Professional Documents
Culture Documents
4 Bos Zaman Ve Verimlilik
4 Bos Zaman Ve Verimlilik
Basitçe girdi ve çıktı arasındaki oran olarak tanımlanan verimlilik kavramı tüm
alanlara sirayet eden bir kavramdır. Sporda, çalışmada, tatilde vs. verimlilik yaklaşımlarını
kullanmak vazgeçilmezmiş gibi dayatılmaktadır. “Boş zaman” da verimli olma
zorunluluğundan nasibini alan bir kavramdır. Günümüz üretim sisteminin getirisi olan çalışma
ilişkilerinin verimlilik ile olan ilişkisi bilinmekle birlikte, bu dersin amacı, daha dar bir
perspektiften konuyu ele alarak Taylorizm ve Fordizm üzerine düşünmektir. Verimlilik
kavramı ile Taylorizm ve Fordizm arasında ilişki kurarak; bu ilişkinin çalışanın boş zamanı
üzerindeki iktidarını tartışmaktır. Bu dersimizde ilk olarak çalışma ve boş zaman kavramları
incelenecek; sonrasında Taylorizm ve Fordizm kendi içlerinde değerlendirilecektir. Bu
noktadan hareketle, iki üretim biçiminin de verimlilik ile ilişkisine değinilerek, boş zaman
kavramının verimli olmak adına nasıl doldurulduğu ve disipline edildiği gösterilmeye
çalışılacaktır.
Grint’e göre, çalışma sabit ve evrensel anlamı olmayan, sosyal olarak inşa edilmiş bir
kavramdır. Dolayısıyla çalışma, inşa edildiği toplumun kültürel, sosyal ve ekonomik
değerlerini de bünyesinde barındıran bir kavramdır. Zira bir şeyin çalışma ya da boş zaman ya
da her ikisi de olup olmadığı var olan zamansal, mekânsal ve kültürel durumlara bağlıdır.
Çalışmak, Eski Yunan’da istenmeyen bir durum olarak sadece toplumun belirli
kesimleri tarafından yapılırken (felsefecilerin zihinsel üretimlerini çalışma dışında tutarsak),
Weber’in Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu kitabında dini bir gereklilik, dünyevi çile
olarak kendine yer bulmaktadır. Özetle, zaman zaman yapılan bir günahın cezası şeklinde
kendini gösteren çalışma, bazen de dini bir yükümlülük olarak ortaya çıkmaktadır.
Grint’e göre çalışmanın muğlak bir doğası vardır; çalışma çoğu insanın yaşamının
önemli bir kısmını teşkil eder ve çoğunlukla kişisel değerin bir ifadesi olarak kabul edilmiştir;
çalışma ile statü, ekonomik kazanç, dini inanışın bir göstergesi ve kişisel potansiyel ortaya
konulmuştur. Bununla beraber çalışma bunun tersi değerlendirmeleri de somutlaştırır; çalışma
cezalandırma kamplarına dönerek emek üzerinde yıpratıcı, ağır ve cezalandırıcı koşullar
yaratmaktadır.
Nüfusu ekonomik olarak aktif ve ekonomik olarak aktif olmayan diye ikiye ayırarak
çalışmayı ekonomik olarak aktif olan grubun yaptığı bir faaliyet olarak ele almak da
günümüzde yaygın bir şekilde kendine yer bulan bir tanımlamadır. Özellikle devlet otoritesi
tarafından yapılan bu tanımlamada, ekonomik olarak aktif nüfusun yaptığı aktivite istihdam
ile ilişkilendirilip ücret alan, vergisini ödeyen ve sosyal güvencesi olan insanlar çalışanlar
olarak tanımlanmaktadır. O halde, ücret karşılığında yapılan işler çalışma kapsamına
girmektedir. Bu tanımlamadaki aksaklık, kadın emeği ve aile içi ücretsiz emeği dışarıda
bırakmasından gelmektedir. Şu durumda, bir kadının ev içinde yaptığı işler tanım gereği
hiçbir şeydir. Ya da tarımda ücretsiz aile içi emeğin yaptığı da aslında hiçbir şeydir.
Modern öncesi ilkel toplumlarda çalışma ve boş zaman birbirinden bariz bir şekilde
ayrılmamışken endüstriyel toplumlarda söz konusu ayrım oluşmaya başlamıştır. Kapitalist
üretim sisteminin ilk zamanlarında çalışma ve çalışma dışı zaman arasındaki ayrım genellikle
çalışma sürelerinin uzatılması lehinde olmaktadır. Oysa özellikle yaşadığımız yüzyılda,
üretim süreçlerindeki teknolojik ilerlemelerin de mümkün kılması ile çalışma ve çalışma dışı
zaman süreçleri arasındaki dengenin giderek çalışma dışı zamanın lehine bozulmaya başladığı
görülmektedir ve Paul Lafargue’nin de dile getirmiş olduğu “tembellik hakkı” talebinin sistem
tarafından tamamen olmasa da kısmen meşru bir “hak” olarak tanınmış, içselleştirilmiş ve
kurumsallaştırılmış olduğu gerçeğiyle karşılaşılmaktadır. Tüm dönüşümlerde olduğu gibi bu
dönüşümün de siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel sonuçları vardır. Özellikle Calvanist
etik ile ilişkilendirilen üretim sistemi kurulduğu andan itibaren çalışmayı onurlandıran, israfı,
zevk ve eğlenceyi daha aşağı konumlarda gören bir mantığa sahiptir. Oysa ilerleyen yıllarda
sistem devamlılığını sağlayabilmek açısından boş zamana verilen değeri kendi kontrol ve
denetim mekanizmaları içerisinde artırmıştır.
Çalışma ve çalışma dışı zaman süreçlerinin dönüşümü ile ilgili iki uç görüş vardır;
tutucu yaklaşımlar ve ütopyacılar. Tutucu yaklaşım, boş zamanı çalışmaya bağlı bir zaman
dilimi olarak ele almakta ve onun çalışmanın ürünü olduğunu vurgulamaktayken; ütopyacı
yaklaşım da birçok şeyle birlikte çalışmanın da sonunun gelmiş olduğundan bahsetmektedir.
Kısaca, tutucu yaklaşım boş zamanı çalışmanın bir parçası olarak ele almakta, ütopyacı
yaklaşım da her şeyin değiştiğini vurgulamaktadır. İki uç yaklaşımında kendilerine göre
eksikleri vardır.
Çalışma ve boş zaman arasında oluşan bu ayrımın temelinde, yaşamak için emeğini
belirli bir süreliğine, belirli bir ücret karşılığında satmak zorunda kalan sınıfların oluşmasının
etkisi şüphesiz ki büyüktür. Ücretli emeğin yaygınlaşmasıyla çalışma ve çalışma dışı zaman
ayrımları belirginleşmiştir. Kapitalist üretim sisteminin başından itibaren ücretli emek ve
çalışma zamanı önemli bir değerken, ilerleyen aşamalarda çalışma dışı zamanda önem
kazanmıştır; çünkü üretimin devam edebilmesi için üretilenleri tüketecek kişilere ihtiyaç
vardır. Dolayısıyla, üretim sisteminin emek süreçlerine olan ilgisi emeğin yeniden üretim
koşullarına olan ilgisine doğru dönüşmüştür denilebilir.
Taylor işçilerin bazı temel yeteneklerden yoksun oldukları fikrini temel veri olarak
kabul etmiştir. Ona göre işçiler iş geliştirme için yeterli zihinsel kapasiteye sahip değildir.
Ayrıca, aptallık ve kaytarmacılık gibi bazı doğal özelliklere sahip oldukları için de, tamamen
pasifize edilmeleri ve makinenin basit bir uzantısı durumuna indirgenmeleri gerekmektedir.
Dolayısıyla, işçilerin yapacakları işler en küçük ayrıntısına kadar bölünerek belirlenmeli ve
işçiden sadece verilen talimatlar çerçevesinde işlerini yapmaları beklenmektedir. Yapılacak iş
üzerine düşünmeleri ve o işi geliştirmeleri beklenmemektedir. Bu bakımdan, Taylor işin
tasarımını işin yapılmasından ayırmıştır. İşin tasarımını ve yönetimini yönetici yaparken,
yöneticinin direktifleri doğrultusunda çalışması gereken grup da işçi grubu olmuştur.
Bilimsel Yönetimin ilkeleri kısaca, kafa ve kol emeğinin birbirinden ayrılması yoluyla
işçilerin sadece verilen işleri yapan vasıfsız çalışanlara dönüştürülmesi, emek sürecinin
işçilerden bağımsızlaştırılması ve yönetimin, tasarımın ve kontrolün tamamının yönetimde
toplanması şeklinde özetlenebilir. Bu bağlamda, Taylorizmin özellikleri üretim sürecinin
basitleştirilmesi, kafa (veya zihinsel) emeğin üretimden alınarak planlama düzeyinde
merkezileştirilmesi, işçinin yapacağı işin her aşamasının yönetimce planlanarak işçiye
direktifler biçiminde iletilmesi şeklinde sıralanabilir. Dolayısıyla, işçilerin üretim süreci
hakkında bilgi sahibi olmaları, üretim sürecini kontrol etmeleri, kendi yaratıcılıklarını
geliştirmeleri engellenmektedir. Sonuçta, Taylorizm uygulaması ile emek sürecinde işçi her
türlü beceriden, üretim bilgisinden ve zihinsel faaliyetten kopartılarak; vasıfsızlaştırılıyor,
farksızlaştırılıyor ve her türlü küçük parça işi yapar hale getiriliyor. Bir başka deyişle; işler en
küçük parçalara kadar bölünmekte, işçilerden en küçük parçalarına kadar bölünen işleri
yapmaları beklenmektedir. Şu durumda; zihinsel faaliyetlerinden kopan, iş üzerinde herhangi
denetimleri olmayan işçiler vasıflarından ayrılarak değersiz hale gelmektedir. İşçiden sadece
itaat etmesi beklenmekte, işi üzerine herhangi bir yaratıcılık geliştirmesi de istenmemektedir.
İşçiyi makinelerin bir uzantısı olarak ele alan ve işçi üzerinde olumsuz etkileri olan
Taylorist yönetim anlayışının üretimde 10-15 kat verimlilik artışını sağladığı
düşünülmektedir. Dolayısıyla, işveren açısından çok verimli bir yöntemdir. Ortaya atıldığı ilk
yıllarda çığır açıcı ve verimlilik artışlarına neden olan yaklaşım günümüzde de etkisini devam
ettirmektedir. Bir fabrika ortamında ortaya çıkmasına rağmen söz konusu yaklaşımın
günümüzün tüm üretim alanlarında izlerini görmek mümkündür.
Fordist üretim anlayışı hareket eden montaj hattının bulunmasıyla, kendi marketini
yaratan dâhi bir zekânın birleşmesi yoluyla oluşan üretim biçimidir. Henry Ford tarafından
1900’lü yılların başında geliştirilen bu sistem, Ford otomobil fabrikasında uygulanmaya
başlanmıştır. Ford, dünyada seri üretime dayalı olarak tasarlanan yürüyen bant sisteminin
kurucusudur. Yürüyen bant sistemi sayesinde üretimde otomasyona geçilmiş, maliyetler
düşürülmüş, işçi ücretleri yükselmiş ve üretim miktarları çok büyük oranlarda artmıştır.
Dolayısıyla, Henry Ford’un geliştirdiği bu sistem yalnızca otomotiv sektöründe değil diğer
tüm sektörlere de hızla yayılmıştır.
Fordist montaj hattında her işlem belirlenmiş olduğu için esneklik yoktur. Fordizm,
standart ürünün montaj hattında seri üretimini ifade etmektedir. Bu bağlamda, katı bir üretim
şeklidir. Fordist montaj hattı işin ritmini belirlemekte, işçinin işin ritmi üzerindeki
egemenliğin ortadan kaldırmaktadır. Böylece, iş ritmi üzerindeki kontrol banda geçmiştir.
İnsanın ritmi, insancıl olmayan şartlarda bir makine tarafından kontrol edilmektedir. Buna
rağmen, söz konusu yaklaşım, neden olduğu üretkenlik artışının da etkisiyle tüm dünyada 2.
Dünya Savaşından sonra Avrupa’da yaygınlık kazanmış ve hatta teknoloji transferi yoluyla
Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere de yayılarak dünya çapında egemen üretim
organizasyon biçimi haline gelmiştir.
Taylorist örgütlenme biçimini kullanan Fordizm, sadece bir üretim sistemi değil, aynı
zamanda birikim ve sosyo-politik bir sistemdir. Fordizm bir üretim sistemidir; çünkü
fabrikalar içerisinde sanayi üretimi montaj hattı temelinde gerçekleştirilmektedir.
Standartlaşmış üretim parçalarının montajına ve Taylorist iş hiyerarşilerine dayanan Fordist
işletmedeki yarı vasıflı veya vasıfsız, ağırlıklı olarak tam gün çalışan, evin ekmeğini kazanan
erkek işçilerin yapmaları gereken şey, kesin çizgilerle tanımlanmış olan iş süreçlerini başarı
ile uygulamaktır. Dolayısıyla, Fordizm bir üretim sistemidir. İkinci olarak, Fordist üretim,
standartlaşmış kütlesel üretime dayanan bir sistem olduğu için üretileni tüketecek tüketiciye
ihtiyaç duymaktadır. Bu anlamda, Fordist üretimin temel mantığında tüketim için büyük bir
market üretmek yer almaktadır. Bu bağlamda, Fordizm, yalnızca kitlesel üretime değil, ayrıca
kitlesel tüketime de dayanan bir sistem olarak üretimle tüketim arasında belirli bir bağlantının
kurulmasını sağlar. Üretimle tüketim arasında bağı kurmak için Ford, fabrikalarında çalışan
işçilere yüksek ücret vererek, ürettikleri ürünleri satın alabilmelerini de sağlamıştır. Böylece,
Ford fabrikasında emeğinin karşılığı olarak alınan ücret yine Ford’un ürettiklerini satın alma
yoluyla Ford’a geri dönmektedir. Kısaca Fordizm, kitle tüketimiyle eklemlenmiş bir kitle
üretimidir. Üçüncü olarak Fordizm kitlesel üretimi ve kitlesel tüketimi olanaklı kılacak bir
sosyal ve siyasal sistemi besler. Kütlesel üretime emek gücünün sağlanması için eğitim ve
sağlık gibi sosyal refah uygulamalarının hayata geçirilmesi gerekmektedir. Ayrıca,
tüketicilerin de gelirden belirli bir pay almaları gerekmektedir.
SONUÇ OLARAK
Günümüzde üretim sistemi açısından “boş zaman” çok değerlidir. Günümüz üretim
biçimi emek süreci üzerindeki kontrolünü, boş zaman süreçleri üzerindeki kontrolüyle
tamamlamaya çalışıyor; çünkü ona göre boş zaman sadece hegemonya alanı olarak değil,
birikim kaynağı olarak da gerekliliğini sürdürmektedir. Ekonominin tüketime ihtiyacı vardır
ve tüketimin mümkün olabilmesi için de boş zamana. Bu anlamda, boş zaman tüketime
yönlendirilen zamandır. Bununla birlikte, boş zaman eğitim ve sertifika programları ile
doldurularak, sanki çalışanın iş piyasasındaki konumu kendi eksikliklerinden kaynaklanan bir
durummuş gibi eksiklikleri tamamlama vaadinde bulunmaktadır.