın şahsî kütüphanesinde bulunmaktadır.
272 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Esra Durmaz ise üzerine yüksek lisans çalışması yapmıştır (Durmaz 1994). Ge-
rek Âmil Çelebioğlu gerekse Cem Dilçin eseri, XIII. asır mesnevîlerinden biri
olarak değerlendirmişlerdir. Hasibe Mazıoğlu ise; eserin sonunda bahsedilen
şâirlerden hareketle onun XIV. asır eserlerinden olduğunu belirtmiştir (Mazıoğlu
1982: 89). Son olarak eser üzerinde duran Metin Akar, Hasibe Mazıoğlu’nun dü-
şüncesini destekleyerek, eserin XIV. asırda yazıldığını belirtmiştir. Ayrıca eserin
Milli Kütüphane (nr. A. 3772)’de bulunan bir nüshasının Şeyyâd Hamza adına
kayıtlı olmasından hareketle, eserin ona ait olduğunu bildirmiştir (Akar 1987:
9-12). Konusunu bir hadîsten alan eser, “mahşer-nâme” türünden dinî-didaktik
halk tipi bir mesnevîdir. Eserde kıyametin nasıl kopacağı, bütün evreni doldu-
ran varlıklar ve meleklerin nasıl öleceği ve yeniden nasıl dirileceği, peygam-
berlerin, beş halifenin ve Hz. Peygamber’in ümmetine nasıl şefaatçi olacağı ve
hangi kavimlerin bölük bölük cennete ve cehenneme gidecekleri sâde bir dil
ve üslûpla anlatılmıştır. 344 beyit olan eser, aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” ka-
lıbıyla yazılmıştır.
Ömeroğlu’nun Şefâ’at-nâme (Elçin 1995; Özyaşamış Şakar 2006; Özkat 2011:
211)’si türünün bilinen en eski örneğidir. Halk tipi dinî mesnevîler arasında de-
ğerlendirilen bu eser, 125 beyit olup aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla
yazılmıştır. Eserin konusu şu şekildedir: “Hz. Peygamber, âhirette ümmetinin
hâlinin nice olacağı düşüncesi ile ağlamaktadır. Etrafında bulunan Hz. Ebû Be-
kir, Hz. Ömer, Hz. Osmân, Hz. Alî, Hz. Fâtıma ve Hz. Ayşe, Resulullâh’ın bu
hâline üzülürler. Hz. Peygamber onlara, âhirette âsî ümmeti için ne yapacakla-
rını sorunca, onlar da Hz. Peygamber’i teselli ederek her biri, bir türlü şefaatte
ve fedakârlıkta bulunmayı vaat ederler. Cenâb-ı Hak katında Cebrâil (a.s.) gelir;
Hz. Peygamber’e, ümmetinin suçlarının affedileceği ve cennete gireceği müjde-
sini verir.” Allah’ı zikirle başlayan eser, şefaat dileğiyle bitmektedir.
Müellifi bilinmeyen Nâme-i Mahşer (Köksal 2011), aruzun “fâilâtün fâilâtün
fâilün” kalıbıyla kaleme alınmış olup 538 beyittir. XIV-XV. asırlarda yazıldığı tah-
min edilen ve dinî-ahlâkî hüviyete sahip olan eserde, muhtelif âyet ve hadîslere,
kimi kıssalara ve rivayetlere dayalı olarak kıyamet, kıyamet ahvali ve kıyamet
ehli konu edinilmiştir.
Hayatı hakkında hiçbir bilgi bulunmayan İslâmî’nin mesnevîsi (Yüksel vd
1996), bu asırda yazılan dinî-tasavvufî eserlerdendir. Adı zikredilmeyen mesnevî,
3574 beyit olup aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır. Giriş bö-
lümünde “tevhîd”, “münâcât”, “na’t” ve “medh-i çehâr-yâr-ı güzîn” manzume-
leri bulunan mesnevîde, “sebeb-i te’lîf” olmaması dikkat çekmektedir. Eserde,
İslâmiyet ile ilgili konular nazma çekilerek halka dinî bilgileri öğretmek ve on-
lara bazı nasihatler vermek amaçlanmıştır. Sâde bir Türkçe ile yazılan eserde,
Türk Edebiyatında Mesnevî - XIV. Yüzyıl
| 273
yaratılış, melekler, kabir azabı, kıyamet, Hz. Muhammed, burak, cennet, cehen-
nem, mizan, namaz kılmayanlar, münafıklar, Ashâb-ı Kehf, yer ile gök arasın-
daki nefis mücadelesi gibi konulara yer verilmiştir.
XV. asır şâirlerinden zannedilmesine rağmen ömrünün büyük kısmını
XIV. asırda geçirdiği, ve muhtemelen XIII. asır sonlarını da idrak ettiği M. Fa-
tih Köksal tarafından tespit edilen İbrâhîm Bey, Köprülü’nün ifadesiyle “pro-
fan Türk şiiri”nin kurucularından önemli bir şâirdir (bkz. Köksal 2006). Kayse-
rili Kâtip İbrâhîm Bey’in Dîvân’ında (Güler 1995) yer alan on yedi manzume
mesnevî nazım şekliyle yazılmıştır. Bu mesnevîlerin beyit sayılarının 46’dan
270’e kadar değiştiği görülmektedir. Bu mesnevîler 2301 beyitten müteşekkil
olup dört değişik vezinle yazılmışlardır. Mesnevîlerin serlevhaları Farsça olup
dokuzu “Dâstân”, üçü “Mesel-i / Der Mesel-i” şeklinde başlamaktadır. Bu man-
zumelerde “münâcât”, “mi’râciyye”, “medhiye”, “şeyhliğin ve müritliğin vasıfları
ve methini” işleyen İbrâhîm Bey, ayrıca Mevlânâ’nın Mesnevî-i Ma’nevî’sinde
geçen on iki hikâyeyi manzum olarak tercüme ve kısmen şerh etmiştir. Yer
yer Mesnevî’de olmayan hikâyeler de anlatan İbrâhîm Bey, Mesnevî’den aldığı
hikâyelerin sıralarına dikkat etmediği gibi, onları tamamen de almamıştır. Bu
hikâyelere, genellikle bir övgüyle veya dinleyenlere hitapla başlayan şâir, deva-
mında hikâyeyi anlatmaya başlamış, akabinde alınması gereken hisseyi belirt-
miş ve hikâyeyi dua ile bitirmiştir. Mesnevî’den yaptığı bu tercümelerden dolayı,
bugünkü bilgilere göre İbrâhîm Bey, Mevlânâ’nın Türkçedeki ilk mütercimi ve
şârihi olarak görelebilir.
Bu asır şâirlerinden Yûsuf-ı Meddâh’ın, Köprülü Kütüphanesi, I. Kısım, 1597
numarada kayıtlı mecmua içinde, v. 100-104 arasında yer alan Hâmûş-nâme (Er-
taylan 1946: 109-12) isimli Farsça didaktik bir mesnevîsi vardır. Yûsuf, Erzincan’da
bulunduğu sıralarda ağzından bir söz kaçırmış, bu sözü işiten bir gammaz da
onu hemen dostlarına yetiştirmiş ve onlarla kendisinin arasını açmıştır. Bun-
dan pek müteessir olan Yûsuf, dilini tutmanın faziletini ispat ve gelişigüzel söz
söylemenin birçok felakete; hatta ölüme sebep olduğunu açıklamak için bu kü-
çük mesnevîyi yazmıştır. Mesnevî, küçük bir “mukaddime”, 10 “hikâye” ve bir
küçük “hâtime”den oluşmaktadır. Eser, üç gün içerisinde 699/1299 tarihinde,
yani Osmanlı Devleti’nin kurulduğu tarihte yazılmıştır. Bu tarihte Anadolu’da
meydana gelen olayları, bizzat o olaylara şahit olanlardan dinleyen Yûsuf, an-
lattığı hikâyelere bu olayları da misal olarak eklemiştir. Bu yönüyle o dönemde
Anadolu’da meydana gelen içtimaî, siyasî ve dinî bir takım önemli olayları ay-
dınlatmada canlı ve tarihî bir vesika konumunda olan eser, özellikle şiir ve sa-
nat bakımından yüksek bir değerde değildir.
274 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Yûsuf-ı Meddâh’ın İbni Abbâs’ın rivayet ettiği bir hadîse dayanan Dâsitân-ı
İblîs-i Aleyhi’l-la’ne (Çelebioğlu 1999: 83-84; Ertaylan 1946: 113-17) isimli mesnevîsi
ise, 200 beyit civarında olup aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır.
Meclislerde okunan dinî, didaktik mahiyetteki mesnevîlerden olduğu anlaşılan
eserde, İblis konusu dolayısıyla kibrin iyi bir şey olmadığı vurgulanmak isten-
miştir. Yûsuf-ı Meddâh’ın, Hz. Alî’nin cömertliğini konu edinen Der-Beyân-ı
Sehevât-ı İmâm-ı Alî isimli bir mesnevîsi daha vardır. Bir nüshası Konya İzzet
Koyunoğlu Kütüphanesi [nr. 11930, v. 194a-203a]’nde bulunan eser, 402 beyit olup
aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme alınmıştır.50
Sa’dî-i Şîrâzî’nin Bostân isimli eserinin muhtasar tercümesi olan Ferheng-
nâme-i Sa’dî (Kilisli Rif ’at vd 1340-1342; Kartal 2003), Hoca Mes’ûd tarafından
755/1354 tarihinde aruzun “feûlün feûlün feûlün feûl” kalıbıyla yazılmış olup
1073 beyittir. Hacim bakımından Bostân’ın dörtte biri kadar olan eser, dinî ve
ahlâkî konularda öğütleri ve bunlarla ilgili hikâyeleri ihtivâ eden didaktik bir
mesnevîdir. Anadolu insanını manen aydınlatmak, onlara çeşitli konularda
bilgi ve nasihat vermek düşüncesinde olan Hoca Mes’ûd’un, geniş halk kitle-
lerine ulaşmak için, o günkü Türkçenin imkânlarını kullanarak eserini yazma
gayretinde olduğu görülmektedir. Ekseriyetle Türkçe kelime kullanmaya gay-
ret gösteren, eserine esas aldığı şeh-nâme vezninin Türkçeye uygun olmama-
sından dolayı sıkışan ve mecbur kaldığı yerlerde Arapça ve Farsça kelimeleri
kullanmaktan da çekinmeyen Hoca Mes’ûd, eserinde oldukça sâde ve akıcı bir
Türkçe kullanmıştır.
Hoca Mes’ûd eserinde yaklaşık olarak 10784 adet kelime kullanmıştır.
Bu kelimelerin yaklaşık 7595’i Türkçedir. Bu bütün kelimelere göre %70.42’lik
bir orana sahiptir. Diğer kelimelerin oranlarını ise şöyle belirtebiliriz: 1467
Arapça kelime kullanılmış olup oranı %13.60; 1715 Farsça kelime kullanılmış
olup oranı %15.90 ve 7 Yunanca ve Sanskiritçe kelime kullanılmış olup bunun
oranı ise %0.06’dır. Burada şunu da belirtelim ki, özellikle Farsça kelimelerin
büyük çoğunluğu çü, ki, hem, hemîn, çi... gibi edatlardır. Eğer bu tür kelime-
ler göz önünde bulundurulmazsa bu oran daha da aşağıya düşecektir. Bu du-
rum onun Türk diline karşı olan bakış açısını ve Türkçecilik şuurunu yansıt-
ması bakımından önemlidir.
Edebî yönden, müellifin diğer eseri Süheyl ü Nev-bahâr kadar önemli ol-
masa bile, İran edebiyatının tanınmış didaktik eseri olan Bostân’ın Türkçeye man-
50
Yûsuf-ı Meddâh’ın Der-Beyân-ı Sehevât-ı İmâm-ı Alî isimli mesnevînden haberdar
eden ve bilgilendiren değerli meslektaşım Kenan Özçelik’e teşekkür ediyorum.
Türk Edebiyatında Mesnevî - XIV. Yüzyıl
| 275
zum ilk tercümesi olması, yazıldığı dönemin dil hususiyetlerini ihtiva etmesi ve
müellifin şuurlu bir şekilde Türkçe olarak yazması bakımından önemlidir.
Bu eser, Bostân tercümesi adı altında uzun müddet Emîrî Efendi Kütüp-
hanesinde unutulup kalmışken (Hıfzî Tevfîk vd. 1926: 182), ondan ilk defa Veled
Çelebi Efendi, Tercümân-ı Hakîkat ve Servet-i Fünûn tarafından yayımlanan özel
bir nüshada neşrettiği “Edebiyât-ı İslâmiyye” isimli makalesinde bahsetmiştir. Ve-
led Çelebi, makalesinde bu eserin yazarını Sadeddîn Mes’ûd bin Ömer Taftazânî
(104/722-176/792) olarak vermiştir (Köprülüzâde Mehmed Fuâd 1928: 482). Daha
sonra bu eseri neşreden Kilisli Muallim Rifat, Ayasofya Kütüphanesi’nde gördüğü
bir mecmuada yer alan sekiz risaleden ikisinin Hoca Mes’ûd’a ait olduğunu be-
lirterek, bu iki risalenin sonunda yer alan kayıtlardan hareketle Ferheng-nâme-i
Sa’dî’nin yazarının Şeyh Mes’ûd bin Osmân-ı Gülşehrî olabileceğini söylemiştir
(1340-1342: 11). Süheyl ü Nev-bahâr’ın Mordtmann tarafından tıpkıbasımı neşre-
dilince Kilisli Muallim Rifat bu görüşünden vazgeçerek Mes’ûd bin Osmân’ın o
asrın ulemasından biri olduğunu, fakat Ferheng-nâme ve Süheyl ü Nev-bahâr’ın
nâzımından başka birisi olduğunu kabul etmiştir (1928: 401, 403).
Hoca Mes’ûd, eserini oluştururken Sa’dî’den farklı ve müstakil olarak “sebeb-i
terceme-sâhten ve ta’yîn-i târîh” bölümünü yazmış ve “der-nasîhat-ı mülûk ve
selâtîn” bölümünü ise, eserine eklemiştir. Ayrıca eserinin asıl bölümünde Sa’dî
gibi eserini bölümlere ayırmamış; Bostân’daki tertibe bağlı kalarak istediği kı-
sımları seçip tercüme etmiş ve onlara uygun başlıklar eklemiştir. Hoca Mes’ûd
da, Sa’dî gibi bazen konu ile ilgili çeşitli hikâyeler anlatmış ve ondan alınması ge-
reken hisseleri belirterek çeşitli telkinlerde bulunmuştur. Ayrıca Sa’dî de olduğu
gibi bazen çeşitli konularda öğüt ve nasihatler veren şâir, bazen de Bostân’da bu-
lunmayan beyitler eklemiştir.
Hoca Mes’ûd, Ferheng-nâme-i Sa’dî’yi, Bostân’ı belirli bir sistem dâhilinde
tercüme ederek oluşturmamıştır. Sa’dî’nin eserindeki “bâb”ların sayısına ve dü-
zenine bağlı kalmış, bu “bâb”lardan rastgele ve kendisinin hoşuna giden bölüm-
leri seçerek onları tercüme etmiş ve eserini meydana getirmiştir. Ancak Hoca
Mes’ûd, Sa’dî gibi eserini bâblara ayırıp göstermemiştir. Sadece her bâbdan çe-
şitli beyitleri seçip bâbların sıralanışına göre tercüme etmiştir. Hoca Mes’ûd’un
tercüme ettiği bazı beyitler güzel ve parlaktır. Kilisli Rifat’ın belirttiği gibi (1340-
1342:16) özellikle Hoca Mes’ûd’un bazı eklemeler yapıp Sa’dî-i Şîrâzî (Furûgî trhs.:
387-91)’den tercüme ederek oluşturduğu “der-nasîhat-ı cüvânân” başlığı altında
yer alan kısım fevkalade mükemmeldir (bkz. Kartal 2003).
Hoca Mes’ûd’un diğer bir mesnevîsi ise manzum Kelîle ve Dimne (Adamović
1994; Tezcan 1996) tercümesidir. Şâir, gençliğinde mensur olarak tercüme ettiği
Kelîle ve Dimne’yi, hayatının sonuna doğru manzumeleştirmiştir. Hoca Mes’ûd’un
276 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Aydınoğlu Îsâ Beg’in teşviki üzerine, aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla
Sultan I. Murâd için kaleme aldığı mesnevî, 4068 beyitten müteşekkildir. Ebu’l-
me’âlî Nasrullah’ın 1150 tarihinde Gazne’de yazdığı Farsça eser esas alınarak ter-
cüme edilen Kelile ve Dimne’de, Nasrullah’ın eserindeki son yedi bölüme yer ve-
rilmemiştir (Tezcan 1995).
Bu asrın didaktik hüviyete sahip diğer bir mesnevîsi de; Pîr Mahmûd’un
Bahtiyâr-nâme’sidir. 2795 beyitten oluşan eser, aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün”
kalıbıyla yazılmıştır. Mesnevî konusu itibariyle hem dinî-tasavvufî; hem de aşk
konulu eserlerden ayrılmaktadır. Eserde yer alan dokuz hikâyede anlatılanlar,
ilginç ibret hikâyeleridir. Bunlar arasında değişik kalıplarda söylenmiş şiirlerle
çeşitli ahlâkî nasihatlere de yer verilmiştir. Eserin kuruluşu, Kelîle ve Dimne ile
Binbir Gece Hikâyeleri’nin zincirleme tekniğine göre düzenlenmiştir. Konu edebî
zevkle birlikte ahlâkî ve içtimaî kültür verme düşüncesiyle ve şuurlu bir şekilde
işlenmiştir. Bahtiyâr-nâme dil ve teknik bakımından da klâsik mükemmeliyete
yaklaşan bir hüviyete sahiptir. Yer yer İran şiirinin tesiri de görülen eserin, ru-
hunda ve ifadesinde taklit soğukluğu göze çarpmamaktadır. İfade renkli ve canlı,
üslûp ise kuvvetlidir. Söz oyunlarına yer verilmeyen eserde, arada çeşitli vezin-
lerle söylenen hakimane şiirlerde:

Mazlûmlar ki zulm içün âh-ı seher kılur


Ey nice zulm idenleri zîr ü zeber kılur
Ümmîdi nûr-ı vuslat-ı bâd-ı sabâ durur
Şol dem ki gicenün sonı gâyet siyâh olur

beyitlerinde olduğu gibi olgun mısralara da rastlanmaktadır. Eserin nüshası


Ferah-nâme ile aynı yazma içerisinde Afyon İl Halk Kitaplığı’nda bulunmakta-
dır (Kocatürk 1970: 132-34; Çelebioğlu 1999: 96-98).
Kemâloğlu İsmâ’îl’in 789/1387 tarihinde yazarak Trablusşam hâkimi Mîr
Gâzî’ye takdim ettiği Ferah-nâme (Özbostancı 1991; Çalışkanman 1996) de bu as-
rın mesnevîleri arasında yer almaktadır. Klasik mesnevî tertibine uygun ola-
rak tanzim edilen ve 3030 beyitten oluşan mesnevî, aruzun “mefâîlün mefâîlün
feûlün” kalıbıyla yazılmıştır. Ayrıca aynı ve değişik nazım şekilleriyle kaleme
alınmış gazellere de yer verilmiştir. Kemâloğlu, bir ibretnâme olarak nitelen-
dirdiği eserini Arapça, Farsça ve Türkçe kitaplardan derleyerek oluşturmuş ve
içerisine yer yer masal unsurları da katmıştır (Çelebioğlu 1999: 65-67). Özellikle
masalımsı unsurlarıyla eser, eski Yunan edebiyatının altın postu aramağa çıkan
“Argonotlar seferi”ni hatırlatmaktadır. Umumiyetle pek sâde olmayan bir dille
yazılan eser, Türkçe kelimeler, deyimler ve atasözleri bakımından çok zengin-
dir. Sağlam ve canlı bir dille yazılan eserde, yer yer samimî duygu ürperişleri
Türk Edebiyatında Mesnevî - XIV. Yüzyıl
| 277
de göze çarpmaktadır. Nitekim seferden dönen kahramanların memleketlerine
yaklaştıkları sıradaki duygularını anlatan şu beyitlerin, devrine göre hayatî ve
hususî bir tadı vardır:

Nûrı bu ilün tutar cihânı


‘Âlem ten ola meger bu cânı
Yâd ildeki Yûsufun hırından
Kurdun bu arada yeg ziyânı
Bu ilde ferah ki câna düşdi
Binde biri ayrukilde kanı
Kuşlar bize merhabâ iderler
Söylemege lîk yok lisânı
Bu dag u dere biliş görinür
Zirâ belirür evün nişânı
Gurbet agusun içen kişiler
Tiryâk ola görine mekânı
Yurdunda ırılsa er sogulur
Sünükde ilik damarda kanı

Türk masallarının ve Dede Korkut hikâyelerinin akislerinin de yer al-


dığı Ferah-nâme, dinî halk destanlarının işlenmiş klasik Türk şiirine doğru gi-
den, biraz daha olgun ve üstün bir örneğidir (Kocatürk 1970: 128-29). Bir macera
hikâyesi olan eserin bilinen tek nüshası Afyon İl Halk Kütüphanesi Gedik Ah-
med Paşa nr. 18349/2’de kayıtlıdır.
Âşık Paşa’nın Hikâye (Levend 1988c) diye tanınan mesnevîsi, aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmış olup 59 beyitten oluşmaktadır. Raif Yelkenci’ye
ait bir Garîb-nâme nüshasının sonunda bulunmaktadır. İddia sahibi olmamayı,
mânâ ve hikmete önem vermeyi öğütleyen bu mesnevîde, bir Müslüman, bir
Hıristiyan ve bir Yahudinin başından geçenler anlatılmaktadır. Âşık Paşa’nın
anâsır-ı erba’a (toprak, ateş, hava ve su)dan bahseden bir mesnevîsi daha bulun-
maktadaır. Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbının kullanıldığı eser, 158
beyitten müteşekkildir (Kaymaz 2008). Âşık Paşa’ya ait olduğu şüpheli görünen
Kîmyâ Risâlesi (Levend 1988c)’nin bir nüshası Çorum İl Halk Kütüphanesi 2889
numarada kayıtlıdır.
Bu asrın dinî konulu mesnevîlerinden biri de Ladikli Mehmed bin Âşık
Selmân’ın Keşfü’l-me’ânî’sidir. Şâtıbî tercümesi olan eser, 800/1398 tarihinde ya-
zılmıştır. Müellifin ayrıca Kur’ân hakkında manzum bir eseri daha vardır. Her
iki eserin nüshası da Köprülü’nün özel kitaplığındadır.
Kavâ’id-i Teysîr-i Kur’ân (Hülâgu Bayramçavuş 1994), halkın tecvîd konusunda
istifade edeceği Türkçe kitapların pek olmaması, konuyla ilgili Arapça eserlerin
278 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
ise halk tarafından anlaşılmaması sebebiyle kaleme alınmıştır. Tecvîd alanının
önemli eserlerinden olan Câberî’nin tecvîdinin tercümesidir. Eser oluşturulur-
ken müellif, Câberî’nin eserini kısaltmış, umumî kaideleri belirtmiş, ihtilaflı olan
konuları ise tercümesine almamıştır. Caberî’in tecvîdinin dışında, konuyla il-
gili başka eserlerden de istifade etmiştir. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalı-
bıyla 800/1397-98 tarihinde yazılan mesnevî, 327 beyitten oluşmaktadır. Didak-
tik bir hüviyete sahip olan eserin dili sâde, anlaşılır ve döneminin özelliklerini
yansıtıcı bir özelliğe sahiptir.
Bu asır mesnevîlerinden olan Kudûrî Tercümesi ise, 428/1037 tarihinde
ölen Kudûrî’nin el-Muhtasar adlı eserinin Gülşehrî tarafından yapılmış man-
zum tercümesidir. Bu eserin varlığını Mantıku’t-tayr’daki: “Degme ilme ‘akl ye-
türen bizüz / Kim Kudûrî nazma getiren bizüz” beytinden anlıyoruz. Ancak fı-
kıhla ilgili olan bu eser, bugüne kadar elimize geçmemiştir.
Gülşehrî’nin Felek-nâme (Kocatürk 1982, 1984) isimli mesnevîsi, İlhanlı hü-
kümdarı Gazân Han adına 701/1301 tarihinde aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün”
kalıbıyla ve Farsça olarak yazılmıştır. Kelâm ilminin en önemli bahisleri ara-
sında yer alan “mebde” ve “meâd” konusunun işlendiği eser, “ulvî” âlemden
“süflî” âleme gelenlerin, gelmeden önceki durumlarını ve süflî âleme niçin gel-
diklerini belirtmek için kaleme alınmıştır. Gülşehrî, eserinde her bir feleği bir
şehir yapmış, fesatlıklar ülkesinin durumuna değinmiş, daha sonra ölüm ve
hayat hakkında bilgi vermiştir. Tasavvufî mahiyeti yanında ahlâkî yönüyle de
dikkati çeken Felek-nâme’de, Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetine telmihte bulunan
şâir, astronomi ile Mevlânâ’nın Mesnevî-i Ma’nevî’sinden de geniş ölçüde isti-
fade etmiştir. Eşref-i mahlûkât olan insanın başlangıcının neresi olduğu, dönü-
şünün ise nereye olacağının öğretildiği eserde, “ahsen-i takvîm” üzere yaratılan
insanı anlamlı kılan şeyin, onun ilahî yüceliği daima aramasıyla mümkün ol-
duğu vurgulanmıştır. Bu arayışta insanın nefsinin ve aklının değil, ilahî aşkın
esiri olması gerektiği belirtilmiştir. Eserin 843/1439’da istinsah edilen tek nüs-
hası Ankara İl Halk Kütüphanesi’ndedir (nr. 817).
Gülşen-nâme olarak da isimlendirilen Mantıku’t-tayr (Yavuz 2007; Cunbur
1952; Merhan 2003; Gülşehrî 1957; Kartal 2004), Gülşehrî tarafından, Ferîdüddîn-i
Attâr’ın aynı isimli eseri esas alınarak meydana getirilmiş, “vahdet-i vücûd”
inancını işleyen alegorik bir mesnevîdir. Mantıku’t-tayr, Türk diliyle Farsçadan
daha güzel bir eser yazılabileceğini ortaya koyma amacıyla kaleme alınmıştır.
Attâr’ın eseri gibi aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan mesnevînin
beyit sayısı nüshalara göre 4931 ile 5029 arasında değişmektedir. Gülşehrî, ese-
rine “tevhîd” mahiyetinde bir manzume ile başlar. 17 beyitlik bu bölümü, man-
zumenin bir tahlili olan “Hüdhüd ü kuşlar u sîmurga misâl / ‘Akl u halk u Tanrı
Türk Edebiyatında Mesnevî - XIV. Yüzyıl
| 279
oldı zü’l-celâl” beytiyle bitirir. Daha sonra “ibtidâ-i dâstân-ı Sîmurg” başlığı al-
tında kuşların padişahı olduğuna inanılan ve Kaf dağının arkasında yaşayan
Sîmurg’un özellikleri belirtilerek hikâyeye başlanır. İsimleri zikredilen bülbül,
tûtî (papağan), tavus, hüma, bat (kaz), şehbâz (akdoğan), kebk (keklik) ve bûm (bay-
kuş) ile zikredilmeyen diğer kuşlar padişahlarını bulmak için toplanırlar. Bunlar
içerisinde hüdhüd de vardır. Hüdhüd, kuşlara Tanrı’nın habercisi olduğunu, ya-
radılışın sırrını bildiğini, Hz. Süleymân’ın yoldaşı olup onunla bütün âlemi do-
laştığını bunun için kendisinin ardından gelmeleri hâlinde Kaf dağının ardın-
daki padişahları, sîmurga ulaşabileceklerini söyler. Ancak yol uzun ve zahmetli
olduğu için kuşlar, hüdhüde çeşitli sorular sorarak özür dilerler. Hüdhüd, soru
soran bütün kuşlara cevap verir. Kuşlar hüdhüdün ardına düşerek yola çıkar-
lar. Yolda bitkin bir hâle düşen kuşlar, tekrar hüdhüdün etrafında toplanıp, yola
devam için şüphelerinin giderilmesini isterler. Hüdhüd yine her birinin sorula-
rına tek tek cevap verir. Önlerinde “istek, aşk, marifet, istiğnâ, tevhîd, hayret ve
fakr u fenâ” ismi verilen yedi vadi daha bulunduğunu, bunları geçince sîmurga
ulaşacaklarını söyler. Kuşlar tekrar yola koyulurlar, ancak bazısı yolda kalır, ba-
zısı yem bulmak için yere iner, bazısı da açlıktan ölür. Böylece kuşların çoğu te-
lef olur ve ancak otuzu aradığı padişahın bulunduğu yere ulaşabilir. Karşılarına
çıkan saraya, sîmurgu görmek için girdiklerinde kendilerinden başka kimse-
nin olmadığını görürler. Nihayet sîmurgun kendilerinden, kendilerinin de on-
dan başka bir şey olmadığını anlarlar. Gülşehrî eserinin sonunda telif tarihini
(717/1317), adını ve yazılış sebebini açıklamıştır.
Devrinin siyasî ve ekonomik şartlarının oluşturduğu kargaşalık ve huzur-
suzluğu da göz önünde bulunduran Gülşehrî;

Kamu kuşlar geldiler bir mahfile


Kamusınun dükeli nakdı bile
Kim bize bir pâdişâh-ı nâmdâr
Gerek idi kim bir ulu şehriyâr
Gösterün bir gög kim ol mehsüz durur
Bizüm ilimüz niçün şehsüz durur
Başumuzı kulıça yasdayalum
Leşkere bir pâdişâh isteyelüm
Zira çün kim mülk bî-sultân ola
Az zamânda memleket vîrân ola

beyitleriyle sanki o dönem Anadolu Türklüğünün dağınıklığını ve ihtiyaç duy-


duğu şeylerin başında bir idareci arzusu ile padişahın bulunması gerektiğini de
belirtmektedir. Çünkü ancak ili toplayan, halkı birleştiren bir liderle dünya iş-
leri düzelir, hem dış hem de iç huzur sağlanır, sonra da Hakk’a gidilir. Karışıklık
280 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
ve kargaşa içinde bunları gerçekleştirmek mümkün değildir. Bunun için iyi bir
asker ve lidere ihtiyaç vardır. Gülşehrî’nin eserinde kılıçtan ve padişahtan bah-
setmesi bu bakımdan manidardır. Daha sonra Âşık Paşa da;

Kim anunla ol makâm ârestedür


Pâdişâhı olmayan il yastadur

diyerek buna yine temas edecektir (Yavuz 2004: 347).


Gülşehrî, Attâr’ın eserindeki esas konuya sadık kalmakla beraber; onun
eserinde geçen bazı manzumeler ile bazı kuşların özürleri ve hüdhüdün onlara
verdiği cevapları ve hikâyeleri çıkararak eserine almamış, Attâr’ın eserinde ol-
mayan bazı hikâyeler ile kuşların özürleri ve hüdhüdün onlara verdiği cevapları
ise eserine eklemiştir. Nitekim Gülşehrî, Attâr’ın eserinde geçen 9 özrü eserine
almış, 14 tane de kendisi ilâve etmiştir. Gülşehrî, Attâr’ın eserini Türkçeye ak-
tarırken onda geçen bir çok hikâyeyi çıkarmış, sadece yedi hikâyeyi eserine al-
mıştır. Tespitlerimize göre; şâir eserinde geçen hikâyelerden dördünü Mesnevî-i
Ma’nevî’den, birini Kelîle ve Dimne, Gülistân ve Lema’ât’tan almıştır. Bundan do-
layı eser telif özelliği taşımaktadır. Gülşehrî eserinin çeşitli bölümlerinde kendi
dönemini eleştirmesi, devrine ait bilimleri sayması, eserinde yer yer tabiat ve ba-
har tasvirleri ile iki tane “temsîl”e yer vermesiyle Attâr’dan ayrılmıştır. Gülşehrî
eserinde hiçbir yerden almayıp kendisinin yazdığı Altı Erenler Hikâyeti başlı-
ğını taşıyan bir hikâyeye de yer vermiştir (bkz. Kartal 2004).
Gülşehrî’nin çekici bir anlatımı vardır. Özellikle nitelemeleri ve tasvirleri
ile dikkati çeker. Ayrıca sorulu cevaplı bir ifade, üslûbunun temelini oluşturur.
Ancak bazı hikâyelerinde monologa ve diyaloga da yer verdiği görülür. Özellikle
Şeyh San’ân, Bişr ve Yemliha hikâyeleri ile İblis ve Âdem münazarasında bu an-
latım şekli kendini gösterir (Yavuz 2004: 350-51). Devrine göre bilinçli bir şekilde
Türkçe sâde bir dil kullanan ve zengin bir muhayyileye sahip olan Gülşehrî’nin,
bu eserinin itinalı ve canlı bir anlatıma sahip olduğu görülmektedir. Eserde his-
sedilir bir lirizmin bulunduğu, en mücerret ahlâkî nasihatleri verirken bile mü-
ellifin okuyucuya bediî bir heyecan verdiği de müşahede edilmektedir.
Âşık Paşa’nın 10592 beyitten oluşan Garîb-nâme (Yavuz 2000, 2004) isimli
mesnevîsi, aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla 730/1330 yılında naz-
medilmiş olup on bölümden meydana gelmektedir. Dînî, tasavvufî ve öğre-
tici bir eser olan ve halkı eğitme amacıyla yazılan Garîb-nâme, Anadolu’da
Türk tasavvuf edebiyatının en eski ve tesirli eserlerinden biridir. Türk edebi-
yatının benliğini koruyarak gelişip yayıldığını gösteren ve tamamen telifî bir
mahiyete sahip olan mesnevî, on “bâb”a ve her “bâb” on “destân”a ayrılmış-
tır. Birinci “bâb”da vahdet (birlik), ikincide vücut ve ruh, üçüncüde mazi, hâl
Türk Edebiyatında Mesnevî - XIV. Yüzyıl
| 281
ve istikbal, dördüncüde dört unsur, beşincide beş duygu, altıncıda yaratılışın
altı günü, yedincide yedi kat gök, sekizincide sekiz cennet, dokuzuncuda nefs,
onuncuda on mevzu anlatılmaktadır. Her “bâb”da bulunan on “destân”da da
“bâb”ın esas konusuyla ilgili değişik hikâyeler anlatılmakta, bunların başında
ve sonunda bazı nasihat ve öğütler verilmektedir. Eserde, yaklaşık olarak 550
konu üzerinde durulmuştur. Âşık Paşa bu eserinde sadece derviş ve şeyh ola-
rak değil, aynı zamanda büyük bir din âlimi ve mütefekkir olarak göründüğü
için Garîb-nâme, devrindeki tasavvuf kültürünün mümessil eseri olmuştur.
Eser, hem bu hususiyeti hem de sâde dili dolayısıyla büyük bir şöhret kaza-
narak geniş bir okuyucu kitlesine hitap etmiştir. Tasavvuf ansiklopedisi ola-
rak nitelendirilebilecek olan eserde, nasihat üslûbu hâkim olmakla beraber;
eserin birçok yerinde temsil yoluyla bazı hikâyeler anlatılmıştır. Bu hikâyeler
arasında gerçek hayattan alındığı intibaını verenlere de rastlanmaktadır. Bu
yönüyle eser, aynı zamanda önemli bir hayat kitabı hüviyetine sahip görün-
mektedir. Çünkü halk üzerindeki büyük tesiri dinî ve tasavvufî bilgilerin ya-
nında, hayat kültürünü de yansıtmasından kaynaklanmaktadır.
Eser, XIV. asır Anadolu Türkçesinin hususiyetlerini yansıtması bakımından
da önemlidir. Yoksa eserde kullanılan dil sağlam olmakla beraber; mükemmel
değildir. Bunun en önemli sebebi; Anadolu Türkçesinin şiir dilini henüz oluş-
turma devresinde bulunmasıdır. Nitekim sonraki asırlarda bu türün oldukça gü-
zel örnekleri verilecektir. Ancak burada eserin şuurlu bir şekilde Türkçe olarak
yazılması dikkate değerdir. Nitekim Âşık Paşa, bu asır Anadolu’sunun siyasî ve
ideolojik birliğinin sağlanmasında halkı eğitmekte ana dilinin gücüne ve yararına
inanmış bir aydın olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle Garîb-nâme’de;

Türk diline kimseler bakmaz idi


Türklere hergiz gönül akmaz idi
Türk dahi bilmez idi bu dilleri
İnce yolu, ol ulu menzilleri

diyerek üzülen Âşık Paşa, yeni Türk nazım dilini şuurla işlemeğe çalışmış, ba-
zen hoş ve güzel mısralar kaleme almış ve eserini şuurlu olarak Türkçe yaz-
mıştır. Hatta Arapça ve Farsça tamlamalara sadece gerek duyduğunda ve çok
az olarak yer vermiştir. Ayrıca bazı beyitlerde Arapça ve Farsça kelimelere hiç
yer verilmediği gibi alınanlar da ölçülü davranılmıştır. Âşık Paşa’nın ilmî ölçü-
lere uygun olarak pek çok kelime türettiği de dikkat çekmektedir. İsminden de
anlaşılacağı gibi, orijinal yani garip şeylerin anlatıldığı Garîb-nâme, hem tertip
şekli hem de hendesî yönü itibariyle Türk kültür tarihi içerisinde bir benzeri ol-
mayan eser konumundadır.
282 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Değişik zamanlarda ve değişik kişiler tarafından Garîb-nâme’den bazı kı-
sımların alınıp düzenlendikten sonra çeşitli seçkiler oluşturulduğu da görül-
mektedir. Cambridge Üniversitesi Kütüphanesi’nde Or. 223 (7) numarada ka-
yıtlı olan Esrâr-ı Hakâyık ve Rumûz-ı Dekâyık isimli eser bunların başında gelir.
Prof. Dr. İsmail Erünsal Kütüphanesi’nde yazma bir mecmua arasında bulunan
Zübdetü’l-esrâr da bu tip eserlerdendir. Süleymaniye Kütüphanesi Uşşâkî Kitap-
ları nr. 350’de kayıtlı bulunan Tasavvuf Risalesi (Okuyucu 1988) de Garîb-nâme’den
seçilip nesir olarak yeniden kaleme alınmıştır (Yavuz 2003: 37-38).
Tasavvufî bir mesnevî olan Fakr-nâme (Emma 1954; Levend 1988b), 161
beyit olup aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır. Âşık Paşa, bu
mesnevîsinde alçak gönüllülüğü, dünya nimetlerini hiçe sayarak azla yetinmeyi
ele almış ve onu Tanrı tarafından türlü renklerle bezenmiş “Fakr” adlı bir kuş
olarak tasvir etmiştir. Eserin konusu şöyledir:

Tanrı, yeri ve göğü yarattıktan sonra, güzel bir kuş hâline koyduğu Fakr’a ko-
nacak bir yer bulmak üzere uçmasını emreder. Kuş, sırasıyla arş’ı, kürsî’yi,
cennet’i güneş’i, yer’i dolaşır; Âdem’e, Nûh’a, İbrâhîm’e, Mûsâ’ya, Îsâ’ya uğ-
rar. Ancak hiçbirinde durmayarak “ganî” iken kendini “fakir” bilen ve onunla
övünen Ahmed (Muhammed)’e giderek onda karar kılar. Çünkü o “ben fakir-
liğimle övünürüm” demiştir. Daha sonra Âşık Paşa çeşitli nasihatlarda bulun-
muştur.

Âşık Paşa’nın 39 beyitten oluşan Vasf-ı Hâl (Levend 1988b) mesnevîsi


de aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır. Biri Roma’da diğeri
Manisa’da iki nüshası bulunan mesnevîde şâirin adı geçmemekle birlikte, ese-
rin Garîb-nâme’nin sonunda yer alması Âşık Paşa’ya ait olduğu fikrini kuvvet-
lendirmektedir. Şâir bu mesnevîsinde “hâl”i, “hâl”in çeşitlerini ve nasıl geçiril-
mesi gerektiğini işlemiştir. Âşık Paşa’ya göre geçmiş, yaşanılan ve gelecek vardır.
Eğer zaman geçerse onu yeniden elde etmek mümkün değildir. Gelecekten ise
kimse emin olmamalıdır. Onun için asıl olan “hâl”i, yani yaşanılan anı en iyi
şekilde değerlendirmektir.
Kemal Yavuz, Fakr-nâme ve Vasf-ı Hâl adlı mesnevîlerin sonradan yazıldığı
için Garîb-nâme destanlarının içerisine girememiş kıssalar olduğunu kaydetmek-
tedir. Ona göre, her iki eser de yapı olarak Garîb-nâme’nin her bir babındaki on
destandan birine paralellik göstermektedir. Bunların tertip ve anlatımında da
tamamen Garîb-nâme kıssalarının havası vardır. Hatta bazı beyitleri ortak olup
tekrarlanmaktadır (Yavuz 2000: I/1 LIX).
Ulu Ârif Çelebi’nin halifelerinden Mevlânâ Muhyiddîn olduğu tahmin edi-
len Muhyî, Sultan Veled’in İbtidâ-nâme’sini aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilâtün
Türk Edebiyatında Mesnevî - XIV. Yüzyıl
| 283
fâilün” kalıbıyla Türkçeye tercüme etmiştir. Yaklaşık 2950 beyitten oluşan eserde,
kaynak metindeki bölümlerin başında yer alan mensur bölümler aynen alıntı-
lanmıştır (Çelebioğlu 1999: 92-93; Yazar 2011: 468). Nesîmî’nin tasavvufî hüviyete
sahip üç mesnevîsi bulunmaktadır. Bunlardan ilki aruzun “mef’ûlü mefâilün
feûlün” kalıbıyla yazılmış olup 51 beyitten oluşmaktadır (Ayan 2002: 153-56). İkin-
cisi 156 beyit olup aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbı kullanılmıştır (Ayan
2002: 153-56). Aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla kaleme alınan üçün-
cüsü ise 18 beyitten müteşekkildir (Ayan 2002: 157-58). Celâleddîn Ergûn (öl.
775/1371)’un aruzun uzun kalıplarından “mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün”
ile yazılan ve 40 beyitten oluşan Genc-nâme isimli tasavvufî mesnevîsini de bu-
rada zikredelim (Genç 2000: 96-105).

Aşk Mesnevîleri
Bu dönemde çift kahramanlı aşk hikâyelerinden Yûsuf u Züleyhâ, Cemşîd
ü Hurşîd, Süheyl ü Nev-bahâr, Hüsrev ü Şîrîn, Hurşîd-nâme (Hurşîd ü Ferahşâd),
Işk-nâme ve Gül ü Hüsrev yazılmıştır.
Bu asırda müstakil olmamakla birlikte Yûsuf u Züleyhâ hikâyesini işleyen ilk
şâir Âşık Paşa’dır. Garîb-nâme’nin sekizinci bölümünün “altıncı dâsitânı”nında
(Yavuz 2000: II/1 155-61) aşkı ve âşıklığı geniş olarak anlatan Âşık Paşa, âşıklık
yüzünden adı dillere destan olanların hikâyelerine yer vermiştir. Bunlardan biri,
üçüncü hikâye olarak işlenen 23 beyitlik Yûsuf u Züleyhâ’dır (Yavuz 2000: II/1
145-51). Burada Yûsuf’un güzelliğini görenlerin ona hayran olup kendilerinden
geçmesi, aynı şekilde Yûsuf’u gören Züleyhâ’nın kendinden geçip aklını kaybet-
mesi, ömrünü Yûsuf’un sevgisi ile geçirmesi, aşkı uğruna malını ve mülkünü
dağıtması, bunun karşılığında Allah’ın ona ikinci bir ömür vermesi ve Yûsufla
Mısır tahtına oturması dile getirilmiştir.
Şeyyâd Hamza’nın Yûsuf u Zelîhâ (Dilçin 1947; Demirci vd. 2008; Eminoğlu
2008; Yıldız 2008)’sı aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla nazmedilmiş olup
1529 beyitten oluşmaktadır. Eser konusu itibariyle klâsik tertibe uygun, Kur’ân-ı
Kerîm’deki Yûsuf kıssasına dayanan dinî bir aşk hikâyesidir. Eseri yazarken Kur’an
tefsirinden de istifâde eden Şeyyâd Hamza, konuyu kendi duygu ve düşünce
dünyası içerisinde geliştirerek anlatmıştır. Bu dönemlerde Türkçe edebî dil olma
hüviyetine tam kavuşmadığı için eserde gerek müstensihlerin hatasından ge-
rekse şâirin durumundan kaynaklanan pek çok ifade ve vezin kusurlarına rast-
lanmaktadır. Şâir, dinî bir hüviyet taşıyan eserini, meclislerde rahatlıkla okuna-
bilmesi için sanat gösterme kaygısından uzak bir şekilde kaleme almış, her türlü
edebî sanattan, benzetmelerden ve edebî tasvirlerden mümkün olduğu kadar
arındırmış ve sâde bir dil kullanmıştır. Şâirin, Zelîhâ’nın Yûsuf’a âşık oluşunun
284 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Kur’ân’da açık bir şekilde anlatıldığını bilmesine rağmen, Zelîhâ’yı Yûsuf’a rüya
görme yoluyla âşık ederek klâsik mesnevîlerde mutlaka bulunan rüya yoluyla
âşık olma motifini tatbik etmeye âdeta kendini mecbur hissetmesi dikkat çek-
mektedir. Şeyyâd Hamza, mesnevîsinin çeşitli yerlerine serpiştirdiği “nükte” baş-
lıklı kısımlarda çeşitli nasihatlerde bulunmuştur (Şentürk 2002: 49-50). Semih Tez-
can, Şeyyâd Hamza’nın bu eserini aslında Ahmed Fakîh ile aynı kişi olduğunu
savunduğu Suli Fakîh’in aynı isimli eserinden büyük ölçüde esinlenerek, zaman
zaman da onun beyitlerini olduğu gibi aynen alarak ve üçte bir oranında özetle-
yerek yazdığını belirtmektedir. Ancak Suli Fakîh’in eseri, Şeyyâd Hamza’nınkine
nazaran daha akıcı ve çok daha rahat söylenmiştir (1994: 82-83).
Özellikle yazmış olduğu mensur eserleriyle şöhret bulan Kadı Darîr’in
Yûsuf u Züleyhâ’sı (Karahan 1994; Gehremanov vd 1991) bu dönemde yazılan
dinî-romantik aşk mesnevîlerindendir. Konusunu Kur’ân-ı Kerîm’den alan, yer
yer İbni Abbâs tefsirinden de yararlanılan ve Yûsuf peygamberin hayatını an-
latan eser, aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla 768/1366-67 tarihinde ka-
leme alınmıştır. Meclislerde anlatılmak için meydana getirilen ve sekiz “mec-
lis” şeklinde tertip edilen eser, 2126 beyitten oluşmaktadır. İçerisinde Yûsuf ve
Züleyhâ’nın ağzından 21 gazele de yer verilmiştir. Bu gazellerden bir kısmı ile
mensur eserlerindeki manzumelerinin bazısı, lirik şiirin başarılı örnekleri ola-
rak görülmektedir. Bu mesnevî de, Şeyyâd Hamza’nın eseri gibi sadece Yûsuf
kıssasını manzum bir hikâye şekline getirme gayesiyle nazmedilmiş, ince tas-
virlere ve türlü edebî sanatlara girme temayülü gösterilmemiştir. Ancak Şey-
yad Hamza’nın mesnevîsinde sadece bir tek tasvir yer alırken bu sayının Kadı
Darîr’de az da olsa artması, mesnevî edebiyatının gitgide gelişmesiyle açıklana-
bilir (Şentürk 2002: 62). Kıssa-i Yûsuf gerek dil, gerek söyleyiş gerekse anlayış ba-
kımından daha önce yazılanlardan üstündür. Kıssa-i Yûsuf’un tek nüshası, İs-
tanbul Üniversitesi Kütüphanesi Türkçe Yazmalar Bölümünde, 311 numarada
kayıtlıdır.
Bu dönemde Yûsuf u Züleyhâ kaleme alan şâirlerden biri de Suli Fakîh
(Köktekin 1994; Salman 1989)’tir. Semih Tezcan, Suli Fakîh ile Ahmed Fakîh’in aynı
kişi olabileceğini kaydetmektedir (bkz. Tezcan 1994). Konusunun gereği halk diline
çok yakın, sâde ve anlaşılır bir dille ve aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla
yazılmış olan eser, 5005 beyitten oluşmaktadır. İçerisinde Yûsuf ile Züleyhâ’nın
ağzından “şiir” başlığı altında 19 gazele de yer verilmiştir. Bu mesnevî ile Şeyyâd
Hamza’nın Yûsuf u Züleyhâ’sı arasındaki bazen beyit bazen de mısra benzerlik-
leri dikkat çekmektedir. Ancak Suli Fakîh’in eseri, Şeyyâd Hamza’nınkinden hem
hacimli hem de nazım tekniği, dil ve içerik bakımından daha üstündür. Mesnevî
kaleme alınırken Kur’ân’daki şekline mümkün olduğu kadar bağlı kalınmış, bazı
Türk Edebiyatında Mesnevî - XIV. Yüzyıl
| 285
bölümleri genişletilmiş ve çeşitli motifler eklenmiştir. Yazılırken büyük ölçüde
İbni Abbâs’ın Yûsuf suresi tefsirinden istifade edilmiştir.
Bu dönemde Yûsuf u Züleyhâ kaleme alan şâirlerden biri de hayatı hak-
kında bilgi bulunmayan Garîb’dir. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla
yazılan eser, 2926 beyitten oluşmaktadır. Bölümler arası geçişlerin vasıta beyit-
leriyle sağlandığı eserde Yûsuf Peygamber’in hayatı işlenmiştir. Bu konu hem
kaynakları hem de ele alındığı eserlerin mahiyeti itibariyle iç içe geçmiş iki ayrı
mevzu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan biri “Yûsuf Peygamber’in ba-
bası ve kardeşleriyle olan ilişkisi”, diğeri ise “Yûsuf Peygamber’in Züleyhâ ile olan
aşk ilişkisi”dir. Ayrıca burada, çoğu Yûsuf u Züleyhâ mesnevîsinde bulunmayan
“Ya’kûb’un, kardeşi Âs ile olan ilişkisi”ne de yer verilmesi dikkat çekmektedir.
On bir nüshası tespit edilen ve bundan dolayı revaç bulduğu anlaşılan eserin
dili tasannudan uzak, sâde ve basittir (Karakaya 2012).
Şeyhoğlu’nun ise nüshası bugüne ulaşmayan bir Kıssa-i Yûsuf’u bulun-
maktadır (Yoldaş 1998: 29, 209).
Emîr Süleymân’ın isteği üzerine yazılan ve ilk defa N. S. Banarlı tarafından
ilim âlemine tanıtılan (1939: 136-59) Cemşîd ü Hurşîd (Akalın 1975) mesnevîsi,
Ahmedî (öl. 815/1412-13) tarafından 806/1403 yılında tamamlanarak Sultan I.
Mehmed’e sunulmuş veya sunulmak üzere hazırlanmıştır. Aruzun “mefâîlün
mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan eser, 4745 beyitten oluşmaktadır. Ahmedî,
İranlı şâir Selmân-ı Sâvecî’ninkiyle aynı isme sahip eserinin tercümesi olan mes-
nevisine birçok ekleme yaparak eserine telif hüviyeti kazandırmıştır. Sehî Bey’in
belirttiği gibi zayıf bir eser olmayan Cemşîd ü Hurşîd, özellikle hikâye tekniği
bakımından önemli bir yere sahiptir. Ayrıca gerek olay ve hareketlerin çok ve
cazip oluşu, gerekse ifadesindeki sürükleyicilik bakımından da dikkat çekici bir
eserdir. Bu eserde yer yer Hüsrev ü Şîrîn’deki şahsiyetleri, Leylâ vü Mecnûn’daki
sahneleri, hatta Vâmık u Azrâ’daki motifleri görmek mümkündür. Ancak bil-
hassa N. Sami Banarlı’nın Köroğlu Hikâyesi ve Dede Korkud Hikâyelerindeki
Kanturalı ile Cemşîd arasında tespit ettiği benzerlik ve yakınlıklar eserin değe-
rini artırmıştır (1939: 156-58). Eserde Çin fağfurunun oğlu Cemşîd ile Rum kay-
serinin kızı Hurşîd arasındaki aşk anlatılmaktadır. Spor oyunları ile savaş sah-
nelerini çok güzel şekilde canlandıran şâir, eserinin bazı yerlerine yerleştirdiği
kahramanların ruhî hallerini yansıtan gazeller ve musammatlar ile eserini daha
ahenkli ve zevkli hale getirmiştir. Ancak kasîdeleri ve gazellerindeki kadar işle-
yici ve süsleyici bir sanat gösterememiştir.
Süheyl ü Nev-bahâr (Mordtmann 1925; Banguoğlu 1938; Dilçin 1991; Tezcan
1994; Kanar 2011b), Hoca Mes’ûd’un 751/1350 tarihinde aruzun “feûlün feûlün
feûlün feûl” kalıbıyla nazmettiği bir mesnevîsi olup 5703 beyitten oluşmaktadır.
286 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Türk edebiyatında beşerî aşk konusunda yazılmış ilk mesnevî olan Süheyl ü Nev-
bahâr, türünün en başarılı örneklerindendir. Klâsik tarzdaki mesnevîlerde bu-
lunması gereken bütün bölümleri ihtiva eden eserin, dış ve içyapısı sağlam bir
kuruluş göstermektedir. Türkçenin aruza uygulanmasının yarattığı az sayıdaki
bazı fonetik bozukluklar ve zorlamalar dışında, genellikle ilk örneklerde görü-
len acemilik ve teknik açıdan ilkellik Süheyl ü Nev-bahâr’da görülmez. Kafiye-
ler zengin ve ahenklidir. Türlü aliterasyon ve cinaslarla iç ahenk de sağlanmıştır.
Akıcı ve sâde bir dille yazılan eserde, anlatım söz sanatlarıyla zenginleştirilerek
kuruluktan uzaklaştırılmıştır. Tasvirler canlı ve durumun bütün yönlerini yan-
sıtabilecek niteliktedir. Eser bu özellikleriyle XIV. asır Türk edebiyatında önemli
bir yer kazanmıştır (Dilçin 1991: 182-83).
Süheyl ü Nev-bahâr’ın aslı Farsça olup tercüme edilerek edebiyatımıza ka-
zandırılmıştır. Ancak eserin İran edebiyatındaki orijinali bugüne kadar henüz
ele geçmemiştir. Bundan dolayı Hoca Mes’ûd’un tercüme sırasında aslına ne
ölçüde sadık kaldığı bilinmemektedir. Şâir mesnevîsinin uygun gördüğü yerle-
rinde ahenkteki monotonluğu gidermek ve kahramanların psikolojilerini yan-
sıtmak için on beş gazele yer vermiştir. Buralarda şâirin üslûbunu yakalamak
mümkündür. Hoca Mes’ûd’un bildirdiğine göre eserin ilk bin beytini yeğeni
İzzeddîn Ahmed, kalan kısmını ise kendisi kaleme almıştır. Asıl adı Kenzü’l-
bedâyi’ olan eser, Yemen padişahının oğlu Süheyl ile Çin fağfurunun kızı Nev-
bahâr arasındaki aşkı işlemektedir. Şâir Süheyl ile birlikte Kaytas, haydut Sâlûk
ve yahudi tüccarı da Nev-bahâr’ın âşıkları arasında göstererek eserin asıl temi
olan aşk konusu üzerinde ısrarla durmuş, böylece vakanın akışını bir eksen et-
rafında yoğunlaştırmayı başarmıştır. Ayrıca romantik bir konuyu işlediği ese-
rinde, yer yer dinî ve ahlâkî nasihatlere de yer verdiği görülmektedir. Nitekim
“besmele” ve “hamdele” kısımlarından sonra “münâcât” kısmı, yüksek dinî his-
lerle nazmedilmiş olup insanı tefekküre sevk edici tasavvufî-hikemî bahisleri ih-
tiva etmektedir. Anadolu sahasında kaleme alınmış mesnevîler arasında klâsik
tertibe göre düzenlenmiş ilk eser diyebileceğimiz bu mesnevî, aynı zamanda
edebî tasvirler bakımından parlak bir edebiyatın da ilk müjdecisidir. Eser, telif
edildiği yıllarda Anadolu’da yerleşmekte olan Türkler arasında o zamana kadar
okunan dinî-tasavvufî-uhrevî mesnevîlerin yanı sıra dünyevî heyecanları işle-
yen mesnevîlere de yer verilmek suretiyle cemiyetin edebî temâyülünü aksettir-
mesi bakımından da dikkat çekicidir (Şentürk 2001: 53). Eserin bilinen iki nüs-
hasından biri Berlin Devlet Kitaplığı’nda bulunmakta, diğeri ise Ahmet Talat
Onay’dan Cem Dilçin’e intikal etmiştir.
Bu asırda kaleme alınan ilk Hüsrev ü Şîrîn mesnevîsi, Anadolu dışında Ha-
rezm Türkçesinin Altınordu sahasında yazılan ve Agor’da hüküm süren Tinibeg
Türk Edebiyatında Mesnevî - XIV. Yüzyıl
| 287
Han ile karısı Melike Hatun adına Kutb’un, Nizâmî-i Gencevî’nin aynı adlı ese-
rinden Türkçeye yapılmış tercümesidir (Hacıeminoğlu 1968, Zajaczkowski 1958-
1961). 741/1341 tarihinde aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla kaleme
alınan mesnevî, 4729 beyittir. Şâir, eserinin giriş kısmında Tinibeg Han’ın kah-
ramanlıklarını belirttikten sonra, Nizâmî’den övgüyle bahsetmiştir. Hüsrev ü
Şîrîn’in başında yer alan “tevhîd”, “na’t”, “dört halife övgüsü”, “Tinibeg Han ve
Melike Hatun medhiyesi” ile “eserin yazılış sebebi”ni bildirdiği bölüm telif ma-
hiyetinde olup konunun işlendiği kısım Nizâmî’nin eserine sadık kalınarak ter-
cüme edilmiştir. İyi bir şâir olduğu anlaşılan Kutb’un eserinde kullandığı dil,
Türkçe için büyük bir önem taşımaktadır. Çünkü o, Nizâmî’nin eserini tercüme
ederken Farsça ve Arapça kelimelerin yerine mümkün olduğunca Türkçelerini
kullanarak hem o dönem Türkçesinde kullanılan kelimelerin günümüze taşın-
masına yardım etmiş hem de henüz yazı diline girmemiş birçok Türkçe keli-
meyi edebî dile kazandırmıştır. Kutb’un eserine kendi çevresinden bazı çizgi-
ler kattığı da görülmektedir. Nitekim İran Şahı Hüsrev’i bir Altınordu hanı gibi
tasvir etmiştir. Ayrıca eserde yer alan bazı tasvirlerde Kutb’un şahsiyetini ve sa-
nat zevkini koruduğu da görülmektedir. Eserin bilinen tek yazması 785/1383
tarihinde Berke Fakîh adındaki bir Kıpçak fakîhi tarafından İskenderiye’de Al-
tın Boğa adına istinsah edilen ve bugün Paris Bibliotheque Nationale’de bulu-
nan nüshadır.
Bu asrın mesnevî şâirlerinden olan Fahrî’nin hayatına ait gerek kendi ese-
rinde, gerekse eski kaynaklarda derli toplu bir bilgiye rastlanmamaktadır. Ha-
yatı hakkında bilinenler, sadece Hüsrev ü Şîrîn isimli mesnevîsinin bazı yerle-
rinde kayıtlı bilgilere dayanmaktadır. Buna göre, asıl ismi Fahruddîn Ya’kûb b.
Muhammed olan Fahrî Türk olup, Aydınoğulları beyliğinde yetişmiş ve Aydı-
noğulları sarayına intisap etmiştir. Eserini yazdığında elli yaşın üzerinde olan
Fahrî’nin üç oğlunun kendisinden önce öldüğü bilinmektedir. Fahrî’nin Hüsrev
ü Şîrîn (Flemming 1974; Kartal 2000) isimli mesnevîsi bugünkü bilgilerimize göre
Anadolu’da yazılan ilk Hüsrev ü Şîrîn’dir. Aydınoğlu Îsâ Beg adına 768/1367 ta-
rihinde aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan eser, 4683 beyittir.
Fahrî eserinde hikâyenin asıl konusunu Nizâmî’nin Hüsrev ü Şîrîn ve Firdevsî’nin
Şâh-nâme mesnevîlerinden yararlanarak oluşturmuştur. Eserdeki beyitlerin
yaklaşık 1575 beyti Şâh-nâme’den, kalanı da Nizâmî’nin Hüsrev ü Şîrîn’inden
tercüme edilmiştir. Fahrî, Şâh-nâme’den özellikle Hüsrev-i Pervîz’in hayatına
ait bölümleri almıştır. Fahrî, Nizâmî’nin “O gelin (Meryem) ile uğurlu padişah
(Hüsrev-i Pervîz) için nasıl tezahürat yapıldığını, Niyatus ile ne kadar asker gön-
derildiğini, cenahların bir tavus kanadı gibi nasıl donatıldığını, ben burada tekrar
etmem, çünkü başkası Firdevsî vaktiyle onları yazmış” diye eserinden çıkardığı
288 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
veya birkaç beyitle geçiştirdiği yerleri Şâh-nâme’den alarak genişletmiştir. Çünkü
burada Fahrî’yi asıl ilgilendiren tarihî hikâyedir. Bundan dolayı;

Acem dilince düzen düzdi ‘ışkın


Ne cengin zikr kıldı vü ne sulhın

beytiyle Nizâmî’yi tenkit etmiştir. Fahrî bu tavrıyla eserine tarihî, hatta destanî
diyebileceğimiz bir mahiyet kazandırmıştır.
Fahrî’nin mesnevîsinde oluşturduğu kafiye ve rediflerde, Nizâmî ve
Firdevsî’nin eserinde kullandığı kafiye ve rediflerin de etkisi görülmekle birlikte,
ekseriyetle müstakil davranmıştır. Fahrî, bazen Nizâmî ve Firdevsî’nin eserle-
rinde olan bazı bölümleri eserine almamış, bazen de onlarda olmayan bölüm-
leri eklemiştir. Yine Fahrî’nin, eserini oluştururken Nizâmî ve Firdevsî’de geçen
pek çok beyti tercüme ettiği görülmektedir. Yapılan bu tercümeler, bazen ke-
lime kelime, bazen meâlen bazen de yorum şeklindedir. Bazen Fahrî’nin Nizâmî
ve Firdevsî’nin bir beytini 2-3 beyit olarak tercüme ettiği gibi 3-4 beytini ise;
1 beyit olarak tercüme ettiği de müşahede edilmektedir. Fahrî, Nizâmî’de ge-
çen bazı âdetleri çıkarmış, İran kültürüne ait unsurlar yerine Türk kültürüne
ait bazı unsurları kullanmıştır. Türk dilinin bayağı ve hakir görüldüğü ve he-
men hemen bütün şâirlerin Türk diliyle yazmak zorunda kaldığı için özür di-
ledikleri bir devirde, Fahrî’nin;

Şeker gibi bu Türkî dilce düzdük


Senünçün kıssa-i Pervîz ü Şîrîn

diyerek eserini şuurlu olarak Türkçe yazması da dikkat çekicidir. Bu eserin en


önemli yanı, Fahrî’nin özellikle tercüme yaparken hemen bütün Arapça ve Farsça
kelimeleri Türkçeleri ile tercüme etme gayreti içerisinde bulunmasıdır. Bundan
dolayı eser, Beylikler dönemi Türkçesini bünyesinde barındıran önemli bir ha-
zine konumundadır. Eser, Anadolu’da yazılan ilk Hüsrev ü Şîrîn olmasıyla da
önemlidir. Bilinen tek nüshası Almanya’da Marburg Devlet Kütüphanesi’nde
Hs.o.qart 1069 numarada kayıtlıdır (bkz. Kartal 2000).
Bu asrın dikkat çeken mesnevî şâirlerinden biri de Şeyhoğlu Mustafâ’dır.
Germiyan Beyliği sahasında yetişmiş şâirlerden olan Şeyhoğlu 741/1340-
813/1410 tarihleri arasında Germiyan Beyi Süleymân Şâh’ın nişancılık ve def-
terdarlığını yapmıştır. Germiyan beyinin ölümü üzerine Yıldırım Bâyezîd’e in-
tisap etmiştir. 1340 yılında doğduğu sanılıyorsa da ölüm tarihi belli değildir.
Şeyhoğlu Mustafâ tarafından Germiyanoğlu Süleymân Şâh adına yazılmaya baş-
lanan Hurşîd-nâme veya Hurşîd ü Ferahşâd (Ayan 1979; Apaydın 1994) adıyla anı-
lan eseri, Süleymân Şâh’ın ölümü üzerine 789/1387’de tamamlanarak Yıldırım
Türk Edebiyatında Mesnevî - XIV. Yüzyıl
| 289
Bâyezîd’e takdim edilmiştir. Bu durumu eserinde açıkça ifade eden şâir, çalış-
masının Yıldırım Bâyezîd tarafından beğenildiğini de kaydetmektedir. Aruzun
“mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan ve 7903 beyitten oluşan eser, İran
Şahı Siyavuş’un kızı Hurşîd ile Mağrib şehzâdesi Ferahşâd arasındaki aşkı konu
edinmektedir. XIV ve daha eski yüzyıllardaki Türk örf ve âdetlerinden izler ta-
şıyan Hurşîd-nâme, Türk kültür hayatı için önemli bir kaynak durumundadır.
Şâir mesnevîsinin içerisine yer yer kahramanların ağzından 23 gazel ile 1 terci-
bend eklemiştir. Şâir bu eserini Anadolu insanının Türkçe konuşmasından do-
layı Türkçe olarak yazmıştır. Eser dil, hikâyecilik sanatı ve nazım tekniği bakı-
mından oldukça başarılıdır.
Bu asrın mesnevî nazmeden sanatkârları arasında yer alan Mehmed’in ha-
yatı hakkında kaynaklarda hiçbir bilgi yoktur. XIV. asrın ikinci yarısı ile XV. as-
rın başlarında yaşadığı tahmin edilmektedir. Eserinin giriş kısmında Hacc’a ve
Mısır’a gittiğini, Mısır dönüşünde eserini Emîr Süleymân’a takdim ettiğini belirt-
mektedir. Mehmed’in Işk-nâme veya Tuhfe-nâme (Yüksel 1965) isimli mesnevîsi,
Süheyl ü Nev-bahâr gibi İran edebiyatında orijinali bulunmayan eserlerdendir.
Şâir, Mısır’da iken kendi ifadesiyle “olga-bolga” diye sembolize ettiği bir kitap
satın alır. Şâire göre Kırım veya Hıtay halkı tarafından Tatarca yazılan bu kita-
bın aslı Kıpçakça olmalıdır. Mehmed bu eseri yeterli görmeyerek yeni baştan ve
daha edebî olarak Anadolu Türkçesine aktarmıştır. Mısır’da aruzun “mefâîlün
mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmaya başlanan eser, 800/1398 tarihinde tamam-
lanarak Sultan I. Bâyezîd’in oğlu Emîr Süleymân’a takdim edilmiştir. 8702 be-
yitten oluşan mesnevînin konusu, Hümâ ile Ferruh arasında geçen bir aşk
hikâyesine dayanmaktadır. Şâir bu aşk konusunu işlerken sevgililer arasındaki
hissî bağları, onların ruh hâllerini, davranışlarını kendisinden öncekilerin aynı
tarzdaki eserlerinden farklı olarak ayrıntılara inip bütün incelikleriyle vermeye
çalışmıştır. Ayrıca Işk-nâme, ihtiva ettiği çeşitli motifler bakımından, kendisin-
den önce meydana getirilen benzer konulu mesnevîlerden daha zengindir. Bu
mesnevîde ele alınan aşk, gayesi vuslat olan beşerî ve maddî bir aşktır. Meh-
med, mesnevîsinde yer yer dört değişik vezinle yazılmış otuz tane gazele de yer
vermiştir. Dönemin diğer mesnevîlerinde olduğu gibi, bu eserde de şâir tarafın-
dan didaktik mahiyette bazı konulara değinilmiştir. Eserin bilinen tek nüshası
Paris’te Millî Kütüphane’de, Suppl. Turc. 604 numarada kayıtlıdır.
Bu asrın bir başka mesnevî şâiri olan Tutmacı hakkında hiçbir bilgi yoktur.
Onun Gül ü Hüsrev (Yoldaş 1998; Levend 1960, 1988ç; Okuyucu 1996)’i, Ferîdüddîn-i
Attâr’ın aynı adlı yahut Hüsrev-nâme diye bilinen 7708 beyitlik mesnevîsinin
5370 beyitle Türkçeye muhtasar tercümesidir. Eserin hâtimesinde yer alan;
290 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Sekiz yüz yıl sekiz dahıyıdı hicret
Ki biz kılurıduk bu sözi fikret
Sekiz güniydi orıç ayının râst
Ki hatm itdük kelâmı bi-kem ü kâst

beyitlerinden 808/1406 tarihinde kaleme alındığı anlaşılmaktadır. Oysa Agâh


Sırrı Levend eserin “sebeb-i nazm-ı kitâb” bölümünde şâirin çağdaşları ve eser-
lerinden bahsederken Şeyhoğlu’nun Hûrşîd-nâme’sini, Ahmedî’nin ise sadece
İskender-nâme’sini anmasından dolayı, Gül ü Hüsrev’in 789/1387’de kaleme alı-
nan Hûrşîd-nâme’den sonra, 806/1403-1404’te tamamlanan Ahmedî’nin Cemşîd
ü Hûrşîd’inden ise önce yazıldığını belirtmiştir. Cihan Okuyucu’nun da ifade et-
tiği gibi, herhalde kullandığı nüshada telif tarihinin olmayışı onu böyle bir tah-
mine sevk etmiştir. Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan eserde,
Anadolu Türkçesinin yanı sıra Azerî ve Çağatay Türkçelerinin izlerine de rast-
lanmaktadır. Eserin nerede yazıldığı bilinmemektedir. Ancak Tutmacı’nın çağ-
daşlarından Ahmedî ile Şeyhoğlu Mustafâ’yı birer üstat olarak övmesi, eserin
Anadolu’da yazıldığını göstermektedir. Rum Kayserinin oğlu Hürmüz ile Hozis-
tan Emirinin kızı Gülruh arasındaki serüvenin anlatıldığı eserde, zaman zaman
didaktik mahiyette beyitlere de yer verilmiştir. Attâr’ın eserinden yaklaşık 3000
beyit daha kısa olmasına rağmen, Gül ü Hüsrev’in konusunda herhangi bir de-
ğişiklik yapılmamış; hikâye kuruluşu, şahıs kadrosu, zaman, mekân gibi unsurlar
aynen muhafaza edilmiştir. Attar’ın eseri, “mefâîlün mefâîlün feûlün” vezninde
ve baştan sona mesnevî nazım şekliyle yazıldığı halde, Tutmacı çevirisine bu
vezinden başka, üç ayrı vezinde 9 “gazel” ve 1 “terci-bend” ilâve etmiştir. Buna
karşılık Attâr’ın eseri başındaki “tevhîd”, “münâcât”, “na’t” ve “medhiye”lerden
oluşan giriş bölümünü kısaltmıştır. Anlatıldığı dönemin toplum hayatı, mahallî
unsurları, inanç ve ahlâkî normları, örf, âdet ve gelenekleri, esere oldukça renkli
bir şekilde yansıtılmıştır. Kalabalık ordularla yapılan savaşlar, çeşit çeşit yemek-
lerden oluşan ziyafet sofraları, değişik musikî makamları, çalgı aletleri ve işret
meclisleri ile renklenen hikâye, zengin bir dekora sahiptir. Aşk sahnelerinde,
kahramanların ağzından söylenen şiirlerde lirik bir anlatım görülmektedir. Şa-
hıs ve mekân tasvirlerinde, klâsik şiirin mazmun ve mecazlarına yer verilirken,
macera bölümlerinde ve şahısların karşılıklı konuşmalarında üslûbun iyice sa-
deleşip kurulaştığı görülmektedir. Şâir bu bölümleri sıkıcılıktan kurtarmak için,
heyecanlı olaylar ortaya koyarak okuyucunun merakını toplamaya çalışmış-
tır. Ayrıca yapmış olduğu tekrir, tarsi, cinas sanatları ve ikilemelerle dış âhengi
sağlama yoluna da gitmiştir (Yoldaş 1998: 435-36). Tutmacı’nın, eseri oluşturur-
ken Attâr’ın eserini olduğu gibi tercüme etmeyip ona telifî bir mahiyet kazan-
dırdığını da burada belirtelim. Gül ü Hüsrev’in bilinen tek nüshası Agâh Sırrı
Türk Edebiyatında Mesnevî - XIV. Yüzyıl
| 291
Levend’in Kütüphanesi’nde bulunmaktaydı. Bu nüsha ile İstanbul Üniversite Kü-
tüphanesi TY 9862 numarada kayıtlı nüshanın aynı nüsha olduğunu tespit eden
Cihan Okuyucu, ayrıca Paris B. Nationale’de bulunan yeni bir nüshasını da ilim
âlemine tanıtmıştır (Okuyucu 1996).
Bu asır mesnevî şâirlerinden olan Yûsuf-ı Meddâh’ın hayatı hakkında da
hemen hemen hiçbir şey bilinmemektedir. Varka ve Gülşâh adlı eserinin so-
nunda yer alan Mevlânâ övgüsüne dayanarak o yöreden olduğu tahmin edi-
lebileceği gibi, kendisinin bir Mevlevî olduğu da düşünülebilir. Şâir, Varka ve
Gülşâh’ı (Ertaylan 1945; Smith 1976; Köktekin 2007; Kanar 2011) 770/1368-69 ta-
rihinde aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme almıştır. Eserde Hz.
Peygamber zamanında Mekke şehrinde bulunan Benî Şeybâ kabilesine reis-
lik eden iki kardeşin Varka ve Gülşâh isimli çocukları arasında geçen aşk an-
latılmaktadır. Baştan sona monoton bir tarzda anlatılan hikâyede, sanat endi-
şesi görülmemektedir. Yûsuf-ı Meddâh’ın bu eseri mevzu itibariyle romantik
ve çok maceralı bir aşk mesnevîsi olmasına rağmen; şekil ve muhteva itibariyle
klâsik mesnevî formlarına uymamaktadır. Eser bu hâliyle Şeyyâd Hamza’nın
Yûsuf u Züleyhâ’sını hatırlatmakta, müellifin lâkabı da göz önünde bulundurul-
duğunda okunup dinlenmek üzere yazılmış manzum hikâye olma hüviyetini
aşmamaktadır (Şentürk 2002: 62). 1743 beyitten ibaret küçük bir mesnevî olan
Varka ve Gülşâh, altı “meclis”ten oluşmaktadır. Didaktik mahiyette bazı beyit-
ler ile tasavvufî motiflerin de bulunduğu mesnevîde, yer yer kahramanların ağ-
zından söylenmiş gazeller de vardır.
Bu dönemde Gülşehrî, 717/1317 tarihinde kaleme aldığı Mantıku’t-tayr
isimli eserinde Leylâ ile Mecnûn’un aşklarına yer vermiştir. Şâir, Nizâmî’de olduğu
gibi beşerî aşkı ilâhî aşk olarak göstermiştir. Mantıku’t-tayr içinde “Dâstân-ı Leylâ
vü Mecnûn” (Yavuz 2007: 250-62) başlığı altında yer alan hikâye, aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmış olup 78 beyitten oluşmaktadır. Hikâyenin so-
nuna doğru Leylâ, Mecnûn’u görmek için yola çıkar. Mecnûn’un yanına varınca
selam verir ve Leylâ’nın kendisi olduğunu söyler. Leylâ’nın selâmını alan Mecnûn,
onu tanımaz. Akabinde; “Sen Leylâ isen benim gönlümdeki kim? Leylâ nasıl iki
olabilir? Mecnûn yüz de olsa buna şaşılmaz, ancak sevgilinin iki olması büyük
hatadır. Bu olmaz, sen de et, kemik ve kandan ibaretsin. Geçicisin, benim sevgi-
lim ise sonsuzdur. Gönlümde böyle bir Leylâ var.” der. Artık Mecnûn’un Leylâ’sı
Mevlâ olmuştur. Bu yönüyle, Gülşehrî’nin konuyu tasavvufî olarak ele alıp iş-
lediği görülmektedir (Yavuz 2005: 60). Gülşehrî’den on üç yıl sonra Garîb-nâme
isimli eserini yazan Âşık Paşa da, mezkur eserinde Leylâ ile Mecnûn hikâyesine
yer vermiştir. Garîb-nâme’nin sekizinci bölümünün “altıncı dâsitânı”nında (Yavuz
2000: II/1 155-61) aşkı ve âşıklığı geniş olarak anlatan Âşık Paşa, âşıklık yüzünden
292 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
adı dillere destan olanların hikâyelerine yer vermiştir. Bunlardan biri, beşinci
hikâye olarak işlenen Leylâ vü Mecnûn’dur. Âşık Paşa, bütün hikâyeyi aruzun
“fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazdığı 33 beyitte özetlemiştir. Gülşehrî’de ol-
duğu gibi, Mecnûn’un Leylâ derken Mevlâ’yı bulduğu, Leylâ ile Mecnûn adla-
rının ise aşk, sevgi ve tutkunluk yolunda kaldığı vurgulanmıştır (Yavuz 2005: 60).
Âşık Paşa, Leylâ vü Mecnûn hikâyesine yer verdiği bu bölümde, ayrıca ilk defa
“gül ü bülbül” kıssasını da işlemiştir (Yavuz 2000: II/1 161-65). Bu dönemde müs-
takil olmamakla birlikte Şem’ ü Pervâne hikâyesini işleyen ilk şâir Gülşehrî’dir.
Sonraki dönemlerde müstakil eser olarak kaleme alınacak bu hikâye Mantıku’t-
tayr’da geçmektedir. Alegorik bir hüviyete sahip olan hikâye 63 beyit olup aru-
zun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır. “Besmele” beytiyle başlayan
eserin sonunda şâir, “şem’”in “Hak”, “pervâne”nin ise “insan” olduğunu, insa-
nın benlik davasından geçip yok olmayınca “Hakk”a ulaşamayacağını bildir-
miştir (Yavuz 2007: II/618-28).
Türk edebiyatında kaleme alınan “firâk-nâme”lerin ilki, Âşık Paşa’nın
Fürkat-nâme (Tavukçu 2004: 92-96) adlı kısa mesnevîsidir. Aruzun “mefâîlün
mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan eser, içerisinde yer alan altı beyitlik gazelle
birlikte 62 beyitten oluşmaktadır. Mecâzî aşk üzerine kurulan eser, gurbette sev-
giliden ayrı kalmanın zorluğu, sevgilinin âşığı aldatıp onun düşmanlarını se-
vindirmesi, âşığın ağlaya ağlaya gözlerini kaybetmesi gibi daha çok gazel nazım
şekline ait motifleri ihtiva etmektedir.
Ahmedî (öl. 815/1412-13)’nin çeşitli kaynaklarda adı zikredildiği halde; şim-
diye kadar ele geçmeyen Yûsuf u Züleyhâ’sı ile yarım kalan Vîs ü Râmîn’i (Gül-
daş 1996: 72-76) bulunmaktadır.
Bu dönemde Anadolu sahası dışında yazılan eserlerden bir diğeri ise,
Hârezmî’nin Muhabbet-nâme (Sertkaya 1972)’sidir. Harezmli olan şâirin hayatı
hakkında elde fazla bilgi yoktur. Rum’u ve Türkiye’yi baştan başa gezmeye çı-
kan Hârezmî, Tayfur’dan Şam’a gitmiş ve Maveraünnehir’de uzun süre kalmıştır.
Seyahat ederken Aral gölü kıyılarına geldiğinde Altınordu’nun Hanı Canıbeg’in
Sirderya yakınındaki adamlarından biri olduğu tahmin edilen Muhammed Hoca
Bey ile karşılaşmıştır. Muhammed Hoca Bey 731/1353 yılında Hârezmî’yi çağı-
rıp o kış orada istirahat edip Türkçe bir eser yazmasını istemiştir. Hârezmî, Mu-
hammed Hoca Bey’in bu isteğini kabul ederek Muhabbet-nâme (Moskova 1961;
Taşkent 1959) isimli mesnevîsini kaleme almıştır. Aruzun “mefâîlün mefâîlün
feûlün” kalıbıyla 731/1353 tarihinde yazılan eser, 11 nâme hâlinde tertip edil-
miştir. Eserde “kıt’a” ismiyle söylenmiş bazı gazeller ile Farsça parçalar da bu-
lunmaktadır. Muhabbet-nâme, kuvvetli bir nazım tekniğiyle, üstat bir şâir kud-
retiyle, duygulu ve sanatlı bir söyleyişle yazılmıştır.
Türk Edebiyatında Mesnevî - XIV. Yüzyıl
| 293

Tarihî-Destanî-Menkabevî Mesnevîler
Bu asırda kaleme alınan mesnevîlerin bir kısmı, tarihî şahsiyet ve olaylara
dayanmakla birlikte, tarihle ilgili olmaktan çıkarak destanî-efsanevî bir hikâye
hâlinde İslâmî edebiyatlara mal edilen İskender’le ilgilidir. Nitekim bu asrın önemli
şâirlerinden olan Ahmedî (öl. 815/1412-13)’nin İskender-nâme (Ünver 1974, 1983; Ak-
doğan 1988; Akçay 1999; Demirbilek 2000; Kanar 2011f) adlı eseri XIV. asırda yazılan
mesnevîlerin en önemlilerinden olup, edebiyatımızda bu konudaki mesnevîlerin
ilki ve en başarılı örneğidir. Ahmedî’nin en fazla tanınan eseri olan İskender-nâme,
Anadolu’da Nizâmî’nin İskender-nâme’sine yazılan ilk naziredir. 792/1390’da bi-
tirilen esere çeşitli nüshalarındaki farklılıklarına nazaran, 812/1410 yılına kadar
bazı ilavelerin yapıldığı anlaşılmaktadır. Emîr Süleymân’a sunulan eserin beyit sa-
yısı bazı nüshalara göre yedi binden az, bazı nüshalara göre ise sekiz binden faz-
ladır. Başlangıç bölümü klâsik mesnevî anlayışı içerisinde düzenlenen İskender-
nâme’de, diğer mesnevîlerde görülen “sebeb-i te’lîf” bölümü yoktur. Ahmedî giriş
bölümünden sonra gelen “dâstân” başlıkları altında İskender’den önceki olaylar-
dan başlayarak, doğu edebiyatlarında işlenen ortak bir konu olan Makedonyalı
Büyük İskender’in ölümüne kadar süren savaşlarını, yolculuklarını ve başka et-
kinliklerini anlatmaktadır. Yazma nüshalarda gelişigüzel kullanılan bu “dâstân”
başlıkları altında işlenen destanlar, kuruluş ve ana bölümleri bakımından birbi-
rine benzer. Her “dâstân”da, “dâstân ya da mukaddime-i dâstân”, “matla’-ı dâstân”
ve “hâtime-i dâstân” olmak üzere üç ana bölüm bulunur. Ahmedî bu ortak ko-
nuyu işlerken, hem kendisinden önceki manzum İskender hikâyelerinden hem
de bunlar dışındaki kaynaklardan yararlanmıştır. Şâir konunun seçilişinde ve
İskender’le ilgili olayların kimilerinde, Firdevsî ve Nizâmî’den etkilenmiştir. Bu
etkilenme, hiçbir zaman çeviri yahut yakın anlatımla aktarma ölçüsünde olma-
yıp, ancak olayların genel çizgilerinin benzemesi anlamındadır. Ahmedî eserine
edebî bir görünüm kazandırabilmek için İskender’in gönül maceralarına da yer
vermiştir. Ahmedî’nin eserinde ayrıca, konuyu daha önce işleyen şâirlerde görül-
meyen ve yalnızca Ahmedî’nin İskender-nâme’sinde yer alan bölümler de var-
dır. Ahmedî’nin bu eseri vezni, düzeni, değişik konulara yer verişi ve ele aldığı
konuların işlenişi bakımından İran edebiyatındaki örneklerinden oldukça farklı
ve orijinal bir mesnevîdir. Çünkü Ahmedî, İslâmî bir ilim ve kültür kitabı mahi-
yeti verdiği eserinde, İskender’in hayatı ve hareketleri etrafında çeşitli münase-
betler düşürerek hemen her konunun içinde veya sonunda devrinin ilim sevi-
yesine göre türlü bilgiler vermiş, dinî, ahlâkî ve hayatî telkinlerde bulunmuştur.
Eserde yer yer sanatkârane tasvirler, aşk hikâyeleri ve müstakil şiir parçaları bu-
lunmakla beraber, şiir ve sanat heyecanından ziyade, bilgi ve kültür hususiyet-
leri göze çarpmaktadır (Kocatürk 1970: 131). Türkiye’de otuz iki kadar yazma nüs-
hası bilinen İskender-nâme’nin yurt dışında da pek çok yazmasının bulunması,
294 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
bu eserin ne kadar beğenilip okunduğunu göstermektedir. Eserin bütün nüsha-
larında bulunmayan Mevlid ve Dâstân-ı Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osmân bölümleri
dikkat çekmektedir. Bunlardan 625 beyitten oluşan ve aruzun “fâilâtün fâilâtün
fâilün” kalıbıyla yazılan Mevlid bölümü (Ünver 1978), bugün için Türk edebiyatı-
nın bilinen ilk mevlidi olması bakımından önemlidir. Dâstân-ı Tevârîh-i Mülûk-i
Âl-i Osmân (Banarlı 1939: 48-135; Atsız 1949: 1-35; Sılay 2004) ise 334 beyit olup yine
aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme alınmıştır.
Tarihî, destanî ve menkabevî mesnevîler içinde, İslâm ve tasavvuf büyük-
lerinin hayatlarını, din uğrundaki savaş ve mücadelelerini, keramet ve büyük-
lüklerini konu alan eserler de yazılmıştır. Bu tür mesnevîlerden olan Gazavât-ı
Resûlullah, Kıssa-i Mukaffâ ismiyle de anılmaktadır. Hz. Peygamber ile Yemen’de
bulunan ve seksen yaşında bir putperest olan Mukaffâ arasındaki savaşı ihtiva
etmektedir. Tursun Fakı tarafından aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla
yazılan eser, 673 beyitten oluşmaktadır. Eserde yer yer halk tipi mesnevîlerdeki
efsanevî unsurlar da bulunmaktadır. Âmil Çelebioğlu’nun bu eserle aynı kaynak-
tan tercüme edildiğini kaydettiği başka bir Kıssa-i Mukaffâ’yı (bkz. 1999: 101-2),
bazı araştırmacılar yanlışlıkla Tursun Fakı’nın yukarıdaki eseri olarak göstermiş-
lerdir (Çetin 2002: 259-92). Bu mesnevî ise, aynı vezinle yazılmakla birlikte 422
beyittir. Hz. Alî’nin kahramanlıklarının anlatıldığı diğer bir mesnevî ise 1111
beyitten oluşan Kıssa-i Ummân’dır. Tursun Fakı’nın dâsitânî ve kısmen dinî olan
gazavât türündeki diğer bir mesnevîsi de Muhammed Hanefî Cengi’dir. 510 be-
yit olan eser, aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır.
Kirdeci Alî’nin Dâsitân-ı Ejderhâ (Tatçı 1997)’sı “Gazavât-ı Alî” türünden
olup 116 beyittir. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan mesnevîde,
Hz. Peygamber’e uzak bir ülkeden gelen müslümanların şikâyet ettikleri ejderha
ile Hz. Alî arasındaki savaş anlatılmaktadır. Kirdeci Alî’nin Hz. Alî’nin cenk-
nâmelerinden olan Kesikbaş Destanı (Argunşah 2002), 150 beyit olup aruzun
“fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır. Bu asır Türkçesiyle yazılan eser,
türü içerisinde en çok tanınanlarından biridir. Bir mevlid gibi, asırlarca Anadolu
köy odalarında, millî-dinî kültürümüzün canlı olarak yaşatıldığı kültür merkez-
lerinde, evlerde, asker ocaklarında çoğu zaman makam eşliğinde okunmuştur.
Bu türden eserlerden olan Yûsuf-ı Meddâh’ın Gazavât-ı İmâm-ı Alî [Hikâyet-i
Yemâme]’51si de Hz. Alî’nin cenkleriyle ilgili olup 639 beyitten oluşmaktadır.
51
Bu eser gibi, Hz. Alî’nin cihada gittiği bir esnada, oğulları Hasan ile Hüseyin’in Yemâme
adlı bir kâfir beyi tarafından kaçırılması; Hz. Alî’nin de Yemâme’nin kalesine giderek
çocuklarını hem kurtarması hem de oradaki gayrimüslimleri müslüman yapmasının
işlendiği Dâsitân-ı Gazavât-ı İmâm Alî’nin müellifi belli değildir. Aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıyla yazılan eser, 749 beyittir (bkz. Akraz 2008).
Türk Edebiyatında Mesnevî - XIV. Yüzyıl
| 295
Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan mesnevînin bir nüshası Konya
İzzet Koyunoğlu Kütüphanesi [nr. 11930, v. 142a-163b]’nde bulunmaktadır. Bu
eserin 163a sayfasında kayıtlı bulunan “pend-i Yûsuf-ı Meddâh” başlığından
hareketle G. M. Smith (Smith 1976), müellifimizin ayrıca Pend-nâme adında bir
eseri olduğunu bildirmiştir. Ancak bu, başka bir eserin başlığı olmayıp, sadece
eserin müstensihi tarafından esere sonradan ilâve edilen bir başlıktır.52 Dâvud
isimli biri tarafından aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan Gazavât-ı
Emîre’l-Mü’minîn Alî, Der Memleket-i Sind Bâ-Mukâtil Şâh (Yılmaz 2006) 589 be-
yit olup Hz. Alî’nin Sind ülkesinin güneşe tapan hükümdarı Mukâtil Şâh’la yap-
tığı cengi ihtiva etmektedir.
Bu tip mesnevîlerden biri de Ahmedî’nin Şeyh-i San’ân Hikâyesi (Merhan
2012)’dir. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmış olup 254 beyitten
müteşekkildir. Ulaşılabilen tek nüshası Süleymaniye Ktp. Hacı Mahmud 4311
numaradaki bir mecmuanın 253b-261a yaprakları arasında yer almaktadır. Gü-
nay Kut bu versiyon için, “Belki de Gülşehrî’nin görmüş olduğu Dâsitân-ı Şeyh
Abdürrezzâk budur” derken, Aziz Merhan ve Müberra Gürgendereli de bu
mesnevînin vezin bozuklukları ile dolu ve anlatım tekniği bakımından da zayıf
olduğunu ifade etmektedir. Nitekim Anadolu’daki ilk Türkçe eserlerin özellikle-
riyle paralellik gösteren eser ibtidâî bir dil ve sanatsız düz bir anlatıma sahiptir.
Aruz kullanımının sıkıntılı olduğu eserde bazı beyitlerin hecenin 11’li ölçüsüne
uygun düştüğü müşahede edilmektedir (Yazar 2010: 1583-84; Merhan 2012).
Bu asır mesnevî şâirlerinden biri de Âşık Paşa’nın oğlu Elvân Çelebi’dir.
Elvân Çelebi’nin zamanımıza kadar ulaşan yegâne eseri bir aile tarihi, hattâ bir
aile müdafaanâmesi niteliği taşıyan Menâkıbu’l-kudsiyye fî-Menâsıbi’l-ünsiyye
(Erünsal vd 1984; Tulum 2000)’dir. Aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla
760/1358-59 tarihinde yazılan mesnevî, 2081+3 beyittir. Eser, Baba İlyas sü-
lalesi ve etrafındakilerin gerçek hayat hikâyelerinin, devrin ve ortamın anlayı-
şına uygun bir tarzda menkıbe unsurlarıyla süslenerek anlatımından ibarettir.
Klâsik mesnevî tertibine uyan ve telifî bir mahiyete sahip olan mesnevî dil, ta-
rih ve edebiyat tarihi araştırmaları yönünden oldukça önemlidir. Eserin içine
yer yer “kasîde”, “gazel” ve “terci-bend” formunda yazılmış parçalar da yerleş-
tirilmiştir. Ayrıca 1329. beyitten sonra gelen dörtlüğün 11’li hece ölçüsüyle ya-
zılması dikkat çekmektedir.
Gazneli Devleti’nin en meşhur hükümdarı Gazneli Sultan Mahmûd ile bir
derviş arasında geçen karşılıklı konuşmayı konu edinen Dâstân-ı Sultan Mahmûd
52
Yûsuf-ı Meddâh’ın Gazavât-ı İmâm-ı Alî isimli mesnevînden haberdar eden ve
bilgilendiren değerli meslektaşım Kenan Özçelik’e teşekkür ediyorum.
296 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
(Buluç 1969), 79 beyit olup aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmış-
tır. Bu küçük mesnevîsinde diğer şiirlerinde olduğu gibi dünyanın fâniliğini
vurgulamaya çalışan Şeyyâd Hamza, kudretli bir hükümdar olan Gazneli Sul-
tan Mahmûd ile yoksul dervişi, yani madde ile mânâyı karşılaştırarak, nefsine
hükmetmesini bilen dervişin varlık ve ihtişam içinde olan sultandan üstünlü-
ğünü vurgulamıştır. Bu kısa mesnevî ihtiva ettiği bazı kısa canlı tasvirî ifadele-
lerle dikkat çekmektedir (Şentürk 2002: 50).
Bu tip mesnevîlerden olan Gülşehrî’nin Kerâmât-ı Ahî Evran’ı (Kartal 2009,
2011: 759-86; Taeschner 1930, 1955) aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla ya-
zılmış 167 beyitlik Türkçe küçük bir mesnevîdir. Ahî Evran’ın fıtrî özellikleri,
göstermiş olduğu kerametleri ve ahîliğin kuralları hakkında bilgi verilen eserde,
ayrıca Ahî Evran, cömertliği ile tanınan Hâtimü’t-Tâî ile mukayese de edilmiş-
tir. Daha önce Felek-nâme’de ele aldığı bir konunun genişletilmiş şekli olan
bu mesnevînin 701/1301’den sonra yazıldığı anlaşılmaktadır. Yahyâ b. Halîl’in
Fütüvvet-nâme’si içinde yer alan ve Mantıku’t-tayr’dan alınan bazı beyitleri de
ihtiva etmektedir. Ancak buna rağmen bu eserin Gülşehrî’nin olmadığı da ka-
bul edilmektedir. Âgah Sırrı Levend, bu mesnevîyi yazanın kendini Ahî Evran’ın
halifesi olarak göstererek halktan para ve mal toplamak isteyen bir şeyh olabi-
leceğini, kendi sözlerinin değerini artırmak için de Gülşehrî gibi döneminin
önemli bir şâirinin adını ve eserlerini eserine karıştırmış olabilme ihtimalini
belirtmiştir (Gülşehrî 1957: 12-13). Nitekim Taeschner, Raif Yelkenci’nin bulduğu
doğru, fakat eksik ikinci bir nüsha üzerine tekrar yayımladığı eserinde (Taesc-
hner 1955) bu şüpheye dikkat çekmiş ve Mantıku’t-tayr’dan alınan beyitlerin bu
eserde diğer beyitler yanında ekleme olarak göründüğünü söylemiştir (Gülşehrî
1957: 14). Abdülbâki Gölpınarlı da bu kısa mesnevînin Gülşehrî’ye ait olmadığı
görüşündedir (Merhan 2004: 100).
Bu tip eserlerden bir diğeri ise, Kıpçak sahasında Hüsâm Kâtib tarafın-
dan 769/1368 tarihinde kaleme alınan Cümcüme-nâme’dir. Ferîdüddîn-i Attâr’ın
Cümcüme-nâme’sinden mülhem yazılan esere, Attâr’da bulunmayan bazı dinî
motifler de katılmıştır. Ayrıca eserde yer yer dünya ve âhirete dair bazı bilgilere
de yer verilmiştir. Hz. Îsâ ile Kesikbaş arasında geçen olayların hikâye edildiği
eser, aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır.
Yine bu asırda yazıldığı tahmin edilen ve anonim olan Destân-ı Veysel
Karânî (Kuzubaş 2008: 311-14), Hz. Veysel Karânî’nin, Hz. Peygamber’i görme
arzusuyla Medine’ye gidişini, arzusuna ulaşamadan geri dönüşünü ve Hz.
Peygamber’in vasiyeti üzerine hırka-i şerîflerinin kendisine ulaştırılmasını ih-
tiva etmektedir. Eser, dörtlüklerden oluşmaktadır. Mesnevî formunda yazılan-
Türk Edebiyatında Mesnevî - XIV. Yüzyıl
| 297
larına da rastlanmaktadır. Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan
eser, 180 beyitten oluşmaktadır.
Yûsuf-ı Meddâh’ın Varka ve Gülşâh, Hâmûş-nâme, ve Dâsitân-ı İblîs-i
Aleyhi’l-la’ne isimli mesnevîlerinden başka Maktel-i Hüseyn (Özçelik 2008) isimli
Türkçe bir mesnevîsi daha vardır. Özellikle son üç mesnevînin yazarı olarak
Yûsuf-ı Meddâh gösterilmekte ise de, bugün için yazarı mı yoksa anlatanı mı
olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Bunlardan Maktel-i Hüseyn olarak bilinen
Maktel, “maktel” türünün Türkçede bilinen manzum ilk örneği olup 763/1362
tarihinde aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla Kastamonu’da kaleme alın-
mıştır. Ancak ilk 39 beyitte aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbı kullanıl-
mıştır. Yûsuf-ı Meddâh her ne kadar mesnevîsinin 3333 beyit olduğunu be-
lirtse de, eser 2824 beyitten oluşmaktadır. Değişik zamanlarda okunması için
on meclis olarak oluşturulan eserin her meclisinde konuyla ilgili çeşitli gazel-
lere yer verilmiştir. Candaroğulları Sultanı Celâleddîn Şâh Bâyezîd’e sunulduğu
tahmin edilen eserde, Kerbelâ’yla ilgili hadîseler on mecliste kronolojik sıra ta-
kip edilerek anlatılmıştır. Hz. Hüseyin’in şehit edilişinin anlatıldığı yedinci mec-
liste, şâirin yoğunlaşan samimi ve duygulu anlatımı okuyucuyu derinden etki-
liyecek tarzdadır. Sâde bir dil ve üslûpla kaleme alınmıştır.
Kastamonu’da yazılan Maktel-i Hüseyn, zaman içinde ‘Kastamonulu Şâzî’
ve Yûsuf-ı Meddâh’a nispet edilmiş, ancak söz konusu eserin aynı eser olduğu
fark edilememiştir. Eserin müellifiyle ilgili yaygın kabul ise, müellifinin ‘Kasta-
monulu Şâzî’ olduğudur. Ancak kaynaklarda ‘Şâzî’ isimli/mahlaslı kimse geç-
memekte, hatta eserin müellifinin ‘Kastamonulu’ olduğu yönünde hiçbir delil
de bulunmamaktadır. Ayrıca eserde geçen ‘şâzî’ kelimesi, Yûsuf-ı Meddâh’ın dı-
şında başka bir müellifi de kesin olarak göstermeye yetmemektedir. Bu kelime-
nin müstensih/müstensihler tarafından, müellif adı olarak algılanması imkan
dâhilinde görülmektedir. Ayrıca Maktel-i Hüseyn’de müellif adının geçtiği ka-
bul edilen beytin farklı nüshalardaki ortak kelimesinin ‘Meddâh’ olduğu dik-
kat çekmektedir. Diğer taraftan eserin yazıldığı dönemde bu kelime, müellif
adı olarak Yûsuf-ı Meddâh’tan başkasıyla da ilişkilendirilememektedir. Şâirin
en meşhur eseri olan Varka ve Gülşâh, Maktel-i Hüseyn ile karşılaştırıldığında,
her iki eserde de bazen aynı, bazen de çok benzer beyit, mısra ve ibarelere rast-
lanmaktadır. Bu da her iki eserin de aynı kişi tarafından yazıldığı ihtimalini
kuvvetlendirmektedir.
Eserin zamanla başka kişiler tarafından sahiplenildiği, değiştirildiği, yer
yer çeşitli eklemelere maruz kaldığı da müşahede edilmektedir. Özellikle yazı-
lış döneminden uzaklaşıldıkça, eserdeki Şiî/Alevî inanış ve düşünce tarzına uy-
mayan bazı ifadelerin eserden çıkartıldığı dikkat çekmektedir. Eserin değişik üç
298 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
nüshası üzerinde çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Bu çalısmalarda eser, Kastamo-
nulu Şâzî (Güder 1997), Lut oğlu Yahyâ ve Âşıkî (Demirel 2007)’ye nispet edilmiş-
tir. Eserin Yûsuf-ı Meddâh’a aidiyeti şimdilik daha mümkün olarak görülmek-
tedir (bkz. Özçelik 2008: 105-108).
Yûsuf-ı Meddâh’ın “Ashâb-ı Kehf” ile ilgili olan Dâstân der-Cihân-ı Fânûs
der-Hikâyet-i Takyanûs (bkz. Koncu 2012) isimli mesnevîsini de burada zikrede-
lim. Bir nüshası Türk Dil Kurumu Kütüphanesi [nr. Yz. B 28/4, v. 110a-116a]’nde
bulunan eser, 324 beyit olup aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmış-
tır. Eserde, anlatıcı olarak tayin edilen İbni Abbâs’ın ağzından “Ashâb-ı Kehf”
kıssası anlatılmaktadır. Anlatının mekânı, diğer Ashâb-ı Kehf metinlerinde ol-
duğu gibi Fesûs şehridir. Bu şehrin “kâfir”, “murdâr”, “kaltabân”, “ebter”, “bâtıl”
gibi sıfatlarla anılan Takyanus adlı bir sultanı vardır. Aynı şehirde Takyanus’tan
kaçan, Tanrı’ya ibadet etmek isteyen ve büyüklerinin adı Yemlîhâ olan beş kar-
deş bulunmaktadır. Bunlar şehirden uzaklaşırken yolda Allah’a iman eden bir
çobana rastlarlar. Bu çoban da onlarla gelmek ister. Ancak çobanın bir köpeği
bulunmaktadır. Ne kadar kovalasalar da, o köpek peşlerinden ayrılmaz. Hep be-
raber bir mağaraya sığınırlar ve orada üç yüz dokuz yıl uykuya dalarlar. Uyku-
dan uyanınca acıkırlar ve Yemlîhâ ekmek almak için şehre gider, elindeki altını
ekmekçiye verince onun hazine bulduğunu zannederler. Yemlîhâ hazine bulma-
dığını, bunun Takyanus döneminden kalan bir para olduğunu söylerse de kim-
seyi inandıramaz. Önce kadıya sonra sultana giderler. Sultan ve çevresindekiler
gösterdiği deliller neticesinde Yemlîhâ’ya inanırlar ve hep birlikte mağaranın ya-
kınına gelirler. Yemlîhâ kardeşlerine haber vermek için mağaraya girer, kardeş-
lerine durumu anlatır. Ancak onlar insanlara görünmek istemezler. Hep birlikte
Allah’a dua ederler, Allah’ın lutfuyla mağara kapanır ve üzerine bir mescit yapılır.
Mesnevî çok sâde bir dile sahiptir. Burada Ahmedî’nin kardeşi Hamzavî’nin 24
cilt olarak nazm ettiği Hamza-nâme’yi de (Coşkun 2002: 49) burada zikredelim.
Tarihî, destanî ve menkabevî mesnevîler içerisinde “manzum Osmanlı
tarihi”yle de karşılaşmaktayız. Bu gelenek bu asırda Ahmedî ile başlamakta-
dır. İskender-nâme içerisinde yer alan Dâstân-ı Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osmân
(Banarlı 1939: 48-135; Atsız 1949: 1-35; Sılay 2004), 334 beyit olup yine aruzun
“fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme alınmıştır. Dânişmend-nâme, Saltuk-
nâme, Hamza-nâme vb. eserlerle ilk örnekleri tespit edilen destanî, hamasî ve
menkabevî konular, bilindiği kadarıyla Ahmedî’nin manzum Osmanlı tarihi ile
mesnevî formunda ilk defa gerçek tarih boyutları içerisinde değerlendirilmiş-
tir. Bu eser, hem Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna ait önemli bazı bilgiler ihtiva
etmesi, hem Türkçe yazılmış ilk Osmanlı tarihi olması, hem de manzum Os-
manlı tarihi yazma geleneğini başlatması bakımından önemlidir.
Türk Edebiyatında Mesnevî - XIV. Yüzyıl
| 299

Diğer Mesnevîler
Ahmed Fakîh’in Kitâbu Evsâfı Mesâcidi’ş-şerîfe (Mazıoğlu 1964, 1974a) isimli
mesnevîsi, aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmış olup 339 be-
yitten oluşmaktadır. Eserin bilinen tek nüshası British Museum Or. 9848’de ka-
yıtlı bir mecmuanın içinde yer almaktadır (v. 1b-21b). Mesnevî nazım şekliyle
yazılan eserin içindeki iki parçada gazel, sondaki dört manzumede ise, gazel-
kasîde kafiye düzeni kullanılmıştır. İlk yapraktan sonra gelen bazı yaprakla-
rın koptuğu anlaşılan eserin, esasında hacim olarak daha fazla olduğu tahmin
edilmektedir. Eserde, bir grup arkadaşı ile hacca giden Ahmed Fakîh’in bu es-
nada gördüğü Şam, Kudüs, Mekke ve Medine ile oralarda ziyaret ettiği kutsal
mekânlar anlatılmaktadır. Osmân F. Sertkaya, Çarh-nâme gibi bu mesnevînin
de gerek dil özellikleri, gerekse yazarının eserde şeriat kurallarına bağlı, düzenli
yaşayışı olan bir kişilik sergilemesi sebebiyle mezkur Ahmed Fakîh’ten başka bir
Ahmed Fakîh’in olabileceği görüşündedir (1989: 67).
Tervîhu’l-ervâh (Şehsüvaroğlu 1954; Özer 1995) Ahmedî’nin tıpla ilgili olan
mesnevîsidir. Adı yanlışlıkla Tefrîhu’l-ervâh olarak yazılan eser, Emîr Süleymân
adına 1403-1410 yılları arasında aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla
ve sâde bir dille kaleme alınmış, daha sonra bazı ilâvelerle birlikte Sultan I.
Mehmed’e sunulmuştur. Tıbbın muhtelif bahislerine, teşrihe, teşhise ve tedaviye
dair geniş bölümler ihtiva eden bu eser, Ahmedî’nin tıp alanındaki yetkinliğini
göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
Tutmacı’nın Aydınoğlu Umur Bey için manzum olarak kaleme aldığı ve
tıbbın önemli bir dalı olan sağlıklı beslenme bakımından önemli olan Tabîat-
nâme (Ertaylan 1960; Kut 1985) adında küçük bir mesnevîsi daha vardır. Aruzun
“fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan eser, o dönemin yiyecek ve içecekleri
ile ilgili bilgiler vermesiyle de dikkate değerdir. Ayrıca insanların mizaçlarına
göre (ahlât-ı erba’a) yemesi veya yememesi gerekli olan yiyecekler ve içecekler-
den de bahsedilmektedir. Eserin sonunda hamam, uyku ve musikî ile ilgili her
bir konu için bir beyitten az olmamak üzere bilgi verilmiştir. Eser, maalesef son-
dan eksiktir (Kut 2004: 308).
Ahmedî Farsça eserler de kaleme almıştır. Bunlardan Mirkatü’l-edeb (Te-
mizel 2002: 203-54) Aydınoğulları’ndan Îsâ Bey’in oğlu Hamza Bey için yazılmış
Arapça-Farsça manzum bir lügattir. Eser, Arapça ve Farsça öğrenmek isteyen-
lere gerekli olan kelimelerin yanında tıp, hey’et, matematik, astronomi, astro-
loji, fıkıh gibi konularda da belli başlı sözler ile ıstılahları ihtiva etmektedir. Bu
eseri ilk önce Nihat Çetin tanıtmış (Çetin 1952), sonra Ali Alparslan eserin başka
bir nüshasını tespit edip ondan hareketle eser hakkında bilgi vermiş ve isminin
Mirkat-i Edeb olması gerektiğini savunmuştur (Alparslan 1960). Son olarak Ali
300 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Temizel, Ahmedî’nin diğer Farsça eserleriyle birlikte bu eser üzerine bir dok-
tora tezi hazırlamıştır (2002: 203-54). Eser, mukaddime ve iki esas bölüme ay-
rılmakta olup, baştan sona manzumdur. Sadece Konya Mevlânâ Müzesi Kü-
tüphanesi İhtisas, nr. 2524/2’de kayıtlı nüshanın mukaddime kısmı mensurdur.
Mukaddime kısmı 33 beyittir. Eserin birinci bölümü Arapça-Farsça lügat kısmı
olup irili ufaklı 50 kıt’aya ayrılmış 816 beyitten oluşmaktadır. Değişik vezinlerle
kaleme alınan kıt’alardaki beyit sayıları da farklıdır. Ahmedî bu kıt’aların birço-
ğunun sonunda kendini, eserini ve bilgiyi öven sözler söylemiştir. Eserin ikinci
bölümü ise biri “hâtime” kısmı olmak üzere 22 kıt’adan ibaret olup toplam 92
beyittir. Ahmedî burada ebced hesabı, ebced hesabı ile çarpım tablosu, menfa-
atlerin paylaşımı, caiz ve caiz olmamanın mahiyeti, koyundan yenmesi haram
olan şeyler ve dört kefaret, Ramazan ayında yemek yemenin mubah olması, ba-
ğıştan vazgeçilmesine engel olan durumlar, ayların ilk günleri, mizaçların sayısı
ve terkiplerin tanınması, kalıtsal ve bulaşıcı hastalıklar, cisimlerin ve madenle-
rin ağırlıkları, gezegenler ile burçların sayıları, yedi gezegenin şeref yerleri, ayın
doğuş ve batış saatleri, burçların payları, tüm burçlarda güneş miktarının bi-
linmesi, burçlar, dereceler ve dakikalar, aydınlığın ve güneşin burçlar açısından
yeri, tüm zamanlarda ayın yeri, aşere-i mübeşşere ile ulü’l-‘azm peygamberle-
rin isimleri hakkında bilgi vermiştir.

XV. Yüzyıl
Başlangıç devri diyebileceğimiz XIII. ve XIV. asırlarda yazılan mesnevîler
ile XV. yüzyıldakiler arasında muhteva, özellikle de üslûp bakımından büyük
farkların olduğu görülür. İlk dönem mesnevîleri, gerçek bir başlangıç olmanın
bütün özelliklerini taşır. Kelime seçimi, mısra yapısı, müzikalite, kafiye ve özel-
likle vezin tekniği, mecaz sistemi, tavsif ve tasvirler, basit, iptidaî, acemice, zevk-
siz tercüme veya taklit niteliği ağır basan bir özellik taşır. Konu seçimine ve esere
hâkim olan zihniyet, bazen tercihen bazen de zarurî olarak bir şeyler öğretme,
faydalı olma, bir şeyin propagandasını yapma, Allah rızasını kazanma ya da öl-
dükten sonra hayır dua ile anılma gibi hususların ötesine pek az geçer. Daha
sonraki tezkire yazarlarının eser tenkidinde kullandıkları “mücerred bir kelâm-ı
mevzûn” yani “sadece vezinli bir söz” tabiri, aslında bu devir mesnevîlerimiz için
oldukça geçerli bir değerlendirmedir (Tolasa 1982: 2).
Bu asırda da bir önceki asırda olduğu gibi dinî, tasavvufî, destânî ve ahlâkî
eserler bulunmakla beraber bunlar bir önceki asrın halk tipi dinî-destânî mesnevî-
lerine nazaran daha edebî ve aruz bakımından daha olgunlaşmış türlerdir. Bu
eserler arasında Süleymân Çelebi’nin Vesîletü’n-necât’ı, Hatîboğlu’nun Letâyif-
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 301
nâme ve Bahrü’l-hakâyık’ı, Kemâl Ümmî’nin Kırk Armağân’ı, Refî’î’nin hurûfîliğe
dair Beşâret-nâme ve Genc-nâme’si, Abdülvâsi Çelebi’nin Halîl-nâme’si ve Kay-
gusuz Abdâl’ın Gevher-nâme’si zikredilebilir (Şentürk 2002: 4).
XV. asır Türk mesnevîciliğinde ve dolayısıyla edebiyat tarihimizde mühim
bir dönüm noktası oluşturur. Nitekim bu dönemde sanat endişesi ile yazılan eser-
ler ön plâna çıkmış; dile, nazım unsurlarına, konuya, mecaz sistemine hâkimiyet
ve bu yolda gösterilen ustalık, itina, incelik ve titizlik daha önceki asırlarla mu-
kayese edilemeyecek bir seviyeye yükselmiştir (Tolasa 1982: 2).
XIV. asırda mevcut halk tipi mesnevîler arasında azınlıkta kalan “beşerî
aşk” konulu mesnevîlerin bu asırda, özellikle Sultan II. Bâyezîd’in saltanatı yıl-
larında büyük bir tekâmül kaydettiği görülmektedir. Daha çok İran edebiyatı
tesiriyle başlayıp yüksek zümreye hitap eden; Ahmedî’nin Cemşîd ü Hurşîd,
Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîn, Cemâlî’nin Hümâ vü Hümâyûn, Cem Sultan’ın Cemşîd
ü Hurşîd, Şâhidî ve Bihiştî’nin Leylâ vü Mecnûn, Ca’fer Çelebi’nin Heves-nâme
ve Hamdullâh Hamdî’nin hamsesi gibi mesnevîler bu konuyu en güzel işlemeyi
başaran örneklerdendir (Şentürk 2002: 4).
Edebî inceliklere, telif geleneklerine, estetik standartlara vb. diğer husus-
lara elden geldiğince önem veren bu tür mesnevîler, daha çok tercümeye da-
yalı olarak nazmedildiklerinden dil bakımından bir hayli yabancı kelimelerle
yüklü ve tercümeye esas alınan edebiyatın estetik çizgileriyle teşekkül etmiş bir
hâl arz ederler. Bununla beraber bunlar arasında Ahmed-i Dâ’î’nin Çeng-nâme,
Şeyhî’nin Har-nâme, Za’îfî’nin Gazavât-nâme, Halîlî’nin Firkat-nâme, Kıvâmî’nin
Fetih-nâme, Firdevsî’nin Kutb-nâme ve özellikle Ca’fer Çelebi’nin Heves-nâme
adlı eserleri gibi orjinal eserler de ortaya konmuştur. Bu durum edebiyat tari-
himizin en mühim devresini teşkil eden ve yeri geldikçe “yerlileşme temayülü”
diye adlandırdığımız merhalelerinden birini oluşturmaktadır. Tercüme yoluyla
ortaya konulan mesnevîlerden farklı olarak bu mesnevîler; yine İran edebiya-
tının estetik değerleri çerçevesinde, fakat orijinal konu ve zihin faaliyetlerinin
neticesinde meydana getirilmişlerdir. Çeng-nâme’nin plan ve konu itibarıyla
İran edebiyatında bir benzerinin bulunmayışı, Har-nâme’nin basit bir hikâyeyi
zenginleştirerek okuyucuya sunması, Kutb-nâme, Gazavât-nâme ve Fetih-nâme
gibi eserlerde tarihî ve coğrâfî realite ve hadiselere sadık kalınması, nihayet XV.
asrın sonunda Heves-nâme gibi her şeyiyle orijinal bir eserin ortaya konabilmesi
bunu açıkça ispat etmektedir. Görüldüğü üzere XV. asırda bir hayli gelişme gös-
teren bu tip mesnevîler asrın ikinci yarısında oldukça orijinal bir yapı kazana-
rak XVI. asırda iyice yaygınlaşacak olan sâkî-nâme, şehr-engîz, gazavât-nâme,
selîm-nâme, fetih-nâme vb. gibi tamâmen yerli ve orjinal eserlere zemin hazır-
lamıştır (Şentürk 2002: 4).
302 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
İlk önceleri hemen her aşk hikâyesi nazmeden şâir, eserine İran kaynaklı
bir mesnevîyi esas alıp kelime kelime tercüme ettiği, Fahrî’nin Hüsrev ü Şîrîn’i
gibi, hatta bazıları bu hareketi maharetli hırsızlık olarak vasıflandırıp âdeta iftihar
ettikleri hâlde, bu asırda yetişen Hassân, Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi ve Sûzî Çelebi
gibi şâirler, değil tercüme etmek başkalarının kullandıkları mevzu ve hayalleri
bile kullanmayı ayıp sayarak yepyeni bir zihniyetle ortaya çıkmışlardır. Meselâ
Tâcî-zâde “îcâd”cı ve “hayâl-i hâs” sahibi olmak gerektiğini ileri sürerek tercü-
meciliğin fazilet ehli için basitlik ve cehalet olduğunu, Sûzî Çelebi ise, mesnevî
konularını birer bostana benzeterek girdiği her bostanda tanıdık bir ayak izi
gördüğünü, meyvelerinin toplanmış olduğunu, fakat “dil-keş gazavât-nâme” ko-
nusu henüz işlenmemiş bir bostan olduğundan bu konuda çalışmaya karar ver-
diğini belirtmiştir. Özellikle Hassân mesnevîsine yerleştirdiği her edebî tasvirde
kendinden önceki şâirlerin kullandıkları en yaygın benzetmeleri dahi kullan-
mamaya veya bambaşka bir tarzda işlemeye âdeta azmetmiş ve mesnevîsindeki
hemen her mısraa kendi mührünü vurmuştur (Şentürk 2000: 778).
Bu yeni fikirler neticesinde mesnevîler zaman, mekân, şahıslar kadrosu ve
konu itibarıyla da yenileşmeye, daha doğrusu yerlileşmeye başlamıştır. Halîlî’nin
Fürkat-nâme’si ve Ca’fer Çelebi’nin Heves-nâme’si ile Osmanlı ülkesinde cereyan
eden orijinal konuları aksettiren “sergüzeşt” nevinin ilk mahsulleri verilmiş; bu
gibi eserler XVI. asırda gelişmeye başlayan “şehr-engîz”, “sûr-nâme”, “sâkî-nâme”
vb. konulu eserlere de zemin oluşturmuştur (Şentürk 2002: 778).
XV. asrın ikinci yarısından sonra ve özellikle Ahmed-i Dâ’î’nin Çeng-
nâme’sinden itibaren mesnevî edebiyatımızda belirli birtakım konu ve nesne-
ler üzerinde ihtisaslaşmaya yönelik bazı cereyanlar tespit edilmektedir. Önceleri
klâsik aşk mesnevîlerinde musikî aletleri, işret meclisleri, savaşlar, şehir ve bi-
nalar vb. konular eser içinde yeri geldikçe klişeleşmiş birtakım kalıplarla tasvir
edilirlerken, daha sonra meselâ sadece “çeng” hakkında müstakil bir mesnevî
yazılabilmiştir. Bunun gibi sadece savaş ve kahramanlık konularının ağırlık teş-
kil ettiği eserler de dikkat çekmektedir. XVI. asırda sür’atle gelişen “işret-nâme”,
“sâkî-nâme”, “şehr-engîz”, “gazavât-nâme”, “kıyâfet-nâme”, “sûr-nâme” vb. gibi be-
lirli konularda teşekkül eden orijinal mesnevîlerin ortaya çıkışını bu ihtisaslaşma
temayülünün bir neticesi olarak görmek mümkündür (Şentürk 2002: 779).
XV. asrın ikinci yarısından itibaren mesnevîlerimiz ile içlerindeki tasvirle-
rin, bir yenilik ve olgunluk çağına girdiği görülmektedir. Nitekim Şâh-nâme tarzı
meydan muhârebeleri yerini ateşli silahların kullanıldığı muhasara tasvirlerine
veya isimleri bile belirsiz hayalî mekânlar başta İstanbul olmak üzere yerlerini
Osmanlı ülkesindeki mekânlara terketmeye başlamıştır. Neticede XVI. asırdan
itibaren “şehr-engîz”, “gazavât-nâme”, “sâki-nâme” gibi orijinal eserler vücûda
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 303
gelerek olgunlaşan mesnevîlerimiz ve bunlardaki edebî tasvirler eskiden oldu-
ğundan bambaşka bir mecrada yol almağa yönelmişlerdir. İran tesirinde vücûda
gelen edebî tasvirlerin hemen hepsine Farsça mesnevîlerden pek çok misal ve-
rilebildiği hâlde yerli tasvirlerin benzerlerine İran edebiyatı mahsullerinde rast-
lanmayışı da XV. asrın ikinci yarısından itibaren mesnevî edebiyatımızda ger-
çekleşen mühim bir gelişmeyi açıkça göstermektedir (Şentürk 2002: 35).
Bu dönemde yazılan mesnevîleri şu başlıklar altında incelemek müm-
kündür: Dinî-tasavvufî-ahlâkî mesnevîler, aşk mesnevîleri, tarihî-menkabevî
mesnevîler, sergüzeşt-nâme ve hasb-i hâller, şehr-engîzler, mizahî mesnevîler;
ilmî ve genel kültüre ait mesnevîler.
Bu dönemde mesnevî şeklinde yazılmış irili ufaklı yaklaşık 210 eser tes-
pit edilmiştir. Bu eserlerden 37 tanesinin nüshaları bugün elimizde mevcut de-
ğildir. Bunların varlıklarını ve konularını, gerek kendi devirlerinde, gerek son-
raki devirlerde kaleme alınan çeşitli eser ve kaynaklardan öğrenmekteyiz. Bu
dönemde yazılan mesnevîlerden 93’ü dinî-ahlâkî-tasavvufî; 54’ü aşk konulu;
33’ü tarihî-destanî-menkabevî; 4’ü sergüzeşt-nâme ve hasb-i hâl; 1’i şehr-engîz;
2’si mizahî; 11’i ise ilmî ve genel kültüre aittir. Bunlardan 6’sı Farsça olarak ka-
leme alınmıştır.

Dinî-Ahlâkî-Tasavvufî Mesnevîler
Bu asırda dinî-ahlâkî-tasavvufî mesnevîler gerek sayı gerekse nitelik itiba-
riyle bu dönem edebî eserleri arasında önemli bir yer tutar. Bu eserler başlan-
gıç devri dediğimiz XIII-XIV. asırlardaki mesnevîlerin temel konusunu oluştu-
rurlar. Aslında başlangıçtan son zamanlara kadar Türk toplumunun yaşayışına
dinî ve tasavvufî esasların hâkim olması sebebiyle, bu bahisler klâsik edebiya-
tımızın her devirde temel konusunu oluşturmuşlardır. Türk edebiyatı tarihine
genel olarak bakıldığında, didaktik ve lirik olmak üzere iki koldan gelişen bu
dinî-ahlâkî-tasavvufî mesnevîlerin en yaygın olarak ilgi gördüğü devrin XV.
asır olduğu görülür.
Tolasa, bu asır hakkında bizleri böyle bir düşünceye sevk eden en önemli
eserlerin “mevlid” ve “Muhammediyye”ler olduğunu söyler. İslâm dininin ku-
rucusu olan Hz. Muhammed’in hayatı, yaşayışı, sözleri, iç ve dış güzellikleri,
mücadelesi ve mucizeleri etrafında anlatılıp yazılanlar, başından itibaren dinî
mesnevîlerimizin en esaslı konularını oluşturmuşlardır. Bunlardan “mevlid” is-
miyle anılanlar, Hz. Muhammed’in özellikle doğumu, bütün insanların ve pey-
gamberlerin en şereflisi, en üstünü ve Allah’ın en sevgili kulu olduğu düşüncesi
etrafında toplanır (Tolasa 1982: 4).
304 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Türklere has olup, bu şekliyle diğer İslâmî edebiyatların hiçbirinde görül-
meyen “mevlid” türünün en olgun örneğini XV. asırda Süleymân Çelebi’de bu-
luruz. Hakkında fazla bilgi olmayan Süleymân Çelebi, hayatını Bursa’da geçirmiş
ve Yıldırım Bâyezîd Han’ın divan imamlığını yapmıştır. Türklerin yüce peygam-
ber Hz. Muhammed’e duydukları derin sevgi, saygı ve bağlılığın belki en güzel
ifadesi olan Süleymân Çelebi’nin Mevlid’i, yazılışından günümüze asırlar geç-
mesine rağmen aynı coşkuyla okunup dinlenmesi bakımından, Türk edebiya-
tının önde gelen şaheserlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Edebiyat tari-
himizde çok az eser bu kadar çok okunup sevilmiş ve halka mâl olmuştur. Son
derece akıcı ve sâde bir üslûpla nazmedilen ve asıl ismi Vesîletü’n-necât olan
Mevlid (Saltık 1947; Ateş 1954; Alango 1958; Timurtaş 1990; Aymutlu 1995; Pekolcay
1992; Baykal 1999), eskilerin “sehl-i mümteni” dedikleri yazılması kolay görü-
nen, fakat bir benzeri kolay kolay yazılamayan eserlerdendir (Şentürk 1999: 2).
Latîfî’nin bu eser için tezkiresinde söylediği: “Bu fakir ve değersiz yazar, şu ana
dek yüz kadar mevlid kitabı gördüm. Her birini de dikkatle gözden geçirdim. Hiç
birinde bu etkiyi, hâli, bu şevk ve hareketi görmedim. Üstelik bunun kadar hiçbi-
risi makbul tutulup meşhur olmamıştır.” (İsen 1990: 65) kanaati bugün hâlâ ge-
nel kabul görmektedir.
480 beyit olan eser, aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır.
Sadece “medhiye” kısmında “mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün” kalıbı kullanılmış-
tır. Yıldırım Bâyezîd’in 805/1402 Ankara Meydan Muharebesi’nde yenik düş-
mesi sonucu dağılan devlet bütünlüğünün tehlikeye düştüğü karışık yıllarda,
insanları peygamber sevgisi etrafında toplama rolü üstlenmesi açısından eser,
ayrıca dikkate değer görünmektedir. XV. asır Eski Anadolu Türkçesiyle yazılan
eser, devrinin gramer ve telaffuz hususiyetlerini taşımaktadır. Mevlid’de sâde ve
açık bir dil kullanan Süleymân Çelebi’nin üslûbu da külfetsizdir. Süse, yapma-
cığa kapılmadan, mübalağaya düşmeden samimiyetle duygu, heyecan ve dü-
şüncelerini anlatmıştır. Mevlid’in yüzyıllar boyunca bu kadar beğenilip sevil-
mesi, dil ve anlatışındaki bu açıklık, samimîlik ve sâdelikten ileri gelmektedir.
Mevlid’in dikkat çeken özelliklerinden biri de, Türkçenin camiye girmesine ve-
sile olmasıdır. Eser, dokuz bölümden oluşmaktadır. Bunlar “münâcât”, “müel-
lif için dua ve kitaptan dolayı özür dileme”, “âlemin yaratılmasının sebebi -Hz.
Muhammed’in ruhunun yaratılması-”, “Hz. Muhammed’in nurunun intikali”,
“velâdet”, “Hz. Peygamber’in mu’cizeleri”, “mi’râc”, “Hz. Peygamber’in vasıfları”,
“Hz. Peygamber’in vefatı”, “kitabın sonu”. Ayrıca her bölüm kendi içinde fasıllara
ayrılmıştır. Eser çok okunup çoğaltıldığı için benzer popüler eserler gibi zaman
içinde orijinal şeklini büyük oranda kaybetmiştir. Üzerine birçok çalışma yapı-
lan eser, Arnavutça, Boşnakça, Çerkesçe ve Rumcaya da çevrilmiştir.
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 305
Süleymân Çelebi’nin mevlidinin dışında bu asırda başka mevlidlerin yazıl-
dığı da görülmektedir. Bunlardan Ahmed tarafından yazılan Mevlid manzûmesi
(Kocatürk 1970: 261; Ateş M. 1952), orijinal ve önemli bir metin değildir. Kendisin-
den evvelki ve sonraki metinlerle az çok karışan eserin, XVI. asırdan sonra ya-
zıldığı anlaşılan eldeki nüshasında Süleymân Çelebi’den bazı beyitler görülmek-
tedir. Eserin dilinin yer yer daha evvelki mevlidlerden daha olgun ve ahenkli
olduğu, tasavvufî ruhun daha bariz bir şekilde görüldüğü müşahede edilmek-
tedir. Buna rağmen en olgun mısraları dahi Süleymân Çelebi’nin üstün mısra-
ları ile boy ölçüşecek vasıfta değildir.
Bu asırda yazılan diğer mevlid manzumesi ise Ârif’indir (Sarıkaya 1992).
842/1438 tarihinde, aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme alınan
eser, 743 beyitten müteşekkildir. Vasfi Mahir Kocatürk, müstakil ve şahsî bir
eser olarak meydana getirilen bu Mevlid manzumesinin 939/1532 tarihinde gü-
zel bir yazı ile istinsah edilmiş nüshasının sadece vefat kısmının elimizde bu-
lunduğunu ifade ettikten sonra, eserin sonunda geçen:

Hamdülillah bu kitâb oldı tamâm


Ol Resûlün cânına yüz bin selâm
Mevlid ü mi’râc hem dahi vefât
Uş tamâm oldı hayât ender hayât

beyitlerden manzumenin mevlid geleneğine uygun bir şekilde, doğum ve göğe


çıkma bahisleriyle birlikte tam bir kitap hâlinde yazıldığının anlaşıldığını kay-
detmektedir (1970: 261). Semra Tunç ise, 743 beyit olması gereken mesnevînin
baştan 216 beytinin elimizde olduğunu belirtir. Akabinde bu kısımda “tevhîd”,
“na’t”, “dört halife ile âl ü ashâba övgü” içeren manzumeler, “sebeb-i te’lîf” kısmı
ve asıl konuya hazırlık mahiyetinde beyitlerin bulunduğunu söyler. Daha sonra
eserin klâsik mesnevî tertibine uygun bir tarzda kaleme alınmış olduğu kana-
atine varır (2002: 161-62). Her iki araştırmacının görüşleri bizde aynı eserin bi-
rinde başı diğerinde sonu eksik iki farklı nüshanın varlığını düşündürtmekte-
dir. Bu farklı nüshalar karşılaştırılarak tam mevlid nüshasının oluşturulabileceği
kanaatindeyiz. Bu eserin, mevcut kısımlarıyla tasavvufî bir özellik arz etmesi
ve senlik-benlik gibi nasihat ve hikmet-âmîz beyitleriyle Süleymân Çelebi’nin
Vesîletü’n-necât’ından farklı bir üslûp ve muhtevada olduğu görülmektedir (Çe-
lebioğlu 1999: 290-91). Ârif’in nazmı, Süleymân Çelebi’ye nispetle daha az sanatlı,
fakat daha canlı, dili daha iptidaî, lâkin daha içlidir. Kullandığı kelimeler, kafiye-
ler ve nazım tarzı Âşık Paşa’nın manzumelerini andırır. O da Âşık Paşa gelene-
ğine uygun başlangıçlar yapmış, sık sık dinî ve uhrevî nasihatler vermiştir (Ko-
catürk 1970: 264). Ârif’in mevlidi bildiğimiz kadarıyla Türkçe mevlidler arasında
306 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Ahmedî’nin 810/1407-1408, Süleymân Çelebi’nin 812/1409-10 tarihlerinde ka-
leme alınmış eserlerinden sonra üçüncü mevlidi teşkil etmektedir.
Bu asırda müstakil bir kitap hâlinde yazıldığına şüphe edilmeyen mev-
lidlerden biri de Celâl Muhibbî’nin eseridir. Emîr Sultan’ın müritlerinden olan
Muhibbî de, Süleymân Çelebi ve Ârif gibi, umumî geleneğe uyarak meydana
getirdiği Mevlid manzumesinde Hz. Peygamber’in doğumunu, bazı evsafını,
mucizelerini, mi’râcını ve ölümünü anlatmıştır. Kudretli ve duygulu yerleri ol-
makla birlikte, şâirin;

Âmiyânedür sözüm Türkîce durur


Beytlerinün vezni eksükliçe durur

beytinden de anlaşıldığı gibi Vesîletü’n-necât ve Ârif’in eserine göre oldukça sâde


ve basittir. Özellikle bu hüviyetinden dolayı, Mevlid halka daha yakın olmuş ve
Süleymân Çelebi ile Ârif’in manzumelerinden daha fazla yayılmıştır. Halk ara-
sında birçok yazma nüshasına rastlanmaktadır (Kocatürk 1970: 264-69).
Bu asırda yazılan diğer bir mevlid manzumesi Kerîmî’nin İrşâd’ıdır (Aslan
2009). 863/1458’de telif edilmiş olup Süleymân Çelebi’nin eserinden sonra eli-
mizde bulunan en eski mevlid metnidir. Şâir, eserinde Süleymân Çelebi’de ye-
tersiz gördüğü manevî mevlidi anlatarak yeni bir eser ortaya koymak istemiştir.
Tasavvuf bilgisi ve ilâhî aşk duygusu olmayanların ne demek istediğini anlama-
yacağına değinen şâir, eserini aydınlar için yazdığını belirtir. Bundan dolayı ese-
rin dilinde Arapça, Farsça kelimeler ile tasavvufî terimler yer alır. Bunun ya-
nında Türkçe bakımından XV. asrın dil özelliklerini taşır. Anlatım yer yer sâde
ve akıcıdır (Mazıoğlu 1974: 32-35).
Bu asır şâirlerinden Sinânoğlu’lunun Ümîzü’l-müznibîn (Uçman vd. 2013;
Koca 2009) isimli mevlidi 2403 beyit olup aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün”
kalıbıyla yazılmıştır. Eserde “kasîde” ve “gazel” gibi farklı nazım şekilleri de yer
almaktadır. Eserin 21 nüshası bulunmaktadır.
Bu asırda yazılan diğer bir mevlid Hamdullâh Hamdî’nin Ahmediyye is-
mini verdiği eseridir. Bazı kaynaklarda Muhammediyye, bazı yerlerde de Mevlid
ismiyle anılan eser, aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla 900/1494-95 tari-
hinde yazılmış olup 1337 beyitten oluşmaktadır. Eserde Hz. Peygamber’in do-
ğumundan, mucizelerinden, peygamberliğinden, hicretinden, mi’râcından ve
vefatından bahsedilmektedir. Hamdî’nin bu eseri içindeki konular bakımından
Süleymân Çelebi mevlidine uymayıp Yazıcıoğlu’nun Muhammediyye’sinden iz-
ler taşımaktadır. Eserde bilgi verme isteği ön plânda olduğu için lirizm yoktur.
Ayrıca dönemine göre eserde ağır bir dil kullanılmıştır (Mazıoğlu 1974: 36-37).
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 307
Latîfî, Süleymân Çelebi Mevlidi’nden sonra en çok Hamdî’nin Mevlid’ini beğe-
nirse de, dil bakımından havas için yazılmış olduğunu, bundan dolayı da hiç-
bir zaman Vesîletü’n-necât’ın sahip olduğu sıcaklığa, sevgi ve rağbete ulaşama-
dığını belirtir: “Halk arasında bu kitaba eş mevlid, merhum Hamdî Çelebi’ninki
olabilir. Onun da üslûbu, aydınların zevkine göre düşünüldüğünden, halk bun-
dan zevk alamaz.” (İsen 1990: 65).
Bu asırda yazıldığı tahmin edilen mevlidlerden biri de, Muhammed53
isimli biri tarafından kaleme alındığı düşünülen Sîretü’n-nebî’dir (Kocatürk 1970:
270-74; Özkat 2011: 70; Yekbaş 2012: 75). Eserde aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” ve
“mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıpları karışık olarak uygulanmıştır. Siyer-i Nebî,
Türk edebiyatındaki manzum dinî destanların en büyüğü, en genişi ve en zengi-
nidir. 1892 tarihinde eski yazı ile basılan ve müellifin aşk ile yazdığını ifade ettiği
eser, “tevhîd”, “na’t”, “medhiye”, “latîfe” ve bazı hitaplar da dâhil olmak üzere 115
manzumeden ibarettir. Şâir, Nûr-ı Muhammedî’nin yaratılışından başlayarak,
peygamberin doğumu, çocukluk ve gençlik hayatını, evliliğini, peygamberliğini,
mucizelerini, bütün arkadaşlarının Müslüman oluşunu, mi’râcını, savaşlarını, çe-
şitli maceralarını, zamanında olan birçok olayı, dolayısıyla diğer Müslüman kah-
ramanların cenklerini ve nihayet Hz. Peygamber’in vefatını anlatmakla eserini
sona erdirmektedir. Eserde, ağırlıklı olarak Ebu’l-hasan Ahmed b. Abdullâh b.
Muhammed el-Bekrî el-Kasasî’nin Sîretü’n-nebî’sinin etkisi açıkça hissedilmek-
tedir. Türk halkı arasında en çok okunan eserlerden olan Siyer-i Nebî’nin, gece-
leri ya kahvehanelerde ya da evlerde bir kişi tarafından makamla okunup bir-
çok kimse tarafından dinlenmesi yakın zamanlara kadar devam etmiştir. Eser
her ne kadar Arap kaynaklarından istifade edilerek oluşturulsa da, dinî ruh,
halk dili ve zevki bakımından Türkleştirildiği görülmektedir. Özellikle dilin-
deki sâdelik, tabiîlik ve akıcılık; dinî, destanî ve hayatî unsurlarla birlikte tahlil,
tasvir, şiir ve hikâye gibi estetik ve teknik unsurlar arasındaki muvazene onu en
kolay okunur ve dinlenir hâle getirmiştir. Eserde, şâir tarafından çok tabiî, çok
başarılı bir teknik ve tertibin kullanıldığı görülmektedir. Konuların haddinden
fazla uzatılmayarak hem okuyucu hem de dinleyicinin sıkılmaması sağlanmış-
tır. Eser, baştan aşağıya didaktik bir ruh taşıdığı hâlde, emsali eserler arasında,
doğrudan doğruya didaktik kısımları en az olanıdır. İfadesi kuru olmayıp klâsik
şiirin evsafını haiz, ancak hiçbir zaman şiir ve sanat unsurlarıyla yüklenmemiş,
büyük bir emek ve şuurlu bir kudret eseridir.
Ayrıca Gülşenî-i Saruhanî’nin Mevlid’i, Hafî’nin Zâdü’l-me’âd (Tural 1993;
Tural Ş. 1993)’ı, Hocaoğlu Mevlidi, Za’îf(î)’nin Mevlid’i (Köksal 2010: 81-281), İpsalalı
53
Müellifin adını Vasfi Mahir Kocatürk Abdurrahmân olarak zikretmektedir. bkz.
Kocatürk 1971: 273.
308 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Ebu’l-hayr’ın, Mevlid (Günşen 2004)’i, Gönenli Yahyâ b. Bahşî’nin Mevlid (Ak-
çay 2008: 321-33)’i, Mürşidî’nin Mevlid-i Şerîf’i, Keşfî-i Saruhanî’nin Mevlidü’n-
nebî’si, Mehmed b. Hamza Arab Vâiz’in Mevlidü’n-nebî’si, Sabâyî’nin Mevlid
(Bay 2003)’i de bu devrin belli başlı mevlid manzumelerindendir (Geniş bilgi için
bkz. Köksal 2010: 46-51, 81-281).
Hz. Peygamber’in hayatı ve yaşayışı etrafında yazılan mesnevîlerden bir di-
ğeri de Yazıcıoğlu Mehmed’in Muhammediyye (Çelebioğlu 1975, 1996)’sidir. 9008
beyitten oluşan eserde 12 değişik aruz kalıbı kullanılmıştır. Üç bölümden oluşan
Muhammediyye’de mürettep bir eserdeki başlangıç ve tertibe uygun bir sıra gö-
zetilmiştir. Giriş kısmından sonra gelen birinci bölümde yaratılış konusu işlen-
mektedir. Yer yer âyet ve hadîslere ve çeşitli tefsirlere dayanılarak devriye ter-
tibi “arşiyye” şeklinde sırayla anlatılır. İkinci bölüm “tertîbü’l-enbiyâ” kısmı ile
başlar. Burada Hz. Âdem’den sonra gelen peygamberler sırasıyla ve bazı husu-
siyetleriyle dile getirilir. Sonra sıra Hz. Peygamber’e gelince onun doğumu, ha-
yatı, savaşları, mucizeleri ve yakınları hakkında bilgi verilir. Üçüncü bölümde
ise, kıyamet alâmetleri, âhiret hayatı ve hususiyetleri işlenmiştir. Bu eser, kendi
türü içerisinde en hacimli ilk manzum telifî kitap özelliğine sahiptir. Muham-
mediyye, ağır fakat itinalı üslûbu, samimî havası ve duygulu muhtevası ile gerek
kendi devrinde ve gerekse sonraki devirlerde, sadece Anadolu sahasında değil,
Türk dünyasının diğer sahalarında da çok sevilmiş, okunmuş, örnek alınmış bir
eserdir. Nitekim Kırım Hanlığı Kadıasker Defterleri, I (1017/1022 - 1608/1613), s.
4b/5’de kayıtlı olan Gözleve’de bulunan Câmi’-i Kebîr’de Muhammediyye okun-
ması için 290 ham derinin vakfedildiğinin belirtilmesi (Turan 2003: 83-84) de
bunun bir göstergesi olarak görülmektedir. Yûsuf (öl. 902/1497’den sonra) ise,
Yazıcıoğlu’nun Muhammediyye’sinin anlaşılmasının zorluğundan dolayı, bazı
dostlarının kendisinden tekrar yazmasını istemesi üzerine eseri yeniden kaleme
almıştır. Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbının kullanıldığı eser, 11690
beyitten oluşmaktadır (Yazar 2011: 662-64).
Bu dönemde bazı manzum siyerlerin de kaleme alındığı görülmektedir.
Bunlardan Mollâ Velî (öl. 872/1468)’nin manzum Siyer-i Nebî’si yaklaşık 10.000
beyit civarındadır. Nüshası Amasya Beyazıt İl Halk Kütüphanesi, nr. 1460’ta bu-
lunmaktadır (Özkat 2011: 71). Cefâyî’nin Dekâyıku’l-hakâyık’ı (Güzeldir 1995; Özkat
2011: 71; Bilgin 2006) manzum siyer-i nebî olup 889/1484 tarihinde başta aruzun
“fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbı olmak üzere yedi değişik vezinle kaleme alınmış-
tır. 3276 beyitten oluşan eserin sonunda, Süleymân Çelebi’nin Vesîletü’n-necât’ına
çok benzeyen bir Mevlid bulunmaktadır. Ayrıca eserde na’t olarak değerlendiri-
lebilecek bir çok şiir de yer almaktadır. Vahîdî mahlasını kullanan Hacı Hasan-
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 309
zâde Muhyiddîn Mehmed Câmî (öl. 911/1505)’nin ise, aruzun “fâilâtün fâilâtün
fâilün” vezniyle yazılmış siyeri mevcuttur.
Hz. Peygamber’in hayatı etrafında ortaya çıkan eserlerden bir diğeri de,
mi’râc olayını konu edinen “mi’râc-nâme”lerdir. Bu türün ilk örneği, yüzyılın ilk
yarısında Abdülvâsi Çelebi tarafından yazılan Halîl-nâme’nin sonunda “Mi’râc-
nâme-i Hazret-i Muhammed Sallallahu ‘Aleyhi ve Sellem” serlevhası altında yer
alan (Akar 1987: 325-83; Güldaş 1996: 418-89) bölümdür. Bazı araştırmacılar, Hz.
İbrâhîm’in hayat hikâyesinin anlatıldığı Halîl-nâme ile konu farklılığından dolayı
bu bölümü müstakil eser olarak kabul etmişlerdir. Nitekim Halîl-nâme’yi ilk tanı-
tan Vasfi Mahir Kocatürk bu durumu belirtmiş (1970: 206), Metin Akar da, bunu
müstakil bir eser sayarak müstakil manzum mi’râc-nâmeler arasında incelemiştir
(1987: 161-64). Eskilik yönünden, manzum müstakil mi’râc-nâmeler arasında ilk
sıralarda yer alan bu eser, Sultan Çelebi Mehmed’in (816/1413-824/1421) emriyle
817/1414’te aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmış olup 565 be-
yittir. Mi’râc hadisesinin Hz. Peygamber’in dilinden anlatıldığı eser, dili, üslûbu,
akıcılığı, uzun ve ayrıntılı işlenişiyle Türk edebiyatının seçkin eserlerinden bi-
risidir. Bu asırda mi’râc olayını işleyen ikinci eser, Ârif tarafından 841/1437-38
tarihinde telif edilen Mi’râcü’n-nebî’dir (Hacıhaliloğlu 2006; Gülsoy 1993; Tunç 1996:
50-67, 715-870; Akar 1987a: 164-70; Özkat 2011: 129). “Dercdür bu dürcde iy mu’teber
/ Bin sekiz yüz elli biş dâne güher” beytinden anlaşıldığına göre, 1855 beyit tu-
tarında olması gereken eser, 1745 beyitten oluşmaktadır. Mevcut mi’râciyyeler
içerisinde en hacimlisi olan eser, aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazıl-
mıştır. Mesnevînin baştaki 24 beyitlik “na’t” ve “ashâb medhiyesi” ile “hâtime”den
önceki Hz. Peygamber iştiyakı vasfında 8 beyitlik parça “kasîde” tarzında ka-
leme alınmıştır. Ârif’in Mi’râciyye’sinde iki ana bölüm göze çarpmaktadır: Bi-
rinci bölüm, mi’râcın zâhirî özelliklerini ve safhalarını (sûrî mi’râc); ikinci bö-
lüm ise mi’râcın tasavvufî şerhini (sırrî mi’râc) içermektedir. Ârif’in bu eserini,
bol motifi, kendisine mahsus ifâde tarzı ve tekniği, dilinin güzelliği, mi’râc ko-
nusunda kendinden önce gelen âlimlerin görüşlerini bir arada vermesi bakım-
larından, mi’râciyyelerin en mühimlerinden birisi olarak saymak gereklidir.
Mi’râcın tasavvufî îzahı da en geniş şekilde yine bu eserde görülmektedir. Bu
asırda kaleme alınan mi’rac-nâmelerden bir diğeri ise Sinanoğlu’nun Mu’cizât-ı
Mustafâ (Çakır 2013: 204-33)’sıdır. “Sebeb-i te’lîf” bölümünden tercüme olduğu
anlaşılan ve aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla oluşturulan eser, 275 be-
yitten oluşmaktadır. Eserde 13 gazel de yer almaktadır.
Hz. Peygamber’in hayatı etrafında ortaya çıkan eserlerden bir diğeri de,
Ârif tarafından 842/1438-39 tarihinde kaleme alınan Vefâtü’n-nebî (Baldemir 1996;
Gülsoy 1993)’dir. Hz. Peygamber’in ölümünü ihtiva eden eser, aruzun “fâilâtün
310 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır. Eserde Hz. Peygamber’in vefatı, ölümün-
den öncesi ve sonrası olmak üzere iki bölüm olarak işlenmiştir. 1402 beyitlik
eserin elimizdeki tek nüshası 1390 beyitten müteşekkildir. Ârif’in bu mesnevîsi
de, telifî ve mürettep bir eserdir. Mi’râcü’n-nebî gibi bazı tefsir ve siyer kitapla-
rından istifade edilerek oluşturulmuştur. Eser, mevzuu itibariyle doğal olarak
mersiye mahiyeti arzetmektedir. Bundan dolayı Ârif’in diğer mesnevîlerinde ol-
duğu gibi tasavvufî hususiyetler yoktur. Ancak bunda da, dinî ve ahlâkî çeşitli
nasihatlere rastlanılmaktadır. Eserde konuşma dili hâkimiyeti ve üslûp sâdeliği
görülmekle beraber, konu gereği bir yandan hissî ve mustarip bir ifade kulla-
nılmış, diğer yandan fahriye mahiyetindeki sözlere, bağ ve bahçe tasvirlerine de
yer verilmiştir (Çelebioğlu 1999: 300-307).
Şeyh Eşref b. Ahmed (öl. 855/1451[?])’in Şevâhidü’n-nübüvve’si, Hz.
Peygamber’in nebiliğinin delillerini ihtiva etmektedir. Mesnevî nazım şekliyle
ve aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan eser, 1616 beyitten oluş-
maktadır (Özkat 2011: 202). Bu devirde Hz. Peygamber hakkında yazılan eser-
lerden biri de, Mehmed adlı birinin Gülistân-ı Şemâ’il (Şemâ’il-i Nebî) isimli
eseridir (Güngör 2000).
Bu dönemde Hz. Alî ile ilgili de “mevlid” manzumesi oluşturulmuştur.
Muhammed isimli biri tarafından 872/1467’de aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün”
ve “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıplarıyla kaleme alınan Hz. Alî Mevlidi (Yekbaş
2012: 75-99), manzum Sîretü’n-nebî içinde yer almakta ve 118 beyitten oluşmak-
tadır. Sünnî inanışlar çerçevesinde oluşturulan eserde, Alevî-Bektaşî geleneğine
bağlı Yemînî, Ca’ferî ve Yoksul Dervîş gibi şâirlerden farklı olarak Hz. Alî ile il-
gili olağanüstü olaylara ve gerçek dışı hikâyelere yer verilmemiştir. Eserde, Hz.
Alî ile ilgili anlatılanları şâir sağlam kaynaklara ve râvîlere dayandırmıştır.
Bu asrın dinî edebiyat ürünlerinden Abdülvâsi Çelebi’nin 817/1414’te ka-
leme aldığı Halîl-nâme veya Destân-ı İbrâhîm Aleyhi’s-selâm (Güldaş 1996; Abik
1987) isimli mesnevîsini, Hz. İbrâhîm ve İsmâ’îl’in hikâyelerini başlı başına konu
edinip itinalı bir şekilde işlemesi bakımından, gerek daha önceki devirlerde ge-
rekse diğer İslâmî edebiyatlarda pek görülmeyen bir dinî edebiyat ürünü olarak
önemle zikretmeliyiz. Eserin 1413’te Amasya’da ölen Ahmedî’nin yarım kalmış
Veys ü Râmîn’ini beğenmeyen Abdülvâsi Çelebi tarafından Amasya’da yazıldığı
tahmin edilmektedir. Hz. İbrâhîm’in doğumundan ölümüne kadar hayatını an-
latan mesnevî 3693 beyit olup aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla ya-
zılmıştır. Eserin başında “münâcât”, “na’t”, “Hz. Peygamber’in mucizeleri”, “Çe-
lebi Mehmed ve Bâyezîd Beg’in övgüleri”, “telîf sebebi” gibi bölümler vardır.
Eserde “medhiye” özelliği taşıyan 12 bölüm bulunmaktadır. Bunlardan son ikisi
“hâtime” niteliğinde ve “kasîde” tarzında, diğerleri “mesnevî” şeklindedir. Halîl-
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 311
nâme’de, eklendiği konuyu destekler mahiyette yer yer yazılmış 15 “gazel” bu-
lunmaktadır. Ayrıca eserde aralara serpiştirilmiş konuyla ilgili çok sayıda âyet,
hadîs ve ibareler de mevcuttur. Bu asrın yaşayış tarzını, zevkini, kültürünü, folk-
lorunu ortaya koyacak olan savaş araç-gereçleri, yiyecek, giyecek ve kumaş isim-
leri gibi folklorik malzemelere ait kelimeler ile diğer arkaik kelimeler eserde ol-
dukça geniş yer tutar. Halîl-nâme’de klâsik şiirdeki beyit bütünlüğü geleneğine
ekseriyetle uyulmuş olup oldukça kuvvetli bir anlatım tekniği vardır. Cümle-
ler gramer kurallarına uygun ve sağlamdır. Özellikle tahkiye kısımlarında olay-
lar birbirine başarılı bir tarzda bağlanmış; geçişler rahatlıkla yapılmıştır. Müellif
tasvirlerde, kahramanların karakterlerini çizmede, hatta yer yer onların psiko-
lojik hâllerini ifadede ayrıntılara kadar inmiş; eserini kuvvetli ve sürükleyici bir
üslûpla yazmıştır. Eser özellikle kompozisyon bakımından mükemmellik arz
eder (Güldaş 1996: 12-31). Halîl-nâme Anadolu sahası mesnevîleri arasında ro-
man konusu teşkil edebilecek bir konuyu hiçbir tercüme ihtimali olmaksızın na-
zım hâlinde ortaya koyma başarısını gösteren ender mesnevîlerdendir. Bilindiği
üzere daha önce yine böyle bir dinî hikâyeyi Erzurumlu Darîr Yûsuf u Züleyhâ
(tlf. 768/1366) mesnevîsiyle işlemiş, fakat çizdiği birkaç basit tasvirle fazla bir ba-
şarı gösterememiştir. Halîl-nâme gerek içerisindeki manzum Osmanlı tarihi ve
mi’râc-nâmesiyle gerekse hayli orijinal tasvirî sahneleriyle mesnevî edebiyatımız
için mühim bir merhale teşkil etmektedir (Şentürk 2002: 81).
Bu asırda yazılan ve dinî-efsanevî bir nitelik taşıyan Câmâsb-nâme tercü-
melerini de zikretmekte fayda vardır. İlk örneklerine Fars edebiyatında rastla-
nan Câmâsb-nâmelerin aslı, Keyânîler’den Şâh Güstâsb’ın kâinat ve yaratılışla
ilgili sorularına, İran mitolojisinde ileri görüşlü ve hâkim diye nitelendirilen Ve-
zir Câmâsb’ın verdiği cevaplardan oluşan, Pehlevîce yazılmış yaklaşık 500 beyit-
lik bir risaledir. Bu soru ve cevaplarda çeşitli dinî ve ahlâkî konular ele alınmış,
Keyûmert’ten Lohrasb’a kadar olan dönemin tarihi ve İran hükümdarlarının ef-
saneleri anlatılmıştır. Risalenin son kısımlarında İran ülkesinin geleceğinden ve
Zerdüşt dinindeki vaadlerden söz edilmiştir (Erkan 1993: 43). Eser daha sonra
Yeni Farsçaya da tercüme edilmiştir (Mu’în 1371: V/419). Farsça kaleme alınan
bir başka Câmâsb-nâme ise Nasîrüddîn-i Tûsî’nin (öl. 672/1274) gizli ilimlerden
bahseden “yıldız-nâme” türünde otuz üç beyitlik mesnevîsidir (bkz. Süleyma-
niye Ktp. Ayasofya nr. 4795, vr. 1b). Tûsî bu eserinde Hz. Peygamber’in hicretin-
den 803’e kadar olan dönem içerisinde olacak olaylardan bahsetmiştir (Ertay-
lan 1952: 78). Bugünkü bilgilere göre Câmâsb-nâme’nin Türkçeye ilk tercümesi,
Ahmed-i Dâ’î’nin Nasîrüddîn-i Tûsî’nin aynı adlı eserinden biraz genişleterek
yaptığı çeviridir. Timur’un Anadolu’yu istilası üzerine yazıldığı tahmin edi-
len 73 beyitlik mesnevîde (Ertaylan 1952: 144-54; Köktekin 1999a), Farsçasında
312 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
olduğu gibi aruzun “feûlün feûlün feûlün feûl” kalıbı kullanılmıştır. Türkçedeki
en önemli Câmâsb-nâme tercümesi ise, XV. asır şâirlerinden Mûsâ Abdî’ye ait-
tir (Bozkaplan 1989; Karademir 2001; Koncu 1994; Çakır 1994; Kozacı 1994). Kaynak-
larda hayatı hakkında yeterli bilgi bulunmayan Abdî, Sultan II. Murâd devri
şâirlerindendir (Ergun 1936: I/183). Eserinde adını Mûsâ, mahlasını Abdî olarak
vermektedir (Abdî, vr. 4b-5a). Câmâsb-nâme’yi Sultan II. Murâd’ın isteği üzerine
kaleme aldığını söyleyen Mûsâ Abdî (Abdî, vr. 5a, 118a), onu aynı adı taşıyan bir
kitaptan nazmen tercüme ettiğini bildirmekte (Abdî, vr. 16a), ancak eserin dili
hakkında bilgi vermemektedir. Büyük bir ihtimalle Farsça bir eserden tercüme
edildiği belirtilen (Kocatürk 1970: 219) Abdî’nin eseriyle Farsça Câmâsb-nâmeler
konuları bakımından birbirinden tamamen farklıdır. Bu da, eserin başka bir
kaynaktan faydalanılarak kaleme alındığını düşündürtmektedir. Nitekim Gibb,
bunun yılanların kraliçesine dair olan Arap Geceleri’nin manzum bir tercümesi
olduğunu (1999: I-II/270), M. Mélikof ise, Taberî Tarihi’nden alındığını ileri sür-
mektedir (Erkan 1993: 43; Mélikoff 1954: 453). Ancak Abdî, Tevrât kaynaklı olan
ve İslâmî şekle sokulan Câmâsb-nâme’sini oluştururken hem konusunu geniş-
letmiş hem de pek çok yeni unsur katmıştır. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün”
kalıbıyla 833/1429-30 yılında yazılan eser, 5122 beyitten oluşmaktadır. Eserde
ayrıca aruzun değişik kalıplarıyla yazılmış, beş ile yedi beyit arasında değişen,
faniliği, ayrılığı ve sevgiliyi konu alan seksen sekiz beyit tutarında 14 “gazel”
vardır. Câmâsb-nâme’de ayrıca mesnevî tarzında bir “tevhîd”, bir “na’t”, biri Sul-
tan II. Murâd, diğeri Sadrazam Hoca Mehmed Paşa için söylenmiş iki “med-
hiye” ile gazel şeklinde bir de “mersiye” yer almaktadır. Danyal Peygamber’in
oğlu Câmâsb’ın başından geçenleri ve Şâhmârân’ın yanında geçirdiği günleri an-
latan eser, iç içe girmiş şu hikâyelerden oluşmaktadır: “Şâh Sahrâ”, “Kaf Dağı”,
“Cihân Şâh”, “Mürg Şâh”, “Şâh Perî”, “Gevhernigîn Kalesi”, “Şems Bânû”, “Kigal
Hindî”, “Bülkiyâ’nın Mısır’a gelmesi” ve “Giriftâr-ı Şehrişâh” (özet için bkz. Ko-
catürk 1970: 217-19; Çelebioğlu 1999: 245-52). Câmasb, Bülkiyâ ve Cihân Şâh her
biri, başlı başına konularının birer kahramanı olup bunların etrafında ikinci de-
recede bir hayli hikâye kahramanları da mevcuttur. Tamamen masal unsurla-
rıyla örülmüş olan bu mesnevînin diğer bir özelliği de, çeşitli vesilelerle Hz. Pey-
gamber sevgi ve hürmetini tezahür ettirmesidir. Bir bakıma hikâyenin hareket
noktası da budur denebilir. Nitekim Bülkiyâ, Hz. Peygamber’in na’tını babası-
nın kitabından okumuş ve ona âşık olmuş, hatta bunu gizlediği için babasının
cesedini mezarından çıkarıp yaktırmak istemiştir. Eserin ana kahramanlarından
biri olan Bülkiyâ’nın başından geçenler, Hz. Peygamber’i aramak ve onu bul-
mak iştiyakı sebebiyledir. Diğer mesnevîlerde görüldüğü gibi Abdî de Câmâsb-
nâme’sinde münasebet düşürerek hatta bazen konuyu keserek çeşitli öğütlerde
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 313
bulunmuştur (Çelebioğlu 1999: 252-53). Sâde ve akıcı bir üslûpla kaleme alınan,
Arapça, Farsça kelimelere az yer verilen Câmâsb-nâme’de, halk söyleyişine ve
deyimlere oldukça sık rastlanır. Kelime hazinesi ve dil bilgisi bakımından Eski
Anadolu Türkçesinin özelliklerini taşımaktadır.
Kemâl Ümmî’nin Kırk Armağân isimli eseri, her ne kadar bazı araştırma-
cılar tarafından dinî edebiyatın “kırk hadîs” dalının mesnevî şekliyle bu asırda
ortaya konulan bir örneği olarak kabul edilse de, aslında “kırk hadîs” değil, bir
hadîsin manzum şerhidir. Büyük ihtimalle eserin adı araştırmacıları yanıltmış-
tır. 815/1412’den sonra yazıldığı tahmin edilen mesnevî, 205 beyitten oluşmak-
tadır. Sâde bir dil ve akıcı bir ifadeyle aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla
kaleme alınan Kırk Armağân, müstakil bir eser olmayıp Kemâl Ümmî Divanı
içinde yer almaktadır (Sarıçiçek 1997: 36-39, 775-97). Eserde, “besmele”nin med-
hinden, Hakk’ı zikretmenin faziletine işaretten ve Hz. Peygamber’e salavât dile-
ğinden sonra, ölümle ilgili bir hadîs söylenip mesnevînin on menzilden ibaret
olduğu ve her menzilde dört armağan (hadîs) bulunduğu ifade edilmiş ve konu-
ları kısaca belirtilmiştir. Bu “armağân”lar şunlardır: “Azrâîl”, “kabir”, “Münkir ve
Nekir”, “mîzân”, “sırât”, “mâlik-i nâr”, “Rıdvân-ı cinân”, “Cebrâîl”, “Muhammed
Mustafâ” ve “Ma’bûd” (Çelebioğlu 1999: 137). Bunların çoğu ahlâkî, zühdî pey-
gamber öğüdü mahiyetindedir. Dinî-didaktik bu mesnevîde, kabir azabından
kurtulmak, Hak yolunda makbul olmak vs. için ölmeden önce yapılması gere-
ken şeylerin hadîslerle öğütlendiği görülmektedir. Kemâl Ümmî’nin Hazîre-i
Kuds (Sarıçiçek 1997: 39-40, 798-815)’u da bir hadîsin mesnevî formunda naz-
medilmiş şeklidir. Hz. Enes’ten rivayet edilen hadîse göre, Cenâb-ı Hak nebi ve
velilerini cennet içinde müminlerin kendi cemalini görebilecekleri bir makam
olan “hazîre-i kuds”te görmek ister. Bunun için Cennet’in kapıcısı Rıdvân’a ora-
sını süsleyip bezemesini emreder. Aruzun “mefâilün feilâtün mefâilün feilün”
kalıbıyla yazılan eser, 148 beyitten oluşmaktadır.
Hatîboğlu’nun yedi yıllık bir çalışmadan sonra 829/1426’da tamamlayıp
Sultan II. Murâd’a takdim ettiği Ferah-nâme (Öztoprak 1993; Şahin 1993; Zümrütler
1994) isimli mesnevîsi, özellikle “yüz hadîs” tercüme ve izahı için bir örnek oluş-
turabilir. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan eser, 6105 beyitten
oluşmaktadır. Baştan sona mesnevî nazım şekliyle yazılan eserde, sadece “mef’ûlü
fâilâtü mefâîlü fâilün” vezniyle yazılmış yedi beyitlik gazel tarzında bir “na’t” var-
dır. Bir hadîs ve onunla ilgili bir hikâyenin anlatıldığı Ferah-nâme yüz bölüm-
den oluşmaktadır. Eserin Arapçadan tercüme olduğunu belirten Hatîboğlu, ese-
rin aslını belirtmemiştir. Ancak eserdeki hadîsler ve hikâyeler Kadı Darîr’in Yüz
Hadîs ve Yüz Hikâye adlı eserinde yer alan hadîs ve hikâyelerin aynısı olmakla
birlikte, müellif serbest tercüme yolunu seçmiş, eserine yeni ilâveler yaparak ve
314 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
çeşitli tasarruflarda bulunarak ona telifî mahiyet kazandırmıştır. Eserde yer alan
hadîslerin ekseriyetinin ahlâk ve ibadetle ilgili olduğu görülmektedir. Anlatılan
hikâyeler ya Kur’ân’dan, ya İslâm büyüklerinin hayat veya menkabelerinden ya
tarihî olaylardan ya da gerçek hayattan alınmıştır. Hemen hemen her hikâyenin
sonunda tövbe, nefisten ve günahtan sakınmanın öğütlendiği eserin didaktik
bir amaçla yazıldığı anlaşılmaktadır. Türk edebiyatının bilinen ilk manzum “yüz
hadîs”i olan Ferah-nâme’nin diğer “yüz hadîs”lerden en önemli farkı, her hadîs
tercümesinden sonra konuyla ilgili bir hikâyeyi ihtiva etmesidir. Hikâyeler de,
hadîs tercümelerinde olduğu gibi mesnevî tarzıyla ve aynı vezinle nazmedilmiş-
tir. Bunların tamamı 3905 beyittir. Hikâyelerin başında el-Hikâyetü’s-sâdisü ve’l-
ışrûn şeklinde hikâye numarasını belirten başlık bulunmakta, akabinde hadîsin
mânâsına uygun hikâye anlatılmaktadır. Bunların özellikle hadîslerin daha iyi
anlaşılmasına yardımcı oldukları dikkat çekmektedir. Şâirin, bazen hikâye ye-
rine başka bir hadîs tercümesi veya konuyla ilgili nasihat verdiği de görülmek-
tedir (Öztoprak 1993: 43). Ferah-nâme tıpkı Garîb-nâme ve onu takip eden em-
sali gibi İslâmî bir kültür kitabıdır. Didaktik vasfı ön plânda olan eserde, yer
yer sağlam ve samimî ifadelere rastlanmakla beraber dilde mühim bir kuvvet
ve şahsiyetin olmadığı görülmektedir. Aynı şekilde ruhta da bariz bir ürperiş
ve heyacan yoktur. Eserde, ne şekil ne de ruh bakımından, estetik hiçbir gaye
güdülmemiştir. Buna rağmen eserin geniş ve dolgun olması dikkat çekmekte-
dir. XIV. asrın bu tarz eserlerinin devamı görünümünde olan Ferah-nâme’de
tasavvuf ruhundan fazla şeriat vuzuhu hâkimdir. Ferah-nâme, bu çeşit eserleri
Muhammediyye tekâmülüne doğru taşıyan mahsuller arasında yer almaktadır
(Kocatürk 1970: 275). Eserin dikkat çeken diğer bir özelliği ise, eldeki nüshalar-
dan anlaşıldığına göre Sultan II. Murâd’a takdim edildikten bir yıl sonra yani
830/1427’de baş tarafında yer alan Sultan II. Murâd ile ilgili beyitlerin değişti-
rilerek Karamanoğlu İbrâhîm Bey’e, daha sonra da 838/1435’te Candaroğlu İs-
fendiyar Bey’e takdim edilmesidir.
Hatîboğlu’nun bu çerçeveye dahil edilebilecek olan diğer bir eseri de,
Muslihiddîn Muhammed’in Arapça ve mensur bir eser olan Sûre-i Mülk Tefsîri’nin
manzum tercümesi olan Letâyif-nâme’sidir (Sevinçli 2007; Özel 1995; Vural 1999).
817/1414 tarihinde aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme alınan ve
3900 beyit olan mesnevîde, 2634’ü Türkçe, 1428’i Arapça ve 399’u Farsça olmak
üzere toplam 4451 değişik kelime kullanılmıştır. Eserin baştan 361, sondan 51
beyitlik kısımları telif, diğer bölümleri ise tercümedir. Hatîboğlu, Mevlânâ
ile diğer kişiler hakkında Bahrü’l-hakâyık’taki beyitleri Letâyif-nâme’de tekrar-
lamıştır. Yalnız buraya Âşık Paşa ile Elvân Çelebi’yi de ilave etmiştir. Dinî bir
mesnevî olan Letâyif-nâme, birçok tasavvufî ve destanî hikâye ile nasihat-âmîz
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 315
ve didaktik beyitleri de ihtiva etmektedir. Eserin tek nüshası Süleymaniye Kü-
tüphanesi, Hacı Mahmud Efendi Bölümü 3226 numarada kayıtlıdır (Çelebioğlu
1999: 126-28; Mazıoğlu 1982: 107).
Bu asırda tasavvufî aşk, yaşayış, ahlâk ve prensipleri konu alan eserler de
yazılmıştır. Bu tür eserlerden olan Elvân-ı Şîrâzî’nin Gülşen-i Râz’ı (Akkuş 2002;
Ülken 2002; Bankır 1997; Sadîk 1381; Kartal 2003b), Mahmûd-ı Şebüsterî’nin aynı
adlı eserinden (Şebüsterî 1371, 1988) tercüme edilerek oluşturulmuştur. 829/1425-
26’da aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla kaleme alınarak Sultan II.
Murâd’a takdim edilen eser, 2854 beyitten oluşmaktadır. Baştan sona mesnevî
nazım şeklinin kullanıldığı Gülşen-i Râz, alışılmışın dışında uzun bir şafak ve
bahar tasvirini ihtiva eden seksen küsur beyitlik “tevhîd” ve “na’t”la başlamak-
tadır. Dört halife ve sahabelerin medhinden sonra, aslında mutasavvıf bir şâir
olan Şeyh Elvân-ı Şîrâzî’den hiç ümit edilmeyecek zenginlikte birer sabah ve
bahar tasvirinin eserin “sebeb-i te’lîf” faslından önceki kısmı süslediği görül-
mektedir. Mesnevîde asıl dikkati çeken taraf şâirin, tarihini de belirterek çiz-
diği Mehdî’nin zuhuru ve kıyamet tasvirleridir. Bunu Mısır ve Halep civarında
olacağını kendinden emin bir tavırla haber verdiği şiddetli savaş tasvirlerinin
kuvvetlendirdiği müşahede edilmektedir (Şentürk 2002: 86-87). Eserin bundan
sonraki kısmı, on beş adet tasavvufî ve dinî soru ile bunların cevaplandırılma-
sına ayrılmıştır. Burada “tefekkür nedir”, “ben kimim ve kendi âlemine sefer et-
mek ne demektir”, “misafir nasıl olur, yolcu kimdir”, “hakikî insan kime derler”,
“vahdetin sırrına kim vakıf olur”, “enelhak sözü hangi nokta içindir”, “insanın
Allah’ı bilmesi nasıl olur”, “mahlûka neden vasıl oldu derler, onun sülûku na-
sıl olur”, “visal nedir”, “ilim sahibi olan o varlık nasıl bir deryadır ve bu derya-
dan nasıl bir cevher elde edilir”, “o nasıl cüz’dür ki külden büyüktür ve cüz’ün
yolu nasıl aranır”, “kadim ile muhdis birbirinden nasıl ayrıldı ki biri âlem biri
Allah oldu”, “çeşm, leb, zülf, hat ve hâl sözlerinin mânâsı nedir”, “şarap, şem’ ve
şahidin mânâsı nedir ve harâbâtî olmak ne davadır”, “bu sahada put, zünnâr ve
tersâ sözleri başka mânâya gelmiyorsa hep küfür değil midir” meseleleri esas
noktalarda aynen tercüme edilerek izah edilmiştir. Türk tasavvuf edebiyatının
dikkat çeken önemli eserlerinden olup dil ve üslûp bakımından başarılıdır. Yer
yer gönül coşkunluğunun tezahürü olan beyitlerin varlığı dikkat çekmektedir.
Elvân-ı Şîrâzî’nin bu eseri, Şebüsterî’nin Gülşen-i Râz’ının kelime kelime yapıl-
mış bir tercümesi olmayıp eserin daha iyi anlaşılması için yeni bazı unsurların
katıldığı ilaveli bir tercümedir. Elvân-ı Şîrâzî, Şebüsterî’nin eserinin okuyucu ta-
rafından anlaşılmasını ve istifade edilmesini sağlamak için beyitleri, zorluk de-
recesine göre iki beyitten başlayarak 14 beyte kadar açıklayıp şerhini yapmıştır.
Bazen konunun daha iyi anlaşılması için beyitte geçen kavramı izah etmiş bazen
316 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
de konu ile ilgili çeşitli hikâyeler anlatmıştır. Şîrâzî’nin esere yaptığı ilâvelerle
onu hacim olarak Farsça aslının üç katına çıkardığı göz önünde bulunduru-
lursa, onun bir tercüme olmaktan öte telif niteliği taşıdığı rahatlıkla söylenebi-
lir (mukayese için bkz. Kartal 2003b).
Bu asırda yazılan tasavvufî mesnevîlerden olan Pîr Mehmed’in Tarîkat-
nâme’si (Ertaylan 1946a; Gürer 2003), Attâr’ın Musîbet-nâme’sinin çevirisidir. Sul-
tan II. Murâd’a takdim edilen bu mesnevînin, İ. Hikmet Ertaylan tarafından
neşredilen Raif Yelkenci nüshasının sadece 80 beyitlik kısmı bilinmekteydi.
Ancak Abdulkadir Gürer, eserin iyi bir nüshasını bularak Türk Dil Kurumu
Kütüphanesi’ne kazandırmış ve tanıtmıştır (bkz. Gürer 2003). 127 yapraktan olu-
şan ve oldukça bozuk bir harekeli nesih ile yazılan bu nüsha, Habîb b. Halîl adlı
bir müstensih tarafından 22 Cumâde’l-âhir 985/6 Eylül 1577 tarihinde istinsah
edilmiştir. 826/1423 yılının Mart ayında aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” ka-
lıbıyla yazılan eser, 4930 beyitten oluşmaktadır. Müellif eserinin “hâtime” bö-
lümündeki “Sekiz bin beyte yakındur bu dîvân / Ki hikmetdür ser-â-ser külli
yeksân” beytiyle Tarîkat-nâme’nin beyit sayısının 8000 civarında olduğunu
söylediğine göre, elimizdeki nüshada 3000 beyit civarında eksiklik vardır. Eser
mesnevî tarzının genel üslûp gerekliliklerinden olan “tevhîd”, “na’t” ve “medh-i
çehâr-yâr” bölümleriyle başlamakta ve eserin tercüme ediliş sebeplerinin anla-
tıldığı “der-medh-i Sultân Murâd” ve “sebeb-i te’lîf” mahiyetindeki “der-hakk-ı
âgâz-ı kitâb gûyed” başlıklı iki bölümle devam etmektedir. Müellif son iki bö-
lümde eserini Attâr’ın Musîbet-nâme adlı eserinden nazmen çevirdiğini, ken-
disinden önce de Gülşehrî’nin Mantıku’t-tayr’ı tercüme ettiğini ve Gülşehrî’yi
öven bir ifade ile Attâr’ın ve Gülşehrî’nin himmetlerini kendisine yoldaş edin-
diğini, Musîbet-nâme’yi Türkçeye çevirerek sırrı fâş ettiğini ve eserinin adını
Tarîkat-nâme koyduğunu ifade etmiştir. Sultan II. Murâd döneminde yazılan
ilk mesnevî olan Tarîkat-nâme’nin dolayısıyla Musîbet-nâme’nin konusu sali-
kin Allah’ı kainatta arayıp kendinde bulması fikrinin, yani vahdet-i vücûd dü-
şüncesinin farklı bir şekilde ifade edilmesidir. Eserde “sâlik-i fikret” istiaresiyle
sembolize edilmiş bir salik, pirinin emri ile Allah’ı aramak için sırayla İsrâfîl,
Mikâîl, Azrâîl, hamele-i arş, arş, kürsî, levh, kalem, cennet, cehennem, gök, gü-
neş, ay, anâsır-ı erbaa, dağ, deniz, mevâlid-i selâse (hayvanlar, bitkiler ve maden-
ler), İblîs, cin, insan, Hz. Âdem, Hz. Nûh, Hz. İbrâhîm, Hz. Mûsâ, Hz. Dâvûd,
Hz. Îsâ, Hz. Muhammed, his, hayal, akıl, kalp ve canı ziyaret eder. Fakat hepsi
mecazlı cevaplarıyla salikin ümidini boşa çıkarırlar. Sonunda o aradığını ken-
dinde bulur. Eserde anlatılan asıl konu bu olmasına rağmen, araya temsilî nite-
likte pek çok hikâyeler de serpiştirilmiştir.
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 317
Bu asırdaki tasavvufî mesnevîlerden birisi de, Ârif’in Mürşidü’l-ubbâd’ıdır
(Elveren 2001). 841/1437-38 tarihinde veya bu tarihten daha önce telif edildiği
tahmin edilen eser, 2042 beyit olup aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla
yazılmıştır. Mesnevînin giriş kısmı eksiktir. Müellif, eserini meşâyih sözlerin-
den derlediğini, gördüğünü ve bildiğini yazdığını söyleyerek onun tercüme de-
ğil telif olduğunu belirtmiştir. Eser, birçok dinî ve ahlâkî beyti ihtiva etmesine
rağmen tamamıyla tasavvufîdir. Hatta Garîb-nâme gibi, onun kadar mufassal
olmasa bile, bu manzumenin de bazı tasavvufî hususiyetleri talim etmek iste-
yen bir gayeyle nazmedilmiş olduğu söylenebilir. Öğütler ise, “nasîhat” başlığı
altında verilmiştir. Şeyh ve mürit ilişkileri, vahdet-i vücûdla ilgili bilgi ve öğüt-
ler verilen, tenâsüh inancının ise yanlışlığı vurgulanan eser, “sâlik”, “meczûb”,
“âşık” ve “merdûd-ı Hak” ahvâliyle alâkalı dört bölümden oluşmaktadır. Ârif,
bu dört insan tipini açıklarken sık sık dinin ve tasavvufun öndersiz yaşanama-
yacağı, mutlaka bir şeyhe bağlanmak gerektiğine dair örnekler ve öğütler ver-
miştir. Kitabında bir mürşit olduğunu ifade eden şâir, hem meşâyih sözlerini
derlemiş, hem de bildiklerini ve gördüklerini yazmıştır (Kaplan 2002: 792; Tunç
2002: 159). Şâir, eserini oluştururken tasavvufa ait çeşitli eserlerden, özellikle
Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden yararlanmıştır. Konunun tasavvufî olmasına rağ-
men, talimî gayeden dolayı eserin dili sâde, şiir yönü de kuvvetli değildir (Çe-
lebioğlu 1999: 279-84).
Ârif’in diğer bir mesnevîsi ise, Nüsha-i Âlem ve Şerhü’l-âdem’dir (Elveren
2001). 841/1437-38’de telif edilen ve “hâtime”sinde 367 beyit olarak zikredilen
eser, esasen 368 beyittir. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmış-
tır. Telifî, tasavvufî ve didaktik bir eser olan Nüsha-i Âlem’de, insanın maddî ve
manevî yapısının evrendeki karşılıkları açıklanmış, mutat olan dinî ve tasavvufî
mahiyetiyle insan, “eşref-i mahlûkat” ve “zübde-i âlem/kâinatın özü” olarak
hem yüceltilmiş hem de tavsif edilmiştir. Müstakil bir “tevhîd”, “münâcât”, “na’t”,
“sebeb-i te’lîf” gibi giriş bölümünde bulunması gereken manzumeler müstaki-
len bulunmamakla beraber eser, başlangıç ifadesi ve “hâtime”si itibariyle mü-
rettep bir eser görünümündedir. Bu âlemin özü olarak nitelendirilen insanın
şerhi hüviyetinde olan eserinde şâir, göklerden başlayarak kâinattaki her şeyin
insanda karşılıklarını vererek konuyu işlemiştir (Tunç 2002: 160-61). Eserin dili,
Ârif’in diğer mesnevîleri gibi, mevzuuna göre nispeten sâde ve külfetsizdir (Çe-
lebioğlu 1999: 285-89).
Ârif’in tasavvufî isimsiz bir mesnevîsi (Gülsoy 1993; Elveren 2001) daha var-
dır. İsmi bulunmayan mesnevînin başında “Ârif fermâyed” kaydı bulunmakta-
dır. 842/1439’dan sonra yazıldığı tahmin edilen şiir, 39 beyitten oluşmaktadır.
Aruzun “mef’ûlü mefâilün feûlün” kalıbıyla yazılan eser, kısmen tasavvufî olup
318 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
nasihat türünde ve mürettep sayabileceğimiz müstakil bir manzumedir. Baş-
tan on iki beyit, mukaddime mahiyetinde olup burada vahdet hususiyetlerin-
den bahsedilmiştir. Müteakip kısım gafletten uyanmaya dairdir. Son bölümde
ise şâir, mahlasını söyledikten sonra, cahili kötüleyerek manzumesini bitirmek-
tedir (Çelebioğlu 1999: 308-309).
Bu asrın önemli dinî-tasavvufî mesnevîlerinden bir diğeri, Abdurrahîm-i
Karahisârî’nin Vahdet-nâme’sidir (Karpuz 1991; Keskin 2001; Kıstırak 1999).
865/1461’de aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan eser, 4267 beyitten
oluşmaktadır. Eserin yazılmasına şeyhi Ak Şemseddîn sebep ve ilham kaynağı
olmuştur. Şehit Veziriazam Mahmûd Paşa’ya takdim edilen Vahdet-nâme’nin
ruhunu, tasavvufun esası olan vahdet-i vücûd düşüncesi kaplamakta ve eserde
kâinatın yaratılışından başlayarak dinî ve doğuya has inanışlar içinde, geniş bir
şekilde ilâhî aşk anlatılmaktadır. Bazı âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin serlevha
yapıldığı muhtelif parçalarda yer yer dinî, didaktik manzumeler arasında temsilî
olarak hayat hikâyeleri anlatılmış, bazen de tam din ve tasavvuf destanı sayı-
lacak lejantlar nazma çekilmiştir. Bunlar içinde Lokmân ve Mansûr hikâyeleri
ilk göze çarpanlardır. Özellikle Mansûr’un idam edilişinin anlatıldığı uzunca kı-
sımlar ruh bakımından dolu, vaka ve tasvir bakımından ise orijinaldir. Eserin
dili sâde, nazmı devrine göre düzgün ve mütekâmil, anlatımı canlı ve samimî,
hatta yer yer renkli ve ahenklidir (Kocatürk 1970: 289). Şâir eserini “Düşmedi bu
resme bir Türkî kitâb / Hak budur vallahu a’lem bi’s-savâb” gibi iddialı bir be-
yitle bitirmiştir (Külekçi 1999: I/224).
Dede Ömer Rûşenî’nin, tasavvufî fikir ve anlayışını sergilemesi bakımın-
dan önemli olan Miskînlik-nâme (Uzun 1982) isimli mesnevîsi, tamamen telif bir
eserdir. 889/1484 tarihinde yazılan ve Miskîn-nâme adıyla da anılan eserin, bir
köylünün şehre gidişi ve şehirde başından geçenlerin anlatıldığı “fâilâtün fâilâtün
fâilün” kalıbıyla yazılmış 36 beyitlik kısmın dışında kalan bölümünde “mefâîlün
mefâîlün feûlün” vezni kullanılmıştır. Mevlânâ’nın Mesnevî-i Ma’nevî’si gibi çağ-
rışımlara dayalı bir yapı ve muhtevaya sahip olan eser, 100 beyti “münâcât”tan
ibaret 128 beyitlik bir girişten sonra başlamakta, çoğunlukla “hikâyet” başlığı
altında otuz dört bölümden meydana gelmektedir. Bu bölümlerde Hz. Peygam-
ber ve ashâbının başından geçen ibret verici olaylar, evliyâ menkıbeleri, çeşitli
hikâyeler daima tasavvufî bir yorumla anlatılmıştır. Miskînlik-nâme’nin önemli
bir özelliği de bölümleri arasında, Türk tasavvuf edebiyatında ancak birkaç ör-
neğine rastlanan manzum tasavvuf tariflerinden en tanınmış ikisinin yer al-
masıdır. “Der beyân-ı tasavvuf gûyed” ve “ta’rîf-i dîger” başlıkları altında top-
lam 69 beyit tutan (Uzun 1982: 129-39) bu tariflerin ardından “sûfî tâ mânend-i
hâk ne şeved pâk ne şeved/sufi toprak gibi olmayınca tertemiz olmaz” ve “der
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 319
ta’rîf-i sûfî gûyed” başlıklı iki bölümde de (Uzun 1982: 148-58) tasavvuf ehlinin
nasıl olması gerektiği anlatılmıştır. Dede Ömer Rûşenî’nin Kalem-nâme’si de,
tasavvufî mesnevîler katagorisinde değerlendirebileceğimiz eserlerdendir. “Der
sıfât-ı kalem ve medh-i û gûyed” başlığını taşıyan mesnevî, yazmalarına göre
değişmekle beraber, yaklaşık 250 beyit hacmindedir. İlk 100 beytinde kalem-
den bahsedilmekte, geri kalan beyitlerinde ise bazı hikâyelerle tasavvufî yorum-
lar yer almaktadır. Hâtimesi bulunmayan bu risale tamamlanmamış intibaı ver-
mektedir (Uzun 1994: 82).
Bu asırda bir takım dinî-tasavvufî meselelerin fıkıh ve tasavvuf açısın-
dan ele alındığı bir eser de, İbrâhîm Tennûrî tarafından yazılan Gülzâr-ı
Ma’nevî’dir (Fidan 1995; Karabulut vd. 1978; Kiraz 1991). Enîsî’nin bildirdiğine göre,
Ak Şemseddîn’in komşularından birinin torunu kendisine mürit olmak iste-
miş, şeyh bu sırada hayli yaşlı olduğundan onu Kayseri’ye İbrâhîm Tennûrî’ye
göndermiştir. Tennûrî de, huzuruna çıkan yeni dervişin eline eserin ilk cüzle-
rini vererek keramet göstermiştir (Uzun 2000: 356). 857/1453 tarihinde tamam-
lanarak Fâtih Sultan Mehmed’e sunulan eser, 5141 beyit olup aruzun “mefâîlün
mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmıştır. Eserin adı kimi nüshalarda Dîvân-ı Gülzâr,
Kitâb-ı Gülzâr ve Gülzâr-ı Şerîf şekillerinde de geçmektedir. “Mukaddime” ve
“hâtime” kısımları hariç altmış “bölüm”den oluşan eser, her “bölüm”de insan için
hem batınî hem de zahirî yönden gerekli olan bütün bilgileri ihtiva etmektedir.
Yazıcıoğlu’nun Muhammediyye’si tarzında tertip edilen eserde, abdest, namaz,
zekât, oruç gibi ibadetlerin dinî ve tasavvufî mânâları açıklanmış, bunlarla il-
gili âyet ve hadîsler nakledilerek yorumlar getirilmiştir. Eser, tasavvufî yönden
olduğu kadar dil özellikleri bakımından da önemlidir.
Bu asırda yazılan dinî-tasavvufî mesnevîlerden bir diğeri de, Muhyiddîn
Çelebi tarafından kaleme alınan Hızır-nâme’dir (Alay 2005). Hızır ile ricâlü’l-gayb
denilen veliler hakkındaki telakkilere dair olan eser, türünün Osmanlı sahasında
bilinen tek örneği olup 880/1476 yılı dolaylarında telif edilmiştir. Dîvân-ı Şeyh
Muhyiddîn Çelebi adını taşımakla birlikte, manzumelerin mahlas beyitlerinde
hemen daima Hızır adı da geçtiğinden daha çok Hızır-nâme ismiyle anılmak-
tadır. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbının yanında üç değişik veznin kul-
lanıldığı eser, 912 beyit ile 250 dörtlükten oluşmaktadır. Klasik mesnevî terti-
bine göre oluşturulmuş Hızır-nâme’de üç “kıt’a”, altı “mesnevî” ve “kasîde”, on
sekiz “murabba” ve kırksekiz “gazel” yer almaktadır. Eser bütünüyle, Muhyiddîn
Çelebi’nin bizzat el alarak kendisine intisap ettiği Hızır Han’la birlikte cezbe
hâlinde yaptığı âlem-i gayb seyahatini ve Hızır’ın nitelikleri ile işlerini tasvire
hasredilmiştir. Şâir, bu seyahatin “Türk diliyle yazılıp malum edilmesi” emrinin
kendisine Cenâb-ı Hak tarafından verildiğini özellikle belirtir. Müellif, konuları
320 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
işlerken nasihat içerikli bölümlerle beyitlere de yer vermiştir. Lirizmden uzak
olan eserde, “giriş bölümü” hariç sâde ve basit bir dil kullanılmıştır.
Klâsik tarzda Allah’a “hamd” ve Hz. Muhammed’e “salât ü selâm” ile başlayan
ve Hz. Peygamber’e yazdığı bir “na’t” ile bir “medhiye”yi de ihtiva eden eserden
anlaşıldığına göre Muhyiddîn Çelebi, 880 yılı Ramazan’ında (Ocak 1476) Kadir
gecesi vuku bulan bir cezbe anında âlem-i gaybdaki seyahatine başlamıştır. Hı-
zır Han bu mübarek gecede kendisine görünmüş ve onu atının terkisine alarak
bütün sırları göstermiştir. Şâir önce Hz. Peygamber’in nurdan sancağını ziyaret
eder; ardından Mekke’yi, Medine’yi ve bütün kutsal toprakları dolaşır; hatta arşa
kadar çıkarak sidretü’l-müntehâyı görür. Âdem peygamberden başlayarak Hz.
Muhammed’e kadar sırayla bütün peygamberlerle ayrı ayrı sohbet eder. Daha
sonra Kaf Dağı’na varır; burada Hızır Han’ın gavs-ı a’zam ve kutbü’l-aktâb ola-
rak bütün ricâl-i gaybın en üstünde bulunduğunu müşahede eder. Hızır ile bir-
likte hayat kaynağı nehrini ve ömür ağacını seyreder; ardından havarileri, Harût
ve Marût’u görür; Horasan ve Maverâünnehir’e ulaşır; oradan zulümât diyarına
geçerek âb-ı hayâtı bulurlar. Şâirin bu ruhanî yolculukta gezip gördüğü yerler
arasında Mağrib diyarı, Nil, Fırat, Bahr-i Muhît, Dımaşk, Kudüs, Serendib, Se-
merkand gibi coğrafî mekânlar da zikredilir. Eserde mistik duygularla mitolo-
jik unsurlar bir aradadır. Dikkat çekici bir başka nokta da, daha çok tasavvufî
konularda Maniheizm’in dolaylı etkilerini düşündüren “ak nur - kara nur” şek-
linde ikili bir nur motifinin eserde çok güçlü şekilde terennüm edilmiş olmasıdır
(Ocak 1998: 418). Hızır-nâme’nin ilgi çekici bir başka yönü, “beyân-ı cem’iyyet-i
kübrâ ve sohbet-i heme evliyâ” başlığı altında, Muhyiddîn Çelebi’nin yine gayb
âleminde kendinden önce yaşamış bir kısım Anadolu evliyâsı ile olan sohbeti-
nin anlatıldığı sayfalardır. Şâir burada, Seyyid Battal Gazi, Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî, Hacı Bektâş-ı Velî, Âşık Paşa yanında bütün ünlü Rum Abdallarının ad-
larını zikreder. Sarı Saltuk, Yûnus Emre, Selâhaddîn-i Zerkûb, Resûl Baba, Ah-
med el Bedevî, Sultan Veled, Mahmûd-ı Hayrânî, Karaca Ahmed, Fatma Bacı
gibi daha sonraları “velâyet-nâme” veya “silsile-nâme”lere giren şahsiyetlerle
birçok Anadolu evliyâsı hep Hacı Bektâş-ı Velî’nin bağlıları olarak gösterilir.
Âdeta bir belge niteliği taşıyan bu kısım, Muhyiddîn Çelebi’nin tasavvufî kim-
liğini ortaya koyması bakımından önemlidir (Ocak 1998: 418). Şâir bu eserinde,
emsali dervişler gibi mahdut ve mücerret vahdet-i vücûd telakkileri içinde, sa-
dece İlâhî aşkın ferdî heyecanlarını terennüm etmemiş, o dönem halkının ru-
hunda yaşadığı şekilde, erenleri aynı zamanda hayata ve cemiyete mal etmiş, ri-
yazet ve miskinlikten uzak bir ruhla onları millet için çalışan ilâhî kahramanlar
şahsiyetinde göstermiştir. Çoğu musammat özelliği gösteren “gazel”, “murabba”
ve “mesnevî” nazım şekilleriyle yazılan Hızır-nâme, toplam 1285 beyit tutan
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 321
yetmiş sekiz parça manzumeden oluşmaktadır. Eser, devrin klâsik şâirlerinde
görülen işlenmiş bir dille yazılmamış olup onda lafız ve mânâ sanatları görül-
memektedir. Canlı, samimî, halka yakın sâde bir ifade ve bununla uygun saf
bir lirizm vardır. Yûnus Emre ve Âşık Paşa ilâhîlerinin üslûp ve edasını devam
ettiren şâirin nazmının selis ve düzgün olduğu görülmektedir. Şiiri hüner ve
sanat hâline getiren klâsik şâirlere karşı, dinî duyguların ifadesi hâlinde tabiî
bir hayat şiiri vererek edebiyatımızı sunilikten canlılığa doğru götüren iddia-
sız şâirlerin en büyük mümesillerinden sayılabilir (Kocatürk 1970: 287-89). Fuad
Köprülü’nün kusurlu ve acemice bulduğu Hızır-nâme, gerek muhteva ve üslûp
gerekse kullanılan bakımından Türk tasavvuf edebiyatının en dikkate değer me-
tinleri arasında yer almaktadır.
Bursalı Yahyâ bin el-Hâc Mustafâ (öl. 922/1516-17)’nın yazmış olduğu
Envâru’l-kulûb, bu asrın kayda değer dinî-tasavvufî mesnevîlerindendir. Yakla-
şık 2000 beyit olan eserin bir nüshası M. Fatih Köksal’ın özel kütüphanesinde
bulunmaktadır.
Hatîboğlu’nun Hacı Bektâş-ı Velî’nin Arapça mensur eseri Makâlât’ın
Türkçe manzum tercümesi olan Bahrü’l-hakâyık’ı (Ertaylan 1960; Türk 2009; Çiftçi
Köse 1997; Saymaz 1998), 812/1409 tarihinde tamamlanmış ve Maraş ile Elbis-
tan hâkimi Dulkadıroğlu Nâsırüddîn Mehmed bin Halîl Bey’e sunulmuştur.
Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan eser, 1359 beyitten oluş-
maktadır. Başta ve sonda aynı vezinle yazılmış “kasîde” tarzında kafiyeli iki şiir
bulunmaktadır. Eser, her biri kendi içinde çeşitli kısımlara ayrılan sekiz ana
bölümden meydana gelmektedir. Birinci bölümünde dört nesneden (toprak, su,
yel ve ateş) ve dört güruhtan (âbid, zâhid, ârif ve muhib) bahsedilmiştir. İkinci bö-
lüm kul, üçüncü bölüm tövbe, dördüncü bölüm marifet, beşinci bölüm nîstî
(özünü noksan bilme, tevazu), altıncı bölüm gönül, yedinci bölüm gönül şehrin-
deki ikinci sultan olan şeytan ve sekizinci bölüm vasf-ı âdem hakkındadır (Çe-
lebioğlu 1999: 121-23). Eser, tercümede tutulan yolu, Hatîboğlu’nun üstad ola-
rak gördüğünü söylediği Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Nizâmî-i Gencevî, Sa’dî-i
Şîrâzî, Attâr-ı Nîşâbûrî, Dehhânî, Ahmedî ve Şeyhoğlu’nun isimlerinin zikredil-
diği, yazılış tarihi ile yazıldığı aruz kalıbını belirten, müellifin şâirliğini, takdim
edilen şahsı ve eseri öven bir “hâtime” ile son bulmaktadır. Konular arasında çe-
şitli dinî öğütlerin de verildiği eserde, beyitler arasına bunları destekleyen yet-
miş altı âyet ve yedi hadîs metinden müstakil olarak serpiştirilmiştir. Eski Ana-
dolu Türkçesi’nin ilk ürünlerinden olan eser, sâde ve basit bir ifadeye, kısmen
pürüzsüz ve akıcı bir dile sahiptir. Ses yapısı, kelime hazinesi ve gramer özellik-
leri bakımından bu dönemin dilini oldukça iyi bir şekilde yansıtmaktadır. Bü-
tün itibariyle Hatîboğlu’nun Ferah-nâme’sine göre daha basit olan ve bazı vezin
322 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
hataları da bulunan eserde, şâirin yer yer cinaslı, ahenkli, şâirâne ve sanatkârâne
bir üslûbu yakaladığı söylenebilir. Eser, ayrıca Anadolu’nun dinî tarihi açısın-
dan da oldukça önemlidir (Erkan 1991: 514).
Sultan II. Murâd ve Fâtih Sultan Mehmed dönemi şeyhlerinden Akbıyık
Muhyiddîn’in, Hacı Bektâş-ı Velî’nin Makâlât’ından hareketle oluşturulduğu
anlaşılan Makâlât’tan Hikâyât-ı Nây’ının nüshası Türk Dil Kurumu Kütüpha-
nesi Yz. A 374/1’de bulunmaktadır (Cunbur vd. 1999: 325-26).
Tasavvufî ve ahlâkî konuları ihtiva eden diğer bir mesnevî de, Gülşen-i
Saruhanî (öl. 888/1483ten sonra)’nin 864/1460 tarihinde tamamlayıp Fâtih Sul-
tan Mehmed’e ithaf ettiği Râz-nâme (Farzan 1980; Yıldırımer 2007) isimli ese-
ridir. Bazı nüshalarda Pend-nâme, Esrâr-nâme veya Dil-güşâ adıyla da geçen
eser, 982 beyit olup aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır. Çeşitli
“makâle” ve “hikâye”lerden meydana gelen eserde, şâir ahlâkî ve tasavvufî ko-
nulara yer vermiş ve çeşitli nasihatlarda bulunmuştur. Bazı kaynaklar, tasavvuf-
taki “atvâr-ı seb’a”54 konusunun işlenmesinden hareketle eserin yedi bölümden
meydana geldiğini zannederek ona Heft-bâb ismini vermişlerdir, ancak eser yedi
bölümden oluşmamaktadır. “Tevhîd”, “münâcât”, “na’t” ve “medhiye” ile başla-
yan Râz-nâme’de, Attâr-ı Nîşâbûrî’nin Mantıku’t-tayr ve Pend-nâme’sinin etkisi
görülmektedir. Eserde ayrıca Sa’dî-i Şîrâzî’nin Bostân’ında geçen yedi hikâyenin
tercümesine de yer verilmiştir (Aksoy 1996: 256). Attâr’ın Esrâr-nâme’sinin ter-
cümeleri arasında zikredilen eserin onun tercümesi olmadığı anlaşılmıştır (Er-
taylan 1952: 66; Ayan 1996: XXVIII-IX). Râz-nâme’nin bazı çalışmalarda yanlışlıkla
İbrâhîm-i Gülşenî’ye atfedildiği de görülmektedir (Kufralı 1997: 836).
Bu asrın Tekke şâirlerinden olan Kaygusuz Abdâl’ın da, Gevher-nâme
(Cunbur 1964: 25-28; Güzel 2006: 640-43) isimli tasavvufî bir mesnevîsi vardır. Bu
kısa mesnevî 69 beyit olup aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmış-
tır. “Tevhîd”le başlayan, “salavât” dileğiyle biten, müellif ve manzumenin adı-
nın da zikredildiği eserin, mesnevînin tertip geleneğine uyduğu görülmektedir.
Şâir, sekiz beyitlik “tevhîd” bölümünden sonra, kendi hâlini hikâye ettiğini söy-
leyerek konuya girer ve burada “vahdet” konusunu işler. Eser kısmen “devriye”
nevinden olup tamamen tasavvufîdir (Çelebioğlu 1999: 136).
Bu asırda Şeyh Eşref b. Ahmed tarafından 856/1452 tarihinden önce ya-
zıldığı tahmin edilen Fütüvvet-nâme (Bilgin 1992)’yi de burada zikretmeliyiz.
54
Yedi tavır demektir. Allah’ın insanı yedi tavırda yarattığını dikkate alan bazı mutasavvıflar
bu tavırları yedi kat semaya, yedi gezene, yedi vadiye ve yedi iklime benzetmişlerdir.
Nitekim Attâr’ın Mantıku’t-tayr’ında bu yedi tavır ve yedi iklim vadi şu şekilde tespit
edilmiştir: Aşk, marifet, istiğna, tevhîd, hayret, fakr, fenâ (Uludağ 1991: 65).
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 323
Bu mesnevînin içinde bulunduğu yazma mecmua, M. Fuad Köprülü’den Yapı
Kredi Bankası’na intikal eden yazmalar arasında 133 (107) demirbaş numarada
kayıtlıdır. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan eser, 444 beyitten
oluşmaktadır. “Giriş bölümü” ile “hâtime”si bulunmayan mesnevîde, daha çok
fütüvvet ahlâkı ve fütüvvetin bazı esasları üzerinde durulmuştur. Şeyh Eşref b.
Ahmed’in Nasîhat-nâme (Pehlivan 2000) isimli eseri ise, dinî-tasavvufî mahi-
yette olup aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme alınmıştır. Eserde,
dinî emirlerin yerine getirilmesi, çocuk terbiyesi gibi konular üzerinde durul-
muş, öğütler âyet ve hadîslerle pekiştirilmiştir (Kaplan 2002: 793). Şeyh Eşref
b. Ahmed’in dinî-tasavvufî mahiyette İbret-nâme, Ma’zeret-nâme, Elest-nâme
(Tanrıverdi 1998), Hayret-nâme ile başı noksan ve ismi meçhul olan mesnevîleri
de bulunmaktadır (Bilgin 1992: VII-VIII).
Bu asırda yazılan tasavvufî mesnevîler arasında zikredilmesi gerekenlerden
birisi de Hâmidî-i Isfahânî’nin Hasbihâl-nâme’sidir. Külliyât’ın ilk bölümünde
yer alan Farsça Hasbihâl-nâme (Ertaylan 1949: 3-56), mesnevî nazım şekliyle ve
aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla kaleme alınmış olup içerisinde,
“kasîde” ve “gazel” nazım şekilleri ile söylenmiş manzumeler de bulunmakta-
dır. Eserin başlangıç bölümü klâsik mesnevî anlayışı içerisinde düzenlenmiştir.
Bu kısımda “münâcât”, “na’t”, “mi’râciyye”, “münâcât (gazel nazım şekli ile)”, “bahar
tasviri”, “sebeb-i nazm-ı kitâb/eseri yazma sebebi”, “padişahı övgü”, “padişahın
fetihleri”, “fetih hakkında gazel”, “Karabuğdan’ın fetih tarihi” ve “söz hakkında
yazılmış bölümler” bulunmaktadır. Hâmidî, eserinin “sebeb-i nazm-ı kitâb” bö-
lümünde, bir dostunun kendisinden bir hikâye yazmasını istediğini, yazılma-
mış bir konu bulamayınca o dostunun tavsiyesi ile kendisini misal alarak ruh
ve bedenin neş’etini göstermek ve insanın yaratılışının gayesini izah etmek için
bu eseri kaleme aldığını belirtmiştir. Bu eser, tasavvufî tabirleriyle “mebde’/bir
salikin Tanrı gerçeğine erişmek için hareket ettiği başlangıç noktası”, “me’âş/ya-
şayış” ve “me’âd/ahret”ten bahsetmektedir. Ancak Hâmidî, eserinin sonunda
“me’âd” kısmını bir başka eserinde yazacağını belirtmiştir (Ateş 1950: 118). Ay-
rıca Hâmidî bu eserde, kendi hayatıyla ilgili bilgiler de vermiştir.
Hisârî’nin Tuhfetü’l-mü’min (Çifçi 2003, 2007)’i, 906/1500 tarihinde aruzun
“mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmış olup 2646 beyitten oluşmaktadır.
Eserde, bazen doğrudan didaktik bir anlatımla, bazen de hikâyelerle manzum
şekilde işlenen dinî konular; âyet, hadîs ve kıssalarla desteklenmiştir. Eserin baş-
langıç bölümlerinde insan, cennet, cehennem, dünya ve diğer mahlûkatın yara-
tılışına yer verilmiş; akabinde Mûsâ, İdrîs, Cercîs, Yahyâ bin Zekeriyyâ Peygam-
berlerin kıssaları anlatılmış; son bölümlerinde ise dindar insanların kıssalarına
vurgu yapılmıştır.
324 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Burada Cemâlî’nin ahlâkî, tasavvufî nasihat ve hikâyelerini ihtiva eden
Miftâhu’l-ferec (Derdiyok 1998a)’ini de zikretmek gerekir. 4954 beyitten müteşek-
kil olan eser, 860/1456 tarihinde tamamlanarak Fâtih Sultan Mehmed’e takdim
edilmiştir. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan Miftâhu’l-ferec, men-
sup olduğu türe uygun olarak bir “esmâ’ü’l-hüsnâ” şerhi ile başlamaktadır. Bu kı-
sımda, yine aynı konuda olmak üzere, daha sonra da yer yer rastlanacağı üzere,
bir “kasîde” ve bir “kıt’a”ya yer veren şâir, bir “münâcât” ile devam etmektedir.
Eser boyunca her başlıkla ilgili hikâyelere yer veren şâir, bu bölümde de ertesi
günü hocasına vereceği imtihanın korkusuyla ağlayan bir çocuğun hikâyesini
nakletmiştir. Konuyla ilgili ikinci hikâyede, yolda uyuyup kervanı kaçıran bir sa-
ğırın macerası anlatılmıştır. Daha sonra Hz. Peygamber vasfında birbirini takip
eden dört “na’t” gelmektedir. Şâir, bu na’tlarda seyyarelerin bile ona hizmet ettiği,
sair peygamberlere üstünlüğü, dört halifenin faziletleri ve şefaat talebi gibi ko-
nulara değinmiştir. Na’tin akabinde, içinde Fâtih Sultan Mehmed’e ithaf edilmiş
üçü kasîde tarzında dört övgünün yer aldığı “sebeb-i te’lîf” bölümü başlamak-
tadır. Cemâlî, bu bölümde daha önce yazdığı eserler hakkında bilgi de vermiş-
tir. Burada verilen bilgilere göre şâir bu eserini sevap kazanmak amacıyla nasi-
hat türünde yazmıştır (Okuyucu 2000: 179-80). Konunun işlendiği asıl bölüm ise
“âgâz-ı dâstân” başlığı ile başlamaktadır. Bu bölüm âyet ve hadîslerin açıklama-
ları ve bunlarla ilgili dinî tasavvufî hikâyelerden oluşmaktadır (geniş özet için bkz.
Okuyucu 2000: 180-90). Metinde, konunun dinî ve ahlâkî özelliğine uygun olarak
çok sayıda âyet, hadîs, kelâm-ı kibâr ve bazen isim zikredilerek bazen de zikre-
dilmeyerek yapılmış alıntılar vardır. Nitekim şâir, Muhyiddîn-i Arabî ve Fahr-i
Râzî’nin isimlerini vererek görüşlerini nakletmiştir. Genelde vasat bir şâir ola-
rak kabul edilen Cemâlî’nin bu eserinde, oldukça başarılı söyleyişlere rastlanıl-
maktadır. Tasvirlerin çoğu zaman canlı ve hareketli olduğu görülmektedir. Dil
kıvrak ve yer yer söz sanatlarıyla kuruludur. Halk edebiyatına benzer tarzda ses
ve hece tekrarlarına sıkça rastlanıldığı sanatlar arasında özellikle cinas ve lafız
sanatları dikkati çekmektedir. Ayrıca şâir harflerle de çeşitli oyunlar yapmıştır
(Okuyucu 2000: 190-91).
Aynı kategoriye Âşık Ahmed’in Câmi’u’l-ahbâr (Eliaçık 1998) isimli geniş
mesnevîsini de dâhil edebiliriz. Manzum “tezkiretü’l-evliyâ” diyebileceğimiz eser,
birkısım evliyâya ait ahlâkî ve tasavvufî hikâyeleri ihtiva etmektedir. 12245 be-
yitten oluşan mesnevî, aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır. Bu
esas veznin haricinde, “kasîde” tarzında kafiyelenmiş 14 manzumede ise, aru-
zun “fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbı kullanılmıştır. Bu 14 parçadan ilki
41 beyitlik bir “tevhîd”, ikincisi 27 beyitlik bir “na’t”tır. Diğer 12 “kasîde”, bi-
rinci “bâb”dan onikinci “bâb”a kadar her “bâb”ın başında, o “bâb”ın mahiyetini
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 325
belirten kısa bir girişten sonra yine aşağı yukarı o “bâb”ın konusu ile ilgili bu-
lunmaktadır. Sadece birinci “bâb”ın “kasîde”si, beşinci hikâyeden sonra gelmek-
tedir (Çelebioğlu 1999: 310). Câmi’u’l-ahbâr, klâsik tertip usullerine uygun ola-
rak “besmele” ve onun mahiyetini zikreden beyitleri ihtiva eden bir “tevhîd”le
başlar. “Münâcât”la sona eren bu “tevhîd”den sonra ikinci bir “tevhîd”, iki “na’t”
ve dönemin sultanı II. Murâd için söylenmiş iki “medhiye” gelir. Akabinde yer
alan 168 beyitlik “sebeb-i te’lîf” kısmında Âşık Ahmed, eserini niçin ve nasıl
yazdığını anlatır. Buna göre şâir, bir gün evinde kitap okurken eline babasından
kalma bir mensur eser geçer. Deşt/Moğol, Kıpçak dilinde yazılmış olan bu eser,
meşayih sözlerine dairdir. Bu dili bilen şâir, elindeki eseri büyük bir zevkle oku-
duktan sonra, onu Türkçeye tercüme ederek bir yadigâr bırakmayı arzu eder.
Âşık Ahmed’in eseri Türkçeye tercüme etmekteki asıl amacı ise, bu yolla hayır
dua kazanmaktır (Çelebioğlu 1999: 312-13; Eliaçık 1998: I/101). “Sebeb-i te’lîf”ten
sonra dünyanın fanîliğine değinen şâir, kitabın yirmi “bâb” olduğunu belirtmiş
ve her “bâb”ın hususiyetlerini açıklamıştır. Buna göre “bâb”larda helâl yeme ve
giyme; riyazet, nefsi hor kılma; Hakk’a kulluk etme; günahını anıp ağlama; di-
lin muhafazası; tövbe etme; evliyâ kerametleri; duaların kabul olması; velilerin
firasetle birbirlerinden haberdar olmaları; tevekkül; cömertlik; beylerin zühdü;
zâhide hatunlar; helâl-zâde çocuklar; kul ve karavaşların zühdü; zâhid derviş-
ler; zahmet ve ihtiyaç zamanında Allah’ın rahmetinin erişmesi; evliyânın ölür-
ken gösterdikleri kerametler; öldükten sonra evliyânın rüyaya girmesi ve veli-
lere dair çeşitli konular hakkında 6 ila 11 arasında hikâye anlatılmıştır (konunun
özeti için bkz. Çelebioğlu 1999: 314-22; Eliaçık 1998: I/102-35). Çeşitli nasihatların
toplandığı eserde, velilere dair toplam 178 hikâye anlatılmıştır. Eserin dili, dev-
rine göre gayet sâde sayılabilir. Üslûpta bir külfet, vezin ve kafiyede fazla bir zor-
lama görülmez. Esere konuşma dili hâkimdir. Şâir, anlatmak istediğini, gayet
rahat bir şekilde ifade ettiği gibi hikâyelerden nasihatlara geçişinde de başarılı-
dır (Çelebioğlu 1999: 325).
Bâtınî bir tarikatın temsilcisi olan Refî’î’nin Genc-nâme ve Beşâret-nâme
(Meriç 1936; Gölpınarlı 1989: 16-33; Yiğit 1990: 77-82) isimli, Hurûfîliğin esaslarını
veren ve telkin eden iki eserini burada zikretmemiz gerekir. Bunlardan bazı ta-
savvuf ve hurufîlik hususiyetlerini ve Fazlullâh-i Hurûfî’nin medhini muhtevi
olan Genc-nâme, 114 beyit olup aruzun “mef’ûlü mefâîlü feûlün” kalıbıyla ya-
zılmıştır. XV. asrın ilk yarısında yazıldığı tahmin edilen eserde, Fazl-ı Yezdân’ın
medhinden sonra konu şöyle devam eder: “Nefsini bilen Rabbini bilir. Dolayı-
sıyla o kimse nereye bakarsa yârini görür. Dünya ve ahirette sultan odur. Îsâ gibi
nefesiyle ölüler dirilir, Hızır kesilip herkesi cehl ateşinden azat eder. Hızır’ı iste ki
gözüne dîdar görünsün. Fazl’ın medediyle her köşede Hızır vardır. Herkes ona
326 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
taliptir. Bu dünya bir tuzaktır. Âşık-ı bednâm olmayan hamdır. Nur dileyen, gu-
ruru terk ile bu zulmet âleminden geçmeli, ruh âlemine pervaz etmelidir. Dün-
yada görmeyen ahirette de göremez. Kemâl, bu dünyada kazanılır. Cennet, huri,
gılman, Sırat ve Rıdvân burada da vardır. Sevgili için kendini ona feda etmeyen
kimse ona ulaşamaz. Cihanın nukuşunu okuyan göklere çıkar. Evvel, ahir, batın,
zahir bir olur. Orada sayısız ayş u işret, makâm-ı nâz u ni’met bulunur. Bu dev-
lete ermek isteyen adem kademine hak, müstağrak-ı zât-ı pâk olmalı, bu gurur
yurdundan sefer kılmalıdır. Hz. Peygamber’den sonra insan öğülmüştür. Hak
sureti onun yüzünde görülür, her hacete onun sözünden erişilir. İki cihandan
maksat âdemdir. Fakr mektebine gidip ebcet okumalı. Yetmiş iki fırka, harfler
denizinde gark olmuştur. Ancak nefsine ve Hakk’a vakıf olan o hurûfa yol bu-
labilir. Fırka-yı nâciye bunlardır.” Refî’î, Fazl’ın medhinden ve onun sayesinde
kemale erdiğini belirttikten sonra kendini öğerek “Lâmekânı bizden talep et. Biz
kâinatın gevheri, biz ebedî can ve cihanız, ebedî nutk ve ruhuz” deyip benliği bı-
rakmayı, ölmeden önce ölmeyi, bir er eteğini tutmayı ve yoldaşsız yola çıkma-
mayı öğütleyen sözlerle eserini bitirir. Eser, başlangıcı ve bitişi itibariyle umumî
tertip özelliklerine uymaz. Onun tasavvufî ve didaktik tarafları olmakla bera-
ber asıl vasfı, hurûfîlik hususiyetlerini taşımasıdır (Çelebioğlu 1999: 134-35). Genc-
nâme’nin, İstanbul Arkeoloji Müzesi Kütüphanesi (nr. 1166) ve İstanbul Üniver-
sitesi Kütüphanesi’nde (TY, nr. 310/3) nüshaları vardır.
Refî’î’nin Hurûfîliğin esaslarını öğreten ve onları telkin eden diğer eseri ise,
Beşâret-nâme’dir (Yiğit 1986). 811/1408-1409 tarihinde tamamlanan eser, 1390
beyit olup aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır. Şâir, konuya
“besmele”nin bazı hususiyetlerini zikirle başlar. Yirmi sekiz ve otuz iki harfin
bir kısım özelliklerine değinir. Şâire göre kelâmın aslı otuz iki harf, eşyanın aslı
Hakk’ın kelâmı, varlığın mahiyeti ise sözdür. Kur’ân, İlâhî emirler, Ka’be, gökler,
günler vs. herşey açıkça bu harfleri şerheder. Otuz iki harfin hepsi bir nurdan olup
ibaret muhteliftir. Her sıfat elif harfinde bulunur. Fazlullâh, bunlara işaret etme-
seydi, kimsenin bunlardan haberi olmayacaktı (Çelebioğlu 1999: 118-19). Beşâret-
nâme, bazı nasihatları, Nesîmî’nin medhini, eserin yazılışı ile ilgili bilgiler veren
ve fahriye mahiyetindeki beyitleri ile bir “münâcât”ı muhtevi olarak “hâtimetü’l-
kitâb” karakterinde bir bölümle sona erer. Nesîmî’nin halifesi olan ve onun tara-
fından irşat edildiğini söyleyen Refî’î’nin bu eseri, tamamen hurûfî ve medihleri
ile doludur. Bundan dolayı eserde benzer mısra ve beyitlerle karşılaşılabilmektedir.
Eserde Hz. Peygamber’in medhinden çok Fazlullâh’ın övgüsü yapılmıştır. Eser,
Fazlullah’ın Arş-nâme, Mahabbet-nâme özellikle de Câvidân-nâme isimli eserle-
rinden yapılan nakillerle meydana getirilmiştir (Çelebioğlu 1999: 119-20). Refî’î’nin
bu iki eseri, Hurûfîliğin ana kitapları arasında sayılmaktadır (Gölpınarlı 1989: 25).
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 327
Penâhî’nin 860/1456 tarihinde aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla
kaleme aldığı 358 beyitlik Hurûfîliğe Dair Mesnevî (Yılmaz 1992; Gölpınarlı 1989:
95-96)’sini de burada belirtelim. Eserin bir nüshası İstanbul Üniversitesi Kütüp-
hanesi TY 310/4’te mevcuttur.
Dinî ve tasavvufî nasihat vermek için XIV. asrın sonu veya XV. asrın başla-
rında yazıldığı tahmin edilen Mürîdî’nin Pend-i Ricâl (Kılıç 2005) mesnevîsi, 3748
beyitten oluşmaktadır. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” ve “mefâîlün mefâîlün
feûlün” kalıplarıyla kaleme alınan eser, yirmi bir “meclis”ten meydana gelmek-
tedir. Bu “meclis”lerde dünyanın, mal, mülk ve servetin faniliği; âlim ve der-
vişleri sevmenin faziletleri, Hz. Muhammed’e çok salavât getirmenin yararları,
âlimlerin ve ilmin önemi, kibir ve gururun zararları, kabir ahvali, ihlasla dua
etme ve yakarmanın önemi, dünyanın insan için bir zindan olduğu, tövbe ve
kötülüklerden temizlenmenin yararı, ikiyüzlülüğü bırakmanın önemi, ibadet-
leri eda etmenin ve Hz. Muhammed ümmeti olmanın faziletleri, günahlardan
kaçınmanın faydalı oluşu, marifetullah, sahabe sevgisi ve Ehl-i Beyt sevgisinin
önemi üzerinde durulmuştur. Her meclisi dinî-tasavvufî bir mahiyet arz eden
Pend-i Ricâl’de kuvvetli bir tasavvuf ruhu olmamakla beraber, üslûp sâde, canlı
ve samimîdir. Nazım dili, devrine göre kuvvetli, fakat renk ve eda bakımından
zayıf ve süssüzdür.
Bu asırda dinî, ahlâkî ve tasavvufî mesnevîler arasında yer alan bir kısım
eserin Nizâmî-i Gencevî’nin Mahzenü’l-esrâr (Nizâmî 1313, 1344, 1960, 1986)’ını
takip etmek suretiyle yazıldığı görülmektedir. Fars edebiyatında kendisine bir-
çok nazirenin yazıldığı Mahzenü’l-esrâr, sûfî meşreb Nizâmî’nin derûnî âleminin
tecrübelerini, tasavvufî görüş ve düşüncelerini, fikir çilesini en güzel şekilde
açıklayan ve insanlığa mutlak işaret eden yol gösterici bir eserdir. Bu önemli
esere, Anadolu’da yazılan nazirelerden biri Ma’nevî’nin Mahzenü’l-ebrâr isimli
mesnevîsidir. Gerek eser gerekse müellifi hakkında kaynaklarda herhangi bir
malumat yoktur. Bu eser hakkındaki ilk bilgilere, Fatih çağı müelliflerine ait bir
katalogda rastlanılmaktadır. Bu katalogdan hareketle eseri tanıtan İsmail Ün-
ver, şâirin Anadolu’ya Fâtih zamanında geldiğini, padişahtan kabul gördüğünü,
eserin 874/1469 yılında yazılmasının bu bilgileri doğrulattığını bildirmektedir
(Ünver 1986a: 118). Mahzenü’l-ebrâr, Farsça olup 36 bölümden oluşmaktadır.
Ma’nevî, Nizâmî’den farklı olarak hem makale hem de hikâyeler için “makâle”
başlığını kullanmıştır. Toplam 3238 beyitten oluşan ve Nizâmî’nin eserine göre
oldukça farklı bir düzene sahip olan bu eser, işlediği konular bakımından genel-
likle Mahzenü’l-esrâr’a benzemekte, ancak zaman zaman ondan ayrıldığı da gö-
rülmektedir. Eserinin bir bölümünü Mahzenü’l-esrâr’a ayıran Ma’nevî’de Nizâmî
328 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
etkisi açıkça görülmektedir (Erişen 1992: 301). Eserin Süleymaniye Kütüphanesi
Fatih Kısmı nr. 4080/1’de kayıtlı bir nüshası vardır.
Ahmed-i Rıdvân’ın Nizâmî’nin dînî-ahlâkî ve tasavvufî mesnevîsini aynı
isim ve vezinle yapılmış serbest bir tercümesi vardır. Eserin tek nüshası Hayâtî
mahlasını taşımakta olup (Gözütok 2001) Atatürk Üniversitesi Kütüphanesi (Agâh
Sırrı Levend Yazmaları nr. 369/1)’nde bulunmaktadır (Ünver 1989: 123). İsmail Ün-
ver tarafından, Hayâtî mahlasını taşıyan bu eserin gerçekte Ahmed-i Rıdvân’a
ait olduğu kanıtlanmıştır (1986a: 84-97). Mahzenü’l-esrâr’ın ne zaman yazıldığı
kesin olarak bilinmemekle beraber, 911-918/1505-1512 tarihleri arasında telif
edildiği tahmin edilmektedir. Sultan II. Bâyezîd adına yazıldığı, baş tarafında
bulunan 3 ayrı başlık altında belirtilen eser, Nizâmî’nin kullandığı serî bahrinin
“müfteilün müfteilün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır. Eldeki nüshaya göre 2023 be-
yittir. Bu beyit sayısı, Nizâmî’nin eserinde yazma ve baskılarda 2200-2400 ara-
sında değişmektedir. İki eser arasındaki beyit sayısının yakın oluşu, Nizâmî’ye
ne ölçüde bağlı kaldığını gösterir (Ünver 1986a: 119). Şâir, eserinin hiçbir ye-
rinde Nizâmî’nin adını anmadığı ve eserinin orijinal olduğunu belirttiği hâlde
mesnevîsinin, Nizamî’nin aynı adı taşıyan eserinin tercümesi olduğu görül-
mektedir. Ahmed-i Rıdvân, tercümede genellikle serbest davranmış, çoğu yer-
leri meâlen tercüme yoluna gitmiş, bazı beyitleri ise doğrudan tercüme etmiş-
tir. Birkaç yerde şâir, Nizâmî’ye göre küçük değişiklikler yapmıştır.
Hârezmli olan ve Türkî-gûy (Türkçe söyleyen) lakabıyla şöhret bulan Hay-
dar Tilbe de, Nizâmî’nin Mahzenü’l-esrâr’ına aynı adla bir nazire yazmış ve
Timur’un torunlarından İskender b. Ömer Şeyh Mîrzâ’ya sunmuştur. Aruzun
“müfteilün müfteilün fâilün” kalıbıyla yazılan eser, 10 “makâle”den oluşmakta-
dır. Her “makâle”nin sonunda konuyla ilgili bir “hikâye”ye yer verilmiştir. Eser,
nazım tekniği ve ifade bakımından oldukça başarılıdır (Eraslan 1986: 581-84).
Alî Şîr Nevâyî’nin Hayretü’l-ebrâr’ı (Sabir 1996), Nizâmî-i Gencevî’nin
Mahzenü’l-esrâr’ı ile Emîr Hüsrev-i Dihlevî’nin Matla’u’l-envâr’ı ve Mollâ Câmî’nin
Tuhfetü’l-ahrâr’ına nazire olarak 888/1483’te aruzun “müfteilün müfteilün fâilün”
kalıbıyla yazılmış olup 4000 beyit civarındadır. 20 “makâle” ve her “makâle”ye
eklenen 20 “hikâye”den oluşan eserde şu konular işlenmiştir: İman, İslâm, sul-
tanlar, hırka-pûşların ikiyüzlülüğü, kerem, edep, kanaat vefa, aşk ateşi, doğru-
luk, ilim, kalem sahipleri, halka faydalı olanlar, felekten şikâyet, bilgisizlik ken-
dini beğenmişlik, bahar yiğitliği, feleğin cefasına katlanmak, Horasan hakkında,
Bedîüzzamân’a övgü ve kul hikâyesi. Nevâyî her “makâle”ye bir hikâye eklemiş-
tir. Nevâyî ele aldığı konuları işlerken, yaşadığı dönemi göz önünde bulundur-
muş, çevresinden aldığı örneklerle eserini zenginleştirmiştir. Özellikle yaşa-
dığı çağın iki yüzlü sofuları ile bilgiyi hor görüp câhili yüceltenleri eleştirmiş,
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 329
zalimler ile görevini suistimal edenlere çatarak çağın sosyal hayatını tenkit et-
miş, gururuna kapılarak kendinden geçen makam ve mevki sahiplerini uyar-
maya çalışmış ve devlet erkânına çeşitli nasihatlar vererek yol göstermiştir (Çe-
tindağ 2011: 288-89; Acar 2002: 52-55).
Bu asırda yazılan dinî, ahlâkî ve tasavvufî mesnevîler arasında, Nizâmî’nin
Mahzenü’l-esrâr’ına nazire olarak yazılan Hâcû-yı Kirmânî’nin Ravzatü’l-envâr’ının
da tercüme edildiği görülmektedir. Vezir Şemsüddîn Muhammed bin Sâyîn ile
Şeyh Ebû İshâk adına 743/1342-43 tarihinde yazılmış olan eser, 20 “makale”den
oluşmaktadır. Her “makale”de sufîyâne ve ahlâkî konulara temas edilmiş, yer yer
hikâyelerle süslenmiştir (Köprülü 1997: 38; Ateş 1968: 259). Bu eserin bu asırda
yapılan tercümesi, Ahmed Hayâlî’nin Ravzatü’l-envâr’ıdır (Köksal 2003a; Öz-
den 2001; Bayyurt 1996). Tamamen mesnevî nazım şekliyle ve aruzun “mefâîlün
mefâîlün feûlün” kalıbıyla 853/1449-1450’de yazılan eser, 2179 beyitten oluş-
makdır. Mesnevî, eserin sonundaki bazı beyitlerden anlaşıldığına göre Zaganos
Paşa delâletiyle Fâtih Sultan Mehmed’e takdim edilmiştir. Ravzatü’l-envâr, çe-
şitli çalışmalarda Nizâmî’nin Mahzenü’l-esrâr’ına nazire olarak gösterilmektedir
(Erişen 1992: 293, 296, 304; Çelebioğlu 1999: 156, 172). Ancak eser üzerinde çalışma
yapan M. Fatih Köksal tarafından onun Hâcû-yı Kirmânî’nin aynı adlı eserinin
tercümesi olduğu tespit edilmiştir (bkz. Köksal 2003a: 21-35). Nitekim Ravzatü’l-
envâr’ın gerek vezin, gerek tertip, gerekse muhteva bakımından Mahzenü’l-
esrâr’la hiçbir benzerlik göstermediği görülmektedir. Eserde daha çok kâmil in-
san, aşk, dünyanın faniliği, akıl ve hayâ, adalet ve cömertlik ile ilgili hikâyelere,
bunlara dair temsil ve nasihatlere yer verilmiştir (Çelebioğlu 1999: 368-72). Bazı
ahlâkî hikâyeleri de ihtiva eden Ravzatü’l-envâr, tasavvufî mahiyette olup 10 “bö-
lüm” ile 17 “hikâye” üzerine bina edilmiştir. Eserde yer alan gerek bölüm gerekse
hikâyeler belli bir başlıkla isimlendirilmemişlerdir. Bölüm ve hikâyelerde Farsça
başlık kullanılmıştır. Bölümlerde genellikle “kelime-i çend der...”; hikâyelerde
ise çoğunlukla “hikâyet-i munâsib-i în ma’nâ” başlığı mevcuttur. Her bölümden
sonra anlatılan hikâye sayısı farklılık göstermektedir. Her hikâyeden sonra ge-
len “der-te’vîl-i în suhen” başlığını taşıyan bölümler ise, bir yandan hikâyeden
çıkarılacak dersi özetlerken, bir yandan da okuyucuyu bir sonraki bölüme ha-
zırlamaktadır. Zaman zaman bu mahiyetteki beyitlerin bu başlığı taşımaksızın
hikâyelerin sonuna eklendiği de görülmektedir (Erişen 1992: 304). Anlatılan kü-
çük hikâyeler ve evliyâ menkabeleri arasında İlâhî aşkı ve tasavvufî hususiyet-
leri terennüm ve tevil eden birçok konu ve beyit bulunmaktadır. Bir hikâyeden
diğerine geçilirken veya mevzu değişirken arada bir bağlantı kurulmaya dik-
kat edilmiş, mevzu icabı olmasa da gece, gündüz, gülşen vs. ile ilgili tasvirlere
yer verilmiştir. Ravzatü’l-envâr’da, klâsik edebiyatımızın mazmun mefhumları
330 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
hâkim olmakla beraber bu mesnevînin dili mevzuuna göre fazla ağır ve kül-
fetli değildir (Çelebioğlu 1999: 372-73). Eserde, Mesnevî-i Ma’nevî’den alınmış iki
tane hikâye vardır. Bunlardan biri “attarlar pazarında ıtır kokusundan hastala-
nıp bayılan debbağın hikâyesi”, diğeri “ihtiyar çalgıcı hakkındaki hikâye”dir (Çe-
lebioğlu 1978: 124; Kartal 1999: 227-29).
Bu asırda yazılan tasavvufî eserlerden bir kısmı Ferîdüddîn-i Attâr’ın Esrâr-
nâme (Attâr 1361) isimli eserinden yapılan tercümelerdir. Attâr’ın bazı tasavvufî
ilkeleri hikâye ve efsaneler yardımıyla açıklamak üzere kaleme alınmış (İbrâhimî
1995: 434) olan Esrâr-nâme isimli eseri, gerek konularının derinliği gerekse
tasavvufî konuların şerhedilmesi bakımından kendi türünün en önemlilerin-
den biri sayılmaktadır (Attâr 1361: 9). Attâr’ın 3305 beyitten oluşan bu mesnevîsi,
özellikle mistik çevrelerde çokça rağbet gören kitaplardan biridir. Eser edebiya-
tımızda Esrâr-nâme adıyla manzum ve mensur bir dizi eserin yazılmasına kay-
naklık etmiştir. Bu asırda yazılan ilk Esrâr-nâme tercümesinin, Ahmed-i Dâ’î’ye
ait olduğu ifade edilmektedir (Ertaylan 1952: 67). Ancak eser bugüne kadar ele
geçmediği için hakkında herhangi bir şey söylemek şimdilik mümkün değil-
dir. Bu asırda yaşayan Şeyh Ebu’l-Hasan-ı Lârendî’nin de Esrâr-nâme’si olduğu
ifade edilmektedir. Lârendî’nin böyle bir eseri olduğundan ilk defa İsmail Hik-
met Ertaylan bahsetmiştir (1952: 66). Gönül Ayan ise, Ertaylan’ı bu düşünceye
sevkeden şeyin, İstanbul Üniversitesi TY nr. 477’de kayıtlı bulunan Mecmû’atü’r-
resâ’il’deki Esrâr-nâme’nin baş tarafında yer alan “Terceme-i Şeyh ‘Attâr berây-ı
Emîr-i devrân Şâh İbrâhîm Halîlu’llâh ez-taraf-ı Şeyh Ebu’l-Hasan-ı Lârendî”
notundan ileri geldiğini belirtmektedir. Mezkûr nüshanın muhtevasının ise, Teb-
rizli Ahmedî’ye ait olduğunu bildiren Ayan, nüshanın başka bir yerinde Şeyh
Ebu’l-Hasan-ı Lârendî’nin ismine rastlanmadığını da ifade eder (1996: XVIII).
Lârendî’ye atfedilen bu eser, kütüphanelerde mevcut değildir. Abdurrahîm-i
Karahisârî’nin de Esrâr-nâme isminde bir eseri olduğu belirtilmektedir (Ertay-
lan 1952: 66). Gönül Ayan, araştırmaları sonunda, Karahisârî’nin bu adda bir ese-
rine rastlayamadığını, ancak Tercümetü’s-selve fî-Sarâ’iti’l-halve isminde eserini
gördüğünü; bu eserin Esrâr-nâme sanılmış olabileceğini ifade eder (1996: XXIX).
İrfan Ünver Nasrattınoğlu da, Abdurrahîm-i Karahisârî’nin böyle bir eseri ol-
duğundan bahsetmemiştir (1971: 10-11).
Bu asırda yazılıp bugün elimizde bulunan Esrâr-nâme ise, Tebrizli Ahmedî’ye
aittir (Ayan 1996). Tebrizli Ahmedî’nin baştan sona mesnevî nazım şekliyle kaleme
aldığı ve 1781 beyitten teşekkül eden Esrâr-nâme isimli eseri, 18 beyitlik “tahmîd”
ile başlamaktadır. Akabinde “der-medh-i rasûl-i ekrem salla’llâhu ‘aleyhi ve se-
lem” başlığı altında 36 beyitlik manzumede Hz. Peygamber ile Hulefâ-i Râşidîn’i
methedip onların faziletlerini açıklamıştır. Tebrizli Ahmedî daha sonra, beyit
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 331
sayısı 21 ila 65 beyit arasında değişen 39 tane “sırr-ı Hakk”ı ihtiva eden çeşitli
hikâyelere yer vermiştir. Ayrıca “mev’iza” başlığı altında 3 beyitlik bir nasihat
da kaleme almıştır. Eser, 77 beyitlik “hâtime-i kitâb” bölümüyle sona ermekte-
dir. Ancak Tebrizli Ahmedî’nin Esrâr-nâme’sinde, “tahmîd”den önce yer alan 84
beyitlik bölüm dikkat çekmektedir. Çünkü mesnevîlerin belli bir tertip özelliği
vardır. Buna göre mesnevîlerin “giriş bölümü”nde genellikle “besmele”, “tahmîd”,
“tevhîd”, “münâcât”, “na’t”, “mi’râc”, “mu’cizât”, “din ulularına övgü: medh-i çihâr-
yâr-i güzîn, Hz. Hamza ve Abbâs’a övgü, Hz. Hasan ve Hüseyin’e övgü, dört mez-
hep kurucusuna övgü, 12 İmama övgü, diğer dîn büyüklerine övgü”, “şâirleri
övgü”, “pâdişah için övgü”, “devlet büyüğü için övgü”, “sebeb-i te’lîf” bölümleri
bulunmaktadır (Kartal 2011: 556-76, 610). “İnsan vücudunun bir şehre benzedi-
ğinden, akıl ve nefsin orada iş yaptığından ve gönlün Hak hazinesi olup organ-
ları ibadete davet ettiğinden” (bkz. Yavuz 2000: I/1-2/211) bahseden bir bölümle
başlayan Esrâr-nâme ise, “besmele”, “tahmîd” ve “tevhîd”in birlikte ve sırayla iş-
lendiği bölümle devam etmektedir. Bu durumun mesnevîlerin yukarıda belirt-
tiğimiz “giriş bölümü”nün tertip özellikleriyle örtüşmediği dikkat çekmektedir.
Burada şu noktanın belirtilmesini de faydalı görüyoruz. Mesnevîlerin doğru-
dan “Allah lafzının vasfı”, “kaleme hitap”, “konuya girerek”, “dua”, “sultana övgü”,
“bir din büyüğüne övgü” veya “padişaha övgü” manzumesiyle ya da eserin is-
minin belirtildiği bir beyitle başladığı da görülmektedir (Kartal 2011: 575-76, 610).
Ancak bu bölümlerden sonra, Esrâr-nâme’de olduğu gibi “besmele”, “tahmîd”,
“tevhîd”, “na’t” gibi bölümlerin yer almadığı müşahede edilmektedir. Bu da Esrâr-
nâme’nin başında yer alan ve “giriş bölümü” olarak nitelendirilen kısımda bir
problemin olduğunu ortaya koymaktadır. Tebrizli Ahmedî’nin eserinin başında
bulunan bu kısım, Âşık Paşa tarafından yazılan Garîb-nâme isimli mesnevînin
ikinci bâbının dokuzuncu hikâyesi ile büyük oranda benzerlik göstermektedir.
Her iki bölüm de, aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme alınmıştır.
Hatta kafiye ve rediflerinin de büyük oranda birbirlerine benzediği görülmek-
tedir. Ayrıca pek çok beyit ve mısra, her ikisinde aynı olup nüsha farklılıkları
dikkate alındığında birbirinden farklı olan beyit ve mısraların da aynı olduğu
müşahede edilmektedir. Esrâr-nâme’nin “giriş bölümü” olarak telakki edilen,
ancak Âşık Paşa’nın Garîb-nâme isimli mesnevînin ikinci bâbının dokuzuncu
hikâyesi olan ilk 84 beyti eserden çıkarmak ve eseri “besmele” şiiriyle başlayan
“tahmîd” ile başlatmak daha doğru olacaktır. Böyle yapıldığında ise, eserin 1865
beyitten değil, 1781 beyitten oluştuğu görülecektir.
Bu eser Esrâr-nâme’nin tam bir tercümesi değildir. Nitekim Esrâr-nâme’deki
39 hikâyeden sadece üçü Attâr’ın Esrâr-nâme’sinden tercüme edilmiştir. Bu eserin,
Esrâr-nâme adını alması, Attâr’ın aynı isimli eserinden ziyade, burada zikredilen
332 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
ve anlatılan hikâyelerin hüviyetiyle ilgili gibi görünmektedir. Nitekim Tebrizli
Ahmedî, şiir hakkındaki görüşlerini beyan ederken söylediği;

Şi’r kim ola husûsâ sırr-ı Hak


Cân u dil andan ala her dem sebak
(Ayan 1996: 157/1812)

beyti de, “can ve gönlün” şiirden ders alması için onun/şiirin sırr-ı Hak’tan yani
İlâhî sırdan teşekkül etmesi gerektiği düşüncesi de bunu göstermektedir.
Tebrizli Ahmedî, Esrâr-nâme’sindeki 25 hikâyeyi Attâr’ın Musîbet-nâme’sinden,
3 hikâyeyi Attâr’ın Esrâr-nâme’sinden, 2 hikâyeyi Attâr’ın Tezkiretü’l-evliyâ’sından,
1 hikâyeyi de Attâr’ın İlâhî-nâme’sinden tercüme etmiştir. Ancak tercüme edi-
len hikâyelerden 4’ü hem Musîbet-nâme’de hem Tezkiretü’l-evliyâ’da, 1 tanesi
de Tezkiretü’l-evliyâ ile Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde geçmektedir. Ayrıca Teb-
rizli Ahmedî’nin bir hikâyeyi de, Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden tercüme ederek
eserine aldığı dikkat çekmektedir. Bu da, Tebrizli Ahmedî’nin Esrâr-nâme’sini
Attâr’ın çeşitli eserlerinde anlattığı hikâyelerinden seçme yaparak oluşturdu-
ğunu göstermektedir. Nitekim Esrâr-nâme’de anlatılan hikâyelerden kaynağını
tespit ettiğimiz 31 hikâyeden 30’una Attâr’ın 4 eserinin kaynaklık ettiği görül-
mektedir. Buradan hareketle Esrâr-nâme için, Attâr’ın manzum ve mensur bazı
eserlerinden seçilen çeşitli hikâyelerin Türkçeye manzum olarak tercüme edil-
mesiyle oluşturulan bir “manzum hikâyeler antoloji”sidir denilebileceğini dü-
şünüyoruz. Tebrizli Ahmedî’nin tercüme ettiği hikâyelerde şu özellikler görül-
mektedir: Ahmedî bazen beyitleri doğrudan veya beytin mısralarının yerlerini
değiştirerek ya tercüme etmiş ya da mânâsını yorumlamıştır. Bazen beytin bir
mısraını tercüme ederken diğerini değiştirmiştir. Beyitlerin mânâsını yorum-
layarak genişletirken, bazı beyitleri de çıkarmıştır. Tebrizli Ahmedî’nin ter-
cüme ettiği hikâyelerde özellikle Attâr’ın kullandığı kelime ve terkipleri kullan-
dığı da dikkat çekmektedir. Tebrizli Ahmedî, ayrıca tercüme ettiği hikâyelerin
sonunda, Attâr’dan ve Mevlânâ’dan farklı bir şekilde çeşitli nasihatler vermekte,
çeşitli terimleri ise geniş bir şekilde açıklamaktadır. Bunun yanında Tebrizli
Ahmedî’nin, hikâyelerde bazı küçük farklılıklar yaptığı da görülmektedir. Teb-
rizli Ahmedî Attâr’dan tercüme ettiği hikâyeleri, özüne bağlı kalarak genişlet-
miştir (bkz. Kartal 2010).
Alî Şîr Nevâyî’nin Lisânü’t-tayr’ı (Canpolat 1995) onun hamse dışında ka-
lan mesnevîlerindendir. 3598 beyitten oluşan mesnevînin konusu, Attâr’ın
Mantıku’t-tayr’ından alınmakla birlikte birçok değişiklik ve ilâve yapılmıştır.
Nevâyî, 904/1498-99 yılında aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme
aldığı bu eserinde Farsça şiirlerindeki Fânî mahlasını kullanmıştır.
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 333
Bu dönemde yazılan dinî-tasavvufî eserlerin önemli bir kısmına Mevlânâ’nın
Mesnevî-i Ma’nevî (Mevlânâ 1370, 1925-1940, 1988, 1993)’sinin kaynaklık ettiği gö-
rülmektedir. Türk edebiyatında Mesnevî’nin Türkçeye İbrâhîm Bey’in tercüme
ve kısmen şerh ettiği on iki Mesnevî hikâyesinden sonra, ikinci tercüme ve şerhi,
Sultan II. Murâd’ın isteği üzerine 839/1436 tarihinde yazılan Mu’înî’nin Mesnevî-i
Murâdiyye (Yavuz 1977, 1982, 2007a) isimli eseridir. İki cilt olan eser, Mesnevî’nin
birinci cildinden seçilen parçaların manzum olarak yazılmasıyla oluşturulmuş,
seçilen kısımlar ayrıca şerhedilmiştir. Birinci ciltte, “padişah, cariye ve zerger
hikâyesi”, “bakkal ve papağan hikâyesi”, “Yahudi padişahla, hiristiyan düşmanı
olan vezirin hikâyesi” ile “tavşan ve aslan hikâyesi”; ikinci ciltte ise “Rum elçi-
sinin Hz. Ömer’i ziyareti”, “Hindistan’a giden bir tacirin papağanından o yerin
papağanlarına selâm götürmesi”, “Hz. Ömer ile çalgıcının hikâyesi”, “yoksul bir
Bedevî’nin fakirlik yüzünden karısı ile arasında geçenlerin hikâyesi” ile “omu-
zuna aslan resmi döğdürmek isteyen bir Kazvinli’nin hikâyesi” yer almaktadır.
Mu’înî, eserinin gerek birinci cildinde gerekse ikinci cildinde anlattığı hikâyenin
sonunda -hikâye bitsin veya bitmesin- konu ile alâkalı Farsça ve Türkçe gazeller de
yazmıştır. Mesnevî vezni olan “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan Mesnevî-i
Murâdiyye, kafiye bakımından oldukça zengindir. Eserde en çok cinaslı kafiye-
ler tercih edilmiştir. Bunun yanında bazı kafiye zorlamaları da görülmektedir.
Mesnevî-i Murâdiyye, dil yönünden devrinde yazılan diğer eserler gibi doğu ve
batı Oğuz Türkçesinin bir düğüm noktasını verir. Bu bakımdan bugün bazı ke-
lime ve seslerde ayrılıklar gösteren her iki Oğuz şivesinin ortak hususiyetlerini
üzerinde taşır. Dilin kullanılışı ise, eserdeki manzumelere göre değişiklik arze-
der. Şâir “münâcât”larda çok açık ve samimî bir Türkçeye yer vermekle bera-
ber, tercüme ve şerhlerde bunu biraz koyulaştırır. “Gazel” ve “kasîde” tarzın-
daki tasavvufî şiirlerinde ise dil daha da ağırlaşır. Eser, “açık ve ağdalılaşmaya
yüz tutmuş bir Türkçe ile yazılmış”tır.
XV. yüzyılın önemli halvetî şeyhlerinden olan Dede Ömer Rûşenî’nin Ney-
nâme (Uzun 1990) isimli mesnevîsi, konusunu Mesnevî’nin ilk 18 beytinden al-
mıştır. Mesnevî gibi aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan eser, ilk
18 beytin tercüme ve şerhi mahiyetinde olup 1028 beyittir. Aslında belli bir adı
bulunmayan mesnevî, “hâtime”siyle birlikte 24 bölümden oluşmaktadır (Uzun
1994: 82). Eser, Mesnevî’de neyin ahvalinden bahseden beyitlerin çevirisiyle baş-
lar. Daha sonra neyin İlâhî sırları terennüm edişi, mecâzî ve tasavvufî mahi-
yette uzun uzun anlatılır. Bu vesileyle tasavvuf, tarikat âdâb ve erkânı, tarîkat-ı
Halvetiyye ve ehl-i tarîk tarif edilmiştir (Tunç 1997: 240). Ayrıca eserde tasavvufî
aşka dair izahların yapıldığı kısımlar da mevcuttur (Uzun 1994: 82). Dede Ömer
Rûşenî’nin Çoban-nâme (Ünal 2003)’si de, Mesnevî’de geçen “Mûsâ ile Çoban”
334 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
adlı kıssanın genişçe yapılmış tercümesidir. Yaklaşık 1000 beyit olan eser, 25 bö-
lümden oluşmaktadır. “Kıssa-i çûbân içün ey ehl-i dil / Fahr-i cihân fahrini târîh
bil” beytindeki “fahr” ibaresinin ebced hesabına göre 880/1475-76 tarihinde ta-
mamlanan mesnevî, aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır. Dinî-
tasavvufî mahiyetteki bu eserin başında yer alan Farsça mensur kısımda, kıssa-
nın Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden alındığı bildirilmiştir. Hz. Mûsâ’nın Tûr Dağı’na
gidişinin nazmedilmesiyle başlanan manzume, yolda Tanrı’ya münâcâtta bulu-
nan bir çobana rastlamasıyla devam etmektedir. Kendi lisanınca, cahilce, ama
gönülden Tanrı’ya yakaran Çoban’ın bu münâcâtı Hz. Mûsâ’yı kızdırır. Çobanı,
küfre girdiğini söyleyerek azarlar. Tanrı’ya karşı büyük bir günah işlediği düşün-
cesine kapılan Çoban fevkalâde üzüntü duyar, döğünmeye ve Allah’a yalvarmağa
başlar. Allah (c.c.) Hz. Mûsâ’ya vahiy yoluyla, yaptığının çok fena ve yanlış ol-
duğunu, zahire önem vererek Çoban’ı kendisinden ayırdığını, Çoban’ın sözleri-
nin gönül diliyle söylenmiş samimî sözler olduğunu bildirir ve Çoban’dan özür
dilemesini emreder. Eser, Hz. Mûsâ’nın münâcâtı, nasihat ve temsillerle devam
eder. Ney, âşık ve aşk hakkındaki temsil, manzume ve hikâyeden sonra şarâb-ı
ma’nevîye dair söylenen beyitlerle eser bitirilir (Külekçi 1999: I/391). Çoban-nâme,
Rûşenî’nin eserlerinin külliyat hâlindeki yazmalarının hepsinde bulunduğu gibi,
müstakil yazmalarına da rastlanmaktadır.
Ahmed-i Dâ’î tarafından yazılan Vasiyyet-i Nûşirevân-ı Âdil Be-püsereş
Hürmüz-i Tâcdâr (Ertaylan 1952: 299-308; Kaplan 1993; Yeniterzi 2006), tamamen
didaktik mahiyette bir eserdir. 115 beyitten oluşan mesnevî, aruzun “mefâîlün
mefâîlün feûlün” kalıbıyla kaleme alınmıştır. Mesnevînin başında yer alan do-
kuz beyitlik “mukaddime” ile “hâtime”deki bir kısım beytin dışında kalan bölüm
Farsçadan tercüme edilmiştir. Adaletiyle meşhur Nûşirevân’ın oğlu Hürmüz’e hi-
taben verdiği nasihatları ihtiva eden bu didaktik eser, aynı zamanda bir “siyaset-
nâme” özelliğine de sahiptir. Dâ’î, baştan sona cinaslarla örülü bu eserini oluş-
tururken âyet, hadîs ve atasözlerinden istifade etmiştir. Mesnevî, hikmete, söze
ve ilme dair medihkâr bir girişle başlar, akabinde Nûşirevân’ın adaleti övü-
lür. Nûşirevân tahtını, tacını büyük oğlu Hürmüz’e bırakıp ona: Adaletle hük-
metmesini, dünya varlığına aldanmamasını, her işte akılla muamele etmesini,
bir söz söylemeden önce iyice düşünmesini, yalan söylememesini, dilin insa-
nın tercümanı olduğunu, meşverete önem vermesini, başladığı işi bitirmesini,
iyilik etmesini, gazap vakti sabretmesini, tevazu sahibi olmasını, gönül kırma-
masını, sözünde durmasını, riyadan sakınmasını, herkese ikram etmesini, hü-
ner ehlini gözetmesini, kimsenin aybını kınamamasını, kötülere aman verme-
mesini, kendine sığınanı hoş tutmasını, düşmanlarından emin olmamasını,
her işte Tanrı’ya dua etmesini ve halka merhamette bulunmasını öğütler. Eser,
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 335
nasihat ve nasihat dinlemenin medhi ile sona erer (Çelebioğlu 1999: 134). Eser,
çocuk muhatap alınarak yazılan ilk nasîhat-nâme kabul edilmektedir. Nitekim
Ahmed-i Dâ’î burada, Hürmüz sembolinden hareketle bütün çocuklara nasi-
hat vermeyi amaçlamıştır.
Boyacıoğlu’nun 224 beyitten oluşan mesnevîsini de ahlâkî ve didaktik
eserler arasında gösterebiliriz. XV. asrın ilk yarısında yazıldığı tahmin edilen
eserin “tevhîd” ve “münâcât” bölümü “mefâîlün mefâîlün feûlün”, asıl konu-
nun işlendiği kısım ise “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır. Mevcut
nüshalarda ismi bulunmayan bu mesnevîye, Âmil Çelebioğlu konusu itibariyle
Anâsır-ı Erba’a (Deniz 2000) adının uygun düştüğünü kaydetmektedir. Nitekim
eserde, anâsır-ı erba’a denilen su, ateş, toprak ve havanın vasıfları belirtildikten
sonra, edebî veya tasavvufî bazı teşbihlerle insanların ahlâkı arasında münase-
betler kurulmuştur. Manzumede, bizzat dört unsurun hususiyetlerini tespit et-
mek gayesinden çok, bu unsurların bazı vasıfları dolayısıyla insanın ahlâkının
güzelleştirilmesi hususu telkin edilmek istenmiştir (Çelebioğlu 1999: 138). Mevcut
hâliyle eser, klâsik tarzda tertip edilmiş mürettep bir mesnevî görünümündedir.
XV. asır Seyyidgazi Dergâhı dervişlerinden olan Germiyanlı Yetîmî’nin, aru-
zun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla ölümü hatırlatarak, dünyada iyi amel-
ler işleme gereğini belirtmek için yazdığı 99 beyitlik İbret-nâme’sini de (Kaplan
1995: 15) burada belirtelim.
Bu katagoride değerlendirebileceğimiz diğer bir eser de, Şeyh Baba Yûsuf-ı
Sivrihisârî tarafından 913/1507-1508 tarihinde aruzun “mefâîlün mefâîlün
feûlün” kalıbıyla Sultan II. Bâyezîd döneminde yazılan Mevhûb-ı Mahbûb’dur
(Kartal 2000a, 1998). 7968 beyitten oluşan mesnevînin, Konya’da Koyunoğlu Kü-
tüphanesi 13921 numarada kayıtlı nüshasının başında kırmızı mürekkeple ya-
zılmış Kitâb-ı Mahbûbiyye ibâresi olmasına rağmen, eserin “hâtimetü’l-kitâb”
bölümünde geçen:

Kitâbun adını Mahbûb-ı Mahbûb


Kodum feth itdi Hak itmedi mahcûb

beyitten asıl isminin Mahbûb-ı Mahbûb olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Orhan


Ersoy’da bulunan eserin diğer nüshasında ise, ismi Mevhûb-ı Mahbûb şeklinde
geçmektedir. Baba Yûsuf eserine “tevhîd” ile başlar. Akabinde “münâcât”, “na’t” ve
dört halifeyi ayrı ayrı medihten sonra, sözü devrin padişahı Sultan II. Bâyezîd’e
getirerek “nasîhat li-sultân” başlığı altında ona çeşitli nasihatlarda bulunmuştur.
Daha sonra çeşitli konulara değinen şâir, “sebeb-i te’lîf-i kitâb” başlığı altında
eserini yazış sebebini açıklamıştır. Baba Yûsuf, bazen konu başlığı vererek ba-
zen de “tenbîh, cevâb, hikâyet, hisse, temsîl, te’vîl, insâf, dakîka, nükte, nasîhat,
336 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
tahrîs, fevâyid, irşâd” gibi başlıklar altında yaratılış, Hz. Âdem’in ve evladının
yaratılışı, resûl ile nebî arasındaki fark, duâ, Hz. Muhammed’in yaratılışı, isim-
leri, sıfatları, hicreti, savaşları, mi’râcı, vefatı, Hz. Fâtıma’nın vefatı, uhuvvet, duâ
ve duâ çeşitleri, Kaf Dağı, çeşitli dinî meselelerde verilen fetvalar, tasavvuf, iman,
şeriat, hakikat, dervişlik, mahabbetu’llâh...gibi birçok dinî-tasavvufî konuya te-
mas etmiştir. Baba Yûsuf, bir Müslümanın dinî vecibelerini tam ve doğru ola-
rak yerine getirmesi ve dinî hayatını tanzim edebilmesi için mensubu olduğu
İslâm dininin ahkâmını çok iyi bilmesiyle mümkün olduğunu bildiğinden, ese-
rini telif ederken anlattığı konuları muhakkak bir âyet veya hadîse dayandırmış,
bazen de hikâye ve menkıbelerle zenginleştirerek okuyucuya hatırlatmak, onun
bu yoldaki azmini kuvvetlendirmek ve ona gerçek huzuru tattırmak yoluna git-
miştir. Eser, nasîhat-nâme özelliği taşıdığından edebî hiç bir kaygı güdülmeyip
halkın anlayabileceği bir dille ve sohbet havasıyla yazılmıştır.
Yûsuf Hakîkî Baba’nın aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan
ve 3696 beyitten oluşan Mahabbet-nâme (Çavuşoğlu 2009)’si, tasavvufî ve ahlâkî
bir hüviyete sahiptir. Tasavvuf ve tasavvufî kavramlar üzerinde durulan eserde,
müritlik, şeyhlik ve mürit ile şeyh arasındaki ilişki de değerlendirilmiştir. Yazıl-
dığı dönemde görülen bazı eksiklik ile yanlışlıkların eleştirildiği eserde, ayrıca
ahlâkî bazı değerlere yer verilmiştir. Fâtih devrinde Mehmed bin Sinâeddîn ta-
rafından 886/1481 tarihinde yazılan Delîlü’l-‘ibâd (İstanbul Üniversitesi Kütüpha-
nesi TY nr. 179), Sultan II. Bâyezîd’i ve veziri Mustafâ Paşa’yı öven Demirhisarlı
Âbidîn’in manzum Şir’atü’l-islâm çevirisi (Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya
Fakültesi Kütüphanesi İ. Saib, 3161) ile manzum Tecvîd Kitâbı (Edirne Selimiye Kü-
yüphenesi nr. 982) da bu yüzyılda yazılan dinî mesnevîlerdendir. Dinî mesnevîler
içerisinde gösterebileceğimiz Serezli Sa’dî’nin Süleymân Peygamber’in hikâyesini
muhtevi Süleymân-nâme’sini de burada zikredelim. 3500 beyitten oluşan eserin
nüshası bugün elimizde mevcut değildir. Firdevsî, Süleymân-nâme-i Kebîr isimli
eserinin mukaddimesinde zikrettiği bu eser için, Sultan II. Murâd’ın Ahmedî,
Şeyhî, Şeyhoğlu ve Ahmed-i Dâ’î gibi şâirlere Süleymân-nâme yazmalarını tav-
siye ettiğini, ancak bunların yazamadıklarını, mecliste bulunan Serezli Sa’dî’nin
yazdığını, bu eserin ise kendi eserinin yanında denizde bir damla mesabesinde
olduğunu ifade etmektedir (Akkaya 1988: 52-53; Çatıkkaş 2009: 12).
Bu katagori içerisinde değerlendirmemiz gereken eserlerden biri de Alî
Dede Bey bin İlyâs’ın Bahrü’l-garâ’ib’idir. Hem konu hem de sunuş itibariyle bu
asra ait tipik bir eser olup şâir ile hikmet arasında geçen uzun bir mukâlemeden
oluşmaktadır. 905/1500’de tamamlanan eserde şâir, yaratılışın sırları, İlâhî âlem,
insanın tabiatı ve diğer muğlâk meselelerle ilgili bir dizi sorular sorarken Hik-
met de bu sorulara uygun ve çoğu kez oldukça uzun olan cevaplar vermektedir.
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 337
Edebî olarak fazla değeri olmayan eser, sâde ve samimî bir üslûpla kaleme alın-
mıştır (Gibb 1999: I-II/545-48).
Halvetiye tarikatı şeyhlerinden Dâvûd-ı Halvetî’nin, Hz. Alî ile büyük ta-
rikat şeyherinin çeşitli sözlerinin tercüme ve açıklamalarından oluşan Gülşen-i
Tevhîd (Elgin 1965)’i, tasavvufî bir hüviyete sahiptir. İsfendiyar oğlu Ahmed
Bey’in isteği üzerine kaleme alınan eserde, aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün”
kalıbı kullanılmıştır.
Asrın mutasavvıflarından Eşrefoğlu Rûmî’nin Makâlât’ı da burada zikre-
dilmesi gereken eserlerdendir. Mesnevî tarzında yazılan ve 25 beyitten oluşan
eserin tek nüshası Süleymaniye Kütüphanesi Mihrişah Sultan Böl. nr. 185/4’te
bulunmaktadır (Güneş 1998: 96-97).
Mihrî Hatun’un aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme aldığı
461 beyitlik Tazarru’-nâme (Arslan 2007: 167-69, 351-89)’si, hüviyeti itibariyle dik-
kat çekmektedir. Mihrî’nin muhtemelen hayatının sonlarında yazdığı eserinin
bazı bölümlerinde farklı kalıpların kullanıldığı görülmektedir. Konuya uygun
âyetlerle tezyin edilen Tazarru’-nâme, “tevhîd”, “münâcât, “na’t”, “niyâz”, “du’â”,
“yakarış”, “pişmanlık”, “nefsine öğütler”, “diğer insanlara aktarılan öğüt mahiye-
tinde hayat tecrübeleri”, günahlardan af dileme” gibi konuları ihtiva etmekte-
dir. Eser, ömrünün sonlarına gelmiş tam bir mümin kadının itiraf ve pişman-
lıklarıyla dolu manzume niteliğine sahiptir.
Bu asırda Ahmed-i Dâ’î tarafından kaleme alınan Çeng-nâme (Alpay 1975;
Alpay Tekin 1992), hüviyeti itibariyle dikkat çekmektedir. Ahmed-i Dâ’î’nin, Emîr
Süleymân’ın eğlence meclislerinden aldığı ilhamla nazmettiği sanılan ve yer yer
tasavvufî fikir ve motiflerle süslü bu didaktik-romantik mesnevîsi, gerek kendi
mevzuunda gerekse zamanına kadar telif edilmiş mesnevîler arasında ilk ori-
jinal mesnevî mahiyetindedir (Şentürk 2002: 79). Çeng-nâme’nin uzun bir süre
adının Ceng-nâme, konusunun da savaş olduğu zannedilmiştir. Eserin ismi,
Anadolu’da yazılan ilk tezkirelerimizden olan hem Sehî Bey’in (İsen 1980: 113)
hem de Latîfî’nin (Canım 2000: 165) eserlerinde Çeng-nâme olarak tespit edilmiş-
tir. Ancak daha sonra yazılan Hasan Çelebi’nin tezkiresi (1989: I/139) ile Keşfü’z-
zünûn’da (Kâtib Çelebi trhs.: I/607) Ceng-nâme şeklinde kaydedildiği görülmekte-
dir. Bu da eserin isminde bir karışıklığın oluşmasına sebebiyet vermiştir. Ayrıca
Gelibolulu Âlî, Künhü’l-ahbâr’ında “Husûsâ Ferah-nâme nâm bir risâle nazm
idüp rezm ü cenge müte’allik nice teşbîhât-ı rengîn îrâd itdüginden....” (İsen 1994:
106-107) diyerek Çeng-nâme’yi Kemâloğlu İsmâ’îl’in eseriyle karıştırmış, adının
Ferah-nâme, konusunun da savaş olduğunu kaydetmiştir. Bu da eserin ismin-
den sonra, konusunun da yanlışlıkla savaş olduğu düşüncesinin kabul edilişine
sebep olmuştur. Nitekim daha sonra yazılan eserlerde bu yanlışlıkların devam
338 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
ettiği görülmektedir. Eserin ismi Kâmûsu’l-a’lâm (Şemsettin Sâmî 1996: I/798)
ve Türk Edebiyatı Nümûneleri’nde (Hıfzî Tevfîk vd. 1926: 205) Ceng-nâme olarak
geçtiği görülmektedir. Bursalı Mehmed Tâhir, “ceng-nâme” makamında Ferah-
nâme isminde bir eser yazdığını belirtmektedir (1333: II/171). Meşhur Adamlar
(Gövsa trhs.: 28) ve Yeni Osmanlı Târîh-i Edebiyyâtı’nda (Köprülüzâde 1332: 191)
Hammer’in tarihinden naklen Çeng-nâme ve Ferah-nâme isminde iki farklı eser
yazdığı ifade edilmektedir. Gibb ile Hammer’in de aynı hatayı devam ettirdik-
leri görülmektedir. Gibb, Şehzâde Süleymân ile kardeşleri arasında geçen müca-
deleleri anlatan Ceng-nâme adında manzum bir tarihi olduğunu (1999: I-II/170),
Hammer ise, Ceng-nâme ve Ferah-nâme yazdığını (Köprülüzâde 1332: 191) kay-
deder. Hammer daha sonra yazdığı bir makalesinde yapmış olduğu bu yanlışını
düzeltmiştir (Kut 1989: 58). Nihayet eserin bulunmasıyla bütün şüpheler ortadan
kalkmış, adının Çeng-nâme, konusunun da çeng55 adı verilen Türklere ait bir
musiki aletinin alegorik ve mistik bir şekilde anlatıldığı anlaşılmıştır.
808/1405 tarihinde, Emîr Süleymân adına aruzun “mefâîlün mefâîlün
feûlün” kalıbıyla yazılan eser, 1446 beyitten müteşekkildir. Eserin sadece bir
parçasının değişik vezinle kaleme alındığı görülmektedir. Eser, çengin 24 teli ve
doğu musikîsinin 24 makamına paralel olarak 24 bölüme ayrılmıştır.
Eser bir “tevhîd” ile başlayıp “münâcât” ve “na’t”tan sonra, Emîr Süleymân
adına yazılmış bir “medhiye” ve “du’â”yı ihtiva eder. Daha sonra “ser-âgâz-ı
dâsitân” başlığı altında şâir, kendini medhederek bir sabah ve uzunca bir tabiat
tasviri ile mevzuya girer. Yeşillikler ve çeşitli hayvanlarla süslü bir bağı, ardın-
dan bu bağ içinde kurulmuş bir işret meclisini, daha sonra da bu mecliste ça-
lınan bir sazı yani çengi tasvir eder. Burada şâirin önce mevsimi ve tabiatı, bu
güzellikler arasındaki bir bahçeyi ve bu bahçe içindeki işret meclisini, sonra da
bu mecliste çalınan bir sazı tasvir edişinde, en geniş mekânlardan tek bir ob-
jeye ve objenin en ince teferruatlarını tasvire geçiş şekli eserin orijinalliğini or-
taya koymaktadır. Çeng’in birinci tarif ve tasviri bittikten sonra, bu eserde çeng
ağzından söylenmiş ve Emîr Süleymân devrinde işret etmek gerektiğini telkin
ederek hükümdarı öven bir “terci-bend”, bunu müteakip de Ahmed-i Dâ’î’nin
55
Çeng, kanuna benzeyen ve dik tutularak çalınan bu saz, şekil bakımından Batı mu-
sikisi sazlarından harpa benzemektedir. Bu saz çanak, boyun, perde, deste ve kirişler
olmak üzere beş bölümden oluşmaktadır. Çanak tanbura şeklinde olup tek parçadan
oluşmaktadır. Boyun kısmı at boynu gibi uzun ve eğridir. Perde kısmı ise, yaklaşık
iki karış uzunluğundadır. Çengin genel olarak sekizerli üç grup hâlinde yirmi dört
kirişi (tel) bulunmaktadır. “Had”, “zîr” ve “müselles” adını alan bu gruplardan zîrler
sol elin, diğerleri ise sağ elin parmaklarıyla çalınmaktadır. Sol kola alınarak çalınan
çeng, parmağa geçirilen mızrapla da çalınabilmektedir (bkz. Güldaş 1993).
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 339
çeng ile soru-cevap şeklinde muhaveresi yer almaktadır. Bu karşılıklı konuşma
sırasında geçen her bir beyit, sözü edilen sazın şeklini ve hususiyetlerini uzun
uzun en ince teferruatına kadar tarif ve tasvir eder mahiyettedir. Şâir bundan
sonraki bölümlerde çengin telleri, ahşap kısmı ve üzerindeki ceylan derisiyle
soru-cevap şeklinde yeni bir muhavere faslı açmıştır. Bu kısımda yer alan özel-
likle tasvirlerin canlılık ve orijinalliği takdire şayandır. Çengin ipek telleri tas-
vir edilirken ipek böceğinin dut yaprakları ile beslenmesi, böceğin koza hâline
girmesi -ki burada tasavvufî motiflere de genişçe yer verilmiştir- nihayet ipek teller-
den türlü kumaşlar dokunması ve bu tellerden bir kısmının eğrilerek saz teli
hâline getirilmesi, tellerin ağzından büyük bir ustalıkla tasvir edilmiştir. Ah-
şap kısmının oluşması ağacın dilinden anlatılır. Hemen ardından çengin de-
risi söze gelerek dağdan dağa atlayan bir ceylan oluşunu, nasıl avlandığını, vü-
cudunun muhtelif yerlerinin parçalanarak kebap edilip yenilişini, derisinin bir
debbağa verilişini öylesine canlı ve kuvvetli bir şekilde tasvir eder. Deri, çengin
üzerine takılana kadar geçirdiği safhaları anlattıktan sonra -bu kısımda dericilik
ve musiki ile ilgili teknik ıstılahlar tam bir vukufla ve maharetle kullanılmıştır- şâir bu
defa çengin yapıldığı tahtaya soru yöneltir. Tahta da bir zamanlar nasıl bir ağaç
olduğunu yani servi anlatır. Son olarak çengin kıl perdesi söz alır ve eser biter
(Şentürk 2002: 79-80).
Çeng-nâme, yer yer “sâkî-nâme” özelliği taşıyan pitoresk ve romantik bir
eser olup güzel bir efsane ve destan mahiyetindedir. Hem kullanılan dil hem ifade
ediş tarzı hem de edadaki canlılık ve samimiyet yönünden devrinin en mükem-
mel eserlerinden biri olduğu görülmektedir. Eserde yer yer güzel Türkçe tabirler
ve sâde mısraların kullanıldığı müşahede edilmektedir. Güzel bir teknik tarafı-
nın da olduğu eser, bütün evsafıyla devrinin en üstün şiirlerinden olup nazım
dili ve ritmi bakımından da ileri seviyededir (Kocatürk 1970: 138).
Bu eserde çeng bir sembol olarak kullanılmıştır. Burada çeng, insanı, özel-
likle de aşığı simgelemektedir. Bu kişi, aslından ayrılmış garip zavallı birisi olup
geldiği yerde yani dünyada tutsak gibidir. Burada bulunmaya mahkûm edilmiş-
tir. Başka bir deyişle Mevlânâ’da “ney” neyi temsil ediyorsa, burada da çengin
onu ifade ettiği görülmektedir (İsen 1993: 9).

Aşk Mesnevîleri
Bu asır mesnevîlerinin bir diğer dalını, konu olarak aşkı esas alan eserler
oluşturmaktadır. Bunların gerek sayı gerekse kalite bakımından bu asrın dinî-
tasavvufî-ahlâkî mesnevîleriyle aşağı yukarı aynı yeri tuttukları görülmekte-
dir. Konu itibariyle XIV. yüzyılın bir devamı niteliğini taşıyan bu devir aşk
mesnevîlerinde, İran mesnevîciliğinin klâsik konularına karşı XVI. ve özellikle
340 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
XVII. asırda gösterilen tepkinin birkaç örnek dışında henüz ortaya çıkmadığı
görülmektedir. İran’ın bu daldaki konuları, ister telif, ister nazire, isterse ter-
cüme yoluyla olsun cazibesini devam ettirmiştir (Tolasa 1982: 7). Ancak klâsik
şâirlerimizin özellikle bu konuların işlenişinde, tasvirlerde ve eserin üslûbunda
kendilerine has bir tarzı yakalama amacını daima göz önünde bulundurdukları
görülmektedir. Bunda belirli ölçülerde başarılı olarak yazdıkları eserlere “türkî
libas” giydirmeyi başarmışlardır.
Bu dönem aşk mesnevîlerinden birisi “Yûsuf u Züleyhâ” hikâyesidir. Kur’ân
tabiriyle “ahsenü’l-kasas” yani kıssaların en güzeli olarak nitelendirilen bu konu,
Arap edebiyatında daha ziyade mensur olarak işlenmiş ve bu mensur eserlerin
içine bazen küçük manzumeler serpiştirilmiştir. İran edebiyatında ise manzum
ve mensur olarak yazılmış pek çok örneği vardır. İran edebiyatında bu konuyu
işleyen ilk mesnevîler, Ebu’l-Müeyyed-i Belhî ve Bahtiyâr-ı Ahvâzî’ye ait olup,
her iki mesnevî de kayıptır. Firdevsî-i Tûsî’ye ait olduğu ileri sürülen mesnevî
(Sadîk 1374) ise, İran edebiyatında Abdurrahmân-ı Câmî’nin eserinden önce ya-
zılan Yûsuf u Züleyhâ hikâyelerinin en meşhurudur. Türk şâirler üzerinde etkisi
olan ve İran edebiyatında bu konuyu işleyen en meşhur eser Mollâ Câmî’nin
Yûsuf u Züleyhâ mesnevîsidir. Bunda en büyük amil ise, kaynağını Kur’ân-ı
Kerîm’in oluşturmasıdır. Türk edebiyatında ise devrin en güzel Yûsuf ve Zelîhâ
mesnevîsi vasfını Hamdullâh Hamdî (öl. 1503)’nin eseri (Onur 1986, 1991; Öztürk
2001; Kartal 2003c) kazanmıştır. 897/1491-92 tarihinde aruzun “feilâtün mefâilün
feilün” kalıbıyla yazılan eser, 6215 beyitten oluşmaktadır. Hamdî, mesnevîsinin
çeşitli yerlerinde yazdığı “gazel”ler ile “rubâ’î”de aruzun çeşitli kalıplarını kul-
lanmıştır. Eserine 5 beyitlik bir “besmele manzumesi” ile başlayan Hamdullâh
Hamdî, “tahmîd”, “tevhîd”, 2 manzumelik “münâcât”, “na’t”, “nûr-ı Mustafâ ve
Hz. Peygamber’in bazı mucizeleri”, “dört halife hakkındaki manzume”lerden
sonra, eserini yazma sebebini belirtmiş, babası Ak Şemseddîn hakkında yaz-
dığı medhiyenin akabinde ise, asıl hikâyeye geçerek burada Yûsuf ile Züleyhâ’nın
hikâyesini anlatmıştır.
Şâirin, mesnevîsinin asıl bölümünü oluşturan hikâye kısmında, girişten
farklı olarak genellikle Câmî’nin eserine bağlı kaldığı müşahede edilmektedir.
Ancak onun eserin aslından ayrıldığı yerler de oldukça fazladır. Hamdî, bazen
Câmî’de bulunmayan bölümler ilâve etmiş, bazen Câmî’de olan bazı bölümleri
genişletmiş, bazen de onda olan bazı kısımları takdim-tehir yaparak eserine
alıp anlatmıştır. Hikâyenin bazı bölümlerinde ise, olaylar aynı olmakla birlikte
bunların kuruluşunda ve gelişiminde küçük farklılıklara rastlanmaktadır (bkz.
Kartal 2003c: 103-11). Hamdî, genellikle tasvirlerde Câmî’ye bağlı kalmayıp farklı
davranmış ve kendi sanat kudretini göstermiştir (Kartal 2003c: 131-34). Ayrıca
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 341
Hamdî, Câmî’de olmayıp konu ile münasebeti olan çeşitli “rivâyet”, “nükte”,
“pend”, “hikâye” ve “mesele” de yer vererek Mollâ Câmî’den ayrılmıştır (Kar-
tal 2003c: 113-15). Bunun yanında Hamdullâh Hamdî’nin, eserini oluştururken
Câmî’de geçen pek çok beyti tercüme ettiği görülmektedir. Fakat bu tercüme-
ler, ekseriyetle kelime kelime olmayıp daha çok meâlen yapılmışlardır. Ayrıca
bu tarz tercümelerde Hamdî’nin çeşitli tasarruflarda bulunduğu görülmektedir.
Tasvirlerde serbest hareket eden Hamdî, kendi sanat kudretini özellikle bu bö-
lümlerde göstermiştir. Eserinde mesnevî formunun dışında çeşitli nazım şekil-
lerini de kullanarak Câmî’den ayrılması dikkat çekmektedir.
Şâirin özellikle kardeşlerinden gördüğü kötü muamelelerden sonra kendi-
sini Hz. Yûsuf ile özdeşleştirmesi sonucu, hissederek yazdığı Yûsuf ve Züleyhâ’sı
gerek lisan ve üslûp gerekse nazım şekli ve tekniği bakımından o zamana ka-
dar bu konuda yazılmış Türkçe mesnevîlerin en güzelidir (Köprülü 1989: 629-30).
Zamanında büyük ilgi gören Yûsuf ve Züleyhâ, Sultan II. Bâyezîd namına ithaf
edilmişse de, padişah tarafından iltifat görmeyen şâir, eserin baş tarafındaki
padişaha ait medhiyeleri sonradan kitabından çıkarmıştır. Daha sonraları aynı
mevzûda eser veren Kemâl Paşa-zâde tarafından, “Eğer Hamdî’nin mesnevîsini
evvelce görmüş olsa idim bu mevzû’a el sürmezdim” denilmek suretiyle takdir
edilmiş ve Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn mesnevîsi yazılıncaya kadar Türk ede-
biyatının en büyük ve seçkin mesnevîsi sayılmıştır. Hamdî, bu mesnevîyi ehl-i
sünnet müfessirlerinin rivayetlerine en uygun şekilde yazan şâirlerden biri ola-
rak da dikkat çekmektedir (Tuman 1961: 23).
Burada Çâkerî (öl. 900/1494-95’den sonra) tarafından yazılan Yûsuf u Züleyhâ
(Yıldız 2013; Nalbat 2012)’yı da belirtmek gerekmektedir. 900/1494-95 tarihinde
Sultan II. Bâyezîd’e ithafen aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan
eser, 4203 beyitten oluşmaktadır. Sehî Bey’in “bî-bedel” olarak vasıflandırdığı
eserin bilinen tek nüshası, Millî Kütüphane, Adnan Ötüken Koleksiyonu’nda
(nr. 2611) bulunmaktadır. Klâsik mesnevî tertibine uygun olarak kaleme alınan
ve baştan sona “mesnevî” nazım şeklinin kullanıldığı eser, Câmî’nin aynı adlı
eserinin tercümesidir. Nitekim konunun tertibi, anlatımı ve bölüm başlıkları
Mollâ Câmî’nin eseriyle paralellik göstermektedir.
Yûsuf u Züleyhâ’nın “giriş bölümü”nde, “besmele”nin ardından sırasıyla
“tahmîd”, “tevhîd”, “Cenâb-ı Hakk’ın varlığına deliller getirmek ve bu hususta
düşünmeye teşvik etmek”, “münâcât”, “na’t”, “mi’râciyye”, “şefâ’at”, “dünyanın ge-
çiciliği”, “Şehzâde Alemşâh övgüsü”, “güzellik ve aşk”, “sebeb-i te’lîf” ve “söz” baş-
lıklı bölümler yer almaktadır.
Hikâyeye, Hz. Âdem’in, gayb âleminde Yûsuf’u görüp onun güzelliğini öv-
mesiyle başlanmış, akabinde Yûsuf’un ve Züleyhâ’nın güzelliklerinin anlatıldığı
342 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
manzumelere yer verilmiştir. Züleyhâ’nın, rüyasında Yûsuf’u görmesiyle devam
eden hikâye, Hz. Yûsuf’un vefatı ve Züleyhâ’nın bu acıya dayanamayıp dâr-ı
bekâya göçmesiyle sona ermiştir.
“Felaketlerle dolu felekten şikâyet” başlıklı bir manzumeyle başlayan “bi-
tiş bölümü”nde, sırasıyla “müslümanlara öğüt” ve “nefis ile söyleşme” başlıklı
iki manzume kaleme alınmıştır. Daha sonra eserin tamamlanmasına vesile olan
Allah’a şükreden şâir, eserinin telif tarihini belirtmiştir.
Bu asırda yazılan diğer bir Yûsuf u Züleyhâ mesnevîsi ise, Tebrizli Ahmedî’ye
aittir (Yapıcı 2006; Kayık 2007; Çeri 2010). Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fa-
kültesi Kütüphanesi’nde (nr. 51) bulunan nüshası Nihat Azamat tarafından tanı-
tılmıştır (bkz. Azamat 1988). Bu mesnevî, XV. asırda Doğu ve Güneydoğu Ana-
dolu, Azerbaycan, İran ve Irak’ta büyük bir devlet kuran Akkoyunlu hükümdarı
Uzun Hasan’ın oğlu Ya’kûb Han devrinde, Akkoyunlular’ın Musullu boyu bey-
lerinden Halîl Bey’in isteği üzerine elli yedi günde Tebrîz’de kaleme alınmıştır.
Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan eser, şâirinin ifadesine göre
4035 beyitten müteşekkildir. Ancak eserin beyit sayısı 2801’dir. Bu durum nüs-
hanın bazı yapraklarının kopmuş olmasından kaynaklanmaktadır. Akkoyunlu
Ya’kûb Han döneminde yaşayan Hatâyî-i Tebrîzî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sı (Demir
2006; Yazar 2011: 291) ise 1234 beyitten oluşmaktadır. Hatâyî’nin mesnevîsinde
Câmî’nin tesiri görülmemektedir. O daha önce yazılan kıssa-ı Yûsuflardan et-
kilenmiştir. Ona aidiyeti kesin olmamakla beraber Kutbuddîn Ahmed Câm’a
atfedilen Yûsuf u Züleyhâ (Elçin 1984), 874/1469’da aruzun “müfteilün müftei-
lün fâilün” kalıbıyla yazılmış olup 2726 beyitten oluşmaktadır. Farsça mensur
bir Yûsuf u Züleyhâ hikâyesinden hareketle Türkçeye nazmedilen eser, Hüseyn-i
Baykara’ya ithaf edilmiştir (Eraslan 1986: 675-79).
Bu asrın Yûsuf u Züleyhâ yazarlarından biri de Abdülvahhâb’dır. Mesnevînin
Topkapı Müzesi Kitaplığı nr. H. 813’te bir nüshası mevcuttur (Karatay 1961: II/100).
Kaynaklarda Yûsuf u Züleyhâ sahibi olarak gösterilen XV. asır şâirlerinden Kı-
rımlı Abdülmecîd, Dür Big, Bihiştî Ahmed Sinân (Levend 1988: 129), Cemâlî
(Derdiyok 1994: 26-29) ve Bekâ’î (Şentürk 2002: 11)’nin eserleri ise bugüne kadar
elimize geçmemiştir.
Bu devir şâirlerince işlenen aşk hikâyeleri arasında “Hüsrev ü Şîrîn” de
önemli bir yer tutmaktadır. Hüsrev ü Şîrîn hikâyesi, Sasanîler döneminin son-
larında doğmuş, İslâmî dönemde ise son şeklini almıştır. 23. Sasanî hüküm-
darı Hüsrev-i Pervîz’in (590-628), bir Ermeni prensesi veya Hozistanlı bir kız
olan Şîrîn’le olan aşkını konu almaktadır. Parça parça olarak eski kitaplardan
Câhiz’in Kitâbü’l-mehâsin ve’l-ezdâd, Ebû Mansûr-ı Seâlebî’nin Gurerü’l-ahbâr,
Ebû Alî Miskeveyh’in Nedîmü’l-ferîd, Ebu’l-kâsım-ı Firdevsî’nin Şâh-nâme, İbn-i
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 343
Nebâte’nin Şerhu’l-uyûn’unda manzum olarak ve birbirine benzer şekillerde an-
latılan bu hikâye, Nizâmî’nin kalemiyle edebî bir hüviyet kazanmıştır. Nizâmî’nin
bu ölümsüz eseri Türk şâirler üzerinde de etkili olmuştur. Anadolu’da yazılan
bu tür eserlerin ilk örneklerinde Nizâmî’ye uyulmuştur.
Bilindiği kadarıyla bu asırda yazılan ilk, Anadolu’da yazılan ikinci Hüsrev
ü Şîrîn hikâyesi Şeyhî’ye (Timurtaş 1980; Kanar 2011ç) aittir. Şeyhî, Hüsrev ü Şîrîn
mevzuunu kendisinden önce ve sonra gelen Türk şâirleri arasında en iyi işleyen
şâirdir. Birçok müellif bu eseri Türkçe yazılan Hüsrev ü Şîrîn mesnevîlerinin en
güzeli olarak kabul etmiştir. Şeyhî’ye göre mesnevî nazmetmek bir şehir kur-
maya benzer, gazel ise birkaç ev inşa etmek gibidir. Dolayısıyla şâirin asıl gü-
cünü ispat edeceği eser mesnevîdir (Şentürk 2002: 84). Şeyhî bu mesnevîsiyle şiire
vukufunu, şâirlikte kudretini göstermiştir. Hüsrev ü Şîrîn mesnevîsi, 1421-1430
yılları arasında Sultan II. Murâd adına aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalı-
bıyla yazılmıştır. 6944 beyitlik mesnevîde, 775 beyitlik bir girişten sonra on bir
bölümlük ana hikâyeye yer verilir. Ömrü vefa etmemesi sebebiyle Şeyhî tara-
fından bitirilemeyen esere yeğeni Cemâlî tarafından 109 beyitlik bir zeyil ya-
zılmış ve daha sonra Rûmî adlı bir şâir tarafından eserin son kısmını oluşturan
Şîrûye Vak’ası aynı vezinle tercüme edilmiştir.
Eserde sırasıyla “tevhîd”, “münâcât”, “na’t”, “yaratılış ve yaratıcıya hikmet
bahsi”, “kitabın telif sebebi”, “Sultan II. Murâd hakkında medhiyeler” ve “padi-
şaha nasihat” şeklinde kaleme alınmış kasîde ve mesnevî nazım şekilleriyle söy-
lenmiş on üç parça manzumeden sonra asıl konuya girilmiş ve burada Sasanî
hükümdarlarının 23. olan Hüsrev-i Pervîz ile Ermeni şehzâde kızı (prensesi) veya
Hozistanlı bir kız olan Şîrîn arasındaki aşk hikâyesine yer verilmiştir.
Mesnevîye Nizâmî-i Gencevî’nin aynı adlı eseri kaynaklık etmiştir. Ancak
Şeyhî eserinin özellikle giriş bölümünü büyük oranda Nizamî’den farklı kaleme
almış ve kendi sanat kudretini gösterme çabasına girmiş, bunda da belirli öl-
çüde başarılı olmuştur. Buna rağmen şâir, mesnevîsinin asıl bölümünü oluşturan
hikâye kısmında, girişten farklı olarak genellikle Nizamî’nin eserine bağlı kal-
makla birlikte önemli ölçüde çıkartma ve eklemeler yaparak eserine telif hüvi-
yeti kazandırmıştır (bkz. Kartal 2007a). Özellikle vaka içindeki felsefî ve tasavvufî
sözler, aşk konuşmalarındaki ince duygular ve zerafetler, sevgiliye, eğlence mec-
lislerine, tabiata ve savaşa ait tasvirler ile tamamen bunları üstünde esen hakim
ve olgun ruh yönünden Nizâmî’nin zarif, mükemmel ve üstadâne eserine en
çok yakınlaşan Türk mesnevîsidir. Ayrıca eser, dil, üslûp, ruh, eda, şiiriyet, tah-
kiye, nazım tekniği, ruh ve hissiyat bakımından edebiyatımızın tekâmülünde
önemli bir yere sahiptir (Kocatürk 1970: 215-16).
344 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
XV. asır şâirlerinden Ahmed-i Rıdvân’ın Hüsrev ü Şîrîn (Tavukçu 2000)’i,
Anadolu Türkçesiyle kaleme alınan Fahrî ve Şeyhî’nin eserlerinden sonra bi-
linen en eskisidir. Ahmed-i Rıdvân’ın Hüsrev ü Şîrîn’inin varlığından ilk defa
Agâh Sırrı Levend bahsetmiştir (1951: 26-27). Ahmed Rıdvân’ın bu eserinin ikisi
Rıdvân mahlaslı, ikisi de Hayâtî mahlaslı olmak üzere dört nüshası vardır (Ünver
1986a: 108). Rıdvân mahlaslı nüshaların biri Berlin, öteki Gotha’da bulunmakta-
dır (Levend 1951: 26-27). Hüsrev ü Şîrîn’in Berlin nüshası, 231 yaprak ve 4931 be-
yitten oluşmaktadır. Birkaç sayfası yazılmayarak boş bırakılan nüshanın yaklaşık
60 yaprak eksik olduğu tahmin edilmektedir (Levend 1989a: 216). Gotha nüsha-
sında da, Berlin nüshası gibi, kopukluk vardır (Ünver 1986a: 109).
Agâh Sırrı Levend, Rıdvân mahlaslı Hüsrev ü Şîrîn mesnevîsi ile Hayâtî
mahlaslı aynı mesnevî üzerinde küçük bir karşılaştırma yapmıştır. Yaptığı bu
mukayese neticesinde, her iki mesnevînin birbirinin aynısı olduğu, büyük bir
ihtimalle birinin diğerinden ‘aşırdığı’ hükmüne varmış, ancak kesin hükme var-
manın şimdilik mümkün olmadığını dile getirmiştir (1989: 252-58). İsmail Ün-
ver ise, bu iki eser üzerinde yaptığı değerlendirmede, Hüsrev ü Şîrîn’in Ahmed-i
Rıdvân’ın kaleminden çıktığı kanısının uyandığını ifade etmiştir (1986a: 89-90).
Ahmed-i Rıdvân’ın 907/1502’de bitirip Sultan II. Bâyezîd’e takdim ettiği
bu mesnevî, gerek dil ve deyiş, gerekse Hüsrev ü Şîrîn mesnevîlerinin Türk
edebiyatındaki gelişimi bakımından önemli sayılır (Levend 1989a: 215). Aruzun
“mefâîlün mefâîlün feûlün“ kalıbıyla yazılan mesnevî, 4914 beyitten oluşmakta-
dır. Eser, Nizâmî’nin, özellikle de Şeyhî’nin tesiri altında kaleme alınmıştır. Ge-
rek vakanın kurgusu gerekse olayların seyri açısından bu iki esere bağlı kalmış-
tır. Ancak konuları işleyiş bakımından onlardan ayrılmış, özellikle de tasvirlerde
kendisini göstermiştir. Tasvirleri, seleflerindekinden çok daha renkli ve ayrıntılı
işlemiş, yaptığı değişik benzemetlerle mesnevîsine canlılık katmıştır. Eser, açık
ve sâde bir üslûba sahiptir.
Alî Şîr Nevâyî’nin Ferhâd u Şîrîn (Alpay-Tekin 1994) mesnevîsi, Nizâmî ile
Hüsrev-i Dihlevî’nin Hüsrev ü Şîrîn’lerinden ilham alınarak 889/1484’te aruzun
“mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla kaleme alınmıştır. Nizâmî, hikâyeyi Şîrîn
etrafında kurgularken, Emîr Hüsrev saray eşrafına hoşça vakit geçirtme gayre-
tinde bulunmuş, gayesi İlâhî aşkı anlatmak olan Nevâyî ise, merkeze Ferhâd’ı
yerleştirmiştir. Ferhâd u Şîrîn’in, türünün diğer eserlerinden ayrılan en önemli
özelliği bu hususiyetidir. Aşkın ve verdiği azabın terennüm edildiği eserde, Hüs-
rev maddî aşkı Ferhâd hakîkî aşkı temsil etmektedir. Hem güçlü ve kuvvetli hem
usta hem yardım sever hem de büyük bir sanatçı olan Ferhâd, ideal bir Türk
genci olarak gösterilmiştir (Çetindağ 2011: 294).
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 345
Bu asır şâirlerinden Mu’îdî (Kâtib Çelebi trhs.: II/704) ile Sadrî (İsen 1980:
158)’nin eserleri bugün için mevcut değildir. Mecdî Mehmed Efendi, Sultan II.
Murâd’ın şâir Şeyhî ile Sinân’ı imtihan etmek için hamse oluşturmalarını istedi-
ğini, bunun üzerine Sinân’ın Sultan II. Murâd’ın isteği üzerine Hüsrev ü Şîrîn’den
yaklaşık 1000 beyit yazarak sultana arz ettiğini belirtmiştir (1989: 294). Harîmî
mahlasıyla şiir söyleyen Şehzâde Korkud’un da bir Ferhâd u Şîrîn’i (Bursalı Meh-
med Tâhir 2000: II/382; Timurtaş 1980: 40) vardır.
Doğu şiirinin temel hikâyelerinden olan “Leylâ ve Mecnûn” konulu
mesnevîler bu asırda da nazmedilmiştir. Arap edebiyatında Kays’ın şiirle-
riyle, sonradan bunlara eklenen söylentilerden meydana gelen Mecnûn ile
Leylâ hikâyesi, X. asrın sonlarında Kitâbü’l-egânî ile İran’a geçmiş, kaynakla-
rın efsaneleştirdiği bu aşk, gerçek ve temiz aşkın örneği olarak bazı şiirlerde
birer “mazmun” hâlinde yer aldıktan sonra, ilk defa Nizâmî tarafından man-
zum büyük bir hikâye hâline getirilmiştir (Levend 1959: 370). Leylâ vü Mecnûn
hikâyesi gerek Anadolu’daki gerekse Anadolu dışındaki birçok Türk şâiri tara-
fından işlenmiştir. Türk edebiyatında Leylâ ve Mecnûn hikâyesini tam olarak
nazmeden ilk şâir bugünkü bilgilerimize göre Edirneli Şâhidî’dir. Şehzâde Cem
adına İstanbul’da nazmedilmeğe başlanan eser (bkz. Erbay 2012a), 883/1479 tari-
hinde Konya’da tamamlanmıştır. Eserin ilk beyti olan “Zükâ-i matla’-ı eşvâkdur
bu / Kitâb-ı Gülşen-i Uşşâkdur bu” beytinden asıl adının Gülşen-i Uşşâk ol-
duğu anlaşılmaktadır. Eserde, giriş faslından sonra bir “tevhîd” ile tevhîdin
merhalelerini bildiren diğer manzumeler yer almakta, bunu da “münâcât”
ve “na’t”lar takip etmektedir. Şâir, “sebeb-i nazm-ı kitâb” faslında, kendisine
eser yazması hakkında hatiften ses geldiğini ifade eder. İddiaya göre ses şâire
dünyanın fenalığından, geride ancak iyi adın bakî kalacağından bahisle “ga-
zel” ve “kasîde”lerinin mükemmelliğini, ancak bunlara nisbetle bir şehir kur-
mak gibi büyük bir iş sayılan mesnevî nazmetmenin geride iyi bir ad bırak-
maya vesile olacağından bahsetmiş ve onu bu yolda teşvik etmiştir. Hatiften
gelen sesin temennilerini ihtiva eden diğer beyitlerden eserin diğer bir ismi-
nin de Şehristân-ı Uşşâk olduğu ve Anadolu’da şöhret bulacağının ümit edil-
diği anlaşılmaktadır (Şentürk 2002: 99-100).
Şâhidî, mesnevîsini oluştururken Nizâmî’nin eserini örnek olarak almakla
birlikte Hüsrev’in eserinden de faydalanmıştır. Şâhidî’nin Leylâ vü Mecnûn
mesnevîsi, klâsik edebiyat çerçevesi içinde, konuya girişler, tasvirler, hikâyeyi
anlatış tarzı ve tipleri belirtme şekliyle tam bir hikâye karakteri taşır. Hikâye
yazanların çoğu Şâhidî’nin gösterdiği bu başarıyı gösterememiştir. Şâhidî, ese-
rine başından sonuna kadar tasavvufî bir hava vermiştir. Zaten yaklaşık 18 va-
rak tutan baştaki “tevhîd” ve “na’t”ler onun samimî inancını gösterir. Şâhidî
346 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
eserinde Mecnûn’u bir ermiş gibi gösterir.56 Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün”
kalıbıyla yazılan ve 5660 beyitten oluşan (Erbay 2012: 110) eserin en önemli özel-
liği, edebiyatımızda yazılan diğer Leylâ ve Mecnûnların en hacimlisi olmasıdır.
Mesnevînin biri Paris Bibliothéque Nationele’de (AF Turc 383), diğeri Süleyma-
niye Kütüphanesi Esad Efendi nr. 2875’te olmak üzere iki nüshası bilinmekteydi.
Hanife Koncu daha sonra Konya, Hayra Hizmet Vakfı Kütüphanesi’nde bulu-
nan üçüncü bir nüshasını tanıtmıştır (bkz. Koncu 1996). Dördüncü nüshası ise,
Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Na-
zire Erbay, eserde bulunan bazı gazellerin Fuzûlî’nin hem Türkçe Dîvân’ındaki
hem de Leylâ vü Mecnûn’ndaki kimi gazellere ilham kaynağı oluşturduğunu be-
lirtmektedir (Erbay 2012: 110).
Bihiştî’nin aruzun “mef ’ûlü mefâilün feûlün” kalıbıyla yazıp Sultan II.
Bâyezîd’e takdim ettiği bir Leylâ vü Mecnûn’u (Aygün 1999) bulunmaktadır.
Şâhidî’nin eserinden sonra kaleme alınan ikinci Leylâ vü Mecnûn’dur. Şâir, 1995
beyitten oluşan eserinde isimlerini zikrettiği Nizâmî-i Gencevî, Hüsrev-i Dihlevî
ve Abdurrahmân-ı Câmî’den tamamıyla ayrılmış ve orijinal bir eser ortaya koy-
muştur. Nitekim bu durumu şâir şu beyitleriyle açıkça belirtir:

Nevbet gelicek fakîre nâçâr


Makdûrumı itmekiçün ızhâr
Bu tarz-ı cedîdi itdüm îcâd
Makbûl ola tâ olunca mî’âd 114a.

Bu şâirlerin eserlerindeki birçok motif ya çıkarılmış ya da değiştirilmiş-


tir. Tasvirlere yoğun bir şekilde yer verilen eserde, tasavvufî eda dikkat çek-
mektedir.
Hamdullâh Hamdî’nin 905/1499-1500 tarihinde aruzun “mefâîlün mefâîlün
feûlün” kalıbıyla kaleme aldığı Leylâ vü Mecnûn (Güler 1982; Alpay 1970) mesnevîsi,
4080 beyitten oluşmaktadır. Mesnevî, gerek XV. asır Osmanlı toplumuyla olan
ilişkisi, gerekse bu asır Türkçesinin özelliklerini yansıtması bakımından önemli
ve üzerinde durulması gereken bir eserdir. Hamdî, bu hikâyeyi yorumlarken
ve hikâyenin çatısını kurarken, Sünnî İslâm anlayışına uygun bir felsefî görüş
ile Osmanlı toplumunun ahlâk anlayışı, gelenek ve inanışlarıyla beslenmiş bazı
prensipleri hareket noktası olarak almıştır. Mesnevî, bu asırda Anadolu saha-
sında yazılan Leylâ vü Mecnûnlardan her bakımdan üstün kabul edilir. Hamdî,
56
Arap edebiyatında uzrî/saf aşkın en büyük temsilcisi olarak Mecnûn görülmektedir.
Bu anlayıştan dolayı mutasavvıflar, Mecnûn’u bu temiz ve saf aşkından dolayı ermiş,
aşkını da İlahî aşk olarak kabul etmişlerdir. Bu vesileyle Mecnûn, İlahî aşkın işlendiği
mesnevîlerde mistik bir kimliğe sahip olmuştur.
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 347
eserini oluştururken Nizâmî’nin eserini örnek almış, ancak Hâtifî’den de ya-
rarlanmıştır.
Alî Şîr Nevâyî’nin Leylâ vü Mecnûn (Çelik 1996)’unun Nizâmî-i Gencevî ile
Emîr Hüsrev-i Dihlevî’nin aynı addaki eserinden hareketle ve aruzun “mef’ûlü
mefâilün feûlün” kalıbıyla, 888/1484’te yazıldığı tahmin edilmektedir. 38 bölüm-
den oluşan eser, 3622 beyittir. Nevâyî eserini oluştururken kendisinden önce ya-
zılan Leylâ vü Mecnûnları göz önünde bulundurmakla birlikte, onlarda geçen
bazı motifleri değiştirmiş, kendisi de birçok motif ilâve etmiştir (Levend 1959:
132-47). Eserin konusu şu şekildedir (Çetindağ 2011: 302-304):

“Arap kabilelerinden birinin çok zengin olan başkanı, oğlu olmadığı için dertlidir.
Allâh’a yalvarır. Duasını kabul eden Allâh ona bir oğul ihsan eder. İsmini Kays
koyarlar. Dört yaşına gelince Kays’ı okutmak üzere bir üstat bulurlar. Üstadın
kabilesinde ulu ve zengin bir adam vardır. Kızı Leylâ’yı okutmak için evlerinden
birini ayırarak okul yapar. Kızıyla beraber kabilenin başka çocukları da orada
okurlar. Kays’ın kabilesinde okul olmadığı için babası onu bu okula verir. Kays ile
Leylâ burada tanışırlar. Kays aşkından deliye döner. Herkes ona Mecnûn demeye
başlar. O, Leylâ diyerek çöllere düşer. Dedikodulardan rahatsız olan Leylâ’nın babası,
Mecnûn’un babasına haber gönderir. Bu sözlerden incinen baba, Mecnûn’u zincire
vurarak eve hapseder. Daha sonra Mecnûn zincirlerden kurtulur ve çöle kaçar.

Daha sonra Mecnûn’u iyileşmesi ve dua etmesi için Kâbe’ye götürürler. Mecnûn
umulanın tersine aşk derdinin artması için dua eder. Babası umudunu iyice
yitirir. Mecnûn’u serbest bırakır. O da tekrar çöle gider. Mecnûn’un hasretine
dayanamayan babası onu arayıp bulur. Boynuna ip takarak eve getirir. Nevfel’in
kızını ona almak ister. Nevfel teklifi kabul eder, ancak Mecnûn tekrar dağa kaçar.
Mecnûn çölde Leylâ’nın kabilesinin çobanına rastlar. Koyun postuna bürünerek
kabilenin bulunduğu yere kadar gelir. Mecnûn, Leylâ’yı görünce bir âh çeker,
yere yıkılır. Leylâ da onun üzerine kapanır. Leylâ’yı eve götürürler. Çoban da
Mecnûn’u tekrar çöle götürür.

Bu arada Leylâ’yı da İbn Selâm’la evlendirirler. Leylâ kendini öldürmek için zehirli
bir kılıç hazırlar. Nikâhtan sonra eli kızın eline değince saralı olan İbn Selâm
hemen yere yıkılır. Öldü sanarak onu başka bir eve götürürler. Yalnız kalan Leylâ
evden çıkarak sessizce yürür. Bu sırada Mecnûn da çölün yolunu tutar ve Leylâ’nın
bulunduğu yere gelir. İkisi karşılaşır, sabaha kadar sohbet ederler. Sabah olunca
Leylâ kabilesine döner. Mecnûn çölde kalır. O, Necd Dağında Leylâ’nın kabilesini
gören bir yere yerleşir, vahşi hayvanlarla beraber yaşamaya devam eder.

Bu arada Mecnûn’un babasıyla anası vefat eder. Haberi alan Leylâ bu ölümlere
kendisinin sebep olduğunu düşünerek büsbütün üzülür. Bu üzüntüyle hastalanır
348 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
ve ölüm döşeğine düşer. Anne babasının mezarı başında bulunan Mecnûn, ha-
tiften gelen bir sezgiyle Leylâ’nın hâlini anlar ve o tarafa doğru koşmaya başlar.
Kabilenin bulunduğu yere gelir ve çadıra dalar. Bu arada Leylâ da son sözlerini
söylemektedir. Karşılıklı bakışırlar, ikisi de aynı anda ruhunu teslim ederler.
Mecnûn’un eve girdiğini görenler koşup gelirler ancak her ikisini de ölü bulurlar
ve ikisini bir kefene sararak gömerler.

Ahmed-i Rıdvân (Levend 1952b; 1959: 177-95) ve Kadîmî (Levend 1952ç; 1959:
196-208) de birer Leylâ vü Mecnûn yazmışlardır. Kaynaklarda Leylâ vü Mecnûn
sahibi olarak gösterilen XV. asır şâirlerinden Figânî-i Karamanî (Canım 2000:
437), Ahmed Paşa, Necâtî Bey, Çâkerî Sinân ve Abdülvehhâb Hayâlî’nin eser-
leri bugüne kadar ele geçmemiştir (Levend 1959: 366-68).
Bu devre ait aşk mesnevîlerinden bir diğeri de, Cemşîd ü Hurşîd’dir. Türk
edebiyatında ilk defa XIV. asır klâsik şâirlerimizden Ahmedî tarafından ka-
leme alınan konunun ikinci örneği bu asırda Sultan Cem tarafından verilmiştir.
Sultan Cem’in Cemşîd ü Hurşîd (Okur Meriç 1997; İnce 2000; Kanar 2011a) isimli
mesnevîsi, Şâhidî’nin, Leylâ vü Mecnûn mesnevîsinin “hatm-i kitâb” bölümünde
söylediği beyitlerden anlaşıldığına göre, meşhur İran şâiri Selmân-ı Sâvecî’nin
aynı isimdeki eserinden tercüme edilerek oluşturulmuş, ayrıca Âyât-ı Uşşâk adı
verilmiş ve 881/1477 tarihinde bitirilmiştir (Kartal 1999: 319). Fâtih Sultan Meh-
med adına nazmedilen esere, bir “du’â” ile girilir ve bunu iki “münâcât”, dört
“tevhîd”, “Tanrı’yı anmanın faziletleri”, “kelime-i tevhîd”, “nasîhat” konulu birer
manzume, Hz. Muhammed için iki “na’t”, “mi’râc-nâme” ve Hz. Peygamber’den
şefaat dileğinde bulunulan birer manzume, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer için iki-
şer, Hz. Osmân için bir, Hz. Alî için iki, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için birer,
Hz. Hamza ve Abbâs için bir “na’t”, Sultan II. Mehmed için iki “medhiye” izler.
“Sebeb-i nazm-ı kitâb”dan sonra asıl konuya geçilir. Burada, Çin padişahı Şâh
Fağfur’un tek oğlu olan Cemşîd’in Rum Kayser’inin kızı Hurşîd’i rüyasında gö-
rüp ona âşık olması ve onu bulmaya Rum’a gitmek için yola çıkması, yollarda
masal kahramanlarının yaşadığı maceraları yaşayarak Nakkaş Mihrâb’ın da yar-
dımıyla Rum’a varıp Hurşîd’i bulması, Hurşîd’in de ona âşık olması ve önemsiz
sebeplerle sevgililerin birbirlerinden uzak kalıp tekrar buluşmaları ve evlenme-
leri işlenir. Bu aşk hikâyesi mutlu bir sonla bittikten sonra, on yıldır vatanından
uzak olan Cemşîd, anasını, babasını çok özler ve onları görmek ister, Hurşîd’i de
yanına alarak büyük bir kafile ile tekrar Çin’e döner, sonunda babasının tahtına
geçer (Okur 1997: 51-78; Şentürk 2002: 97-99). Eser, hâtime ile sona erer.
5374 beyitten müteşekkil olan mesnevî, aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün”
kalıbıyla yazılmıştır. Eserde, hikâye içinde 49 “gazel”, 6 “nazm” (rubâ’î başlıklı),
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 349
birer tane “terci-bend”, “kasîde” ve “murabba” yer almaktadır. Bu nazım şekil-
lerinde on değişik vezin kullanılmıştır.
Cem Sultan, eserini yazmaya Selmân-ı Sâvecî’nin mesnevîsinin tercümesi
olarak başlamıştır. Nitekim Sultan Cem’in olayda, motiflerde ve beyit düzeninde
Sâvecî’ye bağlı kaldığı görülmektedir. Ancak Sâvecî’nin eserinin 3000 beyit civa-
rında olduğu göz önüne alınırsa, Cem’inkinin basit bir tercüme olmadığı, telifî
bir mahiyet arzettiği anlaşılır. Cem Sultan, özellikle eserinin sonlarında yer yer
nasihat veren beyitler de kaleme almıştır.
Cemşîd ü Hurşîd’de dikkati çeken noktalardan biri, toplumla ilgili motiflerde
eski Türk geleneklerinin izlerinin görülmesidir (bkz. Okur Meriç 1997: 131-32).
Şeyhî’nin yeğeni olan Cemâlî’nin Hümâ vü Hümâyûn (bkz. Horata 1990, 1993,
2000) veya diğer bir ismiyle Gülşen-i Uşşâk isimli eseri de, bu asrın aşk konulu
mesnevîlerinden bir diğeridir. XIV. asır Fars şâirlerinden Hâcû-yı Kirmânî’nin
Hümâ vü Hümâyûn’una (Aynî 1348) dayanan eser, 850/1446 tarihinde Sultan II.
Murâd adına aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmış olup 4593
beyitten müteşekkildir. Bir “münâcât”la başlayan mesnevînin giriş bölü-
münde biri “kasîde” şeklinde olmak üzere 3 “tevhîd”, bir “mev’ize”, iki “münâcât”,
biri “kasîde” tarzında üç “na’t”, “sebeb-i te’lîf”, Sultan II. Murâd için yazılan biri
“kasîde” şeklinde iki “medhiye” ve aşkla ilgili üç manzume bulunmaktadır.
Konunun işlendiği bölümde bir “kasîde”, 24 “gazel” ve bir “terci-bend” vardır.
“Kasîde”, “terci-bend” ve “gazel”lerin on sekizi Hümâ; beş tanesi ise Hümâyûn
ağzından söylenmiştir. Cemâlî, eserinin “hâtime” bölümünde ise, önce eserini
övüp hataları için okuyuculardan af diler. Sonra mesnevîsinin yazılış tarihini
verir ve kısa bir bahar tasviri yaparak, eserini “du’â” ile bitirir.
Hümâ vü Hümâyûn, bütünüyle sürükleyici bir üslûba sahiptir. Maddî ve
beşerî bir aşkın hikâyesi olan eserde, kahramanların sembolik bir yönleri yoktur.
Mesnevîde tasavvufî aşkın tezahürlerinin bulunmadığı görülmektedir. Ancak
Cemâlî’nin asıl üslûp ve şahsiyeti bir münasebetle ilâve ettiği ve dünyanın fanili-
ğini, gaflete dalmamayı, Hak’tan ayrılmamayı, sabrı, kanaati... öğütleyen didak-
tik mahiyetteki şiirlerinde belli olmaktadır (Çelebioğlu 1999: 337-38). Cemâlî ese-
rini oluştururken hem giriş hem de bitiş bölümünde Hâcû-yı Kirmânî’ye bağlı
kalmadığı görülmektedir. Sadece giriş kısmında yer alan, mev’izedeki “hazâ’ir-i
Hazret-i İzzet ‘azze ismuhu” başlıklı kısa bölümün dışında tamamıyla orijinal
ve teliftir. Şâirin, mesnevîsinin asıl bölümünü oluşturan hikâye kısmında, giriş-
ten farklı olarak genellikle Hâcû’nun eserine bağlı kaldığı müşahede edilmek-
tedir. Ancak onun eserin aslından ayrıldığı yerler de önemli bir yer tutmakta-
dır. Cemâlî, bazen Hâcû’da bulunmayan bölümler ilâve etmiş, bazen de onda
olan bazı kısımları çıkarıp eserine almamıştır. Bazı bölümlerde ise, olaylar aynı
350 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
olmakla birlikte bunların kuruluşunda ve gelişiminde küçük farklılıklara rast-
lanmaktadır. Cemâlî, birkaç zaman ve mekân tasvirleri dışında, genellikle tas-
virlerde Hâcû’ya bağlı kalmamıştır. Ancak bunlarda, kendi kimliği ve kültürünü
esere yansıtma konusunda Şeyhî kadar başarılı olamamıştır.
Her iki eser arasında özellikle olay yani şekil bakımından farklılıklar fazla
olmamakla birlikte; ruh bakımından zıt kutuplarda yer aldıkları görülmektedir.
Çünkü iki şâirin kişilikleri ve dolayısıyla bakış açılarındaki farklılıklar eserlere
yansımıştır. Cemâlî, kahramanlarını daha çok idealize etme ve faydalı olma kay-
gısını ön plânda tutarken; Hâcû rindane ve daha gerçekçi bir yaklaşım içinde
olmuştur. Ancak bütün bu farklılıkların, eserdeki tercüme kokusunu kaldır-
maya yetmediği de bir gerçektir. Bu da Cemâlî’nin edebî kişiliğiyle ilgili bir hu-
sus olarak görülmelidir. Hümâ vü Hümâyûn mesnevîsinde, Şeyhî’nin Hüsrev ü
Şîrîn’in de etkisinin büyük olduğu anlaşılmaktadır. Giriş bölümündeki mesnevî
ve kasîde şeklinde yazılan “münâcât”, “tevhîd” ve “medhiye” gibi şiirlerin birço-
ğuyla, hikâye içerisindeki bir gazel Şeyhî’ye nazire olarak yazılmıştır.
Bu asrın aşk mesnevîleri arasında zikredilmesi gereken bir eser de Hamdullâh
Hamdî’nin Tuhfetü’l-uşşâk’ıdır (Shaman 1991; Güneş 2011). Aruzun “mefâîlün
mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan eser, 987 beyitten müteşekkildir. Telif tarihi
belli olmayan eserin Gibb, kelime seçimindeki sâdelik ve kullanılan öz Türkçe
kelimelerin çokluğundan hareketle Fâtih Sultan Mehmed döneminde yazılmış
olabileceğini ifade eder (1999: 419). Shaman ise, dil ve üslûbun eserin yazılış ta-
rihi için ölçüt olamayacağını, Hamdî’nin diğer mesnevîlerinin devlet büyükleri
tarafından kabul görmemesi üzerine taklitçilikten yeniliğe geçiş için bu eserini
905/1499’dan sonra kaleme aldığını belirtir (1991: 169).
Romantik bir aşkı terennüm eden Tuhfetü’l-uşşâk üzerinde araştırma ya-
pan araştırmacılar onun orijinal bir mesnevî olduğunu ifade etmişlerdir. Ancak
klâsik edebiyatımızda orijinal olmanın ölçüsü hakkında şimdiye kadar sağlıklı
bir değerlendirme yapılmadığı için bu hükümleri ihtiyatla karşılamak gerekir.
Eserde hikâye edilen olayların Anadolu coğrafyasında (Kayseri-İstanbul) geçmesi
ve kahramanların isimleri ile sosyal konumları itibariyle bilinenlerin dışında ol-
ması onun orijinal olduğunu göstermez. Nitekim eser, her ne kadar mekân ve
şahıs kadrosu yeni gibi görünse de, ihtiva ettiği temel motif bakımından yani
Hoca-zâde isimli Müslüman bir tüccarın maiyetiyle İstanbul’a gitmesi, Hıristi-
yan bir vezirin kızına âşık olması, ona kavuşmak için önce eğlence meclislerine
girmesi, sonra içki içmesi ve nihayet dinden çıkması, onunla evlenmesi, en so-
nunda beraberce Müslüman olmaları Ferîdüddîn-i Attâr’ın Mantıku’t-tayr’ında
geçen Şeyh San’ân hikâyesinden ilham alınarak yazıldığı intibaını vermektedir
(Özyıldırım 1999: 34).
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 351
Hamdî, mesnevîsini tamamladıktan sonra bunun gerçekte temsilî oldu-
ğuna işaretle “Kayseri”nin insan ruhuna, “İstanbul”un vücuda, “kız”ın uzvî ve
aldatıcı dünya zevklerine, “vezîr”in akl-ı mahcûba (gafil akla) delâlet ettiğini be-
lirtir. Böylece, ancak Kur’ân-ı Kerîm ve İlâhî irşatla küfür kaybolur, iman zuhur
eder, bununla ruh ve vücud güzelleşir, maddenin esaretinden kurtulmakla hu-
zur ve saadete kavuşulur (Çelebioğlu 1998: 214). Eserde, yer yer Şeyhî’nin Hüsrev
ü Şîrîn’inin etkisi de görülmektedir (Shaman 1991: 171-73).
Bu asrın aşk mesnevîlerinden bir diğeri Hassân’ın Mihr ü Müşterî’sidir.
Eser, ilk olarak XIV. asır İran şâirlerinden Tebrîzli Mevlânâ Muhammed Assâr’ın
778/1377 tarihinde yazarak Celâyir hükümdarı Sultan Şeyh Üveys’e sunduğu
Mihr ü Müşterî (Anbarcıoğlu 1984: 1154-59) adlı 5120 beyitlik mesnevîsininin ter-
cümesidir. Bilinen tek nüshası Bibliothéque Nationéle’de bulunan bu tercümenin
mikrofilmi Süleymaniye Kütüphanesi mikrofilm arşivindedir. Bu mesnevî, eldeki
bilgilere göre Türk edebiyatındaki ilk Mihr ü Müşterî’dir. Sultan II. Murâd’ın em-
riyle 835/1431-32 tarihinde aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazıl-
mıştır. Mesnevî’nin adından bir yerde Mahabbet-nâme başka bir yerde ise, Işk-
nâme şeklinde bahsedilmektedir. Eser, bir giriş faslından sonra “münâcât”, “na’t”,
“mi’râciyye” ve “sebeb-i nazm-ı kitâb” bölümleriyle devam etmektedir. Son bö-
lümde padişahın bir mecliste bu eserin Farsçasını medhedip kimin Türk diline
çevirebileceğini sorduğu, meclistekilerin ise kimsenin buna gücü yetmeyeceği
cevabını vermeleri üzerine padişahın bu işi ancak Hassân’ın yapabileceğini ifade
edişi anlatılmaktadır. Daha sonra aşkın mertebe ve makamlarından bahseden
bir bölüm ve ardından “âgâz-ı dâstân-ı Mihr ü Müşterî” serlevhasıyla hikâyeye
girilmektedir. Hassân’ın 5403 beyitlik bu eserinde diğer şâirlerden farklı olarak
bahar mevsiminin yanı sıra özellikle yaz, sonbahar ve kış mevsiminin de oriji-
nal ifadelerle ele alınması dikkat çekmektedir (Şentürk 2002: 87).
Ümmî Îsâ isimli bir şâire ait olan Mihr ü Vefâ (Arıkoğlu 1991; Yılmaz Önder
2013)’nın iki nüshası Âgah Sırrı Levend’de biri de Almanya’da bulunmaktadır.
Rum diyarında hüküm süren Filekavs adlı hükümdarın en küçük oğlu Vefâ ile
Mihr adlı bir kız arasındaki aşkı konu edinen mesnevî, aruzun “fâilâtün fâilâtün
fâilün” kalıbıyla yazılmış olup 842 beyitten oluşmaktadır. Eserin içerisinde yer yer
mitolojik unsurların bulunduğu görülmektedir. Beşerî ve ilâhî aşkın ortaklaşa iş-
lendiği hikâyenin içerisine yer yer didaktik mahiyette olan unsurlar da serpişti-
rilmiştir. Edebî olarak fazla değeri olmayan eser, özellikle o dönem Türk dilinin
hususiyetini ve kelime dünyasını yansıtması bakımından önemlidir.
Bu asırda yazılan aşk mesnevîlerinden biri de, Hümâmî’nin, Emîr Hüseynî’nin
Sî-nâme veya Işk-nâme adlı Farsça mesnevîsinden mülhem yazdığı Sî-nâme’sidir
(Altun 1995). Hümâmî, bu eserin Acem dilinde Hüseynî tarafından yazıldığını,
352 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Rum içinde böyle bir güzelin görülmediğini, Acem’de adının Mantıku’l-uşşâk ol-
duğunu ve kendisinin bunu Türkçeye çevirip ismini Sî-nâme koyduğunu açık-
ladıktan sonra, aslında kitabın tam bir tercüme olmadığını, sadece onun adını
aldığını ancak eserdeki birçok kısmı kendisinin ilâve ettiğini, hatta Hüseynî’nin
bile ona hayran kalacağını ifade ederek eserinin mahiyetini belirtmiştir (Çele-
bioğlu 1999: 276). Nitekim şâir, yapmış olduğu eklemelerle asıl metinden ayrıla-
rak telifî mahiyette bir eser ortaya koymuştur. Ayrıca “elâ ey” hitabıyla başlayan
mektupların bir kısmı benzerlik gösterirken ekseriyeti ne kelime ne de anlam
bakımından birbiriyle uyuşmaktadır. 839/1435-36 tarihinde aruzun “mefâîlün
mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan eser, 1992 beyitten müteşekkildir. Eser Bibliot-
heque Nationale, nr. 304’te kayıtlı nüshasında bulunan “medhiye”ye göre, Dâvûd
Çelebi’nin isteği üzerine yazılmış ve ona ithaf edilmiştir. Süleymaniye nüshasın-
daki aynı medhiyeye göre ise, bu eserin Veziriazam Halîl Paşa’ya takdim edil-
diği anlaşılmaktadır. Otuz nâme mânâsına gelen Sî-nâme, değişik beyit sayısında
mesnevî şeklindeki otuz parça şiirden meydana gelmektedir. Her parçanın so-
nunda Hümâmî’ye ait bir “gazel” bulunmaktadır. “Nâme”ler ile “gazel”ler ara-
sında mahiyet itibariyle fark yok gibidir. Umumiyetle 30-40 beyit civarında olan
“nâme”ler, şeklen mesnevî olmalarına rağmen muhteva bakımından “gazel-i
mutavvele” benzerler. Hemen her şiirde, klâsik edebiyatın hususiyetlerine göre
sevgilinin güzelliği ve vasıfları anlatılmıştır. Şâir, aşkını, sevgilisini görememe-
nin, ona kavuşamamanın ıstırabını ve hasretini dile getirmiştir. Konusu aşk olan
mesnevîler içerisinde değerlendirebileceğimiz Sî-nâme’nin didaktik veya tasavvufî
bir özelliği olmadığı görülmektedir (Çelebioğlu 1999: 275-77).
Bu asırda Rıfâ’î tarafından yazılan Bülbül-nâme (Ayan 1981a), bugünkü bil-
gilerimize göre Türk edebiyatında yazılan ilk müstakil “gül ve bülbül hikâyesi”dir.
Biyografik bilgi veren eserlerde, Rıfâ’î hakkında hiçbir bilgiye rastlanmamaktadır.
Bülbül-nâme, Paris Milli Kütüphanesi Farsça Yazmaları 7 (A. F. 2147) numarada
kayıtlı bir mecmua içinde bulunmaktadır. Rıfâ’î, büyük mansıplar umduğu sırada
azlolunması üzerine kaleme aldığı eserini, Alî Paşa’ya sunmuştur. Ne yazıldığı
tarih ne de istinsah tarihi belli olmayan Bülbül-nâme’nin bazı dil özelliklerinden
hareketle, XV. asrın sonu veya XVI. asrın başlarında yazıldığı tahmin edilmekte-
dir. 327 beyit olan mesnevî aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla kaleme
alınmıştır. Eserin giriş kısmını oluşturan ilk 58 beyitte, “münâcât”, “na’t”, “dört
büyük halife övgüsü”, “eserin telifine sebep olan hadise” ile itinalı bir şekilde ya-
zılmış hissini veren ve “reddü’l-acz ale’s-sadr” denen sanata da yer verilmiş bir
kasîde yer almaktadır. Bülbül-nâme, 59. beyitten başlayarak 322. beyte kadar sürer.
323-327. beyitler ise “hâtime” kısmıdır. Bülbülün güle olan aşkını anlatan hikâye,
İrem Bağı olarak bilinen Gülistan’da cereyan eder. Eserin konusu şu şekildedir:
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 353
Gül’ün, Nesrîn ile Sûsen adlı iki sırdaşı vardır. Bülbül Hicâz’a giderken yolu buraya
düşer. Kasrındaki pencereden etrafı seyreden Gül’ü görür ve ona âşık olur. Aklı
başından giden Bülbül, feryat etmeye başlar. Bu inlemeleri Sabâ duyar ve Gül’e
iletir. Gül, Sabâ’ya Bülbül’ü imtihan etmesini söyler. Sabâ Bülbül’ü imtihan edip
ona dikenden sakınmasını, Gül’ü dile düşürmemesini öğütler. Bundan sonra
iki sevgili arasında gazeller söylenir. Bülbül, istemeyerek Gülistan’ı terk eder.
Yolculuğa çıkarken Gül’e yalvarır, ancak o yüz vermez. Artık ar ve namusu elden
bırakan Bülbül, deli divane bir âşık olmuştur. Bülbül’ün ağlamaktan gözleri kör
olur, ancak Sabâ’nın Gül’den getirdiği bir haberle gözleri tekrar açılır.

Bülbül-nâme’de 21 tane “gazel” vardır. Beşer beyitlik mesnevîden sonra


yine beşer beyitlik “gazel”lerin gelmesi şâirin ölçüyü bir an bile bırakmadığını
göstermektedir.
Çağatay şâirlerinden Lutfî’nin Gül ü Nev-rûz’u (Orak 1995), Celâleddîn
Tabîb’in aynı adlı Farsça mesnevîsinin Türkçeye manzum çevirisidir. 814/1411
yılında aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla İskender Sultan b. Ömer
Şeyh Mîrzâ adına kaleme alınmıştır. Gül ile Nevrûz arasındaki aşkı ihtiva eden
eser, 1228 beyitten oluşmaktadır. Lutfî eserine telifî bir hüviyet kazandırmıştır
(Eraslan 1986: 586).
Bunların dışında, kaynaklarda belirtildiği hâlde bugün elimizde olma-
yan Bihiştî Ahmed Sinân’ın Süheyl ü Nev-bahâr’ı (Canım 2000: 195; Dilçin 1991:
60-62), Vâmık u Azrâ’sı (Canım 2000: 194; Ayan G. 1998: 7-8) ile alegorik bir ni-
telik taşıyan Hüsn ü Nigâr’ını (Canım 2000: 194-95); Bekâ’î’nin Vîs ü Râmîn’ini
(Şentürk 2002: 11); Zihnî’nin aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla yazılmış
Gül ü Nev-rûz’unu (Canım 2000: 269); Necâtî Bey’in Mihr ü Mâh’ı (Anbarcıoğlu
1984: 1153) ile alegorik olan Gül ü Sabâ’sını (Tolasa 1982: 10); Mu’îdî’nin Vâmık
u Azrâ’sını (Âşık Çelebi 1994), Hamzavî57’nin Vâmık u Azrâ’sını (Babacan 2010:
68), bu asırda yaşadığı muhtemel olan Revânî’nin Gül ü Bülbül’ü, Hüsn ü Aşk’ı
ve Şem’ ü Pervâne’sini (Babacan 2010: 81) ve Na’tî’nin Ferruh u Gül-ruh’unu (Ha-
san Çelebi 1988: II/997) zikretmeliyiz.
Bu dönemde kaleme alınan aşk konulu mesnevîlerden biri de Çağatay saha-
sında Seyyid Ahmed Mîrzâ tarafından 839/1435-36’da aruzun “mefâîlün mefâîlün
feûlün” kalıbıyla yazılan ve Mîrzâ Şâhruh’a takdim edilen Ta’aşşuk-nâme’dir (Kök-
tekin 2000). 320 beyitten oluşan eserde, beyit sayısı 15 ile 18 arasında değişen aşk
57
Garîbî’nin, Şeyhî’nin amcasının oğlu ve öğrencisi olduğunu, Şeyhî’nin ölümünden
sonra eksik kalan Hüsrev ü Şîrîn’e zeyl yazdığını belirttiği Hamzavî’nin (bkz. Babacan
2010: 68-69), kaynaklarda belirtilen Şeyhî’nin yeğeni Cemâlî ile aynı kişi olduğu
muhtemeldir (bkz. İsen 1994: 114-15).
354 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
mektuplarına yer verilmiştir. Mektuplardan sonra makamlı bir “gazel” ile “sö-
zün hülasası” bölümleri yer almaktadır. Nâmelerin son beyitlerinde, nâmelerden
sonra gelen gazellerin hangi makamla okunması, iştilmesi veya söylenmesi ge-
rektiği ifade edilmiştir. Eser, sâde bir dil ve üslûba sahiptir. Yûsuf Emîrî’nin
Deh-nâme (Köktekin vd. 2001)’si de bu dönemin aşk konulu mesnevîlerindendir.
832/1429 tarihinde aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla oluşturulan
eser, Baysungur Mîrzâ’ya sunulmuştur. “Tevhîd”, “na’t”, “sultana övgü” ve “telif
sebebi” bölümlerinden sonra başlayan eser, 5’i âşıktan sevgiliye, 5’i de sevgili-
den âşıka yazılan 10 mektuptan oluşmaktadır. “Bitiş bölümü”yle sona eren eser,
906 beyitten müteşekkildir. Her mektuptan sonra 7 beyitlik “gazel” ile 1 “ferd”
yer almaktadır. “Gazel”in makta beytinin son kelimesinin, “ferd”in ilk kelimesi
olması dikkat çekmektedir.
Bu asırda üç tane münaraza yollu temsilî hikâyenin de kaleme alındığı gö-
rülmektedir. Bunlardan biri Firdevsî-i Tavîl’in 890/1485’te yazdığı Münâzara-i
Seyf ü Kalem’dir. Eserin bir nüshası Millet Kütüphanesi (Ali Emirî, Manzum, nr.
576)’nde bulunmaktadır (Köprülü O. 1996: 128). İkincisi, nüshası mevcut olma-
yan Necâtî Bey’in Münâzara-i Gül ü Hüsrev’idir (İsen 1980: 141). Üçüncüsü ise
Çağatay sahası şâirlerinden Ahmedî’nin Telli Sazlar Münâzarası olarak isim-
lendirilen eserdir. Kısa mensur bir “mukaddime” ile başlayan eser, 130 beyitten
oluşmaktadır. Aruzun “müfteilün müfteilün fâilün” kalıbının kullanıldığı eserin
konusu, meyhânede bulunan sekiz telli sazın birbirleriyle atışmaları ve her biri-
nin kendisini diğerinden üstün görüp benlik davası gütmesi üzerine oluşturul-
muştur. Bu durumu gören meyhânenin pîri, kendilerini gerçeğe davet eder ve
benlik davası peşinde koşmamalarını, ahenk içinde bulunmalarını tavsiye edip
hepsini azarlar. Pîrin bu ikazı üzerine sazlar, boş ve faydasız münazaradan vaz-
geçerler ve hakikati anlarlar. Sembolik bir hüviyete sahip olan eserde, “benlik
davası güden sazlar”, hakikatten habersiz, vahdet sırrına erememiş basit insan-
ları, “meyhânenin pîri” ise, “mürşidi/hakikati gösteren rehberi” temsil etmekte-
dir. Eser, ifadesinin canlılığı ve güzelliği kadar, konusunun çekiciliği ve dayandığı
temel görüş bakımından da büyük bir değere sahiptir (Eraslan 1986: 628-29).

Tarihî-Destanî-Menkabevî Mesnevîler
XV. asır mesnevîleri için “tarihî-destanî-menkabevî” şeklinde tespit edilen
üçüncü kategorideki eserleri, üç grupta incelemek daha uygundur. Bunlardan
esası, tarihî şahsiyet ve olaylara dayanmakla birlikte, tarihle ilgili olmaktan çı-
karak destanî-efsanevî bir hikâye hâlinde İslâmî edebiyatlara mal edilen İsken-
der, Behrâm-ı Gûr gibi şahsiyetlerle ilgili rivayetleri ayrı bir bölüm olarak ele
almak gerekmektedir. Nitekim bu hikâye ve rivayetlerin diğer tarihî-menkabevî
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 355
eserlerden bir farklı yanı da, bunların İslâmiyet öncesi Makedonya ve İran ta-
rihine dayanması ve klâsik bir konu olarak daha ziyade aydın çevre içinde ge-
çerli olmasıdır (Tolasa 1982: 10).
“İskender-nâme”, İslâmî edebiyatlardaki yerine Nizâmî-i Gencevî’nin ka-
lemiyle kavuşmuştur. Nizâmî hamsesinin beşinci eseri olan İskender-nâme’yi,
Şeref-nâme ve İkbâl-nâme isimleriyle iki ayrı kitap veya mesnevî hâlinde yaza-
rak iki ayrı memdûha ithaf etmiştir. Nizâmî’nin ikisini de müstakil eserlermiş
gibi isimlendirmesi, araştırmacıları mesnevînin tek bir eser olmadığı sonucuna
sevk etmiştir. Ancak işlenen konunun aynı ve birbirini tamamlar mahiyette
oluşu, ihtilafları ortadan kaldırmıştır (Akalın 1998: 86). Türk edebiyatına XIV.
asır şâirlerimizden Ahmedî’nin İskender-nâme’siyle giren bu konu, XV. asırda
Ahmed-i Rıdvân tarafından tekrar işlenmiştir. Ahmed-i Rıdvân, ilk mesnevîsi
olan bu eserini 904/1499 yılında, Sultan II. Bâyezîd adına Ahmedî’nin İskender-
nâme’sinden istifade ederek yazmıştır. Makedonyalı Büyük İskender’in efsane-
leşmiş hayatının anlatıldığı bu eserde onun hayatı, seferleri, kahramanlıkları
ve düşünürlerle ilişkisi tarihî gerçeklere bağlı kalınmadan işlenmiştir. Ayrıca
okuyucuya ansiklopedik bilgiler de verilmiştir. Ahmed-i Rıdvân’ın İskender-
nâme’sinin biri Ahmed-i Rıdvân diğeri Hayâtî mahlaslı iki nüshası vardır. Bu
iki nüsha üzerinde yapılan araştırma neticesinde Hayâtî’nin olduğu sanılan
İskender-nâme’nin, esasında Ahmed-i Rıdvân’ın eseri olduğu sonucuna varıl-
mıştır. Ahmed-i Rıdvân eserini oluştururken Ahmedî’nin eserini örnek almış-
tır. Nitekim Ahmed Rıdvân’ın vezin ve beyit sayısı yönünden Ahmedî’ye uyduğu
görülmektedir. Yaklaşık 8300 beyit olan eser, Ahmedî’nin İskender-nâme’si gibi
remel bahrinin “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır (bkz. Levend 1952e;
Ünver 1974, 1986a, 1989).
Alî Şîr Nevâyî’nin Sedd-i İskenderî (Tören 2001)’si, 890/1485’te aruzun “feûlün
feûlün feûlün feûl” kalıbıyla, yazılmış olup, 7214 beyittir. Bu konu Nevâyî’den
önce Firdevsî, Nizâmî ve Emîr Hüsrev tarafından işlenmiş, Câmî tarafından da
Hıred-nâme-i İskenderî adıyla kaleme alınmıştır. Ancak Câmî eserini, Nevâyî’nin
eserini tamamlamasından sonra bitirmiştir. Nevâyî, Nizâmî’yi esas aldığı bu
eserinde İskender’i bir Türk hükümdarı gibi tasavvur etmiş ve onun şahsında
Hüseyn-i Baykara ile Bedîüzzamân’ı anlatmıştır.
Esere “tevhîd”, “münâcât”, “na’t” ve “mi’râc” vb. konularla başlayan Nevâyî,
asıl hikâyeye İskender’in kimliğini araştırarak giriş yapmıştır. Ona göre tarihte
tek İskender vardır ve Filikus’un oğludur. Filikus ölünce yerine İskender geç-
miştir. O, Aristo’nun babası vezir Nikomaçes tarafından yetiştirilmiştir. İsken-
der tahta oturduktan sonra, Aristo’yu yanına alır ve onun tavsiyeleri ile hare-
ket eder. Doğu’da ve Batı’da birçok ülkeyi fetheder. Daha sonra İran şâhı Dârâ
356 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
ile araları açılır ve meydan muharebesi yapılır. Dârâ, hileyle öldürülür. Ancak
ölürken İskender’e birkaç vasiyette bulunur. Bunlar kendisini öldüren iki kişiyi
öldürmesi, kin gütmemesi ve kızı Ruşeng ile evlenmesidir. İskender bu vasiyet-
leri yerine getireceğini söyler.
İran’ın ele geçirilmesinden sonra sıra Keşmir, Hindistan ve Çin’e gelir. Önce
Keşmir’i ele geçirir. Daha sonra Hindistan’a yönelir. Hint şâhı ona boyun eğer.
Ardından Çin’e yönelir. Çin hakanı da boyun eğmek zorunda kalır. Çin hakanı
İskender’e iki değerli hediye verir. Bunlar güzel bir cariye ile yalancıları tespit
eden bir aynadır.
İskender daha sonra Kuzey Afrika ülkelerini de ele geçirir. Bu arada İsken-
der Ruşeng’le de evlenir. Mutlu bir hayat sürerken deniz yolculuğuna çıkmaya
karar verir. Üç bin gemi hazırlatır ve yola çıkar. On iki yıllık yolculuktan sonra
karaya inerler. İskender artık yaşlanmıştır. Dünyada gitmediği yer kalmayan İs-
kender artık ölümünün yaklaştığını anlar. Annesine bir mektup yazar ve ardın-
dan ağlamamasını söyler. Ölümüyle beraber yedi filozof, İskender’in annesine
gelip baş sağlığı dilerler. Halk günlerce ağlar. Nevâyî eserinin son bölümünde
hamseyi yazış sebebini ve hikâyesini anlatmıştır (Çetindağ 2011: 317-18).
Bu asırda yazılıp da konuyu bütünüyle ele alan bu eser dışında, bazı
mesnevîlerde küçük parçalar hâlinde İskender’den söz edildiği görülmekte-
dir. Nitekim Dervîş Hayâlî’nin Ravzatü’l-envâr adlı eserinde kısa bir İskender
hikâyesi (Köksal 2003a: 41, 174-82) bulunmaktadır.
Bu tür mesnevîler arasında değerlendirilebilecek bir diğer konu ise “Behrâm-ı
Gûr hikâyeleri”dir. Bu konu da Nizâmî-i Gencevî’nin Heft Peyker isimli eseriyle
klâsik bir konu hâline gelmiştir. Heft-gunbed veya Behrâm-nâme adlarıyla da ta-
nınan, konusunu 420-438 yılları arasında İran’ı yönetmiş olan Sâsânî hükümdarı
V. Behrâm’ın anonimleşmiş halk hikâyelerinden alan bu eser, 5197 beyit olup
Nizamî’nin dördüncü mesnevîsidir (Nizâmî 1317, 1341, 1344). Anadolu’da bilinen
ilk Heft Peyker mesnevîsini Aşkî yazmıştır. Aşkî’nin Heft Peyker (Kut 1989b)’inin
bugün bilinen tek nüshası British Museum’da (Or. 7079) bulunmaktadır. Eser
aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbı ile 861/1456-57 yılında, 5612 beyit ola-
rak yazılmıştır. Aşkî eserine “münâcât” ile başlar. “Münâcât”tan sonra “tevhîd”,
“mi’râciyye”, terkib-bend nazım şekliyle yazılmış “na’t”, sıra ile Hz. Ebû Bekir, Hz.
Ömer, Hz. Osmân, Hz. Alî, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için övgü gelir. Halbuki
Nizâmî’nin eserinde “mi’râciyye”den sonra “der-sebeb-i nazm-ı kitâb” bölümü
gelmektedir. Aşkî, bu övgülerden sonra Allah’a, yazılan bu eserin padişah tara-
fından beğenilmesi için dua eder. Akabinde “der-du’â-yı pâdişâh-ı İslâm” baş-
lığı altında dönemin padişahına duada bulunur. Eser 15b’den 16a’ya geçerken
konu birden kesilerek Heft Peyker’in tercüme edilme sebebinin anlatıldığı bir
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 357
bölüm gelmektedir. Şâir burada kendisinin padişahın lutfuna mazhar olduğunu,
onun kendisinden Heft Peyker’in tercümesini istediğini ve bu eseri onun adına
yazdığını belirtir (Kut 1989b: 129-33). Eserin giriş bölümünden sonra Behrâm-ı
Gûr hikâyesi anlatılmaktadır. Aşkî eserin başı ve kitabın bitiş bölümü dışında
Nizâmî’nin Heft Peyker’ini aynen Türkçeye çevirmiştir. Yazılırken veznine ve
içerisinde kullanılan edebî sanatlara özen gösterilen eser, dil ve ifade bakımın-
dan kuruluktan uzak, renkli ve canlı bir özelliğe sahiptir.
Bu asırda Heft Peyker yazan şâirlerden biri de, Ahmed-i Rıdvân’dır. Heft
Peyker (Koç 2010; Öztulunç 2010) mesnevîsinin Hayâtî mahlası taşıyan iki nüs-
hası bulunmaktadır. Ancak bu eserin Ahmed-i Rıdvân’ın olduğu düşünülmek-
tedir. Şehzâde Ahmed için aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazılan
eser, 4173 beyitten oluşmaktadır. Ahmed-i Rıdvân’ın, bu eserini 917/1511-12 yı-
lında Nizâmî’nin aynı adlı eserinden tercüme ettiği tahmin edilmektedir (Ün-
ver 1986: 121-23). Ahmed-i Rıdvân’ın, bu mesnevîsinde Nizâmî’yi hiç anmaması
dikkat çekmektedir. Nitekim şâir bu eserin kaynaklarını ve yazılış sebebini şu
şekilde dile getirmektedir:

Kıssalar kim yürürdi illerde


Söylenürdi hemîşe dillerde
Şol haberler ki vardı pinhânî
Bilmez idi ‘avâm-ı nâs anı
Ol suhenler ki Tâzidür ya Derî
Söylenüpdür Buhârî vü Taberî
İntihâb eyleyüp kamusından
Eyledüm nazm-ı tâze çün Gülşen
....
Şâh-ı nazm idi gerçi Firdevsî
Muhkem idi bu şîvede kavsi
Yapmadı misli bir sarây-ı sürûr
Görmedi bu arûsa beñzer hûr

Ahmed-i Rıdvân’ın bu beyitlerde “avâm-ı nâs”ın Arapça ve Farsça olan bu


hikâyeleri bilmediği yolundaki sözleri, Anadolu’da ilk Heft Peyker örneğinin bu
mesnevî olduğu anlamında alınabilir. Ancak bu takdirde, şâirin Aşkî tercüme-
sini görmediğini kabul etmek gerekir (Ünver 1986: 121-22).
Eserin “giriş bölümü”nde “tevhîd”, “münâcât”, “na’t”, “dört halife övgüsü”,
“sebeb-i te’lîf”, “padişaha övgü/II. Bâyezîd”, “şehzadeye övgü/Şehzâde Ahmed” ve
“nasîhat” bölümleri yer almaktadır. “Konunun işlendiği bölüm”de biri Behrâm di-
linden, yedisi de her hikâyenin sonuna gelecek biçimde yazılmış toplam 8 “gazel”
yer aldığı görülmektedir. “Konunun işlendiği bölüm”de, Behrâm’ın önce cariyesi
358 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Fitne ve daha sonra da yedi iklim padişahının yedi kızıyla yaptığı evlilikler yer
almakta, bu altı güzel ile olan sohbetleri ve av merakı işlenmektedir. Sonunda
da ülkesindeki ters giden şeyleri düzelten Behrâm, bir av sırasında kaybolmuş
ve mesnevî tamamlanmıştır. Behrâm, bu yedi güzel için, her biri bir gezegenin
renginde olan yedi kümbetli bir saray inşa ettirmiş ve haftanın her günü farklı
bir kümbette farklı bir güzelle vakit geçirmiştir. Şâir, metinde yedi güzelden al-
tısının ağzından altı hikâye ve her hikâyeden sonra da hikâyeye uygun birer
gazel nakletmiştir. İç içe geçmiş hikâyelerden oluşan bir eser olması dolayısıyla
kalabalık bir şahıs kadrosuna sahip olan eserde birinci sırada Behrâm’ın haya-
tındaki kişilerin oluşturduğu şahıslar, ikinci sırada ise anlatılan hikâyelerde ge-
çen şahıslar yer almaktadır (Öztulunç 2010: 231-32; Koç 2010: 25-33).
Ahmed-i Rıdvân bu eserini Nizâmî’nin aynı adlı eserinden tercüme eder-
ken, bazı yerlerde beyit beyit tercüme etmiş, çoğu yerlerde de meâlen tercüme
yolunu tutmuştur. Rıdvân’ın bazı küçük değişiklikler de yaptığı görülmektedir
(bkz. Ünver 1986: 121-22). Eserde, sâde ve anlaşılır bir dil kullanılmıştır. Hatta hü-
viyetine uygun olarak genellikle ağır bir dille yazılan “tevhîd” manzumesinin
bile sâde bir dille kaleme alınması dikkat çekmektedir.
Bu asrın diğer Heft Peyker şâiri ise, Behiştî’dir (bkz. Demirel 1995). Behiştî’nin
eseri aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla 913/1507 tarihinde yazılmış olup
31 bölümden oluşmaktadır. Konusunu İran’ın ünlü Sâsânî hükümdarlarından
Behrâm-ı Gûr’un tarihî ve destanî hayatından alan Heft Peyker, Behiştî’nin
hamsesinin son mesnevîsidir. İki ana bölümden meydana gelen mesnevînin
birinci bölümünde, Behrâm’ın babasının yerine tahta geçmesi ve çıktığı avlar,
avlarda karşılaştığı hayvanlarla mücadelesi, ülkesini çevreleyen ülkelerle savaş-
ları ve eğlenceleri; ikinci bölümde ise, yedi iklim padişahlarının kızları ile mi-
mar Sinnimar’a yaptırdığı köşklerde geçirdiği zaman anlatılmıştır. Birinci bö-
lümde oldukça hareketli ve olay eksenli tahkiyevî bir anlatım, ikinci bölümde
ise daha sakin ve didaktik bir söylem dikkat çekmektedir. Behiştî mesnevîsini
şahıs kadrosu, olay örgüsü, mekân, zaman ve bakış açısı gibi hususlar açısın-
dan oldukça başarılı bir kurgu ile kaleme almış, özellikle mesnevîyi tekdüze bir
anlatımdan kurtarmak amacıyla anlatma, tasvir, gösterme, diyalog, özetleme ve
montaj gibi çeşitli anlatım tekniklerini bir arada başarıyla kullanarak mesnevî
sahasındaki yeteneğini gözler önüne sermiştir.
Alî Şîr Nevâyî’nin, Nizâmî-i Gencevî’nin Heft Peyker’i ile Emîr Hüsrev-i
Dihlevî’nin Heşt Bihişt’ine cevap olarak aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalı-
bıyla kaleme aldığı Seb’a-i Seyyâre (Zarîf 1956; Tural G. 1993)’si, 889/1484’te 50
“bâb” olarak tertip edilmiş olup, 5000 beyit civarındadır. Behrâm’ın güzel cariyesi
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 359
ile olan macerasını ihtiva eden eser, 7 destancı tarafından 7 ayrı destan olarak
anlatılmaktadır. Eserin konusu şu şekildedir (Çetindağ 2011: 314-15):

Çin hakanıyla Rum kayserini hükmü altına alan ve yedi iklim şâhını haraca
bağlayan Behrâm, kaygısızca saltanat sürmekte, sazlı sözlü eğlence meclisleri
düzenlemektedir. Behrâm bir gün ava çıkar ve ünlü ressam Mânî’ye rastlar. Mânî
ona Hıtâ ülkesinde gördüğü Dilârâm isimli güzelden haber verir. Behrâm o güzele
âşık olur ve hemen getirilmesini emreder. Dilârâm getirilir. Behrâm tacı tahtı
unutur. Behrâm içkili bir av meclisinde bir geyiği vurur. Dilârâm çalışan herkesin
geyik vurabileceğini söyler. Behrâm sinirlenir ve Dilârâm’ı çöle salar. Sabah olunca
yaptıklarından pişman olur ancak Dilârâm’ı bir daha bulamaz. Üzüntüsünden
yataklara düşer. Ne yaparlarsa yapsınlar sıkıntısı bir türlü geçmez.

Daha sonra haftanın her günü için bir köşk yaptırır. Her gün birinde eğlenir. Her
eğlenceden sonra bir de masal anlatılır. Bu masallardan birisi onu çok etkiler,
çünkü bu masal sevdiği kızın masalıdır. Behrâm bu masal sayesinde sevdiğine
yeniden kavuşur. Mutlu bir şekilde yaşarken bir gün ava çıkarlar. Av esnasında
büyük bir tufan olur. Şahla beraber herkes bu tufanda can verir.

Ulvî (İsen 1990: 466; Hasan Çelebi 1989: II/692) ile Kudsî (İsen 1980: 232; 1990:
277)’nin Heft Peykerleri ise elimizde mevcut değildir.
Burada Muhammed bin Acâ tarafından yapılan meşhur Arap tarihçisi
Ebû Abdullah Muhammed bin Ömer bin Vâkıd el-Vâkıdî’nin Suriye’nin Hz.
Ebû Bekir ve Hz. Ömer zamanında Müslümanlar tarafından fethini anlatan
Fütûhu’ş-şâm adlı eserinin manzum Türkçe tercümesi’ni de belirtelim. Topkapı
Müzesi Kütüphanesi K. 883 numarada eserin ikinci cildi mevcut olup Yermuk
Muharebesi’nden Sur şehrinin fethine kadar olan vakıaları ihtiva etmektedir. Bu
eserin birinci cildi ise, Sâliha Hatun Kütüphanesi 157 numarada bulunmakta-
dır (Karatay 1961: I/164-65).
Tarihî, destanî, menkabevî mesnevîlerin ikinci grubunu, İslâm ve ta-
savvuf büyüklerinin hayatlarını, hüviyetlerini, din uğrundaki savaş ve müca-
delelerini, keramet ve büyüklüklerini konu alan eserler oluşturmaktadır. Hz.
Muhammed’in, özellikle de Hz. Alî’nin gazaları; Hamza ve Ebû Müslim kıssa-
ları, Battal Gazi, Dânişmend-nâme ve bunların yanısıra daha önce sözü geçen
Üveysü’l-karânî, Mansûr-nâme, Hikâyet-i İbrâhîm Edhem vb. evliyâ menkabe-
leri bu çerçeve içerisinde mütalaa edilmektedir. XIV. asırda daha çok görülen,
şehir kasaba ve serhatlerde geniş halk kitlelerince okunan ve gerek üslûp ge-
rek muhteva yönünden her zümreden geniş halk kitlelerine hitap eden bu tür
eserlerin mensur olduğu kadar manzum örneklerine de rastlanmaktadır. Ancak
360 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
bunlar, şu kişi veya şâire ait olmaktan daha çok, yazarı meçhul ya da anonim
eserler durumundadır (Tolasa 1982: 10-11).
Bu asırda Fâtih Sultan Mehmed ve Sultan II. Bâyezîd devirlerinde yaşa-
yan ve Uzun Firdevsî lakabıyla meşhur olan Hızır bin İlyâs tarafından yazıldığı
tahmin edilen Menâkıb-ı Hacı Bektâş-ı Velî (Noyan 1986)’yi zikretmemiz gere-
kir. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan eser, otuz beş bölümden
oluşmaktadır. Bölüm başlıkları Farsça olarak yazılmıştır. Hacı Bektâş-ı Velî’nin
hayatı hakkında gerek tarihî gerekse menkabevî bilgiyi ihtiva etmektedir. Di-
ğer bir menakıb-nâme ise, Âşık Ahmed tarafından kaleme alınan Kemâl Ümmî
Menâkıb-nâmesi’dir. Eserde umumiyetle Bolu’da yaşayan şeyhin hayatı ve men-
kabeleri, sonlara doğru da, çevresindeki öteki şeyhlerin hikâyeleri anlatılmış ve
tasavvufî birçok nasihat verilmiştir (Ocak 1992: 59). Eserin bir nüshası Millet Kü-
tüphanesi, Manzum, nr. 1323’te mevcuttur.
Şeyh Bedreddîn’in oğlu İsmâ’îl’in (Şeyh Beşâ) oğlu Hâfız Halîl’in Menâkıb-ı
Şeyh Bedreddîn’i de, bu katagori içerisinde değerlendirilebilecek eserlerden-
dir. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan eser, yaklaşık 2500 beyit-
ten oluşmaktadır. Eserin tek nüshası Belediye Kütüphanesi, Muallim Cevdet K.
157’de bulunmaktadır. Menâkıb-ı Şeyh Bedreddîn’in geniş bir özeti M. Şerefed-
din tarafından yayımlanmıştır (Şerefeddin 1935). Bu eserde menkabe motifleri
hemen hiç kullanılmamış, şeyhin ve eserlerinin müdafası yapılmıştır. Bundan
dolayı tarihe daha yakın olup Şeyh Bedreddîn hakkında tarihî bir kaynak sıfa-
tına haizdir. Müellif, eserinde sadece dedesine ait rivayetleri değil, kendi gör-
düklerini ve bildiklerini de kullanmıştır. Bu menâkıb-nâme, şeyhin doğumun-
dan ölümüne kadar tam bir biyografi özelliği göstermektedir (Ocak 1992: 57).
Kemâl Ümmî’nin Menâkıb-ı Gîlânî’si Abdülkâdir-i Gîlânî’ye dair çeşitli men-
kabelerin anlatıldığı bir mesnevîdir. 1560 beyitten müteşekkil olan eser, aruzun
“mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla kaleme alınmıştır. Baş tarafında 19 beyit-
lik dinî şiirle yapılan girişten sonra menkabeler başlamaktadır (Külekçi 1999:
I/385). İbrâhîm Edhem’in menkabesinin anlatıldığı Dâstân-ı İbrâhîm Edhem
(Güder 1992), 290 beyit olup aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmış-
tır. Eserde hece vezniyle yazılmış biri 6, diğeri 11 dörtlükten oluşan destan tar-
zında iki de şiir bulunmaktadır. XIV. veya XV. asırda yaşadığı tahmin edilen
Niyâzî’nin Hallâc-ı Mansûr Menâkıb-nâme (Tatçı 2008)’si, tarihî bir şahsiyet olan
Mansûr-ı Bağdâdî’nin menakıbını ihtiva etmektedir. Attâr’ın Tezkiretü’l-evliyâ’sı
esas alınarak aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmış olup 1066 beyit-
ten oluşmaktadır. Onun menâkıb-nâmede teferruatıyla anlatılan destanî haya-
tının tarihî gerçeklerle de uygunluk göstermesi dikkat çekmektedir. Sabâyî’nin
689 beyitten oluşan ve Veysel Karanî’nin menkabesini ihtiva eden Üveys-nâme
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 361
isimli mesnevîsi (Savran 2009), aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla ka-
leme alınmıştır. Sabâyî eserini, kerem sahibi bir dostunun Veysel Karanî hakkında
bir eser yazması hususundaki ısrarı üzerine, Ferîdüddîn-i Attâr’ın Tezkiretü’l-
evliyâ’sından hareketle oluşturmuştur. Kâtib Kemâl’in ise, 853/1449-1450 yılında
aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazdığı 2224 beyitten oluşan Ashâb-ı
Kehf isimli mesnevîsi bulunmaktadır (Yekbaş 2012a: 57-82).
Tarihî, destanî, menkabevî mesnevîlerin üçüncü grubunu ise, manzum
Osmanlı tarihleri ve Osmanlı tarihine dayanan gazavât-nâmeler oluşturmakta-
dır. Mesnevîlerde yerlileşme temayülünün hızlanmasında manzum tarih yazı-
cılığı şuurunun gelişmesiyle tam bir paralellik tespit edilmektedir. Dânişmend-
nâme, Saltuk-nâme, Hamza-nâme vb. eserlerle ilk örnekleri tespit edilen destanî,
hamasî ve menkabevî konular, bilindiği kadarıyla Ahmedî’nin manzum Osmanlı
tarihi ile mesnevî formunda ilk defa gerçek tarih boyutları içerisinde değerlen-
dirilmiştir. Abdülvâsi Çelebi’nin Halîl-nâme’sinde adeta Ahmedî’ye zeyl yazar-
casına kaleme aldığı fetret devri tarihi de, bu başlangıcın kararlılığını gösterir.
Bu küçük denemeler nihayet Za’îfî’nin, Sultan II. Murâd’ın savaşlarını anlatan
Gazavât-nâme’sini telif etmesi neticesini doğurmuş; Sûzî’nin Rumeli akıncıla-
rının kahramanlıklarını konu edinen eseri ile de edebiyat tarihimizde yepyeni,
tamamen orijinal ve işlenmeye çok müsait bir konu teşkil etmiştir. XV. asır so-
nunda Bekâ’î’nin manzum tarihi, Sabâyî’nin Gazavât-nâme’si, Şehdî’nin Osmanlı
Şâh-nâmesi, Safâyî’nin Feth-i İnebahtı ve Moton’u ve Kıvâmî’nin Fetih-nâme’si ile
gelişip yaygınlaşan bu tür eserler “Selîm-nâme”ler, “Süleymân-nâme”ler, “muh-
telif fetih-nâme”ler gibi benzer tarzdaki eserlerin XVI. asırda hızla yaygınlaşma-
sına zemin hazırlamıştır (Şentürk 2002: 779).
XIV. asırda Ahmedî ile başlayan manzum Osmanlı tarihçiliğine bu dö-
nemde dört şâirimiz katılır. Bunlar Abdülvâsi Çelebi, Ahmed-i Rıdvân, Kemâl
ve Enverî’dir.
Abdülvâsi Çelebi’nin Halîl-nâme’sindeki “der-vasf-ı ceng-i Sultân Mu-
hammed bâ-Mûsâ ve hezîmet-i Mûsâ” bölümü (Güldaş 1996: 254-78), 193 be-
yitten müteşekkil olup Çelebi Mehmed ile Mûsâ Çelebi arasındaki mücade-
leyi ihtiva etmektedir. Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan bu
tarihî manzume, tarihimizde karanlık bir devir görünümünde bulunan “Fet-
ret Devri”ne az da olsa ışık tutabilecek nitelikler taşıması ve bu mücadeleyi ilk
defa ele alıp yansıtması bakımından önemlidir. 817/1414’te tamamlanan tarihî
manzume, kronik bir Osmanlı tarihi olmamasına rağmen, eski ve dikkat çe-
kici bir kaynak olarak, mevcut Türkçe manzum tarihler arasında Ahmedî’nin
“Dâstân-ı Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osmân”ından sonra ikinci sırayı almaktadır.
Eserin Ahmedî’nin bıraktığı yerden yani Emîr Süleymân’dan itibaren başlaması,
362 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
ona Ahmedî’nin eserinin zeyli görünümünü vermektedir. Manzume muhteva
yönünden de dikkat çekicidir. Çünkü müellif, sadece kuvvetli savaş tasvirleri
yapmakla kalmamış, iki şehzâdenin psikolojik durumunu da başarıyla işlemiş-
tir. Çelebi Mehmed’in aslında kan dökmek istemediği, kardeşiyle istemeyerek
savaştığı; Mûsâ Çelebi’nin ise inat ve direnişi, konuşmalarla, alınan tedbirlerle
ifade edilmiştir. Çelebi Mehmed ve üç vezirinin gösterdiği kahramanlık ayrıca
kullanılan zengin araç ve gereçleri manzumedeki tasvirlerin daha canlı olma-
sını sağlamıştır (Güldaş 1996: 20).
Ahmed-i Rıdvân’ın İskender-nâme’sindeki Nusret-nâme-i Osmân (Ün-
ver 1979) bölümü de, Osmanlı tarihinden bahsetmektedir. Rıdvân’ın İskender-
nâme’sinin bütününde olduğu gibi Nusret-nâme-i Osmân bölümünde de Sultan
I. Bâyezîd döneminin sonuna kadar, küçük ayrılıklarla Ahmedî’yi izlediği gö-
rülmektedir. Ancak Ahmed-i Rıdvân yaşadığı dönemdeki tarih anlayışına bağlı
kalarak, Emîr Süleymân’dan hiç söz etmemiş; Yıldırım Bâyezîd’den sonra doğ-
rudan I. Mehmed’e geçmiştir. Eser, Ahmedî’nin bıraktığı yerden II. Bâyezîd dö-
neminde Moton ve Koron’un alınmasına kadar geçen olayları, kalın çizgileriyle
vermesi bakımından oldukça önemlidir. Eserde hem padişahlar kahramanlık-
ları, adaletli oluşları, cömertlikleri gibi yönleriyle övülmüş, hem de onların za-
manlarında yapılan savaşlara kısaca yer verilmiştir. Aruzun “fâilâtün fâilâtün
fâilün” kalıbıyla yazılan eser, 465 beyitten müteşekkildir.
XV. asır tarihçilerinden olan Kemâl’in Sultan II. Bâyezîd namına 895/1490’da
bitirdiği Selâtîn-nâme (Öztürk N. 2001; Anhegger 1952), kuruluşundan Fâtih devri
sonuna kadar tam bir Osmanlı tarihidir. Bazı kaynaklarda Sarıca Kemâl olarak
nitelendirilen bu kişinin, R. Anhegger tarafından yapılan araştırma neticesinde
başka bir Kemâl olduğu anlaşılmıştır (Anhegger 1952: 448-50). Devlet ricalinden
bazı kimselerin Türk diliyle mesnevî yazdığı için kendisiyle eğlendiklerini öğ-
rendiğimiz Kemâl, Türk dilinin şeker gibi tatlı bir dil olduğunu eserinin çeşitli
yerlerinde dile getirmiştir. Müellif, diğer söz ustaları yanında kendisinin bir de-
ğeri olmadığını bildiği hâlde biraz da bu dilin güzelliğini göstermek için eserini
yazmıştır (Şentürk 2002: 103). Bu eser, her ne kadar edebî yönden bir değeri ol-
masa da, özellikle edebiyat tarihimiz açısından önemlidir. Çünkü edebiyatımız-
daki mesnevî tarzı, Selâtîn-nâme ve emsali eserlerle Hüsrev, Kays, Behrâm vb.
yarı efsanevî şahsiyetlerin yanında artık Osmân Gazi, Süleymân Şah, Mahmûd
Paşa gibi gerçek tarihî şahsiyetlere ve onları anlatan gerçek tasvirî parçalara da
yer vermeye başlamıştır (Şentürk 2002: 103). Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün”
kalıbıyla yazılan eser, 3029 beyitten oluşmaktadır. Kemâl, bazen olayları çeşitli
hikâyelerle tasvir etmeye çalışmıştır. Meselâ, Sultan Yıldırım Bâyezîd ile Tahratan’a
ait olaylar, Kemâl’i tamahkârlık hakkında iki hikâye anlatmaya sevkeder (Anhegger
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 363
1952: 465-67). Yine Yıldırım Bâyezîd ile Timur arasındaki Ankara muharebesi
esnasında Sultan I. Bâyezîd’in kendi askerleri tarafından terkedilmesini eleşti-
ren şâir, tenkide “beyân-ı dil-âzârî” başlıklı kısımda devam eder ve konuya uy-
gun Nûşirevân hikâyesini anlatmaya başlar (Anhegger 1952: 467-68). Anhegger,
Kemâl’in eserine aldığı bu hikâyelerin bir kısmını, özellikle de “Karınca ile Çır-
layık” hikâyesini başarılı bulmaktadır (Anhegger 1951).
Bu asırda yazılan manzum tarihlerden birisi de, Enverî’nin Düstûr-nâme
(Mükrimin Halîl 1928, 1930; Orhan 1985; Öztürk N. 2003; Ademler 2007)’sidir. 869/1465
tarihinde aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme alınan eser, 3696 be-
yitten oluşmaktadır. Düstûr-nâme, esas olarak bir mukaddime ile üç ana bölüm-
den meydana gelmektedir. Mahmûd Paşa’ya ithafın ve fihrist kısmının yer aldığı
mukaddimeden sonra gelen ana bölümlerden birincisi, peygamberler ve İslâm
tarihine dair olup kendi içinde “bâb” başlığı altında on yedi kısma ayrılmıştır.
Eserin ikinci ve en uzun ana bölümü on sekizinci bâb olup burada Aydınoğul-
ları Beyliği’nin tarihçesi, özellikle Umur Bey’in gaza ve fetihleri anlatılmaktadır.
Son dört “bâb” ise, eserin üçüncü ana bölümünü oluşturmaktadır. Bunlardan on
dokuzuncu “bâb”, özellikle Orhan Gazi’nin oğlu Süleymân Paşa’nın Rumeli’deki
fetihleriyle 1402 Ankara Savaşı sonrası hadiseleri olmak üzere, Fâtih’e kadar ge-
len devrin önemli olaylarını ihtiva etmektedir Yirminci “bâb”da 1464 ortalarına
kadar Fâtih devri olayları işlenirken, son iki “bâb” Mahmûd Paşa’nın seferleriyle
methine tahsis edilmiştir. Eserin en önemli özelliği, Aydınoğulları tarihine dair
ayrıntılı bilgiler veren yegâne eser olmasıdır. Ayrıca Selçuklu, Harizmşâh ve Mo-
ğol devletleriyle ilgili kısımlarda da başka kaynaklarda olmayan bilgiler bulun-
maktadır. İlk Osmanlı tarihlerinden olması ve kaynağının günümüze ulaşma-
ması esere bu hanedan için de kaynak değeri kazandırmaktadır. Bu bölümün
önemli konularından birisi de Osmanoğulları’nın aslı ve şeceresidir (Özcan 1994:
49). Ayrıca Düstûr-nâme’nin mukaddime ve iki bölümünde geçen beyitlerden
anlaşıldığına göre, Enverî daha önce Fâtih Sultan Mehmed adına Teferrüc-nâme
adıyla bir tarih kitabı daha kaleme almıştır.
Bu asırda yazılan manzum tarihlerden birisi de Mu’âlî tarafından Farsça
kaleme alınan Hünkâr-nâme’dir (Anhegger 1950). Bu eseri ilk defa Robert An-
hegger yazmış olduğu bir makale ile tanıtmıştır (Anhegger 1950) Mu’âlî, eserini
Fâtih Sultan Mehmed’in lutuf ve ihsanına nail olmak için, hemşehrisi Firdevsî’nin
Şâh-nâme’sini örnek alarak aynı vezinle, yani aruzun “feûlün feûlün feûlün feûl”
kalıbıyla kaleme almıştır. Edebî yönden zayıf ve değersiz olan Hünkâr-nâme,
manzum bir tarih olduğu kadar bir kahramanlık destanıdır. Hemen hemen
her sayfasında görülen bu hususiyet, eserin kıymetlendirilmesinde daima göz
önünde bulundurulması gerekmektedir. Eserde bahsedilen olayların tarihlerinin
364 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
zikredilmemesi, hadiselerin tam bir kronolojik sıra takip etmemesi ve bütün ha-
diselerin kaydedilmemesi, onun tarihî değerinin azalmasına sebep olan unsur-
lar olarak göze çarpmaktadır. İstanbul fatihi Sultan II. Mehmed Han ile söze
başlayan müellif, Hünkâr-nâme ismini verdiği eserini, gece gündüz çalışarak
vücuda getirdiğini anlatmış, İstanbul’un fethi hadisesini efsanevî bir şekilde ve
kısaca hikâye ettikten ve Ayasofya’nın methini yaptıktan sonra, Padişah’ın bu şe-
hirde imaretler yapılmasını emrettiğini ve ilk olarak da Mahmûd Paşa imaretine
başladığını belirtmiştir. Eserde Mora, Arnavutluk, Sinop ve havalisi (İsfendiyar),
Trabzon, Eflâk, Midilli, Sırbistan (Laz) ve Bosna seferleri kısaca zikredildikten
sonra, Ağrıboz Seferi’ne geçilmiş ve vukuat anlatılırken Mahmûd Paşa’nın bu
fetih esnasında Fâtih’in plânına aykırı olan kendi plânını tatbik ettiği, başarısını
gören padişahın da onu takdir ve taltif eylediği zikredilmiştir. Müellif bundan
sonra Osmanlı tarihi içerisinde en fazla yer alan Uzun Hasan hadisesini anlat-
mıştır. Eserde Timurleng’e, Akkoyunlulara ve Karakoyunlulara geniş yer tahsis
etmekle birlikte, arada Osmanlılara dair bilgiler de vermiştir.
Burada Şehdî tarafından Farsça kaleme alınan Tevârîh-i Âl-i Osmân’ı da
zikretmeliyiz. Şehdî, eserini Fâtih Sultan Mehmed’in emri üzerine Şâh-nâme
bahrinde yazmaya başlamış, ancak ömrü vefa etmediği için 4000 beyitlik bir
bölümü tamamlayabilmiştir. Şu an kayıp olan bu eserin hacmi hakkında kay-
naklarda çeşitli rivayetler vardır. Sehî Bey’e göre 10000 beyitten fazla yazdık-
tan (İsen 1980: 128); Âşık Çelebi (1994: II/817), Hasan Çelebi (1989: I/528), Beyânî
(1997: 140) ve Âlî’ye göre ise (İsen 1994: 138) 4000 beyit söyledikten sonra ömrü
vefa etmediği için yarım kalmıştır. Babinger, şu anda elde mevcut olmayan ese-
rin aslında 10000 beyit olarak tasarlandığı, ancak sadece 4000 beytinin yazılmış
olduğunun kabul edilebileceğini kaydetmektedir (1992: 30).
Bu asırda İslâmî edebiyatlarda “megazî” veya “fütûh” ismi ile anılan “gazavât-
nâmeler” de önemli bir yer tutmaktadır. Bunlar din uğrunda yapıldığına ina-
nılan çeşitli savaş veya fetihlerin ya müstakil olarak yahut da bir şahsiyet etra-
fında toplanıp nakil ve tasvir edilmesinden ibarettir. Bu türün ilk örneklerine
bu asırda rastlanmaktadır.
Anadolu’da yazılan ilk gazavât-nâme örneği, 850/1446-855/1451 tarih-
leri arasında Gelibolulu Za’îfî tarafından yazılan Gazavât-ı Sultân Murâd (Sarı
1994)’dır. Eserin bugün bilinen eksik bir nüshası Afyon İl Halk Kütüphanesi,
Gedik Ahmed Paşa Bölümü, nr. 18349/1’de bulunmaktadır. Aruzun “mefâîlün
mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan eser, 2566 beyitten müteşekkildir. Eserin ba-
şında “tevhîd”, “münâcât” ve “na’t”lardan sonra “sebeb-i te’lîf” bölümü gelmek-
tedir. Buradan şâirin bir üstattan şiir öğrenmeğe gayret ettiği, kısmen müşahe-
deye kısmen de rivayete dayanarak manzum bir tarih kitabı ortaya koymağa
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 365
çalıştığı ve bundan da isminin baki kalacağını ümit ettiği anlaşılmaktadır (Şen-
türk 2002: 83). Eserde Sultan II. Murâd’ın yapmış olduğu savaşlar tafsilatlı bir
şekilde anlatılmıştır. Sâde Türkçesi ve anlatımıyla mesnevî şâiri olmaktan çok
bir halk hikâyecisi olduğu anlaşılan Za’îfî’nin bu eseri, edebiyatımızda XV. asrın
ikinci yarısında açıkça yaygınlaşan yerlileşme temayülüne kimlerin öncülük et-
mekte olduğunu göstermesi bakımından oldukça önemlidir (Şentürk 2002: 84).
Mesnevî edebiyatımızda müşahedeye dayalı ve dolayısıyla yerli mevzuları işle-
yen ilk eserlerden sayabileceğimiz bu eser, yeni bir türün doğmasına öncülük
etmişse de edebî açıdan, manzum halk hikâyelerindeki basit üslûbun önüne pek
geçememiştir. Vezin ve kafiye hataları, plân ve ifade bozuklukları şâirin hiç de
zannettiği gibi “kabiliyetli” olmadığını göstermektedir. Eserde yer alan ve mü-
him sayılabilecek parçalar, tasvirden daha çok “tarif”e daha yakın olup gerçeğe
uyabilecek rakam ve anlatımlarla birer tarih vesikası mahiyetindedir. Söz ko-
nusu parçaların hemen hemen tamamının ordu ve savaş konulu olduğu, bir iki
yerde ise, edebî tasvir havası taşıyan birkaç beyte rastlanmaktadır. Bu tasvirler de,
Dânişmend-nâme’ye aittir (Şentürk 2002: 83). Ayrıca Rumca ve Slavca beyitlerin de
yer aldığı eser, Sultan II. Murâd’ın sağlığında yazılması, Za’îfî’nin sultanın mec-
lisinde bulunacak kadar yakınında yaşaması, seferlere katılması ve bir çok olayı
bizzat kendi gözlemlerine dayanarak anlatması bakımından da dikkat çekicidir.
Kıvâmî’nin Fetih-nâme-i Sultân Mehmed (Uygur 2007; Gökçe 2007; Tür-
ken 2006)’i, 895/1490 tarihinde nazmedilerek Sultan II. Bâyezîd’e takdim edil-
miştir. 28 bölümden oluşan eserin 25’i Fâtih Sultan Mehmed’in, 3’ü de Sultan
II. Bâyezîd’in fetihlerine ayrılmıştır. Yer yer mensur kısımların da bulunduğu
eserde, mesnevî tarzında ve aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbında yazıl-
mış 108 tane manzume vardır. Bunlardan bir tanesi Fâtih’in medhiyesi, bir di-
ğeri de onun ölümü üzerine söylenmiş mersiyedir. Ayrıca Sultan II. Bâyezîd’in
methinde ve onun yapmış olduğu Akkerman Savaşı’nı muhtevi manzumeler
de bunlardandır. Tek nüshası National Bibliothek’te (MS Or., nr. 1975) bulunan
eser, Franz Babinger tarafından ön tarafında kısa bir inceleme ile birlikte tıpkı-
basım olarak 1955 yılında yayımlanmıştır.
Fâtih Sultan Mehmed ve Sultan II. Bâyezîd devri şâirlerinden Sinoplu
Safâyî’nin yaklaşık 10000 beyitlik Feth-i İnebahtı ve Moton’u, Kemâl Reis’in
905/1499’daki İnebahtı fethi ile 906/1500’deki Moton fethini ihtiva etmektedir
(Levend 1956: 20). Eski kaynaklarda ismi geçmeyen bu eser hakkında sadece Sehî
Bey: “Kemâl Reis’in deniz savaşlarını nazm etmiş ve neticede mesnevî tarzında
on bin beyitlik bir kitap meydana getirmiştir” (İsen 1980: 135) şeklinde bilgi ver-
mektedir. Eserin bir nüshası Topkapı Sarayı, Revan Kütüphanesi, nr 1271’de ka-
yıtlı olup 3500 beyit civarındadır.
366 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Sabâyî mahlaslı Edirneli Hayreddîn’in Arnavud Koca Dâvûd Paşa’nın,
Bosna sancağı mutasarrıfı iken yaptığı savaşları anlatan eseri, bugün elimizde
mevcut değildir (İsen 1980: 136). Kâşifî’nin Farsça kaleme aldığı Gazâ-nâme-i
Rûm’u, 1139 beyittir. Eserde, Sultan II. Murâd’ın saltanattan feragati, Fâtih’in
ilk hükümdarlığı, Arnavutluk fütuhatı, II. Kosova Savaşı ve Sultan II. Murâd’ın
Fâtih için yaptığı düğün anlatılmaktadır. Eserin tek nüshası İstanbul Üniversi-
tesi Kütüphanesi’nde (FY 1138) bulunmaktadır (Azamat 1996: 169-70). Bihiştî Ah-
med Sinân’ın Vekâyi’-nâme-i Bihiştî veya Târîh-i Sultân Cem isimli eseri, Sultan
II. Bâyezîd ile Şehzâde Cem Vak’asını konu edinmektedir. Eserin nüshası Top-
kapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi R. 1270’te bulunmaktadır (Karatay 1961: I/236).
Bugün nüshası elimizde bulunmayan Seyfî’nin Sultan II. Murâd’ın Futûhâtına
Dair Mesnevî’sini de burada zikretmek gerekir (Şentürk 2002: 11).
Türk edebiyatı mesnevîleri arasında, mevzu itibariyle, yaşanmış olay-
lara dayanılarak telif edilmiş olması bakımından oldukça orijinal bir yeri olan
Firdevsî-i Rûmî’nin Kutb-nâme (Olgun vd. 1980)’si dikkat çekmektedir. Özel-
likle bu yönüyle edebiyat tarihimizde önemli bir yer işgal eden ve 909/1503 ta-
rihinde aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan eser, yaklaşık 3500 be-
yit civarındadır. Eserin konusunu İnebahtı, Moton ve Koron kalelerini kaybeden
Venediklilerin 907/1501 senesi Ekim’inde Fransızlarla birlikte Midilli’ye saldır-
maları ve buranın muhafazası için verilen mücadeleler oluşturmaktadır. Müel-
lifin ifadesine göre mesnevî, kendilerine güvenilen şahıslardan edinilen bilgilere
göre kaleme alınmıştır. Eserin “der-ta’rîf-i Midilli” başlığı altında Midilli adası-
nın coğrâfî yapısı, kalesi, askeri gücü, limanı, hisarı ve güzelleri hakkında tefer-
ruatlı bilgi verilen kısmını, aynı yıllarda İstanbul şehrini surları, mimâri yapıları
vb. unsurlarıyla tasvir eden Ca’fer Çelebi’nin Heves-nâme’si ile birlikte, edebi-
yatımızda XVI. asrın başlarından itibâren revaç bulmaya başlayan “şehr-engîz”
nevinin nüvesi olarak düşünmek mümkündür (Şentürk 2002: 110).
İran edebiyatında olduğu gibi bizde de savaş ve zafer hikâyelerini gerek
efsanevî gerekse tarihî değerleri yönünden konu edinen mesnevîler arasında, sa-
vaşları bütün ayrıntılarıyla anlatarak olağanüstü kahramanlıkları heyecanla tasvir
edenlere de rastlamak mümkündür. Ancak bunlar arasında düşman topraklarına
girerek etrafa korku ve dehşet saçan Türk akıncılarını, hiçbir özentiye kapılma-
dan olduğu gibi tasvir eden Sûzî Çelebi’nin Mihaloğlu Âlî Bey’in Rumeli’deki
akınlarını ve girdiği savaşlarını anlatan Gazavât-nâme (Levend 1956; Vırmiça
2002)’si müstesna bir yer işgal etmektedir. Müellifin bizzat gördüğü ve işittiği
vak’aları naklettiği bu mesnevîsi, sadece tarihî bir vesika niteliğinde olmayıp şiir
yönü de bir hayli kuvvetlidir (Şentürk 2002: 112-13). Aruzun “mefâîlün mefâîlün
feûlün” kalıbıyla yazılan mesnevî, Eflâk, Lehistan, Erdel, Varat, Ungurus, Tuna
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 367
boyları vb. yerler ve Âlî Beğ, İskender Beğ, Kara Halîl, Yûnus, Cerrâh ve Şâmî
gibi gerçek kahramanlarla akıncıların yaşanmış vak’alarını nakleden, şâirane bir
üslûpla yazılmış manzum bir tarih hüviyetindedir (Şentürk 2002: 113-14). Özel-
likle Sûzî’nin bizzat katılmış olması kuvvetle muhtemel Rumeli akınlarını ve
orada karşılaştığı nesneleri, Tuna nehri gibi, tasvir eden beyitlerindeki canlı-
lık ve akıcılığı en güçlü İran tercümelerinde dahi bulmak oldukça zordur (Şen-
türk 2002: 780). Kaynaklarda on beş bin beyit olarak zikredilen eser, 1795 beyit-
ten müteşekkildir.

Diğer Mesnevîler
Sergüzeşt-nâme ve Hasb-i hâller
XV. asır mesnevî edebiyatımızın “sergüzeşt-nâme” ve “hasb-i hâller” adı al-
tında toplanan mahsulleri, sayıca az olmalarına rağmen ilgi çekici örnekler ola-
rak arz ederler. Elimizdeki bilgilere göre, bu türün ilk örneği Halîlî’nin Fürkat-
nâme (Tavukçu 1993; Gülseren 1990)’sidir. Şâirin eserinin 44 ve 45. beyitlerinde:

Düzet nazm eyle bir şîrîn kitâb it


Du’âsın bir garîbün müstecâb it
Okunsun adı “Gurbet-nâme” olsun
Kalem kim yazdı müşkîn-hâme olsun

diyerek eserinin ismini açıkça Gurbet-nâme şeklinde tasrih etmesine rağmen


bu mesnevî daha çok Fürkat-nâme olarak tanınmıştır. Edebiyatımızda XV. as-
rın ikinci yarısında gelişmeye başlayan yerlileşme temayülünün mahsullerinden
olan bu mesnevî, sergüzeşt tarzında yazılmış olup kendisinden 23 sene sonra
yazılan Heves-nâme ile bazı yakınlıklar arzeden orijinal bir eserdir (Şentürk 2002:
95-96). 876/1471-72 tarihinde aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla ka-
leme alınmış olan mesnevî, 1334 beyitten oluşmaktadır. Bizzat Halîlî’nin kendi
ağzından hikâye edilen mesnevîde, birinci kişi kullanılmıştır. Eserin konusu kı-
saca şu şekildedir:

Şâir yakın bir arkadaşıyla İran’da ilim tahsil ederken bir gün arkadaşı Rum’a
gidip orada okumayı teklif eder, derhal yola çıkarak İznik şehrine gelirler. Şâir
İznik çarşısında bir güzel görerek âşık olur, bütün yalvarmalarına rağmen şâire
merhamet etmez. Bir gece arkadaşı şâire sevgiliye bir mektup göndermesini teklif
eder, şâir kendi hâlini anlatan bir mektup yazar. Sevgilisinin merhamet etmediğini
görünce günlerce yanar, yakılır ve nihayet İstanbul’a gitmeye karar verir. Artık
ilim, zühd ve takva gibi meziyetleri terkederek ağlayıp gezer. Nihayet bir sabah
sevgiliden kendisini davet eden bir mektup alır, sevinç içinde İznik’e koşar, fakat
368 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
sevgilisinin kendisini tanımazlıktan geldiğini görerek yine eskisi gibi günlerce
ağlar. Bir gün sevgilisine gözyaşını gönderince sevgilisi yanındaki rakibi kovar
ve aşığa sahrada sohbet etmeyi vadeder. Nihayet ikisi buluşarak önce sohbet,
sonra işret ederler. Ancak akşam olacağına yakın sevgili şehre doğru uzaklaşır
ve aşığını tekrar yalnız bırakır (Şentürk 2002: 96).

“Mecazî” bir aşktan çok “vahdet-i vücûd” felsefesine dayanan mesnevîde,


diğer tasavvufî mesnevîlerde kullanılan ortak semboller kullanılmıştır (Kut 1978:
337). Eserde, sülûk ehlinin makamlardan nasıl yavaş yavaş geçip sonunda “fenâ”ya
ulaştığını görmek mümkündür. Fürkat-nâme’de dikkat çeken noktalardan bi-
risi, o döneme kadar yazılan mesnevîlerin aksine eserde, Osmanlı Devleti’nin
hudutları içerisinde yer alan şehir ve yer adlarının kullanılmasıdır. Bugünkü
tespitlere göre, mesnevîlerimiz içinde konuyu yerli bir mekânda ele alarak iş-
leyen ilk şâir Diyarbakırlı Halîlî’dir. Halîlî, bu eserinde İran’dan İstanbul’a ge-
lirken uğradığı İznik şehrini tasvir etmiştir. Bu tasvirde, şehrin yeşillik ve di-
ğer tabiat güzelliklerine yer verilmiş, güzellerden bahsedilmiş, şehre has belli
bir özellik olarak sadece “Leb-i deryâ” (İznik Gölü) oluşu zikredilmiştir. Daha
sonra şâir İznik’ten deniz yoluyla İstanbul’a gelmiş ve bu şehri şöylece tasvir et-
miştir (Şentürk 2002: 715-16):

İki gün dahı deryâ seyrin itdüm


Üçünci günde İstanbul’a geldüm
Temâşâ eyledüm ol şehr içini
Didüm kim Rûm’a gelmiş şehr-i çini
İçi toptoludur bâg (u) gülistân
Leb-i deryâsı râhat-bahş-ı cânân
Husûsâ ol binâlar kim yapılmış
Anun lutfına cân u dil kapılmış
Kamu sakfı vü divârı müzehheb
Dükeli şehr mermerden müretteb
Neye baksan görürsin nakş-ı çînî
Ki harfin yazamaz nakkâş-ı çînî

Halîlî’nin bu mesnevîsinde ifade canlı, sâde, süsü az, mısralar ise duygulu-
dur. Özellikle şeklin ve veznin vermiş olduğu monotonluğu gidermek için ara-
lara yerleştirilen değişik vezinlerdeki gazellerin sağlam ve kudretli olduğu gö-
rülmektedir (Kocatürk 1970: 231).
Halîlî’nin Fürkat-nâme’sinden sonra sergüzeşt nevinin ilk mahsullerin-
den olan Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi’nin Heves-nâme (Sungur 2006)’si, gerek mevzu
gerekse içindeki tasvirlerin orijinalliği itibariyle devrine kadar kaleme alınmış
mesnevîler arasında tamamen ayrı hususiyetler taşıyan bir eserdir. 899/1493
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 369
tarihinde aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılıp Sultan II. Bâyezîd’e
takdim edilen mesnevî, 3810 beyitten ibarettir. Eser üç ayrı bölümden oluş-
maktadır. İlk iki bölüm eserin konusuna giriştir. Birinci bölüm mesnevî nazım
şeklinde gelenek olan “tevhîd”, “na’t” ve “münâcât”tan sonra, İstanbul’un belli
semtlerinde bulunan mimarî eserleri anlatan beyitlerden oluşur. İkinci bölümde
orijinalliğini vurgulayarak eserini yazış nedenlerini ve aşka dair çeşitli düşünce-
lerini açıklayan şâir, dönemin belli başlı şâirleri hakkında da görüşlerini ifade
eder. Eserin üçüncü ve en önemli bölümünde ise şâir, bizzat yaşadığı bir aşk
macerasını anlatır ve tasvirlerde bulunur (Sungur 2006: 87-91).
Bizim edebiyatımızda XVI. asra kadar romantik mesnevî denince çok eski
zamanlarda ve çok uzak diyarlarda geçmiş aşk hikâyelerini işleyen ve çoğu za-
man tercümeden ibaret eserler akla gelir. Bilindiği gibi Heves-nâme’de mekân İs-
tanbul şehri, zaman şâirin yaşadığı zaman, şahıslar da o devirde yaşamış gerçek
şahıslar ve eserin dekorunu teşkil eden diğer bütün unsurlar yerli unsurlardır.
Eser bu yönüyle zaman, mekân, şahıslar, yerli unsurlar ve orijinal tasvirleriyle
o devre kadar alışılagelmiş pek çok klâsik âdeti terk ederek yerli bir yapıyla or-
taya çıkmış ve İran edebiyatı şekil ve tercümeciliğine âdeta meydan okumuştur
(Şentürk 2002: 106). Anadolu sahasında XV. asrın sonuna kadar mesnevî şâirleri
arasında insanın yüz ve yüz haricindeki bütün unsurlarını ayrı ayrı ve inebildiği
bütün detaylarıyla en geniş ve olabildiğince orijinal bir biçimde ele alan şâir Tâcî-
zâde Ca’fer Çelebi’dir. Şâir, bu mesnevîsinde ilk defa yerli bir mekânda mevcut
mimarî objeleri tasvir etmiş ve onlara önemli bir bölüm ayırmıştır. Bu tasvir-
lerde, bazı edîbâne ve şâirâne ifade ve benzetmeler bir yana bırakılacak olursa,
çizilmeye çalışılan mimarî yapıya elden geldiğince gerçekçi çizgilerle yaklaşıldığı
görülmektedir. Öyle ki, bunları bir sanat tarihçisinin eski İstanbul’un mimarî
eserleri hakkında yaptığı bir çalışmaya tereddüt etmeden kaynak olarak kul-
lanması mümkündür (Şentürk 2002: 268-69, 743-62). Önemli folklorik unsurların
da yer aldığı Heves-nâme’de (Sungur 2000) özellikle İstanbul’u ilgilendiren tarihî
olaylara ilişkin sahneler de görülmektedir. Hz. Peygamber’in ashabından san-
caktarı Hz. Ebû Eyyûb’un fetih için gelen orduyla İstanbul’a kadar gelişi ve şehit
oluşu, İstanbul’un fethi, Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin kabrinin Ak Şemseddîn ta-
rafından bulunuşu ve üzerine cami ve türbe yapılışı bunlardandır (Sungur 2006:
107). Heves-nâme’nin önemli özelliklerinden birisi de, eserde Ahmed Paşa ve
Şeyhî gibi selef şâirlerin tenkit edilmesidir. Ca’fer Çelebi, başkalarının hayal ve
buluşlarını tercüme veya adepte yoluyla kendi eserine geçirmenin şâirlik olma-
dığını, gerçek şâirliğin o zamana kadar hiç kullanılmamış hayaller bularak ken-
dine has tarz, tavır ve üslûpla bunları işlemek olduğunu açıkça ifade ve iddia et-
miştir (Şentürk 2002: 104-105; Sungur 2001).
370 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Bu asırda yazılan sergüzeşt-nâme ve hasb-i hâl türünden diğer bir mesnevî
de, Cemâlî’nin Der-Beyân-ı Meşakkat-i Sefer ve Zarûret-i Mülâzemet (Erimer
1974)’idir. Cemâlî, bu 73 beyitlik küçük mesnevîsinde, Fâtih Sultan Mehmed ile
birlikte yaptığı Arnavutluk seyahatini ve orada karşılaştığı zorlukları anlatmıştır.
Mesnevîsine bir bahar tasviriyle başlayan şâir, daha sonra seyahata karar veri-
şini anlatarak, “der-mezellet-i sengistân-ı memleket-i Arnavud ve mezemmet-i
ehl-i û” başlığıyla asıl konuya geçer. Aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbının
kullanıldığı mesnevînin konusu şöyledir:

Cemâlî, padişahla birlikte, zevki, sefayı bırakıp Arnavut ülkesine gider. Fakat
orası umduğu gibi çıkmaz. Her tarafı iniş-yokuşla dolu taşlık bir yerdir. Ne
bir gül ne güzel bir yeşillik vardır. Ekmekleri tuzsuz, kavunu, karpuzu ise hiç
yoktur. Sanki orası Cehennem vadisi gibidir. Şâir, zengin olmak ümidiyle gittiği
yerden, varlığını da kaybederek geri dönmek zorunda kalır. Cemâlî, ülkeyi basit
ve realist bir üslûpla canlı bir tablo hâlinde tasvir ettikten sonra, oranın belâlarını
anlatmakla bitmeyeceğini söyleyerek, duaya geçer ve kendisini bu sıkıntılardan
kurtardığı için Allah’a dua eder (Horata 1991: 79).

Cemâlî’nin bu mesnevîsini yazarken, özellikle Şeyhî’nin Har-nâme’sinden


etkilendiği görülmektedir. Ancak gerek teknik gerekse tasvirler bakımından onun
seviyesine çıkamamıştır. Aynı dönemde Alî isimli biri tarafından yazılan Dert-
nâme’yi de aynı çerçevede değerlendirebiliriz (İsen 1980: 133; Levend 1988: 142).

Şehr-engîzler
Sergüzeşt-nâme ve hasb-i hâllerden sonra, bu asrın onlar kadar, hatta on-
lardan daha orijinal olan bir diğer mesnevî türü de, Mesîhî’nin Edirne Şehr-
engîzi’dir (Mengi 1995: 89-109; Şentürk 1999: 138-40). Bir şehrin özellikle güzel-
leri başta olmak üzere diğer tabiî ve medenî güzelliklerini anlatan, tasvir eden
şehr-engîzler, sonraki asırlarda son derece artmıştır (bkz. Levend 1957). Ne za-
man yazıldığı tam olarak bilinmeyen mesnevînin, Sultan II. Bâyezîd döneminde
kaleme alındığı tahmin edilmektedir. Özellikle tarzının en eski örneklerinden
olduğu için önemli olan eser, aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla ka-
leme alınmış olup 173 beyitten oluşmaktadır. Şâir, eserine otuz üç beyit süren
bir “münâcât” ile başlar. Bunu on beyitlik gece ve gündüz tasviri izler. Daha
sonra şâir, Edirne’yi överek şehrin güzellerini tasvire başlar. Burada 47 güze-
lin tasvirine yer verilmiştir. Bu tasvirlerden ikisi üçer, sonuncusu dört, diğerleri
ise ikişer beyittir. Eser, yedi beyitlik bir “tetimme”, “İhtimâm” başlıklı beşer be-
yitlik iki gazel ile sona ermektedir (Levend 1957: 17-18). Bu eserde tanıtılan gü-
zellerin ismi, mesleği ya da baba mesleği mizahî ifade kullanılarak verilmiştir.
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 371
Tanıtılan güzellerin hepsinin Müslüman ismi taşımaları ve orta tabakadan gel-
meleri mesnevînin dikkat çeken yönlerinden biridir. Güzeller ya dükkânlarda
çalışır ya da dükkân sahiplerinin oğullarıdır. Eserin dili, sanatçının Dîvân’ında
yer alan bazı manzumelerden daha kolay anlaşılır bir dil olmasıyla dikkat çek-
mektedir (Mengi 1995: 10).

Mizahî mesnevî
Sosyal ve beşerî ince bir hicvin ve de temiz bir Türkçenin örneği olan
Şeyhî’nin Har-nâme (Timurtaş 1981)’si, hiciv ve mizah edebiyatımızın bir şahe-
seridir. Şâir, aslında kendi başından geçen bir hadiseyi kapalı istiare yoluyla hay-
vanlarla temsil ederek en mükemmel tarzda aksettirmeyi başarmış, bunun için
de kuvvetli tasvirler kullanmıştır (Şentürk 2002: 82).
Har-nâme’nin yazılış sebebi hakkında kaynaklarda verilen bilgilerin çeşitli
ve birbirlerinden farklı olduğu görülmektedir. Sehî Bey (İsen 1980: 106-108) ve
Latîfî’ye göre (Canım 2000: 342-43) Şeyhî’yi çok takdir eden Sultan II. Murâd, onu
vezir yapmak ister. Şeyhî’yi çekemeyen kimseler onun, Nizâmî’nin Penc-genc’i
gibi beş mesnevî yazdıktan sonra bu makama gelmesinin daha uygun olduğunu
söylerler. Şeyhî bunun üzerine Nizâmî’nin Hüsrev ü Şîrîn isimli mesnevîsini ter-
cümeye başlar. Çevirdiği 1000 beyti padişaha arz edince, padişah buna çok mem-
nun olur ve ona çeşitli ihsanlarda bulunur. Şeyhî, aldığı ihsanlarla memleketine
giderken yolunu haramiler çevirir ve canını onlardan zor kurtarır. Bunun üze-
rine kendi hâline uygun olan Har-nâme isimli eserini yazarak padişaha gönde-
rir. Hasan Çelebi (1989: I/529-30), Âşık Çelebi (1994: II/819) ve Gelibolulu Âlî’ye
göre (İsen 1994: 113-14) ise, hastalanan Çelebi Mehmed’i iyi etmesi üzerine ken-
disine Tokuzlu isimli bir köy verilir. Oraya giderken o köyün eski sahipleri ta-
rafından yolu kesilir ve nesi var nesi yoksa hepsi elinden alınır. Bunun üzerine
mezkûr eserini yazarak padişaha arz eder. Eserin kime sunulduğu konusu da
henüz kesinlik kazanmamıştır. Ancak bugün Sultan II. Murâd’a takdim edildiği
görüşü ağırlık kazanmaktadır (bkz. Mengi 1977).
Şeyhî’nin bu hikâyesinin konusunu, Arapça bir darbımeselle (Çetin 1972:
227-40), Herat’ta yetişmiş Emîr Hüseynî’nin Zâdü’l-müsâfirîn adlı eserindeki
küçük bir eşek hikâyesinden aldığı sanılmaktadır (Timurtaş 1981: 11). Ancak
Şeyhî’nin bu eserini, Firdevsî-i Tûsî’nin Şâh-nâme’sinde;

Ki har şod ki hvâhed zi gâvân surû


Be-gâvâre gum kerd gûş ez do sû
(terc. Eşek öküzlerden boynuz istemeye gitti; ahmakça (düşünce-
sinden dolayı) iki yandan kulağını kaybetti.)
372 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
şeklinde geçen (Firdevsî-i Tûsî 1363: 7/23, b. 480) ve Fahrî’nin Hüsrev ü
Şîrîn’inde;

Ki varmışdı eşek kim bula boynuz


Kulakdan çıkdı oldı hâli yavuz

tarzında tercüme ettiği beyitte (Flemming 1974: 311, b. 1131) bahsedilen eşek ile
öküz hikâyesinden mülhem yazdığının da göz önünde bulundurulması gere-
kir. Çünkü Şeyhî’nin hem Hüsrev ü Şîrîn’in özellikle Behrâm-ı Çûbîn bahsini
Şâh-nâme’den istifade ederek yazarken Şâh-nâme’den hem de kendisinden önce
Anadolu’da yazılan Fahrî’nin eserinden bu beyti görmesi ihtimal dâhilindedir.
Ayrıca Kelîle ve Dimne’de (Beydeba 1998: 111) kuyruğu olmadığı için kendisine
kuyruk bulmaya çıkan ve yolda onu gören biri tarafından “Madem kuyruğu yok
kulakları da olmayıversin” diye kulakları kesilen merkep hikâyesinin de esere
ilham kaynağı oluşturması muhtemeldir.
126 beyitten ibaret olup aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazı-
lan Har-nâme’de, kısa bir “tevhîd” ve “na’t”ten sonra devrin padişahını öven
26 beyitlik bir kısım mevcuttur. Şeyhî burada padişahın devrinde fitnenin kal-
kıp huzurun tesis edildiğini, herkesin neşe içinde yaşadığını ifade eder ve he-
men ardından bir bahar tasviri çizer; sonra da kendi bedbaht hâlini zikrede-
rek şu hikâyeyi anlatır:

Zayıf bir eşek vardır, iş göremeyecek hâlde olduğundan sahibi palanını sırtından
alarak onu otlağa salar. Eşek otlayarak biraz gidince otlakta gözleri ateşli, göğüsleri
gerilmiş hâlde keyifle beslenen öküzleri görür, onlara hayran kalır. Kendisini
onlarla kıyaslayarak bu işte bir adaletsizlik olduğunu düşünür. Tanıdığı bir akıllı
eşeğe giderek bu müşkülünü ona danışmaya karar verir. Gördüklerini anlatıp
fikrini sorunca, akıllı eşek ona kendilerinin eşek olduğunu, vazifelerinin odun
taşımayı gerektirdiğini, onların ise öküz olup otlamak zorunda olduklarını anlatır.
Zavallı eşek üstadının nasihatini dinlemeyerek gezerken gördüğü ilk yeşermiş
ekinliğe girer ve keyifle otlamaya başlar. Karnını doyurunca da neşeyle anırır.
Sesi duyan ekin sahibi gelip tarlasının mahvolduğunu görünce eşeği bir güzel
döver, öfkesini yenemeyince de bıçağını çıkarıp eşeğin kuyruğunu ve kulaklarını
keser. Eşek gözyaşı yerine kan dökerek kaçarken akıllı eşeğe rastlar ve yaptığından
pişmanlık duyduğunu söyler. Şâir burada hikâyeyi hemen kendi başından geçen
vak’aya bağlayarak padişahın adaletini temenni eder (Şentürk 2002: 82).

Şeyhî, büyük bir mesnevînin bütün kısımlarının muayyen ölçülerle küçül-


tülmüş bir örneğini yansıtması ve tasvirlerindeki kuvvetlilik nedeniyle bu ese-
rinde oldukça başarı sağlamıştır. Ancak, Har-nâme’nin asıl değeri, satirik bir
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 373
eser olması dolayısıyladır. Şeyhî, Har-nâme’de gösterdiği incelik, zarafet ve mü-
kemmel alay ediş kabiliyeti ile Türk mizah ve hiciv edebiyatında mümtaz bir
yer almıştır. Har-nâme, hiciv edebiyatımızın en parıltılı ve en önde gelen eser-
lerindendir. İlk olması dolayısıyla, belki de en ileride olanıdır. Hemen her beyti
ince bir nüktenin sehlimümteni hâlinde söylenmiş şekli olan bu hikâyenin di-
ğer dikkate değer husûsiyeti, çok sâde bir Türkçe ile söylenmiş olmasıdır. O ka-
dar ki bu hikâyenin bazı beyitleri tamamıyla öz Türkçe kelimelerle oluşturul-
muştur. Diğerlerinde de ya tamamıyla Türkçeleşmiş kelimeler yahut çok zarurî,
yabancı sözler görülür ki, onlar da beyitlerin umumiyetle Türkçe olan sözleri
ve Türkçe söyleyiş üslûbu içinde eriyip kaybolmuş durumdadır. Bu lisan ve bu
ifade millîliğiyle Har-nâme, asrının sâde ve tabiî Türkçesini en iyi belirten eser-
lerdendir (Şentürk vd. 2010; Timurtaş 1981: 13-14; Banarlı 1987: I/460).
Vasfi Mahir Kocatürk, bazı çalışmalarda yer alan Har-nâme’de hiciv bu-
lunduğu ve hatta onun bir hiciv eseri olduğu iddiasının doğru olmadığı görü-
şündedir. Ona göre manzume, mahiyet itibariyle satir tarzından olmadığı gibi,
içinde açıkça satirik sayılacak şeyler de yoktur. Bu eser, herhangi bir şahsı veya
muayyen bir tipi veya karakteri de hicveder mahiyette değildir. İçinde hiçbir hü-
cum ve tenkit kastı da yoktur. Sadece tazallüm vardır. Kulağı, kuyruğu kesilen
eşek bir hiciv vasıtası olmak şöyle dursun, bilâkis, mazlum, sempatik ve patetik
bir tiptir. Üstelik şâirin kendisinin sembolüdür. Kocatürk’e göre pir eşek de bir
hiciv mevzuu değil, samimî ve şefkatli bir hakîm eşek karakteridir. Ne birinci-
sinde o tipteki insanları tenkit, ne ikincisinde o çeşitten şahıslara târiz vardır.
“Sen eşeksin ne şek hakîm-i ecel...” gibi sözler de, âlim, hakîm, dindar insanları
hiciv değil, tam yerinde, bir eşeğe, eşekçesine söyletilmiş tabiî ve samimî söz-
lerdir. Şâir, padişahı hoşlandırmak için yazılmış güzel bir fabl olan hikâyesinin,
neticesini de, birçok fablda olduğu gibi, sert ve açık bir hükme bağlamamış,
eşeğe: “Bâtıl isteyü hakdan ayrıldum / Boynuz umdum, kulakdan ayrıldum” de-
dirtmek suretiyle vakanın içinde mündemiç bırakmış, böylece fabla daha tabiî,
daha geniş ve daha sanatkârâne bir mahiyet kazandırmıştır. Bütün bu evsafıyla
Har-nâme, -Sa’dî’nin zarif fablları da dâhil olmak üzere- şark edebiyatının bu çeşitten
bütün eserlerini geride bırakmıştır. Dünya edebiyatında ancak Lâfonten’in fabl-
leri onunla mukayese edilebilir. Fakat onların en mükemmellerinden de daha
üstün bir orijinal eser, dünya edebiyatının fabl çeşidinin en mükemmel örneği-
dir. Kusursuz bir şâheserdir (Kocatürk 1970: 211-12).
Hicvî ve didaktik mahiyetteki mesnevîlerden olan Kaygusuz Abdâl’ın
Minber-nâme (Güzel 1984, 2006: 726-28)’si 61 beyit olup aruzun “mefâîlün mefâîlün
feûlün” kalıbıyla telif edilmiştir. Eser, Kaygusuz’un bir Cuma namazı esnasında,
namazdan sonra hatibin kendisine bakarak söylediği sözler ve Kaygusuz’un da
374 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
o anda, hatibe verdiği cevabı ihtiva etmektedir. Şâir mesnevîsinde zamanının
insanlarından da şikâyet etmiştir.

İlmî ve Kültürel Mesnevîler


Yukarıda belirttiğimiz bu asır mesnevîlerinin son kategorisine giren eser-
ler, İslâmî edebiyat geleneğinde ayrı ayrı isimler altında bulunurlar. Bunları,
bazı temel nitelikleri göz önünde tutarak, ilmî ve kültüre ait mesnevîler ismi
altında toplamak daha uygun görünmektedir. Çoğunlukla mensur olarak ka-
leme alınan, aslında böyle olması da gereken bu tür konuların, manzum ola-
rak kaleme alınmasındaki başlıca hedef, tabiatıyla nazmın imkânlarından is-
tifade ederek, anlatılan veya anlatılmak istenen hususları daha cazip ve etkili
kılmak, daha kolay öğretmek veya ezberletmektir. Bununla birlikte, esas amacı
bu olmayan ve gelenek icabı manzum yazılagelen yahut da, konu ne olursa ol-
sun sanat yapmak ve sanatkârlığını ispat etmek iddiasıyla kaleme alınan eser-
ler de vardır (Tolasa 1982: 12).
İslâmî ilimlerden sayılan ve çeşitli konularda, özellikle kozmik olaylar hak-
kında önceden bilgi veren, bunlardan korunma ve faydalanma yolunu öğreten
“melhameler” (Boyraz 2002) içerisinde, XV. asırda yazılmış eser olarak Yazıcı
Sâlih’in Şemsiyye (Terzi 1994; Batur 1998) adlı eserine rastlamaktayız. Şemsiyye,
bu tür eserlerden devrine kadar yazılmış olanların en derli toplusu ve olgunu-
dur. 811/1408-1409 tarihinde İskender bin Hacı Paşa’ya ithafen aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan eser, 4082 beyittir. Muhtemelen Farsça bir eser-
den tercüme olan Şemsiyye, Şeyh Ebu’l-fazl Hubeyş bin İbrâhîm’in Melhame-i
Dâniyal veya Beyânü’n-nücûm adlı eserlerinden faydalanılarak yazılmıştır. Di-
daktik oluşu sebebiyle sâde ve basit bir dil kullanılan eserin başında, “tevhîd”,
“tekvîn” ve “bazı peygamberlerle ilgili bahisler”den sonra “Hz. Peygamber’in
medhi”, bazı “mu’cizeleri ve mi’râcı” zikredilmiştir. “Dört halifenin övgüsü”nden
sonra “Kasaboğlu Alî Beg ve İskender Beglerin methi”ni muhtevi “sebeb-i te’lîf”
kısmı gelir. 407 beyitten oluşan bu kısım tamamıyla telif olup dili diğer bölüm-
lere göre biraz daha ağır ve sanatkârânedir.
Konunun işlendiği bölüm, her biri bir aya tekabül etmek üzere on iki “bâb”a
ve her “bâb” yirmi beş “fasl”a ayrılmıştır. Fasıl başlarında, önce o ayda ve gün-
lerinde olmuş ve olacak şeyleri, umumî hüküm ve bilgileri ihtiva eden bir gi-
riş vardır. Bu girişten sonra sırayla güneşin ve ayın tutulması, yeni ay, kuyruklu
yıldız, yıldız kayması, gökkuşağı, şimşek, gökte kızıllık olması, havada acayip
nesne görünmesi, havada acayip bir şahıs görünmesi, gök gürlemesi, yıldırım,
gökten ateş düşmesi, çok yağmur yağması, dolu yağması, havadan toprak yağ-
ması, havadan kurbağa veya solucan yağması, toz kopması, sis, fırtına, zelzele
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 375
ile ilgili hükümler, aylarına ve günlerine göre anlatılmaktadır. Bahis konusu edi-
len ayda bu hadiseler olunca o yılda ülke ismi verilerek kıtlık, bolluk, ucuzluk-
pahalılık, sulh-savaş, hayır-şer, hastalık-sağlık, yağmurun azlığı ve çokluğu gibi
hususlardan hangilerinin olacağı belirtilmektedir. Eserin son kısmının ise, iç içe
fasıllardan meydana geldiği görülmektedir. Burada, ayın on iki menzili, yıldız-
ların ahvali, Süryanîlere göre her ayın ne zaman başladığı, gezegenlerin devri,
Arabî ayların adları, muharremden itibaren on iki ay alınarak bunların günle-
rinin hususiyetleri, kutlu kutsuz tarafları, bu aylarda yapılacak ve yapılmayacak
şeyler zikredilmiş; akabinde her ayın gurresinin hangi günlerde olduğu tespit
edilmiştir. Eser, Arabî aylar üzerinde yazılan on iki harfe, ayın, haftanın günle-
rinin hususiyetlerine, nikâh, cima tedbirlerine dair beyitlerle sona ermektedir
(Çelebioğlu 1999: 117-18; Batur 1998: 11-12).
Eskilerin insanları tanımak açısından çokça rağbet ettikleri, saç, göz, kulak,
el, ayak gibi uzuvlardan ve dış görünüşten hareketle ahlâk ve karakter hususi-
yetlerini, diğer bir ifadeyle zahirinden batınî vasıflarını tahmin ve tespite çalışan
“ilm-i kıyâfet” dedikleri bir ilim vardı. Bu yüzyılda kıyafet ilmiyle ilgili yazılmış
iki manzum eserle karşılaşmaktayız. Bunlardan ilki ve en meşhuru Hamdullâh
Hamdî’nin Kıyâfet-nâme’sidir (Çelebioğlu 1979). Telif tarihi bilinmeyen eser, aru-
zun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazılmış olup kısmen tertip hususiyet-
lerini ihtiva eden 158 beyitten oluşmaktadır. Evliyâ Çelebi’nin Ayasofya’da Al-
tuntop altında yazıldığını belirttiği bu eser, türünün Türk edebiyatında bilinen
ilk örneği olması hasebiyle önemlidir.
“Hamdele”, “salvele” ve “na’t” mahiyetindeki beyitlerden sonra “sebeb-i te’lîf”
diyebileceğimiz kısımda şâir, bu manzumesini Mevlâ’nın emrine uyarak yazdı-
ğını belirtir. İnsanların, sîrette bir, surette farklı yaratıldıklarına, suretin sîrete
nişan olduğuna işareti müteakip asıl konuya geçilmiştir. Burada yirmi altı baş-
lık altında renk, yanak, boy, et, hareket, saç, baş, alın, kulak, kaş, göz, yüz, bu-
run, ağız, ses, gülmek, dudak, boyun, omuz, çene, sakal, bilek ve el, parmak,
sırt, karın, baldır, ayak ve ökçe ile ilgili, kıyafet ilmi itibariyle menfi ve müspet
hususiyetler kısaca zikrolunmuştur. “Beyân-ı muâraza” kısmında, zıt hususiyet-
ler mevcut olduğu takdirde müspet olanın tercih edileceğinden, “beyân-ı tas-
fiye” bölümünde ise, nefs-i emmâre, nefs-i levvâme ve nefs-i mutmainne’den
bahsedilmiştir. Şâirin en çok okunan eserlerinden biri olan Kıyâfet-nâme’nin
yazma nüshaları bir hayli çoktur. Hatta bu eserin Klâsik edebiyatımızın en seç-
kin mesnevîlerinden olan Yûsuf u Züleyhâ’dan bile daha çok rağbet görüp okun-
duğu söylenmektedir. Bu durum eserin edebî değerinden daha ziyade konunun
ilgi çekiciliğinden kaynaklanmaktadır.
376 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Bu asırda bu türün ikinci örneği ise Baba Yûsuf tarafından yazılmıştır (Kar-
tal 1998a). Baba Yûsuf’un eseri hacim itibariyle küçük olup Mevhûb-ı Mahbûb’un
içinde “nasîhat-ı dil-pezîr” başlığı altında yer almaktadır. Aruzun “mefâîlün
mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan eser, 67 beyitten oluşmaktadır. Kıyâfet-nâme’de
geçen beyitlerden eserin Şeyh-i Ekmel İbni Arabî’nin El-Fütûhatü’l-mekkiyye adlı
eserinden istifade edilerek yazıldığı anlaşılmaktadır. Şâir eserine “firâsetten nasi-
hat vereceğini, bu nasihate kulak vererek hayır ve şerrin kimden geleceğini bile-
rek amel edilmesini” istediği beyitlerle başlar. Daha sonra baş, ten, göz, yüz, kıl,
alın, kulak, kaş, burun, ağız, dudak, diş, avurd, şah damar, ses, boyun, omuz, kol,
parmak ile ilgili hususlar kıyafet ilmi itibariyle kısaca değerlendirilmiştir. Şâir
eserini, “müstakbel ile hâlin iyi olması için verilen nasihatlerin kabul edilme-
sini, eğer kabul edilmezse pişman olunacağını, pişman olmamak için ise, ulular
pendinin zayil edilmemesi” gerektiğini bildiren beyitlerle bitirmiştir.
Bu türden değerlendirilebilecek diğer bir eser de, Cem Sultan’ın Fâl-ı Reyhân-ı
Cem Sultân (Ertaylan 1951: 38, Okur 1991)’ıdır. Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün”
kalıbıyla yazılan eser, 48 beyitten müteşekkil olup değişik üslûbu ve konusunun
orijinalliği dolayısıyla dikkat çekicidir. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde iki
nüshası mevcuttur (nr. 5474, 5547). Mesnevînin içinde Cem Sultan’ın adı geçme-
mesine rağmen, eser Cem’e ait iki divan nüshanın sonunda da bulunmaktadır.
Eserden ilk defa İsmail Hikmet Ertaylan, “bir kur’a falıdır” demek suretiyle bah-
setmiş (Ertaylan 1951a: 240) ve kendisi tarafından yayımlanan Fâl-nâme adlı eser
içinde İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi nr. 5547’da kayıtlı nüshanın tıpkıbası-
mını (Ertaylan 1951: 38) vermiştir. Eserin İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi nr.
5474’te kayıtlı diğer nüshası ise yayımlanmıştır (Okur 1992: 219-23). Fâl-ı Reyhân-ı
Cem Sultân’ı Halil Ersoylu da neşretmiştir (Ersoylu 1981).
Bir çiçek falı olan mesnevî, Hz. Peygamber’in ümmetinden olmakla şükürle
başlıyor, O’nun yakınlarına selamla devam ediyor. “Der-tarîk-i niyyet” başlığı al-
tında geçen iki beyitten sonra, “der-aksâm-ı ezhâr” serlevhasıyla asıl konuya gi-
riliyor. Şâir burada çiçeklerle sevgilinin güzellik unsurlarını gözönünde bulun-
durarak bir fal tertip etmiş, sevgilinin yanağını hatırlayınca ona karşı bülbülü
hatırlamak gerektiğini ileri sürmüş ve bunu bir fal telakki etmiştir. Şâir eserinin
sonunda, bu falı yazmadaki gayesinin gaybı aramak, bilmek olmadığını, sadece
sanat yapmak için kaleme aldığını, gaybın sadece Allah tarafından bilineceğini,
sözün doğrusunun da bu olduğu dile getirmiştir (Okur 1992: 64-65).
Burada ele alınması gereken eserlerden birisi de, büyük fıkıh bilgini Tâcü’ş-
şerî’a Mahmûd b. Ahmed b. Ubeydullah el-Mahbûbî’nin Vikâyetü’r-rivâye fî-
Mesâ’ili’l-hidâye adlı eserinden faydalanarak Devletoğlu Yûsuf’un yazdığı Kitâbü’l-
beyân (Altunkaynak 1992)’dır. Çeşitli isimlerle anılan eser daha çok Vikâye-nâme
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 377
adıyla meşhur olmuştur. 827/1423 tarihinde tercüme edilmeye başlanan eser,
828/1424’te tamamlanarak Sultan II. Murâd’a takdim edilmiştir. 6970 beyitten
oluşan eser, aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır.
Mürettep bir eser olan Kitâbü’l-beyân’da, önce “besmele”nin faziletinden
bahseden kısa bir girişle, “tevhîd” ve “na’t” kısımları, sonra “sebeb-i nazm-ı
kitâb” bölümü gelmektedir. Bu bölümde, şer’î hükümlerden ve kadılıkla ilgili
meselelerden söz edilmiş, eserin mahiyeti hakkında bilgi verilmiş ve Hanefî
mezhebine göre kaleme alındığı belirtilmiştir. Daha sonra klâsik fıkıh kitapla-
rında bulunan mevzuların işlendiği bölümlere geçilmiştir (özet için bkz. Çelebi-
oğlu 1999: 181-89).
Devletoğlu, halka dinî bilgi verme, özellikle de kadılara yardımcı olma ama-
cıyla eserini Türkçe ve hatırda kalabilmesi için de manzum olarak kaleme al-
mıştır. İfade bakımından rahatlığın, yer yer bir sohbet havasının hâkim olduğu
eser, lisan itibariyle zengin bir malzeme kaynağı teşkil ettiği gibi, dinî edebiyat
açısından dinî-fıkhî türün ilk manzum örneği olması hasebiyle oldukça önem-
lidir (Özkan 1994: 243; Çelebioğlu 1999: 189). Eserde birçok fıkhî konu tasvir, tah-
lil ve izah edilerek hükme bağlanmıştır. Ses yapısı, kelime hazinesi ve gramer
özellikleri bakımından Eski Anadolu Türkçesi döneminin ürünleri arasında yer
alan eserin dili, o devrin dinî destanları ve didaktik eserleri gibi Arapça, Farsça
kelime ve terkiplerle ağırlaştırılmamıştır ve bazı dinî terimlerin dışında kolay-
lıkla anlaşılabilecek sâdeliktedir. Şâirin süs ve sanattan uzak olan ifadesi canlı,
açık ve kuvvetlidir (Özkan 1994: 244).
Burada zikredilmesi gereken eserlerden birisi de Bedr-i Dilşâd’ın geniş
hacimli Murâd-nâme (Ceyhan 1997)’sidir. Murâd-nâme, çok yönlü bir eser olup
nasîhat-nâme türüne dâhil ahlâkî, öğretici bir mesnevî, devlet idaresine, padi-
şahlık, vezirlik, nedimlik, subaşılık şartlarına dair tavsiyeler, öğütler ihtiva et-
tiği için siyâset-nâme, civanmertlik adabından bahseden 26. bâbı yönünden
“fütüvvet-nâme”, bazı ilim ve sanat dallarıyla ilgili bilgi veren bölümleri itiba-
riyle de kısmen bir ansiklopedik eser sayılabilir (Ceyhan 1997: I/19). Sultan II.
Murâd adına aruzun “feûlün feûlün feûlün feûl” kalıbıyla 830/1427’de tamam-
lanan eser, 9820 beyittir.
Murâd-nâme’de, müstakil bir kitap olarak yazılmış mesnevîlerin giriş kıs-
mında umumiyetle takip edilen plânın bütün bölümlerini ayrı başlıklar altında
değil de, birkaç bölüm içinde birleşik şekilde ihtiva ettiği görülmektedir. Eser,
Allah’a hamd ifade eden, O’nun varlığına, birliğine kâinatı delil gösteren, insan
ve âlemin yaratılışının hikmetlerinden bahseden bir “tevhîd”le başlar. Sonra
“na’t” kısmında Hz. Peygamber, bazı fazilet ve mucizelerine işaret edilerek
övülür. “Sebeb-i tasnîf-i kitâb”, eserin kendisine sunulduğu Sultan II. Murâd’ın
378 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
medhiyle başlar, akabinde kitabın yazılış sebebi anlatılır ve Murâd-nâme’nin
“bâb”larının mevzuları sayıldıktan sonra asıl konuya geçilir. Burada Allâh’ı bil-
mek; peygamberlerin yaratılışı; padişahlık ve cihangirlik adabı; vezirlik adabı;
padişahlara hizmet etmek; nedimlik hünerlerini bilmek; subaşılık adabı; gıda
ve yemek tertibi; şarap içme usulü; misafir olmak ve misafir etmek; aşk; mizah
yapmak, satranç ve tavla oynamak; hamama gitmek, uyku ve istirahat tertibi;
av yapmak; gûy u çevgân; savaş; ceza vermek, afv ve merhamet etmek ve ihti-
yaçları gidermek; mal toplamak, hazine düzenlemek ve onu sarfetmek; emanet
saklamak; Allah’ın nimetine şükretmek; gücü yettiği kadar ibadeti arttırmak;
ana-baba hakkını bilmek; hüner arttırmak ve cevher çoğaltmak; söz; civanmert-
liğin usul ve adabı; ilim ve ilim sahiplerinin övülmesi ve bunların hasletleri; ca-
hillik, cahilliğin alâmeti ve bilgisizden kaçınmak; ilimlerin taksimi, müderrislik,
fakihlik, vaizlik ve kadılık isteme; tıp ilmi öğrenmek ve hekimlik istemek; yıldız
ilmi ve ona tabi bilgiler; şiir, kafiye kusurları ve muammalar fenni; musikî sa-
natı, çalgıcılık ve söyleyicilik adabı; kitabet şartları ve padişah münşileri; ticaret
yolu ve tüccarlık usulü; ev ve dükkân gibi para getiren mülk satın almak; nikah
yapmak ve cima tertibi; çocuk yetiştirme ve terbiye etme; genç erkek hizmetçi
ve cariye satın almak; at satın alma marifeti; uygun ve hemfikir dost seçmek;
düşmanlardan sakınmak; iyilik ve kötülük; iyi ve kötü huy; gençlik ve ihtiyar-
lık; sabır ve acele etmek; sırları saklamak; Nûşirevân’ın ve dünya büyüklerinin
nasihatleri; dünya ve dünya hırsı ve dünya ve dünya ehlinin akıbetleri konula-
rında bilgi verilmiştir (bkz. Ceyhan 1997: I/71-184).
Şâir, eserini oluştururken Kâbûs-nâme’de yer alan her konuyla ilgili fikir
ve tavsiyeleri aynen değil, kısaltma veya açıklama gibi bazı tasarruflarda bu-
lunarak nakletmiştir. Şâir bazen Kâbûs-nâme’den başka, kendi gözlem ve tec-
rübeleri ile okuduğu Türkçe, Arapça ve Farsça eserlerden de istifade etmiştir.
Murâd-nâme’nin başta Adem Ceyhan ve Muhammet Yelten olmak üzere bazı
araştırmacılar tarafından Mahmûd-ı Şîrvânî’nin eseri olduğu ispat edilmeye çalı-
şılmasına rağmen, Mustafa Argunşah, ileri sürdüğü delillerle bu eserin Şirvanî’ye
ait olmadığını tespit etmiştir (bkz. Argunşah 1999: 34-38).
Antepli İbrâhîm Bâlî’nin Hikmet-nâme (Altun 2003; Şeylan 2003)’si de bu
asrın ansiklopedik eserlerindendir. Mısır Sultanı Melikü’l-eşref Ebû Nâsır Ka-
yıtbay adına 893/1488’de aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla kaleme
alınan eser, 300 varaktan ibaret olup 12753 beyittir. İçinde İstanbul’un Aya-
sofya, Atmeydanı gibi çeşitli semtlerinin anlatıldığı bölümlerin yanı sıra, Os-
manlı sultanlarından da bahsedilmektedir. Mesnevî aynı zamanda yaratılıştan,
tabiattan, peygamberler tarihinden, gezip dolaştığı memleketlerin tarih ve coğ-
rafyasından bahseden didaktik bir eser hüviyeti taşımaktadır. Oldukça sâde bir
Türk Edebiyatında Mesnevî - XV. Yüzyıl
| 379
dille yazılan Hikmet-nâme, bu yönü itibariyle önemlidir. Bâlî, eserinde Antepli
olduğundan bahsetmiş ve yaşadığı dönemdeki Antep’e ait renkli parçalar sun-
muştur. Yer yer o zamanki sosyal yaşantıyı anlatan eser, bu hâliyle de dikkate
değerdir (Yakar 2000: 153). Eserin bir nüshası İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi
TY nr. 3290’da bulunmaktadır.
Amasyalı tabip-şâir Şerefeddîn Sabuncuoğlu’nun öğrencisi olduğu tah-
min edilen Halîmî’nin Farsça manzum bir tıp kitabı vardır. Bu eserini Fâtih
Sultan Mehmed adına 866/1461’de tamamlamıştır. Eser hijyen, fizyoloji, organ
hastalıkları ve tedavilerinden bahsetmektedir (Kurdoğlu 1967: 86-87). Burada
XIV. asrın meşhur tıp alimlerinden Hacı Paşa’nın Teshîlü’ş-şifâ isimli eserinin
872/1466-67 tarihinde Fâtih devri hekimlerinden Şerafeddîn Sabuncuoğlu’nun
öğrencisi Muhyiddîn Mehî tarafından nazma çekilen Müfîd veya Nazmü’t-teshîl
(Kaya 2008) ismi verilen eseri de zikredelim. Şâir Teshîl’i kolay ezberleyebilmek
için 871/1466-67 tarihinde aruzun uzun kalıplarından “fâilâtün fâilâtün fâilâtün
fâilün” ile nazma çekmiş ve Fâtih Sultan Mehmed’in oğullarından Şehzâde
Bâyezîd’e ithaf etmiştir. Üç bölümden oluşan eserin birinci bölümünde tıp il-
minin temelini teşkil eden konularda genel bilgiler verilmiştir. İkinci bölümde
yiyecekler, içecekler ve ilaçların özellikleri, hangi yiyeceğin ne zaman yenilmesi
gerektiği, neye iyi gelip neye gelmediği, ilaçların nasıl hazırlanacağı gibi konu-
lar üzerinde uzun uzun durulmuş, ayrıca hem tabiplere hem de hastalara çeşitli
tavsiyelerde bulunulmuştur. Üçüncü bölumde ise, kafadan başlayarak vücudun
aşağısına doğru bölge bölge, organ organ görülen hastalıklar, bu hastalıkların
sebepleri, belirtileri ve tedavileri tek tek anlatılmıştır.
Ona aidiyeti kesin olmamakla beraber Şeyhî’ye atfedilen Kenzü’l-menâfi’
de tıpla ilgili bir mesnevî olup aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla ka-
leme alınmıştır. Koruyucu hekimlik konularının işlendiği eserde, bir insanın
hayatı boyunca yiyecek, içecek ve giyecek olarak ihtiyaç duyduğu şeylerin tıbbî
açıdan sağlayacağı fayda ya da vereceği zararlar üzerinde durulmuş, eğer zararı
varsa ondan korunmanın yolları açıklanmıştır. “Tevhîd”, “münâcât”, “na’t”, “dört
halife övgüsü”, “padişaha övgü” ve “sebeb-i te’lîf”ten sonra şâir, ikişer beyitle in-
sanın ihtiyaç duyduğu nesneler hakkında bilgi vermiştir. Nazmu’t-tebâyi’ olarak
da isimlendirilen eser, Prof. Dr. Ali Çelik tarafından yayıma hazırlanmaktadır.
Ahmed-i Bîcân’ın tek manzum eseri olan Cevâhir-nâme (Kutlar 2002)
mesnevî şeklinde ve aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır. Türü-
nün manzum tek örneği olup 38 beyitten ibarettir. Kısa olmasına rağmen klâsik
mesnevî tertibine uyan eserde, sırasıyla “altın, yakut, elmas, zümrüt, firuze, akik,
mercan, kehribar, lâjüverd ve seng-i kudret” hakkında ara başlıklar hâlinde bilgi
verilmiştir. Üç beyitlik “hâtime”nin son iki beytinde manzumesini sunduğu ve
380 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
adını vermediği bir kişiye dua eden şâir, hayır dua ile anılmak istediğini dile
getirip manzumesini bitirmiştir. Dürr-i Meknûn ve Acâyibü’l-mahlûkât’taki bil-
gilerin bir kısmının Cevâhir-nâme’de nazma çekildiği görülmektedir. Didaktik
bir hüviyet arz eden mesnevî, lirizmden uzaktır. Eserin Ayasofya Kütüphanesi,
nr. 3452/3’te kayıtlı nüshası Fatma S. Kutlar tarafından neşredilmiştir. 37 beyit-
ten oluşan bu yayımdan sonra, Fatma S. Kutlar Millî Kütüphane’de bulunan (A
6156/7: 25b-26b) ve başında “Hâzâ Kitâb-ı Havâss-i Cevher-nâme min-Ahmed-i
Bîcân” yazılı diğer nüshasında yer alan;

Zer libâs üzre cevâhir hûbdur


Hûblar geyse dahı mergûbdur

beytinin Ayasofya nüshasında bulunmadığını tespit etmiştir (Kutlar 2005: 48,


dipnot 51).
Ahmed Paşa (öl. 902/1497)’nın Türkçe Dîvân’ının başında yer alan ve
Dîvân’ın tertibi ile Sultan II. Bâyezîd namına ithaf edildiğine dair olan “dîbâce”
hüviyetindeki kısım dikkat çekmektedir. Aruzun “feûlün feûlün feûlün feûl” ka-
lıbıyla ve mesnevî nazım şekliyle yazılan bu bölüm, 120 beyitten müteşekkil-
dir (Tarlan 1966: 2-10).

XVI. Yüzyıl
Türk kültürü ve medeniyetinin, buna paralel olarak da Türk sanatı ve ede-
biyatının hızla gelişerek mükemmeli yakaladığı bu dönemde, Klâsik Türk ede-
biyatı, hem şekil hem muhteva hem de işleniş yönünden, Türk milletinin, sa-
nat istidadı ve kabiliyetini; zekâ gücü, kudreti ve kıvraklığını; şiirlerine yansıttığı
mânâ derinliği ve yoğunluğunu; dili kullanmaktaki üstün yeteneği ve başarı-
sını; aşk, his, coşku, zevk, tefekkür, hayat görüşü ve yaşantısı, örf ve âdeti ile şev-
kini imbikten geçirmişçesine zarafetle mezc ve tahmir ederek gerçekleştirdiği
eşsiz zaferi ve ortaya koyduğu mükemmel sanat mahsulü olarak kendisini gös-
termektedir (Kartal 2011: 153). Bu husus bu dönemde kaleme alınan “gazel” ve
“kasîde”nin yanında “mesnevî”de de müşahede edilmektedir. Özellikle bunda
Türkçenin, tam anlamıyla şiir dili olma hüviyetini kazanması, kudretli şâirlerin
elinde estetik değeri yüksek eserler verebilecek kıvamı yakalaması ve aruza uy-
gulanma noktasında hiçbir pürüzün kalmaması önemli bir faktör olmuştur. Ni-
tekim Fuzûlî’nin geçmişin birikiminden istifade edip yaşadığı akıl ve gönül fır-
tınasından hareketle oluşturduğu, Türk kültür ve medeniyetiyle bezeyerek sözle
mânâ birlikteliğini mükemmel bir şekilde yansıttığı Leylâ vü Mecnûn’u, bütün
Türk coğrafyasında meşhur olup Türk asıllı Genceli Nizâmî’nin aynı adlı eserini
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 381
gölgede bırakma başarısını göstermiştir. Dolayısıyla klasik hüviyete sahip eser-
lerin kaleme alındığı bu dönemde, kendilerini İranlı meslektaşları seviyesinde
gören Anadolulu şâirler, onlardan daha büyük olduklarını şiirlerinde ifade et-
mekten çekinmemeye başlamışlardır.
Bu dönemde daha çok dinî, ahlâkî ve tasavvufî konular ile aşk hikâyeleri
kaleme alınmıştır. Dinî ve tasavvufî mesnevîler, ya geçmiş dönemlerde görü-
len didaktik tarzı devam ettirmişler ya da didaktik hedeflerden uzaklaşarak es-
tetik zemine kaymışlardır. Özellikle eserlerin tamamına hâkim olan bu mistik-
didaktik hava bir süre sonra yerini yavaş yavaş “aşk” temasına bırakacaktır
(Ceylan vd. 2007: XXXVII).
Süheyl ü Nev-bahâr’dan başlayarak Hüsn ü Aşk’a kadar uzanan çizgide
mesnevî nazım şekli, aşkın uzun hikâyesini çeşitli semboller ve muhayyel kah-
ramanlar etrafında anlatmak için cazip bir araç hâline gelmiştir (Ceylan vd. 2007:
XXXVII). Nitekim bu asır mesnevîlerinin önemli bir kısmını, konu olarak aşkı
esas alan eserler oluşturmaktadır. Bu dönemde bir taraftan geçen asırda aşk
mesnevîlerinin önemli konularını oluşturan Hüsrev ü Şîrîn, Leylâ vü Mecnûn,
Yûsuf u Züleyhâ tarzında mesnevîler yazılmaya devam edilmiş, diğer taraftan
Şem’ ü Pervâne, Gül ü Bülbül, Salâmân u Absâl, Cemşâh u Alemşâh, Veyse vü
Râmîn, Gûy u Çevgân gibi yeni konular kazandırılmıştır. Farsçadan Türkçeye
nazire, cevap ya da tercüme yoluyla aktarılan bu tip hikâyelerin yanında Taşlı-
calı Yahyâ’nın Şâh u Gedâ’sı gibi orijinal mesnevîler de kaleme alınmıştır. Her
ne kadar bunların bir kısmı alegorik başlıklar taşısa da olaylar aşağı yukarı aynı
şekilde işlenmiştir. Ancak klâsik şâirlerimizin özellikle bu konuların işlenişinde,
tasvirlerde ve eserin üslûbunda kendilerine has bir tarzı yakalama amacını da-
ima göz önünde bulundurdukları dikkat çekmektedir. Bunda belirli ölçülerde
başarılı olarak yazdıkları eserlere “türkî libas” giydirmeyi başarmışlar ve bediî
zevklerini yansıtmışlardır. Bunun yanında bazı aşk mesnevîlerininin konusu-
nun geçtiği mekân, Taşlıcalı Yahyâ’nın Şâh u Gedâ’sında olduğu gibi, yerlileşe-
rek İstanbul olmuştur. Fikrî ise Ebkâr-ı Efkâr’ında bizzat yaşadığı aşk hikâyesini
aktararak geçen asırda vücut bulan Heves-nâme ve Fürkat-nâme geleneğini bu
asırda devam ettirmiştir.
Mesnevîlerde yer alan yerlileşme temâyülünün hızlanmasında manzum ta-
rih yazıcılığı şuurunun gelişmesiyle tam bir paralellik görülmektedir. Dânişmend-
nâme, Saltuk-nâme, Hamza-nâme vb. eserlerle ilk örnekleri tespit edilen destânî,
hamâsî ve menkabevî konular, bilindiği gibi Ahmedî’nin manzum Osmanlı tarihi
ile mesnevî formunda ilk defa gerçek tarih boyutları içerisinde değerlendirilmiş;
Abdülvâsi Çelebi’nin Halîl-nâme’siyle de bu başlangıcın kararlılığı gösterilmiştir.
Bu küçük denemeler nihâyet Za’îfî’nin, Sultan II. Murâd’ın savaşlarını anlatan
382 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Gazavât-nâme’sini telif etmesi neticesini doğurmuş; hatta Sûzî’nin Rumeli akın-
cılarının kahramanlıklarını konu edinen eseri ile edebiyat tarihimizde yepyeni,
tamamen orjinal ve işlenmeye çok müsâit bir konu teşekkül etmiştir. XV. asrın
sonunda Bekâ’î’nin manzum tarihi, Sabâyî’nin Gazavât-nâme’si, Şehdî’nin Osmanlı
Şâh-nâmesi, Safâyî’nin Feth-i İnebahtı ve Moton’u ve Kıvâmî’nin Fetih-nâme’si ile
gelişip yaygınlaşan bu tür eserler, bu dönemde Şükrî-i Bitlisî’nin Selîm-nâme’si
“Selîm-nâme”lerin, Hâkî Efendi’nin Süleymân-nâme’si “Süleymân-nâme”lerin
ve Bahârî’nin Üngürüs Fetih-nâmesi, Fütûhî Hüseyin Çelebi’nin Enîsü’l-guzzât’ı,
Merâhî’nin Fetih-nâme-i Sefer-i Sigetvar’ı gibi çeşitli “fetih-nâme”lerin vb. hızla
yaygınlaşmasına zemin hazırlamışlardır (Şentürk 2002: 780).
Özellikle manzum tarih yazıcılığındaki bu ilerleme, mesnevîlerde yaygın
olan hayâlî mekânlardan yerli mekânlara ve özellikle İstanbul merkez olmak
üzere Anadolu, Rumeli, Ege adaları vb. coğrafî mekânlara geçişi kolaylaştırmış-
tır. Bu da önceleri yaygın olarak yer alan şeh-nâme tarzı ordu ve savaş tasvirleri,
yerlerini yavaş yavaş Osmanlı ordu ve donanmasının tasvirlerine terketmiş; bu-
nunla birlikte mesnevî edebiyatımızda millî ve hamâsî duygular hâkim olmaya
başlamıştır (Şentürk 2002: 780). Nitekim Âsafî Dal Mehmed Çelebi’nin Şecâ’at-
nâme’si tamamen şâirin gözlemlerine dayanmaktadır. Eyyûbî’nin Menâkıb-ı
Sultân Süleymân’ında, Kânûnî Sultan Süleymân’ın hem Belgrat, Rodos, Budin
gibi seferleri hakkında hem de onun dönemindeki âdet ve gelenekler hakkında
orijinal ve realist bilgiler ile tasvirlere yer verilmiştir.
XV. asırdan itibaren tekâmülünü tamamlayarak en güzel örneklerini veren
Türk mesnevî geleneği, artık yüzünü yaşanan hayata dönmeye başlamış, kişisel
sıkıntı ve arzuların ifadesi için de mesnevîler yazılmaya başlanmıştır. Şehirlerin
nitelikleri, güzellikleri ve güzellerinin anlatıldığı şehr-engîzler, ta’rîfât-nameler;
büyük çaplı eğlence meclislerinin tasvir edildiği sûr-nâmeler ve şâirin belli bir
zaman kesitinde yahut tüm hayatı boyunca başından geçen ayrılık, gurbet, yol-
culuk, sürgün vb. sıkıntılarını ve beklentilerini hikâye ettiği sergüzeşt-nâmeler
bu asırda oluşturulmuştur (Ceylan vd. 2007: XXXVIII).
Bu dönemde mesnevî şeklinde yazılmış irili ufaklı yaklaşık 320 eser tes-
pit edilmiştir. Bu eserlerden 43’ünün nüshaları bugün elimizde mevcut değildir.
Bunların varlıklarını ve konularını, gerek kendi devirlerinde, gerek sonraki de-
virlerde kaleme alınan çeşitli eser ve kaynaklardan öğrenmekteyiz. Bu dönemde
yazılan mesnevîlerden 138’i dinî-ahlâkî-tasavvufî; 84’ü aşk konulu; 30’u tarihî-
destanî-menkabevî, 24’ü şehr-engîz; 1’i sûr-nâme; 11’i sergüzeşt-nâme-hasb-i
hâl-ta’rîfât; 4’ü sâkî-nâme; 5’i insanın fizikî yapısıyla ahlâkî yönü arasında ilişki
kuran mesnevîler; 7’si bunların dışındaki konular; 8’i manzum sözlüklerdir. Ko-
nularına göre bu asırda yazılan mesnevîler şunlardır:
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 383

Dinî-Tasavvufî-Ahlâkî Mesnevîler
XVI. asırda yazılan dinî-tasavvufî-ahlâkî mesnevîlerin muhteva yönün-
den bir hayli zengin olduğu bilinmektedir. Ancak bu tür konuları bazen kesin
sınırlarla belirlemek ve ayırmak mümkün değildir. Zira bu tür mesnevîlerde
din, tasavvuf ve ahlâk konuları çoğu kere iç içe geçmiş durumdadır. Bunları şu
şekilde gösterebiliriz:
Kânûnî devrinde İbn-i Îsâ-yı Saruhanî (öl. 966/1559) tarafından 948/1541
tarihinde telif edilen ve türünün önemli eserlerinden sayılan Şerhü’l-esmâ’ü’l-
hüsnâ (Şener 1995: 270-360; Yılmaz 1998; Akbay 1996; Külekçi trhs.), Allah’ın 99 gü-
zel ismini konu almaktadır. “Allah” ile “Hakem” isimleri arasında bulunan ilk
28 isim ebced harfleriyle, bundan sonra yer alan diğer isimler ise, rakamlarla
sıralanmıştır. Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan mesnevî, 868
beyittir. Şâir çeşitli sayıdaki beyitlerle şerh ettiği her ismin sonunda vird ola-
rak o ismin kaç defa söylenmesi gerektiğini de açıklamıştır. Nahîfî (öl. 1546’dan
sonra)’nin esmâü’l-hüsnâ şerhi olan Şerh-i Şâfî’si 953/1546 tarihinde aruzun
“feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla kaleme alınmıştır. Manzum bir “tevhîd” ve
“na’t” bölümüyle başlayan, akabinde okuyucuya nasihat edip esmâü’l-hüsnânın
önemini vurgulayan Nahîfî, Allah’ın her bir ismini genellikle 3 veya 4 beyitle
şerhetmiştir. Açıklamalarını daha ziyade bu isimlerin okunmasından elde edi-
lecek fayda üzerine temellendiren şâir, eserini bir hâtime ile bitirmiştir (Yazar
2011: 774-75). Bursalı Dervîş Subhî’nin ise 300 beyte yakın bu türden bir man-
zumesi bulunmaktadır.
Derzi-zâde Ulvî’nin “failâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazdığı 33 beyitlik
“besmele” manzumesi vardır (Ünlü 2008: 361-63). Ayrıca aynı müellifin aruzun
“mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbı ve mesnevî nazım şekliyle kaleme aldığı 31
beyitlik “tevhîd” (Ünlü 2008: 363-65) ve 71 beyitlik “na’t”ı (Ünlü 2008: 363-68) da
bulunmaktadır. Münîrî’nin Farsça-Türkçe olarak kaleme alınmış 49 beyitlik bir
“tevhîd”i mevcuttur (Özkat 2011: 38). Gelibolulu Âlî, aruzun “müfteilün müftei-
lün fâilün” kalıbıyla 39 beyitlik kısa bir “na’t” kaleme almıştır (Ünlü 2008: 409-11).
Fütûhî ise, aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla kaleme aldığı 20 beyitlik
kısa mesnevîsinde Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osmân övgüsünde bulunmuş-
tur (Ünlü 2008: 457-58). Arşî’nin de, “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbında 51 beyitlik
müstakil bir “münâcât”ı mevcuttur (Ünlü 2008: 449-51). Bu dönemde kırk hadîsler,
yüz hadîsler gibi kırk âyetler, yüz âyetlerin de manzum olarak tercüme ve tertip
edildikleri görülmektedir. Kânûnî devri kadı şâirlerinden olan ve Merdümî (öl.
971/1563) mahlasını kullanan Abdüsselâm Efendi’nin Tuhfetü’l-İslâm (Sevgi 1993)
isimli eseri, manzum kırk âyet ve kırk hadîs tercümesinden meydana gelmiş-
tir. Aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazılan eserin “giriş bölümü”nde
384 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
yer alan iki “kıt’a” hariç 314 beyitlik kısım ile “bitiş bölümü”ndeki “fi’d-du’â” baş-
lıklı 13 beyitlik kısım mesnevî nazım şekliyle, kırk âyet ve kırk hadîs ise “kıt’a”
formuyla kaleme alınmıştır. Hakanî’nin Tercüme-i Hadîs-i Erba’în (Kılıç 1993)’i,
1012/1603’te Câmî’den tercüme edilerek oluşturulmuştur. Hz. Peygamber’in
doğum gecesinde tamamlanarak Cıgala-zâde Yûsuf Sinân Paşa’ya sunulan eser,
3500 beyit civarındadır. Aruzun “müfteilün müfteilün fâilün” kalıbıyla yazılan
eserde, 42 hadîs yer almaktadır. Şâir, eserine aldığı her hadîsi on beyitle tercüme
etmiş ve her hadîse uygun bir hikâye anlatmıştır. Anlatılan hikâyelerin ekseri-
yeti peygamber kıssalarına dairdir. Hazînî’nin Şerh-i Hadîs-i Erba’în (Avcı 2008)’i,
Muhammed bin Ebû Bekr el-Usfurî’nin mensur olarak kaleme aldığı Arapça
Şerhu Hadîs-i Erba’în’e dayanmaktadır. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalı-
bıyla 1524 tarihinde yazılan eser, Hazînî’nin belirttiğine göre 3800 beyitten oluş-
maktadır. Mesnevî bu hâliyle, Türk edebiyatında kaleme alınan manzum kırk
hadîsler içerisinde bilinenlerin en hacimlisidir. Eser, tercüme edilirken mânâya
büyük oranda sadık kalınmakla birlikte, serbest tercüme yolu tercih edilmiştir.
Usfurî’nin eserindeki bazı kısımlar çıkarılmasına rağmen, Hazînî’nin hem bir
takım eklemeleri hem yaptığı şerhleri geniş tutması hem de serbest ve genişle-
terek tercüme etmesinden dolayı eser, hacim olarak hemen hemen iki misli art-
mıştır. Hazînî, her hadîsten sonra konuyla ilgili çeşitli hikâyelere de yer vermiş-
tir. Eserde konusuna uygun olarak sâde bir dil ve üslûp kullanılmıştır. Günahkâr
bir kul olup yaptığı bütün işlerde hata ve kusur içerisinde bulunduğunu söyle-
yen şâir, Allah tarafından bağışlanma ümidiyle, arkadaşlarının tavsiye ve teşvi-
kiyle eseri manzum olarak Türkçeye tercüme etmiştir. Kastamonulu Latîfî’nin
Subhatü’l-uşşâk (Sevgi 1993a; Öztoprak 1994: 62-72; 438-91; Özdemir 1996)’ı manzum
yüz hadîs tercümesidir. Eserin giriş ve sonuç bölümleri mesnevî formunda, asıl
hadîs metinlerinin tercüme ve şerhleri ise kıt’alardan oluşmaktadır. 347 beyit-
ten ibaret olan eser, aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla kaleme alınmış-
tır. Daha çok cemiyet hayatını düzenlemeye yönelik hadîslerin yer aldığı eserde
sâde bir dil kullanılmıştır. Dili, üslûbu ve muhtevası itibariyle de halk tarafın-
dan en çok beğenilen ve okunan eser olmuştur.
Halvetî şâirlerden Muhyî-i Gülşenî (öl. 1015/1606)’nin Gül-i Sad-berg’i,
aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla sanat endişesinden uzak ve sâde bir
üslûpla kaleme alınmış olup, 246 beyittir. Eserin “mukaddime” bölümü “mesnevî”,
“hadîs tercümeleri” ve “hâtime” kısımları ise “kıt’a” nazım şekliyledir. Eserde
yer alan hadîsler, Mesâbihü’s-sünne, Sahîh-i Müslim ve Sahîh-i Buhârî’den se-
çilmiştir. Şâirin mahlası mukaddimeden başka 40. ve 80. hadîs tercümeleri ile
eserin son beyitlerinde geçmektedir. Bu da, şâirin daha önce ayrı ayrı yazdığı
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 385
kırk hadîslere yirmi hadîs daha ilave ederek 100 hadîs tercümesi oluşturduğu
düşüncesini akla getirmektedir (Özkat 2011: 196).
Bu asrın ikinci yarısında yaşamış olan Sirozlu Hüseynî’nin Câmi’u’l-envâr
alâ-Tefsîri’l-ihlâs adlı mesnevîsi, İhlâs Suresi’nin tefsiri olup 10.000 beyit civa-
rındadır. Aynı kişinin Câmi’u’n-nesâyih adlı Muhammediyye tarzındaki eseriyle,
Kur’ân kıraatiyle ilgili meşhur Kasîde-i Cezerî’nin Dürr-i Meknûn adıyla yapılan
şerhi de manzumdur (Bursalı Mehemed Tahir 2000: I/59-60). Livâyî (öl. 978/1570’den
sonra)’nin 978/1570’te aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla kaleme al-
dığı Manzûm Kur’ân Tefsîri ise, Kur’ân-ı Kerîm’den seçilen bazı surelerin tefsi-
rinden oluşmaktadır (Yazar 2011a: 713).
“Mevlid”ler bilindiği üzere Hz. Muhammed’in doğumunu, peygamberli-
ğini, mucizelerini, mi’râc ve vefatını konu alan manzum eserler olup bu yüz-
yılda da bu konuda birçok eser kaleme alındığı görülmektedir. Emîrî, Cismî,
Gulâmî, Zâtî, Dervîş Mehmed Hevâ’î, Hamdî, Cebrî, Abdî, Selâmî Mustafâ,
Visâlî Alî Çelebi, Şehîdî-i Edirnevî, Murâdî, Behiştî, Hasan Bahrî, Şemseddîn-i
Sivasî (Aksoy 1980), Lâmi’î Çelebi ve Ubeydullâh Dede (Bayak 2007) bu dönemde
mevlid yazan şâirlerdir (geniş bilgi için bkz. Köksal 2010: 51-56). Bunlardan Lâmi’î
Çelebi’nin Mevlidü’r-resûl (Eroğlu 2011)’ü, aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” ka-
lıbıyla 911/1504-927/1520 yılları arsında yazılmış olup, 706 beyitten oluşmak-
tadır. Lâmi’î Mevlid’ini Allah’ın huzurunda lutfa mazhar olup şefaate nail ola-
bilme ve eserini okuyup âmin diyenlerin rahmete erişmeleri amacıyla kaleme
almıştır. Sâde bir dil ve üslûpla kaleme alınan eser, Hz. Peygamber’in hayatına
dair rivayetlere dayalı olarak oluşturulmuştur. Üslûp olarak tekdüzeliğe düşül-
meyen eserde, ekseriyetle dinî bir heyecanla lirizmin ön plana çıkarıldığı mü-
şahede edilmektedir. Ayrıca M. Fatih Köksal, XV veya XVI. asırda yazılma ih-
timali olan ve daha önce bilinmeyen Recâî, Nasîbî ve Muhyî’nin mevlidlerini
yayımlayarak ilim âlemine kazandırmıştır (bkz. Köksal 2010: 283-544).
Niyâzî’nin Hz. Peygamber’in savaşlarını konu alan Gazavâtü’n-nebî (Yıl-
maz E. 1995; Özkat 2011: 146-47)’si, 959/1552 tarihinde, aruzun “fâilâtün fâilâtün
fâilün” kalıbıyla kaleme alınmış olup 2407 beyitten oluşmaktadır. Eser, “Hu-
neyn Savaşı ve ganimetlerin paylaşılmasındaki ihtilâf”, “Hz. Alî Kerremallâhu
Vechehu’nun “Karalar” ile Ulu Cengidür”, “Hz. Alî’nün Karındaşı Ca’fer-i
Tayyâr u Zeyd ü ‘Abdullâh Şehîd Oldukları Gazâdur Rûm Begleriyle Cengidür”,
“Seyyîdü’l-mürselîn ve Hatemü’n-nebiyyîn Hazretlerinün Rûm Şâm Sultânları
ile Ulu Cengidür ve Hem Âhir Gazâsıdur (Tebük Gazâsı)”, “Hz. Peygamber’in
Vefatı” ve “Hâtime” diye başlıklanan altı bölümden oluşmaktadır. Şâir son bö-
lümde, ilmin fazileti ve dünya hayatının fânîliği hakkında çeşitli nasihatler ver-
386 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
miştir. Za’îfî de, Hz. Peygamber’in savaşlarını konu alan Gazavâtü’n-nebî isimli
bir mesnevî kaleme almıştır.
Münîrî’nin manzum Siyer-i Nebî (Ay 2007; Çorak 2010; Top 2011; Özkat
2011)’si, yedi cilt olarak tertip edilmiş olup 866 varak hacminde bir mesnevîdir.
32.475 beyit tutarında olan eser, aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla ka-
leme alınmıştır. Mesnevînin tertip hususiyetlerine uygun olan Siyer-i Nebî’nin
ilk cildi 7650 beyitten oluşmaktadır. Eserin başında yer alan “tevhîd” manzu-
mesini, “münâcât”, “sebeb-i te’lîf” ve “na’t” bölümleri takip etmektedir. “Âgâz-ı
kitâb-ı siyer” bölümü ile konuya geçiş yapılan eserde, “fıtrat-ı Âdem aleyhisselâm”
başlığı altında, Hz. Âdem’in yaratılışından başlanarak nübüvvet nûrunun Hz.
Muhammed’e ulaşmasına kadar ki safha anlatılmıştır. Bundan sonraki bölümde
ise şâir, Hz. Peygamber’in ana rahmine düşmesinden başlayarak onun hayatına
giriş yapmaktadır. Siyer-i Nebî’nin ikinci cildi, “Hz. Bilâl’in müslüman olması
hikâyesi” ile başlayıp, “develeriyle birlikte Hz. Peygamber’in yanına gelen Mün-
zir bin Nâcî’nin hikâyesi” ile son bulmaktadır. Üçüncü cilt, “pend-nâme” nite-
liğindeki 23 beyitlik bir kısmın ardından “Hz. Peygamber’in mi’râc’a çıkması
hikâyesi” ile başlamakta ve “münafıkların başı Abdullah bin Ubeyye hikâyesi”
ile son bulmaktadır. Her iki cildin sonunda da ciltleri bitirmeyi nasip ettiği için
Allah’a şükrettiği, Hz. Peygamber’in şefaatini dilediği ve okuyucudan hayır dua
beklediği 5 ya da 6 beyitlik küçük bölümler yer almaktadır. Dördüncü cilt, “Hz.
Alî ile Hz. Fâtıma’nın evliliği”nin anlatıldığı 317 beyitlik bir bölümle başlamakta,
hicretin dördüncü veya altıncı yılında (Muharrem 5 ile 23 arası) meydana gelen ve
“Abdullâh b. Üneys seriyyesi” diye anılan olayın anlatılması ile son bulmakta-
dır. Beşinci cilt ise, 31 beyitlik bir “na’t” ile başlamakta, “Yemen meliki Hâris b.
‘Amr”ın tanıtıldığı 263 beyitlik bölümle son bulmaktadır. Siyer-i Nebî’de klâsik
tertip hususiyetleri açısından mesnevî geleneğine uymuş olan Münîrî, eseri-
nin iki yerinde farklı nazım şekillerine de yer vermiştir. Bunlardan ilki Siyer-i
Nebî’nin birinci cildinde Küseyr ağzından söylenmiş 9 beyitlik Arapça, ikincisi
ise V. ciltte, ‘Amr b. Ümeyye’nin ağzından söylenmiş 7 beyitlik Türkçe bir ga-
zeldir. Siyer-i Nebî, Türk edebiyatının bilinen en hacimli manzum siyeri olması
yönüyle edebiyat tarihi açısından, Batı Türkçesinin geçiş dönemi özelliklerini
yansıtması bakımından da Türk dili tarihi için önemli bir eserdir. Şâirin cinas
sanatına hâkimiyeti yanında atasözleri ve deyimler bakımından zengin bir dil
kullanması da dikkati çeken diğer özellikleridir (bkz. Özkat 2011). Latîfî’nin ha-
ber verdiği Zâtî’nin manzum Siyer-i Nebî’sinin nüshası (Canım 2000: 262) ise şu
an için kayıptır.
Hz. Peygamber’in mübarek vücut yapısı ve güzel sıfatları hakkında çeşitli
hilyelerin bu asırda kaleme alındığı görülmektedir. Bu türün ilk manzum ve
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 387
müstakil örneğini Şerîf Mehmed (öl. 982/1574) vermiştir. 970/1562 tarihinden
önce mesnevî nazım şekliyle ve aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla ya-
zılan Hilye (Yazar İ. 2007), 267 beyitten oluşmaktadır. Kendisinden sonra yazılan
hilyelere örnek teşkil eden eserin, diğer hilyelerden farkı ise, “Resûl (a.s.) ‘âlem-i
ervâhda ‘anâsır ile musâhabetdür” başlıklı bölümde kendisini göstermektedir.
Şerîfî bu bölümde, Hz. Peygamber’in ruhunu, anâsır-ı erbaa yani “nar/ateş”,
“hava”, “âb/su” ve “türâb/toprak” ile konuşturarak kendine ait bir yapı oluştur-
muştur. Hakanî tarafından 1007/1598-99 tarihinde tamamlanıp Cıgala-zâde
Yûsuf Sinân Paşa’ya sunulan Hilye-i Sa’âdet (Külekçi 1987; Pala 1991) ise, Türk ede-
biyatında önemli bir yere sahiptir. Aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla ya-
zılan eser, 712 beyitten oluşmuştur. Hakanî eserinin başında bir “besmele man-
zumesi”, “tevhîd” ve “na’t”tan sonra “dört halife” ile “Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin”i
anar, âl-i abâ’ya sevgisini belirterek tevekkülle Hilye’yi yazmaya başladığını be-
lirtir. Hz. Peygamber’in vefatından bir süre önce, kızları Hz. Fâtıma “Ya Resu-
lallah, senin yüzünü bundan sonra göremeyeceğim!” diye ağladığı zaman Hz.
Peygamber de “Ya Alî! Hilyemi yaz ki, vasıflarımı görmek beni görmek gibidir!”
buyururlar. Hakanî de bu hadîsi on beyitle tercüme ve şerh edip hilye yazma-
nın, nazar etmenin ve bulundurmanın insanlara hem dünyada hem de âhirette
sağlayacağı mükâfatları anlatmıştır. Hilyenin faziletine dair bir de Hârûnü’r-reşîd
ile ilgili hikâye nakletmiştir. Hakanî, kitap telifinde kendi zamanına kadar gö-
rülmeyen bir yol takip ederek eserini oluştururken, yararlandığı kaynaklar ve
çalışma usulünü de açıklar. Şâir daha sonra Hz. Peygamber’in sûret ve sîretine
tahsis olunan asıl bölüme geçer. Burada Hz. Muhammed’e ait olan özellikler,
genellikle tasnife tabi tutulmuş ve her uzuv için ayrı bölümler yazılmıştır. Her
bölümde önce sûret daha sonra sîret özellikleri anlatılmıştır. Eser “hâtimetü’l-
kitâb” [= kitabın bitimi] bölümü ile sona ermektedir.
Ankaralı Yûsuf, Yazıcıoğlu’nun Muhammediyye’sinin hem dilinin mübhem
hem de ağır olmasından dolayı 913/1507 tarihinde aruzun “mefâîlün mefâîlün
feûlün” kalıbıyla, 11.690 beyitten oluşan yeni bir Muhammediyye kaleme almış-
tır. Yazıcıoğlu’nun eseriyle aynı tertip ve düzene sahip olan eser, aynı zamanda
konu olarak da ona paraleldir. Yazıcıoğlu’nun eserinin yeni bir şekli görünü-
münde olan eserin dili, ona göre daha düzgün ve mütekâmildir. Yine diğeri-
nin aksine baştan sona mesnevî nazım şeklinin kullanıldığı eserde, daha sâde
bir dil kullanılmış, ağır ve devrine göre garip olan kelimelere mümkün mere-
tebe az yer verilmiştir. Allah’ın zatından ve sıfatından başlayarak kâinatın ya-
ratılışından, cennetten, Âdem ve Havva’dan bahsedilmiş, Muhammed nurunu
taşıyan peygamberlere kısa bir temastan sonra, Hz. Peygamber’in doğuşuna,
peygamberliğine, mucizelerine ve hayatının çeşitli safhalarıyla birlikte İslâm’ın
388 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
ilerleyişine değinilmiş, yer yer dinî bilgiler ile çeşitli nasihatler verilmiş ve ara
sıra da ona kasîdeler söylenmiştir. Hz. Peygamber’in ölümünden sonra, kızı Hz.
Fâtıma ile diğer İslâm büyüklerinin ölümleri vurgulanmış, Yazıcıoğlu’nun eseri
gibi İslâmiyetin çeşitli hükümleri arasında mahşer ve âhiret âlemleri de tasvir
edilmiştir. Muhammed mihveri etrafında kâinatı, hayatı ve kısmen tarihi tas-
vir eden, didaktik ruha da malik olan eser, Türk edebiyatında İslâm dininin ve
mitolojisinin büyük bir destanı görünümündedir. Ruh ve konu ile birlikte dil
bakımından da Yazıcıoğlu’nun eseriyle benzerlik taşıyan eserde, aynı zamanda
samimîlik, tabiîlik ve renk de dikkat çekmektedir. Ancak Yazıcıoğlu’nun ese-
rindeki derecede aslî ve İlâhî ürperiş yoktur. Ancak eser, müellifin de arzu et-
tiği gibi daha sâde ve basit bir hüviyete sahiptir (Kocatürk 1970: 393-94). Yûsuf-ı
Sîne-çâk (öl. 953/1546)’ın ise kayıp bir Nazîre-i Muhammediyye’si vardır (Bursalı
Mehmed Tahir 2000: I/80).
Bu asırda çeşitli Hz. Alî mevlid’leriyle karşılaşmaktayız. Bunlardan Münîrî’nin,
7 cilt üzere tertip ettiği Siyer-i Nebî’sinin I. cildinin 21a-25a varakları arasında bu-
lunan Hz. Alî Mevlidi “Hikâye-i Emîri’l-Mü’minîn ‘Alî bin Ebî Tâlib Kerrema’llâhu
Vechehu ki Be-Vücûd-Âmed” başlığını taşımaktadır (Yekbaş 2012: 100-25). Aru-
zun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbının kullanıldığı Mevlid, 169 beyittir. Eserin
ilk beyitlerinde Hz. Alî’yi övüp onunla ilgili hadîs-i şerîflere yer verilmiş, aka-
binde Hz. Alî’nin annesi Fâtıma’dan bahsedilerek mevlide başlanmıştır. Man-
zumede, Fâtıma’nın, Hz. Muhammed’in duasıyla hamile kalması, doğum ön-
cesi gerçekleşen olağanüstülükler, doğumun Ka’be’de gerçekleşmesi, isminin
Hz. Muhammed tarafından konulması, Hz. Alî’nin ve Hz. Muhammed’in ya-
kınlıkları gibi hususlar üzerinde durulmuştur. Hz. Alî ile ilgili anlatılanları şâir
sağlam kaynaklara ve râvîlere dayandırmıştır. Eserde, sâde ve basit bir dil kul-
lanılmıştır. Yemînî’nin Hz. Alî Mevlidi (Yekbaş 2012: 126-51), Fazîlet-nâme içeri-
sinde yer almaktadır. 925/1519 yılında aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” ka-
lıbıyla kaleme alınan eser, 217 beyitten müteşekkildir. Yemînî’nin İbni Abbâs’ın
rivayetlerine dayanan Hz. Alî Mevlidi, Fazîlet-nâme’nin kendisi kadar meşhur
olmuş, hatta halk tarafından okunan, dinlenen ve ezberlenen bir metin hâline
dönüşmüştür. Eser, sadeleştirilerek yayımlanmıştır (bkz. Oytan 1956; Kaya 1991).
Bu asırda yaşadığı tahmin edilen Ca’ferî’nin Hz. Alî Mevlidi (Yekbaş 2012: 152-88)
246 beyit olup aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır. Hz. Alî’nin,
Hz. Muhammed tarafından kendilerine rehber olarak gönderildiğini, aynı za-
manda Hz. Peygamber’in vasisi ve mü’minlerin imamı olduğunu belirten şâir,
Allah’ın kudretini görmek isteyenlerin Hz. Alî’nin mevlidini dinlemelerini iste-
mektedir. Eserde, Hz. Alî’nin doğumu ve doğumundan sonra olan olaylar üze-
rinde durulmuştur.
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 389
Abdî ise, Hz. Fâtıma ile ilgili bir mevlid kaleme almıştır. 964 beyit olan
eser, Hz. Fâtıma’nın mevlidi ve vasıflarından bahsetmek için 920/1515 tarihinde
aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” ve “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıplarıyla ya-
zılmıştır. Şekil ve muhteva özellikleri bakımından tam bir halk kitabı özelliği
taşıyan Mevlid-i Fâtıma (Yekbaş 2012: 329-430)’da, Hz. Fâtıma’nın doğumu, ço-
cukluğu, evliliği ve hayatına dair olaylar ayrıntılı bir şekilde nazmedilmiştir. Mev-
lidin sonunda muhtemelen başka bir şâire ait olan Hz. Fâtıma’nın vefatının an-
latıldığı bir bölüm bulunmaktadır. Bilindiği gibi özellikle Hz. Muhammed için
yazılan mevlidlerde vefat bahri önemli bir yer tutmaktadır. Bu bölümlerde Hz.
Muhammed’in yanı sıra Hz. Fâtıma’nın da vefatı anlatılmıştır. Özellikle matbu
mevlid metinlerinde sıkça karşılaşılan Hz. Fâtıma’nın vefatının anlatıldığı bö-
lümlerin, genellikle sonradan müellifler veya müstensihler tarafından eklendiği
bilinmektedir. Bu eserde de bu tip bir durum kendisini göstermektedir. “Der-
beyân-ı Vefât-ı Hazret-i Fâtımatü’z-Zehrâ binti Muhammed Mustafâ Radıya’llâhu
‘Anhâ” başlığını taşıyan bu bölüm, 578 beyitten ibarettir.
Lâmi’î Çelebi, Bursa’da Mollâ Arab diye bilinen bir vaizin Maktel-i Hüseyn’i
okumanın küfür olduğunu söylemesini duyunca buna kızmış ve aksini ifade et-
mek ve onun sözlerini hükümsüz kılmak için Kitâb-ı Maktel-i Âl-i Resûl (Arslan
2001) isimli eserini, sahih tarih kitaplarından derlediği ve tertiplediği bilgiler-
den hareketle yazmıştır. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbının kullanıldığı
eser, 992 beyittir. Bu asırda yazılan diğer bir Maktel-i Hüseyn ise Hacı Nûreddîn
Efendi’ye aittir. 940/1533-34’te aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazı-
lan eser, 1745 beyitten müteşekkildir. Kerbelâ vak’asını ihtiva eden eser, “mukad-
dime”, 10 “meclis” ve “hâtime”den oluşmaktadır. Tasavvufî bir hüviyetin görül-
düğü eser, lirik ve trajik üslûba sahiptir. Özellikle savaş sahnelerinin daha canlı
ve sanatlı olduğu müşahede edilen eserin dili genellikle sâdedir.
Hz. Süleymân’nın hayatının doğrudan doğruya Kur’ân’dan alınarak anla-
tıldığı Süleymâniyye (Akkaya 1988; Akgüzdüz 1997), Şemseddîn-i Sivasî tarafın-
dan 964/1556 tarihinde aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmış
olup 1595 beyitten oluşmaktadır. Şâir eserini çeşitli tefsirlerden istifade ederek
genişletmiştir. Konunun işlendiği bölümde, yer yer kıssadan hisse başlığı altında
mevzuya uygun dinî ve didaktik mahiyette beyitlere ya da hikâyelere yer veril-
miştir. Ayrıca konuyla ilgili âyet-i kerîme ile hadîs-i şerîfler de beyitler arasına
yerleştirilmiştir. Eser, sâde, basit ve anlaşılır bir dille kaleme alınmıştır.
Bu asır dinî mesnevîlerinden olan İ’tikâd-nâme, Şemsî Ahmed Paşa tara-
fından yazılmış olup, kabir ve âhiret hayatıyla ilgilidir. Aynı şâirin abdest ile na-
mazın farz ve sünnetlerine dair Şurûtu’s-salât isimli fıkhî bir mesnevîsi de vardır.
Kemâl Paşa-zâde’nin de yetmiş sekiz beyitlik mesnevî formunda bir Şurûtü’s-
390 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
salât Tercümesi bulunmaktadır. Pîr Muhyiddîn tarafından Arapça Ervâh-nâme
isimli bir eserden hareketle aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla oluşturu-
lan Şefâ’at-nâme (Nebioğlu 2008; Kocatürk 1970: 404-405), dinî, tasavvufî ve di-
daktik bir hüviyete sahiptir. 763 beyitten oluşan eserde dünyanın fânîliğinden,
âhiretten, cennet ve cehennemden bahsedilmekte, Hz. Peygamber’e, onun ha-
yatına, işlerine, sözlerine dair hikâyeler anlatılarak dinî-tasavvufî öğütler veril-
mektedir. Geçmiş asırların dinî-didaktik destan ananesini devam ettiren ve mec-
lislerde okunmak için yazılan eserin dili ve üslûbu sâde ve basittir. Güvâhî’nin
Tazarru’-nâme (Gültekin 2012)’si, bu asrın dikkat çeken dinî eserlerindendir.
1069/1658-59 tarihinde aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmış
olup 540 beyitten oluşmaktadır. Sinân Paşa’nın Tazarru’ât’ının etkisi görülen
Tazarru’-nâme, günahkâr olduğunu düşünen şâirin, günahlarının bağışlanma-
sını dileyerek Allah’a yalvardığı ve insanlara dünyanın geçiciliğini hatırlatarak
âhiret için çalışmalarını tavsiyet ettiği bir eserdir.
Bu asırda Nizâmî-i Gencevî’nin Mahzenü’l-esrâr’ına benzer bazı mesnevîlerin
yazıldığı görülmektedir. Bunlardan Taşlıcalı Yahyâ’nın ihtiyarlığı döneminde aru-
zun “müfteilün müfteilün fâilün” kalıbıyla yazdığı ahlâkî ve tasavvufî mesnevîsi
(Çelebioğlu 1994: 79) Gülşen-i Envâr (Kayabaşı 1991; Doğanyiğit 1996), hamsesinin
son eseridir. Kânûnî Sultan Süleymân’a sunulan Gülşen-i Envâr, konusu, vezni
ve ana bölümlerden sonra gelen kısa kısa hikâyeleriyle, mesnevî edebiyatında
Nizâmî’nin Mahzenü’l-esrâr’ı tipindeki eserler arasında yer alırsa da, plan ve ter-
tip bakımından bunlardan ayrılır. Bu eserlerde görülen “önce bir makale, sonra
anlatılan konu ile alâkalı bir hikâye” şeklindeki kompozisyon düzeni Gülşen-i
Envâr’da görülmez. Yahyâ Bey’in bu mesnevîsi, plan ve muhteva bakımından
aynı dönem şâirlerinden olan Bursalı Rahmî’nin Gül-i Sad-berg’ine daha çok
benzer (Ünver 1996: 252). Mahzenü’l-esrâr ile aynı vezinde yazılan Gülşen-i Envâr,
toplam 2810 beyittir. Gülşen-i Envâr’ın hem giriş bölümü hem de konunun iş-
lendiği asıl bölümü Mahzenü’l-esrâr’la önemli ayrılıklar gösterir. Mahzenü’l-
esrâr’da yer alan makalelerle Gülşen-i Envâr’ı oluşturan fasıllar arasında hiçbir
yakınlık bulunmadığı gibi, her iki eserde işlenen hikâyeler de hiçbir ortaklık
göstermezler. Eserinde İslâmî konular yanında mahallî konulara da yer veren
Yahyâ Bey, işlediği konularda dönemin toplum hayatını devrine göre oldukça
sâde bir dille yansıtmıştır (Erişen 1992: 302). Gülşen-i Envâr’ın asıl konusunun
işlendiği kısım dört “fasıl” ve yedi “mertebe”den meydana gelmektedir. Her “fa-
sıl” ve “mertebe”den sonra ise, konuyla alâkalı hikâyelere yer verilmiştir. Birinci
fasıl, padişahların nasıl davranması gerektiği hakkındadır. Burada padişahlarla
ilgili arka arkaya sekiz hikâye anlatılmıştır. Gafilleri uyarmak ve yetişkinlere
öğüt vermek üzere kaleme alınan ikinci fasılda konu 3 “temsîl”, 4 “hikâyet”, 1
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 391
“tenbîh” ve uzun bir başlık altında 1 “mev’iza” ile örneklendirilmiştir. Üçüncü
fasılda, dünya sevgisinin âhiret için eziyet ve sıkıntı kaynağı olduğu beş hikâye
ile açıklanmıştır. Eserin son faslı ise kanâate ayrılmıştır. Şâir bu konuyu da 3
“hikâyet”, 3 “temsîl”, 1 “tenbîh” ile süslemiştir. Eserde geçen, özellikle bu ikinci
derecede geçen başlıklar, Sa’dî-i Şîrâzî’nin Bostân ve Gülistân isimli eserlerinde
bulunan başlıkları andırmaktadır. Bu dört fasıldan sonra, rüyanın, kerametin
başlangıcı olduğunu işleyen beş rüya anlatılmış ve bunlar yorumlanmıştır (Ün-
ver 1996: 252-53). Eserin yedi mertebe üzerine düzenlenen bölümünde, veliliğin
dört kısım olduğu, velilerin yaratılış itibariyle hava, ateş, su ve topraktan iba-
ret anâsır-ı erbaaya benzediği açıklanıp veliliğin yedi mertebesi tanıtılır. Dör-
düncü ve beşinci mertebelerden sonra üçer, diğer mertebelerden sonra ikişer
hikâye yer alır. Bu hikâyeler her mertebede anlatılan özellikleri açıklayıcı nite-
liktedir (Ünver 1996: 253).
Âzerî İbrâhîm Çelebi’nin ifadesine göre, Cinânî’nin teşvikiyle yazılan Nakş-ı
Hayâl (Baykaldı 1994) 987/1579 yılında tamamlanmıştır. Nizâmî-i Gencevî’nin
kullandığı “serî’” bahrinin “müfteilün müfteilün fâilün” kalıbıyla yazılan eser,
3155 beyittir. Mesnevî, “besmele” ve “hamdele” manzumeleriyle başlar. Daha
sonra 26 bölüm gelir. Her bölüm “makâle” olarak isimlendirilmiştir. “Yedinci
makâle”den itibaren, her “makâle”nin sonunda konuyla ilgili bir “hikâye”; her
“hikâye”nin sonunda ise birkaç beyitle “kendi nefsine sesleniş veya faydalı na-
sihat” yer almaktadır. Bu kısım, bir yandan anlatılan bölümü tamamlarken bir
yandan da okuyucuyu diğer bölüme hazırlamaktadır. Şâir bu “makâle”lerde,
Allah’ın birliği ve ona yakarış, tevekkül, uzlet, sabır, aşk, hüsün, faydalı ilim öğ-
renme, gurur, cömertlik, mâsivâya bağlı gönüllerin ömürlerini boşa geçirme-
leri, pişmanlık, Allah’a güvenme, adalet, doğruluğun fazileti yalan söylemenin
kötülüğü, şükür, çok yemenin zararı, uykuya ve dünyaya düşkünlük gibi ko-
nuları ele almıştır. Bu “makâle”lerin sonunda ise, “hâtime”, bir “münâcât” ve
iki “tarih manzumesi” yer alır. Genceli Nizâmî’nin açtığı yolun İran’da tutuldu-
ğunu ve faydalı olduğunu gören şâir, Anadolu’da da bu yolda eser verme ihtiya-
cını hissettiği için bu mesnevîsini yazmıştır. Yine anladığımıza göre şâir eserini
Nizâmî-i Gencevî’nin Mahzenü’l-esrâr’ını, Abdurrahmân-ı Câmî’nin Tuhfetü’l-
ahrâr’ını, Emîr Hüsrev-i Dihlevî’in Matla’u’l-envâr’ını ve Kemâl-i Hocendî’yi ör-
nek alarak yazmıştır. Ayrıca, şâir eserinin “hâtime” kısmında Nizâmî, Hüsrev,
Câmî ve Hocendî’nin isimlerini anarak da onların etkisinde kaldığını belirtmiş-
tir. Bundan dolayı Nakş-ı Hayâl’i plan ve muhteva yönünden değerlendirirken
Nizâmî’nin Mahzenü’l-esrâr’ının yanında Emîr Hüsrev’in Matla’u’l-envâr’ı ile
Câmî’nin Tuhfetü’l-ahrâr’ını da göz önünde bulundurmak gerekir. Eser muhteva
bakımından ele alındığında, Âzerî’nin ne Nizâmî’yi ne Câmî’yi ne de Hüsrev’i
392 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
tam olarak izlediği söylenebilir. Mahzenü’l-esrâr’la ortak olarak işlenen konu-
lar, adalet ile uzlettir. Emîr Hüsrev’in etkisi, Nizâmî’ye nazaran daha fazladır.
Allah’ın birliği, nefsin kontrolü, aşkın yüceliği, padişahlara nasihatler, doğruluk,
gerçek rehbere ihtiyaç, ilim, cömertlik gibi konular Matla’u’l-envâr ile işlenen
ortak konulardır. Câmî’nin Tuhfetü’l-ahrâr’ı ile ortak olan konular ise şunlar-
dır: Uzlet, uyumak, gurur, aşk ve muhabbet. Bu eserlerde anlatılan hikâyelerde
ise bir benzerlik görülmemektedir. Nakş-ı Hayâl’in Nizâmî, Hüsrev ve Câmî’nin
eserleriyle konunun işlenişi ve plan benzerliğinin yanında az da olsa konu ben-
zerliği bulunmasına rağmen, orijinal bir eser olduğu görülür.
Siyasî ve genel ahlâka ait didaktik bir mesnevî olan Cinânî’nin Riyâzü’l-
cinân (Şarlı 1994; Okuyucu 1989)’ı, 986/1578 yılında tamamlanmıştır. Nizâmî’nin
kullandığı “Serî” bahrinin “müfteilün müfteilün fâilün” kalıbıyla yazılan eser,
3334 beyittir. İhtiva ettiği konular bakımından millîlik vasfına haiz olan eser,
birtakım mahallî, millî ve folklorik bilgiler yanında, şâirin kendi hayatı ile bazı
muasırlarına ait bilgileri de ihtiva etmektedir. Riyâzü’l-cinân ahlâkî didaktik ma-
hiyette yazılmış nasihat ve hikâyeleri ihtiva eden 53 bölümden meydana gelmek-
tedir. Her bölüm, o bölümde anlatılan konuyu belirten Farsça bir başlıkla başla-
maktadır. İlk bölüm “besmele”, II. ve III. bölüm “münâcât”, IV. bölüm “na’t”, V.
bölüm “mi’râc” hakkındadır. VI. bölümde “kalem”, VII. bölümde “sözün vasıf-
ları” anlatılmıştır. Cinânî VIII. bölümde selefleri olan Nizâmî, Câmî ve Nevâyî
hakkında takdirlerini ifade etmiştir. IX. bölüm “sebeb-i te’lîf”e dairdir. X. bölüm
eserini sunduğu Sultan Murâd’a medhiyedir. Eserin asıl kısmı ise bu bölümden
sonra başlamakta ve 20 “nasihat (ravza)” ile bunları tevsik eden 20 “hikâye (des-
tan)” birbirini takip etmektedir. Ancak yirminci bölüm hikâye değil, 19. ravza-
nın hadîsle desteklenmiş devamı gibidir. Bu “ravza”larda padişah, vezir ve kadı-
ların vasıfları, zühd ve dünya sevgisini terk, öfkenin kötülüğü, cömertlik, dostluk
ve esasları, teslim ve tevekkül, uzlet, kanaat ve helâl lokmanın ehemmiyeti, düş-
manlığı terk ve affetme, ahdi tutma, bühtan ve gıybetin kötülüğü, gayrı meşru
arzulardan kaçınma, çok sözden korunma, tarikata girmenin lüzumu, ilmin
ehemmiyeti ve aşk bahsi yer almaktadır. Son iki bölüm ise, “hâtime” ve “hâtime
duası”ndan ibarettir. Cinânî, bu eserini Nizâmî’nin Mahzenü’l-esrâr’ına nazire
olarak yazmış, Câmî’den ise etkilenmiştir. Vezin ve tertip bakımından Nizâmî’nin
Mahzenü’l-esrâr’ına uyan Riyâzü’l-cinân, giriş kısmının planı ve tertibi bakımın-
dan Mahzenü’l-esrâr’dan bazı farklılıklar gösterir. Cinânî’nin bu eseri, vezin ve
tertip bakımından Câmî’nin Tuhfetü’l-ahrâr’ına da benzemektedir. Cinânî’nin
eserinin “sebeb-i te’lîf” bölümünde belirttiği gibi, Riyâzü’l-cinân, Mahzenü’l-
esrâr’a nazire olarak yazılmıştır. Ancak vezin ve tertip birlikteliği dışında seçtiği
konular, özellikle de hikâyeler yönünden orijinal bir eserdir.
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 393
Nizâmî’nin Mahzenü’l-esrâr’ına farklı bir vezinle yazılan tek nazire Gelibolulu
Âlî’nin Tuhfetü’l-uşşâk (Aksoyak 2003a; Erişen 1992: 303-304) isimli mesnevîsidir.
Kütahya’da 989/1562 yılında yazılan eser, Şehzâde Selîm’e sunulmuştur. 3033 beyit
olan bu eser, Mahzenü’l-esrâr’dan farklı olarak “Remel” bahrinin “feilâtün feilâtün
feilün” kalıbıyla yazılmıştır. Giriş kısmından sonra, bir “makâle” bir “hikâye” ve
bir “münâcât” biçiminde devam eden eserde, toplam 20 “makâle” bulunmak-
tadır. Şâir bu makalelerde, hakikî aşk, mecazî aşk, Allah’ın mağfireti, aşkın zor-
lukları, aşk menzillerini aşmak için bir mürşide bağlanma gereği, aşka ulaşmak
için dikkat edilmesi gerekenler, âşığın durumu, maşukun âşığın durumunu bil-
mesi ve âşığın maşukun yaptıklarından haberdar olması, aşkın gerekleri, âşığın
kanaatsizliği, âşığın sabretmesinin gereği, âşıkların duasının kabul edilip edil-
meyeceği, maşûkun âşığa iltifat etmesi, âşık ile maşûkun vücudunun bir olması,
âşığın maşûka tabi oluşu, ayrılık derdi, hasetçilerin ayıplanması, kavuşma se-
vinci, aşkın son bulması konularını anlatmıştır. Eser 20 “makâle”, 20 “hikâye”, 20
“münâcât”tan sonra “fî-hâtimeti’l-kitâb ve fasli’l-hitâb” bölümüyle son bulmakta-
dır. Vezin bakımından Nizâmî’nin Mahzenü’l-esrâr’ından ayrılan Tuhfetü’l-uşşâk,
şekil ve tertip bakımından da bazı farklılıklar göstermektedir. Konunun işlen-
diği asıl bölüm, hem Nizâmî hem de Âlî’de 20 “makâle”, 20 “hikâye” esasına da-
yanmaktadır. Her hikâyenin sonunda Âlî’nin birkaç beyitle kendine hisse çıkar-
ması, Nizâmî’deki hikâyelerin arkasından gelen “sâkî-nâme”leri hatırlatmaktadır.
Âlî’nin eserinde makale ve hikâyelerin muhtevasına uygun olarak hikâyelerden
sonra yer alan münâcâtlar ise, Mahzenü’l-esrâr’da bulunmamaktadır. Tuhfetü’l-
uşşâk, özellikle asıl konunun işlendiği bölüm, şekil ve tertip bakımından daha
çok Câmî’nin Tuhfetü’l-ahrâr’ına benzemektedir. Tuhfetü’l-ahrâr, 20 “makâle”,
20 “hikâye” ve her hikâyeden sonra Câmî’nin “kendi nefsine seslenmesi ve çe-
şitli nasihatler”den oluşur. Tuhfetü’l-uşşâk da 20 “makâle”, 20 “hikâye” ve her
hikâyeden sonra gelen 20 “münâcât”tan oluşmaktadır. Nizâmî’nin Mahzenü’l-
esrâr’ına nazire olarak yazılan Emîr Hüsrev-i Dihlevî’nin Matlau’l-envâr’ı, Hâcû-yı
Kirmânî’nin Ravzatü’l-envâr’ı, Abdurrahmân-ı Câmî’nin Tuhfetü’l-ahrâr’ı, Alî
Şîr Nevâyî’nin Hayretü’l-ebrâr’ı gibi 20 “makâle” 20 “hikâye” esasına dayanan
Tuhfetü’l-uşşâk, içerisinde işlenen konular bakımından daha çok kendisinden
önce Mahzenü’l-esrâr’a nazire yazan Türk şâirlerinden Âzerî İbrâhîm Çelebi’nin
Nakş-ı Hayâl, Dervîş Hayâlî’nin Ravzatü’l-envâr, Cinânî’nin Riyâzü’l-cinân ve
Cilâ’u’l-kulûb’undan etkilenmiştir. Ancak Âlî, yukarıdaki mesnevîlerden farklı
olarak her hikâyeden sonra bir münâcât ekleyerek yenilik yapmıştır.
Bursalı Rahmî’nin Gül-i Sad-berg (Erişen 1990; Aynagöz 1989)’i, Genceli
Nizâmî’nin Mahzenü’l-esrâr’ı ve Abdurrahmân-ı Câmî’nin Tuhfetü’l-ahrâr’ı gibi
“serî’” bahrinin “müfteilün müfteilün fâilün” kalıbıyla tahminen 994/1567’de
394 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
tamamlanmış olup 1550 beyit tutarındadır. 7 “ravza” ve 7 “hikâye”den oluşan
Gül-i Sad-berg, baş tarafı eksik bir “besmele” manzumesi ile başlamaktadır. 80
beyit süren bu bölümde besmelenin önemi ve her harfin ifade ettiği mânâ dile
getirilmektedir. Bu bölümden sonra 7 “ravza” ve 7 “hikâye” gelir. Bu “ravza”lar
Hz. Peygamber’in mi’râcı, söz ve kalemin önemi, insan tabiatının Allah’ın za-
tının aynası olduğu, dünyadan el etek çekerek himmet erbabından himmet is-
teyen bir âşığın gönlünden hicap perdesinin kaldırılması, hükümdarların ada-
leti ve dünya malına güvenmemek gerekliliği, aşk ve âşığın hâlleri ile sonbahar
hakkındadır. Rahmî, son “ravza” ve “hikâye”den sonra gelen “mev’ize” başlığı
altında yer alan bölümde güler yüzlü olmak, bilgisiz kimselerle konuşmamak,
bencillikten vazgeçip mütevazı olmak, kanaatkâr olup yoksulluğa sabretmek
gerektiğini ifade eder. Daha sonra “hikâyet-i latîfe” başlığı altında Hz. Peygam-
ber ile yaşlı bir kadın arasında geçen muhavereyi konu alan bir hikâye anlatı-
lır. Eser “hâtimetü’l-kitâb” bölümüyle sona erer. Gül-i Sad-berg, her ne kadar
Nizâmî’nin Mahzenü’l-esrâr’ına nazire olarak yazılmış olsa da, hem şekil ve ter-
tip hem de muhteva olarak aralarında tam bir benzerlik olmadığı görülmekte-
dir. Mahzenü’l-esrâr, üç parça “münâcât”, Hz. Peygamber’e dört parça “na’t” ve
şâirin memdûhu Behrâmşâh’ın övgüsü ile başlar. Kitabın nazmedilmesi ve ter-
tibi hakkındaki 40 beyitlik bir bölümden sonra, sözün değeri ve şâirlik merte-
besi, ölçülü söz söyleme ve edebiyat yapmanın niteliği, gerçekleri dileyip anlama
ve gönüle yönelmenin gerekliliği gibi konuların işlendiği üç manzume gelir. Bu
manzumelerden sonra üç “halvet” yer alır. Şâir daha sonra eserinin asıl bölü-
müne geçer. Rahmî, Nizâmî’nin eserinde geniş olarak tutulan bu giriş kısmını
kısaltmıştır. Bu bölümde sadece “besmele” manzumesine yer vermiştir. Ayrıca
“sebeb-i te’lîf” ve “padişaha övgü” bölümlerine, Mahzenü’l-esrâr’ın hilafına bi-
rinci “ravza”dan sonra başlamıştır. Konunun işlendiği asıl bölüm Mahzenü’l-
esrâr’da 20 “makâle” 20 “hikâye”den oluşmaktayken, Gül-i Sad-berg’de 7 “ravza”
7 “hikâye”den meydana gelmiştir. Rahmî, Nizâmî’den farklı olarak eserinin so-
nunda bir “mev’ize” bölümü ile bir “hikâye”ye yer vermiştir. İki eser arasındaki
tek benzerlik vezinlerinde görülmektedir. Her iki eser de “Serî’” bahrinin “müf-
teilün müfteilün fâilün” kalıbıyla yazılmışlardır. Gül-i Sad-berg, muhteva bakı-
mından daha çok Tuhfetü’l-ahrâr ile ortak noktalara sahiptir. “Sebeb-i te’lîf” bö-
lümünden anlaşıldığına göre Gül-i Sad-berg, Câmî’nin Tuhfetü’l-ahrâr’ı örnek
alınarak yazılmış bir Mahzenü’l-esrâr naziresidir. Zaten Rahmî, eserinin “sebeb-i
te’lîf” bölümünde, bu eserini rüyasında Câmî’yi görmesi ve onun teşviki ile yaz-
dığını belirtmiştir. Rahmî, Tuhfetü’l-ahrâr’da birinci “makâle”de işlenen âlemin
yaratılışı ile ikinci “makâle”de işlenen insanın yaratılışı konusunu birleştirerek
tek konu hâlinde üçüncü “ravza”da ele almıştır. İki eser arasında işlenen diğer
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 395
bir ortak konu da Tuhfetü’l-ahrâr’da onsekizinci “makâle”de, Gül-i Sad-berg’de al-
tıncı “ravza”da işlenen aşk konusudur. Ayrıca Gül-i Sad-berg’de üçüncü “ravza”dan
sonra yer alan Hz. Yûsuf ile ilgili hikâye ile dördüncü “ravza”dan sonra yer alan
Hz. Alî ile ilgili hikâyenin kaynağı Tuhfetü’l-ahrâr’dır. Rahmî, Nizâmî’den bazı
konuları almakla birlikte bunların işlenişinde ondan farklı davranmıştır. Gül-i
Sad-berg’in Tuhfetü’l-ahrâr’la ortak konuların işlendiği bölümlerde Rahmî’nin
Câmî’den Nizâmî’ye nazaran daha fazla etkilendiği görülmektedir. Câmî’nin ko-
nuyu işleyiş tarzından etkilendiği gözlenen Rahmî, “besmele” manzumesinde,
“besmele”de geçen her harfin ifade ettiği mânâyı vermeye çalışırken, Câmî’den
farklı imajlar kullanmakla birlikte, zaman zaman Câmî’den tercüme yoluyla ak-
tarmalar da yapmıştır. Şâir, Nizâmî’nin Mahzenü’l-esrâr’ına nazire olarak yaz-
dığı bu mesnevîsinde, daha çok kendisini böyle bir eser yazmak için rüyasında
teşvik eden Câmî’nin Nizâmî’ye nazire olan Tuhfetü’l-ahrâr isimli eserinden et-
kilenmiş ve bunu eserine yansıtmıştır.
Emîrî’nin 10 “makâle”den oluşan Gülşen-i Râz’ı, 10 “sohbet”ten oluşan
Sohbet-nâme’si ile Taşlıcalı Yahyâ’nın 12 “makâm” ile 7 “şu’be”den oluşan Usûl-
nâme’si de, gerek bölümlerinin sayısı gerekse vezinleri bakımından Mahzenü’l-
esrâr’a benzemeyen, ancak bölümlerden oluşması itibariyle burada zikredilmesi
gereken eserlerdendir. 999/1581 tarihinde aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün”
kalıbıyla yazılan ve 1026 beyit olan Sohbet-nâme (Üst 2007), okuyucuyu terbiye
etmek ve ona çeşitli konularda öğüt vermek için yazılmıştır. Sohbet-nâme, 10
“makâle”den oluşmaktadır. Her “makâle”de, ahlâkî bir konuya değinilmiş, aka-
binde konuyla ilgili bir “hikâye” anlatılmış, ardından bir “gazel” kaleme alınmış
ve son olarak da anlatılan konunun özetlendiği bir bölüme yer verilmiştir. Emrî,
eserinde çeşitli insan tiplerine yer verip onların nasıl olması gerektiğini soru ve
cevaplarla vurgulamıştır. Aruzun “feûlün feûlün feûlün feûl” kalıbıyla yazılan
Usûl-nâme (Alkaya 1996), 3237 beyitten oluşmaktadır. “Makâm” ve “şu’be” adları
altında bölümlere ayrılan eserin makamlarında adalet, zulüm, uzlet, velilik, doğ-
ruluk, sukut, hikmetli söz, yiğitlik ve cesaret, aşk ve muhabbet, aile, eşin kıska-
nılması, gayretsizlik ve kötülük; şubelerinde ise hanende ve sazendeler, Rafızîlik,
deniz seferi, hizmetçilik, insan cinsleri, ahmaklık ve ölüm konuları işlenmiş ve
bunlar yüzün üzerinde hikâye, temsil ve lâtife ile açıklanmıştır. Bunların ekse-
riyeti bizzat Yahyâ Bey’in kendi hayatının ve gözlemlerinin mahsulü olup, dev-
rin umumî manzarasına ışık tutan anektotlardır.
Bu dönemde Sa’dî-i Şîrâzî’nin meşhur eseri Gülistân’ın da nazmen ter-
cüme edildiği görülmektedir. Za’îfî’nin “sebeb-i te’lîf” kısmında İstanbul’da kira
ile tuttuğu bir evde yazdığını söylediği Kitâb-ı Nigâristân ve Hadîka-i Sebzistân
(Büyükkarcı Yılmaz 2001; Çavuşoğlu 1978), Sa’dî’nin Gülistân’ının Türkçe manzum
396 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
tercümesi olup aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmıştır. Gülistân,
mensur ve manzum olarak yazılmasına rağmen Za’îfî, eserini baştan sona ka-
dar manzum ve mesnevî nazım şekliyle kaleme almıştır. Gülistân’da yer alan ve
ekseriyetle gazel nazım şekliyle yazılan kısımları yine mesnevî nazım şekliyle
tercüme etmiştir. Bazen Gülistân’da geçen beyitleri aynen almış ve daha sonra
onları manzum olarak tercüme etmiştir. Sa’dî’den farklı olarak ise, hikâyelerin
başına mensur bir başlık eklemiştir. Za’îfî, Gülistân’a hem lafzen hem de maâlen
bağlı kalıp serbest tercüme etmiştir. 4970 beyit ve 8 “bölüm”den oluşan eserde,
toplam 195 “hikâye” ile sekizinci “bâb”da 79 “hikmet”, 33 “pend” ve 2 “latîfe”
bulunmaktadır.
Za’îfî, Attâr’ın Pend-nâme isimli eserini Kitâb-ı Bostân-ı Nasâyih (Koçin 1991;
Tokatlı 1996; Kartal 2007) adı altında, Gülistân’ın sekizinci bölümünün nazmen
tercümesinin eklenmesiyle ve Pend-nâme ile aynı vezinle yani aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbıyla 950/1543 tarihinde Türkçeye manzum olarak tercüme
etmiştir. 1570 beyitten oluşan Kitâb-ı Bostân-ı Nasâyih üzerine yapılan iki ça-
lışmada, eserin, Ferîdüddîn-i Attâr’ın Pend-nâme’sinin nazmen ve genişletilerek
tercüme edildiği söylenmiş ve Gülistân’dan tercüme ettiği kısımlar ise, Za’îfî’nin
telifi gibi gösterilmiştir. Hâlbuki Kitâb-ı Bostân-ı Nasâyih’in, ilk 985 beyti (48-88.
beyitler Za’îfî tarafından yazılmıştır.) Attâr’ın Pend-nâme isimli mesnevîsinden ter-
cüme edilmiş, 986. beyitten 1528. beyte kadar olan kısım ise, Sa’dî’nin dünyaca
ünlü Gülistân isimli eserinin sekizinci bölümü tercüme edilerek oluşturulmuş-
tur. Za’îfî, eserini Attâr ile Sa’dî’den tercüme ederek oluşturduğu ipucunu sanki
eserinin sonunda her ikisini anıp onlara dua ederek şu şekilde vermektedir:

Hvâce ‘Attâra Hudâyâ lînet it


Menzilin mahşerde yarın cennet it
Şeyh Sa’dî cânına hem rahmet it
Nârdan rûhın u cismin ‘ismet it.

Eser, hüviyetine uygun olarak basit ve anlaşılır bir dile sahiptir.


Bu dönemde Bostân da manzum olarak Türkçeye kazandırılmıştır. Za’îfî,
Bostân’ın nazmen tercümesi olan Bâg-ı Behişt (İnan 1998)’i, aruzun “feûlün feûlün
feûlün feûl” kalıbıyla 956/1549’da İznik’te kaleme almıştır. Eser Bostân gibi 10
“bâb”a ayrılmış ve her “bâb”da Bostân’da işlenen adalet, ihsan, aşk, tevazu, rıza,
kanaat, terbiye, şükür, tevbe ve münacat sırayla tercüme edilmiştir. Şâir, özel-
likle “bâb”lara başlarken, eserini esas itibariyle Sa’dî’ye bağlı kalarak genişlet-
miş, Bostân’da geçen hikâyeleri ise nazmen tercüme etmiştir. Bazen de eserine
Bostân’da olmayan parçalar eklemiştir. Za’ifî’nin, giriş kısmında herhangi bir
devlet büyüğüne kasîde yazmamakla Sa’dî’den ayrıldığı görülmektedir. İbrikçi-
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 397
zâde Hatîb Abdülcelîl-i Kastamonî (öl. 1000/1582’den sonra) de Bostân’ı aruzun
“feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla tercüme etmiştir (Yazar 2011: 464-65).
Bu asır şâirlerinden Huzûrî ise, Attâr’ın Esrâr-nâme (Kutluk 1952; Mersin
2004) isimli eserini Türkçeye aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla ter-
cüme etmiştir. Huzûrî, tercüme ederken Attâr’ı beyit beyit takip etmiş, ana fi-
kirden hiçbir zaman ayrılmamış, mümkün olduğu yerde aynen, olmadığı yerde
meâlen; bazen serbest olarak tercüme etmiş, bazen de Attâr’da olmayan beyit ek-
lemiştir. Tercüme çok başarılı olup bazı yerlerde Attâr’ın beyitlerine yakın hatta
ondan daha derli toplu mânâlar elde edilmiştir. Huzûrî, özellikle serbest tercüme
yapmak zorunda kaldığı yerlerde daha başarılı olmuştur. Kütüphanelerde nüs-
halarına oldukça sık rastlanan bu eserin çok okunduğu anlaşılmaktadır.
Üsküdarlı Aşkî’nin Muhtâr-nâme isimli eseri (Yazar 2011: 380-84), Attâr’ın
5000’i aşkın rubâ’îsinden seçilen rubâ’îlerin mesnevî nazım şekliyle yapılan
serbest tercümesinden oluşmaktadır. 979/1571-72 tarihinde aruzun “mefâîlün
mefâîlün feûlün” kalıbıyla kaleme alınan ve 566 beyitten oluşan eser, Sultan II.
Selîm’in kapıağalarından Mustafâ Ağa’ya takdim edilmiştir. Aşkî 50 bölümden
oluşan kaynak metinden sadece 21 bölümden seçtiği bazı rubâ’îleri tercüme
ettikten sonra, “terceme ez-Esrâr-nâme-i Şeyh ‘Attâr” başlığı ile Attâr’ın bir di-
ğer eseri olan Esrâr-nâme’ye ait 21. makâle ile hemen ardından gelen kısa bir
hikâyeyi de Türkçeye çevirmiştir.
Edirneli Nazmî ise, Attâr’ın Pend-nâme’sini Türkçeye tercüme etmiştir
(Mazıoğlu 1977; Altun 2004; Güven 2006). Genişletilerek yapılan bu tercüme, 3000
beyit olup aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla 967/1559 tarihinde kaleme
alınmıştır. Nazmî hakkında bilgi veren eski kaynaklar onun Pend-i Attâr Ter-
cümesi olduğundan bahsetmemişlerdir. Hasibe Mazıoğlu Sehî, Latîfî, Âşık Çe-
lebi, Kınalı-zâde Hasan Çelebi tezkirelerinde Nazmî adında sadece bir şâir ol-
duğunu, bunlardan Latîfî’nin Edirneli Nazmî Mehmed Çelebi, Ahdî’nin Edirneli
Nazmî Beg, Kınalı-zâde’nin ise Edirneli Nazmî şeklinde açıklayıcı bilgilerle zik-
rettiklerini belirttikten sonra, tezkirelerde Kânûnî devrinde yaşamış ikinci bir
Nazmî bulunmadığından bu Pend-i Attâr müterciminin Edirneli Nazmî oldu-
ğunun kabul edilmesi gerektiğini ifade etmiştir. M. Fatih Köksal ise eserin Edir-
neli Nazmî’ye aitliği hususuna bazı karineler dolayısıyla şüphe ve tereddütle bak-
makta ancak kesin hüküm vermekten de imtina etmektedir (bkz. Köksal 2001).
Farsça bilmeyenlerin Pend-nâme’yi okuyup ondan istifade etmeleri için yazılan
eser, Attâr’ın eseri beyit beyit tercüme edilerek oluşturulmamış, aksine gerekli
yerlere ilâveler yapılarak genişletilmiştir. Eser, sağlam kafiye yapısı, sıkça ve ba-
şarılı bir şekilde kullanılan cinaslı kafiyeleri ve veznin başarılı tatbikiyle, didak-
tik anlatımın güzel örneklerindendir.
398 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Bu asır şâirlerinden Emre de, Attâr’ın Pend-nâme’sini Türkçeye tercüme
etmiştir. Emre’nin hayatı gibi eseri hakkında da eski kaynaklarda herhangi bir
bilgi yoktur. İlk bilgi Osmanlı Müellifleri’nde geçmektedir. Bu kaynakta sözü edi-
len eser, Emrî’ye isnat edilmiş ve basıldığı belirtilmiştir (Bursalı Mehmed Tâhir
2000: II/77). Fakat Sadettin Nüzhet, Türk Şâirleri isimli eserinde Emre’ye ait ol-
duğunu belirtmiştir (Saraç 1995: 164; aynı müe. 1996: 321; Mazıoğlu 1981: 1183-84).
Hasibe Mazıoğlu, çeşitli kütüphanelerde Emrî adına kayıtlı Pend-i Attâr tercü-
melerinden görebildiği yazmaların bir kısmında Emre adının değiştirilmeden
kullanıldığını, bir kısmında ise Emre adının Emrî’ye çevrildiğini ya da büsbütün
çıkarıldığını söyledikten sonra, bazı meraklı okuyucular ve kitap sahiplerinin ese-
rin müterciminin ismini tespit gayretiyle Makâlî, Sa’îd ve Cevrî gibi bazı isimler
ortaya attıklarını ifade etmiştir (1981: 1184-86). Emre’nin bu Pend-nâme-i Attâr
Tercümesi, gerek XVI. asır gerekse daha sonraki dönemlerde yapılan manzum
tercümelerin en çok okunanı ve tanınanıdır. Öteki manzum tercümelerin kü-
tüphanelerde ancak bir iki yazma nüshası bulunduğu hâlde, Emre’nin tercüme-
sinin nüshalarına hemen hemen her kütüphanede rastlanmaktadır. Ayrıca çeşitli
baskıları da yapılmıştır (bkz. Mazıoğlu 1981). Emre, 964/1566 tarihinde Şehzâde
Mustafâ adına kaleme aldığı ve 957 beyitten oluşan Pend-nâme Tercümesi’nde
(Bilgin 1998), Attâr’ın eserinde kullandığı “Remel” bahrinin “fâilâtün fâilâtün
fâilün” kalıbını kullanmıştır. Pend-nâme’yi beyit beyit tercüme eden şâir, Attâr’ın
kullandığı Farsça bölüm başlıklarını da aynen alıp eserinde kullanmıştır. Ter-
cümenin genelinde, Attâr’ın beyitlerinin lafzen ve meâlen Türkçeye aktarıldığı
görülmektedir. Oldukça sâde ve akıcı bir dil kullanan şâir, Farsça terkiplere ise
az yer vermiştir. Emre, Attâr’ın Pend-nâme’sinin tercümesini bitirdikten sonra,
Attâr’da bulunmayan “der-beyân-ı menâfi’-i în kitâb” başlığı altında hâtime bö-
lümü eklemiştir. Burada “tâlib-i pend-i nigû/güzel öğüt tâlibi”yu yanına çağıran
şâir, bu eseri hamâil gibi boynuna asmalarını ister ve tâliplere mürşid olarak bu
eserin yeteceğini ifade eder. Bu eseri okumanın faydalarına değindikten sonra,
herkesin çocuğuna okutması gereğini belirtir. Bu eseri okuyup ilm-i edebi öğ-
renenlerin dünyada makbul ve Allâh’ın mahbubu olacağını söyledikten sonra,
Allah’tan bağışlanmasını dileyerek eserini bitirmiştir.
Sabâyî (öl. 942/1535-945/1538 yılları arası)’nin, Sırât-ı Müstakîm (Atlansoy 1987,
2005) adlı mesnevîsinin de Attâr’ın Pend-nâme’sinin aslına sadık kalınarak yapı-
lan tercümesinden oluştuğu görülmektedir. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” ka-
lıbıyla kaleme alınan eserde sâde bir dil kullanılmıştır. Sipâhî-zâde Mehmed b.
Alî (öl. 1007/1589), Pend-nâme’yi aslına bağlı kalarak ve her beyti yine bir beyitle
Türkçeye çevirmiş ve Gülşen-i Ahbâr adını vermiştir. Aruzun “fâilâtün fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbının kullanıldığı eserin dili sâde ve basittir (Yazar 2011: 394).
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 399
Abdülmecîd Nasûh Efendi (öl. 1006/1588) de bu dönemde Pend-nâme’yi ge-
nişleterek Türkçeye aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla tercüme etmiştir.
Eserde kaynak metindeki her beyit bir beyitle tercüme edilirken bazı beyitle-
rin manzum bir şerh derecesinde geniş olarak çevrilmesi dikkat çekmektedir.
Diğer çeviriler gibi bu da sâde bir dile sahiptir (Yazar 2011: 393). Zamanının bil-
ginlerinden Pîr Mehmed Azmî (öl. 990/1582)’nin ise, Attâr’ın Pend-nâme’sinin
bir bölümünün tercümesi olduğu belirtilen 49 beyitlik bir Pend-nâme’si (Cey-
han 2000: 271, 279-83) vardır. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazıl-
mıştır. İbrâhîm-i Gülşenî’nin de 196 beyitten oluşan bir Pend-nâme’si (Yıldız
2002) bulunmaktadır.
Fütûhî Hüseyin Çelebi’nin aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla
yazılan Tuhfetü’l-mecâlis (Ateş 1999) isimli mesnevîsi, 2183 beyitten oluşmakta-
dır. Dinî ve ahlâkî bir çok konunun ele alınarak çeşitli nasihatlerin verildiği eser,
932/1525 tarihi civarında kaleme alınmıştır. Adabımuaşeret hüviyetine sahip
mesnevîde ilim, cimrilik, kul hakkı, cehalet, Allah’ın rızasını kazanmak, kanaat,
komşu hakkı, temizlik, kibir, sabır gibi konular ele alınmıştır. Sâde ve basit bir
dille yazılan eser, 15 bölümden oluşmaktadır. Vücûdî’nin ise, aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan ve 2516 beyitten oluşan Şâhid ü Ma’nâ (Aydemir
2007: XXXVI-VII) isimli didaktik bir mesnevîsi bulunmaktadır. Konusu itibariyle
orijinal olan eserde, gönlün bir güzele düşmesi, güzelin vasfı, gönlün dünyaya,
makam ve mevkiye düşmesi anlatılmıştır. Akabinde gençlik ve ihtiyarlık hâlleri
konu edilmiş ve ardından “mev’iza” başlığı altında bazı nasihatlar verilmiştir.
Ayrıca insanın dünyaya geliş amacı ele alınıp irdelenmiş ve çeşitli öğütlerde bu-
lunulmuştur. Anasır-ı erbaa’ya da değenilen eserde, aşkın hüviyetine vurgu ya-
pılmıştır. Ruha tesir eden etkenlerin de açıklandığı eser, “hâtime” ile sona ermek-
tedir. Dervîş Paşa da, Sultan III. Murâd’ın emri üzerine Benâî’nin nasîhat-nâme
ve siyâset-nâme özelliğine sahip olan Sehâ-nâme’sini, Zeyrek Ağa’nın isteği üze-
rine Murâd-nâme (Kesik 2009) adıyla Farsçadan Türkçeye tercüme etmiştir. Aru-
zun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazılan eser, 1365 beyitten oluşmakta-
dır. Dilindeki sâdelik, akıcılık ve tahkiye üslûbundaki güzellik ile dikkat çeken
eserde cömertlik, hakikî ve mecazî aşk, sabır, doğruluk, dünya malına meylet-
meme gibi konulara değinilmiştir. Ayrıca eserde yer alan hikâyelerin kahraman-
larının başından geçen olaylar da anlatılmıştır.
XVI. asrın sonuna kadar Attâr’ın Mantıku’t-tayr’ını manzum olarak Za’îfî
ve Kâdî-zâde Şeyh Mehmed tercüme etmiştir. Bunlardan Za’îfî’nin Gülşen-i Sî-
murg (Akalın 2001; Özuygun 1993) isimli mesnevîsi, Attâr gibi aruzun “Remel”
bahrinin “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla 963/1556 yılında yazılmış olup tak-
riben 5200 beyittir. Şâir Attâr’ın eserini tercüme ederken bölüm bölüm ve beyit
400 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
beyit takip etmiş, lafzen ve meâlen etkisinde kalmış, ancak vezin ve ifade zaru-
retlerinden dolayı bazı tasarruflarda da bulunmuştur. Attâr gibi bölüm başlıkla-
rını Farsça kaleme alan Za’îfî, Attâr’dan farklı olarak “hikâyet-i tûtî” bölümünden
başlayarak bölümleri “makâle” olarak isimlendirmiştir. Hatta bazen kendisiyle
ilgili bilgi dahi vermiştir. Ayrıca Attâr’da farklı bölümler hâlinde geçen bazı kı-
sımları birleştirmiş ve tek başlık altında tercüme etmiştir. Eserin sonunda yer
alan “vasiyyet-i Mevlânâ Za’îfî be-ferzendân-ı hod” başlıklı bölümde ise, mü-
ellifin oğluna çeşitli nasihatleri yer almaktadır. Kâdî-zâde Şeyh Mehmed’in
İnşirâhu’s-sadr’ı ise, 986/1578 tarihinde yine Attâr gibi aruzun “Remel” bahri-
nin “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme alınmıştır. 5083 beyit olan eserin
nüshası bugün Türk Dil Kurumu Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Eser, Sultan
III. Murâd’ın medhedildiği bir “kasîde” ile başlamaktadır. Daha sonra “inşâ’-i
hâl-i fakîr ve sebeb-i takrîr ü tahrîr” başlıklı mensur bir bölüm yer almaktadır.
Burada eserin tercüme edilme sebebi açıklanmıştır. Kâdîoğlu tercümesini ya-
parken metne gerek yapı gerekse anlam bakımından sıkıca bağlı kalmıştır (Ya-
zar 2011: 400; Dilçin 2011: 362-79).
Bu dönemde Ferîdüddîn-i Attâr’ın Mantıku’t-tayr isimli mesnevîsine benzer
eserler de yazılmıştır. Bunlardan biri asıl adı Dervîş Şemseddîn olan Şemsî’nin
Deh-murg’udur (Kocatürk 1970: 315; Kaya 1997; Aksoy 1998; Kaplan 2003; Karadüz
2000). Âşık Çelebi’nin, ismini Murg, diğer kaynakların ise Deh-murg şeklinde zik-
rettiği bu eser, Yavuz Sultan Selîm namına 919/1513’te aruzun “fâilâtün fâilâtün
fâilün” kalıbıyla yazılmıştır. 974 beyitten oluşan mesnevîde, güzel bir bahçede
bulunan birçok kuş arasında on kuşun konuşmasına yer verilmiştir. Bunlardan
baykuş sûfî, karga zarif ve bilgili bir şâir, tûtî âlim/molla, kerkes kalender, bül-
bül hânende, hüdhüd hekim, kırlangıç müneccim, tavus rum bezirgânı/tüccar,
keklik dağların Ferhâd’ı, leylek dindar olmak üzere birer karakteri temsil eder-
ler. Nasihat vermek için yazılan eser, lâtif ve eğlencelidir. Hayata ait olumlu tel-
kinlerin yer aldığı eserde, İslâmî ve tasavvufî ruh önemli bir yer tutar. Nitekim
Şemsî, kuşları konuştururken dinî, tasavvufî ve ahlâkî birçok nasihat de vermiş-
tir. Eserde kullanılan dil, hür ve canlı, üslûp ise enerjiktir. Klâsik şiirin mazmun-
larıyla birlikte kuvvetli realist tasvirler göze çarpmaktadır. Tamamen sembolik
olan hikâyede kuşların ağzından muhtelif insan karakterlerinin sert ve hicivli
bir dille tahlilini dinlemekte ve kuşların tabii tasvirleriyle birlikte hakiki hayat
sahneleriyle karşılaşılmaktadır. Saf Türkçe kelimeler ve halk tabirleri bakımın-
dan da zengin bir eserdir.
Şâhidî’nin 457 beyitlik Gülşen-i Vahdet (Külekçi 1996; Çıpan 1985: 93-157)’i
tasavvufî mahiyette olup aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla 943/1536’da
yazılmıştır. Yalnız Şâhidî, eserinde 3 beyit (2 beyti tarih manzumesi) ve bir mısraı
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 401
Farsça yazmıştır. Ayrıca Şâhidî eserinin baş tarafında 3.5 varak tutarında Farsça
mensur bir kısım yazarak burada eserinin muhtevasını kısaca vermiştir. Şâir bu
mensur bölümde eseriyle Mantıku’t-tayr arasında ilgi kurmuş, onda sâlik konu-
munda bulunan kuşların yerini, kendi eserinde insan yüzündeki unsurların al-
dığını ifade etmiştir. Şâir daha sonra, Farsça mensur kısımda, insanın yüzünde
bulunan unsurlara yüklenen mânâları açıklamıştır. Bu bölümün sonunda ise
“rind” ile “zâhid” arasındaki münakaşayı dile getirmiştir. Şâhidî bu bölümden
sonra, eserinin esas bölümüne geçerek başta mensur olarak özetlediği kısmı açık-
lamaya başlamıştır. Gülşen-i Vahdet, hem tasavvufî ıstılahlar hem de klâsik şii-
rin mazmunları kullanılarak yer yer edebî sanatlarla süslenmiş bir ifade ve sağ-
lam bir vezin-kâfiye tekniği ile meydana getirilmiştir. Osmanlı Müellifleri’nde
Şâhidî’nin bu eserinin birçok kimse tarafından şerh edilerek tanzir edildiği be-
lirtilmektedir. Buna göre Arap âlimlerinden İbrâhîm İbni Süleymân Ezherî tara-
fından mufassal olarak, Allâme-i Hafaci’nin talebelerinden Abdülkâdir-i Bagdâdî
ve Şam’da vefat eden Eğribozlu Ahmed Selâmî tarafından ise özetle Arapçaya
tercüme edilmiştir. Ayrıca manzum olarak Rumcaya çevrilmiş bir nüshası Yahyâ
Efendi Kütüphanesi’ndedir (Bursalı Mehmed Tâhir 2000: I/93).
XVI. asır şâirlerinden Ârifî tarafından 943/1536 yılında aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan Ravzatü’t-tevhîd (Kocatürk 1970: 395-96; Gündüz
2006), 6143 beyitten oluşmaktadır. Ârifî eserine, önsöz, dinî, tasavvufî mesnevîler,
kasîdeler ve ilâhîlerle başlamakta ve akabinde asıl konuya girmektedir. Şâir bu
bölümde, Ravzatü’t-tevhîd adıyla temsil edilen bir meclis tasvir eder. Bu, ezel
meclisidir. Meclise ilk önce sabâ rüzgârı gelir. Ortalığı süpürür, yüzünü yerlere
sürer, alçak gönüllülük gösterir ve hizmet eder. Sonra yağmur gelir ve orayı yı-
kayıp parlatır. Daha sonra çimen gelerek oraya yeşil yaygı döşer. Bundan sonra
jale gelir ve ışık saçar. Ardından sıra ile sünbül, reyhan, şebboy, zanbak, gül,
gonca, bülbül, tavus, lâle, menekşe, nergis, tûtî, kumru, şahin, baykuş, leylek ve
karga gelirler. Bunlar çeşitli meşrepleri temsil etmektedirler. Hepsi bu mecliste
konuşarak maceralarını anlatırlar. Bu maceralar tasavvufî mânâda vuslata, te-
vazua, kalp temizliğine, dünyadan geçip aşk uğrunda canını feda etmeğe dair-
dir. En sonda ise şâir, sâlik’e hitap ederek tasavvuf mertebelerinin en üstününü
temsil eden Hümâ’nın durumunu anlatır. Eserde yer alan hikâyelerde, gerek
tasavvufî gerekse lâdinî bakımdan enteresan, hatta bazen güzel tasvirlere rast-
lanmaktadır. İlâhîler de o dönemin dinî şiirleri tarzındadır. Çeşitli aruz kalıpla-
rının kullanıldığı eserin dili sâde, süssüz, canlı ve samimîdir. Nazmı ise oldukça
kuvvetlidir. Ârifî eserinin kuruluşunda Attâr’ın Mantıku’t-tayr’ını kendisine ör-
nek almıştır. Eser hem şekil hem de konu bakımından Attâr’ın eserinden farklı,
fakat fikir itibariyle onunla tamamen aynıdır.
402 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Şemseddîn-i Sivasî’nin çiçeklerin karşılıklı konuşmalarını konu edi-
nen Gülşen-âbâd (Aksoy 1990, 1997; Kocatürk 1970: 396-97)’ı zarif ve orijinal bir
mesnevîdir. Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla 986/1578’de yazılan
eser, 557 beyittir. Gerek klâsik edebiyat gerekse dinî-tasavvufî edebiyat alan-
larında yazılmış bu nitelikte başka bir mesnevîye henüz rastlanmamıştır. Baş-
tan sona muhayyel bir atmosferin tasvir edildiği bu alegorik eser, Şeyh Gâlib’in
Hüsn ü Aşk’ında çok başarıyla kullandığı üslûbun ilk örneklerinden biri olarak
gösterilebilir. Şâir eserinde yer alan Allah’ın kudreti ile Hz. Peygamber’e ait kü-
çük manzumelerden sonra mesnevîsinin mukaddimesinde, Allah’ın kudretinin
tabiatta tecelli ettiğine, çiçekleri misal gösterir. Çeşitli çiçeklerin bir meclis kur-
duğunu, gülün bunlara şeyh olduğunu ve bu mecliste ilâhî heyecanların duyul-
duğunu, ilâhî sırların söylendiğini öne sürer. Daha sonra, kendisi bu meclisten
habersizken ansızın kulağına yüksek bir ses gelir ve bu hâli kendisine ifşa ede-
rek gülün ve çiçeklerin bulunduğu meclise gitmesini, oradan hakikat dersi al-
masını söyler. Şâirin aklı başından gider, çiçeklerin bulunduğu bahçeye doğru
koşar ve değişik çiçeklerle karşılaşır. Vasfi Mahir Kocatürk bundan sonraki olayı
şu şekilde anlatmaktadır:

Evvelâ sarı benizli çiğdemle karşılaşıyor. Rengini görüp hasta gibi oluyor, kokusunu
alıp hayran oluyor. Yanına giderek bu rengi ve kokuyu nereden aldığını soruyor.
Çiğdem onunla hemderd olduğunu söylüyor. Bu çiçek ezelden Tanrı bahçesinin bir
köşesinde Allâh’ın cemalinden renk ve koku almakla mesutmuş. Sonradan Tanrı
emriyle oradan ayrılmış, bu dünyaya düşmüş, hasret ve gurbet içinde kalmış.
Derdine derman bulmak ümidiyle gül’ün meclisine gelmek istemiş.

Şâir, Çiğdem’in arkasından Sünbül’ü görüyor. O da aynı dertle gelmiş. Asümaniler


giyinmiş, gözleri yaşlı, perişan bir hâldedir. Fakat şâir onun kokusundan baygın
ve hayran kalmıştır.

Şâir, sorusuna, Sünbül’den de aynı cevabı alıyor. Daha sonra zerrin ve menekşe
ile karşılaşıyor. Menekşe’nin kokusu da şâiri mest ve hayran bırakmıştır. Bunu
nereden aldığını soruyor. Çiçek, bu güzel kokunun kendi malı olmadığını; Allâh’tan
geldiğini söylüyor.

Şâir, Lâle’ye de neden böyle yanmış ve yaralı olduğunu, neden kanlara boyandı-
ğını soruyor. Lâle de aynı hasret ıstırabı içindedir. Aynı duygu ile gül meclisine
gelmiştir.

Daha sonra siyahî kıyafetli Sûsen, derviş libaslı Zanbak, su üzerine seccade salan
gözü yaşlı Nilüfer, baygın bakışlı Nergis ve sair çiçekler gelirler. Şâir hepsine aynı
sualleri sorar. Çiçeklerin hepsi de kendi hâline göre esas itibariyle aynı dert içinde-
dir. Bahçede bütün çiçekler mevcut, fakat gül yok. Nihayet bülbül çıkarak ötmeğe
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 403
başlıyor. Çiçekler Gül’ün çıkması için bülbülün tavassutunu rica ediyorlar. Âşık
bülbül kendini küçük görerek bunu yapamıyor. Menekşe’yi zorluyorlar. Menekşe,
Gül’e gidip hali anlatıyor. Bir sabah Gül dal üzerine çıkıp çiçekleri güzel kokulu
sözlerle irşad ediyor.

İçindeki ukde halledilmeyen yalnız şâirdir. Sualini Gül’e karşı tekrarlıyor:

Bu bûy-ı dil-firîbi kanden alduñ Ya bu reng-i garîbi kanden alduñ

Gül, bunun daldan, dal özünden, öz kökten, kök topraktan, toprak yağmurdan,
yağmur buluttan sorulmasını söylüyor.

Şâir, buluttan Gül’e doğru gittiği merhaleleri geri aşarak geliyor. Gül’ün ayağına
düşerek yalvarıyor. Gül’ün sohbetiyle şâirin gözünden örtü kalkıyor. Hakikatın
kokusu ruhunun dimağına erişiyor, kulağı vahdet sırrından sesler duyuyor. Bundan
sonra şâir, sofi’ye hitap ederek çiçekler bahanesiyle temsilî bir şekilde âşıklık işini
öğrettiğini söylüyor. Kitabın adını, yazılış tarihini ve okuyanın kendisine dua etmesi
arzusunu söyleyerek eserini bitiriyor (1970: 396-97).

Çok zengin çağrışımlara sahip olan eserde birer sembol olarak kullanılan
çiçekler, birkaç türlü yorumlanabilir. Şâirin güle “kutbü’l-aktâb” demesi dik-
kate alındığında, diğer çiçeklerin “ricâlü’l-gayb”ı temsil ettiği söylenebilir. Di-
ğer taraftan gül, Hz. Peygamber’in sembolü olarak yorumlanırsa diğer çiçek-
ler de, silsileleri ona ulaşan tarikatları temsil eder. Ayrıca gülün şeyhi sembolize
ettiği de düşünülebilir. Bu takdirde çiçekler onun müritleridir. Gülün kokusu-
nun aslına ulaşmak için gidiş devir nazariyesindeki “kavs-ı nüzûl”, güle dö-
nüş “kavs-ı urûc” olarak yorumlanabileceği gibi “seyr ü sülûk”un merhaleleri
olarak da düşünülebilir. Nitekim müellif eserin hâtimesinde, Gülşen-âbâd’da
müritlik ve şeyhlik âdâbından bahsettiğini ve “seyr ü sülûk”ü anlattığını söy-
lemektedir. Gülşen-âbâd, dinî didaktik ruhu, şiir ve tabiatla kaynaştırmak ba-
kımından çok başarılı ve orijinal bir eserdir. Her ne kadar fikrî konusu tasav-
vufun prensibi olan vahdet-i vücûddan ibaret olsa da, şekil ve ruh yönünden
koyu bir sanatkârlığa meyledilmemiştir. Ancak buna rağmen ifade şiirlidir. Ta-
bii bir şekilde zarif, renkli ve sevimli, bilhassa hiçbir bakımdan yormayıcı tarzda
ölçülüdür. Eser okunurken şiir ve hayat zevkini sarsacak didaktik hava baskısı
hissedilmemektedir. Şahıslandırılan çiçekler pitoresk bir şekilde kendi tabiî kı-
yafetleri altında ve bir efsane âlemi içindedirler. Coşmayan ve taşmayan duy-
guda samimî bir olgunluk itidali vardır.
Şemseddîn-i Sivasî’nin bir diğer mesnevîsi, Attâr’ın İlâhî-nâme’sinin muh-
tasar tercümesi olan İbret-nümâ (Çöm 2010; Enginoğlu 1997)’dır. Çeşitli hikâyeler
ve bu hikâyelerden çıkarılan ibretlerden oluşan, insana geçici hevesleri bırakıp
404 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
kalıcı amaçlar uğruna ömür tamamlamayı öğütleyen dinî ve tasavvufî bir nasîhat-
nâme olan eserde, aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbı kullanılmıştır. Sul-
tan II. Selîm devrinde yazılmaya başlanıp Sultan III. Murâd döneminde Sivas’ta
984/1576 tarihinde tamamlanan eser, 4890 beyitten oluşmaktadır. Eser “tevhîd”
manzumesi ile başlar. İki “temsîl”den sonra Hz. Peygamber’e “na’t“, dört halife’yi
“medh”, Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’in öldürülmesinden duyulan üzüntü, Sultan
III. Murâd ve veziri için övgüden sonra “du‘â”, akabinde zulme uğrayan yaşlı bir
kadının valiyi Sultan Mahmûd’a şikâyeti ile başlayan eser, Hz. Ömer’le alâkalı iki
hikâye ile devam eder. Akabinde Rafızîlerin İslâm’a verdikleri zarar belirtildik-
ten sonra, sözün önemini vurgulayan bölümle eserin “mukaddime” kısmı biter.
“Âgâz-ı kitâb” başlığı altında yazılma sebebi anlatıldıktan sonra, eserin asıl kıs-
mını oluşturan hikâyeler sıralanmıştır. Burada anlatılan yüz “hikâye”den sonra
eser, “hâtime-i kitâb” bölümü ile biter. Aslında Şemseddîn-i Sivasî’nin bu eseri,
Attâr’ın İlâhî-nâme’sinde yer alan hikâyelerden 101 tanesinin seçilip Türkçeye
serbest tarzda tercüme edilmesi ve hikâyelerin sonuna kıssadan hisse bölüm-
leri de denilebilecek “ibret”lerin eklenmesiyle oluşturulmuştur. İlâhî-nâme’nin
tamamının değil de, bir kısmının tercüme edilmesinde hikâye sonlarına ekle-
nen ibretlerin etkili olduğu ifade edilebilir. Çünkü benzer ana fikirler çerçevesin-
deki hikâyelerin sonuna yazılacak ibretlerin aynı olup tekrara düşülmesi endişesi
bunu tetiklemiştir. Sivasî, her hikâyenin sonuna “ibret” başlığı altında, insan-
ların “‘ayn-ı ‘ibretle gör”meleri ve huzura kavuşmaları için eklediği bölümlerle
Attâr’dan ayrılmıştır. İlâhî-nâme 22, İbret-nümâ ise 6 “makâle”den oluşmakta-
dır. Attâr, padişahın altı oğlunun her sorduğu soruyu, “makâle” başlığı altında
verirken, Sivasî her oğulun sorularını “makâle” başlığı altında vermiştir. Attâr’da
geçen bazı sorular çıkartılmış, hikâyeler arasına Attâr’da olmayan mesnevî tar-
zında yazılmış iki “münâcât” eklenmiştir.
Şemseddîn-i Sivasî’nin 992/1584’te aruzun “feilâtün mefâilün feilün” ka-
lıbıyla yazdığı Heşt Behişt (Buluz 1997) mesnevîsi, 2282 beyitten oluşmaktadır.
Salih kul olmak için gerekli olan “adalet”, “ilim”, “cömertlik” ve “manevî zengin-
lik” hususları dört “makâm”da anlatılmıştır. Şâir, her “makâm” içinde oluştur-
duğu ikişer “ravza”da, önce bunlarla ilgili bilgi vermiş, akabinde bunların karşıtı
olan durumlardan kaçınmak gerektiğini ifade etmiştir. Şemseddîn-i Sivasî’nin
Anadolu’da sürdürülen Şiî propagandasına karşı 974/1566 tarihinde kaleme aldığı
İrşâdü’l-avâm (Akkaya 2003) isimli bir mesnevîsi daha vardır. Aruzun “mefâîlün
mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan ve 255 beyitten oluşan eserde, sahte şeyhler,
sapık tarikatler, yanlış inançlar ve cehalet eleştirilmiş; sünnî inaç ile sahabenin
ahlâkı hakkında bilgi verilmiştir.
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 405
Gülşen-i Tevhîd (Şâhidî 1298, 1372, 1967), tamamı 6 cilt olan Mesnevî-i
Ma’nevî’nin Şâhidî tarafından her cildinden 100’er beyit seçilip her beytin 5’er
beyitle şerh edilmesi suretiyle ve Mesnevî ile aynı vezinde -“fâilâtün fâilâtün fâilün”-
oluşturulmuştur. Bu eserini Muğla Tekyesi’nde seccadenişîn olduğu esnada ka-
leme alan (Külekçi 1996: 29) Şâhidî, önsözde, Mesnevî’den bazı beyitler seçtiğini,
fakat bu beyitler arasında mânâ bakımından herhangi bir bağ bulunmadığını,
birisinin buna işaret ve itiraz ettiğini, bunun üzerine her beyti, beş beyitle şer-
hederek beyitler arasında bir bağlılık meydana getirdiğini ve kitaba bir bütünlük
verdiğini, böylece altıyüz beyte üç bin beyit eklediğini belirtmiştir (Gölpınarlı 1983:
137). Şâhidî’nin ifadesiyle, âşıklar arasında şöhret bulup canlarının gıdası hâline
gelen bu eser, 98 beyitlik bir “mukaddime” ile başlamakta ve 99 beyit tutan I. cil-
din “dîbâce (önsöz)”sinin şerhiyle devam etmektedir. Daha sonra sırasıyla Mesnevî
ciltlerinden seçilen beyitler 5’er beyitle şerh edilmiştir. Şâhidî bu eserini kendisinin
değil de Mevlânâ’nın ağzından söylediğini, tamamıyla kendinden boşalıp onunla
dolduğunu beyan etmektedir (Şimşekler 1998: 43-44). Mecîdî mahlasını kullanan
Abdülmecîd ibni Şeyh Nasûh ise, Mesnevî-i Ma’nevî’de geçen Çoban hikâyesini
aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla tercüme etmiştir (Yazar 2011:455-56).
Gülşenî tarikatının kurucusu İbrâhîm-i Gülşenî de, Diyarbakır’da Mevlânâ’nın
Mesnevî-i Ma’nevî’sine 40.000 beyitlik Farsça Masdar-ı Ma’nevî isimli bir na-
zire yazmıştır (Sâdık Vicdânî 1995: 198). İbrâhîm-i Gülşenî, İstanbul’da iken eseri
Şeyhülislâm Kemâl Paşa-zâde’ye inceletmiş, O da zahir ehlinin bunun mânâsına
vâkıf olamayacağını, eserin birçok ilâhî sırrı ihtiva ettiğini söylemiştir. Hulvî,
İbrâhîm-i Gülşenî’nin, eserin bir nüshasını Kemâl Paşa-zâde’ye verdiğini, bu nüs-
hanın Kemâl Paşa-zâde’nin türbesinde muhafaza edildiğini belirtmektedir. La’lî
Mehmed Fenâî tarafından da şerh edilen ilk beş yüz beyitlik kısımdan sonra,
Mesnevî’den alınma çeşitli hikâyeleri ihtiva eden kitabın, hemen hemen hepsi
müellifi hayatta iken yazılan, ayrıca ciltleri değerli olan pek çok nüshası bulun-
maktadır (Azamat 2000; Adak 2011: 147). Râz-nâme, Pend-nâme (Yıldız 2002), yak-
laşık 30.000 beyitten oluşan Sîmurg-nâme ve Kıdem-nâme İbrâhîm-i Gülşenî’nin
Türkçe nazmettiği diğer mesnevîleridir (bkz. Konur 2000). Bunlardan aruzun
“mefâîlün mefâîlün feûlün” ve “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıplarının kullanıldığı
Pend-nâme (Yıldız 2002), 196 beyittir. Dinî ve ahlâkî öğütlerin yer aldığı eserde,
yeri geldikçe âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden iktibaslar yapılmış, ayrıca çe-
şitli atasözü ve deyimlere de yer verilmiştir. Dünyaya karşı tavır almayı vurgu-
layan eserde, aşk ve muhabbet gibi nazarî ve estetik değerlerle, iyilik ve çalışma
gibi amelî-etik konular iç içe ve başarılı bir şekilde işlenmiştir. Eserde genellikle
kötü olup işlenmemesi gereken hususlar dile getirilmiştir. Aşk ve melâmetten
bahseden beyitlerde ise, coşkulu ifade tarzı dikkat çekmektedir.
406 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Âsafî Dal Mehmed Çelebi’nin Cezîre-i Mesnevî (Topal 2009)’si, Mevlânâ’nın
Mesnevî-i Ma’nevî’sinden seçilen beyit ve hikâyelerin manzum tercümesinden
ibarettir. 995/1586-87 yılında yazılmasına karar verilen eser, 1004/1595 yılında
tamamlanmıştır. Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbının kullanıldığı eser,
6850 beyitten oluşmaktadır. Mesnevî’nin ilk on sekiz beyti ve bu beyitlerin tercü-
mesiyle başlayan eserde, daha sonra Mesnevî’nin çeşitli ciltlerinden seçilmiş be-
yitlerden oluşan 30 “bâb” yer almaktadır. Mesnevî’den toplam 3425 beyit seçilmiş
ve her beyit birer beyitle tercüme edilmiştir. Âsafî, seçtiği beyitlerin Mesnevî’nin
hangi cildinden alındığını hikâyelerde bölüm başlıklarıyla birlikte, diğer bölüm-
lerde ise beyitlerin yanına kaydetmiştir. Âsafî, eserini yazarken Yûsuf-ı Sîne-çâk’ın
Cezîre-i Mesnevî’sinden istifade etmiştir. Âsafî’nin eserinin Sîne-çâk’ınkinden ay-
rılan en önemli ve orijinal yönü seçtiği beyitleri tercüme etmesidir.
Güvâhî’nin “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazdığı Pend-nâme (Hen-
girmen 1983; Erenoğlu 1997)’si 2133 beyittir. Şâir mesnevîsinde daha çok çevre-
sinde gördüğü, duyduğu ve kendi başından geçen olayları ele almış, bunları
kısa hikâye, latife ve fıkralar biçiminde anlatarak, sonunda atasözleriyle öğüt-
ler vermiştir. Halk arasında kullanılan müstehcen kelimeler de dahil olmak
üzere, bolca deyim ve atasözüne yer vermiştir. Özellikle atasözlerini nazma uy-
galamada gösterdiği hüner dikkat çekmektedir. Pend-nâme’de konu başlıkları
Arapça olarak verilmiştir. Defterdâr-zâde Ahmed Cemâlî’nin de Güvâhî’nin
Pend-nâme’sine benzeyen ve atasözleriyle bezenmiş Risâle-i Durûb-ı Emsâl
isimli 383 beyitten oluşan bir mesnevîsi vardır. Eserde, ikiyüzlülük, sultanlardan
uzak durmak, kanaat, sabır, konuşma adabı gibi konulara yer verilmiştir (Yeni-
terzi 2007: 455). Hâletî-i Gülşenî’nin ise, aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” ka-
lıbıyla yazdığı 59 beyitten oluşan bir Pend-nâme’si (Altunel 1988: 21, 238-41) bu-
lunmaktadır. Keşfî’nin, oğlu Atâ’ya tecrübelerini aktarmak ve hayatı tanıtmak
amacıyla aruzun “feûlün feûlün feûlün feûl” kalıbıyla yazdığı Te’dîb-nâme (Üst
2006) isimli mesnevîsi 1343 beyitten teşekkül etmektedir. Çocukluktan başla-
yarak yaşlılığın en ileri seviyesine kadar yaşanacaklar hakkında ipuçları veren
eser, o dönem insanının hayata bakışını, yaşamdan beklentilerini ve hayatın in-
sana neler kattığını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Hâletî-i Gülşenî,
242 beyitten oluşan ve aruzun “mef’ûlü mefâilün feûlün” kalıbıyla kaleme al-
dığı Kıdem-nâme (Altunel 1988: 21-22, 243-57) isimli mesnevîsinde, Hz. Âdem’in
yaratılışından, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının kâinata tecellisinden, Hz. Âdem’e
meleklerin secde edişinden, şeytanın Allah’ın huzurundan kovulmasından ve
‘iman’dan bahsetmiştir. İbrâhîm-i Gülşenî’ye ait olan Kıdem-nâme de Hâletî’nin
eseriyle aynı vezinde yazılmış ve aynı beyitle başlamaktadır (Akay 1996: XXXIV).
Bu durum eserin müellifinin karıştırıldığı intibaını vermektedir. Şâh İsmâ’îl’in
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 407
aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla kaleme aldığı ve çeşitli öğütler-
den oluşan Nasîhat-nâme (Cevânşîr vd. 2006: 647-63)’si 184 beyitten müteşekkil-
dir. Fütûhî’nin aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla kaleme aldığı 23 be-
yitlik kısa bir nasîhat-nâmesi mevcuttur (Ünlü 2008: 455-56). Arşî ise, aruzun
“mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmış 64 beyitlik (Ünlü 2008: 451-55),
“fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbında ise 21 beyitlik (Ünlü 2008: 153-54) çeşitli nasi-
hatlerde bulunduğu iki ayrı manzume kaleme almıştır.
Bu sınıfta değerlendirebileceğimiz eserlerden Taşlıcalı Yahyâ’nın Gencîne-i
Râz (Çınar 1995)’ı, 947/1540-41 tarihinde aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” ka-
lıbıyla yazılmış olup 3051 beyitten oluşmaktadır. Câmî’nin Sübhatü’l-ebrâr’ına
nazire olarak yazılan eser, kırk “makâle”ye ayrılmış ve her “makâle”den sonra
konu ile ilgili bir “hikâye”ye yer verilmiştir. Bu “hikâye”lerin bir kısmı orijinal
olup bizzat şâirin zamanına ait hadiselerden oluşmaktadır. Tamamıyla didak-
tik mahiyette olan eserde aşk, namaz, zikir, şeytan, tevazu, marifet, uzlet, rı-
zık, sabır, haya, kahramanlık, adalet, rüşvet, cömertlik, sükût gibi konular hak-
kında bilgi verilmiştir.
Münîrî Gülşen-i Ebrâr ve Ma’den-i Esrâr (İspir 2004, 2008) adlı mesnevîsini
956/1549 tarihinde aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla Gelibolu’da ka-
leme almış ve Kânûnî Sultan Süleymân’ın oğlu Şehzâde Selîm’e ithaf etmiştir.
5213 beyit olan eser, insanları eğitmek, onlara çeşitli dinî nasihatlerde bulun-
mak ve anlatılan hikâyelerden hareketle kıssadan hisse vermek amacıyla yazıl-
mıştır. Tasavvufî bir düşünce yapısı içerisinde kaleme alınan eserin oluşumunda
Bâyezîd-i Bistâmî, Cüneyd-i Bagdâdî, Hallâc-ı Mansûr, Şiblî, Ferîdüddîn-i Attâr,
Sa’dî-i Şîrâzî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, İbrâhîm-i Gülşenî gibi büyük muta-
savvıfların eserlerinden ve görüşlerinden istifade edilmiştir.
Dâvûd-ı Halvetî’nin dinî-ahlâkî-tasavvufî hüviyete sahip olan Gülşen-i
Tevhîd ü Tahkîk isimli eseri (İslamoğlu 2007, 2009) Kızıl Ahmed’in, bazı muta-
savvıfların ilk anda tam olarak anlaşılmayan, remizlere dayalı bazı sözlerinin
açıklanmasını istemesi üzerine mensur olarak kaleme aldığı bir risalenin geniş-
letilerek manzum hâle girdirilmesiyle oluşmuştur. Aruzun “mefâîlün mefâîlün
feûlün” kalıbıyla 913/1508 tarihinde kaleme alınan eser, 10.378 beyitten oluş-
maktadır. Eserde 326 Farsça, 13 Arapça ve 6 Arapça-Farsça mülemma beyit yer
almaktadır. Mesnevîde, dinî-tasavvufî eserlerde kullanılan anlatım şekillerinden
“nasihat ve hitap yoluyla, doğrudan doğruya, tahkiye, mukaleme ve soru yo-
luyla, delil ve ispat yoluyla anlatım” kullanılmıştır.
Bu asrın mutasavvıf şahsiyetlerinden olan Halîlî-i Mar’aşî’nin Ravzatü’l-
îmân (Alıcı vd. 2012) adlı eseri dinî, tasavvufî ve didaktik bir hüviyete sahiptir.
1121 beyitten oluşan ve 986/1578 tarihinde kaleme alınan eser, diğer mesnevîlerin
408 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
aksine, giriş, konunun işlendiği ve sonuç bölümlerinde farklı aruz kalıplarının
kullanılmasıyla dikkat çekmektedir. Nitekim mesnevînin giriş bölümü aruzun
“mefâîlün mefâîlün feûlün”, konunun işlendiği bölüm “fâilâtün fâilâtün fâilün”,
“hâtimetü’l-kitâb” ise “fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme alınmış-
tır. İslâm, iman, zekat, abdest, gusül, mesh, teyemmüm, ezan, namaz, tasavvuf
gibi konuları ihtiva eden eser, sâde ve anlaşılır bir dille oluşturulmuştur.
Bâbür Şâh’ın Hanefî fıkhıyla ilgili manzum eseri Mübeyyen (Seyhan 2004),
çocukları Hümâyûn ve Kâmrân’a öğüt verme amacıyla yazılmıştır. Mesnevî na-
zım şekliyle ve aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla 928/1522’de kaleme
alınan eser, 2258 beyitten oluşmaktadır. Eser, Türk dil tarihi, Hanefî fıkhına ait
meselelere ışık tutması, Bâbür Devleti’nde uygulanan vergi sistemi gibi konu-
lara açıklık getirmesi bakımından önemlidir.
Bu dönem tasavvufî eserlerinden olan Şebistân-ı Hayâl, Gubârî tarafından
Farsça olarak kaleme alınmıştır. Tamamıyla tasavvufî aşkı anlatan bu mesnevî,
İranlı şâir Fettâhî’nin aynı adlı eserine nazire olup 969/1561’de Yarhisar’da yattığı
hapiste yazılmaya başlanmış, 970/1562’de Mekke’de tamamlanmıştır. “Münâcât”,
“na’t” ve “Kânûnî Sultan Süleymân’a ithaf edilen bir kasîde” ile başlayan eserde,
daha sonra aşk, Süleymân, hamd, ayn-i mâ, ummân, çeşme gibi kelimelerin
tasavvufî izahı yapılmış, akabinde hece sırasıyla devam eden şiirlere yer veril-
miştir (Parmaksızoğlu 1950: 351).
Tasavvufî mesnevîlerden Gülşen-i Esrâr (Şimşekler 1998), aruzun “mefâîlün
mefâîlün feûlün” kalıbıyla Farsça yazılmış olup Şâhidî’nin kendi beyanıyla 951/1544
yılında telif edilmiştir. Şâhidî’nin hayatı hakkında en önemli bilgilerin yer aldığı
bu eser, Mevlevîlik konusunda da çeşitli bilgiler ihtiva etmektedir. Şâhidî’nin is-
teyenlere doğru yolu göstereceğini ve okunduktan sonra kendisine dua edile-
ceğini ümit ettiği bu eser, konu bakımından üç ana başlık altında değerlendi-
rilebilir. Bunlardan birincisi, eserin geneline hakim olan tasavvufî yöndür. Bu
bölümde insanların dünyaya imtihan için gönderildiği, özellikleri bakımından
bölük bölük oldukları ve “elest bezmi”nde takdir edilen sıfatlarına uygun hare-
ket ettikleri; Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm dininin aynı menşeli ve aynı içe-
rikli oldukları hâlde ilk ikisinin bozulma gösterdiği; kulların Allah’a ulaşmada
mürşid-i kâmilin elinden tutması gerektiği, fakat bu türlü gerçek mürşitlerin ar-
tık azaldığı; yeryüzünün yalancı ve riyâkâr şeyhlerle dolu olduğu gibi konular ele
alınmaktadır. Ayrıca Hz. Muhammed’in “mi’râc”ı, İbrâhîm bin Edhem’in derviş-
liği seçmesi, Ya’kûb Peygamber ve oğlu Hz. Yûsuf’un hikâyesi, Hz. Mûsâ’nın Tûr
dağında Allah’la konuşması gibi kıssalara da yer verilmiştir. İkincisi Mevlânâ’nın
eserlerinden, özellikle de Dîvân-ı Kebîr’den tazminler yapılması, ele alınan konu-
larda bunların delil olarak sunulması ve şerh edilmesidir. Üçüncüsü ise Şâhidî’nin
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 409
dedesi, babası, döneminin bazı siyaset adamları, Mevlevîler ve özellikle şeyhi
Dîvâne Mehmed Çelebi’nin, hayatı ve yaşayışı hakkında verilen bilgilerdir.
Şâhidî’nin bir diğer eseri olan Işk-nâme, “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbında 94
beyitlik Farsça bir mesnevîdir. İlâhî aşkın özelliklerini anlatan bu manzume, bazı
mecmualarda Mevlânâ’ya, bazılarında Şâhidî’ye, bazılarında ise Sultan Veled’e ait
olarak kaydedilmiştir. Hatta, Sultan Veled’in eseri olarak İstanbul’da basılmıştır
(bkz. Sultan Veled 1305). Ahmed Ateş, bu mesnevînin Mevlânâ’ya ait olmasının
mümkün olmadığını (1968: 118) belirtirken, Abdülbaki Gölpınarlı ise, dilindeki
aksaklık ve üslûp bakımından Mevlânâ ve Sultan Veled’e değil de Şâhidî’ye ait
olabileceğini (1983: 140) söylemiştir.
Bu dönem şâirlerinden Abdî’nin 958/1551 yılında aruzun “mefâîlün mefâîlün
feûlün” kalıbıyla kaleme aldığı Gülşen-i Râz’da, âlemin nasıl yaratıldığı ve ne ter-
tipte meydana geldiği; ruhun neden görünmeyip neden göründüğü; geliş, gi-
diş, doğuş ve ölüşün hüviyeti; dünyadaki kargaşalık, kavga ve temaşanın ne ol-
duğu eski tasavvufî anane ve anlayış içinde âyet, hadîs ve tasavvuf büyüklerinin
sözlerine dayanarak açıklanmıştır. Geçmiş asırlardaki tasavvufî nazım anane-
sine bağlı olan eserin dili sâde ve basittir. Eserde yer yer çeşitli ilâhîlere yer ve-
rilmiştir (Kocatürk 1970: 403).
Bu asırda yazılan didaktik-ahlâkî mesnevîlerden biri de Cinânî’nin Taşlı-
calı Yahyâ’nın Kitâb-ı Usûl’üne nazire olarak kaleme aldığı Cilâ’ü’l-kulûb (Özkan
1990)’udur. Aruzun “feûlün feûlün feûlün feûl” kalıbıyla yazılan ve 3316 beyit
olan eser, şâirin vefatına yakın yıllarda telif edildiği için Riyâzü’l-cinân’a nispetle
daha ağır başlı, dinî tarafı daha kuvvetlidir. Bu sebeple olmalı eserde sık sık âyet
ve hadîslere yer verildiği görülmektedir. Yirmi “akd”e ayrılan eser, giriş kısmında
yer alan “kalemin vasıfları”, “münâcât”, “na’t” ve “sözün önemi” gibi kısımlardan
sonra Sultan III. Murâd’ın “medh”i ile devam etmektedir. Daha sonra gelen asıl
bölümde sultanlara nasihat, vezirlere öğüt, devlet memurlarında bulunması ge-
reken vasıflar, kanaat, yalanın kötülüğü, hilmin fazileti, sabır, yardımlaşma ve
ahde vefa, namaz, helâl lokma gibi konulara değinilmiştir. Eser, üslûp ve eda
bakımından mütekâmil ve kusursuzdur. Amasyalı Hızrî’nin Âb-ı Hayât (Be-
len 2007, 2011)’ı da bu asırda kaleme alınan dinî-ahlâkî mesnevîlerdendir. Aru-
zun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla 931/1531 tarihinde kaleme alınmıştır.
Eserde dünyanın fânîliği, ömrün geçiciliği, dünya malıyla gururlanmanın yan-
lışlığı ile ölüm ve âhiret konularında çeşitli öğütler verilmiştir. Bu öğütler ba-
zen çeşitli hikâyelerle desteklenmiş ve kuvvetlendirilmiştir. Nasihat verme amaç
edinildiği için eserin dili sâde ve anlaşılır, üslûbu ise basittir.
Bu asırdaki tasavvufî mesnevîler arasında gösterebileceğimiz Gelibolulu
Âlî’nin Riyâzü’s-sâlikîn (Arslan vd. 1998)’i 2834 beyitten oluşmaktadır. 998/1590
410 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
tarihinde son şekli verilen eser, aruzun “müfteilün müfteilün fâilün” kalıbıyla
yazılmıştır. Eserin giriş kısmında “besmele manzumesi”, “tevhîd”, “hikâyet der-
tedkîk-i rü’yet” başlıklı hâle uygun manzume, ikinci “tevhîd”, “Allah’ın kudreti”ni
ifade eden manzume, “na’t”, “mi’râc ve mu’cize”leri anlatan manzume, “Sultan
III. Murâd’ın medhi” ve “sebeb-i te’lîf” yer almaktadır. Mesnevîde asıl konunun
işlendiği kısım “ravza” adı verilen üç ana bölümden, bunlar ise on “devha”dan
oluşmaktadır. Her “devha”nın sonunda bir “latîfe”, her “ravza”nın sonunda ise bir
“münâcât” bulunmaktadır. Ayrıca her “ravza”nın başında mensur bir “dîbâce” yer
almaktadır. Şâir birinci ravzada “tarîk-i ahyâr/ibadet ve takva ile Allah’a ulaşmak iste-
yenlerin yolu”, ikincisinde “tarîk-i ebrâr/nefse karşı mücadele edip çile çekerek Allah’a
ulaşmak isteyenlerin yolu” ve üçüncüsünde “tarîk-i şuttâr/aşk ve vecd ile Allah’a ulaş-
mak isteyenlerin yolu” hakkında bilgi vermiştir. Her ne kadar eser, Necmüddîn-i
Kübrâ’nın risaleleri ile Necmüddîn İmâm Râzî’nin Kitâbü Mirsâdü’l-ibâd mine’l-
mebde’ ile’l-me’âd adlı eserinden istifade edilerek yazılsa da, tercüme değil telifî
bir hüviyete sahiptir. Âlî eserinde azillerinden duyduğu kırgınlığı, Yahyâ Bey ile
karşılaşmasını ve Meylî adlı şâirin başına gelenleri de ifade etmiştir. Eserde yer
alan iki hikâye ise İstanbul’da geçmektedir. Eser bir “hâtime” ile sona ermekte-
dir. Üsküdarlı Aşkî (öl. 984/1576)’nin, büyük oranda Azîzüddîn Nesefî’nin gö-
rüşlerinden hareketle oluşturduğu Menâzilü’s-sâlikîn (Yazar 2012) isimli tasavvufî
bir mesnevisi bulunmaktadır. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme
alınan eserde, cevher-i evvel, ruhlar âlemi, cisimler âlemi, vahdaniyetin ispatı,
pîr-i kâmil, âlem-i kübrâ, âlem-i sugrâ, âlem-i misâl, velâyet ve nübüvvet gibi
tasavvufî konular hakkında bilgi verilmiştir.
Bu asrın tasavvufî mesnevîlerinden olan Şâh Velî’nin Risâletü’l-bedriyye (Ça-
vuşoğlu 2007)’si 1390 beyit olup aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” ve “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıplarıyla yazılmıştır. Eserde, tasavvufî hakikatler hem mürit-
lere hem de mürşitlere anlatılmıştır. Didaktik bir üslûba sahip olan eserde bir-
çok dinî kavrama yer verilmiş ve açıklanmıştır. Şemseddîn-i Sivasî’nin Mir’âtü’l-
ahlâk ve Mirkâtü’l-eşvâk (Toker 2003) isimli mesnevîsi dinî-tasavvufî mahiyette bir
nasîhat-nâme olup 4520 beyitten oluşmaktadır. Sultan III. Murâd’a takdim edilen
mesnevî, 996/1588 tarihinde aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazıl-
mıştır. Eser, “ahlâk-ı hamîde/övülen ahlâkî değerler”ye ayrılan on “bâb” ile “evsâf-ı
zemîme/kötü hâller”den bahseden on “fasıl”dan oluşmaktadır. Övülen ahlâkî de-
ğerler: “zikrü’l-mevt/ölümü hatırlatma”, “kanaat”, “tevbe ve mücâhede”, “tevâzu”,
“rızâ”, “ihlâs”, “şükr”, “cûd u sehâ/cömertlik”, “muhabbet” ve “muhâsebetü’n-nefs/
nefis muhasebesi”. Yerilen ahlâkî değerler ise; “tûl-i emel”, “hırs”, “şehevât/şehvet”,
“ucb/kibir”, “hased”, “riya”, “küfrân-ı ni’met”, “buhl/cimrilik”, “adâvet-i Hak” ve
“ihmâl” başlıklarından oluşmaktadır. Eserde birbirinin zıttı olan huylar arka
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 411
arkaya verilmiştir. Şâir, her “bâb” ve “fasıl”da yer verdiği ahlâkî değeri önce ta-
rif etmiş, akabinde özelliklerini sıralamıştır. Ayrıca bu vasıflar hakkında âyet ve
hadîs iktibasları da yapmıştır. Eser, halkı eğitmek ve terbiye etmek amacıyla ka-
leme alındığı için sâde ve akıcı bir dil kullanılmıştır.
Bu asrın dinî-tasavvufî tarzdaki eserlerinden bir diğeri de Emîrî’nin 1032
beyitten oluşan Gülşen-i Ebrâr (Çöm 2001) isimli mesnevîsidir. 1001/1592 tarihinde
aruzun “müfteilün müfteilün fâilün” kalıbıyla yazılan eserde, nefs-i emmâre, ki-
bir, riyakârlık, emirlere intisap eden âlimlerin durumu, cimrilik, tûl-i emel, aşk,
akıl, ruh ve kalp ile insanın hüviyeti anlatılan çeşitli küçük hikâyelerle verilmiş-
tir. “Münâzarât” türündeki mesnevîlerden olan Nev’î’nin Münâzara-i Tûtî vü
Zâg (Gürer 2005; Taş vd. 2007)’ı da bu asırda kaleme alınan tasavvufî eserlerden-
dir. Aruzun “mefûlü mefâilün feûlün” kalıbıyla yazılan ve 441 beyitten oluşan
mesnevî, tasavvufî anlamda nefis tezkiyesini ihtiva etmektedir. Eserde iki temsilî
istiareyle “rûh-ı rahmânî” “tûtye, “tab’-ı hayvânî” de “zâğ”a teşbih edilmiş; bu
iki temsilî şahsiyetten hareketle “rûh-ı rahmânî”nin “tab’-ı hayvânî”ye olan üs-
tünlüğünün ispatına çalışılmıştır. Nev’î bu eserinde, “tûtî” ve “zâğ”ın vasfında
ruhun ve nefsin ezelî mücadelesini münazara üslûbuyla anlatmıştır.
Bâyezîd-i Rûmî’nin Sırr-ı Cânân (Meyveci 1998) isimli mesnevîsi, aruzun
“mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla 922/1516’da yazılmış olup 5101 beyittir. 18
bölüm ve 4 fasıldan oluşan eser, Muhiddîn-i Arabî’nin Fusûsü’l-hikem adlı ese-
rine haşiye olarak yazılmıştır. Vahdet-i vücûd inancına bağlı didaktik bir eser
olup birçok tasavvufî düşünce açıklanmıştır.
Bu tür eserler arasında değerlendirebileceğimiz mesnevîlerden olan
Behiştî’nin Heşt Behişt (Yeniterzi 2001)’i, 964/1556 tarihinde aruzun “mefâîlün
mefâîlün feûlün” kalıbıyla kaleme alınmıştır. 1124 beyit olan eser, Arapça bir be-
yitle başlar. “Tevhîd”, “na’t”, “dört halife” ile “Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in medhi”,
“münâcât” ve eserin yazılma sebebinin belirtildiği matla’dan sonra, asıl konu-
nun işlendiği bölüme girilir. Bu kısım sekiz “behişt” olarak tertip edilmiştir. Her
“behişt”te ayrı bir konu işlenmiş, daha sonra konu ile ilgili bir hikâye anlatıl-
mıştır. Bu bölümde şu konular yer almaktadır: İhlâs, edep, cömertlik, fani olan
dünya hayatına önem vermeme ve takva sahibi olmaya özen göstermek, sabır,
ölüm, dünyadan ve dünyevî arzulardan el çekme, Hz. Peygamber’i sevme.
Ubeydullâh Han’ın didaktik ve ahlâkî hüviyete sahip Sabr-nâme ve Şevk-
nâme isimlerinde iki küçük mesnevîsi bulunmaktadır. Bunlardan sabrın her
zaman önemli bir erdem olduğunu ve onunla her zaman hedefe ulaşılabilece-
ğini ifade eden Sabr-nâme 25 beyit olup aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalı-
bıyla yazılmıştır. Aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla kaleme alınan ve 23
beyitten oluşan Şevk-nâme’de ise, hidayetin başlangıcı olduğu için âşıklar için
412 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
şevk ve zevkin elzem olduğuna dikkat çekilmiştir (Yıldırım vd. 2007). Ubeydullâh
Hanı’nın Gayret-nâme adında gayreti övdüğü bir mesnevîsi daha vardır (Yıldı-
rım 2006).
Üsküplü Atâ’nın Tuhfetü’l-uşşâk (Aksoyak 2006; Türkmen 2000)’ı, ünlü İran
şâiri Kâtibî’nin Deh-bâb diğer adıyla Tecnîsât isimli mesnevîsine nazire ola-
rak 911/1505 tarihinde aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme alın-
mış olup 1413 beyitten oluşmaktadır. On bölümden oluşan eserde şu konulara
yer verilmiştir: Aşk, bezm ve sohbet, kendini beğenmişliği terk etme, izzet, iyi-
lik etme, kötülükten vaz geçme, kanaat, yaşayış tarzı, herkesle ilişkiyi kesme ve
Hakk’a yakın olma. Okuyucuyu bilgilendirip eğitme amacıyla yazılan eserde,
yer yer başta Emîr Buharî ve Abdullâh-ı İlâhî gibi Nakşî tarikatı önderleri övül-
müştür. Üsküplü Atâ mesnevîsinde özellikle Ahmed-i Yesevî’ye olan sevgisini
ve bağlılığını vurgulamıştır. Eser, edebiyatımızda cinas sanatı ile yazılmış en gü-
zel ve önemli örneklerden biri olmasıyla dikkat çekmektedir. Şâirin Türkçenin
Farsçadan güzel bir dil olduğunu söylemesi, onun Türkçeye olan sevgisini or-
taya koyması bakımından önemlidir. Bu dönemde kaleme alınan dinî-tasavvufî
eserlerden olan Nidâ’î’nin Genc-i Esrâr-ı Ma’nî (Yılmaz 2009) isimli eseri, aruzun
“feûlün feûlün feûlün feûl” kalıbıyla yazılmış olup 3915 beyitten oluşmaktadır.
On “bâb”dan oluşan eserin her “bâb”ında üç hikâyeye yer verilmiştir. Sadece
son “bâb”da bu sayı iki olarak görülmektedir. Bunun sebebini şâir, eserini Hz.
Peygamber’in mevlidiyle başlatıp mi’râcıyla bitirme isteğine bağlamıştır. Okuyu-
cuyu bilgilendirmek ve eğitmek için kaleme alınan eserin, temsilî bir hüviyete,
dolayısıyla etkileyici bir üslûba sahip olması dikkat çekmektedir.
Bu sınıflandırma içinde değerlendirilebilecek mesnevîlerden biri de,
Gubârî’nin zindanda iken aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla 969/1561
tarihinde kaleme aldığı 700 beyitlik Menâsikü’l-hacc (Gül 2006; Eliaçık 2004)’ıdır.
Bilinen ilk manzum hac kılavuzu özelliği taşıyan eser, zindanda yazıldığı için
orada çekilen acılar ve duyguları da ifade etmesi bakımından ilginçtir. Eserde
haccın farz, vacip, sünnet, müstehab ve diğer âdâbı hadîslerin ışığı altında anlatıl-
mış, haccın ihram giyme rüknüne değinilerek ihramın hem lügat hem de ıstılahî
anlamı üzerinde durulmuş; kadınların ihrama giriş şekli ve ihram yasakları an-
latılmıştır. Ayrıca hacıların Ka’be’den ayrılmaya niyetlenirken yapmaları gereken
işler ve davranışlar da belirtilmiştir. Eserde, Medîne’ye, Ravza-i Mutahhara’ya ve
buradaki ashâbın makamlarına değinilmemesi dikkat çekmektedir. Bu hüviyete
sahip eserlerden bir diğeri ise Şemseddîn-i Sivasî’nin Menâsik-i Hac (Umdetü’l-
huccâc)’ıdır. Hac rehberi özelliğine sahip eser, 757 beyitten oluşmaktadır. An-
latılan her konunun ardandan, ilgili yerde yapılması gereken çok sayıda duaya
da yer verilen eserde, çeşitli aruz kalıpları kullanılmıştır. Ancak asıl mevzuun
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 413
işlendiği kısım genellikle “fâilâtün fâilâtün fâilün”, bazen de “mefâîlün mefâîlün
feûlün” vezniyle yazılmıştır (Çöm 2007: 12-13).
Misâlî’nin hurûfîlikle ilgili olan Feyz-nâme-i İlâhî (Tohumcu 2002) isimli
mesnevîsi, bir “önsöz”le 32 “bölüm”den oluşmaktadır. 969/1561 tarihinde aru-
zun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme alınan eser, 1046 beyittir. Hurûfîliği
tanıtıp onu yaymak için yazılmıştır. Ancak üzerlerindeki baskıdan dolayı, ver-
mek istediği bilgileri hem üstü kapalı olarak hem de sembolik bir dille vermiş-
tir. Yine Misâlî’nin manzum ve mensur olarak kaleme alınan Miftâhu’l-gayb
(Usluer 2007)’ı, besmelenin hurûfî felsefesince tefsir ve tevilini ihtiva etmektedir.
Bilinen meşhur hurûfî hesaplama metotlarıyla, besmele ve birçok unsur arasında
ilişki kurarak, besmelenin câmi’iyet/toplayıcı ve birleştiriciliğine işâretlerde bu-
lunulmuştur. Eserin mesnevî nazım şekliyle oluşturulan kısmında ise, kendisi-
nin ve hurûfî felsefesinin mistik yönü açığa çıkarılmıştır. Misâlî, burada özel-
likle hurûfîlerce Allâh’ın mazharı olarak kabul edilen Fazlullâh-i Hurûfî’nin ve
onun sâyesinde bilinen hurûfî gerçeklerin önemine vurgu yapmıştır. Bu bölüm
aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme alınmıştır.
Şâh İsmâ’îl’in Deh-nâme (Cevânşîr vd. 2006: 507-646) isimli mesnevîsinde,
Şiîliğe ve özellikle “şâh-ı merdân” diye tavsif edilen Hz. Alî’ye karşı olan bağlılık
ve hayranlık duyguları terennüm edilmiştir. Aruzun “mef’ûlü mefâilün feûlün”
kalıbıyla yazılan eser, yer yer gazeller ve murabbalarla süslenmiştir. Sâde bir dil
ve üslûba sahip olan mesnevîde tabiat tasvirleri de görülmektedir. Nazım tek-
niği yönünden pürüzlü olan Deh-nâme, Şâh İsmâ’îl’in mezhep temayülünü gös-
termesi bakımından önemlidir (Banarlı 1987: I/524). Aruzun “mef’ûlü mefâilün
feûlün” kalıbıyla kaleme alınan mesnevî 1505 beyitten oluşmaktadır.
Âbidî’nin Ravzatü’l-islâm (Dağ 2002)’ı, İmâm-zâde eş-Şargî Muhammed
b. Ebî Bekr (öl. 573/1177)’in fıkıh alanında Arapça olarak kaleme aldığı Şir’atü’l-
islâm adlı eserinin Türkçe’ye yapılan manzum tercümesidir. Aruzun “mefâîlün
mefâîlün feûlün” ve “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıplarıyla yazılan eser, 1903 beyit-
ten oluşmaktadır. 50 “bâb” olarak tertip edilen eserde imânın, sünnetin, ilmin,
talim ve taallümün, namazın vb.nin faziletleri; Kur’ân okumanın ve yazmanın,
taharetin, ezan okumanın, duânın, tevbe ve istiğfarın, zekâtın, orucun, haccın,
yemenin, içmenin, giyinmenin, uyumanın, konuşmanın, yürümenin, sefer ve
gaza etmenin, bayram vb. özel günlerin, helal kazancın, dostluğun, nikâhın vb.nin
sünnetleri; komşunun, ananın, babanın, akrabaların, hastaların, kölelerin ve ca-
riyelerin, sayir mahlûkların hakkı ve hukuku vb. üzerinde durulmuştur.
Fuzûlî’ye atfedilen ve meyvelerin birbirleriyle münazarasından oluşan
Sohbetü’l-esmâr (Emîn Âbid 1927; Yüksel 1972; Koç 2006) mesnevîsi, aruzun “mef’ûlü
mefâilün feûlün” kalıbıyla yazılmış olup 200 beyitten müteşekkildir. Fuzûlî bu
414 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
eserinde meyveleri konuşturmak suretiyle dünya hâlini, insanların birbirlerine
karşı olan tutum ve davranışlarını, bencilliklerini, kıskançlıklarını, geçimsizlik-
lerini anlatmak istemiştir. Şâirin bu hususu konuşma diline bağlı kalarak yap-
ması dikkat çekmektedir. Eser özellikle konusu itibariyle orijinaldir. Bu eserden
ilk defa Emîn Âbid bahsetmiş ve onun Fuzûlî’ye ait olduğunu belirtmiştir. Fuad
Köprülü, Abdülkadir Karahan ve Sedit Yüksel, içinde Fuzûlî’nin ismi geçmeyen,
kaynaklarda ve külliyat yazmalarında bulunmayan bu mesnevînin Fuzûlî’nin ol-
madığı görüşündedirler.

Aşk Mesnevîleri
Bu asırda aşk ve macera türünde birçok mesnevînin yazıldığı görülmek-
tedir. “Leylâ vü Mecnûn”, “Yûsuf u Züleyhâ”, “Hüsrev ü Şîrîn” gibi müşterek ko-
nuların yanında ilk defa bu dönemde görülen tercüme, telif mahiyetinde yeni
türler de kaleme alınmıştır. Bunların bir kısmının şöhreti ve tesiri müteakip
asırlarda da devam etmiştir.
Bu devirde yazılan aşk hikâyeleri arasında “Hüsrev ü Şîrîn” önemli bir yer
tutar. Âhî’nin ikisi tamamlanmamış üç eseri içinde, tezkire yazarları tarafından
en çok beğenilen ve takdir gören Hüsrev ü Şîrîn (bkz. Köksal 1998a) mesnevîsi ol-
muştur. Bu eserin yarım kalmasının sebebini Sehî Bey, Âhî’nin ihmalkârlığına
bağlarken (İsen 1980: 188), Âşık Çelebi (1994: II/177) ve Gelibolulu Âlî (İsen 1994:
173-74), Âhî’nin bu eserini gören Nakşibendî Şeyhi Mahmûd Çelebi’nin, Hüsrev’in
Hz. Peygamber’in mektubunu yırtan bir hükümdar olduğu için onun hikâyesini
yazmanın caiz olmayacağını söylemesi üzerine bu mesnevîyi tamamlamadan bı-
raktığını belirtmişlerdir. Latîfî ise Âhî’nin bu eseri bitirmeye fırsat el vermemesi,
çeşitli bağların eserin tamamlanmasına engel olması yüzünden yarım kaldığını
ifade etmiştir (İsen 1990: 90-91; Canım 2000: 184). Âhî’nin Hüsrev ü Şîrîn’i yarım
bıraktıktan sonra, onda geçen bazı beyitleri Hüsn ü Dil isimli eserinde kullan-
mıştır. Âhî eserini, Nizâmî-i Gencevî gibi aruzun “Hezec” bahrinin “mefâîlün
mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazmıştır. Ancak yazar 12 beyitlik “tevhîd” bölümünde
“fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbını kullanmıştır. Âhî, eserine mesnevî na-
zım şekliyle yazılan 33 beyitlik “tevhîd” manzumesiyle başlamıştır. Bu manzu-
meden sonra, 12 beyit tutan ve kasîde nazım şekliyle yazılan ikinci bir “tevhîd”
manzumesi yazmıştır. Şâir bu bölümden sonra 587 beyit tutarındaki hikâyenin
anlatıldığı esas bölüme geçmiştir. Âhî, Nizâmî’de geçen Şâpûr’un üçüncü defa
Hüsrev’in resmini Şîrîn’e gösterdiği bölüme kadar olan kısmı (Nizâmî 1370: 147-65)
tercüme etmiştir. Bu bölüm Nizâmî’de 372 beyitken, Âhî’de 587 beyit tutarında-
dır. Bu da Âhî’nin tercüme ederken aynen değil de, genişleterek yazdığını gös-
termektedir. Kaynaklar Âhî’nin Hüsrev ü Şîrîn’ini Şeyhî’nin Nizâmî’den aynı adla
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 415
tercüme ettiği mesnevîsine nazire olarak yazdığını söylerler. Ancak üç eserde
bazı konu farkları da bulunmaktadır. Âhî’nin eserinde yer alan önemli özellik-
lerden birisi mahallî bazı unsurların işlenmesidir. Yer ismi olmasa da Fırat ve
Dicle, Kızılırmak gibi yerli ırmak isimlerinin ve Rumeli şarabının eserde ben-
zetme unsuru olarak kullanıldığı görülmektedir.
Bir diğer Hüsrev ü Şîrîn yazarı olan Celîlî (Kazan Nas 2011a; Levend 1989c),
eserini 25 yaşında yazmaya başlamış, “iki bayramdan öncekinin sonunda” de-
mesine nazaran 14 Ağustos 918/1512 ile 10 Aralık arasında bitirmiştir. Yavuz
Sultan Selîm’e takdim edilen eser, şâirin ifadesine göre 2012 beyit olup Nizâmî
gibi aruzun “hezec” bahrinin “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmış-
tır. Celîlî eserine Allah’ın sıfatlarını anlatarak başlar. Sonra sırayla “tevhîd”,
“münâcât”, “nat”a yer verir. Şâir “na’t”ın sonunda “dört halife”yi andıktan sonra
“sebeb-i nazm”a geçip dönemin padişahı Yavuz Sultan Selîm’i över ve eserini
ona sunduğunu ifade eder. Eserdeki ifadeden anlaşıldığına göre şâir, padişahın
daha önce Emîr Hüsrev-i Dihlevî, Abdurrahmân-ı Câmî ve Alî Şîr Nevâyî ta-
rafından nazmedilen Hüsrev ü Şîrîn gibi bir kitap aradığını öğrenmiş ve “Varup
‘arz eyleyem ol âsitâna / Gül-i ra’nâyı iltem gül-sitâna” beytiyle Hüsrev ve Şîrîn
arasında geçen aşk hikâyesini anlatmaya başlamıştır. Celîlî bu eserini yazarken
Nizâmî’nin eserinin sadece özünü alıp ayrıntıları çıkarmış, tasvirlerin çoğunu
eserine almayarak özetini yapmıştır. Ancak Celîlî’de açık bir şekilde Şeyhî’nin
Hüsrev ü Şîrîn’inin etkisi görülmektedir. Kendi eserini Şeyhî’ninkiyle karşılaştı-
rıp ona meydan okuyan Celîlî, Şeyhî’nin eserini dil, deyiş ve sanat bakımından
örnek almıştır. Efsane ve masal unsurlarının yok denecek kadar az olduğu eser,
gerçekçi bir nitelik taşımaktadır. Motifler ile olay halkaları, neden-sonuç ilişki-
lerine bağlı olarak düzenli bir şekilde kullanılmıştır. Sâde ve akıcı bir üslûpla
kaleme alınan eser, lirik bir havaya sahiptir.
Bu asırda Hüsrev ü Şîrîn sahibi şâirlerden biri de Âzerî İbrâhîm Çelebi’dir
(Çetinkaya 2008; Yazar 2011: 314-16). Klâsik mesnevî tertibine uygun olarak aru-
zun “mef’ûlü mefâilün feûlün“ kalıbıyla kaleme alınan ve 1687 beyitten oluşan
eser, Sultan III. Murâd’a ithaf edilmiştir.
Ahdî, Kânûnî Sultan Süleymân devri şâirlerinden olan Ârif Çelebi’nin
Hüsrev ü Şîrîn yazmış olduğunu vurgulamıştır (Solmaz 1996: 479). Latîfî, Kas-
tamonulu Şânî’nin Şîrîn hikâyesini nazmederek ismini Ferhâd-nâme koydu-
ğunu bildirmiştir (İsen 1990: 430; Canım 2000: 317). Çeşitli dinî eserleri, Arapça
Târîh-i Âl-i Selçuk’u olan İmâm-zâde Ahmed’in, ayrıca Türkçe manzum Hüs-
rev ü Şîrîn ve Şâh u Gedâ isimli iki mesnevîsi daha vardır (Bursalı Mehmed Ta-
hir 2000: III/10; Beliğ 1998: 306). Halîfe’nin Hüsrev ü Şîrîn mesnevîsi olduğunu
Kâtib Çelebi (trhs.: I/704) kaydetmektedir. Sehî Bey, Mahvî’nin, Hâtifî’nin Hüsrev
416 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
ü Şîrîn ve Leylâ vü Mecnûn mesnevîlerini başarıyla Türkçeye tercüme ettiğini
bildirir (1980: 85). Latîfî, Sâhirî’nin, Hâtifî’nin Hüsrev ü Şîrîn’ini Türkçeye ter-
cüme ettiğini kaydetmiştir (Canım 2000: 297).
Bu asırda kaleme alınan ve Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîn’ini tamamlayıcı bir
hüviyette olan Rûmî’nin Şîrîn ü Şîrûye’si (Doğan vd. 2004; Özkan 2000: 183-90),
“mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmış olup 935 beyitten oluşmakta-
dır. Rûmî, Şeyhî’nin, vefatından dolayı çevirisini yapamadığı Şîrûye vak’asını,
Nizâmî’nin aynı adlı eserinden tercüme ederek mesnevîsini oluşturmuş ve Kânûnî
Sultan Süleymân’a sunmuştur. Rûmî, Hüsrev ü Şîrîn hikâyesinin sadece bir bö-
lümünü tercüme etmekle birlikte, bu kısmı bir mesnevî bütünlüğü içinde ele
alarak ona müstakil bir eser hüviyeti kazandırmıştır. Şeyhî’nin eserinde olduğu
gibi, bunda da “gazel” ve “terci-bend” şeklinde söylenmiş manzumeler bulun-
maktadır. Dili sâde ve açık olan eserde, deyim ve atasözlerinden istifade edile-
rek anlatıma akıcılık kazandırılmıştır.
Lâmi’î Çelebi, Alî Şîr Nevâyî’nin olay ve kahramanlarının rollerini değişti-
rerek kaleme aldığı Ferhâd u Şîrîn’ini (Esir 2011; Erkal 1998; Kanar 2012) Osmanlı
Türkçesine 918/1512 tarihinde aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla ter-
cüme etmiştir. 5043 beyitten oluşan ve Yavuz Sultan Selîm’e takdim edilen eser,
Alî Şîr Nevâyî’den olduğu gibi tercüme edilmemiş, şâir kendi his ve düşünce-
lerini ekleyerek eserini konu ve üslûp bakımından zenginleştirmiştir. Nitekim
Lâmi’î eserini yazarken baştanbaşa “üstadım” dediği Nevâyî’yi taklit ettiğini,
bazı beyitleri aynen alırken bazılarında değişiklikler yaptığını, ancak sonunda
hiç kimsenin el uzatamadığı güzel sözleri bir araya getirdiğini ifade ederek bu
hususa açıklık getirmiştir. Eserde asıl hikâyenin anlatıldığı bölüme kadarki kı-
sım, umumiyetle Lâmi’î’nin tasavvuf yolundaki düşüncelerini ihtiva eden man-
zumelerden oluşmaktadır. Bu şiirlerin pek çoğu Nevâyî’de görülmemektedir. Asıl
konu, her iki eserde de, Ferhâd’ın doğumu ile başlamaktadır. Hikâyede Lâmi’î,
Nevâyî’ye bağlı kalmıştır. Olayların seyri, kahramanların karakterleri, rolleri vs.
tamamen Nevâyî’ye paralel tarzdadır. Ancak Lâmi’î, Nevâyî’den aldığı bu mal-
zemeyi, özellikle dil ve üslûp yönünden zenginleştirmiş, Anadolu Türkçesine
aktarmış ve kısmen genişletmiştir. Eserin en önemli ve Hüsrev ü Şîrîn’den ayrı-
lan özelliği, hem olayların Ferhâd’ın üzerinde yoğunlaşması hem de Ferhâd’ın
asıl kahraman olmasıdır.
Bu dönemde Şâhî mahlasını kullanan Şehzâde Bâyezîd de Alî Şîr Nevâyî’nin
Ferhâd u Şîrîn’inden etkilenerek Ferhâd-nâme (Özcan 2007) isimli eserini oluş-
turmuştur. Olayın akışı Nevâyî’nin eseriyle paralellik göstermektedir. Aruzun
“feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazılan eser, 5075 beyitten oluşmaktadır. Ese-
rin tamamında, Ferhâd’ın aşkı vak’anın temelini oluşturmaktadır. Ferhâd-nâme,
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 417
Şîrîn’in aşkı esas alındığında iki ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde,
Ferhâd’ın içindeki sevdaya ulaşması ve bir masal kahramanı gibi bu yolda ya-
şadığı mücadeleler hikâye edilmiştir. İkinci bölümde ise, Şîrîn’nin cemalini gör-
dükten sonra aşkın bir vecd hâlinde yaşanması, Ferhâd ile Şîrîn aşkının çilesi ve
ıstırabı anlatılmıştır. 17 bölümden oluşan eserin, her bölmünün başında orada
anlatılcak hadiseler nesir olarak özetlenmiştir. Türkçe deyimler başarılı bir şe-
kilde kullanılarak esere akıcılık kazandırılmıştır.
Bu asırda işlenen aşk mesnevîlerinden bir grubu da “Leylâ ve Mecnûn”
hikâyesini konu edinmişlerdir. Bunlardan Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn’u (Do-
ğan 2002a; Onan 1956; Ayan 1981; Kanar 2011c), Türk edebiyatında bu konuda ya-
zılmış eserlerin en meşhuru ve en güzeli olup bir şaheser hüviyetindedir. Aru-
zun “mef’ûlü mefâilün feûlün” kalıbıyla yazılan mesnevî, 3098 beyittir. İçerisinde
yer yer Leylâ ile Mecnûn’un dilleriyle söylenmiş gazellerin de yer aldığı eser,
941/1535 tarihinde Bağdat’ın alınmasından bir yıl sonra, Bağdat ve Halep Bey-
lerbeyi Üveys Paşa’ya takdim edilmiştir. Eser, manzum-mensur bir “dîbâce” ile
başlamaktadır. Fuzûlî, bu eserini kaleme alma sebebini “dîbâce”de yer alan ikinci
“kıt’a”da açıkça ifade etmektedir. Buna göre Fuzûlî, eserinde “mecaz yolu” olarak
nitelendirdiği edebiyat vasıtasıyla ilâhî hakikatleri ve sırları açıklamak istemiş,
“Leylâ” ismi altında “Allah’ın sıfatlarını”, “Mecnûn” kimliği ile de “Allah’ı arayan
ve ona ulaşma yolunda meşakkatlere katlanan insanı” ifade etmeyi amaçlamıştır.
Ayrıca “dîbâce”nin mensur bölümünün ilk cümlesinde, “Leylâ’yı hakikat sırrının,
Mecnûn’u da insan ruhunun sembolü olarak kullandığını” açıkça belirtmiştir.
Eserin hikâye edilişinde hâkim olan rûhun vahdet-i vücûd inancı ile plâtonik
aşk anlayışı olduğu görülmektedir. Leylâ vü Mecnûn, tasavvuf öğretisini kuru
kuruya sunan didaktik bir eser olmayıp, beşerî bir aşk macerasının bütün canlı
tezahürleri arasına ilâhî aşkın, coşkun panteist duyguların lirizmi doğuran ru-
hunu büyük bir ustalıkla yerleştiren bir şaheserdir. Fuzûlî, özellikle tasavvufun
âlem ve insan telakkisini mecaz yolu ile anlatmak için eserini kaleme almamış-
tır. Nitekim o, Mecnûn ve Leylâ adındaki iki âşık arasında geçen bu dramatik
aşk, ayrılık, ıstırap ve çile ile dolu maceranın, tasavvuftaki asıl vatandan (vahdet)
kopuşu ve gurbete (kesret âlemi) düşüşü (seyr-i nüzûl) ve bu andan itibaren, ayrı
düşülen varlığa (Allâh’a) ulaşma (fenâfillâh) yolunda (seyr-i urûc) duyulan iştiyak
ve hasreti (aşk-ı hakikî), bu uğurda verilen nefsî mücahedeyi ve çekilen sıkıntı-
ları ifade eden “devir nazariyesi” yaklaşımına çok uygun düşmesi sebebiyle bu
formu seçmiş ve böylelikle eser, gerçek hayatın insan ruhunu yakan tezahür-
leri ile varlığın tasavvufî yorumunu birlikte yansıtacak şekilde sanatkârın este-
tik heyecanlarla zenginleşen ruhunda billurlaşmıştır. Eserdeki bazı tasvirler, an-
latımlar ile insan ve mekân tanımlarındaki beşerî ve tabiî öz, derin psikolojik
418 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
ve sosyolojik tahlil ve maddî hayata yönelik gözlem eserdeki tasavvufî yönelişe
karşılık, ona beşerî bir aşk hikâyesinin bütün unsurlarını ihtiva eden bir özellik
kazandırmıştır (Doğan 2002a: 12-14).
Türk edebiyatında kaleme alınan Leylâ vü Mecnûnlar arasında Fuzûlî’nin ese-
rinin ayrıcalıklı bir yere sahip olmasını sağlayan en önemli noktalardan biri, onun
şahsî bünyesinin hikâyedeki ruha tam mânâsıyla intibakı olmuştur. Vücuduyla
bütün dünya süs ve bezeklerinden soyunan, ruhuyla da bütün fânî alâkalardan
sıyrılarak toplumun daima kınamalarına hedef olan Mecnûn, Fuzûlî’nin içinde
yaşayan ilâhî aşktır. Güzelliğinin parlaklığıyla birlikte vefakârlığı ve temizliğiyle
de gözleri kamaştıran iffet ve nezahet abidesi olan Leylâ ise, onun bu ulvî aşkına
lâyık mükemmel bir timsaldir. Bundan dolayı Leylâ ve Mecnûn hikâyesi, ken-
disinin de “mukaddime”de belirttiği gibi, Leylâ vasıtasıyla onun ilâhî tasviri ve
Mecnûn diliyle Tanrıya yalvarışlarının ifadesi olmuştur (Kocatürk 1970: 346).
Hikâyenin kendi tarzında mükemmel bir teknikle ilerlediği görülmekte-
dir. Sahneler, vak’anın birliğini bozmamak şartıyla, geniş hayatı aksettirecek ve
şâire çeşitli tasvir ve tahliller alanında kudret gösterme fırsatını verecek şekilde
sıralanmıştır. Zaman zaman tabiat, bütün mevsimleri ve saatleriyle okuyucu-
nun gözlerinde canlandırılmış ve seyrettirilmiştir. Vadilere menekşe gibi serpi-
len siyah çadırlar, çölün yıldızlı seması, develeri, ceylanları ve güvercinleri bu
tasvirlerde görevleri nispetinde yer almışlar ve hikâyeye farklı bir güzellik ve çe-
kicilik kazandırmışlardır. Herkes tarafından kınanmasına rağmen yüce bir ruha
sahip olan Mecnûn’a acıyan, ona yardım edip Leylâ’yı almak amacıyla kabile-
ler arasında savaş çıkarmaktan bile çekinmeyen Nevfel’in hikâyeye dâhil olma-
sıyla hikâyede bir iki kuvvetli savaş sahnesinin de tasvir edilmesine vesile ol-
muştur (Kocatürk 1970: 347).
Leylâ vü Mecnûn’da Türk kültürüne, içtimaî hayatına, örfüne, âdetine, an-
layışına, değer yargısına… vs. ait unsurlar ile atasözü ve deyimlerimizin samimî
bir dil ve üslûpla ifade edildiği görülmektedir (Kartal 2011: 551). Fuzûlî çizmiş ol-
duğu dekorlarda kızların ve erkeklerin hareketlerini, muhitin telakkilerini, dü-
ğün ve ziyafet sahnelerini bizlere tahayyül ettirmeyi başarmıştır. Özellikle bazı
tiplerin göze batacak kadar canlı olması dikkat çekmektedir. Nitekim Leylâ’nın
telaşlı annesi, Mecnûn’un kederden ölen babası, Leylâ ile evlenmek isteyen saf
İbni Selâm, çölün yoksul avcıları, hilekâr dilencileri tamamen toplumda yaşayan
kimselerdir (Kocatürk 1970: 347). Eserin bu hüviyeti toplum tarafından sevilme-
sine ve benimsenmesine önemli bir katkı sağlamıştır. Meselâ bundan yaklaşık
altı asır önce Leylâ’nın annesinin Leylâ’ya verdiği şu nasihatlerin etkisinde kalma-
mak ve onu benimsememek mümkün değildir. Hatta bu nasihatler aynı duygu
ve düşünceyle hâlâ Anadolu anneleri tarafından kız evlatlarına verilmektedir.
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 419
Bu nasihatleri okuyan bir annenin kendisini o anneyle özdeşleştirmemesi veya
kızın, o anneyi kendi annesi gibi görmemesi mümkün değildir:

K’ey şûh nedür bu güft gûlar Kılmak sana ta’ne ayb-cûlar


Niçün özüne ziyân edersen Yahşi adını yaman edersen
Niçün sana ta’ne ede bed-gû Nâmûsa ta’alluk iş midir bu
Nâzik beden ile berg-i gülsen Ammâ ne deyem igen yögülsen
Lâle kimi sende lutf çohdur Ammâ ne deyem yüzün açuhdur
Temkîni cünûna kılma tebdîl Kızsen ucuz olma kadrini bil
Her sûrete aks kimi bahma Her gördügüne su kimi ahma
Mey gerçi safâ verir dimâga Ahdugı içün düşer ayaga
Gözgü kimi katı yüzlü olma Nergis kimi hîre gözlü olma
Gözden gerek olasen nihân sen Tâ demek ola sana ki cânsen
Sen şem’sen uymagıl hevâya Kim şem’i hevâ verir fenâya
Lu’bet kimi özünibezetme Revzen kimi kûçeler gözetme
Sâgar kimi gezmegi harâm et Nagme kimi perdede makâm et
Sâye kimi her yere yüz urma Hiç kimse ile oturma durma
Sen sâdesen özge ehl-i nîreng Cehd eyle verilmesin sana reng
Derler sani aşka mübtelâsen Bîgâneler ile âşinâsen
Sen hand ü aşk zevki handan Sen handan ü dûst şevki handan
Oglan aceb olmaz olsa âşık Âşıklıg işi kıza ne lâyık
Ey iki gözüm yaman olur âr Nâmûsumuzı itürme zinhâr
Biz âlem içinde nîk-nâmız Ma’rûf-ı tamâm-ı hâs u âmız
Ne neng ile dahi edelim lâf Biz demeyelim sen eyle insâf
Dut kim sana kızmazem ben zâr Benden ulu bir müdebbirin var
N’eylersen eger atan eşitse Kahr ile sana siyâset etse
Min-ba’d gel eyle terk-i mekteb Bil mektebini hemîn ced ü eb
Etme kalem ile meşkden yâd Sûzen dut ü nakş eyle bünyâd
Etfâlden eyle kat’-ı ülfet Hem-râz yeter yanında lu’bet
Büt kimi bir evde eyle menzil Olma dahi her yanaya mâil
Ankâ kimi uzlet eyle pîşe Eyle reviş eyle kim hemîşe
Gerçi adın ola dilde mezkûr Görmek seni ola gayr-i makdûr
Hoş ol ki kızı hemîşe gizler Hod gizlü gerek hemîşe kızlar
(Doğan 2010: 142-48)

Celîlî’nin Leylâ vü Mecnûn (Kazan Nas 2011)’unun bugün bilinen tek nüs-
hası Bibliothéque Nationale’deki (nr. 364) külliyatının 64b-128b varakları ara-
sında bulunmaktadır. Eser şâirin bildirdiğine göre 919 yılının Zilhicce ayı son-
larında (919/1514 yılının Ocak ayı) Edirne’de tamamlanmış olup 2132 beyittir.
Aruzun “mef’ûlü mefâilün feûlün” kalıbıyla yazılmıştır. Şâir bölüm başlıklarını
Farsça olarak kaleme almıştır. Celîlî bu eserini yazarken esas olarak Genceli
Nizâmî’yi almış ve Hâtifî’den de faydalanmıştır. Celîlî’de ayrıca Emîr Hüsrev-i
420 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Dihlevî ve Abdurrahmân-ı Câmî ile Alî Şîr Nevâyî’nin etkileri de görülmekte-
dir. Leylâ vü Mecnûn’un esas konusu, Mecnûn’un şahsiyetinde toplanmakta ve
olaylar, Necd çölünde geçmektedir. Celîlî’nin eserinde her olay, belli bir kom-
pozisyon şeklinde sıralanmış; gerek kronolojik olarak gerekse sebep-sonuç iliş-
kisi içinde olayların peş peşe gelmesiyle oluşmuştur. Eser, motif ve masal un-
surları bakımından zengin bir nitelik taşımaktadır. Dili akıcı ve sâde, tasvirleri
canlıdır. Anlatım çeşitli söz sanatlarıyla zenginleştirilmiştir.
“Leylâ ve Mecnûn” hikâyesini işleyen şâirlerden biri de Sevdâ’î’dir (Bayak
1987; Şahin 1988). Edebiyatımızda eski kaynaklarda geçen iki Sevdâ’î vardır. Bun-
lardan biri Sehî Bey’in ilim ehlinden olduğunu söylediği ve Kırkkilise/Kırklareli
kadısı iken öldüğünü bildirdiği Sevdâ’î (İsen 1980: 161), diğeri ise Sicill-i Osmânî
(Süreyyâ 1311: III/114)’nin kaydettiği ve 999/1590 yılında ölen Edirneli Sevdâ’î
Ahmed Çelebi’dir. Gibb, bu eserin müellifinin Sehî Bey’in kaydettiği Sevdâ’î
olabileceğini söylemektedir (1965: II/173 [dipnot]). Agâh Sırrı Levend de, eserin
birinci Sevdâ’î’ye ait olabilme ihtimalini ifade ettikten sonra, İstanbul Üniversi-
tesi Kütüphanesi’nde (TY nr. 759/5) Dîvân’ı olduğunu ve bu Dîvân’da Sultan II.
Bâyezîd’in oğlu Şehzâde Korkud için şâirin söylediği üç “kasîde” bulunduğunu
ifade ettikten sonra, eserin şu an tanınmayan başka bir Sevdâ’î mahlaslı şâirin
olabileceğini kaydetmiştir (1959: 209). XVI. asır şâirlerinden olan Sevdâ’î’nin bu
eserinin bilinen tek nüshası Cambridge Üniversitesi Kütüphanesi’nde bulun-
maktadır. Bu nüshanın fotokopisi Türk Dil Kurumu Kütüphanesi’nde mevcut-
tur. Agâh Sırrı Levend, 920/1514 yılında aruzun “mef’ûlü mefâilün feûlün” kalı-
bıyla yazılan eserde yer alan birçok beytin, ara sıra bazı kelime ve mısra farkıyla
olduğu gibi Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn’unda da olduğunu belirttikten sonra,
şu açıklamayı yapar (1959: 222):
“Eser h. 920’de yazılmış olduğuna göre, bu parçalar 942’de yazılan Fuzûlî’nin
eserinden aktarılmış olamaz. Fuzûlî’nin bunları Sevdâî’den aldığı ise elbette dü-
şünülemez. Hatıra gelen tek ihtimal, sonradan Sevdâî’nin eserini yazan müsten-
sihin, kendi keyfine göre Fuzûlî’nin eserinden seçtiği bu parçaları Sevdâî’nin ese-
rine katmış olmasıdır. Hakikatte bu parçaların eserde yabancılığı duyuluyor.
Fuzûlî’den alınan bu parçalar ne kadar güzelse, Sevdâî’ye ait olan parçalar da o
derece yavandır”.
Sevdâ’î, eserini oluştururken esas olarak Genceli Nizâmî’yi almış, Hâtifî’den
ise çokça faydalanmıştır.
Eski kaynakların hiçbirinde hem Lârendeli Hamdî hem de Leylâ vü
Mecnûn’u (Abdel-Maksoud 2004; Kütük 2002) hakkında bir bilgiye rastlanmaz.
Ondan Leylâ vü Mecnûn mesnevîsi münasebetiyle ilk defa Ali Nihad Tarlan
bahsetmiştir (Tarlan 1922). Lârendeli Hamdî’nin Leylâ vü Mecnûn mesnevîsinin
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 421
tek nüshası, Süleymaniye Kütüphanesi, Fâtih Bölümü’nde (nr. 3740) kayıtlı bu-
lunmaktadır. Eser aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla 949/1554 tari-
hinde kaleme alınmış olup 5441 beyittir. Şâir, Şehzâde Selîm’in Karaman’da do-
ğan oğlu için yazdığı beş beyitlik tarih kıt’asını eserinin sonuna eklemiştir. Eserin
başında üç “tevhîd”, bir “münâcât”, iki “na’t“, bir “mi’râciyye” ile ilk “dört halife
ile Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin”e birer medhiyeden sonra, “Sultan Süleymân”la
Şehzâde Selîm” için yazılmış ikişer medhiye vardır. Şâir bunlardan sonra baş-
lıksız olarak Kays (Mecnûn) ile Leylâ arasındaki aşk hikâyesini anlatmaya baş-
lamıştır. Lârendeli Hamdî, eserini oluştururken Genceli Nizâmî’nin eserini esas
almış, ancak Hâtifî’nin eserinden de oldukça yararlanmıştır. Şâir bütün söylenti-
leri toplamakla birlikte kendiliğinden de birçok motif katmış, eser böylece tam
bir masal karakteri kazanmıştır. Tasavvufî neşveye sahip olan eserde, yer yer
eğitici unsurlara da yer verilmiştir. Canlı ve renkli bir üslûba sahip olan eserde,
hassaten rüya, bahar, kış ve savaş tasvirleri başarılı olarak yapılmıştır.
Bu dönem şâirlerinden Sâlih’in Leylâ vü Mecnûn (Kütük 1995; Levend
1959)’unun bilinen iki nüshası vardır. Biri Nuruosmaniye Kütüphanesi’nde 3846
numarada kayıtlıdır. Diğer nüsha ise Agâh Sırrı Levend’deki yazmalar arasında-
dır. 962/1556’da aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazılan eser, 2373 be-
yitten oluşmaktadır. Ayrıca eserin sonunda iki beyitten oluşan bir “tarih kıt’ası”
bulunmaktadır. Şâir Leylâ vü Mecnûn hikâyesini yazarken Hâtifî’yi örnek olarak
almış, onun eserini sayfa sayfa takip etmiş, ayrıca Emîr Hüsrev-i Dihlevî’den de
faydalanmıştır. Oğlunun ölümüne duyduğu derin acı münasebetiyle 40 günde
kaleme alınan eser, konu itibariyle değil, dil ve duygusallık bakımından oriji-
nallik göstermektedir. Mesnevîde Leylâ ile Mecnûn arasındaki gerçek aşk konu
edinilmiştir. Buna rağmen Sâlih Çelebi’nin de diğer bazı Leylâ vü Mecnûnlarda
olduğu gibi bazen Mecnûn’u tasavvufî bir kahraman olarak gösterme çabası
içerisinde olduğu dikkati çekmektedir. Hatta bu durum, mesnevînin bazı bö-
lümlerinde Mecnûn’la aynileşmeye kadar varan bir çaba olarak kendini gös-
termektedir.
Halîfe’nin Leylâ vü Mecnûn (Levend 1952c; 1959) mesnevîsinin bilinen tek
nüshası Agâh Sırrı Levend yazmaları arasında bulunmaktadır. Eser bir gün
şâirin ziyaretine gelen arkadaşlarının kendisine Leylâ vü Mecnûn hikâyesini yaz-
mayı teklif etmeleri üzerine yazılmıştır. Şâir hikâyeyi tamamladıktan sonra ese-
rine ayrı başlıklar altında yedi manzume daha eklemiştir. Bunlar: “Oğluna nasi-
hat [eksik]”, terci-bend şeklinde “münâcât [eksik]”, “na’t”, “mi’râciyye”, “İskender
Paşa’ya övgü” ile “ta’rîf-i cezbe-i mahabbet ve beyân-ı ‘ışk u meveddet ve gaf-
letde ‘ömr-i girân-mâyenüñ i’tizârı” başlıklı manzumelerdir. Halîfe eserini oluştu-
rurken İran şâirleriyle birlikte tanınmış Türk şâirlerinin eserlerinden de istifade
422 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
etmiştir. Şâirin özellikle Fuzûlî’nin birçok mazmununu benimsediği, hatta bazı
mısra ve beyitlerini olduğu gibi aldığı görülmektedir. Eserde aruzun “mef’ûlü
mefâilün feûlün” kalıbı kullanılmıştır.
Kadîmî’nin aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazıp Sultan I. Selîm’e
sunduğu Leylâ vü Mecnûn’u (Levend 1952ç) 157 yapraktan oluşmaktadır. Nizâmî-i
Gencevî’nin Leylâ vü Mecnûn’u esas alınarak yazılan mesnevîde Abdurrahmân-ı
Câmî’nin eserinden de istifade edilerek bazı motifler alınmıştır.
Zamîrî’nin aruzun “mef’ûlü mefâilün feûlün” kalıbıyla kaleme aldığı Leylâ vü
Mecnûn’la (Solmaz 2005: 400-401), Ârif Fethullâh (Solmaz 2005: 412) ve Muhyî’nin
ki (Solmaz 2005: 516) kayıptır. Âşık Çelebi’nin 2000 beyitten oluştuğunu ve sâde
bir dille yazıldığını belirttiği Sinân Çelebi’nin Leylâ vü Mecnûn’unun nüshası gü-
nümüze ulaşmamıştır (Âşık Çelebi 1994: II/913). Kul Atâ olarak da anılan Atâ’nın
Genceli Nizâmî’nin Leylâ vü Mecnûn’undan etkilenerek aruzun “fâilâtün fâilâtün
fâilün” kalıbıyla oluşturduğu Leylâ vü Mecnûn’u bulunmaktadır (Gökyay 1937).
Nev’î Yahyâ Efendi (öl. 1004/1599)’nin aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalı-
bını kullandığı Leylâ vü Mecnûn’unun bir nüshası Topkapı Sarayı Müzesi Revân
Köşkü nr. 818’de kayıtlıdır (Karatay 1961: II/129-30; Yazar 2011: 277). Hakîrî’nin de
bir Leylâ vü Mecnûn’u bulunmaktadır (Turan 1988).
Bu asırda konusu aşk olan manzum eserler içerisinde en çok “Yûsuf u
Züleyhâ” hikâyesinin işlendiği dikkat çekmektedir. Bunda Kur’ân-ı Kerîm’de bu
hikâyeden “ahsenü’l-kasas” yani kıssaların en güzeli diye bahsedilmesinin etkili
olduğu düşünülebilir. Bu dönemde Yûsuf Peygamber ile Zelîhâ’nın hikâyesini ya-
zan şâirlerden Kemâl Paşa-zâde, Taşlıcalı Yahyâ, Celîlî, Şerîfî, Şemsî ve Gubârî
Abdurrahmân’ın eserleri elimizde mevcuttur. Likâ’î, Ni’metullâh, Halîfe, Kâmî
Mehmed, Ziyâ’î Yûsuf, Şikârî, Manastırlı Kadı Sinân ve Hevâ’î Mustafâ’nın bu
konuda eser verdikleri çeşitli kaynaklarda belirtilmiş (Levend 1989ğ: 99) olma-
sına rağmen eserleri bugün için kayıptır.
Taşlıcalı Yahyâ (öl. 980/1582)’nın eseri bu asrın en meşhur Yûsuf u Züleyhâ’sı
(Çavuşoğlu 1979; Kanar 2011e) olup 5179 beyitten oluşmaktadır. Şâir, eserini Mısır’da
ileri bir yaştayken son eseri olarak aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla
kaleme almıştır. Eserin başında yer alan “münâcât”ı, Allah’ın kuvvet ve kudre-
tini ifade eden bir manzume takip eder. Sonra “na’t”, “mi’râciyye”, Kânûnî Sultan
Süleymân vasfındaki şiir ve “sebeb-i te’lîf” bölümü gelir. Aşkın faziletiyle alâkalı
manzumeyi müteakiben Yûsuf ile Züleyhâ arasındaki aşk anlatılmaya başlan-
mıştır. Şâirinin de belirttiği gibi telifî bir hüviyete sahip olan mesnevî, Kıssa-i
Yûsuf’taki olayları ihtiva etmesine rağmen, özellikle aşk ve ihtiras sahneleriyle
dikkat çeken bir sanat eseridir. Müellif, iman ve ahlâk ötesine taşmayan, platonik
bir aşkın değil, daha çok beşerî bir aşkın insan ruhu ile hayatında oluşturduğu
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 423
arzu ve ihtiras fırtınalarını kısa, ancak kuvvetli çizgilerle ve büyük ustalıkla gös-
termeyi başarmıştır. Eserde aşk ve ihtirasın hâkim karekteri Züleyhâ’dır. Dinî ve
ahlâkî inanışlarla Züleyhâ’nın dayanılmaz cazibesine kapılmaktan korunmaya
çalışan Yûsuf, nefse hâkimiyetin kuvvetli, fakat hayalî bir tipidir. Sanatkâr, bu
şartlar içinde zorlaşan maceraya, özellikle ifadesinin kuvvetiyle yine başarılı bir
şekilde çekicilik kazandırmada başarılı olmuştur. Hikâyenin başlarında, çok
sevdiği oğlunun acısıyla gözlerini kaybedercesine ağlayan Ya’kûb, baba şefkati-
nin çok canlı siması olarak görülmektedir. Mesnevînin tamamında güzel tas-
virler, nefis teşbih ve istiarelerle tezyin edilmiş birçok beyit ve mısra bulunmak-
tadır (Banarlı 1987: I/600).
Kemâl Paşa-zâde (öl. 940/1533)’nin aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalı-
bıyla, 897/1492-918/1512 yılları arasında yazdığı tahmin edilen Yûsuf u Züleyhâ’sı
(Demirel M. 1983, 2004), şâirin ifadesiyle 7777 beyitten müteşekkildir. Ancak üzerine
yapılan doktora çalışmasında tespit edilen beyit sayısı 7729’dur. Bir “münâcât”la
başlayan mesnevîde, sırayla üç “tevhîd”, “varlığın delilleri”, “münâcât”, “na’t”, “dört
halife’ye övgü”, “inanç ve ibadetle ilgili çeşitli nasihatler”, iki “kasîde”, “sebeb-i
te’lîf” ve “zamaneden şikâyet”, “varlığın tecellîsi”, “aşkın fazileti”, “Hz. Yûsuf’un
güzelliğine olan hayranlığı” konu alan manzumelerden sonra, asıl konuya geçil-
mektedir. Yûsuf u Züleyhâ, “eserin tamamlanmasına şükür” ve “padişaha dua”
ile bitirilmiştir. Züleyhâ merkezli oluşturulan eserde, konu ile ilgili ekseriyetle
Züleyhâ’nın dilinden farklı vezinlerle söylenmiş 23 tane de “gazel” bulunmak-
tadır. Şâir, özellikle eserinin ilk beyitlerinde söz ve şiir anlayışını açıklamış, sö-
zün az ve öz olmasının, şiirin ise bir fayda temeline dayanmasının gerekliliğini
belirterek şiirinde konu edindiği aşk anlayışını dile getirmiştir. Bu asırda Yûsuf
u Züleyhâ yazan şâirlerden olan Şerîfî (öl. 986/1578’den sonra)’nin (Kültüral 2001),
hayatı hakkında bilgi yoktur. Bu Şerîfî, Şâh-nâme mütercimi Şerîfî’den farklı bi-
ridir. Çünkü bu eser 986/1578 tarihinde yazılırken, Şâh-nâme mütercimi Şerîfî
922/1516 tarihinde vefat etmiştir. Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla
yazılan ve 1172 beyitten oluşan eser, Hamdullâh Hamdî’nin aynı adlı eserinden
istifade edilerek oluşturulmuştur. Ancak onun gibi geniş olmayıp daha derli toplu
ve kısadır. Gubârî’nin Yûsuf u Züleyhâ (Aktaş 2006; Ünlü 2005)’sının Manisa İl
Halk Kütüphanesi, nr. 1215/5’te kayıtlı bir nüshası bulunmaktadır. 980/1572-73
tarihinde yakın arkadaşı Defteremîni Mustafâ Çelebi’nin teşviki ve yönlendirme-
siyle yazılıp Sultan II. Selîm’e ithaf edilen eser, 2106 beyitten oluşmaktadır. Aru-
zun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla ve Hamdullâh Hamdî ile Mollâ Câmî’nin
aynı adlı eserlerine nazire olarak yazılmıştır. Gubârî, eserinin “sebeb-i te’lîf” bö-
lümünde, Hamdî ve Mollâ Câmî’nin eserlerinin çok uzun ve detaylı olduğunu,
kıssanın yapılan eklemelerle aslından uzaklaştırıldığını, hikâyedeki çok önemli
424 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
bazı hususların çıkartıldığını belirterek, onları eleştirmiş ve kıssayı aslına yani
Kur’ân-ı Kerîm’de anlatıldığı şekilde yazmaya gayret ettiğini belirtmiştir. Sâde ve
akıcı bir dille yazılan mesnevînin üslûbu, sanatlı değil, bilakis coşkulu, etkili ve
parlaktır. Şâirin eserinin girişinde poetikasını ihtiva eden bir bölüme yer ver-
mesi dikkat çekmektedir. Gubârî, mesnevîye uygun bulmadığı için farklı nazım
şekillerine eserinde yer vermemiştir. Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalı-
bıyla kaleme alınan Şemsî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sı, sekiz “meclis” hâlinde tertip
edilmiş, bu “meclis” aralarına ise “gazel”ler serpiştirilmiştir. Âzerî Türkçesinin
kullanıldığı eserin anlatımında Kur’ân-ı Kerîm’deki şekle bağlı kalınmış, yer yer
olayla ilgili âyetler de başlık olarak kullanılmıştır (Yazar 2011: 292).
Bu asırda işlenen aşk konulu mesnevîlerden biri de “Mihr ü Mâh”tır. Ge-
libolulu Âlî yaşadığı bir aşk macerasının etkisiyle 969/1561-62 tarihinde he-
nüz 20 yaşındayken yazdığı Mihr ü Mâh (bkz. Sabuncu 1983, 2000; İçli 2010)
mesnevîsini, Konya’da bulunan Şehzâde Selîm (II. Selîm)’e takdim etmiştir. Aru-
zun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazılan mesnevî, 1174 beyittir. Kınalı-
zâde Hasan Çelebi’ye göndermiş olduğu yazısında, ondan verdiği örnekle ilgili
ifadesinin yanlış anlaşılmasından dolayı, sadece “na’t” ve “kasîde”lerden oluşan
bir eser zannedilmiştir. Âlî’nin Künhü’l-ahbâr’da belirttiğine göre mesnevî, teli-
finden kısa bir süre sonra İranlı şâir Zeyrekî tarafından Farsçaya tercüme edi-
lerek Adana valisi Ramazân-zâde Pîrî Mehmed Paşa’ya ithaf edilmiştir. Âlî’nin
eseri dışındaki Mihr ü Mâh mesnevîleri, her ne kadar sembolik özellik taşıyor
olsalar bile, gerçek hayatla ilintili olarak anlatılmıştır. Konusu yeryüzünde ge-
çen bu mesnevîlerin şahıs kadrosuna, bazen uhrevî varlıklar olan cin ve peri de
katılmaktadır. Gelibolulu Âlî’nin eserinde ise konu, tamamen realist olup bili-
nen yeryüzünde geçmemektedir. Bu eserdeki bütün isimler de tamamen ale-
goriktir. Âlî’nin Mihr ü Mâh’ı hariç, diğer mesnevîlerdeki başkahramanlar şah
veya sultandırlar. Âlî’de ise sadece Mihr için şah olduğu belirtilirken, Mâh için
böyle bir durum söz konusu değildir. Mesnevîlerde geçen Mihr/Güneş, Farsça
yazılmış olan Mihr ü Müşterî ile anonim mensur Mihr ü Mâh’ta erkek kahra-
mana, Mâh/Ay ise kadın kahramana ad olmuştur. Manzum yazılan Cemâlî’nin
eserinde ise Mihr kadın, Mâh da erkek kahramana isim olmuştur. Hintli olan
Cemâlî’nin eserinde dişillik erillik İranlılara göre farklılık göstermektedir. Aynı
durum Türk edebiyatında yazılmış eserler için de geçerlidir. Zarîfî ve Kıyâsî’nin
Mihr ü Mâh’larında erkek kahraman Mâh, kadın kahraman ise Mihr olarak
görülmektedir. Ancak Âlî’nin eserinde, Mihr ve Mâh’ın cinsiyetleri ile ilgili net
bir bilgi yoktur. Hatta Gelibolulu Âlî’nin Mihr ü Mâh’ında, bizzat kendisinin
de ifade ettiği gibi, tasavvufî ıstılahlar bulunmaktadır. Özellikle tasavvufî bu te-
rimler eserin sembolik düzlemde incelenmesine zemin hazırlamaktadır. Bu da,
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 425
Mihr’in Allah’ın, mutlak hakikatin ve amel-i sâlihin sembolü olduğunu göste-
rir. Mâh’ın, Mihr’e ulaşmak için çektiği tüm macerası da insanın yeryüzündeki
serüveninin aynısıdır. Zerre ve Hüsûf ise, insanın nefsinin görüntüleri olarak
müşahede edilirler. Hakikaten Hüsûf, Mâh’ın nefsinin bir görüntüsüdür. Ay tu-
tulması anlamına gelen Hüsûf’un ortaya çıkması, Mâh’ın Mihr’i arayışı ve ka-
vuşması talebi ve gayretinin bir ürünüdür. Aynı durum, insanın serüveni için
de söz konusudur. Aslî vatanından ayrı düşmüş insanın arayışı, kavuşma talebi
ve gayreti sonucu gittiği yolda elbette İblis görünecektir. Çünkü İblis, Allah’tan
aldığı izin bağlamında insanın yolunda bekleyecek ve onu doğru yoldan uzak-
laştırmak için elinden geleni yapacaktır. İblis’in ortaya çıkması ve düşmanlığı da
kendiliğinden olan bir şey değildir. Tıpkı Hüsûf’un Mâh ile ortaya çıkması gibi,
o da insanın varlığı ile karşı güç olarak belirmiştir. İnsanın olmadığı bir âlemde
İblis’in insanın nefsinin bir temsili olmasına da gerek yoktur. Ayrıca mesnevînin
sembolik anlatımı çerçevesinde devir nazariyesinin de bir görüntüsü bulunmak-
tadır. Neyistândan/Ney ülkesinden ayrılan ney, için için ağlayıp kendi ülkesine
geri gitme hasretiyle yanıp tutuşmaktadır. Aynı durum insan/Mâh için de ge-
çerlidir. Mesnevînin kahramanı Mâh da asıl vatanı olan Güneş ülkesine, özlem
duymaktadır. Arapça dönmek anlamına gelen devir, iki çizgi halinde gerçekleşir.
Kavs-i nüzûl ve kavs-i uruc’un tam olarak gözlendiği Mâh, insan-ı kâmil olmak
ve Allah’ta bekâ bulmak yolunda sürekli devinim hâlindedir. Bu süreyi bir aylık
gibi bir zamanda tamamlayan ay, insan-ı kâmil’in sembolü olarak mesnevîdeki
yerini korur. Mesnevîler içinde bulunan gazellerin vezni ekseriyetle mesnevî vez-
ninden ayrıyken, Âlî’nin Mihr ü Mâh’ında aynı vezinle olması dikkat çekmek-
tedir. Kıyâsî’nin Kânûnî Sultan Süleymân’ın oğlu II. Selîm’e takdim ettiği Mihr
ü Mâh’ı (bkz. Anbarcıoğlu 1984: 1171-80; Aksoylu 2007), 1192 beyit olup aruzun
“fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır. Eser, gerek konusu gerekse konu-
nun işlenişi ve anlatılışı itibariyle, son derece sâde ve akıcıdır. Cebrî’nin Mihr ü
Mâh’ının nüshası ise şu an için kayıptır (Yazar 2011: 324).
Bu dönem aşk mesnevîlerinden biri de Gelibolulu Âlî’nin Mihr ü Vefâ’sıdır
(Aksoyak 2003). 970/1563 tarihinde aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla
Konya’da yazılıp Şehzâde Selîm (II. Selîm)’e takdim edilmiştir. Âlî 7000 beyit ol-
duğunu belirtip bazı örnekler verdiği eserinin, Kânûnî Sultan Süleymân devri
şâirlerinden Mustafâ Çelebi’nin aynı ad ve vezindeki mesnevîsinin taklidi sa-
yılmamasını ister. Eserin eksik bir nüshası Vasfi Mahir Kocatürk kitaplığında
bulunmaktadır. Bu nüsha, Vasfi Mahir Kocatürk’ün ölümünden sonra Millî
Kütüphane’ye bağışlanmıştır. 970/1562-63’te yazılmış olan Harîmî’nin Mihr
ü Vefâ’sı sekiz bin beyit civarındadır. Hâşimî’nin 948/1541 tarihinde aruzun
“mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla kaleme aldığı Mihr ü Vefâ (Ece 1996) 6511
426 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
beyitten oluşmaktadır. Mihr ile Vefâ’nın bütün olumsuzluklara rağmen vuslat
ile sonuçlanan aşkını ihtiva eden eserin, tahkiye unsurları yanında şiir yönü de
oldukça kuvvetlidir. Eserde akıcı bir üslûp, duygusal bir söyleyiş, içtimaî men-
faat endişesi, realist değerlendirmeler ve sanatlı ve güzel tasvirler müşahede edil-
mektedir. Bu dönemde kaleme alınan diğer Mihr ü Vefâ ise Mustafâ Çelebi (öl.
972/1565)’ye aittir (İsen 1994: 275).
Münîrî İbrâhîm Çelebi (öl. 927/1521), 892/1487’da Assâr’ın Mihr ü Müşterî’sini
aynı adla Türkçeye nazmen tercüme etmiştir (Akmandor 1983; Anbarcıoğlu 1984:
1168-71). Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan eser, 6011 beyit-
ten oluşmaktadır. Münîrî eserini oluştururken genellikle meâlen tercüme etmiş,
çeşitli ilâvelerde bulunarak hikâyeyi genişletmiş ve ona telifî bir hüviyet kazan-
dırmıştır. Ayrıca kahramanların ağzından 11 tane “gazel”e de yer vermiştir. Ka-
leme alınan Türkçe ikinci Mihr ü Müşterî olan eserin dili ve üslûbu, akıcı ve
sâdedir. Eser tasavvufî bir hüviyete sahiptir. Riyâzî mahlaslı Azmî Pîr Mehmed
(öl. 990/1582), Sultan II. Selîm’in emriyle Assâr’ın Mihr ü Müşterî’sini tercüme et-
meye başlamış; ancak bitiremeyince oğlu Hâletî devam etmiş ve 500 beyit ek-
lemiştir. Ancak eser tamamlanamamıştır (Yazar 2011: 323). Mîrî (öl. 1008/1599)
mahlasını kullanan Kiçi Mîr-zâde Seyyid Yahyâ Hüseyin’in Mihr ü Müşterî’si
(Arslan 2009) aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla 982/1574-1004/1595 ta-
rihleri arasında yazılmış olup 4998 beyitten oluşmaktadır. Sultan III. Murâd’a it-
haf edilen eser, Assâr’ın aynı adlı eserinin tercümesidir. Mihr ü Müşterî mesnevîsi
konu itibariyle Leylâ vü Mecnûn, Hüsrev ü Şîrîn, Yûsuf u Züleyhâ gibi Mihr ile
Müşterî arasında geçen aşkın anlatıldığı çift kahramanlı bir aşk hikâyesidir.
Ancak bu mesnevîyi diğerlerinden ayıran en temel özelliklerden birisi, kahra-
manlarının her ikisinin de erkek olması, diğeri ise işlenen aşkın mahiyetidir.
Aynen Mîrî de, Assâr gibi eserinde İlâhî aşkı işlemiştir. Bölüm başlıkları Türk-
çedir. Lokmân b. Seyyid Hüseyin (öl. 1010/1601) ile Ümmülveled-zâde olarak
tanınan Alî bin Abdülazîz (öl. 980/1572) de Mihr ü Müşterî’yi tercüme eden di-
ğer şâirlerdir (Anbarcıoğlu 1984: 1153; Yazar 2011: 323-26). Ancak bu eserler bu-
gün için kayıptır. Yine Mollâ Mâşî-zâde Fikrî Dervîş (öl. 992/1584)’in kayıp olan
Hurşîd ü Mâh (İsen 1980: 216), Hurşîd ü Nâhid (Mihr ü Nâhid) (İsen 1994: 258; Bur-
salı Mehmed Tâhir 2000: II/363) ve Behrâm u Zühre (İsen 1994: 258; Hasan Çelebi
1989: II/769) isimli mesnevîlerini de burada zikredelim.
Kim olduğu bilinmeyen Niğdeli Muhibbî’nin -Muhyî de olabilir- Gül ü Nev-
rûz’u (Delice 1995), 944/1538 tarihinde aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla
kaleme alınmış ve Kânûnî Sultan Süleymân’a sunulmuştur. Lutfî’nin Celâleddîn
Tabîb’den Çağatay Türkçesine telif hüviyeti vererek tercüme ettiği Gül ü Nev-
rûz tercümesini, Muhibbî genişleterek Osmanlı Türkçesine aktarmıştır. Gül ile
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 427
Nev-rûz arasındaki aşkı ihtiva eden alegorik bir hikâye olan eserde, çeşitli na-
zım şekilleriyle kaleme alınmış şiirler de yer almaktadır. Mu’îdî’nin de aruzun
“mef’ûlü mefâilün feûlün” kalıbıyla oluşturduğu bir Gül ü Nev-rûz’u bulunmak-
tadır (Canım 2000: 503-504).
Abdî’nin Cemşîd ü Hurşîd’i (Kuloğlu 1989), 5940 beyit olup 966/1558-59’da
Manisa’da Şehzâde Selîm (II. Selîm)’in isteği üzerine yazılmış ve ona takdim edil-
miştir. Çin Şahı Şâpûr’un oğlu Cemşîd ile Rum kayserinin kızı olan Hurşîd ara-
sındaki beşerî aşkı konu edinen eser, aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalı-
bıyla kaleme alınmıştır. İranlı şâir Selmân’ın aynı adlı mesnevîsinden mülhem
yazılan eser, hacim itibariyle iki katı olup telif mahiyetinde tercüme özelliği
göstermektedir. Abdî, eserinde şâirliğinden övgüyle bahsetmiştir. Bu asır kadın
şâirlerinden Hubbî Ayşe Kadın’ın da, aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” ka-
lıbıyla kaleme alınan ve üç bin beyitten fazla olan bir Cemşîd ü Hurşîd’i vardır
(Hasan Çelebi 1989: I/281).
Abdî’nin Gül ü Nev-rûz adıyla da anılan Nüzhet-nâme-i Abdî isimli mesnevîsi
(İnce 2008), Celâl Tabîb’in aynı adlı eserinin tercümesidir. 985/1577 tarihinde ya-
zılıp Sultan III. Murâd’a takdim edilen eser, Nevşâd ilinin padişahı Ferah’ın oğlu
Nevrûz ile Nevrûz’un rüyasında görüp âşık olduğu Ferhar ülkesinin hüküm-
darının kızı Gül arasındaki aşkı ve iki sevgilinin başından geçenleri konu edin-
mektedir. 2291 beyitten oluşan eser, aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla
yazılmıştır. Edebî ve teknik açıdan yetersiz görünen eserde, hayat ve tabiat tas-
virleri gayet sathî verilmiştir. Dil ve üslûp açısından samimî bir söyleyişin öne
çıktığı eser, hayalî ve olağanüstü olaylarla örülmüştür. Abdî’nin Niyâz-nâme-i
Sa’d u Hümâ’sı (İnce 1987; Gürani 1987; Kocatürk 1970: 362-64), aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmış olup 1074 beyitten oluşmaktadır. Eserde Isfa-
hanlı Sa’d’le Şîrâz güzellerinden Hümâ arasındaki beşerî aşk konu edinilmiştir.
Mesnevîde yer yer çeşitli nasihatler edinilmesi ve olağanüstü olaylara ve hâllere
yer verilmeyip mümkün mertebe kişi ve tabiat tasvirlerinde gerçeğe bağlı ka-
lınması dikkat çekmektedir. Ruh ve şekil bakımından bir derinlik, genişlik ve
fevkaladelik görülmeyen eserin diliyle üslûbu sâde ve tabiîdir. Nazım ve olayda
kolay ve hoş bir akış görülmektedir.
Taşlıcalı Yahyâ’nın hamsesini meydana getiren eserlerden Şâh u Gedâ (Kök-
sal 1997; Yoldaş 1993) mesnevîsi, 945/1537 yılı civarında aruzun “feilâtün mefâilün
feilün” kalıbıyla yazılmış ve Kânûnî Sultan Süleymân’a sunulmuştur. Konusu
İstanbul’da geçen ve tamamen telif olup mahallî karakterler taşıyan bu mesnevî,
platonik bir aşk hikâyesidir. Eser, seven Gedâ ile sevilen Şâh üzerine kurulmuş-
tur. Ancak diğer çift kahramanlı aşk mesnevîlerinin aksine, hem sevenin hem
de sevilenin erkek olduğu bir aşk hikâyesi olması bakımından dikkat çekicidir.
428 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Ancak bu kahramanın yani Şâh’ın hiçbir vasfı erkek cinsinin özellikleriyle ör-
tüşmemektedir. Hatta onun erkek olduğu, ancak bazı işaretler ve bu fikri teyit
eden bazı kaynaklardaki bilgilerden çıkmaktadır. Eserde İstanbul’un özellikle
de Atmeydanı (Sultanahmet Meydanı) ve Ayasofya’nın tasvirleri en dikkat çekici
bölümlerdir. Rahat, külfetsiz ve sokakta konuşulduğu gibi canlı söyleyişler, ese-
rin önemli üslûp özelliğidir. Aynı konuda Rahmî mahlasını kullanan Pîr Meh-
med Çelebi (öl. 974/1567)’nin Şâh u Gedâ’sı (Birici 2007; Polat 2005; Kocatürk 1970:
366-69), aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazılmış olup 1734 beyitten
oluşmaktadır. Kânûnî Sultan Süleymân’a sunulan eserin Hilâlî-i Çagatayî’nin
Şâh u Dervîş isimli eserinden tercüme edildiği kaynaklarda zikredilmektedir
(bkz. Hasan Çelebi 1989: I/404). Tam ve coşkun bir tasavvuf ruhu hâkim olmasa
da, yer yer İlâhî aşk duygularına rastlanan eserde, tatlı ve duygulu bir dil, sâde
ve sanatkârâne bir üslûp görülmektedir. Hilâlî-i Çagatayî ise, Taşlıcalı Yahyâ’nın
Şâh u Gedâ’sına Farsça nazire olarak Şâh u Dervîş isimli bir mesnevî yazmıştır.
Aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla kaleme alınan ve 1345 beyitten te-
şekkül eden eser, Hüseyin Baykara’nın büyük oğlu Bedîüzzamân Mîrzâ’ya su-
nulmuş olup tasavvufî bir özelliğe sahiptir (→ Fars Edebiyatında Mesnevî). Muh-
teva olarak Taşlıcalı Yahyâ’nın eserinden farklılık arzetmektedir (Yazar 2011: 349).
Hilâlî’nin Şâh u Dervîş’ini tercüme edenlerden biri de tezkire sahibi olan Beyânî
(öl. 1005/1597)’dir. Şâh u Gedâ ismi verilen eser, aruzun “feilâtün mefâilün fei-
lün” kalıbıyla oluşturulmuş ve Giray Han’a takdim edilmiştir (Yazar 2011: 350-51).
Fuzûlî’nin de nüshası bugün için kayıp olan bir Şâh u Gedâ’sı bulunmaktadır
(Sâdıkî-i Kitâbdâr 1327: 102).
Temsilî bir aşk hikâyesi olan “Şem’ ü Pervâne” konulu mesnevîleri, Lâmi’î
Çelebi, Zâtî ve bu dönem hamse sahibi şâirlerinden olan Kalkandelenli Mu’îdî
yazmıştır. Zâtî’nin 944/1534’te tamamladığı Şem’ ü Pervâne (Armutlu 1998,
2011), 3937 beyit olup aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmıştır.
Ehlî-i Şîrâzî’nin aynı adlı eserinden ilham alınarak yazılan eserin konusu tama-
men hayalidir. Rum ülkesinin padişahı Jâle’nin oğlu Pervâne ile Çin hüküm-
darı Fağfur’un kızı Şem’ arasındaki aşkı ve iki kahramanın başından geçenleri
konu edinen eser, aynı isimdeki diğer eserlerin aksine mutlu son ile bitmekte-
dir. Tamamıyla maddî aşkın işlendiği eser, bu yönüyle hem Türk ve Fars edebi-
yatlarında yazılan Şem’ ü Pervâne mesnevîlerinden ayrılmakta hem de türünün
orijinal hüviyete sahip eseri sayılmaktadır. Eserde, “mesnevî” nazım şeklinin ya-
nında 4 “kasîde”, 23 “gazel” ve 1 “murabba”a da yer verilmiştir. Lâmi’î Çelebi’nin
929/1522 tarihinde yazarak Kânûnî Sultan Süleymân’a sunduğu Şem’ ü Pervâne
(Köse 1997; Armutlu 2011), tasavvufî ve alegorik bir aşk hikâyesidir. İlâhî aşkın
konu edinildiği eser, Ehlî-i Şîrâzî’nin aynı addaki eserinden ilhamla yazılmış,
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 429
ancak şâir tarafından yapılan birçok ilâveyle genişletilmiştir. Aruzun “feilâtün
mefâilün feilün” kalıbıyla yazılan eserde, bir sûfînin tasavvuf yolunda karşılaşa-
cağı güçlükler sembollerle anlatılmıştır. Hatta Lâmi’î, diğer Şem’ü Pervenelerde
yer almayan sembollere eserinde yer vererek zengin bir kadro oluşturmuştur.
İlâve ettiği bu sembollere farklı misyonlar yükleyen şâir, diğer mesnevîlerde ol-
mayan metin halkaları ve vak’a birimleri ortaya koymuş, böylece sanatçı kişili-
ğini göstermeyi başarmıştır. “Giriş” ve “hâtime” bölümlerinin tamamen orijinal
olduğu eserde, “konunun işlendiği bölüm”de Lâmi’î, yeni olaylar eklemek, bazı
olayları çıkarmak, bazı olayları kısaltmak veya uzatmak gibi tasarruflarda bulun-
muştur. Diğer Şem’ ü Pervânelerde açıkça görülmeyen ve yer almayan tasavvufî
söylemler ile motifler, Lâmi’î’nin eserinde net bir şekilde müşahede edilmekte-
dir. Mu’îdî’nin iki üç haftada tamamladığı ve Âyet-i Aşk adını verdiği eseri (Ar-
mutlu 2011) yaklaşık 1500 beyit olup aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla
kaleme alınmıştır. Mu’îdî, eserini kaleme alırken, onu yorumlayıp ona derinlik
kazandıramadığı gibi, kendince oluşturamadığı sembol kadroya da farklı mis-
yonlar yükleyememiş, böylece olay örgüsünü şâirlik yeteneği ile yönlendireme-
miştir. Dolayısıyla eserine kendinden bir şey katamayan şâir, bu konuda daha
önce anlatılanları, sunulanları ve oluşturulan kadroları aynen benimsemiştir.
Bu dönemde yazılan temsilî aşk mesnevîlerinden olan Vücûdî’nin Hayâl
u Yâr’inde (Aydemir 2007) tek bir olay örgüsü bulunmakta ve Hayâl’in etrafında
gerçekleşmektedir. Hayâl gaipten gelen sese kulak vererek rüyasında âşık olur,
Yâr’e ulaşmak için seyahate çıkar. Seyahatinde başına gelenlere sabreder, Pîr-i
Akl’ın yol göstericiliği ile de Yâr’e ulaşır. Başlangıcı ve bitişi olan bir zaman bu-
lunmayan mesnevîde, tasvirler önemli bir yer tutmaktadır. Bu tasvirlerde şâirin
başarılı olduğu görülmektedir. Sâde ve anlaşılır bir dilin kullanıldığı mesnevîde,
klâsik mesnevî kompozisyonuna uyulmakla birlikte diğer mesnevîlerde karşıla-
şılmayan hikâye dışındaki bir bölüm dikkat çekmektedir. Şâir burada, daha çok
kendi hayatı ve şiir görüşüne dair bilgiler vermiştir. 1010 beyit tutan bölümde
zaman zaman hikâyeye atıfta bulunulmuştur. Baştan sona aruzun “feilâtün
mefâilün feilün” kalıbıyla yazılan ve Sultan III. Murâd’a takdim edilen eser, 3482
beyitten oluşmaktadır. Bu dönemde yazılan temsilî aşk mesnevîlerinden biri de
Yenipazarlı Vâlî’nin Hüsn ü Dil’idir (Köksal 2003, 1996). Baştan sona mesnevî
nazım şekliyle ve aruzun “mef’ûlü mefâilün feûlün” kalıbıyla yazılan eser, 3562
beyitten ibarettir. Ayrıca eserde tamamen Farsça yazılan 64 bölüm ve konu baş-
lıkları da kendi arasında kafiyeli beyitler hâlinde olup “feilâtün mefâilün feilün”
kalıbındadır. Fettâhî-i Nişâbûrî’nin aynı adlı eserinin tercümesi olan mesnevîde,
Yunan ülkesinin padişahı Akl’ın oğlu Dil ile Maşrık ilinin Aşk isimli sultanının
kızı Hüsn arasındaki aşk anlatılmıştır. Tam metin ve manzum olarak Türkçeye
430 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
çevrilen ilk Hüsn ü Dil’dir. Eserin dikkat çeken yönlerinden biri sosyal ha-
yata dair izlerin yer alması, diğeri ise Ahi Evren’den bahsetmesidir. Hüsn ü Dil
mesnevîsinin dikkat çeken bir yanı da şekil bakımından, nazım şekli olarak bir
mesnevîde bulunması gereken bütün bölümleri ve özellikleri ihtiva etmesidir.
Köksal’ın çalışması Boşnakçaya da çevrilmiştir (bkz. Kadriç 2009).
Bu asırda işlenen aşk konulu mesnevîlerden biri de “Vâmık u Azrâ”dır.
Lâmi’î Çelebi’nin Vâmık u Azrâ’sı (Ayan 1998), Unsurî’nin aynı adlı eserinin,
Kânûnî Sultan Süleymân’ın arzusu ve Kazasker Kadirî Çelebi’nin teşvikiyle altı
ayda tercüme edilmesiyle vücuda gelmiştir. Behiştî’nin eserinin de etkisinin gö-
rüldüğü eser oluşturulurken, Unsurî’den hikâyenin çerçevesi alınmış, kahraman-
ların adları değiştirilmiş, hikâyeye yeni olaylar, yeni motifler, yerli unsurlarla
masal motifleri eklenmiş, böylece esere telifî bir hüviyet kazandırılmıştır. Aru-
zun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan eser, 5879 beyit olup, Çin fağfuru
Taymus’un oğlu Vâmık ile Gazne sultanının kızı Azrâ arasındaki beşeri aşkı ih-
tiva etmektedir. Her ne kadar beşerî aşkı tasavvufî aşka yöneltme çabaları görülse
de, bunda başarılı olunamamıştır. Bu dönem şâirlerinden Câmi’î’nin Mahabbet-
nâme ismini verdiği Vâmık u Azrâ’sı (Ece 2002; Harmancı 2003), 5240 beyit olup
Sinân Paşa’nın isteği üzerine aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla kaleme
alınmıştır. İçinde kahramanların ağzından söylenmiş 5 “gazel” ile Kânûnî Sultan
Süleymân övgüsünde söylenmiş bir “kasîde” bulunmaktadır. Unsurî’nin aynı adlı
eserinden hareketle oluşturulmuştur. Ancak Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîn’inin, konu
özellikle de dil ve üslûp özelliklerinin Mahabbet-nâme’de açıkça etkisi hissedil-
mektedir. Bedî’î mahlasını kullanan Priştineli Mustafâ Emînî (öl. 977/1569)’ye
atfedilen Mihr ü Vefâ’nın aslında Varka vü Gülşâh (Yıldız 2009) olduğu tespit edil-
miştir. 955/1548-973/1566 yılları arasında aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün”
kalıbıyla kaleme alınan eser, 6712 beyitten oluşmaktadır. Arap yarımadasında
Benî Şeybe kabilesinin hatırı sayılır kişilerinden olan Hümâm ve Hilâl’in çocuk-
ları Varka ile Gülşâh arasındaki aşkı ihtiva eden mesnevî, Ayyûkî’nin aynı adlı
eserinden hareketle ve genişletilerek oluşturulmuştur. Eser, yer yer dinî motif-
ler barındırmakla birlikte beşerî bir aşk hikâyesidir. Kalkandelenli Mu’îdî (Âşık
Çelebi 1994: I/434), Hevâ’î-i Bursevî (Bursalı Mehmed Tâhir 2000: II/488) ve Hasan
Ziyâ’î (öl. 992/1584)’nin Varka vü Gülşâh (Gürgendereli 2002a: 12) mesnevîlerinin
nüshaları ise kayıptır.
Bihiştî’nin Cemşâh u Alemşâh’ı (Dindar 1999), aruzun “feilâtün mefâilün fe-
ilün” kalıbıyla yazılmış olup yaklaşık 2500 beyitten oluşur. Cemşâh ile Alemşâh
arasındaki aşkı işleyen eser, orijinal oluşuyla dikkat çekmektedir. Eserde mahallî
unsurların yanında, çokça av ve avcılıkla ilgili benzetmelere yer verilmiştir.
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 431
Lâmi’î Çelebi’nin Salâmân u Absâl’ı (Uludağ 1997, 1997a), Abdurrahmân-ı
Câmî’nin aynı adlı eserinden tercüme olup 1903 beyitten oluşmaktadır. Yavuz
Sultan Selîm’e takdim edilen eser, Şerefü’l-insân’da belirtildiğine göre, Şem’ ü
Pervâne’den önce Maktel-i İmâm Hüseyn’den sonra kaleme alınmıştır. Lâmi’î,
mesnevîsini yazarken bazı eklemelerde bulunarak tercüme-telif karışımı bir
eser meydana getirmiştir. Lâmi’î, çok sayıda zengin ve parlak tasvirlerle donat-
tığı eserine yer yer aşka, kadına, evlenmeye, isim ve karakter arasındaki müna-
sebete dair görüşlerini ilave etmiş, ayrıca konunun akışı içinde değişik nazım
şekilleriyle yazılmış şiirler de eklemiştir. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalı-
bıyla yazılan eserde, canlı ve akıcı bir dil kullanılmıştır. Lâmi’î’nin eserinin so-
nunda, hikâyede anlatılanlardan ne kastettiğini açıklaması dikkat çekmektedir.
Özellikle Salâmân’ın Absâl’ın ölümü üzerine söylemiş olduğu “mersiye”, ifade-
sindeki ve üslûbundaki samimîlik yönüyle dikkat çekmektedir. Görünüşte bir
efsane olan bu şiire felsefî ve tasavvufî bir mânâ verilmiştir. Bu mânâ ise, ruhun
vücudun hâkimiyetinden nasıl kurtulabileceğini göstermektedir. Hikâyede yer
alan padişah “akl-ı evvel”i, hakîm “feyz-i bâlâ”yı, Salâmân “ruh”u, Absâl “şeh-
vete tapan beden”i, Salâmanla Absalın geçtiği deniz “hayvanî şehvetler ile nefsanî
lezzetler”i, ateş “maddî varlığı yakıp kül etmek için girilen riyazet”i, zühre ise
“ilâhî ve ebedî güzelliğin sembolü”nü temsil etmektedir.
Lâmi’î Çelebi’nin Veyse vü Râmîn (Kavukçu 1994) isimli mesnevîsi, Fahreddîn-i
Gürgânî’nin aynı adlı eserinden 933/1527-938/1532 tarihleri arasında serbest bir
şekilde tercüme edilmiş ve tasavvufî bir mânâ yüklenerek farklı bir tarzda ka-
leme alınmıştır. Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla kaleme alınan ve
3091 beyitten oluşan eser, Horasan padişahının oğlu Râmîn ile Veyse arasındaki
aşkı ihtiva etmektedir. Eserde özellikle Râmîn’in aşkı uğruna katlandığı sıkıntı ve
belalar konu edilmiştir. Ana teması aşk ve macera olmakla birlikte edebî zevke
hitap eden sanatlı bir üslûba sahiptir. Eserde, anlatılan maceraların sonunda
genellikle tasavvufî bazı terimlerin açıklandığı müşahede edilmektedir. Ârifî-i
Herevî’nin Farsça Hâl-nâme isimli eserinden Türkçeye Lâmi’î Çelebi tarafından
genişletilerek ve yeni unsurlar eklenerek tercüme edilen Gûy u Çevgân (Tezcan
1978, 1994; Tekin 2002) 1029 beyitten oluşmaktadır. Aruzun “mef’ûlü mefâilün
feûlün” kalıbının kullanıldığı eserde Kânûnî Sultan Süleymân övgüsünde bir
kasîde de yer almaktadır. Tasavvufî bir hüviyete sahip olan eser, çeşitli temsil-
lerle oluşturulmuş bir aşk hikâyesidir. Canlı ve akıcı bir üslûba sahiptir.
Bu asrın önemli aşk mesnevîlerinden olan Kara Fazlî’nin Gül ü Bülbül’ü
(Öztekin 2002; Zavotçu 1995), Şehzâde Mustafâ adına 960/1552 tarihinde aruzun
“feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazılmıştır. 2444 beyit olan Gül ü Bülbül, ruh
ve gönül diyaloğunu hem beşerî hem de tasavvufî yönden ele alan alegorik bir
432 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
mesnevîdir. İnsan vücudunun maddî ve manevî özelliklerini canlandıran ale-
gorlar üzerine kurulmuş olan eserde; “insan vücudu” gül bahçesine, “ruh” güle,
“gönül” bülbüle, “hırs” yaza, “nefsanî arzulardan vücudun zarar görmesi” son-
bahar ve kışa, “basiret” nergise, “tevazu” menekşeye, “kıskançlık” sümbüle,
“aşk” lâleye, “doğruluk” serviye, “kin” dikene benzetilmiş; “ruh ve gönülün” hırs,
kin, kıskançlık ve gazapla mücadelesi duygusal bir anlatımla hikâye edilmiştir.
Bu mücadele sonunda, ruh ve gönül nefsanî aşırılıkları yenmişlerdir. Lirik bir
tarzda kaleme alınan mesnevî, konu ve üslûbunun orijinalliği ile Türk edebi-
yatının seçkin eserleri arasında yer almaktadır. İznikli Bekâ’î’nin (Zavotçu 1997:
I/65-71; Gökdeniz 1988) de 973/1565’te yazdığı aynı isimli mesnevîsi bulunmak-
tadır. Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan eser, 934 beyitten
oluşmaktadır. Mesnevîde anlaşılması kolay, sâde ve basit bir dil kullanılmıştır.
Gazâyî mahlasını kullanan Gâzî Girây Han (öl. 1016/1607)’ın da Gül ü Bülbül
isimli bir mesnevîsi bulunmaktadır (Erdemir 1999: 178).
Nutkî’nin âşık ile maşûkun hangi şartlara sahip olması gerektiğini ihtiva
eden Kânûn-ı Mahabbet (Karavelioğlu vd. 2011) isimli mesnevîsi, konusu ve işle-
nişi yönünden dikkat çeken orijinal bir eserdir. 595 beyitten oluşan mesnevî, aru-
zun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmıştır. Didaktik yönü ağır basan
ve öğretici bir gaye güdülen Kânûn-ı Mahabbet, tasannudan uzak ve lirizmden
hayli yoksun bir manzume olup, sâde ve akıcı bir dile sahiptir. Mesnevîde âşıka
ve maşûka ait şartlar ayrı ayrı dile getirilmiştir. Buna göre âşıka ait olan şartlar
şunlardır: Âşığın kalbinde aşkın olması ve akabinde sevgiliye talip olması; sev-
gilinin sevdiği şeyin âşığın katında muteber olması; âşığın aşkında sadık olması,
sevgilinin de hercayi olmayıp herkese meyletmemesi; sevgilinin sureti ile bütün
bir heyetinin âşığın indinde makbul olması; hem sevgilinin yakınlarının hem de
her zaman beraber olduğu her şeyin âşık için de beğenilip kabul edilmesi ve kı-
nanmaktan çekinmemek. Maşûka ait şartlar ise şu başlıklarda toplanmıştır: Sev-
gilinin güzel ve ahlâklı olması; maşukun kılı kırk yararak taklitçilerden ve müna-
fıklardan kaçınması; sadık olup insiyatifi elden bırakmaması; âşığın, sevgilisinin
elini öpmek istemesi hâlinde sevgilinin buna izin vermesi; kolunu öpmeyi arzu
etmesi hâlinde de yine bunun için müsait bulunması; güzellerin kusurlarını ayıp-
lamanın mânâsız oluşu; sevgilinin âşığa merhamet etmesi ve her an yaralamaması.
Fütûhî, aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla kaleme aldığı 20 be-
yitlik isimsiz kısa mesnevîsinde aşk ile ilgili düşüncelerine yer vermiştir (Ünlü
2008:151-53). Derzi-zâde Ulvî’nin ise, aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” ka-
lıbıyla yazdığı aşk ile ilgili 37 beyitlik isimsiz kısa bir mesnevîsi bulunmakta-
dır (Ünlü 2008: 369-70). Lâmi’î Çelebi’nin ise güzelin uzuvlarını tavsif ettiği bir
mesnevîsi vardır (Eğri 2001: 40).
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 433
Tarihî-Destanî-Menkabevî Mesnevîler
Bu tip eserleri üç grupta incelemek mümkündür. Bunlardan birinci grubu
İskender ve Behrâm-ı Gûr gibi tarihî şahsiyetlere ve olaylara dayanmakla bir-
likte, tarihle ilgili olmaktan çıkarak destanî-efsanevî bir hikâye hâline bürünen
mesnevîler; ikinci grubu İslâm ve tasavvuf büyüklerinin hayatlarını, din uğrun-
daki savaş ve mücadelelerini, keramet ve büyüklüklerini konu edinen eserler;
üçüncü grubu ise, manzum Osmanlı tarihi ile Osmanlı tarihine dayanan man-
zum gazavât-nâmeler oluşturmaktadır.
Karamanlı Figânî’den bahseden eski kaynaklar onun İskender-nâme yaz-
dığını belirtmişlerdir (İsen 1994: 162; İsen 1990: 176; Canım 2000: 437). Kâtib Çelebi
ise, aruzun “feûlün feûlün feûlün feûl” vezninde başları Farsça sonları Türkçe
olan bir İskender-nâme kaleme aldığını kaydetmektedir (trhs.: II/86). Ancak bu
eser bugün için kayıptır (Levend 1988: 136; 1989b: 106).
Bu dönemde Heft Peyker mesnevîsini yazanlardan Lâmi’î Çelebi (öl.
937/1531)’nin eseri hakkında eski kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Âşık Çelebi
(1994: I/383) ve Kâtib Çelebi (trhs.: II/2045) bu eserin eksik kaldığını, kendisi ve-
fat ettikten sonra damadı Rûşenî-zâde tarafından tamamlandığını ifade ederler.
Lâmi’î’nin Heft Peyker’inin bir nüshası Millet (Ali Emîrî) Kütüphanesi’nde bulu-
nan külliyatı içerisinde, diğer bir nüshası ise Chester Beatty Kütüphanesi’nde bu-
lunmaktadır (Kut 1976: 88). Abdî’nin Heft Peyker’i (Güzelova 2006, 2006a) Nizâmî-i
Gencevî’nin aynı adlı eserinden hareketle ve genişletilerek oluşturulmuştur. Bazı
beyitlerin bire bir tercüme edildiği de müşahede edilmektedir. 957/1550-51 ta-
rihinde aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazılan mesnevî, Sultan II.
Selîm’e şehzâdeliği sırasında takdim edilmiştir. Metin içindeki başlıkların ta-
mamı Farsça olup aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmış ve aa ba
ca… şeklinde kafiyelenmiştir. 6400 beyitten oluşan ve baştan sona mesnevî na-
zım şeklinin kullanıldığı eserin bilinen tek nüshası Dublin Chester Beatty Kü-
tüphanesi (Meredith Owens, nr. 12 [CBL T.505])’nde bulunmaktadır.
Kâtib Çelebi, Hâtifî’nin Heft Peyker’e cevap olarak yazdığı Heft Manzar
isimli sağlam ve edebî bir eseri olduğunu belirtmiştir (trhs.: II/2045). Bursalı
Mehmed Tâhir ise, Ramazân-ı Trabzonî (öl. 938/1531-32)’nin Heft Peyker’i ol-
duğunu kaydetmektedir (2000: II/304). Figânî (Levend 1988: 136; 1989b: 106) ve
Mu’îdî (Latîfî 2000: 504) de Heft Peyker yazan şâirlerdendir.
Tarihî, destanî, menkabevî mesnevîlerin ikinci grubunu İslâm ve tasav-
vuf büyüklerinin hayatlarını, din uğrundaki savaş ve mücadelelerini, keramet
ve büyüklüklerini konu edinen eserler oluşturmaktadır. Lokmânî Dede (öl.
925/1519)’nin Menâkıb-ı Mevlânâ (Ersoylu 2001)’sı bu tip eserlerdendir. Mevlânâ
434 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Celâleddîn-i Rûmî’nin hayatının anlatıldığı eser, 4428 beyit olup aruzun “feilâtün
mefâilün feilün” kalıbıyla yazılmıştır. Mevlevî tarikatının bir mensubu olarak
Konya’da Mevlânâ türbedarı iken, rüyasında Mevlânâ’ya ait bir menkabe kitabı
yazmayı arzuladığını gören Lokmânî Dede, uyanınca Mesnevî-i Ma’nevî’den
“tefe’ül ederek”, gördüğü rüyayı bir “manevî işaret” saymış ve eserini Sultan
II. Bâyezîd adına kaleme alınmıştır. Eser, Mevlevîliğin Farsça iki temel kitabı
olan Sipehsâlâr’ın Risâle-i Sipehsâlâr be-Menâkıb-ı Hudâvendgâr’ı ile Eflâkî’nin
Menâkıbu’l-ârifîn’inden hareketle oluşturulmuştur. Kemâl mahlasını kullanan
Ahmed Dede’nin de bir Mevlânâ menakıbı bulunmaktadır. Aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbının kullanıldığı Menâkıb-ı Celîle-i Hudâvendigârî oluştu-
rulurken Eflâkî Dede’nin Menâkıbu’l-ârifîn’inden istifade edilmiştir (Genç 2000:
442-44). Şemseddîn-i Sivasî’nin, İmâm-ı A’zam’ın hayatı ve menkabelerini ba-
zen zayıf hadîslerle destekleyerek oluşturduğu Menâkıb-ı İmâm-ı A’zam (Eli-
açık 1997)’ı, 1001/1593 tarihinde aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla
yazılmış olup 2956 beyitten meydana gelmektedir. Eserde, kaza ve kader, kıya-
met ve âhiret, mizan ve sırat gibi konulara da yer verilmiştir. Dönemin fakih-
lerinin eleştirildiği didaktik hüviyetteki eserde, sâde ve basit bir dil kullanılmış-
tır. Hasan Ziyâ’î’nin Şeyh Abdürrezzâk’ın hikâyesinin anlatıldığı Şeyh-i San’ân
Mesnevîsi (Gürgendereli 2007; Kanar 2011d), 991/1583 tarihinde aruzun “feilâtün
feilâtün feilün” kalıbıyla yazılmış olup 1725 beyitten oluşmaktadır. Daha önce
Attâr-ı Nîşâbûrî, Gülşehrî ve Alî Şîr Nevâyî’nin mesnevîleri içerisinde küçük
birer bölüm olarak yer alan hikâye, Ziyâ’î tarafından şekil ve muhteva özellik-
leri bakımından tam bir mesnevî olarak kaleme alınmıştır. Ziyâ’î, her ne kadar
mesnevîde konu olarak Attâr’ın Mantıku’t-tayr’ına sadık kalsa da, hikâyede bazı
değişiklikler ve eklemeler yapmıştır. Bu durum özellikle hikâyenin sonuç bölü-
münde kendisini göstermektedir. Attâr, Gülşehrî ve Nevâyî’nin eserlerinde Hı-
ristiyan güzeli şeyhe kavuştuğu an Müslüman olup ölürken, Ziyâ’î’nin eserinde
ise hemen ölmez. Şeyh ile beraber Ka’be’ye gelen kız, günlerini dua ve ibadetlerle
geçirdikten sonra ölür. Konunun işlendiği bölümde şeyhin ve Hıristiyan kızın
ağzından söylenmiş 5 “gazel”, “giriş” ve “sonuç” bölümlerinde ise ikişer beyitlik
birer “kıt’a” yer almaktadır. Sâde bir dille yazılan eserde, birçok deyim ve atasö-
zünün kullanılması dikkat çekmektedir. Tasavvufî bir hüviyete sahip olan ese-
rin ana düşüncesini, aşkın insanın gönlünde olduğu fikri oluşturmaktadır. Bu
tip mesnevîlerden biri de Lâmi’î Çelebi tarafından kaleme alınan İbrâhîm bin
Edhem’in menkabelerini ihtiva eden ve nüshası bugün için kayıp olan Kıssa-i
Edhem ü Hümâ’dır (Bursalı Mehmed Tahir 2000: II/493). Fakîrî’nin Ashâb-ı Kehf’in
menkabesine yer verdiği, Ashâb-ı Kehf mesnevîsi 518 beyit olup aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilün” ve “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıplarıyla yazılmıştır. Sâde bir
dille yazılan eserde birçok vezin kusuru görülmektedir (Yekbaş 2012a: 82-92).
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 435
Tarihî, destanî, menkabevî mesnevîlerin üçüncü grubunu manzum Os-
manlı tarihi ile Osmanlı tarihine dayanan manzum gazavât-nâmeler oluştur-
maktadır. Gubârî, bizzat Kânûnî Sultan Süleymân’ın emriyle 959/1551’de Farsça
ve altmış bin beyit civarında Şâh-nâme ismiyle manzum bir Osmanlı tarihi yaz-
mıştır. Süleymân-nâme adıyla da bilinen eserde, Yavuz Sultan Selîm’in İran ve
Mısır seferleriyle Kânûnî Sultan Süleymân’ın saltanatının ilk yıllarına ait olay-
lar anlatılmıştır. Firdevsî’nin Şâh-nâme’sinin özelliklerini taşıdığı için ona na-
zire olarak yazıldığı belirtilmektedir. Nitekim eserin 5a varağındaki “dîbâce-i
nesr-i Firdevsî” kaydı da bunu teyit etmektedir. Eserde Kânûnî’nin medhinde
birçok şiir de yer almaktadır (Parmaksızoğlu 1950). Hadîdî’nin 930/1523-24 yı-
lında aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla kaleme aldığı Tevârîh-i Âl-i
Osmân’ı (Öztürk 1991) umumî Osmanlı hanedanı tarihidir. 698/1299-929/1523
yıllarını ihtiva eden eserde, Osmanlı para tarihi ile Rumeli’de gerçekleştirilen
fetihlere dair orijinal bilgilere yer verilmiştir. Hadîdî, 6646 beyitten oluşan ese-
rinde, kendi döneminden önce gerçekleşen olayları daha önce yazılan Osmanlı
tarihlerinden yararlanarak kaleme almıştır.
Şükrî-i Bitlisî’nin Fütûhatü’s-selîmiyye yahut Fütûhât-ı Selîm Han isimleriyle
de anılan Selîm-nâme’si (Argunşah 1997, 1986) 5825 beyit olup aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır. Eserde Yavuz Sultan Selîm’in 895/1490-
926/1520 yılları arasındaki hayatı teferruatlı olarak anlatılmıştır. Estetik olarak
üstün bir hüviyete sahip olmayan eser, kuvvetini, anlattığı gerçek olayların bü-
yüklüğünden ve canlılığından almaktadır. Amacı tarihî vak’aları anlatmak olan
şâir, bu eserinde zaman zaman tabiat tasvirlerine yönelmiş ve Türk coğrafya-
sından güzel manzaralar sunmuştur. Eser tarihî önemini, hem Yavuz Sultan
Selîm’i çok iyi tanıyıp bizzat onunla seferlere katılan bir tarihçinin kaleminden
çıkması hem de uzun süre sultanın maiyetinde bulunup onunla seferlere katı-
lan ve bu seferleri Şükrî’ye nakleden Şehsüvaroğlu Alî ve Koçi Bey’in himaye
ve destekleri vesilesiyle oluşmasından dolayı kazanmıştır. Eserde yer yer Türk
ananelerine ait bir takım izler görülmektedir. Ayrıca eserde, ahlâkî ve içtimaî
birçok konuya da yer verilmiştir.
Bahârî’nin Üngürüs Fetih-nâmesi, 932/1526’daki Macaristan Seferi’ni tas-
vir eden üç yüz beyti aşkın bir manzumedir. Eyyûbî’nin 1495 beyitten müte-
şekkil olan Menâkıb-ı Sultân Süleymân (Akkuş 1991)’ı, Kânûnî’nin Belgrat, Ro-
dos, Budin gibi seferleri hakkında özlü bilgiler vermektedir. Aruzun “mefâîlün
mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan eser, özellikle Kânûnî dönemindeki âdet ve
gelenekler, mimarîde kullanılan araç ve gereçler, İstanbul’un suya kavuşturul-
ması ve bu esnada yapılan çeşmeler ile inşaatların yapımında çalışan usta ve
amelelerin birbirleriyle olan münasebetleri hakkında orijinal bilgiler vermesi
436 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
bakımından ayrıca dikkat çekicidir. Sâde ve basit bir dille kaleme alınan eserde,
yer yer canlı ve güzel tasvirlere yer verilmiştir.
Gubârî’nin 904/1499-918/1512 yılları arasında yazdığı tahmin edilen
Gazavât-nâme-i Midilli (Özkan Ö. 2010), Sultan II. Bâyezîd döneminde Türk-
lerin hakimiyetinde bulunan Midilli Adası’nın düşman güçleri tarafından fet-
hedilmesi için gerçekleştirdikleri saldırıyı ihtiva etmektedir. Aruzun “mefâîlün
mefâîlün feûlün” kalıbıyla kaleme alınan ve 1428 beyitten oluşan eserde, sadece
deniz savaşlarına yer verilmiştir. Fütûhî Hüseyin Çelebi’nin Enîsü’l-guzzât (Ay-
demir 2006) isimli mesnevîsi, Kânûnî Sultan Süleymân’ın 932/1526’daki Macaris-
tan Seferi’ne dairdir. Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan eser,
1287 beyitten oluşmaktadır. İçersinde beş tane “kasîde”nin de yer aldığı metin,
kalıcı bir eser bırakmak için kaleme alınmıştır. Hâkî Efendi’nin Niğde kadısı
iken Kânûnî’nin emriyle yazmış olduğu Süleymân-nâme, altı bin beyit civarında
olup Erivan ve Nahcıvan seferlerini ihtiva etmektedir. Şuurlu bir Türkçecilik ru-
huna sahip olan Mahremî, aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla kaleme
aldığı ve 6681 beyitten oluşan Şâh-nâme (Aynur 1993)’sinde, 917/1511-926/1520
tarihleri arasındaki olayları işlemektedir. Sultan II. Bâyezîd’in tahttan çekilme ar-
zusuyla konuya giren Mahremî, eserinde esas olarak Yavuz Sultan Selîm’in Şâh
İsmâ’îl ile olan mücadelesini, Doğu Anadolu’nun Osmanlı topraklarına katılma-
sını ve Yavuz Sultan Selîm’in Mısır’ı fethetmesini anlatmaktadır. Kânûnî Sultan
Süleymân’ın Belgrat ve Rodos seferlerini anlattığı ikinci kısımda, asıl anlattığı
konunun İran ve Arabistan’ın fethi olduğunu dillendirmiştir. Mesnevîde bun-
ların dışında Macarlarla yapılan savaşlar, Tatar Hanı Mengli Giray ve Rus Kra-
lıyla olan ilişkiler, Dülkadiroğlu Alâüddevle’yle yapılan savaş ve öldürülmesi, ilk
Celâlî isyanı hakkında da bilgi verilmiştir. Eserde tarihî olayların dışında, ko-
nunun akışına göre İstanbul yangını, padişahın İskenderiye’de donanmayı de-
netlemeye gitmesi, Amasya, Manisa, Edirne şehirleri ile fethedilen bazı kalele-
rin tasvir edildiği de görülmektedir. Ayrıca şâir, tarihî olayların yanında devrin
inancını, ahlâk anlayışını ve dünya görüşüne de yer vermiştir. Eserin dili za-
man zaman akıcı ve sâde olmakla birlikte, seçilen ilginç ve kullanımı az olan
bazı kelimeler ve imajlar vesilesiyle ağırlaşmaktadır. Baştan sona mesnevî na-
zım şeklinin kullanıldığı eserde, her ne kadar bölüm başlıkları için boşluk bı-
rakılsa da, başlık yazılmaması dikkat çekmektedir. Anlatılan tarihî olaylardan
sonra tarih düşürülmesi eserin önemli yanlarındandır. Mahremî, eserini oluş-
tururken Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîn’inden çeşitli iktibaslarda bulunurken, İbn-i
Kemâl’in 8. ve 9. Defterlerinden de istifade etmiştir.
Merâhî’nin Fetih-nâme-i Sefer-i Sigetvar’ı, Kânûnî Sultan Süleymân’ın
974/1566 yılında gerçekleştirdiği son seferi olan Zigetvar’ı konu edinmektedir
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 437
(Babinger 1992: 75). Âsafî Dal Mehmed Çelebi’nin Şecâ’at-nâme (Özcan 2006; Eroğlu
2009; Eravcı 2009)’si ise, Özdemiroğlu Osmân Paşa’nın 986/1578-993/1585 tarih-
leri arasında İran’a yaptığı seferler ile savaşlarını ihtiva etmektedir. Bizzat bu sa-
vaşların içinde bulunan, zaman zaman kumandanlık yapan ve fethedilen yer-
lerin kaydını tutan Âsafî’nin tamamen gözlemlerine dayanan bu eser, orijinal
bir tarih kaynağı olduğu kadar, minyatürleriyle de devrin sefer hallerini ve psi-
kolojisini tasvir etmektedir. 995/1587 tarihinde Sultan III. Murâd’ın isteği üze-
rine aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan eser, 6982 beyitten oluş-
maktadır. Yetîm Alî Çelebi, kendisinin de katıldığı Oruç Reîs’in deniz seferlerini
aruzun “müfteilün müfteilün fâilün” kalıbıyla kaleme almıştır (İsen 1990: 486).
Hasan Çelebi, Kaptan Piyâle Paşa’nın ölümü üzerine 2000 beyti yazılan eserin ta-
mamlanamadığını kaydetmektedir (1989: II/1075). Nihâlî’nin ise aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme aldığı Fütûhât-ı Yemen isimli bir mesnevîsi bu-
lunmaktadır. Şâh-nâmeci Fethullâh Çelebi olarak tanınan Ârif Çelebi, aruzun
“feûlün feûlün feûlün feûl” kalıbıyla Osmanlı tarihini muhtevî 100.000 beyit-
lik bir Şâh-nâme kaleme almıştır (Solmaz 2005: 412-14). Yine Ârif Çelebi, Vezir
Süleymân Paşa’nın Hint seferini 2000 beyitle nazma çekmiştir (İpekten vd. 1988: 40).
Bu dönemde Firdevsî’nin meşhur mesnevîsi Şâh-nâme’nin de Türkçeye ter-
cüme edildiği görülmektedir. Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan Diyar-
bakırlı Şerîfî, Şâh-nâme’yi (Kültüral vd. 1999), memleketinde tahsilini tamamla-
yarak geldiği İstanbul’dan, daha sonra gittiği Mısır’da Türkçeye tercüme ederek
Sultan Kansu Gavrî’ye takdim etmiştir. Eserin birinci cildinde 37, ikinci cil-
dinde 24 olmak üzere toplam 61 minyatür bulunmaktadır. Aruzun “mefâîlün
mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan eser, 56.506 beyitten oluşmaktadır. İkinci
ciltte, Şerîfî tarafından ilave edilen mensur bir kısım bulunmaktadır. Burada
Firdevsî’nin Gazneli Sultan Mahmûd’la ve maiyetindeki şâir ve sanatkârlarla ta-
nışması, eseri yazmaya başlaması, eseri tamamladıktan sonra caize meselesin-
den dolayı Sultan Mahmûd’a gücenip tekrar memleketine dönmesi ve nihayet
ölümüne kadar olan hayatından söz edilmiştir. Eserde, Nizâmî-i Gencevî’nin
İskender-nâme’sinden yapılan çevirilere de rastlanmaktadır. Kaynaklarda Bur-
salı Celîlî’nin de Şâh-nâme’yi tercüme ettiği, ancak ondan bir beytin ne görül-
düğü ne de işitildiği belirtilmektedir (Hasan Çelebi 1989: I/258).

Diğer Mesnevîler
Şehr-engîzler
Bir şehrin esnaf güzelleriyle ilgili mesnevîler olan “şehr-engîzler” de bu dö-
nem edebî eserlerinin bir diğer konusunu oluştururlar. Geçen asırda tek örneği
Mesîhî tarafından verilen bu tür, bu dönemde yoğun bir ilgiyle karşılaşmış ve
438 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
pek çok örneği verilmiştir. Zâtî’nin Edirne Şehr-engîzi bu konuda yazılmış ilk
eserlerdendir. Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan eserde 51
kişi ikişer beyitle tasvir edilmiştir. Lâmi’î Çelebi’nin Kânûnî Sultan Süleymân’ın
Bursa’yı ziyaret edeceği haberi üzerine 929/1522’de aruzun “mefâîlün mefâîlün
feûlün” kalıbıyla yazdığı Şehr-engîz-i Bursa (İsen vd. 1993; Yurtsever 1984) adlı eseri
toplam 656 beyittir. Lâmi’î eserinde, şehrin güzellerini tavsiften çok Bursa’nın
tabiî güzelliklerini, padişahların kabirlerini, tarihî eserleri ve mesire yerlerini ta-
nıtmıştır. Eser özellikle bu yönüyle dikkat çekmektedir. Nüvîsî’in Şehr-engîz-i
İstanbul’u (Karasoy vd. 2006), aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazıl-
mış olup 166 beyitten oluşmaktadır. Nüvîsî önce İstanbul’un coğrafî ve mimârî
güzelliklerinden bahsettikten sonra, İstanbul’un “mahbup”larını üçer beyitle ta-
nıtmıştır. Defterdâr-zâde Ahmed Cemâlî’nin 459 beyitlik Şehr-engîz-i İstanbul’u
aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla 972/1564-65’te kaleme alınmıştır.
Önce İstanbul ile ilgili tasvirlere yer verilen eserde, daha sonra şehrin 56 gü-
zeli İstanbul’un güzellikleriyle mezcedilerek övülmüştür (Eren 2012: 52-53). Aynı
müellifin 179 beyitten oluşan Siroz/Serez ile ilgili bir şehr-engîzi daha bulun-
maktadır. Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan eserde 24 güze-
lin tasvirine yer verilmiştir (Turan 2011; Eren 2012: 26). Edirneli Hâdî tarafından
yazıldığı tahmin edilen Saray Şehr-engîzi (Aydemir 2001), 484 beyitten oluşmak-
tadır. 128 güzel hakkında bilgi verilen eserin dikkat çeken yönlerinden biri, ede-
biyatımızda ilk şehr-engîzin Mesîhî tarafından yazıldığının kaydedilmesi, di-
ğeri de şimdiye kadar kaydına rastlanmayan Selâmî mahlaslı bir şâirin de Saray
için yazılmış bir şehr-engîzinin olduğunun belirtilmesidir. Şâir eserinin başlan-
gıç kısmında aşktan bahsetmiş ve güzellere seslenerek aşıklarına karşı merha-
metli olmalarını tavsiye etmiştir. Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla
yazılmıştır. Gazel nazım şekliyle yazılan “du’â” mahiyetindeki son beş beyitte de
aynı kalıp kullanılmıştır. Azîzî’nin Nigâr-nâme’si (Derdiyok 1997), 125 beyit olup
aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmıştır. Eserde 23 kadın güzeli
üçer beyitle tavsif edilmiştir. Diğer şehr-engîzlerden en önemli farkı doğrudan
kadın güzelleri ihtiva etmesidir. İshâk Çelebi’nin Bursa Şehr-engîzi (Çavuşoğlu
vd. 1990: 87-99; Akkuş 1993), 118 beyit olup aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün”
kalıbıyla yazılmıştır. Şâir mesnevîsinde, Bursa’yı gezmeye çıktığında gördüğü 8
güzeli yedişer beyitle tavsif etmiştir. İshâk Çelebi’nin ayrıca Üsküp Şehr-engîzi
(Çavuşoğlu vd. 1990: 100-108) bulunmaktadır. Za’fî-i Gülşenî’nin mesnevî for-
munda yazılan Vardar Yenicesi Şehr-engîzi, İştip Şehr-engîzi (Çakıcı 2010) ve Me-
tun (Methone) Şehr-engîzi ile muhammes nazım şekliyle kaleme alınan Âbkır
Şehr-engîzi ve şehri belirtilmeyen şehr-engîzi vardır. Mesnevî tarzında yazılan
şehr-engîzlerin ilki, günümüzde Yunanistan sınırları içerisinde olup Giannitsa
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 439
adını taşıyan Vardar Yenicesi hakkındadır. Usûlî ve Hayretî’ninkinden sonra Var-
dar Yenicesi hakkındaki üçüncü şehr-engîz olan eserin baş taraflarında, Za’fî,
Vardar Yenicesi’nin kendisinden önce birçok şâir yetiştirdiğine dikkat çekmiş,
özellikle de Usûlî ve Hayretî’den övgü ile söz etmiştir. Za’fî’nin mesnevî tarzında
yazdığı diğer şehr-engîzler ise, Kosova vilayetinin merkez sancağı olan Üsküp’e
bağlı bir kaza olan ve Vardar nehri sahilinde yer alan İştip ve Metun (Methone)
şehirleri hakkındadır. Metun, Mora’daki Medun kasabasının kadîm ismi olduğu
gibi, Selanik Körfezi’nde de bu isimle kadîm bir kasaba bulunmaktadır. Şehr-
engîzde Metun’un etrafında hisâr olduğu ve hisarı da Bahr-ı Ummân’ın çevre-
lediği belirtilmişse de, bu tanımlama hem Mora Yarımadası, hem de Selânik
Körfezi için geçerli olduğundan, şâirin hangi Metun’u kastettiğini belirleme-
mektedir. Ancak Selânik körfezi Yenice ve İştip’e daha yakın olduğundan, bu-
radaki Metun’un kastedilmiş olması daha mantıklı görünmektedir. Vardar Ye-
nicesi Şehr-engîzi 114, İştip Şehr-engîzi 83 ve Metun Şehr-engîzi 111 beyitten
müteşekkildir. Her üç şehr-engîz de, dîbâce/girizgâh, güzellerin anlatıldığı bö-
lüm ve sonuç olmak üzere üç kısımdan oluşmaktadır. İştip Şehr-engîzi’nin so-
nunda beş beyitlik bir gazel de yer almaktadır. Şâir, bu şehr-engîzlerde, karşılaş-
tığı mahbûblardan her birini üç-dört beyitle anlatmıştır (bkz. Adak 2006: 139-43).
Derzi-zâde Ulvî’nin “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazdığı ve Manisa’nın
güzelliklerini ve güzellerini anlatan biri 76 (Ünlü 2008: 373-78) diğeri 183 beyitlik
iki şehr-engîzi bulunmaktadır (Ünlü 2008: 379-89). Münîrî’nin 81 beyitlik Ladik
şehri ve Şehzâde Ahmed medhinde bir manzumesi mevcuttur (Özkat 2011: 37).
Hasan Çelebi, Sülûkî’nin aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmış
“gâyet hoş” bir şehr-engîzi olduğunu belirtmektedir (1989: I/481-82). Yine Hasan
Çelebi, Mollâ Mâşî-zâde Fikrî Dervîş (öl. 992/1584)’in birçok şehr-engîzi bulun-
duğunu haber vermektedir (1989: II/770). Ravzî’nin Şehr-engîz-i Edincik’i (Ayde-
mir 2007a: 193-208; 2007b), Hayretî’nin Belgrat Şehr-engîzi (Çavuşoğlu 1974-1975)
ve Yenice Şehr-engîzi (Çavuşoğlu 1975-1976), Hacı Dervîş’in Mostar Şehr-engîzi
(Kesik 2010), Taşlıcalı Yahyâ’nın İstanbul Şehr-engîzi (Çavuşoğlu 1969), Usûlî’nin
Yenice Şehr-engîzi (İsen 1988) ile Gelibolulu Âlî’nin Gelibolu Şehr-engîzi de (Ak-
soyak 1996) bu asırda yazılan diğer şehr-engîzlerdir.

Sûr-nâmeler
“Sûr-nâmeler” şehzâdelerin sünnet düğünleri ile hanım sultanların ev-
lenme düğünlerini anlatan manzum veya mensur eserlerdir. Bu asırda mevcut
bilgilerimize göre Gelibolulu Âlî’nin Câmi’u’l-buhûr Der-Mecâlis-i Sûr (Arslan
1999a: 37-38, 333-623; Öztekin 1996) adlı eseriyle karşılaşmaktayız. Eserde 1582 ta-
rihinde Sultan III. Murâd’ın şehzâdesi III. Mehmed için yapılan sünnet düğünü
440 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
anlatılmaktadır. Eser “giriş”, sekiz “bâb” ve bir “hâtime”den meydana gelmekte-
dir. Sekiz “bâb”da, sünnet düğününün çeşitli safhaları anlatılmaktadır. Eserde,
biri padişahın Âlî’ye mektubu, diğeri Âlî’nin padişaha mektubu, bir diğeri ise
Kânûnî Sultan Süleymân’ın şehzâdeleri Mustafâ, Mehmed ve Selîm için 1530
yılında yapılan sünnet düğününün kısaca özeti olan üç mensur bölüm de var-
dır. Bu bölümler Âlî tarafından her iki düğünün karşılaştırılmasına imkân sağ-
lamak için alınmıştır. 2775 beyit olan mesnevînin değişik bölümlerinde 16 de-
ğişik aruz kalıbı kullanılmıştır. Ayrıca eserde bir “gazel”, bir “kıt’a”, iki adet de
“kasîde” bulunmaktadır.

Sergüzeşt-nâmeler-Hasb-i hâller
Celîlî’nin Hecr-nâme’si (Ayan 1986; Tavukçu 204: 106-13), “sergüzeşt-nâme”
yahut “hasb-i hâl-nâme” türünde olup 915/1509’da kaleme alınmıştır. Şâir, 483
beyitten oluşan eserini genç yaşında başından geçen bir aşkın tesiriyle meydana
getirmiştir. O. Kemal Tavukçu, Hecr-nâme’nin Halîlî’nin Fürkat-nâme’sinin ben-
zer ifadelerle oluşturulmuş kısa bir özeti mahiyetinde olduğunu belirterek, her
iki eseri mukayese etmiştir. Rumelili Za’îfî’nin Kitâb-ı Sergüzeşt-i Za’îfî (Serda-
roğlu- Coşkun 2012) isimli mesnevîsinde, şâirin fizikî ve rûhî özellikleriyle çek-
tiği çileler samimî bir şekilde anlatılmıştır. Eser aynı zamanda Kânûnî Sultan
Süleymân’ın bazı seferleri ile Sofu Mehmed Paşa ve Zenbillî Alî Cemâlî Efendi’nin
hayatları ve ahlâkları hakkında bilgiler vermesi bakımından da dikkat çekici-
dir. Eser içinde “ışkî vü ma’şûk” isimli bir hikâye ile “fâl-ı murgân” adlı bir “fâl-
nâme” de bulunmaktadır (Akarsu 1993: 28-29).
Mûyî’nin kendi hasb-i hâli olan Nâlân u Handân (Ece 2007), 2759 beyit
olup aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla 957/1550 tarihinde kaleme
alınmıştır. Mûyî’nin, yaşadığı bir aşk macerasını anlattığı eseri akıcı üslûbu,
ihtiva ettiği atasözleri ile deyimler, âyet iktibasları, mitolojik unsurlar, maz-
munlar, düşünce ve hayal dünyası bakımından oldukça zengindir. Şirvanlı
olan Sevâdî’nin aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla 953/1540’da ya-
zılan Hâl-nâme-i Sevâdî (İnan 1990) isimli eseri, “hâtırât” türünde olup 3117
beyitten oluşmaktadır. Üç bölüm olarak tertip edilen eserin birinci bölümü,
vatanını ve evini mecburen terk etmesi; ikinci bölüm dünyanın kötülüğü ve
Şehzâde Ahmed, üçüncü bölüm ise nefsin kötülüğü hakkındadır. Şâirin ba-
şından geçen olayların anlatıldığı eserde, Osmanlı sultanlarından Sultan II.
Bâyezîd, Yavuz Sultan Selîm ve Kânûnî Sultan Süleymân; şehzâdelerden Ah-
med, Alâeddîn, Cem ve Hüsrev; Safevîler ve Şâh İsmâ’îl ile Memluk hüküm-
darı Sultan Gavrî’den de bahsedilmiştir. Eser, bu özelliğiyle tarihî bir vesika
hüviyetine sahiptir. Özellikle şâirin, şiir ve sanat ile ilgili görüşlere yer vermesi
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 441
de dikkat çekmektedir. Nev’î’nin oldukça genç yaşta, büyük bir ihtimalle de
“çile”sini tamamlayıp “hücre”ye çıktıktan sonra bir Halvetî tekkesinde aruzun
“feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla kaleme aldığı Hasb-i Hâl’i (Özer 1994; Gü-
rer 2005), şâirin ruhsal yolculuğunu yani “seyr ü sülûk”ünü ihtiva etmektedir.
Eserde tasavvufî aşk, sembolik bir anlatımla nazmedilmiş; “irşâd”, “istiğnâ”,
“meyl”, “ihtiyâr”, “sabr”, “karâr” gibi mücerret tasavvufî kavramlar teşhis edilerek
âşık (sâlik)’in beşerî (mecazî) aşktan İlâhî (hakîkî) aşka geçişi ve sonunda vuslat
(fenâ veya bekâ)a erişi temsilî istiarelerle hikâye edilmiştir. Manastırlı Celâl’in
kısa mesnevîler ile gazellerden oluşan Hüsn-i Yûsuf (Aksoyak 2007a)’unun 145
beyitten oluşan mukaddime kısmı hasb-i hâl hüviyetindedir. Aruzun “feilâtün
mefâilün feilün” kalıbıyla ve mesnevî formunda yazılan bu bölümde, şâir ile
Şehzâde Selîm’in konuşması üzerine kurulan diyaloglar önemli bir yer tutmak-
tadır. Zaten şâir bu eserini şehzâdenin isteği üzerine kaleme almıştır. Derzi-
zâde Ulvî’nin ise, “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazdığı 26 beyitlik kısa
bir hasb-i hâli vardır (Ünlü 2008: 378-79).
Gelibolulu Âlî’nin Hulâsatu’l-ahvâl Der-Letâfet-i Mevâ’iz-i Sahîhu’l-hâl’i,
“ta’rîfât”lar arasında değerlendirilmektedir. Ancak Âlî’nin bu eseri, meslekleri ta-
nıtıcı bilgi vermesi bakımından “ta’rîfât” özelliği taşırken, meslekler ile meslek
sahiplerinin eleştirisini yapması ve onların hâlini anlatması dolayısıyla da hasb-i
hâl özelliği göstermektedir. Fakîrî’nin eserinde olduğu gibi, meslekler tam anla-
mıyla üst tabakadan alt tabakaya olmamakla birlikte belirli bir sıraya göre verilen
eser, her biri 21 beyitlik 12 bendden oluşmaktadır. Aruzun “feilâtün mefâilün
feilün” kalıbıyla yazılan eser, 252 beyitten teşekkül etmektedir (Batislam 2003:
22-23). Aynı özellik Fakîrî’nin Risâle-i Ta’rîfât isimli eserinde de görülmektedir.
Nitekim Fakîrî de eserinde XVI. asrın üst tabakadan alt tabakaya doğru sırala-
dığı mevki ve meslek sahiplerini tanıtırken hem övgüye hem de yergiye başvur-
muş, çeşitli sosyal problemleri dile getirmiş ve işini gereği gibi yapmayanları ise
eleştirmiştir. Eserde, XVI. asır Osmanlı toplumundaki çeşitli meslek, mevki ve
sınıftan kişiler üçer beyitlik manzumelerle ele alınıp portreleri çizilmiş, gerçekçi
bir şekilde bunların kıyafetleri ve bunlarla ilgili düşünceler yansıtılmıştır. Aru-
zun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan eser, 158 fasıldan oluşmaktadır
(Yılmaz 1995; Batislam 2003: 21). Gerek Âlî’nin gerekse Fakîrî’nin eserleriyle ben-
zer özellikler gösteren diğer bir hasb-i hâl de, Sâfî’nin 985/1586-87 tarihinde,
aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla kaleme aldığı ve 830 beyitten oluşan
eserdir (Batislam 2003). Terci-bend-i kebîr nazım şekliyle kaleme alınan eserde,
toplumun değişik kesimlerine mensup insanların hâli hakkında çeşitli bilgiler
verilmiştir. Toplumsal aksaklıklar ile işini gereği gibi yapmayan kişilerin sebep
olduğu olumsuzluklar ise hicvedilmiştir.
442 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Mâcerâ-yi Mâh (Kutlar 2005), hem olayın kahramanı hem de anlatıcısı ko-
numunda olan Ûdî’nin başından geçen bir aşk macerasını ihtiva etmektedir.
975/1567-68’de aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla kaleme alınan eser,
1270 beyitten oluşmaktadır. Şâir eserinde sadece âşıkla sevgili arasındaki ilişkiyi
anlatmakla yetinmemiş, şahsî hayatına ilişkin ayrıntılara, tarihe tanıklık edebi-
lecek olaylara da yer vermiş ve hepsinden önemlisi hikâyeyi çarpıcı bir sonla
bitirmiştir. Âşığın sevgiliden vazgeçmeye razı olması ve onun bir başkasıyla
birlikteliğinden mutlu olması şeklindeki bu son, eserin en dikkat çekici yanını
oluşturmaktadır. Fikrî (öl. 992/1584)’nin Ebkâr-ı Efkâr’ı (bkz. Özyıldırım 2007) her
şeyden önce bu asırda yaşayan, medreseden yetişen ve kadılık yapan bir şâirin
başından geçen bir aşk hikâyesini ilk ağızdan, oldukça detaylı bir şekilde ak-
tarması bakımından hem “orijinal” hem de önemlidir. Şâir hikâyeyi anlatırken
dönemin edebî metinlerinde akis bulan aşk anlayışını da ayrıntılı bir şekilde
eserine yansıtmıştır. Böylece Ebkâr-ı Efkâr, o dönemdeki “aşk”ın boyutlarını,
sınırlarını, gündelik hayattaki yerini ve sembolik çağrışımlarını bize aktarmış-
tır. Âşık, maşûk, rakip, uşşâk, ağyar, ases gibi lirik şiirlerde karşımıza çıkan tip-
ler, kûy-ı dilber gibi mekânlar ve işret meclisleri bu eserde yerel hayatın içindeki
somut karşılıklarıyla ortaya çıkmaktadır. Toplum hayatının içinden sıradan bir
kadının, yani maşûkun annesi Selîme’nin adıyla sanıyla eserdeki önemli kahra-
manlardan biri olarak olaya dâhil olması muhtemelen mesnevî edebiyatımızdaki
ilklerden biridir. Ayrıca söz konusu aşk macerasının Edirne ve İstanbul’da yaşan-
mış olması aynı zamanda şâirin bu şehirlerle ilgili kişisel gözlemlerini eserine
aktarmasına da yol açmıştır. Yani Ebkâr-ı Efkâr, yerli unsurlarla bezenmiş, sos-
yal hayata ait izlenimlerin sıkça yer aldığı bir aşk mesnevîdir ve bu yönüyle de
üzerinde ayrıca durulması gereken bir eserdir. Kânûnî Sultan Süleymân’ın hü-
kümdarlığı esnasında aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazılan Ebkâr-ı
Efkâr, 5 bendlik bir murabba ile 1504 beyitten oluşmaktadır.

Sâkî-nâmeler
“Sâkî-nâmeler” saki, içki, kadeh ve sürahi, sevgili, musikî ve musikî alet-
leri ile meclisten bahseden daha çok manzum eserlerdir. Bunların hemen ta-
mamında aynı zamanda meyhane-tekke, şarap-ilâhî aşk, saki-mürşit gibi sem-
bol ve tevillerin kullanıldığı tasavvufî bir cihet de bulunmaktadır. Hayretî’nin
aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmış 102 beyitlik Sâkî-nâme’si
vardır. Taşlıcalı Yahyâ ise, 48 beyitlik bir Sâkî-nâme yazmıştır (Canım 1998: 54,
57). Revânî’nin İşret-nâme’si (Canım 1998; Alışık 1986; Çelik 1989) de bu asırda ya-
zılan sâkî-nâmelerdendir. Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan
eser 694 beyit olup Yavuz Sultan Selîm’e sunulmuştur. İşret-nâme konu itibariyle
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 443
Allah, Hz. Peygamber ve hükümdar Yavuz Sultan Selîm’e övgüden sonra, işret
meclislerinde kimlerin ne şekilde hareket etmesi gerektiğini açıklayan bir iş-
ret âdâbı kitabıdır. Eserde, şâirlerin zevk cümbüşü olarak nitelendirdikleri do-
ğuya özgü eğlence meclislerinin bütün ayrıntıları, bu arada mey, şarap kadehi,
sürahi, mum, yemekler, musikî aletleri ile saki hakkında da bilgiler verilmiştir.
Fuzûlî’nin Sâkî-nâme adıyla da anılan Heft-câm (Mazıoğlu 1962: 673-712; Tarlan
1950: 206-21) adlı Farsça mesnevîsi, 327 beyit olup aruzun “feûlün feûlün feûlün
feûl” kalıbıyla yazılmıştır. Fuzûlî’nin tasavvufî düşünceleri ile musikî hakkın-
daki bilgilerini ortaya koyan bu eser, bir mukaddime, yedi kısım ve bir hâtime
şeklinde tertip edilmiştir. Bir içki ve musikî toplantısının anlatıldığı eserin her
bölümünde şâir, önce sakinin verdiği yedi câm (kadeh)’i içer, akabinde kadehin
verdiği neşeyle ney, def, çeng, ud, tambur ve kanun ile münazara eder. Baştan
sona kadar tasavvufî olan eseri, Muhammed Resul Mirza manzum olarak Ça-
ğatay Türkçesine çevirmiştir.

Kıyâfet-nâmeler
İnsanın beden yapısı ile karakteri arasında ilgi kuran kıyafet ilmi ile ilgili
olarak manzum “kıyâfet-nâmeler” de yazılmıştır. Şa’bân-ı Sivrihisârî’nin Damad
İbrâhîm Paşa’nın emriyle 938/1531 tarihinde tamamladığı tercümesi, Bayramiye
şeyhlerinden İlyâs ibni Îsâ-yı Saruhanî’nin Kıyafet-nâme’si ve Abdülmecîd İbni
Şeyh Nasûh’un Kıyafet-nâme’si bu asırda yazılan kıyâfet-nâmelerdir. Konusu iti-
bariyle ilginç eserlerden olan Fedâyî’nin Fâl-nâme-i Kur’ân-ı ‘Azîm’i (Şanlı 2003),
aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmış olup 78 beyitten oluşmak-
tadır. Eserde fal, İslâmın yasaklamış olduğu “gaybdan haber verme” anlamında
değil, “herhangi bir işe başlarken bir danışma ve iyiye yorma” aracı olarak ele
alınmıştır. M. Fatih Köksal’ın şahsî kütüphanesinde [Yz. 199 M. 40] numarada ka-
yıtlı bir Tefe’’ül-nâme bulunmaktadır. Sâ’î mahlaslı birine ait bu manzum Tefe’’ül-
nâme’nin XVI. asır şâirlerinden Sâ’î’ye ait olması kuvvetle muhtemeldir. Eser,
falda çıkabilecek Arap harflerinin her birinin yapılacak işin hayırlı veya hayırsız
oluşuyla ilgili delâletlerinden bahseden 49 beyitlik bir mesnevîdir.

Bunların Dışındaki Mesnevîler


Bu asırda bir edebî tür olarak değerlendirilebilecek olan “fazîlet-nâmeler”in
de yazıldığı görülmektedir. Bunlar Mekke, Medîne, Ka’be gibi kutsal yer ve şe-
hirlerle ilgili olabildiği gibi kavim, şahıs, günler gibi farklı konularda da olabil-
mektedir. Yemînî’nin bu türden olan Fazîlet-nâme’si (Tepeli 2002; Kırman 2004),
925/1519’da aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla kaleme alınmıştır.
7409 beyitten oluşan eser, Hz. Alî’nin biyografisi niteliğinde, didaktik bir üslûpla
444 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
yazılmış olup Hz. Muhammed, Ehl-i Beyt ve 12 İmam sevgisiyle zenginleştiril-
miştir. Oldukça sâde bir dille kaleme alınan eserin temelini oluşturan 19 fazilette
çeşitli olaylarla birlikte Hz. Alî’den bahsedilmiş ve ona övgüde bulunulmuştur.
Kastamonulu Latîfî’nin, Hz. Alî’nin 207 sözünü ihtiva eden Nazmü’l-cevâhir’i,
Nesrü’l-le’âlî’den nazmen tercüme edilmiştir.
Fuzûlî’nin, afyonla şarabın karşılaştırılıp şarabın üstün olduğu sonu-
cuna varılan Beng ü Bâde’si (Kürkçüoğlu 1955; Köleoğlu 2002), aruzun “feilâtün
mefâilün feilün” kalıbıyla 916/1510-936/1530 tarihleri arasında yazılmış olup
444 beyittir. Safevî hükümdarı Şâh İsmâ’îl’e sunulan eser, alegorik ve sembo-
lik bir yapıya sahiptir. Hikâyedeki şahıslar bâde, boza, arak, afyon, berş, nukl
gibi mükeyyefât ve işret meclisinden seçilmiş sembolik kullanımlar içermek-
tedir. Ancak bu sembolik kullanımlar hususunda farklı düşünceler ileri sürül-
müştür. Bu yorumlardan biri Beng ü Bâde’nin sadece okuyucuyu eğlendirmek
için yazıldığı, diğeri şarabın ve esrarın zevkini ve neşesini anlatmak için ka-
leme alındığı, bir başkası da tasavvufî bir anlamı olduğudur. Bir iddiaya göre
de, Bâde’nin Şiî Safevî hükümdarı Şâh İsmâ’îl’i, Beng’in ise Osmanlı padişahı
Sultan II. Bâyezîd’i temsil ettiği, hatta bu hükümdarların kendilerini sembo-
lize eden nesneleri kullandığıdır. Bu iddiaya göre Fuzûlî, eserinde şarabı üs-
tün göstermekle Şâh İsmâ’îl’i beğendiğini, onu Osmanlı hükümdarından üs-
tün tuttuğunu göstermiştir.
Bu dönemde yazılan ve konusu itibariyle dikkat çeken Hâfız-zâde’nin
Risâle-i Hat’ında (Eğri 2005) harflerin imlâ edilişi ve birbirleriyle birleştirilmesi,
hat çeşitleri, ebced hesabı ile kalemi açma ve mürekkep yapma tekniği hakkında
bilgi verilmiştir. Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan ve 376 be-
yitten oluşan eserin bölüm başlıkları Arapçadır.
Nidâ’î’nin, dönemin tıp tarihi açısından dikkati çeken eseri Dürr-i Manzûm
(Ay 2000), 975/1567 tarihinde aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazı-
lıp Yavuz Sultan Selîm’e takdim edilmiştir. Sultanın manzum eserlere ilgisinden
dolayı mesnevî nazım şekliyle kaleme alınan ve 721 beyitten oluşan eserde, çe-
şitli hastalıklar hakkında bilgi verilmiş ve onlara iyi gelen ilaçlar belirtilerek ta-
rif edilmiştir.
Gelibolulu Mustafâ Âlî, Fikrî (öl. 992/1584)’nin remel bahriyle kaleme aldığı
ve yaklaşık 300 beyitten oluşan “rü’ûs-i mesâ’ile müteallik” Risâle-i Ma’ârif isimli bir eseri
olduğunu kaydetmiştir (İsen 1994: 258).
Ravzî’nin Atâ isimli birinin ölümü üzerine söylediği tarih şiirinde mesnevî
nazım şeklini kullanması dikkat çekmektedir. Aruzun “feilâtün feilâtün feilün”
kalıbının kullanıldığı mesnevî, 13 beyitten oluşmaktadır (Aydemir 2007: 507).
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVI. Yüzyıl
| 445
Manzum Sözlükler
Bu yüzyıldaki “manzum sözlükler” arasında Tuhfe-i Şâhidî (Öz 1999),
Mevlevî şeyhlerinden Şâhidî İbrâhîm Dede tarafından Yavuz Sultan Selîm
devrinde ve 921/1515 yılında nazmedilmiştir. Mesnevî-i Ma’nevî okuyanlara
yardımcı olmak amacıyla, eserde geçen bazı nadir Farsça kelimeler derlene-
rek Mesnevî’deki anlamlarıyla oluşturulmuş bir eserdir. Hüsâm b. Hüseyin el-
Konevî’nin Tuhfe-i Hüsâm adlı sözlüğüne nazire olarak yazılan Tuhfe-i Şâhidî,
bir “mukaddime”, beyit sayıları 5 ile 20 arasında değişen toplam 27 “kıt’a” ve
bir “hâtime”den meydana gelmektedir. Eser toplam 455 beyittir. Şâhidî, Tuhfe-i
Hüsâm’da nazmedilen Farsça kelimelerin önemli bir bölümünü eserine al-
mış, nadir olarak kullanılan kelimeleri ise eserine dahil etmemiştir. Tuhfe-i
Şâhidî yazıldıktan sonra büyük bir şöhret kazanmıştır. Bunda Farsça kelime-
lerin vezne uygun bir şekilde nazmedilmiş olması önemli bir rol oynamıştır.
Bu özelliğinden dolayı gerek medreselerde, gerek diğer eğitim kurumlarında
hem Aruz hem dil öğretiminde uygulamalı ders kitabı olarak okunmuş ve
ezberletilmiştir. Birçok yazma nüshası olan eser, 1264/1848-1284/1867 yıl-
ları arasında beş defa yayımlanmıştır. Tuhfe-i Şâhidî’ye çeşitli dönemlerde 39
tane şerh yazılmıştır.
Bursalı Lâmi’î Çelebi tarafından kaleme alınan Lügat-i Manzûme (Öz-
tahtalı 2011), 169 beyitten ibarettir. 933/1527 tarihinden önce telif edilmiş olup
15 beyitlik bir mukaddime ile 10 kıt’adan oluşmaktadır. Eserde yaygın olarak
kullanılan ve öncelikle öğrenilmesi uygun görülen 500 civarında Farsça kelime
mevcuttur. “Kıt’a” sayısının azlığından bu sözlüğün daha çok küçük yaştaki ço-
cuklar için yazıldığı söylenebilir.
İmâd-zâde Velî b. Yûsuf-ı İmâdî tarafından da Farsça-Türkçe manzum
bir sözlük yazılmıştır. Telif tarihi belli olmayan eser, kafiye ve rediflerine göre
tertip edilen 71 “kıt’a”dan oluşmaktadır.
Osmân b. Hüseyn-i Bosnevî tarafından 991/1583 tarihinde yazılan
Manzûme isimli eser de Farsça-Türkçe manzum bir sözlüktür. Kolay ezberlen-
mesi için basit vezinlerle ve hacim olarak küçük yazılmıştır. Mesnevî nazım şek-
liyle yazılmış 42 beyitlik bir mukaddime ile 19 “kıt’a”ya taksim edilmiş 168 be-
yitlik sözlük kısmından oluşur. Eserde 805 Farsça kelime Türkçe karşılıklarıyla
nazmedilmiştir. Müellif gramer özelliği olan Farsça kelimeleri hâşiyelerde ilgili
kaide hakkında kısa açıklamalar yaparak izah etmiş, bazen de beyitlerde kul-
landığı edebî sanatlara işaret etmiştir.
Müellifi bilinmeyen Nazmü’l-esâmî, XVI. asrın ikinci yarısında yazılmıştır.
Mesnevî tarzında bir mukaddime ve 15 “kıt’a”ya taksim edilmiş olup toplam 208
446 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
beyitten oluşan eserde 950 civarında Farsça kelime nazmedilmiştir. İkinci kıt’ada
yer alan birkaç çekimli fiil dışında, Farsça fiil ve mastarlara yer verilmemiştir.
Arapça-Farsça-Türkçe manzum sözlük olan Lügat-i Abdülkerîm, 1002/1594
yılında veya bu tarihe yakın bir zamanda Kerîmî mahlasını kullanan Şeyhülharem-
zâde Şeyh Abdulkerîm-zâde tarafından yazılmıştır. Küçük yaştaki çocuklar için
kaleme alınan sözlük, 16 “kıt’a”dan müteşekkil olup 107 beyittir. Sekizinci ve onü-
çüncü “kıt’a”lar mesnevî nazım şekliyle yazılmıştır. Eserin ilk yedi kıt’ası ile son
dört kıt’asında çocukların öğrenmesi faydalı konulara yer verilmiştir.
Ferişteoğlu Lügati’ne 911/1505 tarihinde Şeyh Bedreddîn el-Kadı Mahmûd
b. Eş-Şeyh Muhammed b. Tanrıvermiş tarafından nazire olarak yazılıp Sultan
II. Bâyezîd’e sunulan Mahmûdiyye de Türkçe-Arapça manzum lügatler arasında
yerini almaktadır. Eserin Konya Yusuf Ağa Kütüphanesinde 7713 envanter nu-
marasında kayıtlı bir nüshası bulunmaktadır. Eserin ilk 22 satırı “mesnevî” na-
zım şekliyle oluşturulmuş, geri kalan kısmı ise 28 “kıt’a”dan meydana gelmiştir.
Eserde 13 “rezec”, 10 “hezec”, 6 “remel”, 2 “münserih”, 1 “mütekârib”, 1 “muzârî”,
1 “serî’” bahri kullanılmıştır. Metinde bahirlerin adları verilmemiş sadece kır-
mızı mürekkeple vezinler yazılmıştır (Ölker P. 2009).
Fethu’l-fettâh, bir şahsın ricasıyla Malatya’da 1008/1599 tarihinde Sun’î-i
Malatyavî tarafından yazılmıştır. Farsça-Türkçe manzum sözlük olan eser, bir
mukaddime ve 25 kıt’adan müteşekkil olup toplam 400 beyittir.

XVII. Yüzyıl
Geçmiş asırlarda olduğu gibi bu dönemde de daha çok okuyucuyu bilgilen-
dirip eğitme amacı güden dinî, ahlâkî ve tasavvufî mesnevîler kaleme alınmış-
tır. Özellikle “mi’râciyye”, “mevlid” ve “hilye” türlerinin önemli örnekleri veril-
miştir. Mi’râciyye’de Ganî-zâde Nâdirî’nin eseri önemlidir. Muslihiddîn Vahyî-i
Şa’bânî’nin Mi’râcü’l-beyân’ı mi’râc hadisesini tasavvufî açıdan yorumlamasıyla
dikkat çekmektedir. Bu dönemde Kuloğlu, Seyyid Dede Mehmed Efendi ve
Cismî’nin mevlidleri vardır. Neşâtî, Nesîmî, Mehmed Efendi, Niyâzî-i Mısrî ve
Cenâb-ı Nûrî-i Kastamonî hilye sahibi şâirlerdir. Hilyenin konusunu değiştiren
Cevrî ve Şeyhülislâm Hoca-zâde Es’ad Mehmed Efendi dört halife için, Edirneli
Güftî ise Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ile aşere-i mübeşşere için hilye kaleme al-
mıştır. Şânî Mehmed Efendi’nin temsilî olarak tasavvufu konu edinen Gülşen-i
Efkâr’ı hüviyeti itibariyle orijinal bir eserdir.
Yüzyılın mesnevîlerinde dikkat çeken en önemli husus, sosyal konulara
yer verilip mahallî unsurların ön plana çıkarılmasıdır. Özellikle şehr-engîz, sûr-
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVII. Yüzyıl
| 447
nâme, ta’rîfât gibi türlerde, devrin sosyal ve kültürel manzaraları ile yerli konu-
lara yer verilmesi önemli bir yeniliktir. Dönemin birçok mesnevîsinde gerçek
konuların ve sosyal çevrenin esas alınması, sanatçının dönemin siyasî, sosyal
ve kültürel konuları hakkında değerlendirmelerde bulunması, bir önceki as-
rın alegorik mesnevîlerinden farklı bir anlayışın gelişmesine zemin hazırlamış-
tır (Bilkan 2006: 291).
Osmanlı Devleti’nin bu asırda siyasî, iktisadî ve içtimaî alandaki olum-
suz görüntüsü ve edebiyatta yeni arayışlara yönelme isteği, klâsik mesnevî ko-
nularının bu dönemde fazla rağbet görmemesine sebep olmuştur. Bundan do-
layı didaktik ve dinî eserlere yoğunluk verilmiştir. Yine de bu dönemde Yûsuf
u Züleyhâ, Leylâ vü Mecnûn, Hüsrev ü Şîrîn, Vâmık u Azrâ, Mihr ü Vefâ, Hüsn
ü Dil gibi klâsik mesnevîler ile Şem’ ü Pervâne, Mantık-ı Esrâr ve Gamze vü Dil
gibi temsilî eserler yazılmıştır. Bu tip eserler sayıca az olup kemiyet itibariyle
geçmiş asırlardaki örneklerine göre zayıftır.
Bu dönemin mesnevî türünün karakteristik özelliklerini belirleyen husus,
“şeh-nâme”, “manzum tezkire”, “şehr-engîz”, “zafer-nâme”, “sâkî-nâme”, “mi’râciyye”,
“hilye” gibi dinî, tarihî ve ilmî eserlerdir. Bunlar, XVII. asır mesnevî edebiyatı-
nın, gerçek hayatla ilgili konulara yer vermesi ve önceki yüzyıllardan farklı ola-
rak yerli malzemeye daha yoğun olarak yönelmesini de göstermektedir. Bu hü-
viyet bu dönem mesnevîlerinde tip, tasvir, dil ve anlatım bakımından mahallî
unsurların çokça kullanılmasına zemin hazırlamıştır (Bilkan 2006: 291).
Bu dönemde mesnevî şeklinde yazılmış irili ufaklı yaklaşık 160 eser tespit
edilmiştir. Bu dönemde yazılan mesnevîlerden 65’i dinî-ahlakî-tasavvufî; 17’si aşk
konulu; 7’si tarihî-destanî-menkabevî, 1’i sûr-nâme; 4’ü sergüzeşt-nâmeler-hasb-i
hâller; 17’si sâkî-nâmeler; 6’sı şehr-engîzler; 1’i insanın fizikî yapısıyla ahlâkî yönü
arasında ilişki kuran mesnevîler; 1’i şâir tezkiresi; 7’si diğer mesnevîler; 10’u as-
rın dikkat çeken mesnevî şâirleri Nev’î-zâde Atâyî ve Sâbit’in mesnevîleri; 11’i
manzum sözlüklerdir. Bu mesnevîlerden 2’si Farça ile kaleme alınmıştır. Konu-
larına göre bu asırda yazılan mesnevîler şunlardır:

Dinî-Ahlâkî-Tasavvufî Mesnevîler
Bu dönemde mesnevîlerin daha çok okuyucuyu bilgilendirip eğitme ama-
cıyla dinî, ahlâkî ve tasavvufî konularda yazıldığı görülmektedir. Şeyhî mahla-
sını kullanan Şeyhoğlu Alî (öl. 1058/1648’den sonra)’nin 1058/1648-49 tarihinde
aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla kaleme aldığı ve Tefsîr-i Sûre-i Yâsîn
olarak da anılan Riyâzü’l-gufrân’ı (Köse 2005) Yâsîn suresi’nin manzum tefsiri-
dir. Şâir, asıl konunun işlendiği bölümde Hz. Peygamber’in Kur’ân-ı Kerîm’in
448 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
kalbi olarak tavsif ettiği Yâsîn suresi’nin nazil olma sebebi ve faziletlerini belirt-
tikten sonra, hadîslerle ve dinî hikâyelerle zenginleştirilmiş tefsirine başlamış-
tır. Âyetler bazen müstakil olarak, bazen iki bölüme ayrılarak, bazen de iki âyet
birleştirilerek tefsir edilmiştir. 1826 beyitten oluşan eser, “sebeb-i te’lîf”e göre
şâirin isminin cihanda bâki kalması, “bitiş bölüm”üne göre ise, Allah’ın rızasını
kazanmak için kaleme alınmıştır.
Bu asırda Hz. Muhammed’in göğe yükselişi konusunu işleyen “mi’râc-
nâme”lerin yazımına devam edilmiştir. Bunlardan Sîmkeş-zâde Feyzî’nin
Mi’râc-nâme-i Resûl-i Ekrem’i (Coşkun 1997: 193-208), 1059/1649 tarihinde aru-
zun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazılmış olup 196 beyitten müteşekkil-
dir. Klâsik mesnevî tertibine uygun olan eser, kâmil bir kişinin, şâirin hocası
Abdulahad Nûrî Efendi’ye mi’râc’ın sırrı, Burak’ın ne olduğu, Hz. Peygamber’in
Burak’la nereye kadar gittiği ve “Kâbe kavseyn”in ne anlama geldiği sorularına
şeyhinin verdiği cevapları, şeyhinin isteğiyle nazma çekmesinden oluşmuştur. Bu
asırda yazılan diğer “Mi’râc-nâme” ise Muslihiddîn Vahyî-i Şa’bânî’nin Mi’râcü’l-
beyân’ıdır (Tatçı vd. 1999, 2002). 1014/1605-1606 tarihinde aruzun “fâilâtün fâilâtün
fâilün” kalıbıyla yazılan mesnevî, 414 beyittir. Mi’râcü’l-beyân’da sûfîlerin “seyr ü
sülûk” sırasında yaşadıkları hâl ve mertebeler özlü bir şekilde dile getirilmiştir.
Eserde, “mi’râc” terimi, sadece Hz. Peygamber’in manevî urûcu anlamında de-
ğil, genel mânâda ve özellikle sûfîlerin manevî yükselişini ifade etmek, “seyr ü
sülûk”u anlatmak için kullanılmıştır. Mi’râcı tasavvufî açıdan yorumlayan eser,
bu özelliğinden dolayı türünün nadir örneklerinden biri olarak görülmektedir.
Nâbî’nin aruzun “mef’ûlü mefâilün feûlün” kalıbıyla yazılan Mi’râc-nâme’si (Bil-
kan 2008) 525 beyitten oluşmaktadır. Eserin en dikkat çekici özellikleri dili, anla-
tım tekniği ve üslûbudur. Şâir çoğu kez sözünü kahramanlarından birine emanet
ederek maksadını ve düşüncelerini ona söyletmiştir. Nâbî’nin eseri, türün klâsik
özelliklerini yansıtmayan ve mi’râcı ayrıntılı olarak anlatmayan bir eser olmakla
beraber, şâirin farklı bir türde kaleme aldığı bir edebî eser hüviyetindedir.
Bu asırda geçen asırlara nazaran “mevlid” metinlerinde önemli bir azalma
dikkati çekmektedir. Bu dönemde Kuloğlu, Seyyid Dede Mehmed Efendi ve
Cismî’nin mevlidleriyle karşılaşmaktayız. Bunlardan Sultan IV. Murâd devri
şâirlerinden olan Kuloğlu’nun Mevlid’inin varlığından ilk defa nüshasının ye-
rini bildirmeksizin Bursalı Mehmed Tâhir bahsetmiştir (Köksal 2010: 56). Seyyid
Dede Mehmed Efendi’nin 1686 yılında kaleme aldığı, Nüsha-i Kübrâ fî-Vilâdeti
Hayri’l-verâ isimli mevlidinin bir nüshası Nuriosmaniye Kütüphanesi (nr. 3218)’nde
bulunmaktadır (Köksal 2010: 56). Ayrıca bu dönemde Cismî, Vesîletü’n-necât’a
Mevlid-i Cismî (Yazar 2008) adıyla bir nazire kaleme almıştır. Aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan Mevlid, 583 beyittir. Eserin çeşitli bölümlerinde
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVII. Yüzyıl
| 449
kaleme alınmış üç tane “kasîde” bulunmaktadır. Abîrî’nin ise, Hz. Peygamber
övgüsünde Medh-i Resûlullâh (Çetin 2008: 103-106) isminde bir mesnevîsi bulun-
maktadır. Medh-i Hazret-i Sultân olarak da isimlendirilen eser, 1032/1622-23 ta-
rihinde aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla kaleme alınmıştır.
Bu dönemde çeşitli siyerlerin kaleme alındığı görülmektedir. Bunlar-
dan Himmet-zâde Abdî (öl. 1122/1710)’nin Gencîne-i İ’câz’ı (Bayram 2000; Özkat
2011: 72) aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla yazılmış olup 1672 beyitten
oluşmaktadır. Hz. Peygamber’in doğumundan önce Abdülmuttalib’in gördüğü
bir rüyanın anlatılması ile başlayan eserde, Hz. Muhammed’in doğumu, ço-
cukluğu, gençliği, evliliği, nübüvvetin verilmesi, ilk Müslümanlar ve Hz. Ebû
Bekir’in Müslüman oluşuna kadar gerçekleşen olaylar ele alınmıştır. Seyyid
İbrâhîm Hanîf b. Mehmed Kâzım (öl. 1217/1802)’ın Sultan III. Selîm’e takdim
ettiği Manzûm Siyer-i Nebî (Şerâfet-nâme)’si aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” ka-
lıbıyla kaleme alınmıştır. Kaynaklarda üç cilt olarak belirtilen eserin iki cildi eli-
mizdedir (Özkat 2011: 73). Osmân Fazlî (öl. 1102/1691)’nin Fazlullâh olarak da
bilinen Câmi’-i Kasas’ı (Kapdan 2006; Gürüf 2010; Özkat 2011: 72) 1066/1656 yı-
lında aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmış olup 1634 beyitten oluş-
maktadır. Her biri kırk bir beyitten oluşan 40 bölümün yer aldığı eser, yaklaşık
8000 beyit civarındadır. Eser, peygamberlerin tamamı hakkında bilgi verdiği
için kısas-ı enbiyâ türündedir.
Konyalı Yûsuf Dede (öl. 1080/1670)’nin Hz. Peygamber’in mucizelerini ih-
tiva eden Ravzatü’n-nûr isimli bir eseri vardır. Farsça kaleme alınan eser, 10.000
beyit civarındadır (Genç 2000: 531; Bursalı Mehmed Tahir 2000: I/201).
Bu asrın âlim şâirlerinden olan Konyalı Nâlî’nin Miftâh-ı Heft-kân’ı (Kah-
raman 1998; Savaş 2002), 1084/1673 tarihinde Musâhib Mustafâ Paşa adına aru-
zun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmış olup 1143 beyitten müteşekkil-
dir. Nâlî, eserini “kân” [= kaynak] şeklinde yedi bölüme ayırmış ve her bölümde
ayrı bir konu ile ilgili âyetleri tefsir etmiştir. Şâir, her “kân”da önce 2 beyit ile
konuyu belirtip Kur’ân-ı Kerîm’den ilgili bir âyeti zikrettikten sonra, 10 beyitlik
bir açıklama yapıp konuya uygun bir “hikâye” anlatmış ve “münâcât”la bölümü
tamamlamıştır. Tamamen dinî-tasavvufî bir hüviyete sahip olan eserin her bö-
lümünde, “hikâye”ye geçmeden önce yer alan 10 beyitlik kısım ile “hikâye”den
sonra gelen “münâcât”lar, aslında o bölümün ana fikrini oluşturan âyetin kü-
çük bir tefsiri gibidir. Şâirin kavlince eserin mevzuu şu şekildedir: Kân-ı evvel
sıdk ile îmân, kân-ı sânî birr ile ihsân, kân-ı sâlis burhân ve delîl, kân-ı çârüm
zikr ü tesbîh-i Celîl, kân-ı pencüm iktibâs-ı nûr, kân-ı sâdis sa’y/çalışma, kân-ı
heftüm cüsten-i rızk-ı helâl/helâl rızık arama.
450 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Bu dönemde kırk âyetlerin de manzum olarak tercüme ve tertip edildik-
leri görülmektedir. Daha çok münşî olarak tanınan ve Şâhî mahlasıyla şiirler
de söyleyen Okçu-zâde Şâh Mehmed Efendi’nin manzum Kırk Âyet Tercümesi
(Sevgi 1994) dikkat çekmektedir. Türünün ilk örneği olan eser, müellif tarafın-
dan daha önce kaleme alınan Ahsenü’l-hadîs’in gördüğü ilgiden cesaret alına-
rak yazılmıştır. Şair, seçtiği âyetlerle ilgili uzun hikâyeler anlatmış, zaman zaman
da manzum nakillere yer vermiştir. Seçilen âyetler ise ikişer beyitlik kıt’alarla
nazmedilmiştir.
Şâhî’nin Ahsenü’l-hadîs’i manzum 40 hadîs tercümesidir. Kıt’alar hâlinde
tercüme edilen hadîslerin altlarında, mensur şekilde şerh ve tefsir yapılmış, çe-
şitli sözlere ve fıkralara yer verilmiş, Arapça ve Farsça beyitler nakledilmiştir. Şe-
kil bakımından farklılık gösteren eserde, önce hadîsler manzum olarak tercüme
edilmiş, sonra dil, üslûp ve zevk itibariyle yüksek bir seviyeye hitap edilmiştir.
Dili ağır olmakla birlikte sağlam ve düzgündür (Kocatürk 1970: 436).
Tamamen dua ile ilgili olan İlmî’nin Du’â-nâme’si (Deniz 2008), aruzun
“mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmış olup 107 beyitten oluşmaktadır.
Eser, Sultan IV. Murâd’ın, babası döneminde kaybedilen Yemen ve Bağdat’ı fet-
hetmesi ümidiyle kaleme alınmış “fetih duası” hüviyetindedir.
Kelâmî-i Rûmî’nin, ahlâkî hüviyete sahip olan Seher-nâme, Sultan III.
Murâd’ın fitne ve fesadı söndürmek üzere Hâfız Ahmed Paşa’yı Mısır’a tayin
edişi ve bu tayinle memleketin nizama kavuşmasını ihtiva eden Risâle-i Gazâle,
Nil’le ilgili olarak Makrizî tarihinden alınan bazı eski âdetleri, Mısır’da icra edilen
şenlikleri ve Ahmed Paşa’nın Nil’deki bir gezintisini konu edinen Risâle-i Nîliyye
ile Hacca dair olan Risâle-i Hacc-ı Şerîf isimli dört mesnevîsi vardır. Bunlardan
Seher-nâme, edebî değerinden çok, yazarın kendi hayatı ve babası hakkında ver-
diği bilgiler itibariyle önemlidir. 1003/1595-1004/1596 tarihleri arasında yahut
hemen sonrasında yazıldığı tahmin edilen eserde, aruzun “feilâtün mefâilün fei-
lün” kalıbı kullanılmıştır. Ehl-i beyt sevgisi, cömertlik, dünyayı sevmemenin ge-
rekliliği gibi konuların yer aldığı eserin, adalet bahsinde örnek bir şahsiyet ola-
rak kabul edilen Yemen fatihi Sinân Paşa’nın hayatı, Doğu ve Batı’daki gazaları
uzun uzun anlatılmıştır. İlim bahsinde ise, iki bin talebenin aynı anda ders gör-
düğü, hafızların Kur’ân-ı Kerîm okuduğu Ezher Camii ve Ezher uleması tasvir
edilmiştir (Okuyucu 2008: 214-39).
Bu asırda yazılan dinî mesnevîlerden olan Sîmkeş-zâde Feyzî’nin Cevâb-
nâme’si (Coşkun 1997: 209-21), 161 beyitten oluşmaktadır. Tam adı Cevâb-nâme-i
Mevlânâ-yı Makdis olan eser, 1059/1649 tarihinde aruzun “feilâtün mefâilün fe-
ilün” kalıbıyla kaleme alınmıştır. Eser, Şeyh Abdulahad Nûrî’nin Cuma şeyhi
sıfatıyla cami kürsüsünde vaaz ederken cemaatten birinin kendisine yönelttiği
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVII. Yüzyıl
| 451
Lâ, illâ nedir? Kur’ân nerededir? Üç oğul ile dört ana nedir? Sorularına verdiği
cevapların, o esnada cemaat arasında bulunan ve müridi olan Feyzî’den man-
zum hâle getirmesini istemesi üzerine yazılmıştır.
Bu dönemde XVI. asır şâirlerinden Hakanî’nin Hz. Peygamber için, çağ-
daşı Cevrî’nin ise dört halife için yazdığı hilyeden ilham alarak Neşâtî bir Hilye-i
Enbiyâ (Kaya 1991) kaleme almıştır. Aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla
yazılan mesnevî, 197 beyittir. Birçok dinî eserden istifade edilerek kaleme alı-
nan bu kısa mesnevîde sırasıyla Hz. Âdem, Hz. İdrîs, Hz. Nûh, Hz. İbrâhîm,
Hz. İsmâ’îl, Hz. İshâk, Hz. Lût, Hz. Yûsuf, Hz. Eyyûb, Hz. Mûsâ, Hz. Dâvûd,
Hz. Süleymân, Hz. Yahyâ ve Hz. Îsâ peygamberlerin hilye yani dış görünüşleri
sâde bir dil ve üslûpla anlatılmıştır. Eserin önemli tarafı, peygamberlerin hilye-
lerini ihtiva eden yegâne eser olmasıdır. Eseri, Şeyh Vasfî eski harflerle bastır-
mış (İstanbul 1312), Sadettin Nüzhet Neşâtî Divanı’nın sonunda yayımlamıştır
(1933: 134-51). Cevrî ise, Hakanî’nin Hilye’sinden ilham alarak 1040/1630 tari-
hinde dört halife için Hilye-i Çihâr-yâr-i Güzîn’i (Tâhirü’l-mevlevî 1899; Erkal 1999;
Gülmez 2006) kaleme almıştır. Bunun sebebini şâir, Hakanî’nin hilyesinin halk
arasında çok beğenilmesinden dolayı aynı şekilde yazılacak bir hilyenin fazla
rağbet görmeyeceği düşüncesinden hareketle konuyu değiştirip halk tarafından
hem beğenilmesini hem de ilgiyle karşılanmasını sağlamak için halifelerin hil-
yesini yazmayı amaçlamasına ve bir ilki gerçekleştirmek istemesine bağlamıştır.
Aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla yazılan mesnevî, 145 beyitten oluş-
maktadır. Dört halife için kaleme alınan diğer bir hilye ise, Şeyhülislâm Hoca-
zâde Es’ad Mehmed Efendi (öl. 1034/1625)’ye ait olan Gülistân-ı Şemâ’il’dir (Torun
2002; Özkat 2011: 111). Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla 1026/1617
tarihinde yazılan eser, 1196 beyitten oluşmaktadır. Eser, “tevhîd” mahiyetindeki
ilk manzume de dâhil 19 bölümden meydana gelmektedir. Dört büyük halife-
nin şemâilinin ayrı ayrı ele alındığı eserde, “hilye” başlıklı bölümlerde halife-
nin dış görünüşü ve tavırlarıyla ilgili hadîslerin Arapça metni verilmiştir. Pek-
çok yerde bu metnin hemen altına küçük not hâlinde tercümesi de verilmiş;
daha sonra manzum olarak bu hadîslerin tercüme ve şerhi yapılmıştır. Ardın-
dan “fezâ’il” adlı bölümde, bu halifelere dair Hz. Peygamber’in övücü sözleri
aktarılmıştır. Bu bölümdeki hadîsler de aynen “hilye” bölümündeki gibi ele alı-
narak tercüme ve şerh edilmiştir. Edirneli Güftî (öl. 1088/1677)’nin, bazı kay-
naklarda Düvâzdeh İmâm veya Hilye-i Aşere-i Mübeşşere olarak da zikredilen
Hilye-i Haseneyn ve Aşere-i Mübeşşere’si (Arslan Mus. 2007; Özkat 2011: 112; Koca-
türk 1970: 458) aruzun “feilâtün feilâtün feilün” vezniyle yazılmış olup 328 beyit-
tir. Bu asrın ortalarında kaleme alındığı tahmin edilen eser, “Haseneyn (Hz. Ha-
san ve Hz. Hüseyin)” ve “Aşere-i Mübeşşere (cennetle müjdelenmiş on sahabe)”nin
452 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
hilyelerinden oluşmaktadır. On iki kişinin hilyesini ihtiva ettiği için kaynaklarda
yanlışlıkla “Eimme-i İsnâ Aşer (On İki İmam)” hilyesi olarak değerlendirilmiştir.
Doğrudan “sebeb-i te’lîf” bölümüyle başlayan eser, 15 bölümden oluşmaktadır.
Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin hilyelerinden sonra, “Aşere-i Mübeşşere” hilyelerine
giriş niteliğinde olan 12 beyitlik bölümde Tirmîzî ile İbn Mâce’den nakledilen
ve Aşere-i Mübeşşere’nin adlarını bildiren hadîsin Arapça metni ve tercümesi
yer almaktadır. Akabinde Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osmân, Hz. Alî, Hz.
Talha, Hz. Zübeyr bin Avvâm, Hz. Abdurrahmân bin Avf, Hz. Sa’d b. Vakkâs,
Hz. Sa’d b. Zeyd, Hz. Ubeydü’l-cerrâh’ın hilyelerine yer verilmiştir. Hakanî ve
Cevrî tarafından kaleme alınan Hilyelerin devamı mahiyetinde olan eserde, sa-
dece şahısların tasvirleriyle yetinilmeyip onların hayatları ve maceraları da an-
latılarak eser, destân hâline dönüştürülmüştür. Cevrî’nin eserinden üstün sayı-
labilirse de, Hakanî’nin hilyesindeki samimî ruh ve ilâhî eda ile boy ölçüşecek
durumda değildir. Nitekim hem döneminde hem de daha sonra geniş bir etki
oluşturamamıştır. Nesîmî Mehmed Efendi ise, Hz. Peygamber’in mübarek vü-
cut yapısı ve güzel sıfatları hakkında Gülistân-ı Şemâ’il adında bir “hilye” ka-
leme almıştır. Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbının kullanıldığı eser,
1137 beyittir. Eserde, Hz. Peygamber’i sembolize eden gül motifi önemli bir
yer tutmaktadır (Özkat 2011: 101). Bosnalı Teberdâr Zülüflü Mustafâ Efendi’nin
1069/1658-59 tarihinde aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazıp
Sultan IV. Mehmed’e takdim ettiği Terceme-i Hilyetü’n-nebî ‘Aleyhi’s-selâm’ı 134
beyitten oluşmaktadır (Özkat 2011: 102). Cenâb-ı Nûrî-i Kastamonî’nin Hilye-i
Manzûme-i Resûlullah’ı, aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan 49 be-
yitlik bir mesnevî ile aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme
alınan “icmâl-i hilye-i nebî” başlıklı 6 beyitlik bir “gazel”den oluşmaktadır. Bu
eser Şerîfî’nin hilyesinden istifade edilerek oluşturulmuştur (Özkat 2011: 102).
Yine Niyâzî-i Mısrî (öl. 1105/1694)’nin aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalı-
bının kullanıldığı Terceme-i Hilye-i Şerîf’i (Soydan 2002; Özkat 2011: 102), yaklaşık
1000 beyittir. Eserin aralarında Farsça olarak kaleme alınmış mensur parçalar
yer almaktadır. Eserde, Hz. Peygamber’in sohbetine katılma şerefini kazanma-
ları sebebiyle Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Hz. Hamza ve Hz. Abbâs hakkında da
bilgi bulunmaktadır. Edirneli Mustafâ b. Muhammed Nüvâzî’nin de 1049/1639
tarihinde kaleme alınan ve 1022 beyitten oluşan Riyâzü’l-hilye isminde bir hil-
yesi bulunmaktadır (Özkat 2011: 101).
Nesîb Yûsuf Efendi (öl. 1126/1714), aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” vez-
ninde kaleme aldığı mesnevî tarzındaki 24 beyitlik manzumesinde Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, Sultan Veled ve Ulu Ârif Çelebi’nin doğum ve vefatlarını
konu edinmektedir. 1316/1898 tarihinde Vâsıf adlı bir Mevlevî tarafından tertip
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVII. Yüzyıl
| 453
edilen antoloji tipi bir mecmua (Konya Mevlânâ Müzesi İhtisas Kütüphanesi, nr. 2163,
vr. 49b-50a) içerisinde yer alan bu şiir, Hz. Peygamber’den başka diğer din uluları
ile ilgili de “vefât-nâme” yazıldığını göstermektedir (Özkat 2011: 209).
Bu asırda Feyzî tarafından yazılan tasavvufî konulu Şem’ ü Pervâne (Te-
kin 1991), 11’li hece vezniyle nazmedilmesi bakımından dikkat çekmektedir.
Mesnevî hem XIII. asırdan beri süregelen hece-aruz çatışmasının XVII. asırda
da devam ettiğini göstermesi hem de daha sonraki asırlarda başlayacak olan
yeni şiir anlayışının kapısını aralaması bakımından Türk edebiyat tarihi için ol-
dukça önemlidir. 1011/1603 tarihinde yazılan ve 987 beyitten oluşan eser, Niğ-
bolu mutasarrıfı Tiryâkî Hasan Paşa’ya takdim edilmiştir. Bu eserde hem şem’
hem de pervâne bir kavramı sembolize eden gerçek şem’ ve pervânedir. İkisi-
nin arasında müşahede edilen ilişki de, reel dünyada her zaman görülebilen
bir olgudur. Yani gerçekteki bir mum ile pervânenin ilişkisidir. Feyzî, kullan-
dığı sembolleri mesnevîsinin sonunda açıklamıştır. Bu yönüyle eser, diğerlerin-
den farklılık göstermektedir.
İshâk-ı Tokadî’nin Manzûme-i Akâ’id olarak da bilinen Nazmu’l-le’âlî’si
(Özfırat 2006: 35-134), manzum akait kitabı hüviyetindedir. Aruzun “mefâîlün
mefâîlün feûlün” kalıbıyla 1098/1687 tarihinde yazılan eser 327 beyittir. Eserde,
akait konuları bölümlere ayrılmış ve her bölüm hakkında bilgi verilmiştir. Bu
eserin bir nüshası M. Fatih Köksal’ın şahsî kütüphanesinde bulunmaktadır. Aru-
zun “mefâîlün mefâilün feulün” kalıbıyla 1082/1671’de yazılan ve 224 beyitten
oluşan Manzûme-i Keydânî ise, Keydânî’nin Arapça ilmihal kitabının manzum
tercümesidir. Eserde namazın farzları, vacipleri, sünnetleri, mekruhları, haram-
ları, müstehapları ayrı ayrı bölümler hâlinde işlenmiştir (Özfırat 2006: 228-79).
Ahmedî mahlasını kullanan ve İshâk Hocası adıyla tanınan Şemseddîn
Ahmed’in 2918 beyitten oluşan Vahdet-nâme’si, eski şark bilgisinin din ve tasav-
vuf ruhuyla oluşturulmuş bir destan hüviyetindedir. Ananevî bir tenkitle başla-
yan eserde, Allah’ın kudretini ifade etmek zımnında, eski kültür içinde ve nazarî
olarak kâinatın teferruatı tasvir edilmiştir. Böylece göklerden başlayıp burçlar-
dan, yıldızlardan, sudan, topraktan, gece, gündüz, mevsim gibi tabiat hadise-
lerinden, madenlerden, bitkilerden ve hayvanlardan bahsedildikten sonra, Hz.
Âdem’in tenasülüyle insanların çoğalması, Hz. Nûh ve tufanı, Hz. İbrâhîm ve
İsmâ’îl kıssalarına değinilmiş, akabinde Hz. Peygamber’in atalarına ve doğu-
muna gelinerek Hz. Peygamber hakkında bilgi verilmiştir. Uygun yerlerde dinî
ve tasavvufî öğütlere de yer verilen eser, olgun ve düzgün bir dille kaleme alın-
mıştır (Kocatürk 1970: 458-59).
Nâbî’nin 1113/1701 tarihinde oğlu Ebu’l-hayr Mehmed Çelebi için Halep’te
kaleme aldığı ve Hayriyye-i Nâbî diye şöhret bulan Hayrî-nâme isimli mesnevîsi
454 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
(Pala 1989; Kaplan 1995; Bilkan 2002; Kocatürk 1970: 465-68), “nasîhat-nâme” türü-
nün edebiyatımızdaki en tanınmış örneğidir. 35 bölümden meydana gelen eser,
1660 beyit olup aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla yazılmıştır. Her bö-
lümün başlığı mevzun olup aynı vezinle oluşturulmuştur. Nâbî’nin uzun hayat
tecrübesinin bir ürünü olan Hayrî-nâme, konusu itibariyle orijinal bir eserdir.
Eserinde XVII. asırda yozlaşan değerlerin bir tahlilini yapan Nâbî, henüz yedi
yaşında olan oğluna evlilik, meslek seçimi ve toplum hayatında sergileyeceği
tavır ve davranışlar hakkında yol göstermiş ve onun sağlam bir dinî terbiye ile
dinî hayata sahip olmasını tavsiye etmiştir. Kendi döneminde yozlaşan meslek-
lerden oğlunun uzak durmasını isteyen Nâbî, ona ilim ve irfan sahibi olmasını
tavsiye ederken israf, sefahat ve boş uğraşların zararlarını da dile getirmiştir. Ese-
rinde tasavvufu öven Nâbî, sahte şeyhlerin vermiş olduğu zararlara da dikkat
çekmiştir. Eserinde âyânlık, paşalık, kadılık, kassâmlık, kazaskerlik, eminlik ve
tevliyet makamlarında bulunanların durumlarına ışık tutan Nâbî, oğlu için en
ideal mesleğin “dîvân hocalığı” olduğunu belirtmekten çekinmemiştir. Osmanlı
Devleti’nin çözülüş dönemine ait önemli bir belge niteliğine sahip olan eser, bir
babanın oğluna verdiği nasihatleri ihtiva etmekle beraber, çağının ideal insanını
oluşturmak için gerekli olan ahlâk kurallarını, günlük hayat düzenini ve dünya
görüşlerini de içine almaktadır. Çeşitli mesleklerden bahsederken şiir hakkın-
daki düşüncelerine de yer veren Nâbî, İran ve Arap edebiyatının şâirlerini öv-
müş, Türk edebiyatında ise, özellikle Bâkî ve Nef’î’ye dikkat çekerek okunma-
sını istemiştir. Sözünde mânâ olmayan zülüf, sümbül, gül, bülbül, mey ve câm
gibi sınırlı mazmunların dışına da çıkamayan şâirleri kötülemekten kaçınmayan
Nâbî, sanatlı ve mânâlı, bilhassa hikemî şiiri överek şöyle demiştir:

Hikmet-âmîz gerekdir eş’âr


Ki me’âli ola irşâda medâr
Kokusuz lâleye benzer o suhan
Ki ola lafzı tehî ma’nâdan.

Hayatın hemen her köşesinden yankılar taşıyan ve bunları bir hayli de şi-
irleştiren Hayrî-nâme, bu zenginliği sebebiyle kuru bir nasihat kitabı olmaktan
çıkarak değerli bir sanat eseri, enteresan bir didaktik epope mahiyetini almıştır.
Hayrî-nâme, Klâsik edebiyatımızda en çok yazılmış, basılmış, yayılmış ve okun-
muş mesnevîlerden birisidir.
Bu dönem mevlevî şâirlerinden Fasîh Ahmed Dede’nin 1110/1698 yılında
aruzun “mef’ûlü mefâilün feûlün” kalıbıyla kaleme aldığı Behişt-âbâd (Sevindik
2010) isimli mesnevîsi, 1230 beyitten oluşmaktadır. Hakiki dostluk ve vefa duy-
gusunun işlendiği eser, didaktik bir hüviyete sahip olup tahkiye üslûbuna bağlı
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVII. Yüzyıl
| 455
kalınarak oluşturulmuştur. Bu asır mutasavvıf şâirlerinden Muhyiddîn Kâdirî’nin
1035/1626’da başlayıp 1040/1630’da bitirdiği Nasîhat-nâme’si, değişik nazım şe-
killerinden oluşmaktadır. Dinî ve tasavvufî bir öğüt kitabı mahiyetinde olan
eserde, 75 beyitlik bir mesnevî ile Abdülkâdir-i Gîlânî’ye ait bir “medhiye” bu-
lunmaktadır. Nasîhat-nâme’de ölüm, âhiret, âhirete hazırlık, yalan söylememe,
gıybet etmeme, belâlara karşı sabretme, komşu hakkına saygı gösterme, açgözlü
olmama, cimrilikten sakınma, gururdan kaçınma gibi konulara yer verilmiştir
(Kaplan 1992: 57-58). Rızâ’î (öl. 1100/1688) mahlasını kullanan İshâk-ı Tokadî’nin
çeşitli ilimlerle ilgili görüşlerini ve öğütlerini ihtiva eden Nazmu’l-ulûm (Özfı-
rat 2013; 2006: 136-226; Kaplan 1992: 61; Kocatürk 1970: 459), 1099/1687’de aru-
zun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmış olup 422 beyitten oluşmak-
tadır. Şâirin daha önce Arapça olarak yazdığı bir kitabının manzum tercümesi
olan mesnevî, çeşitli ilimlerin öğrenilmesini ihtiva ettiği ve bu konuda bazı na-
sihatleri içerdiği için tam manasıyla didaktik bir hüviyete sahiptir. Şâir, tecvîd,
kelâm, fıkıh, tasavvuf, hadîs, tefsir, tıp, lügat, tarih, sarf, nahiv, mantık, kimya,
şiir, inşa, aruz gibi ilimlerle ilgili görüşlerini açıklarken bazı İslâm bilginlerinin
düşüncelerinden de istifade etmiş ve bu ilimlerin öğrenilmesi gerektiğini vur-
gulamıştır. Dinî bir ruh ve esasla, ilimlerin mahiyeti ile tarihinden bahseden ve
hiçbir sanat gayesi güdülmeyen eser, devrine göre, kültürel bakımdan değerli,
canlı ve enteresandır. Dili düzgün ve halka yakındır. Livâyî’nin Bahrü’l-irfân
(Gökçe 2003) mesnevîsi, 3 “bâb” 18 “bölüm”den oluşmaktadır. Aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan ve 1568 beyit olan eserde, cennet ile cehen-
nemden bahsedilmiş ve velilerin hikâyelerine yer verilmiştir. Bahtî, Birgivî Mu-
hammed Efendi’nin ilmihâl niteliğindeki mensur eseri Vasiyyet-nâme’yi, ezber-
lenmesini kolaylaştırmak için 1052/1642 tarihinde aruzun “mefâîlün mefâilün
feûlün” kalıbıyla nazmetmiştir. Dinî öğütler içeren eser, 1357 beyitten oluşmak-
tadır (Özyaşamış Şakar 2005). Adlî Hasan Efendi’nin 1022/1613 tarihinde kaleme
aldığı Tergîbât’ı (Karaca Özbekoğlu 2001; Yeniterzi 2007: 457), 1723 beyitten oluş-
maktadır. Dinî-ahlâkî bir nasîhat-nâme olan eser, 10 “bölüm”den oluşmaktadır.
Bu bölümlerde kelime-i tevhîd, tövbe, sabır, tevekkül, fakr, kanaat, kaza ve ka-
der, öfkeyi yenmek, cömertlik ve ihlasın fazileti üzerinde durulmuştur. Füzûnî
(öl. 1068/1657)’nin Gül-i Sad-berg’i (Derdiyok 2005), 1051/1641-42 tarihinde aru-
zun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla yazılmış olup, toplam 167 beyitten teşek-
kül etmektedir. Eserde bir kuş ile bahçıvan arasında geçen olaylardan hareketle
çeşitli nasihatlar verilmiştir. Şu’ûrî Hasan Çelebi, Attâr’ın Pend-nâme’sini man-
zum olarak tercüme etmiştir. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbının kulla-
nıldığı eser, birebir tercüme özelliği taşımaktadır (Yazar 2011: 382). Seyyid Alî b.
Alî Hasretî (öl. 1666’dan sonra) de, Attâr’ın Pend-nâme’sini genellikle mısra mısra
456 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
tercüme etmiştir. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbının kullanıldığı eserde,
kaynak metne bağlı kalınmış ve ondaki anlam aynen Türkçeye aktarılmaya çalı-
şılmıştır (Yazar 2011: 395). Na’îm (öl. 1106/1694)’in 1093/1682 tarihinde edebiyat
tarihine seçkin ve beğenilen bir eser bırakmak amacıyla, rubâ’îler hariç, aruzun
dört değişik kalıbıyla kaleme aldığı Gülzâr-ı Na’îm (Üstüner 2013), 1567 beyit-
ten müteşekkildir. İbret verici bir hikâyenin anlatıldığı eserde, hacimli bir sâkî-
nâme de bulunmaktadır. Sun’ullah-ı Gaybî (öl. 1064/1663)’nin nâ-tamâm olduğu
anlaşılan nasîhat-nâme türünde bir mesnevîsi bulunmaktadır. Genç kızlara ve
delikanlılara çeşitli öğütlerin verildiği mesnevî, 74 beyit olup aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme alınmıştır (Ceylan 2007: 45-46, 82-88).
Bu asırda yazılan didaktik mahiyetteki mesnevîlerden biri de Hilmî’nin
Bahrü’l-kemâl’idir (Okuyucu 1995). Nizâmî-i Gencevî’nin Mahzenü’l-esrâr’ına
nazire olarak yazılmıştır. Ancak Bahrü’l-kemâl’in 12. bölümünde yer alan “ta-
lebesine âşık olan hoca” hikâyesinin aynen Cinânî’nin Riyâzü’l-cinân’ında geç-
mesi ve Cinânî’ye ait bazı beyitlerin aynen alınıp kullanılması, eserin Riyâzü’l-
cinân’a nazire olabileceğini de düşündürtmektedir. Genç Osmân’a ithaf etmek
için aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan eser, 4430 beyitten müteşek-
kildir. Eser, “ravza” ve “makâle” adı verilen 12 bölümden oluşmaktadır. Bahrü’l-
kemâl’in ilk bölümleri tarihî malumat bakımından zengin olup sonraki kısımlar
daha ziyade ahlâkî telkinler mahiyetindedir. Yer yer konuşma üslûbuna yaklaş-
makla beraber, umumiyetle klasik nazım diliyle kaleme alınmıştır. Eserde sul-
tanların adaleti ve doğruluğu, vezirlerin adaleti, âlimlerin hüviyeti, mürşitlerin
nitelikleri, yüksek rutbeli askerlerin vasıfları, uzletin gerekliliği, Belgrat’ta yaşa-
yan iki meczubun hikâyesi, Sipâhî Mustafâ’nın hayatı etrafında helal yemenin
fazileti, zalim sultanlar, dünyadan sakınma ve iffeti koruma, sabrın hikmeti ve
aşkın kıymeti konularına yer verilmiştir. Nizâmî’nin Mahzenü’l-esrâr’ına cevap
olarak yazılan mesnevîlerden bir diğeri de Nâlî’nin Tuhfetü’l-emsâl’idir (Kahra-
man 1999). Klâsik mesnevî tertibine uygun olarak Musâhib Mustafâ Paşa adına
yazılan eser, bir yanılgı sonucu, 1871 tarihinde Tuhfe-i Dilkeş-i Nâbî ismiyle bu
asrın meşhur şâiri Urfalı Nâbî’ye mal edilerek basılmıştır. Aruzun “müfteilün
müfteilün fâilün” (sadece “hâtime” kısmı “feilâtün feilâtün feilün” vezniyle yazılmış-
tır) kalıbıyla 1081/1670 tarihinde kaleme alınan eser, beş ayrı hikâyeden oluş-
maktadır. Ayrıca her hikâyenin sonuna bir “temsîl” ve “münâcât” eklenmiştir.
1929 beyitten oluşan eserde, konu olarak mecâzî aşk, hakikî aşk, üzüntü ve se-
vincin kaynağı, gurur ile iyi ve güzel olanı taklit etmenin faydaları işlenmiştir.
Nâlî’nin Hz. Peygamber’in yaşadığı kutsal topraklara hac farizasını yerine getir-
mek için giden Müslümanlara yardımcı olmak amacıyla kaleme aldığı Menâsik-i
Hac (Kahraman 1998: 309-20) isimli başka bir mesnevîsi daha vardır. Aruzun
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVII. Yüzyıl
| 457
“müfteilün müfteilün fâilün” kalıbıyla yazılan eser, 727 beyitten oluşmaktadır.
Şâir eserinde ayrı başlıklar altında, haccın farz olmasının sebepleri, hac ayları,
haccın farzları, haccın vacipleri, umre, ihrama hangi zamanlarda girileceği, ih-
ramın özellikleri, Beytullah’ın vasıfları, Cebel-i Ebî Kubeys, Sûku’l-leyl, müba-
rek kabirler, Arafat’ta vakfeye durma, Cebel-i Arafat, Müzdelife, Mina, Medine
ve Hz. Peygamber’in Ravzası, Mescid-i Kıbleteyn gibi konular hakkında ayrıntılı
bilgiler vermiştir. Yegâne nüshası İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi TY 2191’de
kayıtlıdır. İçerisinde Mekke-Medine civarındaki kutsal yerlere ait 17 minyatü-
rün bulunduğu bu nüsha oldukça değerlidir.
Cevrî (öl. 1064/1654)’nin Aynü’l-fûyûz’u (Hidayetoğlu 1986), Yûsuf-ı Sîne-
çâk’in Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden bir anlam bütünlüğü içerisinde seçtiği 366
beyitten oluşan Cezîre-i Mesnevî adlı eserinin şerhidir. Cevrî, Cezîre-i Mesnevî’yi
1057/1647 tarihinde, her beyte beş Türkçe beyit ilâve ederek şerh etmiş ve Sofu
Mehmed Paşa’ya sunmuştur. Cevrî (öl. 1064/1654)’nin Hall-i Tahkîkât’ı ise Mesnevî-i
Ma’nevî’nin ilk 18 beyti ile ondan müntehap 40 beytin beşer beyitle yapılan şer-
hinden oluşmaktadır. Yapılan beşer beyitlik şerhlerden sonra Mesnevî’den alı-
nan beyitlere yer verilmiştir. 415 beyit olan eser, aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün”
kalıbıyla 1057/1647 tarihinde yazılmış ve Sofu Mehmed Paşa’ya ithaf edilmiştir
(Gümüş 2009). Aynü’l-füyûz, Cevrî’nin Hall-i Tahkîkât’ı ile birlikte basılmıştır (İs-
tanbul 1269, s. 30-181). Sâdıkî ise, Kenzü’l-garâ’ib-i Mesnevî veya Bahrü’l-garâ’ib
(Yazar 2009) isimli eserinde Mesnevî-i Ma’nevî’de geçen bazı hikâyeleri manzum
olarak tercüme etmiştir. Aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbının kullanıldığı
eserde, irili ufaklı toplam 60 hikâyeye yer verilmiştir. Bunlardan 58’i Mesnevî’den
alınmıştır. Ayrıca Mesnevî’den seçilen hikâyelerin arasında geçen 3 âyet ile 6
hadîsin tefsiri de çevrilmiştir. Belli bir sistem dâhilinde seçilmeyen hikâyelerin
esere alınmasında, şâirin şahsî zevki etkili olmuştur. Mesnevî’den alınan hikâyeler
tercüme edilirken hem sâde ve basit bir dil kullanılmış, hem hikâyelerin akışına
bağlı kalınmış hem de kaynak metindeki ana ve ara başlıklar çevrilerek metne
alınmıştır. Yûsuf Dede (öl. 1080/1670)’nin ise Mesnevî-i Ma’nevî’ye 120.000 be-
yitlik bir naziresi bulunmaktadır (Çapan 2005: 734).
Bu asırda yazılan “tasavvufî” eserlerden olan Azîz Mahmûd Hudâyî’nin
Necâtü’l-garîk fi’l-cem’i ve’t-tefrîk’i, tasavvuf terimlerinden olan “cem’” ve
“fark”ın anlatıldığı bir eserdir. Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla
yazılan Necâtü’l-garîk, 324 beyitten oluşmaktadır. Eserde Bâyezîd-i Bistâmî,
Hasan-ı Basrî, Şeyh Ebû Sa’îd gibi tasavvuf büyüklerinin bazı kıssa ve sözleri
nakledilmiş, bazı âyet ve hadîsler üzerinde durulmuş, çeşitli dinî ve tasavvufî
konulara değinilmiş, ibadetin ve şeriatın tevhîd ehli ile olan yakınlığı ve
bağlılığı anlatılmıştır. Ayrıca eserde sultanlara, âlimlere ve müritlere bazı
458 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
nasihatler de verilmiştir. Necâtü’l-garîk, Sahaf Nûrî (Külliyât-ı Dîvân-ı Hazret-i
Hüdâyî Azîz Mahmûd Efendi, İstanbul 1287) ve Mehmed Gülşenî’nin külliyatları
(Külliyât-ı Hazret-i Hüdâyî, İstanbul 1338) içinde iki defa yayımlanmıştır. Oğ-
lanlar Şeyhi İbrâhîm’in aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla Sultan I.
Ahmed (sal. 1012/1603-1026/1617) döneminde kaleme aldığı ve 1080 beyit-
ten oluşan Müfîd ü Muhtasar’ı (Kemikli 2003) tasavvufî düşünce ve yaşantıya
dair faydalı ve kısa bilgileri içermektedir. Türk tasavvuf düşüncesinin didak-
tik bir üslûpla ele alındığı eserde, şâirin tasavvufî kavramlara yüklediği anlam,
âdâb ve sohbet anlayışı ile dönemindeki tarikatlar hakkında da bilgi verilmiş-
tir. Mevlevî şâirlerden Abîrî’nin dinî-tasavvufî hüviyete sahip olan Kenzü’l-
esrâr isimli mesnevîsi (Çetin 2008: 97-103), yaklaşık 5500 beyitten oluşmakta-
dır. 1035/1625-26 tarihinde aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla yazılan
eser, Sultan IV. Murâd’a takdim edilmiştir. Himmet (öl. 1095/1684)’in ise ta-
rikat âdâb ve silsilesinin tanıtıldığı Tarîkat-nâme isimli 377 beyitlik eseri bu-
lunmaktadır (Erdemir 1999: 217).
Şânî Mehmed Efendi’nin temsilî olarak tasavvufu konu edinen Gülşen-i
Efkâr (Kurmuş 2010) isimli eseri, 1730 beyit olup aruzun “feilâtün mefâilün fe-
ilün” kalıbıyla Sultan III. Murâd devrinde (sal. 1085/1674-1106/1695) yazılmış-
tır. “Seyr ü sülûk”a girenlere rehber olması amacıyla kaleme alınan eser, bikr-i
ma’nâlarla donatılmış olup özgün bir hüviyete sahiptir. Şâir konunun işlendiği
asıl bölümde önce cennet misali bir bahçeyi tavsif etmiş ve burada “akıl”, “ilim”,
“hilm” ve “devlet” arasında geçen münazarayı vermiştir. Bu dört kahraman, ki-
min daha faziletli olduğu konusunda tartışmaya başlarlar. Bu tartışmanın galibi
çıkmayınca, sorularına cevap verebilecek birini bulmak üzere “şehr-i ma’rifet”e
doğru yola çıkarlar. Burada “rûh-ı seyrânî” ile buluşurlar. “Rûh-ı seyrânî”, on-
ları ârif-i rabbânî olan “rûh-ı pür-hikmet”le tanıştırır. “Rûh-ı pür-hikmet”e
dertlerini anlatırlar. Hepsi teker teker âyet ve hadîsleri tanık göstererek iddi-
alarını yenilerler. “Rûh-ı pür-hikmet” de onları dinler ve hepsinin eksik yön-
lerini ve zayıflıklarını gözler önüne serer. Eser, “pür-hikmet”in onlara verdiği
nasihatlerle sona ermektedir. Eserinin giriş kısmında öğretici bir edayla bazı
tasavvufî kavramları açıklayan Şânî, ana hikâyenin anlatıldığı bölümde alego-
riyi ustalıkla kullanmıştır. Eserin şekil olarak dikkat çeken yönü, içerisinde 22
beyitten oluşan bir Lârende Şehr-engîzi bulunmasıdır. Temsilî olarak tasavvufu
anlatan mesnevîlerden bir diğeri ise Sîmkeş-zâde Feyzî’nin Gamze vü Dil’idir
(Coşkun 1997: 47-192). 1065/1654-55 tarihinde aruzun “feilâtün mefâilün fei-
lün” kalıbıyla İstanbul’da yazılan mesnevî, 2241 beyitten müteşekkildir. Sultan
IV. Mehmed’e sunulan Gamze vü Dil, sembollerini tamamen manevî âlemden
alan alegorik bir hikâyedir. Eser, baştan sona tasavvufî fikirler, telmihler ve
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVII. Yüzyıl
| 459
Halvetî tarikatının âdâbını ihtiva etmesi bakımından bu tarikat için önemli bir
kaynak hüviyetindedir.
Fedâyî Dede, Ferîdüddîn-i Attâr’ın tasavvufî mesnevîsi Mantıku’t-tayr’ı,
aynı isimle (Şimşek 1993) hem Farsça bilmeyenlerin istifade etmesi hem de ha-
yır dua ile anılmak için baştan sona mesnevî nazım şekliyle tercüme etmiştir.
1045/1635 tarihinde aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme alınan eser,
4609 beyitten müteşekkildir. Fedâyî Dede, eserini oluştururken Attâr’ın aynı adlı
eserini beyit beyit takip etmiş, ancak vezin ve ifade zaruretinden dolayı bazı ke-
limeleri ve beyitleri değiştirmiştir. Ayrıca Attâr’da bulunan 11 hikâyeyi çıkaran
Fedâyî Dede, “Hikâyet-i İskender-i Zülkarneyn” başlıklı hikâyeyi ise eklemiştir.
Kastamonulu Ömer Fu’âdî ise Ferîdüddîn-i Attâr’ın 333 beyitlik Bülbül-nâme
adlı eserini, Bülbüliyye (Yazar 2001) adıyla genişleterek Türkçeye tercüme etmiş-
tir. Dinî-tasavvufî bir mesnevî olan Bülbüliyye’de kuşların konuşturulması yo-
luyla ilâhî aşk ve vahdet konusu ele alınmıştır. Ayrıca şâir, “li-müellifihi” başlığı
altında zaman zaman kendi duygu ve düşüncelerine yer verip ahlâkî öğütlerde
bulunduğu manzumeler de söylemiştir. Şiir tekniği ve üslûbun zayıf olduğu
eserde, öğüdün ön plana çıktığı görülmektedir. 1033/1623-24 tarihinde aruzun
“mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla kaleme alınan eser, 1190 beyittir. Ömer
Fu’âdî’nin öğretme amaçlı tasavvufî bir diğer eseri ise, gördüğü bir rüya üzerine
989/1581-82 tarihinde aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün”, “feilâtün mefâilün fe-
ilün” ve “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıplarıyla kaleme aldığı Risâle-i Hâbiyye’dir
(Zavotçu 2007). 678 beyitten oluşan mesnevînin dikkat çeken yönü, Fu’âdî’nin
asıl konunun işlendiği bölümden önce, zamanına kadar Anadolu ve Anadolu
dışında yetişen Osmanlı şâirlerini birer ikişer beyitle tanıtmasıdır. Mesnevînin
asıl konusu ile herhangi bir ilgisi olmayan bu kısım, Latîfî’nin Tezkiretü’ş-şu’arâ
ve Tabsıratu’n-nuzamâ isimli şâirler tezkiresinden hareketle oluşturulmuştur.
Hikâye anlatma ve kıssadan hisse çıkartma amacındaki mesnevî geleneğiyle
tam olarak örtüşmeyen, hikâye anlatmanın yanı sıra şâirin başka endişelerini
de yansıtan sıradışı bir hüviyete sahiptir. Eser, Hamdullâh Hamdî’nin Yûsuf u
Züleyhâ’sında geçen Züleyhâ’nın gördüğü bir rüyadan esinlenerek meydana
getirilmiştir. Lâ-Mekânî Hüseyin de, Attâr’ın Esrâr-nâme’sini kısmen tercüme
etmiştir (bkz. Tuğluk 2008). Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazı-
lan eser, 537 beyitten oluşmaktadır. Eserin muhteva olarak “insân-ı kâmil” ko-
nusu üzerinde yoğunlaşmasından hareketle çeşitli kaynaklarda adının İnsân-ı
Kâmil olarak da geçtiği görülmektedir. Sıdkî Emetullah Kadın (öl. 1115/1703-
04)’ın aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme aldığı Mecma’u’l-ahbâr
ile “feilâtün feilâtün feilün” kalıbını kullandığı Gencü’l-envâr isimli tasavvufî iki
mesnevîsi bulunmaktadır (Şeyhî 1989: II-III/467-68).
460 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi

Aşk Mesnevîleri
Bu asırda klâsik mesnevî konularının geçmiş asırlara göre rağbet görme-
mesi dikkat çekmektedir. Bunda dönemin tarihî, siyasî ve iktisadî yönden bo-
zulmaya başlaması ve edebiyatta yeni arayışlara yönelme isteği etken olmuş-
tur. Bu dönemde kişilerin estetik duygularına hitap eden eserler yerine, onları
manevî yönden rahatlatıcı mahiyetteki eserler çoğunluk kazanmıştır. Buna
rağmen az da olsa klâsik tarz mesnevîlerin de kaleme alındığı görülmekte-
dir. Bursalı Hevâyî Mustafâ (Levend 1989ğ: 99), Bağdadlı Abdülcelîl Zihnî (öl.
1023/1614-15)’nin Yûsuf u Züleyhâ (Kâtib Çelebi trhs.: II/2055), Fikrî mahlasını kul-
lanan Bülbül-zâde Abdullâh (öl. 1030/1621) ( Şeyhî 1989: I/110) ve Fâ’izî’nin Leylâ
vü Mecnûn (Akın 2009), Rif’atî’nin Yûsuf u Züleyhâ ile Leylâ vü Mecnûn (Bur-
salı Mehmed Tâhir 2000: II/185; Zavotçu 2009: 234), Fasîh Ahmed Dede’nin Hüs-
rev ü Şîrîn (Levend 1989ğ: 100) ile Mahmûd u Ayâz (Levend 1989ğ: 105), Bursalı
Hevâyî Mustafâ’nın Vâmık u Azrâ (Levend 1989ğ: 103), Sabrî’nin Hüsn ü Dil
(Köksal 1996: 103) mesnevîlerini yazdıkları, kaynaklarda bildirilmektedir. Bunlar-
dan Fâ’izî’nin Leylâ vü Mecnûn’u (Akın 2009; Elçi 2011; Büyüker 2011) müellifinin
ölümüyle yarım kalmıştır. Mesnevînin giriş bölümü tamdır. Asıl hikâyenin an-
latıldığı bölüm okula başlayan Kays ile Leylâ’nın birbirini gördükten sonra âşık
olmaları ve hocalarının da bu durumu fark etmesiyle yarım kalmıştır. Aruzun
“mef’ûlü mefâilün feûlün” kalıbının kullanıldığı eser, 968 beyitten müteşekkil-
dir. Zihnî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sının bir nüshası British Museum (Or. 7229)’da
bulunmaktadır. 1007/1598-99 tarihinde yazılan eser 155 varaktan oluşmakta-
dır (Kut 2006: 63; Yazar 2011: 298). Nâbî ise, üzerinde çok konuşulmuş, çok ten-
kide uğramış, aynı zamanda çok meşhur olmuş Hayr-âbâd (Diriöz 1994: 137-46;
Kocatürk 1970: 468-69; Ülger 1996) isimli mesnevîsini, Attâr’ın İlâhî-nâme’sindeki
“Hikâyet-i Fahrüddîn-i Gürgânî ve Gulâm-ı Sultân” adlı hikâyeyi genişleterek
oluşturmuştur. Halep’te 1117/1705 tarihinde aruzun “mef’ûlü mefâilün feûlün”
kalıbıyla yazılan eser, 1996 beyittir. Şâir hikâyenin konusunu genişletip bir
çok ilâvelerde bulunarak onu manzum bir macera romanı şekline sokmuştur.
Nâbî’nin devrinde bir sanat şaheseri kabul edilen bu mesnevîsi, Şeyh Gâlib’den
itibaren büyük hücumlara uğramıştır. Hayr-âbâd, türü içerisinde dikkat çeke-
bilen, gerçekle hayalin kucaklaşabildiği bir eserdir. Hayr-âbâd, hem konuyu
tasvirde hem de her fikri ifade de kolaylık kazanmış, geniş, olgun ve gün gör-
müş bir sanatkârın klasik şiir estetiği içerisinde mütekâmil ve mükemmel ifa-
desidir. Bu ifadede cazibe ve heyecandan ziyade zerafet, ustalık ve tabiîlik var-
dır. Nâbî’de mesnevî üslûbu, devrine göre Türk zevkine uygun, düzgün, akıcı ve
tatlıdır. Fikrî’nin Leylâ vü Mecnûn’unda aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” ka-
lıbı kullanılmıştır. Eser şâirin ölümü nedeniyle yarım kalmıştır (Şeyhî 1989: I/110;
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVII. Yüzyıl
| 461
Zavotçu 2009: 155-56). Rif’atî’nin Leylâ vü Mecnûn’u aruzun “mef’ûlü mefâilün
feûlün” kalıbıyla yazılmışır (Zavotçu 2009: 234-37).
Bu türdeki mesnevîlerden biri de Azmî-zâde Hâletî’nin kaleme aldığı
Mihr ü Mâh’tır. Hâletî bu eserini, babası Azmî Efendi’nin Assâr-ı Tebrîzî
adıyla tanınan Şemseddîn Muhammed’in eserinden çevirmeğe başladığı Mihr
ü Müşterî veya Mihr ü Mâh adını taşıyan mesnevîsini tamamlamak üzere ka-
leme almış, ancak kendisi de 500 beyitten fazla çeviremediği için eser yine
eksik kalmıştır. Çorlulu Zarîfî (öl. 1032/1623)’nin 996/1587-88 tarihinde aru-
zun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla kaleme aldığı Mihr ü Mâh (Turhan
1995) mesnevîsi 1217 beyitten oluşmaktadır. Çin hükümdarının oğlu Mâh ile
düşman bir hükümdarın kızı olan Mihr arasında cereyan eden aşkı ihtiva et-
mektedir. Yer yer İslâmî inançlar, masal ve mitolojik unsurlarla zenginleştiri-
len eser, didaktik bir hüviyete sahiptir. Babasının isteği üzerine kaleme alınan
metinde, çeşitli nazım şekilleriyle söylenmiş şiirler de bulunmaktadır. Hâşimî
(öl. 1032/1623?)’nin Mihr ü Vefâ’sı (Ece 1996) 948/1541’de tamamlanmış olup
baştan sona mesnevî formunda ve aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalı-
bıyla yazılmıştır. 6511 beyit olan eser, İran şahının kızı Mihr ile Yunan hü-
kümdarı Taymus’un oğlu Vefâ arasındaki aşkı ihtiva etmektedir. Türünün en
önemli eseri olarak kabul edilmektedir. Şâirin hayatına dair önemli bilgileri
ihtiva etmektedir. Va’dî’nin 1370 beyitten oluşan Fîrûz u Dil-efrûz (Sabuncu
2005a) mesnevîsi, klâsik şiirimizin kalıplarına uygun şekilde kaleme alınan
bir aşk hikâyesi olup eserde yer alan üç ara hikâyenin hem motifler hem de
kahramanlar bakımından halk hikâyeleriyle benzerlik taşıması bakımından
dikkat çekmektedir. Sâbir Pârsâ’nın Gül ü Nev-rûz’u (Çaldak 2004), Sultan
IV. Mehmed’e sunulmak üzere 1080/1670 yılında kaleme alınmış olup Celâl
Tabîb’in 1333 yılında yazıp Gıyâsüddîn Keyhüsrev’e takdim ettiği Farsça Gül
ü Nev-rûz adlı eserinin tamamlanmamış bir çevirisidir. Aruzun “mefâîlün
mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan mesnevî, 881 beyitten oluşmaktadır. Sâbir
Pârsâ, alegorik bir özelliğe sahip olan eserini kaleme alırken metni birebir ter-
cüme etme yerine, onu Türk diliyle yeniden inşa etme yoluna gitmiştir. Ga-
yet anlaşılır ve sâde bir dille kaleme alınan eser, Nevşâd kralı Ferruh’un oğlu
Nev-rûz’un rüyada görüp âşık olduğu ve daha sonra Ferhâr ülkesinin pren-
sesi olduğunu öğrendiği Gül’e ulaşmak için yaşadığı maceraları konu almakta-
dır. Sâbir Pârsâ, hikâyenin Nev-rûz’un Ferhâr’a gidip Gül ile buluşmasına ka-
darki bölümünü tercüme etmiştir. Halbuki Celâl Tabîb’in eserinde Nev-rûz’un
Gül’ü alıp ülkesine dönüş hikayesi de bulunmaktadır. Safevî devri şâirlerinden
olan Mesîhî’nin ise 1038/1628-29 tarihinde kaleme aldığı bir Varka vü Gülşâh
isimli mesnevîsi bulunmaktadır (Yazar 2001: 343).
462 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Adnî Receb Dede’nin Nahl-i Tecellî’si (Topal 2006), Mevlânâ’nın Mesnevî-i
Ma’nevî’sinde “aşk” kelimesinin geçtiği 339 beytin beşer beyitle şerh edilme-
sinden oluşmuştur. Bu yönüyle İlâhî aşkın işlendiği bir eser hüviyetinde gö-
rülmektedir. Şâir, Mevlânâ’nın beyitleri çerçevesinde aşk hakkında çeşitli yo-
rumlar getirmiş, aşk ile akıl; âkil ile âşık mukayesesinde bulunmuş, görüşlerini
teyit noktasında âyetler, hadîsler ve kelâm-ı kibârlardan istifade etmiştir. Aru-
zun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan eser, 2143 beyittir. Sâde bir dile
ve üslûba sahiptir.

Tarihî-Destanî-Menkabevî Mesnevîler
Cevrî’nin 1037/1627’de kaleme aldığı Selîm-nâme, Şükrî-i Bitlisî’nin Koçi
Bey’in takrirleri çerçevesinde yazmış olduğu aynı adlı mesnevînin yeniden naz-
medilmiş şeklidir. Yavuz Sultan Selîm’in menkıbeleşmiş şahsiyeti ile kahraman-
lıklarının anlatıldığı eserin bilinen tek nüshası Millet Kütüphanesi (Ali Emîrî,
Manzum, nr. 1310)’ndedir (Ayan 1993: 460). Bu asırda yazılan “gazâ-nâme”lerden
olan Vuslatî Alî Bey’in Gazâ-nâme-i Çehrin’i (İsen vd. 2003), Köprülü haneda-
nının en dikkate değer üyesi ve Osmanlı Devleti’nin şüphesiz en önemli yöne-
ticilerinden biri olan Merzifonlu Kara Mustafâ Paşa’nın günümüzde Ukrayna
sınırları içerisinde yer alan ve Osmanlı Devleti’nin kuzey batıda ulaştığı en uç
noktalardan biri olan Çehrin Seferi’ni ihtiva etmektedir. 1086/1678 tarihinde
aruzun “feûlün feûlün feûlün feûl” kalıbıyla yazılan eser, 3102 beyitten müte-
şekkildir. Bu eseri diğer gazâ-nâmelerden ayıran temel fark, bizzat savaşı gerçek-
leştiren üst düzey komutanlardan birinin, aynı zamanda gerçekleştirilen seferi
de kaleme almasıdır. Edebî bir eser olmanın yanında Osmanlı tarihinin belirli
bir dönemine ait, çok önemli bir vesika niteliğine de sahiptir. Dil özellikleri ba-
kımından ise, bu asırda aşağı yukarı zirvesini yaşamakta olan estetik üslûbun
örneklerinden biri kabul edilebilir. Güftî (öl. 1088/1677)’nin Zafer-nâme’si (Yıl-
maz 1983) ise, Varadin’in Köse Alî Paşa tarafından 1070/1660 tarihinde fethedil-
mesi üzerine yazılmış olup 646 beyitten oluşmaktadır. Zârî (öl. 1098/1686-87)’in
de aruzun “mef’ûlü mefâilün feûlün” kalıbıyla yazılmış bir Gazâ-nâme’si bulun-
maktadır (Şeyhî 1989: I/669).
Mülhimî’nin şeh-nâmecilik geleneğine uygun olarak aruzun “feûlün feûlün
feûlün feûl” kalıbıyla kaleme aldığı Şehen-şeh-nâme-i Murâdî’si (Alper 2012), 4585
beyitten oluşmaktadır. Baştan sona mesnevî nazım şeklinin kullanıldığı eserde,
Osmanlı Devleti’nin özellikle Sultan IV. Murâd döneminde içte ve dışta girmiş
olduğu mücadeleler işlenmiştir. Kırım Hanlığı’ndaki huzursuzluklar, Abaza
Paşa ayaklanması ve Safevîlerin eline geçen Bağdat’ın uzun ve çetin mücadele-
lerden sonra alınması eserin ana hatlarını oluşturmaktadır. Şâir, eserini Farsça
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVII. Yüzyıl
| 463
yazabilecek bir birikime ve hüviyete sahip olmasına rağmen, anlaşılır olması
düşüncesinden hareketle Türkçe yazmıştır. Eserin dili, “münâcât” bölümleri ile
bazı önemli olayların anlatıldığı “bâb” başlarında oldukça süslü iken, olayların
mevzubahis edildiği kısımlarda son derece sâde ve basittir. Mülhimî’nin şu an
için kayıp olan ve Boğdan’ın fethi üzerine kaleme alınan Fetih-nâme-i Karabog-
dan isimli bir eseri daha bulunmaktadır. Bu asırda yazılan şeh-nâmelerden biri
de Ganî-zâde Nâdirî’nin Sultan II. Osmân dönemi olaylarını ihtiva eden eseri-
dir. Aruzun “feûlün feûlün feûlün feûl” kalıbıyla kaleme alınan ve 1956 beyitten
oluşan eserin en önemli bölümü, 1030/1621 yılında başlayan Lehistan seferi-
nin anlatıldığı kısımdır. Eserde baştan sona mesnevî nazım şekli kullanılmıştır.
Şâirin, eserini oluştururken Türklerin mesnevî yazmadaki kabiliyetini göster-
meye çalışması önemlidir (Külekçi 1989: 14-15).
Bu asırda yazıldığı tahmin edilen ve mütercimi belli olmayan bir Şeyh
San’ân hikâyesi’yle karşılaşmaktayız. Aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla
yazılan eser, 477 beyittir (bkz. Yazar 2010).

Diğer Mesnevîler
Sergüzeşt-nâmeler ve Hasb-i hâller
Bu asırda, geçmiş dönemlerde olduğu gibi çeşitli “sergüzeşt-nâme”lerin ka-
leme alındığı görülmektedir. Bu dönemde, yaşadığı sürece Osmanlı Devleti tah-
tına III. Mehmed, I. Ahmed, I. Mustafâ, II. Osmân, IV. Murâd, I. İbrâhîm ve IV.
Mehmed olmak üzere toplam yedi padişahın çıktığını gören ve hepsinin döne-
minde önemli makamlara gelen Varvarlı Ali Paşa’nın Sultan III. Mehmed devrinde
‘gulâm cem’i’ için Bosna’ya giden bir kol tarafından alınmasından başlayarak doğ-
duğu topraklar olan Bosna’ya vali olduğu döneme kadarki hayatı hakkında bilgi
verdiği “sergüzeşt-nâme” türündeki eseri (Ertaylan 1946a; Gökalp 2006), özellikle ori-
jinalliği bakımından dikkat çekmektedir. Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalı-
bıyla yazılan mesnevî, 177 beyitten müteşekkildir. Varvarlı Ali Paşa’nın karanlıkta
kalan hayatının 43 yılını aydınlatan Makâlât-ı Varvarî, Osmanlı Devleti’nin yarım
asırlık içtimaî, siyasî ve tarihî olaylarını yansıtması bakımından da dikkat çekici-
dir. Karaçelebi-zâde Abdülazîz Efendi’nin aruzun “feilâtün mefâilün feilün” ka-
lıbıyla Kıbrıs sürgününde iken 1068/1658 tarihinde yazdığı Gülşen-i Niyâz (Kap-
lan 1992: 58-59; Yeniterzi 2007: 459; Bindal Arslan 1996) da, sergüzeşt-nâme türünde
bir eser olup 1855 beyitten oluşmaktadır. Şâirin Kıbrıs sürgününde iken kaleme
aldığı eserde, İstanbul’dan ayrılma, Kıbrıs’a varma, orada karşılanma, çekilen ıstı-
rap, gurbet acısı, affedildiği zaman yaşadığı sevinç gibi konular dile getirilmiştir.
Ayrıca şâir, Allah’a yalvarışlarını, yaptığı hatalardan duyduğu pişmanlığı ifade et-
miştir. Az da olsa tasavvufî motiflerin bulunduğu eserde, tevekkül, sabır, kanaat,
464 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
sadaka, cimrilik, bağışlama, bozgunculuk, tevazu, sılayırahim, rızık, kıskançlık, kin
ve günah konusunda öğütler de verilmiştir. Beykozlu Mehmed Dâ’î (öl. 1071/1660-
61)’nin yaklaşık 2300 beyitten oluşan Nevhatü’l-uşşâk isimli mesnevîsi, sergüzeşt-
nâme, hasb-i hâl ve nasîhat-nâme türünde olup mecazî aşk, dünyanın faniliği,
ölüm, nefsine uyma ve kulağın zararları konularını ihtiva etmektedir. 1062/1652’de
kaleme aldığı eserinde mihver olarak aldığı aşk konusu dışında dönemin haya-
tını ve özelliklerini kısa ve canlı çizgilerle tespit etmeyi ihmal etmeyen, özellikle
hastalık ve ölüm duygularına geniş olarak yer veren şâir, kendisine kadar edebi-
yatta daha çok hikâye ve felsefe olarak görünen bir anlayışı günlük hayata indir-
miş ve bütün seleflerinden daha açık, daha sâde ve daha samimî olarak dillen-
dirmiştir. Bu yönüyle eser, bizim için, bütün bir devrin fikrî, dinî, edebî, ahlâkî
ve hayatî muhasebesini yapmak hususunda çok elverişli bir zemin oluşturmakta-
dır (Kocatürk 1970: 451-54; Yeniterzi 2007: 459). Avnî’nin Tuhfetü’l-hukkâm’ı (Kırbı-
yık 2008) ise, sergüzeşt-nâme, hasb-i hâl ve nasîhat-nâme özellikleri taşımaktadır.
Şâirin başından geçen olaylardan oluşan eser, bu yönüyle orijinaldir. 1017/1608-
1609 ya da daha sonraki bir tarihte aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla yazı-
lan eser, 1197 beyitten oluşmaktadır. Eserde şâir, ilmiye sınıfına mensup bir kadı
olarak yaşadıklarını, çektiği sıkıntıları dillendirmiş; çağının tanığı gibi davranmış,
öncelikle ilmiye sınıfı olmakla birlikte çağdaşı aydınları ve idarecileri cesurca uyar-
mıştır. Onlara İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe, Kadı Beyzâvî, Azîz Mahmûd Hudâyî
gibi şahsiyetlerin özellikle kadılık mesleğindeki tutumlarını örnek olarak göster-
miştir. Herkese hitap edecek şekilde israftan kaçınmak, paraya karşı hırslı olma-
mak, dini dünyaya değişmemek gibi hususlarda nasihat da vermekten geri kal-
mamıştır. Nasihatlerinin bir kısmı da tevekkül etmek, mürşid-i kâmile tabi olup
ona hizmet etmek, masivadan uzak durmak, nefs-i emmâreye uymamak gibi
tasavvufî mahiyettedir. Öğüt verirken âyet ve hadîsleri de delil olarak göstermiş-
tir. Mesnevîde genellikle sâdeye yakın ve anlaşılması kolay bir dil kullanılmıştır.
Bununla birlikte başlıklarda çoğunlukla ağır bir dil ile münşiyâne üslûbun varlığı
dikkati çekmektedir. Anlatımda yer yer deyimlerden, atasözlerinden ve kelâm-ı
kibâr denilecek ibarelerden yararlanılmıştır.

Sâkî-nâmeler
Bu asırda birçok “sâkî-nâme”nin yazıldığı dikkat çekmektedir. Dîvânlarda
yer alan sâkî-nâmelerin yanında, müstakil olarak kaleme alınanları da vardır.
Bu türün en güzel örneklerinden olan ve 1011/1603-1018/1609 yılları arasında
yazıldığı tahmin edilen Riyâzî’nin Sâkî-nâme’si (Açıkgöz 1998), 1054 beyitten
oluşmaktadır. Aruzun “mef’ûlü mefâilün feûlün” kalıbıyla yazılan ve aralara
“rubâ’î”lerin serpiştirildiği eserde, o dönemde tertip edilen bir eğlence meclisi
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVII. Yüzyıl
| 465
anlatılmıştır. Meyhane, mutrip, çalgı aletleri, içki kapları, saki ve ayyaşlar hak-
kında bilgi verilmiş; ayrıca insanların psikolojik durumları ve hayata bakışlarıyla
canlı bir hayat tasviri çizilmiştir. Eserde XVI. ve XVII. yüzyıl gündelik hayatının
izlerine de rastlanmaktadır. Azmî-zâde Hâletî’nin tasavvufî aşkın işlendiği Sâkî-
nâme’si (Kaya 2000; Canım 1998: 60-61), aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” ka-
lıbıyla yazılmış olup 520 beyitten müteşekkildir. Selanikli Es’ad’ın Sâkî-nâme’si
(Canım 1998: 61-62), tasavvufî olup mesnevî formunda ve 115 beyitten ibarettir.
Allâme Efendi’nin eseri (Canım 1998: 62) “feûlün feûlün feûlün feûl” kalıbında
yazılmış olup 110 beyittir. Şeyhülislâm Yahyâ’nın aruzun “feûlün feûlün feûlün
feûl” kalıbıyla yazılmış 77 beyitlik tasavvufî mahiyette bir Sâkî-nâme’si (Kavruk
2001: 8-16; Canım 1998: 61-62) bulunmaktadır. Sabûhî Dede’nin eseri (Canım 1998:
68; Sarı 1995), 109 beyit olup aruzun “mef’ûlü mefâilün feûlün” kalıbıyla yazıl-
mıştır. Tıflî’nin Sâkî-nâme’si (Canım 1998: 71-72; Çınar 2002) tasavvufî mahiyette
bir sâkî-nâme özelliği taşımakla birlikte; metot yönünden diğer tasavvufî sâkî-
nâmelerden farklılık göstermektedir. Tıflî, dîvânındaki birçok şiirinde gösterdiği
orijinalliği, Sâkî-nâmesi’nde de kendi tarikat silsilesini anlatarak göstermiştir. Hem
şâirin fikirleri ve hayat tarzı hakkında kanaat oluşturması hem de sâkî-nâmelerde
işlenen konu bakımından ilginç olan mesnevî, 241 beyit olup aruzun “mef’ûlü
mefâilün feûlün” kalıbıyla yazılmıştır. Sükkerî, Fehîm-i Kadîm, Şeyhülislâm
Bahâyî (Uludağ 1997b), Cem’î Mehmed (öl. 1070/1659)’in “feûlün feûlün feûlün
feûl” (Şeyhî 1989: II-III/663-64), Rüşdî’nin “feûlün feûlün feûlün feûl” (Şeyhî 1989:
II-III/113), Nefes-zâde Seyyid Mehmed Azîz’in “mef’ûlü mefâilün feûlün” (Şeyhî
1989: II-III/493) ve Allâme Şeyhî Efendi (öl. 1043/1634)’nin “feûlün feûlün feûlün
feûl” (Şeyhî 1989: II-III/19-20) kalıplarıyla yazılmış sâkî-nâmeleri bulunmaktadır.
Tıybî ise Farsça sâkî-nâme kaleme almıştır. Nazükî de mesnevî nazım şekliyle
sâkî-nâme kaleme alan şâirlerdendir. Nef’î, Edirneli Alî ve Kelîm-i Eyyûbî’nin
ise terkib-bend şeklinde sâkî-nâmeleri vardır (bkz. Canım 1998).

Şehr-engîzler
Şehr-engîzler, XVI. asırdaki kadar yazılmamakla birlikte bu dönemde de
kaleme alınmıştır. Bunlardan Dürrî’nin Gümülcine Şehr-engîzi (Yazar İ., 2007),
Gümülcine’nin gezip görülecek yerlerini ve güzelliklerini ihtiva etmektedir.
1045/1635-1052/1642 tarihleri arasında aruzun “mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün”
kalıbıyla ve mesnevî nazım şekliyle yazılan eser, 66 beyitten oluşmaktadır. Gü-
mülcine şehrinin XVII. asırdaki konumuna ışık tutan şehr-engîzde Dürrî, şeh-
rin genel yapısı, coğrafî ve karakteristik özellikleri, sosyal yaşamı gibi çesitli
yönlerini dile getirmiştir. Eser, bölgenin siyasî, kültürel ve edebî değerini yansı-
tan çalışmalara katkı sağlaması bakımından önemli bir hüviyete sahiptir. Yine
466 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Dürrî’nin 1050-51/1640-42 tarihleri arasında aruzun “mef’ûlü mefâîlü mefâîlü
feûlün” kalıbıyla ve mesnevî nazım şekliyle yazdığı ve 39 beyitten oluşan Moton
Şehr-engîzi (Yazar İ., 2009) vardır. Hacı Dervîş’in 1040/1630-31 tarihinde aru-
zun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla kaleme aldığı Mostar Şehr-engîzi (Kesik
2010) 297 beyitten teşekkül etmektedir. 39 güzelin tanıtıldığı eser, gerek XVII.
asır sosyal hayatından sunduğu kesitlerle gerek Klâsik şiire ait sevgili tasvirle-
riyle gerekse sâde dili ve akıcı ifade tarzıyla türünün önemli örneklerindendir.
Neşâtî’nin Edirne Şehr-engîzi (Kaplan 1996: 170-80), Tab’î ve Fehîm’in İstanbul
Şehr-engîzi, Gelibolulu Vecîhî’nin Gelibolu Şehr-engîzi bu türün diğer örnekleridir.

Sûr-nâmeler
Nâbî tarafından bu dönemde bir Sûr-nâme (Arslan 1999a: 625-84; Diriöz
1994: 146-49) kaleme alınmıştır. Agâh Sırrı Levend tarafından bulunarak ilim
âlemine tanıtılan bu eser (Levend 1944), aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalı-
bıyla 1086/1675 tarihinde yazılmış olup, 587 beyitten oluşmaktadır. Eserde, Sul-
tan IV. Mehmed’in şehzâdeleri Mustafâ ve Ahmed’in Edirne’de yapılmış olan ve
on beş gün süren sünnet düğününün her gününde verilen ziyafetler, her gün
ve her gece yapılan oyunlarla eğlenceler, nihayet şehzâdelerin büyük bir alayla
Eskisaray’dan getirilmesi, şeker alayını müteakip mevlid günü sünnet edilmesi
ve bütün bu eğlencelerle şenliklerin sonunda yapılan at koşuları tasvir edilip an-
latılmıştır. Oldukça sâde bir dille yazılan eser, bu dönemin zevk, eğlence ve ih-
tişamını ihtiva etmesi, özellikle de tarih yönünden önemlidir.

İnsanın Fizikî Yapısıyla Ahlâkî Yönü Arasında İlişki Kuran


Mesnevîler
Bu yüzyılda, eskilerin insanların zahirinden batınî vasıflarını tahmin ve
tespite çalıştıkları kıyafet ilmiyle ilgili yazılmış tek örnek Niğdeli Visâlî’nin
Vesîletü’l-irfân (Yerdelen 1998) isimli ‘kıyâfet-nâme’sidir. Sultan III. Mehmed’e it-
haf edilmek üzere 1003/1595 tarihinde kaleme alınan mesnevîde, giriş bölü-
münden sonra boy, baş, saç, alın, kaş, renk, göz, kulak, burun, ağız, dudak, yüz,
diş, zekan, ses, gülüş, gerden, sakal, kol, parmak, tırnak, el, göğüs, sırt, bel, ka-
rın ve baldırla ilgili hükümler verilmiştir. Yaklaşık 1000 beyit olan eser, aruzun
“feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazılmıştır.

Şâirler tezkiresi
Bu asırda mesnevî nazım şekliyle “şâirler tezkiresi”nin kaleme alınması
dikkat çekmektedir. Edirneli Güftî (öl. 1088/1677) tarafından aruzun “feilâtün
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVII. Yüzyıl
| 467
mefâilün feilün” kalıbıyla kaleme alınan Teşrîfâtü’ş-şu’arâ (Yılmaz 2001), Türk ede-
biyatının manzum ilk tezkiresi olup 1069/1658-1071/1660 tarihleri arasında ya-
zıldığı tahmin edilmektedir. Güftî, eserinin başında 210 beyitlik bölümde ka-
lemini ve şiirini övmüş, daha sonra kendisi de dahil çağdaşı 106 şâir hakkında
bilgi vermiş ve her şâirden şiirler seçmiştir. Bunlar arasında başka tezkirelerde
geçmeyen 25 şâir de vardır. Güftî, eserine aldığı şâirleri bazen alaylı bir dille,
bazen aşırıya kaçan bir hicivle anlatmış, hatta vücut kusurlarını dahi belirtmiş-
tir. Müellif, eserinde kendisini dahi hicvetmekten kaçınmamıştır. Eser özellikle
şâirlerin yaradılışları ile psikolojilerini vermesi bakımından ilginçtir. Eserin dili
oldukça süslü ve ağdalıdır.

Bunların Dışındaki Mesnevîler


Cevrî’nin tanınmış mesnevîlerinden olan Melhame (Akkuş 2000), Yazıcı
Sâlih’in Şemsiyye’sinin usulüne uygun yazılmamasından ve beyitlerindeki vezin
ile mânâ aksaklıklarından dolayı, 1044/1635 tarihinde yeniden kaleme alınarak
meydana gelmiştir. Bölüm ve kısım başlıkları Farsça olup, birçok yerde vezne
uydurulmuştur. Cevrî’nin derin bilgisi ile kültürünün hissedildiği eser, 3672 be-
yitten oluşmaktadır (Ayan 1993: 460). Melhame, Arap harfleriyle (İstanbul 1272,
1294, 1306) ve Latin harfleriyle (Boyraz 2006: 304-429) basılmıştır.
Hasan Rızâyî ise on iki hayvanlı Türk takviminin kehanetlerini, kıramaya-
cağı bir arkadaşının teklifi üzerine ve hayır dua almak maksadıyla kaleme almış-
tır. Şâir, Nazm-ı Ahkâm-ı Sâl-i Türkân (Boyraz 2010: 155, 160-62) isimli eserinin
“hamdele” ve “salvele” kısmından sonra, söz konusu kehanetlerin Huten, Deşt,
Çin, Uygur ve Kıpçak memleketlerinde bilindiğini belirterek yıllara göre keha-
netleri sıralamıştır. Rızâyî’nin kehanetlerden önce ve sonra her şeyin Allah’ın
hükmü altında olduğunu, zamanın veya asrın herhangi bir etkisinin olamayaca-
ğını ve geleceği ancak O’nun bilebileceğini ifade etmesi dikkat çekmektedir. Ese-
rin biri Süleymaniye Kütüphanesi (Fatih Bölümü nr. 3428/2), ikisi Koyunoğlu Müze
ve Kütüphanesi (nr. 12417 ve 12774)’de birisi de Bibliotheque Nationale, Regius’ta
kayıtlı 4 nüshası vardır. Son üç nüshanın ortak özelliği, Cevrî’nin Melhame’sinin
içerisinde yer almasıdır. Bunun sebebi, muhtemelen Cevrî’nin Melhame’sinde
14 farklı milletlerin yılbaşına göre çeşitli kehanetlerde bulunulmasıdır. Cevrî’nin
Melhame’sinin orijinalinde Türk takviminden hareketle yapılmış kehanetler yer
almadığı için melhameyi istinsah edenler, Rızâyî’nin bu manzumesini hem bir
eksikliği gidermek hem de konu bütünlüğünü sağlamak amacıyla söz konusu ese-
rin içine monte etmiş olmalılar. Hatta Rızâyî’nin manzumesi mahlas beyti kaldı-
rılarak ve Cevrî’ye aitmiş gibi gösterilerek adı geçen kütüphanedeki 12417 demir-
baş numaralı eserin içerisine tam mânâsıyla eklemlenmiştir. Aynı kütüphanenin
468 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
12774 numaralı eserinde ise Rızâyî’nin manzumesi, Cevrî’nin melhemesinin baş
kısmına melhameden bağımsız olarak yazılmıştır. Aruzun “feilâtün mefâilün fe-
ilün kalıbıyla yazılan eser, 95 beyitten oluşmaktadır.
Gam-nâme (Bayram 2013), Güftî (öl. 1088/1677)’nin Varadin kadısı bulunduğu
sırada aruzun “mef’ûlü mefâilün feûlün” kalıbıyla yazdığı ve 1062/1652 tarihinde
tamamladığı 781 beyitlik bir mesnevîdir. Eser, şiir ve sanatın, ilim ve faziletin
kadrini bilmeyerek cahillere ve ahlâksızlara rağbet edilen devriyle ilgili güzel ve
kuvvetli bir “şikâyet-nâme”dir. Eser şâirin yaşadığı yoksulluğu, bütün çabalarına
rağmen bir türlü kavuşamadığı lütuf ve ihsan beklentisini, kadrinin bilinmeyişine
olan isyanını ve kendisine değer vermeyen döneminin ekabir ve eşraına duy-
duğu öfkeyi ihtiva etmektedir. Şâh u Dervîş (İnan 2006), Güftî’nin Şeyhülislâm
Bahâyî Efendi adına başlayıp tamamlayamadığı bir mesnevî tercümesidir. 628
beyitten oluşan eser, aruzun “müfteilün müfteilün fâilün” kalıbıyla 1061/1650-51
tarihinde yazılmıştır. Şâirin ifadesine göre “söyleyişte orijinal” olan eser, “yeni bir
tarz”da kaleme alınmıştır. Fuad Köprülü, Güftî’nin bu eserinde bütün muasırları
gibi Acemâne edadan kurtulamadığını, ancak kuvvetli bir nazım lisanına sahip
olduğunu ifade eder. Zelle-nâme, hiciv türünde küçük bir mesnevîdir. Güftî’nin
Gam-nâme, Şâh u Dervîş ve Zelle-nâme isimli mesnevîleri, Fuad Köprülü özel
kütüphanesinde bulunan Güftî Külliyâtı içinde yer almaktadır (bkz. Yılmaz 2001).
Sâmî’nin Âsaf-nâme’si (Aslan 1987), aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” ka-
lıbıyla yazılmış olup 1299 beyittir. Hilâl ibni Süreyyâ’nın maceraları etrafında
teşekkül eden mesnevînin konusu cömertlik ve iyilik üzerine oluşturulmuştur.
Ayrıca başa gelen kötü olaylar karşısında ümitsizliğe düşmemek, sabırlı olmak
ve Allah’tan ümit kesmemek de eserde işlenen diğer konulardır.
Konusuyla dikkat çeken Vardarlı Fazlî’nin Mahzenü’l-esrâr (Aksoyak
2007) isimli mesnevîsi, Dâfi’ü’l-hüzn olarak da anılmaktadır. Aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbıyla 1046/1636 tarihinde yazılan ve münazara üzerine ku-
rulan eserde, keyif verici maddelerin kendilerini tanıtma ve üstünlüğünü is-
patlama gayreti içerisinde oldukları görülmektedir. Ayrıca şâir, hem kendisinin
hem de İstanbul zariflerinin mükeyyifata olan düşkünlüklerini açık açık anlat-
mış ve o döneme ait bazı sosyal olayları eserine yansıtmıştır. 764 beyitten olu-
şan eserde, esrâr, beng, fünûniyyâ (?), efyûn/afyon, kahve, bâde/şarap ve boza
karşı karşıya getirilmiştir.
Cevrî, 1058/1648’de yazdığı Nazm-ı Niyâz isimli mesnevîsinde (Ayan 1993:
460), Mart/Âzer ayından başlayarak ayların özelliklerinden bahsetmiştir. Yakla-
şık 200 beyit olan Nazm-ı Niyâz’ın bilinen tek nüshası mensur bir eser gibi is-
tinsah edilmiş olup İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ndedir (TY, nr. 714, vr.
98a-100a).
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVII. Yüzyıl
| 469
Asrın Dikkat Çeken Mesnevî Şâirleri
Bu asrın en önemli mesnevî şâiri, aynı zamanda “hamse” sahibi olan Nev’î-
zâde Atâyî’dir. Şâirin hamsesindeki ilk mesnevî, Âlem-nümâ adıyla da anılan Sâkî-
nâme’dir (Kuzubaş 2009). Mesnevî alanında Türklerin Acemlerden geri olmadı-
ğını ispat etmek amacıyla aruzun “feûlün feûlün feûlün feûl” kalıbıyla 1026/1617
tarihinde kaleme alınıp Sultan II. Osmân’a ithaf edilen eser, içerisinde bulunan
12 “rubâ’î” ile birlikte 1583 beyitten oluşmaktadır. Atâyî, Sâkî-nâme’nin bazı bö-
lümlerinden sonra, bölümde anlattığı konuyla ilgili olarak bir rubâ’î eklemiştir.
Kırk bir küçük bahse ayrılan eserde, içki, içki meclisleri, meyhâne, meyhâneye
ait unsurlar ile buradaki hâller oldukça başarılı, gerçekçi ve orijinal ifade ve tas-
virlerle anlatılmıştır. Eserin sunulduğu Sultan II. Osmân’ın Lehistan’a yaptığı se-
feri ihtiva eden bölüm, esere tarihî bir vesika hüviyeti kazandırmaktadır. Ay-
rıca boğaz ve hisarın anlatıldığı bölüm, dönemin İstanbul eğlence ve gündelik
hayatını yansıtması bakımından önemlidir. Dönemin musikî kültüründen iz-
ler taşıyan bölüm ise, musikî kültürümüze ait bazı hususları ihtiva etmesi yö-
nüyle dikkat çekicidir. Sâkî-nâme’nin dili ve üslûbu ise, Atâyî’nin geniş ve zen-
gin hayal gücü ve bu hayal gücünü kelimelere dökme yeteneği sayesinde canlı,
ahenkli ve orijinaldir. Hamse’nin ikinci mesnevîsi 1034/1624’te Tırnova’da ta-
mamlanan Nefhatü’l-ezhâr’dır (Kuzubaş 2005). Aruzun “müfteilün müfteilün
fâilün” kalıbıyla kaleme alınan ve 3171 beyitten oluşan eserin giriş kısmında,
hem Sultan IV. Murâd hem de Şeyhülislâm Yahyâ övgüsünde şiirler yazılmış-
tır. Atâyî bu eserinde, Genceli Nizâmî’nin Mahzenü’l-esrâr’ı ile Emîr Hüsrev-i
Dihlevî’nin Matla’u’l-envâr’ını izlemiştir. Eserin asıl konularının işlendiği bö-
lüm 20 “nefha” ve her “nefha”nın sonunda “destân” başlığı altında yer alan 20
hikâyeden oluşmaktadır. Bu hikâyeler, “nefha”da yer verilen düşünceleri destek-
lemek için kaleme alınmıştır. Tasavvufî ve didaktik mahiyette olan eserin nef-
haları şu konulardan oluşmaktadır: 1. İki cihan hükümdarı Allah ve onun göl-
gesi hükümdarlar. 2. Güzel ve etkilediği âşık. 3. Güzel söz ve şiir. 4. Mahlukat
ve yaratıcı. 5. Anadoluhisarı, çevresi ve Boğaz’ın güzellikleri. 6. Nefsin terbiyesi
ve bu yolda mürşidin önemi. 7. Evliyaya itikadın gereği, onun himmeti ve be-
reketi. 8. Gösterişe kapılıp mağrur olan zahitler. 9. Cömertlik. 10. Dalkavukluk
ve maskaralık. 11. İnsanların eksikliklerini gözetip onların kusurlarını arayan-
lar ve onların düşdükleri komik durumlar. 12. Kendilerini akıllı görüp diğer in-
sanları küçümseyenler. 13. Nefse hakim olmak. 14. Debdebeli, edalı fakat boş
konuşanlar. 15. Zinaya temayül etmemek ve zinadan uzak olmak. 16. İlahî aşk
ve mahbupların güzelliği. 17. İstimnanın kötülüğü ve zararları. 18. Nefse uyup
dünya nimetlerine aldanmamak ve şehvetin kölesi olmamak. 19. Haram mala
el uzatmanın kötülüğü. 20. İçkinin esiri olanlar. Hamse’nin üçüncü eseri olarak
470 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
1034/1625’te aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla Tırhala’da kaleme alı-
nan Sohbetü’l-ebkâr (Yelten 1999), Nefhatü’l-ezhâr’a benzer bir şekil hususiyeti
göstermektedir. Câmî’nin Sübhatü’l-ebrâr’ını Türkçeye tercüme etmesini iste-
yen dostlarına karşı çıkan Atâyî, orijinal bir eser kaleme alma düşüncesiyle
mesnevîsini yazmıştır. Ancak eserini meydana getirirken Acem şâirlerin eser-
lerini göz önünde bulundurmuştur. Eserinin giriş kısmında Sultan IV. Murâd
ve Şeyhülislâm Yahyâ övgüsünde şiirlere de yer vermiştir. Eserde asıl konunun
işlendiği bölüm, kırk “sohbet” ve bu sohbetlerle ilgili hemen akabinde “destân”
başlığı altında anlatılan kırk hikâyeden oluşmaktadır. Sohbetlerde aşk, ibadet,
ilim, tevazu, gayret, tembellik ve çalışkanlık arasındaki farklar, ölüm, rüşvet,
adalet, himmet, kerem, yalan, akıl, hırs, sabır, cömertlik, cimrilik, edep, doğ-
ruluk, şiir ve şairler gibi konular ele alınmıştır. Atâyî, Heft-hân (Karacan 1974)
isimli mesnevîsinin Hamse’nin dördüncü eseri olduğunu bildirmektedir. Aru-
zun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla 1036/1626 tarihinde yazılan eser, 2787
beyit olup Nizâmî’nin Heft Peyker’ine naziredir. Klâsik mesnevîlerin hususiyet-
lerini taşıyan eserde yer alan yedi “hikâye”, yedi “meclis” hâlinde düzenlenmiş-
tir. Her meclisin bitimi bir sonraki hikâyenin başlangıcını oluşturacak şekilde
tasarlandığından, bu durum mesnevîde bir iç içelik oluşturur. Bu yapı özel-
liği Bin Bir Gece Masalları’ndan gelmekle beraber, hikâyeler ondaki gibi girift
ve karışık değildir. Hikâyelerin bitiminde âşıkın ıstırapları üzerinde durularak
hikâyeyi anlatacak olan şahıs tasvirlerle hikâyede yerini almıştır. Heft-hân’daki
birinci ve yedinci hikâyeler Anadolu’da özellikle de İstanbul, Bursa ve Edirne
gibi Osmanlı Devleti’nin büyük merkezlerinde geçmektedir. Diğer beş hikâye
ise çeşitli memleketlerde geçmekte ve bunların halk hikâyelerinde büyük bir
yer tutan Çin-i Maçin, Bağdat, Rey ve Belh gibi şehirler olduğu görülmektedir.
Atâyî’nin Hamse’sini tamamlayan son eseri Hilyetü’l-efkâr’dır. Eserin 110 beyit-
lik kısmı Agâh Sırrı Levend tarafından bulunarak yayımlanmıştır (bkz. Levend
1948). Bundan sonra yine tam olmayan üç nüshası daha tespit edilmiştir. Ese-
rin konusu bilinmemektedir.58
Bu asırda nazmettiği mesnevîlerle dikkati çeken bir diğer şâir Bosnalı
Sâbit’tir. Bunlardan Zafer-nâme (Karacan 1991), aruzun “feûlün feûlün feûlün
feûl” kalıbıyla Selîm Giray adına yazılmış olup 426 beyittir. Selîm-nâme olarak
da bilinen bu küçük mesnevî, Selîm Giray’ın Leh ve Rus ordusuna karşı kazan-
dığı Prekop Zaferi’ni konu edinir. Tahkiye yönü kuvvetli olan mesnevî, hamasî
şiir alanında önemli bir yere sahiptir. Mesnevîde kış tasvirleri, harp ve zafer sah-
neleri kadar parlak ve canlı değildir. Selîm Giray’ın savaş öncesi orduya hitaben
58
Nev’î-zâde Atâyî’nin Hamse’sinde yer alan mesnevîler hakkında Tunca Kortantamer’in
geniş bir değerlendirmesi yayımlanmıştır. Bkz. Kortantamer 1997.
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVII. Yüzyıl
| 471
söylediği sözler samimî ve içten duyguları yansıtır. Eserde, Selîm Giray’ın cesa-
reti, din ve devlet yolunda yaptığı hizmetler övgüyle dile getirilmiştir. Edhem ü
Hümâ (Karacan 1990), Sâbit’in yarım kalmış bir mesnevîsidir. “Münâcât”, “na’t”,
“mi’râciyye”, “çihâr-yâr-ı güzîn medhi”, “Sultan Mustafâ ve Şeyhülislâm Feyzul-
lah övgüsü” ile “sebeb-i te’lîf” bölümlerinden oluşan mesnevî, aruzun “feilâtün
mefâilün feilün” kalıbıyla yazılmıştır. Sâlim’in ifadesine göre, Sâbit’in meydana
getirmek istediği Hamse’sinin ilk eseridir. Aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalı-
bıyla kaleme alınan Dere-nâme (Karacan 1990a), oldukça çirkin ve âdî bir hikâye
üzerine kurulmuştur. Eserde yer alan tasvirler ve teşbihler oldukça kaba ve yer
yer iğrençtir. Mahallî deyim ve kelimelerin kullanıldığı eserde, hikâyenin geç-
tiği yer ile çevresindeki bölgelerin adları da geçmektedir. Berber-nâme (Kara-
can 1990b)’de, bir berber çırağının Çorlu’da başından geçen bir olay anlatılmış-
tır. Aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla yazılan eser, 93 beyit tutarındadır.
Hayatın çirkin ve kötü yanlarını anlatmak amacıyla yazılan eser, Sâbit’e has so-
ğuk teşbihlerle doludur. Ayrıca şâir, mesnevînin sonunda çirkin ve âdî denecek
türden beyitlere yer vermekten de çekinmemiştir. Eserde yer yer konuyla ilgili
argo tabir edilen deyimlere tesadüf edilmektedir. Sâbit’in son mesnevîsi olan
Amrü’l-leys (Karacan 1990c), 43 beyitten oluşmaktadır. Eserde, basit söz ve kaba
ifadeler yer almaktadır.

Manzum Sözlükler
Bu asırda da “manzum sözlükler” yazılmaya devam edilmiştir. Kayse-
rili Gencî Pîr Mehmed tarafından 1041/1631 tarihinde manzum olarak yazı-
lan Genc-i Leâl, iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümü Arapça-Türkçe,
ikinci bölümü Farsça-Türkçedir. Yahyâ b. Ya’kûb adlı bir müstensih tarafından
1048/1638’de istinsah edilmiş bir nüshası kitapçı Raif Yelkenci’de bulunuyormuş
(Öz 1996: 290; Kartal 2003: 31).
Hâkî Mustafâ Üsküdârî tarafından telif edilen Menâzimü’l-cevâhir, Arapça-
Farsça-Türkçe manzum sözlüktür. 402 beyit olan eser, bir “mukaddime”, 29 “kıt’a”
ve bir “hâtime”den oluşmaktadır. Bursalı Mehmed Tâhir, müellifin bu manzum
sözlüğünden başka, Nâzimü’l-cevâhir adlı başka bir sözlüğü olduğunu kaydede-
rek Nâzimü’l-cevâhir için bir matla ve bir hâtime beyti, Menâzimü’l-cevâhir için
de eserin manzum önsözünden ilk üç beyti nakletmiştir. Osmanlı Müellifleri’nde
Nâzimü’l-cevâhir için yazılan matla beyti, Menâzimü’l-cevâhir’in ilk kıt’asının bi-
rinci beytidir. Öyle anlaşılıyor ki sözlük yanlışlıkla iki ayrı eser olarak değerlen-
dirilmiştir (Öz 1996: 291-93; Kartal 2003: 31-32).
Hasan Rızâyî tarafından 1082/1671 tarihinde ve Sultan IV. Mehmed zama-
nında yazılan Kân-ı Ma’ânî, Farsça-Türkçe manzum bir sözlüktür. Kân-ı Ma’ânî,
472 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
hem her “kıt’a”da ilk harfleri aynı olan Farsça kelimelerin nazmedilmesi hem
de “kıt’a”ların kafiye ve rediflerine göre alfabetik olarak sıralanmasından dolayı
diğer manzum sözlüklerden ayrılmaktadır. Her “kıt’a”sı mesnevî nazım şekliyle
yazılan eser 716 beyittir. Eserde 2319 Farsça kelime nazmedilmiştir. Bu kelime-
lerin bir kısmı Tuhfe-i Şâhidî’den alınmış, bir kısmı da Uknûm-ı Acem’den der-
lenmiştir (Öz 1996: 300-303; Kartal 2003: 33).
Şemsî’nin Cevâhirü’l-kelimât’ı (İnce 2002), Arapça-Türkçe manzum söz-
lük olup 643 beyitten oluşmakatdır. Çocuklara Arapça öğretmek amacıyla ka-
leme alınan eser, bir “mukaddime”, 61 “kıt’a” ve bir “hâtime”den oluşmaktadır.
Her “kıt’a” dokuz beyitten oluşmuş, “kıt’a”ların başında “kıt’a”nın hangi ba-
hirle yazıldığı ise belirtilmiştir. Her kıt’anın 9. beyitinin 1. mısraında “kıt’a”nın
vezni, 2. mısraında ise çeşitli öğütler içeren özlü sözlere yer verilmiştir. Söz-
lükte 1467 Arapça kelimeye Türkçe karşılık verilmiştir.
Mezîd-zâde Ayıntabî’nin Nazmü’l-ferâid’i de (Çelik 2008) Arapça-Türkçe
manzum sözlüklerdendir. Eser, Tuhfe-i Şâhidî’ye nazire olarak 1109/1697 ta-
rihinde kaleme alınmıştır. Eser bir “mukaddime” 29 “kıt’a”dan oluşmaktadır.
Ayrıca eserin sonunda 69 beyitlik bir aruz şiiri de yer almaktadır. Kıt’aların
son beyitlerinde vezinleri ve bahirleri belirtilmiştir.
Manzum sözlükler genellikle Türk çocuklara yabancı bir dili öğretmek
için yazılırken, Fedâyî’nin Tuhfe-i Fedâyî (Yakar 2007) isimli Türkçe-Arapça
manzum sözlüğü Arap çocuklara Türkçe öğretmek için yazılmasıyla dikkat
çekmektedir. 1044/1634 tarihinde Şâhidî’nin Tuhfe-i Şâhidî’sine nazire ola-
rak kaleme alınan Tuhfe-i Fedâyî, mesnevî tarzında yazılmış 37 beyitlik “mu-
kaddime”, beyit sayıları 9 ile 36 beyit arasında değişen toplam 355 beyitlik 15
“kıt’a” ve “hisâb-ı ebced” başlığı altında ebced hesabıyla ilgili 7 beyitlik ayrı
bir “kıt’a”yla birlikte 401 beyitten oluşmaktadır. Eserde, yaklaşık 1211 Türkçe
kelimenin Arapça karşılıkları verilmiştir.
Bosnalı Üsküfî (öl. 1061/1651)’nin 1040/1630-31 tarihinde Sultan IV. Murâd
adına kaleme aldığı Makbûl-i Ârif (Smailoviç 1990: 89-188; Kartal 2007b)’i ilk
Bosnaca-Türkçe sözlük olması bakımından önemlidir. Evliya Çelebi, Seyâhat-
nâme’sinde Boşnak dili ve Hırvat halkından bahsederken bu yöre halkının
kendilerine Boşnak’tan ziyade Bosnevî denmesinden haz aldıklarını, dilleri-
nin “pak” ve “Latin lisanına yakın” olduğunu, kendilerinin ise “kadir-şinas” ol-
duklarını belirttikten sonra, Makbûl-i Ârif’te yer alan dört ayrı “kıt’a”dan yak-
laşık 14 beyit örnek vermiştir (Evliya Çelebi 2001: 229-30). Eserden daha sonra,
1857’de Saraybosna’ya Rus elçisi olarak atanan Aleksandr Gilferding, 1858’de
yazdığı bir eserinde bahsetmiştir. Antun Kaznacic 1862 kaleme aldığı ese-
rinde Makbûl-i Ârif’i eleştirirken, 1868’de Saraybosna Prusya konsolosu Otto
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVII. Yüzyıl
| 473
Blau ise, yazdığı eserinde tam aksine eseri övmüştür. Hatta Üsküfî’nin dışın-
daki diğer sözlük yazarlarından da söz etmiş ve bütün sözlüklerdeki sözcük-
leri; alfabetik sıraya koyarak Sırp-Hırvatça ve Almanca karşılıklarını vermiş-
tir. Daha sonra başka biri tarafından yeniden yazılan eserin adı Şâhidî’nin
Tuhfe-i Şâhidî’sinden mülhem Potur Şâhidî olarak değiştirilmiştir (bkz. http://
www.bosnjaci.net/egt.php?id=683).
Eserin “giriş bölümü” mesnevî, “asıl bölümü”nü teşkil eden sözlük kısmı
ise “kıt’a”lardan oluşmaktadır. Kıt’alar yazılırken özellikle kolay vezinler tercih
edilmiştir. Her kıt’anın son beytinin takti’e ayrıldığı görülmektedir. Müellif bu-
rada, ilk mısrada vezni söylemiş, ikinci mısrada ise ya Türkçe, ya Arapça ya
da Farsça bir söz nazmetmiştir. Bazen de bazı “Bosnaca” kelimeler yazıp on-
ların Türkçelerini yazmıştır. Bu kıt’alarda 6 bahrin değişik vezinlerini tercih
eden Üsküfî, mesnevî nazım şekliyle yazdığı “mukaddime” bölümünde ise he-
zec bahrinin “mefâîlün mefâîlün feûlün”kalıbını kullanmıştır.
Makbûl-i Ârif , mesnevî tarzında yazılmış 51 beyitlik bir “mukaddime”
ve 160 beyitten oluşan 13 “kıt’a”ya taksim edilmiş sözlük kısmından oluşmak-
tadır. Eserin sonunda “târîh-i lügat” başlığı altında yer alan bir beyitle ese-
rin telif tarihi verilmiştir. Mukaddimede, her işe Allah’ın ismi ile başlanma-
sının gereği, Allah’a hamd ve sena, Allah’ın insanı yarattıktan sonra onlara
bütün “isim” ile “lügat”i öğretmesi, Hz. Peygamber’e ve onun ashabına salât
ve selâm, eserini yazma sebebi, eserini yazarken izlediği yol, Bosna dili hak-
kında bilgi, eserinin adı ve okuyuculardan du’a etmesini talep konuları üze-
rinde durulmuştur.
Makbûl-i Ârif‘in asıl sözlük kısmını oluşturan bölümde -mesnevî şek-
linde yazılan 13. kıt’a hariç- tamamen “nazm” nazım şekli kullanılmıştır. Her
kıt’anın başlığı, Arapça olup o kıt’anın hangi aruz bahriyle yazıldığını göster-
mektedir. Kıt’alar belirli konulara ayrılıp onlarla ilgili kelimelerden oluşma-
maktadır. Bu durum kıt’alarda yer alan kelimelerin tasnifinde hassas davra-
nılmadığını göstermektedir. Nitekim birinci kıt’ada Allâh ve insan hakkında
kelimelere yer verilmekle birlikte; birçok farklı konuya ait kelimeler de yer al-
maktadır. Diğer kıt’alarda ise genel olarak şu konulara ait kelimelere yer ve-
rildiği dikkat çekmektedir: Renkler, tarım ve tarım aletleri, haftanın günleri,
ateşle ilgili unsurlar, hayvansal gıdalar, aile bireyleri, köye, denize ve dağa ait
unsurlar, bazı meyve ve hayvan adları, çeşitli madenler, köpek ve tavuk ile il-
gili unsurlar, temizlik, aşk, doğaya ait unsurlar, insan vücudu ve bazı hasta-
lıklar, sayılar vd. Eserin bir nüshası Râşid Efendi Kütüphanesi’nde (nr. 1065/4,
v. 125b-134b) bulunmaktadır.
474 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi

XVIII. Yüzyıl
XVIII. asır mesnevî için bir kırılma noktası olmuştur. Aynen XVII. asırda
olduğu gibi, kendi içerisinde şâirler için çekim merkezi olabilecek yeni terkip-
lere ulaşamayan (Horata 2006: 543) mesnevîde gerileme ve zayıflama kendisini
yavaş yavaş hissettirmeye başlamıştır. Ancak dönemin birçok mesnevîsinde ger-
çek konuların ve sosyal çevrenin esas alınması, sanatçının dönemin siyasî, sos-
yal ve kültürel konuları hakkında değerlendirmelerde bulunması, bir önceki as-
rın alegorik mesnevîlerinden farklı bir anlayışın gelişmesine zemin hazırlamıştır.
Bu da geçmiş asırlardan farklı olarak yerli malzemeye temayülü göstermektedir
(Bilkan 2006: 291). Mesnevîdeki bu yenilik anlayışı, aynen XVIII. asırda da gö-
rülmektedir. Şeyh Gâlib dışındaki mesnevî şâirleri bu yeniliği, günlük hayatı ve
konuşma dilinin kendine has lügatini şiire taşımakta bulmuşlardır. Bundan do-
layı günlük hayattan çeşitli kesitlerin sunulduğu yerli mesnevîler oldukça rağ-
bet bulmuştur (Horata 2006: 544).
XVIII. asır mesnevî yazma geleneği açısından önceki dönemlere göre
oldukça zayıf bir dönemdir. Özellikle çift kahramanlı aşk ve macera konulu
mesnevîler itibardan düşmüş, yerine orijinal ve topluma mesaj da veren rea-
list aşk hikâyeleri yazılmış, dinî-ahlâkî-tasavvufî mesnevîlerde fark edilir bir
azalma olmuş, ancak diğer türlere göre yine belli bir oranda rağbet bulmuş,
bununla beraber mahallî unsurlarla örülü realist eserlerde gözle görülür bir ar-
tış kaydedilmiştir. Bunların çoğunun orijinal eserler oluşu dikkat çekmektedir.
Yine mesnevîlerin beyit sayılarının geçmişe oranla daha az oluşu da dikkat çe-
ken diğer bir husustur. Özellikle hem beyit sayılarında görülen bu azalma hem
de kısa olmaları sebebiyle bu asır mesnevîlerinin, belli bir oranda müstakil bir
eser olarak kaleme alınmadığı, bizatihi şâirlerin oluşturdukları Dîvânlarda ken-
dilerine yer bulduğu görülmektedir.
Bu dönemde mesnevî şeklinde yazılmış irili ufaklı yaklaşık 190 eser tespit
edebiliyoruz. Bu eserlerden 3’ünün nüshaları bugün elimizde mevcut değildir.
Bunların varlıklarını ve konularını, gerek kendi devirlerinde, gerek sonraki de-
virlerde kaleme alınan çeşitli eser ve kaynaklardan öğrenmekteyiz. Bu dönemde
yazılan mesnevîlerden 79’u dinî-ahlakî-tasavvufî; 20’si aşk konulu; 2’si temsilî/
alegorik konulu; 9’u tarihî-destanî-menkabevî, 13’ü şehr-engîz; 5’i sâkî-nâme;
14’ü sergüzeşt-nâme-hasbihâl-arz-ı hâl; 2’si kutsal yerleri anlatan mesnevîler;
13’ü manzum sözlükler; 23’ü bunların dışındaki konulara aittir. Konularına göre
bu asırda yazılan mesnevîler şunlardır:
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVIII. Yüzyıl
| 475

Dinî-Ahlakî-Tasavvufî Mesnevîler
XVII. asırda olduğu gibi bu asırda da dinî-ahlâkî-tasavvufî mesnevîlerin
hem sayısında hem de türünde önemli azalma olduğu dikkat çekmektedir. Özel-
likle tasavvufî konulu mesnevî bir iki önemsiz örneğin dışında hemen hiç ka-
leme alınmamıştır. Buna rağmen dinî ve ahlâkî konulu mesnevîlerin biraz daha
rağbet gördüğü görülmektedir. Özellikle öğüt vermek amacıyla kaleme alınan
mesnevîlerin sayısı diğerlerine göre dikkat çekmektedir. Türünün önemli örnek-
lerinden olan Hayriyye’nin orijinalitesine sahip bulunmamasına rağmen, ondan
hareketle yazılan Sünbülzâde Vehbî’nin Lutfiyye’si özellikle muhtevasından do-
layı beğenilip kabul görmüştür. Nahîfî’nin Mevlânâ’nın Mesnevî’sini aynı vezin
ve formda üslûbunu da koruyarak mükemmel bir şekilde Türkçeye tercüme et-
tiği eseri bu asrın en dikkate değer eserlerinden olmuştur. Bu dönemde yazılan
dinî-ahlâkî-tasavvufî mesnevîler şunlardır:
Şiirlerinde Vâsık mahlasını kullanan İlâhî-zâde Mehmed Emîn (öl. 1165/1751),
Allah’ın birliğinden, kudretinden ve gücünden bahseden bir mesnevî kaleme al-
mıştır. Dîvân’ında yer alan şiir, 28 beyit olup aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün”
kalıbıyla yazılmıştır (Atik Gürbüz 2011: 66-68). Hacı Mehmed (öl. 1177/1763’ten
sonra)’in aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla 1177/1763 tarihinde ka-
leme aldığı Manzûm Şerh-i Esmâü’l-hüsnâ’sında Allah’ın her bir ismini çeşitli
sayıdaki beyitlerle şerhetmiştir (Yazar 2011: 781). Hâkim mahlasını kullanan
Mehmed Efendi (öl. 1185/1771)’nin Manzûm Şerh-i Esmâü’l-hüsnâ’sı (Kızılab-
dullah 2004; Yazar 2011: 781-82) aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla ya-
zılmış olup 300 beyitten oluşmaktadır. Müellif eserinde önce Allah’ın her bir
ismini üçer beyitle açıklamış, akabinde bu isimlerin havâssını da ihtiva eden
mensur açıklamalar da bulunmuştur. Erzurumlu Zihnî ise, aruzun “feilâtün
feilâtün feilün” kalıbıyla “besmele”nin mânâ ve mahiyetini anlattığı Na’t-ı Bes-
mele Be-Siyâk-ı Mesnevî (Macit 2001: 107-16) başlıklı bir eser kaleme almıştır. 122
beyitten oluşan mesnevîde, “besmele”de yer alan harflerin açıklandığı da mü-
şahede edilmektedir.
Bu dönemde, geçen asırlarda olduğu gibi yüz hadîslerin manzum olarak
tercüme ve tertip edildiği görülmektedir. İsmâ’îl Belîğ (1079/1668-1142/1729) ta-
rafından 1136/1723’te nazmedilen Gül-i Sad-berg (Abdulkadiroğlu 1999: 151-99;
Öztoprak 1994: 86-97, 576-612), ibadetlerle ilgili seçilmiş yüz hadîsten her birinin
birer beyitle açıklandığı manzum yüz hadîs tercümesidir. Her hadîs bir gül yap-
rağına benzetilerek tamamı için yüz yapraklı gül çağrışımından hareketle, esere
Gül-i Sad-berg denilmiştir. Dilinin sâdeliği, üslûbunun güzelliği ve hadîs tercü-
melerinin kısalığı ile dikkat çeken eser, 183 beyit olup aruzun “feilâtün feilâtün
feilün” kalıbıyla yazılmıştır.
476 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Hz. Muhammed’in hayatı çerçevesinde nazmedilmiş bazı eserler de, bu
dönem mesnevîleri arasında yer almaktadır. Türklere has olup, bu şekliyle di-
ğer İslâmî edebiyatların hiçbirinde görülmeyen “mevlid” türü, bilindiği üzere
Hz. Muhammed’in doğumunu, peygamberliğini, mucizelerini, miraç ve ve-
fatı ile savaşlarını konu alan manzum eserlerdir. Geçmiş asırlarda olduğu gibi
bu yüzyılda da, bazı mevlidler kaleme alınmıştır. Nahîfî, Ahmed-i Mürşidî,
Salâhî Abdullâh-ı Uşşâkî, Darendeli Bekâ’î, Bey-zâde Mustafâ, Necîbî, Meh-
med Hamdî Hüseynî, Selâmî Şeyh Mustafâ ve Âkif bu dönemde mevlid ka-
leme alan şâirlerdir (Köksal 2010: 56-58). Bunlardan Nahîfî’nin Mevlid’i (Ceyhan
2000; Karaca 1999) aruzun “müfteilün müfteilün fâilün” kalıbıyla yazılmış olup
1111 beyittir. Eserde özellikle Hz. Peygamber’in doğumu gerek manevî gerekse
tabiî yönleriyle geniş ölçüde anlatılmış, hayatının diğer safhaları ise kısaca özet-
lenmiştir. Başlık bulunmayan bölümler birbirinden birer satır aralığı ile ayrıl-
mıştır. Didaktik mahiyette yazılan eserde kullanılan dilin ağırlığı ve üslûbun
kuruluğu dikkat çekmektedir. Ancak şâir, Hz. Peygamber’in doğumuyla ilgili
hadiseleri hikâye ederken meramını rahatça, ustalıkla ve büyük bir samimi-
yetle anlatmış, dili kullanırken de bütün hünerini göstermiştir. Eserin halktan
ziyade okumuş, belirli bir kültür seviyesine ulaşmış kişilere hitap ettiği görül-
mektedir. Bu dönemde yazıldığı tahmin edilen La’lî-zâde Edîb’in Mevlid’i, 213
beyit olup aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme alınmıştır. Mevlid
merasimlerinde okunmak için değil de, bir sanat eseri ortaya koymak için ya-
zılan eserde şâir, son derece muğlak, kapalı ve sanatlı bir anlatımı tercih etmiş-
tir. Şâirin üslûbunun esasını teşkil eden tasvirlerle dolu olan eserde, olaylara pek
az yer verilmiştir (Köksal 2010: 545-74). Abdullâh Salâhî-i Uşşâkî’nin Mevlid’inde
sadece “mevlid” ve “mi’râc” fasılları yer almaktadır. Eserde Hz. Peygamber’in,
doğumu ve mi’râcda Cenâb-ı Hak’la konuşması geniş olarak anlatılmıştır (Cey-
han 1998: 49). Vâsık ise, Hz. Peygamber’in doğumundan önceki olayları, doğu-
munu, mucizelerini, mi’râc hadisesini ihtiva eden bir mesnevî kaleme almış-
tır. Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbının kullanıldığı eser, 103 beyitten
oluşmaktadır. Eserde, Hz. Ömer’in Medâyin fethine de yer verilmiştir (Atik
Gürbüz 2011: 36, 68-76; İKTYDK 1967: 761). Vâsık’ın aruzun “feilâtün feilâtün fe-
ilün” kalıbıyla yazılan ve 19 beyitten oluşan “na’t” konulu bir mesnevîsi daha
bulunmaktadır (Atik Gürbüz 2011: 77-79). İbrâhîm Hanîf b. Mehmed Kâzım
(öl. 1217/1802)’ın Şerâfet-nâme olarak da isimlendirilen Manzûm Siyer-i Nebî’si
aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmış ve Sultan III. Selîm’e takdim
edilmiştir. Kaynaklarda üç cilt olarak belirtilen eserin, bugün eksik iki cildi bu-
lunmaktadır (Özkat 2011: 73). Uşşâkî-zâde Seyyid İbrâhîm Hasîb Efendi (öl.
1136/1724)’nin manzum Siyer-i Nebî (Erdem 2000; Özkat 2011: 72)’si ile Vahîd
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVIII. Yüzyıl
| 477
Mahtûmî’nin Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osmân, Hz. Alî,
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin hakkında kaleme aldığı mesnevîsini de burada be-
lirtelim (İKTYDK 1967: II/647).
Bu dönemde Hz. Peygamber’in Kur’ân-ı Kerîm ve diğer mukaddes kitaplar
ile hadîslerde geçen isimlerinin yanında dinî ve edebî eserlerde O’nu vasfetmek
için kullanılan isim, sıfat, künye ve lakapları ihtiva eden “esmâ-i nebî”lerle de kar-
şılaşmaktayız. Hasîb-i Üsküdârî (öl. 1217/1802), Şeyh Muhammed b. Süleymân
el-Cezûlî’nin Delâ’ilü’l-hayrât ve Şevâriku’l-envâr fî-Zikri’s-salât ale’n-nebiyyi’l-
muhtâr adlı mensur salavât mecmuasından seçtiği 201 ismi Dürretü’l-esmâ
isimli eserinde manzum olarak şerhetmiştir. “Esmâ-i nebî” türünde en hacimli
eser olan Dürretü’l-esmâ’da aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbı kullanıl-
mıştır. Mesnevî 1032 beyitten oluşmaktadır (Özkat 2011: 79). Yine Nazîm Yahyâ
Efendi (öl. 1139/1727)’nin Hz. Peygamber’in doksan dokuz isminin yer aldığı 20
beyitlik bir mesnevîsi bulunmaktadır (Özkat 2011: 79).
Hz. Peygamber’in hayatı çerçevesinde işlenen konulardan olan “hicret”, ge-
rek “sîre(t)”lerin gerekse “mevlid” ve benzeri bazı eserlerin içerisinde yer alsa
da, nadiren müstakil bir eser olarak da işlenmiştir. Nahîfî’nin aruzun “müfteilün
müfteilün fâilün” kalıbıyla yazdığı 788 beyitlik Hicretü’n-nebî’si (Çelebioğlu 1987)
bu tip mesnevîlerdendir. “Sebeb-i te’lîf” ve “hâtime” bölümleri olmayan esere,
“besmele”, “hamdele”, “tevhîd” ve “na’t” bölümlerini oluşturan beyitlerle başlan-
makta, kısaca Hz. Peygamber’in doğumundan, çocukluğundan, Hz. Hatice ile
evlenmesinden, “mi’râc” ve nübüvvetin gelişinden bahsedildikten sonra, 162. be-
yitten itibaren asıl konuya geçilerek Hicret hadisesi anlatılmaktadır. Burada Hz.
Peygamber’in yatağını Hz. Alî’ye bırakıp Hz. Ebû Bekir’le Mekke’den ayrılması,
müşriklerin tertip ve takipleri, Hz. Peygamber’in Hz. Ebû Bekir’le mağaraya gir-
mesi, süt mucizesi, hilyesi, Medinelilerin büyük bir heyecanla Hz. Peygamber’i
karşılamaları ve Hz. Hâlid’in misafiri olması işlenmiştir. “Na’t” hüviyeti taşıyan
eser, devrine göre sâde bir dille yazılmasına rağmen, klasik şiirimizin edebî sanat
ve hususiyetlerinin başarıyla uygulandığı beyitleri de yer yer bünyesinde barın-
dırmaktadır. Bu çerçevede değerlendirilebilecek Şeyhülislâm İshâk Efendi’nin
Bi’set-nâme’si (Doğan 1990: 32-33, 39-94; 1997) de Hz. Muhammed’in peygamberli-
ğini konu edinmektedir. Aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazılan eser,
278 beyittir. Beyit sayısı Hz. Muhammed’e peygamberlik verilişinden vefatına
kadar geçen yirmi üç senenin aylarının toplamı kadardır. Hz. Peygamber’in do-
ğumu ve peygamberlik çağına gelişinin kısaca değinildiği eserde, vahye muha-
tap oluşu uzun olarak anlatılmıştır. Yer yer bazı mucizelerine de işaret edilerek,
Hz. Peygamber’in ahlâk ve şanının yüceliğinden de bahsedilmiştir. Eserin dili,
İshâk Efendi’nin gazel ve kasîde tarzındaki diğer manzumelerine nazaran daha
478 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
sâdedir. Bu da eserin sanat endişesi güdülmeden halka yönelik kaleme alındı-
ğının göstergesi olarak dikkat çekmektedir.
Abdülbâkî Ârif Efendi (öl. 1125/1713)’nin değişik aruz kalıplarını kullan-
dığı 321 beyitlik Mi’râciyye’si (Okudan 2008; Ayan H. 1986b; Külekçi I/1999: 142)
de Hz. Peygamber’in hayatı etrafında kaleme alınan mesnevîlerdendir. Aru-
zun altı değişik kalıbının kullanıldığı eser, 12 beyitlik “tevhîd” ve 11 beyitlik
“münâcât” ile başlamaktadır. Daha sonra “mi’râc” hadisesinin gerçekleştiği an-
dan başlanarak Hz. Peygamber’in Kudüs’e gidişi, felekleri geçişi ve en yüksek
feleğe ulaşması anlatılmıştır. Eserde asıl konunun işlendiği beş bölüm başlığın-
dan önce, mensur kısımlar bulunmaktadır. Üslûbu ve kullandığı aruz kalıpları-
nın çokluğu ile dikkati çeken eser, 320 beyitten oluşmaktadır. Süleymân Nahîfî
(öl. 1151/1738)’nin de 1159 beyitten oluşan bir Mi’râcü’n-nebî’si (Ceyhan 2000; Ak-
baş 2006; Külekçi I/1999: 154) vardır. Aruzun “müfteilün müfteilün fâilün” kalı-
bıyla yazılan eserde, sahih hadîslere dayanılarak Hz. Muhammed’in göğe yük-
selişi her yönüyle anlatılmıştır. Özellikle Nahîfî’nin, eserini oluştururken doğru
rivayetleri tercih etme konusunda gösterdiği titizlik, mesnevîye benzerleri içe-
risinde edebî kıymetiyle birlikte ilmî bir değer de kazandırmıştır. Şeyh İsmâ’îl
Hakkî-i Bursevî (öl. 1137/1725) ise 475 beyit civarında olan Mi’râciyye’sini aru-
zun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla 1121/1709 tarihinde kaleme almıştır. Sa-
natlı bir üslûpla kaleme alınan eser, müellifinin meşâyihten olması nedeniyle
dinî-tasavvufî mi’râciye karakteri göstermektedir. Muhteva zenginliği ve dile ge-
tirdiği yüksek duygularla türünün en güzel örnekleri arasında yer alan eser, on
bölümden oluşmaktadır (Poyraz 2007; Külekçi I/1999: 149; Yurtsever 2000: 47; Özkat
2011: 130-31). Nâyî Osmân Dede (öl. 1142/1729)’nin de Mi’râcü’n-nebî ‘Aleyhi’s-
selâm (Akar 1981; Özkat 2011: 131) isimli bir mi’râciyesi bulunmaktadır. Halvetî-
Şa’bânî şeyhi Mehmed Nasûhî Efendi (öl. 1130/1718)’nin isteği üzerine aruzun
“fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme alınıp bestelenen eser, 107 beyitten
oluşmaktadır. Bu mi’râciyenin yazıldığı tarihten itibaren her yıl Recep ayının
27. gecesi yani mi’râc kandilinde tekkelerde okunması bir gelenek halinde sür-
dürülmüştür. Mecîdî’nin Hâzâ Mi’râciyye-i Risâlet-penâh ‘Aleyhi’s-selâm (Akar
1987a: 179-81; Özkat 2011: 132) başlıklı mi’râciyesi, 289 beyit olup aruzun “mefâîlün
mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmıştır. Eserde, mi’râc konusu, tasavvufî açıdan
ve oldukça lirik bir üslûpla yorumlanmıştır. Hâfız Ömer Yenişehîr-i Fenârî’nin
Mi’râciyye’si (Akar 1987a: 181-83; Özkat 2011: 133), 1204/1789-90 tarihinde aruzun
“fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmış olup 318 beyit tutarındadır. Klâsik
mesnevî tertibine uyulmayan eserde, Hz. Peygamber’in biri cismanî, diğerleri
ruhânî olmak üzere otuz dört mi’râcı olduğu belirtilmektedir. Mi’râciyye’de en
çok Hz. Peygamber ile Cenâb-ı Hak arasında geçen konuşmalara yer verilmiş;
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVIII. Yüzyıl
| 479
zühd, takva ve namaz gibi konular işlenerek âdeta bir nasîhat-nâme meydana
getirilmiştir.
Nâyî Osmân Dede (öl. 1142/1729-30)’nin, Ravzatü’l-i’câz fî Mû’cizâti’l-mümtâz
(Çakır Müjgan 1998)’ı aruzun “müfteilün müfteilün fâilün” kalıbıyla yazılmış olup
2351 beyitten oluşmaktadır. Hz. Muhammed’in dışında, Kur’ân-ı Kerîm’de zik-
redilen diğer peygamberlerin mucizelerini de ihtiva etmesi bakımından orijinal
olan Ravzatü’l-i’câz’da baştan sona mesnevî nazım şekli ve aynı aruz kalıbı kulla-
nılmıştır. Şâir “sebeb-i te’lîf” bölümünde Hz. Muhammed’in diğer peygamber-
ler gibi çeşitli mucizeler gösterdiğini, fakat bunların diğer peygamberlerin gös-
terdiği mucizelerden fazla ve üstün olduğunu ifade eder. Bu da, aslında eserin
yazılma sebeplerinden birinin aynen Süleymân Çelebi’nin Vesîletü’n-necât’ında
olduğu gibi Hz. Muhammed’in diğer peygamberlere üstünlüğünü ortaya koyma
düşüncesi olduğunu göstermektedir. Mesnevîde Hz. Âdem, Hz. İdrîs, Hz. Nûh,
Hz. Hûd, Hz. Sâlih, Hz. İbrâhîm, Hz. İsmâ’îl, Hz. Lût, Hz. İshâk, Hz. Ya’kûb, Hz.
Yûsuf, Hz. Yûnus, Hz. Eyyûb, Hz. Şu’ayb, Hz. Mûsâ, Hz. Dâvûd, Hz. Süleymân,
Hz. Zekeriyyâ, Hz. Yahyâ ve Hz. Îsâ ile Hz. Muhammed’in mucizelerine yer ve-
rilmiştir. Peygamberlerin mucizelerinin belli bir metotla anlatıldığı görülmek-
tedir. Nitekim Osmân Dede bir peygamberin mucizelerini “Mu’cizât-ı Hazret-i
İshâk aleyhi’s-selâm” gibi bir başlık altında anlattıktan sonra Hz. Muhammed’in
benzer ve daha üstün bir mucizesine yer vermiştir. Örneğin Hz. Nûh bahsinde
şu mucizelere yer verilmiştir: Hz. Nûh’un emriyle Kûfe’deki kurumuş ağa-
cın meyve vermesi, Kureyze kabilesinin isteğiyle Hz. Muhammed’in kurumuş
ağacı yeşertmesi ve bu ağacın meyve vermesi; Hz. Nuh’un ince kumu yiyecek
hâline getirmesi, Hz. Muhammed’in Ebû Bekir, Suheyb, Alî ve İbn Sahar’la bir-
likteyken kumu yiyecek hâline getirmesi; Hz. Nûh’un isteğiyle kısır kızının ço-
cuk sahibi olması, Hz. Muhammed’in mucizesiyle bir sahabenin kısır karısının
doğurması; Hz. Nûh’un kuru dallara meyve verdirmesi, Hz. Muhammed’in
kuru dallara hayat vermesi; Hz. Nûh’un bir dağı başka yere nakletmesi, Hz.
Muhammed’in benzer mucizesi.
Nahîfî (öl. 1151/1738)’nin nüshası şu an için kayıp olan Hz. Peygamber’in
savaşlarını aruzun“feûlün feûlün feûlün feûl” kalıbıyla ve Farsça olarak kaleme
aldığı 1000 beyit civarında, Gazavât-ı Nebevî isminde bir mesnevîsi vardır (Ça-
pan 2005: 654; Ceyhan 2000: 100). Nevres-i Kadîm (öl. 1175/1761-62)’in ise, Bedir
Gazvesi’ni anlatan telifî hüviyete sahip bir eseri bulunmaktadır. Bir arkadaşının
tavsiyesi üzerine 1156/1743-1160/1747 tarihleri arasında kaleme alınan, dilinin
ve üslûbunun sâdeliği ile dikkat çeken eser, aruzun “mef’ûlü mefâilün feûlün”
kalıbıyla yazılmış olup 371 beyitten oluşmaktadır (Akkaya 1998; BTK 1997: 6/372;
Horata 2006: 545). Mazlûm-zâde (veya Mazlûmî-zâde) Mustafâ b. el-Hüseyin el-
480 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Halebî (öl. 1158/1745)’nin 1152/1739 tarihinde yazılan ve Manzûme-i Esâmî-i
Ashâb-ı Bedr olarak da isimlendirilen Risâle-i Bedriyye (Yasan 1998; Özkat 2011:
147)’si, 401 beyitten oluşmaktadır. İki ayrı bölüm halinde düzenlenen eserin, Be-
dir Gazvesi’nin ele alındığı birinci bölüm 313 beyittir. Bu rakam, aynı zamanda
savaşa katılan sahabenin de sayısına karşılık gelmektedir. İkinci bölümde ise,
Ashâb-ı Bedr’in faziletine dair bazı rivayetler ve Buhârî ile Feth-i Bârî’de yer alan
hadîs metinleri Arapça olarak kaydedilmiş, Ashâb-ı Bedr’in isimleri ise sıralan-
mıştır. Eser, 26 beyitlik “kasîde” tarzında yazılmış “hâtime” ile son bulmakta-
dır. Bedir Gazvesi’nin anlatıldığı birinci bölümde aruzun “feilâtün mefâilün fei-
lün” kalıbı; Ashâb-ı Bedr’in faziletlerinin anlatıldığı ikinci bölümde ise “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbı; “kasîde” tarzındaki hâtime bölümünde de, “müstef’ilün
müstef’ilün fâilün” kalıbı kullanılmıştır.
Hz. Peygamber’in mübarek vücut yapısı ve güzel sıfatları hakkında Hakanî
tarafından 1007/1598-99 tarihinde tamamlanıp Cıgala-zâde Yûsuf Sinân Paşa’ya
sunulan Hilye-i Sa’âdet’in etkisiyle daha sonraki asırlarda çeşitli hilyeler kaleme
alınmıştır. Nitekim bu asırda Ârif Süleymân tarafından, Hakanî’nin Hilye’sine
nazire olarak başarılı bir şekilde aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla yazı-
lan Hilye-i Nebevî, 463 beyittir. Hakanî’nin edasını hatırlatan ifadelerin ve kul-
lanımların yer aldığı eserin sonunda şâir, “i’tirâf ve istigâse” başlığı altında ese-
rini yazma sebebini açıklamıştır (Sarıcı 2001; Alıcı 2004; Kocatürk 1970: 525). Bu
asırda Hakanî’nin eserine nazire olarak yazılan hilyelerden bir diğeri ise, Sey-
yid Mehmed Efendi (öl. 1185/1770)’nin Nazîre-i Hilye-i Hakanî’sidir (bkz. Poy-
raz 2007). 1159/1746 yılında aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla yazı-
lan eser, 422 beyitten oluşmaktadır. Mustafa Özkat, hem Hakanî’nin isminin
eserde hiç anılmaması hem de tertip yönünden Hakanî’nin eserinden farklı ol-
ması sebebiyle Hakanî’nin eserine nazire olmadığını belirtmektedir (2011: 103).
Abdullâh Salâhî-i Uşşâkî (öl. 1197/1782-83)’nin Hakanî’nin Hilye’sine nazire ola-
rak 1153/1740 yılında aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla yazdığı Hilye-i
Hasaneyni’l-ahseneyn, Hz. Peygamber’in torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’in
hilyelerinden oluşmaktadır. 413 beyit olan mesnevînin ilk 259 beyti Hz. Ha-
san, geriye kalan 154 beyti ise Hz. Hüseyin ile ilgilidir. Konusu itibariyle ori-
jinal olan eserde yer alan, kafiyesi Arap alfabesine göre tertiplenmiş “na’t” de
tarzının yeniliği itibariyle dikkat çekmektedir. Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’in
“sûret” ve “sîret”te Hz. Peygamber’e benzemelerinden dolayı, Hz. Peygamber
için yazılan hilyelerde kullanılan özel tabirlerin bu eserde de kullanıldığı müşa-
hede edilmektedir (Külekçi 1999: I/76; Üzer 2002: 8-91). Nahîfî (öl. 1151/1738)’nin
de bu türden olan Hilyetü’l-envâr’ı (Yasav 1995; Usluer 1994), aruzun “müftei-
lün müfteilün fâilün” kalıbıyla 1099-1100/1688 tarihinde yazılmış olup 2870
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVIII. Yüzyıl
| 481
beyitten oluşmaktadır. Nahîfî’nin “na’t”lardan oluşan divanı şeklinde nitelendi-
rilen bu eserin, esasında hilye türünden bir mesnevî olduğu anlaşılmıştır. Eser,
Hilye-i Hakanî’ye nazire olarak yazılan Cevrî’nin Hilye-i Çihâr-yâr-i Güzîn’i ve
Neşâtî’nin Hilye-i Enbiyâ’sından sonra türünün edebiyatımızdaki en başarılı ör-
neklerinden biridir. Nahîfî, Hakanî’nin eserinde bahsetmediği birçok haber ve
rivayeti de naklederek Hz. Peygamber’in portresini daha ayrıntılı olarak tavsif
etmiştir. Şâir eserini, Hz. Peygamber’in hilyesini görenler hakkındaki müjdelere
ulaşmak, onun şefaatine nail olmak ve hayır duayla anılmak ümidiyle yazmış-
tır (Ceyhan 2000: 100-101). Bu asrın mutasavvıf şâirlerinden Selâmî’nin de Hz.
Peygamber’in dış vasıflarını tasvir eden bir hilyesi bulunmaktadır. Türünün sı-
radan örneklerinden olan eser, matbu Dîvân’ının başında yer almaktadır (Koca-
türk 1970: 562). İstanbullu Na’tî Mustafâ Bey (öl. 1131/1719) “Aşere-i Mübeşşere
(cennetle müjdelenmiş on sahabe)” hakkında Hilye-i Aşere-i Mübeşşere isminde bir
hilye kaleme almıştır. 1114/1702 yılında yazılan ve 200 beyitten oluşan eserde,
Müsned-i Ahmed bin Hanbel’in naklettiği hadîs-i şerîfe göre, Hz. Peygamber’in,
sağlığında, cennete gideceklerini müjdelediği on sahâbeden dört büyük halife dı-
şındaki altı sahâbenin hilyesine yer verilmiştir (Özkat 2011: 112-13). Nûrî Osmân-ı
Hanyevî (öl. 1230/1815)’nin de, Hz. Peygamber’in torunları olan Hz. Hasan ve
Hz. Hüseyin’in hilyelerini ihtiva eden bir mesnevîsi bulunmaktadır. Eser, mü-
ellifin Türkçe Dîvân’ı içerisinde yer almaktadır (Kurtoğlu 2006: 21).
Bu dönemde Hz. Peygamber’in fizikî yapısı, beşerî yönü ve hayat tarzı ile il-
gili bilgileri ihtiva eden “şemâ’il-i şerîf”ler kaleme alınmıştır. Bunlardan Mazlûmî
mahlasını kullanan Mazlûm-zâde (veya Mazlûmî-zâde) Mustafâ b. el-Hüseyin
el-Halebî (öl. 1158/1745’ten sonra)’nin 1158/1745 tarihinde yazdığı Tercüme-i
Şemâ’il-i Şerîf’i 3000 beyit civarında olup Tirmizî’nin Şemâ’il’inin aruzun 16
farklı kalıbının kullanılarak Türkçeye nazmen tercüme edilmesinden oluşmak-
tadır. Eserde, giriş kısmından sonra Hz. Peygamber’in “şemâ’il”i 52 başlık al-
tında ele alınmıştır (Özkat 2011: 122). Niyâzî-i Mısrî’nin halifelerinden Eskişe-
hirli “Ayn-ı Ekber” Şeyh Muhammed Efendi (öl. 1135/1722-23)’nin de, Manzûm
Şemâ’il-i Şerîf’i bulunmaktadır (Öztürk 2012). Tirmizî’nin Şemâ’il’inden hareketle
oluşturulan eser, 1639 beyitten oluşmaktadır. Aruzun “feilâtün feilâtün feilün”
kalıbının kullanıldığı mesnevîde, Tirmizî’nin eserinde yer alan 55 bölüm baş-
lığı Arapça olarak aynen alınmıştır. Eserde Hz. Peygamber hakkında ana hat-
larıyla şu bilgiler verilmiştir:
Fizikî görünüşü, peygamberlik mührü, saçı ve sakalı, gözlerine sürme çek-
mesi, giyim-kuşamı, yeme-içmesi, abdest alması ve bunun için kullandığı gereç-
ler, mesh etmesi, yüzükleri, savaş aletleri, başına sardığı sarıklar ve alt kısımla-
rına giydiği giyecekler, yürüyüş ve oturuş tarzı, kullandığı baston türü araçlar,
482 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
yatarken kullandığı yastık ve diğer dayanaklar, yemek yiyiş ve abdest alış şekli,
hitap tarzı, su içtiği kap, sevdiği meyveler, süründüğü kokular, konuşması, mi-
zah anlayışı ve tebessümü, şiir hakkındaki düşünceleri, uyku vakti ve uyuma
şekli, ettiği ibadetler ve süreleri, ağlayışı, yatağı, tevazusu, karakteri, hâyâ duy-
gusu, hacamat yaptırması, anıldığı isimleri, yaşı, vefatı, mirası, Hz. Peygamber’in
rüyada görülmesi hadisesi.
Bu asırda Hazret-i Mevlânâ ile ilgili de çeşitli hilyelerin kaleme alındığı gö-
rülmektedir. Bunlardan Lutfî Mehmed Dede’nin Hilye-i Mevlânâ’sı bu konuda
yazılan ilk eser olup konusu itibariyle orijinallik göstermektedir. Mevlânâ’nın
fizikî ve manevî portresinin çizildiği eser, 1100/1688-89 tarihinde aruzun
“feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla yazılmış olup 126 beyitten oluşmaktadır (Er-
doğan 2008; Göre 2008; Üzer 2002 : 92-131). Bu asırda kaleme alınan hilyelerden
bir diğeri Bursalı Alî Rızâ’nın 45 beyitlik Hilye-i Hazret-i Mevlânâ’sıdır (Külekçi
I/1999: 93; Üzer 2002: 132-48). Lutfî Mehmed Dede’nin eserinden sonra, Mevlânâ
için yazılmış ikinci hilyedir. Aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazı-
lan mesnevî, Mevlânâ’nın görünüş, davranış ve şahsiyetini konu edinmektedir.
Bu eser de, konusu itibariyle orijinal bir hüviyete sahiptir. Neccâr-zâde Şeyh
Rızâ’nın Hilye-i Hâce Bahâeddîn Şâh-ı Nakşbend’i, aruzun “fâilâtün fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmış olup 75 beyittir. Şâh-ı Nakşbend hakkında ya-
zılan hilye, konusu itibariyle edebiyatımızda tekdir. Şâir, eserinde “sûret”ten zi-
yade “sîret”i ön plana çıkarmış, şeyhin gönlünden, sözünden, ilminden, him-
metinden çokça bahsederken birkaç beyitle yer verdiği “sûret”e de mücerret ve
tasavvufî mânâlar yüklemiştir. Özellikle eser bu yönüyle diğer hilyelerden ay-
rılmaktadır. Eserin dikkat çeken diğer yönü ise, elsine-i selâse olarak nitelen-
dirilen Türkçe, Arapça ve Farsça olarak oluşturulmasıdır. Nitekim Hilye’de 45
Türkçe, 24 Farsça, 5 Arapça ve bir de Arapça-Farsça mülemma beyit bulun-
maktadır (Üzer 2002 : 201-30; Özdemir 2012).
Konusu itibariyle dikkati çeken eserlerden olup Matla’u’l-fecr olarak da
anılan Risâle-i Regâ’ibiyye, Salâhî’nin edebiyatımıza kazandırdığı bir türdür. Üç
ayrı dilde yazılan eserin Türkçesi Regâ’ibiyye (213 beyit), Arapçası Râkımetü’l-
‘acâ’ib fî-Leyleti’r-regâ’ib (195 beyit); Farsçası Destânçe-i ‘Acâ’ib der-Leyle-i Regâ’ib
(197 beyit) adlarını taşımaktadır. Arapça ve Farsça “regâ’ibiyye”ler, Türkçe olanın
ufak değişikliklerle tercümeleri hüviyetindedir. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün”
kalıbıyla yazılan eserde, Hz. Peygamber’in Regâ’ib gecesi ana rahmine düştüğü
rivayetine dayanılarak konu işlenmekte ve mucizeleri anlatılmaktadır. Beste-
lenen Regâ’biyye’nin özellikle regâ’ib gecelerinde tıpkı Mevlid gibi okunduğu
dikkat çekmektedir (Akkuş, 1992; Üzer 2002 : 16-17). Ârif Süleymân Efendi (öl.
1183/1769)’nin Regâ’ibiyye’si, Salâhî’nin eserine muhtemelen Farsça nazire olup
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVIII. Yüzyıl
| 483
129 beyitten oluşmaktadır. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan eser,
on beş bölümden müteşekkildir. Eserde, mi’râc konusu ayrıntılı olarak ele alın-
dığı için “mi’râc-ı nebî” türünden bir eser olarak da kabul edilebilir (Özkat 2011:
141). Eserin Süleymâniye Kütüphanesi’nde üç nüshası bulunmaktadır.
Şâkir Ahmed Paşa (öl. 1234/1818-19)’nın Kur’ân-ı Kerîm’le ilgili olan Tertîb-i
Nefîs isimli mesnevîsi, bu asırda konusu ile dikkati çeken eserlerdendir. Eserde,
sûrelerin adı ve kaçar âyetten oluştuğu, secde âyetleri, ihtilaf edilen âyetlerin neler
olduğu ve bazı âyetlerin faziletleri üçer beyitle açıklanmıştır. Ayrıca Kur’ân cüzle-
rinin hangi sûrede ve hangi âyette başladığı da belirtilmiştir. Şâir, özellikle “müt-
tefik” ve “muhtelif âyetler” konusundaki eserlerin Arapça olarak kaleme alın-
masından dolayı, bu âyetler üzerinde durmayı tercih etmiştir. Aruzun “feilâtün
feilâtün feilün” kalıbıyla 1212/1797 tarihinde yazılan Tertîb-i Nefîs, 489 beyit-
ten oluşmaktadır (Yıldız 2008). Şâkir Ahmed Paşa’nın iki ayrı mesnevîden olu-
şan Ravd-ı Verd isimli bir eseri daha bulunmaktadır. İlk mesnevî Esmâ-i Hüsnâ
Şerhi, ikincisi ise Gazve-i Bedr A’zamü’l-gazavât ismini taşımaktadır (Akaryalı
2000; Yıldız 2008: 181-82).
Bu asırda toplumu, özellikle de çocukları eğitmek, terbiye etmek, yetiştir-
mek ve çeşitli konulara dikkatlerini çekmek amacıyla çeşitli nasîhat-nâmelerin
kaleme alındıkları görülmektedir. Sünbül-zâde Vehbî, oğlu Lutfullah’ın “gü-
zel huylara sahip olarak büyümesi ve yüce rütbelere erişmesi”ne yardımcı ol-
ması düşüncesiyle Nâbî’nin Hayriyye (Hayrî-nâme)’sini örnek alarak Lutfiyye-i
Vehbî’yi (Beyzadeoğlu 2004) kaleme almıştır. Dönemin ilim ve anlayışına ışık tu-
tan mesnevî, aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla yazılmış olup iki beyit-
lik “tarih kıt’ası”yla birlikte 1181 beyittir. Şâirin ifadesiyle bir haftada yazılan ve
eğiticilik yönü ağır basan eser, âhenkten ve titizlikten yoksun olması ve Nâbî’nin
eserindeki orijinaliteye sahip bulunmamasına rağmen, özellikle muhtevasından
dolayı beğenilip kabul görmüştür. Pek çok noktada Nâbî ile aynı düşünceye sa-
hip olan Vehbî, oğluna faydalı ilimler olarak kabul ettiği tefsir, hadîs, fıkıh gibi
dinî ilimlerle tıp, mantık, tarih ve edebiyat gibi bilimlere temayül gösterme-
sini tavsiye etmiş; felsefe ve musikîye itibar etmemesini tembihlemiştir. Ayrıca
Nâbî’nin Hayriyye’sini de okumasını istediği oğluna, birçok dinî ve ahlâkî öğüt
vermiştir. Böylece Vehbî, hurafe ve zararlı alışkanlıklara da yer verdiği eseriyle,
oğlu Lutfullah’ın şahsında o günün insanını terbiye etmeyi amaç edinmiştir.
Ona aidiyeti kesin olmamakla beraber Sünbül-zâde Vehbî’ye atfedilen, şâirin
dostlarına çeşitli nasihatlarda bulunduğu Nasîhat-nâme-i Vehbî isimli başka
bir mesnevî daha vardır. Diğer mesnevîlerin aksine aruzun uzun kalıpların-
dan “fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün” ile yazılan eser, 140 beyitten oluşmakta-
dır (Alıcı 2011).
484 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Zarîfî’nin dinî, tasavvufî ve ahlâkî nasihatlerden oluşan Pend-nâme’si (Arslan
1994), aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme alınmıştır. Bu dönemde
yazılan “nasîhat-nâme”ler içerisinde dikkat çeken eserde şâir, tasavvuf ehli ol-
manın da verdiği zarafet ve hoşgörü çerçevesinde insan ilişkilerini ve insanın
Allah’a karşı sorumluluğunu ön plana çıkararak 135 “fasıl” hâlinde öğütlerini
sâde bir dil ve akıcı bir üslûpla sıralamıştır. Eser, sonunda yer alan ve “mefâîlün
mefâîlün feûlün” kalıbıyla nazmedilmiş 103 beyitlik Risâle-i Tasavvuf-nâme’yle
(Arslan 1994: 94-101) birlikte 1174 beyitten oluşmaktadır. Seyyid Mehmed Emrul-
lah Emîrî Çelebi (öl. 1625/1724), oğluna hitaben aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün”
kalıbıyla yazdığı 196 beyitlik Nasîhat-nâme-i Emîrî isimli kısa mesnevîsinde, daha
çok sosyal konular hakkında bilgi vermiştir (Kaplan 2002: 795). Müellifi belli ol-
mayan Ögüt-nâme, aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmış olup
99 beyitten oluşmaktadır. Eser, dünyanın fani oluşu, ölüm ve insanın belli yaş
dönemleri ile ilgili öğütleri ihtiva etmektedir (Kaplan 2002: 796). Abdî mahlasını
kullanan Akhisârlı Şeyhülislâm Vassâf Abdullâh Efendi (öl. 1174/1760)’nin çe-
şitli nasihatler ile Gülistân’dan tercüme edilen bazı hikâyelerden oluşan Hayâl-i
Behcet-âbâd’ı aruzun “mef’ûlü mefâilün feûlün” kalıbıyla yazılmış olup 1500
beyittir (Kaplan 2002: 796).
Diyarbakırlı Seyyid Ahmed Mürşid Efendi’nin 1159/1746 tarihinde Aydınlı
Mürîdî’nin Pend-i Ricâl’ine nazire olarak yazdığı Pend-i Mürşidî veya Nasîhat-
nâme-i Mürşidî (Güçlü 1968; Gürtunca 1973; Mermutlu 1996; Karpınar 1999; Türkeri
1999) isimli hacimli mesnevîsinde dinî konularla bazı ilmî ve benzeri konular
hakkında öğütler verilmiştir. Eserin ihtiva ettiği tefekkür ve ifade, halkın anla-
yabileceği seviyede olup özellikle XIII. asırdan beri gelen dinî-didaktik eserle-
rin genel üslûbuna uygunluk göstermektedir. Hiçbir yenilik ve orijinallik ta-
şımayan eser, bu tip eserlerin bir özeti, bir temsilcisi ve yeni bir mistik örneği
şeklinde kendini gösterdiği için, çok geçmeden tanınmış, benimsenmiş ve ya-
yılmış, hatta Mevlid ve Muhammediyye sırasına girerek geniş halk kitlesi ara-
sında en çok okunan eserlerden biri olmuştur. Bu özellikleriyle XVIII. yüzyılda
kemiyet ve keyfiyet bakımından zayıflamaya başlayan bu çeşit halk eserlerinin
temsil ettiği hamleye yeni bir ivme kazandırmış, geniş sahası ve tesiriyle de eski
ve geleneksel İslâmî-dinî kültürü yeniden perçinlemiştir (Kocatürk 1970: 559).
Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” ve “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıplarıyla ya-
zılan ve yaklaşık 9500 beyit olan eser, eski harflerle (Pend-i Ahmediyye, İstanbul
1309) ve yeni Türk harfleriyle (bkz. Güçlü 1968) basılmıştır. Edirneli Örfî’nin aru-
zun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan ve 47 beyitten oluşan Nasîhat-
nâme’sinde, kâmil bir kimsede bulunması gereken özellikler belirtilmiştir (Gür-
gendereli trhs.: 445-55). Necîb mahlasıyla şiirler söyleyen Sultan III. Ahmed’in
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVIII. Yüzyıl
| 485
Sultan I. Mahmûd için kaleme aldığı Nasîhat-nâme (İKTYDK 1967: II/692), bir
sultan tarafından kaleme alınması yönüyle dikkat çekmektedir.
Konu, ruh ve tertip yönünden Muhammediye’ye çok benzeyen Kay-
gulu Halîl’in Hâdiü’l-‘uşşâk’ı, Muhammediyye-i Sânî adıyla da anılmaktadır.
Yazıcıoğlu’nun Muhammediyye’si, Mürşidî’nin Ahmediyye’si ve benzeri eser-
lerde olduğu gibi, dinden, İlâhî aşktan, imandan, ibadetten, ahlâktan, ahiretten
bahsedilmekte; bu konular anlatılırken âyetlere, hadîslere ve tefsirlere dayanıl-
makta; şeriat ve didaktik hava hâkim kılınarak, öğütler arasında eski hikâyeler
tekrarlanmaktadır. Ayrıca eserde Hz. Peygamber’in doğumu, hayatı, faziletleri ve
ölümü ile Hz. Fâtıma, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osmân, Hz. Alî, Hz. Ha-
san ve Hz. Hüseyin’in ölümüne de yer verilmektedir. Nazım şekli ve vezin yö-
nünden dikkat çeken eserde 16’lı hece vezniyle “kasîde” nazım şeklinde yazıl-
mış manzumelerle 8’li ve 11’li mesnevîler birbirini takip etmektedir. Dili, üslûbu
ve anlatımı sâde olan eser, ruh bakımından orijinal olmasa da, dil ve şekil bakı-
mından edebiyatımızda önemli ve anlamlı bir hüviyete sahiptir (Kocatürk 1970:
563-64). 1182/1768 tarihinde Na’îmüddîn-i Temeşvarî tarafından 1182/1768 ta-
rihinde aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla kaleme alınan Pend-nâme-i
Na’îmüddîn 339 beyitten oluşmaktadır. Silk-i Cevâhir ismiyle de anılan eserin
büyük bölümü Güvâhî’nin Pend-nâme’sinden aynen alınmış beyitlerden oluş-
maktadır. Bu hüviyetiyle özgün bir eser görünümünde olmayan mesnevînin,
sadece Sultan III. Mustafâ ve Sadrazam Mehmed Paşa övgüsünde kaleme alı-
nan kısımlar şâire aittir (Yeniterzi 2007: 462; Kaplan 2002: 796). Ahmed Râşid’in
1222/1807 tarihinde Farsça olarak kaleme alınan Pend-nâme-i Lokmân Hekîm
Cihet-i Ferzend isimli bir eserden tercüme ettiği Pend-nâme-i Lokmân Hekîm
Terceme-i Manzûmesi de bu asra ait “nasîhat-nâme”lerdendir. Çocukları eğitmek
için kaleme alınan eser, Kur’ân-ı Kerîm’de adı geçen Lokmân Hekîm’e ait çeşitli
öğütleri ihtiva etmektedir. 34 başlık altında genel ahlâka ait nasihatlerin verildiği
eserde, her başlık genellikle beş beyitle açıklanmıştır. 158 beyit olan eserde, özel-
likle verilen öğütlere önce insanın bizzat kendisinin uyması gerekliliğine vurgu
yapılması dikkat çekmektedir (Yeniterzi 2007: 463-64). Şeyh İbrâhîm Nazirâ (öl.
1188/1774)’nın bugün için kayıp olan Pend-nâme isimli bir mesnevîsi vardır. Bur-
salı Mehmed Tâhir, Ahmed Resmî Efendi (öl. 1783)’nin Pend-i Attâr tercümesi
olduğunu kaydetmektedir (2000: III/59). Nazîm (İKTYDK 1967: II/648) ve Lebîb
(İKTYDK 1967: 897) de bu asırda nasîhat-nâme yazan şâirlerdendir.
Vahîd Mahtûmî’nin Sergüzeşt-i Garîb-i Bagdâdî’si, didaktik bir hüviyete
sahip olup insanlara öğüt vermek amacıyla aruzun “müfteilün müfteilün fâilün”
kalıbıyla kaleme alınmıştır. 120 beyit olan eserde, Garîb-i Bagdâdî isimli kim-
senin başından geçen ibret dolu hikâyesi, akıcı bir üslûpla anlatılmış, âdetâ bir
486 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
masal atmosferi içine çekilen okuyucunun dikkati hırs ve tamahın zararlarına,
kanaatin ise faydalarına çekilmek istenmiştir (Kahraman 1995: I/62; 2006: 102).
Lebîb-i Âmidî’nin “ta’rîf-i erkân-ı salâtiyye hâricen ve dâhilen” başlıklı 13 be-
yitten oluşan didaktik mahiyette küçük bir mesnevîsi vardır. Aruzun “feilâtün
mefâilün feilün” kalıbıyla yazılan mesnevîde, namazın içindeki ve dışındaki şart-
lar belirtilmiştir (Kadıoğlu 2003: 384-85).
Edebiyatımızda hemen her konuda manzum veya mensur olarak çeşitli
“fazîlet-nâmeler”in kaleme alındığı görülmektedir. Bunlar, ya İslâm âleminin
mukaddes şehirlerinin faziletine, tarihine ve çeşitli hususiyetlerine dair ya ma-
bet, halife, şahıs ve milletlerin fazilet ve hususiyetlerine dair ya da değişik ko-
nularda yazılmışlardır. Nahîfî’nin Fazîlet-i Savm-ı Şehr-i Ramazân (Çelebioğlu
1972) adlı mesnevîsi bu tip eserlerdendir. Oruç tutmanın faziletlerinden, oruca
niyet etmenin gerekliliğinden ve fıtır sadakasından bahsedilen eser, 253 beyit
olup aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme alınmıştır.
Mübârek-nâme-i Esrâr (Horata 1998: 39-42; Atik 2003), Esrâr Dede tarafın-
dan Mevlevî tarikatında belirli günlerde tertip edilen ayinlerde yapılan semaın
mahiyetini belirtmek amacıyla kaleme alınan 145 beyitlik küçük bir mesnevîdir.
Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan ve tasavvufî-didaktik
mahiyette olan mesnevîde, hüküm cümlelerinden oluşan açıklayıcı, monoton bir
üslûp hâkimdir. Şâir bunu kırabilmek ve şiirine âhenk ve akıcılık kazandırabil-
mek için sık sık mısra başı kafiyelere başvurmuştur. Aşk, Mevlânâ ve Mevlevîlikle
ilgili değerlendirilmelerin de yer aldığı eserde, özellikle Esrâr Dede’nin için-
den gelen ve Mevlânâ sevgisini dillendirdiği beyitler çok içli ve samimîdir. Re-
mel bahrinin genellikle mesnevîlerde kullanılan kısa kalıbının aksine uzun vez-
niyle yazılan Mübârek-nâme-i Esrâr, Esrâr Dede’nin matbu divanının sonunda
yayımlanmıştır (Dîvân-ı Belâgat-unvân-ı Esrâr Dede Efendi, İstanbul 1257, s. 148-53).
Esrâr Dede, Ahîliğin ahlâkî yönü üzerinde durduğu ve yârâna (Mevlevîlere) he-
diye etmek için kaleme aldığı Fütüvvet-nâme-i Esrâr (Horata 1998: 42-46) isimli
mesnevîsini 1211/1796’da tamamlamıştır. Fütüvvet-nâme’nin giriş kısmında, nis-
peten ağır, tavsifî bir üslûba karşılık; konunun işlendiği asıl bölümde, basit, sade
ve kuru bir anlatım hâkimdir. Aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazı-
lan eser, 176 beyit olup matbu divanın sonunda neşredilmiştir (Dîvân-ı Belâgat-
unvân-ı Esrâr Dede Efendi, İstanbul 1257, s. 153-60). Esrâr Dede’nin her iki eseri de,
türünün sıradan örneklerindendir. İbrâhîm Hakkı’nın ise, aruzun “feûlün feûlün
feûlün feûl” kalıbıyla dervişler için yazdığı ve Vasl-nâme adını verdiği 116 be-
yitten oluşan bir mesnevîsi vardır (Külekçi 1997 : 89-98).
Zâtî Süleymân Efendi’nin Sevânihu’n-nevâdir fî-Ma’rifeti’l-anâsır (Arslan
1994a) isimli mesnevîsi, aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmış
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVIII. Yüzyıl
| 487
olup 846 beyitten oluşmaktadır. Eserde “anâsır-ı erba’a” ve özelliklerinden,
bunların insan üzerindeki etkilerinden, insanın yaratılışından, “âlem-i ekber”
ve “âlem-i asgar”ın ne olduğundan, nefsi bilmenin Allah’ı bilmek olduğundan,
dört unsurun tabiatından, insanın âlemin özü olduğundan, akl-ı küll, akl-ı mü-
nebbih, akl-ı ma’ad ve akl-ı ma’aşın ne olduğundan ve özelliklerinden tasavvuf
umdeleri içerisinde bahsedilmiştir. Şâir eserinde, XIV. asrın didaktik tekke şi-
irini yine o dönemin ilmî çerçevesi içinde yeni bir kalıba dökerek XVIII. asır
Osmanlı toplumuna sunmuştur. Devrin ilerleyişi karşısındaki bilginin farkında
olmayan şâir, ilim ve müsbet görüş bakımından da ileri gitmediği gibi mistik
yönden de insan ruhuna yeni bir şey kazandıramamıştır. Dil ve ifade yönün-
den de kusurlu olan şâir, ne sanat ne de fikir bakımından bir orijinalite göste-
rememiş, adeta tekke edebiyatının şeklen olduğu gibi, ruhen de çöküşünü gös-
termeğe başlamış gibidir (Kocatürk 1970: 556). Türünün sıradan örneklerinden
olan eser, herhangi bir önem arz etmemektedir.
Erzurumlu İbrâhîm Hakkı’nın, Mevlânâ’ya izafe edilen Aşk-nâme’nin
beyit beyit manzum tercümesi olan Aşk-nâme isimli mesnevîsi, aruzun
“feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazılmış olup 63 beyittir. Bazı nüshalarda
yer alan “Hazret-i Mevlânânun ‘Işk-nâmesinin beyti beytine tercemesidir”
ibaresi de bu hususa açıklık getirmektedir. Mutasavvıf olan birinin dilinden
“ilâhî aşk”ın anlatıldığı mesnevî, İbrâhîm Hakkı’nın divanında yer almakta-
dır (Külekçi 1997: 73-78).
Türk illerinde en çok saygı gören, en fazla okunan ve en geniş ölçüde şerh
edilen, seçmeler yapılan, anlaşılması güç beyitleri için yorumlar düzenlenen,
yorumları kuvvetlendirmek için kendisinden hikâye, temsil ve beyitler aktarı-
lan Mevlânâ’nın Mesnevî-i Ma’nevî’si bu asırda Nahîfî (öl. 1151/1738) tarafından
mısra mısra ve kelimesi kelimesine aynı vezinde ve formda üslûbu da korunarak
mükemmel bir şekilde Türkçeye tercüme edilmiştir (Gibb 1999: 323). Tercümede
özellikle âhenk ve şiiriyete önem verildiği için sıradan bir tercüme olmaktan çı-
kan eser, şâire haklı bir şöhret kazandırmıştır. Nahîfî her ne kadar bütün beyit-
lerde aynı başarıyı gösteremese de, Mevlânâ’nın ihtişamlı söyleyişinin Türkçe
nazımda hissedilmesini sağlayacak bir kudret göstermiştir. Mesnevî tercümesi-
nin aslı ve tercümesi dört cilt hâlinde Âmil Çelebioğlu tarafından yayımlanmış-
tır (Mesnevî-i Şerîf ve Manzum Nahîfî Tercümesi, İstanbul 1967-1969).
Bu asrın dinî-tasavvufî konulu mesnevîlerinden olan Enfüsü’l-âfâk, Nahîfî
(öl. 1151/1738) tarafından aruzun “müfteilün müfteilün fâilün” kalıbıyla yazıl-
mış olup 1098 beyitten oluşmaktadır. Eserde, ibret alma düşüncesinden hare-
ketle dünya hayatındaki nefislerin insan-ı kâmil olma yolunda katetmesi gere-
ken yollar verilmiştir. Şâir, cezbe hâlinin pek işitilmediği beyitlerde, kâinatın
488 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
taşıdığı ibret dolu hadiseleri düşünerek ve yüce yaratıcının kudretini kavraya-
rak, samimî bir kalple iman ve amel sahibi olmayı tavsiye etmektedir. Fıkhî ve
tasavvufî görüşlerin akıldan hareketle verildiği eserde, şeriat, tarikat, marifet
ve hikmet merhaleleri de akıcı bir şekilde yer almaktadır (Çomar 2001). Hoca
Neş’et’in, Mîrzâ Bîdil’e nazire olarak kaleme aldığı ve kâinat hakkındaki felsefî
düşüncelerini ihtiva eden Tûfân-ı Ma’rifet isimli Farsça mesnevîsi vardır. Neş’et,
eserini nakşibendî tarikatına girdikten sonra (1754) yazmıştır (Tansel 1990a: 213).
Bu eseri, Baltacılar zümresinden olan Hanîf, Türkçe olarak şerhetmiştir (İpek-
ten vd. 1988: 183-84). Neylî, “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla bir rahibin Müs-
lüman oluşuyla ilgili olarak 73 beyitlik bir hikâye kaleme almıştır (Erdem 2005:
360-66; Uzun 2012). Mustafâ Kâ’il’in ise, 1151/1738 tarihinde kaleme aldığı ve
tasavvufî dört hikâyeden oluşan Nâme-i ‘Işk isimli mesnevîsini (Levend 1988:
137) de burada belirtelim.
1156/1743-1170/1757 tarihleri arasında Seyyid Muhammed b. İbrâhîm
b. Muhammed Âgâh tarafından yazıldığı tahmin edilen Şurûtu’s-salât (Yıldız
2009) ise, namaz, abdest ve gusül konularını ihtiva etmektedir. Aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan mesnevî, 55 beyitten oluşmaktadır. Halkı
bilgilendirmek ve eğitmek maksadıyla kaleme alınan eser, şiiriyet yönünden za-
yıf olup dili sadedir.

Aşk Mesnevîleri
Bu dönemde özellikle XV. ve XVI. asırlarda mükemmel örnekleri verilen
çift kahramanlı aşk hikâyelerinden Leylâ vü Mecnûn, Yûsuf u Züleyhâ, Hüsrev
ü Şîrîn ve Vâmık u Azrâ yazılmıştır. Diğerleri ise görülmemektedir. Bu da, bu
tür hikâyelerin artık ilgi görmediğini göstermektedir. Yazılanlar ise, zayıf ve ses
getirmeyen eserler olarak dikkat çekmektedir. Bunda büyük ve üstad şâirlerin
temayül etmeyip zayıf şâirler tarafından kaleme alınmaları en büyük etken ol-
malıdır. Büyük bir ihtimalle halk, bu konudaki ihtiyacını türünün klâsik örnek-
lerini okuyarak gidermeye çalışmıştır (Horata 2006: 544). Bu asırda Defter-i Aşk
ve Fîrûz-nâme gibi orijinal ve okuyucuya mesaj da veren aşk hikâyelerinin de
kaleme alındığı görülmektedir. Özellikle aşk gibi romantik bir konuda bile me-
saj verme arzusu, Türk milletinin yaptığı her işte faydayı gözetmesinin bir so-
nucu olarak kendisini göstermesi bakımından önemlidir.
Örfî (öl. 1186/1772’den sonra), Türkmen şâiri Andelîb ve Kafkasyalı şâir
Nâkâm (öl. 1323/1905) bu asırda Leylâ vü Mecnûn yazan şâirlerdir. Örfî’nin hiç-
bir değer taşımayan Leylâ vü Mecnûn’u (Levend 1952, 1959: 330-33) 216 beyit
olup aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmıştır. Leylâ vü Mecnûn
hikâyesini oluşturan vak’aların ekseriyetinin çıkarıldığı eser, hakikî aşkın Mecnûn’da
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVIII. Yüzyıl
| 489
tecellisi tasvir edildikten sonra bitirilmiştir. Böylece hikâyeye tasavvufî bir hü-
viyet verilmek istenmiştir. Eser, Anadolu’da yazılan türünün son örneği olması
itibariyle dikkat çekmektedir. Edirneli Örfî’nin, kendi aşkıyla Leylâ vü Mecnûn
hikâyesi arasında bir ilgi kurması sonucu yazmış olduğu Mahabbet-nâme isimli
bir mesnevîsi daha vardır. Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan
ve 149 beyitten oluşan eserin dili sâde üslûbu ise anlaşılır bir tarzdadır. Eserde
“hulâsa-i ‘ışk-ı hakîkat” başlığında bir “murabba” ile “mersiye” ve “terkib-bend”
de yer almaktadır (Gürgendereli 2002, trhs.: 445-55). Rıfat Kütük ise, farklı iki
eser olarak kabul edilen Leylâ vü Mecnûn ile Mahabbet-nâme’nin birbiriyle ta-
mamlandığını, ancak ikisi bir arada bir bütünlük kazandığını ifade etmektedir
(Kütük 2004: 204-209). Andelîb’in Leylâ vü Mecnûn’u (Levend 1959: 334-47) ise,
manzum-mensur karışıktır. Manzumelerde aruz ve hece vezinleri kullanılmıştır.
Türkçe yazılan Leylâ vü Mecnûnların sonuncusu olan Nâkâm’ın eseri ise aruzun
“mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmış olup 2903 beyittir (Levend 1959:
348-65). Vehbî, Fâ’izî tarafından yazılmaya başlanan Leylâ vü Mecnûn’u tamam-
lamıştır. Bugün kayıp olan eserden alınan 9 beyit Salim Tezkiresi’nde kayıtlıdır
(İnce 2005: 703-704; Horata 2006: 556). Safâyî ise Âzım (öl. 1124/1712)’ı Leylâ vü
Mecnûn yazan şâirler arasında gösterir (Çapan 2005: 416). Şeyh Gâlib ise, aru-
zun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazdığı 18 beyitlik mesnevîde, İlâhî
aşk yönüyle Leylâ ile Mecnûn’a değinmiştir (Okçu 1993: 455-56).
Köprülü-zâde Es’ad Paşa (öl. 1139/1726), Ahmed-i Mürşidî (öl. 1174/1760),
Bilâl Efendi (öl. 1204/1790), Hevâ’î Abdurrahmân Efendi ve Mollâ Hasan bu
dönemde Yûsuf u Züleyhâ yazan şâirlerdir (Levend 1988: 130). Aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan Ahmed-i Mürşidî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sı (Ka-
dıoğlu 2005) toplam 2590 beyitten oluşmaktadır. Ahmedî’nin eserindeki konu-
lar, ufak tefek farklarla hem kutsal kaynaklardaki Yûsuf kıssası hem de kendin-
den önce yazılan Yûsuf u Züleyhâ hikâyelerinde işlenen konularla benzerlikler
göstermektedir. Halkı, yaşanmış olaylardan ibret alarak bilgilendirmek, onları
öğüt ve nasihatlerle eğitmek için kaleme alınan eserde, oldukça sâde bir dil kul-
lanılmış, mahallî ve sosyal hayata ait unsurlara yer verilmiş, yer yer atasözleri
ve deyimlere başvurulmuş, halk söyleyişleri ise ustalıkla şiire taşınmıştır. Bö-
lüm sonlarında Hz. Peygamber’e salât u selâm getirilmiştir.
Bu asırda kaleme alınan Yûsuf u Züleyhâ mesnevîlerinden bir diğeri ise
Oflu Bilâl Efendi (Kuzubaş 2010a)’ye aittir. 1636 beyitten oluşan eser, 1167/1753
tarihinde yazılmıştır. Diğer mesnevîlerin aksine beş değişik aruz kalıbının kulla-
nıldığı eserde, bir manzumenin iki değişik kalıpla yazıldığı müşahede edilmekte-
dir. Bilâl Efendi sadece Yûsuf kıssasını anlatmakla kalmamış, olaylardan bahse-
derken uygun gördüğü yerlerde halkı bilgilendirmek ve onları eğitmek amacıyla
490 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
çeşitli nasihatlarda bulunmuştur. Eser, Yûsuf peygamber ile Züleyhâ arasındaki
aşktan ziyade, Yûsuf Peygamber’in hayatını ihtiva etmesiyle dikkat çekmekte-
dir. Bu tür mesnevîlerde olduğu gibi, eserde çeşitli “kasîde” ve “gazel” formunda
yazılmış şiirlerle de karşılaşılmaktadır. Ancak bu “kasîde” ve “gazel”lerin muh-
teva bakımından mesnevî gibi kullanıldığı ve hikâyenin bunlarda da devam
ettiği görülmektedir. Hatta şâir Yûsuf kıssasını anlatmaya “kasîde” formunda
yazdığı bir şiirle başlamıştır. Bilâl Efendi eserini Kur’ân-ı Kerîm’de geçen Yûsuf
kıssasını esas alarak oluşturmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de bahsedilmeyen konuları
ise ya kendisinden önce yazılan mesnevîlerden ya da İsrâiliyyât’ı tefsire girdi-
ren kimseler olarak kabul edilen Vehb ibni Münebbih ve Mücâhid’in rivayet-
lerinden almıştır.
Sadrazam Köprülü-zâde Fâzıl Mustafâ Paşa’nın oğlu olan Köprülü-zâde
Es’ad Paşa’nın ise Yûsuf u Züleyhâ’sının eksik bir nüshası günümüze ulaş-
mıştır. Eksik bu nüshadan, eserin kurgu bakımından Hamdullâh Hamdî’nin
mesnevîsine benzediği görülmektedir (Türkdoğan 2011: 68-69). Kerküklü Nevrûzî
(öl. 1210/1795)’nin 7844 beyitten oluşan Yûsuf u Züleyhâ’sı (Uluhan 2007) iki “bö-
lüm” olarak tertip edilmiştir. 1-3734. beyitlerden oluşan “birinci bölüm”ü aru-
zun “mefâîlün mefâîlün feûlün”, 3735-7670. beyitlerden oluşan “ikinci bölüm”ü
ise “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır. İçersine 21 “gazel”in serpiştiril-
diği eserde, Kur’ân’da geçen Yûsuf kıssası esas alınmakla birlikte, çeşitli tefsir-
lerden ve Câmî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sından da istifade edilmiştir. Kaynaklarda
Yûsuf u Züleyhâ mesnevîsi olduğu kaydedilen Hevâ’î’nin eseri ise kayıptır (Türk-
doğan 2011: 69). Sâlim bin Mustafâ bin Ahmed’in Sultan III. Selîm’e sunduğu
ve padişahın ihsanına nail olduğu Hüsrev ü Şîrîn’i bulunmaktadır (Ayan Nizam
2013; Timurtaş 1997: 504). 1215/1801 tarihinde aruzun “mef’ûlü mefâilün feûlün”
kalıbıyla yazılıp Sultan III. Selîm’e takdim edilen mesnevî, yaklaşık 4800 beyit-
ten oluşmaktadır. Eserde, Nizâmî-i Gencevî ile Şeyhî’nin eserlerinin etkisi gö-
rülmektedir. Kuburî-zâde Abdurrahman Rahîmî (öl. 1127/1715)’nin ise bugün
kayıp olan Vâmık u Azrâ’sı vardır (Levend 1988: 130).
Bu dönemde yazılan “aşk mesnevîleri”nden olan Defter-i Aşk’ta (bkz. Kuru
2005) Enderunlu Fâzıl yaşayıp sonradan pişman olduğu 22 aşk macerasının
4’ünden bahsetmiştir. Esere ilâhî aşkın tarifiyle başlanarak tasavvufî ve plato-
nik bir boyut kazandırılmak istenmiştir. Fâzıl, anlattığı dört hikâyede de ger-
çek âşık gibi davranmış ve İsmâ’îl karakteri aracılığıyla tensel zevki âdet edi-
nenlerin sonunu kendisinin gözlemleriyle okurlara da göstermiştir. Fâzıl’ın bu
eseriyle vermek istediği asıl mesaj, “tağyir”, yani bozulma yan anlamını taşı-
yan “başkalaşma” ve değişme”dir. Çünkü aşk insanların kalplerinden çıkarak
tensel zevke indirgenmiştir. Bundan dolayı İlâhî aşkın değişmeye, bozulmaya
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVIII. Yüzyıl
| 491
karşı tek yol olduğunu ima etmek istemiştir. Yani kendisi de İsmâ’îl’deki de-
ğişimi görerek mecazî aşkın sadece bir araç, bir “galat” olduğunu görmüştür.
Zamanın akışında farklılaşmayan, değişmeyen tek varlık Allah olduğuna göre,
kişinin ona yönelmesi ve içerisinde Allah aşkına yer vermesi gerektiği sonu-
cuna ulaşmıştır. Edebî hiçbir değeri olmayan eser, içerisinde bulunan mahallî
unsurlar bakımından ilgi çekicidir. Özellikle mesnevîde yer alan çingene dü-
ğünü oldukça başarılı şekilde tasvir edilmiştir. Aruzun “feilâtün feilâtün fe-
ilün” kalıbıyla yazılan ve 438 beyitten oluşan eser basılmıştır (İstanbul 1253).
Kâmî’nin klâsik mesnevî tertibine uymayan Fîrûz-nâme’si (Ercan 2002) ko-
nusu itibariyle orijinal bir eserdir. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla
yazılan ve 159 beyitten oluşan mesnevî, bir hükümdarın, azat ettiği kölesinin
eşine karşı beslediği aşkı ihtiva etmektedir. Hikâyenin konusu şu şekildedir
(Ercan 2002: 120-21):

Dünyaya ilim ve adaletle hükmeden bir Şah vardır. Bu hükümdar bir gün hem
yakışıklı hem de zeki olan Fîrûz isimli bir köle alır. Şahın azat ettiği Fîrûz, bir
süre sonra Gülruh isimli bir kadınla evlenir. Saraya yakın bir ev alıp eşiyle oraya
yerleşen Fîrûz, mutlu bir hayat yaşar. Şah bir seher vakti şehrin yükseklerini sey-
rederken, güzel bir kız görür ve o an ona âşık olur. Bir süre Gülruh’a olan aşkını
gizleyen Şah, daha sonra cariyesinden o kızın kim olduğunu öğrenmesini ister.
Cariye o güzel kadının Fîrûz’un eşi olduğunu öğrenip Şah’a haber verir. Ancak
aşkından divane olan Şah, divanı toplayıp aşkını açıklayarak beylerin görüşünü
alır ve Fîrûz’a bir ferman yollar. Şah da bunun akabinde Fîrûz’un evine gider.
Gülruh, Şah’ın kötü niyetli oluşunu sezemediği için kapıyı açar. Şah’la aralarında
geçen konuşmada, onu bu niyetinden vazgeçirmeye çalışır. Şah onunla kavuş-
manın mümkün olmadığını görerek üzüntüyle oradan ayrılır. Bu sırada evine
doğru gelen Fîrûz, Şah’ın kendi evinden çıktığını görür ve çok üzülür. Hiç birşey
söylemeden yatan Fîrûz, eşinin ağlamasından uyanır ve sebebini sorar. Eşi, olan
biteni anlatarak, Şah’ın kendisine dokunmadığını, günahsız olduğunu açıklar.
Fîrûz eşini teselli ederek bu işin tedbirini almaya karar verir. Eşini babasına
gönderen Fîrûz, Şah’ın ne yapacağını beklemeye başlar. Bu arada Gülruh’un
babası da tedbir almaya karar vermiş ve mahkemeye başvurmuştur. Şah’ın
huzuruna çıkan baba şöyle şikâyette bulunur: Kendisinin sümbülleri, gülleri,
şeftalileri farklı olan çok güzel bir bahçesi vardır. Fîrûz bu bahçeyi kendisinden
almış, ancak ona bakmayarak harap etmiştir. Oysa Fîrûz’un böyle davranmasının
sebebi, o bahçeye giren aslandan korkmasıdır. Şah kendisine anlatılan kıssadan
hisseyi çıkararak şu kararı verir: Bahçe Fîrûz’undur ve her ne sebeple olursa
olsun, aslan bir daha oraya ayak basmayacaktır. Fîrûz verilen bu karara sevinir
ve eşini alarak evine gider.
492 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Kâmî’nin bu eseri, öğüt vermek amacıyla yazılmış temsilî bir mesnevî
olarak da değerlendirilebilir. Eserin başında bir yöneticide bulunması gereken
özelliklere sahip gibi görünen Şah, Fîrûz’un eşini görüp ona gönül verince, sos-
yal konumuna yakışmayan bir davranış sergiler. Bulunduğu statüye güvenerek
Gülruh’a sahip olabileceğini düşünür. Ancak mahkemede anlatılan hikâyenin
ardından kendine yakışmayacak bir davranış içine girdiğini anlar ve yanlışından
döner. Eserin verdiği diğer bir mesaj ise, evlilikteki sadakat ve güven duygusu-
dur. Sâde bir dil ve akıcı bir üslûpla yazılan, yer yer halk deyişleri ile deyimlere
de yer verilen mesnevînin, müstakil yazmaları bulunduğu gibi bazı divan nüs-
haları arasında da mevcuttur.
Sünbül-zâde Vehbî, Manisa’da kadılık görevinde bulunduğu sırada Sâbit’in
etkisiyle kaleme aldığı Şevk-engîz (Schmidt 1993; Yenikale 2011) isimli 785 beyit-
lik mesnevîsinde, bir “zen-perest” ile “mahbûb-perest” arasında geçen kadın ve
erkek güzelliği ile ten hazları konusundaki tartışmayı münazara şeklinde an-
latmıştır. Mesnevîde geçen yer, eşya ve şahıs isimlerinin cinsî telmihlerle dile
getirildiği ve birçok müstehcen beytin bulunduğu eserde işlenen aşk konusu,
benzeri mesnevîlerde olduğu gibi tasavvufî bir çerçevede ele alınmıştır. Nite-
kim eserin sonunda her ikisi de kendisine sığınıp hakemliğine başvurdukları
bir şeyhin nasihatleriyle ilâhî aşka ulaşmışlardır. Aruzun “feilâtün feilâtün fe-
ilün” kalıbıyla yazılan eser, “giriş bölümü” bulunmadığından dolayı doğrudan
konuyla başlamaktadır (Beyzadeoğlu 1993: 56). Şevk-engîz Enderunlu Fâzıl’ın
Defter-i Aşk ve Zenân-nâme isimli eserleriyle birlikte basılmıştır (İstanbul 1869).
Sultan III. Ahmed’in hastalığından derinden etkilenen Râşid, onun duçar ol-
duğu ağır hastalıktan kurtulması için 1500 beyitlik Sıhhat-âbâd isimli bir aşk
mesnevîsi yazmıştır.
Vahîd Mahtûmî’nin Nâme-i Âşıkâne-i Manzûm isimli mesnevîsi türü içe-
risinde dikkat çekmektedir. Klâsik şiirin aşk anlayışının dile getirildiği eser, daha
önceki dönemlerde yaygın olan manzum mektup örneklerinden biridir. Seve-
nin ağzından sevgiliye yazılan bu kısa mesnevî, 39 beyit olup aruzun “feilâtün
mefâilün feilün” kalıbıyla yazılmıştır (Kahraman 1995: I/70; 2006: 103).

Temsilî/Alegorik Mesnevîler
Bu asırda iki tane alegorik mesnevî kaleme alınmıştır. Bunlardan ilki,
Türk edebiyatının şaheserleri arasında olan Şeyh Gâlib’in Hüsn ü Aşk’ı, diğeri
ise onun değersiz bir naziresi olan Refî’î’nin Cân u Cânân’ıdır. Türk edebiyatı-
nın seçkin ve büyük mesnevîlerinden olan Hüsn ü Aşk (Kocatürk 1944; Gölpınarlı
1968; Okay 1992; Doğan 2002; Ece 2013), Şeyh Gâlib’e haklı bir şöhret kazandırmış-
tır. Dönemi göz önüne getirildiğinde, bizzat kendisinin söylediği “sultân-ı sühan
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVIII. Yüzyıl
| 493
menem dîger nîst”59 sözünün doğruluğunu perçinlemiştir. Derin ve renkli bir li-
rizm diliyle ruhun müphem tahassürlerini anlatmaktaki emsalsiz kudreti hiçbir
zaman inkâr edilemeyen (Kocatürk 1970: 540) şâirin de bulunduğu bir mecliste,
Nâbî’nin Hayr-âbâd’ına benzer bir mesnevî yazılamayacağının ifade edilmesi üze-
rine, 1197/1782-83 yılında altı ay gibi kısa bir sürede aruzun “mef’ûlü mefâilün
feûlün” kalıbıyla yazılmıştır. 2042 beyitten ve 6’şar bentlik 4 adet “tardiye”den
oluşan mesnevîde, Hüsn ile Aşk arasında geçen aşk tamamen tasavvufî remizler
ve sembollerle anlatılmıştır. Şeyh Gâlib, Hüsn ü Aşk’ın “fahriyye-i şâ’irâne” bölü-
münün başında “tarz-ı selefe tekaddüm etdim / Bir başka lügat tekellüm etdim”
diyerek, eserini kendisinden öncekilerden farklı bir şekilde kaleme aldığını, onun
daha önce yazılan mesnevîlere benzemediğini ifade etmiş ve eserinin orijinalli-
ğine dikkat çekmiştir. Eserde bir aşk hikâyesinin çerçevesinde mutlak güzelliğe
yani Allah’a ulaşmanın zorlukları ile bu yola giren salikin bir mürşidin yardı-
mına ihtiyacı olduğu anlatılmıştır. Varlık âleminden yokluğa ve gerçek-mutlak
varlığa, kesretten vahdete, mecazî aşktan hakikî aşka ulaşılan manevî yolculuğun
dile getirildiği hikâyenin olay örgüsü ana hatlarıyla şöyledir (Horata 2004: 480):

Benî-Mahabbet kabilesinden Hüsn ve Aşk, Mekteb-i Edeb’de okurken birbirine


âşık olurlar. İki âşık, içinde “feyz havuzu” bulunan “Nüzhetgeh-i Ma’nâ” adın-
daki bahçede zaman zaman buluşup dolaşırlar. Aynı kabileden Hayret adlı bir
kimse bu buluşmayı engellemeye çalışr. Bahçenin “Sühan” adlı ihtiyar, ârif bir
mihmandarı vardır. İki âşık birbirleriyle Sühan vasıtasıyla haberleşmeye çalışırlar.
Aşk’ın “Gayret”, Hüsn’ün de “İsmet” adlı dadıları vardır. Aşk mektebin “Molla-yı
Cünûn” adlı hocasının öğüdü ve Gayret’in tensibiyle kızı babasından ister. Kabile
büyükleri ise, kendisinden “Kalp” diyarındaki iksiri alıp getirmedikçe Hüsn’le
evlenemeyeceğini söylerler. Aşk, kimyayı bulmak için “Gayret”le birlikte yola
çıkar. Yolda birçok tehlikeyle karşılaşır. Düştüğü kuyudan, kendisine âşık olan
bir cadının elinden “Sühan” vasıtasıyla kurtulur. Yolda, cinlerle, gulyabanîlerle
savaşır, ateş denizini geçmek zorunda kalır. Çin sınırına vardıklarında, Çin
padişahının “Hüsn”e benzeyen kızı “Hoş-rübâ”ya gönlünü kaptırır. Kız, onları
“Zâtü’s-süver” kalesine kapatır. Aşk, “Sühan”ın tavsiyesiyle kaleyi ateşe vererek
kurtulur. Kaleyle birlikte kız da yanar. Bu arada “Gayret”i de kaybeder. “Sühan”
“Aşk”ı alıp “Kalp” kalesine götürür. “Aşk” “Sühan”ın yardımıyla “Hüsn”ün sa-
rayına varır. O sırada “Hayret”, “İsmet”, “Molla-yı Cünûn” ve diğerleri gelirler.
“Sühan” onu çeşitli kılıklarda tehlikelerden kurtaranın kendisi olduğunu, “Hüsn”ü
kendisinden ayrı sanması sebebiyle bu tehlikelerle karşılaştığını, “Aşk”ın “Hüsn”
Hüsn’ün de “Aşk” olduğunu söyler. “Hayret” Aşk’ı alıp Hüsn’e götürür ve gayb
perdesi açılarak Hüsn’e kavuşur.
59
Söz sultanı benim, benim dışındakiler hiç.
494 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Hikâyede geçen “Hüsn” Cemâl-i Mutlak olan ilâhî güzelliği, “Aşk” ilâhî
güzelliğe ulaşmak isteyen dervişi, “Mekteb-i Edeb” tekkeyi, “Benî-Mahabbet”
tarikat mensuplarını, “İsmet” dürüstlüğü, “Gayret” dervişin çabalarını, “Kalp
Kalesi” gönlü, “Hoş-rübâ” aklı çelen nefsi, “Molla-yı Cünûn” ve “Sühan” mür-
şidi/şeyhi, “yoldaki olaylar, felaket ve gam harabeleri” tahammülü ve “Kalp
Kalesi”ne yapılan yolculuk ise dervişteki nefis mücadelesini ve tarikatta çeki-
len çileyi temsil etmektedir. Şeyh Gâlib bu sembollerle aslında dervişliği, daha
doğrusu Mevlânâ’nın dervişliğini yani Mevlevîlik tarikatını kendi bediî zevkine
uygun bir şekilde anlatmıştır. Nitekim bu sembollerin delilleri umumî hayatta
değil, bizzat kendisinin yetiştiği ve çilesini tamamladığı Mevlevî tekkesindedir
(Kocatürk 1970: 537).
Döneminin en güçlü münevverlerinden olan Şeyh Gâlib’in Hüsn ü Aşk’ı
başta din ve tasavvuf olmak üzere, çeşitli etkilerin altında şekillenmiş ve kris-
talize olmuş bir eserdir. Hüsn ü Aşk’a bütüncü bir gözle bakıldığında onda sa-
dece tasavvuftaki vahdet-i vücûd düşüncesinin sembolik ve alegorik anlatı-
mının olmadığı müşahede edilecektir. O klâsik edebiyatın bütün meselelerine
vakıf büyük bir sanatkârın, altı aylık müthiş bir beyin fırtınası ile kaleme al-
dığı fantastik ve poetik yanının tasavvufî yanından hiç de geri kalmadığı bir
şiir anıtıdır. Hüsn ü Aşk, diğer bir açıdan bakıldığında, devrin (hattâ devirle-
rin) modern bir masalı gibidir. Başka bir açıdan bakıldığında da, sanki poetik
bir romandır. “Sühan (söz)”, “mânâ mesiresi”, “feyiz havuzu”, “edeb mektebi”,
“Hüsn (güzellik)”, “Aşk” gibi şahıs ve yer isimleri kadrosu, ayrıca eserde yer alan
“sözün ortaya çıkışı”, “sözün gerekliliği”, “sözün gerekliliğinin umumî oluşu”,
“şâirliğin mahiyeti hakkında” başlıklı müstakil bölümler hep şiiri, sözü, ede-
biyatı, lâfız ve mânâ münasebetlerini, güzel şiirin kalpte ortaya çıkışını, şiirin
doğuşuna sebep olan aşk-meşk ilişkisini, şâirin kutsal kimliğini, sözün, anla-
mın üstün değerini hatırlatmakta ve bütün bu hususların bir arada mütalâası,
insanda sanki Şeyh Gâlib’in Hüsn ü Aşk’ta bir taraftan da fantastik ve sembo-
lik çerçeve içinde şiirin macerasını anlatmak istediği intibaını uyandırmak-
tadır (Doğan 2002: 16).
Hüsn ü Aşk’ın telifinden kısa bir süre sonra Refî-i Âmidî’nin hem bu esere
nazîre yazma hem de Nâbî’yi Şeyh Gâlib’in kınamasından kurtarma ve onun
eserinin beş beytine bile nazire yazılamayacağı iddiasına cevap verme düşün-
cesiyle kaleme aldığı Cân u Cânân’ı (Öztoprak 2003; Üstüner 2003), Hüsn ü Aşk’ın
fazla başarılı sayılamayacak bir taklididir. Aruzun “mef’ûlü mefâilün feûlün” ka-
lıbıyla 1205/1790-91 tarihinde yazılan mesnevî, 2267 beyit olup eserin değişik
yerlerine 1 “kıt’a”, 1 “rubâ’î”, 2 “gazel”, 1 “terkib-bend”, 1 “muhammes” ve 3 “tar-
diyye” serpiştirilmiştir. Temsîlî bir mesnevî olan Cân u Cânân’da bir müridin
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVIII. Yüzyıl
| 495
seyr ü sülûkü beşerî bir aşk hikâyesi aracılığıyla anlatılmıştır (Öztoprak 2000:
50-51; Üstüner 2003: 120):

Arabistan’da aynı kabilede doğup büyüyen Cân ile Cânân, birbirlerini severler.
Cânân’la evlenmek isteyen Cân’a, kabile büyükleri, Lâmekân şehrinden Âb-ı
Hızr’ı getirmesini şart koşarlar. Teklifi kabul eden Cân, kâmil bir mürşid olan
Hüdâ’nın rehberliğinde Saffet kılıcı, Tevekkül zırhı, İhlâs oku, Sıdk yayını kulla-
narak dev, cadı, gulyabani, cin, şeytan gibi onu sülûktan alıkoyacak engelleri bir
bir aşar. Şehvet ateşinden geçer. Benlik ve nefis kalesini ateşe verir. Sonunda yine
Hüdâ’nın yardımıyla Lâmekân’a ulaşır. İşte orda sırlar aralanır. Aşılmaz denen
çölleri, dağları aşmış, ateş denizini geçmiş ve Lâmekân’a ulaşmıştır. Ancak orası
yolculuğa ilk çıktığı yer olan Gülzâr-ı Mahabbet’ten başka bir yer değildir. Köşk
aynı köşktür. Başta Hüdâ olmak üzere Cehd, Hayret, Şerm, Meczûb Efendi hepsi
oradadır. Ona yolda yardım eden tavus, hüdhüd ve kırlangıç aslında Hüdâ’nın
kendisidir. Cân’ın kalbindeki sırlar perdesi açılır. Gülzâr-ı Mahabbet’tebaşladığı
yolculuk Lâmekân’da son bulursa da o, fiziken yine aynı yerdedir. Yolculuk manen
yapılmış ve visal gerçekleşmiştir.

Genellikle sâde ve akıcı bir dille yazılan eserde, anlatım edebî sanatlarla
zenginleştirilmeye çalışılmıştır. Çok sayıda Türkçe atasözü ve deyimlere yer
verilmesi esere farklı bir çeşni kazandırmıştır (Üstüner 2003: 120). Önemli bazı
farklılıklarına rağmen üslûp, dil ve estetik bakımından Hüsn ü Aşk’ın tesirin-
den kurtulamayan şâir, ayrı bir üslûp, tarz ve ahenk oluşturamamıştır (Öztop-
rak 2000: 107).

Tarihî-Destanî-Menkabevî Mesnevîler
Bu asırdaki sosyal yapıda meydana gelen değişime paralel bir şekilde ge-
lişme gösteren tarihî-destanî-menkabevî mesnevîlerdeki gerileme de dikkat çek-
mektedir. Özellikle XV ve XVI. asırlarda en verimli dönemlerini yaşayan bu tür-
ler, çöküş sürecinin hızlanması ve fetih ruhunun zayıflamasına paralel olarak
rağbetten düşmüştür. Osmanlıların ilk defa barış yapmaya zorlanan taraf du-
rumuna düştüğü bu dönemde Seyyid Vehbî tarafından kaleme alınan mesnevî
formundaki Sulhiyye, savunmaya geçişin ya da zihniyet dünyasındaki değişi-
min tipik bir göstergesidir (Horata 2006: 545).
Kâmî (öl. 1136/1724)’nin Bağdat kadılığı sırasında kaleme aldığı Behcetü’l-
feyhâ (Yıldırım 1995), bu dönemde kaleme alınan “tarih” konulu mesnevîlerdendir.
Eser, Bağdat valisi Hasan Paşa’nın bu bölgedeki aşiretlerin isyanını bastırması
ve Bağdat’ta yapılan imar çalışmalarını konu edinmektedir. Hasan Paşa, 19 yıl
süren valiliği süresince Arap aşiretlerinin isyanını sert bir şekilde bastırarak
496 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
bölgede asayişi sağlamıştır. Kâmî, 225 beyitlik mesnevîsinde, bizzat şahit ol-
duğu bu isyanları ve onların bastırılmasını realist bir şekilde dile getirmiştir.
Yer yer yörenin güzelliklerinin de tasvir edildiği mesnevîde, yöresel kelime ve
benzetmelerle süslenmiş, sanat kaygısından uzak bir üslûp kullanılmıştır (Ho-
rata 2006: 557). Zafer-nâme, Antakyalı Münîf (öl. 1156/1743-44) tarafından Belg-
rat Kalesi’nin 1152/1739 tarihinde fethedilmesi üzerine kaleme alınmış 40 be-
yitlik bir mesnevîdir (Küçük 1999: 13). Bekâyî (öl. 1200/1785-86)’nin Sultan III.
Mustafâ devrinde aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazıp Sadrazam
Silâhdâr Mehmed Paşa’ya takdim ettiği 6664 beyitlik Gazavât-ı Seyyid Battal
Gazi’si, Battal Gazi’nin savaşlarını anlatan ve XI-XIII. yüzyıllarda Anadolu’da te-
şekkül eden dinî-destanî halk hikâyesinin manzum hâlidir (Külekçi 1999: II/400).
Hasîb, aruzun “mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün” kalıbıyla yaklaşık on se-
kiz bin beyitten oluşan kasîde nazım şekliyle kaleme aldığı Silkü’l-le’âl-i Âl-i
Osmân’da Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan başlayarak Fâtih Sultan Mehmed
döneminin sonuna kadar vuku bulan önemli olayları sultanlara göre bölümlere
ayırarak anlatmış ve önemli şahıslar hakkında bilgi vermiştir. Gelibolulu Âlî’nin
Künhü’l-ahbâr’ını kendisine model olarak kabul eden Hasîb Latîfî, Âşık Çelebi
gibi tezkire yazarlarının eserlerinden de yararlanmıştır. Eserde devlet adamları
ve âlimlerin yanı sıra şâirler de nispeten ayrıntılı şekilde tanıtılmıştır. Eserdeki
şâirler, yaşadıkları Osmanlı sultanlarının dönemlerine göre bir araya getirilerek
Menderes Coşkun tarafından yayımlanmıştır (bkz. Coşkun 2002). Eser bu özelli-
ğiyle edebiyat tarihimizde kaleme alınan ikinci manzum tezkire olma hüviyetine
sahiptir. Vâsık’ın Köprülü-zâde Ahmed Paşa’nın sadrazam oluşu üzerine, aruzun
“feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla kaleme aldığı ve 27 beyitten oluşan “medhiye”
konulu mesnevîsi dikkat çekmektedir (Atik Gürbüz 2011: 93-95).
Bu asırda, Na’tî Mustafâ Bey konusu menkıbelere dayalı Edhem-nâme (Bal-
kaya 1997; Yılmaz trhs.) isminde bir eser kaleme almıştır. Aruzun “feilâtün mefâilün
feilün” kalıbıyla yazılan ve 1199 beyitten oluşan Edhem-nâme, 96/714’te Belh
şehrinde doğup 162/779’da Şam’da ölen İbrahim bin Edhem’in menkıbeleri an-
latılmaktadır (Külekçi 1999: I/338). Arpaemîni-zâde Mustafâ Sâmî, Yemen Meliki
Tubba’yı konu edinen bir mesnevî kaleme almıştır. 141 beyitten oluşan mesnevî,
aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla nazmedilmiştir (Kutlar 2004: 426-41).
Balıkesirli Râşih (öl. 1144/1731)’in ise ashâb-ı kehf (mağara yaranı) hakkında yaz-
mış olduğu Vasf-ı Ashâb-ı Kehf ü Na’t-ı Rakîm isimli bir mesnevîsi bulunmak-
tadır. Aruzun çeşitli kalıplarının kullanıldığı eser, 4422 beyitten oluşmaktadır.
Ashab-ı Kehf’i konu edinen eserler arasında hem hacim hem de içerik bakı-
mından diğerlerinden farklılık arz eden eser; başta Kur’ân olmak üzere hadîs-i
şerîfler, tarih ve tefsir kitapları, sahabe rivayetleri, İsrailiyat kaynaklı haberler ve
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVIII. Yüzyıl
| 497
halk anlatılarından faydalanılarak kaleme alınmıştır. Eserde, Ashab-ı Kehf’le il-
gili birçok farklı rivayete de yer verilmiştir (Yekbaş 2013; Kahraman 2003: 68). Bu
dönemde müellifi bilinmeyen bir Ashâb-ı Kehf mesnevîsi daha bulunmaktadır.
1182/1769’te aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” ve “fâilâtün fâilâtün fâilün” ka-
lıplarıyla yazılan eser, 925 beyitten oluşmaktadır (Yekbaş 2012a: 92-111).

Diğer Mesnevîler
Şehr-engîzler
Türk edebiyatına has olup bir şehrin esnaf güzelleriyle ilgili mesnevîler olan
“şehr-engîzler” de, bu dönem edebî eserlerinin bir diğer konusunu oluştururlar.
XV. asırda Mesîhî’nin Bursa Şehr-engîzi ile başlayan “şehr-engîz” yazma gelene-
ğinin bu dönemde de sürdürüldüğü görülmektedir. Bunların en önemli özel-
liği yerli ve realist olmalarıdır. Belîğ (öl. 1142/1729) 1119/1707’de Âyîne-i Hûbân
(Abdulkadiroğlu 1997a) adını verdiği şehr-engîzini aruzun “feilâtün feilâtün fei-
lün” kalıbıyla nazmetmiştir. 269 beyit olan eserde, Bursa’nın erkek güzellerin-
den 20 kişi özel hayatlarına uygun düşen sekizer beyitle anlatılmıştır. Bazı kay-
naklarda üç cilt olduğu kaydedilen şehr-engîzden bugün için sadece 9 varaklık
bir kısım kalmıştır. Enderunlu Fâzıl, türü içerisinde hem farklılık hem de ori-
jinallik arz eden iki şehr-engîz kaleme almıştır. Bunlardan 1207/1792 tarihinde
yazılan Hûbân-nâme, Reisülküttâb Ebû Bekir Râtib Efendi’ye ithaf edilmiş olup,
sevgilinin “Hangi memlekette güzel çoktur?” sorusuna cevap olmak üzere ya-
zılmıştır. Aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla kaleme alınan ve 796 beyit-
ten oluşan eserin giriş kısmında güzellik tasavvufî mahiyette ele alınmış, bazı
milletlere ait tahliller yapılmış, o döneme göre yeni sayılabilecek çeşitli coğrafî
bilgiler verilmiştir. Daha sonra şâir, Hindistan’dan Yeni Dünya (Amerika)’ya ka-
dar birçok ülkenin erkek güzellerinin özelliklerini kendi telakkisine göre sırala-
mıştır. Bu değerlendirme ve tasvirlerde yer yer doğru ve karakteristik görüşler
de kendisini göstermektedir. Birçok ülkenin güzellerini konu edinmesi yönüyle
türünün diğer örneklerinden ayrılan eser, edebiyatımıza Avrupa kültürünün ve
düşüncesinin girişini yansıtması bakımından da dikkat çekmektedir. Eserin di-
ğer önemli tarafı ise, çeşitli milletlerin ve ırkların hususiyetlerinin görerek, ta-
nıyarak veya öğrenerek yazılmasıdır (Kocatürk 1970: 544; Banarlı 1987: 783). Bediî
zevkten yoksun olup mahallî hayatı çeşitli boyutlarıyla ortaya koyan eser birkaç
defa basılmıştır (İstanbul 1253, 1255, 1258). Yapı olarak Hûban-nâme’ye benzeyen
ve onu tamamlayan Zenân-nâme (Öztürk 2002), 1101 beyit olup aruzun “feilâtün
feilâtün feilün” kalıbıyla yazılmıştır. Hûbân-nâme için teşekkür eden sevgilinin
değişik milletlere mensup kadınlar için eser yazmasını istemesi üzerine yazı-
lan eserin giriş kısmında şâir, klâsik şiir adabına göre kadın güzelliğinden söz
498 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
etmenin abes olduğunu kaydettikten sonra, çeşitli milletlere ait kadınlardan
bahsetmiştir (Horata 2006: 550). XVI. asır şâirlerinden Azîzî, Nigâr-nâme isimli
mesnevîsinde 23 kadın güzelini üçer beyitle tavsif ederek daha önce kimsenin
cesaret edemediği cesur bir adım atmış ve orijinal bir eser ortaya koymuştu
(bkz. Derdiyok 1997). Enderunlu Fâzıl ise, eserinde Anadolulu kadın güzellerin
dışında çeşitli milletlere mensup kadın güzellerini de işleyerek ondan ayrılmış-
tır. Eser bu yönüyle önemli ve dikkat çekicidir. Şâir, bir erkeğin “cins-i latîf”in
(güzel kız) beğenisini nasıl kazanabileceğini, nasıl giyinmesi gerektiğini ve ideal
güzelin özelliklerini açıklamıştır. Ona göre ideal güzel, 15 yaşında, siyah gözlü,
siyah kaşlı, fidan boylu, nazik, nazenin vücutlu, zarif edalı ve ikide bir “abû” de-
meyen bir kız olmalıdır. Şâir daha sonra Anadolu kadınlarını güzelliklerinin yü-
rek yakacak kadar olmaması ve naz ve cilveden yoksun olmaları sebebiyle eleş-
tirirken, zarafet ve güzellik sembolü olarak nitelendirdiği İstanbul kadınlarını
övmüştür. İran, Rum, Çerkez, özellikle de Gürcü güzellerini beğenen şâir, Ya-
hudi, Ermeni ve Ruslardan nefretle bahsedip, Mısırlıları küçümsemiştir (Horata
2006: 550). Hubân-nâme’ye göre daha ilgi çekici olan eserde, kadınlar hamamı
ile mahalle baskınının tasvir edildiği bölümler dikkat çekicidir. Zenân-nâme’nin
de birkaç defa tabedilmiş olmasından (İstanbul 1253, 1255, 1286) oldukça ilgi gör-
düğü anlaşılmaktadır. Matbu nüshasının müstehcenliği sebebiyle Mustafâ Reşîd
Paşa tarafından toplattırılması ayrıca ilginçtir. Bu dönemde Vahîd Mahtûmî (öl.
1145/1732-33) adlı bir şâir tarafından Lâlezâr isimli bir Yenişehir Şehr-engîzi naz-
medilmiştir. Padişahın emriyle İstanbul’dan uzaklaştırılan Mahtûmî, Yenişehir’e
gelir ve buraya yerleşir. Zamanla yeni dostlar edinen şâir, şehrin edebî muhiti
içine girerek zevkli günler geçirmeye başlar. Bir gün şehrin ileri gelen dört kişisi/
güzeli, buranın son derece güzel yerleri olduğunu, halkının güzel insanlardan
oluştuğunu dile getirerek Yenişehir için bir şehr-engîz yazmasını teklif ederler
ve yazacağı eserin Lâlezâr adıyla anılmasını isterler. Mahtûmî, bunun üzerine
524 beyitten oluşan Lâlezâr isimli eserini, aruzun “feilâtün mefâilün feilün” ka-
lıbıyla kaleme almıştır. Eserde, 11 erkek güzel vasıflarına uygun şekilde söylen-
miş beyitlerle övülmüştür. Gerek üslûp, gerekse muhteva yönünden şehr-engîz
türünün başarılı örneklerinden olan eser, o dönem Yenişehir’inin sosyal ve kül-
türel hayatını, çeşitli insan tiplerini, eğlencelerini, mimari eserlerini, korularını,
bahçelerini, mesire yerlerini, içinden geçen nehrini ve dönemin diğer özellikle-
rini yansıtması bakımından önemlidir. Ayrıca o dönemde, bütün toplum tara-
fından büyük rağbet gören ve zevk u sefanın sembolü olan lâlenin çeşitli isim-
lerinin esere yer yer serpiştirilmesi de dikkat çekmektedir (Kahraman 1995: I/48;
2006: 100). Subhî-zâde Azîz’in İstanbul’da yaşayan Sâlih isminde bir güzelin va-
sıflarından oluşan bir mesnevîsi bulunmaktadır. Aruzun “feilâtün feilâtün feilün”
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVIII. Yüzyıl
| 499
kalıbıyla yazılan eser, 79 beyitten oluşmaktadır (Erdem 2001: 240-48). Bu asırda
Râsih de, Şehr-engîz kaleme alan şâirlerdendir (BTK 1987: 292).
Bu dönemde “şehr-engîz”ler içerisinde değerlendirebileceğimiz “sâhil-
nâme”lerin ilk defa yazıldığını müşahede ediyoruz. Boğaziçi’nin iki yakasında
bulunan ve kıyıda iskelesi olan sahil beldelerinin çeşitli yönleriyle işlendiği bu
tip eseri ilk kaleme alan kişi Mustafâ Fennî (öl. 1158/1745)’dir. Aruzun “feilâtün
feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla yazılan ve 63 beyit olan Sâhil-nâme (Tansel
1976; Öztoprak 2004: 114-18, 134-39), bu dönem mesnevîleri arasında konusu iti-
bariyle ilginç ve orijinaldir. Ayrıca uzun bir aruz kalıbıyla yazılması dikkat çe-
ken diğer bir husustur. Mesnevîde Galata’dan başlanarak Rumeli sahilleri ile
Anadoluhisarı’ndan Fenerbahçe’ye doğru yer alan Anadolu kıyılarında bulu-
nan beldeler birer beyitle tasvir edilmiştir. Eserde bir kısmı bugün unutulmuş
63 semte değinilmiştir. Bu semtlerin tarihî özellikleri belirtilmekle birlikte, daha
çok gezi ve eğlence yönlerine dikkat çekilmiştir. Deyim ve mecaz kullanımı ba-
kımından oldukça zengin olan eserde, tasvirlerden ziyade zekâ ve hayal gücüne
dayanan mizahî ve nükteli söyleyişler ile yapılan bazı söz oyunları dikkat çek-
mektedir. 63 beyitlik bu küçük mesnevî gerek bugün unutulmuş yahut isim-
leri değişmiş mesire yerleri ile sahil köyleri hakkında bilgi vermesi, gerekse o
dönemlerde kullanılan mahallî söyleyişleri yansıtması bakımından türünün en
başarılı ilk örneğidir. Bu orijinal mesnevî, devrinde oldukça beğenilmiş ve İz-
zet Efendi ile kimliği bilinmeyen başka bir şâir tarafından “murabba” şeklinde
başka “sâhil-nâme”ler kaleme alınmıştır. Bunlardan İzzet Efendi’nin eseri (Öz-
toprak 2004: 118-20, 140-45) divanında yer almaktadır. Kasîde nazım şekliyle ve
aruzun “feilâtün feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla kaleme alınan eser, 65 beyit-
ten oluşmaktadır. Fennî’nin Sâhil-nâme’sine nazire olan eserde, Galata’dan baş-
lamak üzere önce Boğaziçi’nin Avrupa yakası sahilleri Karadeniz’e doğru, sonra
Anadolu yakası sahilleri, Karadeniz’den Marmara Denizi’ne doğru Fenerbahçe’ye
kadar konu edilmiştir. Kasîdede 65 semt, en önemli özellikleri vurgulanarak ta-
nıtılmıştır. Bu dönemde yazılan ve İstanbul’u konu alan mesnevîlerden biri de,
hayatı hakkında bilgi bulunmayan Rûhî isimli bir şâir tarafından 1132/1719-20
tarihinde kaleme alınan İstanbul-nâme’dir. Aruzun “feilâtün feilâtün feilün” ka-
lıbıyla yazılan ve 350 beyitten oluşan eserde, İstanbul’un yerleşim yerleri, büyük
camileri, yalıları, sarayları, eğlenceleri ve hamamları hakkında bilgi verilmiş-
tir (Aydoğdu 2009: 158-86). Kâmî, Bağdat kadılığı esnasında yazdığı 581 beyitlik
Tuhfetü’z-zevrâ’sında, Bağdat’ta medfun velileri müstakil başlıklar altında tanıt-
mıştır. Aruzun “mef’ûlü mefâilün feûlün” kalıbıyla yazılan eserde, bu velilerin
vasıfları, kerametleri ve hizmetleri anlatılmış, bazen merkadlerinin bakımsızlığı
karşısında duyulan üzüntü dillendirilmiştir. Ayrıca eserde, Basra, Kûfe, Kerbelâ
500 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
ile yöredeki diğer kutsal yerler de eserde zikredilmiştir (Yıldırım 2000). Sarıca-
zâde denmekle meşhur olan Râmiz, Edirne’de bulunan tekkelere birer beyitle
değindiği bir mesnevî kaleme almıştır (İKTYDK 1967: III/778). Hasîb, aruzun
çeşitli kalıplarının kullanıldığı 129 beyitlik Dergeh-nâme isimli mesnevîsinde
İstanbul’da bulunan 97 tekkeden bahsetmiştir. Muzıka-i Hümâyûn hocalarından
Emîn Efendi de yaklaşık bir asır sonra Kethüdâ-zâde Ârif Efendi’nin menâkıbı
sonuna, Dergeh-nâme adıyla yeni kurulan on tekkenin isimlerini eklemiştir. Eser,
Ârif Efendi’nin menâkıbı ile birlikte tabedilmiştir (Kethüdâ Ârif Efendi’nin Terceme-i
Hâline Zeyl-i Âcizânemdir, İstanbul 1305, s. 319-29). Neylî ise, Mekke-i Mükerreme
Mevlevîhânesi’nin medhi hakkında 13 beyitlik kısa bir mesnevî kaleme almış-
tır (Erdem 2005: 359-60).

Sâkî-nâmeler
“Sâkî-nâmeler” saki, içki, kadeh ve sürahi, sevgili, musikî ve musikî alet-
leri ile meclisten bahseden daha çok manzum eserlerdir. Bunların hemen ta-
mamında aynı zamanda meyhane-tekke, şarap-ilâhî aşk, saki-mürşit gibi sem-
bol ve tevillerin kullanıldığı tasavvufî bir cihet de bulunmaktadır. Bu asırda da
önceki dönemlerde olduğu gibi çeşitli “sâkî-nâme”lerin kaleme alındığı görül-
mektedir. Bunlardan en dikkat çekeni yazdığı mesnevîlerinde Nev’î-zâde Atâyî’yi
takip eden Subhî-zâde Feyzî (öl. 1152/1739-40)’dir. Atâyî gibi bir “hamse” oluş-
turma gayreti içerisinde olan şâir, dört mesnevîsini divanıyla birlikte hamse
olarak nitelendirmiştir. Bazı araştırmacılar tarafından hamse sahibi olarak ka-
bul edilen şâirin mesnevîleri edebî değerden yoksun olup basit bir tahkiye
üslûbuyla kaleme alınmışlardır. Ancak bütün bu eserler ihtiva ettikleri mahallî
renklerin çokluğu ile dikkat çekmektedir. Heft Seyyâre (Arslan 1999: 48-53, 191-
259) dışındaki Mir’ât-ı Âlem-nümâ olarak da anılan Mir’ât-ı Sûret-nümâ (Arslan
1999: 53-54, 261-303), Safâ-nâme (Arslan 1999: 54-55, 305-62) ve Aşk-nâme (Ars-
lan 1999: 55-56, 363-425; Altay 1998)’nin her ne kadar isimleri farklı ise de, bu üç
eserin Atâyî’nin Sâkî-nâme’si tarzında kaleme alındıkları görülmektedir. Yani
Atâyî’nin tek bir eserde anlattığını Feyzî üç ayrı esere yayarak dile getirmiştir.
Mir’ât-ı Âlem-nümâ’nın Atâyî’nin Sâkî-nâme’sinden ayrılan en belirgin yanları
Boğaz ve Hisar tasvirlerinin yer almayışı, içki sofrası mezelerinin “sıfat-ı nukl-ı
letâfet-âver” başlığı altında işlenmesi, meyin tasavvufî boyutuyla ele alınması
ve cur’a, dürd, mest-i mey gibi bazı konuların genişletilerek ayrı bölüm hâlinde
işlenmesidir. Ayrıca Mir’ât-ı Âlem-nümâ’da “hâme”ye seslenişten, “zahid”i kı-
nayış biçimine, hatta bitirirken dostlardan eseri şiir ve vezinden anlamayan-
lara karşı korumalarını istemeye kadar tamamen Atâyî izlenmiştir (Kortanta-
mer 1997: 423). Feyzî Safâ-nâme’de Anadoluhisarı ile Rumelihisarı semtlerini,
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVIII. Yüzyıl
| 501
Atâyî’nin her iki hisar hakkında söylediklerine yakın şekilde ifade etmiş, ancak
anlatılan yerlerin alanlarını genişleterek bazı eklemelerde bulunmuştur. Şâir bu
mesnevîlerinde Atâyî’nin söyleyişindeki akıcılık, rahatlık ve şiir seviyesine hiç-
bir zaman ulaşamamıştır. Heft Seyyâre ise 1 “tevhîd” ve 1 “na’t”tan sonra birer
günde yazıldığı belirtilen 100 ile 310 beyit arasında değişen orijinal 7 “hikâye”
ve “hâtime”den oluşmaktadır. İlk hikâyede Hacı Ahmed adında bir tüccarın
hacca giderken Sakız’da gördüğü bir Hristiyan kızına âşık olması, kâfirlere esir
düşmesi, kızın Müslüman olup Hacı Ahmed’le evlenmesi; ikinci hikâyede Alî
Çelebi ismindeki bir berberle yaşlı bir kadının önce hülle yoluyla evlenmesi
sonra boşanması; üçüncü hikâyede Karaman müftüsünün oğlu Hasan’ın cinler
padişahı ile sohbet etmesi ve cinlere esir olup onlardan kurtulması; dördüncü
hikâyede Karaman’dan Bursa’ya gelen bir öğrencinin başka bir öğrenciyle ar-
kadaş olması ve gördüğü rüya üzerine odalarında bulunan defineyi bulmaları;
beşinci hikâyede Kahveci Halîl’in oğlu Şâh Osmân’ın gördüğü rüyayı başkala-
rına anlatması, onların “hayır ola” dememeleri üzerine birçok meşakkat çekme-
leri ve rüyanın aynen çıkması; altıncı hikâyede bir zamparanın namuslu bir ka-
dına musallat olmasıyla başına gelen olaylar ve sonunda tövbe etmesi; yedinci
hikâyede ise babasından kalan mallara devlet tarafından el konduğu için zor
durumda kalan vazife sahibi birinin oğluna, rüyasında babasının Şam’da bu-
lunduğunun işaret edilmesi üzerine onun Şam’a gelmesi ve evinde define bu-
larak rahata kavuşması anlatılmıştır. Hikâyeler genellikle devrin günlük haya-
tından renkli kesitlerin sunulduğu realist bir görünüme sahip olmakla birlikte,
bazen efsanevî kahramanlar ve olaylara da yer verilmiştir. Bu dönemde ayrıca,
Şeyhî Mehmed Efendi (öl. 1145/1732) 111 beyitlik bir Sâkî-nâme kaleme almış-
tır. Benli-zâde İzzet (öl. 1224/1809)’in aruzun “mef’ûlü mefâilün feûlün” kalıbıyla
yazılan ve 300 beyit olan Sâkî-nâme’si ise manzum hikâye şeklindedir. Bunların
dışında Belîğ (öl. 1174/1760)’in “terkib-bend” (Demirel 2005: 390-98), Şeyh Gâlib (öl.
1213/1798-99), Tayyâr Mahmûd Paşa (öl. 1223/1808) (Taçalan 1998: 20-22) ve Hoca
Neş’et (öl. 1222/1807)’in “terci-bend” nazım şekilleriyle yazılmış “sâkî-nâme”leri
bulunmaktadır (Canım 1998: 74-81).

Sergüzeşt-nâmeler, Hasb-i hâller ve Arz-ı Hâller


Bu asırda, geçmiş dönemlerde olduğu gibi çeşitli “sergüzeşt-nâme”lerin
kaleme alındığı görülmektedir. Belîğ, Kâtib Osmân ve Halîmî bu dönemde
sergüzeşt-nâmesi olan şâirlerdir. Belîğ (öl. 1142/1729), 1114/1702 tarihinde yaz-
dığı Sergüzeşt-nâme-i Fakîr be-Azîmet-i Tokad (Abdulkadiroğlu 1999b) adlı ese-
rinde, nâib olarak atandığı Tokat’a Bursa’dan giderken çektiği zahmetleri, me-
muriyet çilesini, azledilişini, maaşın kifayetsizliğini, çevresinde geçim sıkıntısı
502 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
içinde bulunanların durumunu, makam ve mevki edinme arzusunu, dünya ni-
metlerinin geçiciliğini ve helal kazanmanın esas olduğunu realist bir şekilde an-
latmıştır. 149 beyit olan eser, aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla yazılmış-
tır. Kâtib Osmân’ın 1149/1736 senesinde kaleme aldığı Sergüzeşt-nâme-i Kâtib
Osmân (Gökalp 2006a: 26), 1014 beyittir. Mesnevî, şâirin çocukluk yıllarından
başlayarak yaşlılık çağına kadar başından geçen bütün önemli hâdiseleri ihtiva
etmektedir. Kâtib Osmân elli yılı aşkın bir sürede yaşadığı maddî sıkıntıları, ev-
lilikleri, mahkemelik oluşunu, oğlunun memuriyette kat ettiği merhaleleri vb.
hayatına dair önemli gördüğü bütün olayları anlatmıştır. Eser, edebî değerinden
ziyade, XVIII. yüzyıl Osmanlı toplum hayatı hakkında çeşitli bilgiler vermesi
bakımından önemlidir. Eserden hareketle taşradan nice umutlarla İstanbul’a ge-
len bir delikanlının burada yaşadığı hüsran müşahede edilirken, Osmanlı dev-
letinde küçük memurların yaşam mücadelesi hakkında da fikir edinilmektedir.
Halîmî’nin ise iki sergüzeşt-nâmesi bulunmaktadır (İKTYDK 1967: III/777).
Yine bu asırda “hasb-i hâl” türüyle de karşılaşmaktayız. Kânî’nin aruzun
“feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla yazdığı Hasb-i hâl (bkz. Küçük 1985; Batislam
2003: 17)’inin konusu sosyal eleştiridir. Kânî bu eserinde ilmi, irfanı ve dürüst-
lüğüyle lâyık olduğu yere gelemeyen, perişan ve sefil bir hayat süren insanlarla;
liyakatsiz ve riyakâr, menfaatperest, dalkavuk, yanında bulunduğu yüksek kade-
medeki kişilerle övünen, halka kendisini bu yolla kabul ettirmeye çalışan insan-
ları karşılaştırarak, ikinci grupta yer alanların gerçek yüzünü ortaya koymuştur.
Konuyu işlemekte büyük bir ustalık sergileyen, tahkiyede, tasvirlerde ve örnek-
lerde başarılı olan Kânî, bu iki grubu mukayese ederken hiciv ve mizah öğele-
rinden de yararlanmıştır. Hasan Yâver’in Gül-i Sad-berg’i de bu türün örnekle-
rindendir. Aruzun “müfteilün müfteilün fâilün” kalıbıyla yazılan ve 100 beyitten
oluşan eserde, çok yemenin zararları ve az yemenin yararları üzerinde durul-
muştur (Üstüner 2010: 22-23). Reşîd (İKTYDK 1967: III/823) ve Vahîd Mahtûmî
(İKTYDK 1967: II/664) hasb-i hâl kaleme alan diğer şâirlerdir.
Arz-ı Hâl-i Mahtûmî Berây-i Sultân Mahmûd Han (Kahraman 1995: I/74;
2006: 103), “arz-ı hâl” türünün bu dönemde yazılan örneklerindendir. Vahîd
Mahtûmî tarafından aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazılan mesnevî,
83 beyitten oluşmaktadır. Mahtûmî’nin hayatıyla ilgili ayrıntılı bilgiler içeren
eser, şâirin eldeki iki arz-ı hâlinden müstakil olanıdır. Kendi ağzından terceme-i
hâli olan eser, şâirin hayatı hakkında elimizde bulunan en önemli belgelerden-
dir. Mahtûmî, bilmediğini beyan ettiği bir sebepten dolayı, saray görevlileri ara-
sından Sultan III. Ahmed’in silahşorluğuna kadar yükselmişken, bir anda pa-
dişah tarafından sürgüne gönderilmesini bir türlü içine sindirememiş, tekrar
İstanbul’a dönebilmek için bütün kapıları zorladıysa da bir sonuç alamamıştır.
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVIII. Yüzyıl
| 503
Nitekim ne kadar uğraştıysa da, Osmanlı bürokrasisinin değişmez kuralı gereği,
Sultan III. Ahmed’in saltanatı boyunca bir türlü affını (afv-ı şâhâne) sağlayama-
mıştır. Patrona Halîl ayaklanması sonucu Sultan III. Ahmed tahttan indirilip ye-
rine Sultan I. Mahmûd geçince, şâir bu Arz-ı Hâl’ini yazarak yeni sultana gön-
dermiş, ancak bu suretle İstanbul’a dönebilmiştir. Mahtûmî’nin bir de Lâlezâr,
isimli şehr-engîzinin sonunda Medh-i Kapudan Paşa ve Arz-ı Hâl-i Vahîd isimli
bir arz-ı hâli vardır. Şâir, bu Arz-ı Hâl’inde, İstanbul’a dönebilmek için padişahla
kendisi arasında arabuluculuk yapmasını istediği Kaptan Mustafâ Paşa’ya, ba-
şından geçenleri tafsilatlı şekilde anlatmış ve mağduriyetini dile getirirken altı
yıl boyunca ailesinden uzak kaldığını bildirmiştir. Reşîd (İKTYDK 1967: III/823),
Fıtnat Hanım (İKTYDK 1967: 834) ve Nazîm (İKTYDK 1967: II/648) arz-ı hâl ka-
leme alan diğer şâirlerdir.

Kutsal Yerleri Anlatan Mesnevîler


Bu asırda kutsal mekânlara yapılan yolculukları konu alan mesnevîlerin
yazıldığı da görülmektedir. Bunlardan Bosnalı Muhlis’in Delîlü’l-menâhil ve
Mürşidü’l-merâhil (Coşkun 2007) isimli mesnevîsi, manzum bir hac seyâhat-
nâmesi olarak dikkati çekmektedir. Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” ka-
lıbıyla yazılan eser, 891 beyitten oluşmaktadır. Menzil ve konak temelinde
kaleme alınan eserde, menziller arasındaki saat mesafeleri özellikle belirtilmiş-
tir. İstanbul’dan Mısır’a kadarki yolculuğunda deniz yolunu kullanan müellif,
güzergâhındaki yerleşim birimleri hakkında nispeten ayrıntılı bilgi vermiş, ko-
nakların etrafındaki topluluklar hakkında olumlu veya olumsuz değerlendir-
melerde bulunmuş ve konaklarda yetişen meyve, sebze ve diğer yiyeceklerden
özellikle bahsetmiştir. Eser, içerdiği bilgiler itibariyle kısmen rapor niteliği taşı-
maktadır. Nâtık’ın hacca gidişini ve bu yolculuk esnasında ziyaret ettiği yerleri
anlattığı Tuhfetü’l-haremeyn’i ise 2789 beyitten oluşmaktadır. Aruzun “feilâtün
mefâilün feilün” kalıbıyla yazılan eserde, 21 “gazel” ve 18 “rubâ’î” yer almakta-
dır (Aksoyak trhs.: 573-88).

Bunların Dışındaki Mesnevîler


Bu asırda yukarıda zikrettiğimiz konuların dışında da, bazı mesnevîlerin
kaleme alındığı görülmektedir. Bunlardan harflerin lügat anlamları, kullanılış-
ları, Kur’ân-ı Kerîm’deki sayısı, tecvîd ilmindeki vasıfları, Farsçadaki mânâları,
nücum ilmindeki görev ve kullanılışlarından bahseden Nazîr İbrâhîm’in
Beyân-ı Hurûf-ı Teheccî isimli mesnevîsi, konusuyla dikkati çekmektedir. 36
beyitten oluşan eser, aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır (Şen-
gün 2006 : 47-48). Yine bu tarzda kaleme alınan İsmâ’îl Hakkî-i Bursevî’nin
504 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Ma’ânî-i Hurûfu’t-teheccî adında bir mesnevîsi vardır. Mesnevî şeklinde ya-
zılmasına rağmen, uzun bir aruz kalıbı kullanılmasıyla dikkati çekmektedir.
Aruzun “mefâilün feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazılan eser, 38 beyitten
oluşmaktadır (Yurtsever 2000: 402-404; İKTYDK 1967: II/644). Enderunlu Hasan
Yâver tarafından 1211/1796 tarihinde aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalı-
bıyla yazılıp 429 beyitten oluşan ve şiir, şâir ile edebî kurallardan bahseden
Fenniyye-i Eş’âr (Üstüner 2009), özellikle konusu itibariyle dikkat çeken oriji-
nal eserlerdendir. Eserde, şiir yazmanın incelikleri ve şâirin dikkat etmesi ge-
reken kurallarla ilgili önemli tespitler yer almaktadır. Ayrıca edebî sanatlar ile
nazım şekilleri hakkında da bilgi verilip açıklayıcı örnekler sunulmuştur. Er-
zurumlu Zihnî’nin niçin Dîvân tertip ettiğini açıkladığı mesnevîsi, bu asrın
dikkat çeken mesnevîlerindendir. Aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla
yazılan ve 87 beyitten oluşan mesnevîde (Macit 2001: 127-33), İranlı ve Anado-
lulu bazı şâirler zikredilip övüldüğü mesnevînin sonlarına doğru şâirin oğluna
bazı öğütlerde bulunduğu görülmektedir. Arpaemîni-zâde Mustafâ Sâmî’nin,
Vahîd Mahtûmî’nin şiir ve inşâsını öven mesnevîsi de konusu itibariyle ilginç-
tir. Aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazılan mesnevî, 67 beyitten
oluşmaktadır (Kutlar 2004: 393-400). Sâmî’nin musikî makamlarından bahseden
başka bir mesnevîsi daha bulunmaktadır. 63 beyitten oluşan mesnevî, aruzun
“feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla yazılmıştır (Kutlar 2004 : 419-26). Sünbül-zâde
Vehbî, mesnevî tarzında Sultan III. Selîm’e ithafen Dîvân’ını nasıl oluşturdu-
ğuna dair bir dîbâce/mukaddime kaleme almıştır (Beyzadeoğlu 1993 : 47-49).
Sâlim’in kendini övmek için “fahriye” tarzında kaleme aldığı mesnevîsi de bu
asırda konusu itibariyle dikkat çeken eserlerdendir. Aruzun “feilâtün mefâilün
feilün” kalıbıyla yazılan mesnevî, 92 beyitten oluşmaktadır (İnce 1994: 70-77).
Kâmî’nin çocukların dili ile ilgili olarak yazdığı mesnevîsi, konusu itibariyle
orijinallik gösteren eserlerdendir (İKTYDK 1967: II/639). Cemâlî-i Uşşâkî’nin 94
beyitten oluşan bir Uşşâkî silsile-nâmesi bulunmaktadır (İKTYDK 1967: III/756;
Kılıç 1993: 315). Hâşim Baba ise mesnevî tarzında bir mersiye kaleme almış-
tır (İKTYDK 1967: 843). Lebîb’in mesnevî nazım şekliyle kaleme aldığı hüsn-i
hatla ilgili mesnevîsini de burada zikredelim (İKTYDK 1967: III/897).
Eskilerin insanları tanımak açısından çokça rağbet ettikleri, saç, göz, ku-
lak, el, ayak gibi uzuvlardan ve dış görünüşten hareketle ahlâk ve karakter hu-
susiyetlerini, diğer bir ifadeyle zahirinden batınî vasıflarını tahmin ve tespite
çalışan “ilm-i kıyâfet” dedikleri bir ilim vardı. Bu yüzyılda kıyafet ilmiyle ilgili
yazılmış tek örnek Erzurumlu İbrâhîm Hakkı’nın Kıyâfet-nâme’sidir. Hamdî’nin
eseri gibi meşhur olup halk arasında yaygın olan ve Ma’rifet-nâme’nin beşinci
bölümünde yer alan eser, mesnevî nazım şekliyle ve aruzun “müfteilün fâilün”
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVIII. Yüzyıl
| 505
kalıbıyla yazılmış olup 141 beyitten oluşmaktadır (Erzurumlu İbrâhîm Hakkı 1993:
305-47; Çelebioğlu 1979).
Bu asırda, özellikle çeşitli sebeplerle kaleme alınan manzum mektuplar da
dikkat çekmektedir. Hatta Kâmî, doğrudan mektup hakkında bir mesnevî ka-
leme almıştır (İKTYDK 1967: II/639, 642). Sâlim’in Dîvân’ın çeşitli sebeplerle ya-
zılan 11 manzum hikâyeden 9’u mesnevî şeklindedir (İnce 1994: 216-52). Safâyî,
Râsih’in Küçük Hünkâr denmekle meşhur mahbuba gönderdiği manzum bir
mektuba yer vermiştir (Çapan 2005: 220-22). Neylî’nin ise Eyüp Mevlevîhânesi’nin
ziyaret edilişi sırasında takdim ettiği ve Edirne güzellerinin tanıtıldığı bir mek-
tubu vardır. Aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazılan mektup, 96 be-
yitten oluşmaktadır (Erdem 2005: 367-74). Lebîb-i Âmidî’nin de, Ma’den Emîni
Abdullah Efendi’ye yazmış olduğu 60 beyitlik bir mektubu bulunmaktadır (Ka-
dıoğlu 2003: 373-77). Mehmed Es’ad (İKTYDK 1967: III/893) ve Vahîd Mahtûmî
(İKTYDK 1967: II/664) de bu asırda manzum mektup yazan şâirlerdendir.
Yapılan herhangi bir kusurdan dolayı pişmanlığın dile getirildiği “i’tizâriyye”ler
de bu asırda dikkat çekmektedir. Lebîb-i Âmidî’nin aruzun “feilâtün mefâilün
feilün” kalıbıyla Bağdat valisi Ahmed Paşa’ya yazdığı 15 beyitlik mesnevî ile Ve-
zir Çeteci Abdullâh Paşa için kaleme aldığı 30 beyitlik manzumesi bu türden-
dir (Kadıoğlu 2003: 381-84).
Bu asırda yazılıp da konusu itibariyle dikkat çeken mesnevîlerden olan
Kıssa-i Erve (Kuzubaş 2010), İsrailoğulları zamanında yaşayıp dinî kişiliği ön
planda olan, ilim ve takva sahibi olup güzelliği dillere destan olan Erve adındaki
bir kadının hayatını ihtiva etmektedir. Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” ka-
lıbıyla yazılan eser, Vehb ibni Münebbih’ten alınan bir rivayete dayanmaktadır.
Kıssa-i Erve, klâsik edebiyatın hem kadına hem de erkeğe bakışını göstermesi
bakımından önemlidir. Öncelikle Erve; ilimle ve irfanla meşgul olan, kendisine
layık bir gençle evlenen, evlendiği kişinin savaşa gitmesinin ardından çevresin-
deki erkeklerin yalan ve iftiralarıyla çeşitli badireler atlatan, ancak hiçbir zaman
metaneti ve tevekkülü elden bırakmayan bir kadındır. Kocasının savaşa gider-
ken kendisini emanet ettiği kayınbiraderi tarafından ihanete uğramasıyla başla-
yan süreç, benzer ihanet zincirleriyle devam etmiştir. Ancak Erve, uğradığı her
ihanete ve iftiraya gücü nispetinde karşı koymaya çalışmıştır. Her sıkıntıdan
Allah’ın yardımıyla kurtulmuş ve sonuçta da herkesin büyük hürmet beslediği,
hatta hastalar için dua istediği bir velî makamına yükselmiştir. Hikâyenin ilginç
olan bir yönü ise, Erve’nin karşılaştığı bütün sıkıntıların müsebbibinin erkekle-
rin olmasıdır. Erve; inancı, terbiyesi ve aldığı dinî eğitim sayesinde erkeklerin
gayr-i ahlakî tekliflerini reddetmiştir. Eğer, daha hikâyenin başında kayınbira-
derinin teklifine olumlu yaklaşsaydı, belki de recmedilmeyecekti. Oysa bu olay
506 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
onu hikâyenin devamında öğrendiğimiz sıkıntılarla dolu günlere götürmüştür.
Ancak o; bir namus timsali olarak öncelikle inancının gereğini yerine getirmiş,
böylece kocasına ihanet etmemiş olmuştur. Özellikle ahlâkî yapının bozulmaya
yüz tuttuğu bir asırda kaleme alınan eser, bu açıdan dönemin hatta bugünün in-
sanlarına da önemli mesajlar vermektedir. Dolayısıyla hikâyenin bu yönü, hem
kadınlar hem de erkekler için önemli bir ibret vesikası görünümündedir.

Manzum Sözlükler
Bu dönemde manzum sözlüklerin sayısında fark edilir bir artış görülmek-
tedir. Bunlardan Abdurrahmân Zâhidî-i Konevî tarafından 1133/1721’de yazı-
lan Tevfiye, Arapça-Farsça-Türkçe manzum bir sözlüktür. Eser mesnevî şeklinde
yazılmış olup bir “mukaddime”, değişik bahirlerle nazmedilmiş 27 “kıt’a” ile hepsi
“recez” bahriyle yine mesnevî şeklinde yazılmış 16 “kıt’a” ve bir “hâtime” olmak
üzere toplam 635 beyittir. Antakyalı Şeyh Ahmed tarafından 1135/1723’te yazı-
lan Se Zebân da Arapça-Farsça-Türkçe manzum bir sözlük ve gramer kitabıdır.
Eserin yazılmasıyla Türk asıllı çocukların Arapça ve Farsça, Arap asıllı olanların
Farsça ve Türkçe, sadece Farsça bilenlerin de Arapça ve Türkçe öğrenmeleri amaç
edinilmiştir. Se Zebân’da nazmedilen Farsça ve Arapça kelimeler Tuhfe-i Şâhidî
ve Lügat-i İbni Ferişte’den derlenmiştir. Müellif bu iki sözlükte yer alan ve ken-
disinin “müstehcen” saydığı bazı kelimelere yer vermemiştir. Eser manzum bir
“mukaddime”, 30 “kıt’a” ve bir “hâtime”den oluşmaktadır. Bahirlerde nazmedilen
kelimeler konulara göre tasnif edilmiş ve her üç dilde birbirinin karşılığı olan
kelimeler nazmedilmiş; bazı bahirler de gramere dair konulara ayrılmıştır. Diğer
bir sözlük ise Lügat-i Feyzî olarak da bilinen Hoş-edâ’dır. 1149/1736 yılında Eş-
ref Feyzî tarafından telif edilen eser, 11 “kıt’a”ya taksim edilmiş olup 337 beyittir.
Arapça-Farsça-Türkçe manzum sözlük olan eser, Tuhfe-i Şâhidî’ye nazire olarak
kaleme alınmıştır. Ahmed Resmî b. İbrâhîm-i Girîdî tarafından 1153/1740 ta-
rihinde yazılıp muhtemelen kayınpederi Reisülküttâb Mustafâ Efendi’ye takdim
edilen Nazm-ı Girîdî, Arapça-Farsça-Türkçe manzum sözlüktür. Nazm-ı Girîdî,
manzum bir “mukaddime” ve 14 “kıt’a”dan müteşekkil olup toplam 198 beyittir.
Manzûme-i Keskîn (Kılıç 2001), Tuhfe-i Şâhidî’ye nazire olarak 1171/1758 tari-
hinde Mustafâ Keskin b. Osmân tarafından yazılmış manzum Arapça-Farsça-
Türkçe bir sözlüktür. Eser 74 beyitlik mesnevî tarzında yazılmış bir “mukad-
dime” ile 27 “kıt’a” ve “der-beyân-i ‘aded” başlığı altında ebcede dair bir “kıt’a”
olmak üzere sözlük kısmı toplam 218 beyitlik bir lügattır. “Kıt’a”ların sonunda
bir mısraı Türkçe, diğer mısraı da bunun Farsça tercümesi olmak üzere birer
beyit yazılmış; “kıt’a”ların son beyitleri de Tuhfe-i Şâhidî’nin hümayun beyitle-
rinden seçilmiştir. Manzum Farsça-Türkçe bir sözlük olan Tuhfetü’l-hâfız, Hâfız
Türk Edebiyatında Mesnevî - XVIII. Yüzyıl
| 507
Abdullâh b. Halîl b. Alî tarafından 1174/1761 tarihinde Selanik’te nazmedilmiş-
tir. Eser, mensur bir “mukaddime” ile 36 “kıt’a”ya taksim edilmiş toplam 273 be-
yitten oluşmaktadır. Eserde nazmedilen Farsça kelimeler Tuhfe-i Şâhidî’den der-
lenmiştir. 17. “kıt’a”dan sonra her “kıt’a”nın bir meslek grubuna ayrılıp “kıt’a”larda
bu mesleklerle ilgili kelimelerin nazmedilmesi dikkat çekmektedir. Tuhfetü’l-
ihvân ve Hediyyetü’s-sibyân, sıbyan mekteplerinde Arapça öğrenen öğrencile-
rin Farsçayı öğrenmelerine de katkıda bulunmak maksadıyla Mustafâ İlmî b.
İbrâhîm tarafından 1186/1772 tarihinde yazılmış Arapça-Farsça-Türkçe man-
zum bir sözlüktür. Müellifin ifadesiyle Lügat-i Feriştehoğlu’nun Farsça ve Türk-
çeye tercümesi olan eser, mensur “mukaddime” dışında, mesnevî tarzında ya-
zılmış 11 beyitlik bir “münâcât”, 33 “kıt’a” ve iki beyitlik bir “tarih kıt’a”sı olmak
üzere toplam 854 beyittir. Sünbül-zâde Vehbî tarafından kaleme alınan Tuhfe-i
Vehbî (Külekçi 1990), Farsça-Türkçe sözlükler arasında Tuhfe-i Şâhidî’den sonra
en fazla ilgi gören ve okunan eserdir. Tuhfe-i Vehbî, Vehbî’nin resmî bir ziyaret
için gittiği İran’da edindiği bilgileri bir eserle değerlendirme ve özellikle de oğlu
Lutfullah’a yararlı bir kitap hediye etme arzusuyla 1197/1783’te kaleme alınmış
ve Sadrazam Halîl Hamid Paşa ile onun Ârif ve Nûrî adlarındaki iki oğluna he-
diye edilmiştir. Bazı kaynaklarda Tuhfe-i Şâhidî örnek alınarak ve taklit edilerek
yazıldığı belirtilen eser için Ahmed Remzî, Tuhfe-i Şâhidî’deki Farsça kelimelere
çağa uygun Türkçe karşılıklar yazılarak nazmedilmiş bir nazire tanımlaması ya-
par. Eser 93 beyitlik bir “mukaddime”, 57 “kıt’a” “Istılâhât-ı Acem” başlıklı 201
beyitlik sözlük kısmı ile sonunda yer alan 5 beyitlik bir “tarih kıt’a”sından olu-
şur. Eserde nazmedilen Farsça kelimelerin özellikle şiir ve inşâya uygun kelime-
ler olmasına dikkat edilmiştir. Bu manzum sözlük için de aynen Tuhfe-i Şâhidî
gibi şerh, tazmîn, alfabetik tertip, fihrist, nazire türünde eser ve risaleler yazıl-
mıştır. İlk defa 1213/1798 tarihinde basılan eserin, 1213/1798-1325/1909 yıl-
ları arasında değişik matbaalarca 51 ve tarihsiz olarak da 8 baskısı yapılmış-
tır. Farsça kelimelere çağa uygun Türkçe karşılıklar verilmesi, Farsça deyimler
ile bazı kelimelerin özel anlamlarına yer verilmesi ve nazımdaki başarısından
dolayı Tuhfe-i Vehbî’ye muhtelif zamanlarda şerhler, hâşiye ve fihristler ile na-
zireler yazılmıştır (bkz. Öz 1997). Şemsî tarafından yazılan Tuhfe de Farsça-
Türkçe manzum bir sözlüktür. Tuhfe, mesnevî tarzında yazılmış bir “önsöz”
ve 81 “kıt’a”ya taksim edilmiş olup 680 beyittir. Eserde yer alan Farsça kelime-
ler Mevlânâ’nın Mesnevî-i Ma’nevî’si, Sa’dî’nin Bostân ve Gülistân isimli eserleri
ve Tuhfe-i Şâhidî’den derlenmiştir. Müellif Farsça kelimeleri seçerken bunla-
rın nazım ve nesirde kullanılır olmalarına dikkat etmiş, güzel Türkçe karşılık-
lar vermeye özen göstermiştir. Osmân Şâkir b. Mustafâ-yı Bozokî tarafından
1210/1795-6 tarihinde yazılan Müselles-nâme-i Şâkir manzum Arapça-Farsça-
508 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Türkçe bir sözlüktür. Eser, mesnevî şeklinde yazılmış bir “mukaddime”, sözlük
kısmını oluşturan 42 “kıt’a” ve yine mesnevî tarzında yazılmış bir “hâtime”den
oluşmaktadır. Müellifin hafızasında yer alan kelimelerin nazmedilmesiyle oluş-
turulan eserde 1250 Arapça, 1121 Farsça, 1019 Türkçe kelime bulunmaktadır
(geniş bilgi için bkz. Öz 1996: 327-72; Kartal 2003: 33-38).
Tuhfe-i Vehbî’nin görmüş olduğu rağbet üzerine Sünbül-zâde Vehbî
1214/1799’da Sultan III. Selîm’e ithafen Arapça-Türkçe manzum lügat olan
Nuhbe-i Vehbî’yi (Yurtseven 2003) kaleme almıştır. Tuhfe tarzında tertip edilen
eser, tetkik edilen 120 eserin özeti mahiyetindedir. Şâirin sağlığında (1220/1805)
basılan eser, Tuhfe’nin gördüğü rağbeti görmemiştir. Nuhbe’ye Yayaköylü Râşid
Efendi tarafından hacimli bir şerh yazılmıştır.
Ayrıca bu asırda Rumca-Türkçe olarak yazılmış manzum sözlüklerle de
karşılaşmaktayız. Yusufyan Han’ın Tuhfe-i Rûmî’si (tlf. 1197/1783) ile Hanyalı
Nûrî’nin Lügat-ı Manzûme-i Nûriye’si (tlf. 1212/1797) bunlardandır (Ölker G
2009: 860).

XIX. Yüzyıl
Geçen asırda mesnevîde görülmeye başlanan gerileme ve zayıflama, bu
asırda iyice kendisini hissettirmeye başlamış, bediî hüviyete sahip, sanat de-
ğeri olan eserler hemen hiç verilememiştir. İnsanı eğitmek, terbiye etmek ve
yetiştirmek amacı güden dinî, ahlâkî ve tasavvufî mesnevîler, diğer türlere göre
belli bir ağırlıkta olsa da kemiyet ve keyfiyet bakımından dikkat çekmemekte-
dirler. Diğer konular ise, ya azalmış ya hiç kaleme alınmamış ya da önemsiz bir
iki örnek verilmiştir. Bununla birlikte toplum hayatında Batı tesirinin hissedil-
meye başlandığı bu yüzyılda da değişik konularda mesnevîler nazmedilmiş an-
cak bunlar gerek sayı gerek yapı ve gerekse muhteva itibariyle önceki asırlardan
oldukça farklı bir görünüm arz etmektedir. Özellikle aşk konulu mesnevîlerin
rağbetten düşerek edebiyatta realist konuların itibar görmesiyle, mesnevîlerin
gittikçe hacimce küçüldüğü görülmektedir. Hatta Tanzimat edebiyatının can-
landığı dönemde kaleme alınan bazı mesnevîlerde çeşitli şeklî yenilikler mü-
şahede edilmektedir.
Bu dönemde mesnevîdeki gerilemenin sebeplerini şu şekilde maddeleş-
tirebiliriz:
a) Batı edebiyatının tesiri.
b) Osmanlı devletinin durumu sebebiyle toplumdaki kargaşanın edebiyata
da aksetmesi. Bu durum özellikle “faydacı” ve “pratik” konulara yönelişi
hızlandırmış ve bu da edebî metinleri her bakımdan “daraltmıştır”.
Türk Edebiyatında Mesnevî - XIX. Yüzyıl
| 509
c) Önceki yüzyıllardaki gibi güçlü şâirlerin yetişmemesi, uzun soluklu eser
verilmesine engel teşkil etmiştir.
d) Türkçenin, bu asırda şiir oluşturma ve mistik meseleleri ifade edebile-
cek kabiliyetini kaybederek sekülerleşmesi60.
e) Şiire, edebiyata ve sanata sempati ile bakıp onları himaye edecek devlet
ricalinden mahrumiyet de hem adet hem de hacim bakımından görü-
len nâkısanın temel âmillerinden biri olmuştur.
f) Konu olarak mesnevînin en bediî ve aynı zamanda en önemli tarzını
oluşturan “aşk mesnevîleri”nin bu devirde tamamen ortadan kalkması-
nın da genel mânâda mesnevî edebiyatının gerilemesinde büyük rolü ol-
muştur. Çünkü “roman” türüyle tanışan topluma artık bu eski hikâyelerin
söyleyeceği fazla şey kalmamıştı.
Bu dönemde mesnevî şeklinde yazılmış irili ufaklı yaklaşık 135 eser tes-
pit edilmiştir. Bu eserlerden 4 tanesinin nüshası bugün elimizde mevcut değil-
dir. Bunların varlıklarını ve konularını, gerek kendi devirlerinde, gerek sonraki
devirlerde kaleme alınan çeşitli eser ve kaynaklardan öğrenmekteyiz. Bu dö-
nemde yazılan mesnevîlerden 73’ü dinî-ahlakî-tasavvufî; 15’i aşk konulu; 7’si
sergüzeşt-nâme-hasb-i hâl-arz-ı hâl; 4’ü sâkî-nâme; 4’ü sûr-nâme; 4’ü tarihî-
destanî-menkabevî; 7’si bunların dışındaki konular; 12’si manzum sözlükler-
dir. Bu mesnevîlerden ikisi Arapça, biri ise Farsça olarak yazılmıştır. Konula-
rına göre bu asırda yazılan mesnevîler şunlardır:

Dinî-Ahlâkî-Tasavvufî Mesnevîler
Geçmiş asırlarda olduğu gibi Hz. Muhammed’in hayatı çerçevesinde naz-
medilmiş bazı eserler, bu dönem mesnevîleri arasında da yer almaktadır. Türk-
lere has olan “mevlid” türünün bu yüzyılda da, kaleme alındığı görülmektedir.
Bursalı Âkif Efendi (öl. 1229/1813) tarafından aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün”
ve “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıplarıyla yazılan Mevlid (Kara 2008) 157 beyit-
ten oluşmaktadır. Şâir, Mevlid’inde kâinatın yaratılışı ve diğer peygamberlere
temas ettikten sonra, Hz. Peygamber’in dünyaya gelişini tasvir etmiştir. Hasan
Nâdir Efendi, bu asırda yazmış olduğu mevlidlerle dikkati çekmektedir. Mü-
ellif üç ayrı mevlid kaleme almıştır (Doğan Ş. 2002; Tandırcı Alıcı 2009). Bunlar-
dan birincisi 285, ikincisi 282, üçüncüsü ise 293 beyitten oluşmaktadır. Her üç
mevlidde, aynı konular farklı beyitlerle ve farklı yönleriyle dile getirilmiş, bir
mevliddeki ifade diğerinde aynen kullanılmamıştır. Mehmed Fevzî Efendi de,
bu asırda birden fazla mevlid yazan şahsiyetlerdendir (Uzun 2008). Bunlardan
60
Bu konuda geniş bilgi için bkz. Şahin 2012.
510 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Kudsiyetü’l-ahbâr fî-Mevlidi Ahmedi’l-muhtâr, aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün”
kalıbıyla yazılmış olup 174 beyitten oluşmaktadır. Baş tarafında müellifi hak-
kında bilginin de yer aldığı eser, şâirin Kudüs niyabeti esnasında telif edilmiş-
tir. Üzerindeki bazı kayıtlardan sevilerek okunduğu görülmektedir. Yine aru-
zun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan İcmâlü’l-kelâm fî-Mevlidi’n-nebî
aleyhi’s-selâm, 87 beyitten oluşmaktadır. Şâirin Edirne niyabetinde iken istek
üzerine muhtasar ve müfid olarak herkesin anlayacağı bir şekilde kaleme alın-
mıştır. Eser, dar zamanlarda düzenlenecek mevlid merasimlerinde okunmak
üzere düzenlenmesiyle dikkat çekmektedir. Kudsiyyü’l-kelâm fî-mevlidi’n-nebiyy
aleyhi’s-selâm ise, Arapça olarak yazılmıştır. Müellifin matbu olduğunu belirttiği
eserin nüshası şu an için bulunamamıştır. Mehmed Fevzî Efendi’nin dikkat çe-
ken eserlerinden olan Enverü’l-kevâkib fî-leyleti’l-regâ’ib (Uzun 1996: 34-36, 104-20;
Özkat 2011: 141-42), regâib ile ilgili olup türünün Türkçe ikinci örneğidir. Regâib
gecesinin önemini ve eserin yazılış sebebini ihtiva eden mensur bir dîbâceyle
başlayan eser, 112 beyitten oluşmaktadır. 1316/1898 tarihinde aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır. Regâib kandilinde okunması için ilk defa
bir manzume kaleme alındığını söyleyen Fevzî Efendi’nin, Salâhî’nin eserinden
haberi olmadığı anlaşılmaktadır. Re’fet’in tahminen 1285/1861 tarihinde aruzun
“fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazdığı ve 239 beyitten oluşan Tarz-ı Cedîd’i
(Köksal 2010: 575-612), Hz. Muhammed’in nurunun yaratılması, Âmine hatunun
hamile kalması, Hz. Peygamber’in doğumu ve doğumuyla olan mucizeleri, kırk
yaşına gelince risaletin bildirilmesi, Kur’ân’ın inmeye başlaması ve mi’râc ola-
yını ihtiva etmektedir. Eserin dili özellikle olay anlatımlarında daha sâde bir gö-
rünüm kazanırken tasvirlerde daha ağırlaşmakta, Arapça ve Farsça kelime ve
tamlamalar bu bölümde yoğunlaşmaktadır. Mehmed Rüşdî (öl. 1332/1916)’nin
Tuhfe-i Nûr-ı Salât (Köksal 2010: 613-60) isimli mevlidi 1271/1854-55 tarihinde
aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmış olup 357 beyitten oluşmak-
tadır. Eserde “vefat” dışındaki bütün bölümler yer almaktadır. Mevlid’in sadece
yazılmak değil, aynı zamanda okunmak ve okutmak için yazılan bir tür oldu-
ğunun bilincinde olan Mehmed Rüşdî, eserini Arapça ve Farsça kelimelerin
sağanağından korumayı başarmıştır. Konunun anlatıldığı bölüme geçilmeden
önce dilinin nispeten daha ağır olduğu görülmektedir. Müşterek Mevlûd (Kök-
sal 2010: 715-53), isminden de anlaşılacağı gibi diğer mevlidlerden farklı olarak
Rüşdî ve Mes’ûd isimli iki şâir tarafından kaleme alınmış müşterek bir eserdir.
1305/1887-88 tarihinde aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan eser,
254 beyitten oluşmaktadır. Eserde “mi’râc” ve “vefat” bölümleri yer almamakta-
dır. Eser baştan sona mesnevî nazım şekliyle kaleme alınmıştır. Eserde sâde ve
anlaşılır bir dil kullanılmıştır. Bu asrın mevlid yazan diğer bir şâiri ise, Çerkeşli
Türk Edebiyatında Mesnevî - XIX. Yüzyıl
| 511
Mehmed Hilmî Efendi (Akkuş 2005)’dir. Bu asrın dikkat çeken mevlidlerinden
biri de, klâsik edebiyatımızda sayıları çok mahdut kadın şâirlerimizden biri olan
Keşkek-zâde Fatma Kâmile Hanım (öl. 1339/1921)’a ait olan Hâdiyyu’l-cinân
(Köksal 2010: 755-86)’dır. 1306/1889 yılında basılan eser, Hz. Peygamber’in şefaa-
tine mazhar olmak için kaleme alınmıştır. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalı-
bıyla yazılan eser, 223 beyitten oluşmaktadır. Eserde Süleymân Çelebi’nin etkisi
kendisini göstermektedir. Celâl mahlasını kullanan Süleymân Celâleddîn (Ars-
lan 1997: 179-83, 200-15), Muhammed Şerîfî (Artvinli 2010), Selâmî, Hasan İlmî,
Mustafâ Râgıb, Muhibbî (Özder 1968), İrşâdî, Tâhir Aga, Osmân Sirâceddîn,
Kâmî Şa’bân-ı Âmidî, Mehmed Sâlih Nihânî, Ahmed İzzet Paşa, Keşfî, İbrâhîm
Re’fet Efendi, Manastırlı Rif’at, Rüşdî, İbrâhîm Kadem ve Ziyâüddîn-i Harputî
bu dönemde mevlid yazan diğer şâirlerdir (bkz. Köksal 2010: 58-61).
Geçen asırlarda olduğu gibi bu dönemde de çeşitli siyer-i nebîlerin ka-
leme alındığı görülmektedir. Bunlardan Seyyid Abdülfettâh Şefkat Efendi (öl.
1242/1826)’nin Manzûme-i Siyer-i Nebî ve Fezâ’il-i Evlâd-ı Resûl’ü Sultan III. Selîm
zamanında aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla nazmedilmiştir (Özkat 2011:
73). Manastırlı Mehmed Rif’at (öl. 1325/1907)’ın Tuhfetü’l-islâm olarak da isim-
lendirilen Manzûm Sîre-i Muhammediyye’si aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” ka-
lıbıyla yazılmış olup 304 beyitten teşekkül etmektedir. Manzum-mensur bir mu-
kaddime ile başlayan ve sekiz bölümden oluşan eserde, Hz. Peygamber’in hayatı
genel hatlarıyla verilmiştir. Özellikle çocukların Hz. Peygamber’i tanıyabilmesi
için eserde sâde ve basit bir dil kullanılmıştır (Özkat 2011: 74). Trabzonlu Tayyib-
zâde Hâfız Mehmed Zühdî Efendi (öl. 1332/1914)’nin mensur bir girişle baş-
layan Nazmü’s-siyer-i Zühdî’sinde aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbı kul-
lanılmıştır. Yaklaşık 4200 beyit olan eserde, her ne kadar devrine göre ağır bir
dil kullanılsa da, zaman zaman sâde ve basit söylenmiş beyitler de bulunmak-
tadır. Sık sık mülemma beyitlerin de görüldüğü eser, Hz. Peygamber’in hayatı
ile gazvelerini ihtiva etmektedir (Özkat 2011: 75).
Bu asırda çeşitli mi’râciyyelerin yazıldığı görülmektedir. Bunlardan Seyyidî’nin
Der Beyân-ı Kıssa-i Mi’râc (Akar 1987a: 189-91; Özkat 2011: 133)’ı aruzun “feilâtün
feilâtün feilün” kalıbıyla yazılmış olup 143 beyittir. XIX. asrın ilk yarısında yazıl-
dığı tahmin edilen eser, türünün kısa örnekleri arasında yer almaktadır. Edirne
Müftüsü Kureyşî-zâde Mehmed Fevzî Efendi (öl. 1318/1900)’nin Kudsiyyü’s-sirâc
fî-Nazmi’l-mi’râc (Akar 1987a: 191-96; Uzun 1996: 81-108; Uzun 2007: 313-314; Özkat
2011: 133)’ı, kendine ait bir “mi’râc ilahîsi”yle on “na’t-ı şerîf” hariç, 183 beyitten
oluşmaktadır. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbının kullanıldığı eser, mi’râc
kandilinde okunmak üzere yazılıp bestelendiği için, bahir aralarına müellif ta-
rafından ilâhî ve tevşîhler yerleştirilmiştir. Aynı müellifin Kudsiyyü’l-minhâc fî-
512 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
İcmâli Bahsi’l-mi’râc (İstanbul 1314) adlı eseri de, Osmanlı sahasında -bilinen- tek
Arapça manzum mi’râciye örneğidir. Kandiyeli Receb Vahyî (öl. 1341/1923)’nin
450 beyitten oluşan Minhâcü’l-mi’râc’ı, her biri farklı vezin ve nazım şeklinde
yazılmış sekiz ana başlık altında toplanmış şiirleri ihtiva etmektedir. Çapraz ka-
fiyeli on iki dörtlükten meydana gelen tevhîd bölümü ile başlayan eserde, son
dizeleri farklı kafiyede 18 dörtlükten oluşan “leyle-i regâ’ib” bölümünü, her
bendinde -vasıta beyti ile birlikte- üç beyit bulunan 11 haneli terci-bend tarzında
yazılmış “mevlûdü’n-nebî” bölümü takip etmektedir. “Mi’râcü’n-nebî” başlıklı
esas bölümde mesnevî nazım şekli tercih edilmiştir. 211 beyit tutarındaki bu
bölümden sonra, bu bölümün devamı hüviyetinde olan “zeyl” başlıklı kısım
bulunmaktadır. 51 beyitten oluşan “zeyl”, mesnevî şekliyle başlamakta; “na’t”
türünde bir “gazel”le devam etmekte ve aynı konudaki bir “kasîde” ile bitmek-
tedir. “Zeyl”den sonra “na’t-ı nebî” ana başlığı altında, “kable’n-nübüvvet” (iki ga-
zel, bir kıt’a), “ba’de’n-nübüvvet” (iki gazel, bir kıt’a), “hulâsatü’l-emniyet” (üç gazel)
bölümleri yer almaktadır. “Münâcât” başlıklı bölüm, aralarında anlam bütün-
lüğü olan ve aynı kalıpla yazılan gazel ile dört beyitlik bir mesnevîden meydana
gelmektedir. Eser, devrin hükümdarı II. Abdülhamîd’i öven mesnevî tarzında
yazılmış 22 beyitlik bir manzume ile tamamlanmaktadır. Tanzimat edebiyatı-
nın canlandığı dönemde kaleme alındığı için şeklî yeniliklerin gözlendiği eser,
samimî ifadesi ve mi’râc motiflerinin orijinal buluşlarla değerlendirilmesi ba-
kımından önemlidir (Özkat 2011: 133-34). Mevlevî Şeyhi Aşkî Mustafâ b. Ömer
el-Kilisî’nin Bâgçe-i Letâ’if ve Lehçe-i Ma’ârif adlı Külliyât’ı içerisinde yer alan
ve 1272/1856-1274/1858 tarihleri arasında yazıldığı tahmin edilen Mi’râc-nâme
(Bilgin 1999; Özkat 2011: 134; Baş 2007: 26)’si, 214 beyitten oluşmaktadır. Aruzun
“mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla kaleme alınan eserde, mi’râc hadisesi et-
raflıca anlatılmıştır.
Geçen asırda olduğu gibi bu dönemde de “esmâ-i nebî” kaleme alınmıştır.
Bunlardan İsmâ’îl Sâdık Kemâl b. Muhammed Vecîhî Paşa (öl. 1310/1892)’nın
Şerh-i Esmâ-i Nebî Aleyhi’s-selâm adıyla da anılan Kitâb-ı Manzûm Şerh-i Delâ’il-i
Şerîf’i aruzun “feilâtün feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla yazılmış olup 147 beyit-
ten oluşmaktadır. Delâ’il-i Hayrât’ta geçen 201 esmâ-i nebînin şerhedildiği eser,
ism-i şerîflerin anıldığı herbir mısra ve beyitlerin yanında salavât-ı şerîfe getiri-
lerek zikredilmesi yönüyle türünün diğer örneklerinden ayrılmaktadır. Açık ve
anlaşılır bir üslûba sahip olan eserdeki benzetmeler gayet sâdedir (Özkat 2011:
79, 205). Mevlevî Mehmed Necîb Efendi’nin 1259/1843’te tamamladığı Nazîre-i
Hilye-i Hakanî’si 700 beyit civarında olup Ümmü Ma’bed rivayeti dışında muh-
teva yönünden Hakanî’nin eserindeki plana uygun hüviyettedir (Özkat 2011: 104).
Eğinli Kâtib Mustafâ Fevzî b. Nu’mân Efendi (öl. 1343/ 1924), Şümûsü’s-safâ fî-
Türk Edebiyatında Mesnevî - XIX. Yüzyıl
| 513
Evsâfi’l-mustafâ’sını, Hz. Peygamber hakkında devrin birtakım gazete, dergi ve
kitaplarında yer alan saygısız ifadelere ve maksatlı beyanlara cevap vermek üzere
kaleme almıştır. Hz. Peygamber’in doğumu, hicreti, bazı hususiyetleri, şemâil
ve hilyesine dair bilgiler veren eser, yaklaşık 900 beyitten oluşmaktadır. Müel-
lif eserinde, klâsik edebiyatımızda şimdilik bilinen tek örneği Nahîfî’ye ait olan
‘hicret-nâme’ türünde 277 beyitlik bir manzume ile 338 beyitlik bir hilyeye yer
vermiştir. Eserde aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbı kullanılmıştır. Müelli-
fin Nakşîliğin Hâlidiyye kolundan gelen meşâyihin hilye ve şemâilini anlatan
Hilye-i Sâdât adlı bir eseri daha bulunmaktadır (Özkat 2011: 105-6). Türk edebi-
yatında klâsik tarzda kaleme alınan son hilye, Mustafa Fehmi Gerçeker’in, 1942
yılında aruzun “mef’ûlü mefâilün feûlün” kalıbıyla kaleme aldığı 1198 beyitlik
Hilye-i Fahr-i Âlem adlı eseridir (bkz. Gerçeker 1944; İspirli 2010).
Süleymân Celâleddîn (öl. 1308/1890)’in Mevlid-i Cenâb-ı Alî Kerrema’llâhu
Vechehu isimli Hz. Alî Mevlidi (Yekbaş 2012: 200-31), Hz. Alî sevgisini esas kabul
eden insanlara, onun hakiki şahsiyetini Sünnî İslâm inançları dairesinde tanıt-
mak, kendisinden önceki halifeler gibi İslâmiyet’e bütün varlığıyla bağlanarak
Hz. Muhammed’in yolundan gittiğini belirtmek amacıyla kaleme alınmıştır. Eser
oluşturulurken şekil ve üslûp yönünden Süleymân Çelebi’nin mevlidinden bü-
yük ölçüde faydalanılmıştır. 251 beyit olan eserde, “fâilâtün fâilâtün fâilün” ka-
lıbı kullanılmıştır. Mevlid, diğer Hz. Alî mevlidlerinden şekil ve muhteva yönün-
den bazı farklılıklar göstermektedir. Şâir; her şeyden önce “tevhîd”,” münâcât”,
“na’t”, “dört halife övgüsü” gibi manzumelere yer vermiş, manzumesinde yer yer
tasavvufî konulara da değinmiştir. Necmî Alî’nin ise “terkib-bend” nazım şek-
liyle kaleme alınmış bir Hz. Alî Mevlidi bulunmaktadır (Yekbaş 2012: 181-99).
Süleymân Memdûh’un Vilâdet-nâme-i Hazret-i Fâtıma ismiyle de anılan
Mevlid-i Fâtımatü’z-Zehrâ isimli mesnevîsi (Yekbaş 2012: 431-47), 83 beyit olup
aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır. Hem Türkçe hem de Farsça
olarak telif edilen mesnevî ile Hoca Es’ad’ın eseri arasında olan büyük benzer-
lik dikkat çekmektedir. Hakan Yekbaş, Es’ad-ı Erbilî’nin eserini oluştururken
Süleymân Memdûh’tan etkilendiğini söylemektedir (2012: 451).
Eğinli Kâtib Mustafâ Fevzî b. Nu’mân Efendi (öl. 1343/1924)’nin 1320/1902
yılında tamamladığı Risâle-i Mir’âtü’ş-şühûd fî-Mes’eleti Vahdeti’l-vücûd (Mustafa
Fevzi 1320, 2003; Özkat 2011: 135)’u, dinî-tasavvufî bir hüviyete sahip olup 1561
beyitten oluşmaktadır. Tevhid, tevhidin mertebeleri ve vahdet-i vücûd konu-
sunda Nakşî-Hâlidî bakış açısını yansıtan bir ana bölümle, aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme alınmış 437 beyitlik mi’râciyye kısmından mey-
dana gelmekte; Hz. Peygamber’in cismânî mi’râcından hareketle rûhânî seyr ü
514 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
sülûkün anlatıldığı bir bölümün ardından hâtime ile sona ermektedir. Eserde
yer yer Arapça ve Farsça beyitlerle de karşılaşılmaktadır.
Nakşibendî-Hâlidî Şeyhi Ömer Ziyâüddîn Dağıstânî (öl. 1340/1921)’nin
Mu’cizât-ı Nebeviye isimli manzum eseri, Hz. Peygamberin mucizeleri yanında,
akaid ve kelâm konularını da ihtiva etmektedir (Özkat 2011: 155-56).
Müritlerin, şeyhleri ile diğer dervişlere karşı sergilemeleri gereken adabı ih-
tiva eden Osmân Şems’in Âdâbu’l-mürîd fî-Sohbeti’l-murâd (Şimşek 2009) isimli
mesnevîsi, aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır. Dinî-tasavvufî
bir hüviyete sahip olan eser, üç varaklık mensûr bir giriş ve 21 başlıktan oluşan
200 beyitlik manzûm kısımdan oluşmaktadır. Osmân Şems’in hayatının sonla-
rına doğru yazdığı tahmin edilen eserde, mürşid, mürşidin gerekliliği ve mürîdin
âdâbı gibi seyr ü sülûkla ilgili üç ana konuya temas edilmiştir.
Aşkî’nin Vahdet-nâme’si (Baş 2007) genel olarak Allah’ın birliğini, gerçek
mürşid ve müridin nasıl olması gerektiğini ve nefsin hâllerini ihtiva etmekte-
dir. Müellif ayrıca Mevlânâ’nın Mesnevî-i Ma’nevî’sinden ilham alınarak Mevlevî
olmanın gerekliliğine de değinmiştir. 1272/1856-57 tarihinde aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılıp Giritli şâir Mehmed Şefîk Efendi’ye ithaf edil-
miştir. Bu eseri diğer “vahdet-nâme” isimli eserlerden ayıran en önemli fark,
Mevlevî olmanın gerekliliği üzerine yazılmış olmasıdır.
Osmân Nevres’in Destâr-ı Hayâl’i (Kaya 2010: 186-207, 597-632) aruzun
“mef’ûlü mefâilün feûlün” kalıbıyla yazılmış olup 551 beyitten oluşmaktadır.
Nevres eserini, Bağdat’ta bulunduğu ve muhtemelen hakkındaki yolsuzluk id-
dialarının çıktığı günlerde (1288/1871 yılı ortalarında), Şumnu’ya gitmeden önce
yazmış, hatta tamamlamıştır. Temelde aynı ana fikir etrafında kurgulanmış ve
Ferruh adlı lala tarafından Emîr-zâde adlı gence anlatılmış altı ayrı hikâyeden
meydana gelmektedir. Dili ve üslûbu sâde ve akıcı olan eserin, bütününe hâkim
olan ana fikir ise, birçok kimsenin aldanmasına yol açan kuru vehimlerin, hoş,
fakat boş hayallerin, asrı astarı olmayan iddia vb. unsurların aslında birer destâr-ı
hayâl olduğu; kişilerin gerçekleri görmelerini, içinde bulundukları durumu sağ-
lıklı bir şekilde değerlendirmelerine mani olan hırs ve şartlanmaları ile etrafla-
rını saran dalkavukların bu tür unsurlara inanmayı kolaylaştırdığı, bununla bir-
likte esasen tüm yaşananların takdir gereği olduğudur.
Necmî Ömer Efendi’nin Tuhfe-i Vahdet’i (Paşazade 2002: 29-34, 193-230) aru-
zun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmış olup 526 beyittir. 12 fasıldan olu-
şan eserde sülûk, halvet, salât, yedi makam, Kur’ân, Nebî-i Emîn, vücûd-ı insân,
rûh-ı küllî ve cüz’î gibi dinî-tasavvufî konular ele alınmıştır. Mehmed İzzet Paşa
(öl. 1330/1911), Bahâeddîn Âmilî’nin irfanî mecazlar ve istiarelerle tezyin edilmiş
Türk Edebiyatında Mesnevî - XIX. Yüzyıl
| 515
Nân u Helvâ ve Nân u Penîr isimli mesnevîlerini Türkçeye nazmen tercüme et-
miştir (Bursalı Mehmed Tâhir 2000: II/343).
Bu asırda, Mevlânâ’nın Mesnevî-i Ma’nevî’sinin tam manzum tercüme-
siyle de karşılaşılmaktadır. Nitekim Mehmed Şâkir, Mevlânâ’nın Mesnevî-i
Ma’nevî’sinin tamamını aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla Tercemânu’l-
ma’nevî fî-Tercemeti’l-mesnevî (Çakıcı 2008) adıyla manzum olarak tercüme et-
miştir. Eser, Nahîfî’nin eserinden sonra, Mesnevî’nin tamamının tercüme edil-
diği ikinci eser olmasıyla dikkat çekmektedir. Yenişehirli Avnî’nin ise, Mesnevî-i
Ma’nevî’nin ilk üç veya dört cildinin manzum olarak tercüme ettiği söylenmek-
tedir. Ancak bu tercümenin mukaddime dışındaki kısımları mensurdur (Özgül
1990: 24). Süleymân Hayrî (öl. 1309/1892) de Mesnevî-i Ma’nevî’nin bir kısmını
aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla tercüme etmiştir (İnal 2000: 914).
Bu dönemde Attâr’ın Pend-nâme’si, Zahrî tarafından genişletilip manzum
olarak tercüme edilmiş ve Nazm-ı Miftâh-ı Pend olarak isimlendirilmiştir. Pend-
nâme’nin her beytinin beşer beyitle açıklanıp şerhedilen eserde, aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbı kullanılmıştır. Eser, 1232/1816-17 tarihinde şâirin rüya-
sında şeyhi Ebû Bekir Ağa’nın ilim öğretip Pend-nâme’yi tercüme etmesini is-
temesi üzerine kaleme alınmıştır. Mehmed b. Seyyid Mehmed el-Muhterem
el-Hüseynî ise Pend-nâme’yi Türkçeye manzum olarak tercüme etmiştir. Tek
nüshası İstanbul Üniversitesi, Nadir Eserler Kütüphanesi (nr. TY 7190)’nde bulu-
nan Tercüme-i Pend-i Attâr, “kasîde” nazım şekliyle yazılan “tevhîd”, “münâcât”
ve “na’t” manzumelerinden sonra gelen mensur bölümde, mütercim eserini
oluşturma sebebini açıklamış, dostları için faydalı olması temennisinde bu-
lunmuş ve kendisi için dua talep etmiştir. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” ka-
lıbının kullanıldığı eser sâde ve basit bir dile sahiptir (Yazar 2011: 395-96). Bu
asırda Attâr’ın Pend-nâme’sini tercüme edenlerden biri de Seyyid Alî Rızâ (öl.
1849’dan sonra)’dır. Bilinen tek nüshası İstanbul Üniversitesi, Nadir Eserler Kü-
tüphanesi (nr. TY 1342)’nde bulunan eser, mensur bir girişle başlamaktadır. Bu
girişten sonra şâir önce kaynak beyti vermiş, akabinde kaynak beytin altına da
kendi tercümesini yapmıştır. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbının kulla-
nıldığı mesnevî, 51 yapraktan oluşmaktadır.
Üsküdarlı Sâfî (öl. 1319/1901)’nin Cidâl-i Sa’dî Bâ-Müddeî (Yıldız 2007) isimli
mesnevîsi, Gülistân’da anlatılan bir hikâyenin tercümesidir. İddiacı bir kişi ile
Sa’dî’nin zenginlik ve fakirlik hususundaki tartışmasının konu edildiği eser, 164
beyit olup aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazılmıştır. Mesnevîde zen-
ginleri cimrilik, kendini beğenmişlik, ilme ve âlimlere dilenci muamelesi yap-
mak ve fakirlere yardım etmemekle suçlayan derviş kılıklı birine karşı, Sa’dî’nin
zenginleri savunması konu edilmektedir. Şâir yer yer asıl anlamı bozmayacak
516 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
şekilde ilâvelerde de bulunmuştur. Eserin başında Nâmık Kemâl’in manzum,
Muallim Nâcî’nin ise, mensur birer takrizi bulunmaktadır. Bu takrizler, şâirin
dönemin önemli edipleri tarafından beğenildiğini göstermektedir. Üsküdarlı
Sâfî’nin Hz. Ömer’in Müslüman oluşunun anlatıldığı İslâm-ı Hazret-i Ömer
Yâhud Bir Hârika isimli bir mesnevîsi daha vardır. Padişaha övgü, eserin yazılış
sebebi ve muhtevası ile Allah’tan yardım talebinin işlendiği “ifade” başlıklı men-
sur bir bölümle başlayan mesnevî, aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla ya-
zılmış olup 353 beyitten oluşmaktadır. Doğrudan konuya girilen eserde, klâsik
mesnevîlerden farklı olarak, konuşmacıların konuşmaları, o kişinin ismi başlık
yapılarak verilmiştir. Eserde çeşitli “gazel”ler ile “murabba”lar da yer almaktadır
(Yıldız 2007: 589). Mehmed İzzet Paşa (öl. 1330/1911) ise Bostân’ı Gonce-i Bostân
adıyla manzum olarak Türkçeye tercüme etmiştir (Çakır 2011: 363; Bursalı Meh-
med Tâhir 2000: II/343). İbnü’l-emîn, Hâfız Ahmed Mâhir (öl. 1344/1925)’in de
Bostân’ı manzum olarak tercüme ettiğini kaydetmektedir (İnal 2000a: 1265).
Giritli Salacıoğlu Mustafâ (öl. 1240/1825’ten sonra), oğlu yerine koyduğu
Nâmî ismindeki dervişi için Nâmiyye (Nâmî-nâme) (Tatcı vd. 2001: 30-47, 55-96)
isminde, aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla 363 beyitlik bir mesnevî ka-
leme almıştır. Eserde yirmi beş başlık altında tasavvufî bazı konular hakkında
bilgi verilmiştir. Salacıoğlu Mustafâ’nın aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalı-
bıyla yazılan ve 157 beyitten oluşan Der-Beyân-ı Şehâdet-i Nakşî Mustafâ (Tatcı
vd. 2001: 47-54, 97-117) isimli mesnevîsi ise, bir “menâkıb-nâme”dir. Baş kısmında
mensur bir bölümün yer aldığı eser, Halvetî azizlerinden Çıkrıkçı Şeyh laka-
bıyla anılan Kandiyeli Mustafâ Efendi’nin kişiliği, ruhî hâli, mistik arayışları ve
Hallâc-ı Mansûr’unkine benzeyen şehadetini konu almaktadır.
Şemseddîn-i Sivasî’nin torunlarından Ahmed Sûzî (öl. 1246/1830-31),
dinî-tasavvufî nasihatları ihtiva eden bir Pend-nâme (Kaplan 1994) kaleme al-
mıştır. Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan eser, 96 beyit olup
sâde ve anlaşılır bir dil ve üslûba sahiptir. Fodlacı-zâde Ahmed Râsim (öl.
1269/1853)’in nasîhat-nâme özelliği taşıyan Nesâyih-i Şer’iyye (Akbaş 2013)’si aru-
zun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla yazılmış olup 167 beyitten oluşmaktadır.
Dinî ve tasavvufî bilgilerin yer aldığı eserde sırasıyla Hz. Âdem ve Havvâ’nın ya-
ratılışı, insanın Allah’a iman etmesi, Hz. Âdem ve Havvâ’nın cennetten çıkarıl-
maları, dünyaya gönderilmeleri, insanların yeryüzünde çoğalması, Hz. Âdem’e
peygamberlik verilmesi, diğer bazı peygamberlerin gönderilişi, dünya üzerin-
deki iman-küfür mücadelesi, Hz. Muhammed’in peygamber olarak gönderil-
mesi, Allah’a iman etmenin önemi, dört halife, kulun günah işlemesi ve tövbe,
ibadete devamın önemi gibi konular yer almaktadır. Mesnevînin son bölümle-
rinde özellikle duaya geniş yer ayrılması dikkat çekmektedir. Eser eski harflerle
Türk Edebiyatında Mesnevî - XIX. Yüzyıl
| 517
1316/1898 yılında basılmıştır. Hâfız Abdülhalîm Efendi (öl. 1236/1820)’nin aru-
zun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme aldığı Ehl-i İrfâna Ba’zı Nesâyihi
Müştemil Vâkı’ât-ı Zamân başlıklı bir nasîhat-nâmesi bulunmaktadır (İnal 2000:
797-99). Hüseyin Hüsnî Paşa (öl. 1294/1877)’nın da çeşitli nasihatları ihtiva eden
aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmış 100 beyitlik bir mesnevîsi var-
dır (İnal 2000: 980-81).
Bu döneme ait dinî-tasavvufî mesnevîlerden bir diğeri ise, gençlere çeşitli
nasihatlerde bulunmak için 1300/1883 tarihinde Hüseyn Kudsî (öl. 1304/1886)
tarafından kaleme alınan Pend-i Mahdûmân Nâm Zuhûrât-ı Kudsiyye (Ergin
2003; Yeniterzi 2007: 464)’dir. Başlangıcı ve büyük bir bölümü mesnevî nazım şek-
liyle yazılan eserde, yer yer mensur parçalar ile “gazel”, “kasîde”, “müstezat” ve
musammatlar da yer almaktadır. İnsanların doğru yolu bulmalarına yardımcı
olmak ve dinî inançlarına uygun bir hayat sürmelerine vesile olmak amacıyla
kaleme alınan eserde, Allah’ın birliği, yüceliği, Allah aşkı, peygamberlerin gön-
derilişindeki hikmet, insân-ı kâmil olmanın yolları, dünyanın faniliği, âhiretin
ebedî oluşu gibi konular işlenmiştir.
Süleymân Celâleddîn (öl. 1308/1890)’in İslâm tasavvufundaki devir an-
layışını işleyen bir Devir-nâme (184-87, 215-25; İnal 1999: 309-10)’si bulunmak-
tadır. Varlıkların Allah’tan gelip yine O’na dönüşünü tasavvufî olarak işleyen
eser, aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmış olup takrizdeki bir
beyitle 150 beyit ve 5 bendlik bir muhammesten oluşmaktadır. Devir-nâme’nin
sonunda, Abdurrahmân Sâmî Paşa’nın eserin özeti mahiyetinde “hutbe” başlıklı
kısa, mensur bir takrizi yer almaktadır.
Eğitimini Anadolu’da tamamladıktan sonra Azerbaycan’a dönüp orada bü-
yük bir şöhret kazanan, dönemin büyük tarikat şeyhi ve mutasavvıf şâirlerinden
olan Mîr Hamza Nigârî’nin Nigâr-nâme (Taşlıova 1998) isimli mesnevîsi, onun
yaşadığı aşk hâllerinin âşıkâne sözlerle terennüm edildiği dinî-tasavvufî mahi-
yette bir eserdir. Kendi gönlünü kişileştirerek rüyada gördüğü manevî âlemdeki
nigara âşık eden şâir, gönlü manevî meclislerde âşık ve âriflerle konuşturmuş-
tur. Çeşitli temsil ve tasavvurlarla İlâhî aşkı tasvir eden bu âlemde, değişik tipler
münakaşa ettirilmiş ve sembolik olarak konuşturulmuştur. Bazen dinî ve tarihî
kişiler de bu konuşmalara katılmışlardır. Yer yer gazellerin serpiştirildiği Nigâr-
nâme, tasavvufî düşüncelerin işlenmesi yönüyle Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn’u,
esrarlı tasvirleri yönüyle de, az da olsa Şeyh Gâlib’in Hüsn ü Aşk’ını çağrıştır-
maktadır (Bilgin 2003: XIV). Nigârî’nin kendi manevî hayatının hikâye edildiği
Menâkıb isimli bir mesnevîsi daha vardır. Eser, şairin vefatından sonra yeğeni
Seyyid Sadeddîn ve Nigârî-zâde Mahmûd Efendi tarafından bulunmuş ve bu
isim verilmiştir (Bilgin 2003: XIV).
518 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Bu dönemde yazılan dinî konulu mesnevîlerden biri de Sivaslı Kazancı-
zâde Hâfız Osmân Efendi tarafından kaleme alınan Nûr-ı Fâ’iz Nazm-ı Ferâ’iz
adlı mesnevîdir. Adından anlaşılacağı gibi “ferâ’iz”e dair bu eser yaklaşık 4 bin
beyit tutarında olması hasebiyle de dönem mesnevîlerinin genel yapısından
farklıdır. Oğlu Edîb de Sivas’ın yetiştirdiği büyük şairlerden olan Hâfız Osmân
bu eserinde ferâ’izle ilgili akla gelebilecek her meseleye örneklerle değinmiştir.
“Sebeb-i te’lîf” kısmında eserini Arapçadan çevirmekle beraber pekçok ilâveler
yaptığını ve kitabının bu yolda yazılmış manzum ilk ve tek eser olduğunu kay-
detmektedir. Sonundaki üç “tarih kıt’ası”ndan anlaşıldığına göre 1280/1863-
64’te yazılan eserin bilinen tek nüshası M. Fatih Köksal Şahsî Kütüphanesi yz.
137 M. 24 numarada kayıtlıdır.
Mehmed Nâzım (öl. 1345/1926)’ın Yek-âvâz ve Şeyh Abdülkâdir-i Belhî’nin
eserinin tercümesi olan Terceme-i Esrâr-ı Tevhîd isimli tasavvufî iki mesnevîsi
bulunmaktadır (İnal 2000a: 1556).

Aşk Mesnevîleri
Bu asırda özellikle aşk konulu mesnevîlerin rağbetten düştüğü, geçmiş asır-
larda olduğu gibi uzun aşk mesnevîleri kaleme alınmadığı dikkat çekmektedir.
Ancak Şeyh Gâlib’in “Hüsn ü Aşk” mesnevîsinin etkisi yoğun olarak hissedil-
mektedir. Nitekim bu dönemde ona bazı nazirelerin yazıldığı görülmektedir.
Bunlardan Keçeci-zâde İzzet Molla’nın zengin hayallerini aksettiren Gülşen-i
Aşk’ı yarım kalmış 310 beyitlik bir naziredir. Hüsn ü Aşk’ta olduğu gibi sem-
bolik isimlerle ilâhî aşkın işlendiği bu zarif eserin kahramanları arasında İzzet
Mollâ da bulunmaktadır. Hem eserdeki ruh hem de şâirdeki deha yönü bakı-
mından Hüsn ü Aşk ile mukayese edilemeyecek hüviyettedir. Aralarındaki ilgi
sadece bir benzeyiş veya mülhem olmaktan ibarettir. Aruzun “feilâtün mefâilün
feilün” kalıbıyla yazılan eserde, Mevlânâ’nın Mesnevî-i Ma’nevî’sinde yer alan
düşüncesinin etkisi de görülmektedir. Ancak kusursuz bütünlüğü, tasannudan
uzak canlı ifadesi ve yeni edalı duyuşlarıyla eser, kendine göre bir orijinalliğe
sahiptir (Kocatürk 1970: 595). Eser basılmıştır (İstanbul 1265). Hüsn ü Aşk’a Ye-
nişehirli Avnî’nin de, Âteş-kede (Turan 2009) isminde bir naziresi vardır. Sadet-
tin Nüzhet Ergun’un beğenip Şeyh Gâlib’in edasını yakaladığını iddia ettiği bu
eser de, tamamlanamayıp yarım kalmıştır. Aruzun “mef’ûlü mefâilün feûlün”
kalıbıyla yazılan ve 249 beyitten oluşan mesnevî, ateş ve ateşle ilgili kavramlar
üzerine kurulmuştur. Avnî Bey, mesnevîde söz ve ateş iliskişi üzerinde durmuş
ve şâire dair özellikleri ateş mecazıyla anlatmaya çalışmıştır. Çeşitli tasavvufî te-
rimlerin de kullanıldığı eserde, Avnî Bey’in özellikle vücut ve varlık problemine
Türk Edebiyatında Mesnevî - XIX. Yüzyıl
| 519
vahdet-i vücûd persperktifinden baktığı dikkat çekmektedir. Dâniş’in Gülşen-i
Dâniş’i de bu tip mesnevîlerdendir.
Yûsuf u Züleyhâ hikâyesinin bu asırda da kaleme alındığı görülmektedir.
Mehmed Gâlib (öl. 1324/1906), Nevrûz b. Îsâ-yı Adanavî (öl. 1230/1815’ten sonra),
Tâ’ib (öl. 1273/1857), Ref’et, Süleymân Tevfîk ve Kayserili Mehmed İzzet Paşa
(ö. 1329/1911) bu dönemde Yûsuf u Züleyhâ kaleme alan şairlerdir (Yazar 2011:
303-304; Türkdoğan 2011: 69). Bunlardan Mehmed İzzet Paşa’nın eseri (bkz. Ça-
kır 2011), birebir Mollâ Câmî’nin mesnevîsinin yaklaşık dörtte birinin Türkçeye
aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yapılan tercümesidir. Eser, Câmî’nin
“kervanın kuyu başına gelip Yûsuf’u kuyudan çıkarması ve âlemi tekrar onun
güzelliğinin güneşi ile aydınlatması” şeklindeki 34. bölüm başlığına kadar olan
kısmın çevirisinden oluşmaktadır. Her sayfanın sağ tarafında orijinal metin, sol
tarafında da Mehmed İzzet Paşa’nın çevirisi yer almaktadır. Tercümenin genel
olarak başarılı bir şekilde yapıldığı müşahede edilmektedir. İbnü’l-emîn, Meh-
med Gâlib (öl. 1324/1906)’in Kayseri’de ikamete memur edilen Baban-zâde Hâlid
Bey’in iltimasiyle Yûsuf u Zelîhâ hikâyesini yazmaya başladığını ve birkaç yüz
beyit kaleme aldığını belirtmektedir (İnal 2000: 700).
Bu asırda dikkati çeken mesnevîlerden birisi, hiç şüphesiz Üsküdarlı
Sâlim’in Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîn’ini esas alarak 1215/1800 yılında aruzun
“mef’ûlü mefâilün feûlün” kalıbıyla kaleme aldığı Hüsrev ü Şîrîn (Sevgi 2007)
mesnevîsidir. Yaklaşık 5000 beyit olan eser, Şeyhî’ninkine nispetle daha derli
toplu ve anlaşılır olması bakımından başarılı görülmektedir. Ayrıca Şeyh Gâlib
ve onun Hüsn ü Aşk’ının da etkisi müşahede edilmektedir.
Bu döneme ait Leylâ vü Mecnûn (Levend 1959: 348-65) mesnevîsi, Kafkas-
yalı olan Nâkâm (öl. 1323/1905)’a aittir. Aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalı-
bıyla 1314/1896 tarihinde kaleme alınan eser, 2903 beyitten oluşmaktadır. Eserde
Nizâmî-i Gencevî’nin Leylâ vü Mecnûn’u esas alınmakla birlikte Emîr Hüsrev-i
Dihlevî ile Hâtifî’nin eserlerinden de istifade edilmiştir. Âzerî Türkçesinin dil hu-
susiyetlerini bünyesinde barındıran eser, Türkçe yazılmış Leylâ vü Mecnûnların
sonuncusudur. Nâkâm’ın, Leylâ vü Mecnûn’un sonunda yer alan;

İdüp Ferhâd ü Mecnûnı bahâne


Ta’aşşuk sırrını çekdim beyâne
Künûn kim hâlimi itdim ifâde
‘Izâr-ı ‘özrümi kıldım küşâde

beyitlerden, Leylâ vü Mecnûn’un dışında, Ferhâd u Şîrîn hikâyesini de kaleme al-


dığı anlaşılmaktadır (Levend 1959: 363-64). Süleymân Tevfîk ise, Fuzûlî’nin Leylâ
vü Mecnûn’una bağlı kalarak onu nesir şeklinde kaleme almıştır (Yavuz 2006).
520 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Eserde konu her ne kadar Fuzûlî’nin olsa da, anlatım orijinal olarak Süleymân
Tevfîk’e aittir. Eserin dili, kısmen Servet-i Fünûn dilini andırmaktadır. Dili ağır
olsa da, hikâyenin konusu bu ağırlığı anlama yönü ile bastırır. Müellif, pek çok
yerde, özellikle şahısların birbirleriyle karşılaştıklarında, sözü Fuzûlî’ye bırak-
mıştır. Yazar, bazen bu şiirleri aynen almış, bazen de kelimelerini değiştirerek
tasarrufta bulunmuştur. Âlî Efendi (öl. 1273/1856-57)’nin ise aruzun “feilâtün
mefâilün feilün” kalıbıyla kaleme aldığı bir Şem’ ü Pervâne’si bulunmaktadır
(İnal 1999: 155-56).
Osmân Nevres’in eksik olan ve okuyucunun edebî zevkine hitap eden Perî
ile Civân (Kaya 2010: 173-86, 563-97) mesnevîsinin ana çizgisini aşk ve macera
oluşturmaktadır. Tamamen mesnevî nazım şeklinin kullanıldığı ve bölüm baş-
lıklarının Türkçe olduğu eser, aruzun “mef’ûlü mefâilün feûlün” kalıbıyla ya-
zılmış olup 532 beyitten oluşmaktadır. Sonunun vuslatla bitmesi bakımından
dikkat çeken eser, her ne kadar isminden dolayı orijinal görünmekle beraber,
gerek konusu gerekse konunun işlenmesi yönünden edebiyatımızdaki başarılı
örneklerin yanında fazla bir kıymeti yoktur. Ancak, özellikle kahramanların
hallerine dair yer yer etkileyici tasvir ve tahlillere yer verildiği görülmektedir.
Sâde ve anlaşılır bir dilin kullanıldığı eser, Perî ile Civân adlı iki gencin arasın-
daki aşkı ihtiva etmektedir.
Mustafâ Aşkî’nin Aşk-nâme’si, bütün eserleri Mehmed Sâlih bin Meh-
med Emîn tarafından Bâgçe-i Letâ’if ve Lehçe-i Ma’ârif adıyla tertip edilen kül-
liyatın içinde olup tek nüshası Yapı Kredi Kütüphanesi, Cavid Baysun Yazma-
ları nr. 15810’da bulunmaktadır. 129 beyitten oluşan mesnevî, aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmıştır. Eserin 7. ve 105. beyitleri arası tamamen
Mevlânâ’ya isnat edilen Aşk-nâme’nin manzum tercümesi şeklindedir. Yazar
Aşk-nâme’den sonra sahte Mevlevî şeyhlerinin halkı Hak yolundan uzaklaştır-
dığı düşüncesiyle “tevhîd”le ilgili Vahdet-nâme’sini kaleme almıştır. 18 “lokma”
olarak planlanan eser, bunda muvaffak olunamadığı için 9 “lokma”da kesilmek
zorunda kalmıştır (Özkat 2010; Baş 2007: 25).

Tarihî Mesnevîler
Bu dönemde tarihî mesnevîler rağbet bulmamıştır. Sadece basit bir iki ör-
nekle karşılaşılmaktadır. Bunlardan Aynî’nin Nusret-nâme (Arslan 1996)’si ye-
niçeriliğin kaldırılmasıyla ilgili olup aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla
yazılmıştır. 431 beyitten oluşan eser, tarih ve edebiyat tarihi açısından dikkat
çekicidir. Ahmed Rızâ Trabzonî’nin Kırım Harbi’ni bütün ayrıntılarıyla an-
lattığı Manzûme-i Sivastopol (Usta 2000)’u 2163 beyitten oluşmaktadır. Aruzun
“mefâîlün mefâîlün feûlün” ve “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıplarının kullanıldığı
Türk Edebiyatında Mesnevî - XIX. Yüzyıl
| 521
eserin büyük bir kısmı şâirin bizzat gözlem ve izlemine, bir kısmı da savaşa ka-
tılanların anlatmalarına dayanmaktadır. Ayrıca şâirin, eserini oluştururken bazı
muharebelerde kimi şahısları ele alıp savaşı bu kişilerin şahsiyetinde anlatması
dikkat çekmektedir. Ahmed Rızâ, savaşın sosyal ve psikolojik boyutunu en ince
ayrıntısına kadar göz önüne sermiştir. Eser, sâde bir dil ve akıcı bir üslûba sa-
hiptir. Ayaşlı Türk Hayrî’nin ise Hayr-âbâd (Birinci 1988) adlı mesnevîsi bulun-
maktadır.
Bu asırda Muhammed Şerîfî (öl. 1260/1844)’nin Dürr-i Manzûm (Kiremitçi
2013) isimli bir menâkıb-nâmesiyle karşılaşmaktayız. 1236/1821 yılında aruzun
“fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme alınan mesnevî, 605 beyitten oluşmak-
tadır. Oğlu Osmân’ın ilme olan hevesini artırmak için geçmişte yaşayan âlimlerin
hem menkıbelerinden hem de nasihatlerinden bahsetmeyi uygun gördüğü için
yazılan eserin dili sâde ve basittir. Eser özellikle İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin
çeşitli menkıbelerinden oluşmaktadır.

Diğer Mesnevîler
Sergüzeşt-nâmeler, Hasb-i hâller ve Arz-ı Hâller
Önceki dönemlerde olduğu gibi bu asırda da “sergüzeşt-nâme”lerin rağ-
bet gördüğü anlaşılmaktadır. Bunlardan Mihnet-keşân (bkz. Ceylan vd. 2007), İz-
zet Mollâ’nın 1239/1823’te Keşan’a sürgün gönderilişi ve çektiği sıkıntıları konu
edinmiştir. 1240/1824 tarihinde aruzun “feûlün feûlün feûlün feûl” kalıbıyla
nazmedilen mesnevî, 4166 beyittir. Mihnet-keşân’ın, benzer mesnevîlerde rast-
lanmayan ölçüde değişik nazım şekilleri ve türleri içermesi dikkat çekmekte-
dir. Hikâyenin akışı sırasında “kasîde”, “kıt’a”, “gazel”, “tahmîs”, “rubâ’î” gibi farklı
nazım şekilleri ve “mersiye”, “şitâ’iyye”, “kudûmiyye” gibi çeşitli nazım türleriyle
oluşturulmuş bölümler, veznin değiştiği ve metnin akıcılık kazandığı kısımlar
olarak tasarlanmıştır. Ayrıca Mihnet-keşân, İstanbul’un hareketli, renkli siyasî
ve edebî ortamından koparılarak uzaklara gönderilen son derece iyi yetişmiş
bir Osmanlı aydınının; ezikliğini, pişmanlığını, özlemini, beklentilerini ve ni-
hayet parçalanmışlığını tüm samimiyetiyle anlattığı manzum bir sürgün yıllı-
ğıdır. Devri şâirleri arasında keskin zekâsı, nüktedanlığı, müthiş bir ayrıntı dik-
kati üzerine bina edilmiş gözlemciliği, sâde dili ve yerli duruşuyla dikkat çeken
İzzet Mollâ, isminden içeriğine kadar Mihnet-keşân’a da bütün bu özellikleriyle
damgasını vurmuştur. Kendi sürgün macerasını trajikomik bir şekilde kaleme
alan şâir, sıla hasreti çektiği Keşan’da dertlerini biraz olsun unutabilmek için, ya-
şadığı olayları ana hatlarıyla şiire dökmüştür. Eser, konu itibarıyla her ne kadar
şâirin bir yıllık sürgün hikâyesi gibi görünse de oldukça zengin bir muhtevi-
yata sahiptir. Mihnet-keşân’ın birbirinden sanatlı beyitleri arasında tarihî olaylar,
522 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
şahsiyetler, İstanbul-Keşan arasında bulunan yerlerin o dönemdeki ahvâli ve
İzzet Mollâ’nın İstanbul’daki çevresi çeşitli vesilelerle dile getirilmiştir. Pek çok
hayalin ve hadisenin şiirleştirildiği Mihnet-keşân’da bütün bu renklilik “gerçek
zaman”la birbirine bağlanmıştır. Netice itibarıyla klâsik mesnevî geleneğinden
farklı bir anlayışla kaleme alınan Mihnet-keşân, bir devrin panoramasını, etkili
üslûbu ve müellifinin engin bilgi birikimiyle birlikte çizer. Sultan II. Mahmûd
döneminin çalkantılı ve karışık dünyasına bir kapı aralaması, ansiklopedi mad-
delerinde saklı kalmış birçok kültürel ayrıntıyı, tarihî şahsiyet ve eseri gün ışı-
ğına çıkarması ve dil, üslûp, edebî sanatlar açısından zenginliğiyle Mihnet-keşân,
Türk mesnevî edebiyatının en özgün örneklerinden biridir.
Mîr Alî Rızâ-yı İstolçevî ise Sergüzeşt-i İstolçevî (Gökalp 2004, 2006a: 493-
516)’sinde duçar olduğu hastalığı ile maddî ve manevî sıkıntılarını dile getirmiş-
tir. Aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan mesnevî, tarih ve takrizlerle
birlikte 202 beyitten oluşmaktadır. Eser, şâirin hayatı hakkında çeşitli bilgiler
veren mensur bir “dîbâce” ile başlamaktadır. Bu asrın önemli saz şâirlerinden
olan Bayburtlu Zihnî’nin 1290/1873-74 tarihinde kaleme aldığı Sergüzeşt-nâme
(Demirayak 1997)’si ayrıca dikkat çekmektedir. Birkaç parçanın dışında tamamen
manzum olan eserde, mesnevî ile birlikte çeşitli nazım şekilleri de kullanılmış-
tır. Zihnî eserinde başından geçen ve şahit olduğu olaylara, gezip gördüğü yer-
lere ve âmirleri için söylediği şiirlere yer vermiştir. Ayrıca bazı hicviyeler, hezller
ile tarih manzumeleri de bulunmaktadır. Mesnevîde yer alan manzumelerin bir
kısmı aruz, bir kısmı da hece vezniyledir. Koniçeli Kâzım Paşa’nın Sernüvişt-
nâme-i Âcizî (Gökalp 2006a: 29, 435-493) adlı mesnevîsi ise, 988 beyit ve 10 bent-
ten oluşmaktadır. Müsvedde şeklinde olan ve tamamlanamayan eser, tahmi-
nen 1837 yılından sonra yazılmıştır. Eserde, Koniçeli Kâzım’ın doğumundan
on altı yaşına kadar yaşadığı olaylar tüm ayrıntılarıyla anlatılmaktadır. Koni-
çeli Kâzım eserinde, doğumu, hastalanması, kız kardeşinin ölümü, aşkları, yol-
culukları gibi hayatına dair önemli gördüğü tüm hâdiselere yer vermiştir. Os-
manlı Devleti’nde paşalık gibi önemli mevkilere gelmiş bir şahsın muhtemelen
gençlik yıllarında yazdığı bu eser, yazarının hayatına dair önemli bir kaynaktır.
Özellikle Koniçeli Kâzım’ın eserinde delikanlılarla yaşadığı duygusal ilişkiler ilgi
çekicidir. Şâir, söz konusu ilişkilerinden bahsederken sık sık mecaza takılıp kal-
maktan yakınmış, ilişkilerinin boyutu hakkında fikir vermiştir. Mehmed Rif’at’ın
1305/1887 yılında yazdığı Efsâne-i İbret (Gökalp 2006a: 31-32) 800 beyitten faz-
ladır. Şair, eserinde doğumundan yani 1260/1844 tarihinden 1305/1887 sene-
sine kadar, kırk beş yıllık süreçte başından geçen önemli hâdiseleri dile getir-
miştir. Mehmed Rif’at kendisi ile ilgili hâdiseleri anlattığı bölümlerin sonunda,
tarih beyitlerine de yer vermiştir. Şâir, anılarını anlatırken, arka planda dönemin
Türk Edebiyatında Mesnevî - XIX. Yüzyıl
| 523
tarihî ve siyasî gelişmeleri hakkında da bilgiler vermiştir. Efsâne-i İbret, bir Os-
manlı nâzırının oğlunun yaşadığı yükseliş ve babasının ölümüyle çektiği sıkın-
tıların trajik hikâyesi mahiyetindedir. Burada Nebîl (öl. 1307/1889)’in 476 beyit-
ten oluşan Hicr ü Visâl isimli âşıkâne sergüzeşt-nâmesini de zikredelim (Bursalı
Mehmed Tâhir 2000: II/469; Erdemir 1999: 330).
Mahmûd Nedîm Paşa (öl. 1300/1883) bu dönemde Hasb-i hâl kaleme alan
şâirlerdendir (İnal 2000a: 1594).

Sâkî-nâmeler
Bu devirdeki “sâkî-nâmeler”, mesnevî nazım şeklinden çok diğer nazım
şekilleriyle yazılmaları bakımından dikkat çekmektedir. Celâl mahlasını kulla-
nan Süleymân Celâleddîn’in 12 beyitlik 12 “bezm”den oluşan ve tasavvufî hü-
viyete sahip olan Sâkî-nâme’si mesnevî formunda yazılmıştır. Aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbının kullanıldığı eser, Osmân Şems’in yazdığı 32 beyitlik
takriz hariç, 190 beyitten oluşmaktadır. Sakiye hitapla başlayan “bezm”lerde, sa-
kiden yardım istenmiş, “mebde ve me’âd”dan, “devir nazariyesi”nden bahsedil-
miş, dünyanın geçiciliği, aldatıcı olması vurgulanmış ve her şeyin sonu olduğu
ifade edilmiştir (Arslan 1997: 176-79, 188-200; Canım 1998: 87). Aynî’nin mesnevî
dışında değişik nazım şekillerini de kullandığı Sâkî-nâme (Arslan 2003, 2012: 69-
147)’si 2008 beyitten oluşmaktadır. Dinî, felsefî ve tamamıyla tasavvufî bir hü-
viyete sahip olan eser, aruzun “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmıştır.
Şekil ve ruh bakımından hemen hemen kusursuz olan eserin, üslûbu esrarlı,
canlı ve kuvvetlidir. Aynî’nin eski sanatçılığı ve şakacılığını terkedip olgun ve
ağır başlı bir eda ile daha önceki asırların dinî, tasavvufî şiirini canlandırdığı
eserde en dikkate değer husus “şâir-nâme” hüviyeti taşıyan bir kısmın varlığı-
dır (Kocatürk 1970: 590). Zîver Paşa, Ziyâ Paşa ve Hanyalı Nûrî’nin “terkib-bend”,
Kâzım Mûsâ Paşa ve Dâniş Mehmed Bey’in “terci-bend”, Nâmık Kemâl, Dilsûz
ve İzzet Mollâ’nın ise “kasîde” nazım şekilleriyle söylenmiş sâkî-nâmeleri bulun-
maktadır (Canım 1998: 81-88). İster tasavvufî bir maksat gözetilerek bazı remiz-
lerle yazılsın, isterse gerçekten içki ve içkiyle ilgili unsurları anlatma gayesiyle
kaleme alınsın, bizim edebiyatımızda yazılan sâkî-nâmelerin ortak vasıflarından
biri de, meyhâne âlemini övüyor olmalarıdır. Bu özelliğe aykırı olarak -görüle-
bilen- tek sâkî-nâme, Kastamonulu Abdülahad Nûrî’nin XX. asrın başlarında
yazmış olduğu Farsça Sâkî-nâme’sidir (Köksal 1998). Toplam 213 beyit olan bu
eserde, bildiğimiz sâkî-nâmelerin aksine içki en büyük belâ, sarhoşlar toplu-
mun asalakları, meyhâne de birçok pisliğin kaynağı olarak anlatılmaktadır. Si-
vaslı meşhur mutasavvıf, âlim ve şâir Abdülahad Nûrî ile isim benzerliğinden
başka ilgisi bulunmayan şâirin, Sâkî-nâme’sine klâsik eserlerimizdeki formu
524 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
bir beyitle de olsa muhafaza ederek Allah’a hamd ile başladığı görülmektedir.
Hemen ikinci beyitte konuya giren şâir içkinin kötülüklerini, insanın aklına,
aile düzenine verdiği zararları, içkiye müptelâ olan kimselerin düştükleri du-
rumları anlatmıştır. Aşkî’nin tasavvufî hüviyete sahip olan Sâkî-nâme’si aruzun
“mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmış olup 71 beyittir. Müellif bu ese-
rinde, sâkîyi Hz. Peygamber’e, meyi ilâhî aşka ve meyhâneyi de Ka’be’ye benze-
terek bir aşk meclisine ait duygu ve düşüncelerini ifade ederek Allah’tan bağış-
lanmayı dilemiştir (Baş 2007: 26).

Sûr-nâmeler
“Sûr-nâmeler” eskiden olduğu gibi bu dönemde de rağbet görmüştür.
Rif’at Sûr-nâmesi olarak da isimlendirilen Gülşen-i Hurremî (Arslan 1999a: 42-43,
685-764)’de Sultan II. Mahmûd’un kızı Sâliha Sultan ile Halîl Rif ’at Paşa’nın
1249/1834 yılında yapılan düğünleri anlatılmaktadır. 818 beyit olan mesnevî,
aruzun “mef’ûlü mefâilün feûlün” kalıbıyla yazılmıştır. Düğünde vuku bulan
olayların 47 başlık altında yer aldığı eserde, iki tane de şarkıya yer verilmiş-
tir. Ayrıca bazı bölümlerde verilen ziyafetlerin hüviyeti belirtilmiştir. Es’ad Sûr-
nâmesi (Arslan 1999a: 43-44, 765-79) de aynı düğünü konu edinen 115 beyitlik
bir mesnevîdir. Aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla yazılan eserde, ziya-
fetler ve davetliler için kurulan çadırlardan, davetlilerden, ışıklandırmalardan,
mahyalardan, fişek gösterilerinden, çengilerin oyunlarından, canbazların göste-
rilerinden bazen geniş tasvirlerle yer verilmiştir. Tahsîn, Sultan Abdülmecîd’in
şehzâdeleri Mehmed, Murâd ve Abdülhamîd için İstanbul’da 1263/1847’de dü-
zenlediği sünnet düğününü bizzat izleyerek bir Sûr-nâme kaleme almıştır (Ars-
lan 1999a: 46-47, 815-37). Aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla yazılan eser,
224 beyittir. Mesnevîde, yer yer eğlenceler ve bazı gösterilere geniş yer verilmiş-
tir. Hızır Efendi ise Sultan II. Mahmûd’un şehzâdeleri Abdülmecîd ve Abdülazîz
için 1252/1836 tarihinde yaptığı sünnet düğününü 320 beyitlik bir kasîdede iş-
lemiştir (Arslan 1999a: 45-46, 781-814).

Bunların Dışındaki Mesnevîler


Yenişehirli Avnî’nin “ta’rîfât” türünde kaleme aldığı Mir’ât-ı Cünûn (Çavu-
şoğlu 1965; Turan 2008) aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılmış olup
665 beyitten oluşmaktadır. XIX. asır Osmanlı toplumu hakkında sosyolojik ten-
kitleri ile toplumdan seçilen 29 tipin psikolojik tahlillerini ihtiva eden Mir’ât-i
Cünûn, tamamlanmamış bir mesnevîdir. Eser, özellikle edebiyat, sosyoloji ve
psikoloji alanlarına ait unsurlar ihtiva etmesi bakımından önemlidir. Avnî Bey,
mesnevîsinin giriş kısmında, hem eserin delilerle söyleşmek suretiyle vücuda
Türk Edebiyatında Mesnevî - XIX. Yüzyıl
| 525
geldiğine hem de eserdeki tiplerin, gözlem ve tecrübeye dayalı olarak ele alındı-
ğına vurgu yapmıştır. Çok renkli ve canlı tasvirlerle ele alınan 29 tipin çeşitli psi-
kolojik tahlillerinin yapıldığı eserde şâir, dış dünyaya ait gözlemlerini şiire farklı
şekillerde yansıtmış; kıvrak zekâsı ve ironi gücü sayesinde de kişileri ve olay-
ları başarılı bir şekilde dramatize etmiştir. Avnî Bey’in Âb-nâme (Tavukçu 2001)
isimli eseri, iki bölümden oluşmaktadır. Mensur olan birinci bölümde, Baha-
riye Mevlevihânesi’ne su getirilmesi için daha önce yapılan girişimler ve bunla-
rın sonuçsuz kalışı, mevlevihanenin çevresindeki hazireler vs.den bahsedilmiştir.
İkinci bölüm mesnevî tarzındadır. 77 beyit olan eser, aruzun “feilâtün mefâilün
feilün” kalıbıyla yazılmıştır. Âb-nâme, suyla ilgili deyim ve özdeyişlerin bir araya
toplandığı manzum ve mensur olarak yazılmış edebî bir dilekçe hüviyetindedir.
Âdile Sultan (öl. 1316/1898)’ın “tahassür-nâme” türünde aruzun “fâilâtün
fâilâtün fâilün” kalıbıyla kaleme aldığı 103 beyitlik bir mesnevîsi bulunmakta-
dır. Âdile Sultan’ın akrabalarının vefatlarına karşı duyduğu teessürü ve üzün-
tüyü dillendiren eser, çeşitli dinî-tasavvufî motiflerle bezenmiştir (Özdemir 1996a:
256-67; Güzel 2006: 749-52).
İlmî’nin, Hayâtî’nin mensur eserinden nazma çektiği Bülbüliyye’si, 1222/1807
tarihinde aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbıyla yazılmış olup 321 beyittir.
Eserde, konunun akışı içerisinde bülbül, gül ve şâirin dilinden bazı gazellere de
yer verildiği görülmektedir (Zavotçu 1997: 82-87).
Sermed’in, Sultan II. Mahmûd için mesnevî tarzında kaleme aldığı uzun
bir Bahâriyye’si bulunmaktadır. Enderunlu Fâzıl’ın Defter-i Aşk’ını andıran ve
hemen hemen sanat değeri taşımayan bir dille gündelik hayatı, gezinti, içki ve
sevgili âlemlerini anlatarak küçük zarafetler göstermiştir (Kocatürk 1970: 599).
Nigârî’nin Çay-nâme isimli bir mesnevîsi bulunmaktadır. Aruzun “mef’ûlü
mefâilün feûlün” kalıbıyla yazılan eser, 18 “bölüm”den oluşmaktadır. Konusu iti-
bariyle orijinal olan mesnevî, tasavvufî bir hüviyete sahiptir. Semavere tasavvufî
bir anlam yüklenmiş ve “ney”le mukayese edilmiştir. Ayrıca “çay”la “şarap” ara-
sında bir ilgi kurularak karşılaştırılmış; Karabağ’da çay içme âdâbından ve sof-
raya getirilme âdetinden de bahsedilmiştir. Aynı zamanda eserde bu dönem örf
ve âdeti, yaşam tarzı, sofra âdâbı gibi konular hakkında geniş bilgi verilmiştir.
Bunun yanında Karabağ’ın doğal güzelliklerinden, burada bulunan güzellerden
ve sanatkârlardan bahseden “şehr-engîz” hüviyetinde bir bölüm de yer almak-
tadır (Bilgin 2003: 303-21; Bayram trhs.).
İbnü’l-emîn, Bahâeddîn Bey (öl. 1334/1916)’in Osmanlı dönemi Türk şi-
irinin hüviyetiyle ilgili Sergüzeşt-i Şi’r-i Osmânî isimli 205 beyitlik bir manzu-
mesi olduğunu belirtmektedir (İnal 1999: 262).
526 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Bu asırda Batılı bazı şâirlerin şiirlerinin mesnevî nazım şekliyle Türkçeye
tercüme edildiği de müşahede edilmektedir (bkz. İnal 1999a: 1770-73, 2015-18).

Manzum Sözlükler
XIX. asırda manzum sözlükler yazılmışsa da, bunlar daha önce bu sahada
şöhret olmuş eserlerin gölgesinde kalmışlardır. Bunlardan Tuhfe-i Zîbâ, Hayret
Mehmed Efendi tarafından Mısır’da 1234/1819’da nazmedilmiş ve Mehmed Alî
Paşa’nın torunu Abbâs Paşa’ya takdim edilmiştir. Mesnevî tarzında yazılmış 35
beyitlik bir “mukaddime”, 74 “kıt’a”ya taksim edilmiş 821 beyitlik sözlük kısmı
ve 13 beyitlik bir “hâtime”den oluşan eser toplam 869 beyittir. Eserde 1450 ci-
varında Arapça, bir o kadar da Farsça kelimeye yer verilmiştir. Eser, Mefâtîhü’d-
dürriyye ile birlikte iki defa basılmıştır (Bulak 1242/1826, 1255/1839). Hasan Aynî
1226/1811 yılında nazmettiği ve Dürrü’n-nizâm adını verdiği eserini, on yıl sonra
gözden geçirerek yeniden kaleme almış ve bu kez ona Nazmü’l-cevâhir ismini
vermiştir. Eser, mesnevî şeklinde yazılmış 117 beyitlik bir önsöz ve her kıt’ası
13 beyit olan 100 kıt’adan oluşan sözlük kısmından meydana gelmektedir. Eser,
“Kılup yüz iltizâmât üzre inşâ / Yigirmisi ider tertîbin îmâ” beytinden anlaşıla-
cağı üzere yüz şey göz önünde tutularak düzenlenmiştir. Bunlardan yirmi tanesi
eserin nasıl tertip edildiğini göstermektedir. Eserde 5.000 Arapça, 5.000 Farsça
kelime Türkçe karşılıklarıyla birlikte nazmedilmiştir. Nazmü’l-cevâhir basılmıştır
(İstanbul 1241/1826, 1250/1834). Ahmed Şâfî, Nazmü’l-cevâhir’i 1258/1842 yılında
İzz u Zafer adıyla şerh etmiştir. Çemişkezekli Nasûh Efendi tarafından yazılan
Tuhfe-i Nushî, manzum Arapça-Farsça-Türkçe sözlüktür. Bir “mukaddime”, 52
“manzume” ve 3 “kıt’a”dan mürekkep olan Tuhfe-i Nushî, toplam 610 beyit olup
basılmıştır (İstanbul 1297/1880). Farsça-Türkçe manzum sözlük olan Güher-rîz,
Süleymân Dürrî tarafından 1263/1847 tarihinde yazılmıştır. Eser kolayca ez-
berlenebilecek bir tarzda hazırlanmış ve bu amaçla her kıt’ası altışar beyit olarak
düzenlenmiştir. Eser bir “mukaddime”, 35 “kıt’a” ve bir “hâtime”den ibaret olup
toplam 141 beyittir. Güher-rîz de basılmıştır (İstanbul 1267/ 1851). Farsça-Türkçe
manzum bir sözlük olan Tuhfetü’l-ma’nâ, 1268/1852’de Macaristan’ın Şıklovis
kasabasından olan Osmân adlı biri tarafından kaleme alınmıştır. 221 beyitlik
eser, 24 beyitlik mesnevî tarzında yazılmış bir “mukaddime” ve beyit sayısı 2
ile 22 arasında değişen 17 “kıt’a”dan meydana gelmektedir. Küçük yaştaki ço-
cuklar için yazılan eserde, yer yer bazı “kıt’a”larda faydalı bilgiler de verilmiştir.
Yazma bir nüshası Milli Kütüphane A. 2267’de kayıtlıdır. Süleymân Hayrî ta-
rafından yazılan Hayrü’l-lügat, üçbin beyitlik Arapça-Farsça-Türkçe bir sözlük-
tür. Farsça-Türkçe manzum sözlük yazma geleneğinin son halkasını 1924 tari-
hinde Ahmed Remzî Dede tarafından kaleme alınan Tuhfe-i Remzî (Kartal 2003)
Türk Edebiyatında Hamse
| 527
oluşturur (geniş bilgi için bkz. Öz 1996; Kartal 2003). Tuhfe-i Âsım (Erdem 2005), Mü-
tercim Âsım tarafından diğer Arapça sözlükler yetersiz görüldüğü için kaleme
alınmıştır. Fevzî Kîsedâr-zâde’nin Tuhfetü’l-uşşâk’ı (Ölker G, 2009) ise, manzum
Rumca-Türkçe bir sözlüktür. Eserin yazılış tarihi iki ayrı yerde 1231/1815-16
ve 1239/1823-24 olarak verilmektedir. Tuhfetü’l-uşşâk, 19 beyitlik bir “giriş”, 13
“kıt’a”, 3 “muhammes” ve bir “tarih beyti”nden oluşmaktadır. Sebeb-i te’lîf hü-
viyeti taşıyan mukaddime kısmı mesnevî nazım şekliyle yazılmıştır. Kelimeler
sözlük içerisinde verilirken bazen Rumcası verilip Türkçesi söylenmiş, bazen de
Türkçesi verilip Rumcası belirtilmiştir. Eser yaklaşık 850 kelimeden oluşmak-
tadır. Rum bir güzele duyulan sevdadan dolayı kaleme alınan eserde, daha zi-
yade gündelik konuşmada kullanılan kelimelere yer verilmiştir. Yûsuf Hâlis’in
1266/1850’de tamamladığı Miftâh-ı Lisân (Çınar 2007), manzum sözlükler zin-
cirinin, Fransızca-Türkçe olarak tespit edebildiğimiz ilk ve tek halkasını teş-
kil etmektedir. Mensur “mukaddime”, manzum “dîbâce”, “sözlük” ve “hâtime”
bölümlerinden teşekkül eden eser, eski harflerle yazılan Fransızca kelimelerin
doğru okunabilmesi için birtakım özel işaretleri taşımaktadır. Tertip itibariyle
diğer manzum sözlüklere benzemekle birlikte, satır altına orijinal şekli ile yazı-
lan Fransızca kelimeleri de ihtiva etmektedir. Yaklaşık olarak 2500 Fransızca ke-
limenin nazmedildiği sözlük, 495 beyittir. 4’ü “mesnevî” 18’i “nazm” olan 2-45
beyitlik 22 manzumeden oluşmaktadır. Elifbâ sırasına göre tertip edilen eserde
Fransızcada bulunmayan 13 harf kâfiye olarak kullanılmamıştır. Aruzun 5 bah-
rinin 7 kalıbıyla yazılan lügatte, Türk şairlerinin sıkça kullandığı kalıplar çoğun-
lukla tercih edilmiştir. Aruzu Fransızca kelimelere uygulamanın zorluğunu dile
getiren müellif, hem Türkçe hem de Fransızca kelimelerde imâle ve med yap-
mış; bazen vezin zaruretinden dolayı Fransızca kelimelerin okunuşunda deği-
şiklikte de bulunmuştur. Eserinin hâtime kısmında Türk edebiyatında daha ön-
ceden bir örneğini tespit edemediğimiz aruz kalıbı kullanmıştır.

Türk Edebiyatında Hamse


Arapça “hams/beş” kelimesinin müennesi olan “hamse”, “beş unsurdan
meydana gelen şey” demektir. Edebiyat terimi olarak ise “Türk ve İran edebi-
yatlarında beş mesnevîden oluşan mecmualar”a verilen isimdir (Arslan 2007:
305). “Hamse” beş mesnevîden oluşan külliyat anlamında ilk defa Nizâmî-i
Gencevî (öl. 608/1211-12 [?])’nin Mahzenü’l-esrâr, Hüsrev ü Şîrîn, Leylâ vü Mec-
nûn, Heft Peyker ve İskender-nâme adlı Farsça eserleri hakkında kullanılmıştır.
“Penc Genc/beş hazine” adıyla da anılan bu mesnevîlerin taklit edilmesiyle sayı-
ları artmaya başlayan bu tür eserlere “hamse” adı verilmiştir (Yazıcı vd 1997: 499).
528 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Ayrıca Nergisî’nin mensur eserlerinden (Nihâlistân, İksîr-i Sa’âdet, Meşâkku’l-
uşşâk, Gazavât-ı Mesleme, Kânûnü’r-reşâd, el-Vasfu’l-kâmil fî ahvâli’l-vezîri’l-
âdil) meydana gelen “hamse”si, Feyzî’nin 4 mesnevîsi (Heft Seyyâre, Mir’ât-ı
Sûret-nümâ, Safâ-nâme, Aşk-nâme) ve bir Dîvân’dan oluşan külliyatı gibi bazı
istisnai örnekler göz önüne alındığında, “hamse” için “bir müellifin beş kitabını
içine alan eserler topluluğudur” denilebilir (Tavukçu 2009: 594).
Nizâmî-i Gencevî’nin oluşturduğu beş mesnevî yazma geleneği, XIV. ve
XV. asırlarda devam etmiş ve büyük “hamse” üstadları olarak nitelendirilen
şâirler bu yüzyıllarda yetişmişlerdir. Emîr Hüsrev-i Dihlevî, Hâcû-yı Kirmânî,
İmâdüddîn-i Fakîh-i Kirmânî, Kâtibî, Abdurrahmân-ı Câmî , Hâtifî ve Çağa-
tay edebiyatının önemli mümessillerinden Alî Şîr Nevâyî bu tip şâirlerden olup
“hamse-nüvîs” ya da “sâhib-i hamse” olarak anılmaktadırlar. Yazdığı mesnevî
sayısı Emîr Hüsrev-i Dihlevî, Hâcû-yı Kirmânî ve Alî Şîr Nevâyî gibi 6 olan
şâirlere “sâhib-i sitte”, Abdurrahmân-ı Câmî ve Lâmi’î Çelebi gibi 7 olanlara
ise “sâhib-i seb’a” adları verilmiştir.
“Hamse” meydana getirme sanatı Sultan I. Bâyezîd döneminden yani XIV.
asırdan itibaren İran edebiyatından Türk edebiyatına intikal etmiştir. Türk asıllı
Nizâmî’nin oluşturduğu “hamsecilik” geleneği, edebiyatımızda ilk önce tercüme
ve cevap verme şeklinde başlamış, ancak zamanla Türk hamseciliği kendi ben-
liğini bulmuş, İran tarzından çok uzaklaşarak bambaşka bir şekilde gelişmiş-
tir. Türk hamseciliğinin özelliği, küçük hikâyecilik ve nesir unsurlarını bu edebî
sanatta kullanması şeklinde kendini göstermektedir. Bu şekilde Türk hamseci-
liği İran etkisinden tamamen kurtulmuş ve mevcut geleneği kendinin kılmıştır.
Özellikle Nergisî’nin mensur tarzıyla, Nev’î-zâde Atâyî’nin ise küçük hikâyeleri
“hamse” çerçevesi içinde işlemesiyle bunun en güzel örnekleri verilmiştir (Tu-
man 1961: III).
Klâsik edebiyatımızdaki ilk “hamse”lere bakıldığında, bu kavramın daha
çok Nizâmî’nin yukarıda zikredilen eserlerine nazire söylemek veya cevap ver-
mek üzere ortaya konan mesnevî külliyatı şeklinde algılandığı anlaşılmaktadır.
Bu durum, şâirlerin selefleriyle aynı veya –çağrışım yapacak şekilde- benzer isim-
ler vererek mesnevîler yazmasına sebep olmuştur. İran edebiyatında kendisini
“Türkî-i Hindistânî/Hindistanlı Türk” diye nitelendiren Emîr Hüsrev-i Dihlevî (öl.
725/1325), Dervîş Eşref-i Merâgî (öl. 854/1450), Râ’î Hidâyetullâh (XVI. asır); Türk
edebiyatında ise Alî Şîr Nevâyî ve Ahmed-i Rıdvân gibi şâirlerin “hamse”lerinde
söz konusu etki açıkça görülmektedir (Tavukçu 2009: 594).
“Hamse” geleneğinin önemli ikinci halkası olan Abdurrahmân-ı Câmî (öl.
897/1492), Heft Efreng adını verdiği yedi mesnevîden oluşan külliyâtıyla (Silsiletü’z-
zeheb, Salâmân u Absâl, Tuhfetü’l-ahrâr, Sübhatü’l-ebrâr, Yûsuf u Züleyhâ, Leylî
Türk Edebiyatında Hamse
| 529
vü Mecnûn, Hıred-nâme-i İskenderî) kendinden sonra gelen mesnevî şâirleri
için nisbeten farklı bir güzergâh belirlemiştir. Bu hâliyle Heft Evreng, Genceli
Nizâmî’nin derin tesirini bir ölçüde kırabilmiştir. Ancak Nizâmî’nin eserlerin-
den alınan ilhamla yazıldığı anlaşılan Tuhfetü’l-ahrâr, Leylâ vü Mecnûn ve Hıred-
nâme-i İskenderî mesnevîleri bu etkinin tamamen kaybolmadığını göstermek-
tedir (Tavukçu 2009: 594-95).
İlk “hamse” üstadı olarak kabul edilen Genceli Nizâmî’ye ve diğer Farsça
hamse oluşturan şâirlerin mesnevîlerine Türk şâirleri tarafından geleneğe uyu-
larak cevap verilmiş, nazire yazılmış ya da bu eserler tercüme edilmiştir. Fars
ve Türk edebiyatlarında “hamse” sahibi olan şâirler ile mesnevîleri şunlardır
(bkz. Arslan 2007: 309-15):

FARS EDEBİYATI TÜRK EDEBİYATI


1. Mahzenü’l-esrâr 1. İskender-nâme
2. Hüsrev ü Şîrîn 2. Cemşîd ü Hurşîd
3. Leylî vü Mecnûn 3. Tervîhu’l-ervâh
Genceli Nizâmî
(1140-1203)

(öl. 1413)
Ahmedî

4. Heft Peyker 4. Yûsuf u Züleyhâ (kesin değil)


5. İskender-nâme (İlkbâl-nâme ve Şeref-nâme) 5. Vîs ü Râmîn (yarım kalmış)

1. Matla’u’l-envâr 1. Mürşidü’l-ubbâd
2. Şîrîn ü Hüsrev 2. Nüsha-i Âlem ve Şerhu’l-Âdem
Emîr Hüsrev-i Dihlevî

3. Mecnûn u Leylî 3. Mevlid


(öl. 1325)

(15.yy)
Ârif

4. Heşt Bihişt 4. Mi’râc-ı Nebî


5. Âyîne-i İskenderî 5. Vefâtü’n-Nebî
6. Subhatü’l-ebrâr

1. Ravzatü’l-envâr 1. Hayretü’l-ebrâr
Kemâlüddîn Hâcû-yı Kirmânî

2. Hümây u Hümâyûn 2. Ferhâd u Şîrîn


3. Kemâl-nâme 3.Leylî vü Mecnûn
(1441-1501)
Alî Şîr Nevâî
(öl.1327 ?)

4. Gül ü Nev-rûz 4. Seb’a-i Seyyâre


5. Cevher-nâme 5. Sedd-i İskenderî
6. Sâm-nâme
530 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Nizâmüddîn Mahmûd Dâ’î-i Şîrâzî
1. Kitâbü’l-müşâhid 1. Yûsuf u Züleyhâ
2. Kitâb-ı Genc-i Revân 2. Leylâ vü Mecnûn

Hamdullâh Hamdî
3. Kitâb-ı Çihil Sabâh 3. Mevlid

(1449-1503)
(öl. 1460)

4. Kitâb-ı Çâr Çemen 4. Tuhfetü’l-‘uşşâk


5. Kitâb-ı Çeşme-i Zindegânî 5. Kıyâfet-nâme
6. Kitâb-ı Işk-nâme

1. Tuhfetü’l-ebrâr 1. Vâmık u Azrâ


2. Mihr ü Nigâr 2. Yûsuf u Züleyhâ

(öl. 1495’ten sonra)


Çâkerî Sinân Çelebi
3. Mahzûn u Mahbûb 3. Hüsn ü Nigâr
Cemâlî

4. Heft Evreng 4. Süheyl ü Nevbahâr


5. İskender-nâme 5. Leylâ vü Mecnûn
6. Şâh-nâme

1.Gülşen-i Ebrâr 1. İskender-nâme


Kâtibî Şemsüddîn Muhammed

2. Mecma’u’l-bahreyn (Nâzır u Manzûr) [eksik]


Karamanlı Figânî

3. Deh-bâb
(öl. 1436)

(öl. 1506)

4. Sî-nâme (Muhibb u Mahbûb)


5. Leylî vü Mecnûn

1. Menhecü’l-ebrâr 1. Vâmık u Azrâ


2. Şîrîn ü Hüsrev 2. Yûsuf u Zelîhâ
Dervîş Eşref-i Merâgî

Bihiştî Ahmed Sinân

3. Leylî vü Mecnûn 3. Hüsn ü Nigâr


(öl. 1512? )
(öl. 1450)

4. Heft Evreng (Işk-nâme) 4. Süheyl ü Nevbahâr


5. Zafer-nâme 5. Leylâ vü Mecnûn

1. Silsiletü’z-zeheb 1.İşret-nâme
Nûrüddîn Abdurrahmân-ı Câmî

2. Salâmân u Absâl 2. Câmi’u’n-nesâyih


3. Tuhfetü’l-ahrâr [eksik]
(öl. 1492)

(öl. 1524)
Revânî

4. Sübhatü’l-ebrâr
5. Yûsuf u Züleyhâ
6. Leylî vü Mecnûn
7. Hıred-nâme-i İskenderî
Türk Edebiyatında Hamse
| 531

1. Leylî vü Mecnûn 1. Vâmık u Azrâ


2. Heft Manzar 2. Vîs ü Râmîn
3. Şîrîn ü Hüsrev 3. Ferhâd-nâme (Ferhâd u Şîrîn, Hüsrev

Lâmi’î Çelebi
(öl. 1512)

(öl. 1532)
ü Şîrîn)
Hâtifî

4. Tîmûr-nâme 4. Şem’ ü Pervâne


5. Şehinşâh-nâme 5. Gûy u Çevgân
6. İsmâ’îl-nâme 6. Heft Peyker
7. Absâl u Salâmân
[Kaynaklarda hamse sahibi olduğu bildiri- 1. Leylâ vü Mecnûn
liyor.]

(öl. 1528-1538 arası)


Ahmed-i Rıdvân 2. Hüsrev ü Şîrîn
Âhî-i Meşhedî
(öl. 1521?)

3. İskender-nâme
4. Heft Peyker
5. Mahzenü’l-esrâr
6. Rıdvâniyye

1. Leylâ vü Mecnûn 1. Leylâ vü Mecnûn


2. Sıfâtü’l-âşıkîn 2 . Beng ü Bâde
Hilâlî-i Esterebâdî

3. Şâh u Gedâ (Şâh u Dervîş) 3. Sohbetü’l-esmâr


(öl. 1529)

(öl. 1556)

[eksik] 4. Sâkî-nâme (Heft Câm)


Fuzûlî

5. Hüsn ü Aşk (Sıhhat ü Maraz, Rûh-nâme)

6. Şâh u Gedâ

1. Şâh-nâme (İsmâ’îl-nâme) [Kaynaklarda hamse sahibi olduğu bil-


diriliyor.]
2. Leylî vü Mecnûn
Ârifî Fethullâh Çelebi
(öl. 1571’den sonra)
Kâsımî-i Günâbâdî

3. Gûy u Çevgân
(öl. 1562)

4. Hüsrev ü Şîrîn
5. Şâhruh-nâme
532 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi

[Kaynaklarda hamse sahibi olduğu bildiriliyor.] 1. Gül ü Bülbül


2. Hümâ vü Hümâyûn-nâme
Rehâ’î Şeyh Sa’düddîn
(öl. 1574’ten sonra)

3. Leylâ vü Mecnûn

Kara Fazlî
(öl. 1563)
4. Nihâlistân
5. Lüccetü’l-esrâr

[Kaynaklarda hamse sahibi olduğu bildiriliyor.] 1. Hüsrev ü Şîrîn


2. Leylâ vü Mecnûn
Nüvîdî Abdî Big Şîrâzî

Hamîdî-zâde Celîlî
3. Gül-i Sad-berg-i Bî-Hâr

(1487-1569)
(öl. 1590)

4. Hecr-nâme
5. Mehek-nâme

1. İskender-nâme 1. Leylâ vü Mecnûn


2. Şîrîn ü Hüsrev [Kaynaklarda hamse sahibi olduğu bil-
Halîfe, Diyarbakırlı

diriliyor.]
Râ’î Hidâyetullâh

3. Leylî vü Mecnûn
(XVI. asır)

(öl. 1572)

4. Heft Peyker
[Beşinci mesnevî kaydedilmiyor.]

1. Merkez-i Edvâr 1. Hurşîd ü Mâh


2. Süleymân u Belkîs 2. Mihr ü Müşterî
Fikrî Dervîş Çelebi

3. Nâl u Dâmân 3. Ebkâr-ı Efkâr


Feyzî-i Hindî
(öl. 1595)

(öl. 1574)

4. Heft Kişver 4. Behrâm u Zühre


5. Ekber-nâme 5. Hurşîd ü Nâhid
6. Şükûfe-zâr

1. Meslekü’l-ahyâr 1. Gencîne-i Râz


Sarfî-i Kişmîrî Şeyh Ya’kûb

2. Vâmık u Azrâ 2. Usûl-nâme


Taşlıcalı Yahyâ

3. Leylî vü Mecnûn 3. Şâh u Gedâ


(öl. 1594)

(öl. 1582)

4. Şerh-i Işk-bâzî 4. Yûsuf u Züleyhâ


5. Makâmât-ı Pîr 5. Gülşen-i Envâr
Türk Edebiyatında Hamse
| 533
1. Hüsn-i Gülû-sûz 1. Gül ü Nev-rûz

Kalkandelenli Mu’îdî
2. Şu’le-i Dîdâr 2. Şem’ ü Pervâne
3. Mey-hâne 3. Vâmık u Azrâ

(XVI. asır)
(öl. 1616)
Zülâlî

4. Zerre vü Hurşîd 4. Hüsrev ü Şîrîn


5. Âzer ü Semender [eksik]
6. Süleymân-nâme (Süleymân u Belkîs)
7. Mahmûd u Ayâz
1. Hüsrev ü Şîrîn 1. Mahzenü’l-esrâr
2. Matmah 2. Heft Peyker
Rûhu’l-Emîn-i Isfahânî

3. Leylî vü Mecnûn 3. Behrâm-ı Gûr

(XVI. asır)
(öl. 1637)

Hayâtî
4. Âsumân-ı Heştüm (Felekü’l-burûc) 4. İskender-nâme
5. Gülistân-ı Nâz 5. Leylâ vü Mecnûn

[Kaynaklarda hamse sahibi olduğu bildiriliyor.] [Mensur]


1. Nihâlistân
Hasan b. Seyyid Fethullâh

2. İksîr-i Sa’âdet
(1591-1634)
(XVII. asır)

3. Meşâkku’l-uşşâk
Nergisî

4. Kânûnü’r-reşâd
5. Gazavât-ı Mesleme

6. el-Vasfu’l-kâmil fî ahvâli’l-vezîri’l-âdil
[Kaynaklarda hamse sahibi olduğu bildiriliyor.] 1. Sâkî-nâme (Âlem-nümâ)
2. Nefhatü’l-ezhâr
Molla Tugrâ-i Meşhedî

Nev’î-zâde Atâyî

3. Sohbetü’l-ebkâr
(1538-1636)
(öl. 1659)

4. Heft Hân
5. Hilyetü’l-efkâr

[Kaynaklarda hamse sahibi olduğu bildiriliyor.] [Kaynaklarda hamse sahibi olduğu bil-
diriliyor.]
Muhammed Hâşim Sencer

Hulvî Mahmûd Celâleddîn


(XVII. asır)

(öl. 1654)
534 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi

[Kaynaklarda hamse sahibi olduğu bildiriliyor.] [Kaynaklarda hamse sahibi olduğu bil-
diriliyor.]
Rebî’-i Enceb Hâcî Magribî

(XVII. asır)
Müftî Azîz
(öl. 1780)

[Kaynaklarda hamse sahibi olduğu bildiriliyor.] 1. Zafer-nâme


2. Edhem ü Hümâ
3. Dere-nâme
İtâbî Hasan Big

(öl. 1712) 4. Berber-nâme


Sâbit

5. Amrü’l-leys

[Kaynaklarda hamse sahibi olduğu bildiriliyor.] 1. Dîvân


2. Heft Seyyâre
(Bağdat Valisi Dâvûd Paşa)

3. Mir’ât-ı Sûret-nümâ (Mir’ât-ı Âlem-


Subhî-zâde Feyzî
Dâvûd Şâhî

(öl. 1739)

nümâ)

4. Safâ-nâme
5. Aşk-nâme
III. Bölüm
Mesnevî Özetleri

Cemşâh ve Alemşâh (Vizeli Bihiştî)


Uzun bir süre Hemedan padişahı Nezîr ile veziri Beşîr’in çocukları olmaz.
Ancak bir zaman sonra, padişahın ve vezirin aynı anda birer oğulları dünyaya
gelir. Adlarını Cemşâh ve Alemşâh koyarlar. Aradan yedi sekiz yıl geçtikten
sonra Cemşâh’ın annesi hastalanır ve ölür. Seneler geçer ve Padişah Nezîr, Şir-
vanlı bir kızla evlenir. Tertiplenen avda Cemşâh ve Alemşâh büyük maharet-
ler gösterirler. Pâdişâh, hanımına avda Cemşâh’ın gösterdiği maharetleri anla-
tır. Ancak padişahın hanımı Cemşâh’a âşık olur.
Padişahın hanımının durumunu nedîme Mahan anlar. Hanım, nedîmesinden,
kendisini Cemşâh ile buluşturmasını ister. Mahan da bir gün Cemşâh’ın yanına
gider ve babasının kendisini huzura çağırdığını bildirir. Cemşâh, hanım sultanla
karşılaşır. Hanım sultan Cemşâh’a derdini anlatır. Cemşâh reddeder ve annesi
yerinde olduğunu söyleyerek oradan ayrılır. Sultan ağlamaya başlar. Tam o sı-
rada pâdişâh içeri girer ve niçin ağladığını sorar. O da oğlunun üzerine atıldığını
söyler. Öfkelenen pâdişâh vezirini çağırarak Cemşâh’ın bulunup derhâl öldürül-
mesini emreder. Bu duruma çok üzülen Beşîr evine döner. Cemşâh da vezirin
evine gelmiştir. Durumu vezire anlatır. Beşîr, Cemşâh’ın suçsuzluğuna inanır.
Cemşâh ile Alemşâh tavladan aldıkları atlarla kaçarlar. Vezir Beşîr, Cemşâh’ın
suçsuzluğunu ve Alemşâh’la birlikte kaçışlarını olduğu gibi pâdişâha anlatır.
Pâdişâh yaptığı haksızlığa çok üzülür.
Cemşâh ve Alemşâh önce Şam’a, Ka’be’ye oradan da Hint tarafına yöne-
lirler. Nu’mân Şâh adlı bir hükümdarın Mâh şehrine gelirler. Burada bir ahiret
anası edinirler. Ellerindeki bütün altını ve gümüşü harcarlar. Sonunda paraları
kalmaz. Büyük bir mücevher çıkarıp ahiret analarına verirler. Bunu alan kadın
mücevheri kime gösterirse paha biçemez. Nihayet Nu’mân Şâh’ın güzelliği dillere
destan kızına göstermeğe gider. Şâhın kızı mücevheri görünce hayran kalır ve
536 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
nereden aldığını sorar. O da Cemşâh ve Alemşâh’ı anlatır. Şâhın kızı Cemşâh’a
âşık olur. Ahiret anasından kendisini Cemşâh ile buluşturmasını ister. Sarayı-
nın anahtarlarını verir. Evine dönen kadın olanları Cemşâh’a anlatır. Cemşâh
da padişahın kızına âşık olur. Anahtarları alarak gece saraya gider. Türbenin ya-
nına varır; ancak uyuya kalır. Şâhın kızı gelip onu görürse de uyandırmağa kı-
yamaz. Bir mektup bırakarak ertesi gece yine gelmesini ister. Cemşâh uyanınca
mektubu görür ve ertesi gece buluşurlar. Kız, Çin hükümdarının kendisini oğlu
Berzec’e istediğini anlatarak kendisini kaçırmasını söyler. Cemşâh eve dönüp
durumu Alemşâh’a anlatır. Alemşâh ona bu sevdadan vazgeçmesini söylese de
başaramaz. Cemşâh’ın günden güne eridiğini gören Alemşâh bu derde bir çare
arar ve bulur. Bir gün Cemşâh’ın yerine kızla buluşmağa Alemşâh gider. Kız, ba-
basının kendisini bu gece Çin hükümdarının oğluna verdiğini söyleyerek buna
engel olmalarını söyler. Alemşâh kız ile elbiselerini değiştirip onun yerine ge-
çer. Sarayda nasıl davranması gerektiğini de iyice öğrenir. Kıza Cemşâh’ın ya-
nına gitmesini söyleyerek kendisi de sarayın yolunu tutar.
Nu’mân Şâh’ın sarayında düğün hazırlıkları bitmiş, kızı götürme günü ge-
lip çatmıştır. Alemşâh ise kimseyle konuşmamış gelinlik süslemelerini de ken-
disi yapmıştır. Nihayet gelin olarak Çin’e gider. Çin hükümdarının oğlu gelini
görmek için haber gönderir. Ancak o, rahatsız olduğunu üç gün yalnız kalmak
istediğini bu süre zarfında da kendi istediği bir kızdan başka kimsenin sarayda
kalmamasını dilediğini söyler. İsteği kabul edilir. Yanında kalmasını istediği kız
da daha önce görüp âşık olduğu hükümdarın kızıdır. Çin hükümdarının kızı
yanına gelir. Gece olunca iki kız oynaşmağa başlarlar. Çin hükümdarının kızı,
Alemşâh’a eğer erkek olsaydın beni alır mıydın diye sorar. Çin hükümdarının
kızı bu sefer “eğer sen erkek olsaydın hemen senin dinine girer ve seni alır ka-
çardım” der. Alemşâh kıza inanır ve İslam dinine sokarak sırrını açıklar. Bu sı-
rada Çin sarayında işret başlamıştır. Herkes mest ü harap bir vaziyettedir. Kız
gidip iki atla silah getirir. İşret meclisine girip oradakileri kılıçtan geçirdikten
sonra kaçıp Cemşâh’ın yanına varırlar.
Alemşâh gidip durumu Nu’mân Şâh’a bildirir. Şâh tahtını Cemşâh’a bıra-
kıp hemen düğünlerini yapmak ister. Ancak Cemşâh düğünden önce Çin’i zabt
etmemiz lazım der. Çin’e sefer yapılarak alınır. Seferden sonra da Cemşâh ve
Alemşâh’ın düğünleri yapılır, muratlarına ererler.
Cemşâh ve Alemşâh’ın adaletli saltanatları her tarafta duyulur. Onlar da
saltanatlarını oğullarına terk ederler. Cemşâh’ın üvey anası da gelir özür diler ve
barışırlar. Cemşâh ile Alemşâh kırk yıl bazen Hemedan, bazen Mâh ve bazen
de Çin’de oturarak hükümdarlık yaparlar (Külekçi 1999: II/304-305).
Mesnevî Özetleri
| 537

Cemşîd ü Hurşîd (Ahmedî)


Çin ülkesinde kudretli ve adaletli bir sultanın Cemşîd adında bir oğlu olur.
İşrete düşkün olan bu delikanlı bir gün yeşillikler arasında bir işret meclisi tertip
eder, sabaha kadar eğlenir. Cemşîd içtiği şarabın tesiriyle uyuyakalır. Rüyâsında
bir gül bahçesi, bahçedeki bir kasrın içinde de çok güzel bir kız görür. Uyanınca
kızı göremeyen şehzâde gözyaşları içerisinde ağlamaya başlar. Çevresindekiler
onu tesellî ve teskin etmeğe çalışırlarsa da fayda etmez. Şehzâde lâle ve nergis
gibi çiçeklerle ve servi ağacıyla dertleşir. Ertesi sabah tac ve tahtını terk eder.
Onun bu hâlini görenler koşup, fağfura haber verirler. Fağfur oğlunun derdini
anlar. Ülkesinin bütün güzellerini çağırıp Cemşîd’e gösterir. Cemşîd bunların
hiçbirine bakmaz. Şehzâdenin Mihrâb adlı bir bezirgânı vardır. Dünyanın her
yerini gezen bu zat aynı zamanda da usta bir ressamdır. Cemşîd Mihrâb’ı ça-
ğırtıp, derdini açınca Mihrâb “Cemşîd’in rüyâsındaki kızın Rûm ülkesinde gör-
düğü kız olabileceğini” söyler. Resmini de çizerek şehzâdeye gösterir. Şehzâde
bunu öğrenir ve hemen yola koyulmak ister.
Cemşîd, bir sabah sırrını babasına açarak yol hazırlığı için babasından izin
ister. Babası buna râzı olmaz ise de ısrar karşısında müsaade etmek zorunda ka-
lır, yol hazırlığı yapılır. Şehzâde aşk ıztırâbıyla yola koyulur. Mihrâb, şehzâdeye
iki yol tarif eder. Bunlardan biri bir yıl süren, ancak rahat ve güzel diğeri ise üç
ayda katedilen, fakat her türlü tehlike ve zorluklarla dolu bir yoldur. Şehzâde hiç
tereddüt etmeden kendisini sevgilisine bir an önce götürecek tehlikeli yolu ter-
cih eder. Yedi gün gidip sekizinci gün bir yerde konaklarlar. Şehzâde etrafı do-
laşırken bir bahçe görür. Duvarına yaklaşıp bakınca içinde nurdan bir çeşme,
çeşmenin içinde de gül gibi bir kızın yıkanmakta olduğunu görür, kıza hayran
kalır. Mihrâb şehzâdeye burasının periler diyârı olduğunu, buranın şehriyârının
da Hûrîzâd adında çok güzel bir peri kızı olduğunu söyler. Çemende oturup iş-
ret ederler. Onları uzaktan gören Hûrîzâd hemen Nâzpervend adlı vezirini gön-
dererek onların kim olduklarını öğrenmesini tenbih eder. Cemşîd, gelen veziri
çok iyi karşılar. Mihrâb’la birlikte Hûrîzâd’ın sarayına giderler. Cemşîd bütün
güzelliği ile Hûrîzâd’ı görünce hayran kalır. Ona sırrını açar. Hûrîzâd şehzâdeye
yolun tehlikelerini anlatır, fakat Cemşîd kararlı olduğunu ifâde ederek yoldan
korkmadığını, sevgilisi için her güçlüğe katlanmaya hazır olduğunu anlatır. Yola
çıkılacağı sırada Hûrîzâd ona saçından üç tel vererek ne zaman müşkili olursa
birini yakmasını, böylece kendisine yardım edebileceğini söyler.
Sabahleyin ordusuyla birlikte yola çıkan Cemşîd yolda ejderha, yılan
ve kaplanlarla karşılaşır. Bir cadı ile karşılaşınca kıllardan birini yakarak yar-
dım ister. Daha sonra yolları bir dağa uğrar. Orada mağara içinde de bir ej-
derha ile karşılaşırlar. Cemşîd ejderha ile dövüşerek onu yener. Bahar mevsimi
538 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
gelir. Ordu, duvarları çelikten ve hükümdarının da ifritler şâhı olan bir şehre
varır. Cemşîd onunla da mücadele eder. Devler ordusu ile Cemşîd’in asker-
leri arasında büyük bir savaş olur. Sonunda Cemşîd kazanır, yola devam eder-
ler. Yolda bir dağ kenarında dinlenirler. Cemşîd oradaki bir deyrde pîr ile soh-
bet eder. Sonra yedi gün daha gidip Rûm denizine varırlar. Gemilere binip yola
koyulurlar. Ordu yolda fırtınaya tutulur; ancak sadece şehzâdenin gemisi batar.
Cemşîd bir tahtaya tutunarak tellerden birini daha yakar ve vezir Nâzperverd’in
yardıma koşmasıyla kurtulur. Karaya çıkan Cemşîd gece gündüz yayan yürür,
ormandan geçer. Cemşîd bütün tehlikeleri atlatarak kayserin kasrına erişir. O
sırada Hümâyûn’un gönderdiği zengin bir Çin kervanı oraya yetişir. Şehzâde,
bezirgân kılığına girerek saraya kıymetli hediyeler götürür. Kayser kendisinden
Çin hakkında bilgi ister. Cemşîd de memleketi hakkında bilgi verir. Kayser bu
delikanlıyı çok sever, sarayında ağırlar.
Cemşîd bir gün kayserin sarayını gezerken sarayın bahçesinde saz ve şarap
meclisi kurmuş eğlenen Hurşîd’i görür. Mihrâb her zaman olduğu gibi yeni he-
diyelerle Hurşîd’in huzûruna çıkar. Cemşîd de onu adım adım takip etmektedir.
Hurşîd’in karşısına çıktıklarında Cemşîd aşkının ıztırâbını gizleyemeyerek düşer
bayılır. Hurşîd kendini tutamayarak ağlamaya başlar ve hemen bu delikanlıya
âşık olur. Daha sonra bir gün Cemşîd’i saraya davet ederek iki âşık birlikte iş-
ret ederler. Kayser, kızının Cemşîd’le olan münâsebetini bir vesîle ile öğrenir ve
Hurşîd’i bir hisara hapseder. Sevgilisini göremeyen Cemşîd deli divâne sahra-
larda dolaşmağa başlar. Bir fırsatını bulup Hurşîd’le mektuplaşır. O sırada fağ-
furdan Kayser’e bir mektup gelir. Mektupta oğlunun Rûm diyârına geldiği yazılı-
dır. Kayser, Cemşîd’in kim olduğunu anlar ve onu kendisine vezir eder. Kayserin
hanımı Efser de Cemşîd’e annesi gibi yakınlık gösterir. Mihrâb bir gün fırsa-
tını bulup Cemşîd’in hikâyesini Efser’e anlatır. Bunun üzerine Efser hemen kı-
zını hisardan çıkartıp serbest bırakır. İki âşık birbirlerine kavuşurlar. Fakat tam
o sırada Şam ülkesi hükümdarının oğlu Şâdî’nin, ordusuyla birlikte kayserin kı-
zını istemeğe geldiği haberi duyulur. Kayser gelenleri karşılamak için ordusunu
toplayıp bir merâsim tertip eder. Derhâl bir işret meclisi kurularak sabaha ka-
dar eğlenilir. Şâdî, içki içme husûsunda başarı gösteremeyip mahcup olur. Er-
tesi gün tertiplenen çevgân oyununda da Cemşîd’e yenilir. Günlerden bir gün
kayser bir av tertip eder. Av sırasında nasıl olduysa bir arslanın pençesine dü-
şer. Tam o sırada Cemşîd yetişerek onu kurtarır. Daha sonra Şâdî yeri geldiği
bir sırada kayserden kızını ister. Kayser de Şam ülkesine götürmemek kaydıyla
bunu kabul edebileceğini söyler. Şâdî babasının fikrini almak üzere Şam’a döner.
Muhtemelen ordu toplayarak kayserin ülkesine geri dönecektir. Cemşîd çıkabile-
cek bir savaşta bütün ordusuyla kayserin yanında olacağını bildirir ve ordusunu
Mesnevî Özetleri
| 539
toplayarak bir yeşillikte eğlenir. Bir müddet sonra Şâdî’nin babası Mihraç on se-
kiz oğlunu da toplayarak kaysere savaş ilân eder. Halep sahrasında büyük bir
savaş olur. Cemşîd gâlip gelerek Mısır’dan Rûm’a kadar bütün ülkeleri huzûra
kavuşturur. Rûm ülkesine dönerek Hurşîd’i nikâhlar, iki âşık birbirlerine kavu-
şurlar. Bir müddet sonra Cemşîd, sevgilisiyle birlikte Çin’e dönerek babasının
tahtına geçer. İki âşık mutlu bir hayat sürerler (Şentürk 2002: 76–79).

Cemşîd ü Hurşîd (Sultan Cem)


Bir zamanlar Fağfur adında âdil ve cömert bir Çin hükümdarı, bunun da
çok iyi huylarla bezenmiş Cemşîd adında bir şehzâdesi vardır. Şehzâde bir gün
kendisine bağda bir işret meclisi kurulmasını emreder. Mecliste fazlasıyla içip
uykuya dalar. Rüyâsında bir bağ, bağın ortasında bir kasr, kasrın içinde de dünyâ
güzeli bir kız görür. Uyanınca o kıza âşık olur, ağlayıp sızlar. Meclistekiler onun
bu hâllerini sarhoşluğuna yorarlar. Gül, bülbül, lâle, nergis, servi ve sûsen gibi ta-
biat varlıkları muhâvere ile şehzâdeye nasihat ederlerse de aşkını dindiremezler.
Şehzâdenin Şeker adlı bir câriyesi vardır. Câriye onu eğlendirmek için onun di-
linden gazel okur. Ertesi gün babası durumu öğrenince Çin’in bütün güzelle-
rini toplayarak oğluna gösterir. Ne var ki bunların hiç biri Cemşîd’in sevdiği
değildir. O memlekette Mihrâb adında çok gezip görmüş bir tüccar vardır. Bu
şâhıs daha önce Rûm kayserinin sarayına girip mal satma bahânesiyle Hurşîd’i
gördüğünden şehzâdenin sevdiği güzelin o olduğunu anlar ve yanındaki resmi
şehzâdeye gösterir. Şehzâde resmi görür görmez feryad eder ve Rûm’a doğru
yola koyulmak üzere babasından izin ister. Padişah önce izin vermez, fakat daha
sonra dayanamayarak râzı olur. Şehzâde, tüccarla birlikte yola çıkar. Rûm’a gi-
den iki yol vardır. Biri üç aylık fakat türlü zorlukları olan, diğeri ise iki yıllık ve
tehlikesiz olan yoldur. Şehzâde üç aylık yolu seçer. Yolda cinler ve insanlar sul-
tanının kasrına tesâdüf ederler. Sultan şehzâdeye saçından üç tel verir ve sıkış-
tığı zaman bu tellerden birisini yakmasını tenbihler. Şehzâde yolda karşılaştığı
garip mahlûklarla mücâdele ederek yoluna devam eder. Nihayet bir sahraya va-
rırlar, orada bulunan deyre girip ruhbandan nasihat alırlar. Daha sonra bir ge-
miye binerek yollarına devam ederler, yolda fırtınaya yakalanırlar. Gemiler batar,
şehzâde bir tahta parçasına tutunarak bir adaya çıkar. Perîler şâhının kendisine
verdiği tellerden birini yakar. Hemen kendine kanatlı bir at verilir ve uçarak de-
nizi geçer. İndikleri şehirde Mihrâb ile buluşup kayserin ülkesine giderler.
O sırada Cemşîd’in bir tâcir olarak Rûm’a geldiğini haber olan Hurşîd alış-
veriş için onu yanına çağırır ve görür görmez âşık olur. İki âşık sık sık buluşup
eğlence tertip ederler, mutripler karşılıklı gazeller okurlar. Neşetengîz Hurşîd
nâmına, Şekernâz da Cemşîd namına gazeller okur. Ertesi gün Hurşîd Şekernâz’ı
540 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
çağırıp bu tâcirin kim olduğunu sorar, O da olanları anlatır. Hurşîd’in aşkı daha
da artar. Bir gün sonra iki âşık tekrar buluşurlar. Birbirlerine karşılıklı olarak
terci-bend ve murabba’lar okurlar. Ardından Hurşîd’in câriyelerinin her biri on-
lara birer masal anlatır. Bu hâl akşam oluncaya kadar devam eder. Ertesi sabah
Hurşîd, Cemşîd’i tekrar çağırır, işret ederler. Bu hâl iki ay kadar devam ettikten
sonra durumu Hurşîd’in annesine haber verirler. O da kızını bir kaleye hapseder.
Hurşîd bu durum karşısında ağlayıp sızlar, kendi kendine şiirler okur. Cemşîd
de aynı şekilde üzüntü çekmektedir. Güneş, Ay, Zühre ve Merih’e hitâb ederek
derdine çâre arar. Nihayet eline kâğıt kalem alarak sevgilisine bir mektup yaz-
maya karar verir. Yer yer gazellerle süslediği mektubunu Şeker’e vererek Hurşîd’e
gönderir. Hurşîd mektubu alınca hemen ona cevap yazmaya başlar. Bir müd-
det sonra Cemşîd kale dışındaki bir su dolabı vasıtasıyla kaleye girmenin yo-
lunu bulur. İki âşık işret ederek hasret giderirler. Cemşîd kaleden ayrılınca derdi
iyice artar. Nihayet Mihrâb, kaysere giderek bütün olup bitenleri anlatır. Kayser
gerçekleri öğrenince çok utanır, Cemşîd’i yanına çağırarak özür diler.
Ertesi gün Şam hükümdarının oğlu Şâdî’nin Rûm diyârına doğru gel-
mekte olduğu öğrenilir. Şâdî’nin gâyesi kayserin kızını istemektir. Şâdî’yi karşı-
lama işini Cemşîd üzerine alır. Dostça selamlaşıp birlikte şehre girerler. Bir gün
sonra Cemşîd, hükümdar ve Hurşîd’in de bulundukları bir mecliste Şâdî şa-
rap içme hususunda başarısızlık gösterir. Cemşîd rakibinin bu durumuna belli
etmeden sevinir. Ertesi gün şeh ve şehzâdeler tekrar bir araya gelerek meclis ku-
rarlar. Şâdî yine aynı duruma düşerek mahcup olur. Daha sonra Şâdî’nin eline
çevgân alarak meydana çıktığını duyan Cemşîd, kayserden onunla müsabaka
yapması için izin ister ve yapılan müsabakada onu yener. Daha sonra kayser
bir av tertipler, onu av sırasında karşılaştığı bir arslanın elinden Cemşîd kurta-
rır. Böylece kayser hayatını şehzâdeye borçlanır. Günün birinde Şâdî, kaysere
bir vezirini göndererek kızını ister. Kayser de bu iş için Mısır ve Şam’ın yarısı-
nın kendisine verilmesi ve Şâdî’nin kendi yanında kalması gibi güç şartlar öne
sürer. Bunların bahane olduğunu anlayan Şâdî, Şam’a dönüp babası Mihrâc ile
bir ordu derleyerek Rûm’a hücum eder. Kayser ordularının başına Cemşîd’i ge-
çirir ve Şâdî’yi yendiği takdirde Hurşîd’i kendisine vereceğini vadeder. Bütün
bu harp telâşı içerisinde Cemşîd ordugâhın yakınında bulunan bir bağa gide-
rek bir işret meclisi kurdurur ve o sırada kendisini görmeye gelen Hurşîd’le bir-
likte yer, içer, sabaha kadar eğlenirler.
Günlerden bir gün Cemşîd’in ordusu Halep ovasına varır. Şâdî’nin or-
dusuyla büyük bir savaş yapılır. Neticede Cemşîd gâlip gelerek Şam toprakla-
rını kayserin mülküne katar. Cemşîd yine bir bahar mevsiminde Rûm ülkesine
döner. Kendisi için büyük eğlenceler tertip edilir. Kayser vadettiği gibi kızını
Mesnevî Özetleri
| 541
Cemşîd’e verir. İki âşık türlü eğlencelerle vakit geçirip bir gece birbirlerine ka-
vuşurlar. Cemşîd babasına mektup yazarak olanları âilesine bildirir. Bir sene
sonra vatan hasreti çekerek Hurşîd’le birlikte Çin’e doğru yola çıkar ve artık ih-
tiyarlayan babasının yerine hükümdar olur (Şentürk 2002: 96–99).

Çeng-nâme (Ahmed-i Dâ’î)


Şâir kendini medhederek sabah ve tabiat tasviri ile konuya girer. Yeşillikler
ve çeşitli hayvanlarla süslü bir bağı, ardından bu bağ içinde kurulmuş bir işret
meclisini, daha sonra da bu mecliste çalınan bir sazı yani çengi tasvir eder. Bu-
rada şâirin tasvirde izlediği yol yani en geniş mekânlardan tek bir objeye ve ob-
jenin en ince teferruatlarını betimleme eserin orijinalliğini de ortaya koymakta-
dır. Eserde çengin birinci tarif ve tasviri bittikten sonra, çeng ağzından söylenmiş
ve Emîr Süleymân devrinde işret etmek gerektiğini telkin ederek hükümdarı
öven bir terci-bend, bunu müteakip de Dâ’î’nin çeng ile sual-cevap şeklinde mu-
haveresi yer alır. Muhavere sırasında geçen her bir beyit, sözü edilen sazın şeklini
ve husûsiyetlerini uzun uzun ve en ince teferruatına kadar tarif ve tasvir eder.
Şâir bundan sonraki bölümlerde çengin telleri, ahşap kısmı ve üzerindeki cey-
lan derisiyle soru-cevap şeklinde yeni bir muhavere faslı açmıştır ki bu kısım-
daki tasvirlerin canlılık ve orijinalliği takdire şayandır. Çengin ipek telleri tas-
vir edilirken ipek böceğinin dut yaprakları ile beslenmesi, böceğin koza hâline
girmesi -ki burada tasavvufî motiflere de genişçe yer verilir- nihayet ipek tel-
lerden türlü kumaşlar dokunması ve bu tellerden bir kısmının eğrilerek saz teli
hâline getirilmesi tellerin ağzından büyük bir ustalıkla tasvir edilmiştir. Ahşap
kısmının oluşması ağacın dilinden anlatılır. Hemen ardından çengin derisi dile
gelerek dağdan dağa atlayan bir ceylan oluşunu, nasıl avlandığını, vücudunun
muhtelif yerlerinin parçalanarak kebap edilip yenilişini, derisinin bir debbağa
verilişini öylesine canlı ve kuvvetli tasvir eder ki vak’alar gözümüzün önünden
âdetâ bir film şeridi gibi geçer. Deri, çengin üzerine takılana kadar geçirdiği saf-
haları anlattıktan sonra -bu kısımda dericilik ve musikî ile ilgili teknik ıstılah-
lar tam bir vukufla ve mahâretle kullanılır- şâir bu defa çengin yapıldığı tahtaya
soru yöneltir. Tahta da bir zamanlar nasıl bir ağaç olduğunu (servi) anlatır. Son
olarak çengin kıl perdesi söz alır ve eser biter (Şentürk 2002: 79–80).

Ferhâd-nâme (Alî Şîr Nevâyî)


Ferhâd’ın babası bir hükümdardır, ancak oğlu olmaz. Uzun uğraşlardan
ve dualardan sonra hakanın akıllı ve kabiliyetli bir erkek evlâdı olur. Ancak
bu çocuk doğuştan itibaren aşk ve kederi beraberinde getirir, o öteki çocuk-
lar gibi neşeli değildir. Az yer, gayet sessizdir. Daha üç yaşında iken zekâsının
542 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
fazlalığını gören babası, ona bir hoca tayin eder. Bir senede Kur’ân’ı ezberleyen
Ferhâd son yaşına kadar bütün dünyevî ilimleri okuyup bitirdikten sonra iyi bir
silahşor olarak yetişir. On dört yaşına geldiğinde bütün meziyetleri kendisinde
topladığı hâlde son derece mütevâzidir. Fakat onun daima derin bir melankoli
hâlinde yaşaması hakanı düşündürür. Onun eğlenmesi için eğlenceler tertip
edilir. Hokkabazlar, sihirbazlar çağırtılır; ancak her gizli ve anlaşılması güç şeyi
çözmeye mütemayil olan Ferhâd onların yaptıkları işi dikkatle tetkik edip öğ-
renince o eğlencelere artık ilgisi kalmaz.
Ferhâd’ın babası, hükümdarlığı ona vermek ister. Ferhâd önce kabul et-
mez, ancak yoğun ısrarlar sonucu kabul eder. Babası Ferhâd’a hazineyi gezdirir-
ken gözüne bir sandık ilişir. Babası Ferhâd’a bu sandıktan uzak durması gerek-
tiğini; çünkü şimdiye kadar kimsenin açamadığını söylerse de Ferhâd sandığı
açar. İçinden bir ayna çıkar. Aynanın arkasındaki yazıda onun İskender-i Rûmî’ye
ait olduğu, onda saklı olan tılsımı çözen kimsenin ileride başına gelecekleri ay-
nada görebileceği söylenir. Ancak bu tılsımı çözmek için Yunan ülkesine gidip
Sokrat’la görüşmek gerekmektedir ve yolda çeşit çeşit tehlikeler vardır. Ferhâd
bu yolculuğa çıkmak ister. Kimse onu kararından döndüremez. Ferhâd kendi-
sine tahsis edilen bir orduyla yola çıkar. Böylece tehlikeli ve maceralı bir dönem
başlar. Bir süre sonra Ferhâd, Çin’e döner. Sandığı açar ve aynaya bakar. İçinde
kendi timsalini ve yeşillikler arasında bir kız görür ve güzelliği karşısında bayı-
lır. Aynaya ikinci kez bakar ancak bir şey göremez.
Böylece ikinci yolculuğu da aynada gördüğü kızı bulmak için başlar. Ferhâd
gün be gün hasretinden hastalanır. Babası onu bir adaya götürmeye karar ve-
rir. Yolda fırtına kopar ve Ferhâd bir odun parçası üzerinde kalır. Yemen’e giden
bir gemi onu alır. Gemiyi korsanlar basar. Ferhâd onları korsanlardan kurtarır.
Gemi halkı Ferhâd’ı sever, Ferhâd gemide Şâpûr isimli bir nakkaş ile tanışır, dost
olurlar. Ferhâd ona derdini açar. Şâpûr anlattığı yerin Ermen olduğunu söyler.
Ferhâd ona inanmaz. Şapur Ermen’in resimlerini çizer, aynada gördüğü yerle
aynı olduğu için inanır ve beraberce oraya giderler. Ermen’in Mihin Bânû adlı
bir kadın hükümdarı olduğunu görürler. Gittiklerinde işçiler Şîrîn için bir arık
açmak için çalışmaktadır. Ferhâd onlara yardım eder, iki yüz işçinin üç yılda
yapamadığını o bir günde yapar, herkes ona hayran olur. Şîrîn de onu görmek
ister. Şirin ona bakmak için geldiğinde Ferhâd heyecanlanır. Aynada gördüğü
manzara aklına gelir ve bir ah çeker. Şîrîn’in peçesi açılır ve yüzü görülür. Bunun
üzerine Ferhâd bayılır ve üç gün sonra ayılır. Ayıldığında Şîrîn’in sarayındadır,
çok utanır. Bu arada Şâpûr, Ferhâd’ın hikâyesini saraydakilere anlatır. Ferhâd
kanalı açar ve müthiş bir saray yapar. Şîrîn’in ve kendisinin resmini yapar. Aynı
Mesnevî Özetleri
| 543
zamanda yaptığı arıktan gelen su bütün şehrin bahçelerini sular. Ferhâd, Şîrîn’i
her görüşte bayılmaktadır.
Bu arada Hüsrev, Şîrîn’e kavuşmak için Ferhâd’dan kurtulmaya karar ve-
rir ve yaşlı bir kadına danışır. Yaşlı kadın Ferhâd’ın yanına giderek Şîrîn’in kah-
rından kendini öldürdüğünü söyler. Bunun üzerine Ferhâd kendini taştan taşa
vurarak öldürür. Haberi alan Şîrîn de kendini öldürmek ister, ancak başaramaz.
Şîrîn’i Hüsrev’e verirler. Şîrîn, Ferhâd’ın yaptığı kasra giderken Hüsrev’in oğlu
Şîrûye görür ve o da Şîrîn’e âşık olur ve aşkından dolayı babasını öldürür. Şîrûye,
Şîrîn’le evlenmek ister ancak evlenmeden önce Şîrîn, Ferhâd’ın cesedini saraya
getirtir ve onun yanına uzanarak son nefesini verir. Eserin sonunda şâir kırk
tane rivayet ehlinin o gece rüyalarında Şîrîn ile Ferhâd’ı cennette gördüklerini
nakleder. Mecâzî aşkın nasıl hakîkî aşka çevrildiğini anlattıktan sonra hikâyeyi
bitirir (Çetindağ 2011: 294-96).

Firkat-nâme (Halîlî)
Şâir, yakın bir arkadaşıyla İran’da ilim tahsil etmektedir. Bir gün arkadaşı
Rûm’a gidip orada okumayı teklif eder. Derhal yola çıkarak İznik şehrine gelir-
ler. Şâir, İznik çarşısında bir güzel görerek, bu güzele âşık olur. Bütün yalvarma-
larına rağmen güzel, şâire merhamet etmez. Bir gece şâire arkadaşı, sevgilisine
bir mektup göndermesini teklif eder. Şâir kendi hâlini anlatan bir mektup ya-
zar. Sevgilisinin merhamet etmediğini görünce günlerce yanar, yakılır. İstanbul’a
gitmeye karar verir. Artık ilim, zühd ve takvâ gibi meziyetleri terk ederek ağla-
yıp gezer. Bir sabah sevgilisinden kendisini dâvet eden bir mektup alır. Sevinç
içinde İznik’e koşar, fakat sevgilisinin kendisini tanımazlıktan geldiğini görerek
yine eskisi gibi günlerce ağlar. Bir gün sevgilisine gözyaşını gönderince sevgi-
lisi yanındaki rakîbi kovar ve âşığa sahrâda sohbet etmeyi vadeder. Nihayet ikisi
buluşarak önce sohbet sonra işret ederler. Ancak akşam olacağına yakın sevgili
şehre doğru uzaklaşır ve âşığını yine yalnız bırakır (Şentürk 2002: 95–96).

Gazavât-nâme (Sûzî Çelebi)


Mesnevînin başında Allah’ın sıfatları beyân edilir ve sözün kıymetine de-
ğinilir. Mihâloğlu Âlî Beğ’i vasf ve medh eden bir parçadan sonra ceddi Köse
Mihâl’in hikâyesine yer verilir. Köse Mihâl, bir gece rüyâsında cennet misâli bir
bahçede Hz. Peygamber’i görür. Etrafında diğer peygamberler vardır. Hz. Pey-
gamber ona Osmân Gâzî’ye varmasını ve Müslüman olmasını öğütler. O da
uyanınca hemen Osmân Gâzî’ye gider ve müslüman olur. Bundan sonra Mihâl-
oğlu’nun hikâyesine girilir.
544 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Mihâloğlu bir gün bahçede otururken Hasan Beğoğlu Îsâ Beğ’den bir nâme
gelir. Bu nâmede gazâya çıkması emrolunmaktadır. Sevinerek adamlarını toplar
ve hemen yola çıkar. Bir sabah Koca Îsâ Beğ’le buluşur. Onu otağına davet eder.
Birlikte eğlenip sohbet ederler, birbirlerine hediyeler verirler. Ertesi gün ordu
toplanır. Tuna’ya varırlar. Karşıya geçmek için gemilere binilir, Tuna nehri geçi-
lir, askerler gemilerden inerler ve Erdel yoluna koyulurlar. Daha sonra düşmana
bir baskın düzenlenir ve bütün kâfirler kılıçtan geçirilir. Mücadele sırasında Îsâ
Beğ atına biner, ordusunu toplayarak düşmana tekrar saldırır. Ganimetler, pek
çok câriye ve hazine ele geçirilir, gece olmadan ordugâha dönülür.
Bir sabah seçkin yiğitlerden müteşekkil bir grup akıncı ava çıkar. Aniden
düşman askerleriyle karşılaşırlar. Daha sonra akıncıların kumandanı orduya bir
nutuk irâd eder. (Burada Rûmeli akıncılarının cihad ve gazâ anlayışları vurgu-
lanmaktadır.) Ordu düşmana saldırır. Savaş sırasında düşman tarafından bir as-
ker er diler. Akıncılar kumandanı meydana çıkıp onu haklar, tekrar harbe de-
vam edilir.
Yine bir sabah Âlî Beğ savaş için Rûmeli’nin yiğitlerini topladığı sırada bir
haberci Pençekçi Sinân Beğ adlı birinin beğlik davasına kalkıştığını haber ve-
rir. Âlî Beğ hemen yiğitleriyle üzerine yürüyerek Pençekçi’yi kaçırır ve sevinç
içinde Tuna’ya doğru yol alır. Tuna nehrine varıldığında askerler gemilere bi-
nerek karşı sahile geçerler.
Bir sabah Sultan Muhammed tahtına geçmiş otururken Kara Pençekçi, pa-
dişah huzuruna çıkıp Âlî Beğ’i şikâyet eder. Karargâhını bastığından dert ya-
nar. O sırada Rûmeli’de Mihail Ban adlı bir kâfir, vatanının elinden alınıp halkı-
nın esir edilişine kızarak, Türklere karşı ordu toplayıp saldırıya geçer. Mihail’in
ordusundan bir er, ansızın Âlî Beğ’e gelerek yer öper, imana gelir ve Mihail’in
yirmi bin kişi ile saldırıya geçtiğini haber verir. Âlî Beğ, Kara Halil’i bin kişi-
lik bir kuvvetle düşmanı kendisine doğru çekmesi için yollar. Kendi de pusuya
yatar. Düşman yaklaşınca asıl ordusuyla pusudan çıkarak hepsini kılıçtan geçi-
rir, Mihail’i ve on altı düşman beğini esir ederek pâyitahta doğru yola koyulur.
Getirdiği esirler ve ganimetlerle padişahın huzûruna çıkınca kendisine iltifat-
lar edilerek hil’at giydirilir ve Vidin sancağı verilir.
Eserin bundan sonraki kısmında şâir kendine hitap ile buraya kadar hep
gazavat vasf eylediğini, kitabına biraz da aşk lâzım geldiğini, zira muhabbetsiz
kelâmın rengi olmayacağını ifâde ederek aşkın faziletlerini sıralar ve sadık bir ri-
vayetçinin -ifadeden anlaşıldığına göre bu rivayetçi bazı gazaları Sûzî Çelebi’den
önce kaleme almıştır- naklettiği, Âlî Beğ’in bir kâfir güzeliyle olan aşk macera-
sını hikâye etmeye başlar. Köse Mihâl’in Müslüman oluşundaki menkabevî ri-
vayet bir yana bırakılacak olursa, buraya kadar mesnevîde anlatılan mâceralar
Mesnevî Özetleri
| 545
okuyucuda tamâmıyla gerçekten yaşanmış vak’aların hikâye edildiği intibaını
uyandırmaktadır. Ancak müellif eserinde orijinal bir mevzu seçtiğini ifâde et-
mesine rağmen Âlî Beğ’in aşk macerasını rivayet ederken klâsik kalıpların dı-
şına çıkamamış ve âdetâ bir Hüsrev ü Şîrîn mesnevîsini şâhıs adlarını değişti-
rerek hulâsa etmiştir. Nitekim Meryem adı klâsik mesnevîlerde umûmiyetle
Rûm kayserinin kızına ad olduğundan Mihâloğlu Âlî Beğ’in sevgilisinin ger-
çek ismi olması şüphelidir.
Meryem, Eflak banlarından birinin kızıdır. Bir bahar mevsiminde hiz-
metçileriyle birlikte bağa çıkar ve ayş u işrete dalar, mutrip çeşitli gazeller okur.
Gece olunca Meryem uykuya dalar ve bir bağ içinde güzel bir erkek görür. Sa-
bahleyin rüyâsını babasına anlatır. O da rüyayı tâbir için babasının manastı-
rındaki ihtiyar râhibi salık verir. Meryem manastıra vardığında binanın bütün
duvarlarında o bölgede yetişmiş kahramanların tasvir edilmiş olduğunu görür.
Onlar arasında Âlî Beğ’i de tanıyarak derdini anlatır. Râhib, Meryem’in derdini
öğrenir öğrenmez Âlî Beğ’e doğru yola koyulur. Elinde de hediye olarak içinde
Meryem’in resmi bulunan bir levha vardır. Âlî Beğ resmin kime ait olduğunu
sorar, rahip de resmin sâhibini anlatır. Âlî Beğ resme âşık olur.
Günlerden bir gün Meryem, yanındaki güzellerle manastıra geldiği bir sı-
rada Âlî Beğ de oraya gelir. Âşık olduğu güzeli orada görür ve nikâbını açarak
temaşa eder, aşkı ziyadeleşir. Meryem ve etrafındaki güzeller hemen iman geti-
rip Müslüman olurlar. Dernek kurulur ve eğlenilir (Şentürk 2002: 112–116).

Gül ü Bülbül (Fazlî)


Eski zamanlardan birinde Rûm (Osmanlı) ülkesinde Bahâr adlı huyu gü-
zel ve adil bir padişah, Bahâr Şâh’ın da Gül adında, güzellik ve zerafette eşi-
benzeri olmayan bir oğlu vardır. Gül’ün güzelliğinden ötürü Allah’a şükreden
Bahâr Şâh, güzelliğin tek başına yeterli olmadığı görüşündedir. Güzellik, eğer
ilmle süslenirse değer kazanır. Bahâr Şâh bu düşünceyle gülü bilim öğrenmeğe
sevkeder. Öğrenmeğe istekli olan gül, kısa zamanda bir çok divan tarayıp şiir
okur, inşaya yönelip nesrin doyumsuz tadına varır.
Gülün güzelliğinin eğitimle tamamlandığı düşüncesinde olan Bahâr Şâh,
artık onun tahta oturmayı hakettiği görüşündedir. Gülü, yönetimi altında bulu-
nan ve suyu, havası, lale yanaklı ve selvi boylu güzelleriyle cenneti andıran gül-
şene yönetici (şah) olarak atar. Gül de gülşenin tahtına geçip oturur. Lâle, ner-
gis, sûsen, serv, nesîm ve sünbül de yanında, her an hizmete hazır beklerler.
Gül, bir sabah nehir aynasına bakar ve gördüğü güzellik karşısında büyü-
lenir. Güzelliğiyle gururlanır, kendine eşdeğer güzellikte birinin olup olmadığını
546 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
merak eder. Nesîm’i çağırır, ona çevreyi dolaşıp güzelliğine ortak birinin olup
olmadığını öğrenmesi emrini verir. Nesîm, aldığı emir üzerine harekete geçer.
Bütün dünyayı dolaşır, fakat Gül’ün güzelliğine eşdeğer güzellikte birisine rast-
layamaz. Bu dolaşma sırasında ağlayıp inleyen, derviş kılıklı biriyle karşılaşır.
Adı Bülbül olan bu şahsın aşk hâliyle gönlü hoştur ve gözü dünya malını gör-
memektedir. Ruhu bedenine girdiği andan beri aşk cismine yerleşmiş, kim için
inlediğini bilmez olmuştur. Tutuşup yanmakta, cismine ateş vuranın kim oldu-
ğunu bilmemektedir.
Bu cevaptan sonra soru sırası Bülbül’e gelir. Nesîm’e kim olduğunu, nere-
den gelip nereye gittiğini sorar. Nesîm Bülbül’e hava ehli bir abdal olduğunu,
mekânının gülşen ve amirinin de Gül olduğunu söyler. Bülbül bu kez gülşeni
ve Gül’ü merak eder. Nesîm, gülşenin Rûm ülkesinde suyu ve havasıyla cenneti
andıran bir şehir, bu şehrin tahtında oturan sultanın da güzellikte eşi ve ben-
zeri olmayan Gül olduğunu söyler. Kendisi de görenlerin büyülendiği Gül em-
rinde gece-gündüz sağa sola koşmaktadır.
Nesîm’in Gül hakkındaki sözlerini duyan Bülbül ağlayıp inler, gözlerinden
kanlı yaşlar döker. Nesîm, Bülbül’ün bu hareketlerine hoş karşılamayıp tepki gös-
terir, arkasından da onu yalnız başına bırakıp Gül’ün katına gider. Gül’e her ta-
rafı dolaştığını, kendisine eşdeğer güzellikte birine rastlamadığını söyler.
Diğer yanda ağlayıp inlemekle eline bir şey geçmeyeceğini anlayan Bül-
bül gülşene varmak için yola koyulur. Gülşene doğru ilerlerken Akarsu’yun
akarak kendine doğru geldiğini görür. Yanına varıp selam verir. Selamını alan
nehir Bülbül’ün sararmış yüzü ve bükülmüş boyunu görünce aşka esir oldu-
ğunu anlar. Bülbül’e, perişan hâlinin nedenini ve nereye gittiğini sorar. Bülbül
de Gül’e âşık olduğunu, aşkın canına ateş salıp gönlünde sabır ve karar bırak-
madığını söyler.
Bülbül’ün perişan hâlini gören akarsu ona acır ve onu gülşene götürece-
ğini söyler. Akarsu önde, Bülbül arkada gülşene doğru yola koyulurlar. Bir süre
sonra da gülşene ulaşırlar. Bülbül gördüğü manzara karşısında büyülenir. Gül-
şenin kapısına gelince Akarsu Bülbül’e, kendisini kapıda beklemesini söyleyip
içeri girer. Akarsu, gülşenin kapıcısı servin yanına gider ve selam verir, ayağı
toprağına yüz sürer. Serve, derviş kılıklı, âlim ve şâir bir kemal ehliyle tanıştığını,
aşk elinden gönlü yaralı olan biçareyi alıp hizmetine getirdiğini söyler. Sözüne
akıl ve gönül hayran olmakta, güzel sesi cana ve tene şifa sunmaktadır. Bunu
duyan serv, Akarsu’ya Bülbül’ü alıp getirmesini söyler. Akarsu da Bülbül’ü alıp
Serv’in yanına getirir. Bülbül ve Serv konuşup tanışma sırasında eski dost ol-
duklarını anlarlar. Meğer, Serv eskiden Bülbül’ün babasının kapıcısı ve Bülbül’ü
büyüten lalası imiş. Tanıdık çıkmaları üzerine Serv Bülbül’e başı üstünde yer
Mesnevî Özetleri
| 547
verip, eskiden olduğu gibi hizmetine girer. Bülbül de servin dalına yerleşip ya-
nık yanık ötmeğe başlar.
Bülbül karanlık bir gecede, her kesin uykuya daldığı vakitte Gül’ün aşkıyla
coşup ötmeğe başlar. Gece geç saatlere kadar Gül’e seslenir. Arkasından geceye
ve aya, sabah olunca da güneşe seslenir. Gül’ün ilgisizliğinden ve vefasızlığın-
dan yakınır. Yanlış adreslerde dolaştığının farkına varınca yüzünü Hakk’a çevi-
rip münâcâta başlar. Münâcâtında kulunu ayrılık ateşiyle yakmaması, Gül’e ka-
vuşturması için yalvarır.
Bülbül’ün sesi sonunda Gül’ün kulağına erişir. Nergis’i çağırır. Gönle safa
veren hoş bir ses duyduğunu söyler ve varıp sahibinin kim olduğunu öğrenme-
sini ister. Nergis, Bülbül’ün sesini izleyip Serv’in yanına gelir. Serv’den Bülbül’ün
hikâyesini öğrenir. Tutkun bir âşık olduğunu öğrenip Gül’ün huzuruna geri dö-
ner. Gül’e, sesin sahibinin dertli bir âşık olduğunu ve sevgilisi (Gül) uğruna can
vermek için gülşene geldiği haberini verir. Bu söz Gül’ün önce hoşuna gider
ve gururlanır. Fakat bir kölenin adını dillere destan etmesini hoş karşılamaz.
Nergis’e o çığırtkan kuşu susturması ve haddini bildirmesi emrini verir. Gül’ün
emri üzerine Bülbül’ün yanına giden Nergis onu haddini bilmesi, bağırıp çağı-
rıp Gül’ün adını dile düşürmemesi konusunda uyarır. Nergis’in uyarısı üzerine
bülbül inlemeyi keser ve gülşende sesi duyulmaz olur. Arada bir gülşenin dı-
şına çıkıp ağlayıp inler, sonra gülşene geri döner.
Bir sabah vakti Nesîm gülşende gezinirken Bülbül’e rastlar. Bülbül’ün pe-
rişan hâlini görüp hayret eder. Ona bu hâlinin nedenini sorar. Oysa gülşene
gelmiş ve yâre kavuşmuştur. Bülbül cevabında, yârin mekânına eriştiğini, fakat
yâr yüzü görmediğini söyler. Durumunu Ka’be’ye gidip nur yüzü görmeyen ha-
cıya benzetir. Bülbül sözünü bitirince Nesîm, muhatabına üzülmemesini, hâlini
Gül’e arzedeceğini söyler. Arkasından Gül’ün huzuruna gidip toprağa yüz sü-
rer, hamd ü senada bulunur ve ardından sadede gelir. Bir garip ve biçare kendi
âleminde yaşarken Gül’ün aşkına tutulmuş ve gamını kendisine eğlence edin-
miştir. Lutfunu gösterip Bülbül’ün gönlünü alsa güzelliğine zarar gelmeyecek,
saygınlığı ve değeri daha da artacaktır. Nesîm’i dinleyen Gül aşkında sadık ola-
nın derde katlanması gerektiğini söyler. Bülbül’e aşkında sadık ise cevrine kat-
lanması ve sabretmesi haberini gönderir.
Bülbül, Gül’ün başköşeye oturup eğlence meclisini kurduğu, Lâle, Nergis,
Sünbül, Sûsen, Benefşe, Nesîm, Serv ve Jâle’den oluşan gülşen ehlinin meclisinde
hazır bulunduğu bir gün Gül’e bir mektup yazmağa karar verir. Kalemi eline
alıp kanlı gözyaşı mürekkebiyle derdini güle anlatır. Mektubu bitirdikten sonra
zarfa koyup gülşenin postacısı Zanbak’la güle gönderir. Gül mektubu alıp okur
ve Bülbül’ün aşkıyla hâlâ ağlayıp inlediğini öğrenince cevabî bir mektup yazar,
548 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
bundan sonra vefa göstereceği taahhüdünde bulunur. Gül’ün mektubunu oku-
yan Bülbül Allâh’a şükreder ve sevincinden zevkle öter. Gül’e övgü yağdırarak
gülşeni güm güm öttürür.
Bülbül’ün istekle öttüğü bir gece arabozucu (fitneci) Sünbül Bülbül’ün se-
sini duyup yanına gelir. Bülbül’ün, Gül’ün aşkı yüzünden öttüğünü öğrenince
huzursuz olur. Bir kölenin gülşene yerleşip Gül’e âşık olmasını doğru bulmaz.
Dikenin yanına gider. Kendini bilmez bir levendin gülşeni mekân tutup gülün
aşkından dem vurduğu haberini verir. Sünbül’ün sözleri üzerine öfkesi kabaran
Diken ve Bülbül’ün bağrını çeşitli yerlerden yaralayıp gülşenden dışarı atar. Bu-
nunla da yetinmeyip öfkeyle Gül’ün yanına gelir. Kendini bilmez bir köleye bu
denli yüz vermenin yakışık almadığını, durumdan haberdar olunca Bülbül’ün
bağrını yaralayıp gülşenden dışarı attığını söyler.
Bu sözleri duyan Gül öfkelenir ve Diken’i azarlar. Diken’e, gidip Bülbül’den
özür dilemesi ve gönlünü alması uyarısında bulunur. Diken, Gül’den yüz bula-
mayınca Bahâr Şâh’ın huzuruna gider. Bir ayyaşın gülşeni mekân tuttuğunu ve
Gül’e olan aşkını dillere destan ettiğini söyler. Diken’in anlattıkları Bahâr Şâh’ı
huzursuz eder. Diken’e, Bülbül’ü yakalayıp esir etmeleri yolunda emir verir. Bahâr
Şâh’ın emri üzerine Bülbül yakalanıp kafese hapsedilir.
Bülbül’ü kafese koyan Bahâr Şâh’ın gülşendeki hâkimiyeti uzun sürmez.
Doğu memleketlerinden gelen Temmuz Şâh gülşeni ele geçirir ve sıcaktan her
yanı yakıp kavurur. Temmuz’dan sonra etrafa altın saçarak gülşeni Hazân Şâh ele
geçirir. Hazân Şâh zamanında soğuktan her kesin benzi sapsarı olur. Hazândan
daha sert ve soğuk tabiatlı Şitâ (kış) zamanında ise soğuktan kimse dışarı çıka-
maz ve ocağın etrafını kendisine mesken edinir.
Diğer tarafta gülşenin tahtını Temmuz’a kaptıran Bahâr Şâh, Gül’ü de
yanına alıp uzun bir yolculuğa çıkar. Sonunda Nevrûz Şâh’ın ülkesine ulaşır.
Bahârla aralarında akrabalık ilişkisi de bulunan Nevrûz Şâh, Bahâr’ı nezaketle
karşılayıp izzet ve ikramda bulunur. Dostunun başına gelenleri öğrenince üzü-
lür ve onu yeniden gülşenin hâkimi yapmak için harekete geçer. Gülşenin fethi
için sefer hazırlıkları yapılır ve gülşene doğru yola çıkılır.
Nevrûz’un gülşene girişi muhteşem olur. Bir sabah vakti gülşene girince
ağaçlar sıra sıra hizmete durur, bitkilerin kanları harekete geçip ölüm uyku-
sundan uyanırlar. Nesîm’in nefesiyle yerden bereket fışkırır, çiçekler uykudan
gözlerini açarlar. Şitâ (kış) karşı koyamayıp yenilgiye uğrar, berf (kar) eriyip
yerlere geçer. Nevrûz, Bahâr’ı yeniden gülşenin tahtına oturtmanın huzuru
içinde ülkesine geri döner. Gül tahtına kurulurken eğlence dolu günler ye-
niden başlar.
Mesnevî Özetleri
| 549
Bir gün meclisini kurup eğlenen Gül, Bülbül’ü anımsar. Çevresindekilere
onun nerede olduğunu ve sesinin niçin işitilmediğini sorar. Çevresindekilerden,
Diken’in fitnesiyle bir kafese hapsedildiğini öğrenir. Bülbül’ün kafese hapsedildi-
ğini öğrenen Gül onu arayıp bulması için Nesîm’i görevlendirir. Nesîm Bülbül’ü
ararken sesini duyar. Yanına gidip hâlini hatırını sorar ve kafese nasıl düştüğünü
öğrenir. Bülbül’ün, Gül’ün aşkı uğruna kafese hapsedildiğini öğrenir ve Gül’ün
huzuruna gelip Bülbül’ün durumunu iletir. Gül, Nesîm ile beraber onun ziyare-
tine gider. Bülbül de Gül’ü karşısında görünce heyecandan düşüp bayılır.
Karşılıklı sevgi ve iltifat sözlerinin söylenmesinin ardından Gül gülşene
geri döner. Nesîm’i, Bülbül’ü kafesten kurtarması için Cihân Şâh’a gönderir.
Cihân Şâh’ın huzuruna giden Nesîm ayağı toprağını öper, hamd ü senada bu-
lunur. Bülbül’ü kafesten kurtarması için yalvarır. Şâh Cihân’ın buyruğuyla Bül-
bül kefesten çıkarılıp huzuruna getirilir. Bülbül çeşitli makamlarda ötüp şahı
över, hamd ü senada bulunur. Bülbül’ün güzel sesini beğenen şah gülşene yer-
leşip Gül’e nedim olmasının uygun olacağını söyler. Bundan böyle Gül’ün mec-
lisinde şakıyacak ve ona musâhib (sohbet arkadaşı) olacaktır.
Şahın buyruğu üzerine Bülbül gülşene gelip Serv’in dalına yerleşir. Gül’ün,
gülşen ehlini toplayıp meclisini kurduğu güzel bir bahar günü Gül ile Bülbül
kavuşurlar. Gül, Nesîm’i gönderip Bülbül’ü meclisine davet eder. Gül’ün daveti
üzerine Bülbül meclise gelir. Gül, Bülbül’ün hatırını sorup iltifat eder ve ya-
nında yer verir. Bülbül de âdet üzere özür diler, Gül’e yalvarıp yakarır. Güzel
sesiyle meclise can verip gülşeni güm güm öttürür. O günden sonra Bülbül ve
Gül (âşık ve maşûk) bir araya gelip ayrılığa son verirler. Aradan ikiliği kaldırıp
birliğe (vahdete) ulaşırlar. Gül ve Bülbül’ün hikâyesi de böylece mutlu bir şe-
kilde sona erer (Zavotçu 1997: I/57-65).

Gül ü Hüsrev (Tutmacı)


Rûm kayseri ülkesini adâlet ile yönetmesine rağmen oğlu olmadığı için
üzgündür. Müneccimler bir gün kendisine bir oğul geleceğini haber verirler.
Haremindeki câriyelerinden biri bir gün hükümdarın hoşuna gider, onunla
birlikte olur ve bir müddet sonra hükümdardan hamile kalır. Kayserin karısı
bunu kıskanarak kadınlarından birini câriyeye çocuğunu düşürtecek bir ilaç
içirmek için yollar. Kadın durumu câriyeye anlatır ve doğan çocuğu alıp kaçı-
rır. Gemi ile yol alır, fırtınadan kurtulup binbir güçlükle karaya çıkar, perişan
olur Günlerden bir gün Hozistan sarayının kapısına gelerek düşer kalır. O sı-
rada saray bahçıvanı onu görür. Kadın bahçıvana çocuğun kayser oğlu oldu-
ğunu bildirip alâmet olarak saçındaki yüzüğü göstererek ölür. O gece bahçıva-
nın bir çocuğu dünyaya gelir ve ölür. Bahçıvan çocuğu alır, ona Hürmüz adını
550 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
vererek evlat edinir. Hürmüz beş yaşına gelince mektebe gönderilir. Hozistan
ülkesinin hükümdarının Behrâm adındaki oğlu da o sene mektebe başlar. Hür-
müz on altı yaşına gelinceye kadar Behrâm’la bir arada büyür, iki delikanlı çok
iyi arkadaş olurlar.
Hozistan hükümdarının Gülruh adlı güzel bir kızı vardır. Gülruh, bir gün
sarayın damında gezerken Hürmüz’ü görerek âşık olur, düşüp bayılır. Âşık ol-
duğu gencin hükümdar çocuğu olduğunu bilmeden bahçıvânın oğlu sanarak
âşkının ümitsizliğine ağlar, dövünür. Gülruh’un ihtiyar bir dadısı vardır. İh-
tiyar dadı onun bu hâlini nazar değmesine yorar. Bir gece Gülruh sevgilisini
rüyâda görür. Uyanınca dayanamayarak yalın ayak sarayın damına çıkar. Dadı
bu hâli görünce ona sitemler eder. Gülruh, bir gün sarayın bahçesinde meclis
tertip eder. Dadıyı durumu Hürmüz’e açması için iknâ etmeye çalışır. Dadı bir
fırsatını bulup durumu Hürmüz’e açarsa da Hürmüz onu tersler, fakat bir gün
sarayın bahçesinde Gülruh’u görüp ona âşık olur. Dadıya yalvararak kendisini
Gülruh’a götürmesini ister. Dadı iki âşığı gece yarısı buluşturur. İki âşık bahçe
içinde buluşur. Yer, içer, eğlenirler. Bu durum günlerce devam eder.
O sırada Isfahan hükümdarı haber göndererek Gül’ü babasından ister.
Gül ağlar, bu talebe itiraz eder. Babası da durumu elçiye bildirir. Buna kızan Is-
fahan hükümdarı bir ordu toplayarak savaşmaya gelir, iki ordu arasında çetin
bir savaş olur. Hozistan ordusu ilk gün yenilir. İkinci gün Hürmüz savaşa katı-
lır. Hürmüz, karşısına çıkan Bihzâd adlı pehlivanı ikiye biçer. Gün boyunca elli
kadar pehlivan daha yenerek Isfahan ordusunu bezdirir ve geri çevirir. Bunun
üzerine Hozistan hükümdarı Hürmüz’ü serasker yapar. O sırada Rûm kayseri
Hozistan’a elçi göndererek vergi talep eder. Hükümdar da hediyelerle Hürmüz’ü
elçi olarak kaysere gönderir. Kayser, Hürmüz’ü görünce ona yakınlık duyar. Her
ikisi de aynı anda ağlaşırlar, sonunda Hürmüz’ün kayserin oğlu Hüsrev olduğu
anlaşılır. Kayser sevincinden eğlenceler tertip eder. Fakat Hüsrev Gül’ün hasre-
tini çektiğinden bir an önce Hozistan şâhına cevap götürme bahânesiyle baba-
sından izin ister. Hüsrev, Hozistan’a geldiğinde şehrin yakılıp yıkıldığını, sevgi-
lisinin kaçırıldığını görür. Isfahan hükümdarının şehri yağmaladığını öğrenince
yollara düşer, ağlar. Birkaç gün sonra adamlarını ve atını kaybederek aç ve susuz
yol alır. Uykuya dalar. O sırada bir zenci onu bağlayarak kaleye getirir. Zenciler
Hüsrev’in gözü önünde bir genci yerler. Zencinin bir kızı vardır. Kız, Hüsrev’e
âşık olduğundan gece yarısı ona yiyecek getirir, bağlarını çözer. Hüsrev elli ka-
dar zenciyi keserek, kaledeki esirleri kurtarır. Ferruh ve Bihrûz adlı iki genci ve
zenci kızını yanına alarak Isfahan şehrine giderler.
Hüsrev kendini şehirde usta bir hekim olarak tanıtır. Isfahan hükümdarı
sarayında hasta yatan Gül’ün tedâvisi için Hüsrev’i saraya dâvet eder. Hüsrev
Mesnevî Özetleri
| 551
sevgilisini muayene eder, kendisini tanıtıp olanları ona anlatır. Hükümdar, ay-
lardır hasta olan câriyesini iyileştiren hekimi takdir eder. Hükümdar, hekimden
Cihânefrûz adındaki güzel kız kardeşinin de tedâvisini ister. Cihânefrûz, ilk gö-
rüşte Hüsrev’e âşık olur ve ona Hüsnâ adındaki câriyesini hediye eder. Gül ise
artık iyileştiğini ve gezme ihtiyacı için bağa gitmesine izin verilmesini hüküm-
dara arz eder. İsteği kabul olunca da Hüsrev iki erkek arkadaşı, zenci kız, dadı,
Gül ve Hüsnâ ile birlikte bir gece Isfahan’dan kaçarlar. Yolda haydutların saldı-
rısına uğrarlar. Haydutlar zenci kız ve dadıyı öldürüp Gül ve Hüsnâ’yı kaçırırlar.
Hüsrev ağlar. Geceleyin kaleye giderek Gül’ün yardımıyla içeri girerek zencileri
keser kalenin hazinelerini ele geçirirler ve birlikte Rûm ülkesine dönerler. Hüs-
rev günlerce Gül ile birlikte eğlenir, bahçelerde gezer, sevişir. Hüsnâ’yı hiç ara-
maz. Hüsnâ da Hüsrev’i kıskananarak Cihânefrûz’a durumu anlatan bir mek-
tup gönderir. Yollayacağı iki kişiye Gül’ü teslim edebileceğini söyler. Cihânefrûz
mektubu alınca çok kıskanır, derhâl Rûm ülkesine iki adam gönderir. Hüsnâ bir
hile ile Gül’ü sandık içine koyarak adamlara teslim eder. Adamlar sandığı gemiye
yüklerler. Öte yandan Hüsrev olanları öğrenince derhâl Isfahan hükümdarına bir
mektup yazarak Gül’ün iâdesini ister. Red cevabı alınca da bir ordu ile Isfahan’a
gidip hükümdarı öldürtür. Sarayını ararsa da Gül’ü bulamaz. Ağlayıp tekrar yol-
lara düşer. Gemi ile Mağrib ülkesine doğru yola çıkarlar. Gemi bir adaya uğrar.
Oradaki dağa çıkarak garip olaylarla karşılaşırlar. Nihayet gemi fırtınaya yaka-
lanır. Üç gün sonra karaya çıkarlar ve yol sorarak Rûm ülkesine varırlar.
O sırada Gül sandığın içinde olduğu hâlde bir balıkçının ağına takılır. Ba-
lıkçı sandığı açınca onu öldü sanır. Uzun hadiselerden sonra Gül, Nişabur Sul-
tanı Şâpûr’un sarayına düşer. Hüsrev bir orduyla gelip onu kurtarır ve Rûm ül-
kesine tekrar dönüp orada yaşarlar. Ancak bir zaman sonra bir av esnasında
Hüsrev bir yılan tarafından sokularak ölür. Ardından onun ayrılığına dayana-
mayan Gül de mezarına kapanarak rûhunu teslim eder. Rûm kayseri de altı ay
kadar sonra ölünce tahta Hüsrev’in Gül’den olan oğlu Cihângîr geçer (Şentürk
2002: 69–71).

Heves-nâme (Ca’fer Çelebi)


Eserin girişindeki fasıllardan sonra uzun bir bahar ve işret meclisi tasvi-
riyle mesnevîye başlanır. Sergüzeştin esas mevzu’unu Kâğıthâne’de şâirin başın-
dan geçen bir aşk macerası teşkil eder. Kâğıt-hâne tasvirinin ardından şâirin ar-
kadaşlarıyla birlikte burada kurduğu eğlence meclisinin tasviri ve içilen şarabın
tavsifi yer alır. Vakit ilerledikçe şarabın verdiği keyifle meclistekilerin her biri
sırasıyla sırlarını açarak eski aşk mâceralarını anlatmaya başlarlar. Şâir bunları
zevkle ve hayretle dinler. Zira kendisi o zamana kadar güzellerle çok eğlenmiş,
552 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
fakat gerçekten hiç âşık olmamıştır. O sırada yanlarına doğru yüklüce bir toplu-
luğun gelmekte olduğu görülür. Gelenler birazdan yeşillikler arasında bir çadır
kurarlar. Az sonra da Kâğıthâne deresinden içinde güzeller bulunan bir sandal
o tarafa doğru yaklaşır. Güzellerin içinde hepsinin güzelliğini gölgede bırakacak
mükemmellikte bir güzel vardır. Birazdan çadırın yanına gelip bütün güzeller
ayş u işrete, eğlenceye başlarlar. Şâir ise güzellerin arasındaki o müstesnâ güzele
âşık olmuştur. Uzunca bir eğlenceden sonra güzeller çiçek toplamak üzere çe-
şitli yerlere dağılırlar. O güzel de oturduğu çadırdan çıkarak şâire görünür. Ni-
hayet akşama doğru, giden güzeller ellerinde çiçeklerle gelirler. Yeniden meclis
hazırlıkları yapılır, kebaplar pişer, kadehler hazırlanır.
Sabahleyin şâir orada bulunan bir tepeye doğru yürüyüşe çıkar. Bir grup
güzel de oraya gelmiştir. Yanlarında bir de ihtiyar kadın bulunur. Şâir güzelleri
görünce kendinden geçip, onları seyre dalar. İhtiyar kadın durumu fark edip,
şâire oradan uzaklaşmasını söyler. Şâir çapkınlık edip ihtiyara itirazlarda bulu-
nur ve aralarında birbirlerini iknâ edebilmek için uzun bir muhâvere geçer. So-
nunda şâir o çadırda gördüğü güzelin kim olduğunu kendisine söylerse ancak
o zaman kendilerini rahat bırakacağını belirtir. İhtiyar da o güzelin kim oldu-
ğunu medhederek anlatır. Anlatılanlara göre güzel aynı zamanda okuryazardır.
Sohbet uzayıp gider ve akşam olur. Ertesi sabah güzeller yine çadırlarından çı-
karak, hazırlıklarını yaparlar ve tekrar eğlenceye koyulurlar, nihayet akşam olur.
Bir sonraki sabah yine eğlence devam eder. Mesnevînin bu kısmında şâirin gül,
bülbül, yâsemin, sûsen gibi tabiat varlıklarıyla muhâveresi yer alır. O gün de ak-
şama kavuşur. Şâir ve arkadaşları geceleyin eğlencelerine devam ederken kar-
şıdan kendilerine doğru ihtiyar bir kadının gelmekte olduğunu görürler. Kar-
şılayıp kendisine izzet ve ikram gösterirler. Bu kadın şâirin daha önce teferrüc
sırasında karşılaştığı ihtiyar kadındır. Biraz sonra gelen sâkî ona da bir piyâle
verir. Kadın şarabı içince keyiflenir ve şâirle sohbete koyulur. Sohbet uzadıkça
uzar. Nihayet şâir, o gördüğü güzele duyduğu aşkı ihtiyara iyice açar. İhtiyar da
güzelin şâire duyduğu ilgiyi, şiirlerini duyup beğendiğini belirterek, kendisin-
den bir gazel istediğini haber verir. Şâir sevinçle bir kalem açarak hemen kâğıda
birkaç gazelini yazıverir. Daha sonra da gecenin geç saatlerinde herkesin uyu-
duğu bir saatte gözüne uyku girmediğinden yalnız başına dolaşmaya çıkar. Sev-
gilisinin çadırının bulunduğu yere gelerek orayı seyreder. Kendi kendine ga-
zeller söyler. Kendine geldiği zaman güneşin doğmakta olduğunu fark eder ve
oradan ayrılır. O gün akşam olunca tekrar meclis tertiplenir. Tam o sırada ihti-
yar kadın gelerek meclise iştirak eder. Teklifsizce şâirle sohbete başlar. Sevgili-
siyle arasında geçen muhâvereyi nakleder. Oldukça uzun süren muhâvereden
anlaşıldığına göre kız bir hayli naz ve itiraz ettikten sonra nihayet merhamete
Mesnevî Özetleri
| 553
gelmiş ve âşığının çadırına misâfir olarak gelmesine müsaade etmiştir. Bir müd-
det sonra ihtiyar kadınla birlikte şâir sevgilisinin çadırına gider ve girmek için
destur isterler. İçeride tam bir işret meclisi tertiplenmiştir. İşret sırasında şâir,
sevgilisi için uzun bir terci-bend okur. Şiir sevgilinin hoşuna gider ve sevgili,
âşığıyla konuşur. Şarap getirilmesini ister, işret edilir. Sevgili, terci-bendi şâire
bir daha okutur, meclis kızışır. Sonraki günlerde şâir sevgilisiyle tekrar buluşup
eğlenir, sohbet ederler. Bu hâl günlerce devam eder. Bir sabah şâir sevgilisinin
boz bir ata bindiğini görür. Ona olan sevgisiyle ıztıraplar çekmektedir. Niha-
yet bir mektup yazmaya karar verir. Mektupta sevgilisinin güzelliğini medhe-
der, ona duâlar edip perişan hâlini arz eder.
Şâir burada sevgilisinin bütün güzellik unsurlarını müstakil başlıklar al-
tında ayrı ayrı tasvir eder. Bu parçalar orijinal serlevhalarıyla şöylece sıralanabi-
lir: sıfat-ı kâmet, sıfat-ı mûy, sıfat-ı cebîn, sıfat-ı ebrû, sıfat-ı çeşm, sıfat-ı müjgân,
sıfat-ı zülf, sıfat-ı gûş, sıfat-ı ârız, sıfat-ı hâl, sıfat-ı ruhsâr u hâl, sıfat-ı ruhsâre,
sıfat-ı bînî, sıfat-ı dehân, sıfat-ı leb, sıfat-ı dendân, sıfat-ı zebân, sıfat-ı zekan,
sıfat-ı çâh-ı zekan, sıfat-ı gabgab, sıfat-ı sîne, sıfat-ı bâzû, sıfat-ı kef, sıfat-ı püşt-i
dest, sıfat-ı isâbi’, sıfat-ı nâhunhâ, sıfat-ı şikem, sıfat-ı nâf, sıfat-ı miyân, sıfat-ı
miyân u kemer, sıfat-ı pehlû, sıfat-ı rân, sıfat-ı sâk, sıfat-ı kadem.
Daha sonra şâir sıfat-ı dey, sıfat-ı rebî’, sıfat-ı sayf, sıfat-ı harîf, sıfat-ı bâd
başlıkları altında adetâ müstakil birer deneme yapmak üzere her biri için ori-
jinal ifâdelerle tasvirler çizerek “Tetimme-i Kelâm” ser-levhasıyla eserini bitirir
(Şentürk 2002: 104–109).

Hurşîd-nâme (Şeyhoğlu Mustafâ)


Acem hükümdarlarından Siyâvuş’un pek çok hatunu vardır. Siyâvuş bir
erkek çocuk vermesi için Allah’a yalvarır. İçlerinden en kıymetlisi Hıtâyî Ay
Hatun’dan bir kız çocuğu dünyaya gelir. Çocuğu hakkında müneccimlere danı-
şan padişâh çocuğun büyüdüğünde büyük fitnelere sebep olacağını öğrenince
annesine çocuğu öldürmeyi teklif eder. Ay Hatun teklifi kabul etmiş görüne-
rek henüz ölmüş bir bebekle padişahı kandırır, kızını ise bir kaleye saklar. Er-
tesi gün devlet erkânı, kızın ölümünü haber alınca mâtem tutar. Annesi sık sık
kızını görmeye gider ve yıllarca bundan kimseye haber vermez.
Hurşîd adındaki bu kız çocuğu zamanla akıllara durgunluk verecek kadar
güzelleşir. Hurşîd’e pîr bir muallim tutularak tahsil görmesi sağlanır. Hurşîd ar-
tık zaman zaman erkek kılığına girerek ava da çıkmaktadır. Ay Hatun’un hasmı
durumunda bulunan kadınlar Hurşîd’in ölmediğini öğrenerek padişah’a ha-
ber verirler. Öfkelenen padişah hemen dört sâdık adamını kızının bulunduğu
554 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
kaleye göndererek onu öldürmelerini emreder. Birinci adam kaleye vardığında
Hurşîd’i uykuda bulur ve güzelliği karşısında düşüp bayılır. Birinci adamın dön-
mediğini gören diğerleri de kaleye girdiklerinde aynı âkıbete uğrarlar. Bunun
üzerine padişah kendisi kaleye girerek olanları görmek ister. İçeriye girdiğinde
kızının güzelliği ve yerde yatan köleleriyle karşılaşır. Kızının güzelliği ve zerâfeti
karşısında hayran kalan padişah kızını bağrına basarak sarayına götürür. Ertesi
gün padişah, kızına türlü eşyalar ve bir bağ hediye eder. Bağın içinde ise güzel
bir havuz vardır. Ertesi sabah Hurşîd, bağını gezmeye çıkar. Bağ içinde kendi-
sine bir kasr yapılmasını emreder.
Hurşîd’i öldürmeye gelen kölelerden birincisi geçirdiği şok neticesinde
hayatını kaybeder. Hurşîd bunu haber alınca kölenin mezarını ziyarete gi-
der. İkinci köle ise aklını kaybedip yollara düşmüştür. Azat edilen bu köle-
nin yolu Mağrib sultanının ülkesine düşer, başına gelenleri sultana hikâye
eder. Bu sultanın Ferahşâd adında genç bir oğlu vardır. Ertesi gün Ferahşâd
köleden hâlinin sebebini sorar. Kölenin başına gelenleri öğrenince de derhâl
Hurşîd’e âşık olur ve bir gece Hurşîd’i bulma ümidiyle köleyle birlikte gizlice
yola çıkarlar. Yolda tanınmamak için kıyâfetlerini değiştirirler. Eskiden türlü
ihtimamlarla yetişen Ferahşâd şimdi baş açık yalın ayak bir dilenci kıyâfetiyle
ilden ile dolaşmaktadır. Nihayet bir gün Cem-âbâd adlı bir şehre gelirler ve
Siyâvuş’un sarayını bulurlar. Şehirde dertli dertli gezinirken bir gençle kar-
şılaşırlar. Genç bunlara dertlerinin devâsı her ne ise şehrin dışında bahçeler
arasındaki yatırı ziyâret ettikleri takdirde bulabileceklerini söyler. Ertesi sa-
bah bahçelere doğru yola çıkarlar ve oradaki kümbed içindeki kabri ziyâret
ederler. Ziyâret ettikleri kabir Hurşîd’in güzelliği karşısında can veren köle-
nin kabridir. Ferahşâd durumu anlayınca ağlar, dövünür. O sırada Hurşîd’in
hizmetçisi tesâdüfen Ferahşâd ve Âzad’la karşılaşır, onların hâlini sorar ve
saraya döndüğünde gördüğü delikanlıyı Hurşîd’e anlatır. Hurşîd, hizmetçiye
o gördüğü kimselere iyi davranmasını, onların gönüllerini almasını tenbih
eder. Hizmetçi de Ferahşâd ve Âzad’a türlü yiyecekler getirerek ikram eder.
O sırada Ferahşâd’ın dili çözülerek şiir okumaya başlar. Hizmetçi şiiri yaza-
rak Hurşîd’e getirir. Hurşîd gelen nüshayı okuyunca meseleyi iyice anlar. O
da bir şiir nazm ederek Ferahşâd’a gönderir. Bu şekilde defalarca şiirleşirler.
Hurşîd’in dadısı her ikisine de aracılık etmektedir.
Nihayet bir gece Hurşîd erkek kıyâfetine girerek Ferahşâd’ı görmek için
yola çıkar, görüşüp konuşurlar, birbirlerine karşılıklı şiir okurlar. Sabah olunca
ayrılırlar. Bir müddet bu şekilde görüştükten sonra bir gece Hurşîd dadısına
Âzad ile Ferahşâd’ı hamama götürmesini sonra da güzelce giydirmesini söyler.
Dadı her ikisini de alarak hamama götürür ve giydirir. Kıymetli elbiseler giyinen
Mesnevî Özetleri
| 555
Ferahşâd, Hurşîd’in yanına gider. Meclis kurulur, güzeller gelip hizmet eder-
ler. Yenir, içilir, mûsikî dinlenir. Buraya kadar Hurşîd’in Ferahşâd’la görüşmesi
sırasında yüzünde hep bir örtü bulunmaktadır. Nihayet Hurşîd yüzündeki ör-
tüyü açar, iki âşık kucaklaşırlar ve bayılırlar. Hurşîd’in dadısı içeri girerek onları
ayıltır. Bu fırsatı ganimet bilmelerini tenbih ederek yanlarından ayrılır. İki âşık
döşeğe girerler sabaha kadar sevişirler. Daha sonra Hurşîd şehzâde için sırça-
dan bir hücre hazırlar. Geceleri bu hücrede eğlenmeyi düşünmektedir. Bir gün
Hurşîd eline kalem alarak Ferahşâd’ı yanına davet eder. Ferahşâd hücreye ge-
lince yenir, içilir, eğlenilir. Daha sonra iki âşık yalnız kalırlar. Bu durum gün-
lerce devam eder gider.
O sırada Maşrık’a yönelen kölelerden Siyah adlı köle ıklık adlı bir çalgıyı
çalmayı öğrenir. Zamanla öylesine güzel çalar ki Hıtay ülkesinin padişahı Boğa
Han kendisini saraya çağırır. Siyah’ı çağırmak için gelenler ıklık sesini duyar
duymaz bayıldığından sonunda Boğa Han kendisi yola çıkar. Bir dere kena-
rına geldiğinde davet için yolladığı adamlarını ıklık sesinden mest olmuş bir şe-
kilde uyurken bulur. Siyah’ı bir müddet hayran hayran dinledikten sonra hâline
vâkıf olarak anlattıklarından derhâl Hurşîd’e âşık olur. Boğa Han’ın Turumtay
adında kötü bir veziri vardır. Onu Hurşîd’i istemek üzere Siyâvuş’un sarayına
gönderir. Turumtay sarayda karşılanır, onuruna ziyâfetler verilir. Boğa Han’ın
maksadı Siyâvuş’a iletilir. Siyâvuş kızını vermemek için kızı olmadığını söylerse
de Boğa Han buna çok kızar ve hemen asker toplar. Boğa Han’ın asker topladı-
ğını duyan Siyâvuş da sabahleyin ordu toplar ve bir gün iki ordu karşılaşır. Ak-
şam olunca savaş kesilir ve ertesi gün tekrar mücâdeleye devam edilir. Niha-
yet Hurşîd bir hile düşünerek Boğa Han’a onu sevdiğini ifâde eden bir mektup
gönderir. Böylece savaşı durdurmak niyetindedir. Mektupta savaşçı kılığında
meydana çıkacağını, kendisiyle dövüşür gibi yaparak kendisini kaçırmasını ten-
bih eder. Ertesi gün Hurşîd savaş meydanında Boğa Han’ın karşısında yüzünü
açar, güzelliği karşısında Han bayılınca Hurşîd hemen onu öldürür, başsız ka-
lan düşman ordusu dağılır. Bu işi Ferahşâd’ın yaptığı sanılarak Ferahşâd övü-
lür. Padişâh bu durum karşısında vezirlerini toplayarak kızını Ferahşâd’a ver-
mek istediğini söyler. Onlar ise ancak Şebçerağ adlı taşı getirdiği takdirde kızı
alabileceğini böylece asil bir âileden olduğunu da ispat etmiş olacağını ifâde
ederler. Ferahşâd derhâl deniz yoluyla memleketine varır. Ferahşâd’ın babası
oğlunun gelişine çok sevinir ve vezirlerine danışarak onu kendi tahtına geçirir.
Ferahşâd içinde bulunduğu durumu babasına anlatır ve kendisine Şebçerağ’ı
vermesini ister. Taşı alamadığı gibi belki kaçar diye hapse de atılan Ferahşâd
günlerce Hurşîd’in aşkıyla yanar, ağlar. Kendisine ne kadar güzel kadın gönde-
rildiyse de hiçbirine iltifat etmez.
556 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Hurşîd’e âşık kölelerin dördüncüsü ise aylarca yürüdükten sonra Çin ülke-
sine varır. Orada resim yapmayı öğrenir. Hasretini giderme ümidiyle Hurşîd’in
bir resmini ipek bez üzerine yaparak mendil gibi koynunda saklar. Bir gün tenhâ
bir yerde Hurşîd’in resmine bakarken bir fırtına çıkarak mendili alıp, Mısır Sul-
tanı Tus’un oğlu Behrâm’ın sarayının bahçesine götürür. O sırada bir işret mec-
lisinde bulunan Behrâmhavadan bahçeye bir şey düştüğünü görünce onu istetir,
görür görmez de âşık olur ve resimdeki güzele kavuşma ümidiyle hemen yola
koyulur, Siyâvuş’un memleketine gider. Siyâvuş, Behrâm’ı karşılar. Ertesi gün
BehrâmSiyâvuş’tan kızını kendisine vermesini ister. O ise daha önce Ferahşâd’a
söz verdiğinden tereddüt içindedir. Danıştığı vezirler ise kendisine Ferahşâd’ın
iki senedir daha dönmediğini söyleyince Behrâm’ın teklifini kabul eder. Haberi
duyan Hurşîd ise feryâd u figân eder. O sırada Ferahşâd babasının yerine tahta
geçmiş ve ilk fırsatta hacca gitme bahânesiyle Hurşîd’in memleketine doğru yola
çıkmıştır. Bir gece Siyâvuş’un şehri yakınında ordusunu konaklatarak hediyelerini
hazırlar ve Siyâvuş’a geldiğini bildirmek üzere haberci gönderir. Hükümdar kızını
iki ayrı kişiye va’dettiğinden güç durumdadır. Ferahşâd’ın Şebçerağ’ı getirmesine
rağmen kararsızdır. Nihayet bir gün kiminle evleneceği konusunda Hurşîd’in
düşüncesi sorulur. O da Ferahşâd’ın ismini açıkça bildirmekten çekinerek mem-
leketi Boğa Han’ın zulmünden kurtaracak biriyle evlenmek istediğini ifâde eder.
Neticede Hurşîd ile Ferahşâd’ın düğünleri yapılır. Behrâmteselli edilerek mem-
leketine gönderilir. “Der târih-i telîf-i kitâb” başlığında müellif eserini bir bahar
mevsiminde nazmettiğini ifâde ederek bir bahar tasviri çizer (Şentürk 2002: 63–66).

Hümâ vü Hümâyûn (Cemâlî)


Arap ülkesinde Menûşeng adında, çocuğu olmayan bir hükümdar vardır.
Günün birinde Allah hükümdara bir erkek çocuğu verir, adını Hümâ koyarlar.
Hümâ, on beş yaşına gelene kadar türlü ilim ve hünerlerle yetişir ve olgunlaşır.
Bir gün babasından izin alarak ava çıkar. Şehzâde önüne çıkan bir yaban eşe-
ğini avlar. Ertesi gün yine av için gezerken bir bağa rastlar. Bağda bir güzel do-
laşmaktadır. Güzel, Hümâ’yı bağda bulunan bir köşke davet eder. Hümâ, köşkte
gördüğü resimler arasında bulunan Çin fağfurunun kızı Hümâyûn’un resmine
âşık olur, ağlayıp sızlar.
Şehzâdenin kendisiyle aynı günde doğan ve birlikte büyüyen Behzâd adlı
bir arkadaşı vardır. İkisi birlikte resimdeki güzeli bulmak için yola çıkarlar. Yolda
Semendün adında ava çıkmış kötü bir zenci denizciyle karşılaşırlar. Zenci bun-
ları gemisine alıp kaçırır. O sırada bir fırtına çıkıp gemiyi batırır, zenci boğu-
lur. İki arkadaş da sâlimen yeşilliklerle süslü bir karaya çıkar. Biraz yürüdükle-
rinde kendilerini bir topluluğun beklediğini görürler. Halkın âdetine göre ölen
Mesnevî Özetleri
| 557
hükümdarın yerine memlekete dışarıdan gelen ilk şahıs hükümdar kabul edil-
diğinden Hümâ’yı hükümdar, Behzâd’ı da vezir yaparlar. İki arkadaş geceleri
işret, gündüzleri adâletle memleketi idâre ederler. Bir gece Hümâ, şarabın te-
siriyle kendinden geçtiği bir sırada Behzâd’ın mecliste olmadığını fark eder ve
onu aramak için dışarı çıkar. Behzâd’ı başında bir güzel beklediği hâlde peri-
şan bir hâlde yerde yatarken görür ve Behzâd’ın da aşk derdine uğradığını an-
lar. O sırada Hâverân Şâhının kızı da Hümâ’ya âşık olmuştur. Bir sabah Hümâ
yine av için yola çıktığında bir atlıyla karşılaşır. Atlı kendisini tanıtınca onun
amcasının oğlu Fâhte olduğu anlaşılır, kucaklaşırlar. Bir gün Hümâ bostanda
işret etmek için Fâhte ve Behzâd’ı da yanına alarak yola çıkar. Yolda elinde al-
tın turunç tutan bir güzelle karşılaşırlar. Güzel elindekini atınca Fahte’ye değer
ve Fâhte de o güzele âşık olur.
Hümâ bir gece rüyâsında bir gül bahçesi, gül bahçesinde de sevgilisi
Hümâyûn’u görür, Hümâyûn kendisini “Hem âşıklık dâvâsı güdersin hem de
padişahlık edersin.” diye azarlar. Hümâ bunun üzerine tâc ve tahtı bırakarak yol-
lara düşer. Yolda Çin fağfurunun Sa’dan adındaki taciriyle tanışıp ayrılır. Daha
sonra etrâfı türlü tehlikelerle ve devlerle çevrili bir kaleye gelir. Bütün engelleri
aşarak kaleye girer. Kale içinde bir köşk bulunduğunu köşk içinde de bir güze-
lin durmakta olduğunu fark eder. Perîzâd adındaki bu güzel Hümâyûn’un am-
casının kızı olup kendisine sihir yapılarak bu kaleye hapsedilmiştir. Hümâ kızı
kurtarır. İkisi birlikte gezerlerken tekrar bir kasr görürler, mahzenine inip ka-
pısını açtıklarında muhteşem bir hazineyle karşılaşırlar. Daha sonra oradan çı-
kıp birlikte Çin’e doğru yola koyulurlar.
Çin’e varınca Perîzâd başından geçenleri ve kendisini Hümâ adında bir
şehzâdenin kurtardığını, bu şehzâdenin ona olan aşkını Hümâyûn’a anlatır. Sa’dan
da Hümâ’nın yaptıklarını Fağfur’a haber vermiştir. Fağfur, Hümâ’yı sarayına ça-
ğırarak ağırlar. Hümâ bir aralık dışarıya dolaşmaya çıktığında Hümâyûn’u kas-
rına girmek üzereyken görür ve kendinden geçip feryâd eder. Bir müddet sonra
Fağfur, birlikte ava çıkmak için Hümâ’ya haber gönderir, av hazırlıkları yapılır.
Av sırasında Hümâ bir fırsatını bularak Hümâyûn’un kasrına girer, iki âşık işret
ederler. O sırada âniden sarayın kapıcısı gelerek onları görür ve Fağfur’a şikâyet
edeceğini söyler. Hümâ kapıcıyı engellerken kapıcının başı bir taşa çarparak ölür.
İki âşık, üç gün üç gece işret ederek hoşça vakit geçirirler. Nihayet Hümâ ayrılıp
Fağfur’un yanına dönecekken, kasrın bulunduğu bağın bahçıvanı onu görüp kı-
zıyla buluştuğunu Fağfur’a haber vereceğini söyler. Hümâ kılıcını çekip onu öldü-
rür. Durumu gören birisi Fağfur’a olanları haber verdiğinden Fağfur, Hümâ’nın
hapse atılmasını emreder. Hümâ hapiste ağlayarak gazeller okur. O sırada âniden
Perîzâd gelerek Hümâyûn’dan bir mektup getirir. Hümâ bir müddet daha ağla-
558 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
yarak zindanda vakit geçirdikten sonra, elinde mumla bir güzelin gelmekte ol-
duğunu fark eder. Semenruh adlı güzel, Hümâ’ya at ve silah vererek onu kurta-
rır. Hümâ derhâl Hümâyûn’un kasrına giderse de Hümâyûn, Semenruh’la Hümâ
arasında bir ilişki geçtiği vehmine kapılarak Hümâ’ya kızdığından kapıyı açmaz.
İki âşık arasında sitemli bir muhâvere geçer. Sonunda Hümâ, Hümâyûn’u iknâ
edemez ve soğuk bir kış gününde ağlaya sızlaya yollara düşer. Bir gün Hümâ bir
dere kenarına gelerek atından iner ve orada konaklamaya karar verir. O sırada
Hümâyûn yaptıklarına pişman olduğundan hemen Hümâ’nın peşine düşer ve
sevgilisini dere kenarında ağlarken bulur. Hümâyûn kim olduğunu belli etme-
den, Hümâ’nın aşkının gerçek olup olmadığını anlamak için ona bâzı sorular so-
rar. Sevgilisinin sadâkatini anlayınca ayaklarına kapanır. İki âşık sevişirler. Sabah
olunca bir deyrin yakınında olduklarını fark ederler. O sırada deyrin yanına bir
ordu gelip konaklamıştır. Hümâ asker arasına dikkatle bakınca Fâhre ile Behzâd’ın
askerleri olduğunu fark eder ve sevinir. Attığı bir okla onlara varlığını haber verir.
Üç arkadaş buluşurlar, birlikte işret edip hasret giderirler. Ertesi gün Hümâ izzetle
tahta çıkar ve Fağfur’a bir mektup yazdırır. Mektupta eğer kendisini affederse gelip
kapısında köle olacağını, yoksa ordusuyla Çin’i kısa bir müddet zarfında yağma
etmeğe muktedir olduğunu bildirir. Fağfur mektubu alınca hemen kâtibini ça-
ğırıp cevap yazdırır. Mektubunda Hümâ’yı affedeceğini fakat önce kızını kendi-
sine göndermesi gerektiğini bildirir. Maksadı hile ile Hümâyûn’u ele geçirmek-
tir. Hümâ, Fağfur’un mektubuna inanıp hemen Hümâyûn’u gönderir. Fağfur bir
kız ölüsü bulup Hümâyûn öldü diye sarayından çıkartır, kızını da hapse attırır.
O sırada sevgilisinin hasreti gâlip geldiğinden Hümâ da Hümâyûn’u görme ümi-
diyle Fağfur’un sarayına gelmiştir. Olanları duyunca yakasını yırtıp yollara düşer.
Perîzâd bir gün vezirden izin alarak Hümâyûn’u görmek için hapse iner. Vezir’in
Ferahnâz adında bir oğlu vardır. Perîzâd’a âşık olmuştur. Hümâ’ya Hümâyûn’un
sağ olduğunu haber vermek için yola çıkar. Behzâd’ı bulup gerçeği haber verir;
ancak Behzâd da Hümâ’dan habersizdir. Birlikte Hümâ’yı aramaya çıkarlar. So-
nunda Hümâ’yı perişan bir hâlde bulurlar. Olanları duyunca Hümâ sevinir ve
hemen askerlerini hazırlayıp Çin’e doğru yola çıkar. İki ordu arasında büyük bir
savaş olur. Hümâ, Fağfur’u öldürür ve Hümâyûn ile işret ederek hoşça vakit ge-
çirir. Hemen müneccimlere emir vererek nikâh için uğurlu bir saat bulmalarını
emreder. Nikâh kıyılır, eğlenceler tertiplenir. Hümâ, Ferahzâd ile Perîzâd’ı evlen-
dirir. Behzâd ve Fâhre’yi de Azerefrûz ve Şemse ile evlendirerek her ikisine de tâc
ve taht verir. Bir gün karşısına bir güzel çıkıp babasının kendisine ihtiyâcı oldu-
ğunu söyler ve kaybolur. Bunun üzerine Hümâ ve Hümâyûn birlikte Şam’a gider-
ler. Menûşeng oğlunun dönüşünden bir müddet sonra ölür. Hümâ babasının ye-
rine geçerek memleketi adâletle idâre eder (Şentürk 2002: 91–94).
Mesnevî Özetleri
| 559

Hüsn ü Aşk (Şeyh Gâlib)


Araplarda giyimleri temmuz güneşi, içtikleri, dünyayı yakıp yandıran yalım
olan “Benî Mahabbet” (Sevgi Oğulları) adında bir kabile vardı. Bu kabile içinde
bir gece bir erkek, bir de kız doğar. Erkeğe “Aşk”, kıza “Hüsn” adını verirler ve
bunları birbirleriyle nişanlarlar. Okuma çağına geldikleri zaman “Edeb” mek-
tebine devam etmeye başlarlar. Bu mektepte, “Munlâ-yı Cünûn” denen ve her
türlü kayıttan kurtulmuş olan bir hoca vardır. Aşk’la Hüsn’ün arasındaki sevgi
bu mektepte başlar. Hüsn, arada bir Aşk’ın halvetgâhına da gider. Bazen de ikisi,
içinde “Feyz havuzu” bulunan “Mânâ gezinti yeri”nde buluşurlar. O bahçenin
her şeyi bilen ve anlayan “Suhan” (söz) adında ihtiyar bir mihmandarı vardır.
Ancak bu sırada kabile içinde “Hayret” adlı biri, ikisinin buluşmalarına engel
olmaya başlar. Birbirlerinden ayrılan Aşk ve Hüsn, Suhan vasıtasıyla mektuplaş-
maya ve hasretlerini bu şekilde gidermeye çalışırlar. Aşk’ın Gayret adlı bir lalası,
Hüsn’ün de İsmet adlı bir dadısı vardır. Gayret’in de tensibiyle Aşk, kabile ulu-
larından Hüsn’ü ister. Kabile uluları, bu isteği alayla karşılarlar ve Kalb ülkesine
varıp Kîmyâ’yı getirmedikçe Hüsn’e kavuşmasının mümkün olmayacağını, o ül-
kenin yolunda birçok belâlar bulunduğunu, bin başlı ve çeşitli renklerde bir ej-
derhanın, ateşten bir denizin bulunduğunu, o denizden mumdan yapılmış gemi-
lerle geçilebileceğini, daha ileride bin yıllık Gam harabesinin, matem sarayının,
çeşit çeşit cinlerin, devlerin, gulyabanilerin, kapkaranlık gecelerin, geçilmesi güç
çöllerin olduğunu söylerler. Aşk, Kîmyâ’yı getirmek için Gayret’le yola çıkar ve
ilk adımda bir kuyuya düşerler. Kuyu, aylar yıllara bağlanıp sarkıtılsa dibinin
bulunması ihtimali bulunmayacak kadar derindir. Kuyuda, semirsinler de sonra
yiyeyim diye bunları hapseden bir de cadı vardır. Bu sırada Suhan yetişip kuyu-
nun dibinde, üstünde İsm-i A’zam yazılı bir ipin bulunduğunu, onunla kuyudan
çıkabileceklerini haber verir. İpi bulup kuyudan çıkarlar; ancak Gam harabesine
düşerler. Orada çok soğuk bir kış hüküm sürmektedir. O harabedeki ihtiyar bir
cadı Aşk’a gönül verir. Aşk, onun isteğine uymayınca onu çarmıha gerer. Der-
ken Suhan yetişir, Aşk’a, Hüsn’den bir kılıçla bir at, Gayret’e de iki kanat getirir.
Yine yola düşerler; yolda cinlerle, gülyabanilerle savaşırlar; sonunda ateş deni-
zine erişirler; kıyısında mumdan yapılmış gemiler vardır. Cinler, bu gemilere
binmelerini teklif ederlerse de kabul etmezler. At, ateşte yaşayan semender gibi
denize dalar; Gayret de uçarak geçer. Çin ülkesi kıyılarına varırlar. O sırada al
gagalı bir dudukuşu şekline girmiş olan Sultan gelir. Çin padişahının kızı Huş-
rübâ’ya kapılırsa onu, Zâtü’s-süver kalesine götüreceğini Aşk’a haber verir. Fakat
Aşk, Hüsn’e benzettiği Huş-rübâ’ya gönlünü kaptırır. Kız, Aşk’ı alıp kaleye götü-
rür, hapseder. Kaleye girdikleri zaman kapı kaybolur. Gayret’le Aşk, orada ka-
lırlar. Bu sırada yine Suhan yetişir; kaleyi ateşe vermelerini söyler. Kaleyi ateşe
560 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
verip kurtulurlar; fakat Aşk, pek perişan bir hâle düşer; adım atacak hâli kalmaz.
Derken kutlu bir sabah doğar. Suhan, bir hekim kılığında gelir; o sırada Gayret
kaybolur. Suhan, Aşk’ı alıp Kalb kalesine götürür. Kalenin bir yanı denize, bir
yanı karaya bakmaktadır. Her yanında beş kapısı olup her bir kapıda bekçiler
beklemektedir. O sırada çeşitli renklerde elbise giyinmiş müjdeciler gelir. Aşk,
Suhan’ın delâletiyle Hüsn’ün sarayına varır. O sırada Hayret, İsmet, Mullâ-yı
Cünûn ve diğerleri gelirler; Mânâ gezinti yeri belirir. Suhan, cadıyı öldürenin,
yolları açanın, dudu şekline bürünenin, sülün şekline girenin, hekim kılığında
gelenin hep kendisi olduğunu söyler ve sen der, Hüsn’ü kendinden ayrı sandın
da o yüzden yanlış yola saptın; birliğe ikilik sığmaz; bu dertler, yanlış düşün-
menden meydana geldi. Aşk, Hüsn’dür, Hüsn de Aşk. Bütün bunlardan sonra
gelenler geride kalırlar; Hayret, Aşk’ı alıp Hüsn’e götürür; gayb perdeleri açılır;
söz de sükut âlemine varır (Gölpınarlı 1971: 116-19).

Hüsrev ü Şîrîn (Fahrî)


Oğlu olmayan Hürmüz’e Allah uzun yıllar sonra duâ ve adaklar sonucu
bir erkek çocuk bağışlar, adını Hüsrev-i Pervîz koyarlar. Çocuk yedi yaşına gel-
diğinde tam bir kahraman oluverir. Bir gece Hüsrev avdan döner ve bir köyde
işret eder. Atlar ekine zarar verir. Sabahleyin düşmanları babasına haber verir-
ler. Adâletiyle tanınan Hürmüz cezâ olarak atın ayağını kırdırır, çenginin tır-
naklarını söktürür. Hüsrev’i babasının elinden zor kurtarırlar.
Hüsrev’in Şâpur adında çok güzel resim yapan bir nedimi vardır. Ona bir
gün Ermen melikesi Mehîn Bânû’nun yeğeni Şîrîn’den, yanında ona hizmet eden
güzellerden ve Şebdîz adlı eşsiz atından bahsedilir. Hüsrev derhâl Şîrîn’e âşık olur,
Şâpur’a o güzeli bulması için yalvarır. Şâpur bir bahar günü Ermen diyârına va-
rır. Yanındaki güzellerle kırda dolaşan Şîrîn’i görür. Hüsrev’in resmini çizip bir
ağaca asar. Şâpur, resmi görüp heyecanlanan Şîrîn’e onun kim olduğunu med-
hederek anlatır. Şîrîn, Hüsrev’in ülkesine doğru yola çıkar. Bu esnada cennet
misâli yeşillik içinde bir akarsu görüp yorgunluk atmak için suya girer. O sırada
sevgilisinin hasretine dayanamayarak Ermen diyârına gitmekte olan Hüsrev de
aynı yeşilliği görüp gelir. Şebdîz’i ve bilmeden Şîrîn’i suda görür, utanır, arka-
sını döner. Şîrîn gözlendiğini fark edince derhâl Şebdîz’e binip kaybolur. Hüsrev,
Ermen’e gidip Şîrîn’in kaçtığını öğrenince yolda gördüğü güzelin kim olduğunu
anlar. Ermen’de bir müddet dinlenir, Şâpur’la hoşça vakit geçirirler.
O sırada Behrâm, Hürmüz’e isyân ederek Hürmüz’ün gözlerine mil çek-
tirmiş ve ülkesinin idâresini ele geçirmiştir. Hüsrev, Behrâm’a katılmayan beğ-
ler ve askerlerle bir ordu kurup Behrâm’a karşı koyarsa da yenilir ve askerleri
dağılır. Behrâm, İran’a şâh olur. Hüsrev çâresiz Ermen diyârına döner. Şîrîn bir
Mesnevî Özetleri
| 561
zaman Medâyin’de kalıp Hüsrev’in Ermen’de olduğunu öğrenince oraya döner
ve bir av sırasında iki âşık tesâdüfen karşılaşıverirler. Akşama kadar eğlenir-
ler. Sonraki günler de yeşil bahçelerde birlikte gezer, eğlenirler. Bir keresinde
Hüsrev karşılarına çıkan bir arslanı öldürür. Sonra sevgilisiyle eğlenceye de-
vam eder. Yine bir gece Nakkâş’ı da dâvet edip eğlence tertip ederler, nakkâş ve
diğer misâfirler gidince iki âşık başbaşa kalırlar. Bu hâl günlerce devam eder.
Yine bir gece iki âşık işret ederken Hüsrev ileri gidince Şîrîn ona izin vermez
ve asıl erliğin memleketini Behrâm’ın elinden kurtarmak olacağını söyler. Bu
söze çok incinen Hüsrev, Behrâm’ı yenmek için çâreler arar. Nihayet Bizans kay-
serine elçi ile mektup gönderir ve ondan yardım ister. Sonunda kayser, İran’ın
Bizans’a saldırmayacağına dâir Hüsrev’den söz alarak Niyetus komutasında bir
orduyla kızı Meryem’i çeyiziyle birlikte Hüsrev’e gönderir. Behrâmgelen orduyu
haber alınca komutanları kendi tarafına çekmek için vaatlerde bulunarak her
birine ayrı ayrı mektup yazdırır. Anlaşıldığına göre Hüsrev, Behrâm’ı yenmiş ve
babasının tahtına geçmiştir.
Öte yandan Şîrîn Hüsrev’i gücendirmenin ve ondan ayrı kalmanın üzün-
tüsüyle ağlayıp sızlamaktadır. Meryem, Hüsrev’le evlenmiş, üstelik ondan kendi-
sinden başka kimseyle evlenmeyeceğine dâir söz almıştır. Şâpur, Ermen’de dura-
mayarak Medâyin’deki kasrında yaşayan Şîrîn’in yanında onu teselliye çalışarak
sabır tavsiye etmektedir. Çocukluğundan beri tâze süt içmeye alışmış Şîrîn, sü-
rülerin uzak oluşu sebebiyle süt içememektedir. Şâpur, tâze sütü derhâl kendi-
sine ulaştırabilecek bir kanal yapmayı ve bunu en iyi Ferhad’ın başarabileceğini
öne sürer. Ferhad getirilir. Şîrîn’i gören Ferhad hemen âşık olur ve o heyecanla
bir ay içinde havuz ve kanalı inşâ eder, işi bitince de Şîrîn’in derdiyle zayıflar,
beli bükülür, çılgınlıklar ederek çöllerde vahşi hayvanlarla gezer, ünü her yana
yayılır. Hüsrev, Ferhad’ı merak ederek sarayına çağırtır. Onu Şîrîn’den vazgeçir-
mek için mal mülk verirse de Ferhad bunların hiçbirine rağbet etmez, sonunda
onu oyalamak ve Şîrîn’den uzaklaştırmak için Bîsütûn dağından bir geçit açma-
sını teklif eder. Ferhat geçidi açmayı, Hüsrev’in Şîrîn’den vazgeçmesi şartıyla ka-
bul edeceğini söyler. Hüsrev onun bu teklifine çok kızar fakat dağı delebilece-
ğine ihtimal vermediği için Ferhad’a söz verir. Şîrîn zaman zaman gelip Ferhad’ı
çalışması sırasında ziyâret ettiğinden bu hâl Hüsrev’in kıskançlığını iyice arttı-
rır, üstelik dağ da delinmek üzere olduğundan bir hile düşünmeye başlar. So-
nunda Ferhad’a Şîrîn’in öldüğü haberini vermeyi düşünürler. Ferhad bunu du-
yunca elindeki kazmayı havaya atarak başına isâbet ettirir ve ölür.
Az zaman sonra Meryem ölür, musâhipleri Hüsrev’i teskin için ona tanın-
mış güzellerin isimlerini verirler. Isfahan’da yaşayan Şeker adlı güzelin medhini
çok işiten Hüsrev bir yıl sabrettikten sonra ordusuyla oraya gider, Şeker’i bulur;
562 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
birlikte yer, içer, eğlenirler. Hüsrev odasına çekildiği zaman Şeker ona ken-
disine çok benzeyen bir câriyesini gönderir. Anlaşıldığına göre Hüsrev, Şîrîn’in
hasretine dayanamayarak ordusunu toplar ve av bahânesiyle soğuk bir kış gü-
nünde Şîrîn’in kasrına kadar gelir. Şîrîn ile görüşmek için ne kadar yalvarırsa
da karşılık göremez, ümidini keser. Sarayına dönerek Nigisa ile Barbed’in çal-
dıkları kopuz ve çengi dinler. Diğer taraftan Şîrîn, Hüsrev’e sert karşılık verdi-
ğine pişman olup onun sarayına gider, Hüsrev Şîrîn’in gelişine çok sevinerek
ona nikâhsız el sürmeyeceğine and içer. Bunun üzerine iki âşık yedi gün bir-
likte eğlenip işret ederler.
Nihayet Hüsrev ve Şîrîn’in düğünleri yapılır. Hüsrev düğün sırasında ken-
dini bilmeyecek kadar içtiğinden Şîrîn onun yanına bu hâldeyken gitmek iste-
mez ve sarayında bulunan bir kocakarıya gelinlik giydirerek Hüsrev’in odasına
gönderir. Daha sonra Hüsrev ayılınca kendi girer.
Hüsrev’in Meryem’den olan Şîrûye adında kötü kalpli bir oğlu vardır.
Hüsrev’i öldürerek devletini ele geçirmek ister… [Hikâyenin başından sonraki kısmı
-Şeyhi’de olduğu gibi- tercüme edilmemiştir.] (Şentürk 2002: 58–61).

Hüsrev ü Şîrîn (Şeyhî)


Nûşirevân’ın ölümünden sonra yerine oğlu Hürmüz geçer. Memleketi
adâletle yöneten Hürmüz bir oğlu olmadığı için çok üzülmektedir. Günlerce
duâ eder ve nihayet Allah ona bir erkek evlat bağışlar. Hüsrev yedi yaşına gel-
diği zaman bir hocaya verilir, kısa zamanda silah kullanıp işret etmede mâhir
bir delikanlı oluverir. Bir gün Hüsrev ava çıkar ve işret eder. Sabahleyin kendi-
sini çekemeyenler onu bu hâlinden dolayı babasına şikâyet ederler. Hüsrev ba-
basının hışmından güçlükle kurtarılır.
Delikanlının akıl hocası olan Şâvur adlı nedimi ona Ermen diyarının me-
likesi Mehin Bânû’nun Şîrîn adlı güzel yeğeninden bahseder. Delikanlı Şîrîn’e
âşık olur ve ıztıraplar içinde kıvranır. Şâvur’u derhâl Şîrin’i istetmek üzere Er-
men diyârına gönderir. Şâvur yolda bir dağa rastgelir. Bu dağda bir mağara, ma-
ğarada da bir taş vardır. Muayyen zamanlarda kısraklar gelerek bu taşa sürünür
ve gebe kalırmış. Mehin Bânû’nun meşhur atı Şebdîz de bu taşın neslinden imiş.
Bir muğ kıyâfetine giren Şâvur, dağdaki keşişlere Şîrîn’in nerede olduğunu sorar
ve yerini öğrenir. Daha sonra Şâpur, Şîrîn’in gezindiği yere gizlenerek Hüsrev’in
bir resmini asıverir. Berâberindeki güzel câriyelerle oradan geçen Şîrîn, resmi gö-
rür görmez kendinden geçer. Kızlar resmi kaybedip saklasa da ertesi gün Şâvur
yine resmi kızların geçeceği yere asar. Sonra da şaşıran kızların karşısına çıkarak
resmin hikmetini sâdece Şîrîn’le yalnız kalmak şartıyla açıklayabileceğini söyler
Mesnevî Özetleri
| 563
ve durumu Şîrîn’e açar. Şîrîn hemen Hüsrev’e âşık olur. Medâyîn’e doğru yola
çıkmak istediğini Şâvur’a bildirir. Bir gece Mehin Bânû’dan av bahânesiyle Şeb-
dîz’i ister ve sabahleyin Ermen’den Medâyîn’e doğru yola çıkar. Yedi gün sonra
dinlenmek için bir su kenarında konaklar ve suya girer. O sırada Hüsrev düş-
manlarının iftirâsına uğrayarak babasının korkusundan Medâyîn’i terk etmiş-
tir. Ermen diyarına doğru giderken bir su kenarında durur ve o sırada yıkan-
makta olan Şîrîn’le atını görür, Şîrîn’in güzelliği karşısında hayran kalır. Şîrîn
gözetlendiğini fark edince vücûdunu saçlarıyla örter ve kendisine bakan deli-
kanlının sevgilisi Hüsrev olduğunu tahmin eder. Hüsrev utanarak arkasını dö-
ner dönmez Şîrîn atına atlayarak kaybolur. Şîrîn, Medâyîn’e varınca Şâvur’un
kendisine verdiği yüzük vasıtasıyla önceden tenbihli hizmetçilerce tanınır. O
sırada Hüsrev de Ermen’e ulaşmış ve durumu Mehin Bânû’ya anlatmıştır. Me-
hin Bânû Hüsrev’e anlayış gösterir ve onu ağırlar. Hüsrev derdini unutmak için
vaktini işretle geçirir. Bir yandan da sevgilisinin güzelliğini tasavvur etmekte-
dir. Şâvur, Hüsrev’in ıztırâbına dayanamayarak bir sabah Medâyîn tarafına gi-
derek Şîrîn’i Ermen’e geri götürmeye karar verir.
Diğer taraftan Behrâm, ordusuyla Sâye Han üzerine yürür, onu yener. Ar-
dından Hürmüz’e de isyân ederek, onu devirir ve aslında Hüsrev’in hakkı olan
tahta halkı kışkırtarak kendi geçer. Hüsrev bu yüzden Şâvur’un tavsiyesine uya-
rak bir yıl kadar Ermen’de kalır. Şîrîn de Ermen’e gelince iki sevgili birbirlerini
bir av sırasında tesâdüfen görürler. Sevgililer bundan sonraki günlerini bazen iş-
ret ederek bazen de çevgân oynayarak geçirirler. Bir bahar gecesi düzenledikleri
işrete Hüsrev’in Barbed adlı mugannîsi de çengi ile iştirak eder. Başka bir gece
yine iki sevgili Aras adlı akarsu kenarına gider, eğlenirler. Bu arada her fırsatta
yalnız kalıp sevişmeye fırsat kollamaktadırlar. Hemen her gece işret edilir. Bu
gecelerden birinde Hüsrev, Şîrîn’i elde etmek ister; fakat Şîrîn buna izin verme-
yerek şiddetle karşı koyar. Bunun üzerine iki âşık arasında karşılıklı serzenişle
dolu bir muhâvere geçer. Nihayet Şîrîn, asıl erkekliğin memleketini Behrâm’ın
elinden kurtarmak olacağını Hüsrev’e söyleyiverir. Hüsrev buna çok gücenip,
derhâl işe koyulur.
Şâpur, Hüsrev’e Bizans kayserinden yardım isteyerek memleketini kurtar-
masını teklif eder. Hüsrev yola koyulur. Kendisini on beş günlük yolda kayserin
ordusu karşılar. Şehre üç gün kala da kayser yollara çıkarak Hüsrev’e iltifatlar eder,
onu ağırlar. Kızı Meryem’i ona nikâhlar. Aylar sonra Hüsrev berâberinde Mer-
yem de olduğu hâlde büyük bir ordu ile memleketine döner ve bir gün Behrâm
ile karşılaşır. Onu mağlup ederek tahtına geçer. Hüsrev aynı zamanda azap içe-
risindedir. Mehin Bânû, Hüsrev’in evlendiğini bildiği için Şîrîn’in Hüsrev’le gö-
rüşmesine izin vermez. Nihayet Mehin Bânû ölür ve Şîrîn onun yerine tahta
564 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
geçerek ülkeyi adâletle idâre eder. Bir gün Hindistan tarafına doğru kaçarak ca-
nını kurtaran Behrâm’ın ölüm haberi gelir, Hüsrev buna çok üzülür. Hüsrev ar-
tık Şâvur vasıtasıyla Şîrîn’le haberleşme yollarını arar.
Bir zaman sonra Hüsrev’in Şîrîn’le görüşmesine asla fırsat vermeyen Mer-
yem vefât eder. Meryem’in ölümünden sonra da Şîrîn’i Hüsrev’den alıkoymak
için sarayında yetiştirdiği Şekker adlı câriyeyi Hüsrev’e sunarlar. Hüsrev, Şek-
ker ile sohbet edip hoşça vakit geçirirse de sevgilisi Şîrîn’in ayrılığı ile perişan-
dır. Nihayet bir gün ordusunu toplayarak Şîrîn’in kasrına doğru av bahânesiyle
yönelir. Ordunun konakladığı bir sırada Hüsrev sarhoş bir hâlde Şîrîn’in kas-
rına gider, ona yalvarır. Aralarında serzenişli muhâvereler geçer ve nihayet bir
gün Şîrîn kendisini Hüsrev’e gösterir. Onun yalvarmalarına dayanamayarak
evlenmeyi kabul eder. İki âşık bundan sonra birlikte eğlenerek hoşça vakit ge-
çirirler. Düğünden sonra Hüsrev çok sarhoş olduğundan Şîrîn kendisini ona
bu hâldeyken teslim etmek istemez ve sarayında bulunan ihtiyar bir acûzeyi
Hüsrev’in odasına gönderir. Hüsrev hiçbir şeyin farkına varmaz. Ayıldığı za-
man ise Şîrîn içeriye girerek bütün güzelliğiyle ona görünür. İki âşık birbirleri-
nin olurlar (Şentürk 2002: 84–86).

Işk-nâme (Mehmed)
Cemşîd Şâh ölünce tahta oğlu Nu’mân geçer. Nu’mân, yeşillik bir yere gi-
derek işret meclisi kurdurur. O sırada padişahın gözü ağaçta duran bir kuşa ta-
kılır. Daha sonra geldiğinde kuşu bulamaz ve üzülür. Sorduğunda kuşun öldü-
ğünü, fakat yerine yavrusunu bıraktığını haber verirler. Bunu düşünerek yerine
bırakacağı bir evlat derdine düşer. Müneccimlere derhâl kendisine evlat vere-
cek bir kız bulmalarını emreder. Maşrık diyârında güzel bir kız bulunur. Baba-
sına bir mektup yazarak hemen kızı ister. Babası gelen elçileri iyi karşılayarak
kızını verir, Nu’mân Şâh hanımı için derhâl bir şehir inşâ ettirir. (Eserin 36a-
36b varakları kayıp olduğundan hikâyenin bu kısmı eksiktir. Ancak, Ferruh’un
Nu’mân Şâh’ın oğlu olduğu anlaşılmaktadır.)
Hürremâbâd şehrinin hâkimi Hümâyûn Şâh’ın kızı Hümâ rüyâsında bir
kasr, kasrın içinde de bir delikanlı görür. Uyanınca delikanlının aşkıyla yanar,
dadısına gördüğü delikanlıyı anlatır. Günlerini âh edip, ağlayarak geçirir. Fer-
ruh, arkadaşı Hürrem ile Hürremâbâd şehrine gelir ve sevgilisini bulur. İki âşık
zaman zaman bağ yerinde buluşurlar, sabaha kadar sevişirler. Bu arada Ferruh
kendilerini gizlice seyreden bir uşağı okla öldürür. Bağdaki köşk içinde her gece
buluşan âşıklar sabaha kadar eğlenip, sevişirler.
O sırada Hindistan padişahı Erdeşir ile oğlu Şehlâ ve Kişmir şâhı Rây ile
oğlu Alemşâh, Hümâyûn Şâh’ın kızı Hümâ’yı babasından istemek üzere Hıtâ’ya
Mesnevî Özetleri
| 565
gelirler. Hümâyûn güç durumda kalınca tek çâre olarak bu iki hükümdarın sa-
vaşmalarını, yenenin kızını almasını teklif eder. İki taraf da bunu kabul eder
ve Kişmir şâhı Rây, gâlip gelip kızı almaya hak kazanır. Ferruh, Hümâ’yı Kiş-
mir şâhının ülkesine götürülürken kaçırmaya karar verir. Alemşâh vuslat için
sabırsızlanmaktadır. Hümâ ise yol yorgunluğunu bahâne ederek onu atlatır ve
bir fırsatını bulup Hürrem’in de yardımıyla Ferruh ile kaçmayı başarır. Üçü de
türlü güçlüklerle kaçarken birbirlerini kaybederler. Hümâ’nın yolu deniz kıyı-
sında bir şehre varır. Şehrin hâkimi Âdil Şâh tesâdüfen onu görüp beğenir ve
elde etmek ister. Hümâyûn sahilde hareket etmek üzere olan bir gemiye gizle-
nerek kaçar, kendisine sarkıntılık eden Kaygan adlı gemi sahibini de alt ede-
rek, gemiye hâkim olur.
O sırada geminin yolu Ferah şehrine düşer. Bu şehrin hükümdarı ölmüş ve
yerine kimseyi bırakmamıştır. Şehre ilk geleni hükümdar yapmaya karar veren
halk, sahildeki gemiden ilk inen Hümâ’yı hükümdar ilan ederler. Hümâ yüzü-
nün güzelliğini peçeyle gizlediğini söyleyerek, kendisini Hoten şâhının oğlu ola-
rak tanıtır. Hümâ adâletle şehri idâre eder. Tesâdüfen yolu Ferah şehrine düşen
Hürrem’i alıp Hümâ’nun huzûruna getirirler. Hümâ ona kendisini göstererek
sırrını açar olanları anlatır ve Ferruh’u çok sevdiğini söyler.
Ferruh’un ansızın ortadan kayboluşu üzerine Nu’mân Şâh, Hengâm adlı
adamını oğlunu bulmakla görevlendirir. Yolda tesâdüfen Hürrem’le arkadaş
olduğundan o da Ferah şehrine gelmiştir. Yanlarında Zer şâhının kızı da var-
dır. Hümâ, Hürrem ile sevgilisi olan Zer şâhının kızını evlendirir. İki âşık ger-
değe girerler, fakat odada gizli duran bir yılan kızı sokarak öldürür. Daha sonra
Hümâ’nın iznini alan Hürrem, Ferruh’u bulmak üzere yola çıkar. Hürrem’in yolu
Bezm adlı büyük bir şehre düşer. Şehrin Sencer adındaki hükümdarının Dilgüşâ
adında bir de kızı vardır. Birbirlerini gören Dilgüşâ ile Hürrem âşık olurlar. Du-
rumu haber alan Sencer, Hürrem’i zindana, kızını da şehir dışındaki bir mağa-
raya attırır. O sırada Bezm şehrinde korkunç bir arslan türemiştir. Pek çok kişi
ve bunlar arasında Sencer’in oğlu da arslanın pençesinde canını kaybeder. Şehir
çâreyi başka bir yere göçmekte bulur. Bir müddet sonra Ferruh’un yolu Bezm
şehrine uğrar. Ferruh arslanı öldürüp şehri kurtarır. Hürrem azad edilir. Hür-
rem, Ferruh’a Hümâ’nın haberini verir. Ferruh, Sencer’den izin alarak Hümâ’nın
şehrine gider, iki âşık biribirlerine kavuşurlar.
Hümâ, Ferruh’u civardaki bir kaleye gezmeye götürür. Kaleyi geçerken
Ferruh’un ayağı kırılır. O sırada Ferruh’un eski düşmanı Fûs’un oğlu Câbir in-
tikam almak için asker yollar, Hürrem’in askerleri bozguna uğrar. Başlarından
birçok mâcerâ geçtikten sonra hepsi Ferâme şehrinde buluşurlar. Nu’mân Şâh’a
haber gönderilir, Gülbam şehrinde büyük bir karşılama merâsimi tertip edilir.
566 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Ferruh ile Hümâ için muhteşem bir saray yaptırılarak iki âşık evlendirilir. Fer-
ruh, babasının tahtına geçerek mutlu bir hayat sürer (Şentürk 2002: 72–74).

İskender-nâme (Ahmedî)
Eserin başında sözün değeri, kâinâtın kendiliğinden yaratılmadığı, Allah’ın
yüceliği, münâcât, Allah’ın sıfatları isimleri, çarhlar, ruh, nefis, Hz. Muhammed’in
vasıfları ve medhi, dünyânın hâlleri ve şâirin kendisini medhedişi bahislerine yer
verildikten sonra Dârâ’nın Rûm ülkesini fethedişi anlatılır. Şâir sevinçli bir ba-
har mevsiminden sonra Filips’in oğlunun doğumunu anlatır. Ardından Filips’in
ölümü ve İskender’in tahta geçişi, Aristo’nun İskender’e hoca oluşu zikredilir.
Şâir burada Cemşîd u Hurşîd mesnevîsinde olduğu gibi te’vil yoluna giderek
Aristo’yu “akıl”, Zülkarneyn diye bahsettiği İskender’i ise “nefs” olarak yorum-
lamış ve eserin hemen her yerinde olduğu gibi uzunca bir nasihat faslı açmıştır.
İskender hikâyesinin gelişmesi ve eserdeki tasvirlerin dağılımı şöyledir:
İran hükümdarı Dârâ halka çok zulmedince onun zulmünden kaçanlar Rûm’a
sığınırlar. İskender bunun üzerine ona kendisine teslim olmasını, aksi takdirde
memleketini istilâ edeceğini söyler. İskender, Dârâ’nın red mektubu üzerine or-
dusuyla gelerek İran ve Turan’ı istilâ eder. Hürmüz, Zâvilistan ve Kâbilistan henüz
ona boyun eğmemişlerdir. Zâvilistan Rüstem’in soyundan Zeresb adlı bir kah-
ramanın idâresi altındadır. İskender, Zeresb ile tanışıp onu çok beğenir. Zeresb’in
Gülşâh adlı güzel bir kızı vardır. Babası İskender’i öylesine över ki kız İskender’i
görmeden ona âşık olur, ıztırap çeker. Durumu anlayan dâyesi bir ressam bul-
durup Gülşâh’ın resmini yaptırır ve onu gizlice İskender’e gönderir. Resmi gören
İskender derhâl kıza âşık olup görmek ister ve bir vesileyle Gülşâh’la buluşur.
Gülşâh İskender’le tanıştıktan sonra ona bir mektup gönderir. İskender ne-
şelenip adamlarını toplar, işret eder ve derdini onlara açar. Aristo İskender’in
derdini anlayınca Zeresb’e gidip kızını İskender’e vermesini teklif eder. Zeresb
eski düşmanına verilecek kızı olmadığını söyleyince İskender 60.000 kişilik or-
dusunu toplayıp Zeresb’e hücûm eder ve onu yener, Sistan şehrini kuşatır; fa-
kat içinde sevgilisi olduğundan şehrin harâb edilmesine izin vermez. Bir müd-
det sonra Zeresb teslim olur, iki âşık da birbirlerine kavuşurlar.
Daha sonra İskender ordusunu toplayarak Hindistan’a doğru yola koyulur.
Yolda Şehrî Bânu adlı güzel bir kadının hüküm sürdüğü bir memlekete varırlar.
Kadın, İskender’e hediyeler verip onu ağırlar. İskender şehirden ayrılıp bir bos-
tana gider, fırsatı ganimet bilip işret eder, akşam olunca da yatmak üzere çadı-
rına girer, içeri girdiğinde kendisini bir kızın beklediğini görüp kızın güzelliği
karşısında hayretlere düşer, kızla birlikte olur.
Mesnevî Özetleri
| 567
Eserin bu kısmında tabiat hâdiseleri, gök cisimlerinin oluşması gibi bâzı
felsefi bahislere yer verilir. İskender ile Aristo arasında soru cevap şeklinde
kürre-i arzın hâli, feleklerin vasıfları, v.b. konularda sohbet edilir. İskender ho-
casıyla girdiği bu ilmî bahislerden sonra bir mûsikî meclisi tertip ettirip birkaç
kadehten sonra kâtibi çağırtıp mektup yazdırır. Ardından avlanmaya gider. Sa-
bah olunca İskender ordusunu toplar ve yola çıkar. Yolda kendisine karşı gelen
Fevr-i Hindî’nin ordusuyla savaşan İskender onu da yenip yoluna devam eder.
Yolda korkunç bir ejderle savaşır, ejderi yendikten sonra bir sabah maiyetinde-
kilere ordusu için gemi bulmalarını, denizlerde neler olduğunu görmek istedi-
ğini söyler. Denizde giderken bir dağa rastlarlar ki dağda bir fili yutacak kadar
büyük yılanlar mevcuttur. Bir müddet sonra bin adadan meydana gelen bir ül-
keye varırlar. Her adada bir kadın hüküm sürmektedir. Adalardan birinde kö-
pek başlı, insan vücutlu garip yaratıklarla karşılaşırlar. Bu sırada İskender akıllı
bir pîr ile tanışır ve ona deniz yolculuğu sırasında karşılaştığı garip yaratıklar
hakkında sorular sorar; ihtiyar da her biri hakkında geniş bilgiler verir. Yol sıra-
sında İskender yine halkı rahatsız eden bir ejderhâyı yok eder. Biraz sonra kar-
şılarına bir vâdi çıkar. Bu vâdinin taşı toprağı elmastandır, pek çok elmas top-
lanıp yola devam edilir. Yolda üzerinde mücevherlerden inşâ edilmiş bir kasr
bulunan bir başka adaya varırlar. Hintli filozof şimdiye kadar bu kasra kimse-
nin giremediğini söyler. Biraz sonra kasrdan it başlı garip yaratıklar çıkar, İs-
kender bunları da yenerek yoluna devam eder. O sırada Çin şâhı İskender’in
huzûruna gelir, İskender ona iltifatta bulunur, meclis kurdurur. İskender orada
bulunan bilginlerden birine “mâhiyet” ve mümkün”ün ne demek oldukları so-
rar. Bilgin de ona geniş bilgi verir, yıldızlardan bahseder. Bir adam İskender’in
huzûruna gelerek gördüğü garip taşı haber verir. Renkten renge girip parlayan
bu taşın ne olduğunu İskender Aristo’dan sorar. Aristo İskender’e mâdenler ve
kıymetli taşlar hakkında geniş bilgi verir.
Yola devam edilirken Türk kavminin bulunduğu bir memlekete gelirler.
Bu memleket Tarhan adında bir hükümdarındır. Tarhan, İskender’e teslim ol-
mayıp savaş açar. Neticede İskender, Tarhan’ı esir alıp eğlence tertip eder. Çöl
ve sahrâlar aşıp garip yaratıkların yaşadığı bir memlekete varır. Dağda boynuzlu
bir tavşan avlar, başka tuhaf mahlûklarla da görür. Yecüc ve Mecüc’ün istilâsına
uğrayan bir toplulukla karşılaştığında İskender halkın dert yanması üzerine iki
dağ arasına set ördürür. Bundan sonra Mısır’a geçen İskender orada garip binâlar
görür, Nil nehri ile karşılaşır.
Eserin bundan sonraki kısımlarında tamâmen Şâh-nâme tarzında man-
zum bir İran târihi yer almaktadır. Dehhâk, Feridûn, Siyâvuş, İrec, Keykubâd,
Efrâsyâb, Güştasb gibi hükümdarlar ile Zerdüşt ve Mani’nin zuhûru gibi konuları
568 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
ihtivâ eden bu bölümde yer yer ilmî meselelerden de bahsedilmektedir. Dola-
yısıyla mesnevînin bundan sonraki kısmı hemen tamamıyla tarihî ve didak-
tik mâhiyette olup edebî tasvirler açısından bir değer taşımamaktadır (Şentürk
2002: 67–69).

Leylâ vü Mecnûn (Fuzûlî)


Zengin bir Arap emiri birçok defa evlendiği hâlde çocuğu olmaz. Tanrıya
bir çocuk vermesi için yalvaran emirin duaları kabul olur ve bir erkek çocuğu
dünyaya gelir. Çocuğa Kays adı verilir. Durmadan ağlayan, inleyen Kays’a dadısı
bir çare bulamaz. Bir gün tesadüfen güzel bir kadın Kays’ı kucağına alır ve Kays
susar. Çünkü Kays, daha o zamandan güzele âşinadır ve güzelliğe âşıktır.
Kays zamanla büyür, on yaşına basar; okula gönderilir. Kays okulda Leylâ
ile karşılaşır. Birbirlerini severler. Daima beraber ders okur, beraber bulunurlar.
Kays sevgilisini daha fazla görebilmek için bahaneler arayıp bulur. Fakat aşk ta-
biatı gereği gizli kalmaz ve etrafa yayılır. Sonunda bu, Leylâ’nın annesinin kula-
ğına gider. Annesi Leylâ’yı azarlar, öğütler verir. Leylâ hemen inkâr yolunu se-
çerse de okuldan alınır.
Kays okulda Leylâ’yı bulamayınca ağlayıp inler. Felekten şikâyetler eder ve
okulu bırakarak başıboş dolaşmağa başlar. O günden sonra adı Mecnûn olur. Bir
gün arkadaşları Mecnûn’u biraz gezdirip eğlendirmek için kıra çıkarlar. Kırda
birbirlerini gören Mecnûn ile Leylâ düşüp bayılırlar. Kızlar Leylâ’nın yüzüne gül
suyu serpip ayıltır ve alıp evine götürürler. Mecnûn da ayılınca yine hâlinden
şikâyetler edip, çöllere döner.
Babası oğlunun bu hâline üzülür. Onu aramaya çıkar. Çölde bir köşede
bulduğu oğluna öğütlerde bulunur. Eve dönmesini ister. “Leylâ bizde” diye kan-
dırarak eve getirir. Evde öğütlerini tekrarlar, hangi kızı beğenirse alacağını vaat
eder. Mecnûn razı olmaz.
Çaresiz kalan Mecnûn’un babası kabile büyüklerini toplayarak Leylâ’yı is-
temek üzere babasının yanına gider. Leylâ’nın babası Kays’ın artık Mecnûn diye
anıldığını, bir deliye kız veremeyeceğini söyler. Bununla beraber, eğer oğlu iyi-
leşir ve akıllanırsa kızını vermeyi vaad eder. Babası Mecnûn’u bulur. Leylâ’nın
babasının cevabını oğluna aktarır. Mecnûn ise akıllanmasının kendi ihtiyarında
olmadığını söyleyerek babasından bu konuda yardımcı olmasını ister. En iyi dok-
torlar Mecnûn’u iyileştirmeğe çalışırlar. Fakat hiçbiri bunu başaramaz. Sonunda
babası Mecnûn’u Ka’be’ye götürür. Ve bu dertten kurtarması için Tanrı’ya yal-
varmasını söyler. Mecnûn ise aşkının artması için dualar eder.
Mesnevî Özetleri
| 569
Bu durumda Mecnûn’un babası oğlundan tamamen ümidini keser. Mecnûn
tekrar çöle döner. Çölde tuzağa düşmüş bir ceylan görür. Bütün varını vererek
onu avcının elinden kurtarır. Bundan sonra bütün ahular Mecnûn’la beraber
dolaşmaya başlarlar. Başka bir gün, tuzağa yakalanmış bir güvercin görür. Onu
da kalan bir incisini vererek kurtarır, onunla dertleşir. Artık Mecnûn çölde vahşi
hayvanlarla beraber dolaşır, güvercinler başında yuva yapar.
Bu arada Leylâ da aşk ateşiyle yanmaktadır. Arkadaşları onu eğlendirmek,
derdini unutturmak isterler. Fakat Leylâ, bir yerini yaralayarak ağlamak için ba-
hane bulur. Mumla, pervaneyle, ayla, sabah rüzgârı ile konuşarak derdini an-
latır. Bu sırada Leylâ’yı İbn-i Selâm adında zengin ve asil bir emir ister. Kızının
hâlini ve adının ağızlarda dolaştığını gören babası, kızını Mecnûn’un derdin-
den kurtarmak için İbn-i Selâm’a vermeyi kararlaştırır.
Arap emirleri arasında kahramanlığı ile tanınmış Nevfel adında bir emir
vardır. Mecnûn’un şiirlerini okuyarak macerasını öğrenir ve hâline acır. Onu bu
dertten kurtarmağa karar verir. Mecnûn ümitlenir. Nevfel, Leylâ’nın babasına
bir mektup yazarak kızını Mecnûn’a vermesini ister, aksi hâlde askeriyle gelip
zorla alacağını bildirir. Leylâ’nın babası bu isteği reddeder. Bu cevap üzerine iki
asker arasında çarpışma başlar. Asker, savaşırken Mecnûn bir kenarda oturup
Leylâ’nın kabilesinin yenilgiyle uğramaması için Tanrı’ya yalvarır. Bu yüzden
Nevfel bir türlü savaşı kazanamaz. Nihayet durumu Nevfel’e anlatırlar. Nevfel
galip geldiği takdirde Leylâ’nın adını anmayacağına söz vererek tekrar savaşa
girişir ve galip gelir. Sözünde durarak Leylâ’yı istemekten vazgeçer ve Mecnûn’u
kendi hâline bırakır.
Mecnûn çölde gezerken bir adamın zincire vurduğu arkadaşıyla dilen-
diğini görür. Adama “beraber dilenirsek kazancımızın hepsi senin olur ben
de belki Leylâ’yı görebilmek fırsatını bulurum” der. Adam teklifi kabul ederek
Mecnûn’u zincirler. Birlikte ev ev dolaşarak Leylâ’nın evine kadar gelirler. Leylâ,
Mecnûn’un ağlayıp inlemesini duyarak evden çıkar. Sevgilisinin perişan hâlini
görür. Mecnûn sitemler eder. Zincirlerini parçalayarak arkasında deli diye bağ-
rışarak kendisini taşlayan bir sürü çocukla çöle doğru kaybolur.
Nihayet İbn-i Selâm büyük bir düğün yaparak Leylâ’yı alır. Gerdek gecesi
Leylâ, daha çocukken bir perinin kendisini sevdiğini ve şu anda eli kılıcında
yanlarında bulunduğunu, kendisine el sürerse ikisini birden öldüreceğini söy-
leyerek kocasını kandırır, yanına yaklaştırmaz.
Mecnûn’un dostlarından Zeyd isimli bir genç de Zeynep’e âşıktır. Bu ba-
kımdan Mecnûn’la iyi anlaşırlar. Leylâ’nın evlendiği haberini Mecnûn’a Zeyd
getirir. Izdırabı bir kat daha artan Mecnûn, bir sitem mektubu yazarak Zeyd ile
570 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Leylâ’ya gönderir. Zeyd, doktor kıyafetinde Leylâ’nın yanına girerek mektubu
verir. Leylâ mektubu alınca hemen bir mektup yazarak ahde vefa gösterdiğini,
elinde olmadan evlendirildiğini, ızdırabına, derdine sitem ederek yeni dertler
katmamasını söyler. Kocasıyla olan durumunu anlatır. Bu haberi alan Mecnûn
sevinir ve sitem ettiğine pişman olur.
Mecnûn’un babası oğlunu öldürmek üzere Leylâ’nın babası tarafından çöle
adamlar salındığını haber alınca Mecnûn’u haberdar etmek üzere çöle gider. Oğ-
luna yeniden nasihatlar eder. Fakat babası konuşurken, Mecnûn birden titrer ve
yeninden kan boşanır. Babası bu hâle hayret edince Mecnûn, bu anda Leylâ’nın
kolundan kan alındığını ve artık iki bedende bir ruh hâlinde olduklarını söyler.
Mecnûn’un ileri bir mertebeye vardığını anlayan babası oğluna vasiyetlerini ya-
par ve evine döner. Az sonra da ölür. Mecnûn babasının ölüm haberini alınca
gelir. Mezarının başında ağlayıp inler. Sonra yine çöle döner.
Zeyd, Leylâ ile Mecnûn arasında mektuplar götürür getirir. Leylâ’nın bir si-
tem mektubuna yazdığı cevapta Mecnûn visale engel olan İbn-i Selâm’a beddua
eder. Mecnûn’un böyle cân u gönülden ettiği bedduaların etkisiyle İbn-i Selâm
hastalanıp ölür. Mecnûn buna sevinecek yerde rakibinin ölümüne ağlamağa baş-
lar. Çünkü o da kendisi gibi âşıktır ve aşk yolunda kendini kurban etmiştir.
Kocasının ölümünden sonra Leylâ, babasının evine döner. Onun ölümünü
bahane edip durmadan ağlayıp inler. Kızının isminin dillere destan olduğunu
gören babası kabilesini alarak başka bir yere gitmeye karar verir. Leylâ’nın de-
vesi çölde yolunu kaybeder. Yolunu sormak için rastladığı bir adam isminin
Mecnûn olduğunu söyleyince Leylâ adamı azarlar. Mecnûn hikâyesini anla-
tır. Sonunda Leylâ, Mecnûn’u tanır. Perişan hâline üzülür. Onu daha önce tanı-
yamadığı için özür diler. Mecnûn, Leylâ’ya “peki sen kimsin” diye sorar. Leylâ
kendini tanıtır. “Ben Leylâ’yım” der. Mecnûn Leylâ’yı tanır. Fakat artık, Leylâ’yı
maddesiyle değil ruhuyla sevmektedir. Onun gözünde maddenin önemi yok-
tur. Leylâ, Mecnûn’un artık kemal mertebesine eriştiğini anlar. Bu sırada ken-
disini aramaya gelen adamla beraber gider.
Leylâ artık ümidini kaybetmiştir. Dosta kavuşmak imkânsızdır. Haya-
tın bir yük olduğunu hisseder ve ölümü için Tanrı’ya yalvarır. Dileği yerine
gelir. Yataklara düşer. Annesine vasiyetini yapar ve ölür. Mecnûn, Leylâ’nın
ölümünü Zeyd’den işitir. Gelip mezarını kucaklar ağlayıp inleyerek ölür. Onu
böylece görenler hâline acır ve Leylâ’nın mezarına gömerler. Zeyd bir gün
kabre dayanmış uyurken Leylâ ile Mecnûn’u cennette görür. Rüyasını halka
anlatır ve o günden sonra iki sevgilinin mezarı ziyaretgâh hâline gelir (Kü-
lekçi 1999: II/210-12).
Mesnevî Özetleri
| 571

Leylâ vü Mecnûn (Şâhidî)


Benî Âmir kabîlesi içinde sevilip sayılan, güzel kızları olan bir adamın bir
türlü oğlu olmadığından üzüntü çekilmektedir. Nihayet günün birinde Allah
ona bir erkek çocuk verir. Bunun üzerine Âmirîlerin reisi büyük bir ziyâfet ter-
tipler. Çocuğun adını Kays koyarlar. Çocuğun istikbâlini öğrenmek için münec-
cimleri çağırarak fala baktırır. Müneccimler, çocuğun delikanlılık çağına girince
aşk yolunda ihtiyârının elden gideceğini haber verirler. Nihayet yedi yaşına ge-
lince Kays’ı mektebe gönderirler. Mektepte birbirinden güzel kız ve erkek ço-
cukları vardır; ancak bunların arasında Leylâ bambaşka bir güzelliktedir. Kays
bir müddet sonra Leylâ’ya âşık olur, Leylâ da ona âşık olur. Kısa zaman sonra
halk arasında iki âşık hakkında şiddetli bir dedikodu yayılır. Leylâ’nın annesi
durumu öğrenmek için mektebe gider, kızına nasihatlerde bulunur. Leylâ’ya bu
nasihatlerin hiç biri fayda vermez, bunun üzerine mektepten alınır. Leylâ’nın
mektebe gelmediğini gören Kays da üzüntüsünden mahvolur, fakat bunu kim-
selere belli etmemek için her türlü gayreti gösterir. Fakat bütün gayretine rağ-
men dayanamayıp onu görmeğe gider. Kendi kendine şiirler okur. Mecnûn’un
bu hâlini gören kabile mensupları babasına giderek ona oğluna nasihatte bulun-
masını tavsiye ederler. Babası çöllere çıkıp feryatların geldiği tarafa doğru yö-
nelir, oğlunu perişan bir hâlde bulur. Eğer istediği Leylâ ise Leylâ’nın babasına
ağırlığı kadar altın verip kızı alacağını vadederek Mecnûn’u evine getirir. Daha
sonra kabilenin ileri gelenleri toplanarak Leylâ’yı istemeye giderler. Leylâ’nın ba-
bası Kays’ın deli olduğunu, üstelik kendilerini âleme rezil ettiğini söyleyerek bu
isteği reddeder. Bunun üzerine Kays tekrar çöllere düşer.
Bir müddet sonra babası derdine şifâ olacağı ümidiyle Mecnûn’u Kâbe’ye
götürür. Oğluna bu dertten kurtulması için Kâbe’de duâ etmesini teklif ettiğinde
o aşkının daha da artması için duâ edince adamcağız şaşar kalır ve ümitleri kı-
rılmış olarak oğluyla memleketine döner. Leylâ’nın kabilesi Mecnûn’u Şâhne’ye
şikâyet eder. Şâhne de Mecnûn’u öldürmeğe karar verir. Babası oğlunu kurtar-
mak için tekrar bulup evine getirir, fakat o dayanamayarak tekrar çöllere kaçar.
Koyun postuna bürünerek sürüyle Leylâ’nın kabilesine yaklaşarak sevgilisini gö-
rebilmenin yollarını dener. Bu arada Leylâ da sevgilisi için inleyip ağlamakta,
onun hasretini çekmektedir. Bağ ve bahçelerde dolaşarak şiirler söyler. Mecnûn’un
hayâline hitâp ederek ağlar, kendinden geçer.
O civarda Nevfel adında taht sâhibi bir emir vardır. Avlanmaya çıktığı bir
günde sahrâdan feryatlar işiterek bunun ne olduğunu öğrenmek ister. Kendisine
Mecnûn’un başına gelenleri anlatırlar. Dinler, hayret eder. Mecnûn’a giderek kan
dökmek pahasına da olsa ona sevgilisini mutlaka alacağına dâir söz verir. Mecnûn
buna çok sevinir, üzerindeki perişan elbiseleri çıkartıp hamama girer. Temizlenir,
572 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
yiyip içerek kısa zamanda eski hâline döner. Bir müddet Nevfel’le birlikte yer,
içer ve sevgilisine kavuşacağı ümidiyle hoşça vakit geçirir. Fakat Nevfel’den va-
dettiği günde bir hareket göremeyince ona sitem etmeye başlar. Bunun üzerine
Nevfel hemen kabile reisine bir mektup yazarak sevgilileri birleştirmeyi teklif
eder. Leylâ’nın babası ise kızının düştüğü hâlleri tasvir ederek “Ona kızımı değil
köpeğimi bile vermem.” diye cevap gönderir ve ordusunu Nevfel’e karşı hazırlar.
Nevfel de ordusunu hazırlayarak yola koyulur. Bir sabah iki ordu karşılaşarak
savaşa tutuşur. Mecnûn, Nevfel’in askeri yenilince sevinmekte, Leylâ’nın kabi-
lesi zor duruma düşünce üzülmektedir. Nevfel bu hâli görünce Mecnûn’a yar-
dım etmekten vazgeçer. Mecnûn da perişan hâlde çöllere düşer.
Mecnûn, çölde tuzağa düşmüş bir ceylana rastlar. Sevgilisini hatırlayarak
hüzünlenir. Avcıya bu yaptığından dolayı nasihatler eder. Avcı ekmek parası-
nın bu olduğunu, geçim için avlanmak zorunda kaldığını söyleyerek özür diler.
Mecnûn elbisesini çıkartarak avcıya verir ve ceylanı kurtarır. Bir gece Mecnûn
sabaha kadar feryatlar ederek ağlar. Sabahleyin bir ağaçlığın ortasında güzel bir
havuz, ağaçlıkta da bir karga görür. Kargayla dertleşir. Başka bir sabah bir ko-
cakarının, birinin boynuna ip takarak dilencilik ettirdiğini görür. Hemen ipi çı-
kartıp kendi boynuna geçirerek Leylâ’nın kabilesine doğru yola koyulur. Oraya
vardığında el açıp “Leylâ” diye feryatlar eder, oynar. Onun bu hâlini görenler
kendisine türlü hakâretler ederek taş atarlar. O ise aldırmayıp el bağlar. Leylâ’nın
kapısında bekler. Sonra da ayrılarak tekrar Necd’e döner.
O sırada İbni Selâm, Leylâ’nın güzelliğini işiterek ona hokkalarla mücevher
gönderir ve Leylâ’yı babasından ister. Babası râzı olur ve nikâh kıyılır, eğlenceler
düzenlenir. Kız tarafı sabahtan gelin için hazırlıklar tertip ederler. İbni Selâm,
gerdeğe girdiğinde karşısında bütün güzelliği ile Leylâ’yı görür, fakat Leylâ ken-
disine el sürdürmez. Yaklaşıldığı takdirde elindeki hançerle canına kastedeceğini
söyler. İbni Selâm da ona yaklaşamaz. Öte yandan Leylâ’nın evlendiğini duyan
Mecnûn kahrolmuştur. Başını taşlara vurarak dolaşır. Ancak kendisine Leylâ’ya
kimsenin eli değmediği haberi verildiğinde biraz toparlanır, teselli bulur.
Babası bir gün ihtiyar hâliyle Mecnûn’u aramaya çıkar. Oğlunu mağaranın
birinde perişan hâlde yatarken bulur. Babası Mecnûn’la uzun uzun konuşur, fa-
kat iknâ edemeyince ümitsiz olarak geri döner. Burada önce Mecnûn’un babasını
tanımayarak ona kim olduğunu sorması, sonra tanıyarak baba oğul birbirlerine
sarılmaları, muhâvereleri ruh tasvirlerine mükemmel bir örnektir.
Mecnûn, yine bir gün Allah’a yalvararak ağlar. O gece garip bir rüyâ görür.
Sabahleyin rüyâsını hayra yorar. Biraz sonra bir atlı gelerek kendisine Leylâ’nın
mektubunu getirir, Leylâ’nın durumunu arz eder. Mecnûn da Leylâ’ya bir mek-
tup gönderir.
Mesnevî Özetleri
| 573
Dayısı Selîm-i Âmirî ara sıra Mecnûn’a yiyecek getirmektedir. Bir gün
Mecnûn’un annesini sorduğunu görünce ona hemen annesini getirir. Anası oğ-
luna üzülür, nasihatler eder. Fayda vermediğini görünce de umudunu kesip dö-
ner, bir müddet sonra da ölür. Bir gün annesinin vefat haberini alan Mecnûn,
babasıyla birlikte kabristana gider, kabilesinin nasihatlerini dinledikten sonra
da tekrar çöllere döner.
Mecnûn bir yaz günü dolaşırken yolu Leylâ’nın kabilesine tesâdüf eder.
Orada uyuz bir köpek gören Mecnûn hemen köpeği kucaklayıp öpmeğe baş-
lar. Onunla uzun uzun konuşur. Onun bu hâlini görenler niçin böyle yaptığını
sorduklarında “Leylâ’nın kapısında bulunduğu için…” cevâbını verir.
O sıralarda Zeyd adlı bir genç amcasının kızına âşık olmuştur. Fakat fa-
kirliği yüzünden amcası kızını vermemektedir. Zeyd birkaç yıl çöllerde dola-
şır. Leylâ onu ara sıra çağırarak Mecnûn’dan haber sorar. Zeyd de ziyâret ettiği
Mecnûn’dan ona haberler getirir. Leylâ bir gün Zeyd ile Mecnûn’a görüşmek için
haber gönderir. İki âşık buluşup dertleşirler, ağlaşırlar. Daha sonra Mecnûn vahşî
hayvanlarla birlikte Necd’e döner. Bir müddet sonra İbni Selâm vefât eder. Leylâ
saçlarını çözerek âdet gereği mâtem tutar, fakat aslında Mecnûn için ağlamak-
tadır. Zeyd ile Zeynep’in hâline acıyan kabile halkı Zeynep’in babasını Zeyd ile
kızının evlenmesine râzı ederler. Hemen bir düğün tertiplenip iki âşık gerdeğe
sokulur. Zeyd daha sonra Mecnûn’a gidip İbni Selâm’ın öldüğünü haber verir.
Leylâ bir gün Zeyd ile Mecnûn’a görüşmek istediği haberini iletir, bir kat da
elbise gönderir. Mecnûn sevinerek hayvanlarıyla Leylâ’nın çadırına gider. Âşıklar
birbirlerini görünce düşüp bayılırlar, görüşmeye güç bulamazlar. Mecnûn ayı-
lınca vahşî hayvanlarla birlikte yine çöl yolunu tutar. Bir gün Leylâ hastalanır.
Bir zaman sonra da ölür. Cenâzesi kabre götürülürken Mecnûn da oynayarak
cenâzeyi takip eder. Definden sonra kabir üzerine kapanarak o da ruhunu tes-
lim eder (Şentürk 2002: 99–103).

Mihr ü Mâh (Çorlulu Zarîfî)


Hilâl isimli Müslüman bir şâh yaptığı fetihlerle ülkesinin sınırlarını geniş-
letmektedir. Halkı tarafından çok sevilen ve sayılan bu hükümdar, Çin’in büyük
bir kesimini de fethetmiş, havasını beğendiğinden buraları kendine payitaht edi-
nir. Burada güzellikte eşsiz bir oğlu dünyaya gelir. Adını Mâh koyarlar. Hüküm-
dar oğlu Mâh’ın emrine seçilmiş yüz genç verir. Bu gözü pek maharetli gençler,
Mâh’la beraber gezer, eğlenir ve ava giderler. Fakat kendine çok güvenen Mâh,
bazen bu yardımcılarını terk eder, yalnız olarak ava ve gezintiye çıkar. Bunu gö-
ren Hilâl Şâh endişe eder ve teessüre kapılır. Hilâl Şâh diğer adıyla Çin şâhı bir
574 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
gün maiyetiyle sohbet meclisinde iken, bir elçi gelerek Hoten Hanı’nın selam-
larını iletip acilen yardımına ihtiyaç duyduklarını söyler. Bunu işiten Hilâl Şâh,
hemen ordusunun toplanmasını emreder. Harp hazırlıklarına başlanır. Kısa za-
manda kuvvetlerini bir araya getirdikten sonra oğlu Mâh’ı huzuruna çağırır ve
dünyada iyilikten daha faydalı bir davranış şekli bulunmadığını belirterek üç
değerli nasihatta bulunur.
Birinci nasihat “Ben gidince sen hükümdarlık et, ama halka daima iyi dav-
ran, seni birisine sorduklarında: ‘Kötülüğe mukabil işi iyiliktir’ desinler”, ikincisi
“Adaletten sakın ayrılma, herkese eşit davran”, üçüncüsü de “Av ve gezintiye sa-
kın yalnız çıkma. Arkadaşlarını ve yardımcılarını terk etme” idi.
Bu sözleri dinleyen Mâh, babasına merak etmemesini söyleyerek emrin-
den çıkmayacağı sözünü verir. Babası sefere çıkar çıkmaz tahta geçen Mâh, gece
gündüz çalışmaya başlar. Babasını hiç aratmaz. Halkı tarafından çok sevilir, ken-
disine “Âdil Şâh” denilmeye başlanır.
Bir gün kırda maiyetiyle sohbet esnasında iken, yakın arkadaşlarından
birisi aniden vefat eder. Bu ani ölüm Mâh’ı çok etkiler, teessüründen ağla-
maya başlar. O anda gaipten bir ses ona şöyle seslenir: “Gam ve keder dolu
her işte bir hisse vardır. Bu ömrün geçici olduğunu gör ve elini dünya ni-
metlerinden çek”. Bunu duyan Mâh derhâl tövbe ederek, meclisten ayrılır ve
Mağrib sarayına gider. Abdest alıp meclise girer. Namaz kılar, Allah’a dua ile
edip ondan af diler. Bu esnada uykuya dalar. Rüyasında bir bağa girip, çiçek
ve lale toplarken Hazret-i Muhammed’i (s.a.v) görür. Hemen yüzünü aya-
ğına sürer. Kainatın efendisi gamını dağıtacak sözlerle “Ey Mâh! Bütün gü-
nahların affedildi. Senin Mihr adlı bir güzel sevgilin olacak. Buna vesile de
bir av olacaktır, haberin olsun” diye buyurur. Mâh, kendine gelince hemen
ava karar verir. Babasının nasihatı üzere yanına yüz adamını da alarak se-
her vakti yola çıkar. Av esnasında aniden önüne çıkan ceylanın ardına dü-
şerek takibe başlar. Bu takip esnasında arkadaşlarından uzaklaşır ve uzun
süren bir kovalamacanın sonunda avını yakalamayı başarır. Ancak vakit ak-
şam olmuştur. Geceyi orada geçirmeğe karar verir. Seher vakti gözüne kes-
tirdiği bir yolu takip ederek geldiği yer zannıyla ilerlemeğe başlar. Günlerce
bu yolu takip eder. Sonunda bir çimenlik sahaya varır. Buranın çimenine,
gülüne ve ortasındaki köşke hayran kalarak, atından inip köşke girer. Etrafı
seyrederken uykuya dalar.
Mâh’ın maiyeti hükümdarlarının dönmediğini görünce telaşla aramağa
koyulur. Gece gündüz günlerce süren bu aramalar netice vermeyince üzgün
bir şekilde başkente dönerler.
Mesnevî Özetleri
| 575
Mâh, uykudan uyandığında çevrede gezinen askerler görünür. Onları kendi
askerleri sanarak yanlarına yönelir. Mâh’ın uyuyup dinlendiği köşk meğer Per-
vin adlı gayr-i Müslim bir hükümdarındır. Büyük bir ülkesi ve bir de büyük or-
dusu olan bu hükümdar gezintiye ve ava çıktığında bazen bu köşke uğrar dinle-
nirmiş. O gün de yine köşke uğramak için yaklaşırken Mâh’ı görür. Askerlerine
“Gidin bu adamın kim olduğunu öğrenin” diye emreder. Kırk elli adam Mâh’ın
yanına gider; ona kim olduğunu sorup da “Çin şâhıyım, yolumu kaybettim,
askerimden ayrı düştüm, bana rehberlik edin” cevabını alınca derhâl durumu
hükümdarları Pervin’e iletirler. Bunu işiten Pervin hiddet göstererek askeriyle
Mâh’ın üzerine yürür. Mâh da kılıcını çekerek onlara doğru yönelir. Yiğitçe sa-
vaşarak çok asker öldürür. Atının sendelemesiyle yere düşen Mâh’ı yakalayan
kafir askerler, beraberce şehre dönerler. Pervin, cellada hemen Mâh’ı idam et-
mesini emreder. Durumu öğrenen halk Pervin’e “Önce bizleri öldür, sonra da
Mâh’ı öldür. Eğer yarın babası Hilâl Şâh oğlunun öldürdüğünü duyarsa ne biz
sağ kalırız, ne de sen.” derler.
Bunun üzerine Pervin vezirini çağırır ve ona danışır. Vezir “Efendim Mâh’ı
sihirle kendimize tabi kılalım. Siz de ona saray tahsis edin, misafir gibi ağırlayın.
Sonra da şerefine güzel bir meclis tertip edin. Yapılan ziyafet esnasında şerbet
yerine şarap sunun. Şarabı içip de İslamiyet’i terk etmez ise güzel kızınızı süs-
leyip karşısına geçirin. Mâh, kızınızı görünce âşık olur ve dininden ayrılır. Di-
ninden dönünce de onları evlendirir, ordunuzun başına Mâh’ı geçirir ve baba-
sının ordusuna karşı çıkarırsınız.” der.
Bu öğüdü çok beğenen Pervin, aynen tatbik ederek Mâh’ı tertip ettiği ziya-
fete davet eder. Üzüntüsünden canına kıymak isteyen Mâh, durumdan şüphe-
lense de sezdirmemeye çalışır. Pervin, Mâh’ın yola geldiğini sanarak şarap su-
nar. Kadehdekinin şarap olduğunu anlayan Mâh, bunu reddeder. Bunun üzerine
Pervin kızının getirilmesini ister. Mihr süslenip başına tacını takarak meclise
gelir. Mihr’i gören Mâh çok etkilenir. Rüyasında gördüğü kızı karşısında bul-
muştur. Pervin, kızının isminin Mihr olduğunu ve İslam’ı inkâr ederse onu ken-
disine vereceğini Mâh’a söyler. Mâh bunu da reddeder ve İslamiyet’i öven bir
gazel söyleyip, âşık olduğu Mihr’i İslâm’a davet eder. Buna hiddetlenen Pervin,
Mâh’ın üryan bir hâlde zindana atılmasını emreder. Zindanda bulunan diğer
mahkumlar Hz. Yûsuf kıssasında olduğu gibi Mâh’a hayran kalırlar. Mâh, zin-
danda Mihr’in aşkı ile erimeye başlar. Hatta Mihr’e kavuşmak için İslamiyet’ten
çıkmayı dahi düşünür. Fakat kulağına gelen bir ses onu yine sabra davet eder.
Mâh’ın davetten zindana götürülüşü Mihr’i çok üzer. Sarayına kapanarak de-
vamlı ağlayıp feryat eder. Gün geçtikçe güzel yüzü solar. Aradan bir ay geçer.
Mihr, Mâh’ı kurtarmak için türlü çareler düşündüğü bir sırada kulağına gaipten
576 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
bir ses “Eğer Mâh’a kavuşmak istersen babanın yanına git. Mâh’a gittiğin zaman
da küfürden uzak dur” der. Mâh’ı hapse attı diye herkes Pervin’den yüz çevir-
miştir. Gece gündüz bir türlü rahat edemeyen Pervin, Mâh’ı dininden döndür-
mek için tam bir ay çare arar. Nihayet bir yol bulur. Mâh’ı hapisten çıkarıp kızı
Mihr’e onu kendi sarayına götürmesini ve bir arada kalarak onu dininden uzak-
laştırmağa çalışmasını” söyler. Mihr, Mâh’a sihir ve efsun etmek suretiyle onu di-
ninden uzaklaştırmaya çalışacağını babasına söyleyerek sarayına doğru yönelir.
Cennet kasrına vararak yeni elbiseler giyinip başına taç ve kollarına hâlhâl takı-
nır. Bu hâl ile zindana yürür. Zindanda Mâh ile karşılaşır karşılaşmaz İslamiyet’i
kabul eder ve bülbül gibi dili açılarak Mâh’a, babası Pervin’in isteği üzerine ken-
disini beraberinde saraya götüreceğini ve babasının arzusunun “devamlı bera-
ber kalarak onu İslamiyet’ten uzaklaştırmaya çalışmak ve sonunda Hilâl’e karşı
silah olarak kullanmak olduğunu” anlatır. Mâh’ı alarak sarayına götürür. Ona
yeni elbiseler giydirir ve onunla beraber Çin’e gitmek istediğini belirterek, ya-
nında kalmak pahasına câriye olmağa dahi razı olduğunu ifade eder. Mihr ile
Mâh, kaçmak için gece gündüz fırsat beklemeye başlarlar. Beraber ava çıkar,
dolaşır, bazen geceyi, dağda geçirir, sabahleyin şehre dönerler. Pervin de bun-
ları görür ve memnun olur.
Bir gün Mihr ile Mâh cenk elbiselerini giyip birer ata binerek Çin yolunu
tutarlar. Bir fersah yol almadan bunları gören bir hizmetçi Pervin’e haber ve-
rir. Pervin askeri ile beraber onların ardınca at sürer. Mihr ile Mâh o gece bir-
çok yol kat ederek sabahleyin Yekrah dağına varırlar. O sırada Pervin’in askeri
onlara yetişir.
Mâh, Mihr’e kendisinin savaşa yalnız girmesinin daha iyi olacağını söy-
lerse de Mihr, meydana atılarak kendisinin de bizzat dövüşeceğini ve kendisiyle
beraber ölmek veya yaşamak istediğini söyler. Meydana atılır. Pervin’in öncü
askerlerini kahramanca savaşarak yok eder. Ortaya çıkacak başka yiğit bula-
mayınca babasının yanındaki askerlerin içine dalar. Geceyi gündüze katarak
dövüşür. Ani bir kaza neticesi Mihr’in atı yıkılır ve kendisi de yaralanır. Pervin
kızını yakalayarak bir saraya hapseder. Mihr burada Mâh’ın ayrılığına dayana-
mayıp gece gündüz ağlar. Bazen aklını kaybettiği olor. Bu sırada kulağına gaip-
ten gelen bir ses ona sabretmesini telkin eder. Bunun üzerine gamlı gönlü bi-
raz olsun ferahlar ve sabr etmeye başlar.
Mihr’in tutularak götürüldüğünü gören Mâh, meydanı bırakarak yakın-
daki bir dağa sığınıp çaresizliğinin babasına malum olması için Hz. Allah’a
(c.c) yalvarır.
Hazret-i Muhammed (s.a.v.) Kadir gecesi rüyasında Çin şâhı Hilâl’e görü-
nerek oğlu Mâh’ın Pervin’in askerlerince takip edildiğini, tek başına ve çaresiz
Mesnevî Özetleri
| 577
olduğunu, yardıma muhtaç vaziyette kaldığını söyler ve bir an önce oğluna yar-
dım için yola çıkmasını buyurur. Hıta şehrine yerleşmiş olan Hilâl, korku ile uy-
kudan uyanır. Sabah olur olmaz divan kurulur, sefere çıkmaları kararlaştırılır.
Gece gündüz mola vermeksizin yola devam ederler. Hilâl, Mâh’ı Pervin’in askeri
ile cenk ederken görüp bir nara atar. Üç günden beri durmadan cenk ederek
delik deşik olan Mâh, babasının sesini duyunca hemen yanına koşar. Oğlunun
bitkin hâlini gören Hilâl, hışımla Pervin’in askeri üzerine yürür. Düşman dar-
madağın olur. Kimi kaçar, kimi esir düşer, kimi de ölür. Akşam olunca orada
istihbarat eden Hilâl, oğlunu yanına çağırır. Olan biteni, bu hâllere nasıl düştü-
ğünü öğrenmek ister. Mâh başından sonuna kadar macerasını anlatır. Bunları
dinleyen Hilâl öfkeyle Pervin’e “Ya memleketi terk et, ya da cizye ile kızını bana
teslim et” der. Pervin kızını ve cizyeyi vermeye razı olur.
Hilâl Şâh, Mihr ile Mâh’ı yanına alarak Çin’e yönelir. Burada on gün on
gece halka yemek yedirir. Mihr ile Mâh’ın nikâhlarını kıydırıp, büyük mera-
simler tertip ederek onları evlendirir. Mihr ile Mâh’ın günleri artık zevk ve safa
ile geçer.
Bir müddet sonra Hilâl ölür. Mâh, tahta geçerek devleti idare etmeye baş-
lar. Ava, seyre çıkar, seferlere iştirak eder, memleketi âdilâne bir şekilde idare
eder. Bir gece Mâh aniden hastalanır, hastalığı git gide ilerler. Çok zayıf düşer.
Verilen ilaçlar tesir etmez. Sonunda vefat ederek bu dünyadan göçer. Mâh’ın
ölümü üzerine Mihr karalar giyip canını alması için Allah’a yalvarır. Nihayet
duası kabul edilince Mâh’ın arkasından Mihr de ruhunu teslim eder (Külekçi
1999: II/113-16).

Mihr ü Müşterî (Hassân)


Istahr’da Şâpur adında bir hükümdar ve ona çok yakın bir veziri vardır.
Şâpur ve veziri, av için yola çıkar, bir dağa uğrar, orada uzlette yaşayan bir pîr
ile karşılaşırlar. Pîr, hükümdar ve vezire birer kurs (tılsım) vererek bu sayede
çok güzel birer evlâtları olacağını vaad eder. Bunlar derhâl eşlerinin yanına dö-
nerler, dokuz ay kadar sonra melikin “Mihr”, vezirin ise “Müşterî” adında birer
erkek çocukları dünyaya gelir. Yaşları biraz ilerleyince her ikisini de bir üstada
teslim edip mektebe gönderirler. Çocuklar zamanla birbirlerine aşırı bir sevgi
ile bağlanırlar. Fakat bundan kimsenin haberi olmaz. Hükümdarın bir hâcibi,
onun da kötü kalpli bir oğlu vardır. Bir gün hâcib hükümdarın huzuruna çı-
karak oğlu Behrâm’ın saray hizmetine girmesini ister ve bu dileği kabul edilir.
Behrâm bir zaman sonra, Mihr ile Müşterî arasındaki aşkı farkeder ve onların
arasını bozmak için hileler düşünmeye başlar. Nihayet Mihr ile Müşterî arasın-
daki gizli hâli muallim vasıtasıyla hükümdara duyurmaya karar verir. Hükümdar
578 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
durumu öğrenince öfkelenir ve vaziyeti vezirine açarak çocuklara ayrı ayrı yer-
lerde ders verilmesini emreder. Durumu öğrenen Müşterî kederinden günlerce
ağlar. Hükümdarın Bedr adında bir kölesi vardır. Müşterî’nin bu hâlini görünce
üzülür, ona nasihatler eder.
Bir müddet sonra vezir vefat eder, hükümdar kedere boğulur ve başka bi-
rini vezir yapar. Müşterî ise kederinden perişan olur, iğne ipliğe döner. Bedr,
Müşterî’nin perişan hâline daha fazla dayanamaz ve Mihr’in hocasına ziyaret
bahanesiyle giderek Müşterî’nin mektuplarını Mihr’e ulaştırabileceğini söyler.
Müşterî buna çok sevinir. Bedr derhâl hazırlanıp hocaya gider, hoca görüşme
yasağını sadece Müşterî’ye olduğunu, Bedr’in her zaman derse devam edebile-
ceğini söyler. Bedr müjdeyi Müşterî’ye götürünce, Müşterî derhâl eline bir ka-
lem alarak Mihr’e bir mektup yazar. Bedr götürür ve bir fırsatını bulup Mihr’in
cevabını alarak Müşterî’ye iletir. Müşterî mektubu okuduğu gece, geceye hi-
tap ederek ağlar, feryat eder ve sevgili arkadaşına yeniden bir mektup gönderir.
Bedr ertesi gün yine derse gittiğinde kendisinden su isteyen Mihr’e su vermek
için acele ederken mektubu düşürür, mektup Behrâm’ın eline geçer, okuyunca
âşıklara yeni bir kötülük daha yapmaya karar verir. Mihr durumu öğrenince
Bedr ve Müşterî’nin ülkeyi terk etmelerini ve kurtulmalarını söyler. Ertesi gün
Behrâm hadiseyi hükümdara anlatır, hükümdar öfkelenip Müşterî ve Bedr’i
yakalatarak cellâta teslim eder. Tam idam edilecekleri sırada hükümdarın kız
kardeşinin damadı olan Behzâd araya girip iki genç için şefaatçi olur. Az sonra
hükümdar oğlunu çağırtır ve kılıcını çekerek onu cezalandıracağı sırada yine
Behzâd araya girerek onu da kurtarır. Müşterî ve Bedr’e de nasihatler ederek
onları Irak’a gönderir.
İki arkadaş günlerce yol alırlar, bir sabah Müşterî güneşin doğuşu sırasında
güneşe hitap eder. Birkaç gün sonra karşılarına büyük bir kale çıkar. Kale yol
kesen haydutların barınağıdır. Haydutlar bunları görüp savaş hazırlığına girer-
lerse de Müşterî ve Bedr’in dertli olduklarını anlayarak onları serbest bırakır-
lar. Yaz mevsiminin acımasız harareti altında çölde yollarına devam ederlerken
çok yorulan Müşterî, bir ara Mihr’in kendilerini takip ettiğini söyleyerek bayı-
lır. Bir zaman sonra bir kafileyle karşılaşırlar, açlık ve susuzluklarını giderirler.
Kafilenin reisi Mehyar iki gencin asilzade olduklarını anlayarak onlara yardım
edip sarayına davet eder ve birlikte Rey şehrine doğru yola çıkarlar.
Diğer taraftan Behzâd hükümdarın huzuruna gelerek Mihr’in hapisten çı-
karılması için yalvarır. Hükümdar daha fazla dayanamayarak oğlunu affeder, onu
en güzel elbiselerle giydirip annesinin yanına gönderir, Mihr dostunun ayrılığı
derdiyle ağlar, inler. Bir müddet sonra Mihr; Esed, Cevher ve Sabâ Peyki adlı üç
mahremini çağırarak onlara danışır ve birlikte yola çıkmaya karar verirler. Mihr
Mesnevî Özetleri
| 579
babasının atını alarak kaçar. Ertesi gün durum anlaşılınca saray halkı yollara dü-
şer, fakat hiçbir iz bulamayıp Behrâm’a lanetler okur. Behrâm şehirde daha fazla
kalamayacağını anlayarak; yeni bir hile ile ağlayarak hükümdarın huzuruna çı-
kar ve tüccar kılığında yola çıkarak Mihr’i geri getirebileceğini söyler.
O sırada Müşterî, Mehyar’dan izin isteyerek arkadaşları Bedr ve Mihrâb
ile Azerbaycan’a doğru yola koyulur. Bir gün deniz kenarına varırlar, tesadü-
fen onları takip eden Behrâm’da oraya gelir, Müşterî Behrâm’ı yakalatır; fakat
Behrâm onlara bir bahane uydurarak başına gelen kötülüklerden dolayı yollara
düştüğünü söyler ve o sırada sahilde kalkmak üzere olan gemiye birlikte biner-
ler. Bir gece Behrâm adamlarına Bedr, Müşterî ve Mihrâb’ı denize attırır, on-
lar da bir tahta parçasına tutunarak güç bela sahile varırlar. O sırada sahile av-
lanmaya gelen Derbent şehrinin hükümdarı bunların perişan hâlini görüp acır.
Onları saygıyla ağırlar. Bir ay kadar sonra Müşterî izin isteyerek Deştikıpçak’a
doğru yola koyulur, bir müddet sonra Elbruz Dağı’na varırlar. Burada cennet
misali bir yer bulurlar.
Diğer taraftan Mihr, Kıpçak sınırına gelerek Hindistan’a doğru at üstünde
yola koyulur. Umman Denizi kenarına gelip sahilde bir geminin beklemekte ol-
duğunu görür. Gemi sahibi tüccarlar onu hayranlıkla karşılayarak şerefine bir
ziyafet verirler, gemilerine bindirerek birlikte yola çıkarlar. Bir müddet sonra bir
fırtına çıkarak gemiyi parçalar. Esed, Cevher ve Mihr zorla karaya çıkar ve kur-
tulurlar. Az ileride cennet misali bir bahçeyle karşılaşırlar, buranın kimselerin
uğramadığı bir ada olduğunu anlarlar, ancak az sonra harap bir sandal bularak
denize açılırlar. Bir zaman sonra bunları bir gemi görerek kurtarır. Gemi sahibi
Şeref, yolculuk sonunda Mihr’e at, yay ve başka silahlar da hediye ederek uğur-
lar. Bir gün karşılarına haramiler çıkar ve döğüşüp onları kaçırırlar. Beraber yol-
culuk ettikleri tüccarlar ona dualar ederler, böyle bir gence ancak Harezm hü-
kümdarının kızının lâyık olabileceğini ifade ederler, Mihr’in içine bir aşk ateşi
düşer ve bir ay kadar sonra tüccarlarla beraber Harezm hududuna varırlar. Bir
gün ulu bir şehirle karşılaşırlar. Mihr derhâl yorgunluğunu atmak için hamama
gider ve yıkanır, daha sonra memleketin hükümdarı olan Şâh Keyvan’ın huzu-
runa çıkar. Şâh onu görünce hayran kalır, onu satranç vb. oyunlarla imtihan
edip başarısı karşısında hayretlere düşer. Sonunda kalem ve kağıt hazırlatarak
bir mektup yazdırır ve onun her fende ne kadar maharetli olduğunu anlar. İşret
meclisindeki vakarını ve ustalıkla ut çalışını, ayrıca memleketin bilginleriyle yap-
tığı ilmî tartışmalarda onları yenmesini de görünce kendisine hayran kalır. Ter-
tiplenen çevgân ve savaş oyunları müsabakasını da yine Mihr kazanır. O sırada
Keyvan’ın kızı Nâhid, Mihr’i görerek ona âşık olur, dâyesine durumu açar, dâye
de Nâhid’in derdine çareler aramaya koyulur. Fakat ne kadar uğraşır ve Mihr’e
580 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Nâhid’i överse de onu yumuşatamaz. Mihr’in yola çıkmak için müsaade isteyi-
şini kabul etmeyen Şâh Keyvan onu ava davet etmiştir. Mihr, av sırasında halkı
çok rahatsız eden bir canavarı avlayarak halkın sevgilisi olur. Mihr şehre dö-
nünce tekrar izin istemesine rağmen Şâh izin vermeyerek onu bir köşke yerleşti-
rir. Mihr’in kaldığı köşk Nâhid’in köşkünün hemen bitişiğindedir. Bir gün Mihr,
Nâhid’i pencere kenarında otururken görür ve güzelliğine hayran kalır. Dâyeden
bu kızın kim olduğunu sorar, dâye de ona durumu anlatır ve nasihatler eder.
Bir gün Sultan Karahan elçi göndererek, Şâh Keyvan’ın kızını ister. Key-
van, elçiye getirdiği hediyeleri geri iade ederek kızını bir ay önce bir sultana ver-
diğini söyler. Karahan elçinin getirdiği haberden öfkelenip ordusunu hazırlatır.
Mihr, Keyvan’a kendisine beş yüz kadar er verirse Karahan’ın ordusunu dağı-
tacağına dair söz verir ve her iki taraftan ordular yola çıkar, şiddetli bir savaş
olur. Neticede Mihr, Karahan’ı esir eder, onun ordusunu dağıtır. Savaştan sonra
Keyvan’la işret eder, mestliğin tesiriyle çimenliğe gidip uyuyakalır, oraya gelen
Nâhid onun güzelliğini hayranlıkla seyreder, Mihr uyanınca hayretle Nâhid’i
görür ve ona âşık olur. Fakat Müşterî’ye olan aşkı da kendisini bir yandan pe-
rişan etmektedir.
O günlerde Müşterî de Bedr ve Mihrâb ile Harezm şehrine varır. Müşterî,
Mihrâb’ı şehre göndererek kalacakları bir yer bulmasını tenbih eder, kendisi
Bedr ile birlikte sefer yorgunluğundan bir su kenarında uzanıp uyuyakalır.
O sırada Behrâm ve adamları da tesadüfen oraya gelirler. Behrâm Müşterî’yi
görünce öfkelenir, Bedr ile birlikte bağlatıp esir eder. Mihrâb şehirde herke-
sin ağzında Mihr’in medhinin geçtiğini haber vermek ümidiyle geri dönerken
Behrâm’ın Müşterî ve Bedr’i bağlatıp götürdüğünü görür, derhâl Mihr’in sara-
yına gidip olanları anlatır. Keyvan Şâh adamlarını gönderip Müşterî’yi kurta-
rır, Müşterî’yi görünce güzelliğine hayran kalır. Behrâm yakalanınca iftira edip
Mihr ile Müşterî’nin kendi kölesi olduklarını, mallarını çalıp kaçtıklarını söyler.
Fakat yalanı anlaşılınca Keyvan onların öldürülmelerini emreder. Müşterî şe-
faat ederek asılacağı sırada Behrâm’ı kurtarır, ancak on gün sonra Behrâm ge-
çirdiği korkuya dayanamayarak ölür. İki dost birbirlerine kavuşur. Nihayet Mihr,
Nâhid’e geciktirdiği evlilik teklifini iletir. Derhâl düğün yapılarak iki âşık gerdeğe
girerler. Bir ay kadar sonra Mihr vatan hasreti çekerek durumu Nâhid’e anlatır.
Keyvan Şâh durumu öğrenince üzülür, fakat Mihr’e müsaade eder. Mihr baba-
sının yerine tahta geçer, Müşterî’de vezir olur. Beş yıl kadar sonra Mihr hasta-
lanıp ölür, Müşterî’de ona olan aşırı sevgisinden dolayı aynı anda ruhunu tes-
lim eder, bütün ülke mateme boğulur. Cenazelerin kaldırıldığı akşam da Nâhid
hastalanıp ölür, ardından diğer dostları da kısa zamanda vefat ederler. Mihr’in
tahtına oğlu geçer ve ülkeyi idare eder (Şentürk 2002: 87-91).
Mesnevî Özetleri
| 581

Mihr ü Vefâ (Ümmî Îsâ)


Rûm ülkesi sultanının üç yiğit oğlu vardır. Sultan, ölüm döşeğindeyken
hazinesinde üç küp bulunduğunu, bu küplerin oğulları arasında paylaştırılma-
sını, böylece lâyık görülen oğlunun ülkeyi yönetmesini vasiyet eder. Devletin
ileri gelenleri üç küpten toprakla dolu olanını büyük oğla, kemikle dolu ola-
nını ortanca oğla, altınla dolu olanını da Vefâ adlı küçük oğla verirler. Böylece
büyük oğul, toprağın ifade ettiği tahta; ortanca oğul, kemiğin işaret ettiği bü-
yük ve küçükbaş hayvanlar ile hayvancılığa; Vefâ da zenginliğe sahip olur. Vefâ
önceleri çok sevinirse de, altınları fakirlere dağıtarak kısa zamanda yoksul ka-
lır. Yardımına kimse koşmaz. Kardeşlerinden bir şey istemeyi de gururuna ye-
diremez ve ülkeyi terk eder. Yolda bir falcıya rastlar. Falcı ona, çok sıkıntı çeke-
ceğini, ama sonunda refaha kavuşacağını söyler. Ona bir su boyunca gitmesini
ve suyun başında bulacağı canavarı takip etmesini, böylece kırk oda dolusu ha-
zine ile bir kıza kavuşacağını anlatır. Vefâ, birçok sıkıntı çekerek falcının dedik-
lerini yerine getirip, kızı bulur. Bu kız Ummân kraliçesi Mihr’dir. Ülkesi düş-
man istilâsına uğrayınca gemi ile kaçmış, fırtınada gemi batınca da Hızır, onu
ve dadısını kurtarıp buraya getirmiştir. Vefâ, Mihr’e âşık olur. Mihr ise zaten
Hızır’ın emri ile yıllardır onu beklemekte ve onun aşkını taşımaktadır. Birlikte
mutlu olurlar ve bütün hazineleri gezerler. Ancak Mihr, kırkıncı hazinenin ka-
pısını açmamış ve içinde önemsiz şeyler bulunduğunu söylemiştir. Vefâ, gün-
lerce kırkıncı ne olduğunu merak eder ve bir gün Mihr uyurken anahtarı çalıp
kapıyı açar. Burası bir bahçedir. Orada bulunan ağaçlar konuşabilmekte ve dert-
lere deva olduklarını söylemektedirler. Ağaçlardan biri meyve olarak üç göm-
lek vermiştir. Kapının açılışıyla gelen rüzgârda gömleklerden biri Mağrib ülke-
sine doğru uçar. Vefâ olup biteni Mihr’e anlatır. Mihr, kaderlerinin değiştiğini,
çaresiz gömlek nereye uçarsa oraya gideceklerini söyler. Bu arada gömlek Mağ-
rib padişahının eline geçer ve padişah gömleğin sahibine âşık olur. Ülkenin en
ünlü cadısı bu gömleğin Mihr’e ait olduğunu anlayıp bir küpe binerek Mihr’in
sarayına gelir. Mihr dilenci kılığında gelen cadıdan şüphelenip içeri almazsa da
Vefâ zavallının hâline acımıştır. Cadı içeri alınınca büyü ile hem Mihr’i hem de
Vefâ’yı uyutur. Vefâ’nın boğazını kesip, Mihr’i Mağrib’e götürür. Mihr, padişah-
tan bir yıl yas tutmak için izin ister. O da bir yıl sonra evlenmek şartıyla bu iste-
ğine olumlu cevap verir. Bu arada Vefâ’nın ortanca kardeşi hayvanların yardımı
ile onu bulmuş ve Hızır’a yalvarıp ömrünün yarısına karşılık kardeşinin dirilme-
sini sağlamıştır. Vefâ kendine gelince Mihr’i sorar. Olup biteni öğrenince de bah-
çedeki gömleklerden birini yanına alıp peşinden gider. On bir ay sonra Mihr’i
bulur ve bahçıvanın aracılığıyla onu kurtarır. Cadı peşlerine düşünce Zengî ül-
kesine sığınırlar. Yorgunluktan uyuyakaldıkları bir sırada zenciler Mihr’i kaçırıp
582 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
padişahlarına götürürler. Zengî padişâhı Mihr’e âşık olur. Bu defa Vefâ çerçi kı-
lığına girip Mihr’i yeniden kaçırır. Uğradıkları şehirde konuk oldukları evin ha-
nımı Mihr’i zengin bir sarrafa satar. Vefâ yeniden Mihr’i kaçıracaktır. Gizlice
anlaşırlar. Plâna göre erkek kılığına girecek ve geceleyin iki at ile birlikte kendi-
sini bekleyecek olan Vefâ’nın yanına gelecektir. Vefâ, buluşma yerinde uyuyaka-
lır. Atlardan birini bir seyis çalar ve kaçar. O sırada Mihr gelip bir atlı gittiğini
görerek diğer at ile Vefâ zannettiği bu atlının peşinden gider. Biraz sonra du-
rumu anlar ve seyisin elinden kaçar. Bir şehre varır. Bu şehrin padişahı ölmüş,
halk da gece yarısı şehre girecek ilk kişiyi padişah yapmak üzere kule kapısına
toplanmıştır. Şehre ilk giren Mihr olduğu için padişah seçilir. Mihr de kadın ol-
duğunu saklayıp tahta çıkar. Kadın yüzü ile bir resmini yaptırıp kale duvarına
astırır. Kale muhafızlarına da resmi görünce bayılacak herkesi huzuruna getir-
melerini emreder. Sırayla Mağrib sultanı, Zengî, sarraf ve seyis huzura çıkarı-
lır. Mihr bunları hapse atar. Sonra Vefâ gelir. Mihr tahtı Vefâ’ya terk eder ve di-
ğer âşıklarını hapisten çıkarıp ülkelerine yollar. Mihr ile Vefâ uzun yıllar mutlu
olurlar ve ülkeyi adaletle yönetirler (Pala 1995: 384-85).

Salâmân u Absâl (Lâmi’î Çelebi)


Çok eski zamanlarda Yunan ülkesinde kudretli bir hükümdar ve bu hü-
kümdarın akıllı, ilim ve hikmet sahibi bir filozofu (hakîm) vardı. Kendisinden
sonra tahta geçecek bir hâlefi olmayan hükümdar, kadınlara yaklaşmadan bir
çocuğunun olmasını istemekteydi. Sonunda hükümdar, filozofun yardımıyla
sihirle annesiz olarak dünyaya gelmiş Salâmân adını verdiği bir erkek çocuğa
kavuşur.
Salâmân için on altı yaşlarında genç ve güzel bir kız olan Absâl sütanne ola-
rak tutulur. Aradan yıllar geçer ve Absâl ihtimamla bakıp büyüttüğü Salâmân’a
âşık olur. Onu da kendine âşık eder. Günlerden bir gün tertiplenen bir eğlence
meclisinden sonra birlikte olup muratlarına ererler. Bu durumdan haberdar olan
pâdişâh ve filozof, Salâmân’a öğütler vererek, onu Absâl’dan ayırmağa çalışırlar.
Ancak bunu reddeden Salâmân baskılara daha fazla dayanamayarak Absâl ile
memleketten kaçar. Bir deveye binerek Kaf Dağı’ndan daha yüksek bir dağı, dar
ve karanlık korkunç bir vadiyi, uçsuz bucaksız bir denizi geçerek cennet misali
bir adaya varırlar. Burada rahat bir hayat sürerek türlü zevkleri tadarlar.
Salâmân’ın babası kaçtıklarından haberdar olunca, sihirli aynasını geti-
rip aynada bulundukları yeri görür ve durumlarını öğrenir. Onların mutluluk
içinde bulunduklarını görünce de merhamete gelir, geçimlerini temin için ne
lazımsa gönderir.
Mesnevî Özetleri
| 583
Aradan aylar ve yıllar geçmesine rağmen Salâmân geri dönmez. Buna hid-
detlenen Pâdişâh sihir yoluyla Salâmân’ın erkekliğini alır. Absâl’a yaklaşmasına
engel olur. Bu durumu babasının yaptığını idrak eden Salâmân pişman olur ve
memleketine dönmek için Absâl ile yola çıkar.
Denizi aştıktan sonra gönül ferahlatıcı bir adaya ulaşırlar. Konakladıkları
bu adada çok büyük bir kale, kalenin içinde de çok sayıda insan yiyen dev var-
dır. Gece olunca Salâmân’ın üzerine bir baskın yaparlar. Salâmân takatı kesilin-
ceye kadar mücadele eder. Sonunda Hızır imdadına yetişir. Bütün devleri öl-
dürdükten sonra elde ettikleri ganimetlerle ülkelerine dönerler.
Gelişlerine pek sevinen pâdişâh, Absâl’dan vazgeçmesi şartıyla tâc ve tah-
tını oğluna bırakmak istediğini bildirir. Buna asla yanaşmayan Salâmân, Absâl
ile birlikte çöle kaçar. Orada çok büyük bir ateş yakarak birlikte içine atlarlar.
Absâl ateşte yanıp kül olur. Salâmân’ı yaralı olarak kurtarırlar. Salâmân, sevgi-
lisi Absâl’ın ardından ağlar, şiirler söyler.
Oğlunun bu durumuna çok üzülen babası filozoftan yardım ister. Filozof,
Salâmân’ı çağırarak eğer verdiği emirlere itaat edip yerine getirirse Absâl’ın tek-
rar kendisine geri dönebileceğini söyler. Salâmân kendisini tamamen filozofa
teslim eder. Filozof, Salâmân’ın eğitimine başlar. İrfan kadehi ve hikmet balıyla
ağzını tatlandırır. Bu tat ile kendinden geçen Salâmân, dünya lezzetlerinden el
çeker. Ancak aklına Absâl düşünce yine eski hâline döner. Bu durumu fark eden
filozof, Absâl’ın resmini yaptırarak Salâmân’ın Absâl’ı hatırladığı vakitlerde bu
sureti göstererek onu sevindirir.
Filozofun asıl amacı Salâmân’ı ebedî güzelliğin timsali olan Zühre’ye âşık et-
mektir. Sonunda bu amacına ulaşır. Salâmân artık Absâl’ın hatırasını gönlünden
silmiş, şehevi aşktan kurtulmuş ve ebedî güzelliğe âşık olmuştur. Onun bu güzel
hâlini ve kemâle eriştiğini gören pâdişâh bütün beylerini huzura çağırarak tâcını
ve tahtını Salâmân’a devreder, nasihatlarda bulunur (Külekçi 1999: II/279-80).

Süheyl ü Nev-bahâr (Mes’ûd bin Ahmed)


Yemen’de Bahr adında ulu bir padişah vardır. Sarayında pek çok hanımları,
câriyeleri ve kadınları olan bu padişahın bir türlü oğlu olmamaktadır. Tahtını
kime bırakacağı endişesiyle üzülen padişah derdine çâre ümidiyle hazînelerini
saçar. Nihayet halkın duâsıyla Allah kendisine Süheyl adlı bir erkek çocuk ve-
rir. Padişah, Restatâlis adındaki hünerli vezirine danışarak daha çocuk denecek
yaştaki oğlunu tahta geçirir ve büyük eğlenceler tertip eder. Bütün mal ve mül-
künü ona bağışlar. Süheyl bir gün hazinelerini görmek ister. Yirmi otuz kapı aça-
rak sonunda kilidi elmastan yapılmış bir kapıya gelir; ancak bu kapının anahtarı
584 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
kendisine verilmemiştir. Süheyl bir fırsatını bularak babasının kendisinden gizle-
diği bu anahtarı elde ederek kapıyı açar ve içeride bir bahçenin ortasında muh-
teşem bir köşkle karşılaşır. Köşkün içinde bir taht ve üzerinde bir kopuz vardır.
Süheyl, babasının burayı kendisinden saklamasına üzülürken, gözü havuzdaki
akse ilişir. Bu, eyvan üzerinde resmi çizilmiş güzel bir kızın aksidir. Süheyl he-
men resme âşık olur ve ağlamaya başlar. Sonunda resmi yapan nakkâş aratılır
ve resmin kime ait olduğu öğrenilir. Süheyl, sevgilisinin bulunduğu yere gitmek
üzere babasından izin ister. Gitmemesi için yapılan bütün ısrarlara rağmen bü-
yük bir hazırlık yapılarak Çin’e doğru yola çıkılır. Çin memleketine gelindiğinde
vezir, Süheyl’e mal dağıtarak şöhret yapmasını öğütler. Süheyl, Çin hükümdârına
haber yollayarak onu çadırına dâvet eder ve birlikte yer, içer, eğlenirler. Dör-
düncü gün padişaha hediyeler verilir, beşinci gün ise halka ziyâfetler düzenle-
nip, altın ve kumaş gibi hediyeler dağıtılır.
O sıralarda Çin şâhının kızı Nevbahâr bir rüyâ görüp Süheyl’e âşık olur.
Şehirde bir şehzâdenin konakladığını haber alınca hisleriyle gelenin kim oldu-
ğunu anlar. Daha sonra Süheyl tekrar fağfuru davet eder. O da dâvete icâbet ede-
ceği sırada yanına kızı Nevbahâr gelir ve nereye gideceğini sorar. Fağfur kızına
şehzâdeyi anlatır, Nevbahâr’ın aşkı daha da ziyadeleşir. Fağfur, Süheyl’in yanına
vardığında muhteşem bir sofrayla karşılaşır ve yine birlikte yer, içer, eğlenirler.
Süheyl elinde kopuzuyla gazeller okur. Fağfur dönerken kendisine türlü hedi-
yeler verilir, o da Süheyl’i şehre dâvet eder ve sarayı yakınında bir köşk yaptı-
rabileceğini söyler. Nakkâş, Nevbahâr’ın kasrına yakın bir yerde on gün içinde
bir köşk inşâ eder. Öyle ki Nevbahâr kasrın damına çıktığında Süheyl köşkü-
nün bahçesindeki havuzda onun aksini görebilmekte; Süheyl elinde sazıyla ga-
zel okudukça Nevbahâr da onu dinlemektedir. Sonunda Nevbahâr câriyesini
göndererek, gece buluşmak istediğini haber verir. Geceleyin saçlarını uzatarak
Süheyl’i kasra çeker; günlerce devam eden bu hâlin sonunda iki âşık gündüzleri
de berâber olabilmek için yer altından bir tünel kazarlar. Böylece gece gündüz
birlikte yer, içer, eğlenirler. Geceleri güneşin batmasıyla iki âşığın buluşması bir
olur. Günlerden bir gün Süheyl gitmek için fağfurdan izin isterse de hükümdar
râzı olmaz, sonunda Nevbahâr’la kaçmaya karar verirler. Fağfurun verdiği bir
ziyâfette Nevbahâr, Süheyl’in câriyesi kılığına girerek sâkîlik eder. Babasını ve
iki erkek kardeşini sarhoş ederek kendisini şehrin dışında bekleyen Süheyl’in
yanına gider. Süheyl aşırı yorgunluğa dayanamayarak uyuyakalır.
Şâh’ın Sa’lûk adında bir düşmanı vardır. Nevbahâr karanlıkta onu Süheyl
sanıp, birlikte yola çıkar. Sabahleyin işin farkına varınca, Sa’lûk’u öteden beri
sevdiğini söyleyerek Süheyl’i öldürüp öldürmediği hakkında onun ağzını arar.
Süheyl’in sağ olduğunu öğrenince sevinir, fakat belli etmez. Sa’lûk’un elinden
Mesnevî Özetleri
| 585
kurtulmak için onu Süheyl’i öldürmek için gönderir, kendisi de kaçar. O sı-
rada işin farkına varan Nevbahâr’ın babası ve kardeşleri daha önce bir ordu ile
yola çıkan nakkâş ile karşılaşarak onu ve ordusunu yener, işin aslını öğrenirler.
Serbest bırakılan nakkâş yanına birkaç hizmetçi alarak Süheyl’i aramaya ko-
yulur. O sırada Nevbahâr durup dinlenmeden üç gün yol gider. Üçüncü gün
can havliyle bir geyik avlar, bir ağaca çıkıp dinlenmek üzere yatar. Fakat gece
yarısı denizden canavar kılıklı garip yaratıkların karaya çıktığını görür ve kor-
kar. Daha sonra on gün boyunca meyva ağaçlarıyla dolu bir ormanda yiye-
cek sıkıntısı çekmeden yürür, sonunda denizde bir kadırga fark eder. Kadırga-
daki bir grup, karaya çıkacağı sırada Nevbahâr’ı görüp geri kaçar. Kadırganın
sahibi Yahudi, merakla karaya çıkar ve Nevbahâr’la konuşur. Nevbahâr kendi-
sini Çin fağfurunun oğlu olarak tanıtır, macerasını anlatır. Yahudi de onu baba-
sına götüreceğine söz verir. Bir ay yol gittikten sonra Kosta adlı bir şehre varır-
lar. Şehrin Talis adlı bir hükümdarı, onun da Kaytâs adlı bir oğlu vardır. Gemi
şehre gelince hükümdar ve oğlu gemiye gelirler. Kaytâs bir aralıktan tesadüfen
Nevbahâr’ı görüverir ve hemen düşüp bayılır. Ayılınca gördüklerini anlatır ve
Nevbahâr’ı ne pahasına olursa olsun satın almak ister. Yahudi, onun erkek ol-
duğunu söylerse de sonunda gerçeği anlayıp Nevbahâr’ı satmayı vadeder. Ge-
miye geldiğinde Nevbahâr’a kendisini satın almak isteyen şehzâdenin yakışıklı-
lığını medheder. Ancak Nevbahâr, Yahudi’yi kandırıp kendisiyle kaçmayı teklif
eder, yolda sırnaşan Yahudi’ye karada yıkanmadan kendisiyle görüşemeyece-
ğini söyler. Ertesi sabah işin farkına varan baba ve oğul dövünüp küfrederler.
Yol sırasında Yahudi, bir ormanlık görerek Nevbahâr’a burada yıkanabileceğini
söyler ve gemisini yanaştırır. Yıkanabilecek bir yer arayan Nevbahâr bir hile ile
Yahudi’nin elinden kaçar ve ormanda izini kaybettirir.
Nevbahâr, iki gün durmadan yol gittikten sonra bir ağaç altında oturur.
Geceleyin denizden köpek ve kuş başlı ya da insan başlı at gövdeli garip yara-
tıkların karaya doğru geldiklerini görür. Gelenlerden biri de Kaytâs’ın kız kar-
deşidir. Kız, Nevbahâr’a Kaytâs’tan bahsetmez; fakat Çin yolunu tarif eder. Bun-
lar Nevbahâr’la yiyip içip konuştuktan sonra tekrar denize dönerler. Nevbahâr
günlerce gittikten sonra yolu büyük bir şehre uğrar. Tûfân adındaki bu şehrin
âdil hükümdarı öldüğünden şehre ilk geleni hükümdar yapmak için toplanan
halk onu hemen tahta geçirir. Yüzü devamlı nikablı olduğundan şehirliler ken-
disini tanıyamaz. İki yıl süren saltanatı sırasında usta bir nakkâş çağırarak ona
sırrını açar ve yüzünü gösterir. Sır saklamanın, dilini tutmanın fâziletlerinden
bahsederek sûsen çiçeğini dilini tutamayanlara misal verir. Şehrin dört yanına
inşâ ettirdiği sakahânelerin kubbesine havuza aksedecek şekilde kendi resmini
çizdirir. Böylece onun resmini gören âşıkları feryâd edecekler ve yakayı ele
586 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
vereceklerdir. Gerçekten de Sa’lûk, Kaytâs ve Yahudi az sonra bu şekilde ele geçi-
rilirler. Nevbahâr bunları teker teker huzuruna çıkartıp kendileriyle konuşur.
Öte yandan Süheyl uyanıp atının çalındığını fark edince üzülür, Nevbahâr’ı
bulma ümidiyle şehre dönüp odasını arar. Yine bulamayınca yollara düşer, gece
gündüz hızla yürür ve karşısına bir kale çıkar. Yorgunluktan gölge bir yere uzanıp
yatar. O sırada kalenin Câlûs adındaki hâkimi avdan dönmektedir. Süheyl’i görür
ve kalede misafir eder. Süheyl de ona mâcerasını anlatır. Öncelikle Nevbahâr’ın
nerede olduğunu öğrenmek için Çin’e bir casus göndermeye karar verirler ve bir
zenciyi yola çıkarırlar. Zenci, Nevbahâr’ın şehirde olmadığı haberini getirince
Süheyl ağlar, Câlûs ise kendisine her türlü yardıma hazır olduğunu bildirir. Bir
gün Câlûs Çin’e giden bir kervanı vurmak ister. Askerler hazırlanırlar, Süheyl’in
de iştirak ettiği müthiş bir savaş olur. Sonunda Süheyl yakalanıp Hâverân şâhının
eline düşer. Câlus, Süheyl’in ardından onun kahramanlıklarını sayıp üzülür.
Hâverân şâhı, Süheyl’in başını vuracakken onun savaşçılığını görenler böyle bir
yiğidin ölümünün büyük kayıp olacağını söyleyip onu affettirirler. Süheyl ba-
şından geçenleri şâha anlatınca şâh onu affeder ve dost olurlar. Ertesi gün bir-
likte ava çıkıp deniz kenarında bir gemi görürler. Süheyl gemidekilerden biri-
nin Nakkâş olduğunu anlar. Kavuşup birbirlerine başlarından geçeni anlatırlar.
Hâverân şâhı onlara birer atla gemi verir ve yolcu eder. On gün sonra Yun şeh-
rine oradan da Tûfân şehrine varırlar. Süheyl su içmek için gittiği sakahânede
Nevbahâr’ın resmini görüp bayılır. Her ikisi de yakalanıp Nevbahâr’a getirilir.
Nevbahâr şehri toplayıp Kaytâs, Yahudi ve Sa’lûk’a cezalarını verir. Süheyl ile
Nevbahâr da evlenirler. Babalarına ve dostlarına mektup yazdırırlar. Bir müd-
det sonra bir erkek çocukları olur. Süheyl babasının bir mektubu üzerine tahtı
Hümâm adlı çocuğuna bırakarak Nevbahâr’la babasının yanına gider. Babası çok
sevinip oğlu şerefine ziyâfet tertip eder. Daha sonra Süheyl’in Hilâl adlı ikinci
bir oğlu daha dünyaya gelir. Halk eğlenceler düzenler. Süheyl eski hikâyelerini
zaman zaman çevresindekilere anlatmaktadır. Kendisine bunları kitap hâlinde
yazdırması teklif edilir. Bir kâtip çağırılarak anlattıkları kaydedilir. Nihayet bir
gün Yemen hükümdârı hastalanır. Yanına gelen oğluna nasihatler eder ve tah-
tını ona bırakarak ölür (Şentürk 2002: 53–57).

Şem’ ü Pervâne (Zâtî)


Anadolu ülkesinin Jâle isminde yüce bir padişahı vardır. Kendi soyunu de-
vam ettirecek bir oğlunun olmamasına çok üzülür. Tahtının ve tâcının başkala-
rına kalacağı endişesiyle bütün gününü Allah’a kendisine bir çocuk vermesi için
dua etmekle geçirir. Şükûfe isimli câriye ile bir Kadir gecesi zifafından sonra bir
erkek evladı olur ve adını da Pervâne koyar. Bu küçük şehzâdenin bahtının ne
Mesnevî Özetleri
| 587
olacağını öğrenmek için pâdişâh, müneccimleri bir araya toplar. Müneccimler,
Pervâne’nin Şem isminde bir kıza âşık olacağını, bu yüzden de eziyet çekeceğini,
sonunda onunla evleneceğini ve mülkünün genişleyeceğini söylerler.
Şâh Jâle, küçük şehzâdesindeki anlayış ve kabiliyeti görünce, onu bir ho-
caya teslim eder. Pervâne kısa bir zaman içinde bütün ilimleri öğrenir. Babası
tarafından sınava çekilen ve bunda da başarı gösteren Pervâne, on dört yaşına
geldiğinde ok atmasını, silah kullanmasını bilen son derece güçlü ve kuvvetli
bir kahraman olur. Şâh Jâle, Pervâne’nin yiğitlikten nasibini aldığını anlayınca,
ona cennetâbâd isminde bir köşk yaptırır. Bu köşk, ünlü bir nakkaş tarafından
süslenir. Nakkaş, Çin şâhı Fağfur’un sarayında gördüğü ve adı Şem’e Bânû olan
kızının resmini cennetâbâda yapar.
Şâh Jâle, cennetâbâdı şehzâdesine sancak olarak verir ve şehzâdesinin eği-
tim ve öğretimiyle ilgilenmesi için de Lâlâ Nâsır’ı görevlendirir. Pervâne, kendisi
için yaptırılan cennetâbâda gitmek için babası ile vedalaşır. Halk, Pervâne’yi kar-
şılamak için yollara dizilir. Pervâne, cennetâbâda gelerek, tahta geçer. O, köşkün
içinde gezerken, güzel bir kız resmi görür ve o resme hemen âşık olur. Günlerce
bir şey yemez içmez, sürekli ağlar ve bu aşk ile içi yanar. Lâlâ Nâsır, Pervâne’ye
nasihat eder, öğüt verir. Fakat o, bunları dinlemez ve bütün vaktini bu resmin
önünde geçirmeğe başlar. Bunun üzerine Lâlâ, Şâh Jâle’ye durumu bildiren bir
mektup yazar. Mektubu okuyan pâdişâh oğlunun âşık olduğunu anlar.
Şâh Jâle, Lâlâ’ya yazdığı mektupta duvardaki resmin kazdırılmasını ister.
Lâlâ, hemen harekete geçer ve yaşlı bir büyücüden bu hususta yardım diler. Bü-
yücü, Lâlâ Nâsır’a şehzâdeyi ava götürmesini teklif eder. Lâlâ, güzel bir ilkba-
har günü, Pervâne’yi ava çıkması için tahrik eder ve sonuçta başarılı da olur.
Pervâne, mahiyetiyle ava çıkar. Yeterince avlanır ve sonra dinlenmek için otağ
kurdurarak eğlenir. Bu sırada Lâlâ, padişahın kendisine verdiği ve adı Duhân
olan Hintli bir köleye, köşkün duvarındaki resmin kazınması görevini verir.
Pervâne, avda iken Duhân resmi kazır. Pervâne resmi seyretmeyi özler ve iki
hafta sürdürdüğü avdan bıkıp, avı bitirir. Kasrına giden ve duvardaki resmi gö-
remeyen Pervâne deliye döner; aklı başından gider, yere düşer bayılır.
Bayılan Pervâne’nin yüzüne su serperek ayılmasını sağlarlar. Ayılan Pervâne,
tekrar kendinden geçer, yüzünün rengi değişir ve canını teslim etti sanılır.
Pervâne’nin öldüğünü zanneden saray halkı, yana yana figana başlar. Tekrar
yüzünü gül suyu ile yıkarlar. Pervâne gözlerini açar, inlemekten sesi kısılmıştır.
Bu dert ile hastalanır, aylarca yanıp yakıla yatar. Tabip, sarı bir hap (ilaç) içire-
rek, onu iyileştirir. Fakat kısa bir müddet sonra tekrar aklını kaybederek, çıp-
lak bir şekilde dağlara yönelir.
588 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Pervâne, kendinden geçmiş bir şekilde dolaşırken, kör bir kuyuya düşer;
yılan ve akrep başına üşüşür. Bunlarla yakınlık kurar. Pervâne’nin dağlara çıktığı
sabah, saray halkı onu göremez ve Pervâne’yi aramaya çıkar, fakat bulamaz.
Lâlâ Nâsır, Pervâne’yi bulmak için şöhretli bir remmâle gider. Remmâl,
nokta döker ve Pervâne’nin “doğu tarafında, Yûsuf Peygamber gibi bir kuyuya
düştüğünü” söyler. Lâlâ Nâsır ve kalabalık bir grup, remmâlin dediği yere gi-
derler ve kuyuyu bularak, Pervâne’yi oradan çıkarırlar. Kuyudan üryan çıkan
Pervâne’yi giydirir, saraya götürürler. Lâlâ Nasır, onu bulanlara hediyeler verir.
Fakat Pervâne, Şem’in duvardaki resmini hatırladıkça, kendini kaybeder ve pe-
rişan olur. Lâlâ, onu zapt edemeyeceğini anlayınca, zincire vurur ve durumu
Şâh Jâle’ye bir mektupla bildirir.
Şâh Jâle, garip işlerle meşgul olan kişileri toplar ve onlara güzel bir resim
yapmalarını ister. Şâh Jâle, yapılan resimleri Pervâne’ye gönderir. O ise resim-
lerden yüzünü çevirir ve Şem’in resmini hiçbirine tercih etmez.
Kendi derdine çare arayan Pervâne, nihayet o çareyi sihirbaz Naccâr’da
bulur. Naccâr, ağaçtan büyük bir kuş yapar ve o kuşa binerek, Pervâne’nin ya-
nına gelir. Ağaçtan yaptığı kuşu da Pervâne’ye armağan eder. Naccâr’ın zincire
bağlı olan Pervâne’nin yanına gelmesiyle aklı başına gelir, kalbi safa kesbeder.
Bu durumu öğrenen Nâsır, hemen Pervâne’nin yanına gelir ve onun zincirini
çıkarır. Sonra da Pervâne tahta geçer.
Pervâne’nin gönlünde Şem’i görme arzusu artınca, aklına onun bulunduğu
yere uçmak gelir. Hemen ağaçtan yapılmış kuşu getirirler. Pervâne, kuş gibi uça-
rak Şem’in sarayına gelir. Hocasından öğrendikleri ilm-i ihfâ ile saraya girer. Bu
sırada Şem, havuz başında on güzel nedîmi ile sohbet etmektedir. Sohbet ara-
sında, çok seyahat eden yaşlı bir hizmetçi, Şem’e Pervâne’nin başından geçen-
leri bir bir anlatır. Anlatmadan etkilenen Şem de, Pervâne’yi görmeden ona âşık
olur ve onun saraya gelip yanında olmasını ister.
Pervâne, Şem’in arzu ve isteğini görünce ortaya çıkar. Şem, birden ortaya
çıkan kişinin Pervâne olduğunu anlar. Birlikte kalkar, Pervâne’nin ağaçtan ya-
pılmış kuşunu bir yere gizlerler. Sonra da tekrar saraya dönerler. Saraya giren
iki âşık, birbiriyle yakınlaşır ve içki içerler. Aradan üç ay geçer ve ilkbahar ge-
lir. İlkbaharda Şem ile Pervâne eğlence otağını gülistanın içindeki köşke taşır-
lar. İki âşık tekrar eğlenceye başlarlar. İçkiyi fazla kaçıran Şem, hararetlenir, so-
yunarak köşkün havuzuna girer. Şem’i havuzda gören Pervâne de soyunarak
havuza girer.
Birlikte yıkanan ve istekleri hasıl olan Pervâne ile Şem, havuzdan çıkarak,
saraya gider ve eğlenceye devam ederler. Daha sonra iki âşık birlikte yatarlar.
Mesnevî Özetleri
| 589
Şem ile Pervâne sevişirken gülistanın bekçileri tarafından yakalanırlar. Pervâne
zindana atılır. Pervâne’nin durumuna üzülen Şem’i, dâyesi teselli ederek, kur-
taracağını söyler.
Dâye güzel bir helva pişirir ve içine akılları yok eden (hafızayı unutturan)
bir ilaç koyarak zindana yönelir. Zindancı kapıyı açar. Zindancıya bir altın eve-
rerek, ona: “Düşümde atamı gördüm. Onunla güzel bir yerde oturdum. Bana
bir helva pişir ve zindana ulaştır. Helvayı kendi elinle dağıt! dedi” der. Dâye zin-
dancıya yaptığı helvadan yedirir. Zindancının aklı başından gider. Dâye, anah-
tarı alır, zindanın kapısın açar ve helvayı zindanda bulunanlara yedirir. Hel-
vayı yiyenlerin hepsinin akılları gider. Dâye, Pervâne’nin bulunduğu yere gider.
Onu tutsaklıktan kurtarır. Kendi elbisesini çıkarıp Pervâne’ye giydirir ve onun
yerine zindana kendisi girer.
Bu sırada Çin padişahı tahtında otururken, gülistanın bekçileri padişahın
huzuruna gelir ve olanları anlatırlar. Çin padişahı bu duruma üzülür, Şem ile
Pervâne’yi korkutma yönüne gider.
Zindandan kurtulan ve Şem’den de ayrı düşen Pervâne şehirde tek ba-
şına yana yana dolaşır. Bu hâlde dolaşan Pervâne’yi, Dellâle kadın ismindeki
kişi görür ve ona: “Ey oğul! Sen kimsin? Bu yabancı yerde ne ararsın?” diye so-
rar. Pervâne de ona : “Yerimde bir şehzâde, burada üftadeyim.” diye cevap ve-
rir. Dellâle, Pervâne’yi evine davet eder. Birlikte eve giderler. Dellâle kadın ona
ikramda bulunur. Pervâne evde birkaç gün kalır.
Pervâne, Dellâle kadına başından geçen her şeyi anlatır. Dellâle de ona Şem’e
mektup yazmasını söyler. Pervâne, Şem’e bir mektup yazarak, yalnızlığını, acısını
ve perişanlığını bildirir. Dellâle, mektubu alarak Şem’e götürür. Şem mektubu
okur ve sevinir. Şem de Pervâne’ye verilmek üzere bir mektup yazarak Dellâle’ye
teslim eder. Dellâle yola koyulur, Pervâne’nin yanına gelerek, mektubu kendisine
verir. Pervâne hemen mektubu açarak, okur ve sevincinden ağlar. Şem, mek-
tubunda kendisini babasından istemesini söyler. Şem’in isteğini yerinde bulan
Pervâne, memleketine dönmek üzere hazırlık yapar. Pervâne, Dellâle’ye hedi-
yeler verdikten sonra, cennetâbâda gitmek için yola çıkar.
Cennetâbâd halkı kaybolan Pervâne’yi ararken, ansızın Pervâne’nin şehre
geldiği haberi duyulur. Lâlâ Nâsır sevinir ve haberi getirene ödül verir. Halk,
Pervâne’yi karşılamak için yollara dizilir. Pervâne dualarla karşılanır. Lâlâ,
Pervâne’nin bulunduğunu bir mektupla Şâh Jâle’ye bildirir. Şâh Jâle, oğlunun
bulunduğuna çok sevinir ve Pervâne’yi alıp getirmesi için Mesih isminde bi-
risini onun yanına gönderir. Mesih, Pervâne’nin yanına gider, babasının dave-
tini kendisine iletir. Pervâne de yol hazırlığına başlar. Pervâne, “zaman-sürat”
590 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
ve “zemin-tayy” bir ata biner, babasının başkentine ulaşır. Pervâne’nin şehre ge-
leceği duyulunca Şâh Jâle devletin ileri gelenlerini oğlunu karşılamak için gön-
derir. Ahâli ile birlikte devletin ileri gelenleri Pervâne’yi karşılayıp cennetâbâda
getirirler. Uzun bir ayrılıktan sonra Pervâne, annesi Şükûfe ve babası Şâh Jâle
ile tekrar birlikte olur.
Pervâne, cennetâbâdda annesi ile karşılıklı konuşarak, başından geçenleri
bir bir anlatır. Şem’in mektubunu da okuyarak, Şem’i babasından istemelerini
annesine söyler. Annesi de “Şem’i sana isteyelim” diye cevap verir. Bunun üzerine
Pervâne, mutlu bir şekilde annesinin yanından ayrılarak dinlenmeye çekilir.
Şâh Jâle, oğlunun onuruna bir ziyafet tertip eder. Ziyafet esnasında Şâh Jâle,
Pervâne’ye neler yaptığını sorar. Pervâne de annesine her şeyi anlattığını, ondan
sormasını ister. Sonra da babasından izin alarak oradan ayrılır.
Oğlunun ayrılmasından sonra anne Şükûfe, şâhın yanına gider. Şâh Jâle,
eşine “Pervâne başından geçenleri sana anlatmış. Anlattığını bana söyle” der.
Şükûfe de bildiklerini Şâh Jâle’ye anlatır. Bunun üzerine oğluna, Şem’i babasın-
dan istemeye karar verir. Durumu Fağfur’a bildiren bir mektup yazıp, mektubu
akıllı veziri Bercis’e verir ve onu elçi olarak Çin’e gönderir.
Şâh Jâle’nin elçisinin geleceği haberi Çin fağfuruna ulaşır. Fağfur, elçiyi gü-
zel bir şekilde karşılar ve ikramda bulunur. Fağfur, Bercis’i huzuruna kabul eder.
Elçi Bercis, fağfura Şâh Jâle’nin gönderdiği mektubu verir. Çin hükümdarı mek-
tubu okur ve elçiye “Maksud ma’lum oldı, gaye anlaşıldı! Düşünelim. Allah ne
takdir etmişse o olur” diye cevap verir. Elçi huzurdan izin alarak ayrılır.
Fağfur, kızını verip vermeme hususunda vezirinin fikrini sorar. Vezir de:
“kızını yabancı diyara verip, ayrılığı tadacaksın. Ayrılık zordur. Kızının yeri se-
nin yanındır” diyerek fikrini açıklar. Bu düşünceyi olumlu karşılayan fağfur, kızı
Şem’i Pervâne’ye vermekten vazgeçer. Durumu izah eden bir mektup yazar ve
onu Bercis’e verir. Mektubu alan Bercis hemen yola koyulur.
Bercis, fağfurun başkentinden ayrılmasından sonra, şehirde şiddetli bir
fırtına kopar. Hava, simsiyah olur; şimşekler çakar ve sonunda da yumurta bü-
yüklüğünde dolu yağar. Ansızın bir zelzele olur. Dağlardan kayalar kopup gelir,
toprak yarılır, etrafı sular kaplar. Kıyamet koptu zannedilir.
Fağfur, müneccimleri toplar. Onlara : “Niçin halkı bütün bu olanlardan ha-
berdar etmediniz?” diye sorar. Müneccimler de : “Bizim de haberimiz olmadı”
diyerek cevap verirler. Hükümdar: “Bu durum neyin belirtisidir” sorması üze-
rine, müneccimler: “Büyük bir savaşın belirtisidir. Fakat sonu hayırla neticele-
necektir” diyerek karşılık verirler.
Mesnevî Özetleri
| 591
Rûm’a dönen Bercis, Şâh Jâle’nin huzuruna çıkarak, fağfurun mektubunu
şâha takdim eder. Şâh mektubu açar ve “sana verilecek kızım yok” cevabını oku-
yunca hem üzülür hem de kızar. Savaş hazırlığı görülmesini emreder. Savaş ha-
zırlığı tamamlandıktan sonra Şâh Jâle, büyük bir ordu ile Çin ülkesine yönelir.
Bunun üzerine iki taraf arasında şiddetli bir savaş çıkarsa da bir netice alı-
namaz. Şâh Jâle, Şem’in korunması için gönderildiği kaleyi kuşatır. Topa tutar,
fakat sonuç alamaz. Kaledeki yiyeceğin bitmesini beklemeye koyulur. Kısa sü-
rede kalede kıtlık baş gösterir. Fakat kaledekilerin yardımına yiyecek yüklü yedi
gemi yetişir. Kaledekiler sevinirler. Bunu gören Şâh Jâle, kuşatmadan vazgeçe-
rek, derhâl ülkesine döner.
Pervâne, bu işin savaşla halledilemeyeceğini anlayınca tekrar gurbeti ter-
cih ederek, ülkesinden ayrılır. Bir gemiye biner ve Şem’in bulunduğu kaleye ula-
şır. Sahile çıkar. Sahilde, Şem’in babası tarafından kaleye alınıp, saraya götürül-
düğü haberini alır. Oradan ayrılarak çöle yönelir. Şem’e kavuşması Allah’a dua
eder. Bu arada Çin başkentine giden bir kervanı görür. Hemen kervana katılır
ve kervanla Çin’e ulaşır.
Çin’e gelen Pervâne, Dellâle’nin evine gider. Pervâne’ye ikramda bulunan
Dellâle, onun yazmış olduğu bir mektubu Şem’e götürür ve Şem’in cevabını da
Pervâne’ye getirir. Şem, Pervâne’ye birlikte kaçmayı teklif ederek, onun yapması
gerekenleri de bir bir mektubunda yazar. Pervâne, kıyafet değiştirerek saraya gi-
rer ve Şem’in dediği yerde beklemeye başlar. Şem de câriyelerin yemeğine uyku
ilacı koyar. Câriyeler uyuyunca da Pervâne ile sözleştikleri yere gelir. Önceden
hazırlanan iki ata binerek Rum ülkesine hareket ederler.
Bu arada oğlunun tekrar kaybolduğunu öğrenen Şâh Jâle, Çin’e ulaklar salar,
her tarafı aratır; fakat oğlunu bulduramaz. Üzülür ve sabreder. Bu durum üze-
rine uyuyan Şâh Jâle, rüyasında güneş ile ayın gelip koynuna girdiğini ve ken-
disi de ay ile güneşi kucakladığını görür. Uyanır, gözü gönlü ruşen olur.
Daha sonra iki ulak gelerek, Şem ile Pervâne’nin Rum ülkesine yöneldik-
lerini bildirir. Şem ile Pervâne, Rum diyarına ulaşırlar ve doğruca Pervâne’nin
annesinin kasrına giderler. Anne Şükûfe, ikisini de bağrına basar. Onlara “Hoş
geldiniz” der. Şükûfe, Şem’in hizmetini görmek için yüz kız bağışlarken, baba
Şâh Jâle de onurlarına ziyafet tertip eder.
Rum ülkesinde bu olaylar olurken, Çin sarayında da Şem, Pervâne ile bir-
likte kaçtığından sonra dâye, uyku ilacının tesiri geçince uyanır ve Şem’i göre-
mez. Olay Şâh Fağfur’a bildirilir. Fağfur, kızar ve sinirlenir. Kızını bulmak için,
her tarafa ulaklar gönderir. Fakat bir netice alamaz.
592 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Bunun üzerine Şâh Fağfur, Rum ülkesine bir casus gönderir. Bu casus, Şâh
Jâle’nin casuslarından biri tarafından tanınır ve hemen yakalanır, şâhın huzu-
runa götürülür. Casus, kendini ifşa eder. Şâh Jâle de kendisini bağışlar. Ona ik-
ramda bulunur. Çin casusuna “Allah, Şem’i Pervâne’ye yandırdı. Şem burayı
mesken edindi. Hayatından memnun” diyerek, söylediklerini Çin Fağfur’una
iletmesini ister.
Casus, Rum ülkesinden ayrılarak, fağfurun yanına döner ve olup bitenleri
bir bir anlatır. Şâh Jâle’nin bu hareketinden son derece memnun olan Şâh Fağ-
fur, kızını affeder ve çeyizini dâyesi ile birlikte, beş bin kişi ve yüz katırla gönde-
rir. Şem’in çeyizini geleceğini öğrenen Jâle, karşılanmasını emreder. Dâye güzel
bir şekilde karşılanarak Şem’in bulunduğu saraya götürülür. Şükûfe’yle tanıştı-
rıldıktan sonra çeyizi Şem’e arzeder.
Bir bahar mevsiminin güzel gününde Şem ile Pervâne’nin düğünü olur.
Yüz çadır kurulur. Kösler dövülür, davullar çalınır ve halk düğüne akın akın
gelir. Sonra Pervâne ile Şâh Jâe düğün alanına gelirler. Şem de altın şamdanlar
eşliğinde getirilir. Devletin ileri gelenleri de şâhın yanında yerlerini alırlar. Ye-
mekler yenilir, şerbetler içilir, içkiler dağıtılır. Sazendeler çalar, rakkaseler dö-
ner. Meslek erbabları hünerlerini gösterirler. Saçılar saçılır, hediyeler verilir. Yedi
gün yedi gece düğün adet üzere sürer. Sonunda da Şem ile Pervâne vuslat için
saraya getirilir ve vuslat gerçekleşir.
İlkbahar bitmiş, yakıcı bir yaz mevsimi başlar. Sıcak bir günde Şâh Jâle sa-
rayında dinlenirken, bir elçi yanına gelir ve Çin Fağfur’unun öldüğünü bildirir.
Üzülen Şâh Jâle, Fağfur’un ölümünü ülkeye duyurarak, matem ilan eder. Haberi
öğrenen Pervâne ile Şem üzülürler. Şem’in üzüntüsü büyük olur.
Matem zamanı bitince, Şem ile Pervâne yas için giydikleri siyah elbiseyi
çıkarırlar. Şâh Jâle oğlunu saraya çağırır ve ona devlet idaresi ile ilgili nasihatta
bulunduktan sonra da Pervâne, kalabalık bir toplulukla Çin’e şâh olmak üzere
yola çıkar.
Pervâne, Şem ile vedalaşır. Ondan kendisi için duada bulunmasını ister.
Şem ile Pervâne birbirlerine sarılarak ağlarlar. Pervâne gösterişli bir ata binerek,
mahiyetiyle birlikte Çin ülkesine gitmek üzere, Rum ülkesinden ayrılır. Pervâne,
geceli gündüzlü seyahatinden sonra mahiyetiyle birlikte Çin ülkesine ulaşır. Ül-
kenin ileri gelenleri, kalabalık bir toplulukla Pervâne’yi karşılarlar. Ömrünün
uzun, mülkünün geniş olması için niyazda bulunurlar.
Pervâne’nin tahta oturmasıyla Çin ülkesi, eski dirlik ve düzenine kısa sü-
rede kavuşur. Pervâne’nin tahta geçtiği ve ülkenin esenliğe kavuştuğu haberi
Şâh Jâle’ye ulaştırılır. Habere sevinen Şâh Jâle, Rum ülkesini baştan başa donatır.
Mesnevî Özetleri
| 593
Pervâne, Şem’e karşı duyduğu sevgi neticesinde ona bir mektup yazarak, Çin’e
davet eder. Şâh Jâle, on bin kişiyle Şem’i dualarla Çin’e yolcu eder. Şem bir seher
vakti Çin’e ulaşır. Pervâne tarafından karşılanır. Böylece Pervâne ile Şem, Çin
ülkesinde birlikte mutlu bir hayat sürerler (Armutlu 1998: 230-37).

Tuhfetü’l-Uşşâk (Hamdullâh Hamdî)


Büyük şeyh Evhadüddîn’in yetiştiği dönemde, Kayseri’de güzel bir erkek
çocuğu olan zengin bir tüccar vardır. Bu çocuk on yaşına geldiği zaman ba-
basına seyahata çıkmak ve ticaret yapmak istediğini söyler. Oğlunu çok seven
baba, böyle bir istek karşısında büyük bir sıkıntıya düşer ve oğluna henüz genç
ve tecrübesiz olduğunu, ticaretin oldukça zor bir iş olduğunu, seyahatin de her
türlü zorluklarla dolu olduğunu ifade eder. Ancak hem babasının bu uyarıları
hem de annesinin ricaları bir fayda vermez. Bunun üzerine anne ve baba Şeyh
Evhadüddîn’e giderek ondan yardım isterler. Şeyh bir müddet uzlete çekilip du-
rumu mütalaa ettikten sonra, onlara çocuğun İstanbul’a gitmesine izin vermele-
rini ve onunla birlikte bir miktar köle ile yedi yük ticarî mal sevketmelerini ister.
Daha sonra Allah’ın hükmünü sabırla beklemelerini tavsiye eder. Anne ve ba-
banın şeyhden bu isteğin ya geri alınmasını ya da hafifletilmesini istemesi üze-
rine şeyh, onlara çocuklarının birçok seyahattan sonra tekrar emin bir şekilde
geri döneceğini söyler. Bunun üzerine gerekli hazırlıklar yapılır ve şeyh çocuğa
çeşitli nasihatlarda bulunur. Anne ve babasıyla vedalaşan çocuk, yola koyulur.
İstanbul’a varan çocuk, bir hana yerleşir. İmparatorun güçlü bir veziri var-
dır. Şehrin simsarlarıyla sık sık görüşen vezir, İstanbul’a gelen tüccarların en seç-
kin mallarını almayı âdet hâline getirmiştir. Şehri kolaçan eden simsarlar, bir
handa tüccar kıyafetinde oldukça güzel giyimli, yakışıklı bir genç görürler. Ze-
rafet ve güzelliğini takdir ettikten sonra, yanına varıp ertesi gün ona pazarı gez-
direceklerini ve işinde yardımcı olacaklarını söylerler. Genç adam onların bu
teklifine çok sevinir. Ertesi sabah simsarlar söz verdikleri gibi gelirler ve ona şeh-
rin pazarında rehberlik ederler. Pazar, gencin çok ilgisini çeker. Gencin güzelliği
ise görülmedik bir telâşa sebep olmuştur. Çocuk, istirahat için hana çekildikten
sonra simsarlar, patronları olan vezire gidip şehre fevkalâde güzel, müslüman
bir tüccar geldiğini söylerler. Bu habere çok sevinen vezir, onları ödüllendirir
ve çocuğu ertesi sabah yanına getirmelerini ister. Vezirin bu kadar sevinmesi-
nin sebebine gelince; çok güzel bir kızı vardır ve ona en az onun kadar güzel
bir koca bulmak istemektedir, ancak bu konuda endişelidir. Şimdiye kadar bu
istediği mümkün olmayan vezirin ümitleri canlanmıştır.
Ertesi sabah simsarlar hana gelerek gence, İstanbul’un imansızlarla
dolu olduğunu, bundan dolayı insanların Müslüman olan birine saldırıp
594 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
öldürebileceğini, mallarını da yağmalayabileceklerini söylerler. Bunun için de
büyük insanlar arasında bir hâmîsinin olması gerektiğine işaret ederler. Söy-
lenenlere inanan genç, kendisine kimin hâmî olabileceğini sorar. Simsarlar
şehre gelen yabancılara karşı hayli nazik davranan imparator vezirinin olabi-
leceğini ifade ederler. Daha sonra vezirin yanına kadar kendisine eşlik edebi-
leceklerini, ancak yanına bir miktar hediye almasını belirtirler. Kendisinden
istenileni yerine getiren genç, simsarlarla birlikte vezirin sarayına gider. Çok
sevinen ve memnun olan vezir, çocuğu oldukça cana yakın karşılayarak onu
iyi bir şekilde ağırlar. Ertesi gün genç tekrar davet edilir ve ziyafet esnasında
istediği kadar içki içer. Genç içki ve müziğin tesiriyle iyice kendinden geçtik-
ten sonra, aniden bir perde açılır ve arkasından vezirin güzel kızı görünür.
Kız yaklaşarak genç tüccarın yanına oturur. Kızın güzelliği karşısında gözleri
kamaşan ve şaşkına dönen genç, o anda kıza âşık olur. Kız tam oradan ayrı-
lacağı zaman genç tüccar eteğini tutar ve kendisini bırakmamasını ister. An-
cak plânın başarıldığını gören babanın yapmış olduğu bir hareketle kız oradan
ayrılır. Genç tüccar hana döndükten sonra gönlünü verdiği güzel kızı düşün-
mekten dolayı bir türlü uyuyamaz.
Genç, ertesi sabah tekrar vezirin evine davet edilir ve önceki gün olduğu
gibi eğlendirildikten sonra, sevdiği kızla kısa bir görüşme yapar. Hana dönen
gencin sıkıntılı olduğunu farkeden hizmetkârları, ona yardım edip edemeye-
ceklerini sorarlar. Bunun üzerine genç, onlara simsarları bulup yanına getir-
melerini söyler. Simsarlar yanına gelince, içinde bulunduğu durumu onlara
anlatır ve bunun sorumlusunun kendileri olduğunu söyleyerek çaresini de
kendilerinin bulması gerektiğini ifade eder. Vezire gidip durumu anlatma-
larını, kızını görmesi karşılığında sarayda köle bile olacağını söyler. Simsar-
lar onun bu isteğini yerine getirerek vezire durumu bildirirler; vezir gülüm-
ser, fakat hiçbirşey söylemez. Bunun akabinde kızının odasına gider ve onun
da yakışıklı genç tüccara kalbini kaptırdığını, dolayısıyla kızına yakışıklı genç
tüccarı sena etmesinin gereksiz olduğunu anlar. Böylece simsarlar, genç tüc-
cara yeni bir davet teklifi getirirler ve genç adam da bu daveti memnuniyetle
kabul eder. Vezirin evine gelince önceki gibi eğlendirilir; kız da gence âşık ol-
duğunu izhar eder ve tam kalkıp odasına çekileceği zaman genç, yine kızın
eteğine yapışır. Babasının bütün serzenişlerine rağmen kız bu sefer orayı ter-
ketmez. Bunun üzerine vezir, genç adama, kızına sarılması ve öpmesi için izin
verir. Dudaklarına dokunmayla hasıl olan vecd hâli o kadar coşkun olur ki
genç adam bayılır. Bu vaziyette ikâmetgâhı olan hana götürülür; ayıldığında
yaşadığı hâlin gerçek olduğuna inanamaz ve bunun olsa olsa bir rüya olabi-
leceğini tahayyül eder.
Mesnevî Özetleri
| 595
O zamandan sonra bir türlü kendine gelemeyen genci, kendisine za-
rar vermemesi için hizmetkârları bağlar. Gerek hizmetkârlar, gerekse simsar-
lar aklını başına toplaması için uğraşsalar da başarılı olamazlar. Genç adam,
hiçbir nasihatin kendine fayda etmeyeceğini, tek çarenin sevgilisiyle birleş-
mek olduğunu söyler. Simsarlar onun durumuna üzülerek vezire gidip va-
ziyeti anlatırlar. Vezir birçok hükümdarın evlenme teklifine karşı kızını ver-
mediğini ancak, dinini terketmesi ve kendi putlarına tapması şartıyla kızını
bu gence vereceğini söyler. Bu şart genç adama söylendiğinde “Binlerce din,
sevgili uğruna feda olsun. Âşığın sevgilisinden başka dini yoktur. İman ve kü-
für arasında temayüz etmiş bu âşığa sevgilinin yüzünden başka tecelli yoktur.”
diye nida eder. Vezire bu cevap getirilince çok memnun kalır ve hemen ev-
lilik için hazırlıklara girişilir. Ancak genç âşığın hizmetkârları onun imanı-
nın elden gittiğini görünce çok üzülürler ve yetişme tarzını, terbiyesini, şey-
hin nasihatlerini hatırlatarak fena şekilde azarlarlar. Fakat genç âşık bunların
hiçbirine aldırış etmez ve düğün sabahı geldiğinde vezirin kızının aşkıyla dolu
olarak en güzel elbiseleriyle süslenir.
Evlenen çift mutlu bir hayat sürmeye başlarlar. İki yıl içerisinde iki oğ-
lan çocukları olur. İstanbul’da Ayasofya adında büyük bir mabet vardır. Yedi
yılda bir bu mabette bütün şehir halkının katıldığı büyük özel bir merasim
düzenlenmektedir. Binaenaleyh genç tüccar ve hanımı da bu merasime iştirak
ederler. Genç tüccar, İslâm dinini terk ettiği zaman yanında bulunan Kur’ân’ı
bu mabede bırakmıştır. Merasim sırasında karısı Kur’ân’ı görünce kocasına
bunun ne olduğunu sorar. O da bunun, Hz. Muhammed’e indirilen vahiyler
olduğunu söyler ve o kadar medheder ki karısı bu kitabı görmek ve bir fal
bakmak isteğiyle dolar. Nihayet kocasını kitabı almaya ikna eder; o da kitabı
almayı başarır. Fal bakmak amacıyla kitabı açtıklarında karşılarına “Allah’ı ve
nazil olan Hak kitabı yad ile müminlerin kalplerine yumuşaklık gelmedi mi?
Müminler bunlardan evvel kitaba nail olup zamanın uzamasıyla kalpleri ka-
tılaşan ümmetler gibi olmasınlar. Bunların çoğu dinden çıkmıştı.” ayeti çıkar.
Genç adam bu ayeti görünce gözleri açılır ve sesli bir şekilde ağlamaya baş-
lar. Karısı şaşkınlıkla falın ne olduğunu sorar. Ayette ifade edilen manayı du-
yunca kocasında uyandırdığı aynı tesir kendisinde de meydana gelir ve o da
sesli bir şekilde ağlamaya başlar. O sırada orada bulunan ve mabedi temizleten
babaları gürültünün sebebini sorar; vaziyeti öğrenir öğrenmez kalbine bir nur
seli akmaya başlar ve kızıyla birlikte İslâm’ı kabul eder. Olanlardan kimseye
bir şey söylemezler; sessizce hazırlıklarını yaparlar ve her şey hazır olunca da
Kayseri’ye doğru külliyetli bir hazineyle birlikte yola çıkarlar. Emin ve mutlu
bir şekilde oraya ulaşırlar (Gibb 1999: I-II/420-23).
596 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi

Vâmık u Azrâ (Lâmi’î Çelebi)


Çin’in birçok defa evlenmesine rağmen çocuğu olmayan Taymus adında
zengin bir hükümdarı vardır. Hükümdar, meşhur ressam Beşîr’in seyahatleri
sırasında görüp, resmini yaptığı Turan şâhının kızını beğenir ve bir mektupla
şâhın kızını ister. Turan şâhı, kızını Taymus’a verir. Çift, muhteşem bir düğünle
evlenir. Vâmık adını verdikleri bir oğulları olur. Vâmık güzelliği dillere destan,
bilgi ve cengâverlikte üstün, yazdığı şiirleri elden ele dolaşan bir yiğittir.
Öte yandan Gazne padişahının da güzelliği dillere destan, güneş gibi par-
lak, gözleri ceylan, saçları misk, parlaklığı gül ve boyu servi gibi olan Azrâ
adında bir kızı vardır. Vâmık’ın güzelliğinin ününü işiten Azrâ, Vâmık’ı gör-
meden ona âşık olur. Dâyesi Azrâ’nın resmini ipekler üzerine çizdirerek, ker-
vanlar vasıtasıyla dünyanın dört bir yanına gönderir. Bir vesileyle resmi gören
Vâmık da Azrâ’ya âşık olur. Sevgilisini bulmak için babasından izin ister. İzin
verilmezse kendini öldüreceğini bildirir. Babası vezirinin Vâmık’la aynı zamanda
doğan ve Vâmık’ın yakın arkadaşı olmuş oğlu Behmen’le birlikte bin askeri ya-
nına katarak çaresiz Vâmık’a izin verir. Çin denizi sahiline doğru yola çıkarlar.
Birçok tehlike ve mücadeleden sonra, avlanmak maksadıyla kan dökücü zalim
bir kimse olan Erdeşir’in ovasına girerler. Erdeşir’le aralarında müthiş bir savaş
olur. Vâmık üstün gelerek Erdeşir’i yakalayıp bağlar. Erdeşir yalvararak kendi-
sini affettirir ve Vâmık’ı kasrına davet eder. Burada karşılaştıkları Erdeşir’in kızı
Dilpezîr de Behmen’e âşık olur.
Erdeşir’in yardımına gelen Belh sultanı Tûr, Dilpezîr’den Vâmık ile Behmen’i
ister. Dilpezîr bu isteğe karşı koyunca savaşırlar. Behmen esir düşer. Dilpezîr,
Vâmık’ı Nahşivan Kalesi’nden Dilküşâ Kalesi’ne götürür. Vâmık’ın Erdeşir’in ül-
kesine gelmeden önce bir çeşme başında karşılaştığı peri şâhı Lâhicân ile sevgi-
lisi yani Kaf Dağı sultanının kızı Ferî, Vâmık’ı alır ve Kaf Dağı’na götürürler.
Bu arada Azrâ, Vâmık’ın aşkıyla sararıp solmaktadır. Dâyesi Azrâ’yı ha-
mama götürmek bahanesiyle Gazne sultanından izin alır ve Vâmık’ı aramak
için Azrâ ile yola koyulur. On günlük bir yolculuktan sonra bir şehre ulaşırlar.
Burada Pîrezen adlı yaşlı bir kadına konuk olurlar. Bu sırada Vâmık’ı aramaya
çıkan Pîr ile Dilpezîr de Pirezen’in evine gelirler. Birbirlerine maceralarını an-
latarak hep birlikte Elburz’a gitmeye karar verirler.
Vâmık’ı Kaf Dağı’na götüren Lâhicân, onun sevgilisini ve dostlarını ara-
mağa devam eder. Azrâ ve Dilpezîr’in içinde oldukları gemiye rastlar. Gemiyi gül
bahçesini andıran bir adaya çeker. Onların maceralarını dinler ve Vâmık’ın Kaf
Dağı’nda olduğunu söyleyerek onları Kaf Dağı’na götürür. Vâmık, Azrâ’yı gökte
karşılar. Her taraf sevinçle dolar. Ancak Behmen’den ayrı düşmüş olan Dilpezîr
Mesnevî Özetleri
| 597
çok üzgündür. Lâhicân’dan kendilerini Tûr’a götürmesini isterler. Şiddetli savaş
olur. Tûr yenilir. Behmen’i zindandan çıkarırlar. Yenilince Frenk Anton’a sığı-
nan Tûr hile ile Vâmık’ı bir kuyuya düşürerek yakalar. Akabinde Azrâ, Dilpezîr,
Behmen, Dâye ve Pîr de bitkin ve perişan düşerler.
Resminden Azrâ’ya âşık olup aramaya çıkan Tûs padişahı Mizbân, onu
perişan bir şekilde bulur. Tûr ile savaşarak onlara yardım eder. Azrâ’nın ma-
cerasını dinledikten sonra Azrâ’yı kardeş gibi kabul ettiğini bildirerek, Vâmık’ı
Tûr’un elinden kurtarmak için harekete geçer.
Tûr ile Anton yanlarında Vâmık olduğu hâlde Anton’un adalarından bi-
rine gitmek için bir gemiye binerler. Yolda Hint gemileriyle savaşırlar. Savaşta
yenilen Tûr ile Anton’un boyunlarına zincir takılır. Ateşperest Hintliler onlarla
beraber zannettikleri Vâmık’ı ateşe atarlar. Ancak ateş onu yakmaz, gül bahçesi
olur. Mâbudlarının Vâmık’ı bağışladığına inanan Hintliler ona bağlanırlar.
Vâmık, Hint ülkesinde kalmayarak Azrâ’yı aramaya devam eder, öte taraf-
tan Azrâ da arkadaşlarıyla sevgilisini aramaya çıkmıştır. Yolda katıldıkları ker-
van, Zengî şâhı Helhelân tarafından soyulunca tutsak edilirler. Helhelân’ın kızı
Hümâ bunlara yardım etmek istese de Azrâ gördüğü bir rüyayı anlatarak bu-
rada Vâmık’ı beklemenin doğru olacağını söyleyerek kabul etmez.
Azrâ’nın yerini öğrenen Vâmık, Helhelân’ın ülkesine vararak kavmini pe-
rişan eder. Helhelân, Azrâ ve Dilpezîr’i alarak Mizbân’a sığınır. Ancak Mizbân
esirleri görünce kızarak Helhelân’ı zindana atar. Vâmık’a haber göndererek
Tûs şehrine çağırır. Hep beraber burada buluşurlar. Dâye, kimsenin bulunma-
dığı bir sırada Hümâ’nın dillere destan güzelliğini anlatarak, Helhelân’ın bağış-
lanmasını sağlar. Lâhicân ile Ferî, Behmen ve Dilpezîr, Vâmık ile Azrâ birbir-
lerine kavuşurlar. Tûs şâhı Mizbân, Hümâ ile onun ihtiyar tabîbi de Dâye ile
nikâhlanır. Bir müddet sonra herkes Mizbân’dan izin alarak, ülkesine geri dö-
ner (Külekçi 1999: II/279-280).

Varka vü Gülşâh (Bediî)


Arap yarımadasında Benî Şeybe kabilesinde Hümâm ve Hilâl adlı iki kar-
deş bulunmaktadır. Hümâm’ın bir oğlu, Hilâl’in bir kızı olur. Oğlana Varka,
kıza da Gülşâh adını koyarlar. Varka ve Gülşâh’ın çocuklukları birlikte geçer,
aynı okulda okurlar. Okul arkadaşlığı sırasında birbirlerine âşık olan bu iki ku-
zenin, onbeş yaşına geldiklerinde evlenmelerine karar verilir. Ancak düğün
günü, Gülşâh’a âşık olan başka bir kabilenin reisi Gülşâh’ı kaçırır. Gülşâh’ı geri
almak için savaşlar yapılır. Bu savaşların birinde Varka’nın babası Hümâm ölür
ve Varka esir düşer. Gülşâh, Varka’yı kurtarmak için çıkış yolları arar, Varka’yı
598 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
öldürmek bahanesiyle Varka’nın yanına gelir. Bu sırada Varka ve Gülşâh kaç-
mayı başarır. Yeniden bir düğün tertip edilecekken Gülşâh’ın annesi Varka’nın
yetim ve fakir olduğunu ileri sürerek Varka’nın karşılayamayacağı kadar ağırlık
ister. Varka, Yemen şahı olan dayısının yardımını almak üzere Yemen’e doğru
yola çıkar. Yemen’e vardığı zaman dayısının da savaşta ve yenilmek üzere oldu-
ğunu görür. Dayısına yardım ederek onu esaretten kurtarır. Varka, Gülşâh’ın an-
nesinin istediği ağırlığı temin etmek üzere dayısından yardım istemek amacıyla
gittiği Yemen’deyken Gülşâh Şam sultanı Melik Muhsin’le evlendirilir. Bu du-
rumdan habersizce memleketine dönen Varka’ya Gülşâh’ın öldüğü söylenir. Bu
yalanın inandırıcı olması için de bir koyunun kemikleri kefen benzeri bir beze
sarılarak düzmece bir mezara gömülür. Bir süre sonra Varka, Gülşâh’ın kızarka-
daşlarının birinden gerçeği öğrenir. Bunun üzerine Şam’a doğru yola çıkar. Yol-
culuk esnasında çeşitli zorluklarla karşılaşır. Yaşadığı mücadelelerin birinde ya-
ralanır. Gülşâh’ın zorla evlendirildiği Şam sultanı Melik Muhsin tarafından yaralı
bir hâlde bulunarak saraya götürülür ve tedavisi yapılır. Böylelikle Gülşâh’ı bul-
muş olur. Kendisi sarayda iyi ağırlanan bir konuktur. Hatta Melik Muhsin, za-
man zaman Gülşâh’la görüşmelerine izin verir. Ancak Varka konuk olduğu ve
saygıyla ağırlandığı evde, evin hanımı konumundaki Gülşâh’la görüşmeyi çok
doğru bulmayarak gururlu ve asil bir tavırla memleketine gitmek bahanesiyle
saraydan ayrılır ve yolda bir pınar başında ölür. Varka’nın ölüm haberini alan
Gülşâh, Varka’nın mezarının başına giderek intihar eder. Varka’nın mezarı açtı-
rılarak Gülşâh’la birlikte aynı mezara gömdürülür. Bir gün Hz. Muhammed’in
yolu bir sefer dönüşü Şam’a düştüğünde Şam sultanı Melik Muhsin, Hz. Mu-
hammed ve arkadaşlarını konuk ederek onlara ikramda bulunur. Hz. Muham-
med Melik Muhsin’in yüzündeki matem ifadelerinden hareketle Muhsin’e bunun
sebebini sorar. Melik Muhsin’in olayı anlatması karşısında, bu olaydan etkilenen
Hz. Muhammed’in gözleri dolar. Bu hüzünlü aşk hikâyesi Hz. Muhammed’le
birlikte arkadaşlarını da etkilemiştir. Sahabe, Varka ve Gülşâh’ın tekrar dirilmesi
için Hz. Muhammed’den dua etmesini isterler. Hz. Muhammed, onların ömür-
lerinin tamamlandığını, ancak kendi ömrlerinden bağışta bulunacak olurlarsa
dirilebileceklerini söyler. Bunun üzerine sahabe, ömürlerinden bağışta bulu-
nur. Allah’ın emriyle Cebrâîl gelerek ömür bağışlayanların ömürlerini geri verip
Varka ve Gülşâh’a kırk yıllık yeni bir yaşam verir. Mesnevî, hikâye kahramanla-
rının tekrar hayat bulmasıyla sona erer (Yıldız 2009: I/125-26).

Vîs ü Râmîn (Lâmi’î Çelebi)


Cürcan da Behrâm adlı bir şâh vardır. Behrâm her gün ayş u işret yapan
talihli, cemâli âfitâb gibi bir şâhtır. Yine bir bahar günü Behrâm’ın tahtı bahçeye
Mesnevî Özetleri
| 599
kurulur ve eğlenceler başlar. Mecliste şehzâdeler, emirler ve serverler bulunur.
Meclis akşama kadar devam eder. Akşam olunca Behrâm, güzel kız ve kadın-
larla yalnız kalır; onlarla sohbet ederek hikâyeler anlatırdı. Bu kadınların için-
den biri Behrâm’ı çok alakalandırmıştı. Bu Merv kraliçesi Şehrû (Bazı yerlerde
Şehrbânû olarak da geçer.) idi. Şâh, ona âşık olup ondan vuslatını ister. Ancak
Şehrû kendisinin 50 yaşını aştığını ve yüzünün güzelliğinin kaybolduğunu söy-
leyerek şâha layık olmadığını söyleyerek kızı Vîs’i medh etmeğe başlar. Kızının
Mâhâbâd kasrında büyüdüğünü ve kızının talihine bakan müneccimlerin bun-
dan korkunuz dediklerini de ilave eder. Bu hikâyesiyle Behrâm’ın şehvet duy-
gularını teskin ederek menzilgâhına gitmek için izin ister. Kaldığı yere gelince
de kavmini de alarak bir an önce Merv’e döner.
Merv’e gelince kızını Mâhâbâd’dan getirerek devamlı olarak onunla ilgi-
lenmeye başlar. Kızının başına bir şey gelmemesi için kız kardeşinin oğlu Veyrû
ile nikâhlanmalarını ister. Bu fikrini Mu’bit Şâh’a da açar. Böylece güzelliği afakı
tutmuş olan Vîs’i alabilmek için memleketi ordularına çiğnetecek şâhların teh-
likesi ve müneccimlerin önceden bildirdikleri felaketler de önlenmiş olacaktır.
Henüz çocuk olan Vîs ile Veyrû’nun nikâhları kıyılır. Şehvet ateşine düşmeden
günlerini oyunla geçirmeğe başlarlar.
Şehrû’nun Merv’e döndüğünün ertesi gününde Behrâm, Cürcan’da Şehrû’yu
aratırsa da bulamaz. Dâyesini de çağırarak ticaret kasdıyla Merv’e giderek bir
hana konup bilgi topladıktan sonra Cürcan’a döner. Bunların anlattıklarıyla
aşkı iyice artan Behrâm, Mu’bit Şâh’a Zerd ile bir mektup gönderip Vîs’i ister.
Red cevabı alınca da Merv üzerine yürür. Merv ve Mâhâbâd, Behrâm’ın eline
geçince Mu’bit Şâh, yeğeni Herat hakimi olan Firuz Şâh’a iltica eder. Onları iyi
karşılayan yeğeni Vîs’e âşık olunca kocası Veyrû’yu zehirletir. Bu sırada Herat’ı
alan Behrâm, Firuz’u öldürür.
Mu’bit Şâh, karısı ve kızı Vîs buradan da kaçarlar. Yolda avlanmakta olan
Horasan şâhının oğlu Râmîn ile karşılaşırlar. Vîs ve Râmîn ilk görüşte birbirle-
rine âşık olurlar. Râmin onları ülkesine götürür ve mutlu günler başlar.
Semerkand veziri, kızı Gülşeker’i Râmîn’e vermek istemektedir. Ancak
Râmîn ile Vîs arasındaki aşkı haber alınca onu pâdişâh olan babası Keyhan’a
kötüleyip zindana attırır. Vîs ile ailesini de ülkeden uzaklaştırır. Zindana atılan
Râmîn çılgına döner. Babası oğlunun bu hâline acır ve bir şeyh vasıtasıyla oğ-
lunun iyileşmesini sağlar. Diğer taraftan Behrâm ölmüş, Mu’bit Şâh da Herat’da
tahta çıkmıştır. Keyhan, Herat’a mektup göndererek Vîs’i isterse de çok geçme-
den ölür. Râmîn tahta çıkar çıkmaz düğün hazırlıklarına başlar. Râmîn’e duy-
duğu kini bir türlü dinmeyen vezir bu sefer Çin hakanını onun üzerine gön-
derir. Karşısında duramayan Râmîn, Herat’a doğru çekilir. O yolda iken Mu’bit
600 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Şâh da ölür, yerine kızı Vîs geçer. Birçok tehlikeden sonra Herat’a ulaşan Râmîn,
Vîs ile evlenerek burada pâdişâh olur. Mutluluk içinde adaletle hüküm sürer-
ler (Külekçi 1999: II/269-70).

Yûsuf u Züleyhâ (Hamdullâh Hamdî)


Mesnevîye Hz. Yûsuf’un ataları tanıtılarak başlanır. Sonraki olaylar ana hat-
larıyla şöyle gelişir: Yûsuf, iki yaşında iken öksüz kalır. Yedi yaşına geldiğinde nur
parçası gibi bir çocuk olur. Babasının onu diğer kardeşlerinden fazla sevmesi,
kardeşlerin kıskançlığına ve fitne duygularının kabarmasına yol açar. Yûsuf, on
iki yaşına gelince, bir gece rüyasında on bir yıldız ile Ay ve Güneş’in kendisine
secde ettiklerini görür. Rüyasını babasına anlatır. Babası rüyayı kimseye, özel-
likle kardeşlerine anlatmamasını tenbih eder. Ancak kardeşleri, Yûsuf’un bu
rüyasından haberdar olur ve ona karşı kıskançlıkları iyice artar. Yûsuf’u öldür-
meyi veya kaybetmeyi tartışmaya başlarlar. Sonunda hepsi Yehuda’nın fikrinde
birleşerek onu kuyuya atmaya karar verirler.
Bir bahar günü, Yûsuf’u kırlarda gezdirmek için babalarından izin isterler.
Daha önce rüyasında on kurdun Yûsuf’u parçaladığını gören Ya’kûb onlara gü-
venmez. Sonunda Yûsuf’un yalvarmalarına dayanamayarak istedikleri izni ve-
rir. İbrahim Peygamber’den kalan gömleği onun koluna sararak oğullarından,
Yûsuf’u sağ salim getireceklerine dair yemin ve söz alır. Kardeşleri Yûsuf’u alıp
götürürler. Üç fersah yol gittikten sonra bir kuyunun başına gelirler. Yûsuf’un
yalvarmalarına aldırmayarak ellerini bağlayıp kuyuya atarlar. Yûsuf’un kana bu-
ladıkları gömleğini babalarına sunarak “Yûsuf’u kurt yedi” derler.
Yûsuf ’un kuyudaki dördüncü gününde, Medyen şehrinden kalkan bir
kervan Mısır’a giderken bir sabah bu kuyunun başında konaklar. Kervanın re-
isi Mâlik adında biridir. Kuyudan su çekmek isterken Yûsuf’u görüp kurtarır-
lar. Yûsuf’u kervana alıp tekrar yola koyulurlar. Kervan yoluna devam ederek
Nablus, Bisan, Askalan ve Ariş şehirlerinden geçer. Herkes Yûsuf’un güzelliğine
hayran kalır. Kimisi onun telkinleriyle putlarını kırıp, Hak dinini seçer. Kervan
nihayet Mısır’a girer. Halk burada da Yûsuf’a hayran olur. Mâlik birer altın kar-
şılığında Yûsuf’u onlara göstermeğe başlar.
Öte yanda Mağrib diyarının şâhı Taymus’un güzelliği dillere destan Züleyhâ
adında bir kızı vardır. Züleyhâ bir gece rüyasında Yûsuf’u görür. Adını ve kaldığı
yeri sorar, o da “Bulunduğum yer Mısır’dır. Ben de onun aziziyim.” der. Yûsuf’a
âşık olan Züleyhâ, kendisini isteyenlerin tekliflerini reddeder. Sonunda çaresiz
kalan babası bir mektup yazarak, Züleyhâ’yı Mısır azizine teklif eder. Mısır azizi
bu teklife çok sevinir. Ancak kendisinin oraya gelmesinin mümkün olmadığını
Mesnevî Özetleri
| 601
belirterek elçiler gönderir. Mısır azizinin kendisini istediğini duyan Züleyhâ, ye-
rinde duramaz olur. Değerli hediyelerle Mısır’a uğurlanır. Mısır azizinin yüzünü
bir an önce görmek için sabırsızlanır. Ancak çadırın deliğinden dışarıda dola-
şan Mısır azizi Kıftir’i görünce rüyasında gördüğü gencin bu olmadığını anlar,
dövünür. Gaybdan gelen bir ses sabretmesini söyler. Rivayete göre Kıftir, ne za-
man Züleyhâ’ya yaklaşmaya teşebbüs etmişse, araya Züleyhâ şeklinde bir perî
girmiş ve aziz onunla hoşça vakit geçirmiştir.
Züleyhâ, böyle talihine küskün rüyasında gördüğü gence kavuşacağı günü
beklerken, Mâlik de Yûsuf’u Mısır halkına göstermeğe devam etmektedir. Züleyhâ
da Yûsuf’u görmeği arzu eder. Onu görünce de rüyasında gördüğü gencin o ol-
duğunu anlar. Mısır azizini Yûsuf’u almaya ikna eder. Züleyhâ, Yûsuf’u sarayına
götürüp ona her türlü ihtimamı gösterir. Züleyhâ, Yûsuf’a olan aşkından sabre-
demez hâle gelir, bir an önce muradına ermek ister. Ancak Yûsuf, Züleyhâ’ya fır-
sat vermez. Bütün hile yollarını deneyen ve başarıya ulaşamayan Züleyhâ, yedi
odalı bir saray yaptırır. Burayı döşetir kendisi de süslenerek, giyinip kuşandık-
tan sonra, Yûsuf’u davet eder. Sırayla bütün odaları dolaşsalar da her seferinde
Yûsuf, Züleyhâ’nın tekliflerini reddeder. Bu durum sonuncu odada da tekrarla-
nınca, Züleyhâ kaçmak isteyen Yûsuf’un arkasından koşar, son kapıdan çıkar-
ken eteğine yapışır. Yırtılan etek parçası Züleyhâ’nın elinde kalır. Mısır azizi Kıf-
tir ile karşılaşırlar. Kıftir, Yûsuf’un suçsuz olduğunu anlarsa da dedikodu bütün
şehre yayılır. Züleyhâ şehrin kadınlarını bir araya toplar ve ellerine birer turunçla
bıçak verir. Sonra Yûsuf’u bulundukları odaya getirir. Mısırlı kadınlar, Yûsuf’a
duydukları hayranlıktan turuncu değil de kendi parmaklarını keserler. Hepsi
Yûsuf’a âşık olur ve Züleyhâ’yı ona âşık olduğu için de suçsuz görürler. Sonunda
ne Züleyhâ ve ne de diğer kadınlar emellerine muvaffak olur. Yûsuf zindana atı-
lır. Zindanda şâhın adamlarından şarapçı ve ekmekçinin rüyalarını tabir eder.
Bu sırada Mısır Şâhı bir gece rüyasında yedi cılız sığırın, yedi semiz sı-
ğırı, yedi demet kuru başağın yedi demet taze başağı kuruttuğunu ve yediğini
görür. Kimse rüyayı tabir edemez. Yûsuf’un zindanda rüyasını tabir ettiği şa-
rapçı Yûsuf’u hatırlar, Şâh’a söyler. Şâh da rüyayı Yûsuf’un tabir etmesini ister.
Yûsuf, taze başaklarla semiz sığırların bolluk, kuru başaklarla cılız sığırların kıt-
lık olduğunu ve yedişer yıl süreceğini söyler. Bu tabiri çok beğenen Şâh Reyyân,
Yûsuf’u zindandan çıkarmalarını emreder. Yûsuf’un istekleri yerine getirildik-
ten sonra zindandan çıkarılır. Törenle saraya getirilir. Kıftir’in de yıldızı söner.
Kısa bir süre sonra da ölünce Yûsuf Mısır azizi olur.
Züleyhâ, kocası Kıftir’in ölümünden sonra yalnız kalır. Yûsuf’un hasre-
tine dayanamaz ve günleri ağlayıp sızlamakla geçer. Gün geçtikçe yaşlanır ve
yüzünün şekli değişir. Yıllar geçer fakir düşer. Yûsuf’ bir gün Züleyhâ’nın evi
602 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
önünden geçerken Züleyhâ hemen dışarı çıkar, bağırıp çağırarak derdini anlat-
maya çalışırsa da gürültüden sesini duyuramaz. Evine döner Tanrı’ya yalvarır,
Müslüman olur. Yûsuf’un dönüşünde tekrar dışarı çıkıp bağırır. Yûsuf, sesi işi-
tince, dertten inleyen bu kadının sarayına getirilmesini emreder. İsmini ve kim
olduğunu sorar, o da kendini tanıtır. Yûsuf, onu tanıyınca ağlayıp hâlini sorar,
ne için geldiğini öğrenmek ister. Züleyhâ, eski güzelliğine kavuşmayı, onunla
beraber olmayı arzuladığını beyan eder. Yûsuf, Tanrı’ya onun isteklerini yerine
getirmesi için dua eder. Duası kabul olur. Züleyhâ yine eski güzelliğine kavu-
şur, gözleri açılır. Yûsuf, Allah’ın emriyle Züleyhâ’yı nikâhlar.
Yûsuf, Mısır azizi olarak adaletiyle ün kazanır. Yedi yıl bolluk ve ucuzluk
olur. Ambarlar doldurulur. Yedi yıl sonra kıtlık başlar. Ya’kûb, oğullarını buğday
getirmeleri için Mısır’a gönderir. Kardeşlerinin geldiğini gören Yûsuf onları üç
gün yedirir içirir, buğday verir. İçlerinden rehin tuttuğu Yehuda’yı, evde kalan
kardeşleri Bünyamin’i getirdikleri taktirde serbest bırakacağını söyleyerek mem-
leketlerine gönderir. Ya’kûb, Bünyamin’i göndermek istemezse de sonunda izin
verir. Yûsuf onları karşılar, kardeşleri için bir şölen verir. Öz kardeşi Bünyamin’e
kim olduğunu tanıtır ve kendisini yanında alıkoyacağını, bu sırrı saklamasını
tenbih eder. Kardeşlerinin çuvallarını bol yiyeceklerle doldurur. Çuvallardan bi-
rine mücevherden bir ölçek koydurarak yolcu eder. Arkadan da adam göndere-
rek tasın çalındığını, çalanın ise köle olacağını şeriat hükmü olarak bildirir. Tas
Bünyamin’in çuvalında çıkar. Kardeşler çaresiz, Bünyamin’i orada bırakarak ba-
balarına döner. Ya’kûb, dertlenip ağlar ve Bünyamin’in hırsız olmadığını, onu ser-
best bırakmasını rica eden bir mektubu Mısır azizine gönderir. Yûsuf, mektubu
okurken ağlayınca, kardeşleri Yûsuf’u tanır, ona secde ederler ve bağışlanmalarını
isterler. Yûsuf, onları bağışlar ve babasını yanına davet ettiğini bildirmelerini söyler.
Yûsuf, gömleğini Yehuda ile beraber babasına gönderir. Gömlek gelince, gö-
züne sürer ve gözleri açılır. Ya’kûb, Mısır’a göç eder, baba ile oğul buluşurlar. Ara-
dan uzun yıllar geçer. Ecelin yaklaştığını anlayan Ya’kûb, oğullarına Hak dinin-
den ayrılmamalarını tenbih eder ve ölür. Bir müddet sonra da Yûsuf, Cebrail’in
cennetten getirdiği elmayı koklayınca ruhunu teslim eder. Züleyhâ, saçını başını
yolar, ağlayıp inler. Yûsuf’un mezarı başına koşar. Mezarın üzerine kapanır ve
orada Züleyhâ da Hakk’ın rahmetine kavuşur (Külekçi 1999: II/149-51).

Yûsuf u Züleyhâ (Kemâl Paşa-zâde)


Sırasıyla Hz. Âdem, Hz. Şît, Hz. İdrîs, Hz. Nûh, Hz. İbrâhîm, Hz. İshâk,
Hz. Ya’kûb peygamber olurlar. Allâh Hz. Ya’kûb’a Yûsuf’u ihsan eder. Yûsuf, Hz.
Ya’kub’un on iki oğlu içinde en güzel olanıdır. Yûsuf’un annesi, Yûsuf iki yaşında
iken vefat ettiğinden dolayı Hz. Ya’kûb onu amcasının kızı İnâse’ye teslim eder.
Mesnevî Özetleri
| 603
İnâse Yûsuf’u öyle çok sever ki, Hz. Ya’kûb Yûsuf’u geri istediğinde, onu ver-
memek için bir hileye başvurur. Şöyle ki Yûsuf’un beline bir kemer sarar. Yûsuf
babasının evine gittikten sonra kemerim kayboldu diye sızlanmaya başlar. O za-
manın âdetine göre çalınan bir şey kimde bulunursa, o kişi eşyasını çaldığı ki-
şiye kul olur. Kemer, Yûsuf’un belinde sarılı bulununca Yûsuf, halası ölene ka-
dar onun yanında kalır, ancak onun ölümünden sonra babasının yanına döner.
Mağrib’de bir ulu Şah vardır ve bu Şah’ın Züleyhâ adında güzel bir kızı bu-
lunmaktadır. Züleyhâ on beş yaşına geldiğinde birçok insan ona âşık olur, onun
için gazeller söyler. Safa içinde yaşayan Züleyhâ, bir gece rüyasında bir güzel
görür ve ona âşık olarak hasta düşer. Daha sonra gördüğü rüyalarında ona kim
olduğunu sorar. O da ayrı rüyalarda Züleyhâ’ya kendisini beklemesini ve Mı-
sır azizi (Yûsuf) olduğunu söyler. Bu nedenle, Züleyhâ’yı çok kişi istediği hâlde
babası onu Mısır azizine gelin gönderir. Düğünde Mısır azizini gören Züleyhâ,
azizin rüyasında gördüğü kişi olmadığını anlar ve çok üzülür. Ancak Hatif-i
gayb’dan, sabretmesini belirten bir ses işitir. Züleyhâ bunun üzerine sabreder,
ancak eşi onu çok sevmektedir.
Kardeşleri Yûsuf’u kıskanmaktadır. Yûsuf bir gece rüyasında güneş ve ayın,
on bir yıldızla kendisine secde ettiğini görür. Sabah rüyasını yorumlayan babası,
Yûsuf’a rüyasını kardeşlerine anlatmamasını söyler. Ancak rüyasını, Yûsuf’un bir
arkadaşından duyan kardeşleri iyice öfkelenirler ve Yûsuf’u bir kuyuya bırakmaya
karar verirler. Bir gün kırda gezinmek için Yûsuf’u ikna ederler, ancak Ya’kûb
bunu önce kabul etmez, daha sonra izin verir. Kardeşleri Yûsuf’u bir kuyuya bı-
rakırlar. Yûsuf kuyuda Cebrâîl ile üç gün kalır. Mısır’a giden bir kervan, kuyuya
bir kova sarkıtır ve Yûsuf’u çıkarırlar. Kardeşleri gelip Yûsuf’u kervanda görünce,
onu kervana köle olarak satarlar. Kervancı Mâlik, Mısır’da Yûsuf’u satmak ister.
Züleyhâ, Yûsuf’u görünce düşündeki kişi olduğunu anlar ve Aziz’e onu satın al-
dırır. Züleyhâ, Yûsuf’a bizzat kendi bakar ve onun üstüne titrer. Yûsuf, zamanla
kendisini ibadete verir, yüzünde peygamberlik ışığı belirir. Züleyhâ ise Yûsuf’a
kavuşma hırsındadır. Derdini dadısına açar. Dadısı da bu durumu Yûsuf’a bildi-
rir. Yûsuf bunun bir alçaklık olduğunu belirterek reddeder. Bunu duyan Züleyhâ,
Yûsuf’un ayaklarına kapanır, ancak Yûsuf utancından tekrar reddeder. Züleyhâ
güzel bir bağ hazırlatarak yüz güzel cariye ile Yûsuf’u o bağa götürür. Yûsuf’a bu
güzellerden birini seçmesini ve cariyelerin emrinden çıkmamasını söyler. Züleyhâ
da aralarına girerek murat alma niyetindedir. Yûsuf cariyelere çeşitli öğütlerde bu-
lunur ve onları Müslüman eder. Sonradan gelen Züleyhâ’ya ise acı sözler söyler.
Züleyhâ, dadısının öğüdüyle, duvarlarında Yûsuf ile kendisinin tasvirlerinin ol-
duğu bir saray yaptırır. O sarayın yedi odasında ise Yûsuf’a aşkını ilan eder. Yedi
odada yedi kilit arkasında Züleyhâ Yûsuf’u ikna etmeye çalışır. Yûsuf bir an dalar,
604 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
ancak perde arkasında Züleyhâ’nın taptığı put olduğunu öğrenince, onun görme-
yen bir puttan utandığı hâlde kendisinin her şeyi gören Tanrısından utanmadı-
ğını belirterek kaçar. O kaçarken kilitli kapılar açılır ve son kapıda Yûsuf’un ete-
ğinden bir parça Züleyha’nın elinde kalır. Bu sırada Azîz ile karşılaşan Züleyhâ,
Yûsuf’a iftira eder. Bunun üzerine Azîz Yusuf’u zindana attırır. Üç aylık bir bebek
Azîz karşısında dile gelerek Yûsuf’un eteğinin arkadan yırtıldığını, bundan do-
layı suçsuz olduğunu söyler. Ancak etek önden yırtılmış ise Yûsuf suçludur. Azîz,
Yûsuf’u çağırtır ve eteğinin arkadan yırtıldığını görerek Yûsuf’tan özür diler ve bu
sırrı saklamasını ister. Fakat bu serüven şehirde yayılır ve dedikodular edilmeye
başlanır. Bu dedikoduları işiten Züleyhâ, bir ziyafet düzenleyerek şehrin kadınla-
rını çağırtır. Yûsuf’a da yalvararak onu yemeğin sonunda kadınların yanına çağır-
tır. Kadınlar Yûsuf’u görünce heyecandan ellerindeki turunçları keserlerken par-
maklarını doğrarlar. Kadınlar Yûsuf’un gönlünü almaya çalışır. Yûsuf ise yerinin
bu kadınların yanı olmasındansa zindan olmasını diler. Kadınların da öğüdüyle
Züleyhâ Yusuf’u tekrar zindana attırır. Yûsuf zindanda kendisini ibadete verirken
acı çeken Züleyhâ da geceleri gidip gizlice Yûsuf’u izler.
Zindanda, şahın sakisi ve çeşnicisi de vardır. Bunlar bir gece bir düş görür-
ler ve Yûsuf’a anlatırlar. Yûsuf birine asılacağını öbürüne de eski yerine dönece-
ğini, döndüğünde kendisini şaha hatırlatmasını söyler. Adamlardan biri asılır,
diğeri de şahın yanına geri döner, ancak Yûsuf’a verdiği sözü unutur. Mısır sul-
tanı bir gece rüyasında yedi zayıf öküzün, yedi semiz öküzü yediğini, yedi cılız
buğdayın da yedi semiz buğdayı kuruttuğunu görür. Rüyasını kimse yorumla-
yamaz. Saki ise Yûsuf’u anımsar ve durumu şaha söyler. Şah Yûsuf’u zindan-
dan çıkartır ve gördüğü rüyayı ona anlatarak yorumlamasını ister. Yûsuf yedi
yıl bolluk, ardından da yedi yıl kıtlık olacağını belirtir. Sultan Yûsuf’u zindan-
dan çıkarmak ister, fakat Yûsuf önce aklanmak ister. Züleyhâ ve diğer kadınlar
çağrılır. Züleyhâ suçunu itiraf eder. Bunun üzerine Yûsuf da zindandan kurtu-
lur ve mevkii sahibi bir memur olur.
Yaşlanmış olan Züleyhâ, Yûsuf’un hayaliyle yaşamakta, ondan haber geti-
renlere varını yoğunu vermektedir. Bir gün Yûsuf’la karşılaşırlar. Yûsuf ona acı-
yarak isteğini sorar. Züleyhâ, Tanrı’dan eski gücünü ve güzelliğini ister. Yûsuf
dua eder ve Züleyhâ gençliğine kavuşur. Yûsuf başka muradı olup olmadığını
sorunca, Züleyhâ da Yûsuf’tan başka muradı olmadığını söyler. Tanrı’nın da
emri üzerine evlenirler. Züleyhâ, Tanrı aşkından başka bir şey düşünmemekte-
dir. Yûsuf ona bir tapınak yaptırır.
Bir gün Yûsuf artık vadesinin dolduğunu Cebrâîl sayesinde anlar ve
Cebrâîl’in uzattığı elmayı koklayınca ruhunu teslim eder. Yûsuf’un ölümü halkı
da Züleyhâ’yı da çok üzer. Züleyhâ sevgilisinin mezarına varıp yüzünü toprağa
sürer (Levend 1989f).
IV. Bölüm
Mesnevî Literatürü

Mesnevî Bibliyografyası 61

I. Genel Bibliyografya
Abdülhalîm Memdûh, Târîh-i Edebiyât-ı Osmâniye, İstanbul, 1306.
Ahmed Rifat Efendi, Lügat-i Târîhiyye ve Coğrâfiyye, 7 Cilt, İstanbul, 1299-1300.
Akkuş, Metin, “Osmanlı Kültürünün Edebî Türlerin Önemi”, A.Ü. Türkiyat Araştırma-
ları Enstitüsü Dergisi, 2000, sy. 14, Erzurum, s. 71-77.
Akkuş, Metin – Selami Ece, “Atatürk Üniversitesi Kütüphanesi, Seyfettin Özege Kitap-
lığı Yazma Koleksiyonları: -Türkçe Manzum-Mensur Eserler-”, A.Ü. Türkiyat Araş-
tırmaları Enstitüsü Dergisi, 2000, sy. 15, s. 265-75.

61
Bu bibliyografya hazırlanırken çeşitli bibliyografik çalışmaların yanında bizzat konu
ile ilgili yapılan çalışmalar, dergiler vs. istifade edilmiştir. Bibliyografyada yer alan bu
tip çalışmalar, işaretle belirtilmiştir. İstifade edilen çalışmalardan bir kısmı şunlardır:
Sevda Önal, Klasik Türk Edebiyatı Kitap Bibliyografyası (1930-2003), Yüksek lisans
tezi, Atatürk Üniversitesi, 2003; Hatice Aynur, Üniversitelerde Eski Türk Edebiyatı
Çalışmaları Tezler, Yayınlar, Haberler Toplu Sayı 1990-2005, İstanbul, 2005; Fatma
S. Kutlar, “Mesnevî Nazım Şekline Genel Bir Bakış ve Türk Edebiyatında Mesnevî
Araştırmalarıyla İlgili Bir Kaynakça Denemesi”, Türkbilig, 2000, sy. 1, Nisan, Ankara,
s. 102-157; Huri Savran, Eski Türk Edebiyatı Sahasıyla İlgili Yayınlanmış Makaleler
Bibliyografyası (1952-1991), Yüksek lisans tezi, Atatürk Üniversitesi, 1997; Emine Seval
Yardım, Menkibe ve Menakıbnamelerle İlgili Eserler İçin Açıklamalı Bir Bibliyografya
Denemesi [1928-1998], Yüksek lisans tezi, İstanbul Üniversitesi, 1999; Erdoğan Uludağ,
“Mesnevî Araştırmaları Bibliyografyası”, Müteferrika, 1995, sy. 7, s. 55-85; İsmail
Doğan, Yabancı Ülkelerde Yayınlanmış Türkolojiyle İlgili Makaleler Bibliyografyası,
Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., 1990; Seyfettin Özege, Eski Harflerle Basılmış Türkçe
Eserler Kataloğu, 5 c., İstanbul, 1971-1982; Türkiye’de Basılmış Farsça Eserler Çeviriler
ve İran’la İlgili Yayınlar Bibliyografyası, Ankara: Kültür Bakanlığı Millî Kütüphane
Yay., 1971…..
606 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Ali Cânib, Edebiyât, İkinci Tab’, Devlet Matbaası, İstanbul, 1928.
Arnavutluk Devlet Arşivleri Osmanlı Yazmalar Kataloğu, hzr. Giyasettin Aytaş HacıYıl-
maz, Ankara: Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Mer-
kezi Yay., 2001.
Ateş, Ahmed, “Hicrî VI - VIII (XII - XIV) Asırda Anadolu’da Farsça Eserler”, Türkiyat
Mecmuası, 1945, c. VII - VIII, cüz: II, İstanbul, s. 94-135.
Ateş, Ahmed, “Burdur - Antalya ve Havalisi Kütüphanelerinde Bulunan Türkçe, Arapça
ve Farsça Bazı Mühim Eserler”, İstanbulÜniversitesi, Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve
Edebiyatı Dergisi, 1948, c. 2, sy. 3 -4, 31 Mayıs 1948, İstanbul, s. 171-91.
Ateş, Ahmet, “Konya Kütüphanelerinde Bulunan Eserler”, Türk Tarih Kurumu-Belleten,
1952, c. XVI, sy. 61, Ocak 1952, Ankara, s. 49-130.
Ateş, Ahmed, “Anadolu Kütüphanelerinden Bazı Mühim Türkçe El Yazmaları”, İstan-
bul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1958, c. 8, 1 Ka-
sım 1958, İstanbul, s. 90-130.
Ateş, Ahmed, İstanbul Kütüphanelerinde Farsça Manzum Eserler I [Üniversite ve Nuru-
osmaniye Kütüphaneleri], İstanbul: Millî Eğitim Basımevi, 1968.
•Aynur, Hatice, Üniversitelerdee Eski Türk Edebiyatı Çalışmaları, Tezler-Yayınlar-Haberler,
İstanbul, 2000.
•Aynur, Hatice, Üniversitelerde Eski Türk Edebiyatı Çalışmaları Tezler, Yayınlar, Haber-
ler 2000, İstanbul, 2001.
•Aynur, Hatice, Üniversitelerde Eski Türk Edebiyatı Çalışmaları Tezler, Yayınlar, Haber-
ler 2001, İstanbul, 2002.
•Aynur, Hatice, Üniversitelerde Eski Türk Edebiyatı Çalışmaları Tezler, Yayınlar, Haber-
ler 2001, İstanbul, 2002.
•Aynur, Hatice, Üniversitelerde Eski Türk Edebiyatı Çalışmaları Tezler, Yayınlar, Haberler
Toplu Sayı 1990-2005, İstanbul, 2005.
•Banarlı, Nihad Sâmi, Resimli Türk Edebiyâtı Târihi, Destanlar Devrinden Zamanımıza
Kadar, 2 c., Ankara: Millî Eğitim Basımevi, 1987.
•Blochet, Catalogue des Monuscripts Turcs de la Bibliotheque Nationale, 2 c., Paris, 1932-
1933.
•Cunbur, Müjgân - Dursun Kaya - Niyazi Ünver - Hacı Yılmaz, Türk Dil Kurumu Kü-
tüphanesi Yazma Eserler Kataloğu, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., 1999.
•Çelebioğlu, Âmil, Kanûnî Sultân Süleymân Devri Türk Edebiyatı, İstanbul: Millî Eği-
tim Bakanlığı Yay., 1994.
Çelebioğlu, Âmil, Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı
Yay., 1998.
Çetin, İsmet, Türk Edebiyatında Hz. Alî Cenknâmeleri, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.,
1997.
•Doğan İsmail, Yabancı Ülkelerde Yayınlanmış Türkolojiyle İlgili Makaleler Bibliyograf-
yası, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., 1990.
Erdemir, Avni, Anadolu Sahası Musikişinas Divan Şairleri, Ankara: Türk Sanatı ve Eği-
timi Vakfı (Tüsav) Yay., 1999.
Ergun, Sadettin Nüzhet, Tanzimata Kadar Türk Edebiyatı Tarihi ve Numuneleri, İstan-
bul, 1931.
Ergun, Sadettin Nüzhet, Türk Şairleri, 2 c., İstanbul, 1936.
Fâik Reşâd, Târîh-i Edebiyât-ı Osmâniyye, Birinci Cild, İstanbul: Zarâfet Matbaası.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 607
Gibb, E.J. Wilkinson, Osmanlı Şiir Tarihi I-II, çev. Ali Çavuşoğlu, Ankara: Akçağ Yay.,
1999.
•Gölpınarlı, Abdülbâki, Mevlânâ Müzesi Yazmalar Kataloğu I - II- III, Ankara: Millî Eği-
tim Bakanlığı, Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü Yay., 1971-1972.
Gönensay, Hıfzı Tevfik – Nihad Sami Banarlı, Başlangıçtan Tanzimata Kadar Türk Ede-
biyatı Tarihi, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1941.
Hıfzî Tevfîk, Hamâmî-zâde İhsân, Hasan ‘Âlî, Türk Edebiyatı Nümûneleri, Menşe’lerden
Onuncu Hicret Asrına Kadar, Birinci Cild, İstanbul, 1926.
İpekten, Halûk, Eski Türk Edebiyatı -Nazım Şekilleri ve Aruz-, İstanbul: Dergâh Yayın-
ları, 1988.
İsen, Mustafa, “Başlangıçtan XVIII: Yüzyıla Kadar Türk Edebiyatı”, Türkler, 2002, c. XI,
Ankara, s. 532-72.
İz, Fahir, Eski Türk Edebiyatında Nazm, 2 c., Ankara: Akçağ Yay., 1995
•Karabulut, Ali Rıza - Mercan, İ. Hakkı, Kayseri Râşid Efendi Kütüphanesindeki,
Türkçe,Arapça, Farsça, Basmalar Kataloğu, Kayseri 1993.
•Karabulut, Ali Rıza, Kayseri Raşit Efendi Eski Eserler Kütüphanesindeki Yazmalar Ka-
taloğu, Ankara, 1995.
Karahan, Abdülkadir, Türk Kültürü ve Edebiyatı, İstanbul: Millî Eğitim Gençlik ve Spor
Bakanlığı Yay., 1988.
•Karatay, Fehmi Edhem, Topkapı Sarayı Müzesi Kitaplığı Türkçe Yazmalar Kataloğu, 2
c., İstanbul: Topkapı Sarayı Müzesi Yay., 1961.
•Kâtib Çelebi, Min-Kitâbi Keşfi’z-zunûn ‘An-Esâmî’l-Kütübi ve’l-Funûn, mukaddime
Âyetullâh el-Azmî, es-Seyyid Şehâbeddîn en-Necefî el-Meraşî, Beyrut-Lübnan [Şe-
refettin Yaltkaya ve Kilisli Rifat Bilge tarafından hazırlanıp yayınlanan eserden of-
set baskı], trhs.
•Kocatürk, Vasfi Mahir, Türk Edebiyatı Tarihi, Başlangıçtan Bugüne Kadar Türk Edebi-
yatının Tarihi, Tahlili ve Tenkidi, Ankara: Edebiyat Yayınevi, 1970.
Korkud, Refik, Türk Edebiyatında Şairler ve Yazarlar, Hayatı – Edebi Kişilikleri – Eser-
leri, Ankara, 1970.
Köprülü, M. Fuad, Türk Edebiyatı Tarihi, 4. baskı, İstanbul: Ötüken, Yay., 1986.
Köprülüzâde Mehmed Fuâd - Şehâbeddin Süleyman, Osmânlı Târîh-i Edebiyyâtı, - Menşe’lerden
Nevşehirli İbrahim Paşa Sadâretine Kadar-, Birinci Cild, İstanbul 1332.
Kut, Günay, “Leiden Kütüphanesi’ndeki Türkçe Yazmalar Kataloğu Üzerine”, Şinasi Tekin
Anısına Uygurlardan Osmanlıya, İstanbul: Simurg, 2005, s. 507-34.
•Levend, Âgâh Sırrı, Edebiyat Tarihi Dersleri, Tanzimata Kadar, 5. baskı, İstanbul: Ka-
naat Kitabevi, 1939.
•Levend, Âgâh Sırrı, Türk Edebiyatı Tarihi, 3. baskı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay.,
1988.
Mazıoğlu, Hasibe, “Türk Edebiyatı, Eski” mad., c. 32, Türk Ansiklopedisi, İstanbul, 1982,
s. 81-134.
Mehmed Celâl, Osmanlı Edebiyâtı Numûneleri, İstanbul: Matbaa-i Safa ve Enver, 1312.
Mengi, Mine, Eski Türk Edebiyatı Tarihi, Edebiyat Tarihi - Metinler, 8. baskı, Ankara:
Akçağ Yay., 2003.
Muallim Nâci, Osmanlı Şairleri, hzr. Cemâl Kurnaz, Ankara: Kültür ve Turizm Bakan-
lığı Yay., 1986.
Muhyiddîn, Yeni Edebiyyât, İkinci tab’, İstanbul, 1335.
608 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Oğuzkan, A. Ferkan, Türk Edebiyatı Tarihi (Tanzimat’a Kadar), İstanbul, 1949.
•Okuyucu, Cihan, “Tunus Milli Kütüphanesindeki Türkçe Elyazmaları”, Akademik Araş-
tırmalar Dergisi 2000-2001, 2001, c. 2, sy. 7-8, İstanbul, s. 135-69.
•Önal, Sevda, Klasik Türk Edebiyatı Kitap Bibliyografyası (1930-2003), Yüksek lisans tezi,
Atatürk Üniversitesi, 2003.
•Önder, Mehmet-Binark, İsmet-Sefercioğlu, Nejat, Mevlânâ Bibliyografyası I [Basmalar
(Kitap - Makale)], II [Yazmalar], Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 1974.
Öz, Yusuf, “Şâh-nâme Tercümeleri ve Sözlükleri”, Name-i Aşina, 2002, Sonbahar, s.
25-38.
•Özege, Seyfettin, Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu, 5 c., İstanbul, 1971-
1982.
Sadettin Nüzhet, Tanzimat’a Kadar Muhtasar Türk Edebiyatı Tarihi ve Nümuneleri, tabi
ve naşiri: Sühulet Kütüphanesi Sahibi, Semih Lütfü, İstanbul trhs.
•Savran, Huri, Eski Türk Edebiyatı Sahasıyla İlgili Yayınlanmış Makaleler Bibliyografyası
(1952-1991), Yüksek lisans tezi, Atatürk Üniversitesi, 1997.
•Şentürk, Ahmet Atillâ ve Ahmet Kartal, Üniversiteler İçin Eski Türk Edebiyatı Tarihi, İs-
tanbul: Dergâh Yay., 1. baskı, 2004, 2. baskı, 2005.
•Şentürk, Ahmet Atillâ ve Ahmet Kartal, Eski Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul: Dergâh
Yay., 4. baskı, 2010.
•Tekindağ, M. C. Şehabeddin, “İzzet Koyunoğlu Kütüphânesinde Bulunan Türkçe Yazma-
lar Üzerinde Çalışmalar I”, Türkiyat Mecmuası, 1971, c. XVI, İstanbul, s. 133-62.
Timurtaş, Faruk K., Tarih İçinde Türk Edebiyatı, 2. baskı, İstanbul: Boğaziçi Yay., 1990.
Tolasa, Harun, “18. Yüzyılda Yazılmış Bir Divan Edebiyatı Terimleri Sözlüğü: Müstakimzâde’nin
Istılâhâtü’ş-şi’riyyesi II”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
Dergisi, 1986, c. XXIV-XXV, sy. 2, s. 363-80.
Torun, Ali, Türk Edebiyatında Türkçe Fütüvvet-nâmeler Üzerine Bir İnceleme, Ankara:
Kültür Bakanlığı Yay., 1998.
•Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, 7 c., İstanbul: Dergâh Yay., 1976-.
•Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, c. 4-5, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay., 2004.
•Türk Dünyası El Kitabı, c. 3, 2. baskı, Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü
Yay., 1992.
•Türkiye’de Basılmış Farsça Eserler Çeviriler ve İran’la İlgili Yayınlar Bibliyografyası, An-
kara: Kültür Bakanlığı Millî Kütüphane Yay., 1971.
Zavotçu, Gencay, Eski Türk Edebiyatı, Yüzyıllara Göre Nazım ve Nesir, Kocaeli: Kocaeli
Üniversitesi Yay., 2004.

II. Tezler62
Abik, Ayşehan Deniz, “Abdülvâsi Çelebi’nin Halil-nâme’si”, Yüksek Lisans Tezi, Ankara
Üniversitesi, 1987.
Acar, Hayrullah, “Nizâmi-yi Gencevî’nin Mahzenü’l-esrâr Mesnevisine Osmanlı Saha-
sında Yazılmış Türkçe Nazireler”, Yüksek Lisans Tezi, Dicle Üniversitesi, 2002.
62
Yapıldıktan sonra yayımlanmış yüksek lisans ve doktora tezlerine “kitap” bölümünde
yer verilmiştir.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 609
Açıkgöz, Namık, “Riyâzî, Hayatı, Eserleri ve Edebî Kişiliği [Dîvân, Sâkî-nâme ve Düstûrü’l-
amel’in Tenkidli Metni]”, Doktora Tezi, Fırat Üniversitesi, 1986.
Açıl, Berat, “Onaltıncı Yüzyıla Ait Alegorik Bir Eser: Muhyî’nin Hüsn ü Dil’i”, Doktora
Tezi, Boğaziçi Üniversitesi, 2010.
Ademler, Betül, “Düstûr-nâme-i Enverî [Dil Özellikleri-Metin]”, Yüksek Lisans Tezi, Sa-
karya Üniversitesi, 2007.
Agiş, Fazıl, “Türk Edebiyatında Gül ü Bülbül Mesnevîleri ve Abdurrahim Utizimeni’nin
Bülbül ve Gül Mesnevîsi”, Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi, 1995.
Akalın, Berrin, “Za’îfî’nin Gülşen-i Sî-murg’u [İnceleme-Metin-Özel Adlar Dizini]”, Dok-
tora Tezi, Hacettepe Üniversitesi, 2001.
Akalın, Nazir, “Nizâmi-yi Gencevî’nin Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Leylî u Mecnûn
Mesnevisinin Tahkiye Unsurları Açısından Tahlili”, Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üni-
versitesi, 1974.
Akar, Ali, “Mirkatü’l-cihâd [Dil İncelemesi-Metin-Dizin]”, 2 c., Doktora Tezi, İstanbul
Üniversitesi, 1997.
Akaryalı, M. Sami, “Şâkir Ahmed Paşa - Ravz-ı Verd [Edisyon Kritik ve Birinci Bölümün
Günümüz Türkçesine Çevrimi], Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 2000.
Akarpınar, R. Bahar, “Türk Kültüründe Dinî Törenler ve Mevlid Kutlamaları”, Doktora
Tezi, Hacettepe Üniversitesi, 1999.
Akbaş, Sıddıka, “Süleyman Nahîfî’nin Mi’râciyyesi [Metin-Muhteva-Tahlil], Yüksek Li-
sans Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi, 2006.
Akbay, Salahattin, “Saruhanlı Şeyh İlyas ve Manzum Esmâ’ü’l-hüsnâ Şerhi”, Yüksek Li-
sans Tezi, Gazi Üniversitesi, 1996.
Akçay, Hasan, “Ahmedî’nin İskender-nâme’si: Transkripsiyonlu Metin”, Yüksek Lisans
Tezi, Harran Üniversitesi, 1999.
Akgün, Nebahat, “Kutadgu Bilig’in Türkiye Türkçesinden Uygurcaya İndeksi”, Yüksek
Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, 1988.
Akkaya, Hüseyin, “Şemseddin Sivasî’nin Süleymân-nâme’si”, Yüksek Lisans Tezi, Mar-
mara Üniversitesi, 1988.
Akkuş, Metin, “Türk Edebiyatında Şehrengizler ve Bursa Şehrengizleri”, Yüksek Lisans
Tezi, Atatürk Üniversitesi, 1987.
Akmandor, Ayten, “Münîrî’nin Mihr ü Müşterî Mesnevîsi”, Doktora tezi, Ankara Üni-
versitesi, 1983.
Akraz, Oktay, “Dâstân-ı Gazavât-ı İmam Ali [Gramer-Metin-Sözlük-İndeks]”, Yüksek
Lisans Tezi, Afyon Kocatepe Üniversitesi, 2008.
Aksoy, Hasan, “Şemseddin Sivâsî [Hayatı-Sanatı-Eserleri ve Mevlidi: Tenkitli Metin]”,
Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, 1980.
Aksoylu, Dilek, “Kıyâsî’nin Mihr ü Mâh Mesnevisi”, Yüksek lisans tezi, Kocaeli Üniver-
sitesi, 2007.
Aktan, Bilâl, “Devletoğlu Yûsuf’un Vikâye Tercümesi [İnceleme-Metin-Dizin]”, Yüksek
Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi, 2002.
Aktaş, Hasan, “Abdurrahman Gubârî, Yûsuf u Züleyhâ [İnceleme-Metin]”, Yüksek Li-
sans Tezi, Atatürk Üniversitesi, 2006.
Alay, Zehra, “Muhyiddin Çelebi’nin Hızır-nâmesi [İnceleme - Metin]”, Yüksek Lisans
Tezi, Selçuk Üniversitesi, 2005.
610 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Albayrak, Nurettin, “Dinî Türk Halk Hikâyelerinden Geyik, Güvercin ve Deve Hikâyeleri
[Kaynakları ve Metin Tesisi]”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 1993.
Aldanmaz, Ömer, “Şemseddîn Sivasî’nin Mir’âtü’l-ahlâk ve Mirkâtü’l-eşvâk Adlı Mesne-
visi: Edisyonkritik-İnceleme”, Yüksek Lisans Tezi, Cumhuriyet Üniversitesi, 2000.
Alemdaroğlu, Selma, “Fuzûlî’nin Leylâ ve Mecnûn Mesnevîsi’nin Roman Tekniği Bakı-
mından İncelenmesi”, Yüksek Lisans Tezi, Fırat Üniversitesi, 2008.
Alışık, Cevdet Eralp, “Revânî’nin İşret-nâme’si”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversi-
tesi, 1986.
Alkan, Serhan, “Subhî-zâde Feyzî’nin Hayatı, Edebî Kişiliği ve Hamse’si [İnceleme -Ten-
kidli Metin]”, Doktora tezi, Atatürk Üniversitesi, 1997.
Alkaya, Ercan, “Şeyyad Îsâ Ahvâl-i Kıyamet [İnceleme - Metin – İndeks], Yüksek Lisans
Tezi, Fırat Üniversitesi, 1996.
Alkaya, M. Akif, “Taşlıcalı Yahyâ, Kitâb-ı Usûl”, Yüksek Lisans Tezi, İnönü Üniversi-
tesi, 1996.
Alparslan, Mevlüde, “İbrahim Şânî Lârendevî’nin Gülşen-i Efkâr Mesnevîsi [Metin-
Muhteva-Tahlil]”, Yüksek Lisans Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi, 2007.
Alpaslan, Ali, “Âşık Paşa’da Tasavvuf”, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, 1979.
Alper, Kadir, “Erzurumlu Mülhimî ve Şehen-şâh-nâme-i Murâdî Mesnevîsi”, Doktora
Tezi, Uludağ Üniversitesi, 2012.
Altay, Emine, “Subhizâde Feyzî’nin Hayatı-Eserleri ve Aşk-nâme Mesnevîsi”, Yüksek Li-
sans Tezi, Marmara Üniversitesi, 1998.
Altınzincir, Hasan, “Garîb-nâme (1-5)”, Doktora tezi, Çukurova Üniversitesi, 1991.
Altun, Mustafa, “Sî-nâme-i Hümâmî [İnceleme-Metin-Dizin]”, Yüksek Lisans Tezi, İs-
tanbul Üniversitesi, 1995.
Altun, Mustafa, “İbrahim İbn-i Bâlî’nin Hikmet-nâme’si (1b-149a) [İnceleme-Metin-
Sözlük-Dizin], Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, 2003.
Altunkaynak, Nimet, “Devletoğlu Yûsuf’un Vikaye Tercümesi: Transkribe Metin”, Yük-
sek Lisans Tezi, Erciyes Üniversitesi, 1992.
Altunöz, Yavuz, “Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i ve Nizamü’l-mülk’ün Siyasetname’si
Işığında Türk Hakimiyet Anlayışı”, Yüksek Lisans Tezi, Fırat Üniversitesi, 2005.
Apaydın, Muhammet, “Hurşîd-nâme’nin Dil Hususiyetleri [Fonetik ve Morfoloji]”, Yük-
sek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi, 1994.
Araç, Ünal, “Fuzûlî’nin Leylâ ve Mecnûn Mesnevîsi’nin Resimli Örnekleri”, Yüksek Li-
sans Tezi, Hacettepe Üniversitesi, 2007.
Aras, Gülçin, “Nev’î’nin Nevâ-yı Uşşâk ve Tercüme-i Hadîs-i Erba’în Adlı Eserleri”, Yük-
sek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 1997.
Argunşah, Mustafa, “Şükrî’nin Selîm-nâmesi ve Eserdeki Doğu Türkçesi Unsurları”, Yük-
sek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 1986.
Arıkoğlu, Ekrem, “Mihr ü Vefâ [İnceleme-Metin-İndeks]”, Yüksek Lisans Tezi, Yüzüncü
Yıl Üniversitesi, 1991.
Armutlu, Sadık, “Zâtî’nin Şem’ ü Pervâne Mesnevîsi [İnceleme-Metin]”, Doktora Tezi,
İnönü Üniversitesi, 1998.
Arslan, Mehmet, “Sâmî, Âsaf-nâme Mesnevîsi [İnceleme - Metin], Yüksek lisan tezi,
Cumhuriyet Üniversitesi, 1987.
Arslan, Sabahattin, “İsmâil Hakkı Bursevî, Şerhu’l-mesnevî III. cild [Transkripsiyonlu
Metin]”, Yüksek Lisans Tezi, Ukudağ Üniversitesi, 2000.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 611
Arslan, Harun, “Lâmi’î Çelebi, Kitâb-ı Maktel-i Âl-i Resûl [Giriş-Metin-İnceleme-Sözlük-
Adlar Dizini]”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, 2001.
Aslan, Üzeyir, “Neş’et Süleyman Efendi 1735-1807, Tercüme-i Şerh-i Dü Beyt-i Mesnevî
[İnceleme-Tenkitli Metin]”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 1999.
Aslantürk, Mahmud, “Şerh-i Cezîre-i Mesnevî [İnceleme Transkripsiyonlu Metin-İndeks]”,
Yüksek Lisans Tezi, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, 1996.
Atay, Hakan, “Heves-nâme’de Aşk Oyunu: Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi’nin Özgünlük İdeali”,
Yüksek Lisans Tezi, Bilkent Üniversitesi, 2003.
Ateş, Sema, “Fütûhî Hüseyin Çelebi’nin “Tuhfetü’l-mecâlis” Mesnevîsi Üzerine Gra-
mer İncelemesi [Metin-Gramer-Sözlük]”, Yüksek Lisans Tezi, Cumhuriyet Üniver-
sitesi, 1999.
Ateşli, Nilgün Gültekin, “Gülşehrî’nin Mantıku’t-tayr’ı ile Alî Şîr Nevâyî’nin Lisânu’t-
tayr’ının Şekil ve Muhteva Özellikleri Açısından Karşılaştırması”, Yüksek Lisans Tezi,
Trakya Üniversitesi, 2010.
Atik, Arzu, “Celîlî’nin Leylâ ve Mecnûn’u ve Nizâmî’nin Leylâ ve Mecnûn’u İle Karşılaş-
tırma”, Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, 2009.
Atlansoy, Kadir, “Sabâyî, Sırât-ı Müstakîm”, Yüksek Lisans Tezi, Uludağ Üniversitesi,
1987.
Avcı, İsmail, “Hazînî’nin Manzum Şerh-i Hadîs-i Erba’în Tercümesi”, Yüksek Lisans Tezi,
Balıkesir Üniversitesi, 2007.
Avşar, Yasemin, “Revânî’nin İşret-nâme’si Üzerine Bir Dil İncelemesi”, Yüksek Lisans
Tezi, Niğde Üniversitesi, 1999.
Ay, Ümran, “Nidâyî: Manzûme-i Tıb”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 2000.
Ay, Ümran, “Münîrî’nin (öl. 1521 ?) Manzum Siyer-i Nebî’si (Cilt: I) – [İnceleme-Metin],
Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, 2007.
Aydemir, Meltem, “Enîsü’l-guzât”, Yüksek lisans tezi, Yüzüncü Yıl Üniversitesi, 2006.
Aydemir, Pınar, “Taşlıcalı Yahya’nın Şâh u Gedâ’sı”, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniver-
sitesi, 1993.
Aydın, Elif, “Divanlardaki Manzum Mektuplar”, Yüksek Lisans Tezi, Çukurova Üniver-
sitesi.
Aygün, Zeynel A., “Behiştî’nin Leylâ vü Mecnûn Mesnevîsi [İnceleme-Metin]”, Doktora
Tezi, Çukurova Üniversitesi, 1999.
Aynur, Hatice, “Mahremî ve Şâh-nâme’si, I. Kısım Yavuz Sultan Selim Dönemi [İnceleme-
Metin-Sözlük-Dizin]”, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, 1993.
Aynur, Hatice, “Sultan Mahmud’un kızı Sâliha Sultan ile Tophane Müşiri Halil Rif’at
Paşa’nın Düğün Törenini Anlatan Sur-nâmeler”, Yüksek Lisans Tezi, Boğaziçi Üni-
versitesi, 1988.
Baba, Mustafa Okan, “Mihr ü Müşterî: 33b/39b”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniver-
sitesi, 1986.
Bağçeci, Lokman, “Nâbî Divanı’ndaki Küçük Mesneviler”, Yüksek Lisans Tezi, Çuku-
rova Üniversitesi, 2002.
Baldemir, İsa, “Vefât-ı Nebî”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, 1996.
Balkaya, Halit, “Na’tî Mustafa ve Edhem-nâme Mesnevîsinin Tenkidli Metni ile İncelen-
mesi”, Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi, 1997.
Banguoğlu, Tahsin, “Altosmanische Sprachstudien zu Suheyl u Nevbahâr”, Doktora Tezi,
Breslau, 1938.
612 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Bankır, Mehmet Malik, “Gülşen-i Râz [Gramer - Metin - Gramatikal İndeks]”, Yüksek
Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi, 1997.
Barış, Hasib, “Hayâl-i Behcet-âbâd”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, 1992.
Baş, Mehmet Şamil, “Aşkî Mustafa Efendi’nin Vahdet-nâme Mesnevîsi [Metin-Muhteva
Tahlil]”, Yüksek Lisans Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi, 2007.
Baştürk, Orhan, “Sürûrî’nin Mesnevî Şerhi [Tanıtım - İndeks - Tenkitli Metin (v. 1b -
40a)]”, Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi, 1997.
Batur, Atilla, “Yazıcı Sâlih ve Şemsiyyesi [İnceleme-Metin]”, Yüksek Lisans Tezi, Erci-
yes Üniversitesi, 1998.
Bay, Fatih, “Sabâyî, Mevlid [Giriş-Transkripsiyonlu Metin-Gramatikal Dizin]”, Yüksek
Lisans Tezi, Niğde Üniversitesi, 2003.
Bayak, Cemal, “Sevdâ’î, Kıssa-i Leyli Birle Mecnun”, Yüksek Lisans Tezi, Boğaziçi Üni-
versitesi, 1987.
Baykal, Özgül, “Mevlânâ’nın Mesnevisi’nde Hayvan Hikâye ve Motifleri”, Doktora Tezi,
Ankara Üniversitesi, 1960.
Baykaldı, Remzi, “Âşık Paşa: Garîb-nâme Raşit Efendi nr. 9344, bab 1-5, [Transkribe Me-
tin]”, Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üniversitesi, 1990.
Baykaldı, Remzi, “Âzerî İbrahim Çelebi ve Nakş-ı Hayâl Mesnevîsi [İnceleme - Metin]”,
Doktora Tezi, Erciyes Üniversitesi, 1994.
Bayram, Ömer, “Himmet-zâde Abdî ve Gencîne-i İ’câz İsimli Mesnevîsi”, Yüksek Lisans
Tezi, Fatih Üniversitesi, 2000.
Baysar, Hilal, “Ömerü’l-Fu’âdî, Hayatı-Edebî Şahsiyeti-Eserleri”, Yüksek lisans tezi, Gazi
Üniversitesi, 1991.
Bayyurt, Mehmet, “Hayâlî, Ravzatü’l-envâr [Dil Özellikleri - Metin - Seçme Sözlük]”,
Yüksek Lisans Tezi, İnönü Üniversitesi, 1996.
Belal Saber Mohamed Abdel-Maksoud, “Leylâ ile Mecnûn Mesnevisinin Arap, Fars ve
Türk Edebiyatı’nda Ele Alınış Biçimi ve Larendeli Hamdî’nin Eseri, c. I-II”, Doktora
Tezi, İstanbul Üniversitesi, 2004.
Belen, Maksut, “Hızrî’nin Âb-ı Hayât Mesnevîsi [İnceleme - Metin]”, Yüksek Lisans Tezi,
Celal Bayar Üniversitesi, 1997.
Bilgen, Abdüsselam, “Adâ’î-yi Şîrâzî ve Selîm-nâme’si [Araştırma, Metin ve Çeviri]”, Dok-
tora Tezi, Ankara Üniversitesi, 1987.
Bindal (Arslan), Fatma, “Kara Çelebi-zâde Abdülazîz, Gülşen-i Niyâz [Tenkidli Metin-
İnceleme]”, Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi, 1996.
Birici, Sevim, “Bursalı Rahmî, Şâh u Gedâ [İnceleme-Metin]”, Yüksek Lisans Tezi, Fı-
rat Üniversitesi, 1996.
Bozkaplan, Şerif Ali, “Câmasb-nâme [Dil Özellikleri - Kısmî Transkripsiyon – Söz Di-
zini]”, Doktora Tezi, İnönü Üniversitesi, 1989.
Buluz, Nermin, “Şemseddîn Sîvâsî’nin Heşt Behişt Mesnevisi [İnceleme – Edisyon Kri-
tikli Metin]”, Yüksek Lisans Tezi, Cumhuriyet Üniversitesi, 1997.
Büyüker, Nilgün, “Kâfzâde Fâ’izî (öl. 1622) Kitâb-ı Leylî vü Mecnûn”, Yüksek Lisans Tezi,
Marmara Üniversitesi, 2011.
Büyükkarcı-Yılmaz, Fatma, “Za’îfî’nin Manzum Gülistân Tercümesi: Kitâb-ı Nigâristân-ı
Şehristân-ı Dırahtistân-ı Sebzistân, 2 c.”, Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi,
2001.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 613
Canku, Ayşegül Erantepli, “Muhammed Sâlih, Şeybânî-nâme (69b-138b) [Metin-İndeks]”,
Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, 1988.
Cankul, Kâmil, “Roman Tekniği Açısından Süheyl ü Nev-bahâr”, Yüksek Lisans Tezi,
İnönü Üniversitesi, 1999.
Canöz, Behçet, “Gubârî’nin Ka’be-nâme’si (Hâzâ Kitâb-ı Ka’be-nâme-i Şerîf)”, Yüksek
Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi, 1996.
Cengiz, Hayriye, “Şeyh Gâlib’de Tasavvuf ve Hüsn ü Aşk”, Yüksek Lisans Tezi, Selçuk
Üniversitesi, 2000.
Cin, Ali, “Ali, Kıssa-i Yusuf (H. 630/M.1233) [İnceleme-Metin-Dizin]”, Doktora Tezi,
Ankara Üniversitesi, 2004.
Cunbur, Müjgan, “Gülşehrî ve Mantıku’t-tayr’ı”, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi,
1952.
Çakır, Müjgân, “Abdî’nin Camasb-nâme’si ve Türk Halk Edebiyatına Tesiri”, Yüksek Li-
sans Tezi, Marmara Üniversitesi, 1994.
Çakır, Müjgân, “Nâyî Osmân Dede Hayatı, Sanatı, Eserleri ve Ravzatü’l-i’câz fi’l-Mu’cizâti’l-
mümtâz’ı”, Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, 1998.
Çalışkanman, Tijen, “Kemâloğlu İsmâ’îl Ferahnâme [Biyografi–Devir ve Tür Araştırması–35
Varağın Neşri]”, Yüksek Lisans Tezi, Ege Üniversitesi, 1998.
Çavuşoğlu, Ali, “Kültür Tarihimizde Kıyafet-nâmeler, Kaynakları, Konuları, Hüküm-
lerin Değerlendirilmesi ve Örnek Metinler”, Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üniversi-
tesi, 1996.
Çavuşoğlu, Raşit, “Şâh Velî Ayıntâbî’nin Risâletü’l-bedriyye’si [Metin-Muhteva-Tahlil]”,
Yüksek Lisans Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi, 2007.
Çelik, Bayram, “Fuzûlî’nin Leylâ ve Mecnûn Mesevisi ile Hamdullâh Hamdî’nin Yûsuf
u Züleyhâ Mesnevisinde İnsan Psikolojisi”, Yüksek Lisans Tezi, Çukurova Üniver-
sitesi, 1998.
Çelik, Erol, “Mezîd-zâde Ayıntâbî, Nazmü’l-ferîd [Metin-Sözlük-İndeks-Tıpkıbasım]”,
Yüksek Lisans Tezi, Adnan Menderes Üniversitesi, 2008.
Çelik, Muhittin, “Revânî: İşret-nâme [Dil Özellikleri – Metin – Sözlük]”, Yüksek Lisans
Tezi, İnönü Üniversitesi, 1989.
Çeri, Ahmet, “Tebrizli Ahmedî, Yûsuf u Zelîhâ [35b-70b İnceleme-Metin-Dizin]”, Yük-
sek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 2010.
Çetinkaya, Ülkü, “Aşk Mesnevilerinde Kadın, Yusuf u Züleyha ve Hüsrev ü Şirin Mes-
nevileri”, Doktora tezi, Ankara Üniversitesi, 2008.
Çınar, Bekir, “Taşlıcalı Yahya Gencine-i Râz [İnceleme-Metin-İndeks]”, Yüksek Lisans
Tezi, Erciyes Üniversitesi, 1994.
Çıpan, Mustafa, “Muğlalı İbrahim Şâhidî, Hayatı, Sanatı, Edebî Şahsiyeti, Eserleri, Dîvân
ve Gülşen-i Vahdet, Tenkitli Metin”, Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi, 1985.
Çifçi (Köse), Selcen, “Bahrü’l-hakâyık [Transkripsiyonlu Metin-Dil İncelemesi-Sözlük]”,
Yüksek Lisans Tezi, Afyon Kocatepe Üniversitesi, 1997.
Çifçi, Selcen, “Tuhfetü’l-mü’min [Metin-İnceleme-Sözlük]”, Doktora Tezi, İstanbul Üni-
versitesi, 2003.
Çolak, Abdülkadir, “Türâbî’nin Manzum Battal-nâme’si”, Yüksek Lisans Tezi, İnönü Üni-
versitesi, 2006.
Çolak, Faruk, “Niyâzî’nin Mansûr-nâme’si”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi,
1986.
614 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Çomar, Arife, “Süleyman Nahîfî, Enfüsü’l-âfâk”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniver-
sitesi, 2001.
Çorak, Reyhan, “Münîrî’nin (öl. 1521 ?) Manzum Siyer-i Nebî’si (Cilt: II-III) – [İnceleme-
Metin], Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, 2010.
Çoruh, Nesrin, “XV. Yüzyıl Mesnevîlerinden Hamdî’nin Yûsuf u Züleyhâ, Cem Sultan’ın
Cemşîd ü Hurşîd’inin Modern Roman Unsurları Açısından Değerlendirilmesi”, Yük-
sek Lisans Tezi, Trakya Üniversitesi, 2003.
Çöm, Erol, “Emîrî’nin Gülşen-i Ebrâr ve Mir’âtü’l-ebrâr Mesnevîleri [İnceleme-Metin]”,
Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi, 2001.
Çulhaoğlu, Gülşen, “Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîn Mesnevîsindeki Aşk İlişkileri”, Yüksek Li-
sans Tezi, Bilkent Üniversitesi, 2002.
Dağ, Hakan, “’Âbidî: Ravzatü’l-islâm [Giriş-İnceleme-Metin-Sözlük-Tıpkıbasım]”, Yük-
sek Lisans Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi, 2002.
Dara, Osmân Bölükbaşı, “El Yazma Mevlid İncelemesi [Çeviri Yazı-Metin-Sözlük]”, Yük-
sek Lisans Tezi, Trakya Üniversitesi, 1995.
Değirmençay, Veyis, “Sultan Veled ve Rebabnâme”, Doktora Tezi, Atatürk Üniversi-
tesi, 1996.
Delice, İbrahim, “Niğdeli Muhibbî, Gül ü Nev-rûz [İnceleme-Metin-Dizin]”, Doktora
Tezi, Fırat Üniversitesi, 1995.
Demir, Dilek, “Na’tî’nin Edhem ü Hümâ Mesnevîsi”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üni-
versitesi, 2001.
Demir, Recep, “Hatâyî-i Tebrizî ve Mollâ Câmî’nin Yûsuf u Züleyhâ Mesnevîleri Üze-
rinde Karşılaştırmalı Bir İnceleme [İnceleme-Metin]”, Dotora Tezi, Yüzüncü Yıl Üni-
versitesi, 2006.
Demirayak, Betül, “Sergüzeşt-nâme-i Zihnî (Bayburtlu Zihnî)”, Yüksek Lisans Tezi, Pa-
mukkale Üniversitesi, 1997.
Demirbilek, Salih, “Ahmedî’nin İskendername Adlı Eseri Üzerinde İnceleme [Ses Bilgisi-
Şekil Bilgisi-Cümle Bilgisi], Metnin Transkripsiyonu, Sözlük Çalışması”, Doktora
Tezi, Trakya Üniversitesi, 2000.
Demirel, Mustafa, “Kemal Paşazâde’nin Yusuf u Zeliha’sı ve Dil Hususiyetleri”, Doktora
Tezi, İstanbul Üniversitesi, 1979.
Demirel, Özlem, “Âşıkî’nin Maktel-i Hüseyn’i Üzerine Dil İncelemesi”, Doktora Tezi, İs-
tanbul Üniversitesi, 2007.
Demirel, Şener, “Behiştî ve Heft-Peyker’i”, Yüksek Lisans Tezi, Fırat Üniversitesi, 1995.
Dindar, Muharrem, “Bihiştî Ramazan Efendi ve Cemşâh ve Alemşâh Mesnevîsi”, Yük-
sek Lisans Tezi, Uludağ Üniversitesi, 1999.
Dinçtürk, Emine, “Yûsuf ile Züleyhâ Mesnevîlerinde Allah Korkusu Motifleri [Erzu-
rumlu Darîr, Hamdullah Hamdî, Yahyâ Bey Örnekleri]”, Yüksek lisans tezi, Selçuk
Üniversitesi, 2008.
Doğan, Özgür, “XVI. Yüzyıl Şairlerinden Derviş’in Mevlid’i [Metin-İnceleme]”, Yüksek
Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 2007.
Doğan, Şenol, “Hasan Nâdir Efendi’nin Hayatı, Eserleri ve Mevlidleri”, Yüksek Lisans
Tezi, Ankara Üniversitesi, 2002.
Doğanyiğit, İbrahim, “Yahyâ Bey (Taşlıcalı), Gülşen-i Envâr”, Yüksek Lisans Tezi, Erci-
yes Üniversitesi, 1992.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 615
Dolu, Halide, “Menşeinden Beri Yûsuf Hikâyesi ve Türk Edebiyatındaki Versiyonları,
Vesikalar Albümü”, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, 1953.
Durmaz, Canan, “Yûnus Emre Divanı’nda ve Risâletü’n- nushiyye’de Kelime Grupları ve
Söz Varlığı”, Yüksek Lisans Tezi, Sakarya Üniversitesi, 2008.
Durmaz, Esra, “Şeyyad Hamza’nın Ahvâl-i Kıyâmet’i [İnceleme-Metin]”, Yüksek Lisans
Tezi, Marmara Üniversitesi, 1994.
Ece, Selami, “Manisalı Cami’nin Vamık u Azra Mesnevisi”, Doktora Tezi, Atatürk Üni-
versitesi, 2002.
Ece, Selami, “Tahkiye Açısından Hâşimî’nin Mihr ü Mâh Mesnevîsi [Transkripsiyonlu
Metin-İnceleme]”, Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi, 1996.
Elçi, Fatih, “Kâf-zâde Fâ’izî’nin Leylâ vü Mecnûn Mesnevîsi [İnceleme-Tenkidli Metin-
Dizin]”, Yüksek Lisans Tezi, Adıyaman Üniversitesi, 2011.
Elçin, Dilek, “Çağatayca Yûsuf ve Zelihâ Mesnevîsi”, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üni-
versitesi, 1984.
Eliaçık, Muhittin, “Âşık Ahmed’in Câmi’ü’l-ahbâr’ı I [İnceleme], II [Metin]”, Doktora
Tezi, İstanbul Üniversitesi, 1998.
Eliaçık, Mustafa, “Şemsüddîn-i Sivasî’nin Menâkıb-ı İmâm-ı A’zam Mesnevîsi [İnceleme-
Metin]”, Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üniversitesi, 1997.
Elveren, Abdurrahim, “XV. Yüzyıl Şâirlerinden Ârif ve Hamsesi”, Yüksek Lisans Tezi, İs-
tanbul Üniversitesi, 2001.
Emlik, Mehmet, “Mehmed’in Işk-nâme Adlı Mesnevîsinin Günümüz Türkçesiyle Nesre
Çevrilmesi ve Mesnevîdeki Eğitim Unsurları”, Yüksek lisans tezi, Selçuk Üniversi-
tesi, 2007.
Enginoğlu, Burhan, “Şemseddin Sivâsî’nin İbret-nümâ Mesnevîsi [İnceleme – Karşılaş-
tırmalı Metin]”, Yüksek Lisans Tezi, Cumhuriyet Üniversitesi, 1997.
Erantepli Canku, Ayşegül, “Muhammed Sâlih, Şeybânî-nâme (1b-69b) [Metin-indeks]”,
Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, 1988.
Erbay, Nazire, “Edirneli Şâhidî’nin Leylâ vü Mecnûn (Gülşen-i Uşşâk) Mesnevîsi [İnceleme-
Tenkitli Metin]”, Doktora tezi, Atatürk Üniversitesi, 2012.
Erdem, Mehmet, “Seyyid İbrâhîm Hasîb Uşşâkî-zâde’nin Siyerü’n-nebî’si”, 2 c., Yüksek
lisans tezi, Fırat Üniversitesi, 2000.
Eren, Aysun, “Defterdâr-zâde Ahmed Cemâlî’nin Metâli’-i Cemâlî ve Şehr-engîz-i İstan-
bul Adlı Eserleri [İnceleme-Metin] ”, Yüksek lisans tezi, Selçuk Üniversitesi, 2012.
Erenoğlu, Dilek, “Pend-nâme, Güvâhî, Dil İncelemesi”, Yüksek Lisans Tezi, Afyon Ko-
catepe Üniversitesi, 1997.
Ergin, Fatma, “Hüseyin Kudsî-i Edirnevî’nin Hayatı ve Pend-i Mahdûmân Adlı Eseri”,
Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, 2003.
Erişen, Gülgün, “Bursalı Rahmî ve Gül-i Sad-berg’i”, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üni-
versitesi, 1990.
Erkal, Abdülkadir, “Lâmî Çelebi: Ferhâd u Şîrîn [İnceleme – Metin]”, Yüksek Lisans Tezi,
Atatürk Üniversitesi, 1997.
Erkan, Adil, “Eski Türk Edebiyatında Kıyafetname”, Yüksek Lisans Tezi, Fatih Üniver-
sitesi, 2000.
616 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Eroğlu, Süleyman, “Âsafî’nin Şecâatname’si, [İnceleme-Metin]”, Doktora tezi, Uludağ
Üniversitesi, 2007.
Esir, Hasan Ali, “Bursalı Lâmi’î Çelebi: Hayatı – Edebî Kişiliği – Ferhat-nâme’nin Tahlili
ve Tenkitli Metni”, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, 1998.
Farzan, Ebrahim, “Gülşen-i Saruhânî, Hayatı, Farsça Dîvânı ve Râz-nâme’si”, Doktora
Tezi, İstanbul Üniversitesi, 1980.
Feyzioğlu, Nesrin, “İskender-nâme Üzerine Bir İnceleme”, Yüksek Lisans Tezi, Atatürk
Üniversitesi, 1991.
Fidan, Mustafa, “İbrâhîm Tennûrî, Gülzâr-ı Ma’nevî [İnceleme-Metin Sözlük]”, Doktora
Tezi, Erciyes Üniversitesi, 1995.
Gediklioğlu, S. Sibel, “Kıssa-i İbrâhîm Edhem”, Yüksek Lisans Tezi, Çukurova Üniver-
sitesi, 1998.
Genç, Neslihan, “Süheyl ü Nev-bahâr”, Yüksek Lisans Tezi, Mersin Üniversitesi, 2003.
Goca, Ayet Abdülaziz, “Haydar Tilbe’nin Mahzenü’l-esrâr Mesnevîsi [Önsöz-Giriş-Metin
ve Tercüme-Dizin”, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, 2000.
Gökçe, Funda, “Livâî, Bahrü’l-irfân [Metin Neşri ve Metin Sözlüğü]”, Yüksek Lisans Tezi,
Marmara Üniversitesi, 2003.
Gökçe, Sait, “Kıvâmî und Fetihnâme”, Doktora Tezi, Münih Üniversitesi (Almanya),
1954.
Gökdeniz, Zehra, “İznikî Bekâyî’nin Gül ü Bülbül Mesnevîsi”, Yüksek Lisans Tezi, Bo-
ğaziçi Üniversitesi, 1988.
Gözütok, Avni, “Âşık Paşa’nın: Garîb-nâmesi [İlk Dört Bâbının Transkripsiyonlu Metni,
Gramer-Kelime Teşkili-Çekimleri ve Seçme Lûgat]”, Yüksek Lisans Tezi, Atatürk
Üniversitesi, 1986.
Gözütok, Avni, “Garib-nâme’nin Dili Üzerinde Sistematik Bir Gramer Çalışması”, Dok-
tora Tezi, Atatürk Üniversitesi, 1991.
Güder (Öznal), Nurcan, “Dâstân-ı İbrâhîm Edhem [Metin-Sözlük-Ekler Dizini]”, Yük-
sek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, 1992.
Güder, Nurcan Öznal, “Kastamonulu Şâzî: Maktel-i Hüseyn [İnceleme-Metin-Sözlük-
Adlar Dizini]”, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, 1997.
Gül, Âmine, “Abdurrahman Gubârî’nin Hayatı, Eserleri ve Menâsik-i Hac Adlı eseri
[Edisyon Kritik]”, Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi, 2006.
Gülcü, İsmail, “XVI. yy Bazı Leylâ ve Mecnûn Mesnevîleri Üzerine Bir İnceleme”, Yük-
sek lisans tezi, Dumlupınar Üniversitesi, 2010.
Güler, Kadir, “Âşık Paşa: Garîb-nâme Raşit Efendi nr. 9344, 9-10. bablar [Transkribe Me-
tin]”, Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üniversitesi, 1990.
Güler, Kadir, “İbrâhîm Beg Dîvânı [İnceleme – Metin – İndeks – Sözlük]”, Doktora Tezi,
Erciyes Üniversitesi, 1995.
Güler, Zülfü, “Hamdullah Hamdi, Leylâ vü Mecnûn”, Doktora Tezi, Atatürk Üniversi-
tesi, 1982.
Gülmez, Sema, “Cevrî İbrahim Çelebi ve Hilye-i Çihâr-Yâr-ı Güzîn Adlı Eseri”, Yüksek
Lisans Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi, 2006.
Gülseren, Cemil, “Halili, Firkatnâme (XV. Yüzyıl) [Dil Özellikleri-Metin-Seçmeli Söz-
lük], Yüksek lisan tezi, İnönü Üniversitesi, 1990.
Gülseven (Perver), Elif, “Gülşeni, Esrâr-nâme [Metin-İnceleme]”, Yüksek Lisans Tezi,
Uludağ Üniversitesi, 1999.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 617
Gülsoy, Nebahat, “Ârif, Mi’râc-nâme, Vefât (-ı Nebî), İsimsiz Bir Mesnevî [Giriş-Transkripsiyonlu
Metin - Sözlük]”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 1993.
Günbaş, Savaş, “Divan Şiirinde Nasihatname Türü ve Ali Nakşi’nin Gavriye ve Aynü’l-
hayâtâ Mesnevileri”, Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi, 2003.
Gündüz, Kezban, “Ravzatü’t-tevhîd Adlı Mesnevînin İncelenmesi ve Tenkildi metni”,
Doktora Tezi, Selçuk Üniversitesi, 2006.
Güner, Fatma, “Vefât-ı Hazret-i Resûl”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi,
1996.
Güngör, Zülfikar, “Türk Edebiyatında Türkçe Manzum Hilye-i Nebevîler ve Nesîmî
Mehmed’in Gülistân-ı Şemâ’il’i”, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, 2000.
Gürani, Nur, “Niyâznâme-i Sa’d u Humâ A Mathnawi of Abdi”, Yüksek Lisans Tezi, Bo-
ğaziçi Üniversitesi, 1987.
Gürüf, Bilal, “Atpazarî Osmân Fazlî’nin Câmi-i Kasas Adlı Mesnevisi [İnceleme-Metin]”,
Yüksek lisans tezi, Sakarya Üniversitesi, 2010.
Güven, Ahmet Zeki, “Edirneli Nazmî’nin Pend-nâmesinde Ahlâk ve Eğitim Unsurlarının
Tespiti ve İncelenmesi”, Yüksek Lisans Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi, 2006.
Güzeldir, Muharrem, “Cefâyî, Dekâyıku’l-hakâyık [Gramer İncelemesi-Metin-İndeks]”,
Yüksek lisans tezi, Atatürk Üniversitesi, 1995.
Güzelışık, Gülten Feşel, “Şeyyad Hamza – Mi’râc-nâme”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara
Üniversitesi, 1996.
Güzelova, Hanzâde, “Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi [İnceleme-Metin-Dizin]”, Doktora
tezi, Hacettepe Üniversitesi, 2006.
Hacıhaliloğlu, Enver, “Bir Eski Anadolu Metni (Mirac-ı Nebî) Üzerinde Gramer İnce-
lemesi (Giriş-İnceleme-Metin-Sözlük-Tıpkı Basım)”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul
Üniversitesi, 2006.
Harmancı, M. Esat, “Manisalı Câmî, Muhabbet-nâme [Vâmık u Azrâ], (İnceleme-Metin-
Nesre Çeviri”, Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, 2003.
Horata, Osmân, “Cemâlî Hümâ vü Humâyûn [İnceleme – Tenkidli Metin]”, Doktora
Tezi, Hacettepe Üniversitesi, 1990.
Hülâgu Bayramçavuş, Zehra, “Kavâ’id-i Teysîr-i Kur’ân [Metin-Tercüme-Sözlük-Ekler
Dizini]”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, 1994.
İbragim, Damira, “Âşık Paşa’nın Garîb-nâmesi’nin Klasik Osmanlı Kazak Kültür Müş-
terekleri Açısından İncelenmesi ve Kazakçaya Tercümesi”, 2c., Doktora Tezi, Mar-
mara Üniversitesi.
İlhan, Seyfettin, “Şemsî, Cevâhirü’l-kelimât [Mukayeseli İnceleme]”, Yüksek Lisans Tezi,
Fırat Üniversitesi, 1997.
İmamoğlu, A. Hilmi, “Farsça-Türkçe Manzum Sözlükler ve Şahidi’nin Sözlüğü [İnceleme-
Metin]”, Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi, 1983.
İmanov, Gül Ahmet, “Meshi-i Tebrizi’nin Varqa ve Gülşah Mesnevisi”, Yüksek Lisans
Tezi, Afyon Kocatepe Üniversitesi, 2002.
İnan, Mehmet Emin, “XVI. Asır Şâirlerinden Zaifî ve Bâg-ı Behişt Mesnevisi (1154
Beyti)”, Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üniversitesi, 1998.
İnan, Uğur, “Hâl-nâme-i Sevâdî [Transkripsiyonlu Metin], Yüksek Lisans Tezi, İstan-
bul Üniversitesi, 1990.
İnan, Murat Umut, “Edirneli Güftî Ali ve Şâh u Dervîş Mesnevîsi”, Yüksek Lisans Tezi,
Boğaziçi Üniversitesi, 2006.
618 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
İnce, Yılmaz, “Şemsî’nin Cevâhirü’l-kelimât’ı Üzerime Bir Dil İncelemesi”, Yüksek Lisans
tezi, Fırat Üniversitesi, 2001.
İslamoğlu, Abdülmecit, “Dâvûd-ı Halvetî ve Gülşen-i Tevhîd ü Tahkîk”, Doktora tezi,
Ankara Üniversitesi, 2007.
İspir, Meheddin, “Münîrî’nin Gülşen-i Ebrâr ve Ma’den-i Esrâr Mesnevîsi [İnceleme-
Metin-Sadeleştirme]”, Doktora tezi, Atatürk Üniversitesi, 2004.
İspirli, Serhan, “Subhizâde Feyzî’nin Hayatı, Edebî Kişiliği ve Hamsesi [İnceleme - Ten-
kidli Metin]”, Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi, 1997.
Jaeckel, Ralph, “Dukaginzâde Taşlıcalı Yahyâ Bey’s King and Beggar A Sixteenth-Century
Ottoman Allegorical-Mystical Love Poem (Mesnevi)”, Doktora Tezi, California Uni-
versty, 1980.
Kahveci, Veysi, “Klasik Türk Şiirinde Efsanevî Aşk Kahramanları”, Yüksek Lisans Tezi,
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, 2006.
Kapdan, Hasan Sevban, “Câmi-i Kasas (Fazlî) -Dil İncelemesi-”, Yüksek lisans tezi, Sa-
karya Üniversitesi, 2006.
Kara, Hüseyin, “Mihr ü Müşterî”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, 1986.
Karabeyoğlu, Cemşid, “Sultan Veled, Mesnevi-yi Veledî, Velednâme I-III”, Doktora Tezi,
İstanbul Üniversitesi, 1976.
Karaca, Yusuf, “Süleymân Nahîfî Efendi ve Mevlidi: Hayatı-Eserleri-Edebî Kişiliği ve
Mevlidi’nin Tenkitli Metni”, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, 1999.
Karademir, Mahmut, “Abdî, Camasb-nâme [İnceleme-Metin]”, Doktora Tezi, Atatürk
Üniversitesi, 2001.
Karadüz, Sıddık, “Dervîş Şemsî’nin Deh-murg’unun Karşılaştırmalı Metni ve Benzeri Eser-
lerle Genel Bir Değerlendirilmesi”, Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi, 2000.
Karapınar, Behsat, “Ahmed Mürşidi’nin Pend-nâmesi’nin (ilk 5094) Tenkitli Çeviri Ya-
zısı ve Metni”, Yüksek Lisans Tezi, İnönü Üniversitesi, 1999.
Karayazı, Nurgül, “Fuzûlî’nin Leylâ ve Mecnûn’unda Tasavvufî Kavram ve Unsurlar”,
Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 2007.
Karpuz, Hacı Ömer, “Abdurrahîm Karahisârî’nin Vahdet-nâmesi”, Doktora Tezi, Ata-
türk Üniversitesi, 1991.
Kartal, Ahmet, “Osmanlı Medeniyetini Besleyen Kültür Merkezleri- Edebî Açıdan- (XI.
Asırdan XVI. Asrın Sonuna Kadar Türk Edebiyatı ve Fars Edebiyatının Münasebet-
leri)”, Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi, 1999.
Kavukçu, Fatma Zehra, “Lâmi’î Çelebi’nin Veyse vü Râmîn’i [İnceleme-Metin]”, Yüksek
Lisans Tezi, Uludağ Üniversitesi, 1994.
Kaya, Bayram Ali, “Neşâtî Hayatı - Sanatı, Eserleri ve Hilye-i Enbiyâ’sı”, Yüksek Lisans
Tezi, Trakya Üniversitesi, 1991.
Kaya, Emel, “Muhyiddin Mehî’nin Müfîd (Nazmü’t-teshîl) Adlı Eseri [İnceleme-Metin-
Dizin] ve Bu Eserin XV. Yüzyıl Türk Tıp Dilinin Oluşmasındaki Yeri”, Doktora Tezi,
Selçuk Üniversitesi, 2008.
Kaya, Gönül, “Resimli Bir Osmanlı Tarihi: Âsafî Paşa’nın Şecâatnâme’si”, Yüksek Lisans
Tezi, Uludağ Üniversitesi, 2006.
Kayabaşı, Ayfer, “Taşlıcalı Yahyâ Bey ve Gülşen-i Envâr [İnceleme-Metin]”, Yüksek Li-
sans Tezi, İnönü Üniversitesi, 1991.
Kayık, Salih, “Tebrizli Ahmedî, Yûsuf u Zelîhâ [1b-35b İnceleme-Metin-Dizin]”, Yüksek
Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 2007.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 619
Kaymaz, Zeki, “Âşık Paşa Garîb-nâme [Dil Özellikleri – Kısmî Transkripsiyon – Söz Di-
zini]”, Doktora Tezi, İnönü Üniversitesi, 1989.
Kaymaz, Zeki, “Âşık Paşa: Garîb-nâme”, Yüksek Lisans Tezi, İnönü Üniversitesi, 1989.
Kazan, Şevkiye, “Hâmidî-zâde Celîlî Hayatı, Eserleri, Edebî Kişiliği ve Hüsrev ü Şîrîn
Mesnevisi [İnceleme – Tenkidli Metin]”, Yüksek Lisans Tezi, Süleyman Demirel
Üniversitesi, 1997.
Keskin, Ayşe Gülay, “Abdurrahman Karahisarî’nin Hayatı, Eserleri ve Vahdet-nâme Mes-
nevisinin Tenkidli Metni”, Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi, 2001.
Kılıç, Müzahir, “Hakanî: Hayatı, Edebî Şahsiyeti, Eserleri ve Hadîs-i Erba’în’in Tenkidli
Metni”, Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi, 1993.
Kıpçak, Mehmet, “Şeyhi’nin Hüsrev ü Şirin Mesnevisindeki Kişiler ve Eserin Şekil, Dil,
Üslûp İncelemesi”, Yüksek Lisans Tezi, Çukurova Üniversitesi, 1999.
Kıraç, Mustafa, “Ûdî’nin Mâcerâ-yi Mâh Mesnevîsi [İnceleme-Metin]”, Yüksek Lisans
Tezi, Selçuk Üniversitesi, 2006.
Kırman, Aydın, “Yemînî’nin Fazîletnâme’si [Şekil ve Muhteva Tahlili]”, Doktora Tezi,
Ege Üniversitesi, 2004.
Kıstırak, Saim, “Abdürrahim Karahisari’nin Vahdet-nâme’si”, Yüksek Lisans Tezi, İnönü
Üniversitesi, 1999.
Kızılabdullah, Şahin, “Hâkim Seyyid Mehmed Efendi, Hayatı, Eserleri ve Manzûm Şerh-i
Esmâ-i Hüsnâ’sı”, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, 2004.
Kiraz, Semiha, “Şeyh İbrahim Tennurî Gülzâr-ı Ma’nevî [İnceleme – Metin – Tıpkıba-
sım]”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 1991.
Hamza Koç, “16. Yüzyılda Yazılmış Bir Behrâm-ı Gûr Mesnevîsi I [İnceleme-Edisyon Kri-
tikli Metin]”, Yüksek Lisans Tezi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, 2010.
Koçin, Abdulhakim, “Zaifî ve Bustân-ı Nesâyıh’ı [İnceleme ve Tenkitli Metin]”, Yüksek
Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi, 1991.
Koçoğlu, Turgut, “Şefik-nâme, Şefik-nâme Şerhi ve Edhem ü Hümâ Mecmuası [İnceleme-
Tenkitli Metin-Sözlük]”, Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üniversitesi, 2004.
Koncu, Hanife, “Abdî’nin Camasb-nâme’si ve Türk Halk Edebiyatına Tesiri”, Yüksek Li-
sans Tezi, Marmara Üniversitesi, 1994.
Korkmaz, Gülsüm Ezgi, “Sûrnâmelerde 1582 Şenliği”, Yüksek Lisans Tezi, Bilkent Üni-
versitesi, 2004.
Korkmaz, Ramazan, “Keçecizade İzzet Molla ve Mihnet-keşan Üzerine Bir Araştırma”,
Yüksek Lisans Tezi, Fırat Üniversitesi, 1988.
Kozacı, Hatice, “Câmâsb-nâme, Abdî -Devir, Tür Araştırması ve Metnin 35 Varağının
Edisyon Kritiği”, Yüksek Lisans Tezi, Ege Üniversitesi, 1994.
Köktekin, Kâzım, “Süle Fakih’in Yûsuf ve Zelihâsı [İnceleme–Metin-İndeks], 2 c.”, Dok-
tora Tezi, Atatürk Üniversitesi, 1994.
Köleoğlu, Mehmet, “Fuzûlî’nin Beng ü Bâde’si: Kaynak - Konu - Üslûp ve Şekil Yönün-
den İnceleme”, Yüksek Lisans Tezi, Fırat Üniversitesi, 2002.
Köse, Bünyamin, “Şeyhî Ali Şehsüvaroğlu (Şeyhî Efendi) ve Riyâzu’l-gufrân (Tefsîr-i
Yâsîn-i Şerîf ) Adlı Manzum Eserinin Tenkitli Metni”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara
Üniversitesi, 2005.
Köse, Recep, “Bursalı Lâmi’î’nin Şem’ ü Pervâne’si [İnceleme – Metin]”, Yüksek Lisans
Tezi, İnönü Üniversitesi, 1997.
620 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Kuloğlu, Nazan, “Abdî, Cemşîd ü Hûrşîd [İnceleme - Metin]”, Yüksek Lisans Tezi, Fı-
rat Üniversitesi, 1989.
Kunt, İbrahim, “Mesnevî Sözlükleri ve ‘Abdullatîf b. ‘Abdullâh’ın Letâifu’l-lugat’ı”, Yük-
sek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi, 1996.
Kurmuş, Cengiz Veli, “Lârendelî Şânî, Gülşen-i Efkâr [İnceleme-Metin]”, Doktora tezi,
Çukurova Üniversitesi, 2010.
Kuru, Selim S., “Bir Deh-nâme Örneği Olarak Ta’aşşuk-nâme ve Eserdeki Ki’li Yan Tüm-
leler”, Yüksek Lisans Tezi, Boğaziçi Üniversitesi, 1993.
Külekçi, Numan, “Ganî-zâde Nâdirî, Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri, Divanı ve Şâh-
nâmesinin Tenkidli Metni”, Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi, 1985.
Kütük, Rıfat, “Celâl-zâde Sâlih Çelebi Leylâ vü Mecnûn [Tenkidli Yayın – İnceleme]”,
Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi, 1995.
Kütük, Rıfat, “Larendeli Hamdî’nin Leylâ ile Mecnûn Mesnevisi”, Doktora Tezi, Atatürk
Üniversitesi, 2002.
Merhan, Aziz, “Die ‘Vogelgespräche’ Gülşehrîs und die Anfänge der türkischen Litera-
tur”, Doktora Tezi, Göttingen, 2003.
Mermutlu, Mehmet Sait, “Ahmed Mürşidî’nin Pendnâmesi [Tenkitli Metin]”, Yüksek Li-
sans Tezi, Harran Üniversitesi, 1996.
Mersin, Tuba, “Gelibolulu Huzuri’nin Tercüme-i Esrâr-nâme Adlı Mesnevisi”, Yüsek Li-
sans Tezi, Fatih Üniversitesi, 2004.
Meyveci, Asuman, “Bâyezîd-i Rûmî’nin Sırr-ı Cânân Mesnevîsi [Metin - İnceleme]”, Yük-
sek Lisans Tezi, Cumhuriyet Üniversitesi, 1988.
Muş, Züleyha, “Arap ve Türk Edebiyatlarında Yusuf u Züleyha Hikayelerinin Mukaye-
sesi”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 2000.
Nalbat, Muhammet, “15. yy Şairi Çâkerî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sı [İnceleme-Metin]”, Yük-
sek Lisans Tezi, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, 2012.
Nebioğlu, Mehmed, “Ervâh-nâme - Pîr Muhyiddîn (1b-30b Yapraklar) [Giriş-Metin-
Dizin-Tıpkıbasım]”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 2008.
Okçu, Naci, “Şeyh Galib’in Dîvânı ile Hüsn ü Aşk’ındaki Tasavvufî Unsurlar”, Doktora
Tezi, Atatürk Üniversitesi, 1978.
Okudan, Esra, “Ârif Mahlaslı Miraciyelerin Şâiri Olarak Abdülbâkî Ârif ve Ârif Süley-
man”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 2008.
Orak, Bayram, “Lutfî’nin Gül ü Nev-rûz’u [Gramer – İndeks]”, Yüksek Lisans Tezi, Ege
Üniversitesi, 1995.
Orhan, Hikmet, “Eski Anadolu Türkçesi Ürünlerinden Düstûr-nâme-i Enverî: İzmir
Millî Ktp. Nüshasının Metni-Sözlüğü ve Dilbilgisi Özellikleri”, Yüksek Lisans Tezi,
Ankara Üniversitesi, 1985.
Önder, Özlem, “Hüsn ü Aşk’taki Yolculuk Sürecinin İnsanın Olgunlaşmasına Etkisi”,
Yüksek Lisans Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi.
Öz, Şükriye Feyza, “Hayret Mehmed Efendi’nin Manzum Elfiyye Tercümesi ve Bugünkü
Dile Uyarlaması”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 2002.
Öz, Yusuf, “Tarih Boyunca Farsça-Türkçe Sözlükler”, Doktora Tezi, Ankara Üniversi-
tesi, 1996.
Özağaç, Mustafa, “Seher Abdal’ın Sa’âdet-nâme İsimli Mesnevîsi”, Yüksek Lisans Tezi,
Dokuz Eylül Üniversitesi, 2009.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 621
Özbekoğlu Karaca, Aygül, “Adlî Hasan Efendi’nin Tergîbât Adlı Mesnevisi [İnceleme-
Metin]”, Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi, 2001.
Özcan, Nurgül, “Şâhî’nin Ferhâdnâme’si [İnceleme-Metin]”, Doktora tezi, Gazi Üniver-
sitesi, 2007.
Özbostancı, Kenan, “Kemâloglı, Ferah-nâme”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversi-
tesi, 1991.
Özçam, Çimen, “Şeyyâd Hamza’nın Yûsuf ve Züleyhâ Adlı Eserinin Dil Özellikleri”, Yük-
sek Lisans Tezi, Fırat Üniversitesi, 1993.
Özçelik, Kenan, “Yûsuf-ı Meddâh ve Maktel-i Hüseyn [İnceleme-Metin-Sözlük]”, Yük-
sek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, 2008.
Özdemir, Sema, “Aksaraylı İsa’nın Mi’râciyesi”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversi-
tesi, 1996.
Özden, Nihan, “Hayali, Ravzatü’l-envar [Metin-Gramatikal İndeks]”, Yüksek Lisans Tezi,
Gaziosmanpaşa Üniversitesi, 2001.
Özel, Birgül, “Letâyif-nâme”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 1995.
Özer, Hande, “Nev’î’nin Hasb-ı Hâl’i”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 1995.
Özer, Osmân, “Ahmedî, Tervîhu’l-ervâh”, Doktora Tezi, Fırat Üniversitesi, 1995.
Özfırat, Bayram, “Tokatlı İshâk Efendi’nin Nazmu’l-ulûm, Nazmu’l-le’âlî ve Manzûme-i
Keydânî Adlı Mesnevileri [İnceleme-Metin]”, Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversi-
tesi, 2006.
Özger, Mehmet, “Lâmi’î Çelebi’nin Vâmık u Azrâ Mesnevîsi’nin Modern Roman Teknik-
lerine Göre İncelenmesi”, Yüksek Lisans Tezi, İnönü Üniversitesi, 2004.
Özkan, Feridun Hakan, “Şaban-zâde Mehmed Muhteşem ve Münâzara-i Tîg u Kalem”,
Yüksek Lisans Tezi, Kocatepe Üniversitesi, 1997.
Özkat, Mustafa, “Münîrî (öl. 1521?)’nin Manzum Siyer-i Nebî’si cilt: IV-V [Metin İnce-
leme]”, Doktora tezi, Marmara Üniversitesi, 2011.
Özsoy, Nasrullah, “Mihr ü Müşterî”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, 1986.
Öztoprak, Nihad, “Klâsik Türk Edebiyatında Manzum Yüz Hadisler”, Doktora Tezi, Mar-
mara Üniversitesi, 1993.
Öztulunç, Reyhan, “16. Yüzyılda Yazılmış Bir Behrâm-ı Gûr Mesnevîsi II [İnceleme-
Edisyon Kritikli Metin]”, Yüksek Lisans Tezi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniver-
sitesi, 2010.
Öztürk, Cemil, “Hatiboğlu, Ferahname, egy XV. Szazadi Osmân-Török Nyelvemlék”, Dok-
tora Tezi, Phd. Thesis. Budapest Eötvös Lorand Tudományegyetem, 1984.
Öztürk, Nebiye, “Zenânnâme: Enderunlu Fazıl”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniver-
sitesi, 2002.
Öztürk, Zehra, “Hamdullah Hamdî’nin Yûsuf u Zeliha Mesnevisinde Tipler ve Motif-
ler”, 2 c., Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, 1993.
Özuygun, Ali Rıza, “Zaifî Pir Mehmed ve Gülşen-i Sîmurg [İnceleme-Metin]”, Yüksek
Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi, 1993.
Özyaşamış Şakar, Sezer, “Birgivî Muhammed Efendi’nin Manzum Vasiyet-nâme’si [Eleş-
tirmeli Metin-Dil İncelemesi-Sözlük]”, Doktora Tezi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesi, 2005.
Özyurt, Mustafa, “Dursun Fakih ve Gazavatnamesi”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üni-
versitesi, 1995.
622 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Paşazade, Erhan, “Necmî Ömer Efendi’nin Dîvân, Tuhfe-i Vahdet ve Kasîde-i Elfiyye
İsimli Eserlerinin Transkripsiyonlu Metni ve Dîvânı’nın İncelemesi”, Yüksek Lisans
Tezi, Cumhuriyet Üniversitesi, 2002.
Pehlivan, Elif, “Şeyh Eşref b. Ahmed’in Nasîhat-nâme Adlı Mesnevîsinin Edisyonkritiği
İle Çeviri Yazısı”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 2000.
Pekolcay, Necla, “Türkçe Mevlid Metinleri”, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, 1950.
Polat, Tuba, “Rahmî Pîr Muhammed Çelebi’nin Şâh u Gedâ Mesnevîsi”, Yüksek lisans
tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi, 2005.
Sabir, Muhammed, “Mir Ali Şir Nevaî’nin İlk Mesnevisi Hayretü’l-ebrâr Hakkında Araş-
tırmalar -Edisyon Kritik, İmla, Dil Hususiyetleri ve Lugatçe”, Doktora Tezi, İstan-
bul Üniversitesi, 1961.
Sabuncu, Zeynep, “Mihr ü Mâh A Mathnawi of Mustafa Âlî”, Yüksek Lisans Tezi, Bo-
ğaziçi Üniversitesi, 1983.
Salman, Ramazan, “Süle Fâkih: Yûsuf u Zelihâ (XIV. Yüzyıl) [ Dil Özellikleri – Transkrip-
siyonlu Metin – Seçmeli Sözlük]”, Yüksek Lisans Tezi, İnönü Üniversitesi, 1989.
Sarı, Mehmet, “Gelibolulu Za’îfî Muhammed, Gazâvât-ı Sultân Murâd Han [ İnceleme
(Ses Değişmeleri, Benzeşmeleri ve Uyumlar), Metin-Sözlük]”, Doktora Tezi, İstan-
bul Üniversitesi, 1994.
Sarıcı, Emine, “Ârif Süleymân, Hayatı, Eserleri ve Hilye-i Nebeviyye’si [Edisyon Kritik]”,
Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 2001.
Sarıçiçek, Ramazan, “Taşlıcalı Yahyâ Bey, Gencîne-i Râz [İnceleme - Metin]”, Yüksek Li-
sans Tezi, Boğaziçi Üniversitesi, 1991.
Sarıçiçek, Ramazan, “Kemâl Ümmî: Hayatı, Sanatı ve Dîvânı [İnceleme-Metin]”, Dok-
tora tezi, İnönü Üniversitesi, 1997.
Sarıkaya, Bekir, “Ârif, Mürşidü’l-ubbâd, Nüsha-i Âlem ve Şerhü’l-âdem, Mevlid [Gi-
riş - Transkripsiyonlu Metin - Sözlük]”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversi-
tesi, 1992.
Savaş, Hamdi, “İshâk Çelebi ve Selim-nâme’si”, Doktora Tezi, Erciyes Üniversitesi,
1986.
Savaş, Hatice, “Nâlî Mehmed’in Miftâh-ı Heftkân’ı [İnceleme - Metin]”, Yüksek Lisans
Tezi, Selçuk Üniversitesi, 2002.
Savaş, Selda, “Modern Türk Şiirinin Leylâları”, Yüksek Lisans Tezi, Sakarya Üniversi-
tesi, 2008.
Saymaz, Semiha, “Bahrü’l-hakayık”, Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi, 1998.
Selçuk, Bahir, “Nali Mehmed Efendi, Tuhfetü’l-emsâl [İnceleme-Metin]”, Yüksek Lisans
Tezi, İnönü Üniversitesi, 1999.
Sevim, Hacer, “Menba’u’l-ebhâr ve fî-Riyâzi’l-ebrâr”, Yüksek Lisans Tezi, Fatih Üniver-
sitesi, 2004.
Seyhan, Köksal, “Mâlî, Mesnevîleri ve Divanı”, Yüksek Lisans Tezi, Boğaziçi Üniversi-
tesi, 1993.
Seylan, Ali, “İbrahim İbn-i Bâlî, Hikmet-nâme [İnceleme-Metin-Sözlük-Dizin]” 2 c.,
Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, 2003.
Solmaz, Ali Osmân, “Tutmacı’nın Gül ü Hüsrev Adlı Eseri [İnceleme-Metin-Dizin]”,
Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi, 2007.
Soydan, Serpil, “Niyâzî’nin Tercüme-i Hilye-i Şerîf Adlı Eserinin İnceleme, Metin ve Söz-
lük Çalışması”, Yüksek Lisans Tezi, Niğde Üniversitesi, 2002.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 623
Şahin, Ali, “Seyyid Murâdî’nin Muhabbet-nâme’si [Transkripsiyon-Metin Tanıtımı]”, Yük-
sek Lisans tezi, Sakarya Üniversitesi, 2000.
Şahin, Hatice, “Hatiboğlu: Ferah-nâme [Dil Özellikleri – Metin – Söz Dizini]”, Doktora
Tezi, İnönü Üniversitesi, 1993.
Şahin, Hatice, “Tursun Fakih, Gazavatname [Dil Özellikleri-Metin-Sözlük]”, Yüksek Li-
sans Tezi, İnönü Üniversitesi, 1989.
Şahin, M. Ünal, “Leylî ve Mecnun: Sevdâ’î [Transkripsiyon ve Dil İncelemesi]”, Yüksek
Lisans Tezi, İnönü Üniversitesi, 1988.
Şarlı, Mahmut, “Âşık Paşa: Garîb-nâme Raşit Efendi nr. 9344, bab 6-8 [Transkribe Me-
tin]”, Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üniversitesi, 1990.
Şarlı, Mahmut, “Cinânî, Riyâzü’l-cinânı [İnceleme - Metin]”, Doktora Tezi, Erciyes Üni-
versitesi, 1994.
Şener, H. İbrahim, “Türk Edebiyatında Manzum Esmâ’ü’l-hüsnâlar”, Doktora Tezi, Do-
kuz Eylül Üniversitesi, 1995.
Şenocak, Ebru, “Leyla ile Mecnun Hikayesi Üzerine Mukayeseli Bir Araştırma”, Yüksek
Lisans Tezi, Fırat Üniversitesi, 2000.
Şeylan, Ali, “İbrahim b. Bâlî, Hikmet-nâme [6000-12000’inci Beyitler] İnceleme-Metin-
Sözlük”, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, 2003.
Şimşek, Nuray, “Abdurrahman Gubarî’nin Ka’be-nâme’si”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara
Üniversitesi, 1987.
Şimşek, Taceddin, “Fedayi Dede Mantık-ı Esrâr [Tenkidli Metin ve İnceleme]”, Yüksek
Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi, 1993.
Şimşekler, Nuri, “Şâhidî İbrâhîm Dede’nin Gülşen-i Esrâr’ı [Tenkitli Metin - Tahlil]”,
Doktora Tezi, Selçuk Üniversitesi, 1998.
Tahbaszade, Abdürresul (Hayyampur), “Türk ve İran Edebiyatlarında Yûsuf ve Züleyha
Mesnevîsi”, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, 1945.
Tanrıverdi, Fatma, “Şeyh Eşref bin Ahmed”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversi-
tesi, 1998.
Tarlan, Ali Nihad, “İslâm Edebiyatında Leylâ vü Mecnûn Hikâyesi”, Doktora Tezi, İs-
tanbul Üniversitesi, 1922.
Taşkın, Gülşah, “Kıyâsî ve Mihr ü Mâh Mesnevîsi”, Yüksek Lisans Tezi, Boğaziçi Üni-
versitesi, 2003.
Taşlıova, Muammer Mete, “Mir Hamza Nigârî’nin Nigâr-nâme Mesnevîsi”, Yüksek Li-
sans Tezi, Çanakkale 18 Mart Üniversitesi, 1998.
Tavukçu, O. Kemâl, “Halîlî, Firkat-nâme [İnceleme – Metin]”, Yüksek Lisans Tezi, Ata-
türk Üniversitesi, 1993.
Tavukçu, Orhan Kemal, “Ahmed Rıdvân, Hüsrev ü Şirin [İnceleme-Metin]”, Doktora
Tezi, Atatürk Üniversitesi, 2000.
Tel, Hatice, “Çengname [Transkripsiyonlu Metin]”, Yüksek Lisans Tezi, Harran Üniver-
sitesi, 1997.
Temizel, Ali, “Mevlânâ ve Mevlevîlikle İlgili Eski Harfli Türkçe Eserler ve Müellifleri”,
Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi, 1996.
Terzi, Mehmet, “Yazıcı Sâlih (Selahaddin), Kitâbu’ş-şemsiyye (Melhame-i Şemsiyye) [Dil
Özellikleri–Metin–Söz Dizini]”, Doktora Tezi, İnönü Üniversitesi, 1994.
Gülsen, Tezcan, “Ali Şîr Nevâyî Hamse ve Divanlarının Resimleri: Topkapı Sarayı Müzesi
Kütüphanesi’ndeki Örnekler”, Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi, 2007.
624 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Tezcan, Nuran, “Lâmi’î’in Hayatı-Eserleri-Gûy u Çevgân Mesnevisi [İnceleme-Metin]”,
Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, 1976.
Tiken, Kâmil, “Mihr ü Müşterî”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, 1986.
Tohumcu, Nimet, “Misâlî’nin Kitâb-ı Manzûme-i Feyznâme-i İlâhî Mesnevisi [İnceleme
- Metin]”, Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi, 2002.
Tokatlı, Ümit, “Elvan Çelebi’nin Menakıbnamesi [Metin-İndeks-Gramer]”, Doktora Tezi,
İstanbul Üniversitesi, 1984.
Toker, Birgül, “Şemseddin-i Sivasî’nin Mir’âtü’l-ahlâk Mesnevîsi [İnceleme - Metin]”,
Doktora Tezi, Selçuk Üniversitesi, 2003.
Top, Yılmaz, “Münîrî’nin (öl. 1521 ?) Manzum Siyer-i Nebî’si (Cilt: VI-VII) – [İnceleme-
Metin], Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, 2011 [Devam ediyor].
Topal, Ahmet, “Adnî Receb Dede, Nahl-i Tecellî [İnceleme-Metin]”, Yüksek Lisans Tezi,
Atatürk Üniversitesi, 2006.
Torun, Kevser, “Es’ad Mehmed Efendi’nin Hayatı, Eserleri ve Gülistân-ı Şemâ’il’i”, Yük-
sek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 2002.
Tuğcu, Emine, “Şehrengizler ve Âyîne-i Hûbân-ı Bursa: Bursa Şehrengizlerinde Güzel-
ler”, Yüksek Lisans Tezi, Bilkent Üniversitesi, 2007.
Tunç, Gökhan, “Çağdaş Mesnevînin Peşinde”, Yüksek Lisans Tezi, Bilkent Üniversi-
tesi, 2006.
Tunç, Semra, “Ârif, Hayatı, Edebî Kişiliği ve Eserlerinin Tenkidli Metni I. c. İnceleme –
II. c. Metin”, Doktora Tezi, Selçuk Üniversitesi, 1996.
Tural, Güzin, “Seb’a-i Seyyâre”, Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi, 1993.
Tural, Lale, “Hafî’nin Zâdü’l-me’âd’ının Süleymân Çelebi Mevlid’i ile Karşılaştırılması”,
Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 1993.
Tural, Şecaattin, “Hafî’nin Zâdü’l-meâd Adlı Eserinin Nûr-ı Muhammedî’nin İntikalin-
den Sona Kadar Olan Kısmında Süleyman Çelebi Mevlidi ile Müşterek Motifler”,
Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 1993.
Turan, Zikri, “Mecnun u Leyla: Hakiri [Transkripsiyon ve Dil İncelemesi]”, Yüksek Li-
sans Tezi, İnönü Üniversitesi, 1988.
Turhan Güner, Fatma, “Şeyyad Hamza’nın Vefat-ı Hazret-i Muhammed Aleyhi’s-selam
Adlı Mesnevisi”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 1996.
Turhan, Vedat Nuri, “Zarîfî ve Mihr ü Mâh Mesnevîsinin Tenkidli Metni ile İncelemesi”,
Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi, 1995.
Türkdoğan, Melike, “Klasik Türk Edebiyatında Yusuf u Züleyha Mesnevileri Üzerine
Mukayeseli Bir Çalışma”, Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi, 2008.
Türken (Duman), Ruşan, “Kıvâmî, Fetih-nâme-i Sultan Mehmed [İnceleme - Metin]”,
Yüksek Lisans Tezi, Fırat Üniversitesi, 2006.
Türkeri, Seydi, “Ahmed Mürşidi’nin Pend-name’si”, Yüksek Lisans Tezi, İnönü Üniver-
sitesi, 1999.
Türkmen, Seyfullah, “Atâ, Tuhfetü’l-uşşâk (Uşşâk-nâme) [İnceleme – Metin – Dizin]”,
Yüksek Lisans Tezi, Kırıkkale Üniversitesi, 2000.
Türkoğlu, Abdullah, “Mesnevi’nin Birinci Cildindeki Cariye Hikayesinin Şerhlere Göre
Değerlendirilmesi”, Yüksek Lisans Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi, 1990.
Uğur, Ahmet, “The Reign of Sultan Selim I, in the Light of Selim-nâme Literature”, Dok-
tora Tezi, Edinburg Universty, 1973.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 625
Ulaş, U. Halim, “Alî Akkirmânî: Hayatı, Edebî Şahsiyeti ve Gavriye Mesnevîsi [Tenkitli
Metin – İnceleme]”, Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi, 1998.
Uludağ, Erdoğan, “Vak’aya Dayalı Bir Eser Olarak Lâmi’i Çelebi’nin Salâmân u Absâl
Mesnevisi [İnceleme–Karşılaştırmalı Metin – Sadeleştirme]”, Doktora Tezi, Atatürk
Üniversitesi, 1997.
Usluer, Zekeriya, “Süleyman Nahifi, Hayatı, Eserleri ve Hilyetü’l-envar’ı”, Yüksek Lisans
Tezi, Marmara Üniversitesi, 1994.
Uzun, Mustafa, “Dede Ömer Rûşenî Hayatı, Eserleri ve Miskinlik-nâme Mesnevisi [Edis-
yon Kritik]”, Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, 1982.
Ülger, Sibel, “Leylâ ve Mecnûn’da Hikaye Tekniği”, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi,
2003.
Ülger, Sibel, “Nâbî’nin Hayr-âbâd’ı [İnceleme – Metin]”, Yüksek Lisans Tezi, Yüzüncü
Yıl Üniversitesi, 1996.
Ülken, Fatih, “Elvân-ı Şîrâzî’nin Gülşen-i Râz Tercümesi [İnceleme-Metin]”, Doktora
Tezi, Ege Üniversitesi, 2002.
Ünal, Hidayet, “Ruşeni Ömer Dede’nin Çobanname Mesnevisi [İnceleme-Metin]”, Yük-
sek Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi, 2003.
Ünlü, Yücel, “Kısa Mesneviler [XIV.-XVI. Yüzyıl]”, Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversi-
tesi, 2008.
Ünver, İsmail, “Türk Edebiyatında Manzum İskender-nâmeler”, Doktora Tezi, Ankara
Üniversitesi, 1974.
Ünver, İsmail, “Ahmed-i Rıdvân [Hayatı-Eserleri-Edebî Şahsiyeti], Doçentlik Tezi, An-
kara Üniversitesi, 1982.
Üst, Sibel, “Te’dîb-nâme [İnceleme-Metin]”, Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi,
2006.
Üzer, Fatma Hilâl, “Türk-İslâm Edebiyatında Evliyâ Hilyeleri”, Yüksek Lisans Tezi, Mar-
mara Üniversitesi, 2002.
Vural, Hanifi, “Letâyif-nâme”, Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi, 1999.
Yakar, Hüseyin, “Fuzulî’nin “Leylâ ve Mecnûn” Mesnevisinde Tabiat Tasvirlerinin Este-
tik Olarak Kullanımı”, Yüksek lisans tezi, İstanbul Üniversitesi, 2007.
Yapıcı, Ali İhsan, “Ahmedî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sı”, Yüksek Lisans Tezi, Adnan Mende-
res Üniversitesi, 2006.
Yardım, Emine Seval, “Menkibe ve Menakıbnamelerle İlgili Eserler İçin Açıklamalı Bir Bib-
liyografya Denemesi [1928-1998]”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, 1999.
Yarıkkaya, Ali, “Meçhul Bir Şaire Ait Kitab-ı Yusuf Hikayesinin Transkripsiyonlu Metni”,
Yüksek Lisans Tezi, Osmangazi Üniversitesi, 2000.
Yasan, Naime, “Risâle-i Bedriyye [Edisyon Kritik] - Mazlûmî-zâde Mustafâ Efendi”, Yük-
sek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 1998.
Yasav, Oya, “Hilyetü’l-envâr”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 1995.
Yavuz, Kemal, “Mu’înî’nin Mesnevî-i Murâdiyyesi, 2 c.”, Doktora Tezi, İstanbul Üniver-
sitesi, 1977.
Yazar, İlyas, “Ömer Fuâdî, Hayatı, Eserleri, Edebî Kişiliği ve Bülbüliyyesi’nin Metni”, Yük-
sek Lisans Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi, 1999.
Yazar, Sadık, “Seyyid Şerîfî Mehmed Efendi [Hayatı, Divanı ve Hilyesi]”, Yüksek Lisans
Tezi, Fatih Üniversitesi, 2006.
626 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Yazar, Sadık, “Anadolu Sahası Klâsik Türk Edebiyatında Tercüme ve Şerh Geleneği”, Dok-
tora Tezi, İstanbul Üniversitesi, 2011.
Yazıcı, Neslihan, “Tursun Fakı’nın Cumhûr-nâme Adlı Eserinin Metni ve İncelenmesi”,
Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 2005.
Yenikale, Ahmet, “Hüsn ü Aşk: Tahlil”, Yüksek Lisans Tezi, Kahramanmaraş Sütçü İmam
Üniversitesi, 1996.
Yerdelen, Cevat, “Türk Edebiyatındaki Kıyâfet-nâmeler ve Niğdeli Visâlî’nin Vesîletü’l-
irfân Adlı Kıyâfet-nâmesi”, Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi, 1988.
Yıldırımer, Mestan, “15. Yüzyıl Şairlerinden Gülşenî-i Saruhanî’nin Râz-nâme (Makâlât-ı
Gülşenî) Adlı Eserinin Tenkitli Metni”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi,
2007.
Yılmaz, Engin, “Gazavatnameler ve Niyazi’nin Gazavat-ı Nebi’si”, Yüksek Lisans Tezi,
Marmara Üniversitesi, 1995.
Yılmaz, Fatma-Nur, “Mihr ü Müşteri”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, 1986.
Yılmaz, Kâşif, “Güftî, Hayatı, Eserleri, Edebî Kişiliği, Tezkireciliği ile Divan, Zafer-nâme’si
ve Teşrifatü’ş-şu’arâ’sının Tenkidli Metni”, Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi, 1983.
Yılmaz, Metin, “Mesnevi-i Penahi [Dilbilgisi-Karşılaştırmalı Metin- Sözlük]”, Yüksek Li-
sans Tezi, Yüzüncü Yıl Üniversitesi, 1992.
Yılmaz, Nuri, “Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi Külliyatı”, Yüksek Lisans Tezi, Atatürk
Üniversitesi, 1998.
Yılmaz, Sevgi, “Muhammed Sâlih, Şeybânî-nâme (1b-69b) [Metin-indeks]”, Yüksek Li-
sans Tezi, İstanbul Üniversitesi, 1988.
Yılmaz, Sibel, “Gazavât-ı Emire’l-Mü’minîn Ali, Der Memleket-i Sind Bâ Mukâtil Şah
[Gramer-Metin-İndeks]”, Yüksek Lisans Tezi, Afyon Kocatepe Üniversitesi, 2006.
Yiğit, Mehmet, “Refî’î’nin Beşâret-nâme’si [Dilbilgisi – Karşılaştırmalı Metin - Sözlük]”,
Doktora Tezi, Yüzüncü Yıl Üniversitesi, 1986.
Yoldaş, Kazım, “Taşlıcalı Yahyâ Bey, Şah u Geda [İnceleme-Metin]”, Yüksek Lisans Tezi,
İnönü Üniversitesi, 1993.
Yoldaş, Kazım, “Tutmacı’nın Gül ü Hüsrev’i [İnceleme-Metin]”, Doktora Tezi, İnönü
Üniversitesi, 1998.
Yurtseven, Necmettin, “Türk Edebiyatında Arapça-Türkçe Manzum Lügatler ve Sünbül-
zade Vehbî’nin Nuhbe’si”, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, 2003.
Yurtsever, Murat, “Lâmi’î Çelebi, Şehrengiz-i Bursa”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üni-
versitesi, 1984.
Zavotçu, Gencay, “Türk Edebiyatı’nda Gül ü Bülbül Mesnevîleri”, Doktora Tezi, Atatürk
Üniversitesi, 1997.
Zümrütler, Hüsamettin, “Hatiboğlu: Ferahnâme [Transkribe Metin]”, Yüksek Lisans Tezi,
Erciyes Üniversitesi, 1994.

III. Kitaplar
Abdülfettâh Şefkat Efendi, Siyerü’n-nebî-Manzûm, Matbaa-i Hürriyyet, İstanbul, trhs.
Açıkgöz, Namık, Bayburtlu İrşadi Baba’nın Mevlidi, 1997.
Adamoviç, Milan, Kelile ü Dimne Turkische Handschrift T 189 der Forschungsbibliothek
Gotha, Hildesheim, Zürih, Newyork: Georg Olms Verlag, 1994.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 627
Ahmed-i Mürşidî, Ahmediyye [Pend-nâme], İstanbul: Sahhâf İbrahim Efendi Matba-
ası, 1304.
Ahmedî, İskender-nâme [İnceleme - Tıpkıbasım], hzr. İsmail Ünver, Ankara: Türk Dil
Kurumu Yay., 1983.
Akalın, Mehmed, Ahmedî Cemşîd ü Hurşîd [İnceleme – Metin], Ankara: Atatürk Üni-
versitesi Yay., 1975.
Akar, Metin, Türk Edebiyatında Manzum Mi’râc-nâmeler, Ankara: Kültür ve Turizm Ba-
kanlığı Yay., 1987.
Akdoğan, Yaşar, İskendername’den Seçmeler, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.,
1988.
Akgündüz, Ahmet - Said Öztürk, Osmanlı-Türk Edebiyatında Süleyman Peygamber ve
Şemseddin Sivasi’nin Süleymanname’si, Harvard Univ., 1997.
Akkaya, Hüseyin, The Prophet Solomon in Turkish Literature and the Süleymâniyye of
Şemseddin Sivâsî (Part 1: Textual Analysis - Part 2: Critical Edition and Faxcimile),
Harvard Universty: Sources of Oriental Languages and Literatures, 1997.
Akkuş, Mehmet, Eyyûbî, Menâkıb-ı Sultan Süleyman [Risâle-i Pâdişâh-nâme], Ankara:
Kültür Bakanlığı Yay., 1991.
Akkuş, Muzaffer, Elvân-ı Şîrâzî’nin Gülşen-i Râz’ı [İnceleme - Metin - Tıpkıbasım], An-
kara: Türk Dil Kurumu Yay., 2002.
Aksoy, Hasan, Şemseddin Sivâsî, Gülşen-âbâd, İstanbul, 1990.
Aksoy, Hasan, Gülşen-âbâd’da Dinî ve Tasavvufî Unsurlar [Tahkik ve Sistematik İndeks],
İstanbul: İslâm Medeniyeti Vakfı Yay., 1990.
Aksoy, Hasan, Mustafa Âli’nin Manzum Kırk Hadis Tercümeleri, İstanbul, 1991.
Aksoy, Hasan, Kuşların Münazarası – Deh Murg-, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlâhiyat
Vakfı Yay., 1998.
Aksoyak, İsmail Hakkı, Gelibolulu Mustafa Âlî, Tuhfetü’l-uşşâk, İstanbul: Millî Eğitim
Bakanlığı Yay., 2003.
Aksoyak, İ. Hakkı, Ahmed-i Yesevî’nin Rumelili Bir Takipçisi: Üsküplü Atâ, Tuhfetü’l-uşşâk,
Ankara: Bizimbüro, 2006.
Alangu, Tahir, Süleymân Çelebi, Mevlid, İstanbul: Yeditepe Yay., 1958.
Alıcı, Lütfi, Sünbülzâde Vehbî, Nasîhatnâme-i Vehbî [Çeviri Yazı-Günümüz Türkçesi-
Sözlük-Tıpkıbasım], Kahramanmaraş: Ukde, 2011.
Alıcı, Lütfi – Gülcan Tanıdır Alıcı, Halîlî-i Mar’aşî, Ravzatü’l-îmân [Tenkitli Metin-Sözlük-
Tıpkıbasım], Kahramanmaraş: Ukde, 2012.
Aliyev, Sabir, Hadikatü’s-süeda (Şiirler), Beng ü Bade, Bakü, 1993.
Alparslan, Ali, Âşık Paşa’da Tasavvuf, İstanbul 1961.
Alparslan, Yaşar - Gülcan Tanıdır Alıcı, Elbistanlı-zâde Hâfız Veliddîn Efendi, Zübdetü’l-
âsâr fî-Mevlidi’n-nebiyyi’l-muhtâr [Çeviri Yazı - Sözlük - Tıpkıbasım], Kahraman-
maraş: Ukde, 2012.
Alpay, Gönül, Ahmed-i Dâ’î and His Çengnâme (An Old Ottoman Mesnevî), Camb-
ridge 1975.
Alpay Tekin, Gönül, Ahmed-i Dâ’î, Çengnâme; A Critical Edition and Textual Analy-
sis, Sources of Oriental Languages and Literatures Vol. 16, Cambridge Mass.: Har-
vard University, 1992.
Alpay-Tekin, Gönül, Alî-Şîr Nevâyî Ferhâd ü Şîrîn [İnceleme - Metin], Ankara: Türk Dil
Kurumu Yay., 1994.
628 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Altun, Kudret, Edirneli Nazmî, Pend-nâme-i Nazmî [İnceleme-Metin-Sözlük], Kayseri:
Laçin, 2004.
Aran, Mahmut Sadık, Türk’ün Altın Kitabı Kutadgu Bilig, İstanbul.
Araslı, Hamit, Muhammed Fuzûlî ve Eserleri, 5 c., Bakı, 1958.
Arat, Reşid Rahmeti, Kutadgu Bilig I, Tıpkıçekimle Yapılmış İkinci Baskı, Ankara: Türk
Dil Kurumu Yay., 1979.
Arat, Reşid Rahmeti, Yusuf Has Hâcib Kutadgu Bilig, (Çeviri), 4. baskı, Ankara: Türk Ta-
rih Kurumu Yay., 1988.
Arat, Reşid Rahmeti, Kutadgu Bilig III İndeks, (İndeksi Neşre Hazırlayanlar: Kemal
Eraslan, Osmân F. Sertkaya, Nuri Yüce), İstanbul: Türk Kültürünü Araştırma Ens-
titüsü Yay., 1979.
Argunşah, Mustafa, Şükrî-i Bitlisî, Selîm-nâme, Kayseri: Erciyes Üniversitesi Yay., 1997.
Argunşah, Mustafa, Kirdeci Alî, Kesikbaş Destanı, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., 2002.
Arslan, Mehmet, Pendnâme-i Zarîfî, Sivas: Dilek Matbaası, 1994.
Arslan, Mehmet, Zâtî Süleymân Efendi, Divan ve Sevânihu’n-nevâdir fî-Ma’rifeti’l-anâsır,
Sivas, 1994.
Arslan, Mehmet - İ. Hakkı Aksoyak, Gelibolulu Âlî, Riyâzü’s-sâlikîn, Sivas, 1998.
Arslan, Mehmet, Türk Edebiyatı’nda Manzum Sûrnâmeler (Osmanlı Saray Düğünleri ve
Şenlikleri), Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay., 1999.
Arslan, Mehmet, Subhî-zâde Feyzî, Hamse, Sivas, 1999.
Arslan, Mehmet, Aynî, Sâkînâme, İstanbul: Kitabevi, 2003.
Arslan Mustafa, Mîrî, Mihr ü Müşterî [İnceleme-Karşılaştırma-Metin], Ankara: Grafi-
ker Yay., 2013.
Ateş, Ahmed, Süleymân Çelebi, Vesîletü’n-necât [Mevlid], Ankara: Türk Dil Kurumu
Yay., 1954.
Atsız, Nihal, Osmanlı Tarihleri I: Dasitan ve Tevarih-i Al-i Osmân, Behçetü’t-tevarih,Tevarih-i
Al-i Osmân, Osmanlı Sultanları Tarihi, Cam-ı Cem Ayini, İstanbul, 1949.
Ayan, Gönül, Tebrizli Ahmedî, Esrâr-nâme [İnceleme - Metin], Ankara: Atatürk Kültür
Merkezi Yay., 1996.
Ayan, Gönül, Lâmi’î Vâmık u Azrâ [İnceleme - Metin], Ankara: Atatürk Kültür Mer-
kezi Yay., 1998.
Ayan, Hüseyin, Şehyoğlu Mustafa, Hurşîd-nâme (Hurşîd ü Ferahşâd) [İnceleme-Metin-
Sözlük-Konu Dizini], Erzurum, 1979.
Ayan, Hüseyin, Fuzûlî, Leylâ vü Mecnûn, İstanbul: Dergâh Yay., 1981.
Ayan, Hüseyin, Bülbülnâme Rifâî, Ankara: Emek Matbaası, 1981.
Aydemir, Yaşar, Vücûdî, Hayâl u Yâr, Ankara: Birleşik, 2007.
Aymutlu, Ahmet, Süleymân Çelebi ve Mevlid-i Şerif, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı
Yay., 1995.
Aynur, Hatice, Mahremî ve Şâh-nâme’si, İstanbul, 1997.
Babinger, Franz, Kıvâmî, Fetihnâme-i Sultan Mehmed, İstanbul, 1959.
Bakırcı, Selami, Mevlid, Doğuşu ve Gelişmesi, Erzurum: Akademik Araştırmalar, 2003.
Banarlı, Nihad Sâmi, Büyük Nazîreler Mevlid ve Mevlid’de Millî Çizgiler, İstanbul: İstan-
bul Yüksek İslâm Enstitüsü Yay., 1962.
Başer, Sait, Kutadgu Bilig’de Kut ve Töre, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., 1990.
Batislam, Hanife Dilek, Hasbihal-i Safi, İstanbul: Kitabevi, 2003.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 629
Baykal, Kâzım, Süleymân Çelebi ve Mevlid, hzr.: Kadir Atlansoy, Bursa, 1999.
Bektaş, Ekrem, Muhammed Nazmî-i Halvetî, Sırr-ı Ma’nevî [Manzum Mesnevî Tercü-
mesi], Konya: Sümam, 2009.
Beytur, Mithat Bahari, Mesnevi Gözüyle Mevlana, Şiirleri, Aşk ve Fesefesi, İstanbul,
1966.
Beyzadeoğlu, Süreyya Ali, Sünbülzâde Vehbî, Lutfiyye, İstanbul, 1994; 2. baskı, 2004.
Bilgin, Azmi, Emre,Tercüme-i Pendnâme-i Attâr, İstanbul: Enderun, 1998.
Bilgin, Orhan, Şeyh Eşref b. Ahmed, Fütüvvet-nâme, İstanbul: Yıldızlar Matbaası, 1992.
Bilkan, Ali Fuat, Hayrî-nâmeye Göre XVIII. Yüzyılda Osmanlı Düşünce Hayatı, Ankara:
Akçağ Yay., 2002.
Bilkan, Ali Fuat, Bâbür, Risâle-i Vâlidiyye Tercümesi, İstanbul: Kitabevi, 2001.
Biray, Himmet - Mehmet Sarı, İbrahim b. Edhem Kıssası, Afyon: Medrese Kitabevi,
1995.
Birici, Sevim, Şâh u Gedâ [Şâh u Dervîş] Mesnevîleri ve Bursalı Rahmî’nin Şâh u Gedâ
Mesnevîsi, Elazığ: Manas Yayıncılık, 2007.
Birinci, Nejat, Kırım Zafernâmesi [Hayr-âbâd], Ankara, 1988.
Boyraz, Şeref, Fal Kitabı, İstanbul: Kitabevi 2006.
Bursalı Mehmed Tâhir, Terceme-i Hâl-i Nâzım-ı Mevlid-i Nebevî eş-Şeyh Süleymân Çe-
lebi Rahmetu’llah, İstanbul, 1323.
Bursalı Mehmed Tâhir, Osmânlı Müellifleri, 3 cilt, İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1333.
Büyükkörükçü, Tahir, Hakiki Veçhesiyle Mevlana ve Mesnevi, İstanbul.
Ca’ferî, Muhammed Takî, Ez-Deryâ be-Deryâ, Keşfu’l-ebyât-i Mesnevî, 4 c., Tahran,
1364-1365.
Can, Şefik, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî Hikâyeleri, İstanbul: Ötüken, 2003.
Canım, Rıdvan, Türk Edebiyatında Sâkînâmeler ve İşretnâme, Ankara: Akçağ Yay.,
1998.
Canpolat, Mustafa, Ali Şir Nevayi, Lisanü’t-tayr, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., 1995.
Cem Sultan, Cemşid ile Hurşid, öyküleştiren: Mehmet Kanar, İstanbul: Say Yay., 2011.
Cevrî İbrâhîm Çelebi, Hilye-i Çâryâr-i Güzîn, İstanbul, 1891.
Ceyhan, Âdem, Bedr-i Dilşâd’ın Murâd-nâmesi I-II, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı
Yay., 1997.
Ceylan, Ömür - Ozan Yılmaz, Bir Sürgün Şâheseri, Mihnet-keşân, Keçeci-zâde İzzet Molla,
İstanbul: Sahhaflar Kitap Sarayı, 2007.
Coşkun, Ali Osmân, Sîmkeş-zâde Feyzî’nin Mesnevîleri [İnceleme-Metin-Sözlük], Sam-
sun, 1997.
Coşkun, Menderes, Bosnalı Muhlis’in Manzum Seyahatnamesi [Delîlü’l-menâhil ve
Mürşidü’l-merâhil], Isparta: Fakülte Kitabevi, 2007.
Courteille, Pavel de, Hayriyye, Paris, 1857.
Çakır, Müjgân, Klâsik Türk Edebiyatında Mu’cizât Metinleri, İstanbul: Doğukütüpha-
nesi, 2013.
Çaldak, Süleyman, Sâbir Pârsâ’nın Gül ü Nev-rûz Mesnevisi, Malatya: Özserhat Yayı-
nevi, 2004.
Çapan, Pervin, Mesnevîye Düşen Aşklar: Alî Şîr Nevâyî ve Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûnları,
Muğla, 1999.
Çavuşoğlu, Ali, Kıyafetnameler, Ankara: Akçağ Yay., 2004.
630 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Çavuşoğlu, Ali, Yusuf Hakikî Baba, Mahabbet-nâme, Ankara: Aksaray Belediyesi Yay.,
2009.
Çavuşoğlu, Mehmed, Yahyâ Bey, Yûsuf ve Zelîha [Tenkitli Basım], İstanbul: İstanbul Üni-
versitesi Edebiyat Fakültesi Yay, 1979.
Çelebi, Abdülkerim, Mevlid-i Şerîf, İstanbul: Necmeddin Salman Kitap Yayma Odası,
1946.
Çelebioğlu, Âmil, Mesnevî-i Şerîf ve Manzum Nahîfî Tercümesi, 4 c., İstanbul, 1967-
1969.
Çelebioğlu, Âmil, Yazıcıoğlu Mehmed, Muhammediye, 4 c., İstanbul: Tercüman 1001 Te-
mel Eser, 1975.
Çelebioğlu, Âmil, Yazıcı Salih ve Şemsiyyesi, Erzurum: Atatürk Üniversitesi Basımevi,
1976.
Çelebioğlu, Âmil, Muhammediye I-II, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yay., 1996.
Çelebioğlu, Amil, Türk Edebiyatı’nda Mesnevi [XV. Yüzyıla Kadar], İstanbul: Kitabevi,
1999.
Çelik, Ali, Manzum Hadis Tercümeleri ve Latîfî’nin Subhatü’l-Uşşâk’ı, Konya: Tablet Yay.,
2006.
Çelik, Ali, Halkın Hadis Bilgisi ve Bilgi Kaynakları [Ahmediyye Örneği], Bursa: Emin
Yay., 2009.
Çelik, Ülkü, Alî-şîr Nevâyî, Leylî vü Mecnûn, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., 1996.
Çetin, İsmet, Tursun Fakih, Hayatı, Edebî Şahsiyeti, Mesnevîleri, Ankara, 2002.
Çetin, Nurullah, Yeni Türk Şiirinin Yusuf ile Züleyha Hikayesi Duyarlığı, Ankara: Hece,
2004.
Çınar, Bekir, Miftâh-ı Lisân [Manzum Türkçe-Fransızca Sözlük], Ankara: Akçağ Yay.,
2007.
Çıpan, Mustafa, Koyunoğlu Müzesi’nde Kırk Hadis Mecmuası, Konya: Konya Büyükşe-
hir Belediyesi Yay., 2003.
Çiçekli, Ali, Yunus Emre [Divan ve Risalat-al-Nushiyya’dan Seçmeler], İstanbul, 1971.
Çöm, Erol, Şemseddîn-i Sivâsî’nin İbret-nümâ Adlı Mesnevîsi [İnceleme-Metin], Ankara:
Türkiye Diyanet Vakfı Yay., 2011.
Daneshvari, Abbas, Animal Symbolism in Warqa wa Gulshâh, Universty of Oxford,
1986.
Dankoff, Robert, Yusuf Khass Hajib, Wisdom of Royal Glory (Kutadgu Bilig): A Turko-
Islamic Mirror of Princes, Chicago ve Londra: Universty of Chicago Press, 1983.
Daşdemir, Özkan, Halk Hikâyesi Olarak Yûsuf ile Züleyhâ, İstanbul, 2012.
Dedes, Yorgo, Süleymân Çelebi’s Mevlid-i Nebî: An Edition of Two Post - Eighteenth - Cen-
tury Greek Aljamiado Manuscripts. Bh Thesis, Harvard Universty, 1987.
Demir, Necati, Abdülaziz bin Mahmûd el-Isfahânî, Sıfâtü’l-haremeyn, Ankara: Akçağ
Yay., 2005.
Demirci, Ümit Özgür - Şenol Korkmaz, Şeyyâd Hamza, Yûsuf u Zelîhâ [Giriş-Metin-
Günümüz Türkçesine Aktarma-Dizin ve Sözlük-Tıpkıbasım], İstanbul, 2008.
Demirel, Mustafa, Kemal Paşazâde, Yûsuf u Züleyhâ, Ankara: Kültür ve Turizm Bakan-
lığı Yay., 1983.
Demirel, Mustafa, Kemâl Paşa-zâde, Ahmed bin Süleymân Şemse’d-dîn Yûsuf u Züleyhâ
[Transcription and Facsimile Edition of the Manuscript Süleymaniye Lala İsmail Efendi
621], Harvard, 2004.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 631
Deniz, Rasim - Ali Rıza Karabulut, Şeyh İbrâhim Tennûrî Divânı Gülşen-i Niyâz’dan Seç-
meler, Kayseri 1983.
Derdiyok, İ. Çetin, Cemâlî, Miftâhu’l-ferec [İnceleme-Tenkitli Metin], Adana: Türkoloji
Araştırmaları, 1998.
Dergâhî, Mahmûd, Âyât-i Mesnevî, Tehrân 1370.
Dilâçar, A., Kutadgu Bilig İncelemesi, 2. baskı, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., 1988.
Dilçin, Cem, Mes’ûd bin Ahmed, Süheyl ü Nev-bahâr [İnceleme-Metin-Sözlük], Ankara:
Atatürk Kültür Merkezi Yay., 1991.
Dilçin, Dehri, Şeyyâd Hamza, Yûsuf ve Zeliha, İstanbul: Türk Dil Kurumu Yay., 1947.
Doğan, M. Nur, Fuzûlî, Leylâ ve Mecnûn: Metin, Nesre Çeviri, Notlar ve Açıklamalar, İs-
tanbul: Çantay Kitabevi, 1996; 2. baskı, İstanbul: Yapı Kredi Yay., 2002.
Doğan, Muhammet Nur, Fuzûlî, Mecnun ve Leyla Dilinden Şiirler, İstanbul: Enderun
Kitabevi, 1997.
Doğan, Muhammet Nur, Hüsn ü Aşk [Metin Nesre Çeviri, Notlar ve Açıklamalar], İs-
tanbul: Ötüken, 2002.
Doğan, Muhammet Nur, Şeyh Galib, Hüsn ü Aşk [Metin, Düzyazıya Çeviri, Notlar ve
Açıklamalar], İstanbul: Yelkenli, 2011.
Duda, Herbert W., Fasl-ı Ferhâd, İstanbul, 1931.
Duda, Herbert, Ferhâd u Schirin, Prag, 1933.
Ece, Selami, Muyî, Nâlân u Handân [Hasbihâl], Erzurum: Fenomen Yay., 2007.
Ece, Selami, Hüsnüne Aşk Olsun, Erzurum: Fenomen Yay., 2013.
Eğri, Sadettin, Hâfız-zâde, Kalemden Kelâma: Risâle-i Hat, İstanbul: Kitabevi, 2005.
Eliyev, Sabir, Mehemmed Fuzûlî, Leylî ve Mecnûn, Bakı, 1991.
Eminoğlu, Emin, Destân-ı Yûsuf, İstanbul: Kültür Sanat Yayıncılık, 2008.
Eminzade, Mehmet, Nevâî’nin Ferhâd ve Şirin’i, İstalinabad, 1948.
Emre, Pend-nâme-i Attâr Tercümesi, İzzet Efendi Taş Destgâhı, 1286 [Attâr’ın Pend-
nâme’sinin kenarında yazılı].
Enderunlu Fâzıl, Zenân-nâme, İstanbul, 1255.
Enderunlu Fâzıl, Çengi-nâme, Zenân-nâme, Defter-i Aşk, Hûbân-nâme, İstanbul, 1258.
Enderunlu Fâzıl, Defter-i Aşk, İstanbul, 1286.
Enderunlu Fazıl, Hubannâme ve Zenannâme, hzr.: Ercüment Muhib, İstanbul, 1949.
Engelke, Irmgard, Süleyman Tschelebi’s Lobgedicht auf die Geburt das Probheten, Mev-
lidi Şerif, Halle, 1926.
Eravcı, H. Mustafa, Âsafî Dal Mehmed Çelebi ve Şecâ’at-nâme, İstanbul: Mut Yay., 2009.
Ercilasun, Ahmet B., Kutadgu Bilig Grameri -Fiil-, Ankara: Gazi Üniversitesi Yay.,
1984.
Erdoğan, Recep, Kutadgu Bilig’den Seçmeler, 2. Baskı, Bursa: Marmara Kitabevi Yay.,
2005.
Erkoç, Ethem, Âşık Paşa ve Oğlu Elvan Çelebi, Çorum, 2005.
Eroğlu Süleyman, Bursalı Lâmi’î Çelebi, Mevlidü’r-resûl, Bursa, 2011.
Ersoylu, Halil, Kız Destanı [Hâzâ Hikâyeti Kız Maa Cuhûd], Ankara: Türk Dil Kurumu
Yay., 1996.
Ersoylu, Halil, Lokmânî Dede, Menâkıb-ı Mevlânâ, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.,
2001.
632 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Ertaylan, İsmail Hikmet, Türk Edebiyatı Örnekleri I. Varaka ve Gülşah, İstanbul: İstan-
bul Üniversitesi Yay., 1945.
Ertaylan, İsmail Hikmet, Mesnevî-i Penâhî, İstanbul.
Ertaylan, İsmail Hikmet, Külliyyât-ı Dîvân-ı Mevlânâ Hâmidî, İstanbul: İÜ Edebiyat Fa-
kültesi Yay., 1949.
Ertaylan, İsmail Hikmet, Falnâme, İstanbul 1951.
Ertaylan, İsmail Hikmet, Ahmed-i Dâ’î, Hayatı ve Eserleri, İstanbul: İstanbul Üniversi-
tesi Edebiyat Fakültesi Yay., 1952.
Ertaylan, İsmail Hikmet, Hatiboğlu, Bahrü’l-hakâyık, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Ede-
biyat Fakültesi Yay., 1960.
Ertaylan, İsmail Hikmet, Yusuf ile Züleyha, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fa-
kültesi Yay., 1960.
Ertaylan, İsmail Hikmet, Tabiat-name, İstanbul, 1960.
Eşanhucayev, Şerafeddin, Alişer Navoiy, Lisânü’t-tayr (İlmiy Tenkidiy Text), Taşkent,
1965.
Fındıkoğlu, Ziyaeddin, XI. Asırda Bir Türk Mütefekkiri ve Ahlâkî Düşünceleri, Ankara:
Cumhuriyet Halk Partisi Yay., 1938.
Flemming, Barbara, Fahris Husrev u Şîrîn Eine Türkische Dichtung Von 1367, Wiesba-
den, 1974.
Furûzanfer, B., Me’âhiz-i Kasas ve Temsîlât-i Mesnevî, Tehrân, 1333.
Furûzanfer, B., Ehâdis-i Mesnevî, Tehrân, 1348.
Fuzûlî, Hikâye-i Leylâ vü Mecnûn, İstanbul, 1254.
Fuzûlî, Leylâ vü Mecnûn, İstanbul, 1264.
Fuzûlî, Leylâ ile Mecnûn, İstanbul, 1270.
Fuzûlî, Leylî vü Mecnûn, (Taşbasması), Tebriz, 1274.
Fuzûlî, Leylâ ile Mecnûn, İstanbul, 1291.
Fuzûlî, Dâsitân-ı Leylâ vü Mecnûn, İstanbul, 1296.
Fuzûlî, Leylî vü Mecnûn, Tebriz, 1315.
Gehremanov, Cahangir ve Şameddin Helilov, Yûsif ve Züleyhâ, Bakı: Azerbaycan Elm-
ler Akademisyası Elyazmalar İnstitüsü, 1991.
Genç, İlhan, Leylâ ile Mecnûn’un İki Şâiri: Fuzûlî ve Sezai Karakoç, İstanbul: Şule Yay.,
2005.
Gençosman, M. Nuri, Pendname, Feridüddin-i Attar, İstanbul: Millî Eğitim Gençlik ve
Spor Bakanlığı Yay., 1988.
Gerçeker, Mustafa Fehmi, Hilye-i Fahr-i Âlem, İstanbul, 1944.
Göçgün, Önder, Ziyâ Paşa’nın Hayatı, Eserleri, Edebi Şahsiyeti ve Bütün Şiirleri, Ankara:
Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., 1987.
Gökalp, Haluk, Eski Türk Edebiyatında Manzum Sergüzeşt-nâmeler, İstanbul: Kitabevi,
2009.
Gölpınarlı, Abdülbâki, Yunus Emre, Risalat-al-Nushiyye ve Divan, İstanbul: Eskişehir Tu-
rizm ve Tanıtma Derneği Yay., 1965.
Gölpınarlı, Abdülbâki, Şeyh Galib-Hüsn ü Aşk, İstanbul: Altın Kitaplar, 1968.
Gölpınarlı, Abdülbâki, Sultan Veled İbtidâ-nâme, Ankara: Konya Turizm Derneği Yay.,
1976.
Gölpınarlı, Abdülbâki, Şeyh Galib, Seçmeler ve Hüsn ü Aşk, İstanbul, 1978.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 633
Gölpınarlı, Abdülbâki, Mesnevî Tercemesi ve Şerhi, 6 c., İstanbul: İnkılâp ve Aka, 1981-
1983-1984.
Gözütok, Avni, Hayâtî, Mahzenü’l-esrâr [Metin-Dizin-Tıpkıbasım], Erzurum: Atatürk
Üniversitesi Yay., 2001.
Güçlü, Âgâh, Ahmet Diyarbekrî, Pend-i Ahmedî Kitâb-ı Mürşid, İstanbul, 1968.
Güldaş, Ayhan, Abdülvâsi Çelebi, Halîlnâme, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., 1996.
Güleç, İsmail, Türk Edebiyatında Mesnevî Tercüme ve Şerhleri, İstanbul: Pan Yayıncı-
lık, 2008.
Gülşehrî, Mantıku’t-tayr [Tıpkı Basım], (Önsözü Yazan: Agâh Sırrı Levend), Ankara:
Türk Dil Kurumu Yay., 1957.
Gülşen-i Tevhîd, be-tashîh-i Huseyn Husrevân, Rızâ Eşrefzâde, Meşhed, 1372.
Gümüşkılıç, Mehmet, Tursun Fakîh - Gazavât-ı Bahr-ı ‘Ummân ve Sanduk (Cumhur-
nâme), [Giriş-Gramer İncelemesi-Metin-Sözlük-Tıpkı Basım], Ankara: Bizim Büro
Basımevi, 2007.
Günay, Muzaffer, Hüsrev, Ferhad ve Şirin, İstanbul: Papatya Yay., 2001.
Günay, Umay - Osmân Horata, Yunus Emre: Risâletü’n-nushiyye, Ankara: Türkiye Diya-
net Vakfı Yay., 1994; 2. baskı, Ankara: Akçağ Yay., 2004.
Güneş, Mustafa, Zavallı Eşeğin Hikâyesi: Şeyhî’nin Harnamesi’nin Hikâye Bölümü = The
Story of the Poor Donkey, Kütahya, 2001.
Güneş, Mustafa, Menâkıb-ı Şeyh San’ânî, İstanbul: H Yay., 2010.
Güneş, Mustafa, Menâkıb-ı Şeyh-i San’ân [Metin-Günümüz Türkçesine Aktarım ve Tıpkı-
basım], İstanbul: Eğitim-Akademi, 2011.
Güneş, Mustafa, Akşemse’d-dîn-zâde Muhammed Hamdullah (Hamdî), Tuhfetü’l-uşşâk,
Konya: Eğitim Akademi Yay., 2011.
Günşen, Ahmet, İpsalalı Ebu’l-hayr, Mevlid [İnceleme - Metin - Dizin], Ankara: Gazi Üni-
versitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Yay., 2004.
Günşen, Ahmet, İlk Türkçecilerden Kırşehirli Âşık Paşa [Hayatı-Edebî Kişiliği ve Eser-
leri], Kırşehir, 2006.
Gürgendereli, Müberra, Mostarlı Ziyâ’i, Şeyh-i San’ân Mesnevîsi, İstanbul: Kitabevi,
2007.
Gürses, Muzaffer, Divan Edebiyatının Bazı Meseleleri ve Lamiî Çelebi, Hayatı, Eserleri,
Sanatı ve Şahsiyeti, Vamık u Azra Veyse vü Ramin Mesnevilerinin Tahlil ve Tedkik-
leri, İstanbul, 1944.
Gürtunca, M. Faruk, Seyyid Ahmed-i Diyâr-ı Bekrî, Ahmediyye [Kitâb-ı Mürşid-i Pend-i
Ahmediyye], 2 c., İstanbul: Ülkü Kitabyurdu, 1976-1977.
Hacıeminoğlu, Necmettin, Kutbun Hüsrev ü Şîrîn’i ve Dil Hususiyetleri, İstanbul: İstanbul
Edebiyat Fakültesi Yay., 1968; 2. Baskı, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., 2000.
Hacıyeva, Z. T., Suli Fekih Yusif ve Züleyhâ, Bakı, 1991.
Hakanî Mehmed Bey, Hilye-i Hakanî, İstanbul, 1848.
Hammer, Purgstall J., Schrin, ein Romantiches Gedicht, Leipzig, 1809.
Hammer, Purgstall J., Gül ü Bülbül-i Fazlî (Das ist Ros und Nachtigall), Leipzig, 1834.
Hengirmen, Mehmet, Güvâhî, Pend-nâme, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.,
1983.
Holbrook, Victoria Rowe, The Unreadable Shores of Love: Turkish Modernity and Mystic
Romance, Austin: Universty of Texas Press, 1994.
634 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Holbrook, Victoria R., Aşkın Okunmaz Kıyıları, çev. Erol Köroğlu - Engin Kılıç, İstan-
bul: İletişim Yay., 1998.
Humâî, Celâluddîn, Mevlevî-nâme (Mevlevî çi mî-Gûyed) I-II, Tehrân, 1369.
Hüseyin Kudsî, Pend-i Mahdûmân Nâm Zuhûrât-ı Kudsiyye, İstanbul, 1302.
Hüseyin Vassâf, Vesîletü’n-necât, İstanbul, 1329.
Ilgar, İhsan, Vesîletü’n-necât - Mevlid, İstanbul, 1965.
İbrahim b. Huda’î, Gülşen-i Tevhîd, İstanbul: Mekteb-i Tıbbiyye Matbaası, 1298.
İçli, Ahmet, Gelibolulu Mustafa Âlî, Mihr ü Mâh, Ardahan, 2010.
İnan, Abdülkadir, Kutadgu Bilig, İstanbul: Türk Dil Kurumu Yay., 1942.
İnan, Abdulkadir, Kutb’un Husrev ve Şîrîn’inden Örnekler, Ankara, 1951.
İnce Adnan, Cem Sultan, Cemşîd ü Hurşîd, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., 2000.
İsen, Mustafa - İsmail Hakkı Aksoyak, Vuslatî Alî Bey, Gazâ-nâme-i Çehrin, Ankara: Ata-
türk Kültür Merkezi Yay., 2003.
(İzbudak), Veled Çelebi, Süleymân Çelebi, Mevlid, İstanbul, 1927.
Kaçalin, Mustafa S., Tuhfe-i Rûmî; Kâdiriler Âsitânesi’nin Manzum Tarihçesi, Seyyid Sırrı
Ali, İstanbul: Âsitane Yay., 1992.
Kadıoğlu İdris (2005), Diyarbekirli Ahmedî, Yûsuf u Züleyhâ [İnceleme-Metin-Dizin-
Sözlük], Malatya, 2005.
Kadıoğlu, İdris (2009), Diyarbakırlı Ahmedî, Yûsuf u Züleyhâ, Ankara: Kültür ve Turizm
Bakanlığı e-kitap, 2009.
Kafesoğlu, İbrahim, Kutadgu Bilig ve Türk Kültür Tarihimizdeki Yeri, İstanbul: Kültür
Bakanlığı Yay., 1980.
Kahraman, Ahmet, Süleymân Çelebi ve Mevlid, İstanbul: Toker Yay., 1972.
Kahraman, Bahattin, Nâlî, Tuhfetü’l-emsâl, Konya: Selçuk Üni. Vakfı Yay., 1999.
Kahraman, Mehmet, Leyla ve Mecnun Romanı, Dastan-ı Leyli vü Mecnun, Ankara: Kül-
tür Bakanlığı Yay., 2000.
Kahraman, Yezdânbahş, Guzîde-i Dâstânhâ-yi Mesnevî, Tehrân, 1370.
Kalkışım, Muhsin, Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn Hikâyesi [Tahkiye Unsurları], Adana:
Derya Kitabevi, 1998.
Kanar, Mehmet, Fehmî ve Şebisterî’den Şem ve Pervane, İstanbul: İnsan Yay., 1995.
Kanar, Mehmet, Yûsuf-ı Meddâh, Varka ile Gülşâh, İstanbul: Say Yay, 2011.
Kanar, Mehmet, Cem Sultan, Hurşîd ile Cemşîd, İstanbul: Say Yay., 2011.
Kanar, Mehmet, Mes’ûd bin Ahmed, Süheyl ile Nevbahâr, İstanbul: Say Yay., 2011.
Kanar, Mehmet, Fuzûlî, Leylâ ile Mecnûn, İstanbul: Say Yay., 2011.
Kanar, Mehmet, Şeyhî, Hüsrev ile Şîrîn, İstanbul: Say Yay., 2011.
Kanar, Mehmet, Hasan Ziyâ’î, San’ân Şeyhi, İstanbul: Say Yay., 2011.
Kanar, Mehmet, Yahyâ Bey, Yûsuf ile Züleyhâ, İstanbul: Say Yay., 2011.
Kanar, Mehmet, Ahmedî, İskender-nâme, İstanbul: Say Yay., 2011.
Kanar, Mehmet, Lâmi’î Çelebi, Ferhâd ile Şîrîn, İstanbul: Say Yay., 2012.
Kaplan, Mahmut, Hayriyye-i Nâbî [İnceleme-Metin], Ankara: Atatürk Kültür Merkezi
Yay., 1995.
Kaplan, Mahmut, Ahlâk Kitaplarımız, Malatya, 2002.
Kaplan, Mahmut, Deh Murg-ı Şemsî [İnceleme-Metin-Sözlük], Manisa: Celal Bayar Üni-
versitesi Vakfı, 2003.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 635
Kara, Mehmet, Bir Başka Açıdan Kutadgu Bilig, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., 1998.
Karaarslan, Mehmet, Hacı Nureddin Efendi Maktel-i Hüseyin, İstanbul: Önsöz Yayın-
cılık, 2012.
Karabey, T., M. Vanlıoğlu ve M. Atalay, Şeyh Gâlib, Şerh-i Cezîre-i Mesnevî, Erzurum:
Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Yay., 1996.
Karabey, Turgut, Gülşen-i Râz, Şeyh Mahmûd-ı Şebüsterî, Erzurum: Fenomen, 2007.
Karabulut, Ali Rıza - Ramazan Yıldız, Gülzâr-ı Ma’nevî ve İbrahim Tennûrî, Ankara,
1978.
Karabulut, Ali Rıza - Rasim Deniz, Şeyh İbrahim Tennurî Divanı - Gülşen-i Niyâz, Kay-
seri: Kayseri’de Müzeleri, Eski Eserleri ve Turizmi Sevenler Dernaği Yay., 1983.
Karacan, Turgut, Nev’î-zâde Atâyî, Heft-hvân Mesnevisi [İnceleme-Metin], Ankara: Ata-
türk Üniversitesi Yay., 1974.
Karacan, Turgut, Sâbit, Edhem ü Hümâ, Sivas, 1990.
Karacan, Turgut, Derenâme (ya da) Hâce-i Fesâd ve Söz Ebesi, Sâbit, Sivas, 1990.
Karacan, Turgut, Sâbit, Amrü’l-leys, Sivas, 1990.
Karacan, Turgut, Sâbit, Zafer-nâme, Sivas: Cumhuriyet Üniversitesi. Yay., 1991.
Karahan, Abdülkadir, Câmi’nin Erbaîn’i ve Türkçe Tercümeleri, İstanbul: Osmân Yalçın
Matbaası, 1952.
Karahan, Abdülkadir, İslâm-Türk Edebiyatında Kırk Hadis, Ankara: Diyanet İşleri Baş-
kanlığı Yay., 1991.
Karahan, Leyla, Erzurumlu Darîr, Kıssa-i Yûsuf [Yûsuf u Züleyhâ], Ankara: Türk Dil Ku-
rumu Yay., 1994.
Kartal, Ahmet, Şeyh Baba Yûsuf Sivrihisarî, Mevhûb-ı Mahbûb [İnceleme-Metin-İndeks-
Sözlük], Eskişehir: Eskişehir Yunus Emre Kültür, Sanat ve Turizm Vakfı Yay., 2000.
Kartal, Ahmet, Tuhfe-i Remzî (Manzum Farsça-Türkçe Sözlük), Ankara: Akçağ Yay.,
2003.
Kavruk, Hasan, Türkçe Mesnevîlerde Sebeb-i Te’lîf [Eser Yazma Sebebi], Malatya, 2003.
Kaya, İ. Güven, Derviş Şemsi and his Mesnevi Deh Murg [Textual Analysis, Critical Edi-
tion and Facsimile], Harvard Universty: Sources of Oriental Languages and Litera-
tures, 1997.
Kazan Nas, Şevkiye, Celîlî’nin Leylâ vü Mecnûn Mesnevisi [İnceleme-Metin], Isparta: Fa-
külte Kitabevi, 2011.
Kazan Nas, Şevkiye, Celîlî’nin Hüsrev ü Şîrîn Mesnevisi [İnceleme-Metin], Isparta: Fa-
külte Kitabevi, 2011.
Keçeci-zâde İzzet Molla, Gülşen-i Aşk, İstanbul, 1265.
Keçeci-zâde İzzet Molla, Mihnet-keşân, İstanbul, 1269.
Kesikbaşın İntikamı, İstanbul: Sağlam Kitabevi, trhs.
Kemikli, Bilal, Oğlanlar Şeyhi İbrahim, Müfîd ü Muhtasar, İstanbul: Kitabevi, 2003.
Kesik, Beyhan, Dervîş Paşa, Murâd-nâme, Giresun, 2009.
Kılıç, Atabey, Mürîdî ve Pend-i Ricâl Adlı Mesnevîsi [İnceleme-Tenkitli Metin-Dizin], Kay-
seri: Laçin Yay., 2001; 2. baskı, Mürîdî ve Pend-i Ricâl Mesnevîsi [İnceleme-Tenkitli
Metin-Dizin], İzmir: Akademi Kitabevi, 2005.
Kırbıyık, Mehmet, Yûsuf Hâlis, Miftâh-ı Lisân Manzum Fransızca-Türkçe Sözlük, Konya:
Beşir Kitabevi, 2007.
Kırbıyık, Mehmet, Avnî, Tuhfetü’l-hukkâm, Konya: Tablet Basım Yayın, 2008.
636 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Kız Mevlidi [Dâsitân-ı Kız], İstanbul 1332.
Kilisli Rif’at - Veled Çelebi, Şeyh Mes’ûd bin Osmân, Ferheng-nâme-i Sa’dî Tercümesi, İs-
tanbul: Matbaa-i Âmire, 1340-1342.
Kocatürk, Saadettin, Gülşehrî ve Feleknâme, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.,
1982; 2. Baskı, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., 2000.
Kocatürk, Saadettin, Gülşehrî ve Felek-nâme [İnceleme ve Metin], Ankara: AÜ Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi Yay., 1984.
Kocatürk, Vasfi Mahir, Fuzûlî, Leylâ İle Mecnûn (Çeviri), İstanbul: Ahmet Halit Kita-
bevi, 1940.
Kocatürk, Vasfi Mahir, Şeyh Gâlip-Hüsn ile Aşk, İstanbul: Ahmet Halit Kitabevi, 1944.
Kocatürk, Vasfi Mahir, Hüsn ü Aşk’ın Bugünkü Dille Nesre Çevirisi, İstanbul, 1944.
Kocatürk, Vasfi Mahir, Taşlıcalı Yahyâ Bey, Yûsuf u Zelihâ, İstanbul, 1944.
Kortantamer, Tunca, Nev’î-zâde Atâyî ve Hamse’si, İzmir: Ege Üniversitesi Edebiyat Fa-
kültesi Yay., 1997.
Köksal, M. Fatih, Dervîş Hayâlî, Ravzatü’l-envâr, İstanbul: Kitabevi, 2003.
Köksal, M. Fatih, Yenipazarlı Vâlî, Hüsn ü Dil [İnceleme-Tenkitli Metin], İstanbul: Kita-
bevi, 2003.
Köksal, M. Fatih, Mevlid-nâme, Türk Edebiyatında Mevlid Türü ve Yeni Mevlid Metin-
leri, Kırşehir, 2010.
Köktekin, Kâzım, Seyyid Ahmed Mîrzâ, Taaşşuknâme [İnceleme - Metin - Dizin - Tıpkı-
basım], Erzurum, 2000.
Köktekin, Kazım - Abdülbaki Çetin, Yusuf Emirî, Dehname [İnceleme-Metin-sözlük-
Tıpkıbasım], Erzurum: Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, 2001.
Köktekin, Kâzım, Yûsuf-ı Meddâh, Varka ve Gülşâh, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.,
2007.
Kurnaz, Cemal - Mustafa Tatcı, Hüseyin Vassaf, Mevlid [Süleymân Çelebi ve Vesiletü’n-
necat], 2. baskı, Ankara: Akçağ Yay., 1999.
Kutlar, Fatma Sabiha, Ûdî, Mâ-cerâ-yı Mâh, Ankara: Öncü Kitap, 2005.
Kutluk, İbrahim, Kutb-nâme, İstanbul, 1970.
Kutsan, Selim, Fuzûlî’den Leyla İle Mecnun, İstanbul: Akabe Yay., 1988.
Kuzubaş, Muhammet, Nev’îzâde Atâyî’nin Nefhatü’l-ezhâr Mesnevîsi, Samsun: Deniz
Kültür Yay., 2005.
Kuzubaş, Muhammet, Mahzen-i Esrâr ile Nefhatü’l-ezhâr Mukayesesi, Samsun: Deniz
Kültür Yay., 2005.
Kuzubaş, Muhammet, Sâkînâme (Nev’î-zâde Atâyî), İstanbul: Etüt Yay., 2009.
Kuzubaş, Muhammet, Kıssa-i Yûsuf u Zelîhâ, Oflu Bilâl Efendi, İstanbul: Karadeniz Der-
gisi Yay., 2010.
Külekçi, Numan, Hakanî Mehmed Bey, Hilye, Erzurum, 1987.
Külekçi, Numan, Şâhidî İbrâhîm Çelebi, Gülşen-i Vahdet, Ankara: Akçağ Yay., 1996.
Külekçi, Numan, Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig, İstanbul, 1998, 2005.
Külekçi, Numan, İbn İsâ Saruhanî, Esmâ-i Hüsnâ Şerhi, Ankara: Akçağ Yay., trhs.
Külekçi, Numan, XI-XX. Yüzyıllar El Yazması Metinler ve Özetleriyle Mesnevi Edebiyatı
Antolojisi, 2 c., Erzurum: Aktif Yayınevi, 1999.
Külekçi, Numan, Tursun Fakih, Gazâvât-ı Resûlullâh [İnceleme-Metin-Sözlük-Tıpkıbasım],
İstanbul: Toker Yay., 2002.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 637
Külekçi, Numan ve Turgut Karabey, Tuhfe [Farsça - Türkçe Manzum Sözlük], Erzurum:
Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, 1990.
Kültüral, Zuhal ve Latif Beyreli, Şerîfî, Şehnâme Çevirisi, Ankara: Türk Dil Kurumu
Yay., 1999.
Kültüral, Zühal, Şerîfî, Yûsuf u Züleyhâ, İstanbul, 2001.
Kürkçüoğlu, Kemâl Edib, Beng ü Bâde, Fuzûlî, İstanbul: Maarif Basımevi, 1955.
Kürkçüoğlu, Kemâl Edib, Kırk Hadis Tercümesi, İstanbul, 1951.
Lâmi’î Çelebi, Bursa Şehrengizi, İstanbul: Vilâyet Matbaası, 1288.
Levend, Agâh Sırrı, Nâbî’nin Sûr-nâmesi, İstanbul, 1944.
Levend, Agâh Sırrı, Atâ’î’nin Hilyetü’l-efkâr’ı, Ankara, 1948.
Levend, Agâh Sırrı, Gazavât-nâmeler ve Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavât-nâmesi, Ankara:
Türk Tarih Kurumu Yay., 1956.
Levend, Agâh Sırrı, Türk Edebiyatında Şehr-engizler ve Şehr-engizlerde İstanbul, İstanbul:
İstanbul Fethi Derneği İstanbul Enstitüsü Yay., 1957.
Levend, Agâh Sırrı, Süheyl ü Nevbahâr, Hoca Mes’ûd [Tıbkıbasım], Ankara, 1957.
Levend, Agâh Sırrı, Arap, Fars ve Türk Edebiyatlarında Leylâ ve Mecnûn Hikâyesi, An-
kara: Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 1959.
Levend, Agâh Sırrı, Ali Şîr Nevâî, Hamse [c. III], Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., 1967.
Lugal, Necati - Oscar Recher, Das Türkischen dichters Fuzuli Poem “Layla-Magnun” und
die gereimte Erz ählung “Benk ü Bade” (haşiş und Wein) nach dem Druck I, İstan-
bul, 1943.
MacCallum, F. Lyman, The Mevlidi Sherif, Londra: John Murray, 1943.
Mansuroğlu, Mecdut, Sultan Veled’in Türkçe Manzumeleri, İstanbul: İstanbul Üniversi-
tesi Edebiyat Fakültesi Yay., 1958.
Mazıoğlu, Hasibe, Ahmed Fakih, Kitâbu Evsâfı Mesâcidi’ş-şerîfe, Ankara: Türk Dil Ku-
rumu Yay., 1974.
Medîne-i Münevvere Kâdî-i Esbakı Ahmed Râşid, Pend-nâme-i Lokmân Hekîm Terceme-i
Manzûmesi, İstanbul, 1324.
Mehmed Fevzî Efendi, Enverü’l-kevâkib fî-Leyleti’r-regâ’ib, İstanbul, 1316.
Mehmed Şâkir, Tursun Fakı, Muhammed Hanefî Cengi, İstanbul, 1933.
Mehmed Şâkir, Manzum Kız Mevlidi, İstanbul: Bozkurt Kitabevi, 1947.
Meriç, Münevver Okur, Cem Sultan Cemşid ü Hurşid [İnceleme - Metin], Ankara: Ata-
türk Kültür Merkezi Başkanlığı Yay., 1997.
Mevlânâ, Mesnevi-yi Ma’nevî, Te’lîf: Celâleddîn Muhammed bin Muhammed bin el-
Huseyn el-Belhî er-Rûmî, Reynold A. Nicholson (hzr.), 3 c., Tehrân, 1370.
Mevlânâ, Mesnevi-yi Ma’nevî, Te’lîf: Celâleddîn Muhammed bin Muhammed bin el-
Huseyn el-Belhî sümme er-Rûmî, hzr. Reynold A. Nicholson, Heşt Cild, Leiden,
1925-1940.
Mevlâna, Mesnevî, çev. Veled İzbudak, gözden geçiren Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul:
Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Yay., 1988.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, MESNEVÎ (Faksimile Basım), Ankara: Kültür Bakanlığı
Yay., 1993.
Mordtmann, J. H., Suheil und Nevbehâr, Romantisches Gedicht des Mes’ûd bin Ahmed (8.
Jhdt. D. H.), Hannover, 1925.
Muhammed Bican, Muhammediyye, İstanbul, 1300.
638 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Mustafa Fevzi, Vahdet-i Vücûd Meselesi, çevriyazı ve Türkçesi: Mahmut Kanık - Fatma
Z. Kavukçu, Ankara: Hece Yay., 2003.
Mustafa Fevzî b. Nu’mân, Mir’âtü’ş-şühûd fî-Mes’eleti Vahdeti’l-vücûd, İstanbul: Matbaa-i
Ahmed İhsan ve Şürekâsı, 1320/1902.
Mükrimin Halîl, Düstûr-nâme-i Enverî, İstanbul: Türk Târîh Encümeni Külliyyâtı,
1928.
Mükrimin Halîl, Düstûr-nâme-i Enverî: Medhal, İstanbul, 1930.
Nâbî, Hayriyye, İstanbul, 1292.
Nâbî, Hayriyye-i Nâbî, İstanbul, 1307.
Nadjib, E. N., Horezmî, Muhabbet-nâme, Moskova, 1961.
Nâyî Osmân Dede, Mi’râcü’n-nebî, Eş-Şeyh Ali Galib İstanbul: Şirket-i Mürettibiye Mat-
baası, 1310.
Neşâtî Ahmed Dede, Hilye-i Enbiyâ, İstanbul, 1876.
Nevâî Mîr Ali, Hamse, Hive, 1295.
Nevâî Mîr Ali, Hamse, Taşkent, 1321.
Noyan, Bedri, Hacı Bektaş Velî Velâyetnâmesi [İlk Velâyetnâme], Aydın, 1986.
Noyan, Bedri (Dedeba), Âşıkpaşa-yı Velî, Garîbnâme, Ankara: Ardıç Yay., 1998.
Ocak, A. Y. - İ. E. Erünsal, Elvan Çelebi Menâkibu’l-kudsiyye fî-Menâsibi’l-ünsiyye [Baba
İlyas-ı Horasânî ve Sülâlesinin Menkabevî Tarihi], 1. baskı, İstanbul: İstanbul Üni-
versitesi Edebiyat Fakültesi Yay., 1984; 2. baskı Ankara, 1995.
Okay, Orhan - Hüseyin Ayan, Şeyh Galip, Hüsn ü Aşk, 1. baskı, İstanbul: Dergâh Yay,
1975; 2. Baskı, İstanbul, 1992.
Okuyucu, Cihan, Hilmî, Bahrü’l-kemâl [Transkribe Metin], Kayseri: Erciyes Üniversi-
tesi Yay., 1995.
Olgun, İbrahim - İ. Parmaksızoğlu, Kutb-nâme, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay.,
1980.
Olgun, Tahir, Germiyanlı Şeyhî ve Harnâmesi, Giresun 1949.
Onan, Necmettin Halil, Fuzûlî, Leylâ ile Mecnûn, İstanbul: Maarif Basımevi, 1956.
Onur, M. Naci, Hamdullah Hamdi, Yusuf ve Züleyha [İnceleme - Seçmeler], Ankara: Er-
tan Matbaacılık, 1986.
Onur, M. Naci, Hamdî, Yusuf u Züleyhâ, Ankara: Akçağ Yay., 1991.
Osmân Nevres Efendi, Destâr-ı Hayâl, İstanbul: Matba’a-i Âmire, 1279.
Oytan, Mustafa, Mevlidi Ali, Eskişehir: Uğur Ofset, 1956.
Önder, Mehmet, Mevlânâ, Mesnevî’den Hikâyeler, 3. baskı, Ankara: Türkiye İş Bankası
Kültür Yay., trhs.
Önder, Mehmet, Mevlâna’dan Güldeste, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., 1990.
Öz, Yusuf, Tuhfe-i Şâhidî ve Şerhleri, Konya, 1999.
Özcan, Abdülkadir, Âsafî Dal Mehmed Çelebi, Şecâ’at-nâme [Özdemiroğlu Osmân Paşa’nın
Şark Seferleri], İstanbul: Çamlıca Basım Yayın, 2006.
Özden, Hilmi, Kutadgu Bilig’de Ahlâk Kavramı ve Tıp Etiğine Etkisi, İstanbul, 2007.
Özden, Menteş, Manisa Kütüphanesi’ndeki Türkçe Mesnevîler Kataloğu, İstanbul, 1972.
Özder, M. Adil, Ölümünün 100. yılında Yusufelili Âşık Muhibbî ve Mevlid-i Şerîf, Art-
vin, 1968.
Özkan, Mustafa, Cinânî Cilâ’u’l-kulûb [Giriş-İnceleme-Metin-Sözlük], İstanbul, 1990.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 639
Öztahtalı, İbrahim İmran, Lami’i Çelebi ve Lügat-i Manzumu [Tuhfe-i Lami’i], Bursa:
Gaye Kitabevi, 2001.
Öztekin Ali, Gelibolulu Mustafa Âlî, Câmi’u’l-buhûr der-Mecâlis-i Sûr [Edisyon Kritik ve
Tahlil], Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay., 1996.
Öztekin, Nezahat, Bekâyî’nin Gül ü Bülbül’ü İle Fazlî’nin Gül ü Bülbül’ünün Karşılaştırıl-
ması (Bekâyî’nin Gül ü Bülbül’ünün Metni ve İncelemesi), İzmir 2000.
Öztekin, Nezahat, Mevlânâ’nın Mesnevi’sindeki Hikâyelerin XIII - XV. Yüzyıl Andolu Mes-
nevilerine Etkisi, İzmir, 1998; 2. Baskı, İzmir: Ege Üniversitesi Yay., 2000.
Öztekin, Nezahat, Bekâyî’nin Gül ü Bülbül’ü ile Fazlî’nin Gül ü Bülbülü’nün Karşılaştırıl-
ması [Bekâyî’nin Gül ü Bülbülü’nün Metni ve İncelemesi], İzmir, 2000.
Öztekin, Nezahat, Fazlî, Gül ü Bülbül, İzmir: Akademi Kitabevi, 2002.
Öztoprak, Nihat, Refî, Cân u Cânân, İstanbul: Türk Gençlik Vakfı Yay., 2000.
Öztürk, Ali (1996), Ötüken Türk Kitabeleri, İstanbul.
Öztürk, Necdet, Hadîdî, Tevârîh-i Âl-i Osmân (1299-1523), İstanbul, 1991.
Öztürk, Necdet, XV. Yüzyıl Tarihçilerinden Kemâl, Selâtîn-nâme [1299-1490], Ankara:
Türk Tarih Kurumu Yay., 2001.
Öztürk, Necdet, Fatih Devri Kaynaklarından Düstûr-nâme-i Enverî [Osmanlı Tarihi Kısmı
(1299-1465)], İstanbul: Kitabevi, 2003.
Öztürk, Zehra, Hamdu’llah Hamdî’s Mesnevî Yûsuf ve Zelîhâ, Part I: Critical Edition, Part
II: Textual Analysis and Facsimile, Harvard, 2001.
Özyıldırım, Ali Emre, Keçeci-zâde İzzet Molla ve Mihnet-keşân, 2 c., Harvard Üniversi-
tesi Yakındoğu Dilleri ve Medeniyetleri Bölümü, 2007.
Pala, İskender, Leylâ ile Mecnûn, İstanbul: Timaş Yay., 1998.
Pala, İskender, Hayriye-i Nâbî, İstanbul: Bedir Yayınevi, 1989; 2. baskı, İstanbul: L& M
Yay., 2003.
Pala, İskender, Hilye-i Sa’âdet, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay., 1991; 2. Baskı, İstan-
bul: L&M Yay., 2002.
Pfizmaier, August, Die Verherrlichung der Stadt Bursa: Eine Reihe Türkischer Gedichte
von Lâmy’y, Wien, 1839.
Peker, Kemal, Sohbetü’l-esmâr ve Fındık, İstanbul, 1960.
Pekolcay, Necla, Süleymân Çelebi, Mevlid: Vesîletü’n-necât, İstanbul: Dergâh Yay., 1992.
Pekolcay, Necla, Mevlid, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay., 1993.
Pektaş, Muhittin, Fuzuli’nin Leyla ve Mecnun Mesnevisinin Metin Kırılması Yöntemiyle
Çözümlenmesi, İzmir, 2006.
Poyraz, İrfan (2007), İsmail Hakkı Bursevî (K.S.), Mi’râciye, Bursa: Sır Yayıncılık.
Pyenkovski, Liyev, Ferhâd u Şirin, Alî Şîr Nevâî, Moskova, 1946-56.
Radloff, Wilhelm, Kutadku Bilik, Facsimile der Uigurischen Handschrift der K. K. Hofbib-
liothek in Wien, St. Petersburg, 1890.
Radloff, Wilhelm, Das Kutadku Bilik des Jûsuf Chass-hadschib aus Bälasagun, Theil I,
Der Text in Transcription, St Petersburg, 1891.
Radloff, Wilhelm, Das Kutadku Bilik des Jûsuf Chass-hadschib aus Bälasagun, Theil II,
Text und Übersetzung nach den Handschriften von Wien und Kairo, St Petersburg,
1900-10.
Rızâ, Musahhah Mevlid-i Şerîf, İstanbul: Mahmûd Bey Matbaası, 1322.
640 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Sabuncu, Zeynep, Va’dî’nin Firûz u Dil-efrûz Mesnevîsi [İnceleme-Metin-Tıpkıbasım], İs-
tanbul: Simurg Yay., 2006.
Sabir, Muhammed, Ali Şir Nevâî’nin Hayretü’l-ebrâr Mesnevisi Hakkında Araştırmalar,
İstanbul, 1996.
Sâbit, Zâfer-nâme-i Sâbit, İstanbul: Matbaa-i Ebu’z-ziyâ, 1299.
Sadîk, Hüseyin Muhammed-zâde, Gülşen-i Râz-ı Şebüsterî be-Rivâyet-i Türkî ez-Elvân-ı
Velî-i Şîrâzî, Tahran, 1381.
Sağman, Ali Rızâ, Mevlid Nasıl Okunur ve Mevlidhânlar, İstanbul: Fakülteler Matba-
ası, 1951.
Saltık, Gazâlî, Süleymân Çelebi ve Mevlid’i Hakkında Bir Tedkik, İstanbul: Bozkurt Ba-
sımevi, 1947.
Samoyloviç, Aleksandr N., Iransky geroiçeskiy epos u literaturah türkskih naradov Sred-
ney Azii [Firdevsi 934), Leningrad, 1934.
Sarıateş, Kamil, Mevlid-i Nebevî, [Mevlid ve Hatay Mevlidi adıyla hzr. Mehmet Tekin],
Antakya, 1990.
Sertkaya, Ayşegül, Ta’aşşuk-nâme, Eleazar Birnbaum Nüshası [Giriş-Tıpkıbasım-Metin-
Tercüme-Dizin-Açıklamalar], İstanbul: Çantay, 2002.
Sevgi, Ahmet, Tuhfetü’l-islâm, Merdümî, Manzum Kırk Âyet ve Kırk Hadis Tercümesi,
Konya: Selçuk Üniversitesi Yay., 1993.
Sevgi, Ahmet, Mollâ Câmî’nin Erba’în’i ve Manzum Türkçe Tercümeleri, Konya, 2000.
Sevinçli, Veysi, Letâyifnâme [İnceleme-Metin-Sözlük-Tıpkıbasım], İstanbul: Töre Yayın
Grubu, 2007.
Seyhan, Tanju Oral, Bâbür Mîrzâ, Zahîrü’d-dîn Muhammed, Mübeyyen der-Fıkh [Giriş-
Metin-Dizin-Tıpkıbasım], İstanbul, 2004.
Shepherd, V. M., The Turkish Mystical Poet Gülşehrî with Particular Reference to His Man-
tiq al-Tayr, Cambridge, 1979.
Sılay, Kemal, Ahmedî, Tâceddîn İbrâhîm bin Hızır, Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osmân Gazv-i
Îşân bâ-Küffâr = History of the Kings of the Ottoman lineage and Their Holy Raids
Against the İnfidels, Cambridge, 2004.
Sırrî Abdülbâkî Dede, Manzûme-i Mi’râc, nşr. Tâhirü’l-mevlevî, İstanbul: Asır Matba-
ası, 1317.
Silahdaroğlu, Fikri, Yusuf Has Hacip-Günümüz Türkçesi ile Kutadgu Bilig Uyarlaması,
Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1996.
Smith, Grace Martin, Yusuf-ı Meddâh, Varka ve Gülşâh A. Fourtenth Century Anatolian
Turkish Mesnevi, Leiden: E. J. Brill, 1976.
Subaşı, Yunus, Yunus Emre Divanı ve Risâletü’n-nushiyye, Ankara: Hisar Yayınevi,
1983.
Sultan Veled, Bahâeddin, Şerh-i Aşk-nâme-i Hazret-i Bahâeddin Veled, şârihi Hâlid, İs-
tanbul: Mihran Matbaası, 1305.
Sultan Veled, Behâe’d-dîn Mevlânâ Celâle’d-dîn Muhammed bin Huseyn-i Belhî, Veled-
nâme [Mesnevi-yi Veledî], bâ-Tashîh u Mukaddime-i Celâl Humâî, Tehrân, 1315.
Sungur, Necati, Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi, Heves-nâme [İnceleme-Tenkitli Metin], Ankara:
Türk Dil Kurumu Yay., 2006.
Süleyman Celâleddîn, Mevlûd-ı Cenâb-ı Ali (KV), Dersaadet: Mahmud Bey Matbaası,
1308/1891.
Sünbülzâde Vehbî, Lutfiyye-i Vehbî, İstanbul, 1252.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 641
Sünbülzâde Vehbî, Dîvân-ı Vehbî [Lutfiyye-i Vehbî], Kahire: Bulak Matbaası, 1253.
Sünbülzâde Vehbî, Şevk-engîz, İstanbul, 1253.
Sünbülzâde Vehbî, Lutfiyye-i Vehbî, İstanbul, 1276.
Sünbülzâde Vehbî, Şevk-engîz, İstanbul, 1286.
[Şâhidî] İbrahim, Gülşen-i Tevhîd, Hicrî 8. Yüzyıl, çev. Midhat Bahari Beytur, İstanbul:
İnkılâp ve Aka, 1967.
Şahinoğlu, M. Nazif, Nuvîdi-yi Şîrâzî ve Salâmân u Absâl’ı, Türdav Ofset Tesisleri,
1981.
Şçerbak, A. N., Oğuz-nâme, Muhabbet-nâme, Moskova, 1959.
Şehsuvaroğlu, Bedii N., Şair ve Hekim Ahmedî, İstanbul, 1954.
Şeker, M. Fatih, Türk Düşünce Tarihi Açısından Kutadgu Bilig, İstanbul: Dergâh Yay.,
2011.
Şemsiev, Parsa, Alişer Navoiy, Ferhâd u Şirin, Taşkent, 1959-1960.
Şemsiyev, Parsa - Hadi Zarif, Alişer Navoiy, Ferhâd u Şirin, Taşkent, 1963.
Şener, H. İbrahim, Gelibolulu Mustafa Âlî’nin Tuhfetü’l-uşşâk Mesnevîsi [Giriş-Tahlil-
Metin], İzmir, 1994.
Şener, H. İbrahim, Halîlî ve Ravzatü’l-îmân Mesnevîsi, İzmir, 1999.
Şentürk, Ahmet Atillâ, XVI. Asra Kadar Anadolu Sahası Mesnevilerinde Edebî Tasvirler,
İstanbul: Kitabevi, 2002.
Şerî’at, Muhammed Cevâd, Keşfu’l-ebyât-i Mesnevî, Çâp-i Evvel, İsfehan, 1363.
Şeyh Fahruddîn İbrâhîm Hemedânî, Külliyât-i Dîvân [Kasâyid, Gazeliyyât, Terci’iyyât,Terkîbât,
Mukatte’ât, Musellesât, ‘Uşşâk-nâme yâ Deh-nâme, Rubâ’iyyât, Leme’ât ve İstilâhât-i
‘İrfânî-yi ‘İrâkî], (Mukaddime-i Sa’îd Nefîsî), Tehrân, 1373.
Şeyh Gâlib, Dîvân-ı Şeyh Gâlib (Hüsn ü Aşk), Kahire: Bulak Matbaası, 1252.
Şeyh Gâlib, Hüsn ü Aşk, İstanbul: Matbaa-i Ebuzziya, 1304.
Şeyh Gâlib, Hüsn ü Aşk, (Tâhirü’l-Mevlevî baskısı), İstanbul: Mahfil Mecmuası Yay.,
1341.
Şişman, Bekir - Muhammet Kuzubaş, Şehnâme’nin Türk Kültür ve Edebiyatına Etkileri,
İstanbul: Ötüken, 2007.
Taeschner, F., Kerâmât-ı Ahî Evran, Leipzig, 1930.
Taeschner, F., Gülschehris Mesnevî Auf Achi Evran, den Heiligen von Kırschehir und Pat-
ron der türkischen Zünfte, Wiebaden, 1955.
Külekçi, Numan, Tursun Fakih, Gazavat-ı Resulullah [İnceleme-Metin-Sözlük-Tıpkıbasım],
İstanbul: Toker Yay., 2002.
Tandırcı Alıcı, Gülcan, Mevlid, Mar’aşî Kurâ-zâde Nâdirî (Hayatı, Edebî Şahsiyeti ve Eser-
leri), Kahramanmaraş: Ukde, 2009.
Taş, Hakan, Şeyyad Hamza, Yûsuf u Zelîhâ, İstanbul, 2008.
Taş, İbrahim, Kutadgu Bilig’de Söz Yapımı, Ankara, 2009.
Taşlıcalı Yahyâ, Hikâye-i Manzûme-i Şâh u Gedâ, İstanbul: Tatyos Divitçiyan Matba-
ası, 1284.
Taşlıcalı Yahyâ, Menâkıb-ı Hz. Yûsuf (a.s.) ve Zelîhâ, İstanbul.
Tatçı, Mustafa, Yunus Emre Divanı III [Risâletü’n-nushiyye - Tenkitli Metin], Ankara: Kül-
tür Bakanlığı Yay., 1990.
Tatçı, Mustafa, Niyâzî, Mansûr-nâme, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yay., 1994.
642 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Tatçı, Mustafa ve Cemâl Kurnaz, Muslihiddîn Vahyî-i Şabanî, Mi’râcü’l-beyân -Mi’racın
Tasavvufi Boyutu-, Ankara, 1999.
Tatçı, Mustafa, Cemâl Kurnaz ve Yaşar Aydemir, Giritli Salacıoğlu Mustafa ve Mesnevî-
leri, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., 2001.
Tatçı, Mustafa, Musa Yıldız ve Kaplan Üstüner, Hüseyin Vassâf, Mevlid Şerhi [Gülzâr-ı
Aşk], İstanbul: Dergâh Yay., 2006.
Tekin (Alpay), Gönül, Şem ü Pervâne, Feyzî Çelebi, A Seventeenth Century Ottoman Mesnevî
in Syllabic Meter; Text, Interpretation and Facsimile, Harvard Universty, 1991.
Tekin (Alpay), Gönül (1992), Ahmed-i Dâ’î, Çengnâme; A Critical Edition and Textual
Analysis, Sources of Oriental Languages and Literatures Vol. 16, Cambridge Mass.:
Harvard University.
Tepeli, Yusuf, Yemînî, Derviş Mehmed, Fazîlet-nâme [Giriş-İnceleme-Metin-Gramatikal
Dizin], 2 c., Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., 2002.
Tezcan, Nuran, Lâmi’s Gûy u Çevgân, Supplementband 35, Stuttgart: Franz Stainer Ver-
lag, 1994.
Tezcan, Semih, Süheyl ü Nevbahâr Üzerine Notlar, Ankara: Simurg, 1994.
Timurtaş, Faruk K., Şeyhî Hayatı ve Eserleri -Eserlerinden Seçmeler-, İstanbul: İstanbul
Üniversitesi Yay., 1968.
Timurtaş, Faruk K., Şeyhî ve Husrev ü Şîrin’i [İnceleme - Metin], İstanbul: İstanbul Üni-
versitesi Yay., 1980.
Timurtaş, Faruk K., Şeyhî’nin Harnâme’si, İstanbul: Edebiyat Fakültesi Yay., 1981.
Timurtaş, F. K., Mevlid, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yay., 1990.
Tokatlı, Ümit, Pîr Mehmed b. Evrenos b. Nûreddin Za’îfî, Kitâb-ı Bostân-ı Nasâyih, Kay-
seri: Erciyes Üniversitesi Yay., 1996.
Tören, Hatice, Ali-Şir Nevayi, Sedd-i İskenderî [İnceleme-Metin], Ankara: Türk Dil Ku-
rumu Yay., 2001.
Tulum, Mertol, Tarihî Metin Çalışmalarında Usul, Menâkıbu’l-kudsiyye Üzerinde Bir De-
neme, İstanbul, 2000.
Tuman, Nail, İstanbul Kütüphaneleri Türkçe Hamseler Kataloğu, İstanbul: Millî Eğitim
Bakanlığı Yay., 1961.
Tursun Fakı, Muhammed Hanefî Cengi, nşr. Mehmet Şâkir, İstanbul, 1933.
Türk Kültürü [Kutadgu Bilig Özel Sayısı], c. IX, sy. 98, Ankara: Türk Kültürünü Araş-
tırma Enstitüsü, 1970.
Türk, Vahit, Hatiboğlu, Bahrü’l-hakâyık, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., 2009.
Türkmen, Erkan, The Essence of Rumi’s Masnavi, Ankara, 1995.
Uğur, Ahmet, Mustafa Çuhadar ve Ahmet Gül, Şükrî-i Bitlisî, Selîm-nâme, İstanbul: İsis
Yay., 1995.
Uluhan, Çoban Hıdır, Kerküklü Şair Nevrûzî, Yusuf ile Züleyha, 2 cilt, Ankara: Türk Dil
Kurumu Yay., 2007.
Uraz, Murat, Mevlit ve İzahı, İstanbul: Türk Neşriyat Yurdu, 1956.
Usta, Veysel, Ahmed Rızâ Trabzonî, Manzûme-i Sivastopol, Ankara: Kültür Bakanlığı
Yay., 2000.
Uygur, Ceyhun Vedat, Kıvâmî, Fetihnâme, İstanbul: Yapı Kredi Yay., 2007.
Uzun, Mustafa, Dede Ömer Rûşenî, Ney-nâme, İstanbul, 1990.
Uzun, Mustafa, Dinî Edebiyatımızın Son Temsilcilerinden Mehmed Fevzî Efendi ve Dinî
Mesnevîleri, İstanbul, 1996.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 643
Ünver, İsmail, Ahmedî, İskender-nâme [İnceleme-Tıpkıbasım], Ankara: Türk Dil Ku-
rumu Yay., 1983.
Üstüner, Kaplan, Refî, Cân u Cânân [İnceleme-Metin], İstanbul: Millî Eğitim Bakan-
lığı Yay., 2003.
Üstüner, Kaplan, Gülzâr-ı Na’îm, Ankara, 2013.
Vambery, Hermann, Uigurische Sprachmonumente und das Kutadku Bilik, Insbruck,
1870.
Virmiça, Raif, Suzi ve Vakıf Eserleri, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., 2002.
Yahyâ Bey, Menâkıb-ı Hazret-i Yûsuf ‘Aleyh’is-selâm ve Zelîhâ, Tatyos Divitçiyan Matba-
ası, İstanbul, ts.
Yavuz, Kemal, Mevlânâ, Mesnevî-i Murâdiyye, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.,
1982.
Yavuz, Kemal, Garîb-nâme [Tıpkıbasım], c. I/1-2, II/1-2, İstanbul: Türk Dil Kurumu
Yay.
Yavuz, Kemal, Gülşehrî’nin Mantıku’t-tayr’ı (Gülşen-nâme) -Metin ve Günümüz Türkçe-
sine Aktarma-, 2 c., Ankara, 2007.
Yavuz, Kemal, Mu’înî’nin Mesnevî-i Murâdiyyesi I [Gramer ve Sözlük], II [Metin], Konya:
Selçuk Üniversitesi Mevlânâ Araştırma ve Uygulama Merkezi Yay., 2007
Yavuz, Kemal, Hâcib Böyle Dedi [Kutadgu Bilig’den Seçmeler], İstanbul: Mostar, 2012.
Yazar, İlyas, Ömer Fuadi, Hayatı-Edebi Kişiliği-Eserleri ve Bülbüliyye’sinin Edisyon Kritik
Metni, İstanbul: Hamle Yay., 2001.
Yazar, Sadık, Üsküdarlı Aşkî’nin İki Tasavvufî Mesnevîsi: Terceme-i Muhtâr-nâme ve
Menâzilü’s-sâlikîn, İstanbul: okurakademi, 2012.
Yekbaş, Hakan, Türk Edebiyatında Hz. Alî ve Fâtıma Mevlidleri, Ankara: Asitan Kitap,
2012.
Yekbaş, Hakan, Divan Şiirinde Ashab-ı Kehf ve Râşih’in Ashab-ı Kehf Mesnevisi, İstan-
bul: Kitabevi, 2013.
Yelten, Muhammet, Nev’î-zâde Atâyî, Sohbetü’l-ebkâr, İstanbul: İstanbul Üniversitesi
Yay., 1999.
Yeniterzi, Emine, Behiştî’nin Heşt Behişt Mesnevîsi, İstanbul: Kitabevi, 2001.
Yesirgil, Nevzat, Fuzûlî, Leylâ ve Mecnûn, İstanbul, 1958.
Yıldız, Âlim, Üç Bülbülden Gönüllerin Efendisine / Darende’de Okunan Üç Mevlid-i Şerif,
[Es-Seyyid Osmân Hulusi Efendi Vakfı], Ankara: Nasihat Yay., 2010.
Yıldız, Ayşe, Mustafa Çelebi, Varka and Gulşah, III c., Harvard: Harvard Universty.,
2009.
Yıldız, Ayşe, Çâkerî, Yûsuf u Züleyhâ, Ankara: hitabevi, 2013.
Yıldız, Hayret, Düstûr-nâme-i Enverî Mukaddimesi, İstanbul, 1929.
Yıldız, Osmân, Şeyyâd Hamza, Yûsuf u Zelîhâ (Destân-ı Yûsuf) [Giriş-İnceleme-Metin-
Dizinler], Ankara: Akçağ Yay., 2008.
Yılmaz, Ahmet, Na’tî Mustafa, Edhem ü Hümâ, (İnceleme-Metin), 2. baskı, Konya: Sel-
çuk Üniversitesi Yay., 2001.
Yılmaz, Ali, İbn-i Îsâ-yı Saruhanî ve Şerh-i Esmâ-i Hüsnâ’sı, Ankara, 1996.
Yılmaz, Kâşif, Güftî ve Teşrîfâtü’ş-şu’arâsı, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay., 2001.
Yılmaz, Nebi, Ahmed-i Rıdvân, Rıdvâniyye [Metin-Dizin-Tıpkıbasım], Ankara: Bizim
Büro, 2007.
644 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Yılmaz, Nuran, Ankaralı Hekim Nidâ’î, Genc-i Esrâr-ı Ma’nî [İnceleme-Metin], Kayseri:
Laçin Yay., 2009.
Yılmaz Önder, Sevim, Ümmî Îsâ’nın Mihr ü Vefâ Mesnevîsi, İstanbul: Ofis 2005 Yay.,
2013
Yöntem, Ali Canip, Fuzûlî, Leylâ ve Mecnûn, İstanbul: Devlet Matbaası, 1927.
Yuluğ, Melih, Ahmediyye Şerhi, İstanbul, 1979.
Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig [Tıpkıbasım - Viyana Nüshası], İstanbul: Türk Dil Ku-
rumu Yay., 1942.
Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig [Tıpkıbasım - Fergana Nüshası], İstanbul: Türk Dil Ku-
rumu Yay., 1943.
Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig [Tıpkıbasım - Mısır Nüshası], İstanbul: Türk Dil Ku-
rumu Yay., 1943.
Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig [Kahire Nüshası], Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., 1993.
Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, İstanbul: Antik Yay., 2008.
Yüksel, Hasan, H. İbrahim Delice ve İ. Hakkı Aksoyak, Eski Anadolu Türkçesine İlişkin
Bir Metin, İslâmî’nin Mesnevîsi, Sivas, 1996.
Yüksel, Sedit, Mehmed, Işk-nâme [İnceleme - Metin], Ankara: Ankara Üniversitesi Dil ve
Tarih - Coğrafya Fakültesi Yay., 1965.
Zajaczkowski, A., Najstarsza wersja turecka Husrev u Şîrîn Qutba, I (Metin), II (Faksi-
mile), III (Sözlük), Warszawa, 1958-1961.
Zajaczkowski, A., Husrev u Şirin [Tıpkıbasım], Warszawa: Pañstwowe Wydawnictwo
Naukowe, 1963.
Zajaczkowski, A., Poemat Iranski Husrev u Şirin wersji Osmanskotureckief Şeyhî, Wars-
zawa: Pañstwowe Wydawnictwo Naukowe, 1963.
Zarîf, Hâdî (1956), Alî Şîr Nevâî, Seb’a-i Seyyâre, Taşkent.
Zavotçu, Gencay, Bir Şair ve Bir Klasik Fazlî, Gül ü Bülbül [Mesnevî], Erzurum, 1995.
Zavotçu, Gencay, Türk Edebiyatında Hâb-nâme ve Ömer Fu’âdî’nin Hâbiyye Risâlesi, Ko-
caeli, 2007.

IV. Kitap Tanıtımları


Abdulkadiroğlu, Abdulkerim, “Türk Dil Kurumu’nun Abidevî Bir Yayını: Âşık Paşa, Garib-
nâme, Haz. Kemal Yavuz”, İlmî Araştırmalar, 2002, sy. 13, İstanbul, s. 223-25.
Açık, Nilgün, “Şâhidî İbrâhim Dede, Gülşen-i Vahdet, haz. Numan Külekçi”, Türk Dili,
sy. 551, s. 470-74.
Aksu, Cemal, “Fuzûlî: Leylâ ve Mecnûn, haz.. Muhammed Nur Doğan”, İlmî Araştırma-
lar, 1997, sy. 4, İstanbul, s. 227-28.
Aksu, Cemal, “14. Yüzyılda Türk Tarih ve Kültürü”, Cumhuriyet Kitap, 7 Mart 2002, sy.
629, s. 6.
Ambros, E., “Firdevsi-i Rumi, Kutb-nâme”, Wiener Zeitschrift der Deutschen Morgenlan-
dischen Gesellschaft, 1983, vol. 75, Leipzig, s. 256.
Argunşah, Mustafa, “Leyla Karahan, Erzurumlu Darîr, Kıssa-i Yûsuf (Yûsuf u Züleyhâ)
[İnceleme-Metin-Dizin] ”, Bir, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, 1996, sy. 6, s. 208-26.
Aslan, Üzeyir, “Değerlendirmeler: Amil Çelebioğlu, Türk Edebiyatında Mesnevi (XV. yy.’a
Kadar), İstanbul 1999, Kitabevi: 127, 411 s.”, Türklük Araştırmaları Dergisi, 2001, sy.
9, s. 177-80.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 645
Aslan, Üzeyir, “Hanife Dilek Batislam, Hasbihal-i Safi [İnceleme-Metin-Tıpkıbasım], Ki-
tabevi, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, 2003, sy. 9, s. 207-19.
Ateş, Ahmed, “Arap, Fars ve Türk Edebiyatlarında Leylâ ve Mecnûn Hikâyesi”, Türk Dili,
1960, c. IX, sy. 101, Şubat, s. 271-73.
Ateş, Ahmed, “Metin Tenkidi: Dâsitân-ı Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osmân Münasebeti İle”,
Türkiyat Mecmuası, 1939, sy. , s. 253-67.
Ceyhan, Âdem, “Vehbî, Lutfiyye [Metin Sadeleştirme ve Açıklamalar]: Süreyya Ali Bey-
zadeoğlu”, İlmî Araştırmalar, 1997, sy. 5, İstanbul, s. 299-309.
Çavuşoğlu, Mehmed, “Yûsuf-ı Meddah, Varka ve Gülşâh, A Fourteenth Century Ana-
tolian Turkish Mesnevî, Edited with translation and antroduction by Grace Martin
Smith”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1981,
sy. XXIII, s. 329-36.
Dankoff, Robert, “Reşid Rahmeti Arat, Kutadgu Bilig III [İndeks]”, Journal of Turkish Stu-
dies, Türklük Bilgisi Araştırmaları, 1979, vol. 3, s. 461-64.
Dara, Ramis, “Şeyh Galip, Hüsn ü Aşk”, Çağdaş Eleştiri, 1984, sy. III, s. 38-41.
Develi, Hayati, “Tursun Fakih’in Gazavatnamesi’nin Yayımı Üzerine”, Journal of Tur-
kish Studies, Türklük Bilgisi Araştırmaları: Kaf Dağının Ötesine Varmak, Festscrift
in Honor of Günay Kut, Essays Presented by Her Colleagues and Students II, 2003,
vol. 27, s. 33-39.
Dizdaroğlu, Hikmet, “Beng ü Bade”, Türk Dili, 1956, c. VI, sy. 61, Ekim, s. 49-51.
Dizdaroğlu, Hikmet, “Gazavat-nâmeler”, Türk Dili, 1957, c. VI, sy. 67, s. 410-12.
Dizdaroğlu, Hikmet, “Şehr-engizler”, Türk Dili, 1958, c. VII, sy. 81, Haziran, s. 476-78.
Dizdaroğlu, Hikmet, “Süleymân Çelebi ve Mevlid-i Şerif”, Türk Dili, 1958, c. VII, sy. 83,
Ağustos, s. 578-81.
Dizdaroğlu, Hikmet, “Gülşehrî’nin Mantıku’t-tayr’ı”, Türk Dili, 1959, c. VIII, sy. 88, Ocak,
s. 225-27.
Dizdaroğlu, Hikmet, “Leylâ ile Mecnûn Hikâyesi”, Türk Dili, 1959, c. VIII, sy. 99, s.
165-68.
Doğruyol, Hasan, “Gülleri Ağlatmayın Yahut Bir Hüsn ü Aşk Çevirisi Üzerine”, Yedi İk-
lim, 2003, sy. 164, Kasım, s. 63-67.
Durbilmez, Bayram, “Pîr Mehmed b. Evrenos b. Nûreddîn, Kitâb-ı Bostân-ı Nasâyih, Ha-
zırlayan: Ümit Tokatlı”, İlmî Araştırmalar, 1997, sy. 5, İstanbul, s. 310-12.
Egüz, Esra, “Prof. Dr. Kemal Yavuz, Gülşehrî’nin Mantıku’t-tayr’ı (Gülşen-nâme) Me-
tin ve Günümüz Türkçesine Aktarma, Kırşehir Valiliği Yayınları, Ankara 2007, 2
c.,LVII+659 s.”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Der-
gisi, 2008, c. XXXVII, s. 209-12.
Eke, Nagehan, “Şeyh Gâlib: Hüsn ü Aşk”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi
-Prof. Dr. Hüseyin Ayan Özel Sayısı-, 2009, sy. 39, Erzurum, s. 123-29.
Eminoğlu, Emin, “Eski Anadolu Türkçesine İlişkin Bir Metin: İslâmî’nin Mesnevîsi, Ha-
san Yüksel, H. İbrahim Delice, İsmail H. Aksoyak”, Türk Dilleri Araştırmaları, 1996,
sy. VI, s. 203-5.
Eraslan, Kemal, “Süleymân Çelebi, Vesîletü’n-necât - Mevlid (neşreden: Ahmed Ateş)”,
Türk Kültürü, 1966, c. V, sy. 50, s. 53-54.
Erzi, Adnan Sadık, “Tahlil ve Tenkidler (N. S. Banarlı, XIVüncü Asır Anadolu Şâirlerinden
Ahmedî’nin Osmanlı Tarihi= Dâsitân-ı Tevârîh-i Mülûk-i Âli Osmân ve Cemşîd ve
646 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Hurşîd Mesnevîsi, [Türkiyat Mecmuası VI. cildinden ayrıbasım, 128 sahife], Türk Ta-
rih Kurumu Belleten, 1940, c. IV, sy. 14-15, İstanbul, s. 267-83.
Erzi, Adnan Sadık, “Yeni İki Varaka ve Gülşâh Nüshası: Hâmûş-nâme, Dâsitân-ı İblîs Aleyhi’l-
la’ne ve Maktel-i Hüseyn”, Türk Tarih Kurumu Belleten, 1949, c. XIII, s. 188-94.
Esen, Nüket, “Kutadgu Bilig’in İngilizce Çevirisi”, Erdem, 1988, c. IV, s. 255-71.
Evin, Ahmet Ö., “Yusufî-i Meddah, Varqa ve Gülşâh: A Fourteenth Century Anatolian
Turkish Mesnevî”, Journal of Turkish Studies, Türklük Bilgisi Araştırmalar, 1978, vol.
2, s. 146-54.
Gökalp, Haluk, “Hanife Dilek Batislam, Hasbihal-i Safi, Kitabevi Yayınları, 2003, 193 s.”,
Türk Dili, 2004, sy. 634, s. 619-22.
Gökyay, Orhan Şaik, “Güçlük Nerede, Ahmet Fakih’in Prof. Dr. Hasibe Mazıoğlu’nca Ye-
niden Yayımlanan Kitabı”, Türk Dili, 1975, sy. 289, 291, s. 549-50; 707-10.
Gökyay, Orhan Şaik, “Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîn’i”, Destursuz Bağa Girenler, İstanbul:
Dergâh Yay., 1982, s. 50-54.
Güleç, İsmail, “Fuzuli’nin Şiir Dünyası”, Yedi İklim, 1998, c. 11, sy. 98, s. 63.
Güleç, İsmail, “Bir Nasihat Kitabı: Tercüme-i Pendname-i Attar”, Yedi İklim, 1998, c. 11,
sy. 101, s. 62-63.
Güleç, İsmail, “Münevver Okur Meriç, Cem Sultan’nın Cemşid ü Hurşid Mesnevisi”, İlmi
Araştırmalar, 1999, sy. 8, s. 329-30.
Gürer, Abdülkadir, “Lâmî’s Gûy u Çevgân Supplementband 35, Franz Steiner Verlag,
Stuttgard, 1994, 388+72 s.”, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygu-
lama Merkezi Dergisi (OTAM), 1994, sy. 5, Ankara, s. 601-8.
Hacıeminoğlu, Necmettin, “Agâh Sırrı Levend’in Yeni Eseri, Arap, Fars ve Türk Edebiyat-
larında Leylâ ve Mecnûn Hikâyesi”, Türk Dili, 1960, sy. 100, s. 223-26.
Harmancı, Esat, “Mehmet Kahraman, Leylâ ve Mecnûn Romanı”, Türk Kültürü İncele-
meleri Dergisi, 2003, sy. 8, s. 243-54.
İsen, Mustafa, “Çeng-nâme’ye Dair”, Polemik, 1993, sy. 8, Ocak-Şubat, Ankara, s. 8-9.
İybatov, A., “Qutbning Husraw wa Sirin Poemasining Sözdigi”, Acta Orientalia hunga-
rica, 1979, vol. 33, Budapest, s. 363-65.
Karahan, Abdülkadir, “Âşık Paşa’nın Fakr-nâme ve Vasf-ı Hâl Mesnevileri”, Türk Dili,
1953, c. III, sy. 26, Kasım, s. 95-97.
Karahan, Abdülkadir, “Süleymân Çelebi’nin Mevlid’i”, Türk Dili, 1954, c. III, sy. 34, Tem-
muz, s. 613-16.
Kargı Ölmez, Z., “Ali Şir Nevayi, Ferhad u Şirin [İnceleme-Metin], Gönül Alpay Tekin”,
Türk Dilleri Araştırmaları, 1995, sy. 5, s. 291-93.
Kartal, Ahmet, “Hüsn ü Aşk’ın Yeni Yayımı”, Türklük Bilimi Araştırmaları, 2002, sy. 12,
s. 209-223.
Kartal, Ahmet, “Ahmet Atillâ ŞENTÜRK, XVI. Asra Kadar Anadolu Sahası Mesnevîlerinde
Edebî Tasvirler, Kitabevi 178, İstanbul 2002”, Türk Dili ve Edebiyatı Makaleleri, 2003,
sy. 3, s. 361-373.
Keskin, Saim, “Muhittin Eliaçık’ın Âşık Ahmed’in Câmi’u’l-ahbâr Adlı Doktora Tezi”, Er-
dem, 2002, sy. 40, Ocak, s. 361-90.
Kilisli Muallim Rifat, “Süheyl ü Nev-bahâr’a Dâir”, Türkiyat Mecmuası, 1928, c. 2, İs-
tanbul, s. 401-9.
Kleinmichel, S, “B. Flemming: Fahri’s Husrev u Şirin”, Orientalistische Literaturzeitung,
1979, vol. 71, s. 65.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 647
Kocaoğlu, Timur, “Yusuf Has Hacib, Wisdom of Royal Glory (Kutadgu Bilig), A Turco-
Islamic Mirror for Princes, Translated with Introduction and Notes, by Robert Dan-
koff”, Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türklük Araştırmaları Dergisi,
1985, sy. 1, s. 343-46.
Kortantamer, Tunca, “Tezcan, Nuran: Lâmi’îs Gûy u Çevgân, Franz Steiner Verlag, Stutt-
gart 1994, 387 s. + Faksimile (62 fol.)”, Ege Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Araş-
tırmaları Dergisi, 1998, c. IX, İzmir, s. 157-64.
Köksal, M. Fatih, “İslami’nin Mesnevisi”, Bilge, 1998, sy. 15, s. 76-78.
Köprülüzâde Mehmed Fuad, “Kitabiyat Tenkid ve Tahlilleri, Ferah-nâme-i İbn Hatîb”,
Türkiyat Mecmuası, 1926, c. II, s. 489-96.
Köprülüzâde, Mehmed Fuâd, “Ferheng-nâme-i Sa’dî Yâhud Muhtasar Bostân Tercümesi,
Nâzımı: Hoca Mes’ûd ve Süheyl ü Nev-bahâr Nâzımı: Sekizinci ‘Asr-ı Hicrî Şu’arâsından
Mes’ûd bin Ahmed”, Türkiyat Mecmuası, 1928, c. 2, İstanbul, s. 481-9.
Köse, İlham, “Âmil Çelebioğlu: Türk Edebiyatı’nda Mesnevî [XV. yy’a Kadar]”, Türk Kül-
türü İncelemeleri Dergisi, 2000, sy. 1, İstanbul, s. 390-92.
Kreutel, Richard, “F, Süleymân Çelebi, Vesîletü’n-necât Mevlid”, Oriens, 1956, vol. 9, Le-
iden, s. 282 vd.
Kurnaz, Cemâl, “XVII. Yüzyılda Hece Vezniyle Yazılmış Bir Mesnevî: Feyzî Çelebi’nin
Şem ü Pervâne’si”, Dergâh, 1993, c. IV, sy. 43, s. 10-11.
Kuru, Selim S., “Divan Şiirinin Kıyılarında”, Virgül, 1999, sy. 15, s. 7-10.
Kuzubaş, Muhammet, “Mustafa TATÇI, Niyâzî-i Kadîm, Hallâc-ı Mansûr Menâkıbnâmesi,
H Yayınları, İstanbul 2008, 192 s.”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2009, vl.
2/6, s. 752-54.
Malov, Sergey E., “Kutadgu Bilig - Faksimile”, Sovetskoe Vostokovedenie, 1948, vol. V, s.
327-28.
Mazıoğlu, Hasibe, “Güçlüğün Nerede Olduğu (Kitâbu Evsâfı Mesâcidi’ş-şerîfe ile İlgili
Eleştiri Üzerine”, Türk Dili, 1975, sy. 290, s. 665-66.
Menage, V. L., “Ananiasz Zajacakowski, Najstarsza Wersja tureeka Husrav u Şirin Qutba
czesc”, Bulletin of the Scholl of Oriental and African Studies, 1960, vol. 23, London,
s. 593.
Mutlu, Pakize, “Hakanî Mehmed Bey, Hilye-i Hakanî”, İlim ve Sanat, 1988, sy. 18, s. 85.
Oy, Aydın, “Keçeci-zâde İzzet Molla, Mihnet-keşân”, Türk Folklor Araştırmaları, 1974,
c. XV, s. 70-79.
Ölmez (Kargı), Zuhal, “Ali Şîr Nevâyî, Lisânü’t-tayr, Hazırlayan: Prof. Dr. Mustafa Can-
polat”, Türk Dilleri Araştırmaları, 1995, sy. 5, s. 290-91.
Ölmez (Kargı), Zuhal, “Ali Şîr Nevâyî, Ferhâd ü Şîrîn [İnceleme - Metin], Hazırlayan: Gö-
nül Alpay Tekin”, Türk Dilleri Araştırmaları, 1995, sy. 5, s. 291-93.
Önertoy, Olcay, “Mehmed, Işk-nâme”, Hisar, 1965, c. V, sy. 17, s. 25-26.
Öztelli, Cahit, “Işk-nâme ve Yazarı Üzerine”, Türk Dili, 1965, sy. 171, s. 187-92.
Pekolcay, Neclâ, “Hafî’nin Mevlid’i”, Bilgi, 1957, c. XI, s. 121, s. 15.
Sertkaya, Osmân F., “Kutb’un Hüsrev ü Şîrîn’i ve Dil Hususiyetleri”, Türk Kültürü, 1969,
c. VII, sy. 79, Mayıs, s. 75-76.
Sertkaya, Osmân F., “Prof. Dr. Ananiasz Zajaczkowoski ve Kutb’un Husrev u Şirin Adlı
Yayını”, Türk Dili, 2000, sy. 582, s. 481-88.
648 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Skilliter, S. A., “Sof, Huri “tre”: Leylâ and Menjnun, by Fuzûlî, translated from the Tur-
kish. With a history of the poem notesaand bibliograpy by Alessio Bombaci”, Bulle-
tin of the School of Oriental and African Studies, 1972, vol. 32, London, s. 156.
Şentürk, Ahmet Atillâ, “Cînânî’nin Cilâü’l-kulûb’u Hakkında”, Tarih ve Toplum, 1993,
sy. 114, s. 381-84.
Şentürk, Ahmet Atillâ, “Şeyhoğlu Mustafâ, Hurşîd-nâme: Hurşîd u Ferahşâd”, İstanbul Üni-
versitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1993, c. 26, s. 355-67.
Şentürk, Ahmet Atillâ, “Cînânî’nin Cilâü’l-kulûb’u [Giriş - İnceleme - Metin - Sözlük], nşr.
Doç. Dr. Mustafa Özkan”, Türkiyat Mecmuası, 1997, c. XX, s. 463-72.
Tanç, Nilüfer, “Fuzûlî: Leylâ vü Mecnûn”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi
–Prof. Dr. Hüseyin Ayan Özel Sayısı-, 2009, sy. 39, Erzurum, s. 95-99.
Tansel, Fevziye Abdullah, “N. S. Banarlı, Dâsitân-ı Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osmân ve
Cemşîd ü Hurşîd Mesnevîsi Hakkında”, Ülkü, 1941, c. XIII, s. 76.
Tekin, Talat, “Sultan Veled’in Türkçe Manzumeleri”, Türk Dili, 1959, c. VIII, sy. 88, Ocak,
s. 233-35.
Tezcan, Semih, “Kutadgu Bilig Dizini Üzerine”, Türk Tarih Kurumu - Belleten, 1981, c.
XLV, sy. 2, s. 23-78.
Tezcan, Semih, “Mes’ûd ve XIV. Yüzyıl Türk Edebiyatı Üzerine Yeni Bilgiler”, Türk Dil-
leri Araştırmaları, 1995, sy. 5, s. 65-84.
Tezcan, Semih, “Mes’ûd ve XIV. Yüzyıl Türk Edebiyatı Üzerine Yeni Bilgilere Ek”, Türk
Dilleri Araştırmaları, 1996, sy. 6, s.175.
Tezcan, Semih, “Süheyl ü Nev-bahâr Üzerine Notlara Birkaç Ekleme”, Türk Dilleri Araş-
tırmaları, 1995, sy. 5, s. 239-45.
Tietze, Andreas, “Agâh Sırrı Levend, Gazavat-nâmeler ve Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavat-
nâmesi”, Oriens, 1948, vol. I, Leiden, s. 305 vd.
Toparlı, Recep, “Gülşen-âbâb’ın Yayını Üzerine”, İslâmî Edebiyat, 1991, sy. 13, İstanbul,
s. 59-60.
Tökel, Dursun Ali, “Divan Şiirinin Tehlikeli Kıyılarında Dolaşan Yabancı”, Dergâh, 1999,
c. X, sy. 109, s. 14-16.
Tulum, Mertol, “Elvan Çelebi’nin Menâkıbu’l-kudsiyye Adlı Eserinin İkinci Baskısı Mü-
nasebetiyle”, İlmîAraştırmalar, 1996, sy. 2, İstanbul, s. 175-228.
Tulum, Mertol, “Elvan Çelebi’nin Menâkıbu’l-kudsiyye Adlı Eserinin İkinci Baskısı Müna-
sebetiyle II”, Erdem, Aydın Sayılı Özel Sayısı II, 1996, c. 9, sy. 26, Ankara, s. 829-85.
Tulum, Mertol, “Elvan Çelebi’nin Menâkıbu’l-kudsiyye Adlı Eserinin İkinci Baskısı Müna-
sebetiyle III”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, 1997, sy. 106, İstanbul, s. 53-102.
Türkan, Kadriye, “Türk Edebiyatında Manzum Surnameler”, Bilge, 2000, sy. 25, Ankara,
s. 107.
Uysal, R. Selçuk, “Çengnâme Hakkında”, Prof. Dr. Dursun Yıldırım Armağanı, Ankara
1998, s. 449-58.
Uzunçarşılı, İ. Hakkı, “Gazavat-nâmeler ve Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavat-nâmesi”, Türk
Tarih Kurumu - Belleten, 1957, c. XXI, s. 199-200.
Ünsel, Kemal Edip, “Mesnevî Tercümesi Hakkında”, Türk Dili Belleten, 1946, seri III, sy.
6-7, Mart, İstanbul, s. 637-46.
Ünver, İsmail, “Ahmedî’nin Cemşîd ü Hurşîd Mesnevisi Üzerine”, Türkoloji Dergisi, 1977,
c. 7, Ankara, s. 171-80.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 649
Walsh, J. R, “Flemming, B: Fahrîs Husrev u Şirin”, Wicner Zeitschrift für die Kundedes
Morgenlandes, 1975, c. 67, Bombay-Wien, s. 331.
Yaltı, Nermin, “Dâsitân-ı Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osmân, Cemşîd ü Hurşid Mesnevisi”,
Yücel Aylık Sanat ve Fikir Mecmuası, 1939, c. IX, sy. 51, İstanbul, s. 126-28.
Yazıcı, Tahsin, “Dr. A. Karahan, İslâm-Türk Edebiyatında Kırk Hadis Toplama ve Şerh-
leri”, Türkiyat Mecmuası, 1958, c. XIII, s. 141-43.
Yelten, Muhammet, “Tunca Kortantamer: Nev’îzâde Atâyî ve Hamse’si, İzmir 1997”, İlmî
Araştırmalar, 1997, sy. 7, İstanbul, s. 317-18.
Yıldırım, Dursun, “Faruk Kadri Timurtaş, Şeyhî’nin Har-nâme’si”, Güney-Doğu Avrupa
Araştırmaları Dergisi, 1972, sy. I, s. 274-76.
Yüksel, Hasan, “Osmanlı Saray Düğünleri ve Şenlikleri”, Toplumsal Tarih, 2001, sy. 88, s.
59-62; aynı yazı Bilge, 2001, sy. 28, s. 147-49.
Yüksel, Sedit, “Gün Işığına Kavuşturulan İki Eser: Dr. Mehmet Çavuşoğlu, Taşlı-
calı Dukakinzâde Yahyâ Bey’in İstanbul Şehr-engîzi ”, Türk Dili, 1971, sy. 237, s.
207-11.

V. Makaleler
Abik, A. Deniz, “İki Yeni Nüshası Sebebiyle Halîl-nâme ve Müellifi Abdülvasi Üzerine”,
A.Ü. DTCF Türkoloji Dergisi, 1997, c. XII, sy. 1, s. 139-73.
Abbort, L., “Çengnâme: Textual Counterpoint and Musical Metaphor in Ahmed-i Dâ’î’s
Book of the Harp”, International Journal of Music in Turkey, 1997, sy. 1, s. 4-46.
Abdulkadiroğlu, Abdulkerim, “Belîğ’in Gül-i Sadberg’i [Manzum Yüz Hadis Tercümesi]”,
Kültürümüzden Esintiler, Ankara, 1997, s. 151-199.
Abdulkadiroğlu, Abdulkerim, “Sergüzeşt-nâme-i Fakir be-Azîmet-i Tokat”, Kültürümüz-
den Esintiler, Ankara, 1997, s. 200-227.
Abdulkadiroğlu, Abdulkerim, “Şehrengizler Üzerine Düşünceler ve Belîğ’in Bursa Şeh-
rengizi”, Kültürümüzden Esintiler, Ankara, 1997, s. 228-284.
Abdulkadiroğlu, Abdulkerim, “Âkif Mevlidi yahut Kadınlar Mevlidi”, Gazi Üniversitesi
Eğitim Fakültesi –Dr. Himmet Biray Özel Sayısı-, 1999, Kasım, Ankara, s. 404-437.
Abik, A. Deniz, “İki Yeni Nüshası Sebebiyle Halilname ve Müellifi Abdülvasi Üzerine”,
Türkoloji Dergisi, 1997, c. XII, sy. 1, Ankara, s. 139-173.
Aça, Mustafa, “Şeyyâd Hamza’nın Yûsuf u Züleyhâ Mesnevisi ile Tatar Türklerinin Yosif
Kitabı Üzerine Mukayeseli Bakış”, Millî Folklor, 2004, sy. 61, s. 149-159.
Açıkgöz, Namık, “Leylâ ve Mecnûn Mesnevisinin Yapısı”, Millî Kültür, 1987, sy. 59, s.
39-43.
Açıkgöz, Namık, “Tahkiyevî Bir Metin Olarak Riyâzî’nin Sâkî-nâme’si”, Türk Dünyası
Araştırmaları Dergisi, 1988, sy. 55, s. 73-83.
Açıkgöz, Namık, “Ahmed-i Hânî’nin Mem u Zin Adlı Mesnevîsi ve Klasik Türk Edebiya-
tındaki Yeri”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, 1990, sy. 67, s. 127-138.
Açıkgöz, Namık, “İrşâdî Baba’nın Mevlid’i”, Journal of Turkish Studies = Türklük Bilgisi
Araştırmaları: Hasibe Mazıoğlu Armağanı III, 1999, c. XXIII, s. 1-63.
Açıkgöz, Namık, “Anlatma Problemi Açısından Fuzûlî’nin Leylî vü Mecnûn’undaki Ga-
zel ve Murabba’lar”, Tunca Kortantamer İçin, İzmir, 2007, s. 187-200.
Açıkgöz, Namık, “Türkçe ve Kürtçe Mem u Zin ile Fuzûlî’nin Leylî vü Mecnûn Mesnevîsinin
Mukayesesi”, Turkish Studies-İnternational Periodical For The Languages, Literature
650 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
and History of Turkish or Turkic [Tunca Kortantamer Özel Sayısı], 2007, sy. 2/4, s.
37-50.
Agiş, Fazıl, “Abdurrahim-i Rûmî ve Abdürrahim-i Karahisarî’nin Işk-nâme’leri”, Türk
Dili, 1998, sy. 555, Mart, s. 249-252.
Akalın, Nazir, “Nizami-yi Gencevi ile Fuzuli-yi Bağdadi’nin Leyli u Mecnun Mesnevi-
lerinin Tartışmalı Mukayesesi”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 1997, sy. 3, Konya, s.
201-217. [Sunulmuş Bildiri]
Akalın, Nazir, “Nizâmi-yi Gencevî’nin Hayatı, Edebî Şahsiyeti ve Eserleri”, Bilig, 1998,
sy. 7, s. 67-91.
Akalın, Nazir, “Veys u Râmin Mesnevisi Kimindir”, İlkadım, Mayıs 1998, sy. 118, s. 43.
Akalın, Nazir, “Leylâ vü Mecnûn Hikâyesinin Menşeine Dair”, Genç Kardelen, Ocak
1999, Nevşehir, ss. 14-17.
Akar, Metin, “Nâyî Osmân Dede ve Mi’râciye’si”, Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Dergisi, 1981, sy. 1, s. 1-16.
Akar, Metin, “Şeyyad Hamza Hakkında Yeni Bilgiler I-II”, Marmara Üniversitesi Edebi-
yat Fakültesi Türklük Araştırmaları Dergisi, 1987, İstanbul, s. 1-22.
Akar, Metin, “Erzurumlu Şair Muhammed Lütfî’nin Mi’râcü’n-nebî’si ve Mi’râcnâmelerimiz
Arasındaki Yeri”, Türk Kültürü, 1992, c. XXX, sy. 352, s. 50-56.
Akar, Metin, “Fuzûlî’nin Leylî ve Mecnûn’u Üzerine Bazı Düşünceler”, Bir, Türk Dünyası
İncelemeleri Dergisi, 1995, sy. 3, s. 165-71. [Sunulmuş Bildiri]
Akarpınar, Bahar, “Mevlâna Celâleddin Rûmî’nin Mesnevi ve Rubâiyyat’ında “Meyve” ve
“Üzüm” Sembolleri”, Bilig, 2005, sy. 32, s. 145-64.
Akarpınar, Bahar, “Vesîletü’n-necât ve Mevlit Geleneği” Türk Edebiyatı Tarihi, c. 1, edi-
törler: Talât Sait Hamlan vd, 2. baskı, 2007, Ankara, s. 635-43.
Akdağ, Soner, “Süleymân Çelebi’nin Mevlid’i Üzerine”, A.Ü, Türkiyat Araştırmaları Ens-
titüsü Dergisi, 2008, sy. 36, Erzurum, s. 81-98.
Akdağ, Soner, “Klâsik Türk Edebiyatında Adına Mesnevîler Yazılan Kadın: Züleyhâ”, A.Ü.
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 2009, sy. 40, Erzurum, s. 59-74.
Akdemir, Ayşegül, “Eksik” Bir Âşık: Leylâ” , Turkish Studies [Klâsik Türk Edebiyatında
Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anısına], 2009, c. 4/7, s. 1-27.
Akdoğan, Ahmet, “Mi’rac, Mi’racnâme ve Ahmedî’nin Bilinmeyen Mi’racnâmesi”, Os-
manlı Araştırmaları, 1989, sy. 9, s. 263-310.
Akın, Hüsrev, “Müellifinin Ölümüyle Yarım Kalmış Bir Mesnevî: Leylâ vü Mecnûn” ,
Turkish Studies [Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anı-
sına], 2009, c. 4/7, s. 28-96.
Akkaya, Hüseyin, “Şemseddin Sivasî’nin Zileli Hamdî’ye Atfedilen Bir Mesnevîsi:
Süleymâniyye”, Journal of Turkish Studies = Türklük Bilgisi Araştırmaları: Hasibe Ma-
zıoğlu Armağanı I, 1997, c. 21, s. 221-229.
Akkaya, Hüseyin, “Şemseddîn Sivasî’nin İrşâdü’l-avâm İsimli Mesnevisi”, Cumhuriyet
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2003, VII/2, s. 1-30.
Akkaya, Hüseyin, “Nevres-i Kadîm’in Gazve-i Bedr Adlı Mesnevisi”, Cumhuriyet Üniver-
sitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1998, sy. II, Sivas, s. 145-178.
Akkuş, Mehmet, “İslâmî Türk Edebiyatında Regâibiyye”, İlim ve Sanat, 1986a, sy. 6, An-
kara, s. 88-90.
Akkuş, Mehmet, “Edebiyatımızda Regâibiyye ve Salâhî’nin Matla’u’l-Fecr’i”, Ankara Üni-
versitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1992, c. 32, Ankara, s. 129-153.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 651
Akkuş, Metin, “Türk Edebiyatında Gazavat-nâmeler”, İlim ve Sanat, 1986, sy. 8, s.
81-82.
Akkuş, Metin, “Türk Edebiyatında Bursa Şehrengizleri-I: İshâk Çelebi’nin Bursa Şehren-
gizi”, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi: Prof. Dr. Halûk İpekten’in
Anısına, 1993, sy. 1, s. 81-85.
Akkuş, Metin, “Şeyh Gâlib’in Anlam Dünyası: Hüsn ü Aşk’ta Edebî Türler ve Tarzlar” ,
Turkish Studies [Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anı-
sına], 2009, c. 4/7, s. 97-112.
Akkuş, Yasemin, “Melhame’ye Göre Felekle İlgili İnançlar”, Bizim Külliye Dergisi, 2005-
2006, Elazığ.
Akpınar, Şerife, “Lami’î’nin Vâmık u Azrâ Mesnevisinde Astrolojik Unsurlar”, Selçuk
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2002,
sy. 12, s. 169-202.
Aksel, Malik, “Resimlerde Leylâ ve Mecnûn”, Hisar, 1974, sy. XIV, s. 14-15.
Aksoy, Hasan, “Şemsî’nin Gülşen-âbâd Mesnevîsi”, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakül-
tesi Dergisi, 1985, sy. 3, s. 127-77.
Aksoy, Hasan, “Mevlid-i Nebîler ve Türk Edebiyatında Mevlidler”, İslâmî Edebiyat, 1989,
c. II, sy. 1, s. 10-11.
Aksoy, Hasan, “Dervîş Şemsî, Deh-murg ve Bazı Notlar”, İlim ve Sanat, 1991, sy. 28, İs-
tanbul, s. 63-64.
Aksoy, Hasan, “Türk Edebiyatında Mevlidler”, Türkler, Hasan Celâl Güzel, Kemal Çiçek
ve Salim Koca (ed.), Ankara: Yeni Türkiye, 2002, c. XI, s. 758-761.
Aksoy, Hasan, “Şemseddin Sivasî, Hayatı, Şahsiyeti, Tarikatı, Eserleri”, Cumhuriyet Üni-
versitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2005, IX/2, s. 1-43.
Aksoy, Hasan, “Eski Türk Edebiyatı’nda Mevlidler”, Türkiye Araştırmaları Literatür Der-
gisi –Eski Türk Edebiyatı I Sayısı-, 2007, sy. 9, s. 323-32.
Aksoy, Ömer Asım, “Mihnet-Keşan mı Mihnet-i Keşan mı”, Türk Dili, 1955, sy. 51, s.
148-149.
Aksoy, Ömer Asım, “Mihnet-Keşan Tartışması”, Türk Dili, 1956, sy. 53, s. 285-287.
Aksoyak, İ. Hakkı, “Mahzenü’l-esrâr Geleneğine Bağlı Mesnevilerdeki Ortak Hikayeler”,
Bilig, 1996, sy. 3, s. 182-189.
Aksoyak, İ. Hakkı, “Gelibolulu Mustafa Âlî’nin Gelibolu Şehr-engîzi”, Türklük Bilimi Araş-
tırmaları, 1996, sy. 3, s. 157-176.
Aksoyak, İ. Hakkı, “Gelibolulu Mustafa Âlî’nin Gül-i Sad-berg’i”, Türklük Bilimi Araştır-
maları, 1997, sy. 4, s. 163-175.
Aksoyak, İ. Hakkı, “Gelibolulu Âlî’nin Sadef-i Sad-güher Adlı Antolojisinin Önsözü”,
Türklük Bilimi Araştırmaları, 1997, sy. 5, s. 283-310.
Aksoyak, İ. Hakkı, “Mesnevîlerin Giriş Bölümünde «Din Ulularına Övgü»”, Türklük Bi-
limi Araştırmaları, 1998, sy. 7, s. 213-221.
Aksoyak, İ. Hakkı, “Vardarlı Fazlî ve Mahzenü’l-esrâr Mesnevîsi”, Tarih ve Toplum, Şu-
bat 1999, sy. 182, s. 55-61.
Aksoyak, İ. Hakkı, “Ahmed Yesevî’nin Rumelili Bir Takipçisi: Üsküplü Atâ ve Tuhfetü’l-
uşşâk Mesnevîsi”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, 2001, sy. 5, s. 71-98.
Aksoyak, İ. Hakkı, “XVIII. Yüzyıl Şairi Edirneli Nâtık’ın Kaleminden Bir Aşk Hikâyesi”,
Millî Folklor -Prof. Dr. M. Fahrettin Kırzıoğlu Armağanı -, 2003, sy. 58, s. 114-120.
652 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Aksoyak, İ. Hakkı, “Gelibolulu Mustafa Âlî’nin Mihr ü Vefâ Mesnevîsi”, Diriözler Arma-
ğanı Prof. Dr. Meserret Diriöz ve Haydar Ali Diriöz Hatıra Kitabı, M. Fatih Köksal
ve Ahmet Naci Baykoca (hzr.), Ankara, 2003, s. 45-71.
Aksoyak, İ. Hakkı, “Vardarlı Fazlî’nin Mahzenü’l-esrâr (Dâfi’ü’l-hüzn) Mesnevisinde Boza”,
Acısıyla Tatlısıyla Boza, editör: Ahmet Nezihi Turan, Ankara: Kültür ve Turizm Ba-
kanlığı Yay., 2007, s. 203-208.
Aksoyak, İ. Hakkı, “Manastırlı Celâl’in Hüsn-i Yûsuf Adlı Eseri”, Edebiyat ve Dil Yazı-
ları, Mustafa İsen’e Armağan, editör: Ayşenur Külahlıoğlu İslam – Süer Eker, An-
kara 2007, s. 1-15.
Aktan, Bilal, “Garîb-nâme’nin Bilinmeyen Yeni Bir Yazması”, Akademik Araştırmalar,
2006, c. 8, sy. 30, İstanbul, s. 171-81.
Aktaş, Şerif, “Roman Olarak Hüsn ü Aşk”, Türk Dünyası Araştırmaları, 1983, sy. 27, s.
94-108.
Akyüz, Hayri, “Onbeşinci Yüzyıl Şairlerinden Cemâlî’nin Hüma ve Hümayun Adlı Eseri
Hakkında Birkaç Söz”, Türk Folklor Araştırmaları, 1954, c. III, sy. 54, s. 856-857.
Alberts, Otto, “Zur Textkritik des Kutadku Bilik”, Zeitschrift der Deutschen Morgenlan-
dischen Gesellschaft, 1897, c. LI, s. 715-17.
Alberts, Otto, “Der Dichter des in uiguricsh-turischem Dialekt genchriebenen Kutadku
Bilik (1069-1070), ein Schüler des Avicenna”, Archiv für Geschichte der Philosophie,
1901, c. VII, s. 319-36.
Alıcı, Lütfi, “Ârif Süleyman ve Hilye-i Nebî Adlı Eseri”, Akademik Araştırmalar Dergisi,
2004, nr. 19, İstanbul, s. 129-48.
Alkayış Muhammet Fatih, “Bir Kitap Arkası Sözlük Çevirisi: Kutadgu Bilig”, Turkish
Studies-İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of Tur-
kish or Turkic, 2012, vol. 7/4, s. 711-38.
Alparslan, Ali, “Âşık Paşa’da Tasavvuf”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili
ve Edebiyatı Dergisi, 1962, c. XXII, s. 143-56.
Alpay, Gönül, “Hamdullah Hamdi’nin Leylâ ve Mecnun Hikâyesi”, Edebiyat Fakültesi
Araştırma Dergisi, 1970, c. I, sy. 1, Erzurum, s. 25-32.
Alpay, Gönül, “Ali Şîr Nevâî’nin Ferhad ü Şirin Mesnevisi Üzerindeki Etkiler”, Türk Dili
Araştırmaları-Yıllığı Belleten 1970, 1989, s. 155-67.
Alpay, Günay, “Zati ve Şem’ ü Pervâne Mesnevîsi”, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakül-
tesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1961, c. XI, s. 129-42.
Alpay, Günay, “Abdülvâsi Çelebi’nin Eseri ve Nüshaları”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı
Belleten 1969, 2. bs., 1989, s. 201-26.
Alper, Kadir, “XVII. Yüzyıl Divan Şairi Mülhimî ve Şehen-şeh-nâme-i Murâdî Mesnevîsi”,
Çankırı Karatekin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2012, c. 3, sy. 2, s.
143-54.
Altun, Kudret, “Hüsn ü Aşk’ta Gece Nûr-ı Siyahtan Aydınlığa”, İlmî Araştırmalar, 2000,
sy. 10, s. 9-18.
Altun, Mustafa, “Eski Metinlerde Bir Semantik İnceleme Örneği: Hikmet-nâme”, Sakarya
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 2004, sy. 7, s. 113-26.
Altunmeral, Mehmet, “Abdî’nin Gül ü Nev-rûz’unda Mûsikî Terimleri” CBÜ Sosyal Bi-
limler Dergisi, 2011, c. 9, sy. 2, s. 325-32.
Alyılmaz, Semra, “Mevlit ve Türk Edebiyatında Mevlit Türü”, AÜ Türkiyat Araştırmaları
Enstitüsü Dergisi, 1999, sy. 13, s. 195-202.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 653
Ambros, Edith Gülçin, “Six Lampoons Out of Fakiri’s Risâle-i Ta’rifât”, Wiener Zeitschrift
für die Kunde des Morgenlandes, 1992, c. 82, s. 26-27.
Anbarcıoğlu, Meliha (Tarıkahya), “İ’tikad-nâme ve Türkçe Çevirisi”, Necati Lugal Arma-
ğanı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1968, s. 649-701.
Anbarcıoğlu, Meliha, “Mihr ü Mâh Kıssası”, İran Şehinşahlığının 2500. Kuruluş Yıldönü-
müne Armağan, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yay., 1971, s. 1-41.
Anbarcıoğlu, Meliha, “Şâh-nâme-i Firdevsî ve Edebiyât-i Turk”, Doğu Dilleri, Ankara Üni-
versitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Doğu Dilleri ve Edebiyatları Dergisi, 1981,
c. II, sy. 4’ten Ayrı Basım.
Anbarcıoğlu, Meliha, “Türk ve İran Edebiyatlarında Mihr ü Mâh ve Mihr u Müşterî Mes-
nevileri”, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Belleten,
Ekim 1983, c. XLVII, sy. 188, s. 1151-1189.
Anbarcıoğlu, Meliha, “Kıyâsî’nin Mihr ü Mâh Mesnevîsi”, Erdem, 1986, c. II, sy. 4, s. 87-
172.
Anhegger, Robert, “Fâtih Devrinde Yazılmış Farsça Manzum Bir Eser: Mu’âlî’nin Hünkâr-
nâme’si”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi 1949-1950, 1950, c. I,
sy. 1-2, s. 145-66.
Anhegger, Robert, “Türk Edebiyatında Ağustos Böceği ile Karınca Hikâyesi”, Türkiyat
Mecmuası, 1951, c. IX, s. 73-94.
Anhegger, Robert, “Selâtinname Müellifi Kemal”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Tarih Dergisi, 1952, c. IV, sy. 4, s. 447-470.
Araslı, Hamit, “Leyli ve Mecnun Hakkında”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten 1958,
1988, Ankara, s. 17-39.
Arat, Reşid Rahmeti, “Qutadγu Bilig”, Ungarische Jahrbücher, 1926, c. VI, sy. 1-2, s.
154-58.
Arat, Reşid Rahmeti, “Kutadgu Bilig’de Tabibler ve Efsuncularla Münasebet Hakkında
Parçalar”, Ülkü Halkevleri Dergisi, 1936, c. VIII, sy. 46, s. 285-294.
Arat, Reşid Rahmeti, “Kutadgu Bilig ve Türklük Bilgisi”, Türk Kültürü, 1970, c. IX, sy.
98, s. 2-22.
Argunşah, Mustafa, “Şükrî-i Bitlisî, Selîm-nâmesi ve Eserin Dili”, Türk Dünyası Araştır-
maları, Ağustos 1988, sy. 55, s. 51-70.
Armutlu, Sadık, “Kelebeğin Ateşe Yolculuğu: Klasik Fars ve Türk Edebiyatında Şem’ ü
Pervâne Mesnevîleri”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi –Prof. Dr. Hüse-
yin Ayan Özel Sayısı-, 2009, sy. 39, s. 877-907.
Armutlu, Sadık, “Farsça ve Türkçe Şem’ ü Pervâne’ler Arasında Bir Karşılaştırma Dene-
mesi”, Eski Türk Edebiyatı Çalışmaları VI Mesnevî: Hikâyenin Şiiri, hzr. Hatice Ay-
nur vd., İstanbul: Turkuaz, 2011, s. 47-163.
Arslan, Mahmut, “Kutadgu Bilig Üzerinde Sosyolojik Düşünceler”, İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Dergisi, 1992, c. III, s. 131-166.
Arslan, Mehmet, “Aynî’nin “Şâirnâme” Özelliği Taşıyan Mesnevîsi Üzerine”, Yedi İklim,
1992, İkinci Dönem, sy. 4, s. 21-27.
Arslan, Mehmet, “Karabağlı Nigârî ve Çây-nâme Mesnevîsindeki Karabağ Tasviri”, Kı-
zılırmak, 1992, sy. 4, s. 9-11.
Arslan, Mehmet, “Yeniçeriliğin Kaldırılmasına Dair Edebî Bir Metin: Aynî’nin Manzum
Nusretnâme’si”, Türklük Bilimi Araştırmaları, 1996, sy. 3, s. 13-56.
654 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Arslan, Mehmet, “Süleymân Celâleddîn ve Üç Eseri: Sâkî-nâme, Mevlid-i Cenâb-ı Alî,
Devir-nâme”, Türklük Bilimi Araştırmaları - Prof. Dr. M. Kaya Bilgegil Armağanı,
1997, sy. 5, s. 175-243.
Arslan, Mehmet, “Divan Edebiyatında Manzum Sıhhatnameler”, Türk Dili ve Edebiyatı
Makaleleri, 2001, sy. 1, s. 7-33.
Arslan, Mehmet, “Klasik Türk Edebiyatı Manzum Didaktik Eserlerinden Bir Örnek: Man-
zum Avâmil”, Türk Dili ve Edebiyatı Makaleleri, 2003, sy. 2, s. 5-39.
Arslan, Mehmet, “Divan Edebiyatında Nasihat-nâmeler (Bend-nâmeler) ve Vak’a-nüvis Es’ad
Efendi’nin Pend-nâmesi”, Türk Dili ve Edebiyatı Makaleleri, 2003, sy. 4, s. 5-80.
Arslan, Mehmet, “Türk Edebiyatında Hamse”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi
–Eski Türk Edebiyatı I Sayısı-, 2007, sy. 9, s. 305-22.
Arslan, Mehmet, “Kültür Tarihimiz Açısından Zengin Bir Kaynak: Sur-nâmeler”, Tür-
kiye Araştırmaları Literatür Dergisi –Eski Türk Edebiyatı II Sayısı-, 2007, sy. 10, s.
221-57.
Arslan, Mustafa, “Güftî’nin Hilye-i Haseneyn ve Aşere-i Mübeşşere’si”, Türkiyat Araştırma-
ları, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, 2007, sy. 7, s. 79-106.
Arslan, Mustafa, “Türk Edebiyatında Mihr ü Müşterî Mesnevîleri ve Mîrî’nin Mihr ü
Müşterî’si” , Turkish Studies [Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEK-
TEN Anısına], 2009, c. 4/7, s. 113-132.
Artvinli, Taner, “Mehmed Şerîfî ve Mevlid’i”, Geçmişten Geleceğe Yusufeli Sempozyumu
Bildirileri, İstanbul: Yusufeli Belediyesi Yay., 2010, s. 459-92.
Aslan, Mustafa, “Âzerî İbrahim Çelebi”, Türk Dünyası Araştırmaları, Haziran 1994, sy.
90, s. 181-200.
Aslan, Namık, “Manzum Dinî Hikâyeler ve Kirdeci Alî’ye Ait Olduğu Söylenen İki Hikâye
Metni (Güvercin ve Geyik Destanları)”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Dergisi, 2006, sy. 20, s. 189-207.
Aslan, Üzeyir, “Fetihten Sonra Yazılmış Türkçe İlk Mevlid-i Ma’nevî: Kerîmî’nin İrşâd’ı”,
Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, 2009, sy. 2, s. 19-80.
Atalan, Mehmet, “Hz. Alî Cenknâmelerinde Mâturîdîlik ve Hanefîlik İle ilgili Unsurlar”,
e-makâlât Mezhep Araştırmaları, 2010, III/1, s. 65-103.
Atalay, Mehmet, “Hakânî ve Hilye’si I”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Der-
gisi, 1991, sy. 5/I, s. 29-49.
Atalay, Mehmet, “Hakânî ve Hilye’si II”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Der-
gisi, 1991, sy. 5/II, s. 33-58.
Atalay, Mehmet, “Türk Edebiyatında Sîretü’n-Nebeviyye”, İslâmî Edebiyat, 1994, sy. 24,
s. 61-64.
Atalay, Mehmet, “Süleyman Çelebi ve Mevlid Üzerine Bazı Bilgiler”, Osmanlı, 1999, c. 9,
Ankara: Yeni Türkiye Yay., s. 598-604.
Ateş, Ahmed, “Varaka ve Gülşâh Mesnevisinin Kaynakları”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1946, c. II, sy. 1-2, İstanbul, s. 1-19.
Ateş, Ahmed, “Mesnevî’nin Onsekiz Beytinin Mânâsı”, Köprülü Armağanı, 1953, İstan-
bul, s. 36-50 .
Ateş, Ahmed, “Şâh-nâme’nin Yazılış Tarihi ve Firdevsî’nin Sultan Mahmud’a Yazdığı
Hicviye Meselesi Hakkında”, Türk Tarih Kurumu Belleten, Nisan 1954, c. XVIII, sy.
70, s. 159-68.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 655
Ateş, Ahmed, “Farsça Eski Bir Varaka ve Gülşâh Mesnevisi”, İstanbul Üniversitesi Edebi-
yat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, Aralık 1954, c. V, s. 33-50.
Atik, Arzu, “Nizâmî, Hâtifî ve Celîlî’nin Leylâ ve Mecnûn’unda Âşıkların Haberleşmesi”,
Turkish Studies-İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of
Turkish or Turkic, 2010, sy. 5/3, s. 37-47.
Atik, Arzu, “Celîlî’nin Hüsrev ü Şîrîn’inin Yeni Bir Nüshası ve Kadın Müstensihi”, Turkish
Studies-İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish
or Turkic, 2013, sy. 8/4, s. 201-11.
Atik, Hikmet, “Esrâr Dede’nin Mübârek-nâme Adlı Mesnevîsi”, A.Ü. İktisat Fakültesi Der-
gisi, 2003, c. XLIV, sy. 1, s. 373-98.
Atlansoy, Kadir, “Süleymân Çelebi ve Mevlid Üzerine Bazı Bilgiler”, Osmanlı –Kültür ve
Sanat-, Güler Eren (ed.), Ankara, 1999, c. IX, s. 598-604.
Atlansoy, Kadir, “Pend-i Attâr’ın Manzum İlk Çevirisi: Sabâyî’nin Sırât-ı Mustakîm
Mesnevîsi”, İlmî Araştırmalar, 2005, sy. 20, s. 27-41.
Avcı, İsmail, “Kısa Hikâyecilik Geleneği Çerçevesinde Hazînî’nin Manzum Şerh-i Hadîs-i
Erba’în Tercümesindeki Bazı Hikâyeler”, Turkish Studies-İnternational Periodical For
The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2008, sy. 3/2, s. 64-96.
Avşar, Ziya, “Evrensel Bir Hikâye: Salamân u Absal ve Kökeni”, Turkish Studies-İnternational
Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic [Tunca Kor-
tantamer Özel Sayısı], 2007, sy. 2/4, s. 185-200.
Ayan, Gönül, “Lâmi’î Çelebi’nin Vâmık u Azrâ’sı”, Türk Dünyası Araştırmaları, 1985, sy.
36, Haziran, s. 209-211.
Ayan, Gönül, “Vâmık u Azrâlar’a Genel Bir Bakış”, Journal of Turkish Studies, Türklük
Bilgisi Araştırmaları, Fahir İz Armağanı I, 1990, c. XIV, s. 21-32.
Ayan, Gönül, “Vâmık ile Azrâ”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 1991,
sy. 5, s. 7-15.
Ayan, Gönül, “Ahmed Mürşidî ve Eserleri”, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Dergisi -Prof. Dr. Halûk İpekten’in Anısına-, 1993, sy. 1, s. 31-40.
Ayan, Gönül, “Lâmi’î Çelebi’nin Hayatı, Edebî Kişiliği ve Eserleri”, Selçuk Üniversitesi,
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Kasım 1994, sy. 1,
s. 43-65.
Ayan, Gönül, “Bazı Mesnevîlerde Rastlanan Masal Unsurları”, Selçuk Üniversitesi Eğitim
Fakültesi Dergisi 1992, 1994, sy. 6, s. 13-17.
Ayan, Gönül, “Ali Şîr Nevâyî ve Ferhâd u Şîrîn Mesnevîsi”, Selçuk Üniversitesi Eğitim Fa-
kültesi Dergisi, 1996, sy. 7, s. 151-55. [Sunulmuş Bildiri]
Ayan, Gönül, “Fuzûlî ile Celîlî’nin Leylâ ve Mecnûn Mesnevîlerinin Karşılaştırılması”, Sel-
çuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 1997, sy. 3. [Sunulmuş Bildiri]
Ayan, Gönül, “Nizâmî ve Celîlî’nin Leylâ ve Mecnûn Mesnevîleri”, Selçuk Üniversitesi Eği-
tim Fakültesi Dergisi, 1997, sy. 8, s. 169-84. [Sunulmuş Bildiri]
Ayan, Gönül, “Ahmed Yesevî Etkisiyle Yazılan İki Yusuf u Züleyha”, Türkiyat Araştırma-
ları Dergisi, 1997, sy. 3, Konya, s. 31-38.
Ayan, Gönül, “15. yy.-16.yy.’ın Ünlü Aşk Hikâyesi Vâmık u Azrâ’da Musikî”, Musiki Mec-
muası, Güz/Ekim 1999, sy. 466, s. 20-22.
Ayan, Gönül, “Tebrizli Ahmedî ve Esrâr-nâme İsimli Mesnevisi”, Turkish Studies [Tunca
Kortantamer Özel Sayısı-1], 2007, vol. 2/3, s. 99-105.
656 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Ayan, Gönül, “Tebrizli Ahmedî ve Esrâr-nâme İsimli Mesnevisi”, Türk Dünyası Medeni-
yet Dergisi, 2008, sy. 12, Bakı, s. 69-72.
Ayan, Gönül, “Anadolu Sahasında Yazılan Bazı “Yûsuf u Züleyhâ” Mesnevilerinde Sebeb-i
Telifler”, Turkish Studies-İnternational Periodical For The Languages, Literature and
History of Turkish or Turkic, 2009, sy. 4/3, s. 227-72.
Ayan, Hüseyin, “Hamdullâh Hamdî’nin Yûsuf u Züleyhâ Mesnevisindeki Gazeller”, Ede-
biyat Fakültesi Araştırma Dergisi, 1974, sy. 5, Erzurum, s. 31-43.
Ayan, Hüseyin, “Divan Edebiyatında Hamseler”, Edebiyat Fakültesi Araştırma Dergisi,
Ahmet Caferoğlu Özel Sayısı, 1979, fasikül 1, sy. 10, s. 87-100.
Ayan, Hüseyin, “Hâmidî-zâde Celîlî’nin Leylâ vü Mecnûn’u”, A.Ü. Fen-Edebiyat Fak. Araş-
tırma Dergisi, fas. 3, sy. 16, s. 55-77.
Ayan, Hüseyin, “Hamidî-zâde Celîlî (1487 M. / 893 H. - 1569 M. / 977 H.)”, Türk Kül-
türü Araştırmaları, Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş’ın Hatırasına Armağan, 1983, c.
XVII-XXI, sy. 1-2, s. 15-39.
Ayan, Hüseyin, “Celîlî’nin Mehek-nâme’si”, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili
ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, sy. II, 1983, s. 5-13.
Ayan, Hüseyin, “Hâmidî-zâde Celîlî’nin Leylâ vü Mecnûn’u”, Türk Dünyası Araştırma-
ları, Aralık 1983, sy. 27, s. 67-93.
Ayan, Hüseyin, “Celîlî’nin Hecr-nâme’si”, Fen-Edebiyat Fakültesi Araştırma Dergisi, 1986,
fasikül 1, sy. 14, Erzurum, s. 155-173.
Ayan, Hüseyin, “Abdülbâkî Ârif Efendi’nin Mi’râciyyesi”, Selçuk Üniversitesi İlâhiyat Fa-
kültesi Dergisi, 1986, sy. 2, Konya, s. 1-11.
Ayan, Hüseyin, “Şeyhoğlu Mustafâ, Hurşîd-nâme-Hurşîd ü Ferahşâd”, İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1993, c. XXVI, s. 355-367.
Ayan, Hüseyin, “Fuzûlî’ye Göre Mecnûn’un Eğitimi”, Turkish Studies [Klâsik Türk Edebi-
yatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anısına], 2009, c. 4/7, s. 146-157.
Ayan Nizam, Elif, “18. Yüzyıl Şairlerinden Sâlim Efendi ve Sâlim Efendi’nin Hüsrev ü
Şîrîn Mesnevîsi”, Prof. Dr. F. Tulga Ocak’a Armağan, Ankara, 2013, s. 231-53.
Aycan, Enver, “Hüsrev ü Şîrîn Mesnevîsi”, Türk Dili, 1953, c. II, sy. 22, s. 672-675.
Aycan, Enver, “Nevai’nin “Ferhad ve Şirin” Mesnevisine Dair”, Türk Dili, 1953, c. II, sy.
17, s. 273-277.
Aycan, Enver, “Nevai’nin Ferhad ve Şirin Mesnevisinin Konusu”, Türk Dili, Nisan 1953,
c. II, sy. 19, s. 417-421.
Aydemir, Yaşar, “Bağdat Şehr-âşûb’u”, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi Dr. Himmet Biray
Özel Sayısı, 1999, s. 446-475.
Aydemir, Yaşar, “Hâdî’nin Saray Şehr-engîzi”, İlmî Araştırmalar, 2001, sy. 12, s. 31-56.
Aydemir, Yaşar, “Sânî’nin Rodos Şenr-engizi”, Türk Kültürü, 2001, sy. 455, s. 167-174.
Aydemir, Yaşar, “Ravzî’nin Edincik Şenr-engizi”, Gazi Türkiyat Türklük Bilimi Araştırma-
ları Dergisi, 2007, sy. 1, s. 97-126.
Aydoğdu, Orhan, “İstanbul Hakkında Bilinmeyen Bir Mesnevî: İstanbul-nâme”, Tur-
kish Studies [Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anısına],
2009, c. 4/7, s. 158-86.
Aykanat, Timuçin, “Geleneksel Anlatı Formları Olarak Mesnevîler ve Klâsik Aşk
Mesnevîlerinin Motif Yapısı”, Turkish Studies-İnternational Periodical For The Lan-
guages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2012, vol. 7/4, s. 883-906.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 657
Aynagöz, Pervin, “Bursalı Rahmî’nin Gül-i Sad-berg’i Üzerine Bir Değerlendirme”, Fırat
Üniversitesi Dergisi (Sosyal Bilimler), 1989, c. III, sy. 1, s. 1-27.
Aynur, Hatice, “Osmanlı Saray Düğünlerinin Edebiyata Yansıması”, Sözden Yazıya: Ede-
biyat İncelemeleri, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi, 1994, s. 25-32.
Aytaş, Gıyasettin, “Türk Kültür ve Edebiyatında Geyik Motifi ve Hâzâ Destân-ı Geyik”.
Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Dergisi, sy. 12, s. 161-170.
Ayvazoğlu, Beşir, “Şeyh Galib ve Hüsn ü Aşk’a Dair”, Türk Edebiyatı, Ocak 1999, sy. 303,
s. 15-16.
Ayyıldız, Mustafa, “Modern Anlatı Tekniği Açısından Leylâ ve Mecnûn Mesnevîsine Bir
Yaklaşım”, Dergâh, 1995, c. VI, sy. 61, s. 22.
Ayyıldız, Mustafa, “Leylâ vü Mecnûn Mesnevîsinde Modern Anlatı İzleri”, Turkish Stu-
dies [Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anısına], 2009,
c. 4/7, s. 187-93.
Azade, R., “Hamse’de Alegori, Remiz ve Semboller”, Türk Kültürü, 1991, c. XXIX, sy.
339, s. 17-27.
Azamat, Nihat, “Yeni Bir Ahmedî ve İki Eseri: Yusuf u Zeliha, Esrârnâme Tercümesi”, Os-
manlı Araştırmaları, 1988, sy. VII-VIII, s. 347-364.
Babinger, Franz, “Âsyq Pasas Gharîb-nâme”, Mitteilungen des Seminars für Orientalische
Sprachen, 1928, c. XXXI, Berlin, s. 91-97.
Bağrıaçık, M. Ziya, “Divan Şiirinde Anomilerin Temsiline Dair Bir Örnek: Dâstân-ı
Giriftârî-i Zenbâre be-Dâm-ı Mekkâre”, Türklük Bilimi Araştırmaları, 2010, sy. 28,
Niğde, s. 69-77.
Balkaya, Halit, “Türk Edebiyatında Edhem ü Hümâ [Edhemnâme] Mesnevîleri ve Bir
Yanlışlığa Dair”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi –Prof.
Dr. Sadi Çöğenli Özel Sayısı, 2001, sy. 18, s. 103-106.
Banarlı, Nihâd Sâmî, “XIV. Asır Anadolu Şâirlerinden Ahmedî’nin Osmanlı Tarihi=Dâsitân-ı
Tevârîh-i Mülûk-i Âli Osmân ve Cemşîd ve Hurşîd Mesnevîsi”, Türkiyat Mecmuası,
1939, c. VI, İstanbul, s. 1-175. [VI. ciltten ayrı basım]
Banarlı, Nihâd Sâmî, “Büyük Nazireler: Mevlid ve Mevlid’de Millî Çizgiler”, Şiir ve edebi-
yat Sohbetleri-1, 1982, 2. baskı, İstanbul: Kubbetaltı Neşriyat, s. 267-88
Banarlı, Nihâd Sâmî, “Mevlid Sesleri”, Kültür Köprüsü [Süleymân Çelebi’den Mehmed
Akif’e], 2. Baskı, İstanbul 2007, s. 64-68.
Bardakçı, Murat, “Çeng-nâme’de Musikî”, Musiki Mecmuası, 1979, c. XXXII, sy. 361, s.
8-9.
Barhold, Vilhelm, “Kutadku Bilig’in Zikrettiği Buğra Han Kimdir”, çev. Ragıp Hulusi,
Ragıp Hulusi Özdem, Dil Bilimi Yazıları, Recep Toparlı (hzr.), Ankara: Türk Dil Ku-
rumu Yay., 2000, s. 503-507.
Bars, Mehmet Emin, “Ferhat ile Şirin Hikâyesi’nde Büyülü Gerçekçilik”, Turkish Studies-
İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Tur-
kic, 2012, vol. 7/4, s. 995-08
Baş, Münire Kevser, “Yûsuf ile Züleyhâ Aşkının Klasik ve Modern İfadesi: Hamdî ve
Nazan Bekiroğlu Örneği”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2010, 51/1,
s. 349-94.
Baş, Münire Kevser, “Kutadgu Bilig’de Ölüm Anlayışı ve Ahiret İnancı”, EKEV Akademi
Dergisi, 2010, sy. 42, s. 11-12.
658 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Batislam, Dilek, “Mesnevilerde Mektup Tarzı Anlatım”, İlmî Araştırmalar, 2002, sy. 13,
İstanbul, s. 17-34 [Sunulan Bildiri].
Batislam, H. Dilek, “Tarih ve Kültür Kaynağı Olarak Hasb-i Hâller”, Türklük Bilimi Araş-
tırmaları, 2007, sy. 22, s. 29-42.
Bayak, Cemal, “Sevdâ’î, Kıssa-i Leylî Birle Mecnûn Mesnevîsi”, Journal of Turkish Studies,
Türklük Bilgisi Araştırmaları, Fahir İz Armağanı I, 1990, c. XIV, s. 103-112.
Bayak, Cemal, “Ubeydullâh Dede ve Mevlidi: Risâle fî Evsâfi’n-Nebiyy”, Türk Dili ve Ede-
biyatı Dergisi, 2007, sy. 35, s. 1-16.
Bayat, Ali Haydar, “Bedr-i Dilşâd ve Murâd-nâme’de (631/1427) Tabâbet”, Tıp Tarihi Araş-
tırmaları, History of Medicine Studies, 1990, sy. 4, s. 61-69.
Baykal, Özgül, “Mesnevî’de Hayvan Hikâye ve Motifleri” Şarkiyat Mecmuası, 1964, c.
V, s. 23-30.
Bayraktar, Sibel, “Kutadgu Bilig’de Bulunma Hâli Ekinin Fonksiyonları” TDAY-Belleten
1999/I-II, 2003, sy. 42, s. 9-25.
Bayram, Asuman, “Güftî ve Gam-nâme’si”, Prof. Dr. F. Tulga Ocak’a Armağan, Ankara,
2013, s.310-21.
Bayram, Pervin, “Türk Edebiyatında Pendnâmeler”, Azerbaycan -Avrupa Edebi-Medeni
Alakalar Merkezinin Konteksi, Bakü, 2001, s. 16-22.
Bayram, Yavuz, “Bildungsroman Örneği Olarak Hüsn ü Aşk”, İlmî Araştırmalar, 2007,
sy. 23, s. 7-28.
Belen, Maksut, “XVI. Yüzyıl Nasihatnamelerinden Seçkin Bir Örnek: Hızrî’nin Âb-ı Hayât
Mesnevîsi”, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, 2011, c. 11, sy. 1, s. 99-106.
(Bengü), Memet Fuat, “Ferhat ile Şirin’in İki Baskısı”, Yeni Dergi, 1965, sy. 2, s. 521.
Bernhauer, W. F. A., “Über die 156 Seldschukischen Distichen aus Sultan Weleds Rebâb-
nâme”, Zeitschrift der Deutschen Morgenlandischen Gesellschaft, 1869, c. XXIII, s.
201-208.
Bertels, E., “Ali Şîr Nevâî, Leylî ve Mecnûn”, çev. Mirza Bala, Türkiyat Mecmuası, 1951,
c. IX, s. 47-64.
Bertels, E., “Ali Şîr Nevâî’nin Ferhâd u Şîrîn’i”, çev. Rasime Uygun, Türk Dili Araştırma-
ları Yıllığı - Belleten 1966, 1988, s. 115-30.
Beyekdilî, Gulâmhuseyn, “Dâsitân-i Husrev u Şîrîn-i Nizâmî ve Edebiyât-i Turk”,
Neşriyye-i Dânişgede-i Edebiyât ve Ulûm-i İnsâni-yi Tebrîz, 1348, Şumâre-i Evvel,
Sâl-i Bîstuyekum, Behâr, Tebrîz, s. 25-40.
Beyzadeoğlu, Süreyya, “Cefâyî’nin Dekâyiku’l-Hakâyık’ı ve Mevlid Türü Eserlerle İlgisi”,
Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 2006, c. XXXIV, İstanbul, s. 33-41.
Bilge, Nihal, “Yusuf Has Hacib, Saadet Veren Bilgi -Kutadgu Bilig”, 1969, Önasya, sy. 4,
s. 15.
Bilgin, Azmi, “Türk Edebiyatında Nasihatnâme ve Emre’nin Tercüme-i Pendnâme-i Attâr’ı”,
Türk Dünyası Araştırmaları, 1994, sy. 93, İstanbul, s. 197-208.
Bilgin, Azmi, “Cefâyî’nin Dekâyıku’l-hakâyık’ı ve Mevlid Türü Eserlerle İlgisi”, İÜEF Türk
Dili ve Edebiyatı Dergisi, 2006, c. XXXIV, s. 33-42.
Bilgin, Orhan, “Aşkî Mustafa Efendi ve Mi’râc-nâmesi”, Prof. Dr. Nihad M. Çetin’e Arma-
ğan, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., 1999, s. 97-116.
Bilkan, Ali Fuat, “Nâbî’nin Hayrî-nâme Adlı Eseri”, Millî Kültür, 1990, sy. 71, Nisan, s.
52-55.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 659
Bilkan, Ali Fuat, “Hadîs-i Şerîfler Işığında Hakanî’nin Hilyesi”, İslâmî Edebiyat, 1989, c.
2, sy. 1, s. 12-14.
Bilkan, Ali Fuat, “XVII. Yüzyılda Gelişen Hikemî Tarz ve Nâbî’nin Hayrî-nâme’si”, Türk-
ler, Hasan Celâl Güzel, Kemal Çiçek ve Salim Koca (ed.), Ankara: Yeni Türkiye,
2002, c. XI, s. 742-747.
Bilkan, Ali Fuat, “Klasik Estetikte Yeni Yönelişler: Orta Klasik Dönem (1600-1700): Mes-
neviler”, Türk Edebiyatı Tarihi, c. 2, editörler: Talât Sait Hamlan vd, 2. baskı, 2007,
Ankara, s. 293-308.
Bilkan, Ali Fuat, “Nâbî’nin Mi’râc-nâme’si”, Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, sy. 1,
2008, s. 9-40.
Binark, Naile, “Kutadgu Bilig’de Evlenme, Aile ve Çocuk Terbiyesi”, Türk Kültürü, 1970,
sy. IX, s. 106-10.
Bingöl, Necdet, “Mısır Memluk Devleti’nin Şâh-nâme’sinin Türkçe En Eski Şiir Çevirisi
(XV.-XVI. Yüzyıl)”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı - Belleten 1966, 1988, s. 65-76.
Birnbaum, Eleazar, “The Date of Turkish Mesnevi Mihr ü Mah”, Bulletin of the Scholl of
Oriental and African Studies, 1960, c. XXIII, s. 138-319.
Bombaci, Alessio, “Kutadku Bilig Hakkında Bazı Mülâhazalar”, Köprülü Armağanı, İs-
tanbul: Osmân Yalçın Matbaası, 1953, s. 65-75.
Bonelli, Luigi, “Del Kutadku Bilik, Poema Turco dell XI Secola”, Annali del R. Instituto
Orientale di Napoli, c. VI, s. 3-38.
Boşkov, Vanço, “İshâk Çelebi’nin Üsküp İçin Yazdığı Şehrengizi”, Sesler, 1969, sy. IV, Üs-
küp, s. 39-40.
Boşkov, Vanço, “Şehrengiz u Turskoj Knjizevnostı ı Şehrengiz o Mostaru, Radovi”, Knjiya,
1970-1971, c. VI, Üsküp, s. 173-181.
Boyraz, Şeref, “Dursun Fakih’in Umman Cengi Mesnevîsinin Yeni Bir Nüshası: Cumhurnâme”,
Türk Dili ve Edebiyatı Makaleleri, 2003, sy. 2, s. 215-274.
Boz, Erdoğan, “Balıkesirli Devletoğlu Yûsuf’un Vikâye-nâme Tercemesi ve Bir Nüsha-
sının Tanıtımı”, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, c. 1, sy. 2, Af-
yon 1999, s. 187-96.
Bozkaplan, Şerif Ali, “Abdî ve Câmasb-nâme’si”, Prof. Dr. Osmân Nedim Tuna Arma-
ğanı, Malatya, 1989, s. 11-20.
Bozkaplan, Şerif Ali, “Kutadgu Bilig’deki Hayvan Adları Üzerine Bir İnceleme”, Turkish
Studies-İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish
or Turkic [Tunca Kortantamer Özel Sayısı], 2007, sy. 2/4, s. 1010-18.
Buluç, Sadettin, “Şeyyâd Hamza’nın Bilinmeyen Bir Mesnevisi”, Türkiyat Mecmuası,
1969, c. XV, s. 247-263 .
Buluç, Sadettin, “Elvan Çelebi’nin Menâkıbnâmesi”, Türkiyat Mecmuası, 1980, c. XIX,
s. 1-6.
Büyükkavas Kuran, Şeyma, “Mesneviden Romana Uzanan Sebeb-i telif Yolu Üst Kur-
macaya mı Çıkar”, Turkish Studies-İnternational Periodical For The Languages, Lite-
rature and History of Turkish or Turkic [Tunca Kortantamer Özel Sayısı], 2006, sy.
1/2, s. 172-201.
Büyükyıldırım, Ayşe, “Âşık Paşa’nın Garîb-nâme’sinde İnsan Bedeniyle İlgili Benzetme-
ler”, Turkish Studies-İnternational Periodical For The Languages, Literature and His-
tory of Turkish or Turkic, 2009, sy. 4/2, s. 165-87.
660 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Caferoğlu, Ahmet, “Nevaî’nin Türk Dilli “Hamse”si”, Türk Dili, Şubat 1966, c. XV, sy.
173, s. 298-300.
Caferoğlu, A., “İran’la Turan’ın Paylaşılamayan Şîrîn’i”, Şarkiyat Mecmuası, 1972, c. VII,
s. 59-68.
Can, Ahmet Vecdi - Salahattin Karapınar – Metehan Küçüker, “Kutadgu Bilig’de Muha-
sebe, Ticari Hayat ve Etik ile ilgili Beyitler ve Güncel Yorumu”, Muhasebe ve Finans
Tarihi Araştırmaları Dergisi, 2012, sy. 2, s. 68-100.
Canım, Rıdvan, “Pend-nâmeler ve Türk Edebiyatında Benzer Nitelikli Nasihat Kitap-
ları”, Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı
Dergisi, 1986, sy. I, s. 18-26.
Canım, Rıdvan, “Edirneli Revânî’nin İşret-nâme’si”, Millî Eğitim, Ocak 1989, sy. 81, s.
53-62.
Canım, Rıdvan, “Türk Edebiyatında Sâkînâmeler”, Millî Eğitim Dergisi, 1991, sy. 106,
s. 38-41.
Canım, Rıdvan, “İşret-nâme Tasavvufî Bir Eser midir”, Akademik Araştırmalar, 1996,
c. I, sy. 1, s. 9.
Canpolat, Mustafa, “Oht=Zaman Sözcüğü Üzerine”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-
Coğrafya Fakültesi Dergisi, 1988, c. XXXII, sy. 1-2, s. 177-83.
Ceyhan, Adem, “Süleyman Nahîfî’nin Mevlidü’n-nebî Mesnevîsi”, A.Ü. Türkiyat Araştır-
maları Enstitüsü Dergisi, 2000, sy. 17, s. 89-141.
Ceyhan, Adem, “Âlim ve Şair Bir Osmanlı Müderrisi: Pîr Mehmed Azmî Bey ve Eser-
leri”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, 2000, sy. 1, s. 243-86.
Cilâcı, Osmân, “Kutadgu Bilig’de Sosyal ve Dinî Motifler”, Millî Kültür, Eylül 1987, sy.
58, s. 10-18.
Cin, Ali, “Karışık Dilli Eserlerden Ali’nin Yûsuf ve Züleyhâ Mesnevîsi”, Turkish Studies,
2010, vol. 5/1, s. 139-76.
Chmielowska, Danuta, “Nâbî, Vehbî ve Vâsıf’ın Eserlerinde Türk Kadını”, çev. Mübahat
Türker Küyel, Erdem, Aydın Sayılı Özel Sayısı-II, 1996, c. 9, sy. 26, s. 505-83.
Clauson, Sir Gerard, “The Muhabbet-nâme of XWarazmi”, Central Asiatic, 1962, c. VII,
s. 247-55.
Clauson, Sir Gerard, “Hârezmî’nin Muhabbet-nâme’si”, çev.: Ayşe Gül Sertkaya, İstan-
bul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 2008, c. XXXVII,
s. 191-204.
Clermont-Ganneau, Charles, “Note sur on passage du Kutadku Bilik”, Journal Asiatique,
1898, c. XI, sy. 9, s. 334-35.
Coşkun, Ali Osmân, “Sâkî-nâmeler ve Kaf-zâde Fâ’izî’nin Sâkî-nâme’si”, Ondokuz Mayıs
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 1994, sy. 9, s. 52-64.
Coşkun, Ebru, “Selçuklu Minyatürü’nde Varka ve Gülşâh Mesnevisi”, Türk Gençlik Vakfı
Bülteni, 2007, sy. 1, s. 41-42.
Coşkun, Menderes, “Osmanlı Türkçesiyle Kaleme Alınmış Hac Seyahatnameleri: I”, Jo-
urnal of Turkish Studies, Türklük Bilgisi Araştırmaları: In Memoriam Agâh Sırrı Le-
vend Hâtıra Sayısı I, 2000, c. XXIV, s. 91-108.
Coşkun, Menderes, “Osmanlı Türkçesiyle Kaleme Alınmış Edebî Nitelikli Hac Seyahat-
nameleri”, Türkler, Hasan Celâl Güzel, Kemal Çiçek ve Salim Koca (ed.), Ankara:
Yeni Türkiye, 2002, c. XI, s. 806-814.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 661
Coşkun, Menderes, “Mesnevilerde Klâsik Şâirlerle İlgili Değerlendirmeler”, Journal of
Turkish Studies, Türklük Bilgisi Araştırmaları: Kaf Dağının Ötesine Varmak, Fests-
crift in Honor of Günay Kut, Essays Presented by Her Colleagues and Students I, Ey-
lül 2003, c. XXVII, s. 313-368.
Cunbur, Müjgan, “Batıya Kaçırılan Kitaplarımız”, Türk Kütüphaneciler Derneği Bülteni,
1959, VIII/1, s. 3-16.
Cunbur, Müjgan, “Murad-name”, Millî Kültür, Şubat 1977, c. I, sy. 2, s. 60-63.
Cunbur, Müjgan, “Mevlânâ’nın İlk Mütercimi Gülşehrî”, Mevlânâ [Yirmi Altı Bilim Ada-
mının Mevlânâ Üzerine Araştırmaları], Feyzi Halıcı (hzr.), Konya, 1983, s. 31-35.
Cunbur, Müjgân, “Ûdî ve Mâcerâ-i Mâh Adlı Eseri”, Erdem, 1985, c. 1, sy. 1, s. 187-
198.
Cunbur, Müjgân, “Garîb-nâme ve Birlik Fikri”, Millî Kültür, 1986, sy. 54, s. 63-67.
Curry, John J., “Defending the Cult of Saints in Seventeenth-Century Kastamonu: Ömer
el-Fu’adî’s Contribution to Religious Debate in Ottoman Society”, Frontiers of Otto-
man Studies, 2005, vol. 1, s. 139-48.
Çağatay, N., “The Tradition of Mavlid Recitations in Islam Particularly in Turkey”, Stu-
dia Islamica, 1968, c. 27, s. 127-35.
Çağatay, Saadet, “Kutadgu Bilig’de Odgurmuş’un Kişiliği”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı
- Belleten 1967, 1988, s. 39-49.
Çağatay, Saadet, “ Kutadgu Bilig’de Ögdülmiş”, Türk Kültürü, 1970, c. IX, sy. 98, s.
63-67.
Çakıcı, Bilal, “Mehmed Şakir’in Manzum Mesnevi Tercümesi”, Erdem -Doğumunun 800.
Yılında Mevlana Özel Sayısı-, 2008, sy. 50, s. 51-58.
Çakıcı, Bilal, “The Shahrangiz of Shtip by Za’fî”, International Journal of Central Asian
Studies, 2010, vol. 14, Korea, s. 95-107.
Çakır, Müjgan, “Kıyafet-nâmeler Hakkında Bir Bibliyografya Denemesi”, Türkiye Araştır-
maları Literatür Dergisi –Eski Türk Edebiyatı I Sayısı-, 2007, sy. 9, s. 333-50.
Çapan, Pervin, “Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn’unda Tematik Olarak Aşk”, Turkish Stu-
dies [Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anısına], 2009,
c. 4/7, s. 221-38.
Çavuşoğlu, Ali, “Kıyafet İlmi ve Kutadgu Bilig’de Kıyafet İlmi/Fizyonomi İzleri”, Bilim-
name, 2009, c. II, s. 293-302.
Çavuşoğlu, Ali, “Kutadgu Bilig’in Üç Boyutu ve Toplum Sınıflandırması”, TURAN Stra-
tejik Araştırmalar Merkezi Dergisi, 2012, 4/13, s. 75-96.
Çavuşoğlu, Mehmed, “Yenişehirli Avnî Bey ve Mir’ât-ı Cünûn”, Symposium, İstanbul,
1965, c. IV, sy. 1, s. 5-20.
Çavuşoğlu, Mehmed, “Taşlıcalı Dukâkin-zâde Yahyâ Bey’in İstanbul Şehr-engîzi”, İstan-
bul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, Ağustos 1969, c.
XVII, s. 73-108.
Çavuşoğlu, Mehmed, “Hayretî’nin Belgrat Şehr-engîzi”, Güney-Doğu Avrupa Araştırma-
ları Dergisi, 1974-1975, sy. 2-3, s. 325-356.
Çavuşoğlu, Mehmed, “Hayretî’nin Yenişehir Şehrengizi”, Güney-Doğu Avrupa Araştır-
maları Dergisi, 1975-1976, sy. 4-5, s. 81-100.
Çavuşoğlu, Mehmet, “Fatih Sultan Mehmed Devrine Kadar Osmanlı-Türk Edebî Mah-
sullerinde Muhtevânın Tekâmülü”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, 1982, sy. 11-2, s.
31-43.
662 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Çelebioğlu, Âmil, “Süleyman Nahîfî ve Fazîlet-i Savm [Zuhrü’l-âhire] Adlı Eseri”, Diya-
net Dergisi, 1972, sy. 12, s. 342-350.
Çelebioğlu, Âmil, “XIII.-XV. [Yüzyıl] (İlk Yarısı). Yüzyıl Mesnevilerinde Mevlânâ Te-
siri”, Mevlânâ ve Yaşama Sevinci, Feyzi Halıcı (hzr.), Ankara: Konya Turizm Der-
neği, 1978, s. 99-133.
Çelebioğlu, Âmil, “Kabus-nâme Tercümesi Murâd-nâme’ye Dair”, Türk Kültürü, 1978,
sy. 192, yıl: XVI, Ekim 1974, s. 719-28 (15-24).
Çelebioğlu, Âmil, “Yazıcı Salih ve Şemsiyyesi”, İslâmî İlimler Dergisi, 1976, sy. 1, Erzu-
rum, s. 171-218.
Çelebioğlu, Âmil, “Kıyâfe(t) İlmi ve Akşemseddinzâde Hamdullah Hamdî ile Erzurumlu
İbrâhim Hakkı’nın Kıyâfetnâmeleri”, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Araştırma
Dergisi Ahmet Caferoğlu Özel Sayısı, 1979, fasikül 2, sy. 11, Ankara, s. 305-47.
Çelebioğlu, Âmil, “Türk Edebiyatında Manzum Dînî Eserler”, Şükrü Elçin Armağanı, An-
kara: Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Armağan Dizisi, s. 153-66.
Çelebioğlu, Âmil, “Âşık Ahmed’in Câmi’ü’l-ahbâr’ı”, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü
İbrahim Kafesoğlu Armağanı, 1985, Ankara, s. 171-87.
Çelebioğlu, Âmil, “Balıkesirli Devletoğlu Yusuf’un Fıkhî Bir Mesnevîsi”, Mehmet Kap-
lan İçin, Ankara, 1988, s. 43-57.
Çelebioğlu, Âmil, “Zaîfî’nin Gazavât-ı Sultan Murâd İbni Muhammed Han Adlı
Mesnevîsi”, Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yay.,
1998, s. 151-8.
Çelebioğlu, Âmil, “Yazıcıoğlu Mehmed ve Muhammediyye’si”, Eski Türk Edebiyatı Araş-
tırmaları, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yay., 1998, s. 159-74.
Çelebioğlu, Âmil, “Süleyman Nahîfî’nin Hicretü’n-nebî Adlı Mesnevîsi”, Türklük Araştır-
maları Dergisi, 1987, sy. 2, İstanbul, s. 53-87.
Çelik, Ali, “XVIII. yy. Müelliflerinden Ahmed Mürşidî’nin Ahmediyye İsimli Eseri”, Aka-
demik Araştırmalar Dergisi: Osmanlı Özel Sayısı, 2000, sy. 4-5, s. 85-101.
Çelik, İsa, “Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin Tercüme ve Şerhleri”, Atatürk Üniversitesi Türki-
yat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 2002, yıl 9, sy. 19, s. 71-94.
Çelik, İsa, “Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin Yedinci Cildi Üzerine”, Atatürk Üniversitesi Türki-
yat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 2002, yıl 9, sy. 20, s. 85-98.
Çelik, İsa, “Tasavvufî Şerh Edebiyatı Bağlamında Mesnevî Şerhlerinden Kırk Beyit Yo-
rumu Üzerine Mukayeseli Bir İnceleme”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları
Enstitüsü Dergisi, 2003, yıl 10, sy. 23, s. 33-56.
Çeneli, İrfan, “Türk Edebiyatında Sâkî-nâmeler”, Türk Kültürü, 1972, c. X, sy. 115, s.
22-29.
Çeneli, İrfan, “Lâmi’î’nin Salamân u Absâl Adlı Mesnevîsi”, Türk Kültürü, 1972, c. X, sy.
120, s. 22-26.
Çeri, Bahriye, “İstanbul’un Gözleri Mahmur ve Şehrengizler”, Celal Bayar Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 1997, sy. 1, s. 222-31.
Çetin, Abdülbaki, “Bilinmeyen Türkçe Bir Dehnâme”, Modern Türklük Araştırmaları
Dergisi, 2006, c. 3, sy. 4, s. 91-110.
Çetin, Abdülbaki, “XVII. Yüzyıl Mevlevî Şairlerinden ‘Abîrî ve İki Eseri”, A.Ü. Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 2008, sy. 38, s. 95-110.
Çetin, Altan, “Kutadgu Bilig’de Türk Aile Kültüründe Bir Babanın Oğul İmajı ya da Sü-
regiden Bellek/Kültür”, Millî Folklor, 2010, yıl 22, sy. 85, s. 122-32.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 663
Çetin, Nihad M., “Arapça Birkaç Darb-ı Meselin ve Şeyhî’nin Har-nâme’sinde İşlediği
Hikâyenin Menşei Hakkında”, Şarkiyat Mecmuası, 1972, c. VII, İstanbul, s. 227-43.
Çetin, Osmân. “Tarihte İlk Resmî Mevlid Merasimleri”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fa-
kültesi Dergisi, 1987, c. II, sy. 2, s. 73-76.
Çetindağ, Yusuf, “Leylâ ile Mecnûn Mesnevîlerinin Temel Motifler Açısından Karşılaştı-
rılması”, Ayla Demiroğlu Kitabı, hzr. Adem Ceyhan, 2006, İstanbul, s. 267-90.
Çetinkaya, Ülkü, “A Husrev u Şîrîn by Âzerî”, International Journal of Central Asian Stu-
dies, 2008, vol. 12, s. 84-101.
Çıkla, Selçuk - Sibel Üst, “Mesnevî’deki Hikâyelerin Kaynakları ve Mevlânâ’nın Hikâyeleri
Üzerindeki Tasarrufları”, Yedi İklim, 2007, sy. 211, s. 92-97.
Çıkman, Zeki, “İbrahim Hakkı ve Karakter Tahlili”, Doğumunun 300. Yılında Erzurumlu
İbrahim Hakkı, hzr. Hikmet Eren, 2003, Ankara, s. 215-21.
Çınar, Bekir, “Tıflî Ahmed Çelebi ve Sâkî-nâme’si”, Türklük Bilimi Araştırmaları, 2002,
sy. 12, Niğde, s. 111-53.
Çınar, Bekir, “Taşlıcalı Yahyâ’nın Gencîne-i Râz Mesnevisi’nde Bir Nasrettin Hoca Fıkrası”,
Turkish Studies-İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of
Turkish or Turkic [Tunca Kortantamer Özel Sayısı], 2007, sy. 2/4, s. 283-92.
Çınar, Bekir, “Şeyh Gâlib’in Hüsn ü Aşk Mesnevisinde Felekler”, A.Ü. Türkiyat Araştır-
maları Enstitüsü Dergisi -Prof. Dr. Hüseyin Ayan Özel Sayısı-, 2009, sy. 39, Erzu-
rum, s. 777-92.
Çifçi, Selcen, “XV. Yüzyıl Şairi Hatiboğlu ve Mesnevîsi: Bahrü’l-hakâyık”, Afyon Kocatepe
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 1998, sy. 1, s. 185-95.
Çifçi, Selcen, “Hisârî ve Eseri “Kitâbu Tuhfetü’l-mü’min” Hakkında”, Türk Dünyası İnce-
lemeleri Dergisi, 2007, c. VII, sy. 2, s. 81-89.
Çifçi, Selcen - Ozan Alevli, “Mantıku’t-tayr’da Temel Dil Becerilerinin Kullanımı”, Turkish
Studies-İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish
or Turkic, 2013, sy. 8/4, s. 525-42.
Çöm, Erol, “Şemseddîn-i Sivasî’nin İbret-nümâ Adlı Mesnevîsi”, S.Ü. Türkiyat Araştırma-
ları Dergisi, 2008, sy. 24, Konya, s. 127-63.
Çulhaoğlu, Gülşen, “Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîn Mesnevîsi’ndeki Aşk İlişkileri”, Doğu Batı
Düşünce Dergisi -Aşk ve Doğu-, 2004, yıl 7, sy. 26, Şubat-Mart-Nisan, s. 151-76.
Dağlar, Abdülkadir, “Nakşî Mustafa Dede ile Bursalı Ali Rızâ’nın Hilye-i Mevlânâ’larını
Mukayese Denemesi”, S.Ü. Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2007, sy. 21, Konya, s.
151-70.
Damira, İbragim, “Âşık Paşa’nın Garîb-nâme’sinden Hareketle Anadolu Türk Kültürü ve
Kazak Kültürünün Çocuk Konusunda Karşılaştırılması”, Türk Kültürü İncelemeleri
Dergisi, 2007, sy. 17, s. 145-62.
Daneshvari, Abbas, “Symbolism of the Rabbit in the Manuscript of Warqa wa Gulshah”,
Essays in Islamic Art and Architecture, 1981, vol. 1, s. 21-30.
Dankoff, Robert, “Yûsuf-ı Meddâh, Varga ve Gülşâh: A Fourteenth Century Anatolian
Turkisch Mesnevî”, Journal of Turkish Studies, Türklük Bilgisi Araştırmaları, 1978,
c. II, s. 146-54.
Dankoff, Robert, “Textual Problems in Kutadgu Bilig”, Journal of Turkish Studies, Türk-
lük Bilgisi Araştırmaları, 1979, c. 3, s. 89-99.
Dankoff, Robert, “Lyric in the Romance: The Use of Ghasals in Persian and Turkish Mes-
nevis”, Journal of Near Eastern Studies, 1984, c. XLIII, sy. 1, s. 9-25.
664 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Dankoff, Robert, “The Romance of İskender and Gülşâh”, Turkic Culture –Continuity
and Change-, Indiana: Indiana Universty, 1987, s. 95-103.
Dedes, Yorgo, “Süleymân Çelebi’s Mevlid: Text, Performance and Muslim - Christian
Dialogue”, Şinasi Tekin Anısına Uygurlardan Osmanlıya, İstanbul: Simurg, 2005, s.
305-49.
Değirmençay, Veyis, “İntihâ-nâme Mesnevisinde Mevlânâ ve Mevlevîlikle İlgili Anlatım-
lar”, Yedi İklim, 1997, c. 11, sy. 84, Mart, s. 53-58.
Delice, İbrahim, “Niğdeli Muhibbî ve Gül ü Nev-rûz Mesnevîsi”, Türklük Bilimi Araştır-
maları, 1997, sy. 4, s. 145-62.
Demir, Recep, “Hamdî’nin Yûsuf u Züleyhâ Mesnevîsinde Tercüme ve Yerli Söylem”, A.Ü.
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 2010, sy. 44, Erzurum, s. 37-63.
Demir, Yavuz, “Toprakla Gelen Dört Sıfat”, Millî Kültür, 1987, sy. 56, s. 67-68.
Demir, Yavuz, “Şeyhülislâm Yahyâ Efendi ve Sâkî-nâme’si”, Millî Kültür, 1988, sy. 62, s.
34-38.
Demirci, Ümit Özgür, “Şeyyâd Hamza’nın Yûsuf u Zelîha’sındaki Bazı İbareler Üzerine”,
A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 2011, sy. 45, Erzurum, s. 1-8.
Demirci, Mehmet, “Mesnevî Şerhleri ve Şârihleri”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Ocak
2004, yıl 33, sy. 1, s. 20-28.
Demirel, H. Gamze, “Şem’ ve Pervânenin İçsel Yolculuğuna Dair Felsefî Bir Yaklaşım”,
Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2006, sy. 5, s. 135-44.
Demirel, H. Gamze, “16. Yüzyıl Şairlerinden Fazlî’nin Gül ü Bülbül Mesnevisi’ndeki Şa-
hıs Kadrosunun Tasavvufî Açıdan Değerlendirilmesi”, S.Ü. Türkiyat Araştırmaları
Dergisi, 2007, sy. 21, s. 89-103.
Demirel, Hamide, “The Love Story of Layla va Macnun”, Doğu Dilleri, Ankara Üniver-
sitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Doğu Dilleri ve Edebiyatları Dergisi, 1975, sy.
2, s. 191-95.
Demirel Dönmez, Özlem, “Dîvânü Lügati’t-türk ve Kutadgu Bilig’de İntikam Kelimeleri”,
Acta Turcica Çevrimiçi Tematik Türkoloji Dergisi, 2011, sy. 5, s. 234-41.
Demirel, Şener, “Behiştî ve Heft Peyker”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Der-
gisi 7, 1995, sy. 1-2, s. 57-65.
Demirel, Şener, “16. Asır Divan Şairlerinden Behiştî ve Heft Peyker Mesnevîsi’nin Tema-
tik Açıdan İncelenmesi”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türki-
yat Araştırmaları Dergisi, 2001, sy. 9, s. 187-217.
Demirel, Şener, “Hüsn ü Aşk’ta Ateşle İlgili Teşbih Unsurları”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bi-
limler Enstitüsü Dergisi, 2005, c. 15, sy. 2, s. 81-105.
Demirel, Şener, “Mevlânâ’nın Mesnevî’si ve Şerhleri”, Türkiye Araştırmaları Literatür Der-
gisi –Eski Türk Edebiyatı II Sayısı-, 2007, sy. 10, s. 469-504.
Demirel, Mustafa, “Kemâl Paşazâde ve Yûsuf u Zelîhâ’sı”, Türk Dünyası Araştırmaları
Dergisi, 2005, sy. 154, Şubat, s. 209-38.
Demirtaş, Ahmet, “Kutadgu Bilig’deki Hükümdar Küntogdı Tipine Göstergebilimsel
Açıdan Bir Yaklaşım Denemesi”, Türklük Bilimi Araştırmaları, 2004, sy. 15, Niğde,
s. 161-74.
Demirtaş, Ahmet, “Kutadgu Bilig’de “yorı-” Fiili Üzerine”, Turkish Studies-İnternational
Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2012, vol.
7/4, s. 1477-501.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 665
Demirtaş, Faruk K., “Hüsrev ü Şîrîn” ve “Ferhâd ü Şîrîn” Yazan Şairlerimiz”, Türk Dili,
c. I, sy. 10, Temmuz, s. 567-73.
Demirtaş, Faruk K., “Şeyhî’nin Husrev ve Şirin’i Üzerine Notlar”, Türk Dili, 1953, c. III,
sy. 25, Ekim, s. 18-21.
Deniz, Sebahat, “Cemşîd ü Hurşîd Mesnevisindeki Temsîli Hususiyetler”, Türklük Araş-
tırmaları Dergisi, 1993, sy. 7, yıl 1991-92, İstanbul, s. 187-202.
Deniz, Sebahat, “Boyacıoğlu’nun “Anâsır-ı Erba’a” Adlı Mesnevîsi”, Türk Kültürü İncele-
meleri Dergisi, 2000, sy. 2, İstanbul, s. 161-82.
Deniz, Sebahat, “Kutadgu Bilig ve Türk Mesnevi Edebiyatındaki Yeri”, Türk Kültürü İn-
celemeleri Dergisi, 2000, sy. 1, İstanbul, s. 23-38.
Deniz, Sebahat, “Kutadgu Bilig’de Bilgi”, Sahn-ı Seman Bilgi Dergisi, 2000, Mayıs-Haziran-
Temmuz, s. 51-55.
Deniz, Sebahat, “Kadızâde Mehmed İlmî’nin Sultan IV. Murad İçin Yazdığı Manzum
Duânâme’si”, Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, sy. 1, 2008, s. 9-40.
Derdiyok, İ. Çetin, “Miftâhu’l-ferec’in İki Yeni Nüshası”, Bir, Türk Dünyası İncelemeleri
Dergisi, 1995, sy. 4, s. 45-59.
Derdiyok, İ. Çetin, “Adana İl Halk Kütüphanesi’nde Bulunan Bir Hikâyet-i İbrâhîm Edhem
Nüshası”, Türkoloji Araştırmaları - Fuat Özdemir Anısına -, 1997, Adana, s. 125-39.
Derdiyok, İ. Çetin, “XVI. Yüzyıl Şairlerinden Azîzî’nin Nigâr-nâmesi’nin Yeni Bir Nüs-
hası”, Türkoloji Araştırmaları - Fuat Özdemir Anısına -, 1997, Adana, s. 141-54.
Derdiyok, İ. Çetin, “Füzûnî ve Gül-i Sad-berg’i”, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, 2005, c. 14, sy. 1, s. 181-200.
Develi, Hayati, “Eski Türkiye Türkçesine Ait Manzum Bir Mi’râc-nâme”, İstanbul Üniver-
sitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1998, sy. XXVIII, s. 81-128.
Diclehan, Şakir, “Divan Edebiyatımızda Mi’râciyeler”, İslâmî Edebiyat, 1989, sy. 3, s.
18-21.
Dilaçar, Agop, “Kutadgu Bilig’in 900. Yıldönümü (1069-1070) ve Balasagunlu Yusuf”,
Türk Dili, 1969, sy. 211, s. 6-17.
Dilberîpûr, Asgar, “Türk Edebiyatında Nizâmî’nin Takipçileri ve Hamse’sine Nazire Ya-
zanlar”, çev. M. Fatih Köksal, Türklük Bilimi Araştırmaları, 1999, sy. 8, Sivas, s. 199-
238.
Dilçin, Cem, “XIII. Yüzyıl Metinlerinden Yeni Bir Yapıt: Ahvâl-i Kıyâmet”, Ömer Asım
Aksoy Armağanı, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., 1978, s. 49-86.
Dilçin, Cem, “Mantıku’t-tayr’ın Manzum Çevirileri Üzerine Bir Karşılaştırma”, Ankara
Üniversitesi DTCF Dergisi, 1993, sy. 369, s. 35-56.
Dilçin, Cem, “Mecnûn-nâme, Tehzil-i Leylâ vü Mecnûn”, Journal of Turkish Studies =
Türklük Bilgisi Araştırmaları: Hasibe Mazıoğlu Armağanı I, 1997, c. 21, s. 230-301.
Dilemre, Ahmet Cevat, “Hüsn ü Aşk”, Muhit, 1948, sy. 7, s. 41.
(Dilmen), İbrahim Necmi, “Kutadgu Bilig’in Vezni”, Yarın, 1921, sy. 5, s. 3.
Dinar, Talat, “Kül Tigin Abidesi ve Kutadgu Bilig’deki Ortak Fiillerin Tamlayıcı İlişkisi
Açısından İncelenmesi”, Turkish Studies-İnternational Periodical For The Languages,
Literature and History of Turkish or Turkic, 2010, vol. 5/3, s. 1044-91.
Diriöz, Meserret, “Hayrî-nâme (Hayriyye) Şairine Göre İlim ve Ahlâka Verilen Değer”,
Millî Kültür, 1979, yıl I, sy. 12, s. 46-48.
Dizdaroğlu, Hikmet, “Mevlid ve Süleymân Çelebi”, Hisar, 1955,c. III, sy. 57, Ocak, s.
6-7.
666 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Dizdaroğlu, Hikmet, “Eski Edebiyatımızın Bir Aşk Hikâyesi”, Türk Dili, sy. 148, s.
209-12.
Dizdaroğlu, Hikmet, “Muhibbî ve Mevlid’i”, Folklor, 1970, sy. I, s. 14.
Doğan, Ahmet, “Hüsn ü Aşk’ta Kuyu Sembolü”, 2005, yıl 17, sy. 68, s. 180-89.
Doğan, Ahmet, “Hüsn ü Aşk’ta İmgeler”, Fırat Üniersitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2006,
c. 16, sy. 1, s. 109-19.
Doğan, Ahmet, “Eski Türk Edebiyatı’nda Hüsrev ü Şîrîn ve Hüsn ü Aşk”, Türkiye Araştır-
maları Literatür Dergisi -Eski Türk Edebiyatı I Sayısı-, 2007, sy. 9, s. 389-400.
Doğan, Enfel - Feryal Korkmaz, “Rûmî’nin Şîrîn u Şîrûye’si (İnceleme-Metin-Sözlük)”,
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 2004, c. XXXI,
s. 53-174.
Doğan, Muhammed Nur, “XV. Yüzyıl Anadolu - Osmanlı Edebiyâtının Tekâmülüne Toplu
Bir Bakış”, Türk Dünyası Araştırmaları, 1988, sy. 56, Ekim, s. 100-143.
Doğan, M. Nur, “Lâle Devri Şairlerinden İshak Efendi’nin Orijinal Mesnevîsi: Bi’set-
nâme”, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1997,
sy. 27, s. 101-68.
Doğan, Nejat, “Kutadgu Bilig’in Devlet Felsefesi-I”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi”, 2002, sy. 12, s. 127-58.
Doğan, Nejat, “Kutadgu Bilig’in Devlet Felsefesi-II”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi”, 2002, sy. 13, s. 77-94.
Doğramacıoğlu, Hüseyin, “Türk Hikâyeciliğinin Prototipi Sayılabilecek Heft-Hân’da
Mekân”, bilig, 2010, sy. 52, s. 33-46.
Doğu, Ayşe, “Mitolojik Sevgililer”, Düşünüyorum, Anadolu Aydınlanma Vakfı Haber Bül-
teni, 2011, sy. 9, İstanbul, s. 1-2.
Dolu, Hâlide Cemil, “Yûsuf Hikâyesi Hakkında Birkaç Söz ve Bazı Türkçe Nüshalar”, İs-
tanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1952, c. IV, İs-
tanbul, s. 419-45.
Dolu, Halide, “Sultan Hüseyn Baykara Adına Yazılmış Çağatayca Manzum Bir Yûsuf
Hikâyesi”, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi,
1954, sy. V, s. 51-58.
Dolu Halide, “Yûsuf Hikâyesinde Aşk Temi”, Türk Düşüncesi, 1954, sy. 1, s. 105-9.
Dolu, Halide, “Dâstân-ı Varka ve Gülşâh’ın Fiil Çekimi”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-
Belleten 1954, 1988, Ankara, s. 221-31.
Duman, Musa, “XV. Yüzyıl Şairlerinden İbrahim Bey”, İlmî Araştırmalar, 1996, sy. 2, s.
73-78.
Duman, Musa, “İbrahim Bey’in Mi’râc-nâmesi”, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi,
Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1997, sy. XXVII, s. 169-238.
Dursunoğlu, Halit, “Klasik Türk Edebiyatında Bir Şehrin Güzelleri ve Güzellikleri ile İl-
gili Eserler (Şehrengizler)”, TDAY-Belleten 2003/2, s. 57-74.
Ece, Selami, “Türk Edebiyatında Mihr ü Vefâ Mesnevîsi”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 1998, sy. 10, Erzurum, s. 117-28.
Ece, Selami, “Modern Öyküleme Teorileri Açısından Mesnevi”, Atatürk Üniversitesi Tür-
kiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 2002, yıl 9, sy. 20, s. 99-106.
Ece, Selami, “Mûyî ve Nâlân u Handân Mesnevîsi”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştır-
maları Enstitüsü Dergisi, 2004, sy. 23, Erzurum, s. 57-71.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 667
Ece, Selami, “Mesnevîlerde Öyküleme Özellikleri ve Üslup”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 2004, yıl 10, sy. 23, Erzurum, s. 11-21.
Ediskun, Haydar, “Kutb’un Hüsrev ü Şirin’i ve Dil Özellikleri”, Türk Dili, 1969, sy. 20,
s. 43-47.
Eflatun, Muvaffak, “Mesneviler Kendini Yalanlayan Metinler midir?”, Gazi Türkiyat,
2012, sy. 10, Ankara, s. 91-107.
Eğri, Sadettin, “Vîs ü Râmîn Mesnevîlerinde Kahramanların Özellikleri ve Aşk Anlayış-
ları”, İlmî Araştırmalar, 2001, sy. 12, s. 95-109.
Eker, Süer, “Kutadgu Bilig’de (teñri ‘azze ve celle ögdisin ayur) Türkçe İslami Terimlerin
Kaynakları Üzerine”, bilig, 2006, sy. 38, s. 103-22.
Eker, Süer, “Yusuf Has Hacib, “Kutadgu Bilig” (1069)”, Türk Edebiyatı Tarihi, c. 1, editör-
ler: Talât Sait Hamlan vd, 2. baskı, 2007, Ankara, s. 193-200.
Eliaçık, Muhittin, “Gubârî’nin Zindanda Yazdığı Menâsikü’l-hac Mesnevîsi”, İlmî Araş-
tırmalar, 2004, sy. 17, İstanbul, s. 105-14.
Elçin, Şükrü, “Kirdeci Alî’nin Güvercin Destanı”, Türk Folkloru, 1982, sy. 33, Ankara.
Elçin, Şükrü, “Hasanü’l-şükrî Veysel Karanî Hikâyesi”, Marmara Üniversitesi Türklük
Araştırmaları Dergisi, 1993, sy. 7, s. 203-42.
Elçin, Şükrü, “Kirdeçi Ali’nin Kesik Baş Destanı”, Türk Dili, 1995, sy. 517, Ankara, s.
64-68.
Elçin, Şükrü, “Ömeroğlu’nun Hazâ Kitâbu Dâsitân-ı Muhammed’i”, Millî Folklor, 1995,
c. 4, sy. 27, Ankara, s. 61-63.
Elçin, Şükrü, “Hasanü’l-şükrî’nin Mansûr-nâme’si”, Bir, Türk Dünyası İncelemeleri Der-
gisi, Prof. Dr. Kemal Eraslan Armağanı, 1998, sy. 9-10, s. 181-200.
Elgin, Necati, “Dâvûd-ı Halvetî’nin Gülşen-i Tevhîd’i”, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fa-
kültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1965, sy. XIII, s. 91-98.
Emîn Âbid, “Fuzûlî’nin Malum Olmayan Bir Eseri: Sohbetü’l-esmâr”, Hayat Mecmuası,
1927, c. I, sy. 16, s. 314.
Emiroğlu, Selim, “Kutadgu Bilig’de Çocuk Eğitimi”, Turkish Studies-İnternational Perio-
dical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2012, vol. 7/1,
s. 1027-41.
Eraslan, Kemal, “Manzum Oğuznâme”, Türkiyat Mecmuası, 1976, c. XVIII, s. 169-236.
Eraslan, Kemal, “Manzum Oğuznâme ile İlgili İki Not”, Türkiyat Mecmuası, 1980, c.
XIX, s. 345-46.
Eraslan, Kemal, “Ahmedî, Münazara (Telli Sazlar Atışması)”, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat
Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1986, c. XXIV-XXV, İstanbul, s. 129-204.
Eraslan, Kemal, “Baba İlyâs-ı Horasanî’ye Ait Halvetle İlgili Manzum Bir Risale”, Türki-
yat Mecmuası, 1997, c. XX, s. 131-94.
Erbay, Nazire, “Fuzûlî Gazellerinin Bilinmeyen Bir ilham Kaynağı: “Cem Şâiri” Edir-
neli Şâhidî”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 2012, sy. 47, Erzurum,
s. 107-18.
Ercan, Özlem, “Kâmî Mehmed Efendi ve Firûz-nâme”, U.Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Sos-
yal Bilimler Dergisi, 2002, sy. 3, s. 115-34.
Erdal, Marcel, “Constraints on Poetic Licence in the Qutadgu Bilig: The Converb and
Aorist Vowels”, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Der-
gisi, 1980-1986, c. XIV-XV, s. 205-14.
668 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Erdem, Mehmet Dursun, “Manzum Sözlükler ve Tuhfe-i Âsım”, International Journal of
Central Asian Studies –Prof. Dr. Mustafa Canpolat armağanı-, 2005, vol. 10-1, Edi-
tor in Chief: Choi Han-Woo, The Ġnternational Association of Central Asian Stu-
dies Intitute of Asian Culture and Development, Korea, s. 197-216.
Erdoğan, Kenan, “Klasik Mi’râciyelerden Farklı Bir Mi’râciyye: Said Paşa ve Mi’râciyyesi”,
Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 1999, sy. 12, Erzu-
rum, s. 163-186.
Erdoğan, Mustafa, “Lütfî Mehmed Dede ve Hilye-i Mevlânâ Adlı Eserine Göre Mevlânâ’nın
Özellikleri”, Erdem –Doğumunun 800. Yılında Mevlana Özel Sayısı-, 2008, sy. 50, s.
59-81.
Eren, Abdullah, “Hüsn ü Aşk’ın Kurgusunda Belirleyici Faktörlerden Biri Olarak Acz”,
Turkish Studies [Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anı-
sına], 2009, c. 4/7, s. 239-52.
Eren, Abdullah, “Hüsn ü Aşk’ın Tasvirlerinde Gül”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Der-
gisi, 2010, vol. 3/11, s. 245-51.
Erenoğlu, Dilek, “Güvâhî’den Günümüze Atasözleri ve Deyimler”, Turkish Studies-
İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Tur-
kic, 2007, sy. 2/4, s. 1150-167.
Erimer, Kayahan, “Gün Işığına Çıkan Değerli Bir Eser”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-
Belleten 1973-1974, 1974, Ankara, s. 265-81.
Erişen, Gülgün, “Bursalı Rahmî ve Gül-i Sad-berg’i”, Türkoloji Dergisi, 1992, c. 10, sy. 1,
Ankara, s. 285-315.
Erkal, Abdülkadir, “Celâlî’nin Mîr-i Alem Adlı Eseri”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araş-
tırmaları Enstitüsü Dergisi, 1997, sy. 9, Erzurum, s. 65-77.
Erkal, Abdülkadir, “Lâmi’nin Ferhâd u Şîrîn Mesnevîsi”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Ens-
titüsü Dergisi, 1997, sy. 8, Erzurum, s. 51-66.
Erkal, Abdülkadir, “Kıyâfetnâmeler Üzerine”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Der-
gisi, 1999, sy. 13, Erzurum, s. 217-25.
Erkal, Abdülkadir, “Mîr-i Alem Mesnevîsinin Şairi Celâlî Hakkında”, Atatürk Üniversitesi
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 1999, sy. 11, Erzurum, s. 131-36.
Erkal, Abdülkadir, “Türk Edebiyatında Hilye ve Cevrî’nin Hilye-i Çâr-yâr-i Güzîn’i”, Ata-
türk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 1999, sy. 12, Erzurum, s.
111-31.
Eroğlu, Süleyman, “Âsafî’nin Şecâ’at-nâme Mesnevîsi”, Turkish Studies [Klâsik Türk Edebi-
yatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anısına], 2009, c. 4/7, s. 253-97.
Ersoy, Ersen (2011), “II. Bayezit Devri Şairlerinden Behiştî’nin Hamsesi”, CBÜ Sosyal Bi-
limler Dergisi Prof. Dr. Mahmut Kaplan Armağan Sayısı, c. 9, sy. 2, s. 254-61.
Ersoylu, Halil, “Fal, Falnâme ve Fâl-ı Reyhân-ı Cem Sultân”, İslâm Medeniyeti, 1981, c.
5, sy. 2, İstanbul, s. 69-81.
Ersoylu, Halil, “Kutadgu Bilig’de Kur’ân-ı Kerim Ayetlerinden İlhamlar”, Türk Dünyası
Araştırmaları, 1981, sy. 15, s. 15-21.
Ersoylu, Halil, “Kutadgu Bilig’deki Arapça ve Farsça Asıllı Kelimeler”, Türk Dünyası Araş-
tırmaları, 1983, sy. 27, Aralık, s. 121-38.
Ersoylu, Halil, “Fal, Fal-nâme ve Bir Çiçek Falı Der-Aksâm-ı Ezhâr”, Türkiyat Mecmu-
ası, 1997, c. XX, s. 195-254.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 669
Ersoylu, Halil, “Kutadgu Bilig’de İki Ayrı Biçimde Transkripsiyonlanmış Arapça ve Farsça
Kökenli Kelimelerin Birleştirilmesi” TDAY-Belleten 1987, 1992, s. 165-72.
Ersoylu, Halil, “Hikâyet-i Ebû Derdâ ve Hatun”, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi,
Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1998, c. XXVIII, s. 289-340.
Ersoylu, Halil, “Fuzûlî ile Mecnûn”, Osmanlı Araştırmaları –Prof. Dr. Mehmed Çavuşoğlu’na
Armağan- I, 2005, sy. 25, s. 167-186.
Esir, Hasan Ali, “Şeyhî Divanı’nda Geçen Yiyecek ve İçecek Adları Üzerine”, A.Ü. Tür-
kiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi -Prof. Dr. Zeki Başar Özel Sayısı-, 2006, sy. 29,
Erzurum, s. 95-116.
Esir, Hasan Ali, “Anadolu Sahası Mesnevilerinde Miraç Mevzuu”, A.Ü. Türkiyat Araş-
tırmaları Enstitüsü Dergisi -Prof. Dr. Hüseyin Ayan Özel Sayısı-, 2009, sy. 39, Erzu-
rum, s. 683-708.
Esir, Hasan Ali, “Anadolu Sahası Mesnevilerinde Kerbela Vakası”, Recep Tayyip Erdoğan
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012, sy. 1, s. 43-64.
Ertaylan, İsmail Hikmet, “Yeni ve Değerli Bir Dil ve Edebiyat Belgesi, Tarîkat-nâme”, İs-
tanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1946, c. I, sy.
3-4, s. 235-44.
Ertaylan, İ. Hikmet, “Varvarî Ali Paşa”, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili
ve Edebiyatı Dergisi, 1946, c. II, İstanbul, s. 155-70.
Ertaylan, İ. Hikmet, “Yûsufî-i Meddâh Yeni İki Varaka ve Gülşah Nüshası -Hâmûş-nâme,
Dâsitân-ı İblîs-i ‘Aleyhi’l-la’ne ve Maktel-i Huseyn”, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fa-
kültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1946, c. 1, sy. 1, İstanbul, s. 105-21.
Ertaylan, İ. Hikmet, “Varvarî Ali Paşa”, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili
ve Edebiyatı Dergisi, 1946, c. II, İstanbul, s. 155-70.
Ertaylan, İ. Hikmet, “Üç Manzum Tarihi Vesika”, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakül-
tesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1947, c. II, s. 47-58.
Ertaylan, İ. Hikmet, “Türk Dilinde En Eski Yusuf ve Züleyha”, İstanbul Üniversitesi, Ede-
biyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1948, c. III, sy. 1-2, s. 211-30.
Fazılov, E. I., “Un Texte Inèdit En Proto-Çagatay”, Turcica, 1972, c. IV, s. 43-77.
Fazılov, E. I., “Kutb’un Hüsrev ü Şirin Yazmasında Bulunan Kayıtlar”, çev. Nazif Hoca,
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1975, c. 21, 31
Aralık 1973, İstanbul, s. 89-96.
Fevziye Abdullah, “Nizâmî - Şeyhî, Hüsrev ü Şîrîn Mukayesesi”, İstanbul Üniversitesi, Ede-
biyat Fakültesi Tarih Dergisi, 1950, c. I, sy. 1-2, İstanbul, s. 263-81.
Fitret, “Kutadgu Bilig”, Me’arif ve Okutguçı, 1925, sy. 2, s. 68-74.
Fitret, “Kutadgu Bilig”, Türkiyat Mecmuası, 1926, c. I, s. 343-47.
Fitret - Rachmeti “Qutadgu Bilig”, Ungarische Jahrbücher, 1927, c. VI, s. 154-58.
Flemming, Barbara, “Fahri’s Husrev u Şirin Wom Jahr 1367”, Zeitshrift der Deutschen
Morgenlandischen Gesellschaft, 1965, c. 115, s. 36-64.
Fodor, Pàl, “Ahmedi’s Dâsitân as a Source of Early Ottoman History”, Acta Orientalia
hungarica, 1985, c. 39, f. 1, Budapest, s. 41 vd.
Gallotta, Aldo, “II Salsal-nâme”, Turcica, Mèlanges Offersts Ä Irène Mèlikoff, 1991, c. XXI-
XXIII, s. 175-90.
Gallota, A., “Tuhfetü’l-uşşâk di Hamdî”, Un Ricordo Che Non Si Spegne: Scritti di Do-
centi e Collaboratori dell’ Istituto Universitario Orientale di Napoli in Memoria di
670 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Alessandro Bausani, Naples: Istituto Universitario Orientale, Dipartimento di Studi
Asiatici, 1995, s. 77-102.
Gandjei, Tourkhan, “II Muhabbet-nâma di Harezmî”, Annali dell’Inst. Univers. Orientale
di Napoli, 1957, c. VI, s. 131-61.
Gandjei, Tourkhan, “I Muhabbet-nâma di Harezmî”, Annali dell’Inst. Univers. Orientale
di Napoli, 1958, c. VII, s. 135-66.
Gandjei, Tourkhan, “II lessico del Muhabbet-nâma ”, Annali dell’Inst. Univers. Orientale
di Napoli, 1959, c. VIII, s. 91-102.
Gencevi, Turhan, “Bir Edebî Eserin Yaratılışı ve Tavsifi: Dehnâme ‘On Aşk Mektubu’”,
terc. Ayşe Gül Sertkaya, İlmî Araştırmalar, 2001, sy. 11, s. 167-74.
Genç, İlhan, “Hüsn ü Aşk Kahramanı Aşk’ın Manevî Yolculuğunun Retorik Boyutu”,
Tunca Kortantamer İçin, İzmir, 2007, s. 217-244.
Gençtürk Demircioğlu, Tülay, “XVII. Yüzyıldan Bir Mesnevî: Âsaf-nâme”, Journal of Tur-
kish Studies, Türklük Bilgisi Araştırmaları: In Memoriam Agâh Sırrı Levend Hâtıra
Sayısı II, 2000, c. 24, s. 11-36.
Göçgün, Önder, “Devrinin Sosyal ve Edebî Şartları İçinde: Âşık Paşa”, Türk Kültürü,
1986, c. XXIV, sy. 282, Ekim, s. 19-29 [619-29].
Göçgün, Önder, “Eserlerinin Işığında Fikrî ve Edebî Hüviyeti İle Ali Şîr Nevâî”, Bir -Prof.
Dr. Kemal Eraslan Armağanı-, 1998, c. 9-10, s. 227-44.
Gökalp, Haluk, “Bir Osmanlı Memurunun Hâl-i Pür-Melâli: Sergüzeşt-i İstolçevî”, Çukurova
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2004, c. XIII, sy. 1, Adana, s. 151-66.
Gökalp, Haluk, “Divan Şiirinde Sıhhat-nâmeler”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, 2006,
sy. 14, İstanbul, s. 101-30.
Gökalp, Haluk, “Çobanlıktan Valiliğe, Valilikten Asiliğe: Varvarî Ali Paşa ve Makâlât-ı
Varvarî”, İlmî Araştırmalar, 2006, sy. 22, s. 111-34.
Gökalp, Haluk, “Risâletü’n-nushiyye’de Tahkiyevî Unsurlar”, Turkish Studies [Klâsik Türk
Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anısına], 2009, c. 4/7, s. 298-325.
Gökalp, Haluk, “İntihar Kültürü ve Ferhâd’ın İntiharının Divan Şiiri Aşk Anlayışına Et-
kileri”, Turkish Studies-İnternational Periodical For The Languages, Literature and His-
tory of Turkish or Turkic, 2009, sy. 4/2, s. 493-517.
Gökalp, Mehmet, “Keşfî’nin Mevlid-i Nebevîsi”, Türk Dünyası Araştırmaları, 1995, sy. 94,
İstanbul, s. 205-225.
Gökmen, Abdullah, “Erzincanlı Bir Velî ve Mesnevîsi-1”, Semerkand Dergisi, 2009, sy.
131.
Göksu, Erkan, “Kutadgu Bilig’e Göre Türk Savaş Sanatı”, Uluslararası Sosyal Araştırma-
lar Dergisi, 2009, vol. 2/6, s. 266-81.
Gökşen, Enver Naci, “Kabusname (Mercimek Ahmet), Leylâ İle Mecnûn”, Türk Dili,
1967, sy. 188, s. 663-64.
Gökşen, İhsan, “Hüsn ü Aşk’tan Bir Esinti”, Journal of Turkish Studies, Türklük Bilgisi
Araştırmaları: Kaf Dağının Ötesine Varmak, Festschrift in Honor of Günay Kut III,
2004, c. 28, s. 32.
Gökyay, Orhan Şaik, “Kul Ata Mesnevisi”, Ülkü, 1937, c. IX, sy. 53, Temmuz, s. 342-48.
Gökyay, Orhan Şaik, “Leylâ ve Mecnûn”, Yücel, sy. XVII, s. 99.
Göre, Zehra, “Lutfî Muhammed Efendi’nin Hilye-i Hazret-i Mevlânâ’sı”, Erdem -Doğu-
munun 800. Yılında Mevlana Özel Sayısı-, 2008, sy. 50, s. 111-28.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 671
Gövsa, İ. Alaattin, “Sünbül-zâde Vehbî’ye Nazaran Terbiye ve Tahsil”, Tedrisat Mecmu-
ası, 1341, sy. 66, s. 209-18.
Gözlü, Emel Kaya, “Muhyiddin Mehî’nin Müfîd (Nazmü’t-teshîl) Adlı Eserinin Türk Dili
ve Tıp tarihindeki Yeri ve Önemi”, S.Ü. Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2006 , sy. 20,
Konya, s. 119-36.
Graft, K. H., “Vîs und Râmin, Inhaltanalyseu. übers. –Proben”, Zeitschrift der Deutschen
Morgenlün dischen Gesellschaft, 1869, c. 23, s. 375-433.
Güldaş, Ayhan, “Fetret Devrindeki Şehzadeler Mücadelesini Anlatan İlk Manzum Ve-
sika”, Türk Dünyası Araştırmaları, 1991, sy. 72, s. 99-110.
Güleç, İsmail, “Türk Edebiyatında Mesnevî Tercüme ve Şerhleri”, Journal of Turkish Studies,
Türklük Bilgisi Araştırmaları: Kaf Dağının Ötesine Varmak, Festscrift in Honor of Gü-
nay Kut, Essays Presented by Her Colleagues and Students II, 2003, c. 27, s. 161-76.
Güleç, İsmail, “Meşreb’in Kitâb-ı Mebde’-i Nûr’u Mevlânâ’nın Mesnevîsinin Şerhi midir?”,
İlmî Araştırmalar, 2003, sy. 16, s.
Güleç, İsmail, “Türk Edebiyatında Cezîre-i Mesnevî Şerhleri”, Osmanlı Araştırmaları=The
Journal of Ottoman Studies –Prof. Dr. Nejat Göyünç Armağanı- 2, 2004, sy. 24, s.
41-60.
Güleç, İsmail, “Mevlana’nın Mesnevî’sinin Tamamına Yapılan Türkçe Şerhler”, İlmî Araş-
tırmalar Dil ve Edebiyat İncelemeleri, 2006, sy. 22, s.135-54.
Güleç, İsmail, “R.A. Nicholson’un Mesnevî Tercüme ve Şerhi Üzerine”, Dîvân, İlmî Araş-
tırmalar, 2006, sy. 20, s. 227-40.
Gülensoy, Tuncer, “Kutadgu Bilig’den Hikmetler”, Türk Kültürü, 1970, c. IX, sy. 98, s.
89-105.
Gülensoy, Tuncer, “Kutadgu Bilig Üzerine Bir Bibliyografya Denemesi”, Bibliyografya,
1973, c. II, sy. 4, s. 109-16.
Gülensoy, Tuncer, “Âşık Paşa’nın Garîb-nâme’sinde Dinî ve Tasavvufî Unsurlar”, Erciyes
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 1994, sy. 5, Kayseri, s. 155-73.
Güler, Zülfü, “Leylâ ve Mecnûn’da Evlilik ve Aile Teması”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilim-
ler Enstitüsü Dergisi, 1999, c. 9, sy. 1, s. 101-128.
Güllüce, Hüseyin, “Mesnevî’de Temsilî Anlatım ve Hikâye ve Temsîllerle Kurân Âyetlerinin
Açıklanması”, Erdem -Doğumunun 800. Yılında Mevlana Özel Sayısı-, 2008, sy. 50,
s. 129-60.
Gülseren, Cemil, “15. Yüzyıl Şairi Halilî ve Orijinal Bir Mesnevî: Fürkat-nâme”, Afyon
Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 1999, sy. 3, s. 45-53.
Gülsevin, Gürer, “Kutadgu Bilig Türkçesinden Anadolu Ağızlarına”, Erciyes Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2006, sy. 20, s. 109-21.
Gülsevin, Gürer, “Kutadgu Bilig’in Dilinde Lehçelerin Özellikleri: ‘denk çiftler’”, Turkish
Studies-İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish
or Turkic, 2007, vol. 2/2, s. 276-99.
Gültekin, Hasan, “Güvâhî’nin Bilinmeyen Eseri: Tazarru’-nâme”, Turkish Studies-
İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Tur-
kic, 2012, vol. 7/3, s. 1329-1371.
Gültekin, Hasan, “Abdî’nin Niyâz-nâme-i Sa’d u Hümâ Mesnevîsi”, Turkish Studies-
İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Tur-
kic, 2012, vol. 7/2, s. 557-75.
672 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Gümüş, Zehra, “Mesnevî’ye Cevrî’nin Manzum Şerhi: Hall-i Tahkîkât”, Turkish Studies,
2009, vol. 4/6, s.231-50.
Gümüşkılıç, Mehmet, “Tursun Fakîh’in Yeni Bir Eseri”, Journal of Turkish Studies, Türklük
Bilgisi Araştırmaları: Kaf Dağının Ötesine Varmak, Festscrift in Honor of Günay Kut,
Essays Presented by Her Colleagues and Students II, 2003, c. 27, s. 177-220.
Gündüz, Erol, “Subhî-zâde Feyzî’nin Şairliği ve Hamsesi”, S.Ü. Türkiyat Araştırmaları
Dergisi, 2006, sy. 20, Konya, s. 187-209.
Güner, Galip, “Kutadgu Bilig’de Geçen “simiş” Kelimesi Üzerine Turkish Studies-İnternational
Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Düşünce-
ler”, 2011, vol. 6/2, s. 467-72.
Güngör, Zülfikar, “Türk Edebiyatındaki Hilye-i Nebevî Türünün Doğuşu, Gelişimi ve
Sebepleri”, Tasavvuf, 2003, yıl 4, sy. 10, Ocak-Haziran, s. 185-99.
Gürer, Abdulkadir, Nev’î’nin Kayıp Sanılan İki Eseri: “Münâzara-i Tûtî vü Zâg” ve
“Gevher-i Râz”, Türk Dilleri Araştırmaları, 2005, sy. 15, s. 85-179.
Gürer, Dilaver, “Mesnevî’nin Son Hikâyesi Işığında Aşkın Anlatılmazlığı Ya da Mesnevî
Neden Sonlandırılmamıştır?”, Tasavvuf, 2010, sy. 25, s. 133-43.
Gürgendereli, Müberra, “Edirneli Örfî’nin Leylâ ve Mecnûn’u”, İlmî Araştırmalar, 2002,
sy. 14, İstanbul, s. 73-82.
Gürgendereli, Müberra, “Hasan Ziyâ’î’nin Kıssa-i Şeyh Abdürrezzâk Mesnevîsi”, Bilge,
2000, sy. 24, Bahar, s. 125-27.
Gürgendereli, Müberra, “Hasan Dâniş Beğ’in Sâkî-nâmesi”, Türk Kültürü, 2002, yıl 40,
sy. 470, s. 335-40.
Gürgendereli, Müberra, “Örfî Mahmud Ağa ve Mahabbet-nâme Mesnevisi”, Türk Kül-
türü İnceleme Dergisi, 2002, sy. 6, s. 85-106.
Güven, Ahmet Zeki, “Edirneli Nazmî’nin Pendnâmesi’nde Eğitim ve Ahlâk Anlayışı”,
Turkish Studies-İnternational Periodical For The Languages, Literature and History
of Turkish or Turkic, 2009, sy. 4/5, s. 182-.
Güzel, Abdurrahman, “Minbernâme ve Salâtnâme”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fa-
kültesi Dergisi, 1984, sy. 2, s. 29-35.
Güzelbey, Cemil Cahit, “Balioğlu İbrahim ve Hikmetname”, Gaziantep Kültür Dergisi,
1972, c. 13, sy. 6, s. 3-4.
Güzelova, Hanzâde, “Abdî’nin Bilinmeyen Mesnevîsi: Heft Peyker Tercümesi”, bilig, 2006,
sy. 38, s. 35-49.
Güzelova, Hanzâde, “Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi”, Prof. Dr. F. Tulga Ocak’a Arma-
ğan, Ankara, 2013, s. 162-204.
Hacıeminoğlu, Necmettin, “Bizim Romanlarımız ve Hüsrev ü Şîrîn”, Hisar, 1964, sy. 81,
Ocak, s. 21-22.
Hartmann, Martin, “Zur Metrischen Form des Kutadgu Bilik”, Keleti Szemle, 1902, c.
III, Budapest, s. 141-53.
Hasan, Nadirhan, “Mevlânâ’nın Mesnevî’si Tesirinde Yazılan Çağatayca Bir Eser: Baba
Rahîm Meşreb’in Mebde-i Nûr Adlı Eseri”, Tasavvuf, 2010, sy. 25, s. 239-50.
Haydar, Çoban Hıdır, “Bilinmeyen Bir Yûsuf u Züleyhâ El Yazması”, Türk Dili Araştır-
maları Yıllığı -Belleten 1996, 1999, s. 105-28.
Hidayet, Nuraniye, “Ali Şîr Nevâî’nin Meşhur Destanı Ferhâd İle Şîrîn Üzerine”, Kema-
lizm, 1992, c. XXX, sy. 354, s. 26-28.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 673
Holbrook, Victoria, “Alegorinin Ölümü: Hüsn ü Aşk’ın Özgünlüğü”, Defter, 1996, sy.
27, s. 65-80.
Horata, Osmân, “Yûnus Emre’nin Risâletü’n-nushiyye Mesnevîsi”, Türk Kültürü Araştır-
maları -Prof. Dr. Şükrü Elçin’e Armağan, 1993, yıl 29, sy. 1-2, s. 172-203.
Horata, Osmân, “XV. Yüzyıl Şairlerinden Cemâlî’nin Hayatı ve Eserleri”, Hacettepe Üni-
versitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 1991, c. 8, sy. 1-2, Ankara, s. 51-83.
Horata, Osmân, “Cemâlî’nin Hümâ vü Hümâyûn Mesnevisi”, Marmara Üniversitesi Fen-
Edebiyat Fakültesi Türklük Araştırmaları Dergisi, 1993, sy. 7, İstanbul, s. 281-306.
Horata Osmân, “Hâcû-yı Kirmânî ve Cemâlî’nin Hümâ vü Hümâyûn Mesnevîlerinin
Karşılaştırılması”, Journal of Turkish Studies, Türklük Bilgisi Araştırmaları, 2000, c.
24, Harvard Universitiy, s. 121-135.
Horata, Osmân, “Klasik Estetikte Hazan Rüzgârları: Son Klasik Dönem (1700-1800):
Mesneviler”, Türk Edebiyatı Tarihi, c. 2, editörler: Talât Sait Hamlan vd, 2. baskı,
2007, Ankara, s. 545-62.
Hulûsi, Şerif, “Ferheng-nâme-i Sa’dî’nin Üçüncü Nüshası ve Veled Çelebi-Kilisli Rıfat Neşri
ile Mukayesesi”, Türkiyat Mecmuası, 1934, c. IV, İstanbul, s. 295-303.
İçli, Ahmet, “Yûsuf u Züleyhâ Mesnevisinde Mekan”, İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2008,
13/2, Elazığ, s. 339-51.
İçli, Ahmet, “Hamdullah Hamdî’nin Yûsuf u Züleyhâ Mesnevisinin Kavram ve Sembol
Boyutu”, EKEV Akademi Dergisi, 2009, yıl 13, sy. 39, s. 189-200.
İçli, Ahmet, “Hüsn ü Aşk Mesnevisinde Dramatik Aksiyonu Oluşturan Değerler Üzerine
Bir İnceleme”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,c. 20, sy. 25, s. 57-78.
İlaydın, Hikmet, “Behrâm-ı Gûr Menkabeleri Mîr Ali Şîr Nevâî ile Hâtifî’nin Eserleri
Arasında Müşterek Bazı Hususiyetler Hakkında”, Türkiyat Mecmuası, 1936, c. V, s.
275-90.
İlaydın, Hikmet T., “Behrâm-ı Gûr Hikâyeleri”, Türkiyat Mecmuası, 1953, c. X, İstan-
bul, s. 275-90.
İmamoğlu, Ahmet Hilmi, “Lutfiyye-i Vehbî”, Türk Edebiyatı, 1996, yıl 24, sy. 267, s.
33-36.
İmzasız, “Ondördüncü Asır Yazmalarından Nümuneler: Gülşehrî’nin Felekname’sinden”,
Türk Dili Belleten, 1941, sy. 7-8, s. 113-28.
İnan, Abdülkadir, “Kutup’un Husrev ve Şirin’inden Örnekler”, Türk Dili Belleten, 1950,
sy. 14-15, s. 5-28.
İnan, Abdülkadir, “Yusuf Has Hacib’in Eseri Kutadgtu Bilig Üzerine Notlar”, Türk Kül-
türü, 1970, c. IX, sy. 98, s. 44-58.
İnce, Adnan, “XVI. Yüzyıl Şairlerinden Abdî ve Eserleri”, Türk Dili, 1986, sy. 410, s.
186-92.
İnce, Adnan, “Abdî’nin Niyâz-nâme-i Sa’d ü Hümâ’sı”, Fırat Üniversitesi Dergisi (Sosyal
Bilimler) 1987 I (2), 1987, s. 155-206.
İnce, Adnan, “Cemşîd ü Hurşîd Mesnevileri”, Fırat Üniversitesi Dergisi [Sosyal Bilimler],
1989, c. 3, sy. 2, Elazığ, s. 109-39.
İnce, Adnan, “Gül ü Nev-rûz mesnevîleri ve Sâbir’in Eserinden Seçme Beyitler”, Jour-
nal of Turkish Studies = Türklük Bilgisi Araştırmaları: Hasibe Mazıoğlu Armağanı,
1998, c. 22, s. 103-31.
İnce, Adnan, “Medhî’nin Rıdvân Şâh Hikâyesi”, Bir, Prof. Dr. Kemal Eraslan Armağanı,
1998, sy. 9-10, s. 273-308.
674 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
İnce, Adnan, “Abdî’nin Gül ü Nev-rûz Mesnevîsi”, Türklük Bilimi Araştırmaları, 2008,
sy. 23, s. 51-130.
İnce, Yılmaz, “Manzum Sözlükler ve “Şemsî’nin Cevâhirü’l-kelimât’ı Üzerime Bir Dil İn-
celemesi””, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2002, c. 12, sy. 2, s. 175-82.
İsen, Mustafa, “Usûlî’nin Yenice Şehr-engîzi”, Mehmet Kaplan İçin, Ankara: Türk Kültü-
rünü Araştırma Enstitüsü Yay., Ankara, 1988, s. 131-48.
İsen, Mustafa - Hamit Bilen Burmaoğlu, “Bursa Şehrengizi Lâmi’î Çelebi”, Marmara Üni-
versitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türklük Araştırmaları Dergisi, 1988, sy. 3, s. 57-105.
İsen, Mustafa - Hamit Burmaoğlu, “Lâmî’nin Bursa Şehrengizi”, Yedi İklim, 1993, c. 5,
sy. 40, Temmuz, İstanbul, s. 103-5.
İslamoğlu, Abdülmecit, “Mudurnulu Dâvûd-ı Halvetî ve Gülşen-i Tevhîd ü Tahkîk Adlı
Eserindeki Dil ve İfade Özellikleri”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi,
2009, sy. 24, 39-73.
İspir, Meheddin, “Gülşen-i Ebrâr ve Ma’den-i Esrâr Adlı Eserin Şairi Münîrî Üzerine”,
Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2008, sy. 1/2, s. 184-191.
İspirli, Serhan Alkan, “Mustafa Fehmi Gerçeker’in Hilye-i Fahr-i Âlem Adlı Eseri”, TSE,
2010, yıl: 14, sy. 2, s. 21-36.
(İzbudak) Veled Çelebi, “Süleymân Çelebi Mevlidi ve Mehazları”, Hayat Mecmuası,
1927, sy. 45, s. 56.
Jansky, Herbert, “Die Chronic des Ibn Tulun als Geschichtsquelle über den Feldzug Sul-
tan Selim’s I, gegen die Mamluken”, Der Islam, 1929, c. XVIII, Wien, s. 24-33.
Jemma, E., “II Fakrnâme Libro Della Poverta di Âşıq Pasa”, Estatto dalla Rivista Degli
Studi Orientali, 1954, c. XXIX, Roma, s. 219-45
Joseph, Thury, “On Dördüncü Asır Sonlarına Kadar Türk Dili Yâdigarları”, Millî Tetebbu-
lar Mecmuası, 1331, çev. Ragıp Hulusî, c. 2, sy. 4, Teşrînievvel-Eylül, s. 81-133.
Kabahasanoğlu, Vahap, “Har-ı Miskîn Eser İken Seyran (Şeyhî’nin Har-nâme Adlı Eseri
Hakkında)”, Türk Edebiyatı, 1979, sy. 63, s. 18-20.
Kabaklı, Ahmet, “Destan, Mesnevî, Roman”, Türk Edebiyatı, 1991, sy. 216, s. 5-6.
Kaçar, Mücahit, “Divan Şiirinde “Erkek Sevgili Tipi” ve Şehrengizlerdeki Erkek Güzel-
ler”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 2008, c.
XXXVII, s. 61-84.
Kadıoğlu, İdris, “Kıssadan Hisse: Diyarbekirli Ahmedî’nin Yûsuf ile Züleyhâ Hikâyesi”,
Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2009, c. I, sy. 2, s. 104-15.
Kahraman, Bahattin, “Heft Peyker Çevirileri ve Ali Şîr Nevâî’nin Seb’a-i Seyyâre’si”, Sel-
çuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dergisi, 1995, sy. 9-10, s. 345-66. [Sunulan
Bildiri]
Kahraman, Bahattin, “Nâlî ve Eserleri”, Bir, 1998, sy. 9-10, s. 309-20.
Kahraman, Mehmet, “Fuzûlî’nin Leylâ ve Mecnûn Romanı”, Yedi İklim, 1995, c. X, sy.
67, s. 26-28.
Kahraman, Mehmet, “Fuzûlî’nin Leylâ ile Mecnûn Romanı”, Selçuk Üniversitesi, Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 1997, sy. 3, s. 181-86.
Kahraman, Mehmet, “Mecnûn-I”, Yedi İklim, 1997, c. XI, sy. 83, s. 41-43.
Kahraman, Mehmet, “Mecnûn-II”, Yedi İklim, 1997, c. XI, sy. 84, s. 44-49.
Kahraman, Mehmet, “Mecnûn-III”, Yedi İklim, 1997, c. XI, sy. 85, s. 42-49.
Kahraman, Mehmet, “Modern ‘Roman’ Bilgilerimiz Işığında ‘Leylâ ve Mecnun’”, Yedi İk-
lim, 1998, sy. 95, Şubat, İstanbul, s. 28-33. [Sunulan Bildiri]
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 675
Kahraman, Mehmet, “Fuzûlî’nin Leylâ ile Mecnûn Romanı”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 1997, sy. 3, s. 181-86. [Sunulan Bildiri]
Kaplan, Mahmut, “Neşâtî’nin Hilye-i Enbiyâ’sı”, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fa-
kültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 1991, sy. 2, s. 149-66.
Kaplan, Mahmut, “Ahmed-i Dâî’nin Vasiyyet-i Nuşirevân Tercümesi”, İslâmî Edebiyat,
1992, sy. 19, s. 23-34.
Kaplan, Mahmut, “Divan Edebiyatında Manzum Nasihat-nâme Yazan Şairler ve Eser-
leri - I”, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 1992,
sy. 1, s. 23-68.
Kaplan, Mahmut, “Ahmed-i Dâî’nin Vasiyyet-i Nuşirevân Tercümesi: Metin”, Erciyes,
1993, sy. 191, s. 23.
Kaplan, Mahmut, “Ahmed-i Dâî’nin Vasiyyet-i Nuşirevân Tercümesi”, İslâmî Edebiyat,
1993, sy. 19, s. 34-36.
Kaplan, Mahmut, “Gubârî Abdurrahman Efendi’nin Pend-nâmesi”, Yedi İklim, 1993, c.
5, sy. 39, Haziran, İstanbul, s. 34.
Kaplan, Mahmut, “Deh-murg Üzerine”, Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Dergisi, 1997, yıl 1, sy. 1, s. 305-9. [Sunulan Bildiri]
Kaplan, Mahmut, “Edhemî’nin İhyâ-yı Dil’i”, Journal of Turkish Studies: Türklük Bilgisi
Araştırmaları: Hasibe Mazıoğlu Armağanı III, 1999, c. 23, s. 87-116.
Kaplan, Mahmut, “Manzum Nasîhat-nâmelerde Yer Alan Konular”, Selçuk Üniversitesi
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2001, sy. 9, Konya,
s. 133-85.
Kaplan, Mahmut, “Türk Edebiyatında Manzum Nasihat-nâmeler”, Türkler, c. 11, edi-
törler Hasan Celâl Güzel - Kemal Çiçek - Salim Koca, Ankara: Yeni Türkiye, 2002,
s. 791-99.
Kaplan, Mahmut, “Şeyh Gâlib’in Şiir Anlayışı”, Turkish Studies-İnternational Periodical For
The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2007, sy. 2/4, s. 705-22.
Kaplan, Mahmut, Şirvan Kalsın, “Germiyanlı Yetîmî ve İbret-nâme’si”, Turkish Studies-
İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Tur-
kic, 2009, sy. 4/2, s. 455-65.
Kaplan, Mahmut, “Ahî Çelebi’ye Atfedilen Bir Tıb Mesnevisi: Nasîhat-nâme Der-Beyân-ı
Hikmet”, Journal of Turkish Studies: Türklük Bilgisi Araştırmaları: Walter G. Andrews
II, 2010, c. 34, s. 157-73.
Kaplan, Mahmut, “Hayriyye-i Nâbî’de Tipler”, Millî Folklor, sy. 95, Ankara, s. 31-44.
Kaplan, Mehmet, “Nâbî ve Orta İnsan Tipi”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk
Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1961, c. 11, s. 24-45.
Kaplan, Mehmet, “Destan, Mesnevî ve Roman”, Hisar, 1975, c. XV, sy. 139, s. 3-6.
Kaplan, Mehmet, “Âşık Paşa’da Birlik Fikri”, Edebiyatımızın İçinden, İstanbul: Dergâh
Yay., 1978, s. 23-25.
Kaplan, Mehmet, “Âşık Paşa ve Birlik Fikri”, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar 1, İs-
tanbul: Dergâh Yay., 1992, s. 177-89.
Kaplan, Mehmet, “Leylâ ve Mecnûn”, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 3 Tip Tahlil-
leri, İstanbul: Dergâh Yay., 2007, s. 129-42.
Kaplan, Yunus, “Destân-ı Veysel Karânî”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2008,
vol. 1/5, s. 380-97.
676 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Kara, Mehmet, “Kutadgu Bilig’de Kuran ve Hadisin Tesiri”, Türk Dünyası Araştırmaları,
1991, sy. 72, s. 49-85.
Karacan, Turgut, “Sâbit, Berbernâme”, Çevren, yıl XVII, sy. 76, Priştine, 1990, 37-44.
Karacasu, Barış, “Türk Edebiyatında Şehr-engîzler”, Türkiye Araştırmaları Literatür Der-
gisi -Eski Türk Edebiyatı II Sayısı-, 2007, sy. 10, s. 259-313.
Karahan, Abdülkadir, “Türk Edebiyatında Arapçadan Nakledilmiş Kırk Hadis Tercüme
ve Şerhleri”, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi,
1953, sy. 5, s. 59-84.
Karahan, Abdülkadir, “Hakânî’nin Kırk Hadis Tercümesi”, Türk Dili, 1953, c. II, sy. 16,
Ocak, s. 199-203.
Karahan, Abdülkadir, “XV. Yüzyıl Edebiyatımızda Mesnevîler ve Abdülvâsi Çelebi’nin
Halil-nâme’si”, Atti del Trezo Congresso di Studi Arabie İslamici (Ravello, 1-6 Settembre
1966), 1967, Napoli, s. 417-24.
Karahan, Abdülkadir, “Arap, Fars ve Türk Edebiyatlarında Leylâ ve Mecnûn Temi”, Eski
Türk Edebiyatı İncelemeleri, İstanbul: İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Yay.,
1980, s. 73-83.
Karahan, Abdülkadir, “Hamseler”, Eski Türk Edebiyatı İncelemeleri, İstanbul: İstanbul
Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Yay., 1980, s. 103-6.
Karahan, Abdülkadir, “XV. Yüzyıl Türk Edebiyatı ve Devletoğlu Yûsuf’un Vikâye Tercü-
mesi”, Eski Türk Edebiyatı İncelemeleri, İstanbul, 1980, s. 241-48.
Karahan, Abdülkadir, “Sâkî-nâmeler”, Eski Türk Edebiyatı İncelemeleri, İstanbul: İstanbul
Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Yay., 1980, s. 117-23.
Karahan, Abdülkadir, “İlk Osmanlı Edebiyâtının İncelenmemiş Dinî Bir Mesnevîsi:
Hikâyet-i Hadîce Tezvîc-i Muhammed”, Eski Türk Edebiyatı İncelemeleri, İstanbul: İs-
tanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Yay., 1980, s. 225-32.
Karahan, Leyla, “Darîr’in Kıssa-i Yûsuf Mesnevîsi’nin Bilinmeyen Bir Yazması”, Türk Kül-
türü Araştırmaları, 1988, c. XXVI, sy. 1, s. 151-55.
Karakaya, Burcu, “Garîb’in Yûsuf u Züleyhâ’sı”, Türklük Bilimi Araştırmaları, 2012, sy.
XXXI, Niğde, s. 129-68.
Karaköse, Saadet, “Türk Edebiyatında Ferhad ü Şirin ve Leylâ vü Mecnûn Mesnevîlerinin
Mukayesesi ve Mecnûndaki Tasavvufî Unsurlar”, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi - Dr.
Himmet Biray Özel Sayısı -, 1999, s. 535-43.
Karamanlıoğlu, A.Fehmi, “Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîni”, Türk Kültürü, 1963, c. II, sy. 14,
Aralık, s. 89-90.
Karamanlıoğlu, A. Fehmi, “Kutadgu Bilig ve Kumandan”, Türk Kültürü, 1967, c. V, s.
45-58.
Karamanlıoğlu, A. Fehmi, “Kutadgu Bilig’in Diline ve Adına Dair”, Türk Kültürü, 1970,
c. IX, sy. 98, s. 59-63.
Karasoy, Yakup - Orhan Yavuz, “Nüvîsî ve Şehrengîz-i İstanbul’u”, S.Ü. Türkiyat Araştır-
maları Dergisi, 2006, sy. 20, Konya, s. 1-20.
Karataş, A. Turan, “İmâm Mahlaslı Bir Şair ve Mesnevîsinin Başına Gelenler”, Yedi İk-
lim, 1992, sy. 31, s. 41-43.
Karavelioğlu, Murat A.-Fatih Tığlı, “Nutkî’nin Aşka Dair Bir Mesnevisi: Kânûn-ı Mahab-
bet”, İÜEF Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi 2009/1, 2011, c. XL, İstanbul, s. 150-223.
Kartal, Ahmet, “Şeyh Baba Yûsuf Sivrihisârî ve Eserleri”, Bilig, 1998, sy. 7, s. 136-154.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 677
Kartal, Ahmet, “Şeyh Baba Yûsuf’un Kıyâfet-nâme’si”, Akademik Bakış, 1998, sy. 4, s.
55-8.
Kartal, Ahmet, “Nizâmî’nin Hüsrev ü Şîrîn’i ile Fahrî’nin Hüsrev ü Şîrîn’inin Mukayesesi”,
Türk Yurdu -Türk Romanı Özel Sayısı-, 2000, sy. 153-154, s. 360-383.
Kartal, Ahmet, “Sa’dî-i Şîrâzî’nin Gülistân İsimli Eseri’nin Türkçe Tercümeleri”, Bilig,
2001, sy. 16, s. 99-126.
Kartal, Ahmet, “Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri”, Bilig, 2001, sy. 19, s. 69-119.
Kartal, Ahmet, “Ahmet Remzî’nin Tuhfe-i Remzî İsimli Eseri”, Bilge, 2001, sy. 28, s. 159-
161.
Kartal, Ahmet, “Sa’dî-i Şîrâzî’nin Bostân İsimli Eserinin Türkçe Tercüme ve Şerhleri” Türk
Kültürü İncelemeleri, 2001, sy. 5, s. 99-120.
Kartal, Ahmet, “Câmî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sı İle Hamdullah Hamdî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sının
Mukayesesi”, Diriözler Armağanı Prof. Dr. Meserret Diriöz ve Haydar Ali Diriöz Hatıra
Kitabı, (hzr. M. Fatih Köksal - Ahmet Naci Baykoca), Ankara, 2003, s. 93-139.
Kartal, Ahmet, “Sa’dî’nin Bostân ve Hoca Mesud’un Ferheng-nâme-i Sa’dî İsimli Mesne-
vilerinin Mukayesesi”, BİLİM YOLU Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Dergisi [Cumhuriyet Armağanı], 2003, sy. 3, s. 55-75.
Kartal, Ahmet, “Şebüsterî’nin Gülşen-i Râz’ı İle Elvân-ı Şîrâzî’nin Gülşen-i Râz Tercümesi’nin
Mukayesesi”, Türk Dili ve Edebiyatı Makaleleri, 2003, sy. 3, s. 121-176.
Kartal, Ahmet, “Şeyh Baba Yûsuf’un Uhuvvetle İlgili Manzumesi”, Ahilik Araştırma Der-
gisi (AHAD), 2004, sy. 1, s. 69-78.
Kartal, Ahmet, “Nizâmî ile Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîn’lerinin Mukayesesi”, Tunca Kortan-
tamer İçin, İzmir, 2007, s. 295-353.
Kartal, Ahmet, “Fuzûlî’nin Beng ü Bâde’sinde Boza”, Acısıyla Tatlısıyla Boza, editör: Ah-
met Nezihi Turan, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., 2007, s. 199-202.
Kartal, Ahmet, “Pend-nâme ve Gülistân ile Kitâb-ı Bostân-ı Nasâyih Mukayesesi”, arayış-
lar -insan Bilimleri Araştırmaları-, 2007, sy. 17, s. 113-42.
Kartal, Ahmet, “Klasik Öncesi Dönem (XIII. yüzyıl-1453): Mesneviler”, Türk Edebiyatı
Tarihi, c. 1, editörler: Talât Sait Hamlan vd, 2. baskı, 2007, Ankara, s. 498-538.
Kartal, Ahmet, “Kerâmât-ı Ahi Evran Mesnevîsi Üzerine Notlar”, Divan Edebiyatı Araş-
tırmaları Dergisi, 2009, sy. 2, s. 223-42.
Kartal, Ahmet, “Tebrizli Ahmedî’nin Esrâr-nâme İsimli Eseri Üzerine Düşünceler”, Jo-
urnal of Turkish Studies: Türklük Bilgisi Araştırmaları: Walter G. Andrews II, 2010,
c. 34, s. 197-206.
Kartal, Ahmet, “XVIII. Yüzyıl Klasik Türk Edebiyatı: Mesnevîler”, Turkish Studies-
İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Tur-
kic, 2011, vol. 6/1, s. 213-35.
Kasır, H. Ali, “Türk Edebiyatında Fütüvvetnameler ve Esrar Dede’nin Fütüvvetnamesi”,
Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi - Halûk İpekten Armağanı-, Er-
zurum, s. 107-30.
Kavcar, Cahit, “Hamdullah Hamdi’nin Yûsuf u Züleyhâ’sı”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı
Belleten- 1968, 2. baskı, 1988, Ankara, s. 157-172.
Kavcar, Cahit, “Kemâl Paşa-zâde’nin Şairliği ve Yûsuf u Züleyhâsı”, Türk Dili Araştırma-
ları Yıllığı Belleten- 1968, 1988, 2. baskı, Ankara, s. 227-49.
Kavalcı, Osmân, “Gülşen-i Aşk’ta Sembolik Karakterler”, Türk Dünyası Araştırmaları Der-
gisi, 1990, sy. 66, Ağustos, s. 135-42.
678 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Kaya, Bayram Ali, “Azmî-zâde Hâletî’nin Sâkî-nâmesi”, Journal of Turkish Studies, Türk-
lük Bilgisi Araştırmaları: In Memoriam Agâh Sırrı Levend Hâtıra Sayısı II, 2000, c.
24, s. 59-106.
Kaya, Bayram Ali, “Murâd-nâme ve Muhammediye Mesnevîlerinde Ölüm Temi”, Tur-
kish Studies [Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anısına],
2009, c. 4/7, s. 326-52.
Kaya, İ. Güven, “Begpazarlı Ma’azoğlu Hasan ve Cenâdil Kal’ası Gazavatnamesi”, Jour-
nal of Turkish Studies: Türklük Bilgisi Araştırmaları: Hasibe Mazıoğlu Armağanı I,
1997, c. 21, s. 139-86.
Kaya, İ. Güven, “Beypazarlı Ma’azoğlu Hasan’ın Feth-i Kal’a-i Selâsil Hikâyesi”, Atatürk
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 1997, sy. 9, s. 89-116.
Kaya, İ. Güven, “Gazavât-ı ‘Aremrem bin Musallat”, Journal of Turkish Studies: Türklük
Bilgisi Araştırmaları: Kaf Dağının Ötesine Varmak, Festscrift in Honor of Günay Kut,
Essays Presented by Her Colleagues and Students II, 2003, c. 27, s. 357-72.
Kaya, Bilge, “Mesnevî-i Şerîf’in 6 Cilt mi 7 Cilt mi Olduğuna Dair Başbakanlık Osmanlı
Arşivi’nde Bulunan Belge”, Gazi üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi -2007 Özel
Sayı-, Ankara, 2007, s. 212-220.
Kaya, İ. Güven, “Türk Edebiyatında Hammâmiyeler”, Şinasi Tekin Anısına Uygurlardan
Osmanlıya, İstanbul: Simurg, 2005, s. 445-75.
Kaya, İdris Güven, “Dükakin-zâde Taşlıcalı Yahyâ Bey’in Eserlerinde Mevlânâ Celâleddîn”,
Turkish Studies [Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anı-
sına], 2009, c. 4/7, s. 353-69.
Kazan, Şevkiye, “Şeyhî ve Celîlî’nin Hüsrev ü Şîrînleri Arasında Bir Karşılaştırma De-
nemesi”, Süleyman Demirel Üniversitesi Burdur Eğitim Fakültesi Dergisi, 2000, yıl 1,
sy. 1, s. 233-49.
Kazan, Şevkiye, “Celîlî’nin Mehekk-nâme’sinin İkinci Nüshası Üzerine”, Türk Kültürü İn-
celemeleri Dergisi, 2001, sy. 5, İstanbul, s. 121-36.
Kazan, Şevkiye, “Şeyhî ve Hâmidî-zâde Celîlî’nin Hüsrev ü Şîrînlerinin Bir Mukayesesi”,
TDAY-Belleten 2001/I-II, 2003, sy. 44, s. 181-92.
Kemikli, Bilal, “Garîb-nâme’de Peygamber ve Asr-ı Saadet Tasavvuru”, İSTEM, Konya,
2005, c. III, sy. 5, s. 135-154.
Kemikli, Bilal, “Popüler Dinî Kültürde Hz. Peygamber -Vesîletü’n-necât Örneği-”, Diya-
net İlmî Dergi, 2005, c. XIV, sy. 1, s. 7-16.
Kemikli, Bilal, “Kûy-ı Yâr’da Bir Aziz: Şeyh San’ân Kıssası”, Süleyman Uludağ Kitabı, hzr.
Mustafa Kara, İstanbul: Dergâh Yayınları, s. 260-69.
Kesik, Beyhan, “Dervîş Paşa’nın Murâd-nâme’sinde Ses ve Ahenk ile İlgili Sanatlar”, Tur-
kish Studies [Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anısına],
2009, c. 4/7, s. 370-400.
Kesik, Beyhan, “Yeni Bir Nüshadan Hareketle Hacı Dervîş’in Mostar Şehrengizi”, Turkish
Studies International Periodical For The Languages, Literature And History Of Tur-
kish Or Turkic, 2010, vol. 5/3, s. 368-99.
Kesik, Beyhan, “Garîb-nâme’de İnsan ve Bazı İnsanî Değerler”, Turkish Studies-İnternational
Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2010, sy.
5/1, s. 1167-93.
Kılıç, Atabey, “Aydınlı Mürîdî ve Pend-i Ricâl Adlı Mesnevîsi”, Eski Türk Edebiyatı Üze-
rine Yazılar, Kayseri: Laçin, 2001, s. 23-33. [Sunulan Bildiri]]
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 679
Kılıç, Müzahir, “Edebiyat Tarihi Bakımından Kırk Hadis”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 2001, sy. 18, s. 93-101.
Kırbıyık, Mehmet, “Miftâh-ı Lisân Adlı Manzum Fransızca-Türkçe Sözlük Üzerine”, S.Ü.
Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sy. 11, Konya, s. 181-200.
Kırman, Aydın, “Har-nâme’yi Eski Türk Edebiyatı’ndan Okumak”, Değirmen-Eğitim, Dü-
şünce, kültür ve Sanat Dergisi, 2008, yıl 5, sy. 16, s. 24-44.
Kızıltunç, Recai, “Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn Mesnevîsi’nde Gündelik Yaşam”, Atatürk
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 2004, yıl 11, sy. 25, s. 27-52.
Kızıltunç, Recai, “Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn Mesnevîsi’nde İnançlar ve Gelenekler”,
Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi –Şinasi Tekin Özel Sa-
yısı-, 2005, yıl 11, sy. 27, s. 117-144.
Kilisli Muallim Rifat, “Süheyl ü Nev-bahâr’a Dâir”, Türkiyat Mecmuası, 1928, sy. 2, s.
401-19.
Kiremitçi, Ferdi, “19. Yüzyıl Klasik Şairlerimizden Muhammed Şerîfî’nin Dürr-i Manzûm
Adlı Menakıpnamesi”, Turkish Studies-İnternational Periodical For The Languages, Li-
terature and History of Turkish or Turkic, 2013, sy. 8/4, s. 969-1032.
Klyaştorniy, S. G., “Spoha Kutadgu Bilig”, Sovetskaya Tyurkologiya, 1970, c. 4, s. 82.
Kocabaş, Şakir, “Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ıyla İlgili Bazı Düşünceler”, Yönelişler, 1985,
c. IV, sy, 41-43, s. 30-35.
Kocaoğlu, Timur, “Kutadgu Bilig’de Pişmanlık Duygusu”, Türk Dünyası, 1970, c. IV, s.
20-21.
Koç, Aylin, “Meyvelerin Sohbeti”, Meyve Kitabı, 2006; editörler: Emine Gürsoy Naskali,
Dilek Herkmen, İstanbul: Kitabevi, s. 207-23.
Koç Keskin, Neslihan, “Tâhirü’l-mevlevî’nin Hilye’sine Göre Mevlânâ”, Erdem -Doğumu-
nun 800. Yılında Mevlana Özel Sayısı-, 2008, sy. 50, s. 197-221.
Koçin, Abdülhakim, “Feridüddin Attâr’ın Pend-nâmesi’nin Türk Edebiyatına Etkisi ve
Za’îfî’nin Bûtsân-ı Nasâyıh’ı İle Karşılaştırılması”, Bilig, 1999, sy. 10, Yaz, 93-102.
Koncu, Hanife, “Şâhidî’nin Leylâ ve Mecnûn Mesnevisi ve Bilinmeyen Bir Nüshası”, Bir,
1996, sy. 6, s. 137-43.
Koncu, Hanife, “Camasb-nâme’nin Türk Kültürüne Tesiri Üzerine Düşünceler”, Bir - Prof.
Dr. Kemal Eraslan Armağanı, 1998, sy. 9-10, s. 473-82.
Koncu, Hanife, “Edebiyat Tarihi Bağlamında Bir Mesnevi: Dâstân-ı Vefât-ı İbrâhîm”, Türk
Kültürü İncelemeleri Dergisi, 2001, sy. 4, İstanbul, s. 125-58.
Koncu, Hanife, “Leylâ ve Mecnûn Bibliyografyası”, Türkiye Araştırmaları Literatür Der-
gisi -Eski Türk Edebiyatı II Sayısı-, 2007, sy. 10, s. 597-615.
Koncu, Hanife, “Yûsuf ve Züleyhâ Bibliyografyası”, Türkiye Araştırmaları Literatür Der-
gisi -Eski Türk Edebiyatı II Sayısı-, 2007, sy. 10, s. 617-30.
Koncu, Hanife, “Dâsitân-ı Mûsâ”, Journal of Turkish Studies: Türklük Bilgisi Araştırma-
ları: Walter G. Andrews II, 2010, c. 34, s. 237-52.
Koncu, Hanife, “Ashâb-ı Kehf Metinlerine Bir Bakış ve Yûsuf-ı Meddâh’ın Ashâb-ı Kehf
Mesnevîsi”, Dil ve Edebiyat Araştırmaları, 2012, sy. 6, İstanbul, s. 9-57.
Koncu, Hanife, “Bir Eyüp Şehrengîzi [Şehrengîz-i Lebîbî Cüvânân-ı Ebî Eyyûb-ı Ensârî]”,
Ahmet Atillâ Şentürk Armağanı, hzr. Ahmet Kartal, Mehmet Mahur Tulum, İstan-
bul: Akademik Kitaplar, 2013, s. 457-74.
Kopaliani, Ş., “Lâmî’nin Visi Ramin Adlı Manzumesinde İman Bilme Münasebetlerinin
Hakkında”, Doğu Bilimleri, 1996, Tiflis.
680 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Korkmaz, Feryal, “Kutadgu Bilig’de Ur- Fiili Üzerine”, 2011, İÜEF Türk Dili ve Edebiyatı
Dergisi, c. XLI, İstanbul, s. 13-24.
Korkmaz Zeynep, “Hüseyin Baykara Adına Yazılmış Çağatayca Yûsuf ve Züleyhâ Mes-
nevisinin Tanınmayan Bir Yazmanın ve Eserin Yazarı”, Türk Dili Üzerine Araştırma-
lar, 1995, c. I, Ankara, s.304-42.
Kortantamer, Tunca, “17. Yüzyıl Şâiri Atâyî’nin Hamse’sinde Osmanlı İmparatorluğu’nun
Görüntüsü”, Tarih İncelemeleri, 1983, sy. I, s. 61-105.
Kortantamer, Tunca, “Sâkî-nâmelerin Ortaya Çıkışı ve Gelişimine Genel Bir Bakış”, Ege
Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi -Prof. Dr. Harun Tolasa Özel
Sayısı-, 1983, c. 2, İzmir, s. 81-90.
Koyuncu, Zeynep, “Hüsn ü Aşk’ta On Sekiz Sayısı Üzerine”, Turkish Studies [Klâsik Türk
Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anısına], 2009, c. 4/7, s. 401-23.
Köksal, M. Fatih, “Türk Edebiyatında Hüsn ü Dil Mesnevîleri ve Yenipazarlı Vâlî’nin Hüsn
ü Dil Mesnevîsi”, Türklük Bilimi Araştırmaları, 1996, sy. 3, Sivas, s. 91-126.
Köksal, M. Fatih, “Tahkiyeli Bir Eser Olarak Taşlıcalı Yahyâ’nın Şâh u Gedâ Mesnevisi”,
Türklük Bilimi Araştırmaları - Prof. Dr. Kaya Bilgegil Armağanı-, 1997, sy. 5, Sivas,
s. 245-82.
Köksal, M. Fatih, “Âhî’nin Hüsrev ü Şîrîn Mesnevisi”, Türklük Bilimi Araştırmaları, 1998,
sy. 6, Sivas, s. 209-53.
Köksal, M. Fatih, “Türünün Farklı Bir Örneği: Kastamonulu Abdülahad Nûrî’nin Farsça
Sâkî-nâme’si”, Cumhuriyet Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi,
1998, sy. 20-21, s. 345-370.
Köksal, M. Fatih, “Mecnûn Leylâ’nın Nesi Oluyordu?”, Berceste: Aylık Kültür Sanat Ede-
biyat Dergisi, 2004, sy. 29, Kasım, s. 12-15.
Köksal, M. Fatih, “Yenipazarlı Vâlî’nin Manzum İlk Kırk Hadis Tercümesi”, Gazi Üniver-
sitesi Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi -2007 Özel Sayı-, Ankara, 2007, s. 237-251.
Köksal, M. Fatih, “Türk Edebiyatında Nizâmî’nin Takipçileri ve Hamse’sine Nazire Ya-
zanlar” (Dr. Asgar Dilberîpûr’un Farsça makalesinden çeviri), Türklük Bilimi Araş-
tırmaları, 1999, sy. 8, s. 199-238.
Köksal, M. Fatih, “Yeni Mevlid Metinleri ve Mevlidlerle İlgili Mevcut Malumata Dair
Tashihler”, Journal of Turkish Studies: Türklük Bilgisi Araştırmaları: Walter G. And-
rews II, 2010, c. 34, s. 253-83.
Köksal, M. Fatih, “Eski Anadolu Türkçesi Döneminde Yazılan Meçhul Eserlerden: Nâme-i
Mahşer”, Turkish Studies-İnternational Periodical For The Languages, Literature and
History of Turkish or Turkic, 2011, sy. 6/1, s. 249-91.
Köktekin, Kâzım, “Bir Yûsuf ve Zeliha Şairi Süle Fakih ve Eseri”, Atatürk Üniversitesi Tür-
kiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 1996, sy. 4, s. 173-79.
Köktekin, Kâzım, “Eski Anadolu Türkçesi İle Yazılmış Hatun Destanı ve Dili”, A.Ü. Tür-
kiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 1999, sy. 12, Erzurum, s. 1-18.
Köktekin, Kâzım, “Ahmed-i Dâî’nin Câmâsbnâme Tercümesi ve Dili”, A.Ü. Türkiyat Araş-
tırmaları Enstitüsü Dergisi, 1999, sy. 13 Erzurum, s. 27-48.
Köprülü, M. Fuad, “İbn Hatîb Ferahname”, Türkiyat Mecmuası, 1928, c. 2, İstanbul, s.
489-96.
Köprülüzâde Mehmed Fuad, “Har-nâme”, Yeni Mecmûa, 1917, 4 Teşrîn-i evvel 1917,
sy. 13, s. 253-56.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 681
Kröger, Jens, “On Mahmud b. İshaq al-Shihabi’s Manuscript of Yûsuf va Zulaykha of 964
(1557)”, Muqarnas, 2004, c. 21, s. 239-53; Apendix by Claus-Peter Haase (249-50).
Köseraifpaşaoğlu, M. Fuat, “Kutadgu Bilik”, Öz Dilimize Doğru, 1933, sy. 10, s. 171-73.
Kulzhanova, Bakytgül, “Kutadgu Bilig Esas Alan Kaynaklar”, TURAN Stratejik Araştır-
malar Merkezi Dergisi, 2012, 4/14, s. 52-58.
Kumbaracılar, Sedat, “Keçecizade İzzet Molla’nın Mihnet-Keşân’ı ve Lâyihası”, Hayat Ta-
rih Mecmuası, 1971, c. I, sy. 1, s. 52-54.
Kun, Haydar Ediz, “Kutb’un Hüsrev ü Şîrîn’i ve Dil Hususiyetleri”, Türk Dili, 1969, c. XX,
sy. 211, Nisan, s. 43-47.
Kunt, İbrahim, “Abdullâtif b. Abdullah’ın Hayatı ve Mesnevî ile İlgili Çalışmaları”, Nüsha,
2004, sy. 12, Kış, s. 47-58.
Kurnaz, Cemal, “Zaifî’nin Fâl-ı Murgân’ı”, Divan Edebiyatı Yazıları, Ankara: Akçağ Yay.,
1997, s. 225-9.
Kurnaz, Cemal - Mustafa Tatcı, “Toroslarda Bir Mutasavvıf Şair: Ali Zelîlî”, Doğu Akde-
niz Türk Dili ve EdebiyatıBölümü Dergisi, 1998, sy. 1, s. 147-62.
Kurtoğlu, Orhan, “Klasik Türk Şiirinde Saçı Geleneği”, Millî Folklor, 2009, yıl 21, sy. 81,
s. 89-99.
Kuru, Selim S., “Sevgiliye Mektuplar: Diğer Deh-nâmeler Işığında Seydi Ahmed Mîrzâ’nın
Ta’aşşuk-nâme’si”, Journal of Turkish Studies, Türklük Bilgisi Araştırmaları: Kaf Dağının
Ötesine Varmak, Festschrift in Honor of Günay Kut III, 2004, c. 28/1, s. 109-25.
Kuru, Selim S., “Biçimin Kıskacında Bir “Tarih-i Nev-icad”: Enderunlu Fazıl Bey ve
Defter-i Aşk Adlı Mesnevîsi”, Şinasi Tekin Anısına Uygurlardan Osmanlıya, İstanbul:
Simurg, 2005, s. 476-506.
Kut (Alpay), Günay, “Zâtî ve Şem ü Pervâne Mesnevîsi”, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat
Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1961, sy. XI, s. 129-42.
Kut (Alpay), Günay, “Abdülvâsî Çelebi’nin Eseri ve Nüshaları”, Türk Dili Araştırmaları
Yıllığı-Belleten 1968, 1969, s. 201-26.
Kut (Alpay), Günay, “Lâmi’î Chelebi and His Works”, Journal of Near Eastern Studies,
1976, April, c. 35, Number 2.
Kut (Alpay), Günay, “Fürkat-nâme”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten 1977, 1978,
Ankara, s. 333-53.
Kut, Günay, “Tabiat-nâme ve Tatlılar Üzerine Bir Yazma Eser: et-Terkîbât fî-Tabhi’l-
hulviyyât”, Folklor ve Etnografya Araştırmaları, 1985, s. 179-95.
Kut (Alpay), Günay, “Esîrî, His Sergüzeşt and His Other Works”, Journal of Turkish Stu-
dies Türklük Bilgisi Araştırmaları, 1986, c. 10, s. 235-44.
Kut (Alpay), Günay, “Nâbî’nin Hayrî-nâme’si”, Türk Edebiyatı, sy. 162, s. 47-49.
Kut (Alpay), Günay, “Aşkî ve Heft Peyker Çevirisi”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten
1972, 1989, Ankara, s.127-51.
Kut, Günay - Zehra Toska, “Kedi İle Fare Hikâyesi”, Şinasi Tekin Anısına Uygurlardan
Osmanlıya, İstanbul: Simurg, 2005, s. 535-86.
Kut, Günay, “Divan Edebiyatında “Adl ve Adalet” Üzerine Klişeler”, Divan Edebiyatı Araş-
tırmaları Dergisi, sy. 1, 2008, s. 191-204.
Kutlar, Fatma S., “Mesnevî Nazım Şekline Genel Bir Bakış ve Türk Edebiyatında Mesnevî
Araştırmalarıyla İlgili Bir Kaynakça Denemesi”, Türkbilig, 2000, sy. 1, Nisan, An-
kara, s. 102-157.
682 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Kutlar, Fatma S., “Ahmed-i Bîcân’ın Manzum Cevâhir-nâme’si”, Arayışalar, 2002, sy. 7-8,
Isparta, s. 59-68.
Kutlar, Fatma Sabiha, “Cinselliğin Estetik Anlatımı [Hüsrev ü Şîrîn, Hümâ vü Hümâyûn,
Cemşîd ü Hurşîd]”, Kebikeç, 2002, sy. 13, s. 89-109.
Kutlar Oğuz, Fatma Sabiha, “Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-nâme’sinde Taşlar ve
Madenler”, Prof. Dr. F. Tulga Ocak’a Armağan, Ankara, 2013, s. 78-108.
Kutluk, İbrahim, “Kültür ve Dil Tarihimizin Yeni Bir Vesikası, Attar’ın Esrarnâme Tercü-
meleri”, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1952,
c. 2, sy. 1-2, İstanbul, s. 125-132.
Kuzu, Fettah, “Réne Girard’ın “Üçgen Arzu Modeli” Perspektifinde Fuzûlî’nin “Leylâ vü
Mecnûn” Adlı Eserinin İncelenmesi”, Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Dergisi, 2009, c. 12, sy. 22, s. 260-67.
Kuzubaş, Muhammet, “Manzum Bir Destan Kitabı (Destân-ı Veysel Karânî, Vefât-ı Hz.
Fâtıma, Vefât-ı Hz. İbrâhîm, Hikâyet-i Gügercin, Hikâyet-i Geyik)”, Uluslararası Sos-
yal Araştırmalar Dergisi, 2008, vol. 1/2, s. 304-40.
Kuzubaş, Muhammet, “Klasik Türk Edebiyatında Kadına Bakışın Farklı Bir Örneği: Kıssa-i
Erve”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2010, vol. 3, Issue 13, s. 167-87.
Külekçi, Numan, “Edebiyatımızda Hilye ve Hilye-i Hakanî”, İslâmî Kültür, Sanat ve Ede-
biyat, 1989, sy. 4, s. 40-42.
Külekçi, Numan, “Şâh-nâmecilik ve Nâdirî’nin Şâh-nâme’si”, Millî Kültür, 1989, sy. 66,
s. 74-78.
Kültüral, Zuhal, “Şerîfî’nin Şâh-nâme Çevirisi’ndeki Bazı Kelime ve Deyimler Üzerine”,
Türk Kültüründe Argo, editörler Emine Gürsoy-Naskali - Gülden Sağol, Harlem: Tür-
kistak ve Azerbaycan Araştırma Merkezi, 2002, s. 295-302. [Sunulan Bildiri]]
Kültüral, Zuhal, “Şerîfî’nin Yûsuf u Zelîhâ Mesnevîsi ve Dil Özellikleri”, Turkish Stu-
dies [Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anısına], 2009,
c. 4/7, s. 424-37.
Kütük, Rıfat, “Bireyin Eğitimini Konu Edinen Bir Eser Olarak Larendeli Hamdî’nin
Leylâ ile Mecnûn Mesnevîsi”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 2004, sy.
24, Erzurum, s. 67-83.
Kütük, Rıfat, “Edirneli Örfî Mahmud Ağa’nın Hayatı ve Eserleri”, A.Ü. Türkiyat Araştır-
maları Enstitüsü Dergisi, 2004, sy. 26, Erzurum, s. 183-220.
Levend, Agâh Sırrı, “Bilinmeyen Eski Eserlerimizden: Ahmed Rıdvân’ın İskender-nâme’si”,
Türk Dili, 1951, c. 1, sy. 3, Aralık, s. 23-31.
Levend, Agâh Sırrı, “Bilinmeyen Eski Eserlerimizden: Leylâ ve Mecnûn’lar”, Türk Dili,
1952, c. 1, sy. 5, Şubat, s. 8-12.
Levend, Agâh Sırrı, “Bilinmeyen Eski Eserlerimizden: Ahmed Rıdvân’ın Leylâ ve Mecnûn’u”,
Türk Dili, 1952, c. 1, sy. 7, Nisan, s. 13-8.
Levend, Agâh Sırrı, “Bilinmeyen Eski Eserlerimizden: Halîfe’nin Leylâ ve Mecnûn’u”, Türk
Dili, 1952, c. 1, sy. 8, Mayıs, s. 7-11.
Levend, Agâh Sırrı, “Bilinmeyen Eski Eserlerimizden: Örfî’nin Leylâ ve Mecnûn’u”, Türk
Dili, 1952, c. 1, sy. 12, Eylül, s. 673-76.
Levend, Agâh Sırrı, “Bilinmeyen Eski Eserlerimizden: Kadîmî’nin Leylâ ve Mecnûn’u”,
Türk Dili, 1952, c. 1, sy. 9, Haziran, s. 21-6.
Levend, Agâh Sırrı, “Bilinmeyen Eski Eserlerimizden: Lârendeli Hamdî’nin Leylâ ve
Mecnûn’u”, Türk Dili, 1952, c. 2, sy. 13, Ekim, s. 12-6.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 683
Levend, Agâh Sırrı, “Bilinmeyen Eski Eserlerimizden: Hayâtî’nin İskender-nâme’si”, Türk
Dili, 1952, c. 1, sy. 4, Ocak, s. 195-201.
Levend, Agâh Sırrı, “Fuzûlî’nin Şah u Geda’sı”, Türk Dili, 1954, c. III, sy. 35, Ağustos, s.
655-56.
Levend, Agâh Sırrı, “Kitaplarımız”, Türk Dili, 1955, c. 5, sy. 51, Aralık, s. 69-71.
Levend, Agâh Sırrı, “Kitaplarımız”, Türk Dili, 1956, c. 5, sy. 54, Mart, s. 79-82.
Levend, Agâh Sırrı, “Nevâ’î Adına Basılmış Bir Eser: Nazm-ı Akâyid”, Jean Deny Arma-
ğanı, Ankara, 1958, s. 163-9.
Levend, Agâh Sırrı, “Yazılışının 900. Yıldönümünde Kutadgu Bilig”, Türk Dili, 1969, c.
XX, sy. 211, s. 1-5.
Levend, Agâh Sırrı, “Ümmet Çağında Ahlâk Kitaplarımız”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-
Belleten 1963, 2. baskı, 1988, Ankara, s. 89-115.
Levend, Âgah Sırrı, “Attar ile Tutmacı’nın Gül ü Husrev Mesnevileri”, Türk Dili Araştır-
maları Yıllığı Belleten 1959, 2. baskı, 1988, Ankara, s. 161-203.
Levend, Âgah Sırrı, “Tutmacı’nın Gül ü Husrev Mesnevisinde Dil Özellikleri”, Türk Dili
Araştırmaları Yıllığı Belleten 1960, 2. baskı, Ankara, s. 49-77.
Levend, Agâh Sırrı, “Feyzi’nin Bilinmeyen Hamsesi”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı- Bel-
leten 1955, 2. baskı, 1988, Ankara, s. 143-52.
Levend, Agâh Sırrı, “Türk Edebiyatında Leylâ ve Mecnûn Yazan Şairler”, Türk Dili Araş-
tırmaları Yıllığı- Belleten 1957, 2. baskı, Ankara, s. 105-13.
Levend, Agâh Sırrı, “Âşık Paşa’nın Bilinmeyen İki Mesnevisi Daha: Hikâye ve Kimya Ri-
salesi (Altı Tıpkıbasım ile Birlikte)”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten 1954, 2..
baskı, 1988, Ankara, s. 265-84.
Levend, Agâh Sırrı, “Âşık Paşa’nın Bilinmeyen İki Mesnevisi: Fakr-nâme ve Vasf-ı Hâl”,
Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten 1953, 2. baskı, 1988, Ankara, s. 205-84.
Levend, Agâh Sırrı, “Ahmed Rıdvan’ın Hüsrev ü Şirin’i”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-
Belleten 1966, 2. baskı, 1989, Ankara, s. 215-58.
Levend, Agâh Sırrı, “Divan Edebiyatında Hikâye”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten
1967, 2. baskı, 1989, Ankara, s. 71-117.
Levend, Agâh Sırrı, “Celilî’nin Hüsrev ü Şirin’i”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten
1966, 2. baskı, Ankara, s. 103-27.
Levend, Agâh Sırrı, “Dinî Edebiyatımızın Başlıca Ürünleri”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-
Belleten 1972, 2. baskı, Ankara, s. 35-80.
Levend, Agâh Sırrı, “Kemal Paşazâde’nin Şâirliği ve Yûsuf u Züleyhâ’sı”, Türk Dili Araş-
tırmaları Yıllığı-Belleten 1969, 2. baskı, 1989, Ankara, s. 251-81.
Levend, Agâh Sırrı, “Hamdî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sı”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten
1968, 2. baskı, 1989, Ankara, s. 173-211.
Macit, Muhsin, “İlk Klasik Dönem (1453-1600): Mesneviler”, Türk Edebiyatı Tarihi, c. 2,
editörler: Talât Sait Hamlan vd, 2. baskı, 2007, Ankara, s. 55-72.
Malov, Sergey E., “İz tretéy rukopisi Kutadgu Bilig”, İzvestiya Akademii Nauk SSRR, 1929,
c. 9, Moskova, s. 737-54.
Malov, Sergey E., “K tretéy rukopisi Kutadgu Bilig”, Bull. De. L’Acad d. Sc. USSR 1929,
1929, s. 754-87.
Maraş, M. Atilla, “Hayriyye-i Nâbî’nin Tanımı”, İlim ve Sanat, 1988, sy. 20, s. 47-49.
Martinovic, M., “(Über das) İbtidâ-nâme”, Zapiski, 1917, c. 26, s. 205-32.
684 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Mazıoğlu, Hasibe, “Türk Edebiyatında Mevlid Yazan Şâirler”, Türkoloji Dergisi, 1974, c.
VI, sy. 1, Ankara, s. 31-62.
Mazıoğlu, Hasibe, “Edirneli Nazmi’nin Pend-i Attâr Çevirisi”, Türkoloji Dergisi, 1977, c.
7, Ankara, s. 47-53.
Mazıoğlu, Hasibe, “Yûsuf u Züleyhâ Yazarı Sulı Fakîh’in Adı Sorunu”, Türk Dili Araştır-
maları Yıllığı-Belleten 1999/I-II, 2003, s. 42, s. 169-76. [Sunulan Bildiri]
Melioranskiy, Platon M., “O Kutadku Bilike Çingiz Hana”, Zapiski Vostoçnago Otdeleniya
Russkago Arheologiçeskago Obşçestva, 1900, c. XIII, St. Petersburg, s. 15-23.
Merhan, Aziz, “Ahî Evran ve Şair Gülşehrî”, Ahilik Araştırma Dergisi, 2004, sy. 1/1, s.
93-103.
Merhan, Aziz, “Şeyh Abdurrezzak (Şeyh San’an) Destanının Eski Anadolu Türkçesin-
deki İlk Çeviri (mi?)”, Türkiyat Mecmuası, 2012, c. 22, s. 123-54.
Mimir, Damla, “Ahmedî’nin Cemşîd ü Hurşîd Mesnevîsinin Sosyal Zemini”, A.Ü. Türki-
yat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, sy. 47, 2012, s. 147-76.
Mengi, Mine, “Har-nâme Kime Sunulmuştur”, Türkoloji Dergisi, 1977, c. 7, Ankara, s.
79-81.
Mengi, Mine, “Kıyafetnameler Üzerine”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten 1977,
1978, Ankara, s. 299-309.
Mengi, Mine, “Garîb-nâme’de Alplik Geleneğiyle İlgili Bilgiler”, Türk Tarih Kurumu -
Belleten, 1985, sy. 191-192, s. 481-96.
Mengi, Mine, “İşret-nâme-i Mesîhî Üzerine”, Erdem Dergisi, 1990, c. 6, sy. 17, s. 419-36.
Mengi, Mine, “Sâkî-nâme-i Mesîhî Üzerine”, Journal of Turkish Studies Türklük Bilgisi
Araştırmaları, Fahir İz Armağanı I, 1990, c. 14, Cambridge, s. 347-55.
Mermer, Ahmet, “Âzerî İbrahim Çelebi ve Nakş-ı Hayâl”, Türklük Araştırmaları Dergisi
-Âmil Çelebioğlu Armağanı -, 1993, sy. 7, yıl. 1991-92, İstanbul, s. 473-500.
Mermer, Sait, “Leyla ile Mecnun Hikâyesinde Üveysilik Boyutu”, Yedi İklim, 2002, sy.
151-153, Ekim-Kasım-Aralık, s. 105-9.
Mermer, Ahmet, “Bursa Şehrengizleri Üzerine Bir Karşılaştırma”, Journal of Turkish Stu-
dies, Türklük Bilimi Araştırmaları: In memoriam Agâh Sırrı Levend Hâtıra Sayısı III,
2000, c. 24/3, s. 279-88.
Meyer, G., “Die Griechischen Verse im Rebâb-nâma”, Byzantinische Zeitschrift, 1895, c.
IV, s. 401.
Minovi, M., “Qâbûs-nâma’nin Yeni Nüshası Hakkında”, Şarkiyat Mecmuası II, 1958, İs-
tanbul, s. 105-130.
Miyanbezer (Türkistanlı), “Türkiyat Haberleri: Türkistan’da Kutadgu Bilig”, Türkiyat Mec-
muası, 1925, c. I, s. 343-47.
M. Şerefeddin, “Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddine Dair Bir Kitap”, Türkiyat Mec-
muası, 1935, c. III, İstanbul, s. 233-56.
Nahcivânî, Huseyn, “Nufûz-i Zebân u Edebiyyât-i Fârisî der-Turkiye Dovre-i Âl-i
Osmân”, Neşriyye-i Dânişgede-i Edebiyyât-i Tebrîz, 1341, Şumâre-i Devvum, Sâl-i
Çihârdehum, Tebrîz, s. 176-91.
Necib Âsım, “Osmanlı Tarih-nüvisleri ve Müverrihleri”, Târîh-i Osmânî Encümeni Mec-
muası, 1329, sy. 1, s. 41-52.
Németh, J., “Das Ferah-nâme der Ibn Hatib”, Le Monde Oriental, 1919, s. 150-84.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 685
Ocak, Ahmet Yaşar, “Les Menâkibu’l-kudsiya fî-Menâsibi’l-unsiya: Une source impor-
tante pour I’histoire religiuse de A’Anatolie au XIIIe siecle ”, Journal Asiatique, 1979,
c. 267, Paris, s. 345 vd.
Ocak, Tulga, “Sultan Veled’in Rebâb-nâme’si”, Erdem, 1988, c. IV, sy. 11, s. 541-91.
Odunkıran, Fatih, “Nâilî Salih Efendi ve Kenz-i Nasâyih İsimli Manzum Pend-i Attâr
Şerhi”, İÜEF Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 2010, c. 42, sy. 42, İstanbul, s. 113-32.
Okay, Li-Chuan, “Kutadgu Bilig ile Çin Felsefesi Arasındaki İlişki Konusunda Bir Gö-
rüş”, Doğu Dilleri - Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Doğu Dilleri
ve Edebiyatları Bölümü Dergisi, 1992, c. V, sy. 1, Ankara, s. 255-64.
Okiç, Tayyib, “Çeşitli Dillerde Mevlidler ve Süleymân Çelebi Mevlidi’nin Tercemeleri”,
Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Dergisi, 1975, sy. 1, s. 17-78.
Okur, Münevver, “Bugüne Kadar Ele Geçmemiş Eserlerimizden: Cemşîd ü Hurşîd”, Türk
Dili, 1958, c. VII, sy. 84, Eylül, s. 612-4.
Okur, Münevver Meriç, “Cem Sultan’ın Yeni Bulunan Fâl-ı Reyhân-ı Cem Sultân Adlı
Eseri (2. Nüsha)”, Tarih ve Toplum, 1991, c. 16, sy. 96, Aralık, s. 24-7.
Okuyucu, Cihan, “Cinânî’nin Riyâzü’l-cinân’ı”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Ensti-
tüsü Dergisi, 1989, sy. 3, Kayseri, s. 499-517.
Okuyucu, Cihan, “Tutmacı’nın Gül ü Hüsrev’i”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Ensti-
tüsü Dergisi, 1996, sy. 7, Kayseri, s. 239-41.
Okuyucu, Cihan, “Kelâmî Mahlaslı İki Divan Şairi: Kelâmî Cihan Dede ve Kelâmî-i
Rûmî”, Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, sy. 1, 2008, s. 205-240.
Olgun, Tahir, “Fuzûlî Leylâ vü Mecnûn Manzumesini Kimin Adına Yazmıştı”, Yücel Ay-
lık Bilgi ve Kültür Mecmuası, 1936, sy. 11,s. 172-176.
Olgun, Tahir, “Fuzûlî Leylâ vü Mecnûn Manzumesini Kimin Adına Yazmıştı”, Yücel Ay-
lık Bilgi ve Kültür Mecmuası, 1936, sy. 12,s. 218-220.
Olgun, İbrahim, “Türkçe Sadi ve Hafız Çevirileri”, Türk Dili, Çeviri Sorunları Özel Sa-
yısı, 1978, sy. 322, Temmuz, Ankara, s. 117-26.
Onur, M. Naci, “Akşemseddinzâde Hamdullah Hamdî’nin Yûsuf ve Züleyhâ Mesnevîsi’ndeki
Önemli Motifler”, Türk Kültürü, 1984, c. XXII, sy. 258, s. 47-54.
Onur, M. Naci, “Hamdullah Hamdî’nin Yûsuf ve Züleyhâ’sındaki Bazı Millî Motifler”,
Türk Dünyası Araştırmaları, 1985, sy. 38, Ekim, s. 113-7.
Orhanoğlu, Hayrettin, “Aşk Mesnevilerinde Şimdiki Zaman Algısı”, Divan Edebiyatı Araş-
tırmaları Dergisi, sy. 6, 2011, s. 149-76
Orkun, Hüseyin Namık, “Kutadgu Bilig Hakkında”, Varlık, 1940, sy. 117, s. 196-97.
Oymak, Mehmet, “Menkıbe-i Mevlid-i Fahru’l-enâm Tarz-ı Cedîd İsmiyle Oldı Be-nâm”,
Akademik Bakış, 1998, sy. 4, s. 64-69.
Öbek, Ali İhsan, “Lutfiyye”, Yedi İklim, 1995, c. IX, sy. 63, s. 76-78.
Ölker, Gökhan, “Rumca-Türkçe Manzum Sözlük: Tuhfetü’l-uşşâk”, Turkish Studies-
İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Tur-
kic, 2009, sy. 4/4, s. 856-72.
Ölker, Perihan, “Klâsik Edebiyatımızda Manzum Lügat Geleneği ve Mahmûdiyye”, Tur-
kish Studies-İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of Tur-
kish or Turkic, 2009, sy. 4/4, s. 873-88.
Ölker, Perihan - Bekir Direkçi, “Hekim Mehmed Nidâî’nin Manzum Tıp Risalesi Keyf-i
Kitâb-ı Nidâî”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2009, sy. 22, s.
295-305.
686 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Ölmez, Mehmet, “Çağdaş Türk Dillerinde Kutadgu Bilig Çevirileri”, Türk Dilleri Araştır-
maları, 2004, sy. 14, s. 103-26.
Önal, Sevda, “Sebeb-i Teliflerdeki Ortak ve Farklı Temalar”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları
Enstitüsü Dergisi, 2007, sy. 35, Erzurum, s. 105-24.
Önder, Mehmet, “XV. Yüzyıl Sonuna Kadar En Eski Mesnevi Nüshaları”, Necati Lugal
Armağanı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1968, s. 518-25.
Önder, Mehmet, “Türk Tarih ve Kültürüne Kaynak Bir Eser: Elvan Çelebi’nin Menâkıb-nâme’si
Nasıl Bulundu?”, Türk Kültürü, 1985, c. XXIV, sy. 261, Eylül, s. 48-52 [610-4].
Önler, Zafer, “Kutadgu Bilig’de ‘Ekçek’ Kelimesi Üzerine”, Türk Dili, 1993, sy. 497, s.
342-44.
Özbek, Yıldıray, “Şükrî-i Bitlisî Selimnâmesi Minyatürleri”, EÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü
Dergisi, 2004, sy. 17, s. 151-93.
Özcan, Nezahat, “Fuzûlî’nin Leylâ ile Mecnûn Messnevîsinde Aşk-Gelenek Çatışması”,
Gazi Türkiyat, 2010, sy. 6, s. 225-60.
Özdemir, Mehmet, “Har-nâme’nin Tahkiye Dışındaki Bölümlerine Şekil ve Muhteva Açısın-
dan Bakış”, Uşak Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2010, 3/1, s. 68-82.
Özdemir, Mehmet, “Türk Edebiyatında Manzum Hilye Türü ve Neccârzâde Rızâ’nın Hilye-i
Hâce Bahâüddîn Şâh-ı Nakşibend’i”, Turkish Studies-İnternational Periodical For The
Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2012, vol. 7/3, s. 1973-92.
Özdingiş, Vicdan, “Bir Dersin Notu: Hüsn ü Aşk Mesnevîsi”, A.Ü. Türkiyat Araştırma-
ları Enstitüsü Dergisi -Prof. Dr. Hüseyin Ayan Özel Sayısı-, 2009, sy. 39, Erzurum,
s. 57-71.
Özer, Arif, “Hatiboğlu ve Bahrü’l-hakâyık”, Bayrak, 1969, c. XVII, sy. 59, s. 13-15.
Özfırat, Bayram, “Nazmu’l-ulûm”, Turkish Studies-İnternational Periodical For The Lan-
guages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2013, vol. 8/4, s. 1129-85.
Özkan, Fatma, “Tarihî Miras Kutadgu Bilig Hekkide Bayan -1”, Türk Kültürü, 1987, c.
XXV, sy. 292, s. 53-56.
Özkan, Mustafa, “Pend-nâme-i Güvâhî’deki Atasözleri”, Türk Dünyası Araştırmaları, 1983,
sy. 27, Ankara, s. 223-47.
Özkan, Mustafa, “Hoca Mesud Hayatı ve Eserlerine Dair”, Türk Dünyası Araştırmaları,
1993, sy. 84, s. 295-303.
Özkan, Mustafa, “Şair Fazlî ve Gül ü Bülbül’ü”, İlmî Araştırmalar, 1996, sy. 3, İstanbul,
s. 81-86.
Özkan, Mustafa, “Hatiboğlu Mehmed, Hayatı ve Eserlerine Dair”, İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1997, c. XXVII, s. 281-96.
Özkan, Mustafa, “Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîn’i ve Rûmî’nin Şîrîn ü Pervîz’i”, İlmî Araştırma-
lar, 2000, sy. 9, İstanbul, s. 179-92. [Sunulmuş Bildiri]
Özkan, Mustafa, “Âşık Paşa ve Çağdaşlarının Türk Diline Hizmetleri”, İstanbul Üniversi-
tesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 2008, c. XXXVII, s. 85-104.
Özkan, Ömer, “Adem Kasidesi ve Ta’rîf-i Adem”, Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi
Dergisi -2007 Özel Sayı-, Ankara, 2007, s. 277-288.
Özkan, Ömer, “Tasavvufî Mesnevîlerde Sıklıkla İşlenen Bir Motif: Sefer/Seyahat”, Turkish
Studies-İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish
or Turkic, 2009, sy. 4/3, s. 1755-78.
Özkan, Ömer, “Gazavat-nâme-i Midilli Türk Dili ve Kültür Tarihi Bakımından Değeri”,
TDAY Belleten 2008/1, 2010, 2008/1, s. 113-26.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 687
Öztekin, Nezahat, “Fazlî’nin Gül ü Bülbül’ü Üzerine Bir İnceleme”, Marmara Üniver-
sitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türklük Araştırmaları Dergisi, 1989, sy. 4, İstanbul, s.
118-34.
Öztekin, Nezahat, “Attâr’ın İlâhî-nâme’sindeki İki Hikâyenin Anadolu Mesnevilerindeki
İzleri”, Turkish Studies [Tunca Kortantamer Özel Sayısı-1], 2007, vol. 2/3, s. 428-43.
Öztelli, Cahit, “Işk-nâme ve Yazarı Üzerine”, Türk Dili, 1965, c. XV, sy. 171, Aralık, s.
187-92.
Öztelli, Cahit, “Cem Sultan’ın Yeni Bulunan Cemşîd ü Hurşîd Mesnevisi”, Türk Dili, 1972,
c. XXVI, sy. 248, Mayıs, s. 124-28.
Öztelli, Cahit, “Fuzûlî’nin En Eski Leylâ ve Mecnûn Mesnevîsi”, Türk Dili, 1975, sy. 287,
s. 429-31.
Öztoprak, Nihat, “Fennî ve İzzet Efendi’nin Sahilnameleri ve Bu Sahilnamelerde Üskü-
dar”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, 2005, sy. 11, s. 111-48.
Öztürk, Cemil, “Hatiboğlu’nun Ferah-nâmesi”, Türklük Bilgisi Araştırmaları, Journal of
Turkish Studies, Fahir İz Armağanı I, 1980, c. XIV, Harvard, s. 401-20.
Öztürk, Erdem Can, “Ayn-ı Ekber Mehmed Efendi’nin Manzum Şemâ’il-i Şerîf Tercü-
mesi”, Turkish Studies-İnternational Periodical For The Languages, Literature and His-
tory of Turkish or Turkic, 2012, sy. 7/2, s. 889-902.
Öztürk, Murat, “Aşk Mesnevîlerinde “Yönlendirici Güç” ve “İdeal””, Turkish Studies
[Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anısına], 2009, c.
4/7, s. 448-77.
Öztürk, Zehra, “Akşemseddinzade Hamdullah Hamdi ve Yusuf ve Zeliha Mesnevisi”,
İslâmî Edebiyat, 1999, sy. 28, Ocak-Şubat-Mart, İstanbul, s. 39-42.
Öztürk, Zehra, “Muhammediyye’nin İki Yazma Nüshası ve İki Kadın Müstensih”, Türk
Kültürü İncelemeleri Dergisi, 2000, sy. 1, İstanbul, s. 333-38.
Öztürk, Zehra, “Eğitim Tarihimizde Okuma Toplantılarının Yeri ve Okunan Kitaplar”,
Değerler Eğitimi Dergisi, 2003, c. 1, sy. 4, s. 131-55.
Öztürk, Zehra, “Onbeşinci Yüzyıl Şairlerinden Akşemseddinzâde Hamdullah Hamdî’nin
Yusuf ve Zeliha Mesnevisinde İşlenen Değerler”, Değerler Eğitimi Dergisi, 2005, sy.
3/10, s. 41-72.
Öztürk, Zehra, “Osmanlı Döneminde Kıraat Meclislerinde Okunan Halk Kitapları”, Türkiye
Araştırmaları Literatür Dergisi –Eski Türk Edebiyatı I Sayısı-, 2007, sy. 9, s. 401-45.
Özyaşamış Şakar, Sezer, “Hâzâ Kitâbu Şefâ’at-nâme”, Osmanlı Araştırmaları Dergisi - Prof.
Dr. Mehmed Çavuşoğlu’na Armağan-IV, 2006, sy. XXVIII, 2006, s. 123-150.
Özyıldırım, Ali Emre, “Ebkâr-ı Efkâr: Fikrî Çelebi’nin Aşk Konulu Hasbihâli”, Turkish
Studies-İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish
or Turkic, 2007, sy. 2/4, s. 685-703.
Pala, İskender, “Hilye-i Sa’âdetin Câizesi”, Türk Edebiyatı, 1994, sy. 247, s. 36-37.
Pala, İskender, “Hüsn ü Dil”, Journal of Turkish Studies, Türklük Bilgisi Araştırmaları:
Kaf Dağının Ötesine Varmak: Festschrift in Honor of Günay Kut III, 2004, c. 28/1,
s. 285-88.
Palabıyık, Abdülkadir, “Mevlana ve Hadis: Mesnevî’nin I. Cildinde Başlık Olarak Yer
Alan Hadisler Bağlamında Değerlendirme”, DEÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2006,
sy. XXIV, s. 3-23.
Pantuçkova, Eva, “Zur Analyse eines der historischen Bestandteile von Ahmedis İskender-
nâme”, Archiv Orientàlni, 1973, s. 4-11.
688 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Parmaksızoğlu, İsmet, “Üsküplü İshâk Çelebi ve Selimnâmesi”, İstanbul Üniversitesi Ede-
biyat Fakültesi Tarih Dergisi Eylül 1951 – Mart 1952, 1953, c. III, sy. 5-6, İstanbul,
s. 123-34.
Peker, Kemal, “Sohbetü’l-esmâr:Meyvelerin Sohbetini Beyan eder”, Çiftlik - Aylık Tarımsal
fikir ve kültür Dergisi, 1971, sy. 130, s. 32-33.
Pekolcay, Necla, “Türk Dil ve Edebiyatına Ait Bazı Metinleri İhtiva Eden Yazma Bir Mec-
mua”, Türkiyat Mecmuası, 1953, c. X, s. 34-9.
Pekolcay, Neclâ, “Süleymân Çelebi’nin Mevlid’inin Nüshaları”, Türk Dili, 1954, sy. 30,
Mart, s. 319-22.
Pekolcay, Neclâ, “Süleymân Çelebi’nin Mevlidi ve Menşei Meselesi”, İstanbul Üniversitesi Ede-
biyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi 1954, 1955, c. VI, İstanbul, s. 39-64.
Pekolcay, Neclâ, “Ahmed’in Mevlid İsimli Eseri”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi 1954, 1955, c. VI, s. 65-70.
Pekolcay, Neclâ, “Süleymân Çelebi Mevlid’i ve Diğer Mevlid’ler Hakkında”, Bilgi, 1957,
c. X, s. 12-13.
Pekolcay, Necla, “Kutadgu Bilig Işığında Türk Düşüncesi”, Yeni Türkiye –Türkoloji ve Türk
Tarihi Araştırmaları- IV, 2002, sy. 8, s. 9-15.
Petrosyan, I. E., “An Illustrated Turkish Manuscript of ‘Iskender-nâme’ by Ahmedî”, Ma-
nuscripta Orientalia = International Journal for Oriental Manuscript Research 1,
1995, c. 1, s. 17-20.
Petrosyan, I. Y., “The Mawlid-i Nabî by Süleymân Çelebi and its Two Versions”, Manusc-
ripta Orientalia, 1998, c. 4, s. 16-23.
Poyraz, Yakup, “Hâkim Seyyid Mehmed Efendi’nin Nazîre-i Hilye-i Hakânî Adlı Eseri”,
Turkish Studies [Tunca Kortantamer Özel Sayısı-1], 2007, vol. 2/3, s. 449-88.
Radloff, Wilhelm, “Über alttürkische Dialekte. 1. Die Seldschukischen Verse im Rebâb-
nâme”, Melanges Asiantiques, 1890, c. X, s. 17-77.
Radloff, Wilhelm, “Über eine in Kairo aufgefundene zweite Handschrift des Kutadku
Bilik”, İzvestiya Akademii Nauk, 1890, c. IX, s. 309-19.
Radloff, Wilhelm, “Zum Kutadku Bilik”, Zeitschrift der Deutschen Morgenlanddischen Ge-
sellschaft, 1898, c. LII, Leipzig, s. 152-54.
Refioğlu, Selim Refik, “Azerbaycan Edebiyatında Mesnevi Tarzı”, Çağlayan, 1943, c. III,
sy. 23/3, Antalya, s. 5-6.
Revnakoğlu, Cemaleddin Server, “Mi’râciye’nin Diktefon’a Alınması, Bursa ve Üsküdarda
Okunması Münasebetiyle; Kutb-ı Nâyî Osmân Dede ve Mi’râciye’si”, Yeni Tarih Dün-
yası, 1954, c. II, sy. 15, s. 615-43.
Revnakoğlu, Cemaleddin Server, “Eski - Klasik Tasavvuf Edebiyatımızda Mi’râciyeler”,
Yeni Tarih Dünyası, 1954, c. II, sy. 16, s. 658-59.
Revnakoğlu, Cemaleddin Server, “Edebiyatımızda Mevlid ve Mi’râciyer”, Yeni Tarih Dün-
yası, 1954, c. II, sy. 17, s. 690-93.
Revnakoğlu, Cemaleddin Server, “Mevlidin Bugünkü Hâli Mi’râciyenin Üstünlüğü”, Yeni
Tarih Dünyası, 1954, c. II, sy. 18, s.738-739.
Revnakoğlu, Cemaleddin Server, “Mi’râciye Nasıl Kaleme Alındı?”, Yeni Tarih Dünyası,
1954, c. II, sy. 19-20, s. 765-767.
Rossi, Ettore, “Studi su manoscritti del Garib-nâme di Aşik Paşa nelle biblioteche d’Italia”,
Rivista degli Studi Orientali, 1949, c. 24, s. 108-19.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 689
Rypka, Jan, “Über Sâbits romantisches Epos Edhem ü Hümâ”, Archiv Orientàlni, 1929,
c. 1, s. 147-90.
Sabuncu, Zeynep, “Gelibolulu Mustafa Âlî’nin Mihr ü Mâh Mesnevîsi”, Journal of Tur-
kish Studies Türklük Bilgisi Araştırmaları, In Memoriom Agâh Sırrı Levend Hâtıra Sa-
yısı III, 2000, c. 24, s. 295-305.
Sabuncu, Zeynep, “Âlî’nin Mihr ü Mâh ile Feyzî’nin Şem ü Pervâne’si Arasındaki Benzer-
likler İntihal mi Gelenek mi?”, Türk Kültürü İncelemeleri, 2005, sy. 13, s. 129-66.
Sadıkov, Kasımcan, “Kutadgu Bilig’de Gök Bilimiyle İlgili Tespitler”, A.Ü. Türkiyat Araş-
tırmaları Enstitüsü Dergisi, 2010, sy. 42, s. 33-39.
Safa, Peyami, “Mihnet-keşân Üzerine”, Türk Dili, 1956, sy. 55, s. 470.
Sağlam, Ayşe, “Hamdullah Hamdî’nin Yûsuf u Züleyhâ Mesnevîsi ile Thomass Mann’in
Yusuf ve Kardeşleri Romanının Ana Karekterlerine Mukayeseli Bir Yaklaşım”, Dicle
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2011, yıl 1, sy. 5, s. 20-46.
Samoyloviç, Aleksandr. N., “Otrivok iz “Taaşşukname”s igroyu rifmuyuşihsya slov, 1927,
DAN-V, no 2, L, s. 36-38.
Sarı, Mehmet, “Sabûhî’nin Türkçe Sâkî-nâme’si”, Nihal Atsız ve Necdet Sançar Armağanı,
Afyon: Medrese Kitabevi, 1995, s. 101-18.
Sarı, Mehmet, “Çizmeci-zâde Vehbî ve Mevlid’i”, Edebiyat Araştırmaları, 2007, Ankara,
s. 139-49.
Savi, Saime İnal, “Fars Edebiyatında Hamseler”, Fen-Edebiyat Fakültesi Araştırma Der-
gisi, 1986, fasikül 1, sy. 4, Erzurum, s. 37-45.
Savran, Ömer, “Mehmed Râsim’in Mesnevî’nin İlk On Sekiz Beytine Şerhi ve Şerh An-
layışı”, Turkish Studies, 2009, c. 4/6, s. 387-406.
Savran, Ömer, “Sabâyî ve Üveys-nâme’si”, Turkish Studies [Klâsik Türk Edebiyatında
Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anısına], 2009, c. 4/7, s. 478-537.
Sayar, Ahmet Güner, “Mesnevî’nin Türkçe İlk Tam ve Mensur Tercümesine Dair Bir Not”,
Dergâh, 2003, c. 13, sy. 155, Ocak, s. 16-19.
Sayılı, Aydın, “Gülşehrî’nin “Leylek ile Bülbülün Hikâyesi” Adlı Manzumesi”, Necati Lu-
gal Armağanı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay., 1968, s. 537-54.
Schmidth, Jan, “Sünbülzâde Vehbi’s Şevk-engîz: an Ottoman Pornografik Poem”, Tur-
cica, 1993, c. 25, s. 9-37.
Schott, Wilhelm, “H. Vambery: Uigurische Sprachmonumente und das Kutadku Bi-
lik”, Zeitschrift der Deutschen Morgenlandischen Gesellschaft, 1871, c. XXV, Leip-
zig, s. 288-94.
Selçuk, Bahir, “Fuzûlî’de Gözyaşı”, EKEV Akademi Dergisi, 2005, yıl 9, sy. 25, s. 233-46.
Sertkaya, Osmân F., “Horezmî’nin Muhabbet-nâme’sinin İki Yeni Yazma Nüshası Üze-
rine”, Türkiyat Mecmuası, 1972, c. XVII, İstanbul, s. 185-207.
Sertkaya, Osmân F., “Ahmet Fakih”, İlmî Araştırmalar, 1996, sy. 2, s. 119-30.
Sevgi, Ahmet, “Şeyhoğlu’nun Kitâb-ı Mahbûbiyye’si”, Yedi İklim, 1994, c. 8, sy. 57, Ara-
lık, İstanbul, s. 100-5.
Sevgi, Ahmet, “Okçu-zâde’nin Manzum Kırk Ayet Tercümesi”, Selçuk Üniversitesi Türki-
yat Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 1994, sy. 1, 145-55.
Sevgi, Ahmet, “Şeyhoğlu’nun Kitâb-ı Mahbûbiyye Adlı Eseri Üzerine”, Bir - Prof. Dr. Ke-
mal Eraslan Armağanı, 1998, sy. 9-10, s. 571-86.
Sevgi, Ahmet, “Sâlim’in Hüsrev ü Şîrîn’i Üzerine”, Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakül-
tesi Edebiyat Dergisi, 2007, sy. 17, s. 25-31.
690 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Sevindik, Hakan, “Fasîh Ahmed Dede’nin Behişt-âbâd Mesnevîsi”, Selçuk Üniversitesi Ede-
biyat Fakültesi Dergisi, 2010, sy. 23, s. 37-46.
Seyhan, Köksal, “XVII. Yüzyıldan Değişik Bir Mesnevî”, Sözden Yazıya: Edebiyat İnce-
lemeleri, yayına hzr. Selim Sırrı Kuru-Erol Köroğlu, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi,
1994, s. 1-5. [Sunulan Bildiri]
Seyidoğlu, Bilge, “Ferhat ile Şirin”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 2002,
sy. 19, Erzurum, s. 133-35.
Sezgin, Cemal, “Mesnevi”, Gediz, 1943, c. VI, sy. 61, s. 5-16.
Shaman, Mesad S., “Hamdullah Hamdî’nin Tuhfetü’l-uşşâk Adlı Mesnevîsi”, Journal
of Turkish Studies Türklük Bilgisi Araştırmaları, Fahir İz Armağanı II, 1991, c. 15,
Cambridge, s. 169-255.
Sılay, Kemal, “Ahmedî’nin Osmanlı Tarihinde Arasöz (Digression) Tekniğinin Kullanımı
ve İşlevi”, Türkoloji Dergisi, 1990, c. IX, Ankara, s. 153-62.
Sılay, Kemal, “Ahmedi’s History of the Ottoman Dynasty”, Journal of Turkish Studies Türk-
lük Bilgisi Araştırmaları, 1992, c. 16, s. 129-200.
Sinan Nizam, Betül, “Divan Şiirinin Alegorik Âşık ve Maşuklarından Gül ü Bülbül”, Tur-
kish Studies-İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of Tur-
kish or Turkic, 2010, sy. 5/3, s. 562-78.
Solmaz, Süleyman, “Fuzûlî’nin Gözüyle Mecnûn”, Türk Kültürü, 2000, yıl 38, sy. 450,
Ekim, s. 632-40.
Sungur, Necati, “Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi’nin Heves-nâme’sinde XV. Yüzyıl İstanbul’una
Ait Folklorik Unsurlar”, Bilge, 2000, sy. 24, s. 89-90.
Sungur, Necati, “Heves-nâme Şairi Taci-zade Ca’fer Çelebi’den 15. Yüzyılda Kozmolojiye
Felsefî Bir Yaklaşım”, Bilge, 2000, sy. 27, s. 134-35.
Sungur, Necati, “Divan Şairlerinin Birbirine Yönelik Tenkitlerinin İlk Örneklerinden
Biri: Ca’fer Çelebi’nin Şeyhî ve Ahmed Paşa’yı Tenkidi”, Bilig, 2001, sy. 17, Ankara,
s. 71-79.
Sürelsan, İsmail Baha, “Murâd-nâme (Bedr-i Dilşâd’ın Murâd-nâme Adlı Ansiklopedi-
sindeki Musikî Bölümü Üzerine”, Mızrap, 1985, c. IV, sy. 38, s. 4-5.
Süssheim, K., “Suheil und Nevbehâr, Romantisches Gedicht des Mes’ud b. Ahmed”, Ori-
entalistische Literaturzeitung, 1927, c. 6, s. 507-9.
Şafak, Yakup, “Mevlânâ’nın Mesnevî’si Üzerine Anadolu’da Yapılan Çalışmalar”, Name-i
Aşina, 2003, yıl 5, sy. 11, s. 23-32.
Şahin, Abdullah, “Edebî Bir Tür olarak Klâsik Edebiyatımızda Esmâ-i Hüsnâlar”, Atatürk
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 2001, sy. 16, s. 49-57.
Şahin, Hatice, “Bir Ferah-name Nüshası”, Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,
1997, yıl 1, sy. 1, s. 322-25. [Sunulan Bildiri]
Şahin, Hatice, “Kutadgu Bilig’de Şimdiki Zaman”, Türk Dili, 1997, sy. 545, s. 464-71.
Şahin, Hatice, “Ferah-nâme’de Geçen İkilemeler Üzerine”, Osmanlı Araştırmaları = The
Journal of Otoman Studies, 1997, sy. 17, s. 125-35.
Şahin, Abdullah, “Edebî Bir Tür Olarak Klasik Edebiyatımızda Esmâ-i Hüsnâlar”, Atatürk
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 2001, sy. 16, s. 49-58.
Şanlı, İsmet, “XVI. Yüzyıl Divan Şâiri Fedâyî ve Fâl-nâme-i Kur’ân-ı ‘Azîm’i”, U. Ü. Fen-
Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2003/2, sy. 5, s. 161-78.
Şarlı Mahmut, “Hamdullah Hamdî’nin Tuhfetü’l-uşşâk’ı ve Taklitçilikten Yeniliğe Bir
Adım”, İslâmî Edebiyat, 1999, sy. 31, Ekim-Kasım-Aralık, s. 21-25.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 691
Şarlı, Mahmut, “Garîb-nâme’de Bulunan Ayet ve Hadisler ile Bunların Kullanış Amaçları”,
Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2000, sy. 9, s. 143-66.
Şeker, Mehmet, “Müverrih Âlî’nin Tasavvufa Ait İki Eseri Hilyetü’l-ricâl ve Riyâzu’s-sâlikîn”,
Diyanet Dergisi, 1977, c. XVI, sy. 3, Mayıs-Haziran, Ankara, s. 160-7.
Şener, H. İbrahim, “Neşâtî’nin Hilye-i Enbiyâ’sı”, 9 Eylül Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi
Dergisi, 1983, sy. 1, s. 285-301.
Şenocak, Ebru, “Mem u Zin Hikâyesi Üzerine Mukayeseli Bir Araştırma”, Folklor/Edebi-
yat Dergisi, 2002, sy. 32, s. 251-66.
Şenocak, Ebru, “Mitolojik Bir Halk Hikâyesi “Leylâ ile Mecnûn Hikâyesi” Merkezinde
Yıldıza Dönüşüm”, Millî Folklor, 2010, yıl 22, sy. 86, s. 20-29.
Şerbak, A. M., “Zameçaniya o tekste i yazıke Taaşşukname”, 1971, Studia Turcica, Bu-
dapest, s. 431-40.
Şerbak, A. M., “Taaşşuknâme (Tekst perevod, faksimile)”, Pis’mennie Pamyatniki Vostoka
İstiriko - Filologiçeskie İssledovaniya, Ejegodnik, 1973, Nauka, 1979, s. 236-72.
Şerefeddin, M. “Mevlânâ’da Türkçe Kelimeler ve Türkçe Şiirler”, Türkiyat Mecmuası, 1934,
c. IV, İstanbul, s. 111-68.
Şerif Hulûsi, “Ferheng-nâme-i Sa’dî’nin Üçüncü Nüshası Hakkında”, Türkiyat Mecmu-
ası, 1934, c. IV, s. 295-303.
Şerivova, Aysel, “Türk edebiyatı’nın İncisi: Mehr ü Vefâ”, Kardelen, 2011, sy. 70.
Şimşek, Selami, “Osmân Şems Efendi’nin Âdâbu’l-mürîd fî-Sohbeti’l-murâd Adlı
Mesnevîsinin Tahlili”, Turkish Studies [Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr.
Halûk İPEKTEN Anısına], 2009, c. 4/7, s. 538-92.
Taeschner, Franz, “Das Futuvvetkapitel in Gülšehrîs altosmanischer Bearbeitung von ‘At-
tars Mantik ut-tayr”, Sitzungberichte der Berliner Akademie der Wissenschaften, 1932,
c. XXVI.
Taeschner, Franz, “Des altrumtürkischen Dichters Gülşehri Werk Mantıkut-tayr und
seine Vorlage, das gleichnamige Werk des persischen Dichters Fariddudin ‘Attar”,
Nèmeth Armağanı, Ankara, 1962, s. 359-71.
Taeschner, Franz, “Tebrizli Ahicük ve Bunun Ahmedî’nin, İskendernamesindeki Yeri”, çev.
Hüseyin Dağtekin, Tarih Araştırmaları Dergisi, 1964, c. 2, sy. 3, s. 285-90.
Tâhiru’l-mevlevî, “Mesnevî-yi Şerîfin Cild-i Sâdisi Mukaddimesinden Ba’zı Ebyât”, Mah-
fel, 1340, c. 3, adet 26, Zilhicce, s. 38-9.
Tahralı, Mustafa, “Fuzûlî’nin Leylâ ve Mecnûn’unun Bestelenmesi Hakkında”, Kubbealtı
Akademi Mecmuası, 1992, c. XXI, s. 33-77.
Tahralı, Mustafa, “Leylâ vü Mecnun Üzerine”, Fuzûlî Kitabı, İstanbul: İstanbul Büyük-
şehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yay., İstanbul, 1996, s. 213-22. [Su-
nulan Bildiri]
Tan, Nail, “Bir Zenân-nâme”, Türk Kültürü, 1977, c. XV, sy. 172, s. 28-32.
Tanç, Nilüfer, “Rifâî’den Oscar Wilde’a Gül ve Bülbül”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Ensti-
tüsü Dergisi -Prof. Dr. Hüseyin Ayan Özel Sayısı-, 2009, sy. 39, Erzurum, s. 967-87.
Tansel, Fevziye Abdullah, “Makber’de Leylâ vü Mecnûn ile Hüsn Aşk Tesirleri II”, Ülkü,
1938, c. X, s. 50-60.
Tansel, Fevziye A., “Divan Şairlerinden Fennî’nin Boğaziçi Kıyılarını Canlandıran
Mesnevîsi: “Sâhil-nâme” (5 fotokopi ile Birlikte)”, Türk Tarih Kurumu Belleten, 1976,
c. XL, sy. 158, s. 331-39.
692 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Tanyıldız, Ahmet, “Mesnevî’de Vezin ve Kafiyenin İmlâya Etkisi”, Turkish Studies-
İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Tur-
kic, 2008, sy. 3/6, s. 576-87.
Tanyıldız, Ahmet, “Mesnevî Şerhlerinde Sözden Ma’nâya Yorum Farklılıkları”, Turkish
Studies-İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish
or Turkic, 2009, sy. 4/6, s. 407-26.
Taş, Hakan - Ömer Zülfe, “Nev’î’nin Münâzara-i Tûtî vü Zâg Adlı Mesnevîsi”, Turkish
Studies [Tunca Kortantamer Özel Sayısı-1], 2007, vol. 2/3, s. 660-96.
Taş, İsmail, “Kutadgu Bilig’in Teorik Yapısı”, Turkish Studies-İnternational Periodical For The
Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2010, vol. 5/3, s. 1880-97.
Taş, İbrahim, “Şeyyâd Hamza’nın Yûsuf ve Zelîha Mesnevîsinde Yer Alan Yardımcı Ey-
lemler ve Deyimler”, Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi, sy. 1, 2010, s. 193-244.
Tatçı, Mustafa, “Kirdeci Alî’nin Ejderhâ Destânı”, Edebiyattan İçeri, Ankara 1997, s.
322-37.
Tavukçu, O. Kemal, “Âşık Paşa’nın Bilinmeyen Bazı Gazelleri ve Bir Mesnevîsi”, Yedi İk-
lim, 1995, sy. 62, İstanbul, s. 51-55.
Tavukçu, Orhan Kemal, “Hüsrev ü Şirin Konulu Eserlerde Esas Kahraman Olarak Hüs-
rev veya Ferhad’ın Tercih Edilme Sebepleri”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırma-
ları Enstitüsü Dergisi, 2000, sy. 14, s. 143-63.
Tavukçu, Orhan Kemal, “Yenişehirli Avnî Bey’in Âb-nâme Adlı Eseri Üzerine”, Atatürk
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 2001, sy. 21, s. 59-79.
Tavukçu, Orhan Kemal, “Türk Edebiyatında Firâk-nâme Adlı Eserler”, Türk Kültürü İn-
celemeleri Dergisi, 2004, sy. 10, İstanbul, s. 89-122.
Tavukçu, Orhan Kemal, “Ayrılığın Terennümü: Eski Türk Edebiyatı’nda Firâk-nâmeler”,
Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi -Eski Türk Edebiyatı II Sayısı-, 2007, sy. 10,
s. 197-220.
Tavukçu, Orhan Kemal, “Klasik Edebiyatta Hamse Geleneği ve Şeyyâd Hamza’nın Ham-
sesi”, Turkish Studies [Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN
Anısına], 2009, c. 4/7, s. 593-602.
Tekin (Alpay), Gönül, “Çeng-nâme’de Musiki Terimleri (Perde, nağme, makam, seyir,
şube, terkib, avas)”, Araştırma Dergisi, 1976, sy. 10, s. 83-92.
Tekin (Alpay), Gönül, “XV. Yüzyılın İlk Yarısında Yazılmış Bir Münazara”, Araştırma
Dergisi, 1976, sy. 10, s. 93.
Tekin (Alpay), Gönül, “Zaifî Külliyatının Yeni Bir Nüshası Hakkında”, Journal of Turkish
Studies Türklük Bilgisi Araştırmaları, 1978, c. 2, s. 107-25.
Tekin (Alpay), Gönül, “Hamdullah Hamdî’nin Yeni Bir Leylâ vü Mecnûn Nüshası ve
Metin Tenkidi Hakkında Bazı Düşünceler”, Journal of Turkish Studies Türklük Bil-
gisi Araştırmaları, Ali Nihad Tarlan Hatıra Sayısı, 1979, c. 3, s. 307-42.
Tekin (Alpay), Gönül, “Mevlânâ, Yunus Emre ve Ahmed-i Dâ’î’deki Musikî Aletleri ile
İlgili Semboller Üzerine Düşünceler”, Journal of Turkish Studies Türklük Bilgisi Araş-
tırmaları, Orhan Şaik Gökyay Hatıra Sayısı, 1984, c. 7, s. 439-51.
Tekin (Alpay), Gönül, “XVI. Yüzyıl Çağatay Şairi Meclisî’nin Seyfü’l-mülûk Adlı Mesnevîsi
Hakkında”, Journal of Turkish Studies Türklük Bilgisi Araştırmaları, Halil İnalcık Ar-
mağanı, 1987, c. 11, s. 123-32.
Tekin (Alpay), Gönül, “Cemşâh u Alemşâh”, Süleyman the Magnificent and His Time, İs-
tanbul, 1993, s. 369-79.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 693
Tekin, Gönül, “Feyzî Çelebi’nin Şem’ ü Pervâne’si”, Journal of Turkish Studies, Türklük Bil-
gisi Araştırmaları: Fahir İz Armağanı II, Fahir İz Festschrift II, 1993, c. 15, s. 1-157.
Tekin (Alpay), Gönül, “Lâmiî Çelebi’nin Gûy u Çevgân Mesnevîsinin Tasavvufî Yorumu”,
Journal of Turkish Studies Türklük Bilgisi Araştırmaları,Essays in Honour of Barbara
Flemming Barbara Flemming Armağanı, 2002, c. 26/2, s. 253-74.
Tekin, Şinasi, “İkinci Bâyezid Devrine Ait Bir Mecmua: Selçuk Devrine Ait Farsça Mek-
tuplar Kenzü’l-Belâgat; İkinci Murad’a Sunulan Bir Mesnevi: Tarikat-nâme, Yunus
Emre’nin Şiirleri”, Journal of Turkish Studies Türklük Bilgisi Araştırmaları, Ali Nihad
Tarlan Hatıra Sayısı, 1979, c. 3, s. 343-83.
Tekindağ, M. C. Şehabeddin, “Selîm-nâmeler”, Tarih Enstitüsü Dergisi, 1970, c. 1, İstan-
bul, s. 215-30.
Tenişev, E. R., “Kutadgu Bilig va Oltın Erik”, Uzbek Tili va Adabieti, 1970, sy. 6, s. 29-36.
Tepeli, Yusuf, “Yemînî’nin Fazîlet-nâme Adlı Eserinde Geçen Özel Adlar”, Alevilik Araş-
tırmaları Dergisi, 2011, sy.1, s. 49-80.
Tepeli, Yusuf, “Yemînî’nin Fazîlet-nâme Adlı Eserinde Geçen Fiillerin Sözlük Bilimsel
Anlamları”, Alevilik Araştırmaları Dergisi, 2011, sy.2, s. 125-56.
Tepeli, Yusuf, “İsim+Fiil İlişkisi Bağlamında Yemînî’nin Fazîlet-nâme’sinde Yönelme
Hâli Ekinin (+A) İşletimlik İşlevleri”, Alevilik Araştırmaları Dergisi, 2012, sy.3, s.
127-60.
Tezcan, Nuran, “Lâmi’î’nin Gûy u Çevgân Mesnevisi”, Ömer Asım Aksoy Armağanı, An-
kara: Türk Dil Kurumu Yay., 1978, s. 201-25.
Tezcan, Nuran, “Bursalı Lâmi’î Çelebi”, Türkoloji Dergisi, 1979, c. VIII, Ankara, s.
305-43.
Tezcan, Nuran, “Lâmi’î’nin Gûy u Çevgân’ından İki Münazara”, Türk Dili Araştırmaları
Yıllığı - Belleten 1980-1981, 1983, s. 49-63.
Tezcan, Nuran, “Güzele Bir Şehrengizden Bakış”, Türkoloji Dergisi, 2001, c. 14, sy. 1, s.
161-94.
Tezcan, Semih, “Anadolu Türk Yazınının Başlangıç Döneminde Bir Yazar ve Çarh-nâme’nin
Tarihlendirilmesi Üzerine”, Türk Dilleri Araştırmaları, 1994, sy. 4, s. 75-88.
Tezcan, Semih, “Mes’ûd ve XIV. Yüzyıl Türk Edebiyatı Üzerine Yeni Bilgiler”, Türk Dil-
leri Araştırmaları, 1995, sy. 5, s. 65-84.
Tezcan, Semih, “Manzum Kelîle ve Dimne Üzerine Notlar”, Türk Dilleri Araştırmaları,
1996, sy. 6, s. 81-121.
Tezcan, Semih, “Mes’ûd’un Manzum Kelîle ve Dimne’sinde Atasözleri”, Türk Dilleri Araş-
tırmaları, 1999, sy. 9, s. 29-48.
Tığlı, Fatih, “Klâsik Türk Edebiyatında Şehrengiz Çalışmaları Hakkında Bibliyografya
Denemesi”, Turkish Studies-İnternational Periodical For The Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic, 2007, sy. 2/4, s. 763-70.
Timurtaş, Faruk K., “XVII. Asır Şairlerinden Edirneli Güftî ve “Teşrîfat-üş-Şuarâ”sı”, İs-
tanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1948, c. 2 (3-4),
İstanbul, s. 193-221.
Timurtaş, Faruk K., “Har-nâme”, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve
Edebiyatı Dergisi, 1949, c. 3 (3-4), İstanbul, s. 309-87.
Timurtaş, Faruk K., ““Hüsrev ü Şîrîn” ve “Ferhâd ü Şîrîn” Yazan Şairlerimiz”, Türk Dili,
1952, c. 1, sy. 10, Temmuz, İstanbul, s. 15-21; 567-73.
694 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Timurtaş, F. Kadri, “Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîn’i Üzerine Notlar”, Türk Dili, 1953, sy. 25,
s. 18-21.
Timurtaş, Faruk K., “Şeyhî’nin Tıp Konusunda Eseri”, Türk Dili, 1955, c. IV, sy. 42, Mart,
s. 340-43.
Timurtaş, F. Kadri, “Şeyhî’ni Hüsrev ü Şîrîn’i”, Jean Deny Armağanı, Ankara: Türk Dil
Kurumu Yay., s. 335-48.
Timurtaş, Faruk K., “Türk Edebiyatında Husrev ü Şirin ve Ferhad ü Şirin Hikâyesi, İs-
tanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1959, c. IX,
Kasım,İstanbul, s. 65-88.
Timurtaş, Faruk K., “Şeyhî’nin Husrev ü Şirin’inin Konusu”, İstanbulÜniversitesi, Edebiyat
Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1959, c. IX, Kasım, İstanbul, s. 89-110.
Timurtaş, Faruk K., “Şeyhi ve Nizami’nin Husrev ü Şirin’lerinin Konu Bakımından Mu-
kayesesi”, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1960,
c. X, Eylül, İstanbul, s. 25-34.
Timurtaş, Faruk K., “Şeyhi’nin Eserleri”, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk
Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1961, c. XI, Aralık, İstanbul, s. 99-108.
Timurtaş, Faruk K., “İran Edebiyatında Husrev ü Şirin ve Ferhad ü Şirin Yazan Şairler”,
Şarkiyat Mecmuası, 1961, sy. IV, İstanbul, s. 73-86.
Timurtaş, Faruk K., “Muînî’nin Ma’nevî’si (Murâdiyye) Mesnevî’nin İlk Manzum Çevi-
risi” Makaleler [Dil ve Edebiyat İncelemeleri], hzr. Mustafa Özkan, Ankara: Türk Dil
Kurumu Yay., 1997, Ankara s. 529-35.
Timurtaş, Faruk K., “Şeyhî’nin Har-nâmesi Üzerine Dil Araştırmaları”, Makaleler [Dil ve
Edebiyat İncelemeleri], hzr. Mustafa Özkan, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., 1997,
s. 193-222.
Tokatlı, Ümit, “Elvan Çelebi’nin Eseri (el)-Menâkıbu’l-kudsiyye fi’ (il) Menâkıbi’l-ünsiye”,
Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 1987, sy. 1, Kayseri, s.165-71.
Tokatlı, Ümit, “Elvan Çelebi’nin Eseri (el)-Menâkıbu’l-kudsiyye fi’ (il) Menâkıbi’l-ünsiye”,
Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 1988, sy. 2, Kayseri, s. 259-68.
Toker, Birgül, “Şâkir Ahmed Paşa ve Tertîb-i Nefs Mesnevîsi”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2000, sy. 7, s. 361-74.
Toker, Birgül, “Şemseddîn-i Sivasî ve Mir’âtü’l-ahlâk Adlı Mesnevîsi”, Selçuk Üniversitesi
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2004, sy. 15.
Toker, Mustafa, “Şemseddîn Sivasî’nin Menâsikü’l-huccâc veya Umdetü’l-huccâc Adlı Eseri”,
Turkish Studies-İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of
Turkish or Turkic, 2009, sy. 4/2, s. 993-1007.
Tolasa, Harun, “15. yy. Türk Edebiyatı Anadolu Sahası Mesnevileri”, Ege Üniversitesi Türk
Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, 1982, c. 1, İzmir, s. 1-13.
Tolasa, Harun, “Kelîle ve Dimne’nin Türkçe Çevirileri”, Journal of Turkish Studies Türk-
lük Bilgisi Araştırmaları, 1991, c. 15, s. 355-80.
Topal, Ahmet, “Âsafî’nin Cezîre-i Mesnevî Adlı Eseri ve Bu Eserde Yer Alan Mesnevî’nin
İlk On Sekiz Beytinin Tercümesi”, Turkish Studies [Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî,
Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anısına], 2009, c. 4/7, s. 603-18.
Toprak, Funda, “Hoca Nazar Hüveydâ’nın Kıyâfetnâmeleri”, Turkish Studies-İnternational
Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2012, vol.
7/4, s. 179-213.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 695
Toska, Zehra, “Kelîle ve Dimne’nin Türkçe Çevirileri”, Journal of Turkish Studies, Türk-
lük Bilgisi Araştırmaları, Fahir İz Armağanı II = Fahir İz Festschrift II, 1993, c. 15,
s. 355-80.
Toska, Zehra ve Nedret Burçoğlu Kuran, “Ferideddin-i Attar’ın Mantıku’t-tayr’ının 14,
16, 17 ve 20. Yüzyıllarda Yapılmış Türkçe Yeniden Yazımları”, Journal of Turkish Stu-
dies, Türklük Bilgisi Araştırmaları, Abdülbaki Gölpınarlı Armağanı II, 1996, c. 20, s.
251-265.
Tosunoğlu, Mesiha-Deniz Melanlıoğlu, “Süheyl ü Nev-bahâr’ın Türkçe Söz Varlığı ve
Anadolu Ağızları”, TDAY-Belleten 2005/1, 2008, s. 189-99.
Tören, Hatice, “Nevâyî’nin Sedd-i İskenderî Adlı Eserinde Tabiat Tasvirleri”, İlmî Araştır-
malar, 1995, sy. 1, s. 141-56.
Tören, Hatice, “Nevâyî’nin Sedd-i İskenderî Adlı Eserinde Tabiat Tasvirleri”, Türk Dili,
1996, sy. 529, Ocak, Ankara, s. 30-47.
Tören, Hatice, “Sadreddîn’in Dâsıtân-ı Geyik Adlı Mesnevîsi”, İstanbul Üniversitesi Edebi-
yat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 2005, c. XXXIII, s. 239-82.
Tören, Hatice, “Kirdeci Alî, Dâsitân-ı Hamâme-i ‘Ar’ar”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fa-
kültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 2006, c. XXXIV, s. 177-201.
Töxliyev, Bakican, “Kutadgu Bilig’de Sinav Mativi”, Bir, 1995, sy. 3, s. 141-50.
Tuğluk, Hail İbrahim, “Lâmekânî Hüseyin’in Esrârnâme Tercümesi”, Turkish Studies, Tür-
koloji Araştırmaları, 2008, vol. 3/4, s. 818-865.
Tuğluk, Hail İbrahim, “Mesnevîlerde Şairle İlgili Bazı Tespitler”, Turkish Studies [Klâsik Türk
Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anısına], 2009, c. 4/7, s. 619-35.
Tunç, Semra, “Dede Ömer Rûşenî”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 1997, sy. 4, Konya, s. 237-49.
Tunç, Semra, “Ârif ve II. Murâd Döneminde Yazılmış Bir Hamse”, Selçuk Üniversitesi
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2002, sy. 12, Konya,
s. 155-68.
Tunç, Semra, “Klasik Türk Şiirinde Kadın Şahsiyetler”, Uluslararası Sosyal Araştırma-
lar Dergisi -Klâsik Türk Edebiyatının Kaynakları Özel Sayısı-, 2011, vol. 3, ıssue 15,
s. 225-59.
Tural, Sadık Kemal, “Mihnet-i Keşân’ın Yenileşme Tarihimizdeki Yeri”, Türk Kültürü,
1976, c. XIV, sy. 163, s. 46-61.
Turan, Lokman, “Yeni Şehirli Avnî Bey’in Âteş-kede Mesnevîsi Üzerine Bir İnceleme”,
Turkish Studies-İnternational Periodical For The Languages, Literature and History
of Turkish or Turkic, 2008, sy. 3/4, s. 866-903.
Turan, Lokman, “Yeni Şehirli Avnî Bey’in Mir’ât-i Cünûn’u”, Turkish Studies-İnternational
Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2008, sy.
3/2, s. 681-736.
Turan, Lokman, “Defterdâr-zâde Ahmed Cemâlî’nin Siroz Şehrengîzi”, Osmanlı Araştır-
maları The Journal of Ottoman Studies, 2011, sy. XXXVII, s. 49-76.
Turan, Lokman - Rıfat Kütük, “Türk Mesnevî Geleneğinde Gazelin Kullanımı”, Tur-
kish Studies [Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anısına],
2009, c. 4/7, s. 636-82.
Turan, Selami - Kamile Çetin, “Bilâl Efendi’nin Kıssa-i Yûsuf u Zelîhâ’sının Tunus Nüs-
hası”, Journal of Süleyman Demirel University Institute of Social Sciences, 2010, I/11,
s. 197-204.
696 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Turhan, Vedat Nuri, “XVIII. Yüzyıla Ait Bilinmeyen Bir Eser: Teşrifatçı Edîb Efendi’nin
Mevlid’i”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Prof. Dr. M. Fahrettin Kırzı-
oğlu Özel Sayısı, 2005, sy. 28, s. 103-28.
Türer, Osmân, “Visâlî Alî Çelebi ve Tasavvufî Mevlid’i”, Türk Kültürü Araştırmaları, Şe-
rif Baştav’a Armağan, 1987, c. XXY, sy. 2, s. 169-83.
Türinay, Necmettin, “Klâsik Hikâye / Lirik Aşk Romanları ve Şeyh Galip”, Türk Edebi-
yatı, 1996, yıl 24, sy. 273, s. 22-24.
Türinay, Necmettin, “Klâsik Hikâye ve Hüsn ü Aşk”, Eğitim Aylık Eğitim Dergisi, 2006,
yıl 7, sy. 77-78, s. 91-92.
Türk, Vahit, “Orhun Yazıtlarından Kutadgu Bilig’e”, Türk Yurdu, 2011, c. 31, sy. 283, s.
77-82.
Türkdoğan, Melike Gökcan, “Bir Bildungsroman Olarak Aşk Mesnevileri” EKEV Aka-
demi Dergisi, 2008, sy. 37, s. 227-238.
Türkdoğan, Melike Gökcan, “Yûsuf u Züleyhâ Mesnevîlerinde Sosyal Hayatın Yansıma-
ları”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 2008, sy. 38, Erzurum, s. 51-70.
Türkdoğan, Melike Gökcan, “Ahmedî’nin İskender-nâme’sinde Kadın Hükümdar Mo-
deli ve Kraliçe Kaydafa”, Turkish Studies [Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî, Prof.
Dr. Halûk İPEKTEN Anısına], 2009, c. 4/7, s. 760-73.
Türkdoğan, Melike Gökcan, “Aşk Mesnevileri ve Gazellerdeki Sevgili İmajına Dair Bir
Karşılaştırma”, S.Ü. Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2011 , sy. 29, Konya, s. 111-24.
Türkdoğan, Melike Gökcan, “Siyasetnameler ve Bir Siyasetname Örneği Olarak Ahmedî’nin
İskendernâme’si”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2010, 3/12, s. 418-30.
Türkdoğan, Melike Gökcan, “Klâsik Türk Edebiyatında Kur’ân Kıssalarını Konu Alan
Mesnevîler”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi -Klâsik Türk Edebiyatının Kay-
nakları Özel Sayısı-, 2011, vol. 3, ıssue 15, s. 64-92.
Türkdoğan, Melike Gökcan, “Ahmedî’nin Cemşîd ü Hurşîd ve Şeyhoğlu Mustafa’nın
Hurşîd-nâme Adlı Eserlerinin Perspektifinden XIV. Yüzyılda Sosyal Hayat”, Turkish
Studies-İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish
or Turkic, 2011, sy. 6/2, s. 107-29.
Türker-Küyel, Mübahat, “Farâbî, Hikmet ve Kutadgu Bilig”, Erdem, 1991, c. 7, sy. 20, s.
349-74.
Türker-Küyel, Mübahat, “Kutadgu Bilig’de Toplumdan Kaçış ve Topluma Dönüş Fikri”,
Erdem, Aydın Sayılı Özel Sayısı-II, 1996, c. 9, sy. 26, s. 793-807.
Tüzin, Derya, “Farklı Kültürel Ortamlarda Üretilen Anlatılarda Kadın Algısı”, Millî Folk-
lor, 2010, yıl: 22, sy. 88, s. 71-76.
Uçar, İlhan, “Kutadgu Bilig’de Beden Dili”, Turkish Studies-İnternational Periodical For The
Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2012, vol. 7/4, s. 3045-58.
Uçman, Abdullah, “Rıza Tevfik’in Kaleminden Fuzûlî ve Leylâ ile Mecnûn”, Osmanlı Araş-
tırmaları -Prof. Dr. Mehmed Çavuşoğlu’na Armağan- I, 2005, sy. 25, s. 203-224.
Uğur, Ahmet, “Şükrî-i Bitlisî ve Selîm-nâmesi”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Der-
gisi, 1981, c. XXV, Ankara, s. 325-47.
Uluçay, Cengiz, “Kutadgu Bilig’in İki Beyti Hakkında”, İslâm Medeniyeti, 1967, c. I, sy.
3, Ekim, s. 37-38.
Uludağ, Erdoğan, “Mesnevî Araştırmaları Bibliyografyası”, Müteferrika, 1995, sy. 7, s.
55-85.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 697
Uludağ, Erdoğan, “Türk Edebiyatında Sâkînâmeler ve Bahâyî’nin Sâkî-nâmesi”, Atatürk
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 1997, sy. 9, s. 51-64.
Uludağ, Erdoğan, “Lâmi’î’nin Salâman u Absal Mesnevîsi”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları Dergisi, 1997, sy. 8, s. 67-77.
Uludağ, Erdoğan, “Çocuk Edebiyatı ve Klâsik Dönem Örneğinde Nâbî’nin Hayriyye’si”,
Turkish Studies [Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anı-
sına], 2009, c. 4/7, s. 774-95.
Usluer, Fatih, “Misâlî’nin Miftâhu’l-gayb’ı Metin ve Açıklama”, Turkish Studies-İnternational
Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2007, sy.
2/2, s. 697-722.
Usluer, Fatih, “Aşk Mesnevîlerinde Cinsellik Mazmunları”, Turkish Studies-İnternational
Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2007, sy.
2/4, s. 795-822.
Usta, Veysel, “Bilinmeyen Bir Şair: Trabzonlu Ahmed Rıza ve Eseri Manzûme-i Sivasto-
pol”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, 1991, c. 5, sy. 56, s. 27-33.
Uyar Akalın, Berrin, “The Poets Who Wrote and Translated Mantiku’t-Tayr in Turkish
Literature”, International Journal of Central Asian Studies - Prof. Dr. Mustafa Canpo-
lat Armağanı-, 2005, c. 10-1, s. 167-80.
Uydu, Mualla, “Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i ile Nizâmü’l-mülk’ün Siyâset-nâme’sinin
Karşılaştırılması”, Türk Kültürü, 1992, c. XXX, sy. 351, s. 44-52.
Uygun, Rasim, “Ali Şir Nevai’nin Ferhad ü Şirin’i”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı – Belle-
ten 1957, 1988, 2. baskı, Ankara, s. 115-30.
Uysal, R. Selçuk, “Çengnâme Hakkında”, Folkloristik: Prof. Dr. Dursun Armağanı, An-
kara, 1998, s. 449-58.
Uzun, Adnan, “Neylî’nin “Hôşâ Hikâye-i Manzûme-i Dil-cû Âzmâyiş-i Tab’-ı Nâdire-gû”
Adlı Mesnevîsinin “Leylâ vü Mecnûn”, “Hüsn ü Aşk” Mesnevileri ve “Aslı ile Kerem”
Hikayesiyle Karşılaştırılması”, Tarih Kültür ve Sanat Araştırmaları Dergisi, 2012, vol.
1, no. 3, s. 61-72.
Ülgen, Erol, “Âşık Paşa ve Garîb-nâme Üzerine Prof. Dr. Kemal Yavuz ile Söyleşi”, Türk
Dili, 2000, sy. 579, Mart, s. 249-58.
Ülkütaşır, M. Şakir, “Yusuf Has Hacib ve Kutadgu Bilig Üzerine Küçük Bir Araştırma”,
Türk Kültürü - Kutadgu Bilig Özel Sayısı, 1970, c. IX, sy. 98, s. 23-26.
Ünal, Mustafa, “Kutadgu Bilig ve Divanü Lugati’t-Türk’teki Halk İnanışlarına Fenomeno-
lojik Bir Bakış”, Türk Dünyası Araştırmaları, 1998, sy. 114, s. 215-24.
Ünal, Orçun, “Kutadgu Bilig’de Geçen Yansaguçı Kelimesi Üzerine”, S.Ü. Türkiyat Araş-
tırmaları Dergisi, 2010, sy. 28, s. 159-70.
Ünlü, Osmân, “Abdurrahman Gubârî Efendi ve Kıssa-i Yûsuf’u”, Erciyes, 2005, sy. 333,
Kayseri, s. 16-20.
Ünver, İsmail, “Ahmedî’nin İskendernamesindeki Mevlid Bölümü”, Türk Dili Araştırma-
ları Yıllığı– Belleten 1978, 1978, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., s. 355-411.
Ünver, İsmail, “Ahmed Rıdvan’ın İskender-nâmesindeki Osmanlı Tarihi (Nusret-nâme-i
Osmân) Bölümü”, Türkoloji Dergisi, 1979, c. VIII, Ankara, s. 345-402.
Ünver, İsmail, “Mesnevî”, Türk Dili, Türk Şiiri Özel Sayısı II (Divan Şiiri), 1986, sy. 415
-416 - 417 /Temmuz – Ağustos - Eylül, Ankara, ss. 430-563.
Ünver, İsmail, “Ahmed-i Rıdvân”, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih yüksek Kurumu Türk Ta-
rih Kurumu Belleten, 1986, c. L, sy. 196, Nisan, Ankara, s. 73-125.
698 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Ünver, İsmail, “Fuzûlî’nin İki Mesnevîsinde Nizâmî Etkisi”, Türkoloji Dergisi, 1991, c. IX,
sy. 1, Ankara, s. 19-22.
Ürekli, Bayram - Doğan Yörük, “Kıvâmî’ye Göre Fâtih’in I. ve II. Karaman Seferi”, Yeni
İpek Yolu: Konya Ticaret Odası Dergisi -Konya Ticaret Odası’nın Kuruluşunun 120.
Yılına Armağan, 2002, sy. 5, s. 207-18.
Üst, Sibel, “Nahîfî’nin Yûsuf u Zelîhâ Mesnevisi”, Turkish Studies-İnternational Periodi-
cal For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2007, sy. 2/4, s.
823-957.
Üst, Sibel, “Emrî ve Sohbet-nâme”, Turkish Studies-İnternational Periodical For The Lan-
guages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2007, sy. 2/4, s. 958-1014.
Üst, Sibel, “Bir Aşkın İki Hikâyesi Üzerine: Şeyyâd Hamza’nın Yûsuf Zelîhâ’sı ile Na-
zan Bekiroğlu’nun Yûsuf ile Züleyhâ’sı Üzerine Bir Karşılaştırma”, Turkish Studies
[Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anısına], 2009, c.
4/7, s. 796-825.
Üstüner, Kaplan, “Refî’-i Amidî ve Hüsn ü Aşk’a Nazire Bir Eseri: Cân u Cânân”, Gazi-
antep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2001, sy. 4, s. 275-85.
Üstüner, Kaplan, “Şiir, Şair ve Edebî Kurallara Dair Yazılmış Bir Mesnevî: Fenniyye-i
Eş’âr”, Turkish Studies [Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN
Anısına], 2009, c. 4/7, s. 826-92.
Üstüner, Kaplan, “Nâbî’nin Hayriyye’sinde ‘Ol/ma!’”, Ahmet Atillâ Şentürk Armağanı,
hzr. Ahmet Kartal - Mehmet Mahur Tulum, İstanbul: Akademik Kitaplar, 2013, s.
629-68.
Valitova, A. A., “K voprosu o folklornıh motivah õ poeme Kutadgu Bilig”, Sovetskoe Vos-
tokovedinie, 1958, c. 5, s. 82-102.
Vanlıoğlu, Mehmet, “Beng u Bâde ve Muhtevası”, Selçuk Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları
Enstitüsü, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 1997, sy. 3, s. 197-200. [Sunulan Bildiri]
Varışoğlu, M. Celâl, “Hüsn ü Aşk’ta Kozmografya”, bilig, 2005, sy. 33, s. 149-66.
Varışoğlu, Mehmet Celâl, “ “Öl” ve “Ol” Fikri Çerçevesinde Hüsn ü Aşk Kahramanı
Aşk’ın Kendisini Bulma ve Tanıma Süreci”, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler
Dergisi, 2007, 6/2, s. 24-35.
Verburg, Antoinette C., “The Tuhfe-i Şâhidî: A Sixteenth Century Persian-Ottoman Dic-
tionary in Rhyme”, Archivum Ottomanicum, 1997, c. 15, s. 5-87.
Vural, Hanifi, “Kutadgu Bilig’de Dilin Felsefesine Dair Unsurlar”, İÜEF Türk Dili ve Ede-
biyatı Dergisi, 2011, sy. 43, s. 131-42.
Yağcıoğlu, Songün Aydın, “Leyla vü Mecnun ile Hüsn ü Aşk’ın Karşılaştırmalı Olarak İn-
celenmesi”, 2011, İÜEF Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. XLI, İstanbul, s. 181-215.
Yakar, Halil İbrahim, “Manzum Sözlüklerimizden Tuhfe-i Fedâî”, Turkish Studies-
İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Tur-
kic, 2007, sy. 2/4, s. 1015-25.
Yalçınkaya, Şerife, “Yol Metaforu ve Klasik Türk Edebiyatında Arayış Yolculukları”, Türk
Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, 2007, sy. 13. [Sunulmuş Bildiri]
Yaşar, Bahattin, “Süleymân Çelebi ve Mevlid’i”, Yeni Defne, c. X, sy. 114-117, s. 31-32.
Yavuz, Kemâl, “XIII - XVI. Asır Dil Yadigarlarının Anadolu Sahasında Türkçe Yazılış
Sebepleri ve Bu Devir Müelliflerinin Türkçe Hakkındaki Görüşleri”, Türk Dünyası
Araştırmaları, 1983, sy. 27, Aralık, s. 9-56.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 699
Yavuz, Kemal, “Sultan II. Murâd Devri Mevlevî Şâirlerinden Muinuddîn Bin Mustafa ve
Mesnevi Tercümesi”, Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi II (Prof. Dr. Harun
Tolasa Özel Sayısı), 1983, İzmir, s. 183-204.
Yavuz, Kemal, “Mesnevî-i Şerîf İle Alâkalı Olarak Cevdet Paşa’nın Âbidin Paşa’ya Yaz-
dığı Bir Mektup”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Der-
gisi, 1986, c. XXIV-XXV, s. 441-54.
Yavuz, Kemal, “Galat, Galatat ve Muînî’nin Dildeki Tasarrufları”, Türk Dünyası Araştır-
maları, 1989, sy. 60, Haziran, s. 127-48.
Yavuz, Kemal, “Anadolu Türk Edebiyatında İlk Miracnâmeler: Âşık Paşa ve Miracna-
mesi”, İlmî Araştırmalar, 1999, sy. 8, İstanbul, s. 247-66.
Yavuz, Kemal, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Yılları Şairlerinden Âşık Paşa’da Ordu Fikri
ve Alp Tipi”, Osmanlı, 1999, editör: Güler, c. 9, Ankara: Yeni Türkiye, s. 554-66.
Yavuz, Kemal, “Âşık Paşa”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türki-
yat Araştırmaları Dergisi - Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun’a Armağan -, 2003, sy.
13, s. 29-39.
Yavuz, Kemal, “Âşık Paşa’da Ticaret Fikri”, İlmî Araştırmalar, 2003, sy. 16, s. 117-24.
Yavuz, Kemal, “Çeşitli Yönleri İle Mantıku’t-tayr ve Garib-nâme Mesnevileri”, İstanbul Üni-
versitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 2004, c. XXXI, s. 345-56.
Yavuz, Kemal, “Âşık Paşa’nın Dil Üzerine Düşünceleri ve Türkçeye Hizmetleri”, İstan-
bul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 2005, c. XXXII, s.
223-44.
Yavuz, Kemal, “Leylâ ile Mecnûn Hikâyesinin Edebiyattaki Yeri”, Modern Türklük Araş-
tırmaları Dergisi, 2005, c. 2, sy. 4, s. 57-69.
Yavuz, Kemal, “Yusuf Has Hacib ve Kutadgubilig”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakül-
tesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 2009, c. XXXVII, s. 137-80.
Yazar, İlyas, “Fuâdî’nin Bülbüliyyesi Üzerine Bir İnceleme”, Dergi@Net, 2001, yıl 1, sy. 18,
Kasım - Aralık, s. 11-12.
Yazar, İlyas, “Dürrî’nin Şehrengizinden Gümülcine’ye Bakış”, Turkish Studies-Türkoloji
Araştırmaları, 2007, sy. 2/2, s. 770-89.
Yazar, İlyas, “Dürrî’nin Moton Şehrengizi”, Erdem, 2009, sy. 55, s. 175-90.
Yazar, Sadık, “Seyyid Şerîfî Mehmed Efendi ve Hilyesi”, Turkish Studies-İnternational Pe-
riodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic [Tunca Kor-
tantamer Özel Sayısı], 2007, sy. 2/4, s. 1026-44.
Yazar, Sadık, “Cismî ve Mevlidi”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2008, vol. 1/2,
s. 448-78.
Yazar, Sadık, “Mütercimi Belirsiz Bir Şeyh-i San’ân Çevirisi”, Turkish Studies-İnternational
Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2010, vol.
5/4, s. 1571-631.
Yazar, Sadık, “XVII. Yüzyıl Şairi Sadıkî’nin Mesnevî’den Seçme Hikâyeler Tercümesi”,
Turkish Studies [Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anı-
sına], 2009, vol. 4/7, s. 893-927.
Yazar, Sadık, “Mütercimi Belirsiz Bir Şeyh-i San’ân Mesnevîsi”, Turkish Studies, 2010,
5/4, s. 1572-631.
Yazar, Sadık, “XVI. Yüzyıl Şairlerinden Üsküdarlı Aşkî’nin Eserleri Hakkında Yeni Tes-
pitler”, Türkiyat Mecmuası, 2011, c. 21, s. 375-93.
700 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Yelten, Muhammed, “Nev’î-zâde Atâyî’nin Sohbetü’l-ebkârı ve İçindeki Atasözleri ve De-
yimler” TDAY-Belleten 1989, 1994, s. 171-91.
Yeniterzi, Emine, “Türk Edebiyatında Manzum Fütüvvet-nâmeler”, Konya Postası 18
Ekim 2001, 2001, c. 3, fasikül 40, sy. 173, s. 321-23.
Yeniterzi, Emine, “Süleymân Çelebi ve Mevlid”, Konya’da Düşünce ve Sanat: Makaleler-
Sohbetler, Konya: Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi, 2003, s. 316-28.
Yeniterzi, Emine, “Ahmed-i Dâ’î ve Vasiyyet-i Nûşirevân Adlı Mesnevisi”, Selçuk Üniver-
sitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2006, sy. 19,
s. 1-25.
Yeniterzi, Emine, “Anadolu Türk Edebiyatında Ahlâkî Mesnevîler”, Türkiye Araştırmaları
Literatür Dergisi -Eski Türk Edebiyatı II Sayısı-, 2007, sy. 10, s. 433-68.
Yetiş, Kazım, “Garîbnâme’de Akıl”, İÜEF Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 2004, sy. 31, s.
357-80.
Yıldırım, Ali, “Kâmî’nin Behcetü’l-fehyâ Adlı Mesnevîsi”, F.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, sy.
7, 1995.
Yıldırım, Ali, “Kâmî’nin Tuhfetü’z-zevrâ Mesnevîsi”, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, 2000, sy. 5, s. 81-110.
Yıldırım, Ali, “Gülşehrî’nin Felekname’sinde Geçen Hayvan Adlarının Sembolik Değer-
leri”, Erciyes Dergisi, 2003, sy. 304, Nisan, s. 14-17.
Yıldırım, Ali, “Fuzûlî’nin Beng u Bâde Mesnevîsi ve Bâde Sembolü”, F.Ü. Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, 2004, c. 14, sy. 2, s. 139-47.
Yıldırım, Talip, “Ubeydu’llâh Hân’ın İki Eseri: Gayret-nâme Mesnevîsi ve Salavât-nâme”,
Modern Türklük Araştırmaları Dergisi, 2006, c. 3, sy. 1, s. 89-102.
Yıldırım, Talip - Ahmet Büyükakkaş, “Ubeydu’llâh Hân’ın İki Eseri: Sabr-nâme ve Şevk-
nâme”, Modern Türklük Araştırmaları Dergisi, 2007, c. 4, sy. 1, s. 87-101.
Yıldız, Alim, “Üsküdarlı Sâfî’nin İslâm-ı Hazret-i Ömer Yâhûd Bir Hârika”, 2001, DEÜ
İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 2001, sy. XIII, s. 219-49.
Yıldız, Alim, “İbrahim Gülşenî’nin Pend-nâme’si”, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fa-
kültesi Dergisi, 2002, sy. 16, 2002, s. 57-95.
Yıldız, Alim, “Edebiyatımızda Mevlid ve Bazı Mevlidlerin Yazılış Sebepleri”, Somuncu
Baba, 2006, sy. 66, s. 34-37.
Yıldız, Alim, “Şakir Ahmed Paşa’nın Tertîb-i Nefîs Mesnevisi”, C.Ü. İlahiyat Fakültesi Der-
gisi, 2008, XII/2, s. 179-223.
Yıldız, Alim, “Müellifi Meçhul Bir Şurûtu’s-salât Mesnevisi”, C.Ü. İlahiyat Fakültesi Der-
gisi, 2009, XIII/2, s. 175-87.
Yıldız, Alpay Doğan, “Eski Bir Bahçenin Yeniden Düzenlenişi Ya da Fuzûlî’nin Hikâye-i
Leylâ ve Mecnûn’u Sunuşu”, Bilig, 2004, sy. 29, Bahar, 2004, s. 201-22.
Yıldız, Osmân, “Cemâli-i Karamânî ve Miftâhu’l-ferec’i” Süleyman Demirel Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 1996, sy. 2, Isparta, s. 271-92.
Yıldız, Osmân, “Dâsitân-ı Sultân Mahmûd Mesnevîsinde Fiiller” Süleyman Demirel Üniver-
sitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2007, sy. 15, Isparta, s. 129-50.
Yıldız, Ayşe, “Tercüme Kavramı ve Türkçe Mesnevîlerde Tercüme Meselesinin Klâsik
Edebiyatlar Bağlamında Yorumlanması Denemesi”, Turkish Studies [Klâsik Türk Ede-
biyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anısına], 2009, c. 4/7, s. 939-54.
Yıldız, Ayşe, “Nâbî Dîvânı’nı ve Hayriyye’yi Gizli İlimler (Okültizm) Işığında Okumak”,
Millî Folklor, sy. 95, Ankara, s. 63-71.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 701
Yılmaz, Ali, “Türk Edebiyatında Esmâ-i Hüsnâ Şerhleri ve İbn-i Îsâ-yı Saruhânî’nin
Şerh-i Esmâ-i Hüsnâ’sı”, Cumhuriyet Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 1998, c.
II, sy. 1, s. 1-34.
Yılmaz, Hilal, “Yusuf u Züleyha Mesnevîsi”, Ay Vakti, Düşünce-Kültür ve Edebiyat Der-
gisi, sy. 121-122, 2010
Yılmaz, Kâşif, “Fakirî’nin Kanunî’ye Sunduğu Risâle-i Ta’rîfât Adlı Eserinin Kültür ve Me-
deniyet Tarihimiz Açısından Önemi”, Yedi İklim, 1993, sy. 43, s. 44-46.
Yılmaz, Kâşif, “Edirneli Güftî Ali ve Teşrîfâtu’ş-şu’arâ’sı”, Yedi İklim, 1994, sy. 47, s.
116-18.
Yılmaz, Mehmet, “Hamdî’nin Yûsuf u Züleyhâ Mesnevîsi’nin Epik Karekterinin Değer-
lendirilmesi Üzerine Bazı Tespitler”, Turkish Studies-İnternational Periodical For The
Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2009, sy. 4/8, s. 2444-61.
Yoldaş, Kazım, “Kutadgu Bilig’de İslâmî Unsurlar”, Yedi İklim, 2001, sy. 134, Mayıs, s.
44-49.
Yöntem, Ali Canip, “Hayriye, Lutfiye”, İstanbul Mecmuası, 1945, sy. 3, s. 8.
Yöntem, Ali Canip, “Hakanî Mehmed Bey, Hayatı ve Eserlerine Dair İncelemeler”, İs-
tanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1948, c. II, sy.
1-2, s. 43-46.
Yurtsever, M. Murat, “Lâmi’î Çelebi’nin Bursa Şehrengizi’nde Mekân Tasvirleri”, Uludağ
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1987, c. II, sy. 2, s. 243-52.
Yücel, Bilal, “Kaygusuz Abdal’ın Budalanâmesi”, Türk Dili ve Edebiyatı Makaleleri, 2003,
sy. 2, Sivas, s. 41-120.
Yüksel, Hasan, “İmam Mahlaslı Bir Şairin Ortaya Çıkan Mesnevî Tarzındaki Yazma Bir
Eseri”, Kızılırmak, 1992, yıl 1, sy. 7, Temmuz, s. 5.
Yüksel, Sedit, “Işk-nâme Üzerine Açıklamalar”, Türk Dili, 1970, c. XXI, sy. 220, s.
291-95.
Yüksel, Sedit, “Sohbetü’l-esmâr Fuzûlî’nin Değildir”, Türkoloji Dergisi, 1972, c. IV, sy. 1,
s. 115-36.
Zajaczkowski, Ananiasz, “Zabytek jezykowy ze Zlotej Ordy, ‘Husräv u Şirin’ Qutba”, Rocz-
nik Orientalistyczny, 1954, c. XIX, s. 45-123.
Zajaczkowski, Ananiasz, “Opisy Zaloby (jas) w tureckiej wersji poematu ‘Husrev u Şi-
rin’ ze Zlotej Ordy”, Rocznik Orientalistyczny, Memorial St. Schayer, 1957, c. XXI,
s. 517-26.
Zavotçu, Gencay, “Türk Edebiyatı’nda Yazılmış Gül ve Bülbül Hikâyeleri”, Kültür Dün-
yası, 1998, sy. 14, İstanbul, s. 44-50.
Zavotçu, Gencay, “Mevlânâ Adına Kayıtlı Küçük Bir Mesnevî: Bülbül-nâme”, Atatürk Üni-
versitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 1998, sy. 9, Erzurum, s. 79-88.
Zavotçu, Gencay, “Türk Edebiyatı’nda Gül ü Bülbül”, Türkler, c. 5, editörler Hasan Celâl
Güzel - Kemal Çiçek - Salim Koca, Ankara: Yeni Türkiye, 2002, s. 896-902.
Zavotçu, Gencay, “Hamdullah Hamdî ve Yûsuf u Züleyhâ Mesnevisi Hakkında Bazı
Tespitler”, Aşk İlinden Gönül Dilinden İnciler, İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık,
2009, s. 303-27
Zavotçu, Gencay, “Mevlânâ’nın Mesnevi’sindeki Hikâyelere Genel Bir Bakış”, Aşk İlinden
Gönül Dilinden İnciler, İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2009, s. 446-64.
Zavotçu, Gencay, “Sa’di, Düşüncesi ve Etkileri”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Der-
gisi, 2009, sy. 40, Erzurum, s. 47-58.
702 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
VI. Bildiriler
Abdelmaksoud, Belal Saber, “Lârendeli Hamdî’nin Leylâ ve Mecnûn Dîvanına Bir Bakış”,
Prof. Dr. Abdülkadir KARAHAN’ın Anısına Uluslar arası Divân Edebiyatı Sempozyumu
[27-28 Mayıs 2008], İstanbul: Beykoz Belediyesi Kültür Yay., 2008, s. 343-55.
Abdulkadiroğlu, Abdulkerim, “Bursalı İsmail Beliğ’in Sergüzeşt-nâme’sinde Tokat ve
Nuhbetü’l-âsâr’daki Tokatlı Şairler”, Türk Tarihinde ve Kültüründe Tokat Sempoz-
yumu, 2-6 Temmuz 1986, Ankara: Tokat Valiliği Şeyhülislâm İbn Kemal Araştırma
Merkezi, 1987, s. 535-47.
Açıkgöz, Namık, “Leylâ ve Mecnûn Minyatürleri”, (500. Yılında Fuzûlî Sempozyumu Bil-
dirileri), Fuzûlî Kitabı, İstanbul: İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Kültür İşleri Dai-
resi Başkanlığı, 1996, s. 249-54.
Ahmed, Vedat S., “Bulgaristan Müslümanları Arasında Mevlid Geleneği”, Süleymân Çe-
lebi ve Mevlid [Yazılışı-Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çelebi Mevlid
Sempozyumu, 18-20 Ekim Bursa], editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa
Osmangazi Belediyesi yay., 2008, s. 370-80.
Akar, Metin, “Gülşehrî’nin Felek-nâme’sinde Mucize Motifler”, XX. Ahîlik Bayramı Kong-
resi Bildirileri, 1-2 Eylül 1984, Kırşehir, Konevî, II, 1985, s. 13-16.
Akar, Metin, “Yûsuf-ı Meddâh’ın Dâstân-ı İblis’inin Kaynağı”, Beşinci Milletlerarası Tür-
koloji Kongresi,İstanbul 23-28 Eylül 1985, Tebliğler, II. Türk Edebiyatı, I, 1985, 1-7.
Akçay, Ali İhsan, “Gönenli Yahya b. Bahşî ve Mevlidi”, Süleymân Çelebi ve Mevlid [Yazılışı-
Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çelebi Mevlid Sempozyumu, 18-20 Ekim
Bursa], editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa Osmangazi Belediyesi yay.,
2008, s. 321-33.
Akkuş, Metin, “Edebiyatımızda Ahi Tipi ve Esrâr Dede Fütüvvet-nâme’sinde Ahi Tipi”,
I. Ahi Evran-ı Velî ve Ahîlik Araştırmaları Sempozyumu, 12-13 Ekim 2004 Kırşehir,
hzr. M. Fatih Köksal, c. 1, Kırşehir 2005, s. 15-23.
Akkuş, Metin, “Bursa Şehrengizlerinde Toplumsal Çevre ve Yaşam”, Uludağ Üniversitesi
II. Bursa Halk Kültürü Sempozyumu 20-22 Ekim 2005 Bildiri Kitabı, Bursa: Uludağ
Üniversitesi Kültür Sanat Kurulu Yay., 2005, s. 205-18.
Akkuş, Mehmet, “Çerkeşli Mehmet Hilmî Efendi ve Manzûm Mevlid’i”, Geçmişten Ge-
leceğe Çankırı –III. Çankırı Kültürü Bilgi Şöleni Bildirileri, 28-29 Eylül 2005 -, Çan-
kırı 2005, s. 41-79.
Akkuş, Mehmet, “Prof. Dr. Hüseyin Mucîb ve Vesîletü’n-Necât’ın Arapça Tercümesi”,
Süleymân Çelebi ve Mevlid [Yazılışı-Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çe-
lebi Mevlid Sempozyumu, 18-20 Ekim Bursa], editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli,
Bursa: Bursa Osmangazi Belediyesi yay., 2008, s. 396-405.
Aksoy, Hasan, “Şemseddin Sivasî’nin Gülşen-âbâd Adlı Mesnevîsi’nde “Gül””, Gül Kitabı
[Gül Kültürü Üzerine Düşünceler], Isparta, 2005, s. 69-77.
Aksoy, Hasan, “Şemsî Mevlid’inde Süleymân Çelebi İzleri”, Süleymân Çelebi ve Mevlid
[Yazılışı-Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çelebi Mevlid Sempozyumu,
18-20 Ekim Bursa], editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa Osmangazi
Belediyesi yay., 2008, s. 270-81.
Aksoy, Hasan, “Türk-İslâm Edebiyatında Mevlid Türü, Süleyman Çelebi ve Mevlidinin
Türk-İslâm Edebiyatına Tesiri”, 1. İslâmî Türk Edebiyatı Sempozyumu , editör: Yal-
çın Yaman, İstanbul 2012, s. 163-71.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 703
Aksoyak, İ. Hakkı, “XVIII. Yüzyıl Şairi Edirneli Nâtık’ın Kaleminden Edirne’de Bir Aşk
Hikâyesi”, 1. Edirne Kültür Araştırmaları Sempozyumu Bildirileri (23-25 Ekim
2003), trhs.: 573-88.
Aktaş, Şerif, “Bir Anlayışın Romanı: Hüsn ü Aşk” (Şeyh Gâlib Sempozyumu Bildirileri,
17-18 Mart 1995, İstanbul), Şeyh Galib Kitabı, İstanbul: İstanbul Büyükşehir Bele-
diyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yay., 1995, s. 123-30.
Aliyev, Sabir, “Leylî ile Mecnun’da Şairin Tanrı ve İnsan Sevgisi”, (500. Yılında Fuzûlî Sem-
pozyumu Bildirileri), Fuzûlî Kitabı, İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür
İşleri Daire Başkanlığı Yay., 1996, s. 245-47.
Araslı, Hamit, “Gülşehrî ve Genceli Nizamî”, XI. Türk Dil Kurultayında Okunan Bilim-
sel Bildiriler 1966, Ankara, 1968, s. 29-37.
Aslanov, Vâkıf I., “Nizami “Hemse”sinde Türkizmler”, Beşinci Milletler Arası Türkoloji
Kongresi İstanbul 23-28 Eylül 1985 Tebliğler I. Türk Dili, İstanbul Üniversitesi Edebi-
yat Fakültesi Türkiyat Araştırma Merkezi, c. 2, İstanbul 1987, s. 17-22.
Ateş, Erdoğan, “Geçmişten Günümüze Mevlit İcraları ve önemli Mevlithanlar”, Süleymân
Çelebi ve Mevlid [Yazılışı-Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çelebi Mevlid
Sempozyumu, 18-20 Ekim Bursa], editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa
Osmangazi Belediyesi yay., 2008, s. 437-46.
Ateşeoğlu, Kemal, “Gürcistan’da (Acara-Batum’da) Mevlid Geleneği’nin Önemi, İslam’ı
Koruma ve Yaşatma Açısından Rolü”, Süleymân Çelebi ve Mevlid [Yazılışı-Yayılışı ve
Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çelebi Mevlid Sempozyumu, 18-20 Ekim Bursa],
editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa Osmangazi Belediyesi yay., 2008,
s. 392-95.
Atik, Hikmet, “Mevlid Literatürüne Bir Katkı Olarak Diyarbakır ve Şanlıurfa Yöresi
Mevlidleri”, 1. İslâmî Türk Edebiyatı Sempozyumu , editör: Yalçın Yaman, İstanbul
2012, s. 463-85.
Ayan, Gönül, “Attâr, Esrâr-nâme’si ve Mevlânâ”, Selçuk Üniversitesi, II. Milletler Arası
Mevlânâ Kongresi, 3 – 5 Mayıs 1990 (Tebliğler) Konya/Türkiye, Konya 1991.
Ayan, Gönül, “Osmanlı İhtişamının Muhteşem İki Mesnevîsi”, Uluslararası Kuruluşunun
700. Yıl Dönümünde Bütün Yönleriyle Osmanlı Devleti Kongresi 07-09 Nisan 1999:
Bildiriler, Yayına Hzr. Alâaddin Aköz-Bayram Ürekli-Ruhi Özcan, Konya: Selçuk
Üniversitesi, 2000, s. 341-45.
Ayan, Hüseyin, “Onsekiz Beyte İki Türlü Bakış”, Selçuk Üniversitesi I. Mevlâna Kongresi
[Tebliğler] 3-5 Mayıs 1985, Konya 1986, s. 325-30.
Ayan, Hüseyin, “Mesnevîler Manzûm Romanlarımız Olabilir mi?”, Uluslararası Kuru-
luşunun 700. Yıl Dönümünde Bütün Yönleriyle Osmanlı Devleti Kongresi 07-09 Ni-
san 1999: Bildiriler, Yayına Hzr. Alâaddin Aköz-Bayram Ürekli-Ruhi Özcan, Konya:
Selçuk Üniversitesi, 2000, s. 69-71.
Aydemir, Yaşar, “Vücûdî’nin İstanbul İzlenimleri”, I. Uluslararası Türk Edebiyatında İs-
tanbul Sempozyumu Bildirileri (3-5 Nisan 2008, İstanbul, editörler: Erol Ülgen-Emin
Özbaş, İstanbul, 2009, s. 151-62.
Babacan, İsrafil, “Geleneksel Aşkta Üçüncü Yol: Aristokratik Aşk ve Vâmık u Azrâ Ör-
neği”, Bursalı Lâmi’î Çelebi ve Dönemi, editör: Bilal Kemikli - Süleyman Eroğlu, Bursa:
Bursa Büyükşehir Yay., 2011, s. 354-63.
Beyzadeoğlu, Süreyya, “İki Ahlâk ve Nasihat Kitabı Hayriye ve Lutfiyye’nin Ortak Özel-
likleri”, 1. Kırşehir Kültür Araştırmaları Bilgi Şöleni (8-10 Ekim 2003) Bildiriler, hzr.
Ahmet Günşen, Kırşehir 2004, s. 67-86.
704 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Boz, Erdoğan, “Hüsrev ü Şirin’de Kafiye Oluşturan Türkçe Kelimeler”, Dumlupınar Üniver-
sitesi 4-5 Haziran 1998 Kütahyalı Şairler Sempozyumu - I, Kütahya, 2000, s. 59-74.
Buluç, Sadettin, “Dursun Fakih’in Gazavât-nâme’si”, X. Türk Dil Kurultayında Okunan
Bilimsel Bildiriler 1963, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., 1964, s. 11-22.
Csirkés, Ferenc Péter, “Lutfi and the Gul u Navruz”, Altaica BudapeStinensia MMII: Proce-
edings of the 45th Permanent International Altaistic Conference Budapest, June 23-28,
2002. Edited by Alice Sárközi and Attila Rákos, Budapest: Eötvös Loránd Univer-
sity, 2003, s. 79-86.
Cunbur, Müjgân, “Gülşehrî ile Kaygusuz Abdal’ın Şiirlerini Kapsayan, XV. Yüzyıldan
Kalan Bir Mecmua”, X. Türk Dil Kurultayında Okunan Bilimsel Bildiriler-1963, An-
kara, 1964, s. 25-28.
Cunbur, Müjgân, “Yunus Emre’ye Göre Akıl ve Kutadgu Bilig ile Karşılaştırılması”, Ulus-
lararası Yunus Emre Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 7-10 Ekim 1991, Ankara: Ata-
türk Kültür Merkezi, 1995, s. 421-42.
Çakır, Müjgan, “Câmasb-nâme’deki Sofra Kültürü ve Yemek Adlarına Dair”, Türk Mut-
fak Kültürü Üzerine Araştırmalar, Ankara: Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Ta-
nıtma Vakfı, 1999, s. 11-26.
Çakır, Müjgan, “Erzurum-Erzincan-Diyarbakır ve Kars Yollarında Bir Paşa: Âteş-zâde
Mehmed İzzet ve Yûsuf u Züleyhâ’sı”, IV. Uluslararası Van Gölü Havzası Sempoz-
yumu, editör: Oktay Belli, Ankara, 2011, s. 393-96.
Çelebioğlu, Âmil, “Muhtelif Şerhlere Göre Mesnevî’nin İlk Beytiyle İlgili Düşünceler”, Selçuk
Üniversitesi I. Mevlâna Kongresi [Tebliğler] 3-5 Mayıs 1985, Konya 1986, s. 5-27.
Çelebioğlu, Âmil, “Akşemseddinzade Hamdullah Çelebi ve Pend-name’si”, I. Akşemseddin
Sempozyumu (25-27 Mayıs 1988), Tebliğler, Bolu-Göynük, 1988, s. 34-60.
Çetin, İsmet, “Tursun Fakih, Hayatı ve Eserleri”, I. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Sem-
pozyumu Bildirileri (22-24 Ekim 1998), Ankara, 1999, s. 93-98.
Çetin, İsmet, “Kuruluşta Örnek Bir Tip: Tursun Fakih, Hayatı ve Eserleri”, Orhan Gazi ve
Dönemi, Uluslar arası Orhan Gazi ve Dönemi Sempozyumu, 8-9 Nisan 2011 Bursa,
editör: İsmail Selimoğlu, Bursa: Gaye Kitabevi, 2011, s. 304-15.
Çınar, Aliye, “Süleymân Çelebi’nin Mevlid (Vesîletü’n-necât)’inde Miraç”, Süleymân Çelebi
ve Mevlid [Yazılışı-Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çelebi Mevlid Sem-
pozyumu, 18-20 Ekim Bursa], editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa Os-
mangazi Belediyesi yay., 2008, s. 127-42.
Çöm, Erol, “Şemseddîn-i Sivasî’nin İbret-nümâ’sında Sosyal Tenkit”, Süleyman Demirel
Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi TDE Böl., I. Uluslar arası Türk Dili ve Edebiyatı
Sempozyumu, 23-26 Ekim 2007, Bildiriler, editörler: Abdurrahman Özkan, Selami
Turan, Isparta, 2008: 201-208.
Derdiyok, İ. Çetin, “Mesnevî-i Ma’nevî’de Leylâ ve Mecnûn”, 9. Mevlâna Kongresi (Teb-
liğler) 15-16 Aralık 1997, Konya, 1997, s. 75-84.
Derdiyok, İ. Çetin, “Cemâlî ve Eserleriyle İlgili Çalışmalar”, Dumlupınar Üniversitesi 4-5
Haziran 1998 Kütahyalı Şairler Sempozyumu – I, Kütahya, 2000, s. 204-11.
Dizdari, Islam, “Mevludet Në Gjuhën Shqipe u Ndikuan Nga Mevludi i Sulejman Çele-
biut”, Süleymân Çelebi ve Mevlid [Yazılışı-Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân
Çelebi Mevlid Sempozyumu, 18-20 Ekim Bursa], editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli,
Bursa: Bursa Osmangazi Belediyesi yay., 2008, s. 352-69.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 705
Eğri, Sadettin, “edebi Metinlerde Orhan Gazi” , Orhan Gazi ve Dönemi, Uluslar arası Or-
han Gazi ve Dönemi Sempozyumu, 8-9 Nisan 2011 Bursa, editör: İsmail Selimoğlu,
Bursa: Gaye Kitabevi, 2011, s. 315-30.
Erdal, Kelime, “Halide Edib Adıvar’ın Eserlerinde Mevlid”, Süleymân Çelebi ve Mevlid
[Yazılışı-Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çelebi Mevlid Sempozyumu,
18-20 Ekim Bursa], editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa Osmangazi
Belediyesi yay., 2008, s. 235-47.
Erdoğan, Kenan, “Maktel-i Hüseyin, Manisa Nüshası ve Sünnî ve Haricî Kavramları
Üzerine”, Çeşitli Yönleriyle Kerbela, ed. Alim Yıldız-Ali Aksu, Sivas: Asitan, c. II, Si-
vas: Asitan, 2010, s. 61-66.
Eroğlu, Süleyman, “Vesîletü’n-necât’ta Ahenk Unsurları”, Süleymân Çelebi ve Mevlid
[Yazılışı-Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çelebi Mevlid Sempozyumu,
18-20 Ekim Bursa], editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa Osmangazi
Belediyesi yay., 2008, s. 219-34.
Eroğlu, Süleyman, “Yahya bin Bahşî ve Maktel-i Hüseyn’i”, Çeşitli Yönleriyle Kerbela, ed.
Alim Yıldız-Ali Aksu, Sivas: Asitan, c. II, Sivas: Asitan, 2010, s. 43-59.
Esir, Hasan Ali, “İbrahim İbn-i Bâlî’nin Hikmet-nâme’sinde İstanbul”, I. Uluslararası Türk
Edebiyatında İstanbul Sempozyumu Bildirileri (3-5 Nisan 2008, İstanbul, editörler:
Erol Ülgen-Emin Özbaş, İstanbul, 2009, s. 407-16.
Esir, Hasan Ali, “Anadolu Sahası Mesnevilerinde Kerbela Vakası”, Çeşitli Yönleriyle Ker-
bela, ed. Alim Yıldız-Ali Aksu, Sivas: Asitan, c. II, Sivas: Asitan, 2010, s. 95-106.
Fazilov, Ergash, “Yusuf Amîrî Dah-nâma Sinin İlmiy-Tankidiy Matni”, IV. Uluslararası
Türk Dili Kurultayı Bildirileri I [24-29 Eylül 2000), Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.,
2007, s. 605-12.
Flemming, Barbara, “Beylikler Devrinin Bir Romantik Mesnevisi: Fahrî’nin Husrev u
Şîrîn’i”, I. Milletler Arası Türkoloji Kongresi [İstanbul, 15-20.X.1973] Tebliğler, 2.
Türk Dili ve Edebiyatı, İstanbul 1979, ss. 325-9.
Gafarov, Raim, “Günümüz Kırım’ında Mevlid”, Süleymân Çelebi ve Mevlid [Yazılışı-
Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çelebi Mevlid Sempozyumu, 18-20
Ekim Bursa], editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa Osmangazi Beledi-
yesi yay., 2008, s. 388-92.
Güler, Kadir, “İbrahim Bey Divanı mı, Tennurî’nin Gülşen-i Niyâz’ı mı?”, Kayseri ve Yö-
resi Kültür, Sanat ve Edebiyat Bilgi Şöleni (12-13 Nisan 2001) Bildiriler I, Kayseri: Er-
ciyes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Yay., 2001,
s. 343-46.
Gülsevin, Gürer, “Kutadgu Bilig’de Denk-Çiftlerin Kullanılmasında Vezin Kaynaklı
Tercihler”,Süleyman Demirel Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi TDE Böl., I. Ulus-
lar arası Türk Dili ve Edebiyatı Sempozyumu, 23-26 Ekim 2007, Bildiriler, editörler:
Abdurrahman Özkan, Selami Turan, Isparta, 2008: 287-96.
Güngör, Şeyma, “Âşık Paşa ve Karacaoğlan’da Yiğitlik (Alplık) Anlayışı”, II. Âşık Paşa
Sempozyumu [7-9 Haziran 2001, Kırşehir], Bildiriler, editörler: Erol Ülgen – Aygün
Ülgen, İstanbul: Beşir Kitabevi, 2008, s. 96-110.
Günşen, Ahmet, “Garîb-nâme’de Ahilik İzleri”, I. Ahi Evran-ı Velî ve Ahîlik Araştırma-
ları Sempozyumu, 12-13 Ekim 2004 Kırşehir, hzr. M. Fatih Köksal, c. 1, Kırşehir
2005, s. 499-510.
706 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Günşen, Ahmet, “Âşık Paşa ve Garîb-nâme’nin Anadolu Türk Yazı Dili Tarihi İçindeki
Yeri ve Önemi”, II. Âşık Paşa Sempozyumu [7-9 Haziran 2001, Kırşehir], Bildiriler,
editörler: Erol Ülgen - Aygün Ülgen, İstanbul: Beşir Kitabevi, 2008, s. 51-68.
Gürer, Abdulkadir, “Pîr Muhammed’in Tarîkat-nâmesi”, Mustafa Canpolat Armağanı [Dil
ve Edebiyat Araştırmaları Sempozyumu - 2003], yayımlayanlar: Aysu Ata - Mehmet
Ölmez, Ankara, 2003, s. 67-70.
Gürgendereli, Müberra, “Edirneli Örfî ve Mesnevîleri”, 1. Edirne Kültür Araştırmaları
Sempozyumu Bildirileri (23-25 Ekim 2003), trhs.: 445-55.
Hatiboğlu, İbrahim, “Hadis Arka Planı ve Kaynakları Açısından Vesîletü’n-necât”, Süleymân
Çelebi ve Mevlid [Yazılışı-Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çelebi Mevlid
Sempozyumu, 18-20 Ekim Bursa], editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa
Osmangazi Belediyesi yay., 2008, s. 95-105.
Hızlı, Mefail, “Mevlid’e Dair Bazı Belgeler ve Bilgiler”, Süleymân Çelebi ve Mevlid [Yazılışı-
Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çelebi Mevlid Sempozyumu, 18-20 Ekim
Bursa], editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa Osmangazi Belediyesi yay.,
2008, s. 43-50.
Holbrook, Victoria Rowe, “Mazmun mu Klişe Yoksa Devralınmış Mazmun Kavramı mı?
Galib’in Hayalinde Renk ve Yorum”, (Şeyh Gâlib Sempozyumu Bildirileri, 17-18 Mart
1995, İstanbul), Şeyh Galib Kitabı, İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür
İşleri Daire Başkanlığı Yay., 1995, s. 131-41.
İslamoğlu, Abdülmecit, “Hacı Nûreddîn Efendi ve Hüseyn’in Makteli Adlı Eseri”, Çe-
şitli Yönleriyle Kerbela, ed. Alim Yıldız-Ali Aksu, Sivas: Asitan, c. II, Sivas: Asitan,
2010, s. 17-42.
İzzeti, Metin, “Rumeli İnsanında Peygamber Sevgisi ve Mevlid Geleneği”, Süleymân Çelebi
ve Mevlid [Yazılışı-Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çelebi Mevlid Sem-
pozyumu, 18-20 Ekim Bursa], editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa Os-
mangazi Belediyesi yay., 2008, s. 345-51.
Kaçar, Burhan, “Gâzîlik Ruhunun Ahmedî’nin İskender-nâme’sinde İzleri”, 4-5 Haziran
1998, Kütahyalı Şairler Sempozyumu I, Kütahya: Dumlupınar Üniversitesi, 2000, s.
464-70.
Kadıoğlu, Selim, “Nâbî’nin Hayriyye’sinin Mebhas-ı Lâzıme-i Hikmet ü Tıb Bölümü: Şair
Gözüyle 17. Yüzyıl Osmanlı Tıbbına Eleştirel Bir Bakış”, Osmanlı Dünyasında Bilim
ve Eğitim Milletlerarası Kongresi, İstanbul, 12-15 Nisan 1999: Tebliğler, Derleyen Hi-
dayet Y. Nuhoğlu, İstanbul: IRCICA, 2001, s. 417-35.
Kalkışım, Muhsin, “Mesnevî’nin İlk Dört Beytine Şeyh Gâlib’in Yaptığı Şerh”, Süleyman
Demirel Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi TDE Böl., I. Uluslar arası Türk Dili ve
Edebiyatı Sempozyumu, 23-26 Ekim 2007, Bildiriler, editörler: Abdurrahman Özkan,
Selami Turan, Isparta, 2008: 317-22.
Kara, Mustafa, “Bursa’da Yazılan Bir Mevlid”, Süleymân Çelebi ve Mevlid [Yazılışı-Yayılışı
ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çelebi Mevlid Sempozyumu, 18-20 Ekim Bursa],
editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa Osmangazi Belediyesi yay., 2008,
s. 282-96.
Karacan, Turgut, “Kusurî ve Keriman-ı Dilîr Hikâyesi”, Beşinci Milletlerarası Türkoloji
Kongresi İstanbul 23-28 Eylül 1985, Tebliğler II, İstanbul, 1988, s. 407-20.
Karahan, Abdülkadir, “XV. Yüzyıl Osmanlı Dinî Edebiyatında Mesnevîler ve Abdülvâsi
Çelebi’nin Halîl-nâme’si”, Atti del Terzo Congresso di Studi Arabi e Islamici, Ravello
1-6 Settembre 1966, Napoli, 1967: 417-24.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 707
Karataş, Ali İhsan, “Osmanlı Toplumunda Mevlid Vakıfları -Bursa Örneği-”, Süleymân
Çelebi ve Mevlid [Yazılışı-Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çelebi Mevlid
Sempozyumu, 18-20 Ekim Bursa], editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa
Osmangazi Belediyesi yay., 2008, s. 34-42.
Kartal, Ahmet, “Attâr’ın Mantıku’t-tayr’ı ile Gülşehrî’nin Mantıku’t-tayr’ının Mukayesesi”,
1. Kırşehir Kültür Araştırmaları Bilgi Şöleni (8-10 Ekim 2003) Bildiriler, hzr. Ahmet
Günşen, Kırşehir 2004, s. 297-329.
Kartal, Ahmet, “Gülşehrî’nin Mantıku’t-tayr’ında Yer Alan Fütüvvetle İlgili Manzumesi”,
I. Ahi Evran-ı Velî ve Ahîlik Araştırmaları Sempozyumu, 12-13 Ekim 2004 Kırşehir,
hzr. M. Fatih Köksal, c. 2, Kırşehir 2005, s. 585-95.
Kartal, Ahmet, “İslâmî Türk Edebiyatına Tesiri Bakımından Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî”, 1.
İslâmî Türk Edebiyatı Sempozyumu , editör: Yalçın Yaman, İstanbul 2012, s. 55-96.
Kavcar, Cahit, “İbni Kemal’in Şairliği ve Yusuf u Züleyha’sı”, Türk Tarihinde ve Kültüründe
Tokat Sempozyumu, 2-6 Temmuz 1986, Ankara, 1987, s. 587-94.
Kaya, Nevzat, “Âşık Paşa Garîb-nâme’sinin Süleymaniye Kütüphanesinde Bulunan Nüs-
haları”, II. Âşık Paşa Sempozyumu [7-9 Haziran 2001, Kırşehir], Bildiriler, editörler:
Erol Ülgen - Aygün Ülgen, İstanbul: Beşir Kitabevi, 2008, s. 135-44.
Kaymaz, Zeki, “Varka ve Gülşâh Mesnevîsinin Malatya’daki Bir Nushası Üzerine”, II. Bat-
tal Gazi ve Malatya Çevresi Halk Kültürü Sempozyumu [19-21 Eylül 1987], 1988, s.
163-66.
Kaymaz, Zeki, “Âşık Paşa’nın Yayımlanmamış Bir Şiiri Üzerine”, II. Âşık Paşa Sempoz-
yumu [7-9 Haziran 2001, Kırşehir], Bildiriler, editörler: Erol Ülgen – Aygün Ülgen,
İstanbul: Beşir Kitabevi, 2008, s. 145-54.
Kemikli, Bilal, “Süleymân Çelebi’nin Muhiti-Vesîletü’n-necat’ın Yazıldığı Ortam Üzerine
Bazı Değerlendirmeler”, Süleymân Çelebi ve Mevlid [Yazılışı-Yayılışı ve Etkileri] [Ulus-
lar arası Süleymân Çelebi Mevlid Sempozyumu, 18-20 Ekim Bursa], editör: Mustafa
Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa Osmangazi Belediyesi yay., 2008, s. 17-23.
Koçin, Abdulhakim, “Vesîletü’n-necât’taki Duaların Münacat Türü Açısından Değer-
lendirilmesi”, Süleymân Çelebi ve Mevlid [Yazılışı-Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası
Süleymân Çelebi Mevlid Sempozyumu, 18-20 Ekim Bursa], editör: Mustafa Kara-
Bilal Kemikli, Bursa: Bursa Osmangazi Belediyesi yay., 2008, s. 115-26.
Korkmaz, Zeynep, “Eski Anadolu Türkçesinin İki Ürünü ve Yazarları Üzerine (Dâsitân-ı
Hanefî ve Dâsitân-ı Mihr ü Vefâ)”, XI. Türk Dil Kurultayında Okunan Okunan Bilim-
sel Bildiriler 1966, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., 1968, s. 17-27.
Kurnaz, Cemal, “Kastamonulu Vahyî ve Mi’râcu’l-beyân’ı”, Birinci Kastamonu Kültür Sem-
pozyumu, 20-22 Mayıs 2000, Kastamonu: Kastamonu Valiliği, 2001, s. 231-44.
Kurnaz, Cemal, “Mevlit, Bir Vuslat Şiiri Olarak Okunabilir mi?”, Süleymân Çelebi ve Mev-
lid [Yazılışı-Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çelebi Mevlid Sempozyumu,
18-20 Ekim Bursa], editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa Osmangazi Be-
lediyesi yay., 2008, s. 106-114.
Kurt, Ali Osmân, “Süleymân Çelebi’nin Vesîletü’n-necât İsimli Eserinin Mitolojik Açıdan
Değerlendirilmesi”, Süleymân Çelebi ve Mevlid [Yazılışı-Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar
arası Süleymân Çelebi Mevlid Sempozyumu, 18-20 Ekim Bursa], editör: Mustafa
Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa Osmangazi Belediyesi yay., 2008, s. 156-70.
Kuru, Selim S., “Lami’i Çelebi’nin Gözüyle Bursa”, Osmân Gazi ve Bursa Sempozyumu
“Payitaht Bursa’nın Kültürel ve Ekonomik İlişkileri” [04-05 Nisan 2005-Bursa], edi-
tör: Cafer Çiftçi, Bursa 2004, s. 215-24.
708 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Kuru, Selim S., “Mesnevi Biçiminde Aşk Hali: Birinci Tekil Şahıs Anlatılar Olarak Fürkat-
nâme, Heves-nâme Üzerinden Bir Değerlendirme”, Nazımdan Nesire Edebî Türler (25
Nisan 2008) Bildiriler, Hzrlr. Hatice Aynur vd., İstanbul: Turkuaz, 2009, s. 168-83.
Levend, Âgâh Sırrı, “Bilinmiyen Bir Yazarın Bilinmeyen Bir Eseri: Tutmacı’nın Gül ü
Hüsrev Mesnevisi”, VIII. Türk Dil Kurultayında Okunan Bilimsel Bildiriler 1957, An-
kara: Türk Dil Kurumu Yay., 1960, s. 169-74.
Mazıoğlu, Hasibe, “Anadolu’da 13. Yüzyıl Ürünlerinden Yeni Bir Eser”, X. Türk Dil Ku-
rultayı Bilimsel Bildirileri 1963, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., 1964, s. 75-79.
Mazıoğlu, Hasibe, “Yeni Mevlid Metinleri”, I. Türk Dili Bilimsel Kurultayına Sunulan
Bildiriler (Ankara 27-29 Eylül 1972), Bilimsel Bildiriler 1972, Ankara: Türk Dil Ku-
rumu Yay., 1975, s. 73-95.
Mazıoğlu, Hasibe, “Mesnevî’nin Türkçe Manzum Tercüme ve Şerhleri”,Ölümünün 700.
Yıl Dönümü Uluslar arası Mevlânâ Semineri (15-17 Aralık), Ankara: Türkiye İş Ban-
kası Yay., 1972, s. 275-96.
Mazıoğlu, Hasibe, “Kanunî’nin Oğlu Şehzade Bâyezîd İçin Yapılan Pend-nâme-i Attâr
Çevirisi”, VIII. Türk Tarih Kongresi, Ankara: 11-15 Ekim 1976, Kongreye Sunulan Bil-
diriler II. Cilt, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay., 1981, s. 1183-93.
Mazıoğlu, Hasibe, “Dede Ömer Rûşenî ve Çoban-nâme’si”, I. Milletlerararı Mevlânâ Kong-
resi Tebliğleri (3- 5 Mayıs 1987), Konya: Selçuk Üniversitesi Yay., 1988, s. 49-57.
Memmedova, Elmira, “Nizami Zöhrabî’nin Fatih Mesnevisi, I. Uluslararası Türk Ede-
biyatında İstanbul Sempozyumu Bildirileri (3-5 Nisan 2008, İstanbul, editörler: Erol
Ülgen-Emin Özbaş, İstanbul, 2009, s. 763-72.
Mengi, Mine, “Garîbnâme’de 14. yy. Anadolu’sunun Toplum Yapısına İlişkin Bilgiler”, XI.
Uluslararası Türk Tarih Kongresi, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1990.
Mermutlu, Bedri, “Besteli Mevlid Meselesi”, Süleymân Çelebi ve Mevlid [Yazılışı-Yayılışı
ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çelebi Mevlid Sempozyumu, 18-20 Ekim Bursa],
editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa Osmangazi Belediyesi yay., 2008,
s. 414-36.
Bernardini, Michele, “Ottoman “Timuridism”: Lâmi’i Çelebi and his Şehrengiz of Bursa,
Irano-Turkic Cultural Contacts in the 11th-17th Centuries, ed. Éva M. Jeremiás, The
Avicenna Institute of Middle Eastern Studies (=Acta et Studia I), Pilsicsaba [2002],
2003, pp. 1-16.
Nametak, Fehim, “Bosna-Hersek’te Mevlit Geleneği”, Süleymân Çelebi ve Mevlid [Yazılışı-
Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çelebi Mevlid Sempozyumu, 18-20 Ekim
Bursa], editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa Osmangazi Belediyesi yay.,
2008, s. 381-87.
Ocak, Tulga, “Nâbî’nin Hayriyye’sinde Bir Türk Gencinin Eğitimiyle İlgili Görüşleri ve Se-
çilecek Meslekler”, 16-19 Kasım 1987 Şanlıurfa ve Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP)
Sempozyumu Bildirileri, 1988, s. 189-205.
Okuyucu, Cihan “Ahmet Yesevî’nin Anadolu’daki Temsilcileri Yunus Emre ile Aşık Paşa
Arasındaki Fikir Akrabalığı”, Milletlerarası Hoca Ahmet Yesevî Sempozyumu Bildiri-
leri (26-29 Mayıs 1993), Kayseri: Erciyes Üniversitesi Yay., 1993, s. 307-32.
Okuyucu, Cihan, “Cemâlî ve Miftâhu’l-ferec’i”, Dumlupınar Üniversitesi 4-5 Haziran 1998
Kütahyalı Şairler Sempozyumu - I, Kütahya, 2000, s. 178-94.
Orhanoğlu, Hayrettin, “Fuzûlî’nin Leylâ e Mecnûn Adlı Eserinde Maddî Unsurlar”, Ya-
kın Doğu Üniversitesi I. Uluslararası Türk Dünyası Şair ve Yazarları Sempozyumu:
Fuzûlî’nin Türk Kültür ve Sanat Dünyasındaki Yeri, Bildiriler Kitabı 28-31 Mayıs
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 709
2008, KKTC - Lefkoşa, hzrlr. Ömer Yaraşır-Mustafa Yeniasır-Selma Korkmaz, Lef-
koşa, 2009, s. 201-16.
Oruçoğlu, İlhami, “Vesîletü’n-necât’taki Peygamber Tasavvuruna Yönelik Eleştiriler”,
Süleymân Çelebi ve Mevlid [Yazılışı-Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çe-
lebi Mevlid Sempozyumu, 18-20 Ekim Bursa], editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli,
Bursa: Bursa Osmangazi Belediyesi yay., 2008, s. 171-74.
Önler, Zafer, “Kutadgu Bilig’de Ög ve Ukuş Kavramları”, Mustafa Canpolat Armağanı [Dil
ve Edebiyat Araştırmaları Sempozyumu - 2003], yayımlayanlar: Aysu Ata - Mehmet
Ölmez, Ankara, 2003, s. 153-60.
Özçelik, Kenan, “Türk Edebiyatında Yazılmış İlk Makteli Hüseyin Kimin Eseridir”, Çe-
şitli Yönleriyle Kerbela, ed. Alim Yıldız-Ali Aksu, Sivas: Asitan, c. II, Sivas: Asitan,
2010, s. 7-15.
Özçelik, Kenan, “Lâmiî Çelebi’nin Kitâb-ı Maktel-i Âl-i Resûl’ü”, Bursalı Lâmi’î Çelebi
ve Dönemi, editör: Bilal Kemikli – Süleyman Eroğlu, Bursa: Bursa Büyükşehir Yay.,
2011, s. 273-79.
Özkan, Mustafa, “Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîn’i ve Rûmî’nin Şîrîn ü Pervîzi”, Dumlupınar
Üniversitesi 4-5 Haziran 1998 Kütahyalı Şairler Sempozyumu – I, Kütahya, 2000, s.
121-37.
Özkan, Mustafa, “Âşık Paşa ve Çağdaşlarının Türk Diline Hizmetleri”, II. Âşık Paşa Sem-
pozyumu [7-9 Haziran 2001, Kırşehir], Bildiriler, editörler: Erol Ülgen – Aygün Ül-
gen, İstanbul: Beşir Kitabevi, 2008, s. 162-77.
Öztekin, Dilek, “Şehrengizler ve Bursa”, Bursa’da Bir Başka Zaman Edebiyatçılar Derneği
ve Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı II. Bursa Edebiyat Günleri, 21-22 Mart 1997,
hzr. Ramis Dara, Bursa: Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı Yay., 1997, s. 65-69.
Özyıldırım, Ali Emre, “Sergüzeşt-nâmeler Üzerine Hasbihâl veya Hasbihâlin Sergüzeşti”,
Nazımdan Nesire Edebî Türler (25 Nisan 2008) Bildiriler, Hzrlr. Hatice Aynur vd., İs-
tanbul: Turkuaz, 2009, s. 134-65.
Sağlam, İsmail, “Mevlid Merasimlerinin Yaygın Din Eğitimi Açısından Değerlendirilmesi”,
Süleymân Çelebi ve Mevlid [Yazılışı-Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çe-
lebi Mevlid Sempozyumu, 18-20 Ekim Bursa], editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli,
Bursa: Bursa Osmangazi Belediyesi yay., 2008, s. 334-42.
Sakaoğlu, Saim, “Mesnevî’deki Hikâyelerin Kaynakları ve Tesirleri”, Selçuk Üniversitesi I.
Mevlâna Kongresi [Tebliğler] 3-5 Mayıs 1985, Konya: Selçuk Üniversitesi Yay., 1986,
s. 105-13.
Sarıkaya, Erdem, “Geleneğin Son Sedalarından Keçeci-zâde İzzet Molla ve “Gülşen-i
Aşk””, I. Uluslar arası Türk Dili ve Edebiyatı Öğrenci Kongresi TUDOK 2006, 11-13
Eylül 2006, İstanbul Kültür Üniversitesi Ataköy-İstanbul, İstanbul: İstanbul Kültür
Üniversitesi Yay., 2008, s. 321-46.
Schmidt, Jan, “Firdevsî’nin Şehnâme’sinin Osmanlılar Tarafından Alımlanması”, Nazım-
dan Nesire Edebî Türler (25 Nisan 2008) Bildiriler, Hzrlr. Hatice Aynur vd., İstanbul:
Turkuaz, 2009, s. 184-96.
Sertkaya, Ayşe Gül, “Seydi Ahmet Mirza’nın Ta’aşşuk-nâme Adlı Mesnevisinin Yeni Bir
Yazma Nüshası Üzerine”, IV. Uluslararası Türk Dili Kurultayı Bildirileri II [24-29 Ey-
lül 2000), Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., 2007, s. 1621-26.
Sevgi, Ahmet, “Tuhfetü’l-uşşâk’ın Yeni Bir Nüshası Üzerine”, Ulusal Eski Türk Edebiyatı
Sempozyumu 15 Mayıs 2009, Adıyaman, editör: Süleyman Çaldak – İbrahim Halil
Tuğluk, Adıyaman, 2010, s. 493-507.
710 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Süreli, Bahadır, “Yerelleşme ve “Modernleşme” Bağlamında Sünbülzâde Vehbî’nin Şevk-
engîz’i”, I. Uluslar arası Türk Dili ve Edebiyatı Öğrenci Kongresi TUDOK 2006, 11-13
Eylül 2006, İstanbul Kültür Üniversitesi Ataköy-İstanbul, İstanbul: İstanbul Kültür
Üniversitesi Yay., 2008, s. 347-52.
Şeker, Mehmet, “Teşrîfât-ı Kadîme’ye Göre Mevlid Alayı”, Süleymân Çelebi ve Mevlid
[Yazılışı-Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çelebi Mevlid Sempozyumu,
18-20 Ekim Bursa], editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa Osmangazi
Belediyesi yay., 2008, s. 51-58.
Tanındı, Zeren, “Siyer-i Nebî’de Mevlid Metni ve Görsel İmgeleri”, Süleymân Çelebi ve
Mevlid [Yazılışı-Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çelebi Mevlid Sempoz-
yumu, 18-20 Ekim Bursa], editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa Osman-
gazi Belediyesi yay., 2008, s. 87-94.
Tatcı, Mustafa, “Hüseyin Vassâf Bey’in Mevlid Şerhi: Gülzâr-ı Aşk”, Süleymân Çelebi ve
Mevlid [Yazılışı-Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çelebi Mevlid Sempoz-
yumu, 18-20 Ekim Bursa], editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa Osman-
gazi Belediyesi yay., 2008, s. 251-69.
Tek, Abdurrezak, “Mevlid’de Hakîkat-i Muhammediyye Vurgusu”, Süleymân Çelebi ve
Mevlid [Yazılışı-Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çelebi Mevlid Sempoz-
yumu, 18-20 Ekim Bursa], editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa Osman-
gazi Belediyesi yay., 2008, s. 175-81.
Tekin, Gönül, “Cemşâh u Alemşâh”, Süleymân the Magnificent and His Time, Edited by
Halil İnalcık and Cemal Kafadar, İstanbul: The ISIS Pres, 1993, s. 369-79.
Toygar, Kâmil, “Türkiye’de “Mevlid” Çevresinde Meydana Gelen Folklorik Unsurlar”, II.
Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, IV. cilt: Gelenek, Görenek ve İnançlar,
Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., 1982, s. 517-34.
Trako, Salih, “Ujiçeli İbrahim Zikri, Vesîletü’n-necât Aolı Bursalı Süleymân Çelebi Mevli-
dinin Şarihi”, Beşinci Milletlerarası Türkoloji Kongresi İstanbul 23-28 Eylül 1985, Teb-
liğler II, İstanbul, 1988, s. 407-20.
Tunç, Gökhan, “Fuzûlî’nin Leylâ ile Mecnûn Mesnevî’sinin Çağdaş Türk Şiirindeki İz-
leri”, Yakın Doğu Üniversitesi I. Uluslararası Türk Dünyası Şair ve Yazarları Sempoz-
yumu: Fuzûlî’nin Türk Kültür ve Sanat Dünyasındaki Yeri, Bildiriler Kitabı 28-31 Ma-
yıs 2008, KKTC - Lefkoşa, Hzrlr. Ömer Yaraşır-Mustafa Yeniasır-Selma Korkmaz,
Lefkoşa, 2009, s. 101-10.
Türinay, Necmeddin, “Klâsik Hikâyenin Merhalesi: Hüsn ü Aşk”, (Şeyh Gâlib Sempoz-
yumu Bildirileri, 17-18 Mart 1995, İstanbul), Şeyh Galib Kitabı, İstanbul: İstanbul
Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yay., 1995, s. 87-122.
Türinay, Necmeddin, “Klasik Romana ve Leylâ vü Mecnun’a Dair”, Fuzûlî Kitabı, İstanbul:
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yay., 1996, s. 223-44.
Türker-Küyel, Mübahat, “Kutadgu Bilig ile Kenzü’l-küberâ Arasında Bir Karşılaştırma”,
Uluslar arası Türk Dili Kongresi 1992 (26 Eylül 1992 - 1 Ekim 1992), Ankara: Türk
Dil Kurumu Yay., 1996, s. 175-88.
Uludağ, Süleyman, “Süleymân Çelebi’nin İnanç ve Fikir Dünyası”, Süleymân Çelebi ve
Mevlid [Yazılışı-Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çelebi Mevlid Sempoz-
yumu, 18-20 Ekim Bursa], editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa Osman-
gazi Belediyesi yay., 2008, s. 182-209.
Mesnevî Literatürü - Mesnevî Bibliyografyası
| 711
Uzel, İlter, “Erken Osmanlı Döneminde Amasyalı Hekimler”, I. Amasya Araştırmaları
Sempozyumu Bildirileri [13-15 Haziran 2007 Amasya], c. 1, editör: Yavuz Bayram,
Amasya: Amasya Valiliği yay., 2008, s. 491-533.
Uzluk, Feridun Nâfiz, “Şâir Mu’inî Mustafa’nın Mesnevî Çevirisi Mesnevî-i Murâdî”, X.
Türk Dil Kurultayında Okunan Bilimsel Bildiriler 1963, Ankara: Türk Dil Kurumu
Yay., 1964, s. 113-42.
Uzun, Mustafa, “Türkçe Mevlid Edebiyatında Dikkatlerden Kaçan Bir İsim Mehmed Fevzi
Efendi ve Mevlidleri”, Süleymân Çelebi ve Mevlid [Yazılışı-Yayılışı ve Etkileri] [Ulus-
lar arası Süleymân Çelebi Mevlid Sempozyumu, 18-20 Ekim Bursa], editör: Mustafa
Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa Osmangazi Belediyesi yay., 2008, s. 297-320.
Ülgen, Erol, “Garipname’nin Yayımlanmasının Hikâyesi”, II. Âşık Paşa Sempozyumu
[7-9 Haziran 2001, Kırşehir], Bildiriler, editörler: Erol Ülgen – Aygün Ülgen, İstan-
bul: Beşir Kitabevi, 2008: 16-24.
Üst, Sibel, “Keşfî ve Te’dîb-nâme”, Süleyman Demirel Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi
TDE Böl., I. Uluslar arası Türk Dili ve Edebiyatı Sempozyumu, 23-26 Ekim 2007, Bil-
diriler, editörler: Abdurrahman Özkan, Selami Turan, Isparta, 2008: 651-56.
Yavuz, Kemal, “Mesnevî-i Şerîf Üzerine Görüşler”, Selçuk Üniversitesi I. Mevlâna Kongresi
[Tebliğler] 3-5 Mayıs 1985, Konya: Selçuk Üniversitesi Yay., 1986, s. 279-90.
Yavuz, Kemal, “Türk Edebiyatında Mesnevî’den İlk Tercüme Hikâyeler ve Bazı Dikkat-
ler”, Uluslar arası Mevlâna Bilgi Şöleni, Bildiriler, 15-17 Aralık 2000, Ankara: Kültür
Bakanlığı Yay., s. 355-81.
Yavuz, Kemal, “Gülşehrî’nin Ahi Bişr Hikâyesi”, I. Ahi Evran-ı Velî ve Ahîlik Araştır-
maları Sempozyumu, 12-13 Ekim 2004 Kırşehir, hzr. M. Fatih Köksal, c. 2, Kırşe-
hir 2005, s. 999-1010.
Yavuz, Kemal, “Âşık Paşa”, II. Âşık Paşa Sempozyumu [7-9 Haziran 2001, Kırşehir], Bildi-
riler, editörler: Erol Ülgen - Aygün Ülgen, İstanbul: Beşir Kitabevi, 2008, s. 25-32.
Yavuz, Kemal, “Garîb-nâme ve Mantıku’t-tayr İle İlgili Bazı Tespitler”, II. Âşık Paşa Sem-
pozyumu [7-9 Haziran 2001, Kırşehir], Bildiriler, editörler: Erol Ülgen - Aygün Ül-
gen, İstanbul: Beşir Kitabevi, 2008, s. 40-50.
Yavuz, Kemal, “Mevlid’in Türkçe Kaynakları, Şerhleri ve Mevlid Metni Üzerine”, Süleymân
Çelebi ve Mevlid [Yazılışı-Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çelebi Mevlid
Sempozyumu, 18-20 Ekim Bursa], editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa
Osmangazi Belediyesi yay., 2008, s. 61-86.
Yavuzcan, İsmail H., “Alman Şarkiyatçılarından ‘Mevlüt’ Araştırmaları”, Süleymân Çelebi
ve Mevlid [Yazılışı-Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çelebi Mevlid Sem-
pozyumu, 18-20 Ekim Bursa], editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa Os-
mangazi Belediyesi yay., 2008, s. 406-13.
Yazar, İlyas, “Ömer Fuâdî’nin Bülbüliyye’si Üzerine Bir İnceleme”, İkinci Kastamonu Kül-
tür Sempozyumu (18-20 Eylül 2003), 2004, s. 292-302.
Yekbaş, Hakan, “Hasan Tevfîk Efendi’nin Muharrem Ayı ve Kerbelâ Hadisesi’ne Dair
Risalesi”, Çeşitli Yönleriyle Kerbela, ed. Alim Yıldız-Ali Aksu, Sivas: Asitan, c. II, Si-
vas: Asitan, 2010, s. 107-59.
Yeniterzi, Emine, “Süleymân Çelebi Mevlidi’nde Na’t Muhtevası”, Süleymân Çelebi ve Mev-
lid [Yazılışı-Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çelebi Mevlid Sempozyumu,
18-20 Ekim Bursa], editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa Osmangazi Be-
lediyesi yay., 2008, s. 143-55.
712 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Yeniterzi, Emine, “Ahlâkî Mesnevilerde Yer Alan Hikâyelerin Kaynaklarına Dair Bir Tas-
nif Denemesi”, 1. İslâmî Türk Edebiyatı Sempozyumu , editör: Yalçın Yaman, İstan-
bul 2012, s. 307-20.
Yetiş, Kazım, “Garîb-nâme’de Akıl”, II. Âşık Paşa Sempozyumu [7-9 Haziran 2001, Kırşe-
hir], Bildiriler, editörler: Erol Ülgen – Aygün Ülgen, İstanbul: Beşir Kitabevi, 2008,
s. 111-34.
Yıldız, Alim, “Sivaslı Mevlid Şairleri”, Cumhuriyetin 80. Yılında Sivas Sempozyumu Bildirileri,
15-17 Mayıs 2003, Sivas: Sivas Valiliği-Sivas Hizmet Vakfı Yay., 2003, s. 615-624.
Yıldız, Alim, “Üsküdarlı Sâfî’nin Cidâl-i Sa’dî Bâ-Müddeî Mesnevisi”, Üsküdar Sempoz-
yumu IV [3-5 Kasım 2006] Bildiriler, editör: Coşkun Yılmaz, c. I, İstanbul 2007, s.
587-607.
Yıldız, Alim, “Lâmiî Çelebi’nin Mi’râciyeleri”, Bursalı Lâmi’î Çelebi ve Dönemi, editör: Bi-
lal Kemikli - Süleyman Eroğlu, Bursa: Bursa Büyükşehir Yay., 2011, s. 247-72.
Yıldız, Alim, “İslâmî Türk Edebiyatında Kur’ân Falları,”, 1. İslâmî Türk Edebiyatı Sempoz-
yumu , editör: Yalçın Yaman, İstanbul 2012, s. 195-232.
Yıldırım, Işılay Pınar, “Eşref b. Ahmed’in Fütüvvet-nâme’si”, I. Ahi Evran-ı Velî ve Ahîlik
Araştırmaları Sempozyumu, 12-13 Ekim 2004 Kırşehir, hzr. M. Fatih Köksal, c. 2,
Kırşehir 2005, s. 1011-21.
Yılmaz, Müslüm, “Hüsn ü Aşk’ın Sebeb-i Telifi ve Üzerine Tartışmalar”, I. Uluslar arası
Türk Dili ve Edebiyatı Öğrenci Kongresi TUDOK 2006, 11-13 Eylül 2006, İstan-
bul Kültür Üniversitesi Ataköy-İstanbul, İstanbul: İstanbul Kültür Üniversitesi Yay.,
2008, s. 381-90.
Yücedoğru, Tevfik, “İnanç Esasları Açısından Vesîletü’n-necât”, Süleymân Çelebi ve Mev-
lid [Yazılışı-Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çelebi Mevlid Sempozyumu,
18-20 Ekim Bursa], editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa Osmangazi Be-
lediyesi yay., 2008, s. 210-18.
Zajaczkowski, A., “Kutb’un Hüsrev ü Şirin Adlı Eseri Hakkında”, VIII. Türk Dil Kurultayında
Okunan Bilimsel Bildiriler 1957, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., 1960, s. 159-64.
Kaynakça

Abdel-Maksoud, Belal Saber Mohamed (2004), “Leylâ ile Mecnûn Mesnevisinin Arap,
Fars ve Türk Edebiyatı’nda Ele Alınış Biçimi ve Larendeli Hamdî’nin Eseri, c. I-II”,
Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi.
Abdî, Câmâsb-nâme, İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Osmân Ergin, nr. 587.
Abdulkadiroğlu, Abdulkerim (1999), “Beliğ’in Gül-i Sadberg’i [Manzum Yüz Hadis Ter-
cümesi]”, Kültürümüzden Esintiler, Ankara, s. 151-99.
Abdulkadiroğlu, Abdulkerim (1999a), “Şehrengizler Üzerine Düşünceler ve Beliğ’in Bursa
Şehrengizi”, Kültürümüzden Esintiler, Ankara, s. 228-84.
Abdulkadiroğlu, Abdulkerim (1999b), “Sergüzeşt-nâme-i Fakir be-Azîmet-i Tokat”, Kül-
türümüzden Esintiler, Ankara, s. 200-27.
Abik, Ayşehan Deniz (1987), Abdülvâsi Çelebi’nin Halil-nâme’si, Yüksek lisans tezi, An-
kara Üniversitesi.
Acar, Hayrullah (2002), “Nizâmi-yi Gencevî’nin Mahzenü’l-esrâr Mesnevisine Osmanlı
Sahasında Yazılmış Türkçe Nazireler”, Yüksek lisans tezi, Dicle Üniversitesi.
Accâc, Abdullah b. Rübe (1971), Dîvânu Accâc, nşr. Abdulhafîz es-Sultî, Dımaşk: Mek-
tebetü Atlas.
Açıkgöz, Namık (1988), “Tahkiyevî Bir Metin Olarak Riyâzî’nin Sâkî-nâmesi”, Türk Dün-
yası Dergisi, nr. 55, s. 73-83.
Adak, Abdurrahman (2006), Za’fî-i Gülşenî: Hayatı-Eserleri-Edebî Şahsiyeti ve Dîvânının
İncelenmesi, Doktora tezi, Ankara Üniversitesi.
Adak, Abdurrahman (2006), “Mevlevîliğin Kuruluş Dönemi (XVI. Yüzyıl) Gülşenî Şa-
irler Üzerinde Etkisi : İbrâhîm Gülşenî, Usûlî ve Za’fî Örneği”, Sakarya Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. XIII, sy. 24, s. 143-55.
Adamović, M. (1994), Kelîle ü Dimne. Türkische Handschrift T 189 der Forschungsbibli-
othek Gotha, Hildesheim.
Ademler, Betül (2007), Düstûr-nâme-i Enverî [Dil Özellikleri-Metin], Yüksek lisans tezi,
Sakarya Üniversitesi.
Adonis (2004), Arap Poetikası, nşr. Emrullah İşler, İstanbul: Yapı Kredi Yay.
Agiş, Fazıl (1995), Türk Edebiyatında Gül ü Bülbül Mesnevîleri ve Abdurrahim Utizimeni’nin
Bülbül ve Gül Mesnevîsi, Yüksek lisans tezi, Selçuk Üniversitesi.
Ahmet Eflâkî (1989), Âriflerin Menkıbeleri I-II, çev.: Tahsin Yazıcı, İstanbul: Millî Eği-
tim Bakanlığı Yay.
Akalın, Berrin (2001), Za’îfî’nin Gülşen-i Sî-murg’u [İnceleme-Metin-Özel Adlar Dizini],
Doktora tezi, Hacettepe Üniversitesi.
714 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Ahdî (1996), Ahdî ve Gülşen-i Şuarâsı, hzr. Süleyman Solmaz, Doktora tezi, Gazi Üni-
versitesi.
Akalın, Mehmet (1975), Ahmedî Cemşîd ü Hurşîd [İnceleme - Metin], Ankara.
Akalın, Nazir (1994), Nizâmi-yi Gencevî’nin Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Leylî u
Mecnûn Mesnevisinin Tahkiye Unsurları Açısından Tahlili, Yüksek lisans tezi, Ata-
türk Üniversitesi.
Akalın, Nazir (1997), “Nizami-yi Gencevi ile Fuzuli-yi Bağdadi’nin Leyli u Mecnun
Mesnevîlerinin Tartışmalı Mukayesesi”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sy. 3, Konya
[Ayrı Basım].
Akalın, Nazir (1998), “Nizâmi-yi Gencevî’nin Hayatı, Edebî Şahsiyeti ve Eserleri”, Bilig
Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi, sy. 7, Güz, Ankara, s. 67-91.
Akar, Metin (1981), “Nâyî Osmân Dede ve Mi’râciye’si”, Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fa-
kültesi Dergisi, sy. 1, s. 1-16.
Akar, Metin (1987), “Şeyyad Hamza Hakkında Yeni Bilgiler I-II”, Marmara Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Türklük Araştırmaları Dergisi, İstanbul, s. 1-22.
Akar, Metin (1987a), Türk Edebiyatında Manzum Mi’râc-nâmeler, Ankara: Kültür ve Tu-
rizm Bakanlığı Yay.
Akarsu, Kâmil (1993), Rumelili Za’îfî Hayatı, San’atı, Eserleri ve Dîvânından Seçmeler, İs-
tanbul : Millî Eğitim Bakanlığı Yay.
Akaryalı, M. Sami (2000), Şâkir Ahmed Paşa - Ravz-ı Verd [Edisyon Kritik ve Birinci Bö-
lümün Günümüz Türkçesine Çevrimi], Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi.
Akay, Mehmet (1996), İbrahim Gülşenî’nin Dîvânı [Metin-Dil Hususiyetleri-Sözlük], Dok-
tora tezi, Selçuk Üniversitesi.
Akbaş, Ersoy (2013), “Fodlacı-zâde Ahmed Râsim ve Manzum Nesâyih-i Şer’iyye ve
Mev’ize’sinin Şekil ve Muhteva Özellikleri”, II. Türkiye Lisansüstü Çalışmaları Kong-
resi, 6-8 Mayıs 2013 Bursa, [Yayımlanmamış Bildiri].
Akbaş, Sıddıka (2006), Süleyman Nahîfî’nin Mi’râciyyesi [Metin-Muhteva-Tahlil], Yüksek
lisans tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi.
Akbay, Salahattin (1996), Saruhanlı Şeyh İlyas ve Manzum Esmâ’ü’l-hüsnâ Şerhi, Yüksek
lisans tezi, Gazi Üniversitesi.
Akçay, Ali İhsan (2008), “Gönenli Yahya b. Bahşî ve Mevlidi”, Süleymân Çelebi ve Mev-
lid [Yazılışı-Yayılışı ve Etkileri] [Uluslar arası Süleymân Çelebi Mevlid Sempozyumu,
18-20 Ekim Bursa], editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa Osmangazi Be-
lediyesi yay., s. 321-33.
Akçay, Hasan (1999), Ahmedî’nin İskender-nâme’si: Transkripsiyonlu Metin”, Yüksek li-
sans tezi, Harran Üniversitesi.
Akdoğan, Yaşar (1988), İskendername’den Seçmeler, Ankara: KTB Yay.
Akdoğan, Ahmet (1989), “Mi’rac, Mi’racnâme ve Ahmedî’nin Bilinmeyen Mi’racnâmesi”,
Osmanlı Araştırmaları, sy. 9, s. 263-310.
Akın, Himmet (1968), Aydınoğulları Tarihi Hakkında Bir Araştırma, Ankara.
Akın, Hüsrev (2009), “Müellifinin Ölümüyle Yarım Kalmış Bir Mesnevî: Leylâ vü Mecnûn”
, Turkish Studies [Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anı-
sına], c. 4/7, s. 28-96.
Akkaya, Hüseyin (1988), Şemseddin Sivasî’nin Süleymân-nâme’si, Yüksek lisans tezi, Mar-
mara Üniversitesi.
Kaynakça
| 715
Akkaya, Hüseyin (2003), “Şemseddîn Sivasî’nin İrşâdü’l-avâm İsimli Mesnevisi”, Cum-
huriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. VII, sy. 2, s. 1-30.
Akkaya, Hüseyin (1998), “Nevres-i Kadîm’in Gazve-i Bedr Adlı Mesnevisi”, Cumhuriyet
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. II, Sivas, s. 145-178.
Akkuş, Mehmet (1991), Eyyûbî, Menâkıb-ı Sultan Süleyman [Risâle-i Pâdişâh-nâme],
Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
Akkuş, Mehmet (1992), “Edebiyatımızda Regâibiyye ve Salâhî’nin Matla’u’l-Fecr’i”, An-
kara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 32, Ankara, s. 129-153.
Akkuş, Mehmet (2005), Çerkeşli Mehmet Hilmî Efendi ve Manzûm Mevlid’i”, Geçmiş-
ten Geleceğe Çankırı –III. Çankırı Kültürü Bilgi Şöleni Bildirileri, 28-29 Eylül 2005 -,
Çankırı, s. 41-79.
Akkuş, Metin (1987), Türk Edebiyatında Şehrengizler ve Bursa Şehrengizi, Yüksek lisans
tezi, Atatürk Üniversitesi.
Akkuş, Metin (1993), “Türk Edebiyatında Bursa Şehrengizleri-I: İshâk Çelebi’nin Bursa
Şehrengizi”, Atatürk Üniversitesi SBE Dergisi: Prof. Dr. Halûk İpekten’in Anısına, sy.1,
Erzurum, s. 81-85.
Akkuş, Muzaffer (2002), Elvân-ı Şîrâzî’nin Gülşen-i Râz’ı [İnceleme - Metin - Tıpkıbasım],
Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.
Akkuş, Yasemin (2000), Melhame-i Cevrî [Tanıtımı-Transkripsiyonlu Metni-Konu Tasnifi-
Sözlük], Yüksek lisans tezi, Sakarya Üniversitesi.
Akmandor, Ayten (1983), Münîrî’nin Mihr ü Müşterî Mesnevîsi, Doktora tezi, Ankara
Üniversitesi.
Akpınar, Yavuz (1990), “Nizâmî” mad., Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, c. 7, İstan-
bul: Dergâh Yay.
Akraz, Oktay (2008), Dâstân-ı Gazavât-ı İmam Ali [Gramer-Metin-Sözlük-İndeks], Yük-
sek lisans tezi, Afyon Kocatepe Üniversitesi.
Aksoy, Hasan (1980), Şemseddin Sivasî, Hayatı-Eserleri ve Mevlid’i [Tenkidli Metin], Dok-
tora tezi, Marmara Üniversitesi.
Aksoy, Hasan (1990), Şemseddin Sivâsî, Gülşen-âbâd, İstanbul.
Aksoy, Hasan (1993), “Cemşîd ü Hurşîd” mad, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 7, İstanbul,
s. 342-43.
Aksoy, Hasan (1996), “Gülşen-i Saruhanî” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, 14, İstan-
bul, s. 256.
Aksoy, Hasan (1997), Gülşen-âbâd’da Dinî ve Tasavvufî Unsurlar [Tahkik ve Sistematik
İndeks], İstanbul.
Aksoy, Hasan (1998), Derviş Şemseddin Kuşların Münazarası -Deh Murg-, İstanbul.
Aksoy, Hasan (2002), “Türk Edebiyatında Mevlidler”, Türkler, 11, Ankara, s. 758-61.
Aksoy, Hasan (2005), “Şemseddin Sivasî, Hayatı, Şahsiyeti, Tarikatı, Eserleri”, Cumhuri-
yet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, IX/2, s. 1-43.
Aksoyak, İsmail Hakkı (1995), Gelibolulu Mustafa Âlî’nin Tuhfetü’l-uşşâk Mesnevîsi, Yük-
sek lisans tezi, Ankara Üniversitesi.
Aksoyak, İ. Hakkı (1996), “Gelibolulu Mustafa Âlî’nin Gelibolu Şehr-engîzi”, Türklük Bi-
limi Araştırmaları, nr. 3, Sivas, s. 157-76.
Aksoyak İ. Hakkı (1999), “Vardarlı Fazlî ve Mahzenü’l-esrâr Mesnevîsi”, Tarih ve Top-
lum, sy. 182, s. 55-61.
716 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Aksoyak, İ. Hakkı (2003), “Gelibolulu Mustafa Âlî’nin Mihr ü Vefâ Mesnevîsi”, Diriöz-
ler Armağanı Prof. Dr. Meserret Diriöz ve Haydar Ali Diriöz Hatıra Kitabı, M. Fatih
Köksal ve Ahmet Naci Baykoca (hzr.), Ankara, s. 45-71.
Aksoyak, İsmail Hakkı (2003a), Gelibolulu Mustafa Âlî Tuhfetü’l-uşşâk, İstanbul: Millî
Eğitim Bakanlığı Yay.
Aksoyak, İ. Hakkı (2006), Ahmed-i Yesevî’nin Rumelili Bir Takipçisi Üsküplü Atâ, Tuhfetü’l-
uşşâk, Ankara.
Aksoyak, İsmail Hakkı (2007), “Vardarlı Fazlî’nin Mahzenü’l-esrâr (Dâfi’ü’l-hüzn)
Mesnevisi’nde Boza”, Acısıyla Tatlısıyla Boza, editör: Ahmet Nezihi Turan, Ankara
2007, s. 204-208.
Aksoyak, İ. Hakkı (2007a), “Manastırlı Celâl’in Hüsn-i Yûsuf Adlı Eseri”, Edebiyat ve Dil
Yazıları, Mustafa İsen’e Armağan, editör: Ayşenur Külahlıoğlu İslam – Süer Eker,
Ankara, s. 1-15.
Aksoyak, İ. Hakkı (trhs.), “XVIII. Yüzyıl Şâiri Edirneli Nâtık’ın Kaleminden Edirne’de
Bir Aşk Hikâyesi”, 1. Edirne Kültür Araştırmaları Sempozyumu Bildirileri (23-25
Ekim 2003), trhs.: 573-88.
Aksoylu, Dilek (2007), Kıyâsî’nin Mihr ü Mâh Mesnevisi, Yüksek lisans tezi, Kocaeli Üni-
versitesi.
Aktaş, Hasan (2006), Abdurrahman Gubârî, Yûsuf u Züleyhâ [İnceleme-Metin], Yüksek
Lisans Tezi, Erzurum Üniversitesi.
Akün, Ömer Faruk (1994), “Divan Edebiyatı” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 9, İs-
tanbul, s. 389-427.
Alango, Tahir (1958), Süleyman Çelebi, Mevlid, İstanbul: Yeditepe Yay.
Alay, Zehra (2005), Muhyiddin Çelebi’nin Hızır-nâmesi [İnceleme-Metin], Yüksek lisans
tezi, Selçuk Üniversitesi.
Aldanmaz, Ömer (2000), Şemseddîn Sivasî’nin Mir’âtü’l-ahlâk ve Mirkâtü’l-eşvâk Adlı Mes-
nevisi: Edisyonkritik-İnceleme, Yüksek lisans tezi, Cumhuriyet Üniversitesi.
Alıcı, Lütfi (2004), “Ârif Süleyman ve Hilye-i Nebî Adlı Eseri”, Akademik Araştırmalar
Dergisi, nr. 19, İstanbul, s. 129-48.
Alıcı, Lütfi (2011), Sünbülzâde Vehbî, Nasîhatnâme-i Vehbî [Çeviri Yazı-Günümüz Türkçesi-
Sözlük-Tıpkıbasım], Kahramanmaraş: Ukde.
Alıcı, Lütfi – Gülcan Tanıdır Alıcı (2012), Halîlî-i Mar’aşî, Ravzatü’l-îmân [Tenkitli Metin-
Sözlük-Tıpkıbasım], Kahramanmaraş: Ukde.
Alışık, Eralp (1986), Revânî’nin İşret-nâme’si, Yüksek lisans tezi, İstanbul Üniversitesi.
Alî b. Cehm (1996), Dîvânu Alî b. Cehm, nşr. Halîl Merdumbek, Beyrut: Dâru Sâdır.
Alî Şîr Nevâyî; Yûsuf u Züleyhâ, Salarceng Museum / A.P. L.T. 6.
Alî Şîr Nevâyî (1956), Ferhad ü Şirin, Özbekçeden Rusçaya terc. Liyev Pyenkovsky, Mos-
kova.
Alioğlu, Güler (1998), Fettâhî-i Nîşâbûrî ve Hüsn ü Dil, Yüksek lisans tezi, Atatürk Üni-
versitesi.
Alkaya, M. Akif (1996), Taşlıcalı Yahyâ, Kitâb-ı Usûl, Yüksek lisans tezi, İnönü Üniver-
sitesi.
Alparslan, Ali (1960), “Ahmedî’nin Yeni Bulunan Bir Eseri Mirkat-i Edeb”, İÜEF Türk
Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. X, İstanbul, s. 35-40.
Alparslan, Ali (1988), Şeyh Galib, Ankara.
Kaynakça
| 717
Alparslan, Mevlüde (2007), İbrahim Şânî Lârendevî’nin Gülşen-i Efkâr Mesnevîsi [Metin-
Muhteva-Tahlil], Yüksek lisans tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi.
Alpay, Gönül (1961), “Zati ve Şem’ ü Pervâne Mesnevîsi”, İÜEF Türk Dili ve Edebiyatı
Dergisi, sy. XI, İstanbul, s. 129-42.
Alpay, Gönül (1970), “Hamdullah Hamdi’nin Leylâ ve Mecnun Hikâyesi”, Edebiyat Fa-
kültesi Araştırma Dergisi, c.1, sy. 1, Erzurum, s. 25-32.
Alpay, Gönül (1975), Ahmed-i Dâ’î and His Çengnâme (An Old Ottoman Mesnevî),
Cambridge.
Alpay Tekin, Gönül (1979), “Hamdullah Hamdî’nin Yeni Bir Leylâ ve Mecnûn Nüs-
hası ve Metin Tenkidi Hakkında Bazı Düşünceler”, Journal of Turkish Studies Türk-
lük Bilgisi Araştırmaları, Ali Nihad Tarlan Hatıra Sayısı I, vol. 3, Harvard Universty,
s. 307-42.
Alpay Tekin, Gönül (1992), Ahmed-i Dâ’î, Çengnâme; A Critical Edition and Textual
Analysis, Sources of Oriental Languages and Literatures Vol. 16, Cambridge Mass.:
Harvard University.
Alpay Tekin, Gönül (1994), Alî-Şîr Nevâyî Ferhâd ü Şîrîn [İnceleme – Metin], Ankara:
Türk Dil Kurumu Yay.
Alpay, Günay (1969), “Abdülvâsi Çelebi’nin Eseri ve Nüshaları”, TDAY-Belleten 1969,
Ankara, s. 201-26.
Alpay-Tekin, Gönül (1994), Alî-Şîr Nevâyî Ferhâd ü Şîrîn [İnceleme – Metin], Ankara:
Türk Dil Kurumu Yay.
Alper, Kadir (2012), Erzurumlu Mülhimî ve Şehen-şâh-nâme-i Murâdî Mesnevîsi, Dok-
tora tezi, Uludağ Üniversitesi.
Altay, Emine (1998), Subhizâde Feyzî’nin Hayatı-Eserleri ve Aşk-nâme Mesnevîsi, Yüksek
Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi.
Altun, Kudret (2004), Edirneli Nazmî, Pend-nâme-i Nazmî [İnceleme-Metin-Sözlük],
Kayseri.
Altun, Mustafa (1995), Sî-nâme-i Hümâmî [İnceleme-Metin-Dizin], Yüksek lisans tezi,
İstanbul Üniversitesi.
Altun, Mustafa (2003), İbrahim İbn-i Bâlî’nin Hikmet-nâme’si [1b-149a], İnceleme-Metin-
Sözlük-Dizini, 2 c., Doktora tezi, İstanbul Üniversitesi.
Altunel, İbrahim (1988), Hâletî-i Gülşenî: Hayatı-Edebî Kişiliği-Eserleri ve Dîvânı’nın Ten-
kidli Metni, Yüksek lisans tezi, Selçuk Üniversitesi.
Altunkaynak, Nimet (1992), Devletoğlu Yûsuf’un Vikaye Tercümesi: Transkribe Metin,
Yüksek lisans tezi, Erciyes Üniversitesi.
Anbarcıoğlu, Meliha (Tarıkahya) (1968), “İ’tikad-nâme ve Türkçe Çevirisi”, Necati Lugal
Armağanı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay., s. 649-701.
Anbarcıoğlu, Meliha (1981), “Şâh-nâme-i Firdevsî ve Edebiyât-i Turk”, Doğu Dilleri, AÜ
DTCF Doğu Dilleri ve Edebiyatları Dergisi, c. II, sy. 4, Ankara [Ayrı Basım].
Anbarcıoğlu, Meliha (1983), “Türk ve İran Edebiyatlarında Mihr ü Mâh ve Mihr u Müşterî
Mesnevileri”, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Belle-
ten, Ekim, c. XLVII, sy. 188, s. 1151-1189.
Anbarcıoğlu, Meliha (1986), “Kıyâsî’nin Mihr ü Mâh Mesnevîsi”, Erdem, c. 2, sy. 4, An-
kara, s. 87-172.
718 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Anhegger, Robert (1950), “Fâtih Devrinde Yazılmış Farsça Manzum Bir Eser: Mu’âlî’nin
Hünkârnâme’si”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi 1949-1950, c.
1, sy. 1-2, İstanbul, s. 145-66.
Anhegger, R. (1951), “Türk Edebiyatında Ağustosböceği ile Karınca Hikâyesi”, Türkiyat
Mecmuası, nr. 9, İstanbul, s. 79-81
Anhegger, Robert (1952), “Selâtinname Müellifi Kemal”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Tarih Dergisi, c. 4, sy. 4, İstanbul, s. 447-70.
Apaydın, Muhammet (1994), Hurşîd-nâme’nin Dil Hususiyetleri [Fonetik ve Morfoloji],
Yüksek lisans tezi, Selçuk Üniversitesi.
Araslı, Hamit (1988), “Leyli vë Mëcnun Hakkında”, TDAY-Belleten 1958, Ankara: Türk
Dil Kurumu Yay., s. 17-39.
Arat, Reşid Rahmeti (1979), Kutadgu Bilig I, Tıpkıçekimle Yapılmış İkinci Baskı, An-
kara: Türk Dil Kurumu Yay.
Arat, Reşid Rahmeti (1988), Yusuf Has Hâcib Kutadgu Bilig, (Çeviri), 4. baskı, Ankara:
Türk Tarih Kurumu Yay.
Arat, Reşid Rahmeti (1991), Eski Türk Şiiri, 3. baskı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay.
Argunşah, Mustafa (1986), Şükrî’nin Selim-nâme’si ve Eserdeki Doğu Türkçesi Unsurları,
Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi.
Argunşah, Mustafa (1999), Muhammed b. Mahmûd-ı Şîrvânî, Tuhfe-i Murâdî [İnceleme-
Metin-Dizin], Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.
Argunşah, Mustafa (1997), Şükrî-i Bitlisî, Selîm-nâme, Kayseri: Erciyes Üniversitesi Yay.
Argunşah, Mustafa (2002), Kirdeci Alî, Kesikbaş Destanı, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
Arıkoğlu, Ekrem (1991), Mihr ü Vefâ [İnceleme-Metin-İndeks], Yüksek lisans tezi, Yü-
züncüyıl Üniversitesi.
Armutlu, Sadık (1998), Zâtî’nin Şem’ ü Pervâne Mesnevîsi [İnceleme-Metin], Doktora
tezi, İnönü Üniversitesi.
Armutlu, Sadık (2009), “Kelebeğin Ateşe Yolculuğu: Klasik Fars ve Türk Edebiyatında
Şem’ ü Pervâne Mesnevîleri”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi –Prof. Dr.
Hüseyin Ayan Özel Sayısı-, sy. 39, s. 877-907.
Armutlu, Sadık (2011), “Farsça ve Türkçe Şem’ ü Pervâne’ler Arasında Bir Karşılaştırma
Denemesi”, Eski Türk Edebiyatı Çalışmaları VI Mesnevî: Hikâyenin Şiiri, hzr. Hatice
Aynur vd., İstanbul: Turkuaz, s. 47-163.
Armutlu, Sadık (2012), “Fars Şiirinde Bir Tanrı Üç Peygamber”, Doğu Batı, sy. 60, s.
135-80.
Arslan, Harun (2001), Lâmi’î Çelebi, Kitâb-ı Maktel-i Âl-i Resûl [Giriş-Metin-İnceleme-
Sözlük-Adlar Dizini], Yüksek lisans tezi, İstanbul Üniversitesi.
Arslan, Mehmet (1987), Sâmî: Âsaf-nâme Mesnevîsi [İnceleme-Metin], Yüksek lisans tezi,
Cumhuriyet Üniversitesi.
Arslan, Mehmet (1992), “Aynî’nin “Şâirnâme” Özelliği Taşıyan Mesnevîsi Üzerine”, Yedi
İklim, İkinci Dönem, sy. 4, s. 21-27.
Arslan, Mehmet (1994), Pendnâme-i Zarîfî, Sivas.
Arslan, Mehmet (1994a), Zâtî Süleymân Efendi, Divan ve Sevânihu’n-nevâdir fî-Ma’rifeti’l-
anâsır, Sivas.
Arslan, Mehmet (1996), “Yeniçeriliğin Kaldırılmasına Dair Edebî Bir Metin: Aynî’nin
Manzum Nusretnâme’si”, Türklük Bilimi Araştırmaları, sy. 3, s. 13-56.
Kaynakça
| 719
Arslan, Mehmet (1997), “Süleymân Celâleddîn ve Üç Eseri: Sâkî-nâme, Mevlid-i Cenâb-ı
Alî, Devir-nâme”, Türklük Bilimi Araştırmaları - Prof. Dr. M. Kaya Bilgegil Arma-
ğanı, sy. 5, s. 175-243.
Arslan, Mehmet (1999), Subhî-zâde Feyzî, Hamse, Sivas.
Arslan, Mehmet (1999a), Türk Edebiyatı’nda Manzum Sûrnâmeler (Osmanlı Saray Dü-
ğünleri ve Şenlikleri), Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay.
Arslan, Mehmet (2003), Aynî, Sâkînâme, İstanbul: Kitabevi.
Arslan, Mehmet (2007), Mihrî Hâtun Divânı, Ankara: Amasya Valiliği Yay.
Arslan, Mehmet – İ. Hakkı Aksoyak (1998), Gelibolulu Âlî Riyâzu’s-sâlikîn, Sivas.
Arslan, Mustafa (2009), “Türk Edebiyatında Mihr ü Müşterî Mesnevîleri ve Mîrî’nin Mihr
ü Müşterî’si” , Turkish Studies [Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk
İPEKTEN Anısına], c. 4/7, s. 113-132.
Arslan Mustafa (2013), Mîrî, Mihr ü Müşterî [İnceleme-Karşılaştırma-Metin], Ankara:
Grafiker Yay.
Artvinli, Taner (2010), “Mehmed Şerîfî ve Mevlid’i”, Geçmişten Geleceğe Yusufeli Sempoz-
yumu Bildirileri, İstanbul: Yusufeli Belediyesi Yay., s. 459-92.
Aslan, Namık (2006), “Manzum Dinî Hikâyeler ve Kirdeci Alî’ye Ait Olduğu Söylenen
İki Hikâye Metni (Güvercin ve Geyik Destanları)”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilim-
ler Enstitüsü Dergisi, sy. 20, s. 189-207.
Aslan, Üzeyir (2009), “Fetihten Sonra Yazılmış Türkçe İlk Mevlid-i Ma’nevî: Kerîmî’nin
İrşâd’ı”, Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, sy. 2, s. 19-80.
Âşık Çelebi (1994), Meşa’irü’ş-şu’ara [İnceleme - Tenkitli Metin] 2 c., hzr. Filiz Kılıç, Dok-
tora tezi, Gazi Üniversitesi.
Âşık Paşa; Garîb-nâme, Tübingen Depot der Staatsbibliothek, Wilhelmstr 32 [Türk Dil
Kurumu Ktp., Fotokopi: 217, Kayıt No: 336].
Atalay, Besim (1985-1986), Divanü Lûgat-it-Türk Tecümesi, 4 c., Ankara: Türk Dil Ku-
rumu Yay.
Atalay, Mehmet (2000), Başlangıçtan Gaznelilere Kadar İran Edebiyatı Tarihi, Erzurum.
Atalay, Mehmet (2000a), Kâtibi-yi Nîşâbûrî, Sînâme ve Dilrubây Mesnevileri [Metin-
İnceleme], Erzurum: Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Yay.
Ateş, Ahmet (1950), “Külliyyât-ı Dîvân-ı Mevlânâ Hâmidî. [Faksimile ile neşreden:]
Prof. İ. H. Ertaylan. İstanbul: 1949, Millî Eğitim Basımevi. (VI+91+531 S.) 8 = İs-
tanbul fethinin beşyüzüncü yıldönümü münasebetiyleyapılan İ.Ü. Edebiyat Fakül-
tesi Yayınlarından; Seri: 3 – Sayı: 2.”, Türk Tarih Kurumu Belleten, XIV/53, Ocak
1950, Ankara, s. 116-26.
Ateş, Ahmed (1954), Süleyman Çelebi, Vesîletü’n-necât [Mevlid], Ankara: Türk Dil Ku-
rumu Yay.
Ateş, Ahmed (1964), “Nizâmî” mad., İslâm Ansiklopedisi, c. 9, İstanbul, s. 318-27.
Ateş, Ahmed (1968), İstanbul Kütüphanelerinde Farsça Manzum Eserler I [Üniversite ve
Nuruosmaniye Kütüphaneleri], İstanbul: Millî Eğitim Basımevi.
Ateş, Ahmed (1968a), “Senâî’nin Hal Tercümesinin Meseleleri”, Necati Lugal Armağanı,
Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., s. 115-50.
Ateş, Ahmed (1969), “Mesnevî” mad., İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, s. 127-32.
Ateş, Ahmed (1993), “Leylâ ile Mecnûn” mad., İslâm Ansiklopedisi, c. 7, s. 49-55.
Ateş, Ahmed (1997), “Katrân-ı Tebrîzî” mad., İslâm Ansiklopedisi, c. 6, İstanbul, s.
447-52.
720 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Ateş, Ahmed (1997a), “Senâ’î” mad., İslâm Ansiklopedisi, c. 10, İstanbul, s. 476-86.
Ateş, Sema (1999), Fütûhî Hüseyin Çelebi’nin Tuhfetü’l-mecâlis Mesnevisi Üzerine Gramer
İncelemesi [Metin-Gramer-Sözlük], Yüksek lisans tezi, Cumhuriyet Üniversitesi.
Ateş, Mustafa (1952), Ahmet’in Mevlid’i –Bir Kısmının Karşılaştırmalı Metni- ve Süleyman
Çelebi’nin Eseri ile Kısa Bir Mukayese, Üniversite Kütüphanesi, Nr. 2035, İstanbul.
Atik, Hikmet (2003), “Esrâr Dede’nin Mübârek-nâme Adlı Mesnevîsi”, A.Ü. İktisat Fa-
kültesi Dergisi, c. XLIV, sy. 1, s. 373-98.
Atik Gürbüz, İncinur (2011), Vâsık İlâhîzâde Mehmed Emîn Dîvân, Ankara: Grafiker
Yay.
Atlansoy, Kadir (1987), Sabâyî, Sırât-ı Müstakîm, Yüksek lisans tezi, Uludağ Üniversi-
tesi.
Atlansoy, Kadir (2005), “Pend-i Attâr’ın Manzum İlk Çevirisi: Sabâyî’nin Sırât-ı Mustakîm
Mesnevîsi”, İlmî Araştırmalar, sy. 20, s. 27-41.
Atsız, Nihal (1949), Osmanlı Tarihleri I: Dasitan ve Tevarih-i Al-i Osmân, Behçetü’t-
tevarih,Tevarih-i Al-i Osmân, Osmanlı Sultanları Tarihi, Cam-ı Cem Ayini, İstan-
bul.
Attâr, Ferîdüddîn Ebû Hâmid Muhammed bin Ebû Bekr İbrâhîm Attâr-ı Nîşâbûrî
(trhs.), Husrev-nâme, be-Tashîh ve İhtimâm: Ahmed Suheyli-yi Hânsârî, Tehrân:
Kitâb-furûşi-yi Zevvâr.
Attâr, Feridüddin M. b. İbrahim el-Hemedânî (1275), Pend-i Attâr, İstanbul.
Attâr, Şeyh Ferîdüddîn Muhammed ‘Attâr-i Nîşâbûrî (1348), Mantıku’t-tayr [Makâmâtu’t-
tuyûr], be-ihtimâm-i Doktor Seyyid Sâdık Gevherîn, Tehrân.
Attâr, Şeyh Ferîdüddîn Attâr-i Nîşâbûrî (1361), Esrâr-nâme, (bâ-tashîh-i Doktor Seyyid
Sâdik Gevherîn), Çâp-i devvum, Tehrân.
Attâr, Ferîdüddîn ‘Attâr Nîşâbûrî (1368), İlâhî-nâme, Tashîh ve Mukaddime ez: Hellmut
Ritter, Çâp-i Devvum, Tehrân.
Attâr, Ferîdüddîn Muhammed Attâr-ı Nîşâbûrî (1371), Dîvân-i Attâr, be-İhtimâm u
Tashîh: Takî Tafaddulî, Çâp-i Şeşum, Tehrân: Şirket-i İntişârât-i İlmî vu Ferhengî.
Attâr, Attâr-ı Nîşâbûrî (1386), Musîbet-nâme, nşr. Muhammed Rizâ Şefîî Kedkenî, çâp-i
devvom, Tehrân: İntişârât-i Suhan.
Avcı, İsmail (2007), Hazînî’nin Manzum Şerh-i Hadîs-i Erba’în Tercümesi”, Yüksek lisans
tezi, Balıkesir Üniversitesi.
Avcı, İsmail (2008), “Kısa Hikâyecilik Geleneği Çerçevesinde Hazînî’nin Manzum Şerh-i
Hadîs-i Erba’în Tercümesindeki Bazı Hikâyeler”, Turkish Studies-İnternational Periodi-
cal For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, sy. 3/2, s. 64-96.
Avfî, Muhammed (1906), Lubâbu’l-elbâb, be-sa’y u ihtimâm u tashîh-i Edward G.
Browne, 2 c., Leiden.
Ay, Ümran (2000), Nidâyî: Manzûme-i Tıb, Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi.
Ay, Ümran (2007), Münîrî’nin (öl. 1521 ?) Manzum Siyer-i Nebî’si (Cilt: I) – [İnceleme-
Metin], Doktora tezi, Marmara Üniversitesi.
Ayan Nizam, Elif (2013), “18. Yüzyıl Şairlerinden Sâlim Efendi ve Sâlim Efendi’nin Hüs-
rev ü Şîrîn Mesnevîsi”, Prof. Dr. F. Tulga Ocak’a Armağan, Ankara, s. 231-53.
Ayan, Gönül (1996), Tebrizli Ahmedî, Esrâr-nâme [İnceleme - Metin], Ankara: Atatürk
Kültür Merkezi Yay.
Ayan, Gönül (1998), Lâmi’î, Vâmık u Azrâ [İnceleme-Metin], Ankara: Atatürk Kültür
Merkezi Başkanlığı Yay.
Kaynakça
| 721
Ayan, Hüseyin (1974), “Hamdullâh Hamdî’nin Yûsuf u Züleyhâ Mesnevisindeki Gazeller”,
Edebiyat Fakültesi Araştırma Dergisi, sy. 5, Ekim 1972, Erzurum, s. 31-43.
Ayan, Hüseyin (1979), Şeyhoğlu Mustafa, Hurşîd-nâme [Hûrşîd ü Ferahşâd], Erzurum.
Ayan, Hüseyin (1979a), “Divan Edebiyatında Hamseler”, Edebiyat Fakültesi Araştırma
Dergisi, Ahmet Caferoğlu Özel Sayısı, fas. 1, nr. 10, Ankara, s. 87-100.
Ayan, Hüseyin (1981), Fuzûlî, Leylâ vü Mecnûn, İstanbul: Dergâh Yay.
Ayan, Hüseyin (1981a), Bülbül-nâme Rifâî, Emek Matbaası.
Ayan, Hüseyin (1983), “Hamidî-zâde Celîlî (1487 M. / 893 H. – 1569 M. / 977 H.)”, Türk
Kültürü Araştırmaları, Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş’ın Hatırasına Armağan, Yıl:
XVII-XXI/1-2, 1979-1983, Ankara, s. 15-39.
Ayan, Hüseyin (1983a), “Celîlî’nin Mehek-nâme’si”, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, II, İzmir, s. 5-13.
Ayan, Hüseyin (1983b), “Hâmidî-zâde Celîlî’nin Leylâ vü Mecnûn’u”, Türk Dünyası Araş-
tırmaları, sy. 27, Aralık, s. 67-93.
Ayan, Hüseyin (1986), “Celîlî’nin Hecr-nâme’si”, Fen-Edebiyat Fakültesi Araştırma Der-
gisi, Fasikül: 1, sy. 14, Erzurum, ss. 155-173.
Ayan, Hüseyin (1986a), “Onsekiz Beyte İki Türlü Bakış”, Selçuk Üniversitesi I. Mevlâna
Kongresi [Tebliğler] 3- 5 Mayıs 1985, Konya: Selçuk Üniversitesi Yay., s. 325-30.
Ayan, Hüseyin (1986b), “Abdülbâkî Ârif Efendi’nin Mi’râciyyesi”, Selçuk Üniversitesi
İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 2, Konya, s. 1-11.
Ayan, Hüseyin (1993), “Cevrî İbrâhîm Çelebi”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. VII, İstan-
bul, s. 460-61.
Ayan, Hüseyin (2002), Nesîmî Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Türkçe Divanının Tenkitli
Metni I, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.
Ayverdi, İlhan (2010), Misalli Büyük Türkçe Sözlük,İstanbul: Kubbealtı.
Aydemir, Meltem (2006), Enîsü’l-guzât, Yüksek lisans tezi, Yüzüncü Yıl Üniversitesi.
Aydemir, Yaşar (2001), “Hâdî’nin Saray Şehr-engîzi”, İlmî Araştırmalar, sy. 12, s. 31-56.
Aydemir, Yaşar (2007), Vücûdî, Hayâl u Yâr, Ankara: Birleşik Kitabevi.
Aydemir, Yaşar (2007a), Ravzî Divanı, Ankara: Birleşik
Aydemir, Yaşar (2007b), “Ravzî’nin Edincik Şenrengizi”, Gazi Türkiyat Türklük Bilimi
Araştırmaları Dergisi, sy. 1, s. 97-126.
Aydoğdu, Orhan (2009), “İstanbul Hakkında Bilinmeyen Bir Mesnevî: İstanbul-nâme”,
Turkish Studies [Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anı-
sına], c. 4/7, s. 158-86.
Aygün, Zeynel Abidin (1999), Behiştî’nin Leylâ vü Mecnûn Mesnevisi [İnceleme-Metin],
Doktora tezi, Çukurova Üniversitesi.
Aymutlu, Ahmet (1995), Süleyman Çelebi ve Mevlid-i Şerif, İstanbul: Millî Eğitim Ba-
kanlığı Yay.
Aynagöz, Pervin (1989), “Bursalı Rahmî’nin Gül-i Sad-berg’i Üzerine Bir Değerlendirme”,
Fırat Üniversitesi Dergisi (Sosyal Bilimler), c. 3, sy. 1, Elazığ, s. 1-27.
Aynî, Kemâl (1348), Hâcû-yı Kirmânî Hümây u Hümâyûn, Der-Çâphâne-i Zer,
Tehrân.
Aynur, Hatice (1993), Mahremî ve Şâh-nâme’si, I. Kısım Yavuz Sultan Selim Dönemi
[İnceleme-Metin-Sözlük-Dizin]”, Doktora tezi, İstanbul Üniversitesi.
Ayyûkî (1343), Varka vu Gulşâh, nşr.: Zebîhullah Safâ, Tehrân.
722 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Azamat, Nihat (1988), “Yeni Bir Ahmedî ve İki Eseri: Yusuf u Zeliha, Esrârnâme Tercü-
mesi”, Osmanlı Araştırmaları, sy. VII-VIII, s. 347-364.
Azamat, Nihat (1996), II. Murad Devri Kültür Hayatı, Doktora tezi, Marmara Üniver-
sitesi.
Azamat, Nihat (2000), “İbrâhîm Gülşenî” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, s.
301-5.
Azmî; Pend-nâme-i Azmî, Süleymaniye Ktp. Esat Efendi Böl. nr. 3473/10.
Babinger, Franz (1992), Osmanlı Tarih Yazarları Sözlüğü, terc. Coşkun Üçok, Mersin:
Kültür Bakanlığı Yay.
Bakırcı, Selami (1997), IV. Abbasî Asrında Edebî Çevre, Doktora tezi, Atatürk Üniver-
sitesi.
Bâkillanî, Muhammed b. et-Tayyîb (1981), İ’câzu’l-Kur’an, nşr. es-Seyyid Ahmed Sakar,
Mısır: Dâru’l-Me’ârif.
Baldemir, İsa (1996), Vefât-ı Nebî, Yüksek lisans tezi, İstanbul Üniversitesi.
Balkaya, Halit (1997), Na’tî Mustafa ve Edhem-nâme Mesnevîsinin Tenkidli Metni ile İn-
celemesi, Yüksek lisans tezi, Atatürk Üniversitesi.
Banarlı, Nihâd Sâmî (1939), XIVüncü Asır Anadolu Şâirlerinden Ahmedî’nin Osmanlı
Tarihi=Dâsitân-ı Tevârîh-i Mülûk-i Âli Osmân ve Cemşîd ve Hurşîd Mesnevîsi, [Tür-
kiyat Mecmuası VI. cildinden ayrıbasım], İstanbul: Bürhaneddin Matbaası.
Banarlı, Nihad Sâmi (1962), Büyük Nazîreler Mevlid ve Mevlid’de Millî Çizgiler, İstanbul:
İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü Yay.
Banarlı, Nihad Sami (1982), Şiir ve Edebiyat Sohbetleri I, 2. Baskı, İstanbul: Kubbealtı
Neşriyat.
Banarlı, Nihad Sâmi (1987), Resimli Türk Edebiyâtı Târihi, Destanlar Devrinden Zama-
nımıza Kadar, c. I-II, Ankara: Millî Eğitim Basımevi.
Banguoğlu, Tahsin (1938), Altosmanische Sprachstudien zu Suheyl u Nevbahâr, Breslau.
Bankır, Mehmet Malik (1997), Gülşen-i Râz [Gramer - Metin - Gramatikal İndeks], Yük-
sek lisans tezi, Atatürk Üniversitesi.
Barutçu, Fatma Sema (1994), “Maniheist ve Budist Çevrelerde Türk Şiiri”, Türk Dili Araş-
tırmaları Yıllığı – Belleten 1991, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., s. 69-87.
Baş, Mehmet Şamil (2007), Aşkî Mustafa Efendi’nin Vahdet-nâme Mesnevîsi [Metin-
Muhteva Tahlil], Yüksek lisans tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi.
Başer, Sait (1990), Kutadgu Bilig’de Kut ve Töre, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
Batislam, Hanife Dilek (2003), Hasbihâl-i Sâfî, İstanbul: Kitabevi.
Batur, Atilla (1998), Yazıcı Sâlih ve Şemsiyyesi [İnceleme-Metin], Yüksek lisans tezi, Er-
ciyes Üniversitesi.
Bay, Fatih (2003), Sabâyî, Mevlid [Giriş-Transkripsiyonlu Metin-Gramatikal Dizin]”, Yük-
sek lisans tezi, Niğde Üniversitesi.
Bayak, Cemal (1987), Sevdâî: Kıssa-i Leylî Birle Mecnûn, Yüksek lisans tezi, Boğaziçi
Üniversitesi.
Bayak, Cemal (2007), “Ubeydullâh Dede ve Mevlidi: Risâle fî Evsâfi’n-Nebiyy”, Türk Dili
ve Edebiyatı Dergisi, sy. 35, s. 1-16.
Baykal, Kâzım (1999), Süleyman Çelebi ve Mevlid, Bursa.
Baykaldı, Remzi (1994), Âzerî İbrahim Çelebi ve Nakş-ı Hayâl Mesnevîsi [İnceleme - Me-
tin], Doktora tezi, Erciyes Üniversitesi.
Kaynakça
| 723
Bayram, Asuman (2013), “Güftî ve Gam-nâme’si”, Prof. Dr. F. Tulga Ocak’a Armağan,
Ankara, s.310-21.
Bayram, Mikail (2001), Tarihin Işığında Nasreddin Hoca ve Ahi Evren, İstanbul.
Bayram, Ömer (2000), “Himmet-zâde Abdî ve Gencîne-i İ’câz İsimli Mesnevîsi”, Yüksek
lisans tezi, Fatih Üniversitesi.
Pervane, Bayram (trhs.), “Seyyid Nigari’nin Çayname Mesnevisi”, http://turkoloji.cu.edu.
tr/ESKI%20 TURK %20%20 EDEBIYATI/pervane_bayram_nigari_mesnevi.pdf
Bayyurt, Mehmet (1996), Hayâlî, Ravzatü’l-envâr [Dil Özellikleri - Metin - Seçme Söz-
lük], Yüksek lisans tezi, İnönü Üniversitesi.
Begpazarlı Maazoğlu Hasan; Gazavât-ı Emîrü’l-mü’minîn Alî, Feth-i Kal’a-yı Selâsil, İs-
tanbul Millet Ktp., Manzum Eserler Böl. nr. 1222/2, yk. 34b-63a.
Begpazarlı Maazoğlu Hasan (a), Cenâdil Kal’ası, İstanbul Millet Ktp., Manzum Eserler
Böl., nr. 1222/1, yk. 13a-34b.
Behcet, Mücâhid Mustafa (1982), Teyyâru’l-İslâmî fî Şi’ri’l-Abbâsiyyi’l-Evvel, Beyrut.
Belen, Maksut (1987), Hızrî’nin Âb-ı Hayât Mesnevîsi, Yüksek lisans tezi, Celal Bayar
Üniversitesi.
Belen, Maksut (2011), “XVI. Yüzyıl Nasihatnamelerinden Seçkin Bir Örnek: Hızrî’nin
Âb-ı Hayât Mesnevîsi”, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, c. 11, sy. 1, s. 99-106.
Beliğ, İsmail Beliğ –Bursalı (1998), Güldeste-i Riyâz-ı İrfân ve Vefeyât-ı Dânişverân-ı
Nâdiredân, hzr. Abdulkerim Abdulkadiroğlu, Ankara: Anıl Matbaa ve Cilt Evi.
Bencheneb, Moh. (1971), “Müzdevic” mad., İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, s. 869-70.
Berthels, E. (1374), Târîh-i Edebiyyât-i Îrân, terc.: Sîrûs-i Îzedî, 2 c. Tehrân.
Berthels, E. (1951), “Ali Şîr Nevâî, Leylî ve Mecnûn”, Türkçeye Tercüme Eden: Mirza Bala,
Türkiyat Mecmuası, sy. IX, İstanbul, s. 47-64.
Bertels, E. (1988), “Ali Şîr Nevâî’nin Ferhâd u Şîrîn’i”, çev. Rasime Uygun, Türk Dili Araş-
tırmaları Yıllığı - Belleten 1966, 1988, s. 115-30.
Berthels, E. (1997), “İran: III. Yeni İran Edebiyatı” mad., İslâm Ansiklopedisi, c. 5/2, İs-
tanbul, s. 1041-53.
Beyânî, Mustafa bin Carullah (1997), Tezkiretü’ş-şuarâ, hzr. İbrahim Kutluk, Ankara:
Türk Tarih Kurumu Yay.
Beydebâ (1998), Kelile ve Dimne, terc. Selahaddin Alpay, İstanbul: Bedir Yay.
Beyzadeoğlu, Süreyya Ali (1993), Sübülzâde Vehbî, İstanbul: İklim Yayınları.
Beyzadeoğlu, Ali (2004), Sünbülzâde Vehbî, Lutfiyye, İstanbul: Milî Eğitim Bakanlığı
Yay.
Bilgen, Abdüsselam (1987), Adâ’î-yi Şîrâzî ve Selîm-nâme’si [Araştırma, Metin v Çeviri],
Doktora tezi, Ankara Üniversitesi.
Bilgen, Abdüsselam (1993), Kâtibî-i Nîşâbûrî’nin Dah-bâb Adlı Mesnevîsinin Tenkitli
Metni ve Şairin Hayatı, Eserleri Hakkında Bir İnceleme, Ankara.
Bilgiç, Aysel (1987-1988), Kıyafetnameler Üzerine Bir Araştırma, Mezuniyet tezi, Gazi
Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.
Bilgin, Azmi (1998), Tercüme-i Pend-nâme-i Attâr, İstanbul: Enderun Yay.
Bilgin, Azmi (2003), Mîr Seyyid Nigârî, Dîvân-ı Seyyid Nigârî, İstanbul: Kule İletişim
Hizmetleri Ltd. Şti. Yay.
Bilgin, Azmi (2006), “Cefâyî’nin Dekâyıku’l-hakâyık’ı ve Mevlid Türü Eserlerle İlgisi”,
İÜEF Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. XXXIV, s. 33-42.
724 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Bilgin, Orhan (1991), “Assâr-ı Tebrîzî” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 3, İstanbul, s.
504.
Bilgin, Orhan (1992), Şeyh Eşref b. Ahmed, Fütüvvet-nâme, İstanbul.
Bilgin, Oryan (1993), “Câm-ı Cem” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 7, İstanbul, s.
42-43.
Bilgin, Orhan (1999), “Aşkî Mustafa Efendi ve Mi’râc-nâmesi”, Prof. Dr. Nihad M. Çetin’e
Armağan, İstanbul: İÜ Edebiyat Fakültesi Yay., s. 97-116.
Bilkan, Ali Fuat (2002), Hayrî-nâme’ye Göre XVII. Yüzyılda Osmanlı Düşünce Hayatı,
Ankara: Akçağ Yay.
Bilkan, Ali Fuat (2006), “Mesneviler”, Türk Edebiyatı Tarihi, c. 2, Ankara: Kültür ve Tu-
rizm Bakanlığı Yay., s. 291-306.
Bilkan, Ali Fuat (2008), “Nâbî’nin Mi’râc-nâme’si”, Divan Edebiyatı Araştırmaları Der-
gisi, sy. 1, s. 1-8.
Bindal Arslan, Fatma (1996), Kara Çelebi-zâde Abdülaziz, Gülşen-i Niyâz [Tenkidli Metin-
İnceleme], Yüksek lisans tezi, Atatürk Üniversitesi.
Birici, Sevim (2007), Şâh u Gedâ [Şâh u Dervîş] Mesnevîleri ve Bursalı Rahmî’nin Şâh u
Gedâ Mesnevîsi, Elazığ: Manas Yayıncılık.
Birinci, Nejat (1988), Kırım zafernâmesi [Hayr-âbâd], Ankara.
Boyraz, Şeref (2002), “Geleceğin Öğrenilmesinde Farklı Bir Yöntem «Melheme»”, Türk-
ler, c. 11, Ankara, s. 635-47.
Boyraz, Şeref (2006), Fal Kitabı, İstanbul: Kitabevi.
Boyraz, Şeref (2010), “12 Hayvanlı Türk Takvimi ve Kehanet”, Uluslararası Sosyal Araş-
tırmalar Dergisi, c. 3, s. 148-67.
Bozkaplan, Şerif Ali (1989), Câmasb-nâme [Dil Özellikleri - Kısmî Transkripsiyon – Söz
Dizini], Doktora tezi, İnönü Üniversitesi.
Brockelmann, Carl (trhs.), Târîhu’l-Edebi’l-Arabî çev. Fuad Sezgin, Mısır: Dâru’l-
Me’ârîf.
Browne, E.G. (1351), ez-Sa’dî tâ Câmî, terc.: Alî Hikmet Asgar, Tehrân.
Browne (1956), A Literary History of Persian, Vol. 2, Cambridge.
BTK (1987), Büyük Türk Klâsikleri, 6, İstanbul: Ötüken-Söğüt.
Buluç, Sadettin (1969), “Şeyyâd Hamza’nın Bilinmeyen Bir Mesnevisi”, Türkiyat Mecmu-
ası, c. XV, İstanbul, s. 247-63.
Buluz, Nermin (1997), Şemseddin Sivasî’nin Heşt-Bihişt Mesnevisi [İnceleme-Karşılaştırmalı
Metin], Yüksek lisans tezi, Cumhuriyet Üniversitesi.
Bursalı Alî Rızâ; Hilye-i Hazret-i Mevlânâ, Konya Mevlânâ Müzesi İhtisas Ktp. No.
2454.
Bursalı Mehmed Tâhir (2000), Osmânlı Müellifleri I-II-III ve Ahmed Remzî Akyürek
Miftâhu’l-kütüb ve Esâmî-i Müellifîn Fihristi, hzr. Mustafa Tatcı, Cemâl Kurnaz, An-
kara: Bizim Büro.
Bustânî, Butrus (trhs.), Udebâu’l-Arab, Beyrut.
Büyüker, Nilgün (2011), Kâfzâde Fâ’izî (öl. 1622) Kitâb-ı Leylî vü Mecnûn, Yüksek lisans
tezi, Marmara Üniversitesi.
Büyükkarcı Yılmaz, Fatma (2001), Za’îfî’nin Manzum Gülistân Tercümesi: Kitâb-ı Nigâristân-ı
Şehristân-ı Dırahtistân-ı Sebzistân, 2 c., Doktora tezi, Marmara Üniversitesi.
Caferoğlu, A. (1972), “İran’la Turan’ın Paylaşılamayan Şîrîn’i”, Şarkiyat Mecmuası VII,
İstanbul, s. 59-68.
Kaynakça
| 725
Caferoğlu, Ahmet (1984), Türk Dil Tarihi, İstanbul: Enderun Yay.
Câhız, Ebu’l-Osmân (1388), el-Beyân ve’t-Tebyîn, nşr. Abdusselam M. Hârun, Kahire.
Câmî, Mevlânâ Abdurrahmân (trhs.), Genc-i Ârifân, (be-tashîh: Hâmid-i Rabbânî),
İntişârât-i Gencîne, Tehrân.
Câmî, Nûreddîn Abdurrahmân bin Ahmed-i Câmî-i Horâsânî (1370), Mesnevî-i Heft-
Evreng, tashîh u mukaddime-i aka-yi Murtazâ, Müderris-i Geylânî, Tehrân.
Canım, Rıdvan (1998), Türk Edebiyatında Sâkînâmeler ve İşretnâme, Ankara: Akçağ
Yay.
Canım, Rıdvan (2000), Latîfî Tezkiretü’ş-şu’arâ ve Tabsıratü’n-nuzamâ [İnceleme-Metin],
Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay.
Canpolat, Mustafa (1995), Alî Şîr Nevayî, Lisânü’t-tayr, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.
Cevânşîr, Bâbek - Ekber N. Necef (2006), Şâh İsmâ’îl Hatâyî Külliyatı, İstnbul: Kak-
nüs Yay.
Cevherî, İsmaîl b. Hammâd (1399), es-Sıhâh, nşr. Ahmed Abdulgafûr Attâr, III. c., Beyrut.
Cevherî, Recâ (trhs.), Fennu’r-Recez fî’l-Asri’l-Abbasî, İskenderiye.
Ceyhan, Âdem (1997), Bedr-i Dilşad’ın Murâd-nâmesi I-II, İstanbul: Millî Eğitim Ba-
kanlığı Yay.
Ceyhan, Semih (1998), Abdullâh Salâhî Uşşâkî’nin Vücûd Risâleleri, Yüksek lisans tezi,
Marmara Üniversitesi.
Ceyhan, Adem (2000), “Süleyman Nahîfî’nin Mevlidü’n-nebî Mesnevîsi”, A.Ü. Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, sy. 17, Erzurum, s. 89-141.
Ceyhan, Adem (2000), “Âlim ve Şair Bir Osmanlı Müderrisi: Pîr Mehmed Azmî Bey ve
Eserleri”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, sy. 1, s. 243-86.
Ceylan, Ömür - Ozan Yılmaz (2007), Bir Sürgün Şâheseri Mihnet-keşân, Keçecizâde İz-
zet Mollâ, İstanbul: Sahhaflar Kitap Sarayı.
Coşkun, Ali Osmân (1997), Sîmkeş-zâde Feyzî’nin Mesnevîleri [İnceleme-Metin-Sözlük],
Samsun.
Coşkun, Menderes (1999), Ottoman Pilgrimage Narratrives and Nabi’s Tuhfetü’l-haremeyn,
Doktora tezi, University of Durham.
Coşkun, Menderes (2002), Manzum Bir Şairler Tezkiresi [Hasîb’in Silkü’l-le’âl-i Âl-i
Osmân’ındaki Şâir Biyografileri], Ankara.
Coşkun, Menderes (2002a), Manzum ve Mensur Osmanlı Hac Seyahatnameleri ve Nâbî’nin
Tuhfetü’l-haremeyn’i, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
Coşkun, Menderes (2007), Bosnalı Muhlis’in Manzum Seyahatnamesi, Delîlü’l-menâhil
ve Mürşidü’l-merâhi, Isparta.
Cumahî, Muhammed b. Sellâm (1400), Tabakâtu Fuhûli’ş-şu’arâ, nşr. Mahmûd M. Şâkir,
2 c. Kahire.
Cunbur, Müjgan (1952), Gülşehrî ve Mantıku’t-tayr’ı, Doktora tezi, Ankara Üniversi-
tesi.
Cunbur, Müjgân (1964), “Gülşehrî ile Kaygusuz Abdal’ın Şiirlerini Kapsayan, XV. Yüzyıl-
dan Kalan Bir Mecmua”, X. Türk Dil Kurultayında Okunan Bilimsel Bildiriler-1963,
Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., s. 23-30.
Cunbur, Müjgân, Dursun Kaya, Niyazi Ünver, Hacı Yılmaz (1999), Türk Dil Kurumu Kü-
tüphanesi Yazma Eserler Kataloğu, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.
Çakıcı, Bilal (2008), “Mehmed Şakir’in Manzum Mesnevi Tercümesi”, Erdem, sy. 50, s.
51-58.
726 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Çakıcı, Bilal (2010), “The Shahrangiz of Shtip by Za’fî”, International Journal of Central
Asian Studies, vol. 14, Korea, s. 95-107.
Çakır, Müjgân (1994), Abdî’nin Camasb-nâme’si ve Türk Halk Edebiyatına Tesiri, Yüksek
lisans tezi, Marmara Üniversitesi.
Çakır, Müjgân (1998), Nâyî Osmân Dede Hayatı, Sanatı, Eserleri ve Ravzatü’l-i’câz fi’l-
Mu’cizâti’l-mümtâz’ı, Doktora tezi, Marmara Üniversitesi.
Çakır, Müjgan (2007), “Kıyafet-nâmeler Hakkında Bir Bibliyografya Denemesi”, Tür-
kiye Araştırmaları Literatür Dergisi –Eski Türk Edebiyatı I Sayısı-, sy. 9, İstanbul, s.
333-50.
Çakır, Müjgan (2011), “Erzurum-Erzincan-Diyarbakır ve Kars Yollarında Bir Paşa: Âteş-
zâde Mehmed İzzet ve Yûsuf u Züleyhâ’sı”, IV. Uluslararası Van Gölü Havzası Sem-
pozyumu, editör: Oktay Belli, Ankara, s. 393-96.
Çakır, Müjgân (2013), Klâsik Türk Edebiyatında Mu’cizât Metinleri, İstanbul: Doğukü-
tüphanesi.
Çakır, Mümine (1998), Âhî’nin Hüsn ü Dil’i, Yüksek lisans tezi, Fatih Üniversitesi.
Çakmak, Aysun (1997), Kâtibî’nin Gulşen-i Ebrâr ve Mecma’u’l-bahreyn’i, Yüksek lisans
tezi, Atatürk Üniversitesi.
Çaldak, Süleyman (2004), Sâbir Pârsâ’nın Gül ü Nev-rûz Mesnevîsi (İnceleme-Metin),
Malatya.
Çalışkanman, Tijen (1998), Kemâloğlu İsmâ’îl Ferahnâme [Biyografi–Devir ve Tür
Araştırması–35 Varağın Neşri], Yüksek lisans tezi, Ege Üniversitesi.
Çapan, Pervin (2005), Mustafa Safâyî Efendi, Tezkire-i Safâyî, Ankara: Atatürk Kültür
Merkezi Başkanlığı Yay.
Çatıkkaş, M. Atâ (2009), Firdevsî-i Rûmî Süleymânnâme-i Kebîr, Ankara: Türk Dil Ku-
rumu Yay.
Çavuşoğlu, Ali (1996), Kültür Tarihimizde Kıyafet-nâmeler, Kaynakları, Konuları, Hüküm-
lerin Değerlendirilmesi ve Örnek Metinler, Yüksek lisans tezi, Erciyes Üniversitesi.
Çavuşoğlu, Ali (2009), Yusuf Hakikî Baba, Mahabbet-nâme, Ankara: Aksaray Beledi-
yesi Kültür Yay.
Çavuşoğlu, Mehmed (1969), “Taşlıcalı Dukakin-zade Yahyâ Bey’in İstanbul Şehr-engîzi
”, TDED, c. XVII, İstanbul, s. 73-108.
Çavuşoğlu, Mehmed (1974-1975), “Hayretî’nin Belgrat Şehr-engîzi”, Güney-Doğu Av-
rupa Araştırmaları Dergisi, sy. 2-3, 1974-1975, s. 325-56.
Çavuşoğlu, Mehmed (1975-1976), “Hayretî’nin Yenişehir Şehrengizi”, Güney-Doğu Av-
rupa Araştırmaları Dergisi, sy. 4-5, s. 81-100.
Çavuşoğlu, Mehmed (1979), Yûsuf ve Zelîhâ, İstanbul.
Çavuşoğlu, Mehmet (1982), “Fatih Sultan Mehmed Devrine Kadar Osmanlı-Türk
Edebî Mahsullerinde Muhtevânın Tekâmülü”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, 11-2,
s. 31-43.
Çavuşoğlu, Mehmed - M. Ali Tanyeri (1990), Üsküblü İshâk Çelebi, Dîvân, İstanbul.
Çavuşoğlu, Raşit (2007), Şâh Velî Ayntâbî’nin Risâletü’l-bedriyye’si [Metin-Muhteva-Tahlil],
Yüksek lisans tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi.
Çavuşoğlu, Şerife (1978), Zaifi’nin Gülistân Tercümesi, Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih
Coğrafya Fakültesi, Lisans tezi, Ankara.
Çelebioğlu, Âmil (1967-1969-1974), Mesnevî-i Şerîf ve Manzum Nahîfî Tercümesi, c. I:
1967, c. II: 1969, c. III: 1974, İstanbul.
Kaynakça
| 727
Çelebioğlu, Âmil (1972), “Süleyman Nahîfî ve Fazîlet-i Savm [Zuhrü’l-âhire] Adlı Eseri”,
Diyanet Dergisi, sy. 12, Ankara, s. 342-50.
Çelebioğlu, Âmil (1975), Yazıcıoğlu Mehmed, Muhammediye, 4 cilt, İstanbul: Tercüman
1001 Temel Eser.
Çelebioğlu, Âmil (1978), “XIII.-XV. [Yüzyıl] (İlk Yarısı). Yüzyıl Mesnevilerinde Mevlânâ
Tesiri”, Mevlânâ ve Yaşama Sevinci, Feyzi Halıcı (hzr.), Ankara: Konya Turizm Der-
neği, s. 99-133.
Çelebioğlu, Âmil (1979), “Kıyâfe(t) İlmi ve Akşemseddinzâde Hamdullah Hamdî ile Er-
zurumlu İbrâhim Hakkı’nın Kıyâfetnâmeleri”, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakül-
tesi Araştırma Dergisi Ahmet Caferoğlu Özel Sayısı, fasikül: 2, sy. 11, Ankara [Ayrı
Basım].
Çelebioğlu, Âmil (1985), “Âşık Ahmed’in Câmi’ü’l-ahbâr’ı”, Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü İbrahim Kafesoğlu Armağanı, Ankara, s. 171-87.
Çelebioğlu, Âmil (1987), “Süleyman Nahîfî’nin Hicretü’n-nebî Adlı Mesnevîsi”, Türklük
Araştırmaları Dergisi, sy. 2, İstanbul, s. 53-87.
Çelebioğlu, Âmil (1998), “Akşemseddinzade Hamdullah Çelebi ve Pend-name’si”, Eski
Türk Edebiyatı Araştırmaları, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yay.
Çelebioğlu, Âmil (1994), Kanûnî Sultân Süleymân Devri Türk Edebiyatı, İstanbul: Millî
Eğitim Bakanlığı Yay.
Çelebioğlu, Âmil (1996), Muhammediye I-II, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yay.
Çelebioğlu, Amil (1999), Türk Edebiyatı’nda Mesnevi [XV. Yüzyıla Kadar], İstanbul: Ki-
tabevi.
Çelik, Erol (2008), Mezîd-zâde Ayıntâbî, Nazmü’l-ferîd [Metin-Sözlük-İndeks-Tıpkıbasım],
Yüksek lisans tezi, Adnan Menderes Üniversitesi.
Çelik, Muhittin (1989), Revânî, İşret-nâme [Dil Özellikleri-Metin-Sözlük], Yüksek lisans
tezi, İnönü Üniversitesi.
Çelik, Ülkü (1996), Alî-şîr Nevâyî, Leylî vü Mecnûn, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.
Çelik, Bayram (1998), Fuzûlî’nin Leylâ ve Mecnûn Mesevisi ile Hamdullâh Hamdî’nin Yûsuf
u Züleyhâ Mesnevîsinde İnsan Psikolojisi, Yüksek lisans tezi, Çukurova Üniversitesi.
Çeri, Ahmet (2010), Tebrizli Ahmedî, Yûsuf u Zelîhâ [35b-70b İnceleme-Metin-Dizin],
Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi.
Çetin, Abdülbaki (2006), “Bilinmeyen Türkçe Bir Dehnâme”, Modern Türklük Araştır-
maları Dergisi, c. 3, sy. 4, s. 91-110.
Çetin, Abdülbaki (2008), “XVII. Yüzyıl Mevlevî Şairlerinden ‘Abîrî ve İki Eseri”, A.Ü. Tür-
kiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, sy. 38, Erzurum, s. 95-110.
Çetin, İsmet (2002), Tursun Fakih [Hayatı-Edebî Şahsiyeti-Mesnevileri], Ankara.
Çetin, Nihat (1952), “Ahmedî’nin Bilinmeyen Birkaç Eseri”, İÜEF Tarih Dergisi, c. II, nr.
III-IV, İstanbul, s. 103-8.
Çetin, Nihad (2011), Eski Arap Şiiri, İstanbul: Kapı Yay.
Çetin, Nihad M. (1972), “Arapça Birkaç Darb-ı Meselin ve Şeyhî’nin Har-nâme’sinde İş-
lediği Hikâyenin Menşei Hakkında”, Şarkiyat Mecmuası VII, İstanbul, s. 227-43.
Çetindağ, Yusuf (2011), Ali Şir Nevaî, İstanbul: Kaynak Yay.
Çetinkaya, Ülkü (2008), “A Husrev u Şîrîn by Âzerî”, International Journal of Central
Asian Studies, vol. 12, s. 84-101.
Çınar, Bekir (1995), Taşlıcalı Yahya Gencîne-i Râz [İnceleme-Metin-İndeks], Yüksek li-
sans tezi, Erciyes Üniversitesi.
728 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Çınar, Bekir (2002), “Tıflî Ahmed Çelebi ve Sâkî-nâme’si”, Türklük Bilimi Araştırmaları,
sy. 12, s. 111-53.
Çınar, Bekir (2007), Miftâh-ı Lisân [Manzum Türkçe-Fransızca Sözlük], Ankara: Ak-
çağ Yay.
Çıpan, Mustafa (1985), Muğlalı İbrahim Şâhidî, Hayatı, Sanatı, Edebî Şahsiyeti, Eserleri,
Dîvân ve Gülşen-i Vahdet, Tenkitli Metin, Yüksek lisans tezi, Gazi Üniversitesi.
Çiftçi Köse, Selcen (1997), Bahrü’l-hakâyık [Transkripsiyonlu Metin-Dil İncelemesi-Sözlük],
Yüksek lisans tezi, Afyon Kocatepe Üniversitesi.
Çiftçi, Faruk (2010), “Urcûzeler ve İbn Abdirabbih’in Tarihî Urcûzesi: Bir İslâm Tarihi
Yazım Örneği”, KSÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 16, s. 1-53.
Çifçi, Selcen (2003), Tuhfetü’l-mü’min [Metin-İnceleme-Sözlük], Doktora tezi, İstanbul
Üniversitesi.
Çifçi, Selcen (2007), “Hisârî ve Eseri “Kitâbu Tuhfetü’l-mü’min” Hakkında”, Türk Dün-
yası İncelemeleri Dergisi, c. VII, sy. 2, s. 81-89.
Çomar, Arife (2001), Süleyman Nahîfî, Enîsü’l-âfâk, Yükssek lisans tezi, Marmara Üni-
versitesi.
Çorak, Reyhan (2010), Münîrî’nin (öl. 1521 ?) Manzum Siyer-i Nebî’si (Cilt: II-III) –
[İnceleme-Metin], Doktora tezi, Marmara Üniversitesi.
Çöm, Erol (2001), Emîrî’nin Gülşen-i Ebrâr ve Mir’âtü’l-ebrâr Mesnevîleri [İnceleme-Metin],
Yüksek lisans tezi, Selçuk Üniversitesi.
Çöm, Erol (2007), XVI. Yüzyıl Ahlâkî Mesnevîleri ve Şemseddîn-i Sivasî’nin İbret-nümâ
Adlı Mesnevisi [İnceleme-Metin], Doktora tezi, Selçuk Üniversitesi.
Çöm, Erol (2010), Şemseddîn-i Sivasî’nin İbret-nümâ Adlı Mesnevisi [İnceleme-Metin],
Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay.
Dâniş, Hüseyin Dâniş (1327), Ser-âmedân-ı Sühan, İstanbul.
Dankoff, Robert (1983), Yusuf Khass Hajib, Wisdom of Royal Glory (Kutadgu Bilig): A
Turko-Islamic Mirror of Princes, Chicago ve Londra: Universty of Chicago Press.
Dâvûd; Gazavât-ı Emîrü’l-mü’minîn Alî der-Memleket-i Sind bâ-Mukatil Şâh, Afyon İl
Halk Ktp., Gedik Ahmed Paşa Böl., nr. 18349/3, yk. 207a-228a.
Dâvud İbrâhimî (1995), “Enîsü’l-kulûb” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 11, İstan-
bul, s. 242-43.
Dayf, Şevkî (1426), Târîhu’l-Edebi’l-Arabiyye, el-Asru’l-İslâmî, c. 2, Kahire: Menşûrâtu
Zevi’l Kurbâ.
Dayf, Şevkî (1426a), Târîhu’l-Edebi’l-Arabiyye, el-Asru’l-Abbâsî es-Sânî, c. 4, Kahire:
Menşûrâtu Zevi’l-Kurbâ.
Dayf, Şevkî (1426b), Târihu’l-Edebi’l-Arabiyye, el-Asru’l-Abbâsî el-Evvel, c. 3, Kahire:
Menşûrâtu Zevi’l-Kurbâ.
Dayf, Şevkî (1426c), Târihu’l-Edebi’l-Arabiyye, el-Asru’l-düvel ve’l-imârât, eş-Şâm, c. 6-7,
Kahire: Menşûrâtu Zevi’l-Kurbâ.
Dayf, Şevkî (1426c), Târihu’l-Edebi’l-Arabiyye, el-Asru’l-düvel ve’l-imârât, el-Mısr, c. 8,
Kahire: Menşûrâtu Zevi’l-Kurbâ.
Değirmençay, Veyis (1996), Sultan Veled ve Rebabnâme, Doktora tezi, Atatürk Üniver-
sitesi.
Değirmençay, Veyis (1996a), Sultan Veled Rubailer, Erzurum: Atatürk Üniversitesi Fen-
Edebiyat Fakültesi Yay.
Kaynakça
| 729
Delice, İbrahim (1995), Niğdeli Muhibbî, Gül ü Nev-rûz [İnceleme-Metin-Dizin], 2 c.,
Doktora tezi, Fırat Üniversitesi.
Demir, Necati (2005), Abdülaziz bin Mahmûd el-Isfahânî, Sıfâtü’l-haremeyn, Ankara:
Akçağ Yay.
Demir, Recep (2006), Hatâyî-i Tebrizî ve Mollâ Câmî’nin Yûsuf u Züleyhâ Mesnevîleri
Üzerinde Karşılaştırmalı Bir İnceleme [İnceleme-Metin], Dotora tezi, Yüzüncü Yıl
Üniversitesi.
Demirayak, Betül (1997), Sergüzeşt-nâme-i Zihnî (Bayburtlu Zihnî), Yüksek lisans tezi,
Pamukkale Üniversitesi.
Demirayak, Kenan (1998), Abbasî Edebiyatı Tarihi, Erzurum: Şafak Yay.
Demirbilek, Salih (2000), Ahmedî’nin İskendername Adlı Eseri Üzerinde İnceleme [Ses
Bilgisi-Şekil Bilgisi-Cümle Bilgisi], Metnin Transkripsiyonu, Sözlük Çalışması, Dok-
tora tezi, Trakya Üniversitesi.
Demirci, Ümit Özgür - Şenol Korkmaz (2008), Şeyyâd Hamza, Yûsuf u Zelîhâ [Giriş-
Metin-Günümüz Türkçesine Aktarma-Dizin ve Sözlük-Tıpkıbasım], İstanbul.
Demirel, Mustafa (1979), Kemal Paşazâde’nin Yusuf u Zeliha’sı ve Dil Hususiyetleri, Dok-
tora tezi, İstanbul Üniversitesi.
Demirel, Mustafa (1983), Kemal Paşazâde, Yûsuf u Züleyhâ, Ankara: Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yay.
Demirel, Mustafa (2004), Kemâl Paşa-zâde, Ahmed bin Süleymân Şemse’d-dîn Yûsuf u
Züleyhâ [Transcription and Facsimile Edition of the Manuscript Süleymaniye Lala İs-
mail Efendi 621], Harvard.
Demirel, Gamze (2005), 18.Yüzyıl Şairlerinden Belîğ Mehmed Emîn Dîvânı [İnceleme-
Tenkitli Metin-Tahlil], 2 c., Doktora tezi, Fırat Üniversitesi.
Demirel, Özlem (2007), Âşıkî’nin Maktel-i Hüseyn’i Üzerine Dil İncelemesi, Doktora tezi,
İstanbul Üniversitesi.
Demirel, Şener (1995), Behiştî ve Heft-Peyker’i, Yüksek lisans tezi, Fırat Üniversitesi.
Demirel, Şener, Behiştî’nin Heft-Peyker’i, Kültür ve Turizm Bakanlığı, ekitap.
Deniz, Sabahat (1993), “Cemşîd ü Hurşîd Mesnevîsindeki Temsîli Hususiyetler”, Türk-
lük Araştırmaları Dergisi, sy. 7, İstanbul: Marmara Üni. Fen-Edebiyat Fak. Yay., s.
187-202.
Deniz, Sebahat (2000), “Boyacıoğlu’nun Anâsır-ı Erba’a Adlı Mesnevisi”, Türk Kültürü
İncelemeleri Dergisi, sy. 2, 2000, s. 161-82.
Deniz, Sebahat (2008),“Kadızâde Mehmed İlmî’nin Sultan IV. Murad İçin Yazdığı Man-
zum Duânâme’si”, Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, sy. 1, s. 9-40.
Derdiyok, İ. Çetin (1994), Cemâlî [Hayatı, Eserleri ve Dîvânı], The Department of Near
Eastern Languages And Civilizations Harvard University.
Derdiyok, İ. Çetin (1997), “XVI. Yüzyıl Şairlerinden Azîzî’nin Nigâr-nâme’sinin Yeni Bir
Nüshası”, Türkoloji Araştırmaları, Fuat Özdemir Anısı, Adana, s. 141-54.
Derdiyok, İ. Çetin (1998), Hikâye-i Câbir [İnceleme-Metin-Tıpkıbasım], Adana.
Derdiyok, İ. Çetin (1998a), Cemâlî, Miftâhü’l-ferec [İnceleme – Tenkidli Metin], Adana:
Türkoloji Araştırmaları.
Derdiyok, İ. Çetin (2000), “Cemâlî ve Eserleriyle İlgili Çalışmalar”, Dumlupınar Üniver-
sitesi 4-5 Haziran 1998 Kütahyalı Şairler Sempozyumu – I, Kütahya, s. 204-11.
Derdiyok, İ. Çetin (2005), “Füzûnî ve Gül-i Sad-berg’i”, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bi-
limler Enstitüsü Dergisi, c. 14, sy. 1, s. 181-200.
730 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Develi, Hayati (1998), “Eski Türkiye Türkçesine Ait Manzum Bir Mi’râc-nâme”, İÜ Ede-
biyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, sy. XXVIII, s. 81-128.
Devellioğlu, Ferit (1988), Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara: Aydın Kita-
bevi.
Dilâçar, A. (1988), Kutadgu Bilig İncelemesi, 2. baskı, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.
Dilçin, Cem (1978), “XIII. Yüzyıl Metinlerinden Yeni Bir Yapıt: Ahvâl-i Kıyâmet”, Ömer
Asım Aksoy Armağanı, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., s. 49-86.
Dilçin, Cem (1991), Mes’ûd bin Ahmed, Süheyl ü Nev-bahâr [İnceleme-Metin-Sözlük],
Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay.
Dilçin, Cem (1993), “Mantıku’t-tayr’ın Manzum Çevirileri Üzerine Bir Karşılaştırma”,
Ankara Üniversitesi DTCF Dergisi, sy. 369, s. 35-56.
Dilçin, Cem (2011), Divan Şiiri ve Şairleri Üzerine İncelemeler, İstanbul: Kabalcı.
Dilçin, Dehri (1947), Şeyyâd Hamza, Yûsuf ve Zeliha, İstanbul: Türk Dil Kurumu Yay.
Dindar, Muharrem (1999), Bihiştî Ramazan Efendi ve Cemşâh ve Âlemşâh Mesnevîsi,
Yüksek lisans tezi, Uludağ Üniversitesi.
Diriöz, Meserret (1994), Eserlerine Göre Nâbî, İstanbul: Fey Vakfı.
Doerfer, Gerhard (1996), Formen der älteren türkischen Lyrik, Amsterdam.
Doğan, Ahmet (2007), “Eski Türk Edebiyatı’nda Hüsrev ü Şîrîn ve Hüsn ü Aşk”, Tür-
kiye Araştırmaları Literatür Dergisi –Eski Türk Edebiyatı I Sayısı-, sy. 9, İstanbul, s.
389-400.
Doğan, Enfel – Feryal Korkmaz (Doğan 2004), “Rûmî’nin Şîrîn u Şîrûye’si (İnceleme-Metin-
Sözlük)”, İÜ Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. XXXI, s. 53-174.
Doğan, Muhammed Nur (1990) Lâle Devri Şairlerimizden İshak Efendi ve Divanı’ndan
Seçmeler, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
Doğan, M. Nur (1997), “Lâle Devri Şairlerinden İshak Efendi’nin Orijinal Mesnevîsi:
Bi’set-nâme”, İÜ Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, sy. 27, s. 101-68.
Doğan, Muhammet Nur (2002), Hüsn ü Aşk [Metin Nesre Çeviri, Notlar ve Açıklama-
lar], İstanbul: Ötüken.
Doğan, M. Nur (2002a), Fuzûlî, Leylâ ve Mecnûn: Metin, Nesre Çeviri, Notlar ve Açıkla-
malar, 2. bs. İstanbul: Yapı Kredi Yay.
Doğan, M. Nur (2010), Fuzûlî, Leylâ ve Mecnûn: Metin, Düzyazıya Çeviri, Notlar ve Açık-
lamalar, 6. bs. İstanbul: Yelkenli.
Doğan, Muhammet Nur (2011), Şeyh Galib, Hüsn ü Aşk [Metin, Düzyazıya Çeviri, Not-
lar ve Açıklamalar], İstanbul: Yelkenli.
Doğan, Şenol (2002), Hasan Nâdir Efendi’nin Hayatı, Eserleri ve Mevlidleri, Yüksek li-
sans tezi, Ankara Üniversitesi.
Doğanyiğit, İbrahim (1992), Yahyâ Bey (Taşlıcalı) Gülşen-i Envâr, Yüksek lisans tezi, Er-
ciyes Üniversitesi.
Dolu, Halide (1953), Menşeinden Beri Yûsuf Hikâyesi ve Türk Edebiyatındaki Versiyon-
ları, Vesikalar Albümü, Doktora tezi, İstanbul Üniversitesi.
Duman, Musa (1997), “İbrahim Bey’in Mi’râc-nâmesi”, İÜ Edebiyat Fakültesi, Türk Dili
ve Edebiyatı Dergisi, sy. XXVII, s. 169-238.
Durmaz, Esra (1994), Şeyyad Hamza’nın Ahvâl-i Kıyâmet’i [İnceleme-Metin], Yüksek li-
sans tezi, Marmara Üniversitesi.
Ece, Selami (1996), Tahkiye Açısından Hâşimî’nin Mihr ü Mâh Mesnevîsi [Transkripsi-
yonlu Metin-İnceleme], Yüksek lisans tezi, Atatürk Üniversitesi.
Kaynakça
| 731
Ece, Selami (1998), “Türk Edebiyatında Mihr ü Vefâ Mesnevîsi”, AÜ Türkiyat Araştırma-
ları Enstitüsü Dergisi, sy. 10, Erzurum, s. 117-28.
Ece, Selami (2002), Manisalı Câmî’nin Vâmık u Azrâ Mesnevisi [İnceleme-Metin-
Sadeleştirme], Doktora tezi, Atatürk Üniversitesi.
Ece, Selami (2007), Muyî, Nâlân u Handân [Hasbihâl], Erzurum: Fenomen Yay.
Ece, Selami (2013), Hüsnüne Aşk Olsun, Erzurum: Fenomen Yay.
Eğri, Sadettin (2001), Lâmi’î Çelebi, Bir Bursa Efsanesi, Münâzara-i Sultân-ı Bahâr Bâ-
Şehriyâr-ı Şitâ, Kitabevi.
Eğri, Sadettin (2005), Hâfız-zâde, Kalemden Kelâma Risâle-i Hat, İstanbul: Kitabevi
Elçi, Fatih (2011), Kâf-zâde Fâ’izî’nin Leylâ vü Mecnûn Mesnevîsi [İnceleme-Tenkidli Metin-
Dizin], Yüksek lisans tezi, Adıyaman Üniversitesi.
Elçin, Dilek (1984), Çağatayca Yûsuf ve Zelihâ Mesnevîsi, Yüksek lisans tezi, Ankara
Üniversitesi.
Elçin, Şükrü (1995), “Ömeroğlu’nun Hazâ Kitâbu Dâsitân-ı Muhammed’i”, Millî Folklor,
c. 4, sy. 27, Ankara, s. 61-63.
Elgin, Necati (1965), “Dâvûd-ı Halvetî’nin Gülşen-i Tevhîd’i”, İÜ Edebiyat Fakültesi Türk
Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. XIII, İstanbul, s. 91-98.
Eliaçık, Muhittin (1998), Âşık Ahmed’in Câmi’ü’l-ahbâr’ı I [İnceleme], II [Metin], Dok-
tora tezi, İstanbul Üniversitesi.
Eliaçık, Muhittin (2004), “Gubârî’nin Zindanda Yazdığı Menâsikü’l-hac Mesnevîsi”, İlmî
Araştırmalar, nr. 17, İstanbul, s. 105-14
Eliaçık, Mustafa (1997), Şemsuddîn-i Sîvâsî’nin Menâkıb-ı İmâm-ı A’zam Mesnevîsi, Yük-
sek lisans tezi, Erciyes Üniversitesi.
Elvân-ı Şîrâzî; Gülşen-i Râz Tercümesi, İstanbul Üni. Ktp., TY 829.
Elveren, Abdurrahim (2001), XV. Asır Şâirlerinden Ârif ve Hamsesi, Yüksek lisans tezi,
İstanbul Üniversitesi.
Emîn Âbid (1927), “Fuzûlî’nin Malum Olmayan Bir Eseri: Sohbetü’l-esmâr”, Hayat Mec-
muası, c. I, sy. 16, s. 314.
Eminoğlu, Emin (2008), Destân-ı Yûsuf, İstanbul: Kültür Sanat Yayıncılık.
Eminzade, Mehmet (1948), Nevâî’nin Ferhad ve Şîrîn’i, İstalinabad.
Emîrî; Mir’atü’l-ebrâr ve Muhtâru’l-ahyâr, Nuriosmaniye Ktp. TY. 2584/1.
Emîrî (a), Nasîhat-nâme, Millet Ktp. Mzm. 860.
Emlik, Mehmet (2007), Mehmed’in Işk-nâme Adlı Mesnevîsinin Günümüz Türkçesiyle Nesre
Çevrilmesi ve Mesnevîdeki Eğitim Unsurları, Yüksek lisans tezi, Selçuk Üniversitesi.
Emre (1286), Pend-nâme-i Attâr Tercümesi, İzzet Efendi Taş Destgâhı [Attâr’ın Pend-
nâme’sinin kenarında yazılı].
Enginoğlu, Burhan (1997), Şemseddin Sivâsî’nin İbret-nümâ Mesnevîsi [İnceleme-
Karşılaştırmalı Metin], Yüksek lisans tezi, Cumhuriyet Üniversitesi.
Enûşe, Hasan (1376), Dânişnâme-i Edeb-i Fârsî, Tehrân: İntişârât-ı Vüzârat-ı Ferheng
ve İrşâd-ı İslâmî.
Enverî (1928), Düstûr-nâme-i Enverî, İstanbul.
Eraslan, Kemal (1986), “Çağatay Şiiri”, Türk Dili, Türk Şiiri Özel Sayısı II [Divan Şiiri],
sy. 415-416-417, s. 564-717.
Eravcı, H. Mustafa (2009), Âsafî Dal Mehmed Çelebi ve Şecâ’at-nâme, İstanbul: Mut
Yay.
732 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Erbay, Nazire (2012), “Fuzûlî Gazellerinin Bilinmeyen Bir ilham Kaynağı: “Cem Şâiri”
Edirneli Şâhidî”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, sy. 47, Erzurum, s.
107-18.
Erbay, Nazire (2012a), Edirneli Şâhidî’nin Leylâ vü Mecnûn (Gülşen-i Uşşâk) Mesnevîsi
[İnceleme-Tenkitli Metin], Doktora tezi, Atatürk Üniversitesi.
Ercan, Özlem (2002), “Kâmî Mehmed Efendi ve Firûz-nâme”, U.Ü. Fen-Edebiyat Fakül-
tesi Sosyal Bilimler Dergisi, sy. 3, s. 115-34.
Ercilasun, Ahmet Bican (2004), Başlangıçtan Yirminci Yüzyıla Türk Dili Tarihi, Ankara:
Akçağ Yay.
Erdem, Mehmet (2000), Seyyid İbrâhîm Hasîb Uşşâkî-zâde’nin Siyerü’n-nebî’si, 2 c., Yük-
sek lisans tezi, Fırat Üniversitesi.
Erdem, Sadık (2001), Subhî-zâde Azîz ve Dîvân’ı [İnceleme-Metin-Sözlük], Isparta: Fa-
külte Kitabevi.
Erdem, Sadık (2005), Neylî ve Dîvânı, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yay.
Erdemir, Avni (1999), Anadolu Sahası Musikişinas Divan Şairleri, Ankara: Türk Sanatı
ve Eğitimi Vakfı Yay.
Erdoğan, Mustafa (2008), “Lütfî Mehmed Dede ve Hilye-i Mevlânâ Adlı Eserine Göre
Mevlânâ’nın Özellikleri”, Erdem –Doğumunun 800. Yılında Mevlana Özel Sayısı-,
sy. 50, s. 59-81.
Eren, Aysun (2012), Defterdâr-zâde Ahmed Cemâlî’nin Metâli’-i Cemâlî ve Şehr-engîz-i İs-
tanbul Adlı Eserleri [İnceleme-Metin], Yüksek lisans tezi, Selçuk Üniversitesi.
Erenoğlu, Dilek (1997), Pend-nâme, Güvâhî [Dil İncelemesi], Yüksek lisans tezi, Afyon
Kocatepe Üniversitesi.
Ergin, Fatma (2003), Hüseyin Kudsî-i Edirnevî’nin Hayatı ve Pend-i Mahdûmân Adlı
Eseri, Yüksek lisans tezi, Ankara Üniversitesi.
Ergun, Sadettin Nüzhet (1936), Türk Şairleri, 2 c., İstanbul.
Erimer, Kayahan (1974), “Gün Işığına Çıkan Değerli Bir Eser”, Türk Dili Araştırmaları
Yıllığı-Belleten 1973-1974, Ankara: Türk Dili Kurumu Yay., s. 265-81.
Erişen, Gülgün (1990), Bursalı Rahmî ve Gül-i Sad-berg’i, Yüksek lisans tezi, Ankara
Üniviversitesi.
Erişen, Gülgün (1992), “Bursalı Rahmî ve Gül-i Sad-berg’i”, Türkoloji Dergisi, c. 10, sy.
1, Ankara, s. 285-315.
Erkal, Abdulkadir (1998), Lâmi’î Çelebi, Ferhâd u Şîrîn (Ferhâdnâme) [İnceleme-Metin],
Yüksek lisans tezi, Atatürk Üniversitesi.
Erkal, Abdülkadir (1999), “Türk Edebiyatında Hilye ve Cevrî’nin Hilye-i Çâr-Yâr-i Güzîn’i”,
AÜ Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, sy. 12, Erzurum, s. 111-31.
Erkan, Mustafa (1991), “Bahrü’l-hakâik” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, 4, İstanbul, s.
514.
Erkan, Mustafa (1993), “Câmasb-nâme” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, 7, İstanbul, s.
43-45.
Erkan, Mustafa (1997), “Hatiboğlu” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, 16, İstanbul, s.
461-62.
Eroğlu, Süleyman (2011), Bursalı Lâmi’î Çelebi, Mevlidü’r-resûl, Bursa.
Eroğlu, Eroğlu (2009), “Âsafî’nin Şecâat-nâme Mesnevîsi”, Turkish Studies [Klâsik Türk
Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anısına], c. 4/7, s. 253-97.
Kaynakça
| 733
Ersoylu, Halil (1981), “Fal, Falnâme ve Fâl-ı Reyhân-ı Cem Sultân”, İslâm Medeniyeti, c.
5, sy. 2, İstanbul, s. 69-81.
Ersoylu, Halil (1983), “Kutadgu Bilig’deki Arapça ve Farsça Asıllı Kelimeler”, Türk Dün-
yası Araştırmaları, sy. 27, Aralık, s. 121-38.
Ersoylu, Halil (2001), Lokmanî Dede, Menâkıb-ı Mevlânâ, Ankara: Türk Dil Kurumu
Yay.
Ertaylan, İsmal Hikmet (1945), Türk Edebiyatı Örnekleri I. Varaka ve Gülşah, İstanbul:
İstanbul Üniversitesi Yay.
Ertaylan, İ. Hikmet (1946), “Yûsufî-i Meddâh Yeni İki Varaka ve Gülşah Nüshası
-Hâmûş-nâme, Dâsitân-ı İblîs-i ‘Aleyhi’l-la’ne ve Maktel-i Huseyn”, İÜEF, TDED, c.
I/1, s. 105-21.
Ertaylan, İsmail Hikmet (1949), Külliyyât-ı Dîvân-ı Mevlânâ Hâmidî, İstanbul: İÜ Ede-
biyat Fakültesi Yay.
Ertaylan, İ. Hikmet (1946a), “Yeni ve Değerli Bir Dil ve Edebiyat Belgesi, Tarîkat-nâme”,
İÜEF, TDED, c. I, nr. 3-4, İstanbul 1946, s. 235-44
Ertaylan, İsmail Hikmet (1951), Falnâme, İstanbul.
Ertaylan, İsmail Hikmet (1951a), Sultan Cem, İstanbul: İÜ Edebiyat Fakültesi Yay.
Ertaylan, İsmail Hikmet (1952), Ahmed-i Dâ’î, Hayatı ve Eserleri, İstanbul: İÜ Edebi-
yat Fakültesi Yay.
Ertaylan, İ. Hikmet (1960), Tabiat-nâme, İstanbul: İÜ Edebiyat Fakültesi Yay.
Ertaylan, İ. Hikmet, (1960a), Hatiboğlu, Bahrü’l-hakâyık, İstanbul: İÜ Edebiyat Fakül-
tesi Yay.
Erünsal, E. İsmali – Ahmet Yaşar Ocak (1984), Elvan Çelebi, Menâkıbu’l-kudsiyye fî
Menâsıbi’l-ünsiyye [Baba İlyas-ı Horasanî ve Sülâlesinin Menkabevî Tarihi], 2. Baskı,
İstanbul: İÜ Edebiyat Fakültesi Yay.
Esir, Hasan Ali (2011), Lâmiî Çelebi, Ferhâd ile Şîrîn, www.ekitap.kulturturizm.gov.tr
Esrâr Dede; Fütüvvet-nâme-i Esrâr, Süleymaniye Ktp. Hacı Mahmûd Efendi Kısmı, nr.
3741.
Eşkâr, M. Süleymân Abdullah (1415), Mu’cemu Ulûmi’l-lugati’l-arabiyye, Beyrut.
Ethé, Hermann (1337), Târîh-i Edebiyât-ı Fârisî, trc.: Rızâzâde Şafak, Tehrân.
Evliyâ Çelebi (2001), Evliyâ Çelebi Seyahatnamesi, hzr. Yücel Dağlı - Seyit Ali Kahraman-
İbrahim Sezgin, 5. Kitap, İstanbul: Yapı Kredi Yay.
Faysal, Şükrî (1965), Ebu’l-Atâhiyye: Eş’aruhu ve Ahbaruhu, Dımaşk.
Farzan, Ebrahim (1980), Gulşen-i Saruhânî, Hayatı, Farsça Dîvânı ve Râz-nâme’si, Dok-
tora tezi, İstanbul Üniversitesi.
Fesâî, Mensûr-ı Restigâr (1372), Envâ’-i Şi’r-i Fârsî, Şîrâz: İntişârât-ı Novîd-i Şîrâzî.
Fettâhî-i Nîşâbûrî (1351), Hüsn ü Dil, nşr. Gulâm Rızâ Ferzânpûr, Tehrân.
Fevziye Abdullah (1950), “Nizâmî - Şeyhî, Hüsrev ü Şîrîn Mukayesesi”, İstanbul Üniver-
sitesi, Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, c. I, sy. 1-2, İstanbul, s. 263-81.
Fidan, Mustafa (1995), İbrâhîm Tennûrî, Gülzâr-ı Ma’nevî [İnceleme - Metin - Sözlük],
Doktora tezi, Erciyes Üniversitesi.
Firdevsî-i Tûsî (1363), Şâhnâme-i Firdevsî, Heft Cild, Çâp-i Sevvum, Tehrân.
Firdevsî-i Tûsî (1388), Şâhnâme-i Firdevsî, nşr.: Julius Mohl, Tehrân: İntişârât-i Firdevs.
Flemming, Barbara (1974), Fahris Husrev u Şîrîn Eine Türkische Dichtung Von 1367,
Wiesbaden.
734 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Fomkin, M.S. (1994), “Sultan Veled (1226-1312)’in Şiir Sanatı ve Türk Şiir Geleneği”,
TDAY-Belleten 1991, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., s. 137-48.
Furûgî, Muhammed Ali (trhs.), Külliyât-ı Sa’dî, Tehrân: Müessese-i Matbuâtı Ahmed
İlmî.
Furûzanfer, Bedîuzzamân (1339), Şerh-i Ahvâl u Nakd ve Tahlîl-i âsâr-ı Şeyh Ferîdüddîn
Muhammed Attâr-ı Nîşâbûrî, Tehrân.
Furûzanfer, Bedîuzzamân (1358), Suhan u Suhanverân, Tehrân.
Furûzanfer, B. (1990), Mevlânâ Celaleddin, çev. Feridun Nafiz Uzluk, İstanbul: Millî Eği-
tim Bakanlığı Yay.
Ganî-zâde Nâdirî, Şâh-nâme-i Nâdirî, Süleymaniye Ktp. Hacı Mahmûd nr. 5250.
Gehremanov, Cahangir - Şameddin Helilov (1991), Yûsif ve Züleyhâ, Bakı.
Genç, İlhan (2000), Esrar Dede, Tezkire-i Şu’ara-yı Mevleviyye, Ankara: Atatürk Kültür
Merkezi Başkanlığı Yay.
Gençosman, M. Nuri (1988), Pendname, Feridüddin-i Attar, İstanbul: Millî Eğitim Ba-
kanlığı Yay.
Gerçeker, Mustafa Fehmi (1944), Hilye-i Fahr-i Âlem, İstanbul.
Gibb, E.J.W. (1943), Osmanlı Şiiri Tarihi, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yay.
Gibb, E. J. W. (1984), A History of Ottoman Poetry, c. I, Cambridge.
Gibb, E. J. W. (1965), A History of Ottoman Poetry, c. II, London.
Gibb, E.J. Wilkinson (1999), Osmanlı Şiir Tarihi, terc.: Ali Çavuşoğlu, c. I-II, III-V, An-
kara: Akçağ Yay.
Gîlânî, Ahmed İdareci (1370), Şâirân-ı Hem-asr-i Rûdekî, Tehrân.
Goldzıher, Ignace (2012), Klasik Arap Literatürü, nşr. Rahmi Er-Azmi Yüksel, İstan-
bul: Vadi Yay.
Göçgün, Önder (1987), Ziyâ Paşa’nın Hayatı, Eserleri, Edebî Şahsiyeti ve Bütün Şiirleri,
Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.
Gökalp, Haluk (2004), “Bir Osmanlı Memurunun Hâl-i Pür-Melâli: Sergüzeşt-i İstolçevî”, Çu-
kurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, c. XIII, nr. 1, Adana, s. 151-66
Gökalp, Haluk (2006), “Çobanlıktan Valiliğe, Valilikten Asiliğe: Varvarî Ali Paşa ve
Makâlât-ı Varvarî”, İlmî Araştırmalar, sy. 22, s. 111-34.
Gökalp, Haluk (2006a), Eski Türk Edebiyatında Manzum Sergüzeşt-nâmeler, Doktora
tezi, Çukurova Üniversitesi.
Gökçe, Funda (2003), Livâî: Bahrü’l-irfân [Metin Neşri ve Metin Sözlüğü], Yüksek lisans
tezi, Marmara Üniversitesi.
Gökçe, Sait (2007), Kıvâmî, Fetihname, İstanbul: Yapı ve Kredi Yay.
Gökdeniz, Zehra (1988), İznikî Bekâyî’nin Gül ü Bülbül Mesnevîsi, Yüksek lisans tezi,
Boğaziçi Üniversitesi.
Gökyay, Orhan Şaik (1937), “Kul Ata Mesnevisi”, Ülkü, c. IX, sy. 53, Temmuz, s.
342-48.
Gölpınarlı, Abdulbâki (1952), “İslâm ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynakları”,
İÜ İktisat Fakültesi Mecmuası, XI/1-4, s. 3-354.
Gölpınarlı, Abdülbâki (1968), Şeyh Galib-Hüsn ü Aşk, İstanbul.
Gölpınarlı, Abdülbâki (1971), Şeyh Gâlib Divanı’ndan Seçmeler, İstanbul.
Gölpınarlı, Abdülbâki (1971-1972), Mevlânâ Müzesi Yazmalar Kataloğu I - II- III, Ankara:
Millî Eğitim Bakanlığı, Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü Yayınları.
Kaynakça
| 735
Gölpınarlı, Abdülbâki (1972), Gülşen-i Râz Şerhi, İstanbul: Millî Eğitim Basımevi.
Gölpınarlı, Abdülbâki (1976) Sultan Veled, İbtidâ-nâme, Ankara: Konya Turizm Der-
neği Yay.
Gölpınarlı, Abdülbâki (1981-1983-1984), Mesnevî Tercemesi ve Şerhi, I.-II. Cilt, III.- IV.
Cilt, V.-VI. Cilt, İstanbul: İnkılâp ve Aka.
Gölpınarlı, Abdülbâki (1983), Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İkinci Baskı, İstanbul:
İnkılâp ve Aka.
Gölpınarlı, Abdülbaki (1985), Ferideddin-i Attar, İlâhînâme, İstanbul: Millî Eğitim Genç-
lik ve Spor Bakanlığı Yay.
Gölpınarlı, Abdülbaki (1988), Şebüsterî, Gülşen-i Râz, İstanbul: Millî Eğitim Bakan-
lığı Yay.
Gölpınarlı, Abdülbâki (1989), Hurûfîlik Metinleri Kataloğu, 2. Baskı, Ankara: Türk Ta-
rih Kurumu Yay.
Gölpınarlı, Abdülbaki (1989a), Ferideddin-i Attar, Mantık al-Tayr I, İstanbul: Millî Eği-
tim Bakanlığı Yay.
Gölpınarlı, Abdülbaki (1991), Ferideddin-i Attar, Mantık al-Tayr II, İstanbul: Millî Eği-
tim Bakanlığı Yay.
Gölpınarlı, Abdülbaki (1992), Yunus Emre ve Tasavvuf, II. Baskı, İstanbul: İnkılâp Ki-
tabevi.
Gölpınarlı, Abdülbaki (1992), Mevlânâ Celâleddin, Dîvân-ı Kebîr, 7 c., Eskişehir: Kül-
tür Bakanlığı Yay.
Gölpınarlı, Abdülbaki (1996), Ferideddin-i Attar, İlâhînâme II, İstanbul: Millî Eğitim Ba-
kanlığı Yay.
Göre, Zehra (2008), “Lutfî Muhammed Efendi’nin Hilye-i Hazret-i Mevlânâ’sı”, Erdem
–Doğumunun 800. Yılında Mevlana Özel Sayısı-, sy. 50, s. 111-28.
Gövsa, İbrahim Alâettin (trhs.), Türk Meşhurları Ansiklopedisi, Yedigün Neşriyatı.
Gözütok, Avni (2001), Hayâtî, Mahzenü’l-esrâr [Metin-Dizin-Tıpkıbasım], Erzurum: Ata-
türk Üniversitesi Yay.
Gubârî; Menâsik-i Hac, Süleymaniye Ktp. Ayasofya Kısmı nr. 3989.
Güçlü, Âgâh (1968), Ahmet Diyarbekrî, Pend-i Ahmedî Kitâb-ı Mürşid, İstanbul: İnkılâp
ve Aka.
Güder (Öznal), Nurcan (1992), Dâstân-ı İbrâhîm Edhem [Metin-Sözlük-Ekler Dizini],
Yüksek lisans tezi, İstanbul Üniversitesi.
Gül, Âmine (2006), Abdurrahman Gubârî’nin Hayatı, Eserleri ve Menâsik-i Hac Adlı eseri
[Edisyon Kritik], Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi.
Güldaş, Ayhan (1993), “Çeng” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 8, İstanbul, s. 268-69.
Güldaş, Ayhan (1996), Abdülvâsi Çelebi, Halîlnâme, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
Güleç, İsmail (2008), Türk Edebiyatında Mesnevî Tercüme ve Şerhleri, İstanbul: Pan
Yay.
Güler, Kadir (1995), İbrâhîm Beg Dîvânı [İnceleme–Metin–İndeks–Sözlük], Doktora tezi,
Erciyes Üniversitesi.
Güler, Zülfü (1982), Hamdullah Hamdî, Leylâ vü Mecnûn, Doktora tezi, Atatürk Üni-
versitesi.
Gülmez, Sema (2006), Cevrî İbrahim Çelebi ve Hilye-i Çihâr-Yâr-ı Güzîn Adlı Eseri, Yük-
sek lisans tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi.
736 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Gülseren, Cemil (1990), Halîlî, Firkat-nâme (XV. Yüzyıl) [Dil Özellikleri-Metin-Seçmeli
Sözlük], Yüksek lisans tezi, İnönü Üniversitesi.
Gülsoy Nebahat (1993), Ârif, Mi’râc-nâme, Vefât (-ı Nebî), İsimsiz Bir Mesnevî [Giriş
- Transkripsiyonlu Metin - Sözlük], Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi.
Gülşehrî, Mantıku’t-tayr, Süleymaniye Kütüphanesi, Fatih Kısmı, Kayıt Numarası: 2557/2
[Millî Kütüphane, Mikrofilm Arşiv Numarası: A-942.
Gülşehrî (1957), Mantıku’t-tayr [Tıpkı Basım], (Önsözü Yazan: Agâh Sırrı Levend), An-
kara: Türk Dil Kurumu Yay.
Gültekin, Hasan (2012), “Güvâhî’nin Bilinmeyen Eseri: Tazarru’-nâme”, Turkish Studies-
İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Tur-
kic, vol. 7/3, s. 1329-1371.
Gültekin, Hasan (2012a), “Abdî’nin Niyâz-nâme-i Sa’d u Hümâ Mesnevîsi”, Turkish Studies-
İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Tur-
kic, vol. 7/2, s. 557-75.
Gümüş, Zehra (2009), “Mesnevî’ye Cevrî’nin Manzum Şerhi: Hall-i Tahkîkât”, Turkish
Studies, vol. 4/6, s.231-50.
Günay, Umay - Osmân Horata (1994), Yunus Emre: Risâletü’n-nushiyye, Ankara: Tür-
kiye Diyanet Vakfı Yay.
Gündüz, Kezban (2006), Ravzatü’t-tevhîd Adlı Mesnevînin İncelenmesi ve Tenkidli Metni,
Doktora tezi, Selçuk Üniversitesi.
Güneş, Mustafa (2011), Akşemse’d-dîn-zâde Muhammed Hamdullah (Hamdî), Tuhfetü’l-
uşşâk, Konya: Eğitim Akademi Yay.
Güngör, Zülfikar (2000), Türk Edebiyatında Türkçe Manzum Hilye-i Nebevîler ve Nesîmî
Mehmed’in Gülistân-ı Şemâ’il’i, Doktora tezi, Ankara Üniversitesi.
Günşen, Ahmet (2004), İpsalalı Ebu’l-hayr, Mevlid [İnceleme - Metin - Dizin], Ankara:
Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Yay.
Gürani, Nur (1987), Niyâznâme-i Sa’d u Humâ, A Mathnawi of Abdî, Yüksek lisans tezi,
Boğaziçi Üniversitesi.
Gürer, Abdulkadir (2003), “Pîr Muhammed’in Tarîkat-nâmesi”, Mustafa Canpolat Ar-
mağanı, Ankara, s. 67-70.
Gürer, Abdulkadir (2005), Nev’î’nin Kayıp Sanılan İki Eseri: “Münâzara-i Tûtî vü Zâg”
ve “Gevher-i Râz”, Türk Dilleri Araştırmaları, sy. 15, s. 85-179.
Gürer, Abdulkadir (2005a), Nev’î, Hasb-i Hâl, Ankara [Yayımlanmamış çalışma].
Gürgendereli, Müberra (2002), “Örfî Mahmud Ağa ve Mahabbetnâme Mesnevisi”, Türk
Kültürü İnceleme Dergisi, sy. 6, s. 85-106.
Gürgendereli, Müberra (2002a), Hasan Ziyâ’î Hayatı-Eserleri-Sanatı ve Divanı [İnceleme-
Metin], Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
Gürgendereli, Müberra (trhs.), “Edirneli Örfî ve Mesnevîleri”, 1. Edirne Kültür Araştır-
maları Sempozyumu Bildirileri (23-25 Ekim 2003), trhs., s. 445-55.
Gürgendereli, Müberra (2007), Mostarlı Ziyâ’i, Şeyh-i San’ân Mesnevîsi, İstanbul: Kita-
bevi.
Gürüf, Bilal (2010), Atpazarî Osmân Fazlî’nin Câmi-i Kasas Adlı Mesnevisi [İnceleme-
Metin], Yüksek lisans tezi, Sakarya Üniversitesi.
Gürtunca, M. Faruk (1973), Diyarbekrî Es-Seyyid Ahmed Efendi, Kitâb-ı Mürşid Pend-i
Ahmediyye, İstanbul.
Kaynakça
| 737
Güven, Ahmet Zeki (2006), Edirneli Nazmî’nin Pend-nâmesinde Ahlâk ve Eğitim Unsur-
larının Tespiti ve İncelenmesi, Yüksek lisans tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi.
Güzel, Abdurrahman (1984), “Minbernâme ve Salâtnâme”, Hacettepe Üniversitesi Edebi-
yat Fakültesi Dergisi, 1984, sy. 2, s. 29-35.
Güzel, Abdurrahman (1984), Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, 3. baskı, Ankara: Akçağ
Yay.
Güzeldir, Muharrem (1995), Cefâyî, Dekâyıku’l-hakâyık [Gramer İncelemesi-Metin-İndeks],
Yüksek lisans tezi, Atatürk Üniversitesi.
Güzelışık, Gülten Feşel (1996), Şeyyad Hamza – Mi’râc-nâme, Yüksek lisans tezi, Mar-
mara Üniversitesi.
Güzelova, Hanzâde (2006), Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi [İnceleme-Metin-Dizin], Dok-
tora tezi, Hacettepe Üniversitesi.
Güzelova, Hanzâde (2006a), “Abdî’nin Bilinmeyen Mesnevîsi: Heft Peyker Tercümesi”,
bilig, sy. 38, s. 35-49.
Hacıeminoğlu, Necmettin (1968), Kutb’un Hüsrev ü Şîrîn’i ve Dil Hususiyetleri, İstanbul:
İstanbul Edebiyat Fakültesi Yay.
Hacıhaliloğlu, Enver (2006), Bir Eski Anadolu Metni (Mirac-ı Nebî) Üzerinde Gramer
İncelemesi [Giriş-İnceleme-Metin-Sözlük-Tıpkı Basım], Yüksek lisans tezi, İstanbul
Üniversitesi.
Hafâcî, M. Abdülmün’im (trhs.), el-Âdâbu’l-arâbiyye fi’l-asri’l-abbâsî el-Evvel, Kahire.
Hakanî, Hakanî Mehmed Bey (1848), Hilye-i Hakanî, İstanbul.
Hamdullâh Hamdî; Leylâ vü Mecnûn, İstanbul Üni. Ktp., T.800.
Hançerlioğlu, Orhan (1994), İslâm İnançları Sözlüğü, İstanbul: Remzi Kitabevi.
Harmancı, M. Esat (2003), Manisalı Câmi, Muhabbet-nâme (Vâmık u Azrâ) [İnceleme-
Metin-Nesre Çeviri], Doktora tezi, Marmara Üniversitesi.
Hasan Çelebi, Kınalı-zade (1989), Tezkiretü’ş-şuarâ, hzr. İbrahim Kutluk, 2 c., 2. baskı,
Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay.
Hâşimî, Allâme Edîb Ahmed (1432), Mîzânü’z-zeheb fî Sanâ’ati’s-şi’ri’l-arab, Beyrut:
Mektebetü’l asriye.
Hengirmen, Mehmet (1983), Güvâhî Pend-nâme, Ankara: Kültür ve Turizm Bakan-
lığı Yay.
Heyet, Cevat (2008), Türk Dilinin ve Lehçelerinin Tarihî Seyri, terc. Mürsel Öztürk, An-
kara: Türk Dil Kurumu Yay.
Hıfzî Tevfik, Hamâmî-zâde İhsân, Hasan ‘Alî (1926), Türk Edebiyâtı Nümûneleri, I, İs-
tanbul.
Hidayetoğlu, Selâhaddin (1986), Cevrî’nin Aynü’l-fuyûz Adlı Eserinin Tenkidli Metni, Yük-
sek lisans tezi, Selçuk Üniversitesi.
Hikmet, Ali Asgar (1991), Cami Hayatı ve Eserleri, çev.: M. Nuri Gencosman, İstanbul:
Millî Eğitim Bakanlığı Yay.
Holbrook, Victoria R. (1998), Aşkın Okunmaz Kıyıları, terc. Erol Köroğlu - Engin Kılıç,
İstanbul: İletişim Yayınları.
Horata, Osmân (1990), Cemâlî – Hümâ vü Hümâyûn [Gülşen-i Uşşâk], (İnceleme – Ten-
kidli Metin), Doktora tezi, Hacettepe Üniversitesi.
Horata, Osmân (1991), “XV. Yüzyıl Şairlerinden Cemâlî’nin Hayatı ve Eserleri”, Hacettepe
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, c. 8, sy. 1-2; Ankara, s. 51-83.
738 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Horata, Osmân (1993), “Cemâlî’nin Hümâ vü Hümâyûn Mesnevisi”, Marmara Üniversi-
tesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türklük Araştırmaları Dergisi, sy. 7, İstanbul, s. 281-306.
Horata, Osmân (1998), Esrâr Dede [Hayatı-Eserleri-Şiir Dünyası ve Dîvânı], Ankara:
Kültür Bakanlığı Yay.
Horata, Osmân (2000), “Hâcû-yı Kirmânî ve Cemâlî’nin Hümâ vü Hümâyûn Mesnevile-
rinin Karşılaştırılması”, Journal of Turkish Studies Türklük Bilgisi Araştırmaları, Agâh
Sırrı Levend Hatıra Sayısı I, vol. 24, Harvard Universty, s. 121-35.
Horata, Osmân (2002), “Zihniyet Çözülüşünden Edebî Çözülüşe: Lâle Devri’nden
Tanzimat’a Türk Edebiyatı”, Türkler, XI, Ankara, s. 573-92.
Horata, Osmân (2004), “Son Klâsik Dönem: Nazım”, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, V,
Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, s. 443-551.
Horata, Osmân (2006), “Klasik estetikte hazan rüzgârları: Son Klasik Dönem (1700-
1800) Mesneviler, Türk Edebiyatı Tarihi, c. 2, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları, s. 543-60.
Horata, Osmân (2009), Has Bahçede Hazan Vakti, XVIII. Yüzyıl: Son Klasik Dönem Türk
Edebiyatı, Ankara: Akçağ Yay.
Humâyî, Celâluddîn (1370), Funûn-i Belâgat ve Sanâ’ât-i Edebî, Tehrân.
Humâyî, Celâluddîn (1388), Fünûn-ı Belâgat ve Sanâ’ât-ı Edebî, Tahran: Mü’esse-i
Hümâ.
Husrev-i Dihlevî (1975), Matla’u’l-envâr, nşr. Ahmedoğlu Muharremof, Moskova.
Hülâgu Bayramçavuş, Zehra (1994), Kavâ’id-i Teysîr-i Kur’ân [Metin-Tercüme-Sözlük-
Ekler Dizini], Yüksek lisans tezi, İstanbul Üniversitesi.
Hüseyin, Taha (1356), Hadîsu’l-erbi’â, Mısır.
Hüseynî; Câmiu’n-nesâyih, Süleymaniye Ktp. Serez Bölümü nr. 1744.
Isfahânî, Ebu’l-Ferec (1423), Kitâbu’l-egânî, nşr. İhsân Abbâs-Bekr Abbas-İbrâhîm es-
Se’âfîn, 25 c., Beyrut: Dâru Sâdır.
İbn Abd Rabbihî (1948), Ikdü’l-ferîd, nşr. Ahmed Emîn vd., Kahire.
İbn Abdirrabbih (1993), Dîvânu İbn Abdirabbih, nşr. Muhammed Altunci, Beyrut.
İbn Bibi [El-Hüseyin b. Muhammed b. Ali el-Ca’feri er-Rugadi] (1996), El Evamirü’l-
ala’iye fi’l-umuri’l-ala’iye [Selçuk-name], çev. Mürsel Öztürk, II c., Ankara: Kültür
Bakanlığı Yay.
İbn Kuteybe, Abdullah b. Müslim ed-Dineverî (1405), eş-Şi’r ve’ş-Şu’arâ, nşr. Müfîd
Kamiha-Na’îm Zerzûr, Beyrut.
İbn Manzûr (1388), Lisânu’l-Arab, Beyrut.
İbn Mu’tez, Abdullah b. el-Mu’tez el-Mütevekkil (1375), Tabakâtu’ş-şu’arâ, nşr. Ahmed
Abdussettâr Ferrâc, Kahire.
İbnu’l-Mu’tez (trhs.), Dîvânu İbni’l-Mu’tez, nşr. Kerem el-Bustânî, Beyrut: Dâru Sâdır.
İbrâhimî, Dâvûd (1995), “Esrârnâme” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 11, İstanbul,
s. 434-35.
İçli, Ahmet (2010), Gelibolulu Mustafa Âlî, Mihr ü Mâh, Ardahan.
İKTYDK, İstanbul Kütüphaneleri Türkçe Yazma Divanlar Kataloğu (1967), 4 c., İstan-
bul.
İlaydın, Hikmet T. (1953), “Behrâm-ı Gûr Hikâyeleri”, Türkiyat Mecmuası, c. X, 1951-
1953, İstanbul, s. 275-90.
İlaydın, Hikmet (1992), Sadi, Bostân, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yay.
Kaynakça
| 739
İlter, Rezzan (1951), Bihiştî ve Leylî vü Mecnûn’u, Mezuniyet tezi, İstanbul Üniversitesi,
Edebiyat Fakültesi.
İmru’u’l-kays (1419), Dîvânu İmru’u’l-kays, nşr. Yâsîn Eyyûbî, Beyrut: Mektebu’l-
İslâmî.
İnal, İbnü’l-Emin Mahmud Kemal (1999), Son Asır Türk Şâirleri (Kemâlü’ş-şuarâ), c. I,
hzr. Müjgân Cunbur, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay.
İnal, İbnü’l-Emin Mahmud Kemal (2000), Son Asır Türk Şâirleri (Kemâlü’ş-şuarâ), c. II,
hzr. M. Kayahan Özgül, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay.
İnal, İbnü’l-Emin Mahmud Kemal (2000a), Son Asır Türk Şâirleri (Kemâlü’ş-şuarâ), c.
III, hzr. Hidayet Özcan, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay.
İnal, İbnü’l-Emin Mahmud Kemal (1999a), Son Asır Türk Şâirleri (Kemâlü’ş-şuarâ), c.
IV, hzr. İbrahim Baştuğ, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay.
İnan, Abdülkadir (1942), Kutadgu Bilig, İstanbul: Türk Dil Kurumu Yay.
İnan, Mehmet Emin (1998), XVI. Asır Şâirlerinden Zaifî ve Bâg-ı Behişt Mesnevisi (1154
Beyti), Yüksek lisans tezi, Erciyes Üniviversitesi.
İnan, Murat Umut (2006), Edirneli Güftî Ali ve Şâh u Dervîş Mesnevîsi, Yüksek lisans
tezi, Boğaziçi Üniversitesi.
İnan, Uğur (1990), Hâl-nâme-i Sevâdî [Transkripsiyonlu Metin], Yüksek lisans tezi, İs-
tanbul Üniversitesi.
İnce, Adnan (1986), “XVI. Yüzyıl Şairlerinden Abdî ve Eserleri”, Türk Dili, sy. 410, An-
kara, s. 186-92.
İnce, Adnan (1987), “Abdî’nin Niyâz-nâme-i Sa’d ü Hümâ’sı”, Fırat Üniv. Dergisi (Sosyal
Bilimler) 1987 I (2), s. 155-206.
İnce, Adnan (1989), “Cemşîd ü Hurşîd Mesnevileri”, Fırat Üniversitesi Dergisi [Sosyal Bi-
limler], c. 3, sy. 2, Elazığ, s. 109-39.
İnce, Adnan (1994), Mîrzâ-zâde Mehmed Sâlim Dîvânı [Tenkitli Basım], Ankara.
İnce, Adnan (1998), “Gül ü Nev-rûz Mesnevîleri ve Sâbir’in Eserinden Seçme Beyitler”,
Journal of Turkish Studies = Türklük Bilgisi Araştırmaları: Hasibe Mazıoğlu Arma-
ğanı, c. 22, s. 103-31.
İnce, Adnan (2000), Cem Sultan, Cemşîd ü Hurşîd, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.
İnce, Adnan (2005), Tezkiretü’ş-şu’arâ, Sâlim Efendi, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi
Başkanlığı Yayınları.
İnce, Adnan (2008), “Abdî’nin Gül ü Nev-rûz mesnevîsi”, Türklük Bilimi Araştırmaları,
sy. 23, s. 51-130.
İpekten, Halûk (1997), Eski Türk Edebiyatı - Nazım Şekilleri ve Aruz-, İstanbul: Dergâh
Yay.
İpekten, Halûk - İsen, Mustafa – Toparlı, Recep – Okçu, Naci – Karabey, Turgut (1988),
Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü, Ankara: Kültür ve Turizm Bakan-
lığı Yay.
İsen, Mustafa (1980), Sehî Bey, Tezkire “Heşt Behişt”, İstanbul: Tercüman 1001 Temel
Eser.
İsen, Mustafa (1988), “Usûlî’nin Yenice Şehrengizi”, Mehmet Kaplan İçin, Ankara, s.
131-49.
İsen, Mustafa (1990), Latîfî Tezkiresi, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
İsen, Mustafa (1993), “Çeng-nâme’ye Dair”, Polemik, sy. 8, Ocak-Şubat, Ankara, s. 8-9.
740 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
İsen, Mustafa (1994), Künhü’l-ahbâr’ın Tezkire Kısmı, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi
Yay.
İsen, Mustafa (1997), Ötelerden Bir Ses, Divan Edebiyatı ve Balkanlarda Türk Edebiyatı
Üzerine Makaleler, Ankara: Akçağ Yay.
İsen, Mustafa (1997a), “Aruzun Anadolu’daki Gelişme Çizgisi”, Ötelerden Bir Ses, Divan
Edebiyatı ve Balkanlarda Türk Edebiyatı Üzerine Makaleler, Ankara: Akçağ Yay., s.
443-52.
İsen, Mustafa - İsmail Hakkı Aksoyak (2003), Vuslatî Alî Bey, Gazâ-nâme-i Çehrin, An-
kara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yay.
İsen, Mustafa - Hamit Burmaoğlu (1993), “Lâmî’nin Bursa Şehrengizi”, Yedi İklim, nr.
40, İstanbul 1993, s. 103-5.
İsen, Mustafa - Muhsin Macit (1992), Türk Edebiyatında Tevhidler, Ankara: Türkiye Di-
yanet Vakfı Yay.
İslamoğlu, Abdülmecit (2007), Dâvûd-ı Halvetî ve Gülşen-i Tevhîd ü Tahkîk, Doktora
tezi, Ankara Üniversitesi.
İspir, Meheddin (2004), Münîrî’nin Gülşen-i Ebrâr ve Ma’den-i Esrâr Mesnevîsi [İnceleme-
Metin-Sadeleştirme], Doktora tezi, Atatürk Üniversitesi.
İspir, Meheddin (2008), “Gülşen-i ebrâr ve Ma’den-i Esrâr Adlı Eserin Şairi Münîrî Üze-
rine”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, sy. 1/2, s. 184-191.
İspirli, Serhan Alkan (2010), “Mustafa Fehmi Gerçeker’in Hilye-i Fahr-i Âlem Adlı Eseri”,
TSE, yıl: 14, sy. 2, s. 21-36.
Jemma, E. (1954), “Il Fakrnâme Libro Della Poverta di Âşıq Pasa”, Estatto dalla Rivista
Degli Studi Orientali, XXIX, s. 219-45.
Kadıoğlu, İdris (2003), Lebîb-i Âmidî [Hayatı-Edebî Kişiliği-Eserleri ve Divanının Tenkitli
Metni], Doktora tezi, Dicle Üniversitesi.
Kadriç, Adnan (2009), Ahmed Vali Novopazarac Asknama – Ljepota i Srece, Novi Pa-
zar.
Kahraman, Bahattin (1995), Vahîd Mahtûmî Hayatı, Eserleri, Edebî Kişiliği ve Eserlerinin
Tenkitli Metni, Doktora tezi, Selçuk Üniversitesi, II c., Konya.
Kahraman, Bahattin (1998), “Nâlî ve Eserleri”, Bir, nr. 9-10, s. 309-20.
Kahraman, Bahattin (1999), Nâlî Mehmed, Tuhfetü’l-emsâl [İnceleme-Metin], Konya: SÜ
Yaşatma ve Geliştirme Vakfı Yay.
Kahraman, Bahattin (2006), Vahîd Mahtûmî”, Osmanlı Araştırmaları-XXVII (The Jo-
urnal of Otoman Studıes XXVII)- Prof.Dr. Mehmed ÇAVUŞOĞLU’na Armağan-
III, İstanbul.
Kahraman, Bahattin (2003), “Balıkesirli Râsih”, Sosyal Bilimler Dergisi, c. 6, sy. 10, s. 61-
74.
Kalkışım, Muhsin (1998), Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn Hikâyesi [Tahkiye Unsurları],
Adana: Derya Kitabevi.
Kanar, Mehmet (1995), Fehmî ve Şebisterî’den Şem ve Pervane, İstanbul: İnsan Yay.
Kanar, Mehmet (2011), Yûsuf-ı Meddâh, Varka ile Gülşâh, İstanbul: Say Yay.
Kanar, Mehmet (2011a), Cem Sultan, Hurşîd ile Cemşîd, İstanbul: Say Yay.
Kanar, Mehmet (2011b), Mes’ûd bin Ahmed, Süheyl ile Nevbahâr, İstanbul: Say Yay.
Kanar, Mehmet (2011c), Fuzûlî, Leylâ ile Mecnûn, İstanbul: Say Yay.
Kanar, Mehmet (2011ç), Şeyhî, Hüsrev ile Şîrîn, İstanbul: Say Yay.
Kanar, Mehmet (2011d), Hasan Ziyâ’î, San’ân Şeyhi, İstanbul: Say Yay.
Kaynakça
| 741
Kanar, Mehmet (2011e), Yahyâ Bey, Yûsuf ile Züleyhâ, İstanbul: Say Yay.
Kanar, Mehmet (2011f), Ahmedî, İskender-nâme, İstanbul: Say Yay.
Kanar, Mehmet (2012), Lâmi’î Çelebi, Ferhâd ile Şîrîn, İstanbul: Say Yay.
Kanar, Mehmet (2012a), Esrâr-nâme, Ferîdüddîn Attâr, İstanbul: Ayrıntı Yay.
Kâni’-i Tûsî (1358), Kelîle ve Dimne-i Manzûm, be-Tashîh-i Magali Tudova, Bunyâd-i
Ferheng-i Îrân.
Kapdan, Hasan Sevban (2006), Câmi-i Kasas (Fazlî) -Dil İncelemesi-, Yüksek lisans tezi,
Sakarya Üniversitesi.
Kaplan, Mahmut (1992), “Divan Edebiyatında Manzum Nasîhat-nâme Yazan Şairler
ve Eserleri I”, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Der-
gisi 3, sy. 3, s. 23-68.
Kaplan, Mahmut (1993), “Ahmed-i Dâî’nin Vasiyyet-i Nuşirevân Tercümesi: Metin”, Er-
ciyes, sy. 191, s. 23.
Kaplan, Mahmut (1994), “Ahmed Suzi ve Pendnamesi”, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Eğitim
Fakültesi Dergisi, c. I, sy. I, s. 41-52.
Kaplan, Mahmut (1995), Hayriyye-i Nâbî [İnceleme-Metin], Ankara: Atatürk Kültür Mer-
kezi Başkanlığı Yay.
Kaplan, Mahmut (1996), Neşatî Divanı, İzmir.
Kaplan, Mahmut (2002), “Türk Edebiyatında Manzum Nasihat-nâmeler”, Türkiye, 11,
s. 791-805.
Kaplan, Mahmut (2003), Deh-murg-ı Şemsî [İnceleme-Metin-Sözlük], Manisa.
Kaplan, Yunus (2008), “Destân-ı Veysel Karânî”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Der-
gisi, vol. 1/5, s. 380-97.
Kara, Mehmet (1988), Bir Başka Açıdan Kutadgu Bilig, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
Kara, Mustafa (2008), “Bursa’da Yazılan Bir Mevlid”, Süleyman Çelebi ve Mevlid [Yazılışı,
Yayılışı ve Etkileri], Bursa, s. 282-96
Karaarslan, Mehmet (2012), Hacı Nureddin Efendi Maktel-i Hüseyin, İstanbul: Önsöz
Yayıncılık.
Karabey, Turgut (2007), Ahmed Avni Konuk, Gülşen-i Râz, Erzurum.
Karabulut, Ali Rıza-Ramazan Yıldız (1978), Gülzâr-ı Ma’nevî ve İbrahim Tennûrî, An-
kara.
Karaca, Yusuf (1999), Süleyman Nahîfî Efendi ve Mevlid’i, Yüksek lisans tezi, Ankara
Üniversitesi.
Karaca Özbekoğlu, Aynül (2001), Adlî Hasan Efendi’nin Tergîbât Adlı Mesnevîsi [İnceleme-
Metin], Yüksek lisans tezi, Selçuk Üniversitesi.
Karacan, Turgut (1974), Nev’î-zâde Atâyî, Heft-hvân Mesnevisi [İnceleme-Metin], An-
kara: Atatürk Üniversitesi Yay.
Karacan, Turgut (1990), Sâbit, Edhem ü Hümâ, Sivas: Cumhuriyet Üniversitesi Yay.
Karacan, Turgut (1990a), Sâbit, Derenâme, Sivas: Cumhuriyet Üniversitesi Yay.
Karacan, Turgut (1990b), “Sâbit, Berbernâme”, Çevren, yıl XVII, nr. 76, Priştine, s.
37-44.
Karacan, Turgut (1990c), Sâbit, Amrü’l-leys, Sivas.
Karacan, Turgut (1991), Sâbit, Zafername, Sivas: Cumhuriyet Üniversitesi Yay.
Karacasu, Barış (2007), “Türk Edebiyatında Şehr-engîzler”, Türkiye Araştırmaları Litera-
tür Dergisi –Eski Türk Edebiyatı II Sayısı-, sy. 10, İstanbul, s. 259-313.
742 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Karademir, Mahmut (2001), Abdî, Câmasb-nâme [İnceleme-Metin], Doktora tezi, Ata-
türk Üniversitesi.
Karadüz, Sıddık (2000), Derviş Şemsî’nin Deh-murg’unun Karşılaştırmalı Metni ve Ben-
zeri Eserlerle Genel Bir Mukayesesi, Yüksek lisans tezi, Atatürk Üniversitesi.
Karahan, Abdulkadir (1991), İslâm-Türk Edebiyatında Kırk Hadis, Ankara: Diyanet İş-
leri Başkanlığı Yay.
Karahan, Leylâ (1994), Erzurumlu Darir, Kıssa-i Yûsuf, Yûsuf u Züleyhâ, Ankara: Türk
Dil Kurumu Yay.
Karahan, Leyla (1995), Erzurumlu Darir, İstanbul.
Karaismailoğlu, Adnan (1992), “Bostân” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, c. VI, İstan-
bul, s. 307-8.
Karaismailoğlu, Adnan (2001), Klasik Dönem Türk Şiiri İncelemeleri, Ankara: Akçağ
Yay.
Karakaya, Burcu (2012), “Garîb’in Yûsuf u Züleyhâ’sı”, Türklük Bilimi Araştırmaları, sy.
XXXI, Niğde, s. 129-68.
Karaman, Fikret, İsmail Karagöz, İbrahim Paçacı, Mehmet Canbulak Ahmet Gelişgen, İb-
rahim Oral (2006), Dinî Kavramlar Sözlüğü, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yay.
Karatay, Fehmi Edhem (1961), Topkapı Sarayı Müzesi Kitaplığı Türkçe Yazmalar Kata-
loğu, 2 c., İstanbul: Topkapı Sarayı Müzesi Yay.
Karavelioğlu, Murat A. - Fatih Tığlı (2011), “Nutkî’nin Aşka Dair Bir Mesnevisi: Kânûn-ı
Mahabbet”, İÜEF Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi 2009/1, c. XL, İstanbul, s. 150-223.
Karpınar, Behsat (1999), Ahmed Mürşidî’nin Pend-nâme’sinin [ilk 5094] Tenkidli Çeviri
Yazısı ve Metni, Yüksek lisans tezi, İnönü Üniversitesi.
Karpuz, Hacı Ömer (1991), Abdurrahîm Karahisarî’nin Vahdet-nâme’si [Gramer İncelemesi-
Metin-İndeks], Doktora tezi, Atatürk Üniversitesi.
Kartal, Ahmet (1998), “Şeyh Baba Yûsuf Sivrihisârî ve Eserleri”, Bilig, Sayı: 7, Güz, An-
kara, ss. 136-54.
Kartal, Ahmet (1998a), “Şeyh Baba Yûsuf’un Kıyâfet-nâme’si”, Akademik Bakış, sy. 4,
Adana, s. 55-58.
Kartal, Ahmet (1999), Osmanlı Medeniyetini Besleyen Kültür Merkezleri [XI. Asırdan XVI.
Asrın Sonunan Kadar Türk Edebiyatı İle Fars Edebiyatının Münasebetleri], Doktora
tezi, Gazi Üniversitesi.
Kartal, Ahmet (2000), “Nizâmî’nin Hüsrev ü Şîrîn’i ile Fahrî’nin Hüsrev ü Şîrîn’inin Mu-
kayesesi” Türk Yurdu – Roman Özel Sayısı-, sy. 153-154, s. 360-83.
Kartal, Ahmet (2000a), Şeyh Baba Yûsuf Sivrihisârî Mevhûb-ı Mahbûb [İnceleme – Me-
tin – Sözlük – İndeks], Eskişehir: Eskişehir Yunus Emre Kültür, Sanat ve Turizm
Vakfı Yay.
Kartal, Ahmet (2001), “Türkçe Mesnevîlerin Tertip Özellikleri”, Bilig, 19, s. 69-119
Kartal, Ahmet (2001a), “Sa’dî-i Şîrâzî’nin Bostân İsimli Eserinin Türkçe Tercüme ve Şerh-
leri”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, sy. 5, İstanbul, s. 99-120.
Kartal, Ahmet, (2001b), “Sa’dî-i Şîrâzî’nin Gülistân İsimli Eserinin Türkçe Tercümeleri”,
Bilig, sy. 16, Ankara, s. 99-126.
Kartal, Ahmet (2003), Tuhfe-i Remzî [Manzum Farsça-Türkçe Sözlük], Ankara: Akçağ
Yayınları.
Kaynakça
| 743
Kartal, Ahmet (2003a), “Sa’dî’nin Bostân’ı İle Hoca Mes’ûd’un Ferheng-nâme-i Sa’dî İsimli
Mesnevilerinin Mukayesesi”, Bilim Yolu Kırıkkale Üniversitesi SBE Dergisi [Türkiye
Cumhuriyeti’nin Sekseninci Yılı Özel Sayı]: 3: 55-75.
Kartal, Ahmet (2003b), “Şebüsterî’nin Gülşen-i Râz’ı İle Elvân-ı Şîrâzî’nin Gülşen-i Râz
Tercümesi’nin Mukayesesi”, Türk Dili ve Edebiyatı Makaleleri, sy. 3, s. 121-176.
Kartal, Ahmet (2003c), “Câmî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sı İle Hamdullah Hamdî’nin Yûsuf
u Züleyhâ’sının Mukayesesi”, Diriözler Armağanı Prof. Dr. Meserret Diriöz ve Hay-
dar Ali Diriöz Hatıra Kitabı, (hzr. M. Fatih Köksal - Ahmet Naci Baykoca), An-
kara, s. 93-139.
Kartal, Ahmet (2004), “Attâr’ın Mantıku’t-tayr’ı ile Gülşehrî’nin Mantıku’t-tayr’ının Mu-
kayesesi”, 1. Kırşehir Kültür Araştırmaları Bilgi Şöleni (8-10 Ekim 2003) Bildiriler, hzr.
Ahmet Günşen, Kırşehir, s. 297-329.
Kartal, Ahmet (2004a), “Şeyh Baba Yûsuf’un Uhuvvetle İlgili Manzumesi”, Ahilik Araş-
tırma Dergisi (AHAD), sy. 1, s. 69-78.
Kartal, Ahmet (2005), “Gülşehrî’nin Mantıku’t-tayr’ında Yer Alan Fütüvvetle İlgili Man-
zumesi”, I. Ahi Evran-ı Velî ve Ahîlik Araştırmaları Sempozyumu, 12-13 Ekim 2004
Kırşehir, hzr. M. Fatih Köksal, 2, Kırşehir: 585-95.
Kartal, Ahmet (2007), “Pend-nâme ve Gülistân ile Kitâb-ı Bostân-ı Nasâyih Mukayesesi”,
Arayışlar, sy. 17, s. 113-42.
Kartal, Ahmet (2007a), “Nizâmî ile Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîn’lerinin Mukayesesi”, Tunca
Kortantamer İçin, İzmir, s. 295-353.
Kartal, Ahmet (2007b), “Manzum Bosnaca-Türkçe Sözlük Üzerine”, Türk Dili, nr. 667,
Ankara, s. 348-53.
Kartal, Ahmet (2009), “Kerâmât-ı Ahi Evran Mesnevîsi Üzerine Notlar”, Divan Edebiyatı
Araştırmaları Dergisi, sy. 2, İstanbul, s. 223-42.
Kartal, Ahmet (2010), “Tebrizli Ahmedî’nin Esrâr-nâme İsimli Eseri Üzerine Düşünceler”,
Türklük Bilgisi Araştırmaları, Journal of Turkish Studies, sy. 34/II, s. 197-206.
Kartal, Ahmet (2011), Şiraz’dan İstanbul’a, Türk-Fars Kültür Coğrafyası Üzerine Araştır-
malar, 3. baskı, İstanbul: Kurtuba.
Kartal, Ahmet (2012), “İslâmî Türk Edebiyatına Tesiri Bakımından Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî”, 1. İslâmî Türk Edebiyatı Sempozyumu, editör: Yalçın Yaman, İstanbul, s.
55-96.
Kartal, Ahmet (2012a), “Yunus Emre’nin Dili”, Türk Yurdu - Yunus Emre Özel Sayısı -,
sy. 297, s. 62-64.
Kaşgarlı Mahmûd (1990), Dîvânü Lûgati’t-türk [Tıpkıbasım/Facsimile], Ankara: Kültür
Bakanlığı Yay.
Kaşgarlı, Sultan Mahmut (1988) “Uygur Şiirinde Aruz Vezni Hakkında”, Türk Dünyası
Araştırmaları, nr. 53, s. 101-10.
Kâtib Çelebi (trhs.), Min-Kitâbi Keşfi’z-zunûn ‘An-Esâmî’l-Kütübi ve’l-Funûn, (Mu-
kaddime: Âyetullâh el-Azmî, es-Seyyid Şehâbeddîn en-Necefî el-Meraşî), Beyrut-
Lübnan [Şerefettin Yaltkaya ve Kilisli Rifat Bilge tarafından hazırlanıp yayınlanan
eserden ofset baskı].
Kavruk, Hasan (2001), Şeyhülislâm Yahyâ Divânı, Ankara: MEB Yay.
Kavruk, Hasan (2003), Türkçe Mesnevilerde Sebeb-i Te’lif [Eser Yazma Sebebi], Malatya.
Kavukçu, Fatma Zehra (1994), Lâmi’î Çelebi, Veyse vü Râmîn [Giriş-Metin], Yüksek li-
sans tezi, Uludağ Üniversitesi.
744 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Kaya, Bayram Ali (1991), XVII. Asır Şâirlerinden Neşâtî [Hayatı-Edebî Kişiliği ve Hilye-i
Enbiyâsı], Yüksek lisans tezi, Trakya Üniversitesi.
Kaya, Bayram Ali (2000), “Azmî-zâde Hâletî’nin Sâkî-nâmesi”, Journal of Turkish Stu-
dies, Türklük Bilgisi Araştırmaları: In Memoriam Agâh Sırrı Levend Hâtıra Sayısı II,
vol. 24, s. 59-106.
Kaya, Ceval (1994), Uygurca Altun Yaruk, Giriş, Metin, Dizin, Ankara: Türk Dil Ku-
rumu Yay.
Kaya, Emel (2008), Muhyiddin Mehî’nin Müfîd (Nazmü’t-teshîl) Adlı Eseri [İnceleme-
Metin-Dizin] ve Bu Eserin XV. Yüzyıl Türk Tıp Dilinin Oluşmasındaki Yeri, Doktora
tezi, Selçuk Üniversitesi.
Kaya, Güven (1997), Derviş Şemsi and his Mesnevi Deh Murg [Textual Analysis, Critical
Edition and Facsimile], Harvard.
Kaya, İ. Güven (1997a), “Begpazarlı Maazoğlu Hasan ve Cenâdil Kal’ası Gazavatna-
mesi”, Journal of Turkish Studies: Türklük Bilgisi Araştırmaları: Hasibe Mazıoğlu Ar-
mağanı I, 21.
Kaya, Haydar (1991), Hz. Alî ve Mevlûdu, İstanbul: Engin Matbaacılık.
Kayabaşı, Bekir (1991), Taşlıcalı Yahyâ Bey ve Gülşen-i Envâr [İnceleme-Metin], Yüksek
lisans tezi, İnönü Üniversitesi.
Kayık, Salih (2007), Tebrizli Ahmedî, Yûsuf u Zelîhâ [1b-35b İnceleme-Metin-Dizin], Yük-
sek lisans tezi, Marmara Üniversitesi.
Kaymaz (2008), Zeki, “Âşık Paşa’nın Yayımlanmamış Bir Şiiri Üzerine”, II. Âşık Paşa Sem-
pozyumu [7-9 Haziran 2001, Kırşehir], Bildiriler, editörler: Erol Ülgen – Aygün Ül-
gen, İstanbul: Beşir Kitabevi, s. 145-54.
Kayrevânî, İbn Reşîk (1972), el-Umde fî-Mehâsini’ş-şi’r ve Âdâbih ve Nakdih, nşr. M.
Muhyîddîn Abdulhamîd, Beyrut.
Kaysunî-zâde Ömer Bedreddîn; Dürrü’l-manzûm, Süleymaniye Ktp. Es’ad Efendi nr.
2468.
Kazan, Şevkiye (1997), Hâmidî-zâde Celîlî Hayatı, Eserleri, Edebî Kişiliği ve Hüsrev ü
Şîrîn Mesnevisi [İnceleme – Tenkidli Metin], Yüksek lisans tezi, Süleyman Demi-
rel Üniversitesi.
Kazan Nas, Şevkiye (2011), Celîlî’nin Leylâ vü Mecnûn Mesnevisi [İnceleme-Metin], Is-
parta: Fakülte Kitabevi.
Kazan Nas, Şevkiye (2011a), Celîlî’nin Hüsrev ü Şîrîn Mesnevisi [İnceleme-Metin], Is-
parta: Fakülte Kitabevi.
Kazvînî, Muhammed (1313), Bîst Makâle, c. II, Tehrân.
Kazvînî, Mollâ Abdunnebî Fahru’z-zamâni-yi Kazvînî (1367), Tezkire-i Meyhâne, bâ-
tashîh u tenkîh u tekmîl-i terâcim bâ-ihtimâm-i Ahmed Gulçîn-i Ma’ânî, Çâp-i Pen-
cum, Tehrân: İkmâl.
Kedkenî, Muhammed Rizâ Şefi’î (1366), Suver-i Hayâl der-Şi’r-i Fârsî, Tehrân.
Kemâl Ümmî; Menakıb-ı Gîlânî, Süleymaniye Ktp. Serez Kısmı, nr. 1799.
Kemikli, Bilal (2003), Oğlanlar Şeyhi İbrahim, Müfîd ü Muhtasar, İstanbul: Kitabevi.
Kesik, Beyhan (2009), Dervîş Paşa, Murâd-nâme, Giresun.
Kesik, Beyhan (2010), “Yeni Bir Nüshadan Hareketle Hacı Dervîş’in Mostar Şehrengizi”,
Turkish Studies International Periodical For The Languages, Literature And History
Of Turkish Or Turkic, vol. 5/3, s. 368-99.
Kaynakça
| 745
Keskin, Ayşe Gülay (2001), Abdurrahman Karahisarî’nin Hayatı, Eserleri ve Vahdet-nâme
Mesnevisinin Tenkidli Metni, Doktora tezi, Gazi Üniversitesi.
Keşşâş, Muhammed (1410), Recez fî’l-asri’l-umevî, Beyrut: Âlemu’l-kütüb.
Kılıç, Atabey (2001), Mustafa bin Osmân Keskin, Manzûme-i Keskin [İnceleme-Metin-
Sözlük-Tıpkıbasım], Kayseri.
Kılıç, Atabey (2005), Mürîdî ve Pend-i Ricâl Mesnevîsi [İnceleme-Tenkitli Metin-Dizin],
İzmir: Akademi Kitabevi.
Kılıç, Hulusî (1988), “Ağleb el-İclî” mad., c. 1, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, s.
475.
Kılıç, Mahmut Erol (1993), “Cemâleddîn Uşşâkî” mad., c. 7, TDV İslâm Ansiklopedisi,
s. 314-15.
Kılıç, Müzahir (1993), Hakanî, Hayatı, Edebî Şahsiyeti, Eserleri ve Hadîs-i Erba’în’in Ten-
kidli Metni, Yüksek lisans tezi, Atatürk Üniversitesi.
Kırbıyık, Mehmet (2008), Avnî, Tuhfetü’l-hukkâm, Konya: Tablet Basım Yayın.
Kırbıyık, Mehmet (2007), Yûsuf Hâlis, Miftâh-ı Lisân Manzum Fransızca-Türkçe Sözlük,
Konya: Beşir Kitabevi.
Kırlangıç, Hicabi (1989), Câmî’nin Subhatü’l-ebrâr Mesnevîsi ve Çevirisi, Yüksek lisans
tezi, Ankara Üniversitesi.
Kırlangıç, Hicabi (2007), “Mevlana’nın Şiir Anlayışı”, Mevlana, Ankara: Kültür ve Tu-
rizm Bakanlığı Yay., s. 219-25.
Kırman, Aydın (2004), Yemînî’nin Fazîletnâmesi [Şekil ve Muhteva Tahlili], Doktora tezi,
Ege Üniversitesi.
Kıstırak, Saim (1999), Abdürrahim Karahisarî’nin Vahdet-nâme’si [İnceleme-Metin], Yük-
sek lisans tezi, İnönü Üniversitesi.
Kızılabdullah, Şahin (2004), Hâkim Seyyid Mehmed Efendi, Hayatı, Eserleri ve Manzûm
Şerh-i Esmâ-i Hüsnâ’sı, Yüksek lisans tezi, Ankara Üniversitesi.
Kilisli Muallim Rifat (1928), “Süheyl ü Nev-bahâr’a Dâir”, Türkiyat Mecmuası, sy. 2, s.
401-19.
Kilisli Rif’at - Veled Çelebi (1340-1342), Şeyh Mes’ûd bin Osmân, Ferheng-nâme-i Sa’dî
Tercümesi, İstanbul: Matbaa-i Âmire.
Kiraz, Semiha (1991), Şeyh İbrahim Tennurî Gülzâr-ı Ma’nevî [İnceleme – Metin – Tıpkı-
basım], Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi.
Kiremitçi, Ferdi (2013), “19. Yüzyıl Klasik Şairlerimizden Muhammed Şerîfî’nin Dürr-i
Manzûm Adlı Menakıpnamesi”, Turkish Studies-İnternational Periodical For The Lan-
guages, Literature and History of Turkish or Turkic, sy. 8/4, s. 969-1032.
Koca, Selcen (2009), Sinanoğlu Mevlidi (Ümmîdü’l-müznibîn) [İnceleme-Metin], Lisans
tezi, Ahi Evran Üni. Fen-Edebiyat Fak. TDE böl.
Kocatürk, Saadettin (1982), Gülşehrî ve Feleknâme, Ankara: Kültür ve Turizm Bakan-
lığı Yay.
Kocatürk, Saadettin (1984), Gülşehrî ve Felek-nâme [İnceleme ve Metin], Ankara: A.Ü.
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yay.
Kocatürk, Vasfi Mahir (1944), Şeyh Gâlip-Hüsn İle Aşk, İstanbul: Ahmet Halit Kita-
bevi.
Kocatürk, Vasfi Mahir (1970), Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara.
Koç, Aylin (2006), “Meyvelerin Sohbeti”, Meyve Kitabı, editörler: Emine Gürsoy Naskali,
Dilek Herkmen, İstanbul: Kitabevi, s. 207-23.
746 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Koç, Hamza (2010), 16. Yüzyılda Yazılmış Bir Behrâm-ı Gûr Mesnevîsi I [İnceleme-Edisyon
Kritikli Metin], Yüksek lisans tezi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi.
Koçin, Abdulhakim (1991), Zaifî ve Bustân-ı Nesâyıh’ı [İnceleme ve Tenkitli Metin], Yük-
sek lisans tezi, Gazi Üniversitesi.
Koncu, Hanife (1994), Abdî’nin Camasb-nâme’si ve Türk Halk Edebiyatına Tesiri, Yüksek
lisans tezi, Marmara Üniversitesi.
Koncu, Hanife (1996), “Şâhidî’nin Leylâ vü Mecnûn Mesnevîsi ve Bilinmeyen Bir Nüs-
hası”, Bir, sy. 6, s. 137-43.
Koncu, Hanife (2001), “Edebiyat-Tarih Bağlamında Bir Mesnevî: Dâstân-ı Vefât-ı İbrâhîm”,
Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, sy. 4, s. 125-58.
Koncu Hanife (2007), “Leylâ ve Mecnûn Bibliyografyası”, Türkiye Araştırmaları Literatür
Dergisi -Eski Türk Edebiyatı II Sayısı-, sy. 10, İstanbul, s. 597-615.
Koncu, Hanife (2007a) “Yûsuf ve Züleyhâ Bibliyografyası”, Türkiye Araştırmaları Litera-
tür Dergisi -Eski Türk Edebiyatı II Sayısı-, sy.10, İstanbul, s. 617-30.
Koncu, Hanife (2010), “Dâsitân-ı Mûsâ”, Journal of Turkish Studies: Türklük Bilgisi Araş-
tırmaları: Walter G. Andrews II, c. 34, s. 237-52.
Koncu, Hanife (2012), “Ashâb-ı Kehf Metinlerine Bir Bakış ve Yûsuf-ı Meddâh’ın Ashâb-ı
Kehf Mesnevîsi”, Dil ve Edebiyat Araştırmaları, sy. 6, İstanbul, s. 9-57.
Konukçu, Enver (1992), “Behrâm-ı Gûr” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 5, İstan-
bul, s. 356.
Konur, Himmet (2000), İbrâhîm Gülşenî [Hayatı-Eserleri-Tarikatı], İstanbul.
Korkmaz, Zeynep (1995), Türk Dili Üzerine Araştırmalar, Birinci Cilt, Ankara: Türk Dil
Kurumu Yay.
Kortantamer, Tunca (1997), Nev’î-zâde Atâyî ve Hamse’si, İzmir: Ege Üniversitesi Ede-
biyat Fakültesi Yay.
Kozacı, Hatice (1994), Câmâsb-nâme, Abdî - Devir, Tür Araştırması ve Metnin 35 Vara-
ğının Edisyon Kritiği, Yüksek lisans tezi, Ege Üniversitesi.
Köksal, Hasan (1984), Battalnamelerde Tip ve Motif Yapısı, Ankara.
Köksal, M. Fatih (1996), “Türk Edebiyatında Hüsn ü Dil Mesnevîleri ve Yenipazarlı Vâlî’nin
Hüsn ü Dil Mesnevîsi”, Türklük Bilimi Araştırmaları, sy. 3, Sivas, s. 91-126.
Köksal, M. Fatih (1997), “Tahkiyeli Bir Eser Olarak Taşlıcalı Yahya’nın Şâh u Gedâ Mesnevîsi”,
Türklük Bilimi Araştırmaları-Prof. Dr. Kaya Bilgegil Armağanı, nr. 5, s. 245-82.
Köksal, M. Fatih (1998), “Türünün Farklı Bir Örneği: Kastamonulu Abdülahad Nûrî’nin
Farsça Sâkî-nâme’si”, Cumhuriyet Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler
Dergisi, nr. 20-21, s. 345-370.
Köksal, M. Fatih (1998a), “Âhî’nin Hüsrev ü Şîrîn Mesnevisi”, Türklük Bilimi Araştırma-
ları, sy. 6, Sivas, s. 209-53.
Köksal, M. Fatih (2001), Edirneli Nazmî, Mecma’ü’n-nezâ’ir [İnceleme – Tenkitli Metin],
c. I, Doktora tezi, Hacettepe Üniversitesi.
Köksal, M. Fatih (2003), Yenipazarlı Vâlî, Hüsn ü Dil [İnceleme-Tenkitli Metin], İstan-
bul: Kitabevi.
Köksal, M. Fatih (2003a), Dervîş Hayâlî, Ravzatü’l-envâr, İstanbul: Kitabevi.
Köksal, M. Fatih (2006), “Klâsik Türk Şiirinin Kurucularından İbrâhîm Beg”, Türklük Bi-
limi Araştırmaları, nr. 19, s. 363-82.
Köksal, M. Fatih (2010), Mevlid-nâme, Türk Edebiyatında Mevlid Türü ve Yeni Mevlid
Metinleri, Kırşehir.
Kaynakça
| 747
Köksal, M. Fatih (2011), “Eski Anadolu Türkçesi Döneminde Yazılan Meçhul Eserler-
den: Nâme-i Mahşer”, Turkish Studies-İnternational Periodical For The Languages, Li-
terature and History of Turkish or Turkic, sy. 6/1, s. 249-91.
Köktekin, Kâzım (1994), Süle Fakih’in Yûsuf ve Zelihâsı [İnceleme–Metin-İndeks], 2 c.,
Doktora tezi, Atatürk Üniversitesi.
Köktekin, Kâzım (1999), “Eski Anadolu Türkçesi İle Yazılmış Hatun Destanı ve Dili”, A.Ü.
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, sy. 12, Erzurum, s. 1-18.
Köktekin, Kâzım (1999a), “Ahmed-i Dâî’nin Câmâsbnâme Tercümesi ve Dili”, A.Ü. Tür-
kiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, sy. 13 Erzurum, s. 27-48.
Köktekin, Kâzım (2000), Seyyid Ahmed Mîrzâ, Taaşşuknâme [İnceleme - Metin - Dizin
- Tıpkıbasım], Erzurum.
Köktekin, Kazım - Abdülbaki Çetin (2001), Yusuf Emirî, Dehname [İnceleme-Metin-
Sözlük-Tıpkıbasım], Erzurum: Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi.
Köktekin, Kazım (2007), Yûsuf-ı Meddâh, Varka ve Gülşâh, Ankara: Türk Dil Kurumu
Yay.
Köleoğlu, Mehmet (2002), Fuzûlî’nin Beng ü Bâde’si: Kaynak - Konu - Üslûp ve Şekil Yö-
nünden İnceleme, Yüksek lisans tezi, Fırat Üniversitesi.
Köprülü, M. Fuad (trhs.), Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Altıncı Baskı, Ankara:
Diyanet İşleri Başkanlığı Yay.
Köprülü, Fuad (1943), “Anadolu Selçukluları Tarihi’nin Yerli Kaynakları”, TTK Belleten,
VII/27, s. 379-522.
Köprülü, M. Fuad (1986), Türk Edebiyatı Tarihi, 4. Baskı, İstanbul: Ötüken Yay.
Köprülü, M. Fuad (1989), “Hamdî”, Edebiyat Araştırmaları 2, İstanbul: Ötüken Yay., s.
626-33.
Köprülü, M. Fuad (1989a), “Âzerî”, Edebiyat Araştırmaları 2, İstanbul: Ötüken Yay., s.
13-81.
Köprülü, M. Fuad (1997), “Hâcûy-i Kirmânî” mad., İslâm Ansiklopedisi, c. 5/1, İstan-
bul, s. 36-41.
Köprülü, Orhan F. (1996), “Firdevsî, Uzun” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 13, İstan-
bul, s. 127-29.
Köprülüzâde Mehmed Fuâd - Şehâbeddin Süleyman (1332), Osmânlı Târîh-i Edebiyyâtı,
- Menşe’lerden Nevşehirli İbrahim Paşa Sadâretine Kadar-, Birinci Cild, İstanbul.
Köprülüzâde Mehmed Fuâd (1917), “Har-nâme”, Yeni Mecmûa, 4 Teşrîn-i evvel 1917,
nr. 13, s. 253-56.
Köprülüzâde Mehmed Fuad (1918), “Osmanlı Edebiyatının Başlangıcı”, Yeni Mecmua,
nr. 57, Ağustos 1918, s. 85-88.
Köprülüzâde Mehmed Fuâd (1926), “Kitabiyat Tenkid ve Tahlilleri, Ferah-nâme-i İbn
Hatîb”, Türkiyat Mecmuası, c. II, s. 489-96.
Köprülüzâde Mehmed Fuad (1928), “Ferheng-nâme-i Sa’dî Yâhud Muhtasar Bostân Ter-
cümesi, Nâzımı: Hoca Mes’ûd ve Süheyl ü Nev-bahâr Nâzımı: Sekizinci ‘Asr-ı Hicrî
Şu’arâsından Mes’ûd bin Ahmed”, Türkiyat Mecmuası, 2, s. 481-89.
Köprülüzâde Mehmed Fuâd (1931), Eski Şairlerimiz, Divan Edebiyatı Antolojisi, Mual-
lim Ahmet Halit Kitaphanesi, İstanbul.
Köse, Bünyamin (2005), Şeyhî Ali Şehsüvaroğlu (Şeyhî Efendi) ve Riyâzu’l-gufrân (Tefsîr-i
Yâsîn-i Şerîf) Adlı Manzum Eserinin Tenkitli Metni, Yüksek lisans tezi, Marmara
Üniversitesi.
748 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Köse, Recep (1997), Bursalı Lâmi’î’nin Şem’ ü Pervâne’si [İnceleme – Metin], Yüksek li-
sans tezi, İnönü Üniversitesi.
Kuegelgen, Anke Von, Ashirbek Muminov (2011), “Mâturidî Döneminde Semerkand
İlahiyatçıları (4/10. Asır)”, İmam Mâturidî ve Mâturidîlik, hzr. Sönmez Kutlu, An-
kara, s. 279-93.
Kufralı, Kasım (1997), “Gülşenî” mad., İslâm Ansiklopedisi, 4, İstanbul, s. 835-36.
Kuloğlu, Nazan (1989), Abdî, Cemşîd ü Hurşîd [İnceleme-Metin], Yüksek lisans tezi, Fı-
rat Üniversitesi.
Kurdoğlu, Veli Behçet (1967), Şâir Tabîbler, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul
Enstitüsü Neşriyatı.
Kurmuş, Cengiz Veli (2010), Lârendelî Şânî, Gülşen-i Efkâr [İnceleme-Metin], Doktora
tezi, Çukurova Üniversitesi, 2010.
Kurtoğlu, Orhan (2006), Nurî Osmân Hanyevî, Girit Şâirleri [Tezkire-i Şu’arâ-yı Cezîre-i
Girid], Ankara: Akçağ Yay.
Kurtuldu, Erdem (2010), Klasik Çin Şiirinden Seçmeler, İstanbul: Yapı Kredi Yay.
Kurtuluş, Rıza (1995), “Emîr Hüsrev-i Dihlevî” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 11, İs-
tanbul, s. 135-37.
Kurtuluş, Rıza (1997), “Hasan-ı Dihlevî” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 16, İstan-
bul, s. 228-29.
Kuru, Selim S. (2005), “Biçimin Kıskacında Bir Târîh-i Nev-icad: Enderunlu Fâzıl Bey
ve Defter-i Aşk Adlı Mesnevîsi”, Şinasi Tekin’in Anısına, Uygurlardan Osmanlıya, İs-
tanbul, s. 476-506.
Kut (Alpay) (1976), Günay, “Lâmi’î Chelebi and His Works”, Journal of Near Eastern Stu-
dies, April, vol. 35, num. 2.
Kut (Alpay), Günay (1978), “Fürkat-nâme”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten 1977,
Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., s. 333-53.
Kut, Günay (1985), “Tabîat-nâme ve Tatlılar Üzerine Bir Yazma Eser: et-Terkîbât fî-Tabhi’l-
hulviyyât”, Folklor ve Etnografya Araştırmaları, s. 179-95.
Kut, Günay (1989), “Ahmed-i Dâî” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 2, İstanbul, s.
56-58.
Kut (Alpay), Günay (1989b), “Aşkî ve Heft Peyker Çevirisi”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-
Belleten 1972, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., s. 127-51.
Kut, Günay (2004), “Erken Dönem Nazım (XIII-XIV. Yüzyıl)”, Türk Dünyası Edebiyat
Tarihi, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay., s. 304-564.
Kut, Günay (2006), Yazmalar Arasında I, İstanbul: Simurg Yay.
Kutlar, Fatma S. (2002), “Ahmed-i Bîcân’ın Manzum Cevâhir-nâme’si”, Arayışlar, nr. 7-8,
Isparta 2002, s. 59-68.
Kutlar, Fatma Sabiha (2004), Arpaemîni-zâde Mustafa Sâmî, Dîvân, Ankara.
Kutlar, Fatma Sabiha (2005), Ûdî, Mâ-cerâ-yi Mâh, Ankara.
Kutlar, Fatma S. (2005a), Klâsik Dönem Metinlerinde Değerli Taşlar ve Risâle-i Cevâhir-
nâme, Ankara 2005.
Kutluk, İbrahim (1952), “Kültür ve Dil Tarihimizin Yeni Bir Vesikası, Attar’ın Esrarnâme
Tercümeleri”, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi,
c. 2, sy. 1-2, 31 Aralık 1946, İstanbul, s. 125-132.
Kuzubaş, Muhammet (Kuzubaş), Nev’îzâde Atâyî’nin Nefhatü’l-ezhâr Mesnevîsi, Sam-
sun: Deniz Kültür Yay.
Kaynakça
| 749
Kuzubaş, Muhammet (2008), “Manzum Bir Destan Kitabı (Destân-ı Veysel Karânî, Vefât-ı
Hz. Fâtıma, Vefât-ı Hz. İbrâhîm, Hikâyet-i Gügercin, Hikâyet-i Geyik)”, Uluslararası
Sosyal Araştırmalar Dergisi, vol. 1/2, s. 304-40.
Kuzubaş, Muhammet (2009), Sâkînâme (Nev’î-zâde Atâyî), İstanbul: Etüt Yay.
Kuzubaş, Muhammet (2010), “Klasik Türk Edebiyatında Kadına Bakışın Farklı Bir Örneği:
Kıssa-i Erve”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, vol. 3, Issue 13, s. 167-87.
Kuzubaş, Muhammet (2010a), Kıssa-i Yûsuf u Zelîhâ, Oflu Bilâl Efendi, İstanbul: Kara-
deniz Dergisi Yay.
Küçük, Sabahattin (1985), “Divan Edebiyatında Sosyal Tenkid : Ebû Bekir Kânî Efendi’nin
Hasbihâl’i”, Türk Kültürü, 262, Ankara, s. 121-28.
Küçük, Sabahattin (1995), “Enderunlu Fâzıl”, TDV İslâm Ansiklopedisi, XI, İstanbul, s.
188-89.
Küçük, Sabahattin (1999), Antakyalı Münîf Dîvânı, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
Külekçi, Numan - Turgut Karabey (1990), Tuhfe [Farsça-Türkçe Manzum Sözlük], Er-
zurum.
Külekçi, Numan -Turgut Karabey, Dîvân, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Erzurum.
Külekçi, Numan (trhs.), İbn İsâ Saruhanî, Esmâ-i Hüsnâ Şerhi, Ankara.
Külekçi, Numan (1987), Hakanî Mehmed Bey, Hilye, Erzurum.
Külekçi, Numan (1989), Ganî-zâde Nâdirî ve Dîvânından Seçmeler, Ankara: Kültür Ba-
kanlığı Yay.
Külekçi, Numan (1996), Şâhidî İbrahim Dede, Gülşen-i Vahdet, Ankara: Akçağ Yay.
Külekçi, Numan (1999), XI-XX. Yüzyıllar El Yazması Metinler ve Özetleriyle Mesnevi Ede-
biyatı Antolojisi, 2 c., Erzurum: Aktif Yayınevi.
Külekçi, Numan - Turgut Karabey (1997), Dîvân, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Erzurum:
Atatürk Üniversitesi Yay.
Kültüral, Zühal (2001), Şerîfî, Yûsuf u Züleyhâ, İstanbul: Bayrak Basımevi.
Kültüral, Zühal - Latif Beyreli (1999), Şerîfî, Şehnâme Çevirisi, 4 c., Ankara: Türk Dil
Kurumu Yay.
Kürkçüoğlu, Kemâl Edib (1955), Beng ü Bâde, Fuzûlî, İstanbul: Maarif Basımevi.
Kütük, Rıfat (1995), Celâl-zâde Sâlih Çelebi, Leylâ vü Mecnûn [Tenkidli Metin-İnceleme],
Yüksek lisans tezi, Atatürk Üniversitesi.
Kütük, Rıfat (2002), Larendeli Hamdî’nin Leylâ ile Mecnûn Mesnevisi, Doktora tezi, Ata-
türk Üniversitesi.
Kütük, Rıfat (2004), “Edirneli Örfî Mahmud Ağa’nın Hayatı ve Eserleri”, A.Ü. Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, sy. 26, Erzurum, s. 183-220.
Lâmi’î Çelebi, Şerh-i Şâfî, Süleymaniye Ktp. nr. 767/13.
Latîfî (1990), Latîfî Tezkiresi, hzr. Mustafa İsen, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
Latîfî (2000), Latîfî Tezkiretü’ş-şu’arâ ve Tabsıratu’n-nuzamâ [İnceleme-Metin], hzr. Rıd-
van Canım, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yay.
Lebîb b. Rebî’a el-Âmirî (1962), Dîvânu Lebîb b. Rebî’a el-Âmirî, nşr. İhsân Abbâs, Ku-
veyt.
Levend, Agâh Sırrı (1944), Nâbî’nin Sûr-nâme’si, İstanbul.
Levend, Agâh Sırrı (1948), Atâ’î’nin Hilyetü’l-efkâr’ı, Ankara.
Levend, Agâh Sırrı (1951), “Bilinmeyen Eski Eserlerimizden: Ahmed Rıdvân’ın İskender-
nâme’si”, Türk Dili, c. 1, sy. 3, Aralık, s. 23-31.
750 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Levend, Agâh Sırrı (1952), “Bilinmeyen Eski Eserlerimizden: Leylâ ve Mecnûn’lar”, Türk
Dili, c. 1, sy. 5, Şubat, s. 8-12.
Levend, Agâh Sırrı (1952a), “Bilinmeyen Eski Eserlerimizden: Örfî’nin Leylâ ve Mecnûn’u,
Türk Dili, I/12, s. 673-76.
Levend, Agâh Sırrı (1952b), “Bilinmeyen Eski Eserlerimizden: Ahmed Rıdvân’ın Leylâ
ve Mecnûn’u”, Türk Dili, c. 1, sy. 7, Nisan, s. 13-8.
Levend, Agâh Sırrı (1952c), “Bilinmeyen Eski Eserlerimizden: Halîfe’nin Leylâ ve Mecnûn’u”,
Türk Dili, c. 1, sy. 8, Mayıs, s. 7-11.
Levend, Agâh Sırrı (1952ç), “Bilinmeyen Eski Eserlerimizden: Kadîmî’nin Leylâ ve
Mecnûn’u”, Türk Dili, c. 1, sy 9, Haziran, s. 21-6.
Levend, Agâh Sırrı (1952d), “Bilinmeyen Eski Eserlerimizden: Larendeli Hamdî’nin Leylâ
ve Mecnûn’u”, Türk Dili, c. 2, sy. 13, Ekim, s. 12-6.
Levend, Agâh Sırrı (1952e), “Bilinmeyen Eski Eserlerimizden: Hayâtî’nin İskender-nâme’si”,
Türk Dili, c. 1, sy. 4, Ocak, s. 195-201.
Levend, Agâh Sırrı (1956), Gazavât-nâmeler ve Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavât-nâmesi,
Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay.
Levend, Agâh Sırrı (1957), Türk Edebiyatında Şehrengizler ve Şehrengizlerde İstanbul, İs-
tanbul.
Levend, Agâh Sırrı (1958), “Nevâ’î Adına Basılmış Bir Eser: Nazm-ı Akâyid”, Jean Deny
Armağanı, Ankara, s. 163-69.
Levend, Agâh Sırrı (1959), Arap, Fars ve Türk Edebiyatlarında Leylâ ve Mecnûn Hikâyesi,
Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yay.
Levend, Âgah Sırrı (1960), “Bilinmiyen Bir Yazarın Bilinmeyen Bir Eseri: Tutmacı’nın
Gül ü Hüsrev Mesnevisi”, VIII. Türk Dil Kurultayında Okunan Bilimsel Bildiriler 1957,
Ankara: TDK Yay., s. 169-74.
Levend, Agâh Sırrı (1988), Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay.
Levend, Âgah Sırrı (1988a), “Attar ile Tutmacı’nın Gül ü Husrev Mesnevileri”, Türk Dili
Araştırmaları Yıllığı Belleten 1959, 2. baskı, Ankara, s. 161-203.
Levend, Âgah Sırrı (1988b), “Âşık Paşa’nın Bilinmeyen İki Mesnevisi: Fakr-nâme ve Vasf-ı
Hâl”, TDAY-Belleten 1953, s. 205-84.
Levend, Âgah Sırrı (1988c), “Âşık Paşa’nın Bilinmeyen İki Mesnevisi Daha: Hikâye ve
Kimya Risalesi (Altı Tıpkıbasım ile Birlikte)”, TDAY-Belleten 1954, s. 265-84.
Levend, Âgah Sırrı (1988ç), “Tutmacı’nın Gül ü Husrev Mesnevisinde Dil Özellikleri”,
TDAY-Belleten 1960, s. 49-77.
Levend, Agâh Sırrı (1989), “Lamiî’nin Ferhad ü Şirin’i”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-
Belleten 1964, 2. Baskı, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., s. 85-111.
Levend, Agâh Sırrı (1989a), “Ahmed Rıdvan’ın Hüsrev ü Şirin’i”, Türk Dili Araştırmaları
Yıllığı-Belleten 1966, 2. baskı, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., s. 215-58.
Levend, Agâh Sırrı (1989b), “Divan Edebiyatında Hikâye”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-
Belleten 1966, 2. baskı, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., s. 71-117.
Levend, Agâh Sırrı (1989c), “Celilî’nin Hüsrev ü Şirin’i”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-
Belleten 1966, 2. baskı, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., s. 103-27.
Levend, Agâh Sırrı (1989d), “Dinî Edebiyatımızın Başlıca Ürünleri”, Türk Dili Araştırma-
ları Yıllığı-Belleten 1972, 2. baskı, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., s. 35-80.
Kaynakça
| 751
Levend, Agâh Sırrı (1989e), “İslâm Edebiyatının Esasları ve Kaynakları”, “Selçuklular Çağı
Türkçesinin Genel Yapısı”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten 1971, 2. baskı, An-
kara: Türk Dil Kurumu Yay., s. 159-94.
Levend, Agâh Sırrı (1989f), “Kemal Paşazâde’nin Şâirliği ve Yûsuf u Züleyhâ’sı”, Türk
Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten 1969, 2. baskı, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., s.
251-81.
Levend, Agâh Sırrı (1989g), “Hamdî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sı”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-
Belleten 1968, 2. baskı, Türk Dil Kurumu Yay., s. 173-211.
Levend, Agâh Sırrı (1989ğ), “Divan Edebiyatında Hikâye”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-
Belleten 1967, 2. baskı, Ankara, s. 71-117.
Macit, Muhsin (2001), Erzurumlu Zihnî Dîvânı, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
Mahcûb, Muhammed Ca’fer (1342), “Mesnevîserâyî der-Zebân-i Fârsî tâ-Pâyân-i Karn-i
Pencum-i Hicrî”, Mecelle-i Dânişgede-i Edebiyyât ve Ulûm-i İnsânî, şomâre: 65, s.
182-213.
Mahcûb, Muhammed Ca’fer (1342a), “Mesnevîserâyî der-Zebân-i Fârsî tâ-Pâyân-i
Karn-i Pencum-i Hicrî”, Mecelle-i Dânişgede-i Edebiyyât ve Ulûm-i İnsânî, şomâre:
66, s. 261-85.
Mahcûb, Muhammed Ca’fer (1345), Sebk-i Horasanî der-Şi’r-i Fârsî, Tehrân.
Mazıoğlu, Hasibe (1964), “Anadolu’da XIII. Yüzyıl Ürünlerinden Yeni Bir Eser”, X. Türk
Dili Kurultayında Okunan Bilimsel Bildiriler-1963, Ankara, s. 75-79.
Mazıoğlu, Hasibe (1962), Fuzûlî, Farsça Dîvân, Ankara
Mazıoğlu, Hasibe (1974), “Türk Edebiyatında Mevlid Yazan Şâirler”, Türkoloji Dergisi,
c. VI., 1, Ankara, s. 31-62.
Mazıoğlu, Hasibe (1981), “Kanunî’nin Oğlu Şehzade Bâyezîd İçin Yapılan Pend-nâme-i
Attâr Çevirisi”, VIII. Türk Tarih Kongresi, Ankara: 11-15 Ekim 1976, Kongreye Sunu-
lan Bildiriler, c. II, Ankara, s. 1183-93.
Mazıoğlu, Hasibe (1974a), Ahmed Fakih, Kitâbu Evsâfı Mesâcidi’ş-şerîfe, Ankara: Türk
Dil Kurumu Yay.
Mazıoğlu, Hasibe (1977), “Edirneli Nazmi’nin Pend-i Attâr Çevirisi”, Türkoloji Dergisi,
c. VII, Ankara, s. 47-53.
Mazıoğlu, Hasibe (1982), “Türk Edebiyatı (Eski)”, Türk Ansiklopedisi, c. XXXII, İstan-
bul, s. 81-134.
Mazıoğlu, Hasibe (1992), “Fuzûlî’nin Hayatı, Edebî Kişiliği ve Eserleri”, Fuzûlî Üzerine
Makaleler, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., 1992, s. 9-54.
Mehmed Şâkir (1933), Tursun Fakı, Muhammed Hanefî Cengi, İstanbul.
Mecdî Mehmed Efendi (1989), Şakâyık-ı nu’mâniyye ve Zeyilleri: Hadâ’iku’ş-şakâyık, hzr.
Abdülkadir Özcan, c. I, İstanbul: Çağrı Yay.
Mélikoff, M. (1954), “Sur le Jamasbnâme”, Journal Asiatique, CCXLII.
Mengi, Mine (1977), “Harnâme Kime Sunulmuştur”, Türkoloji Dergisi, c. 7, Ankara, s.
79-81.
Mengi, Mine (1978), “Kıyafetnameler Üzerine”, TDAY-Belleten 1977, Ankara: Türk Dil
Kurumu Yay., s. 299-309.
Mengi, Mine (1995), Mesîhî Dîvânı, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay.
Merhan, Aziz (2003), Die ‘Vogelgespräche’ Gülşehrîs und die Anfänge der türkischen Lite-
ratur, Doktora Tezi, Göttingen.
752 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Merhan, Aziz (2004), “Ahî Evran ve Şair Gülşehrî”, Ahilik Araştırma Dergisi, sy. 1/1, s.
93-103.
Merhan, Aziz (2012), “Şeyh Abdurrezzak (Şeyh San’an) Destanının Eski Anadolu Türk-
çesindeki İlk Çeviri (mi?)”, Türkiyat Mecmuası, c. 22, s. 123-54.
Meriç, Rıfkı Melul (1936), Hurûfîlik, Mezuniyet tezi, Türkiyat Enstitüsü No. 79, İstan-
bul.
Mermutlu, Mehmet Sait (1996), Ahmed Mürşidî’nin Pendnâmesi [Tenkitli Metin], Yük-
sek lisans tezi, Harran Üniversitesi.
Mersin, Tubâ (2004), Gelibolulu Huzûrî’nin Tercüme-i Esrârnâme Adlı Mesnevîsi, Yük-
sek lisans tezi, Fatih Üniversitesi.
Mevlânâ (1370), Mesnevi-yi Ma’nevî, te’lîf: Celâleddîn Muhammed bin Muhammed
bin el-Huseyn el-Belhî er- Rûmî, hzr. Reynold A. Nicholson, Çâp-i Heftum, Si cild,
Tehrân.
Mevlânâ (1925-1940), Mesnevi-yi Ma’nevî, te’lîf: Celâleddîn Muhammed bin Muham-
med bin el-Huseyn el-Belhî sümme er-Rûmî, hzr. Reynold A. Nicholson, Heşt cild,
Leiden.
Mevlâna (1988), Mesnevî, çev. Veled İzbudak, gözden geçiren: Abdülbaki Gölpınarlı, İs-
tanbul: Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Yay.
Mevlânâ, Mevlânâ Calâleddîn-i Rûmî (1993), MESNEVÎ (Faksimile Basım), Ankara:
Kültür Bakanlığı Yay.
Meyveci, Asuman (1998), Bâyezîd-i Rûmî’nin Sırr-ı Cânân Mesnevîsi [Metin-İnceleme],
Yüksek lisans tezi, Cumhuriyet Üniversitesi.
Mîrsâdikî, Meymenet (1376), Vâjenâme-i Hüner-i Şâ’irî, Tehrân: Kitâb-ı Mehnâz.
Mordtmann, J.H. (1925), Suheil und Nevbehâr, Romantisches Gedicht des Mes’ûd bin Ah-
med (8. Jhdt. D. H.): Hannover
Mu’în, Muhammed (1371), Ferheng-i Fârsî, Şeş cild, Tehrân: Muessese-i İntişârât-i
Emîr-i Kebîr.
Mustafa Fevzi (2003), Vahdet-i Vücûd Meselesi, çevriyazı ve Türkçesi: Mahmut Kanık -
Fatma Z. Kavukçu, Ankara: Hece Yay.
Mustafa Fevzî b. Nu’mân (1320), Mir’âtü’ş-şühûd fî-Mes’eleti Vahdeti’l-vücûd, İstanbul:
Matbaa-i Ahmed İhsan ve Şürekâsı.
Mu’temen, Zeynelabidîn (1355), Tahavvul-i Şi’r-i Fârsî, Tehrân.
Mükrimin Halîl (1928), Düstûr-nâme-i Enverî, İstanbul: Türk Târîh Encümeni
Külliyyâtı.
Mükrimin Halîl (1930), Düstûr-nâme-i Enverî: Medhal, İstanbul.
Nâbiga ez-Zübyânî (1388), Dîvânu Nâbiga ez-Zübyânî, nşr. Şükrî Faysal, Dımaşk.
Nakîboğlu; Dâsitân-ı Adn der-Hikâyet-i Hasan ve Hüseyn, İstanbul Millet Ktp. Manzum
Eserler Böl., nr. 1222/3, yk. 63a-79b.
Nalbat, Muhammet (2012), 15. yy Şairi Çâkerî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sı [İnceleme-Metin],
Yüksek lisans tezi, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi.
Nâlî, Nâlî Konyalı Vehbî; Heft-kân, Süleymaniye Ktp. Hüsrev Paşa Böl. nr. 37/2, yk 83b-
95b.
Nasrattınoğlu, İrfan Ünver (1971), Afyonkarahisarlı Şâirler, Yazarlar, Hattatlar, Ankara.
Nebioğlu, Mehmed (2008), Ervâh-nâme - Pîr Muhyiddîn (1b-30b Yapraklar) [Giriş-Metin-
Dizin-Tıpkıbasım], Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi.
Necîb Efendi; Hilye-i Necîb, Süleymaniye Ktp. Hacı Mahmud Efendi Böl., nr. 3784.
Kaynakça
| 753
Nefîsî, Sa’îd (1319), Ahvâl u Eş’âr-i Rûdekî, c. III, Tehrân.
Nefîsî, Sa’îd (1320), Cust cuy der-Ahvâl u Âsâr-ı Şeyh Ferîdüddîn Attâr-ı Nîşâbûrî,
Tehrân.
Nefîsî, Sa’îd (1344), Târîh-i Nazm u Nesr der-Îrân ve der-Zebân-i Fârsî tâ Pâyân-i Karn-i
Dehum-i Hicrî, cild-i evvel, Tehrân.
Nefîsî, Sa’îd (1382), Muhît-i Zindegî ve Ahvâl u Eş’âr-ı Rûdekî, Tehrân.
Niğdeli Hakkı Eroğlu (1944), Sa’dî-i Şîrâzî, Bostân Tercümesi – Çiçek Bahçesi, Niğde.
Nizâmî (1313), Mahzenu’l-esrâr, Yâdigâr u Armagân-i Vahîd Destgirdî, Tehrân.
Nizâmî (1317), Heft Peyker, Yâdgâr ve Armâgân-ı Vahîd Destgirdî, Tehrân.
Nizâmî (1341), Tercüme-i Hikâye-i Heft Peyker, terc. Emîn Yümnî, İstanbul: Matbaa-i
Ahmed Kâmil.
Nizâmî (1343), Husrev u Şîrîn, be-kûşiş-i Huseyn Pejmân Bahtiyârî, Tehrân.
Nizâmî (1344), Heft Peyker, be-kûşiş-i Huseyn Pejmân Bahtiyârî, Tehrân.
Nizâmî (1344a), Mahzenu’l-esrâr, be-kûşiş-i Huseyn Pejmân Bahtiyârî, Tehrân.
Nizâmî (1353), Husrev u Şîrîn, be-kûşiş-i Abdulmuhammed Âyetî, Tehrân: Şirket-i
Sihâmî.
Nizâmî (1960), Mahzenu’l-esrâr, Mutûn-i İlmî ve İntikâdî, Besâ’î u İhtimâm: Ajdar A.
A. Alîzâde, Baku.
Nizâmî, Nizâmi-yi Genceî (1370), Külliyât-i Hamse, Çâp-i Pencum, Tehrân: Çâphâne-i
Sipihr.
Nizâmî (1370a), Guzîde-i Husrev u Şîrîn ez-Penc-genc-i Nizâmi-yi Gencevî, Telhîs, Mu-
kaddime ve Tevzîhât: Abdu’l-Muhammed Âyetî, Tehrân.
Nizâmî (1373), Heft Peyker-i Nizâmi-yi Gencevî [Metn-i İlmî ve İntikâdî], be-Tashîh-i
Doktor Berât Zencânî, Tehrân: İntişârât-i Dânişgâh-i Tehrân.
Nizâmî (1374), Leylî vü Mecnûn-i Nizâmi-yi Gencevî [Metn-i İlmî ve İntikâdî], be-tashîh-i
Doktor Berat Zencânî, Çâp-i Devvum, Tehrân: İntişârât-i Dânişgâh-i Tehrân.
Nizâmî (1934), Haft Peikar; ein romantiches epos des Nizami Genge’i, nşr. H. Ritter-Jan
Rypka, Prag.
Nizâmî (1941), Heft Peyker, E. E. Berthels’in mukaddimesiyle, hzr. S. Eyvanof – I. Avra-
tovski – P. Lavnik, Moskova.
Nizâmî (1949), Husrev ü Şirin, nakleden: Ali Nihad Tarlan, İstanbul: Ahmet Halit Ki-
tabevi.
Nizâmî (1960), Hosrov ve Şîrîn [İlmî-Tenkîdli Metin], hzr. L. A. Hetakurov, Baku: Azer-
baycan SSR EA Neşriyatı.
Nizâmî (1966), Leylâ ile Mecnûn, Farsçadan nazmen çev. Samed Vurgun, İstanbul Türk-
çesine göre düzenleyen: M[ehmet] Faruk Gürtunca, İstanbul: Ülkü Kitap Yurdu.
Nizâmî (1981), Hosrov ve Şîrîn [Filoloji Tercüme], Baku: Elm Neşriyatı.
Nizâmî (1982), Hosrov ve Şîrîn [Bediî Tercüme], Baku: Yazıcı Neşriyatı.
Nizâmî (1985), Leylâ ile Mecnun [Nâme-i Leylâ vü Mecnûn], çev. Ali Nihat Tarlan, İs-
tanbul: Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Yay.
Nizâmî (1986), Mahzen-i Esrâr, çev. M. Nuri Gençosman, İstanbul: Millî Eğitim Genç-
lik ve Spor Bakanlığı Yay.
Nizâmî (1986a), Hüsrev ve Şîrîn, çev. Sabri Sevsevil, İstanbul: Millî Eğitim Gençlik ve
Spor Bakanlığı Yay.
Noyan, Bedri (1986), Hacı Bektaş Velî Velâyetnâmesi [İlk Velâyetnâme], Aydın.
754 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Nu’mânî, Şiblî-i Nu’mânî (1368), Şi’ru’l-acem yâ Târîh-i Şuarâ ve Edebiyyât-i Îrân,
tercume-i Seyyid Muhammed Takî Fahr-i Dâi-yi Geylânî, Penç Cild, Çâp-i Sev-
vum, Tehrân: Dunyâ-yi Kitâb.
Nuhoğlu, Güller (2010), “Fettâhî-i Nîşâbûrî ve Hüsn ü Dil Tercümesi”, Şarkıyat Mecmu-
ası, sy. 17, İstanbul, s. 65-83.
Ocak, Ahmet Yaşar (1992), Kültür Tarihi Kaynağı Olarak Menâkıbnâmeler [Metodolojik
Bir Yaklaşım], Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay.
Ocak, Ahmet Yaşar (1992a), Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal Sûfîlik: Kalenderîler
[XIV-XVII. Yüzyıllar], Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay.
Ocak, Ahmet Yaşar (1998), “Hızırnâme” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 17, İstan-
bul, s. 417-19.
Ocak, A. Y., İ. E. Erünsal (1995), Elvan Çelebi Menâkibu’l-kudsiyye fî-Menâsibi’l-ünsiyye
[Baba İlyas-ı Horasânî ve Sülâlesinin Menkabevî Tarihi], 2. baskı, İstanbul: İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay.
Odunkıran, Fatih (2010), “Nâilî Salih Efendi ve Kenz-i Nasâyih İsimli Manzum Pend-i
Attâr Şerhi”, İÜEF Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. 42, sy. 42, İstanbul, s. 113-32.
Okçu, Naci (1993), Şeyh Galib (Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri, Şiirlerinin Umûmî Tahlîli
ve Dîvânın Tenkidli Metni), c. 2, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
Okay, Li-Chuan (1992), “Kutadgu Bilig ile Çin Felsefesi Arasındaki İlişki Konusunda Bir
Görüş”, Doğu Dilleri - Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Doğu Dil-
leri ve Edebiyatları Bölümü Dergisi, c. V, sy. 1, Ankara, s. 255-64.
Okay, Orhan - Hüseyin Ayan (1992), Şeyh Galip-Hüsn ü Aşk, İstanbul: Dergâh Yay.
Okudan, Esra (2008), Ârif Mahlaslı Miraciyelerin Şâiri Olarak Abdülbâkî Ârif ve Ârif Sü-
leyman, Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi.
Okumuş, Ömer (1993), “Câmî, Abdurrahman (ö. 898/1492)” mad., TDV İslâm Ansik-
lopedisi, c. 7, İstanbul, s. 94-99.
Okur, Münevver (1958), “Bugüne Kadar Ele Geçmemiş Eserlerimizden: Cemşîd ü Hurşîd”,
Türk Dili, c. VII, sy. 84, 1 Eylül 1958, s. 612-4.
Okur Meriç, Münevver (1991), “Cem Sultan’ın Yeni Bulunan Fâl-ı Reyhân-ı Cem Sultan
Adlı Eseri (2. Nüsha)”, Tarih ve Toplum, c. 16, sy. 96, Aralık, s. 24-27.
Okur, Münevver (1992), Cem Sultan Hayatı ve Şiir Dünyası, Ankara: Kültür Bakan-
lığı Yay.
Okur Meriç, Münevver (1997), Cem Sultan Cemşid ü Hurşid [İnceleme - Metin], Ankara:
Atatürk Kültür Merkezi Yay.
Okuyucu, Cihan (1989), “Cinânî’nin Riyâzü’l-cinânı”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, sy. 3, Kayseri, s. 499-517.
Okuyucu, Cihan (1996), “Tutmacı’nın Gül ü Hüsrev’i”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilim-
ler Enstitüsü Dergisi, sy. 7, Kayseri, s. 239-41.
Okuyucu, Cihan (1995), Hilmî, Bahrü’l-kemâl [Transkribe Metin], Kayseri: Erciyes Üni-
versitesi Yay.
Okuyucu, Cihan (2000), “Cemâlî ve Miftâhu’l-ferec’i”, Dumlupınar Üniversitesi 4-5 Hazi-
ran 1998 Kütahyalı Şairler Sempozyumu - I, Kütahya, s. 178-94.
Okuyucu, Cihan (2008), “Kelâmî Mahlaslı İki Divan Şâiri: Kelâmî Cihan Dede ve Kelâmî-i
Rûmî”, Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, sy. 1, s. 214-39.
Olgun, İbrahim – İ. Parmaksızoğlu (1980), Kutb-nâme, Ankara: Türk Tarih Kurumu
Yay.
Kaynakça
| 755
Olgun, Tahir (1949), Germiyanlı Şeyhî ve Harnâmesi, Giresun.
Onan, Necmettin Halil (1956), Fuzûlî, Leylâ ile Mecnûn, İstanbul: Maarif Basımevi.
Onur, M. Naci (1986), Hamdullah Hamdi, Yusuf ve Züleyha [İnceleme - Seçmeler], An-
kara: Ertem Matbaacılık.
Onur, Naci (1991), Hamdî, Yusuf u Züleyhâ, Ankara: Akçağ Yay.
Orak, Bayram (1995), Lutfî’nin Gül ü Nev-rûz’u [Gramer - İndeks], Yüksek lisans tezi,
Ege Üniversitesi.
Orhan, Hikmet (1985), Eski Anadolu Türkçesi Ürünlerinden Düstûr-nâme-i Enverî: İz-
mir Millî Ktp. Nüshasının Metni-Sözlüğü ve Dilbilgisi Özellikleri, Yüksek lisans tezi,
Ankara Üniversitesi.
Osmân Muhtâr (1382), Dîvân-i Osmân Muhtâr, nşr. Celâleddîn-i Humâî, Tehrân.
Osmân Şevki (1991), Beşbuçuk Asırlık Türk Tabâbeti Tarihi, sadeleştiren: İlter Uzel, An-
kara: Kültür Bakanlığı Yay.
Oytan, Mustafa (1956), Mevlidi Ali, Eskişehir: Uğur Ofset.
Ölker, Perihan (2009), “Klâsik Edebiyatımızda Manzum Lügat Geleneği ve Mahmûdiyye”,
Turkish Studies-İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of
Turkish or Turkic, sy. 4/4, s. 873-88.
Ölker, Gökhan (2009), “Rumca-Türkçe Manzum Sözlük: Tuhfetü’l-uşşâk”, Turkish Studies-
İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Tur-
kic, sy. 4/4, s. 856-72.
Öz, Yusuf (1989), Camî, Tuhfetü’l-ahrâr ve Türkçe Çevirisi, Yüksek lisans tezi, Ankara
Üniversitesi.
Öz, Yusuf (1996), Tarih Boyunca Farsça-Türkçe Sözlükler, Doktora tezi, Ankara Üni-
versitesi.
Öz, Yusuf (1997) “Tuhfe-i Vehbî Şerhleri”, İlmî Araştırmalar, sy. 5, İstanbul, s. 219-32.
Öz, Yusuf (1999), Tuhfe-i Şâhidî ve Şerhleri, Konya.
Özbostancı, Kenan (1991), Kemâloglı, Ferah-nâme, Yüksek lisans tezi, Marmara Üni-
versitesi.
Özcan, Abdülkadir (1994), “Düstûrnâme-i Enverî” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, c.
10, İstanbul, s. 49-50.
Özcan, Abdülkadir (2006), Âsafî Dal Mehmed Çelebi, Şecâ’at-nâme [Özdemiroğlu Osmân
Paşa’nın Şark Seferleri], İstanbul: Çamlıca Basım Yayın.
Özcan, Nurgül (2007), Şâhî’nin Ferhâd-nâme’si [İnceleme-Metin], Doktora tezi, Gazi
Üniversitesi.
Özçelik, Kenan (2008), Yûsuf-ı Meddâh ve Maktel-i Hüseyn [İnceleme-Metin-Sözlük],
Yüksek lisans tezi, Ankara Üniversitesi.
Özden, Hilmi (2007), Kutadgu Bilig’de Ahlâk Kavramı ve Tıp Etiğine Etkisi, İstanbul.
Özdemir, Hikmet (1996), Latîfî, Subhatü’l-uşşâk [Manzum Yüz Hadis Çevirisi], İstan-
bul.
Özdemir, Hikmet (1996a), Âdile Sultan Divanı, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
Özdemir, Mehmet (2012), “Türk Edebiyatında Manzum Hilye Türü ve Neccârzâde Rızâ’nın
Hilye-i Hâce Bahâüddîn Şâh-ı Nakşibend’i”, Turkish Studies-İnternational Periodical
For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, vol. 7/3, s. 1973-92.
Özdemir, Sema (1996), Aksaraylı İsa’nın Mi’râciyesi, Yüksek lisans tezi, Marmara Üni-
versitesi.
756 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Özden, Nihan (2001), Hayali, Ravzatü’l-envar [Metin-Gramatikal İndeks], Yüksek lisans
tezi, Gaziosmanpaşa Üniversitesi.
Özder, M. Adil (1968), Ölümünün 100. yılında Yusufelili Âşık Muhibbî ve Mevlid-i Şerîf,
Artvin.
Özel, Birgül (1995), Letâyif-nâme, Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi.
Özer, Hande (1994), Nev’î’nin Hasb-i Hâl’i, Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi.
Özer, Osmân (1995), Ahmedî, Tervîhu’l-ervâh [Giriş-İnceleme-Metin]”, Doktora tezi, Fı-
rat Üniversitesi.
Özfırat, Bayram (2006), Tokatlı İshak Efendi’nin Nazmu’l-ulûm, Nazmu’l-le’âlî ve Manzûme-i
Keydânî Adlı Mesnevîleri [İnceleme-Metin], Yüksek lisans tezi, Selçuk Üniversitesi.
Özfırat, Bayram (2013), “Nazmu’l-ulûm”, Turkish Studies-İnternational Periodical For The
Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, vol. 8/4, s. 1129-85.
Özgül, M. Kayahan (1990), Yenişehirli Avnî, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
Özkan, Mustafa (1990), Cinânî, Cilâ’ü’l-kulûb [Giriş-İnceleme-Metin-Sözlük], İstanbul:
İÜEF Yay.
Özkan, Mustafa (1994), “Devletoğlu Yûsuf ” mad., TDV İslâm Ansiklopesi, c. 9, İstan-
bul, s. 243-44.
Özkan, Mustafa (2000), “Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîn’i ve Rûmî’nin Şîrîn ü Pervîz’i”, İlmî
Araştırmalar, sy. 9, İstanbul, s. 179-92.
Özkan, Ömer (2010), “Gazavat-nâme-i Midilli Türk Dili ve Kültür Tarihi Bakımından
Değeri”, TDAY Belleten 2008/1, 2008/1, s. 113-26.
Özkat, Mustafa (2011), Münîrî (öl. 1521?)’nin Manzum Siyer-i Nebî’si cilt: IV-V [Metin
İnceleme], Doktora tezi, Marmara Üniversitesi.
Öztekin, Ali (1996), Gelibolulu Mustafa Âlî, Câmi’u’l-buhûr Der-Mecâlis-i Sûr [Edisyon
Kritik], Ankara.
Öztekin, Nezahat (2000), Bekâyî’nin Gül ü Bülbül’ü ile Fazlî’nin Gül ü Bülbülü’nün Kar-
şılaştırılması [Bekâyî’nin Gül ü Bülbülü’nün Metni ve İncelemesi], İzmir.
Öztekin, Nezahat (2002), Fazlî, Gül ü Bülbül, İzmir: Akademi Kitabevi.
Öztoprak, Nihat (1994), Klâsik Türk Edebiyatı’nda Manzum Yüz Hadîsler, Doktora tezi,
Marmara Üniversitesi.
Öztoprak, Nihat (2000), Refî-i Âmidî, Cân u Cânân, İstanbul: Türk Gev.
Öztoprak, Nihat (2004), “Fennî ve İzzet Efendi’nin Sahilnameleri ve Bu Sahilnamelerde
Üsküdar”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, 11, İstanbul, s. 111-48.
Öztulunç, Reyhan (2010), 16. Yüzyılda Yazılmış Bir Behrâm-ı Gûr Mesnevîsi II [İnceleme-
Edisyon Kritikli Metin], Yüksek lisans tezi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversi-
tesi.
Öztürk, Cemil (1980), “Hatiboğlu’nun Ferah-nâmesi”, Türklük Bilgisi Araştırmaları, Jo-
urnal of Turkish Studies, XIV, Harvard, s. 401-20.
Öztürk, Cemil (1984), Ferahname, egy XV. szazadi Oszman-Török nyelvemlék, Doktora
tezi, Phd. Thesis. Budapest Eötvös Lorand Tudományegyetem.
Öztürk, Erdem Can (2012), “Ayn-ı Ekber Mehmed Efendi’nin Manzum Şemâ’il-i Şerîf
Tercümesi”, Turkish Studies-İnternational Periodical For The Languages, Literature and
History of Turkish or Turkic, sy. 7/2, s. 889-902.
Öztürk, Mürsel (1997), “Hâtifî” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 16, s. 469.
Öztürk, Nebiye (2002), Zenânnâme, Enderunlu Fâzıl, Yüksek lisans tezi, İstanbul Üni-
versitesi.
Kaynakça
| 757
Öztürk, Necdet (1991), Hadîdî, Tevârih-i Âl-i Osmân (1299-1523), İstanbul.
Öztürk, Necdet (2001), Kemal, Selâtîn-nâme (699-895/1299-1490), Ankara.
Öztürk, Necdet (2003), Fâtih Devri Kaynaklarından Düstûr-nâme-i Enverî [Osmanlı Ta-
rihi Kısmı (1299/1465)], İstanbul.
Öztürk, Zehra (2001), Hamdu’llah Hamdî’s Mesnevî Yûsuf ve Zelîhâ, Part I: Critical Edi-
tion, Part II: Textual Analysis and Facsimile, Harvard.
Öztürk, Zehra (2003), “Eğitim Tarihimizde Okuma Toplantılarının Yeri ve Okunan Ki-
taplar”, Değerler Eğitimi Dergisi, c. 1, sy. 4, s. 131-55.
Özuygun, Ali Rıza (1993), Za’îfî Pîr Mehmed ve Gülşen-i Sî-murg [Tenkidli Metin ve İn-
celeme], Yüksek lisans tezi, Atatürk Üniversitesi.
Özyaşamış Şakar, Sezer (2005), Birgivî Muhammed Efendi’nin Manzum Vasiyyet-nâme’si
[Eleştirili Metin-Dizin-İncelemesi-Sözlük], Doktora tezi, Mimar Sinan Üniversitesi.
Özyaşamış Şakar, Sezer (2006), “Hâzâ Kitâbu Şefâ’at-nâme”, Osmanlı Araştırmaları Der-
gisi - Prof. Dr. Mehmed Çavuşoğlu’na Armağan-IV, sy. XXVIII, s. 123-150.
Özyıldırım, Ali Emre (1999), Hamdullâh Hamdî ve Divanı, Ankara: Kültür Bakanlığı
Yay.
Pala, İskender (1989), Hayriyye, İstanbul.
Pala, İskender (1991), Hilye-i Sa’âdet, Ankara.
Pala, İskender (1995), Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Ankara: Akçağ Yay.
Parlatır, İsmail - György Hazai (2007), Macar Bilimler Akademisi Kütüphanesi’ndeki Türkçe
El Yazmaları Katalağu, Ankara: Türkiye Bilimler Akademisi Yay.
Parmaksızoğlu, İsmet (1950), “Abdurrahman Gubârî’nin Hayatı ve Eserleri”, İstanbul Üni-
versitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi 1949-1950, c. I, sy. 1-2, İstanbul, s. 347-56.
Paşazade, Erhan (2002), Necmî Ömer Efendi’nin Dîvân, Tuhfe-i Vahdet ve Kasîde-i El-
fiyye İsimli Eserlerinin Transkripsiyonlu Metni ve Dîvânı’nın İncelenmesi, Yüksek li-
sans tezi, Cumhuriyet Üniversitesi.
Pehlivan, Elif (2000), Şeyh Eşref b. Ahmed’in Nasîhat-nâme Adlı Mesnevîsinin Edisyon
Kritiği ile Çevirim Yazısı, Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi.
Pekolcay, Necla (1953), “Türk Dil ve Edebiyatına Ait Bazı Metinleri İhtiva Eden Yazma
Bir Mecmua”, Türkiyat Mecmuası, c. X, İstanbul, s. 34-39.
Pekolcay, Necla (1992), Süleyman Çelebi, Mevlid [Vesîletü’n-necât], İstanbul: Dergâh
Yay.
Polat, Tuba (2005), Rahmî Pîr Muhammed Çelebi’nin Şâh u Gedâ Mesnevîsi, Yüksek li-
sans tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi.
Poyraz, İrfan (2007), İsmail Hakkı Bursevî (K.S.), Mi’râciye, Bursa: Sır Yayıncılık.
Poyraz, Yakup (2007), “Hâkim Seyyid Mehmed Efendi’nin Nazîre-i Hilye-i Hakânî Adlı
Eseri”, Turkish Studies [Tunca Kortantamer Özel Sayısı-1], vol. 2/3, s. 449-88.
Pritsak, Omeljan (1993), “Karahanlılar” mad., İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, s. 251-73.
Râdûyânî, Muhammed b. ‘Omar Ar-Râdûyânî (1949), Kitâb Tarcumân Al-Balâga, mu-
kaddime, haşiye ve izahlarla neşreden: Ahmed Ateş, İstanbul: İstanbul Üniversi-
tesi Yay.
Râdûyânî, Muhammed b. ‘Omar Ar-Râdûyânî (1362), Tercemânü’l-belâga, (tash. Ahmed
Ateş, int. Meliku’ş-şu’arâ Bahâr), II. Baskı, Tehrân: İntişârât-i Esâtîr.
Râzî, Şems-i Kays (1387), el-Mu’cem fî-Me’âyir-i Eş’âri’l-acem, nşr. Müderris-i Razevî,
Tehrân: İntişârât-ı Zevvâr.
758 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Re’fet Efendi (1998), “Menkıbe-i Mevlid-i Fahru’l-enâm Tarz-ı Cedîd İsmiyle Oldu Benâm”,
Akademik Bakış, 4, Adana: 64-69.
Resulzade, Mehmet Emin (1951), Azerbaycan Şairi Nizamî, Sekizyüzüncü Yıldönümü
Münasebetiyle 1141- 1941, Ankara: Millî Eğitim Basımevi.
Resulzade, Mehmed Emin (1991), Azerbaycan Şairi Nizami, Bakü: Azerbaycan Dev-
let Neşriyatı.
Ritter, Helmuth (1993), “Attâr” mad., İslâm Ansiklopedisi, c. 2, İstanbul, s. 7-12.
Ritter, Helmuth (1993a), “Câmî” mad., İslâm Ansiklopedisi, c. 3, İstanbul, s. 15-20.
Ritter, Helmuth (1997), “Celâleddîn Rûmî” mad., İslâm Ansiklopedisi, 3, İstanbul, s. 53-
59.
Rûşen, Muhammed (1386), Fahreddîn Esed-i Gürgânî, Vîs ü Râmîn, çâp-i devvom,
Tehrân.
Rypka, Jan (1370), Târîh-i Edebiyât-i Îrân, mütercim: Keyhüsrev Kişâverzî, Tehrân.
Rypka, J. vd. (1381), Târîh-i Edebiyât-i Îrân, mütercim: Îsâ Şehâbî, çâp-i devvom,
Tehrân.
Sabir, Muhammed (1961), Mir Ali Şir Nevaî’nin İlk Mesnevisi Hayretü’l-ebrâr Hakkında
Araştırmalar -Edisyon Kritik, İmla, Dil Hususiyetleri ve Lugatçe, Doktora tezi, İstan-
bul Üniversitesi.
Sabuncu, Zeynep (2000), “Gelibolulu Mustafa Âlî’nin Mihr ü Mâh Mesnevîsi”, Journal of
Turkish Studies Türklük Bilgisi Araştırmaları, In Memoriom Agâh Sırrı Levend Hâtıra
Sayısı III, c. 24, s. 295-305.
Sabuncu, Zeynep (1983), Mihr ü Mâh a Mathnawi of Mustafa Âlî, Yüksek lisans tezi,
Boğaziçi Üniversitesi.
Sabuncu, Zeynep (2005), “Âlî’nin Mihr ü Mâh ile Feyzî’nin Şem’ ü Pervâne’si Arasındaki
Benzerlikler İntihal mi Gelenek mi?”, Türk Kültürü İncelemeleri, sy. 13, s. 129-66.
Sabuncu, Zeynep (2005a), Va’dî’nin Firûz u Dil-efrûz Mesnevîsi [İnceleme-Metin-
Tıpkıbasım], İstanbul.
Sadettin Nüzhet (1933), Neşâtî, Hayatı ve Eserleri, İstanbul.
Sâdık Vicdânî (1995), Tarikatlar ve Silsileleri [Tomâr-ı Turûk-ı ‘Aliyye], hzr. İrfan Gün-
düz, İstanbul: Enderun Yay.
Sâdıkî-i Kitâbdâr (1327), Tezkire-i Mecma’u’l-havâs be-Zebân-i Turki-yi Çagatay, (Tercume-i
Ân be-Zebân-i Fârisî be-Hâme-i Doktor Abdurresûl Hayyâmpûr), Tebrîz.
Sa’dî (trhs.), Külliyât-i Sa’dî, bâ-mukaddime ve tashîh-i Muhammed ‘Alî Furûgî, Tehrân:
Müessese-i Matbuâtı Ahmed İlmî.
Sa’dî (1371), Sa’dî’nin Bostânı [Türkî Dilinde], tercüme eden: Abbâs-ı Büzürg-emîn), [Ek-
rem Cafer’in önsözü ile], Tebriz.
Sa’dî-i Şîrâzî (1303), Cidâl-i Sa’dî bâ-Müdde’î, mütercimi: Safî, İstanbul.
Sadîk, Huseyn Muhammedzâde (1374), Yûsuf u Zuleyhâ, mensûb be: Hekîm Ebu’l-Kâsım-ı
Firdevsî, be-İnzimâm-i Nohistîn-i Zuleyhâ-yi Turkî, Tehrân: İntişârât-i Âferîneş.
Sadîk, Hüseyin Muhammed-zâde (1381), Gülşen-i Râz-ı Şebüsterî be-Rivâyet-i Türkî ez-
Elvân-ı Velî-i Şîrâzî, Tehrân.
Safâ, Zebîhullah (1333), Hamâse-serâyî der-Îrân, Tehrân.
Safâ, Zebîhullah (1357), Genc-i Suhan, c. I, Tehrân.
Safâ, Zebîhullah (1363), Târîh-i Edebiyyât der-Îrân, c. 4, Çâp-i Sevvum, Tehrân: İntişârât-i
Firdevsî.
Safâ, Zebîhullah (1364), Târîh-i Edebiyât der-Îrân, c. 5, Bölüm: 2, Tehrân.
Kaynakça
| 759
Safâ, Zebîhullah (1370), Târîh-i Edebiyyât der-Îrân, c. 1, Tehrân: Kitâb-furûşi-yi İbn-i
Sînâ.
Safâ, Zebîhullah (1371), Târîh-i Edebiyât der-Îrân, c. 3, Bölüm: 1, Tehrân.
Safâ, Zebîhullah (1371a), Târîh-i Edebiyât der-Îrân, c. 3, Bölüm: 2, Tehrân.
Safâ, Zebîhullah (1372), Târîh-i Edebiyyât der-Îrân, c. 2, Tehrân: Çâphâne-i Râmin.
Safâ, Zebîhullah (1387), Hamâse-serâyî der-Îrân, çâp-i çihârum, Tehrân.
Salâhîrâd, Muhsin (1383), “Evzân-i Mesnevîhâ”, Nâme-yi Pârsî, sâl-i nohum, şomâre-i
sevvum, Tebrîz, s. 37-55.
Salman, Ramazan (1989), Süle Fâkih: Yûsuf u Zelihâ (XIV. yüzyıl) [Dil Özellikleri - Trans-
kripsiyonlu Metin - Seçmeli Sözlük], Yüksek lisans tezi, İnönü Üniversitesi.
Saltık, Gazâlî (1947), Süleyman Çelebi ve Mevlid’i Hakkında Bir Tedkik, İstanbul: Boz-
kurt Basımevi.
Saraç, M. A. Yekta (1995), “Emrî, Emrullah (ö. 983/1575)” mad., TDV İslâm Ansiklope-
disi, İstanbul, s. 164.
Saraç, M. A. Yekta (1996), “Emrî’nin Hayatı ve Edebî Kişiliği”, Türkiyat Mecmuası, c.
XX, İstanbul, s. 315-31.
Sarı, Mehmet (2004), Gelibolulu Za’îfî Muhammed, Gazâvât-ı Sultân Murâd Han [İnce-
leme (Ses Değişmeleri, Benzeşmeleri ve Uyumlar) - Metin-Sözlük], Doktora tezi, İs-
tanbul Üniversitesi.
Sarı, Mehmet (1995), “Sabûhî’nin Türkçe Sâkînâmesi”, Nihal Atsız ve Nejdet Sançar Ar-
mağanı, Afyon: Medrese Kitabevi, 1995, s. 101-18.
Sarıcı, Emine (2001), Ârif Süleymân, Hayatı, Eserleri ve Hilye-i Nebeviyye’si [Edisyon Kri-
tik], Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi.
Sarıçiçek, Ramazan (1997), Kemâl Ümmî: Hayatı, Sanatı ve Dîvânı [İnceleme-Metin],
Doktora tezi, İnönü Üniversitesi.
Sarıkaya, Bekir (1992), Ârif, Mürşidü’l-ubbâd, Nüsha-i Âlem ve Şerhü’l-adem, Mevlid [Giriş-
Transkripsiyonlu Metin-Sözlük], Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi.
Sarıkaya, Erdem (2008), “Geleneğin Son Sedalarından Keçeci-zâde İzzet Molla ve “Gülşen-i
Aşk””, I. Uluslar arası Türk Dili ve Edebiyatı Öğrenci Kongresi TUDOK 2006, 11-13
Eylül 2006, İstanbul Kültür Üniversitesi Ataköy-İstanbul, İstanbul: İstanbul Kültür
Üniversitesi Yay.,s. 321-46.
Savaş, Hatice (2002), Nâlî Mehmed’in Miftâh-ı Heftkân’ı [İnceleme-Metin], Yüksek lisans
tezi, Selçuk Üniversitesi.
Savran, Ömer (2009), “Sabâyî ve Üveys-nâme’si”, Turkish Studies [Klâsik Türk Edebiya-
tında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anısına], c. 4/7, s. 478-537.
Savran, Ömer (2010), “Fütûhî’nin Nâz u Niyâz’ı ve Nâz u Niyâz’da Âşık-Maşuk”, Tur-
kish Studies, c. 5/3, s. 492-507.
Saymaz, Semiha (1998), Bahrü’l-hakayık, Yüksek lisans tezi, Atatürk Üniversitesi.
Schaade, A. - Çetin Nihad M., (1993), “Recez” mad., İslâm Ansiklopedisi, c. 9, İstan-
bul, s. 657-63.
Schmidt, Jan (1993), “Sünbülzâde Vehbi’s Şevk-engîz: an Ottoman Pornografik Poem”,
Turcica, nr. 25, s. 9-37
Sehî Bey (1980), Tezkire “Heşt Behişt”, hzr. Mustafa İsen, İstanbul: Tercüman 1001 Te-
mel Eser.
Serdaroğlu-Coşkun, Vildan (2012), Divan Edebiyatında Otobiyografik Bir Eser: Zaifî’nin
Sergüzeştnâme’si, İstanbul: İslâm Araştırmaları Merkezi Yay.
760 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Sertkaya, Osmân F. (1972), “Hârezmî’nin Muhabbetnâme’sinin İki Yazma Nüshası Üze-
rine”, Türkiyat Mecmuası, c. XVII, İstanbul, s. 185-207.
Sertkaya, Osmân Fikri (1986), “Eski Türk Şiirinin Kaynaklarına Toplu Bir Bakış”, Türk
Dili Türk Şiir Özel Sayısı I (Eski Türk Şiiri), sy. 409, Ocak, Ankara, s. 43-80.
Sertkaya, Osmân F. (1989), “Ahmed Fakih” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, c. II, s.
65-67.
Sertkaya, Osmân Fikri (1994), “Türk Şiirinde “Dörtlük” Tarzının Doğuşu ve Gelişmesi”,
Türk Dili Araştırmaları Yıllığı - Belleten 1991, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., An-
kara, s. 89-95.
Sevgi, Ahmet (1993), Merdümî, Tuhfetü’l-emsâl [Manzum Kırk Ayet ve Kırk Hadis ter-
cümesi], Konya.
Sevgi, Ahmet (1993a), Latîfî, Subhatü’l-uşşâk, Konya.
Sevgi, Ahmet (1994), “Okçu-zâde’nin Manzum Kırk Ayet Tercümesi„ Selçuk Üniversi-
tesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sy. I, Kasım, s. 145-55.
Sevgi, Ahmet (2007), “Sâlim’in Hüsrev ü Şîrîn’i Üzerine”, Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat
Fakültesi Edebiyat Dergisi, sy. 17, s. 25-31.
Sevinçli, Veysi (1992), Pîr Mahmûd’un Bahtiyâr-nâme’si [Metin-İndeks], Yüksek lisans
tezi, Yüzüncü Yıl Üniversitesi.
Sevinçli, Veysi (2007), Letâyifnâme [İnceleme-Metin-Sözlük-Tıpkıbasım], İstanbul: Töre
Yayın Grubu.
Sevindik, Hakan (2010), “Fasîh Ahmed Dede’nin Behişt-âbâd Mesnevîsi”, Selçuk Üniver-
sitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, sy. 23, s. 37-46.
Seyhan, Tanju Oral (2004), Bâbür Mîrzâ, Zahîrü’d-dîn Muhammed, Mübeyyen der-Fıkh
[Giriş-Metin-Dizin-Tıpkıbasım], İstanbul.
Shaman, Mesad S. (1991), “Hamdullah Hamdî’nin Tuhfetü’l-uşşâk Adlı Mesnevîsi”, Jo-
urnal of Turkish Studies Türklük Bilgisi Araştırmaları, Fahir İz Armağanı II, vol. 15,
Cambridge, s. 169-255.
Sılay, Kemal (2004), Ahmedî, Tâceddîn İbrâhîm bin Hızır, Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osmân
Gazv-i Îşân bâ-Küffâr = History of the Kings of the Ottoman lineage and Their Holy
Raids Against the İnfidels, Cambridge.
Sîmâdâd (1375), Ferheng-i İstilâhât-i Edebî, Tehrân.
Sinanoğlı; Nazm-ı Siyer-i Nebî, Süleymaniye Ktp. Kasidece-zâde Bölümü, nr. 418.
Smailoviç, İsmet (1990), Muhamed Hevai Uskufi.
Smith, G. Martin (1976), Yusuf-ı Meddâh, Varka ve Gülşâh A. Fourtenth Century Ana-
tolian Turkish Mesnevi, Leiden.
Solmaz, Süleyman (1996), Ahdî ve Gülşen-i Şuarâsı, Doktora tezi, Gazi Üniversitesi.
Solmaz, Süleyman (2005), Ahdî ve Gülşen-i Şuarâsı [İnceleme-Metin], Ankara: Atatürk
Kültür Merkezi Yay.
Soydan, Serpil (2002), Niyâzî’nin Tercüme-i Hilye-i Şerîf Adlı Eserinin İnceleme [Metin ve
Sözlük Çalışması], Yüksek lisans tezi, Niğde Üniversitesi.
Stebleva, İ. V. (1965), Poeziya tyurkov VI-VIII vekov, Moskova.
Sûlî, Ebû Bekr Muhammed b. Yahyâ (1982), Kitabu’l-evrâk (Kısmu Ahbâru’ş-şu’arâ),
Beyrut.
Sultan Veled, Bahâeddin (1305), Şerh-i Aşk-nâme-i Hazret-i Bahâeddin Veled, şârihi:
Hâlid, İstanbul: Mihran Matbaası.
Kaynakça
| 761
Sultan Veled, Behâe’d-dîn Mevlânâ Celâle’d-dîn Muhammed bin Huseyn-i Belhî (1315),
Veled-nâme [Mesnevi-yi Veledî], bâ-tashîh u mukaddime-i Celâl Humâî), Tehrân.
Sungur, Necati (2000), “Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi’nin Heves-nâme’sinde XV. Yüzyıl İstanbul’una
Ait Folklorik Unsurlar”, Bilge, sy. 24, s. 89-90.
Sungur, Necati (2001), “Divan Şairlerinin Birbirine Yönelik Tenkitlerinin İlk Örnek-
lerinden Biri: Ca’fer Çelebi’nin Şeyhî ve Ahmed Paşa’yı Tenkidi”, Bilig, sy. 17, An-
kara, s. 71-79.
Sungur, Necati (2006), Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi, Heves-nâme [İnceleme-Tenkitli Metin],
Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.
Süreyyâ, Mehmed Süreyyâ (1311), Sicill-i Osmânî, 4 c., Matbaa-i Âmire, İstanbul.
Şafak, Sâdık Rızâ-zâde (1352), Târîh-i Edebiyyât-i Îrân, Çâp-i Devvum, İntişârât-i
Dânişgâh-i Pehlevî.
Şafak, Yakup (1993), “Aruzu Niçin ve Nasıl Öğrenmeliyiz”, Yedi İklim, sy. 40, İstanbul,
s. 11-15.
Şafak, Yakup (1993a), “Kaybolmaya Yüz Tutmuş Bir Gelenek: Vezinle Şiir Okumak”, Yedi
İklim, sy. 43, İstanbul, s. 18-20.
Şafak, Yakup (1994), “Aruz Ölçüsü ve Bazı Değerlendirmeler”, Yedi İklim, sy. 49, İstan-
bul, s. 12-18.
Şâhidî; Leylâ vü Mecnûn, Bibliotheque National, Turc 812/333.
Şâhidî (x), Gülşen-i Uşşâk, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi Bölümü, nr. 2875; Millî Kü-
tüphane Mikrofilm Arşivi nr. A-2281.
Şâhidî, İbrahim b. Huda’î (1298), Gülşen-i Tevhîd, İstanbul: Mekteb-i Tıbbıyye Matba-
ası.
Şâhidî (1372), Gülşen-i Tevhîd, nşr. Rızâ Eşrefzâde, Meşhed.
Şâhidî, İbrahim (1967), Gülşen-i Tevhîd, Hicrî 8. Yüzyıl, terc. Midhat Bahari Beytur, İs-
tanbul.
Şahin, Hatice (1993), Hatiboğlu: Ferah-nâme [Dil Özellikleri - Metin - Söz Dizini], Dok-
tora tezi, İnönü Üniversitesi.
Şahin, İbrahim (2012), “Türk Milliyetçiliği Bağlamında Dil ve İdeoloji: Tanzimat Dili”,
Türk Tefekkür Dünyası Bilgi Şöleni, Pamukkale Üniversitesi, 6-7 Aralık 2012, Denizli
[yayımlanmamış bildiri].
Şahin, M. Ünal (1988), Leylî ve Mecnûn, Sevdâî [Transkripsiyon ve Dil İncelemesi], Yük-
sek lisans tezi, İnönü Üniversitesi.
Şahinoğlu, Nazif (1991), “Attâr, Feridüddin” mad., Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklo-
pedisi, c. 4, İstanbul, s. 95-98.
Şahinoğlu, M. Nazif (1999), “Unsurî” mad., İslâm Ansiklopedisi, c. 13, İstanbul, s.
41-49.
Şanlı, İsmet (2003), “XVI. Yüzyıl Divan Şâiri Fedâyî ve Fâl-nâme-i Kur’ân-ı ‘Azîm’i”, U. Ü.
Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2003/2, sy. 5, s. 161-78.
Şarlı, Mahmut (1994), Cinânî, Riyâzü’l-cinânı [İnceleme-Metin], Doktora tezi, Erciyes
Üniversitesi.
Şebusterî, Şeyh Mahmûd (1371), Gulşen-i Râz, nşr. Ahmed Mücâhid -Doktor Muhsin
Keyânî, Çâp-i Evvel, Tehrân.
Şebusterî (1988), Gülşen-i Râz, terc.: Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul: Millî Eğitim Ba-
kanlığı Yay.
Şefi’, Muhammed (1967), Vâmık u Azrâ-yi Unsurî, Lahor.
762 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Şemsettin Sâmî (1996), Kâmûsu’l-a’lâm, 6 Cilt, Tıkıbasım/facsimile, Ankara: Kaşgar
Neşriyat.
Şemsî; Mevlid-i Nebî, İstanbul Üniversitesi Ktp., T. 291.
Şener, H. İbrahim (1995), Türk Edebiyatında Manzum Esmâ’ü’l-hüsnâlar, Doktora tezi,
Dokuz Eylül Üniversitesi.
Şengün, Necdet (2006), Nazîr İbrâhîm ve Dîvânı [Metin-Muhteva-Tahlil], Doktora tezi,
Dokuz Eylül Üniversitesi.
Şentürk, Ahmet Atillâ (1999), Osmanlı Şiiri Antolojisi, İstanbul: Yapı Kredi Yay.
Şentürk, Ahmet Atillâ (2002), XVI. Asra Kadar Anadolu Sahası Mesnevilerinde Edebî
Tasvirler, İstanbul: Kitabevi.
Şentürk, Ahmet Atillâ - Ahmet Kartal (2010), Eski Türk Edebiyatı Tarihi, 4. baskı, İs-
tanbul: Dergâh Yay.
Şerefeddin, M. (1935), “Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddine Dair Bir Kitap”, Türkiyat
Mecmuası, c. III, 1926-1933, İstanbul, s. 233-56.
Şeyh Fahruddîn İbrahim-i Hemedânî (1373), Külliyât-i Dîvân [Kasâyid, Gazeliyyât,
Terci’iyyât, Terkîbât, Mukatte’ât, Musellesât, ‘Uşşâk-nâme yâ Deh-nâme, Rubâ’iyyât,
Leme’ât ve İstilâhât-i ‘İrfâni-yi ‘İrâkî], mukaddime-i Sa’îd-i Nefîsî, Tehrân.
Şeyhî, Şeyhî Mehmed Efendi (1989), Vekâyi’u’l-fuzalâ, c. 1, c. 2-3, nşr. Abdulkadir Öz-
can, İstanbul: Çağrı Yay.
Şeylan, Ali (2003), İbrahim İbn-i Bâlî, Hikmet-nâme [149a-300a] İnceleme-Metin-Sözlük-
Dizin, 2 c., Doktora tezi, İstanbul Üniversitesi.
Şimşek, Tacettin (1993), Fedâyî Dede, Mantık-ı Esrâr, Yüksek lisans tezi, Atatürk Üni-
versitesi.
Şimşek, Tacettin (2006), “Aruz ve Aruz Öğretimine Eğitimine Yönelik Uygulama Öne-
rileri”, Milli Eğitim Dergisi, sy. 169, s. 154-74.
Şimşek, Selami (2009), “Osmân Şems Efendi’nin Âdâbu’l-mürîd fî-Sohbeti’l-murâd Adlı
Mesnevîsinin Tahlili”, Turkish Studies [Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr.
Halûk İPEKTEN Anısına], c. 4/7, s. 538-92.
Şimşekler, Nuri (1998), Şâhidî İbrâhîm Dede’nin Gülşen-i Esrâr’ı [Tenkitli Metin - Tahlil],
Doktora tezi, Selçuk Üniversitesi.
Taçalan Çalık, Nebahat (1998), Tayyâr (Mahmûd) Paşa [Hayatı-Edebî Şahsiyeti-Eserleri
ve Dîvân’ının Tenkildi Metni], Yüksek lisans tezi, Trakya Üniversitesi.
Taeschner, F. (1930), Kerâmât-ı Ahî Evran, Leipzig.
Taeschner, F. (1955), Gülschehris Mesnevî Auf Achi Evran, den Heiligen von Kırschehir
und Patron der türkischen Zünfte, Wiebaden.
Tahbaszade, Abdürresul (Hayyampur) (1945), Türk ve İran Edebiyatlarında Yûsuf ve Zü-
leyha Mesnevîsi, Doktora tezi, İstanbul Üniversitesi.
Tâhirü’l-Mevlevî (1899), Hilye-i Çihâr-yâr-i Güzîn, İstanbul: Karabet Matbaası.
Tâhir-ül Mevlevî (1984), Edebiyat Lügati, 2. baskı, İstanbul: Enderun Yay.
Tanrıverdi, Fatma (1998), Elest-nâme, Şeyh Eşref bin Ahmed, Yüksek lisans tezi, Mar-
mara Üniversitesi.
Tandırcı Alıcı, Gülcan (2009), Mevlid, Mar’aşî Kurrâ-zâde Nâdirî [Hayatı-Edebî Şahsi-
yeti ve Eserleri], Kahramanmaraş.
Tansel, Fevziye A. (1976), “Divan Şairlerinden Fennî’nin Boğaziçi Kıyılarını Canlandı-
ran Mesnevîsi: “Sâhil-nâme” (5 fotokopi ile Birlikte)”, Türk Tarih Kurumu Belleten,
c. XL, 158, s. 331-39.
Kaynakça
| 763
Tansel, Fevziye Abdullah (1990), “Nevres” mad., İA, 9, s. 231-33.
Tansel, Fevziye Abdullah (1990a), “Neşet” mad., İA, 9, s. 212-14.
Tarafa b. Abd (trhs.), Dîvânu Tarafa b. Abd, Beyrut: Dâru Sâdır.
Tarlan, Ali Nihad (1922), İslâm Edebiyatında Leylâ ve Mecnûn Mesnevîsi, Doktora tezi,
İstanbul Üniversitesi.
Tarlan, Ali Nihat (1944), İran Edebiyatı, İstanbul: Remzi Kitabevi.
Tarlan, Ali Nihad (1950), Fuzûlî’nin Farsça Dîvânı (Tercümesi), İstanbul.
Tarlan, Ali Nihad (1966), Ahmed Paşa Divanı, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yay.
Taş, Hakan (2008), Şeyyad Hamza, Yûsuf u Zelîhâ, İstanbul.
Taş, Hakan - Ömer Zülfe (2007), “Nev’î’nin Münâzara-i Tûtî vü Zâg Adlı Mesnevîsi”,
Turkish Studies [Tunca Kortantamer Özel Sayısı-1], vol. 2/3, s. 660-96.
Taşlıova, Muammer Mete (1998), Mir Hamza Nigârî’nin Nigâr-nâme Mesnevîsi, Yüksek
lisans tezi, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi.
Tatcı, Mustafa - Cemâl Kurnaz - Yaşar Aydemir (2001), Giritli Salacıoğlu Mustafa ve
Mesnevîleri, Ankara.
Tatçı, Mustafa - Cemal Kurnaz (1999), Muslihüddîn Vahyî-i Şa’bânî, Mi’râcü’l-beyân
[Mi’racın Tasavvufî Boyutu], Ankara: Bizim Büro Basımevi.
Tatçı, Mustafa - Cemal Kurnaz (2002), Muslihüddin Vahyî, Mi’râcü’l-beyân [Mi’racın
Tasavvufî Boyutu], İstanbul: Alperen Yayınları.
Tatçı, Mustafa (1990), Risâletü’n-nushiyye [Tenkitli Metin], Ankara: Kültür Bakanlığı
Yay.
Tatçı, Mustafa (1994), Niyâzî, Mansûr-nâme, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yay.
Tatçı, Mustafa (1997), “Kirdeci Alî’nin Ejderhâ Destânı”, Edebiyattan İçeri, Ankara, s.
322-37.
Tatçı, Mustafa (2008), Niyâzî-i Kadîm, Hallâc-ı Mansûr Mennâkıbnâmesi, İstanbul.
Tavukçu, O. Kemal (1993), Halîlî, Firkat-nâme [İnceleme - Metin], Yüksek lisans tezi,
Atatürk Üniversitesi.
Tavukçu, Orhan Kemal (2000), Ahmed Rıdvân, Hüsrev ü Şirin [İnceleme-Metin], Dok-
tora tezi, Atatürk Üniversitesi.
Tavukçu, Orhan Kemal (2001), “Yenişehirli Avnî Bey’in Âb-nâme Adlı Eseri Üzerine”,
Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, sy. 21, s. 59-79.
Tavukçu, Orhan Kemal (2004), “Türk Edebiyatında Firâk-nâme Adlı Eserler”, Türk Kül-
türü İncelemeleri Dergisi, sy. 10, İstanbul, s. 89-122.
Tavukçu, Orhan Kemal (2009), “Klasik Edebiyatta Hamse Geleneği ve Şeyyâd Hamza’nın
Hamsesi”, Turkish Studies [Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEK-
TEN Anısına], c. 4/7, s. 593-602.
Tekin, Talât (1989), XI. Yüzyıl Türk Şiiri Dîvânu Lugâti’t-Türk’teki Manzum Parçalar, An-
kara: Türk Dil Kurumu Yay.
Tekin (Alpay), Gönül (2002), “Lâmiî Çelebi’nin Gûy u Çevgân Mesnevîsinin Tasavvufî
Yorumu”, Journal of Turkish Studies Türklük Bilgisi Araştırmaları, Essays in Honour
of Barbara Flemming Barbara Flemming Armağanı, c. 26/2, s. 253-74.
Tekin, Talât (1986), “İslâm Öncesi Türk Şiiri”, Türk Dili Türk Şiir Özel Sayısı I (Eski Türk
Şiiri), sy. 409, Ocak, Ankara, s. 3-42.
Tekin, Talât (1986a), “Karahanlı Dönemi Türk Şiiri”, Türk Dili Türk Şiir Özel Sayısı I (Eski
Türk Şiiri), sy. 409, Ocak, Ankara, s. 81-157.
764 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Tekin, Talât (1989), XI. Yüzyıl Türk Şiiri Dîvânu Lugâti’t-Türk’teki Manzum Parçalar, An-
kara: Türk Dil Kurumu Yay.
Tepeli, Yusuf (2002), Yemînî, Derviş Mehmed, Fazîlet-nâme [Giriş-İnceleme-Metin-
Gramatikal Dizin], 2 c., Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.
Terbiyet, Muhammed Ali (1314), Dânişmendân-i Âzerbaycan, Çâp-i Evvel, Tehrân.
Tezcan, Nuran (1978), “Lâmi’î’nin Gûy u Çevgân Mesnevisi”, Ömer Asım Aksoy Arma-
ğanı, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., s. 201-25.
Tezcan, Nuran (1994), Lâmi’s Gûy u Çevgân, Supplementband 35, Stuttgart: Franz Sta-
iner Verlag.
Tekin, Gönül A. (1991), Feyzî Çelebi, Şem’ ü Pervâne (XVII. yüzyılda hece vezniyle yazıl-
mış bir mesnevî) [İnceleme-Metin-Tıpkıbasım], Harvard.
Temizel, Ali (1996), Mevlânâ ve Mevlevîlikle İlgili Eski Harfli Türkçe Eserler ve Müellif-
leri, Yüksek lisans tezi, Selçuk Üniversitesi.
Temizel, Ali (2002), Ahmedî’nin Farsça Eserleri [Tenkitli Metin-İnceleme-Tercüme ve İn-
deks], Doktora tezi, Ankara Üniversitesi.
Tepeli, Yusuf (2002), Yemînî, Dervîş Mehmed, Fazîletnâme [Giriş-İnceleme-Metin-Gramatikal
Dizin], 2 c., Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.
Terbiyet, Muhammed Ali (1314), Dânişmendân-i Âzerbaycan, çâp-i evvel, Tehrân.
Terzi, Mehmet (1994), Yazıcı Sâlih (Selâhaddin), Kitâbu’ş-şemsiyye (Melhame-i Şemsiyye)
[Dil Özellikleri–Metin–Söz Dizini], Doktora tezi, İnönü Üniversitesi.
Tezcan, Semih (1994), Süheyl ü Nevbahâr Üzerine Notlar, Ankara: Simurg.
Tezcan, Semih (1995), “Mes’ûd ve XIV. Yüzyıl Türk Edebiyatı Üzerine Yeni Bilgiler”, Türk
Dilleri Araştırmaları, sy. 5, s. 65-84.
Tezcan, Semih (1996), “Manzum Kelîle ve Dimne Üzerine Notlar”, Türk Dilleri Araştır-
maları, sy. 6, s. 81-121.
Tığlı, Fatih (2007), “Klâsik Türk Edebiyatında Şehrengiz Çalışmaları Hakkında Bibliyog-
rafya Denemesi”, Turkish Studies-İnternational Periodical For The Languages, Litera-
ture and History of Turkish or Turkic, sy. 2/4, s. 763-70.
Timurtaş, Faruk K. (1954), “Şeyhî’nin Hayatı ve Şahsiyeti”, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat
Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. 5, 31 Aralık 1953, İstanbul, s. 91-120.
Timurtaş, Faruk K. (1959), “Türk Edebiyatında Husrev ü Şirin ve Ferhad ü Şirin Hikâyesi,
İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. IX, 1 Ka-
sım 1959, İstanbul, s. 65-88.
Timurtaş, Faruk K. (1959a), “Şeyhî’nin Husrev ü Şirin’inin Konusu”, İstanbulÜniversi-
tesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. IX, 1 Kasım 1959, İstan-
bul, s. 89-110.
Timurtaş, Faruk K. (1960), “Şeyhi ve Nizami’nin Husrev ü Şirin’lerinin Konu Bakımın-
dan Mukayesesi”, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Der-
gisi, c. X, 1 Eylül 1960, İstanbul, s. 25-34.
Timurtaş, Faruk K. (1961), “Şeyhi’nin Eserleri”, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi,
Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. XI, 31 Aralık 1961, İstanbul, s. 99-108.
Timurtaş, Faruk K. (1961a), “İran Edebiyatında Husrev ü Şirin ve Ferhad ü Şirin Yazan
Şairler”, Şarkiyat Mecmuası IV, Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul, s. 73-86.
Timurtaş, Faruk K. (1968), Şeyhî Hayatı ve Eserleri -Eserlerinden Seçmeler-, İstanbul: İs-
tanbul Üniversitesi Yay.
Kaynakça
| 765
Timurtaş, Faruk K. (1980), Şeyhî ve Husrev ü Şîrin’i [İnceleme - Metin], İstanbul: İstan-
bul Üniversitesi Yay.
Timurtaş, Faruk K. (1981), Şeyhî’nin Harnâme’si, İkinci baskı, İstanbul: İÜ Edebiyat Fa-
kültesi Yay.
Timurtaş, Faruk K. (1990), Süleyman Çelebi, Mevlid [Vesîletü’n-necât], İstanbul: Millî
Eğitim Bakanlığı Yay.
Timurtaş, Faruk K. (1990a), Tarih İçinde Türk Edebiyatı, 2. baskı, İstanbul: Boğaziçi
Yay.
Timurtaş, Faruk Kadri (1997), Makaleler [Dil ve Edebiyat İncelemeleri], hzr. Mustafa Öz-
kan, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.
Togan, Zeki Velidi (1997), “Hamdullah Müstevfî” mad., İslâm Ansiklopedisi, c. 5/1, İs-
tanbul, s. 186-88.
Tohumcu, Nimet (2002), Misâlî’nin Kitâb-ı Manzûme-i Feyznâme-i İlâhî Mesnevisi [İn-
celeme - Metin], Yüksek lisans tezi, Atatürk Üniversitesi.
Tokatlı, Ümit (1996), Pîr Mehmed b. Evrenos b. Nûreddin Za’îfî, Kitâb-ı Bostân-ı Nasâyih,
Kayseri: Erciyes Üniversitesi Yay.
Toker, Birgül (2003), Şemseddin-i Sivasî’nin Mir’âtü’l-ahlâk Mesnevîsi [İnceleme - Metin],
Doktora tezi, Selçuk Üniversitesi.
Tokmak, A. Naci (1997), “Hâcû-yı Kirmânî” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 15, İs-
tanbul, s. 520-21.
Top, Yılmaz (2011), Münîrî’nin (öl. 1521 ?) Manzum Siyer-i Nebî’si (Cilt: VI-VII) – [İnceleme-
Metin], Doktora tezi, Marmara Üniversitesi [Devam ediyor].
Topal, Ahmet (2006), Adnî Receb Dede, Nahl-i Tecellî [İnceleme-Metin], Yüksek lisans
tezi, Atatürk Üniversitesi.
Topal, Ahmet (2009), “Âsafî’nin Cezîre-i Mesnevî Adlı Eseri ve Bu Eserde Yer Alan
Mesnevî’nin İlk On Sekiz Beytinin Tercümesi”, Turkish Studies [Klâsik Türk Edebi-
yatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anısına], c. 4/7, s. 603-18.
Topuzoğlu, Tevfik Rüştü (2007), “Recez” mad., TDV İA, c. 34, İstanbul, s. 509-10.
Torun, Kevser (2002), Es’ad Mehmed Efendi’nin Hayatı, Eserleri ve Gülistân-ı Şemâ’il’i,
Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi.
Toska, Zehra ve Nedret Burçoğlu Kuran (1996), “Ferideddin-i Attar’ın Mantıku’t-tayr’ının
14, 16, 17 ve 20. Yüzyıllarda Yapılmış Türkçe Yeniden Yazımları”, Journal of Tur-
kish Studies, Türklük Bilgisi Araştırmaları, Abdülbaki Gölpınarlı Armağanı II, c. 20,
s. 251-265.
Tökel, Dursun Ali (2000), Divan Şiirinde Mitolojik Unsurlar, Şahıslar Mitolojisi, An-
kara: Akçağ Yay.
Tören, Hatice (2001), Ali-Şir Nevayi, Sedd-i İskenderî [İnceleme-Metin], Ankara: Türk
Dil Kurumu Yay.
Tören, Hatice (2006), “Kirdeci Alî, Dâsitân-ı Hamâme-i ‘Ar’ar”, İstanbul Üniversitesi Ede-
biyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. XXXIV, s. 177-201.
Tolasa, Harun (1982), “15. yy. Türk Edebiyatı Anadolu Sahası Mesnevileri”, Ege Üniver-
sitesi Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, sy. 1, İzmir, s. 1-13.
Tuğluk, Hail İbrahim (2008), “Lâmekânî Hüseyin’in Esrârnâme Tercümesi”, Turkish Stu-
dies, Türkoloji Araştırmaları, vol. 3/4, s. 818-865.
766 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Tulum, Mertol (2000), Tarihî Metin Çalışmalarında Usul Menâkıbu’l-Kudsiyye Üzerinde
Bir Deneme, İstanbul.
Tuman, Nail (1961), İstanbul Kütüphaneleri Türkçe Hamseler Kataloğu, İstanbul: Millî
Eğitim Bakanlığı Kütüphane Katalogları Yay.
Tunç, Semra (1996), Ârif, Hayatı, Edebî Kişiliği ve Eserlerinin Tenkidli Metni I. c. İnce-
leme - II. c. Metin, Doktora tezi, Selçuk Üniversitesi.
Tunç, Semra (1997), “Dede Ömer Rûşenî”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Ens-
titüsü Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sy. 4, Konya, s. 237-49.
Tunç, Semra (2002), “Ârif ve II. Murâd Döneminde Yazılmış Bir Hamse”, Selçuk Üniver-
sitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sy. 12, Konya,
s. 155-68.
Tural, Güzin (1993), Seb’a-i Seyyâre, Doktora tezi, Gazi Üniversitesi.
Tural, Lale (1993), Hafî’nin Zâdü’l-me’âd’ının Süleymân Çelebi Mevlid’i ile Karşılaştırıl-
ması, Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi.
Tural, Sadık (1993), Şahsiyetler ve Eserler, Ankara: Ecdâd Yay.
Tural, Şecaattin (1993), Hafî’nin Zâdü’l-meâd Adlı Eserinin Nûr-ı Muhammedî’nin İnti-
kalinden Sona Kadar Olan Kısmında Süleyman Çelebi Mevlidi ile Müşterek Motifler,
Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi.
Turan, Ahmet Nezihi (2003), “Kırım Halkının Gündelik Hayatından Çizgiler (17.-18.
Yüzyıllar)”, Bilim Yolu, Kırıkkale Üniversitesi SBE Dergisi, nr. 3, 2003, s. 77-85.
Turan, Lokman (2008), “Yeni Şehirli Avnî Bey’in Mir’ât-i Cünûn’u”, Turkish Studies-
İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Tur-
kic, sy. 3/2, s. 681-736.
Turan, Lokman (2009), “Yeni Şehirli Avnî Bey’in Âteş-kede Mesnevîsi Üzerine Bir İnce-
leme”, Turkish Studies-İnternational Periodical For The Languages, Literature and His-
tory of Turkish or Turkic, sy. 3/4, s. 866-903.
Turan, Lokman (2011), “Defterdâr-zâde Ahmed Cemâlî’nin Siroz Şehrengîzi”, Osmanlı
Araştırmaları The Journal of Ottoman Studies, sy. XXXVII, s. 49-76.
Turan, Lokman - Rıfat Kütük (2009), “Türk Mesnevî Geleneğinde Gazelin Kullanımı”,
Turkish Studies [Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN Anı-
sına], c. 4/7, s. 636-82.
Turan, Zikri (1988), Mecnûn u Leylâ: Hakîrî [Transkripsiyon ve Dil İncelemesi], Yüksek
lisans tezi, İnönü Üniversitesi.
Turhan, Vedat Nuri (1995), Zarîfî ve Mihr ü Mâh Mesnevîsinin Tenkidli Metni ile İncele-
mesi”, Yüksek lisans tezi, Atatürk Üniversitesi.
Turhan, Vedat Nuri (2005), “XVIII. Yüzyıla Ait Bilinmeyen Bir Eser: Teşrifatçı Edîb Efen-
dinin Mevlid’i”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Prof. Dr. M. Fahrettin
Kırzıoğlu Özel Sayısı, sy. 28, s. 103-28.
Tursun Fakı, Hz. Peygamber Ebû Cehl ile Güreş Tuttugıdur, Ankara Üni. Ktp., S. Özege
Bölümü, nr. 544, yk. 5a-12b.
Tuzcu, Kemal (2007), “Klasik Arap Şiirinde Didaktik Şiirler”, Ankara Üniversitesi Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, c. 47, sy. 2, s. 147-71.
Türk Dünyası El Kitabı 3. c.: Edebiyat (1992), 2. Baskı, Ankara: Türk Kültürünü Araş-
tırma Enstitüsü Yay.
Kaynakça
| 767
Türk, Vahit (2009), Hatiboğlu, Bahrü’l-hakâyık, Ankara: TDK Yay.
Türkdoğan, Melike Gökcan (2011), Klasik Türk Edebiyatında Yusuf u Züleyha Mesnevileri
Üzerine Mukayeseli Bir Çalışma, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, e-kitap.
Türken (Duman), Ruşan (2006), Kıvâmî, Fetih-nâme-i Sultân Mehmed [İnceleme-Metin],
Yüksek lisans tezi, Fırat Üniversitesi.
Türkeri, Seydi (1999), Ahmed Mürşidî’nin Pend-nâme’si, Yüksek lisans tezi, İnönü Üni-
versitesi.
Türkmen, Erkan (1988), Emir Hüsrev-i Dihlevî’nin Hayatı, Eserleri ve Edebî Şahsiyeti, An-
kara: Atatürk Kültür Merkezi Yay.
Türkmen, Seyfullah (2000), Tuhfetü’l-uşşâk (Uşşâk-nâme) [İnceleme-Metin-Dizin], Yük-
sek lisans tezi, Kırıkkale Üniversitesi.
Uçman, Abdullah, Hanife Koncu, Müjgân Çakır (2013) Sinanoğlu, Ümîzü’l-müznibîn,
İstanbul.
Ulaş, U. Halim (1998), Alî Akkirmânî: Hayatı, Edebî Şahsiyeti ve Gavriye Mesnevîsi [Ten-
kitli Metin - İnceleme], Yüksek lisans tezi, Atatürk Üniversitesi.
Uludağ, Erdoğan (1997), “Lâmi’î’nin Salâman u Absal Mesnevîsi”, Atatürk Üniversitesi
Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sy. 8, s. 67-77.
Uludağ, Erdoğan (1997a), Vak’aya Dayalı Bir Eser Olarak Lâmi’i Çelebi’nin Salâmân u
Absâl Mesnevisi [İnceleme-Karşılaştırmalı Metin-Sadeleştirme], Doktora tezi, Ata-
türk Üniversitesi.
Uludağ, Erdoğan (1997b), “Türk Edebiyatında Sâkînâmeler ve Bahâyî’nin Sâkînâmesi”,
Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sy. 9, s. 51-64.
Uludağ, Süleyman (1991), Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Marifet Yay.
Uluhan, Çoban Hıdır (2007), Kerküklü Şair Nevrûzî, Yusuf ile Züleyha, 2 cilt, Ankara:
Türk Dil Kurumu Yay.
Unsurî (1341), Dîvân-i Ebu’l-kâsim Hasan bin Ahmed-i Unsurî, bâ-ihtimâm-i Doktor
Yahyâ Karîb, Çâp-i Devvum, Tehrân.
Usluer, Fatih (1994), Süleyman Nahîfî, Hayatı-Eserleri ve Hilyetü’l-envâr’ı, Yüksek lisans
tezi, Marmara Üniversitesi.
Usluer, Fatih (2007), “Misâlî’nin Miftâhu’l-gayb’ı Metin ve Açıklama”, Turkish Studies-
İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Tur-
kic, sy. 2/2, s. 697-722.
Usta, Veysel (2000), Ahmed Rızâ Trabzonî, Manzûme-i Sivastopol, Ankara: Kültür Ba-
kanlığı Yay.
Uygun, Rasim (1988), “Ali Şir Nevai’nin Ferhad ü Şirin’i”, TDAY – Belleten 1957, Ankara:
Türk Dil Kurumu Yay., s. 115-30.
Uygur, Ceyhun Vedat (2007), Kıvâmî, Fetihnâme, İstanbul: Yapı Kredi Yay.
Uylaş, Said (2001), II. Abbasî Asrında Edebî Çevre, Doktora tezi, Atatürk Üniversitesi.
Uysal, R. Selçuk (1998), “Çengnâme Hakkında”, Folkloristik: Prof. Dr. Dursun Yıldırım
Armağanı, Ankara, s. 449-58.
Uzluk, F. Nafiz (1964), “Şair Mu’inî Mustafa’nın Mesnevî Çevirisi Mesnevî-i Murâdî”, X.
Türk Dil Kurultayında Okunan Bilimsel Bildiriler 1963, Ankara: Türk Dil Kurumu
Yay., s. 113-42.
768 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Uzun, Adnan (2012), “Neylî’nin “Hôşâ Hikâye-i Manzûme-i Dil-cû Âzmâyiş-i Tab’-ı
Nâdire-gû” Adlı Mesnevîsinin “Leylâ vü Mecnûn”, “Hüsn ü Aşk” Mesnevileri ve
“Aslı ile Kerem” Hikayesiyle Karşılaştırılması”, Tarih Kültür ve Sanat Araştırmaları
Dergisi, vol. 1, nr. 3, s. 61-72.
Uzun, Mustafa (1982), Dede Ömer Rûşenî [Hayatı-Eserleri ve Miskînlik-nâme Mesnevîsi],
Doktora tezi, Marmara Üniversitesi.
Uzun, Mustafa (1990), Dede Ömer Rûşenî, Ney-nâme, İstanbul.
Uzun, Mustafa (1994), “Dede Ömer Rûşenî (ö. 892/1487)” mad., Türkiye Diyanet Vakfı
İslâm Ansiklopedisi, c. 9, İstanbul, s. 81-83.
Uzun, Mustafa (1996), Dînî Edebiyatımızın Son Temsilcilerinden Mehmed Fevzi Efendi
ve Dînî Mesnevîleri, İstanbul: Marifet Yay.
Uzun, Mustafa (2000), “İbrâhim Tennurî” mad., Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklope-
disi, 22, İstanbul, s. 356.
Uzun, Mustafa (2008), “Türkçe Mevlid Edebiyatında Dikkatlerden Kaçan Bir İsim Meh-
med Fevzi Efendi ve Mevlidleri”, Süleyman Çelebi ve Mevlid - Yazılışı, Yayılışı ve Et-
kileri, edi. Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa: Bursa Osmangazi Belediyesi Yay., s.
297-320.
Ülger, Sibel (1996), Nâbî’ni Hayr-âbâd’ı [İnceleme-Metin], Yüksek lisans tezi, Yüzüncü
Yıl Üniversitesi.
Ülken, Fatih (2002), Elvân-ı Şîrâzî’nin Gülşen-i Râz Tercümesi [İnceleme-Metin], Dok-
tora tezi, Ege Üniversitesi.
Ünal, Hidayet (2003), Rûşenî Ömer Dede’nin Çoban-nâme Mesnevîsi [İnceleme-Metin],
Yüksek lisans tezi, Atatürk Üniversitesi.
Ünlü, Osmân (2005), “Abdurrahman Gubârî Efendi ve Kıssa-i Yûsuf’u”, Erciyes, sy. 333,
Kayseri, s. 16-20.
Ünlü, Yücel (2008), Kısa Mesneviler [XIV.- XVI. YÜZYIL], Yüksek lisans tezi, Gazi Üni-
versitesi.
Ünver, İsmail (1974), Türk Edebiyatında Manzum İskender-nâmeler, Doktora tezi An-
kara Üniversitesi.
Ünver, İsmail (1977), “Ahmedî’nin Cemşîd ü Hurşîd Mesnevîsi Üzerine”, Türkoloji Der-
gisi, sy. 7, Ankara; s. 171-80.
Ünver, İsmail (1978), “Ahmedî’nin İskendernamesindeki Mevlid Bölümü”, Türk Dili Araş-
tırmaları Yıllığı- Belleten 1978, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., s. 355-411.
Ünver, İsmail (1979), “Ahmed Rıdvan’ın İskender-nâmesindeki Osmanlı Tarihi (Nusret-
nâme-i Osmân) Bölümü”, Türkoloji Dergisi, c. VIII, Ankara, s. 345-402.
Ünver, İsmail (1982), Ahmed-i Rıdvân Hayatı Eserleri ve Edebî Şahsiyeti, Doçentlik tezi,
Ankara Üniversitesi.
Ünver, İsmail (1983), Ahmedî, İskender-nâme [İnceleme - Tıpkıbasım], Ankara: TDK
Yay.
Ünver, İsmail (1986), “Mesnevî”, Türk Dili, Türk Şiiri Özel Sayısı II (Divan Şiiri), 415 -416
- 417, Ankara, s. 430-563.
Ünver, İsmail (1986a), “Ahmed-i Rıdvân”, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu
Türk Tarih Kurumu Belleten, c. L, sy. 196, Nisan, Ankara, s. 73-125.
Kaynakça
| 769
Ünver, İsmail (1989), “Ahmed Rıdvan” mad., Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
c. 2, İstanbul, s. 123-24.
Ünver, İsmail (1996), “Gülşen-i Envâr” mad., Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
c. 14, İstanbul, s. 252-53.
Üst, Sibel (2006), Te’dîb-nâme [İnceleme-Metin], Yüksek lisans tezi, Atatürk Üniversi-
tesi.
Üst, Sibel (2007), “Emrî ve Sohbet-nâme”, Turkish Studies-İnternational Periodical For The
Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2007, sy. 2/4, s. 958-1014.
Üstüner, Kaplan (2003), Refî, Cân u Cânân [İnceleme-Metin], İstanbul: Millî Eğitim Ba-
kanlığı Yay.
Üstüner, Kaplan (2009), “Şiir, Şâir ve Edebî Kurallara Dair Yazılmış Bir Mesnevî: Fenniyye-i
Eş’âr”, Turkish Studies [Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN
Anısına], c. 4/7, s. 826-92).
Üstüner, Kaplan (2010), Enderunlu Hasan Yâver, Dîvân [İnceleme-Metin-Çeviri-Dizin],
Ankara : Birleşik.
Üstüner, Kaplan (2013), Gülzâr-ı Na’îm, Ankara.
Üzer, Fatma Hilâl (2002), Türk-İslâm Edebiyatında Evliyâ Hilyeleri, Yüksek lisans tezi,
Marmara Üniversitesi.
Vahîd Mîrzâ, Muhammed (1368), Nuh Sipihr-i Hazret-i Emîr Hüsrev-i Dihlevî, be-tashîh
u tahşiye vu mukaddime der-Zebân-i İnglîsî, Kalküte.
Velîd b. Yezîd (1969), Divânu el-Velîd b. Yezîd. nşr. Francesco Gabrielli, Beyrut: Darû
Kitâbi’l-cedîd.
Vırmiça, Raif (2002), Suzi ve Vakıf Eserleri, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
Vural, Hanifi (1999), Letâyif-nâme, Yüksek lisans tezi, Atatürk Üniversitesi.
Vural, Hanifi (2011), “Kutadgu Bilig’de Dilin Felsefesine Dair Unsurlar”, İÜEF Türk Dili
ve Edebiyatı Dergisi, sy. 43, s. 131-42.
Yakar, H. İbrahim (2000), “Gaziantepli Divan Şairleri”, Osmanlı Döneminde Gaziantep
Sempozyumu (22 Ekim 1999), Gaziantep, s. 151-96.
Yakar, Halil İbrahim (2007), “Manzum Sözlüklerimizden Tuhfe-i Fedâî”, Turkish Studies-
İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Tur-
kic, sy. 2/4, s. 1015-25.
Yapıcı, Ali İhsan (2006), Ahmedî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sı, Yüksek lisans tezi, Adnan Men-
deres Üniversitesi.
Yasan, Naime (1998), Risâle-i Bedriyye [Edisyon Kritik] - Mazlûmî-zâde Mustafâ Efendi,
Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi.
Yasav, Oya (1995), Hilyetü’l-envâr, Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi.

Yavuz, Kemal (2000), Garîb-nâme [Tıpkıbasım], c. I/1-2, II/1-2, İstanbul: Türk Dil Ku-
rumu Yay.
Yavuz, Kemal (2003), “Âşık Paşa”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi [Prof. Dr. Ahmet Bican
Ercilasun’a Armağan], sy. 13, s. 29-39.
Yavuz, Kemal (2004), “Çeşitli Yönleri İle Mantıku’t-tayr ve Garib-nâme Mesnevileri”, İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. XXXI, s. 345-56.
770 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Yavuz, Kemal (2005), “Leylâ ile Mecnûn Hikâyesinin Edebiyattaki Yeri”, Modern Türklük
Araştırmaları Dergisi, c. 2, sy. 4, s. 57-69.
Yavuz, Kemal (2006), Süleyman Tevfik, Leylâ ile Mecnûn, İstanbul.
Yavuz, Kemal (2007), Gülşehrî’nin Mantıku’t-tayr’ı (Gülşen-nâme) -Metin ve Günümüz
Türkçesine Aktarma-, 2 cilt, Ankara.
Yavuz, Kemal (2007a), Mu’înî’nin Mesnevî-i Murâdiyyesi [Mesnevî Tercüme Şerhi], c. I
(Gramer ve Sözlük), c. II (Metin), Konya.
Yavuz, Kemal (2009), “Yusuf Has Hacib ve Kutadgubilig”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 2009, c. XXXVII, s. 137-80.
Yazar, İlyas (2001), Ömer Fuâdî, Hayatı-Edebî Kişiliği-Eserleri ve Bülbüliyye’sinin Edis-
yonkritik Metni, İstanbul.
Yazar, İlyas (2007), “Dürrî’nin Şehrengizinden Gümülcine’ye Bakış”, Turkish Studies-
Türkoloji Araştırmaları, sy. 2/2, s. 770-89.
Yazar, İlyas (2009), “Dürrî’nin Moton Şehrengizi”, Erdem, sy. 55, s. 175-90.
Yazar, Sadık (2007), “Seyyid Şerîfî Mehmed Efendi ve Hilyesi”, Turkish Studies-İnternational
Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic [Tunca Kor-
tantamer Özel Sayısı], sy. 2/4, s. 1026-44.
Yazar, Sadık (2008), “Cismî ve Mevlidi”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, vol.
1/2, s. 448-78.
Yazar, Sadık (2009), “XVII. Yüzyıl Şairi Sadıkî’nin Mesnevî’den Seçme Hikâyeler Tercü-
mesi”, Turkish Studies [Klâsik Türk Edebiyatında Mesnevî, Prof. Dr. Halûk İPEKTEN
Anısına], c. 4/7, s. 893-927.
Yazar, Sadık (2010), “Mütercimi Belirsiz Bir Şeyh-i San’ân Mesnevîsi”, Turkish Studies,
5/4, s. 1572-631.
Yazar, Sadık (2011), Anadolu Sahası Klâsik Türk Edebiyatında Tercüme ve Şerh Geleneği,
Doktora tezi, İstanbul Üniversitesi.
Yazar, Sadık (2011a), “XVI. Yüzyıl Şairlerinden Üsküdarlı Aşkî’nin Eserleri Hakkında
Yeni Tespitler”, Türkiyat Mecmuası, c. 21, s. 375-93.
Yazar, Sadık (2012), Üsküdarlı Aşkî’nin İki [Tercüme-i Muhtârnâme-Menâzilü’s-sâlikîn],
İstanbul: okurakademi.
Yazıcı, Neslihan (2005), Tursun Fakı’nın Cumhûr-nâme Adlı Eserinin Metni ve İncelen-
mesi, Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi.
Yazıcı, Tahsin (1995), “Fettâhî ” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 12, İstanbul, s.
485-86.
Yazıcı, Tahsin (1997), “Selmân-i Sâvecî” mad., İslâm Ansiklopedisi, c. 10, İstanbul, s.
458-61.
Yazıcı, Tahsin - Cemâl Kurnaz (1997), “Hamse” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 15,
İstanbul, s. 499-500.
Yekbaş, Hakan (2013), Türk Edebiyatında Hz. Alî ve Hz. Fâtıma Mevlidleri, Sivas: Asi-
tan Kitap.
Yekbaş, Hakan (2013a), Divan Şiirinde Ashab-ı Kehf ve Râşih’in Ashab-ı Kehf Mesnevisi,
İstanbul: Kitabevi.
Yelten, Muhammet (1999), Nev’î-zâde Atâyî, Sohbetü’l-ebkâr, İstanbul: İstanbul Üniver-
sitesi Yay.
Kaynakça
| 771
Yenikale, Ahmet (2011), Sünbül-zâde Vehbî, Şevk-engîz, Kahramanmaraş: Ukde.
Yeniterzi, Emine (2001), Behiştî’nin Heşt Behişt Mesnevîsi, İstanbul.
Yeniterzi, Emine (2006), “Ahmed-i Dâ’î ve Vasiyyet-i Nûşirevân Adlı Mesnevisi”, Selçuk
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sy. 19,
s. 1-25.
Yeniterzi, Emine (2007), “Anadolu Türk Edebiyatında Ahlâkî Mesnevîler”, Türkiye Araş-
tırmaları Literatür Dergisi, Eski Türk edebiyatı II, c. 5, sy. 10, s. 433-68.
Yerdelen, Cevat (1998), Türk Edebiyatında Kıyâfet-nâmeler ve Niğdeli Visâlî’nin Vesîletü’l-
irfân Adlı Kıyâfet-nâmesi, Yüksek lisans tezi, Atatürk Üniversitesi.
Yıldırım, Ali (1995), “Kâmî’nin Behcetü’l-fehyâ Adlı Mesnevîsi”, F.Ü. Sosyal Bilimler Der-
gisi, nr. 7, Elazığ, s. 285-301.
Yıldırım, Ali (2000), “Kâmî’nin Tuhfetü’z-zevrâ Mesnevîsi”, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fa-
kültesi Dergisi, sy. 5, s. 81-110.
Yıldırım, Kadri (2009), “Didaktik Şiirin Abbasiler Döneminde Ortaya Çıkışı ve Geli-
şimi Üzerine Bir İnceleme”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 18, sy.
1, s. 170-207.
Yıldırım, Nimet (2001), Fars Edebiyatında Kaynaklar, Erzurum: Atatürk Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi Yayını.
Yıldırım, Nimet (2012), İran Edebiyatı: Gazneliler Dönemi, Erzurum.
Yıldırım, Talip (2006), “Ubeydu’llâh Hân’ın İki Eseri: Gayret-nâme Mesnevîsi ve Salavât-
nâme”, Modern Türklük Araştırmaları Dergisi, c. 3, sy. 1, s. 89-102.
Yıldırım, Talip - Ahmet Büyükakkaş (2007), “Ubeydu’llâh Hân’ın İki Eseri: Sabr-nâme ve
Şevk-nâme”, Modern Türklük Araştırmaları Dergisi, c. 4, sy. 1, s. 87-101.
Yıldırımer, Mestan (2007), 15. Yüzyıl Şairlerinden Gülşenî-i Saruhanî’nin Râz-nâme
(Makâlât-ı Gülşenî) Adlı Eserinin Tenkitli Metni, Yüksek lisans tezi, Marmara Üni-
versitesi.
Yıldız, Ayşe (2009), Mustafa Çelebi, Varka and Gulşah, III c., Harvard: Harvard Uni-
versty.
Yıldız, Ayşe (2013), Çâkerî, Yûsuf u Züleyhâ, Ankara: Hitabevi.
Yıldız, Alim (2002), “İbrahim Gülşenî’nin Pend-nâme’si”, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahi-
yat Fakültesi Dergisi, nr. 16, s. 57-95.
Yıldız, Alim (2007), “Üsküdarlı Sâfî’nin Cidâl-i Sa’dî Ba-Müddeî Mesnevîsi”, Üsküdar Sempoz-
yumu IV [3-5 Kasım 2006] Bildiriler c. I, ed.: Coşkun Yılmaz, İstanbul, s. 587-607.
Yıldız, Alim (2008), “Şakir Ahmed Paşa’nın Tertîb-i Nefîs Mesnevisi”, C.Ü. İlahiyat Fa-
kültesi Dergisi, XII/2, s. 179-223.
Yıldız, Alim (2009), “Müellifi Meçhul Bir Şurûtu’s-salât Mesnevisi”, C.Ü. İlahiyat Fakül-
tesi Dergisi, XIII/2, s. 175-87.
Yıldız, Mesut (1992), Nizâmî Gencevî, Heft Peyker Mesnevîsi ve Türkçe Çevirisi, Yüksek
lisans tezi, Ankara Üniversitesi.
Yıldız, Osmân (2008), Şeyyâd Hamza, Yûsuf u Zelîhâ (Destân-ı Yûsuf) [Giriş-İnceleme-
Metin-Dizinler], Ankara: Akçağ Yay.
Yılmaz, Ahmet (trhs.), Na’tî Mustafa, Edhem ü Hümâ (İnceleme-Metin), 2. baskı, Konya:
Selçuk Üniversitesi Yay.
772 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Yılmaz, Ali (1998), “Türk Edebiyatında Esmâ-i Hüsnâ Şerhleri ve İbn-i Îsâ-yı Saruhânî’nin
Şerh-i Esmâ-i Hüsnâ’sı”, Cumhuriyet Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, c. II, sy.
1, s. 1-34.
Yılmaz, Engin (1995), Gazavât-nameler ve Niyâzî’nin Gazavât-ı Nebî’si, Yüksek lisans
tezi, Marmara Üniversitesi.
Yılmaz, İbrahim (2004), “Recez Bahrinin Aruz Şekilleri”, Çukurova Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, c. 4, sy. 2, Temmuz-Aralık [Ayrı Basım].
Yılmaz, Kaşif (1983), Güftî, Hayatı-Eserleri-Edebî Kişiliği-Tezkireciliği ile Dîvân’ı, Zafer-
nâme’si ve Teşrîfâtu’ş-şu’arâ’sının Tenkitli Metni, Doktora tezi, Atatürk Üniversitesi.
Yılmaz, Kâşif (1995), “Fakîrî” mad., TDV İA, c. 12, İstanbul, s. 131-32.
Yılmaz Kâşif (2001), Güftî ve Teşrîfâtü’ş-şu’arâsı, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Baş-
kanlığı Yay.
Yılmaz, Metin (1992), Mesnevî-i Penâhî [Dil Bilgisi-Karşılaştırmalı Metin-Sözlük], Yük-
sek lisans tezi, Yüzüncü Yıl Üniversitesi.
Yılmaz, Nebi (2007), Ahmed-i Rıdvân, Rıdvâniyye [Metin-Dizin-Tıpkıbasım], Ankara:
Bizim Büro.
Yılmaz, Nuran (2009), Ankaralı Hekim Nidâî, Genc-i Esrâr-ı Ma’nî [İnceleme-Metin],
Kayseri: Laçin Yay.
Yılmaz, İbrahim (2002), Arap Şiir Sanatında Recez ve Urcûze, Erzurum: Ekev Yayınları
Yılmaz, Nurullah (1995), III. Abbasî Asrında Edebî Çevre, Doktora tezi, Atatürk Üni-
versitesi.
Yılmaz, Sevgi (1988), Muhammed Sâlih, Şeybânî-nâme (1b-69b) [Metin-indeks], Yüksek
Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi.
Yılmaz, Sibel (2006), Gazavât-ı Emire’l-Mü’minîn Ali, Der Memleket-i Sind Bâ Mukâtil
Şah [Gramer-Metin-İndeks], Yüksek lisans tezi, Afyon Kocatepe Üniversitesi.
Yılmaz Önder, Sevim (2013), Ümmî Îsâ’nın Mihr ü Vefâ Mesnevîsi, İstanbul: Ofis 2005
Yay.
Yiğit, Mehmet (1986), Refî’î’nin Beşâret-nâme’si [Dilbilgisi - Karşılaştırmalı Metin - Söz-
lük], Doktora tezi, Yüzüncü Yıl Üniversitesi.
Yiğit, Mehmet (1990), “Hurûfîlik ve Fazlullah Hurûfî”, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-
Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, sy. 1, Van, s. 73-88.
Yoldaş, Kazım (1993), Taşlıcalı Yahyâ Bey, Şâh u Gedâ [İnceleme-Metin], Yüksek lisans
tezi, İnönü Üniversitesi
Yoldaş, Kazım (1998), Tutmacı’nın Gül ü Hüsrev’i [İnceleme-Metin], Doktora Tezi, İnönü
Üniversitesi.
Yurtseven, Necmettin (2003), Türk Edebiyatında Arapça-Türkçe Manzum Lugatler ve
Sünbülzade Vehbî’nin Nuhbe’si, Doktora tezi, Ankara Üniversitesi.
Yurtseven, Murat (2000), İsmail Hakkî Bursevî, Divan, Bursa: Arasta Yay.
Yurtsever, Murat (1984), Lâmi’î Çelebi, Şehrengîz-i Bursa, Yüksek lisans tezi, Uludağ
Üniversitesi.
Yûsuf-ı Meddâh; Gazâvât-ı İmâm-ı Alî [Hikâyet-i Yemâme], Konya izzet Koyunoğlu Kü-
tüphanesi, nr. 11930, v. 142a-163b.
Yûsuf-ı Meddâh (a); Der-Beyân-ı Sehevât-ı İmâm-ı Alî, Konya izzet Koyunoğlu Kütüp-
hanesi, nr. 11930, v. 194a-203a.
Kaynakça
| 773
Yûsuf-ı Meddâh (b); Dâstân der-Cihân-ı Fânûs der-Hikâyet-i Takyanûs, Türk Dil Ku-
rumu Kütüphanesi, nr. Yz. B 28/4, v. 110a-116a.
Yüksel, Sedit (1965), Mehmed, Işk-nâme [İnceleme - Metin], Ankara: AÜ DTCF Yay.
Yüksel, Sedit (1972), “Sohbetü’l-esmâr Fuzûlî’nin Değildir”, Türkoloji Dergisi, c. IV, sy.
1, s. 115-36.
Yüksel Hasan-H. İbrahim Delice-İ.Hakkı Aksoyak (1996), Eski Anadolu Türkçesine İliş-
kin Bir Metin: İslâmî’nin Mesnevîsi, Sivas.
Za’îfî; Bâg-ı Behişt, Topkapı Sarayı Ktp. (Revan Köşkü), nr. 822, 2b-56.
Za’îfî (a); Kitâb-ı Sergüzeşt-i Za’îfî, Topkapı Müzesi Ktp. Revan Köşkü, nr. 822/5.
Zajaczkowski, A. (1958-1961), Najstarsza wersja turecka Husrev u Şîrîn Qutba, I (Metin),
II (Faksimile), III (Sözlük), Warszawa.
Zavotçu, Gencay (1995), Bir Şâir ve Bir Klasik: Fazlî, Gül ü Bülbül [Mesnevî], Erzurum.
Zavotçu, Gencay (1997), Türk Edebiyatı’nda Gül ve Bülbül Mesnevileri [Mukayeseli Ça-
lışma], c. I-II, Doktora tezi, Atatürk Üniversitesi.
Zavotçu, Gencay (2007), Türk Edebiyatında Hâb-nâme ve Ömer Fu’âdî’nin Hâbiyye
Risâlesi, Kocaeli.
Zavotçu, Gencay (2009), Rıza Tezkiresi [İnceleme-Metin], İstanbul: Sahhaflar Kitap Sa-
rayı.
Zieme, Peter (1991), Die Stabreim-Texte der Uiguren von Turfan und Dunhuang, Bu-
dapest.
Zerrînkûb, Abdulhuseyn (1347), Bâ-Kârvân-ı Hulle, Tehrân.
Zümrütler, Hüsamettin (1994), Hatiboğlu: Ferahnâme [Transkribe Metin], Yüksek lisans
tezi, Erciyes Üniversitesi.
İndeks

A Abdülmuttalib 449
Abaza Paşa 462 Abdülvahhâb 342
Abbâs 34, 96, 125, 126, 152, 229, 269, 274, Abdülvâsi Çelebi 609, 633, 652, 707, 713,
284, 285, 298, 331, 348, 388, 452, 526, 717, 735
738, 750, 758 Abdülvâsi Çelebi 107, 130, 149, 155, 169,
Abbâs-ı Büzürgemîn 152 227, 301, 309, 310, 361, 381, 676
Abbâs Paşa 526 Abdülvehhâb Hayâlî 157, 348
Abdî 116, 131, 135, 146, 148, 157, 158, 169, Abdüsselâm Efendi 383
312, 313, 385, 389, 409, 427, 433, 449, Âb-ı Hayât 119, 409, 612, 658, 723
484, 532, 612, 613, 617, 618, 619, 620, Âbidî 142, 413, 614
652, 659, 672, 673, 674, 713, 723, 726, Abîrî 449, 458, 662, 727
736, 737, 739, 742, 746, 748 Âbkır Şehr-engîzi 438
Abdulahad Nûrî Efendi 448 Âb-nâme 525, 692, 763
Abdullâh 29, 39, 149, 251, 307, 385, 386, Acâyibü’l-mahlûkât 380
412, 460, 476, 480, 484, 505, 507, 620, Accâc 26, 27, 713
725 Acem 42, 53, 67, 84, 85, 86, 87, 88, 198, 210,
Abdullah bin Ubeyye 386 250, 288, 352, 470, 472, 507, 553
Abdullâh b. Mukaffâ 29, 39 acûz 21
Abdullâh b. Üneys 386 Âdâbu’l-mürîd fî-Sohbeti’l-murâd 97,
Abdullâh-ı İlâhî 412 514, 691, 762
Abdullâh Salâhî-i Uşşâkî 476, 480 Âdem 32, 48, 75, 119, 239, 260, 280, 282,
Abdurrahîm-i Karahisârî 151, 318, 330 308, 316, 320, 336, 342, 386, 387, 406,
Abdurrahmân-ı Câmî 74, 528, 530 451, 453, 479, 516, 529, 603, 629, 645,
Abdurrahmân Gubârî 150 725
Abdurrahmân-ı Câmî 129, 340, 346, 391, Adem Kasidesi 686
393, 394, 415, 420, 422, 431 Adlî 129, 455, 741
Abdurrahmân Zâhidî-i Konevî 154, 506 Adlî Hasan Efendi 621
Abdülazîz b. Mahmûd el-İsfehânî 112, Adlî Hasan Efendi 455, 741
150 Adnî Receb Dede 120, 462, 624, 765
Abdülbâkî Ârif Efendi 149, 478, 656, 721 Âferîn-nâme 39
Abdülbaki Gölpınarlı 409, 637, 695, 752, Afîre binti Abbâd 23
762, 766 Âftâbî 129
Abdülkâdir-i Bagdâdî 401 Agâh Sırrı Levend 64, 290, 291, 328, 344,
Abdülkâdir-i Gîlânî 360, 455 420, 421, 466, 470, 633, 646, 648, 660,
Abdülmecîd İbni Şeyh Nasûh 153, 443 670, 678, 684, 689, 736, 738, 744, 758
Abdülmecîd Nasûh Efendi 399 Ağleb el-İclî 25, 26, 745
776 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Ağrıboz Seferi 364 722, 727, 729, 735, 741, 743, 744, 756,
Ahdî 397, 415, 714, 760 760, 764, 768, 769
Âhî 129, 156, 414, 415, 531, 680, 726, Ahmed-i Bîcân 379, 380, 682, 748
746 Ahmed-i Dâ’î 15, 18, 152, 153, 254, 301,
Ahi Evren 254, 430, 723 302, 311, 330, 334, 335, 336, 337, 339,
Ahmed 15, 18, 34, 39, 51, 53, 54, 66, 71, 72, 541, 627, 628, 632, 642, 649, 692, 700,
79, 81, 87, 98, 112, 118, 119, 120, 134, 717, 733, 771
143, 147, 149, 150, 151, 152, 153, 154, Ahmed-i Eflâkî 79
155, 156, 157, 158, 159, 162, 167, 184, Ahmed-i Gazâlî 51
191, 199, 216, 223, 224, 227, 228, 236, Ahmed-i Hânî 649
249, 254, 258, 264, 277, 282, 284, 286, Ahmed-i Mürşidî 150, 476, 489, 627
299, 301, 302, 305, 307, 310, 311, 320, Ahmed-i Rıdvân 87, 143, 151, 153, 154, 155,
323, 324, 325, 328, 329, 330, 334, 335, 156, 157, 159, 162, 167, 191, 224, 228,
336, 337, 339, 342, 344, 348, 353, 355, 328, 344, 348, 355, 357, 358, 361, 362,
357, 358, 360, 361, 362, 364, 366, 369, 528, 531, 625, 644, 698, 769, 772
376, 379, 380, 389, 401, 406, 407, 409, Ahmed-i Tebrîzî 53
412, 415, 420, 434, 438, 439, 440, 450, Ahmed-i Yesevî 249, 258, 412, 627, 716
453, 454, 458, 460, 463, 466, 476, 481, Ahmediyye 150, 184, 306, 484, 485, 627,
483, 484, 485, 489, 490, 492, 496, 501, 630, 633, 644, 662, 737
502, 503, 505, 506, 507, 511, 516, 520, Ahmed İzzet Paşa 511
521, 526, 527, 528, 530, 531, 541, 583, Ahmed Mürşidî 156, 620, 655, 662, 742,
605, 606, 609, 615, 618, 620, 622, 623, 752, 767
624, 625, 627, 628, 629, 631, 632, 633, Ahmed Paşa 157, 277, 348, 364, 369, 380,
634, 636, 637, 638, 642, 643, 644, 645, 389, 450, 483, 496, 505, 609, 690, 694,
646, 647, 649, 651, 654, 655, 662, 663, 700, 714, 728, 761, 763, 771
675, 680, 681, 682, 683, 688, 690, 692, Ahmed Râşid 485, 637
694, 695, 697, 698, 700, 702, 712, 714, Ahmed Remzî 507, 527, 724
716, 717, 719, 720, 722, 724, 725, 727, Ahmed Remzî Dede 527
728, 729, 730, 731, 732, 733, 734, 737, Ahmed Resmî b. İbrâhîm-i Girîdî 506
738, 740, 741, 742, 744, 747, 748, 750, Ahmed Resmî Efendi 485
751, 752, 753, 757, 758, 760, 761, 762, Ahmed Rızâ Trabzonî 642, 767
763, 766, 767, 768, 769, 771, 772 Ahmed Rızâ Trabzonî 520
Ahmed Avni Konuk 152, 741 Ahmed Sûzî 516
Ahmed Câm-ı Jendefîl 156 Ahmed Şâfî 526
Ahmed el Bedevî 320 Ahmed Şâh-ı Behmenî 54
Ahmed Fakîh 81, 150, 228, 254, 284, 299 Ahmet Bican Ercilasun 699, 770
Ahmed Hayâlî 329 Ahmet Kartal 608, 680, 698, 762
Ahmedî 14, 15, 18, 97, 99, 100, 111, 113, Ahsenü’l-hadîs 450
117, 118, 129, 130, 139, 145, 148, 151, Ahvâl-i Kıyâmet 150, 272, 615, 665, 730,
153, 154, 155, 156, 157, 162, 179, 191, 731
210, 227, 267, 268, 269, 285, 290, 292, Akbıyık Muhyiddîn 322
293, 295, 298, 299, 300, 301, 306, 310, Akhisârlı Şeyhülislâm Vassâf Abdullâh
321, 330, 331, 332, 336, 342, 348, 354, Efendi 484
355, 361, 362, 381, 453, 489, 529, 537, Âkif 476, 509, 649
566, 609, 613, 614, 619, 621, 625, 627, Âkif Mevlidi 649
628, 633, 634, 640, 641, 643, 646, 649, Akl-nâme 48
650, 656, 657, 667, 674, 677, 684, 688, Aksaraylı Îsâ 269
690, 691, 696, 697, 706, 714, 717, 721, Aksungur 66
İndeks
| 777
Akşemseddin 704 Alî bin Abdülazîz 158, 426
Ak Şemseddîn 236, 318, 319, 340, 369 Alî Dede Bey bin İlyâs 336
Alâ’ü’ddîn Halacî 70 Ali Nihad Tarlan 421, 692, 693, 717, 753
Alâüddîn Körp 66 Alî Paşa 352, 462, 526
Alâüddîn Muhammed Şâh 69 Alî Şîr Nevâî 529, 639, 644
Âlem-nümâ 180, 181, 202, 469, 500, 533, Alî Şîr Nevâyî 14, 18, 77, 82, 99, 123, 128,
534 129, 148, 151, 154, 156, 157, 159, 164,
Ali 43, 75, 106, 148, 150, 154, 155, 156, 167, 180, 226, 227, 328, 332, 344, 347,
227, 248, 299, 300, 354, 379, 421, 433, 355, 358, 393, 415, 416, 420, 434, 528,
462, 463, 606, 607, 608, 609, 610, 612, 542, 611, 630, 716
613, 616, 617, 618, 620, 621, 622, 623, Ali-yi Deylemî 43
624, 625, 626, 627, 628, 629, 630, 631, Allâh 32, 34, 35, 50, 52, 60, 68, 75, 76, 95,
634, 635, 637, 638, 639, 640, 641, 642, 96, 97, 102, 103, 104, 105, 106, 107,
643, 644, 645, 646, 647, 648, 649, 652, 108, 109, 110, 111, 112, 113, 114, 115,
654, 655, 658, 659, 660, 661, 662, 663, 116, 117, 118, 120, 121, 132, 137, 140,
667, 669, 670, 673, 674, 677, 678, 681, 171, 172, 174, 185, 186, 187, 209, 215,
685, 687, 692, 693, 695, 696, 697, 700, 216, 217, 218, 220, 223, 224, 225, 229,
701, 702, 705, 706, 707, 709, 711, 714, 230, 231, 232, 236, 238, 347, 378, 398,
715, 716, 717, 718, 719, 723, 724, 725, 402, 413, 417, 473, 548, 603
726, 728, 733, 734, 737, 738, 739, 740, Allâme Efendi 465
741, 743, 744, 748, 750, 753, 755, 756, Allâme-i Hafaci 401
757, 758, 762, 763, 764, 765, 766, 768, Alparslan 113, 118, 121, 123, 125, 128,
769, 770, 771, 772 136, 152, 212, 227, 242, 299, 300, 610,
Alî 14, 18, 31, 32, 33, 34, 54, 62, 63, 77, 82, 627, 652, 717
99, 122, 123, 124, 125, 126, 127, 128, Altın Boğa 287
129, 135, 148, 149, 150, 151, 154, 156, Amasya 308, 310, 436, 711, 719
157, 158, 159, 160, 164, 167, 180, 213, Amasyalı Hızrî 409
219, 222, 223, 226, 227, 236, 254, 265, Âmine 268, 510, 616, 735
270, 271, 272, 274, 294, 295, 310, 328, Ammâr 129
332, 336, 337, 343, 344, 347, 348, 352, Amr b. Ümeyye 386
355, 356, 358, 359, 370, 374, 385, 386, Amrü’l-leys 471, 534, 635, 742
387, 388, 389, 393, 395, 398, 413, 415, Anadolu 14, 15, 17, 18, 61, 66, 81, 85,
416, 420, 426, 434, 435, 437, 440, 444, 173, 175, 226, 250, 251, 253, 254, 255,
447, 452, 456, 462, 465, 477, 479, 482, 258, 260, 261, 262, 263, 264, 269, 273,
485, 501, 507, 513, 515, 522, 526, 528, 274, 279, 280, 281, 286, 287, 288, 289,
529, 542, 611, 625, 628, 630, 639, 644, 290, 292, 293, 294, 295, 304, 308, 311,
654, 716, 717, 719, 723, 724, 725, 727, 312, 313, 320, 321, 322, 327, 337, 342,
728, 737, 758, 767, 772 343, 344, 345, 347, 350, 356, 357, 364,
Âlî 108, 111, 116, 125, 134, 151, 158, 159, 369, 372, 377, 382, 391, 404, 416, 419,
160, 161, 162, 168, 175, 179, 181, 187, 436, 459, 470, 489, 496, 498, 499, 517,
189, 207, 228, 337, 364, 366, 367, 371, 586, 606, 617, 620, 626, 641, 644, 645,
383, 393, 410, 414, 424, 425, 439, 440, 646, 656, 657, 663, 666, 669, 671, 680,
441, 444, 496, 520, 543, 544, 545, 607, 684, 687, 690, 693, 694, 695, 698, 699,
622, 627, 628, 634, 639, 641, 651, 652, 700, 705, 706, 707, 708, 722, 732, 737,
689, 691, 716, 719, 739, 756, 758 740, 747, 751, 752, 755, 762, 765, 770,
Alî b. Cehm 31, 32, 33, 716 771, 773
Ali Bey 155, 227, 634, 637, 648, 649, 740, Anadoluhisarı 469, 499, 501
750 Anadolu Selçukluları 61, 747
778 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
anâsır-ı erba’a 52, 277, 335, 487 455, 471, 472, 473, 480, 481, 482, 483,
Andelîb 157, 488, 489 506, 507, 508, 509, 510, 512, 514, 526,
Andelîbî 129 527, 606, 607, 626, 663, 668, 669, 702,
Ankara 236, 278, 304, 336, 363, 605, 606, 727, 733, 772
607, 608, 609, 611, 612, 613, 615, 616, Arap şiiri 250
617, 618, 619, 620, 621, 624, 625, 626, Ârif 63, 121, 149, 151, 156, 191, 209,
627, 628, 629, 630, 631, 632, 633, 634, 228, 283, 305, 306, 309, 310, 317, 415,
635, 636, 637, 638, 639, 640, 641, 642, 422, 437, 453, 472, 473, 478, 480, 483,
643, 644, 645, 646, 648, 649, 650, 651, 500, 507, 529, 615, 617, 620, 622, 624,
652, 653, 654, 655, 656, 657, 658, 659, 652, 656, 695, 716, 721, 731, 736, 754,
660, 661, 662, 663, 664, 665, 666, 667, 759, 766
668, 672, 673, 674, 675, 677, 678, 680, Ârif Çelebi 156, 283, 415, 437, 453
681, 682, 683, 684, 685, 686, 689, 690, Ârif Efendi 149, 478, 500, 656, 721
691, 692, 693, 694, 695, 696, 697, 698, Ârif Fethullâh 422
699, 701, 702, 703, 704, 705, 706, 707, Ârifî 57, 151, 179, 401, 431, 531
708, 709, 710, 711, 713, 714, 715, 716, Ârif-i Erdebilî 63
717, 718, 719, 720, 721, 722, 723, 724, Ârifî-i Herevî 57, 431
725, 726, 727, 728, 729, 730, 731, 732, Âriflerin Menkıbeleri 79, 714
733, 734, 735, 736, 737, 738, 739, 740, Ârif Süleymân 149, 480, 483, 622, 759
741, 742, 743, 744, 745, 746, 747, 748, Ârif Süleymân Efendi 483
749, 750, 751, 752, 753, 754, 755, 756, Aristo 67, 68, 241, 242, 355, 356, 566,
757, 758, 760, 761, 762, 763, 764, 765, 567
766, 767, 768, 769, 770, 771, 772, 773 Arnavud Koca Dâvûd Paşa 366
Ankaralı Tabîb Kaysunî-zâde Nidâ’î 153 Arnavutluk 364, 366, 370, 606
Ankaralı Yûsuf 387 Arşî 383, 407
Antakyalı Münîf 496, 749 Arşimides 68
Antakyalı Şeyh Ahmed 506 arşiyye 308
Antalya 606, 688 Arş-nâme 326
Antepli İbrâhîm Bâlî 378 aruz 21, 36, 37, 70, 81, 88, 90, 91, 92, 93,
Arabşâh 60 198, 245, 256, 257, 259, 263, 265, 267,
Arap 13, 14, 15, 16, 17, 21, 23, 24, 25, 26, 269, 270, 301, 308, 321, 401, 408, 413,
27, 28, 29, 35, 36, 37, 41, 44, 49, 57, 440, 453, 455, 472, 473, 478, 479, 489,
64, 65, 69, 80, 81, 83, 84, 85, 86, 87, 499, 504, 522, 527
88, 89, 91, 93, 155, 173, 229, 248, 250, aruz 21, 22
251, 252, 253, 254, 258, 265, 307, 312, arz-ı hâl 474, 502, 503, 509
340, 345, 346, 347, 359, 401, 430, 443, Arz-ı Hâl-i Mahtûmî Berây-i Sultân Mahmûd
454, 467, 472, 480, 496, 506, 556, 568, Han 502
569, 597, 612, 620, 637, 645, 646, 676, Âsafî 108, 151, 155, 171, 178, 207, 217,
713, 727, 734, 750, 765, 772 382, 406, 437, 616, 619, 631, 638, 668,
Arapça 14, 19, 21, 27, 35, 36, 37, 39, 51, 694, 732, 733, 755, 765, 766
66, 70, 79, 82, 97, 98, 99, 102, 107, Âsafî Dal Mehmed Çelebi 151, 155, 382,
108, 109, 112, 115, 120, 136, 168, 169, 406, 437, 631, 638, 732, 755
184, 191, 203, 226, 228, 229, 231, 232, Âsaf-nâme 468, 611, 670, 718
233, 249, 251, 256, 257, 258, 259, 263, Ashâb-ı Bedr 92, 170, 480
264, 268, 274, 276, 278, 281, 287, 288, Ashâb-ı Kehf 105, 273, 298, 361, 434, 496,
299, 300, 306, 313, 314, 321, 357, 371, 497, 679, 746
377, 378, 384, 386, 390, 406, 407, 411, Assâr 55, 56, 57, 351, 426, 461, 724
413, 415, 425, 446, 450, 451, 452, 453, Assâr-ı Tebrîzî 55, 57, 461, 724
İndeks
| 779
astroloji 153, 299 Avrupa 497, 499, 649, 658, 661, 726
Asya 13, 248, 263 Ayaşlı Türk Hayrî 521
aşere-i mübeşşere 126, 127, 300, 446 Âyât-ı Uşşâk 169, 183, 348
Âşık Ahmed 98, 152, 324, 325, 360, 615, Âyât-i Mesnevî 631
647, 662, 727, 731 Aydınoğlu Îsâ Beg 276, 287
Âşıkî 298, 614, 729 Aydınoğlu Umur Bey 299
Âşık Paşa 97, 98, 118, 122, 129, 145, 151, Aydınoğulları 287, 299, 363, 714
155, 156, 176, 267, 277, 280, 281, 282, Âyet-i Aşk 158, 429
283, 291, 292, 295, 305, 315, 320, 321, Âyîne-i Hûbân 497, 624
331, 610, 612, 616, 617, 619, 623, 627, Âyîne-i İskender 69
632, 633, 644, 646, 652, 660, 663, 670, Âyînü’l-memleke 257
671, 675, 683, 686, 692, 697, 699, 705, Aynî 153, 349, 520, 523, 526, 628, 653, 654,
706, 707, 709, 711, 712, 719, 744, 750, 718, 719, 722
770 Aynü’l-fûyûz 151, 457
Aşkî 117, 133, 151, 159, 167, 356, 357, 397, Ayyûkî 43, 44, 58, 70, 81, 82, 163, 430,
410, 512, 514, 520, 524, 612, 643, 658, 722
681, 699, 722, 724, 748, 770 Azerbaycan 16, 67, 342, 517, 579, 632, 658,
Aşk-nâme 74, 487, 500, 520, 528, 534, 610, 682, 688, 753, 758
640, 717, 761 Âzer Berzîn-nâme 47
Atâ 40, 98, 115, 179, 228, 406, 412, 422, 444, Âzerî İbrâhîm Çelebi 107, 111, 116, 151,
624, 627, 637, 651, 716, 726, 750 161, 391, 393, 415
Atabek Muhammed 59 Azerî-i Tûsî 54
Atabek Şemsüddîn Ebû Ca’fer Mehmed Âzım 489
bin İldeniz 232 Azîzî 159, 438, 498, 665, 729
Atâ bin Ya’kûb 40
Azîz Mahmûd Hudâyî 151, 457, 464
Atâyî 14, 46, 107, 109, 112, 129, 132, 151,
Azmî Efendi 461
157, 159, 161, 167, 169, 171, 174, 180,
Azmî Pîr Mehmed 158, 426
185, 187, 219, 227, 228, 447, 469, 470,
Azmî-zâde Hâletî 461, 465, 678, 744
500, 501, 528, 533, 635, 636, 643, 649,
Azrâ 18, 43, 44, 45, 55, 95, 105, 116, 121,
680, 700, 741, 746, 749, 771
125, 126, 133, 141, 157, 224, 226, 227,
Atâyî-i Râzî 46
285, 353, 430, 447, 460, 488, 490, 530,
Âteş-kede 518, 695, 765
531, 532, 533, 596, 597, 617, 621, 628,
Attâr 48, 49, 50, 51, 52, 56, 57, 84, 85, 129,
651, 655, 703, 721, 731, 737, 762
138, 146, 151, 152, 176, 180, 261, 278,
Azrâîl 313, 316
280, 289, 290, 291, 296, 316, 321, 322,
330, 332, 351, 360, 361, 396, 397, 398,
399, 400, 401, 402, 403, 404, 407, 434,
B
455, 456, 459, 460, 485, 515, 629, 631, Baba İlyâs-ı Horasanî 667
655, 658, 679, 684, 685, 687, 703, 707, Babinger 364, 365, 437, 628, 657, 722
708, 720, 724, 725, 731, 734, 741, 743, Bâbür 408, 629, 640, 760
751, 753, 754, 758, 761 Bâbür Mîrzâ 640, 760
Attâr-ı Nîşâbûrî 321, 322, 434, 720, 734, Bâbür Şâh 408
753 Bâgçe-i Letâ’if ve Lehçe-i Ma’ârif 512,
Avnî 126, 129, 175, 188, 464, 515, 518, 519, 520
524, 525, 636, 661, 692, 695, 745, 756, Bâg-ı Behişt 142, 152, 396, 618, 739, 773
763, 765, 766 Bağda 556
Avnî Bey 518, 519, 525, 661, 692, 695, Bağdadlı Abdülcelîl Zihnî 460
763, 765, 766 Bağdadlı Zihnî Abdülcelîl 156
780 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Bağdat 71, 160, 250, 417, 450, 463, 470, Behmenî 54
495, 496, 499, 505, 514, 534, 656 Behmen-nâme 40, 47, 54
Bağdat Şehr-âşûb’u 160, 656 Behrâm-ı Çûbîn 372
Bahârî 129, 382, 435 Behrâm-ı Gûr 66, 69, 131, 159, 166, 355,
Bahâriyye 525 356, 357, 358, 433, 533, 619, 621, 673,
Bahâüddîn el- Âmilî 78 739, 746, 756
Bahâüddîn Mahmûd b. İzzeddîn Behrâm-nâme 66, 356
Yûsuf 71 Behrâmşâh 49, 61, 62, 394
Bahr-ı Ummân 439 Bekâ’î 154, 157, 158, 342, 353, 361, 382,
Bahrî 67, 148, 150, 385 432, 476
Bahr-i Muhît 320 Belgrat 159, 382, 435, 436, 439, 456, 496,
Bahrü’l-garâ’ib 336, 457 661, 726
Bahrü’l-hakâyık 112, 117, 151, 301, 314, 321, Belgrat Şehr-engîzi 726
613, 632, 642, 663, 686, 728, 733, 767 Belgrat Şehr-engîzi 159, 439, 661
Bahrü’l-irfân 455, 616, 734 Belh 46, 48, 87, 137, 470, 496, 596
Bahrü’l-kemâl 95, 100, 101, 121, 122, 124, Belîğ 148, 160, 475, 497, 501, 649, 729
125, 133, 138, 169, 171, 183, 227, 456, Benâî 399
638, 754 Bengale 70
Bahtî 114, 141, 150, 228, 455 Beng ü Bâde 123, 159, 444, 531, 619, 637,
Bahtiyâr-ı Ahvâzî 340 677, 747, 749
Bahtiyâr-nâme 267, 276, 760 Benli-zâde İzzet 501
Bâkî 129, 156, 454 Berber-nâme 471, 534
Bakü 627, 658, 758 Berke Fakîh 287
Balıkesirli Râşih 496 besmele 36, 41, 94, 95, 99, 100, 101, 102, 103,
Bânû Gûşesb-nâme 47 104, 106, 107, 108, 109, 110, 111, 112,
Basra 500 116, 117, 229, 231, 236, 286, 313, 325,
Battal Gazi 320, 359, 496, 707 326, 331, 340, 341, 377, 383, 387, 391,
Battal-nâme 614 392, 394, 395, 410, 413, 475, 477
Bayburtlu İrşadi Baba 627 Beşâret-nâme 301, 325, 326, 626, 772
Bayburtlu Zihnî 93, 160, 522, 614, 729 Beşbalıklı Sıngu Seli Tutung 248
Bâyezîd-i Bistâmî 240, 407, 457 Beşşâr b. Burd 23
Bâyezîd-i Rûmî 151, 411, 620, 752 Beyân 127, 144, 147, 150, 160, 185, 199,
Bayramşâh 55 204, 222, 274, 370, 375, 503, 511, 516,
Bedahşân 57 675, 725, 772
Bedî’î 18, 430 Beyân-ı Hurûf-ı Teheccî 503
Bedî’-i Belhî 39 Beyân-ı Meşakkat-i Sefer 160, 370
Bedir Gazvesi 92, 479, 480 Beyânî 158, 364, 428, 723
Bedîüzzamân 328, 355, 428 Beyânü’n-nücûm 374
Bedr-i Dilşâd 111, 141, 153, 227, 377, Beykent 249
629, 658, 690 Beykozlu Mehmed Dâ’î 464
Begpazarlı Maazoğlu Hasan 154, 723, Bey-zâde Mustafâ 476
744 Bezmî 129
Behcetü’l-fehyâ 700, 771 Bihiştî 18, 97, 129, 133, 157, 158, 159,
Behcetü’l-feyhâ 155, 495 301, 342, 346, 353, 366, 430, 530, 535,
Behişt-âbâd 134, 204, 454, 690, 760 614, 730, 739
Behiştî 148, 159, 167, 358, 385, 411, 430, 611, Bihiştî Ahmed Sinân 158, 159, 342, 353,
614, 643, 664, 668, 721, 729, 771 366, 530
Behmen 40, 47, 54, 596, 597 Bihiştî Ramazan Efendi 614, 730
İndeks
| 781
Bîjen 46 Bursalı Rahmî 151, 158, 161, 390, 393, 612,
Bîjen-nâme 46 616, 629, 657, 668, 721, 724, 732
Bilâl Efendi 156, 489, 490, 636, 695, 749 Bursalı Yahyâ bin el-Hâc Mustafâ 321
Binbir Gece Hikâyeleri 276 Bursa Şehrengizi 637, 649, 651, 674, 701,
Birgivî Muhammed Efendi 455, 622, 757 713, 715, 740
Bi’set-nâme 149, 477, 666, 730 Bursa Şehr-engîzi 159, 160, 168, 438, 497
Boğaziçi 499, 608, 609, 611, 612, 616, 617, Burzû 40, 46
618, 620, 622, 623, 657, 690, 691, 723, Burzû-nâme 40, 46
734, 736, 739, 758, 763, 765 Bülbüliyye 151, 459, 525, 643, 711, 770
Bolu 360, 704 Bülbül-nâme 151, 352, 353, 459, 701,
Bosna 364, 366, 463, 473, 708 721
Bosnalı Muhlis 150, 160, 184, 503, 629, Bürda’ 67
725
Bosnalı Sâbit 470 C-Ç
Bosnalı Teberdâr Zülüflü Mustafâ Efen- Ca’fer Çelebi 15, 18, 116, 160, 184, 199, 227,
di 452 301, 302, 366, 368, 369, 551
Bosnalı Üsküfî 472 Ca’fer Çelebi 611, 641, 690, 761
Bostân 152, 677, 739, 742, 753 Ca’ferî 310, 388, 629
Bostân 52, 59, 61, 73, 88, 112, 122, 123, Ca’fer-i Tayyâr 213, 385
125, 126, 128, 152, 274, 275, 322, 391, Câhiz 23, 62, 343
396, 397, 507, 516, 642, 645, 647, 677, Câmâsb 131, 135, 153, 193, 194, 223, 311,
743, 747, 765 312, 313, 619, 713, 746
Bostân-ı Sa’dî 88 Câmâsb-nâme 131, 135, 153, 193, 194, 223,
Boyacıoğlu 91, 335, 665, 729 311, 312, 313, 619, 713, 746
Browne 40, 57, 58, 74, 720, 724 Câm-ı Cem 59, 75, 87, 724
Budin 382, 435 Câmî 16, 49, 57, 74, 75, 76, 84, 85, 86, 87,
Budist 245, 246, 247, 250, 254, 722 93, 105, 116, 126, 129, 131, 141, 143,
Buğra Han 70, 249, 257, 657 151, 161, 180, 236, 237, 238, 309, 328,
Buhara 249 340, 341, 342, 346, 355, 384, 391, 392,
Buhârî 357, 384, 480 393, 394, 395, 407, 415, 420, 422, 423,
Burâk 121 424, 431, 470, 490, 519, 528, 530, 614,
Bursa 159, 160, 168, 269, 304, 389, 438, 470, 617, 640, 677, 724, 725, 729, 731, 743,
497, 501, 502, 609, 624, 626, 629, 630, 745, 754, 758
631, 632, 637, 639, 649, 651, 674, 684, Câmi’î 157, 430
688, 701, 702, 703, 704, 705, 706, 707, Câmi’-i Kasas 449
708, 709, 710, 711, 712, 713, 714, 715, Câmi’u’l-ahbâr 112, 125, 132, 138, 169,
723, 731, 733, 740, 741, 757, 768, 772 324, 325, 647
Bursalı Âkif Efendi 509 Câmi’u’l-buhûr Der-Mecâlis-i Sûr 139,
Bursalı Alî Rızâ 150, 724 439, 756
Bursalı Alî Rızâ 150, 482 Câmi’u’l-envâr alâ-Tefsîri’l-ihlâs 385
Bursalı Celîlî 160, 437 Câmi’u’n-nesâyih 385, 530
Bursalı Dervîş Subhî 383 Candaroğlu İsfendiyar Bey 314
Bursalı Hevâyî Mustafâ 460 Canıbeg 292
Bursalı Lâmi’î Çelebi 445, 616, 632, 693, Cân u Cânân 111, 121, 133, 139, 152,
704, 709, 712, 733 173, 199, 227, 492, 494, 495, 639, 643,
Bursalı Mehmed Tâhir 338, 345, 398, 401, 698, 756, 769
426, 430, 433, 448, 460, 471, 485, 515, Câvidân-nâme 326
516, 523, 629, 724 Cebrâ’îl 121
782 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Cebrî 148, 385, 425 646, 648, 649, 657, 665, 673, 682, 684,
Cefâyî 149, 308, 617, 658, 724, 737 685, 687, 696, 714, 715, 722, 729, 739,
Celâl 136, 148, 227, 306, 427, 441, 461, 511, 741, 748, 754, 768
523, 608, 620, 641, 651, 652, 659, 661, Cemşîd ü Hurşîd 15, 18, 54, 73, 82, 95, 97,
675, 698, 701, 716, 749, 761 99, 107, 111, 113, 114, 115, 117, 119, 121,
Celâleddîn Muhammed Sâm 53 125, 137, 138, 155, 157, 163, 183, 184,
Celâleddîn Şâh Bâyezîd 297 193, 200, 227, 283, 285, 301, 348, 349,
Celâleddîn Tabîb 353, 426 427, 529, 537, 539, 614, 627, 634, 648,
Celâlî 129, 436, 668 649, 665, 673, 682, 684, 685, 687, 696,
Celâl Muhibbî 148, 306 714, 715, 729, 739, 748, 754, 768
Celâl Tabîb 427, 461 Cenâb-ı Nûrî-i Kastamonî 446, 452
Celâlüddîn Fîrûz Şâh 70 Cenâdil Kal’ası Gazavatnamesi 678, 744
Celâyir 53, 55, 56, 351 Cengiz Han 53
Celîlî 14, 82, 97, 107, 108, 119, 123, 129, Ceng-nâme 337, 338
133, 134, 156, 157, 160, 180, 181, 415, Cercîs 324
419, 420, 422, 437, 440, 532, 611, 619, Cevâb-nâme 50, 123, 128, 171, 205, 450
635, 655, 656, 678, 721, 744 Cevâb-nâme-i Mevlânâ-yı Makdis 450
Cem 18, 59, 75, 82, 87, 95, 107, 113, 114, Cevâhir-nâme 379, 380, 682, 748
117, 119, 121, 123, 125, 129, 139, 153, Cevâhirü’l-kelimât 472, 617, 618, 674
155, 157, 179, 182, 183, 227, 272, 286, Cevrî 97, 149, 151, 153, 398, 446, 451, 452,
301, 345, 348, 349, 366, 376, 440, 465, 457, 462, 467, 468, 481, 616, 629, 668,
539, 554, 614, 628, 629, 631, 634, 637, 672, 715, 721, 732, 736, 737
646, 665, 667, 668, 685, 687, 720, 724, Cezîre-i Mesnevî 151, 406, 457, 611, 635,
730, 732, 733, 739, 741, 754 671, 694, 765, 766
Cemâlî 18, 57, 118, 133, 150, 157, 160, 227, Cıgala-zâde Yûsuf Sinân Paşa 384, 387,
234, 235, 301, 324, 342, 343, 349, 350, 480
353, 370, 406, 424, 438, 440, 504, 530, Cidâl-i Sa’dî Bâ-Müddeî 515, 712
556, 615, 617, 631, 652, 673, 695, 704, Cihângîr-nâme 47
708, 729, 730, 732, 738, 754, 766 Cilâ’ü’l-kulûb 183, 193, 199, 223, 409,
Cemâlî-i Dihlevî 57 756
Cemâlî-i Uşşâkî 504 Cinânî 107, 116, 129, 151, 153, 161, 391,
Cemîlî 129 392, 393, 409, 456, 623, 639, 685, 754,
Cem’î Mehmed 465 756, 761
Cem Sultan 82, 95, 107, 117, 119, 121, 123, Cismî 105, 148, 385, 446, 448, 449, 699,
125, 129, 153, 155, 157, 183, 227, 301, 770
349, 376, 614, 629, 634, 637, 646, 685, Cüneyd-i Bagdâdî 407
687, 739, 741, 754 Çağatayca 615, 666, 672, 680, 731
Cemşâh u Alemşâh 97, 133, 159, 381, Çâkerî Sinân 157, 348, 530
430, 693, 710 Çay-nâme 525
Cemşâh ve Alemşâh 18, 535, 536, 537, Çelebi Mehmed 309, 310, 361, 362, 371
614 Çemişkezekli Nasûh Efendi 526
Cemşâh ve Âlemşâh 730 Çengi-nâme 631
Cemşîd 15, 18, 45, 47, 54, 55, 73, 82, 95, Çeng-nâme 15, 18, 133, 152, 301, 302, 337,
97, 99, 107, 111, 113, 114, 115, 117, 338, 339, 541, 646, 657, 692, 740
119, 121, 125, 137, 138, 155, 157, 163, Çerkeşli Mehmed Hilmî Efendi 511
183, 184, 193, 200, 227, 283, 285, 290, Çerkez 498
301, 348, 349, 427, 529, 537, 538, 539, Çeteci Abdullâh Paşa 505
540, 541, 564, 566, 614, 620, 627, 634, çihâr-yâr-i güzîn 122, 123, 126, 229, 331
İndeks
| 783
Çin 42, 55, 67, 68, 71, 73, 74, 247, 256, Dâvûd-ı Halvetî 667, 731
257, 285, 286, 348, 356, 359, 427, 428, Dâvûd-ı Halvetî 202, 337, 407, 618, 674,
430, 461, 467, 470, 493, 536, 537, 538, 740
539, 541, 542, 556, 557, 558, 559, 567, Dede Ömer Rûşenî 128, 150, 152, 318, 319,
573, 574, 575, 576, 577, 584, 585, 586, 333, 334, 625, 643, 695, 708, 766, 768
587, 589, 590, 591, 592, 593, 596, 600, Defterdâr-zâde Ahmed Cemâlî 406, 438,
685, 748, 754 615, 695, 732, 766
Çoban-nâme 150, 334, 708, 768 Defteremîni Mustafâ Çelebi 423
Çorlu 471 Defter-i Aşk 488, 490, 492, 525, 631, 681,
Çorlulu Zarîfî 18, 158, 461, 573 748
Çorum 277, 632 Deh-bâb 73, 412, 530
Deh-bâb-ı Tecnîsât 73
D Dehhânî 264, 321
Dâfi’u’l-hüzn 184 Deh-murg 101, 134, 135, 139, 151, 221,
Dahhâk 47, 131 227, 400, 618, 651, 675, 741, 742
Dakîkî 38, 40, 41, 179 Deh Murg-ı Şemsî 635
Dakîkî-i Tûsî 38, 40, 41 Deh-nâme 58, 59, 72, 354, 413, 620, 641,
Damad İbrâhîm Paşa 443 762
Dâniş 64, 519, 523, 672, 728 Dekâyıku’l-hakâyık 149, 308, 617, 658,
Dâniş Mehmed Bey 523 724, 737
Dânişmendân-i Âzerbaycan 764 Delâ’il-i Hayrât 512
Dânişmend-nâme 298, 359, 361, 365, Delâ’ilü’l-hayrât ve Şevâriku’l-envâr fî-Zikri’s-
381 salât ale’n-nebiyyi’l-muhtâr 477
Danyal Peygamber 312 Delhi 54, 69, 70
Dârâ 67, 356, 566 Delîlü’l-‘ibâd 336
darb 21, 22 Delîlü’l-menâhil ve Mürşidü’l-merâhil 150,
Darendeli Bekâ’î 154, 476 160, 503, 629
Dâsitân-ı Adn der-Hikâyet-i Hasan ve Demirhisarlı Âbidîn 336
Hüseyn 150, 752 Der-Aksâm-ı Ezhâr 669
Dâsitân-ı Ejderhâ 154, 294 Der-Beyân-ı Aded-i Menâzil-i Hicâz 150
Dâsitân-ı Hamâme 149, 270, 695, 765 Der Beyân-ı Kıssa-i Mi’râc 511
Dâsitân-ı İblîs-i Aleyhi’l-la’ne 274, 297 Der-Beyân-ı Meşakkat-i Sefer ve Zarûret-i
Dâsitân-ı İsmâ’îl 271 Mülâzemet 370
Dâstân der-Cihân-ı Fânûs der-Hikâyet-i Der-Beyân-ı Sehevât-ı İmâm-ı Alî 222,
Takyanûs 224, 298, 772 274, 772
Dâstân-ı Cemşîd 47 Der-Beyân-ı Şehâdet-i Nakşî
Dâstân-ı Geyik 149, 270 Mustafâ 516
Dâstân-ı İbrâhîm Edhem 93, 152, 360, Dere-nâme 471, 534
616, 735 Dergeh-nâme 500
Dâstân-ı Sultan Mahmûd 296 Dert-nâme 370
Dâstân-ı Şebreng 47 Dervîş Gıyâs 73
Dâstân-ı Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osmân 155, Dervîş Hayâlî 16, 93, 95, 151, 239, 356,
294, 298, 362 393, 636, 747
Dâstân-ı Varka ve Gülşâh 666 Dervîş Mehmed 148, 385, 764
Dâstân-ı Vefât-ı İbrâhîm 221, 222, 271, Dervîş Paşa 97, 177, 185, 399, 635, 678,
679, 746 745
Dâstân-ı Yigit 271 Dervîş Şemseddîn 134, 227, 400
Dâvûd Çelebi 352 Dervîş Şemsî 618, 651
784 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Derzi-zâde Ulvî 159, 383, 432, 439, 441 Ebu’l-mansûr b. Muhammed 41
Destânçe-i ‘Acâ’ib der-Leyle-i Regâ’ib 482 Ebu’l-me’âlî Nasrullah 276
Destân-ı İbrâhîm Aleyhi’s-selâm 310 Ebu’l-Müeyyed-i Belhî 340
Destân-ı Veysel Karânî 296, 676, 682, Ebu’l-Sehl b. Nevbaht 28
741, 749 Ebû Mansûr-ı Se’âlebî 62
Destâr-ı Hayâl 107, 137, 172, 514, 638 Ebû Mansûr-ı Seâlebî 343
Destûr-ı Uşşâk 56 Ebû Nasr-ı Verrâk 43
Deşt-i Kıpçak 138 Ebû Nuvâs 23
Devir-nâme 517, 654, 719 Ebû Sa’îd 59, 71, 72, 457
Devletoğlu Yûsuf 148, 377, 609, 610, 659, Ebû Sa’îd Bahâdur Han 59, 71
676, 717, 756 Ebû Şekûr-i Belhî 39, 40
Dımaşk 320, 713, 733, 752 Ebû Yûsuf 30, 128
Dicle 415, 609, 674, 689, 713, 740 Ebü’l-feth Mecdüddîn Mahmûd 72
Dilârâm 359 Edebiyat 112, 115, 117, 304, 342, 527, 606,
Dil-güşâ 134, 322 607, 608, 630, 632, 633, 635, 636, 637,
Dilgüşâ-nâme 73 638, 642, 645, 647, 648, 650, 651, 652,
Dilgüşây 73 653, 654, 655, 656, 657, 659, 660, 661,
Dilrubây 74, 719 662, 665, 666, 667, 668, 669, 671, 672,
Dilsûz 523 673, 674, 675, 676, 679, 680, 681, 682,
Dîvân 70, 249, 250, 258, 262, 269, 273, 319, 686, 687, 688, 689, 690, 691, 692, 693,
346, 371, 380, 409, 420, 458, 475, 481, 694, 695, 699, 700, 701, 703, 704, 705,
486, 504, 505, 528, 534, 609, 613, 622, 706, 709, 711, 714, 716, 717, 718, 719,
632, 641, 671, 719, 720, 724, 726, 728, 721, 722, 724, 727, 729, 730, 731, 732,
732, 733, 735, 748, 749, 751, 755, 757, 733, 737, 738, 739, 741, 745, 746, 747,
762, 767, 769, 772 748, 749, 754, 757, 760, 761, 762, 764,
Dîvân-ı Kebîr 409, 735 765, 767, 770, 771, 772
Diyarbakırlı Şerîfî 154, 437 Edebiyat Lügati 762
Duhânî-zâde Velî 148, 215 Edebü’l-mülûk 257
Duvalrânî 70 Edhemî 675
Duvalrânî Hızr Han 70 Edhem-nâme 157, 496, 612, 722
Dür Big 156, 342 Edhem ü Hümâ 157, 434, 471, 534, 614,
Düstûr-nâme 82, 98, 100, 155, 228, 363, 619, 635, 643, 657, 689, 741, 771
609, 620, 638, 639, 643, 713, 732, 752, Edîb 170, 220, 249, 476, 518, 696, 737,
755, 757 767
Edîb Ahmed 249, 737
E Edirne 159, 160, 336, 370, 419, 436, 438,
Ebân b. Abdülhamîd el-Lâhikî 23, 28, 442, 466, 470, 500, 505, 510, 511, 703,
29, 30 706, 716, 736
Ebû Alî Miskeveyh 62, 343 Edirneli Alî 465
Ebu’l-Abbâs 34 Edirneli Güftî 116, 120, 149, 186, 228, 446,
Ebu’l-Atâhiyye 30, 733 451, 467, 618, 693, 701, 739
Ebu’l-fazl Bel’âmî 39 Edirneli Hâdî 159, 168, 438
Ebu’l-ferec-i Isfahânî 23 Edirneli Hayreddîn 366
Ebu’l-feth Muzaffer bin Hüseyin 48 Edirneli Mustafâ b. Muhammed
Ebu’l-hasan Ahmed b. Abdullâh b. Muham- Nüvâzî 452
med el-Bekrî el-Kasasî 307 Edirneli Nâtık 651, 703, 716
Ebu’l-hayr Mehmed Çelebi 454 Edirneli Nazmî 152, 227, 397, 617, 628,
Ebu’l-kâsım-ı Firdevsî 62, 343 672, 717, 737, 746
İndeks
| 785
Edirneli Örfî 484, 489, 672, 682, 706, Emîr Şeyh Ebû İshâk İncû 71
736, 749 Emre 14, 17, 126, 152, 213, 258, 259, 260,
Edirneli Şâhidî 83, 345, 615, 667, 732 261, 320, 321, 398, 615, 629, 630, 631,
Edirne Şehr-engîzi 159, 160, 370, 438, 632, 633, 635, 639, 640, 642, 658, 673,
466 687, 692, 693, 704, 708, 709, 731, 735,
Eflâk 364, 367 736, 742, 743, 757
Eflâkî 79, 80, 434, 714 Emrî 129, 395, 398, 698, 759, 769
Eflâtûn 68 Enderunlu Fâzıl 490, 492, 497, 498, 525,
Efsâne-i İbret 160, 522, 523 631, 748, 749, 757
Eğribozlu Ahmed Selâmî 401 Enderunlu Hasan Yâver 504, 769
Ehâdis-i Mesnevî 632 Endülüs 24, 35, 36
Ehlî-i Şîrâzî 77, 428, 429 Enfüsü’l-âfâk 487, 614
eimme-i isnâ-aşer 127 Enîsî 319
El-Ağleb b. Cûşem el-İclî 80 Enîsü’l-ârifîn 60
Elbistan 321 Enîsü’l-guzzât 382, 436
Elest-nâme 323, 762 Enîsü’l-kulûb 264, 728
El-Fütûhatü’l-mekkiyye 376 Envâru’l-kulûb 321
el-İşâret ve’t-tenbîhât 75 Enverî 82, 98, 100, 155, 196, 228, 361,
El-Lâhikî 29 363, 609, 620, 638, 639, 643, 713, 732,
el-Muhtasar 278 752, 755, 757
Elvân Çelebi 99, 115, 152, 227, 295, 315 Enverü’l-kevâkib fî-leyleti’l-regâ’ib 510
Elvân-ı Şîrâzî 82, 100, 129, 151, 315, 625, Ercâsp 38
627, 677, 715, 731, 743, 768 Erdeşîr-i Bâbekân 48
Emevîler 22, 23, 25, 26, 27, 30, 33 Ermen 542, 560, 561, 562, 563
Emîn Efendi 500 Ermeni 62, 342, 343, 498
Emîr Ahmed 264 Ervâh-nâme 390, 620, 753
Emîr Ahmed Kânî-i Tûsî 264 Erve 505, 682, 749
Emîr Buharî 412 Erzincan 61, 62, 273, 704, 726
Emîr Hüseynî 58, 351, 371 Erzurumlu Darîr 100, 112, 117, 311, 614,
Emîr Hüseynî-i Herevî 58 635, 645
Emîr Hüsrev 14, 55, 56, 60, 68, 69, 70, 81, Erzurumlu İbrâhîm Hakkı 153, 487, 504,
82, 84, 92, 161, 163, 180, 251, 328, 344, 505
347, 355, 358, 391, 392, 393, 415, 420, Es’ad-ı Erbilî 513
421, 469, 519, 528, 529, 748, 769 Es’ad Sûr-nâmesi 524
Emîr Hüsrev-i Dihlevî 14, 56, 60, 68, 69, Esedî 35, 37, 40, 45
70, 81, 82, 84, 92, 161, 163, 180, 251, Esedî-i Tûsî 37, 40, 45
328, 347, 358, 391, 393, 415, 420, 421, Esîrî 160, 681
469, 519, 528, 529, 748, 769 Eskisaray 466
Emîrî 98, 116, 148, 152, 153, 170, 275, Eskişehir 20, 620, 633, 635, 638, 735, 742,
354, 385, 395, 411, 433, 462, 484, 614, 752, 755
728, 731 Eskişehirli “Ayn-ı Ekber” Şeyh Muhammed
Emîr Muhammed bin Komaç 46 Efendi 481
Emîr Mübârizüddîn Muhammed 71, 72 Esmâ-i Hüsnâ 148, 160, 195, 483, 619, 637,
Emîr Mübârizüddîn Muhammed b. Mu- 644, 701, 745, 749, 772
zaffer 71 Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 148, 195, 483, 637,
Emîr Sultân 128 749
Emîr Süleymân 269, 285, 289, 293, 299, esmâ-i nebî 477, 512
337, 338, 339, 362, 541 esmâ’ü’l-hüsnâ 324, 383
786 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Esrâr Dede 150, 486, 655, 702, 720, 733, Farsça 14, 15, 17, 19, 21, 36, 37, 38, 39, 44,
738 45, 48, 51, 62, 66, 70, 82, 97, 98, 107,
Esrâr-ı Hakâyık ve Rumûz-ı Dekâyık 282 109, 111, 112, 114, 118, 120, 125, 134,
Esrâr-nâme 49, 50, 84, 123, 133, 151, 172, 136, 163, 164, 168, 169, 170, 175, 203,
197, 205, 222, 227, 322, 330, 331, 332, 207, 226, 227, 228, 229, 231, 235, 251,
397, 459, 617, 620, 628, 656, 677, 703, 256, 257, 258, 260, 261, 263, 264, 268,
720, 721, 741, 743 273, 274, 276, 278, 281, 286, 287, 288,
Esrâr-nâme Tercümesi 151, 172 293, 299, 300, 303, 306, 311, 312, 313,
Eşkânîler 48 314, 316, 323, 327, 329, 333, 334, 342,
Eşref Feyzî 506 352, 353, 357, 360, 363, 364, 366, 374,
Eşrefoğlu Rûmî 337 377, 378, 379, 383, 392, 397, 398, 400,
Evhadî 59, 75, 87 401, 405, 407, 408, 409, 420, 424, 428,
Evhadî-i Merâgî 59 429, 431, 433, 434, 435, 443, 445, 446,
Evliyâ Çelebi 375, 733 449, 450, 452, 459, 461, 463, 465, 467,
Eyyûbî 117, 155, 227, 382, 435, 465, 627, 471, 472, 473, 479, 482, 483, 485, 488,
715, 739 506, 507, 508, 509, 510, 513, 514, 523,
Ez-Deryâ be-Deryâ 629 526, 527, 529, 605, 606, 607, 608, 616,
Ezrakî 52, 179 617, 621, 635, 637, 653, 655, 668, 669,
Ezrakî-i Herevî 52 680, 693, 718, 719, 733, 743, 746, 749,
751, 755, 763, 764
F Farsça Sâkî-nâme 523, 680, 746
Fahreddîn-i Gürgânî 47, 48, 84, 431 Faryâb 249
Fahreddîn-i Irâkî 58, 59 Fasîh Ahmed Dede 134, 156, 454, 460,
Fahrî 18, 49, 111, 156, 165, 166, 226, 267, 690, 760
268, 287, 288, 302, 344, 372, 560, 677, Fasl-ı Ferhâd 631
705, 742 Fâtih 108, 129, 133, 134, 319, 322, 324,
Fahrî-nâme 49 327, 329, 336, 348, 350, 360, 362, 363,
Fahr-i Râzî 324 364, 365, 366, 370, 379, 421, 496, 653,
Fahruddîn-i Îrâkî 264 698, 718, 757
Fahruddîn Ya’kûb b. Muhammed 287 Fâtihatü’l-ihlâs 72
Fahrüddîn Behrâmşâh bin Dâvûd 61 Fâtih Sultan Mehmed 129, 134, 319, 322,
Fahrüddîn-i Râzî 75 324, 329, 348, 350, 360, 363, 364, 365,
Fâ’izî 97, 157, 460, 489, 613, 660, 724 370, 379, 496
Fakîrî 129, 159, 434, 441, 772 Fatma Bacı 320
Fakr-nâme 151, 282, 646, 683, 750 Fâzıl 490, 492, 497, 498, 525, 631, 748,
Fâl-ı Reyhân-ı Cem Sultân 376, 668, 685, 749, 757
733 Fazîlet-i Savm 486, 662, 727
fâl-nâme 440 Fazîlet-i Savm-ı Şehr-i Ramazân 486
Fâl-nâme-i Kur’ân-ı ‘Azîm 153, 690, 761 Fazîlet-nâme 388, 443, 642, 693, 764
Fâl-nâme-i Kur’ân-ı ‘Azîm 443 Fazl-ı Yezdân 325
Fars 13, 14, 15, 16, 18, 36, 37, 38, 39, 40, Fazlî 15, 18, 95, 128, 158, 184, 186, 208,
41, 42, 43, 63, 74, 81, 82, 83, 84, 85, 86, 227, 431, 449, 468, 532, 545, 617, 618,
87, 88, 89, 91, 92, 93, 179, 231, 236, 634, 639, 644, 651, 652, 664, 686, 687,
244, 250, 251, 252, 253, 254, 258, 261, 716, 737, 741, 756, 773
311, 327, 349, 428, 529, 612, 618, 637, Fazlullâh 72, 325, 326, 413, 449
645, 646, 653, 676, 689, 713, 718, 742, Fazlullâh-i Hurûfî 325, 413
743, 750, 771 Fedâî Dede 151
İndeks
| 787
Fedâyî 82, 153, 443, 459, 472, 690, 761, Fetih-nâme-i Karabogdan 463
762 Fetih-nâme-i Sefer-i Sigetvar 382, 437
Fedâyî Dede 82, 459, 762 Fetih-nâme-i Sultân Mehmed 365, 767
Fehîm-i Kadîm 465 Fettâhî 56, 57, 408, 429, 716, 733, 754,
Fehmî 634, 740 770
Felek-nâme 151, 176, 278, 296, 636, 702, Fettâhî-i Nişâbûrî 56, 429
745 Fevzî Kîsedâr-zâde 527
Fenâyî 129 Feylakus 67
Fenerbahçe 499 Feyzî 92, 94, 95, 128, 146, 149, 152, 158,
Fennî 499, 687, 691, 756, 763 171, 177, 205, 448, 450, 451, 453, 458,
Fenniyye-i Eş’âr 698, 769 500, 501, 506, 528, 532, 534, 610, 618,
Fenniyye-i Eş’âr 504 628, 629, 642, 647, 672, 689, 693, 717,
Ferah-nâme 82, 109, 117, 148, 150, 160, 719, 725, 758, 764
190, 208, 267, 276, 277, 313, 314, 322, Feyzî Çelebi 158, 642, 647, 693, 764
337, 338, 621, 623, 647, 684, 690, 747, Feyz-nâme-i İlâhî 413
755, 761 Fırat 320, 415, 609, 610, 612, 614, 615, 617,
ferâ’iz 518 618, 619, 620, 621, 623, 624, 654, 657,
Ferâmurz 46, 47 664, 666, 671, 673, 674, 700, 721, 729,
Ferâmurz-nâme 47 732, 739, 747, 748, 756, 767, 771
Ferhâd 18, 63, 78, 82, 109, 110, 114, 117, Fıtnat Hanım 503
119, 135, 156, 165, 166, 227, 233, 268, Figânî 154, 348, 433, 530
344, 345, 400, 415, 416, 417, 519, 529, Figânî-i Karamanî 348
531, 542, 543, 616, 628, 631, 635, 639, Fikrî 15, 158, 381, 426, 439, 442, 444, 460,
641, 647, 655, 658, 665, 668, 670, 673, 461, 532, 670, 687
694, 717, 723, 732, 733, 741, 755 Fildişli Kûş 47
Ferhâd-nâme 18, 114, 135, 156, 415, 416, Fî-Mi’râci’n-nebiyyi Sallallâhu ‘Aleyhi ve
417, 531, 542, 755 Sellem 269
Ferhâd u Şîrîn 78, 82, 109, 110, 114, 117, firâk-nâme 292
119, 156, 227, 344, 345, 416, 519, 529, Firdevsî 15, 38, 40, 41, 42, 43, 44, 45, 46,
531, 616, 655, 658, 668, 723, 732 55, 62, 63, 72, 78, 88, 145, 152, 180,
Ferheng-nâme-i Sa’dî 107, 115, 132, 152, 181, 251, 252, 287, 288, 293, 301, 336,
169, 274, 275, 636, 647, 673, 677, 691, 340, 343, 354, 355, 357, 360, 363, 366,
743, 745, 747 371, 372, 435, 437, 653, 655, 709, 717,
Ferîdî 129 726, 734, 747, 758, 759
Feridûn 47, 131, 264, 568, 621, 711, 734 Firdevsî-i Rûmî 366, 726
Ferîdüddîn-i Attâr 49, 50, 52, 84, 85, 129, Firdevsî-i Tavîl 354
278, 289, 296, 330, 351, 361, 396, 400, Firdevsî-i Tûsî 40, 41, 42, 43, 45, 72, 180,
407, 459 340, 371, 372, 734
Ferruhî-i Sistânî 261 Firkat-nâme 18, 125, 152, 301, 543, 623,
Ferruh u Gül-ruh 353 736, 763
Feth-i Bârî 480 Firûz 71, 640, 758
Feth-i İnebahtı ve Moton 361, 365, 382 Fîrûz-nâme 153, 488, 491, 667, 732
Feth-i Kal’a-i Selâsil 678 Fîrûz u Dil-efrûz 461
Feth-nâme 70 Fûr 67
Fethu’l-fettâh 446 Fusûsü’l-hikem 411
Fethu’l-futûh 70 Futûhu’s-selâtîn 54
Fetih-nâme 15, 301, 361, 365, 382, 437, Fuzûlî 14, 15, 18, 80, 95, 97, 123, 129, 155,
463, 624, 767 157, 158, 159, 176, 179, 227, 341, 346,
788 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
380, 413, 414, 417, 418, 420, 422, 428, Gazâ-nâme-i Çehrin 155, 227, 462, 634,
443, 444, 517, 520, 531, 568, 610, 613, 740
618, 619, 628, 630, 631, 632, 634, 636, Gazâ-nâme-i Rûm 366
637, 638, 643, 644, 648, 649, 650, 655, Gazân Han 278
656, 661, 667, 669, 674, 675, 677, 679, Gâzân-nâme 53
682, 683, 685, 686, 687, 689, 690, 691, Gazavât-ı ‘Aremrem bin Musallat 678
696, 698, 700, 701, 702, 703, 709, 710, Gazavât-ı Emîre’l-Mü’minîn Alî 295
721, 727, 730, 731, 732, 740, 741, 747, Gazavât-ı Nebevî 479
749, 751, 755, 763, 773 Gazavât-ı Resûlullah 154, 294
Fürkat-nâme 15, 292, 302, 367, 368, 381, Gazavât-ı Seyyid Battal Gazi 496
440, 671, 681, 708, 748 Gazavât-ı Sultân Murâd 104, 113, 138,
Fütûhât-ı Selîm Han 435 155, 364
Fütûhatü’s-selîmiyye 435 Gazavât-ı Sultân Murâd Hân 104
Fütûhî 155, 182, 382, 383, 399, 407, 432, Gazavât-ı Sultân Murâd İbni Muham-
436, 611, 720, 759 med 138
Fütûhî Hüseyin Çelebi 155, 382, 399, 436, gazavât-nâme 270, 302, 303, 364
611, 720 Gazavât-nâme-i Midilli 155, 436
Fütûhu’ş-şâm 359 Gazavâtü’n-nebî 385, 386
fütüvvet-nâme 377 Gazne 276, 430, 596
Fütüvvet-nâme-i Esrâr 139, 150, 486, Gazneli 40, 46, 48, 54, 70, 224, 296, 437
733 Gazneliler 16, 40, 43, 44, 45, 84, 85, 87,
Füzûnî 211, 455, 665, 730 88, 91, 771
Gazneli Mes’ûd bin İbrâhîm 46
G Gazneli Sultan Behrâmşâh 48
Gazneli Sultan Mahmûd 40, 70, 224, 296,
Gam-nâme 468, 658, 723 437
Gamze vü Dil 111, 152, 447, 458, 459 Gazve-i Bedr A’zamü’l-gazavât 483
Ganî-zâde Nâdirî 149, 154, 446, 463, 620, Gelibolulu Âlî 108, 111, 116, 125, 151, 158,
734, 749 159, 160, 161, 162, 168, 175, 181, 187,
Garîb 92, 97, 98, 122, 145, 151, 156, 162, 207, 228, 337, 371, 383, 393, 410, 414,
176, 207, 216, 253, 267, 277, 280, 281, 424, 425, 439, 441, 496, 628, 651, 719
282, 283, 285, 291, 292, 314, 317, 331, Gelibolulu Vecîhî 466
485, 486, 610, 612, 616, 617, 619, 623, Gelibolulu Za’îfî 113, 364, 622, 759
643, 652, 660, 661, 663, 671, 676, 678, Gelibolu Şehr-engîzi 159, 168, 439, 466,
684, 691, 697, 706, 707, 711, 712, 719, 651, 716
742, 769 Genceli Nizâmî 48, 68, 72, 73, 77, 78, 84,
Garîb-i Bagdâdî 485, 486 87, 251, 381, 391, 393, 420, 421, 422,
Garîb-nâme 97, 98, 122, 145, 151, 162, 469, 529
176, 207, 216, 253, 267, 277, 280, 281, Genc-i Esrâr-ı Ma’nî 103, 151, 228, 412,
282, 283, 291, 292, 314, 317, 331, 610, 644, 772
612, 616, 619, 623, 643, 652, 660, 661, Genc-i Leâl 471
663, 671, 678, 684, 691, 697, 706, 707, Gencîne-i İ’câz 148, 449, 612, 723
711, 712, 719, 769 Gencîne-i Râz 107, 121, 151, 161, 175, 189,
Gâve 131 407, 532, 622, 663, 728
Gavriye 148, 617, 625, 767 Gencî Pîr Mehmed 471
Gayret-nâme 412, 700, 771 Genc-nâme 283, 301, 325, 326
Gazâlî 51, 640, 759 Genç Osmân 456
gazâ-nâme 462 Germiyan Beyi Süleymân Şâh 288
İndeks
| 789
Germiyan Beyliği 288 475, 502, 532, 616, 651, 657, 665, 668,
Germiyanlı Yetîmî 335, 675 721, 730, 732
Gerşâsb 40, 45, 46, 88 Gülistân 52, 59, 149, 152, 197, 216, 280,
Gerşâsb-nâme 40, 45, 46, 88 310, 391, 395, 396, 451, 452, 484, 507,
Gerşâsb-nâme-yi Esedi-yi Tûsî 88 515, 533, 613, 617, 624, 677, 725, 727,
Gevher-nâme 71, 301, 322 736, 743, 766
Gıyâsüddîn Keyhüsrev 461 Gülistân-ı Şemâ’il 149, 310, 451, 452, 617,
Gıyâsüddîn Muhammed 53, 59, 71, 72 624, 766, 736
Gıyâsüddîn Muhammed b. Reşîdüddîn Gülşehrî 118, 129, 130, 133, 150, 151, 152,
Fazlullâh 72 156, 176, 227, 267, 275, 278, 279, 280,
Gıyâsüddîn Tuğluk 70 291, 292, 295, 296, 316, 434, 611, 613,
Giannitsa 439 633, 636, 640, 643, 645, 661, 673, 684,
Gibb 263, 312, 337, 338, 350, 420, 487, 689, 700, 702, 703, 704, 707, 711, 725,
596, 607, 734 736, 743, 745, 752, 770
Giray Han 428 Gülşen-âbâd 151, 402, 403, 627, 651,
Giritli Salacıoğlu Mustafa 642, 763 702, 715
Gîv 46 Gülşen-i Ahbâr 399
Gönenli Yahyâ b. Bahşî 308 Gülşen-i Aşk 152, 518, 635, 678, 709,
Gubârî 112, 117, 118, 122, 129, 143, 150, 759
Gülşen-i Dâniş 519
155, 156, 163, 172, 205, 225, 408, 412,
Gülşen-i Ebrâr 73, 128, 407, 411, 530, 614,
422, 423, 424, 435, 436, 610, 613, 616,
618, 674, 728, 740
667, 675, 697, 716, 731, 735, 757, 768
Gülşen-i Ebrâr ve Ma’den-i Esrâr 128, 407,
Gulâmî 148, 385
618, 674, 740
Gûr 54, 66, 69, 131, 159, 166, 355, 356,
Gülşen-i Efkâr 108, 113, 117, 118, 119, 121,
357, 358, 433, 533, 619, 621, 673, 739,
122, 123, 125, 128, 136, 151, 152, 212,
746, 756
214, 227, 446, 458, 610, 620, 717, 748
Gurbetî 149
Gülşen-i Envâr 107, 110, 113, 116, 121,
Gurbet-nâme 160, 367
122, 126, 128, 130, 151, 161, 173, 390,
Gurerü’l-ahbâr 62, 343 532, 615, 619, 730, 744, 769
Gurretü’l-kemâl 70 Gülşen-i Esrâr 408, 623, 762
Guştâsb 38 Gülşen-i Hurremî 139, 160, 524
Guştâsb-nâme 38 Gülşenî-i Saruhanî 308, 626, 771
Gûy u Çevgân 57, 158, 159, 381, 431, 531, Gülşen-i Niyâz 463, 612, 631, 635, 705,
624, 642, 646, 647, 693, 763, 764 724
Guzîde-i Dâstânhâ-yi Mesnevî 634 Gülşen-i Râz 58, 82, 100, 151, 152, 315, 395,
Güftî 97, 116, 120, 149, 153, 158, 160, 186, 409, 612, 625, 627, 635, 640, 677, 715,
228, 446, 451, 462, 467, 468, 618, 626, 722, 731, 735, 741, 743, 758, 762, 768
644, 654, 658, 693, 701, 723, 739, 772 Gülşen-i Râz Tercümesi 82, 151, 625, 677,
Güftî Alî 160 731, 743, 768
Güher-nâme 56, 71 Gülşen-i Saruhanî 111, 148, 322, 715
Güher-rîz 526 Gülşen-i Sî-murg 151, 399, 609, 714, 757
gül 123, 171, 176, 179, 181, 186, 194, 195, Gülşen-i Tevhîd 202, 337, 405, 407, 618, 633,
197, 202, 212, 224, 292, 352, 370, 401, 634, 641, 667, 674, 731, 740, 761
402, 403, 415, 432, 452, 454, 475, 525, Gülşen-i Tevhîd ü Tahkîk 202, 407, 618,
537, 545, 552, 557, 568, 588, 596, 597 674, 740
Gül-i Sad-berg 137, 148, 151, 161, 169, Gülşen-i Uşşâk 138, 157, 192, 345, 349,
200, 211, 384, 390, 393, 394, 395, 455, 615, 732, 738, 761
790 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Gülşen-i Vahdet 111, 151, 227, 400, 401, Hadîkatü’l-hakîka ve Tarîkatü’ş-şerî’a 48
613, 636, 644, 728, 749 Hadikatü’s-süeda 627
Gülşen-nâme 278, 643, 645, 770 Hadîs-i Erba’în 171, 190, 209, 215, 216, 384,
Gül ü Bülbül 15, 18, 95, 158, 186, 209, 227, 610, 611, 619, 655, 720, 745
353, 381, 431, 432, 532, 545, 609, 616, hadîs-i şerîf 238
626, 634, 639, 644, 664, 686, 687, 690, Hâdiü’l-‘uşşâk 93, 485
701, 713, 734, 756, 773 Hâdiyyu’l-cinân 511
Gül ü Bülbül-i Fazlî 634 Hâfız 72, 149, 152, 154, 170, 174, 360,
Gül ü Hüsrev 18, 110, 145, 157, 196, 283, 444, 450, 478, 507, 511, 516, 517, 518,
289, 290, 291, 354, 549, 623, 626, 685, 627, 631, 731
708, 750, 754, 772 Hâfız Abdullâh b. Halîl b. Alî 507
Gül ü Nev-rûz 56, 71, 111, 116, 136, 138, Hâfız Ahmed Paşa 450
141, 142, 146, 158, 169, 170, 197, 227, Hâfız Halîl 152, 360
353, 426, 427, 461, 529, 533, 614, 620, Hâfız-ı Şîrâzî 72, 174
630, 652, 664, 673, 674, 726, 729, 739, Hâfız Ömer Yenişehîr-i Fenârî 149, 478
755 Hâfız-zâde 154, 170, 444, 631, 731
Gül ü Sabâ 353 Hafî 308, 624, 648, 766
Gülzâr-ı Aşk 642, 710 Hakan 19, 67, 513, 611, 614, 621, 641, 643,
Gülzâr-ı Ma’nevî 319, 616, 619, 635, 733, 690, 692, 711, 760, 763, 770
741, 745 Hakanî 84, 104, 107, 117, 148, 149, 150,
Gülzâr-ı Şerîf 319 160, 223, 228, 384, 387, 451, 452, 480,
Gümülcine Şehr-engîzi 160, 465 481, 512, 513, 619, 633, 636, 647, 659,
Günay Kut 295, 645, 661, 670, 671, 672, 682, 701, 737, 745, 749
678, 681, 687 Hâkî Efendi 382, 436
Gürcü 498 Hâkim 475, 619, 688, 745, 757
Güvâhî 111, 123, 152, 160, 390, 406, 485, Hakîrî 157, 422, 767
615, 634, 668, 671, 686, 732, 736, 737 Halep 315, 417, 454, 460, 539, 541
Hâletî 158, 406, 426, 461, 465, 678, 717,
H 744
Hâbiyye 107, 116, 129, 227, 459, 644, Hâletî-i Gülşenî 406, 717
773 Halîfe 35, 156, 157, 416, 421, 422, 532,
Hâce Abdulmelik İsâmî 54 682, 750
Hâce Amîd Ebu’l-fevâris-i Kenârîzî 52 Halîl Bey 321, 342
Hâce Bahâuddîn-i Nakşibendî 128 Halîlî 15, 18, 91, 152, 185, 214, 228, 301,
Hacı Bektâş-ı Velî 259, 320, 321, 322, 302, 367, 368, 407, 440, 543, 623, 627,
360 641, 716, 736, 763
Hacı Dervîş 160, 168, 439, 466, 678, 745 Halîlî-i Mar’aşî 91, 185, 214, 228, 407,
Hacı Hasan-zâde Muhyiddîn Mehmed 627, 716
Câmî 309 Halîl-nâme 107, 122, 125, 130, 169, 170, 227,
Hacı Mehmed 475 301, 309, 310, 311, 361, 382, 649, 707
Hacı Nûreddîn Efendi 389, 706 Halîl Paşa 352
Hacı Paşa 374, 379 Halîl Rif’at Paşa 524
Hâcû-yı Kirmânî 16, 54, 56, 71, 72, 73, 93, Halîmî 129, 379, 501, 502
161, 180, 239, 244, 329, 349, 393, 528, Hallâc-ı Mansûr 360, 407, 516, 647, 763
529, 673, 722, 738, 765 Hall-i Tahkîkât 151, 457, 672, 736
Hâdî 159, 168, 438, 644, 656, 721 Hâl-nâme 57, 118, 174, 431, 440, 618, 739
Hadîdî 99, 100, 155, 435, 639, 757 Hâl-nâme-i Sevâdî 118, 174, 440, 618,
Hadîka 59, 71, 75, 82, 152, 261, 396 739
İndeks
| 791
Halûk İpekten 651, 655, 677, 715 Hasan Dâniş Beğ 672
hamdele 27, 100, 111, 286, 391, 467, 477 Hasan-ı Basrî 240, 242, 457
Hamdî 14, 15, 16, 18, 82, 93, 99, 100, 103, Hasan-ı Dihlevî 56, 748
107, 111, 113, 116, 117, 118, 134, 136, Hasan İlmî 511
137, 143, 148, 150, 153, 155, 156, 157, Hasan Nâdir Efendi 509, 615, 730
163, 164, 166, 167, 177, 179, 180, 192, Hasan Paşa 453, 495, 496
195, 227, 236, 237, 238, 301, 306, 307, Hasan Rızâyî 467, 472
340, 341, 346, 347, 350, 351, 375, 385, Hasanü’l-şükrî 667
420, 421, 423, 424, 459, 476, 490, 504, Hasan Yâver 502, 504, 769
530, 593, 600, 612, 613, 614, 620, 621, Hasan Ziyâ’î 157, 430, 434, 634, 672, 736,
633, 638, 639, 650, 656, 657, 662, 664, 741
670, 673, 677, 682, 683, 685, 687, 689, Hasb-ı Hâl 621
690, 692, 701, 702, 713, 717, 721, 727, hasb-i hâl 97, 175, 229, 303, 370, 382, 440,
736, 737, 743, 747, 749, 750, 751, 755, 441, 464, 502, 509
757, 760 Hasbihal-i Safi 629, 645, 646
hamdiyye 111 hasb-i hâl-nâme 440
Hamdullâh Hamdî 14, 15, 16, 18, 82, 93, Hasbihâl-nâme 323
103, 117, 150, 153, 156, 157, 180, 192, Hasîb 148, 149, 477, 496, 500, 615, 725,
195, 227, 236, 301, 306, 340, 341, 346, 732
350, 375, 423, 459, 490, 530, 593, 600, Hasibe Mazıoğlu 272, 397, 398, 646, 649,
613, 656, 721, 727, 737, 757 650, 665, 674, 675, 678, 739, 744
Hamdullâh-ı Mustavfî 53 Hassân 18, 158, 302, 351, 577
Hâmidî 323, 619, 632, 656, 678, 719, 721, Hâşim Baba 504
733, 744 Hâşimî 21, 28, 82, 122, 129, 132, 158, 212,
Hâmidî-i Isfahânî 323 426, 461, 615, 731, 737
Hammâd Acred 22 Hatâyî-i Tebrizî 614, 729
Hammâd b. Ebân 30 Hatâyî-i Tebrîzî 342
Hamse 53, 57, 61, 77, 181, 231, 469, 470, hâtırât 440
471, 527, 528, 610, 624, 628, 636, 637, Hatîboğlu 82, 112, 117, 148, 151, 160, 174,
638, 649, 654, 657, 660, 665, 680, 692, 301, 313, 314, 321, 322
695, 719, 746, 753, 763, 766, 770 Hâtifî 57, 76, 77, 347, 416, 420, 421, 433,
Hâmûş-nâme 273, 297, 646, 669, 733 519, 528, 531, 655, 673, 757
Hamza Bey 299 hâtime 42, 71, 92, 162, 168, 169, 170, 171,
Hamza-nâme 298, 361, 381 172, 173, 174, 175, 178, 180, 182, 183,
Hanîf 449, 476, 488 224, 230, 231, 273, 293, 300, 309, 311,
Hanyalı Nûrî 508, 523 316, 317, 319, 321, 323, 331, 333, 334,
Harezm 249, 287, 579, 580 348, 349, 353, 380, 383, 384, 389, 391,
Hârezmî 292, 660, 760 392, 398, 399, 404, 410, 429, 440, 443,
Harîmî 129, 156, 345, 425 445, 456, 471, 472, 477, 480, 501, 506,
Hâris b. ‘Amr 386 508, 514, 526, 527
Harizmşâh 363 Hatun Destanı 270, 680, 747
Har-nâme 15, 112, 153, 301, 370, 371, 372, Hayâlî 16, 93, 95, 151, 157, 239, 240, 241,
373, 649, 663, 674, 679, 681, 684, 686, 242, 243, 244, 329, 348, 356, 393, 612,
693, 727, 747 636, 723, 747
Harran 609, 620, 623, 714, 752 Hayâl-i Behcet-âbâd 484, 612
Hârûnü’r-reşîd 387 Hayâl u Yâr 134, 135, 429, 628, 721
Hasan Aynî 526 Hayâtî 129, 156, 328, 344, 355, 357, 525,
Hasan Bahrî 148, 385 533, 633, 683, 735, 750
792 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Hayber 124 Heves-nâme 15, 18, 116, 160, 185, 199,
Haydar 328, 616, 652, 658, 667, 672, 677, 227, 301, 302, 366, 367, 368, 369, 381,
681, 716, 743, 744 551, 611, 641, 690, 708, 761
Haydar Tilbe 328, 616 Hıred-nâme-i İskenderî 76, 355, 529,
Hayr-âbâd 159, 460, 493, 521, 625, 629, 530
724, 768 Hıtâ 359, 565
Hayretî 129, 159, 439, 442, 661, 726 Hıtay 289, 555
Hayret Mehmed Efendi 526, 620 Hızır bin İlyâs 360
Hayret-nâme 323 Hızır Efendi 524
Hayretü’l-ebrâr 128, 129, 328, 393, 529, Hızır Han 70, 319, 320
622, 640, 758 Hızır-nâme 119, 123, 126, 319, 320, 321
Hayrî-nâme 153, 454, 483, 659, 666, 681, Hızr Hânî 70
724 Hızrî 119, 409, 612, 658, 723
Hayriyye-i Nâbî 100, 133, 454, 635, 638, hicret-nâme 513
675, 683, 741 Hicretü’n-nebî 146, 477, 662, 727
Hayrü’l-lügat 526 Hikâye 149, 242, 271, 277, 314, 345, 388,
Hazînî 148, 160, 171, 177, 215, 384, 611, 459, 612, 632, 633, 641, 654, 655, 658,
655, 720 671, 683, 696, 697, 700, 719, 729, 750,
Hazîre-i Kuds 313 751, 753, 768
Hecr-nâme 108, 157, 160, 440, 532, 656, Hikâye-i Câbir 149, 271, 729
721 Hikâye-i Delletü’l-Muhtel 271
Heft-bâb 322 Hikâye-i Leylâ vü Mecnûn 632
Heft-câm 443 Hikâye-i Manzûme-i Şâh u Gedâ 641
Heft Evreng 74, 75, 529, 530 Hikâyet-i Ebû Derdâ ve Hatun 669
Heft-gunbed 66, 356 Hikâyet-i İbrâhîm Edhem 359, 665
Heft-hân 171, 181, 227, 470 Hikmet 74, 75, 76, 126, 153, 172, 228, 235,
Heft-hvân 112, 121, 122, 138, 159, 183, 240, 249, 316, 330, 337, 376, 378, 379,
190, 635, 741 454, 610, 620, 622, 623, 632, 645, 652,
Heft Manzar 57, 77, 433, 531 655, 663, 666, 669, 673, 675, 682, 696,
Heft Peyker 55, 66, 69, 77, 87, 117, 133, 159, 703, 705, 706, 717, 720, 724, 733, 737,
166, 167, 181, 201, 356, 357, 358, 433, 739, 755, 762
470, 527, 529, 531, 532, 533, 617, 664, Hikmet-nâme 126, 153, 172, 228, 378, 379,
672, 674, 681, 737, 748, 753, 771 610, 622, 623, 652, 682, 705, 717, 762
Heft Seyyâre 146, 500, 501, 528, 534 Hilâlî 61, 77, 428, 531
Hekîm Ebu’l-mecd Mecdûd bin Âdem Hilâl ibni Süreyyâ 468
es-Senâ’î 48 Hilâlî-i Çagatayî 61, 428
Hekîm Îrânşâh b. Ebi’l-hayr 47 Hilmî 95, 100, 227, 456, 511, 638, 702,
Hekîm Nidâ’î 82 715, 754
Herat 371, 599, 600 Hilye 104, 107, 109, 111, 117, 123, 149, 150,
Hermes 68 173, 219, 223, 224, 228, 387, 451, 452,
Heroid 74 480, 481, 482, 512, 513, 616, 617, 618,
Heşt Behişt 56, 69, 209, 404, 411, 612, 643, 622, 623, 629, 632, 633, 636, 638, 639,
740, 760, 771 647, 652, 654, 663, 668, 671, 672, 674,
Hevâ’î 148, 156, 157, 385, 422, 430, 489, 675, 679, 682, 686, 687, 688, 691, 716,
490 724, 732, 734, 735, 736, 737, 740, 744,
Hevâ’î Abdurrahmân Efendi 489 749, 753, 756, 757, 759, 760, 762
Hevâ’î-i Bursevî 430 Hilye-i Aşere-i Mübeşşere 150, 451, 481
Hevâ’î Mustafâ 156, 157, 422 Hilye-i Çâryâr-i Güzîn 629
İndeks
| 793
Hilye-i Çihâr-yâr-i Güzîn 149, 451, 481, Hurşîd-nâme 18, 82, 116, 121, 122, 133,
762 137, 145, 157, 167, 169, 205, 216, 227,
Hilye-i Enbiyâ 149, 451, 481, 618, 638, 283, 289, 553, 610, 628, 648, 656, 696,
675, 691 718, 721
Hilye-i Fahr-i Âlem 513, 632, 674, 734, Hurşîd ü Ferahşâd 157, 267, 283, 289,
740 628, 656
Hilye-i Hâce Bahâeddîn Şâh-ı Nakş- Hurûfîliğe Dair Mesnevî 327
bend 482 hurûfîlik 326
Hilye-i Hasaneyni’l-ahseneyn 149, 219, Huzûrî 151, 397, 752
480 Hümâ 18, 47, 56, 71, 73, 104, 135, 157,
Hilye-i Haseneyn ve Aşere-i Mübeşşere 149, 158, 289, 301, 349, 350, 401, 427, 434,
451, 654 471, 532, 534, 556, 557, 558, 559, 564,
Hilye-i Hazret-i Mevlânâ 150, 482, 671, 565, 566, 597, 614, 617, 619, 635, 643,
724, 735 657, 672, 673, 682, 689, 736, 738, 739,
Hilye-i Manzûme-i Resûlullah 452 741, 771
Hilye-i Mevlânâ 482, 663, 668, 732 Hümâmî 58, 108, 112, 129, 175, 351, 352,
Hilye-i Nebevî 149, 480, 672 610, 717
Hilye-i Sa’âdet 107, 123, 149, 228, 387, Hümâm-i Tebrîzî 54, 58
480, 639, 757 Hümâ vü Hümâyûn 18, 56, 71, 73, 157, 301,
349, 350, 532, 556, 673, 682, 738
Hilye-i Sâdât 513
Hüner-nâme-yi Yemînî 46
Hilyetü’l-efkâr 470, 533, 637, 750
Hünkâr-nâme 363, 364, 653
Hilyetü’l-envâr 108, 111, 481, 625, 767,
Hürmüz 153, 290, 334, 335, 550, 560, 561,
769
562, 563, 566
Himmet-zâde Abdî 148, 449, 612, 723
Hür-zâd u Perî-nejâd 265
Hindistan 47, 54, 56, 67, 68, 70, 77, 251,
Hüsâm 201, 296, 445
333, 356, 497, 564, 565, 566, 579
Hüsâm b. Hüseyin el-Konevî 445
Hing-but u Surh-but 44
Hüsâmeddîn Çelebi 261
Hired-nâme 67
Hüsâm Kâtib 296
Hisârî 323, 663, 728 Hüseyin Baykara 75, 76, 428, 680
Hoca Bahâüddîn-i Nakşibend 75 Hüseyin Vassâf 634, 642, 710
Hoca Mes’ûd 15, 81, 95, 107, 115, 152, Hüseynî 58, 129, 146, 148, 175, 351, 352,
227, 267, 274, 275, 276, 286, 637, 647, 371, 385, 476, 515, 738
743, 747 Hüseyn-i Baykara 342, 355
Hoca Nasîrüddîn Ubeydullâh-i Ahrâr 75 Hüseyn Kudsî 153, 517
Hoca Neş’et 488, 501 Hüsn-i Yûsuf 441, 652, 716
Hocaoğlu Mevlidi 308 Hüsn ü Aşk 15, 18, 95, 111, 112, 115, 121,
Horasan 38, 49, 58, 71, 77, 320, 328, 431, 128, 133, 138, 152, 173, 227, 353, 381,
599 402, 492, 493, 494, 495, 517, 518, 519,
Horum 67 531, 559, 613, 620, 626, 631, 633, 636,
Hoş-edâ 506 638, 641, 645, 646, 651, 652, 657, 658,
Hûbân-nâme 497, 631 663, 664, 665, 666, 668, 670, 673, 679,
Hubbî Ayşe Kadın 157, 427 680, 686, 696, 697, 698, 703, 710, 712,
Hulâsatu’l-ahvâl Der-Letâfet-i Mevâ’iz-i 730, 735, 754, 768
Sahîhu’l-hâl 159, 441 Hüsn ü Dil 56, 95, 103, 121, 123, 124, 125,
Huld-ı Berîn 78 159, 171, 178, 203, 226, 414, 429, 430,
Hulvî 405, 533 447, 460, 609, 636, 680, 687, 716, 726,
Huneyn b. İshâk 75 733, 746, 754
794 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Hüsn ü Nigâr 159, 353, 530 Hz. Âdem 32, 119, 308, 316, 336, 342, 386,
Hüsrev 14, 15, 16, 18, 48, 49, 52, 54, 55, 56, 406, 451, 453, 479, 516, 603
57, 60, 62, 63, 68, 69, 70, 71, 75, 76, 77, Hz. Alî 33, 34, 122, 123, 124, 125, 126, 127,
78, 81, 82, 84, 92, 97, 99, 107, 110, 111, 128, 154, 236, 265, 270, 272, 274, 294,
113, 116, 119, 129, 131, 132, 133, 134, 295, 310, 337, 348, 356, 359, 385, 386,
136, 138, 139, 143, 145, 146, 155, 156, 388, 389, 395, 413, 444, 452, 477, 485,
157, 161, 163, 165, 166, 169, 180, 181, 513, 606, 643, 654, 744, 770
182, 190, 191, 195, 196, 197, 200, 202, Hz. Alî bin Mûsâ 127
224, 226, 227, 231, 232, 234, 235, 251, Hz. Alî Mevlidi 310, 388, 513
267, 268, 283, 285, 287, 288, 289, 290, Hz. Alîyyü’t-takî 127
291, 301, 302, 328, 342, 343, 344, 345, Hz. Ayşe 272
346, 347, 350, 351, 353, 354, 355, 358, Hz. Ca’feru’s-sâdık 127
362, 371, 372, 381, 391, 392, 393, 414, Hz. Dâvûd 119, 316, 451, 479
415, 416, 420, 421, 426, 430, 436, 440, Hz. Ebû Bekir 33, 122, 124, 126, 236, 272,
447, 460, 469, 488, 490, 519, 527, 528, 348, 356, 359, 383, 449, 452, 477, 485
529, 530, 531, 532, 533, 543, 545, 549, Hz. Ebû Eyyûb 369
550, 551, 560, 561, 562, 563, 564, 613, Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh 126
614, 619, 623, 626, 633, 634, 635, 646, Hz. Enes 313
648, 650, 655, 656, 663, 665, 666, 667, Hz. Eyyûb 119, 451, 479
669, 672, 676, 677, 678, 680, 681, 682, Hz. Fâtıma 270, 272, 336, 386, 387, 388,
683, 685, 686, 689, 692, 694, 704, 708, 389, 485, 682, 749, 770
709, 713, 715, 721, 730, 733, 737, 741, Hz. Hâlid 477
742, 743, 744, 746, 748, 750, 751, 752, Hz. Hamza 96, 125, 126, 229, 331, 348,
754, 756, 760, 763, 767, 769, 772 452
Hüsrev Han 71 Hz. Hasan 96, 124, 125, 126, 127, 229, 265,
Hüsrev-i Dihlevî 14, 49, 56, 60, 68, 69, 70, 270, 331, 348, 356, 387, 404, 411, 421,
75, 76, 78, 81, 82, 84, 92, 129, 131, 161, 446, 452, 477, 480, 481, 485
163, 180, 251, 328, 344, 346, 347, 358, Hz. Hasanü’l-’askerî 127
391, 393, 415, 420, 421, 469, 519, 528, Hz. Hûd 479
529, 748, 767, 769 Hz. Hüseyin 33, 34, 96, 124, 125, 126, 127,
Hüsrev-i Pervîz 62, 63, 287, 342, 343, 265, 270, 297, 348, 356, 387, 404, 411,
560 421, 446, 452, 477, 480, 481, 485
Hüsrev ü Şîrîn 15, 16, 18, 48, 54, 55, 62, Hz. Îsâ 32, 119, 296, 316, 451, 479
63, 69, 71, 76, 77, 84, 97, 99, 107, 111, Hz. İbrâhîm 32, 119, 309, 310, 316, 451,
113, 116, 119, 129, 132, 133, 134, 136, 453, 479, 603, 682, 749
138, 139, 143, 146, 155, 156, 163, 165, Hz. İdrîs 119, 451, 479, 603
166, 169, 181, 182, 190, 191, 195, 196, Hz. İmâm-ı Bâkır 127
197, 200, 202, 224, 226, 227, 231, 232, Hz. İmâm-ı Mehdî 127
235, 267, 268, 283, 285, 287, 288, 301, Hz. İshâk 451, 479, 603
302, 342, 343, 344, 345, 350, 351, 353, Hz. İsmâ’îl 451, 479
371, 372, 381, 414, 415, 416, 426, 430, Hz. Lût 451, 479
436, 447, 460, 488, 490, 519, 527, 529, Hz. Mâriye 271
531, 532, 533, 545, 560, 562, 614, 619, Hz. Muhammed 32, 53, 118, 119, 121, 122,
633, 635, 646, 648, 655, 656, 663, 665, 125, 131, 150, 154, 265, 268, 269, 271,
666, 669, 672, 677, 680, 681, 682, 686, 273, 303, 304, 316, 320, 327, 336, 348,
689, 694, 709, 721, 730, 733, 737, 742, 359, 385, 386, 387, 388, 389, 408, 444,
743, 744, 746, 756, 760 448, 449, 476, 477, 478, 479, 509, 510,
Hz. Abdurrahmân bin Avf 126, 452 513, 516, 566, 595, 598
İndeks
| 795
Hz. Muhammedü’n-nakî 127 III. Mehmed 440, 463, 466
Hz. Mûsâ 119, 127, 271, 316, 334, 408, III. Murâd 129, 131, 133, 134, 399, 400,
451, 479 404, 409, 410, 415, 426, 427, 429, 437,
Hz. Mûsâ Kâzım 127 440, 450, 458
Hz. Nûh 119, 316, 451, 453, 479, 603 III. Yezdicerd 40, 42
Hz. Osmân 33, 122, 123, 124, 126, 236, 272, II. İzzeddîn Mes’ûd b. Arslan 67
348, 356, 383, 452, 477, 485 II. Murâd 129, 135, 232, 233, 235, 312, 313,
Hz. Ömer 33, 122, 124, 126, 236, 241, 272, 314, 315, 316, 322, 325, 333, 336, 343,
333, 348, 356, 359, 383, 404, 452, 476, 345, 349, 351, 361, 365, 366, 371, 377,
477, 485, 516 378, 382, 695, 699, 766
Hz. Peygamber 33, 41, 75, 95, 96, 110, 116, II. Osmân 132, 463, 469
117, 118, 119, 120, 121, 122, 124, 125, II. Selîm 129, 134, 397, 404, 423, 424, 425,
126, 154, 169, 171, 223, 225, 231, 236, 426, 427, 433
253, 268, 269, 270, 271, 272, 291, 294, I. İbrâhîm 463
296, 304, 306, 307, 308, 309, 310, 311, I. Mehmed 285, 299, 362
312, 313, 318, 320, 324, 326, 331, 340, I. Mustafâ 463
348, 369, 374, 376, 378, 384, 385, 386, Irak 342, 578
387, 388, 390, 394, 402, 403, 404, 411, Irâk-ı Arab 249
412, 414, 443, 448, 449, 451, 452, 453, Îrânşâh 40, 47
456, 457, 473, 476, 477, 478, 479, 480, Îrânşâh bin Ebi’l-Hayr 40
481, 482, 485, 489, 509, 510, 511, 513, Işk-nâme 18, 48, 55, 56, 61, 138, 157,
514, 524, 544, 678, 767 169, 211, 267, 283, 289, 351, 352, 409,
Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs 126 530, 564, 615, 644, 647, 650, 687, 701,
Hz. Sa’d b. Vakkâs 452 731, 773
Hz. Sa’d b. Zeyd 452 IV. Mehmed 452, 459, 461, 463, 466, 472
Hz. Sa’id bin Zeyd 126 IV. Murâd 448, 450, 458, 462, 463, 469,
Hz. Sâlih 479 470, 472
Hz. Süleymân 119, 279, 389, 451, 479 İbn Abdirabbih 35, 728, 738
Hz. Şu’ayb 479 İbn Bîbî 265
Hz. Talha 126, 452 İbni Abbâs 269, 274, 284, 285, 298, 388
Hz. Talha bin Ubeydullah 126 İbni Dıhye 92
Hz. Veysel Karânî 296 İbn-i Îsî-i Saruhanî 148, 383
Hz. Yahyâ 451, 479 İbn-i Kemâl 436
Hz. Ya’kûb 119, 237, 479, 603 İbn-i Nebâte 62, 343
Hz. Yûnus 479 İbn-i Sînâ 75, 759
Hz. Yûsuf 118, 119, 341, 342, 395, 408, 423, İbn Mâce 452
451, 479, 575, 600, 642 İbn Mu’tez 23, 29, 738
Hz. Zekeriyyâ 479 İbn Selâm 347
Hz. Zeynü’l-âbidîn 127 İbnu’l-Hebbâriyye 35
Hz. Zübeyr bin Avvâm 126, 452 İbnu’l-Mu’tez 33, 34, 738
İbnü’l-Arabî 258
I-İ İbrâhîm 14, 32, 46, 54, 87, 92, 93, 99, 107,
II. Abdülhamîd 512 110, 111, 116, 119, 121, 126, 128, 141,
II. Bâyezîd 75, 129, 224, 301, 328, 335, 146, 149, 150, 151, 152, 153, 161, 172,
336, 341, 344, 346, 355, 357, 360, 362, 218, 221, 222, 227, 228, 243, 251, 265,
365, 366, 369, 370, 380, 420, 434, 436, 269, 271, 273, 282, 309, 310, 314, 316,
440, 444, 446 319, 322, 330, 333, 359, 360, 374, 378,
III. Abdurrahmân en-Nâsır 35 391, 393, 399, 401, 405, 406, 407, 408,
796 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
415, 426, 434, 443, 445, 449, 451, 453, ilm-i kıyâfet 375, 504
458, 463, 476, 477, 479, 485, 486, 487, İlyâs ibni Îsâ-yı Saruhanî 153, 443
488, 503, 504, 505, 506, 507, 511, 603, İmâd-i Fakîh 60
615, 616, 623, 629, 636, 640, 641, 665, İmâdüddîn Arabşâh-ı Yezdî 60
679, 682, 713, 720, 721, 722, 732, 733, İmâdüddîn-i Fakîh-i Kirmânî 72, 528
735, 736, 738, 746, 747, 749, 760, 762 İmâm Ebû Yûsuf 128
İbrahim b. Edhem Kıssası 629 İmâm-ı A’zam 126, 434, 521
İbrâhîm Beg 150, 616, 736, 747 İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe 464
İbrâhîm Bey 121, 149, 269, 273, 314, 333 İmâm-ı Ebû Hanîfe 126
İbrâhîm bin Edhem 408, 434 İmâm-ı Hanbel 126
İbrâhîm Edhem 92, 93, 110, 152, 218, 243, İmâm-ı Mâlik 126
265, 359, 360, 616, 665, 735 İmâm-ı Şâfî 126
İbrâhîm Hakkı 87, 153, 486, 487, 504, İmâm Muhammed 128
505 İmâm-zâde Ahmed 156, 158, 415
İbrâhîm Hanîf b. Mehmed Kâzım 449, İmâm-zâde eş-Şargî Muhammed b. Ebî
476 Bekr 413
İbrahim İbn-i Bâlî 610, 622, 705, 717, İmru’u’l-Kays 25, 26
762 İnsân-ı Kâmil 459
İbrâhîm İbni Süleymân Ezherî 401 İnşirâhu’s-sadr 146, 400
İbrâhîm-i Gülşenî 128, 150, 322, 399, 405, İpsalalı Ebu’l-hayr 148, 170, 228, 308,
406, 407
633, 736
İbrâhîm Kadem 511
İran 13, 14, 36, 37, 38, 39, 42, 45, 46, 48,
İbrâhîm Re’fet Efendi 511
53, 56, 57, 59, 61, 62, 64, 65, 66, 67, 77,
İbrâhîm Tennûrî 319, 616, 733
78, 80, 84, 96, 129, 131, 151, 152, 155,
İbret-nâme 323, 335, 675
161, 163, 173, 178, 229, 252, 255, 257,
İbret-nümâ 95, 125, 126, 131, 133, 135,
267, 275, 276, 286, 287, 288, 289, 293,
141, 169, 228, 404, 615, 630, 663, 704,
301, 302, 303, 311, 340, 342, 345, 348,
728, 731
351, 355, 356, 358, 366, 367, 368, 369,
İbrikçi-zâde Hatîb Abdülcelîl-i
Kastamonî 397 391, 412, 422, 435, 436, 437, 454, 461,
İbtidâ-nâme 17, 263, 283, 633, 684, 735 498, 507, 527, 528, 543, 561, 566, 568,
İclî 25, 26, 27, 80, 745 605, 608, 623, 653, 660, 694, 718, 719,
İcmâlü’l-kelâm fî-Mevlidi’n-nebî aleyhi’s- 723, 725, 762, 763, 765, 771
selâm 510 İrşâd 148, 199, 222, 306, 654, 719, 732
İhyâ-yı Dil 675 İrşâdî 511, 649
İkbâl-nâme 66, 67, 68, 355 İrşâdü’l-avâm 404, 650, 715
İlâhî 48, 49, 50, 60, 84, 112, 151, 200, 211, İshâk 32, 54, 71, 75, 129, 149, 159, 168,
216, 217, 218, 320, 326, 329, 332, 333, 329, 438, 451, 453, 455, 477, 478, 479,
336, 344, 351, 388, 403, 404, 409, 412, 603, 621
413, 426, 428, 429, 441, 460, 462, 475, İshâk Çelebi 159, 168, 438, 622, 651, 659,
485, 489, 491, 517, 624, 687, 720, 765 688, 715, 726
İlâhî-nâme 48, 49, 50, 84, 151, 332, 403, İshâk Hocası 453
404, 460, 687, 720 İshâk-ı Tokadî 453, 455
İlâhî-zâde Mehmed Emîn 475 İskender 18, 32, 46, 66, 67, 68, 69, 71, 76, 77,
İlmî 374, 450, 507, 511, 525, 644, 645, 82, 88, 100, 102, 117, 129, 131, 143, 145,
649, 652, 655, 656, 658, 665, 666, 667, 154, 162, 169, 210, 227, 241, 267, 268,
670, 671, 672, 674, 678, 686, 689, 695, 269, 290, 293, 294, 298, 328, 353, 354,
699, 720, 721, 729, 731, 734, 753, 755, 355, 356, 362, 367, 374, 421, 433, 437,
756, 758 459, 527, 529, 530, 531, 532, 533, 542,
İndeks
| 797
566, 567, 568, 609, 616, 625, 627, 634, 458, 463, 466, 467, 468, 469, 470, 484,
639, 643, 664, 682, 683, 687, 696, 697, 486, 487, 491, 492, 497, 498, 499, 500,
706, 714, 741, 750, 757, 768, 769 502, 503, 512, 515, 518, 521, 522, 524,
İskender bin Hacı Paşa 374 526, 543, 593, 594, 595, 605, 606, 607,
İskender b. Ömer Şeyh Mîrzâ 328 608, 609, 610, 611, 612, 613, 614, 615,
İskender-i Bahrî 67 616, 617, 618, 621, 622, 623, 624, 625,
İskender-i Berrî 67 626, 627, 628, 629, 630, 631, 632, 633,
İskenderiye mektebi 249 634, 635, 636, 637, 638, 639, 640, 641,
İskender-nâme 18, 46, 66, 67, 69, 71, 76, 642, 643, 644, 645, 646, 647, 648, 649,
77, 82, 88, 100, 102, 117, 129, 143, 145, 650, 651, 652, 653, 654, 655, 656, 657,
154, 162, 169, 210, 227, 267, 268, 269, 658, 659, 660, 661, 662, 663, 664, 665,
290, 293, 294, 298, 355, 362, 433, 437, 666, 667, 668, 669, 670, 672, 673, 674,
527, 529, 530, 531, 532, 533, 566, 609, 675, 676, 678, 679, 680, 681, 682, 684,
616, 627, 634, 643, 682, 683, 687, 696, 685, 686, 687, 688, 689, 690, 691, 692,
706, 714, 741, 750, 769 693, 694, 695, 698, 699, 701, 702, 703,
İskender-nâme-yi Nizâmî 88 705, 706, 707, 708, 709, 710, 711, 712,
İslâm 13, 25, 32, 36, 52, 54, 64, 68, 128, 713, 714, 715, 716, 717, 718, 719, 720,
132, 133, 245, 246, 248, 249, 251, 252, 721, 722, 723, 724, 725, 726, 727, 728,
253, 255, 257, 258, 265, 271, 294, 303, 729, 730, 731, 732, 733, 734, 735, 737,
314, 328, 336, 346, 356, 359, 363, 383, 738, 739, 740, 741, 742, 743, 744, 745,
388, 404, 408, 433, 455, 486, 513, 516, 746, 747, 748, 749, 750, 751, 752, 753,
517, 575, 595, 596, 623, 625, 627, 629, 754, 755, 756, 757, 758, 759, 760, 761,
635, 649, 668, 696, 700, 703, 715, 716, 762, 763, 764, 765, 766, 767, 768, 769,
719, 720, 721, 722, 723, 724, 728, 732, 770, 771, 772
733, 734, 735, 737, 738, 742, 745, 746, İstanbul Şehr-engîzi 159, 439, 466, 649,
747, 748, 749, 751, 754, 755, 756, 757, 661, 726
758, 759, 760, 761, 763, 764, 765, 768, İstilâhât-i ‘İrfâni-yi ‘İrâkî 762
769, 770 işret-nâme 302
İslâm-ı Hazret-i Ömer Yâhud Bir İştip 159, 438, 439
Hârika 516 İştip Şehr-engîzi 159, 438, 439
İslâmî 13, 25, 52, 53, 56, 62, 99, 111, 146, İ’tikâd-nâme 215, 389
150, 210, 228, 248, 249, 252, 256, 260, i’tizâriyye 505
270, 272, 293, 304, 310, 312, 314, 342, İzmir 620, 636, 639, 641, 647, 649, 650,
354, 355, 364, 374, 390, 400, 461, 476, 670, 677, 680, 694, 699, 721, 741, 743,
484, 644, 645, 648, 651, 654, 659, 662, 745, 746, 755, 756, 766
665, 675, 682, 685, 687, 690, 701, 703, İznik 367, 368, 396, 543
707, 712, 723, 728, 732, 739, 743, 773 İznikli Bekâ’î 158, 432
İsmâ’îl Belîğ 475 İzzeddîn Ahmed 286
İsmâ’îl Hakkî-i Bursevî 149, 478, 504 İzzet Efendi 499, 631, 687, 731, 756
İsmâ’îl-nâme 77, 531 İzzet Molla 114, 118, 152, 518, 619, 629,
İsmail Ünver 147, 268, 327, 328, 344, 635, 639, 647, 681, 709, 759
627 İzzetoğlu 149, 270
İsrâfîl 316 İzz u Zafer 526
İstanbul 21, 159, 160, 231, 284, 291, 302, İzzüddîn Mes’ûd bin Arslan 68
326, 327, 330, 336, 345, 350, 351, 364,
366, 367, 368, 369, 376, 378, 379, 381, K
382, 395, 405, 409, 410, 420, 427, 428, Ka’be 67, 75, 326, 388, 412, 434, 443, 524,
435, 436, 437, 438, 439, 442, 451, 457, 535, 547, 569, 613, 623
798 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Ka’be-nâme 613, 623 Kaşgar 249, 762
Kâbûs-nâme 378 Kaşgarlı Mahmûd 248, 249, 743
Kadı Beyzâvî 464 Kâşifî 366
Kadı Darîr 81, 155, 284, 313 Kâtib Çelebi 154, 156, 159, 167, 337, 345,
Kadîmî 157, 348, 422, 682, 750 416, 433, 460, 607, 743
Kâdî-zâde Şeyh Mehmed 146, 399, 400 Kâtibî 73, 74, 412, 528, 530, 723, 726
Kâf-zâde Fâ’izî 97, 615, 731 Kâtib Kemâl 361
Kalem-nâme 319 Kâtib Osmân 501, 502
Kalkandelenli Fakîrî 159 Katrân-ı Tebrîzî 46, 720
Kalkandelenli Mu’îdî 157, 428, 430, 533 Katrân-ı Tirmizî 46
Kâmî 119, 153, 155, 156, 422, 491, 492, Kavâ’id-i Teysîr-i Kur’ân 97, 278, 617,
495, 496, 499, 504, 505, 511, 667, 700, 738
732, 771 Kavs-nâme 46
Kâmil 89, 150, 459, 613, 624, 710, 714, Kaya Bilgegil 654, 680, 719, 746
753 Kaygulu Halîl 93, 485
Kâmî Mehmed 156, 422, 667, 732 Kaygusuz Abdal 152, 254, 701, 704, 725
Kâmî Mehmed Efendi 667, 732 Kaygusuz Abdâl 301, 322, 373
Kâmî Şa’bân-ı Âmidî 511 Kays 22, 25, 26, 64, 345, 347, 362, 421, 460,
Kâmûsu’l-a’lâm 338, 762 568, 571, 758
Kandiyeli Mustafâ Efendi 516 Kayseri 319, 350, 351, 519, 593, 596, 607,
Kandiyeli Receb Vahyî 512 628, 631, 635, 636, 638, 642, 644, 671,
Kân-ı Ma’ânî 472 678, 685, 694, 697, 705, 708, 717, 718,
Kânî 129, 264, 502, 749 745, 754, 765, 768, 772
Kânûn-ı Mahabbet 432, 676, 742 Kayserili Îsâ 150, 271
Kânûnî Sultan Süleymân 129, 132, 134, Kayserili Mehmed İzzet Paşa 519
224, 382, 390, 407, 408, 415, 416, 422, Kays-ı Râzî 22
425, 426, 427, 428, 430, 431, 435, 436, Kazancı-zâde Hâfız Osmân 154, 518
437, 438, 440, 442 Kazasker Kadirî Çelebi 430
Kaptan Mustafâ Paşa 503 Kâzım Mûsâ Paşa 523
Karaca Ahmed 320 Keçeci-zâde İzzet Molla 152, 518, 629, 635,
Karaçelebi-zâde Abdülazîz Efendi 463, 639, 647, 709, 759
612 Kelâmî-i Rûmî 450, 685, 755
Kara Fazlî 15, 186, 431, 532 Kelîle ve Dimne 28, 29, 35, 36, 39, 85, 111,
Karaman 112, 214, 421, 501, 698, 742 140, 264, 275, 276, 280, 372, 693, 694,
Karamanlı Figânî 154, 433, 530 695, 741, 764
Karamanoğlu İbrâhîm Bey 314 Kelîm-i Eyyûbî 465
Kâr-nâme-i Belh 48, 87 Kemâl 18, 71, 115, 144, 148, 152, 155,
Kasaboğlu Alî Beg 374 156, 301, 313, 326, 341, 360, 361, 362,
Kâsım-ı Envâr 60, 77 363, 365, 390, 391, 405, 422, 423, 434,
Kasîde-i Cezerî 385 436, 512, 516, 523, 529, 603, 622, 623,
Kasîdetü’s-siyâm 29 631, 637, 639, 664, 677, 698, 722, 729,
Kastamonu 297, 661, 707, 711 744, 749, 759
Kastamonulu Abdülahad Nûrî 523, 680, Kemâl-i Hocendî 391
746 Kemâl-nâme 71, 529
Kastamonulu Latîfî 384, 444 Kemâloğlu İsmâ’îl 109, 150, 276, 337,
Kastamonulu Ömer Fu’âdî 459 613, 726
Kastamonulu Şânî 156, 415 Kemâl Paşa-zâde 18, 115, 156, 341, 390,
Kastamonulu Şâzî 297, 298, 616 405, 422, 423, 603, 631, 677, 729
İndeks
| 799
Kemâl Ümmî 148, 152, 301, 313, 360, Kıssa-i Mukaffâ 97, 154, 294
622, 744, 759 Kıssa-i Ummân 97, 294
Kenzü’l-esrâr 458 Kıssa-i Ummân Cengi 97
Kenzü’l-garâ’ib-i Mesnevî 457 Kıssa-i Yûsuf 100, 133, 145, 227, 284, 285,
Kenzü’l-Rumûz 58 422, 635, 636, 645, 676, 695, 697, 742,
Kerâmât-ı Ahî Evran 152, 221, 296, 641, 749, 768
677, 743, 762 Kıvâmî 15, 301, 361, 365, 382, 616, 624,
Kerbelâ 126, 297, 389, 500, 711 628, 643, 698, 734, 767, 768
Kerîmî 148, 306, 446, 654, 719 kıyafet ilmi 375, 376, 443
Kerküklü Muhammed Nevrûzî 156 kıyâfet-nâme 164, 302, 466
Kerküklü Nevrûzî 490 Kıyâsî 107, 113, 115, 158, 424, 425, 609,
Kerküklü Şair Nevrûzî 642, 767 623, 653, 716, 718
Kesikbaş Destanı 154, 265, 294, 628, 718 Kız Destanı 632
Kesikbaşın İntikamı 635 Kızıl Ahmed 407
Keşan 521, 522, 651 Kızılırmak 415, 653, 701
Keşfî 82, 225, 308, 406, 511, 670, 711 Kiçi Mîr-zâde Seyyid Yahyâ Hüseyin 426
Keşfî-i Saruhanî 308 Kîmyâ Risâlesi 277
Keşfu’l-ebyât-i Mesnevî 629, 641 Kirdeci Alî 149, 154, 219, 270, 271, 294, 628,
Keşfü’l-me’ânî 277 654, 667, 692, 695, 718, 719, 763, 765
Keşfü’z-zünûn 337 Kirmân 71, 240
Keşkek-zâde Fatma Kâmile Hanım 511 Kirmânî 16, 54, 56, 71, 72, 73, 93, 161, 180,
Keşli Han 70 239, 244, 329, 349, 393, 528, 529, 673,
Kethüdâ-zâde Ârif Efendi 500 722, 738, 747, 765
Keyd 67 Kitâb-ı Bostân-ı Nasâyih 112, 152, 396,
Keydânî 453, 621, 756 642, 645, 677, 743, 765
Keyf-i Kitâb-ı Nidâ’î 82 Kitâb-ı Gülzâr 319
Keyûmers 40, 42 Kitâb-ı Mahbûbiyye 335, 689
Kıbrıs 463 Kitâb-ı Maktel-i Âl-i Resûl 150, 389, 611,
Kıdem-nâme 405, 406 709, 718
Kılıç Arslan 61 Kitâb-ı Manzûme-i Feyznâme-i İlâhî 624,
Kınalı-zâde Hasan Çelebi 397, 424 765
Kıpçakça 289 Kitâb-ı Manzûm Şerh-i Delâ’il-i Şerîf 148,
Kırân-ı Sa’deyn 69, 70 512
Kırânu’s-sa’deyn 69, 163 Kitâb-ı Mebde’-i Nûr 671
Kırım 289, 308, 462, 520, 629, 705, 724, Kitâb-ı Nigâristân ve Hadîka-i Sebzistân 82,
766 152, 396
Kırımlı Abdülmecîd 156, 342 Kitâb-ı Sergüzeşt-i Za’îfî 160, 440, 773
Kırk Armağân 104, 148, 301, 313 Kitâb-ı Usûl 97, 139, 162, 409, 610, 717
Kırk Âyet Tercümesi 450 Kitâbu Evsâfı Mesâcidi’ş-şerîfe 81, 150, 228,
Kırk Hadis Tercümesi 637, 640, 676, 680 254, 299, 637, 647, 751
Kırşehir 633, 636, 645, 702, 704, 706, 707, Kitâbu’ş-şemsiyye 122, 135, 138, 169,
709, 711, 712, 743, 744, 747 624, 764
Kıssa-i Edhem ü Hümâ 434 Kitâbü’l-beyân 377
Kıssa-i Erve 505, 682, 749 Kitâbü’l-egânî 22, 64, 345
Kıssa-i Hızr Han u Duvalrânî 70 Kitâbü’l-mehâsin ve’l-ezdâd 62, 343
Kıssa-i İbrâhîm Edhem 616 Kitâbü Mirsâdü’l-ibâd mine’l-mebde’ ile’l-
Kıssa-i Kûş-ı Pil-dendân 47 me’âd 410
Kıssa-i Leyli Birle Mecnun 612 Kitâbü’ş-şemsiyye 153
800 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Koçi Bey 435, 462 Kûş-nâme 47
Koniçeli Kâzım Paşa 160, 522 Kutadgu Bilig 14, 17, 18, 88, 106, 123,
Konya 183, 192, 270, 274, 295, 300, 335, 163, 191, 206, 227, 245, 249, 250, 252,
345, 346, 424, 425, 434, 446, 453, 606, 253, 254, 255, 256, 257, 258, 260, 609,
629, 630, 633, 634, 636, 638, 640, 643, 610, 628, 629, 630, 631, 634, 635, 636,
644, 650, 655, 656, 661, 662, 663, 671, 638, 640, 641, 642, 643, 644, 645, 646,
672, 675, 676, 678, 679, 695, 696, 698, 647, 648, 652, 653, 658, 659, 660, 661,
700, 703, 704, 708, 709, 711, 714, 721, 663, 664, 665, 666, 667, 668, 669, 670,
724, 727, 735, 736, 740, 745, 755, 760, 671, 672, 676, 679, 680, 681, 683, 684,
766, 770, 771, 772 685, 686, 688, 689, 690, 692, 693, 695,
Konyalı Çelebi Hüsâmeddîn 264 696, 697, 698, 701, 704, 705, 709, 710,
Konyalı Nâlî 162, 449 718, 722, 728, 730, 733, 739, 741, 754,
Konyalı Şeyh Selâhaddîn 264 755, 769
Konyalı Yûsuf Dede 449 Kutb 15, 136, 146, 156, 227, 287, 301, 366,
Korkud 129, 285, 345, 420, 607 634, 636, 638, 644, 648, 667, 669, 681,
Kosova 366, 439 688, 713, 737, 755
Köprülü-zâde Ahmed Paşa 496 Kutb-nâme 15, 301, 366, 636, 638, 644,
Köprülü-zâde Es’ad Paşa 156, 489, 490 755
Köse Alî Paşa 462 Kutbuddîn Ahmed Câm 342
Kuburî-zâde Abdurrahman Rahîmî 490 Kutbuddîn Mübârek Şâh Halâcî 70
Kudsî 153, 159, 167, 222, 359, 517, 615, Külliyât 72, 74, 231, 323, 458, 512, 641,
634, 732 734, 753, 758, 762
Kudsiyetü’l-ahbâr fî-Mevlidi Ahmedi’l- Künhü’l-ahbâr 337, 424, 496, 740
muhtâr 510 Küseyr 386
Kudsiyyü’l-kelâm fî-mevlidi’n-nebiyy aleyhi’s- Kütahya 393, 633, 704, 706, 709, 730,
selâm 510 755
Kudsiyyü’s-sirâc fî-Nazmi’l-mi’râc 511
Kudûrî 265, 278 L
Kudûrî Tercümesi 265, 278 Ladikli Mehmed bin Âşık Selmân 277
Kudüs 299, 320, 478, 510 Lâlezâr 498, 503
Kûfe 34, 479, 500 La’lî Mehmed Fenâî 405
Kul Atâ 422 La’lî-zâde Edîb 170, 220, 476
Kul Mes’ûd 111, 140 La’lî-zâde Edîb Mevlidi 170, 220
Kuloğlu 148, 157, 427, 446, 448, 620, 748 Lâ-Mekânî Hüseyin 459
Kur’ân 29, 36, 39, 49, 76, 97, 100, 108, 119, Lâmi’î 18, 94, 95, 97, 108, 110, 114, 115, 116,
121, 124, 147, 153, 154, 239, 246, 249, 117, 119, 120, 129, 132, 134, 147, 148,
264, 277, 278, 283, 284, 285, 314, 326, 150, 156, 157, 158, 159, 167, 168, 176,
340, 351, 385, 389, 413, 422, 424, 443, 179, 180, 217, 224, 226, 227, 385, 389,
448, 449, 450, 451, 477, 479, 483, 485, 416, 428, 429, 430, 431, 433, 434, 438,
490, 497, 503, 510, 514, 542, 595, 617, 445, 528, 531, 582, 596, 599, 611, 616,
668, 690, 696, 712, 738, 761 618, 620, 621, 624, 626, 628, 632, 635,
Kur’ân-ı Kerîm 76, 119, 121, 124, 249, 278, 637, 655, 662, 674, 681, 693, 697, 701,
283, 284, 340, 351, 385, 422, 424, 448, 704, 709, 712, 718, 721, 731, 732, 733,
449, 450, 477, 479, 483, 485, 490, 503 741, 744, 748, 749, 764, 767, 772
Kureyşî-zâde Mehmed Fevzî Efendi 511 Lâmi’î Çelebi 18, 94, 95, 97, 108, 110, 115,
Kûs-nâme 46 117, 119, 132, 147, 148, 150, 156, 157,
Kûş 46, 47 158, 159, 167, 168, 176, 224, 226, 227,
Kûş-i Pildendân 46 385, 389, 416, 428, 430, 431, 433, 434,
İndeks
| 801
438, 445, 528, 531, 582, 596, 599, 611, 671, 672, 674, 675, 676, 679, 682, 683,
616, 618, 621, 626, 632, 635, 637, 655, 687, 691, 700, 702, 704, 717, 727, 730,
674, 693, 701, 704, 709, 712, 718, 731, 746, 750, 763
732, 733, 741, 744, 749, 772 Leylâ vü Mecnûn 15, 18, 56, 57, 64, 66, 69,
Lârendeli Hamdî 99, 100, 113, 118, 134, 76, 77, 80, 82, 83, 84, 95, 97, 99, 103,
137, 157, 177, 420, 421, 683, 702 106, 107, 113, 117, 118, 121, 123, 125,
Lârendeli Şânî 113, 117, 119, 128, 214 129, 133, 134, 136, 137, 138, 143, 144,
Latîfî 148, 160, 304, 307, 337, 371, 384, 386, 155, 156, 157, 166, 167, 177, 184, 190,
397, 414, 415, 416, 433, 444, 459, 496, 192, 195, 199, 202, 227, 285, 291, 292,
630, 725, 740, 749, 755, 760 301, 341, 345, 346, 347, 348, 381, 414,
Lebîb 25, 485, 486, 504, 505, 740, 749, 416, 417, 418, 419, 420, 421, 422, 426,
750 447, 460, 461, 488, 489, 517, 519, 520,
Lebîb b. Rebî’a 25, 749, 750 527, 529, 530, 531, 532, 533, 568, 571,
Lebîb-i Âmidî 486, 505, 740 611, 615, 616, 620, 623, 628, 632, 634,
Lehistan 132, 367, 463, 469 635, 648, 650, 656, 657, 661, 665, 676,
Lema’ât 58, 280 679, 682, 685, 691, 692, 697, 715, 721,
Leningrad 640 731, 732, 736, 737, 740, 744, 746, 749,
Letâyif-nâme 148, 301, 314, 315, 621, 625, 753, 761, 768
756, 769 Leylî u Mecnûn 609, 714
Leylâ 15, 18, 56, 57, 64, 65, 66, 69, 76, 77, Leylî vü Mecnûn 76, 195, 529, 530, 531,
80, 82, 83, 84, 95, 97, 99, 103, 106, 107, 532, 533, 613, 630, 632, 649, 650, 724,
113, 117, 118, 121, 123, 125, 129, 133, 727, 739, 753
134, 136, 137, 138, 143, 144, 155, 156, Likâ’î 156, 422
157, 166, 167, 177, 184, 190, 192, 195, Lisânü’t-tayr 99, 123, 129, 151, 332, 632,
199, 202, 227, 241, 285, 291, 292, 301, 647, 725
341, 345, 346, 347, 348, 381, 414, 416, Livâî 616, 734
417, 418, 419, 420, 421, 422, 426, 447, Livâyî 385, 455
460, 461, 488, 489, 517, 519, 520, 527, Lohrasb-nâme 47
529, 530, 531, 532, 533, 568, 569, 570, Lokmân 158, 318, 426, 485, 637
571, 572, 573, 610, 611, 612, 613, 615, Lokmân b. Seyyid Hüseyin 426
616, 618, 620, 623, 625, 628, 630, 631, Lokmân Hekîm 485, 637
632, 634, 635, 636, 637, 638, 639, 643, Lokmanî Dede 733
644, 645, 646, 648, 649, 650, 651, 652, Lubâbu’l-elbâb 720
655, 656, 657, 661, 663, 665, 670, 671, Lugât-i Fürs 37
672, 674, 675, 676, 679, 680, 682, 683, Lutfî 158, 353, 426, 482, 620, 671, 735,
685, 686, 687, 691, 692, 696, 697, 699, 755
700, 702, 704, 709, 710, 713, 715, 717, Lutfî Mehmed Dede 482
720, 721, 727, 730, 731, 732, 736, 737, Lutfî Muhammed Efendi 671, 735
740, 741, 742, 744, 746, 749, 750, 753, Lutfiyye 111, 153, 174, 227, 475, 483, 629,
755, 761, 763, 767, 768, 770 641, 645, 673, 685, 704, 723
Leylâ ile Mecnûn 291, 292, 417, 421, Lutfiyye-i Vehbî 483, 641, 673
489, 570, 571, 612, 620, 632, 634, 638, Lutfullah 483, 507
639, 645, 663, 674, 675, 682, 686, 691, Lut oğlu Yahyâ 298
696, 699, 710, 713, 720, 741, 749, 753, Lügat-ı Manzûme-i Nûriye 508
755, 770 Lügat-i Abdülkerîm 446
Leylâ ve Mecnûn 65, 345, 417, 418, 420, Lügat-i Feriştehoğlu 507
610, 611, 613, 616, 618, 625, 631, 637, Lügat-i Feyzî 506
643, 644, 645, 646, 649, 651, 655, 657, Lügat-i İbni Ferişte 506
802 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Lügat-i Manzûme 445 Makrizî 450
Lütfî Mehmed Dede 668, 732 maktel 297
Maktel-i Hüseyn 150, 266, 297, 389, 614,
M 616, 621, 646, 705, 729, 755
Macaristan 435, 436, 526 Maktel-i İmâm Hüseyn 431
Mâcerâ-yi Mâh 140, 160, 442, 619 Malatya 446, 630, 634, 635, 659, 707,
Maçin 256, 257, 470 726, 744
Ma’den Emîni Abdullah Efendi 505 Manastırlı Celâl 441, 652, 716
Mağrib 67, 289, 320, 551, 554, 574, 581, Manastırlı Kadı Sinân 156, 422
582, 600, 603 Manastırlı Mehmed Rif’at 511
Mâh 18, 57, 100, 107, 111, 113, 115, 116, Manastırlı Rif’at 511
122, 131, 138, 139, 140, 158, 160, 175, Ma’nevî 15, 17, 48, 79, 150, 211, 260,
187, 207, 208, 353, 424, 425, 426, 442, 261, 273, 278, 280, 318, 319, 327, 328,
461, 532, 535, 537, 573, 574, 575, 576, 330, 333, 405, 406, 434, 445, 457, 462,
577, 609, 615, 619, 622, 623, 624, 634, 487, 507, 514, 515, 518, 616, 619, 629,
636, 653, 661, 689, 716, 718, 731, 739, 635, 637, 654, 694, 704, 719, 733, 741,
748, 758, 767 745, 752
Mahabbet-nâme 72, 116, 146, 153, 199, 227, Mânî 129, 359
326, 336, 351, 430, 489, 630, 672, 726 Maniheist 246, 722
Mahabbet-nâme-i Sâhib-dilân 72 Manisa 159, 282, 423, 427, 436, 439, 492,
Mahbûb-ı Mahbûb 183, 335 635, 639, 705, 741
Mahmûd b. Ahmed b. Ubeydullah el- Manisalı Cami 615
Mahbûbî 376 Mansûr 35, 38, 41, 62, 73, 99, 112, 115, 118,
Mahmûd-ı Hayrânî 320 133, 152, 222, 318, 343, 359, 360, 407,
Mahmûd-ı Şebüsterî 315, 635 516, 614, 642, 647, 667, 763
Mahmûd ibn Mehmed 150 Mansûr-ı Bağdâdî 360
Mahmûdiyye 150, 446, 685, 755 Mansûr-nâme 99, 112, 115, 118, 133, 152,
Mahmûd Paşa 318, 362, 363, 364, 501 222, 359, 614, 642, 667, 763
Mahmûd u Ayâz 460, 533 Mantık-ı Esrâr 82, 151, 447, 623, 762
Mahremî 99, 100, 133, 155, 436, 611, Mantıku’l-uşşâk 59, 175, 352
628, 722 Mantıku’t-tayr 51, 85, 118, 129, 133, 151,
mahşer-nâme 272 169, 176, 227, 261, 267, 278, 291, 292,
Mahvî 129, 156, 416 296, 316, 322, 332, 351, 399, 400, 401,
Mahzenü’l-ebrâr 327 402, 434, 459, 611, 613, 633, 643, 645,
Mahzenü’l-esrâr 61, 62, 68, 71, 72, 73, 75, 663, 665, 695, 699, 707, 711, 720, 725,
87, 128, 151, 161, 184, 208, 239, 327, 730, 736, 743, 766, 770
328, 329, 390, 391, 392, 393, 394, 395, Manzum Avâmil 654
456, 468, 469, 527, 529, 531, 533, 609, Manzûme 39, 92, 149, 150, 170, 445, 452,
616, 633, 651, 652, 713, 716, 735 453, 480, 506, 508, 511, 521, 611, 621,
Makâlât 321, 322, 337, 463, 626, 670, 624, 640, 641, 643, 697, 720, 745, 756,
734, 771 765, 767, 768
Makâlât-ı Varvarî 463, 670, 734 Manzûme fî-menâsiki’l-hac 150
Makâlât’tan Hikâyât-ı Nây 322 Manzûme-i Akâ’id 453
Makâlâtu’t-tuyûr 51 Manzûme-i Esâmî-i Ashâb-ı Bedr 92,
Makâlî 398 170, 480
Makâmât-ı Tuyûr 49, 51 Manzûme-i Kelîle ve Dimne 39
Makbûl-i Ârif 472, 473 Manzûme-i Keskîn 506
Makedonya 355 Manzûme-i Keydânî 453, 621, 756
İndeks
| 803
Manzûme-i Mi’râc 640 527, 529, 530, 531, 532, 533, 568, 569,
Manzûme-i Sindbâd-nâme 39 570, 571, 572, 573, 609, 610, 611, 612,
Manzûme-i Sivastopol 521, 643, 697, 613, 615, 616, 618, 620, 623, 625, 628,
767 630, 631, 632, 634, 635, 636, 637, 638,
Manzûme-i Siyer-i Nebî ve Fezâ’il-i Evlâd-ı 639, 643, 644, 645, 646, 648, 649, 650,
Resûl 149, 511 651, 655, 656, 657, 658, 661, 663, 665,
Manzûme-i Tıb 611, 720 669, 670, 671, 672, 674, 675, 676, 679,
Manzum Elfiyye Tercümesi 621 680, 682, 683, 685, 686, 687, 690, 691,
Manzum Esmâ’ü’l-hüsnâ Şerhi 609, 714 692, 696, 697, 699, 700, 702, 704, 709,
Manzum Farsça-Türkçe Sözlük 635, 743 710, 713, 714, 715, 717, 720, 721, 722,
Manzûm Kur’ân Tefsîri 385 723, 725, 727, 730, 731, 732, 736, 737,
Manzum Mesnevî Tercümesi 629 739, 740, 741, 744, 746, 749, 750, 753,
Manzum Oğuznâme 667 755, 761, 763, 767, 768, 770
Manzûm Sîre-i Muhammediyye 511 Mecnûn ile Leylâ 64, 345, 568
Manzûm Siyer-i Nebî 449, 476 Mecnûn u Leylî 69, 184, 529
manzum sözlükler 445, 471, 475, 526, Medhî 674
527 Medh-i Hazret-i Sultân 449
Manzûm Şemâ’il-i Şerîf 481 Medh-i Kapudan Paşa ve Arz-ı Hâl-i
Manzum Türkçe-Fransızca Sözlük 630, Vahîd 503
728 Medh-i Resûlullâh 199, 449
Manzum Vasiyet-nâme 622 Medine 33, 268, 296, 299, 320, 457
Maraş 321, 683 Medun 439
Ma’rifet-nâme 505 Mefâtîhü’d-dürriyye 526
Mâriyye-i Kıbtıyye 68 Mehdî 127, 315
Matla’u’l-envâr 60, 68, 75, 161, 181, 328, Mehek-nâme 532, 656, 721
391, 392, 469, 529, 738 Mehmed 18, 92, 107, 108, 117, 121, 129,
Matla’u’l-fecr 482 134, 135, 141, 146, 148, 149, 150, 151,
Maverâünnehir 320 152, 153, 154, 155, 156, 157, 158, 160,
Ma’zeret-nâme 323 173, 180, 184, 224, 225, 227, 228, 232,
Mazlûmî 480, 481, 625, 769 257, 267, 275, 277, 285, 289, 299, 308,
Me’âhiz-i Kasas ve Temsîlât-i 309, 310, 312, 316, 319, 321, 322, 324,
Mesnevî 632 329, 336, 338, 345, 348, 350, 360, 361,
Mecîdî 149, 405, 478 362, 363, 364, 365, 370, 371, 379, 382,
Meclisî 692 385, 387, 388, 397, 398, 399, 400, 401,
Mecma’u’l-bahreyn 73, 530, 726 405, 406, 409, 415, 422, 424, 426, 428,
Mecma’u’l-evsâf 69 430, 433, 434, 437, 440, 446, 448, 449,
Mecma’ü’l-ebkâr 78 450, 451, 452, 454, 457, 458, 459, 460,
Mecma’ü’l-envâr 221 461, 463, 464, 465, 466, 471, 472, 475,
Mecmû’atü’r-resâ’il 330 476, 478, 480, 482, 484, 485, 496, 501,
Mecnûn 15, 18, 56, 57, 64, 65, 66, 69, 76, 505, 510, 511, 512, 514, 515, 516, 518,
77, 80, 82, 83, 84, 95, 97, 99, 103, 106, 519, 520, 522, 523, 524, 526, 564, 607,
107, 113, 117, 118, 121, 123, 125, 129, 615, 617, 619, 620, 621, 622, 624, 626,
133, 134, 136, 137, 138, 144, 155, 156, 627, 628, 629, 630, 631, 633, 636, 637,
157, 166, 167, 177, 184, 190, 192, 195, 638, 642, 643, 644, 645, 647, 654, 657,
199, 202, 204, 227, 241, 285, 291, 292, 660, 661, 662, 665, 667, 668, 669, 680,
301, 341, 345, 346, 347, 348, 381, 414, 685, 686, 687, 688, 689, 696, 699, 701,
416, 417, 418, 419, 420, 421, 422, 426, 704, 711, 719, 720, 724, 725, 726, 727,
447, 460, 461, 488, 489, 517, 519, 520, 729, 731, 732, 736, 737, 739, 740, 745,
804 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
747, 748, 749, 751, 753, 755, 756, 757, Menâkıb-ı İmâm-ı A’zam 152, 434, 615,
758, 759, 761, 762, 764, 765, 766, 767, 731
768, 770, 773 Menâkıb-ı Mevlânâ 152, 227, 434, 632,
Mehmed Alî Paşa 526 733
Mehmed Bey 523, 633, 636, 647, 701, Menâkıb-ı Sultân Süleymân 117, 155,
737, 749 382, 435
Mehmed b. Hamza Arab Vâiz 308 Menâkıb-ı Şeyh Bedreddîn 152, 360
Mehmed bin Sinâeddîn 336 Menâkıb-ı Şeyh San’ânî 111, 170, 633
Mehmed b. Seyyid Mehmed el-Muhterem menâkıb-nâme 75, 360, 516
el-Hüseynî 146, 515 Menâkıbu’l-ârifîn 434
Mehmed Celâl 607 Menâkıbu’l-kudsiyye fî-Menâsıbi’l-ünsiyye 227,
Mehmed Efendi 107, 117, 148, 149, 150, 295
151, 152, 345, 446, 448, 450, 451, 452, Menâkibu’l-kudsiyye fî-Menâsibi’l-ünsiyye 152,
458, 475, 480, 501, 526, 619, 621, 622, 638, 754
624, 626, 667, 687, 688, 699, 732, 745, Menâsik-i Hac 91, 150, 412, 457, 616,
751, 756, 757, 762, 766, 770 735
Mehmed Es’ad 505 Menâsikü’l-hacc 150, 412
Mehmed Fevzî Efendi 148, 510, 511, 637, Menâzimü’l-cevâhir 471
643 Mengli Giray 436
Mehmed Hamdî Hüseynî 476 Menkıbe-i Mevlid-i Fahru’l-enâm Tarz-ı
Mehmed İzzet Paşa 515, 516, 519 Cedîd İsmiyle Oldı Be-nâm 685
Mehmed Nasûhî Efendi 478 Menşûr-i Şâhî 70
Mehmed Necîb Efendi 149, 512 Meraga 66
Mehmed Rif’at 160, 511, 522, 523 Merâhî 382, 437
Mehmed Rüşdî 148, 225, 510 Mercân Hoca 55
Mehmed Sâlih bin Mehmed Emîn 520 Merdümî 111, 116, 148, 383, 640, 760
Mehmed Sâlih Nihânî 511 Merv 249, 599
Mehmed Şâkir 151, 154, 515, 637, 751 Merzifonlu Kara Mustafâ Paşa 462
Mehmed Şefîk Efendi 514 Mesâbihü’s-sünne 384
Mekke 33, 213, 268, 291, 299, 320, 408, Mescid-i Aksâ 121
443, 457, 477, 500 Meserret Diriöz 652, 677, 716, 743
Mekteb-i Şîrâzî 57 Meshi-i Tebrizi 617
Melhame 97, 153, 374, 467, 624, 651, Mesîhî 129, 159, 370, 438, 462, 497, 684,
715, 764 752
Melhame-i Dâniyal 374 mesnevî 14, 15, 16, 17, 18, 19, 21, 22, 23,
Melîhî 129 28, 29, 30, 31, 33, 34, 35, 36, 37, 38,
Melike Hatun 287 39, 40, 41, 42, 43, 44, 45, 46, 47, 48,
Melikşâh 47, 66, 210 49, 50, 52, 53, 54, 55, 56, 57, 58, 59,
Melikü’l-eşref Ebû Nâsır Kayıtbay 378 60, 61, 62, 63, 64, 65, 67, 68, 70, 71, 72,
Memluk Devleti 659 74, 77, 78, 79, 80, 82, 83, 84, 85, 86, 88,
Mem u Zin 649, 650, 691 89, 91, 93, 97, 99, 100, 113, 115, 116,
Menâhar u Dunâlât 55 117, 118, 121, 125, 126, 128, 133, 134,
Menâkıb 111, 117, 152, 155, 170, 227, 360, 137, 145, 146, 151, 159, 161, 168, 170,
382, 434, 435, 517, 615, 627, 632, 633, 171, 173, 178, 179, 180, 204, 210, 225,
642, 643, 686, 715, 731, 733 229, 230, 231, 232, 233, 234, 236, 237,
Menâkıb-ı Gîlânî 152, 360 240, 245, 246, 248, 250, 251, 252, 253,
Menâkıb-ı Hacı Bektâş-ı Velî 360 254, 257, 258, 261, 263, 265, 267, 268,
Menâkıb-ı Hz. Yûsuf (a.s.) ve Zelîhâ 642 269, 270, 271, 272, 273, 276, 278, 281,
İndeks
| 805
282, 284, 286, 287, 288, 289, 290, 291, Mevlânâ 15, 17, 48, 49, 57, 60, 61, 79, 80,
293, 294, 295, 296, 298, 302, 303, 305, 128, 129, 150, 152, 179, 180, 227, 258,
310, 311, 312, 313, 314, 315, 316, 319, 260, 261, 262, 263, 264, 273, 278, 283,
321, 322, 323, 324, 329, 330, 333, 334, 291, 300, 314, 317, 318, 320, 321, 332,
335, 337, 340, 341, 342, 343, 344, 345, 333, 334, 339, 351, 400, 405, 406, 407,
349, 350, 351, 352, 355, 357, 358, 361, 408, 409, 434, 450, 452, 453, 457, 462,
362, 365, 366, 367, 369, 370, 371, 376, 475, 482, 486, 487, 494, 507, 514, 515,
377, 379, 380, 381, 382, 383, 384, 386, 518, 520, 607, 608, 612, 623, 629, 632,
387, 390, 392, 396, 397, 404, 408, 410, 637, 638, 639, 640, 643, 661, 662, 663,
411, 413, 414, 415, 416, 417, 422, 424, 664, 668, 671, 672, 678, 679, 690, 691,
425, 427, 428, 429, 430, 432, 433, 434, 692, 701, 702, 703, 707, 708, 719, 724,
436, 438, 439, 441, 442, 444, 445, 446, 725, 727, 732, 733, 734, 735, 743, 752,
447, 448, 451, 452, 455, 456, 458, 459, 761, 764
460, 461, 462, 463, 465, 466, 467, 468, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî 57, 79, 128,
469, 470, 471, 472, 473, 474, 475, 476, 129, 180, 260, 263, 320, 321, 407, 434,
478, 479, 481, 482, 483, 487, 488, 490, 452, 707, 743
491, 492, 493, 494, 495, 496, 499, 500, Mevlânâ Muhyiddîn 283
502, 504, 505, 506, 507, 508, 509, 511, Mevlevî-nâme 634
512, 513, 515, 516, 517, 518, 520, 521, mevlid 148, 199, 268, 269, 294, 303, 304, 305,
522, 523, 524, 525, 526, 527, 528, 529,
306, 307, 308, 310, 385, 388, 389, 446,
532, 611, 764
448, 466, 476, 477, 509, 510, 511
Mesnevî-i Ma’nevî 15, 17, 48, 79, 150, 260,
Mevlid-i Cenâb-ı Alî 513, 654, 719
261, 273, 278, 280, 318, 330, 333, 405,
Mevlid-i Cenâb-ı Alî Kerrema’llâhu Vec-
406, 434, 445, 457, 462, 487, 507, 514,
hehu 513
515, 518, 704
Mevlid-i Cismî 448
Mesnevî-i Murâdiyye 97, 102, 114, 150,
Mevlid-i Fâtıma 198, 389
333, 643
Mevlid-i Fâtımatü’z-Zehrâ 513
Mesnevî-i Penâhî 632, 772
Mevlid-i Nebî 148, 630, 762
Mesnevî-i Şerîf ve Manzum Nahîfî Tercü-
mesi 487, 630, 727 Mevlid-i Şerîf 308, 630, 639, 640, 756
Mesnevî Şerhi 612 Mevlid manzûmesi 305
Mesnevi-yi Veledî 618, 641, 761 Mevlid Şerhi 642, 710
Mestî 129 Mevlidü’n-nebî 148, 308, 660, 725
Mes’ûd 15, 18, 38, 40, 46, 67, 68, 81, 95, Mevlidü’r-resûl 147, 385, 632, 733
107, 111, 112, 115, 140, 152, 158, 227, mevlûdü’n-nebî 512
267, 274, 275, 276, 286, 510, 583, 631, Meylî 410
634, 636, 637, 638, 647, 648, 693, 730, Mezîd-zâde Ayıntabî 472
741, 743, 745, 747, 752, 764 M. Fatih Köksal 19, 154, 239, 270, 271,
Mes’ûd bin Ahmed 18, 112, 158, 583, 631, 273, 321, 329, 385, 397, 443, 453, 518,
634, 638, 647, 730, 741, 747, 752 652, 665, 677, 702, 706, 707, 711, 712,
Mes’ûd-i Mervezî 38, 40 716, 743
Methone 159, 438, 439 Mısır 67, 237, 283, 289, 312, 315, 378, 422,
Metun 159, 438, 439 435, 436, 437, 450, 503, 526, 539, 540,
Metun (Methone) Şehr-engîzi 159, 438, 556, 568, 600, 601, 602, 603, 604, 644,
439 659, 722, 724, 738
Mevhûb-ı Mahbûb 117, 122, 132, 137, Midilli 155, 364, 366, 436, 686, 756
150, 183, 210, 211, 212, 228, 335, 376, Miftâh-ı Heft-kân 108, 123, 135, 144, 162,
635, 742 180, 200, 449
806 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Miftâh-ı Lisân 527, 630, 636, 679, 728, Mi’râc-nâme-i Hazret-i Muhammed Sal-
745 lallahu ‘Aleyhi ve Sellem 309
Miftâhu’l-ferec 102, 118, 133, 150, 227, Mi’râc-nâme-i Resûl-i Ekrem 448
324, 631, 665, 700, 708, 754 Mi’râcü’l-beyân 107, 149, 446, 448, 642,
Miftâhu’l-futûh 70 763
Miftâhu’l-gayb 413, 697, 767 Mi’râcü’n-nebî 104, 149, 209, 228, 309, 310,
Miftâhü’l-ferec 729 478, 512, 638, 650
Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavât-nâmesi 637, Mîr Alî Rızâ-yı İstolçevî 522
750 Mîr Alî Şîr 156
Mihin Bânû 542 Mir’ât-ı Âlem-nümâ 500, 534
Mihnet-keşân 111, 116, 146, 160, 168, 201, Mir’ât-ı Cünûn 524, 661
521, 522, 629, 635, 639, 647, 689, 725 Mir’ât-ı Sûret-nümâ 177, 206, 207, 220,
Mihr 18, 55, 56, 57, 82, 100, 107, 111, 113, 500, 528, 534
115, 116, 121, 122, 124, 125, 129, 131, Mir’âtü’l-ahlâk ve Mirkâtü’l-eşvâk 118, 153,
132, 138, 139, 158, 175, 187, 207, 209, 410, 610, 716
212, 226, 351, 353, 424, 425, 426, 430, Mir’âtü’l-ebrâr 614, 728
447, 461, 530, 532, 573, 574, 575, 576, Mîr Hamza Nigârî 517
577, 578, 579, 580, 581, 582, 609, 610, Mîrî 426, 628, 654, 719
611, 615, 618, 621, 622, 623, 624, 626, Mîr-i Alem 668
Mirkat-i Edeb 300, 717
628, 634, 644, 652, 653, 654, 659, 666,
Mirkatü’l-cihâd 609
689, 707, 715, 716, 718, 719, 731, 739,
Mirkatü’l-edeb 299
758, 767, 772
Mîrzâ Bîdil 488
Mihrî Hatun 337
Mîrzâ İbrâhîm 54
Mihr ü Mâh 18, 57, 100, 107, 111, 113,
Misâlî 413, 624, 697, 765, 767
115, 116, 122, 131, 138, 139, 158, 175,
Misbâhu’l-hidâye 72
187, 207, 353, 424, 425, 461, 573, 609,
Miskînlik-nâme 152, 318, 768
615, 622, 623, 624, 634, 653, 689, 716,
Miskîn-nâme 318
718, 731, 739, 758, 767
Mîzânü’l-adâlet 152
Mihr ü Müşterî 18, 55, 56, 57, 138, 158, Moğol 49, 53, 57, 246, 325, 363
351, 424, 426, 461, 532, 577, 609, 611, Moğollar 16, 53, 54, 70, 78
618, 621, 624, 628, 654, 715, 719 Mollâ Arab 389
Mihr ü Vefâ 18, 82, 121, 122, 125, 129, Mollâ Câmî 16, 49, 74, 86, 87, 180, 236,
132, 158, 209, 212, 351, 425, 426, 430, 237, 328, 340, 341, 423, 424, 519, 614,
447, 461, 581, 610, 644, 652, 666, 707, 640, 729
716, 718, 731, 772 Mollâ Hasan 489
Mikâîl 316 Mollâ Mâşî-zâde Fikrî Dervîş 158, 426,
Minber-nâme 373 439
Minhâcü’l-mi’râc 512 Mollâ Velî 149, 308
Mi’râc 96, 120, 121, 149, 171, 191, 228, Mora 364, 439
269, 309, 448, 511, 512, 529, 617, 627, Mostar Şehr-engîzi 160, 168, 439, 466
640, 658, 659, 665, 666, 714, 724, 730, Moton Şehr-engîzi 160, 466
736, 737 Mu’âlî 363, 653, 718
mi’râc-ı nebî 483 Muallim Nâcî 516
Mi’râciye 639, 650, 688, 714, 757 mu’cizât 96, 119, 121, 122, 229, 238, 331
mi’râciyye 121, 123, 273, 323, 341, 351, 356, Mu’cizât-ı Hazret-i Resûl-i Ekrem 149,
421, 422, 446, 447, 471, 514 271
mi’râc-nâme 121, 269, 309, 348, 448 Mu’cizât-ı Resûl Aleyhi’s-selâm 149
İndeks
| 807
mu’cize 119, 121, 410 Mûsâ Abdî 135, 312
Mu’cize-i Muhammed Mustafâ 149, 270 Mûsâ Çelebi 361, 362
mugannî-nâme 68, 88 Musâhib Mustafâ Paşa 449, 456
Muğla 405, 630 Musîbet-nâme 49, 50, 85, 151, 316, 332,
Muhabbet-nâme 106, 108, 192, 215, 292, 720
293, 617, 623, 638, 641, 660, 689, 737 Muslihiddîn Muhammed 314
Muhammed b. Hâlet 22 Muslihiddîn Vahyî-i Şa’bânî 149, 446,
Muhammed bin Acâ 359 448, 763
Muhammed Hanefî Cengi 154, 294, 637, Mustafâ Ağa 156, 397
642, 751 Mustafâ Aşkî 520
Muhammed Hoca Bey 292 Mustafâ b. el-Hüseyin el-Halebî 92, 480,
Muhammediyye 92, 117, 136, 146, 150, 481
184, 211, 224, 225, 228, 303, 306, 308, Mustafâ bin Yûsuf el-Mar’aşî 148
314, 319, 385, 387, 388, 484, 485, 511, Mustafâ Çelebi 423, 425, 426
638, 662, 687, 710 Mustafa Fehmi Gerçeker 513, 674, 740
Muhammediyye-i Sânî 485 Mustafâ Fennî 499
Muhammed Sâlih 613, 615, 626, 772 Mustafâ İlmî b. İbrâhîm 507
Muhelhil 26 Mustafâ Kâ’il 488
Muhibbî 111, 129, 136, 148, 158, 306, 426, Mustafâ Keskin b. Osmân 506
427, 511, 614, 639, 664, 666, 729, 756
Mustafâ Paşa 336, 449, 456, 462, 490,
Muhibb u Mahbûb 73, 530
503
Muhiddîn-i Arabî 411
Mustafâ Râgıb 511
Muhtâr-nâme 49, 397, 643
Mustafâ Reşîd Paşa 498
Muhyî 91, 219, 283, 384, 385, 422, 426,
Mu’tazıd 33, 34
609
Mûyî 440, 667
Muhyiddîn 107, 119, 123, 126, 134, 142,
Muzafferîler 71
153, 228, 283, 309, 319, 320, 322, 324,
Muzafferüddîn Kızılarslan 232
379, 390, 455, 608, 620, 753
Mübârek-nâme-i Esrâr 486
Muhyiddîn Çelebi 119, 123, 126, 319,
320 Mübârek Şâh 70, 71
Muhyiddîn-i Arabî 324 Mübeyyen 408, 640, 760
Muhyiddîn Kâdirî 455 Mücâhid 490, 723, 762
Muhyiddîn Mehî 134, 142, 153, 228, 379 Mücmeletü’t-tevârîh ve’l-kısas 47
Muhyî-i Gülşenî 384 Müeyyid Şîrâzî 35
Mu’îdî 94, 95, 156, 157, 158, 179, 345, 353, Müfîd 98, 99, 116, 134, 141, 142, 146,
427, 428, 429, 430, 433, 533 151, 153, 228, 379, 458, 618, 635, 671,
Mu’înî 97, 114, 150, 185, 333, 625, 643, 770 738, 744, 745
Mu’izzî-i Semerkandî 261 Müfîd ü Muhtasar 99, 116, 141, 146, 151,
Mukaddime 300, 319, 641, 720, 743, 753 458, 635, 745
Mukbil-nâme 67 Mülhimî 82, 109, 114, 118, 125, 134, 144,
Mûnisü’l-ebrâr 72 145, 155, 225, 228, 462, 463, 610, 652,
Mûnisü’l-uşşâk 60 717
Murâdî 109, 114, 118, 125, 134, 144, 145, Münâcât 96, 115, 116, 171, 226, 235, 325,
148, 155, 385, 462, 610, 623, 652, 711, 356, 408, 471, 512
717, 718, 768 Münâzara-i Gül ü Hüsrev 354
Murâd-nâme 97, 111, 133, 137, 138, 141, Münâzara-i Seyf ü Kalem 354
142, 153, 177, 189, 227, 377, 378, 399, Münâzara-i Tûtî vü Zâg 112, 152, 177, 411,
635, 658, 662, 678, 690, 745 672, 692, 736, 763
808 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Münazara (Telli Sazlar Atışması) 667, Nâlî 107, 108, 121, 126, 141, 148, 162,
692, 693 180, 227, 449, 456, 622, 634, 674, 740,
Münîrî 119, 128, 158, 383, 386, 388, 407, 752, 759
426, 439, 609, 611, 614, 618, 621, 624, Nâlî Mehmed 107, 108, 121, 141, 180, 227,
674, 715, 720, 728, 740, 756, 765 622, 740, 759
Münîrî Ahmed Çelebi 158 Nâme-i Âşıkâne-i Manzûm 492
Münîrî İbrâhîm Çelebi 426 Nâme-i ‘Işk 488
Münkir ve Nekir 313 Nâme-i Mahşer 105, 150, 272, 680, 747
Münzir bin Nâcî 386 Nâmık Kemâl 516, 523
Mürîdî 128, 327, 484, 635, 636, 678, 745 Nâmî-nâme 516
Mürşidî 150, 156, 308, 476, 484, 485, 489, Nâmiyye 516
620, 627, 655, 662, 742, 752, 767 Nân u Helvâ 78, 515
Mürşidü’l-ubbâd 151, 190, 317, 529, 622, Nâsır-ı Hüsrev 52
759 Nâsır u Mansûr 73
Müselles-nâme-i Şâkir 508 Nasîbî 385
Müsned-i Ahmed bin Hanbel 481 nasîhat-nâme 97, 136, 164, 175, 252, 335,
Müşterek Mevlûd 510 336, 377, 399, 404, 410, 454, 455, 456,
Müşterî 18, 55, 56, 57, 138, 158, 351, 424, 464, 479, 484, 485, 516
426, 461, 532, 577, 578, 579, 580, 581, Nasîhat-nâme-i Emîrî 153, 484
609, 611, 618, 621, 624, 628, 653, 654, Nasîhat-nâme-i Mürşidî 484
715, 718, 719 Nasîhat-nâme-i Vehbî 483
Mütercim Âsım 527 Nasîrî-i Sivasî 265
Mütevekkil 33, 738 Nasîrüddîn Berkyaruk 265
müzdevic 15, 21, 22, 23, 27, 28, 29, 80 Nasîrüddîn Buğra Han 70
müzdevice 22, 24, 27, 80 Nasîrüddîn-i Tûsî 59, 75, 311
Nasrullah 276, 621
N Na’t 96, 117, 118, 120, 235, 239, 475, 477,
Nâbî 100, 118, 133, 149, 153, 159, 160, 168, 496, 712
227, 448, 454, 456, 460, 466, 483, 493, Nâtık 160, 503, 651, 703, 716
494, 611, 625, 635, 637, 638, 639, 659, Na’tî 150, 157, 353, 481, 496, 612, 614,
660, 675, 681, 683, 697, 698, 701, 706, 643, 722, 771
708, 724, 725, 730, 741, 750, 768 Na’tî Mustafâ Bey 150, 481, 496
Nâbiğa ez-Zübyânî 25 Nâyî Osmân Dede 149, 613, 638, 650,
Nâdirî 148, 149, 154, 446, 463, 620, 641, 688, 714, 726
682, 734, 749, 763 Nâyî Osmân Dede 82, 149, 478, 479
Nahîfî 87, 108, 111, 146, 148, 149, 151, Nâzır u Manzûr 73, 78, 530
228, 383, 475, 476, 477, 478, 479, 480, Nazîm 477, 485, 503
481, 486, 487, 513, 515, 609, 614, 618, Nâzimü’l-cevâhir 471
630, 660, 662, 698, 714, 725, 727, 728, Nazîm Yahyâ Efendi 477
741, 767 Nazîre-i Hilye-i Hakanî 104, 107, 117, 149,
Nahl-i Tecellî 120, 462, 624, 765 150, 223, 480, 512
Na’îmüddîn-i Temeşvarî 485 Nazîre-i Muhammediyye 388
Nâkâm 156, 157, 190, 202, 488, 489, 519 Nazîr İbrâhîm 503, 762
Nakîboğlu 150, 752 Nazm-ı Girîdî 506
Nakş-ı Hayâl 107, 111, 116, 121, 133, 151, Nazm-ı Miftâh-ı Pend 515
161, 391, 392, 393, 612, 684, 723 Nazm-ı Niyâz 153, 468, 469
Nakşî Alî-i Akkirmânî 148 Nazm-ı Siyer-i Nebî 148, 760
Nâlân u Handân 440, 631, 667, 731 Nazmu’l-le’âlî 453, 621, 756
İndeks
| 809
Nazmu’l-ulûm 621, 686, 756 470, 500, 528, 533, 610, 621, 635, 636,
Nazmü’l-cevâhir 444, 526 643, 672, 692, 700, 736, 741, 746, 749,
Nazmü’l-esâmî 446 756, 763, 771
Nazmü’l-ferâid 472 Nev’î Yahyâ Efendi 422
Nazmu’l-ulûm 455 Nev’î-zâde Atâyî 14, 107, 109, 112, 132,
Nazmü’s-siyer-i Zühdî 511 151, 159, 161, 167, 169, 171, 180, 185,
Nazmü’t-teshîl 153, 379, 618, 671, 744 187, 219, 227, 228, 447, 469, 470, 500,
Nazükî 465 528, 533, 635, 636, 643, 700, 741, 746,
Necâtî 129, 157, 158, 348, 353, 354 749, 771
Necâtî Bey 157, 348, 353, 354 Nevres-i Kadîm 479, 650, 715
Necâtü’l-garîk 151, 457, 458 Nevrûz b. Îsâ-yı Adanavî 519
Necâtü’l-garîk fi’l-cem’i ve’t-tefrîk 457 Neylî 488, 500, 505, 697, 732, 768
Neccâr-zâde Şeyh Rızâ 109, 482 Ney-nâme 128, 150, 152, 333, 643, 768
Necîb 149, 485, 512, 753 Nidâ’î 82, 151, 153, 228, 412, 444, 644
Necîbî 476 Nidâyî 611, 720
Necmeddîn-i Taştî 79 Nigârî 517, 518, 525, 623, 653, 724, 763
Necmî Alî 513 Nigâristân 82, 152, 198, 396, 613, 725
Necmî Ömer Efendi 514, 622, 757 Nigâr-nâme 159, 438, 498, 517, 623, 729,
Necmüddîn-i Kübrâ 410 763
Necmüddîn İmâm Râzî 410 Niğdeli Muhibbî 158, 426, 614, 664, 729
Nedîmü’l-ferîd 62, 343 Niğdeli Visâlî 466, 626, 771
Nefhatü’l-ezhâr 138, 151, 161, 180, 181, Nihânî 129, 511
469, 470, 533, 636, 749 Nikomacis 67
Nef’î 454, 465 Nil 320, 450, 568
Nesîb Yûsuf Efendi 452 Ni’metullâh 156, 422
Nesîmî 283, 326, 446, 452, 617, 721, 736 Nîşâbûr 49
Nesîmî Mehmed 452, 617, 736 Niyâzî 99, 112, 115, 118, 152, 360, 385,
Nesîmî Mehmed Efendi 452 446, 452, 481, 614, 623, 642, 647, 760,
Nesrü’l-le’âlî 444 763, 772
Neşâtî 149, 160, 446, 451, 466, 481, 618, Niyâzî-i Mısrî 446, 452, 481
638, 675, 691, 744, 758 Niyâz-nâme-i Sa’d u Hümâ 135, 158, 427,
Neşâtî Ahmed Dede 149, 638 672, 736
Neş’et Süleyman Efendi 611 Nizâmî 14, 16, 45, 46, 48, 49, 53, 54, 55, 56,
Netâ’icu’l-fıtna fî-Nazmi Kelîle ve Dim- 57, 61, 62, 63, 64, 65, 66, 67, 68, 69, 71,
ne 35 72, 73, 75, 76, 77, 78, 84, 87, 88, 124,
Nevâî 529, 631, 637, 638, 639, 640, 644, 125, 129, 131, 151, 161, 166, 167, 174,
652, 658, 670, 673, 674, 723, 731 179, 180, 181, 182, 231, 232, 233, 234,
Nevâyî 14, 18, 77, 82, 99, 106, 123, 128, 129, 235, 239, 251, 261, 287, 288, 291, 293,
131, 148, 151, 154, 156, 157, 159, 164, 321, 327, 328, 329, 343, 344, 345, 346,
167, 174, 180, 226, 227, 328, 332, 333, 347, 355, 356, 357, 358, 371, 381, 390,
344, 347, 355, 356, 358, 392, 393, 415, 391, 392, 393, 394, 395, 414, 415, 416,
416, 420, 434, 528, 542, 611, 624, 628, 420, 421, 422, 433, 437, 456, 469, 470,
630, 647, 655, 695, 716, 717, 727 490, 519, 527, 528, 529, 611, 655, 658,
Nevfel 347, 418, 569, 571, 572 665, 669, 677, 680, 698, 715, 719, 733,
Nevhatü’l-uşşâk 464 742, 743, 753, 754, 771
Nev’î 14, 107, 109, 112, 132, 151, 152, 159, Nizâmî-i Gencevî 14, 49, 53, 57, 61, 71, 75,
161, 167, 169, 171, 177, 180, 185, 187, 76, 78, 84, 87, 129, 161, 180, 261, 287,
219, 227, 228, 411, 422, 441, 447, 469, 321, 327, 328, 343, 346, 347, 355, 356,
810 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
358, 390, 391, 414, 422, 433, 437, 456, 697, 700, 707, 708, 713, 714, 720, 722,
490, 519, 527, 528 725, 737, 738, 745, 755, 756, 757, 760,
Nizâmü’l-mülk 71, 697 768, 771
Nufûz-i Zebân u Edebiyyât-i Fârisî der- Osmân Fazlî 449
Turkiye Dovre-i Âl-i Osmân 684 Osmanlı Devleti 15, 16, 17, 129, 263, 273,
Nuhbe-i Vehbî 508 298, 368, 447, 454, 462, 463, 470, 496,
Nûh b. Mansûr 38 522, 699, 703
Nûh b. Nasr 39 Osmanlı Edebiyâtı 607
Nuh Sipihr 70, 92, 769 Osmanlı Şâh-nâmesi 361, 382
Nûr-ı Fâ’iz Nazm-ı Ferâ’iz 518 Osmân Muhtâr-ı Gaznevî 40, 46
Nûrî 446, 448, 451, 452, 458, 481, 507, 508, Osmân Nevres 107, 172, 514, 520
523, 524, 680, 746 Osmân Sirâceddîn 511
Nûrî Osmân-ı Hanyevî 481 Osmân Şâkir b. Mustafâ-yı Bozokî 508
Nusratüddîn Ebû Bekr Muhammed 67 Osmân Şems 97, 514, 523
Nusret-nâme 155, 362, 520, 697, 768 Ögdülmiş 253, 661
Nusret-nâme-i Osmân 155, 362, 697, Ömer b. Abdulazîz 33
768 Ömer Fu’âdî 107, 116, 129, 227, 459,
Nûşirevân 153, 243, 334, 363, 378, 562, 644, 773
700, 771
Ömeroğlu 149, 272, 667, 731
Nutkî 432, 676, 742
Ömer Ziyâüddîn Dağıstânî 514
Nuvîdi-yi Şîrâzî 641
Örfî 78, 157, 484, 488, 489, 672, 682, 706,
Nüsha-i Âlem 317, 529, 622, 759
736, 749, 750
Nüsha-i Âlem ve Şerhü’l-âdem 317, 622
Örfî Mahmud Ağa 672, 682, 736, 749
Nüsha-i Kübrâ fî-Vilâdeti Hayri’l-
Özdemiroğlu Osmân Paşa 437
verâ 448
Nüşâbe 67
P
Nüvîsî 159, 438, 676
Nüzhet-nâme-i Abdî 158, 427 Paris 287, 289, 291, 346, 352, 606, 629,
685
O-Ö Pehlevî 48, 761
Oğlanlar Şeyhi İbrâhîm 99, 116, 141, 146, Pehlevîce 48, 311
151, 458 Penâhî 327, 632, 772
Oğuz 53, 250, 333, 641, 682 penc-genc 61, 64, 68, 71, 76
Oğuz-nâme 641 Pend-i Attâr Tercümesi 397
Oidis 74 Pend-i Mahdûmân 153, 200, 517, 615,
Okçu-zâde Şâh Mehmed Efendi 450 634, 732
Orhan Gazi 363, 704, 705 Pend-i Mahdûmân Nâm Zuhûrât-ı Kud-
Osmân 33, 40, 46, 47, 82, 97, 99, 100, siyye 153, 517, 634
107, 122, 123, 124, 126, 127, 132, 149, Pend-i Mürşidî 484
154, 155, 172, 211, 236, 239, 271, 272, Pend-i Ricâl 122, 124, 125, 126, 128, 327,
275, 294, 298, 299, 348, 356, 362, 364, 484, 635, 636, 678, 745
383, 435, 437, 445, 449, 452, 456, 463, Pend-nâme 39, 52, 123, 124, 125, 126,
469, 477, 478, 479, 481, 485, 496, 501, 133, 138, 152, 153, 169, 207, 227, 257,
502, 506, 508, 511, 514, 518, 520, 521, 295, 322, 396, 397, 398, 399, 405, 406,
523, 526, 544, 613, 614, 617, 621, 623, 455, 456, 484, 485, 515, 516, 615, 627,
628, 629, 633, 636, 638, 639, 640, 643, 628, 631, 634, 637, 677, 686, 700, 708,
645, 646, 648, 649, 650, 657, 659, 660, 717, 722, 724, 731, 732, 737, 742, 743,
663, 673, 678, 684, 688, 689, 691, 696, 751, 767, 771
İndeks
| 811
Pend-nâme-i Attâr Tercümesi 398, 631, Rebâb 17, 263, 264, 658, 684, 685, 688
731 Rebâb-nâme 17, 263, 264, 658, 685, 688
Pend-nâme-i Enûşirvân 39 Recâî 385
Pend-nâme-i Lokmân Hekîm Cihet-i Fer- recez 15, 24, 25, 26, 27, 28, 80, 91, 250,
zend 485 506
Pend-nâme-i Lokmân Hekîm Terceme-i Re’fet 148, 510, 511, 758
Manzûmesi 485, 637 Ref’et 519
Pend-nâme-i mülûk 257 Refî’ 111, 301, 325, 326, 327
Pend-nâme-i Na’îmüddîn 485 Refî’î 301, 325, 326, 327, 492, 626, 772
Perî ile Civân 520 Refî-i Âmidî 227, 494, 756
Pîr Mahmûd 267, 276, 760 regâ’ibiyye 482
Pîr Mehmed 151, 158, 316, 399, 426, 428, Reisülküttâb Ebû Bekir Râtib Efendi 497
471, 642, 645, 660, 725, 757, 765 Remzî 507, 527, 635, 677, 724, 743
Pîr Mehmed Azmî 399, 660, 725 Restatâlis 584
Pîr Mehmed b. Evrenos b. Nûreddin Resûl Baba 320
Za’îfî 642, 765 Reşîd 498, 502, 503
Pîr Mehmed Çelebi 428 Reşîdüddîn Fazlullah 59
Pîr Muhyiddîn 107, 390, 620, 753 Revânî 129, 159, 174, 228, 353, 442, 530,
Platon 684 610, 611, 613, 660, 716, 727
Potur Şâhidî 473 Rey 470, 578
Priştine 676, 742 Rıdvân Şâh Hikâyesi 674
Priştineli Mustafâ Emînî 157, 430 Rıfâ’î 352
Rıf’atî Abdülhay 156
R Rızâ’î 455
Rif’at 107, 115, 132, 137, 152, 160, 274, 511,
Râkımetü’l-‘acâ’ib fî-Leyleti’r-regâ’ib 482 522, 523, 524, 611, 636, 745
Ramazân-ı Trabzonî 433 Rif’atî 460, 461
Ramazân-zâde Pîrî Mehmed Paşa 424 Rif’at Sûr-nâmesi 524
Râmiz 500 Risâle-i Bedriyye 92, 170, 480, 625, 769
Râsih 499, 505, 740 Risâle-i Durûb-ı Emsâl 406
Râşid 474, 485, 492, 508, 607, 637 Risâle-i Gazâle 450
Ravd-ı Verd 483 Risâle-i Hâbiyye 459
Ravzatü’l-envâr 16, 71, 93, 95, 133, 151, Risâle-i Hacc-ı Şerîf 450
161, 239, 329, 330, 356, 393, 529, 612, Risâle-i Hat 154, 170, 444, 631, 731
636, 723, 747 Risâle-i Mir’âtü’ş-şühûd fî-Mes’eleti Vahdeti’l-
Ravzatü’l-i’câz fi’l-Mu’cizâti’l-mümtâz 149, vücûd 513
211, 613, 726 Risâle-i Nîliyye 450
Ravzatü’l-i’câz fî Mû’cizâti’l-mümtâz 82, Risâle-i Regâ’ibiyye 482
223, 479 Risâle-i Sipehsâlâr be-Menâkıb-ı
Ravzatü’l-îmân 91, 148, 208, 214, 220, 228, Hudâvendgâr 434
407, 627, 641, 716 Risâle-i Ta’rîfât 159, 441, 701
Ravzatü’l-islâm 142, 143, 413, 614 Risâle-i Tasavvuf-nâme 484
Ravzatü’n-nûr 449 Risâle-i Tıb 153
Ravzatü’t-tevhîd 151, 401, 617, 736 Risâle-i Vâlidiyye Tercümesi 629
Ravzî 159, 439, 444, 656, 721 Risâletü’l-bedriyye 91, 97, 105, 128, 151,
Rây Karn 70 172, 213, 228, 410, 613, 726
Râzî 22, 46, 75, 129, 324, 410, 758 Risâletü’n-nushiyye 14, 17, 85, 152, 258,
Râz-nâme 111, 133, 205, 322, 405, 616, 259, 260, 615, 633, 640, 642, 670, 673,
626, 733, 771 736, 763
812 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Risâlü’t-tayr 51 Sabûhî Dede 465
Riyâzî 426, 464, 609, 649, 713 Sadaka b. Mansûr el-Esedî 35
Riyâzü’l-cinân 107, 116, 121, 132, 151, 161, Sadeddîn Mes’ûd bin Ömer
392, 393, 409, 456, 685 Taftazânî 275
Riyâzü’l-gufrân 220, 448 Sâdık 148, 150, 405, 512, 720, 758, 761
Riyâzü’l-hilye 452 Sâdıkî 158, 428, 457, 758
Riyâzü’s-sâlikîn 101, 108, 111, 151, 162, Sa’dî 49, 52, 59, 60, 61, 73, 88, 107, 115, 132,
171, 210, 228, 410, 628 152, 169, 180, 274, 275, 321, 322, 336,
Rodos 132, 382, 435, 436, 656 373, 391, 395, 396, 397, 407, 507, 515,
Rodos Şenrengizi 656 516, 636, 647, 673, 677, 691, 712, 724,
Roma 282, 674 734, 742, 743, 745, 747, 753, 758, 771
Ru’be 26 Sa’dî-i Şîrâzî 49, 52, 59, 152, 180, 274, 275,
Rûdekî 38, 39, 52, 85, 734, 753 321, 322, 391, 395, 407, 677, 742, 743,
Rûhî 160, 499 753, 758
Rum 42, 55, 67, 68, 285, 290, 292, 320, 333, Sa’dî-nâme 59
348, 351, 352, 359, 367, 427, 428, 498, sadr 21, 100, 146, 182, 352, 400
527, 591, 592, 593 Sadrazam Halîl Hamid Paşa 507
Rumca 263, 264, 365, 508, 527, 685, 755 Sadrazam Köprülü-zâde Fâzıl Mustafâ
Rumeli 175, 361, 363, 366, 367, 382, 415, Paşa 490
435, 499, 706 Sadrazam Mehmed Paşa 485
Rumelihisarı 501 Sadreddîn 129, 149, 270, 695
Rumelili Za’îfî 142, 160, 440, 714 Sadreddîn-i Konevî 129
Rûmî 57, 79, 128, 129, 151, 156, 179, Sadrî 156, 345
180, 260, 263, 320, 321, 337, 343, 366, Safâ-nâme 72, 206, 207, 500, 501, 528,
407, 411, 416, 434, 450, 453, 508, 542, 534
620, 629, 634, 637, 638, 650, 666, 685, Safâyî 361, 365, 382, 489, 505, 726
686, 707, 709, 726, 730, 743, 752, 755, Safevîler 440
756, 758 Saffârîler 38
Rus 67, 436, 470, 472 Sâfî 152, 441, 515, 516, 700, 712, 722,
Rûşenâyî-nâme 52 771
Rûşeneg 67 Sahîh-i Buhârî 384
Rûşenî 128, 150, 152, 318, 319, 333, 334, Sahîh-i Müslim 384
433, 625, 643, 695, 708, 766, 768 sâhil-nâme 499
Rûşenî-zâde 433 Sâhirî 416
Rüstem 45, 46, 47, 180, 181, 566 Sâ’î 443
Rüşdî 148, 225, 465, 510, 511 Sa’îd 39, 59, 71, 72, 79, 127, 398, 457, 641,
753, 762
S-Ş Sa’îd-i Şehîd 79
Sa’âdet-nâme 52, 621 Sakız 501
Sabâyî 152, 218, 308, 361, 366, 382, 398, Sâkî 97, 109, 112, 121, 123, 132, 136, 138,
611, 612, 655, 689, 720, 722, 759 169, 171, 174, 187, 202, 219, 442, 443,
Sâbir 141, 158, 227, 461, 673, 726, 739 464, 465, 469, 500, 501, 523, 524, 531,
Sâbir Pârsâ 141, 158, 227, 461, 630, 726 533, 609, 649, 654, 660, 662, 663, 664,
Sâbit 112, 118, 157, 227, 447, 470, 471, 492, 672, 676, 678, 680, 684, 689, 697, 713,
534, 635, 640, 676, 741, 742 719, 728, 744, 746
Sabrî 159, 460 sâkî-nâme 67, 68, 97, 136, 229, 302, 339,
Sabr-nâme 411, 700, 771 382, 393, 447, 456, 464, 465, 474, 500,
Sabûhî 465, 689, 759 501, 509, 523
İndeks
| 813
Sâkî-nâmeler 442, 464, 500, 523, 660, Selanik 439, 507
662, 676 Selanikli Es’ad 465
Salâhî 149, 476, 480, 482, 483, 510, 651, Selâtîn-nâme 155, 362, 639, 757
715, 725 Selçuklu 46, 47, 66, 71, 260, 363, 660
Salâhî Abdullâh-ı Uşşâkî 476 Selçuklular 16, 45, 46, 47, 48, 52, 53, 57,
Salâmân u Absâl 18, 75, 85, 116, 120, 134, 84, 87, 88, 91, 751
137, 159, 176, 227, 381, 431, 529, 530, Selçuklular Dönemi 45
582, 625, 641, 767 Selçuk-nâme 264
Sâlih 136, 153, 157, 227, 374, 421, 467, 479, Selîm Giray 470, 471
499, 511, 520, 612, 613, 615, 620, 624, Selîmî 129
626, 722, 749, 764, 772 Selîm-nâme 95, 102, 107, 112, 121, 123,
Sâliha Sultan 524, 611 125, 133, 155, 212, 361, 382, 435, 462,
Sâlim 156, 202, 471, 490, 504, 505, 519, 470, 612, 628, 642, 718, 723
656, 689, 721, 739, 760 Selmân 54, 55, 73, 163, 277, 285, 348,
Sâlim bin Mustafâ bin Ahmed 490 349, 427, 770
Salsal-nâme 669 Selmân-ı Sâvecî 54, 55, 73, 163, 285, 348,
Saltuk-nâme 298, 361, 381 349
Sâmânîler 16, 37, 38, 39, 40, 45, 84, 87, Semerkand 249, 320, 599, 670, 748
91 Senâ’î 48, 49, 56, 57, 59, 62, 71, 75, 87,
Sâmî 77, 338, 468, 496, 504, 517, 611, 657, 261, 720
718, 722, 748, 762 Senâ’î-i Gaznevî 62
Sâm-nâme 54, 72, 529 Serendib 320
Sâm-nâme-i Seyfî 54 Serez 438, 738, 744
Sânî 485, 656, 728 Serezli Sa’dî 336
Sâni’î 129 Sergüzeşt-i Garîb-i Bagdâdî 485
Saray Şehr-engîzi 159, 168, 438, 656, 721 Sergüzeşt-i İstolçevî 522, 670, 734
Sarıca Kemâl 362 Sergüzeşt-i Za’îfî 160, 440, 773
Sarıca-zâde 500 sergüzeşt-nâme 303, 367, 370, 382, 440,
Sarı Saltuk 320 463, 464, 474, 501, 509, 521
Saruhanlı Şeyh İlyas 609, 714 Sergüzeşt-nâme-i Fakîr be-Azîmet-i To-
Seb’a-i Seyyâre 159, 167, 359, 529, 624, kad 501
644, 674, 766 Sergüzeşt-nâme-i Kâtib Osmân 502
sebeb-i te’lîf 41, 61, 67, 73, 96, 97, 116, 119, Sermed 525
123, 126, 132, 133, 135, 136, 137, 141, Sernüvişt-nâme-i ‘Âcizî 160
145, 146, 229, 230, 272, 293, 305, 315, Sevâdî 118, 174, 440, 618, 739
316, 317, 324, 325, 331, 335, 341, 349, Sevânihu’n-nevâdir fî-Ma’rifeti’l-anâsır 487,
357, 364, 374, 375, 379, 386, 392, 394, 628, 719
395, 410, 422, 423, 448, 452, 471, 479 Sevdâ’î 157, 420, 612, 623, 658
Sedd-i İskenderî 154, 226, 355, 529, 642, Sevdâ’î Ahmed Çelebi 420
695, 765, 766 Seyfî 53, 54, 366
Sehâ-nâme 399 Seyfü’l-mülûk 692
Seher-nâme 450 Seyrü’l-ibâd ile’l-ma’âd 48
Sehî Bey 285, 337, 341, 364, 365, 371, 414, Seyyid Abdülfettâh Şefkat Efendi 149,
416, 420, 740, 760 511
Selâhaddîn-i Zerkûb 320 Seyyid Ahmed Mîrzâ 227, 353, 636, 747
Selâmî 148, 385, 401, 438, 476, 481, 511 Seyyid Alî b. Alî Hasretî 456
Selâmî Mustafâ 148, 385 Seyyid Alî Rızâ 515
Selâmî Şeyh Mustafâ 476 Seyyid Battal Gazi 320, 496
814 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Seyyid Burhâneddîn Muhakkık-ı Sipâhî Mustafâ 456
Tirmizî 264 Sipâhî-zâde Mehmed b. Alî 398
Seyyid Dede Mehmed Efendi 148, 446, sîre(t) 36, 477
448 Sîretü’n-nebî 307, 310
Seyyid Hüseynî 58 Siroz 438, 695, 766
Seyyidî 511 Sirozlu Hüseynî 385
Seyyid İbrâhîm Hanîf b. Mehmed Sîstân 45, 47
Kâzım 449 sitte-i Senâyî 48
Seyyid Mehmed Efendi 107, 117, 150, 480, Sivas 192, 404, 518, 628, 635, 644, 650, 665,
619, 688, 745, 757 680, 701, 705, 706, 709, 711, 712, 715,
Seyyid Mehmed Emrullah Emîrî Çele- 716, 719, 741, 742, 746, 770, 773
bi 484 Sivrihisar 212
Seyyid Muhammed b. İbrâhîm b. Muham- siyâset-nâme 67, 252, 377, 399
med Âgâh 488 Siyer-i Nebî 119, 148, 149, 307, 308, 386,
Seyyid Vehbî 495 388, 449, 476, 477, 511, 611, 614, 621,
Seyyid Zergâr 152 624, 710, 720, 728, 756, 760, 765
Se Zebân 506 Slavca 365
Sıfâtü’l-haremeyn 630, 729 Sofu Mehmed Paşa 440, 457
Sıfatü’l-âşıkîn 61 Sohbet-nâme 58, 72, 98, 112, 116, 170,
Sıfâtü’l-haremeyn 112, 126, 133, 150, 169
395, 698, 769
Sıhhat-âbâd 492
Sohbetü’l-ebkâr 107, 121, 138, 151, 161, 180,
Sırât-ı Müstakîm 398, 611, 720
181, 201, 228, 470, 533, 643, 771
Sırbistan 364
Sohbetü’l-esmâr 413, 531, 639, 667, 688,
Sırr-ı Cânân 151, 411, 620, 752
701, 731, 773
Sidre 121
Sokrat 68, 542
Sihr-i Helâl 77
Subhatü’l-ebrâr 76, 529, 745
Silâhdâr Mehmed Paşa 496
Subhatü’l-uşşâk 148, 160, 384, 755, 760
Silk-i Cevâhir 485
Subhî-zâde Azîz 499, 732
Silkü’l-le’âl-i Âl-i Osmân 496, 725
Silsiletü’z-zeheb 75, 87, 529, 530 Subhî-zâde Feyzî 146, 177, 500, 534, 610,
Sîmkeş-zâde 111, 128, 149, 152, 171, 448, 628, 672, 719
450, 458, 629, 725 Sulhî 150
Sîmkeş-zâde Feyzî 128, 149, 152, 171, 448, Sulhiyye 495
450, 458, 629, 725 Suli Fakîh 155, 178, 284
Sîmurg 51, 52, 279, 405, 621 Sultan Abdülmecîd 524
Sîmurg-nâme 405 Sultan Cem 18, 113, 114, 348, 349, 539,
Sî-nâme 58, 73, 108, 109, 112, 122, 135, 733
175, 352, 530, 610, 717 Sultan Çelebi Mehmed 309
Sî-nâme-i Hümâmî 610, 717 Sultan Gavrî 440
Sinân Çelebi 422, 530 Sultan I. Ahmed 458
Sinanoğlı 148, 760 Sultan I. Bâyezîd 289, 362, 363, 528
Sinânoğlu 306 Sultan II. Ahmed 134
Sinân Paşa 384, 387, 390, 430, 450, 480 Sultan II. Bâyezîd 129, 224, 301, 328, 335,
Sind 42, 154, 295, 626, 728, 772 336, 341, 344, 346, 355, 360, 362, 365,
Sindbâd-nâme 39, 52 366, 369, 370, 380, 420, 434, 436, 440,
Sinnimar 358 444, 446
Sinop 364 Sultan III. Ahmed 485, 492, 502, 503
Sinoplu Safâyî 365 Sultan III. Mehmed 463, 466
İndeks
| 815
Sultan III. Murâd 129, 131, 133, 134, 399, sûr-nâme 302, 382, 447, 509
400, 404, 409, 410, 415, 426, 427, 429, Sûr-nâmeler 160, 439, 466, 524
437, 440, 450, 458 Sûsen-nâme 47
Sultan III. Mustafâ 485, 496 Sûzî 15, 18, 112, 129, 302, 361, 366, 367,
Sultan III. Selîm 449, 476, 490, 504, 508, 382, 516, 543, 545
511 Sûzî Çelebi 18, 112, 302, 366, 543, 545
Sultan II. Mahmûd 522, 524, 525 Sübhatü’l-ebrâr 151, 161, 407, 470, 529,
Sultan II. Mehmed Han 364 530
Sultan II. Murâd 129, 135, 232, 233, 235, Süheyl ü Nev-bahâr 15, 18, 95, 112, 117, 123,
312, 313, 314, 315, 316, 322, 333, 336, 133, 158, 227, 267, 268, 275, 283, 285,
343, 345, 349, 351, 361, 365, 366, 371, 286, 289, 353, 381, 583, 613, 616, 631,
377, 378, 382 647, 648, 679, 695, 730, 745, 747
Sultan II. Murâd 699 Sührâb 46
Sultan II. Murâd’ın Futûhâtına Dair Sühreverdî 60
Mesnevî 366 Sükkerî 465
Sultan II. Osmân 132, 463, 469 Süleymân Celâleddîn 511, 513, 517, 523,
Sultan II. Selîm 129, 134, 397, 404, 423, 654, 719
426, 433 Süleymân Çelebi 97, 129, 148, 228, 301,
Sultan I. Mahmûd 485, 503 304, 305, 306, 307, 308, 479, 511, 513,
Sultan I. Mehmed 285, 299 624, 627, 628, 629, 630, 634, 636, 639,
Sultan I. Murâd 276 640, 645, 646, 647, 650, 655, 657, 664,
Sultan I. Selîm 129, 422 666, 674, 685, 688, 698, 700, 702, 703,
Sultan IV. Mehmed 452, 459, 461, 466, 704, 705, 706, 707, 708, 709, 710, 711,
472 712, 713, 714, 766
Sultan IV. Murâd 448, 450, 458, 462, 469, Süleymân Dürrî 526
470, 472 Süleymân Hayrî 515, 526
Sultan Kansu Gavrî 173, 437 Süleymâniyye 107, 122, 389, 627, 650
Sultan Keykubâd 69 Süleymân Memdûh 513
Sultan Mahmûd 40, 41, 42, 44, 70, 224, Süleymân Nahîfî 148, 149, 478, 618
296, 404, 437 Süleymân-nâme 120, 336, 361, 382, 435,
Sultan Mehmed 129, 134, 319, 322, 324, 436, 533, 609, 715
329, 348, 350, 360, 363, 364, 365, 370, Süleymân-nâme-i Kebîr 336
379, 496, 624, 628, 662, 726 Süleymân Paşa 363, 437
Sultan Muhammed Baysungur 57 Süleymân Peygamber 50, 51, 336
Sultan Muhammed b. Melikşâh-ı Süleymân Tevfîk 519, 520
Selçukî 47 Sünbül-zâde Vehbî 97, 111, 137, 174, 227,
Sultan Mu’izzüddîn Keykubâd 69 483, 492, 504, 507, 508, 671, 771
Sultân Süleymân 117, 155, 224, 382, 435, Sürûrî 129, 612
606, 727 Şâd Bahr u Aynü’l-hayât 44
Sultan Üveys 53, 54, 55, 56 Şâh Dâ’î 61, 74
Sultan Veled 17, 57, 262, 263, 264, 283, Şâh Dâ’î-i Şîrâzî 74
320, 409, 614, 618, 633, 637, 640, 648, Şâh-ı Nakşbend 109, 482
685, 729, 734, 735, 761 Şâhî 70, 114, 118, 135, 416, 450, 534,
Sultan Veled 129, 453 621, 755
Sultan Ya’kûb 75 Şâhidî 18, 83, 97, 111, 113, 151, 157, 184,
Sultan Yıldırım Bâyezîd 363 193, 227, 301, 345, 346, 348, 400, 401,
Sûre-i Mülk Tefsîri 314 405, 408, 409, 445, 472, 473, 506, 507,
Suriye 359 571, 613, 615, 623, 636, 638, 641, 644,
816 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
667, 679, 698, 728, 732, 746, 749, 755, Şehîdî-i Edirnevî 148, 385
761, 762 Şehinşâh-nâme 53, 531
Şâhidî İbrâhîm Dede 445, 623, 762 Şâh-nâme 38, 40, 43, 45, 46, 54, 55, 59, 62,
Şâhid ü Ma’nâ 399 63, 67, 78, 88, 99, 103, 121, 122, 133,
Şâh İsmâ’îl 77, 407, 413, 436, 440, 444, 135, 145, 154, 155, 173, 181, 224, 257,
725 287, 288, 302, 343, 363, 364, 371, 372,
Şâh Kureng 45 423, 435, 436, 437, 530, 531, 568, 608,
Şâh-nâme 38, 40, 41, 42, 43, 44, 72, 77, 154, 611, 628, 682, 722, 734
252, 257, 435, 653, 655, 659, 717 Şehnâme Çevirisi 637, 749
Şâh-nâme-i Hâtifî 77 Şâh-nâme-i Firdevsî 88
Şâh-nâme-i Mes’ûd-i Mervezî 38 Şâh-nâme Tercümesi 103, 121, 122, 135,
Şâh-nâme-i Türkî 257 145, 173, 224
Şâhruh 54, 57, 354, 531 şehr-engîz 214, 302, 303, 366, 382, 439,
Şâh Şucâ 72 447, 474, 497, 498, 499, 525
Şâh u Dervîş 61, 78, 116, 120, 124, 158, 186, Şehr-engîz-i Bursa 159, 168, 438
228, 428, 468, 531, 618, 629, 724, 739 Şehr-engîz-i Edincik 159, 439
Şâh u Gedâ 15, 61, 158, 214, 381, 415, 427, Şehr-engîz-i İstanbul 159, 438, 615, 732
428, 531, 532, 611, 612, 622, 629, 642, Şehr-engîzler 159, 370, 437, 465, 497,
680, 724, 746, 757, 772 676, 742
Şâh Velî 91, 97, 128, 151, 172, 213, 214,
Şehristân-ı Uşşâk 345
228, 410, 613, 726
Şehriyâr 40, 46, 731
Şâh Velî Ayıntâbî 613
Şehriyâr-nâme 40, 46
Şâirler tezkiresi 466
Şehsüvaroğlu Alî 435
şâir-nâme 523
Şehzâde Ahmed 357, 439, 440
Şâkir Ahmed Paşa 483, 609, 694, 714
Şehzâde Bâyezîd 134, 135, 173, 224, 379,
Şam 150, 292, 299, 401, 496, 501, 535, 538,
416
539, 540, 541, 559, 598
Şehzâde Cem 129, 345, 366
Şânî 108, 113, 117, 118, 119, 125, 128, 151,
Şehzâde Hızır Han 70
152, 156, 212, 214, 227, 415, 446, 458,
610, 620, 717, 748 Şehzâde Korkud 129, 345, 420
Şânî-i Lârendevî 118, 125, 212, 227 Şehzâde Mustafâ 398, 431
Şânî Mehmed Efendi 151, 152, 446, 458 Şehzâde Selîm 135, 393, 407, 421, 424,
Şâpûr 48, 56, 165, 268, 414, 427, 542, 425, 427, 441
543, 551 Şehzâde Süleymân 134, 338
Şarkî Türkistan 245 Şemâ’il 92, 149, 310, 451, 452, 481, 687,
Şâtıbî tercümesi 277 736, 757
şatru’l-evvel 21 Şemâ’il-i Nebî 310
şatru’s-sânî 21 şemâ’il-i şerîf 481
Şebistân-ı Hayâl 408 Şem’î 129
Şebüsterî 49, 58, 151, 315, 635, 640, 677, Şemseddîn 53, 58, 95, 107, 118, 120, 126,
735, 743, 758 131, 133, 134, 141, 148, 151, 152, 153,
Şecâ’at-nâme 108, 155, 169, 171, 178, 227, 228, 236, 264, 318, 319, 340, 369,
207, 208, 217, 382, 437, 631, 638, 668, 385, 389, 400, 402, 403, 404, 410, 412,
732, 755 434, 453, 461, 516, 610, 612, 630, 650,
Şefâ’at-nâme 107, 149, 272, 390, 687, 757 663, 694, 704, 715, 716, 728
Şehdî 361, 364, 382 Şemseddîn Ahmed 453
Şehen-şeh-nâme-i Murâdî 109, 114, 118, Şemseddîn-i Sivasî 95, 107, 118, 120, 126,
125, 134, 144, 145, 155, 462, 652 133, 141, 148, 151, 152, 228, 385, 389,
İndeks
| 817
402, 403, 404, 410, 412, 434, 516, 663, Şeyh Baba Yûsuf Sivrihisârî 677, 742
694, 704, 728 Şeyh Bedreddîn 152, 360, 446
Şemseddîn Muhammed 53, 264, 461 Şeyh Bedreddîn el-Kadı Mahmûd b. Eş-Şeyh
Şemsî 129, 148, 151, 389, 400, 422, 424, Muhammed b. Tanrıvermiş 446
472, 507, 617, 618, 635, 651, 674, 702, Şeyh Ebû İshâk 54, 71, 329
741, 742, 762 Şeyh Ebû İshâk Kâzarûnî 71
Şemsî Ahmed Paşa 389 Şeyh Ebu’l-fazl Hubeyş bin İbrâhîm 374
Şemsiyye 374, 467, 624, 764 Şeyh Ebu’l-Hasan-ı Lârendî 330
Şemsüddîn Muhammed bin Sâyin 71 Şeyh Elvân-ı Şîrâzî 82, 315
Şemsüddîn Muhammed bin Sâyîn 329 Şeyh Eşref b. Ahmed 150, 153, 310, 323,
Şem’ ü Pervâne 18, 77, 92, 94, 95, 97, 113, 622, 629, 724, 757
115, 117, 122, 132, 158, 225, 226, 245, Şeyh Gâlib 14, 15, 18, 95, 111, 112, 115,
292, 353, 381, 428, 431, 447, 453, 520, 121, 128, 152, 173, 227, 402, 460, 474,
531, 533, 586, 610, 620, 652, 653, 693, 489, 492, 493, 494, 501, 517, 518, 519,
717, 718, 748, 758, 764 559, 613, 635, 641, 645, 651, 663, 675,
Şerâfet-nâme 449, 476 703, 706, 710, 735
Şerefeddîn Sabuncuoğlu 379 Şeyhî 14, 15, 16, 18, 83, 99, 100, 112, 113,
Şeref-nâme 66, 67, 68, 181, 355, 529 116, 129, 153, 155, 156, 163, 164, 166,
Şerefüddîn Alî Yezdî 54, 77 180, 181, 182, 231, 232, 233, 234, 235,
Şerefü’l-insân 431 301, 336, 343, 344, 345, 349, 350, 351,
Şerh-i Cezîre-i Mesnevî 611, 635 353, 369, 370, 371, 372, 373, 379, 415,
Şerh-i Esmâ-i Nebî Aleyhi’s-selâm 512 416, 430, 436, 447, 460, 461, 462, 465,
Şerh-i Hadîs-i Erba’în 171, 190, 209, 215, 490, 501, 519, 562, 614, 620, 633, 634,
216, 384, 611, 655, 720 638, 642, 644, 646, 649, 663, 665, 669,
Şerh-i Hadîs-i Erba’în Tercümesi 171, 209, 674, 676, 677, 678, 686, 690, 694, 709,
215, 216, 611, 720 727, 733, 741, 743, 748, 755, 756, 761,
Şerh-i Şâfî 148, 383, 749 762, 764, 765
Şerhu Hadîs-i Erba’în 384 Şeyh İbrâhîm Nazirâ 485
Şerhu’l-mesnevî 611 Şeyh İbrahim Tennurî 619, 635, 745
Şerhu’l-uyûn 62, 343 Şeyh-i Ekmel İbni Arabî 376
Şerhü’l-âdem 317, 622 Şeyhî Mehmed Efendi 501, 762
Şerhü’l-esmâ’ü’l-hüsnâ 383 Şeyh-i San’ân Hikâyesi 295
Şerîfî 117, 135, 145, 146, 154, 156, 173, Şeyh-i San’ân Mesnevîsi 152, 434, 633,
224, 387, 422, 423, 437, 452, 511, 521, 699, 737, 770
626, 637, 654, 679, 682, 699, 719, 745, Şeyh İsmâ’îl Hakkî-i Bursevî 149, 478
749, 770 Şeyh Mes’ûd bin Osmân-ı Gülşehrî 275
Şerîf Mehmed 135, 149, 173, 224, 387 Şeyh Muhammed b. Süleymân el-
Şevk-engîz 97, 225, 492, 641, 689, 710, Cezûlî 477
760, 771 Şeyhoğlu 18, 82, 116, 145, 156, 157, 167,
Şevk-nâme 411, 412, 700, 771 227, 267, 285, 288, 290, 321, 336, 447,
Şeybânî-nâme 136, 613, 615, 626, 772 553, 648, 656, 689, 696, 721
Şeyh Abdulahad Efendi 128 Şeyhoğlu Alî 447
Şeyh Abdulahad Nûrî 451 Şeyhoğlu Mustafâ 18, 82, 116, 145, 156, 157,
Şeyh Abdürrezzâk 203, 295, 434, 672 167, 227, 288, 290, 553, 648, 656
Şeyh Baba Yûsuf 150, 153, 183, 212, 228, Şeyh San’ân 280, 351, 463, 678
335, 635, 677, 742, 743 Şeyh San’ân Kıssası 678
Şeyh Baba Yûsuf-ı Sivrihisârî 212, 228, Şeyhülharem-zâde Şeyh Abdulkerîm-
335 zâde 446
818 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Şeyhülislâm Bahâyî 465, 468 Şirvânşâh Ebu’l-muzaffer Ahsitân bin
Şeyhülislâm Feyzullah 471 Minûçihr 64
Şeyhülislâm Hoca-zâde Es’ad Mehmed şitâ’iyye 521
Efendi 149, 446, 451 Şumnu 514
Şeyhülislâm İshâk Efendi 149, 477 Şurûtu’s-salât 390, 488, 700, 771
Şeyhülislâm Kemâl Paşa-zâde 405 Şu’ûrî Hasan Çelebi 455
Şeyhülislâm Yahyâ 465, 469, 470, 664, Şükrî 95, 102, 107, 112, 155, 212, 382,
744 435, 462, 610, 628, 642, 653, 686, 696,
Şeyyâd Hamza 106, 121, 146, 150, 155, 718, 733, 752
269, 271, 272, 283, 284, 291, 296, 621, Şükrî-i Bitlisî 95, 102, 107, 112, 155, 382,
630, 631, 643, 649, 659, 664, 692, 698, 435, 462, 628, 642, 653, 686, 696, 718
724, 729, 730, 763, 771 Şümûsü’s-safâ fî-Evsâfi’l-mustafâ 513
Şeyyâd Îsâ 148
Şiblî 46, 240, 407, 754 T
Şiblî-i Nu’mânî 46, 754 Ta’aşşuk-nâme 133, 136, 206, 227, 354, 620,
Şihâbüddîn-i Sühreverdî 60 640, 681, 709
Şikârî 156, 422 Tabduk Emre 259
Şir’atü’l-islâm 336, 413 Taberî Tarihi 312
Şir’atü’l-islâm çevirisi 336 Tabgaç Buğra Han 249
Şîrâz 54, 176, 427, 733 Tab’î 466
Şîrîn 15, 16, 18, 48, 54, 55, 56, 57, 62, Tabîat-nâme 153, 299, 748
63, 69, 71, 76, 77, 78, 82, 84, 97, 99, Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi 116, 160, 184, 227,
107, 109, 110, 111, 113, 114, 116, 117, 302, 368, 369
119, 129, 132, 133, 134, 136, 138, 139, Tâcüddîn Ahmed İrâkî 71, 72
143, 144, 146, 155, 156, 163, 165, 166, Tâhir Aga 511
Tâhirîler 38
169, 181, 182, 190, 191, 195, 196, 197,
Tâhirü’l-mevlevî 149, 451, 640, 679
200, 202, 224, 226, 227, 231, 232, 234,
Tahkîk-i Mi’râc-ı Resûl 269
235, 267, 268, 283, 285, 287, 288, 301,
tahmîd 95, 99, 100, 107, 111, 112, 117, 119,
302, 342, 343, 344, 345, 350, 351, 353,
229, 330, 331, 340, 341
371, 372, 381, 414, 415, 416, 417, 426,
Tahrîmetü’l-kalem 48
430, 436, 447, 460, 488, 490, 519, 527,
Tahsin 612, 649, 714, 722, 770
529, 530, 531, 532, 533, 542, 543, 545,
Tahsîn 160, 524
560, 561, 562, 563, 564, 614, 616, 619, Tâ’ib 519
628, 632, 633, 634, 635, 644, 646, 647, Tâli’î 129
648, 655, 656, 658, 660, 663, 665, 666, Tarafa bin Abd 25
668, 669, 672, 673, 677, 680, 681, 682, ta’rîfât 382, 441, 447, 524
686, 689, 694, 705, 709, 717, 721, 723, Ta’rîf-i Adem 686
725, 728, 730, 731, 732, 733, 734, 737, Târîh-i Âl-i Selçuk 415
741, 742, 743, 744, 746, 753, 754, 756, Târîh-i Sultân Cem 366
760, 773 Tarîkat-nâme 72, 151, 316, 458, 669, 733
Şîrîn ü Hüsrev 55, 56, 57, 69, 77, 529, Tarz-ı Cedîd 148, 510, 685, 758
530, 531, 532 Tasavvuf Risalesi 282
Şîrîn ü Pervîz 686, 756 Taşkent 292, 632, 638, 641, 644
Şîrîn ü Şîrûye 156, 416 Taşlıcalı Yahyâ 15, 97, 107, 158, 162, 173,
Şîr ü Şekker 78 175, 189, 214, 381, 390, 395, 407, 409,
Şirvan 675 422, 427, 428, 439, 442, 532, 610, 618,
Şirvânşâh 64 622, 636, 641, 642, 663, 678, 680, 717
İndeks
| 819
Tatar 138, 436, 649 232, 233, 236, 272, 279, 287, 290, 305,
Tatarca 289 307, 312, 315, 316, 317, 322, 325, 331,
Tavus Mucizesi 149, 270 335, 337, 338, 340, 341, 343, 345, 346,
Tayyâr Mahmûd Paşa 501 348, 349, 350, 355, 356, 357, 358, 364,
Tazarru’ât 390 369, 372, 374, 377, 383, 386, 387, 401,
Tazarru’-nâme 111, 218, 337, 390, 671, 404, 410, 414, 415, 421, 423, 451, 455,
736 458, 477, 478, 501, 512, 513, 515, 520,
Tebriz 139, 178, 632, 758 617, 736
Tebrizli Ahmedî 139, 151, 156, 191, 227, Tevrât 32, 76, 312
330, 331, 332, 342, 613, 619, 628, 656, tezkiretü’l-evliyâ 324
677, 721, 727, 743, 744 Tezkiretü’ş-şu’arâ ve Tabsıratu’n-nuzamâ 459,
Tebrîzli Mevlânâ Muhammed Assâr 351 749
Tebrizli Şemseddîn Muhammed 264 Tıflî 465, 663, 728
Tecnîsât 73, 412 Tırhala 470
Tecvîd Kitâbı 336 Tıybî 465
Te’dîb-nâme 82, 220, 225, 406, 625, 711, Timur 54, 77, 312, 328, 363, 647, 679
769 Timurlular 16, 53, 54, 57, 73
Teferrüc-nâme 363 Tîmûr-nâme 76, 77, 531
Tefe’’ül-nâme 443 Tinibeg Han 287
Tefsîr-i Sûre-i Yâsîn 447 Tirmîzî 452
Telli Sazlar Münâzarası 354 Tokat 160, 502, 649, 702, 707, 713
Tercemânu’l-ma’nevî fî-Tercemeti’l- Tokatlı İshâk Efendi 621
mesnevî 151, 515 Trabzon 364
Terceme-i Hâl-i Nâzım-ı Mevlid-i Nebevî eş-Şeyh Trabzonlu Tayyib-zâde Hâfız Mehmed
Süleymân Çelebi Rahmetu’llah 629 Zühdî Efendi 511
Terceme-i Hilye-i Şerîf 452 Tûfân-ı Ma’rifet 488
Terceme-i Hilyetü’n-nebî ‘Aleyhi’s- Tugluk-nâme 70
selâm 452 Tuğrul Arslan 232
Tercümânü’l-Belâga 44 Tuhfe 77, 123, 142, 148, 182, 209, 289,
Tercüme-i Esrâr-nâme 620 445, 456, 472, 473, 506, 507, 508, 510,
Tercüme-i Hadîs-i Erba’în 384, 610 514, 526, 527, 622, 634, 635, 637, 638,
Tercüme-i Pend-i Attâr 146, 515 639, 668, 677, 698, 718, 743, 749, 755,
Tercüme-i Şemâ’il-i Şerîf 92, 481 757, 769
Tercüme-i Şerh-i Dü Beyt-i Mesnevî 611 Tuhfe-i Âsım 527, 668
Tercümetü’s-selve fî-Sarâ’iti’l-halve 330 Tuhfe-i Dilkeş-i Nâbî 456
Tergîbât 455, 621, 741 Tuhfe-i Hüsâm 445
Tertîb-i Nefîs 483, 700, 771 Tuhfe-i Nûr-ı Salât 148, 510
Tertîb-i Nefs 694 Tuhfe-i Nushî 526
Tervîhu’l-ervâh 153, 299, 529, 621, 756 Tuhfe-i Remzî 527, 635, 677, 743
Teshîlü’ş-şifâ 379 Tuhfe-i Rûmî 508, 634
Teşrîfâtü’ş-şu’arâ 97, 153, 467 Tuhfe-i Şâhidî 445, 472, 473, 506, 507,
Tevârîh-i Âl-i Osmân 99, 155, 364, 435, 638, 698, 755
639 Tuhfe-i Vahdet 514, 622, 757
Tevfiye 154, 506 Tuhfe-i Vehbî 507, 508, 755
tevhîd 32, 41, 44, 49, 50, 51, 52, 58, 61, Tuhfe-i Zîbâ 526
67, 68, 73, 82, 91, 92, 95, 107, 109, Tuhfe-nâme 289
111, 112, 113, 114, 116, 117, 118, 119, Tuhfetü’l-ahrâr 75, 87, 328, 391, 392, 393,
123, 151, 168, 169, 226, 229, 230, 231, 394, 395, 529, 530, 755
820 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Tuhfetü’l-emsâl 101, 107, 121, 122, 125, 398, 400, 408, 417, 418, 420, 422, 424,
126, 135, 141, 142, 162, 208, 227, 456, 428, 432, 435, 453, 454, 458, 460, 461,
622, 634, 740, 760 467, 472, 484, 487, 488, 492, 497, 506,
Tuhfetü’l-envâr 161 513, 521, 522, 526, 527, 528, 529, 567,
Tuhfetü’l-hâfız 507 605, 606, 607, 608, 609, 610, 612, 613,
Tuhfetü’l-haremeyn 160, 503, 725 615, 616, 617, 618, 619, 620, 621, 622,
Tuhfetü’l-ırâkeyn 84 623, 624, 625, 626, 627, 628, 629, 630,
Tuhfetü’l-ihvân ve Hediyyetü’s- 631, 632, 633, 634, 635, 636, 637, 638,
sibyân 507 639, 641, 642, 643, 644, 645, 646, 647,
Tuhfetü’l-islâm 111, 116, 125, 148, 221, 648, 649, 650, 651, 652, 653, 654, 655,
511, 640 656, 657, 658, 659, 660, 661, 662, 663,
Tuhfetü’l-ma’nâ 526 664, 665, 666, 667, 668, 669, 670, 671,
Tuhfetü’l-mecâlis 399, 611, 720 672, 673, 674, 675, 676, 677, 678, 679,
Tuhfetü’l-mü’min 196, 323, 614, 663, 728 680, 681, 682, 683, 684, 685, 686, 687,
Tuhfetü’l-uşşâk 18, 98, 111, 115, 137, 151, 688, 689, 690, 691, 692, 693, 694, 695,
161, 181, 188, 189, 199, 228, 350, 393, 696, 697, 698, 699, 700, 701, 702, 703,
412, 527, 624, 627, 633, 641, 651, 670, 704, 705, 706, 707, 708, 709, 710, 711,
685, 690, 710, 716, 736, 755, 760, 767 712, 713, 714, 715, 717, 718, 719, 720,
Tuhfetü’z-zevrâ 119, 120, 499, 700, 771 721, 722, 723, 724, 725, 726, 727, 728,
Tuna 367, 544, 659
729, 730, 731, 732, 733, 734, 735, 736,
Tunus 608, 696
737, 738, 739, 740, 741, 742, 743, 744,
Turan 38, 42, 157, 163, 164, 308, 422, 438,
746, 747, 748, 749, 750, 751, 752, 754,
518, 524, 566, 596, 624, 652, 660, 676,
755, 756, 757, 758, 759, 760, 761, 762,
677, 695, 704, 705, 706, 711, 716, 725,
763, 764, 765, 766, 767, 768, 769, 770,
765, 766, 767
771, 772, 773
Tursun Fakı 97, 154, 269, 270, 294, 626,
Türkçe 14, 16, 17, 19, 70, 79, 82, 85, 86,
637, 642, 751, 767, 770
87, 88, 90, 93, 97, 98, 99, 106, 109, 112,
Tursun Fakîh 633, 672
136, 144, 164, 168, 175, 176, 191, 203,
Tutmacı 18, 110, 145, 153, 157, 289, 290,
299, 549, 623, 626, 683, 685, 708, 750, 226, 227, 228, 229, 231, 238, 246, 249,
754, 772 250, 251, 252, 254, 257, 258, 259, 261,
Tuyûr-nâme 51 263, 264, 265, 269, 273, 274, 275, 276,
Türâbî 129, 614 277, 278, 280, 281, 283, 284, 287, 288,
Türk 13, 14, 15, 16, 17, 18, 19, 35, 41, 42, 289, 292, 295, 296, 297, 299, 306, 314,
49, 52, 53, 56, 58, 61, 62, 63, 66, 70, 321, 328, 333, 339, 341, 343, 346, 350,
76, 77, 78, 79, 81, 82, 83, 84, 85, 86, 359, 361, 373, 377, 378, 380, 383, 386,
88, 89, 90, 94, 96, 112, 117, 129, 137, 396, 400, 405, 413, 415, 417, 426, 433,
138, 145, 151, 161, 162, 163, 166, 173, 445, 446, 457, 463, 471, 472, 473, 481,
174, 176, 178, 179, 229, 231, 236, 244, 482, 487, 488, 489, 495, 506, 507, 508,
245, 246, 247, 248, 249, 250, 251, 252, 510, 513, 519, 520, 526, 527, 605, 606,
253, 254, 255, 256, 257, 258, 259, 260, 607, 608, 609, 617, 621, 622, 623, 626,
261, 262, 263, 267, 268, 273, 274, 277, 630, 635, 636, 637, 639, 640, 642, 648,
278, 280, 281, 282, 286, 287, 288, 289, 650, 653, 654, 659, 662, 666, 667, 671,
292, 294, 298, 301, 303, 304, 307, 308, 677, 679, 685, 689, 691, 694, 695, 698,
309, 314, 315, 316, 318, 320, 321, 322, 699, 700, 704, 708, 711, 713, 717, 718,
333, 338, 340, 341, 343, 344, 345, 348, 719, 721, 727, 728, 730, 736, 739, 742,
349, 351, 352, 355, 362, 366, 373, 375, 743, 744, 745, 749, 755, 757, 759, 764,
380, 381, 382, 384, 386, 387, 388, 393, 765, 766, 768, 771, 772
İndeks
| 821
Türkistan 14, 17, 18, 245, 248, 249, 250, Üveys-nâme 101, 104, 123, 125, 152, 218,
252, 254, 255, 257, 258, 260, 684 361, 689, 759
Türkmen 71, 98, 115, 137, 180, 199, 412, Üveys Paşa 417
488, 624, 642, 767 Üveysü’l-karânî 359
Türk Şairleri 607, 732
V
U-Ü Vahdet-nâme 151, 224, 318, 453, 514, 520,
Ubeyd-i Zâkânî 54 612, 619, 722, 742, 745
Ubeydullâh Dede 148, 385, 658, 723 Vahîd 70, 201, 477, 485, 492, 498, 502, 503,
Ubeydullâh Han 411 504, 505, 740, 753, 769
Ubeydullâh-i Ahrâr 75, 236 Vahîdî 309
Ûdî 140, 160, 228, 442, 619, 636, 661, Vahîd Mahtûmî 477, 485, 492, 498, 502,
748 504, 505, 740
Uknûm-ı Acem 472 Vahşî 78
Ulu Ârif Çelebi 283, 453 Vahyî 107, 149, 228, 446, 448, 512, 642,
Ulvî 159, 167, 359, 383, 432, 439, 441 707, 763
Umdetü’l-huccâc 91, 412, 694 Vak’a-nüvis Es’ad Efendi 654
Umur Bey 299, 363 Vâmık u Azrâ 18, 43, 44, 45, 55, 95, 105, 116,
Unsurî 43, 44, 45, 55, 179, 430, 761, 762, 121, 125, 126, 133, 141, 157, 224, 226,
767 227, 285, 353, 430, 447, 460, 488, 490,
urcûze 15, 25, 26, 27, 28, 36, 80 530, 531, 532, 533, 596, 617, 621, 628,
Urcûzetu’l-mu’tazıd 33 651, 655, 703, 721, 731, 737, 762
Urfâ bin Hizâm 44 Varadin 462, 468
Urfalı Nâbî 456 Varaka vü Gülşâh 265, 271
Usfurî 384 Vardarlı Fazlî 184, 468, 651, 652, 716
Usûlî 159, 168, 439, 674, 713, 740 Vardar Yenicesi 159, 438, 439
Usûl-nâme 139, 153, 395, 532 Vardar Yenicesi Şehr-engîzi 159, 438,
Uşşâkî Abdullâh-ı Salâhî 149 439
Uşşâkî-zâde Seyyid İbrâhîm Hasîb Efen- Varka ve Gülşâh 123, 146, 189, 192, 291,
di 149, 477 297, 597, 598, 599, 636, 640, 645, 660,
Uşşâk-nâme 54, 58, 264, 624, 641, 762, 666, 707, 747
767 Varka vü Gülşâh 18, 43, 44, 81, 157, 163,
Uygurlar 14, 17, 245, 254 192, 430, 462, 597
Uzun Firdevsî 152, 360 Varvarlı Ali Paşa 463
Uzun Hasan 342, 364 Vasf-ı Ashâb-ı Kehf ü Na’t-ı Rakîm 496
Ümmî Îsâ 18, 158, 351, 581, 644, 772 Vasf-ı Hâl 151, 282, 646, 683, 750
Ümmülveled-zâde 426 Vâsıf 453, 660
Üngürüs Fetih-nâmesi 382, 435 Vâsık 475, 476, 496, 720
Üsküdar 150, 687, 712, 756, 771 Vasiyyet-i Nûşirevân-ı Âdil Be-püsereş
Üsküdar’dan Şam’a Kadar Konaklar 150 Hürmüz-i Tâcdâr 153, 334
Üsküdarlı Sâfî 152, 515, 516, 700, 712, Vasiyyet-nâme 141, 228, 455, 757
771 Vasl-nâme 486
Üsküdarlı Sâlim 519 V. Behrâm 66, 356
Üsküfî 472, 473 Vefât-ı Hazret-i Fâtıma 150, 270
Üsküp 159, 438, 439, 659 Vefât-ı Hazret-i Resûl 617
Üsküplü Atâ 179, 228, 412, 627, 651, 716 vefât-nâme 453
Üsküp Şehr-engîzi 159, 438 Vefâtü’n-nebî 149, 191, 209, 224, 310
822 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Vehbî 97, 111, 137, 153, 174, 227, 475, 483, Yazıcıoğlu Mehmed 92, 184, 228, 308,
489, 492, 495, 504, 507, 508, 626, 627, 630, 662, 727
629, 641, 645, 660, 671, 673, 689, 710, Yazıcı Sâlih 153, 374, 467, 612, 624, 722,
716, 723, 752, 755, 771, 772 764
Vehb ibni Münebbih 490, 505 Yazıcı-zâde Muhammed 129
Vekâyi’-nâme-i Bihiştî 366 Ye’cûc 68
Veled Çelebi 275, 634, 636, 673, 674, 745 Yemek 704
Velîd b. Yezîd 22, 769 Yemen 66, 74, 286, 294, 386, 437, 450, 496,
Vesîletü’l-irfân 153, 466, 626, 771 542, 583, 586, 598
Vesîletü’n-necât 148, 301, 304, 305, 306, Yemînî 47, 310, 388, 443, 619, 642, 693,
307, 308, 448, 479, 628, 634, 639, 646, 745, 764
647, 650, 678, 704, 705, 706, 707, 709, Yemînü’d-devle Emîr İsmâ’îl-i Gîlekî 47
710, 712, 719, 757, 765 Yemlîhâ 298
Veysel Karanî 265, 361, 667 Yenice Şehr-engîzi 159, 160, 168, 439,
Veysel Karanî Hikâyesi 667 674
Veyse vü Râmîn 115, 157, 381, 431, 618, Yenipazarlı Vâlî 95, 124, 159, 171, 178, 226,
744 429, 636, 680, 746
Veziriazam Mahmûd Paşa 318 Yenişehir 498, 661, 726
Vikâye 133, 148, 377, 610, 659, 676 Yenişehirli Avnî 515, 518, 524, 661, 692,
Vikâye-nâme 377, 659 756, 763
Vikâye Tercümesi 133, 148, 610, 676 Yenişehir Şehrengizi 661, 726
Vikâyetü’r-rivâye fî-Mesâ’ili’l-hidâye 376 Yesi 249
Vilâdet-nâme-i Hazret-i Fâtıma 513 Yezdicerd 40, 42
Visâlî 148, 153, 385, 466, 626, 696, 771 Yezdigird 66
Visâlî Alî Çelebi 148, 385, 696 Yezîd b. Mu’âviye 33
Vîs ü Râmîn 18, 47, 48, 130, 292, 353, 529, Yıldırım Bâyezîd 288, 289, 304, 362, 363
531, 599, 667, 758 Yoksul Dervîş 310
Viyana 644 Yunanistan 56, 439
Vizeli Bihiştî 18, 97, 133, 535 Yûnus Emre 14, 17, 152, 213, 258, 259,
Vuslatî Alî Bey 155, 227, 462, 634, 740 260, 261, 320, 321, 615, 673
Vücûdî 134, 135, 227, 399, 429, 628, 703, Yûsuf 14, 15, 16, 18, 30, 32, 39, 57, 59, 71,
721 76, 81, 82, 88, 92, 93, 100, 102, 105, 106,
107, 111, 112, 113, 114, 115, 116, 117,
Y 118, 119, 121, 122, 128, 133, 136, 137,
Yahyâ Bey 97, 113, 116, 126, 128, 130, 138, 139, 143, 145, 146, 148, 149, 150,
151, 153, 156, 159, 161, 180, 390, 395, 153, 155, 156, 157, 163, 164, 166, 169,
410, 614, 615, 618, 619, 622, 626, 630, 172, 173, 178, 183, 190, 191, 198, 205,
634, 636, 643, 649, 661, 678, 726, 730, 206, 212, 214, 215, 217, 221, 222, 223,
741, 744, 772 224, 225, 227, 228, 236, 237, 238, 239,
Yahyâ b. Hâlid el-Bermekî 29 249, 252, 254, 255, 257, 258, 265, 266,
Yahyâ b. Halîl 296 271, 273, 274, 283, 284, 285, 291, 292,
Ya’kûb Han 342 295, 297, 298, 308, 311, 335, 336, 340,
Yâsîn suresi 448 341, 342, 354, 375, 376, 377, 381, 384,
Yavuz Sultan Selîm 134, 400, 415, 416, 431, 387, 388, 395, 406, 408, 414, 422, 423,
435, 436, 440, 443, 444, 445, 462 424, 426, 441, 445, 447, 449, 451, 452,
Yayaköylü Râşid Efendi 508 457, 459, 460, 479, 480, 488, 489, 490,
Yazıcıoğlu 92, 146, 150, 184, 225, 228, 306, 519, 527, 529, 530, 532, 575, 588, 600,
308, 319, 387, 388, 485, 630, 662, 727 601, 602, 603, 604, 605, 609, 610, 613,
İndeks
| 823
614, 615, 619, 620, 621, 622, 623, 625, Z
630, 631, 634, 635, 636, 637, 639, 641, Zâdü’l-me’âd 308, 624, 766
642, 643, 645, 649, 652, 656, 657, 659, Zâdü’l-müsâfirîn 58, 371
660, 663, 664, 666, 673, 674, 676, 677, Zafer-nâme 53, 54, 77, 112, 118, 227, 462,
679, 680, 681, 682, 683, 684, 685, 689, 470, 496, 530, 534, 626, 635, 772
692, 695, 696, 697, 698, 701, 702, 704, Zafer-nâme-i Tîmûrî 77
716, 717, 721, 726, 727, 729, 730, 731, Za’fî-i Gülşenî 159, 438, 713
740, 741, 742, 743, 744, 745, 746, 747, Zaganos Paşa 329
749, 751, 752, 755, 756, 757, 758, 759, Zâhir-i Fâryâbî 55
762, 763, 768, 769, 771, 772 Zahrî 515
Yûsuf Emîrî 354 Za’îf(î) 148, 198, 308
Yûsuf Hakîkî Baba 116, 146, 153, 227, Za’îfî 15, 82, 112, 113, 128, 131, 142, 151,
336 152, 155, 160, 301, 361, 364, 365, 382,
Yûsuf Hâlis 527, 636, 745 386, 395, 396, 399, 400, 440, 609, 613,
622, 642, 679, 714, 725, 757, 759, 765, 773
Yûsuf Has Hâcib 14, 81, 82, 88, 215, 227,
Zamîrî 422
249, 252, 254, 255, 257, 258
Zarîfî 18, 111, 158, 169, 226, 227, 424, 461,
Yûsuf-ı Meddâh 146, 149, 150, 157, 223,
484, 573, 624, 628, 719, 767
224, 265, 266, 271, 273, 274, 291, 295,
Zâtî 18, 94, 95, 113, 115, 129, 148, 158, 159,
297, 298, 621, 634, 636, 663, 679, 702, 179, 225, 226, 385, 386, 428, 438, 487,
740, 746, 747, 755, 772 586, 610, 628, 681, 718, 719
Yûsuf-ı Sîne-çâk 388, 406, 457 Zâtî Süleymân Efendi 487, 628, 719
Yûsuf ile Züleyhâ 227, 284, 340, 422, 614, Zâtü’l-emsâl 30
630, 634, 657, 674, 698, 741 Zeliha 614, 621, 631, 657, 680, 687, 722,
Yûsuf u Zelîhâ 117, 146, 155, 173, 283, 729, 730
519, 530, 613, 619, 630, 636, 641, 643, Zelle-nâme 468
664, 682, 695, 698, 727, 729, 744, 749, Zenân-nâme 492, 497, 498, 631, 691
763, 771 Zerdüşt 38, 311, 568
Yûsuf u Züleyhâ 15, 16, 18, 39, 57, 76, 81, Zeyd 126, 127, 385, 452, 570, 571, 573
82, 92, 93, 102, 105, 106, 107, 111, 112, Zeyrek Ağa 399
113, 114, 115, 116, 117, 118, 119, 121, Zeyrekî 424
122, 133, 136, 137, 138, 139, 146, 155, Zihnî 93, 156, 158, 160, 353, 460, 475, 504,
156, 163, 164, 166, 169, 172, 178, 190, 522, 614, 729, 751
191, 198, 205, 217, 221, 222, 223, 225, Zileli Hamdî 650
227, 228, 236, 237, 254, 265, 283, 284, Zînetü’l-ümerâ 257
Zîver Paşa 523
285, 291, 292, 311, 340, 341, 342, 375,
Ziyâ’î 152, 156, 157, 422, 430, 434, 634,
381, 414, 422, 423, 424, 426, 447, 459,
672, 736, 741
460, 488, 489, 490, 519, 529, 530, 532,
Ziyâ’î Yûsuf 156, 422
600, 602, 610, 613, 614, 620, 625, 631,
Ziyâ Paşa 154, 523, 632, 734
634, 635, 637, 643, 645, 649, 656, 664, Ziyâüddîn-i Harputî 511
673, 676, 677, 683, 684, 689, 696, 701, Ziyâüddîn Yûsuf 76, 237
704, 716, 721, 726, 727, 729, 742, 743, Zûbahreyn 73
749, 751, 752, 769, 771 Zuhrü’l-âhire 662, 727
Yûsuf ve Zelîhâ 340, 639, 726, 757 Zübdetü’l-akâ’id 148
Yusufyan Han 508 Zübdetü’l-esrâr 282
yüz hadîs 313, 314, 384, 475 Züfer 128
Yüz Hadîs ve Yüz Hikâye 313 Zülkarneyn 32, 68, 154, 459, 566
Örnek Metinler
826 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi

Ahmedî, İskender-nâme, Unıversity of Michigan, 1b


(http://hdl.handle.net/2027/mdp.39015079129931)
Örnek Metinler
| 827

Alî Şîr Nevâyî, Hamse-i Nevâyî, Leylâ vü Mecnûn, University of Michigan, v. 258a,
(http://hdl.handle.net/2027/mdp.39015079128602)
828 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi

Kemal Yavuz, Âşık Paşa Garîb-nâme II/1, İstanbul, 2000, s.154-160.


Örnek Metinler
| 829
830 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Örnek Metinler
| 831
832 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi

Dervîş Paşa, Murâd-nâme, İstanbul Millet Kütüphanesi,


Alî Emîrî Efendi Koleksiyonu nr. 1010, v. 9b-11a.
Örnek Metinler
| 833
834 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Örnek Metinler
| 835
836 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi

Fuzûlî, Leylâ vü Mecnûn, University of Michigan, 59b-66b


(http://hdl.handle.net/2027/mdp.39015079130806)
Örnek Metinler
| 837
838 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Örnek Metinler
| 839
840 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Örnek Metinler
| 841
842 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Örnek Metinler
| 843
844 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi

Hakanî, Hilye-i Hakanî, Bursa Genel Kitaplığı, nr. 1216, v. 8a-10b


Örnek Metinler
| 845
846 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Örnek Metinler
| 847
848 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Örnek Metinler
| 849
850 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi

Hamdullâh Hamdî, Yûsuf u Züleyhâ, Bursa Genel Kitaplığı, 70b-75b


Örnek Metinler
| 851
852 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Örnek Metinler
| 853
854 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Örnek Metinler
| 855

Lâmi’î Çelebi, Vîs ü Râmîn, Bursa Genel Kitaplığı, nr. 2278, vr. 26a-27a
856 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Örnek Metinler
| 857
858 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi

Nâbî, Hayrî-nâme, Bursa Genel Kitaplığı, nr. 2260, v. 4a-6b.


Örnek Metinler
| 859
860 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi

Nev’î-zâde Atâyî, Nefhatü’l-ezhâr, Bursa Genel Kitaplığı, nr. 2277, vr. 43b-45a.
Örnek Metinler
| 861
862 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Örnek Metinler
| 863
864 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Örnek Metinler
| 865
866 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi

Süleymân Çelebi, Mevlid-i Şerîf [Vesîletü’n-necât], University of Michigan, 3b-7b


(http://hdl.handle.net/2027/mdp.39015079130731)
Örnek Metinler
| 867
868 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Örnek Metinler
| 869
870 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Örnek Metinler
| 871
872 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Örnek Metinler
| 873
874 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Örnek Metinler
| 875

Şeyh Gâlib, Hüsn ü Aşk, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, TY nr. 31.


876 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Örnek Metinler
| 877
878 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Örnek Metinler
| 879

Şeyhî, Hüsrev ü Şîrîn, University of Michigan, 144b-148b


(http://hdl.handle.net/2027/mdp.39015079130806)
880 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Örnek Metinler
| 881
882 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Örnek Metinler
| 883
884 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Örnek Metinler
| 885
886 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Örnek Metinler
| 887

Taşlıcalı Yahyâ, Gencine-i Râz, Bursa Genel Kitaplığı, nr. 1211, 19b-22a
888 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Örnek Metinler
| 889
890 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi
Örnek Metinler
| 891

Yahyâ Bey, Şâh u Gedâ, University of Michigan, v. 1b


(http://hdl.handle.net/2027/mdp.39015079130806)
892 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi

Yahyâ Bey, Şâh u Gedâ, University of Michigan, 2a


(http://hdl.handle.net/2027/mdp.39015079130806)
Örnek Metinler
| 893

Yahyâ Bey, Şâh u Gedâ, University of Michigan, 48b


(http://hdl.handle.net/2027/mdp.39015079130806)
894 | Doğu’nun Uzun Hikâyesi

Yahyâ Bey, Şâh u Gedâ, University of Michigan, 49b


(http://hdl.handle.net/2027/mdp.39015079130806)
Örnek Metinler
| 895

Yahyâ Bey, Şâh u Gedâ, University of Michigan, 50a


(http://hdl.handle.net/2027/mdp.39015079130806)

You might also like