Professional Documents
Culture Documents
EDEBiYATI
ANTOLOJİSİ
3
YAYIN A H AZIRLAYAN: BERRAN G ELGÜN
Tel:173 13 09 167 36 19
-
4
MODERN DÜNYA
EDEBİYATI
ANT_OLOJİSİ
HAZIRLAYAN: EN İS BATUR
DY
YAYINCILIK
ÖNSÖZ
'M odern 'lerin duruşu bu noktada açıklık kazanmıştır. Walter Benjamin , aynı
kitapta 'kalıpların dışında kalmaktan, bağımsız düşünceden yana olanlar, sa
natın piyasaya sürülmesine karşı çıkarak, sanat sanat içindir ilkesinin sancağı
altında toplanmışlardı" der: 'G örevinden ku şkuya dü şmeye başlayan ve ' ya
rarlılık niteliğinden ayrılamaz' olmaktan çıkan sanat, artık yeni'yi en yüksek
değer olarak tanımak zorunda kalmıştı."
Fotoğraf, sinema ve röprodüksiyon teknikleri görselliği, basın ve yayın yazın
sallığı büyük mağazaların tüketici ritmine yöneltirken, geniş kitleler için neyin
7
I
8
vazisi bir bir nişan tahtası olacaktı . Bu yeni arayışlar, kendiliğinden "yeni'hin
yüceltilmesine, biricik yitik cennet sayılmasına yol açtı. Baudelaire "Spleen 'i
sunarken, bunun bir 'ilk kitap" olduğunu biliyordu. Mallarme, "Un Coup de
Des 'yi yayına hazırlarken , Blanchot'nun güzelim deyimiyle "gelecek kitabı" bi
tirdiğinin farkındaydı. Octavio Paz'ın saptayımı ne kadar doğrudur: İlk mo
dernler, iki yü zyıldır birikmiş olanı bir özel alaşım haline getirmeyi başaran
lardı.
Tek tek bıreysel çıkışıarın yerıni yenılikçi akımlar almakta gecıkmedi. 1898 ta
rihli ilk sayısında yayımlanan manifestoyla 'Ver Sacrum" bir uçtaysa, 1924'te
ki ilk manifestosuyla Gerçeküstücülük öteki uçtadır . Arada Dışavurumculuk,
Marinetti'nin ve LEF 'çilerin Gelecekçiliği, D ada hareketi ve U ltraist akım,
yalnızca şiir .bağlamında kalan Vortex (Anglosakson), Akmeizm (Ru s) ve
H ermetizm (ltalyan) yüzyıl başı yazın ve sanat akımlarının önde gelenleri ol
dular. Bu modernist çıkışların en büyük ortaklıkları, gelenekle çatışırken ye
niliği bütün boyutlarında kurcalamalarıydı. ·
.
Gökçeyazınların yerleşik kalıbını zorlayan , ondan taşan her öğe, anlayış yada
yaklaşım temelde yenilikçidir. Bir başka deyişle: Sınanmış, kabul görmüş,
tamtamına klasik tanımına girmemekle birlikte gen el kabul görmü ş bir çizgi
nin ötesine u zanan ürünlerden kabaca yenilikçi yapıtlar olarak söz edilebilir .
Buna karşılık 'yenilikçi" kavramını hemen tanımlamayı güçleştiren en önemli
etken , yaratıcılık düzleminde eski / yeni karşıtlığının yalın, dü zayak bir denk
lem haline getirilememesidir. Eğer yenilikçi anlayış, düpedüz eski'nin karşısı
na dikilen ve sürgitin olmasını sağlayan tek ölçüt olarak değerlendirilebilsey
di, eskinin anlamı çarç abuk yitip gider, onun yerini alması beklenen yenilik de
bakiliği nedeniyle ortaya çıktığı andan başlayarak eskileşmeye yü z tu tan , bu
nedenle de canalıcı bir değeri kalmayan bir yöntem olmanın ötesine geçemez-
'
di..
Eski'yi kalıcı, yeni'yikaçınılmaz kılan ana-nedenler vardır oysa. 'Eski", anlamı
ve işlevi yitmiş, estetik doku su ve bildirisinin kıvamı bil tün bütüne uçmuş; kı
sacası köhneliğin eşanlamı haline gelmiş bir ulam değildir: Tevrat 'ın , Başo '
nun ya da D arite'nin 'eski'liğini tartışmayız bile; öte yandan , onların in sanı
beslemediğini, hatta geçmiştekine oranla daha az beslepiğini ileri sürmek ne
redeyse olanaksızdır.
G elgelelim , bu durum, hiçbir şeyin eskimediğini, köhneleşip anlamını yitirme
diğini düşün meye bizi vardırtmasa gerektir. Yazın ve sanat bağlamında, bu
güne kad ar eskimemiş, dah ası yıpranmamış binlerce yapıta rastlarız. Bu, bir o
kadar, belki çok daha fazla, eskimiş, hepten değeri kalmamış ürünün konu
munu değiştirmez ama. Buradaki somut farklılık , 'eski'tle sürekli yenilenebi
len ile 'eski'Cle hiçbir zaman yenilenemeyen iki ayrı doku türünün bulunma
sından kaynaklanır. G elenek, gelenek deposu , kültür birikimi dediğimizde de
sözünü ettiğimiz, kalıcı öğelerin tabakalar halinde dünden bugüne u zan an , a
ma temelde yenilenme dokusunun egemen olduğu yapıtların toplamıdır.
İ şte yen ilikçi anlayış, bir bakıma bu noktada yaşama koşu llarını bulur. Yazar,
sanatçı (bir ik) özel örnek bir yana) gelenek deposuna bütün bütüne sırt dön
mez tabii; ama onun kuru kuruya yinelen miş bir biçimi, bir tıpkı örneği ola
rak var olmayı da hedef tutmaya kalkışmaz. Şüphe yok ki yarının etkisiz esk i'
!eri arasında yer tutmaya aday yü zlerce ürün çıkar ortaya her yıl; bun ların ya
ratıcıları ya böyle bir telaş yaşamamakta ya da düpedüz arkaların daki örnek-
9
lerin altında ezildiklerini fark edememektedirler.
Çtğdaş yazarın klasik dünyayı yeniden üretme eğilimi, 'eski" ile 'yeni'hin kay
naşma ve ayrışma bölgelerine ışık dü şüren bir olgudur: Joyce ve Kazancakis
H omero s'u, Tournier Defoe'yu, Ionesco Shakespeare'i, Valery Goethe'yi bo
şu boşuna çıkış noktası yapmamıştır- 'eski deliklerden yeni bakışlar" . Belki de
modernlerin ana kaygılarını ve perspektiflerinin özgün yanlarını anlamamızı
en çok kolaylaştırabilecek örnekler bu yeniden- yazım.lardır, denilebilir.
M odern yazınların ayırıcı bir özelliği yenilikçiliği önde tutmalarıysa, bir diğeri
de hemen hemen koşut biçimde sanatın bütün dallarında başgösteren değişim
olgusuyla iç içe kalabilmiş olmalarıdır. G erçekten de, modernist tavrı bir t�k
yazına özgü saymak elde değildir: XIX . yü zyılın ikinci yarısından başlayarak,
estetik dü zlemde yaşanan bütün dönü şümler ortak bir platformda gerçekleş
miştir. Fotoğrafın bulunuşu nasıl resim sanatında bir deprem etkisi yaratmış-·
sa, sinerpanın deyreye girmesi de anlatı, özellikle de roman üzerinde öyle bir
etki yaratmıştır. üte yandan insanbilimlerin, özellikle de ruhbilim ve toplum
bilimin gelişmelerindeki yüksek tempo, modern yazarı birinci elden ilgilendir
miştir . Proust 'un ve M u sil'in felsefedeki son gelişmelere ve ruhbilim çalışma
larına neler borçlu olduğunu bilmeyen kalmadı bu gün. 'Yeni Roman " akımı i
le 'Yeni D alga" sinemasının , bilinçaltı tekniğiyle Freud 'un bulguların ın , Yeni
So�yet sinemasıyla M ayakovski'nin ve Nazım'ın şiirlerinin, Heidegger düşün
cesiyle Sartre'ın ve Camu s'nün yazarlığının hısımlık dereceleri göz önünde tu
tulduğunda geçişimin önemi iyiden iyiye açıklık kazanacaktır.
Yüzyıl başının modern yazarları, ulu sal dokuları ne olursa olsun, yenilikçi ba
kışın kozmopolit bir çevren gerektirdiğinin bilincindeydiler: Ezra Pound, U n
garetti, Rilke, Joyce, Lorca, Blok, Borges rasgele seçtiğim birkaç isim . B u ba
kışın G ün ey Amerika yazınlarına, Japon yazarlarına geç mesi çok sürmedi.
G ün ümüz Arap şiirinin öncülerinden Adonis ise, 1984'te, College de France'
ta verdiği bir seminerde, belli bir gecikmeyle de olsa, aynı gerçeği dile getiri
yordu: ''Arap modernizmini kendi kültürel sistemimiz.den ve onun bilgilen me
araçlarından hareketle keşfetmediğimi itiraf etmek isterim. Ebu Nuvas'ı Bau
delaire'i okudukça keşfettim. Ebu Tanıman 'ın şiirsel dilinin peçesin i M allarme'
yi okudukça kaldırabildim. Gizemci deneyin şiirini Rimbaud, Nerval ve Ger
çekü stücülük ile kavradım. Circani: 'n in özgünlüğünü anlamaya ise çağdaş
Fransız eleştirisi hazırladı beni. Pek çok Arap şairinin ve eleştirmeninin ben
zeri bir yol izlediğini düşünüyorum. Batı modeli üzerine kurulu kültür politi
kası si� te� i� in ötesind; , bize kendi, eski modernizmimizi Batı modernizmi
keşfettırmıştır.',
·
10
M. DE SA DE
1 740 - 1 814, Fransa.
BOYNUZ
G örgüsüz kişilerin en büyük ku surlarından biri de soluk alan her şey konu
sunda, durmamacasına, bir sürü boşboğazhktan , yergiden , kara çalmadan sa
kınmamalarıdır, hem de h iç tanımadıkları kimseler önünde. Bu ,çeşit geveze
liklerin meyvesi olan n ice olayları akla, hayale getirmek bile zor: Oyle ya, ken
disini ilgilendireı�ler hakkında kötü şeyler söylenirken , . bunu göze alan buda
layı p aylayacak dürüst kişiyi nerede bulmalı? G ençler eğitilirken, bu akıllıca
ölç ülülük ilkesine yeterince yer verilmiyor, dünyayı, adları, nitelikleri, kendi
leriyle birlikte yaşamak için yaratıldıkları kişilerin yakınlıklarını tanımayı ye
terince öğretmiyorlar onlara; bunların yerini, akıl çağına gelindikten sonra a
yaklar altında çiğnenm�kten başka h içbir şeye yaramayacak bir sürü saç ma
lıklarla dolduruyorlar. işleri güçleri kapüsen rahipleri yetiştirmek diyeceği ge
lir in sanın : Hep yobazlık, sahtekarlık ya da faydasız şeyler, bir ahlak ilkesi a
ramayın hiçbir zaman. D ah a ileri gidin, topluma karşı gerçek görevlerinin ne
olduğunu sorun bir genç adama, kendi kendisine ve başkalarına neler borçlu
olduğunu, mutlu olmak için n asıl davranması gerektiğini sorun; kendisine a
yine gitmeyi, uzun du alar okumayı öğrettiklerini, ne demek istediğinizi anla
madığını, dans etmesini, şarkı söylemesini öğrendiğini, in sanlarla yaşamasını
öğrenmediğini söyleyecektir. Anlattığımız uygunsu zluğun sonucu olan olay,
kan döktürmeye varacak kadar ciddi değildi, bir şak aya vardı vara vara, biz
de okurlarımızın sabrından yararlanarak bu nun ayrıntılarını vereceğiz.
Şöyle böyle elli yaşlarında bulunan M . de Raneville, bir toplu lukta karşılaştı
nız mı, sizi eğlendirmemesine imkan olmayan şu soğuk yaratılışlı kişilerd endi;
kendisi çok az gü lmekle birlikte hem iğneli sözleri hem de bun ları söyleyişin·
deki soğuklukla, başkalarını çok güldürürdü; ç9ğu zaman , ya sırf sessizliği ya
da sessiz çehresinin maskaraca anlatımlarıyla, kabul edildiği çevreleri, şu her
zaman size anlatacak bir h ikayesi bulunan, dinleyenlerin yüzlin ü bir dakika bi
le güldüremeden , kendi sözlerine bir saat öncesinden kendileri gülen , ağır
yeknesak gevezelerden bin kere daha fazla eğlendirmenin sırrını bilirdi. Mali
yede oldukça önemli bir görevi vard ı, bir zamanlar Orleans'd a başlattığı çok
13
Sade
kötü bir evliliğin acısını çıkarmak için, namus yoksulu karısını orada bıraktık
tan sonra, Paris'te, kendisi gibi çekici birkaç arkadaşıyla dost tuttuğu, çok gü
zel bir kadınla yirmi, yirmi beş bin liralık bir geliri yer tüketirdi.
M . de Raneville'in metresi tam anlamıyla satılık bir kadın değil, evli, bunun
sonucu olarak da, aldatma çoğu zaman zevki daha bir artırdığına göre, daha
çekici bir kadındı; çok güzeldi, otuz yaşındaydı, bedeni bir kadın bedeni ne
kadar güzel olabilirse o kadar güzeldi, şansını aramak için taşradan Paris'e
gelmiş, bu lmakta da gecikmemişti. Yaratılıştan zevk düşkünü olan , bütün gü
zel parçaları kollayan Raneville onu da kaçırmamıştı; üç yıldan beri de, pek
dü rüst davranışlarla, çok akıl, çok para harcayarak, bir zaman lar yoluna evli
liğin ektiği bütün acıları unutturuyordu bu kadına. Her ikisi de aşağı yukarı
aynı kadere uğramış oldukları için, birlikte avunuyorlar, hiçbir şeyi düzeltme
yen şu büyük gerçekte, bunca kötü aile, dolayısıyla bunca mutsuzluk bulun
masının , cimri ya da budala ana babaların mizaçlardan çok servetleri bir araya
getirmek istemelerinden ileri geldiği gerçeğinde birleşiyorlardı. Raneville sık
sık metresine: Çlinkü kader sizi zorba ve güliinç bir kocaya, beni de bir şırfın:..
tıya dü şüreceğine ikimizi birbiİ"imize verseydi , yolumu zda sık sık topladığımız
ısırganların yerinde giiller biterdi, derdi.
Bir gün, sözü edilmesi oldukça faydasız bir olay M . de Raneville'i, başken tle
rinde saygı görmek için yaratılmış kralların kendilerini arzulayan uyrukların
dan kaçar gibi oldukları, hırsın , cimriliğin, öç ve gurur duygularının her gü n,
sıkıntının kanatlarında, günün havasına uymak isteyen bir sürü insanı sürük
lediği, Fransız asaletinin kendi topraklarında önemli işler görebilecek kayma
ğının, gelip bekleme odalarında alçalmaya, kapıcılara alçakç,a dalkavukluk et
meye ya da kaderin, sonra yeniden daldırmak üzere, bir an için , unutulmu şlu
ğu n bulutlarından çıkardığı kimselerin evinde, alçakgönüllülükle, kend i evle
rindeki kadar iyi olmayan bir akşam yemeği dilenmeye gön ül indirdiği şu ça
murlu, şu pis köye, Versailles'a götürmüştü . .
M. d e Raneville, işleri bitince, ' ' pot-de-chambre" denilen arabalardan birine
bindi ve bir rastlantı sonucu , M . de Raneville gibi maliye dairesinde, ama söy
lediğimiz gibi, M . de Raneville' in ili olan Orleans' da çalışan , M . D u tour a
dında, çok geveze, çok yuvarlak , çok k alın, çok şakacı bir adamla karşılaştı.
Konuşma başladi, her zaman az konu şan M . de Raneville, kim olduğu nu belli
etmeden , tek kelime söylemeden, yol arkadaşının adını, lakabını, işlerin i öğre
nivermişti. M . Dutour, bu ayrıntılardan sonra toplum ayrıntılarına girdi.
- Orleans'da bulunmuşsunuz efendim, bunu bana söyledin izdi galiba, dedi M .
D u tour.
- Birkaç ay kalmıştım eskiden. .
- Peki, Mme de Raneville adında bir kadını, dünyanın gelmiş geçmiş orospu-
larının en büyüklerinden birini tanımadınız mı Orlean s'da?
- M me de Raneville, oldukça güzel bir kadın .
- Tamam.
- Evet , görmüştüm.
- İ şte, size bir sır olarak oria sahip olduğumu söyleyeceğim, yani üç gün, bu
kadar sahip olu nur ona. Do�r r usu ya, boynuzlu koca dediğiniz olsa olsa bu za
vallı Raneville gibi olur.
- Kend isini tanır mısınız?
- H ayır, bir boynuzluluğunu bilirim, orospularla, kendisi gibi şehvet düşkün-
14
leriyle Paris'te servetini batıran pis herifin biriymiş diyorlar.
- Bu konuda bir şey söyleyemeyeceği.m, tanımam kendisini, ama boynu zlu
kocalara acırım. Siz de öyle değilsiniz ya, beyefendi?
- H angisini söylüyorsu nuz, koca mı, yoksa boynuzlu mu?
- H er ikisi de, bugün bunlar öylesine birbirine karışmış ki, aralarındaki farkı
bulmak çok zor.
- Evliyim, beyefendi, hiçbir zaman uyuşamadığım bir kadınla evlenmek talih
sizliğine uğradım; huyu huyuma uymuyordu, dostça ayrıldık. Paris'e gelip Sa
inte-Aure manastırında rahibe olan bir akrabasının yalnızlığını paylaşmak is
tedi, burada oturur, arada sırada bir haberini alı.rım, ama kendisini h iç gör
mem.
- D indar mıdır?
- Hayır, öyle olsa daha iyi olurdu belki.
- Ya! Anlıyorum sizi. Peki, şimdi işleriniz dolayısıyla kalmak zorunda bulun-
duğunuz şu günlerde bile gidip hatırını sôrmayı düşünmediniz mi?
- Doğrusu ya, hayır, manastırları sevmem: Sevincin, neşenin dostuyum ben,
zevkler için yaratılmışım, topluluklarda aranan bir kimseyim, bir görüşme ye
rinde en azından altı aylık bir bun altıyı göze alamam.
- Ama bir kadın ...
- . . . . K ullanıldığı sürece ilgimizi çeken bir yaratıktır, ama ciddi nedenler bizi
kendisinden ayırınca, ondan kopmasını bilmek gerekir.
- Sözlerin izde biraz sertlik yok mu?
- H iç de değil... Felsefe var ... G ünün havası, aklın dili bu , ya bunu benimsersi-
niz Y .a da bir budala plarak tanınmaya boyun eğersiniz.
- Oyleyse karınızın bir kusuru var demektir, bunu açıklayın bana: Yaratılış
kusuru mu, cömertlik ya da davranış kusuru mu ?
- Biraz hepsi... Biraz hepsi, beyefendi, ama rica ederim, bırakalım bunu , bıra
kalım da sevgili Mme de Raneville'imize dönelim: Ne diyeyim, Orleanş.'da bu
lunup da bu kadınla gön ül eğlendirmemiş olmanızı aklım almıyor. .. Oyle ya
herkesin gönlünü eğlendirmiştir.
- H erkesin mi, yok canım, görüyorsunuz ya, benim gönlümü e ğle ndirm e di.
- Peki, f azla meraklılık olmazsa, zaman ın ızı kiminle geçird iğinizi sorabilir mi-
yimı beyefendi?
- ilkin işlerimle, sonra da arada sırada gece yemeği yediğimiz, oldukça güzel
bir kadınla .
.. Evli değil misiniz, beyefendi?
- Evliyim.
- Peki, karınız? •
- Taşradadır, siz karınızı Sainte-Aure'da bıraktığınız gibi ben de karımı orada
bırakıyorum.
- Evli, demek evlisiniz, beyefendi, yoksa siz de bizim sınıftan olmayasınız,
söyleyin, ne olur. . .
.
.. . . .
- Koca ile boynuzlunun eş-an lamlı ikı kelıme olduğu nu soylememış mıydım
size? Törelerin bozuklu ğu, lüks ... Bir kadını dü şüren o kadar şey var ki.
- Yaa! çok doğru, beyefendi, çok doğru.
- Bu işleri bilen bir adam olarak karşılık veriyorsunuz.
- H ayır, hiç de değil; çok gü zel bir kadının varlığı size bırakılmış eşin acısını u-
n utturuyor, beyefendi. ·
ıs
Sade
Raneville sah te bir adres verdi, soran lar verd iği ad altında kendisini kolayca
bulabilsin ler diye de evi hemen haberdar etti bundan .
Ertesi gü n, M . D u tour randevuyu kaçırmadı, Raneville verd iği uydurma ad
altında da bulunabilmesi için tedbir aldığından, kolayca g irdi içeri. H oş beş
ten sonra, D utour umduğu Tanrıçayı h ala göremed iği için kaygılı görünüyor
du.
- Sabırsız ad am, gözlerinizin neyi aradığını anlıyorum, dedi Raneville... gü zel
bir kadın vaat edilmişti size, şimdiden çevresinde dört dön mek istiyorsunuz;
Orleanslı kocaları boynu zlatmaya alışmışsınız, Parisli aşıklara da aynı şekilde
davranmak istiyorsunuz, hiç şüphem yok : Bah se girerim ki, beni de dün öyle
alaylı alaylı sözünü ettiğin i" �u zavallı Raneville'i koyduğunuz kefeye koysa
nız. keyfinize hiç diyecek ulın<1z..
D u tnıı r k ısmetli, kendini be)2xnmi�. bunun so nucu olarak da budala bir adam
�ıhı kar�ılık verdi, kon u�ıııa bir an neşelendi, sonra Raneville, dostunun elin
den tuı arak :
- Gdin, zalim adam, dedi, Tanr11,anın sizi beklediği tapınağa buyurun.
Bun ları söylerken , şeh vet verici bır odaya soktu D u tour'u, burad a Ran eville'
in d u r u m u öğrenip şakaya hazırlanmış olan metresi, kadife bir sedirin üzerin
de, geceliklerin en hoşu içinde, ama yüzü peçeli olarak !Jekliyordu : Bedeninin
gü zelliğini, zen ginliğini gizleyen hiçbir şey yoktu, görülmesi imkansız olan
yaln.ı z yiiziiydi.i.
- işte çok gü zel bir kadın, diye atıldı D u tour, ama neden yüzüne de hayran
kaln)aktan yoksun bırakıyorsunuz ben i, padişah sarayında mıyız?
- It iraz yok , bir utanma mt:selesi
' bu.
- Nasıl u t anma meselesi?
- Size yalnız metresimin boyuyla elbisesini göstermekle yetineceğimi mi sanı-
yorsunuz, bütün bu örtüleri kaldırarak bunca güzelliği avcumda tu tmaktan
ne biiyiik bir mutluluk duyduğuma sizi inandırmazsam zaferim tam olur mu?
Bu genç kadın son derece alçakgönüllü olduğu için , bütün bu ayrıntılar yüzii
nü kızartırdı onun; b u n a razı olmak liitfunda bulundu ama yü zü peçeli olmak
şartıyla. Kadınlar ne kadar utan�aç , ne kadar incedir, bilirsiniz, M D utour, si
zin gibi kibar, sizin gibi modaya u ygun bir adama öğretilecek şeyler değil
bunlar.
- Nasıl, sahiden gösteren:k misiniz?
- Hepsini, söyledim ya, benim kadar kıskançlıktan u zak adam bulamazsınız,
yalnız başına tadılan mutluluk tatsız gelir bana, ben yaln ız bölüşü len inden haz
duyarım.
Sonra, özdeyişlerine inandırmak için, Raneville tülden bir mendili çıkarmakla
başladı işe, böylece görülebilecek gerdanların, göğü slerin en güzeli ç ıktı orta
ya. D utour ateşlendi. .
- Ne haber, dedi Raneville, nasıl buldunuz?
- Venüs'Lin t a kendisinin göğüslei·i.
- Bunca ak, bunca sert memeler ateş yakmak için mi yap ılmış dersiniz . . . D o-
16
kunun, dokunun, arkadaşım, gözler bizi aldatır bazı bazı, bence şehvet konu-
sunda bütün duyular kullanılmalı. ·
- Yol Sizi bırakmaya gelince, hayır, yapamam bunu, dedi Raneville, hem bu
kadar vesveseli misiniz ki önüm�e yapmıyorsunuz işinizi? Erkekler arasında
sözü bile olmaz böyle şeylerin:·Ustelik de şartım bu, ya benim önümde, ya
hiç.
D.utour kendini tutamadı, buhurun yanacağı sunağa atıldı:
- isterse şeytanın önünde olsun, her şeye razıyırti, dedi...
-Pekala, dedi Raneville soğuk soğuk, görünüşler sizi aldattı mı, bunca güzelli-
ğin vaat ettiği hazlar hayal mi, yoksa gerçek mi? Ah! Hiçbir zaman, hiçbir za-
man böylesine şehvetlisini görmedim. .
- Ama bu körolası peçe, bu hain peçe, bunu kaldırmama izin yok mu?
- Var... ama son anda, bütün duyularınız Tanrıların sarhoşluğuyla coşunca,
onlar kadar, hatta çoğu zaman onlardan da mutlu olduğunuz o öylesine tatlı
anda. Bu şaşkınlık iki misline çıkaracak coşkunluğunuzu: Venüs'ün ta kendi
sinin zevkini çıkarmanın hazzına Flore'un yüzlinü seyrei�enin anlatılmaz
hazlarını ekleyeceksi�iz, insanın avuntu. bulduğu o zevkler okyanusuna daha
da iyi dalacaksınız... işaret edersiniz bana.
- Of! Şu sırada kızıyorum, dedi Dutour..
- Evet, görüyorum, çok kızgınsınız.
- Hem de o kadar ki... Ah, dostum; geliyorum bu göksel ana, çekin çekin şu
peççyi de. gökyüzünün ta kendisini seyredeyim. "
- işte, dedi Raneville, tülü çekip aldı, ama dikkat edin, cennet cehennemin ya
nı başında olmasın.
Dutour, karısını tanıyarak:
- Aman Allahım, diye haykırdı... Daha n�ler, demek sizsiniz, hanımefendi?
Beyefendi, ne garip bir şaka, bence sizin hak ettiğiniz ... Bu şırfıntı...
- Bir dakika, bir dakika, kızgın açlam, her şeyi hak eden sizsiniz. �n bana
davrandığınız gibi davranacağınıza, tanımadığınız insanlar karşısında biraz
daha sıkı ağızlı olmayı öğrenin. Orleans'da o kadar kötü davrandığınız o za-
17
Sade
18
GIA COM O L EOPA R DI
1 789 ·- 1837, İtalya..
S ONS UZ
Öylesine severdim bu yalnız tepeyi,
Bakmak istedim mi uzaklara
Önüme gerilen bu çiti.
Oturup baktım mı sonsuz
Boşluklar, ma insanüstü
Sessizlikler, dipsiz bir susku
Hayalliyorum, alıveriyor
Yüreğimi bir korku. rüzgarı
Duyuyorum ağaçlar arasında,
Sesini alıyorum, o bitmeyen sessizliği:
Sonsuzluğu düşünüyorum, yaşadığımız
Günü, ölü mevsimleri, onun sesini.
Böyle böyle boğuluyor düşüncem
Uçsuz bucaksız alanlarda ve nasıl
Tatlı geliyor bana gömülmek bu denize.
19
Leopardi
20
Ben aşağılanan aşık, alımlı biçimlerine
Boşuna dönüyorum yüreğimle ve gözbebeklerimle
Yakararak. Güneşli kıyı gülmüyor
Bana, göğün kapısından tan
Ağartısı gülmüyor; ne türküsü
Selamlıyor beni renk renk kuşların,
Ne kayın ağaçlarının mırıltısı: Ve gölgesinde
Salkım söğütlerin, el değmemiş
Kıyının açtığı yerde duru göğsünü, kırılan
Sular kayan ayağımdan
Sakınıyor küçümseyerek
Ve eziyor kokulu kumsalları çekilerek.
21
Leopardi
22
ED GA R A L L A N POE
1809 - 1 849, A . B .D
Siz okuyanlar , hala yaşayanlar arasındasınız; ama ben yaza n , çoktan gölgeler di
yarının derinliklerine dalmış olacağım. Çlinkü, gerçekten , tuhaf şeyler olacak,
gizler öğrenilecek, birçok yüzyıl gelip geçecek, bu anııar insanlarca okunma
dan önce. Ve okunduklarında, biraz inançsızlık, biraz ku�ku gösterilecek, a
ma yine de bir azınlık, demirden bir kalemle burada çizilen kişiler üzerine du
rup düşünecek.
O yıl bir şiddet yılıydı ve yeryüzünde tanımları bulunamayan şiddetten de yo
ğun duyguların yılı. Birçok olağanüstü olay ve belirtilerden sonra, dört bir ya
nı, denizi ve karayı, Veba'nın kara kanatları kapladı. Yıldızlardaki şeytanlar i
çin , göklerin hastalığa büründüğü bilinme-z bir şey değildi; ve herkesin içinde
ben , ben Yunanlı Quinos için, yed i yüz doksan dört yılın değişim anının gelip
çattığı, Koç Takımyıldızının gelişiyle birlikte, Jüpiter gezegeninin , korkunç
Satürn 'ün kızıl halkasıyla çakıştığı açıktı. Göklerin anlaşılmaz ruhu, eğer çok
yanılmıyorsam, kendini gösteriyordu - yalnız yeryüzü yuvarlağında fiziksel o
larak değil, in sanlığın ruhu nda, imgeleminde ve düşüncesinde de.
K ırmızı Chian şarabıyla dolu testilerin başında, soylu bir salonun duvarları
nın arasında, Ptolemais denilen loş bir kentte, oturduk, geceleyin, biz yedi ki
şi. Ve odamıza dışardan giriş yoktu; ağır, pirinç bir kapı dışında: Ve kapı za
naatkar Corin nos t arafından işlen mişti ve az rastlanır bir işçilik örneği oldu
ğu ndan , içerden sürgülUydü . Kalın kara perdeler de, kasvetli odada, ayın ışı
ğını, donuk yıldızları, ıssız sokakları gözlerimizden gizliyordu - ama kötiilü
ğün anısı ve sezisi dışlan amıyordu. Somut hiçbir belirtisini saptayamadığını
bir şeylerle kuşa tılmıştık - maddesel ve tinsel şeyler - havada bir ağırlık - bir
tür boğuntu duygusu - kaygı - ve tümü nden de öte, beyin güç leri uyuklar, du
yularsa ke�kin ve kışkırtılmışken , sinirlerin algıladığı korkunç bir varoluş
duygusu . Olü bir ağırlık çökmüştü ü zerimize. Kollarımıza, bacaklarımıza
çökmüştü - evin eşyalarına - iç tiğimiz kadehlere; ve bütün nesneler bunalıyor
du, basılıyord u. Bütün şeyler - toplan tımızı aydınlatan yedi demir meşalenin
alevleri dışında. U zun, ince ışık çizgileri olarak yük seliyor, solgun ve durgun
23
yanıyorlardı; ve çevresinde oturduğumuz abanoz masaya yansıyan ışıklarının
oluşturduğu yuvarlak aynada, her birimizin kendi uçuk benzimizi ve yanımız
daki arkadaşların devrik bakışlarındaki tedirgin pırıltıyı görüyorduk. Yine de
gülüyorduk ve alışılmış biçimde -ki histeriki- neşeliydik. Ve Anacreon şarkıla
rını -ki delilikti- söylüyorduk ve çok içiyorduk -mor şarap bize..kanı çağrıştır
dığı halde. Çlinkü odamız.da bir kişi daha vardı- genç Zoilus. Olü, boylu bo
yunca uzanmış, kefenlenmiş -bütün bu görüntünün dehası ve şeytanı. Eyv!ft'
Şenliğimize katılmıyordu- salt, vebayla bozulmuş yüzü; ölümün, hastalık ate
şini ancak yarı yarıya söndürdüğü gözleri, toplantımızla ilgilenir gibiydi - çün
kü ölüler, ölecek olanların neşelerini istekle kabullenirler. Ama ben, Quinos,
aramızdan ayrılmış olanın bakışlarını üzerimde duymama karşın, acılı anlam
larını görmemek için kendimi zorluyordum. Durmadan abanoz �ynanın de
rinliklerine bakarak, yüksek, çınlayan bir sesle Teios'un oğlunun şarkılarını
söylüyordum. Ama sonunda şarkılarım, onlar evet, durdular; yankıları oda
nın kara perdelerine gömüldü', zayıfladı, duyulmaz oldu ve ölüp gitti. Ve işte!
Şarkının seslerinin gömüldüğü perdenin içlerinden, karanlık ve belirsiz bir
gölge geldi -aya benzeyen bir gölge- gökyüzünün altlarındaki kendi görünü
şüne -bir insana da benzetilebilirdi: Ama ne bir insanın, ne Tanrının; bildik
herhangi bir şeyin gölgesi değildi. Ve bir süre kalın perdelerin arasında titreş
tikten sonra, bütünüyle pirinç kapının üzerine yansıdı. Ama gölge bulanık,
biçimsiz, belirsiı.di ve ne bir insanın ne de Tanrının gölgesiydi -ne Yunanistan
Tanrısı, ne Kildani Tanrısı- ne de bir Mısır Tanrısının. Ve gölge pirinç parıltı
lı kapı yolunun üzerinde ve kapının sütun pervazının altında duruyordu ve
konuşmuyor,,kımıldamıyor ama orada, devinimsiz, duruyordu. Ve gölgenin
üzerine düştüğü kapı, eğer doğru anımsıyorsam, kefenlenmiş genç Zoilus'un
ayakucuna karşı duruyordu. Ama biz, yedi kişi, perdelerin arasından beliren
gölgeyi görmüştük ve ona açıkça bakma gücünü bulamıyorduk ve gözlerimizi
aşağı eğmiş, abanoz aynanın derinliklerine dikmiştik. Ve sonunda ben, Qui
nos, birkaç sözcük mır.ıldanarak gölgeden adını ve meskenini sordum. Ve göl
ge yanıtladı:' 'Ben GOLGE'yim ve meskenim Ptolemais'in Katakomblarıyla
kirli Charon Kanalının sınırlarındaki Helusion'un soluk ovalarıdır." Ve sonra
biz, yedi kişi, oturduğumuz yerlerden ürkü içinde fırladık, titreyip sarsılarak,
korkarak, kalakaldık., çünkü gölgenin sesindeki tonlar tek bir varlığın değil,
bir varlıklar toplamının tonlarıydı ve heceden heceye iniş çıkışları değişirken,
kulaklarımıza doluyordular, iyi anımsanan ve tanıdık sesleriyle, binlerce ara
mız.dan ayrılmış dostun..
24
KUZGUN
Ortasında bir gecenin, düşünürken yorgun, bitkin
O acayip kitapları, gün geçtikçe unutulan,
Neredeyse uyuklarken, bir tıkırtı geldi birden,
Çbkingen biriydi sanki usulca kapıyı çalan;
''Bir ziyaretçidir" dedim, ''oda kapısını çalan,
Başka kim gelir bu ı.aman?"
25
Poe
26
Hiç -ama hiç- hiçbir zaman."
27
Poe
28
MİHAİL LER M ONTOV
1814-1841, Rusya.
(1830)
29
Lermontov
ŞAİRİN ÖL ÜM Ü
İ ntikarri.
çar, intikam!
Kapanıyorum ayaklarına
A dil ol ve katili cezalandır.
Ki onun idamı gelecek çağlara
Senin haklı yargını duyursun
Ki caniler örnek bulsun onda.
30
Kurtuluş yok, soğukkanlılıkla
Katil indirdi vuruşu
Titremede elindeki tabanca
Yüreği sanki donmuştu
'
31
Lermontov
ANA YUR T
Seviyorum yurdumu, fakat tuhaf bir aşkla
Mantığım yenemiyor bu sevgiyi.
Ne şan, satın alınmış kanla
Ne kibirli bir güvenin erinci
Karanlık eskinin gizemli söylenceleri ne de
Sevinçli imgeler uyandırmıyor bende ...
- Kendim de bilmem niçin - fakat seviyorum ben
Soğuk suskunluğunu yurdumun bozkırlarının
Sınırsız dalgalanışını yurdumun ormanlarının
Ve taşmalarını nehirlerin, denizlere benzeyen ...
Tutkunun sarsılmaya köy yollarında bir yaylıda
Ve usul bir bakışla delerek gölgesini gecenin
İçimde bir han özlemi, rastlamaya şurda burda
Titreyen ışıklarına kederli köylerin...
Severim hasattan sonra ateşlenen tarlanın dumanını
Ve ağırlık kolunu> bozkırdan. geçiren geceyi.
Severim ağaran bir çift kayıiı ağacını
Tepede, sarı tarlanın ortasındaki...
Duyduğum sevince yabancıdır çoğu
Gördüğümde dolu harman yerini;
Pencereyi, oyma pancurlu,
Samanla örtülü kulübeyi...
Ve çiyli bir akşam, eğlence zamanı
Gece yarısına kadar bakabilirim dansa
Tepinerek, ıslık çalarak yaptıkları
Sarhoş mujik.lerin bağıra çağıra....
(1841)
32
CHA R L ES BA UDELAIRE
1821 -1867, Fransa.
İNSAN.VE DENİZ
Sen, hür adam, seveceksin denizi her zaman;
Deniz aynandır sen ın, kendini seyredersin
Bakarken, akıp gidt:n dalgaların ardından.
Sen de o kadar acı bir girdaba benzersin.
�viren: O. V. Kanık
Baudelaire
BALKON
Hatıralar annesi, sevgililer sultanı,
Ey beni şad eden yar, ey tapındığım kadın!
Ocak başında seviştiğimiz o zamanı,
O canını akşamları elbette hatırlarsın,
Hatıralar annesi, sevgililer sultanı!
34
O yeminler, kokular, sonu gelmez öpüşler;
Dipsiz bir uçurumdan tekrar doğacak mıdır,
N astl yükselirse göğe taptue güneşler.
Güneşler ki en derin denizlerde yıkanır.
O yem.inler, kokular, sonu gelmez öpüşler!
Çeviren: C. S. Tarancı
35
Baudelaire
İÇE KAPANIŞ
36
A ŞIKLARIN ÖL ÜM Ü
Yatağımız olacak, hafif kokuyla dolu,
Divanımız olacak, bir mezar gibi derin,
Bizini için açılmış, en güzel iklimlerin
O garip çiçekleri süsleyecek konsolu.
SEMPER EADEM
' ' Sana nerden geliyor, dedin, bu garip hüziln,
çıkan deniz gibi çıplak ve siyah kayaya?"
- Hasadı erişti mi bir kere gönliimüzün,
Yaşamak bir dert olur! Bilinen bir muamma,
38
D ÜŞMAN
Gençliğim bir karanlık fırtına oldu,
Birkaç yerinde parlak güneşler açan;
Öyle harap çıktım ki bu fırtınadan,
Bahçemde kızarm ış tek tük meyve kaldı.
Ç4.LAR SAA T
Çhlar saat; uğursuz Allah, korkunç, birkarar,
Parmağı bizi tehdit eder, bize der: ' 'Hatırla!"
Bir hedefteymiş gibi dikilecek yakında
Dehşet dolu kalbinde ürpermiş ıs.tıraplar.
Kaçacak ufka doğru o buharı andıran
Zevk, kulisin nihayetinde bir rakkas gibi;
Her insahın bütün ömrü boyunca nasibi
Nimeti bir parça yiyor senden de her an.
40
SEVİMLİ KORKUNÇ
Anlaşılmaz, mosmor bu gökyüzünden
Arapsaçı olmuş kaderin gibi
Söyle! Hangi düşüncelerdir inen
Bomboş ruhuna ! Sen usu tüm kişi
41
Baudelaire
HOR TLAK
Canavar bakışlı ruhlar gibi
Yatağına geleceğim tekrar;
Süzüleceğim yanına kadar,
Dört yanım gecenin gölgeleri.
42
GEZİ
Maxime du Camp'a
' 1
O harta, resim delisi çocuklar için
Cihandır oburluğu dindirecek azık .
Dünya lambaların ışığında ne engin!
Hatıraların gözünde ise minnacık!
43
Baudelaire
45
Baudelaire
47
FYOD OR DOSTOYEVSKİ
1821-1881, R usya
Siz, yıkılmak nedir bilmez bir sırça köşke, yani gizliden gizliye de olsa dili�izi
çıkaramayacağınız, n anik yapamayacağınız bir sırça köşke in anmışsınız. Işte
benim bu köşkten korkmamın nedeni belki de onun sırçadan oluşu, sonuna
dek ayakta kalışı ve gizlice de olsa dilimi çıkaramayışımdır.
Bakın, yağmur yağarken köşk yerine bir kümes görsem, ıslanmamak iÇin bel
ki kümese girerim, ama beni yağmurdan korudu diye de şükran borcumu ö
demek için kümese köşk gözüyle bakmam. Bana gülüyorsunuz, hatta kümes
le köşk arasında bir ayrım olmadığını haykırıyorsunuz. Biz, eğer yalnız ıslan
mamak için yaşıyorsak, ben de sizin dediğinize katılırım.
Ancak yaşamın yalnız bu olmadığına, yaşadıktan sonra bütün ömrüm köşk
lerde, saraylarda geçmesi gerektiğine kafam saplanmışsa, yapacağım başka bir
şey yoktur. Bütün isteğim, emelim bundadır artık. Beni bu saplantıdan kur
tarmak için isteğimi değiştirmelisiniz. Peki, isteğimi değiştirip bir başkasıyla
gözümü kamaştırın, bana başka bir ü lkü verin ! Ama şimdilik benden kümesi
sırça köşk olarak görmemi istemeyin ! Varsın sırça köşk uydurma olsun; doğa
yasalarına göre aslı astarı olmayan bu düşü , aptallığımdan , soyumu za özgü
birtakım köhne, akıldışı alışkanlıklara kapılarak ben uydurmuş olayım. Sırça
köşkün gerçekte olmamasından. bana ne? Onu isteklerimde yaşatıyorsam, da
ha doğrusu, isteklerim Vll! oldukça o da varsa ötesi beni ilgilendirir mi? Yoksa
gene mi gülüyorsunuz? Istediğihiz kadar gülün; ben bütün alaylara katlanı
rım, karnım açken gene de tok olduğumu söyleyemem. U zlaşmayla avun ama
yacağımı, doğa yasaların a göre var olması gerek.en, gerçekten de var olan kısır
döngüyle yetinemeyeceğimi biliyorum. Bin yıllık sözleşmeli yoksul kiracılarla
dolu , her olasılığa karşı, kapısında dişÇi W �geı:ıheim 'ın tabelası bulunan bir a
partmanı, baş tacı ettiğim �melim sayamam. Isteklerimi ortadan kaldırıp ül
külerimi yok ettikten sonra bana daha iyi bir amaç gösterin , seve seve peşiniz
den koşayım. ' ' U ğraşmaya değmez" derseniz benden de aynı karşılığı alırsı
nız . .Şurada ciddi konular üstünde kafa patlatıp duruyoruz, ama siz benim
sözlerime kulak asmazsanız, öyle olsun, yalvarmaya hiç niyetim yok. Benim
yeraltım bana yeter.
Yaşadığım sürece isteklerim de ölmemişse, kurduğunuz yapıya tek tuğla kor
sam ellerim kırılsın ! D emin sırça köşkü salt dilimi çıkaramayacağım için yad
sıyışıma bakmayın. D il çıkarmaya bayıldığımdan söylemedim bunu. Belki de,
yapılarınızdan bir tekinin bile dil çıkarılamayacak türden olmayışı kızdırıyor
beni. D ilimi çıkarma isteğini duyurmayacak değişiklikler yapılsın, şükran
duygularımı göstermek için dilimi bile keserim. Yoksa ba,na ne elin yapısın
dan , nerede nasıl oturduğundan ! Peki, ama n için ben böyle isteklerle yaratıl
mışım? Bütün varlığımla kocaman bir yalan olduğum sonucuna varmak için
50
mi yaratıldım ben ! Tek amacım bu mudur? İnanmıyorum.
Siı.e şunu söyleyeyim ki, benim gibi yeraltı adamlarının dizginini sıkı tutmak
gerekir. K ırk yıl yeraltında sesimizi çıkarmadan otururuz, ama bir de fırsatını
bulup yeryüzüne çıktık mı, dırdırımızdan kurtulamazsınız.
XI
Varıp dayandığımız sonuç : En iyisi hiçbir şey yapmamak ! Bir köşeye çekilip
seyirci kalmaktan iyisi var mı? Onun için yaşasın yeraltı! Normal insanı ölesi
ye kıskandığımı söyledim, gördüğüm kadarıyla gene de onların durumunda
olmak istemem. (Kıskanmaktan geri durmayacağım gene de. Ama hayır, h a
yır, n e olursa olsun yeraltı daha kazançlı!) Orada hiç olmazsa insan .. E h !..
Şimdi bile yalan söylüyorum. Yalan , çünkü iyi olanın yeraltı değil, özlemini
duyduğum, ama bir türlü elde edemediğim başka, bambaşka bir şey olduğunu
iki kere ikinin dört ettiği gibi biliyorum. Cehenneme kadar yolu var yeraltının
Ah, şimdi şuraya yazdıklarımın bir bölümüne bari inan sam başka ne isterdim !
Yemin ederim ki, beyler, şu ç iziktirdiklerimin bir sözcüğüne bile inanmıyo
rum. D aha doğrusu belki inanıyorum, ama bir yandan da nedense her sözü
mün. . yalan olduğunu hissediyor, kuşkular önünde kıvranıyorum.
- pyleyse ne diye yazdınız bunları? diyeceksiniz.
- işsiz güçsü z olarak siü de yeraltına sokup kırk yıl sopra 'D urumunuz nice-
dir?" diye sormaya gelsem, sizin karşılığınız ne olurdu? insan kırk yıl tek başı
na, işsiz güçsüz bırakılır mı, efendim?
B aşınızı hor görürcesine sallayarak, belki de; ,
- B u ne utanmazlık, bu ne alçaklık ! diyeceksiniz. Yaşamaya su sadığınız halde,
dolambaçlı mantık yollarıyla yaşam sorun larını tartışmaya kalkışıyorsunuz.
Hem sırnaşık, küstahça davranışlarda bulunuyorsunuz hem de korkudan ö
dünüz patlıyor. Saçmaladığınız zaman keyfinize diyecek yok, ama kü stahlığa
başladınız mı, hemen ürküyor, özür üstüne özür diliyorsu nuz. Bir yandan bi
ı.e korkmadığınızı söylüyor, öte yandan yaltaklanmaktan geri durmuyorsu
nuz. Bizj hıncınızdan dişlerinizi gıcırdattığınıza inandırmaya çalışırken gül
dürmek için nükteler savuruyorsunuz. Nüktelerinizin bayat olduğunu bilmi
yor değilsiniz, ama taşıdıkları edebi değer dolayısıyla da pek sevinmiş görünü
yorsunuz. Belki gerçekten acı çektiniz, fakat çektiğiniz acılara hiç mi hiç say
gınız yok ! Söyledikleriniz doğru olmakla birlikte efendilik eksik sizde; guru
runuz yüzünden ufacık bir şeyi sorun yapıp içinizdeki gerçeğin ipini pazara çı
karıyor, değerini beş paralık ediyorsunuz. Bir şeyler söylemek istediğiniz an
laşılıyor, fakat korkudan son sözleri geveleyip duruyorsunuz. Açık konuşa
cak kadar kararlı değilsiniz, ürkekçe bir küstahlık sizinki. Anlayışınızla övü
nüyorsunuz, bir yandan da ikircimlerle dolusunuz; çünkü kafanız işlediği hal
de yüreğiniz kötülük batağına gömülmüş; oysa yüreği temiz olmayanın anla
yışı da kıttır. Ya o küstahlığınız, sırnaşmanız, Jcırıtmalarınız! Yalan , yalan ,
·
hepsi yalan !
Yukarıdaki sözlerinizi de ben uydurdum kuşkusuz. Onlar da yeraltından çık
madır. K ırk yıldır kapı aralığından konuşmalarınızı dinlemekteyim. K afam
hep böyle şeylerle dolu olduğu için uydurmak da kolay oluyor. Ezbere bildi- ·
51
Dostoyevski
necek kadar ağırbaşlılıktan yoksun musunuz? Sonra, bir sorun daha var: Siz
lere niçin 'beyler, efendiler, okuyucularım!" diye sesleniyorum? Az sonra yaza
cağım itiraflar ne yayımlanabilir ne de başkalarına okutulur türdendir. En a
zınd an ben kendimde bu güveni bulamıyorum, hem bulsam ne çıkar!.. F akat
ne yaparsınız ki, içime bir heves düştü, ben de bu hevesi gerçekleştirmeye ç alı
şacağım. D urum şu :
H er in sanın anılarında herkese söyleyemeyeceği, ancak dostlarına açabileceği
şeyler vardır: H atta dostlarına bile açılamayacak, gizli kalması koşuluyla ken
di kendimize itirafta bulunacağımız durumlar olur. A m a bir de öyleleri vardır
ki, kendi kendimize bile açmaktan korkarız. H er aklı başında insanın dağarcı
ğında bile böyleleri yığınla bulunur. D aha doğru su, insan aklını başına topla
dıkç a bunların da sayısı artar. G eç enlerde, eski serüvenlerimi kafamda şöyle
bir toparlayayım diye karar verdiğim halde şimdi bir türlü yapamıyor, büyük
bir tedirginlikle çoğunu geçiştirmeye ç alışıyorum. Yalnız anımsamakla kalma
yıp , bunları bir de yazmaya karar verdiğim şu anda bir deneme yapacağım.
insan hiç olmazsa kendi kendisiyle içli dışlı olabiliyor, gerçekleri çekinmeden
söyleyebiliyor mu? Sırası gelmişken belirteyim; Heine, doğru bir özgeçmiş
yazmanın mümkün olmadığını, insanın kendi hakkında bir sürü yalan söyle
meden edemeyeceğini ileri sürer. H eine'ye sorarsanız Rousseau itiraflarında
yalan ü stüne yalan kıvırmış, ü stelik bunları gururu yüzünden bile bile yapmış
tır. Heine'nin haklı olduğuna inanıyorum; insan salt gururu yü zünden cinayet
yalanlarına dek bulaştırabilir kendini, böyle bir gururun ne menem bir şey ol
duğunu da pek iyi biliyorum. Ama Heine, toplum önünde içini döken birin
den söz ediyordu . Oysa ben kendim için yazıyorum, okuyucularla konu şmak
la, bana da kolay gelen , alışılmış bir yazı biçimine uymuş oluyorum; bunu bir
kez daha, açıkça belirtirim. Bütün yaptığım, pek de gerekli olmayan bir gele
neğe bağlı kalmaktır; yoksa okuyucularım olmayacak hiçbir zaman. Yukarıda
da söyledim ya...
Anılarımın düzenine aldi.rış bile etmeyeceğim. Aklıma nasıl gelirse öylece
kağıda aktaracağım. .
Ama sözlerime takılarak; 'G erçekten okuyucularınız olmayacağını ö n gördü
ğünüze göre, ne d iye kendi kendinize, hem de kağıt üstünde birtakim koşullar
ileri sürüyor; tertip , düzen düşü.nmeden,. aklınıza geldiği gibi yazacağınızı söy
lüyorsunu z? Bu açıklamayı yapmanızın, üstelik bir de ezilip büzülmenizin se
bebi ne olabilir?' diyeceksiniz. .
Buna;
- Ne bileyim ben ! diye karşılık vereceğim.
H ayli karışık bir konudur bu. Belki ödleğin biriyimdir de ondan böyle yapı
yorum. Belki de yazarken daha ciddi olmak için gözümün önüne okuyucuları
getirmek istiyorum. Sebep mi ararsınız!
Bir nokta daha var: Neden anılarımı ille de yazmak istiyorum? Okuyucular i
ç in olmadığına göre, anılarımı kağıda dökmeden, zihnimden geçirmekle yeti
nemez miydim?
Orası öyle, ama anılarım kağıt üzerinde daha bir görkemli duruyor. Böylece et
kisi daha da artacak, kişiliğim ü stünde daha doğru bir yargıya varabHeceğim;
buna bir de ü slup güzelliği eklenecek. Ayrıca, içimi dökmekle belki rahatlaya
cağım. Sırası gelmişken söyleyeyim, eski bir anım var ki, şu sıralar canımı sı
kıp duruyor. G eçenlerde birden kafama takıldı, o günden beri de, hep kula-
52
ğımda çınlayan hüzünlü bir müzik parçası gibi, bir türlü aklımdan çıkmıyor .
Peki ama, ondan kurtulmam da gerekli. Böyle anıların yüzlercesi var bende,
ı.aman ı.aman bun lardan bir tanesi üste çıkarak beni bunaltmaya başlar. Yaz
makla bunlardan kurtulacağıma inanıyorum nedense. Bir kez denesem ne çı
kar?
Ü stelik, işsiz güç süz, otura otura sıkıntıdan patlayacağım. Ama yazmak.da bir
çeşit iştir. Çılışmakla insanın iyi ve n amuslu olacağını söylerler. Hiç olmazsa
bu da bir şans....
Bugü n kar yağıyor; san, bulanık, sulusepken gibi bir şey. Dün de, daha önce
ki günler de yağdı. Şeni rahatsız edip duran o olay sulusepken yüzünden ka
fama takılsa gerek. Oyleyse. bu da sulu sepken üstüne bir anı olsun.
53
GUS TA VE FLA UBER T
1821 - 1880, Fransa.
II
S4
Irmağa inmek en az üç saat ister. Gece de öyle karanlık ki yolumu bulamam.
Bağırsaklarım kıvranıyor. Ekmek nerde? .
Uzun zaman aradıktan sonra, yumurtadan küçük bir ekmek kabuğu bulur.
r:f asıl olur? Çıkallar yemiş olmasın ? H ay Allah kahretsin!
Ofkeden yere atar ekmeği.
A tar atmaz da bir sofra çık�verir ortaya, türlü türlü yiyeceklerle' dolu.
M idye liflerinden yapılmış, Isfenkslerf.n şeritleri gibi çizgi çizgi sofra örtüsü
kendiliğinden ışık dalgaları çıkarmada. Ustünde koca koca kırmızı et parçaları,
iri balıklar, tüyleri üstünde kuşlar, kılları üstünde dörtayaklılar, nerdeyse insan
teni renginde meyveler, bembeyaz buz parçalan, mor billurdan ışıltılı sürahiler.
A ntonius sofranın ortasında, bütün gözeneklerinden buğular çıkan, ayakları
karnının altında, gözleri yarı kapalı bir yaban domuzu görür ansızın ve, bu ya
man hayvanı yiyebilmek özlemiyle içi içine sığmaz olur. Hiç görmediği birçok
şeyler daha vardır sofrada. Siyah siyah kıymalar, altın rengi pelte/er, üstünde
mantarların havuzda nilüferler gibi yüzdüğü salçalar, bulutlara benzeyesiye ha
fif köpükler.
B ütün bunların rey hası engin deniz in tuzlu k ok usunu, çeşmelerin serinliğini, or
manların yüce soluğunu getirir A ntonius'a. Burun deliklerini açar açabildiği ka
dar; ağzının suları akar; bu yıl, on yıl, bütün ömrünce ' yeter bana bunlar der i-
ç�de�
Faltaşı gibi açılan gözlerini yemekler üstünde gezdirdikçe daha başka/an gelir
üst üste, köşeleri yıkılıp düşen bir ehram kurarak . Şaraplar başlar akmaya, ba
lıklar kıpırdamaya; et yemeklerinin kanları kaynar; meyveler içlerini uzatır dı
şarı sevdalı dudaklar gibi. Sofra göğsüne kadar yükselir A ntonius'un, çenesine
kadar yükselir, ama şimdi bir tek tabak ve bir tek ekmek vardır üstünde, A nto
nius'un tam karşısında.
A ntonius ekmeği almaya kalkar. Başka ekmekler telir önüne.
Ben im ! Hepsi benim ! Ama ...
A ntonius geriler. .
Bir tekti demin, bak ne kadar var şimdi! Bir mucize öyleyse bu, Isa Tanrı'nın
yarattığı mucizenin tıpkısı!....
Aman ne diye yapsın bunu ! D ur hele! Bütün öte yanı da anlaşılır gibi değil bu
işin ! Ah! Şeytan ! Defol! D efol!!
Sofraya bir tekme atar. Yok olur sofra.
Kalmadı ya h iç bir şey? Kalmadı!
Geniş bir soluk alır.
A h ! Zorlu bir ayartma saldırısıyda bu. Ama nasıl kurtardım kendimi!
Başını kaldırır, ayağı ses veren bir şeye çarpar.
Nedir bu?
A ntoni"its eğilir. .
Olur şey değil! Bir kupa! Bir yolcu geçerken düşürmüş herhalde. Olur ya ...
55
F laubert
Epeyce bir para bu! U ç öküz almaya yeter:. ya da bir küçük tarla!
Kupanın içi altın paralarla doluverir.
N e tarlası! Yüz köle, bir sürü asker, daha neler, neler.. .
56
nubis heykelleri vardır. A ntonius avlulardaki mozaikleri, tavan kirişlerine asılı
halıları seçebilir. .
Bir bakışta her iki limanı da görmektedir; Büyük. L imanı ve Ennosta L imanını;
yuvarlaktır ikisi de sirk gibi; aralarındaki rıhtım lskenderiye ile sarp bir k üçük
adayı birleştirir. Bu adanın üstünde Fener kulesi yükselir; dört köşeli, beş yüz
dirsek boyunda, dokuz katlı, tepesinde kara dumanlarıyla bir kömür yığını gö
rülür.
İki ana limanı daha küçük iç limanlar böler; R ıhtımın her iki ucunda denize di
kili mermer sütunlar üstüne kurulmuş bir köprü vardır. Yelkenli gemiler geçer
altından. Sandık sandık mal dolu ağır mavnalar, kamaralı, fildişi kakmalı tek
neler, üstü tenteli gondollar, üç sıra, iki sıra kürek li kadırgalar, türlü türlü ge
miler gider gelir ya da iskelelere dayalı dururlar.
Büyük L imanın çevresinde bitmez tükenmez, sıra sıra kralyapuları: P tolemai
os'ların sarayı, Museum, Posidium, Caesareum, Marcus A ntonius'un sığındığı
T imonium,}skender' in mezarını barındıran Soma . . . Şehrin öbür ucundaysa, E
unosta'dan sonra, cam, koku ve papirüs yapımevlerinin bulunduğu kenar mahal-
le görünür. . ..
Gezgin satıcılar, hamallar, katırcılar koşuşur, çarpışırlar. Ot ede beride, omzun
da panter postuyla bir Oziris rahibi, tunç miğferli bir R oma askeri, birçok da
zenci. D ükkfınların eşiğinde kadınlar duraklar, ustalar çalışır; arabaların gıcırtı
sı yerdeki kasap döküntülerini, balık artıklarını yiyen kuşları havalandırır.
Beyaz. evlerin tekrenkliliği üstünde sokakların çizgileri kara bir ağ gerer sanki.
Sebze dolu pazar yerleri birer yeşil demet, boyacıların kurutma alanları renkli
plakalar, tapınakların alınlıklarındaki altın süslemeler ışıklı noktalar gibi görü
nür. B ütün bunlar yumurta biçimi surların boz bulanık duvarları ortasında, ma
vi göğün kubbesi altında ve durgun denizin yanı başındadır.
A ma halk dur/,l)'or birden; batıya doğru çevriliyor gözler: B üyük toz hortumları
geliyor ardan.
T hebais keşiş/eridir gelenler; keçi postları giymişler, iri sopalar var ellerinde;
bir savaş ilahisi söylüyorlar böğüre böğüre, nakaratı da şu: Nerde/er onlar?
N erde/er onlar?
A riuscuları öldürmeye geldiklerini anlıyor A ntonius.
Sokaklar boşanıyor hemen, apar topar kaçanlar görülüyor yalnız .
Keşişler giriyorşehire; uç !arına çiviler kak ılı korkunç sopaları savruluyor hava
da çelik güneşler gibi. Evlerden kmlan şeylerin şangırtısı geliyor. Bir sessizlik
oluyor arada bir, sonra keskin çığlıklar yükseliyor.
Aklı başından gitmiş insanların kaynaştıkları görülüyor bütün sokaklarda:
Birçok lannın mızrak !arı var ellerinde. Z aman zaman iki sürü karşılaşıyor, bir
biri içine giriyor ve bu yığın mermerler üstünde ileri geri kayıyor, bölünüyor,
yerlere seriliyor; ama hep uzun saçlılar çıkıyor yeni baştan ortaya . .
E v köşelerinden dumanlar çıkıyor dizi dizi; kapı kanatları patlıyor; duvarlar
devriliyor; sütun tekneleri yuvarlanıyor yere.
A ntonius bütün düşmanlarını buluyor birbiri ardından. Unutmuş olduklarını gö
rüp tanıdığı da oluyor; öldürmeden önce ağzına geleni söylüyor onlarq; karın
deşiyor, gınlak kesiyor, kafalar kmyor, ihtiyarları sakalından tutup sürüklüyor
yerde, çocukları eziyor ayağının altına alıp, yaralıları gebertiyor.
Zenginlikten öç alınıyor; okuma bilmeyenler kitap/arı paralıyor; k im isi de hey
kelleri, resimleri, mobilyaları, çekmeceleri, kullanmasını bilmedikleri, en çok da
57
Flaubert
onwı için kızdıklan ince işlemeli nice sanat yapıtlarını kırıyor, yırtıyor, param
parça ediyorlar. Soluk soluğa duraklıyorlar arada bir, sonra başlıyorlar yeni
den.
A vlUlarasığınmış şehirliler in/eşip duruyorlar. Kadınlar göklere kaldırıyorytıJlı
gözlerini, çıplak kollannı. Keşişleri yumaşatmak için dizlerine kapanıyorlar; bir
tekmeyle yere seriyor kadınları keşişler ve kanlar fışkırıyor tavanlara, yayılıp
akıyor duvarlardan; oluk oluk kan akıyor kafası kesilmiş cesetlerden; su yolla
rını dolduruyor kan; kızıl birikintiler yapıyor yerde.
Kan dizlerinegeliyorA ntonius'wı nerdeyse;yürüyorkanın içinde;dudakları üs
tüne inen kan damlacıklarını çekiyor içine; kandan sırılsıklam kıl gömleği ıslak
ıslak değdikçe bedenine, içi titriyor sevinçten.
Gece olur. Bağrışmalar diner. . .
Keşişler yok olur onadan.
Birden, büyük deniz fenerinin dokuz katını kuşatan dış galeriler üstünde kalın
kara çiz.giler görür A ntonius, kargalar tünermiş gibi yan yana. Koşar A ntonius
ve fenerin tepesinde bulur kendini.
A çık denize çevrili kocaman bir bakır ayna engin/erdeki gemileri yansıtır.
58
LEWIS CA R R OL L
1832 - 1898, İngiltere.
KÖPAN A VI
BİRİNCİ BA P:KA RA
' İ şte Köpan bölgesi," diye bağırdı Tellal,
Tayfaları özenle çıkartırken karaya;
Bir güzel yerleştirip gelgit kuşağı üzere,
Saçlarına doladığı işaret parmağıyla.
59
Carro ll
60
K asaplıktı mesleği, gelgelelim bir hafta
.. Yolculuğun sonunda ciddi bir demeç verdi,
Odü koptu Tellal'ın, dili tutuldu sonra:
K asabın tek bildiği kunduzları kesmekti.
61
CHA R L ES CR OS
1842 - 1888, Fransa.
\
SONNET
Ölümsüz dizeler süzmek vergidir bana
Doğruyu söyleyen sesime herkesler hayran,
Bu eşsiz gücümle övünürüm zaman zaman
Satın alınır şey değil parayla pulla.
62
ÇİR OZNAME
�eyaz, kocaman bir duvar - çıplak m ı çıplak
U zerinde b i{
merdiven - yüksek mi yüksek
D uvar dibinde bir çiroz - kuru mu kuru
63
eros
BA Ş KALDIRMA
N amuslu bir insanın, kendine hak bilerek,
Evinde huzur içre yaşamasıdır elbet,
Zehir içmekle aynı değerde olan.
64
- Ş tephane M allarme
61
M allarme
R ONDEL
Sevişiriz dilersen şayet
Aşkı anmadan dudaklarınla
Bir şeycik yapamaz bize anla
Susmaktan gayri bu gülden demet
R ONDEL
Hiçbir şey yok uyandığınızda
Somurt madan karşılayacağınız
Korkunç, bir gülüş sarsarsa hakınız
K anatlarınızı o yası ı ıdan.t a
69
M a ll ar me
YAZ ÜZ ÜNTÜSÜ
Sen ey o u ykulu savaşçı, kumlar üstünde,
Yorgun bir su ısıtıyor güneş saçlarında
Ve bir günlilk yakarak düşman yanağında;
K arıştırıyor bir aşk içkisini gözyaşıyla.
70
HENR Y JA M ES
18_43 - 1 916, A .B .D
71
James
na hemen beş dakika evvel rastladığını öğrenerek bir arabaya atlayıp Mrs.
Miller'a gitti. Mrs. Miller oteldeydi. Kızı olmadan Winterbourne'u kabul etti
ği için özür diledi. 'Mr. Giovanelli ile bir yere gittiler" dedi. 'Hep onunla bir
yer!erde giderler."
'Ç:>k yakın arkadaş oldukları anlaşılıyor."
'Birbirlerini görmeden yaşayamazlarmış gibi bir halleri var. Neyse Mr. G iova
nelli gerçekten kibar bir kimse, Daisy'ye onunla nişanlı sayılırsın artık, deyip
duruyorum. "
'Peki. Daisy ne diyor?"
Mrs. Miller her zamanki tarafsızlığı ile cevap verdi, 'N işanlanmamışlar. Ni
şanlansalar daha iyi ama. Daisy nasıl olsa nişanlıymış gibi hareket ediyor. An
cak Mr. Giovanelli'den söz aldım. Haberi Daisy vermezse o verecek. Mr.
Miller'a yazmak isterim tabii. Siz olsanız istemez misiniz?''
Winterbourrie, pek tabii isteyeceğini söyledi. Daisy'nin annesi, anneliğin ge- .
rektirdiği dikkat konusunda o kadar eşi benzeri olmayan fıkirlere sahipti ki,
genç adam onu uyarmaya kalkmanın tamamen yersiz olacağını anlamıştı.
Bu olaydan sonra Winterbourne, bir türlü Daisy'yi 'otelinde bulamadı. Ona
artık ortak tanıdıklarının evinde de rastlamaz olmuştu. Kızın fazla i_leri gittiği
ne iyiçe inamın bu kurnaz insanlar onu evlerine çağırmıyorlardı. istedikleri,
bu Amerikalı genç kızın davranışının ulusunu yansıtmadığını, onun yaptıkla
rının kendi yurttaşlarınca da hoş karşılanmadığını, böyle şeyleri gözden kaçır
mayan Avrupalılara hissettirmekti. Winterbourne, herkesin kendisine sırt çe
virmesini Daisy'nin nasıl karşıladığını bilmek istiyordu. O kadar ki bazen
genç kızın hiçbir şeyin 'farkında olmadığından şüphelenip canı sıkılıyordu.
Kendi. kendine Daisy'nin bu toplumsal tepki üzerinde düşünmeyecek, belki
de bu tepkinin farkına varamayacak kadar boş ve çocuksu, basit ve düşünce
siz olduğunu söyleyip euruyordu. Bazen de tersine, onun o zarif ve umursa
maz küçük varlığı içinde, yarattığı etkiyi iyice bilen, atak ve ateşli bir benliği
olduğuna inanıyordu. Daisy'nin ataklığının, suçsuzluğunu bilinçli olarak ka
bul etmesinden mi, yoksa pervasızlığından mı geldiğini kendi kendine sordu.
Daisy'nin suçsuz olduğu inancını elden bırakmamak da artık Winterbourne'a
aşırı bir mertlik gibi gelmeye başlamıştı. Daha önce de söylediğimiz gibi, bu
genç kız hakkında elinden mantık yürütme�ten başka bir şey gelmediği için
kendi kendine kızıyor, yaptığı taşkınlıkların ne dereceye kadar ulusunun, ne
dereceye kadar kişiliğinin özelliklerinden geldiğini sezgisi ile kesin olarak bu
lamadığına öfkeleniyordu. Her iki bakımdan da onu anlamayı başaramamıştı.
Şimdi de iş işten geçmiş, Giovanelli kızın aklını başından almıştı bir kere.
Daisy'nin annesiyle yaptığı kısa görüşmeden birkaç gün sonra Winterbourne,
genç kıza Sezarlar Sarayı denen çiçeklerle donanmış güzel harabede rastladı.
Roma baharı, havayı çiçek kokularıyla doldurmuş, Platine'in pürüzlü yüzeyi
ni taze bir yeşil örtmüştü. Daisy, yosun kaplı mermerlerle çevrili, kocaman
yazılı taşlarla döşeli harabe yığınlarından birinin üzerinde dolaşıyordu.
Roma, Winterbourne'a hiç bu kadar güzel gelmemişti. Uzakta, şehri çevrele
yen büyüleyici renk ve çizgi uyumuna bakarak durdu. Havanın hafif nemli
kokusunu içine çekiyor, yılın tazeliği ile bulunduğu yerin eskiliğinin her tarafı
kapladığını hissediyordu. D aisy'yi daha önce hiç bu kadar güzel bulmamıştı;
ama o, Daisy'yi her görüşünde böyle düşünürdü. Giovanelli de kızın yanın
daydı; onda da her zamankini aşan bir parlaklık vardı.
72
D aisy, 'Yaln ızlık çekiyorsun uz.dur herhalde" dedi.
'Yalnızlık mı? Neden?" .
'Hep kendi kendinize dolaşıyorsunuz da. Beraber gezecek birini bulamıyor
musunuz?"
''Arkadaşın ıı.daki şans nerde bende. "
G iovanelli başlangıçtan beri Winterbourne'a karşı çok nazik davranmıştı.
Sözlerini saygılı bir tavırla din liyor, şakaların a terbiyeli terbiyeli gülüyordu.
Win terbourne'un değerli bir genç olduğuna in andığını göstermek istermiş gi
bi bir hali vardı. H içbir zaman kıskanç bir aşık gibi h areket etmemişti. Belli ki
çok düşünceli bir insandı. K endisinden bir parç a alçakgönü llü lük beklemeni
ze de ses ç ıkarmaı.dı. H atta arada sırada Win terbourne'a öyle geliyordu ki G i
ovan elli, kendisi ile özel olarak görüşüp kafasından geçenleri, yani aklı başın
da bir in san olarak kendisinin de bu genç h anımın h areketlerindeki tuhaflığın
farkında olduğu n u , asılsız birtakım evlenme ve zen gin olma umutlarına kapıl
madığını söyleyebilse, biraz iç i ferah layacaktı. K arşılaştıkları zaman G iova
nelli, biraz öteye giderek çiçek açmış bir badem dalı kop arıp dikkatle yakasına
takmakla meşgul oldu.
D aisy, G �ovanelli'ye bakarak, 'Biliyorum niçin böyle söylediğinizi" dedi, b a
şıyla genç Italyanı işaret ederek 'Onunla fazla dolaştığımı düşünüyorsunu z"
diye ekledi.
Winterbourne saklarnadı,'Bilrnekistiyorsanız söyleyeyirn : H erkesböyledüşü
nüyor. "
D aisy ciddiydi, 'Tabii bilmek isterim. Ama inanmıyorum onlara. H areketleri
me şaşırmış gibi yap ıyorl"1r. Aslında benim ne yaptığıma aldırdıkları bile yok.
H em o kadar da çok gezmiyorum . "
''Aldırıp aldırmadıklarını ç o k iyi anlayacaksınız. B u n u tatsız bir şekilde belli e-
decekler. "
D aisy, bir süre Winterbourne'a baktıktan sonra sordu, 'Ne gibi tatsız?"
'Bu gü ne kadar bir şey fark etmediniz mi?"
'Sizi fark ettim. Ama sizi ilk gördüğüm zaman tahta gibi kaskatı oldu ğunu zu
anlamıştım zaten . "
Winterbourne güld ü , 'Benim b aşkaları kadar katı olmadığımı d a anlayacaksı-
nız. "
'N asıl an layacağım?"
'Başkalarının evine giderek. "
' N e yapacaklar ban a?"
'Sırt çevirecekler. Bunu,n ne dernek oldu ğunu biliyor musu n u z?"
D aisy dikkatle ona b akıyordu ; kızarmaya başlamıştı. 'Geçen akşam Mrs.
Walker'ın yaptığı gibi mi?'' dedi ..
'Evet, öyle. "
G enç kız biraz ötede yakasın a badem ç'içeği takarak süslenmekte olan G iova
nelli 'ye baktı. Sonra yeniden Winterbourne'a dönerek, 'Siz on ların böyle dav
ranmasın a engel olursunuz sanırım" dedi.
'·Ben ne yapabilirim ki?"
'Bir şeyler söyleyebilirsiniz herhalde. "
'Söylemesin e söyledim. " Bir süre durakladı. ''Anneniz n işanlı olduğun uza ina
nıyormuş; bana öyle söyledi; ben de bunu o nlara bildirdim. "
D aisy kısaca, 'Bu annemin inancı" dedi.
73
James
Güzel bir aı-. �amdı. Donüşte K onstantin kemerin in altın d a n , Forum 'daki yarı
ışıklı anıtlar ın önünden şehre doğru bir yürlı yüş yapmayı k ararlaştırdı. Gökte
geçmd üzere olan bir ay vard ı. Işığı o kadar parlak değild ı, ancak i n ce bir bu
lut ön u sü arkasından göründüğü iç in , etrafa yayılıyor, her yeri eşiı olarak ay
dınlatıyordu . Winterbourne villadan gece saat on birde ayrılmışt ı. G üzel man
ı.aralara çok düşkün olan genç adam, K_olisium'un yarı karanlık çemberine
yaklaştığı sırada harabeye ay ışığı altında b�manın çok hoş olacağını düşün
dü. Yolundan saparak oraya doğru ilerledi. ününde Roma faytonlarından bi
ri duran bir kemerden içeriye girdi. D ev haraben in boş, dipsiz karanlıkların
dan geçerek ortadaki açıklığa geldi. Burası sessizd i ve onu hiçbir zaman şim
diki kadar etkilememişti. IÇolisium'un kocaman çemberinin yarısı koyu bir
karanlık içinde kalıyordu. Oteki yarısı da soluk bir aydınlık altında uyumak
taydı. Winterbourne, durduğu yerde Byron 'ın 'M anfred "inin ünlü mısralarını
mırıldanmaya başladı: Fakat daha şiir tamamlanmadan Kolisium 'da geceleri
derin düşüncelere dalmanın şairlerce pek sevilmesine karşılık , doktorlarca hiç
de iyi sayılmadığını hatırladı. Burada havanın tarih sayfalarıyla dolu olduğuna
şüphe yoktu, ama bu hav.a, ilim adamlarına kalırsa, aynı ı.amanda korkunç bir
sıtma demekti. Winterbourne, arenanın ortasına kadar gidip etrafına bakın
dıktan sonra, çabucak oradan ayrılmak niyetiyle yürümeye başladı. Ortadaki
büyük haç, koyu bir karanlık içinde kalmıştı. Genç adam ancak iyice yaklaş
tıktan sonra onu seçebildi. O anda haçın kaidesini meydana getiren alçak ba
samakların üstünde iki insan şekli fark etti. Bunlardan biri kadındı; oturuyor
du. D iğeri erkekti, kadının önünde ayakta duruyordu .
Az sonra ılık gecenin içinden kadının sesi duyuldu, 'Herhalde eski zamanlar
daki aslanlarla kaplanlar da H ıristiyan şehitlere onun bize baktığı gibi bak
mışlardır, değil mi?" Bu ses Winterbourne'un çok iyi tanıdığı bir ses, M iss D a
isy M iller'ın sesiydi.
G iovanelli ince bir buluşla 'Bu aslan aç değildir inşallah !" dedi. ''Yoksa beni
yemesi gerekir önce. Siz de arkadan tatlı yerine geçersiniz. "
Winterbourne korkuya benzer bir hisle irkildi. Ayn ı zamanda ferahlamaya
ben zer bic hiş de duymuştu. Sanki D aisy'nin hareketlerindeki sır, birdenbire
aydın lanmış, bilmece çözülmüştü . Bir erkeğin ona saygı göstermek sıkıntısına
katlanması gerekmezdi. Bir süre>durup genç kıza ve yanındakine baktı. Onları
hayal meyal görmesine karşılık, kendisinin aç ıkça görüldüğünü düşünmüyor
du. Miss D aisy M iller 'a ne gözle bakması gerek tiğini anlamakta bu kadar
güçlük çektiği için kendi kend ine kızıyordu . On lara doğru gidecekken, dön-
74
dü . Bunu genç kıza haksızlık etmek istemediği için değil de, her zamanki ten
kitlerinden birdenbire vazgeçmesinin , düştüğü aşırı sevinci belli edeceğinden
korktuğu için, pu tehlikeyi göze almak istemediği için yapıyordu. K apıya
doğru yönelirken, yeniden D aisy'nin sesini duydu.
''.Aa! Mr. Winterbourne'muş! Beni gördü de görmezlikten geliyor."
N e akıllıydı bu küçük melun. Haksızlığa uğramış bir suç suz rolünü ne de gü
zel oynuyordu. Ama görmezliğe gelmeyecekti onu. Winterbourne geri döndü.
Büyük haça doğru ilerledi. D aisy ayağa kalkmıştı. Giovanelli şapkasını çıka
rarak selam verdi. Winterbourne şimdi işe yalnız sağlık açısından bakıyor,
böyle narin bir genç kızın bütün bir akşamı bu malarya yuvasında geçirmesi
nin ne delice bir hareket olduğunu düşünüyordu. Akıllı bir küçük melun ola
bilirdi bu kız, ama pernicioso'dan ölmesi için yeterli bir sebep değildi bu.
K aba denilebilecek bir tavırla sordu, 'Ne kadar zamandır buradasınız?"
Kendisini daha da güzelleştiren ay ışığının altında D aisy bir �n ona baktı; son
ra yumuşak bir sesle, 'Bütün akşamı burada geçirdik " dedi. 'Omrümde bu ka
dar güzel şey görmemiştim. "
Winterbqurne, 'Korkanın Roma sıtmasını pek o kadar güzel bulmayacaksı
nız" dedi. 'lnsan işte böyle yakalanır bu sıtmaya." G iovanelli'ye de dönerek
'Siz Romalı olduğunuz halde nasıl böyle ölçüsüz bir harekete göz yumdu
nuz?'
Yakışıklı İtalyan , 'Kendim için korkum yok" dedi.
'Ben de sizin için demedim. Bu genç kızdan bahsediyorum."
· G iovanelli biçimli kaşlarını kaldırdı, Parlak dişlerini gösterdi. Winterbourne'
un azarını yumuşakbaşlılıkla karşılamıştı. 'Sinyorinaya büyük ihtiyatsızlık et
tiklerini söyledim, ama kendilerinin ölçülü davrandığı görülmüş müdür?"
Sinyorina, 'Ben şimdiye kadar hiç hasta olmadım. Bundan sonra da olmaya
cağım" dedi. ·'Pek öyle görünmüyor, ama sağlam yapılıyım. Kolisium 'u ay ışı
ğında nasıl olsa görecektim. Görmeden Amerika'ya dönemezdim ya. Hem de
çok hoş vakit geçirdik burada, öyle değil mi Mr. G iovanelli? Eğer bir tehlike
varsa, Eugenio bana birkaç hap verir. F evkalade hapları var Eugen io 'nun."
Winterbourne, 'Hemen otele dönüp o haplardan bir tane almanızı salık vere
ceğjm" dedi.
G iovanelli, '{)>k haklısınız; hemen gidip araba oralarda mı bakayıın"diyerek
hızla uzaklaştı.
Peşinden D aisy ile Winterbourne da yürüdü. G enç adam kıza bakıyordu ; hiç
sıkılmış gibi değildi. Winterbourne bir şey söylemedi. D aisy, Kolisium'un gü
z.eHiğinden dem vuruyordu, 'Eh, artı15 Kolisium 'u ay ışığında gördüm" dedi.
'lyi oldu." Sonra onun sustuğunu görünce niçin konuşmadığını sordu. Win
terbourne karşılık vermedi; gülmeye başladı. K aranlık kemerlerden birinin al
tından geçtiler. G iovanelli ilerde araba ile bekliyordu. Daisy genç Amerikalıya
bakarak durdu, 'Geçen gün nişanlı olduğuma gerçekten inanmış mıydınız?"
diye sordu.
Winterbourne gülmeye devam ederek 'Pek önemli değil geçen gün neye inan-
dığım" dedi.
'Peki, şimdi neye inanıyorsunuz?"
'Nişanlı olup olmadığınızın pek fark etmeyeceğine. "
Kemerin koyu karanlığında genç kızın güzel gözlerini kendisine diktiğini his
setti; belli ki cevap verecekti. Ama G iovanelli koşup 'H aydi, çabuk!" dedi.
75
'Gece yarısından evvel içeri girer�ek kurtulduk demektir."
D aisy arabada yerini aldı, şanslı Italyan da yanına yerleşti. Winterbourne, şap
kasını çıkarıp selam verirken, 'Eugenio 'nun haplarından almayı unutmayın,"
dedi.
D aisy biraz tuhaf bir sesle karşılık verdi,'Roma sıtmasına filan aldırdığım
yok." Arabacı kamçısını şaklattı. Eski yolun düzensiz taşları üzerinde uzaklaş
tılar.
Winterbourne'a hakkını vermek gerekirse, genç adam M iss M iller'ı gece yarı
sı bir erkekle Kolisium 'da gördüğünü hiç kimseye söylemedi, ama gene de
birkaç gün sonra bunu duymayan, üzerinde fıkir yürütmeyen tek kişi k alma
mıştı. Winterbourne, oteldekilerin mutlaka bildiğini, D aisy otele döndükten
sonra kapıcı ile arabacı arasında bir konuşma geçmiş olduğunu düşündü. A
ma genç adam aynı zamanda Amerikalı küçük flörtçü hakkında kafasız hiz
metçilerin yapacağı dedikoduların artık kendisi için ü zücü bir mesele olmak
tan ç ıktığının farkında idi. Bir iki gün sonra Amerikalı küçük flörtçünüiı has
ta olduğu söylentisi kendisine ulaştığı zaman, Winterbourne bilgi almak için
hemen otele gitti. K endinden önce iyiliksever iki üç hanım da gelmişti; bunla
rı Mrs. M iller'ın oturma odasında Randolp.h ağırlıyordu .
Randolph, 'Sokaklarda gezmekten "diyordu. 'Onu hasta eden b u . H ep gecele
ri dolaşıyor. N asıl oluyor da bundan hoşlanıyor anlamam. O karanlıkta! Bu
rada ay olmadığı geceler bir şey göremezsiniz. Amerika'da her gece ay vardır. "
Mrs. M iller ortalıkta görünmüyordu. Hiç değilse şimdi kızının yanından ay
rılmıyordu herhalde. D aisy ağır hastaydı anlaşılan.
Winterbourne sık sık gidip D aisy hakkında haber alıyordu. Bir keresinde
Mrs. M iller 'ı gördü . Mrs. Miller çok korkmuş olmakla birlikte, hiç telaşlı de
ğildi. H em iyi hem de aklı başında bir hastabakıcı olduğu anlaşılıyordu. U zun
uzun Dr. D aVis'i anlattı; ama Winterbourne, onun sandığı kadar kaz kafalı
olmadığını düşünerek, içinden takdir etti. Mrs. M iller, 'D aisy geçen gün siz
den bah setti" dedi. 'Çoğu ne dediğini bilmiyor. fakat bu sefer galiba aklı ba
şındaydı. _Benimle size bir haber gönderdi. Size bildirmemi istediği bir şey var. O
yakışıklı Italyanla hiç nişanlanmadığını size söylememi istiyor. Tabii ben çok
sevindim buna. K ızım hastalanalı Mr. G iovanelli ortada görünmüyor. Kendi
sini kibar biri sanmıştım. Ama böyle görünmemek kibarlık mıdır? Bir hanım,
D aisy'yi gece sokağa çıkardığı için kendisine kızacağımdan korktuğunu söyle
di. Tabii kızarım; ama benim bir hanımefendi olduğumu bilir herhalde. Onu
azarlamaya tenezzül mü ederim? Hem nasıl olsa D aisy nişanlanmadıklarını
söylüyor. B ilmem niçin sizin de bilmenizi istedi. Tam üç defa banaı ' Mr. Win
terbourne'a söylemeyi unutma, ' diye tembih etti. Sonra da sizden Isviçre'deki
şatoya gidişinizi hatırlayıp hatırlamadığınızı sormamı söyledi. Ama ben, böyle
haber götürmem, dedim. Yalnız nişanlanmadıklarını öğrendiğime sevindim
doğrusu. " .•
Ama Winterbourndun dediği gibi bunun önemi yoktu. Bir h afta sonra zavallı
kız öldü. Ağır bir sıtma vakasıymış. Mezarı b u yük Roma d u varının bir köşe
sindeki küçük Protestan mezarlığınll .ı , serviler i� bahar çiçeklerinin altındaydı .
Winterbourne, orada, mezarın yan ın da duruyordu. G enç kızın h areketlerin in
sebep olduğu skandala rağmen, mezarın haşı h ayli kalabalıktı. Winterbourne'
un biraz ilerisinde G iovanelli vardı. W 1 1 1 terbourne oradan ayrılmak ü zerey
ken, G iovanelli kendisine iyice yaklaşm ı ::-ı ı ı. Yüzü solgundu. Bu kez yakasında
76
çiçek yoktu . Bir şeyler söylemek istiyor gibiydi. Sonu nda, 'G ördüğüm kadın
ların en gü zeli, en sevimlisiydi" dedi. Bir süre sustuktan sonra ekledi, 'Ve en
suçsu z olanı. "
Winterbourne, ona bakarak son duyduğu sözleri tekrarladı, 'En suç su z olan ı ! "
Winterbourne kü skün v e kızgındı. 'N e diye onu o Allahın belası ölüm yuvası
na götürd ü n ü z?" diye sordu.
Kendisine ne söylenirse söylensin G iovanelli'nin nezaketi elden bırakmayaca
ğı anlaşılıyordu . Bir süre yere baktıktan sonra, 'Kendim için korkum yoktu ; o
ise gitmek istiyordu " dedi.
'.Bu da sebep mi?"
ince Romalı yeniden gözlerin i yere dikmişti. 'Yaşasaydı benim elime geçecek
bir şey yoktu. Benimle evlenmeyeceğini biliyordum . "
'Evlenmeyecek miydi sizinle?"
'Bir an için evleneceğini umdum. Ama sonra anladım. "
Winterbourne onu dinlerken nisan papatyalarının arasındaki taze toprak yığı
nına bakıyordu. G itmek için döndüğünde G iovanelli, h afif, ağır adımlarıyla
'
oradan u zaklaşmıştı.
Winterbourne çok geçmeden Roma'dan ayrıldı; fakat ertesi yaz yine Vevey'da
halasıyla buluştular. Bu ar;ıda sık sık D aisy M iller'ı, onun an laşılmaz h areket
lerini d ü şünmüştü. Bir gü n h alasına da onun sözü n ü açtı; genç kıza haksızlık
ettiğini dü şündüğü n ü , vicd anının rahat olmadığını söyledi.
Mrs. Costello, 'J\n lamıyorum, n asıl olur, senin ettiğin hak sızlık onu n asıl et
kiler?" dedi. .
'Ölümünden önce bana bir h aber yollamış. O zaman ne demek istediğini anla
mamıştım. Şimdi anlıyorum. Anlıyorum k i, o da t akdir edilmeye önem verir
miş. "
Mrs. Costello sordu, 'J\lçakgönüllülüğü elden bırakm adan, onun kendisine
duyulan sevgiye karşılıkta bulun abilecek yaratılışta bir genç kız olduğunu mu
söylemek istiyorsun ?"
Winterbourne cevap vermedi; ama az sonra, 'Geçen yıl siz benim mutlak bir
h a� a işleyeceğimi söylemiştiniz. H akkınız varmış. Yabancı memleketlerde çok
u zu n kaldım. "
G ene d e Winterbourne Cenevre'ye döndü. Oradaki yaşayışının nedenleri ile
ilgili birbirini tutmayan söylentiler h ala geliyor. QJk 'Çalıştığını" bildiren bir
söylenti de pek akıllı yabancı bir h an ımla fazlaca ilgilendiğini ima ediyor.
77
GER A R D M A NL EY H OPKINS
1844 - 1889, İngiltere.
ŞİİRLER
TANRININ GÖRKEMİ
Yeryüzü Tanrının görkemiyle yopyoğun .
Tutuşacakmış gibi, yaldızlı kağıdın parıltısıyla;
G itgide büyüyor ezilen yağın sızıntısıyla.
Öyleyse neden aldırmıyor artık insanlar onun gücüne?
K uşaklar yü rüyüp yürüyüp yürüyüp geçti;
Ve her şey paı.arlıkla köreldi, binbir ça.bayla bitkin;
Ve her şeye sinmiş insanın solu ğıi ve kokusu : Toprak
Çlplak artık, ama hissetmiyor kundura giymiş ayak.
78
BA HAR
Hiçbir şey güzel değildir bahar kadar -
Otlar gür, yeşil fışkırırken topraktan;
Alçalan gökkubbeyi andırır ardıçkuşunun
Yumurtaları ve sesi öyle çınlatır ve arıtır ki
K ulakları, şimşek çakar gibidir şakıması;
Parlak armut yaprakları ve çiçekleri okşarlar
Alçalan maviliği; o mavilik koşar gibidir
Zenginliği içinde; koşuşan kuzular da yaşarlar
Bu sevinci.
79
Hopkins
YILDIZLI GECE
Şu yıldızlara bak ! Bak , bak gökyüzüne!
H avada duran şu ateş tayfasına bak !
O ışıl ışıl kentlere, kaleler çemberine!
Karanlık korulardaki elmas madenleri! Cinlerin
gö_zleri!
Altın, ışıyan altın döşeli soğuk, külrengi
çayırlar!
Rüzgarda savrulan akağaç, alev almış akçakavak !
Uçuşan pırıl pırıl güvercin çiftliğin avlu sunda!
Ah, bir bedeli olmalı evrenin bütün bu güzelliğinin .
80
- Lautriamonı'nun yazdığı bir mt ·
- R ene M agritte'in 'M aldoror'un Şarkıları" için yaptığı desen
- 'M aldoror'un Ş arkıları''nın ilk baskısının kapagı.
LES CH A NTS
DR
M .A_ L D O R () ll
PAR
LE G O M T E DE L A U T RE A M " N T
PARIS
EN VENTE CHEZ TOUS LES LIBRAIRES
1 869
85
Lautreamont
87
Lautreanıont
İKİNCİ TÜRKÜ'DEN
Ey şaşmaz matematikler, baldan tatlı öğreti'niz
serinletici bir dalga gibi yüreğime akalı beri sizi
unutmadım. Beşikten bu yana güneşten eski
kaynağınızdan su içmek tutkusuyla yandım.
Öğrencilerinizin en vefalısı olan ben, tapınağınızın
kutsal eşiğini hfila aşındırıyorum. Bir belirsizlik
vardı düşüncemde, açıklayamadığım bir şey duman
gibi. Ama mihrabınıza ulaştıran basamakları din sel
bir saygıyla çıktım. Ve siz, rüzgar kelebekleri nasıl
dağıtırsa, şu karanlık örtüyü öyle sıyırdınız. Sınırsız
bir soğukkanlılık, yetkin bir sakınganlık, şaşmaz bir
mantık koydunuz yerine. G üçlendirici sütünüz
yüzünden, size içten bir sevgiyle bağlı olanlara
sağladığınız aydınlık içinde kavrayışım gelişip
sınırsızlaştı. Aritmetik ! Cebir! Geometri! Yüce
üçlem! Işıklı üçgen ! Size tanımayan,akılsızın biridir.
En kara' işkencelerden geçirmeli onu. Ç.inkü bilisiz
rahatlığında kör bir küçümseme vardır. Ama sizi
tanıyan ve seven dünya malına önem vermez; büyülü
tadınızla gönenir. Ve karanlık kanatlarınızın üstünde
tüy gibi uçarak, tıpkı yükselen helezon gibi,
göklerine yuvarlak kubbesine ulaşmak ister yalnız.
Yeryüzü, ahlaksal yanıltılar ve düşlerden başka şey
sunmaz ona! Oysa, ey şaşmaz matematikler, inatçı
ve sağlam önermelerinizin ve demirse! yasalarınızın
değişmezliğiyle, evrenin düzeninde görülen yüce
doğrunun bir güçlü yansısını kamaşan gözlere
sunarsınız. Ama Pitagoras'ın dostu o dörtgenin dile
getirdiği kapsayıcı yetkin düzen daha · da yücedir.
Ç.inkü G ücli-her-şeye-yeten, kendini ve yüklemlerini
· �aosun ta içinden sizin teoremler hazinenizi ve ulu
göz kamaştırıcılığınızı çıkaran unutulmaz çalışmada
tepeden tırnağa açığa vurmuştur. Eski çağlarda ve
günümüzde, nice ulu hayalgüçleri. Yanık kağıt
üzerine çizilmiş simgesel biçimlerinizi, gizli bir
solukla canlanmış kavranmaz çizgiler gibi görerek
titrediler. Evrenden önce var olan ve daha sonraya
kalacak olan ölümsüz belitlerin ve hiyerogliflerin bu
göz kamaştırıcı açıklanışını sıradan insanlar
anlayamaı.dı. Hayalgücü , öldürücü bir soru işaretinin
uçurumuna eğilip matematiğin nasıl olup da bunca
etkileyici büyüklük ve tartışılmaz doğru kapsadığını
88
sorar ve bunları insanoğluyla karşılaştırmaya
kalkışırsa, insanoğlunda sahte gurur ve yalandan
başka şey bulamaz. O zaman, üzünç doli.ı bu yüce
kafa, insanoğlunun cüceliğini ve benzersiz çılgınlığını
iyice duyuran ulu öğütlerinizden ötürü, bembeyaz
kesilmiş yüzünü kupkuru ellerinin üzerine eğerek
doğaüstü düşüncelere dalar gider. Önünüzde�dizleri
bükülür ve tapınışı hem sizin Tanrısal yüzünüze, hem
de G ücü-her-şeye-yetenin öz görü ntüsüne bir saygı
belirtisidir. Çbcukluğumda, bir mayıs gecesi, ay
ışığında, pırıl pırıl bir derenin kıyısındaki taze
çimen lerin ü zerinde göründünüz bana. Ü ç ünüz de
utangaçlık ve incelikte birbirinizden geri .
kalmıyord unuz. Üçünüz de kraliçeler gibi uluydunuz. ·
89
Lautrcamont
90
Edvard M unch'ün
S trindberg portresi
A UG US T S TR INDBER G
1849 - 1 912, İsveç.
93
Strindberg
ğaltıyor ve çehreye egzotik bir ifade veriyordu, şapka geriye itilmişti, alında
saçlar görülüyor, düzgün kesilmiş ve siyah bu saçlar bir takke kenarını andırı
yordu.
D ümendeki adamın yorulmak bilmez dikkatini özellikle çeken şeyler bilezik,
bıyık ve alındaki saçlardı herhalde; öyleye benziyordu.
Plajıyla ünlü D alarö 'den başlayan uzun yolculuk süresince muzip dümenci,
Doğu adalarındaki istasyona götürme görevini yüklendiği balıkçılık uzmanıy
la şakalaşmak istemiş, ama genç doktor sırn aşık takılmalara karşı öyle kırıcı
bir umursamazlık göstermişti ki, gümrük amirinin görü şü, yani ''uzman 'in gu
turlu olduğu kanaati yeniden güçlenmişti.
Sonuncu ada olan Han sten 'i rüzgarüstünde bırakmışlard ı ki hava sertleşti, teh
likeli pupa yelken başladı. Elinde bir deniz haritası tutmakta olan ve ara sıra
sorular sorup notlar almış bulun_an balıkçılık uzmanı, haritayı cebine soktu ve
dümendeki adama, erkekten çok bir kadın sesiyle:
'Lütfen biraz ihtiyatlı olunuz" dedi.
D ü mendeki adam, alay ederek cevap verdi:
'Korkuyor musunuz, bay uzman ?"
'Evet, korkuyorum, canım kıymetlidir çünkü !"diye karşıladı balıkçılık uzma
n ı.
D ümendeki adam, ayıpladı: 'Başkalarının canı kıymetsiz mi?" ,
'Hiç değilse benimki kadar değil. Hem sonra yelken kullanmak tehlikeli bir iş
tir, hele seren yelkeni olursa. "
"Ya, demek siz bir hayli seren yelkeni kullandınız, öyle mi?"
'Kullanmadım ömrümde! Ama canım, rüzgarın nereye bindirdiğini görmüyor
değilim ya! K ayığın ağırlığının ne büyük bir direnç yarattığını hesaplayabilir,
yelkenin ne zaman alabora olacağını pekala kestirebilirim. "
G ümrük amiri, uzmanı payladı adeta: 'Şu halde dümene siz geçin !"
"Yok, ora sizin yeriniz! Kralın işleri için seyahat ederken, arabacı kerevetin de
oturmam ben . "
'Yelkenden anlamazsınız d a ondan !"
"Anlamasam bile, iki çocuktan muhakkak biri ve her gümrük memuru bu işi
başardıktan sonra öğrenmesi kolaydır. Yani bunu bilmemek benim için ayıp
değil. Siz şimdi şu yelkeni ihtiyatlı kullanın hele, çünkü ıslanmak ve eldivenle
rimin canına okumak istemiyorum."
Kesin bir cevaptı bu: D oğu adalarının en sözü geçen adamı olan gümrük kol-
cusu, tahtından indirildiğini hissetti. .
D ümenin çevrilmesi üzerine yelken tekrar doldu, kayık bir ok gibi düzgün ile
ri atılmış, ada yolunu tutmu ştu : Batan güneşin kırılmamış ışıkları içinde, ora
daı adada beyaz gümrük kulübesi keskin bir renkle parıldıyordu . .
iç adalar gözden kayboluyor; in san her dayanağı, her desteği geride bıraktığı
nı hissediyordu. Uçsuz bucaksız açılan ve doğuda kara kara tehditler yağdıran
büyük dalgalara çıkıyorlardı. Tepecikler yahut adacıklar gerisinde, rü zgar al
tında volta vurmak ü midi yok; bir fırtına koparsa arya etmek , yelkeni kasmak
imkansız. Her şeyi göze alıp karanlık boğazdan geçerek, denize bırakılmış bi:
şamandıradan pek farklı olmayan o küçük adayı tutmak gerekiyordu.
Söylendiği gibi canı pek kıymetli olan ve yıkıcı bir tabiatın ölçüsüz kuvvetleri
ne karşı kendi küçük direnme gücünü ölçecek kadar akıllı bulunan balıkçılık
uzmanı, bir huzursu zluk duyuyordu. Otuz altı yaşında oluşu, dümendeki ada-
94
mm basiret ve cesaretini gözünde büyütmekten onu alıkoyuyor, nitekim o
nun top sakallı esmer yüzüne güvenle bakamıyordu. Sallanan bir yelken yüze
yine binlerce kiloluk bir basınçla abanan bir rüzgara karşı, etten, kastan bir ko
lun bir şey yapabileceğine inanmıyor, sadece eksik hükümlere dayanan bu tür
cesaretin hiçliğini anlıyordu . 'K apalı taşıtlar, vapurlar dururken insanın, dört
yanı açık bir ufak kayıkta hayatını tehlikeye sokması, olur aptallık mıdır?" di
ye düşünüyordu. 'Rüzgar bir kavradı mı yay gibi bükülüveren bir çam direğine
koskoca bir yelkeni isa etmek, olur gaflet midir?" Rüzgar altındaki p atrisa sar
kıyordu , istralya keza; rü zgar olanca şiddetiyle rüzgarüstü patrisasına yükleni
yor, ü stelik o da çürüğe ben ziyordu. K endisini bir iki kendir halatın yarı bu
çuk sağlamlığından ibaret şüpheli bir tesadüfe bırakmak istemiyordu. Bunun
içindir ki yeni bir rüzgar saldırışı karşısında, yaka ipi oaşında oturan adamdan
yana döndü ve kısa, fakat etkili bir sesle emretti:
'M ayna yelken !"
Adam, dümendekinin komutasını beklemek üzere arkaya baktı, ama balıkçı
lık u zmanı aynı anda ve öylesine bir kesinlikle emri tekrarladı ki yelken aşağı
düştü.
Şimdi de gümrük amiri, haykırmıştı:
'H ay kör şeytan , bu benim kayığımda manevraya kumanda eden de kim?"
'Ben !" cevabını verdi balıkçılık uzmanı, sonra da yeni bir emirle her iki adam-
dan yana döndü :
- K ürekler dışarı! .
K ürekler denize indi, kayık birkaç kere su yuttu; çü nkü gümrükçü kızmış:
'M adem öyle, dümene sen geç !" diye emrederek dümen i bırakıvermişti.
Balıkç ılık u zmanı hemen gerideki yere geçti, kolcu küfürlerini bitiredursun,
beriki yekeyi kolunun altına almıştı bile.
G lase eldiven başparmağın dikişlerinden çıtırdadı, fakat kayık düzgün bir se
yirle yoluna devam ediyordu. Sinsi sinsi gülümseyen gümrük amiri, gerekti
ğinde kayığa rota verebilmek için küreklerden birine yapıştı. Balıkçılık uzma
nı, bu kuşkulu denizciye dikkat edemedi; o yalnız merak içinde gözlerini dik
miş, rüzgardan yana bakıyordu. Yayvanlığı, metrelerce süren ölü dalgalarla kı
sa serpintili rüzgar dalgalarını birbirinden ayırt etmeyi, çok geçmeden öğren
mişti. Arkaya fırlattığı acele bir bakışla rüzgar altına düşüş miktarını hesapla
dıktan ve dümen suyunda akıntı payına baktıktan sonra, D oğu adalarını tut
m ak için hangi rotayı izlemesi gerektiğini iyice anladı.
G ülümsediğini görsünler diye uzun zaman o kara ve kor gibi gözlerle karşılaş
maya can atmış olan kolcu şimdi yorulmuştu ; çünkü bu gözler ondan hiçbir
şey kabul etmemek, huzursuzluk verecek veya kirletecek bir şeyle temastan
kendilerini korumak istiyor gibiydiler. Bir süre dinlendikten sonra ümidini yi
tirdi, gümrükçü, dalgınlaştı. Sonra da manevrayı seyre koyuldu .
Şimdi güneş ufka kadar inmişti; dalgalar tekneye çarpıp kırılıyor, aşağıda dip
te erguvan siyahı, akıntılarda koyu yeşil oluyorlardı. D algalar çok yükseldik
leri vakit sırtlarında ot yeşili parlıyor; fışkıran , hışırdayan köpükler güneşte
kızıla, şampanya rengine boyanıyorlardı. K ayık, içindekilerle birlikte altta a
lacakaranlıkta kalırken, dalgaların sırtında, yukarda dört çehre bir an ışıldı
yor, ama parlamalarıyla sönmeleri bir oluyordu.
Fakat dalgaların hepsi kayığa toslamıyor; bazısı da tekneyi hafif sallamakla, .
kaldırıp indirmekle kalarak yükseltip iterek ten ileriye iletiyorlardı.
95
Strindbcrg
96
tığını, suyun derinlerini eşeleyeceğe ben zediğini sağ kulak zarında hissediyor
du . K eskinleşmiş duyularını gemicilik ve meteoroloji aletleri haline getiriver
mişti sanki: O küçük ve gülünç şapka ile bir köpek alnında gibi duran o siyah
saçların gizlediği bu cihazlar, beynin büyük bataryasına bağlıydılar.
Teknenin su alması üzerine bir an isyankar sözler mırıldanmış adamlar, kayığın
yol aldığını görünce tekrar su smu şlardı. Verilen her 'rüzgaraltı, rü zgarü st ü " ko
mutasında hangi tarafta işe gitişeceklerini biliyorlardı.
Balıkç ılık u zmanı, her iki deniz fenerine göre mesafeyi hesaplamış ve monok
lü nün dört köşe camını bir telemetre gibi kullanmıştı. Ama ada evlerinin pen
cerelerinden ışık sızmadığı için rotayı korumak zor oluyor, evler dik ve çıplak
kayalıkların gerisine, kuytuya dü şüyorlardı.
Tehlikeli yolculuk bir saat veya daha fazla sürdükten sonra, ufukta siyah bir
yükseklik belirdi. N e idüğü belirsiz tavsiyeleri tutarak, bu tavsiyelerden daha
çok güvendiği sezgilerini bozmak istemeyen dümenci; gözlerini sessizce, ada
yahut adanın tepelerinden biri kabul ettiği karaltıya dikmişti. K endini, sabit
olsun da ne olursa olsun bir noktaya erişmek, ha:va ile su arasında böyle asılı
kalmaktan daha iyidir, diye teselli ediyor; fakat karanlık duvar, kayığınkinden
dah a büyük bir hızla yaklaşıyordu. Balıkç ılık uzmanında, yönün yine de yan
lış olabileceği şüphesi uyandı.
Ne olduğunu tam kestirmek, hem de eğer bu karaltı fenerlerini takmakta ge
cikmiş bir taşıt ise işaret vermiş olmak amacıyla, cebinden fırtınalı havalar için
bir kutu kibrit çıkardı. Bütün demeti çaktığı gibi yukarı kaldırıp ileriye fırlat
tı: K ayığın birkaç metre ötesini aydınlattı kibritler. Işık, karanlığı yalnız bir
saniyeliğine delmişti; ama sanki sihirli bir lambanın yarattığı o tablo, balıkçı
lık u zmanının gözü önünde daha birkaç saniye devam �tti. Yanlamasına bir
sığlığa saplanmış bir buz kitlesi görüyordu : Buzun çevresinde dalgalar çatlı
yor ve buz, kalkerspattan ibaret kristal kabarcıklı koskoca bir kaya· oyuğu ü
zerinde bir dikit tavanı gibi duruyordu. Bir bahri ve martı sürüsü havalanıyor
ve kuşlar, içinden sadece çok sesli bir çığırış duyulan karanlıkta kayboluyor
lardı. Aşan dalgaların görünüşü, balıkçılık uzmanında, içine bir idam mahku
munun bölünmüş vücudu girecek bir tabut etkisi yarattı. Bu tasavvur anında,
donarak ve suda boğularak ölmenin çifte teh·likesini hissetti. Ama vücudunun
bütün kaslarını felce uğratan korku, beri yanda ruhunun tekmil gizli kuvvet
lerini uyandırmıştı: Bir saniyeden daha az bir zaman içinde, tehlikenin büyük
lü ğünü kesinlikle gördü, tehlikeyi savuşturmanın tek ç aresini düşündü ve
stop komutasını verdi. .
Aşan dalgalara sırtları dönük, onları görmeyen adamlar kürekleri bıraktılar.
Tekne, aşağı yukarı üç dört metre yüksekliğindeki dalgaya uydu: K oca dalga
camgöbeği bir kubbe gibi teknenin ta üzerinde parçalandı, olanca su kitlesiyle
birlikte aşıp öte tarafa düşt ü , kayığı da bir tükürük gibi öbür tarafa fırlattı. Şu
var ki kayık yan yarıya su yutmuş, yolcular da korkunç hava basıncı altında
adeta boğulur gibi olmu şlardı. Aynı anda uykuda kab u slarla bunalan insanla
rınkine benzer üç feryat koptu; fakat dördüncü şahıs, dümendeki adam, hiç
sesini çıkarmamıştı. D ümendeki adam, eliyle adayı işa,ret eden t)ir hareket
yaptı: Rüzgarsız taraftan birkaç gomina u zaklıkta bir ışık p arıldıyordu. · Dü
mendeki adam, daha sonra kayığın kıç kasarasına büzüldü, uzanıp kaldı.
'J'1
A R TH UR RIM BA UD
1854 - 1891, Fransa.
SARHOŞL UK SABAHI
Bir tanem! Güzelim! İşitince sürçmediğim tüyler ürpertici borazan ! Perilik
sehpa! Yaşasın , görülmemiş yapıt! Eşsiz beden için, ilk defa olarak. Çbcukla
rın gülüşüyle başladı bu, gene onunla pitecek. Bu ağu bütün damarlarımızda
kalacak, hatta borazan susup gene eski uyumsuzluğa dönsek bile. Ah, nasıl
hak etmişiz. bu işkenceyi şimdi! Hırsla toplayıp yığalım yaratılmış ruhumuzla
bedenimize verilen o insanüstü sözü: O sözü, o deliliği! inceliği, bilgeliği, sert
liği! Söz verilmişti bize, biltj ağacı gölge içine gömülecek, zorbaca namuslu
luk buradan sürülecekti, arık sevgimizi yaşayalım diye hep . Kimi tiksintilerle
başladı bu; şimdiyse -o bengiliği ·hemen kavrayamadığımızdan- şimdiyse bir
kokular bozgunuyla bitiyor.
Çbcuk kahkahaları, kölelerin çekinişi, kızoğlankızların ağırbaşlılığı, çevremde
ürkünçlüğü nesnelerin, biçimlerin, hepinizi kutsuyorum bu uyanıklığın anı
sıyla. Hepten kaba sabalıkla başlıyordu bu; alevden ve buzdan meleklerle biti
yor işte.
Ey kısa sarhoşluk nöbeti, kutsal! Tek o maske bile olsa bağışladığın bize. Ey
yöntem! Seni olumluyoruz. Unutmadık daha dün her bir çağımızı yücelttiği
· n.i. Ağuya inancımız var. Hayatımızı her an vermesini biliyoruz bütün bütüne.
işte ESRARK EŞLER çağı! .
98
MASAL
Bir hakan varmış, kendini hepten o aşağılık hayır işleri uğruna tükettiği için
öfkelenirmiş. Şaşırtıcı devrimler bekliyormuş sevgide; cariyelerinin göz alıcı
süslerle, göğün bağışlarıyla daha bir güzelleşmiş bu işveler ötesinde bir şeyler
verebileceklerini seziy,ormuş. Doğruyu görmekmiş dilediği hep , özül isteğin,
özül doyuşun çağını. isterseniz hak yolundan ayrılma deyin, dileği buymuş iş
te. H iç değilse, yabana atılmaz bir gücü varmış insanlar üzerinde.
Elinden geçen bütün kadınları öldürtmüş: Ne yıkım güzellik bahçesi için ! Sa
tırın altında hepsi onu kutsamışlar. Artık yenilerini çağırtmamış. -Gene çıkıp
gelmiş kadınlar.
Av dönüşü ya da şölen sonunda hep sini öldürmüş yanında gezenlerin . - H ep si
gelmiş gene ardından. .
Eğlenirmiş az bulunur hayvanları boğazlayarak. Sarayları yaktırırmış. insan
lara saldırıp parça parça doğrarmış ..
: Ama gene yerindeymiş insan kalabalığı, altın damlar, güzel hayvanlar.
insan yakıp yıkmayla esriyebilir mi hiç , gençleşebilir mi kan d.ökerek ! Halk sı
zıldanmamış bile. Kimse çıkıp da ona bir yol göstermemiş.
Bir akşam mağrur mağrur sürüyormuş atını. Anlatılmaz, nerdeyse ağza alın
maz güzelliğiyle bir peri çıkıvermiş önüne. Yüzünde, duruşunda her şeyi ku
şatan bereketli bir sevginin, sözle söylenmez, nerdeyse dayanılmaz bir mutlu
luğun muştusu varmış. D erler ki, o özül sağlık içinde kaynaşıp gitmişler ha
kanla peri. Bunun üzerine -nasıl olur da ölmezlerdi? O halde beraberce ölmüş
ler.
Ama hakan yaşlanıp eceliyle ölmüşmüş sarayında. O peri hakandan başkası
değilmiş çünkü- daha d o.yamıyoruz tılsımlı musikiyi.
Rimbaud
HA YA TLAR
I
Benden öncekilerin hep sinden başka türlü artamları olan bir bulucu yum ben;
bir musikici hem de, sevginin anahtarı gibi bir şeyler bulmuş. Şimdi kurak h a
valı, kıraç bir toprağın derebeyi olarak heyeçanlanmaya ç alışıyorum anısıyla o
dilenci çocukluğumun, o tahta kunduralarla gelişimin, çekişmelerin, dört beş
dulluğun, sağlam kafamın beni akranlarıma uymakt�r. alıkoyduğu alemlerin .
Tanrısal sevinçten bir zamanki payıma acınmıyorum: U rkünç küşümcülüğüm
beslenip serpiliyor kuru havasında bu sert toprağın. Ama bu küşümcülük
bundan böyle u ygulanmaz olduğu için, üstelik ben de yeni bir derde düştü
ğümden, çok hayın bir deli olup çıkacağım sanırım.
III
On iki yaşımda beni kapadıkları bir t�yan arasında dünyayı tanıdım; kafamda
canlandırdım insanlık güldürüsünü. Oykü bilimi belledim bir şarap mahze
ninde. Bir kuzey kentinin gece şenliklerinde eski boyarların bütün kadınlarıy
la karşılaştım. Bana eski bilimleri öğrettiler bir izbe ara sokağında Paris'in.
Baştan başa doğunun kuşattığı eşsiz bir konutta koskoca Y.!lPıtımı tamamla
dım; yüce yalnızlığımı geçirdim orada. .M ayaladım kanımı. OdeVim bana geri
verildi. Artık bunu düşünmemeli bile. üte dünyalığını
' ben gerçekten; görece-
ğim bir iş yok hurda.
100
ÇDCUKL UK
1
O put, kara gözlü, sarı perçemli, ne evi var ne yurdu , daha soylu o M eksika, o
Flaman masalından , ülkesini sorarsan. çiğ yeşil ve gök mavisi. -Şimdi koşuyor
gemisiz dalgaların Keltçe, Yunanca, Islavca yaban adlar taktığı kıyılarda.
Ormanın sınırında -düş çiçekleri çınlar, çatlar, pırıldar- turuncu dudaklı kız
çayırlardan kaynayan duru tufan içinde bağdaş kurup oturmuş; çıplaklık, e
bemkuşaklarınıri , bileyin, denizin gölgeledikleri, içinden geçtikleri, giydirdik
leri.
Fır dönen kadınlar denize komşu taraçalarda; dev anaları, saraylı kızlar, o A
rap dilberler yeşilimsi yosun içinde; mücevh erler ayakta, kaygan toprağı üs
tünde koruların, buzu çözülmüş bahçelerin, -genç analar, bacılar, bakışları es
ki yolculuklarla dolu; o hanım sultanlar, kurumlu mu kurumlu; buranın ya
bancısı o küçük kızlar; tatlı bir mutsuzluk içinde birileri.
Ne sıkıntı, "sevgili beden" ve ''sevgili yürek" ç ağı!
il
İşte ölü kızcağız bu, gül fidanları arkasındaki. - Ölmüş ana, gencecik, basa
maktan iniyor. - Yeğenin arabası bağırıyor kum üstünde. - Oğlan kardeş
(Hint ellerinde olan!) şuracıkta, batan güneşe karşı karanfil çayırında. -Çbk
tan gömülmüş yaşlılar şebboylarla dolu surlarda, dimdik.
Bir yığın altın yaprak kuşatır generalin evini. G üneye gitmişler evcek. -Kızıl
yolun sonunda boş hana var.ırsın. Satılık şato işte, pancurları sökülmüş. Pa
paz götürmüş olacak kilisenin anahtarını. Bekçilerin kald'ığı kulübeler ıpıssız,
parkın çevresinde. Çlt öyle yüksek ki, hışırdayan ağaç dorukları görünüyor
yalnız. Görülecek bir şey de yok zaten içerde.
çayırlar yeniden yükseliyor horozsuz, örssüz köylere. Su bendi açılmış. Ey
haç dikili tepeler, ey çöl değirmenleri, adalar, tınazlar!
Büyülü ç içekler vızıldıyordu. Ağır ağır sallıyordu onu ba)l'II'lar. M asalımsı gü
zellikte hayvanlar geziniyordu ortalıkta. Sıcak gözyaşlarının bengiliğinden ya
pılmış engin deniz ü stünde iri iri bulutlar yığılıyordu.
111
iV
Artık kiralasınlar bana bu gömütü, iki kireç sıvalı, çimentodan kabartma çiz
�erle, -uzak mı u zak, yerin altında ..
Dirseğimi dayamışım masaya; lamba pırıl pırıl aydınlatıyor enayice tekrardan
okuduğum bu günceleri, bu ilgimi çekmeyen betikleri.
Yeraltı odamın çok yukarısında evler kök salıyor, sis bürüyor her yanı. Ça
mur kızıl ya da kara. Koskocaman kent, sonsuz gece!
D aha alçakta lağımlar var. Yanlardaysa yerkürenin yoğunlu ğu sadece. Ateş
kuyuları belki, o masmavi uçurumlar? Belki de o bölgelerde rastlaşır aylarla
kuyrukluyıldızlar, denizlerle masallar.
Acılık çağlarında gök yakut ve maden yuvarlar tasarlarım kendi kendime.
Suskunun u stasıyım ben. Ama neden sararsın o bodrum penceresi tonosun
bir köşesinde?
102
JULES LAFOR GUE
1860 - 1887, Fransa.
CIGARA
Evet, bu dünya tatsız, ya öteki? Palavra.
Boyun eğmişim kadere, yaşayarak, bedbin.
Ölüm gelinceye dek, vakit öldürmek için,
İçerim, Tanrıların huzurunda, cıgara.
103
Laforgue
104
ITA L O S VEVO
1861 - 1928, İtalya.
105
Svcvo
fırsat olamazdı.
Yola çıktığımda Augusta daha yataktaydı, bembeyaz başını yastıktan kaldırdı
ve kızıma gül bulacağıma söz verdiğimi anımsattı. Bahçemizin tek gülü solup
gitmişti, gülsüz kalmıştık. Antonia, güzel bir kız oldu, Ada'ya benziyor. Bir
süredir onun karşısındayken sert eğitmenliği.mi birden unutmaya, kadınlığa,
kendi kızında bile saygı gösteren bir şövalye olmaya başlan1ıştım. Kızım da
bu gücünü hemen anlamıştı, beni de, Augusta'yı da çok eğlendiren bir havay
la, hemen bundan yararlanmanın yolunu aramıştı. Şimdi de gül istiyordu .
G ülleri bulmak gerekirdi.
Şöyle iki saat kadar yürümeye niyetleniyordum. G Uzel bir güneş açmıştı, hiç
durmadan eve dönünceye değin yürümeyi tasarladığımdan , yanıma kabanım
la şapkamı bile almadım. Bereket güllerin parasını ödemem gerektiğini dü
ŞÜI)düm de portföyümü de kabanımla birlikte evde bırakmadım.
ilkin, yakındaki çiftliğe, Teresina'nın babasına gittim, gülleri kessin de dönüş
te alayım diye rica edecektim. Yıkık dökük bir duvarla çevrili avluya girdim,
kimsecikler yoktu. Teresina'ya seslendim. Evden çocukların en büyüğü çıktı, o
zamanlar altı yaşlarında olmalıydı. Minimini eline birkaç kuruş sıkıştırdım,
bütün ailenin erkenden lsonzo'nun öteki yakasına, günübirliğine çalışmaya
gittiğini anlattı, bir patates tarlasını işleyeceklermiş. .
Canım sıkılmadı. O tarlayı biliyordum, bir saat yürürsem varırdım. iki saat de
yürümeye niyetlendiğime göre gezintirı�e bir hedef saptamak fena olmazdı.
Böylece birden tembelliğim tutup geri dönmek tehlikesi kalmıyordu. Tarlala
rın arasından yürüdüm. Benden biraz yüksekte, yolun kenarlarını, bir de şu
rada burada çiçeklenmiş ağaçların tepelerini görüyordum. Keyfim pek yerin
deydi. Böyle, kollarım sıvalı, şapkasız, kendimi hafif duyuyordum. Tertemiz
havayı içime çekiyor, bu arada bir süredir edindiğim bir alışkanlığa uyarak bir
Alman dostumun öğrettiği Niemeyer'in akciğer jimnastiğini yapıyordum. H a
reketsiz bir yaşantı sürenler için çok yararlı bir şeydir bu.
Söz konusu tarlaya varınca, tam yolun yakınında, toprağı işleyen Teresina'yı
gördüm, az ilerde babası ile iki erkek kardeşi vardı. On, on dört yaşlarında
çocuklardı. Bedensel çaba, yaşlıları yorar gerçi, ama biraz da coşturur, bu
yüzden kendilerini gençleşmiş duyarlar. G ülerek Teresina'ya yaklaştım:
- Hala vaktim var, küçük kız. Ama elini çabuk tut.
Kız ne dediğimi anlamadı, ben de durup açıklamadım. Ne gereği vardı? Ma
dem anımsamıyordu, karşısında eski tavrıma dönebilirdim. ' ' Deneyimi" bir
daha yinelemiş, bu kez kesinlikle olumlu sonuç almıştım. Ona o birkaç sözü
106
söylerken yalnız gözlerimle okşamakla kalmamıştım.
Teresina'nın babası ile güller konusunda anlaşmamız güç olmadı. Canım kaç
tane isterse kesebilirmişim. F iyatta nasıl olsa uyuşurmuşuz. Hemen işinin ba
şına dönmeye niyetliydi, ben de dönüş yolun a koyuluyordum ki arkamdan
koştu, bana yetişince alçak sesle sordu :
- Siz b ir şeyler duymadınız mı? Savaş p atlamış diyorlar.
- Patladı ya! Patlayalı bir yıl oldu neredeyse! diye yanıtladım.
. Canım o savaşı demiyorum, dedi sabırsızlıkla. Şu ... Şeyle savaş ... Yakındaki
-
Italyan sınırını gösterdi. -Sizin bir şeyden haberiniz yok mu? Yanıtımı kaygıy-
•
la bekleyerek yüzüme bakıyordu :
- Ben bir şey bilmiyorsam, bilecek bir şey yok demektir, diye güven verdim a
d ama. Trieste'den geliyorum, orada son duyduğuma göre savaş tehlikesini ke
sinlikle atlatmışız. Roma'da savaş yanlısı kabineyi devirdiler, şimdi başta G io
litti var.
Adam hemen yatıştı:
- Demek şu şimdi gömdüğümüz, pek de bereketli gibi gözüken bu p atatesleri
yiyebileceğiz, ha! M illet nasıl ileri geri konuşuyor yahu! Alnından akan terleri
mintanının yeniyle sildi.
Onu sevinir görünce, daha da sevindireyim dedim. M utlu insanları severim
çünkü. Bu yüzden, kalkıp öyle laflar ettim ki doğrusu anımsamak hiç hoşuma
gitmiyor. Savaş patlayacak bile olsa orada vuruşmazlar dedim. Bir kere çarpı
şılacak onca deniz vardı, hem sonra, Avrupa'da canı savaş isteyene .savaş alanı
mı yoktu. F landres vardı, Fransa'nın birçok bölgeleri vardı. H em sonra -bil
miyorum kim söylemişti- dünyada artık öyle büyük bir p atates açığı varmış
ki, artık savaş alanlarında bile patatesleri özenle topluyorlarmış. Aklıma ne
geldiyse saydım döktüm, bir yandan da gözüm hep küreği daldırmadan önce
yere çömelip toprağı yoklayan çelimsiz, ufacık Teresina' daydı.
Köylünün yüreği iyice rahatlamıştı, işine döndü. Ben ise kendi rahatlığımın
bir bölümünü ona devretmiştim, bana pek bir şey kalmamıştı. Lucinico'da sı
nıra çok yakın olduğumuz açıktı. Augusta ile konuşacaktım. Belki Trieste'ye
dönsek daha iyi ederdik, belki de dah a öteye geçmeli ya da beri gelmeliydik.
G iolitti'nin iktidara geldiği kesindi, ama oraya çıkınca yine her şeyi orada bir
başkası olduğu zamanki gibi mi görecekti, bunu bilmek güçtü.
Yolda Lucinico 'ya doğru ilerleyen bir manga askere rastlayınca daha da pire
lendim. Askerler pek genç sayılmazlardı, giyimleri ve donanımları oldukça
kötüydü . Bir yanlarından, Trieste'de D urlindana dediğimiz, o u zun süngü
sarkıyordu, Avusturya'da 1 9 1 5 yazında köhne depolardan çıkarmak zorunda
kalmışlardı bunları.
Bir süre peşleri sıra yürüdüm, tedirgindim, eve çabucak varsam iyi edecektim.
Sonra adamlardan saçılan leşe benzer kokudan rahatsız oldum, adımlarımı
yavaşlattım. Tedirginliğim ve telaşım saçmaydı. Bir köylüyü tedirgin gördüm
diye, benim de tedirgin olmam saçmaydı. Artık villam u zaktan seçiliyordu,
manga da yolun üzerinden çekilmişti. Sonunda sütlü kahveme ulaşabilecek
tim, adımlarımı sıklaştırdım.
İ şte serüvenim burada başladı. Yolun dönemecinde bir nöbetçi bağırarak beni
durdurdu : -Z urück! Ateşe hazır duruma bile geçmişti. Almanca bağırdığına
göre Almanca konuşayım, dedim, ama Almanca o sözcükten başkasını bilmi
yor, onu da gittikçe daha tehditli bir h ava ile yineliyordu.
107
Svevo
Z urück , gitmek gerekiyordu, adam dediğini daha iyi anlatabilmek için ateş et
meye kalkar korkusuyla, çabucak geri çekildim, asker gözden silinince bile te-
·
laşım geçmedi.
Ama evime ulaşmaktan umudu kesmiş değildim. Sağımdaki tepeyi aşarsam
nöbetçinin çevresinden dolaşacağımı düşündüm.
Tırmanmakta güçlük çekmedim, benden önce geçmiş olması gereken bir alay
in san yüksek otları ezmişti. Kuşkusuz yoldan geçiş yasaklandığı için oraya
sapmışlardı. Yürürken yeniden güven kazandım, karşılaştığım bu davranıştan
ötürü Lucinico'ya vardığımda hemen gidip villanın kahyasına şikayet edeceğim
ti üşündüm. Eğer yazlıkçılara böyle davranılmasına izin verecek olursa Lucini
co'ya kimse ayak atmazdı!!
Ama tepede kötü bir sürpriz bekliyordu beni: Av hayvanı gibi kokan o asker
mangası her yanı tutmuştu. Askerlerin birçoğu uzun zamandır bildiğim, şimdi
boşaltılmış bir köy evinin gölgesinde dinleniyorlardı; üçü nöbet bekliyordu ,
ama benim yaklaştığım yamaca bakmıyorlardı, birkaç asker de elinde harita,
birtakım buyruklar yağdıran bir subayın karşısında yarım daire biçiminde sı
ralanmışlardı.
Benim selam vermeye yarayacak bir şapkam bile yoktu. Birkaç kez iki kat o
lup sevimli gülücükler saçarak subaya yaklaştım, beni görünce askerlerine
söylev vermeyi kesti, beni süzmeye başladı. çevresindeki beş tane salak da
tüm dikkatlerini bana bağışlamışlardı. O herifler beni öyle süzerken, üstelik
de inişli çıkışlı toprakta son derece güçtü.
Subay bağırdı:
-Was will der dumme Kerlhier? (Bu sersem de ne istiyor?) .
H ak etmek için hiçbir şey yapmadığım böyle bir aşağılamaya şaştım, alındığı-
mı erkekçe, ama durumun gereği olan ihtiyatı da elden bırakmadan belli ede
yim dedim, yolumu değiştirdim, Lucinico 'ya giden yamaca yöneldim. Subay
avaz avaz bağırmaya başladı, bir adım daha atacak olursam beni yerime çivile
tirmiş. ��men tüm nezaketimi topladım ve o gün bugündür de hep öyle nazik
kaldım. Oyle garip bir herifle konuşmaya zorlanmak olur iş değildi, ama bu a
rada kendisinin Almancayı rahatça konuşabilmesi gibi bir iyi yanı da yok de
ğildi. Azımsanacak şey değildi bu da, düşündükçe tatlılıkla konuşmak kolay
laşıyordu. Ya bir de o hayvanlığıyla Almanca da bilmeseydi! Mahvolmuştum.
Ne yazık ki o dili ben yeterince bilmiyordum, yoksa o asık suratlı beyefendi
nin yüzünü güldürmem daha kolay olurdu. Kendisine beni Lucinico'da bek
leyen sütfü kahvemle aramda askerlerinin bulunduğunu anlattım ..
· G üldü, vallahi billahi güldü. Hep o sövüp sayarak kahkahalarla güldü ve sö
zümün sonuna kadar sabretmedi. Lucinico 'daki sütlü kahvemi başkalarının i
çeceğini bildirdi, kahveden başka beni bekleyen bir de karım olduğunu du-
yunca da şöyle bağırdı: ..
-A uch I hre Frau wird von anderen gegessen werden. (Oyleyse karınızı da baş
kaları yiyecek.) .
Onun keyfi benimkinden alaydı; o, beş t ane salozun kahkahalarıyla vurgulana
sözleri bana bir aşağılama gibi geldi. Derken subay ciddileşti, birkaç gün Lu
cinico'yu göreceğimi ummamamı söyledi. Hatta dostça bir öğüt olarak daha
fazlasını da sormamamı istedi. Bir tek şey daha sorarsam benim için tehlikeli
olabilirmiş ..
-Haben S ie verstanden? (Anladınız mı?)
108
Anlamasına anlamıştım ya, topu topu yarım kilometre ötede bekleyen sütlü .
kahveden umut kesmek kolay boyun eğilir bir şey değildi. D uraksamamın tek
nedeni buydu, çünkü o tepeden bir indim mi, villama o gün varamayacağım
kesipdi. Zaman kazanmak için uysallıkla sordum:
- Iyi de, hiç değilse ceketimle şapkamı almak için Lucinico 'ya dönmek zorun
dayım, kime başvurayım?
Subayın haritası ve adamlarıyla baş başa kalmakta sabırsızlandığını anlamam
gerekirdi aslında, ama o kadar kızacağını beklemiyordum doğrusu .
Bir bağırış bağırdı, ku lak zarım patladı sandım, bunu bir daha sormamam ge
rektiğini daha önce söylemişmiş. Şeytan götürsün ''wo der T eufel S ie tragen
will" dedi. Birinin gelip beni götürmesi düşüncesi fen a gelmedi, çünkü çok
yorgundum, ama hala kararsızdım. Subay bağırdıkça büsbütün öfkelendi, pek
ürkütücü bir havayla çevresindeki beş adamından birini signor caporale (on
başı efendi) diye çağırarak beni tepeden aşağı indirmesini, ben Gorizia 'ya gi
den yolda gözden kayboluncaya dek beklemesini, ağırdan alacak olursam üs-
·
109
Svevo
güç olmadı. Ve bu beden sel rahatlık içinde, tempo tutarak, her zaıµankinden
dah a hızlı yürüdüğüme sevinerek, yine eski iyimserliğimi buldum. iki yandan
da tehditler yağıyordu, ama işi savaşmaya vardırmazlardı. Böylece Gorizia'ya
ulaştığımda yine bir duraksadım, acaba otelde bir oda tutup geceyi orada mı
geçirseydim, ertesi gün de Lucinico 'ya döner, villanın kahyasına şikayetlerirr
bildirirdim.
İlk iş olarak, Augu sta'ya telefon etmek için postaneye koştum. Ama villam-
dan yanıt çıkmadı. .
M emur, seyrek sakallı, ufak tekek, kaskatı bir adamdı, gülünç, inatçı bir hali
vardı -anımsadığım tek şeyi de bu-, ç ıtı çıkmayan telefonda çılgınlar gibi sö
vüp saydığımı işitince yanıma yaklaştı:
Bugün Lucinico 'dan bu dördüncü yanıt alamayışımız, dedi.
D önüp ona baktım, gözlerinde kötü bir sevinç pırıltısı vardı. Şaşkınlığımın ve
düş kırıklığımın tadını çıkarmak için dikkatle sü züyordu beni. O anlamlı ba
kışın ne demek istediğini ancak on dakika sonra kavrayabildim. Ve birden ka
fama dank dedi: Lucin ico ateş hattındaydı ya da olmak üzereydi. Bu gerçeği
anlayabildiğimde sabahtan beri hak ettiğim o bir fıncan kahveyi içmek üzere
bir kahvehaneye yönelmiştim. Hemen yolumu değiştirdim ve istasyona git
tim. Aileme yakın olmalıydım, -onbaşı ahbabımın öğütlerine uyarak- Trieste'
ye gidecektim.
Savaş, benim o kısa yolculuğum sırasında patlak verdi.
G orizia istasyonunda, nicedir beklediğim o bir fincan kahveyi içecek zama
nım vardı, ama Trieste'ye çabucak varacağımı dü şünerek içmedim . Vagonu
ma bindim, yalnız kalınca düşüncelerim öylesine garip bir biçimde ayrıldığım
sevdiklerime yöneldi. Monfalcone'den ötelere kad ar tren gü zel gü zel ilerledi.
Savaş hen ü z oralara kadar varmamışa ben ziyordu. Ben herhalde durum Luci
nico 'da da sınırın bu yanında olduğu gi�idir, diye dü şünerek yüreğimi serin
lettim. O saatte Augusta ile çocuklarım Italya'nın iç lerine doğru yola koyul
mu şlardı herhalde. Bu rahatlık, açlığın. verdiği o büyük, şaşırtıcı rahatlıkla-bir
leşince upuzun bir uykuya dalmamı sağladı.
Beni uyandıran da herhalde yine aç lık olmuştur. Trenim Trieste Saksonyası
denilen yerde durmuştu. D eniz çok yakınlarda olmalıydı, ama görünmüyor
du, h afif bir sis uzakları perdelemişti. M ayıs ayında Carso'nun o tadın a do
yulmaz, ama o yumu şak gü zelliği, ancak başka kırların coşkun renkli, yaşam
dolu ilkbah arlannda şımarmamış olanlar anlayabilirler. Burada taşlar dört bir
yandan yumu şacık bir yeşille çevrilidir, ama cılız, donuk bir yeşil değildir bu ,
çok geçmeden her yanı sarıp sarmalar.
Başka koşullar içinde olsa, o kadar acıkıp da bir şeyler yiyemediğimden ötürü
pek öfkelenirdim. Oysa o gün, tan ık olduğum tarihsel olayın bü yüklüğü beni
boyun eğmeye zorluyordu . Sigara ikram ettiğim kondüktör, bana bir dilim
ekmek bile bulamadı. Sabahleyin başımdan geçenleri kimseye anlatmadım.
Trieste'de b irkaç yakınıma anlatacaktım. Sınırdan yana kl;llak kabartıyordum ,
ama çarpışma gürültüsü gelmiyordu . Orada fırtına gibi Italya'ya doğru inen
sekiz doku z trene yol vermek için durmuştuk. 'Kan grenli yara" (Avusturya'da
İtalyan cephesine hemen bu ad verilecekti) açılmıştı bir kere, yangısını besle
mek gerekiyordu . Ve zavallı insancıklar, kahkahalar atarak , şarkılar söyleyı .
1 10
Her yandan yangınların parıltısı yükseliyordu, sırtımda bir gömlek, evime
doğru gittiğimi gören bir arkadaşım arkamdan bağırdı:
·
- Ne o, yağmadan mı geliyorsun?
Sonunda bir şeyler atıştırabildim ve heı:p.en gidip yattım.
Tam bir bitkinlik yatağa sürükledi beni. içimde çarpışan umutlarla tedirgin
lik:ten kaynaklanmıştı sanırım. Kendimi hala çok iyi duyuyordum, uykudan ön
ceki o kisa süre .içinde günümü, çocuksu, iyimser bir düşünce ile sonuçlandır
dığımı anımsıyorum -ruhbilimsel çözümleme o görüntüleri yakalayıp sakla
maya alıştırmıştı beni- henüz cephede kimse ölmemişti, yani hala barışı kurtara
bilirlerdi.
Şimdi ailemin sağ salim olduğunu öğrendim ya, yaşantımdan yakınmıyorum:
Pek yapacak şeyim yok, ama elim kolum bağlı oturuyor da sayılmam. N e al
mak gerekiyor, ne satmak. Barış yapıldığında ticaret de yeniden başlar artık.
Olivi lsviçre'den öğütlerini yolladı. A 'dan Z'ye değişmiş olan bu ortamda ö
ğütleri nasıl uyarsız kalıyor, bir bilse! Ben şimdilik yalnızca dinlenmeye bakı-
·
�rum.
24 M art 1 9 1 6
. G eçen yılın mayıs ayından beri b u deftere el sürmemiştim. Şimdi D oktor S .
Isviçre'den bir mektup yollayıp daha sonra aldığım notları göndermemi iste
di. G erçi garip bir istek, ama kendisi ve tedavisi hakkında neler düşündüğü
mü açıkça öğreneceği bu defteri göndermemek için herhangi bir nedenim
yok. M adem ki tüm itiraflarım elinde, bu birkaç sayfayı da buyursun alsın,
hatta kendisini eğitmiş olmak için birkaç sayfa daha ekleyeyim. Zamanım az,
çünkü ticaret faaliyetim bütün günümü alıyor. Ama doktor beyin ağzının pa
yını da vermek istiyorum. O kadar çok kafa yordum ki bu sorunlar ü stü ne,
düşüncelerim iyice berraklaştı.
Şimdi benden yeni yeni hastalık ve zayıflık itirafları alacağını uı:p.uyor, oysa
demir gibi, ileri yaşımın elverdiğince sağlıklı olduğumu duyacak. iyileştim ar
tık ! Psikanaliz yapmayı istemediğim gibi, buna gereksinimim de kalmadı.
Hem sağlığım, işkence çeken onca insan arasında kendimi ayrıcalıklı duy
mamdan da kaynaklanmıyor yalnız. Kendimi sağlıklı duyuşum yalnız bir kar
şılaştırmanın sonucu değil. M utlak anlamda sağlıklıyım. U zun süredir biliyor
dum, sağlığım benim için sağlıklı olduğum inancından başka bir şey olamaz
dı, beni inandırmaktansa 'tedavi etmeyi" istemek, hipnoz altında düş gören bi
rine yaraşır bir saçmalıktı. G erçi şuramda buramda bazı ağrılar yok değil, ö
nemsiz, ama sağlığımın okyanusunda dağılıp gidiyorlar. Belki bir yerlerime
yakılar yapıştırmam gerekir, ama bedenimin öteki parçaları kımıldamak, ç ar
pışmak zorunda, kangrenliler gibi kıpırdamadan duramazlar. Acı ve aşk, yani
yaşam, acı veriyor diye, hastalık yerine konulamaz.
Şunu kabul etmeliyim; sağlığıma inanabilmek için yazgımın değişmesi, orga
nizmamın mücadele ederek, en çok da zaferler kazanarak ısınması gerekti. iyi
leşmemi ticaret faaliyetime borç luyum, bunu, D oktor S. 'nin de böylece bil
mesini isterim.
Altüst olmuş dünyaya geçen yılın ağustos ayının başına değin, şaşkın, hare
ketsiz, bakakaldım. D erken satın almaya başladım. Bu sözcüğün altını çiziyo
rum, çünkü artık savaştan önceki anlamı taşımıyor. Eskiden, satın almaktan
söz eden bir tüccar, belli bir malı almaya hazır olduğu nu anlatmak isterdi. Bu-
111
Svevo
günse alıcı olmak demek, ilke olarak, satışa sunulan herhangi bir malı satın al
mak demek. Bütün güçlü insanlar gibi kafamda bir tek düşünce vardı, onunla
yaşadım, talihimi o yarattı. Olivi, Trieste'de değildi, olsaydı böylesi bir riziko
ya atılmama rıza göstermeyeceği, o rizikoyu başkalarına bırakacağı kesindi.
Benim gözümçle ise, işin tehlikesi yoktu. M utlu sonla noktalan acağına yüzde
yüz emindim. Ilkin savaş zamanlarının eski alışkanliklarına uyarak tüm serve
timi altına çevirmeye koyuldum, ama altın alım satımında bazı güçlükler çıkı
yordu. G erçekten hareketli olan , gerçekten nakit sayılan altın, maldı; ben de
piyasadan mal topladım. Ara sıra satış da yapıyorum, ama hep alımımın altın
da kalıyor. Ve bu satışlar öylesine karlı oluyor ki, alımlarım için gereken büyük
paraları böyle kazanıyorum.
Aklıma geldikçe göğsüm. kabarıyor, ilk satın aldığım mal bir çoklarına ab,uk
sabuk görü nebilirdi, ama yeni düşüncemi uygulamaya koyinakta sabırsızlan ı
yordum, pek büyük olmayan, bir parti günlük aldım. Satan adam günlüğün
piyasadan ç ekilmeye başlayan reçinenin yerine kullanılabileceğini ballandıra
ballandıra anlatıyordu. Kimyager olarak günlü ğün , reçinenin tümüyle ayrı
türden olduğunu, onun yerini asla tutamayacağını yüzde yüz kesinlikle bili
yordum. Ne var ki bu gidişle dünya öylesine yoksul dü şecekti ki, reçine yeri
ne günlüğe eyvallah demek zorunda kalacaktı. Ve günlüğü satın aldım ! Birkaç
gün oluyor, ufak bir bölümünü sattım, bütün partiyi almak· için harcadığım
parayı çıkardım. O paraları cebime indirdiğim anda kendi gücümü ve sağlığı
mı duyarak genişledi göğsüm.
D oktor notlarımın son bölümünü aldıktan sonra hepsini bana geri gönder
meli. Onları gerçeğin ışığında yeni baştan yazmayı isterim, çünkü bu son bö
lümü bilmedikçe yaşamımı nasıl anlayabilirdim? Belki de yaşadığım onca yıl
yalnızca bugünlerin hazırlığıydı!
Safdil sayılmam elbette, yaşamın kendisini bir hastalık belirtisi olarak gördü
ğünden ötürü doktoru bağışlıyorum. G erçi yaşam biraz hastalığa benziyor
benzemesine, nöbetleri, ayılm�arı, kendine göre bir seyri var, bir günlük iyi
leşmeleri, kötüleşmeleri var. Oteki hastalıklardan ayrı olarak , her zaman ö
lümcül. Tedavisi yok. Böyle bir şey bedenimizdeki delikleö yara sanıp tıka
maya benzer: Tedavi olduk derken boğul�p ölürüz.
G ünümüzdeyaşam kökünden yozlaşmış. Insanoğlu ağaçlann , hayvanların ye
rini almış, havayı kirletmiş, özgür boşluğa sınırlar koymuş. Yarın daha da be
teri olabilir. Bu dur durak bilmeyen uğursuz hayvan b aşka güçler bulup kendi
hizmetine sokabilir. H avad.a böyle bir tehdidin kokusu dolaşıyor. Büyük bir
bolluk doğacak bundan ... Insan sayısında bolluk. M etrekareye bir kişi düşe
cek. Ama havasızlık ve yersizlik illetine kim ç are bulacak? Yalnız düşü ncesi
bile boğuyor insanı!
ÇJ elgelim iş bu kadarla da kalmayacak.
Insan için sağlıklı olma ç abası boştur. Sağlık ancak bir tek gelişme, kendi be
deninin gelişmesini bilen h ayvanındır. K ırlangıç göç etmezse yaşayamayacağı
nı anladığı zaman kanatlarını oynatan kasları güçlendirmiş, o kaslar bedeni�
nin en önemli parçası olmuştur. Köstebek toprağın derinliklerine dalmış, tüm
bedeni yeraltı yaşantısına uyarlanmıştır. At büyü müş, ayakları değişıniştir.
K imi h ayvanların evrimini, biz bilmeyiz, ama onlar da birtakım değişiklikler
geçirmişlerdir ve bu sağlıklarına hiçbir z.arar vermemiştir.
G elgelelim gözlük takmış insanoğlu, kendi bedeninin dışında aygıt yapıp ya-
112
kıştırır, icadı yapanlar sağlıklı ve soylu bile olsalar kullananlar o niteliklerden
hemen her zaman yoksundurlar. Aygıtlar satın alınır, satılır, çalınır, insan ise
gün geçtikçe kurnazlaşır, gün geçtikçe zayıflar. Hatta kurnazlığının zayıflığıy
la orantılı olarak arttığı anlaşılıyor. Yaptığı ilk aygıtlar kolunun uzantısı gi
biydiler, ancak kolunun kuvvetiyle etkili olabiliyorlardı, ama artık aygıtın gü
cü ile yöneten kolun gücü arasında hiçbir denge kalmadı. Tüm yeryüzünde
yaratıcı olan yasayı yürürlükten kaldırmak hastalığı yaratan da aygıtlar. D aha
güçlü olanın kazanması yasası silindi gitti, biz de türlerin sağlıklı ayıklanma
sından yoksun kaldık. Psikanaliz ne yapsın bize! En çok sayıda aygıtı elinde
bulunduran dünyanın efendisi olacak, krallığı da, hastalarla, hastalıklarla do
lup taşacak.
Kim bilir, belkide aygıtların yol açacakları işitilmedik çapta bir afet bizi yeni
den sağlığımıza kavuşturacaktır. Boğucu gazlar yetersiz kalınca, tıpkı öteki in
sanlara benzeyen bir insan, odasında gizlice başkalarıyla kıyaslanamaz bir pat
layıcı icat ede.cektir, öyle bir patlayıcı ki, bugün bildiğimiz tüm patlayıcılar ya
nında zararsız birer çocuk oyuncağı gibi kalacaklardır. Ve yin e tıpkı öteki in
sanlara benzeyen, ama onlardan birazcık daha hasta bir insan o patlayıcıyı ça
lıp götürecek, yeryüzünün merkezine, etkisinin en fazla olacağı noktaya yer
leştirecektir. Hiç kimsenin duymayacağı dev bir patlama olacak, yeniden bu
lutsuya dönüşen yeryüzü, asalaklardan da, hastalıklardan da kurtulmuş ola
rak uzayda, öyle, başıboş dolaşacaktır..
Çbviren : G ül Işık
113
KONS TA NTİNOS KAVAFİS
1863 - 1 933, Yunanistan.
BARBARLAR/ BEKLERKEN
Neyi bekliyoruz böyle toplanmış pazar yerine?
114
Çlinkü barbarlar geliyormuş bugün,
onların gözlerini kamaştınrmış böyle takılar.
115
Kavafıs
ŞEHİR
'Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim" dedin,
'bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
- bir ceset gibi - gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak yerde?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede."
116
İTHAKA
İthaka'ya doğru yola çıktiğın uman,
dile ki uzun sürsün yolculuğun,
serüven dolu, bilgi dolu olsun.
Ne Lestrigonlardan kork,
ne Kikloplardan, ne de öfkeli Poseidon 'dan.
Bunlardan hiçbiri çıkmaz karşına,
düşlerin yüceyse, gövdeni ve ruhunu
ince bir heye.can sarmışsa eğer.
Ne Lestrigonlara rastlarsın,
ne Kikloplara, ne de azgın Poseidon 'a,
onları sen kendi ruhunda taşımadıkça, -
kendi ruhun onları dikmedikçe karşına.
PİRE
Yaylı bir tütün tanesidir pire!
ııa
WILLIA M B UTLER YEA TS
1865 - 1959, İrlanda.
GAL WA Y A T YARIŞLARINDA
11'
Yeats
120
1916 PA SKALYA A YA KLANMASI
G ün batarken karşılaştım
Diri yüzlerle geliyorlardı
Ya tezgahlarından, ya masalarından,
On sekizinci yüzyıldan kalma
K ülrengi evlerin arasından.
Ya başımla selam verip
Kibar anlamsız sözler söyledim,
Ya da ayaküstü durup
Kibar anlamsız sözler söyledim,
Önce alaycı �ir fıkra
Ya da kahvede ocak başında
Bir dostun hoşuna gide.cek .
İnce bir nükte geldi aklıma,
Biliyordum ki onlarla ben
Hep soytarılık edilen ·
Bir yerde yaşıyorduk ancak:
Her şey değişti, değişti kökten :
Korkunç bir güı.ellik doğdu.
Şu kadın günlerini
Bilinçsiz bir iyilikle geçirdi,
Ya da çekişerek geceleri
Sesini soluğunu yitirdi.
Gençken, güzelken eskiden
Sesinden tatlı ses var m_ıydı,
Atını avda sürerken?
Bir okul yönetirdi bu adam,
Bizim kanatlı ata binerdi;
Bu da yardım.cısı, dostu;
G öcüne güç katardı;
Öyle inceydi ki yaradılışı,
Düşüncesi öyle korkusuzdu ki,
Sonunda belki de üne ererdi.
Şunu da kendini beğenmişin,
Ayyaşın biri diye bilirdim.
Kimi sevdiklerime
Nice haksızlık ettiydi ya,
Gene de anıyorum türkümde;
O da vazgeçti sonunda
Bu rasgele oyundan;
Sırasında o da değişti,
Değişti kökten :
Korkunç bir güı.ellik doğdu.
121
Yeats
122
R UBEN DA R/O
1867 - 1916, Nikaragua
VESPERAL
Siesta geçti,
akşam saati yaklaşıyor,
kıyıda sessizlik var,
tropik güneşinin yaktığı kıyıda.
D eniz meltemi usulca esiyor,
batıda bir orman
mor alevlerle yanıyor sanki.
Okunaksız bir yazı olu�ıurmuş
kumlarda yengeçlerin izleri.
Pembe. deniz kabukları,
yaldızlarla yan sıyan kabuklar,
küçük salyangozlar, denizyıldızları
basıldıkça çıtırdayan bir halı yaratmış
ezgilerle donanmış kıyıda.
Venüs ışıdığı zaman ,
kutsal akşamın o yüce sevgisi,
lir sesleri duyuyorum dağlarda,
denizk.ızlarının tiirkü lerini.
Ve içimde Venüs gibi bir yıld ız ışıldıyor.
123
D ario
HOR OZ
Bir ışık pırıltısı,
sarı, kırmızı bir ışık.
Bu yarışmada
ışıklı tüylerin patlayışı.
Bir güç birikimi
göğüsten kuyruğa
-amber, altın, kadüe
çözülmüş incelik
gürültülü kümesin
yiğit sessizliğinde.
Ve dalgın tavuğun önünde
bir ışık çemberi,
kanadın pelerini açılıp
yayılmış ortalığa...
124 .
İLK SA YFA DA
125
PA UL CLA UDEL
1868 - 1955, Fransa
KUTSAL ÖGLE
İşte oldu öğle. Tanrı evi açık. G irelim.
İsa 'nın annesi, tapınmaya gelmedim.
12'
Qinkil sensin kadını, cenneti unutulmuş eski şefkatlerin,
K avrar yüreği, ağlatmaya ham insanı, gözlerİJ! !
127
Claudel
BA LAD
121
Bu işte bütün işleri, bu bir uçtan bir uca bu çepçevre
gök altında bütün bu işte
D eniz boyuna o deniz önlerinde uzanan, yol aramak diye
bir şey olmaz, gitgit odur,
Yalnız ağzı iyice açmalı işte gerisini düşü n memeli hepsi
bu kadar sade:
SUNU
D eniz dört yanımız deniz işte nereye baksak, o her yanımızda
inip kalkan bir o
Yetsin artık bu her an yüreği burkan acı, bu damla damla
gelen gün tamamlanmalıdır.
D en iz, tellim o sonsuz deniz işte, deniz baştan aşağı, deniz
·
129
A NDR E GIDE
1869 - 1951, Fransa
131
Gide
ğım ve ihtiyar kadının suç lamalarını h ak lı ç ık arır gibi o lan (ama biraz d a karı
sı d uysu n diye sesini yükseltmesinden ileri gelen) bir sabırsızlık, hatta bir sert
likle:
·� Yeter, yeter, madame! dedi. G evezeliklerinizle mon sieur'yü yorduğu n u zu
anlamanız gerekirdi. Sizi görmeye gelmedi benim dostum . Bizi yalnız bırakın .
'O zaman ihtiyar kadın karşı geldi, oturduğu koltuğun kendi malı old u ğunu,
koltuğu n u bırakmayacağını söyledi.
'La Perou se alaylı alaylı:
"- Bu d urumda, izin verirseniz, biz çıkacağız, dedi. Sonra bana dönd ü . Tama
mıyla yumu şamış bir sesle:
" - G elin ! bırakalım o n u , dedi.
'H u zursuzca bir selam vermeye çalıştım, sonra da ardından bitişik odaya, son
gelişimde beni aldığı odaya girdim.
"- K endisin i d in leyebildiğin ize sevindim, dedi bana. Eh işte, bütün gün böyle.
'Pencereleri kapatmaya gitti:
"- Sokağın gürült ü sü nden, karşısındakinin konuşmasın ı d u yamıyor insan . Bu
pencereleri kapatmakla geçiriyorum zamanımı, madame de L a Perouse d a aç
makla. B u n aldığını ileri sürüyor. Her şeyi büyütür. D ışarının içeriden dah a sı
cak olduğunu kabul etmeye yanaşmıyor bir türlü. Oysa k üç ü k bir termomet
rem var şurda; ama kendisine gösterdiğim zaman , rakamların hiçbir şeyi ka
n ıtlamadığını sqylüyor bana. H aklı çıkmak istiyor hep, haksız.olduğunu bildi
ği zaman bile. işi gücü bana zıt gitmek.
'Konu şurken, kendisi de tam dengede değilmiş gibi geldi bana; gittikçe artan
bir coşk u n lukla devam etti: .
·� Hayatta işlediği bütün k usurları bana yüklüyor. Yargıları hepten yanlış. iş
te, bakın ; anlatacağım size iyice: D ışarının görüntülerinin beyn imize baş aşağı
geldiğin i, sonra bir sinirin bunları doğrulttuğun u bilirsiniz. Eh işte, madame
de La Perouse'u n doğrultucu aracı yok . H er şey baş aşağı kalıyor beyninde.
Bunun zorluğunu siz d ü şü n ü n artık.
'Elbette içini dökmekten bir rahatlık d u yu yord u, ben de sözün ü kesmeye
kalkmıyord um. D evam ediyordu :
" - M adame de L a Perou se her zaman ç o k o b u r olmuştur. Bir de benim fazla
yediğimi ileri sürüyor. Az sonra, beni. bir p arça ç ikolata ile görse (başlıca gı
dam bud ur), 'Hep bir şeyler kemirir bu adam !" diye mırıldanacaktır. Ben i gö
zetliyor. Bir kere mu tfakta ken d ime bir fincan çikolata hazırlarken görd ü d i
ye, geceleyin kalkıp gizli gizli bir şeyler yemekle suçlandırıyor ben i.. N e ya
parsınız? O n u n sofrada, karşımda, yemeklere saldırışın ı görmek b ü t ü n iştahı
mı alıp göt ürüyor. o zam a n da kendisini ü zmek iç in güç lük ç ıkardığımı ileri
sürüyor. " Biraz durd u , sonra iç li bir boşanmayla:
"- Bana yaptığı serzen işlerin şaşkınlığı içindeyim! dedi. Siyatiği tu ttu ğu zaman
acıyoru m ona. O zaman beni durduruyor; omuz silkiyor: 'Yüre� i� iz varmış
gibi yapmayın " diyor. B ir de benim her yaptığım ya da h er söyledığım ona acı
çektirmek için oluyor. .
'Oturm u şt u k; ama o, h astalıksı bir kaygının penç esinde, bir kalkıyor, b ir otu-
ruyordu :
·� B u od aların her birinde onu n olan mobilyalarla benim olan mobilyalar bu-
lunacağı aklı.nız� gelir miydi'! Az � n ce koltuğun � nasıl sahip ç ık ! ığın! �ör� ü �
.
n ü z. G ü ndelıkçı kadın ortalığı temızlerken , ona: H ayır; bu mon sıeur n u ndur,
132
dokunmayın" der. G eçen gü n, dikkatsizlikle, onun bir yuvarlak masasının ü
zerine ciltli bir müzik defteri koyduğum zaman, madame defteri 'yere fırlattı.
Köşeleri kırıldı... AM U zun zaman süremez artık bu .. Ama, dinleyin ...
Kolumu tuttu, sesini alçaltarak:
·� Ben tedbirimi aldım, dedi. Bir yaşWar evine sığınmakla gözdağı veriyor ba
na durmadan, 'tlevam edersem" gidecekmiş. Sainte-Perine'de kalmasına yete
cek kadar bir para koydum bir köşeye; en iyisi orasıymış, öyle diyorlar. · H alil
vermekte olduğum birkaç ders hemen hiçbir şey getirmiyor artık. Bir zaman
sonra kaynaklarım iyice kuru yacak; bu paraya doku�_mak zorunda kalacağım;
bunu istemiyorum. Bunun için verdim kararımı ... U ç aya varmadan olacak
bu iş. Evet; tarihini de kararlaştırdım. Bundan böyle her saatin beni bu tarihe
biraz dah a yaklaştırdığını düşü ndükçe ne büyük bir rahatlayış duyuyorum,
bir bilseniz!
'Bana doğru eğilmişti, biraz daha eğildi:
·� Bir yana da bir gelir senedi koydum, dedi: Büyük bir şey değil öyle, ama da
ha fazlasını yapamazdım. M adame de La Perouse bunu bilmiyor. Çbkmecem
de, sizin adınıza yazılmış bir zarfın içinde duruyo�.• gerekli bilgiler de yazılı.
Size güvenebilir miyim, yardım eder misiniz bana? Oyle işlerden hiçbir şey an
lamam ben, ama görüştüğüm bir noter, bunun gelirinin torunum erginlik ça
ğın a erinceye kadar kendisine doğrudan doğruya ödenebileceğini, sonrada da
senedin eline verilebileceğini söyledi. Bunun gerçekleştirilmesine göz kulak
olmanızı rica etmek, dostluğunuzdan çok d� fazla yararlanmak olmaz diye
düşündüm. Noterlerden öyle çekinirim ki!.. içimin rahat etmesini isterseniz,
hemen yanınıza almayı kabul edersiniz... K abul, değil mi?.. Şimdi getirece-
·
ğim. .
'Her zamanki gibi, sık adımlarla yürüyerek çıktı, elinde büyük bir zarfla geri
dönd ü .
" - Kapattım ya kusura bakmayın, sırf biçim bakımından. Alı!}. .. ..
'Zarfa bir göz attım, adımıı:ı: alt yanında süslü harflerle yazılmış 'OLUM U M
D EN SONRA AÇlLM AK UZERE " kelimelerini okudum.
'Q!.b ucak cebinize koyun da güven altında olduğunu bileyim. Teşekkür ler ...
Ah ! Oyle bekliyordum ki sizi!..
'Sık sık duymuşumdur, böylesine önemli anlarda, her türlü insan heyecanı
bende yerini nerdeyse gizemsel bir coşkuya, bir çeşit coşkunluğa bırakır, ken
di varlığımın da yüceldiğini, daha doğrusu , kendi kendini bırakmış, kişiliğin
den sıyrılmışçasına, bencil bağlarından koptuğunu sezerim. Bunu duymamış
olanlar beni anlayamaz elbet. Ama La Perou se'un bunu anladığını seziyor
dum. Ne türlü karşı gelirsem geleyim, hepsi yersiz, u ygu nsuz kaçacaktı, avcu
ma bırakpğı elini kuvvetle sıkmakla yetindim. Gözleri garip bir parıltıyla par
lıyordu . ilkin zarfı tutan öbür elinde bir başka kağıt tutuyordu.
" - Buraya adresini yazdım. N �rde bulunduğunu biliyorum şimdi. 'Saas-F ee".
Böyle bir yer biliyor musunuz? lsviçre'de. H aritada aradım, ama bulamadım ..
" - Evet, dedim. Cervin yakınında küçük bir köydür.
" - Çbk m u u zak?
" - G idemeyeceğim kadar u zak değil.
" - N e! bunu da yapar mıydınız? .. Ah, ne kadar iyisiniz! dedi. Bana gelince,
ben fazla kocadım. Yapamam da sonra, annesi yüzünden ... G ene de, bana öy
le geliyor ki... D uraladı, bir kelime aradı, sonra gene konuştu : - Onu bir göre-
133
Gide
134
11
- Ama musikiyi yalnız huzurun anlatımıyla kısıtlamak istemiyorsunuz her
halçle? Bu durumda bir tek düzen yeterdi: Tam ve sürekli bir düzen.
'iki elimi de tuttu, bir esrime içindeymiş gibi, bakışları bir yüce aşkta kaybol
muştu, ü st üste tekrarlamaya başladı:
'!... Tam ve sürekli bir düzen; evet, bu işte: Tam ve sürekli bir düzen ... Ama bü
tün evrenimiz düzensizliğin pençesinde" diye ekledi ke.derli ke.derli.
'Ve.dalaştım. K apıya kadar geçirdi beni, beni öperken gene mırıldandı:
11
- Ah ! N e kadar da uzun sürüyor düzenin gerçekleşmesi!'
135
Paul Valery 'nin çalışma odası ve daktilosu
Pau( Valery
PA UL VA LER Y
1871 -1945, Fransa.
DENİZ MEZARLIGI
Ü stünde güvercinler kayan şu rahat dam,
Kıpraşır durur, bir yanı meı.ar bir yanı çam;
Tam öğleüstünün orda yaktığı ateşler
D eniz, deniz hep yeniden yeniden başlar!
Tanrıların dinginliğine bakıp bakıp da
Ne ödüldür o, bir düşünce sonrası düşer payın a.
138
Meyve nasıl eriyip gidiyorsa hazda,
Ve yokluğu bir tada dönüşüyorsa
� ir ağızda yitip giderken biçimi,
Herdeki buğumu solumaktayım ben de,
Ve u ğultulu kıyılardaki değişmeleri
Gök şakıyıp durmadan eriyen ruha.
139
Valcry
140
Ve siz, K oca Ruh, ne düş umarsınız ki
D alganın ve ışığın şu yalancı renklerini
Borda tenin gözüne sunuşundan başka?
Sürer mi buhar olunca da düşünceniz duygunuz?
Varlığım gözenekli! Her şey hava, kuşkusuz,
Sonunda can veriyor kutsal sabırsızlık da!
141
Valery
142
M arcel Proust
lılABCEL PROUST
DU CôTE
DE CHEZ SW ANN
PAR!�
BERNA R D G R A SSRT
ıiDlTBUft
61, au& DIS SAl:'ITS-PS.q, 61
Mc:ıun·
Toa!' droils de �on. de"ırMuctbı el cl'aclapLatioa �;
pour LoM 1"9Y..
Cop;ı:rirhl h)' Uıcıu•ArtD lııı.t.Mn nu
M A R CEL PR O US T
1871 - 1922, Fransa.
U zun süre, erkenden yattım. K imi zaman, mumum söner sönmez, gözlerim
öyle çabul kapanırdı ki, kendi kendime; ' ' U yuyorum" diyecek vakti bula
mazdım. Yarım saat sonra, uyuma zamanının geldiği düşüncesi beni uyandı
rırdı; elimde tuttuğumu sandığım kitabı yerine koymak, ışığımı söndürmek
isterdim; uykuya dalarken az önce okuduğum şey üzerinde akıl yürütmeyi bı
rakmış olurdum, ama o anki akıl yürütmeler başka bir kılığa bürünmüş olur
du; yapıtta sözü geçen kişinin ben olduğunu sanırdım : Bir kilise, bir dörtlü, 1.
François'yla Charles Quint arasındaki yarış. Uyandığım zaman, bu kanı bir
kaç saniye daha sürerdi; aklıma aykırı düşmez, ama göz kapaklarıma kurşun
gibi biner, şamdanın artık yanmadığını görmeme engel olurdu. Sonra, bir ruh
göçünün ardından, daha önceki bir yaşantının düşüncelerinin algılanışı gibi,
seçilmez hale gelirdi; okuduğum kitabın konusu benden kopar, kendimi ona
uydurup uydurmamakta özgür olurdum; ve o anda görme yeteneğim yerine
gelir, çevremi karanlık görünce, gözlerim için , ama belki de özellikle zihnim i
çin yumuşak ve dinlendirici gelen karanlığı algılayınca müthiş şaşırırdım, ka
ranlık zihnime nedensiz, anlaşılmaz, gerçekten karanlık bir nesne gibi gözü
kürdü. Saatin kaç olabileceğini düşünürdüm; ormandaki bir kuşun ötüşü gi
bi, az çok u zaktan gelen, insana uzaklıkları duyuran , bana içindeki yolcunun
en yakın durağa doğru koştuğu ıssız kırları anımsatan trenlerin düdüğünü işi
tirdim; trenin geçtiği minik yol, yeni yerlerin, alışılmamış edimlerin, az önce
birileriyle yaptığı söyleşinin, gecenin sessizliğinde hala kendisini izleyen yabancı
sokak lambalarının dibindeki vedalaşmanın, ilerde tadacağı geri dönme hazzı
nın yarattığı coşkuyla yolcunun belleğine kazınacaktır.
Yanaklarımı, çocukluğumuzdaki dolu ve körpe yan akları andıran yastığın ya
naklarına yaslardım usulca. Saatime bakmak için bir kibrit çakardım. Hemen
hemen gece yarısı. Yolculuğa çıkmak, tanımadığı bir otelde yatmak zorunda
kalmış ve bir nöbetle uyanmış hastanın kapı altından sızan gün ışığını görerek
144
sevindiği andır bu. Aman ne mutluluk, sabah olmuş bile! Az sonra u şaklar
kalkacak, h asta çıngırağa asılabilecek, yardımına gelecekler. Acılarının dindi
rileceğini ummak , acıya katlanma yürekliliğini kazandırır ona. N itekim, ayak
sesi duyar gibi olmuştur; ayak sesleri yaklaşır, sonra u zaklaşır. K apının altın
dan sızan gün ışığı kaybolmuştur. G ece yarısıdır; biri gelip gaz lambasını sön
dürmüştür; son u şak da çekip gitmiştir, bütün gece acı çekmek gerekecektir.
Yeniden uyurdum, kimi zaman ancak şöyle bir an u yanır, tahta eşyanın ör
gensel çatırtılarını işitir, gözlerimi karanlığın çiçek dürbününe diker, bilincin
bir anlık aydınlığında eşyanın , odanın, küçük bir parçası olduğum ve az sonra
duyumsuzluğu n a katılacağım bütünün daldığı uykunun tadını ç ıkarırdım. Y a
d a uyurken, hiçbir çaba harcamaksızın, ilkel yaşamımın geçip gitmiş bir çağı
na dönmüş, çocukluğumdaki yılgıları, örneğin büyük amcamın lülelerime ya- .
pışıp çektiği ve -bu benim için yeni bir çağın başladığı gün dür- kesildikleri
gün sağa sola serptiği anı anımsamış olurdum. U ykuda bu olayı unutmuş o
lurdum, ama büyük amcamın elinden kurtulabilmek için uyanmayı b aşardı
ğım an, anısı yeniden belleğime gelir korunmak ü zere, dü şler ülkesine dön
mezden önce, yastığı başıma iyice bastırırdım.
K imi zaman, H avva'nın Adem'in kaburgasından doğu şu gibi, uykumda, bu
dumun kötü bir konumu ndan bir kadın doğardı. Tatmakta old u ğum h azdan
oluştuğu için, bu h azzı bana onun verdiğini düşünürdüm. Onunkinde kendi
sıcaklığını duyan vücudum ona karışıp erimek ister, uyanırdım. Az önce ya
nından ayrıldığım kadına oranla geri kalan insanlar bana ırak mı ırak gözü
kürdü ; yanağım öpücüğüyle hala sıcacık olur, vücudum bedeninin ağırlığı altın
da ezilip kırılırdı. Eğer, ara sıra karşılaştığım gibi, gün lük yaşamımda tanıdı
ğım bir kadına benzerse, bütün benliğimle kendimi şu ereğe adardım; ömürle
ri boyunca arzuladıkları kenti görmek ü zere yolculuğa çıkan ve gerçek yaşam
da düşü n çekiciliğini bulabileceklerini sanan insanlar gibi, düşler ülkesine dö
nüp onu bulmak. Ama anısı yavaş yavaş silinir gider, d üşümdeki kadını unut
muş olurdum.
U yuyan insan sa;ı.tlerin akışını, yılların ve dünyaların düzenini yumak halinde
çevresinde toplar. içgüdüyle onlara akıl danışır, uyandığı zaman , bjr an yeryü
zünde kendi bulunduğu noktayı, uyanışına dek geçen süreyi okur; bunların
sırası karışmış, kopmuş olabilir. Sabaha karşı, birkaç saatlik uykusuzluktan
sonra u yku gelip de onu her zaman uyuduğu konumdan başka bir durumda,
örneğin kitap okurken yakalamışsa, kolunu şöyle h avaya kaldırması güneşin
yükselmesini durdurmaya, güneşi geriletmeye yeter ve u yanışının ilk dakika
sında saatin kaç olduğunu bilemez, daha yeni yattığını sanır. D ah a aykırı ve
değişik bir yerde, örneğin akşam yemeğinden sonra oturduğu koltukta iç i
geçmişse, yörüngelerinden çıkmış dünyaların altüst oluşu iyice artacak, kestir
diği sihirli koltuk onu alıp korkunç bir hızla zaman ve uzay içinde dolaştıra
cak, gözkapaklarını açtığında, birkaç ay önce başka bir bölgede uykuya daldı
ğını san acaktır. Benim içinse, kendi yatağımda daldığım uykunun derin olma
sı ve zihnimi bütünüyle rahatlatması yeterliydi; o vakit zihnim uyuduğum ye
rin düzleminden ayrılıyor, gece yarısı uyandığımda, ilk anlarda kim olduğu
mu bile kestiremiyordum; içimde yalnızca her şeyi bastıran yalınlığıyla, her
hangi bir h ayvanın derinliklerinde titreşen yaşamın yarattığı du ygu dolaşırdı;
mağaralarda yaşamış insanoğlundan daha çırılçıplak olurdum; işte o anda
-bulun d u ğum yerin değil, bir zamanlar oturmuş olduğum ya d a ilerde otura-
145
bileceğim yerlerden birinin- anısı gökten inen beklenmedik bir yardım gibi
aklıma gelir, tek başıma asla çıkamayacağım hiçlikten çekip çıkarırdı beni; bir
saniyede uygarlık yüzyıll arının üzerinden uçardım ve şöyle belli belirsiz seçti
ğim gaz lambasının, kolları sıvanmış geceliklerin görüntüsü yavaş yavaş kendi
özgün çizgilerimi yerli yerine oturtµrdu.
Çbvremizdeki nesnelerin kıpırtısızlığı belki de bizim, karşımızda başka bir şe
yin değil de onların bulunduğu konusundaki kesin yargımızdan, onların kar
şısında düşüncemizin kıpırtısızlığından gelmektedir. Her neyse işte, ben dedi
ğim gibi uyandığım zaman, zihnim boşu boşuna nerede olduğumu yakalama
ya çalışırken, çevremdeki her nesne, ülkeler, yıllar karan lıkta fırıl fırıl dönerdi.
Kıpırdayamayacak kadar ağırlaşmış vücudum, yorgunluğunun biçimine ba
karak, duvarın ne yanda, eşyanın nerede olduğunu kestirmek, içinde bulun
duğu konutu yeniden kurmak ve adlandırmak üzere kollarımla bacaklarımın
konumunu kavramaya uğraşırdı. Belleği, kaburgalarının, dizlerinin, omuzları
nın belleği, birbiri ardı sıra, şimdiye dek uyuduğu odaların imgesini getirirdi
gözünün önüne ve o sırada, göremediği duvarlar, zihninde canlandırdığı oda
ya göre yer değiştirerek, karanlıkta fırıl fırıl dönerlerdi. Zamanlarla biçimlerin
eşiğinde kararsızlık geçiren dü şüncem, durum ve koşulları birbirine yaklaştı
rarak içinde bulunduğum konutu belirlemezden önce, o -yani vücudum- ko
nutların her birindeki yatağın türünü, kapıların yerini, orada uykuya dalarken
kafamdan geçen ve uyanınca sürdürdüğüm düşünceyi anımsardı. Eklemleri
birbirine kaynamış yanım, yönünü saptamaya uğraşırken , tavanlıklı� koca
man bir yatakta, yüzüm duvara dönük uyuduğumu dü şler, dolayısıyla he
mencecik kendi kendime, ' ' Bak hele, annem gelip iyi geceler dilemediği halde
uyumuşum" derdim, o anda, öleli yıllar olmuş büyükbamamın köydeki evin
de olurdum; sağ ya da sol yanına yatarak dinlendirdiğim vücudum, sağ ya da
sol yanım zihnimin hiçbir zaman unutmaması gereken sadık bekçileri, tavana
küçük zincirlerle tutturulmuş, kavanoz biçimindeki Bohemya camından ya
pılmış gece lambasının alevini, Combray'de, büyükannemle büyükbabamın
evlerinde, o an kafamda bütünüyle canlandıramasam bile, az sonra iyice uya
nınca daha iyi görebileceğim günlerde yattığım odadaki Sienna mermerinden
yapılmış ocağı gözümün önüne getirirlerdi.
D erken, yeni bir duruşun anısı canlanırdı belleğimde; duvar başka bir yöne
seğirtirdi: Köyde, M adam de Saint-Loup 'nun evindeki yatak odamdaydım;
hey ulu Tanrım! Saat en azından on olmalı, akşam yemeği çoktan bitmiştir!
Her akşamüstü, M adam de Saint-Loup ile yaptığım gezintiden dönüşte, gece
giysilerimi sırtıma geçirmezden önceki şekerlemeyi fazla uzatmışım besbelli.
Combray'den bu yana yıllar geçti, çünkü orada, gezintiden geç döndüğümüz
de, penceremin camında batan güneşin yan sılarını görürdüm. Tansonville'de,
M adam de Saint-Loup 'nun evinde başka türlü yaşanır, ancak karanlık bastık
tan sonra gezmeye çıkınca, ay ışığında, gündüzleri güneşte oynadığım yollar
dan geçerken başka bir haz duyarım; akşam yemeği için giyineceğime uyuya
kaldığım odayı da, gezintiden dönüşte, ta uzaktan, gecenin karan lığında parıl
dayan biricik fenerle, gaz lambasının ışığıyla ortasından kesilmiş görürdüm.
Fırıl fırıl dönen bu karışık anımsamalar ancak birkaç saniye sürerdi; çoğun
lukla, bulunduğum yer konusundaki kısa kararsızlı�ım. kendisini doğuran
değişik varsayımları birbirinden ayıramazdı, tıpkı kin eteskobun bize koşar
ken gösterdiği atın birbirini izleyen konumlarım açık st·\· ik yak alayamayışımız
146
gibi. Ama ben yaşamım boyunca yattığım odaların kimi zaman birini, kimi
zaman öbürünü gözümün önüne getirmiş olurdum ve uyanışımı izleyen uzun
düş kurmalar sırasında, sonunda, hepsini anımsardım; yatınca, en uyumsuz
şeyleri, bir yastık köşesini, battaniyelerin üst kenarını, yün atkının ucu nu ya
tağın kenarını ve Debats R oses'un (Pembe Tartışmalar'ın) bir sayısını, kuşlar
gibi, sayısız kere dolaştırıp birbirine tutturarak yapılan bir yuvaya başımızı
gömdüğümüz kış odaları; buz gibi soğukta, insanın kendisini (yeraltında, top
rağın sıcak karnında yuva yapmış denizkırlangıcı gibi) dışardan ayrı hissede
rek haz duyduğu , ocaktaki ateş bütün gece beslendiği için, sıcacık, dumanlı
bir paltoya bürünerek uyuduğu, tutuşan köseğilerin ışıklarıyla dolu kış odala
rı; odanın ortasında oyulmuş sıcacık kovuk, el sütülmez yataklık, ısısal çizgi
leri değişken yakıcı bölge, köşelerden, pencereye yakın ya da ocaktan uzak
A:esimlerden gelen , yüzümüzü yalayan soğuk esintilerin üfürdüğü, yüzümüzü
serinlettiği sıcacık kovuk; ılık geceyle birlik olduğumuza sevindiğimiz, yarı a
ralık kepenklere yaslanıp sihirli merdivenini yatağımızın ucuna dek uzatan ay
:şığının dolaştığı, denizden gelen ılık yelin salladığı, bir pervazın ucuna tüne
miş iskete gibi, hemen hemen açık havada· uyuduğumuz yaz odaları; ilk gece
bile büyük mutsuzluk duymadığım, tavanı hafifçe destekleyen sütuncukların,
yatağın yerini göstermek ve sıkıştırmak üzere, büyük bir incelikle yana açıl
dıkları alabildiğine iç açıcı XV. Louis tarzı yatak odası; kimi zamansa, tersine,
iki kat yüksekliğinde, piramit biçiminde oyulmuş, tavanı yüksek mi yüksek,
{üçücük, içine girdiğim an o güne dek bilmediğim naftalin kokusuyla beni ze
!'ıirleyen, mor renkli perdeleri bana düşman ; sanki orada değilmişim gibi tepe
de tam bir kayıtsızlıkla avaz avaz bağıran sarkaçlı saati saygısız ilan ettiğim o
da; odanın köşelerinden birini yanlamasına kaplayan, dört köşe, ayaklı, garip
ve acımasız ayna görme alanımın tatlı doluluğu içinde beklenmedik bir boş
iu k yaratırdı; bu odada, eklemlerinden ayrılmaya, tam odanın biçimini alabil
mek ve o dev huniyi doldurabilmek için saatlerce uzamaya ç alışan düşüncem,
1:>en yatağımda gözlerim tavana çevrili, kulağım kirişte, burun deliklerim ger
gin , yüreği küt küt, alışkanlık perdelerin rengini değiştirene, saatin sarkacını
susturana, yanlamasına köşeyi örten acımasız aynaya acımayı öğretene, nafta
lin kokusunu bütünüyle yok edemesen bile daha ölçülü kılana, özellikle de ta
•·anın göze batan yüksekliğini azaltana dek geceler boyu acı çekmişti. Alışkan
!.ık! Zihnimizi haftalarca geçici bir yerleşim içinde bırakan, ama her şeye kar
şın sonunda iyilik getiren , ağır elli, usta düzenleyici, o olmasa, vücut salt ken
di olanaklarıyla bize barınabileceğimiz bir yuva sağ}ayamazdı.
S wann'ın Sevdası
Verdurin 'lerin ' ' küçükçekirdeği"ne,' ' küçükküme"sine,' 'Jcüçüksop "una gi·
rebilmek için bir tek koşul yeterli, ama mutlaka gerekliydi: Ozel bir Amentü'
ye ses çıkarmadan katılmak; bu duanın maddelerinden biri, Madam Verdu
rin 'in o yıl tuttuğu, kendisinden söz ederken, ' ' Wagner"in böyle çalınmasına
:zin vermemek gerekir canım !" dediği genç piyanocunun Plante'yi de, Ru
:ıinstein 'ı da çökerttiğini, Doktor Cottard 'ın hekimlikte Potain 'den çok daha
·j stün olduğunu bildirird i. Verdurin 'lere gelmeyen kişilerin akşam toplantıla
rının aralıksız yağan yağmur kadar sıkıcı olduğuna inandırılamayan her ' ' yeni
jye" anında kümeden ç ıkarılırdı. Kadınlar kibarlar alemi konusundaki me-
147
rak:larını ve başka salonlarda yaşanan hazları doğrudan doğruya öğrenme ar
zularını kaldırıp atmakta erkeklerden daha dik başlı oldukları için, Verdurin '
lerse bu inceleme düşkünlüğüyle havailik iblisinin birinden- öbürüne bulaşa
rak: küçük kiliselerinin katı gelenekçiliğini yıprattığını sezdikleri için , latif
cinsten ' ' üyelerin " hepsini kapı dışarı etmek zorunda kalmışlardı. .
D oktorun genç eşinin dışında, o yıl (alabildiğine varlıklı, kapalı mı kapalı,
saygıdeğer bir kentsoylu aileden geldiği ve erdemli bir in san olduğu halde, ya
vaş yavaş ailesiyle bütün ilişkisini kesen) M ada:m Verdurin 'in önadıyla ' Odet
te' diye seslendiği ' ' Aman, harika bir in san canım " dediği, kibar yosma oldu
ğu söylenen M adam de Crecy ile genç piyanocunun kapıcılık etmişe benzeyen
teyzesine indirgenmişti küçük soptak:i hanımlar; dünyadan habersiz kişilerdi
hepsi ve öylesine saftılar ki, Sagan Prensesi'nin , G u ermantes D ü şesi'nin ak
şam yemeklerine adam toplayabilmek için birtakım talihsiz insanlara para ver
mek zorunda kaldıklarını, önlerine bu iki soylu hanıma çağrılma fırsatı çıksa,
kapıcı eskisiyle kibar yosmanın buna burun kıvırarak: hayır diyeceklerini on
lara kolayca yutturabilirdiniz.
Verdurin 'ler kimseyi akşam yemeğine çağırmazlardı: Onların evde herkesin
' ' tabağı masada hazır" dururdu. Akşam toplantısı için hiçbir izlence yapıl
mazdı. G enç piyanocu bir şeyler çalardı, ama ' ' içinden gelirse", çünkü kimse
kimseyi zorlamazdı ve M adam Verd urin 'in deyimiyle ' ' her şey dostlar için "di,
' ' yaşasın arkadaşlar"dı. Piyanocu, Walkyrie'nin Atla G ezinti bölümünü ya da
Tristan 'ın giriş bölümün ü çalmaya kalkarsa, M adam Verdurin bu mü zikten
hoşlanmadığı için değil, tersine kendisini müthiş etkilediği için karşı çıkardı.
' ' Yine yarım baş ağrım tutsun istiyorsu nuz galiba? O bu parçaları çalınca böy
le olduğunu biliyorsunuz. Biliyorum başıma gelecekleri! Yarın yataktan kal
kayım derken bir de bakacağım, iyi akşamlar, kimsecikler kalmamış!" O çal
madığı zaman hoşbeş edilir, dostlardan biri, çoğunlukla günün gözde ressamı,
M adam Verdurin 'in deyişiyle " herkesi", o arada M adam 1 Verdurin 'i " kırıp
geçiren saçma bir laf yumurtlardı"; M adam Verdurin duyduğu coşkuları an
latan deyimleri öylesine ciddiye alırdı ki (o dönemde hekimliğe yeni başlayan)
D oktor Cottard, günün birinde, gülmekten çıkan çenesini yerine oturmak zo
runda kalmıştı.
Kara giysi yasaktı, çünkü herkes ' ' �rkadaş"tı, bir de vebadan kaçar gibi kaçı
lan, elden geldiğince ender, ancak ressamı eğlendireceği, mü zikçiyi birilerine
tanıtacağı zaman dü zenlenen .� üyük gecelere çağrılan ' ' sıkıcı kişiler"e benze
mekten ölesiye korkulurdu. Oyle gecelerin dışında, hece bulmacası oyn anır,
gün lük giysilerle, küçük ' ' çekirdek"e kimsecikleri karıştırmadan, baş başa ye-
mek yenirdi. .
Ancak ' ' arkadaşlar "M adam Verdurin 'in yaşamında başköşeyi tuttuktan son
ra, sıkıcı kişiler, kümeden kovulan dostlarını ondan u zak tutmaya başladılar,
bir de bakıldı ki birinin annesi, öbürünün uğraşı, üçüncünün köydeki evi ya
da kötüye giden sağlığı toplantılara gelmelerini engeller olmu ştu. D oktor
Cottard, yemekten kalkar kalkmaz, yaşamı tehlikede bir hasta için ayrılmak
zorunda olduğunu söyleyince, ' ' K im bilir," diyordu M adam Verdurin, ' ' belki
bu gece gidip rahatsız etmezseniz çok daha iyi olur; yarın sabah erkenden gi
der turp gibi bulursunuz onu . " D ah a aralık başında, sadık dostlarının N oel
ya da yılbaşı gecesi kendisini ' bırakacaklarını' düşünüp hastalanıyordu. Piya
nocunun teyzesi, delikanlının o gece annesinin evine yemeğe gelmesini istiyor-
148
du ısrarla:
- Taşradaki gibi, yılbaşı gecesi onu nla yemek yemezseniz annenizin öleceğini
mi sanıyorsunuz? diye çıkışıyordu M adam Verdurin .
Paskalya Yortusu 'ndan önceki hafta tasalan yine artıyordu.
- Siz, doktor, yerleşik inançlara kafa tutan bir insansınız, bir bilginsiniz, kutsal
cuma gü n ü bana geliyorsunuz değil mi? ded i ilk yıl Cottard 'a, alacağı yanıttan
kuşkusu bulunmayan güvenli bir sesle. Ama alacağı yanıtı beklerken yine.de
titriyord u, doktor gelmezse yapayalnız k alabilirdi.
- K utsal cuma gü nü sizdeyim . . . Vedaya geleceğim, ç ünkü Paskalyayı Auverg
ne'de geç ireceğiz.
- Auvergne'de mi? Kendinizi pirelere bitlere yedireceksin iz besbelli... Eh ,
·
149
çık senet gözüyle bakıyordu. E skiden onu alıp kafasının doğal verilerini uçarı
hazlar uğrunda harcadığı, �nat konusundaki engin bilgisini kibar h anımların
resim alışlarında, konaklarını döşeyişlerinde kullandığı kibarlar alemine sürük
leyen etken olsa da, şimdi artık arzu ya da sevda ona alışılmış yaşamında ö
nemsemediği boş kendini beğenmişliği yeniden tattırıyor, vurulduğu yeni bir
kadının gözünde Swann adının dışında bir incelik ve çekicilikle parlamak isti
yordu . .Tanımadan vurulduğu kadın sıradan biriyse çok daha büyük bir ar
zuyla istiyordu parlak gözükmeyi. Zeki adam nasıl başka bir zeki adama aptal
gözükmekten korkmazsa, ince ruhlu kişi de inceliğinin aksoylu bir bey tara
fından değil, kaba saba biri tarafından yanlış değerlendirilmesinden çekinir.
D ünya kuruldu kurulalı, ince ruhlu insanın değerini azaltmaktan başka bir iş
yapmayan kişilerin gerçekleştirdikleri zihinsel yatırımların , kendini beğenme
yalanlarının dörtte üçünü ortanın altındaki insanlar üretmişlerdir. Bir düşesin
yanında alabildiğine yalın ve özensiz davranan Swann, bir oda hizmetçisinin
karşısında küçümsenirim diye tir tir titriyor, bin türlü çalım yapıyordu.
Belli bir kıyıya bağlanma zorunluluğunu doğuran toplumsal büyüklüğün ya
rattığı tembellik ya da yazgıya boyun eğmişlikle, ölene dek içinde çakılı yaşa
dıkları kibarlar aleminin dışında gerçek yaşamın karşılarına çıkardığı hazlardan
· kaçırtan, bir kez alıştıktan sonra, daha iyisini bulamadıkları için, bu dünyanın
sıradan eğlencelerini, katlanılır sıkıntılarını haz sayan kişilerden değildi
Swann. O, ömrünü geçirdiği kadınları güzel bulmaya uğraşmıyor, güzel bul
duğu kadınlarla ömrün ü geçirmeye çalışıyordu. Ve bunlar, çoğu kez, güzellik
leri epeyce bayağı kadınlar oluyordu, çünkü farkına varmaksızın aradığı be
den sel nitelikler, sevdiği u staların yonttuğu ya da boyadığı kadınları h ayranlık
verici kılan niteliklerin tam tersiydi. D erinlik, anlatımdaki tutku, kucak dol
duran, sağlıklı, pembe bir vücudun uyandırdığı duyguları bir anda buza çevi
riyordu.
Çlktığı bir yolculukta gidip tanışmaya çalışmasa çok daha iyi edeceği, ama a
ralarında o güne dek görmediği kadar çekici bir kadının bulunduğu bir aileye
rastlarsa, gördüğü kadının uyandırdığı heyecanı yatıştırmak, eski oynaşların
dan birine iki satır yazıp yanına çağırmak, yeni güzelle tadacağı h azzın yerine
başka bir hazzı koymak onun gözünde yaşam karşısında korkakça çekilme,
yeni bir mutluluktan ahmakça vazg�me anlamına gelirdi, tıpkı .b ulunduğu
yeri gezeceğine, odasına kapanıp Paris kartlarına bakmak gibi. ilişkilerinin
kuruluşu yapısına kapanmamıştı, onları, hoşuna giden bir kadına rastladığı
her yerde, yeni yatırımlarla yeniden kurabilmek üzere, gezgincilerj.n yanların
da taşıdıkları sökülüp takılır çadır haline getirmişti . Başkalarına ne denli çeki
ci gözükürse gözüksün, alıp başka yere taşınamayan ya da başkalarıyla değiş
tirilemeyen h azza metelik vermezdi. Bilmem hangisi dü şesin gözündeki, ka
dıncağızın aradığı fırsatı bulamadan yıllarca bizimkinin hoşuna gitmeye çalış
masından gelen saygınlığı, kaç kez, köyde kızını gördüğü üst düzeyli yönetici
lerden biriyle kendisini hemen tanıştırmasını rica eden bir tel çekerek, kosko
ca bir pırlantayı bir somun ekmekle değiştirmeye razı olan açlıktan gözü dön
müş adam gibi bir anda yitirivermişti! Olan olduktan sonra bile eğlenirdi,
çünkü onda, ender rastlanan inceliklerle bağışlattığı bir hamhalatlık vardı.
Ayrıca, ömürlerini aylak geçiren , bu aylaklığın zihinlerine, örneğin sanat ya
da öğrenim gibi gerçekten ilgiye değer şeylerle u ğraşabilme fırsatı verdiğine,
'yaşam"ın bütün romanlardan daha ilginç, daha roman sal durumlar içerdiğine
150
inanan kafalı insanlardandı. En azından kendisi buna inanır ve kibarlar alemin
deki ince beğenili dostlarını, özellikle de başından geçen garip serüvenleri an
latarak eğlendirdiği Baron Charlus'yü inandırırdı; binbir nükteyle süslediği
bu serüvenlerde, örneğin bir tren yolculuğu sırasında rastladığı bir hanımı alır
evine getirir, sonra bir de bakardı ki kadın o sırada Avrupa siyasetinin bütün
iplerini elinde tutan bir adamın kız kardeşidir, böylece siyaset alanında olup
bitenleri çok hoş biçimde öğrenmektedir; ya da duru m ve koşulların şaşırtıcı
oyun u sonucu, bir aşçı kadının sevgilisi olup olmaması Kardinaller K urulu '
nun seçimine bağlı kalır.
Yer A dları: A d
151
Prousl
Sizin anlayacağınız, Boulogne Ormanı 'nın en değişik özleri gözler önüne ser
diği, karma bir birleştirmeyle en ayn kesimleri yan yana getirdiği mevsimdi
bu. Sabahın erken saatleriyse tam bir cümbüştü. Ağaçların henüz yaprak dök
medikleri bölgelerde, sabahları hemen hemen yatay gelen güneş ışınlarınin
değdikleri yerden başlayarak bir öz değişiniine uğradıklarını sanırdınız; bu öz,
birkaç saat sonra, çökecek alacakaranlıkta bir lamba gibi yandığı zaman, u
zaktan, bütün yaprakların üstüne sıcak ve yapay bir ışık gönderecek, tutuş
muş tepesinin altında yanmayan maddeden yapılmış, donuk renkli kocaman
bir şamdanı andıran ağac� en uçtaki yapraklarını tutuşturacaktı. Şurada, tuğ
la döşenmişçesine kalınlaştırırdı ormanı ve mavi çizgili san Fars duvarı gibi,
kestane ağaçlarının yapraklarını kabaca gökyüzüne çivilerdi; ötedeyse, tersi
ne, altın sarısı parmaklarını kıvırarak uzattıkları gökyüzünden zorla koparıp
ayırırdı on lan. Yabani asmaya sarınmış bir ağacın yan belinde, göz kamaştı
ran ışıktan ötürü pek iyi seçilemeyen, kırmızı çiçeklerden, belki değişik karan
fillerden oluşmuş kocaman bir demeti aşılayıp açtırırdı. Yazın yeşilliklerin yo
ğunluk ve tekdüzeliği içinde çok daha iyi kaynaşan ormanın değişik kesimleri,
sonbaharda ortaya çık_ardı. Biraz daha ağaçsız kesimler hemen bütün öbür ke
simlerin girişini ortaya vurur ya da görkemli bir yaprak kümesi sancak gibi
belli ederdi pu girişleri. Bir renkli haritaya bakarcasına, Armenonville'i, Cate
lan Çıyırı 'nı, Madrid 'i, Yarış Alanı 'nı, göl kıyılarını fark edersiniz. Zaman za
man gereksiz bir yapı, bir yalancı mağara, iki yana açılan ağaçların yer verdik
leri ya da yemyeşil bir çimenliğin yumuşacık tablasında insana sunduğu bir
değirmen belirirdi. Ormanın yalnızca bir orman olmadığı, ağaçlarının yaşa
mındaki başka bir ereğe yanıt verdiği hissedilirdi; içimdeki coşkuyu sonbaha
ra duyduğum hayranlık değil, belli bir arzu doğururdu. Büyük bir sevinç kay
nağı olan bu arzuyu, ruh ilkin nedenini bilmeden, dış dünyadaki hiçbir şeyin
onu gerektirmediğini anlamadan duyar. Nitekim ben de ağaçlara, onları aşan,
farkına varmadığım halde, her gün birkaç saatliğine kucakladıkları gezintiye
çıkmış güzel hanımların oluşturduğu başyapıta yönelik doyumsuz sevecenlik
le bakıyordum. Akasyalı Yola doğru gidiyordum. Onları zorla parçalara bö
len sabah ışığının ağaçlan budadığı, değişik sapları bir araya getirip demetler
yaptığı ulu ağaçlı kesimlerden geçiyordum. Sabah ışığı büyük bir ustalıkla iki
ağacı kendine doğru çekiyordu; güneş ışınıyla gölgenin keskin makasından
yararlanarak her birinin gövdesiyle dallarının yansını kesiyor, geri kalan iki
yarıyı örüyor, ya çevrelerini kuşatan parlaklığı belli yerlerden kesen bir gölge
direği ya da kapkara bir gölge ağının yapay, titrek kenar çizgisiyle süslediği
tek bir aydınlık hayaleti haline getiriyordu. G üneş ışını en tepedeki dalları sa
rıya boyadığı zaman, ışıl ışıl bir neme batırılmış dallar bütün o ulu ağaç küme
sinin deniz altında kalmışçasına gömüldüğü zümrüt renkli, sıvı havaküreden
tek başlarına fışkırıyorlardı. Çlinkü ağaçlar kendi yaşamlannı sürdürüyordu
ve artık yaprakları kalmayınca, gövdelerini kaplayan yeşil kadife kürkün üs
tünde ya da kavakların tepesine serpiştirilmiş, Michelangelo'nun Yaratılış'ın
daki güneş ya da ay gibi yusyuvarlak ökseotu kürelerinin beyaz sırrı· içinde
çok daha iyi parlıyordu ışınlar. Ama bir tür aşıyla yıllardan beri kadınlarla bir
arada yaşamaya zorlandıklarından, bana orman perisini, geçerken dallarıyla
örttükleri, kendileri gibi mevsimin gücünü ciğerlerine çekmeye çağırdıkları
binbir renkli, ayağına çabuk, güzel ve kibar hanımı anımsatıyorlardı; kadın
inceliğinin bilinçsiz ve suç ortağı yapraklar arasında birkaç saniyeliğine canla-
152
nacağı yerlere büyük bir susuzlukla geldiğim günleri, inançlı gençliğimin mut
lu günlerini çağrıştırıyorlardı. Boulogne Ormanı'ndaki çamlarla akasyaları öz
lememe yol açan, dolayısıyla benim için , görmeye gittiğim Trianon 'daki kes
tane ağaçlarıyla leylaklardan çok daha sarsıcı olan güzellik, benim dışımda,
belli bir tarihsel dönemin anılarına, sanat yapıtlarına, altın perdeli yaprakların
dibinde yığıldıkları küçük sevda tapınağına tutturulmamıştı .. Yeniden göl kı
yısına iniyor, G üvercin Vurma Alanı'na dek uzanıyordum. içimde taşıdığım
yetkinlik duygusunu o an Victoria tarzı bir arabanın yüksekliğine, bu arabaya
koşulmuş, D iomede'nin acımasız atları gibi gözlerin i kan bürümüş, yabanarı
sı kadar hafif ve öfkeli atların zayıflığına ödünç vermiş oluyordum ve şimdi,
eskiden sevdiğim şeyleri yeniden görme arzusuyla, bir zamanlar beni aynı yol
lara sürükleyen arzu kadar ateşli bir istekle yanıp tutuşarak, Ermiş G eorges
kadar çocuksu , yumruk büyüklüğü ndeki seyisin gözetlediği, Madam Swan n '
ın iri yarı arabacısının çekip çevirmeye çalıştığı çelik kanatlarını ürkmüş kuş
lar gibi çırpan atların yine gözümün önünde canlanmasını istiyordum. Ama
ah! Şimdi artık ormanda yalnız iri yarı u şakların eşlik ettiği, bıyıklı sürücüle
rin kullandığı otomobiller vardı. Belleğimin gözlerinin gördüğü kadar güzel _
olup olmadıklarını anlamak üzere küçük hanım şapkalarını vücudumun göz
leriyle öylesine alçak bir noktada tutarak seyrediyordum ki, şapkadan çok ta
ca benziyorlardı. Şimdi artık şapkaların hepsi kocamandı, ü stleri yemiş, çiçek
ve kuşlarla örtülüydü. M adam Swann 'ın içlerinde eceye benzediği güzel enta
rilerin yerini, Tanagra yontucuklarındaki kırmalara benzer kırmalarıyla Yu
nan-Sakson tarzı uzun ceketler almıştı; kimi zaman da D irectoire tarzı, üzerle
ri basma kağıtlar gibi çiçeklerle bezenmiş liberty (özgürlük) bezlerinden yapıl
mış uzun ceketler kaplıyordu ortalığı. Kraliçe Marguerite Yolu 'nda, Madam
Swann 'la birlikte gezintiye çıkabilecek beylerin baş\nda, şimdi artık ne o eski
kül rengi silindir şapkaları gö�ebiliyordum ne de başka bir şapka. Başı açık çı
kıyorlardı sokağa. Ve gösterinin bütün bu yeni bölümlerine sağlamlık , birlik,
varlık kazandırmak üzere, inancımı katamıyordum artık; eskiden olduğu gibi
gözlerimin olu şturmaya çalışacağı güzelliğin küçük bir zerresini bile taşıma
dan , hiçbir doğruyu barındırmadan, rastlantısal olarak gözümün önünden ge
çip gidiyorlardı. Sıradan kadınlardı bunlar, inceliklerine hiç inanmıyordum
artık, sırtlarındaki süslü giysiler bana önemsiz gözüküyordu . Bir inanç yittiği
zaman, yeni nesnelere gerçeklik kazandırma gücünün bulunmayışını gizlemek
üzere, onun yerini, hem de çok daha büyük bir direngenlikle, bu inancın eski
den sevdiği şeylere yönelik tapınmalı bağlılık alır, kutsal yan kendi içimizde
değil de söz konusu nesnelerdeyrniş gibi, o günkü inançsızlığımızın olumsal
bir nedeni varmış gibi, Tanrı ölüp gitmiş gibi.
153
Prousı
il
Ben de birkaç dakika içinde üÇ kez duyduğum özdeş kıvançların cin sini en
çabuk şekilde seçebilmeye ve sonra da bunlardan elde edeceğim öğrenimleri
meydana çıkarmaya kendimi zorluyordum. Bir şey'den edindiğimiz gerçek
duygu ile şey'i hayalimizde isteyerek canlandırmaya yeltendiğimiz vakit
kendimizde uyandırdığımız sahte duygu arasındaki ölçüsüz ayrım üstünde
d urmuyordum; eskiden Swann 'ın, sevildiği günlerden ve Vinteu il'ü n küçük
cümlesinin -çünkü bu cümlenin ardında o günlerden çok daha başka şeyler
görüyordu- geçmiş günleri aynen geçmişte duyduğu gibi kendine h atırlat
masının onda yarattığı ani acıdan söz ederken ne den li göreceli bir ilgisizlik
le konuştuğunu hatırlamakla, eşit olmayan döşeme taşların ın, peçetenin
sertliğinin, kurabiye tadının bende uyandırmış olduğu duygu ve değişmez
bir belleğin yardımıyla Venedik, Baalbek , K ombre ile ilgili ve sık sık hatır
lamaya çalıştığım şey arasında hiçbir ilişki olmadığını anlıyordum; ve anlı
yordum ki, bazı anlarda güzel görünmüş olmasın a karşılık yaşam vasat ola
ralc. da görülmüş olabilirdi, çünkü bu durumda ,yaşamın yargılanması ve de
ğerinin azaltılması, ona ait hiçbir şeyi muhafaza etmeyen imgeler ve o olma
yan he{ şey ile yapılmaktaydı. Ancak, gerçek izlenimlerin her biri arasındaki
ayrımı.h -bu ayrımlar, yaşamın bir örnek resminin aslına ben zeyemeyeceğini
açıklıyor- herhalde şu nedene bağlı olduğunu ayrıca fark ettim: Yaşamımı
zın bir devresinde söylediğimiz en ufak sözcü ğün , yaptığımız en anlamsız
eylemin , bun larla mantıkça ilgisi olmayan şeylerle ku şatıldığını, onların
yansısını taşıdığını, düşüncenin gereksinmelerine yaramayan o şeylerin akıl
tarafından bir yana atıldığını, ama yine aynı şeylerin ortasında -hurda bir
kır gazinosunun çiçekli duvarı üstünde pembe akşamın yan sısı, açlık duygu
su , kadın isteği, lüks zevki, şurada su perilerinin omuzları gibi içlerinden
sıyrılan müzikli cümleleri sarıp sarmalayan sabah denizinin mavi kıvrımları
en basit davranışın , eylemin, içleri tamamen değişik renkte, kokuda, sıcak
lıkta n esnelerle dolu binlerce şişeciğin içindeymişçesine kapalı k aldığını fark
ettim; yalnız düşünce ve hayal yönünden bile olsa değişmekten geri kalma
dığımız yaşantımız boyunca sıralanan bu şişeciklerin başka başka yük seklik
lerde bulu nduklarını ve bize alışılandan ayrı, çeşitli atmosfer duygusu verdi
ğini h esaba katmıyordum. Bu değişmeleri pek fark etmeden tamamladığı
mız bir gerçektir; ama birden aklımıza gelen bir anı ile şimdiki durum ara
sında ya da değişik iki saat, yer ve yıl anısı arasında öylesine bir uzaklık var
ki, özgül bir özgün lük dışında bile bu uzaklık on ları birbirleriyle kıyaslan
maz duruma getirmeye yetecektir. Evet, eğer bir anı, unutma sayesinde ken
disiyle şimdiki an arasında hiçbir bağ kuramamışsa, olduğu yerde, aynı ta
rihte k almışsa, bir ovanın köşeciğinde ya da tepenin zirvesinde uzaklığını ve
yalnızlığını muhafaza etmişse, birdenbire bize yeni bir havayı teneffü s etti
rir, çünkü bu havayı eskiden de teneffüs etmişizdir ; öylesine temiz bir h ava
ki ozanlar boş yere onu cennete mal etmeyi denemişlerdir, oysa o ancak da
ha önceden teneffüs edilmişse bize bu derin yenilenme duygu su nu verebilir,
zira gerçek cennetler yitirilmiş olanlardır. Ve bu arada yapımına girişmeye,
iyice kararlı olmasam bile, kendimi hazır bulduğum sanat eserinde büyük
zorluklar olacağını fark ediyordum. Ç.inkü art arda gelecek bölümleri, az
154
çok değişik maddelerden meydan a getırmeliydim. Venedik ikindileri için
kullanılacak olanlara kıyasla sahildeki sabahların anılarına uygun gelecek
maddeler, diğerlerinden çok değişik, belirli, yeni, saydamlığı! olan , özel bir
ötümlülüğe sahip, tıkız, serinletici ve pembe olacaktı, bahçeye bakan yemek
odasındaki sıcaklık dağılıp dökülüp konmaya başladığı sırada ve gökte gü
n ün son suluboyaları daha görünürken ve bir ışık huzmesi lokanta duvarın
daki gülleri son bir defa aydınlatırken , Rivebel akşamlarını sözcüklerle çiz
mek isteseydim, kullanacağım madde yine başka çeşitten olacaktı. Bütün
bunların ü stünde durmuyordum, çünkü şimdi bu mutluluğun , kendini ke
sinlikle kabul ettiren ırası (caractere) yüzünden, nedenini aramaya zorlanır
casına itiliyordum, eskiden ertelenen bir araştırmaydı bu. Oysa ki bu deği
şik mutlu duyguları kendi aralarında ölçüştürmekle o nedeni tahmin edi
yordum ve yine bu duyguları hem şimdiki hem de uzaklaşmış bir an içinde
duymu ş olmam, onların ortak yanını meydana getiriyordu , -o u zaklaşmış
an 'daki kaşığın tabakta çıkardığı ses, döşeme taşlarının eşitsizliği, kurabiye
nin tadı, geçmiş zamanı şimdiki zamana yaklaştırmaya yol açıyor ve h an gisi
nin içinde bulunduğumu bilmeme engel oluyordu; aslında bendeki bu duy
gun un tadını alan varlık, bu tadı, o duygunun geçmiş zaman ve şimdiki za
manla ortak olan yanından , zamanlılık-dışı olan yanından alıyordu ; öyle bir
varlık ki, ancak geçmiş zaman ile şimdiki zaman arasında böylesine özdeş
liklerin bi{i yoluyla nesnelerin , özün zevkine varabileceği, içinde yaşayabile
ceği biricik ortamda, yani zamanın dışında bulun abilmekle ortaya çıkıyor
du. Bu da küçük kurabiye tadını bilinç sizce h atırladığım zaman ölümüm
konusundaki endişelerimin sona ermesinin neden in i açıklıyordu , çünkü o
anda içinde bulu nduğum varlık zamanlılık-dışı bir varlıktı, böylece gelece
ğin değişkenliğine karşı da kayıtsızdı. Benzeşme mucizesinin beni şimdiki
zamandan her kaçırışında bu varlık bana ancak. . eylemin, ani zevk almanın
dışında kendini belli etmiş ve içime yerleşmişti. ününde bellek ve akıl çaba
larımın hep başarısızlığa uğradığı geçmiş günlere, Yitirilmiş Zamana tekrar
kavuşmamı sağlama gücüne bir tek o varlık sahipti.
Ve az önce, Bergotte'un eskiden manevi yaşantının zevklerinden söz eder
ken yanlış kon u ştuğunu düşündü ysem, bu belki de sözü geçen yaşantı ile ve o
sırada içimde bulu nanla ilgisi olmayan mantıklı muh akemelere bu adı verdi
ğim içindi - tıpkı, gerçeksiz anılar yolu ile değerlendirdiğim için yaşamı ve
dünyayı sıkıcı bulmu ş olduğum gibi; oysa gerçek bir geçmiş anın şimdi i
ç imde üç kez doğmuş olması yüzünden büyük bir yaşama jsteğim vardı.
Sadece geçmişten bir an mı? Belki de çok daha fazla; öyle bir şey ki, geçmişe
ve şimdiye ortak olmakla onların ikisinden de daha özsel.
Y aşantım boyunca birçok kez gerçeklik beni hayal kırıklığına u ğratmıştı,
ç ünkü onu görd üğüm an bana güzelliğin tadını ver• · 1 tek organım olan h a
yal gücümü, ancak görünmeyenin hayal edilmesini ısteyen kaçınılmaz yasa
yüzünden , gördüğüm gerçekliğe uygulayamıyordum Şimdi ise bu katı yasa,
bir du yguyu yansıtmış olan doğanın sağladığı eşsiz tJir çıkar yol ile birden
etkisizleşmiş, askıda kalmıştı -çekicin ve çatalın gürü ı tüsü , taşların eş düzen
sizliği gibi- o duygu ki hem geçmişteydi ve hayal gücüme de bunu tatma
zevkini veriyordu h em de şimdiki zamandaydı ve bu şekilde temasla, gürül
tüyle duyularımın gerçekten sarsılması, h ayalin dü.şlerine genellikle yoksun
oldukları şeyi eklemişti, yani varoluş düşüncesini - ve bu kaçamak sayesinde o
155
Prousı
duygu, varlığıma -çok kısa bir an için bile olsa- asla yakalayamadığı şeyi el
de etme, onu yalnızlaştırma, devimsizleştirme olanağını vermişti: Salt duru
munda bir parça zaman. Tabağa çarpan kaşık ile tekerleğe vuran çekice.
Guermantes'in avlusu ile St. Marc Kilisesi döşeme taşlarının eşitsizliğine or
tak olan gürültüyü bir mutluluk ürpertisi içinde duyduğum zaman içimde
tekrar doğan varlık, evet bu varlık sadece nesnelerin özü ile beslenir, geçi
mini onlardan sağlar ve yalnız onlardan zevk alır. Duyuların ona kazandıra
madığı "şimdi'hin özlemi içinde, aklının kuruttuğu bir geçmişin düşüncesi i
çinde, iradenin "şimdi" ve "geçmiş" parçacıklarıyla kurduğu bir geleceğin
bekleyişi içinde, -ki o varlık bu parçacıkları gerçekliklerinden çekip çıkarır
ve yalnız onlara atfettiği iyice insansal olan asıcıl sonuca uygun gelen yanla
rını saklar- bu varlık kendinden geçer. Ama geçmişte duyulmuş, koklanmış
bir koku, bir gürültü yeniden duyulup koklandı mı, günlük olmadığı halde
gerçek, soyut olmadığı halde ülküsel, hem şimdiki zamanda hem de geçmiş
zamanda oldu mu, nesnelerin genellikle gizli sürekli özü hemencecik serbest
kalmış olur ve ara sıra, uzun bir süreden beri ölmüş gibi görünen ama aslın
da öyle olmayan bizim gerçek 'ben''imiz, ona sunulan Tanrısal besi ile uya
nır ve kımıldanır. Zamanın düzeninden kurtulmuş bir dakika, onu duyabil
memiz için bizim içimizde, zamanın düzeninden kurtulmuş insanı tekrar ya
rattı. Bu insanın da, sevincinin içinde kendine güvenmesini haklı görürüz
-mantık yönünden bir kurabiye tadı bu sevincin nedefl.lerini ihtiva etmiyor
gibi görünse bile,- ölüm sözcüğünün ona bir anlam ifade etmemesini de
haklı buluruz; zamanın dışına çıkmakla, insan geleceğin nesinden korkacak
tır?
156
A lfred J arry
"'
SEVDA HA VASI
K ızım benim, benim diyorum, çünkü herkesinsiniz
Ama bugün kim oldu kim gerçek sahibiniz?
U yuyun hadi artık, kapatalım pencereyi de
H ayat böyle kapalı ve işte evimiz.deyiz.
158
O küçümencik ayağınızdaki papuca
Azıcık çamur bulaştı öptü onu
Sevdadır bunca uygunsuzluk arasında
Size bu nefis ağzı veren şey, sevda!
159
J arry
160
Ç1GIR TKANIN BOR US U
Y eldeki nabız, denizdeki nabız, kaçan gecedeki nabız!
Öksürüğü damarlarımda nabzın gürültü sü,
K amışlarını delerler kavak boynuzları
O içi boş, o yukarda çalınmış boruları gibi Ammon 'un .
D uvar çekip çekicinden senin yüreğine
G ürülder ve kükrer yukardan, Ammon çobanı,
D enizde, yelde, gecede,
Na
bız.
161
Picasso'nun çizdiği ''Baba Ü bü"
.. • � .. 1 � ..
A � o ıt r H E!J
1 t\ıW')lıtö• ' Jl(J� E ' "
o
BİZ VE ONLAR
''.Amerika benim memleketim
ve Paris sılam
Ben bir Amerikalıyım
ve hayatımın yansını Paris'te yaşadım,
ama beni ben yapan yarısını değil
ne yaptıysam yaptığım yarısını. "
Sonuç olarak herkes, yani yazı yazan herkes, içinde var olanı anlatabilmek i
çin kendi içindeki yaşama ilgi duyar. Yazarların neden iki ülkelerinin olması
gerektiği soruşunun yanıtı budur; biri ait oldukları yer, öteki de gerçekte ya
şadıkları yer. ikinci ülke romantiktir, onlardan ayrıdır, gerçek değildir, ama
gerçekten oradadır.
Elbette ki bazen insanlar kendi ülkelerini, sanki öteki ülkeymiş gibi keşfeder
ler. AI11 erika'yı keşfeden Louiş.e Bromfield bunµn en yeni örneğidir. Böyle
birkaç lngiliz yazan da vardı. Orneğin, K ipling Ingiltere'yi keşfetti. Ama ge
nelde içinde özgür �!abilm�k için gereksindiğiniz öteki ülke, gerçekten ait ol
duğunuz yer değil, OTEKI ülkedir.
* * *
163
Stein
Amerika Birleşik D evletleri şu ara dünyanın en yaşlı ülkesi; en yaşlı ülke var
dır her ı.aman ve şimdi o Amerika'dır; yirminci yüzyıl uygarlığının anası olan
Amerika. Kendini, iç savaştan hemen sonra böyle hissetmeye başladı. Ve bu
yü zden Amerik a içinde doğmuş olmak için uygun çağda, ama içinde yaşamak
için yanlış yaştadır.
* * *
164
R ilke'nin R odin'e mektubu
', \
� eh., �� /
;L � µ.� . JllAM �
F i" ,...,. � .: � 1� ,
� �� � cm. -
t:.:: fA. � cU
""" 4'Hcl �';
�� tit f'HI. �
�
ı ., , � 1
� �· "1ıc'4 Jl;u,;� � � µ.
� 11�� ilk ,,..., L� µmttct. MıV
'"'•f-a.4 �· "PM·
ı �
6fl 1HfU"1 I � �
Jc � b,, � � 4,J � .
. . � "'""" 4. � "6 ltt 4 �
;. ,.,. . � •' � ...&. � 'JML 1
166
B l.rçok kardeşim var hırkalı
güneyde, manastırlarında defne duran.
Bilirim nasıl insanca M adonnalar tasarımlarlar,
ve düşlerler sık sık genç Tizianlar,
Tanrının içinden geçtiği korlar içre.
167
Rilke
yalnızdır o şimdi.
D erim, olmalı o daha.
Ç.inkü yapmıyor ona kimse, onun bana yaptığını,
Yürür hepsi benim yolumu ,
U ğrar hepsi onun gazabına,
yiter hepsi onda gider.
168
Sanırım, ağabeyim ayık, gözetler
bir mahkeme gibi.
Beni düşünür durur gece;
düşünmez onu.
Bu · akışla, bu çağlayışla
geniş kollardan açık denize,
bu büyüyen yeniden-dönüşle
seni tanıtacağım, u lağın olacağım senin
daha kimsenin olamadığınca.
169
Rilke
170
Soğuk değilsin dah a ve geç değil,
dalmak için senin oluşan derinliklerine daha
yaşamın kendini sessizce ele verdiği.
Nedir Roma?
Parçalanıyor.
Nedir D ün ya?
Yıkılacak
daha damları çatılmadan senin kulelerinin
dah a fersah fersah mozaik içre
çıkıp yükselmedC?n p ırıltılı alnın.
Ama bazen düşte
uzanırım senin u zamın boyu
kuşbakışı,
derinlemesine ta temelden
çatının altın ucuna dek.
Ve görürüm: D uyularım
kurgularlar ve kurarlar
en son bezemeleri.
İ stemesek de biz:
O 1 g u n 1 a ş ı r T a n r ı.
171
Rilke
172
MAX JA COB
1876 - 1944, Fransa.
ŞAPKA SA TICISI
Bir elma ağacının üstünde uçtu güvercinler,
Avcılar koştu, güvercinler uçtu,
Hırsızlara gün doğdu, derman için bir tek elma yok,
Yalnız bir sarhoşun şapkası kaldı
En alçak dala asılı.
�yi sanat doğrusu şu şapka satıcılığı,
Illa ki sarhoş şapkası satıcılığı.
Hendeklerde mi dersin
Çtyırlar üzerinde mi, ağaçlar üzerinde mi
Bul bulabildiğin kadar şapka.
Yenileri ise daima Kermarec'te bulunur,
Kermarec, Lannion 'da şapka satıcısı.
Rüzgardır onun için çalışan.
Bense küçük bir terzi,
Ben de şapka satıcısı olacağım,
Elma şarabı çalışacak benim için.
Ve Kermarec kadar zengin olduğum zaman
Elma şarabı için elmalar veren bir elma bahçesi alacağım
Ve ehli güvercinler;
Bordeaux'daysam şarap içeceğim
Ve güneşin altında yürüyeceğim aln ını açık.
173
Jacop
174
Ve denizle ve gözleriyle dükkanların
Cam parıltıları gibi yankıyan
Tenora geceyi ve tozlarını biçiyor
Şakrak ayaklarda demlenirken Sardan
175
Jacop
176
hiçbir çabayı esirgememektedir, falan filan ... Dansın
ritmi başlar girişten sonra. Ama nasıl bir ritim? Sanırım,
daha ötesini kişioğlunun düşünemeyeceği, isteyemeyeceği bir
ritim: ani sessizlikler ve uzun ara ezgilerle kesilmiş
bir polka ritmi. Sardan müziğinde dinleyeni görkem kavramına
sürükleyen yangınlar, tutu şmalar var. Halkalanarak yapılır
Sardan. Kollar, şamdan kolları gibidir. Taşkınlık anları
dışında, oynayanlar hemen hemen hareketsizdirler. Gözleriniz,
uzanan ve sevimli yapmacıklara dadanan ayaklardadır. Halkanın içinde
başka bir halka, onun içinde de başka bir halka. Aslında
her halkanın yaptığı hareketler aynıdır; ama, her birinin yöneticisi
ayrı bir müzik duyarlığı taşıdığı için, tıpatıp benzemez birbirine.
Figueras alanında akşamları böyle birçok Sardan gülü görmüştüm.
177
Jacop
178
OL UR Al
Georges A uric'e
179
HER MANN HESSE
1877 - 1962, A lmanya I İsviçre.
180
ve düş, sılaya dönmüşü karşılayan dostlar gibi geldiler bana, öldürücü yükü,
bir bohçayı alır gibi indirdiler sırtımdan.
Hiç kazazede olup karayı gördüğün, yüzerek sana yaklaşan birini gördüğün
oldu mu? H iç ölümcül hasta olup ilk sağaltıcı, temiz dağ havasını içine çekti
ğin , yenilenen kanın tatlı kıpırtısını hissettiğin oldu mu? Bu kurtarılan , bu sa
ğalan gibi, beni de bir şükran, huzur, ışık, sağlık dalgası kapladı o gece, bilin
mez varlıkların bana dostça yaklaştıklarını anladığımda.
G ökyüzü, daha önceleri hiç görmediğim bir görünümdeydi. Yıldızların yerle
ri ve dönüşleri ile iç yaşamım arasında önceden belirlenmiş bir dostluk birliği
kuruldu; bengi olan da, açıkça ve iyilikle, içimden bir şeyleri kendi yasalarına
bağladı. ÇOlleşmeye yüz tutmuş yaşamıma, altın toprakların serildiğini; içim
de eski yeni her şeyi soylu billurlar gibi düzenleyeceğini, dünyanın bütün şey
leri ile, bütün harikaları ile iyilikli birlikler kurması gerektiğini enfes bir şaş
kınlıkla sezinlediğim bir güç ve bir yasanın verildiğini hissediyordum ..
Incipit vita nova. Yeni birisi oldum artık, kendi kendime bir mucize gibi geli
yorum daha, hem dingin hem etkin , kabul eden ve bahşeden , belki en değerli
lerini kendimin bile daha bilmediği değerlerin sahibi.
çeviren :OruçAruoba
181
.. .
A L FR ED D OBLIN
1878 - 1957, A /manya.
182
yüz adam daha işçilerin sırtından geçinip semirsin diye! Sosyalistler d�vlet ilc
tidannı ele geçirmediler, devlet politilcası ilctidarı onları ele geçirdi. insanlar
da inekler gibi yaşlanır ve yine de her zaman bir şeyler öğrenilir. Fakat bu bi
zim Alman işçileri gibisi yeryüzüne gelmemiştir. Alman işçileri seçim pusu la
larını ellerine alıp hücreye girer, oy kullanırlar ve gerekeni yapmış olduklarını
düşünürler. Reichstag'da seslerimiz yükselsin istiyoruz, derler; böyleyse bir
koro derneği kursunlar daha uygun.
K adın ve erkek yoldaşlarım, biz elimize hiçbir oy pusulası almıyoruz ve hiç
kimseyi seçmiyoruz. G üneşli bir pazar günü kır gezmesini sağlık bakımından
daha yararlı buluruz. Neden böyle? Zira seçmenlerin eli kolu bağlamyor ka
nuna uygunluk diye. Oysa kanuna uygunluk, işbaşındakilerin kullandığı kaba
kuvvettir, bilek gücüdür. F akat seçimden yana olanlar bizi yanlış yola itmek
istiyorlar, gerçeği örtbas etmek istiyorlar, kanuna uygu nluk ne demek, devlet
ne demek fark edelim istemiyorlar. D evlete girebileceğimiz hiçbir delik ve hiç
bir kapı yok. Olsa olsa devletin yük eşeği, ya da hamal olarak girebiliriz. Se
çimden yana olanlar bunu görmezlikten geliyorl!lr. Bizleri tuzağa düşürüp
devletin yük eşekleri olarak yetiştirmek istiyorlar. işçilerin çoğu da bunu elde
ettiler. Bizler Almanya'da kanuna uygunluk ruhuyla yetiştirildilc. Fakat yol
daşlarım, ateşle su birleşmez, işçiler bunu bilmek zorundadır.
Burjuvalar, sosyalistler ve komünistler. Bütün mutluluklar yukardan gelir di
ye, hep bir ağızdan bağırıyor ve pek seviniyorlar. Devletten , kanundan ve yü
ce düzenden gelir her şey diye! Fakat bunun bir de sonrası var! Bir devlet yö
netiminde yaşayanların özgürlükleri anayasada gösterilmiştir, sınırlıdır. Bize
gerekli olan ve kimsenin vermeyeceği özgürlüğü ise biz kendimiz almalıyız. A
nayasa, aklıbaşında kişileri çileden çıkarır . F akat yoldaşlarım, kağıt üstünde
özgürlükleri, yazılı özgürlükleri nasıl kullanıyorsunuz acaba? Sizlerden biri
herhangi bir özgürlükten yararlanmak isteyince polis gelip kafanıza vurur ve
bu da nesi, anayasada yazılı özgürlüğümü kullanıyorum deyince, saçmalama
ulan cevabını verir: H aklı! Zira o anayasa falan tanımaz.düzeni sağlamaktır
gö��vi ve bunun için de elinde cop vardır. Sana da çeneni tutmak düşer ..
OnemH endüstri dallarında çok yakın grev olanağı kalmayacak. U zlaşma ku
rullarının giyotini tepenizde sallanıyor, şimdi dilediğiniz gibi özgür davranabi
lirsiniz!
Kadın ve erkek yoldaşlar, seçim yapılacak, seçilecek ve yine seçilecek ve bir
sürü laf edilecek. Bu kez daha iyi olacak işler, dilckatli olun, çaba gösterin, e
vin izde ve işyerinizde propaganda yapın, daha beş oy, daha on oy, daha on ilci
oy, diyecekler ... Bekleyin biraz, neler neler yaşayacaksınız, diyecekler.. Evet,
neler neler yaşayacaksınız! Bostan dolabına koşulmuş gözü bağlı bir attan
farksız dön de dön ! Hiç bir şeyin değiştiği ve değişeceği yok. Pa· :amento oyu
nu emekçilerin yoksulluğun u u zattıkça uzatır. H ukukta bir buhrandan söz e
derler, hukukta reformdan söz açarlar, bunun gerekli olduğunu söylerler.
Başlarda ve uzuvlarda yenileme. hakimlerin yenilenmesi gerekir. Hakimler cum
huriyetçi yapılmalıdır. Oysa bizler yeni hakimler falan istemiyoruz. Bugünkü
hukuk düzeninden sonra hiç bir hukuk istemiyoruz. Biz bütün devlet kurum
larını doğrudan doğruya eylemle yıkmak istiyoruz. Bunun yolunu da bulduk:
Çhlışma gücünü kullanmamak. Bütün çarklar dursun. K adın ve erkek yoldaş
lar, parlamentoculuk, yardımlar ve sosyal yardım politilcası denilen büyük ya
lana kanmayalım. Parolamız devlet düşmanlığı, kanu n suzluk ve kendi kendi-
183
Döblin
den (Alm:ın Sosyalist Partisi) biri arasında bir fark var mı?"
184
Willi: 'Yoldaşım"diyor 'ben hiç bir fark görmüyorum, apaçık söyleyim. Bü
tün fark gazetede, kağıtta yazılı oland.a. Bana göre hava hoş, dilediğinizi düşü
nün ! F akat bu·düşünceleriniz neye yarıyor. Bunu soruyorum. Bana sorarsan
bunu, SPD 'li birinin yaptığının tıpkısını yapıyorsun, derim. Torna tezgahının
başında duruyorsun, üç markını eve götürüyorsun , buyruğunda çalıştığın a
nonim ortaklığı da senin emeğinden kazandığını ortaklarına dağıtıyor ... "
Saçları kırlaşmış işçi, b&µcışlarını Franz'la Willi üzerinde dolaştırıyor, sonı:a yi
ne çevresine bakınıyor. içki tezgahının arkasında da birkaç işçi var . Adam,
yaklaşıyor ve fısıldar gibi soruyor: 'Ey, ne yapıyorsunuz?" diye, Willi, Franz'a
göz kırpıyor: 'Sen söyle ... " diyor. F akat F ranz buna yanaşmıyor, politika ko
nusunda konuşmaya hiç ilgi duymadığını söylüyor. Fakat saçları ağarmış işçi
yakasını bırakmıyor:
'Bizim_bu konuşmalarımızi'n politikayla ilgisi yok. K endi üzerimize bir görüş
me sadece. Ne iş yapıyorsun?
Franz Biberkopf, ayağa kalkıyor, bira kadehini alıyor ve anarşisti iyice bir sü
züyor. Orakçının biri, ölümün ta kendisi, diye aklından geçiriyor. D ağlara ka
çıp haykıra haykıra ağlamalıyım .. ÇDllerde dolaşan sürülere yakınmalıyım . ..
Çbk korkunçtur oraları, kimse dolaşamaz oralarda... Tanrının kuşları da, i
nekler de oralardan uzaklaşmıştır.
'Ne iş yaptığımı sana söyleyim arkadaş. F akat yoldaş değilim. Oradan oraya
dolaşıp bir şeyler yapıyorum, fakat hiçbir işte çalışmıyorum, kendi yerime
başkalarını çalıştırıyorum." .
Neler de saçmalıyor böyle? Belki de işletiyorlar beni?
'Şu halde sen işveren sin, yanında başkalarını çalıştırıyorsun. K aç kişi çalıştırı
yorsun? K apitalistsen, ne arıyorsun burada, bizlerin arasında?"
'Kudüs'ü bir taş yığını haline getirip çakallara konut yapmak ve Juda'nın şe-
hirlerini yerle bir etmek. ..
Tek kolum olduğunu görmüyor musun? Otekini yitirdim. Çhlışmamın karşı
lığı olarak.Doğru dürüst çalışayım bundan ötürü istemiyorum, anlıyor mu
sun? Anlıyor musun? G özlerin görüyor mu, ya da bir gözlük alayım mı sana?"
'Hayır, bir türlü anlamıyorum arkadaş. Ne iş yaptığını hfila anlamadım. D oğru
dürüst bir işin olmadığına göre dürüst olmayan bir iş yapıyorsun."
Franz,masaya vuruyor, anarşisti gösteriyor parmağıyla, başını ona doğru uza
tıyor: 'Bak gördün mü, kavradı" diyor 'Tam da bunu yapıyorum. D ürüst ol
mayan bir iş. Senin dürüst dediğin işler kölelik, kendin söyledin. Ben de fark
ettim bunun böyle olduğunu."
Anarşistin ince ve beyaz elleri var, ince teknik işlerde çalışıyor; parmak uçları
na bakarken, böyle serserilerin maskesini düşürmek iyi olur, diye aklından ge
çiriyor; birini daha çağırayım dinlesin .
Ayağa kalkıyor, fakat Willi tutuyor:
'Nereye böyle, arkadaşım? Bitti mi konuşma? Bizim arkadaşla işini bitir de.
Savuşma yok."
'G idip birini daha çağırayım dedim, konu şulanları dinlesin diye. Siz bire karşı
ikisin iz!"
'Ne o, birini daha mı getireceksin ! İstemem kimseyi. Franz, ne derdin bu ar-
kadaşa?" ·
Anarşist, yerine oturuyor ve tek başına üstesinden gelmeli diye aklından geçi
.
n yor:
185
Döblin
. 'Demek ki, yoldaş değil, iş arkadaşı da değil! Şu h alde hiçbir işte ç alışmıyor.
Işsizlik bürosuna gidip karnesini de damgalatmıyor!"
F ranz'ın yüzü sertleşiyor, gözleri öfkeyle bakıyor:
'H ayır, bunu da yapmıyorum. " .
'Şu halde·benim yoldaşım değil... Iş arkadaşım da değil. H atta işsizlerden biri
de değil. Bu durumda şu nu soruyorum, burada ne arıyorsun? Bundan ötesi
ben i hiç ilgilendirmez. "
Franz'ın yüzü büsbütün sertleşiyor:
'Seni gözetledim ve söylediklerine kulak kabarttım. Sen burada beyanname
ler, gazeteler ve broşürler satıyorsun . Ned ir bunlar, ne yazıyor bunlarda diye
sorunca: N asıl sorabilirsin sen bunu, diyorsun. N e arıyorsun burada diyor
sun. Para karşılığı köleliğin felaketler getirdiğini yazan ve söyleyen s�n değil
miydin? Elimizin kolumunuz böylece bağhınıverdiğini söyleyen de!.. Omü rle
ri boyunca aç kalmaya mecbur edilmiş hük.ümlüler u yanın diyen .. !"
'Ya. Fakat dah a sonrasını dinlememişsin. işleri bırakmaktan da söz ettiğimi.
N e var ki, önce çalışmalı, işi bırakmadan ."
'Ben çalışmaya da yanaşmıyorum."
'Bir şeye yaramazsın . G idip yatağa uzansan daha iyi edersin. Den grevden söz
açtım. Yığınların greve gitmesinden ... G enel grevden."
Fran z, kolunu kaldırıyor ve gülüyor, pek öfkeli:
'Yapt ığın şeye doğrudan doğruya eyleme geçmek diyorsu n .. Oraya buraya gi
dip beyanname yapıştırmaya ve söylev atmaya! Bu arada işe gidip kapitalistle
ri daha da güçlendiriyorsu n ! U lan yoldaş, ulan sığır herif. . . M ermiler yapıyor
sun torna tezgahının başında. Seni öldürecekleri mermileri kendi elinle yapı
yorsu n . Bu mu bize vereceğin öğüt? Willi, ne dersin sen buna? Bir daha söylü
yorum sana: H içbir şey yapmıyorum ben . H iç mi hiç ! Yapmama izin yok. Se
n in kuramına uygun olarak. Ben hiç bir kapitalisti daha da güçlendirmiyo
rum. Sen in gevezeliklerini, grevlerini ve gözdağı vermelerini hiç mi hiç istemi
yorum. Bana gerekli olanı kendim yaparım. Ben kendi işimi kendim görü
rüm! Anladın mı?"
. İ şç i, balon birasından bir yudum alıyor ve başını sallıyor:
'Eeh, öyleyse dene bakalım tek başına!"
f ran z gülüyor, gülüyor.
işçi: 'Oysa, kaç kez söyledim sana, tek başına hiçbir şey yapamazsıı:ı diye. Dö
vü ş için örgütlerimiz olmalı. D evletin kaba kuvvet gücü ne ve ekonomi tekel
lerine karşı yığınları uyandırmalıyız, uyarmalıyız. "
F ranz, hala gülüyor ve gülüyor. H iç bir yüce varhk , hiçbir Tanrı ve imparator
hiçbir . kürsü konuşucu su bizi yoksulluğu m uz.dan kurtaramaz diye düşü nü
yor; bizi kendimizden başkası kurtaramaz.
H iç kon uşmadan karşı karşıya oturuyorlar. Yeşil yakalı gömlek giymiş yaşlı
işçi, gözlerin i hiç ayırmadan Franz'a bakıyor. Franz da onun_ gözlerinin ta içi
ne bakıyor, ne o adamım ben akıllımıyım dersin , gibilerden . Jşçi yine konu şu
yor ve: 'Senin durumunu anladım, yoldaş sana hiçbir söz işlemez. D ar kafalı
n ın birisin ! D ikkafalılığına gideceksin ! Emekç iliğin en önemli soru n u olan da
yanışmadan haberin yok.", 'Biliyorum arkadaşım, biliyorum. Şapkalarımızı a
lıp hemen gidiyoruz. H a. Willi! Bu kadarı yeter. Sen aynı şeyleri söylüyorsu n
durmamacasına." 'Evet, böyle yapıyoru�. Sizler de bodruma girip diri diri
gö mülü n . P ab.� !oplJıı � ıl:ıra gitmeyin !" 'Ozür dileriz ustadan . Tam da yarım
186
saatçik bir vaktimiz vardı. Borçl,µ luk larımızı belirtiriz. M eyhaneci, hesabı!
Bak bana, ben ödüyorum hesabı: U ç bira ve iki şnaps. Bir mark on fenik, ben
ödüyorum. D o ğrudan doğruya eylem derler buna."
'Fakat sen neyin nesisin arkad aş?"
F ranz, p aranın üstünü alıyor:
'Ben mi? Rezilin biri. Anladın mı! Söyledim mi, söylemedim mi? Willi, haydi
sen de söyle neyin nesi olduğu n u . " 'Hiç niyetim yok !"
'Vay canına be! Bunlar tam serseri. Yanılmıyorum. G örü nce anlamıştım. Ser
seriler benden pek hoşlanır. Sizler kapitalizm bataklığının p isliğisiniz. Basın
gid in ! Proleter bile olamamışsınız daha. Böylelerine serseri derler."
·
Franz kızgın ve çok tuhaf. Franz kinli ve öfkeli ayrıldı salondan . içinde bir
şeyler kaynıyor, kabarıyor, amma nedenini bilemiyor.
M ünz Caddesi'nde bir kahvede M ieze'ye rastlıyorlar. K ahve çok kalabalık.
Fran z'ın M ieze ile eve gitmesi, onunla görüşmesi ve yanında kalması gereki
yor. Kır saçlı işç iyle az önce konu ştukların ı anlatıyor M ieze'ye. M ieze onu
tatlı tatlı dinliyor, fakat F ranz onun istediği •ek şey, doğru kon u şup konuş
madığı o adamla. Söylediklerinin doğru olup olmadığını merak ediyor. G enç
kadın gülümsüyor, F ran z'ın ellerini okşu yor. F ranz içini çekiyor. M ieze bile
yatıştıramıyor heyecanını.
187
WA L LA CE S TEVENS
1879 • 1955, ABD
il
Ü ç aklım vardı benim,
Bir ağaç gibi
Ü stüne üç kara.kuş konmuş.
ili
Karakuş fırdöndü güz yellerinde,
Az buçuk şaklabanlıktı bu.
iV
Bir erkek, bir de kadın
Birdir.
Bir erkek, bir kadın; bir de karakuş
Birdir.
v
Hangisinin güzelliğini seçsem acaba,
İnce söyleyişle sesin mi,
Ü st ü kapalı sözün mü?
Yoksa karakuşun ıslığı mı,
Ya da ıslıktan hemen sonra?
188
VI
Salkım saç ak buzlar doldurdu
Camı zıvanadan çıkmış upuzun pencen:yi.
G ölgesi karakuşu n
Bir ileri bir geri pencereyi arşınladı.
İçten dıştan bir duygu
İ zledi gölge içinde
Sırrın a erilmez bir inancı.
Yii
Ey cılız erkekleri Hadarnın ,
N iyt! alt111 k u şlar dilşil n ilzde?
Gönnüyor musu n u z karakuş
N asıl yürüyor ayaklan altın d a
ÇCvrenizd eki kadınların ?
vın
Soylu şiveler bilirim,
Berrak kaç ılmaz ritimler;
Ama ·şu n u da bilirim ki
K araku ş içli dışlıdır
Benim bildiklerimle.
ıx
K araku ş uçup gözden ırak olunca
Ozdi kenarını
Bir alay ç emberden bir tanesinin .
x
K araku şlar göze görününce
Yeşil bir ışıkta u çarken
'
Ses cümbü şü nün mu habbet tellalları
'
H aykırır cırtlak cırtlak.
XI
Connecticut ü st ünden geçti
Bir sırça fayton içinde.
Bir sefer içi korkuyla burkuld u ,
Yanılıp san dı ki
Faytonun gölgesi
K araku şlardır.
189
Stevens
XII
Irmak akıp gidiyor
K araku ş uç uyor olsa gerek .
X III
Akşamdı bütün ikindi.
K ar yağıyordu ,
D ah a yağacaktı kar.
Tünemişti karakuş
Sedir ağacının dallarında.
190
'Niteliksiz A dam 'in ilk baskısı
>lubERT MUSIL
•
Of R MANN OHNE
• R obert M usil
EICE NIOlAFTE N
]
R OBER T M USIL .
1880 - 1942, Avusturya.
192
Apollinairc
193
M üsil
davranış türleri anlatılır. Ama işin en olumsuz yanı, insanın karşı karşıya kal
dığı koşulların, ne yapılması ve ne söylenmesi yolunda öngörülenlerle hiçbir
zaman denk düşmemesi. D ünya edebiyatı, milyonlarca ruhun alicenaplık, öf
ke, gurur, sevgi, alay, kıskançlık,.soyli.ı luk ve alçaklıkla donatıldığı olağanüstü
zengin bir depo. Taptığımız bir kadın, duygularımızı ayaklar altına aldığında
ona an lamlı ve azarlayıcı bir bakış yöneltmemiz gerektiğini biliyoruz. Alçağın
teki bir öksüze eziyet ettiğinde, onu bir. yumrukla yere yıkmamız gerektiğini
de biliyoruz. Ama taptığımız kadın, duygularımızı ayaklar altına aldıktan he
men sonra, odasının kapısını vurup çıkar ve anlamlı bakışımız ona ulaşamazsa
ne yapmalıyız? Ya öksüzlere eziyet eden alçak ile aramızda ü stünde değerli
kadehler bulanan bir masa varsa? K apıyı parçalayıp açılan delikten onu yu
muşak bakışlarla süzmeli mi, yoksa hiddetle tokatı indirmeden önce masanın
üzerindeki değerli kadeh leri özenle ortadan kaldırmalı mıyız? Böylesine ger
çekten önemli durumlarda edebiyat bizi hep ortada bırakır. Belki de birkaç
yü zyıl sonra daha çok örnek kaleme alındığında durum dah a iyi olur.
Ama şimdilik söz konusu yaşam koşullarıyla karşı karşıya kalan okumuş bir
karakter için, özellikle tatsız bir durum ortaya çıkıyor. K aşların hafifçe kalkışı
ya da yumrukların sıkılması, sırtını dönme ve göğüslerin yaylanması gibi tam
olarak ortama uymayan, ama çok da ters düşmeyen bir düzine kadar yarım
kalmış cümle içinde kaynıyor. D udak kenarları aynı anda aşağı yukarı çekili
yor, alında ürkütücü çizgiler oluşuyor ve burada bir pırıltı görülüyor. Bakış
lar, sanki bir yand an cezalandıracakmışçasına ön plana çıkmak, aynı anda u
tanarak geri çekilmek istiyor. Bu çok sevimsiz bir şey, çünkü insan adeta ken
di kendine acı veriyor. Sonuçta dudak, gözler, eller, gırtlağa dek o çok iyi bili
nen titreme ve yutkunmalar yayılıyor. Bazen de bu duygu tüm vücudunu öy
lesine şiddetle kasıyor ki, sanki somununu yitirmiş bir vida gibi kıvranıp du
ruyor.
· O zamanlar dostum insanın tek karakter olarak yalnızca kendininkine sahip
olmasının ne kadar rahat bir şey olduğunu keşfetti ve bunu aramaya başladı.
Ama kendini yeni serüvenlerin içinde buldu. Yıllar sonra avukatlığı meslek o
larak seçtiğinde rastladım ona. G özlük takıyor, sakallarını tıraş ediyor ve .h afif
bir sesle konuşuyordu. 'Beni inceliyorsun " dedi. Bunu yadsıyamazdım. içim
den bir ses, yanıtı onun görün üşünde bulabileceğimi fısıldıyordu . 'Bir avuka
ta benziyor muyum?" diye sordu. K arşı çıkmak istemedim. Açıklamaya ko
yuldu: "Avukatların burunlarına kıstırdıkları kelebek gözlüklerden bakarken ,
örneğin doktorlarınkinden daha farklı olan kendilerine özgü bir tavırları var
dır. D in adamlarının yuvarlak ve kuru davranış ve sözlerinden onunkilerinin
dah a keskin ve sivri olduğu da söylenebilir. Aralarındaki fark, magazin ile va
az arasındaki fark gibidir, kısacası nasıl ki, balık ağaçtan ağaca uçamazsa, avu
katlar da hiçbir zaman dışına çıkamayacakları bir ortama girmişlerdir."
'Meslek karakteri"ded!m. Dostum benden hoşnuttu. 'Hiç kolay olmadı"diye
devam etti. 'Başlangıçta Isa'nınki gibi bir sakalım vardı. Ama patronum bunu
ban a yasakladı, çünkü bir avukatın karakterine uymuyordu. Sonra bir ressam
sakalı bıraktım. O da yasaklandığında, tatile çıkmış olan bir denizci sakalı
koyverdim. 'Hoppala, peki neden?" diye sordum. 'Ç.inkü doğal olarak bir
meslek karakterine bürünmeye ısrarla karşı çıkmak istiyordum" diye cevap
verdi. 'J\ma işin kötüsü , bundan kaçınabilme olanağı yok. H iç kuşkusuz şaire
ben zeyen avukatlar, aynı zamanda manava benzeyen şairler ve kafası işleyen
194
manavlar da var. Ama bunların hepsinde bir cam göze ya da yapıştırılmış bir
sakala ya da iz bırakmış bir yaraya benzer bir şey görülür. Neden bilmjyorum,
ama böyle değil mi?"Kendi tarzında güldü ve alçakgönüllü bir biçimde ekledi:
'Bildiğin gibi benim kendime özgü bir karakterim bile yoktur..."
Çhk sayıd�i oyuncu karakterini anımsattım ona. 'Bu gençliğimdeydi"diye i
çini çekti. 'lnsan adam olduğunda, bir de cinsiyet, ulus, vatandaşlık, sınıf,
coğrafya karakteri edinir. Kişinin el yazısı, avuç çizgileri, kafatası biçimi ve
belki de doğum anındaki. yıldızların konumlarından kaynaklanan bir karakte
ri vardır. Bu bana çok fazla. Karakterlerimin arasında hangisine hak vereceğ�
mi hiçbir zaman bilemiyorum."Yüzünde,yine sessiz bir gülümseme belirdi. 'l
yi ki evlenme vaat edip bir türlü sözüm�e duramadığımdan ötürü karaktersiz
olduğumu iddia eden bir nişanlım var. işte ben de bu nedenle onunla evlene
ceğim. Çlinkü onun sağlıklı yargısı bana çok gerekli" -'Kim senin nişanlın?"
'Hangi karakterime göre? Ama biliyor musun"diye kendi sözünü kesti, 'O yi
ne de ne istediğini her zaman biliyor. Aslında yardıma muhtaç, sevimli küçük
bir kızdı -onu uzun süredir tanırım- ama benden çok şey öğrendi. Yalan söy
lediğimde, bunu korkunç buluyor. Sabahları büroya zamanında gitmediğim
de, hiçbir zaman bir ailenin sorumluluğunu taşıyamayacağımı iddia ediyor.
Verdiğim bir sözü yerine getirip getirmemekte kararsız kaldığımda, bunu yal
nıı.ca bir alçağın yapabileceğini söylüyor."
Dostum bir kez daha gülümsedi. O zamanlar sevimli bir insandı ve herkes
dostça gülümseyerek ona tepeden bakıyordu. Hiç kimse bir baltaya sap olabi
leceğine ciddi bir biçimde inanmıyordu. Konuşmaya başladığında, dış görü
nümünde, vücudunun her bir organının bir başka konuma girdiği fark edili
yordu. Gözler yana kayıyor, omuzlar, kollar ve eller karşıt yönlere doğru ha
reket ediyordu. En azından bir bacağı dış kapaklarından itibaren sarkaç gibi
sallanıyordu. Söylediğimiz gibi o zamanlar sevimli bir adamdı, alçakgönüllü,
çekingen ve saygılı. Bazen de bunların tam tersi oluyordu. Ama yine de insan
ona hoşgörüyle yaklaşıyordu.
Onunla bir daha karşılaştığımda, bir arabası, artık onun gölgesi haline gelmiş
bir karısı ve sözü geçer ve saygın bir mevkii vardı. Bunu nasıl başardığ�ı bil
miyorum. Ama tahminime göre işin sırrı şişmanlamasında yatıyordu. Urkek
ve hareketli yüzü yok olmuştu. Aslında bu yüz dikkat�ce bakıldığında halen
vardı, ama k�lın bir et tabakasının altında gizlenmişti. Yaramazlık yaptığında
tıpkı hüzünlü bir maymununki gibi insanın içini burkan gözlerinin o içten pı
rıltısı tümüyle yok olmamıştı, ama dolgun yanaklarının arasında hareket et
mekte zorluk çekiyorlar, bu nedenle de kibirli ve acı çeker bir ifadeye bürünü
yorlardı. Gerçi hareketleri hfila için için oluşuyordu, ama dışarda kol ve bacak
larının eklemlerinde yağ yastıkları onları etkisiz hale getiriyor ve ortaya çıkan
şey, kaba ve kararlı bir ifade gibi görünüyordu. Böylece artık insan olmuştu.
Karmakarışık ruhu sağlam duvarlar ve katı inançlarla kaplıydı. Bazen içinde
bir şimşek çakıyor, ama aydınlığı bu adamın içine yayılmıyordu, yalnızca etki
lemek ya da belli bir hedefe ulaşŞıak için gerekli bir parıltıydı. Aslında eskiye
oranla çok şey yitirmişti. Ama söylediği her şey yerli yerine oturuyor ve boş
laftan kaçınıyordu. Geçmişini ise insanın gençliğindeki çılgınlıklar gibi değer
lendiriyordu.
Bir keresinde onu eski tartışma konumuz olan karakter üzerine yeniden ko
nuşturabildim. 'Karakter gelişiminin, savaş yönetimi ile bağıntısı olduğuna i-
195
M Usil
nanıyorum" dedi bir solukta. 'Bu nedenle de karakter dünyada yalnızca yarı
vahşiler arasında bulunur. Çlinkü bıçak ve mızrakla savaşan biri yenilmemek
istiyorsa, ona sahip olmalıdır. Ama han gi kararlı karakter tanklara, alev maki
nelerine ve zehir bulutlarına karşı gelebilir!? Bizim bugün karaktere değil, di
sipline ihtiyacımız var."
Ona karşı çıkmadım. Ama ilginç olan -bu nedenle de bu anıyı yazmaya karar
verdim- o böyle konuşur ve ben de onun yü_züne bakarken, içinde halen o es
ki insanın var olduğu dµygusuna Jcapıldım. içindeydi ve esas biçimi katmerle
şen et yığını altında gizlenmişti. Otekinin bakışları vardı bakışlarında, sözleri
ötekinin sözlerinde. N erdeyse ürkütücüydü. Onu birkaç kez daha gördüm ve
bu izlenimin her seferinde tekrarlandı. Eğer söz yerindeyse, o yeniden bir kez
daha pencerenin önüne ulaşmak istiyordu, ama bir şeyin ona engel olduğu a
paçık görülüyordu.
196
... _.,,_ -ı ·.:;-s -...... .,... .. r\7'!" --:if/:.· '""'_ -,, . - - .. ,, . .. . . . '
"*:f'h' c..,.";f ,.., .,ı,, .... v...
"" ,f� -� -ı:- ':""f -. ... --1... -�rr-f ı lı
,,, '•
, .lf , '... ..,,,/.r .. T' -Y•?�'/� ıı·"*" l..A = ..,,
-�
"4. -r-.. t
� ,,,......_, ı =1 ·.. 11..,, · -·�--- 1 -� ·,,..,!J<.l.lrr·fff- x� - .!.. �""/""'!}
. ' �· .... �'V� � -.· '--..r �- ;.; � -:-- ;et-! -+11-.A-o ,._,-�t
- - "1
I ; ·- ...,. r- '--1...,.. -f r ,,., "f ·� .. � <""I rt
H
I��/ /"Y /"?'-;ı. --r *o/..,..� ·�y'�� , _ ., .. r-llı+.J-1��$.,.),
. _- 1-• f-nıt .,t. ... ..;�• • ıt..... ·_
-.,�_ .,.�
&.ıı ıL.i�... ( (.,,..I ...; --,. -. ,.,, "-' """ •.· "'t.
. ' ·l'-f�K.'f'I' ""' 17 •1) -ıA ...f7•� ...n1.ı:,r"llflr tf{J (
·�'"" - - ....... .�
"Cl� 'I ·::!J!!!'-.· '"""' �,
_
,..,,,_,, �, '1.'Jlf._, &-,.., · � ..., r� , _.._. ,_ r ·;
r'�
�Q:_.;.� :;f.,1;'..1 ., A�( li,"i; �" "'•e:;: -4•vr- t"?ç 6 .Jf
· ·�-rf;. ...A.. ı.14f Jrt)
. ....ı..r � .,, ,_., �,.../
· ..,1
. .J!:ı� �...-...v- 1ı1., \,o ..
..,� ,
( • ,,...,.y -,tvwA..
""Y"i) .. .ı... ;--
ı_.ıı r J. ı.
c: ı-'-'f'
" ...
_ ., ,. .,,.., ...,.,. .
-..
( . .,- ,
� . . . ·�·;j,- "/'- -/.1... :-Ct J6/JI ...,, ._;..,
·-
C:: .t..... . -- ı::J.::atltF J A"
� (-� .
-......,. , D
tır
ı .
- ., ....�
...... ...,., ,.. '
�--<� �yf..
:;ı
�
_
,,, I� •J ,,
:r ...,i11f"/'°"r ,
,�.,
?,�,, .....
yri-.f
ıl.-Yo{ �·/.-
�-
.; l
-"-'o<N' e �. '' ''"...,,...;-...-;
. �rv � w --,..-1 ..,; )fi- -- -. � � - r-1--ı.- - ;.
-J..... - , �- .... ,,.. -
-
�... --�
.
..�- ., ._,,.,,� ..-......r -"'(• :r
ti•, � · . . "V"-.1 .. , .. .., - �,. ...... ,., .,,
�
"' ""/"""'>.. ....... ...... .,. .... "- "'"
l �< ı.-'--<( .,..., - .... ... ..,� ... ... ·r-ıtr-
� . ,,...,..;'T� �Eô .1
-t-v"Wftıt_..t,..,"'4 ., ,. ·. �,..,.� . ..... . ---- � -:.-....
. 1
n:.� �-�ı -'-'f • ,..,. • ....,.,,�:J
JS!-OJS?'JUVIU Ut Ul11p v Z.JS')f!J3J! N,
G UILLA UM E A P OLLINA IR E
1880-1918, Fransa
ÇANLAR
G üzelim esmerim aşkım benim
Çltlan çanları din.le bir iki
Biz kimse görmez sanıyoruz ya
Ştı çılgınca seviştiğimizi
199
Apollinaire
YA KINLAMA
Akşamdır tek bir kayın ağacı
D urur solmaya ufukta
Yürekten başlayan acı
Yürekten .ruha ve akla
Ve dalgınlığın namlusuyla
Boşanırım gökyüzüne
U yku-
larım-
dan .
200
MIRABEA U KÖPR ÜS Ü
Seine akıyor M irabeau Köprüsünün altından
Ve şu bizim aşkımız
Olur mu durasın şimdi anımsamadan
Sevincin geldiğinde ancak acının ardından
201
Apollinaire
BÖLGE
Sonunda bu kocamış dünyadan bezgin
Çbban kızı ey Eyfel köprü sürüsü bu sabah meler
E ski Yunan Roma havasında yaşadığım yeter
Burada bir eskilik hatta yüzünde otomobillerin
Bir din yepyeni kalan tek başına din
K alan yalın uçak alanlarına benzer
202
İşte o genç sokak sense küçük bir çocuksun henüz
Annenin giydirdiği yalnız maviyle beyaz
en eski arkadaşım Rene D alize, ikiniz de koyu dindar
kilise törenleri kadar
Hoşunuza giden başka şey yok görkemli
G az mavmavi kısık yatakhaneden sıvışıyorsunuz saat dokuz
Bütün gece okul kilisesinde dua ediyorsunuz
O ölümsüz tapılası ametist derinliğince
İsa 'nın şanı tellim alev alev çevrelendikçe
Bu güzel zambak hepimizin yetiştirdiği
Bu kızıl saçlı meşale rüzgarın söndüremediği
Bu acılı ananın pembe solgun oğlu
Bu tellim gür ağaç tüm dualarla yüklü
Bu çifte darağacı ölmezliğin onurun
Bu altı köşeli yıldız
Bu cuma ölen pazar dirilten Tanrı
Bu İsa'dır göğe çıka nuçak sürücülerinden yaman
Dün ya yükseliş rekorunu elinde, tutan
G özbebeği gözün İsa 'sı
Yaptığını bilen yüzyılların yirminc� gözbebeği
Kuş oldu bu yüzyıl da göğe çıktı Isa gibi
Şeytanlar ona bakmaya baş kaldırıp uçurumlarda
Simon M age'e öykünüyor diyorlar tıpkı Yuda da
203
D enizkızları tehlikeli boğazlar bırakırlar da
Birbirinden üç gü zeller, gelirler şarkılarıyla
Tüm Çlnli pihis Phenix kartal
U çan makine ile kardeşlik kurar
Yürümektesin Paris'tek başına kalabalık arasında
Böğüren otobüs sürüleri yol alır yan ın sıra
Boğazını sıktıkça sıkan aşk ağrısı
Bir daha hiç mi hiç sevilmeyeceksin sanısı
Akdeniz kıyılarındasın ya da
Bütün yıl çiçekli limonluklar altında
Dostlarınla kayık gezintileri
İ kisi Turbia 'lı, biri Men ton 'lu, N is 'li biri
D erinlerin ahtapotlarına bakıyoruz ürkek erkek
Suyosun ları arasında İsa tasviri balıklar görerek
204
D erken M arsilya'dasın çevren karpu z pazarı
205
Apollinaire
Elveda elveda
206
AL EKSA NDR BL OK
1880 - 1921, R usya, SSCB .
207
FABRİKA
Komşu evin sarıdır pencereleri.
Akşam olunca-akşam olunca
G ıcırdar kederli bir sesle cıvatalar
D oluşur avluya birileri.
208
ŞİİR
G ece. Şehir uyumuş.
K ocaman pencerenin ardında
Can çekişen bir adam gibi
Sakin, heybetli.
- Yıldızlar, yıldızlar!
- Nedir kederimin sebebi?
Yıldızlarda gözleri.
- Yıldızlar, yıldızlar!
- N erden geliyor bu keder?
Ve yıldızlar konuşuyor
Anlatıyorlar her şeyi.
209
Blok
ONİKİLER 'DEN
K ara gece
Beyaz kar.
Rüzgar, rüzgar !
D urabilirsen dur ayakta.
Rüzgar, rüzgar!
Rüzgara kesmiş tüm dünya!
K ara beyaz
Altı buz.
K aygan , ağır
H er adım.
K ayıyor, -vah zavallıcık
Bir yaşlı kadın
2 10
Ayaz da ondan geri kalmamakta!
Bir burjuva, kavşakta.
K ürklü yakasına gizlemiş burnunu.
211
Blok
.... N a şu binada....
....Tartışıp görüştük ve sonunda
Karar verildi ki:
Bir seferliği on, geceliği yirmi beş kayma....
... Ve daha az almamak, babanın oğlu bile olsa....
....G idip yatalım haydi...
Kara. G ök kapkara
1918
212
James Joyce'un pasapon fotoğrafı
JA M ES JO YCE
1882 - 1941, İrlarula.
UL YSSES 'TEN
Evet ç ünkü hiç yapmamıştı böyle bir şey daha önce kahvaltısını yatakta ye
mek istemek gibi bir çift yumurtayla Cit y Arms otelinden beri hasta numarası
yaptığınd a h asta sesiyle yüksek şah siyet rolünde o odun M rs Riordana ilginç
göstermek için kendini elde ettim sanarak bir metelik bile bırakmadı bize oysa
hep si kendi adına okunan d u alara ve ruhu için gelmiş geçmiş en büyük p inti
odun ruh u almak için 4 peni vermeye bile korkardı rahatsızlıklarını anlatır ba
n a hep fazlasıyla gevezelik ederdi polit ikadan depremlerden ve dünyanın sonu
ön c;e hoşça zaman geçirelim bir kere Tanrı kurtarsın . dün yayı her kadın öyle
olaydı eğer mayolara açık yakalara kızard ı elbette kimse istememişti onu öyle
görmek sanırım iyilikseverd i. Çli n k ü hiç bir adam iki kere bakmazdı yüzüne
umarım onun gibi olmam hiç yüzümüzü örtmemizi istemediğine şaşmalı ama
eğitim görmü ş bir kadındı şühpesiz sonra dırdır Mr Riordan şöyle Mr Rior
dan böyle sanırım adam da memn undur kurtulduğuna kadından ve kadının
köpeğinden kürkümii koklardı hep · v.e yanaşırdı jüpon umun altına girmek i
çin özellikle o sıralard a ama severim gene de onda bunu yaşlı kadınlara karşı
n azik öyle ve garsonlarla dinlencilere de yok yere gururlu değil ama her za
man öyle değil zaten gerç ekten ciddi bir şeyi vardıysa daha iyiydi onun için
h astaneye gitmek her şey daha temiz orada ama herh alde bir ay boyu nca be
n im her şeyi ona yedirmem gerekecekti evet ve sonra da bir h astane h astaba
kıcısı tutacaktık halının üstünde yatıp k;ılksın kovulan a kadar ya da bir rahibe
belki o k irli fotoğrafınd aki gibi ben ne k adar değilsem o da o kadar rahibe e
vet ç ünkü çok zayıftır onlara ve su lugözlü hastalandıklarında iyileşmek için
bir k adın gerektir on lara burn u kanasa san ırdınız Ah trajik ve gü ney bölüm
deki o ölüyorgibi olanı ayağını burk t u ğu zaman koro partisinde şekertanesi
D ağında o elbiseyi giydiğim gün M iss St ack ona çiçek getirerek sepetin dibin
de bulabildiği en eski bayatları bir .erkeğin yatak odasına girebilmek için ne
yapmak gerekiyorsa o ihtiyar kız sesiyle adamın onun uğruna öldüğüne inan
maya çalışarak bir daha yüziinü görememek senin ama yatakta sakalı biraz
büyüd ükten uzadıktan sonra dah a çok erkeğe ben zer bir şey olmuştu babam
214
da aynıydı sargı sarmaktan ve ayar ölçmekten nefret ederim ayak parmağını
kestiğinde u sturayla nasırlarını alırken kanı zehirlenir diye korktuydu ama bir
şey vardıysa ben hastaydım o zaman görürdük ne olduğunu dikkat ama bir
kadın saklar elbette onların verdiği sıkıntıyı vermemek için evet bir yerlere
geldi o anlıyorum iştahından ki ne olsa sevgi değil yoksa ayağı yemden kesilir
di onu düşünmekten onun için ya o gece kadınlarından biriydi orada idiyse e
ğer gerçekte o ve otel hikayesi uydurduğu ve bir sürü yalan saklamak için
plan kurarak H ynes tuttu beni kime rastladıydım ha evet şeye rastladım hatır
ladın mı h ani şu Mentonu bir de kimdi b.ak'iym şu iri kıyım bebek yüzlü onu
gördüm ve daha evleneli çok geçmeden Pooles Myrioramada genç bir kızla
flört ediyor sırtımı döndüm ona gizlice savuştu gitti anlamış görünürek ne za
rarı ama bir kere bana yanaşmaya çalışmak küstahlığını göstermişti iyi olmuş o
kaynamış gözleriyle rastladığım bütün koca budalaların en ve hukuk mü şaviri
yalnızca çünkü nefret ederim yatakta u zun u zadıya didişmekten ya da o değil
se eğer oradan buradan topladığı bir küçük orospudur muhakkak benim tanı
dığım kadar iyi tanısalardı onu çünkü evveli gün bir şeyler çiziştiriyordu bir
mektup kibritler için ön odaya geçtiğimde gazetede D ignamın ölüm haberini
göstermek için ona sanki bir şey fısıldamışlar gibi bana kurutma kağıdıyla üs
tünü kapattı iş düşünüyor numarasında onun için herhalde birineydi onu yu
muşattığını sanan çünkü bütün erkekler böyle olur biraz onun yaşında özel
likle kırka yaklaştıkları zaman öyle o şimdi parasın ı sızdıracağım umuyor ihti
yar budalalar gibi bud alası yoktur sonra da o her zamanki kıçımı yalaması
saklamak içindi bunu ald ırdığım yok ya kimle yaparsa yapsın ya da bilmek
öyle ama bulmak isterdim ikisi burnumun dibinde iş becermesinler diye o o
ruspuylanki gibi o M ary Ontarioda yanımızda ç alışan sahte kıçına bir şeyler
doldurarak azdırmak için onu iyice o boyalı karıların kokusunu duymak üs
tünde bir iki kere kuşku landım onu yanıma yaklaştırarak ceketinde uzun saç ı
bulduğumda o yokken daha ve mutfağa gittiğim zaman o su içermiş gibi ya
parak bir kadın yetmez bunlara hep onun suçuydu elbette hizmetçileri berbat
edip sonra Noelde bizim masamızda yemek yesin sen izin verirsen A yok te
şekkür ederim benim evimde değil benim patateslerimi istiridyelerimi ç alarak
2/ 6 şilin düzinesi h alasını görmeye gidecek izin verirsen adi hırsızlık öyleydi
ama eminim arasında bir şey vardı o hizmetçiyle böyle bir Şeyi benim ortaya
çıkarmam gerek ispat edemezsin dedi onun ispatıydı Ah evet halası seviyordu
istiridye yemeyi söyledim ona hakkında ne düşündüğümü dışarı çıkmamı
söylüyor bana yalnızolmak için onunla onları gözetleyecek kadar alçaltmaz
dım kendimi jartiyerini buldum kızın odasında izinli olduğu Cuma gü nü ye
terdi bu bana biraz fazlaydı gördüm de şişti kızın yü zü öfkeyle bir haftaya iş
ten çıkaracağımı söylediğimde bunların -eline düşmeden evi idare etmek en i
yisi odaları kendim daha çabuk yapardım ama şu kahrolası yemek pişirme bir
de o pisliği atmak dışarı dedim ona ama ya o ya ben çıkarız bu evden elimi bi
le süremedim pis herife pis bir yalancıyla birlikte olduğunu düşününce ve şap
şal o kız gibi yüzüme karşı inkar edip sonra bir de şarkı söylüyor yüznumarada
çünkü biliyordu işlerinin iyi gittiğini evet çünkü bu işi yapmadan o kadar faz
la dayanamazdı herif onun için bir yer bulup yapması gerekiyordu sonra gene
gelip kıçımı yaladığında ne zamandı o Boylarım elimi öyle sımsıkı sıktığı ge
ceydi Tolkanın yanından giderken bir başkası süzüldü ben yalnız onunkini
şöyle sıktım başparmağımla karşılık vermiş olmak için genç M ay M oon şarkı
215
Joycc
söyleyerek sevgi parlayarak çünkü bir düşüncesi var ve öyle aptal değil dışar
da yemek yiyeceğim dedi G aietyye gidiyorum ama tatmin etmeyeceğim onu
ne olsa Tann bilir Boylan bir değişiklik bir bakıma her ı.a.man ve ha bire aynı
eski şapkayı giymemiş olmak için bu işi yapmaya hoş görünüşlü bir oğlana
para vermezsem kendim yapamayacağıma göre genç bir oğlan hoşlanır ben
den şaşırtırdım onu biraz yalnız olsak onunla eğer gösterirdim ona jartiyerle
rimi yenilerini ve kıpkırmızı ederdim onu yüzüne bakarak baştan çıkarıp onu
bilirim oğlanlar ne duyar yanaklarında o tüylerle saatlerin saati meseleye yak
laşarak soru cevap bunu bir de ötekini yapar mıydın kömürcüyle evet bir paş
papazla evet çünkü anlattım ona bir D ekan ya da Başpapaz oturuyordu ya
nımda Yahudilerin Tapınağı bahçelerinde o yün şeyi örerken D ubline yaban
cı neresiydi orası falan filan anıtlar manıtlar canımı çıkardı heykellerle yürek
lendirerek onu ve olduğundan daha beter edeı:ek kimi düşünüyorsun haydi
söyle bana şimdi adını söyle kim söyle Alman imparatoru mu evet farz et ki
ben oyum düşün ona düşünsene dokunabilir misin ona elinle beni orospu
yapmaya çalışarak hiçbir zaman yapamayacağı yaşamının bu çağında vazgeç
mesi gerekirdi bundan herhangi bir kadın için felaket doğrudan doğruya ve
tatmin edici bir şey yok bunda hoşlanıyormuş gibi yapmak o gelene kadar
sonra da kendim bitireyim bari ve dudaklarının rengini attırıyor her neyse ol
du bir kere ve bitti bütün dünyanın dırdırı şimdi bunun hakkında insanlar
yalnız ilk keresinde yapar bunu sonra olağandır artık ve düşünmezsin bile ni
ye öpemeyesin bir erkeği ilk önce gidip onunla evlenmeden istersin kimi za
man yabanılca öyle bir şeyler duyduğunda ve artık durduramazsın kendini is
terdim şu adam ya da öteki yakalasın beni orada olduğunda kimi zaman ve
öpsün beni kollarının arasında dünyada bir şey yoktur bir öpücük gibi uzun
ve tatlı ta ruhuna kadar neredeyse kötürüm eder seni sonra nefret ederim ben o
günah çıkarmadan Peder Corrigana gittiğim sıralarda dokundu bana pederim
ve zararı var doku nsa nerede ve kanalın kıyısında dedim aptal gibi ama vücu
dunun neresine evladım bacağıma arkasından yüksekçe miydi evet epey yük
seğe miydi hani şu oturduğun yere evet Of Tanrım kıç deyip bitiremez miydi
kesemez miydi lakırdıyı ne ilgisi var bunun onla ve sen de nasıl sorduydu u
nuttum şimdi hayır pederim ve hep asıl babayı düşünürdüm ne diye bilmek
istiyordu zaten Tanrıya itiraf etmişkeq ben hoş tombul bir eli vardı avucu hep
nemli aldırmazdım değince ve o da aldırmazdı athamutunun boğa boynundan
anlardım acaba tanır mıydı beni o hücrede ben onun yüzünü görebilirdim a
ma o göremezdi beni hiç dönmez belli etmezdi elbet gene de gözleri kırmızıy··
dı babası öldüğünde bir kadın uğruna yitmişlerdi elbette korkunç olmalıydı
bir erkeğin ağlaması onları bırak bir yan a da cüppelilerden biri beni sarsın is
terdim günlük kokusuyla üstünde papa gibi üstelik tehlikesi yoktur papazla
evliysen kendini çok düşünür belli etmez hiç . . . şen ve dostça davranacağım o
na karşı Ah unutuyordum neredeyse şu baş belası şeyi tuh bilemezdiniz han
gisi gülmek mi ağlamak mı böylesine bir erik elma karışımı hayır eski şeyleri
mi giymem gerek daha iyi ya d$a anlamlı olur hiçbir zaman bilemeyecek ya
pıp yapmadığını al işte bu yeter sana ne olursa olsu n sonra üstümden süpürür
atarım onu işten çıkar gibi onun bırakılması sonra çıkacağım dışarı
tavana bakıp şimdi nereye gitti diye düşünsün arasın b�ni istesin tek yol � b �
bir çeyrek sonra bilmem hangi saatten Çnde daha yem kalkı �orlardır şımdı
herhalde saç örgü lerini sarıyorlard ı r gelen güne yakında rahıbeler angelusu
216
çalmaya başlar gelip uykularını yarıda kesecek kimseleri yok ya onların bir iki
papazdan başka çünkü onun gece görevi çalar saat yandaki evde hornzbağırtı
sı beynini birbirine geçiren bakalım biraz uyuklayabilecek miyim 1 2 3 4 5 ne
biçim çiçekler onlar öyle yıldızlar gibi icat edilmiş Lombard sokağındaki du
var kağıdı çok daha güzeldi bana verdiği önlük onun gibiydi yalnız bir şey yal
nız iki kere giydim şu lambayı kısayım bari ve bir daha deneyim erken kalka
bilmek için Lambe gideceğim Findlaterdan başka bize çiçek gönderteyim ora
ya buraya koymak için yarın g�tirir belki onu buraya bugün demek istiyorum
hayır hayır Cuma uğursuz gün ilk önce nasıl yapacaksam şurayı bir düzene
sokmak istiyorum toz doğup büyüyor sanki burada ben uyurken sonra müzik
olur sigara olur ben de ona katılabilirim önce piyanônun tellerini temizlemeli
sütle ne giysem beyaz bir gül takarım ya da Liptonun şu peri çöreklerinden
zengin büyük bir mağazanın kokusuna bayılıyorum libresi 7/ 2 peniden ya
da ötekiler içlerinde kiraz olan ve çifti 11 peniden pembemsi şeker bir iki libre
elbet iyi bir bitki masanın ortası için onu daha uoµz alırım şeyde dur nerde
gördüydüm onları ben çok geçmedi aradan çok seviyorum çiçek her tarafı
güllerle doldursam ne güzel olurdu Tanrı cennette tabiat gibi şey yok o yaba
nıl dağlar sonra deniz ve dalgalar koşuşan sonra güzel kırlar yulaf buğday tar
lalarıyla ve daha bir yığın şey ve bütün o güzelim sığırlar dolaşırken orada bu
rada insanın içini ısıtır görmek bunları nehirler ve göller ve çiçekler her çiçek
biçim koku renk hendeklerden bile fışkırarak çuha çiçekleri menekşeler tabiat
bu Tanrı yok diyenlere gelince umurumda değil onların bilgisi neden gidip bir
şey yaratmıyorlar sanki çok kere sordum ona ateistler ya da ne ad veriyorlarsa
kendilerine önce giderler üstlerindeki yamaları çıkarırlar sonra da gelip papa
za bağırırlar avaz avaz ve ölüyorlar ve niçin niçin çünkü korkuyorlar cehen
nemden suçlu vicdanlarından dolayı ah evet iyi biliyorum onları daha hiç
kimseler yokken evrende kim vardı ilk olarak her şeyi yaratan kim ah bunu
onlar da bilmiyor ben de bilmiyorum ve al işte yarın güneşi doğmaktan da alı
koymaya çalışacaklar neredeyse güneş senin için parlıyor dedi bir gün Howth
da azalya çiçekleri arasında yatarken yan yana gri tüvit elbisesi ve hasır şapka
bana teklifini yaptırttığını gündü önce ağzımın kenarından susamlı çöreği ver
dim ona ve Şubat 29 çekiyordu o yıl da şimdiki gibi evet 16 yıl önceydi aman
Allah o uzun öpüşmeden sonra az daha soluğum kesiliyordu evet benim bir
dağ çiçeği olduğumu söyledi evet öyle çiçeğizdir biz hepimiz bir kadın vücudu
evet yaşadığı sürece doğru söylediği tek şey oydu ve güneş senin için parlıyor
bugün evet onun için hoşlandımdı ondan çünkü gördüm anlıyor duyuyordu
bir kadının ne olduğunu ve biliyordum onu hep yola getirebileceğimi ve vere
bileceğim bütün zevki verdim ona kızıştırarak onu benden isteyinceye kadar
evet dememi ve cevap vermedim ilk önce denize gökyüzüne bakarak o kadar
çok şey düşünüyordum ki bilmiyordu Mulveyi Mr Stanhopeu ve Hesterle ba
bamı ve kaptan Grovesu ve denizciler çalarak bütün kuşlar uçar ve ben eğil
diyerek ve bulaşık yıkamak derlerdi buna rıhtımda ve . valinin evi önündeki
nöbetçi yuvarlak şeyle miğferi zavallı pişerdi orada ve Ispanyol kızları gülerek
şalları içinde ve uzun tarakları sonra sabahleyin açık artırmalar Rumlar Yahu
diler Araplar ve Tanrı bilir başka kimler Avrupanın her bir köşesinden ve
Duke sokağı ve tavuk pazarı bir gıdaklamadır Larby Sharonların orada ve za
vallı eşekler kayarak yarı uykuda belirsiz adamla pelerinlerine sarılmış uykuda
basamakların gölgesinde ve koca tekerlekleri boğa arabalarının ve eski kale
217
Joyce
218
•
1
TOPRA K
M üdire Hanım, kadınların çayı biter bitmez dışarı çıkmasına i� vermişti:
M aria da izin saatini bekleyip duruyordu dört gözle. M utfak ayna gibiydi:
Koca bakır kazanlarda kendinizi görebilirsiniz, diyordu aşçı. Ateşin keyfi ye
rindeydi, küçük masalardan birinin üstünde de dört tane kocaman pasta du
ruyordu. Bu pastalar kesilmemiş gibi görünüyordu, ama yaklaşınca bunların
düzgünce kesilmiş uzun ve kalın dilimlere ayrıldığını, çayla dağıtılmak üzere
hazır oldu ğunu görürdünüz. M aria kendi kesmişti onları.
D oğrusu, pek ufak tefek biriydi Maria, ama çok uzun bir burnu ve sivri çene
si vardı. Hep karşısındakinin gönlünü alarak, azıcık da burnundan konuşur
du : 'Evet canım" ya da 'Hayır canım ". Çınıaşır teknelerinin başında kadınlar
kavgaya tutuştuklarında hep o aranırdı yatıştırmak için ve her zaman da başa
rırdı ara bulmayı. Müdire Hanım ona şöyle demişti bir gün :
'Maria, gerçek bir arabulucusun sen !"
Pansiyonda kalan bayanlardan ikisiyle başyardımcı bayan da bu övgüyü işit
mişti. Herkes pek düşkündü M aria'ya.
K adınlar çaylarını saat altıda içecekler ve o da yediden önce savuşabilecekti.
Ballsbridge'den Pillar 'a yirmi dakika; Pillar'dan Drumcondra'ya yirmi daki
ka; alın acakların alınması için de yirmi dakika. Sekiz.den önce orada olacaktı.
G ümüş tokalı para çantasını çıkardı ve 'Belfast Armağanı" yazısını bir daha o
kudu . Pek düşkündü o çantaya, çünkü onu beş yıl önce bir pazartesi günü
Alphy'yle birlikte Belfast 'a yaptıkları geziden dönüşte Joe getirmişti ona. Beş
şilinle birkaç peni vardı çantada. Tramvay parasını verdikten sonra tam beş şi
lin parası k alıyordu. Ç.ocukların tümüyle şarkılar söyleyerek ah ne hoş bir ge
ce geçireceklerdi! Yalnız Joe'nun içmeden .gelmesini diliyordu . Azıcık kafayı
çekti mi bambaşka biri oluyordu.
Joe, çoğu zaman gelip kendileriyle birlikte oturmasını istemişti M aria'nın , a
ma -Joe'nun karısı kendisine hep iyi davrandığı halde- ayakbağı olacakmış gi
bi geliyordu ona, hem çamaşırhane yaşayışına da alışmıştı. Joe iyi bir dosttu.
Ona da Alphy'ye de hastabakıcıhk etmişti; Joe sık sık şöyle derdi:
"Ana anadır, ama Maria benim gerçek anamdır."
Evdeki bozuşmadan sonra çocuklar ona 'Fener lşl'ğın da Dublin " adlı çama
şırhanedeki o işi buluvermiştiler, işini seviyordu o da. Bir zamanlar Protestan
lar üstüne tutarsız bir görüş besliyordu, ama şimdi azıcık durgun ve ciddi, fa-
2 19
Joycc
kat yine de birlikte yaşanacak sevimli kişiler olarak kabul ediyordu onları.
Sonra limonlukta çiçekleri de vardı ve onlara bakmak pek hoşuna gidiyordu.
Çbk hoş eğreltiotları, mum bitkileri vardı ve ne zaman kendisini biri ziyarete
gelse, hep limonluğundan bir iki tane daldırmabk çelik (dal) verirdi konuğa.
Hoşuna gitmeyen bir şey vardı, o da duvarları bozan badana lekeleriydi, ama
M üdire H anım idare edilmesi kolay, pek hoş, öylesine ince biriydi.
Aşçı her şeyin hazır olduğunu söyleyince kadınlar salonuna gidip büyük ç anın
ipini çekmeye başladı. Birkaç dakikaya kalmadan kadınlar, buhar tüten elleri
ni etekliklerine silerek ve iş gömleklerini yukarı sıvanmış yenlerini buharlar
çıkan kırmızı kollarına indirerek ikişer üçer içeri girmeye başladılar. Aşçıyla
dilsizin daha önce büyük teneke kaplarda içine süt ve şeker katılmış sıcak çay
la doldurdukları kocaman bardaklarının önüne geçip yerleştiler. Pastanın da
ğıtılışına dikkat etti M aria ve her kadının payına düşen dört dilimi aldiğını
gözleriyle gördü. K ahkaha ve şaka gırla gidiyordu çayda. Lizzie F leming kim
bilir kaç kez söylediği halde, bir gü n elbet Maria'nın parmağına yüzüğün ge
çeceğini söyledi yine; M aria ise gülmek ve hiçbir erkek ya da yüzük falan iste
mediğini söylemek zorunda kaldı, güldüğü zaman da kurşuni yeşil gözleri u
mulmadık bir utangaçlıkla parıldadı, burnunun ucu çenesine değecek gibi ol
du. Sonra da tüm öteki kadınlar masanın üstündeki bardaklarıyla gürültü p a
tırtı yaparken, G inger Mooney de kendi çay bardağını kaldırıp M aria'nın sağ
lığına içmeyi önerdi ve bardağında kafaya dikecek bir yudumcuk kara bira ol
madığına üzüldüğünü söyledi. M aria da burn unun ucu nerdeyse ta çenesine
değinceye ve ufacık gövdesi nerdeyse çatlayıncaya dek güldü gene, çünkü
Mooney'in, kuşkusu z bir sokak kadınının düşüncelerini taşısa da iyi niyetli
olduğunu bilirdi.
Ama kadınlar, çaylarını bitirip de aşç ıyla dilsizortahğı toplamaya koyuldukla
rında sevincinden uçtu M aria. U facık yatak odasına girdi ve ertesi sabah kili
side ayin olduğunu anımsayarak çalar saatin kolunu yediden altıya getirdi.
Arkasından iş eteğini ve evde giydiği ayakkabıları çıkardı; sonra, en iyi eteğini
yatağın üstüne, ufacık sokak ayakkabılarını yatağın ayakucuna koydu. Göm
leğini de değiştirdi ve aynanın ön ünde dikildiği sırada genç bir kızken pazar
sabahı yapılan ayin için nasıl giyindiği geldi usuna; bu denli sık çeki düzen ve
rip sü slediği ç ıtı pıtı gövdesine acayip bir sevecenlikle baktı. G eçirdiği onca
yıla karşın yine de ufak tefek, hoş ve düzgün bir beden olduğunu sezdi onun.
D ışarı çıktığında yağmurdan parlıyordu yollar; eski kahverengi yağmurluğu
nu aldığına sevindi. Tramvay doluydu ve aracın ta ilerisindeki arkalıksız kü
çük iskemleye yüzü tüm yolculara dönük olarak oturmak zorunda kaldı; a
yakkabılarının burunları ancak değiyordu yere. Yap acağı şeylerin tümünü
şöyle bir düzene soktu kafasında; bağımsız ve cebinizdeki k�ndi paranıza sa
hip olmanın ne denli iyi olduğunu geçirdi usundan. G ü zel bir akşam geçire
ceklerini umuyordu. Böyle olacağından hiç kuşkusu yoktu, ama Alp hy'yle
Joe'nun konu şmayışlarının ne acınılacak bir şey old uğunu düşünmeden de e
demiyord u. O sıralarda bozuşup duruyorlardı, ama birlikte geçen çocuklukla
rında birbirlerinin en iyi arkadaşıydılar; n 'aparsın bu da yaşamdı işte.
Pillar'da tramvaydan indi ve kalabalığın arasından çabucak buldu yolunu. ·
D ownes'in pastahanesirıe girdi, ama insanlarla öylesine doluydu ki, satış yeri
kendi sözünü din letene dek epeyce zaman geçti. Bir penilik çöreklerden karı
şık olarak on iki tane aldı ve sonunda kocaman bir kesekağıdını yüklenerek sa-
220
tış yerinden çıktı. Sonra da başka ne alacağını düşündü: G erçekten güzel bir
şey almak istiyordu . Onlar kend ileri epeyce kuruyemiş ve elma alırlardı elbet.
N e alınacağını bilmek güçtü ve dü şünebildiği bütün şey, yalnız çörekti. Biraz
üzümlü çörek almaya karar verd i, ama Downes'in üzümlü çöreklerin in ü stü
yeterince bademle kaplı değildi, onun iç in Henry Caddesi'ndeki bir satış yeri
ne gitti. Burada da kesesini sarsmayacak bir şeye karar verene dek epeyce za
man geç ti, azıcık canı sıkıldığı açıkça belli olan , tezgahın arkasındaki modaya
göre giyinmiş genç bayan, almak istediği şeyin b ir düğün çöreği olup olmadı
ğın ı sordu. Maria 'yı utandırdı bu ve genç bayana bak arak gülümsemesine yo
laçtı, ama satıcı bayan bunların tümünü pek ciddiye aldı ve sonunda ü zümlü
·
221
bir yanıtı tekrarlayarak işyerinde olup bitenlerin tümünü anlattı ona. Joe'nU'n
yönetmene verdiği yanıtla ilgili olarak bu denli çok gülmesini anlamıyordu
M aria, ama görünüşe göre, yönetmenin kendisiyle iş yapılmayacak pek zorba
biri oldu ğunu söyledi. Joe da onun nabzına göre şerbet vermeyi bilince p ek
öyle kötü olmadığın ı, damarına basmadığınız sürece iyi bir adam olduğunu
belirtti. Bayan D on nelly çocuklara piyano çaldı, on lar da şarkı söyleyip oyna
dılar. Sonra da iki komşu kızı fındıkları dağıttı. F ındık kıracağını kimse bu la
madı, Joe tam bu işten vazgeçecekti ki, fındıkları kıskaçsız kırmasını -n asıl da
umuyorlardı- istedi M aria'dan. Ama o fındık sevmediğini ve kendisine aldır
mamaların ı söyledi. O zaman Joe, kara bira içip içmeyeceğini sordu, Bayan
D on nelly de eğer yeğ tutarsa evde porto şarabı da olduğunu söyledi. M aria
kendisinden herh an gi bir şey almasın ı istemezlerse daha iyi olacağını söylediy
se de Joe üsteledi.
Bu yüzden , istediğini yapsın diye Joe'yu bıraktı M aria. Ö tekiler eski günler
üstüne söyleşerek ocağın yanına oturdu lar, M aria da Alphy'nin lehinde bir
söz söylemeyi tasarladı. Ama J oe, kardeşiyle bir dah a tek bir sözcük konuşa
cak olsa bile Tanrının kendisin i ç arpıp taş yapabileceğini söyledi bağırarak.
M aria meseleyi öne sürdüğü için üzüld üğünü belirtti. Bayan D onnelly kendi
soyu ve kanından o şekilde konuşmakla ne denli ayıp ettiğjni söyledi kocası
na, Joe da Alphy'nin kardeşi falan olmadığını söyledi ve '1şin başında zaten
bir patırtı kop u yordu az kalsın " dedi. Y ine de gecenin h atırı için öfkelenmeye
ceğin i söyledi Joe ve biraz daha bira açmasını diledi karısından . O iki komşu
kızı Erenler G ün ü 'yle ilgili bazı oyun lar hazırlamıştılar, çok geçmeden yeni
den şenlendi her şey. Çbcu kları o denli şen , Joe' yla karısını da öyle keyifli gö
rünce pek sevindi M aria'cık . M asanın ü stüne birkaç fincan tabağı koydu
komşu kızlar, sonra da masaya getird iler çocukları, gözleri bağlı. B iri dua ki
tabını, öteki üçü de suyu aldı; komşu kızlardan biri de yüzüğü alınca Bayan
Donnelly, ''.Ah gidi sizi" dercesine parmağını salladı u tanan kıza. Sonra da M a
ria'nın gözünü bağlamak ve b akalım n e alacak diye elinden tutup masaya gö
türmekte direndiler. On lar gözlerin i bağlarken , M aria da burnu ç enesine ner
deyse değene dek güld ü de güld ü . K ahkahalar ve şakalar arasında masaya gö
türdüler onu; o da kendin e denildiği gibi havada ileri uzatıp sağa sola gezdirdi
elini ve fincan tabaklarından birinin üstüne indirdi. Yumuşak , yaş bir nesneye
dokundu parmakları, ama kimsenin konu şmayışına ya da gözü ndeki bağı
çözmeyişine şaştı. Birkaç saniyelik bir duraklama, ardından epeyce fısıltı, a
yak sürüme sesleri, bir karışıklık oldu. Bahçeye ilişkin bir şey söyledi birisi,
sonunda Bayan Donnelly komşu kızlardan birine ters bir şey dedi ve bu işi
hemen bırakmasın ı söyledi ona: Oyun değildi bu yaptıkları. M aria birinci kez
de bunun yanlış olduğunu anladı, bu yüzden yeniden yapmak zorunda kaldı,
ve bu kez dua kitabın ı buldu.
Bundan sonra Bayan O onnelly, B ayan Mc Cloud 'dan alınan bir İskoç oyun
havası çald ı çocuklara, J oe de bir bardak şarap içirdi M aria'ya. Çbk geçme
den tümü de iyicene şen lendi yen iden , Bayan D onnelly de dua kitabını buldu
ğu için M aria'nın yıl ç ıkmadan bir man astıra g\feceğini söyled i. Joe'nun ken
disine karşı o geceki denli ince; tatlı sözler ve anılarla öylesine dolu olduğunu
hiç görmemişti M aria. Tümünün de kendisine pek iyi d avrandığını söyledi.
Sonunda çocuklar yoru ldular, uykuları geldi. Joe gitmeden önce küçük bir
şarkı, eski şarkılardan bir tane söylemesini diledi M aria'dan. Bayan D onnelly
222
'N 'olur M aria, lütfen !" d edi, M aria da kalkıp piyan onun yanında dikilmek ro
runda kaldı. Bayan Donnelly sessiz olmalarını ve M aria'nın şarkısını dinleme
lerin i buyurdu çocuk lara. Sonra da giriş taksimini yapıp, 'Hadi, M aria!" dedi;
M aria da kızara bozara, incecik titrek bir sesle söylemeye başladı. 'D üşümde
G ördüm" şarkısını söyledi, ikinci dört lüğe gelince sil baştan yaptı:
Ama hiç kimse yan lışını göstermeye k alkmadı ona; M aria şarkısını bitirince
Joe pek duygulandı. Başkaları ne derse desin, zamanın hiç de uzun yıllar ön
cesine ben zemediğini, zavallı yaşlı Balfe'a benzeyen kendisine göre müzik fa
lan olmadığını söyledi, arkasından gözleri öylesine doldu ki, yaşlarla aradığı
şeyi bulamadı da sonunda burgunun nerede olduğunu sonnak rorunda kaldı
karısına.
223
JAMES JOYCE I GIA COM O JO YCE
R oman - Şiir
K im? G ü zel kokulu k alın kürklerle çevrelenmiş solgun bir yü z. D evinileri sı
kılgan ve sinirli. M onokı kullanır.
f.es?Kısa bir hece. Kısa bir kah kah a. Kısa b ir kapanması gözkapaklarının .
Orümcek ağı el yazısı. Sessiz bir küçümseme ve çekilginlik ile örülmüş, u zun
ve güzel: kibar bir genç kişi..
Can sız konuşmanın rahat bir dalgasına atılırım: Swedenborg, düzmece Aero
pigate, M iguel de M olinos, Joachim Abbas. D alg� tü ketildi. Sınıf arkadaşı,
kıvrılmış gövdesini yeniden kıvırarak, kuru Viyana Italyancası ile mırıldanır:
Che coltıtra! U zun gözkapakları kırp ışır ve kalkar: k adife iriste yanan iğne u
cu batar ve titrer.
Tınlayan taş basamaklarda yüksek topu klar kofca tıkırdar. Şatoda sıkıntılı ha
va, asılı zırh giysiler, dönen kule basamaklarının dönemeçleri ü stünde kaba
demir şamdan dirsekleri. U sulca vuran , tıkırdayan topuklar, yüksek ve kof
bir ses. A şağıda biri var h anımefendi ile görüşecek.
O hiç sümkürmez. Bir konuşma biçimi: N e denli büyük olunursa o denli az.
Yuvarlaklaşmış ve olgun laşmış: y;ıkın akrabalar arasında evlenmen in çarkın
da yuvarlaklaşmış ve soyunun toplumdan uzak yaşamasının limon luğu nda ol
gu nlaşmış.
Vercelli dolaylarında soluk yaz pusu altında bir pirinç tarlası. Sarkan şapkası
n ın kanatları yapmacık gülümsemesin i gölgeler. G ölgeler yapmacıkça gülüm
seyen yüzü n ü biçimsiz çizgilerle boyar, çene kemiklerinin altınd a sıcak soluk
ışık vurmuş uçuk külrengi gölgeler, nemli alında biçimsiz yumurta sarısı çizgi
ler, gözlerinin yumuşatılmış özünde gizlenen koku şuk sarı saraka.
K ızıma onun tarafütdan verilmiş bir çiçek. Ç:Climsiz armağan, ç elimsiz veren ,
çelinrsiz mavi-damarlı çocuk ..
Padua denizden çok ötede. Susk u n ortaçağ, gece, tarih in karanlığı ay altında
ki Piazza de/le Erbe de uyur. Irmağın yöresindeki karanlık sokakların kemer
'
leri altında orospuların gözleri dikkatle hovardaları arar. Cinque servizi per
cinque franchi. K aranlık bir duygu dalgası, yine ve yine ve yine.
M ine eyes fail in darkness, mine ey es fail,
M ine eyes fail in darkness, love.
224
Yine. Yok artık. K aranlık sevgi, karanlık özlem. Yok artık. K aranlık.
Alacakaranlık .Piazza'yı geçiyor. G eniş tirşe çayırlar üzerinde külrengi ak
şam, sessizce çiy ve karanlık yayarak alçalıyor. Annesini hantal bir çekicilikle
izler, külrengi alacakaranlık, fazlalıksız ve biçimli sağrıları, uysal kıvrak kirişli
boynu, ince-kemikli kafatasını şekillendirir. Akşam, dinginlik, olağanüstü ak-
şam karanlığı. . . . . . .
H illo ! Oster! H illoho !
Baba ve kızlar, alçak bir kızakta, bacaklar ayrık, yokuş aşağı kayıyorlar: Koca
Türk ve haremi. Sıkı giydirilmiş, çizmelerinin kaytanları etin-ısıttığı dil üze
rinden beceriyle çapraz bağlanmış, kısa etekleri dizlerinin yuvarlak tepelerin
de gerilmiş. Ak bir parıltı: ufak bir tane, kar tanesi:
A nd when she nex t doth ride abroad
M ay I be there to see!
Tütüncüden dışarı fırlayıp seslenirim. D erslere ilişkin karmakarışık sözlerimi
işitmek için döner ve durur, saatler, dersler, saatler: ve solgun yanakları oy
nak yakıcı bir ışıkla u sulca kızarır. Yok, korkma!
M io Padre: en sıradan işleri başkalıkta yapar. Unde derivatur! M iafiglia ha u
na grandissima amm irazinoe per il suo maestro inglese. Yaşlı adamın belirgin
Yahudi ç izgileri olan, yakışıklı, kızarmış ve u zun ak favorili yüzü, birlikte te
peden aşağı yürürken bana doğru döner. O! Kusursuz söylenmiş: incelik, iyi
lik, merak, güven, kuşku , doğallık, yaşlılığın verdiği eksinlik , inan. ,açık sözlü
lük, çelebilik, içtenlik, uyarma, elem, acıma: yetkin bir harman. Ignatius de
·
Loyola, yetiş!
Bu yürek yaralı ve hüzünlü. Aşkın çarmıhına im gerilmiş?
U zun utançsız çapkınca bakan dudaklar: koyu kanlı yumu şakçalar.
Tepede kımıldanan sis, geceden ve çamurdan yukarı doğru baktığımda. Islak
ağaçların üzerinde asılı sis. YuR.:arı odada bir ışık. Oyuna gitmek üzere giyini
yor. A�ada hortlaklar var .... M umlar! M umlar !
A gentle creature. G ece yarısı, müzikten sonra, Via San M ichele' den yukarı
bütün yol boyu nca, bu sözler usulca söylendi. Kendine gel, Jamesy! G ecele-
yin D ublin sokaklarında başka bir ad hıçkırarak dolaşmadın mı hiç? .
çevremde Yahudi cesetleri kutsal tarlaların küfünde çürüyerek yatarlar. işte
onun h alkının gömütü, kara taş, umutsuz sessizlik ... Beni buraya Sivilceli M e
issel getirdi. Şuradaki ağaçların ardında O, intihar eden karısının gömütü ö
nünde, yatağında uyu yan kadının sonunun nasıl bu olduğunu anlamaya çalı
şarak, başı örtülü duruyor ... Onun.. halkının gömütü ve onunki: kara taş, u-
mutsuz sessizlik: ve her şey hazır. Olme! .
İnce siyah kumaştan giysisini ensesindekopç alamak çabasında kolların ı kaldı
rır. Beceremez: hayır, beceremez. Kıçın kıçın bana doğru gelir hiçbir şey söy
lemeden. Yardım etmek için kollarımı kaldırırım: kolları düşer. G iysisinin yu
muşacık uçlarını tutarım ve kopçalamak için çektiğimde siyah kumaşın ara
landığı yerden turuncu iç gömleği ile sarılmış kıvrak gövdesini görürüm. Onu
omuzl:trında tutan geniş ipek şeritler kayar ve yavaşça düşer gömlek: gü müş
sü pullarla parlayarak kıvrak düzgün çıplak bir gövde. D ü zgün . ince yapılı
parlak gümüşten kalçalarının ü stünden ağır ağır kayar ve kırışıklarının üstün
de, bir donuklaştırılmış gümüş gölge. . . . . Parmaklar, soğuk ve rahat ve devin
gen .... Bir dokunuş, bir doku nuş.
Küçük akılsız eksin ve yeğni soluk. Ama eğil ve işit : bir ses. Yeryüzünü titre-
225
Joyce
ten , titreyen Juggernaut ' un tekerleklerinin altında bir serçe. Lü tfen , bay Tan
rı, büyük bay Tanrı! H oşçakal, büyük dünya!.. . A ber das ist eine Schweinerei!
.
Zarif tunç rengi ayakkabılarında iri ilmekler: Şımartılmış bir tavuğun mah
muzları.
The lady goes apace, apace, apace.... Yayla yolu nda temiz hava. Trieste han
talca u yanıyor: hantal gün ışığı, bir araya sıkıştırılmış esmer kiremitli damla
rın ü zerinde, tepelerinde olu şturdukları efendi: yere kapanmış güç sü z böcek
kalabalığı bir ulu sal kurtuluş bekler. Belluomo karısın ın aşığının kansının ya
tağından kalk ar: becerikli ev kadını işinin başında, tek gözlü, elind e bir tabak
asetik asit .... Yayla yolunda temiz hava ve sessizlik : ve toynaklar. Ata binmiş
bir kız. H edda Hedda G abler!
Satıcılar adak taşlarının üstünde ilk meyvelerini sunarlar: Benekli limonlar,
boncuk boncuk kirazlar, yaprakları yırtık yüz kızartıcı şeftaliler. Araba, göz
kamaştırıcı ışıkta tekerlek parmakları hızla dönerek çadır bezinden satış sergi
lerinin arasındaki dar yoldan geçer. Yol verin ! Babası ve erkek kardeşi araba
da otururlar. Baykuş gözleri ve baykuş bilgelikleri var. S uma contra Gentiles
lerine ilişkin bilgileri üzerine kara kara düşün ürken gözlerinden baykuşlara
özgü bilgelik dalgın bakar.
ltalyan beyefendilerinin S ecolo 'nun eleştirmeni Ettore Albini'yi, bando krali
yet marşını çaldığında ayağa kalkmadığı için, sergilerden yaka paç a dışarı at
makta haklı olduklarını dü şünür. Bunu akşam yemeğinde işitti. Evet. H angi
yurt olduğunu kesinlikle bildikleri zaman yurtlarını severler.
D inler: fazlasıyla sakıngan kız.
Apan sız kıpırdayan dizinin geriye çektiği etek : yakışıksızca kalkmış gömleği
nin ak oyası; bacağın gerdiği çorap ağı. Si pol?
J ohn Dowland'ın cansız şarkısını alçak sesle söyleyerek usulca çalışıyorum.
Loath to depart: ben de isteksizim gitmeye. O çağ burada ve şimdi. işte, iste
ğin karan lığından açılırken, atan Tanı gölgede bırakan gözler, parıltıları, sal
yalı James'in sarayırıın lağım çukuruna yayılıp renk veren, su yüzüne ç ıkmış
pisliklerin parıhısı. işte samankapanın engine dönüşmüş şarapları tatlı havala
rın yeğnilip yiterek dökülüşü, gururlu pavan, emici d udaklarıyla balkonların
dan iş tutan cici hanımefendiler, frengi bulaşmış orospular ve gönüllerini ç e
lenlere neşeyle kendilerini bırakıp kenetlenen ve gene kenetlenen taze gelinler.
N em ile peçelenmiş ilk yaz sabahında Paris sabahının baygın kokularının salı:
anason, ıslak talaş, sıcak ekmek hamuru : ve Pont Saint - M ichel'i geçerken u
yanan çelik mavisi sular yüreğimi ürpertir. Taş devrinden beri üstünde insan
ların yaşadığı adanın çevresinde sürün ür ve şıpıldarlar .... G argoyl'lu geniş ki
lisede kirli san kasvet. O sabahki kadar soğuk: quia frigus erat. Bir h ayli yük
sekteki, Tanrının gövdesi gibi çıplak mihrabın basamaklarına bitkin halde ka
panmış papazlar mırıl mırıl dua ederler. Hosea'dan dersi ırlayan görün mez bir
duahanın sesi yükselir. Haec dicit Dominus: in tribulatione sua mane consur
gent ad m e. Venite et revertam ur ad D ominum . İncecik dirseği kolumda, gü
. . .
226
Uysal Trieste'ye Shakespeare'i yorumluyorum: Hamlet, dedim, ince ve yalın
kişiye saygılı davranan, ancak Polonius'a karşı kırıcıdır. Belki, dünyadan nef
ret etmiş bir ülkücü, sevdiğinin anne babasında, onun imgesini üretmek için
doğa adına gülünç girişimlerini görebilir yalnız..... Bunu belledin mi?
Geçenek boyunca önümden yürür ve yürürken saçının koyu bir lülesi yavaşça
çözülür ve dökülür. Yavaşça çözülen ve dökülen saç. Aymamıştır ve önüm
den yürür, yalın ve gururlu. Böyle, Dante'nin yanında yalın bir gururla ve
böyle, kan ve el değmemiş,
Cenci'nin kızı Beatrice, ölümüne yürümüştü.
..... Tie
My girdle for me and bind up ıhis Juıir
in any simple knoı.
Hizmetçi, onu hemen hastaneye kaldırmak zorunda kaldıklarını, povereııa,
. çok acı çektiğini, povereııa, durumunun ço� ciddi olduğunu söyler.... Boş e
vinden uzaklaşırım. Ağlamak üzere olduğumu sezerim. Ah, hayır! Böyle ol
mayacak, bir anda, tek kelimesiz, tek bakışsız. Hayır, hayır! Şeytan talihi beni
yüzüstü bırakmayacak elbet!
Ameliyatpldu. Cerrahın bıçağı bağırsaklarını deşti ve karnına girişinin duyar
lı derin yarasını bırakarak geri çekildi. Bir ceylanın gözleri kadar güzel, dolu,
koyu, acı çeken gözlerini görürüm. Ey acımasız yara! Kösnü düşkünü Tanrı!
Bir kez daha pencerenin yanındaki iskemlesinde, dilinde mutlu sözcükler,
mutlu gülmeler. Fırtınadan sonra cıvıldayan kuş, mutlu, küçük ahmak canı
bir tutaraklı efendinin ve can vericinin pençesinin eriminden uzağa uçtuğu i
çin, mutluluk içinde cıvıldıyor, mutluluk içinde cıvıldıyor ve şakıyor.
The Porıraiı of ıhe A rtisı salt açık sözlülük uğruna açık sözlü olmuş olsaydı,
onu, okuması için kendisine neden vermiş olduğumu sormuş olacağını söyler.
Sorardın, değil mi? Bir edibe.
Siyahlar- giyinmiş, telefonun başında durur. Kısa ürkek gülmeler, kısa çığlık
lar, birdenbire kesilen ürkek konuşma süreçleri... Parlero colla mamma . ...
Gel! Bili bili! Gel! Kara piliç ürktü: birdenbire kesilen kısa süreçler, kısa ür
kek çığlıklar: anneciği için ağlıyor, anaç tavuk için.
Loggione. Sırılsıklam duvarlar buğulu bir nem sızdırır. Bir koku senfonisi bir
araya sıkışmış insan biçimlerini ergitir: koltuk altlarının ekşi kokusu, ağızlıklı
portakallar, eriyen meme melhemleri, sakız rakısı suyu, sıcak sarmısaklı ye
meklerin soluğu, fosforlu iğrenç osuruklar, opopanaks, evlenebilir ve evlen
miş kadın türünün içtenlikli teri, erkeklerin yapışkan pis kokuları.... Bütün
gece onu seyrettim, bütün gece onu göreceğim: örülmüş ve tepede toplanmış
saçlar ve zeytinsi söbe yüz ve dingin yumuşak gözler. Saçında yeşil bir bağ ve
gövdesini saran yeşil işlemeli giysi: özsulu otların ve doğanın bitkisel fanusu
nun imgesinin rengi, gömütlerin saçı.
Sözlerim aklında: bir bataklığa gömülen soğuk parlatılmış taslar.
O sessiz soğuk parmaklar üzerinde günahımın sonsuza dek parlayacağı sapkın
ve hakka uygun sayfalara dokundular. Sessiz soğuk tertemiz parmaklar. Ya
nılmadılar mı hiç? ·
227
Joyce
F undalığın üstünde fırıldan an kül rengi buhardan çiçekler. Yüzü nasıl da sol
gun ve durgu n ! Yaş re�gi donuk saçlar. D udakları usulca bastırır, aralarından
iç çeken soluğu gelir. Opüldü. .
Sözlerinin yankılarında yitip giden sesim, yankılayan tepeler arasından lbra
him 'i çağıran bengiliğin bilgelikten - yorulmuş sesi gibi yitip gider. O, yastıklı
-duvara dayanır: şatafatlı karanlıkta odalık- görünüşlü . G özleri düşüncelerimi
içti: ve tinim, kadınlığının nemli ılık boyun veren, buyur eden karanlığı içine,
kendisi eriyerek, bir sıvı ve bol tohum akıttı ve döktü ve taşırdı . . .. ArtıK onu
almak kim ister!..
Ralli'nin evinden çıkarken ona kör bir dilenciye aynı anda sadaka uzatırken
ansızın rastlarım. Birden esenlememe dönerek ve ate_ş saçan kara gözlerini ka
çırarak karşılık verir. E col suo vedere attosca l'uomo quando /o vede. O söz i
çi� teşekkür ederim, bozguncu Brunetto.
insanoğlu için ayrılmış halıları ayaklarımın altına serereler. G eçişimi bekler
ler. O, geçeneğin sarı gölgesinde durur. G ömülen omuzlarını soğuktan koru
yan bir Iskoç şalı: ve merakla durup çevreme baktığımda beni buz gibi esenler
ve bir an için uyuşuk çekik gözlerinden bana tatlı bir ağu fışkırtarak merdi
venleri çıkar.
Sediri, açık yeşil, yumuşak, buruşuk bir örtü kaplar. Dar bir Paris odası. Ber
ber buraya ku.rulurdu ama şimdi. Çbrabının ve pas karası tozlu etekliğinin u
cunu öptüm. Oteki. O. Tanıştırılmak için G ogarty geldi dün. Nedeni Ulysses.
Aydın buluncunun simgesi .. . O halde Irlanda? Ve koca? Yanı basık ayakkabı
larla geçeneği arşınlıyor ya da kendine karşı satranç oynuyor. Neden burada
bırakıldık? Berber buraya kurulurdu, ama şimdi, kafamı yumru dizlerinin a
rasına sıkıştırarak ... Soyumun aydınlık simgesi. Dinle! Saldıran üzünç düştü .
D in le!
- Zihnin ya da gövdenin bu çeşit eylemlerinin sağlıksız olarak nitelenebileceği
ne aklım yatmıyor -
Konuşur. Soğuk yıldızların ötesinden güçsüz bir ses. Bilgeliğin sesi. Söyle!
Ey, bir daha söyle, erdirerek beni! Şimdiye dek hiç işitmedim bu sesi.
Buruşuk sedir boyunca bana doğru kıvrılır. K ımıldayamam ses de çıkara
mam. Yıldızlardan doğma etin kıvrılarak yaklaşması. Bilgeliğin aldatışı. H a
yır. G ideceğim. G ideceğim.
- Jim, sevgilim ! -
Sol koltuk altımı yumuşak emici dudaklar öper: binlerce damarın üstünde
kıvrılan öpüş. Yanarım. Yanan bir yaprak gibi buruşurum! Sağ koltuk altım
dan alevden bir sivri uzun diş fırlar. Yıldızlı bir yılan öptü beni: soğuk bir ge
ce yılanı. Bittim !
- Nora! -
J an Pieters Sweelink. Yaşlı Hollandalı müzikçinin tuhaf adı bütün güzellikleri
tuhaf ve uzakmış gibi gösterir. Eski bir hava üzerine klavsen için çeşitlemele
rini işitirim: Youth has an end. Eski seslerin bulanık sisinde soluk bir ışık nok
tası belirir: ruhun konuşması işitilmek üzere. G ençliğin J?.ir sonu vardır: son
burada. Hiçbir zaman gelmeyecek. Bunu çok iyi bilirsin . Oyleyse ne? Yaz, ca
nı çıkası, yaz! Başka neye yararsın ki!!
'Niçin?"
'Çinkü seni başka türlü göremezdim. "
228
K ayan - uzay - çağları - yaprak yıldızlar - ve yok olmaya yüz tutan gök - dur
gunluk - ve daha derin durgunluk - yok edişin durgunluğu - ve onun sesi.
Non hunc sed Barabbam !
Hazırlıksızlık . Çlplak bir daire. U yuşuk gün ışığı. U zun siyah bir piyano: mü
ziğin tabutu . K enarında den gelenmiş bir kadın şapkası, kırmızı çiçekli ve bir
şemsiye, kapalı. Kolları: bir tolga, soylu kırmızı ve bir tarlada kör mızrak, ka
ra.
Elçi: Sev beni, şemsiyemi sev.
�viren: N az D ino
229
Virginia W oolf
VIR GINIA W O OLF
1882 - 1941, İngiltere.
DALGALAR 'DAN
G ün eş göğün ortasında değildi artık. Işığı eğikti, yanlamasına düşüyordu . Ara
sıra bir bulutun ucunu tutuveriyordu , ayağın basamayacağı kavrulan bir ada
ya, bir ışık dilimine çeviriyord u dokunduğu yeri. Sonra başka bir bulut tutu
luveriyordu ışığa, derken bir başkası, derken başkası; öyle ki aşağılardaki dal
galar, titrek maviliği gelişigüzel yaran kızgın tüylü kargılarla delik deşik ol
muşlardı.
Ağacın ü st yaprakları kurumuştu güneşte. Rasgele rü zgarda kaskatı hışırdıyor·
du. K u şlar, başlarını iki yana sertçe çevirmeleri sayılmazsa; kıpırdamadan du
ruyorlard ı. Şarkılarını kesiyorlardı ara sıra, sesleri boğazlarından taşacakmış
gibi; doruğuna ulaşmış öğle sanki tıka basa doyurmuştu onları. Yusu fçuk bir
sazın ü stii nde kalakaldı, sonra mavi iğnesini göğün daha ötesine geçiriverdi.
U zaktaki vızıltı, ufukta bir aşağı bir yukarı gidip gelen ince kanatların kırık
ü rpertisinden yapılmışa ben ziyordu. Irmağın suyu çevrelerinde bir cam oluş
muş gibi sazları kıpırtısız tutuyord u ba?-en, sonra bu cam dalgalanıyor, sazlar
salınarak dibe in iyorlardı. Tarlalarda, başları ön lerinde dalgın sığırlar duru
yordu, hantal adımlar atıyorlardı birbiri ard ından . M usluk, evin yanı başında
ki kovaya akmaktan vazgeç ti, kova dolmuş ·gibi; sonra bir iki, üç damla düştü
sırayla.
Pencerelerde yakıcı ateşin eğik lekeleri göze çarpıyordu, bir dalın dirseği, son
ra katkısız duruluk tan sessiz bir boşluk. Pencereden kıpkırmızı sarkıyordu
gü neşlik; odanın içindeki ışık hançerleri iskemlelere, masalara d ü şüyor, boya
yı, cilayı boylu boyunca çatlatıyord u. Yanından geçen beyaz penceresiyle yeşil
saksı alabild iğin e şişmişti. On üne karanlığı katan ışık, köşelerde, kabartmalar
da kendin i çekinmeden harcarken, karanlığı yoğuru lmamış biçim kümeleri
halinde biriktiriyord u .
D algalar bir araya geldiler, sırtlarını eğerek vurdular kıyıya. Taşlar fırladı, bir
de çakıllar. Onlar kayaların çevresini tararken yükseklere fışkıran serpinti, ön
celeri kuru olan bir mağaranın duvarlarını ıslattı, küçük göller bıraktı ardın
da; karaya ot urmuş bir iki balık kuyruğunu salJadı dalga çekilirken .
231
Woolf
'imzamı attım," dedi Louis, 'Yirminci oluyor bu. Ben, ben, yine ben. D uru,
sağlam, kaçamaksız şurada duruyor işte adım. Ben de kesin ve kaçamaksızım
ama elden ele geçen koca bir deney sığıdırılınış içime. Binlerce yıl yaşamışım.
Çbk eski bir meşenin tahtasını dişleyerek yolunu bulan bir solucan gibiyim.
Neyse bir yoğunluk kazandım artık, bu güzel günde bütünlendim.
'G üneş duru bir gökten parlıyor. Ama saat on ikinin ne yağmur getireceği var
ne de güneş. O saatte M iss Johnson madeni bir tepsi üstünde mektuplarımı
getirir. Beyaz kağıtlara adımı basarım. Y aprakların hışırtısı, oluklardan akan
su, yıldız çiçekleriyle, zinyalarla gölgelenmiş yeşil derinlikler; şimdi bir dü
küm ben , derken Eflatun , Sokrates'in dostu, göç eden sarı ve kara adamların
ağır yürüyüşü doğuya, batıya, kuzeye ve güneye; bitmez tükenmez bir alay,
kollarına çantalarını sıkıştırıp Strand 'e yürüyen kadınlar, bir zaman bakraç
larla N il'e gittikleri gibi, katmerli yaşamamın dolanmış, sık yaprakları adımda
özetleniyor şimdi, kağıda temiz ve yalın kazınan adımda. Bazen yetişkin bir a
dam, güneşte, yağmurda dimdik duran biriyim; yine de bir balta gibi inerek
ve yalnız ağırlığımı kullanarak yarmalıyım meşeyi, çünkü sapacak, şuraya bu
raya bakacak olursam kar gibi eriyiveririm, harcanırım.
''Yazı makinesiyle telefona yarı-aşığım diyebilirim; mektuplarla, telgraflarla,
telefonla Paris'e, Bertin ' e, New York'a verilen kibar ve kısa buyruklarla sü
rüyle hayatımdan tek hayat yaptım ben. Çtlışkanlığım yüzünden, şu haritaya
çizgiler çizilmesine, yani dünyanın çeşitli bögelerinin bir şeritle birleştirilmesi
ne yardım ettim, aldığım kararlar yüzünden. Odama saat tam onda gelmeyi
severim, kara maunun mor parlaklığını severim, masayı, masanın sivri ucunu,
bir çekişte açılan çekmeceleri severim. Sesime uzanan ahizesiyle telefon u seve
rim, duvardaki tarihi, kayıt defterini M r. Prentice dörtte; M r. Eyres tam dört
otuzda.
'Mr. Buchard'ın özel odas�na çağırılınayı, On 'e yaptığımız havaleler konu
şunda bilgi vermeyi severim. ilerde, bir koltukla bir Türk halısına konacağını.
işin başına geçeceğim nerdeyse; karanlığı yıkıp gidiyorum, dünyanın u zak
bölgelerine, eskiden kargaşanın sürdüğü yerlere ticareti yarleştiriyorum. Biraz
daha dayanırsam kargaşadan düzen yaratmak için, Chatham'ın durumunda
bulacağım kendimi, Pitt 'in , Burke'ün ve Sir Robert Peel'in . Bazı lekeleri çıka
rıyorum böylelikle, eski kirleri temizliyorum; Noel ağacının üstünden ban a
bayrak u zatan kadın , şivemdeki bozukluk, dayak , çeşit çeşit işkence, böbürle
nen oğlanlar, babam Brisbane'de sarraf.
'Şairimi lokantada okumuşum ben, kahvemi karıştırarak küçük masalarda
bah se girişen memurları dinlemişim, tezgahta duraklayan kadınları gözlemi
şim. Hiçbir şey boşuna olmamalı diye düşünürdüm, öyle yere gelişigüzel atıl
mış kahverengi bir kağıt parçası gibi; çıkacakları yolun bir amacı olmalıydı
baştan , iki buçuk poundluk haftalıklarını saygıdeğer bir patronun buyruğu al
tında kazanmalıydılar; bir el, bir elbise örtmeliydi bizi akşamları. Bu kırıklık
ları, gücümüzü tüketen özürlere, özür dilemelere gereksinme duyulmayacak
kadan onardığını zaman, bunca katılığa akıl erdirdiğim zaman, bu dar zaman
lara, bu taşlık kıyılara düştüklerinde yitirdikleri her şeyi sokağa ve lokantaya
bir bir geri vereceğim. Birkaç söz toparlayacağım, çelikten çınlayan bir halka
döveceğim çevremize.
'f\.ma şimdi ayıracak bir dakikam yok. Dinlenecek vakit yok burada, ne titre
yen yapraklardan yapılmış gÇHgeler, ne güneşten kaçılacak, akşam serininde
232
sevgiliyle sığınılacak bir oyuk. D ün yanın olanca ağırlığı bizim omuzlarımız.da,
görüşü bizim gözlerimizden, gözümüzü kırpacak ya da başka yana b�acak
olsak ya da dönüp Eflatun 'un dediklerini ya da N apolyon 'un ve zaferlerini
hatırlayacak olsak, b-ir çeşit sapış acısı tattırırız dünyamıza. H ayat budur işte;
Mr. Prentice dörtte, Mr. Eyres dört otuz.da. K apımın önünde duralayışın o
yumuşak telaşını, koridorlardaki sorumlu ayakların erkeksi, ağır yürüyüşünü
duymayı severim. Demek çabalarımızı birleştirerek yeryuvarlağının en uzak
bôlgelerine gemiler yolluyoruz, tuvaletleri, jimnastikhaneleri sürüyle. D ünya
nın olanca ağırlığı bizim omuzlarımızda. H ayat budur işte. Biraz dayanırsam
bir iskemleyle bir halıya konacağım, Surrey'de, cam fabrikalarının arasında
bir eve, öbür tüccarların kıskanacağı az bulunur cinsten bir çama, bir yemişe,
ya da · bir çiçek ağacına.
'Çıtıda şimdiki gibi bir odam olur yine. Orada her zamanki küçük kitabımı a
çar, yağmurun kiremitleri bir polis yağmurluğu gibi nasıl p arlattığını gözle
rim, yoksulların evlerindeki kırık camları görürüm oradan, o sıska kedileri,
yüzünü sokak köşesine hazırlamak için çatlak aynasına kaçamak bakış fırla
tan sürtüğü; odama Rhoda geliyor bazen. Çlinkü sevişiyoruz.
'Percival öldü (Mısır'da öldü, Yunanistan 'da öldü, bütün ölümler tek ölüm
dür). Susan 'ın çocukları var; .N eville hızla yükseliyor, göz.den kaçacak gibi de
ğil. H ayat geçiyor. Bulutlar durmadan değişiyor evlerimizin tepesinde. Bunu
yapıyorum, şunu yapıyorum, sonra yine bunu yapıyorum, yine şunu . K arşıla
şarak, ayrılarak değişik biçimler alıyoruz, kalıplara giriyoruı. Ama bu izle
nimleri tahtaya çivilemezsem, içimdeki sürüyle adamdan tek adam yaratamaz
sam, u zak dağlara serpilmiş kar çelenkleri gibi bölük pörçük bir biçimde değil
de şu anda, burada varolmazsam, yazıhaneden geçerken M iss Johnson 'a sine
maları sormazsam, çay fincanımı, sevdiğim peksitemi almazsam, kar gibi eri
yiveririm, harcanırım.
''.Ama saat altı olunca, kapıcıyı görüp de şapkama şöyle bir dokununca, kendi
mi kabul ettirmeyi çok istediğim için büyük bir çoşku duyarım bu törende,
sonra dü ğmelerim ilikli rüzgara karşı koyarak, morarmış ağzım, yaşaran gözle
rim sokakta yürürken , küçük bir daktilo kız kucağımda fıkırdasın isterim; en
sevdiğim yemek domuz ciğeridir; bu yüzden ırmak boyuna doğru yürürüm
çoğu kere, içkievlerinin sıralandığı, ucundan gemi gölgelerinin geçtiği, kadın
ların kavga ettiği dar sokaklara. Ama aklımı başıma toplar kendi kendime de
rim ki: Mr. Prentice dörtte; Mr. Eyres dört otuzda. Balta kütüğe inmeli, 111;eşe
ortasına kadar yarılmalı. D ünyanın olanca ağırlığı benim omuzlarımda. işte
kalem kağıt; madeni sepetteki kağıtlara imzamı atıyorum, ben , ben, yine ben . "
'Yaz geliyor, kış geliyor"dedi Susan . 'Mevsimler geçiyor. Armut olgunlaşıyor ,
düşüyor ağaçtan . Olü yaprak ucunda kalakalıyor. Ama duman örtmüş pence
reyi. Ateşin yanında oturuyorum, çaydanlığın fokurtusu nu gözlüyorum.
Camdaki damarlı buğunun arasından armut ağacını seçiyorum.
'Ninni, ninni, diye mırıldanıyorum yaz da olsa kış da, mayıs da olsa kasım da.
.N inni söylüyorum bozuk sesimle, köy şarkısından, yani bir köpeğin apansız
havlamasından, çan sesinden, tekerleklerin çakıllarda çıkardığı tıkırtıdan baş
ka müzik din lemiyorum ben . Ku msalda mırıldanan eski bir deniz kabuğu gi
bi, ateşin yanında söylüyorum şarkımı. Süt kaplarını takırdatan ları, kargalara
ateş edenleri, tavşan ları vuranları, yok olmak ürküsünü herhangi bir biçimde
pembe battaniyenin altında kıvrılmış bu yumu şacık bacakları barındıran sepe-
233
Wooll
234
da bilmiyorum üstelik. Söz gelişi, bu seninle ilk buluşmamız, ama sen bana
' Araba Piccadilly'den dörtte kalkıyor', diyecek olsan , ilk elde gerekli bir iki ı
vır zıvırı çantama tıkıştırmadan koşuverirdim hemen .
'G el şu oyna çiçeklerin altına, resmin yanındaki kal).epeye ilişelim. G el N oel a
ğacımızı gerçeklerle ve yine gerçeklerle donatalım. insanlar çok çabuk gider
ler; gel yetişelim onlara. Şu dolabın yanında duran adam porselen kapların a
rasında yaşıyor diyorsun . Bir�ni kır, gitti bir milyon pound. Roma'da bir de
kız sevmiş, kız bırakmış onu . işte kiralık odalardan toplanmış çöllerden kazıl
mış eski püskü kapları böyle yorumluyoruz. G üzellik, güzelliğini sürdürmek
için her gün yeniden kırılmalı, bu adama da böylesine duruk olduğuna göre
hayatı bir porselen den izinde çürüyor. Tuhaf, gençken nemli toprağa çöker,
ask�rlerle rom içermiş.
'1n san çabuk olmalı canım, gerçekleri toplarken elini çabuk tutmalı, bir ağaca
oyuncak takar gibi elini bir çevirişte yerli yerine oturtmalı. H anımeline bak
mak için nasıl da eğiliyor, ihtiyar karıya balcmak için de, kulaklarında elmas
küpeler var diye; bir kısrağın çektiği arabayla çitfliğini dört dönüp buyruklar
yağdırırmış, kime yardım edilecek, hangi ağaç kesilecek, ertesi gün kim kovu
lacak falan. (Bütün bu yılları hayatımı yaşamakla geçirdim diyorum sana,
şimdi otuzumu geçtim, hem tehlike içinde, kayadan kayaya atlayan bir dağke
çisi gibi; uzun süre bir yerde kalmam; belirli bir insana bağlanmam, ama göre
ceksin kolumu kaldırsam biri duralar mutlaka, kalkar gelir.) Şu adam yargıç
mış, şu milyonerin biri, şu gözlüklü olan da on yaşındayken bir okla kalbini
delmiş öğretmeninin . Sonra çöllerde mektup taşımış, ayaklanmalara katılmış,
çoktandır N orfolk 'da. Şu mavi çeneli adamın sağ eli büzülmüş. Ama neden,
bilmeyiz. Şu kadın diye fısıldıyorsun, kulaklarından inci kuleler sarkan şu ka
dın, devlet adamlarımızdan birinin büyük aşkıymış bir zamanlar; onun ölü
münden beri hayaletler görüyor, fal bakıyor şuna buna, çikolata rengindeki
oğlanını Mesih diye çağırıyor. Bıyıkları süvari yüzbaşısı gibi sarkan adam, es
kiden ne hovardalıklar edermiş (birinin anılarında .geçiyor), sonunda trende
tanıştığı bir yabancı Edinburgh 'la Carlisle arasında lncil okuyup dine döndür
müş adamcağızı.
'1şte böylece, bir iki saniyede, el çabukluğuyla ustaca çözü veriyoruz başkaları
n ın yüzlerindeki hiyeroglifleri. Burada, bur odada, aşınmış, yıpranmış deniz
kabuklan kumsala vuruyor. Kapı durmadan açılıyor, oda bilgiyle, acıyla, çç
şitli tutkularla dolup taşıyor, alabildiğine kayıtsızlıkla, biraz umutsuzlukla. i
kimiz, diyorsun, ne katedraller dikerdik el ele, ne kararlar alırdık, in sanları ö
lüme mahkum eder, devlet dairelerinin işlerine el atardık. Deneyin ortaklaşa
yatırımı çok geniş. Kızlı oğlanlı sürüyle çocuk duruyor aramızda, onları oku
tuyoruz, kızamık hyken okula görmeye gidiyoruz, kendi evlerimize konsunlar
diye büyütüyoruz. Bir şeyler yapıyor bu günü yaratıyoruz, bu cumayı, kimi
miz adliyeye, kimimiz şehre, kimimiz çocuk yuvasına giderek_, kimimiz yürü
yüşe geçip gen iş kol halinde. M ilyonlarca el dikiş dikiyor, tuğla yüklü tekne
ler k aldırıyor. Sonsuz bir koşuşma bu. Yarın yine bağlıyor; yarın cumartesiyi
yaratıyoru z. K imimiz Fransa'ya giden trene atlıyor, kimi H indistan'a �çılan
gemiye. K imi bir daha adım atmayacak bu odaya . Biri bu gece ölebilir. Oteki
n in çocuğu doğar. Yani çeşitli yapılar yük seliyor bizim içimizden , politika; se
rüven , resim, şiir, çocu k , fabrika. Hayat geliyor, hayat gidiyor, hayatı yaratı
yoruz. Diyorsun.
235
Woolf
''Ama biz h ayatı gövdeleriyle duyanı.ar h er şeyin ancak kaba çizgilerini seçebi
liriz. K ızgın güneşte kayalar görüyorum. Bu gerçekleri bir mağaraya kapatıp
sarılarını, mavilerin i, kızıllarını gözlerimi kısarak tek özde birleştiremem ki.
U zu n süre oturamam. Fırlayıp gitmeliyim. Araba Piccadilly'den kalkabilir.
Bütün bu gerçekleri bir yana savu ruyorum işte -elmasları, büzülmüş elleri,
porselenleri falan- bir maymun cevizleri ç�plak pençesinden nasıl savurursa.
H ayat şudur ya da budur diyemem sana. itişe kalkışa o karmaşık kalabalığa
karışacağım. D irsekleneceğim ; kalabalıkta yukarı aşağı sürekleneceğim, de
n izde çırpınan bir tekne gibi.
'Çlinkü şu anda gövdem, aceleci duyarlık oklarıyla son u gelmez u yarılarını,
kara, kaba ' Hayır'ını, altın ' Evet 'in i yollayan sevgili dostum çağırıyor beni.
Biri kıpırdıyor. K olumu mu k aldırdım? Baktım mı? Yoksa çilekli sarı atkım
mı ipucu verdi? Duvardan uzaklaştı. Arkamdan geliyor. Orman boyunca iler
liyorum. Her şeyde bir kendinden geç � işlik , bir gece; . dalların arasından pa
p ağanlar çığlık atıyor. Bütün duyularım diken diken. itip geçtiğim perdenin
dokusu ndaki sertliği duyuyorum �mdi, soğuk demir parmaklığı, ç izik boyası
n ın avcumda. K aranlığın soğuk gelgiti sularını ü stüme çarpıyor. Açık h avada
yız. G ece açılıyor, gezginci pervanelerin boydan boya dolaştığı gece, serüvene
yol alan sevgilileri gizleyen gece. G ü l kokuları duyuyorum, menekşe kokuları
duyuyorum, gözden azıcık uzak kalan k ırmızıyı, maviyi. Şimdi çakıllar var a
yağımın altında; derken çimen . Evlerin arka pencereleri suçlu ışıklarıyla sen
deliyor. Parıldayan ışıklar bütün Londra'yı tçdirgin etmiş. G el, aşkımızın şar
k ısını söyleyelim - G elsene, gelsene, gelsene. işte gövdemin altın uyarısı dipdi
ri uçan bir yusufçuk gibi şimdi. Cıvıl cıvıl cıvıl. Ezgisi boğazının daracık geçi
dinde birikmiş- bir bülbül gibi şakıyorum. D alların ç atırtısını, p arçalanışını,
karacaların haykırışını du yuyorum şimdi; sanki ormanın h ayvanları h ep si av
peşinde, hepsi şahlanıp diken lere dalıyor. Elime battı, bir tanesi de iyice girdi.
Serinlikleri suya konmuş kadife çiçeklerle y apraklar her yanımı yıkıyor, örtü
yor, mu myalıyor. "
'Neden bakalım yani, "dedi N eville, rafta tıkırdayan saate. Vakit geçiyor, orası
öyle. Biz de ihtiyarlıyoruz. Burada, Londra'da, ateşin aydınlattığı bu odada
seninle baş başa oturmak, sen orada, ben şuracıkta, hepsi bu işte. D ünya kö
küne kadar yağmada, çiçeği sök ülmüş tepeleriyle dağıldı dağılacak. Perdenin
altın ipliği boyunca gidip gelen yalaza· bak. Q.zd iği yuvarlak meyve kabarmış,
sarkıyor. Ozı11enin parmağına dü şüyor, kırmızı bir çerçeve çekiyor yüzüne -
G aliba ateşin yalazı bu, yüzün değil, duvara dayanan şeyler de kitap galiba, şu
perde şu da belki bir koltuk. Ama sen gelince her şey değişiyor. F incanlarla
tabaklar değiştiler bu sabah geldiğinde . G azeteyi bırak tım, ' Bu aşağılık yaşa
mamız ne kadar iğrenç olsa da' dedim kendi kendime, ' aşkın gözüyle bir an
lam kazanıyor, bir görkem yüklen iyor kuşkusuz. '
'K alk tım. K ahvaltımı ettim. Bütü n bir gün vardı önümü zde; güzel yumuşak,
tarafsız bir gü n diye Park'tan geçip Emban kment'e Strand boyunca St. Pauls'
a doğru yürüdük1 sonra şemsiye aldığım dükkana; durmadan konuşuyor, ara
da bir duruyor, bakıyorduk. Ama bunun son u gelmeyecek mi? K endi kendi
me dedim ki Trafalgar Alanı' ndaki aslanın yanında, bir kere görüldükten
sonra h t:·p görülen aslanın yanında - böylece yeniden geçmişimi yokluyorum,
dedim, ııcr olayı bir bir, işte bir karaağaç , işte Percival orada yatıyor. Olünce
ye kadar, d iye ant içtim. Sonra o bildik kuşkuya saplandım. E line yap ıştım.
236
Bıraktın beni. istasyona iniş ölüm gibiydi. Ü zgündük, orada çöl kayalıkların
da gürler gibi esen kof rüzgarla bütün o yüzler girmişti aramıza. Odamda dal
gın oturdum. Saat beşte beni aldattığına iyice inanmıştım. Telefonu kaptım,
senin boş odanda çınlayan o budala zır, zır, zır sesi yüreğimi yıprattı, derken
kapı açıldı, karşımdaydın. En kusursuz buydu buluşmalarımızın . Ama bu bu
luşmalar, bu ayrılıklar eninde sonunda yıkar bizi.
'Şimdi bu oda her şeyin merkeziymiş gibi geliyor bana, sonsuz geceden kep
çeyle çıkarılmış bir öz. D ışardan çizgiler kıvrılıyor, kesişiyor ama çevremizde
kalarak, bizi sarmalayarak. M erkezimiz burada. Burada su sabilir ya da sesimi
zi yükseltmeden konu şabiliriz. ' Şuna dikkat ettin mi?" deriz. ' Ya şuna?' Adam
4edi ki, üstü kap alı geçti. .. K adın durakladı, sezdi galiba. H er neyse, birtakım
sesler, gece merdivende bir hıçkırık duydum . Aralarında bir şey kalmadı.
Böylelikle, sonsuz incelikte iplikler eğiriyoruz çevremize, ortaya bir sistem çı
karıyoruz. Eflatun 'la Shakespeare'in yanı sıra oldukça silik kimseler de içerde,
hiçbir önem taşımayan kimseler. Ceketlerirıin sol yanına haç takanlardan tik
sinirim. Törenden , yastan, titrek, ağlamaklı birinin yanında titrek, ağlamaklı
yüzüyle lsa'dan tiksinirim. Gösterişten, kayıtsızlıktan , u zu n gece elbiseleri
giymiş, mücevher takıştırmış insanların şamdanların ışığında büsbütün göze
batışından, yani hep yanlış yere basılan vurgundan da tiksinirim. Ama bir çiti
yıkayan serpinti, yassı bir kış tarlasının ü stüne düşen gün ışığı, ya da otobüste
sepetli bir ihtiyar kadının elleri böğründe oturuşu - bun ları yanımızdakine
gösteririz. Başkasını dürtükleyip bir şey gösterebilmek öyle derin bir avunma
dır ki. Sonra konuşmamak. D üşüncenin karanlık yollarını izlemek, geçmişe
girmek, kitapları yoklamak, dalları aralamak ve bir meyveyi bölüvermek. Eli
ne alır, şaşarsın , ben senin gövdenin kolay salınışını kavrayıp rahatlığına, gü
cün e nasıl şaşıyorsam - pencerelerin kepenklerini nasıl itiyor, ustalaşıyorsun
ellerinle. Yazık ki benim kafam sık sık duralıyor, çabuk kesiliyor. Sonuca var
dığımda terli, belki de iğrenç oluyorum.
'Yazık! Hindistan 'da başımda kolonyal şapkayla at koşturup taraçalı bir eve
dönenem. G emi güvertesinde birbirlerini hortumlarla ıslatan yarı çıplak oğ
lan lar gibi yuvarlanamam ben, senin gibi. Bu ateşi isterim, bu iskemleyi iste
rim. G ünün koşuşmasından, bunca derdinden sonra, dinlemelerinden, bekle
melerinden, kuşkularından sonra yanımda biri otursu n isterim. K avgadan ,
uzlaşmadan sonra baş başa olmayı ararııri - seninle yalnız olmayı, b u kargaşa
yı düzene sokmayı. Çbk dü zenliyim aslında. D ünyanın çoraklığına, düzensiz
liğine, biç_imsizliğine karşı koymalıyız, ezilmiş, tüketilmiş kitleler sonsuz bir
gridapta. insan kağıt kesecekleriyle roman sayfalarını pütürsü z açmalı, mektup
tomarlarını yeşil ipekle bağlamah, külleri bir faraşla toplamalı. Biçimsizliğin
doğurduğu ürküyü sindirmek için elden gelen her şey yapılmalı. Gel, Roma a
ğırbaşlılığını, Roma erdemin i taşıyan yazarları okuyalım, kumlarda kusursuz
luğu arayalım. Evet, senin gözlerinin gri ışığı altında, kıpırdayan otlarda ve
yaz rüzgarında, ya da oynaşan oğlanların gemi güvertelerinde birbirlerine hor
tumla su sıkan çıplak muçoların kahkahasını dinlerken soylu Romalıların er
demine, ağırbaşlılığına yan çizmeyi severim. D emek Louis gibi gönüllü bir a
rayıcı değilim, kumda kusursuzluk peşinde. Renkler her zaman sayfayı kirle
tir; bulutlarsa üstünden geçer. Bana kalırsa, şiir de senin konuşan sesindir yal
nız. Alcibiades, Ajax, Hector ve Percival da sendirler. A,ta binmeyi severlerdi,
hayatlarını seve seve ortaya koyarlardı, büyük biniciler de değillerdi üstelik.
237
Woolf
'
Ama sen Ajax da değilsin, Percival d a . Senin �u burn unu kınştırman , şu alnı-
nı kaşıman yoktu onlarda. Sen sensin Bu, b irçok şeyin yokluğunu gid eriyor
bende - çirkinim, yaşlıyım - dünyan ın bozukluğu , gençliğin gidişi, Percival'ın
ölü m ü , sonra acı, kin, sayısız kırgın lıklar.
''.Ama bir gün kahvaltıdan S(?nı " gelmezsen, bir gün seni bir aynad an belki
başkasın a bakarken görürsem, tekfon boş odanda boyuna çalarsa, o zaman ,
anlatılmaz bir acıdan sonra, o zaman -çünkü insan yüreğinin çılğınlığın a son
yok- başka bir sen ararını, başk iı bir sen bulurum. Du arada, gel, saatin tıkırtı
sını bir vuruşta durduralım. )' ;ıklaşsana."
238
PERİLİ EV
Saat kaçta uyanırsan uyan bir kapı kapanırdı. Oda oda dolaşırlardı, el ele, bu
rada, derken şurada, bir şeyler kaldıra-aça, yoklayarak - hayalet bir çift. ..
'Burada bırakmıştık,"derdi kadın . Erkek eklerdi hemen : ''Ah, burada da!"'U st
katda" diyerek mırıldanırdı kadın. Erkek , 'Bahçede de" diye fısıldardı. ''Aman
yavaş," derlerdi birlikte, 'yoksa onları uyandırırız. "
Bizi uyandırdığınız.dan değildi. Yoo hayır. 'Onu arıyorlar; perdeyi çekiyorlar"
denip geçilebilir, birkaç sayfa dah a okunabilirdi. 'Şimdi buldular onu," diye
bir kesinliğe varıp kalemi sayfanın kıyısında durdurarak . Sonra, okumaktan
usanınca, kalkılıp gözle görülebilirdi, ev boş, kapılar ardın a kadar açık, yal
nızca dem çeken tahta güvercinleriyle çitflikten bir döverin vınıltısı: . 'Buraya
neden girmiştim ki ben ? Neydi bulmak istediğim'!' Ellerim boştu. 'U st katta
mıdır ki?" Elmalar ç atıdaydı. Doğru aşağıya yine, bahçede çıt çıkmıyor her za
manki gibi, yalnızca kitap kaymış, çimenlerin arasına yuvarlanmış.
Ama onu konuk odasında bulmu şlardı. Onları gören çıkamaz.dı ya. Camlar,
elmalar yansıtırdı, güller yansıtırdı; camda yaprakların tümü yeşildi. Onlar
konuk odasında kımıldasa, elma olsa olsa sarı yanını dönerdi, o kadar. Ama
bit an sonra, kapı açıldığında, döşemeye yayılır, duvarlarda asılıd ır, tavandan
sarkar... N e? Ellerim boştu. Bir ardıçkuşunun gölgesi geçti halıdan; sessizliğin
en derin kuyularından , tahta güvercini, gürültü sünün kabarcıklarını çekti yü
zeye. 'G üvende, güvende, güvende" diye atardı evin nab zı usulca. 'Gömü top
rağın altında; oda ... " dururdu nabız. Ah, o muydu gömü ?
Bir an sonra ışık solmu ştu . D ışa��a. bahçede mi yoksa? Ama ağaçlar, o gezgin
gü neş ışınını karanlıkla örttüler. Oyle incelikli, öyle eşsiz.di ki, yü zeyin derin
lerine çökmü ş s�inliğiyle ardına düştüğüm o ışın , baştan beri hep camın ar
dında yanmıştı. Olüm o camdı; ölüm aramızdaydı; ilkin kadına uğrayarak yıl
lar önce, evi bırakarak, pencerelerin pensini çakarak; odalar kararmıştı. Erkek
bırakıp gitti evi, kadını bıraktı. Kuzeye gitti, doğuya gitti; yıldızların dönüşü
nü gördü güney göğünde; evin ardın a d üştü, Büyük Otlak 'ın ta diplerine indi
rilmiş buldu onu. 'Güvende, güvende, güvende" diye neşeyle atardı evin n ab
zı. 'G ömü senin ."
rüzgar sokakta kükrüyor, yukarlara doğru . Ağaçlar eğiliyor, yan yatıyorlar. Ay
ışınları çılgınca saçılıp savruluyor yağmurda. Ama lambanın ışığı dümdüz vu
ruyor pencereden. M um dimdik yanıyor, yan yatmadan. Evi dolan ak, pence-
239
Woolf
releri açarak, bizi uyandırmamak için fısıldaşarak h ayalet çift, sevinçlerini arı
yorlar. .
'Burada yatmıştık" diyor kadın . Erkek e�liyor, 'Sayısız öpücükler." 'Sabah u
yanınca", "Ağaçların arasındaki gümüş." ' U st katta-" 'Bahçede-" 'Yaz geldiğin
de-" 'Kışın karda-" Ta u zaklarda kapılar çarpıyor, bir yüreğin atışı gibi usulca
tıktıklarla.
Yaklaşıyorlar daha; eşikte kesiliyor. rüzgar kalıyor, yağmur bir gümüş boşaltı
yor camdan aşağı. Bakışlarımız kararıyor; yanı başımızda ayak sesleri duymu
yoruz; hayalet pelerinini yayan soylu kadını göremiyoruz. Erkeğin elleri fene
ri örtüyor. 'Bak, diyor fısıltıyla, 'Kan uykudalar. D udaklarında aşk."
Eğilerek, gümüş lambalarını üstümüze tutarak, uzun u zun bakıyorlar, derin
derin. U zun u zun sessiz kalıyorlar. rüzgar dikine esip savruluyor, alev yan yatı
yor. Ayın çılgın ışınları döşemeyi tarıyorlar, duvarları da bir an buluşunca, e
ğilmiş yüzlere renk vuruyorlar; derine dalmış yüzler; uyuyanların ardına dü
şen , onların gizli sevincini arayan yüzler.
'G üvende, güvende, güvende!" diye atıyor evin yüreği gururla. 'Nice yıl-"diye
içini çekiyor erkek, 'Beni buldun yine." 'Burada," diye mırıldanıyor kadın, '\ı
yurken, bahçede okur.�en; gülerken, çatıda elma yuvarlarken . Burada bırak
mıştık gömümüzü-". U stüme eğilirken ışık gözkapaklarımı kaldırıyor. 'Gü
vende, güvende, güvende!" diye atıyor evin nabzı çılgınca. Uyanırken h aykırı
yorum, ''Ah sizin gömünüz mü bu? Yürekteki ışık. "
240
FRA NZ KA FKA
1883 - 1924, A lmanca I Çekoslovakya.
241
K alka
miştir.
28. Kötülüğü bir kere kabullendikten sonra o artık kendine inanılmasını is
temez.
29. Sana kötülüğü kabul ettiren gizli fıkirler, senin kendinin değil, kötülü
ğü nkilerdir.
H ayvan zorla efendisinden kırbacı alıyor, efendi olmak için kendi kendini
kırbaçlıyor ve bunun efendisinin kırbacına atılan yeni bir düğümün uyandır
dığı . bir hayal olduğunu bilmiyor.
30. iyilik belirli bir anlamda çekici değildir. .
3 1 . K endine hakim olma durumuna erişmeye çalışmıyorum. K endine h akim
olmak demek: Tin sel varlığımın sonsuz ışımasının rasgele bir yerin i etkilemek
istemektir. Çevreme böyle çemberler çekmem gerekirse, ben de bunu çaba
sarf etme.den daha iyi bir şekilde yalnız dev bütünlüğe şaşkınlık ve hayranlıkla
bakarak yap arım ve bu bakışın çelişim yardımıyla (econtrario) bana verğ_iği
gücü kendime saklanın.
242
32. Kargalar bir tek karganın gökyüzünü tahrip edebileceğini ileri sürüyor
lar. Şüphesiz, gökyüzüne karşı hiçbir savları olamaz kargaların, çünkü gök
yü zleri: Kargaların güçlerinin yetmediği yerler demektir.
33. D inleri uğruna ölenler gövdeyi küçük görmüyorlar, onu çarmıhta yük
selttiriyorlar. Bu yönde dü şmanlarıyla aynı düşüncedeler.
34. Onun yorgunluğu gladyatörün savaştan sonraki yorgunluğuna benzer, i
şi bu memur odasının bir köşesini beyaza badanalamaktır.
35. Bir sahip olmak yoktur, yalnız varolmak, son n efese, boğulmaya erişmek
isteyen bir varolmak vardır. .
36. Eskiden soruma niçin hiç cevap alamad_ığımı anlayamıyordu.�, bugün
sorabilmeye nasıl inandığımı an lamıyorum. Ama hiç inanmıyordum, yalnız
soruyörôtiliJ._.
_
243
K afka
51. Yılanın aracılığıyla anlaşıldı: Kötülük insanı baştan çıkartabilir, ama in
san olamaz.
52. Dünyayla arandaki savaşta dünyaya yardım et.
53. Kimseyi dolandıramayız, dünyanın yengisini de.
244
GECELEYİN
G ömülmek geceye. Bazen düşüncelere dalmak için baş eğilir ya işte öyle, dü
pedüz gömülmüş olmak geceye. Çbpçevre insanlar uyumaktadır. U fak bir o
yunculuk, masum bir_ kendini aldatış, sanki evlerde uyumaktadırlar, sağlam
yataklarda, sağlam çatılar altında, döşekler üzerinde boylu boyunca u zanmış
ya da büzülmüş, çarşaflar içinde yorganlar altında, gerçekte bir araya gelmiş
lerdir, o bir vakitler ve sonraları olduğu gibi çöl bir yerde, açıkta bir konak
sayılamayacak kadar insanlar, bir önder, bir kavim, soğuk bir gök altında, so
ğuk topraklar üzerinde, önce ayakta, şimdi savrulmuş yerlere, alınlat kollar ü
zerine bastırılmış, yüzler yere doğru, sakin sakin soluyarak. Ve sen uyanık du
rursun, nöbetçilerden birisin, yanı başındaki çalı çırpı yığınından yanan bir o
dun parçasını sallayarak sana en yakınını bulursun. Neden uyanıksın? �irinin-
uyul!laJ.!lası �ekiyor işte. Birinin olması lazım.
__
245
Kafka
KENT ARMASI
Babil kulesinin yapımında ilkin bütün işler oldukça bir düzen içinde yürüyor
du, hat�-��1.kiolurundan büyük bir düzendi bu, yol göstericiler, tercümanlar,
işçi barınakları, bağlantı yolları üzerinde olurundan çok durulmuştu, sanki
yüzyıllar sürecek bir iş vardı ortada. H atta o zamanlar sürüp giden bir kanıya
göre, bu işte ne kadar ağır davranılsa gene azdı; ama bu kanıyı da asla pek aşı
rılığa vardırma�ak ve kulenin temellerini atmaktan _µrkmemek gerekiyordu.
Yani şöyle bir gerekçeden kalkılıyordu bu konuda: Onemli olan , göğe kadar
uzanacak bir kule yapmak düşüncesiydi. Bu düşünce yanında bütün üst tarafı
ikinci planda kalıyordu . Eh, bir kez bu düşünce büyüklüğü içerisinde kavra
nıldı mı, bir daha kaybolmazdı ortadan, insanlar dünya yüzünde var oldukça,
kulenin inşasını sonlandırmak için de güçlü bir istek sürdürürdü varlığını. A
ma işte bu bakımdan gelecek hesabına tasalanmamak gerekiyordu; tersine, in
sanlığın bilgi dağarcığı kabarıp duruyordu boyuna, mimarlık sanatı gelişmele
ri kaydetmişti ve daha da gelişecekti; bizim bir yılda çıkardığımız bir iş, yüzyıl
sonra belki altı ayda yapılacaktı, üstelik daha iyi, daha dayanıklı. O halde şim
diden bütün gücünü bu iş için seferber edip didinmek neye? Kulenin bir ku
şaklık süre içinde inşa edilme umudu olur da, ancak o zaman bir anlam taşırdı
bu. Şöy!�_bir şey de dünyada beklenemezdi. H atta olur ki, bundan sonra gele
cek ilk kuşak, daha mfikemmel bilgileriyle kendinden önceki kuşağın işçiliğini
kötü bulacak ve yeni baştan inşa etmek için yapılanları yıkacaktı. Işte bu türlü
düşünceler in sanın elini ko.�unu bağlıyor, bu yüzden de kuleden çok, işçi ken
tinin in şasına çalışıyordu . U lkenin ·ç eşitli bölgelerinden gelen her topluluk, en
güzel siteyi kendisi almak istiyor, dolayısıyla en kanlı çarpışmalara kadar va
ran k�vgalar baş gösteriyordu . Bu kavgalar da bir türlü sona ermez olmuş ar
tık, bu da baştakilerin eline yeni bir gerekçe vermişti: Yeteri kadar üzerine dü
şülemeyişi de kulenin pek ağır yapılmasını hatta en iyisi inşaatı genel bir barı
şın gerçekleştirilmesinden sonraya bırakmayı gerektiriyordu. Ne var ki yalnız
savaşmakla da geçirilmiyor zaman, aralarda kentin güzelleştirilmesine de çalı
şıyor, ama bu da tabii kıskançlıklara ve yeni savaşlara yol açıyor. Böylece ilk
kuşak gelip geçmiş, ama arkadan gelen kuşakların hiç biri de birincisinden
başka türlü olmamıştı; Y.� pı ustalığı gittikçe artmış, ama onu nla birlikte savaş
tutkusu da büyümüştü . U stelik daha ikinci ve üçü ncü kuşak, göğü fethedecek
kule inşasının saçmalığını anlamıştı; ama işte o kadar birbirlerine bağlanmış-
246
lardı ki, kenti de bırakıp gidemiyorlardı. Efsane olsun, şarkı türkü olsun, bu
kentin bağrından kopmuş ne varsa, hepsi de bakıcıların geleceğini h aber verdi
ği bir günün özlemiyle dolu; o gün gelince, kent, dev bir yumruk tarafından
kısa aralarla birbirini izleyen beş vuruşta tu zla buz edilecek. K entin armasın
daki yumruk resmi de işte bu yüz.den .
247
Kafka
YOLA ÇIKIŞ
Atımı ahırdan alıp gelmesini buyurdum. U şağım ne dediğimi anlamadı. ·Ken
dim gittim, atımı eyerleyip bindim üzerine. U zaktan bir boru sesi işitip bu ne
dir diye sordum. U şağın bir şeyden haberi yoktu ve bir şey de işitmemişti.
K apıda beni durdurup sordu: 'Bey nereye gidiyor?'' 'Bilmem". dedim, 'bura
dan uzağa işte, buradan uzağa, hep uzağa buradan, ancak böylelikle hedefime
ulaşabilirim." 'Demek hedefini biliyorsun?" diye sord u uşağım. 'Evet," diye ce
vapladım, "söyledim ya. Buradan uzağa, bu işte hedefim. "
248
KARI KOCA
İşlerin genel durumu bir kötü ki, kimi, bürodan vakit ayırabilirsem örnek
çantasını bizzat yükleniyor, müşterileri kendim dolaşıyorum. Bu arada hani
dir niyet ettim, N .ye uğrayacağım bir yol; eskiden aramızda sürekli bir ticari i
lişki vardı, ama son yılda bu ilişki adeta çözüldü, bilmiyordum neden . H em
bu türlü aksaklıklar içiiı ortada gerçekten nedenler bulunması gerekmez; bu
günün değişken koşulları içinde çok zaman bir hiç, o andaki bir ruh durumu
kesin bir rol oynar bu konuda; ama aynı şekilde bir hiç , bir söz her şeyi yine
düzene sokabilir. Ne var ki işte N .ye ulaşabilmek biraz çapraşık bir iş; yaşlı
bir adam, son zamanlar hastalıkla başı pek dertte, işleri hala elinde bulunduru
yorsa da, bizzat mağazaya geldiği pek yok artık; bu yüzden, kendisiyle konu
şulmak istendi mi, kalkıp evine gitmek gerekiyor, böyle bir iş ziyaretini de se
ve seve bugünden yarına erteliyor insan.
Ama dün akşam saat altıdan sonra ne olursa olsun yola d üştü m; şüphesiz zi
yaret saati geçmişti artık , ama nasılsa bu işin görgü kuralları açısından değil,
ticari açıdan görülmesi gerekiyordu. Şansım varmış; N . 'yi evde buldum. On
odada söylediklerine göre demincek karısıyla bir gezintiden dönmüş ve şimdi
de hasta, yatakta yatan oğlunun odasında bulunuyormuş. Buyrun , siz de gi
din, dendiyse de ilkin duraksadım, ama sonra bu baş belası ziyaretten bir an
önce kurtulmak isteği baskın çıktı, olduğum gibi, p altoyla, şapkayla ve elimde
çantayla hizmetçinin ardına düştüm, karanlık bir odadan geçip donukça ay
dınlatılmış bir başkasına geldik; içerde ufak bir topluluk vardı.
Bir içgüdüyle olacak, gözüm ilkin, benim pek çok iyi tanıdığım, bir bakıma
rakibim olan bir satış ajanına düştü . D emek benden önce merdivenleri çıkıp
gelmişti buraya tilki. H astanın yatağının hemen yanı başına bir doktor gibi
kurulmuştu; dü ğmeleri çözük, kabarık güzel paltosuyla yüce dağları ben ya
rattımcasına oturuyordu. Bir arsız ki o kadar olur; hasta da Allah bilir buna
benzerbir şeyler geçiriyordu aklından, ateşten biraz kızarmış yanaklarla ya
takta yatıyor, ara sıra Ajan 'a doğru bakıyordu. H ani genç denemezdi artık bu
oğul, ben yaşta biriydi; hastalık dolayısıyla biraz bakımsız bir top sakalı vardı.
U zun boylu, gen iş omuzlu, ama sinsi sinsi sürüp giden rahatsızlığı yüzünden
şaşılacak ölçüde kötülemiş, hmburu çıkmış, haline bir güvensizlik gelmiş, ih
tiyar N . odaya girdiği gibi üzerinde kürkü öylece dutu yor, oğluna doğru bir
şeyler mırıldanıyordu. Ufak tefek, narin , ama son derece hareketli karısı -ger-
249
Kalka
250
N . açık, camsı, kapandı kapanacak patlak gözlerle oturuyor, sanki biri ense
sinden tutuyor ya da ensesine vuruyor gibi öne doğru eğilmiş titriyordu ; alt
dudağı, hatta apaçık gözüken diş etleriyle bütün alt çenesi başıboş sarkmıştı,
bütün yüzü sanki dağılıp dökülmüştü ; güçlükle de olsa nefes alıyordu hen ü z,
ama derken halasa ermiş gibi geriye, koltuğun arkalığına yıkıldı, gözlerini
yumdu; büyük bir zahmet ifadesi, bir an dolaştı yüzünde, sonra tamam. H e
men fırladım yanına, cansız sarkan , soğuk elini içim ürpererek yakaladım, n a
bız falan kalmamıştı. Eh , demek bitmişti işi. N 'olacak yaşlı bir adam. Hepimi
zin de ölümü bu kadar kolay olsun. G elgelelim ne kadar da çok şey vardı şim
di yapılacak ! Ama en başta o saat yapılması gereken şey neydi? Yardım için
çevreme bakındım; ne var ki, oğul yorganı başına çekmişti, ha bire hıçkırdığı
duyuluyordu; Ajan ise, bir kurbağa gibi soğuk, N . 'nin iki adım karşısındaki
sandelyesinda çivilenmiş gibi oturuyordu; görünüşe bakılırsa, olup bitecekleri
beklemeden başka bir şey yapmamaya kararlıydı; yani ben, bir ben kalıyor
dum geriye bir şey yapacak ve hemen de yapılacakların en gücünü yapmam,
kadına katlanabileceği bir şekilde, yani dünyada var olmayan bir tarzda ölüm
haberini iletmem gerekiyordu . K adının da bitişik odadan gayretli, sürüklenir
adımlarını işitmeye başlamıştım bile. D erken -hala sokak kıyafetiyleydi, üstü
nü değiştirmeye vakit bulamamıştı- sobada adamakıllı ısıttığı b ir gecelikle çı
kageldi, geceliği kocasına giydirecekti. Bizi o kadar sessiz bulunca: 'U yudu
ha!" dedi gülümseyip başını sallayarak. Ve demin benim tiksine çekine tuttu
ğum aynı eli elinin içine aldı, ufak bir karı koca oyu n u oynar gibi öptü, bunun
üzerine -biz diğer üç kişi nasıl da bakakalmıştık !- N. 'kımıldadı, sesli sesli esne
di, karısının elinden geceliği giydi, haddinden fazla uzun gezinti sırasında ken
dini pek yorduğu için/ karısının müşfık sitemlerini öfkeli-alaylı bir yüzle sesi
ni çıkarmadan dinledi ve uyuyakalmasını bize başka türlü açıklamak için , ne
tuhaf, can sıkıntısı gibi bir şeylerden söz etti. Sonra başka bir odaya geçerken
ü şütmesin diye şimdilik oğlunun yattığı yatağa girdi; o saat kadının getirip o
ğulun ayakları yan ına koyduğu iki yastık üzerine başı yerleştirildi. D aha önce
olup bitenlerden sonra, ben bundan bir gariplik görmedim. D erken N . akşam
gazetesini istedi ve misafırleri hiç umursamaksızın gazeteyi önüne tuttu, ama
hen ü z okumuyor, sadece orasına burasına bakıyor, arada da bize yaptığımız
tekliflerle ilgili olarak şaşılacak bir ticari keskin görüşle pek can sıkıcı sözler
söylüyor, bir yandan da boştaki eliyle boyuna yad sıyan hareketler yapıyor ve
dilini şapırdatarak bizim d avranışımızdan ileri gelen ağızdaki kötü lezzeti ima
ediyordu . Ajan derken kendini tutamayarak bazı yersiz sözler söyledi; herhal
de öyle kaba sabalığına rağmen olup bitenlerden sonra herhangi bir denge
sağlanması gerektiğini hissediyordu, ama şüphesiz onun yaptığı tarzda d a bu
dengenin sağlanması hepsinden daha az mümkü ndü. Ben bu durumda hemen
veda edip ayrıldım; Ajan 'a nerdeyse minnettardım, o orda olmasa o anda çe
�ip gitmeye karar verecek gücü kendimde bulamazdım.
On odada Bayan N . ile karşılaştım. Zavallı halini görünce biraz annemi ha
tırlatıyor dedim kendi kend ime. K adının sesini ç ıkarmadığın ı fark edince ek
ledim : 'Ne denirse densin , mucizeler yaratabilen bir kadındı. Bizim kırıp dök
tüklerimizi, o tekrar düzeltird i. D ah a çocukken kaybettim onu." Bile bile aşırı
derecede yavaş ve açık kon uşmuştum, çünki..ı öyle san ıyordum ki, yaşlı kadın
cağız ağır işitiyordu . Ama demek sağırmış, ç ünkü bir girişe lüzum görmeden
sordu : 'Kocamın durumu?" Veda sırasındaki üç beş sözden de hani çıkardığı-
251
Kalka
ma göre, beni Ajan 'la karıştırıyordu, yoksa bana daha bir yakınlık gösterecek
ti, buna emindim. D erken merdivenlerden indim aşağı. iniş önceki çıkıştan
daha güçtü ve çıkışın kendisi de ü stelik kolay olıhamıştı. Of, ne kadar çok ba
şarısızlıkla sonuçlanmış iş ziyaretleri vardı ve hepsinde de yükü taşımaya de
vam etmek gerekiyordu.
ısı
EVİN BEYİ'NİN TA SASI
K imileri Odradek 'in İslavcadan geldiğini söylüyor, dolayısıyla sözcüğün an
Iamı.ı:ıı bu yönden açıklamaya çalışıyor. Başkaları da bunun Almancadan çık
tığı, Islavca'dan sad.�ce etkilendiği görü şünde. Her iki çözümleyişte de bir ke
sinlik bulunmadığından, hiçbirinin de doğru olmadığı sonucuna varmak her
halde haksızlık olmaz; kaldı ki, bu açıklamalardan hiçbirinde sözcüğe bir an
i� kazandırdığı yok.
Tabii Odradek adında bir �arlık gerçekten olmasa, kimse kalkıp da bu türlü
araştırmalarla uğraşmazdı. ilkin sanılır ki, yıldız şeklinde düz bir iplik maka
rasıdır. Ve gerçektende üzerine iplik sarılmış gibi; ne var ki bunlar, çeşitli cins
ve renkte, kopuk, eski düğümlerle tutturulmuş, ama bir kısmı da arapsaçı gibi
dolaşık iplik parçaları olabilir ancak. Ama Sadece bir makara değil; yıldızın
orta yerinden bir çapraz çubukçuk çıkmakta ve sonra bir dik açıyla bir ikinci
si buna eklenmektedir. Bir tarafta bu son çubukçuk, öbür tarafta yıldızın kö
şelerinden biri yardımıyla, makara sanki iki ayak üzerinde dikilebiliyor. H ani
sanılabilirdi ki, bu nesne eskiden uygun bir biçim taşıyormuş da şimdi kırılıp
parçalanmış; ama hiç de öyle görünmüyor, en azından bunun için bir işaret
yok ortada, bunu gösterecek bir parçalanmışlık ya da bir kırık yeri bir yerinde
fark edilmiyor; tümüyle saçma bir şeymiş gibi görünüyor, ama kendine özgü
bir bütünlüğü var. Olağan üstü bir çeviklikte olup yakalan amadığı için bu ko
nuda daha fazla bir şey söylemek imkansız.
Bazen tavan arasında, bazen merdivenlerde, bazen koridorlarda, bazen de
sofada oyalanıyor. K imi zaman da aylarca görün müyor ortalıkta; ama bu ara
herhalde başka evlere taşınmış oluyor; ama derken mutlaka yine dönüyor bi
zim eve. Ara sıra kapıdan çıkıp da onu aşağıda merdiven korkuluğuna yaslan
mış görünce, onunla konuşmak hevesine kap ılıyor insan. Tabii güç sorular
yöneltilmiyor ona, tersine -küçücüklüğü buna sevk ediyor insanı- bir çocuk
gibi davranılıyor: ''.Adın ne bakalım?" diye soruluyor. 'Odradek " diye cevap ve
riyor. 'Peki nerede oturuyorsun?" 'Belli bir yerim yok "diyor ve gülmeye başlı
yor; ama sanki ciğerlerden gelmeyen bir gülü ş bu sadece; hani c.f_qkü4Jıüş yap
r�lardaki hışırtıyı and ırıyor. Böylece yarenlik bitmiş oluyor çok vakit. Hem
bu ·-cevapları olsun insan her vakit olamıyor; çokluk, görünümündeki tahta
yapılışına uyan bU: suskunluk içinde uzun bir süre k�!yor öyle. ..
Sonu ne olacak dıye boş yere soruyorum kendime. Olebilir mi h ani? Olen
253
Kafka
her şeyin daha önceden bir çeşit amacı, bir çeşit etkinliği olmuş, bunlara şü.r=
ti!_ne_ğirtün_e yıpra!!�ı_ş_t ır, ama Odradek'te yok _b()ylç_}?İ}"_şey. Yani ilerde bir
gün çocuflarımın ve torunlarımın ayaklarının önü sıra, ardindan iplikleri sü
rükleyerek, teker meker merdivenleri yuvarlanacak mı aşağı? Şüphesiz kimse
ye bir zararı yok; ama bir de beni gömebileceği aklıma geldi mi adeta fen a o
luyorum.
PA TER SON
V. Kitap
1. Bölüm'den
Yaşl�ıkta
us
fırlatıp atar
isyanla
kartalı
sarp kayalığından
- alnın açısında
ya da en azından
hatırlatır ona düşündüğünde
unuttuklarını
- h atırla,
gizli gizli
bir sürecik, k ayıp giden bir süre-
bir tanıma gülümsemesiyle..
Erkendir . . .
türküsü serçenin
yeniden uyandırıyor dünyasını
Paterson 'un
- kayaları ve dereleri
narindir nedeni
uzu n kış uyku larıdır
256
Mart'ta
kayalar
yalın kayalar
konuşur !
- ilk aşamada,
Lorca 'nın D on Perlimplin'in A şkı,
gen1; kız
henüz çocuk yaştadır
tutup götürür yaşlı güveyiyi
olanca saflığıyla
adamın düşü şüne-
-oyunun sonunda (azgın bir küçük orospucuktur kız, ama Şaşılacak
birşey yoktur
bunda - bugün biz gençliğini tüketmiş kadınlarla evleniyoruz, Juliet 13, Beat
rice 9 yaşındaydı D ante onu ilk gördüğünde).
Takım taklavatıyla Aşk, düğün gecesinin çok yönlü sapkınlığı yaşayıp gider
kızın u sunda tek düşüncesi atılmamaktıt toplantılardan, ahlaksal bir göster�ş
olarak, varsa eğer
Ahlak
257
Williarns
Tek boynuzlu at
ak bir boynuzu olan hayvan
yıkıp döker çevresini
rat da da dat !
yıldızlar arasında yüzsüz
çağrılıyor
kendi kıyımına
258
. .
HA LiL CIBRA N
1883 - 1931, L übnan I A .B .D
DELİ
N asıl deli olduğumu soruyorsunuz. Şöyle oldu: Bir gün, Tanrıların doğmasın
dan çok önce, derin bir uykudan uyandım, bütün maskelerimin çalınmış ol
duğunu gördüm -yedi ayrı hayatımda benimseyip kullandığım yedi maske
min ,- kalabalık sokaklarda, maskesiz, çılgınlar gibi bağıra bağıra koştum,
'Hırsızlar, hırsızlar, lan et o lası hırsızlar. "
K adın erkek herkes ·güldü bana, bazıları d a korkup evlerine kaçtı.
Pazar yerine vardığımda, damda duran bir genç haykırdı, 'D elidir o." Onu
görmek için yukarıya baktım; güneş çıplak yüzümü öptü ilk kez. Evet, ilk kez
güneş benim çıplak yüzümü öptü ve ruhum güneş için aşkla tutuştu·, maskele
rimi hiç istemiyordum artık. Kendimden geçmiş gibi bağırdım, 'Şükürler, şü
kürler olsun maskelerimi çalan hırsızlara."
işte böyle deli oldum.
Deliliğimde, hem özgürlük hem de güvenlik buldum; yalnızlığın verdiği öz
gürlük ve anlaşılmak korkusuna karşı güvenlik, çünkü bizi anlayanlar içimiz
deki bir şeyi tutsak ederler.
Ama güvenliğimle fazla gururlanmayayım. Bir hırsız bile hapisteyken başka
bir hırsıza karşı güvenlik içind�ir.
259
Cibran
DOSTUM
D ostum, göründüğüm gibi değilim. G örünüş sadece giydiğim bir elbisedir -
senin sorgularından beni, benim kayıtsızlığımdan seni koruyan, özenle örül
müş bir elbise.
Benim içimdeki 'ben'� dostum, sessizlik evinde oturur, sonsuzluğa dek kala
cak 'orada, duyulmaz, erişilmez.
Ne söylediklerime inanmanı, ne de yaptıklarıma güvenmeni isterim - ç ünkü
sözlerim senin aklından geçenlerin dile getirilmesinden , yaptıklarımsa umutla-
rının eylemleştirilmesinden başka bir şey değildir. .
'Rüzgar doğuya doğru esiyor" dediğin zaman, 'Evet, doğuya esiyor" derim;
çünkü düşüncelerimin rü zgarda değil, deniz üzerinde dolaştığını bilesin iste
mem.
D enizlerde gezen düşüncelerimi anlayamazsın , zaten anlamanı da istemem.
Bırak denizimle baş başa kalayım. .
Sen in için gündü z olduğu zaman, dostum, benim için gecedir; böyle olsa da
ben yeşil tepelere değerek oynayan öğle vaktini, vadiden süzülen mor gölgele.:.
ri anlatırım; çünkü sen ne karanlığımın türkülerini duyabilir, ne de yıldızlara
çarpan kanatlarımı görebilirsin - görmemenden , duymamandan hoşnudum
ben . Bırak, gecemle baş başa kalayım.
Sen Cennetine yükselirken ben Cehennemime inerim -o zaman bile bu aşıl
maz uç urumun ötesinden bana seslenirsin, ''Arkadaşım, yoldaşım" ben de sana
seslenirim, "Yoldaşım, arkadaşım'� ç ünkü Cehennemimi görmeni istemem. A
levler görüşünü yakacak, duman burnuna dolacaktı. Senin gelmeni istemeye
cek kadar çok severim Cehennemimi. Bırak, Cehennemimle baş başa kala
yım.
Sen G erçeği, G üzelliği, D oğruluğu seversin ; ben de sen hoşnut olasın diye
bunları sevmenin yerinde ve iyi olduğunu söylerim. Ama içimden senin sevgi
ne gü lerim. G ene de gülüşümü göresin istmnem. Bırak, kahkahalarımI.a baş
·
başa kalayım.
Dostum, sen iyi, ih tiyatlı, akıllısın; hayır, sen eksiksizsin - ben de seninle ölç ü
lü ve düşü nerek kon uşurum. Oysa ben deliyim. Ama gizliyorum deliliğimi.
Bırak, deliliğimle baş başa kalayım.
D ost um, sen benim dostum değilsin, ama ben bunu sana nasıl anlatacağım?
Benim yolum senin yolun değil, gene de birlikte yürüyoruz, el ele.
260
UYUR GEZERLER
D oğduğum memlekette uykularında yürüyen bir kadın ve kızı vardı.
Bir gece, sessizlik dünyayı sardığı zaman, kadın ve kızı, yürürlerken, uykuda,
tül tül sislerle örtülmüş bahçelerinde karşılaştılar.
Anne konuştu , dedi ki: 'Nih ayet, nihayet, düşmanım! Gençliğiıni harap eden
hayatını benimkinin yıkıntıları üzerinde kuran ! Keşke sen i 9,ldürebilseydim!"
Kızı konuştu, dedi ki: 'Ey iğrenç kadın, ihtiyar ve bencil! Ozgür benliğimle
benim arama giren ! Hayatımı kendi solgun hayatının bir yankısı haline getir
mek isteyen ! Keşke ölmü ş olsaydın !"
Tam o anda bir horoz öttü, iki kadın da birdenbire uyandılar. Anne yavaşça
fısıldadı: 'Sen misin canım?" Ve kızı yavaşça cevap verdi: 'Evet anneciğim."
261
Cibran
SA VA Ş
Bir gece sarayda şölen vardı, adamın biri gelip prensin önünde yere kapandı,.
bütün davetliler ona bakıyorlardı; adamın bir gözünün çıkmış olduğunu, boş
göz oyuğunun kanadığını gördüler. Prens onu sorguya çekti, 'Ne oldu, başına
neler geldi?' Adam cevap verdi, 'Prensim, mesleğim hırsızlıktır, bu gece ay
yok diye sarrafın dükkanını soymaya gittim, pencçreden içeri tırmanırken yan
lışlıkla dokumacının dükkanına girmişim, karanlıkta dokuma tezgahına çarp
tını, gözümün biri çıktı. Şimdi, prensim, dokumacının cezası verilsin adalet is-
tiyorum." _
262
TİLKİ
Tilkinin biri, gün doğarken gölgesine baleti: 'Öğlene bir ..deve yiyeceğim bu
gün" dedi. Ve bütün sabah deve arayarak dolaştı durdu. Oğle vakti gölgesini
bir kez daha görünce, dedi ki: 'Fare de olsa yeter bana."
HIR S
Üç adam bir meyhane masasında buluştular. Biri dokumacı, öbürü maran-
goz, üçüncüsü de çiftçi idi. .
D okumacı, 'Bugün, en iyi pamukludan bir kefen sattım, iki altına. istediğimiz
kadar şarap içelim" dedi.
'Ben de" dedi marangoz, 'en pahalı tabutumu sattım. Şarapla birlikte koca..
man bir kızarmış et yiyelim. "
'Ben sadece bir mezar kazdım" dedi çiftçi, 'ama müşterim iki misli p ara ödedi.
ballı çörekler de gelsin ." ..
Bütün akşam boyunca meyhane harıl harıl işledi. U ç arkadaş sık sık şarap, et
ve çörek istediler. Çbk neşeliydiler .
Hancı ellerini ovuşturarak kansına gülümsedi, çünkü konukları bol bol para
·
harcıyorlardı.
Meyhaneden çıkarlarken ay yükselmişti. Yol boyunca bağırıp şarkı söyleye
rek yürüdüler.
Meyhaneci ve kansı kapıda durup arkalarından baktılar.
''Ah !" dedi karısı, 'bu centilmenler! Bu denli eliaçık ve tasasız! Her gün böyle
şans getirselerdi bize, oğlumuzun meyhaneci olup bu kadar didinmesine lü
zum kalmazdı. Onu okutabilirdik ve bir rahip olurdu."
263
ÖTEKİ DİL
D oğduğumdan üç gün sonra, ipek beşiğimde yatıp, şaşkın bir umutsuzlukla
çevremdeki yeni dünyaya gözlerimi dikmişken, annem sütanneme, 'Çbcuğum
ne yapıyor?" dedi. .
Sütanne cevap verdi, 'iyidir, madam, üç kere karnını doyurdum; küçücük ol
masına rağmen bu kadar neşeli bir bebek görmedim şimdiye dek."
K ü skündüm; bağırdım, 'Doğru değil, anne; yatağım sert, emdiğim süt acı ge
liyor ağzıma, memenin burnuma dolan kokusu kötü, çok bahtsızım."
Ama annem anlamadı, ne de sütannem; çünkü konuştuğum dil içinden geldi
ğim dünyanındı.
D oğduğumun yirmi birinci gününde, vaftiz edilirken rahip anneme, 'G erçek
ten mutluluk duymalısınız, madaıp; çocuğunuz H ıristiyan doğduğu için" dedi.
· Şaşırmıştım, - rahibe dedim ki, 'Oyleyse Cennetteki annen iz çok kederli olma
lı, çünkü siz H ıristiyan doğmadınız."
Ama rahip de dilimi anlamadı.
Yedi ay sonra, bir gün falcının biri bana baktı, anneme, 'Oğlunuz bir devlet a
damı ve insanların önderi olacak" dedi.
Ama ben haykırdım, - 'Yanlış bu kehanet; bir müzisyen olacağım ben, başka
bir şey değil."
�ma o yaşta bile dilim anlaşılmıyordu - büyüktü hayretim.
U ç ve otuz yıldan sonra - bu süre içinde annem, sütanne ve rahip hep öldüler,
(fanrının gölgesi ruhlarının üzerinden eksik olmasın) falcı hfila yaşıyor. Dün ta
pınağın kapısında onunla karşılaştım; konuşurken bir ara, 'Büyük bir müzis
yen olacağınıiı her �man bilmişimdir. Çbcukluğunuzda bile kehanette bu
luJ!dum, geleceğinizi önceden haber verdim" dedi.
lriandım ona - çünkü ben de artık öteki dünyanın dilini unutmuştum.
264
NAR
VaktiY.le bir narın yüreğinde yaşarken, tohumlardan birinin şöyle söylediğini
işittim, 'Uerde bir ağaç olacağım, rüzgar dallarımda türk ü söyleyecek, güneş
yapraklarımda dans edecek, bütün mevsimler boyunca kuvvetli ve güzel kala
cağım. "
Bir başka tohum diyordu ki, 'Senin lcadar gençl,cen , benim d e böyle görüşle
rim vardı; ama şimdi meseleleri ölçüp biçebildiğim için bütün umutlarımın
boş olduğu n u görmekteyim."
Bir üçüncüsü de söze k arıştı, 'Kendimizde öyle büyük gelecekler vaat eden
hiçbir şey göremiyorum."
Bir dördüncüsü dedi ki, 'D aha büyük bir gelecek olmasa hayatımız ne kadar
gü lünç olurdu !"
Beşinci tohum dedi ki, 'N için ne olacağımızın tartışmasını yapıyoru z, ne oldu
ğumuzun bile farkında değilken . "
Bir altıncısı cevap verdi, ' N e isek öyle olmaya devam edeceğiz. "
Yedin ci tohum şunları söyledi, 'Her şeyin ne olacağı öyle bir durulukla beliri
yor ki kafamda, ama toparlayıp kelimelere dökemiyorum . "
Ondan sonra sekizincitohumkonuştu - sonradokuzuncusu - sonraonuncusu -
sonra birçoğu - hepsi hep birden konuşana kadar gitti bu, öyle ki gürültüden
seslerini ayıramadım.
Böylece ben de h'emen o gün bir ayvanın yüreğine taşındım. Orada tohumlar
çok az ve neredeyse hiç sesleri çıkmıyor.
265
GÖZ
Bir gün G öz, 'Bu vadilerin ötesinde mavi sislere bürünmüş bir dağ görüyo
rum. N e güzel değil mi?" dedi.
Kulak dinledi, bir süre iyice dinledikten sonra, 'Hani dağ nerde? D uymuyo
rum" dedi.
Sonra el, 'Boşuna dokunmaya ya da yoklamaya uğraşıyorum, dah a bir dağa
raslamadım" diye konuştu.
Burun , 'Dağ falan yok, kokusunu alamadım" dedi.
Bunun üzerine G öz arkasını döndü, öbürleri hep birlikte onun bu garip ku
runtusundan söz etmeye başladılar. 'G özün bir şeysi var bugünlerde" dediler.
266
EZRA PO UND
1885 - 1972, A BD
KANTO l
Ve indik sonra gemiye,
Burun verdik yarılan sulara, Tanrısal denize, ve
D irek çektik, yelken açtık, esmer gemide,
Yükleyip koyunlarımızı, gövdelerimizi de
Ağlamaktan yorgun düşmüş, kıça verdik rüzgarı,
(ekti götürdü bizi koca karınlı yelkenler,
Kirke'nin işi bu, Tanrıçanın , hotozu süslü.
Yele verdik yekeyi, çöktük sonra orta yerine geminin,
Yürüdük denizi, gerip yelkenleri, düşene dek gün
Gömüldü güneş uykusuna, kapladı gölgeler Okeanos'u,
Geldik sonra sınırına, çok derin denizlerin,
K irnmerlerin ülkesine ve insan dolu kentlere
Bürünmü ş sise, sık dokulu ve hiç delinmemiş
Işıltısı ile güneşin,
(ekmemiş yıldızlarını, ne de gökten bakan
En esmer gece kaplamamış, yitik insanları.
Geriye aktı durdu Okeanos ve sonra geldik biz
Kirke'nin dediği o yere.
Perimedes ve Eurylokhos burada katıldı törene,
Ve çekip kılıcımı kalçamdan
Ç1ıkur kazdım eni boyu bir arşın
Ve sundu adağını her birimiz ölüsüne,
Bal, tatlı şarap, ak unla karılmış su.
Yakardım sonra göçük ölülerin adına;
Ithaka'daki gibi, en iyisini kurbanlık boğaların
Ve daha bir yığın şeyi, koyduk ölü ateşine,
Bir koyun da Teiresias'a başı sürünün ve kara.
267
Pound
268
Kirke'ye kadar.
Venerandam,
G iritlilerin dilinde, altın taçlı Aphrodite,
Cypri munimenta sortita est, şen, orichalchi, altından
kuşağı ve göğüs bağı, sen ey gözkapakları sürmeli olan,
Argiciada'nın altın dalını taşıyan. Böylece:
269
Pound
KANTO II
Boşver yahu , Robert Browning,
ancak bir tek ' Sordello ' vardır.
Bir.tek Sordello, o da benim Sordello 'm mu?
Lo sordels si fo di M antovana.
So-şu denizde anaforlandı.
U çurumun pibinde beyaz köpüklü halkalarda fok oyun lar.
Islak kafalı, Lir kızı,
Picasso gözlü
K ara, kürkten başlık altında, Okyanus'un çevik kızı;
Ve dalga kıyı oyuklarında koşar:
' Eleanor, ..... ve .... !'
.
270
bir şeyler gagalıyorlar açılmış tüyleri arasında;
Yıkanmaya geliyor yağmur kuşları,
büküp kanatlarını, .
Ve açıp ıslak kanatlarını ince güneşe tutuyorlar,
Ve Scios yakınlarında,
N aksos geçidinin solunda,
O koca gemi biçimli kaya,
yosun bürümüş kıyılarını,
Ve sığlıkta şarap kırmızısı bir ışın
ve göz kamaştıran güneşte birden bir teneke parıltısı.
Scios'a yanaştı gemi,
kaynak suyu istedi adamlar,
K ayaları saran su birikintisinin yanında yeni şarapla ağır bir oğlan,
' Nak sos'a mı? Peki, götürelim seni N ak SC>s'a,
H adi gel delikanlı'. ' O tarafta değil!'
' Yo, N akos bu tarafta'.
. Ve ben dedim ki : ' Bizim gemi dosdoğru gidiyor'.
Ve Italya'dan kaçan bir eski suçlu
tekmeleyip h alatların üstüne attı beni,
(Toskana 'da adam öldürmekten aranıyordu )
Ve yirmisi birden bana düşman ,
Birkaç kuruşluk b ir köle parası için gözleri dönmü ş.
Ve onu Scios'tan çıkardılar
Ve yolundan ...
Ve oğlan geldi, gene, elinde ağla,
Ve geminin burnundan şöyle baktı,
ve doğuya doğru ve N ak sos geçidine doğru.
Başladı Tanrının oyunu sonra, oyunu Tanrının :
ve gömüldü sulara ne varsa gemide,
D olandı sarmaşıklar küreklere, Kral Pantheus,
ve ü zümler ki deniz köpüğü çekirdek leri,
Ve güverte deliklerinde sarmaşıklar.
Evet, ben, Acoetes, durdum orda,
ve durdu yanımda Tanrı,
G eminin omurgasında parçalan ıyor su,
K ırılıyor deniz puruvadan öte,
ve suyun izleri kıçına çıkıyor geminin ,
Ve bir zamanlar topların durduğu yerde, şimdi asma kütükleri,
Ve asma sürgünleri halatların yerinde,
ıskarmozlarda asma yaprakları,
Ağır asma dalları küreklere sarılmış,
Ve yokluktan çıkan , bir soluk,
ateşli bir soluk ayak bileklerimde,
271
Pound
272
şarap kırmızısı yosunların içinde ölgün,
Ve kayanın üstüne eğilsen,
dalga rengi altında mercan yüz,
G ül solukluğu devinen su altında,
Ileuthyeria, deniz kıyılarının dilber D afne'si,
Ağaç dallarına dönüşüyor yüzücünün kolları,
K im bilir hangi yıl,
hangi triton sürüsünden kaçarken,
D ümdüz kaşlar, bir tam görünüyor, bir yarı görünüyor,
şimdi fildişi derinliğinde.
So-şu döne döne denizi dövdü, So-şu da,
uzun Ay'ı bir sopa gibi kullanarak ...
Suyun çevik kıpırdanışı,
Poseidon 'un sinirleri,
K ara mavi ve saydamlık, bir cam dalga Tyro'yu aşan,
Yapışkan örtü, kımıltı,
dalga zincirlerinin parlak yuvarlanışı,
Sonra suskun su,
suskun boz kumlarda,
Deniz ku şları, kıvrık kanatlarını açarak,
sular sıçratarak kaya boşluklarında, kum boşluklarında
dalga yarıklarında yarı kum yığınlarının;
G üneşe karşı gelgit oyuklarında camsı göz kırpması dalganın
ölgünlüğü Hesperus'un,
Yeşil doruğu dalganın,
dalga, rengi üzümün diri eti.
Yakından zeytin yeşili,
uı.aktan, kaygan kayariın duman yeşili,
Balık atmacasının alabalık pembesi kanatları
boz gölgeler düşüyor suya,
Ve tek gözlü kocaman bir kaz gibi kule,
zeytin korusundan vinç gibi ağıyor,
Ve Tanrıların Proteus'u azarladığını duyduk biz
�ytin ağaçlarının altında saman kokusu içinde,
Ve kurbağalar Tanrılara karşı ötüyordu
yarı aydınlıkta.
Ve...
173
VELIMIR HLEBNIKOV
1885 - 1921, R usya I SSCB
REDDEDİŞ
Yıldızlara bakmak uzun uzun
Bir ölüm hükmü imzalamaktan
Çbk daha hoş gelir bana.
Ve çok daha hoş gelir
Qçeklerin sesini dinlemek
''işte H lebnikov!" diye mırıldanan sesini
Bahç�e dolaşırken
Çbk daha hoş gelir evet
Beni öldürmek isteyenleri öldüren
Tüfekleri görmekten.
Niçin hiçbir zaman
Yönetici olamayaeağımı
Anladınız mı şimdi!
274
BİR KERE DAHA
Bir kere daha, bir kere daha ben
Sizler için
Bir yıldızım.
Kayığına yanlış rota
Çlmıeye görsün denizci
Yıldızı hesaba katmayıp:
Kayalar ve sığ kumlar ü zerinde.
Ve sizler de bana gelirken
Yanlış bir rota vermeye görün yüreğinize
Parçalanır gidersiniz·
Ve kayalar
Alay eder sizinle
G ün ün birinde nasıl
Benimle alay ettinizse.
275
H lebnikov
276
.. ..
TURKU
Hey aslanlarım yiğit dostlarım,
Akıl aramayın bizim kafada işte!
Atlamışım Pugaçev'in arabasına
Dört nala dolaşıyorum Moskova'da.
Adalet diye haykırdıysak
K ürklere g0mülüp herifler
Caka satsın diye mi haykırdık !
Ve düşmanın pis kanı
Bu kadar ucuza akıtıldıysa
M ücevherler parıldasın diye akıtılmadı
Tüccar karılarının parmaklarında.
Bu güzel gecede dostlarım
Boşunadır diş gıcırdatmak boşuna.
Ver elini D on ver elini Volga, deyip
Türkülere gômüleceğiın kayığımda
Ve bir hamlede önüme katacağım
G urup vaktini de ufukları da.
Dostlarımdan gayrı ardımdan gelen
Beni izleyen olur mu acaba?
277
D . H . LA WR ENCE
1885 - 1930, İngiltere
278
Güzelsin, alımlısın-
Ama donuk ve tutuksun etinde;
İçine işleyebilseydim eğer
O dikenli acının olanca şiddetiyle,
Işıyan bir ağ çıkardı belki
279
Lawrence
KENTLERDE
Kentlerde
artık mevsim bile yok
şehirde mevsim hep benzindir ya da mazottur
motoryağı, egroz dumanı.
M inos'ta, Mykene'de
bütün arslan kapılı kentlerde
ölüler gezinirdi havada, duraksayarak
duraksayarak yeryüzünün gölgesinde
ve eğilerek eski ocağa.
280
D . H . Lawrence
HEL DA D O OLITTL E
1886 - 1961, A .B .D
f(UM ZAM BA GI
1
Yabancı ot, yosun ot,
kökler dolanmış kumda,
kum zambağı, kırılgan çiçek,
bir taç yaprağın tıpkı bir deniz kabuğu
kırık
ve bir gölge düşürüyor
ince bir dalcık şeklinde.
il
M üren balıkçıları
sırılsıklam mı bırakır seni geçerken ?
Kökleriniz rengini
kumdan mı çekip çıkartır?
Altın mı koymuşlar altınıza-
altın perçinler?
282
Kum z.ambağı dizileri
dalgalar üzerinde,
maviye boyanmışsınız,
boyanmışsınız taptare bir pruva gibi
tuz otlar arasında lekelenmiş.
283
Doolittle
BA IA 'DA
D ü şü nmüş olmalıyım
bir düşte getirmiş olduğunu
sevimli, tehlikeli bu şeyleri,
büyük bir sepete yığılmış orkideler,
tıpkı söylediği gibi (bir düşte)
ben gönderdim sana bunları,
mavi damarlarını
boynunun öpüşsüz bırakan.
Neden ellerin
(benimkileri hiç tutmamış olan)
ellerin görüyorum da
kayıyor orkideler üzerinde
dikkatle,
ellerin, kırıldı kırılacak, emin kaldırmaya
yumuşacık bir şekilde, kırılgan çiçekleri -
H iç göndermedin (düşünde)
o biçimi, .o kokuyu,
ne ağır, ne iç gıcıklayıcı,
ama tehlikeli -tehlikeli
orkidelerin, büyük bir sepete yığılı
ve altlarında katlanmış ışıltılı bir kağıt
bazı sözcükler:
284
Çlçeğe gönderilmiş çiçek;
ak eller için, daha az ak,
çiçek yapraklan daha az güzel,
ya da
285
HER MANN BR O CH
1886-1951, A vusturya
286
kin kıyı bölgesine ulaştıklarında her yanını dalgalar halinde kaplamış olan o
tatlı gevşekliği, ancak şimdi yakalamaya, tadına varmaya çalışan bir anımsama
eylemiymiş gibi duyumsuyordu ve eğer iyileştirici güçteki deniz havasına kar
şın yeniden başlayan acı verici öksürükler, akşamları yükselen ateşin yol açtığı
bitkinlik, yine akşamları gelen korkular olmasa, içinde dalgalanan bu sakin ve
sakinleştirici yorgunluk, belki de eksiksiz bir mutluluğa dönü şebilecekti. Şim
di ise o, Aeneis'in ozanı Publius Vergilius Maro, eski berraklığını yitirmiş bi
linciyle, güç sü zlüğünden ötürü neredeyse utanç duyarak ve böyle bir yazgıya
neredeyse dargın , öylece uzanmış yatıyordu ve bakışlarını, gökyüzü istiridye
sinin sedef rengi kenarlarına dikmişti: Neden boyun eğmişti Augu stu s'un ıs
rarlarına? Neden ayrılmıştı Atina'dan? Şimdi bitmişti işte; Homeros'un kutsal
ve aydınlık cennetinin Aeneis'in bitirilmesini sevecenlikle kolaylaştıracağı u
mudu, yitirilmişti; bu bitişin ardından açılması öngörülen o yeni, uçsuz bu
caksız çevrene ilişkin tüm beklentiler yıkılmıştı; Platon 'un kentinde sanattan
uzak, şiird.en arınmış, felsefeye ve bilime adanmış bir yaşam sürdürme umu
du, sonra Iyonya topraklarına bir daha ayak basma umudu yitirilmişti; ve ah,
hepsinden önemlisi, bilginin yaratacağı mucizeye ve bilginin yardımıyla şifa
bulmaya yönelik umutlar da yitirilmişti. Neden vazgeçmişti bütün bunlardan ?
Gönüllü olarak mı? Hayır! Yaşamın o yadsınılması olanaksız güçlerinin bir
buyruğu gibiydi; yazgının buyruğundaki o güçler ki, asla tümüyle yitip git
mezlerdi; kimi zaman yeraltına, görünmeyen, duyulmayan bir dünyaya dalsa
lar bile, insanoğlunun asla kaçamayacağı, hep boyun eğmek zorunda olduğu
güçlerin yarattığı, çözümlenmesi olanaksız bir korkutma niteliğiyle, varlıkları
nı hep korurlardı; bu, yazgıydı. Vergilius, kendini hep onun akışına bırakmış
tı ve şimdi yazgısı, onu sona doğru sürüklüyordu. Ama yaşama biçimi, hep
böyle olmamış mıydı? Hiç başka türlü yaşamış mıydı? G ökyüzünün sedef isti
ridyesi, özgür ve sakin deniz, dağların şarkıları, kendi yüTeğinin acılı şarkısı,
Tanrıdan gelen flüt ezgileri; bütün bun lar gözünde, yeryüzunü saran gökkub
be gibi, sonsuzluğa götürmek üzere onu neredeyse kucaklamaya hazır bir gö
rüntüden başkaca bir anlam taşımış mıydı? Doğuştan toprağın adamıydı, yer
yüzü yaşamının dinginliğini seven biri; toprağa bağlı bir toplumda sürdürüle
cek, yalın, güvenli bir yaşamın uygun düşeceği bir insan; kökeni gereği yerle
şip kalmasına izin verilmiş, dahası yerleşmeye zorlanmış biri ve karşı konul
maz bir yazgınıri buyruğu uyarınca, ne kendini yurdundan özgür kılabilmiş a
ma ne de yurdunda kalabilmiş biri; bu yazgı onu ötelere, toplumun dışına sü
rüklemiş, insan kalabalığında düşünülebilecek en çıplak, en kötü, en vahşi
yalnızlığın ortasina fırlatıp atmıştı, onu kökeninin yalınlığından koparmış, uç
suz bucaksızlığa, alanı giderek büyüyen bir çeşitliliğe doğru kovalamıştı ve
böylece büyüyen, sınırsızlığa uzanan, yalnızca gerçek yaşamla arasındaki u
zaklık olmuştu, çünkü evet, yalnızca bu uzaklıktı büyüyen : Vergilius, hep tar
lalarının sınırlarında gezinmiş, hep yaşamının sınır boylarında kalmıştı; huzur
nedir bilmeyen bir insan ; ölümden kaçan, ölümü arayan, yapıt vermek iste
yen, yapıttan kaçan; bir aşık, ama yine de kaçan bir av, gerek iç dünyasının, ge
rekse dış dünyanın tutkuları arasında yolunu yitirmiş, kendi yaşamına yalnız
ca konuk olabilmiş biri. Ve bugün, tüm güçlerinin neredeyse sonunda, kaçışın
ve aı:ayışın son durağında, tam savaşımını bitirmiş ve ayrılmaya hazırken , bu
hazır oluşun savaşımını vermiş ve son yalnızlığı da üs�enmeye, iç dünyasında
bu yalnızlığa uzanan yola ayak basmaya hazır olduğu anda, yazgı tüm güçle-
287
Broch
riyle onu bir kez dah a geçirmiş, yalınlığı, kökeni, iç dünyayı yasaklamış, dö
nüş yolunu saptırmış, .b u yolu dış dünyanın çeşitliliğine açılan bir yol olarak
yozlaştırmış, onu, tüm yaşamını karartmış olan kötülüğe geri dönme;yıe zorla
mıştı, sanki yazgının Vergifüıs için sakladığı tek bir yalınlık kalmıştı - ölmenin
yalınlığı.
Çbviren :AhmetCemal
288
GOTTFRIED BENN
1886 - 1956, A lmanya
YA VR U YILDIZ
Bir bira fabrikası sürücüsü, ölümü içkiden,
M asanın üstüne kodular.
D işleri arasına bir yıld17.Çiçeği, parlak koyu mor
Kıstırmış biri.
G öğüs yöresinde
Deri altından
U zun bir bıçakla
D iliyle damağını çıkarırken
Herhalde dokunmuş olacağım
K ayıp oracİktaki beynin üstüne düştü.
Ben de alıp .
Açılan yer dikilirken
Adamın göğüs kovuğuna
Ambalaj talaşı arasına yerleştirdim.
Kana kan iç vazonda!
G üzel güzel uyu,
Yavru yıldız!
289
Benn
SONRA Kİ BEN
1
Sen ey, bak: Şebboy dalgası,
nerdeyse ona karışan gözü seç ,
göçenin, her dem taze havası,
artık geç.
•
il
Başlangıçt a tufan vardı. Bir sal habis ru h
iter sığın , hayvan, onu bir taş gebeled i.
Ö lüler aleminden , anımsama, hayvan işkenceleri ve güruh
tan Tanrı çıkıp geldi.
290
111
Ey ruh, çürüyen içten içe,
Belli değil yaşayıp yaşamadığın , bu çok bile,
çünkü h içbir toz hiçbir tarladan h içbir,
çünkü h içbir yaprak h içbir ormandan hiçe
h iç ağır gölgenden düşmüştür.
291
PIERR E JEAN JO UVE
1887 - 1 976, Fransa
YIKIM
Bir çift şahane göz dalıp gitsin boşluğa
Gözyaşı pınarları kalsın taptaze
Kahkaha ve şamatayla yol alsın fırtına
İnsanın çıplak güçlerin ölü olduğu bir saat bu.
İ şitiyor musunuz ölümcül silahların uğultusunu
İ şitiyor musunuz o karanlık işleyişini yeryüzünün
Şu güçlü kadın elleri ak tırnaklarıyla
G örüyor musunuz onu, göğün derisini yırtmakta.
UYKUY,A DA LMIŞ
TEK BiR KADIN
D aha da güzeldin nemli ve derin bir zamanla
D aha da sıcaktın umutsuz bir yağmurla
D aha da ıslak görürdüm seni bir çöl günüyle
Zamanın akvaryumu içindeyken ağaçlar
D ünyanın kötü öfkesiyle doluyken yürekler
M utsuzluk eza etmekten yorgun düşmüşken yapraklara
Tatlıydın
Ölülerin fildişi dişleri gibi tatlı
Ve gülerken ruhunun dudaklarından çıkan
Kan pıhtısı gibi arı
292
AK KALÇALAR
G izli bir yeraltı sevinci sıçrar gider benden uzaklara
Ak kalçalar! Koşarım, seğirtirim, veririm göz.dağları
K aldırırım güzel giysiyi
G erilerim en sıcak en kara kokularla
Saturne'ün ateşini ve gevşeyişini isteğin ·
Tüketirim kollarda
Ve ilerdeki yoksunluğun al güneşleri
Bir kez daha titretir beni aklım oynar
293
Pierre Jean Jouve
S ainı-John Perse
SA INT-JOHN PER SE
1887 - 1975, Fransa.
AMER S , STR OF V,
2-
"... Yalnızlık, ey erkek yüreği! Sol omuzumda uyuyan kadın, düşünde görü
yor mu koca uçurumu? Yalnızlık ve karanlık erkeğin büyük öğlesinde. Ama
bu kaynak sevgiliye gizli, aynı kertede ... D enizin altında şu azıcık kum ve al
tın yığınının kıpırdandığı kaynak.
'Ey en gözdesi bakmaya kıyılmaz yüzlerin ! Binlerce bağışın arıttığı söbe yü
zünde hangi uzak bağış, kadını söylüyor sessizce, ustaca? Ve hangi bağışlan
mıştan kadınla geliyor sevmek kayrası?
'Bakire tadı sevgilide, sevgili kayrası kadında ve sen, alnının doğuşunda evli
kadın kokusu, ey ıtırıyla algılanan kadın, özü algılanan kadın, ölüm kokmaz
seni koklayan dudaklar ... _Ey bağış! Lambaya tutsak gülden daha arısın ..
296
'Senden dolayı altın tutu �u yor meyvede, ölümsüz ten pembe safran yüreğini
söylüyor bize; senden dolayı hila yanımızda ge.cenin suyu ve ruhum hfila akıyor u
lu hurma ağaçlarına, köklerinin körtülere bürünmüş, lekesiz, çok arı , çok i
peksi yerine.
297
Pcrsc
TÜRKÜ
Tunç yapraklar altında bir tay doğuyordu . Etli ve acı
yemişler doldurdu avuçlarımıza bir adam. Yabancı. Oradan
geçen. Ve işte başka illerden tam ist�diğiın bir ses.
'Yılın en büyük ağaçlarından biri altında selamlarım
sizi, kızım."
298
ÖVGÜLER
Ey! : . Sen ey ne qenli övsem yeri! ,
'
Sarı eller altındaki alnım,
andığın olur mu hiç o gece terlerini?
O ateşler içinde geçen yarı geceyi, o boş, anlamsız,
o sarnış tadında?
Sabah koylarında kişiyi şıkır şıkır oynat acak
O tiril tiril mavi tan çiçeklerini?
O sivrisinek vızıltısı gibi sessiz öğleyi,
Ve o renkler denizinden fırlatılan okları?. .
kokular
bir başka çağlardan bir h ava estirirdi;
ve o kalın kabuklarıyla pek böbürlenen
babamın bahçesindeki bir o tarçın ağacıyla
başı dönmüş bir evren , kendinden geçip sayıklardı.
(Ey. . . Sen ey ne denli övsem yeri! Ey tükenmek bilmez m asal.
ve ey bolluk sofrası!)
299
Perse
S ÜRGÜN /.
A rchibald M acLeish'e
ÇANLAR
Sen, elleri çırılçıplak yaşlı kişi
Yeniden kalabalığa karışmış, Crusoe!
Tasarlıyorum, ağlıyordum, Abbaye kulelerinden
kabaran bir deniz gibi, boşanırken tüm kent üz.erine çan ların hıçkırığı ...
300
VELİAHTIN TÜRKÜS Ü
Onur veririm siz canhlara, saygınlığım var aranızda
Biri konuşur sağımda, tüm gümbürtüsüyle içinin
G emilere biniyor bir başkası
Kılıcına dayanıyor. Atlı, içmek üzere
Gölgeye çekin, eşiğine, boyalı iskemlesine yaşlının.
301
BLA ISE CENDRA R S
1887 - 1961, Fransa
BOM BA Y EKSPRESİ
Şimdiye dek geçirdiğim günler
Alıkoyuyor kendime kıymaktan beni
Zıp zıp zıplıyor her şey
Sağlıcakla sağlıcakla
Brindizi
302
Bu kentte doğdum ben
Oğlum gibi
O alnı anasının edep yerine benzeyen
Düşünceler var ki otobüsleri yerinden zıplatır
O yalnız kütüphanelerde bulunan kitapları okumuyorum artık
İyi yolculuklar!
Hadi gel götüreyim
Seni ey nar gülüşlüm
303
Cendrars
304
�eridyenleri sıçrayarak geçen sirk hayvanları bunlar
ünlerine kara bir et parçası atılır, köpeğe atar gibi.
305
Ccndrars
ADALAR
Adalar
Adalar
H iç karaya çıkılmayacak adalar
H iç ayak basılmayacak adalar
Bitkilerle don anmış adalar
Alaca kaplanlar gibi yere kapanmış adalar
·
BA Ş
Plastik sanatın başyapıtıdır giyotin
Tetiği
Yaratır bir sürgit devinimi
H erkes bir Christof Colomb 'un yumurtasını
D ü z bir yumurtaydı bu, yerinden oynamaz bir yumurta,
bir bulucu n u n . yumurtası
Archipenko yontusudur ilk yumurtamsı yumurta
En yoğurt dengede duran
Kımıltısız bir topaç gibi
Canlı ucu üstünde
H ız
Soyunur, kurtarır kendini
Renk renk dalgalardan
O renk bölgelerinden
Ve döner derinliklerinde
Oplak
Yeni
çeviren : Tahsin Saraç
306
GEOR G TRA KL
1887 - 1914, A vusturya
PARKTA
Gene eski parkta ağır ağır dolaşmak,
Ah, sessizliği sarı kırmızı çiçeklerin !
Siz de yaslısınız uysal Tanrılar
Ve k araağaçların güz altınları.
Kımıldar usulca mavimsi gölde saz,
Susar ardıçkuşu akşam saatlerinde .
Ah, eğ başını sen de
Ataların harap mermerleri önünde!
307
Georg Trakl
nüskrisi
Georg Trakl'uı bir .şiirinin ma
- Mt.W . w � W\� r
�·� f) v-11- � fJ t�i
/\: � {+ r- Hal<t_��. ��&� r- �...J
� ,.._ r /,.:.. f<t �� � t-�.t ,
� �ıt f' r f(M '- ;.ı �1�� � ıtfrJ'- �I"'·
/�� .. �;�f:'I
Wr.... � . lyl,:Jı., , M r,_ � .
t--. rr�- � '{..;+-- f,.. 1 /,J er �+ r�.
H t- �1� ��\M . o '� .,.:,,_:,,... �H-
P'r- � tH- 1'\J.J , �'r' ,:,.r � kitJ ,
A
'
SONRASIZ
Koparılmış bir çiçekle sunulan bir başka çiçek arasında anlatılamayan hiç
AFRİKA ANISI
Kenti kaçırıyor güneş
Artık görülmüyor
M ezarlar bile çok direnmiyor
JlO
ANISINA
Locvizza 30 Eylül 1 9 1 0
M uhammed Şahab
derlerdi adına
Soyu ndandı
Berberi emirlerinin
kendini öldürd ü
ç ü nk ü yoktu artık
yurdu
Fransa'yı sevdi
adını değiştirdi
Marcel oldu
Fran sız değildi ama
ve yaşay:lmazdı artık
ailesinin
K uran
dinlenen çad ırında
bir kahve yudumlanarak
Ve çözemiyordu
büyüsü n ü
kendini bırakışının
Birlikte göt ürd ük onu
otelin sahibi kadınla
Paris'te kaldığımız
karanlık ve yokuş
bir arka sokaktan,
rue des Carmes, 5 numaradan
31 1
Ungarelli
lvry mezarlığında
yatıyor
hep
dağılmış
bir panayır sonrası günü
görünümünde
o kenar mahalled�
3 12 .
IŞIK GÖLGE
İnen kara son su z boşluk
bu balkondan
mezarlığa
Dönüyor mezarlar
son karanlıkların
loş yeşiline gizlenmiş
bulanık yeşiline
ilk aydınlığın
313
Unsarclli
SABA H
San la Maria la Longa 26 Ocak 1917
Aydınlamyorum
sonsuzca.
UZA GA
Versa 1 5 Şubat 1917
U zağa uzağa
elimden tutup
bir kör gibi götürdüler uzağa
314
L UCCA
M ısır'daki evimizde, akşam yemeğinden , D ua'dan
sonra, an nem buraları an latırd ı bize.
Bundan , şaşırmalar şaşırmalarla geçti çocukluğum.
Sak ınan , körce bir gelgit var kentin sokaklarında.
Ancak gelip geçerken kalınır bu duvarların · arasında.
Burd a amaç yola çıkmaktır.
İ kindi serinliğinde meyhanenin önü nde, Californi � 'dan
kendi mülkleriymiş gibi söz eden in sanlarla
oturdum.
D ehşetle kendimi buluyorum bu in sanların
davranışlarında.
Sımsıcak aktığını duyuyorum şimdi damarlarımda
ölmüşlerimin kanının .
Bir k azma aldım ben de.
Toprağın tüten kalç alarınd a güler yakalıyorum
kendimi.
Elveda istekler, sıla özlemleri.
Bir insanın bilebileceği kadar biliyorum geçmişi
ve geleceği.
Yazgımı t anıyorum artık ve köklerimi.
Artık bir şey k almıyor ban a keh anette bulunacak,
düşünü görecek .
H er şeyi tattım, acısını çektim .
Ö lüme rızadan başka bir şey kalm ıyor ban a.
H uzur içinde çocuk yetiştireceğim demek .
Yaşamı överdim, kötücül bir iştah
ölümlü aşklara iterken ben i.
Aşkı, ben de, türün bir güvencesi saydığım
\
şu an, ölümü görüyorum .
315
Ungaretti
S USKU
1929
Kırlangıçlarla gidiyor
Son azap.
BEDEVİ TÜRKÜSÜ
1932
Bu toprak çıplak
Bu kadın aşık
Bu rüzgar güçlü
Bu düş ölüm.
316
BİTİŞ
Böğürmüyor artık, fısıldamıyor deniz
Deniz.
317
FER NA ND O PES S OA
1888 - 1935, Portekiz
ŞİİRLER
318
II
Hislerim, hissetmediklerim
onlardan doğup da birbiriyle
çelişenler. Farkına varmıyorum
hiç bir şeyin - yalnızca yaşıyorum ben,
olmak istediğime kimsenin bir sözü yok.
3 19
T. S . EL/OT
1888 - 1965, İngiltere
320
Sarı sis sürterken sırtını pencere camlarına
Sarı duman sürterken burnunu pencere camlarına
Yaladı köşesini bucağını akşamın,
Oyalandı bir süre oluklardaki sularla,
Aldırmadı bacalardan inen kurum inerken sırtına,
Taraçayı hızla geçip ansızın atıldı,
Baktı, ılık bir ekim gecesiydi gelen,
Önce kıvrılıp evin çevresine, uyuya kaldı.
321
Eliot
322
Sıkıp bit yumak haline sokmak evreni,
İtip yuvarlamak sonra o ürkünç soruya,
D emek için, 'Ben Laz.arus, ölüler arasından,
G eldim anlatmaya her şeyi, anlatacağım size her şeyi'�
Ya biri, yastığa -gömerek başını umursamadan
D eseydi, 'D emek istediğim hiç de bu değil.
Hiç de bu değil."
323
Eliot
324
quae mundi plaga?
q uis hic, quae regig
M A R İNA
N ice denizler n ice kıyılar nice boz kayalar n ice adalar
Pruvada şıpırdayan nice sular
Ve çam kokusu ve sis içre şakıyan ardıçkuşu
N ice hayaller döner gelir
Oh kızım benim.
Ölüm!
D iye, köpeğin dişini bileyenler
Ölüm!
D iye, arıkuşunun görkemiyle esriyenler
Ölüm!
D iye, hoşnutlu ğun ahırına postu serenler
Ölüm ! ·
D iye, h ayvanların esrimesiyle tutuşanlar
325
Eliot
�viren : S. A_ytimur
326
KÜÇÜK GIDDING KÖYÜNDEN
.
BEŞİN Cİ BÖLÜ M
327
Arayıştan geri durmayacağız,
Bunca arayışın sonu varmaktır
İlk başladığımız yere yeniden
Ve bilmek orayı baştan , ilk defa.
Bilinmez anılan kapıdan geçip
Bulunmadan kalmış son şeyi bulmak.
D ünyada başlangıç olan şey neyse;
En uzun ırmağın ilk kaynağında
G izli çağlayanın dipdiri sesi,
Elma ağacında minik çocuklar
Bilinmeyen, çünkü arayan yok ki,
çeviren : T. S. H alman
328
ANNA A HMA TOVA
1889 - 1966, SSCB
ŞİİR
H epsi satıldı, hepsi gitti, yağma edildi,
K ara kanadını açtı önümüzde ölüm,
Acı tutkular ve özlemlerle kemirildi her şey,
Öyleyse nereden düşüyor bu ışık üstümüze
ŞİİR
İnsanların yakınlığında gizli bir sınır var
N e tutku aşabilir onu, ne delice sevmek;
Varsın, tüyler ürpertici sesizlikte birleşsin dudaklar
Varsın, aşktan parça parça olsun yürek . . .
330
BİLMİYOR UM , YA ŞA MA KTA MISIN, ÖLDÜN M Ü?
Bilmiyorum, yaşamakta mısın, öldün mü?
D ünyada bir yerlerde bulabilir miyim seni
Yoksa, akŞamın yaslı karanlığında
Bir ölüyü mü düşünmeli.
331
.
YA S UNA R I KA WA BA TA
1889 - 1 972, Japonya
332
'Ömrünün son kadını! Son kadın , hatta farz etsek bile ... "diyordu içinden . "A
ma sahi, benim ilk kadınım kimdi acaba?. . . " Bezginlik değil de bir çeşit büyii
len.iş vardı kafasının içinde.
Ilk kadın : ''An nemdi bu l" Şimşek hızıyla geçti bu düşünce zihninden . "Annem
den başka hiç kimse olamaz bu!" Hiç beklemediği bu cevap, açık seçik bir şey
gibi saplanıvermişti kafasına. ''Annem benim için bir kadındı denebilir mi ki?"
Altmış yedi yaşında, iki çıplak kız arasında yattığı sırada, göğsünün derinli
ğinden fışkırıvermişti birden bu gerçek üstelik. Saygısızlık mıydı bu? Yoksa
h ayranlık mı? Korkulu bir düşten kurtulmak ister gibi, yaşlı Egushi gözlerini
açtı, gözkapaklarını birkaç kez kırpıştırdı. Beri yandan uyku ilacı etkisini gös
termeye başlamıştı bile ve Egushi, bilincini belirli .olarak bulamıyordu yen i
den . Başına için için bir ağrı geldiğini sezer gi.biydi. Içi yarı geçmiş olduğu h al
de annesinin h ayalini kovmaya çalışıyordu. !çini çekti, avuçlarını sağdaki ve
soldaki kızların memelerine koydu. Biri parlaktı, öbürü nemli. Yaşlı adam
·
gözlerin i yumdu .
Annesi, Egushi on yedi yaşındayken bir kış gecesi ölmüştü . Kendisiyle babası,
onun birer elini tutmuşlardı. Veremden ağır ağır eriyip giden hastanın kolları
bir deri bir kemik kalmıştı, ama Egushi'nin eline öylesine sımsıkı yapışmıştı ki
parmaklarını acıtıyordu. Kadının parmaklarının soğukluğu ise oğlunun omu
zun a dek çıkıyordu. H astabakıcı kadın onun ayaklarını ovduktan sonra ses
sizce dışarıya çıkmıştı. Hekime telefon etmeye gitmiş olacaktı herhalde.
Anne kesik kesik "Yoshio ! Yoshio !" diye seslenmişti. Egushi hemen anlamış,
onun sık sık solu yan göğsünü hafifçe okşamıştı. Aynı anda bol bol kan kus
muştu annesi. Burnundan da kan gelmişti. Tıkanıyordu. G azlı bezle ya da ba
şucunda hazır duran havlu ile bütün kanı dindirme olanağı yoktu.
Babası, 'Yen inle silsene Yoshio!" demişti. 'Hemşiranım, hemşiranım, leğen i
getirin , su da getirin !. . . Evet, tamam ! Bir yastık daha, bir gecelik, bir de çarşaf
sonra!. . "
Yaşlı Egushi: 'İlk kadınım annemdi!"diye düşündü ğü sırada, aklına an nesinin
ölüm h alinde hayalinin gelişi tabii bir şeydi.
''... Ah !"G izli odayı çevreleyen al kadifeyi kan renginde görüyordu . G özlerini
yumdu ama boşuna. G özlerinin önünde bu silinmeyen , kızıl rengi görür gibi
oluyordu hep . U yku ilacının etkisiyle başı da dönüyordu ü stelik. iki avucu iki
kızın körpe memeleri üzerindeydi son ra. Bilinciyle aklının direnci yarı yarıya
uyuşmuştu, göz pın arlarında yaşların biriktiğini hisseder gibiydi.
M erakla ''Annemin benim ilk kadınım olduğu n asıl oldu da böyle bir yerde
aklıma geldi?" diye soruyordu kendi kenc�ine. Bununla birlikte ilk kadının an
nesi olduğuna karar vermişti ya, ondan sonraki zevk arkadaşlarının a nıların ı
hatırlayacak halde değildi artık. Alt tarafı, bu ada layık ilk kadını, kendi eşi
olmuştu kuşkusuz. M ükemmeldi bu işte, ama üç kızını çoktan evlendirmiş o
lan ihtiyar eşi, yalnız yatıyordu bu kış gecesinde. Yoo, hayır, yatmış olmam a
lıydı o henüz. Orada dalgaların bu gürültüsü yoktu muhakkak, ama geceni'n
ayazı buradakine göre daha sertti belki. Avuçlarının _ içinde hissettiği iki rne
menin kendisi için ne olduğunu sorundu yaşlı adam . Içinden sıcak pir kan ge
çen, kendisi öldükten sonra da yaşamını sürdürecek olan bir şey. iyi ama, o
nun için neydi bun lar? Kalan gücünü toparladı onlan sıkmak için . D erin uy
kularına memelerinin de katıldığı kızlar, tepki göstermediler. Egushi, öliim
döşeğinde annesinin göğsünü okşadığı sırada onun pörsümüş memelerine de
333
Kawabata
değmişti tabii. Birer meme gibi hissetmemişti onları. Hiçbir şey hatırlamıyor
du bunlarla ilgili şimdi. Hatırladığı şey çocukluk günleriydi: U ykusunun ara
sında, genç annesinin memelerini araştırırdı hep.
Yavaş yavaş uykuya dalıyormuş gibisine geliyordu, uyumak için daha rahat
bir duruma geçmek üzere ellerini iki kızın göğsünden çekti. Kara kızın koku
su sert olduğu için ondan yana döndü. Kızın soluğu kısıktı ve yüzüne çarpı
yordu. D odakları aralıktı.
''... Aaa! Ne hoş şey bu çarpık çıkmış diş?" Yaşlı adam parmaklarıyla tutmaya
çalıştı onu. Bir azıdişiydi bµ ama küçüktü . Kızın soluğu yüzüne çarpmasaydı,
bu pişin bulunduğu yeri öperdi belki. Bununla birlikte, bu sert soluk uyuma
sına engel olduğundan, döndü . Buna rağmen yine h issediyordu kızın solunu
munu, ama bu sefer ensesinde. Horlanıyordu da. Solunumu gürültülüydü. E
gushi başını yapabildiği kadar boynuna doğru içeriye aldı, alnını beyaz kızın
yanağına yaklaştırdı. K ız yü zünü buruşturuyordu, ama gülümser gibi bir h ali
vardı. N emli teni sırtına değdikçe sıkıyordu onu. Soğuktu , yapış yapıştı bu
te�. Yaşlı adam uykuya daldı.
lki kız arasında sıkışıp·kalmış olması, uykusunu tedirgin ettiği için mi ne, mu-
_hakkak olan şu ki, peş peşe korkulu düşler görmeye başladı. H içbir bağıntı
yoktu aralarınd a, ama hoş olmayan, sevişmeye değgin dü şlerdi bunlar. D er
ken en son und<i Egushi balayı yolculu ğundan döndüğünde evi rüzgarda kımıl
dayan, kırmızı d alyaları andırır çiçeklere sanki gömülü gibi buluyordu. Bu
cıun kendi evi olduğundan kuşkulandığı için , çekiniyordu .
Annesi ölmüş olmalıydı, ama onu karşılamak için dışarıya çıkarak 'Ne o?
D öndün mü? N e diye dikilip duruyorsun orada? Yeni gelin sıkıldı mı yoksa?"
diyordu.
''... Anne nedir bu çiçekler?"
Annesi aldırmadan "Adam sen de" diyordu. 'Çlbuk, girin içeriye hadi!"
''... Peki! Ben de yanlış eve mi geldim diyordum kendi kendime. Aldanmamam
gerekirdi ama bütün bu çiçeklerle... "
Salonda genç karı kocayı ağırlamak için bir şölen sofrası hazırlanmıştı. Annesi
genç gelinin kendisini selamlamak için söylediği sözleri dinledikten sonra et
suyunu ısıtmak için mutfağa dönmü ştü. Izgara balık l.lokusu da duyuluyordu.
Egushi koridaro çıkmış, çiçekleri seyrediyordu . G enç karısı da peşinden gel- ·
miş:
''... Aman ne güzel çiçekler!" diyordu.
Egu shi 'Evet!"diyordu, ama genç kadını kork�tmamak için şunları eklemek
ten kaçınıyordu : 'Böyle çiçekler yoktu evde... " Otekilerden daha büyük bir çi
çeğe baktığı sırada, taçyapraklarının birinden kızıl bir damla düştü.
''... Aaaa!"
Egu shi gözlerini açtı. Başını salladı ama uyku ilacı yüzünden sersemlemişti.
K ara kızdan yana döndü , vücudu soğuktu. Yaşlı adam ürperdi. K ız soluk al
mıyordu artık. Elini onun yüreği üstüne koyd u : Yüreği de atmıyordu artık.
Egushi bir sıçrayışta ayağa kalktı. D izlerinin bağı gevşedi, düşt ü . Zangır zan
gır titreyerek bitişik odaya geçti. çevresine bakındı, duvardaki oyuğun yanın
da zilin düğmesini gördü. Var gücünü parmağında toplayarak düğmeye uzun ·
334
bakmak iç in .
Randevucu kadın içeriye girerek 'Bir. şey mi oldu?'' dedi.
·� Bu kız ölmüş!"Egush i'nin çene kemikleri bitişemiyordu arlık. K adın hiç te-
laşlanmadan , gözlerini ovuşturarak :
· � Ölmü ş olmalı!"
·� Saat kaç?"
·� Boşuna üzmeyin kendinizi. G idip rahat rahat uyuyun. Bir başka kız daha
.laldı size. "
335
Bir başka kız dah a kalmıştı ona! Kadın ın bunu söyleyiş tarzı kadar hiç bir şey
yaşlı Egushi'nin böylesine gücüne gitmemişti ömründe.
Ama do�usu da buydu, bitişik odadaki yatakta beyaz kız kalmıştı ona.
''.- H adi canını! N asıl uyuyacağım ben?"
Öfkeli bir sesle böyle demişti, ama korkaklıkla ürkeklik de vardı bu sözlerde.
'Bu olanlardan sonra gidiyorum ben !"
·� Vazgeçin canım! Buradan bu saatte gidersenizyersiz kuşkular uyandırmak
gibi bir tehlikeyle karşılaşırsınız... "
' !.. İyi ama nasıl uyuyayım?"
·� Durun da bir ilaç getireyim size."
K adın merdivenden inerken kara kızı sürüklermiş gibi bir gürültü çıkarıyor
du. Yaşlı adam p amuklu kimonosunun içinde ü şümeye başladığını hissetti.
K adın beyaz �ir komprimeyle yukarıya çıktı yine.
'!.. Buyrun ! için bunu lütfen, yarın sabaha dek de rahat rahat uyuyun!"
'!.. Öyle mi?"Y aşlı adam bitişik odanın kapısını açtı. D emincek aceleyle üzerin
den attığı yorganla battaniye, bıraktığı gibi duruyordu, beyaz kızın çıplak vü
cudu de göz kamaştırıcı güzelliğiyle serilmiş yatıyordu orada.
Egushi, 'Oooo!" dedi, kızı seyretti.
Bir araba gürültüsü duyuldu, kara kızı götürüyordu herhalde, sonra uzaklaştı.
Onu da dah a önce yaşlı Fukura'nın ölüsünü başlarından savdıkları o şüpheli
·
336
.
PIER R E R EVER D Y
1889 - 1960, Fransa.
ÇİFT DÖNÜŞL Ü
Öylesine uzağım . ki geceden
Şenlik gürültülerinden
Dönüyor tersine köpük değirmeni
Kesiliyor çığlığı pınarların
Ağır aksak geçti saatler
Engin ay kumsallarında
Ve o dar o ılık uzayda uçuru�suz
U yuyorum kafamı dayamış kollarıma
K ıpırtısız çölünde o lamba çevresinin
Zaman korkunç zaman kıyıcı
Çunur kaldırımlarda kovalanan .
U zak o buz pırıltılarından bardaklarından yansıyan
İ steksiz gülüşlerin zorlu çatışmasında
Titreşik köklerinde soluk bir acı senin ..
Yeğliyorum ölümü unutuşu öz saygıyı
Çbk çok uzaklardayım sayarken sevdiklerimi
337
Reverdy
GİZ
Çm bomboş
D il yok kuşlarda
Her şeyin uyuduğu yuvada
Saat dokuz
338
YÜREK Kİ PA RAM PARÇA
N asıl d a uyarlıyor kendini
Yatak çarşaflarından ödü kopuyor
çarşaflar çarşaflar gök mavisi
Yastıklar desen sisten buluttan
İnancını örtünmek istiyor olmuyor
K u sur işlemeyim diye içi gidiyor
Aynada budanmış ağaçtan korkuyor
K ış için fazlaca zavallı
N asıl da korkuyor soğuktan
Ayn asının içinde nasıl saydam
Öyle belirsiz ki yitip gidiyor
Zaman akıp gidiyor dalgalarından
K an ı tersine akıyor kimi zaman
Gözyaşları çamaşırlarda leke
Yeşil yeşil ağaçlar derliyor eli
Ve yosun demetleri kumsallardan
Dikenli bir çalılık inancıysa
Elleri kanayıp duruyor yüreğinin üstünde
D amla ışık kalmamış gözlerinde
K üçük ahtapotların ölü kolları gibi
Ayakları gitmem diyor denizde
Yitip gitmiş işte evren içinde
Çırpıp duruyor çatılara kentlere
Bu arada kusurlarına da kendine de
İşte bu yüzden onunçin dua edin ki
Tanrı silsin belleğinden her şeyi
Silsin kendi olma anısını bile
339
JEA N COCTEA U
1889 - 1963, Fransa.
ŞAİRİN ÖL ÜM Ü
Ölüyorum Fransa! Yaklaş konuşayım seninle_, daha bir yaklaş. Senin yüzün
den ölüyonım. Sövdün bana, beni gülünç duruma dü şürdün; aldattın , yıktın
beni. Ama aldınnıyorull) hiçbirine. Seni öpmem gerek Fransa, son bir kez se
ni Seine'inden, kurbağa bağlarından, gölge bölgelerinden, karada adaların
dan , h aris Paris'inden, kel heykellerinden öpmem gerek.
Yaklaş, daha da yakın ol ki doyasıya bakabileyim sana. H ah ! Yakaladım bu
kez seni. Bağırmanın, çağırmanın anlamı yok. H içbir şey açmaz ölünün par
maklarını. K eyifle boğuyorum seni, yalnız ölmeyeceğim.
340
AMİRALİN ÖL ÜM Ü
Sabunlar
K arlar
K udurmalar
Berberden çırçıplak fırlayan
Yaban beygirinde kahkaha
YABANGÜL Ü
Biröksediryabangülü
Çbcuksu savaşların
Zalim süsü
Yabangülühırsızı
Sade;gön ülçeICnM arki,
Sevdadanelikırmızı
İmzaatarkarüste
Vebirelmasla
Yalandüzerbuzüste
(bviren:Cemal �üreya
341
Jean Cocteau -Tristan Tıara
• . .
.
. ,.
• .'
•
.·
•
•
•
Boris Pasternak 'ın mezarı
B OR IS PA S TER NA K
1890 - 1966, SSCB
ŞAİRİN ÖL ÜM Ü
(Mayakovski'nin ölümü için)
344
Suların havaya tükürdüğü balık
Şenlik fişeği sanarak nasıl koşuyorsa
Saz diplerindeki ölümüne
Tetikteki kurşunun içini çekmesi gibi, tıpkı öyle.
345
OSİP MANDELŞTA M
1891 - 1943, SSCB
346
Bodrumdan, sirke, boya v� Laze şarap kokusu gelmekteydi
Anım sıyor musun, o Yunan evinde, herkesin tutkun
olduğu zevce
- Helena değil, öteki - ne kadar uzun süre dokumu ştu
bezini
Altın yapağı, neredesin altın yapağı?
Tüm yolculuk boyunca ağır dalgaları denizin nasıl da
u ğu lduyordu.
Ve yelkenleri yorgun düşmüş gemisini bırakıp
D önüyordu Odysseus, uzayla ve zamanla dolu ...
347
Mandelştam
A GIRLIK VE TA TLILIK
KIZ KARDEŞTİR
Ağırlık ve tatlılık kız kardeştir, aynıdır belirtileri
Ciğerotları ve yabanarılan ağır gülleri emerler;
İnsan ölür, soğur ısınmış kum,
K ara bir sedyede taşırlar bir gün önceki güneşi.
348
LENİNGRAD
Gözyaşlarım kadar tanıdığım şehrime döndüm,
Çbcukluğumun şişmiş bezeleri kadar tanıdığım.
D öndüm buraya işte - durma,. iç artık
Irmak boylarındaki fenerlerin balık yağını.
349
A T NALI BULAN BİRİ
Yüzümüz ormana dönük:
İşte orman diyoruz butün gemilerin ve direklerin
yontulduğu
Ve kavaklar tepemizde
D oruklarında bile hür
Çbcuğu
Ve gemici
D ayanılmaz bir susuzluk yüreğinde hedefi sonsuzluk
Bilgeliğin tılsımını avuçluyor elinde bataklıklara
doğru bir koşu
Okyanusların kabuğunu vuruyor ölçüye
Öbür elinde yerçekimi yeryüzünün sığındığı
Ve biz
G emimizin bordasından akıyor gözyaşları bu kokuyu
içiyoruz biz
350
M andclştam
N erden başlamalı?
351
M andclşlarn
oyuncaklar
352
Altın bakır bronz hepsi
Aynı törenle verilir toprağa
Onları kemirmek için kendi dişlerini biledi zaman
Aman vermiyor bana
Şimdiden öldü benliğimin yansı
JSJ
.. .
PA R LA GER KVIS T
1891 - 1974, İsveç .
. YA ŞAM
Ey yaşam, seni unutmayacağım ömrüm oldukç a
Boğazıma sarıldığın o geceden beri.
G ençtim, körpeydim.
G övdem sivilceli ve mosmor
Ellerin boğazımda zincirlenmişti.
354
ARA DIÔIN BURDA YOK
Sakin ol çocu ğum, yok aradığın hurda
Salt gördüklerindir var olan :
Orman , sis ve rayların uzanışı,
Çını ağaçlarını örten karlar bir de.
Belki uzakta, çok uzak bir ülkede
Meltemlerin estiği masmavi bir gök vardır
D uvarlarında güller, yollarında palmiyeler
Ama hepsi bu kadar.
Arama yok h urda o sıcak dudaklarınla öpeceğin şey
Bilirsin dudaklar da zamanla soğur gider.
Yürek her. şeye bedeld ir deme yavrum,
D eme boşuna yaşamaktan sa ölmeyi yeğ tutarım.
Ne istersen ölümden?
Bir duysaydın gövdenden yayılan o kokuyu
Anlardın yılgısını kendi kend ine kıymanın.
Zorunluyuz çocuğum, zorunluyu z sevmeye
Yaşamın upuzun sayrık saatlerini
Ve özlemin kısacak yıllarını
Bir aralık çöllerin çiçeklenmesi gibi.
355
Lagerkvist
BABAM VE BEN'DEN
On yaşlarındaydım, bir pazar öğle ü zeri babam elimden tuttu , kuş ötü şlerini
dinlemek ü zere ormana doğru yürüdük. Akşam yemeğin i h azırladığı için bi
zimle gelmeyen anneme el salladık. G üneş pırıl pırıldı, sıpsıcacıktı ortalık biz
yola koyulduğumuzda. D erdimiz kuş ötü şü dinlemek değildi aslında, duyma
dığımız şey değildi çünkü . Babam da ben de, makul kimselerdik . Ormana ve
içindeki yaşan tılara alışmıştık, bu yüzden kaygılandığımız yoktu . Sadece p a
zar öğle üstüydü, babamın da işi yoktu o kadar. H at boyunca ilerliyorduk,
herkes gidemezdi hat boyunca, ama babam demiryollarında ç alıştığınd an, bi
ze müsaade vardı. Böylece doğru ormana daldık, dolambaçlı yollara sapma
dık. D erken kuş cıvıltıları ve daha başka şeyler birden ba�ladı. Çılılıkl:ırda cı
vıldaşıyorlardı; serçeler, ardıçku şları, çalıbülbülleri; ormana girer girmez, bü
tün minik yaratıkların seslerini du)'duk. Yer gelinrikle dö '?enn ı işti. H u ş ağaç
ları taze yapraklarla donanmıştı, ç .ımlar taze da llar b üyillmiı ) I Ü . Etraf öyle
gü zel kokuyordu ki. G üne� üstü nde parladığından , yosunlu yerd en bu ram
buram · sıc: . ı ı.. lık yühdiyord u . Her yerde hayaı ve ses vardı; iri anlar, delikle
rinden fu ı • \ urlar, siıı ekler ıslak yerlerde vızıld ıyorlardı döne döne, ku şlar, ç a
lılıklardan ı n ları yakalamak üzere fırlıyor, derken yeniden dalıyorlardı çalıla
•
ra. Birderı . h ızla bir Lrenin geldiğini gördük, hemen setten aşağı indik . Babam
iki parm ağıyla pazar şapkasına dokunarak makinisti sela mladı; makinist de e
lini sallayarak cevap verdi. Her şey kımıldıyor gibiydi. G ü n eşin altında yatan
ve katran sızan demiryolu traversleri boyuDl:a i lerlerken her şey kokuyordu
ş;mki, makine yağı, badem çiçeği, k atran, fu nd .ı . h epsi birbirine karışmıştı.
U stü nde yürümesi güç , ayakkabılar ımızı eskiten taşlarda yürümemek için tra
versten traverse uzun adımlar atıyorduk. Demiryolları pırıl ptrıldı güneş altın
da. H attın her iki yanında yanlarından geçerken öten telgraf direkleri vardı.
Evet ! G üzel bir gündü. G ök pırıl pırıldı. G örünürde tek bir bulut yoktu: Ba-
. bamın dediğine göre böyle bir günde bulut olama7.Ch. Rir sii re sonra hattın sa
ğında bir yu laf tarlasına geldik, orad a bir çiftlik aç ı k lığı old u ğunu biliyorduk.
Yulaflar boy atmışlardı, hepsi bir düzeydeydi, babam bilgiç bilgiç baktı,
mem nun olduğunu an lıyordum. Bu gibi şeylerden anlamazdım ben pek ; şe
hirde doğmuştum çünkü. D erken , çoğu zaman susuz olan bir ç ayın üstündeki
köprüye geldik, ama suyu holdu şimdi. Aşağı dü şmeyelim diye el ele tutuş
tuk. Orası demiryolu bekç i�inin, yeşillik ler içindeki kulübesine yakındı. Evin
356
yanı başında elma ağaçları, böğürtlenler vardı. Oraya uğradık, bize süt verdi
ler. D omuzlara, tavuklara, çiçek açmış meyve ağaçlarına baktık ve yolumuza
koyulduk. Irmağa gitmek istiyorduk, çünkü ırmak her yerden daha güzeldi.
Bir de · özelliği vardı ırmağın, çünkü yukarısında, babamın eski evinin yanın
dan geçiyordu. Oraya varmadan dönmek olm.�zdı, her zamanki gibi bu kez de
epey bir yol yürüdükten sonra vardık oraya. Oteki istasyon uzak değildi, ama
oraya gitmek istemiyorduk biz. Babam sadece sinyallerin doğru olup olmadı
ğına baktı. Her şeyi düşünürdü. Irmağın yanında durd uk, güneşte büyük, ca
nayakın bir hal vardı. Kıyıdaki bol yapraklı ağaçlar durgun suya yansımıştı.
Her şey öyle yeni, öyle parlaktı ki. D aha ötedeki küçük göllerden bir meltem
esiyordu. Aşağı, kıyıya indik, boyunca bir süre ilerledik, babam bana balık ni
şan yerlerini gösterdi. Çbcukken orada taşlar üstüne oturur, bütün gün tatlı
su levreği beklermiş, çocuğu zaman hiç vuran olmazmış, ama günü orada ge
çirmek hoşmuş. Şimdi balığa zamanı yoktu artık. Irmağın yanında bir süre o
yun oynadık, akıntının sürükleyip götürdüğü ağaç kabukları attık, kim daha
öteye atacak diye taş fırlattık. Babam ve ben yaratılıştan pek neşeliydik. Az
sonra yorulduk. Oyunumuzun yettiğini düşünerek evin yolunu tuttuk.
D erken hava kararmaya başladı. Ormanlar değişti. Alacak aran lık basmıştı. A
cele ediyorduk. Annem, herhalde kaygı içinde, bizi yemeğe bekliyordu. Hiç
bir şey olmamasına rağmen, ya _b ir şey olursa diye kaygılanır dururdu hep.
G ün çok güzel geçmişti. Her şey istediğimiz gibi olmuştu, her şeyden mem
nunduk. Hava gittikçe kararıyordu, ağaçlar. öyle acayipti ki. D urmuş ayak
seslerimizi dinliyorlardı, sanki kim olduğumuzu bilmiyorlarmış gibi. Birinin
altında bir ateşböceği vardı. K aranlıkta durmuş, bize bakıyordu. Babamın eli
ni sımsıkı tuttum, ama o tuhaf ışığı görmemiş gibi yürüyüp geçti. Irmak üs
tündeki köprüye geldiğimizde kapkaranlıktı. Sanki bizi yutmak istermiş gibi
kükrüyordu, toprak altımızda açılıyor gibiydi. D üşmeyelim diye sık sık el ele
tutuşmuş traverslerden dikkatle ilerliyorduk . Babam beni sırtına almayı düş�
nüyorduysa da bir şey söylemedi. Kendi gibi olmamı istiyordu sanıyorum. i
lerliyorduk. Babam konuşmadan, düzenli adımlarla, durgun ilerliyordu. Ken
di düşüncelerine dalmıştı. Her şey böyle hayalet gibiyken, babamın nasıl böy
le durgun olabildiğine şaşıyordum. Korku içinde bakınıyordµm. Her yer ka
ranlıktı. Derin soluk alplaya korkuyordum, çünkü karanlık insanın içine gire
bilirdi, ki tehlikeliydi. insan çok geçmeden ölüyor. O zamanlar böyle düşün
düğümü pek iyi hatırlıyorum, demiryolu seti pek dikti. Altında karanlık gece
ile son buluyordu. Telgraf direkleri göğe karşı hayalet gibiydiler, sanki topra
ğın altında biri konuşuyormuş gibi mırıldanıyorlardı. Her şey öyle ürperticiy
di ki.
Hiç bir şey gerçek değildi, hiç bir şey tabii değildi, her şey bir esrara bürünmüş-
tü. Babama sokuldum ve fısıldadım::
'K aranlık niçin bu denli ürpertici baba?"
'D eğil yavrum" dedi, elimden tutarak.
'Nasıl değil baba, ürpertici i�te."
'Öyle düşünmemem gerek. Tanrının var olduğunu biliyoruz değil mi?"
Ses çıkarmadan ilerliyorduk, ikımiz de kendidüşüncelerimize dalmıştık. San-
ki karanlık içine girmiş de sıkıyor gibi kalbim felce uğramıştı.
Derken bir dönemece geldiğimizde birden arkamızda büyük bir gürültü duy
duk. D üşüncelerimiz darmadağın oldu. Babam beni setten aşağı çekip sımsıkı
357
Lagcrkvist
tuttu, bir tren gelip geçti, kara bir tren. Yanımızdan ıslık gibi geçerken bütün
pencerelerinin aydınlatılmış olduğunu gördüm. Ne olabilirdi? Bu saatte tren
olmaması gerekirdi. Korkarak bakıyorduk. Koca makinenin ocağı kükrüyor
du. Kürek kürek kömür atıyorlardı, kıvılcımlar geceye saçılıyordu . Korkunç
tu. M akinist, solgun, hareketsiz, taş gibiydi parlak ışıkta. Babam tanımamıştı,
kim olduğunu bilmiyordu. Sanki doğru karanlığa; sonsuz, uzak karanlığın i
çine doğru sürüyordu.
Korku içinde, soluk soluğa, bu yabani nesnenin ardından bakakaldım. G ece
yu tuvermişti onu. Babam yukarı çıkmama yardım etti, acele acele evin yolunu
tuttuk. 'Tuhaf! N e. treniydi acaba bu? M akinistini de hiç görmü şlüğüm yok"
dedi ve sustu .
Tir tir titriyordum. Benim uğruma olmuştu bu; ben im için . N e demek istedi
ğini anlıyordum. U ğrayabileceğim korkunun bütünüyd ü , bilinmeyenin k'Or
kusuydu bu; babamın bilemediği, beni ondan kurtaramadığı. Benim için dün
ya, yaşayacağım garip hayat böyle olacaktı; herkesin tanındığı, güven içinde
olan babamın hayatı gibi bir hayat değil; sonu olmayan karanlığa ateşler için
de hızla dalıyordu.
358
MA R iNA TS VA TA YEVA
1892 - 1941, SSCB
MA YAKOVSKİ'YE
H açlardan ve bacalardan yüksek,
Vaftiz edilmiş, ateşte ve dumanda;
Ağır adımlı melek
Selam Vladimir, selam yüzyıllara!
359
A R CHIBA L D MA CL EISH
1892 - 1982, ABD
İSPANYOL ÖL ÜS Ü
Bunun hesabı sorulacak
G özyaşlarının hesabı sorulmadı ama sorulacak
361
MAR T ÖNCESİ
M artının görü n t ü süyle martı
Suda birleşirler
B ü t ü n giin onu d ü şü n d ü m
B i r şey kalmad ı o yıldan artık
(Soluk otlar var
Tuz renkli)
Tuzla
Çlirüttüğümüz
Y �lnız yapraklar kaldı o günlerden
G erisini h ep temizledik güz akşamlarında
Bir şey kalmadı o yıldan artık yaşayışlarımızda yapraklardan
başka
Bir şey olmamış gibi sank i
San k i sevgilerimiz sevgilerimiz yaşayışlarımız hep d eğişmiş
K endimiz bile yabancıyız o anılara
N eden ağlıyayım bun lar için
ona ne verdim ki
Acılardan acılard an acılard an başka
M artı
G ör ü n t ü sü yle birleşir kış sularında
362
CESA R VA LL EJO
1893 - 1 938, Peru
KA RA TA Ş A KTA Ş ÜSTÜNE
Paris'te öleceğim boşanan yağmurlarla,
anısını şimdiden yaşadığım bir günde.
Paris'te öleceğim -bu da koymuyor bana
belki de bugün gibi, bir güz Perşembesinde.
363
Wallcjo
BİR İSPANYOL
CUM HURİYETÇİSİNE A CIT
Bir kitap duruyordu yerde, cansız belinin yanında,
filiz sürü yordu bir kitap ölüsünün üstünde.
Alıp götürdüler yiğidi,
ve somut, mutsu z ağzı karıştı soluğumuza;
hepimiz terliyord uk, gövdelerimiz bir yük;
dolanan ay ardımızda;
ölüsü de terliyordu acıdan .
36-4
A V UÇLAR VE GİTAR
Şimdi, ikimizin arasına, buraya,
benimle gel, bedenini elinden ı u t gtcir
birlikte yudumlayacağız ve bir an i\ iıı geçeceğiz yaşamdan
·
365
Wallejo
Şimdi,
ikimizin arasına, getir
ince kişiliğini elinden tutup
birlik le yudumluyacağız ve bir an için geçeceğiz yaşamdan
ölümümüze ortak iki yaşama.
366
D rieu La R ochelle
PIER R E DR IE U LA R O CHEL L E
1893 - 1945, Fransa
GİZLİ Ö YKÜ'DEN
Çbcukluğuma dönüyorum, bütün olup biten lerin nedenini orda bulmak
mümkü n olduğu için değil, varlık tümüyle tohumun içinde olduğu ve yaşa
mın her yaşı arasında �lişkiler bulunacağı için . Melankolik olarak doğdum
ben , bir yaban olarak. insanların oklarına hedef olmadan , yaralanmadan, ya
da onları yaralımış olmanın pişmanlığı içimde yer etmeden önce kaçmaya baş
lamıştım insanlardan . Evin ve bahçenin gizli köşelerinde gizli ve kaçak bir
şeyleri tatmak için kendi üstüme kapanırdım. Daha o zamanlar, sonradan o
layların seline katılıp sürüklendiğimden çok daha açık olarak bende, benim
olmayan , benden daha değerli bir şeyler bulunduğu n u seziyor, biliyordum.
Bunun tadına ölümde, yaşamdan dah a çok varılacağını da seziyordum. Yalnız
ortadan yitmeyi, bizimkilerin elinden kurtulmuş olmayı oynamak değil, 'öl
müş olmayı" oynamak da geldi başıma birkaç kez. Evin sessiz bir köşesinde,
annemle babamın evde olmad ığı bir saatte bir karyolanın altına uzanmak,
kendimi bir mezarın içindeymişim gibi duymak hüzü nlü, tadına doyum ol
maz bir sarhoşluktu benim için . D insel eğitimime, cennet-cehennem konu
sunda durmadan söylenenlere karşın , ölmüş olmak,burda ya da orda olmak,
gözle görülen yerlerde olmak değil, karanlık el değmed ik bir yerde olmaktı.
D aha doğrusu hiçbir yerde olmamak, ne benden ne başkalarından gelen, ya
şayan, gözle görülen, ama aynı zamanda yaşamayan, gözle görülmeyen, gene
de yaşayan, başka bir biçimde sonsuz bir özlemle istenen , başka bir biçim al
tında yaşayanların ince, uçucu sözle anlatılmaz bir şeyin damla damla düştü
ğün ü du yabileceğim bir yerde, daha doğrusu hiç bir yerde olmamaktı.
Bir gün, insanda kendin i gösteren bir edim olduğunu öğrendim; intihardı adı
bu edimin . Çhk iyi hatırlıyorum, din lediğim bir konu şmanın ardından, bir in
sanın 'kendini öldürebileceğini" anlamıştım. Az önce sözünü ettiğim çok ya
kından bildiğim o oyunla bu edimin arasında belli bir hağ kuru p kurmadığımı
pek bilemeyeceğim, ama sanmıyorum bunu. Bildiğim bir tek şey var: Bu elde
ki imkanı korkunç bir kolaylık olarak gözümün önüne getirmiştim. Bu in sa
nın aklını başından -alıcı son uç, bu davranışın çaresiz gücü gözlerimi kamaştır-
368
mış, yatağın altındayken birçok kez duyduğum o ince, tatlı, biraz sancılı ve
nefis bir biçimde ender heyecanı uyandırmıştı. Bu davranışta.ki zevkin de öte
sine geçen zevk, bu intihar davranışının bir yalnızlık oluşu, insanın bütün
gözlerden uzak , karanlığa ve sessizliğe gömülmüş, kendini sonsuzluğa bırak
mış, kendi dışında yitmiş, içimde damla damla aktığını duyduğum o gücün e
line hayranlık verici bir biçimde bırakmış olmasaydı.
Yerini ve saatini hatırlıyorum. Bir kış sabahıydı, külrengi gökyüzü bugünmüş
gibi gözümün önünde. Yemek odası korkunç soğuktu. Pencereden M alesher
bes semtine giden geçitin karşı kıyısındaki evin çinko rengi duvarını görüyor
dum. Büfenin çekmecelerinden birini çektim, usulca, hiç ses çıkarmadan bir
bıçak aldım. Elimdek.i bıçağa bakar bakmaz, bu çelikte bulunan her şeyi bir
anda kavrayıverdim. işte bilmeden her gün elime alıp kullandığım nesne, işte
eliınde bir anda bir tabu olan bıçak. çevremdeki nesnelerin gizi yavaş yavaş
kalkıyordu. çekmecenin dibindeki kırmızı çuhanın üstünde parlıyordu bıça
ğın keskin ağzı. Ve bir tek değildi bu, yirmi tane, otuz tane bıçak vardı çeşitli
boylarda, büyüklü küçüklü. içlerinden kocaman birini, bir et }?ıçağını aldım .
Ama hemen aldığım yere bıraktım: çekmemişti beni bu bıçak. ince, yumuşak
bir şey olmalıydı benimki. Şu küçük meyve bıçağı örneğin , ucu sivri, bir ar
muta ya da şeftaliye bir dokunuşta giren. Parmağımla ucunu yokladım, yok
ladım ve duydum. Yavaşça itiyordum, daha hızlı itiyordum, daha hızlı itiyor
dum. Canımı acıtmaya başlamıştı, bıraktım. Sonra merakımın, önüne geçil
mez istemimin yeni bir atılımıyla yeniden başladım, daha hızlı, daha hızlı...
D uyduğum acı birden nitelik değiştirdi; daha yoğunlaştı, daha keskinleşti ve
parmağımın ucunda bir damla kan belirdi. Ağzı_açık kaldım: Demek böylece
olabilirdi. Yaşamım boyu ilk kez ağlamadan, geri çekilmeden kanıma baktım.
Hayır, korkmadım değil, korktum, ama korkumu kabullendim, kendimi on
da buldum, onu kendimde bir başka şeye alıştırmak, değiştirmek istedim.
Bir süre oynadım kanımla, �amla damla çıkararak. Sonra koridorda bir gü
rültü oldu, bıçağı aldığım yere, al çuhan ın üstüne bıraktım. Hiçbir değişikliğe
uğramamıştı, olduğu gibi kalmıştı, ilgisizdi - anlaşılmaz ve anlatılmaz bıçağı.
Sonra odama kaçtım. Kaçmak, nasıl da severdim kaçmayı. Tıpkı küçük bir
orman hayvanı gibiydim, temiz, çevik, uyanık, kendinciliklerle dolu; en kü
çük bir seste yiten - ne bir kadının, ne bir erkeğin hiçbir ı.aman ele geçireme
yeceği bir sincap ya da bir gelincik.
Altı yedi yaşlarında olmalıydım o sıralar. Çlinkü yedi yaşımın içindeyken ay
rıntılarına değin hatırladığım bu olayların geçtiği evden taşınmıştık. Yandaki
duvar, büyük çinko kaplamalarıyla bugün bile gözümün önündedir.
Konuya dönüyorum. Bu arada, bana öyle geliyor ki her şeyi unutmuştum. O
sabahki duygularım, düşüncelerim bir anda başka duyguların içinde yitmişler
di. Al çuhayla kaplı çekmeceye döndüysem, bunun nedeni alışkanlığın insan
da da, hayvanda olduğu gibi, bir anda doğmasındandı. Bu kez daha ileri git
tim: küçü bıçağı çıkarıp çekinmeden korkusuzca yokladıktan sonra, giysileri
mi aralamış, mintanımın düğmelerini açmış ve bıçağın ucunu yüreğime doğru
götürmüştüm. Bu belki, bana yüreğimi buldurdu. Pantolonumun önünü çö
züp bedenimin bir bölümünün cinsiyetim olduğunu anladığım gün duydu
ğum heyecan daha dokunaklı olmamıştı. Bıçağı bir az iteledim, çok değil. Par
mağımın ü stünde ittiğimden daha az itiyordum; çünkü seziyordum ki bu kez
iş daha ciddiydi. Birden, gerçekten korktum. Korkuyla baktım fanilamı delen
369
Rochelle
sivri ucunu elimde duyduğum bıçağa. İstemim benden kurtulduğunda ona ge
çiyordu. Benimkinden başka bir istem mümkün oluyordu. Bu sapta, bu tah
tada, bu demirde birikmeye başlamıştı yazgı. çektim bıçağı, yü züme doğru
kaldırıp yepyeni bir gözle, insanın gizli ve tanıdık nesnelere, kutsal nesnelere
karşı duyduğu o korku ve kutsama karışımı içinde inceledim. Bir kez daha
yaklaştırdım göğsüme, bana karşı özel, aykırı bir biçimi olan bu yeni nesneyi.
Bu kez canımı iyice acıtana değin batırdım, daha önce parmağıma yapmış ol
duğum gibi. Ama göğsüm parmağım değildi. Bambaşka bir şeydi söz konusu
olan , oysa mutlak aynı şey olması gerekiyordu . Canımı acıttım; daha kötüsü :
kendi canımı kendi elimle acıtıyordum. O canımı acıtıyordu. Artık korku de
ğil, bir cansıkıntısı tepkisi, kızgınlıktı duyduğum. Bıçak ve ben , iki ayrı şey
dik . . Canımı acıtan, canımı acıtmak isteyen bıçaktı; istem imin kavrayamadığı
ondaki istem benimkine karşı koyuyordu. Kötü , tehlikeli, tik sindirici olmaya
başlamıştı. çekmecedeki düzeni düşünmeden kızgınlıkla fırlaı ı p attııp içine ve
sürdüm çekmeceyi.
Bir süre sonra artık düşünmüyordum onu. Alışkanlık da kenti ı n den kuşkuya
düşüyor. Bu olmasa, kimbilir?. . . .
Bu, Kendi içinde hiçbir karşılığı olmayan, intihar düşüncesiydi. Bu dü şünce o
günden bu yana sık sık belirdi kafamda. Ama artık içinde bulunduğum du
rumların sonucunda oluyordu bu . Yaşam içinde tutulacak yolun bir ucuna
gitmiştim: G üçlük�er, sıkıntılar, ezilmelerle karşılaşıyordum. K arşılaşır karşı
laşmaz da intiharı düşünüyordum. Ama bu hiç mi hiç aynı şey değildi. Bana
pu isteği veren artık bir taşkınlık, bir merak değildi; gi.!çsüzlük, yorgunluktu.
intiharın gerisinde. bulduğum düşünce de aynı değildi. ilk kez bu 'gerisi" ya da
'otesi" bilinmeyen bir şeydi benim için, belirlenmemiş, adlandırılmamış, anla
tılmayacak bir şeydi. Şimdi tam bir hiçlik ..
G ene de en sıkıntılı, en boğuntulu anlarımda ortaya çıkan bu intihar düşünce
si her zaman baştan aşağı pis bir dü şünce midir? diye soruyorum kendi kendi
me. Bu soruyu özellikle kendim için soruyor değilim. Her kendin! öldürende
hemen her zaman 'belki her zaman) temiz bir yan , bir öğe vardır. intiharı yal
nız toplumsal bir edim olarak gören biri için bile böyledir bu ...
il
... her şey gittikçe hızını artırarak uzaklaşıyordu benden , kendi yaşamımın ve
''yakınlarımın 'kinin yararı, Fransanınki, Almanyanınki vb. gittikçe daha bi
linç sizleşen ve bırakılmış, ufacık bir parçası olduğum bu ordunun korkunç ve
iğrenç varlığı her şeyi düşürüyordu gözümden : Yeri, göğü , yıldızları... her şe
yi. G örüş alanımı kaplayan korkulu bir dü şte gittikçe büyüyen · bir ejderha gi
bi görü ş alanımın her yanını kaplayan bu korkunç haksızlık önünde doğa yok
oluyordu. Bir zamanlar, geçici ve süslü yanlızlığımın tadımları için güzelim
bir biçimde dayanmış olduğum doğanın bu silinişiyle birçok şeyler de birlikte·
yitti.
Ambar gibi bir yerdeydim. Akşam değil sabahtı. Bir başımaydım. Arkadaşlar
dışardı, meyve bahçesinde oyalanıyorlardı. Bir tüfekle insanın kendi kendini
nasıl öldüreceğini biliyordum: ayağından postalları ve çorapları ç ıkaracaksın ,
ayağının baş parmağını tetiğe dayayacaksın. Kardeşime çılgın , tatlı, küçük bir
mektup yazmıştım - kardeşimi çok sevdiğimi de o anda anlamıştım - benden
çok genç, çok iyi ve eli kolu bağlı kardeşimi. Elimdeki tüfeğin küçük kara yu-
370
varlağına, o çelik boruya baktım . Ve korktum. N asıl korktum bilmiyorum.
Bildiğim ertesi gün ilk çarpışmada hiç- korkmamış olmamdır. Şüphesiz, yal
nızlık. için yeterince olgun değildim - oysa ne kadar deneyini yapmıştım bu
nun! intiharın bu 'Ustün" yalnızlığı benim için çok fazlaydı o sıralar. Herkesle
birlikte ölmeyi, arkadaşlarımla, bu az önce aşağıladığım insanlarla bitmeyi ö
lüme yeğ görüyordum.
O sıralardaki kişiliğime bugün de saygım var. Kendi bulaşık suyunu, büyük
ortak çorbaya yeğ gören, biraz sonra çevresinde vınlayacak yüz bin kurşun
dan birini, mücevher kutusundan bir mücev.her alırcasına seçmeye kalkan bu
çıtkırıldım, bu delibozuk adamı seviyorum. işte bireycilik, Ekim D evrirni'den
üç yıl önce böyle can çekişiyordu .
371
VLA DİMİR MA YA KOVSKİ
1893 - 1930, R usya 1 SSCB
372
Sonra sarhoş bir gövdenin dişleri arasına,
boruyu bakırdan bir simit gibi soktu;
üflüyor, göbeğin içinde
hıçkırıkların ç ılgınca uğuldamasını din liyordu.
373
M ayakovski
BENİ DİNLEYİN!...
Beni dinleyin !
Yıldızlar gökte ışıdığına göre
birinin buna ihtiyacı var.
D emek qiri onların var olmasını istiyor.
D emek bu minnacık tükürüklere inci adı veren var?
Öğleyin toz bulutlarına
boğulariık
tanrıya koşar,
geç kalmak korkusuyla
ağlar,
damarlı elini öperek
ille yıldızın çıkmasını
yalvarır!
Yaldızın yokluğuna dayanamıyacağına
·
yemin eder.
Sonra da
kuşkulu ama dıştan sakin bir halle
dolaşır durur.
Birine,
- 'Sen iyisin değil mi?
Korkmuyorsun artık,
Öyle mi" der.
D inleyin !
Yıldızları
yakan varsa,
demek birisine lazım bunlar.
D emek her akşam çatıların ü stünde
bir yıldızın olsun yanması
vazgeçilmez birşey!
374
LILI
(Mektup yerine)
375
M ayokovski
Ne olursa olsun,
aşkımın
ağır kılıcı
nereye kaçsan -
üstüne asılı...
376
Telaşlı günlerin hengamesi
kitaplarımın sayfalarını dağıtır,
sözlerimin kuru yaprakları
onu heyecanla soluyarak
ı:f urdurabilecek mi?. . .
Bırak d a
uzaklaşan adınilarının altına
son şefkatimi sereyim !
377
M ayakovski
UM UT
D oldur yüreğime
kan doldur
kabarıncaya kadar damarlarım!
Tepeleme fikirler sok kafatasıma!
Yaşadım ben
son u n a kadar yaşamadım
dah a h akkım var
ve sevmedim bu d ü n yada
h akkım olanı sonuna kadar ..
B ir devdiın ben
devdim ama
neye yarar?
Bir p ire de yapardı yaptığım işleri:
Katlanmış bir gözlük misali kılıf-odamd a
sabahtan akşama d izeler yazdım . .
Oysa bir alay şey gelird i elimden
ve h azırım h epsini bedava yapmağa
Ortalık siler süpürür
çamaşır yıkarım
elbise fırç alar
d ü ğme d ikerim.
gözcülük de gelir elimden
nöbet tutarım.
Kap ıcı yerine de kullanabilirsin iz ben i
istersen iz tabii . .
K ap ıcı denen şey
sanırım
sizde d e vardır?
Şen şakrak biriydim ben .
ama söyleyin neye yarar bu sevinç
in sanlar sınırsız bir acın ın ortasında yüzerken ?
D işler
ısırmak için gösterildi benim çağımd a
eller
k ırmak iç in.
N asıl acı çek ilir
378
bunu siz
nerden bileceksiniz!
D iyeceğim şu ki..
bir maskara da hazan
işinize yarayabiliı_'
modası geçmiş şiirler yazan
teşbihli meşbihli
elçabukluğu marifet
kime niyet kime kısmet
misali dizeler döken bir maskara -şair..
Bir hünerim daha vardır:
Sevmesini bilirim . .
Ama karıştırmayalım bunu şimdi hiç !
·
379
iV ayakovski
aşacaktır şüphesiz.
Ve bundan böyle derim ki
sevmediğimiz ne varsa sonuna kadar
sevelim
acısını çıkarırcasına. . .
Dirilt beni
günlük hayatın o saçma
o ahmakça yanını"reddedjp
seni bir şair gibi
bekledim diye
dirilt beni
sadece bunwı için dirilt!
D irilt beni
en doğal hakkımı istiyorum!
O hizmetç i-aşk olmasın diye artık
evlenmeler
zinalar
başlıklar olmasın diye
ve aşk
iki kişilik yataklardan
öfkeyle fırlayıp
bütün evren boyunca
salına salına dolaşsın diye
dirilt
dirilt
insanlar
acıyla soysuzlaşan gün ışığını
artık ağlayarak dilenmesinler diye
dirilt beni.
D irilt ki
'Yoldaşlar !" diye kopan bir çağrıda
tüm in sanlar doğrulsun
köpek yuvasını andıran evlerden kurtulmuş yaşamak için.
Dirilt
evet
dirilt ki
bundan böyle
aile
denen şey
baba
hiç değilse tüm evren
ana
hiç değilse yeryüzü olsun.
l80
İMAN
İstediğiniz kadar uzatın bekleyişi
gördüğüm şey öylesine berrak
ve bu berraklık bir masal gibi
öylesine bırakmıyor ki beni
şu uyağı koyunca
çok daha gü zel bir hayata tırmanacağım
ikinci dize oyunca.
En basit bir soruya bile ihtiyacı yok artık :
Tüm ayrıntılarıyle görüyorum işte
nağme nağme yükseliyor
taş taş üstünde yükselir gibi
ve ne bir pislik ne de bir toz zerresi
tüm hatlarıyle görüyoru.m yükseliyor
pırıl pırıl yüzyıllardan katlarıyle
�nsanları diriltme atölyesi..
işte
geniş alınlı kimyager
deneylerin kırışıklığı
çehresinde.
Kitaptan
- 'Bütün D ünya'tlır adı kitabın
şöyle bir sayfa açıyor:
Yirminci Yüzyıl..
'K imi diriltsek acaba?.
M ayakovski 'yi?.
Yok canım! Yeni baştan yaşatmaya değmez o şair ..
Daha güzel daha değerli daha iyi
birini arayalım .. "
381
M ayakovski
382
B runo S c/ıu/z
.
Kendi Portresı
JS.5
BR UNO S CH ULZ
1893 - 1942, Polonya
384
dalara girerdi.
O yazın akşamlarını, son gösteri bitene kadar kentin tek sinemasında kalarak
geçirdim.
Kısa ömürlü ışıkları ve gölgeleriyle o sinema salonunun karanlığından çıkıp,
tıpkı fırtınalı bir gecede bir hana sığınırmışcasına o sessiz, aydınlık fuayeye ge
çerdiniz.
Filmdeki fantastik maceralarından sonra insanın çarpan kalbi, aydınlık bekle
me odasında, o kocaman, dokunaklı gecenin vurucu etkisini dışarda bıraka
rak sükunet bulabilirdi. Zamanın durduğu bu emin barın�kta anpullerin yay
dığı steril ışık dalgaları, projd. siyon makinesinin yavan homurtusuyla belirle
nir ve gişecinin kutusunun Leınposuna uygun olarak devam ederdi.
Son trenin kalkmış olduğu bir istasyonunun bekleme salonu gibi, gecenin geç
saatlerinin can sıkıntısına dalan o fuaye, bazen varlığın son dakikalarının fo
nunu, her şey gelip geçtikten, hayatın kargaşası tükendikten sonra arta kala
cak birşeyi andırırdı. Büyük, renkli bir afişte Asta Nielsen, alnında ölümün
kara izi, ağzı son bir haykırışla açık, insanüstü bir çabayla büyümüş gözleri
harikulade güzel, ebediyyen sendeleyerek yürürdü.
Gişe memuresi çoktan evine gitmiş olurdu. Bu saatte küçük odasında, onu
uykunun karanlık iç göllerine götürecek bir gemi gibi bekleyen dağınık yata
ğının başında, bir telaş, dolanıyordu herhalde. Gişede oturan kişi, rüyada ve
ya hayalde görülünce sahibinin ölümüne işaret ettiği farzolunan bir tayftı sa
dece. Yorgun, ağır makyajlı gözlerle ışığın boşluğuna bakan, ampullerin saçtı
ğı altın mahmurluk tozunu dağıtmak için düşüncesizce kirpiklerini kırpıştıran
bir göz aldatmacası, bir hayaldi. Kimi zaman, kendisi de gerçeklikten yoksun
olan itfaiye çavuşuna solgun bir tebessüm gönderirdi. Çıvuş, parlak miğferi
nin altında ebediyyen hareketsiz, apoletleri, gümüş şeritleri ve madalyalarının
sığ görkemi içinde, duvara yaslanıp dururdu. Geç temmuz gecesine açılan ka
pının camları, projeksiyon makinesinin ritmine ayak uydurarak sar'sılıyor, a
ma ampulün cama yansıması, uçsuz bucaksız yf.yılmış karanlığın uzağında,
fuayenin emin barınak görüntüsüne katkıda bulunarak, geceyi yalınlıyordu.
Sonunda fuayenin büyüsü bozuldu: Cam kapı açıldı ve kırmızı perde, her şey
hükmeden gecenin nefesiyle şişti.
Emin bir sığınağın cam kapısını açıp bir temmuz gecesinin uçsuz bucaksızlığı
nın içine yapayalnız adım atınca zayıf ve marazi bir liseli çocuğun içine çöken
macera duygusunu tahaylül edin. Bitmez tükenmez gecenin kara sazlık ve ba
taklıkları arasından güçlükle ağır ağır ilerleyecek mi ebediyyen, yoksa bir sa
bah emin bir limana mı ulaşacak? Tek başına gezinmesi kaç yıl sürecek?
Bugüne kadar hiç kimse bir temmuz gecesinin topografyasının çıkarmadı. Ki
şinin iç kozmosunun coğrafyasında kaydedilmemiş olarak kalpı bu.
Bir temmuz gecesi! Böyle bir geceye benzeyen başka ne var? insan onu nasıl
tasvir eder? Muazzam bir kara gülün, bizi yüzlerce kadifemsi taçyaprağının
rüyalarıyla örten bir gülün nüvesiyle mi kıyaslıyayım? Gece rüzgarları tüy gibi
yumuşak göbeğine eserek açar onu ve rayihalı derinliğinde, yukarıdan bize
bakan yıldızları görebiliriz.
385
Schulz
bir gece treniyle mi? Bir temmuz gecesinin içinden yürümek; uyuyan yolcular
arasından, dar ve kuranderli koridorlar boyunca, havasız kompartımanlan
geride bırakarak, her tehlikeyi göze alıp, bir vagondan diğerine geçmeye ben
zer.
Bir temmuz gecesi! Alacakaranlığın gizli sıvısı, karanlığın canlı, tetikte ve de
vingen maddesi, ardı arkası gelmeksizin kaostan bir şeyler biçimlendiriyor ve
derhal her biçimi reddediyor. Uykulu bir gezginin yolu boyunca dizilen ma
ğaraların, kemerlerin , kuytu köşelerin ve girintilerin oyuldu ğu kara tahta...
D urmak sızın konu şan bir gibi, gece, yalnız bir hac yolcu sun a eşlik ediyor.
kendi görüntülerinin dairesine kapatıyor onu, bıkıp usanmadan yaratıp , fan
teziler kurarak, onun aklıı:ıa yıldızlı mesafeleri, beyaz saman yollarını, birbiri
ni izleyen kolizeumlar ve forumların labirentlerini getiriyor. Gece havası: Şa
kacı bir tavırla, yasemen rayihası, ozon şelaleleri, kara küreler gibi; karanlığın
kara suyla dolup taşmış, sonsuz, canavar misali üzümlerine yükselen ani, ha
vasız, atıklarla yol yol lekelenmiş kadifemsi yoğun luklar meydana getiren o
kara Proteus! D irseklerimle kendime yol açarak bu sımsıkı geçitlerde ilerliyo
rum, taklarla alçak kemerlerin altından geçebilmek için başımı eğiyorum ve
birden tavan, yıldızıl bir iç çekişle kırılıp açılıyor, geniş ve ufak bir kubbe bir
an kayıp gidiyor ve ben yeniden dar duvarlar ve geçitler arasına sürükleniyo
rum. Bu havasız körfezlerde, karanlığın bu girintilerinde, gece gezginlerinir:
arkalarında bıraktığı konuşma kırpıntıları havada asılı kalıyor, yazı parçacık
ları afişlere yapışıyor, bir ölçü kayıp kahkaha çalınıyor kulağa ve gece melte
minin dağıtmadığı fısıltı ç ileleri açılıyor. Bazen gece, kapısız bir küçük oda gi
bi kapanıyor üstüme. U ykuya yenik düşüyorum ve bilemiyorum, hala bacak]
rım taşıyor mu beni, yoksa gecenin o küçük hücrelerinden birinde çoktan isti
rahate mi çekildim? Ama sonra yine kokulu dudaklarım yüzmeye bıraktığ::
kadifemsi sıcak bir buse hissediyorum, bazı panjurlar kapanıyor, bir pencere
pervazını aşarak uzun bir adım atıyorum ve düşen yıldızların eğrisi altında ge
zinmeye devam ediyorum. ,.
G ecenin lfıb irentinden iki gezgin peyd ahlanıyor. Bir şeykr dok u yorlar aralarım
da ve karan l ı ğın iç inden uzu n, umutsuz bir konu şma or güsü ç ekiyorli.lr. Bi:
tanesin in şem siyesi yeknesak ça vuruyor kaldırıma (böyle şemsiyder yıldız ya
da akanyıldız yağmu rundan korunmak iç i n taşınır) ve küremsi, melon şapka
lar içinde büyük kafalar oraya buraya yuvarlanmaya başlıyor. K imi zaman da
kara, kısık bir gözün suçortağı bakışı bir dakika durduruyor beni ve eklemleri
fırlamış iri, kemikli bir el, bir bastonun tutamağını bırakmaksızın tutarak, bi!
geyiğin boynuzu ndan yapılmış bir sapı sımsıkı kavramış, sekerek gidiyor ge.
cenin içinde (böylesi bastonlara bazen uzun, ince kılıçlar saklanır).
Sonunda, gece, şehrin varoşlarında oyu nlarından vazgeçiyor, pe.çesini çıkartı·
yor, ciddi ve ebedi yüzünü seriyor ortaya. Çevremizde gözü aldatıcı halüsina.ı
yon ve karabasan labirentleri kurmaya bir son veriyor ve ardına kadar açıyo
yıldızli ebediyetini. G ökkubbe sonsuzluğa erişiyor, burçlar sanki bir şey ila
etmek isı iyormu ş gibi, korkutucu suskun luklarıyla nihai olan bir şeyi duyuı
m ak istiyormu ş gibi, semada büyii i li şekiller çizerek, zamandan boşalmış ko
n umlarında görkemlerini dile getirırcesin e parıldıyorlar. Bir uzak dünyalarm
pırılt ısı, kurbağa vırak laması gibi gümüşi yıldızlı bir sohbet ... Temmuz seması
inan ılmaz bir akanyıldız tozu dağ ı r ıyor ve kozmos sessizce emiyor bu nu.
G ecenin bir saatinde -burçlar hiı l a ebedi rüyalarını görürlerken kendimi te�
386
sokağımda buldum. Öbür uçta, yabancı bir koku yayarak, bir yıldız ışıldıyor
du. Evin kapısını açtığımda, 'tıpkı karanlık bir tüneldekini andıran bir hava
cereyanı hissedilebiliyordu. Yemek odasında hala ışık vardı, pirinç bir şamdan
da dört mum yanıyordu. Eniştem henüz gelmemişti. Ablam gittiğinden beri
sık sık yemeğe yetişemez olmuştu, kimi kez gecen in geç saatlerine kadar dön-
. meı.di. U ykudan uyanır, onu yüzünde kasvetli ve düşünceli bir ifadeyle giysi
lerini çıkarırken görürdüm sık sık . Sonra mumu üfler, tamamen soyunup, se
rin yatakta uzun süre çırılçıplak, uyumaksızın yatardı. U yku onun iri vücudu
na adım adım hakim olabilirdi ancak. H u zursuzca b ir şeyler mırıldanır, şiddet
le solur, iç çeker, göğsünde�.i hayali bir yükle boğu şurdu. B.azen yumu şak , ku
ru hıçkırıklar koyuverirdi. Urkerek, karanlıkta sorardım: 'lyi misin, K arol?",.
ama bu arad a o, bir horlama tepesine zahmetle tırmanarak, rüyalarının dik
patikasında yola koyulmuş olurdu.
G ece şimdi açık pencereden yavaş yavaş soluyordu. Büyük, şekilsiz kitlesinin
içine serin, hoş kokulu bir mayi boşaltılıyordu, karanlık eklemler gevşeyerek
ince koku dereciklerinin sızmasına i:Z.in veriyordu . K aranlığın ölü maddesi, içe
çekilen yasemen rayihası halinde uçuşarak kurtuluşu arıyordu, ama gecenin
şekillenmemiş derinlikleri yine de ölü ve kurtuluştan uzaktı..
Bitişik odanın kapısının altındaki huzme, tınlayan ve duyarlı altın bir sicim gi
bi, beşiğinde sızıldanan çocuğun uykusu gibi, ışıldıyordu . Okşayan bir kırıltı
duyulabiliyordu oradan , sütnine ile bebek arasında bir idildi bu. Pencerenin
ardındaki karanlıkta, içeride parıldayan hayatın ılık kıvılcımının cazibesine
kaP.ılarak toplanan gece cinleri çemberinin tam ortasında, bir ilk aşk idili...
üte tarafta boş bir oda, onun berisinde de annemle babamın odası vardı. U y
kunun eşiğindeki babamın , bu uçuşa kendini tüm benliğiyle adamış olarak ,
uykunun havai yollarında vecde kapılmış halde n asıl süzüldüğü n ü duyuyor
dum. Ahenkli ve nüfuz edici horlayışı, uykunun bilinmeyen kördüğümlerinde
·
387
L . F. CELiNE
1894 - 1 961, Fransa
Böyle gecelerden birinde, tam da bir başka tramvaya binmiştim ve son durak
olduğu için dikkatle iniyorduk ki, biri adımı sesleniyormuş gibi. 'Ferdinand!
Hey F erdinand !" O yarı karanlığın içinde ister istemez bir skandal duygu su u
yandırıyordu. Hoşlanmazdım bundan . D amların tepesinde, gökyüzü su oluk
larının birbirinden ayırdığı, sopsoğuk küçük paketler halinde kendini gösteri
yordu. M utlaka bana sesleniyorlardı. G eriye dönünce, Leon 'u hemen tanı
dım. Fısıltılar arasında beni buldu ve oturup hesaplaştık paşbaşa.
O da diğerleriyle birlikte büro temizliğinden dönüyordu. iş diye bula bula bu
nu bulm u ştu. Kostaklanarak yürüyordu, azbuçuk sahici bir haşmetle, sanki
tehlikeli, kentte sözümona kutsal sayılan bir şeyleri yerine getirmişmiş gibi.
Bu bütün gece temizlikçilerinin bastığı havaydı esasen , daha önceden farket
�iştim bunu. Yorgunluk ve yalnızlık içinde insanlar tanrısal olanı salgılıyor.
içinde durduğumuz mavimsi yarı karanlıkta, gözlerini her zaman olandan da
ha çok açtığında, onun da bakışları o tanrısallıkla doluydu. O da biraz önce
bitmek tükenmek bilmeyen uçsuz bucaksız lavaboları temizlemiş, bin a katla
rının oluşturduğu gerçek dağları ve ü stüste yığılmış sessizliği cilalamıştı.
Şunları da ekledi: 'Seni hemen tanıdım be Ferdinand ! Tramvaya binerkenki
tavrından tanıdım ... Emin ol, hani kadınsız kaldığında öylesine sıkıntılı bir
halin olur ya, işte o �anlarki tavrından tanıdım hemen . Oyle değil mi? Sen
öyle yapmaz mısın?'' Oyle yaptığım doğruydu. Sahiden de açık kalmış panto
lon düğmeleri gibi bir ruhum vardı benim. Dolayısıyla bu dosdoğru gözlemde
ben i şaşırtacak bir şey olamazdı. Ama beni asıl onun da Amerika'da başarıya
ulaşamamış oluşu şaşırttı. Benim yaptığım tahminlerle hiç de uyuşmuyordu
bu.
Ona San Tapeta'daki forsalar dümeninden sözettim. Ama ne demeye geldiğini
bile anlamadı. "Ateşin var senin !" diye karşılık verdi sadece. O buraya şilep ü
. zerinde gelmemişti. F ord 'a kapağı atmak için epey uğraşmış ama gerçekten de
pek sahte olan belgelerini göstermekten korktuğu için vazgeçmişti. ''Ancak
388
cepte taşınmaya yarıyorlar" diye açıklıyordu kağıtlarının durumunu. Temizlik
ekiplerinde iş bulmak içinse, içinde bulunduğu koşullarda pek wrluk çıkmı
yordu. Verdikleri para da pek fazla değildi, ama birbirlerine yardım ediyorlar
dı. G ecelerin yabancı lejyonları gibiydiler bir tür.
- Ya sen , sen n 'apıyorsun ? d iye sordu bunun ü zerine. H er zamanki gibi aylak
mısın ? D aha yetmedi mi geçirdiğin badireler? Yolculuk etmekten h ala bıkmadın
mı?
- F ransa'ya dönmek istiyorum, dedim ona, bu kadar yeter artık, h aklısın, ye-
·
ter . . . .
- D aha iyi yapıyorsu n , diye karşılık verdi, çünkü biz artık papazı bulduk . . .
F arkına bile varmadan ihtiyarladık , bilirim b u n u n ne old u ğunu . . . Ben de is
terdim geri dönmeyi, ama hep kağıtlar yü zünden ... D aha sağlamlarını bulan a
kadar biraz daha bekleyeceğim . . . Yaptığımız işin kötü old u ğu da söylenemez
be. D aha beterleri var. Ama ingilizce ö ğrenemiyorum . . . Otuz yıldır temizcilik
te olup da, yalnız bu işi yaptığı halde bir 'E xit" bir de 'Lavatory'tlen başka şey
öğrenmemişler de var, o da parlattığımız kapıların ü st ünde yazdığı için . Anlı
yorsun ya?
Anlıyordum. E ğer M olly'yi kaçıracak olsaydım, ben de gece işinde çalışmak
wrunda kalacaktım.
Bun u n bitmesi için bir neden yok .
Sonuçta, insan savaşta olduğu sürece barışta herşeyin daha iyi olacağını söylü
yor ve sonra da bu umudu bir şeker gibi tıkınıyor ve derken bir bakıyor ki o
da bokt an başka bir şey değil. K imseyi tiksindirmemek için bunu baştan söy
lemeye çekiniyor insan. N aziğiz ya!.. Ve sonra, bir gün ü n birinde, herşeye
rağmen herkesin karşısında ziftlemek durumunda kalınıyor. Yeniden bu çu
kuruna dönme�ten bıkıyor insan. Ama birden bir herkeslere p ek bir terbiye
siz görünüyor. işte hepsi bu .
Bundan sonra da iki üç ç ift laf dah a edip, Robinson 'la buluşmak ü zere sözleş
tik. H iç havasında değildi. D etroit'taki hergeleler h esabına k aç ak içki imal e
den kaçak bir fransız kendi ''şirketinde" ona da bir küçük yer önermişti. Bu çe
kici geliyordu Robinson 'a. 'O pis suratları için ben de az birazcık parsa top
lardım, diye anlattı, ama görüyorsun ya halim berbat ... Biraz okşayacak ilk
aynasızın karşısında işim bitiyor . . . Başıma çok geldi.. Ve sonra üstelik her da
kika uykum da geliyor ... Sahiden de be, gündüzün uyumak u yumak değil. . .
Oradan oraya çektiğimiz eşyaların ciğerlerimi dolduran tozu toprağı d a caba
sı. . . D üşünebiliyor musu n ?.. Adumı gebertir bu be. . .
"
Bir başka gece için sözleştik-. Dönüp M olly'yi buldum ve hepsini ona anlat
tım. Ona ne kadar üzdüğümü benden gizlemek için kendisine bayağı eziyet e
diyordu ama yine de üzü ldüğün ü fark etmek zor değildi. Şimdi onu d ah a sık
ça kucaklıyordum, ama onunki derin bir üzüntüydü, biz başkalarında olan
dan daha sahici, çünkü' biz başkaları olanı daha çokmuş gibi söyleme alışkan
lığındayızdır genellikle. AmerikaWardaysa tam tersine. in san anlamaya, kabul
etmeye cesaret edemiyor. Biraz aşağılayıcı bir şey, ama her şeye rağmen , bas
bayağı ü zünt ü , gurur değil, kıskançlık da değil, bir takım sahneler de değil,
sadece ve sadece gerçek bir yürek sızısı ve doğrusunu söylemek gerekir�e bü
tün bunlar bizi içimizde yok ve üzülme zevki konusunda taş gibiyiz. insan ,
yüreğinde ve her şeyde dah a zengin olamadığı ve aynı zamanda da, buna rağ
men insanlığı aslında old uğundan ç ok daha aşağılıkmışçasına yargıladığı için
389
Celine
utanıyor ..
Bazı bazı, Molly, kendi kendini bana ufak bir takazada bulunmaya zorlardı,
ama her zaman gayet ölçülü, gayet sevecen sözlerle.
- Çbk n aziksiniz, F erdinand, derdi bana, ve ben biliyorum ki ötekiler kadar
kötü olmamam için çaba sarfediyorsunuz, yalnız, gerçekten ne istediğinizi iyi
ce biliyor musunuz, bilemiyorum . . . Bunu iyi düşünün! Oraya döndüğünüz
zaman karnınızı doyuracak bir şeyler bulmanız gerekecek Ferdinand ... Ve ay
rıca burada olduğu gibi, geceler ve geceler boyunca hayaller kurarak gezine
meyeceksiniz bir daha ... O kadar sevdiğiniz gibi ... Ben işteyken ... Bunu dü
şündünüz mü Ferdinand?
Bir bakıma binlerç.e kez haklıydı, ama herkesin bir huyu var. Onu örselemek
ten kurkuyorudm. U stelik de pek çabuk örseleniyordu.
- Sizi temin ederim ki sizi çok seviyorum, M olly, ve sizi her zaman sevece
ğim ... elimden geldiğince... kendime göre.
Ban a göresi pek de fazla sayılmazdı. Oysa ki kanlı canlı bir kıı.dı Molly, epey
çekiciydi. N e var ki işte, benim hayaletlere karşı duyulan o pis eğilimim de
vardı. Belki tümüyle benim suçum değil bu. H ayat sizi çoğu zaman hayaletler
le bir arada kalmaya zorluyor.
- Çbk sevecen siniz, Ferdinand, diye güvendirirdi beni, benim için sakın göz
yaşı dökmeyin ... Siz durmamacasına daha fazlasını bilme arzunuz.dan rahatsız
gibisiniz... Hepsi bu ... Her neyse, bu yol da sizin yolunuz olmak durumun
da ... Oradan , tek başınıza ... Ancak 1 1.:k başlarına yolculuk eden ler gidebilir en
u zaklara. . . Peki o halde hemen mi gidiyorsunuz?
- Evet, Fransa 'da öğrenimimi tamamlayacağım, ve sonra geri döneceğim diye
de küstahça teminat veriyordum.
- H ayır, Ferdinand, bir daha geri dönmeyeceksiniz... Ve sonra ben de artık
burada olmayacağım ...
Enayi değildi.
G itme vakti geldi. Bir akşam eve gittiği saatten biraz erken bir zamanda gara
doğru yollandık. G ündüz, gidip Rqbinson 'la da vedalaşmıştım. O da kendisi
ni terk etmemden hoşnut değildi. insanları terk edişiminin son u gelmiyordu
bir türlü. G arın peronunda M olly ile birlikte treni beklerken, onu sanki tanı
mıyormuş gibi davranan adamlar geçti, ama aralarında fısıldaşıyorlardı.
- D aha.şimdiden uzaklardasınız, Ferdinand. Sap iden de çok yapmak istediği
niz bir şeyi yapıyorsunuz, değil mi, F erdin and? işte önemli olan budur ... G e
çerli olan yalnızca budur...
Tren gara girdi. Aleti gördüğüm anda, kalkıştığım serüvenden hiç de çok e
min değildim� . G övdemde cesaret olarak hala ne kalmışsa onun hepsiyle Molly'
ye sarıldım. U zgündüm, gerçek üzüntüydü, ilk kez oluyordu, herkes için ,
kendim için , onun için, bütün insanlar için üzülüyordum.
Belki de hayat boyu aranılan şey budur, yalnızca bu, ölmezden önce kendi
kendimiz olabilmek için duyulabilecek en büyük acı.
B u ayrılığın üzerinden yıllar geçti ve sonra yine yıllar .. D etroit'a sık sık yaz
dım ve sora başka yerlere de, aklımda kalmış olan ve onu, M olly'yi tanıyanla
rın, izini sürebilecek olanların bulunabileceği bütün adreslere. Hiçbir zaman
bir yanıt gelmedi. .. .
390
ğişmediğimi, onu hfila ve her zaman kendimce sevdiğimi, dilediği zaman buraya,
ekmeğimi ve kaçak kaderimi paylaşmaya gelebileceğini bilmesini isterim. Eğer
artık güzel değilse, olsun, n'apalım! Onun da yolunu buluruz. Ondan bende
saklı öyle güzellikler var ki, öyle canlı, öyle sıcak ki, ikimize de ve en azından
daha yirmi yıl boyunca, toparlanıp gitme vakti gelene kadar yeter.
Onu terk edebilmek için, hiç kuşkusuz epey bir çılgınlığa gereksindim, hem
de en pi:-., en soğuk cinsinden. Yine de, bugüne kadar ruhumu savundum ve
eğer,yarın, ölüm beni almaya gelseydi, asla tümüyle b.ışkaları kadar soğuk,
başkaları kadar kötü, başkaları kadar ağır olmazdım. bu na eminim, öylesine
güzellikler ve düşler armağan etti çiiııkü bana Molly, Amt'rika'da geçen o bir
kaç ay boyunca.
Kızı artık sakinleştirmek mümkün değildi. Taksinin iç irıdeki tartışmalarında.n
da hiçbir şey anlaşılmıyordu. Yalnızca, otomobilin pi:ıtır\ısı içindeki hakaret
ler ve öfkeyle arabanın kapısını zorlayan rüzgar ve yagrnur altında tekerlekle
rin sesi duyuluyordu. Tehditler, olduğu gibi aramızda kalıyordu. 'Bu alçak
ça..." diye yineledi birçok kez. Artık başka bir laf çıkmıyordu ağzından... 'Bu
alçakça!"Ve sonra daha büyük oynamaya girişti: 'Geliyor mµsun?"diye sordu
ona. Q.eliyor musun Leon? Biir?... Benimle geliyor· musun? Ikii?..." Biraz bek
ledi. 'Uç?... Demek gelmiyorsun?..." 'Hayır!" diye karşılık verdi Leon, yerin
den bile kımıldamamıştı. 'Ne istersen yap!" diye de ekledi hatta. Bu da bir ya
nıttı.
Arabanın koltuğunda kız, iyice dibe doğru gerilemiş olmalıydı bir parça. Ta
bancayı iki eliyle birden tutmuş olmalıydı çünkü ateş ettiğinde sanki kurşun
doğruca karnından fırlamış gibiydi ve sonra hemen hemen aynı anda iki el da
ha ateş etti, iki el üstüste... O zama taksinin içi baştan aşağı yakıcı bir dumanla
doldu.
·
Yine de ilerliyordu araba. Tam da benim üzerime, yana doğru kaykıldı Ro
binson, ufak sarsıntılar ve anlaşılmaz mırıltılarla. 'Hop! v.� Hop!" 'Hop! ve
H�p!" diye inlemesi bitmiyordu. Şoför mutlaka duymuş olmalıydı.
ünce yalnızca biraz yavaşladı, ne olup bittiğini anlamak için. Sonunda da, bir
havagazı lambasının önünde tümüyle durdu.
Arabanın kapısını açtığı anda, Madelon onu şiddetle ittiği gibi kendini dışarı
ya attı. Kenardaki toprak yığınında yuvarlandı. Çımurlar içindeki açıklığın
karanlığın içinde kaçtı. Boşu boşuna arkasından seslendim, çoktan uzaklaş
mıştı.
Yaralıyı ne yapmam gerektiğini pek de kestiremiyordum. Onu Paris'e götür
mek bir bakıma daha kolay olacaktı... Ama bizim kliniğin de pek uzağında
değildik... Çevrede oturanlar manevrayı anlarlardı... Bunun üzerine Sophie ile
birlikte onu pardösülerin arasında yerleştirip tam da Madelon 'un ateş etmek
için çekilmiş olduğu köşeye itiştirdik. Şoförü 'Yavaş gidelim" diye uyardım.
Ancak adam hala fazlasıyla hızlı sürüyordu acelesi vardı. Sarsıntılar Robinson'
un daha da çok sızlanmasına neden oluyordu..
Evin önüne geldiğimizde, şoför bize adını bile vermek istemedi, bu işin polisle
başını derde sokacağından, tanıklıklardan falan endişe ediyordu... .
Döşemelerde mutlaka kan lekeleri bulunduğunu da öne sürüyordu. istediği,
hiç beklemeksizin hemen µitmekti. Ama plaka numarasını almıştım.
Karnından girmi�ı i Robinson 'a iki kurşun da, belki de üçü birden kesin ola
rak kaç tane oduğıırıu henüz bilmiyordum.
391
Celine
392
sık çehreyi bile yitirmiştim, sahiden de her şeyi yitirmiştim yol boyunca, ge
bermek için gereksinilenlerin hiçbirini bulamıyordum, sahtekarlıktan başka.
D uygum, yalnızca tatillerde uğranılan bir ev gibiydi. Ancak içinde oturulabi
lir bir halde. Ve bir de şu var ki can çekişen bir insanın talepleri hiç bitmez.
Can çekişmek yetmez. Geberirken bir yandan da zevkini çıkarmak gerekir,
son hıçkırıklarla birlikte, hayatın en alt basamağında, damarları dolduran ü
reyJe birlikte hala zevklenmek gerekir.
Olece� olanlar artık yeterince zevklenemedikleri için de ağlaşırlar... Talep e
derler... Itiraz ederler. H ayatın içinden ölümün kendisine geçmeye çalışan ız
dırabın komedisidir bu .
Parapine ona morfin iğnesini yaptığı zaman bir parça kendine gelir gibi oldu.
Hatta o zaman olup bitenlere dair bir takım şeyler bile anlattı bize. 'Böyle bit
mesi daha iyi oldu . . . " dedi, sonra da: 'Sandığım k ddar acı vermiyormuş. . . " Pa
rapine tam olarak ızdırabının neresinde olduğunu sorduğunda, az biraz ken
dinden geçmiş olduğu açıkça görülüyordu, ama bir yandan da herşeye rağ�
men bize hala bir şeyler söylemeye davranıyordu ... Güçü kalmamıştı ve sonra o
lanakları da. Ağlıyord u, nefessiz kalıyordu ve hemen sonra gülüyordu. Sıra
dan bir hasta gibi değildi, insan icarşısında nasıl davranacağını bilemiyordu.
Sanki şimdi o bizleri, ötekileri yaşatmaya yardım ediyormuş gibiydi. Arkada
kalmaya değecek bir takım zevkler bulmaya çalışıyordu sanki bize. Ellerimiz
den tutmuştu. H er biriyle birimizinkini. Onu öptüm. Böylesi durumlarda şa
şırmadan yapılabilecek tek şey budur. Bekledik. Başkaca bir şey demedi. Bir
süre sonra, belki bir saat kadar, daha Çok değil, kanama başladı, ama bu kez
alabildiğine, içerde, bolca. K an amayla birlikte gitti.
K albi giderek daha çabuk çarpmaya koyuldu ve derken hepten çabuk çarp
maya. Yorulmuş, oracıkta, çok Lan küç ülrpüş, damarlarının bittiği yerde, par
makların ucunda titreye titreye, kanının peşi sıra koşuyordu kalbi. Boynuf!
dan yükselen sararma bütün yüzünü kapladı. Nefesi kesilerek tamamlandı. !
kimize birden sanki gücünü toplamış gibi, iki eliyle sarılarak, bir anda gitti.
Ve sonra, hemen aynı anda, kasılmış, şimdiden olanca ölü ağırlığını almaktay
ken , oracığa, önümüze döndü.
K alktık biz, ellerinden kurtardık kendimizi. Elleri kaskatı, ışığın altında baş
tan aşağı sarı ve mavi olarak dikilmiş, havada kaldılar.
Robinson şimdi odada, tıpkı dehşetengiz bir ülkeden gelmiş ve kimsenin ken
disiyle konuşmaya cesaret edemeyeceği bir yabancı gibi duruyordu.
393
•
ŞİİR LER
1
bir şey yiyemiyorsan , bir cıgara
tüttürmelisin , ama neyimiz var ki
gidip yatalım
ölemiyorsan, bir şeyler
gid ip yatalım)
394
II
bir ortasında bir odanın
dikili durur bir intih ar
koklayıp K ağıttan bir gülü
gülerek bir kendi'ye
395
Cummings
111
(öğretir misin bir yoksula
nasıl yaşanır
bir iğneden daha doğru)
sor
o kadına
sor
ne zaman
(sor ve
sor
ve sor
gene ve) sor bir
değsen kırılacak ufak tefek
adama
keman çalan
yağmur
altında
sor
o kadın
sor
ne zaman
(sor ve
sor
ve sor
396
IV
!karay
a
karş
(bey)
az gök
?a
ğaçlarda
n ko
pup düşe
n
yap
rak
bir:; uç
r fır
IldayaR
397
Cummings
398
A L D O US H UXLEY
1894 - 1963, İngiltere
SEZGİ KA PILA R l'NDA N
Balkon kapısından ç ık arak sarmaşık gülleri ve bir santim aralıklarla dizilmiş i
ki buçuk santim gen işliğinde çıtalarla kaplı çard ağın altına yürüd ü m. G üneş
parlıyor ve çıtaların gölgesi toprak ile sıranın üzerinde ve çardağın en yakın
köşesinde duran bahçe sand alyesinin arkasında bir zebra deseni oluşturuyor
du. O sand alye -- hiç unu tabilecek miyim onu? G ölgelerin döşemelik kumaşın
üzerine d ii ştüğü yerde koyu fakat ışıyan lacivert çizgilere dönüşüyordu sürek
li olarak. Bana çok uzun gelen bir süre bilmeden ve bilmeye ç alışmadan baka
k aldım. H er zamanki olağan durum umda olsayd ım, ışık ve gölge çizgileriyle
bezenmiş bir sandalye görürd üm. Şimdi ise algı, kavramı altetmişti. K endimi
önümdeki nesneye bakmağa öylesine vermiş ve görd üklerim beni öylesine
çarpmıştı ki, başka hiçbir şeyin farkın a varamaz olmuştum . Bahçe eşyaları, çı
talar, gü neş ışığı, gölge - hepsi faydacı ve b ilimsel açıdan bakıldığında olayı iz
leyen ad , sanı ve sözcükler olmaktan öteye gidemiyord u. Olay birbirlerinden
sonsuz gen tiana girdapları ile ayrılan gök mavisi ocak kapaklarının art arda sı
ralan ışıyd ı. Anlatılamayacak derecede olağandışıyd ı, neredeyse insanı korku
tacak derecede olağandışıydı. Ansızın deli olmanın kişide ne gibi duygu lar u
yandırd ığın ı sezer gibi old um. Şizofren inin cehennemler, araflar gibi cennet le
ri de vardır. Y ıllar önce ölen eski bir arkadaşımın sinir h astası karısıyla ilgili
sözlerini anım sıyoru m. Arkadaşım hastalığın başlarınd a d aha tümüyle bilinci
n i yitirmediği devrelerde, bir gün h astanede onunla çocuklarını konuşmağa
gitmişti. K adın bir süre dinledikten sonar kocasının sözü n ü kesti. Şu and a ve
burad a gerçekten önem taşıyan kolların ı her oynatışında kahverengi t üvit ce
ketinde olu şan kıvrımların an latılmaz giizelliğiyken , o yan larınd a olmayan
birkaç çocuk için zamanını n asıl böylesine harcayabiliyord u? N e yazık, arın
mış algı ve katıksız, tek yönlü yoğun dü şiincen in cen neti pek kısa sürdü. Se
vinç dolu aralıklar giderek azalıp kısaldı, son u nda yalnız korku k alana dek tü
ken ip gitiler.
399
Huxlcy
M eskalin alan ların çoğu şizofreninin göksel yönlerini tan ırlar. M cskalin an
cak yakın zaman lard a sarılık geçirmiş ya da aralıklarla yinelenen bunalım ve
sürekli tasa içinde olan ları bir cehennem ya da arafa götürebilir. Ben zer etki
ler gösteren birtakım eczalar gibi meskalin de zehirli olsaydı, onu bedene sok
mak bile kişiyi yeterince tasalandırırdı. F akat meskalin alan sağlıklı bir in san
bu eczanın zararsız olduğu n u , etkilerinin sekiz ya d a on saat sonra silineceğini
ve kendisinde bir sersemlik doğurmadığı iç in yen iden bir gereksinme uyandır
mayacağını · önceden bilir. Bu bilgiyle güçlenerek deneye korku suzca girişir,
başka bir deyişle, şimdiye dek tanımadığı yabansı ve in san üst ü bir deneyi şa
şırtıcı ve şeytansı b ir d uruma sokmağa eğilimli -değildir.
K ıyamet G ü n ü 'n ü anımsatan bir san dalye ile --daha doğrusu, u zu n bir zaman
ve büyük güçlüklerden sonra bir sandalye olduğu n u an ladığım K ıyamet G ü
n ü ile-- karşılaştığımda, kendimi büyük bir kork u n u n eşiğinde buldum. Bir
den bire çok ileri gittiğimi sezdim. D aha yoğu n bir güzelliği, daha derin bir an
lamı tatmak bile çok aşırı bir olay olabiiiyord u. Aynı d urumu şimdi yorumla
dığımda, duyduğum kork u n u n simgelerin dünyasında yaşamaya alışmış bir
zih n in dayanamayacağı kadar, kend inden büyük olan bir gerçekliğin altında
boğulmak ya da parç alan mak tehl ikesinden doğd u ğuna inan ıyorum. D insel
deneyleri dile getiren edebiyat yap ıtlarında bir M ysterium tremendum (olağa
n ü stü G iz) belirtisi ile an sızın yüzyüze gelenlerin acıları ve korku lar içinde bo
ğuluşu n a in sanın bencilliği ile ilah i arılık, insanın kendi kend ine abarttığı ayrı
lığı ile Tanrı'nın sonsuzluğu arasındaki uyuşmazlıktan doğar. Boehme ve Wil
liam Law'u izleyerek, ilahi Işık 'ın en parlak d urumunda bile arınmamış ruh
larca yanan b.İJ' araf ateşi olarak görü leceğini söyleyebiliriz. Buna benzer bir
öğreti 'Tibet Olüler K itabı'hda da görülüyor. Sözü geçen· k itapta, ölü n ü n ru
hu Sonsuz Boşlu ktaki D uru Işık 'ın yan ı sıra daha sön ü k ve soğuk ışıkların bi
le yeğin bir acı vererek ürküttüğü bir varlık olarak t anımlanır . Onun tüm a
m acı ben liğin dingin karan lığına girmek için bir in san, bir hayvan , mutsuz bir
h ayalet ya d a bir cehennem sakin i beden iyle yeniden doğabilmektir. Katı
G erçek 'in alev alev yanan p arlaklığından başka her şey yeterli olabilir -- her
şey.
Ş izofren hem ruhça arılık tan yoksundur hem de iyileştirilemeyen bir hastadır.
H astalığa sağduyuların yapay evreninde -- yarar sağlayan düşünceler, ortak
simgeler ve toplumca kabu llenilm iş gelenek lerin oluşturduğu tam anlamıyla
insanların dü nyasınd a -- kişinin iç ve dış gerçeklerden korunmaktan yetersiz
kalması yol açar (oysa, şizofren olmayanlar kendilerini korumakta u stadırlar.)
Ş izofren her zaman meskalin etk isinde olan bir in san gibid ir. H asta arılıktan
yoksun olduğunu d ü şünerek, bir yandan sürek li olarak gerçeğin içinde yaşa
yamaz, bir yandan da onu görmezlikten gelemez. G ördüğü , temel gerçeklerin
en çetinidir, onu kolay kolay açıklayamaz. G erçek , h astanın d ü n yaya insanca
gözlerle bakmasını önlediğinden , o da korkarak d ünyasın ın sürekli yabancılı
\
ğını, taşıdığı an lamın parlak yoğun luğu u insanca ya da evrensel bir kötü n i
yete bağlar. Bu durumda şizofren çaresizce k atatoninin bir ucu ndaki öldürü
cü sertlikten diğer uçtaki ruhsal intihara değin birtakım misillemelere başvu
rur. K işi bir kez cehenneme. inen yoldan gitmeye başladı m ı, d urmak güçtür
artık. Ş imdi bu gerçek apaçık gözlerimin önündeydi.
Araştırmacının sorularına k arşılık olarak, 'yanlış yola girersen, başına gelen
her şeyin sana k arşı yapılmış gizli bir an laşmayı kanıtladığını sanırsın ," dedi.
400
'Olaylar kendi kendilerini doğrularlar. Aldığın her solukta her şeyin .bu oyu-
nun bir p arçası olduğunu anlarsın ." .
'.Demek deliliğin gerçekten ne olduğunu bildiğini düşünüyorsun?".
içtenlikle ve kendime güvenerek, 'Evet" dedim.
'Ve bunu önleyeme� misin?"
'H ayır, önleyemem. Ilk adımını korku ve nefretle atarsan sonucu da kabullen
mek zorunda kalırsın "
'Tibet Ölüler Kitabı 'nda sözü geçen D uru Işık üzerinde yoğunlaştırabilir mi
sin dikkatini?" diye sordu eşim.
Bu konuda kendime pek güvenemeyeceğimi söyledim.
'D uru Işık 'ı yakalayabilseydin, kötülükler ortadan kalk ar mıydı? Yoksa yaka
layamaz mıydın onu ?"
Bir süre düşündüm.
'Belki yakalayabilirdim - fakat }?ana Duru lşık'ı anlatacak birinin yanımda ol
ması gerekirdi" dedim sonunda, '1nsan böyle bir işi tek başına başaramaz. K a
nımca Tibet geleneklerinin tüm amacı da bu - hep bir köşeye oturup herkese
neyin ne olduğunu anlatan biri." ..
Den eyin bu bölümü ile ilgili kayıtları dinledikten sonra, 'Tibet Olüler Kitabı'!..
nı elime alarak gelişigüzel bir sayfayı açtım. 'Soylu insanoğlu, zihninin yanlış
lıklara yönelmesine izin verme. " Sorun buydu - her zaman zihinsel uyum için
de olmak. G eçmiş günahlar, dü şlenen hazlar, eski yanılma ve aşağılanmalar 1-
şık'ı örten tüm korku, nefret ve isteklerle ilgili anıların uyumu bozamaması.
Budist rahiplerin ölii m döşeğinde yatanlar ya da ölüler için yaptıklarını, gü
nümüzün ruh hekimi hastaları için yapamaz mı? Ruh hastalarını tüm korku
ve şaşkın lıklarına karşın, sonsuz Gerçek 'in hiç sarsılmayan kalımlılığına ve en
yeğin acıları çeken bir zihnin iç ışığıyla bile tözce öz.deş olduğuna inandıracak
bir ses ve gece gündüz duyulabilmeli artık. Görevli sayısının yetersiz olduğu
kurumlarda bile saatli şalterler, topluma seslenme aygıtları, yastıklara gizle
nen mikrofonlar ve teyplerin aracılığıyla temel gerçekler hastalara iletilebilir.
Böylelikle yitik ruhların hiç değilse bir bölümüne, içinde yaşamaya zorunlu ol
dukları evreni - güzel ya da şaşırtıcı fakat hep insanlıktan uzak ve tümüyle an
laşılmaz bir evreni - bir dereceye kadar denetleyebilmeleri için yardım eli uza
tılabilir. .
Pek d e kısa olmayan bir süre sonra bahçe sandalyesinin kaygılandırıcı görke
minden ayrıldım. Çltten yeşil eğimlerle salınan sarmaşığın birleşik yaprakları,
c:amsı, yeşim taşı gibi parıldıyordu . Ansızın tümüyle açmış kırmızı çiçeklerden
bir yığın görüş alşnımda patlak verdi. Dile gelecekmişçesine canlıydılar mavi
liğe doğru uzanırken.Tıpkı çıtaların gölgesindeki sandalye gibi her şeye gere
ğinden çok karşı koyuyorlardı. Yapraklara baktığımda, anlaşılmaz bir giz ile
soluk alan incecik yeşil ışık ve gölgelerin derin karmaşıklığını gördüm.
401
F. S COTT FITZ GERA L D
1894 - 1940, A BD
YİTEN ON YIL
H aftalık siyasal derginin yönetim yerine türlü türlü insan gelir, Oqison
Brown kendileriyle t ürlü t ürlü ilişkilerin çerçevesi içerisinde görü şürdü. iş sa
atleri dışında, kendisine ' yazı işleri müdürlerinde!.l biri', sü sü n ü verirdi. Ama
iş saatlerinde, Orrison, bir yıl önce D artmouth U niversitesinde ' Fener' adlı
mizah dergisini ç ıkarmış olan , şimdj de siyasal derginin --ok u n aksız yazıları o
k u n ur kılmaktan, odacı san ını taşımaksızın odacılık etmeğe dek-- başkalarının
üzerlerine almaktan hoşlanmadık. lan işlerini yapmaktan memnunlu k duyan ,
kıvırcık saç lı bir adamdan başka bir şey değildi.
Brown , bu ziyaretçiyi, yazı işleri m U d Liriinün odasına girerken görmü ştük;
kırk yaşlarında, solgun yüzlü, u zun boylu, heykellerdeki görkemi akla getiren
sarı saç lı bir adamdı bu . . . Adamın davranışında çekingenlik, sıkılganlık ya da
ç ile dold urmaya kalkan dervişlerinkine benzer bir ' başka dünyalılık ' yoktu ya,
bun ların üç ünden de bir ş�yler vard ı. U zat tığı kartın üzerindeki ad, Louis
Trimble adı, akla belli belirsiz bir şeyler getiriyord u : ama Orriso n , elinde bir i
pucu, bir hareket noktası olmadığı için bunun ü zl·rinde pek kafa yormadı.
Ancak, masasının ü zerindeki çıngırak çaldığı zam an o güne değin edindiği
görgüye d ayanarak , Bay Trimble'ın o günkü öğle yemeğinde yiyeceği üç kap
yemeğin ilki olacağını kestirdi.
Yenmiş yenecek bütün öğle yemeklerinin Ana K aynağı, ' Bay Trimble, Bay
Brown ,' diye onları tanıştırdı. ' Orrison, Bay Trimble uzun zamandır buralara
gelmediyd i. · H iç değilse kend isine, buralara gelmeyeli pek u zun bir zaman geç
miş gibi geliyor. . . Son on yılı yaşamamış olmaktan birtakım insan lar mutlu
luk _çl uyardı gibime geliyor ya... '
' Oyledir,' dedi Orrison.
M üdür, ' Bugün öğle yemeği yiyemeyeceğim, ' diye ulad ı. ' Kend isin i Voisin 'e,
2 1 'e ya da başka oir yere --nereye isterse oraya-- götür. Bay, Trimble, görüle
cek pek çok şey olsa gerek, diye d ii şün üyor. '
Trimble, nezaketle red edecek old u .
' Yok can ım, yalnız başıma d a do laşabilirim . '
' Bilirim dostum. Bir zamanlar, bura ları, sen in bild iğin ölçüde bilen yoktu . . .
Brown sana atsız arabal!ırın n asıl işled iğini an latmaya yeltenirse onu hemen
402
buraya gönder, ağzının payını vereyim. Sen de, dört sularında, burada olur
sun, değil mi?
Orrison şapkasını eline ald ı.
Asan sörle aşağı inerlerken Orrison sord u : ' On yıldır b uralara h iç gel�ediniz,
öyle mi?'
, ' Em pire State Buildin g'i yapmaya başlamışlardı,' ded i Trimble. ' Bu hesaba
göre ne eder?'
' 1 928 falan demek . . . Ama bizim patronun dediği gibi, bir sürü şeyi yaşamadı
ğınıza sevinmeniz gerekir. ' Sonra, havayı yoklamak üzere şunları ekledi: ' D a
ha i'ginç şeylerle vakit geçiriyordu n u z herhalde... '
' Oyleydi d iyemem pek . . . '
Sokağa ç ık t ılar. G elip geçen arabaların , insan ların u ğultusu karşısında
Trimble'ın yüzü n ü n gerildiğini gören Orrison, bir tahminde daha bulundu.
' U ygar dünyadan u zakta kaldınız herhalde.. . '
' Bir bak ıma öyle. ' Ağzından sözü dirhem dirhem ç ıkarmasına bakarak Orri
son , bu adamın , içinden gelmedikçe, canı istemedikçe konu şmayacağı sonu
cun a vardı. O anda da aklına geldi: Bu adam 1930'lu yılları bir cezaevinde ya
da l;>ir tımarhanede mi geçirmişti acaba?
' işte, ün lü 2 1 burası, ' deu i. ' Yoksa başka bir yerde mi yemek isterdin iz?'
. Trimble durakladı, doru taştan yapılmış yapıya d ikkatle baktı.
' 2 1 adının ün kazandığı zamanı hatırlayabiliyorum,' dedi, ' M oriarity'nin de
ün k azanması aşağı yukarı ayn ı sıraya raslar. ' Sonra, handiy�e özür diler gibi
sözü n ü sürd ürdü : ' Beşinci Cadde ü zerinde şöyle bir beş dakika kadar yürü
sek, sonra nereye gelmişsek, orada oturup yemek yesek, olur mu acaba? G enç
insanlar görebileceğimiz bir yer olsa... '
Orrison adama bir göz attı, bir daha, parmaklıklar, boz duvarlar, parmaklık
lar geç ti aklından; Bay Trimble'ı h afif meşrep kızlarla tanıştırmanın, görevleri
arasında bulunup bulunmadığını d ü şündü bir an ... Ama Bay Trimble'ın h ali
ne bakılırsa, aklından böyle bir şey geçmiyordu; yüzünde, her şeyden önce,
haksız, köklü bir merak vardı. Orrison, Trimble adı ile Amiral Byrd 'ün G ü
ney K u tbundak i küçük istasyonu yah u t Brezilya'nın balta girmemiş orman la
rında yiten havacılar arasında bir bağlan tı kurmağa çalıştı. Besbelli ki, öyle
h afifsenecek bir adam değildi bu; hatırı sayılacak bir kişiydi, yah ut, bir za
manlar, öyle olmuştu. Ama ne gibi bir çevreden geld iğini gösterecek tek ipucu
-bu ipucu Orrison 'a fazla bir şey de anlatmıyordu ya... - adamın trafık ışıkları
nın buyruklarına bir taşralının esnekliğini göstermesi, kaldırımın kıyısınd an
değil de d ükkanların önü boyunca yürümeği yeğlemesiydi. Bir ara bir tuhafi
yeci dükkanınin ön ünde durdu, camlıktaki mallara baktı.
K rep boyun bağları, ' dedi. ' Okulu bitireli böyle boyun bağına raslamamıştım
h iç . '
' N erede okudunuz?' .
' M assach usetts Teknoloji Enstitüsü nde. '
' hi okuld ur.'
' ün ü m ü zdeki hafta oraya dek bir uzanacağım. Şuralarda bir yerde yemek yi-
yelim ... ' 55. sokağı geçmişlerdi. ' ... Siz karar verin . '
Köşebaşında, ö n ü ııfak sayvan lı, iyi bir lokanta vardı.
Otururlarken Orrison, ' En çok neyi görmek istiyorsunuz?' diye sordu .
Trimble biraz d ü şündü,
403
Fitzgerald
' Bilmem ki,' dedi, ' insanların kafalarını arkadan görmek istiyorum galiba. En
selerin i... Başkalarının bedenlerine nasıl bitiştiğini... O iki k üç ük kızın babala
rına neler anlattıklarını işitebilmek isterim. D aha doğrusu, söyledikleri sözleri
işitmek değil, sözlerinin hafif mi ağır mı olduğunu, yüzeyde mi yüzdüğünü,
suya mı battığını anlamak isterim; ağızlarının, sözlerini bitirdikten sonra nasıl
kapandığını görmek isterim. Bir tartımı duymak istiyorum, senin anlayaca
ğın ... Cole Porter, 1928'de, havada yen i tartımlar olduğunu sezdiği için Ame
rika'ya dönmüştü ... '
Orrison, beklediği ipucunu artık ele geç irdiğine emindi. Büyük bir incelik
göstererek, bu ipucundan bir adım bile öteye geçmedi. O gece Carnegie H ail'
da güzel bir konser verileceğin i söylemek için ansızın duyduğu dürtüyü bile
susturdu içinde...
' K aşıkların ağırlığı... ' ded i Trimble, ' o kadar hafifler ki... U facık bir kürek, in
cecik bir sap ... Şu garsonun gözündeki şaşılık ... Bir zamanlar tanışırdık ama
şimdi beni tanıyabileceğini sanmıyorum.'
Ama lokantadan çıkarlarken , aynı garson Trimble'a, gözü ısırıyormuş gibi
baktı. D ışarı çıktıkları zaman Orrison güldü:
.. "Aradan on yıl geçince insan unutulur elbet ... "
'Oyle ama geçen mayıs ayında orada yemek yemiştim ... "
Ansızın sözünü kesti, sustu.
Orrison karar verdi: Akıl erecek iş değildi bu. Hemen , gezmen gezdiren bir kı
lavuz ağzıyla konuşmaya başladı.
' Buradan Rockefeller Center çok güzel görünür,' diyerek yeni bir canlılıkla
parmağını uzattı, ' işte Chrysler Building, işte bütün yeni gökdelenlerin öaba
sı, Armistead Building ... '
Trimble, esneklikle, başını uzatıp dikkatle baktı. ' Armistead Building,' dedi,
' evet ... Bu yapıyı ben çizmiştim ... '
Orrison başını keyifle salladı. Her türlü insanı gezdinneğe alışıktı. Ama geçen
mayıs ayında o lokantada yemek yemiş olmak lafı yok muydu hani'?... Bulan
dırıyordu içini.. ..
Yapının köşesindeki pirinç levhanın yanındadurdu. ' 1928'deyapıldı'diyordu
levha.
Trimble başını salladı.
' Ama o yıl sarhoş oldum. Tepemden tırnağıma dek sarhoş ... Bu yüzden yapıyı
bugüne değin görememiştim.'
' H a . . . ' Orrison duraksadı. ' G örmek ister miydiniz?'
' G irdim canım, girdim.• hem de kaç kez... Ama hiç görmedim ... Şimdi de gör
mek isted iğim bu değil. istesem bile görmek elimden gelmez artık, öyle sanı
yorum. Ben yalnız, insanların nasıl yürüd üklerini, giysilerinin, ayakkabıları
nın, şapkalarının neden yapılmış old uğunu görmek istiyorum. Elimi sıkmak
ister miydin iz?'
' Tabii efendim . '
' Sağolu n. Sağolun. Çok iyi bir insansınız. G arip görünmüştür herhalde.. Yok
yok, görenler, birbirimizden ayrılıyoruz san ırlar. Caddede biraz gezinmek is
tiyoru m, onun için gerçekten de ayrılmış olalım. D aireye dönünce benim de
saat dörtte geleceğimi söyler misin iz?
Trimble kendisinden ayrılıp yü rüyünce Orrison arkasından baktı; adamın,
meyhanenin birine girm�sini biraz bek liyory gibiydi doğrusu ... Ama adamda
404
içkiyi akla getirecek herhangi bir hal yoktu. Hiç de olmamıştı sanki öyle bir
hali. . .
' Allah b e ! ' dedi kendi kendine. ' O n yıl boyunca sarhoş kalmak, ayılmamak
ha . . . '
Birden sırtındaki ceketin kumaşını elledi, sonra elini uzattı, yanıbaşındaki ya
pının granit duvarına baş parmağını bastırdı, bastırdı.
405
S cott Fitzgerald ve Zelda
Paul E luard ve Gala
PA UL EL UA RD
1895 - 1952, Fransa
YA ŞIYOR UM
Yaşıyorum sayısız görüntüsünde mevsimlerin
Yılların
Yaşıyorum sayısız görüntüsünd..e yeryüzünün
Örgüsünde
Biçimden renkten oluşan sözden
Beklenmedik güzellikte
Adım başı çirkinlikte
D üşüncelerin aydınlığında sıcaklığında isteklerin
Yaşıyorum hüzünde acıda ve dayanıyorum
Yaşıyorum ölüme karşı
408
Daha az gerçek yeryüzüne karşı
Yeryüzündeyim herkes benimle birlikte
Gözlerimin içinde yıldızlar biçimliyorum gizleri
Olanağınca yeryüzünün
409
Eluard
410
HA FTA
1
Dalgası ırmağın
G ökyüzünün kuşağı
Rüzgar yaprak ve kanat
Bakış söz
Bağlılığım sana
G idiyor bir yere durmadan .
2
İyi bir haber
Bu sabahla gelen
D üşünde gördün beni.
3
Bizim yapayalnız sevimizi ortak etmek isterdim
D ünyanın en kalabalık kentlerine
Yerini bıraksın sırası geldiğinde
Bizim gibi sevişenlere
4
Kin duyuyorum yüreğime kin duyuyorum bedenime
Ama bir şey demek elimden gelmez sevdiğime.
5
İki kişiydik yaşıyorduk
Bir sevişme gününü parıltılar içinde
G ün eşimiz o kucaklıyorduk birlikte
Yeryüzü tüm ışıkta bizim için
411
Eluard
6
Sis karıştırıyor ışığını
Yeşiline karanlığın
Ilık bedenini sen
D elice isteğime benim.
7
K apanıyorsun aydınlanıyorsun
U yuyorsun uyanıyorsun
Boyunca akıp giden mevsimlerin
Sığınağı bedeninin
D ü şlerin uzar gider
G üzel günlerin evi bu
Ve öpüşmeler gecenin içinde.
412
R OBER T GRA VES
1895 - 1985, İngiltere
SEVDALILARIN KIŞI
Ağacın duru şu
E sen yeli gösterir;
Bizimki, uzun acıyı
N icedir iyi davranmamışsan.
413
SA C KALAN
U mutsuz bir umutla ölmek, ama düşersen ellerine
Savaş çapulcularının , kurtulmak için pencelerinden
Boy göstermek yeniden bir tören alanında,
Yaralı ve göğsü madalyalarla dolu, kaldırıp kılıcını
K ahraman bir bölüğe yeniden kumanda etmek:
414
.
415
"{esenin
416
ALDA TMAM KENDİMİ
Aldatmam kendimi,
Sıkıntılı yüreğimde kaygı pusulandı.
Neden adım şarlatana çıktı?
Neden serseri diye anılıyorum?
U yu z beygirlerin tümü,
Beni görünce kafa sallar.
Hayvanların en iyi dostuyum,
Şiirlerim tek tek hayvan, ruhların şifası ...
417
"{esenin
418
YİRM İA L TILAR BA LADI
Söyle, şair, şarkıyı
Söyle
. G ök bezi mavidir
Öyle
Denizin de şarkıdır mırıltısı
M ırıltı . . .
Yirmialtı onların sayısıydı, yirmialtı
Mezarlarını kumlar saklamaz
İki yüz yedinci verstada
K urşuna dizildiklerini
Kimse unutmaz
Den izin ardında
Orda
H avada dolaşan duman
Görüyor musun kum altından
K alkıyor Stepan Şaumyan
K umlu çöl tenha mı tenha
Bak, orda elli el daha
K alkıyor küfünü silerek
D iyor yirmialtılar:
'Bakfı 'ya gitmemiz gerek
Bir görelim durdukça duman
N asıldır bizim Azerbaycan "
Gece,
Bir kavun misali
Yuvarlatıyor ayı
D algalar yalıyor kıyıyı
Tam böyle bir gece
İngilizler
Onları kurşuna dizdiler
419
Ymenin
Sosyalizm uğruna
H aydi kaile
Ayağa kallctı bütün halle
Çlrlığa karşı
El ele
H em köylü hem de amele
İliç vardı Rusya'nın orda
Beylerin başına çekiç
İndiren atamız İliç
K afkas'taysa hurda
Bunlar
Bunlar vardı, yirmialtılar
G ece karanlığı hafifçe
H afifçedir o, bu gece
Bakfı ü stünde uçuyor karaltılar
Yirmialtılar
Y irmialtılardır bu karaltı
Yirmialtı.
Hışıldayan
N e yel, ne duman
Konuşuyor dinle, Şaumyan :
'Çıparidze, sen hele bak
Köylümün elinde toprak
İşçinin elinde
Ekmek
İktidar onların demek
Bak, petrol kuyuları işl�r
Her yerde trenler, gemiler
Her yerde bunlar dolaşır
Ve kızıl yıldızı taşır" ·
Çıparidze diyor:
'Evet
Bu-büyük, pek büyük nimet
G örülüyor ki emekçiler
Tamamıyla güce ermişler.
G ece, bir kavun misali
Yuvarlatıyor ayı
D algalar
Yalıyor kıyıyı
Tam böyle bir gece
İngilizler
Bizi kurşuna diz.diler"
Sosyalizm uğruna
420
Haydi, kaile ;
Ayağa kallctı
Bütün halle
Çhrlığa karşı
El ele
Hem köylü hem de amele
İliç vardı Rusya'nın orda
Beylerin başına çekiç
İndiren atamız İliç
Ka.fkas'taysa hurda
Bunlar
Bunlar vardı, yirmialtılar.
Baku 'nun üstünde
Şafak sökmeye başlar
Sustular artık
Aziz karaltılar
Kimi alnından yaralı
Kimi göğsünden
D önüyorlar
Mezarlarına Baku 'dan
Söyle, şair, şarkıyı
Söyle
G ök bezi mavidir
Öyle
Denizin de şarkıdır mırıltısi
Mırıltı ...
Yirmialtı onların sayısıydı
Yirmialtı.
42 1
A NDR E BR ETON
1896 - 1966, Fransa
ULI
G üvenmek için ki büyük bir Tanrısın
G özlerimle gördüm seni başkaları gibi değil
Toprakla kanla kaplıydı daha dört bir yanın daha yeni
yaratmıştın
İhtiyar bir köylüsün sen her şeyden habersiz
Aklın başına gelsin diye bir domuz gibi zıkkımlanmıştın
İnsan lekeleriyle kaplı dört bir yanın
Apaç ık ortada işte onlardan bir de kürk geçirmişsin sırtına
Kulaklarına değin de çekmişsin
Hiçbir şey duyduğun yok artık .
Bir deniz kabuğunun içinden şöyle bir göz atıyorsun
Yarattığın eller yukarı diyor sana sense gözdağı veriyorsun
Korku salıyorsun daha da görkemleşiyorsun.
422
DENİZ KABUKLARINDA DİNLE
G örmeye başlamıştım d aha seni ŞAFAK 'tın
G ün ışığına çıkmış bir şeycikler yoktu ortada
M avnalar kıyılarda sallanıp dururlardı
K urdelalarını bağlayarak (biliyorsun) şeker kutularının
Pembeler ve aklar arasında gidip gelen o gümüş mekik
Bense Şafak dedim sana Ş afak dedim sarsılarak.
On yıl sonra
Salt geceleri açan
Bir medar çiçeğinde ,yeniden buluyorum seni
.
Ellerinin kupasından' taşan bir kar taneciği
Buna M artinik 'te BALO ÇİÇEGİ denir
Onunla sen varlığnl gizini paylaşıyorsunuz .
U zaktan yaklaşıyor çtğin ilk tohumu öbürleri olup bitenlerden
kıvançla çılgınca ebemku şağı ren gindeler
G örüyorum bu beni saklayanı hiçbir zaman
K olu nun orman meydancılığında sazlarının kelebekleri altında
uyurken sen
Ve ne zaman ki can veriyorsun fenikse k aynağında
Can veriyorsun belleğinin nanesinde
D ipsiz bir aynada benzerliğin gizli menevişinde
O ancak bir kez görünen den çıkarıyorsun iğneni
Benim yü reğimde milkweed 'in tüm kanatları
K iralıyorlar tam senin bana dediğin gibi
Bir yaz giysisi sırtında sen bile tanımıyorsun seni
Bir yaz giysisi ki sanki yok o gü zelim sülüğen kırmızısı mavi
ayaklı at nalı mıknatısının tüm alımlarıyla bezeli .
.
423
Breton
424
ŞİİR ÜSTÜNE*
Hakkı olmayan şeyleri Caesar'dan almak lazım.
Kadınların çıplağı gibi, düşüncelerin de, heyecanların da çıplağı kuvvetlidir;
onları da soymalıdır.
İki türlü şiir var: Biri şiir, öteki hesap oyunu.
Aynı mevzu, yahut aynı kelimeler, bir defadan fazla işe yaramaz.
Bazı kimselerin şiir hakkında yarım yamalak bir fikirleri vardır, başka bazı
kimseler de o yarım yamalak fikirleri yarım yamalak anlarlar; bu, onlar için şi-
irin bir nevi tarifi olur. ·
Bir insan için isim, ne kadar kendine ait, ne kadar az mühim bir şeyse şiir için
de mevzu öyledir.
Kimi adamlar şiirde sırf fayda üzerine kurulmuş bir meşguliyet, bir işçilik arı
yorlar. Bunlar, top yahut otomobil yapıcılarının sayısını artırmaktan başka ne
işe yararlar?
Bir parçada şiirden başka h içbir şey yoksa o, sadece bir manzumedir; şiir de
ğildir.
K afiyenin en büyük başarısı, yeryüzünde uyıqma'dan daha önemli hiçbir şey
olmadığına inanan birtakım safdilleri sevindirmesidir. O safdiller ki, en enti
püften bir uyuşmanın bile birçok fikirlerden daha derin , daha er.i şilmez şeyler
olduğunu sanırlar.
Kafiye, söylenecek şeyin elini kolunu bağlayan öyle bir kanundur ki, bir çift
tokata benzer.
Ekmek şiirden faydalıdır; ama aşk şiirden faydalı değildir.
Breton
E UGENIO M ON TA L E
1896 - 1 981, İtalya
İNGİLİZ KORNOS U
Rüzgar özenle ç alıyor bu akşam
- Bir çelik şakırdamasını anımsatıyor -
sazlarını sık ağaçların ve süpürüyor
bakır ufku
uçurtmalar gibi uzandığı uğu ldayan
gökte ışık çizgilerinin
(G eçip giden bulutlar, parlak
krallıkları göğün! Yukardaki Eldorado 'ların
aralık kapıları!)
ve deniz, morarıyor
köp ükten köpüğe, renk değiştiriyor
ve kıvrılıp bükülen köp üklerden
bir hortum fırlatıyor kıyıya;
kararırken hava yavaştan
doğan ve ölen rüzgar
seni de çalsaydı bu akşam
unutulmuş saz,
kalbim.
427
M ontale
YA ŞAMA SANCISIYLA
K aç kez karşılaştım yaşama sancısıyla:
yolu kesilmiş, dereydi, uğuldayan,
kıvrılmasıydı yanan kağıdın,
yere çökertilmiş attı.
M ucizeydi tanıdığım tek iyi şey
tanrısal ilgisizliği başlatan :
yontuydu o, öğleden sonra ağırlığında
ve buluttu ve yükseklerde süzülen doğan.
428
UZANMA K GÖL GESİNE, SOL UK VE DALGIN
U zanmak gölgesine, soluk ve dalgın ,
güneşten kızgın bir bostan duvarının,
dinlemek böğürtlen dikenlerinin arasından
tarlakuşlarının şakımasını, h ışırtısını yılanların.
Toprağın çatlağında, burçakotlarında ya da,
izlemek kırmızı karınca dizilerini,
kah dağılan, kah toplaşıveren
başak kümeciklerinin üzerine.
Gözlemek dallar arasından, çırpınışını
denizin uzaklarda, pul pul,
yükselirken ağaçsız tepelerden
ağustos böceklerinin titreyen şarkısı.
Ve dolaşırken göz kamaştıran güneşte
hissetmek hüzünlü bir hayretle
nasıl da benzediğini, hayatın ve acılarının,
üstü cam kırıklarıyla kaplı
şu duvar boyunca yürümeye.
429
M ontalc
S URiYE
Şiir Tanrı'ya çıkan merdivendir
derdi eskiler. Öyle olmadığını görürsün belki
beni okursan. Ama o gün anladım bulduğumu ·
söyleyeceklerimi sana, bulutların
aldığı göğü ve bir keçi sürüsünün
d ik yamaçlardan sarktığı otlayarak
böğürtlenlere, sazlıklara doğru, o gün ve zayıf yüzleri
ayla güneşin birbirine karışıyordu,
motor bozulmuştu ve bir kayaya
kanla çizilmiş okun gösterdiği
Halep yoluydu.
430
TR IS TA N TZA RA
1896 - 1 963, R omanya/ Fransa
DA DA ŞARKISI
I
Bir dadacının şarkısı
yüreği dadayla dolu
fazlaca yordu motoru
yüreği dadayla dolu
Asansör bir kral taşıyordu
ağır çıtkırıldım özerk ayrıca
kırsın mı sana sağ kolunu
yollasın mı Roma'daki Papaya
Artık bu yüzden işte
Asansörcüğün yüreğinde
dada mada hak getire
Tıkınıp durun çikolata
yıkayıp beyninizi
dada
dada
su için üstüne sonra
n
Bir dadacının şarkısı
ne hüzünlü olan ne de neşeli
seviyordu bir bayan bisikletçiyi
o da ne hüzünlü ne neşeli
431
Tzara
432
A NTONIN A R TA UD
1896 - 1948, Fransa
KARA ŞAİR
Kara şair, bir genç kız göğsü
dadanmış sana,
aksi şair, hayat kaymada
ve kent yanmada cayır cayır
gökse dağılmada yağmurda,
kalemin cızır cızır hayatın yüreğinde.
433
Arıaud
YA KARI
K afalar ver bize ateş olsun kor olsun
G öksel yıldırımlarla yanmış kafalar
U yanık kafalar adamakıllı gerçek kafalar
Yan sıyarak senin varlığından gelsin
434
M UM YA YA ÇA CRI
Saltık karanlıkların başladığı
bu deri-kemik burun deliklerin,
ve bir perde gibi örttüğün
bu dudak boyası
Ve sana düşte kayan bu altın,
kemikten arındıran yaşam
ve içinden ışığa kavuştuğun
bu yanlış bakışın çiçekleri
Ve bağırsaklarını ters çevirdiğin
bu incecik eller, Mum ya, korkunç
gölgenin bir kuş biçimini aldığı
bu eller
Ölümün · kuşku verici bir ayindeki
gibi süslendiği bütün bu şeyler,
bu gölge gevezelikleri ve siyah
bağırsaklarının yüzdüğü altın
İşte oradan .iletiyorum sana,
damarlarının kireç kaplı yollarından
ve alt1nın benim üzünçüm sanki,
en kötü ve en güvenilir tanığım.
435
Artaud
HA STALIK
Aralıksız burnunu sokması vardır tanrının
büyüde,
bir tin ya da bir varlık olarak değil de
yüreğin
daha Çürümüş olduğu bir halde.
Çlinkü nedir ki yürek ?
Bir çürüme,
eti delen bir çürümenin yürek sızısı ki
bu çarpan yıvışık kan organizmasını,
bu aralıksız depremi
bu yaşama baygınlığını yaratır.
Nedir bir yürek atışı?
Ansızın akışı, orada taşması
duran bir yaşam,.
ve yeniden yola koyulan.
Neyin itelediği?
Bilinmiyor.
Şimdiden siyah bir gerekirlik,
buyurgan bir beyin elisıkılığı,
kırmızı etin dışkısını kaldırır
ve onu içindekini vermeye iter,
istediğini ve içindekini söylemeye.
436
Demek ki bu çürümedir tanrı,
bu kırmızı dışkı,
bu elisıkılık.
Çlinkü, bir hastalıktır tanrı.
Yaratıcı değil, yaratılan ile
yaratılmayan arasındaki G ayya
kuyusudur o .
Hiçbir zaman yeri doldurulamayan ve
doldurulmayan uçurum,
ama insanın her kan çekici düşüncesinde,
her buyrukçu bunaltıda burgulanan,
sıkıntılı ve tedirgin, önüne
bir başka bunaltı daha koymak için:
n�'den yapıldığını bilmeyen hoşnutsuz Varlığıqın,
oysa insan, o bilir bunu,
tek sağlığı yerinde olsun.
437
Elie Lascaux 'nun yaptığı A ntoni11 A rtaud resmi
440
Acılara batmamış bir aşk söyle bana
Yıkmamış kıymamış olsun bir aşk söyle
Bir aşk söyle sarartıp soldurmamış ama
İnan ki senden artık değil yurt sevgisi de
Bir aşk yok ki paydos demiş gözyaşlarına
Mutlu aşk yok ki dünyada
Ama şu aşk ikimizin öyle de olsa
44 1
Aragon
442
SELA M SANA FRANSA
Siz döndüğünüzde, çünkü döneceksiniz mutlaka,
O.çekler olacak istediğiniz kadar yolunuzda
Geleceğin renginde çiçekler bunlar
O.çekler işte bir gün siz döndüğünüzde
Dupduru bir aydınlıkta alacaksınız eski yerinizi
Dert görmüŞ ellerinizden öpecek sıra sıra çocuklar
Ve çimen bürüyecek yorgun ayaklarınızın izlerini
Ve yatışmış yüreğinize ezgiler dolacak, şarkılar.
Bahçelerin soluğu gece ineyim dediği zaman
Yazın otları yaprakları ormanların derinliği
Şu kırlangıç yok mu bazı bazı pencereye konan
Selam diyor selam sana Meryem Ana diyor sanki
Selam sana kara gölgelerden arınmış Fransa'm
Vaisseau barışına ulaşmış ve kurtulmuş sulardan
D udağı türkülü ülke Orleans, Vendome havasından
Çhlın çanlar çalın hani şu ikindi duasından
443
Aragon
444
BIRA KILMIŞ
445
Aragon
H aydi al tüfeğini
446
PHILIPPE S O UPA UL T
1897, Fransa
MEZAR TA ŞLARI
FRANCIS PICABIA
Niçin
Seni mezarına dört köpeğinle
Bir gazeteyle
Ve şapkanla gömmelerini istedin,
İstedin ki taşına şunu yazsınlar
İyi seyahatler
Bir şey değil, öteki dünyada da deli zannedileceksin.
MARIE LA URENCIN
K afesteki bu güzel kuş
Senin mezardaki gülüşündür
Yapraklar dans ediyor,
U zun uzun yağmur yağacak
Bu akşam hareketimden evvel
Ağaçların çiçek açtığını görmek istiyorum
Bir dişi geyik sessizce yaklaşacak
Bulutlar biliyorsun pembe ve mavidir
448
(
PA UL EL UARD
Oraya bastonunu ve eldivenlerini de götür
Düz dur
Gözler kapalı
Pamuk bulutlar uzaklarda
Ve bana allahaısmarladık demeden gittin ·
Bir yağmur
Bir yağmur
Bir yağmur
TRISTAN TZARA
Kim o
Bana elini uzatmadın
Ölümünü duydukları vakit çok güldüler
Ebedi olmandan öyle korkmuşlardı ·ki
Son nefesin
Son gülüşün
Ne çiçek ne de çelenk
Sadece küçük otomobiller
Ve beş metre boyunda kelebekler
449
ANDRE BRETON
Bakışını gördüm
G özlerini kapattığın zaman
M ah zun olmama izin vermedin
Ve ben bir şey yapmasam bile bol bol ağladım
Artık bana hiçbir şey söylemeyeceksin
H iç ama hiç
Bir sürü adam çiçekler getirdi
N utuklar bile s'öylendi
Ben hiçbir şey söylemedim
· Seni düşündüm.
450
WILLIA M FA ULKNER
1897 - 1962, ABD
'D ur" dedi gazeteci. Yerinden kalması bile gerekmedi. Basın birliğinin incecik
kağıtlarından birini çivisinden alıp Stevens'e uzattı. Illinois'nin Joliet kentin-
453
F aulkner
454
rim; öteki zenciler bunu du yacak olsalar da, eminim, bir şeycikler söylemezler
kadına. Ondan sonra da, belki iki üç aya kadar oraya gider, çocuğun öldüğü
nü anlatırım, kuzeyde bir yerde gömülmüş olduğunu söylerim ... " Kadın ona
bu kez öylesine bakıyordu ki durdu, sustu; o sert sandalyenin üzerinde, dim
dik oturmuş, susturuncaya değin bakmıştı ona.
'Onu buraya, yanına almak isteyecek" dedi.
'Onu mu?"dedi Stevens, 'Yani cesedi mi?"Kadın bakıyordu . Yüzünün anlatı
mı, kırılmış yahut söylenenleri doğru bulmuyormuş gibi değildi. Yalnız, bu
anlatımd a, çok eski, zamanın dışında kalmış, kan ile üzünce duyulan kadınca
bir yakınlık görülebiliyordu. Stevens düşündü: Bu sıcakta kente yayan geldi.
M eğer ki H anıp, ywnunaları, sebzeyi pazara götürdüğü arabayla onu getirmiş
ola.
'Büyük kızının biricik oğlu o, ölüp gitmiş ilk yavrusunun oğlu. Buraya dön
meli o."
Steven s aynı durgunlukla 'Buraya dönmeli o"dedi. 'Hemen harekete geçece
ği111 . Şimdi telefon ed�rim."
'lyi bir insansınız. " ilk olarak kıpırdadı, devindi. Ellerinin çantayı kendine
doğru çekişini, onu sıkı sıkı tutuşunu seyretti Stevens. 'M asrafını ben karşıla
yacağım . Ne kadar tutar, acaba bir fikir verebilir misiniz bana?"
Steven s, kadının yüzüne yüzüne baktı. Gözünü kırpmadan, çabucacık, kolay- .
cacık kıvırdı yalanını. 'On, on iki dolar yeter. Tabutu onlar sağlar, bir ·buraya
getirilmesi kalır . . .
"
'Bir kuru tabut mu yalnız? 'Kadın gene, karşısındaki bir çocukmu şçasına, ne
diyeceğini merak eder gibi, ama ilgi duymaksızın bakıyordu ona. 'Torunu o,
Bay Steven s. Onu yetiştirmek üzere yanına aldığında, babamın adını verdi o
na: Samuel Worsham. K uru bir tabut olmaz Bay Steven s. Aylık taksitlerle bir
şeyler yapılabilir sanırım."
'Bir kuru tabut olmaz" dedi Stevens; 'Buraya dön meli o"dediği zamanki gibi
bir sesle söyledi bunu. 'Bay Edmonds, eminim, yardım etmek isteyecektir.
Hem yaşlı Luke Beauchamp 'ın bankada parası var sanıyorum. Bana da müsa
ade edersiniz... "
'Buna gerek kalmayacak"dedi kadın. Stevens, çantasını açışına baktı; masası
nın üzerine yıpranmış kağıt dolarlarla, çeyreklere, beşliklere, kuruşlara varası
ya maden paralar sayarak yirmi beş dolar bırakışını seyretti. 'Bunlar ille elde
yapılacak masrafları karşılar. Ona an latırım ben ... Hiç umut kalmadığından e
min misiniz?"
'Emin im. Bu gece ölecek."
'P halde, ölmüş olduğunu anlatırım ona bugün, öğleden sonra... "
'isterseniz ben söyleyeyim ... "
'Ben söyleyeceğim" dedi kadın .
'Size gelip onu görmemi, onunla konuşmamı ister misiniz?"
'Zahmet olmazsa. . . 'Sonra, dimdik, kalkıp gitti. Ayak tıkırtıları hafif, gevrek,
canlı denebilecek gibi, geldi merdivenlerden, söndü yitti. Stevens, Illinois Ce
zaevi müd ürüne, sonra da Joliet 'de bir cenaze levazımatçısına telefon etti. D a
ha sonra, sıcak boş alandan bir daha geçti. G azetede müdürün yemekten dön
mesini bekleyişi az sürdü.
'Onu buraya getiriyoruz" dedi. 'Bayan Worsham, sen, ben, daha birkaç kişi.
Biraz pah alıya ... "
455
F aulkner
456
dm olan Worsham 'ın karısı, başında parlak renkli bir başörtüsü, kapıya daya
nıyordu. Bayan Worsham gene sert, dümdüz arkalıklı bir sandalyede dimdik
duruyor, yaşlı zenci kadın, içinde bu gece bile bir avuç közü n için için yandığı
ocağın yanındaki salıncaklı tek koltukta oturuyordu.
Elinde, sapı kamıştan bir kil pipo tutuyordu kadın, içmiyordu ama; p iponun
lekeli lülesi, sönük, beyaz bir külle doluydu. Stevens ona gerçekten ilk kez
baktığında Tanrım, on yaşında bir çocuktan bile daha çelimsiz, diye düşündü. O
da oturdu sonra, öyle ki dördü -kendi, Bayan Worsham, yaşlı zenci kadınla
kardeşi- insanların birbirine bağlılığının , birbiriyle dayanışmasının o pek eski
simgesinin közlenip dağılmakta olduğu tuğla döşeli ocağın çe\rresinde, bir da
ire Qluşturuyorlardı.
'Obür gün gelecek Mollie Teyze"dedi. Yaşlı zenci kadı.n ona bakmadı bile; hiç
bak.�amıştı yüzüne.
'Qldü o" dedi, 'Firavun 'un eline geçti. "
'Oyle Tanrım" dedi Worsham, 'Firavun 'un eline geçti. "
Yaşlı zenci kadın 'Bünyamin 'imi sattılar" dedi, 'M ısır'da sattılar onu. 'Koltu-
ğu�pa hafif hafif, ileri geri sallanmaya başladı.
'Oyle Tanrım" dedi Worsham.
Bayan Worsham, 'Sus" dedi, 'sus H amp. "
'Bayan Edmonds'a telefon et.t im"dedi Stevens, 'braya gittiğiniz.de her şeyi ha-
zırlamış olacak. " .
'Roth Edmonds sattı onu ."Yaşlı zenci kadın , koltuğunda ileri geri sallanıyor
du. 'Sattı Bünyamin 'imi.''
Bayan Worsham 'Sus" dedi, "sus Mollie. Sus artık.''
'H ayır" dedi Stevens, 'hayır, o satmadı Mollie Teyze. Bay Edmonds yapmadı
bunu. Bay Edmonds yapmadı ... " A ma beni dinlemiyor ki, diye düşündü . K a-
·
457
F aulkner
458
'Böyle dedi işte. Sonra bir daha ' G azetene bunları yazacak mısın ' dedi. ' Hep
sini yazmanı isterim. Hepsini'. Benim de sormak geldi içimden : ' G erçekten
nasıl öldüğünü biliyorsam, 0nu da yazayım mı?' diye... Tanrı bilir, öyle söyle
seydim de bizim bildiğimizi o da öğren seydi, gene de evet diye cevap verirdi .
Ama bir şey söylemedim . Yalnız ' Yazsam da oku yamazsın ki teyzeciğim' de
dim. O da ' Bayan Belle bana nereye bakmam gerektiğini söyler, ben de baka
rım. Sen hepsini yaz hele, hepsini . . . ' dedi. "
'Ya"dedi S tevens. Evet diye düşündü, şimdi artık ıunursamıyor. Bu iş olacaktı
nasıl olsa, karşı durmak da elinden gelmezdi; şimdi artık her şey sona erdikten,
bittikten, bitirildikten sonra çocuğun nasıl öldüğü kadının umurunda değil. 0 -
.nun geri gelmesini istiyordu, o kadar. A ma gelmenin yolu yordamı vardı. O ta
butu, o çiçekleri, o cenaze arabasını istiyordu; bir otomobile binmiş, arabanı.n
arkasında, kentin içinden geçm ek istiyordu. 'Gel" dedi. 'Kente dönelim. iki
gündür daireye uğramadım. "
459
VICENTE A LEIXANDR E
1898 - 1 985, İspanya
ı60
ŞAKIYIN, KUŞLAR
Kuşlar, özgür kanatlarınızın okşayışları
alamaz elimden hüzünlü anılarımı.
Ne aydınlık bir coşkunun
cıvıltısıdır bu bağrınızdan konuşan !
Şakıyın bana, parlayan kuşlar
yanan orman larda sevinci çağırıp .
aydınlıkla esrik, bir çanın dilleri gibi
maviliklere yükselin
sizi sevgiyle bağrına basan.
Şakıyın bana, her gün yeniden doğan
ve çığlıklarınızla dünyanın suçsuzlu ğunu
haykıran kuşlar. Şakıyın, şakıyın ve sevinin yürekten
kökümden kopardığınız için beni ve yeryüzüne dönmeyin .
461
Alcixandrc
GER ÇF,K
D uvarlar değil, gölgeler boğuyor kalbimi; ned ir bu
gölgelerde gülümseyen? H angi yalnızlık bu çırpınan
aysız acısıyla kollarının ve bitmeyen çığlıklarını
geceyle ç arpan? K im bu gizlice şakıyan yapraklar içinde?
K u şlar mı? Sanmam , bir anısıdır kuşların belki. Ne�in sen
462
Bertolt B recht
463
'
S U ÇA RKI
Bu toprağın büyüklerini
Anlatır bize koçaklamalar
Yıldızlar gibi çıkarlar
D üşerler yıldızlar gibi
Tek avu ntu bu dalga geçme
Yükümlüyüz onları beslemekle
G elene ağam deriz gidene paşam
Ya inilir ya çıkılır 'he gam"
Çırk dediğin hep dönecek
Yukarda kalmaz yukardaki
Su aşağıdan yazık ki
D urmadan çarkı döndürecek
Efendiden geçilmezdi alanlar
K aplanlar mı istersin sırtlanlar mı
K artallar ya da domuzlar
Nem ize gerek besledik hepsini
H amam hep o bildiğimiz eski hamam
Tellaklar değişiyor yalnız
Ya bunalıyoruz sıcaktan ya soğuktan titriyoruz
Başka efendi istemiyoruz söydeşi hiç istemiyoruz
Çırk dediğin hep dönecek
Yukarda kalmaz yukardaki
Su aşağıdan yazık ki
D urmadan çarkı döndürecek
464
Büyükler kafa kafaya tokuşuyorlar
Kanlı d�vü şler oluyor sandalye için
Aç kurt diyorlar başkalarına
Kendilerini iyi kişi sayıyorlar
Öfkelendiklerini görü yor u z telliın
Dövüştüklerini birbirleriy I\!
Beslemek istemezsek onları daha
Anlaşıveriyorlar birden birleşiyorlar
Q.inkü artık çark dönmeyecek
D uracak bu eğlenceli oyun
K urtulan gücüyle sonunda su
K endi işini kendi görecek
465
Brecht
466
S ÜRGÜN ÜSTÜNE D ÜŞÜNCELER
Boş ver çivi ç akma duvara
As gitsin iskemleye ceketini
Yarın döneceksin nasıl olsa
Birkaç gün için değer mi
O fidanı sulamasan da olur
Ağaç dikmesen de
D iz boyu olmadan daha
Sevinçle gideceksin burdan
İndir bereni yüzüne insanlar geçerken.
Yabancı bir 'tlilbilgisi" karıştıracaksın da n 'olacak
Seni çağıran mektup
Bildiğin dilde, yazılmış olacak
Kireçleri dökülür gibi bir eski yapının
(Ko dökülsün engel olma)
D oğruluğun karşısına
Sınırda dikilen
Zorbalık duvarı yıkılacak
Elinde ç aktığın şu çiviye bak
Ne zaman döneceksin dersin
Ta içinden ne düşündüğü n ü bilmek ister misin
G ece demeden gündüz demeden
Çılışıyorsun kurtulu ş için
Odanda oturmu ş yazarsın durmadan
Bilmek ister misin nedir emeğinin yemişi
Kestane ağacına bak avlunun dibindeki
Onca su taşıdığın kestane ağacına.
Ay p arıldad1 durdu bütün ·gece
Sularda kayıp gidiyordu gemi
U zaklardan ötelerden geldik biz
K işi ar a sıra kapıp koyvermeli kendini
467
Brecht
�viren : Teo
468
NE DİYE ANSINLAR ADIM!?
Eskiden düşünürdüm: İlerde, çok ilerde
ÇDkünce oturduğum evler
Bindiğim gemiler ç ürüyünce
Anarlar benim de adımı
Başka adlarla birlikte.
469
Brecht
Bugünse
Pekala, unutulsun!
Ne diye
Ekmek varsa yeterince, sorulsun fırıncı?
Ne diye
Yeni kar bekleniyorsa
Övülsün. erimiş kar?
Ne diye
Bir gelecek varsa
D ursun bir geçmiş?
Ne diye
Anılsın adım?
470
Emil Stump'P un çizgileriooen B reclıt
•
FEDERICO GA R CIA L OR CA
1899 - 1 936, İspanya
A YA GI KARINCA LI
Yalnız bir kadın sanmıştım önce
Oysa kocasını aldatan biri
Irmağın orda buluştuk
G ece, San tiago gecesi,
Işıklar sönüp birer birer
Yanmaya durunca ateşböcekleri,
Son birikin tisin de şehrin
D okundum uykulu memelerine
Türkülü çiçeklerin dalları gibi
Göğsü gözlerime açılıverdi.
Ve on iki hançerin bir kerede
Yırttığı ipek gibi sinirli
H ışırtısı kulaklarımda
Kolalanmış �teklerinin.
Işıksız tepeleri ağaçların
Yollar boyunca kocaman kocaman
Ve ufuk köpeklerin ufku
Irmaktan ötelere havlıyordu.
472
N e varsa üstünden atlayıp geçtik
Böğürtlenler, dikenler, karaçalılar.
Saçındaki topuzun yere yatınca
Yumuşak toprakta açtığı çukur,
Ben boyunbağımı attığım zaman
ÇOzü şü onun da düğmelerini,
Sıra silahlı kemerime gelince
Sıyrılışı giysilerinden art arda,
Sümbüllerin mi kurbağaların mı
Olamaz hiçbirinin böyle bir teni,
Ne de billurun ay ışığında
Sunabildiği var bu ışıltıyı
K alç aları altımda kaçışıyordu
H ani ürk.m ü ş balıklar gibi
Bir yanı tutuşmuş, ateş çemberi
Bir yanı buza kesmiş, sepserin,
O gece dörtnala gördüm kendimi
Sedeften, küçük bir taya binmişim
G ördüm, ne dizgin ne de üzengi
At koşturuşlarımın en güzelini.
Neler anlattı sevişirken
Ama söyleyemem erkeğim ben
Hem böyle ağzı sıkı görünmemi
Aydınlık akıl da istiyor zaten.
Öpüşlere, toz toprağa bulanmış
U zaklaştık kıyının ordan
Sü senler silahlarını ayarlıyordu
G ecenin esintilerine karşı.
·
D ürü st bir Ç1ngene olarak
Ü stüme düşeni yaptım ben de
K oca bir dikiş sepetini
Armağan ettim ayrılırken ,
Ama kuşkusuz sürekli bir aşkı
Aklımın ucuna bile getirmemiştim,
Çlinkü hala, evli değilim, diyordu
Kocasına bunu bunu yapıp da
Yürüdüğümüzde ırmağa doğru.
473
Lorca
474
Ayaklarının dibinde
dönen beş buzdan güvercin .
Amnon, ince ve keskin,
kulesinden ona baktı,
kasığı köpük içinde
sakalında titremeler.
Ak aydınlıkta çıplak
taraçaya ilerledi,
dişlerinin arasında
saplanan bir ok ıslığı.
Ve Amnon sonra baktı
yuvarlak, alçakta aya
tam ortasında dipdiri
memeleri kardeşinin .
475
Lorca
476
Azgın ırza geçici Amnon
kaçtı atına atlayıp
Zenciler oklar attılar
mazgallardan kalelerden .
Ve dört nalı kaçan atın
olunca dört u zak yankı
bir makas alarak D avud
harpının tellerini kesti.
477
Lorca
HARLEM KRALI
Bir kaşıkla
gözünü oyuyordu timsahların
ve maymunların kıçına kıçına vuruyordu.
Bir kaşıkla.
478
Aşıp gitmeli köprüleri,
ulaşmalı o zenci uğultuya
ki vursun şakaklarımıza ciğerimizin kokusu
ılık ananas kılığında.
İşte onlar.
İşte yanardağların başında beyaz viski içenler,
lokma lokma yutan lar yüreği buzlu ayı dağlarında.
479
Lorca
O en bilgiç sessizlikte
garsonlar da aşçılar da, milyonerlerin
yaralarını yalayarak temizleyenler de
K ralı arıyorlar sokaklarda, güherçile köşelerinde.
48C
Aşk, taşa kazılmış belirsiz bir yüzdü
U nutuş, bir monokl üstünde üç damla mürekkep.
Bitkilerin yapraklan, özleri bulutlarda
çiçeksiz bir sap çölü.
481
Lorca
482
R OMA 'YA DOGR U HA YKIR IŞ
( Chrysler Building'in üst katından)
Ve yaralayan güller,
K an borularına oturmuş iğneler
D üşman dünyalar ve şiirle örtük aşklar
H epsi de üstüne yıkıhcak senin hepsi de, Biiyük kubbenin üstüne
G örüyorum - bir adam göz kamaştırıcı bir güvercinin üstüne işiyor -
Binlerce çanla çevrili kubbe.
483
Lorca
Öğretmenler çocuklara
D ağdan kopan olağanü stü bir ışık gösteriyor
Ama çıka çıka bundan bir lağım çıkıyor sonunda
Ortasında koleranın karanlık perileri bağrışıyor
Öğretmen sofuca tütsülü iri kubbeleri gösteriyor
484
Yine de yine de ah yine de
Tükrük hokkalannı kaldırmakla görevli zenciler,
Başöğretmenin soluk dehşeti altında tir tir çocuklar,
M aden kuyularında gazla zehirlenmiş kadınlar
Yaşamalarını çekice, kemana, buluta bağlamış kalabalıklar
K afalarını duvara vurur gibi bağıracaklar
Bağıracaklar kubbelerden başları dönmüş
Bağıracaklar ateşten başları dönmüş
K ardan başlan dönmüş
Başları pisliğe bulanmış
Bağıracaklar toplanmış bütün geceler gibi
K entler küçük kızlar gibi titreyene kadar
Ö yle korkunç bir sesle bağıracaklar.
485
.
ALEF ( *)
E stela C anto'ya
486
renkli; Beatriz 192 1 Karnavalı'nda, maskeli; Beatriz kiliseye kabul töreninde;
Beatriz Roberto Alessandri'yle evlendiği gün ; Beatriz boşandıktan kısa bir sü
re sonra Atçılık K ulübünde bir yemekte; Quilmes'teki kıyı kasabasında Delia
San M arco Porcel ve Carlos Argentino 'yla; Beatriz Villegas H aedo 'nun arma
ğanı pekinua süs köpeğiyle; Beatriz fastan ve yan fastan; gülümserken; eli çe
nesinde ... Orada bulunuşumu eskiden olduğu gibi, alçakgönüllü bir tavırla ki- .
taplar sunarak haklı çıkarmaya çalışmayacaktım - aylar sonra okunmamış ol
duklarını görmemek için, sonunda sayfalarını önceden açıp götürmeyi akıl et
tiğim kitaplar.
Beatriz Viterbo 1929'da öldü. O zamandan beri evine gitmemezlik ettiğim tek
bir otuz nisan geçmedi. G enellikle tam yediyi çeyrek geçe gider ve yirmi beş
dakika kadar kalırdım. Sonraları her yıl biraz daha geç gitmeye ve biraz daha
uzun kalmaya başladım . 1933'te şiddetli bir sağanak imdadıma yetişti ve beni
yemeğe alıkoymaj<: zorunda kaldılar. Tabii bu olayı örnek alma fırsatını kaçır
madım. 1934'te, sekizi biraz geçe, büyük bir kutu Santa F e şe!-<-t:rkmesiyle git
tim ve çok doğal bir şey yapıyormuşum gibi yemeğe kaldım. işte, yavaş yavaş
Carlos Argentino Daneri'nin güvenini kazanmam, bu hüzünlü ve umarsız aşk
·
487
Borges
nuş" ya da 'Kehanet Türküsü "ya da daha yalın bir deyişle 'Başlangıç Türküsü "
bölümünde yerlerini almışlardı; yalnız, tabii kendinden söz ettirmeden , gürül
tü koparmadan, tüm evrende çalışma ve yalnızlık diye bilinen ve birbirinden
ayrılmaz iki şeye dayanarak yazıyordu. Dediğine göre, önce her şeyi hayal gü
cünün akışına bırakıyor, sonra araç gereçlerini çıkarıp bunları törpülüyor
muş. Şiir 'Yeryüzü" adını taşıyormui; konu gezegenin anlatılmasıymış ve tabii
konu dışına çıkan çok canlı ve atak bölümler de eksik değilmiş..
Kendisinden bana, kısa bile olsa, bir bölüm okumasını rica ettim. Yazı masa
sının çekmecelerinden birini açtı, kalın bir dest� kağıt çıkardı -kağıtlar büyük
boyda bir bloknotun yapraklarıydı ve üstlerinde Juan Crisostomo Lafınur ki
taplığının anteti basılıydı- ve son derece keyifli bir sesle okumaya başladı:
'Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, çok ilginç bir dörtlük"dedi, yargısını belirte
rek. 'Birinci dize profesörlerin, akademisyenlerin ve Yunancacıların -bilmem
yetişmekte olan bilim adamlarını da katmaya gerek var mı- övgüsünü kazanu;,
bunlar da zaten toplumun azımsanmayacak bir bölümünü oluşturmaktadır. i
kinci dize Homer'den Hesiod 'a doğru akıyor (böyiece daha başlangıçta öğre
tici şiirin babasına saygılar sunulmuş oluyor), bu arada kökeni Kutsal K itap'a
kadar inen edebi bir gç�eneğin de yaşatılması ihmal edilmiyor: Sıralama art ar
da dizme, kümeleme. U çüncü diı.e -barok mu? düşüşü mü simgeliyor? Arı bi
çimleri kutsamanın bir örneği mi?- eşdeğerde iki yarı dizeden olu şmakta.
D ördüncüsü, çekinmeden iki ayrı dilde söylenmiş; katkısız eğlencenin verdiği
keyfe karşı duyarlı olan herkesin beni kayıtsız şartsız desteklemesini sağlaya
caktır. Açık konuşmam gerekirse, ikinci ve dördüncü dizelerin olu şturduğu
çarpıcı ve yeni uyak anlayışına da dikkati çekmeliyim -k�sinlikle kendime pay
çıkarmak istemiyorum- ama dört dizeye edebiyatla dolu otuz yüzyılı kapsa
yan üç ayrı gönderme sığdırmama ola.pak sağlayan derin bilgi de gözden kaç
mamalı -birincisi Odissea'ya, ikincisi '1şler ve G ünler'e (3), üçüncü de bize Sa
voie'lı Xavier de M aistre'in şen kaleıninden miras kalan o ölümsüz uçarılıkla
ra (4). Qlğdaş sanatın kahkaha gibi bir merheme, oynak bir havaya gereksin
mesi olduğu gerçeğini bir kez daha kavramış bulunuyorum. Kuşkusuz, son
söz Goldoni'nindir!"
D aneri bir sürü başka dörtlük daha okudu, hepsini gene kendisi övdü ve hep
si de gene uzun aç ıklamalara yol açtı. Bunların da dikkati çekecek hiçbir yanı
yoktu. Bence ilk dörtlükten daha iyi olmadık hırı gibi, daha kötü de değildiler.
Şiirde titiz bir uyarlamanın yanı sıra yeteneksizliğe teslimiyet ve oluruna bı
rakma da vardı; ama bence D <ı n eri'nin yaptığı asıl iş bu şiiri yazmak değil, şii
re neden hayran olunması gerektiği konusundaki buluşlarıydı. Ve tabii gös
terdiği çabanın bu ikinci evresi, kendi şiirini, başkalaru,ıın gözünde olmasa bi
le, kendi gözünde başkalaştırıyordu. D aneri'nin okuma biçimi olağanüstüy
dü, _ama veznin ölçüsü öylesine korkunç bir tekdüzelik içindeydi ki, bu olağa
nüstülük de ister istemez bir süre sonra azalıyor ve don-yklaşıyo,!d'=1 (5).
Ama ah, ne yazık ki en önemli olguyu unuturlar - G U ZELLIÖI!
488
(Bana dediğine göre) amansız ve güçlü düşmanlardan oluşan bir ordu yarat
maktan çekindiği için şiirini korkusuzca yayımlamıyordu .
Her biri 12 heceden oluşan şu on beş bin dizelik 'Polyonbiona'a hayat�mda
yalnız bir kere göz atma fırsatını bulmuştum; hani Michael D rayton 'un)ngil
tere'nin hayvan ve bitki örtüsünü, sularını, dağlarını, manastırlarının tarihini
ve askeri geçmişini anlatan topografık destanı. Hiç kuşkum yok ki, bu konu
su sınırlı ama kendi büyük ürün, Carlos Argentino'nun aynı derecede muaz
zam girişiminden gene de dah a az sıkıcıydı. D aneri'nin amacı gezegenin tüm
yüzeyini koşukla. anlafmaktı ve 1941 'de Queensland eyaletinin birkaç dönü
münü , Ob ırmağı boyunca uzanan bir mile yakın bir alanı, Veracruz'un kuze
yinde bir gazhaneyi, Buenos Aires'in bir mahallesi olan Conception 'daki belli
başlı dükkanları, M ariana Cambaceres de Alvear'ın Arjantin 'in başkentinde,
Belgrano semtindeki villasına ve ünlü Brighton D eniz M üzesi' nin yakınında
ki Türk hamamlarını tamamlamış durumdaydı. D aneri, bana Avustralya bö
lümünden de bazı uzun ve çapraşık kısımlar okudu. Bir yerinde durarak ken
di ürünü olan bir sözcüğü , bir renk adinı övdü: 'Kurşun beyazı". Ona göre bu
sözcük gökyijzünü gerçekten 'tanımlıyordu", şu u zak kıtanın doğasında da
gökyüzü en önemli öğelerden biriydi. Ama bu dağınık ve cansız altı vurgulu
dizelerde 'Sunuş" denen bölümdeki kadar bile gerilim yoktu. Gece yarısına
doğru kalktım.
iki hafta sonra bir pazar Daneri bana telefon etti -herhalde ömründe ilk kez.
Saat dörtte evinin bitişiğindeki barın açılış kokteyline birlikte gitmemizi öner
di, 'Barı ileri görüşlü ev sahiplerim Zunino'yla Zungri -ku şkusuz hatırlaya
caksın- açıyorlar. Mutlaka görmek isteyeceğin bir yer."
Sevinçten çok bir boyun eğme duygusuyla kabul ettim. Vardığımızda masa
bulmak epey zor oldu. Acımasızca çağdaş döşenmiş olan 'bar" beklediğim ka
dar çirkin değildi; yan masalardaki heyecanlı müşteriler birbirlerine Zunnino'
yla Zungri'nin barı döşerken parayı bir an bile düşünmediklerini, bu işe yatı
rım yaptıklarını anlatıyorlardı. Carlos Argentino �ıklandırmayla ilgili bazı ö
zelliklere şaşırmış numarası yaptı (oysa, bana kalırsa hepsini önceden görmüş
tü) ve ciddi bil' tavırla, '1stesen de istemesen de, burasının aynı ayardaki başka
yerlerd en daha çok tutulacağını, kabul etmelisin " dedi.
Sonra bana değişik yerlerinden dört beş bölümü baştan okudu. Bu bölümleri
en sevgili ilkesine, yani dili olabildiğince ağdalı kullanmak ilkesine göre dü
zeltmişti; ilk yazılışta 'inavi" ona yeterli gibi gelmişti, ama şimdi şiir "gökma
vi'leri, 'Çini mavi'kri 'tleniz mavi'leriyle dolup taşıyordu. Altında yün yıkanan
bir sundurmayı iddialı bir biçimde betimlerken ''süt beyazı" sözcüğü kendisine
fazla kolay gelmişti, ''süt gibi beyaz'� ''sütümsü " gibi sözcükleri seçmişti, bir ta
nesini de kendi uydurmuştu- ''sütsellikte". Bundan sonra, 'tlobra dobra" konu
şarak bizim kitaplara önsöz yazdırmak yolundaki çağdaş manyak.lığımızı ye
rin dibine batırdı, 'Nitekim dahiler kralı da Quixote'a kendi yazdığı o eşsiz
önsözde bu tutumla alay etmişti." Ama gene de kendi değişik çalışmasının ba
şına dikkat çekt:çek birkaç söz koymanın işe yarayabileceği kanısında olduğu
nu teslim etti- 'Unlü bir edebiyatçının elinden çıkacak bir nişan, bir kutlama
gibi". Şiirin ilk bölümlerini bastırmayı düşündüğün ü söyleyerek devam etti.
Ben de bunun üstüne bu beklenmedik telefonun· niye edildiğini anlar gibi ol
dum; D aneri benden bilgiçlik kokan şu saçma sapan yazılarına bir önsöz iste
yecekti. Ama korkum yersiz çıktı. Carlos Argentino, edebiyatçı Alvaro Meli-
489
Borges
490
davası açacağını ve bu parayı ödeteceğini söyledi.
Zunni adı beni etkiledi, bürosu Caseros y Tacuari gibi garip bir adreste oldu
ğu halde köklü ve güvenilir bir yer diye bilinirdi. Zunni'yi bu iş için resmen
görevlendirip görevlendirmediğini sordum. D aneri kendisine hemen o gün
öğleden sonra telefon edeceğini söyledi. Sonra biraz duraladı ve çok özel bir
açıklamada bulunulurken kullanılan tekdüze ve. kişiliksiz bir sesle, şiiri ev ol
madan bitiremeyeceğini, çünkü aşağıda, bodrumda bir Alef olduğunu söyle
di. Ve Alefin evrendeki bütün öteki noktaları içeren bir nokta olduğunu a
çıkladı.
'Bodrumda, yemek odasının altında"diye sürdürdü, üzüntüsüne kendini öyle
sine kap tırmıştı ki, tumturaklı konu şmayı bile unutuyordu. 'O benim - be
'n im. Ben onu daha çocukken, kendi başım� bulmuştum. Bodrumun merdive
ni çok d ik olduğu için yengemle amcam inmemi yasaklamışlardı; ama bir ke
resinde birisinin aşağıda bir dünya olduğunu söylediğini işitmiştim. Sonradan
söz konusu ettikleri şeyin modası geç.miş bir küre olduğunu anladım, ama o
zaman gerçek dünyayı kastettiklerini sanmıştım. Bir gün evde kimse yokken
gizlice aşağı indim, ama ayağım kaydı ve düştüm. G özlerimi açınca da Alefi
gördüm."
''.Alef mi?" diye yin eledim.
'Evet, yeryüzündeki bütün yerlerin, her açıdan, açık seçik, birbirine karışma
dan, göz kamaştırmadan göründüğü tek yer, dünyadaki tek nokta. Bu keşfimi
kendime sakladım ve her fırsatta oraya girdim. Çbcukken bunun bana ilerde
şiiri yazabilmem için bah şedilmiş bir ayrıcalık olduğunu anlayamamıştım. Zu
nino ve Zugri beni benim olandan ayıramazlar - hayır, ve bin kere hayır!
D oktor Zunni elindeki yasa kitaplarıyla benim Alefimin devredilmez olduğu
nu kanıtlavacaktır. "
K endisiyle mantıklı konuşmaya çalışarak 'Peki, bodrum çok karanlık değil
mi?' dedim. 'H akikat direnen bir zihne· zorla girmez. Eğer evrendeki her yer
Alef'in içindeyse, o zaman bütün yıldızlar, bütün lambalar, bütün ışık kay
nakları da içindedir. " 'Bir yere gitme, hemen gelip göreceğim " dedµn. Hayır
deıµesine fırsat bırakmadan da telefonu kapattım.
insan bir olguyu birden açık seçik kavrayınca, o zamana kad ar kuşkulanma
dığı bir sürü şeyin de aslında bu olguyu desteklediğini görüyor. O ana kadar
Carlos Argen tino'nun deliliğinden kuşkulanmamış olmam beni iyice şaşırttı.
Aslını isterseniz bütün Viterbo 'lar biraz deliydi. Beatriz (ben kendim bunu sık
sık söylerim) neredeyse ürkütücü bir sezinleme gücün e sahipti, ama unutkan
lık, dalgınlık, nefret edebilme gibi h uylan olan , arada bir zorbalık damarı tu
tan bir kadın, bir çocuktu ve belki de bunlar hastalıklı bir yapının belirtileriy
çli. Carlos Argentino 'nun deliliği bende haince bir gurur duygusu uyandırdı.
içimizde bir yerlerde birbirimizden hep nefret etmiştik . .
G ar ay sokağına geldiğimde hizmetçi kız kibarca beklememi söyledi. Beyefen
di her zaman olduğu gibi bodrumda resim basıyo rd u . K ullanılmayan piyano
nun üstünde, içinde çiçek olmayan boş ve büyük bir vazonun yanında Beat
riz'in abartılarak renklendirilmiş kocaman bir fotoğrafı geçmişe ait olmaktan
çok zamanın ötesinde gülümsüyordu. Bizi kimse göremezdi, alt edemediğim
bir şefkat duygusuyla portreye yaklaştım ve ona: 'Beatriz, Beatriz Elena, Be
atriz Elena Viterbo, sevgili Beatriz, artık hiç dönmeyecek olan Beatriz, benim,
ben , Borges" dedim.
491
Borges
Neden sonra Carlos geldi. K uru bir sesle konuşuyordu. Alefi kaybetmekten
baş�a hiçbir şey düşünmediği belliydi.
'Once şu uydurma konyaktan bir kadeh iç"diye emretti, 'bndan sonra doğru
bodruma ineceksin. Seni uyarayım: D ümdüz, sırtüstü yatmalısın. G örüş açısı
nın tam bir karanlık, tam bir hareketsizlik içinde belli bir noktaya ayarlanma
sı gerekli. G özün ü yerden on dokuzuncu basamağa dikmelisin. Seni aşağıya
bıraktıktan sonra merdivenin kapağını kapatacağım, tamamen yalnız kalacak
sın, Etrafta dolaşan kemirgen yaratıklardan korkman gerekmez ama, gene de
korkacağını biliyorum. Bir ya da iki dakika sonra Alefi göreceksin - Simya
gerlerle K abbalistlerin minik dünyasını, bizim atasözlerine geçmiş gerçek dos
tumuz multum in parvo�yu ! (7) ·
'işin olmayan yerlere bu kadar uzun süre burnunu soktuktan sonra iyice çar
pılmış olmalısın, ha?" dedi nefret ettiğim bir ses keyifle. 'Beynini p aralasan, bu
esin kaynağının bedelini bana yüz yılda bile ödeyemezsin. K ahredici bir göz
lem, ha, Borges?"
Carlos Argentino'nun ayakları en üst basamakta dikilmişti. Birdenbire beliren
donuk ışıkta kalkmayı becerdim ve 'Kahredici bir -evet, kahredici" diye geve
ledim. Sesimin soğuk ve heyecansız tonu beni de şaşırttı. Carlos Argentino bi
raz da sıkıntıyla devam etti.
'.Sahiden her şeyi gördün mü- açık seçik, renkli?"
intikamımı nasıl alacağımı o an buldum. Bodrumun konukseverliği için Car
los Argentino 'ya kendisine acıdığımı açıkça belli eden , şefkatli ama biraz ger
gin ve kaçamaklı bir havayla teşekkür ettim ve bu zararlı büyük kentten, hiç
birimizin gözyaşına bakmayan - inan bana, hiçbirimizin? dedim; evinin yıkıl
masını fırsat bilerek uzaklaşmasını önerdim. Alef ü stüne tartışmayı sükunetle
ama kesinlikle reddettim. Allahaısmatladık derken de kendisine sarıldım, kır
ların, açık havanın ve sesizliğin en iyi doktorlar olduğunu yineledim.
Sokağa çıktığımda, Con stitucion istasyonunun merdıvenlerinden inerken ,
metroda gördüğüm çehrelerin hepsi bana tanıdık geldi. Artık yeryüzünde hiç
bir şeyin beni şaşırtmayacağından korktum; gördüklerimden hiçbir zaman
kurtulamayacağımdan korktum. Neyse ki birkaç u ykusuz geceden sonra, u
n utkanlık bir kez daha imdadıma yetişti.
1 mart 1 943 'te yazılan ek- G aray sokağındaki o mahut evin yıkılışından altı ay
kadar sonra, Procrustes ve Ort. Yayınevi, D aneri'nin şiirinin h atırı sayılır de
recede uzun olmasından yılmayarak ''Arjantin K esimleri'hden bazı seçmeler
yayımladı. Bundan sonra olup bitenleri yinelemek hemen hemen gereksiz.
Carlos Argentino Daneri, U lusal Edebiyat Yarışmasında ikinci ödülü .aldı (8).
Birinci ödül D r. Aita'ya; üçüncü ödül Dr. M ario Bonfanti'ye verildi. inanma
sı zor an1a, benim kitabım 'Kumarbazın K artları" bir tek oy bile almadı. Zafe
ri bir kez daha aptallık ve kıskançlık kazanıyordu ! D aneri'yi uzun zamandır
göremiyoruqı. Şiirin başka bazı bölümlerinin basılmak ü zere olduğu söyleni
yor. (Artık Alefin karışmadığı) mu tlu kalemi şimdi ulu sal kahramanımız G e
neral San Martin için bir destan yazma görevini yüklenmiş.
Son olarak iki gözlem daha e�lemek istiyorum; birincisi Alefin özü, ikincisi
adı ü stüne. Bilindiği gibi Alef, lbrani alfabesinin ilk harfidir. Benim öyküm
deki garip küre için bu adın kullanılması rastlantısal olmayabilir. K abbalah 'da
bu harf hem katışıksız hem sonsuz olan Tanrının , En Soph 'urı , başını tarih et
mek için kullanılır; Alefin hem göğü hem yeri gösteren bir in san biçiminde
olduğu da söylenir, bu insan aşağıdaki dünyanın yukardakinin haritası ve ay
nası olduğunu ifade edermiş. Cantor'un Mehgenlehre'sinde Alef sonsuz ötesi
sayıların simgesidir (9); bu sayıların herhangi bir parçası tümü kadar büyük
tür. Bu adı Carlos Argentino'nun kendisinin mi seçtiğin i, yoksa bir yerde mi
okuduğunu bilmek isterdim- butün noktaları içeren tek nokta anlamında - A
lef'in bodrumda kendisine sunduğu sayısız metinlerd en birinde de okumuş o
labilir. Şimdi ileri süreceğim şey her ne kadar inandırıcı olmayacaksa da, ben
ce G aray sokağındaki Alef yalancı bir AleC:ti.
•.
Işte kariıtlarım: 1 867 'lerde Yüzbaşı Burton lngiliz Konsolosu olarak Brezilya'
da bulunmuştu. 1942 H aziranında Pedro Henriquez U rena, Santos.'taki bir
kitaplıkta Burton 'un bir elyazmasına rastladı; burada D oğuluların Iskender
494
Zül K arneyn 'e ya da M akedonyalı Alexander Bicornis'e atfettikleri bir ayna
dan söz ediliyordu . Bu aynanın kristali tüm dünyayı yansıtıyormuş. Burton
başka alametler de sayıyordu : Keyh üsrev'in yedi katlı kasesi, Tarık Bin Ziyad '
ın bir kulede bulduğu ayna (Binbir G ece Masalları, 272); Lucuano de Samo
sata'nın ay üstünde sınadığı ayna (H istoria Verdarera, 1, 26); Capella'nın
Satyricon 'unun ilk kitabında Jüpiter'e atfedilen aynaya benzer mızrak; Mer
lin 'in ' yuvarlak ve oyuk . . . Camdan bir dünya gibi duran ' evrensel aynası (Fae
rie Queene, 111, 2, 19) ve şu garip bilgiyi de ekliyord u : "Ancak bu sayılan nes
nelerin (h içbirisinin gerçekten var olmadığı bir yana bırakılsa bile) hepsi yal
nızca görsel aygıtlardır. Kahire'de Amr camisinde toplanan müminler camiin
orta avlu sunu çevreleyen sütun ların birinde tüm alemin yattığı olgusunu bilir
ler ... Tabii, kimse bunu gerçekten göremez, ama sü tunun yü zeyine kulakJarını
dayayanlar kısa bir süre sonra yoğun öir gürültü duyduklarını söylerler. Cami
yedinci yüzyıldan kalmadır; sütunJar da Islam öncesi dinlerine �t başka tapı
naklardan getirilmiştir. N itekim lbn Haldun 'un yazdığı gibi: 'Göçebelerin
kurduğu devletlerde
. duvarcılıkla ilgili her konuda yabancıların
. yardımı esas-
tır."
Şu Alef bir taşın yüreğinde mi? O bodrumda her şeyi gördüğüm zaman Alefi
mi gördüm, ve şimdi unuttum mu? Zihinlerimiz elek gibi, unutkanlık içeri sı
zıyor; ben de aradan geçen yıpratıc� yılların etkisiyle Beatriz'in belleğimdeki
yü zünü çarpıtıyorum ve yitiriyorum.
(*) Alef: İbrani alfabesinin. ilk harfi, sayı işareti olarak birim karşılığı. İbrani
. alfabesinde yazı-
lışı: N (ÇN .)
(5) 'Okudukları arasında hiciv türüne giren bir kaç dize olduğunu da anımsıyorum. Daneri
bunlarda acımasızca kötü şairlere saldırıyordu . Bu şairleri, şiirlerini bilgi zırhıyla kuşatmak ve
işe yaramayan k�atlarını boşuna çırpmakla suçluyordu, şu dizeyle de kapatıyordu: .
(6) Hüsnü tabir: Ortmece söz. Ağır ve kaba bir söz yerine aynı anlamda kullanılan daha ınce
güzelleştİJ"isi söz. (ÇN .) .
(7) Multum in pravo: Azda çokluk (ÇN .)
(8) "Acıyla karışık kutlamalarınla aldım " d iye yazıyordu bana. "K ıskançlık tan çatlıyorsun , za
vallı dostu m -ama boğµlur gibi olS<\n da!- itiraf etmelisin ki, bu kez türbanımı halifelere layık
bir yakut, başlığımı tüylerin en kırm ızısı taçlandırıyor."
(9) Mehgenlehre: Matematikte nicelikler öğretisi (ÇN .)
495
. .
497
Nabokov
larıY.�a dolu ç ukura koşut hızla uçup giden kayın gövdelerini seyrediyordu.
' U şümedin mi' dedi annesi, yol nehrin oraya doğru kıvrılıp da küçük bir esin
ti şapkasındaki gri kuştüyünde yumuşacık bir ürpermeye yol açtığında. ' Evet
üşüdüm' dedi oğul nehre bakarak. Annesi mırıl mırıl bir sesle uzanıp pelerini:
ni dü zeltmek üzere iken oğlunun bakışlarını fark ed!!lce elini çabucak geri çe
kip p armakların havada kıvrılıvermesinden ibaret, ' Ortün daha sıkı örtün ' an
lamına bir el hareketiyle yetinmişti. Sonra rüzgardan ağzına yapışan şapka tü
lünden kurtulmak için dudaklarını bü zerek sürekli bir dudak hareketi, nere
deyse bir tik halindeydi bu onda- kocasına sessizce yardım isteyen gözlerle
bakmıştı. Kocası da yünlü bir pelerine bürünmüş, kalın eldivenler içindeki el
lerini çukur oluşturacak biçimde yumuşak eğimli bir kavis çizdikten sonra
belli belirsiz küçük Luzhin 'in beli hizasına kadar yükselen Skoç bir yol batta
niyesine yerleştirmişti. ' Luzhin ' dedi babası zorlama bir neşeyle ' Ne · haber
Luzhin?' ve oğlunu battaniyenin altından bacağıyla hafifçe dürttü . Luzhin
dizlerini çekti. işte bunlar köylü kulübeleri, damlarını bir karış parlak yosun
tutmuş, işte üstünde yarı silinmiş yazısı -köyün ismi, köyde oturan ' canların '
sayısı- ile tanıdık tabela, işte kocası, kara çamuru beyaz bacaklı köylü kadınla
rıyla köy kuyu su. Köyü geçince atlar tepeyi bir hamlede tırmanıverdi. Arkala
rında içinde birbirinden nefret eden mürebbiye ile kahya kadının sıkış tıkış o
turdukları ikinci fayton belirdi sonra. Arabacı dudaklarını şaplattı, atlar gene
tırıs gitmeye başladılar. Renksiz gökyüzünde bir karga biçilmiş başak sapları
üzçrinden yavaşça uçup gitti.
istasyon köşkten bir buçuk mil uzaklıkta bir kökn ar korusu içinden in işsiz çı
kışsız, yankılarla dolu geçip giden yolun St. Petersburg'a giden anayolla kesiş
tiği, bir engelden öteye raylara çapraz, bilinm�yene doğru akıp gittiği bir nok
tadaydı. Baba Luzhin sokulgan bir tavırla, ' istersen kuklaları oynatabilirsin '
dedi oğlu arabadan atlayıp yünlü pelerinin daladığı ensesini oynatarak bakış
larını yere dikip kaldığında. Oğul uzatılan on kopeği sessizce aldı. ikinci fay
tondan mürebbiye ile kah ya kadın hantal hareketlerle, biri arabanın sağ kapı
sından biri sol kapısından indiler. Baba eldivenlerini çıkardı. Anne tülünü kal
dırarak, göz ucu ile yol battaniyelerini toparlayan iri yarı hamalı izlemeye ko
yu ldu. An sızın bir rüzgar atların yelelerini savurdu, arabacının narçiçeği kol
yenlerini şişiroi.
Peronun üzerinde yalnız başına kaldığını görünce, Luzhin, oynak çıplak ba
caklarını canlandırıp fırıl fırıl döndürmek için bir madeni paranın dürtükle
mesini bekleyen cam kutudaki beş küçük kuklaya doğru yürüdü, ne var ki
bugün boşunaydı beklemeleri, çünkü makinenin bozuk olduğu çıktı ortaya,
para da boşa gitmişti. Luzhin biraz durdu, sonra rayların en uç noktasına ka
dar yürüdü . Sağda küçük bir kız kocaman bir balyanın üzeriı:ıe oturmuş, dir
seği avucuna dayalı yeşil bir elma yiyordu . Solda pantolon askılı bir adam e
linde bastonu, uzağa, çizgi halinde gözüken ormanın bittiği, biraz sonra tre
nin müjdesi olacak küçük beyaz dumancığın görünüvereceği noktaya bakı
yordu. Tam önünde, rayların öte yanında, dibinde otlar bitmiş, barın ak h ali
ne sokulmuş kirli sarı, tekerleksiz bir ikinci mevki vagonunun yanında köylü
nün biri yakacak odun yarıyordu . Birden bütün bunlar gözyaşlarının buğusu
ardında bulandı gitti, gözkapakları yandı, biraz.dan olacaklara . katlanmak
imkansıı.dı - elinde biletlerden bir yelpazeyle baba, gözleriyle bıwulları sayan
anne, gürültüyle istasyona giren tren , çıkması daha kolay olsun diye merdive-
498
ni indirecek olan kondüktör.· Etrafına bakındı. K üçük kız elmasını yiyordu,
pantolon askılı adam uzaklara bakıyordu; her şey sakindi. Sanki öylesine yü
rürmüş gibi peronun sonuna kadar gitti, sonra hızlı hızlı yürümeye başladı,
birkaç basamağı koşarak indi, çiğnenmiş bir patika ile karşılaştı, istasyon şefi
nin bahçesi, bir çit, bir tahta kapı, köknar ağaçları, sonra küçük derin bir a
kaı:�u ve hemen sonra sık ağaçlı bir koruluk.
ünce koruluğun içinden hışırdıyan eğreltiotlarına sürünüp kırmızımsı çan çi
çeği yapraklarını ezerek dosdoğru koşmaya l)aşladı. Sadece lastiğin tuttuğu
beresi ensesine kaymış dizleri dışarlık elbisesinin altına giydirilmiş yün çorap
lardan terlemişti. Koşarken ağlıyor, alnına çarpan dallara yarım yarım çocuk
ça küfürler savuruyordu - en sonunda durmak zorunda kalıp da nefes nefese
diz çöktüğünde pelerini bacaklarını tamamen örttü.
Ancak bugü n , her sene taşradan şehre taşındıkları, hiç de sevimli olmayan bu
gün, evin içinin denklerle dolduğu · bugün, bahçıvanı hiç bir yere gitmek zo�
runda olmadığı için kıskandığınız bug�n, babasının sözünü ettiği değişimin
ne denli korkunç olduğunu anlamıştı. Onceki sonbaharın şehre dönüşleri bu
na oranla birer mutluluktu. M ürebbiyesi ile çıktı.klan, hep aynı sokaklar ve
Nevski Alanı boyunca sürdürülen sonra da rıhtım boyundan eve geri dönü len
sabah yürüyüşleri, hiçbir zaman tekrarlanmayacaktı artık. M utlu yürüyü şler.
M ürebbiyesi bazen rıhtım boyundan yürümelerini önerir, o hep karşı çıkardı.
Bu, kendini bildi bileli bazı alışkanlıkları olduğundan değil, Peter Paul kapı
sındaki toptan, topun evlerin pencere camlarını şangırdatarak insanın kulak
zarını patlatacak gibi yankılanan gökgürültüsü ben zeri sesinden son derece
korktuğundandı. Sonunda hep -inanılmaz manevralarla- gün ortasında N evs
ki' de, toptan olabildiğince uzakta kalmayı becerir, eğer yollarını değiştirecek
olurlarsa kışlık sarayın orada top atışlarına yakalanıvereceklerini bildirdi. Ye
mekten sonra kaplan postunun altındaki divanın üzerinde keyifle hayale dal
malar, saat ikiyi vurduğunda sütünü gümüş bardağa -süte çok bambaşka bir
tat verirdi bu- koyup içmek, saat üçü vurduğunda üstü açık faytonla bir tur
atmak, bunların hepsinin de sonu gelmişti artık. Bütün bunlar gitmiş, yerin i
yeni, bilinmeyen, bu yüzden de korkunç bir şeyler, her gün dokuzdan üçe ka
dar beş dersle geçen dayanılmaz boyun eğilemeyecek bir dünya almıştı. Hele
bu dünyayı dolduran tanımadığı bir avuç oğlan ! Yakınlarda bir temmuz günü
burada -köydeki köprünün üstünde etrafını çevirip suratına nişan aldıkları te
neke tabancalardan, uçlarındaki emniyet lastikleri çıkarılmış küçük sopalar
fırlatan oğlanlardan daha da korkutucu görünüyorlardı gözüne.
Orman sessiz ve ıslaktı. Ağlayabildiği kadar ağlad ıktan sonra, tedirgin duyar
galarını kıpırdatan bir böcekle oynadı bir süre, sonra aynı böceği bir taşla ez
mekle oyalandı, ne var ki böceği ezmek için taşı ilk indirdiğinde çıkan o keyif
li çıtırtıyı ikinci üçüncü kerelerde tutturamadı bir türlü . O anda yağmurun çi
selemeye başladığını fark etti. Yerden kalktı, tanıdık bir patika buldu, ayakla
rı köklere takılarakÔelli belirsiz intikam duyguları içinde köşke geri dönmek
üzere koşmaya başladı. Köşkte saklanacaktı, kışı orad a geç irecek sadece kiler
de bulduğu peynir ve reçel ile karnını doyuracaktı. Ormanın içinde bir sağa
bir sola kıvrılarak ilerleyen patikada on dakika kadar yol aldıktan sonra yü ze
yi yağmur damlalarının meydana getirdiği küçük halkalarla dolu nehrin kıyı
sına vardı. Beş dakika daha gidince gözlerinin önünde önce değirmen, sonra
üzerinde yürüyenin bileklerine kadar talaşa gömüldüttü küçük köprü, sonra
499
N abokov
yokuş yukarı devam eden patika, en sonunda da -çıplak leylak tarhlarının ara
sından- ev beliriverdi. D uvar kıyısından sürünerek ilerledi, oturma odasının
penceresinin açık olduğunu görünce su borusuna tırmanarak boyaları dökü
len yeşil kornişe tutundu, kendini pencereden içeri bıraktı. Oturma odasın
daydı artık, durdu, etrafı dinledi. Anne tarafından büyükbabasını kara favori
leri, elinde kemanla gösteren eski bir fotoğraf, olduğu _yerden gözlerini dik
miş, ona bakıyordu. Ama resme belli bir açıdan bakıld ığında hemen yanında
ki aynada kaybolup giderdi, öyle yaptı, oturma odasına gird iğinde hep tekrar
ladığı hüzü nlü bir eğlenceydi bu. Bir an durup düşündü, diliyle üst dudağını
oynattı, oynatınca ön dişlerindeki platin teller bir aşağı bir yukarı gidip geldi
ler. D ikk atlice kapıyı açtı, sahipleri giden evi vakit geçirmeden kuşatıveren
yankının titreşimleri yüreğini hoplattı, sonra şimşek hızıyla koridoru geçti, o
radan da merdiven lerden tavanarasına çıktı. Kendine özgü bir tavan arasıydı
bu, küç ük bir pen ceresi vardı, buradan bakınca merdivenler, zarif bir kıvrımla
aşağı doğru süzülüp gölgelerde kaybolan trabzanın kah verengi pırıltısı görü
lürdü. Evde çıt yoktu. Biraz sonra aşağı kattan, babasının çalışma odasından
uzaktan uzağa bir telefon sesi geldi. Telefon u zun bir süre aralıklarla çalmaya
devam etti. Sonra etrafı gene sessizlik kapladı.
Bir kutunun üzerine oturdu. Hemen yanında ben zer bir kutu duruyordu fa
kat açıktı ve içi kitaplarla doluydu bu kutunun. Köşede, duvara dayalı rende
lenmemiş bir tahta parçası ile kocaman bir bavulun arasına arka lastiğinin ye
şili yırtılmış bir kız bisikleti tersine çevrilmiş olarak yerleştirilmişti. Birkaç da
kika geçince Luzhin canının sıkıldığını anladı, tıpkı an nesinin insanın arkası
na terlemesin diye havlu yerleştirmesi ve sokağa çıkamamak gibi bir duyguy
du bu. Açık kutudaki gri, tozlu kitaplara parmaklarını dokundurdu, parmak
uçları kara izler bıraktı ciltler üzerinde. Kitapların yanında mantar tabancası
kurşu nlarından biri duruyordu , oyuncak kurşunun üzerinde bir tek tüy vardı,
onun yan ında bir askeri bandoyu gösteren büyük fotoğraf, çatlak bir satranç
tahtası ve daha birkaç ıvır zıvır vardı.
Böylece bir saat geçti. Birden seslerin çıkardığı gürültüyü ve ön kapının inler
gibi gıcırdadığını duydu. K üçük pencereden kendini göstermeden aşağı baktı,
babasını gördü . Babası bir delikanlı gibi koşa koşa merdivenleri çıktı, sahanlı
ğa geline durdu, tekrar çabuk çahuk aşağıya indi, yukarıdan bakınca dizleri
bir sağa bir sola sıçrar gibi gözükuyordu. Artık aşağıdan gelen sesleri seçebili
yordu, kah yan ın, arabacının , bekçinin sesleriydi bunlar. Bir dakika geçmeder
merdiven tekrar canlandı, bu sefer annesi, eteklerini eli ile toplamış çabuk ça
buk yukarıya çıkıyordu. O da sahanlığa gelmeden durdu, çıkmaya devam et
mek yerine trabzan a dayandı, sonra birden kollarını iki yana açarak tekrar a
şağıya indi. Sonunda aradan bir dakika daha geçince hepsi birden sözleşmiş
gibi yukarı çıkmaya başladılar, babasının saçsız başı pırıl pırıl parlıyor, anne
sinin şapkasının kuşu dalgalı havuzda yüzen bir ördek gibi sağa sola hoplu
yor, kahyanın boz renkli ense tıraşı bir iniyor bir çıkıyordu. Onları arkadan
her basamakta trabzana dayanarak çıkan arabacı, bekçi ve nedendir bilinmez
sütçü kız Akulin a izliyor, en arkadan da küçük Luzhin 'in gelecekteki karaba
sanların ın tek sah ibi olacak değirmendeki kara sakallı köylü lerden biri geli
yordu. En güçlü kuvvetlileri olduğu için Luzhin 'i tavanarasından arabaya ta
şıyan da o oldu.
�viren : Fatih Özgüven
500
H ans Bellmer'in M ichaux portTesi
ı·
1 <
1
!·
1
1
1
1
\. . ;
HENRI MICHA UX
1899-1984, Fransa.
502
�L UME'ÜN PARMA GI A GRIYORDU
Plume'ün, az1cık, parmağı ağrıyordu.
- Bir doktor.ı göstersen iyi olur belki, der karısı. Çbk çok bir merhem verir
ler . . .
Ve Plu me doktora gider.
- Bu parmak kesilir, der cerrah, başka yolu yok. Anesteziyle altı dak ikaya
kalmaz işiniz tamamdır. H aliniz vaktin iz yerinde, ne yapacaksınız bu kadar
p armağı? Sizin bu küçük ameliyatınızı seve seve yaparım. Sonra size birkaç
takma p armak örneği gösteririm; bakın bakalım. içlerinde pek gü zelleri var.
Pah alı olmasın a biraz pahalı. Ama parayı d ü şü nmenin sırası değil elbet. E n
iyisi han gisiyse o n u takacağız.
- D oktor, 'işaret p armağı, biliyorsun u z, başka bir şeye ben zemez ki. Hem
anneme de mektup yazacaktım. Yazarken işaret parmağımı kullanırım hep .
Anneme mektup yazmakta daha fazla gecikirsem merak edecek kadıncağız,
ben b irkaç giin sonra gelsem. Çbk du yarlı b ir kadın , olur olmaz şeye heye
canlanıyor.
- D üşü ndüğünüz şeye bakın, der cerrah, alm siz(( kağıt, bembeyaz kağıt, baş
lıksız da tab ii. Şöyle içinizden geldiği gibi duygulu birkaç söz k adıncağızı
sevindirecek t ir.
Ben de bu .ırada kliniğe telefon edeyim. Her şeyi hazır et sinler. M ikropsu z
l �ştırılmış aletleri alıp kullanmaktan başka bir iş kalmasın . Ben şimdi geli
rım ...
Ve gitmesiyle dönmesi bir olur.
- H er şey yolu nda, bizi bekliyorlar.
- K u sura bakmayın, doktor, der Plume, görüyorsu n u z işte, elim titriyor, ne
den ir . . . eh . . .
- Pekala, der cerrah , h aklısınız, e n iyisi yazmamak. K adınlar son derece anla
yışlıdır, özellikle an neler. Oğulları söz konusu oldu mu, kendilerinden bir
şeyler gizlen diğini dü şün ürler hep . H abbeyi kubbe yaparlar. Onların gözü n
de bir türlü büyüyemeyiz. Buyrun baston u n u zla şapkanız. Araba bizi bekli
yor.
Ve ameliyat odasıp.a varırlar.
- Doktor, din leyin. Sah i söylüyorum ...
- Aman canım, der cerrah , merak etmeyin , ne kad ar da kuruntu ediyorsu-
nu z. Şu mek tubu birlikte yazıveririz. Ameliyatın ızı yaparken bu işi de d ü şü-
503
M ichaux
neceğim.
Ve maskeyi yaklaştırıp Plume'ü uyutur.
- Ben anlamam, gelip bana danışabilirdin pekala, der Plume' ün karısı kocası
n a.
Yok olan bir parmağın yerine yenisinin kolayca bulunabileceğini sanıyorsan
aldanıyorsu n.
Parmağı kesilmiş bir adamdan pek hoşlanmam ben . Elin biraz fazlaca par
maksızlaşınca yanında kalmamı bekleme artık.
Sa.katlar çekilmez olurlar, sadist olup çıkarlar hemen. Anam babam bir sa
distle yaşayayım diye büyütmedi beni. Bu tür işlerde sana iyi niyetle yar
dımcı olabileceğimi düşündün herh alde. Sana bir şey söyleyeyim mi? Aldan
dın işte, buna ameliyattan önce kafa yormalıydın ...
- D in le, der Plume, ilerisi için sıkma canını. D aha dokuz parmağım var,
hem sonra huyun da değişebilir.
504
GÖTÜR ÜN BENİ
Bir karavela içinde götürü n · beni
Yaşlı ve usul bir tekne içinde
Provanın içinde, ya da isterseniz köpüğün
Ve uzaklarda, uzaklarda yitirin beni
505
M ichaux
LAZAR UYUYOR M US UN ?
Sinir savaşı
D ünya savaşı
Sıra
Soy
Yıkıntı
D emir
U şak
K okart
Yel
Yel
Yel
H ava, deniz, tırpan
Sınırlar, birbirine karışmış
Bizi de karıştıran yoksulluklar savaşı.
506
Lazar uyuyor musun?
U yu yor musun, Lazar? Söyle.
Ölüyorlar, Lazar
Ölüyorlar
Ve kefenleri yok
Ve eşleri, dostları yok
Baieiı cesetleri bile yok.
507
FRA NCIS PONGE
1899, Fransa
D ÜŞÇÜ ÖZDEGE
Ola ki, her şey ve herkes - ve de biz - tanrısal özdeğin an i dü şleriyizdir: Olağa
nüstü imgeleminin metinsel ürünleri.
Ve böylelikle, bir anlamda bütün doğa, biz insanlar da içinde olmak üzere, bir
yazıdır diyebiliriz; imlemsel olmayan bir yazı, hiç bir imlem dizgesine gönder
me yapmadığına göre, burada belirsiz bir evren söz konusudur: en u ygun de
yişle de: sonsuz, ölç ü süz.
Sözlerin dünyası belirli bir evrend ir oysa.
Ama bu çok özel ve özellikle duygulandırıcı nesnelerden ; becerimiz.de olan
anlamlı ve dillenen , hem duygularımızı ci ı şlaştırmaya hem de doğanın nesnele
rini adlan d ırmaya yarayan seslerden o l u �cuğuna göre,
Herh angi bir şeyi -belirli bir yoldan - aJlandırmak, in sanın olan her şeyi dile
getirmeye ve aynı anda yazı iç in örnek ve usun koruyucusu olan ö zdeği onur
landırmaya yetecektir kuşkusuz.
508
SERALA RDA GEZİNTİ
Ey kıvrım kı:vrım sözcük örtüleri, edebiyat sanatının öbek öbek harmanları, o
kunt, o çoğul ve renk renk seslilerin ç içekliği, ey çizgi dekorları, okunmaz
harf gölgeleri, görkemli, lüle lüle sessizler, kısa işaretlerdeki mimari durumlar,
süsler, gelin kurtarın beni!
Koşu n , artık dans etmeyi bilmeyen , jestlerin gizlerini anlamaz olmuş, devinim
yoluyla doğrudan doğruya anlatım gücünü de becerisini de çoktan yitirmiş o
lan bu ad amın imdadın a!
Yine de inanıyorum, sizin sayenizde ey du ygu sai atılımların yerinden oyna
maz yedek damarları, çağımızdaki bütün uygar kişilerde bulunan tutku hazi
neleri, sizin sayenizde anlayabilirler beni. Anlaşılırım. Yoğunlaşın, güçlerinizi
yayın, yöneltin ki, şu ok uma işi, onca acıyı, onca isteği, başlamış onca devini
mi, itiyi kaydetsin ve dinleyen in kulağındaki en duyarlı mikrofon ahın onca
şeyi.
Yazılardaki ku surluluğun o yüce zorunu, bitmemişliğin, ölümün ve ayıbın
yüce varlığı, siz de el uzatın bana. U zatın ki, yanlış kullanılmış terimler, ken
dinden iyice sıyrılmış, kuruyup adamakllı enezleşmiş, yüksekten atar, kurum
satar olmuş işaretler arasından yeni bir insan akımı geç sin . Ve bütün soyutla
malar iç ten içe aşınsın . Ayıbın o gizli ateşiyle erimiş, zamanın, ölümün, deh a
nın yanlışlarıyla damgalanmış hale ·gelsin. Sonunda da, işte, hiçbir varlığa, hiç
bir gerçekliğe inanılmaz olsun. Şu olsun: Seslerin geçidinde derin bir hava
dalgası, gü zelim bir kağıt dekor, ya da mermer bir kalem izi...
Ey kol ucundan in san çizgileri, ey özgün sesler, sanatın çocukluk çağı anıtları,
kolay seçilmez fizik değişmeler, yalnız iki duyumla algılanabilir gizemli nesne
ler, yine de işaretlerden daha gerçek, daha sevimli olan HARFLER, öze yak
laştırmak istiyorum sizi, nitelikten de uzaklaştırmak istiyorum . Anlamlarınız
için değil, salt kendiniz için sevdirmek istiyorum sizi. O sıradan belirtmeler
var ya, on lardan kurtarıp daha soylu bir koşula yükseltmek sizi.
509
Ponge
A TEŞ VE KÜL
/
510
B ENJA M iN PER ET
1899-1959, Fransa.
GÖZ KIRPMA
Papağan uçuşları aşarlar başımı seni yandan görünce
yağ gökyü zii yivlenir mavi ışıklarla
bütün anlamlarıyla adını çizen
bir merdivene dizilmiş bir zenci kabileyle saçını süslemiş Rosa
sivri kadın memeleri erkek gözleriyle bakarlar orda
bugün saçlarınla bakarım sabah opali Rosa
gö zlerinle uyanırım
zırhlı elbise Rosa
infilak göğü slerin le düşünürüm
kurbağalarla yeşillenmiş gölcük Rosa
H azar den izi göbeğin.d e uyurum
genel grev boyunca yabangülü Rosa
kuyrukluyıldızlarla verimlendirilmiş samanyolu omuzların
arasında yolumu şaşırırım
çamaşır yıkama gecesinde yasemin Rosa
perili ev Rosa
yeşil ve mavi posta pullarının baskınına u ğramış kara orman Rosa
çocukların dövüştüğü boş bir arsa ü stünde uçan uç urtma Rosa
•
511
Peret
512
ALO
seviyorum seni
513
.
YOR GO SEFER IS
1900-1971, Yunanistan.
MASALSI ÖYKÜ'DEN
1
Tam üç yıl
H aberciyi bekledik sabırla
Arasız gözleyerek
Qunlan, kıyıyı ve yıldızlan.
Sapan ağzı ya da gemi omurgası· ile,
İlk tohumu bulmak için aradık durduk
K i eski drama başlayabilsin yeniden.
D öndük geri
Elimizde saf bir sanatın yontuk kabartmaları.
514
III
SiS
Seferis
iV
A R GONOTLAR
Ve ruh,
Ruh bilecekse kendini,
Bakması gerek
Ruha:
Y abancı ya da düşman,· gördük onu aynada.
Yoldaşlar iyi çocuklardı: yakınmadılar
Ne işten, ne susuzluktan, ne soğuktan,
Ağaçlar ve dalgalar gibi dayanıklıydılar
Rüzgara ve yağmura
G eceye ve güneşe
H iç değişmeden d.eğişmenin göbeğinde.
İyi çocuklardı, günler boyu
Terlediler kürekte gözler .önde
U yumla soluyarak
Ve kanları kızarttı u slu bir deriyi.
Kimi zaman türkü çağırdılar, gözleri önde
G eçerken Afrika incirleri dolu ıssız adayı
Batıya doğru, burnu ucundan köpeklerin
U luyan.
�ğer bilecekse kendini, dediler
Ruha bakması gerek, dediler
Ve kürekler döver denizin altınını
G ün batışında.
Nice burunlar nice adalar geçtik deniz
Başka denize çıkıyordu, martılara ve ayıbalıklarına.
Kimi zaman bahtsız kadınlar ağlıyordu
Yakınarak yitik çocuklarına
Ve başkaları gürültü ile arıyorlardı Büyük İskender'i
Ye Asya'nın derinliklerine gömülmüş zaferleri.
G ece kokuları ile dolu kıyılarda demirledik
Kuş cıvıltıları, ellerde büyük mutlulu ğun
Anısını bırakan sularla.
Ama yolcu luklar bitmedi.
Ruhları kü reklerle ıskarmozlarla bir o ld u
Pruvanın vakur yüzü ile
D ümen suyu ile
Yan sımalarını paramparça eden deniz i le.
Arkadaşlar gözleri önde
Öldüler bir bir. K ürekleri
U yudukları yeri gösterir kıyıda.
Kimse an sımıyor onları. Ey Tanrı. '
516
v
Tanımıyorduk onları -
ta derinden bir umut diyordu ki
ta çocukluğumuzdan beri biliyorduk onları.
Belki iki kez gördük onları ve sonra bindiler gemilerine;
Kömür gemileri, tahıl gemileri ve dostlarımız
Okyanus'un ötesinde yittiler bütün bütün.
G ün bizi ölgün lambalarımızın yanında bulur
Çlzerken kağıtlara, biçimsiz ve kabaca,
G emileri, denizkızlarını, deniz kabuklarını;
Ve alaca karanlıkta nehre ineriz
D eniz yolunu gösterir o bize;
Ve katran kokulu ambarlarda geçer gecelerimiz.
517
Sefer is
VIII
518
R OBER T DESNOS
1900 - 1945, Fransa
RA STLAMA
G eçin gidin yolunuza.
Ak bastonunu kaldırıyor akşam yayaların önünde.
Öküz boynuzları bolluk akşamları bulvara ekiyorsunuz korkuyu.
G eçin gidin yolunuza.
Vaktin ışıklı ve çevrimli helezonudur bu.
Ö lüm için savaş. 70 'e kadar sayıyor hakem.
M atematikçi uyanıyor ve diyor:
'J\mma da ter döktüm!"
Sizin benim gibi giyiniyor doğa-üstü çocuklar.
G eceyansı çilekten bir inci ekliyor M adeleine'in kolyesine
ve istasyon kapılarının iki kanadı kapanıyor sonra.
M adeleine, böyle bakma bana; Madeleine;
bir tavuskuşu çıkar gözlerinin her birinden.
Yaşamın külü kurutur benim şiirimi.
�omboş alanda görünmez delilik basar ayağını nemli kuma.
ikinci boksör uyanıyor ve diyor:
'J\mma da ü şümüşüm !"
Ö ğleyin aşk saati incelikle işkence ediyor
hasta kulaklarımıza.
519
Desnos
ÇCviren:Sabri Altınel
520
CEHENNEM CEZASI
Parçalar
Aragon, Vitrac ve ben bir demiryolu kıyısında mucizeli bir evde oturuyoruz.
Sabahleyin , üç renkli halılarla sessizleşen merdivenlerden ayaklarımın ucuna
basa basa iniyorum (hali uyuyan bayan Breton 'u uyandırmamak için). U luyan
lokomotiflerin o sırada bileğimde ve şakaklarımda gidiş gelişleri çok garip .
Benjamin Peret aşağıda beni bekliyor. Issız bir adaya gidiyoruz ikimiz.
Acaba, ilkbaharsı borulara verecek başka p lak kalmayınca Peret 'nin uyuması
ve benim gitmem bu yüı.den mi?
M üstahkem yerlerde ben geçerken gümrükçüler pis pis gülüyorlar, otomobil
ehliyetimi istiyorlar.
- Arria ben yayayım !
Yalandan tatlı gülümsemeler, kaba h akaretler: Kaçıyorum. Onlar eşikte du-
rup kollarını ve kasketlerini sallıyorlar. _
521
Desnos
522
RR OSE SELA VY
7 . E y benim kafatasım solan sedef yıldız.
1
15. sonsuz denizde yitik Rrose Selavy ellerini yedikten sonra demir yiyecek
mi?
16. Aragon Aramis'in ömrünün son dakikasında ruhunu alıyor bir terhun otu
yatağı üstünde.
523
.
VITEZLA V NEZ VA L
1900 - 1958, Çekoslovakya
B UL UTLAR
Sağ gözün öğle vaktidir gökyüzünün
En yüksek noktasındaki güneşi andıran gözbebeğiyle
Sol gözün öğle saatlerinde bir göldür
Ve bulutlar
Sannlarındır senin
Aşkı düşündüğünde
Bir gemi geçer su üzerinden
Ya da A frika
Korktuğun zaman sen
Akrep burcu çıkar bulutların içinden
Senin ellerini düşündüğünü balıklara göre anlarım
Bir evliliği düşlüyorsan eğer bin yapraklı gül açık eder bana
Aşk yorgunluğuyla masalsı kentler kurarsın
Tritonların kavgasıdır kararsızlıkların
Kederli misin bir mum yanar
Acele bir öpücük gönderirsin bana mühürlü bir mektubun içinde
Çlngıraklar gibi ses verir sevincin
Tutkuya kapıldığın zaman
Bir çitin arkasına gizlenir bütün dünya
Nedüşünüyorsun işte bir lamba
Y. atmaya mı gidiyorsun bir geeelik görürüm
Ninni söyledin mi de birçok yeni doğmuş çocuk var yukarda
Senin uyuduğunu açık eder bana kuştüyü yastıklar
G üneş batar batmaz uyursun
524
Ve açarsın gözlerini uykunda
Sağ gözünü gökyüzüne dikip
Sol gözünü bir göle
Aydır gözbebeğin
Kararsız düşünün beyaza kesmiş ayı
G enç kızlık dönemini görürsün düşünde
Ve kargalar havalanır mermer b ir şatodan
D ü şünde görürsün ilk öpücüğünü
Ve bir kuyuya dalar bir akbaba
Evlendiğin geceyi görürsün düşünde
Ve can çekişir bir kuğu
Yaşlılığını görürsün
Ve bir yumak yuvarlanır toprağın üstünde
Bu gece senin için bir uykusuzluk gecesidir
G ökte bir tek bulut bile yok çünkü
Yalnız sabah yıldızı açık edecek bana gün ağarırken ağladığını
525
Nezval
A ŞIK KADINLAR
Coşkunuzdan bir gökkuşağı yapılırdı
güzel yavuklular
Biri beni bırakır bir başkası gelir aynı güzellikte
o da bırakır gider
526
Sen benim maça kızım Ey benim güzel kadınım
Ey Maria
Dinle· piyanomun sesini .senin içindir çaldığı
arya
Fiyongada yalnız bir tek kara kurdele kaldı
bir bez parçası işte
Sen de gittin ötekiler gibi tıpkı
Gittiler hepsi de
527
SA L VA TOR E Q UA SIM OD O
1901 - 1 968, İtalya
KIŞ GECESİ
Kış gecesi hala, boğuk
çan seslerine gömülmüş kasaba kulesi,
sis ırmağı sarmış, dikenler,
eğreltiotları. Ne oldu yoldaşım
yüreğine ne oldu: ovada
yer yok artık bize.
Toprağına ağlıyorsun burda sessiz:
ısırarak renkli mendilini
kurt dişlerinle:
uyandırma ayacıklarını bir çukurda
çıplak, yanımda uyuyan çocuğu.
Anımsatmasın kimse anamızı
ev düşleri anlatmasın bize.
52 8
TA TLI HA YVANLARIM BENİM
Şimdi yeşili bozuyor güz tepelerde,
tatlı hayvanlarım benim. İşiteceğiz
yine son yakınısını K.uşların,
gece inmeden, denizin uğultusuna
karşı yürüyen boz bulanık ovanın
çağrısını. Ya odun kokusu
yağmurda, inlerin kokusu
nasıl canlı burda, evler
insanlar arasında, tatlı hayvanlarım.
Sizin , ağır gözlerini çeviren bu yüz,
gürleyen göğü gösteren bu el,
sizin , kurtlarını benim,
kan koklayan tilkilerim.
Sizin bütün eller, bütün yüzler sizin.
Boşuna oldu her şey diyorsun bana,
yaşam, akıp duran bir suyun aşındırdığı
günler, yükselirken bahçelerden
bir çocuk şarkısı. U zaklar değil mi,
şimdi bizden? G ölge gibi havada,
dağılmada. Senin sesin bu. Ama belki de
biliyorum, hiçbiri olmadı bunların.
529
Quasimodo
530
ASKERLER GECE A GLAR
Ne haç ne çocukluk yetiyor
ne G olgota'nın çekici, durdurmaya
savaşı, ne de Tanrısal anılar.
Askerler gece ağlar
ölmeden önce, güç lüdürler, yaşam
kavgasında öğrendikleri sözlerin
önünde düşüp ölürler.
Askerler, sevgili sayılar,
adsız gözyaşı çağlayanları.
531
Quasimodo
532
.TA R OS LA V SEIFER T
1901 - 1985, Çekoslovakya
Terteıı ı iz gülerler
ve vü�utlarından geçen dalga
durur kalır doruklarda
sonsuı.a kadar.
533
Seifert
ADSIZ
Belki de bugünkü kadar biç
duyumsamadık awçlarımıı:da
bize özgürlük getiren
kızarmış ellerin sıcaklığını.
534
ÇEK KRALLA RININ MEZARLARI ÜZ ERİNE
H en ü z tomurcukta u yu yan
yaprak ve çiçeği ıslatan ç iy gibi tıpkı
sıvanırdı kan kılıca
zırh eldivenine, mızrağa sıvanırdı.
Yakarmak mı? Evet ama parıldasın elinde
kınından çıkmış silah ,
yalnız kadınların elleri boş kalabilir
ama onlarınki de değil.
535
CESA R E ZA VA TTINI
1902, İtalya
KA DA VRA Ö YKÜLERİ
'Şşşşt, işte geldik"diye sözümü kesti rehberim. G eniş ve rutubetli bir mağara
daydık. K ubbedeki bir delikten mızrak gibi içeri dalan ışık, duvardaki kapı
nın üzerine vuruyordu .
'Rahat davranın. G erçek kimliğinizin farkına varırlarsa size de yazık olur, ba
na da ... "
İçeriye girdik. Kurtçukların kaynaştığı uçsuz bucaksız bir avlu gördüin. Bir
şeytan, bulunduğu kayanın tepesinden onları yönetiyordu.
'Bunlar yalanıılar" diye açıkladı rehberim.
Tüm bakışların üzerimde yoğunlaştığını hissettim. Kayıtsızlığımı kanıtlamak
için ıslık çalmaya koyuldum ..
'K im ıslık çalıyor?' diye haykırdı şeytan, kırbacını şaklatarak.
Saçlarım diken diken oldu.
K imse yanıt vermedi.
''Anaşılan ben çaldım" diye devam etti dişlerini gıcırdatarak.
Birisi, 'Ben çaldım" diye bağırdı.
'H ayır bendim" dedi bir başkası.
Bir dakika sonra avlu 'Bendim, bendim" haykırışlarıyla çınlıyordu.
Şeytan sağa sola indirdiği kamçısıyla sessizliği sağladı. O yalancı ruhlar, ''Ah
ne zevk !" diye mırıldanıyorlardı . .
Aralarından brrine sordum.
'İki iki daha kaç eder?"
'Otuz yedi," diye yanıtladı.
Eğer rehberim, öğütlerini hatırlatmak için ban a kötü kötü bakmasaydı, onu
tokatlayacaktım.
Arkadaşım, o ruha ''Affedersiniz, oburların katına sağdan mı, yoksa soldan mı
gidilir?" diye sordu .
Tatlı tatlı yanıtladı: 'Soldan !"
Rehberim ve ben sağa yöneldik.
Oburlar, uçuk pembe-beyaz geniş odalarda toplanmışlardı. Odaların ortasın-
536
da görkemli bir düzen sizlik içinde şekerleme, muhallebi ve dondurma yığınla
rı vardı. Yemeklerin olu şturduğu dağı çepeçevre dolanan ve bir mimarlık ha
rikası olan kristal tüplerin içinde, suyun çimenlerin arasınd an sü zülüşü gibi,
likör ve bekletilmiş şarap ırmakları gürül gürül akıyordu. Yemeklerin üzerin
de beyaz d umanlar tütüyor ve reçine kokulu bir Alp rüzgarı, tavandan sarkan
zarif renkli şeftalilerle yüklü bir ağacın yapraklarını hışırdatıyordu ..
Bu güzelliklerin çevresinde omuz omza o.turan hükümlüler faltaşı gibi açılmış
gözlerle bakıyorlardı. Bu arada şeytanlar büyük bir pisboğazlıkla yemekleri
mideye indiriyor, sevinç ç_ığlıkları atıyor ve arada sırada içlerinden biri karnı
na .yurarak bağırıyordu : '1şte cennet bu !"
Olülerden birinin şeytana, 'Bir dakikada yüz küçük pasta yiyebilirim,
' bir to-
kadına bahse girer misiniz?" dediğini işittim.
'Pışşııık !" diye yanıtladı şeytan onu.
Ayaklarımın ucunda uzaklaştım. Yüreğim hüzünle dolmuştu ve ağzımın suyu
·
akıyordu.
Ayn ı sahnelerin yinelendiği birçok büyük odanın önünden hızla geçtik. So
nuncusu nda rehberimin ve benim ağzımız açık kaldı. Burada çılgın bir n eşe
hüküm sürüyordu. Herkes yemek yiyor, ölülerle gardiyanlar aralarında tatlı
tatlı sohbet ediyorlardı. Birden bir şeytan pandispanyanın üzerine fırladı ve
haykırdı::
'Bir başka öykü istiyoruz."
Patırdı kesildi. Herkes' yere oturdu. Bir kişi ayakta kaldı. G ülümseyerek şun-
ları söyledi:
'G ezegenlerdeki yaşam hakkında sizeönemli açıklamalardabulunacağım. -Bir
düzine istiridyeyi olağanü stü bir hızla yuttu.- G ülümsemeler, gülücükler, gü
lüşmeler dinleyicilerin arasında kıvrıla kıvrıla dolanmaya başladı.
Rehberim diğer bilgileri de verdi.
'Bir ay önce geldi. Adı Cesare K adavra. O geldikten sonra alışkan lıklarımız
değişti. G ardiyanları hayran bırakan ilginç öyküler anlatıyor. "
Kadavra anlatmaya başlamıştı.
'Venüs'te oturanların yaşamı bir saat sürer. Bu zaman içinde herkes, bizde yıl
ların akışıyla gerçekleşen kendi yaşam sürecini tamamlar. Çok mutludurlar,
çü nkü doğduklarında bir melek hemen sorar: Siz ne olmak istersin iz?.. Ben
kral . . . Ben şair. . . Ben zengin ... Ben doktor .. Ben oyuncu . . . Sonra pişman ola
.
537
Zavattini
538
Nathalie S arraute sabahları kitaplarını yazdığı bir Paris kahvesinde.
'Yeni R oman "cılar toplu halde
NA THA L IE SA RRA UTE
1902, Fransa
542
c�nsız . bir ay dünyası olarak görünür bize. Saf bir delikanlı önünde o, iyice
gosterış yapacak, kandırıcı tavırlar takınacak, içinin sakin , kalbininse özgür
olduğunu gösterecek; oysa iyi. bilirim onu ben, bunaltısının derinliğini ölçtü
ğü anlarda, diplerden çekip çıkardığı bu imgenin, gerçekle ilintisi olmadığını
çoktan anlamıştır.
Belki güçten düştüğünü sezdiğinden bu yana, artık meydan okurcasına h aya
t ın karşısın a çıkmayı göze alamamakta, eskiden yaptığı gibi onu yakalayıp ko
yamamaktadır önüne; belki ondan ufacık bir parça koparabilmek, can a<:.:ısını
dindirebilmek için çevresinde ürkekçe dönmekle yetinmektedir; ya da öylesi
ne artmıştır ki duyarlığı, minnacık bir hiçin, körpe deriyi tahriş etmesine ben
zer bir duyarlıkla, olu r olmaz şeylerden çarçabuk tedirgin olmaktadır. Bunal
tısı öylesine yoğundur k i gerilim i son haddine gelmiş bir eriyikte olduğu gibi,
en küçük bir neden derhal yaratmaktadır billurlaşmayı. Psikiyatrların ''ruh da
ralması" diye gelişigüzel adlandırd ıkları, yaşlılarda sık sık görülen bir çeşit çö
küntünün acısını çekiyordur belki ve gitgide daralan bir çember içinde belki
ancak ayrıntılarla ilgilenebilmektedir. Belki de tüm nedenler birleşerek doğur
maktadır bu sonucu ... Ama onu sarsan, geceler boyunca uykusunu kaçıran,
yaşamasının, ölümünün yukardan görünüşü, bütünsel görünüş değil şimdi ar
tık.
Tersine, öylesine küçücük, gülünç ölçüde minicik, kendiyle ilgili özel bir şey,
sözünü etmeye, övünmeye değmez bile, hiç kimse sevemez böylesine küçük
bir şeyi, anlayamaz da, hayran da olmaz hiç . Zaten başlangıçta göremez bile
onu. Bir tatmış, bir kokuymuş, hem de kekre ve yavan bir kokuymuş gibi,
ruh suz, biraz da kirli duygusunu uyandıran yorgun bir duygu ile sadece sezer
onun varlığını. Tanır onu, b u koku onun öz tadı, öz rengidir; onu , ikimiz de
tanırız; biçimli yontulup b i r boya indirilmiş ağaçlarla süslü bahçelerde ya da
aralarında ölüm anıları dolaşan renksiz ağaç kökleri ve çalılarla dolu şehir dışı
korularında karşımıza çıkan kokudur bu . . . D eğil hayır, bu hafif bir kükürt
kokusudur; gar platformunun pis, kurşu ni rengidir; orada trajik ayrılışların,
yırtılırcasına kopuşların habercisi iç gıcıklayan düdük sesleri duyulur; ihtiyar
kancık oradadır işte, hemen yanı başında, sipsivri göbeği ile, içinde tek dişi
kalmamış ağzı ile ... Qna yan yan bakıyor, kuşku verici, sözde içten bir sırıtışla
gülümsemektedir . . . Işte o arada, onu iyice duyuyor: Bir şey, sezdirmeden ol-
gu nlaşmış bir şey, bu kokunun, bu düdüklerin arasında açılmış, gelişmiş, sert
sağlam bir cisim bu; acıyı durdurabilmek, şişi indirebilmek için onu h�men
yakalamalı, çekip çıkarmalı. Hem�n oracıkta, şimdi eliyle tutuyor onu . Içine
tıpkı etine batan diken gibi sinsice girmiş; o sırada hafif bir dalanma duymuş
tu, o kadar; oysa şimdi duyuyor onu; zonklamalarla acının çevreye yayıldığı
yakıcı nokta işte orası: 'Onlar sana karşı sert davranıyorlar." Şaşmaz hüküm:
'Onlar sana karşı sert. . . " qyunlar, kırıtmalar, oyalanmalar, kaçış yolları hepsi
bitti. Işte önüne geçilemeyen merhametsiz gerçeğin ta kendisi; benliğinde ka
ma gibi sivri ucunu duyu yor_, 'Onlar sana karşı sert davranıyorlar. " Sıkıyor,
tırnak atıyor, şişmiş eti hunharcasına araştırıyor; gayet iyi biliyor, hiçbir za
man kuşkusu olmadı ki; o tek başına geberebilir, artık ihtiyaçları olmayınca
terk ederler onu tek başına gebersin diye; hele o, kızı, günden güne doymaz,
gü nden güne açgözlü, üzerine sülük gibi yapışm ış, gücünü soluyan o korkunç
mahluk ... Y.atarken oracıkta sanki kanını birisi -kızı- emerek boşaltmakta. . .
Sıkıyor, ya rayı, biraz daha deşiyor, göğsü nde kızgın bir gülle, midesinde bir a-
543
Sarrautc
ğırlık, birden bire daha şiddetli bir zonklama: 'K ırk yıllık emeklerimin ürünü '�
sözcükler sivri demir uç ları gibi yırtıcı: 'Kırk yıllık, ç_alışmayı, mahrumiyeti,
gayreti, hepsini'� nesi var nesi yoksa, lokma lokma koparıp yutuyorlar, yok e
diyorlar. D eniz dibi canavarı. Sıkmayı, deşmeyi sürdürür, daha sert bir şey
var orada, daha belirli, çevresini bunaltı çevirmiş, kara, kirli bir kan gibi ka
ıtnlaşıp şişen bir bu na!tı. Zayıflığından , yorgunluğundan aptalca veriverdiği
son dört bin frank, onun son dört bin frankı. Parasına göz koym u ş o namus
suzları, şarlatanları iyi tanır o; kızı 'tloktor"diyor onlara, kolaycacık etki altın
da kala'n kızı, kanan kızı, aptal, geri kalmış, çocuksu kızı; ona 'aptal" diye ba
ğırmamış mıydı zaten . . . Herkese karşı yumu şak, sadece ona karşı inatçı, fesat;
başkaları ona her isted iklerini yaptırırhr, kuzu gibi baş eğer onlara, pusatsız
her önüne çıkanın çekip çevirdiği varlık ... Sözde masaj gerekliymiş; şarlatan
doktor kandıxıvermiş onu . Boynunu uzatıp, başını salladığını görüyor: 'Ya,
anlıyorum . . . Oyle mi? Demek mas:lj iyi gelir diyorsunuz? Evet, hı ... " Babasın a
gelince, saldırır ona, tıpkı kafasını kaldırıp sokmak isteyen bir yılan gibi: 'Ne
-sanıyorsu n , herkes şaşıyor bu kadar gecikmeme, han diyse yürüyemez oldum.
Yürüyü ş, spor, açık hava, yeni yeni hevesler ... Zaten hep onlar yüzünden aya
ğını burk tu ... Ama paraya da ihtiyacı yok ki -eşekarısının soktuğu köpek gibi
yatağın üzerine yuvarlanmak geldi iç inden- paraya da ihtiyacı yok, ondan tır
tıkladığı paralarla yaptığı kendine ait küçük bir serveti bile var şimdiden , ba
basının kesesinden tırtıkladığı bir servet. . . Ama hiç el sürmez ona, ne gezer. . .
D ünyada dokunm'lZ ona; babası halletsin o işi; yayık sesini işitir gibi oluyor . . .
Baa-baa ... Ses tor. :.ındaki o inatçı, çocuksu zorlama . . . Y ine birdenbire içinde
şiddetli bir yırtıln11 oluyor; doğrulup yatağının içinde oturuyor. G eçen gün e
linde bir paketle c..r n koridorda yakalayışında garip bir bakışla kenara çekili
vermişti . . . Tıpkı si,ıirli bir çocuğun geceleyin bir ses işitip köşeleri araması,
dolapları açıp bak nası ve elbiseleri arasında dolaşan elinin, ılık, canlı bir şeye
-sinmiş, üzerine at ı. mak üzere bir varlık- rastlaması gibi bir d uyguya kapılı
yor. (Korkudan d uakalmak, tüyleri d iken diken olmak diye müptezel de
yimler vardır; anca.� ikisinin duydukları da başka türlü anlatılamaz ki); geçen
gün mutfağa girerkrn yakaladığı o tavrı, o sıçrayışı. . . Artık dayanamıyor, he
men bir şeyler yapın.ılı, hemen şimdi, yatağından dışarıya fırlıyor, davranmalı
hemen , gidip görmel , belki henüz her şey-birden yitirilmemiştir, düşündükle
ri gecenin doğurd uğL '<ötü hayallerdir belki... Belki oyalanmalara, geriye at
m alara birazcık olsun yer vardır daha ...
544
.
545
H idaycl
(*) K üçük, süslü kaşlk. -K urumuş mürekkebi sulandırmakta kullan ılır. Toz halindeki mü
rekkep suda eritilm iş, yün ya da ipek liflere emdirilmiş, yedirilmiştir. Yazıcı, kamış kalemini
divitteki (ya da: K alemdan) hokkasına batırarak yazısını yazar.
(*) Bir İran adeti�e gö�e b � muska kolda taşınır. Ü zerlerine sureler, ayetler ya da tılsımlar ya
.
zılıp katlanmış, dikılmış kağıtlardan oluşur. Bu adet bizde de vardı.
(**) Müslümanlarda tatil giinü cuma idi. Prrşembeyi cumaya bağlayan aıcşam ve cuma günü
mümin , ibadetle meşgul olur, K uran okurd u. Cuma akşam ları bizde de ölmüşlerin ruhuna
Yasin okunurdu.
546
İşte dış dünya ile bağlantılarım. İç dünyadansa bana bir sütannem , bir de kah
pe bir kadın kaldı. Ama benim sütannem onun da sütannesi, ikimizin ortak
sütannesi. Aynı aileden değildik karım ve ben , ama sütanne ikimize de sü t
vermişti. Aslında karımın annesi, biraz da benim an nemdi, çünkü. ben kendi
annemi, babamı görmedim , bilmedim. K arımın annesi olan o boylu boslu , kır
saçlı kadın büyüttü beni. K arımın annesini kendi annem gibi sevdim, ·o nun
kızıyla evlenişim de bu sevgi yüzünden oldu.
Annemle babam üzerine bazı şeyler duydum, ama yalnız dadımın anlattıkları
doğru görünüyor bana. D adım bana şunları anlatmıştı: Babamla amcam ikiz
mişler, aynı yüz, aynı görü n iiş, aynı huy, aynı ahlak; hatta sesleri de o kadar
ben zermiş ki onları ayırt eı ı ı ıek kolay olmazmış. M anevi bir bağ, bir duygu
beraberliği de varmış aralarıııJa, birisi hastalansa ötek� de hastalanırmış, hani
derler ya, bir elmanın yarısı o, yarısı bu. -D erken ikisi de �icaretle uğraşmaya
başlamışlar, yirmi yaşında Hindistan 'a gitmişlee, Rey mallarını orada satmak
için :. Türlü kumaşlar, çiçekli basmalar, pamuklu dokumalar, cübbe, şal, iğne,
çanak çömlek, baş yıkamaya killi toprak, kalemd an. Babam, Benares'e yerleş
miş, ticaret için öteki kentlere amcamı gönderiyormuş. Çbk geçmemiş, ba
bam bir bayadere (*) aşık olmuş, bir Lingam (**) tapınağında bir rakkaseye
yani. Kızın görevi ilahın kocaman heykeli önünde raks etmek ve tapınağın iş
lerine bakmakmış. Sıcakkanlı bir kız, zeytuni bir teni, limon gibi göğüsleri, iri
çekile gözleri, adeta birbirine bitişile ince kaşları varmış ve kaşlarının arasında
kırmızı, yapma bir ben.
Ben bu rakkaseyi, annemi yani, gözümün önüne getiriyorum: Ü zerinde sırma
işlemeli, renkli ibrişimden bir sari, yüzü ve göğsü açık; başında diba bir örtü
ve sonsuz gece gibi siyah gür saçları ensesind� düğümlü ; el ve ayak bileklerin
de bilezikler. Burnuna bir altın çiçek takılı, gözleri iri siyah çekile ve arzulu ;
dişleri pırıl pırıl, yavaş ve ritmik hareketlerle setar (***), dümbelek, tam bur,
tef ve boru ahengine uyarak raks ediyordu. Başlan sarıklı, gövdeleri çıplak a
damların çaldığı yumuşak, monoton musiki. Bağrında sihrin tekmil sırlarını; .
Hin t halkının acılarını, şehvetlerini, hurafelerini özetleyen, toplayan , anlamlı
musiki. Uyumlu hareketler ve şehvetli işaretlerle bayader, bir gül yaprağı gibi
açılıyordu, gmuzlarını kollarını titretiyor� eğilip bükülüyor, sonra gene topar
lanıyordu. Ozel bir anlamı olan ve sözsüz · bir dil konu şan bu kıvnlışlar, baba
mı kim bilir nasıl etkilemişti? Hele bu sahnenin şehvetli karakterine o kadın
terinin yaydığı ve yasemin, sandal ağacı ıtırlarıyla karışık o buruk, keskin ko
kular eklenirse! Bu kokular u�k ağaçların reçine kokusunu hatırlatıyor, uzak
gizli duygular uyandırıyordu . ilaç dolaplarının kokusu , Hin t 'ten gelen ve ço
cuk odalarında saklanan devaların kokusu, eski görenekleri sürdüren yerlerin
bilinmeyen yağlan, merhemleri. Şüphesiz bu koku, benim kaynatılmış şifalı
otlarımın kokusuna benziyordu ve babamdaki bütün o uzak, ölü anıları can
landırmıştı. Rakkaseye öyle vurulmuş ki babam, din değiştirmiş, Lingam di
nine girmiş. Bir zaman sonra da genç kız gebe kalmış ve tapınaktan atılmış.
Ben doğduktan az sonra amcam Benares'edönmüş. D uyguları ikii kardeş}n in
(**) Lingam : Hint Tanrısı Siva'ıı ın, erkek ciııscl organı biçimindekı simgesi.
547
duygularına bağlı sanki, rakkaseye bu kez de çılgıncasına o vurulmuş. Babam
la ortak oldukları dış ve iç benzerlik lerden de yararlanarak , muradın a da ç a
buk ermiş. Ama annem anlamış ve açığa vurmuş sırrı. K ararı kobra yılanı ver
meliymiş, yok sa ikisini de bırakıp gidecekmiş annem. H an gisi sağ kalırsa o
nun olacakmış annem.
548
R A FA EL ALBER TI
1903, İspanya
KARANFİLİN DEGİŞİMİ
1
549
Alberti
Ayrıldım.
K abuklar kapandı.
Köpilk.krin keskin kokusu
H ep çağırdı beni.
H ep beni aradı.
Ayrıldım.
Limon sıkıyoru m
bir tabak tuzlu suya.
Seni hep hatırladım.
H ep sana koştum.
Ayrıldım.
Kabuklar hala açılmadı.
K umru yanıldı.
Y anılarak
kuzey yerine güneye uçtu,
su sandı buğdayları,
yanılarak
D enizi gökyüzü sandı,
geceyi sabah sandı,
yanılarak.
Yıldızları çiy taneleri,
sağanağı tipi sandı,
yanılarak.
Senin eteğini gömleği sandı,
senin kalbini yuvası sandı.
Yanıldı.
(Bir ırmağın kıyısında uyudu,
sen ise bir dalda uyuyakaldın.)
550
5
5'151
JA CQ UES PR EVER T
1903 - 1 977, Fransa
BA RBA RA
Anımsa Barbara
Yağmur yağıyordu o gün Brest 'te durmadan
Yürüyordun gülümseyerek yağmur altında
Şaşkın hayran sırılsıklam
Anımsa Barbara
Siam sokağında rastladım sana
Yağmur yağıyordu Brest'te durmadan
G ülümsüyordun
G ülümsüyordum
Tanımıyordum seni
Sen de beni tanımıyordun
Anım sa gene de anımsa o günü .
U nutma
Saçağın altında sığınmış bir adam
Adını ünledi
Barbara
Seğir'"1in ona doğru yağmur altında
Şaşkın hayran sırılsıklam
Atıldın kollarına
Anım sa bun u Barbara
Sen diyorum diye de bana kızma
Sen diyorum bütün sevdiklerime
Ancak bir kez görmüşsem bile
Sen diyorum bütün sevişenlere
Tanımasam bile
552
Anımsa Barbara
U nutma
O yumuşak mutlu yağmuru
M utlu yüzüne yağan
O mutlu kente yağan
Den ize yağan
Tersaneye yağan
Ouessant gemisine yağan yağmuru
�h Barbara
Ne hırboluktur savaş
N 'oldun şimdi sen
O demir o çelik o kan yağmuru altında
Ya o adam n 'oldu seni yürekten
K ucaklayan
Öldü mü kaldı mı n 'oldu
Ah Barbara
Yağmur yağıyor Brest 'te d urmadan
Eskiden nasıl yağıyorsa öyle
Ama artık bildiğin gibi değil bura yok oldu her şey
Yıkık bitik bir yas yağmuru şimdi yağan
Demir çelik kan fırtınası bile değil
İtler gibi kuyruğunu titreten
Bulutlar yalnız bulutlar
Brest 'te sular boyunca yitip giden itler
Çlirümek için gidiyor uzaklara
Hiçbir şey kalmayan Brest'ten
Çbook uzaklara
553
Prevert
YA ŞAM , SA BAH
D önüşmü şse yaşam
Bir gerdanlığa
Her günümüz bir incidir
o zaman
Dönüşmüşse yaşam
Bir mapus damına
G özyaşıdır her günümüz
o zaman
D önüşmüşse yaşam
Bir ormana
Her günümüz bir ağaçtır
o zaman
Dönüşmüşse yaşam
Bir ağaca
Bir daldır her günümüz
o zaman
D önüşmüşse yaşam
Bir dala
Her günümüz bir yapraktır
o zaman
554
BİR KUŞ Uty I;?.ESM İNİ
YA PMA K IÇJN
Önce bir kafes resmi yaparsın
Kapısı açık bir kafes
Sonra kuş için
Bir şey çizersin içine
Sevimli bir şey
Yalın bir şey
G üzel bir şey
Yararlı bir şey
Sonra g'ötürür bir ağaca
Asarsın bu resmi
Bir bahçede
Bir koruda
Ya da bir ormanda
Saklanır beklersin ağacın arkasında
Ses çıkarmaz
K ımıldamazsın
K u ş bazen ç abuk gelir
Ama uzun yıllar bekleyebilir de
Karar vermezden önce
Y ılmayacaksın
Bekleyeceksin
Yıllarca bekleyeceksin gerekirse
Resmin başarısıyla hiç ilgisi yoktur ç ünkü
K u şun çabuk ya da yavaş gelmesinin
G eleceği olup da geldi mi ku ş
Ot ç ık arma yok
K afese girmesini beklersin
G irdi mi kafese fırçanla
U sulcacık kapısını kaparsın
Sonra kuşun bir tüyüne dokunayım demeden
Bütün kafes tellerini teker teker silersin
sss
Prevert
556
ÇİÇEKÇİDE
Sen çiçek satılan yere gittin adamını
Ç1çek beğendin çiçeklerden
Ç1çekçi ne yaptı aldı çiçekleri sardı
Sen ne yaptın elin i cebine attın
Para için attın çiçekler için
Ama ölüm bu sıra beklemez ki
Bir acı duydun kalbinde elini .göğsüne attın
Sen öldün adamım oracıkta öldün
Bir adım atmaya olanak yoktu
Olduğun yerde yığıldın kaldın
Peki para ne oldu para gitti
Para yuvarlandı gitti yere
Ç1çekler durur mu tabii onlar da
Hepsi düştü hepsi aynı zamanda
Sıra çiçekçiye geldi
Sıra çiçekçiye geldi o dü şmedi
O dilini yuttu kaldı orda
Bu dönen parayla
Bu perişan çiçeklerle
Bu ölen adamla ...
Bir keder aldı yürüdü ortalıkta
Bir şeyler yapılmak isterdi
Ama zavallının biriydi çiçekçi·
Ne yap sındı
N e etsindi
Bilmiyordu ...
Oysa yapılacak çok şey vardı
Bu ölen adamla ·
Bu perişan çiçeklerle
Bu dônen parayla
Bu yuvarlandığı yerde dönen
Ve h iç durmayan bir daha ...
557
RA YM OND Q UENEA U
1903 - 1976, Fransa
558
il
İyi seçilmiş, şöyle dört dörtlük
birkaç sözcük
yeterlidir bir şiir için
yeterlidir evet
sözcükleri sevmek
bir şiir yazmak için
şiir ortaya çıktığında
her zaman bilmez ozan
ne dediğini
konuyu sonradan aramak gerek
şiirin adını koymak için
ama kimi zaman ağlanır, gülünür
yazarken bir şiir
ne derseniz deyin
her zaman aşırıdır
bir şiir
ili
Hay Allah bismillah nasıl şöyle bir küçük
şiir yazmak istiyorum
Hop işte geçiyor bir tane
.
K üçük, küçük, küçük
gel oturuver kucağıma
gel bel ver öbür şiirlerimin arasına
gel sokayım Seni de
' ' tüm eserler"imin arasına
gel sana bir kafiye giydireyim
gel bir boyuna bosuna bakayım
sana bir ses bulayım
sana bir sözcük uydurayım
gel bir devşireyim seni
gel bir düzyazılayım seni
deyyus
tüyüverdi şıpınişi
559
Queneau
560
Ekstraforlar, türlü türlü kurdele...
Birkaç da kız vardı bu tatsız işte ona yardım eden
K upon mupon kesen,
Merdivene çıktılar mı
H iç sakınmadan oralarını buralarını gösteren.
Zavallı anacağımsa
Müziğe bayılırdı
Ve boyuna piyano çalardı,
O çaladursun
Bir yandan da satış yapılırdı: şapkalar, danteller ...
Jean Henriette iner içki mahzenine
Habire petrolin getirirdi,
Mağaz�µun döşemelerini silmek için
K ullanılan o yağlı kumu anımsıyorum,
Bu pis nesnenin süpürülmesine ben de yardım ederdim.
Pancurlar indirilirdi.
Bir �ıraya ata biner gibi atlayıp bağırırdım ''perpette" diye
('Sonsuzluk" demek isterdim yani).
O hanım kızlar içinde yetiştim işte
İçime çekerek onların ter kokularını ve koltuk altlarında
çalışmalarının üri.ı ıı ü olarak domurlanan o inci tanelerini.
Hiç kız kardeşim olmadı,
İniş dönemi Fransa'sının tek oğlu olarak
Ağzımdan eksik olmaı.dı şekerleme.
Ve tıkırındaydı bizimkilerin işleri
Menkul kıymetleri yığıp duruyorlardı köşeye
Yüz.de üçten Panama hisse senetleri, Rus tahvilleri,
Credit Foncier'inki,
SSCB'de ters sonuçlara da yol açıyorlardı böylece.
Benden büyük olan kuzenim kasadan p ara yürütüyordu
Benim de yardımımla.
Ve çalışan kızlar arasından seçiyordu metreslerini.
Buluğa erdiği.mi anladığım gün ahlak dersleri verildi,
U su ller falan öğretildi,
Bu aile yasasına her zaman uydum
G enelevlere doğru yöneldim.
Ama dönmem gerek biraz geriye
Hep o çocuk olarak kaldım ben
U zun tren yolları çiziyorum özenle
Kabarmış dalgalar üstünde dans eden,
G emi resimleri yapıyorum
M art ılar uçuyor semaforlarının çevresinde,
Sonra cuk gibi oturmuş sağlam şato resimleri
Rüzgar yelkovanları, askerleri, tabyalarıyla birlikte
561
Queneau
562
PA BL O NER UDA
1904 - 1 973, Şili
564
H er an ölüm, ne çok bitmemiş ölüm törenleri
güçsüz tutkularımda ve ıssız öpüşlerde,
bir su var başıma dökülen,
saçlarımın uzayışıyla,
zaman gibi bir su, zincirlenemeyen kara bir su ,
geceleyin bir ses, bir çığlığıyla
yağmurda kuşların , kemiklerimi saklayan
sonsuz bir gölgenin kanadıyla:
kendimi giyerken
ve görürken sonsu zlaştığımı camlarda ve aynalarda
duyarım birinin beni izleyip çağırdığını, ağlamaklı
zamanla çürümüş üzgün bir sesle.
565
Neruda
ŞİİR
Ve o yaşlardaydı... Gelmişti şiir
beni aramaya. Bilmem, bilmem nerden:
çıkmıştı, kıştan ya da ırmaktan,
Bilmem ki nasıl, ne ı.aman;
yok yok, sesler söz.etikler değildi,
ne de sessizlik, ·
fakat sesleniyordu bana bir sokaktan , .
gecenin kolları arasında;
onlar arasından ansızın,
harlı ateşler içinde
ya da dönmekteydi bir yerlerden tek başına,
· oradaydı, yüzü yoktu
ve dokunuyordu bana.
566
eriyordum sırrı na
o yangının .
çizmiştim ki ilk gizemli çizgiyi,
gizemli ve bedensiz, saf
ahmaklığı.
dünyadan habersiz
o saf gönüllülüğü,
açılmış
ve görmü ştüm ansızın
kanayan gökyüzünü,
uçuşan,
zonklayan fidanlıkları,
delinmiş gölgeyi,
okların
kurduğu bilmeceyi, ateşi ve çiçekleri,
esintili gece ve evreni.
Ve ben, son derece küçük yaratık
içiyordum büyük bir boşluğun
yıldızlarını,
güzelliği ve gizemin
görünüşünü,
hissetmiştim uçurumun
saf parçasını,
sarmalanmıştım yıldızlarla,
yüreğim çözülmüştü rüzgarda.
567
Neruda
A TLAR
Pencere.den atları gördüm.
568
Boyunları gururun taşlarından
Oyulmuş kulelerdi,
Ve kızgın gözlerine güçlü bir dirim
Eğilmişti bir tutuklu gibi.
569
ELIAS CANETTI
1905, Bulgaristan/ Almanya
"KÖRLEŞM E'DEN
H�r sabah şaat yediyle sekiz arasında yaptığı günlük gezintisi sırasında, önün
den geçtiği bütün kitapçıların vitrinlerine şöyle bir göz atmayı alışkanlık edin
mişti. Bu arada gerçekten değer taşıyan kitapların, yerini gitgide kitap adı al
tında bir sürü ıvır zıvıra bıraktığını görmekten neredeyse zevk duymaktaydı.
Kendisi bu büyük kentin en değerli özel kitaplığına sahipti. Kitaplığının kü
çük bir bölümünü de hep yanında taşırdı. Çbk çalışmayla ve sert bir sıkı dü
zen içinde geçen yaşamı' boyunca, yüreğinde yerleşmesine izin verdiğ�. tek tut
ku olan kitap tutkusu, bazı önlemler almak zorunda bırakmıştı onu. Ornekse,
kötünün kötüsü bile olsa, herhangi bir kitap, satın alması için kolayca baştan
çıkarabilirdi bilgini. Neyse, kitapçıların çoğu, ancak saat sekizden sonra açılı
yordu. Kimi zaman patronunun gözüne girmek isteyen bir çırak epey önce
den gelir, dükkana gelecek ilk tezgahtarı beklemeye koyulur, sonra da anahtarı
onun elinden handiyse bir törenin gereğini yerine getiriyormuşcasına alırdı.
Ya 'Saat yediden beri burdayım!"derdi ya da 'Kapıda kaldım!"Böylesine işgü
zarlık, Kien gibi bir adama kolaycacık bulaşırdı; çırağın ardından dükkana dal
mamak için kendini zor tutardı. Küçük kitapçıların sahipleri arasındaysa, saat
yedibuçuk oldu muydu açık kapılarının ardında çalışmaya koyulan erkencile
re sık sık· rastlanılırdı. Kien, bu kışkırtmalar karşısında baştan çıkmamak için
elini tıka basa dolu olan çantasına vururdu. Çıntayı taşımak için özel bir tu
tuş biçimi bulmuştu. Bu tutuş biçimi, bastırırken gövdesinin elden geldiğince
geniş bir alanının çantaya değmesini sağlıyordu. Kaburga kemikleri, incecik,
kötü dikimli giysilerinin altından çantanın dokunuşunu duyardı. Kolunun o
muzdan dirseğe değin uzanan bölümü, çantanın yan tarafındaki girintiyi tü
müyle örte,r, tıpatıp uyardı oraya. Dirsekten bileğe dek olan bölümle de, çan
tayı altından desteklerdi. Yelpaze gibi açılan parmakları, derinin yüzeyinin
her bir noktasında tutkuyla dolaşırdı. Kien, bu aşırı özeni kendi kendisine
karşı _çantanın içerdiklerinin değeriyle haklı göstermekteydi. Terslik bu ya,
çanta yere düşecek olsa ya da her sabah yola çıkmazdan önce büyük bir dik
katle gözılen geçirdiği kilit, tam bu nazik anda açılsa, değerli yapıtların sonu
570
gelmiş demekti. Çlinkü dünyada kirli kitaplar kadar hiçbir şeyden nefret et
mezdi K ien.
Bugün eve dönerken bir vitrinin ön ünde durduğunda, küçük bir erkek çocu
ğu ansızın vitrinle onun arasına girivermişti. Kien, bir terbiyesizlik saymıştı
bu davranışı. Gerçi vitrinle arasında çocuğun sığabileceği kadar yer vardı. Ki
en, her zaman vitrinin bir metre uzağında durur, buna karşın camın gerisinde
harf türünden ne varsa, büyük bir kolaylıkla okurdu. G özlerinin işleyişini is
tediği gibi ayarlayabiliyordu. Bütün gününü kitapların ve elyazılarının başın
da geçiren kırk yaşında bir adam için, pek yabana atılır bir şey değildi bu. Jier
sabah gözlerinin ne denli iyi gördüğüne bir kez daha tanık olmaktaydı. üte
yandan vitrinle arasında bıraktığı uzaklık, satışa ve herkesin yararlanmasına
sunulmuş olan bu kitapları nasıl aşağı gördüğünü de dile getirmekteydi. Za
ten kendi kitaplığındaki ağırlıklı yapıtlarla oranlandığında, vitrinlerdeki ki
tapların böylesi bir horlanmayı fazlasıyla hak ettiğini söylemek olanaklıydı.
K üçüktü çocuk. Kien 'in boyuysa, ortariın çok üstündeydi. Çbcuğun üzerin
den kitapları rahatça görebiliyordu. Yine de ondan, biraz daha saygı bekle
mek h akkıydı. Çbcuğa haddini bildirmez.den önce, onu iyice görebilmek için
yana çekildi. Gözlerini kitapların başlıkların a dikmişti çocuk. D udaklarını da
kısık sesler çıkararak, ağır ağır oynatmaktaydı. G özlerini kitaplardan hiç ayır
maksızıri , bir ciltten ötekine kaydırıyordu bakışlarını. Yalnız, başını zaman
zaman hızla çevirip bir başka yöne bakıyordu. Caddenin öbür yanında, bir sa
atçı dükkanının üstünde koskoca bir saat asılıydı. O sırada henüz sekize yirmi
vardı. Çbcuk, önemli bir şeyin zamanını geçirmekten ürkmekteydi görünüşe
bakılırsa. Arkasında duran adama ise dikkat ettiği yoktu. Belki kendisini oku
maya alıştırıyordu. Ya da başlıkları ezberliyordu.' Hepsinin ü stünde aynı ö
nemseyişle duruyordu. Bir an durakladığında, bakışlarını hangi kitaba yönelt
tiğini rahatça anlayabiliyordunuz.
Kien acıdı çocuğa. Zavallıcık burada durmuş, o taptaze, belki de daha şimdi
çien okumaya acıkmış ruhunu bu aşağılık nesnelerle çürütmeye koyulmuştu.
Ilerki yıllarında bazı kötü kitapları, salt vaktiyle başlıklarını tanımış olduğu i
çin okuyacaktı. Çbcuğun erken dönemlerinde belifginleşen bu kolayca etkile
nebilme özelliği, nasıl en aza indirilebilirdi? Çbcuk yürüyüp konuşabildiği an
dan başlayarak, kötü yapılmış bir sokağın kaldırımlarının ve elini neden ki
taplara da uzattığını ancak şeytanın bilebileceği bir tacirin sattığı malların acı
masız pençelerine düşmüş demekti. Aslında küçük erkek çocukları, değerli
bir özel kitaplıkta büyümeliydiler. Salt ciddi kişilerle ilişkilerin yer alacağı bir
gü nlük yaşam, loş, sessiz, aklın egemenliğinde bir atmosfer, gerek zamanı, ge
rekse mekanı en dikkatli biçimde düzenlemeyi öğretecek sürekli bir eğitim
-bu n azik yaratıkların çocukluk yıllarını atlatabilmeleri için, böylesi bir or
tamdan daha değerli bir yardımcı düşünülebilir miydi? Gelgelelim bu kentte
ciddiye alınabil�cek bir özel kitaplığı olan tek in san , Kien 'di. O da yanına ço
cuk· alamazdı. işi, dikkatini başka yön lere ayırmasını engelliyordu. G ürültü
patırtı yaparlardı çocuklar. Kendileriyle ilgilenilmesini beklerlerdi. Sonra ba
kımları, bir kadının varlığını gerektirirdi. Yemek kotarmak için herhangi bir
hizmetçi yeterliydi. Ne ki, çocuklar için ille bir anne tutmak zoru nluluğu var
dı. Anne yalnız anneliğiyle kalsa, sorun yoktu; ama içlerinden hangisi asıl ro
lüylç yetinmesini biliyordu? Gerçekten hepsi için, başta kadın olmak geliyor
du. ileri sürdükleri istekleri ise onurlu bir bilgin , düşlerinde bile yerine getir-
571
Canell i
572
A TTİLA JOZ SEF
1905 - 1 937, Macaristan
A NNE
Bütün bir hafta, aralıksız
Annemin görüntüsü geçti gözlerimden
K olunda ağır çamaşır sepeti
Çhtı katına tırmanırken
573
Joı.scf
ŞİİR SANA TI
Şairim ben; ama şiiri
Kendisi olarak umursamam bile
G ece ırmağının taşıdığı yıldız
Çlrkinleşir göğe tırmanmak isterse.
574
Hiçbir uzlaşmaya yanaşmadan
Mutlu olma hakkımı haykırırım
Kızarır yanaklarım tutkudan
Kurur ateşler içinde kanım.
575
KENNETH R EXR OTH
1905 , ABD
516
H ÜZ ÜNL Ü PAZAR
Kestane çiçekleri dökülüyor
H astane ve yemek kokulu
Bomboş sokaklara.
Radyo kırıyor bir�nin
Yüreğini bir yerlerde
Kirli bir yatak odasında. K imse
D inlemiyor. Bir aşağı bir yukarı
Kilometrelerce
Bomboş ev dizileri.
Kimseler yaşamıyor bu şehirde.
Şehrin sınırları dışında
Yeşil-Beyaz mezarlıklar.
K imseler yok mezarlarda.
D ökme demir eski püskü bir çeşme
U zun aralıklarla
Bir akıp bir duruyor avluda.
K irli yatak odasında
G encecik üç orospu barbut atıyor
Arada bir, içlerinden biri sesleniyor zara.
Başka tek söz çıkmıyor ağızlarından.
Kestane çiçeklerinin hepsi
D ökülünce san sarı
G ün eş katacak ve yıldızlar parlayacak
Boş şehrin üzerinde
Ve kağıtlar uçuşacak sokakta.
577
Rexroth
KA ÇIŞ
578
. .
579
Holan
ARASINDA
D üş9nce ile sözcük arasında
anlayabileceğimizden daha çok şey vardır.
Sözcük bulunmaz kimi düşünceye.
KARŞILAŞMA V.
Bilinmeyen bir kentin kapısında
bir kadın yolumu kesti,
dedim ki ona; bırak geçeyim, ben girip
çıkıyorum yalnızca, girip çıkıyorum,
korkuyorum, herkes gibi karanlıktan .
580
ÇIJCUK
K ulağını raya dayamış çocuğun biri
treni dinliyor
Rayların yaydığı müzikte aklı,
geliyor mu tren , gidiyor mu
hiç aldırmıyor.
Ama sen , her zaman bekledin,
her zaman birinden ayrıldın,
ta ki kendini bulana ve artık
h içbir yerde olana kadar.
A NNE
H iç dikkat ettin mi yatağını yapışına
yaşlı annenin ,
bir tek b uru'şu k kalmasın diye
nasıl çeker, düzeltir, gt:rer ç a qafın ı?
Soluk alıp verişi öylesine içten,
ellerinin h areketi, avuçları
o denli sevecen ki
geçmi�te Persepolis'teki ateşi h5.la onlar söndürmekte,
şu an ise Çln kıyılarından ya da
bilin m eyen denizlerden kopup gelebilecek
bir fırt ınayı onlar yatıştırmaktadır:
581
Beckett'in 'Godoı'yu Beklerken'f yazdığı defteri
SA M UEL BECKETT
1906 İrlanda
,
583
Beckett
şiten birisi, sağır, anlayamadan, her şeyden u7.ak ve her yerde gövdeler, iç içe,
donuk, burada çok az şansım olmalı, onlar kadar az, önüme şu ilk çıkan ka
dar az ve hiçbiri de beklemeyecek, diğerlerinden daha fazla beklemeyecek,
hiçbiri de hiçbir zaman beklemedi, ölmek için, gövdeyle yaşayayım diye, ama
çabuk çabuk hepsi de ölüyorlar ve kendi kendilerine çabucak ölelim, onsuz,
hayatta olduğu gibi, zamanı varken, daha henüz yaşamamışken ve o diğeri, o
diğeri üzerine ne söylenebilir ki, böyle delice konuşan , aldatılması gereken bir
ben ve aldatılmayan bir o üzerine, ismi ve kendisi olmayan bir diğeri, terk e
dilmiş varlığını bizim özlediğimiz hiç . Sevimli bir üçlü birleşme bu ve insan
bütün bunların bir tek olduğunu düşünürse ve bu -bir tek-in hiçbir şey oldu
ğunu ve nasıl bir hiç, hiçbir şeye yaramıyor, o h alde söylemeli miydim, şimdi
söylemeli miydim, bu yeryüzü ha bu güçlükle yaşayabilen örümcek ağı, bana
verilmiş olan ve benden tekrar geri alınan bir başkasına verilen, ne mutlu ve
gülmek - uzun sessiz gülüşü yaşamayanların , bilinçli, ağzımda böylesine bü
yük sözleri duymak, ne değin. neşe verici, yufka yürekli olabilirsiniz, hatta ya
kında bisiklete bineceksiniz. işte matematikçilerin korosu, siz de bunu kabul
ediyorsunuz, tek bir insan gibi, birisi daha ve her şey son bulmadı daha, bü
tün ırklar yetmezdi, sayısızda bir Tanrı gerekirdi, tanıksız tanıkların tanığı, i
yi, hiçbir şeyin başarılamaması, başlanmış bir şeyin olmaması iyi, hiçbir za
man hiçbir şeyin olmadığı, hiçbir zaman ve hiçbir şey, gerçek bir mutluluk,
hiçbir şey, ölü sözlerden başka hiç bir şey ve hiçbir zaman .
XIII
D aha alçalıyor, eski, ince ses, beni yapmayı anlayamayan , daha da uzaklaşı
yor, gittiğini söylemek için, bir başka yerde denemek için , ya da daha alçala
cak, insan nasıl bilmeli bunu, bitirmelerini söylemek için, denemeyecek artık.
Yalnız ses vardı diyor ses, benim yaşamamdaki ses olarak, benden söz ederek,
yaşamalardan söz edilebilirse ve o bilir bunu, hfila bilir bunu, yaşamalardan de
ğilse, burada yok olur o, yalnız buysa, yaln ız herhangi biriyse, burada yok o
lur o, fak at bu kadarı becerebilen bunu da becerir, benim üzerime konuşabi
len, ne üzerine konu şamaz ki, belli bir yere değin, o ana değin, nerede, yok o
lur o, benim üzerime konu şamaz olur artık, burada, bir başka yerde, böyle di
yor o, mırıldanıyor. K im, kimse değil, kimse yok burada, ağızsız bir ses o ve
bir kulak duyar herhangi bir yerde, bir şey, işitmesi gereken bir şey ve bir el
herhangi bir yerde, ses bir el diye adlandırıyor bunu, o bir el yapmak istiyor,
kısaca h erhangi bir şey, herhangi bir yerde, ardında izler bırakan bir şey, olan
bir şeyin izleri, söylenen bir şeyin izleri, bu gerçekten en azı, hayır bir roman
daki gibi, daha hala bir romandaki gibi, yalnız ses, mırıldanarak ve izler bıraka
rak. izler, o izler bırakmak istiyor, evet havanın sesi tozların arasında geri bı
raktığı gibi, otların arasında, kumların arasında, bununla yaşamak istiyor o,
oysa yakında bunun da sonu hiçbir yaşantı var olmayacak, hiçbir yaşantı var
olmu ş değildir, sessizlik olacak, hava her zaman için donmadan önce, bir an
titreyen hava, ufak bir toz, bir an alçalan ufak bir toz. Hava, toz, burada ne
h ava var, ne de toz çıkarabilecek başka bir şey ve an lardan , kısacık bir andan
söz etmek, anlamı yok bunun, oysa bu işte, sözler bunlar, sesin kullandığı
sözler, her zaman konuşmuş olan, her zaman konu şacak olan, var olmayan
şeylerden , ya da başka bir yerde var olan , in san isterse, bu var olmaksa, oysa
bu işte, söz konusu olan bir başka yer değil, burası, ah , nihayet bu kadar u
zaklarda, her zamanki kadar u7.aklarda, insan dışarı çıkmalıydı buradan, baş-
584
ka yerlere gitmeliydi, oraya, zamanın aktığı yere ve atomlar toplanıyor, bir
an , oraya, onun belki de geleceği yere, bazen gelm iş olması gerektiğini söyle
diği yere, bu kadar kuruntudan söz edebilmek için . Evet buradan kurtulun
muş, oysa bu işte, bomboş, hiçbir toz, hiçbir soluma, yalnız onunki, o hen üz
bu kadar hareket edebilir, hiçbir şey olmuyor. Burada olsaydı, benimle birleş
seydi, nasıl yakınabilirdim ondan , hayır, olmaz bu, boş yere konu şmuş ola
mazdı, ben burada olsaydım ve ben ondan yakınmasaydım , birleşseydi be
nimle, lanetlerdim onu , ya da kutsallaştırırdım, benim ağzımda olacaktı, la
netleyerek , kutsallaştırarak , fazla bir şey söyleyemeyecekti artık, benim ağ
zımda o, boş yere bu kadar çok şey söylemeyi bilen o. Boşuna d enemek, yok
olabilir on lar, son u . Ama bu acıma, her şeye rağmen bu acıma, havada bulu
nan bu duyu, burada acıma duyusu taşıyabilecek hava olmamasın a rağmen , a
ma bir değim bu, burad a durmak mı gerek, kendi kendin e sormak, o kendi
ken dine soruyor bunu ve küçücük bir ümidin olup olmadığını, bir başka de
ğim, küçük bir varlığın, küçük bir ümid i, insanlığın , gözleri yaşlı, bir şey gör
meden önce, hayır, gereksiz, sonunda olduğu kadar az, artık hiçbir şeyde dur
mamalı kişi, onu hiçbir şey tutamaz artık, onun dü şüşünde ya da yükselişin
de, belki de kendisin i bağırarak ve haykırarak yitirecek o ses. Çoğu n lukla yü
rekten söz etmezdi, sözlerle ya da aşırı olarak, ama bu ümit etmek için bir ne
den değil, ne bir zamanlar bir şeyin var olacağı, yükseklere ulaştırabilmek,
gölgelerin aralarında yer alacak, yazık, yazık. F akat hala ne bekliyor o, ç ü nkü
karar verild i artık, dayan ılır gibi olmadığı için , yüksek ve ölü sesini kesmesi i
çin , gene bir değim, belki tüm anlamsızlıklarını toplayana değin, arda kalan
bir değere. En son , eski soru lar, son durumda küçük kız davranışları, son gö
rüntüler, d ü şlerin sonu, bu geliyor, var olmanın , bu geçiyor, var olmanın , bu
vardı, yalanların sonu. M ümkün mü bu, bu artık olabilir mi, bu karamsı h için
tüm olumsuz gölgeleri ile silinmesi, bunun sonunda yapılabilmesi, hiçbir şey
yapılamayacağın ın bir son bulması ve sessizliğin su sması, kendisine soruyor
o, bu ses, sessizlik olan ses, ya da ben , nasıl bilinebilir, benin üç harflik b-e-n '
im, d µ ş bütün bunlar, sessizlik, bir diğeri ile aynı değerde, o ve ben , o ve gene
o, ben ve o ve bütün bizimkiler ve bütün onunkiler ve bütün sizinkiler, fakat
kimin dü şleri, kimin sessizliği, eski sorular, son sorular, biz.den , d ü ş ve sessiz
lik olan sorular, ama bitti artık, biz bittik artık , hiç var olmayanlar, burada
hiçbir şey var olmayacak artık, hiçbir şey olmayan o yerde, son görüntüler ve
her duyu lmayan kısacık bir heceden kim utanır, kendisinden silinemeyen bir
son suzlukla yavaş yavaş derin leşen acı, hafif mırıldanışlar ötesinde, bu kadar
yalan işitmek wrunda kalmak, anlatmak zorunda kalmak, hep yalanla yalan
lanan yalan , kim, kimin haykıran sessizliği, evet ve hayırın yarası, o soruyor
kendisine bunu . F a.kat onun ne olduğunu bi\mek isteği, kendisine soruyor ,
burada değil o, yüreği orada değil, kafası orada değil, kimse bir şey hissetmi
yor, bir şey sormuyor, bir şey an lamıyor, bir şey işitmiyor, sessizlik. G erçek
değil, evet gerçek, gerçek ve gerçek değil, var olan sessizlik ve var olan sessiz
lik değil, kimse yok burada ve birisi var burada, hiçbir şey hiçbir şeyi engelle
miyor. Ve ses, eski alçalan ses sussaydı artık, böylece gerçek olmaz.dı bu , ger
çek olmadığı gibi, onun kon u ştuğu, konu şamaz o, susamaz o.
585
Bcckctt
MALONE ÖLÜYOR'DAN
Şimdiki durum. Bu oda benim olsa gerek. Beni burada alıkoymalarını başka
türlü anlatamam. Bu kadar uzun zamandan beri. Herhangi bir güç bunun
böyle olmasını istemiş olsa. Bu belli bile değil. Güçler bana karşı olan tutum
larını niçin değiştirmiş olsunlar? En basit açıklamayı, çok basit olmasa bile,
çok açıklayıcı olmasa bile, kabul etmek daha iyi. Apaçıl-- bir çözüm yolu ge
rekli değil, bulanık bir aydınlık, kavranmayanın içinde var olmaya elveriyor,
küçük, sadık bir ışık. Belki dl! bu oda benden önce buradaki insanın ölümüyle
bana kaldı. Ne olursa olsun fazla kurcalayamıyorum bunu. Bu odanın bir
hastahane ya da tımarhanede olmadığı anlaşılıyor. Günün çeşitli sürelerinde
kulak kabarttım ve hiç kaygı verici ya da olağanüstü bir şey işitmedim, işitti-.
ğim yalnız serbest insanların uyanış, yatağa giriş, yemek hazırlayış, geliş gidiş,
ağlayış ve gülüşlerindeki sessiz gürültüler; ama belki de hiçbir şey ve pencere
den bakınca, birtakım işaretlerden herhangi bir dinlenme yurdunda olmadığı
mı anlıyorum. Hayır, bu herhangi bir yapının basit bir odası, Buraya nasıl gel
diğimi bilmiyorum. Bir ambulansla belki, mutlak herhangi bir taşıtla. Günün
birinde burada buldum kendimi, bu yatakta. Herhalde bir yerde bilincimi
kaybettiğim için, anılarım ister istemez hir boşluktan yararlanıyor, bu boşluk
burada uyanmamla doluyor yenid�n. Kendimi kaybetmemin nedenine ve o
an beni mutlak etkilemiş olanlara gelince... Onlardan kafamda hiçbir şey kal
madı, kavranabilen hiçbir şey. Ama kimin anıları arasında böylesine boşluklar
yok ki? Genellikle insanın kafayı çektiği gecelerde olur böyle kopuşlar. Ara sı
ra böyle olaylar yaratmakla eğlendirmeye çalıştım kendimi. Gene de tam anla
mıyla kendimi eğlendirmeyi beceremedim. Burada uyanmadan önceki en son
anımı da, bundan bir çıkış yolu bulabilmek için belirli kılmayı da becereme
dim.Mutlak yoldaydım, tüm yaşamım süresince yoldaydım, yalnız ilk aylarda
değil ve o andan beri de buradayım. Ama akşamları ne nerede bulunmuş ol
duğumu ne de neyi düşünmüş olduğumu bilmiyorum. O halde neyi ansıyabi
lirim ve ne yolla? Bir iklimi ansıyorum. Gençliğim, ara sıra gözümün önünde
belirdiği gibi, daha değişikliklerle dolu O süreler kendime pek çıkar yol bu
...
lamıyordum. Bir cins koma halinde yaşadım. Bilincin yitirilmesi benim için ö
nemsiz bir şeydi. Ama belki de beni öldüresiye dövdüler, bir ormanda belki,
evet, şimdi, orman dediğim an, karanlık olarak ansıyorum bir ormanı. Tüm
586
bunlar geç mişe ait. Şimdiyi tanımlamam gerekiyor, öcüm alınmadan önce.
Basit bir oda. Pek az oda tanıdım, ama bu bana basit görü nüyor. Aslında, öl
mekte olduğumu hissetmesem, ölmüş sayabilirim kendimi artık, günahımı ö-_
derken ya da gökyüzünün barınacak yerlerinden birinde. Ama artık zamanı
mın ölçülü olduğunu hissediyorum. Tam altı ay önce öbür dünyanın daha bü
yük etkisi altındaydım. Kendimi bu kez old uğu gibi canlı hissedeceğimi bana
önceden söylemiş olsalardı, gülümserdim. Bunun farkına varmazlardı, ama
bilirdim gülümsediğimi. Son günleri iyi ansıyorum, onlar bana hemen hemen
önceden geçip giden otuz bin günden daha çok an ı bıraktılar. Bunun aksi da
ha şaşırtıcı olurdu. Yaşantımın bir dök ümünü yaptıktan sonra, ölüm gü nüm
dah a gelmemişse, anılarımı yazacağım . H ı, şaka yaptım. Artık iyi, artık iyi. Bu
içine hiç bakmamış olduğum bir dolap . Eşyalarım bir köşede duruyor, ot ve
bitki gibi. U zun sopamla onları karıştırabiliyorum, onları kendime doğru çe
kiyorum ve yeniden yerlerine itiyorum. Yatağım pencerenin yanında durmak
ta. Çbğunlukla yüzümü oraya çeviriyorüm. D aınları ve gökyüzünü görüyo
rum, biraz da caddenin bir köşesini, zorlarsam kendimi. Ne tarlaları görüyo
rum ne de dağları. Oysa yakında bunlar. Sanki ben ne biliyorum bunlardan?
D enizi de görmüyorum, ama fırtına olunca duyuyorum . .'!< arşıdaki evin bir o
dasını görebiliyorum. Orada ara sıra ilginç şeyler oluyor. in sanlar ilginç . Belki
de alışılmışın dışında olup biten bir şey. On lar da beni aynı şekilde görmeliler,
kocaman, darmadağınık, çerçeveye yapışmış kafamı. H içbir zaman bu kadar
çok, hiçbir zaman bu kadar uzun saçlarım olmamıştı, bu çelişmeden korkma
dan söylüyorum bunu. Ama geceleri görmüyorlar beni, ç ünkü hiçbir zaman ı
şık yakmıyorum. Burada biraz yıldızlarla ilgilendim. Ama onların arasındo.
tam bir yol bulmam mümkün olmuyor. G ecelerden birinde onları gözlediğim
an, birdenbire Lond ra'da buldum kendimi. Londra'ya değin ulaşmam müm
kün mü? Ve yıldızların bu kentle ne ilgisi var ? Buna karşılık ay içtenlik gös
terdi ban a. Onun görünüşünün ve yolunun değişikliklerini iyi tanıyorum ar
tık; hemen_ hemen onu gökyüzünde arayabileceğim saatleri iyi biliyorum ve o
nun gelmediği geceleri. Başka ne? Bulutlar. Onlar çok başka başka ve bir sürü
kuş. Uçarak penceremin önüne geliyorlar ve yem istiyorlar. D okunaklı bu.
G agalarıyla cama vuruyorlar. Onlara hiçbir zaman bir şey vermedim. G ene de
geliyorlar hep. Ne bekliyorlar? Akbaba değiller. Beni yalnız burada alıkoymu
yorlar, üstelik bakıyorlar bana. Bu şöyle oluyor. K apı biraz aralanıyor, bir el,
bu amaç için orada duran masaya bir tas koyuyor, bir gün önceki tası alıyor
ve kapı kapanıyor yeniden . Benim için bunu her gün yapıyorlar, hep aynı sa
atte herhalde. Yemek istediğim zaman , sopanın ucundaki kanca ile masayı ya
kınıma çekiyorum. U fak tekerlekleri var masanın , gıcırdayarak ve sallanarak
ban a doğru yuvarlanıyor. Ona gereksinme duymadığım zaman , gene kapının
yanına itiyorum onu. Çbrba, mutlak artık dişlerim olmadığını biliyorsunuz.
Çbrbayı her iki günde bir, üç günde bir içiyorum, ortalama olarak. Oturağını
da dolunca, onu masanın üstüne tasın yanına koyuyoru m. Bun un ardından
yirmi dört saat ot uraksız kalıyorum. H ayır, iki tane oturağını var. H er şeyi
düşünmüşler. Yatakta çıp lak yatıyorum, doğrudan doğruya örtülere sarılmış
olarak, örtülerin sayısını mevsimlere göre çoğaltıyorum ya da azaltıyorum.
Hiçbir zaman sıcağı, hiçbir zaman soğuğu duymuyorum. Yıkanmıyorum, kir
letmiyorum ki kendimi, bir �.arafımı kirli hissedersem, orayı tükürükle ıslatıl
mış p armağımla siliyorum. Onemli olan kişinin kendini beslemesi ve bunları
587
Beckett
boşaltması, eğer olmak istiyorsa. Oturak ve yemek tası, iki kutup bunlar. Baş
langıçta işler başka türlü olup bitiyordu. Kadın odaya giriyordu, çabayla çev
remde dolanıyor, ihtiyaçlarımı ve isteklerimi soruyordu . Gene de ona ihtiyaç
larımı ve isteklerimi anlatabilmeyi başarıyordum. G üç geliyordu bu bana. O
anlamıyordu beni. Ona uygun sözcükleri ve tonları bulduğum güne kadar,
bunların tümünü.o yarısını kendime yormam. Bana uzun sopayı bulan oydu.
Bir de çengeli var sopanın. Onun yardımıyla kaldığım yerden en uz.ak köşele
re ulaşabiliyorum. Sopalara neler borçluyum. Onlarla yediğim dayağı u nutu
yorum nerdeyse. O yaşlı bir kadın. Neden bana iyi davrandığını bilmiyorum .
Evet, aşırılıkt�n kaçınarak iyilik diyelim buna. Onun yönünden bu mutlak i
yilik. Benden daha yaşlı olduğunu saiııyorum. Hareketli oluşun.ıı karşıt, ol
dukça yıpranmış. Belki o da herhangi bir şekilde bu odaya ait. Oyleyse onu
fazla incelemek gerekmez. Bu yaptıkları çevresine karşı duyduğu sevgi veya
yakın bir anlamda bana duyduğu acı ya da yakınlıktan . H angi biri olduğu ke
sinlikle belli değil. Her şey mümkün, sonunda ben de inanacağım buna. Ama
onun odaya ait olduğunu ve bana odayla birlikte düştüğünü düşünmek en ra
hatı. Artık onun zayıf elinden ve kolunun bir parçasından başka bir şeyini
görmüyorum. Biınu değil, bunu bile değil. Belki de o benden önce öldü, belki
de şimdi masamı kuran ve kaldıran bir başka el. N e zamandan beri burada ol
duğumu bilmiyorum, bunu söylemiştim zaten. Çbk yaşlıydım. Burada oldu
ğumu fark etmeden önce. Bildiğim tek şey bu. Doksan yaşımda olduğumu sa
nıyorum, oysa kanıtlayamam bunu. Belki sadece elli ya da kırkındayım. Son
suz bir süreden beri bunun hesabını tutmuyorum, yıllarımın demek istiyo
rum. H angi yıl doğmuş olduğumu biliyorum, unutmadım bunu, ama şimdi
kaç yaşıma gelmiş olduğumu bilmiyorum. Ama çeşitli mevsiml�rin, bu duvar
ların koruyuculuğu altında beni nasıl etkilediklerini biliyorum. in san bunu bir
ya da iki yılda anlayamaz. Tüm günler gözkapaklarımın açılış kapanışı arasın
da geçmiş gibi geliyor. Buna ekleyecek bir şey var mı? Belki kendim için bir
kaç söz. Kolaylıkla vücudumun bitkin olduğu söylenebilir. O artık hiç bir şey
yapacak güçte değil. Bazen kendimi oraya buraya sürükleyemediğime yakını
yorum. Ama uzaklara karşı çok az özlem duyuyorum. Kollarım tam olarak
düşüp yatarlarsa, belli bir güç toplayabiliyorlar henüz, ama onları doğru dü
rüst kullanmayı beceremiyorum. Belki nucleus ruber soldu. Azıcık titriyorum,
ama yalnız azıcık. Yatağın yakarış şarkısı benim yaşamama ait, bunun son
bulmasını istemiyorum, demek istiyorum ki, onun boş vermesini. En iyi sır
tüstü yatıyorum, bu durumda kemiklerimi en az duyuyorum. Sırtüstü yatıyo
rum, ama yanağım yastıkta. Yalnız gözlerimi açmam yeter ve gökyüzünün,
insanların dumanı gene burada işte. Çbk güç görüyor, çok güç işitiyorum.
Yalnız ara sıra uzaklar hafif bir parıltıyla aydınlanıyor, tüm duyularım kendi
me yönelmiş. Sessiz, karanlık ve can sıkıcı, duyulanın için hiçbir anlam taşı
mıyorum. Kanın ve solumanın fısıldayışından çok ırağım, gizli olarak. Acıla
rımdan söz etmeyeceğim. Acıların derinliklerinin en derinine gömülmüş ola
rak duymuyorum hiçbir şey. Burada ölüyorum, duyusuz etim bunun farkına
varmadan. insanın bu gördüğü, bu bağıran ve direnen, yalnız kalıntılar artık .
Onlar birbirlerinden habersiz. Bu karışıklığın, herhangi bir yerinde us yitiriyor
kendisini, ama boşuna. Oda beni arıyor, o zamandan beri olduğu gibi, burada
beni�. artık var olmadığımda. O da yatıştıramıyor kendisini. U sandım bun
dan . Olüm hıncını başkalarında arasın, ben durulmuşken. Bu olsa gerek du-
588
rumum.
Adamın soy adı Saposcat. Babası gibi. Ya adı? Bilmiyorum. Bir ada ihtiyacı
yok. Tanıdıkları Sapo diyorlar ona. K imler? Bilmiyorum. Onun gençliği üze
rine birkaç sözcük. G erekli bu. Erken olgunlaşmış bir çocuktu. Okumaya pek
yetenekli değildi ve kendisine öğretilenlerin yararını kavrayamıyordu. Ders
dinlerken başka yerdeydi, evet bomboştu usu.
D ers dinlerken başka yerdeydi. Ama hesabı seviyordu. G ene de bun un kendi
sine öğretilen yöntemini sevmiyordu . Onun hoşuna giden somut sayılarla uğ
raşmaktı. D_oğayı birimlerle kesin likle belirtmeyen her türlü hesap anlamsızdı
onun için. insanlar arasında kendi kendine içinden hesaplamaya çalışırdı ve
sonra kafasında çözümlenen sayılar, onu renkler ve şekillerle dolduruyordu .
N e kadar can sıkıcı.
589
YA RIDA B/RAK/LM/Ş BİR YA P/T'TAN
o gün, sabahın erken vaktinde dışarıdaydım, gençtim ve kendimi berbat his
sediyord um, annem üzerinde geceliğiyle pencereden sarkmış ağlıyor ve elin i
kolunu sallıyordu. Sık sık olduğu gibi erken saatlerde aydınlanmış, serin, hoş
bir sabahtı. Gerçek.ten berbat hissed iyordum kendimi, çok öfkeliydim. Gök
yü zü birazdan kararacak, yağmur yağacak ve bütün gün akşam olana değin
yağmaya devam edecekti. Sonra gökyüzü mavileşecek, güneş bir saniye kadar
görü necek, daha sonra da gece olacaktı. Tüm bunları g ünün akışını ve nasıl
öfkeli olduğumu hissederek, durdum ve döndüm. Salyangoz, sümüklü böcek
ve kurtçukların peşinde, onları görebilmek için başım yerde geriye döndüm.
D urağan ve köklü olan her şey; taş, çalılık ve ben zeri sayması çok uzun süre
cek şeyler ve dün yaları verseler elimi sürüp toplamayacağım kır çiçekleri için
bile yüreğimde büyük bir sevgi besliyordum. Oysa kimi zaman başımda uçu
şan , yolu ma çıkmış bir kuş ya da kelebek , kimi zaman da yolumu kesmiş aya
ğımın altındaki bir sümüklüböcek, tüm bu devinen şeyler, hayır, onlara hiç a
cımazdım. Onları yakalamak için asla yolumdan ayrılmazdım, hayır, uzaktan
çoğu kez durağan görünürler, sonra bir anda karşıma çıkıverirlerdi. K eskin
bakışlarımla çok yükseklerde, çok uzaklarda uçtuklarını gördüğüm kuşlar,
diıılenircesin� süzülürler, birk;ıç dakika sonra etrafımı sararlardı, kargalar
yaptı bun u. Ordekler belki de çn köt üsüyd ü , insanın kendin i ördeklerin ara
sında ya da tavukların, kümes hayvanları sınıfından herhangi birinin ortasın
da kalmış; tep inirken ve güçlü kle ilerlerken bulmasınd an daha kötü çok az
şey olabilir. Yine de bu şeylerden sakınmak için hiç bir zaman yolumdan ayrıl
mayacağım, sakınabilecek bir durumda olsam bile, hayır, yolumdan ayrılma
yacağım, yaşantımda hiçbir zaman bir yere varmak için yola çıkmayıp, yalnız
ca yolda olmama k arşın . Bu yolda gür ormanlardan geçtim yaralanarak, derin
bataklıklardan , sulardan da hatta, kimi zaman denizlerden , öyle ki kimi h al
lerde boğulmamak için geri dönd üğüm, yolumu yitirdiğim olmuştu ve sonun
da belki de bu şekilde öleceğim, bana ulaşamazlarsa, boğularak ya da ateşte,
evet, deri1ek istediğim belki de sonunda başaracağım bunu, kafamın doğrultu
sunda, öfkeyle ateşe doğru yürüyerek ve canlı canlı ateşte yanarak ölebilece
ğim. Sonra başımı kaldırdım ve annemi gördüm, hala pencerede elini sallıyordu.
gitmem ya da dönmem için. Bilmiyorum, belki de yalnızca hüzü nlü ve umar
sız bir sevgiyle elin i sallıyordu , zayıf ağlamasını duyuyordum. Yeşil pencere •
590
pervazı soluktu, evin duvarı gri ve annem ise beyaz, öylesine ince ki onun öte
sini odanın karanlıklarını görebiliyordum (bakışlarım deliciydi o zamanlar) ve
henüz yeterince yükselmemiş olan güneşin ışıkları tüm bu şeylerin ü zerindey
di, uzaktan her şey çok küçük görünüyordu, bütün bu gördüklerim çok gü
zeldi, bunu anımsıyorum, soluk yeşil çerçeveyi, eski griyi ve karanlığın karşı
sındaki ince beyazlığı, bir de annem hareketsiz durabilse ve bakmama izin
verseydi. Orada durmayı ve bu şeyleri seyretmeyi istemiştim, ama annemin
pencereden sarkıp , beden hareketleri yaparcasına elini kolu nu sallaması yü
zünden olmuyordu, hayır, belki de gerçekten beden hareketleri yapıyor, be
nim için bir nebze olsun kaygılanmıyordu . F ik irlerindeki tutarlılıktan yok
sunluk onda sevmediğim bir diğer yöndü. Bir h afta beden hareketleri yapılır,
bir sonrakinde dualar edilip kutsal kitap okunur, daha sonra bahçe işleriyle
uğraşılır ve sonra da piyano çalınıp şarkı söylenirdi, işte bu berba.ttı, hepsinin
sonunda da yan gelinip yatılırd ı, her şey sürekli değişirdi. Bunların hiçbiri be
ni ilgilendirmezdi, hep dışarıda olurdum. Ama şimdi başlangıç için seçtiğim
gün ü sürdüreyim , aslında bir başkası da işimi görebilirdi, devamını anlatıp bi
tireyim ve bir sonrakine geçeyim, annem için şimdilik bu kadarı yeter. Peki,
daha sonra her şey iyiydi, terslik yoktu, başımda kuşlar uçuşmuyordu, yolu
ma çıkmış bir hayvan da yoktu , çok uzaklarda bir çocuk ya da ufak tefek bir
adam ya da bir kadının peşi sıra giden beyaz attan başka. Anımsadığım bütü
nüyle beyaz olan ilk attı bu, Almanların Schimmel dedikleri türden, ohı ço
cukken çok zekiydim ve en zor kon uları bile öğrenebilirdim, Schimmel Ingi
lizce konuşanlar için gü zel bir sözcük. G üneşin ışıkları biraz önce annemin ü
zerinde olduğu gibi atın ü zerindeydi ve iki yanından sarkan kırmızı bir bantı
ya da kolanlarını görü yordum, bir karın altı kayışı diye düşündüm, belki de
koşum takımlarının takılacağı bir yere, araba ya da benzeri bir şeye götürülü
yordu. At yolumu çok uzaklarda kesti sonra sanırım yeşilliklerin ardında kay
boldu, ayırdında olduğum tek şey birdenbire görünüp sonra da kaybolmasıy
dı. G ü neşin ışıkları altında, parlak beyaz renkliydi, hiç böyle bir at _görmemiş
tim (bahsed ildiğini duymama karşın) ve daha sonra da görmedim. itiraf etme
liyim ki beyaz beni her zaman çok etkilemiştir, tüm beyaz şeyler, çarşaflar,
duvarlar ve benzeri şeyler, hatta çiçekler ve sonra yalnı�ca beyaz, nesnelerden
ayrı beyazın düşüncesi. Ama şu günü anlatmayı sürdüreyim ve bitireyim. O
halde belirli bir süre her şey iyiydi, şiddeti hissetmiş ve beyaz atı görmüştüm,
sonra da aniden içimde gözlerimi karartacak denli büyük bir kudurganlık boy
verdi. Aniden niçin böyle kudurganlaştığımı gerçekten bilemiyorum, bu ani
kudurganlıklar yaşamımı feci bir hale sokuyordu. Anjin örneği birçok başka
şey gibi, anjinsiz yaşamanın ne demek olduğunu hiç öğrenemedim, yine de
kudurganlık en kötüsüydü, içimde aniden kopan büyü k bir fırtına gibi, hayır,
tanımlayamayacağım. Bu, her ne olursa olsun şidd'etin kötüleşmesi değildi,
bununla ilgisi yoktu, bazı günler gün boyu kendimi kudurganlıktan uzak şid
det dolu hissederdim, diğer günler de hayli sakin olur, bu. arada dört ya da beş
kudurganlık nöbeti geçirirdim. H ayır, bunun bir açıklaması olamaz, sahip ol
duğum benimki gibi bir kafayla kendimi daha az zayıf hissettiğimde bu konu
ya: yeniden döneceğim. Bir zamanlar rahatlayabilmek için başımı karşımda
duran bir şeylere vururdum, şimdi bu huydan vazgeçtim. Bulduğum en iyi 9 ö
züm koşmaktı. Belki de burada, çok yavaş bir yürüyüşçü olduğumu belırt
mem gerekecek. D uraklayıp aylaklık etmez, yalnızca küçük kısa adımlarla,
591
Beckett
yavaş yürürdüm, ayaklarım havadan yere çok yavaş inerdi. Öte yandan kısa
bir mesafede, beş ya da on metrede, aşağı yukarı dünyanın en hızlı koşucula
rından biri olmalıydım, bir saniyede bu mesafeyi katederdim. Fakat bu hızı
sürdüremezdim, bunun nedeni nefessizlik değil düşünseldi, her şey düşünsel
di, kuruntularım yüzünden. Tırısta da pek başarılı olduğum söylenemezdi,
nasıl uçamıyorsam hızlı da yürüyemiyordum. Hayır, bende her şey yavaş ve
de parlayış ya da fışkırmalar şeklindeydi açığa çık, söylediğim, üst üste yinele
diğim bir şeydi bu, açığa çık, açığa çık diyerek yoluma devam ederdim. Neyse
ki babam ben daha çocukken öldü, yoksa bir profesör olabilirdim, bunu yü
rekten isterdi. Dürüst bir öğrenciydim, çok akıllı olduğum söylenemezdi, ama
belleğim çok güçlüydü. Bir gün ona Milton 'ın kozmolojisinden söz etmiştim,
dağlara çıkmıştık, büyük bir kayaya dayanmış denize bakıyorduk, bu onu
çok etkilemişti. Çbcukkerı aşkı da sık sık düşünürdüm, ama diğer çocuklarla
karşılaştırıldığımda pek o kadar çok sayılmazdı, bu düşünceler beni uykusuz
bırakırdı. Hiç kimseye aşık olmadım, olsam hatırlardım. Düşlerim hariç, düşte
aşık olduklarım da kırlarda yürürken gördüklerinizden çok farklı olan birer
düş hayvanıydılar, onları betimleyemem, çoğunlukla beyaz olan sevimli yara
tıklardı. Bir anlamda çok yazık, bir kadının varlığı ve yardımıyla belki de a
dam olabilirdim, şimdi güneşe uzanmış pipo içerek, torunlarımın popolarına
şaplaklar atar, sayılır ve sevilir aynı yollarda her türden kötü hava koşullarına
karşın taban tepmek yerine yeni yerler bulmak için hiç isteğim yoktu, akşama
ne yemek olduğuna kafa yorardım. Hayır, hiç pişman değilim, bütün pişman
lığım doğmuş olmak, ölmek öylesine uzun ve yorucu bir iş ki. Şimdi kaldığım
yerden devam edeyim, beyaz at ve ardından gelen kudurganlık, sanırım arala
rında hiçbir bağıntı yok. Ama tüm bu şeyleri neden sürdürmeli? Bilmiyorum,
bir gün son vermeliyim, neden �imdi olmasın? Ama tüm bunlar benim olma
yan düşünceler, önemli değil, yazıklar olsun bana. Artık yaşlı ve zayıfım, acı
lar ve acizlikler içinde, niçin, diye mırıldanıp susuyorum, bunlar içimde bir
dalga gibi yükselerek sesime yansıyan', benimle birlikte doğup gelişmiş ve de
bastırılmış çok eski düşünceler, işte bir başkası. Hayır, yeniden şu uzak güne,
bir başka uzak güne dönelim, bize bahşedilmiş bu karanlık topraktan ona ait
şeyler ve gökyüzüne doğru, kalkan ve yeniden inen ve yeniden inen ve yeni
den, yeniden inen gözlerim ve yalnızca sabahları evden çıkan ve akşam olunca
yalnızca eve dönen ayaklarım ve omzumda sık tüylü kuyruğuyla oturan ve
bana arkadaşlık eden maymun örneği, bütün gün dinlemediğim aynı eski şey
leri mırıldanan ve gün sonunda artık benim olmaktan çıkan sesim. Bütün. gün
süren bu konuşmalar çok alçak ve kısık bir sesle oluyordu, anjinliydim. itiraf
etmeliyim ki hiç kimseyle konuşmazdım, babam konuştuğum son kişi olma
lıydı. Annem de aynı şekilde, babam öldüğünden beri hiç kimseyle konuş
maz, söylenenlere karşılık vermezdi. Ondan para istediğimi gizleyemem, an
neme söylediğim son sözler bunlardı.
Bazen bana bağırır ya da yalvarırdı. ama bu pek uzun sürmezdi, yalnızca bir
�aç ç ığlıl-., sonra ona baktığımda, z&.ıvallı, yaşlı ince dudakları iyice sıkılı yan
dan gözucuyla beni süzdLiğünü görürdüm, ama pek seyrek. olarak. Geceleri
bazen sesini duyardım, sanırım kendi kendine konuşur ya da se�ıi olarak dua
eder, ezbere ilahiler söyler, okurdu, zavallı kadın. Beyaz atı gördükten ve ku
durganlaştıktan soııra ne oldu bilmiyorum, yalnızca ikrledim, sonra sanırım
yavaşça dönmüş eve gelene dek şu ya da bu yöne çark etmiştin1, sonra da ev.
592
Ah ! Anne ve babacığım, cennettedirler herhalde, ne kadar iyiydiler. Ben ce
henneme gideceğim, tüm istediğim bu ve oradan onlara lanetler yağdırmaya
devarg etmek, onlar da görüp duyacaklar beni, bu da mutluluklarından bir
şeyler eksiltecektir. Evet, ölümden sonraki yaşam hakkında sersemce düşün
düklerine inanıyorum, bu da beni neşelendiriyor, benimkisi gibi bir mutsu zlu
ğu tamamıyla yo ı.. �tmenin olanağı yok. Deliydim kuşkusuz ve hfila da öyleyim,
:ım a zn rarsız sayll ılar beni, bu da iyi bir şey. Kuşkusuz gerçekten deli değil-
" ı ı n , yalnızca tuh aftım, bir parça tuhaf, her geçen yıl biraz daha tuhaflaşıyor
d u ı n . Bugün benden daha tuhaf çok az yaratık olabilir. Babam, onu da an
nem gibi öldürdüm mü? Belki bir anlamda öldürd üm, ama şu anda buna kafa
yoramayacak kadar yaşlı ve zayıfım. Yoluma devam ettikçe, kafamda sorular·
uçuşuyor ve aklımı karıştırıyorlar, bozguna uğruyorum. Aniden ortaya çıkı
yorlar, hayır, eski bir uçurumun derinliklerinden yukarıya doğru yükseliyor
lar, yok olmadan önce duraklıyor ve oyalanıyorlar, aklım başımdayken var'...
lıklannı bir saniye bile sürdüremeyecek� hayır, şekillenir şekillenmez un ufak
ola�· .. k olan bu sorular çoğunlukla ikişerli gelirlerdi u suma; biri diğerinin üze
rine çullanırdı, şöyle, bir gün daha nasıl dayanacağım? Ve sonra, bir gün daha
nasıl dayandım? Ya da babamı öldürdüm mü? Ve herhangi birini öldürmüş
müydüm? Bu şekilde özelden genele doğru , eğer isterseniz hem soru hem de
yanıt diyebilirsiniz, bir anlamda çok kafa karıştırıcı. Bu düşüncelerle elimden
geldiğince mücadele ediyordum, kafama doluştuklarında adımlarımı sıklaştı
rıyor, başımı aşağı yukarı, sağa sola sallıyor, can verircesine bakınıyor, mırıltı
larımı yükselterek çığlığa dönüştürü yordum, bütün bunlar bana yardımcı o
luyordu. Ama belki de gerekli değildiler, belki de hatalıydım işin sonuna gel
miş olsam buna pek önem vermezdim, ama nasıl yaşantımda karşılaştığım ba
zı yeni berbat şeyler için sık sık, bu son dediğim halde sona ulaşamayıp bu
nunla birlikte sona yaklaşmışsam, yola devam ederken dü şecek ve yerde kala
cağım ya da kayaların arasına alışıldığı üzere gece kıvrılacak ve gün ağarma
dan ölmüş olacağım. Ben de tükeneceğim bunu biliyorum ve hiç doğmadığını
zamanki gibi olacağım, yalnızca bir farkla, beni bekleyen şeylerin yerinde hiç
bir şey bulunmayacak, bu beni mutlu ediyor, şimdi mırıltılarım sık sık zayıflı
yor ve ölüp bitiyor, yoluma devam ettikçe beni çok u zun süre üzerinde taşı
mış, yakınmasızlığı yakında benimle özdeşleşecek, bu dünyanın aşkından ve
mutluluktan ağlıyorum. Toprağın tam altında olacağım, önce tek vücut ola
rak, sonra parçalanacak ve dünyanın dört bir yanına sürükleneceğim ve so
nunda bir parçam bir yalıyardan öenize ulaşacak. Bir arşında bir ton kurtçuk,
harika bir düşünce bence, bu fıkri nereden edindim, dü şlerimden ya da ço
cukken bir köşede okuduğum bir kitaptan mı ya da yoluma devam ederken
rastlantıyla duyduğu m bir sözden mi, yoksa doğduğumdan beri varlığını sür
düren, ortaya çıkışıyla. beni seviiıdirene kadar bilinç altında bastırılmış düşün
celer miydi, söylediğim gibi mücadele etmek zorunda kaldığım bu berbat dü
şüncelerden . Şu anda beyaz atı ve pencerede beyazlar içindeki annemi gördü
ğüm güne eklenecek bir şey yok, lütfen bunların betimlemelerini bir başka
güne geç meden önce yeniden okuyun, sonunda o zamanlar yapamayacağım
ama şöyle ya da böyle şimdi anlatacağım güne gelene kadar katlanmak zorun
da kaldığım bir biçimde, yü zlerce hatta binlerce günü atlayarak ilerlemeden
önce eklenecek bir şey yok, hayır, hiçbir şey penceredeki annem, öfke, kudur
ganlık ve yağmurdan başka her şey çok gerilerde kaldı. O halde çarçabuk şu i-
593
Beckell
kinci güne, onu tamamlayarak bir diğerine geçelim. Şimdi, olanlara gelince,
yola koyulmuşum ve bir kakum topluluğu ya da sürü sü , tarafından kovalanı
yorum, müthiş bir şeydi bu, sanırım onlar kakumdu, bilemiyorum. Bö�le de
sem de, yaşıyor olmakla, kurtulmakta şanslıydım, tuhaf bir deyim kulağa pek
hoş gelmiyor. Bir başkası olsa ısırılır ve ölümcül bir yara alır, tavşanlar gibi
bembeyaz olana değin kan kaybederdi, işte yeniden şu beyaz sözcüğü . K afa
mın hiç çalışmadığını biliyorum, eğer çalışsa da düşünebilsem, yalnızca yere
u zanır ve beni parçalamalarına izin· verirdim, bir tavşanın yaptığı gibi. Ama
her zamanki gibi, sabahla, yola koyuluşumla başlayayım. Bir gün geri döndü
ğünde, nedeni ne olursa olsun, kendi başlarına bir dikkat çekicilikleri olmasa
. bile, sabahı ve akşamı da birlikte gelir dışarıya çıkış ve eve dön üş, bu dikkate
değer. O halde, şafağın griliği içinde, kötü geçen bir gecenin ardından çok za
yıf ve titreyerek, beni bekleyen şeyleri umursamaksızın dışarıya yola koyul
muş, ayaktaydım. Yılın hangi zamanı, gerçekten bilmiyorum, önemi var mı?
Tam bir yağmur değil bu, ama damlıyor, her şey damlıyor, gün yükselebilir,
yükseldi mi, hayır, tüm �ün boyu n �a damladı, damladı, güneş çıkmadı, ışık
değişmed i, tüm gün karanlık ve sakindi geceye değin soluk sesi bile duyulma
dı, sonra karanlık oldu ve hafif bir rüzgar çıktı, eve yaklaşırken de birkaç yıldız
gördüm. Bastonum elbette, Tanrıya şükür ki, bunu bir daha söylemeyeceğim ,
aksini belirtmed ikçe yola devam ettiğim sürece bastonum hep elimdedir. Fa
kat paltom değil, yalnızca ceket giyerdim, bacaklarımın arasında uçuşan pal
toya katlanamazdım ya da dah a doğrusu bir gü n aniden ondan nefret ettim,
ani şiddetli bir kin duydum. ÇJğu kez dışarı çıkmak için giyindiğimde, onu
çıkartır tekrar giyerdim, sonra hareket etmekten aciz odanın ortasında çakılı
kalırdım, sonunda çıkartıp da dolaptaki askısına yeniden yerleştirene kadar.
Ama merdivenleri inip de tam dışarı çıkmışken bastonum elimden kayar ve
yere dizlerimin üzerine yığılırdım ve yüzükoyun ilerlerdim, olağanüstü bir şey
ve sonra biraz da sırtüstü, istesem de çok uzun süre yüzükoyun yatamaz, ken
dimi çok kötü hissederdim, orada öylece belki bir yarım saat kadar kollarım i
ki yanımda ve avuçlarımla çakıl taşlarını tutarak kocaman açılmış gözlerim
gökyü zünde u zanır kalırdım. Aklıma hemen geliveren soru, anlattığımın ilk
deneyimim mi olduğu . Başıma defalarca gelen ve bir tarafınız kırılmadıkça
yerden toparlanarak, kalktığınız Tanrıya, in sanlara lanetler ederek yolunuza
devam ettiğiniz türden düşüşlerden çok farklı bu. Hemen hemen tüm olanlar
bellekten silinmiş, insan, ölünceye değin tüm yaşam boyu, o bir tanesinin tüm
değişkelerinin, birer birer zehirleri azalan bir dozda birbiri ardından gelişleri
nin ne zaman başladığını nasıl bilebilir?
Ö yle ki bir anlamda eski şeyler her seferinde ilk şey oluyor, hayır, iki soluk
birbiri ile aynı değil, her şey sürekli bir yinelenme, yineleniş ve her şey bir kez
daha aynı biçimde tekrarlanmayan yeni bir şey. Ama .şimdi kalkayım ve de
vam edeyim, bu berbat günü bitirip bir sonrakine geçeyim. Tüm bunlara de
vam etmenin ne anlamı var, hiç. Annemin ölümüne kadarki gün ler, birbiri ar
dından bellekten silinmiş, sonrasında kendi ölümüme kadar çok kısa bir za
man içinde eskimiş olan yeni bir yerdeyim ve elimde iki kitapla, kuvvetli ay ı
şığı altında kayaların arasında olduğum bu geceye, buraya geldiğimde, uzakla
şan bir önceki gün gibi, iki kitabım, küçüğü ve büyüğü , her şey geçmişte kala
cak ya da şurada burada birkaç an , belki şu anda ne olduğunu anlayamadığım
şu küçük ses, öyle ki eşyalarımı toplayıp inime geri dönüyorum, her şey öyle-
594
sine geçmişte kalmış ki, artık anlatılabilir. Bitmiş, tükenmiş şeyler, kalbimde
tüm bu tükenmişlikler için tatlı bir yer var, hayır, tükenmiş varlıklar için, söz
cüğü seviyorum, sözcükler benim tek sevgililerim oldular, sayıca pek de fazla
değildiler. Yola devam ederken sık sık söylerdim bu sözcüğü, bazen de şimtib
şimtib derdim. Şu bir türlü vazgeçemediğim yer değiştirme tutkum olmasay
dı, eski büyük, sarkaçlı bir saatin olduğu boş, yankılı bir odada gözlerimi bir
yandan bir yana çevirerek sarkacın salınımını ve sandalyemden kalkıp da haf
tada bir kez saati kurana değin kurşunun ağırlaşarak gitgide daha aşağıya sar
kışını görebilmek için saatin yuvas�rıı açık bırakıp, tüm yaşamımı yalnızca
dinleyerek ve uyuyarak geç irirdim. U çüncü gün , onu şimd i birden anımsadı
ğım, hendeğe iki büklüm eğilmiş, yabasına ya da b\lna benzer bir şeye dayana
rak fötr şapkasının altından bana yan yan bakan , kırmızı ağızlı, paçavralar i
çindeki yaşlı kaba �aba yol işçisinin ban a gözlerini diktiği gündü , nasıl oldu
da gördüm onu. Şaşıyorum ama görd üm. Balfe'ın bana baktığı gün, bir çocuk
gibi korkmuştum ondan. Şimdi öldü ve ben ona benziyorum. Ama devam e
dip, tüm bu eski görüntüleri bir yana bırakalım ve bugünlere gelelim ve ödü- ·
lüme. Sonra her şey şimdikinden farklı bir görünüm alacak yaprakların sü
rüklenişi ya da yırtılıp buruşturularak fırlatılışı gibi günbegün dışarıya çıkışlar
ve gidiş gelişler yerine öncesiz ve sonrasız, aydınlıksız ya da karanlıksız gidiş
siz ve gelişsiz, eski yarım yamalak bilgilerin, süre, mekan ve nesne kavramları
nın yitip gittiği, u zun ve kesintisiz bir zaman olacak, ama hala bazı şeyler hiçliğe
kadar tek bir şeye indirgenmiş ve devinim halinde var olmayı sürdürecek, hiç
bir şey var olmamıştı, hiçbir zamanda var olamaroı, yaşam ve ölüm bir h içti,
böyle bir şey, yalnızca bir zaman lar ağzımdaki, etrafımda mırıldanarak düşle
yen bir ses, bu da az bir şey değil. Bir kere dışarı çıkıp yola koyulup evden u
zaklaşınca, peki sonra ne oldu, gerçekten bilmiyorum, bir sonraki şey eğrelti
otlarının arasında ayakta durduğum, bastonumla etrafa vurarak damlaları u
çuruyor olduğum, aynı .sözleri defalarca yineleyerek kaba bir dille küfretti
ğim, umarım kimse duymamıştır. Boğazım yanıyordu , yutkunmak işkenceydi
ve kulağımda bir tıkamklık vardı, rahatlama olmamasına karşın karıştırıp du
ruyordum, belki de eski kirler kulak davulu nun üzerinde birikmişti. Toprakta
olağanü stü bir sakinlik vardı, ben de son derece sak indim, bir rastlantıydı, ne
den küfürler yağdırıyordum, bilmiyorum, hayır, bunları söylemek ve etrafa
bastonla vurmak çılgınca bir şeydi, zayıf ve yumu şak birisi olan bana bunları
yaptıran çılgınlık neydi? Ben k i yalnızca yo�uma devam ediyordum. Şimdi,
kakumlar mı, hayır, yola devam ederken yeniden yere çöküyor ve belime ka
dar gelen eğreltiotlarının arasında kayboluyorum. Bu büyük otlar çok sert
şeyler, kolalı gibi, korkunç sapları var sanki tahtadan gibiler, pantolonunuzun
arasından bacaklarınızın derisini kaldırıyorlar, sonra sakladıkları çukurlar, e
ğer dikkat etmezseniz b acaklarınızı kırabilirsiniz, ne berbat bir dil, düşer�iniz
ve göz.den kaybolursunuz; haftalarca orada u zanıp kalırsınız da kimse sizi
duymaz, dağın başında sık sık düşü nürdüm bunları, h ayır, bunu söylemek çıl
gınca bir şey, yalnızca yoluma devam ediyordum bedenim bensiz en iyisini ya
pıyordu:
595
'Godot'yu Beklerken'fn ilk sayfaları
�-
... • • I
-· - · '
� .
,,_ ...._ _ _
�- �. ,. � - . ....... �
?- �..,,,,,. , ...� ...... • .
______. 1 ....
� � -- .: � ...,,. - '4'�..... .
I
.
•..L*"> ( ....�
., c;:...,•_
� ,,...
____.
.. ._
e-� ·' :
....... �,... .._/-.r
�· *"/ , ..,,, _ , ., .. ,�
ı �. J
1 ,�, . �,, ...., · ........_.. , ... .. . "" .... -.....
•
.......
. ("'..�;' .,.,..
,....,,,. <.._, � ., ,_�c.;;ı:;... ..,,
- G,.. ,,,_. �ı.u.l. /"- � ,.. ....... .... "' � ,._ ,
..... .. � <'C' .;>... ;,·,. .,,,·, ....... .... � ..
� · -'- � -"'-' � ...�......
• _ ,,__
. � . "' � ...,,. ,,
� 4'- �..""�''-t c.. c--. � ..,·� ,;
..
...
/'r
� ....... e *" ' /'J"'4ı-" ' --......-. � /
.
( _/
-r , .,, �.,,..._.... ..
ô_;.r..-;;:.. ::: .. .0
, � .r"'�
� V--t ......... � �
� - I' '....
....,
c:; _ ,._,.. � ...
� lfı � . ....... ,
597
Buzzati
- Nasıl buluşma?
- Ben... Bir portre yapıyorum... Saat dörtte ppz vermesini kararlaştırmıştık.
- Şimdi de s��t dördü çeyrek geçiyor ve siz de stüdyonuza yetişmek için acele
ediyordunuz. Oyle değil mi?
Doğruladı, aşırı bir çabuklukla:
- Tastamam öyle, bay başkan.
- Niçin kaçmaya çalıştığınızı bize söyleyecek misiniz, signorina? Tek kelime
gerçek yok açıklamanızda, açıkça belli bu. Geçen 26 Haziran Çırşamba günü
nün sizin için neden bu kadar önemli olduğunu anlatmak iyiliğinde buluna
cak mısınız şimdi?
Başını hayır anlamında salladı kadın, soluk, dişlerini sıkarak. Sonra ağlar gibi
bir sesle:
- Hayır, hayır, söyleyemem asla!
-Bu susmanızın, signorina, dedi başkan; sizin için ne kadar kötü olabileceğini
düşünüyor musunuz? Sanırım, adaletin sanıkları eksiksiz bir içtenliğe yönelt
mek için nasıl gerekli ypntemlere başvurduğunu bilmez değilsiniz.
-Hayır, hayır, diye yinel�i Marta, söyleyemem asla.
Başkan bir işaret yaptı. Iki resmi giyimli hademe, karşısında hazırola geçti.
-Marta Anfossi, (tane tane konuşuyordu başkan), ayrıntılarıyla anlatacak mı-
sın bize geçen 26 Haziran Qı.rşa�ba günü �aşına geleni ?
Kalabalıktan hafif bir fısıltı yükseliyordu. Ilgi çekici bir oturum yapıldığı ha
beri dışarda şimşek hızıyla yayılmış olmalıydı, kapılardan içeri yığın yığın in
. san doluyor, oturacak yer kalmadığı için, salonun dibindeki boşluklara biriki
yor, koca bir kütle oluyordu.
- Sehpa, diye emretti başkan.
Başka iki hademe şaşırtıcı bir hızla Sant'Andrea haçı biçiminde bir tahta seh
payı güçlükle taşıyarak getirdiler..
- Konuşmaya karar veriyor musun, Marta Anfossi? diye başkan yineledi.
-Yapamam, iki gözüm kör olsun yapamam, bağışlayın beni, bay başkan, u-
tanç bu.
- Bağlayın başkan emretti.
- Soyacak mıyız? diye sordu kol ağzında iki kırmızı şerit olan hademelerin en
yaşlısı.
Halktan uzun bir istek fısıltısı yükseldi.
Başkan zili çaldı.
598
- Susu n , yoksa salonu boşaİttırırım. Sonra baş hademeye döndü: Hayır, ge
rekli değil.
Hademeler kesin, ustaca hareketlerle kadının el ve ayak bileklerine büyük deri
halkalar geçirdiler, sonra çift tahta ayak üstünde hemen hemen dikey duran
sehpaya doğru sürüklediler, el ve ayak bileklerindeki deri halkalara ip geçirip
kadını gö z açıp kapayana kadar Sam 'Andrea haçına bağlayıverdiler. Kollarıy
la bacakları gerilip açılmış, öyle asılı kaldı M arta.
Halk ses çıkarmaya cesaret edemiyor, fakat kükürt çamuru gibi kaynadığı gö
rülüyordu.
- K onu şuyor musun konuşmuyor musun � diye haşkan bir kere daha sordu .
- Hayır, bay başkan, acıyın ... yap amam ... Birdeıı b ü t ü n gövdesiyle sarsılarak
hıçkırmaya başladı.
- M aşa mı? diye başhademe sordu.
- Hayır, dedi başkan, ayak iğneleriyle başlayalım.
Ayakabılarını çıkardılar, ayak parmaklarını aralarındaki boşluk bir vidayla
geni�let ilip daraltılan iki tahta parçasının ortasında sıkıştırarak vidayı sıkmaya
başladılar.
Vidayı döndürürlerken Marta'nın gövdesi birden sert bir şekilde titredi, bo
ğazından bir inilti çıktı. Şiddetle titrer, gövdesi bu acıyla kasılırken yüzü de
korkunç bir hal almıştı.
- Konuşuyor musun, k onuşmuyor musun?
- H ayır, hayır ... Yeter. .. Yapamam . . . Acıyın ... Ahh . . .
Tanrım ! Hayır! Yeter ! Kıracaksınız!
Off! Oooooof! ... Hayır ... Kemiklerimi kırıyorsunuz . . . Evet evet, konuşuyo-
·
599
Bu7.2.8ti
değil mi?
M arta başını eğdi.
- Ya o?
- O ... o ... Yeniden hıçkırmaya başladı.
- G üzel, diye yorumladı başkan , eksiksiz bir çarşamba olmuş olmalı.
- Korkunç, korkunç, Anfossi inledi. .. ..
- Romeo Venturin i... B üyük sanatçı... Yakışıklı adam ... U n ... U nün büyüsü ...
böyle değil mi?
- Bilmiyorum, bilmiyorum, bay başkan .. .
- Sen , sense, .. Evde kalmış, perişan bir kız... Hiç aynaya bakmıyor muydun a-
ma... ? Söyle, hiç bakmıyor muydun ... ?
- Yeter, yalvarırım, bay başkan.
- Ama belirli... Hatta klasik ... Kendi türünde eksiksiz bir durum. Sen de sanat
bahanesiyle gidiyordun ona ... Onun da sana gerçeği söyleyecek cesareti yok-
tu . .. Kimin cesareti olurdu buna?
600
Seyircinin ilk sıralarında keskin, kuvvetli, ıssız bir kahkaha yükseldi.
Başkan buz gibi oldu, gözleriyle kuşkulu bölgeye şimşekler yağdırarak:
- Son olmasını diliyorum.
Sonra kadına döndü:
-İyi... Tablo epey belirlendi... Artık, izninizle, sadede gelelim. Geçen 26 Hazi-
r�. Çlrşamba günü ne oldu? Saat kaçta gittin heykelci Venturini'ye?
Oğleyin.
Seni bekliyor muydu?
Marta evet diye işaret etti. ..
- Acıdığı için gelmeni söylemişti. Oyle değil mi?
Kadın, birbirine geçmiş ellerini, koparmak ister gibi, yüzünden geçirdi.
- Ne kadar ı.amandır tanıyordun onu?
- Altı yıl.
- Aşık olduğunu söylemiş miydin ona?
- Bilmiyorum, bilmiyorum bay başkan, bih�1iyorum artık, hiçbir şey anlamı-
yorum artık; korkunç, ölmek, yüz kere bin kere daha iyi böyle alçalmaktan,
bilmiyorum, bilmiyorum, altı yıl cehennem aı.abı.
Bay başkan yüzüne gülerek:
- Sakın o seni aldatmış olmasın? dedi.
- Bilmiyorum bilmiyorum, bay başkan, umuda, bir umuda kapılıyordum ba-
zen, bana sunduğu bir sigaraya, bir kelimeye yalnız bir gülümseyişe sarılıyor
dum, bir hiç yetiyordu bana...
Yeniden bir sessizlik.olmuştu. Kadının ağzuıdan kelimelerden önce çıkan hı-
rıltı bile işitiliyordu.. .
- Ama sen, Marta Anfossi, ona acı verdiğini düşünüyor muydun, düşünmü-
yor muydun? Anlıyor muydun, anlamıyor muydun, bir erkek..?
- Hayır hayır, bunu söylemeyin bana bay başkan.
- Niçin? Şüphen mi vardı?
- Doğru, bay başkan, yine de ben ... Bilmiyorum... Ona her gidişimde... Boşu-
na olduğunu bilsem de ... Mutluydum o gün biliyor musunuz?.. Şarkı söyleye
rek uyanıyordum, öylesine güzel görünüyordu her şey, hayat bile. Stüdyosu
na girdiğim ana kadar o anda yine o hüzün, sıkıntı; nasıl açıklasam bilseniz
-
bay başkan... Cehennem·, anlıyor musunuz?
Başkan bir kalemle üç kere masanın üstüne .vurdu.
- Sadede, sadede geL. Geçen 26 Haziran Çlrşamba ne oldu bakalım söyle?
Marta ellerini sıktı.
- Her ı.aman çok kibardı... Birden... Başka birisi olmuştu sanki... Sesi de bir
başkaydı ... Gözleri de. Bana dedi...
- Ne dedi?
- Bana anlattı.
Bir türlü yakınmaydı bu:
- Bana dedi ki, ben... Bana dedi ki o... Bana dedi ki boşunaydı... Bana dedi
ki... Benimle oyun oynamıştı, anlıyor musunuz bunu, bay başkan, altı yil be
nimle oyun oynamıştı?
- Nerede oturuyordu?
- Sofada, pencerenin yanında.
- Sen?
- Hemen karşısında, bir koltukta.
601
Buızati
602
A L BER TO M ORA VIA
1907, İtalya
BİLİNÇSİZ
Bir işe kalkışıldı mı o iş önceden düşünülmüş demektir: Eylem bazı bitkilerin
toprak üstünde görünen yeşil kısmı gibidir, ama çekip koparmaya kalkınca
derin kökleri olduğunu görürsünüz. Ne kadar düşündüm acaba o mektubu
yazmak için? Altı ay, evet, o adam Cassia yolu üstünde yirminci kilometrede
ki Villa'yı yaptıralı altı ay oluyor. Aslında bu düşünce de bana dağ başında te
pemsi bir yerdeki yeni Villa'yı görünce gelmişti. O günlerde, fjlmler ve resimli
romanların etkisiyle olacak, kafamda kavak yelleri esiyordu . U stelik, ben yaş
larda bir kız olan Santina'ya da kendimi beğendirmem gert'.kiyordu . Demir
yolu bekçi,şinin kızıydı Santina, alığın biriydi, ama güzeldi \ J da I?.ana öyle gö
rünüyordu. Birlikte gezdiğimiz bir akşam Villa'yı gösteı cı ck 'ünümüzdeki
gü nlerde bu Villa'yı yaptırana bir tehdit mektubu yazmak istiyorum " dedim.
'Ne demekmiş o?' 'Korkutucu ... Ya paraları çıkarsın yahut canına okuru z...
Gözdağı vermek için. " 'J\ma yasak değil mi?" diye sordu şaşkınlıkla; 'Yasaksa
yasak ... Ne önemi var bunun? Parayı bırak acağı yeri bildiren bir mektup ... E
e, ne dersin?" Onu biraz olsun eıkilenmiş, ürkmüş göreceğimi umuyordum; a
ma tersine, sanki ona dünyanın en olağan işini önermişim gibi biraz düşün
dükten sonra, 'Ben bu işte varım, ne kadar isteyeceksin?" demez mi!? D emek
olağan sayıyordu bunu; ondan aşağı kalmak istemedim ben de. 'Bilmiyo
rum ... Yüz, iki yüz bin." Ellerini çırptı: 'Ne gü zel. . . Ban a da bir şeyler alırsın
artık." 'Elbette." 'Ee, ne bekliyorsun öyleyse, ne duruyorsun?" 'D üşünecek za
man bırak !" dedim sonunda. Böyle işte, bir şaka yüzünden o mektubu yazmak
zorunda kalmıştım.
Villa'nın sahibi sık sık arabasıyla Storta'dan, an nemin manav dükkanının ö
nünden geçerdi. Boyalı kartonlardan yapılıp pan �yırlarda takılanlara benze
yen koca bir burnu, kapkara pos bıyıkları vardı. iri yarıydı, devetüyü renkli
paltosuyla tam bir ayı. Villa'nın bodrumu güzel kokular yapılan bir laboratu
vardı. G erçekten alt kat pencerelerinden yemek kokuları yerine, bu türlü ko
kular geliyordu. Hiç hoşlanmamıştım adamdan , bu da başka bir nedeniydi
mektubu yazmamın . Ama ona ne kadar bozulsam da, yüz bin liret yüzünden
603
M oravia
604
zıl saçlı çilli, gözlüklüydüm de.... Storta'da bana benzeyen hiç kimse yok. Bel
ki adımı bilmiyordu. Ama candarma çavuşuna gidip de, 'Bu tehdit mektubu
nu aldım .. Kutuya şöyle bir çocuk attı" dese çavuş hemen anlardı: 'Emilio ...
Bak hele, şimdi buluruz onu ." dükkana gelirlerdi ve portakal sepetleri arasında
tir tir titreyen bana sorarlardı. 'Söyle bakalım Emilio, dün akşam altıya doğru
nerelerdeydin?"Bekçi kulübesinde, Santina'yla olduğumu söylerdim ben de. O
zaman Santina'yı çağırırlardı, ama o kendisini kurtarmak için beni görmediği
ni söylerdi. Qıvuş da bana, 'Dün nerede olduğunu ben söyleyeyim s�na" der
di. 'Villa Sorriso 'nun önünde. . . K utuya bu mektubu atıyordun." Sonra, ke
lepçeleri ellerime takıp doğru hapishaneye. Felaketler yalnız gelmez, beni bir
de Vaccarino 'yu öldürmekle suçladılar mı! Parlak bir duruşma yapılırdı. Cas
sia haydudu, Storta canavarı, otuzuncu kilometre katili. Bütün bu işlerden en
azından yirmi otuz yıl yerdim yüzde yüz. . .
K ırlara bakan penceremde vahşi, arınmış gümüşten bir ayna gibiydi ışık, oda
gündüzden daha aydın lıktı. Bir ağustosböceği gibi, uyanık, iki üç saatten beri
yatakta dönüp duruyordum, ay ışığı korkunun ta kendisiydi şimdi, gözlerimi
kapatamıyordum. Asıl içimi yakan kazdığım kuyuya düşmüş olmamdı, kor
kan şimdi bendim, o adam değil, ayrıca Vaccarino 'nun öldürülmesi de benim
üstüme kalacaktı, gerçek soygunculara· değil, mektup ne olmuştu acaba?
H iç ... M ektubu delikten içeri atarken adamın geldiğini görmüştüm. Ama, iş
leri tersine çevirmeye yetmişti bu.
Son unda, artık dayanamayarak, yataktan atladım, sonra da bisikleti -geceleri
odamda dururdu- sırtıma aldığım gibi pencereden sokağa... Dosdoğru Villa
Sorriso 'ya yollandım. Ne olursa olsun mektubu geri almak istiyordum. Eline
ayağın a düşüp yalvarmak zorunda kalsam da, bağışlanmak için yapacaktım
bunu. Ama gerekmedi. Kutunun yanına vardığımda, mektubum yerde, duva
rın arkasında, giriş yolu nun dışında duruyordu. D elik vardı, ama daha kutu
yu yerleştirmemişler, adam da arabayla girerken , otların arasına düşmüş oldu
ğundan görmemişti. D uvardan kolayca atlayıp mektubu aldım, içim sevinçle
dolu ağır ağır eve döndüm.
Ertesi gün Santina'yla karşılaştığımızda mektubu gönderip göndermediğimi
sordu . 'Hayır" dedim, 'G öndermedim : Göndermeyeceğim de. " H ayal kırıklı
ğıyla, ''Ama işler iyi gidiyordu ya" dedi, 'Bilinç sizlerin yürekli olduğunu söyle
memiş miydim sana! Şimdi başıma ne geldi, biliyor musun? Bilinçsi*.en bi
linçli oldum." 'Korktum desene şuna. " diye yanıtladı küç ümseyerek. 'Oyle a
ma haklı olduğumu görüyorsun; yüreklilik bilinç sizliktir." 'Ya şimdi ?" 'Yeni
den bilinçsizleşinceye kadar bir şey yok." Ama o yüz bin liretin hayal kırıklığı
içinde, vahşinin biri olduğumu, beni bir daha görmeyeceğini söyleyerek çekip
gitti. O günden beri, her karşılaşışımızda, bilinçsizliğimi yeniden bulup bul-
madığımı sorar alayla. ·
605
EUGENE GU/LLEVIC
1907 Fransa
,
BARIŞIN TADI
Bir ağaç , kesebilirler ağacı,
Ağacın ne gelir elinden?
606
Bir çocuk, bir adam
Yok oldular işle art arda.
Ne yapabilirler
Direnen halklara?
607
G u illcvic
KA YALAR
1
K ayalar bilmez
Konuşur durursunuz onlardan
il
G ülmek ağrısını duymazlar
Yahut sarhoş olmak
K aranlık ortasında
Ateş yakmazlar
Yuvalarında
ili
Ve sonra sevinç
D ü şmanı bilmekten
608
Yaşayabilmekten doğan
K ıyılarda
Taşları çekmesine ra�en
D alga ve rüzgarların
Öğle uykusunda oldukları zaman
iV
Onlar suratlarını geı.dirmezler
Bir azap gibi
v
Onlardadır dans
Onlardadır alev
Yeter ki iyi bulsunlar sevsinler
Bu alev onlarda
H arlı ateşin özünden gelen
VI
Tapınak olmak istemez kayalar
Orda huzur rahat ve gurur
609
G uillevic
Yıldıklarından değil
Bu büyük kuvvete karşı
VIII
Bazan onların geceleri içinde
Bir ses duyulur bir ses
U zun uzun çınlayan
IX
Olur ki bir kaya
K opar ve dü şer
x
Felaket ne orda n e hurda
Kendi kendin in dışında olmakta
610
MA UR ICE BLANCH OT
1907 , Fransa
UYKU VE GECE
G ece neler olur? G enel olarak uyunur. U ykuyla gündüz, geceyi ortadan kal
dırmak için , yine geceyi araç olarak kullanır. U yumak, dünyayla ilgili bir şey,
bir görevdir; gündüzkü didinmemizi gece dinlenmemize bağlayan o genel ya
sayla tam bir uyum içinde uyuruz. G el deriz, hemen geliverir uyku, onunla a
ramızda bir sö�eşme, gizli maddeleri olmayan bir anlaşma vardır; şurası da
bir gerçek ki, bu anlaşmayla, tehlikeli bif büyüleme gücü olmak şöyle dursun,
buyruğumuz altında, ç alışma gücümüzün aracı olur o. Kendimizi ellerine bı
rakırız, ama bir efendinin , buyruğundaki tutsağına kendini bırakışı gibidir bu.
Bizi güne götüren açık, aydınlık bir iştir uyku. U yumak, işte size uyanıklığı
mızın en ilginç olayı. Ancak derin bir uykuya dalmak, bizi uykunun derinlik
lerindeki şeyden kurtarabilir. G ece denen şey de ne? G ece yok artık! !
Yedinci gün dinlenmesi nasıl dünyanın yaratılışıyla ilgiliyse, uyuma da, en u
zak geçmiş günlere uzanan b ir iştir. Gece, deliksiz bir uykuya çevrilebildiğin
de gece olmaktan çıkar artık. Ben uyuyorum, burada 'Ben 'in bas�ınlığı, bu
kendi isteğiyle olan kendinde olmayışı elinde bulundurmaktadır. Ben u yuyo
rum dediğimde, uyuyan benim, başka kimse değil - ve işadamları, tarihe geç
miş kişiler, sabah d ipd iri kalktıkları deliksiz uykularıyla övünürler. Onun için ,
yaşantımızın normal işleyişinde ara sıra bizi şaşkınlığa düşüren uyku, hiç de
gülünç ve ayıp bir şey değildir. G ünlük gürültülerden, günlük kaygılardan,
her şeyden, kendi kendimizden , hatta bu boşluktan el ayak çekebilmemiz,
kendimize egemen olduğumuzu gösterir, soğukkanlılığımızın bütün bütün ki
şilere vergi bir belgesi olur. U yumak gerek, vicdanın kendi parolasıdır bu ve
gü nden uzaklaşmak için verilen bu buyruk, güne kavuşmanın ilk kuralıdır.
G eceyi olan ağa çevirir uyku. Karanlık bastığında, uyanıklık, uykunun kendisi
olur. U yumayan , uyanık kalamaz. U yanıklık, hep gözü açık kalmamak de
mektir. G ece boş boş dolaşma, ortalıktan el ayak çekildiğinde çıkıp gezme e
ğilimi ve hatta her türlü kötülükten uzak yapılması gereken işler, kuşku yara-
611
Blanchot
tır. G özü açık uyumak, çoğunluğun beğenmediği bir; şeydir. Kötü uyuyan ki -
şiler az çok suçlu görülürler. Peki ne yaparlar? G eceyi her an var kılarlar .
U yku 'İlgisiz kalmadır" diyordu Bergson. Uyku, belki dünyaya ilgisiz kalma
dır, ama bizi dünyada tutan , dünyayı olumlayan , dünyanın bu yadsınmasıdır .
Birlik ve bağlılık işidir uyku. Büyük doğal uyumlara bırakıyorum kendimi.
düzenin sağlamlığına, bu güvenin gerçekleştirilmesi, bu inancın ortaya kon
masıdır uykum. Terimin içe işleyen anlamına bir bağlılıktır bu, kendimi bağlı
yorum ama U lysse'in gemi direklerine bağlandığı, sonradan kurtulabileceğim
bağlarla değil, başımla yastık arasındaki, bedenimle yatağın sessizlik ve mut
luluğu arasındaki uyuşmanın an lattığı an laşmayla . Kaygılardan , dünyanın uç
suz bucaksızlığından el ayak çekiyorum, ama bunu, dikkatimle, sınırlı ve sıkı
ca çevrili bir yerin kesin gerçeği içinde ayakta duran bir dünyaya kendimi ver
mek için yapıyorum. D ünyayı kendi sınırları içinde bulduğum kesin bir ilgidir
uyku ve onu bu biten yönüyle ele alarak, kalması1 . beni bırakması ve dinlen
dirmesi için kıskıvrak yakalıyorum. İyi uyumamak, durumunu bulamamak
demektir. Kötü uyuyan kişi bu gerçek durumu bulmak için o yana, bu yana
dönüp durur bu yerin eşsiz olduğunu ve yalnız bu noktada, dünyanın kendi
alabildiğine sonsuzluğunu bırakacağını bilir. U yurgezere kuşkuyla bakarız,
uykuda rahat bulam�yan biri olduğu için. U yurken ne de olsa yersiz, denilebi
lir ki, inançsızdır o. Oz içtenlikten yoksundur, daha doğrusu , içtenliğinin kö
kü, dayan ağı yoktur, desteği haline gelmiş olan ortada olmayışının değişmez
lik ve güçlülüğü içinde kendini olumladığı o bir çeşit dinlenme olan kişinin o
tam kendi olma durumu yoktur onda. Uykunun arkasında, merkezleşme ça
basından daha çok, bilinçli yaşantının bütününü görüyordu Bergson. U yku i
se tersine merkezle bir içli dışlı oluştur. D ağılmış değilim, bulunduğum yerde
bütün b ütün toplanmış, birleşmişim. Kendimi ve dünyayı uyuduğum yere ça
kıyorum. D algın, dağınık, kararsız ve başıboş değil de dünyanın kendi içine
kapandığı o yerin dar çerçevesi içinde, bir noktada toplanmış olarak bulundu
ğum yerdedir varlığım, bu öyle bir nokta ki, artık ben dünyada değilim, dün
ya benim içimde; kendi kendinde erimeyi andıran bir birlik bu. U yuduğum
yer yalnız bedenimin bulunduğu yer olmuyor, ben bu yerin kendisi oluyorum
bedenimle; uyuma işi öyle bir şey oluyor ki, o anda bulunduğum yer, varlığı
mın tam kendisi oluyor.
Şurası da gerçek ki, uykuda, çocukluktaki o pek farkına varılamayan mutlu
luğu andıran bir durum içinde, kendi içime kapanıyor gibiyim. Olabilir, ama
kendimi yalnız kendi ellerime bırakmıyorum, kendi üstüme yüklenmiyor,
bende dinlenmenin darlık ve sınırı olmuş olan dünyaya yükleniyorum. Uyku,
normal olarak, bir güç süzlük değildir, erkekçe görüş noktamın umutsuzca bı
rakılıverişi değildir. Yeniden didinip uğraşmak için , bir an , didinip uğraşmayı
bırakmak anlamınadır uyku. Bir an başıboşluk iÇinde yitip gitmem pahasın a,
durmam, hep değişen olanakları tek bir durak noktasına çevirmem, burada
durarak kendimi derleyip toparlamam demektir o.
Yöresinde eşyalar dururken, uyuyan bedende uyanıklık bozulmaz; özlediği
bir şey olan uzaklardan el ayak çeker, dağılmamış, bulunduğu yerin gerçeğiyle
612
tam bir u yuşma içindeki bedenin buyruğuna döner. U ykudan uyandıktan
sonra her şeye yeniden kavuşulduğuna şaşmak uykudan daha güvenilir bir
gerçek olmadığını unutmak, onun, kesinlik üzerinde toplanan, bütün başıboş
olanakları bir ilkenin değişmezliğine, bağlayan ve ertesi sabah yeni ile karşıla
şılabilmesi, yeni bir günün başlayabilmesi için bu kesinliğe doyan bir uyanık
lık demek olduğunu unutmak demektir.
6 13
..
GUNNA R EKEL OF
1907 - 1968, İsveç
614
G Ü ZLE G ELEN
615
Ekelöf
FA UN
Bir hayvan ruhu var bende
O gözlerle bakanın sana.
Ş,unu bil
Olümle ilişiğim
Salt güı.ellik uğrunadır.
F azla duygum yoksa da
G ene onunla görürüm işlerimi.
İğrenmek elimden gelmez
Ama havlaınayla melemeyi beceririm.
Eğer görürseniz tiksindiğimi bir şeyden
Bu, gövdenin kapsadığı anlamdandır.
Ya da bir istek,
O da aynı hesaba gelir.
Sakın ruhumu gövdemde arama.
O, tedirginlikle kendini gösterir.
G izli düşüncelerim var sanma,
Onlar sana özgüdür, ey insan !
Zıt uçlarda bulunmaz,
Aralarda görünür
En çok üstüne titrediğin değer:
Ruhun koşulu tedirginlik ...
616
GÜNTER EICH
1907 - 1972, A lmanya
617
E ich
618
UYANIN, ÇÜNKÜ KÖTÜ DÜŞLER GÖRM EKTESİNİZ
U yanın ç ünkü kötü düşler görmektesiniz!
U yumayın, çünkü korkunç yaklaşıyor.
Bulur seni de, kan dökülen yerlerden çok uzakta olsan bile,
rahatsız edilmek istemediğin ikindi uykularında
gelir bulur seni de.
Bugün değilse yarın.
hiç kuşkun olmasın
619
E iı:h
620
W YS TA N H UGH A UDEN
1907 - 1973, İngiltere .
NİNNİ
D aya uykulu başını, sevdiğim,
İnsanca vefasız koluma;
Zaman ve hastalıklar yok eder
D ü şünceli çocukların
K işisel güzelliğini ve mezar
Çbcuğun geçiciliğini kanıtlar:
Ama kollarımda tan ağarıncaya kadar
Bırak uyusun bu canlı yaratık
Ölümlü, suçlu, ama benim gözümde
Tepeden tırnağa güzel.
Kesinlik ve bağlılık
Gece yarısı vuran
Çının titreşimleri gibi geçer
Ve o bildiğimiz deliler
Bilgiççe homurdanırlar:
621
Audcn
F alının açıkladığı
Ü cretin her meteliği
Eksiksiz ödenecek !
Ama yitmesin bu geceden
N e bir fısıltı, ne bir düşünce,
N e bir öpücük, ne de bir bakış.
G üzellik, gece yarısı, düş ölür:
Hülyalı başında esen
O tatlı seher yelleri
Sevgiyle karşılasın gü nü,
K utsasın gözle atan yüreği
Ve yetersiz bulmasın ölümlü dünyamızı;
Kuru öğle saatlerinde aç bırakmasın seni
İsteksiz yetkililerin elinde,
Aş o seni aşağılayan geceleri
İnsanca sevgin in gözetiminde.
622
W . B. YEA TS 'İN ANISINA
1
H astalığından uzakta
K urtlar koşuşuyordu yeşili bitmeyen ormanlarda,
Şehirli rıhtımlara özenmiyordu köylü ırmak;
Yaslı diller
G izliyordu ozanın ölümünü şiirlerinden .
623
Audcn
il
111
Bu suçsuz, şu kahraman
D iye bakmıyor zaman,
H afta bile geçmeden
Bıkıyor bir güzelden,
Bu bilinmez nedenle
K ipling'i hoşgören zaman,
İyi yazıyor diye
Bağışlar Claudel 'i de.
K arabasanlar içinde
624
U luyor Avrupa'nın itleri,
Bekliyor yaşayan uluslar,
Kinine tutsak her biri;
Şiirinle işleyip
Bağa çevir sövgüyü,
Acıyla coşup şakı
İn san yenilgisini;
Yüreğin çöllerinde
Can veren suyu çağlat,
G ünlerin zindanında
İn sana övmeyi öğret.
625
Auden
RIMBA UD
G eceler, demiryolu kemerleri, kötü gök,
Korkunç arkadaşları bunu bilmiyorlardı;
Ama bu çocuktaki söz cambazının yalanı
Pipo gibi fırlıyordu ağzından : Soğuk,
hir şair yaratmıştı.
626
R ENE CHA R
1907, Fransa
BORA
Başını dizlerime koy, dişi tilkim benim. Mutlu değilim, ama yine de yetiyor
sun sen. El şamdanı ya da göktaşı, ne gelecek ne de üzgün bir yürek var artık
yeryüzünde. Alacakaranlığın basamakları, naneler ve kekikler barınağı, ince
entarinle güz kızarıklığı arasında bir giz alışverişi olan o mınltını açığa vurur
senin. Yamaçları derin, kül dudaklar arkasındaki kayaları suskun bir dağın
ruhusun sen. Titresin burun kanatların. Ağaçların perdelerini kapasın, dağ
yolunu kessin elin.
D işi tilkim, yel ve don gibi iki yıldızın önünde, yakılmış tüm umutları sana
bağlıyorum, doymak bilmez yalnızlığın o yengin devedikeni için.
627
Char
ÇER ÇEVE
Pırıl pırıl yağmurlar, beklenen kadınlar
Acılara özgü camla
Sildiğiniz o yüz
Bir baş kaldıranın yüzüdür;
Öbürü, mutlunun camı
Odun ateşi önünde titriyor.
628
YER ÇÖKÜNTÜS Ü
Ü zümün anayurdu
Bağbozucu kadının parmaklarıdır
Ya kadın , acımasız asmanın o dar yolundan �
K im geçti peki?
NÖBETÇİNİN ÖGÜDÜ
Siz, bıçaktan fışkıran yemiş,
Tatlılıkta yan sıyan güzellik,
Kerpeten ağızlı tan,
Ayrılmaya itilmek istenen sevgililer
Önlük taşıyan kadın
Duvarı kazıyan tırnak
K açın ! D urmayın kaçın !
629
Char
YA ŞA SIN
Bizim oralarda, ilkbaharın tatlı belirtileri ve üstü başı dökük kuşlar yeğ tutu
lur uz.ak amaçlara.
Bir mumun yanı başında tan sökümünü bekler gerçek. Pencere camı savsakla-
nır. Ne önemi var dikkatli biri için !
Bizim oralarda, sorguya çekilmez yürek çırpıntısı geçiren kişi.
D evrilen kayık üzerinde kötücül gölge dolaşmaz.
Yarım ağızla verilen selam bilinmez bizim oralarda.
Fazlasıyla ödenecek bir şey ödünç alınır ancak. .
Ağaçlarda yapraklar, çok yapraklar olur bizim oralarda. ister meyve verir is
ter vermez dallar.
Yengin kişinin iyi niyetine hiç mi hiç inanılmaz.
Sağ ol denir ancak bizim oralarda.
630
CESA R E PA VESE
1908 - 1950, İtalya
GÜNEY DENİZLERİ
Sessiz, yürüyoruz bir akşam, tepenin
yamacından. İlerlemiş ikindinin alacasında,
beyazlar içinde bir dev amcam oğlu ,
hareketleri dingin , yüzü yanık,
suskun. Erdemimizdir su smak bizim.
Atalarımızdan biri yapayalnız kalmış olmalı
-budalalar arasında büyük bir adam ya da zavallı bir deli
soyuna bunca sessizliği öğretmek için .
631
D ünyayı dolaştı, yirmi yıl. Gittiğinde
o ir kucak çocuğuydum daha, öldü dediler. .-.
Sonra sonra, sözünü ettiklerini duyardım kadınların
kimi zaman, bir efsane gibi;
erkeklerse daha katıydı, unutup gittiler onu .
Ö lmüş babama bir kart geldi, derken, bir kış,
ü stünde yeşil bir pul, pulda bir liman, limanda gemiler.
Ve iyi bağbozumu dilekleri. Şaşırmıştı herkes,
artık büyümüş olan çocuksa, arzuyla yanıyordu açıklarken :
Büyük Okyanus'ta, Avustralya'nın güneyinde,
Tasmania diye bir adadan geliyordu kart,
vahşi, köpekbalığı dolu , masmavi bir denizle çevrili.
Yüz.de yüz diye de ekledi çocuk, inci avlıyordur amca oğlu.
Sonra pulu yırtıp aldı. Her kafadan bir ses çıktı sonra,
ama sonunda anlaştılar: ölmediyse bile ölecekti.
Sonra hepsi unuttu ve aradan yıllar geçti.
632
elleri arkasında, yüzü yanık , panayırlara vururdu
kendini sabahtan ve at pazarlığı yapardı,
bir hesabı varmışçasına. Sonra, başarısızlığa uğradıktan
sonra açıkladı bana tasarısını, vad ideki
bütün hayvanları toplamak ve halkı
motor almaya zorlamakmış niyeti.
'H ayvanın büyüğü benmişim ama" diyordu
'bunu düşünmekle. Bilmeliydim,
aynı soydandır burda öküzle insan."
Yarım saati geçti yürümeye başlayalı. Doruk yakın,
gittikçe daha güçlü fısıldıyor, kamçılıyor rüzgar çevremizde.
Birden duruyor amcam oğlu, dönüyor: 'Bu yıl
şöyle yazacağım ilana: Santo Stefano
her zaman baştadır Belbo vadisi
şenliklerinde - böyle desinler
Canelli'de". Sonra vuruyor yeniden yokuşa.
Bir toprak ve rüzgar kokusu sarıyor bizi karanlıkta,
u zaklarda birkaç ışık : çiftlik evleri ve otomobil
sesleri uzaktan uzağa; ve bu adamı
denizden kopararak, uzak topraklardan sonsuz sessizlikten
kopararak bana getiren gücü düşünüyorum, ben ..
Yaptığı yolculukları anlatmaz amcam oğlu.
Şuraya gittim, burada bulundum der yalnız, kuru kuru
ve motorlarını düşünür.
Ama ne zaman
yeryüzünün en güzel adalarında şafağı gören
talihlilerden birisin desem ona,
gülümser bu anıyla ve güneş yükseldiğinde der
gün eskimiştir bile oralarda.
633
Pavese
634
K ahvenin önünden geçenler daldığı düşten ayıramıyor
Deola'yı, şimdi yalnız akşamlan çalışıyor o,
yormayan ilişkilerle, lokaliı!in müziğinde. Bakışlarını arayarak
bir mü şterinin ya da ayağını, orkestraları seviyor,
zengin bir gençle aşk sahnesinde bir oyuncu olduğu
duygusunu veren orkestraları. Her akşam bir müşteri
yetiyor, kazancı iyi. (Belki gerçekten götürürdü
beni yanında dünkü bey). Yalnız kalmak sabahları
istense ve kahvede oturmak. Kimseyi aramamak.
6 35
Pavcsc
GECE HAZLA RI
Bizde de durup dinleriz geceyi
rüzgarın ç ırçıplak estiği an : rüzgar
soğu ğudur yollar, kokular hep inmiş;
burun kanatları sallanan ışıklara kalkar.
636
GÖR ÜN ÜM iV
(Tina'ya)
Kıyıda uzanmış,
o en koyu , en taze yeşili düşünüyoruz, içine
bıraktığı gövdesini. Sonra, içimizden biri birden
suya atlıyor ve batıp çıkarak omuzları,
köpüklü kulaçlarla, devinimsiz yeşili geçiyor.
637
CA RL OS O Q UEND O DE A MA T
1909 - 1936, Peru
DELİLİK ŞİİRİ
K orktum
döndüm deliliğin kapısından
K orktum
bir taşıt
bir renk
bir ayak sesi olmaktan
638
FİLİN VE ŞARKININ GER ÇEKÜSTÜCÜ ŞİİRİ
Başlangıçtaki ortopedik filler elmaslara dönüşecek ağır ağır
H avacılar kentleri ateşe vermeyi severler ç ünkü çiçekler gibi
Kışlık p altolara işlenmiş ezgiler
Ağzın yükselen davranışların birikimcisi
Sözlerinin çevresinde sıcak palmiyeler kolay yolculukların yolcuları
G üneşe açılmış menekşeler gibi al beni
639
JEA N GENET
İ 909 - 1986, Fransa
640
Çbk kullandığı bir sözdür bu. Kendisi de oldukça çarpıktır han i. K armakarı
şık kır saçlı başını kaşıyor. (Saçlarını karısı Annette keser.) Ayakkabılarının
ü stüne dökülen pantolonunu çekip düzeltiyor. Birkaç saniye önce gülmektey
ken şimdi daha bitmemiş bir heykele dokunuyor, bir süre, tamamen, parmak
larını kil kitlesi üstünde dolaştırarak iyice kendinden geçiyor. Ben onu hiç il
gilendirmiyorum artık .
641
Genel
G iacometti benim portremi yaparken bir ı:-ıi bana, 'San a bıçak sırtı gibi bir ka
fa yapacak ," demişti. (Yüzüm oldukça etli ve ahlaktır benim.) G erçi kilden
büstüm daha bitmedi; ama o sözlerin ned en ini biliyorum şimdi sanırım : çe
şitli skeçlerde sur�tınun ortasından -çenemden , burnumdan, ağzımdan- çıkıp
kulaklarıma ve mümkün olsa, enseme uzanacak çizgiler kullandı. Çli nkü yü
zün anlamı tam olarak önden bakılınca görülür, ancak ve arkada saklı her ye
re giden çizgilerin hareket noktası burası olmalıdır. Bunu böyle karmaşık bir
yolda söylediğim için özür dilerim; ressa m -saçın alından ve şakaklardan geri
ye çekilmesi gibi- yüzü n anlamını arl-. aya, resmin arkasın a çekiyormuş gibi bir
şey.
642
G iac0metti'nin büstlerine her açıdan bakmak mümkü n : Yüzün üç çeyreğini
görerek, profilden , arkadan. Ama onlara önden bakmak gerekir. O zaman ba
şın anlamı, portrenin özü , yüzde toplanacağına büstün arkasındaki boşluğa,
sonsuzluğa geriler. (Söylemeye lüzum yok, tabii ki ben bir duyguyu anlatma
ya çalışıyorum; sanatçının tekniğini değil.)
Ellerimi heykellerden biri üstün de, gözlerimi kapayarak dolaştırdığım her
kez, o bildiğim, derin haz yenilenir. Kendi kendime, her bronz heykelin do
kunulunca aynı zevki vereceğini söylerim. Ama ellerimi bir arkadaşımın D o
natello kopyası iki heykelin üstünde dolaştırdığımda parmaklarım duygusu z
laşır, dilsizleşir. G iacometti körlerin heykeltıraşıdır. Heykellerini gözleri değil,
elleri yaratmıştır. Onları hayallemez, işler.
G iacometti bana bir resim vermek istediği zaman ufak bir portemi seçtim. Ba
şım oldukça ufaktır benim. Resimdeki kadar değil elbet: 8 cm. uzunluk, 3 cm .
en. Ama gene de gerçek başımın gücüne, ağırlık ve ölç ü süne sahipmiş gibi du
ruyordu portre. Resmi ışıkta görmek için dışarı çıkardığımda sıkıldım, çünkü
resmin hem önünde hem de içindeymişim gibi geldi bana. Yine de h ayat dolu
ve, bir kurşun top kadar katı görünüşlü bu resimde karar kıldım.
G iacometti bana baktı ve, 'Pekala, alabilirsin onu ... Ciddi söylüyorum, senin
dir, al" dedi. Resme baktı ve sesine bir kuvvet vererek, tırnaklarından birini
sökü)!Ormuş gibi, tekrarladı: "Senindir. Götürebilirsin . Ama resmin üst yanı
na bir şeyler eklemeliyim daha sonra. "
Poz veriyordum ona. D imdik, hareketsiz, katı, (kımıldasam hemen hizaya ça
ğırır çünkü) çok rahatsız bir mutfak iskemlesinde oturuyordum.
G iacometti bana şaşkınlıkla bakarak, 'Ne kadar da güzelsin?" diye söylen
di. Fırçasını bir iki kez dolaştırdı resmin ü stünde, bana hfila delici gözlerle baka
rak. Yine, kendi kendineymiş gibi, mırıldandı: 'Ne kadar da güzelsin !" Bir an
durup ekledi: 'Herkes gibi haa! Ne eksik, ne fazla. "
'G ezintiye çıktığımda işimi hiç dü şünmem " der G iacometti. Doğru olabilir
dediği; ama atölyesine girer girmez de ç alışmaya başlar. Şu sırada yaptığı hey
keller çok uzun. Onların önünde, üstünde kahverengi tulumuyla dururken, u
zayan bir gülü budayan ya da aşılayan bir bahçıv.l_lna benzer. Parmakları hey
kelin her yanında oynaşır ve atölye h ayatla titrer. Oyle garip bir kanım var ki o
oradayken bütün eski, tamamlanmış heykeller, Giacometti onlara dokunma
dan , sanki değişir, yeni bir biçime girerler. Çlinkü o, yeni bir kardeş yapmak
tadır onlara.
Atölyesi her an kopup parçalanacakmış gibi durur. Her yanda kurt yeniği ile
dolu tahtalar, boz renkli toz, alçı heykellerin tel kafeslerinden açığa uzanmış
teller, tahtalar, bezler, kirli, lekeli resimler ve bir sürü çer çöp. Her şeyde tekin
olmayan , bir "şimdi yıkılacak, parçalanacak" görünüşü vardır. Bununla birlik
te her şey sanki mutlak bir gerçeğin temsilcisidir. Atölyeden ç ıktığımda, so
kaktayken, işte o zaman her şey yapma görünür.
643
. .
İŞİYLE BA Ş BA ŞA
Bütün gece, çılgın gibi, acımadan mahmuzlayarak sağrısını
dörtnala si.irdü atını. Bekliyorlar, diyordu; kuşkusuz
işi aceleyd i. G ün doğarken vardığında,
kimseler beklemiyordu, bekleyen kimse yoktu. Dört bir
yanına baktı -
kapılar sürgülü, evler ıpıssız, herkes uykudaydı.
Yanı başında atının solumasını duydu -
ağzı köpük içinde, kaburgaları ezik, yağırı soyulmuş.
Atının boynu na sarılıp ağlamaya başladı.
H ayvanın iri, karanlık, ölüme yakır. gözleri
uzak, yağmur yağan bir ülkede, yapayalnız iki kuleydi.
644
UMA R SIZ PENEL OPE
Onu tanı � amış değildi ocaktaki ateşin belirsiz aydınlığında;
adamın dilenci gibi paçavralar giymesi kendini gizlemek için
değildi.
H ayır. Onun özellikleriydi bunlar;
d izkapağındak i yara izi, kuvveti, kurn az bakışı.
K adın korku içinde, duvara yaslanarak bir özür aradı,
zaman kazanmalıydı hemen konuşup kendini ele vermemek için.
Bu adam için mi h arcamıştı yirmi yılını bekleyip d üşler
k urarak?
Ak sakalı kana bulanmış bu yoksul yabancı için mi?
N e d iyeceğini bilemeden bir iskemleye çöktü.
K en d i ölU isteklerine bakıyormuş gibi
dikkatle baktı yerde öld ürülmüş yatan taliplerine
ve " Hoş geldin ! " dedi.
Sank i ç o k uzaktan geliyordu sesi, sanki bir başkasınındı
bu ses.
K öşedek i gergefinin tavana vuran gölgesi bir kafes gibiydi,
yeşil y:1praklar arasın a parlak kırmızı ibrişimle işlediği
ku şlar
k ü l ren gi ve kapkara kesildi birden bu dönüş gecesin de,
son direncinin basık göğünde alçaktan uçan .
SON DİLEK
Şiire, aşka ve ölüme inanıyorum, diyor,
işte bu yüzden ölüm sü zlüğe de inanıyorum.
Bir dize yazıyorum, dünyayı yazıyorupı; ben varım;
dü nya var.
B ir ırmak akıyor serçe p armağımın ucundan .
Yedi kere bu ırmak gökyüzü n ü n mavisi. Yeniden
ilk gerçek oluyor bu arılık, bu benim son d ileğim.
645
CHA RLES OL S ON
1910 - 1970, ABD
MISIR MALI
1
Ve ben ilgiyle
izliyorum
ayaklarla
çiçekleri
646
2
ayak otları
benim boyumda, hasırotları
benim kadar
ben hayvan olduğum sürece, ceylan
falancanın yanındaki etoburlarla
ve avı avcıya ya da ağlara
sürmek için sıra sıra çalılara vuran insanlar,
sık ağaçlıklara ya da bodur fundalıkların bulunduğu
açık alanlara doğru
koruluklardır
ilk yerleşme yerim
647
Olson
.ve doğanın
işlerini görenlerin
her gün gösterdikleri h üner
ben bu işleri yaptığımı
sanmadığıma göre
648
Karşılıklı konuşmalara giriştim,
eski metinleri tartıştım, aydinlatmaya çalıştım
elimden geldiğince ve ne tatlar verebilirse öğrenmek,
bunu esirgemedim
Andaçlar;
Ama burada _oturmuş
bir rüzgar ve su gözlemcisi gibi
bakıyorum
bir kanıt var mı
yok mu diye
Bilirim havanın.
yönlerini, nerden gelir,
nereye gider, ama kendi gövdemi,
İşte onu, beni buyur etmelerinden
ya da geri çevirmelerinden edindim
Ve bunu öğrenmekten
ne arttı
ne azaldı
gururum
649
EDM OND JA BES
1912 , Fraıısa
Bir kağıt parçasına bir kelimeyi dökmek, o anda beyaz sayfayla söze tutuşmak-
650
tır.
H er gördüğümüz, duyduğumuz, yaklaştığımız, ne olduğunu anlar anlamaz bi
zimle söyleşiye girer.
Onun için de kitap , kelimeden kelimeye açılan , çerçevelenmiş u zaydır. Yazıl
dığı yerde yazılı değiliz biz, silindiği yere kayıtlıyız.
M ezar taşı yazısının b izi sessiz kalmaya zorlayan bir dili vardır. Bir işaretin
·
peşine takılmış ağdalı sessizlik.
Ah, itiraflarının gizinde olamadığımız kadar kendimiz olan öteki -in san , dün
ya, Tanrı; adımını bağlamaya cüret edemediğimiz bir sözden söze geçiş; çün
kü her ne kadar b iz ondan kaynaklanıyorsak da, o bize olsa olsa ucundan ait.
Beyazlık, kan beyazlığı. Harflerin sesinde yüzyılların gururu ve yıkımı yatı-
yor. Onu açığa çıkartırken bunları da u yandırıyorsun. ·
651
. .
OD YS S E US EL/TIS
1912 , Yunanistan
652
Söyle bana, şu çılgın nar ağacı mı, bize uzaktan
Serin alevden yaprakların mendilini sallayan ,
Binbir geminin doğum sancısıyla
Binbir kere yükselip alçalan dalgaları
Bilinmedik kıyılara uzanan bir denizdeyroiş gibi,
Söyle bana, o çılgın nar ağacı mı, havanın saydamlığında donanıp
gıcırdayan?
653
LA W R EN CE D UR R EL L
1912 , İngiltere
.. .. ..
OZ GUR L UK
Ey herkese içlerindeki odlarca özlem
K u ğulara göl, arılara petek,
Yarasalara karanlık, sevgililere
Sevişme sunan özgürlük,
Salt bilgeleri kısıtlayan, sınırlayansın,
K endisinden yarı kurtulan herkes
Çbker acılarını yalanlarının ,
Ozgürlük, özgürlük, zindanı özgürlüklerin.
654
A CI LİM ONLAR
Bir acı limonlar adasında
Karanlık yuvarlarında meyvelerin
Ayın soğuk otlarının yandığı,
Anılarıyla uykularının
K ıvırcık başı Yunan denizinin
Saklar sessizliğini akmayan yaşlar gibi.
655
A LBER T CA M US
1913 - 1969, Fransa
A YA KLANMA VE R ÖMAN
Yeni ç ağlarla başlayan kışkırtıcı edebiyatı (litterature de dissidence), eski yüz
yılların, klasik yüzyılların uysal edebiyatından (litterature de consentement)
ayrı tutmak gerek. K lasik edebiyatta roman türünün kısırlığı dikkati çeker
hemen . Yazılan romanların da, birkaçı bir yana, hikayeyle değil fanteziyle il
gisi vardır (T heagetıe 'le Chariclee ya da A sıree gibi). Bunlar masaldır, roman
değil. Son çağların edebiyatında ise roman, eleştirici, devrimci hareketle bir
likte gelişir, günümüze değin zenginleşip yayılır. Roman, başkaldırma anlayı
şıyla aynı zamanda doğar, aynı tutkuyu estetik planda koyar ortaya.
Roman için L iııre, 'D ü zyazıyla yazılmış uydurma hikaye"diyor. Yalnız bu ka
dar mı? K atolik bir eleştirici, Sıanislas Fumeı, 'San at, ereği ne olursa olsun,
Tanrıyla suçlu bir yarışa girer hep " demekten alamıyor kendini. G erçekten, bu
konuda, kimlik kütükleriyle yarışmadan. değil de, Tanrı'yla yarışa çıkmaktan
söz etmek daha doğrudur. Thi.baudeı, '1nsanlık Güldürüsü, Tanrı Baba'ya öy
künmed ir" derken buna beı:ızer bir düşünce ileri sürüyordu . Büyük edebiyatın
çabası; kapalı evrenler ya da yetkin tipler yaratmak gibi görünüyor. Batı, bü
yük sanat yapıtlarının yaratılmasında, gü nlük hayatın çizgisi ü stünde yürü
mekle yetinmiyor. Büyük görü n tüler arıynr durmadan, onlarla heyecanlanıp
coşuyor, hep onların ardınd an koşuyor . .
656
öğrenmelerini, onun dışına çıkmamalarını, bu duygusal yaratıkların hayatın
gerçeklerini tanımamalarını istiyordu. G enel olarak romanın hayattan ayrıldı
ğı, yaşamayı güzelleştirmekle birlikte ona ihanet de ettiği oldum olası kabul e
dilmiştir. En basit, en alışılagelmiş şekliyle roman sanatı deyimi, kaçışa alıştır
ma olarak görülüyor. D evrimci eleştiriyle kamu duyusu bu noktada birleşi
yor.
Ama roman yoluyla ' ne'den kaçılır? Çhk sıkıcı bulunan bir dış gerçekten mi?
M utlu insa�lar da roman okurlar, aşırı acının okumak beğenisini yok ettiği
doğrudur. Obür yandan, roman dünyası, içinde etten kemikten yaratıkların
kaynaştığı dünyadan daha hafif çeker, varlığını daha az duyurur. Bununla bir
likte A dolphe'un Benjamin Constant'dan, Kont M osca'nın ünlü ahlak.ç ıları
mızdan bize daha yakın gelmelerinin g i zi nerededir? Bir gün Balzac, politika
üzerine, dünyanın geleceği üzerine uzu n uzun konuştuktan sonra, romanla
rından söz açmak istediği için, 'Şimdi.de ciddi şeylere dönelim" diye bitirmişti
sözünü. Roman evreninin tartışılmaz ağırbaşlılığı', dahi romancıların iki yüz
yıldan beri bize sundukları sayısız hayali kahramanları önemlemekte direnme
miz, kaçıştaki tat bu olayı açıklamaya yetmiyor. Roman okumak , hiç şüphe
siz, gerçeğe bir türlü sırt çevirmeyi gerektirir. Ama bu sırt çevirme basit bir
kaçma değildir. Acaba bu davranış, Hegel'e göre, hayal k ırıklığına uğradığı i
çin , kendine yalnız ahlakın hüküm sürdüğü yapma bir dünya yaratan güzel
ruhun bir ken<tt a çekilişiyle mi açıklanmalıdır? Oğretici roman , yine de asıl e
debiyatın oldukça ötesinde kalır; aşk romanlarının en iy i lerinden, sözcüğün
tam anlamıyla içlendirici bir roman olan Paul 'le Virginie 'nin bile dişe doku
nur bir yanı yoktur.
6 57
Cam us
olsa da bir hayat boyunca sürse, yine yarım kalacaktır. Sürüp gitmenin bu
k�maz gereksinmesi içinde, sonsuz olduğunu bilseydik, yeryüzü işkencesini
belki daha iyi anlardık. Büyük ruhların, acının kendisinden çok, onun sürüp
gitmemesinden yakındıkları olur. K atıksız bir mutluluk nasıl olsa yok, hiç ol
mazsa uzun süreli bir acı var olsun. Ama hayır, en çekilmez işkencelerimiz bi
le bir gün sona erecek. Bir sabah, bunca umutsuzluklardan sonra, önüne geçi
lemez bir yaşama isteği, her şeyin bittiğini, acının mutluluktan daha çok anla
mı olmadığını bize bildirecek.
O şeyi edinmenin tadı, sürüp gitme isteğinin bir başka görünüşüdür; aşkın
güçsüz, abuk sabuk konuşması bundan ileri geliyor. Hiçbir varlığı, en sevdiği
mizi, bizi en çok seveni bile tam anlamıyla elde edemeyiz. Sevgililerin kimi
kez ayrı öldükleri, hep ayr ı doğdukları şu acımasız yeryüzünde, bir varlığı bü
tünüyle ele geçirmek, biı ı ü n bir hayat süresince salt bir birliğe varmak, ger
çekleştirilemez bir dilektir. Elde etmenin tadı, öylesine doymak bilmezdir ki,
aşktan sonra bile yaşayabilir. O zaman sevmek, sevgiliyi çoraklaştırmak olur.
Bundan böyle yalnız yaşayan sevgilinin utanç verici acısı, artık sevilmemekten
değil, ama sevdiği kişinin bir başkasını sevebileceğini bilmesinden ileri gelir.
Elde etmenin, sürüp gitmenin o çılgın isteğiyle yanıp tutuşan her insan, çare
sizlik �çinde, sevdiklerinin ya bomboş bir hayat geçirmelerini ya da ölmelerini
diler. işte bu gerçek ayaklanmadır. Varlıkların dünyanın kesin bakirliğini bir
gü n olsun istemeyen, olanaksızlıkları önünde özlemle, güçsüzlükle �itreme
yenler, ayaklanmanın gerçeğini, onun yıkma öfkesini anlayamazlar. Ama var
lıklar hep gözden kaçarlar; biz de onların gözünden kaçarız; keskin çizgileri
yoktur. Bu bakımdan hayat üslupsuzdur. Biçiminin ardından, onu hiçbir za
man bulamadan koşan bir devinmedir hayat. Böylece ezim ezim ezilen insan,
kral olacağı sınırları kendisine verecek olan bu biçimi boş yere arar durur. Ya
şayan bir tek şeyin biçimi olsun şu dünyada, ah , hemen uzlaşacak !
658
CLA UDE SIM ON
1913 , Fransa
LE PA LA CE'TAN
YİTİRİLMİŞ EŞ YALAR B ÜROSU
. . .ve yüksek perdeden dört çift notadan sonra b u kez o n vuruş saydı, ç an ku
lesinin üstünde diklemesine yükselen ürkmüş güvercin sürüsünün kül rengi
gökte uçuşuna baktı, sonra kilisenin kendisine, piskoposun armasını taşıyan
demir parmaklıkların altındaki Corinthe üslubu yalancı sütunlar arasında bu
lunan tahta perdelere, afişlerin alacalı bulacalı lekelerine baktı, şimdi gün ışı
ğında bu lekelerin ne olduğunu iyice görebiliyordu, dün gece, kel kafalı ada
mın başının üstündeki afişlerden birinde bir uçağa benzettiği şeyin, gerçekte,
kollarını haç biçiminde yana açarak tramplenden atlayan bir adam olduğunu,
onun altındaki yüzü yukarı dönük çocuk başının da gözyaşlarıyla dolu, kork
mu ş ve gerilmiş olmayıp zevkle güldüğünü afişin üzerinde şu yazının bulun
duğunu fark etti:
afişin bir köşesi yırtılmış olup üzerine yapıştırıldığı ve üstünde, kırmızı siyah
bir zemine barut rengi bir gölge biçiminde çizilmiş bulunan , parmakları açık ,
hafif bir azize elini andıran, bilekten kesilmiş ve yıkıntılar arasındaki bfr çat
laktan dışarı fırlamışa benzeyen biçimli bir el resmi olan başka bir afiş gözü
küyor, kağıdın dantel biçiminde yırtıkları, üzerinde gene de şu yazıların oku
nabildiği beyaz bir afişi bir boydan bir boya geçen (ya da kemiren - ya da ona
doğru saldıran) alev dilleri andırıyor:
sonra, hemen üstte, yan yana konmuş, yıkılmış ev resimleri altında şu yazıyı
taşıyan, birbirinin aynı iki afiş:
EL DOLOR
D EL PU EBLO
U N EPISOD IO VIVID O DE LA G U ERRA
POR
PED RO DE BALSANOA
PRECIO D EL LIBRO: 6
aynı afişlerden daha birkaç tanesi peş peşe ve sağ tarafa yapıştırılmış, ama
onların üstüne yeni afişler büyük bir bölümlerini örtüyor, öyle ki yalnızca üst
kısımları, yani art arda birkaç kez tekrarlanan aynı yıkık ev resmi ve şu söz
cük fark ediliyor:
VEN CEREMOS
afiş, halkın acısından söz eden afişten daha büyük olduğundan, bu söz üç
kez tekrarlanmış, öyle ki üç afişten tahta perdenin iyice sağına düşen sonun
cusu dışarı taşmış ve bir kısmı, tahta perdenin gelip dayandığı sütunun gövde
sine yapıştırılmış, sütunun kendisi de başka bir afişi, daha doğrusu yanlaması
na yapıştırılmış ve sütunun biçimine, uyarak dönen kırmızı bir bant taşıyor:
NO TOLEREIS
LOS EM BOSCAD OS
bir, derken iki tane beyaz benekli gri güvercin kırmızı bandın aşağısından te
pesine doğru geçiyor, yükseliyor, birikmiş kuş pisliklerinin meyd ana getirdiği
beyazımsı, kalın bir tabakayla kaplı sütun başlığı yapraklarına konuyor, ve
kornişin altında, koyu gölge içinde kayboluyor, öğrenci şimdi artık ara sıra
kıpırdayan bir tüy yığınının beyaz lekelerini görebiliyor ancak; ve başka bir
saat kulesinden - ya da duvar saatinden - gelen ağır çan sesleri işitildi, ve o za
man öğrenci, saatin on olduğunu fark ederek irkildi, bu ü_lkede bile, devrim
sırasında bile, ve hatta kızın özel durumu göz önünde bulundurulursa bile, sa
atin onu bir Amerikalının yarın sabah adını vereceği şeyin ötesinde bir şeydi
(saat on diye belirtmediyse bile, yarın sabah demişti, - öğrenci bundan emin
di), şimdi hafifçe soluyor, merdivenleri dörder çıkıyor, koridoru arşınlıyor,
çalıp çalmamaya karar veremeden , kapı önünde öylece duruyor, soluğunu ya
vaşlatmaya çalışıyor, aynı zamanda da bunun merdiven leri çok hızlı çıkmış ol-
660
maktan ileri geldiğini (ya da uykusuz geçen geceden, tabii en sonunda ısmar
lamak zorunda kal4ığı kahveyi saymazsak : kahvede bile, bir yağ, bir acımış
yağ kokusu vardı, ve o, sindirilmesi olanaksız, koyu kestane renginde ve kö
püklü, ve şu anda, tıpkı lavabonun sıcak suyu gibi, boğazından ters yönde ge
çip dışarı çıkmak isteyen bu şeyin kokusunu duyuyor) kendi kendine kanıtla
mak ya da hiç değilse kanıtlayabileceğine inanmak için uğraşıyor, söylenip
duruyor: 'Tabii canım, merdiven yüzünden . G eçer az sonra. Bu yüzden bu
kadar hızlı atıyor. Belki de bu işi sahiden kahveyle yapıyorlar. Ya da size ç ar
pıntı veren başka bir şeyle': başı önde, gözleri ayaklarının ucundaki korido
run mantarlı muşambasına bakıyor, muşambada merkezi ç akıl taşı gibi, mo
zaikimsi, kül rengi, sarı, beyaz ve mavi küçük karelerle süslü şekiller, her iki
yal\lnda da Yunan motiflerinden yapılmış birer bant var, muşambanın kenar
ları aşınmış ve düzensiz, iki ayakkabısının arasında kalan kısımda, sanki bir
fare tarafından kemirilmişçesine, derin bir kertik göze çarpıyor, gözlerini ka
nevaya, dışarı taşan ve adeta bir püskül meydana getiren iplik kümesine dik
miş, iplikleri sayıyor, düşünüyor. 'Şimqi soldan geri çark et ve çek git. D urma
tüy!" bir yandan da şöyle.düşün üyor: 'Iyi ama yapamam! Yapamam !" bu sıra
da sağ eli kendi başına karar veriyor, adeta onu zorluyor, kendi girişkenliğiy
le, emir beklemeksizin ve, bir bakıma, sanki bilinçliymiş gibi, karşılık almaya
gereksinim duymaksızın kapı tokmağına yapıştı ve şiddetle her yana çevirme
ye başladı, hem itiyor, hem çekiyor, bunu hep alışılmış davranışlarla yapıyor,
oysa bu sırada öğrenci (yani vücudu) geri çek ilmeye başlamıştı bile, ama şimdi
artık eli olmaktan çıkmış bulunan (çünkü o anda öğrenci ulaşılamayacak bir
yerdeydi ve el de hiç kıpırdamadan kalças�nın yanında duruyordu) ve vücu
duyla birlikte gelmeyi, (kendisinden bir parçaya karşı direnmekte devam eden
kapalı kapı da vücudunun bir parçası oluvermedikçe) kapıyı bırakmayı redde
den bir şey yumruklamaya, tıkırdatmaya ve tokmağı sarsmaya devam ediyor
du, bu sırada o, yumurta biçimindeki küçük emaye plaka üzerindeki numara
ya bakıyor, önünden geçerken kapıları sayıyor (beş tane), koridorun sonun
daki sağ köşeyi dönüyor, saymaktan vazgeçiyor, hızlı hızlı yürüyor (koşmu
yor, sadece hızlı yürüyor), gene sağa dönüyor, kendi kapısına varıyor, içeri gi
riyor, duralamadan bir başından ötekine geçiyor, sonra, pencerenin açık ka
nadı önünde, önceki gece durduğu yerde, kıpırdamadan duruyor, şimdi bah
çede tam karşısına gelen duvardaki pencereleri sayıyor, gene sayıyor, (hfila ka
palı duran) kül rengi - yeşil karışımı perdeli pencerenin köşeden sayınca dör
düncü pencere olduğunu far� ediyor, düşünüyor: 'Iyi ama beş kapı saydım ... ",
düşünmeye devam ediyor: 'Oyleyse bu değildi, o adam değil, o kadın değil
di... " ve o -yani vücudu- hareketsiz durduğu halde, içindeki şu vücuda, organa
gereksinim duymayan şey, geri dönüp odadan çıkıyor, tekrar koridoru geçi
yor, kapıları yeniden sayıyor ve, aynı anda, ayaklarının sinirli baskısı altında
döşeme tahtaların ın gıcırdadığını işitirken, bir yandan da, iki eliyle yeniden
kapı tokmağına sarıldığını, sarstığını, yumrukladığını, çevird iğini sandığı sıra
da, yumurta biçimindeki küçük emaye plakadaki numarayı doğruluyor...
Sonra, yukarki katta birisi bir pencere açtı ve o, masaya çarparak hızla geri çe
kildi, döşemeye çarpan bakırın çınlamasıyla ansızın "uyandı (ya da sarhoşlu
ğu ndan ayıldı), öyle ki benliğinin , yukarda koridorda kapıya asılan kısmı, bir
den uğraşmayı bıraktı, şimdi, tıpkı az önceki gibi, kapının önünde dikiliyor,
ama numaraya bakmıyor, gözlerini bir çeşit umutsuzlukla, başkaldırıyla kapı-
661
Sim on
ya dilemiş, düşünüyor: 'Hayır, hayır, hayır, hayır, hayır, hayır.. .': bu sırada,
benliğinin öteki parçası, kaslardan, et ve kemileten kurulu olanı, dört ayağı
yerde, heyecanla ortaya saçılmış olan izmaritleri ve kibrit çöplerini topluyor
(ama onları görmüyor), küllüğe koyuyor, sonra gene eğiliyor, başı yerde, kül
leri üflüyor (ama onları görmüyor), sonra doğruluyor, kalkmak üzere topar
lanıyordu, o anda, azıcık solunda, döşemeye düşmüş bulunan, üst yaprağı,
sanki kendiliğinden bir hareketle canlanmışçasına (tıpkı bir kadavranın kimi
, zaman bir uzvunu, bir kolunu kaldırması, esnemesi gibi), sanki şakacı ve alay
lı bir sistemin etkisiyle açılıyormuşçasına kat yeri çevresinde yükselen ve en uç
kısmı aşağı yukarı kırk beş derecelik bir açıya dek yükselen, kocaman başlığı
nın yarısı açık seçile okunan gazeteyi fark ediyordu, ve o zaman o, genç dizleri
üzerinde, başı, okumaktan çok alaycı düşmanın hareketlerini gözlemek üzere
yere paralel, hareketsizleşiyor, yüzü bu kez, kapalı kapının önünde içini kap
lamaya başlamış olan şu garip yumuşak başlı umutsuzlukla, kadere boyun e
ğişle dolu, bakışları, size bir kere daha aynı kötü şakayı yapan eski bir tanıdı
ğa yöneltilen acılı ve susuk serzenişin sinirli havasıyla, o iç paralayan acıyla
kara harflerle yazılmış ilk sözcük üzerinde gidip geliyor, gidip geliyor:
QIEN HA MUERTO ?
662
D YLAN THOMA S
1914 - 1953, İngiltere
663
Thomas
664
PARKIN GEDİKLİSİ KAMBUR
Parkın gediklisi kambur,
Münzevi bir zat..,
Demir kapılar açıldı mı os saat
Ne kadar berduş varsa içeri doluşur
Büzü lür o da şimşirlerin arasına iki kat
Paydos vaktine dek orada durur
G azete kağıdından yer peynirsiz ekmeğini
Zincirli maşrapad an içerdi suyu nu
Yelkenlimi yüzdürdüğüm yalağın içine
G örmezlikten gelirdi çocukların toprak doldurduğunu
Geceleri sığınırdı bir köpek kulübesine
Ama duymazdı uykusunda uluduğunu
665
Thomas
·.
666
HÜKM Ü HİÇ KALMA YA CAK AR_TIK ÖL C'At 0LKESİNİN
-
667
OCTA VIO PA Z
1914, Meksika
BA KİRE
K apatıyor gözlerini. Kendi içinde
çocukluktur ve çıplak ve bir ağacın dibinde.
G ölgesinde dinleniyor bir kaplan, bir boğa.
Üç sisli kuzt1 veriyor kaplana.
boğaya üç ak güvercin , kanlı tüylerle.
Dumanlı duaları sevmiyor kaplan
güvercinleri boğa sevf]l iyor: istedik leri sensin .
U çuyor güvercinler, boğa uçuyor,
O da havalanıyor, çıplak bir samanyolu
içindeki karanlık gökyüzüne.
Kedi gözlü hınzır bir diş
ve sarı, örgülü kanatlarla
peşinde onun. Savaşıyor,
yeniyor yılanı, kartalı yeniyor
ve yükseliyor boynuzlarında ayışığının .
il.
668
dökülüyor b ir bir ve tuz
, yayılıyor üstüne örtülerin;
yaralı balıkçıl tüy yağmuruna dönüşüyor,
gitar kırılıyor ve ayna
ayışığı gibi paramparça.
Heykel devriliyor. Kolu bacağı
kıvranıyor toz içinde ve canlı.
111.
IV.
669
Paz
...
670
JUL/O COR TA Z A R
1914 - 1984, A rjantin
671
Corta1.ar
lıyorum, ama anlamamıştım, ç ünkü bizi siyahlı beyazlı bir yumağa dön üştü
ren o sarmaş dolaş h alimizdeyken, kasların ve kolların yumu şak baskısına bo
yun eğmek için birbirimize yaslandığımız o ağır dansta usul usul çözülerek ye
niden yumak olmaya doğru dönüp, geçişi yukarıdan aşağıya, biniciden taya.
okçudan gazala, tıpkı yüz yüze duran kanatlı atlar, sıçrarken havada donup
kalan yunu slar gibi tekrarlarken, seni hiçbir şey incitemez san ırdım. O zamar.
anladım ki, sen in için bu yakınma, mahcubiyet ve utanmanın yerine kullanıl
mış bir sözcüktü ve sen bu yeni susuzlu ğu bundan öncekiler gibi gideremeye
cektin artık; o sana ö zgü davranışla bakışlarını kaçırarak, saçlarının kara ha
yali dışında hiçbir şey ağzıma girmesin diye çeneni göğsüne yaslayıp beniebir
yakarışla kendinden u zaklaştırdın .
'Lütfen yapma", dedin ve sırtüstü yattığın yerden gözlerin ve göğü slerinle, taç
yaprakları ağır ağır açılan bir çiçek çizen dudaklarınla bak t ı n bana. Kollarını
çözmek zorunda kaldım, kadife tepelerin üzerinde gezinen ellerimle arzunun
son kertesini fısıldadım, u sul usul kendini koyverd igiıı i. yarı dönerek sırtının
ipeksi duvarını bana sunduğunu hissettim : N arin kürek kemiğin, yeryüzüne
düşmüş bir meleğin kanadıydı. Seni tedirgin ettim ve tereddüdünden doğacak
olan koku şimdi beni o mahcubiyete geri döndürüyor; bizi başka bir sarsıntılı
cevaba götüren bir diğer u zlaşmadan, son uzlaşmadan hemen önceki o mah
cubiyete. Gözlerimi yumduğumu, derindeki tuzu yaladığımı, seni sırtüstü çe
virerek aşağılara doğru kaydığımı, kurban ayinlerinde ellerin kaptaki muma
u zanışındaki gibi karnını yokladığımı hatırlıyorum; bir an geldi, dudaklarımı
hazdan esirgeyen gizli, daracık dehlizde yitip giderken ben , yaylalaıindan ko
yaklarına dek her bir yerinde son direncinin teslimiyetinde mahçup mırıltın
duyuluyordu senin.
Parmaklarımdaki altın sarısı tütünün kokusuyla birlikte o karanlık karşılaş
manın kekeme titrekliği yeniden su yüzüne çıkıyor; ağzımın , sarsılan ağzın ı,
korkunu hala ku şatan yegane dudağı, benim en uzun yolcu luğumu içine alan
pembe-bron z ateşten çemberi aradığını hatırlıyorum. Ve her zaman olduğu
gibi, o vecd anımda bana şimdi hafızamın belli belirsiz bir tütün kokusunun i
çinden geri getirdiği şeyi değil de, o misk kokusunun, o şahane gölgenin zo
runlu geçicilikteki unutuşundan kendine gizli bir yol açtığını, en yoğun ve a
mansız ateş makinelerinin hareketini bilinçten gizleyen adlandırılmaz bir ten
oyununu başlattığını hissettim. Tat ya da koku yoktu o zaman, senin en gizli
ülken görüntü ve temas olarak belirmişti; senin , ağzını yastığa gömmü ş, son
suz bir u'ysallık içinde, saçların yastığın üzerinde darmadağın, hıçkırarak yal
vardığını, benim de, geçidin anahtarlarını usulca istemek, mahçubiyetinin son
kalelerini koruduğu tatlı mesafeyi aşıvermek için gövdemi gövdende çarmıha
gerdiğim o anı ancak bugün tütünden sararmış parmaklarım geri getiriyor ba
na. Sonra anladın ve utanmaktan vazgeçtin artık; masallara layık kuşatmala
rın, müzakere ve cenklerin ardından , derin derin derinin şehrini bana dört ka
pıdan teslim ettin. Bugün sararmış parniaklarımdan yükselen belli belirsiz va
nilya buğusunda senin ilk ve son tereddüdünün gecesi açılıyor. G özlerimi ka
patıyorum ve senin en gizli derinin kokusunu geçmişte içime çekiyorum; oku
duğum, dumanı içime çektiğim ve hala yaşadığımı sandım bu ana yeniden
açmak istem iyorum onları.
672
M arguerite D uras
MA·R GUERITE D URA S
1914, Fransa
674
'Bilmiyorlardı ki. İnsanlar bilgisizdir burada."
Bir an hiçbir şey söylemeden öylece kaldılar. Çbcuk onları dinliyordu. Ağaç-
·
larla o da ilgileniyordu.
''Adamı kayığında gördüm, "dedi Ludi, 'temizliyordu, orada, tam otelin karşı
sında kayığİ temizliyordu. "
Sara gülmeye başladı.
'Motorlu bir kayıkla gezmeyi gerçekten isterdim, "dedi Ludi gülerek, 'ama tek
başıma değil, sizlerle birlikte, hepinizle. Bu adamı tanıyoruz artık; dün akşam
yanımıza geldi, sonra birden bizimle birlikte top oynamaya başladı."
'Peki, kayığından söz ettin mi ona."
'D ur bakalım, daha yeni tanıştık. "
'Ben," dedi çocuk, 'babam ve Ludi ile birlikte denize gideceğim. "
'Hayır," dedi Sara, 'bu sabah denize girmeni istemiyorum."
'Neden ?" diye sordu Ludi.
'Hava çok sıcak. "
'G ideceğim işte."
'G üneş çocuklar için çok iyidir, onlar çok iyi dayanırlar güneşe," dedi 'Ludi.
'G erçekten, ben işi büyütüyorum, git istersen dilediğini yap."
Sara, her zaman, her durumda, güvenmeye hazır olduğu bir dostluk besliyor-
du .Ludi'ye. Çbcuk ise inanmaz gözlerle bakıyordu annesine."
'istiyorsan git," diye tekrarladı. 'Siz de öyle, n asıl isterseniz."
H izmetçi kapıda göründü, gözlerini ovu şturdu hızlı hızlı, kmtarak gülümsedi
Ludi'ye. Erkekler heyecanlandırıyordu onu, sütün kedileri heyecanlandırması
gibi.
'Gün aydın bay Ludi."
. 'G ünaydın . Bu evde neden geç kalkılıyor?'
'G eceleri sıcaktan insan gözünü kırpamıyor ki... Onun için sabahları uyunu
yor ister istemez. "
M utfağ� girdi, soğuk kahvesini içti. Jacques, sofanın sonundaki küçük ban
yoda duş yapmaktaydı. Verandanın basamaklarında oturan Ludi gözlerini a
yırmada.o nehre bakıyordu. Sara. yanı başına oturmuştu, sigara içerek nehre
bakıyordu o da. Çbcuk, bir kertenkele yakalamak umuduyla bahçenin otları
nı karıştırıyordu.
'Peki, iyi top oynuyor mu?" diye sordu Sara.
'Çbk ,iyi değil. Ben yine de sevimli buluyorum onu. Biraz. .. Soğuk ... Biraz
suskun ama sevimli. "
Jiizmetçi mutfağın penceresinde göründü.
'Oğleyin ne yenilecek?"
'Bilmiyorum;" dedi Sara.
'Siz bilmiyorsanız, ben bilecek değilim ya. "
'Qtele gidelim," diye seslendi J acques banyodan, 'ben burada yemeyeceğim."
'Oyleyse beni ·boşuna getirdiniz tatile," dedi hizmetçi. "Ya o?"
Çbcuğu gösterdi.
'O burada yiyecek!" diye bağırdı ·Jacques.
'Hayır," dedi çocuk, 'ben' lokantaya gideceğim, büyüklerle birlikte."
'Onu da götürebiliriz," diye söze karıştı Ludi.
Ludi çok seviyordu çocuğu.
'Hayır," dedi Jacq1ies, ''rahat yiyelim istiyorum."
675
Duras
676
Dwas M adeleine R enaud'yla prova sırasında
'
R OLA ND BA R THES
1915 - 1980, Fransa
678
gerecin olmadığı koşullarda (olayın kahramanları yoksuldur hep, bizim bü
rokrat toplumumuz soylu atılımları . desteklemez) yapılmasına karar verilen
bu yolcu luğa, ava ya da savaş alanına gidiyormu şçasına, bir elde boya paleti,
diğerinde fırçalar, silahsız çıkılır k u şkusuz ama yiğitliği - ve görkemli (ya da
gü lünç) yararsızlığı- açısından zengin bir gidiştir bu. K üçük Bichon 'a gelince, o
Parsifal'i oynar, kan emicilerin , korkunç maskelerin , siyah ve kırmızı derilile
rin cehen nemi evreninin karşı;;ın a sarışınlığı, saflığı, saçlarının bukleleri ve gü
lümseyişiyle çıkar. Doğal olarak kazanan yumuşacık beyazlıktır: Bichon 'in
sanyiyicilere" boyun eğdirir ve onlar için putlaşır (Beyazlar hiç kuşkusu z Tan
rı olmak için yaratılmışlardır). Bichon seyimli bir küçük Fransızdır, yabanılla
rı kaba güce başvurmadan dize getirir: iki yaşındayken , Boulogne ormanına
gezmeye gideceği yerde, ç alılık bir arazide "soyguncuların " izini süren bir he
cin sü varisinin yaşamını, nedendir pek bilinmez, örnek alan babası gibi, daha
şimdiden vatanı için ç alışmaktadır. .
Bu duyguları kamçılayıcı küÇük öykünün gerisindeki zenci imgesini çoktan
sezdik : Her şeyden önce zenci korku verir, insan eti yer; Bichon 'u yiğit bul
mamız yem olmayı göze alışındandır. Bu tehlikenin varlığı işin içinde olmasa,
öykü çarpıcı olma erdemini yitirir, okuyucu da korkmazdı; karşı karşıya kalı
nan zorlu klar, beyaz çocuk bir başına kaldığında, hiç tasasız tehlikeli siyahlar
çemberin i n ortasına bırakıldığında daha da çoğalır (tam anlamıyla güven ve
ren tek zcııci imgesi, bütün beylik Afrika öykülerinde efendisinin eşyalarını
çalıp kaçan hırsız u şağın, barbarlığı evcilleştirilmiş bu yerli u şağın imgesidir).
H er resimde olası teh likeleri düşü nüp ürpermeliyiz: Bunlar öyküde h içbir za
man tek tek söylenmez, anlatım nesneldir, yan tutmaz; ama aslında beyaz etle
siyah derinin, saflıkla kötülµğün, tin sellikle büyünün dokunaklı çarpışmasın a
dayan an bir anlatımdır bu: iyi insan kötü hayvanı zincire vurur, D aniel kendi
ni aslanlara yalatır, tinsel değerlerin uygarlığı içgüdüsel barbarlığa boyun eğ
dirir.
Bichon olayının altında yatan dümen, siyah evreni beyaz bir çocuğun gözün
den göstermektir: H er şey bir kukla görünümündedir bu evrende. Bu indirge
me, ortak kanının egzotik gelenekler ve sanatlar üzerinde edindiği imgeye tas
tamam uyduğundan , çocuksu inanışı böylece doğrulanan M ateh okuyucusu
da daha önce sözünü ettiğim küç ük kentsoylu efsanesinin içinde yabancıyı
düşleme kolaylığına iyiden iyiye yerleşir. Aslında zencinin bizler gibi bir yaşa
mı yoktur ve kendi kendini yönetmekten yoksundur: G arip bir nesnedir zen
ci; işlevi, hafif korkutucu olağandışılığıyla, beyaz insan ları oyalayan bir asa
laklığa ind irgenmiştir: Afrika biraz teh likeli bir kuklalar ülkesidir.
Ş imd i, bütün bu geçer akçe imgelerle (M atch'ın 1 .5 milyon civarında okuyu
cusu var) budunbilimcilerin zenci efsanesinin aldatıcılığını açıklamak için har
cadıkları çabaları, çok önceden beri 'ilkel" ya da 'arkaik " gibi her an lama çe
kilebilecek kavramlardan söz etmek zorunda kaldıklarında gösterdikleri dik
kati, M auss, Levi-Strauss ya da Leroi-G ourhan gibi aydınların üstü kapalı
ırkçı terimlerle yaptıkları dürüst mücadeleyle karşılaştıracak olursak, bilgi ve
efsanebilimin ayrılığı karşısında elimizin kolumuzun nasıl bağlı kaldığını daha
iyi görürüz. Bilim kendi yolunda çok hızlı ilerliyor; iktidar, basın ve düzenin
değerleri tarafından yanılgı içinde durağanlaşmış yığınlar, bilimi izlemek şöyle
dursun, çok gerisinden geliyorlar onun ..
Bizler henüz Voltaire öncesi bir anlayış içindeyiz, bunu sürekli anımsamamız
679
Barthes
680
KA RL KR OL OW
1915, A lmanya
BU ULKEDE
Bu ülkenin her yerinde
Ne istersek yapabiliriz,
Şaşmamız gereksiz:
Ay bir ay gibi görünmüşse
Ve ufuk mavisi balkondan
Sarkıtılmışsa bir şiir
Ayıltmak'çin çok sıcak bir duvarı.
681
Krolow
KURAKLIK
Başladı sonra
Artık kadınlığa doğru büyüyen
K ızların gözleri bulanmaya.
Sineklerin
Avı oldu mevsim.
Çbk sıcak hava
Evcil hayvanları uykuda boğdu.
H eykeller
M uratlarına erdiler:
Yanlarından biri geçse
K onu şmaya başlıyorlar.
Yağmursuz geçen günleri
Saydı bazıları
Parmaklarıyla.
Rüzgar çoktandır
Yapraklar arasına çöreklenmiş bir yılan
D işledi meyveleri
Aşk artık yalnız
Çbk gençlerle oynuyor
Irmakta.
Ne yapsın toprak
Pek çekilmez oldu.
682
ARA SIRA
Ara sıra gökyüzü
M asmavidir, başı uç urulmuş
Saatin mezarı üstünde.
·Büyük bir el
çekti u zakta
Ufkun taş çizgisini.
Şimdi kendi yavruları oynuyor
Yersiz yurtsuz zamanla.
Öğle üstlerinde
M etodik korkuların kovduğu .
683
J. D . SA LIN GER
1919, ABD
YELKENLİDE
Bir p astırma yazı öğleden sonrasında saat dördü biraz geçiyordu. Sandra, hiz
metçi kadın , ağzı sımsıkı kapalı, belki on beş, belk i yirm inci keredir ki göle
bakan pencereden çekiliyordu. Bu sefer çekilirken önlüğünü dalgınlıkla çöz
dü, sonra da kocaman belinin imi olduğunca sıktı. Sonra yeni düzelttiği vü
cud unu mineli masada Bayan Snell'in karşısına bıraktı. Bayan Snell temizlikle
ütü bittikten sonra, yolun ucund�ı k i otobüs durağına gitmeden önce, alışagel
diği bir fincan çayıni içiyordu. Şapkası başındaydı Bayan Snell'in . Bu, üç yıl
dır - sıcak dal galarında, yaşam değişimlerinde, sayısız ütü tahtalarının üstün
de, pek çok c kktrikli süpürgenin yönetiminde - kullandığı aynı ilgi çekici şap
kaydı. Solmu ş ama (denebilirse ) baş eğmemiş H attie Carn iege etiketi hala şap-
�an ın içindeydi. ..
Beşinciya da altıncı keq�dir, 'U zülmicem," diyordu Sandra, Bayan Snell'e
doğru . 'K ararımı verdim. U zülmicem. Hem niçin ?' ..
'D oğru,"dedi Bayan Snell. "Ben de olsam üzülmezdim. U zülmezdim doğru
su . Omtamı uzatıver şekerim. "·
Azık dolabında duran, bu çok eskimiş deri çantanın etiketi de, Bayan Srıell 'in
şapkasındaki etiket gibi hala etkiliydi. Sandra yerinden kalkmadan erişebiliyor
du ona. U zatılan ç antayı masanın üstü nden alan Bayan Snell, iç ini aç arak bir
paket naneli sigarayla bir kutu Stork Kulüp kibriti ç ıkarttı.
Bayan Snell sigarasını yaktıktan sonra çay fincanını dudaklarına götürdü, a
ma hemen tabağın üstüne bıraktı. 'Otobüsümü kaçıracam, çabuk, soğum'!.zsa
bu. " Duvara dizilmiş kap kacakla,ra sıkkınlıkla bakan S andra 'ya döndü, " U
zülme artık," diye komut yerdi. 'U zülmenin ne faydası var. Annesine ya söyler
ya söylemez. Hepsi bu. Uzülmekıen ne çıkar?" . .
'Ona üzülmüyorum,"diye cev<ıp verdi Sandra. 'U zülmek en son yapacam şey.
Yaln ız bu çocuğun evde ayak !arının ucuna basarak casusluk etmesi adamı ç i
leden çıkarıyo . D uyulmuyo ki. H iç kimse de duyamaz yani. G eçen gün - tam
bu masada - fasulya ayıklıyodum, az kaldı eline basacaktım . M asanın altında
oturuyormu ş meğer. "
684
'G ene de üzülmezdim ben senin yer i n de olsam. "
'Yan i, evin içinde söyliycen her sözü tartman gerekli,"dedi Sandra. 'in sanı çi
leden çıkarıyo bu . "
'H ala içemiyorum bunu,"dedi Bayan Snell. ". . .Ço k korkunç bööle her söyliyce
ni tartmak."
'insanı çileden çıkarıyo. Ciddi söylüyorum. Oleden çıkıyorum hep . " Sandra,
kucağındaki olmayan kırıntıları silkerek, hırladı, 'Dört yaşında bi çocu k !"
'Oldukça güzel bi çocuk," dedi Bayan Snell. 'O ' kocaman kahverengi gözleri
falan."
Sandra gene hırladı, 'Tıpkı babasınınki gibi burnu olacak. "Fin canını kaldıra
rak kolaylıkla içti. 'Bütün ekim boyunca neden burda kalmak isterler bil
mem," dedi, fincanını indirirken, hoşnutsuzlukla. 'Hiçbiri su yun yanına bilem
uğramıyo artık. H anım suya girmiyo, bey girmiyo, çocuk girmiyo. O deli tek
neyi bilem çıkarmıyorlar artık. Ne demiye boş yere bir alay para harcarlar bil
mem."
'Sen nasıl içiyorsun çayını? Ben hala içemiyorum."
Sandra kinle karşı duvara baktı. 'Şehre bi dönsek o kadar memnun olacam ki.
Şaka etmiyoru m. Bu deli yerden nefret oldum." Bayan Snell'e düşmanca bak
tı. " Sana göre hava hoş, bütün yıl boyunca burda oturuyorsun sen. Toplum
hayatın falan da burda. Aldırmazsın tabii."
Bayan Snell elektrikli sobasının ü stündeki saata bakarak, 'Beni öldürse bilem
·
685
Salingcr
'Yalnız ekmek."
'Paranızı holdeki masanın üstüne bıraktım Bayan Snell. Teşekkür ederim . "
'Peki," dedi Bayan Snell. ' D uydu 'ma göre Lionel evden kaç 'cakmış." ·
l!afıfç e güldü.
'Oyle olacak herhalde, " dedi Boo Boo. ellerin i arka ceplerin e sokarken.
'H iç olmadı, çok uzağa kaçmaz," diyen Bayan Snell gene h afifç e güldü .
B<;>o Boo pencerede, sırtını doğrudan masadaki iki kadına vermeyecek şekilde
yer değiştirdi. 'H �yır," diyerek bir tutam saçı kulaklarının ardına itti. Bilgi ve
rircesine ekledi, '1ki yaşından beri hep böyle yollara dü şer. Ama h iç önemli
bir şey olmadı. En uzağa gittiği sanırsam - şehirde - Central Park 'taki M all'di.
Bizim evden bir iki sokak ilerde. En az u zağa - ya da en yakına - gittiği, evimi
zin ön kapışıydı. Babasına güle güle demek için oralarda dolaşır."
M asadaki iki kadın da gü ldü.
'M ail, N ew Y u r k 'ta herkesin paten yapmaya gitti�i yerdir," dedi Sandra, Ba
yan Snell'e, dostça. 'K üçük, büyük, herkes."
'Ya!" dedi Bayan Snell.
'U ç yaşındaydı sadece. G eç en yıl, diyerek Boo Boo, pantolonunun yan cebin
den bir paket sigarayla kibrit çıkardı. Sigarasını yakarken, iki kadın ona sev
giyle baktılar. 'Çbk heyecanlıydı ama. Bütün bir polis gücü onu aramaya çık
mıştı. "
'Buldular mı?" diye sordu Bayan Snell.
'Tabii buldular !" dedi Sandra, alayla. 'Ne sandın ya?"
'Sanırım, ah Tannın, şubatın ortasıydı, gece saat on biri çeyrek geçe buldular.
Parkta bir çocuk bile kalmamıştı. Herhalde ayyaşlarla, oralarda dolanan türlü
soysuzlar vardı yalnız. Bandonun ç aldığı yere oturmuş, bir mermeri yerdeki
bir çatlakta ileri geri yuvarlıyormu ş. Buz kesmiş şeye benziyordu -"
''Aman Allahım!?" dedi Bayan Snell. 'N asıl oldu da yaptı bunu? Yani neden
·
kaçıyordu?" •
. Boo Boo kusurlu bir duman h alkasını cama doğru üfledi. 'O gün öğleden
sonra parkta bir çocuk yanına gelerek , 'Pis kokuyorsun oğlum,' diye yaian
yanlış b ir şeyler söylemiş. D aha doğrusu O, işi bu yüzden yap tığmı samyor.
Bilmem Bayan Snell. Aklımdan çıkmış." · .
'Ne zamandır bööle şeyler yapıyo?'tliye sordu Bayan Snell 'Ne zamandır -böö
le ş�yler yapıyo demek istiyorum?"
'iki yaşındayken, "diye hayat h ikayesini anlatırcaSlfla başladı Boo:Boo. 'apart:
manımızın bodrum katındaki bir aptesliğin altma ,sığplmıştı; Aşağıda ç�aşır
hanede. N aomi, soyadı bir şeydi o kızın - ya.km bir arl<;�da� - ı erraos:Ş,�şinde
bir solucan bulundurdu ğunu söylemiş. D ah a doğrusµ, bizim :Pn.daQ -\Jütün
öğrendiğimiz buydu." Boo Boo içini :çekere.le.� sigarasımn 11:zamış külüyle pe11�
cereden çekildi. Bahçe kapısına doğru yürüd ü . iki kadına hoşç a.kal dercesiQe,
'Bir daha deneyeceğim," dedi.
K adın lar güldüler, : ' ; ; , " J ; :: : · r . � ; . : , � · , . i i ' ' . ı , : , . r ::
' · ' · · , . . ,, · ,
'M ildred, "dedi SandralbaJ.8 gü lerken, ,'.h�men ba.lidcct�·nıezsen ot<;>l?.üsii ��aç ırı-
can . " . , .�, · -- : ı · , .� · . .- ., , ( .- . i. : :ı , , ı J : -;ı , ·: : .'ı : «; '· : ' : - . i 1 �·
686
çıkarılmış olan tekne, iskelenin en ucuyla tam bir dik açı yaparak yüzüyordu.
On beş metre kadar ilerde kaybolmuş ya da terk edilmiş bir su kayağı ters
dönmüştü; ama görünürde hiç yat yoktu, yalnız Leech Landing'e giden eyalet
tersanesinin sert manzarası görülmekteydi. Lionel'ı tam odak noktasında tut
mak garip bir şekilde zor geldi Boo Boo 'ya. G üneş, çok sıcak olmadığı halde, o
kadar parlaktı ki az ilerdeki bir cismin - bir çocuğun , bir sand alın - suda görü
len bir sopa gibi kırık, titrek görünmesine sebep oluyordu. Birkaç dakika son
ra, Boo Boo bakmayı bıraktı. Sigara paketini asker usulü açarak, iskeleye
doğru yürüdü.
Ekim ayında, iskelenin tahtaları artık yansıttıkları ısıyla yüzüneçarpıpıyorlar
dı. D işlerinin arasından 'Kentucky Baby'}'i ıslıkla çalarak yürüdü. iskelenin
ucuna gelince, sağ tarafa duyulacak şekilde diz çökerek, aşağı Lionel'e baktı.
Lionel bir kürek boyu ilerdeydi. Y ukarı bakmadı.
'Hey, " dedi Boo Boo. "Arkadaş. Korsan . Pis köpek. Ben döndüm."
Lionel yuk�.ı bakmadan , birden yelken kullanma yeteneğini göstermek ihti
yacını duydu. Olü dümen yekesini iyice sağa ittikten sonra, hızla asılarak ken
dinden yana çekti. G özlerini teknenin güvertesinde tutmakta direniyordu.
'Benim," dedi Boo Boo. ''Amiral yardımcısı Tannenbaum. D oğuşt an Parlak.
Stermaforları kontrola geldim. "
'Sen amiral değilsin. Sen bir hanunsın," dedi Lionel. Cü mlelerinde genellikle,
en azından bir iki yanlış ses denetlemesi olurdu; öyle ki üz.erine basması gere
ken sözcük yükseleceğine inerqi. Boo Boo yalnız gelen sesi dinlemedi, sanki
gördü.
'Kim söyledi bunu sana? K im söyledi amiral olmadığımı?"
Lionel'dan gelen cevap duyulmadı.
'Kim?" dedi Boo Boo.
'Babam."
Ayn ı döz çökmü ş durumda dengesini bulabilmek için, Boo Boo sol elini iske
le tahtalarına değdirerek bacaklarının arasından geçirdi. 'Baban iyi adamdır,"
dedi, 'ama tanıdıklarımdan denizciliğe en yakışmayanıdır doğrusu, karaday
-
ken han ım olduğum doğru tabii. Bana ad takmışlardı, ilk, son ve de her za
man fırlayan -"
'Sen amiral değilsin," dedi Lionel.
'Ne dediniz, efendim?"
'Sen amiral değilsin. Her zaman için hanımsın . "
K ısa bir sessizlik oldu. Lionel b u sessi�liği gemisinin yönünü değiştirerek dol
durdu - dümeni iki eliyle kavramıştı. U stünde toprak rengi kısa pantolonla,
göğsünde devekuşu Jerom 'un keman çalan resmi bulunan temiz, beyaz bir
gömlek vardı. Teni iyice yanmış, rengi ve cinsi annesine benz.eyen saçlarının
tepesi güneşten biraz açılmıştı.
"Birçok kimseler benim amiral olmadığımı sanıyor," dedi Boo Boo, ona ba
karken . 'Çlinkü bu konuda çen emi açmam. " D engesini bozmamaya çalışarak
pantolonunun yan cebinden bir sigarayla kibrit çıkardı. 'Rütbemi hemen hiç
bir zaman başkalarıyla konuşmam. H ele benimle konuşurken bana bakmayan
küçük çocuklarla. Yoksa bu yüce görevden beni sepetlerlerdi. " Sigarasını yak
madan, sebepsiz birden dimdik ayağa fırladı, sağ elinin baş parmağıyla işaret
parmağını birleştirerek yaptığı oval şekli ağzına götürüp - düdüklü oyuncak
lara benzer bir sesle - boru gibi öttürdü. Lionel hemen yukarı baktı. K esinlik-
Salingı..'I'
688
mak istiyorum. G emine binerek seninle konuşmak istiyorum."
'Oradan da konuşabilirsin."
'Ne?"
''Oradan da konuşabilirsin."
'H ayır konuşamam. Çbk uz.ak. D ah a yakın olmam gerek sana."
Lionel dümeni salladı. 'K imse buraya gelemez," dedi.
'Ne?"
'�imse buraya gelemez. " ,
'Oyleyse oradan bana niçin kaçmak istediğini söyler misin?'diye sordu Boo
Boo. 'Bana kaçmayacağına söz verdiğin halde?"
Yelkenlinin güvertesinde, dümen koltuğuna yakın bir y�rde bir sualtı gözlüğü
duruyordu. Cevap olarak, Lionel, gözlüğün kıyısını ayağının baş p armağıyla
ikinci parmağı arasına. alarak, bacağının kısa, usta bir hareketiyle tekneden a
tıverdi. Gözlük hemen battı.
'J\ferin. İyi yaptın,"dedi Boo Boo. 'Webb Amcanın dı o. Ne kadar sevinecek."
Sigarasından bir nefes çekti. 'Eskiden de Seymour Amcanındı."
'Bana ne!"
'G örüyorum. Sana ne olduğunu görüyorum," dedi Boo Boo. Sigarası par
makları arasında garip bir açı yaparak duruyor; yumruk kemiklerinin arasın
daki oyuklara tehlikeli bir u zaklıkta yanıyordu. Birden ısıyı hissederek sigara
yı gölün yüzeyine atıverdi. Sonra bir şey çıkardı yan cebinden. Bu, iskambil
destesi boyunda, yeşil kurdeleyle bağlanmış, beyaz kağıda sarılı bir paketti.
Çbcuğun yukarı baktığını sezerek, 'Bu bir anahtar destesidir," dedi. 'Tıpkı ba
banınki gibi. Ama onunkinden çok daha fazla anah t ar var bunda. Tam on ta
ne. "
Lionel dümeni bırakarak, öne eğildi. Yakalamak istercesine elini uzattı.
'Bana atar mısın?" dedi. 'N 'olur!"
'Bir dakika yerlerimiz.de oturalım, parlak çocuk. Biraz düşünmeliyim. Bu des
teyi göle atmam gerek."
Lionel ağzı açık bakakaldı. Ağzını kapadı. 'Benim o," dedi haksızlığa uğramış
·
bir sesle.
Boo Boo, ona bakarken omuzlarını silkti. 'Bana ne!"
Lionel, annesine bakarken, yavaşça yerine oturup arkasındaki dümene uzan
dı. Gözlerinde, annesinin beklediği, temiz bir anlayış yankılanıyordu .
'J\l bakalım." Boo Boo p aketi o n a attı. T am kucağına düştü.
Lionel kucağındaki p akete baktı, eline aldı, elindeyken baktı, birdenbire -
yandan - göle atıverdi. Hemen yukarı annesine baktı; gözlerinde meydan oku
yuş değil, yaşlar p arlıyordu . Bir saniye sonra, a�zı bozuk yatay bir 8 şeklini al
mış, sarsılarak ağlamaktaydı.
Boo Boo, ayağı tiyatroda u yuşmuş biri gibi, yavaşça kalkarak yelkenliye geçti.
Bir dakika sonra, kucağında yelkenlinin kaptanıyla, dümen koltuğuna otur
muş, çocuğu sallıyor ensesini öpüyor, bu arada bilgi veriyordu: 'Denizciler
ağlamaz bebeğim. D enizciler hiç ağlamaz. Yalnız gemileri batınca. Ya da ka
z.aya u ğrayıp, sal ü stünde içecek başka hiçbir -"
'Sandra - Bayan Snell 'e dedi ki - babam kocaman · - şapşal - bir uçumaymış. "
Boo Boo, çekimser ama anlayışla, çocuğu kuc�ğından kaldırıp önünde ayakta
durdurarak alnındaki bir tutam saçı geri itti. 'Oyle dedi h a?'' dedi.
Lionel bütün gücüyle başını aşağı yukarı salladı. Ağlarken, annesine yaklaşa-
689
Salingcr
690
R obert Pinget
R OBER T PINGET
1914,"İsviçre
EVET Mİ HA YIR M I, YANITLA YIN
Evet mi h ayır mı evet mi hayır mı biliyor musunuz benim bütün bildiğim, de
mek istediğim ben ancak onların hizmetinde her şeyin altından kalkan adam
drm denilebilir, zaten hiçbir şey bilmem bir hizmetçiye açılır mı insan, işim ta
mam işim ama önceden an layabilir miydim, her tanrının gü nü aynı tekdü zelik
yok bana bakın bunun için şu beylerle görüşmeniz gerek benimle değil bunda
bir yanlışlık olmalı, düşünüyorum da on yıllık saygı dolu hizmetten sonra bir
tek söz bile söylemedi bana köpekten betermişim gibi, kalkılır gidilir işten bir
gü zel sıyrılınılır ve ötekiler ne halleri varsa görsün ler bunu söyleyemezsiniz
herhalde, her şeyin altından kalkan ama h içbir ı.aman hiçbir şey asla bilmeyen
adam dah a n e olabilir insanı acı kon u şan biri yapmak için, bu beylerin aldırdı
ğı b ile yoktu tek işimi yapayım, başında kendi kend ime bu böyle süregidemez
hiç olmadı birkaç kez konu şalım diyordum ama zamanla alışılıyor alışılıyor ve
işten ne diyorum on yıl yani bana sormayın dediğimi duyuyor musunuz bir
köpek bile değil ü stelik bir köpekle konu şulur d a bir t ane vardı oraya buraya
gittikçe yanlarında götürürlerdi, bu beyler onu yanların da götürürlerdi.
692
O da onların hizmetinde miydi
H izmetinde diyemeyeceğim, hizmetinde bir hizmetçi değil ama aynı kapıya çı
kıyor sonunda, her şeyi yapan her şeyi ayarlayan planlan yolculukları davetle
ri ısmarlanması gerekenleri faturaları insanları her tür girişimi düzenleyen
sekreter, başta bu da benim gibi ekmek p arasını kazanmak için elinden geleni
yapan biri diye düşünüyordum, denedim konuşmayı öğrenmeyi denedim ni
çin ve onun hakkında birkaç şey, ama uzun süre değil uzun süre değil, bu de
mem gerekti, soğuk bir tür bilmem canlandırabiliyor musunuz, sekreter evet
herkes önce onu görürdü oniki kişinin işinin altından kalkardı ama konuşma
ya gelince yok, kendi kendime izin gününde salı günü ne yapar acaba diye so
rardım odasından çıkmazdı, ne yapıyor olabilirdi asla kimse ziyaret etmezdi
onu bir dost bile hiçbir zaman dostu olduğunu görmüş değilim, bilmek ister
dim kon uşmak için yani ama boşuna ne zamanla alışıyor insan alışıyor, ama
bir şeyler biliyor olmalıydı çünkü salıları ·böyle kapananlar konuşma gereksi
nimleri yoktur her zaman kendime söylemişimdir, yeterince biliyorlardır bun
lar belki yorgundurlar ve biliyor musunuz bu bana yemi yutturan oldu onu
rahat bırakalım diye düşündüm ve anlaşılır bu , oysa düşünülürse izin günüm
çarşambaları sıkıldığımı görebilirdi gerçekten iki çift söz edebilirdi, hayır hep
işi başından aşkın aceleci sanki bilerek yapıyormuş gibi yani bilmeyen biri i
çin , kimseye bakmadan gidip gelen evet bilerek ve bu anlamadığım bir şey iki
bulu şma arasında kalan süreden yararlanacağına, ne de bir gülüş evin içinde
bir sinek bile olsa dayanamazdı ben onları avlıyordum, size abartma var mı
yok mu anlatabilmek için
K abul günlerinde bu beyler ile k alıyor muydu .
Bu beylerle kalıyor muydu nerden bilebilirim kalıp kalmadığını bu beylerle ve
konuklarla hiçbir şey bilmiyorum ben işim bitince çıkıyordum ya da odama
gidiyordum çünkü kalabalık olduğunda hizmet etmek söz konusu değildi ve
şikayet etrpiyordum yapım bu meraklı değilim, papa bile konukları olsa habe
rim olamazdı, işim bitince çıkardım ya da odama giderdim gürültü rahatsız
etmez beni duvar gibi sağırım ben biliyorsunuz benim kadar bunu, bu pusu la
larla sorularınız, yani gürültü yok ben uyuyordum ya da çıkıyordum her bir
kimse konukları olabilirdi, bildiğim her şey ile uğraşıyordu telefon konu şma
ları görüyordum, öteki hizmetçiye koşup buyruklar verdiğini görüyordum,
bütün gün her şeyi h azırlamalarına ancak yetiyordu ben bana düşeni yapıyor
dum ve sonra çıkıyordum ya da yatmaya gidiyordum, bir de akşam h izmet et
mem gerekseydi hiçbir zaman yatamazdım, hemen her geceydi ya da diyelim
iyi haftalarda iki gecede bir, iyi dedim mi kendimi düşündüğümden değil bir
şey değişmezdi ama her bir yere koşuşturan onlar ve oraya buraya gitmelerin
den söz etmiyorum, çünkü o zaman bambaşka bir hikaye olurdu ve hiç değil
se bir h afta öncesinden hazırlanırdı bu ve iki kişi değildi gidip gelen bazı bazı
on-oniki kişi olurdu, ve bütün bu güruh bizde toplanırdı işi düşünüyor musu
nuz, benimkinden dem vurmuyorum hiçbir şey değişmezdi bitirir bitirmez çı
kardım ya da yatmaya giderdim
Başka bir hizmetçi var diyordunuz
Ondan söz etmeseydim daha iyi olurdu, ilginç değildi olmadığı gibi ötekiler
kadar bile konuşkan değildi bir tek söz bile söylemezdi o da, oysa aynı kişiler
için çalıştığımıza birlikte yediğimiı.e hep birlikte çırpındığımıza göre anlaşabi-
693
Piiıget
Sekreter ile çene çaldığını söylediniz, o zaman sekreter her zaman aceleci de
ğildi
Evet her zaman denilebilir, çene çalmak denemez belki buna kendi kendime
çalmak diyordum hınçtan kısaca konuşmak denebilirdi bana birkaç söz et
mek, ne olursa olsun iyi anlaşıyorlardı bu kesin insan aceleci de olsa bir tür
zevk alarak konuştuğu görülebilir benimle olduğunda ise, uzunca bir süre
kendi kendime neden ötekine bu itibarı yaptığını sordum sonra alışılıyor ka
famı yormadım zamanla, başlangıçta mı hoşuna gitmemiştim çam mı devir
miştim yoksa bütün bunlar olabilir ama bu da bana bir pusula yazıp işin böy
le olduğunu söylemek için bir fırsattı, bir açıklama ya da özür dilememi bek
leyebilirdi olağan değil mi bu, başlangıçta geri çevirmezdim böyle bir şeyi ke
sin bu, başlangıçta geri çevirmezdim tanımadığım için onu sonra hayır bu a
damın biliyor musunuz hoşa gitmeyen bir yanı vardı, içine attığı kişisel ilk a-
694
.... '
695
LAWRENCE FERLINGHETTI
1919, ABD
TÖREN SÖYLEVİ
696
FIDEL CA STR O ÜSTÜNE KORKU D OL U BİN S ÖZ CÜK
697
Ferlinghctti
698
U çüncüsü garip cinsten bir Kızılderili
Görseydiniz derdiniz ki
K üba'da bir aşağı bir yukarı volta atmışlar or_d an geliyorlar derdiniz
Ama hayır
Ü çil nün de kulaklarında duygaçlar
Amerika'nın biraz sağır kardeşliğidir bu
Bir deri bir kemik olanı
Yerleştirdi duygacı bir deri bir kemik kulağına
Ayrıca küçük pilli bir de radyosu vardı
Duygaç kutusunun boyunda
Radyo o her zamanki
Anma programlarından birini _veriyordu
avazı çıktığı 11..adar bağırarak:
·� Olayların akışı içinde
699
F erlinghctti
Bir halkın
Filanfeşmekan uluslararası bağlarını
G ün gelir
Kesip atması kaçınılmaz olur
Ve U nitefl Fruit 'in
Fidel
N asıl olur da cevaplamazsın
Fidd
N 'oldu kestiler mi dalgamızı yoksa
Bizim istasyonumuz zaten kapalı
Seninkini de kapattık, F idel
700
Çbcukluk kahramanlarından biri
O namuslu Abraham gibi,
Onun da böyle bir s�vaşı olmuştu biliyorsun
O da bir çeşit kurtarıcıydı biliyorsun
(Savaşında hiç kimsenin ölmediğini göz önünde tutarsak)
onu da öldürdüler, F idel, bunu da biliyorsun
olayların akışı içinde
F idel. . . Fidel
Tabutun geçiyor, Fidel
Caddeler ve sokaklar arasından, o hiç görmediğin ara sokaklar arasından
G ecenin ve gündüzün içinden
ve beyaz leylaklar avluda açarken , Fidel
Senin o faydasız gezin sona eriyor
G ene de sona ermiyor
G ene de faydasız değil
Şu başımdaki defne dalını
san a sunuyorum, Fidel
yazılmıştır.
701
B OR IS VIA N
1920 - 1959; Fransa
İTFAİYECİLER
Patrick, seçkin bir kibrit çakma yeri sağlayan, boyası az çok dökülmüş duva
rın üstüne kibrit çöpünü umutsuzca sürtüyordu. Altıncı gidiş gelişte kibrit çö
p ü k:ıııldı, o da durdu. Çlinkü henüz küçük kısacık ucu tutuşturarak, par
m�µdarını yakma sanatını bilmiyordu .
Isa'nın adının sık sık geçtiği bir şarkı tutturarak mutfağa doğru yürüdü. An
nesi ve babası kibritlerin oyun dolabının dibinde olmasından çok, gaz ocağı
nın yakınında bulunmasını yeğlerlerdi. Buna karşı Pa.trick yalnızca manevi bir
direnme gösterebiliyordu, çünkü en güçlü o değildi. Isa'nın adına gelince, faz
lalık ve temelsiz bir yakınmaydı, bir çeşit yetkinleşme, çünkü evde kimse ayi
n e gitmezdi.
Ayaklarının ucunda yükselerek, küçük demir kutunun kapağını kaldırdı ve
sülfürlü hafif saman çöplerinden birini aldı. Her seferinde bir tane: O kadar
çok yürüme fırsatı olmadığına göre_.
�onra ters yönde, mutfak salon yolculuğu yaptı.
içeri girdiğimde perdeler uygun biçimde ateş almış, aydınlık bir alevle yanı
yorlardı. Pat, salonun ortasına oturmuş, dalga geçip geçmemek gerektiğini so
ruyordu kendi kendine.
ilgilenmiş yüzümü görerek, yüzünü aşağı doğru buruşturmaya karar verdi.
. 'D inle, dedim ona. Ya bu seni eğlendiriyordur, o zaman ağlamanın gereği yok
ya da eğlendirmiyordur, o zaman da bunu neden yaptığını bilmiyorum.
- O kadar çok eğlendirmiyordu , dedi, ama kibrit, yakmak için, yapılmıştır. "
Bunun ü zerine, bir dana gibi ağlamaya başladı.
Bunu ciddiye almadığımı ona kanıtlamak için, önemsemez bir tonla:
'Dert etme, dedim. Ben de altı yaşındayken. eski ben zin bidonlarını ateşe ver-
miştim.
- Bende onlardan yoktu. Ne buldumsa onunla yetinmem gerekti.
-Yemek odasına gel, dedim ve geçmişi unutalım.
- K üçük arabalarla mı oynayacağız, dedi, sevinçli. En azından üç gündür kü-
ç ük arabalarla oynamıyoruz. "
702
K apısınıihtiyatlakapadığım salondan ayrıldık. Perdeler tamamen yanmıştı ve
ateş halıya sıçramaya başlıyordu . .
'Haydi, dedim, sen mavileri alıyorsun, ben kırmızıları. "
Yan gını düşünmediğimden emin olmak için bana baktı ve rahatlamış, ilan et
ti:
'Sana dayak atacağım. " �-
K üçük arabalarla geçen bir saatten ve rövanşın uygunlu ğu üzerine bitmez tü
kenmez bir tartışmadan sonra, onu, boya kutusunun kendisini heyecanlı bir
sabırsızlıkla beklediği odasına yöneltmeyi başardım. Sonra bir çarşaf alarak,
hiçbir durumda ciddiye almak istemediğim bu yangın başlan gıcını söndürmek
için salona girdim.
H içbir şey görülmüyordu, çünkü ağır kara bir duman havayı fena halde ko
kutuyurdu. Yanık yünün kokusu mı kızarmış boyayı bastırıyor diye kararlaş
tırmaya çalışırken, bir öksürük nöbeti beni soluk soluğa bıraktı. Soluyarak ve
tükürerek , başımı çarşafla sarmalamam ve geri çıkmam bir oldu, çünkü söz
konu su çarşaf da ateş almıştı.
H avakurum rengindeışıklarla donanmıştı, döşemeçatırdayıp , ıslık çalıyordu.
Neşeli alevler ordan oraya zıplıyor, hala yanmamış olanlara ısılarını iletiyorlardı.
Pantolonumun alt kısmında alevli bir dil hissedince dışarı fırladım ve kapıyı
kapadım. Yemek odasına, ordan da oğlumun odasın·a geçtim.
'Çbk gü zel yanıyor, dedim. Gel, itfaiyecileri çağıralım. "
Telefonun bulunduğu rafa yaklaştım ve 1 7 numarayı çevirdim.
''.Alo" dedim.
''.Alo" diye karşılık verildi.
- Evimde yangın var
- H angi adreste?
J? airenin enlemini, boylamını ve yüksekliğini bildirdim.
'lyi'� diye karşılık verdiler. 'Size itfaiyecilerinizi veriyoruz.
- Teşekkür ederim, dedim.
Yeni hattı hemen elde ettim ve posta hizmetlerinin bu kadar iyi işlemesinden
dolayı kendimi kutlarken, şen bir ses beni çağırdı.
''.Alo
- Alo dedim. İtfaiyeciler mi?
- itfaiyecilerden biri, diye karşılık verildi.
- Evimde yangın var, dedim.
- Şansınız varmış, dedi itfaiyeci. Randevu almak ister misiniz?
- Hemen gelemez misiniz? diye sordum.
- Olanaksız, bayım dedi. Şu an fazlasıyla doluyuz, her yerde yangın var. Ya-
rından sonra saat üçte, sizin için yapabileceğim tek şey bu.
- Tamam, dedim. Teşekkür ederim. Yarından sonra görüşürüz
- Görü şürüz, bayım, dedi. Sakın yangınınız sönmesin."
Pat 'ı çağırdım.
'Valizini yap, dedim. Surin am teyzede birkaç yıl geçirmeye gidiyoruz.
- G ü zel! diye haykırdı Pat. ·.
- Görüyorsun ya, dedim, bugün yangın çıkarmakla hata ettin, iki günden ön-
ce itfaiyeciler gelemeyecek. Yoksa arabalarını görecektin !
- D inle, dedi Pat, evet mi hayır mı, kibritler yakmak için mi yapılmıştır?
Tabii, dedim. Neye yaraınalarını istiyorsun ki?
70 3
Vian
- Onları bulan tip büyük bir budala, dedi Pat. Bir kibritle 'her şey'i yakma
mak gerek.
- H aklısın, dedim.
- Ne yapalım, öyle olsun , son ucuna vardı. Gel oynayalım. Bu sefer, mavileri
sen alacaksın.
- Takside oynarız, dedim. Acele et."
704
PA UL CELAN
1920 - 1970, A vusturya
YARI GECE
Yarı gece. D üş hançerleriyle çakan gözlere saplı.
Bağırma acıdan : Çlıha gibi dalgalanıyor bulutlar.
Bir ipek halı, aramızda dokunmuş, dans için karanlıktan karanlığa.
Yonttular bize kara kavalı canlı ağaçtan ve geliyor şimdi rakkase.
Deniz köpüğünden örülü parmaklan batırıyor gözümüze:
·
YOLCUL L'KLAR DA
Ardından toz koparan bir saat,
ellerin in sunağı kılıyor Paris'teki evini,
en siyah göz siyah gözünü.
705
Celan
K azanır.
Yitirmez. ·
Yan aşmaz pencereye.
Söylemez onun adını.
K azanır.
Yitirmez.
Yan aşmaz pencereye.
Söyler en son onun adını
706
O dediğim şeye sahip biri..
Taşıyor koltu ğunda bir bohça gibi.
Taşıyor, en berbat anını taşıyan saat gibi.
Taşıyor eşikten eşiğe, kaldırıp atmıyor.
K azanmaz.
Yitirir.
Yanaşır pencereye.
Söyler ilkönce onun adını.
707
Celan
GÜNDÜZ
Tavşan tüyü gök. 'H ala
çizmekte belli bir kanat.
UZAKLIGA ÖVGÜ
Pınarında gözlerinin
yaşıyor balıkçı ağları şaşkınlık denizinin .
Pınarıpda gözlerinin
tutuyor sözünü deniz. ·
Burda atıyorum,
insan arasına çıkmış bir yürek,
giysilerimi ve ışıltısını bir yeminin :
Pınarında gözlerinin
serpilip soygunlar düşlüyorum.
Pınarında gözlerinin
gırtlaklıyor urganı asılmış biri.
708
.. .. .. ..
OL UM FUGU
K ara sütü seherin içiyoru z onu akşamleyin
öğleyin içiyoruz ve sabahleyin içiyoruz onu geceleyin
içtikçe içiyoruz
bir gömüt kazıyoruz havalarda sıkışık yatılmaz orda
Bir adam oturuyor evde yılanlarla oynuyor yazıyor
yazıyor kararınca hava Almanya'ya altın saçın M argarete
yazıp evin önüne çıkıyor ve yıldızlar çakıyor ıslıkla �ağrıyor köpeklerini
Islıkla Yahudilerini topluyor bir gömüt kazdırıyor toprağa
buyuruyor bize çalın artık oyun h avasını diye
709
Celan
Sesleniyor daha tatlı çalın diye ölümü ölüm Almanyalı bir usta
sesleniyor daha derin çalın kemanları yükseleceksiniz o zaman göğe d u
man duman
bir gömütünüz olacak o zaman bulutlarda sık ı �ık yatılmaz orda
710
B ÜTÜN YA ŞAM
G üneşleri yan uykunun sabaha bir saat kala mavi saçın gibi.
Tez büyür onlar da bir kuş gömütündeki otlar gibi.
Büyüler onları da zevkin gemilerinde düşten oynadığımız oyun.
Onlara da hançerler rastlar zamanın tebeşir kayalarında.
G üneşleri derin uykunun daha mavi: Yalnız bir kez buklelerin böyleydi:
Eylendim gece yeli olarak satılık kucağında kız kardeşinin;
asılıydı saçın ü stümüzdeki ağaçta, sen yoktun oysa.
Biz dünyaydık, sen kapı önlerinde çalılık.
711
LEONA R D O S CIA S CIA
1921, ita/ya
MISIR KONSEYİ'NDEN
M o n senyör Airoldi'nin kendisine sağladığı, geniş, aydınlık, bir yanındaki du
varlarla çevrili, kırlara açılan ve bacaklarının u yu şuklu ğunu gidermek ya da
öğle uykusuna yatmak için indiği küçük bahçeli evin bir odası bir simyacının
inine dönmüştü. G iu seppe Vella, renklerine, yoğunluklarına, yapıştırıcı güçle
rine göre sıralanan zamkları, çeşitli mürekkepleri; yeşile, ç alan , çok ince ve
saydam altın varakları; eski, kalın, el sürülmemiş kağıt destelerini; kalıpları,
matrisleri, p otaları; madenleri, sahtekarlığın gerektirdiği bütün araç ve gereci
burada tutuyordu.
ilk olarak, elindeki kitabı sayfa sayfa ayırmıştı. Bir iskambil destesi gibi, bu
sayfaları birbirine karıştırmıştı; gerçekten de büyük u stalık, büyük talih ge
rektiren bir oyundu onunki. D olayısıyla da bu güzel çalışmanın bitiminde son
noktayı koymayı da·ihmal etmedi ve karıştırdığı kağıtları iskambil destesi gibi
kesti. Sonra kağıtlar, büyük bir sabırla ve sağlam bir biçimde yeniden cildin içi
ne yerleştirildi. Böylece, H azreti Muhammed 'in hayatı y�terince lçarıştırılmış
olarak ortaya çıktı: Şecere ağacı D u 'Amarra ya da Uhud Savaşı gtbi olaylarla
yarıda kesiliyor; Kuranıkerim'de U hud Savaşı'nı anlatan bölüm lslamlığı se
çenlerin bir listesine karışıyor ve kitap oöylece sürüp gidiyordu . Bu da yeterli
değildi. Asıl şimdi çalışmanın en ince bölümü , metnin bütünüyle saptırılması,
Arap harflerinin bizim papazın Berberi alfabesi diye adlandırdığı ve aslında
M alta dili, M alta şivesinin Arap harfleriyle yazılışı olan bir biçimde yazılması
başlıyordu. Vella'nın bütün yaptığı, Arapça bir metni M alta dili ve Arap harf
leriyle yazmak, Arapça yazılmış olan M uh�mmed'in hayatını M alta dilinde
yazılmış bir Sicilya tarihi haline getirmekti. U ��elik büyük de bir özen göster
meden , bile bile özenmeden yapmıştı bunu. Oyle ki, Arapçayı iyi bilen bir
M altalıya, don G iuseppe Calleja'ya daha sonra bu metin gösterildiğinde bir
şey anlamamış, sadece ama sadece Arap harfleri ve M alta diliyle yazılmış bir
metin olduğunu sandığını söylemişti.
Böylece don Giu seppe, kitabı, kargacık burgacık, hafif ve titrek çizgiler, nok
talar, işaretler ve tırnaklarla zenginleştiriyor, bütün bunları büyük bir dikkat-
712
le, hiç eli titremeden yapıyordu.
Sonra, renksiz zamk sürdüğü her sayfaya usta bir spatula darbesiyle saydam
altın varak tabakasını yapıştırıyor ve böylece esk� mürekkebin yenisinden ay
rılmasını önleyen tekdüze bir yüzey elde etmiş olu yordu. Bu dilbilimi ve ince
elişi ç alışmasından sonra, incelemeye ve sanatçı yaratıcılığın a yönelen başka
bir işe kendini tümden veriyordu : Sıfırdan ya da aşağı yukarı sıfırdan yola çı-
karak Sicilya M ü slümanlarının bütün tarihini baştan yaratmak . .
Bu tarih konu sunda, başkalarının daha önce gün ışığına çıkardıkları ya da uy
durdukları ('ku şkusu z uydurmuşlardır" diye düşünüyordu) az buçuk şeye de
boş verebilirdi aslında. Kendini ilhamın, yaratıcı dehanın kollarına bütünüyle
bırakabilse çok daha coşkulu çalışabilirdi, ama Monsenyör Airoldi kılı kırk
yaran bir adamdı ve şimdiye kadar Sicilya ü zerine Latincede, Yunancada ve
bütün Avrupa dillerinde ne yazılmışsa hepsini biliyordu . Ayrıca, bir de, bekçi
köpeği gibi dişlerini geçirebileceği şeyi ısırmaya, paralamaya hazır olan şu Ro
sario Gregorio vardı. Demek, hayal gücünün ürünü olanla bilimin dağınık ö
ğelerini kaynaştırmak ve serüvenin ilk günlerinde ne yazık ki başına geldiği gi
bi, birinin eylemlerini başka birine mal. etmemek için (örneğin Sicilya'yı işgal
etmesi için Ziyadullah 'a verilen emri lbrahim bin Albi'ye yakıştırmak gibi)
her şeyden önce kendini incelemeye ve ç alışmaya vermesi gerekiyordu . Bu ya
nılgı Monsenyör Airoldi'de büyük bir şaşkınlık yaratmıştı, ama kitabın doğ
ruluğunu ve çevirmenin ustalığını destekleyen bir madalyanın gelişi bu şaşkın
lığı çabuk dağıttı. M onsenyör için bu madalya minnettar elçinin sevimli bir a
nısıydı. Ama ilk eserini veren don G iuseppe için, bu eseri yaratmak u ğruna
harcadığı akıl almaz çabalan simgeliyordu .
Başka biri dayanamaz, b u güvenilmez ve belirsiz malzeme üzerindeki ç alışma
nın devamlı heyecanı, hep tetikte olması gereken dikkat içinde sinirleri çözü
lürdü. M ekanik olan bu yazı, birleştirme ve -kendine göre, sahtekarlık açısın
dan - yenileme işi de cabasıydı. Tam t�rsine, don G iuseppe bütün bu işlerin a
rasında hayatından çok memnundu . U stelik semiriyordu. Sivri dilli kişiler, iyi
bir sahibi olan, iyi beslenen bir beygir gibi donunun pırıl pırıl parladığını söy
lüyorlardı. Tehlikenin heyecanı ama aynı zamanda iyi yemek, dolgun kese,
sonunda hayatının ulaştığı -pratik olarak değilse bile zorunluluk sonucu- in
sancıl zevkler onun başlıca tutkusuydu.
Beş, altı saatlik derin bir uykudan sonra, gün ışırken kalkıyordu . D inlenm�ş
k�fayla, bütün dünya için San M artino metninin çevirisi, başka deyimle Sl
CIL YA K ONSEYi olacak eserden on satır kadar kağıda döküyordu. Hazır
ladığı kronoloji ve şecere listeleriyle, çelişkili ya da yanlış bir şey yazıp yazma
dığını denetliyordu , bir kuşkusu kalırsa metinlere başvuruyordu. M etinler de
kuşkusunu gideremezse bir boşluk bırakıp buraya küçük bir yıldız koyuyor,
sayfanın altına da belli belirsiz birtakım notlar düşüyordu ki Monsenyör Ai
rolÇi doğru saydığı bir yorum önerebilsin. Sonra da metnini, Şark incelikleri
ve ltalyanlara özgü yanlışlarla doldurup kopya ediyorqu . Bu yanlışl�ı . da.ha
da ilginç k�lma� için) peder Pierdomenico Soresi'nin ITAL YAN D iLiNiN
TEMEL BILG iLERi adlı kitabından yararlanıyordu.
Sonunda sıra dinlenmeye geliyordu : Sıcak çikolata, şefkat rahibelerinin gön
dermeyi hiç unutmadıkları gevrek k urabiyeler, hoşnutluk:la koklanan enfiye
nin buruna çekilmesi, hala ıslak çiyin pırıl pırıl p arladığı ve çok sevdiği bir nem
kokusuyla kaplı bahçede birkaç adımlık yürüyüş. Bu anlarda, rahibelerin ku-
713
Sciascia
714 •
'New York'ta Bir pevrim için Proje''nin ilk baskısının kapağı
DANS LE LABYRINTHE'DEN
D ışarda kar yağıyor. Sık sık düşen küçük yumaklar, daha şimdiden beyazlaş
mış şoseye düşmeye başladılar yeniden . Rüzgar çıktı, yatay olarak savuruyor
onları, başını kısarak yürümek zorunda Kalıyor in san , başını biraz dah a kısa
rak alnın üstüne gözleri koruyan eli daha çok yapıştırarak, gıcırdayan, biraz
da yoğun, çiğnemelerle daha şimdiden katılaşmış karı iyice görmek için birkaç
santimetre kare bırakarak. Bir kavşağa varan asker duraksar, bakışlarıyla bu
enlemesine giden yolun adını belirten plakaları arar. Ama boşuna; mavi mine
li plakalar yok, yok da çok yükseğe yerleştirilmiş ve çok karanlık gece, ve kü
çük sık sık düşen yumaklar, gözlerini kaldırmakta ayak direyen kişiyi çok ça
buk körleştiriyor. Bu yabancısı olduğu kentte,bir sokak adı, ona işine yarar
bir bilgi vermeyecek zaten .
Yeniden bir an duraksar asker, yeniden önüne b akar, sonra ardına, baştan ba
şa dolaştığı, yolun kenarına dizi dizi sıralanan, elektrik lambalarının ışıkları
gittikçe birbirine yaklaşır, gittikçe azalır parlaklıkları ve bu puslu gecede ça
bucak gözden kaybolurlar. Ardından sağdaki yola girer, bomboştur bu yol
da, birbirinin eşi, düzenli aralıklarla birbirinden iyice ayrılmış, kar tanelerinin
eğri düşüşünü aydınlatan cılız ışıklarıyla aynı lambalar vardır bu sokakta da.
Beyaz:, hızla düşen noktalar, birdenbire yön değiştirirler; bir an dikey düşüp,
yeniden yataya yakın bir yön alırlar. Derken dururlar birdenbire, yeniden ani
bir rüzgar savurmasına uyarak, bu defa ters yönden aynı zayıf yampiri çizgi ile
düşmeye başlarlar ve hiç aralık vermeksizin iki üç saniye sonra yeniden ilk
yönlerine dönerler, yeniden koşup hemen hemen yatay çizgiler çizerek, ışıksız
pencerelere doğru ışıklı alanı sağdan sola geçerler.
Pencerelerin içinde kar, kıyılara doğru ince, dibe doğru kalın, pencerenin sağ
yönünde oldukça birikmiş ve sanki camı örtmeye çıkmış, düzensiz bir tabaka
halinde yığılmış. Alt katın bütün pencereleri, birbiri ardına aynı kar yığınağını
gösteriyor, hepsi aynı biçimde yığılmış sağa doğru.
D aha sonraki yol ağzında, kaldırımın ölü bölgesini tutan sokak fenerinin al
tında, bir çocuk durmuş. D ökme demir direğin ardına yarı yarıya saklanmış,
716
direğin geniş dayanağı, çocuğun gövdesinin alt yanını tamamıyla gizliyor.
Yaklaşan askere doğru bakıyor o. K ara giysilerini, p elerinini, beresini yüze
yinden beyazlatmış kardan da, fırtınadan da rahatsız olmamışa benziyor as
ker. U yanık bakışlı, on iki yaşlarında bir çocuk bu . Başını, asker yaklaştıkça,
sokak lambasının h izasına gelinceye değin gözleriyle izleyerek çevirir, sonra
geçer asker sokak lambasını. Hızlı yürümediğinden asker, çocuk, onu yukar
dan aşağıya iyice gözden geçirmeye vakit bulur: Traşsız, göze batar ölçüde
yorgun, kaputu kirli ve kırışık, kolları şeritsiz, sol kolunun altında kağıdı ısl�n
mış bir paket tutuyor, elleri ceplerinde göğsündeki şerit aceleyle, düzensiz bir
biçimde iliştirilmiş, sağ ayakkabısının arkasında, topuktaki mahmuz en az on
santimetre uzunluğunda ve öylesine kalın ki, sanki derinin kalınlığına saplan
mış; buna rağmen yarılmamış ayakkabı, sadece yıpranmış olan kısma siyah
boya sürmüş, bu ona çevresindeki el değmemiş yüzeylerin koyu gri rengini
veriyor şimdi.
Asker durdu. G övdesini hiç kımıldatmadan başını arkaya, ona bakan , birden
kendisinden üç adım u zaklaşmış, bir yığın beyaz çizgilerle taranmış çocuğa çe
virdi.
Bir an sonra, yavaşça döner asker ve sokak fenerinden yana yönelir. Biraz da
ha sokak fenerinin dayanağının ardına çekilir küçük oğlan ; aynı zamanda ba
caklarına doğru pelerinin eteklerini çeker, ellerini göstermeden içerden tutar
onları, asker durur. Şimdi tipi doğrudan doğruya yüzüne çarpmadığından, al
nını fazla zorlamadan dik tutabiliyor.
'Korkma," diyor.
Çbcu ğa doğru bir adım atar ve daha güçle tekrarlar: 'Korkma. "
K arşılık vermez çocuk. Gözlerini ancak kırptır.an sık kar tanelerini umursa
maksızın, askerin yüzüne bakmasını sürdürür. Otekiyse başlar yeniden :
'Biliyor musun, nerde... "
Ama daha öteye götürmez sözü . Soracağı soru o değil. Ani bir rüzgar yeniden
yü züne çarpar karları. Sağ elini kaputunun cebinden çıkarır ve gözünü koru
yacak biçimde şakağına dayar. Eldivensizdir eli, parmakları kızarmış, makine
yağıyla lekelenmiş. Ani rüzgar geçince, elini yeniden cebine sokar.
'Oradan nereye gidilir?" diye sorar.
Hiç bir şey söylemez çocuk. Gözleri, askerden onun bir baş işaretiyle gösterdi
ği sokağın ucuna çevrilir; o orada sadece artarda sıralanmış, gitgide birbirine
yaklaşan, gitgide parlaklıkları azalan , gecenin içinde yiten ışıkları görür.
- H a, seni yememden mi korkuyorsun?
- Şayır, der çocuk, korkmuyorum.
- Oyleyse, söyle hurdan nereye gideceğimi.
- Bilmiyorum, der çocuk.
Ve yeniden gözlerini, bu kötü giyinmiş, traşsız, nereye gittiğini kendisi de bil
meyen askere çevirir. Sonra yavaşça, ani bir dönüş yapar, sokak fenerinin çev
resinde çeviklikle döner ve evler boyunca, biraz önce askerin geldiği ters yön
de tabanları kaldırıp koşmaya başlar. Bir an sonra, yiter gözden.
717
Grillet
YA NLIŞ YOL
Yağmur suları, bir çöküntünün sığ çukurunda birikmişler, ağaçların ortasın
da, aşağı yukarı on metre çapında, kabataslak dairesel, geniş bir gölcük mey
dan a getirmişlerdir. Tüm çevrede toprak karadır. Yüksek ve dar ağaç gövde
leri arasında en ufak bitki izi yoktur. Ormanın bu bölgesinde, ne baltalık a
ğaçlara ne de çalı çırpıya rastlanır. Yer yalnız ince dallar ve salt damarları kal
mış yapraklardan dokunmuş bir keçeyle kaplıdır. Bu örtünün yüzeyine olsa
olsa, çürümü ş yosunlardan birkaç plak çıkıyor yer yer. Sütun gövdelerinin te
pesindeki çıplak dallar, kesin çizgiler halinde kesişiyorlar gökyüzünde.
Su saydamdır, esmerimsi renkte olsa bile . Ağaçlardan düşmüş ufak tefek dö
küntüler -küçük dallar, içi boşalmış çekirdekler, ağaç kabukları- havuzcuğun
dibinde toplanmışlar, kış girdi gireli orada, su içinde duru yorlar. Ama bu par
çacıklardan hiçbiri dalgalanmıyor ne de suyun bomboş ve dümdüz yüzünü
yarmaya geliyor. Onun durgunluğunu bozacak en hafif bir yel esintisi yok .
H ava aydınlandı. Günün sonudur bu. Solda, ağaç gövdelerinin ardında güneş
batmak üzeredir. Hafifçe eğile ışınları gölcüğün tüm yüzeyinde art arda sırala
n an ışıklı ince şeritlerle karanlık, daha kalın şeritler çiziyor ..
Bu çizgilere paralel olarak, karşı kıyıda, su boyunca bir dizi iri ağaç sıralanı
yor. D ip dalları bulunmayan bu ku sursuz, düşey silindirler aşağıya doğru ger
çek modelin -karşılaştırılınca -daha karan lık, belki de biraz donuk olan- tam
tersine pek parlak bir görü ntü halinde uzanıyorlar. Sütun gövdelerinin karan
lık sudaki simetrileleri, cilalanmış gibi parlıyorlar. Bir ışık çizgisi batı y�nün
deki sınırlarını daha bir kesinleştiriyor . .
Bunun la birlilete b u hayranlık verici görünüş, yalnız altüst olmuş değil, kesilc
lidir de. Tüm aynayı tarayan güneş ışınları, yansımış gövdelere dile olarak dü
zenli bir şekilde dağılmış daha parlak çizgilerin görüntüsünü kesiyorlar; gör
me alanı suyun üst katmanında asılı duran sayısız parçacıklardan ç ıkan güçlü
bir aydınlatma ile örtülmüş gibidir. Bu ıssız gölgeler bölgesinde, pırıltılarıyla
göze çarpan bu küçük parçacıklar görülemezler. H er gövden in. böylece bilin
medile bir halkalar dizisi (aslını hatırlatmaz değillerse de) tarafından hissedilir
eşitlileteki aralıklarla kesilmesi, ormanın bu parçasın a 'tlerinliğine" kareli bir
kumaş görünüşü veriyor. .
El ulağında, güney kıyısının çok yakınında, yan sımış dallarla el değmemiş o
yuntuları çukurun dibinde açıkça seçilen , kızıl renkli ama sapasağlam, suya
batmış eski yapraklar brrbirine bağlanıyorlar - meşe yaprakları ..
7 18
Sağ yanda, suya doğru yönelmiş, çürümüş yapraklar h alısı üzerinde gürültü
çıkarmadan yürüyen bir adam beliriyor. Kıyıya değin ilerliyor ve duruyor.
G ü neş gözlerini kamaştırdığından, korunmak için yana çekilmek zorunda ka
lıy9r.
işte o zaman gölcüğün çizgili yüzeyi gözüne çarpıyor. Ama onun açısından
bakılınca, gövdelerin yansıları gölgeleriyle ç akışıyor -hiç ol�azsa- birer parça
ları, ç ünkü onun önüne rastlayan ağaçlar dümdüz değiller. U stelik karşı gelen
ışık öteberiyi iyice ayırt etmesine engel oluyor ve ayaklarının altında da meşe
yapraklarının bulu nmadığı besbelli.
G ezisinin ereği burasıydı. Ya da şu anda yolunu şaşırdığını mı sezmişti? çev
resine ku şkulu birkaç bakış fırlattıktan sonra gene sessiz sessiz, doğu yönünde
ormana doğru, geldiği yoldan geri dönüyor.
Sahne yeniden boştur. Solda güneş hep aynı yükseklikte; ışıklar değişmemiş.
K arşıda, dik ve düz sütun gövdeleri, batan güneşin ışıklarına dik olarak kırı
şıksız suda yansıyorlar.
Gölge şeritlerinin dibinde, sütunların u zunlamasın a parçalanmış, ters yönde
ve kirli, ama mucizeyle yıkanmış imgesi parlıyor.
719
PHIL IP LA R KIN
1922 - 1986, İngiltere
CANKUR TARANLAR
G ünah çıkarılan h ücreler gibi kapalı
Yararlar ken derin çığırtkan öğlelerini
Bakmadan kendilerine bakıp duranlara,
Ü stlerinde armalar ve renkleri açık gri,
D ururlar yanaşıp kaldırım kıyılarına:
Zamanla ziyaret ederler tüm sokakları.
720
Kalm adan sevgi değiş tokuşundan hiçbir iz
Yatılsın diye birdenbire her şeyden uzak
U laşılmaz bir odanın içerisinde
Trafik sonra yol verir ikiye ayrılarak,
Getirir yakına ne varsa kalmış geriye
Ve uzaklarda sönüp kaybolur her şeyimiz.
72 1
Larkin
YA TAKTA KONUŞMAK
Yatakta konu şmak en kolay şey olmalı,
Bir gelenek sanki böyle yan yana uzanmış olmak:
İki kişinin içtenliğinin kanıtı.
BABA EVİ
H ü zünlüdür baba evi. K alır bırakıldığı gibi
K endini son terk edenin zevkine uygun ,
Yeniden kazanmak istercesine o gideni.
Oysa, sevindirecek kimsesi yokken, solgun ,
Bir türlü unutamaz yitirdiklerini.
722
GUNLER
G ünler neye yarar?
Yaşadığımız yerdir günler.
G elirler, uyanırız
Art arda, durmadan.
M utlu olacağımız yerdirler:
N erde yaşayabiliriz günlerden başka
GÜN DOGUM U
U yanmak, ve uzaklarda
Bir horozun öttüğünü duymak,
Perdeleri açınca sonra
U çu şunu görmek bulutların -
N e garip , sevgiden yoksun
Ve bunlar denli so ğuk olması yüreğin.
723
DENISE LEVER TOV
1923 , ABD
7 24
OL U KELEBEK
1
Aklığı görüyorum şimdi
aklık değilmiş, yeşil, yol yol yeşil;
bu taşlara benziyor
kentin kurulduğu ,
dağlardaki yüksek ocaklardan sökülen.
il
Her yerde, kadife çiçekleri
yağmur yıprantılı güller ve
ılgın ç itleri arasında, ak
kelebekler var bu sabah ; durmadan
kımıldaşıyorlar, sadece ölüp
yerlere dü şenler açığa vuruyor
taş yeşili renklerini ve yiğit
biçimini kanatların.
725
Leverton
ince kırpıntılar
sallanıyor sert yapraklar üstünde.
726
PIER PA OL O PA S OLINI
1922 - 1975, İtalya
727
Pasolini
ZAFER 'DEN
728
mutlu adımlarıyla yürüyorlar.
D ağlarda oturur ama onlar
Po Nehri 'nin ç akıl dolu vahşi kıyılarında
ve sonunda buz gibi ovanın.
N e işleri var aramızda?
İniyorlar ve kimse durdurmuyor onları
saklamıyorlar
ne acı ne de sevinçle sıktıkları silahlarını.
M itranın o terbiyesiz parlayışı
ve o akbaba yürüyü şün utancından körleşmişçesine kimse bakmıyor
onlara
iniyor onlar
gün ışığında
o karanlık ödevlerine.
729
ITA L O CA L VIN O
1923 - 1986, İtalya
SANDIK M ÜŞAHİDİ'NDEN
Amerigo Ormeo sabah;n beş buçuğunda evden çıktı. G ü n yağmurlu geçeceğe
benziyordu . M ü şahitlik yapacağı seçim sandığına gitmesi için , kuşkusuz, içle
rinde insanların üst üste yaşadıkları ve pazar güniiniin bu erken saatine rağ:..
men yine de hiçbir hayat belirtisinin fark edilmed iği yoksul evlerin duvarları
arasında, hala eski p arke taşlarıyla kaplı, dar ve dolambaçlı yollardan geçmesi
gerekiyordu. Amerigo mahalleyi iyi tanımıyord u ve sokak adlarını -herhalde
unutulmu ş hayırseverlerin adları- şemsiyesini yana eğip boşanmakta olan yağ
murda başını kaldırarak, kararmış tabelalardan sökü yord u.
M uhalefet için (Amerigo solcu bir p artiye kayıtlıyd ı), genellikle seçim günü
yağan yağmur iyi bir belirti sayılırdı. Savaş sonrasın ın ilk seç imlerine dayanan
bir görü ş; o sıralar hava kötü oldu mu, Hıristiyan demokrat seçmen lerden
birçoğunun -siyasetle pek ilgilenmeyenler, sakat olan lar ya da kırsal yöreler
deki kötü yolların dışarı çıkmalarını engellediği ihtiyarlar- burunlarını dışarı
u zatmayacaklarına inanılırdı. Ama Amerigo, artık bu tür hayallere kapılmı
yordu . 1953 yılında, bunca seç imin ardından, yağmur da yağsa güneş de açsa,
örgütün bütün seçmenlerine oy verdirme yolunu bulduğu iyi biliniyordu .
H ele b u seçimde; iktidar partileri için yeni bir seçim kanunu u ygulamak söz
konusuydu ('sahtekarlar kanunu" diyordu ötekiler), bu kanuna göre oyların
yüzde 50 artı 1 'ini sağlayacak koalisyon milletvekilliklerinin üçte ikisini elde
edecekti. .. Amerigo 'ya gelince, o siyasette değişikliklerin uzun, karışık bir yol
izlediğini, bunları hemen )arın beklememek, talihin tersine dönmesine de gü- J
venmemek gerektiğini öğrenmişti. Birçokları gibi onun için de, �ecrübe sahibi
·
730
ilişkilerinde de, "siyasi" diye adlandırılan kişilerden değildi. K elimenin ne iyi
ne de kötü anlamında böyle olmadığını ekleyelim (çünkü bunun bir de kötü
anlamı var ve bir de iyi anlamı, insanın durumu kabul edişine göre; Amerigo
bunu biliyordu). Parti'ye kayıtlıydı, evet ve 'eylemci" sayılmasa bile (yaratılışı
onu daha çok düşünce h ayatına itiyordu), etkili gördüğü ve yapabileceğine i
nandığı bir şey olduğunda görevden kaçmıyordu. Fedarasyondakiler onu bil
ge ve ş�ğduyu sahibi bir kişi sayıyorlardı ve şimdi de müşahit olarak seçmiş
lerdi. Ozellikle bu kesimde, büyük bir dinsel kuruluşun iç.in de, in sanın ken
dinden çok şey vermesini gerektiren basit, ama gerekli bir görev. Amerigo bu
nu isteyerek kabul etmişti. Yağmur yağıyordu . Bütün gün ayakları ıslak pa
buçlarından çıkmayacaktı . .
73 1
Calvi.'l O
732
'Sana başka şehirleri sorduğumda, onları anlatmanı isterim. Venedik'i sordu
ğumda da, Venedik 'i. "
'Başka şehirlerin özelliklerin i dile getirmek için , dile gelmemiş, kalan bir ilk
şehirden söz etmeliyim. Benim için Vene.dik , o şehir işte. "
'O zaman, seyahat hikayelerinin hepsini, yola ilk çıkışından başlamalı, Vene
dik 'i olduğu gibi, her yönüyle, onunla ilgili olarak hatırladığın hiçbir şeyi dı
şarıda bırakmaksızın anlatmalısın. "
G ölün yüzeyi belli belirsiz kırışmıştı; Sung'ların kadim sarayının bakırdan ak-
·
733
YVES B ONNEFO Y
1923 , Fransa
Özlediğim yazdı,
G özyaşımı kurutacak kızgın bir yaz,
İşte çıktı o soğuk, üyelerimde büyüyen,
Ve ben uyandım ve acı çektim:
2
Sen ey kaçınılmaz sürem,
Ey toprak , o en çıplak, bıçak gibi!
Özlediğim yazdı,
K ıran kim şu kılıcı eski kandaki?
M utluydum gerçek,
Ölesiye hem.
G özler yitmiş, ellerim açılmakta pisliğine
Bir bengi yağmurun.
734
3
Sönüp bitsin söz
Şu yüzünde varlığın , açık durduğumuz,
Yalnız Sonlu yelinin
Geçtiği bu çorakta.
. 735
Bonncfoy
SEM ENDER
1
Ve sen artık D ouve, son odasındasın yazın.
Seğirtmekte bir semender duvarda. O canım insan başı yazın ölümünü yay
makta. 'Sende batmak, sende gömülmek isterim, dar yaşam" diye bağırır Do
uve. 'Boş şimşek, koş dudaklarımda, işle içime!"
'Severim kendimi körletmeyi, toprağa vermeyi kendimi. Bilmek istemem ar
tık, hangi soğuk dişler beni kıskıvrak yakalayan."
2
Bütün bir gece ağaçtanmışsın gibi düşledim seni D ouve, yalımlara daha iyi at
mak için seni. Ve kabukla birleşmiş yeşil heykel, daha bir tadına varmak için
parıldayan başının. ,
D udak - akkor çatışmasını duyarak parmaklarım altında: Görüyordum bana
·
3
'Bak bana, bak bana, koştum ben !"
Yanındayım işte D ouve, işitiyorum seni. Yalnız şu taş çırağ var ara�.ızda ar
tık, şu bir parçacık dingin gölge, ve şu ellerimiz gölgenin beklediği. Urkmüş
semender durursun öylece kımıldamadan .
En yakın tenin bilgiye döndüğü anı yakın tenin bilgiye döndüğü anı yaşayıp .
736
A NDRE D U B O UCHET
1924 , Fransa
HA VA
G ecenin ortasında bir güneş gibi ateş alan bir kapı gördüm.
Işık çarşaflara ulaşıyor, yanmış ak kumaş. Sağır, kör duvar. Bu dilsiz ateşin
ü stünde moloz yığını, gün batımının büyük su fıncanı. Sessizce göğü paralıyor
kor, bir rendeci gibi. ÇJğlığın, sesiıi olmadığını söylemek gerek. H er şey susu
yor dışarıda, başın içinde, yerde ve taşlarda.
ilk lambanın ekşi ışığı.
Al saban demiri. Issız ateş, buz tutmuş ışık, sessiz ısı. D olunyünde yürüyo
ruz, sb.ğır bir dalgada.
737
Bouchet
'RENK"
Renk: kirecin ü zerinde ak su gibi. Ak suyun kirece kattığı gibi - budur ısı.
Renk. Soğuk su, söndürerek kireci, itişi ve yükü en uzağa bükülmüş taşlar
gibi u zatarak, büyük gürültüyle yayıyor hemen üleşen (ateşsiz, ama yanan bir
odaktan) canlı ısıyı. Uyumuyor tonoz -
. . . durdurtan u s... tutan ... ve bir taş gibi, düştüğünde her yü zü parçalanan . ..
D urmadıkça soğultmak, bir kalınlığın kendi başın a yol yaptığı noktada çu
kurlaşmış her yüzüyle, taş, gelmiş devinimsizlik, açık kalacak ... her taş, taş
parç ası dahası... açık . . .
738
HENR I PICHETTE
1924 , Fransa
YORTULAR
Vakt�n geldiğini anladım. D ünyadayım b.en. Ü stelik evreler yakacak halde
yim. işte yandan görünüşüm ve fidanları. işte sinirlerim. Sözü suçüstünde alı
yorum. 'Erişilir güzellik, dönemleri bana uygun olan .. " Kışkırtmalara dayana
mıyorum. Zamanı, mehtapları, kaleleri itip kakıyorum. H açlı yürüyü şlerinin
üstünden malaz olarak uçuyorum. H ava'nın kızlarıyla gezip tozuyorum: Ev
ler gibi gü zel çiftlerin yerleştiği şemsiye çamlara götürüyorlar beni. Sorumlu
luğun ipini kopartıyorum. O zaman düdükler böğürüyor, buh ar ıslık çalıyor,
çınlıyor çekiçler, körükler soluk alıyor, alavere havu zları pistonlar motorlar
halatlar supaplar kasnaklar bütünlüyor istemin orkestrasını: Yeryüzünç_ aygıt:
lar gibi yayılıyorum. Aferin ! yabancının şerefine kadeh kaldırıyorum. U lkele
rin iç çamaşırları ilk yazdan . Zamanın yetki sınırlarını ve mizaç yarışlarının aç
geçiren en iyi dostum ad takıyor bana:
739
Pichette
rın sırasını hazırlarken, 1 'in 2' nin 3'ün 4'ün 5in 6'nın 7'nin 8'in 9'un sağrısını
okşarken ve yarışmaları Jcaz.anırken görmek gerek. Ona bakarken, yarışın so
nunda bir 'Sıfır" dahaydım. D emek ki bilgisel n edenlerle biyoloji çerçevesine
çiviliyor beni. Bütün burunlara doğru acele ettiriyor bana, - burun kılı - kıkır
dak - protoplazma - ya da gölge düşü - o da olmadı yağ lekesi.
kükürtatarı indirgemeye
740
PHIL IPPE JA CCOTTET
1925 , İsviçre
Göz:
taşan bir kaynak
741
Jacco ttet
Nedir bakış?
bir yırtıcı
bir an böylece
·
bekleyişimi devinimsiz sanmak.
742
DERSLER ' .
Eskidendi,
ürkek, bilgisiz ben, ancak yaşayıp,
gözlerimi görüntülerle örterek,
ölülere ve ölenlere kılavuzluk yaptığımı
savladım .
Gözlerimi kaldırdım.
Pencerenin ardından,
743
Jacco ttet
ışığın dibinden
imgeler geçiyor gene de.
Mekik dokuyanlar
ya da varlığın melekleri,
uzayı onarıyorlar.
744
TR UMA N CA POTE
1925 - 1985, ABD
ÜÇ POR TRE
GRETA GARBO
, G eçen hafta ilc i kere Garbo 'ya rastl�dım, birincisinde tiyatroda yanımdaki
koltukta oturuyordu, ilcincisinde de U çüncü Cadde'deki bir antilcacıdaydı.
On ilci yaşımda başımdan türlü türlü hastalıklar geçmiş, uzun bir süre yatak
tan çıkamamıştım. Yatakta bir oyun yazarak oyalanmıştım; bu oyunda dün
yanın en güzel kadını başrolde olacaktı, oyunuma iliştirdiğim mektupta da
yazdığım gibi, M iss Garbo'ydu bu kadın. F akat ne oyundan ses seda çıktı ne
de mektubuma cevap alabildim, bu yüzden de ona için için kinlendim sanki.
Geçen gece kalbim deli gibi çarparak yan koltukta oturan kadını tanıdığımda,
bütün kinim bir anda yok oldu. Kendisinin bu kadar ufak tefek, yüzünün bu
kadar renkli olmasına şaşırmadım değil; Lois M aclver'ın dediği gibi, o güzel
yüz çizgilerine bir de renk eklemek kimsenin aklından geçmez.
Biri, ''Gerçekten kafası işliyor mu acaba ? ' d �ye sormuştu. Ne budalaca bir so
ru. Kafasının işleyip işlemediğinden kime ne? Oyle bir yüzün var ol�sı yeter._
Garbo 'nun bu yüze sahip olmaktan dolayı trajilc bir sorumluluk duyduğu . bu
nun altında ezildiği de kesin. Yalnız kalmak istemesi laf olsun diye değil; tabii
yalııız kalmak isteyecek. Yalnızlığını hissetmediği tek an, yalnız kaldığı andır
herhalde; onunki gibi bir kader yolunda tek başınıza yürüyorsanız, her zaman
belli bir hüznü de beraberinizde taşıyorsunuz demektir. U luorta yas tutulmaz.
D ün , antilcacıda, her şeye yoğun bir ilgiyle bakarak, ama aslında hiçbir şey sa
tın almayı düşünmeden gezindi durdu. Akhmdan çılgınca bir fıkir geçti bir
an; onunla konuşmak, sırf sesini duymak için hani.. . Allahtan çabuk atlattım
bu çılgınlığı, o da biraz sonra çıktı gitti zaten. Pencereden, alacakaranlığın
mavi bir ışığa boğduğu sokağı aceleyle, kendine özgü o sallapati yürüyüşüyle
geçişini seyrettim. K öşede bir an duraladı, hangi yöne gideceğinden emin de
ğildi sanki. Trafik lambalan durmadı, ama ve birden gözleri kör edecek kadar
çiğ bir ışık bembeyaz bir duvar halinde indi caddeye; rüzgar paltosunu uçurur
ken Garbo tek başına, hfila dünyanın en güzel kadını olan G arbo, simge G arbo,
dosdoğru o duvara yürüdü.
745
Capotc
MAE ı\1EST
Evvel zaman içinde geniş tanıdık çevresi olan bir delikanlı, alışılmamış bir çay
partisi vermeye kal.kıştı. O sıralarda M anhattan 'daki bir gece kulübünde sah
neye çıkan M iss M ae W est 'in şerefine verilecekti bu parti. Ev sahibelik göre
vini üstlenmesi Dame Edith Sit well 'den rica edildi. Q.lgın olaylara düşkünlü
ğü ile bilinen Dame Edith, bu ricayı kabul etti. Bu kadar farklı çevrelerde seç
kinleşmiş iki h an ımın aynı partide buluşacağını duyan New York 'un kalbu
rüstü takımı, davet edilebilmek için yalvar yakar · oldular.
Delikanlı, daha partiden günlerce önce herk�s tarafından, ''Hayatım, sezonun
en çılgın oluy ı bu parti olacak!" sözleriyle ku tlandı.
G elin görün ki -her şey ters gitti. Dame Ediıh barenjit olduğunu öne sürerek,
telefonla gelmeyeceğini bildirdi. S aat altıda , parti çoktan yarıyı geçtiğinde,
M iss W est 'in de geleceği kuşkuluydu artık. Mırıldanmaya başlayan konuklar
"eşek şakası" laflan ediyorlardı; saat yedide parti sahibi delikanlı odasına çekil
di. On dakika sonra şeref konuğu gelince kalan konu klar beklemekle akıllılık
ettiklerini anladılar. Etmişlerdi etmesine de, bir tuhaflık vardı gene de. Tanı
dık M ae W est aksesuarları, platin ren gi peruk, ok kirpikli ,badem gözler,
bembeyaz pudralanmış yüz, bir zamanlar her mahpu sun rüyası olan kum saa
ti biçimli o müthiş vücut -hiçbiri eksik değildi; eksik olan bir tek M iss W est in
'
kendisiydi.
G erçek M aeolamazdı bu kadın . Tam bir ''M iss W est''ti aslında; rahatsız, utan
gaç , dokunsan kırılıverecek bir kadın, hangi k ategoriye sokacağınızı bilemedi
ğin iz bir bakire. Sanki kapının önünde uzun uzun dönüp dolaşmış, bir türlü
zilf çalmaya cesaret edememi·şti de ondan gecikmişti. D udaklarının çevresinde
uçuşan ticrek gülümsemesine, boğuk bir sesle acele acele 'nassınız" diye fısılda
yışına, sonra da her türlü sohbet olasılığını reddercesine geri çekilişine bakar
ken , sahnedeki M ae West'in gösterişi, o ürkütücü ve kusursuz kimlik daha da
bir çarpıyordu insanı. Yarattığı matrak tipin zırhından soyunduğu , cinsiyeti
belirsiz bir ·cin sellik abidesi olmaktan çıktığı zaman korunmasızdı; u zun kir
pikleri ters dönmüş bir böceğin duyargaları gibi kıpırd aşıyorlardı şimdi.
G erçek M aey�lnızca bir tek defa yüzeye ç ıktı. Heyecanlı bir genç kız yarattı
gecenin olayını. Unlü oyuncuya yanaşarak, "Geçen hafta Diamond Lil'i gör
dü.m . Harik a bir film " dedi.
' 'Öyle mi canım ? Nerede gördün?"
'M üzede. M odern Sanatlar M üzesi'nde. "
Bu cevap hiç hoşuna gitmedi M iss W est 'in. Perdede ve sahnede kendine özgü
kıldığı o boğuk, tuhaf vurgulu sesiyle sordu: "Ne demek istiyorsun sen haya
tım ? M üze de ne dem ekm iş?'
746
L O UIS ARMSTR ONG
':S atchmo" çoktan un utmuştur ya, kendisi bendenizin ilk dostlarından biridir.
Onunla, dört yaşındayken tanışmıştım, 1928 sıralarında yani; N ew Orleans ile
St. Louis arasında gidip gelen buharlı gemilerden birinde çalan tostoparlak,
handiyse rezilcesine mutlu , çikolata renkli bir Buda'cık.tı o yıllarda. Sebebini
sormayın, bu eğlence gemilerine sık sık biııerdim bir aralar. Benim için,
A rmstrong 'un trompetinin tatlı öfkesi, onun çaldığı müzikle dinleyicisine el e
dişindeki kurbağa zıplamasını andıran o coşku, Prousı 'un "madeleine'' biskü
visinden bir parç a gibidir; onu h atırlayınca, M issisippi'de ay yeniden doğar,
ırmak kıyısındaki kasabaların ç amurluk ışıkları, ırmak üzerinde ç alınan dü
düklerin bir timsah esnemesini andıran sesleri döner gelir. M elez Irmağı'nın
ayaklarımın altından gürül gürül aktığını hisseder, o sırıtkan Buda'nın haykı
ra haykıra ':Sunny Side of the Street" şarkısını söylerken ayağıyla tap , tap tem
po tutuşunu hatırlarım. Bu arada, balayına çıkmış çiftler, kaçak içkiden başla
rı dönmüş bir halde, terden yüzlerindeki talk pudralarını akıta akıta geminin
bardan bozma balo salonunda hem dans eder hem de koklaşırlar. 'Satchmo"
ban a ne kadar iyi davranmıştı, yeteneğin var, sah neye çıkmalısın demişti; bir
bambu baston , bir yeşil kurdelalı hasır gemici şapkası vermişti. H er gece sah
neden: "Bayanlar baylar, kar�·ınııda Amerika'nın cici çocuklarından biri, bize
küçük bir dans yapacak " diye beni takdim ederdi. Step dan sı yapar, sonra yol
cular arasında gezinir şapkama atılan paraları toplardım. Bu bütün bir yaz
sürdü, cebim para gördü, şımardım; ama ekimde ırmakta gene koca koca dal
galar belirdi, ay soldu, müşteriler aı.aldı, gemi gezintileri sona erdi, benim sah
ne hayatı da böylece sona erdi. Altı yıl sonra, okuduğum yatılı okuldan kaç
mak istediğim sırada, artık üne kavu şmuş bu lunan eski dostuma mektup yaz
dım. New York'a gelsem bana Cotton Club' ta ya da başka bir yerde iş bu la
maz mıyd ı? M ektubuma cevap gelmedi, belki de eline geçmemiştir, olsun, o
na olan sevgim azalmadı, azalmayacak.
747
ERNS T JA NDL
1925, A lmanya
YAR GI
bu adamın şiirlerinde iş yok.
önce
aldı!Il birini, sürdüm dazlak kafama,
boşuna, saç maç bitirmedi.
sonra
ovdum biriyle sivilcelerimi,
iki günde orta büyüklükte patates
oldu çıktı hepsi, doktorlar şaştı.
sonra
kırdım ikisini tavaya.
şüphelendim, yemedim kendim;
köpeğim yedi, öldü.
sonra
koruyucu diye kullandım birini.
söküldüm kürtaj parasını.
748
LOKANTA
adamın karnı acıktı da
evde karısı yoksa ya da:
hastadır kadın ya da:
istirahatte kadın ya da:
iki veya üç kişiye yetmiyor da kazancı adamın.
bir yerde çalışıyorsa kadın ya da:
749
J "ndl
750
ERNES TO CA RDENA L
1925 - 1980, Nikaragua
752
O silahların Avenida Roosevelt 'ten geçirildiğini' gördüm.
Silahları görünce sustu sokaktaki insanlar:
zayıf olanı, yalınayak olanı, bisikletlisi,
karaderilisi, kocaman burunlusu , sarılar giyinmiş olanı,
uzu n boylu su, sarışını, saç sız olanı, bıyıklısı,
yassı yüzlüsü, kırışık yü zlüsü, kıvırcık saçlısı, düz saçlısı;_
hep sinin yüzü
ölü bir teğmenin yüzüydü.
753
Cardenal
G ündüzlerin casusu
gizli ajanı gecelerin
tutuklamaları gecelerin:
otobüste konuştukları için tutuklananlar
Viva diye bağırdıkları için
fıkra anlattıkları için.
'D evlet Başkanı'na hakaretten ... "
K urbağa suratlı bir yargıç tarafından mahkum edilenler
karakollarda köpek suratlı polisler tarafından işkence edilenler
sidik içirilenler bok yedirilenler
(Anayasa'ya kavuşunca unutmayın onları)
ağızlarında süngü, gözlerinde iğneler
ışıldaklar altında elektrik verilenler.
- 'Orospu çocuğunun biridir, Mr. Welles, ama bizimdir."
Ve Guetamala'da, Kosta Rika'da, Meksika'da,
geceyarısı uyanıyor sürgünler, çığlık çığlığa,
sanki işkence altındalar yine,
yine tellerle bağlanmışlar sanki,
yine elektrik veriliyor sanki kasıklarına.
"... Yakışıklı adamdı doğrusu ... "
(böyle dedi bir köylü.)
'Evet, oydu. Aslan gibi çocuktu doğru su ...
Sarı bir gömlek giymişti, kısa kollu bir gömlek.
D oğrusu yakışıklı çocuktu. "
754
Ateş sesleri duyuluyor gecede, ateş sesine benzeyen sesler.
Ağır kamyonlar geçiyor, duruyorlar,
yola koyuluyorlar yine. D uydun seslerini.
Kavşaktalar. N öbet değişimi.
Kahkahalarını duyuyorsun, tüfek şakırtılarını.
K arşıdaki terzi ışıklarını yakmış.
Kapını çalıyorlar sanmıştın. Ya da onun kapısını.
Belki listede adın var . bu gece!
Sürüyor gece, sabaha kadar bitmeyecek saatler.
Ve güneşli bir gece olacak gün.
Öğle güneşinde gecenin sessizliği.
755
..
'
•
..
1- '
M OBILE'DEN
757
Bu tor
örtü,
- bir bakkal dükkanının kapısında gevşek gevşek dinlenen N avajos' /ar,
- kaçmakta olan bir koşucu-kuşun kaygı verici gidişi,
- ardında yağmur örgülerini sürüyüp gelen kocaman bir kasırga başı,
- apansız, bir su baskınının sona ermesini bekleyen sabırlı otomobiller dizisi,
- suyun ucunda bekleyen bir öküz dizisi,
- toparlanan hayvan sürüsünün böğürtüsü,
- bir odun ateşi üzerindeki kahvenin inatçı kokusu,
- büyük bir köy yıkıntısı içindeki yankılar ve sessizlik,
- bir·su deposunda çırpınıp oynaşan küçük çıplak yumurcaklar,
-bir rodeo meydanındaki asi bir atın keskin kişneyişi,
- va�i bir kurdun uluması ve gecenin sessizliği içinde ötekilerin ona karşılık
verişi,
- bir davul sesi, ve bir yerli dansının tiz sesli ezgisi,
- sağnak şeklinde bir yağmurdan sonra çalılıklardarryükselen küflü koku,
- gün ışırken, uzaklarda va�i bir eşeğin anırışı,
- hayvanların damgalandığı bir çiftlikte yanan etin çıkardığı keskin koku,
- ansızın taş yağdırmaya başlayan yaz kasırgası,
- büyük Canyon'un akıl almaz enginliği,
- kızgın bir ateş üzerinde pişirilmiş kalın bir bifteğin suyu,
- oltanızın ucunda.ki sineği yutan alabalığın sıçrayış ve çırpınışı,
- biberli bir salçaya bulanmış enchiladas' /arın tadı" ( 'Dodge ve Z im'in çıkardı-
ğı, içinde dön yüzden fazla renkli resim bulunan, Güney-Batı A merika" broşü
ründen alınma,
- doğanın harika güzellikleri,
- yerli köyleri,
- tarihi siteler,
- güzelim görünümlü yollar,
- yol kılavuz/an,
- halk bahçeleri,
- mineraller,
- hayvanlar,
- kuşlar,
- ağaçlar,
-çiçek /er''.
F LORAN CE, Gila nehri üzerinde, Casa Grande'deki ulusal anıtın dibinde,
kapkaranlık bir gece başlamış bile
FLORANCE, kara iklimi. .
FLORANCE.
758
G EORGETOWN, White'ın ya da Beyaz adamın kontluk bölgesi,
'
Geceleyin dağlar.
Geceleyin deniz.
D ü.ş görüyordu.
Ouachita gölü.
EL DORADO.
MARSHALL.
759
Bu tor
760
M ichel Butor
A L L EN G/NSBER G
1926 , ABD
762
l .S .D. 25
M ilyonlarca gözlü bir canavar bu
Tüm fillerinde ve kendi varlığında saklı
Elektrikli yazı makinesini titretiyor
Kendi üstüne takılı elektrik sanki, telleri de var
G eniş bir örümcek ağı
Ağın milyonl�ca örgüsünden birinin ü stündeyim ben bir kaygılı
Yitik, ayrılmış, bir solucan, bir düşünce, bir öz
Ç1n 'in milyonlarca iskeletinden biri
Ozel yanlışlardan biri
Ben Ailen G insberg ayrı bir bilinç
Ben Tanrı olmak isteyen
Ben sonsuz uyumun en küçük titreşimini duymak isteyen ben
Ben ateşteki bu uçucu ezginin getireceği yıkımı bekleyen
Ben Tanrıyı lanetleyip adlandıran
Ben yazı makinesinde yanlışlar yapan
·
Ama evrenin öbür ucunda, kendinden kaçan milyonlarca gözlü adsız örüm
cek, o sonsuz vida
Canavar olmayan canavar yaklaşıyor elmalarla, kokular, demiryolları, tele
vizyon , kafataslarıyla yaklaşıyor
Kendini yutan bir evren
K afatasımın kanı
Göğsü kıllı Tibet canavarı, mideme yıkılan Zodyak eğlenmekten yoksun bir
kurban sanki
Aynada ince saçlarımla yüzüm, gözlerimin altında pıhtılaşmış kan, ben ka
mış emici, bir leş, konuşan bir süprüntüü
Evrenin gözünde homurdanan bir iğrenç yaratık
�endimden kaçmaya çabalarken kusuyorum, titremeler, ürpertiler
�çinde, sürünüyorum, ağzımda acısu , Cehennem burası
Orümcek ağında çıplak mumyaların kurumuş kemikleri, gölgeler, gölgeyim
ben
Ezgideki yerimi haykırıyorum odaya, kim olursanız olun yaklaşın piraz, siz,
Tanrı mısınız?
Hayır, ama ister misiniz Tanrı olmamı?
Yanıtlamıyor musunuz?
Hep bir yanıt vermek mi gerek? Yanıtlayın
Bana dü şseydi Evet ya da Hayır demek -
763
G insberg
764
Bilinçleri sarıyor
Uzay kadar güzel
Kusturuyor beni
Göz.den yitirmekten korkuyorum da belki ondan
Her biçimde gözüküyor
Aynada her biçimde
Deniz gibi yalıyor aynayı, çekilirken
Sonsuz bir dalga bu
Boğuyor dünyayı
Kendi özünde boğuluyor sonra da
Dışarlarda geziniyor, müzik dolu bir ceset gibi
Başında savaşın gürültüsü
Bir bebek gülü şü karnında
Karanlık denizlerde bir ölüm çığlığı
Kör bir yontu nun dudaklarındaki gülümseme
Buradaydı şimdi
Benim değildi ama
Kendim için kullanmak isterdim onu
Kahraman olmak için
Oysa bilince satılık değil
Kendi yolunda yürür hep
Bir gün tamamlayacak bütün yaratıkları
G eleceğin radyosu olacak
Kendi kendini dinleyecek zamanın akışında
Şimdi yalnızca dinlenmek ister
Yorulmuştur kendini dinlemekten kendini görmekten hep
Yeni bir şekil yeni bir
•
kurban ister
Belki de beni
Bütün nedenleri araştırır
Bulur sonunda varoluşumun nedenini
Bana hiç bitmeyen yanıtlar verir
Örneğin bilincimi, ayrılmak ya da görmek için
Ya Biri ya Öteki olmam gerek
Oysa ilcisi birdenim ben
Kendisiyle uğraşır bensiz
O Yanıtsız bir ilcilemdir (bu adla çağrılınca yanıtlamaz)
Titr�tir elektrilcli yazı makinesini
Yazar bir sözcük
Bir sözcük parçası
765
Ginsbcrg
MANDALA
Kendi cesetleri üzerinde dans ediyor Tanrılar
Yepyeni ç içekler açıyor ölümü unutarak
G öz çıkaran düşlerin ardında göğün gözleri
Tanrının sevinciyle
M arşlar söyleyerek ayağa kalkıyor ordular
Bayraklar, sancaklar dalgalanıyor boşlukta
Sonra bir görüntü milyonlarca gözüyle
Sonsuzda
İşte Yapıt ! İşte Bilgi! İşte İnsanın sonu !
766
INGEBOR G BA CHMA NN
1926 - 1973, A lmanya
ADA ŞARKILARJ'NDAN
İ nsan ayrılırken
fırlatmalı şapkasını denize,
içinde yaz boyu topladığı
deniz kabuklan
ve gitmeli saçları uçu şarak rüzgarda,
kurd uğu sofrayı sevgilisine,
devirmeli denize,
bardağında kalan şarabı dökmeli denize,
ekmeğini balıklara vermeli
ve denize bir damla kan katmalı,
bıçağını dalgalara saplamalı
ve salma lı sulara ayakkabılarını,
yürek, çapa ve haç
ve gitmeli saçları uçuşarak rüzgarda!
D öner gelir sonra.
Ne zaman ?
Sorma.
767
Bachmann
SİS ÜLKESİ
K ışları sevdiğim
ormanın hayvanları arasındadır.
Biliyor kurnaz tilki, gün ışımadan
geri dönmem gerektiğini benim ve gülüyor.
N asıl da titreşiyor gökte bulutlar.
Ve bir parça kırık buz
kardan yakalarıma dü şüyor.
K ışları sevdiğim
bir ağaçtır ağaçlar arasında,
çağırır talihin terk ettiği kargaları
güzel dallarına. Biliyor yelin , günbatımında,
donuk kırağılarla bezeli
akşam giysisini kaldırıp,
kovacağını evime beni.
K ışları sevdiğim
balıklar arasındadır balıklar kadar suskun.
Yüzgeç lerin kıvrımlarını için için dalgalandıran
suları dinleyerek kıyıda duruyorum
ve kovuncaya dek beni buz parçaları
dalışına dönüşüne dikili gözüm.
768
Sadık değil sevdiğim benim
biliyorum, bazen yüksek papuçlarla
kente doğru h avalanıp
barlarda kamışla öp üyor bardakları
ağzının ortasından.
Herkese söyleyecek bir şey buluyor.
Ancak ne var ki, anlayamıyoru m konu ştuğu bu dili.
769
JA CQUES D UPIN
1927, Fransa
D ÜŞEY DUR UŞ
1
. D ağ eriyip bitse de, öldürseler de birbirlerini geride
k�anlar ... U yu·, çoban. Nerde olursa. Bulurum ben
seni. Uykum eşittir seninkine. Aydınlık ak.landa sürülerimiz otlar.
Sarp ak.landa sürülerimiz otlar.
3
G ördüğüm ve sustuğum korkutuyor beni. Söz ettiğim
ama bilmediğim, kurtarıyor. K urtarma beni. Bütün
gecelerim yetebilecek mi ayrıştırmaya bu şimşeği? Ey
görülen yüz, beyaz ve kör havanın dövdüğü , acımasız!
7
Y ürümek olanaksı�laştığında, ayaktır patlayan, yol
değil. Sizi aldatmışlar. Yalındır ışık. Ve tepeler yakın.
K apınızı çalarsam yanlışlıkla bu gece, açmayın .
Açmayın daha. Yüzünüzün yokluğu tek karanlığımdır
8
Tırmanmak sana ve tırmandıktan sonra - ışık
sözcüklere sırt vermediği, çöktüğü ve aktığı zaman -
gene tırmanmak sana. Başka doruk, başka yatak.
Korkum ergin oldu olalı, gereksinme duyar dağ
bana. Uç urumlarıma, bağlanma, adımıma.
770
GÖR ÜL ÜR VE GİDİLİR
Sen , krater öksüzü, yaşı bellisiz ve umarsız çocuk,
Ateş de Ezgi de sende çöküntüye u ğrayacak ve yine
sende bütünlenecek ... Çlinkü senin ağzının gizlice
kendine çektiği çiçek meçhul bir kadının dudağından
getirilmiştir, tenine ve yadsımana sızmıştır, sana
sessizlikten müzikler getirmiştir, kendinden uzaklaşmış
sesiyle kavranılmaz bir i�iraf getirmiştir.
771
CA RL OS FUENTES
1928, Meksika
A URA 'DAN
U ykun ağır ve tedirgin. D ü şlerinde aynı belirsiz sıkıntıyı, karın zarındaki yü
kü, iı ı ı gelemine yüklenen kederi duyuyorsun. Aura'nın odasında uyumana
karşm . sahip olduğuna inandığın bedenden uzakta, yalnız uyuyorsun.
U yandığında odada başka bir varlık arıyorsun; seni tedirgin edenin Aura ol
madığını, daha çok geceleyin ortaya çıkan bir şeyin ç ifte varlığı olduğunu an
lıyorsun. Ellerini alnına koyu yorsun; düzen siz duyularını yatıştırmaya çalışa
rak; o ağır sıkıntı yavaş sesle sesleniyor sana, anımsamanın ve uyarının sesi; ö
teki yarını arıyorsun sanki, dün .geceki kısır gebeliğinden doğan öteki yarını.
D üşünmüyorsun artık; çünkü imgelemden bile daha güçlü şeyler var: Seni
kalkmaya zorlayan alışkanlıklar; bu odada bir ban yo arıyorsun bulamadan;
gözlerini ovarak hole çıkıyorsun , dilinin acılığını tadarak merdivenleri tırma
nıyorsun, ç enendeki sert kıllara dokunarak kendi odana giriyorsun , banyo
musluklarını açıp ılık suya giriyorsun, kendini unutmaya bırakıyorsun .
Ama kurulanırken yaşlı bayanla kızın kol kola odadan çıkmadan önce sana
gülümsemelerini, ne zaman birlikte olsalar aynı şeyleri yaptıklarını anımsıyor
sun : Aynı zamanda sarılıyorlar, gülümsüyorlar, yiyorlar, konuşuyorlar, giri
yorlar, çıkıyorlar; sanki biri ötekine öykünüyor, sanki birin in sitemi ötekinin
· varoluşuna bağlı... Tıraş olurken bunları düşündüğünde bir yanağını hafifçe
kesiyorsun; kendini toparlamak için bir çaba harcıyorsun . Tıraşını bitirince
bavulundaki nesneleri gözden geçiriyorsun ; eski pansiyon odandan hiç gör
mediğin uşağın getirdiği şişeleri, tüpleri: Bu nesnelerin adlarını mırıldanıyor
sun, onlara dokunuyorsun , içlerin i ve verdikleri bilgileri okuyorsu n , yapımcı
larının adlarını söylüyorsun; ötekini, adsız ve etiketsiz olanı, ussal bir tutarlılı
ğı olmayanı unutmak amacıyla bu nesneleri düzenle yerleştiriyorsun. Bavulu
kaparken Aura ne istiyor senden , d�ye soruyorsun. Ne istiyor? Ne istiyor?
Bunun yanıtı gibi, koridorda sana kahvaltının hazır olduğunu bildiren onun
zilinin sesini duyu yorsun. G ömleğini giymeden kapıya yürüyorsu n. K apıyı
açtığında Aura'yı orada buluyorsun. Yüzü yeşil bir peçeyle örtülü olmasına
karşın , Aura olmalı bu, ç ünkü sırtında her zaman giydiği yeşil tafta var. Bile-
772
ğinden çekiyorsun onu, dokunman la titreyen o ince bileğinden.
'K ahvaltı hazır" diyor şimdiye dçk duymadığın h afif bir sesle.
·
773
Fuentes
774
riyle Aura'nın kara saçları lüle lüle toplanmış arkasında renkli bir manzarayla
bir Dorik sütuna yaslanmış: Ren 'de bir Lorelei görü n ümü. G iysisi boğazına
dek düğmeli, elinde bir mendil var, etek yastığı takmış. Aura ve beyaz mürek
keple tarih, ' 1 876'; kartın arkasında karınca duası gibi bir elyazısı: "Fait pour
f!ptre dixieme anniversaire de m ariage, " aynı elle bir imza: ''Consuelo Llorente".
U çüncü fotoğrafta Aura ile yaşlı bay birlikte, ama yabanlık giysilerini giymiş
ler, bir bahçede bir sırada oturuyorlar. Fotoğraf biraz solmuş: Aura öteki re
simdeki kadar genç görünmüyor, ama kadın o, erkek o, o ... O sensin. Fotoğ
raflara bakıyorsun , bakıyorsun , yukarı, ışığa kaldırıyorsun onları. G eneral
Llorente'nin sakalını parmağınla kapatıyorsun, onu kara saçlı düşünüyorsun
ve kendini buluyorsun : Solgun, yitik, unutulmuş, ama sen , sen , sen .
O uzak valsin ritmiyle, nemli, kokulu bitkilerin kokusuyla başın dönüyor,
yorgun , yatağa düşüyorsun; yanaklarına, gözlerine, burnuna dokunuyorsu n ;
sanki görünmeyen bir elin yirmi yedi yıldır taşıdığın maskeyi, gerçek yüzü n ü
gizleyen mukavva biçimi, gerçek görünümünü , bir zaman lar senin olan , ama
sonra unuttuğun görünümünü yırtıp koparmasından korkar gibisin. Yüzünü
yastığa gömüyorsun ; geçmiş rü zgarının senin kendi biçimini yırtmasını engelle
meye çalışıyorsun; ç ünkü onu yitirmek istemiyorsun . Yüzü n yastıkta, ne gele
ceğini bilmeden , en gelleyemeyeceğin şeyi bekleyerek uzanıyorsun . Artık saati
ne bakmıyorsun ; insan boş yüceliğine uyarak sıkıntıyla zamanı ölçen yararsız
bir nesne bu; zamanın gerçek geçişini, hiçbir saatin ölçemeyeceği ölümlü ve
küstah bir hızla geçen zamanı değiştirmek için bulunmuş u zu n saatleri göste
ren o küçük eller gereksiz. Bir yaşam, bir yüzyıl, elli yıl: Artık bu yalancı ölç ü
leri düşünemiyorsun ; b u cisimsiz tozu ellerinde tutamıyorsun .
Yastıkta dönüp yukarı baktığında kendini karanlıkta bulu yorsu n . G ece ol
muş.
G ece olmuş. Cam tavanın ötesinde hızlı kara bulutlar kendini kurtarmaya,
solgun , yuvarlak, gü lümseyen yüzünü göstermeye çalışan ayı gizliyorlar. Bir
an için kaçıyor, sonra bulutlar gene örtüyor· onu. H iç umudun yok. Saatine
bile bakmıyorsun . Eski kağıtları ve solgun fotoğraflarıyla o cezaevi h ücresin
den çıkıp hızla merdivenleri iniyorsun ; Senora Consu�lo 'nun oda kapısında
duruyorsun; saatler süren sessizlikten sonra tarazlanmış, değişmiş kendi sesini
il
775
Fuentes
776
TH O lVf G UNN
1 929 , İngiltere
il
D ü şü nüyorum, demek ki
yarını d ü şün meden edemiyoru m.
pencereden dışarı, gökteki
ku şlar ve menekşe
eylem içinde kendilerinden geçmiş.
D üşü nüyorum, uçarken uyuyan
ku şları, soluk parlaklığını
menek şen in , kendimi
ve yarını düşünüyorum.
Şu kadarı kesin ki
777
G unn
111
iV
Ya seçilmeyenler?
778
serinkanlılığımla: Peki, ya
üstünlük ondaysa?
VI
Dolaşıyorum kerhanemde
mesai . saatinden sonra,
çikolataya boğuyorum kızlarımı,
bir an için olsun ama
saçlarım şu kızınkiler denli kızıl,
dudaklarım dolgun, yanaklarım taze
ve yüreğim ziyankar olamıyor öylesine.
VII
Yüzüm kızarıyor
aklımdan geçen iğneleyici sözleri
birinin söyleyebileceğini düşündükçe.
VIII
779
paltosu k alın , başında şapka.
Fotoğraf makinesine bakıyor
H er ne görmü şse az önce
o parlak, iri, k apkara gözleri,
besbelli artık albenisini yitirmiş
t ü m dünya, t ü m görecekleri.
IX
Shakespeare u n utulacak,
G eorge F orm by(*) ile yatacak
ve benimle, domuzların eşelediği bu yerde.
Sonra güneş sistemi
alev alıp dağılacak
evrenin içine, yitip gidecek .
780
GUILLER M O CA BR ERA INFANTE
1929, Küba
Listeler
coşturur
beni
a Yeats
b Hemingway
c Auden
gibi
sözgelimi
yazın karşısında listelere öncelik tanıdıklarını açık yürekle belirtmişlerdir -
Cortes'inkilerden daha az yüce listelere bile.
1 Yeats
2 baştan beri
3 üstelik
4 vazgeç ilmez
5 bir
6 tiryakilikle
7 en
781
lnfante
8 sevdiği
9 okumanın
1 O tarifeler
11 olduğunu
12 itiraftan
13 kaçınmamıştır
(G ürüliiyor ki, listelere minüskül harflerle sayılar ekledim, aman şiir sanılma
sınlar! Boş inanlara kapılanlar, biçimsel açıdan kaçınılmaz olan son sayıyı say-
·
maılıktan gelebilirler.)
Y u ıyılırnızın Fit zgerald'ın ın en güzel sayfaları, büyük çölçüşlerle biten birta
kım partilere gelen konuklar ııı adlarıyla doludur, liste halinde. Herningway de
acemi yazarlara yarış belletenleri incelemelerini öğütlemiştir - bu yatay yaza
rın verip verebileceği en iyi öğüttür bu. Doğuştan listeci Auden ise yalnızca
tren tarifeleri için değil 'her çeşit liste" için yükseltmiştir sesini.
Daha bir toparlamam ya da diyelim ki çekingenliğimi atmam gerekirse (ya da
düşmanlarımın deyişiyle tutarsızlığa clii�meın) bendeniz de aşağı kalmayacak
bir başyapıt hazırlığını sürdürüyorum, bir tek listeden oluşacak. Şimdiye ka
dar tasarladığım bölümde
(
19:15
Köknarlar Korusu
Kraainem
Brliksel
Belçika
Batı Avrupa
Avrasya
Yerylizü
G iineş Sistemi
S:ımanyolu
Evren
)
782
ve kafasal bitkinliktir.
Birkaç orta uzunlukta liste hazırladım bu arada, burnu havada görünmeyi gö
ze alarak diyebilirim ki hiç de kötü olmadılar. (Elbette, yanılgıya düşmüş da
ha da kötüsü, sığ sayılmaktansa alçakgönüllülükten yana günah işlemeyi yeğ
lerim.)
B1r de Yüzeysel Özet bitirdim, ardından Kusursuz Özet gelecek - daha yüce e
reklere göz diken, uzun süredir kafamda evirip çevirmeme karşın son biçimi
bir türlü veremediğim, daha doğrusu bölümler arasında sürekliliği nasıl sağla
yacağımı kestiremediğim bu yapıtın az biraz T homist' çe* havası'da elimi kolu
mu bağlıyor.
Ama asıl başyapıtım hiç kuşkusuz iki tutkumu birleştirir nitelikte olacak -ek
siksiz listelerle eski çağlar tarihi. Hemen yayımlanmayacalç gerçi, yine de bazı
bölümleri Resmi Gazete'de Aktüalite'de, Sayım ve Sicil işleri bilÇirilerinde,
yani seçkin okura seslenen az satışlı organlarda yayımlanacak. Bu Incilsel dö
kümlerin gqğüsler kabartan meyvesi -beğenime uygun, dahası yaraşır biçim
de- Sümer Ozeti adını taşıyacak. Yapıtımı tasarlar ve geliştirirken nice kereler
kuduğum Yaratılış metni bana büyük ölçüde yol gösterdi.
Kutsal Kitap'a bu göndermeyi yaparken o sansürler günlemi, kitaplar sultanı
yapıta, Sayılar Kitabı'na bir bağlılık andı içmeden geçmeyeyim. Şu kusursuz
dizeleri görür görmez gözlerim yaşlarla doluyor:
bir daha
bir daha
bir daha
hadi bir kez daha
ve bir kez daha da
bir daha
bir daha
bir daha
bir daha!
783
Infantc
. N e yoğun bir güzellik b u ! N e yaman bir ses çeşitliliği! N asıl İ ncilsel ve o ne
denle Tanrısal oluyor şu kaçınılmaz, vazgeçilmez inciler ! Böyle dökümlere
kalkışılımyor günümüzde!
G ünümüzde, aşağıdaki şu d izelerin , çok farklı, ama aynı kertede dokunaklı şu
dizelerin benzerleri de döktürülmüyor-
26 Buhurla dolu on şekellik bir
altın kaşık :
27 Yakılan takdime olarak bir genç boğa,
bir koç , bir yıllık bir erkek kuzu :
2 8 Suç takdimesi olarak bir erkeç :
29 Ve selamet takdimeleri kurbanı olarak
ik.i öküz, beş koç , beş erkeç, birer
yıllık beş erkek kuzu
- biı az ilerdeki şu u stalık lı dizelerin ben zerleri de, ki demin kilerin hakkını
yemek pahasına onları aşağıya alıyorum:
listeler
içindekiler
yoklamalar
tutanaklar
kataloglar
çizelgeler
taslaklar
dökümler
yıllıklar
cetveller
sayımlar
. bilançolar
Incilsel kuşakların ormanını gözden saklayan soyağaçlarını -yalnızca dizmek
bile birbirinin ardı sıra- kuru bir toplama yapma, dikey okuma sütunları dik
me sınırını kat kat aşan bir tattır, hele hele düş gücümüzü ondalıklar neşesine,
eritici hazza ulaştırmada ..
N e yazık ki Tevrat'ın ışığında her şey yozlaşmış görü nüyor. İncil -Vahiy K ita
bı kadar aydınlatıcı bir kitap olmasına karşın- üzücü eksiklerle dolu . H ome
ros listelerini ise hiç anmayalım daha iyi, çünkü K u t sal Kitap listelerini yük
sek sesle okuduktan sonra bunlara göz atmak, tufanı atlatıp camdan sulu sep
ken gözlemeyi andırıyor: 'Biotia'Wara Peneleus'u, Leitus'u, Arkhesilaus'u,
Prothoeon 'u ve K lonius'u yolladılar. H yrie'nin, kayalık Aulis'in, Skoneus'un,
Skolus'un, dağlık Etoneus'un, Thespeia'nın, Graia'nın topraklarıyla M ykal
essus düzlüklerini kalkındıranları; Harma'da, Eilesion 'da, Erythrae'de otu
ranları; Eleon 'u , H yle'yi, Peteon 'u , Okalea'yı, M edeon 'u dolduranları ...
"
785
l n fante
telefon rehberi
tu rist kılavuzu
yolcu luk broşürü
786
liste
program
hüllen
şeh it listeleriyle
savaş günlü kleri
nalbur
yayın evi
kitapçı
tanıtılan
tıp yıllıkları
bitkibilim yıllıkları
mekanik yıllıkları
ve saire
ve saire
ve saire
ve saire
ve saire
Reklamcılar Yıllığı
K ataloglar K ataloğu
Li�teler Listesi
787
Infante
zılarına bakarken ayılıp bayılmanın her dem taze tadını elimden alamaz, Kut
sal Kitap 'ın başlangıcını andırır o güzelim başyazı alfabesi.
Sokaklarla caddelerin yatay dünyasına daldığımda da hiçbir şey, gökdelenleri
gözlemek, onları, yukardan aşağıya taranacak bir pencereler listesi olarak dü
şünmek kadar tat veremez bana, tabii ki bir de gelişigüzel ama teker teker gar
lara, otobüs garajlarına, havalimanlarına uğramayı, yolcu rehberlerini, varış
kalkış saatlerini, uçuş sayılarını incelemeyi saymalıyım: Tanıtıcı nitelikleriyle
listelerin dikey dünyasının büyüsü ve şaşkısıyla uyumlu her türlü tarifeyi kısa
ca.
Listeciliğin bu ana katedrallerindeki görevli (bir anda halden anlar bir memu
run Tanrısal kalıbına bürünür ve ben ona aynı kardeşlik örgütünün üyesi
kimliğiyle gizli bir selam sarkıtırım) bir ara teleksler hesap makineleri, hesap
defterleri arasındaki asıl yaratıcı uğraşını bırakır, gizli yolcu listelerine göz at
mama izin verir ve ben duygu ve yükümle tir tir titreyerek, gözlerim bir yuka
rı bir aşağı kayarak, büyük bir coşkuyla, ürpermelere bırakırım kendimi; bu
öyle bir nöbettir ki ne toplayan gözlere yerleşir ne sayan dudaklara, gizemli
sesler merdiveninin çeşitli düzeylerini tırmanarak, adım adım yukarlara koşa
rak bir liste oluşturur ki mutluluğun ta kendisidir.
788
\1 JL A N K UNDERA
.;29 , Çekoslovakya
789
Kundera
başka şeyi olmadığını saptadığı zaman, sevinerek kendi kendine birkaç hafta
izin alabileceğini, böylece nicedir ele alamadığı işleriyle ilgilenebileceğini dü
şündü.
Ve sonunda, daha sakınımlı arkadaşlarının dediğine geldi. Her ne kadar ana
yasa herkese söz özgürlüğü tanıyor idiyse de, yasalar devlet düzenini bozucu
diye nitelendirilebilecek her şeyi cezalandırmaktaydı. Devletin şu ya da bu sö
zün kendisini yıkacağını öne sürüp ne zaman bağırmaya başlayacağı kestirile
mezdi. Bunun üzerine, Mirek de tehlikeli yazılarını güvenilir bir yere aktar
mayı kararlaştırdı.
Ama ilkin Zdena 'yla aralarındaki işi çözmek istedi. Kızın oturduğu kente tele
fon etti, ama konuşamadı. Böylece dört gün geçti. Ancak dün konuşabildi
kızla. Kız o gün öğleden sonra kendisini beklemeye söz verdi..
Mirek'in on yedi yaşındaki oğlu buna karşı çıktı: Mirek, bir kolu alçılı araba
kullanamazdı. Gerçekten de çok kötü kullandı arabayı. Yaralı kı ılu, güçsüz ve
işe yaramaz bir halde, göğsündeki askıda sallanıyordu. Mirek ·uı hız-kolunu
değiştirirken direksiyonu bırakması gerekiyordu.
3. Zdena'yla yirmi beş yıl önce ilişki kurmuş, bu ilişkiden topu topu birkaç a
nı kalmıştı.
Buluşmayı kararlaştırdıkları bir gün, kız mendille gözlerini silmiş, ha bire bur
nunu çekmişti. Nen var diye.sormuştu. Kız, bir gün önce, bir Rus devlet ada
mının öldüğünü söylemişti. Tdanof, Arbuzof ya da Masturbof adında biri. A
kıttığı gözyaşlarının çokluğuna bakılırsa, Masturbofun ölümü kızcağızı öz
babasının ölümünden daha �ı)k üzmüştü.
Böyle hir şey gerçekten olııı uş olabilir mi? Masturbof'u n ölümü üzerine dö
külen o yaşlar bugünkü nefrl·ıinin uydurduğu şeyden b<ı�kası değil mi? Hayır
hayır, gerçekten oldu bu. All\.ak, o gözyaşlarını inandırıcı kılan anlık koşullar
bugün yoktu ve olayın anısı bir ��rikatür gibi inanılmaz hale geliyordu.
Kızla ilgili bütün anıları böyle. Orneğin, ilk kez seviştikleri evden tramvayla
dönüyorlardı (Mirek, garip bir sevinçle sevişmelerini hepten unuttuğ_unu, bir
saniyelerini bile anımsayamadığını saptadı). Kız sıranın bir köşesine büzüş
müştü, tramvay sarsıla sarsıla gidiyordu. Zdena'nın suratı asık, ters, şaşırtıcı
derecede yaşlıydı. Neden bu kadar suskun olduğunu sorunca, sevişme biçim
lerinden hoşnut kalmadığını anlamıştı. Kız, bir aydın gibi seviştiğini söylemiş
ti.
O günlerin siyasal argosunda, 'aydın"aşağılayıcı bir �nlam taşıyordu. Yaşamı
anlamayan, halktan kopuk adamı gösteriyordu. O dönemde asılan bütün or
taklaşmacılara öbür ortaklaşmacılar tarafından bu aşağılayıcı nitelendirme ya
kıştırılmıştı. Ayakları sağlamca yere basanların tersine, bunların havalarda uç
tukları söyleniyordu. Dolayısıyla, cezaların en ağırı sırasında ayaklarının yer
den kesilmesi, havada asılı kalmaları son derece yerindeydi.
Peki ama, Zdena kendisini aydın gibi sevişmekle suçlarken ne demek istiyor
du acaba?
Şu ya da bu nedenle, ondan hoşnut değildi ve soyut bir ilişkiye (hiç tanımadı
ğı Masturbof'la arasındaki ilişkiye) duyguların en somutunun damgasını vu
rabildiği gibi, en somut edime soyut bir anlam verebiliyor, bu edimi siyasal
bir terimle dile getirebiliyordu.
4. Dikiz aynasından geriye bakıyor ve b4" gezgin arabasının, yani hep aynı a
rabanın arkasından geldiğini fark ediyor. Izlendiğinden hiçbir zaman kuşku-
790
'
79 1
K undera
nünde kendi serüvenlerinin çekici gösterisini sun u yordu. Bugün, zaman dev
adımlarıyla ilerliyor. Bir gecede unutulan tarihsel olay, hemen ertesi gün yeni
nin ç iyi altında kalmakta, dolayısıyla anlatanın anlatısındaki dip perdesi ol
maktan çıkmakta, özel yaşamın alabildiğine tanıdık arka düzlemindeki şaşırtı
cı serüven haline gelmektedir.
Herkesin bildiğini varsayabileceğimiz tek bir tarih sel olay yoktur. Onun için
birkaç yıl önce yaşanan olaylardan bin yıllıkmış gibi söz etmem gerek. 1 939 '
da, Alman ordusu Bohemya'ya girdi; Çek D evleti ortadan kalktı. 1945'te,
Rus ordusu Bohemyaya girdi, bunu n üzerine ülkeye yeniden 'Bağımsız Cum
h uriyet" adı verildi. Insanlar Alman l m ülkeden kovan Ru sları sevinç le karşılı
..
792
ve kavrayışlı varlıklar, eylemlerinin ardından bağırmaya başladılar; ona ses
lenmeye, onu kınamaya, onu izlemeye, onu kovalamaya giriştiler. G ün ü n bi
rinde oturup bu yetenekli ve mutlak varlık kuşağı üstüne bir roman yazacak
olsam, adını 'Yitik Eylemin Ardında Koşarken " koyardım.
793
HA N S M A GN US ENZ ENS B ER GER
1 929 , A /manya
.. .. ..
KA R DA GOA1 UL U
b ir t ü y ağabeyim yitirdi
karga
iiç damla k an döktü babam
h aydut
bir yaprak d ü ştü kara
ard ıç ağacından
yavuklumun gii zelim pabucu nun tek ini
mektubun u falancanın
bir yüzü ğii bir taşı bir kucak saman ı
savaş yere gömeli
çok zaman oldu
yırt mektubu
p arçala p abucu
yaz yaprağa t liy k alemle:
ak taş
kara saman
k ırmızı iz
ah bilmeyişim ne iyi
yavu k lumu n yurdumun evim in
ağabeyimk benim
adlarımız neyd i
794
TED H UGHES
1930 , İngiltere
EYL UL
Oturup akşamları izliyoruz yayılan karanlığı yavaşça:
H içbir saat saymıyor bunu.
Yindeıı diğinde öpücükler ve kollar sarıldıkça
K im b ilebilir zamanın nerede olduğu n u .
795
Enzensbcrger
ŞA R KI
O K adınım.
O K adınım.
O K adınım.
796
K adınım, düşü n yitirdiğimd� sen i
Ayın dopdolu elleri yıkıntı saçarak,
Denizin elleri dünyanın göğü slerinden karanlık ,
Yelin geç tiği yerde d ünyanın çürüyüşü,
Başım sevgiden yorulmuş ·durarak
Ellerimde ve ellerim dolu toprak ,
. O K adınım.
797
En 1.cn sbcr ger
KA R GA TÜNEMESİ
K arga bir küme dağ gördü sabahleyin , buram buram.
Den izi gördü
Omurgası loş, kıvrımlarında bütün dünya.
Yıldızlan gördü, karanlıkta yitip giden bir duman , hiçlik
ormanında üretim yerlerini örten mantarlar, Tanrı ağu su .
Yaratılışın korkunçluğundan titredi.
çeviren : T. S. Halman
798
101/N BA R. TR
1 930 , A BD
I
Piyanomu A kort Ederken.
Edebi faaliyetleri 1 920'den beri esas olarak hukuki evrak ve S rıruşturma yazı
mı ile k ısıtlı olan benim gibi biri için , eldeki görevin yani 1 9;\Tde fikrimi de
ğiştird iğim bir gün ii n açık lan masının en zor t arafı, bu işe girişmek. D ah a önce
böyle bir şey denememiştim, ama bir kere buzlar kırılınca sayfaların rah atça
akıp gid ccl'.ğin i bilecek kadar d a tanıyorum kendimi; doğaçtan su sku n biri de
ğili mdir, ç ü n k ü ve meselenin bundan sonrası, h ik ayeye bağlı k alıp so n unda d a
çen emi kapatmaktan ib aret olacak. B u k o n u d a h iç şüphem yok : Çlin k ü h e
men her seferinde kendim h akkında doğru keh anette bulun urum ve bizim
Cambrid ge'de gend kanı bunun aksi yönde olsa d a, d avran ışlarım aslında a
d am akıllı tutarlıdır. Başkaları (arkadaşım H arrison M ack mesela ya da karısı
Jan e) b�ıı im eksantrik ve davran ışları önced en kestirilemez biri olduğum k a
nısınd aysalar bu, ben im d avranış ve fikirlerimin kendi ilkeleriyle, o' d a eğer bir
ilkeleri varsa, tutarsız olmasından dolayıdır; sizi temin ederim ki benim d avra
n ış ve fiki rlerim kendi ilkelerimle adam akıllı tutarlıdır. Ve ilkelerim arada sıra
da d eğişiyor 0 1 -..a bile -u nutmayın k i hu k itap d a böyle bir d eğişikliğe ilişkin
zaten- el altır ı d .ı bu ilkelerden bolca b u lundururum daima, h at t :ı rahatç a k u l
lan abikceğinıden d e fazla ve bun lar gen ellikle yekpare bir b ü t ü n olu ştururlar;
öyle ki, sıra dışıd ı r diye asla dah a az ı ı ı . ı ntıklı bir yaşan tı olmaz benimki. Ayrı
ca, ü stlend iğim i�leri bitiririm , k u ra l u larak. M esela, bu k itaba b aşladım şimdi
ve hikayenin kend isinden epey u zakta olsak bile, en azından o n a doğru yol alı
yoru z ve kendi payıma ben bu kad arla yetinm esini öğrendim. Belki, daha ö n
ce sözii n ii ettiğim o belirli gli n ü -san ırım 2 1 H aziran 1 937 id i- anlatmayı bitir
diğimd\?, o gli n ün akşamı yatma vak t ine u laştığımda, ulaşabilirsem eğer, belki o
zaman geri gelir ve piyano akord uyla geçen bu sayfaları yok ederim. Ama bel
ki de böyle yapmam : N iyetim, yekten k end imi takdim etmek , adımın konu o
labileceği bazı yorumlara karşı sizi u yarmak, bu kitabın başlığın ın anlam ve ö
nemini açıklamak ve bu n u n gibi başka bazı h oşluklar yapmak, tıpkı misafirin i
799
Barth
izzet ü ikram ağırlayan bir ev sahibi gibi, sizi elden geldiğince rahat ettirmek
ve hikayemin dolambaçlı akışına usulca yerleştirmek: Bir yana atmak yerine
korunması gereken yararlı faaliyetler yani.
'Dolambaçlı akış" böbürlenmesini bir adım ileri götürmeme izin verilirse, şu
nu söy�eyeceğim: Bana hep öyle gelmiştir ki, ara sıra okuduğum romanların
yazarları, hikayelerine kıyısından köşesinden yavaşça girmek varken, onlara
ortalık yerden bodoslama dalan okurlarından biraz fazla şey bekliyorlar.
Mart ortasında Choptank nehrine dalar gibi başka bir insanın yaşantısına ya
da dünyasına böyle balıklama dalış, bana öyle geliyor ki, insana pek az zevk
veren bir şey. Hayır, sen benimle gel okurum, ve zayıf kalbinden endişe etme;
böyle kalplerden bir tane de bende var ve dolayısıyla önce ayak başparmağını,
sonra ayağı, ardından bacağı, derken kalçalarını ve mideni, en sonunda da
tüm varlığını, hikayeme sokmanın, hem de bütün bunları yavaş yavaş yapma
nın değerini iyi bilirim. Alt tarafı zevkli bir dalış bu seni davet ettiğim, bir vaf
tiz töreni değil ya.
Nerede kalmıştık? Daha önce kullandığım yan' i nin anlam ve önemi üzerinde
bir yorumda bulunmak üzereydim, değil mi? 'Piyano akordu" eğretilememi
mi açıklayacaktım yoksa? Yoksa zayıf kalbimi mi? Aman yarabbi, bir roman
nasıl yazılır ki! Demek istediğim, insan nesnelerin anlam ve önemine karşı bi
raz olsun duyarlıysa hikayesine nasıl bağlı kalabilir? Bana gelince, hikayeciliğin
uzmanlık alanım olmadığını daha şimdiden görmekteyim: Yerine koyduğum
her cümle, sizinle birlikte inlerinin dibine kadar kovalamaktan en büyük zev
ki duyacağım suretler ve sorunlarla ağzına kadar dolu, ama böyle bir kovala
ma, yeni suret ve yeni kovalamaları da beraberinde getireceğinden, eminim ki,
eğilimlerimin dizginlerini bir koyversem, hikayeyi bitirmek şöyle dursun, ona
başlayamazdık bile. Normal olarak böyle bir durum umurumda bile olmazdı
ya - bence herhangi bir kitap, öteki kadar iyidir-1937 Haziranında son kez fık
rimi değiştirdiğim o günü (ya 21'iydi ya da 22'si) gerçekten anlatmak istiyo
rum. O halde, altımızdaki bir çekme sal olsa bile, nehrin ana yatağına bağlı
kalacağız seninle·ben ve ne kadar güzel olurlarsa olsunlar, koylarla körfezleri
bır�kacağız geçip gitsinler. (Bu eğretileme de boşuna değil-ama boşver şimdi).
Oyleyse. Todd Andrews benim adım. Bunu bir ya da ikid'yle yazabilirsin; her
iki şekilde de yazılmış mektuplar alıyorum. Tek d'li yazımlara karşı neredeyse
uyarmaya kalkışacaktım seni, 'T od Almancada ölüm demektir: Belki de bu i
sim semboliktir" dersin diye. Şahsen ben, biraz da bu sembolizmden kaçın
mak için, iki d kullanırım. Ama gördüğüm gibi, sonunda seni hiç uyarmadım,
iki d'li T odd'un da sembolik olduğu ve bunun da gayet uygun olduğu şimdi
aklıma geldi de ondan. Tod ölüm demek, bu kitabınsa ölümle fazla bir alıp
veremediği yok; Todd neredeyse Tod demek yani, neredeyse- ölüm ve bu kita
bın, eğer yazılabilirse, neredeyse- ölüm'le alıp vereceği pek çok.
Son bir gözlem. Bir ifşaatta bulunacağı umudunu veren, sonra da hile yapıp
bundan kaçınan hikayeler hiç kalbini burkmadı mı senin? Harika bir buluştan
örneğin, yerçekimine meydan okuyan bir aygıttan, Satürn üzerindeki insanla
rı gösterecek kadar güçlü bir teleskoptan, güneş sistemini yerinden oynatabi
lecek güçte gizli bir silahtan -bahseden hikayelere kim bilir kaç defa rastladım
şu ömrü hayatımda, ama bu hikayelerde yerçekimi aygıtının nasıl işlediği hiç
bir zaman açıklanmaz; Satürn'de canlıların nasıl yaşadığı sorusu asla cevap
landırılmaz: kendi güneş sistemi sökücülerimizi nasıl kuracağımızı bize hiç
800
söylemezler. Ama işte bu kitap böyle yapmayacak. Ben bazı şeyleri hesapla
dım diyorsam, bu şeylerin ne olduğunu sana söyleyeceğim ve bunları elimden
geldiğince açık seçik anlatacağım.
Todd Andrews, o halde. Şimdi bak , istedim mi ne kadar hızlı hareket ederim:
Elli dört yaşındayım, boyum 1.83 ama sadece 66 kiloyum. Sanırım, dış görü
nüşüm sinema oyuncusu Gregory Peck 'in elli dört yaşına geldiğinde sahip o
lacağı dış görünüşe benziyor; şu farkla ki, ben saçımı taran acak kısalıkta kes
tiririm ve her gün de tıraş olmam. (Bay Peck 'le yaptığım kıyaslama övünme a
macını gütmüyor, sadece bir betimleme. Todd Andrews'un ya da Gregory
Peek 'in yüzünU. yaratmaya koyulan Tanrı olsaydım, şurada burada bir iki u
fak değişiklik yapardım.) Hangi ölçüyü alırsan al, mali duruiımin iyidir: An
drews & Bishop Andrews avukatlık şirketinin -ikinci Andrews benim- ortak
larından biriyim ve bu iş bana istediğim kadar para getiriyor: Yılda belki on
bin , belki dokuz bin dolar; doğrusu, tam miktarı öğrenmek için bastırmadım
hiç . M aryland 'ın D oğu Kıyısı'ndaki D orchester ilçesinin merkezi Cambridge'
te yaşıyor ve çalışıyorum. Cambridge benim memleketim; babamın memleke
ti de burası -Andrews eski bir Dorchester adı zaten- Birinci DünyB;_Savaşı'nda
orduda geçirdiğim yıllarla, daha sonra Maryland Johns Hopkins U niversitesi
H ukuk F akültesi'nde geçirdiğim yıUar dışarıda tutulacak olursa, Dorchester
dışına ayak basmadım. Bekarım. H igh Street 'te adliye binasının hemen karşı
sındaki Dorset Oteli'n�e tek bir odada kalıyorum, bürom da bir blok ötede
Court Lane üzerinde Avukatlar M ah allesi'nde. Avukatlık, otel faturalarımı ö
demeye yetiyorsa da onun dışındaki yüzlerce meraktan : Yelkencilikten , içki
içmekten, sokaklarda dolaşmaktan, Soruşturma'mı yazmaktan , duvarları sey
retmekten, ördek ve çakal avlamaktan , okumaktan , politikacılık oynamaktan
dah a fazla 'mesleğim" saymam onu. Oldukça pahalı elbiseler giyerim. Robert
Burns marka puro içerim . Sevdiğim içkiler Sherbrook çavdar viskisi ile zence
fil birasıdır. Sık sık ve sistemsiz biçimde okurum -yani, kendi sistemim vardır,
ama alışılmamış bir sistemdir bu. H iç acele etmem. Kısacası, hayatımı, Yüzen
Opera'nın bu ilk bölümünü nasıl yazıyorsam tıpkı onun gibi yaşarım- ya da,
en azından , 1 937 'den bu yana öyle yaşadım.
H astalıklardan ·bahsetmeyi unutuyordum neredeyse.
M esele şu : Sağlıklı bir adam değilim. Bunu şimdi bana hatırlatan şey de,
D orset Oteli'ndeki şu masamda, Soruşturma'ma ilişkin belgelerin ortasında o
turmuş, Yüzen Opera adı üzerinde dü şünürken, dışarıda yanıp sönen neon ı
şıklarının ritmine uygun olarak parmaklarımla masada tempo tutmaya başla
mış olmam. Parmaklarımı görmelisiniz. Başka açılardan kullanışlı, hiç de çir
kin olmadığı da zaman içinde kulağıma fısıldanmış olan vücudumun tek sakat
yeridir onlar. Bu parmaklar .. Kocaman yamru yumru şeyler ve devasa, sarar
mış, ağır tırnaklar. Bir tür yarı akut bakteriyolojik endokarditis hastalığım
vardı benim (muhtemelen hala da var ya) ve bu hastalık özel bir komplikasyon
yarattı. Ta gençliğimden beri vardı bu. Parmaklarımın böyle topuz gibi olma
sına yol açtı; arada bir halsizlik de geliyor üstüme, ama çok sık değil. Asıl ö
nemlisi, komplikasyonun miyokard enfarktüsüne dönüşme eğilimi. Bunun
anlamı da şu ki, günün birinde, hiçbir uyarı olmaksızın, pat diye düşüp ölebi
lirim, belki bu cümleyi bile tamamlayamadan,. belki yirmi yıl sonra. Bunu
1 9 1 9 'dan beri, yani otuz beş yıldır biliyorum. Oteki derdimse prostat bezim
deki kronik iltihap . Ben daha gençken başıma dert açıyordu biraz: D aha sön-
801
Barth
ra bir yerlerde şüphesiz size anlatacağım gibi birkaç çeşit dert açıyordu , ama
yıllardır her gün bir hormon kapsülü (diethylstilboestrol adlı östrojenden bir
miligram) almakla bu işi hallettim ve ara sıra bir uykusuz gece geçirmenin dı
şında enfeksiyonum beni rahatsız etmiyor artık. Alt çenemin sol tarafındaki
azı dişimdeki dolgu ile üstte sağda kron takılmış bir köpek dişim dışında bü
tün dişlerim sağlam (1917'de Cheasapeake Körfezi'ni geçtiğimiz sırada bir ar
kadaşla güreşirken feribotun demir koruyucusu na çarpıp kırmıştım o köpek
dişimi). Hiç kabızlık çekmem, gözlerim ve sindirim organlarım mükemmel
dir. Son olarak şunu söyleyeyim: Birinci D ünya Savaşı'nda Argonne'da bir
Alman ç avuşu tarafından birazcık süngülenmiştim. Sol baldırımda kasın bü
zü ştüğü yerde küçük bir iz kaldı, ama acımıyor. Alman çavuşu öldürdüm .
H iç şüphesiz, bir iki bölüm yazdıktan sonra hikaye anlatmanın hünerini kapın ·
ca h em daha hızlı gideceğim hem de bu sapmalarını azalacak.
Peki öyleyse, kitabın başlığı; hem bakalım, bundan sonra hikayeye girebilecek
miyiz? Bundan on altı yıl önce, 1937 H aziranında bir gece fıkrimi nasıl değiş
tirdiğimi yazmaya karar verdiğimde, aklımda herhangi bir başlık yoktu. Ger
çekten , yazmaya başladıktan bir saat kadar sonraydı ki, h ikayenin en azından
bir roman u zu nluğunda olacağını kavradım ve dolayısıyla ona bir roman adı
koymaya karar verdim. 1938'de hikayeyi yazıya geçirmeye karar verdiğimde
bunu, şu anda notları ve belgeleri odamın büyükçe bölümünü işgal eden S o
ruşturma'mın bir. bölümü için yapılacak ön çalışmanın bir yönü olarak düşün
müştüm sadece. ince eleyip sık dokuyan biriyimdir. O haziran gü nünü kağıd�
dökmeyi bir kez kararlaştırınca ilk işim, hiçbir şeyin dışarda kalmadığından e
min olabilmek için, o günkü bütün dü şünce ve hareketlerimi elden geldiğince
eksiksiz biçimde hatırlamak oldu. Bu k-üçük işse dokuz yılımı aldı -kendimi
fazla zorlamadım- notlar da pencerenin oradaki şeftali sepetlerinden bir kaçını
ağzıyla bir doldurdu. Ardından bir miktar okuma yapmam gerek ti: Anlatma
işini hissedebileyim diye bir iki roman, 'arka plan " sağlayabileyim ve olan bite
ni iyi kötü anladığımdan emin olabileyim diye de tıp, tekne yapımcılığı, felse
fe, zenci saz şairliği, deniz biyolojisi, yargı içtihadı, eczacılık, M aryland tarihi,
gazlar kimyası ve bir iki başka şey. Bu iş de üç yılımı aldı: Genellik le tatsız yıl
lardı bunlar, ç ünkü böyle nispeten u zmanlaşmış bir okuma yapmak için her
ı.amanki kitap seçme sistemimi terk etmek zorunda kalmıştım. Son iki yılı, o
gü nden h atırladıklarıma ilişkin malzemeyi yedi şeftali sepetinden tek sepete
indirecek şekilde düzenlemekle, bunların ü zerine yazdığım gözlem ve yorum
ları yeniden yeniden yedi şeftali sepeti dolusu malzemeye ulaştırmakla, niha
yet bu yorumları yedi şeftali sepetinden yeniden ikiye indirmekle geçti; yazdı
ğım sırada yaklaşık her yarım saatte bir, bu iki sepetten rasgele yorumlar çe
kip çıkartmak amacını gütmekteyim.
H ay Allah . Ne yazık ki, her şey önemli ve nihai olarak da hiçbir şey önemli
değil. Şimdi şu ndan iyice eminim ki, bu on altı yıllık hazırlığım başta düşün
düğüm kadar, ya da hiç değilse başta düşündüğüm biçimde, yararlı olmaya
cak : O günün olaylarını oldukça iyi anlıyorum, ama iş yoruma gelince ..:sanı
rım yapacağım şey, hiç yorumda bulunmamaya çalışmak ve sadece olaylara
bağlı kalmak olacak. Böylelikle, biliyorum konudan sık sık ayrılacağım- ayar
tılmanın çekiciliği her ı.aman çok büyük ve hele sonun konu dışı olduğu nu bi
lince dayanılmaz geliyor - ama en azından son a ulaşabileceğime dair biraz u
mudum var ve gözden düştüğüm ı.aman da, her halükarda niyetlerim konu
802
sunda kendimi kutlayabileceğimi biliyorum.
Niçin Yüzen Opera? Bunu kıyamet gününe kadar açıklayabilirim ve gene de
tümünü açıklayamam. Sanıyorum, ne kadar küçük olursa olsun bir şeyi bütü
�üyle anlayabilmek için dünyadaki bütün öteki şeylerin anlaşılması gerekiyor.
Işte bu yüzden ben de bazen en basit şeyler karşısında apışıp kalıyorum : Gene
bu yüzden , Soruşturma'ma başlama hazırlıklarının bir ömür boyu tutmasına
aldırmıyorum. Neyse peki, Yüzen Opera. Bir zamanlar Virginia ve M aryland
kıyılarında dolaşıp duran gösteri teknesinin adının bir parçasıydı bu: A dam'ın
Orijinal ve Benzersiz Y üzen Operası; sahibi ve kaptanı Jacob R. Adam; duhuli
ye 20, 35 ve 50 cent. Yüzen Opera, 1937 'de, fıkrimi değiştirdiğim gün Lon g
Wharf'ta bağlı duruyordu ve bu kitabın bir kısmı onun üzerinde geçer. Bu da,
adını.,başlık olarak kullanmak için yeterli bir sebep . Ama daha iyi bir sebep de
var. U zerinde düz, büyük ve açık tek bir güvertesi bulunan bir gösteri teknesi
inşa etmek ve bu teknede sürekli bir piyes oynatmak fıkri, bana her zaman
çok cazip gelmiştir. Tekne kıyıya bağlanmayacak, gelgite göre nehrin üzerin
de bir aşağı, bir yukarı sürüklenip duracak, seyirciler de nehrin iki yakasında
oturacaklardır. Gemi önlerinden süzülüp giderken piyeste geçen olayların
hangi bölümü önlerinde serimleniyorsa, seyirciler de ancak onu yakalayabile
cekler, hala aynı yerde oturmaları kaydıyla, konudan bir parça daha yakalaya
bilmek için, akıntının yeniden bu yöne dönmesini bekleyeceklerdir. Aradaki
boşlukları doldurabilmek için ya hayal güçlerini kullanmaları ya daha dikkatli
komşularına sormaları ya da nehrin· üst ya da alt yakasından gelen laflara ku
lak vermeleri gerekecektir. Çbğu zaman ne olup bittiğini hiç anlamayacaklar
ya da aslında anlamadıkları halde anladıklarını sanacaklardır. Birçok kereler
oyuncuları görebilecekleri halde işitemeyeceklerdir'. H ayatın büyük bölümü
nün de böyle yürüdüğünü söylememe gerek yok herhalde: Arkadaşlarımız sü
zülüp geçerler önümüzden; onlarla bağlantı kurarız; onlar yüzüp giderler ve
biz de ya onlar hakkındaki söylentilere kulak vermek zorunda kalırız ya da ta
mamen kaybederiz izlerini; gene yüzüp gelirler ve biz de ya dostluğumuzu ye
nileriz onlarla -zamana ayak uydururuz- ya da artık birbirimizi anlamadığımı-
zı fark ederiz. Ve işte bu kitap da eminim böyle yürüyecek. Tuh aflıklarla, me
lodramlarla, gösterilerle, öğretici ve eğlendirici şeylerle dolu bir yüzen opera
dır bu dostum; ister istemez benim başıboş yazılarımın gelgitinde yü züp du
ran bir tekne: Onu bir an göreceksin, sonra gözden kaybedeceksin, yeniden
keşfedeceksin sonra; ve o bir görünüp bir kayboldukç a, dikkatini, hayal gü
cünü -ve eğer sıradan biriysen biraz da sabrını- iyice harekete geçirmek zorun
·da kalabilirsin , eğer olup biteni i.zlemek istiyorsan.
803
.
A D ONIS
1930, L übnan
DOGU A GA CI
Ayna oldum ben :
Ters çevirdim her şeyi
Ateşinle yaktım suyun ve bitkilerin ayinini
Sesin ve çağrının tın ısına işaret koydum
A TEŞ A GA CI
Ağaç yapraklarından bir aile
G elip oturdu çeşme kıyısına
Toprağı gözyaşlarıyla yaralıyor.
Ve ateşin kitabını okuyor çeşme.
804
KİRPİK A GA CI
G özyaşı adasında kabuklara küplere
konuk gittiğimde gördüm ki
bir bakıştı zaman
suyu kıvılcımlarla bitiştiren
ve insana efsane
bir efsanenin at eşi olma izni veren.
805
FER NA N D O A R RA BA L
1932 , İspanya
hi söyleyerek, seslendi.
Taşıyıcılardan biri:
- Biir, kiii, üç dedi.
K ağnı yeniden yola koyuldu. K ağnıyı çekenlerin gömlekleri tere batmıştı . O
muzları da yırtılmıştı.
Romalıların trampetlerinin çıkardığı ses ortalığı çınlatıyord u : tat-tara-tat-ta-
tat-tara-ta.
Clara H alanın omzuna aldığı haça benzer, üç haç ta,şıyan üç tövbekar geç ti. O
nunkiler gibi, ayaklarına uzun zincirler takmışlard ı. içlerinden biri, ayaklarını
fazlaca sürüklüyordu.
Romalıların trampetlerinin çıkardığı ses ortalığı çın latıyordu .
Piskopos, altın işlemeli cüppesiyle geç ti. Köy papazlarından ik isi, cüppenin e
teklerini tutuyorlardı. Piskoposun arkasında, beyaz elbiselerini giyinmiş bir
sürü papaz yürüyordu.
Romalıların trampetlerin in çıkardığı ses ortalığı çınlatıyord u.
Sofu dernekleri üyeleri, yalnız göz yerleri delik göğü slerine dek inen külah lan
başında yürüyüp geçtiler. iki dizi külahlı arasında, y ed i yaşlarında bir kız ço
cuğuna tutunarak, bir tövbekar kadın dizleri üstünde ilerliyord u . Sesli sesli ya-
806
kararak ağlıyordu .
Romalıların trampetlerinin çıkardığı ses ortalığı çınlatıyordu.
Clara H alanınkiler gibi haçlar, zincirler taşıyan iki erkek tövbekar geçti. Biri
tökezlenip düştü. Sonra, kalktı ve yoluna devam etti.
Romalıların trampetlerinin çıkardığı ses ortalığı çınlatıyordu .
D aha büyük bir haç taşıyan erkek bir tövbekar daha geçti. Ağır ağır yürüyor
du. Dört metre kadar uzunluğunda, iki ağır zinciri sürüklüyordu ayaklarıyla.
K adınlar bağırdı, içlerinden ağlayanlar oldu. Elisa, işemek istediğinden , de
dem alıp onu bir köşeye götürdü; kıçı havada, çömelip işedi oraya.
Romalıların trampetleri gecen in karanlığınıçınlatıyord u: tat-tara-tat-ta�tat-ta
ra-ta.
*
Villa Ramiro 'da gelincikler vardı. Madrid 'de gelincik yoktu. M adrid 'de ban a,
eldeki çiçeklerin en güzelinin orkide olduğunu söylediler.
- Kendi isteğinle ayrıldın benden . Gönlüm kırıldı, ama istediğin şeyi yapm�k
ta seni özgür bıraktım. Gene de seni eve dönmeye zorlayabilirdim, ergin de
ğilsin daha. Ama her zaman benim için önemli olan , başkalarının mutluluğu-
807
Arrabal
dur, kendi mutluluğum değil. Eller, seni benden daha iyi bakabilir mi? Bir şe
yini eksik eder miydim?
Oyun kağıtlarından gözünü ayırmadan konu şuyorsun benimle.
*
Bebek, makasla ufak ufak kesilmiş bir saman yiğınının ortasına konmuştu.
Çbk yoksul olduğundan, ut yerlerini örtmek için bir tek bezi vardı. Ama Tan
rı olduğu için de başında, tenekeden kesilmiş bir tacı vardı.
G öl, yuvarlak bir şeker kutusunun kapağında yayılıyordu. G öl suyunun üze
rinde, mantardan yontulmuş bir ördek vardı; kafası ağır geldiğinden, dikkati
mi başka yere çevirince, yatıp kalıyordu. Gölün dibinde de, kırmızı boyayla
çizilmiş balık vardı.
Çbcuk ü şüdüğü , ortalığı da ısıtıcak bir şey olmadığı için, arkasında çocuğu
soluklarıyla ısıtan bir eşekle bir inek duruyordu. Eşek sağda, inek ise solday
dı.
Çbcuğun bulunduğu yeri, Üç Krallara göstermek için , bir iplikle tutturulmu ş
üzeri pullu bir yıldız sarkıyordu gökten. Yeri kolayca bulmaları için, bir yeşil
yosun tarlasının ortasına, sarı ince kumdan bir yol döşenmişti . .
Vakit gece olduğu için , gümüş yaldızlı kağıtlardan yaptığım küçük yıldızlarla,
koyu mavi kağıttan yaptığım gökyüzün ü beneklemiştim. Bunun . anlamı herke
sin anlaması için de, özenerek güzel güzel harflerle, kenarına: '1şte Beytu lla
himdeki ahır. Isa çocuk, orada 24 Aralıkta dünyaya geldi'' Jiye yazdım, kağıtt
an bir şerit üzerine.
Akşam, tespih çekerek yakardıktan sonra, Clara Hala, bize Noel ilahileri söy
letti, ben de senin dizlerine oturmuştum.
*
Babam, kartondan yaptığım tiyatroyu da, daha sonra tahtadan yaptığım tiyat
royu da göremedi.
Anımsıyorum, bir adam kuma gömüyordu ayaklarımı, Melilla kumsalında.
Bilmiyorum, senin gibi tiyatromu seyretmeyi sever miydi, yoksa Elisa gibi sı-
kılır mıydı. .
Bacaklarımın yakınında adamın ellerini ve M elilla kumsalının kumunu anım
sıyo�um.
Ayinde papaza yardım ettiğimi, dah a sonra da bisiklete binmeyi öğrendiğimi
görmedi.
Anımsıyorum, güneş adamın ellerini, bacaklarımı, M elilla kumsalının kumu-
nu ışığa boğuyordu. .
Bilmiyorum, ayinde papaza yardım edişimi görünce, senin gibi o da sevinir
miydi yoksa bisiklete binişimi görünce, ninem gibi kızar mıydı.
808
S YL VIA PLA TH
1932 - 1963, ABD
ADA Y
Önce, istediğimiz gibi biri misin bakalım?
Takma gözün,
Takma dişlerin , koltuk değneğin,
Askın, çen gelin ,
Takma göğü slerin
Çhy getirecek ,
Baş ağrılarını geçirec ek ve ne dersen yapacak
Bir el.
Evlenir misin?
Garantisi var,
809
Plath
810
SIR ÇA FANUS 'TAN
811
Plath
M arketten p sikoloji üzerine birkaç ucuz kitap alıp kendi semptomlarımı ki
taptakilerle karşılaştırmıştım ve elbetteki semptomlarım en umutsuz vakalara
uyuyordu.
San sasyon gazetelerinin yanı sıra, bir tek bu anormal psikoloji kitaplarını o
kuyabiliyordum zaten. Sanki durumuma uygun biçimde son vermek amacıyla
bilmem gereken her şeyi öğrenmemem için yalnızca ince bir aralık kalmış gi
biydi.
K endimi asma fiyaskosundan sonra, acaba bu işten vazgeç ip doktorlara m ı
teslim olsam diye düşünmedim değil, ama sonra Doktor Gordon ve özel şok
makinesi geldi aklıma. Bir kez kilit altına girdim mi, onu h abire üzerimde kul
lanırlardı artık.
D erken annemin, erkek kardeşinin ve arkadaşlarımın, biraz iyileştiğim umu
duyla Allahın günü beni ziyaret edeceklerini düşündüm. Sonra bu ziyaret işi
tavsamaya başlardı ve umutlarını keserlerdi. Yaşlanırlardı. Beni unuturl�dı.
yoksul da dü şerlerdi.
ünceleri en iyi şekilde tedavi edilmemi isteyerek, bütün paralarını D oktor
G ordon ' u nki gibi bir ö zel hastaneye akıtırlardı. Para suyunu çek ince de,
bodrumundaki büyük bir kafeste benim gibi yü zlerçe insanın bulund uğu bir
devlet hastanesine n akledilirdim.
D urumunuz ne kadar umutsuz .plursa, sizi o kadar derine gizlerler.
Cal geri dönmüş, kıyıya doğru yüzüyordu.
Ben onu gözlerken yavaş yavaş çenesine kadar gelen sudan dışarı çekeledi
kendini. H aki rengi kumlar ve yeşil kıyı dalgacıklarına karşı, gövdesi bir an i
kiye bölündü, tıpkı beyaz bir solucan gibi. Sonra yeşilliğin tamamen dışına,
hakiye doğru sürüklendi ve deniz ile gök arasında ya kıvrılıp duran ya da sa
dece tembel tembel dolaşan düzinelerce başka solucanın arasında yitip gitti.
Ellerimi kürek gibi kullanıp ayaklarımı vurdum. Yum urta biçimindeki kaya,
Cal ile kıyıdan baktığımızda olduğundan daha yakında değilmiş gibiydi.
Sonra ta kayaya kadar yüzmenin de anlamsız olduğunu fark ettim , çünkü vü
cudum, kayaya tırmanıp güneşte yatmak, böylece de geri yü zecek gücü topla
mak için bu durumu bahane edebilirdi.
Yapılacak tek iş kendimi hemen oracıkta boğmaktı.
D urdum ben de.
' Ellerimi göğsüme getirip başımi suya soktum, ellerimle suları iki yan a iterek
daldım. Su, kulak zarıma ve kalbime basınç yaptı. Pervane gibi çırpınarak di
be indim, ama daha neye u ğradığımı anlayamadan su beni gerisin geri, güneşe
tükürüverdi. D ünya, mavi ve yeşil ve sarı yarı değerli taşlar gibi, çevremde pa
rıldayıp duruyordu.
Su kaçan gözlerimi ovuşturdum.
Yorucu bir ç aba harcamış gibi, nefes n efese kalmıştım, ama yine de parmağı
mı kıpırdatmaksızın suyun üzerinde batmadan duruyordum.
D aldım, bir, bir daha daldım. H er seferinde de şişe man tarı gibi suyun yüzüne
fırladım.
Sudaki bir cankurtaran simidi gibi rahatlıkla batıp çıkan kurşuni kaya, alay e
diyord u benimle.
Yeri gelince, pes etmesini bilirim.
Geri döndüm.
Çeviren : Sevin Okyay
812
MA N UEL P UIG
1932, Peru
813
Pu ıg
814
Hüküml�: Ama daha kötüleşirse artık hücrede kalamaz, bir kez de revire gitti
mi benim yapabileceğim bir şey kalmaz.
Müdür: Molina, sen bizim burdaki personelimizin becerisini yeterince değer
lendirmiyorsun. Onlar bu gibi durumlarda, ne zarrian, nasıl adım atacaklarını
tam tamına bUirler. Sözlerini iyi tart, dostum. (*)
Hükümlü: Ozür dilerim efendim, ben yalnızca sizlere yardımcı olmak istiyo
rum. Başka bir şey...
Müdür: Elbette. Şimdi başka bir şey daha: Af konusunda en ufak bir laf bile
ağzından kaçırma. Hücrene döndüğünde sevincini hiç belli etme. Buraya geli
şini nasıl açıklayacaksın ona?
Hükümlü: Bilmiyorum. Belki siz bir fıkir verebilirsiniz efendim ..
Müdür: Annenin geldiğini söyle, nasıl bu fikir?
Hükümlü: Yok, efendim, bu olamaz.
Müdür: Neden olmasın?
Hükümlü: Annem bana her zaman paket paket yiyecek getirir de ondan.
M_üdür: Senin aşırı sevincini haklı gösterecek bir _şey bulmalıyız, Molina. Bu
kesin. Tamam, buldum, senin için bir miktar yiyecek getirtip annen gibi pa-
ketleriz, buna ne dersin?
·
Müdür: Dur bakalım... Alo, alo... Guierrez, bir dakika buraya gelir misin lüt
fen.
Hükümlü: Annem her zaman aldıklarını kesekağıdıyla getirir, her kolunda bir
tane. Markette her şeyi yerleştiriveriyorlar, kolayca taşısın diye.
Müdür: Peki... Evet, buraya. Bana bak, Guierrez, sana bir liste vereceğim,
burdaki yiyecekleri gidip alacaksın, sonra da belirli bir biçimde yerleştirip pa
ket edeceksin. Bu hükümlü sana anlatacak. Her şeyin..dur bakayım... yarım
saatte hazır olması gerek. Bir makbuz doldur, çavuş da seninle birlikte gelsin,
hükümlünün talimatına göre alışveriş yapın. Molina, annenin neler getirmiş
olabileceğini söyle bakayım.
Hükümlü: Size mi efendim?
Müdür: Bana ya! Hem de çabuk ol! Yapacak başka işlerim var.
Hükümlü: G.uava marmeladı, büyük kutu .. iki tane yazın. Konserve şeftali, i-
ki piliç çevirme, sıcak sıcak olmalı. Büyük torba toz şeker. Bir kutu çay, bir
kutu papatya. Toz süt, konsantre süt, deterjan.. küç_ü� bir kutu, yok, büyük
kutu BLANCO, dört kalıp tuvalet sabunu, SU AVISIMO marka... başka?..
Hah, tamam, büyük kavanoz ringa balığı salamurası, ay bir parça düşüneyim,
aklıma da hiç bir şeycikler gelmiyor ki...
(*)'Cinsellik Varsayımı Üstüne Üç Deneme"sindeFreud,cinsclliğin bastırılmasının genel ola
rak bireyin başka bireyler üzerinde egemenlik kurmasına bağlanabileceğini, bu ilk bireyin de
babadan başkası olmadığını belirtiyor. Bu tür bir egemenlikten yola çıkarak ataerkil toplum
815
Puıg
biçimi kurulmuştur, bu, kadının erkekten daha aşağı sayılmasına ve cinselliğin yoğun baskı
altında tutulmasına dayanır. Freud bununla da kalmayarak ataerkil otorite varsayımını dinin
yükselişine, özellikle Batıda tektanrılılığın kazandığı üstünlüğe bağlar. Beri yandan Freud,
cinselliğin baskı altında tutulması konusuna özel ilgi gösterir, çünkü insanın doğal itkilerinin,
ataerkil toplumun izin verdiğinden çok daha karmaşık olduğu kanısındadır: Küçük bebelerin
bedenlerinin her yanından ayrımsız bir cinsel zevk alabilme yeteneğine sahip olduklarına ina
nır ve onları, 'Çok çeşitli sapkın" olarak niteler. Bu görüşün başka bir yönü olarak Freud, in
sanın doğuştaki seks itkisinin temelde biseksüel olduğu inancındadır.
Bu doğrultuda ve cinselliğin bastırılması konusunda incelemeler yapan Otta Rank da babanın
egemenliğinden başlayarak erkeklerin yönettiği güçlü bir devlete kadar dayanan uzun geliş
menin ilk baskının uzantısı olduğunu savunur ve bu baskının temel amacının kadını belirgin
biçimde dışlamak olduğunu ileri sürer. Dennis Altman da 'Eşcinselin Ezilişi ve Kurtuluşu" ki
tabında özellikle cinselliğin bastırılışını ele alarak bunu insanlığın ta kökeninde yatan bir ge
rekime, ekonomik aınaçlar ve savunma amacıyla çok sayıda çocuk üretme gerekimine bağlar.
Gene bu kol}.uda Ingiliz antropolog Rattray Taylar, 'Tarihte Seks" incelemesinde şu noktaya
işaret eder: M.O. 4'üncü yüzyıldan başlayarak Yunan toplumunda cinsellik gitgide daha çok
bastırılmış, suçlul�k duygusu da artmıştır, bu öğeler de, cinsel yönden eski Yunana oranla
daha baskıcı olan Ibrani tutumunun zafer kazanmasını kolaylaştırmıştır. Eski Yunanlılar her
insanın cinsel bünyesinde, heteroscksüel olduğu kadar homoseksüel katmanların bir arada
bulunduğu görüşündeydiler.
Gene Altman yukarda geçen çalışmasında, Batı toplumlarının cinsel baskıda uzman oldukla
rını, bu baskının Yahudi-Hıristiyan din gelenekleriyle yasallaştığını ileri sürer. Altman'a göre
bu baskı, birbiriyle iç içe bağıntılı üç biçimde dışa vurur: Cinsellikle 1) Günah kavramı ve bu
nun ürünü olan suçluluk duygusu, 2) Aile kurumu ve çocuk yapmanın cinsellikte tek amacı
olduğu kanısı, 3) Jenital ve hetcroseksüel olanlardan başta tüm cinsel davranışların dışlanma
sı arasında bağıntı kurarak. Daha sonra Altman, cinsel alandaki geleneksel özgürlükçülerin
bu durumlardan ilk ikisini değiştirmek uğruna savaşım vermekl� birlikte üçüncüsünü savsa
dıklarını söyler. Buna örnek olarak Wilhelm Reichin, 'Orgazmın Işlevi" adındaki kitabını gös
terebiliriz. Reich burada cinsel özgürleşmenin köklerinin 'kusursuz orgazm'tla yattığını, bu
nun da ancak aynı kuşaktan bireylerin heteroseksüel ve jenital cinsel birleşimiyle gerçekleşe
bileceğini ileri sürer. Sonraki incelemeciler işte Reich'ın bu savının etkisi altında kalarak eş
cinselliğe ve gebelik önlemlerine karşı çekincelet ortaya atıp geliştireceklerdir, çünkü bu öğe
lerin· kusursuz orgazmı engelleyici ve dolayısıyla kusursuz cinsel özgürlüğü köstekleyici oldu
ğu görüşündedirler.
Herbert Marcuse, cinsel özgürleşmeyi ele aldığı 'Eros ve U ygarlık" yazısında bu özgürleşme
nin baskının kaldırılmasından öte bir anlam taşıdığına, çünkü özgürleşmenin yeni bir ahlak
kavramı gerektirdiğine, "insan. doğası" fıkrinin yeniden ele alınmasını öngördüğüne işaret e
der. Daha sonra da cinsel özgürleşme konusundaki bütün gerçek varsayımların, insan gere
kimlerinin temelde 'Çok çeşitli sapkın" olduğunu hesaba katmak zorunda olduklarını belirtir.
Marcuse'e göre, cinselliği yararlı bir amaca araç olarak kullanan bir topluma başkaldırarak
''.sapıklık", cinselliğin başlıbaşına bir amaç olduğu savını desteklemektedir. Bu yüzden sapık
lar, güçlü ''performans" ilkesinin, yani kapitalizmin kurumlaşması için şart olan esas baskıcı il
kelerden birinin yörüngesi dışında kalırlar ve böylelikle, dolaylı yoldan, kapitalizmin temel il
kelerine kuşku yöneltmiş olurlar.
Marcuse'ün yürüttüğü bu mantık üzerine görüş belirten Altman şunları ekler: Eşcinsellik
başka cinsellikleri dışlayarak kendi ekonomik düzenini kurduğu, heteroseksüelliğin gelenek
sel düzenlerini eleştirmekten vazgeçip kopya edici bir tutuma girdiği noktada kendisi de, baş
ka cinsellikleri dışlayan heteroseksüellik kadar güçlü bir baskı biçimi olup çıkar. Altman, da
ha sonra Marcuse' ün yanı sıra başka radikal Freudçu olan Narman O. Brown üstüne görüş
belirterek şu_ sonuca varır: Bizlerin "insan doğası" dediğimiz şey yüzyılların baskısının sonu
cundan başka bir şey değildir. Bu sav insan doğasının temelde değişebilir olduğunu - belirtir ki
Marcuse ve Brown de bu görüşe katılmamaktadırlar.
816
ANDR EY VOZNEZENSKİ
1933, SSCB
GO YA 'YIM BEN
G oya 'yun ben
çıplak tarladan, düşmanın çelikten kalemiyle
oyulmu ş gözlerimin kraterleri
Acıyım ben
Diliyim ben
savaşın, sönmeyen koru şehirlerin
1941 yılında, karda
Açlığım ben
G ırtlağıyım ben
G övdesi tek başına bir meydand a
bir çan gibi ç alan
asılmış bir kadının
·
G oya'yım ben
Ey gazap üı;ümleri!
Savurmu şum küllerini batıya
çağrısız konuğun !
ve çakmışım yıldızlan her şeyi gören .
ve unutmayan gökyüzüne
çiviler gibi
G oya'yım ben .
1959
817
Vo mesenski
818
Sulara dalıyoruz çırılçıplak
ama nehirler kuruyor
tümden; balıklar ölüyor denizlerde
K adınları gebe Rolls Roys 1ara baştan başa ulusun -
radyasyon.
819
Vo:mesenski
Oha!
Beygirler gibi dövülmüş, bahşiş dileniriz, ringlerde ve pazar yerlerin de
gözlerimiz kararır,
ama
geceleyin döşeğe değince sırtlarıınız, yıldız dolu pencereler parıldar
İçimizde -
sanki kara radyatörlerde -
boksörler, gladyatörler,
- sanki bir sazanbalığı yansımış bir küçük gölde -
burçlar yüzer
ağırbaşlı, acınası
Büyükayı ve M erih
içimizde...
820
Biz z.enciler, biz şairler
gez.egenler düşer içimize yararak sulan
ve yatar derinde efsaneler ve yıldızlar dolu çuvallar gibi
Çlğneyin bizi
tekmeleyin tekmeleyin gökyüzünü
tüm evrendir
çizmelerin izin altında inleyen !
1961
82 1
. .
822
PUT
Çhm iğneleri arasında,
karla dolu bir hendekte
Even 'lerin putu
bakışını tayga'ya dilemiş
Bir zamanlar
gözkapaklarını küstahça kısarak
ödlek Even kadınlarının
armağan sunması� a bakardı.
Pabuç, gocuk,
balla kürk getirirlerdi,
putun hepsini düşündüğünü ,
d u a ettiğini sanarak . . .
D ertlerini anlayacağını
cahilce umarak
sıcak geyilc kanını
ağzına sürerlerdi.
823
Yevtuşenko
Tipinin altında,
ormanın uğultusunu dinlerken
dudaklarını yalıyor ve
kan , kan istiyor put.
824
R ICHA R D BRA UTIGA N
1935, ABD
825
Brautigan
826
var mı? Varsa çıksın. Haydi. "
K ırp , kırp, kırp, kırp , kırp dışında hiç birimizden çıt çıkmadı. Birden onun
kahrolası gözünü kırpışını işittim .Başımızdaki felaketin 1 .000. 000 ' uncu yu
murtasını bırakan bir böceğin çıkardığı ses gibiydi aynı.
'Hepiniz yaptınız. Neden? Neden birlerin sırtına Amerika 'd a alabalık avı yaz
dınız?"
D erken müdür, bizimle uğraşırken daima kullandığı ünlü altıncı sınıf numara
sı E- metrekareye geçti.
'Şimdi,"dedi, 'Bütün örtmenlerinizi buraya çağırsam, hepsine arkalarını dön
mesini söylesem, sonra elime bir tebeşir alıp sırtlarına Amerika 'da alabalık avı
yazsan1, komik olmaz mıydı?"
ij,epimiz sinirli sinirli kıkırdayıp h afifçe kizardık.
'Ortmenlerinizin , size Küba'yı öğretmeye çalışırken, bütün gün sırtlarında A
merika'da alabalık avı yazısıyla gezmesi hoşunuza gider miydi? Aptalca bir
şey olurdu bu, değil mi? Böyle bir şey görmek istemezdiniz değil mi? Bu, hiç
·
K imimiz sesli, kimimiz kafa sallayarak, (bir de kırp , kırp, kırp) bir G rek ko-
rosu gibi 'Olmazdı" dedik. ..
'Ben de öyle düşünmüştüm," dedi müdür. 'Ortmenleriniz nasıl bana bakıp
saygı duyuyorlarsa, birler de size bakıp saygı duyuyor. Sırtlarına Amerika'da
alabalık avı yazmak hiç doğru değil. Anlaştık mı beyler?"
Anlaşmıştık.
Bu kahrolası numara her defasında tutuyord u .
Elbette tutmak zorundaydı.
'Pekala,"dedi müdür. ''.Amerika'da alabalık avına bitmiş gözüyle bakıyoru m, ta-
·
mam mı?"
'Tamam. "
'Tamam mı?"
'Tamam."
'Kırp , kırp."
Ama olay tamamıyla bitmiş değildi. Amerika'da alabalık avını birlerin giysile
rinden ç ıkarmak biraz zaman aldı. Yazıların büyükçe bir bölümü ertesi gün
kaybolmuştu. Anneler çocuklarına temiz elbise giydirmek gibi basit bir ön
lemle başarmışlardı bunu. Bir sürü çocuğun annesi ise yazıyı silmey� çalışıp
çocukları okula aynı giysilerle göndermişlerdi. ''.Amerika 'da alabalık avı" belli
belirsiz hala görülebiliyordu sırtlarında. Ama birkaç gün daha geçtikten sonra,
Amerika'da alabalık avı ta başından belli olan kaderine uyarak toptan yok ol
du ve birlerin üzerine bir tür sonbahar çöktü.
827
Brauti_gan
ladım" deıliler.
828
MA YONEZ BÖL ÜM ÜNE BA ŞLANGIÇ
.
Eskimolar bütün h ayatlarını buzlar arasında geçirirler, ama buz anlamına ge-
len tek bir sözcükleri yokt.ur.. . .
MA YONEZ BÖL ÜM Ü
3 Şubat 1 952
Bay G ood 'un vefat haberini az önce Edith 'ten aldım. Büyük acınızı yürekten
p aylaşıyoru z. Allah 'ın dediği olur. Bay G ood uzun ve güzel bir hayattan son
ra dah a iyi bir yere gitti. Bunu zaten bekliyordunuz. Sizi tanıyacak durumda
olmamasına rağmen , dün onu görebilmiş olmanız ne güzel. D ualarımız ve
sevgimiz sizinle beraber. Y akında görüşürüz.
A llah a emanet olun.
Sevgiler, Annen ve N ancy
Not: M ayon ezi vermeyi unutmuşum, özür dilerim.
829
NA NNİ BA LES TRİNİ
1935, İtalya
TA PE MARK
Başım omuzu ma bastırılmış, onların dönüşünü
seyred iyorum. G üneşten otuz kez daha parlak
yavaş yavaş kımıldatıncaya kadar parmakları ve gelirken meydana
çoğunlu ğu şeylerin, bulutun doruğunda,
dönüyor hepsi köklerine ve çalışarak yakalamaya
giriyorlar bilinen mantar biçimine.
830
G elirken meydana şeylerin çoğunlu ğu , göz kam aştıran
ateş küresinde, dönüyor hepsi köklerine,
hızlıca yayılıyorlar, yavaş yavaş kımıkıatıncaya kadar parmakları
varınca stratosfere ve kımıltısız
yattığı zaman konuşmadan , otu z kez
dah a p arlak güneşi yakalamaya çalışarak.
831
MA R IO VA R GA S L L OSA
1936, Peru
832
şısına koydu ve konsolu n yanında ayakta durdu, yüzünden merak içinde ol
duğu oku nuyordu. Her zaman giydiği beyaz giysisi ve düz ayakkabılarıylaydı,
ama o kaba saba önlüğüyle kepi yoktu. N için orada duruyordu, gel de otur,
yer vardı. N asıl oturabilirdi, bir kıkırdama, hanım onqn küçük beylerin oda
larına gitmesinden hoşlanmazdı. Y,oksa Santiago bilmiyor muydu? Saçma,
anriem burada değil k i, Santiago'nun sesi birdenbire gerginleşti, ne kendisi ne
de Popeye annesine söylemeyeceklerdi, otur, aptal. Amalia gene güldü, şimdi
böyle diyordu , ama ona kızar kızmaz annesine söyleyecek, hanım da Amalia'
yı azarlayacaktı. Popeye, Santiago n amus sözü veriyor söylemeyecek, dedi,
güçlük ç ıkarma da otur hadi. Amalia, Santiago'ya baktı, Popeye'ye baktı, ya
tağın bir ucuna oturdu, şimdi yüzü ciddiydi. Santiago kalktı, tep siye doğru
yürüdü, elinden kaydırma diye düşü ndü Popeye ve Amalia'ya baktı: Onların
şarkı söylemelerinden hoşlanmış mıydı? Popeye radyoyu gösterdi, çok güzel
di, değil mi? Amalia da radyodakilerden hoşlanıyordu, güzel şarkı söylüyor
lardı. Elleri dizlerinin ü zerindeydi, kaskatı kesilmişti, sanki daha iyi din ]emek
içinmiş gibi gözleri yan kapalıydı; şarkıları söyleyenler K uzeyliTrubadour 'lar
dı, Amalia. Santiago Coca Colaları bardağa boşaltmayı sürdürüyord u, Pope
ye onu gizlice, rahatsız bir bakışla sü zd ü . Amalia dans etmeyi biliyor muydu?
Vals, bolero, huaraça? Amalia gülümsedi, ciddileşti, gene gülümsedi: Hayır,
bilmiyordu . Yatağın ucuna biraz daha yaklaştı, kollarını kavuşturdu. D avra
nışları zorlamaydı, giysileri çok darmış ya da omuzları kaşınıyormuş gibi: Ye
re vuran gölgesi kıpırtısızdı.
'Sana bunu getirdim, kendine bir şeyler alabilesin diye" dedi Santiago.
'Bana mı?" Amalia eline almadan paralara baktı. "Ama Sen yora Zoila, ban a
bütün aylığımı ödedi."
'Bunu sana annem göndermedi" dedi Santiago. 'Ben veriyorum sana bu n u . "
'Bana,niçin kendi paranı verecekmişsin k i?"Tombul yanakları kırmızı kırmı
zıydı, Ç1roz'a baktı, bir şey anlamamıştı. 'N asıl alırım ki bu parayı ben?"
''.Aptallık etme" diye diretti Santiago. ''.Al hadi Amalia. "
Onlara yol olsun diye bardağını kaldırdı ve içti. Şimdi Siboney'i ç alıyorlardı,
Popeye pencereyi açmıştı, bahçe, köşedeki sokak lambasının aydınlattığı kü
çük ağaçlar, havu�un ışıldayan yüzeyi, pırıltılı çini kenarları, umarız kıza bir
şey olmaz, Ç1roz. iyi öyleyse, sağlığına, Amalia büyük bir yudum aldı, içini
çekti ve yarısına kadar içiltniş bardağı dudaklarından çekti: Lezzetli, serin .
Popeye yatağa doğru gitti.
'istersen sana dans etmeyi .ö ğretiriz"dedi Santiago. 'Böylelik le, bir erkek arka
daşın olduğunda, onunla partilere gittiğin zaman aptal aptal ortalıkta gezin
mezsin . "
'Belki de erkek arkadaşı vardır" dedi Popeye. ' i tiraf et, Amalia, var mı?"
'Bak, nasıl gülüyor, Qlli." Santiago kızın kolu n u yakaladı. 'Elbette erkek ar
kadışın var, şimdi senin sırrın ı öğrendik işte, Amalia."
'Var, var." Popeye de kızın öbür yanına geçti ve öteki kolu nu kavradı. 'N asıl
da gülüyorsun , seni küçük şeytan sen i."
Amalia gü lmekten kırılıyor, kollarını kurtarmaya çalışordu, ama onlar bırak
mıyorlard ı, nasıl bir erkek arkadaşı olabilirdi, yoktu, onları itmek için dirsek
lerini karınlarına vuruyordu, San tiago kolunu beline dolamıştı, Popeye de eli
ni kızın dizine koydu, Amalia bir tokat attı; Oh, hayır, bu olmaz, çek ellerini.
Ama Popeye öbür elini de, kızın dizine koydu: Seni küçük şeytan . Belki dans
833
Llosa
etmeyi bile b iliyordu da onlara yalan söylemişti bilmiyorum diye. H adi itiraf
et : Peki, Amalia p araları k abul edecekti. Paraları aldı, parmaklarının arasında
b uru şturdu, ama yalnızca o kadar, öyle ki Popeye kızın h iç de zorluk çık ar
madığını anlayabildi, sonra da kız paraları askılı eteğinin cebine koyd u . Ama
ondan para almak kızı üzmüştü, şimdi Santiago 'nun pazar gün ü öğleden son
r a s.� nemaya gidecek parası bile kalmamıştı.
'U zü lme"ded i Popeye. 'Parası o lmasa da bizim çocuklar ona para verir ya da
sinemaya davet ederler."
'G erçek dostlar gibi demek ki"dedi Amalia ve bir şey h atırlamış gibi gözlerini
açtı. ' H adi içeri girsenize, kısa süre içinde de olsa girin. K ülü stürlüğün kusu
runa bakmayın . "
Amalia o nlara hayır diyecek zaman bırakmadı, hemen eve girdi, onlar da kızı
izlediler. Büyük yağ lekeleri ve is, birkaç sandalye, dinsel tablolar, düzeltilme
miş iki yatak. Çbk kalamayacaklardı, Amalia, bir randevu ları vardı. Kız başı
nı salladı, odanın ortasındaki masayı etekliğiyle siliyord u , bir an, hepsi bu. A
m alia'n ın gözlerinde muzurca bir pırıltı belirdi, orada çene ç alarak bir dakika
cık bekleyebilirler miydi? Onlara sun acak bir şeyler almaya gidiyord u , hemen
gelecekti. San tiago ve Popeye birbirlerine korku yla baktılar, hoşlanmışlardı
da, Amalia yeni bir kişiydi, Ç1roz, kız aklını oynatmıştı. K ızın k ahkahaları
bütün odayı doldurdu, yüzü terliyordu , gözlerinde yaşlar vardı, cilveleri ya
takta gıcırtılı bir sarsıntıya yol açıyordu. Şimdi o da mü ziğe u yarak ellerini
çırpmaya başlamıştı; evet, evet, dans etmesini biliyord u . Onu bir keresinde A
gua D ulce'ye götürmüşlerdi, cazbandı bir yerde dans etmişti, gerçekten oy
n attı bu d iye d ü şündü Popeye. Ayağa kalktı, radyoyu kapattı, pikabı açtı, ya
tağa dönd ü . Şimdi onun dan s edişini görmek istiyordu, çok eğleniyorsun de
ğil m i küçük şeytan , h adi gel bakalım, ama Santiago kalktı; Amalia onunla
dan s edecekti, Olli. Seni sıçan , d iye düşündü Popeye, avan tayı sen alıyorsun
ç ü n k ü senin h izmetçin , d ü şü n , ya Tete çıkıp gelse? D izlerinin kesildiğini h is
setti ve iç inden ç ıkıp gitm�k geldi, sen i sıç an . Amalia ayaklarına eğilmişti, o
danın ç evresinde kendi kendine fırıl fıhl dönüyordu, eşyalara çarpıyord u, ha
reketleri hantal ve ağırdı, hafifçe bir şarkı mırıldanıyordu , gözü bir şeyi gör
meden dönüyordu, sonunda Santiago kolunu kızın omu zuna doladı. Popeye·
nin başı yastıktaydı, u zan ıp gece lambasını söndürd ü , karanlık, sonra sokak
lambasının yan sıması iki karartıyı azıcık aydınlattı. Popeye onların odanın or
tasında durmadan dönd üklerini görd ü , Amalia'nın tiz sesini duydu ve elini
cebine soktu , bakalım kız dans etmesini biliyor mu? Plak bitince Santiago ge
lip yatağın ü zerine oturdu, Amalia arkası on lara dönük p encereden sarkmıştı,
gü lüyord u : Chispas haklıydı, bak şimdi kızın haline, kapa çeneni sıçan. K ız
sarhoşmu ş gibi konuşu yor, şarkı söylüyor ve gü lüyord u , on ları görmüyordu
bile, gözleri kaymıştı, om. Santiago biraz sin irliydi, düşün kız bir ölürse? Kes
gevezeliği d iye fısıldadı Popeye ona ve yatağa götür. Sesi kararlıydı, artık bek
leyemeyecekti, k amışı sopa gibi dimdikti, Ç1roz, ya seninki? Sancıyordu, dim
dik ti; o da öyleydi, om. Onu çırılçıplak soyacaklardı, her yerin i eUeyecekler
di: Ona sahip olacaklardı, Ç1roz, gerçekten . K ızın gövdesinin yarısı bahçeye
sarkmıştı, Amalia yavaş yavaş sağa sola sallanıyord u, bir şeyler mırıldanıyor
du ve Popeye onun k aranlık gökyüzüne karşı duran gövdesin i görd ü : Bir plak
dah a. B ir plak daha. Santiago kalktı, fonda kemanlar ve Leo M arin i'nin sesi.
kad ife diye d ü şü ndü Popeye ve Santiago 'nun pencereye yöneldiğini görd ü . 1-
834
ki gölge birleşti, Santiago 'yu o buraya getirmişti, şimdi de o, kendisini ikinci
plan a dü şürmüştü; bu pis oyunu bana ödeyeceksin , sıçan. Artık kıpırdamı
yorlardı bile, küçük gövde Santiago 'ya asılmış gibiydi, kızı çılgın gibi duyum
suyor olmalıydı, bu kadarı da olmaz ve Santiago 'nun sesini duyduğu nu dü
şündü, uykun gelmedi mi? G ergin , zayıf ve biraz boğuk, yatmak istemiyor
muydu? Buraya getir onu diye geçirdi içinden . Hemen yakınındaydılar, Ama
lia bir uyurgezer gibi dans ediyorydu, gözleri kapalıydı. ÇJroz'un elleri kalktı,
indi, kıtın arkasında kayboldu, Popeye onların yü zlerini göremiyordu , Sartti
ago kızı öpüyordu ve Popeye de ön sırad a bir koltuktaydı, bu kadarı da fazla,
girişin hadi çocuklar. .
"Size bu çubukları da getirdim"ded i Amalia. 'Içkiyi böyle içiyorsunuz, değil
mi?"
'N için zahmet ettin " dedi Santiago. 'Zaten kalkıyorduk."
Amalia çu bokları, Coca Colaları hazırladı, bir sandalye çekip karşılarına otur
du; saçını tarayıp bir kurdele takmış, askılı etekliğinin düğmelerini iliklemiş
onların Coca Cola içişlerini seyrediyordu. Kendisi bir şey içmiyordu.
'Paranı böyle harcamamalısın , aptal" dedi Popeye.
'Benim param değil ki, Santiago verdi bunu bana"diye güldü Amalia. 'Neyse,
hiç değilse biraz ev sahipliği yapıyorum. "
Sokak kapısı açıktı, dışarda hava kararmaya başlıyordu, in san ara sıra uzak
tan gelen sesleri ve geçen tramvayları duyabiliyordu . Kaldırımdan türlü in san
lar geçiyord u, sesler, gülüşler, kimileri şöyle bir içeriye göz atmak için bir an
duruveriyordu.
'F abrikalardan çıkıyorlar"dedi Amalia. 'Ne yazık ki babanın laboratuvarı bu
ralarda değil. Argentina Caddesi'ne kadar tramvaya bineceğim, oradan da o-
·
835
Llosa
836
bıyıklarını, gri favorilerini ve gülümseyen gözlerini, sonra da, merhaba Ç1roz,
annen gitmemeye karar verdi, merhaba Popeye, demek sen de buradasın .
D on Fermin odaya girdi, yakasız bir gömlek, spor bir yazlık ceket, yumuşak
ayakkabılar. Popeye'ye elini uzu ttı; nasılsınız küçükbey?
'Yatmadınız mı daha?" dedi Senyora Zoila. 'Saat on ikiyi geçiyor."
''Açlıktan ölüyorduk, ben de kızı uyandırdım sandviç yapsın diye"dedi Santia
go . 'Siz de bu gece Ancon 'da kalmayacak mıydın ız?
'j\nnen yarın öğle yemeğine konukları olduğu n u unutmuş"ded i D on Fermin.
''Annenin her zamanki unutkan lığı."
' Popeye, gözünün ucuyla, �malia'nın tepsi elinde ç ıkmakta olduğunu gördü ,
yere bakıyor ve doğru yürüyordu Allahtan.
'Kız kardeşin Vallarino 'larda kaldı"dedi D on F ermin. 'K ısacası sakin bir haf
ta sonu tatili suya düştü."
'Saat on iki olmuş, bayan " dedi Popeye. ''Acele etmem gerekecek. Zamanı u
n u ttuk, ben saati on filan sanıyordµm."
'Senatörün keyfi nasıl?" diye sordu Don Fermin . 'K ulüpte görmeyeli yıllar ol
du."
Amalia, onları geçirebileceği noktaya kadar gitti, sonra Santiago kızın omzu
na hafifç e dokundu , Popeye de hoşçakal diye elini salladı: Hoşç akal, Amalia.
Tramvay yoluna çıktılar. Sigara almak için Zafer'e girdiler, içerisi sarhoşlar ve
bilardo oyuncularıyla dopdoluydu.
'Beş libra boşa gitti, ne saçma iş" dedi Popeye. 'Biz kıza iyilik edelim derken
baban ona daha iyi bir iş buldu."
'Olabilir ama biz ona pis bir oyu n oynadık"dedi Santiago. 'Beş libra için ü zül
müyorum."
'Beni yanlış anlama, ama sen aklını oynatmışsın " dedi Popeye. 'Biz ona ne
yaptık? Ona beş libra verdin, bırak artık ü zülmeyi."
Tramvay raylarını izleyerek Ricardo Palma'ya indiler vecaddenin iki yanında
ki ağaçların altından, arabaların arasından sigara içerek yürüdüler.
'Coca Colalar hakkında söylediğini duyunca içinden gülmek gelmooi mi?"de
di Popeye, güldü. 'Sence gerçekten o kadar aptal mı yoksa öyle mi görünü
yor? Bilmem nasıl kendimi tuttum gülmemek için, ne yapacağımı şaşırdım."
'Sana bir soru soracağım" dedi Santiago. 'Ben alçak bir herife benziyor mu
yum?"
'Ben de sana bir şey söyleyeceğim" dedi Popeye. 'Bize Coca Cola getirmeye
gittiğinde, bir şey ima etmek istediğini düşünmedin mi? Sanki geçen gece o
lanları tekrarlamışız gibilerden."
''Aklın hep bokluğa çalışıyor" ded i Santiago.
'Ne soru" dedi Ambrosio. 'Elbette ki hayır, efendhn."
'Tamam, kız bir azizeydi ve benim de aklım bokluğa ç alışıyor" dedi Popeye.
·
'Sana gidip plak dinleyelim öyleyse."
'Bunu benim h�tırım için mi yaptın " dedi D on F ermin.
'Benim için ha, Arap? Seni zavallı budala, seni sersem seni."
'Yemin ederim ki değil efendim,"diye gülüyor Ambrosio. 'Benimle eğleniyor
musu n u z?"
'Tete evde değil"dedi Santiago . ' Ö ğleden sonra matinesine gitti kız arkadaşla
rıyla."
'D inle, alçaklık etme, Ç1roz"dedi Popeye. 'Bana yalan söylüyorsun değil mi?
837
Llosa
838
GEOR GES PER EC
1 936 - 1 982, Fransa
1 . M E K A N Ü ZER İ N E
1 . 1 . Genellemeler
Kitaplar dağınık değil bir arada dururlar. N asıl ki bütün reçel kavanozların.ı
reçel dolabına koyuyorsak, kitapları da aynı yere ya da bir arada birkaç yere ·
koyarız. Onları muhafaza etmek isteğiyle sandıklar� doldurabilir, kömürlüğe,
tavan arasına ya da gömme dolap diplerine de kaldırabiliriz, ama genellikle ki
tapların görünürde olmaları tercih edilir.
G ü nlü k yaşamada kitaplar, duvarlar ya da bölmeler boyunca, ne çok derin ne
çok geniş, birbirine paralel, düz taşıyıcılar üzerine yan yana dizilir çoğu nlukla.
K itaplar -genel olarak- ü stünde eserin adı bu lunan kısmı görülebilecek biçim
de, diklemesine yerleştirilir (bazen kitapçı vitrinlerinde olduğu gibi kitapların
kapağı gösterilir, ama asıl alışılmamış ve yasak olan , neredeyse her zaman na
hoş kabul edilen , yalnızca yan ken.arını gördüğümüz kitaptır).
K itap lık çağdaş evde bir köşedir: 'K itaplık köşesi". Bu çoğunlukla,
aç ılır kapanır bar
aç ılır kapanır yazı masası
iki kapılı yemek takımı dolabı
83 9
Perec
2. D Ü ZEN Ü ZERİNE
Toplanılmayan bir kitaplık dağılır: Bu, bana antropi'nin ne olduğunu anlat
maya çalıştıklarında verdikleri örnektir ve ben de birçok kez deneyerek doğ
ruladım bunu.
Bir kitaplığın dağınıklığı kendi içinde bir önem taşımaz; 'Çoraplarımı hangi
çekmeceye koydum?'' türünden bir şeydir b u : H er zaman şu ya da bu kitab1
n ereye koyduğumuzu anımsayabileceğimizi sanırız; anımsamasak bile, bütün
rafları çabucak gözden geçirmek zor olmayacaktır hiçbir zaman .
Aşağılık bir kişisel bürokrasi 'eğilimi, düzensizliğin bu sevimli savun u su na
karşı çıkar: H er yer için bir eşya ve her yerin kendi eşyası ve bunun tersi; biri
840
düzensizlik yaratan iyi niyetten ve boş vermişlikten yana olan, diğeri tabula
ram'nın erdemlerini, büyük düzenlemenin etkili soğukluğunu yücelten bu iki
eğilim arasında kalınca, sonunda hep kitaplarımızı düzene sokmayı deneriz:
D ayanılması güç ve yıldırıcı bir iştir bu, ama görmeye görmeye unuttuğumuz
bir kitabı yeniden bulmak gibi sürprizler çıkarabilir karşımıza. Sonuçta o gün
yapılamayacak olan işi ertesi güne bırakır, yatağa yüzü stü yatFU"ak bulduğu
muz kitabı bir çırpıda yeniden okuruz.
2. L Kitapları yerleştirme yolları
alfabetik sıralama
kıtalaia ya d a ü lkelere göre sıralama
renge göre sıralama
alın ış tarihine göre sıralama
yayımlanış tarihine göre sıralama
" boyutlarına göre sıralama
türlere göre sıralama
büyük edebi dönemlere göre sıralama
dillere göre sıralama
okuma önceliklerine göre sıralama
ciltlere göre sıralama
dizilere göre sıralama
H içbir sıralama tek başına yeterli değildir. G ünlük yaşamada her kitaplık bu
sıralama türlerinin birleşmesiyle düzenlenir: D engeleri, değişikliğe dayanma
güçleri, eskimişlikleri, ayakta kalmakta diretmeleri� her kitaplığa kendi özgün
kişj_liğin i verir. ,
ünce, değişmez düzenleme ile geçici düzenlemeyi ayırmak gerekir; değişmez
olan genel olarak bir daha bozmayacağımız düzenlemedir. Geçici düzenleme,
kitap yerini buluncaya ya da yeniden buluncaya dek , yalnızca birkaç gün için
yapılır: Bu yeni alınmış ve henüz okunmamış ya da yen i okunmuş ama nereye
koyacağımızı iyi bilmediğimiz ve ilk 'büyük dü zenlemede" yerleştireceğimize
kendi kendimize söz verdiğimiz bir eser ya da okumaya ara verdiğimiz ve ye
niden elimize alıp bitirmeden yerleştirmek istemediğimiz ya da belli bir dö
nemde her an yararlandığımız, bir bilgi ya da kaynak aramak için çıkardığı
mız ama daha yerine koymadığımız ya da yerine koyamadığımız, ç ünkü bize
ait olmayan ve birçok kez geri vermeye söz verdiğimiz, vs. bir kitap olabilir.
Bana gelince, kitaplarımın dörtte üçü hiçbir zaman gerçekten düzenJenmemiş
tir. K esin olarak geç ici biçimde yerleştirilmemiş olanlar, aynı OuLIPO 'da ol
duğu gibi, geçici olarak kesin yerlerini bulmuşlardır. Bu arada ben on ları bir
odadan diğerine, bir raftan bir başkasına, bir kitap yığınından öbürüne taşı
rım, bir kitabı üç saat boyunca aradığım, bulamadığım ama bazen işimi pekala
görebilecek altı ya da yedi başka kitap keşfedip sevindiğim olur.
2.2. Kolaylıkla yerleştirilebilen kitaplar
K ırmızı ciltli büyük Jules Verne'ler (gerçek H etzel ya da H achette baskısı fark
etmez), çok büyük kitaplar, en küçü kler, Baedeker'ler, ender kitaplar ya da
ciltlenmiş olanlar, La Pleiade ciltleri, Presence du F utur'ler, M inuit yayınla
rından çık an romanlar, koleksiyonlar (Chan ge, Textes, Les Lettres N ouvelles,
Le Chemin, vs. ,) elimizde en az üç sayısı bulunan dergiler gibi tek tip kitaplar,
vs.
841
Percc
842
PHIL IPPE S OL L ER S
1936, Fransa
DRA M E'DAN
( 1965)
'Yüreği yıkayan kan, düşüncedir. "
Y azıyor:
843
Sollers
Ama kimi zaman, düş görmeden , beraber uyanıyorlar; o aynı uyarmayı geçip
ayn ı açıklanmaz iti.şle uykunun d ışına atılmış. Bir kez daha, işte bu soğuk ,
yüksek dağın ü stüne u zanmışlar, bir kez daha kapkaranlık bir gecede, kesici . . .
Bu dengesizlik gelip geçici, gerçekte bir gerileme bu, bir ç ırılçıplaklık ... G eri
kalan bir anda çek�ldi, gecenin kulisler:indeki bir halı gibi (bü tün bir dünya
kulislerde yitiyor). ikisi de biliyorlar orda olduklarını, 'brd a"
lar. Göz açıp kapayana dek kaçıveren çok yüksek bir yaylan ın görünümü o
lup bitenler üstüne bir düşün verebilir. En şaşırtıcı olan gene hep bu sınırsız,
bu birden elde edilmiş keskinlik, hiçbir nedeni olmadan . . . Bu dondurucu ba
kışlar, bu burun dibindeki kabarık yan ... Bu anda, bir rastlan tı sonucu onlar
da durup dinmeksizin uyanık .olanların bulunmuş olmasının duygu su . . . Biraz
geriye... U yanıklık değil ama bu . . . N e? Uyku-öncesi, kimi zaman i_şte bu soru
ya katılıyor: Birden aynı kişi olduğunu duyuyor, ama ikisinden biri donuk n i
telikle. Plan dönüyor, şu ya da bu yüzü gösteriyor. O zaman yorgunluk güçlü
844
bir yardımcı: Mise en scene'in ikiliği: İ ki uç birbirine yaklaşmış, birbirine ka.:.
rışmış, sürekli heyecanın değerinde. . . En güçlünün yasasına göre seçilmiş ve
birleşmiş. Ama eğer "sahne'hin kendini görmek istiyorsa, bu hemen boşluğa
yuvarlanmakla sonuçlanır, büzülme, şaşkınlık (kimse kalmcıdı mı? 'Ya ben?
Ya ben?') U yku o zaman karman çorman olur. Böylece, düşünce, en u zaktaki
düşünce bir çeşit yakıcı baskı olu şturuyor (havada, deniz dibinde) . . . çıkmak
gerek, yürümek . . . Rıhtımlar boyu hızlı hızlı yürümek ...
845
J. M . G. L E CL EZ IO
1941, Fransa
UYKU VE DİNGİNLİK
. '
G özlerimi kapamadan önce odaya iyice baktım. D ört duvar, iki pencere, ka
pı. Bir telin ucuna asılmış, tavanın ortasından sarkan lamba. K ü l rengi duvar
kağıtlar ve k araya batmış eşyalar. M asayı gördüm sonra ve biraz ötede aralan·
mış bir çeşit ağızla birlikte u ğursu z bir gölge; elbiselerin durduğu sandalye o
lacak. K apalı pencere kanatlarındaki çatlaklardan içeri sızan aydınlık, tavan
boyunca oynaşan otomobil farlarının ışıkları. Tümünü gördüm bunların ,
sonra gözlerimi kapadım.
Beyaz ç izgiler beliriyor şimdi kapalı gözlerimde. Ağ tabakasında yüzüyorlar:
pencere kanatlarındak i çatlaklar, masanın kütlesi tedirgin gölge, tavanın köşe
si ve ucu nda ampulüyle elektrik teli.
Odaya girdiklerini duyuyorum otomobillerin . Evimin altındaki virajı döner
lerken tekerlekleri yerden kesiliyor. Motorların horultu su geliyor önce, uzak
laşıp öbür gürültülere karışarak yitiyor.
G özler imin ağ tabakasında her şey kara.
Sessizlik oluyor bir an; aşağıdaki bardan hafif bir müzik geliyor. K adın to
p ukları tıkırdıyor kaldırımlarda, sonra hızla u zaklaşıyor. Odanın şeklinden a
n ımsadığım beyaz bir çerçeve içinden mavili kırmızılı bir balık sürü sü geçiyor.
Sayılamıyacak denli çok balık var, kıvrılarak kaç ışıyorlar birden . Koyu bir u
zaklığın ötesinde karanlık şekiller deviniyor. Sanki in san gölgeleri.
· Tik tik tik tik tik tik tik. Kol saatim, gece masasının üstünde. D eğişmez ara
larla boşlukta işliyor, birden artıyor gürültü, genişleyip açılıyor. H ızlanıyor,
sonra yavaşlıyor. Keskinleşiyor, boğuk boğuk ç ınlıyor. Tıkırdıyor, kayıyor
yavaşça. Yankılanıyor. Anlamıyorum. Bir saatin işlerken hep aynı sesi ç ıkar
dığını kim öne sürebilir?
G ece masasının üstündeki kül tablasından gelen ezik cigaraların kok u su . Y'a�
kıcı ve iç bulandırıcı. G ırtlağıma dek küle boğuluyorum sanki. Bir başka gü
rültü: Yastığa sıkışmış 'kulak davulcuğu ''ma karşı kanm çarpması.
G özlerimde kan kırmızısı bir su yığını alabildiğine uzanıyor. Turuncu �alk.ım
lar kan sıçratıyor her yana, sonra aşağıya doğru yöneliyorlar. On lara bakmaya
..
846
çalışıyorum gözlerimi şaşılatarak, ariıa hemen dağılıveriyorlar. Yerlerini, dağ
lara benzeyen değişik renkli bir çeşit katmanlaşmalar alıyor.
U zaktan , kentin öbür ucu ndan bir motosiklet geliyor. Yaklaştığını, köşeleri
dönerken vites değiştird iğini duyuyorum. Birden motoru n sesi kesiliyor: Bir
yapının ardından yitmiş olmalı.
G arip bir diş macunu tadı var ağzımda. Tükürsem iyi olacak .
K afamda bulanık düşünceler olu şuyor. Bir anlık düşünceler. On ların ardın
dan sözcükler geliyor, ama �içbiri tutan amıyor, yuva kuramıyor belli bir yere.
D üşü nce bile değil punlar: istekler. Asıl işin tuh afı, bütü n bunların yan ı sıra
bir de imgeler var. isteklerle imgeler karışmıyorlar birbirlerin e. D ü şü ndü kle
rim: Tren, koşmak, uzanmış, yükseklik. imgeler de şunlar: Şapkasıyla bir a
dam, süngü savaşı, füze, timsah , arenalar, gülen bir yüz. D aha başkaları da
var: Seçilmiş tümceler, kolayca duyulabilen sözcükler. Ve bütün bunların ü s
tünde bir öykü anlatan ses: 'H er şey yolunda. Sonra, yeniden yolu kat etmek
için dönmek gerek . Hayır, böyle değil. Geldiğin yere dön. Evet, sağdan ilk so
kağa sapıp kiliseye dek yürüyeceksin . Kiliseyi görünce sola döneceksin vb. "
Bütün bunları güçlükle gördüm, duydum. Bilinç belirliyor zaman ı ve k urgu
lar dağılıp ufalanıveriyor. Ses daha önde sözcüklerden , imgelerin itişleri istek
ler bitmeden geliyor ve on lar yittikten · sonra daha uzun süre kalıyor. Ama tü
münü sona erdiren yine de bilinç . Bilinç yatağımda eziyor beni, tam uçacak-
ken yakalayıp yastığa çiviliyor, her şeyi anıya dön üştürüyor birden . .
D ağılma tehlikesi geçmedi dah a. Her şey kafamda birbirinden ayrılıyor, boş
lukta eriyorum sanki. O vakit u sum güvenilir bir güçle karşı koyuyor buna,
�aşlaşıyor. Yeniden bağlanıyor her şey birbirine. D ü şünceler an laşılır oluyor.
imgeler, tümce parçacıkları, sözcükler, tümü bir dü zene giriyor. K imi vakit
yer yer boşluk sarıyor her yanımı. Döşeğin ü stü nde yüzmeye başlıyorum;
gövdem öylesine hafif, alabildiğine güzel bir uçuculukla öylesine dolu ki, göv
demdeki yaşan tımı sürdürm üyorum artık. Saydamlaşıyorum , bir · duman ör
t ü sü gibi dolaşıyorum uzayda. Ne etim var, ne de kemiğim. Buharlaşıyorum
havada, yalnız kol ve bacaklarım duruyor yerinde, hiçbir şey tutmuyor beni.
Qkış ya da d ü şü ş, bilmiyorum. Ama organlarımda devinim yok. K an güçlük
le çıkmıyor, kirişler tutmuyor, kıkırdaklar uzaklaşıyor. Karşı koymak, savaş
mak, umutsuzca gökyü züne doğru omu z silkmek yok artık. U sumda her şey
özgürlüğe doğru yöneliyor. Ton larca eylem u sumdan inip çevremde dönmeye
başlıyor. D ü şünceler bile yerinde durmu yor, burnumdan kulaklarımdan ç ıkıp
uzay�a geziniyorlar. Her yanımda top top oluyor istekler. G özle görülür bir
itiş. içimde, kara bir oyuğu n dibinde. Sözcü klerime, dü şü ncelerime doku na
biliyorum. Ya ben , 'lıen" diye ad!andırılan bir hiç artık . Şoşalmış. Bomboş.
K ocaman kafam bırakıyor beni. işte sonund.ş. özgürüm. Ozgür. N e adım ne
de konuştuğu m bir dil var artık. Bir biçim. Olü yaşama özgü . Boşluğun göz
k amaştıran parlaklığıyla biçim değiştirdim. Bir esinti. D ü şü ncem bile yok. Ti
n im eşyaya dönü ştü.
G özkapaklarım saniyenin onda b iri kadar bir süre açıldı; biraz önce kapk�ra
duran gece, bir ışık yağmuru halinde beynimin gölgesine giriverdi birden . iç i
me doğru bir kar ve kristal imgesi sıçradı; örümcek ağınınki kadar paralel, bir
yarasanın kanadı gibi ince çizgili, acımasız, net, tertemiz. Bir uçtan öbür uca
bütün ufku kap layan dev bir gü neş gibi, kımıltısız duru yor orada. Odam bu.
D uvarları, aşınmış mobilyaları ve tavanıyla_ Lamba imgenin tam ortasına asıl-
i47
Le C kzio
mış. Ama yanan, ortalığı aydınlatan o değil. Ağustos ayında güneş bile böyle
sine ışık vermez. -Şimdiye dek h iç bir lamba, yüzlerce aynayla, mercekle çoğal
tılm ış h içbir akkor, karanlıklardan fışkıran h içbir odak noktası böylesine da
yan ılmaz bir beyazlık göstermemiştir.- Işık h avanın bütün öğelerini delip,
d an s ederek, eritip yakarak, her şeyi dağıtarak gözlerimin ağ tabakasını parça
lıyor. M üthiş bir ağırlık duvarı h alinde gözlerimde iğneleniyor acı. Işık ben i
kurşuna d iziyor, düşüyorum, suratım toprakta eziliyor, gövdem titrerken
sancıyan bir müzik her yanımı kaplıyor, beni ayağa kaldırıp soyut bir yapı k u
ruyor içimde. Bu yapıda her acı, her darbe b ir taş artık, bir sanat yapıtı, dur-
·
848
mış gibiyim, düşünce ve imgelemin öğeleri arasında yüzüyorum. D urmadan
geliyorlar, yorulmaksızın deliyorlar üstümü; devinimsjz, kimi vakit oynak, ·
84 9
PETER HA NDKE
1942, A vusturya
Ertesi gün eyalet başkentine gidip ev doktorunun verdiği sürekli reçeteyle aşa
ğı yukarı yüz küçük uyku hap ı satın aldı. Bir de, yağmur yağmamasına kar
şın , gü zel ama sapı biraz eğri, kırmızı bir şemsiye.
Akşama doğru, çoğunlukla hemen hemen boş olan otobüsle geri döndü. Eve
gitti ve kızının oturduğu komşu. evde akşam yemeği yedi. Olağandı her şey:
' Fıkralar bile anlattık. '
Sonra, kendi evinde, küçük oğlu ile birlikte, televizyon karşısında oturdular.
' Babasın ın oğlu ' dizisinden bir film seyrettiler.
850
An nemin ölüm haberi üstüne, ertesi akşam Avu sturya'ya uçtum. H emen he
men boştu uçak, olağan sakin bir uçuş, sissiz, açık bir hava, ileride, aşağılarda,
değişen kentlerin ışıkları. G azete okur, bira içer, pencereden dışarı bakarken ,
yorgu n, kişiliksiz bir hoşnutluk duygu su nun içine gömüldüm. Evet, diye dü
şünüyord um kendi kend ime, sessiz sessiz hep aynı düşünceleri sonuna dek
söylüyord um özenle: ' Buydu işte, buydu ! Çbk iyi. Çbk iyi. Çbk iyi.' Ve an ne
min intih ar etmesinden duyduğum gururla, kabıma sığamıyordum uçuş bo
yu nca. Sonra uçak inişe geçti ve ışıklar giderek büyüd ü . Artık karşı koyama
dığım gevşek bir esrikliğin içinde yitmiş, hemen hemen kimselerin olmadığı
havaalan ında ilerliyord um.
Ertesi gün trenle yoluma devam ederken , Viyana Çbcuklar K orosu 'nu n mü
zik öğretmeni bir kadına kulak kesildim. Yol arkadaşına, korodaki çocukla
rın büyüdüklerinde bile kendi başlarına bir şey yapma yetisinden yoksu n olT
duklarını anlatıyordu. Oğlu da koroda şarkı söylüyormuş. G üney Amerika'ya
çıktıkları bir turnede harçlığıyla idare edebilen , dahası parasını artırıp eve ge
tiren tek kişi oymuş. En azından o, aklı başında olacağa ben ziyormuş. D inle
mezlik edemiyordum.
İ stasyondan arabayla aldılar beni. G ece boyu kar yağmıştı, şimdi ise bulutsuz
.d u gö k, güneş parlıyordu, pırıl pırıl kırağılar sü zülüyordu havada. N e büyük
bir çelişki, neşeli, uygar, yu karıdaki değişmez, koyu mavi göğün bir parçası
gibi görü nen man zarayla, böylesi bir havada, içinde belki de koku şmaya baş
lamış bir ceset bulunan ölü evine doğru yol almaktan başka bir seçenek dü şü
nememek . Eve varana dek ne bir dayanak ne de ben i ölüme önceden hazırla
yan bir ön belirti bulabildim, sopsoğuk od ada beni bekleyen ölümle hazırlıksız
·
karşılaştım .
Son r a fotoğrafları çek ildi. H angi yandan daha güzel? ' Ö lü lerin gü zel yanları'.
851
Handke
Kar öylesine dolu dolu yağıyordu ki, alışmak olanaksızdı, acaba sonu gelecek
mi diye göğe bakıyordu insan durmadan . Mumlar birbiri ard ına söndü ve bir
dah a yakan olmadı. Pek çok kişinin ölümcül hastalığını cenazelerde kaptığı
nın ne çok söylendiğini anımsadım.
Me.zaı:� ık � uvarı� dan hemen sonra orman başlıyordu. D imdik yükselen bir
tepenın uzerınde bır çam ormanıydı. Ağaçlar öylesine sıktı ki, ikinci sıradan
sonra yaln ız dalların uçlan görünüyor, ardından ağaçların dorukları birbirin i
izliyordu. Kar yığınları aı:asında birden şiddetle esiyordu rüzgar, ama ağaçlar
yine de kımıldamıyordu. insanların hızla uzaklaştıkları mezardan kıpırtısız a
ğaçlara bakış: D oğa, ilk kez acımasız göründü gözüme. Olgular bunlardı de
mek ! Orman, kendi için konuşuyordu. Bu sayısız ağaç dorukları dışında hiç
bir şeyin önemi yoktu; onların önündeyse, gözden gitgide yiten biçimlerin o
luşturduğu meselimsi kalabalık. Alaya alınmış gibi duydum kendimi, boynum
büküldü. Birden, güç süz bir öfkeyle, annem üzerine bir şeyler yazma isteğini
duydum.
Sonra eve dönünce, merdivenleri çıktım akşam. Birden , bir h amlede atladım
birkaç basamağı. Bir yandan da karnından konuşur gibi yabancı bir sesle ço
cukça kıkırdıyordum. Son basamakları koşarak aştım. Yukarıda gözüpeklikle
yumruğumu göğsüme vurup kendimi kucakladım. Ağır ağır, tuhaf bir gize sa
hip bir insanın güveniyle indim yeniden merdivenlerden .
Kuşkusuz yalın bir anımsama edimid ir bet imleme; ama sonrası için bir şeyi
dışlamadığı gibi, korku durumlarına u ygun dilselleştirmeler arayarak onlara
yaklaşmaya, bö ylece on lardan kü_�'. ük h i r haz yaratmaya çalışır; korkun u n u
yan ıJ ırdığı mutluluğu , anıların · uyandırd ığı b ır mutluluğa dönüştürür.
852
G ü n boyu gözlendiğim duygu suna kapılıyorum sık sık. K apılan açıyor, biri
var mı diye bakıyoru m. Her gürültüyü, ban a karşı hazırlanan bir saldırı sanı
yorum önce.
Ekmek keserken bıçak elimden kaydı bir kez ve annemin sabahları çocukların
sıcak sütü nün içine nasıl küç ük ekmek parçaları dilimlediğini anımsadım bir
den .
olurdum.
D ağda yürüyüşe çıkmış olan bir topluluktan, gereksinimini gidermek için ya
na doğru uzaklaşmak istedi. Ama ben utanıp ağladım, o zaman vazgeçti..
1
H astanede başka bir sürü insanla birlikte, büyük salonlarda yatardı. Evet, bu-
gü n bile var bu! Bir seferinde elimi tutmuş, uzun süre bırakmamıştı.
Herkes karnı doyup yemeğini bitirdikten sonra, kalan ekmek kabuklarını cil
veli cilveli ağzına atardı.
(K uşk u suz küçük birer öykü bunlar. Ama bilimsel türevler bile bµ bağlamda
ayn ı şekilde öyküleşirdi. D eyimlerin hepsi çok ılımlı.)
Birkaç yıl önce, bütün aile bireylerinin katıldığı, ama onlarla kişisel olarak il-
gisi olmayan bir serüven filmi çekmeyi tasarlıyordum.
Çocukken uyurgezerdi.
853
Handke
Yören in bütün müzik kutularında olan bir plak: Hüzün pplkası ...
Bahar kapıda, çamur birikintileri, ılık rüzgar ve karsız ağaçlar, yazı makinesi
nin ötelerinde.
D ü şümde, ikinci bir yüzü olduğunu gördüm bir gün, ama o da oldukça yıp
ranmıştı . .
İ n san canlısıydı.
Sonra yeniden neşeli bir şey: Bakması; dayanılamayacak denli acı veren şeyler
görd üm düşµmde. Bir yerl�n�en biri yaklaştı birden . ARTIK G EÇERLi OL
MAYAN BiR D ARBE G IBI, onların acı veren yanlarını alıverdi. Benzetme
de bir düştü.
D oğa yasalarınca belirlenen bir şey dehşet : Bilinçteki horror vacui. * Tasarım
olu şmak üzereyken , birden tasarlanacak bir şeyin kalmadığını anlıyor. Bir sü
reden beri üzerinde yürüdüğü. şeyin hava old uğun u ayrımsayan bir çizgi film
kahramanı gibi dü şüyor so nra.
İ leride daha kesin şeyler yazacağım bun ların hepsinin üzerine.
*Dehşet boşluğu ( Ç N .)
854
İÇİN D EKİLER
M ARQUIS DE SADE
( R oman, /Uk.aye, giinüa.) 13
GIACOMO LEOPARDI
( ş ÜT, dettenu.) 19
M İH Aİ L LERMONTOV
( Ş ÜT, roman.) 29
FYODOR DOSTOYEVSK İ
( R oman, /Uk.aye, ginlilk.) 48
GU STAVE F LAUBERT
( R oman, hikaye, masal.) S4
LEWIS CARROLL
(Masal, şiir, mantık.) 57
CHARLES CROS
( ş ÜT, bilim.) 62
STEPHANE MALLARME
(Şiir, deneme.) 67
HEN RY JAM ES
(Roman, hikaye, gWıliü:.) 71
.
GERARD M ANLEY HOPKINS
(Şiir.)
78
LAUTREAMONT (COMTE DE, ISIDOR D UCASSE)
(şiir.) 85
AUG U ST STRINDBERG
( Tiyatro, r<>mlln, /Uk.fıye, giWia, resim.) 93
ARTH URJ RIM BAUD
(şiir.) 98
JULES LAFORGU E
( ş ÜT, anlalı.) 103
ITALO SVEVO (ETIORE SCHMITZ)
( R oman, hikaye.) 105
KONSTANTİNOS KAVAF İS
( ş ÜT.) 1 14
JULES REN ARD
( R oman, /Uk.aye, giinlMk, şiir.) 1 18
WILLIAM BUTLER YEATS
( Ş ÜT, tiyatro, an.lalı, deneme.) 1 19
855
RUBEN DARİO
( ş ür, anlalı, deneme.) 123
PAU L CLAUDEL
( Ş ür, tiyatro, deneml!, elqtiri.) 126
AND RE GiDE
(Roman, günlük, deMme, anlatı, şiir, tiyatro, çeviri.) 1 30
PAUL VALERY
( Ş ür, deneme, felsefe, eleştiri.) 1 38
M ARCEL PROUST
(Roman, deneme, çeviri.) 144
ALFRED JARRY
( Tiyatro, şiir, rommı.. çeviri.) 158
GERTRU D E STEIN
( R oman, anlatı.) 163
M AX JACOB
( Ş ür, anlatı, tiyatro.) 173
H ERMANN HESSE
( R oman, hikirye, masal şiir.)
, 180
ALFRED D ÔBLIN
(Roman, h.ikirye.) 182
WALLACE STEVENS
( Ş ür, deneme.) 188
ROBERT M U SIL
( R oman, h.ikirye, tiyaıro.) 192
G U ILLAU M E APOLLINAIRE
( Ş ür, roman, eleştiri, deneme.) 198
ALEKSAN D R BLOK;
( Ş ür.) 207
JAMES JOYCE
İl
( R oman, h.ikirye, tiyatro, şiir.) 214
VIRGINIA WOOLF
( R oman, h.ikirye, günlük, deneme.) 23 1
FRANZ KAFKA
( R oman, h.ikirye, günlük, mektup.) 241
H AL İL CİBRAN
( Ş ür, roman, masal resim.)
, 259
EZRA POUND
( Şür, elqtiri, ·iJctisaJ, çeviri.) 267
856
VEL İM l R H LEBN İ KOV
( Ş ür, deneme.) 274
DAVID H E RB E RT LAWRENCE
( R oman, JUkaye, deneme, şür, resim.) 278
H ELDA DOOLITTLE
(Şiir.) 282
G IU SEPPE U N G ARETTI
( Şiir, anlaıı, günlük.) 310
F ERNANDO PESSOA
( Şiir, tiyatro, deneme.) 318
THOM AS STEARNS ELIOT
( Ş iir, ıiyaıro, deneme.) 320
ANNA AH M ATOVA
( Ş iir.) 320
YASUNAR İ K AWABATA
( R oman, JU/ı:irye.) 332
PIERRE REVERDY
( Ş iir, roman, masal. günlük.) 337
JEAN COCTEAU
( Şiir, roman, ıiyaıro, balı!, resim, sinema, deneme, günlük, müzik.) 340
BOR I S P ASTERN AK
( Şiir, roman, doıon.e.) 344
OS İ P M AN D ELŞTAM
( Şiir, anlaıı.) 346
P AR LAG ER K VİST
( Ş iir, roman, hikaye.) 3S4
M AR İ A TSVATEYEVA
( Ş iir.) 359
ARCHIBALD M ACLEISH
( Ş iir.) 360
857
C E S A R Y ALLEJO
( Şiir.) 363
P I E R R E D R I E U LA ROCH E L L E
( R oman, Jıikaye, anı .) 368
YLA D I M l R M AYAKOVS K İ
( Şiir, deneme.) 372
B R U N O S C H U LZ
( J/ ikiıye, re.ı·im, çeviri.) 384
LOU IS - F E R D JN AN D C E LiN E
( R oman, anlaıı.) 388
c. c. cumnıiııgs
( Ş iir, roman, deneme.) 394
A LD O U S H U X L E Y
( R oman, anlat ı, deneme, felsefe.) 399
RORERT G RA VES
. deneme.)
( Ş iir romaıı, 413
S E R G E Y Y ES E N İN
( �· iir.) 415
AN D R E R R ETON
( A nlaı ı, deneme, şiir.) 422
E U G EN IO M O N TALE
( Şiir, hikaye, deneme, müzik .) 427
TRISTAN TZARA
( Şiir, aııJaı ı, deneme, t iyaı ro.) 43 1
ANTO N I N A RTA U D
( Şiir, tiyatro, anlat ı, deneme, çeviri, mektup.) 433
L O U I S A RAGON
( Şiir, roman, deneme, ele�·t iri, t iyatro, tarih.) 440
P H ILIPPE S O U P A U LT
( Şiir, aııJaJ ı, detU:mc.) 447
W ILLIAM F A U L K N E R
( R oman, hikaye, .\'t:naryo, şiir,) 45 1
YIC E N T E ALEIXAN D R E
( Şiir.) 460
B E RTOLT R R E C H T
( Tiyaır.o, şiir, roman, deneme, eleşt iri.) 464
858
F ED ERICO G ARCIA LORCA
( Ş ür, tiyaıro, deneme.) 472
JORG E LUIS BORGES
( il ikaye, masal, şiir, roman, deneme.) 486
VLADİM İR NABOKOV
( R oman, hikaye, deneme, çeviri, arııomoloji.) 496
H EN R I MJCHAUX ·
F RANCIS PON G E
( Ş ür, deneme.) S08
YORGO SEFERİS
( Ş ür, deneme, eleştiri, günlük, çeviri.) 5 14
ROBERT DESNOS
( Ş ür, roman, radyo/oni., senaryo.) 5 19
VİTEZSLA V N EZV AL
( ş ür.) 524
JACQU ES PREVElff
( Ş ür, an.laı ı, tiyaıro, müzik, resim.) 552
RAYM ON D QU ENEAU
( R oman, şiir, deneme, eleştiri, matemaıik.) 558
PABLO N E R U D A
( Ş iir.) 563
ELIAS CANETTI
( R oman, ti)atro, felsefe.) . 510
ATTİLA JOZSEF
( ş ür.) 573
859
KENNETH REXROTH
( Ş iir.) 576
VLADIMIR H OLAN
( Ş iir.) 579
SAM U EL BEC K ETT
( R oman, tiyaıro, hikaye, şiir.) 583
DINO BU ZZATI
( R oman, hikaye, deneme, resim.) 597
ALBERTO MORAVIA
( R oman, hikaye.) 603
E U G EN E G U ILLEVIC
( Ş ür.) 606
M AU RICE BLANCHOT
( D eneme, elqtiri, roman, anlatı.) 611
G U NN AR EK ELÖF
( Ş ür.) 614
G Ü NTER ElCH
( Ş ür.) 617
WYSTAN H U G H AU DEN
( Ş ür, deneme.) 621
RENE CHAR
( Ş iir, tiyatro, re:iim.) 627
CESARE P A YESE
( Ş ür, roman, deneme. günlük.) 631
CARLOS OQU EN DU DE AM AT
( Ş ür.) 638
JEAN G EN ET
( R oman, tiyatro, şiir.) 640
Y ANNİS RİTSOS
( Ş ür.) 644
CH A.RLES OLSON
( ş iir.) 646
EDMON D JABES
( Ş ür.) 650
ODYSSE U S ELİTİS
( Ş ür.) 652
LAWREN CE D U RRELL
( R oman, şiir, gezi.) 654
ALBERT CAM U S
( R oman, anlatı, tiyatro, deneme, /else/e.) 656
C LAU D E SIMON
( R oman, anlatı.) 659
OYLAN T H OM AS
( Ş ür, anlaJ ı, radyoforu.) 663
OCTAVIO PAZ
( Ş ür, deneme, elqıiri, ıiyaıro, çeviri.) 668
JULIO CORTAZAR
( R oman, IUkiıye.) 671
KARL K ROLOW
( Şür.) 681
J. D . SALINGER
( R oman, lıil.aye.) 684
ROBERT PING ET
( R oman, hikaye, ı�yalro, çeviri.) 692
LAWRENCE FERLINGHETTI
( Ş ür.) 696
BORIS VIAN
( R oman, şiir, müzik.) 702
PAU L CELAN
( ş ür.) 705
LEONARDO SCIASCIA
( R oman, hikaye, deneme.) 712
PHILIP LARKIN
( Ş iir.) 720
DENISE LEVERTOV
( Şür.) 724
PIER-PAOLO PASOLINI
( Şür, deneme, senaryo, sinema.) 727
ITALO CALVINO
( R oman, hikaye, deneme.) 730
YVES BONNEFOY
( Ş ür, deneme, anlalı, sanal tarihi, çeviri.) 734
ANDRE DU BOUCHET
( ş ür, deneme.) 737
HENRI PJCHETTE
(Şür, ıiyaıro.) 739
PHil..IPPE JACCOTTET
( ş ür, anlaJ '· çeviri. deneme.) 741
161
TRU M AN CAPOTE
( H ikfıye.) 745
ERNST JAN D L
( Ş iir.) 748
ERN E STO CARDENAL
( Ş iir.) 751
M IC H E L BUTOR
( R oman, dt:neme, anlatı, şiir, radyoforıi, çeviri.) 757
ALLAN G IN SBERG
( Ş ür, günlük.) 762
C ARLOS F UENTES
( R oman, hikaye, deneme.) 772
THOM G U NN
( Ş ür.) 777
M LL A N K U N D ERA
( R oman, hilr.lıye, senaryo.) 789
H AN S M AG N U S ENZEN SBERG ER
( Tiyatro, şiir, deneme, bilim.) 794
TED H UG HES
( Ş ür, anlaı ı.) 795
JOHN BARTH
( R oman, hikaye.) 799
ADONİS
804
( Ş iir, deneme, eleştiri.)
F ERNAN DO ARRABAL
( R oman, hikaye, senaryo, sinema.) 806
SYLVIA PLATH
( Ş iir, roman.) 809
M AN U EL PUIG
( R 0111 011, 6ykü, oyun, film.) 813
AND REY VOZNESENSKİ
( Ş iir, anlatı, deneme.) 817
862
NANNI BALESTRINI
( Ş iir, roman.) 830
G EORG ES PEREC
( R omıJn, şiir, anlaıı, deney, bilmece.) 839
PH ILIPPE SOLLERS
( R oma11, deneme, felsefe.) 843
J.M .G . LE CLEZIO
( R oman, hikaye, deneme.) 846
PETER HANDKE
( R oman, anlaıı, tiyaıro, deneme.) 850
.
1