Professional Documents
Culture Documents
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
SOSYOLOJİ ANA BİLİM DALI
SOSYOLOJİ BİLİM DALI
OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E
SEÇKİNLER YAPISI VE SEÇKİNCİ DÖNÜŞÜM
Danışman
Doç. Dr. Mustafa AYDIN
Hazırlayan
Adem KAHRİMAN
KONYA – 2009
ii
T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü
Adem KAHRİMAN
iii
T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü
ÖNSÖZ
Adem KAHRİMAN
KONYA – 2009
v
T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü
Ana Bilim /
Sosyoloji
Bilim Dalı
Danışmanı Doç. Dr. Mustafa AYDIN
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Seçkinler Yapısı ve
Tezin Adı
Seçkinci Dönüşüm
ÖZET
T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü
Ana Bilim /
Sosyoloji
Bilim Dalı
Danışmanı Doç. Dr. Mustafa AYDIN
Sutructure of the Elite and elite alternation from The
Tezin İngilizce Adı
Otoman to Repuclic was made Thesis subject
SUMMARY
In this post graduate thesis Sutructure of the Elite and elite alternation from
The Otoman to Repuclic was studied. This study, by explaining elite and being elitist
tries to evaluate alternation in political social and economical fields within
considering long historical background of the elite in Turkey. For this reason it deals
with Ottoman’s construction, rising and after that the relation of the elite with state.
It also ıncludes a large evaluation about transformation of the elite beginning from
the last period of Otoman Empire to republic and social and political roles they take.
After that it points out sociological and political origins of the new elite which have
promoted to important posts in political, social and economical fields. In our
theoretically prepared thesis source research and theoretic method is usedIn the
thesis an ideal frame about the historical development was tried to form under the
frame of books essays, thesis, made researchs, paper writings and websites.
Generally the thesis tries to state how political government was structured in
Turkey, how produced class anxieties were defining in the elitist struggleand benefits
of the elit structure. The aim of the staff constructed Turkish Republic was to
viii
İÇİNDEKİLER
BİRİNCİ BÖLÜM
GENEL OLARAK SEÇKİNLER VE SEÇKİNCİLİK
İKİNCİ BÖLÜM
OSMANLI'DAN CUMHURİYET'E SEÇKİNLER YAPISI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
CUMHURİYET DÖNEMİ SEÇKİNCİ YAPILANMA
GİRİŞ
BİRİNCİ BÖLÜM
sosyal yapı, eşitliğin bozulup kademeli bir konumun ortaya çıktığı, birilerinin
merkezi hale geldiği sosyal olgular için kullanılan bir terimdir (Armağan, 1983: 10–
35).
Sınıf ise daha çok ekonomik nedenlere göre oluşmuş sosyal politik ve
ekonomik yapılardır. Olgu olarak çok eskiyse de onu sosyal bilim literatüründe eksen
bir kavram haline getiren Marx olmuştur. Tam bir tanım veremese de Marx’a göre
sınıf, mülkiyet ekseninde doğan ve birbirleriyle çatışma halinde bulunan, üretilene
sahip olma veya olamama esasına dayalı, sonuç olarak da bir sınıf bilinci taşıyan ikili
sosyal yapılardır. Sınıfın zümreden farkı açık politik bir bilinç taşıması, kasttan farkı
ise her şeye rağmen fertlerin bir sınıftan bir başka sınıfa geçebilmesidir. Marx’a göre
bütün toplumlarda iki sınıf vardır ve bunlar gittikçe derinleşen bir kutuplaşmayla
çatışmaya doğru giderler. Kapitalist toplumlarda bu sınıflar proletarya (işçi sınıfı) ve
burjuva (zengin, komprador) sınıflarıdır. Bu çatışmada hâkim sınıf olan burjuva;
hukuk, din, aile, gibi üst yapı adını verdiği bütün kurumları kullandığı gibi devleti de
bu etkinliği için kullanır. Şüphesiz bu analiz ekonomik güç ile siyaset arasında bir
ilişki kurma bakımından anlamlıdır. Ancak siyasal güç her haliyle ekonomik güce
indirgenemez, dolayısıyla bu ilişkinin tersi de düşünülebilir (Kışlalı, 1999: 267–278).
teknokratik yapılar klasik sınıf yapısını büyük çapta değişikliğe uğrattığı gibi
siyasetle olan bağlantılarında da yeni konumlar ortaya çıkarmıştır.
Mosca 1939 yılında ingilizceye çevrilen ana yapıtında seçkinlerle ilgili yöneten
ve yönetilen ilişkisini açıklarken, şöyle yazıyordu: Tüm siyasal organizmalarda
bulunabilecek değişmez gerçekler ve eğilimler arasında biri o kadar açıktır ki, en
gelişi güzel bir bakışla bile bu gerçek hemen görülebilir. Tüm toplumlarda çok az
gelişmiş ve uygarlığın şafağına ancak ulaşabilmiş toplumlardan, en çok gelişmiş ve
en güçlü toplumlara kadar iki sınıf insan ortaya çıkar: “Yöneten sınıf” ve “yönetilen
sınıf. Daha az sayıda üyesi olan ilk sınıf tüm siyasal işlevleri yerine getirir, iktidarı
tekeline alır ve iktidarın getirdiği üstünlüklerden yararlanır, ikicisi, daha kalabalık
olan sınıf ise, ilk sınıf tarafından bazen az çok hukuki, bazen az çok keyfi ve sert bir
biçimde yönetilir ve denetlenir ve öncekine en azından, görünürde varlığını
sürdürmek için gerekli maddesel olanakları ve siyasal organizmanın yaşamı için
zorunlu olan araçları sağlar (Mosca, 1939: 50). Mosca seçkin deyimini
kullanmamasına karşın seçkin ve kitle ayrımını ilk defa sistemleştiren siyasal bilimci
sayılır. O1uşturduğu kuram ve ana yapıtının başlığı “Yönetici Sınıf” adını taşır.
Mosca “Yönetici Sınıf” karşılığında, bazen “Siyasal Sınıf” deyimini de
kullanmaktadir (Mosca, 1939: 53; Kapani, 1978: 86).
Mosca, toplumun dogasi hakkmda iki temel önerme sunmaktadır: ilk önermesi
tek bir düşünceyle hareket eden örgütlenmiş. Bir azınlığın, örgütlenmemiş bir
çoğunluğu egemenliği altına almasının kaçınılmaz olduğudur. İkincisi ise, degişik
zamanlarda ve degişik yerlerdeki yönetici sınıflar arasındaki ayrılıkları gösterebilmek
için geliştirmiştir. Bu “siyasal formül” olarak adlandırılır; yönetici sınıfların toplum
üzerindeki iktidarlarini haklı göstermek için ileri sürdükleri degişik ideolojiler ve
değerleri içerir. Siyasal bilim bu degişik ve çeşitli yönetici sınıfların ve formüllerin
incelenmesinden başka bir şey degildir. Mosca’ya göre yönetici azınlığa dahil olan
kişiler genellikle bazı üstün yeteneklere sahip olan ya da görünüşte sahip oldukları
bazı yetenekleri dolayısıyla toplumda saygınlık ve etkinlik kazanmış kişilerdir
(Zannoni, 1978: 7–13). Seçkin ve seçkinler sözcüğü akla hemen Pareto adını getirir.
Gerçekten de bu deyimi siyasal bilimlere ilk sokan, seçkinlerle ilgili ilk tam ve
organik bir kuram oluşturan da O’dur. Pareto’nun insan anlayışı temel olarak
eşitsizlik ilkesine dayanır (Zannoni, 1978: 16).
8
mevkiyle doğrudan doğruya ilgilidir. Michels’e göre, seçkinlerin tanıtıcı özelliği salt
büyük örgütlerin az sayıda insan tarafından yönetilmesi değil, bu yönetici azınlığın
zaman içinde değişmemesidir (Turhan, 1991: 29–36). Michels'in liderliğin oligarşik
niteliğine ilişkin bu gözlemleri “Oligarşinin Demir Yasası” diye anılır. Michels
siyasal partilerdeki oligarşi eğilimini esas olarak üç nedene bağlamaktadır: Teknik
etken, yığınların kendilerini doğrudan doğruya yönetmelerini olanaksızlaştırır, çünkü
tüm büyük örgütler kaçınılmaz olarak teknik uzmanlaşmayı ve uzman liderliği gerekli
kılar. Entellektüel etkenler olarak Michels büyük ve karmaşık bir örgütte
uzmanlaşmış, yönettikleri yığınlardan daha yüksek bir kültür düzeyine erişmiş ve bu
nedenle yönetilenler için “kolay kolay vazgeçilemiyecek” niteliklere bürünmüş
kişiler olduklarını belirtir. Bu çevresel niteliklere ek olarak, Michels yığınların güçlü
ve istikrarlı liderlik gereksinmesinden sözetmektedir. Bu psikolojik gereksinme,
liderlerin yığınlar gözünde yüceltilmelerini ve "üstün insan" olduklarına inanılması
sonucunu doğurur. Liderlerin böyle algılanmaları ise onların örgütteki iktidarlarını
güçlendirir (Özbudun, 1977: 8–9).
Wright Mills’in seçkin anlayışı hem dağınık hem de karışıktır; Mills'in seçkin
kavramının iki "değişken"e bağlı olduğu söylenebilir: Toplumda egemen kurumları
elde bulundurmak ve toplumun üst katmanlarından birine üye olmak. Her
endüstrileşmiş toplumda üç egemen kurum vardır: Askeri, ticari ve siyasi. Bu
kurumlardaki hiyerarşinin en üst kesimlerinde bulunan gruplara Mills, “İktidar
Seçkinleri” adını verir (Mills, 1974: 2–12). İktidar seçkinlerini egemen sınıf
oluşturmamakla birlikte, çıkarları, toplumsal kökenleri ve dünya görüşleri açısından
aralarında sıkı bir bağ ve dayanışma olan kişilerden oluşur. Toplumda tüm iktidar
gitgide bu üçlü azınlık elinde toplanmakla ve yığınların siyasal kararlara katılmaları
olanaksızlaşmaya başlamaktadır (Turhan, 1991: 35). Çağdaş seçkin kavramları içinde
pluralistlerin seçkin anlayışı siyasal bilimde hayli yankı uyandırmıştır. Pluralistler
seçkinler sorunuyla çok yakından ilgilidirler. Gerçekte pluralizm, belirli bir
demokrasi kuramıdır. Demokrasi, azınlığın değil, çoğunluğun yönetimini gerektirir.
Bu nedenden de pluralizmin seçkinler kuramıyla bağdaşması olanaksız gibi
görünmektedir. Ancak çoğunluk yönetimini, “halkın doğrudan doğruya yönetimi”
10
Lasswell yıllarca önce yönetimin her zaman bir azınlığın elinde olduğunu;
temel sorunun ise liderleri uygulamalarından dolayı sorumlu tutabilmeye bağlı
olduğunu belirtmişti (Lasswell, 1965; 3–19). Joseph Schumpeter demokrasinin açık
bir yarışma sonucunda halkın güvenini kazanan siyasal kadronun toplumu
yönetmesini öngören bir yöntem olduğunu söylemektedir. Raymond Aron’a göre, iki
ideal tip toplum ayırt edilebilir: Seçkinlerin tek bir grup olarak birleştiği ve çeşitli
seçkin gruplarının birbirleriyle az veya çok açık bir yarışma içinde bulunduğu
toplumlar (Aron, 1973: 133).
Marx ve Engels’e göre, yalnızca egemen sınıfların devleti olan ve her zaman ezilen
sınıfı bağımlılık içinde tutmaya yarayan bir devlettir. Marx'ın sınıf kavramı temel
olarak ekonomiktir. Sınıf, gruplarının üretim araçlarıyla olan mülkiyet ilişkilerine
göre tanımlanmıştır. Nispeten gelişmiş bir iş bölümü sınıfların var olması için
gereklidir. Marx esas olarak iki sınıfın olduğunu söylemektedir. Bu iki sınıf, üretim
araçlarının sahibi olan bir azınlık ile üretim aracı sahibi olmayan halkın
çoğunluğundan oluşur (Kışlalı, 1999: 69–74). Bu azınlık ile çoğunluk arasındaki
ilişki azınlığın bu durumunu çoğunluğu sömürmek için kullanması biçiminde ortaya
çıkar. Sonuç olarak, sınıf olgusunun ortaya çıkabilmesi bakımından zorunlu olan
artı-ürünün oluşturulabilmesi için toplumda nispeten gelişmiş bir iş bölümünün
gerektiğini söyler. Sınıf tümüyle ekonomik bir kavram olduğu halde seçkin, siyasal
bir kavramdır. Ekonomiyle siyaset arasında ilişkinin kurulması çözülmesi güç
sorunlar yaratmaktadır. Marx ekonomik ve siyasal iktidar arasındaki ilişkiye çok az
değinmiştir. Marx’da en çok dikkat edilmesi gereken sorunlardan biri, siyasetin
ekonomiye bağımlı tutulmasıdır. Marx’ın yazılarında aradaki ilişki açık değildir.
Ekonomik iktidarı, siyasal iktidara ve üretim araçlarına sahip olan azınlığı yönetici
sınıfa, dönüştüren etmen devlettir. Marx’a göre devlet ekonomik yapının ortaya
çıkardığı sınıf ilişkilerinin siyasal görünümünden başka bir şey değildir. Devlet
aracılığıyla, ekonomik iktidar siyasal iktidar olmakta ve azınlığın çoğunluk
üzerindeki ekonomik sömürüsü, siyasal üstünlüğünü sağlamasına dönüşmektedir.
Öyleyse, Marksist düşüncede siyasal seçkinlerin devlet kurumu aracılığıyla siyasal
iktidarı kullanan üretim araçları sahibi sınıf olarak tanımlayabiliriz (Zannoni, 1978:
15).
olmasından daha verimli bir sonuç elde edilebilir. Kaldı ki yüz yüze ilişki imkânı ol-
mayan insan birlikteliklerinde seçkinler daha bir zorunluluk haline gelir. Demek ki
burada sorun seçkinlerin varlığı değil, çoğunlukla ilişkisi, varlık sebebini kendisine
indirgeyip indirgememesidir.
Bottomore ise seçkin tanımını şöyle yapıyor: Mosca’nın deyimi olan “siyasal
sınıfı”, siyasal liderlik savaşımına doğrudan doğruya katılan, siyasal iktidar ve etki
sahibi tüm gruplar için kullanmıştır. Siyasal sınıf içinde, toplumda belirli bir zamanda
siyasal iktidarı edimsel olarak kullanan kişileri içeren daha küçük bir grubu, siyasal
15
Seçkinler hemen her toplumda varolan toplumsal bir olgu iken seçkincilikte
bunun bir türedisi veya seçkinlerin seçkin konumlarını tarihsellikten ziyade verili bir
hak olarak telakki etmelerinin neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Konumlarını verili
olarak kabul eden ve bunu en doğal hak olarak telakki eden seçkinler bu konumlarını
kurumaya dönük bir ideolojik-politik düzen oluşturmaya çalışırlar. Kendilerinin
yerine geçmesi muhtemel toplumsal kesimleri engeller, kendi seçkincilik
konumlarını daha sonraki kuşaklarına devredebilecek mekanizmaları kurarlar.
ifade eder. Esasen kelime yapısıyla seçkincilik, Batı dillerindeki elitizmin karşılığıdır
ve bu bağlamda devletçilik, laikçilik, güvenlikçilik, siyasetçilik gibi özel bir vurguyu
ifade eder Genel olarak seçkincilik, kendisini toplumsal değişim ve dönüşümün
dışında sayan, siyasal sistemi tekelinde, toplumu vesayetinde gören bir seçkinler ya-
pısıdır. Buna göre seçkinci türde ki seçkinler, yukarıda bir yerde durmakta ve her
şeyi gözetlemekte, her an yanılmaya namzet, bilgisiz cahil halk katlarına yol
göstermek, yanlışlarına müdahale etmek üzere beklemektedirler. Toplumu denetleme
ve dizayn etmeyi en temel hakları olarak görmektedirler. Seçkincilik, modern ulus
yapılarının genel bir özelliğidir denebilir. Çünkü burada siyasal seçkinler, farklı
unsurlardan bir ulus oluşturmak, onu yeniden inşa etmek, bütün kurum ve
kuruluşlarını (eğitimden ekonomiye, aileden dine kadar) dizayn etme yetkisinde
görmektedir. Ancak bunun derecesi toplumlara göre değişik düzeylerde olmaktadır.
Modern ulus yapılarında bu seçkinci yapı aslında, kendine özgülüklerde yeniden
oluşmuş bir zümrenin, kişisel olmanın ötesinde grupça iktidar olma ve bunu sürekli
kılma güdüsüne dayanmaktadır. Burada önemli sorun da meşruiyet alanında kendini
göstermektedir. Yani genelin üstünde bu siyasi nüfuzun halk tarafından kabul
edilebilir bir gerekçesi olması gerekmektedir. Batı dışı toplumlarda bu da genellikle
“Çağdaşlaştırıcılık”la ve “Modernleştiricilik”le özetlenebilir. Sade bir ifadeyle,
“mutlak seçkinler meşrudur, çünkü sıradan insanların bilemeyeceği, yapamayacağı
çağdaşlaştırma gibi önemli bir görevi yerine getirmektedir”. Tabii ki topluma
müdahalenin en önemli gerekçelerinin başında da ona yan çizen unsurlar ve
gelişmelerin bulunduğu sayıltısıdır. Hâlbuki bu anlayışta, tutunulan çağdaş değerler
“orada” bir yerlerde, buna karşılık toplumsal gerçekler “burada bir yerde”
kalmaktadır (Aydın, 2006: 54–55).
“istikrar sağlayıcı” olan bir ikinci yapı vardır. Yine bir görünen hukuk vardır, bir de
görünmeyen hukuk vardır. Seçkincilikte mevcut yasaların içi gerektiğinde yeniden
doldurulur, cezalar kişilere yer ve zamana, ihtiyaca göre ayarlanır. Seçkinciliğin
koruduğu çoğu zaman devletin yüksek menfaatleridir. Seçkinci yapılarda doğal
olarak atananlar seçilenlerin üzerindedir. Çünkü devletin asıl sahibi onlardır, ötekiler
gelip geçicidirler ve her an yanlış yapabilirler; halk ile içice olmaları, onları temsil
etmeleri, bu muhtemel yanlışlığın alt yapısını oluşturur. Çünkü halk yönetilmek için
vardır, görüşü alınmak için değil (Aydın, 2004: 151). Yine buna bağlı olarak devlet
yapısındaki üst bürokratik birimler, önemli mevkilerde görev yapacak kişilerin
atanmaları halka ve onu temsil eden meclise bırakılmaz Belli görevlerin, açık
bürokratik kuralların ötesinde belli yerlerden gelmesi gerektiği kabul edilir. Seçkinci
yapının bir diğer önemli özelliği ise, kendini vurgulayacak, işlevselliğini gösterecek
noktaların altını çizmiş olmasıdır ki bunların başında güvenlik sistemi gelmektedir
(Aydın, 2006: 56). İnsanlar tüm zamanlardan daha fazla modern dönemlerde
toplumları kendi isteklerine göre biçimlendirme olanağını elde etmiştir. Bu durum
beraberinde egemen insanların hırslarının daha da pekişmesine ve acımasızlaşmasına
neden olmaktadır. Özellikle 20. yüzyılda hemen hemen tüm toplumlarda dile
getirilen sınıfsız toplum fikri sadece bir mitten öteye geçmedi; sınıfsız toplum fikrini
somutlaştırmaya çalışan tüm iktidarlar ya mevcut sınıfı daha da seçkinleştirdiler veya
yeni sınıfların ortaya çıkmasına neden oldular. Demokrasi, insan hakları, eşitlik,
özgürlük gibi kavramlar sadece soyut düzeyde kaldı (Bottomore, 1987: 88–95).
İKİNCİ BÖLÜM
ilgili iken Doğu tarihinde siyasal bünyenin temeli genel olarak ideolojiktir (Mardin,
1993: 70). Bu açıklamayla Türk moderlenmesinde gerçekleşen olayların bağlı olduğu
olgular tarihsel bir gelişim çerçevesinde ideolojik niteliğini öncellemesede gerçekte
çok önemli bir faktördür.
Devlet ise, çok önemli ve zengin bir millî potansiyeli teşkil eden bu
insanlardan istifade etmiştir. Bununla birlikte “müslim-gayr-i müslim halk” ile
“devlet-gayr-i müslim yakınlaşması, kaynaşması ve birlikteliği” sağlanarak; “devlet
ve millet olarak içtimai bütünlük” elde edilmiştir. Bu nokta bize; “çok millet”li bir
mozaiğe sahip olan Osmanlı Devleti’nin, bu yapısıyla uzun süre yaşayabilmesinin
önemli bir sırrını da vermektedir (Pakalın, 1983: 31). Bu sistem vasıtasıyla Osmanlı
Devleti, ezmeyerek ve unutmayarak gayri Müslimlerin devlet seçkini olmaları için
imkân sunmuş ve onların dünya siyaset ve medeniyet tarihinde önemli bir rol
oynamalarına geniş bir kapı açmıştır. Osmanlı Devleti, devşirme sistemini kendine
24
has yorumuyla tatbik etti. Hem kendisi, hem de gayr-i müslim-müslim halk çok
şeyler kazandı. Aslında devşirme sistemi Osmanlı tarihinin itinalı bir yerinde
durmakla birlikte, bugünkü bazı metodlara da ilham kaynağı olmuştur.
Osmanlı ıslahat çalışmaları uzun bir döneme yayılmıştır. İlk dönemlerde ıslahat
çalışmaları mevcut yapıyı bozmadan yapılan ıslahat çalışmaları iken daha sonraki
dönemde özellikle II. Mahmut ile birlikte ıslahat çalışmalarının mevcut yapıyı
değiştirici daha sistematik bir şekilde ve nitelikte olduğu görülmektedir. Islahat
çalışmaları içerisinde radikal dönemin başlangıcı Tanzimat dönemidir. Tanzimat
dönemi Osmanlı modernleşme süreci için keskin bir virajı ifade etmektedir, yüzyılı
yakın süren modernleşme süreci ve sancısı Tanzimat’la birlikte daha radikal bir
evreye girmiş ve özellikle Osmanlı bürokratik sınıfının modernleşmeyi/batılılaşmayı
bir misyon addederek doğrudan müdahaleyi yasallaştırdığı bir sürecin başlangıcı
olmuştur. Osmanlı bürokrat sınıfının padişahı aşan bir yetki ile hazırladığı ve
padişahın da ses çıkarmadığı, çıkarmak zorunda olmadığı zorunda kalmadığı
29
Toprağın özel mülkiyet haline gelmesiyle toprak sahibi taşradaki beylerin köylü
üzerindeki baskısı arttı. Özellikle köylü üzerinde artan sömürü ve bunun neden
olduğu köylü firarları, köylüyü toprağa bağlamak için toprak sahiplerince alınan
önlemler ve toprakta özel mülkiyetin kurumsallaşması gibi durumlar bu dönemdeki
sınıflar arası mücadelenin birer göstergesidir (Wallerstein vd., 1983: 49).
Yeni Osmanlılar için ise, ilk defa Mustafa Fazıl Paşanın yayınladığı bir
mektupta, “Yeni Osmanlılar” karşılığı olarak kullanılmıştır. Daha sonraları Namık
Kemal ve Ali Süâvî tarafından da benimsenerek, Türkçe'ye yerleştirilen bu tabir, uzun
süre, Osmanlı topraklarında yetişen, devlet idaresine karşı gelen ve yabancılar
tarafından yönlendirilen ihtilâlcilerin tamamının ortak adı olmuştur (Zürcher, 2007:
88–96). Yeni Osmanlılar Cemiyeti, 1789 Fransız İhtilâlinden sonra Avrupa’da süren
1830 ve 1848 ihtilâllerine ve bunların neticesinde ortaya çıkan fikir hareketlerine
heveslenenler tarafından, 1865’te, gizli bir teşkilât olarak, İstanbul’da kuruldu. Yine
bu tarihte, Mısır Hidivi Kavalalı İsmail Paşa, veraset usulünü değiştirerek, kardeşi
Mustafa Fazıl Paşayı bütün haklarından mahrum etti. İkbal küskünü olan bu paşa,
Abdülaziz Han'a ve üst kademe devlet adamlarına düşman kesildi. İntikam için, Jön
Türklerin arasına katıldı ve başlarına geçerek, onları bilhassa maddî yönden büyük
çapta destekledi (Keyder, 1989: 73–79).
tarafından kapatılarak ortadan kayboldu. Böylece, Jön Türklerin birinci devre faaliyeti
sona erdi. Fikirleri ve meşrutiyetin ilanı arzusu bahanesiyle, Osmanlı Devletine ve
bazı devlet ricaline karşı ağır ifadeler ihtiva ediyordu. Bu mektubun akabinde,
Mustafa Fâzıl Paşa tarafından Paris’e çağrılan Jön Türkler, onun maddî desteğiyle,
Avrupa’da geniş bir yayın faaliyetine giriştiler. Bu yayınların biri sönüp diğeri
açılıyor ve sayıları çoğalıyordu. Jön Türkler, bu yayınlarından, mükemmel bir fikir
sisteminin ifadesi ve izahından ziyade, belli başlı birkaç nokta üzerinde durdular ve
hep aynı şeyleri tekrarladılar (Akşin, 1998: 114–128).
27–29 Aralık 1907’de yine Paris’te toplanan İkinci Jön Türk Kongresine; İttihat
ve Terakki, Prens Sabahattin’in Teşebbüs-i Şahsî ve Âdem-i Merkeziyet cemiyetleri
yanında, Ermeni Taşnaksutyun Komitesi de katıldı. Kendi aralarında birlik
olmamasından yakınılan bu kongrede; Osmanlı Devleti aleyhine en ağır ithamlar
yapıldıktan sonra, İran Mebusan Meclisine dostluk telgrafı çekilmesine,
Makedonya’daki Rum, Bulgar vs. çetelerinin, devlete karşı olan isyanlarının
desteklenmesine, diğer gizli cemiyetlerin birleştirilerek, ihtilâlci yayınlar yapılmasına
karar verildi. Jön Türklerin uzun yıllar devam eden faaliyetlerinde, ön planda
meşrutiyet ve hürriyet fikirleri görünüyorsa da, her grup ve şahsın ayrı ayrı maksatları
vardı. Azınlıklar istiklâl, hiç değilse muhtariyet kapmak, şahıslar ise şahsî hırs ve
arzularını tatmin etmek peşindeydiler. Osmanlı Devletini parçalamak ve yıkmak
isteyenler tarafından methedilen Jön Türklerin faaliyetleri ise, devletin yıkılışını
34
hızlandıran belli başlı sebeplerden olmuştur (Ubicini, 1998: 95–97). Batı dünyası
karşısındaki tavırlarının taklitten öteye geçememesi, devlet kademelerinde yer almak,
meşhur olmak, hattâ Mithat Paşa'da olduğu gibi, kendi ailelerini hanedan yapmak için
azınlıklarla, eşkıyalarla, Rum-Ermeni çeteleri ve Avrupa devletleriyle işbirliği
yapmaktan çekinmemeleri, bu faaliyetlerin en acı tarafı olmuştur.
Netice olarak, Osmanlı topraklarındaki sulh ve sükûnu, dört bir yandan patlak
veren ihtilaller, isyanlar, hükümet darbeleri ve savaşlarla yok etmişler, çıkarılan
idaresizlik, kargaşa ve savaşlar ortamı içinde, Osmanlı’nın sonunu hazırlamışlardır.
Darbeden sonra Genç Türkler, iktisadi kurtuluşun yolunun milli bir iktisadi
oluşturmaktan geçtiğini düşünen kadro bundan dolayı yerli teşebbüsü harekete
geçirmek için politikalar üretti. İthal mal yerine yerli malı tüketimi için kampanyalar
başlatıldı. 1917 yılında yerli bir banka olan İtibar-ı Milli Bankası kuruldu. Yerli
müteşebbisler tarafından iki sigorta şirketi kuruldu. Ancak bu tip milli iktisadi
hamleler İttihat ve Terakki kadrosunun I. Dünya savaşı sonrasında dağılmasıyla sona
erdi (Lewis, 1984: 453–454).
2.5.4. I.Meşrutiyet
1923 Kanun-u Esasisi “Meclis-i Umumî” adını taşıyan iki meclisli bir
parlamento kurmuştur. Bunlardan “Heyet-i Ayan”ın üyeleri padişah tarafından ve
ömür boyunca bu görevde kalmak üzere atanmaktaydılar. “Heyet-i Mebusan”ın
üyeleri ise, iki dereceli seçimle halk tarafından seçilecekti. Bu anayasada padişah
parlamentoyu toplantıya çağırıp dağıtmak, meclislerde görüşülecek yasa önerilerini
önceden görüp onaylamak yetkilerine sahipti Meşrutiyetin ilânı üzerine, Mebuslar
Meclisi’nin kurulması, bunun için de seçimlerin yapılması gerekiyordu. Hükümet 28
Ekim 1876 (10 Şevval 1293) tarihli geçici bir “Talimat” ile İstanbul ve civan için 1
Ocak 1877 (16 Zilhicce 1293) "Beyannâme"sini yayınladı. Ayan üyeleri padişahça
atandığı için seçim sorunu milletvekilleriyle ilgiliydi. Taşradaki milletvekilleri
“Talimat-ı Muvakkate”nin 2'nci maddesine göre vilayet, liva ve kazaların İdare
Meclisleri üyelerince seçileceklerdi. Görüldüğü gibi taşrada idare meclislerinin
üyeleri ikinci seçmen olarak kabul edilmiş ve milletvekillerini bunlar seçmiştir.
İstanbul ve civarında ise ikinci seçmenler halk tarafından seçilmişlerdir. Daha sonra,
bu ikinci seçmenler de milletvekillerini seçmişlerdir (Armağan, 1978: 153–157).
Gerçekte ise, karışık seçim talimatı yalnızca valilerin elindeydi. İdare Meclisleri'nde
hükümet memurları çoğunluktaydı ve dolayısıyla da hükümetin seçimler üzerinde
büyük etkisi vardı. Genellikle, vilayetlerde valiler kendi adamlarını milletvekili
olarak İstanbul'a yolladılar. Fakat genel bir seçim yapılsaydı bile yine aynı gruptan
kişiler mebus seçilirlerdi. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu'nda ilk siyasal parti 1859 da
kurulmuş olmasına karşın (Tunaya, 1952: 374 de 3 no.lu dipnotu) bu dönemde
etkinliği olan hiçbir parti bulunmamaktaydı. Ayrıca bir seçim geleneği de yoktu
(Ortaylı, 1974: 82).
Osmanlı Mebusan Meclisi ancak iki oturum toplanmıştı. İlk oturum 19 Mart
1877 günü toplanmış ve 28 Haziran 1877 de son bulmuştur. İkinci oturum ise 13
Aralık 1877 tarihinde açılmış ve 14 Şubat 1878’de Padişah tarafından kapatılmıştır.
Bu her iki yıl için ayn ayrı yapılan seçimler aynı "Geçici Talimat" ile yapılmıştır
(Armağan, 1978: 153-157). Bu dönemde milletvekilliği yapanları incelemek çok
zordur. Bu konuda gerekli çalışmaların yapılmamış olması ve elde kullanılabilecek
belgelerin çok az olması bugün anladığımız anlamda bir seçkin incelemesi
yapmamıza engel olmaktadır.
39
Bilindiği gibi, uzun yıllar Padişah iktidarı ile yönetilen Osmanlı Devleti’nde,
1875’lere gelindiğinde alınan dış borçların artık ödenemez hale gelmesi ile yaşanan
ekonomik çöküşün de tetiklemesi ile 1876’da I.Meşrutiyet ilan edilmiştir. Söz
konusu meşrutiyet yönetimi, anayasalı ve parlamentolu bir siyasal rejim öngörmekte
idi. Ancak gerek 1877–1878 Osmanlı - Rus Harbinin yol açtığı gelişmeler, gerekse
halk tarafından denetlenir bir devleti yönetmenin zorluğuna katlanmak istemeyen
saray yönetimi, ilk meşruti yönetimin kısa ömürlü olmasına neden olmuştur.
Bunun üzerine meşruti yönetimi tekrar geri getirebilmek için, yasadışı değişik
örgütlenmelere gidilmiştir. Bunlardan en etkili ve en güçlüsü, yukarıda da
belirttiğimiz gibi, Fransız İhtilali’nin yüzüncü yılında kurulan İttihat ve Terakki
Cemiyeti olmuştur. Ayrıca İttihat ve Terakki kadar başarılı olmamakla birlikte Prens
Sabahattin’in önderliğinde “Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet” adıyla kurulan
ve bilahare Ahrar Fırkası adını alan örgüt de, bu dönemin bir diğer dikkat çeken
örgütüdür. II. Meşrutiyetin ilanı ise, 1908 yılı Temmuz ayında Rumeli'deki askeri
birliklerin isyanı ile mümkün olmuştur. Bu nedenle Alkan II. Meşrutiyetin ilanını bir
halk hareketi olarak değil, askeri bir ihtilal olarak görür. Aslında bu harekete
katılanlar ordunun tamamı olmayıp, sadece Rumeli’de bulunan kısmı olan Üçüncü
Ordudur. Bu bağlamda öne çıkan isimler, Önyüzbaşı Resneli Niyazi ve Kurmay
Binbaşı Enver olmuşlardır (Aydemir, 1986: 14–17). Söz konusu kişilerin birlikleri ile
beraber Meşrutiyet’in ilanı için dağa çıkmaları ve Meşrutiyeti ilan ettiklerini
payitahta bildirmeleri, Padişah II. Abdülhamit’in 32 yıl aradan sonra tekrar meşruti
yönetimi ilanına neden olmuştur. Bu ise Kanun-u Esasi'nin yeniden uygulanmaya
başlaması ve Meclis-i Mebusan’ın toplanacağı anlamına gelmekteydi. Öyle de olmuş
ve Meclis-i Mebusan yapılan seçimler sonucunda 17 Aralık 1908’de padişah II.
Abdülhamit’in de katılımıyla yeniden açılmıştır.
Burada söz konusu iktidar döneminin dikkat çekici konuları; 31 Mart Vakası,
hükümet istikrarsızlıkları, dönem içerisinde yapılan seçimler, hukuk alanında yapılan
çalışmalar ve Babıâli Baskını gibi konulardır. II Meşrutiyetin ilanı sonrası padişah II.
Abdülhamit tahtta kalmaya devam etmiş, ancak siyasal tarihimizde “31 Mart Vakası”
olarak bilinen olay sonrası tahttan indirilmiş ve Selanik’e sürgüne gönderilmiş,
yerine ise “Beşinci Mehmet” ünvanıyla Reşat Efendi getirilmiştir.
seçkinler geleneklerine bağlı tutucu ve her türlü reforma düşman kişilerden meydana
geliyordu. İttihat ve Terakki özünde kentlilerden oluşmuştu. Fakat ittihatçıların
köylerdeki yerel kolları tutucu olan toprak sahipleri ve ulemalarca denetlenmekteydi.
Bu siyasal kutuplaşmanın altında yatan gerçek ise çok daha başka idi.
İttihatçılar toplumsal yapıda güç kazanmaya başlayan yeni sınıflarca destekleniyordu.
Liberaller ise, merkezde veya taşrada eskiden beri yönetici olan seçkin katmanlardan
gelen kişilerce yönetiliyordu. Bu nedenle liberaller, devrimi siyasal devrim
aşamasında tutarak zamanla sarayın egemenliğinde olan gücün kendi ellerine
geçeceğini umuyorlardı. Bu her iki grubun özünü de Türkler oluşturmakla birlikte,
Türk olmayanlarda kendi içlerinde bölünmüş olduğundan, siyasal bağları Türklerinkini
andırıyordu. Fakat çok geçmeden Türk olmayan milletvekilleri İttihat ve Terakkiyi
desteklemekten vazgeçip, çıkarlarına daha uygun düşen Liberalleri desteklemeye
başladılar. Genç Türk dönemi, Rustow'un belirttiği gibi, yalnızca ulusçuluğun ortaya
çıktığı bir dönem değildir. Aynı zamanda bu dönemde, siyasette o güne dek
bilinmeyen yöntemlerde kullanılmaya başlandı. Bunlar arasında; hükümetin
yasamaya karşı sorumlu olması, periyodik parlamento seçimlerinin yapılması,
45
19.yy. sonları ve 20. yy. başlarındaki Jön Türk hareketi, o döneme göre ilerici
güçlerin gerçekleştirdikleri, ilk Türk siyasal devrimidir. Bağımsız Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurulmasını gerçekleştiren 1918–1923 Ulusal Türk Devrimi ve
sonrasında ülkeyi yöneten toplumsal güçler, İttihat ve Terakki yıllarında doğup
gelişmeye başlamıştır.
46
Avrupalılar karşısındaki iki yüz yıllık gerileyiş boyunca sürüp giden askerî
yenilgiler ve toprak kayıpları, Osmanlıları modernleşme sürecine girmeye zorlamış,
bir dizi reformlar dönemini başlatmıştır. Osmanlı’da, modernleşme her zaman bir
bakıma Batılılaşma anlamını taşımıştı, çünkü Osmanlı güçlüye direnebilmek için
kendini onunla özdeşleştiriyordu.
Tanzimat, bir dizi önemli gelişmeyi izlemiştir. Bunlardan ilki, 1808’de sarayla
ayanlar arasında imzalanan ve merkezî yönetimin otoritesini sağlamlaştırma
amacıyla getirilen yeni örgütlenme ilkeleri ve önlemleri üzerinde görüş birliği sağla-
maya yönelik bir çaba olan Sened-i İttifak’tır. Esas olarak, yerel güç odaklarının da
içinde yer alacağı daha geniş temelli bir yönetim sistemini kayda bağlamıştır. Ama
Sened-i İttifak, ölü doğmuş bir girişim olmuştur. İstanbul, Sultan’ın, dolayısıyla
merkezî otoritenin rakipleri olarak görülen yerel önderlerle işbirliği yapmaya istekli
değildi. Nitekim II. Mahmud döneminde (1808–1830) ayanları tasfiye etmeye ve
orduyu merkezileştirerek Sultan’ın otoritesini taşrada egemen kılmaya yönelik giri-
şimler olmuştur. Ancak, II. Mahmud’un bu amaca yönelik sert önlemleri, onu
Mısır’ın güçlü valisi Mehmed Ali’yle çatışmak zorunda bıraktı. Mücadelenin ilk
evresinde (1832–1833) Mehmed Ali, II. Mahmud’un orduları karşısında ezici
zaferler kazandı. İkinci evredeyse (1839–1841), Mehmed Ali yalnızca bir vasal
olarak, tam anlamıyla Mısır’a geri gönderildi; ama bu, ancak İngiltere’nin muazzam
askeri ve diplomatik desteğiyle mümkün oldu. Bu desteği sağlayabilmek için
İstanbul, büyük bir cömertlikle İngilizlere 1838 Ticaret Antlaşması’nı (Balta Limanı)
önerdi. Bu antlaşmayla, varolan ticarî sınırlamalar ve gümrük duvarları kaldırılıyor,
Osmanlı toprakları dev bir pazar halinde İngiliz mamullerine açılıyordu. Böylece
İstanbul, yerel güç odaklarını ortadan kaldırma mücadelesini, oldukça yüksek bir
bedel karşılığında kazanmış oluyordu (Karpat, 2009: 324). II. Mahmud 1839’da
öldü. Onun ardından reform ve yeni düzenleme girişimlerinin öncülüğünü, 16
yaşındaki oğlu Abdülmecid (1839–1861) değil, İngilizlerle görüşmeleri yürütmüş
olan Hariciye Nazırı Reşid Paşa üstlendi. Reşid Paşa, Tanzimat’ın başlıca mimarı
olmuştur. Tanzimat’ın başlangıcını haber veren resmi belge olan Gülhane Hatt-ı
Hümayunu 1838 Ticaret Antlaşması’nın hemen ardından, 1839’da ilan edildi.
Gülhane’yle vergi ve zorunlu askerlik uygulamalarında reform öngörülüyor, inanç ve
48
reformlarının sonucu olarak ortaya çıkan yeni bir bürokrat aydın sınıfı artık paşaları
İslâmî değerler ve millî çıkarlar aleyhine fazla Batıcı “hayran çelebi” buldukları gibi,
onların siyaset ve yönetim anlayışını da otokratik ve oligarşik sayıyorlardı. Bu
hareket 1865’te Genç Osmanlılar örgütüne dönüştü, ama 1872’de dağıtıldı. Namık
Kemal ve Ziya Paşa’nın önderliğindeki Genç Osmanlıların başlıca talepleri siyasî
özgürlük, Saray ve Bâb-ı Âli bürokrasisi üzerinde anayasal denetim, parlamentarizm
ve Batıcılıkla gelenekçilik arasında daha iyi bir dengeydi (Mardin, 1962: 61).
Avrupa sermayesinin nüfuzu ve bunun sonucu olarak aracı işlevi gören ticarî
etkinliklerin gelişmesi, Tanzimat’ın özel mülkiyete sağladığı hukuki güvenceyle
birlikte, tacirlerden oluşan yeni bir orta sınıfın da doğmasına yol açmıştır.
“Memurların Osmanlı yönetimi ve toplumu üzerindeki egemenliği, 19. yüzyılın
ikinci yarısında önemli bir siyasî etmen durumuna gelmeye başlayan yeni orta sınıf
tarafından sorgulanmaya başlamıştır. Geleneksel Osmanlı toplumunda en büyük
zenginlik kaynağı olan toprak ve topraktan sağlanan gelirler, Sultan’ın ve onun
kulları olan Yönetici Sınıfın mülkü sayıldığından, uyrukların elinde sermaye
birikimi, ancak ticaret ve sanayi yoluyla mümkündü. Bununla birlikte, 18. ve
özellikle 19. yüzyıllarda yeni siyasî ve ekonomik etmenler, yerel güç sahiplerinin
hem ticari servet hem de özel topraklar edinmelerine olanak sağlamıştı. Bunlardan
en güçlü olanları (ayanlar), servetlerini siyasî amaçlar için de kullanmaya, hatta çoğu
kez güçlerini sürdürebilmek için kendi yerel ordularını kurmaya başlamışlardı
(Çaylak, 1998: 26–37). Ama II. Mahmud’un bunları ezme ve imparatorlukta var olan
50
tüm maddî baskı araçlarını merkezileştirme çabaları sonunda başarıya ulaşınca, bun-
lardan yalnızca servetlerini sermaye olarak kullanıp ekonomik ve ticari girişimlerini
geliştirmeye yönelenlerin yaşama şansı kaldı. Tanzimat ise, artık eşraf olarak
adlandırılması gereken bu yeni sınıfı yerel yönetim kurumlarına katmış, böylece
onlara taşra yönetiminde belli bir yetki tanımıştır. Ama Tanzimat ortamında
1889’da askeri öğrenciler tarafından kurulmuş gizli bir örgüt olan İttihat ve
Terakki Cemiyeti; kısa zamanda küçük rütbeli sivil ve askeri bürokratlar, Avrupa’da
sürgünde bulunan muhalif aydınlar ve gelişmekte olan orta sınıfın Türk ve
Müslüman kesimleri arasında yandaşlar buldu. Bu sonuncular, Jön Türker’in
embriyonik (dönemsel) milliyetçiliğini, tüccar azınlık grupların yerini alabilmek için
uygun bir ideoloji olarak görüyorlardı. 1908 Jön Türk “Devrimi”, 1876 Anayasası ve
parlamentoya Abdülhamid tarafından yeniden işlerlik kazandırılması sonucunu
doğurdu. 1909’da da, toplumdaki gerici öğelerin bir karşı-devrim girişiminde
sorumlu tutulan Abdülhamid tahttan indirildi (Günal, 2009: 23–44). Ancak, 1914’te
yeni yönetim, Enver Talat ve Cemal Paşaların önderliğinde yetkeci bir tek-parti
yönetimine dönüştü. Birinci Dünya Savaşı’na Almanya’nın müttefiki olarak katılan
bu paşalar, 1918’de savaş bittiğinde derhal Almanya’ya kaçtılar. Mondros
52
tanımlarken, onu ya siyasal bir kodaman ya da mütevazı bir köylü olarak görmüşler-
dir. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yansında, özellikle de 1856 Paris Anlaşması’ndan
sonra Anadolu ve Ortadoğu’da yaşanan yapısal dönüşüm, bir yüzyıl önce
Balkanlarda yaşanan (siyasal değil ama) sosyal değişikliklerle çarpıcı benzerlikler
gösterir. Balkan devletleri kendi siyasal sistemlerini ulusal devletler biçiminde
oluşturmuşlardı. Osmanlı egemenliği altındaki diğer bölgelerdeyse, tahta tabi olmaya
devam eden yönetim yapısı ile sosyal tabakalar ideolojik ve kültürel olarak
birbirinden ayrıştı. Yine bu dönemde bürokrasiye memur yetiştirmenin başlıca aracı
olan “modern” eğitim sistemi ortaya çıktı (Lewis, 1984: 20–56). 1839’dan sonra
kurulan ve 1869’dan sonra epey yaygınlaşan eğitim sistemi, pratik görevleri
yürütmek için gereken becerilerin kazanıldığı bir yer olmaktan çok belli bir sosyal
konum ve statü elde etmenin yolu olarak görünüyordu. Süreci dışarıdan
gözlemleyenler yeni aydın sınıfın davranış ve felsefi anlayışlarını “modern” veya
“Batılı” olarak tanımladığında, bu değerlendirmeye temel oluşturan ölçüt, onların
profesyonel niteliklerinin gerçekçi bir gözle takdir edilmesi değil; kendi ulusal
kültürlerine ne ölçüde yabancılaştıkları ve (başta giyim kuşam olmak üzere) Batılı
yaşam tarzını ne ölçüde benimsedikleriydi. Modern eğitim yabancılaşmaya yol açtı ve
bu yüzden farklı gerekçelerle muhafazakârların ve milliyetçilerin öfkesini üzerine
çekti. Bürokratik aydınların “Bir Seçkin” olarak konumu gerek geleneksel Osmanlı
İmparatorluğu gerekse Avrupa açısından yeni bir durumdu (Lewis, 1984: 45–67).
Gerçekten de faaliyet gösterdikleri sosyal ve ekonomik çevrenin yanı sıra bu çevreden
kaynaklanan felsefi görüşleri de gerek kendi geleneksel geçmişlerinden gerekse
Avrupa’nın sosyal ve kültürel muhitinden farklıydı. Bu grup, aslında bugünkü
Üçüncü Dünya seçkinlerinin habercisiydi. Ama deneyim açısından onların
avantajlarına sahip değildi. Devlet kurumları, seçkinlerin felsefesi ve sosyal
tabakaların arzu ve ihtiyaçları arasında işlevsel bir uyum sağlanamadığı için, ay-
dınların kitlelerden kopuşu daha da belirginleşti. Sanayileşme ve tarımı
modernleştirme çabaları başarısız oldu.
Aşağı yukarı 1885 yılında çeşitli aydın grupları gerek kırsal kesimin kültürel ve
siyasal görüşlerini gerekse bazı kentli grupların isteklerini dillendirmeye başladı.
57
Gerçekte bu, diğer birçok ülkede olduğu gibi, biçimsel anlamda bir dil-edebiyat
hareketi olarak doğan Türk milliyetçiliğinin başlangıcıydı. Bu milliyetçilik hem Batı
ve Hıristiyan karşıtı unsurlara hem de liberal unsurlara sahipti. Türk milliyetçiliğinin
negatif yönlerinin kaynağı; Batılı güçlerin imparatorluğun içişlerine karışması,
Batının baskısı nedeniyle Hıristiyan ticaret çevrelerine tam özel ayrıcalıklar ve
bunların kazandığı üstün konum, son olarak da Osmanlı yönetimi altındaki Hıristiyan
etnik grupların bağımsızlık hareketleridir. Türk milliyetçiliğinin liberal özellikleriyse
aydınların parlamentoyu ve 1876 Anayasası’nı yeniden yürürlüğe koyup bir hürriyet
rejimi kurmak istemelerinden kaynaklanır. Selanik ve Manastır’daki subaylar ve
eşraf tarafından sultana karşı sahneye konan 1908 Jön Türk Devrimi bu yapısal-
ideolojik gelişmelerin sonucuydu. Bu, imparatorluğun yaşadığı modern tipte ilk
devrimdi.
Türk ulusal orta sınıfıydı (Tunçay, 1978: 14–32). 1923’te kurulan Cumhuriyet
yüzlerce yıllık saltanata son verdi ve yeni Türk ulus devletini sağlamlaştırmak için
tasarlanmış görünen bir dizi kültürel reformu yürürlüğe soktu. Coğrafi bölgeler,
merkezi bir ulusal Türk hükümeti tarafından birleştirildi, laik ve ulusal bir siyasal
kimlik ve aidiyet anlayışı diğer bütün bağlılıkların üzerine çıkartıldı.
edilecek bir model olarak görülmeye başlandı. Cumhuriyet’in hukuk sistemi, yüz elli
yıl önce başlamış olan sosyal farklılaşma ve tabakalaşma sürecine adapte edilmiş bir
normatif düzenleyici mekanizma olarak ortaya çıktı (Selek, 1963: 43–71). Ayrıca bir
yapısal farklılaşmanın önünü açarak kendine has kafa yapılarına sahip yeni grupların
gelişmesini sağlayan faktörlerden biri oldu.
herkeste bir gelişme aşamasının sona erip bir diğerinin başlamak üzere olduğu
beklentisi oluşmuştu.
18. yüzyıla kadar siyasal düzlemde belirleyici bir güç olan Osmanlı Devleti bu
tarihten itibaren başlayan çözülme dönemi ile beraber bürokraside Batı’yla yepyeni
bir şekilde karşı karşıya gelmiştir. Bu karşı karşıya geliş, geçmiş dönemlerden farklı
olarak, Batı’nın ya da düşmanın üstünlüğü biçiminde gerçekleşiyordu. Avrupa’ya
gönderilen bürokratlar batılı denklerinin karşısında kendilerini geri kalmış olarak
kabul etmiyorlardı. Bürokratik yapı olarak Osmanlı’nın Batı’ya kıyasla müthiş bir
kültürünün olduğunu düşünüyorlardı; ancak Batı’nın üstünlüğüne bakış açısı,
“askeri-teknik” alanda ortaya çıkıyordu. Çünkü Batı’yla temas, fethedilen Batı
toprakları dışında genellikle askeriydi. Böylece Osmanlı’daki ilk yenileşme
hareketleri daha çok askeri alana yönelik oldu (Lewis, 1984: 27–31). Modern bir ordu
donanımı ile başlayan yenileşme hareketleri, Batı’nın diğer kurumlarını da almak
gerektiği düşüncesini zaman içerisinde geçerli kılmıştır. Kaldı ki, yalnız başına
modernleştirilen ordu diğer modern kurumlara da ihtiyaç duyacaktı.
Öncelikle askeri alanda başlayan reform çalışmaları, daha çok Batılı kurumların
alınması biçiminde gerçekleşti. Bu biçimiyle ele alınan modernleşme aslında
“savunmacı modernleşme” sürecinin de başlamasına yol açtı (Parla, 1989: 13).
Osmanlı modernleşmesini, “varlığını ve kaderini öteden beri Avrupa devleti olmaya
bağlayan bir devletin, kendi geleneklerinden kopmadan değişmeye çabalaması” olarak
değerlendirmek mümkündür (Türköne, 1995: 22). İlk askeri reformlarla beraber,
modern bir ordunun modern bir sivil bürokrasi ile desteklenmesi gerçeği ve etkin bir
bürokrasi ihtiyacı Batılı sivil kurumların transfer edilmesiyle, Batılılaşma (aslında
düşmandan geri kalmama da denebilir) sürecini tamamlamak gerektiği düşüncesini
hâkim kılmıştır.
çıkarmış oldu (Heper, 1977: 82; Ramsaur, 1982: 21). Bu dönemde bürokratlar da
reform çabaları içerisinde oldukça önemli bir yere sahiptirler (Weiker, 1973: 101;
Heper, 1977: 65). Bu çabalara rağmen, patrimonyal devlet geleneği varlığını
korumuş ve hatta onyedinci ve onsekizinci yüzyıllara göre çok daha merkeziyetçi bir
yapı oluşturmuştur.
Devlet geleneği, örnek alınan her türlü kurumsal yapının yeni sisteme
aktarılması dönemine olumlu ya da olumsuz etki eder. Osmanlı’nın devlet geleneği
de örnek alınan Batı tarzı bürokratik kurumları kabul ederken sistem olumsuz bazı
sonuçların doğmasına sebep olmuştur. Yeni bürokratik yapının inşası o kadar da
kolay olmayacaktı çünkü dünya belli bazı güçlerin otoritesinde hasta adam olarak
nitelendirdikleri Osmanlı Devletini önce yıkıp, sonra sömürmek istiyordu. Bu
şartlarda Osmanlı devlet adamlarının yenilik hareketlerine her izin verişleri aslında
devletin bekası amacı taşırken çoğu halk katmanları tarafından hainlik olarak
görülebiliyordu. Bu süreç kurtuluş döneminde ve yeni kurulan Türkiye
Cumhuriyetinde seçkin yöneten kadroların iktidarı ellerinde tutmak ve hayalini
kurdukları geleceği kurmak adına dönüştürdükleri moderneşme olgusunun bir
etkenidir. Osmanlı Devleti’nin moderneşme çabaları ile ortaya çıkan yeni kültürel
yapı yöneten ve yönetilen ilişkisinde yapısal değişimlerin ortaya çıkmasına sebep
oldu. Osmanlı Devleti tarafından Avrupa’nın bazı şehirlerine eğitim almaları
amacıyla gönderilen öğrenciler ve yöneticiler, oluşturdukları farklı dünya görüşlerini
ve etkilendikleri Avrupa siyasal kamu yönetim sistemini Osmanlı topraklarına
döndüklerinde bir kurtuluş modeli olarak gördüler ve padişaha rağmen uygulamaya
koydular. İlk bakışta başarılı gibi gözüksede Osmanlı Devletinin dünya savaşını
kaybederek yıkılması açısından düşünüldüğünde başarısız oldular. Bu yıkılışı yeni
bir yapılanma ve yeni bir devletin kuruluşu olarak düşünürsek avrupada eğitim alan
yetişmiş kadroların yeni kurulan ülkenin yönetim sürecini ellerine almaları yeni
ülkenin kaderini net olmasada sınırları bakımından şekillendiriyordu. Osmanlıda
yetişen bu yönetici seçkinlerin, cumhuriyet dönemiyle nasıl seçkinci bir niteliğe
dönüştüklerini üçüncü bölümde analiz etmeye çalışacağız.
64
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
67–68). Bir kere çoğu Tercüme Odası ve dışarıdaki Osmanlı elçiliklerinde siyasal
eğitimlerini tamamlamışlardı; böyle bir eğitimden geçen Eski Osmanlılar, diplomasi
ve devlet maliyesi sahalarında uzmandılar, ikinci olarak, her önemli Paşanın
İstanbul’daki “büyük devletlerin” elçileri arasında dostları vardı. Üçüncü olarak,
kendilerine sempati besleyen Abdülmecit tahtta bulunmaktaydı. Son olarak da,
eğitim, yargı ve güvenlik işlerinin sivil bürokrasi tarafından üstlenildiğini
görmekteyiz. Mardin’in yaşadıkları dönem içerisinde “orta sınıf olarak nitelendirdiği
Eski Osmanlılar “hâli vakti yerinde” ailelerden gelmekteydiler (Mardin, 1957a: 11;
Heper, 1974: 69). Kendilerini Devletin hizmetlisi şeklinde gören Eski Osmanlılar,
yine kendileri tarafından geliştirilen siyasetin kamu yararına olacağını düşünmüşler
ve bürokratik yönetim geleneğinin devamlılığını sağlamak için, kurumların
yöneticilerden daha önemli olduğu düşüncesini geliştirmeye çalışmışlardır.
Cumhuriyet Türkiyesi veya bir başka ifadeyle Kemalist devlet yapısal olarak
Osmanlı Devleti’nden oldukça farklıdır. Kemalizm’in felsefî kökenleri, Osmanlı-
İslâm geleneklerinden çok, Fransız devrimine ve pozitivizme uzanmaktadır
72
(Kazancıgil, 1986: 171). Bir yazarın deyişiyle, 1923 Ankara’sında, Fransız Devrimi
ruhunun dalgalandığını söylemek mümkündür (Toynbee, 1971: 154). Bunda en
büyük etken kuşkusuz Mustafa Kemal’in oluşturmak istediği toplum modeli ve
Cumhuriyet öncesiyle sonrası arasına çekmek istediği çizgi olmaktadır (Heper, 1986:
228). Atatürk’ün başlattığı, Türklerin kendi kendilerini Batılılaştırmaları, yönündeki
bir stratejiydi. Bu politika bir ölçüde laikleşmesinin gereği olarak savunuluyordu
(Mazrui, 1983: 579). Mustafa Kemal Cumhuriyet ilkelerini benimsemiş yeni bir
devlet yapısı kurarak demokrasinin yerleşebileceğine inanıyordu; ancak bunun için
öncü bir kadroya ihtiyaç olduğunu düşünüyordu. Bu amaçla 9 Eylül 1923 tarihinde
Cumhuriyet Halk Fırkası’nı (CHF) kurdu. (Fırka daha sonra, 1931 yılında
Cumhuriyet Halk Partisi adını alacaktır). CHF çeşitli Müdafa-i Hukuk
Cemiyetleri’nin bir araya getirilmesinden oluşan bir teşekküldür. Daha çok asker ve
sivil bürokratlardan oluşan Fırka (parti), Türk siyasal hayatında oldukça önemli bir
konuma sahip olmuştur (Bilâ, 1979: 71–90; Kili, 1976: 55).
Osmanlı döneminde, millet kavramı dinî bir nitelik arz etmektedir. Ancak
Cumhuriyet’le birlikte bu kavram da dinî özelliklerinden arındırılarak, daha çok “dil,
kültür ve ülkü birliği terimleriyle” anlaşılır ve anlatılır olmuştur. Buradaki amaç
“Kemalist ideolojinin milliyetçiliğini, İslâm dininden ayrı bir değerler sistemi olarak
ortaya koymaktır.” Zaten Kemalist ideolojide, devlet ile millet aynı şeydir, özdeştir.
Halkçılık ideolojisinin ortaya koyduğu, toplumsal sınıfların yokluğu düşüncesine
paralel olarak, milliyetçilik ilkesinde siyasal hukuki eşitlik fikri geliştirilmiştir.
Böylece halkın siyasal hayata ve dolayısıyla, yönetime katılması için tüm halkı
bünyesine alan tek bir siyasal örgüt (CHP) yeterli görülmüştür. Aslında bu tek-parti
rejiminin meşrulaştırılma çabasıdır. Kemalist ideoloji, soyut millet kavramının
geliştirilmesi ve soyut varlığın iradesinin, toplumdaki en üstün güç olarak devlette
somutlaşmasını; devletin ise, fiilen Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin de teşkilâtlanmış ol-
masını; Türkiye Büyük Millet Meclisi’n de ki fiili durum ise Meclis’in CHP elinde
olmasını; CHP’nin de fiilen başta M. Kemal Atatürk olmak üzere partinin yönetici
kadrolarının güdümünde olmasını prensip olarak ortaya koymaktadır. Bu durumda, millî
devletin ana özelliği millet-devlet-parti özdeşliğiyle özetlenebilmektedir. Dönem
içerisinde demokratiklikten ziyade önem verilen konu millî birlik ve bütünlüğün,
huzur ve güvenin ve böylece de bağımsızlığın korunmasıdır (Köker, 1990: 79-84).
Bu anlayışın günümüzde de sürdürülüyor olmasının toplumsal bazda oluşturduğu et-
kileri göz önüne alarak şunu söylemek mümkün; paranoyak bir toplum olmadan,
bundan nasıl kurtuluruzun yolları araştırılmalıdır.
1990: 85–89). Döneme damgasını vuran Atatürk’ün de bilim’i bir “uygar din” olarak
gördüğünü, yani “Atatürk’ün dini toplumsal bir olgu saydığını ve bilimi, dinin bu
toplumsal işlevinin yerine koymak istediğini” söyleyebiliriz (Mardin, 1983: 42).
Cumhuriyet dönemine özgü din anlayışında İslam ile toplum arasındaki ilişkiler
bilimin yedeğinde ve Türklük doğrultusunda düzenlenen bir İslamlaşma ile sınırlıdır.
hazırlık düzeyine bağlı olarak izin verilebilecek, sınırlı bir hedef olarak
algılanmaktaydı” demektedir (Köker, 1990: 116).
partili hayata geçişle birlikte görülen bürokrat olmayan siyaset-yapıcılar ile son
dönemlerde ortaya çıkan uzman-profesyoneller gibi olgular, bürokrasinin siyasi
iktidarı tek başına kullanmasını zaman zaman engellemeye başlamıştır (Şaylan,
1974: 86–87). Bürokrasi zaman içerisinde iktidarı, giderek yeni gruplarla paylaşma
eğilimine -zorunlu da olsa- girmiştir. Bilindiği gibi, siyasal parti modern siyasetin -
demokratik olsun olmasın- ayırt edici bir kurumudur. Çünkü katılma genişledikçe bu
katılmayı örgütlendirmek üzere siyasal partiler ortaya çıkar. Böylece siyasal partiler
katılımın genişlemesini de sağlamış olurlar. Oysa modernleşme halindeki birçok
toplumda muhafazakâr, bürokratik hatta reformcu gruplar, siyasal partilere kuşkuyla
bakmakta ve partisiz rejimleri” yeğlemektedirler (Huntington-Dominguez, 1985: 65).
Bu olguyu Türkiye özeline indirgediğimizde, Şaylan’ın yetmişli yıllarda yaptığı araş-
tırmanın aynı görüşler doğrultusunda sonuçlar verdiğini görmekteyiz: Araştırma
neticelerine göre, bürokrasinin yarısına yakın bir kısmı çok partili parlamenter
sisteme karşı çıkmakta; “siyasi partisiz bir düzenin Türkiye için ideal olduğunu”
savunmaktadır (Şaylan, 1974: 177). Hatta bürokrasi, “seçilmiş konseylerden oluşan
yapılan sivil veya askerî olması önemli değildir” partilere alternatif olarak ileri
sürebilmektedir (Huntington-Dominguez, 1985: 66).
olan ihtiyaç da artmıştır. Hatta 1950–60 arası dönemde, kırsal kesimin siyasal
katılıma olan ilgisinin arttığından da söz edilebilir. Bu dönemin bir diğer özelliği,
siyasal seçkinliğe giden yolun artık partilerden geçmekte olduğu gerçeğidir. Böylece
siyasal sistem gittikçe diğer sistemlerden bağımsızlaşmakta ve siyasal seçkinler de
“profesyonel ve uzman” kimliğini üstlenmektedir (Turhan, 1991: 168–173).
Çekirdek kadronun galip gelmesiyle birlikte, Türk toplumu için öngörülen “muasır
medeniyet seviyesine” ulaşmak üzere alınması gereken radikal kararlar daha kolay
alınmış ve uygulanmıştır.
çok eskilere dayanan bir görüştür. Örneğin, Birinci TBMM’nde “memurların seçimle
gelmeleri ve yine seçmenler tarafından azledilmeleri” düşüncesi savunulmuştur. Bu
düşünce, Timur’a göre, 1921 Anayasası görüşmeleri sırasında ortaya atılan görüşler
ve mesleki temsil fikri, Anadolu eşrafı ve bir kısım liberal aydın tarafından memur
otokrasisine karşı bir silah olarak düşünülmüştür (Timur, 1971: 41–42).
çıkmıştı. Nizamnameyi hazırlayan ekipte yer alan Keçecizade M. Fuat Paşa (1815–
1869), sınırları genişletilmiş vilayet ve livalara idari ve mali yetkiler verilmesini
savunurken, A. Cevdet Paşa (1823–1895) ise, bu adem-i merkeziyetçi yaklaşımı,
Osmanlının çok kozmopolit yapısı nedeniyle sakıncalı görüyordu. Bu nedenle 1864
Vilayet Nizamnamesi, merkeziyetçilikle âdem-i merkeziyetçiliği bir denge içinde-
tutmayı amaçlamıştır. Ancak 1871 tarihli İdare-i Umumiye-i Vilayet Nizamnamesi,
bu yapıyı merkeziyetçilik lehine bozmuştur (Mardin, 1993:365).
19. yüzyılın sonunda İttihat ve Terakki ile birlikte ordu, siyaset sahnesine etkili
bir unsur olarak katıldı. 20. yüzyılın başında hâkim otorite, ne Babıâli bürokratlarının
ne de hükümdarındı; siyasi bir cemiyet olan İttihat ve Terakkinin elindeydi. Bürokrasi,
İttihat ve Terakkinin ortaya çıkması ve güçlenmesiyle birlikte siyasallaştığı, teknik-
uzmanlık niteliği yerine, siyasi yakınlık faktörünün öne çıktığı bir görünüm
sergilemiştir. Kurtuluş Savaşının yönetici kadroları, büyük ölçüde İttihat ve Terakki
içinde yetişmiş veya en azından o gelenekten etkilenmiş kişilerdi. İttihat ve Terakkinin
lider kadrosunda, yönetim ve siyaset anlayışı konusunda Tanzimat reformları
esnasında beliren iki farklı çizgi ya da yaklaşım, siyasi nitelik kazanarak daha sonraki
uygulamaları etkilemiş ve günümüze de yansımıştır. İttihat ve Terakkinin liderlerinden
Ahmet Rıza, Osmanlı devletinin sorunlarının ancak güçlü, merkeziyetçi, devletçi ve
otoriter bir yönetim anlayışıyla çözülebileceğini düşünmekteydi. Karşıt grubun
temsilcisi olan Prens Sabahattin (1878–1948) ise, "âdem-i merkeziyetçi" (yerinden
yönetim) ve "teşebbüs-ü şahsi" (özel girişim-liberal) esasına dayalı bir idare
anlayışını savunuyordu. Prens Sabahattin’in hareket noktası, Osmanlı Devletinin bir
"memurlar" devleti olması ve iktisadi gücün devlet tarafından kontrol ediliyor
olmasıydı. Osmanlı toplumunda geçerli olan değer, kollektiflikti. Oysa Batıda hâkim
olan anlayış, kollektiflik değil, ferdiyetçilikti. Prens Sabahattin'e göre, bütüncü,
kamucu, her şeyi devletten bekleyen ve kaderine razı Osmanlı toplumunun
83
etkin bir kamu hizmetini yerine getirmekten çok, halkı belirlenmiş ve benimsenmiş
siyasal ideolojilere bağlamaya çalışır. Bizde de Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Tek-
Parti döneminde bu görevi CHP üstlenmiştir: Tıpkı Hindistan’daki Kongre Partisi,
Tunus’taki Yeni Düstur Partisi örneklerinde olduğu gibi. Cumhuriyet’in ilk
yıllarındaki bürokrat seçkinleri-siyasal seçkinler özdeşliğinin temellerinin Osmanlı
toplum yapısına kadar uzandığını daha önceki bölümlerde belirtmiştik. Bunun bir
diğer sebebi, yeni kurulan bir devlet ve kendinden önceki toplumsal yapının temel
değerlerini, devleti ebed-müddet kılmakta yetersiz görerek; bunları geçersiz kılmaya
yönelik yeni bir toplumsal yapı kurma isteğidir. Kuşkusuz, yeni bir toplumsal yapı
oluşturulurken Batılılaşma temel hedef alınmıştır. Bu hedefe ulaşmada en önemli
görev, Osmanlı’dan devralınan ama ıslah edilmesinin gerekliliği üzerinde de durulan;
devlet yönetme geleneği olan bürokrasiye düşmektedir. Bu seçkinci yapının altın
yıllarında bürokrasinin egemenliğini göstermesi açısından, dönemin Ankara Valisi
Nevzat Tandoğan’a atfedilen “Memlekete komünizm gerekirse onu da biz getiririz”
sözünü hatırlamak gerekir (Küçükömer, 1969: 91). Dönemin bürokratik seçkin
davranışını ve tutumunu apaçık gösteren ve gücünün boyutu hakkında bilgi veren bu
söz, bürokrasinin siyaset anlayışı konusunda da bünyesinde önemli ipuçları
taşımaktadır.
karizmasının önemli rolü olmuştur. 1924 yılında kabul edilen bir kanunla, Genel
Kurmay Başkanı, kabineden ayrılmış, buna karşılık Meclisin askeri bürokrasiyi
doğrudan doğruya denetleyemeyeceği kuralı kabul edilmiştir (Rustow, 1964: 381).
Cumhuriyetin ilk yıllarında bürokrasinin yapısı ve işlevleri, fazla gelişmiş değildi. Henüz
kapsamlı toplumsal ve ekonomik devlet görevleri oluşmadığı için, İçişleri, Dışişleri,
Maliye, Adalet ve Savunma gibi, daha çok klasik devlet hizmetlerini yerine getirmekle
görevli bakanlıklar dikkati çekmekteydi. Bayındırlık, Sağlık, Eğitim, Tarım ve Ticaret
gibi bakanlıkların örgütsel yapısı oldukça küçüktü. Ancak devletin modernleşme ve
ekonomik gelişmeye yönelik politikaları, kamu bürokrasisinin kısa zamanda büyümesini
sağladı.
“Bundan sonra parti faaliyetleriyle hükümet idaresi arasında daha sıkı bir
yakınlık ve daha amelî bir beraberlik sağlanmasına karar verilmiştir. Bu amaçla; l.
İçişleri Bakanına partinin genel sekreterlik görevi verilmiştir. 2. Bütün illerde, il parti
başkanlığına ilin valisi memur kılınmıştır. 3. Genel müfettişler, ...bütün devlet
işlerinin olduğu gibi, parti faaliyet ve örgütünün de yüksek murakıp ve
müfettişidirler...” (Bilâ, 1979: 116). Böylece politik otorite, devlet ve hükümet
kavramlarında toplanmış oldu. Bir tür “kuvvetler oligarşisi” olarak nitelemek
mümkündür. Aslında bu kararlar, özel bir örnekle Memurlar Kanununa da aykırı idi:
Çünkü memurların politik dernek ve kulüplere girmelerini yasaklayan hüküm vardı.
Bu maddenin değiştirilmesini isteyenlere Atatürk şu karşılığı vermiştir: “Ben bu
maddede değiştirilecek bir şey görmüyorum. Çünkü burada memurların politik
derneklere girmemesindeki amaç, onların benim partimden başka bir partiye
girmemesi demektir” (Goloğlu, 1974: 192).
Böylece parti ile devlet aynı olmaya başlamıştır. Zaten IV. Kurultay Tüzüğünün
3. maddesi de iktidarın tek elde toplanmasını öngörüyordu: “Türk ulusunun yönetim
şekli kuvvet birliği esasına dayanır...” IV. Kurultay’da benimsenmiş olan Tüzüğün
ikinci bölümündeki “CHP’nin Ana Vasıfları”, 18 Şubat 1937 gün ve 3115 sayılı yasa
uyarınca yapılan Anayasa değişikliği ile Anayasa’nın ikinci maddesi olarak kabul
edilmiştir. Bu “ana vasıflar”, CHP’de “altı ok” olarak anlatımını bulan niteliklerdir.
Yasayla yeni bir değişiklik daha yapıldı. “Siyasî müsteşarları, Başvekil, Meclis Azası
arasından seçerek Reisicumhur’un tasdikine arz eder.” Başka bir yasaylada, siyasî
müsteşarlar, vekâletin TBMM’ndeki işlerini vekiller adına izlemek ve
sonuçlandırmak, vekilin bizzat yapacağı işlerde ona yardımcı olmak, yönetimi
kendisine verilen belli vekâlet hizmetleri hakkında kararlar almak gibi görevlere
sahiptirler. Siyasî müsteşarlık, kişiler açısından, siyasî ve idarî anlamda bir “yetişme”
makamı olarak da düşünülmüştür. Fakat “bir tecrübe olarak kurulan bu teşkilat”,
Bayar hükümetinin güvenoyu almasından sonra kanunla kaldırılmıştır. Buraya kadar
89
anlatmaya çalıştığımızı özetleyici bir konuşma İsmet İnönü tarafından 6 Mart 1939
tarihinde İstanbul Üniversitesi’nde öğrencilere yapılmıştır: “Cumhuriyet Halk Partisi,
memleketin bütün menfaatlerini ve bütün evlâtlarını kucaklayan bir siyasî aile haline
gelmiştir”. Ancak 1939 yılındaki CHP V.Kurultayı ile dar bir ölçüde liberalizasyon
başladı. İlk defa Hikmet Bayur tarafından tenkit edilen; İçişleri Bakanlığı ile Parti
sekreterliğinin ve valilik ile parti il başkanlığının aynı şahısta birleşmesine son verildi.
Ayrıca 1939 Kurultayı, “Devlet” ile “Parti”yi birbirinden ayırmaya çalıştı (Karpat,
1967: 335). Bu karar Genel Başkanlık divanınca uygulamaya konulmakla beraber,
valilerle partinin işbirliğinin sona erdiğini söylemek zordur.
statüsü en yüksek mesleklerin başında geliyordu. Özel sektör fazla gelişmediği için,
modern eğitim kurumlarında yetişen kişilerin en çok rağbet ettikleri iş, kamu
görevliliği idi. Bürokrasinin yüksek toplumsal statüsü, gelir dağılımında doğal olarak
bürokratların ayrıcalıklı bir kesim olmasını sağladı. Bilindiği gibi İkinci Dünya Savaşı
sürecinde gıda ve diğer temel ihtiyaç maddelerinin dağıtımı ile fiyat politikalarının
uygulanması konusunda, memurlara önemli yetkiler ve ayrıcalıklar tanınmıştı. Halk
günlük hayatında, memurların yönettiği veya denetlediği temel mal ve hizmetlerden
yararlanmak zorundaydı, çünkü yaşamı için onlara bağımlıydı. Memurlara tanınan
yetkiler ve olanaklar, onların toplum üzerindeki otoritesini ve baskısını artırdığı gibi,
toplumun da doğal olarak, memurlar karşısında öteden beri mevcut antipatisinin
büyümesine neden olmuştur.
1930’lu yılların sonlarına doğru, yavaş yavaş özel sektörün gelişmesi ve yeni
meslek gruplarının ortaya çıkması ile birlikte memurların gelir dağılımındaki
paylarında bir azalma süreci başlamıştır. Siyasi iktidarlar, memurların mali kayıplarına
karşı birtakım iyileştirici önlemler alsalar da, bu gerileme sürecini tersine
çeviremediler. Bu gerileme süreci, özel sektörün gelişmesine bağlı olarak sürüp
gitmiş ve kamudan özel sektöre doğru yönetici transferi başlamıştır. Bu ekonomik
gelişim süreci ülkede liberal ticari anlayışın ortaya çıkmasına ve buda siyasal süreçte
etkisini göstererek çok partili hayata doğru geçişin sinyallerini vermektedir.
1946 yılında Türk siyasal sisteminde önemli bir değişme yaşanmıştır. Siyasal
sistem, kendini halkın katılımına açma kararı vermiş ve Demokrat Partinin kurulması
ile birlikte Türkiye resmen çok partili siyasal hayata geçmiştir. Demokrat Partinin
kurulması, bir bakıma “merkezin, kenarın” siyasete katılmasına izin vermesi demekti.
Politikada çok partili siyasal hayat başlayınca, modernleştirici bürokratik seçkinlerin
eski gücünün azalmaya başlaması kaçınılmazdı.
1950 ve 1960 arası dönemde çağdaş Türk Siyasal sisteminin önemli bir özelliği
ortaya çıkmaya başlamıştır. Osmanlı siyasal sisteminde ve belirli bir ölçüde tek parti
döneminde yöneticiler farklılaşmış değildi. Mesela bürokrasi çok işlevli bir konuma
sahipti. Çok partili döneme geçişle birlikte yöneticilerin farklılaştığını ve
uzmanlaşmaya başladıklarını görmekteyiz. Siyasal seçkinler bu dönemden sonra
artık profesyonelleşmişler ve uzmanlaşmışlerdır. Siyasal seçkinlerin gittikçe güçlenip
bağımsızlaşmasında en önemli rolü, profesyonel politikacıların yetişmesi ve
partilerin ülke çapında yaygın örgütler kurmaları oynamıştır. Ayrıca hukuk, yönetim,
ekonomi ve askeri sistemlerin de gittikçe bağımsızlaşması olayına yine bu
üniversiteler için de söyleyebiliriz. Üniversiteler de gereğinde iktidara karşı
gelebilmekte ve bağımsız bir siyaset izleyebilmektedir. Böylece üniversitelerin de
siyasal sistem içinde önemli bir güç kaynağı olduğunu söyleyebiliriz.
Demokrat Parti kuruluş tarihinden iktidara geçtiği 14 Mayıs 1950 tarihine dek
dört buçuk yıla yakın bir süre muhalefet partisi olarak çalışmıştır. Parti kurulduğu
tarihten hemen hemen altı ay sonra 1946 genel seçimine girmiş ve Tunaya’nın
sözleriyle Meşrutiyet intihaplarını hatırlatan bir hava içinde ve açık oy, gizli ayrım
usulüne uygun olarak yapılan seçim sonunda parti 61 milletvekilliği kazanmıştır. Bu
yıllarda muhalefetin en önemli faaliyetini seçimlerin meşru olmadığı ve
yolsuzlukların yapıldığını iddia etmek olmuştur. Bu nedenle Demokrat Parti 1948 ara
seçimlerine katılmamış ve bu usullerle seçimler yapıldığı süre hiçbir seçime
katılmayacağını açıklamıştır. Bunun üzerine Günaltay hükümeti yeni bir seçim yasası
hazırlamıştır. Böylece, 16 Şubat 1950 tarihli “Milletvekilleri Seçimi Kanunu” ortaya
çıkmış oldu. Bu yasaya dayanılarak yapılan seçimler sonunda 14 Mayıs 1950'de
Demokrat Parti iktidara gelmiştir (Tunaya, 1952: 657).
haklar teorisini benimsiyorlardı (Karpat, 1967: 328). Her iki partinin bürokrasi, birey
ve toplum konularındaki davranışlarını, büyük ölçüde bu yaklaşımlar belirlemiştir.
Çok partili siyasal hayat, hiyerarşik otoritenin gücünü gevşetti. İktidar partisi
milletvekilleri, yoğun bir seçmen talebi ve yakınmalarıyla karşı karşıya kaldılar;
bunun üzerine bürokrasi ile halk arasındaki ilişkilerde arabulucu rolünü yürüttüler;
bunda bir ölçüde etkili olarak seçkinci bürokratlar üzerinde baskı kurmaya çalıştılar.
1950 genel seçimleri ile birlikte bürokrat kökenli milletvekillerinin oranı düştü;
onun yerine profesyonellerin (avukat, doktor ve mühendis gibi) ve iş adamlarının
oranında artış oldu. CHP, parti olarak bürokratlara dayanırken; DP, profesyonellere,
iş adamlarına, eşraf ve kırsal kesime dayalı bir politika yürüttü. Tek parti döneminde,
bürokratik seçkinler değerli iken, Demokrat Partinin iktidarında, siyasal partiler önem
kazandı ve toplum siyasal partiler vasıtasıyla değişim sürecine ağırlığını koydu; her
alanda hızlı bir değişim süreci yaşandı. DP’nin iktidar döneminde, her ne kadar
bürokratik yönetim geleneği bir değişime uğramış ve zayıflatılmışsa da, 1950’nin
sonunda sivil bürokrasi, yalnızca siyasal kararları uygulayan bir kurum durumuna
indirgenememiştir (Heper, 1974: 140).
(Ahmet Oğuz, Enis Akaygen, Ahmet Tahtakılıç ve Suphi Batur) ve bir asker (Sadık
Aldoğan) bu partiden ayrılıp Millet Partisi’ne geçmişlerdir (Frey, 1965: 351–352).
Tanzimatlan beri iktidar yapısının en etkin parçası olan aydınlar yani asker ve
sivil bürokrasi, 1946'dan sonra hem toplum içindeki gücünü hem de iktidarını, eşraf,
taşra kanat önderleri ve burjuvaziden kurulu bir üçlüye kaptırmışlardır. İktidara gelen
bu toplumsal güçler asker ve sivil bürokratların yüzyıllık uğraşları sonunda çizdiği
“şema”nın oldukça tersine davranmışlardır. Bu nedenle bürokratlar çok geçmeden bu
iktidar değişikliğinden hoşnut olmamışlar ve 27 Mayıs 1960 tepkisi ile de bunu açığa
vurmuşlardır. 27 Mayıs’tan sonra kurulan Meclis özellikle bu seçkinci bürokrat ve
asker seçkin kişilerden seçilmiştir ve bunların hazırladığı Anayasa da doğal olarak
"tepkisel" nitelikte olmuştur.
söylemektedir: “Otuz yılı aşkın bir sivil yönetimden sonra orduyu yeniden siyasete
iten Menderes hükümetinin kendisidir” (Rustow, 1964: 366). Gencay Şaylan,
Demokrat Parti’yi deviren genç subayları darbe yapmaya iten süreci üç ana başlık
altında toplamaktadır (Şaylan, 1978: 404–405).
Bunlardan ilki, Tüm bürokratlar gibi askerlerin de 1950’den sonra grup olarak
karşı karşıya kaldıkları gelir yetersizliği, yani maddi yoksunluk; ikincisi ise, askerlerin
toplumsal statülerini yitirmeleri demek olan azalan toplumsal statü ve sonuncusu ise,
Demokrat Parti iktidarının ordunun otonomisini yok ederek denetim altına almaya
çalışmasıdır.
İzlenen enflasyonist siyasetten zarar gören kentli sabit gelirli kesimler, asker ve
sivil bürokratlar gittikçe çoğalan bir oranda D.P.’ye karşı tepki göstermeye
başlamıştır. Menderes’in siyasetinden sürekli olarak hoşnut olan tek grup, toprak
sahipleri olmuştur. Demokrat Parti’nin bu gruba karşı siyaseti hiç değişmemiş ve
kırsal kesimin oylan seçimlerdeki başarısının nedeni olmuştur, iş adamları 1950’lerin
ortasına dek Menderes’in siyasetini onaylamışlar fakat Menderes laissez-faire
siyasetini yeniden ele alıp ekonomiyi istikrara kavuşturmak için denetlemeye
98
başlamıştır (Ahmad, 1977: 98). 1950–1960 arası dönemin en önemli sonuçlarından biri
de, kırsal kesimin siyasal katılımının sağlanması olmuştur. Az gelişmiş ülkelerde
siyasal katılmanın genişlemesi çoğunlukla siyasal seçkinlerinin tek amacı değildir.
Siyasal katılma bu tür toplumlarda ya başka amaçları gerçekleştirmek için
başvurulan bir yol olmakta, ya da islenilen amaçların başarılması sonucunda ortaya
çıkmaktadır. Siyasal seçkinler, siyasal katılmayı ya iktidarlarını daha da
sağlamlaştırmak için ya da diğer hedefleri, örneğin ulusal bağımsızlığı veya sosyo-
ekonomik eşitliği, gerçekleştirmek için genişletirler. Nasıl ki, normal olarak
iktidardaki siyasal seçkinlerler iktidarlarını koruyabilmek için, siyasal katılmayı
sınırlarlarsa ya da yeni sınıfları ve grupları kendi yararlarına mobilize ederlerse, aynı
biçimde muhalefetteki siyasal seçkinlerde siyasal katılmanın genişlemesini ve yeni
katılma biçimlerinin oluşması için çalışırlar. Bazen muhalefetteki siyasal seçkinler
iktidara gelmeden yeni seçmenleri kendi yanlarına çekerler ve bu mobilizasyon
sonunda iktidara gelirler. Bu tek parti rejimlerinden çok partiye geçişte çoğunlukla
çok rizikolu bir yoldur. Çünkü yerleşik seçkine bu yolla doğrudan doğruya meydan
okunmaktadır. Yerleşik seçkinler bu durumda muhalefeti bastırabilir. Yeni seçmenler
oluşturabilmenin daha başarılı yolu iktidara, kabul edilmiş seçmenlerin desteğiyle
gelip iktidar mekanizmasını ele geçirdikten sonra yeni sınıfları ve grupları mobilize
edip, siyasal katılmanın alanını genişletmektir. Menderes iktidara C.H.P.’ne var
olan kentli muhalefetin desteğinin sonucunda gelmiş, bundan sonra ise tarım sektörü
lehine bir siyaset izleyerek köylüleri siyasete mobilize etmiş ve böylece her üç
seçimi de büyük bir rahatlıkla kazanabilmiştir (Turhan, 1991: 185–187). Önemli
olan Türkiye'de ilk kez olarak siyasal katılmanın genişlemiş olmasıdır.
1971 Muhtırası; Milli Birlik dönemi herkesin kabul edeceği gibi, olağanüstü
bir durumdur. 27 Mayıs 1960’dan 25 Ekim 196l’e dek ülkemiz Milli Birlik
Komitesi’nce yönetilmiştir. Bu komite 27 Mayıs 1960'dan 6 Ocak 1961’de Kurucu
Meclis açılıncaya dek yasama ve hükümeti denetleme yetkilerini tek başına
kullanmıştır. Kurucu Meclis’ten sonra ise bu meclisin bir organı durumuna gelmiş;
fakat hükümeti denetleme yetkisini elinde tutmuştur. Milli Birlik Komitesi’nin amacı
demokratik rejime geçmekti. Fakat ne kendisi, ne kuruluşu ve ne de işleyişi
bakımından demokratik idi. Kurucu Meclis’in hazırladığı Anayasa 9 Temmuz
1961’deki halk oylaması ile kabul olunmuştur ve böylece de 15 Eylül 1961’de yeni
parlamento seçimi yapılmış ve Milli Birlik yönetimi sona ermiştir. 12 Mart 1971
olayına dek 1961 Anayasası bir iki değişiklik dışında büyük bir değişiklik olmadan
uygulandı. 12 Mart 1971’den sonra ise 1961 Anayasası büyük değişikliklere uğradı. 12
Mart 1971’de Genel Kurmay Başkanı ve Kuvvet Kumandanları Milli Güvenlik Kurulu
üyeliği sıfatlarını da belirterek Cumhurbaşkanı, Cumhuriyet Senatosu ve Millet
Meclisi Başkanlarına ortak imzalı bir “muhtıra” verdiler. “Muhtıra” metni özet olarak
şöyleydi: Parlamento ve hükümet süregelen tutum ve icraatı nedeniyle yurdumuzu
101
Aslında müdahale için süreç 27 Aralık 1979 tarihinde verilen uyarı mektubu ile
başlatılmış ve bugünden sonra Türk Silahlı Kuvvetleri müdahale için en uygun
zeminin arayışına girmiştir (Günal, 2009: 279). Bunu müdahalenin lideri Org. Evren
anılarında şöyle anlatmaktadır: 24 Nisan tarihli not defterime şunları yazmışım:
“Durum hiç de iyi değil. Hiçbir şeyin halledildiği yok. Galiba sonunda bu işe
müdahale etmek zorunda kalacağız. Kuvvet Komutanları ile yaptığımız görüşmede
önümüzdeki haftayı da beklemenin uygun olacağı neticesine vardık. Eğer durum
böyle devam eder ve partiler bu anlayışsızlık içerisinde olurlarsa bir müdahaleden
başka çıkar yol kalmıyor”. İşte ilk müdahale fikri bu tarihte kafamıza yerleşmeye
başlıyordu. Gerçi her an bir müdahale zorunluluğu ile karşı karşıya kalabileceğimiz
ihtimalini aklımızdan çıkarmıyor ve hazırlıklarımızı ona göre yapıyorduk. Ancak,
mecbur olmadıkça da bu yola başvurmamaya ben şahsen kararlıydım. Zira bundan
evvel yapılan 27 Mayıs 1960 müdahalesi ile 12 Mart 1971 müdahalesinin yurdumuza
ve özellikle Silahlı Kuvvetlerimize verdiği maddi ve manevi zararları görmüş ve
içinde yaşamıştım. Tekrar böyle bir durumla karşı karşıya kalmamamızı gönülden
103
temenni ediyordum. Derhal bir müdahalenin gerekli olduğuna inanan çevrelerin beni
korkaklık, pısırıklıkla itham ettiklerini tahmin ediyordum. Bu yönde mektuplar da
alıyordum. Fakat ne derlerse desinler, en son dakikaya kadar, meşhur tabirle, ‘bıçak
kemiğe dayanıncaya kadar’ sabretmeye kararlı idim. İstiyordum ki; eğer
mücadeleden başka bir yol kalmadığından dolayı müdahale gerçekleştirilecek olursa,
millet de buna inanmalı ve kabul etmeliydi. Çünkü bu sefer gerçekleştirilecek bir
mücadeleyi 27 Mayıs’ta olduğu gibi bir partiye dayanarak, ondan güç alarak değil,
milleti arkamıza alarak, onun desteğini sağlayarak yapmamız gerekliydi” (Evren,
1990: 428).
çok ciddi olaylar çıkmış ve 33 vatandaş hayatını kaybetmiştir. Ayrıca Devrimci İşçi
Sendikaları Konfederasyonu’un kurucusu ve ilk Genel Başkanı Kemal Türkler de
Temmuz 1980 içerisinde öldürülmüştür (Kongar, 1998: 201–218). Bunun yanı sıra
müdahale takvimi de işlemeye devam etmiş ve Türk Silahlı Kuvvetleri 11 ya da 12
Temmuz 1980’de yönetime el koymayı kararlaştırmış ve buna ilişkin emirleri de ilgili
birliklerine göndermiştir.
hakkında bilgi vermiştir. Böylece Türkiye'de demokrasi bir kez daha askıya alınmış ve
demokratik siyaset tatile gönderilmiştir. Diğer bir deyişle, 1960’dan başlayan yirmi
yıllık süreçte Türk Silahlı Kuvvetleri ülke yönetimine üçüncü kez müdahil olmuştur.
bulunmuş olurlar. Bu itirafla, birçok toplumsal kurum ve siyasal alanı siyasi iradenin
sorumluluk alanının dışına taşımakla “hükümetleri” ne kadar çaresiz bıraktığını dile
getirmiş olurlar. 12 Eylül sonrasında hazırlanan 1982 Anayasası’nda, bu eksiklik
tamamlanarak siyasi iktidar geçmişe oranla kısmen güçlendirilir. Çünkü neredeyse
hiçbir şekilde iradesi olmayan hükümetlerin sorun doğurduğu anlaşılmıştır. 12 Eylül
anlayışına göre, hükümetin kısmen iradesi olmalıdır. Sınırlı olan iradenin “iktidar”
aleyhine sürüklenmesini önlemek için de gerekli tedbirler alınır ve yürütmenin
Cumhurbaşkanlığı kanadı yeni ve önemli yetkilerle donatılır.
Elbette ki, siyasetin yapısal gerçekleriyle örtüşmeyen ve yapay bir şekilde inşa
edilen iktidar-hükümet ayrımı, sorunsuz bir şekilde işlemez. Türkiye'nin son otuz yılı
iktidar-hükümet ayrımının getirdiği gerilimlere göre şekillenir. Türkiye bu süreçte
hep dünü özler konumda sorunlar bataklığında debelenen ve debelendikçe batan bir
ülke görünümü sergiler. “İktidar”, yaşanan sorunların kendisiyle ilişkilendirildiğini
ve bunun zararını göreceğini fark ettikçe, kısa süreli de olsa topluma hoş görünme
çabası taşır; topluma gülen yüzünü gösterir. Bu anlamda, 12 Eylül darbesinin
getirdiği bazı düzenlemeler özel bir öneme sahiptir. 12 Eylül döneminde, iktidar
kadrosunun tepesindeki Kenan Evren, önce darbe lideri sonra da Cumhurbaşkanı
sıfatıyla topluma sıcak mesajlar verir, toplumun gönlünü kazanmayı önceliyor
görünen bir tavır sergiler. Türkiye, ilk defa Kenan Evren'in şahsında, bir
Cumhurbaşkanının toplumun hassasiyetlerini ve beklentilerini dikkate alan bir yakla-
şımına şahit olunur. O güne kadar “devletçi seçkinlerin” en önemli ideolojik
referansı olan “laiklik” anlayışında bile bazı değişikliklere gidilir. Din ve dinin
birçok sembolü, gelenekselleşmiş “irtica” söylemini depreşmesine neden olmaz;
Kenan Evren miting alanlarında ayetler okur ve itaatten bahseder. 1982 Anayasası’na
din derslerini zorunlu hale getiren bir maddenin eklenmesiyle birlikte Cumhuriyet
tarihinde, yine ilk kez olmak üzere, bir Anayasa maddesi ile din dersi okutulmaya
başlanır. Türk-İslam sentezinin kullanılarak Türkiye’nin bütünlük ve istikrarının
korunmasının hedeflenmesi de bu dönem politikalarının özellikleri arasında yer alır.
Devlet radyo ve televizyonundan, Mevlevilik gibi tarikatların söylemleri yer
bulmaya başlar. Toplumun hassasiyet ve beklentilerini dikkate almadan hiçbir zaman
siyaset sahnesine çıkamayacağını, sahne önüne çıkınca da toplumu dikkate aldığını
107
göstermek zorunda olduğunu anlayan “devletçi seçkinler”, 12 Eylül ile daha önceki
tutum ve tavırlarından son derece farklı ve hatta tüm onlara ters bir görünüm
sergilerler. Fakat “devletçi seçkinlerin” asker kanadı, her ne yaparlarsa yapsınlar,
silahla çıktıkları siyaset sahnesini “seçilmişlere” bırakmak zorunda olduklarını,
sergiledikleri görünümün sahnede uzun süre kalmalarına imkân sağlamadığını
bilmektedirler; çünkü “meşruiyetin” önemli bir aracı olan “seçim sandığından"
çıkmamışlardır. Bu nedenle, sahneyi “sandıktan çıkanlara” bırakarak giderlerken,
siyaset sahnesini ve aktörlerin rollerini dönemin şartlarına göre yeniden dizayn
ederler. Bunu yaparken de, 1970’lerin iradesiz hükümetlerinin neden olduğu olumsuz
şartların bir daha yaşanmaması için, görece güçlü hükümetlerin teşkil etmesini
isterler; siyasiler için siyaset alanını biraz genişletirler. Tercih ettikleri bu yöntemin,
ya kendi aleyhlerine işleyeceğini düşünemezler, ya da çok daha sofistike bir
yaklaşımla siyasete ve topluma en radikal şekilde bir sonraki müdahalenin gerekçe-
sini oluşturmak için böylesi bir süreci kabulleniyor görünürler. Kendi elleriyle
hazırladıkları süreçte yaşanan her günle birlikte, ayrıcalıklı konumlarının tehlikeye
girdiğini ve sınırsız sayılabilecek imkânlarının kısıtlandığını görürler. “Siyasilere”
verilen “imkânların” Turgut Özal tarafından sonuna kadar kullanılması, “devletçi
seçkinlerin” temel sorunu haline gelir.
cun doğmasına sebep olarak iki etken söylenebilir: Osmanlı Devletinden devralınan
bürokrat grubunu kesin kontrol altında tutma amacı ve aksamadan çalışan dakik,
dikkatli bir bürokrasi isteyen girişimci ekonomik grupların henüz yeni olması ve
etkinliğinin yeter derecede görülmemesidir (Heper, 1977: 98–101).
Böyle bir bakış açısına sahip olan Demokrat-Parti iktidara geldikten sonra,
bakanlık emrine alma, resen emekliye sevketme, hükümetin işlerine karşı yargı
yolunu kapatma şeklinde yapılan bazı mevzuat düzenlemeleriyle, CHP ile
bütünleşmiş üst seviyedeki bürokratların otonomisini kırmak istemiştir (Şaylan,
1983: 305). Bütün bunlar iktidar emrinde memur anlayışının yerine kanun emrinde
ve milletin hizmetinde memur anlayışını yerleştirmek için yapılmıştır. Ancak mevzuat
sürekli engel olarak görülmüştür (Tutum, 1972: 84).
Tek-Parti dönemi boyunca bir anlamda “sosyal değişme ajanı” olarak da görev
yapan bürokrasi, çok-partili dönemle birlikte hem yasama organı tarafından
denetlenen hem de yürütme organının bir kolu gibi çalışan “organizasyon” olarak
görülmek istenmiştir. Bu nedenle dönem içerisinde bürokrasinin rolünün
azaltıldığından söz etmek de mümkündür (Özbudun, 1995: 16–30). Devletçi ittifakın
düzeni korumak çerçevesinde zaman zaman yönetime “el koyması”, kendi
durumunun etkinliğini yitirmesine göz yummayacağının da bir göstergesidir: 1960
İhtilali, 1971 Muhtırası ve 1980 Müdahalesi’ni bu açıdan değerlendirmek mümkün
gözükmektedir. Demokrat Parti iktidarı döneminin bürokrasinin rolünün azaltılması
bağlamında değerlendirilebileceğini ifade eden Özbudun, 1960 darbesinin, asker ve
sivil seçkinlerin “Türk toplumundaki iktidar, statü ve itibarlarının gerileyişine karşı
bir tepkisi olarak” görülebileceğinden söz eder (Özbudun, 1995: 18). Benzer bir
görüş ileri süren Göle de, 1960 darbesini yapanların “ekonomik ve dini alanlarda
yürütülen liberal politikaya tepki duyan ve devletçi ve laik geleneğe sahip bürokrat
ve aydınlara” dayandığını ifadelendirir (Göle, 1986: 80). Asker ve sivil bürokrasinin
tepkisi olarak değerlendirilen 1960 askeri müdahalesi sonrasında; yeni Anayasada
110
yasama organının egemenliği kullanan tek kurum olmasının son buluşu, Anayasa
Mahkemesi ve Danıştay gibi örgütlerin yürütme organı üzerinde etkin bir yasal denetim
kurması gibi olgular bu tepkiye haklı gerekçeler oluşturmuştur.
gündeme sokması gibi önemli ve önemli olduğu kadar dönemin yeni yüzünü ortaya
koyan görüşleri, yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Özal öncesi sivil bürokratik
seçkinci yapı, Özal iktidarı ve politikaları ile yeni bir niteliğe bürünmüş ve
dönüşmüştür.
etmiştir. Merkezi bir karaktere sahip olan Türk kamu bürokrasisinin, “çevre”ye
potansiyel bir muhalefet gözüyle bakması sebebiyle; yetki tek bir yerde toplanarak
olması muhtemel bir takım olumsuz gelişmeleri önceden önleme çabası oldukça
gelişkin kılınmıştır.
Millet Meclisi, milletin tek ve gerçek temsilcisi olup, millet adına egemenlik hakkını
kullanır” maddeleri, Özal’ın öncelediği metinler olur. Esasen, sistemin
cumhurbaşkanına biçtiği rol, sıfatın çağrıştırdığı gibi “cumhur”un sözcüsü olması
değil, devletin bekçisi olmasıdır. Sistem cumhurbaşkanlarından "halkın adamları"
olmalarını değil “Devletin adamı” olmalarını istemiştir. Anayasa'nın
cumhurbaşkanları için öngördüğü “tarafsızlık” da bu çerçevede olmak üzere
devletten yana olmak demektir. Ancak, uzun yıllar demokrasi mücadelesi vermiş,
miting meydanlarında geniş halk kitlelerine hitap etmiş, tüm Türkiye'yi en küçük
yerleşim birimine varıncaya kadar dolaşmış, toplumun nabzını, ihtiyaçlarını ve
beklentilerini yakalamış bir siyasetçi olan Özal, cumhurbaşkanlığı makamına
devletçi değil siyasetçi kimliğini taşır; “devletin adamı” değil, “halkın adam”
olmayı tercih eder (Alkan, 1997: 97–99). Yaklaşım ve uygulamalarıyla
Cumhurbaşkanlığı'nı ciddi biçimde “halk”lılaştırır. Çankaya Köşkü haftada bir gün
halka açılır ve bu köşkün bahçesinde kimliğine bakmaksızın her tür vatandaşın
sorunlarıyla ilgilenilir. Özal’la birlikte, toplumun bazı dini hassasiyetlerini dikkate
alan ve uygulamalarına katılan birisi Çankaya’da ikamet etmeye başlar. Çankaya,
tarihinde ilk defa, sadece sivil birisini değil, aynı zamanda namaz kılan, oruç tutan
sivil birisini ağırlar. Hükümetlerin, konumları gereği toplumu dikkate almak zorunda
kalmalarının yanı sıra, hükümetleri kontrol etmek için güçlendirilmiş 12 Eylül
dönemi Cumhurbaşkanlığı'nın da Özal’ın şahsında toplumun hassasiyetlerini dikkate
alır hale gelmesi, “devletçi seçkinler” tarafından daha önce öngörülmemiş bir sorun
olarak algılanır. Bu sorun gittikçe büyür. Devletin her kademesinde “çarıklıların”
çocukları boy göstermeye başlar. Bakanlıklar, Üniversite yönetimleri, mülki
amirlikler, daire başkanlıkları… “çarıklıların” çocuklarını ağırlar hale gelir. Hâkim
psikoloji “çarıklılardan” yana olur. “Devletçi seçkinler” bile birçok durumda
konuşmalarına “Aslında ben de Müslümanım” cümlesiyle başlamak zorunluluğu
hissederler. Onlar bu sözleriyle “toplum benim seçkinci görünümüme bakmasın, ben
de toplumun değerlerini, hassasiyetlerini dikkate alan birisiyim” mesajını vermek
isterler. Bunların yanı sıra ekonomik güçte de önemli bir merkez kayması yaşanır.
“Anadolu kaplanları” “iktidarın ekonomik” gücünü zorlamaya, ekonomik kaynak-
larına ortak olmaya başlar (Ertunç, 2004: 472–474 ).
117
Cumhuriyet’in ilk yıllarında çoğu yönüyle yaşadığı açıktır. Cumhuriyet’in ilk dönem
kurucu kadrolarının işlettikleri kameralist siyasal felsefe kökenli yönetsel model ve
bu model ile ürettikleri süreçler Cumhuriyet tarihinin sosyo-kültürel basamaklarını
inşa etmiştir. Dünyada yaşan çeşitli alanlardaki köklü değişimler sanayi,
enformasyon, teknoloji gibi etkenler, türk milletinin sosyal yapısında da çeşitli
değişimlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu sosyal değişim, siyasal yapıyıda
ekonomik ve kültürel bazı etkenlerle birleşerek dönüştürmüştür. Değişim ve
dönüşüm kaçınılmazdır, önemli olan insan için en iyi olan yaşam sıtandartlarını
oluşturmak adına demokratik iktidarların meşrulaştırılmasıdır.
Seçkinler hemen her toplumda varolan toplumsal bir olgu iken seçkincilikte
bunun bir türedisi veya seçkinlerin seçkin konumlarını tarihsellikten ziyade verili bir
hak olarak telakki etmelerinin neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Seçkinler yapısı,
toplumlarda genel olarak kaçınılmaz bir olguyu anlatır. Bilgi ve tecrübeleri ile
örgütlenmiş ve kurumsallaşmış halleriyle toplumsal dönüşümde önemli role sahip bir
sosyal kesimi ifade eder. Seçkincilik ise genelde seçkinler yapısının aşırı boyutlara
götürülmüş ve özel olarak altı çizilmiş bir biçimidir. Bir başka deyişle seçkincilik,
ortaya bir siyasal ya da toplumsal olgu olmaktan çok, ideolojik bir oluşum olarak
çıkar. Her ideoloji gibi tarafsız değildir, toplumun bir kesitini ifade eder.
devletin kendi varlığını devam ettirmek için oluşturduğu saray çevresi seçkinleridir.
Bu seçkinler, devletle özdeşleşmişlerdir. Bunun dışında saray çevresinden uzak,
merkezi otoritenin çok güçlü olmadığı yerlerde taşralarda dini kanat önderleri iltizam
sahiplari denilebilecek seçkinlerde Osmanlı siyasal ve ekonomik yapısında önemli
roller oynamışlardır.
KAYNAKÇA
ALKAN, Ahmet, Turan (1992). II. Meşrutiyet Devrinde, Ordu ve Siyaset. Ankara:
ARON, Raymond (1973). Sınıf Mücadelesi, Sanayi Cemiyeti Üzerine Yeni Dersler.
(Çeviren: Erol Güngör). İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.
AYDIN, Mustafa (2006). Siyasetin Sosyolojisi Bir Sosyal Kurum Olarak Siyaset.
İstanbul: Pınar Yayınları.
126
BİLA, Hikmet (1979). CHP Tarihi (1919-1979). Ankara: (Yayın evi yok).
ÇAYLAK, Adem (1998). Osmanlı’da Yöneten ve Yönetilen (1. Baskı). Ankara: Vadi
Yayınları.
ERTUĞRUL, N., İlter (2008). Cumhuriyet Tarihi El Kitabı (1. Baskı). Ankara:
ODTÜ Yayınları.
FREY, Frederick W. (1965). The Turkish Political Elite, Cambridge: The Mıt Press.
GÜNAL, Erdoğan (2009). Türkiye’de Demokrasinin 100 Yıllık Serüveni (1. Baskı).
İstanbul: Karakutu Yayınları.
KARPAT, Kemal H. (1967). Türk Demokrasi Tarihi. İstanbul: (Yayın evi yok).
KOÇAK, Cemil (1986). Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1945). Ankara: Yurt
Yayınları.
KÖSE, Metin (1983). Yeni Nesil Yeni Toplum (Birinci Baskı). Konya.
MARDİN, Şerif (1957b). “Tanzimat Fermanı’nın Manası: Yeni Bir İzah Denemesi”.
Forum, (15 Kasım 1957).
MARDİN, Şerif (1992). Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar, Merkez Çevre
İlişkileri, Türkiye’de Toplum ve Siyaset Makaleleri-1 (Üçüncü Baskı).
İstanbul: İletişim Yayınları.
MOSCA, Gaetano (1939). The Rulling Class (Elementidi Scinta Politice). (Çeviren:
Hannah D. Kahn). New York: McGroow Hill Book.
ÖZBUDUN, Ergun (1977). “1973 Türk Seçimleri Üzerine Bir İnceleme”. Bülent
Nuri Esen’e Armağan. Ankara: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakultesi
Yayınları
RAMSAUR, E.E. (1982). Jön Türkler ve 1908 İhtilali. (Çeviren: Nuran Yavuz).
İstanbul: Sander Yayınları.
SHAW, Stanford, J. and SHAW, E.K. (1977). History of the Ottoman Empire and
Modern Turkey. (2. Cilt). Cambridge University Press.
ŞAYLAN, Gencay (1978). “Ordu ve Siyaset”. Kanun-i Esasi’nin 100. Yılı, Ankara:
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Yayınları, 387-418.
TEZİÇ, Erdoğan ( 1976). 100 Soruda Siyasi Partiler. İstanbul: Gerçek Yayınları.
TİMUR, Taner (1968). Türk Devrimi. Tarihi Anlama ve Felsefi Temeli. Ankara: A.Ü.
SBF Yayınları.
WEBER, Max (1986). Sosyoloji Yazıları. (Çeviren: Taha Parla). İstanbul: Hürriyet
Vakfı Yayınları.
YETKİN, Çetin (1983). Türkiye’de Tek Parti Yönetimi (1930-1945). İstanbul: Altın
Kitaplar Yayınevi Yayınları.
T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü
ÖZGEÇMİŞ