You are on page 1of 147

T. C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
SOSYOLOJİ ANA BİLİM DALI
SOSYOLOJİ BİLİM DALI

OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E
SEÇKİNLER YAPISI VE SEÇKİNCİ DÖNÜŞÜM

Danışman
Doç. Dr. Mustafa AYDIN

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Hazırlayan
Adem KAHRİMAN

KONYA – 2009
ii

T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

BİLİMSEL ETİK SAYFASI

Bu tezin proje safhasından sonuçlanmasına kadarki bütün süreçlerde bilimsel


etiğe ve akademik kurallara özenle riayet edildiğini, tez içindeki bütün bilgilerin etik
davranış ve akademik kurallar çerçevesinde elde edilerek sunulduğunu, ayrıca tez
yazım kurallarına uygun olarak hazırlanan bu çalışmada başkalarının eserlerinden
yararlanılması durumunda bilimsel kurallara uygun olarak atıf yapıldığını bildiririm.

Adem KAHRİMAN
iii

T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

YÜKSEK LİSANS TEZİ KABUL FORMU

Adem KAHRİMAN tarafından hazırlanan “OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E


SEÇKİNLER YAPISI VE SEÇKİNCİ DÖNÜŞÜM başlıklı bu çalışma 19/11/2009
tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda oybirliği/oyçokluğu ile başarılı
bulunarak, jürimiz tarafından yüksek lisans tezi olarak kabul edilmiştir.

Doç.Dr. Mustafa AYDIN Başkan İmza

Prof.Dr. Abdullah TOPÇUOĞLU Üye İmza

Doç.Dr. Ramazan YELKEN Üye İmza


iv

ÖNSÖZ

Bu çalışma, Osmanlı Devleti’nden günümüz Cumhuriyet Türkiye’sine kadar


devlet-toplum ilişkisini, bunun kurumsal ve politik ilişkiler sürecini, seçkinler
paralelinde izlemeye dönük mütevazı bir değerlendirmedir. Çalışma sırasında elde
ettiğim tecrübe, akademik hayatım için önemli bir yer teşkil etmektedir. Sosyal
yapılar canlıdır ve değişir-dönüşür ilkesinden hareketle, toplumsal dinamiklerin
temelinde yatan seçkinler yapısı gerçeğini, sosyal yapı analizleri yaparak bilimsel bir
çerçevede inceleme gayretine girdik.
Çalışma boyunca beni yalnız bırakmayan ve tezimin her aşamasında fikir
pratiği yaptığım canım ağabeylerim Murat ve Kamil’e, sevgili kardeşlerim Serkan
Yaman, Eyyüb Özcan, Raşit Çolak ve Ertan Gül’e, teknik anlamda yol ve yöntem
oluşturmamda desteklerini esirgemeyen hocalarım, Mahmut H. Akın ve Mehmet Ali
Aydemir’e, kaynak taramamda hep yanımda olan değerli dostlarım Mustafa Süha
Öztürk, İsmail Yılmaz ve Çağlar Antürk’e, sonsuz teşekkür ederim. Ayrıca Selçuk
Üniversitesi Sosyoloji bölümündeki diğer hocalarıma da eğitimim süresince
sosyolojik bakış açıları ve akademik kimlikleri ile bana örnek oldukları için sonsuz
saygılar sunarım. Beni her daim teşvik eden canım anneme ve sevgili Nurşen’e,
özellikle tüm çalışmalarımda benden hiçbir konuda yardımlarını esirgemeyen, bana
bir cümlesi ile engin ufuklar sunan, çok sevgili ve son derece saygıdeğer hocam,
Doç. Dr. Mustafa Aydın’a sonsuz ve içten bir teşekkürü borç biliyorum.

Adem KAHRİMAN
KONYA – 2009
v

T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Adı Soyadı Adem KAHRİMAN Numarası: 064205001008


Öğrencinin

Ana Bilim /
Sosyoloji
Bilim Dalı
Danışmanı Doç. Dr. Mustafa AYDIN
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Seçkinler Yapısı ve
Tezin Adı
Seçkinci Dönüşüm

ÖZET

Bu tezde, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Seçkinler Yapısı ve Seçkinci Dönüşüm


konusu işlenmiştir. Bu çalışma, genel olarak seçkinler ve seçkinciliği açıklayarak,
Türkiye’deki siyasal, sosyal ve ekonomik alanlardaki değişimi, Türkiye’deki seçkin
sınıfların uzun tarihsel arka planını da dikkate alarak değerlendirmeye çalışmaktadır.
Bunun içinde öncelikle Osmanlı’nın kuruluş, yükseliş dönemlerini ve sonrasında,
Osmanlı’da başlayan modernleşme süreciyle seçkinlerin devlet ile olan ilişkisini
irdelemektedir. Ayrıca tarihsel bir süreklilik içinde Osmanlı son döneminden
başlayarak Cumhuriyet ile varlığını devam ettiren seçkinlerin, seçkinci bir yapıya
dönüşmeleriyle toplumsal ve siyasal alanda oynadıkları rollere ilişkin geniş
değerlendirmeler de içermektedir. Daha sonra günümüz Türkiye'sinde siyasal, sosyal
ve ekonomik alanda önemli konumlara yükselen yeni seçkinlerin sosyolojik ve
siyasal kökenleri üzerinde durulmaktadır. Teorik olarak hazırladığımız tezimizde,
kaynak taraması ve teorik anlatım yöntemi kullanılmıştır. Kitaplar, makaleler, tezler,
dergiler, yapılan araştırmalar, gazete yazıları ve internet siteleri ile kullanılan
kaynaklar çerçevesinde Türkiye’deki seçkinci yapının tarihsel gelişimi konusunda
düşünsel bir çerçeve oluşturulmaya çalışılmıştır.
vi

Genel olarak bu çalışma Türkiye'de siyasal iktidarın nasıl şekillendiği,


ürettiği politikaların arka planındaki sınıfsal kaygıların, seçkinci çatışmaların ve
seçkinci yapıdaki çıkarların ne derece belirleyici olduğunu ortaya koymaya
çalışmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran kadronun amacı, en azından
dönemin aydınları tarafından dile getirildiği şekliyle sınıfsız ve imtiyazsız toplumsal
yapı oluşturarak bir devlet kurmaktı; ancak bu seçkinci yapının siyasal ve toplumsal
olarak uyguladığı politikalar, korporatist bir toplum tasarımını mümkün kılmayacak
kadar seçkinciliğe dönüştü. Bu tez tam da bu seçkinciliğin somutlaştığı noktada
değişen, dönüşen aktörleri ve kurumları, tarihsel bağlam içinde ele alan bir çalışma
niteliği taşımaktadır.

Anahtar Kavramlar: Seçkinler, Seçkincilik, Cumhuriyet, İktidar, Değişim,


Dönüşüm, Sosyal Sınıf, Siyasal Seçkinler, Sivil Bürokratik Seçkinler, Devletçi
Seçkinler, Askeri Seçkinler, Modernleşme.
vii

T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Adı Soyadı Adem KAHRİMAN Numarası: 064205001008


Öğrencinin

Ana Bilim /
Sosyoloji
Bilim Dalı
Danışmanı Doç. Dr. Mustafa AYDIN
Sutructure of the Elite and elite alternation from The
Tezin İngilizce Adı
Otoman to Repuclic was made Thesis subject

SUMMARY

In this post graduate thesis Sutructure of the Elite and elite alternation from
The Otoman to Repuclic was studied. This study, by explaining elite and being elitist
tries to evaluate alternation in political social and economical fields within
considering long historical background of the elite in Turkey. For this reason it deals
with Ottoman’s construction, rising and after that the relation of the elite with state.
It also ıncludes a large evaluation about transformation of the elite beginning from
the last period of Otoman Empire to republic and social and political roles they take.
After that it points out sociological and political origins of the new elite which have
promoted to important posts in political, social and economical fields. In our
theoretically prepared thesis source research and theoretic method is usedIn the
thesis an ideal frame about the historical development was tried to form under the
frame of books essays, thesis, made researchs, paper writings and websites.

Generally the thesis tries to state how political government was structured in
Turkey, how produced class anxieties were defining in the elitist struggleand benefits
of the elit structure. The aim of the staff constructed Turkish Republic was to
viii

establish a state by classless society at least according to the speech of intellectuals


of the period however political and social policies that this structure applied have
become elite that disables corporatist society. The thesis takes the qualificaiton that
studies actors and institutes which elitism has made concrete from historical
perspective.

Key Words: The Elite, Elitism, Republic, Government, Alternation,


Transformation, Social Class, Political Elite, Civil Bureaucratic Elite, State Elite,
Military Elite, Modernization.
ix

İÇİNDEKİLER

BİLİMSEL ETİK SAYFASI.................................................................................. ii


YÜKSEK LİSANS TEZİ KABUL FORMU ........................................................ iii
ÖNSÖZ ...................................................................................................................iv
ÖZET .......................................................................................................................v
SUMMARY .......................................................................................................... vii
İÇİNDEKİLER ......................................................................................................ix
GİRİŞ.......................................................................................................................1

BİRİNCİ BÖLÜM
GENEL OLARAK SEÇKİNLER VE SEÇKİNCİLİK

1.1. Genel Olarak Seçkinler .................................................................................. 3


1.2. Seçkinler Kavramının Karmaşıklığı ............................................................. 12
1.3. Sosyolojik Olarak Seçkinlerin Tanımı.......................................................... 14
1.4. Seçkinler ve Seçkincilik............................................................................... 15

İKİNCİ BÖLÜM
OSMANLI'DAN CUMHURİYET'E SEÇKİNLER YAPISI

2.1. Osmanlı’nın Toplumsal ve Siyasal Tarihine Bir Bakış ................................. 18


2.2. Osmanlı Seçkinler Yapısı............................................................................. 20
2.3. Osmanlı Kuruluş Dönemi Seçkinler Yapısının Tarihsel Gelişimi ................. 25
2.4. Osmanlı Yükseliş Dönemi Seçkinler Yapısı................................................. 27
2.5. Batılılaşma Sürecinde Seçkinler Yapısının Dönüşümü ................................. 28
2.5.1. Tanzimant Fermanı ve Tanzimat Dönemi.............................................. 28
2.5.2. Jön Türkler............................................................................................ 31
2.5.3. İttihat ve Terakki................................................................................... 34
x

2.5.4. I.Meşrutiyet .......................................................................................... 37


2.5.5. II. Meşrutiyet ........................................................................................ 40
2.6. Osmanlı’nın Son Döneminde Seçkinler Dönüşümüne Modernleşmenin Etkisi.... 46
2.7. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Modernleşen Bürokrasi ve Seçkinler................. 52
2.8. Ara Dönem Bürokratik Yapısında Seçkinler ................................................ 61

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
CUMHURİYET DÖNEMİ SEÇKİNCİ YAPILANMA

3.1. Cumhuriyet Dönemi Seçkinlerden Seçkincilere ........................................... 64


3.2. Cumhuriyet Dönemi Siyasal Gelişmeler ve Modern Bürokrasi..................... 71
3.3. Yeni Cumhuriyet Türkiye’sinde Siyasal Seçkinci Yapılanma....................... 71
3.4. Türkiye Cumhuriyeti’nde Siyasal Seçkinlerin Dönüşümü ............................ 75
3.5. Yeni Cumhuriyet Türkiye’sinde Bürokratik Seçkinci Yapılanma ................. 77
3.6. Türkiye'de Bürokrasi ve Siyaset Arasındaki İlişkinin Kökeni....................... 80
3.7. Cumhuriyet Dönemi Seçkinci Yapılanma İle Dönüşen Türk Kamu Yönetimi..... 83
3.8. Tek Parti Yönetimi ve Devletçi Seçkinci Yapılanma.................................... 86
3.9. Çok Partili Dönem ve Demokrat Parti.......................................................... 90
3.10. Askeri Seçkinci Yapılanmanın Siyasete Müdalalesi ................................... 96
3.11. Sivil Bürokrat ve Askeri Seçkinlerin Siyasal Yapıyı Dönüştürmeleri ....... 107
3.12. Turgut Özal ve Yeni Siyasal Seçkinler ..................................................... 114
3.13. Türkiye'de Seçkinciliğin Arka Planı ve Toplumsal Yaşama Etkileri..........117

GENEL DEĞERLENDİRME VE SONUÇ........................................................121


KAYNAKÇA .......................................................................................................125
ÖZGEÇMİŞ.........................................................................................................135
1

GİRİŞ

Sosyal düzenin açılımlarından olan siyasetin en önemli aktörlerinden biri


niteliğini taşıyan seçkinler yapısının, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, Türk siyasal
yaşamı içindeki rolünün ne olduğu, seçkinler yapısının ne gibi dönüşümler yaşadığı
ve bunun toplumsal yapıya nasıl yansıdığı sosyolojik olarak ele alınmaktadır.

Türkiye, Osmanlıdan günümüze kadar seçkinler paralelinde seçkin sınıfların,


zümrelerin ya da grupların oldukça belirleyici olduğu, siyasal tarihinin aynı zamanda
sosyal tarihini de oluşturduğu bir ülke özelliği taşımaktadır. Böyle olunca seçkin
sınıflar ekseninden hareketle Türkiye'nin uzun tarihsel süreç içindeki siyasal, sosyal
ve ekonomik düzenine ilişkin genel bir fikre ulaşmak mümkün hale gelmektedir. Bu
tezde böyle bir iddiadan hareketle Türkiye'nin uzun soluklu tarihini ana hatlarıyla,
seçkinler ekseninde bir değerlendirme çalışmasıdır.

Üç bölüm olarak tasarlanan tezin ilk bölümü, "Genel olarak Seçkinler ve


Seçkincilik" başlığı altında, seçkin kavramını teorik bir zeminde tartışmaya
dönüktür. Sosyoloji literatüründe seçkin kavramına ilişkin temel yaklaşımlar ve bu
yaklaşımlarla ilgili tartışmalara kısa bir şekilde değinilmekte; seçkin kavramının
karmaşıklığı, sosyolojik olarak seçkinlerin tanımı, seçkinlerin dolaşımı ve bir
seçkinler türü olarak seçkincilik konuları alt başlıklar altında değerlendirilmeye
çalışılmaktadır.

İkinci bölümde, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Seçkinler Yapısı”, tarihsel süreç


içerisinde daha ayrıntılı bir şekilde değerlendirilmektedir. Bu kısımda özellikle
seçkinlerden veya seçkin sınıflardan hareketle bir değerlendirme yapmaktan ziyade
daha çok Osmanlı tarihinde önemli dönüm noktalarını oluşturan süreçler ekseninde
seçkinlerin nasıl bir durum içinde olduklarına ilişkin durumsal analiz yapılmaya
çalışılmaktadır. Ayrıca seçkinlerin devlet ile olan ilişkisi, devletin seçkin sınıflara
yaklaşımı gibi konular, ana temayı oluşturmaktadır.

Üçüncü bölümde ise “Cumhuriyet Dönemi Seçkinci Yapılanma”, başlığı


altında Cumhuriyet Türkiye'sinde ki seçkinler üzerinde durulmaktadır. Bu bölümde,
Osmanlıdan Miras olarak geçen bürokratik yapının ve siyasal felsefenin dönüşerek
2

yeniden yapılanması ve bu dönüşümle seçkinlerden seçkinci bir yapıya uzanan


Cumhuriyet dönemi seçkinleri ayrı ayrı değerlendirilmektedir.

Bu seçkinci yapılanmanın Türkiye’de ki siyasal alan üzerindeki etkisi,


seçkinlerin siyasi birer aktör olarak Türkiye'nin iç ve dış politikasında ki belirleyici
durumları irdelenmeye çalışılmaktadır. İşte bu çalışma Türkiye’deki seçkinler
yapısının dönüşümünü konu edinmektedir.
3

BİRİNCİ BÖLÜM

GENEL OLARAK SEÇKİNLER VE SEÇKİNCİLİK

1.1. Genel Olarak Seçkinler

Toplum bireylerden oluşmaktadır. Bireylerin farklılıklarına rağmen bir arada


yaşamaları zamanla kültürel zenginlik oluşturmakta ve bireylerden doğan
farklılıklardan genel bir toplumsal yapı oluşmaktadır. Bu yapı, kuşkusuz tarihsel bir
yapıdır. Tarihsel bir yapı olan toplum, dinamik bir mahiyet taşıdığı gibi sürekli
değişen bir durum ortaya koymaktadır. Ancak bu süregelen değişim içerisinde
bireylerin konumunu etkileyen, kaynağını değişik nedenlerden alan, değişim hızının
yavaş ve uzun süreli olduğu bir tabakalaşma sistemi her toplumda mevcuttur.
Siyasetin alt yapısını toplum oluşturur. Siyasal sistem toplumsal yapının bir parçası-
dır. Savunma, ihtiyaçların temini gibi zorunluluklar insanları birlikte yaşamaya
zorlar, bu birliktelik bir düzen getirir ki buna toplumsal yapı denir. Bunun kamu
alanı olarak nitelenen kısmında düzenleyici olarak bir kurumsallaşma devreye girer
ki buna siyasal iktidar denir. “Kimler yönetmelidir” sorusu yüz yıllardır siyasal
felsefenin konusu olmuştur. Bu soru aynı zamanda siyaset biliminin ana konusudur.
Klasik siyasal kuramlar her iki soruyu da yanıtlamaya çalışmışlardır. Günümüz
siyasal bilimcileri de her iki soruyla ilgilenmektedir. “Kimler yönetiyor” sorusuna bu
güne kadar verilen yanıtlarlar yetersiz kalmıştır. Seçkinlerin davranışlarını ve
tutumlarını öngörebilmek için yapılan bilimsel çalışmalar yeni başlamış sayılabilir.

Sosyal hayatın en önemli yasalarından birisi şüphesiz bireyler arasında bir


eşitsizlik ilkesinin hakim olması ve buna dayalı olarak da bir merkezileşmenin, bir
tabakalı yapının oluşmasıdır. Sosyolojide buna statüleşme adı verilmektedir.
Gerçekten de insanlar, biyolojik, psişik ve kültürel farklı konumlarda değişik güç
düzeylerinde bulunmakta, karşılıklı etkileşimle herkes içinde bulunduğu güce göre
farklı dereceler almaktadırlar. Toplumu meydana getiren aktörler en küçüğünden en
büyüğüne kadar sosyal kişi, grup ve örgütler, ana gövdenin yatay ve dikey
bölmelerinde altlı üstlü bir duruş meydana getirmektedirler. İşte statü, bu dikey
ilişkiler düzeninin adıdır ve yapılanmanın en önemli öğelerinden birisidir. Esasen
4

sosyal yapı, eşitliğin bozulup kademeli bir konumun ortaya çıktığı, birilerinin
merkezi hale geldiği sosyal olgular için kullanılan bir terimdir (Armağan, 1983: 10–
35).

Sosyolojide bir sosyal yapı içindeki bu ortak statüleri birleştiren bu sosyal


basamaklara tabaka, bu oluşuma da tabakalaşma adı verilir. Toplumda bu
basamaklar, pek çok insanı içine alan ortak özellikleri taşıyan kategori ve gruplar
oluşturur. Siyasetin en temel esprisinin “yukarıda yöneten bir azınlık, aşağıda bir
yönetilen çoğunluk” denklemi üzerine oturduğu göz önüne alınırsa seçkinler denen
yönetici azınlığa giden bu yolda söz konusu edilen tabakalaşmanın önemi anlaşılmış
olur. Bu bakımdan tabakalaşma üzerinde biraz durmakta yarar vardır. Gerçekten de
toplu halde yaşayan insanlar sadece bir arada yanyana bulunmazlar, aynı zamanda
altlı üstlü hiyerarşik bir yapı da oluştururlar, Yukarıya doğru daralan bir piramidin
değişik basamaklarında yer alırlar (Aydın, 2006: 39–42). Toplumlarda sosyolojik
olarak dünden bugüne fertlerin yerlerini belirleyen değişik ölçekler varolmuştur ki
bunların en önemlileri: Soy, servet, meslek, eğitim/bilgi, din, yaş, cinsiyet, güçlülük
ve güzellik vb. gibi biyolojik etkenlerdir. İyi dikkat edilince görülür ki bunlardan
meslek, bilgi/eğitim, dini inanç gibi bir kısmı insanların iradi çabalarıyla sonradan
kazandıkları statülerdir, ama buna karşılık soy ve biyolojik etkenler, “verilmiş”
statülerdir, elde edilmeleri insanların çabalarına bağlı değildir. Meselâ buna göre
zenci olmak verilmiş, ama bir aydın olmak kazanılmış bir statüdür (Duverger, 1995:
132–161). Söz konusu statünün meydana getirdiği en önemli olgu sosyal
tabakalaşmadır. Tabakalaşma aynı statüyü birleştiren ortak katların bir ifadesidir.
Meselâ bilginlik bir statüdür, ama bilgililerin oluşturduğu ortak yapıya “aydınlar” de-
nir ki bu bir sosyal tabakadır. Sosyal tabakalaşmanın en önemli görünümleri ise
zümreler, sınıflar ve kastlardır. Genel olarak zümre, belli inanış düşünüş, yaşayış gibi
daha çok kültürel eğilimleri ifade eden, sırf ekonomiye dayalı olmayan, belirgin
ortak bir bilinç taşımayan, yavaş da olsa değişime açık sosyal tabakalardır. Meselâ
buna göre esnaf, aydınlar birer zümredirler. Kast ise ekonomik, dini farklı nedenlere
bağlı olarak ortaya çıkan ama değişkenliği olmayan sosyal tabakalardır, Hindistan
örneğinde olduğu gibi. Burada toplum, yukarıdan aşağıya doğru Brahman, Ksatria,
Vaişya, Şudra, katlarından oluşmaktadır. Hatta bunun yanında en alt kattaki Şudra’ya
5

bile giremeyen dolayısıyla insan sayılmayan bir “Parya” da vardır. Ölüm ve


sonrasında yeniden dünyaya gelmenin (reenkarnasyonun) dışında hiç kimse bir
kasttan diğerine geçemez (Aydın, 2006: 43–46).

Sınıf ise daha çok ekonomik nedenlere göre oluşmuş sosyal politik ve
ekonomik yapılardır. Olgu olarak çok eskiyse de onu sosyal bilim literatüründe eksen
bir kavram haline getiren Marx olmuştur. Tam bir tanım veremese de Marx’a göre
sınıf, mülkiyet ekseninde doğan ve birbirleriyle çatışma halinde bulunan, üretilene
sahip olma veya olamama esasına dayalı, sonuç olarak da bir sınıf bilinci taşıyan ikili
sosyal yapılardır. Sınıfın zümreden farkı açık politik bir bilinç taşıması, kasttan farkı
ise her şeye rağmen fertlerin bir sınıftan bir başka sınıfa geçebilmesidir. Marx’a göre
bütün toplumlarda iki sınıf vardır ve bunlar gittikçe derinleşen bir kutuplaşmayla
çatışmaya doğru giderler. Kapitalist toplumlarda bu sınıflar proletarya (işçi sınıfı) ve
burjuva (zengin, komprador) sınıflarıdır. Bu çatışmada hâkim sınıf olan burjuva;
hukuk, din, aile, gibi üst yapı adını verdiği bütün kurumları kullandığı gibi devleti de
bu etkinliği için kullanır. Şüphesiz bu analiz ekonomik güç ile siyaset arasında bir
ilişki kurma bakımından anlamlıdır. Ancak siyasal güç her haliyle ekonomik güce
indirgenemez, dolayısıyla bu ilişkinin tersi de düşünülebilir (Kışlalı, 1999: 267–278).

Marksizm'in tüm sosyal statüyü sınıf olgusuna indirgeme eğilimine karşılık


Weber bunların farklı şeyler olduğunu belirtir ve basit bir ölçek de verir: Sınıf,
paramızın nereden geldiğine; statü, ise bu gelen paranın nereye gittiğine bağlıdır
(Weber, 1986: 101). Bir de statü, örgüt gerektirmezken sınıf, siyasal bir
örgütlenmeyi gerektirir. Bizim burada sınıfla ilgilenmemizin nedeni de siyasetle olan
bağlantısıdır. Bu bağlantının da seçkinlerin siyasete olan etkileri ile bağlantısı
önemlidir. Ne var ki sınıf kavramı onun üzerinde duran Marksist teori de dâhil ciddi
belirsizliklere sahiptir. Mesela köylülerin; beyaz yakalıların, memurların vb. nerede
bulundukları hep tartışılagelmiştir. Ancak Marksizm’in açıkça gösterebildiği şey,
onun siyasal ile olan ilişkisidir: Genelde sınıf bilinci ve üst yapının bir ifadesi olan
ideoloji, siyasal muhtevalıdır ve hâkim sınıfın iktidarını işaretler. Ama partiler,
hükümet, bürokrasi, vb. bazı durumlarda sınıfla bağlantılı olsalar bile, doğrudan
sınıfsal değildirler. Kaldı ki kapital ve emek arasında doğan hizmet sektörü,
6

teknokratik yapılar klasik sınıf yapısını büyük çapta değişikliğe uğrattığı gibi
siyasetle olan bağlantılarında da yeni konumlar ortaya çıkarmıştır.

Siyaset sosyolojisi açısından statüleşmenin en genel ifadesi, yukarıda bir


“yönetenlerin” aşağıda ise çoğunlukta olan bir “yönetilenlerin” bulunmuş olmasıdır.
Kendi aralarında da derecelere sahip bulunan, yani “yönetim” ile ilişkileri farklı olan
“yönetilenler” toplumsal bir olgudur. Seçkinler yönetenler olarak
değerlendirileceklerdir. Yöneten azınlık-yönetilen çoğunluk denklemi de “seçkin”
kuramların en önemli tartışma noktasını oluşturacaktır. Aslında seçkinler farklı an-
lamlarda kullanılmaktadır: İktidar seçkinleri, Yönetici seçkinler, statü seçkinleri vb.
gibi. Önünde tanımlayıcı bir deyim kullanılmadığı zaman İktidar Seçkinleri, Siyasal
Seçkin olarak anlaşılmalıdır (Runciman, 1986, 136).

Gerçekten de, “seçkinler kuramı” modern siyaset sosyolojisinin önemli


sorunlarından birisidir ve konu üzerinde pek çok düşünür görüş ileri sürmüştür.
Bunların en tanınmışları Gaetano Mosca, Vilfredo Pareto, C. W. Mills, Roberto
Michels ve George Sorel’dir. Şüphesiz bu düşünürlerin söylediklerinde ortak
noktalar vardır; seçkinlerin mahiyeti, işlevi ve işlerliği ve hatta adlandırılmasında
benzerlikler söz konusudur. Mesela aynı olguya Mosca “yönetici sınıf” derken,
Pareto “yönetici seçkinler”, Michels “Oligarşi” adını vermektedir. Yine tüm siyasal
sistemlerin sonuç itibariyle bir grup yönetimi (oligarşi) niteliği taşıdığını savunmakla
demokrasinin de en özgün eleştiricileri olarak gözükmektedirler (Runciman, 1986:
49–50). Her şeye rağmen değişken bir seçkinler anlayışıyla da, Marksizm’in istikrarlı
sınıf olgusuna açık olmasa bile bir polemik oluşturmaktadırlar.

Seçkinci kuramcılar, ortak yönlerine rağmen farklı çizgilere de


değinmektedirler. Bu bakımdan çok kısa da olsa Seçkin Kuramcılara, Mosca, Pareto,
Michels, Wright Mills, Pluralistler ve Marksistlerin seçkinler anlayışlarını
incelemekte yarar görüyorum. Amacımız bu düşünürlerin düşüncelerini enine boyuna
yansıtmak degil. Biz bu düşünürlerin kuramlarında “seçkin” kavramına hangi
nitelikleri yüklediklerini tezimiz açısından açıklayıcı anlam taşıması adına
inceleyerek, daha sınırlı bir girişimde bulunacagız.
7

Mosca 1939 yılında ingilizceye çevrilen ana yapıtında seçkinlerle ilgili yöneten
ve yönetilen ilişkisini açıklarken, şöyle yazıyordu: Tüm siyasal organizmalarda
bulunabilecek değişmez gerçekler ve eğilimler arasında biri o kadar açıktır ki, en
gelişi güzel bir bakışla bile bu gerçek hemen görülebilir. Tüm toplumlarda çok az
gelişmiş ve uygarlığın şafağına ancak ulaşabilmiş toplumlardan, en çok gelişmiş ve
en güçlü toplumlara kadar iki sınıf insan ortaya çıkar: “Yöneten sınıf” ve “yönetilen
sınıf. Daha az sayıda üyesi olan ilk sınıf tüm siyasal işlevleri yerine getirir, iktidarı
tekeline alır ve iktidarın getirdiği üstünlüklerden yararlanır, ikicisi, daha kalabalık
olan sınıf ise, ilk sınıf tarafından bazen az çok hukuki, bazen az çok keyfi ve sert bir
biçimde yönetilir ve denetlenir ve öncekine en azından, görünürde varlığını
sürdürmek için gerekli maddesel olanakları ve siyasal organizmanın yaşamı için
zorunlu olan araçları sağlar (Mosca, 1939: 50). Mosca seçkin deyimini
kullanmamasına karşın seçkin ve kitle ayrımını ilk defa sistemleştiren siyasal bilimci
sayılır. O1uşturduğu kuram ve ana yapıtının başlığı “Yönetici Sınıf” adını taşır.
Mosca “Yönetici Sınıf” karşılığında, bazen “Siyasal Sınıf” deyimini de
kullanmaktadir (Mosca, 1939: 53; Kapani, 1978: 86).

Mosca, toplumun dogasi hakkmda iki temel önerme sunmaktadır: ilk önermesi
tek bir düşünceyle hareket eden örgütlenmiş. Bir azınlığın, örgütlenmemiş bir
çoğunluğu egemenliği altına almasının kaçınılmaz olduğudur. İkincisi ise, degişik
zamanlarda ve degişik yerlerdeki yönetici sınıflar arasındaki ayrılıkları gösterebilmek
için geliştirmiştir. Bu “siyasal formül” olarak adlandırılır; yönetici sınıfların toplum
üzerindeki iktidarlarini haklı göstermek için ileri sürdükleri degişik ideolojiler ve
değerleri içerir. Siyasal bilim bu degişik ve çeşitli yönetici sınıfların ve formüllerin
incelenmesinden başka bir şey degildir. Mosca’ya göre yönetici azınlığa dahil olan
kişiler genellikle bazı üstün yeteneklere sahip olan ya da görünüşte sahip oldukları
bazı yetenekleri dolayısıyla toplumda saygınlık ve etkinlik kazanmış kişilerdir
(Zannoni, 1978: 7–13). Seçkin ve seçkinler sözcüğü akla hemen Pareto adını getirir.
Gerçekten de bu deyimi siyasal bilimlere ilk sokan, seçkinlerle ilgili ilk tam ve
organik bir kuram oluşturan da O’dur. Pareto’nun insan anlayışı temel olarak
eşitsizlik ilkesine dayanır (Zannoni, 1978: 16).
8

Pareto'nun bu söylediklerinden seçkinlerin içinde yer almak için üstün yete-


neğin gerekli olduğu; fakat bunun yönetici seçkinlerin bir parçası olmak için
yetmediği sonucunu çıkarabiliriz. Pareto yönetici ve yönetici olmayan seçkini iki
“değişken”e göre ayırmaktadır. Yönetici seçkindeki değişiklik, güç dengesindeki
değişiklikten ve bu iki seçkin türü arasındaki denge yapısının değişmesinden
doğmaktadır (Pareto, 2005: 2–9). Kısaca açıklarsak eğer, Pareto’nun kuramında
toplumda en başarılı olanlar seçkinleri oluştururlar. En başarılı bilim adamlarından
tutunda en başarılı siyasetçilere bunların hepsi seçkinler grubu içinde yer alırlar. Her
toplum kesiminin en başarılıları kendi içlerinde bir yapı oluştururlar. Bu aristokrat
yapı içinde en büyük çelişki, seçkin azınlık ile seçkin olmayan çoğunluk arasındadır.
Pareto’ya göre üstün özellik taşıyan kişilerdir. Ama onların nesilleri aynı üstün
nitelikleri taşımayabilirler. Aile ve soyun yanı sıra varlıklı, akıllı, yetenekli ve
sağlam ahlaklı olmakta seçkinlik ölçütleri arasında yer alır. (Pareto, 2005: 7–17).

Seçkinlerin nitelik olarak zayıflamaları yada sayıca azalmaları, seçkinlerin


yerini başka seçkinlerin alması için ortam hazırlar. Eğer seçkinler, toplumun alt
tabakalarından ortaya çıkan en başarılıları aralarına alabilirlerse seçkinlerin dolaşımı
gerçekleşmiş olur. (Bottomore,1990:51-55). Özellikle yönetici seçkinlerin yönetici
seçkin niteliği taşıyan ve alttan gelen seçkinlere hayat hakkı tanımaması, tüm yolları
ve kapıları kapatması sonucu iktidar kavgası sertleşir ve seçkinlerin toptan değişimi
olayı ile karşılaşılır. Bu durum Pareto’ya göre devrimdir. (Bottomore,1990:86-89).
Pareto’nun kuramı çoğu bilim adamı tarafından hayranlıkla incelendi. Metron ve
Parsons’un kuramlarının çıkış basamaklarıdır seçkinlerin dolaşımı. Sosyal yapının
analiz edilmesinde ve seçkinlerin yer değiştirmesinde kültürün ve içinde yaşanılan
toplumun etkisi de göz ardı edilmemeli.

Ostrogovsky ve Michels’in seçkin anlayışı, Mosca ve Pareto’dan seçkin


sözcüğünün kapsadığı alan bakımından ayrılır. Mosca ve Pareto’da seçkin
sözcüğünün alanı bütün toplum olduğu halde, Ostrogovsky ve Michels karmaşık
örgütlerde seçkinlerin oluşması ve nitelikleri ile ilgilenirler. Mosca ve Paıeto’nun
tersine, Michels seçkin-seçkin olmayan ayranının ölçütünü bazı kişiliksel üstünlüklere
bağlamaz. Seçkin olmada belirleyici etken, kişilerin örgütlerde ellerinde tuttukları
yerler ve o mevkide bulunmanın sağladığı iktidarın kullanımıdır. İktidar kullanımı
9

mevkiyle doğrudan doğruya ilgilidir. Michels’e göre, seçkinlerin tanıtıcı özelliği salt
büyük örgütlerin az sayıda insan tarafından yönetilmesi değil, bu yönetici azınlığın
zaman içinde değişmemesidir (Turhan, 1991: 29–36). Michels'in liderliğin oligarşik
niteliğine ilişkin bu gözlemleri “Oligarşinin Demir Yasası” diye anılır. Michels
siyasal partilerdeki oligarşi eğilimini esas olarak üç nedene bağlamaktadır: Teknik
etken, yığınların kendilerini doğrudan doğruya yönetmelerini olanaksızlaştırır, çünkü
tüm büyük örgütler kaçınılmaz olarak teknik uzmanlaşmayı ve uzman liderliği gerekli
kılar. Entellektüel etkenler olarak Michels büyük ve karmaşık bir örgütte
uzmanlaşmış, yönettikleri yığınlardan daha yüksek bir kültür düzeyine erişmiş ve bu
nedenle yönetilenler için “kolay kolay vazgeçilemiyecek” niteliklere bürünmüş
kişiler olduklarını belirtir. Bu çevresel niteliklere ek olarak, Michels yığınların güçlü
ve istikrarlı liderlik gereksinmesinden sözetmektedir. Bu psikolojik gereksinme,
liderlerin yığınlar gözünde yüceltilmelerini ve "üstün insan" olduklarına inanılması
sonucunu doğurur. Liderlerin böyle algılanmaları ise onların örgütteki iktidarlarını
güçlendirir (Özbudun, 1977: 8–9).

Wright Mills’in seçkin anlayışı hem dağınık hem de karışıktır; Mills'in seçkin
kavramının iki "değişken"e bağlı olduğu söylenebilir: Toplumda egemen kurumları
elde bulundurmak ve toplumun üst katmanlarından birine üye olmak. Her
endüstrileşmiş toplumda üç egemen kurum vardır: Askeri, ticari ve siyasi. Bu
kurumlardaki hiyerarşinin en üst kesimlerinde bulunan gruplara Mills, “İktidar
Seçkinleri” adını verir (Mills, 1974: 2–12). İktidar seçkinlerini egemen sınıf
oluşturmamakla birlikte, çıkarları, toplumsal kökenleri ve dünya görüşleri açısından
aralarında sıkı bir bağ ve dayanışma olan kişilerden oluşur. Toplumda tüm iktidar
gitgide bu üçlü azınlık elinde toplanmakla ve yığınların siyasal kararlara katılmaları
olanaksızlaşmaya başlamaktadır (Turhan, 1991: 35). Çağdaş seçkin kavramları içinde
pluralistlerin seçkin anlayışı siyasal bilimde hayli yankı uyandırmıştır. Pluralistler
seçkinler sorunuyla çok yakından ilgilidirler. Gerçekte pluralizm, belirli bir
demokrasi kuramıdır. Demokrasi, azınlığın değil, çoğunluğun yönetimini gerektirir.
Bu nedenden de pluralizmin seçkinler kuramıyla bağdaşması olanaksız gibi
görünmektedir. Ancak çoğunluk yönetimini, “halkın doğrudan doğruya yönetimi”
10

biçiminde değil, çoğunluğun kendisini yönetecek seçkinleri seçmesi olarak ele


alırsak o zaman seçkinlerin varlığı demokrasi ile bağdaşabilir.

Lasswell yıllarca önce yönetimin her zaman bir azınlığın elinde olduğunu;
temel sorunun ise liderleri uygulamalarından dolayı sorumlu tutabilmeye bağlı
olduğunu belirtmişti (Lasswell, 1965; 3–19). Joseph Schumpeter demokrasinin açık
bir yarışma sonucunda halkın güvenini kazanan siyasal kadronun toplumu
yönetmesini öngören bir yöntem olduğunu söylemektedir. Raymond Aron’a göre, iki
ideal tip toplum ayırt edilebilir: Seçkinlerin tek bir grup olarak birleştiği ve çeşitli
seçkin gruplarının birbirleriyle az veya çok açık bir yarışma içinde bulunduğu
toplumlar (Aron, 1973: 133).

Robert Dahl, pluralist seçkin anlayışını siyasal güç kaynaklarının eşitsiz


dağılımına dayandırmaktadır. Dağıtılmış eşitsizlikler sistemi, şimdiye kadar yapmış
olduğumuz seçkin-seçkin olmayan ayrımını yıkmaktadır. Hiç kimse kaynakların
tümüne sahip olamayacağından, bir grubun da tüm iktidarı tekeline alması söz
konusu olamaz. Toplumda tek bir seçkin değil, çeşitli kaynaklara dayanan ve
birbiriyle yarışma içinde çok sayıda seçkinler bulunur. Bu çok sayıdaki seçkinlerden
her birinin nitelendirilmesi, özel bir siyasal kaynağa daha fazla sahip olması
açısından sistemin koşuludur. Sartori demokrasiyi açık, birbirleriyle yarışan
azınlıkları sürekli olarak yaratan ve bu azınlıkların, seçmenlerin gelecek seçimlerde
nasıl tepki gösterecekleri tahminleri ile yönlendirildiği bir sistem olarak
tanımlamaktadır (Sartori, 1978: 79). Şimdiye kadar geliştirilmiş toplum kuramları
içinde en kapsayıcı olanı Marx’ın kuramı da seçkin sorunuyla yakından ilgilidir.
Marksizmde seçkin kavramını anlamak için bu kuramdaki sınıf kuramından söz etmek
gerekir. Biz burada Marx’ın sınıf kavramına yalnızca seçkin kavramını ilgilendirdiği
ölçüde değineceğiz. Karl Marx da toplumu Üretim araçlarına sahip olanlar ve üretim
araçlarına sahip olmayan işçi sınıfı olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Marx’a göre,
tarihin tüm aşamalarında görülen toplum tiplerinde, bir sınıf ötekine göre daha
üstündür. Marx bu sınıfa egemen sınıf diyor. Kapitalist toplumda bu sınıf
burjuvazidir. Burjuvazi üretim araçlarının sahibi olarak önce ekonomik bakımdan
topluma egemendir. Ekonomik üstünlük ise siyasal üstünlüğü sağlar. Marx’a göre
siyasal iktidar her zaman egemen sınıfın elinde olmuştur. Uygar toplumun özeti,
11

Marx ve Engels’e göre, yalnızca egemen sınıfların devleti olan ve her zaman ezilen
sınıfı bağımlılık içinde tutmaya yarayan bir devlettir. Marx'ın sınıf kavramı temel
olarak ekonomiktir. Sınıf, gruplarının üretim araçlarıyla olan mülkiyet ilişkilerine
göre tanımlanmıştır. Nispeten gelişmiş bir iş bölümü sınıfların var olması için
gereklidir. Marx esas olarak iki sınıfın olduğunu söylemektedir. Bu iki sınıf, üretim
araçlarının sahibi olan bir azınlık ile üretim aracı sahibi olmayan halkın
çoğunluğundan oluşur (Kışlalı, 1999: 69–74). Bu azınlık ile çoğunluk arasındaki
ilişki azınlığın bu durumunu çoğunluğu sömürmek için kullanması biçiminde ortaya
çıkar. Sonuç olarak, sınıf olgusunun ortaya çıkabilmesi bakımından zorunlu olan
artı-ürünün oluşturulabilmesi için toplumda nispeten gelişmiş bir iş bölümünün
gerektiğini söyler. Sınıf tümüyle ekonomik bir kavram olduğu halde seçkin, siyasal
bir kavramdır. Ekonomiyle siyaset arasında ilişkinin kurulması çözülmesi güç
sorunlar yaratmaktadır. Marx ekonomik ve siyasal iktidar arasındaki ilişkiye çok az
değinmiştir. Marx’da en çok dikkat edilmesi gereken sorunlardan biri, siyasetin
ekonomiye bağımlı tutulmasıdır. Marx’ın yazılarında aradaki ilişki açık değildir.
Ekonomik iktidarı, siyasal iktidara ve üretim araçlarına sahip olan azınlığı yönetici
sınıfa, dönüştüren etmen devlettir. Marx’a göre devlet ekonomik yapının ortaya
çıkardığı sınıf ilişkilerinin siyasal görünümünden başka bir şey değildir. Devlet
aracılığıyla, ekonomik iktidar siyasal iktidar olmakta ve azınlığın çoğunluk
üzerindeki ekonomik sömürüsü, siyasal üstünlüğünü sağlamasına dönüşmektedir.
Öyleyse, Marksist düşüncede siyasal seçkinlerin devlet kurumu aracılığıyla siyasal
iktidarı kullanan üretim araçları sahibi sınıf olarak tanımlayabiliriz (Zannoni, 1978:
15).

Bütün bu kuramlar üstüne denebilir ki bir toplumda seçkinler doğaldır ve bu


olgu kaçınılmazdır. Sıradan bir sosyal faaliyetin başarılı biçimde yürütülebilmesi için
gereklidir. Yüz yüze ilişkilerde bulunabilen grup ve örgütlerde bile bir yürütme biri-
mi olur, mesele 300 personel çalıştıran bir özel eğitim kurumunda, 4 kişilik seçilmiş
bir yönetim kurulu bulunur. Bunların toplanıp karar vermeleri kolaydır. Kaldı ki bu
beş kişinin düşünce potansiyeli, kendi çıkarlarına indirgememek kaydıyla kurum
çalışanlarının potansiyeline yakındır. Basitçe ifade etmek gerekirse sorumlu kılmak
ve denetlemek, hesap sormak ve hesap vermek işlemleri içinde herkesin yönetici
12

olmasından daha verimli bir sonuç elde edilebilir. Kaldı ki yüz yüze ilişki imkânı ol-
mayan insan birlikteliklerinde seçkinler daha bir zorunluluk haline gelir. Demek ki
burada sorun seçkinlerin varlığı değil, çoğunlukla ilişkisi, varlık sebebini kendisine
indirgeyip indirgememesidir.

1.2. Seçkinler Kavramının Karmaşıklığı

Bir kavramı ya da olguyu açıklayarak kavramı yararlı ve kullanışlı yapan,


içerdiği anlamlar ve açıkladığı öğelerdir. Bir kavramın karmaşık olmasının ilk
nedeni, kavramı ifade eden sözcükle anlamı arasında açık ve kesin olmayan ilişkiden
doğan kavramın bulanıklığıdır. İkincisi ise, kelimenin anlamıyla, anlamın içerdiği
öğeler arasındaki ilişkinin iyi tanımlanamamasından ortaya çıkan kavramın
belirsizliğidir. Bir kavram iki nedenden dolayi bulanık bir görünüm alır. Bunlar ayrı
deyimlerin aynı anlamlarda, ya da aynı sözcüğün değişik anlamlarda kullanılmasıdır.
“Seçkin kavramı” değişik yüzyıllarda, değişik kültürel ve entellektüel çevrelerde,
degişik insanlar tarafından tümüyle farklı olguları veya aynı olguların çeşitli
niteliklerini göstermek için kullanılmıştır (Zannoni, 1978: 4). Mosca. Pareto,
Michels, Mills, Pluralistler ve Marksisder seçkinler deyimini birbirinden çok değişik
anlamlarda kullanmışlardır. Bu kullanmalardaki farklılığı belirlemek için üç temel
öğeye başvurulabilir: seçkin deyiminin anlamının alanı, seçkin-seçkin olmayan
ayrımını sağlayan ölçütler ve seçkin iktidarının kaynakları. Seçkin sözcüğünün çeşitli
anlaşılma biçimleri bu üç öğe açısından gözden geçirildiğinde birbirinden çok farklı
anlamlar içerdiği görülmekledir. Bu nedenle seçkin kavramının çok “bulanık” oldugu
söylenebilirse de, bizce anlamsız olarak da nitelendirilemez; çünkü seçkin
kavramının çeşitli anlaşılma biçimlerinde benzerliklerin varolduğunu belirtmek
gerekir. Bu benzerlikler, Zannoni'ye göre, şu biçimde özetlenebilir: Üstünlük
(“seçkin bireyler” düşüncesi), sayı (“seçkin bireylerin” azlığı), seçkin-seçkin
olmayan ayrımının ölçütleri (seçmenin kıstasları) ve seçkinlerin iktidarının
kaynakları (azınlığın siyasal üstünlük durumunun kaynaklan). Seçkin kavramının
çeşitli anlaşılış biçimleri yalnızca bu boyutların alt dizileridir (Zannoni, 1978: 20).

Bulanıklığın ikinci nedeni, ayrı kelimelerin aynı anlamlarda kullanılması ise


daha karmaşıktır ve dil biliminde bu soruna eş anlamlılık denir. Siyasal bilim
13

literatüründe yönetici sınıf, siyasal sınıf, aristokrasi ve oligarşi seçkin deyimiyle


eşanlamlı olarak kullanılmıştır. Bir kavramın gerçekten eşanlamlı olabilmesi için iki
koşulun gerçekleşmesi gerekir: İki değişik sözcüğün anlamlarındaki temel öğelerin
aynı olması ve bu iki değişik sözcüğün kullanımının aynı olması. Seçkinle eşanlamlı
kullanılan deyimler bu iki öğe açısından incelendiğinde eşanlamlı olmadıkları ortaya
çıkar. Bu nedenle kullanacağımız deyimi seçerken dikkatli olmamız gerekir.
Örneğin, oligarşi deyimi sözlük anlamı olarak azınlığın yönetimi demektir; fakat bu
deyim bunun dışında kötü ahlaksal niteliklerle ilgili bir çağrışım da yapmaktadır.
Bunun nedeni, Aristo’nun hükümet biçimleri sınıflandırmasında oligarşiyi,
aristokrasinin bozulmuş bir biçimi olarak göstermesi ve Michels’in de bu deyimi
demokrasinin karşıtı olarak kullanmasıdır. Böylece oligarşi deyimini iyi olmayan
çağrışımlar kurmak istediğimiz zaman ve ancak o zaman kullanmalıyız (Aron, 2000:
364–366).

Seçkin deyiminin karmaşık bir kavram olmasının ikinci nedeni, kavramın


anlamının kendi öğelerini açıklıkla belirlememesidir. Belirsizlik öncelikle, deyimin
öğelerini ayırmak için kavramın anlamı yeterli niteliklerden yoksunsa doğar. Bir de
kavramın nitelikleri, kenarda olan nesneleri kavramın öğeleri olarak kapsayıp
kapsamamada yeter derecede açık olmadığı zaman ortaya çıkar. Eğer seçkin kavramı
ilk nedenden dolayı belirsizse, önemli boyutlardan yoksunsa, seçkinleri bazı özel
niteliklere sahip kendine özgü bir toplumsal grup olarak diğer gruplardan
ayıramıyoruz demektir. İkinci nedenden dolayı belirsizlik varsa, seçkinleri diğer
gruplardan ayıran belirli nitelikler hangi grubun seçkin sayılacağını belirlemiyor
demektir (Swingewood, 1998: 321–329). Seçkin kavramının değişik anlamlarının
bulunduğu ve bu değişik anlamların bazı ortak benzerliklerinin de (üstünlük, sayı,
ayrımın ölçütleri ve iktidarın kaynakları) olduğunu seçkinler kuramcılarında
yukarıda ifade etmiştik. Bu nedenle seçkin kavramının önemli boyutlardan yoksun
olduğu söylenemez. Fakat benzerlikler yoluyla bir kavramın anlamının belirlenmesi
o kavramın sınırlarını bulanıklaştınr. Seçkinlik, azınlık, seçkin-seçkin olmayan
ayrımındaki ölçütler ve azınlığın siyasal üstünlüğünün kaynakları, seçkin kavramının
önemli boyutlarıdır. Bu nitelikler seçkinleri diğer gruplardan ayırmak için son derece
14

yararlıdır; fakat bu niteliklerin hiçbirisi kenardaki öğelerin kavramın içine girip


girmediğini gösterecek açıklıkta değildir (Zannoni, 1978: 21–25).

Seçkin kavramı hem bulanık hem de belirsiz bir kavram görünümündedir.


Seçkin kavramının saptanmasında önemli olan bulanıklığın derecesidir. Seçkin
kavramına verilen her değişik anlam, değişik biçimlerde de olsa; azınlık, üstünlük,
seçkin-seçkin olmayan ayrımının ölçütleri ve seçkinlerin iktidarının kaynakları
sorunlarıyla ilgilenmektedir.

1.3. Sosyolojik Olarak Seçkinlerin Tanımı

Çeşitli düşünürler, çeşitli çağlarda, çeşitli ideolojik çerçeveler içinde seçkinler


sorunuyla ilgilenmişlerdir. Bu çeşitlilik belki de bir ölçüde, seçkinler kavramının
nitelikleri üzerinde kavramsal anlamda bir ortak tanımın oluşmasını engellemiştir.

Seçkin kavramı toplumbilimler literatüründe, “Çoğunluk üzerinde azınlık


yönetimini” tanımlamak için kullanılır. Seçkin sözcüğü Latince eligre'den
gelmektedir. Eligre, “seçme” electa, “seçilmiş olan parça” demektir. İngilizce,
İspanyolca, İtalyanca, Fransızca ve Almanca gibi birçok dilde Seçkin, “seçilmiş olan
parça”, “en iyisi” anlamına gelmektedir. Siyasal bilimler literatüründe bu deyime
birçok değişik özel anlam yüklenmiştir.

Günümüz sosyal ve siyasal bilimlerinde önemli bir kavram olan “seçkin


kavramı”, İngilizce Oxford sözlüğüne göre, toplumsal ve siyasal literatürde yaygın
bir şekilde kullanımı ondokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren başlar; Amerika ve
İngiltere’de ise Pareto’nun metinleri sayesinde 1930’larda başlar (Bottomore, 1990:
8). Siyasal bilimlerde yönetici seçkinler, mevcut rejimi ve bu rejimin işleyişinde
anahtar bir öğe olarak üzerinde durulmakta. Sosyal bilimlerde ise seçkinler, iktisadın,
kültürün, siyasetin kısacası diğer tüm toplumsal kurumların şekillenmesinde, bu
kurumların işleyişinde başat öğelerden biri olarak varlığı kabul edilmektedir.

Bottomore ise seçkin tanımını şöyle yapıyor: Mosca’nın deyimi olan “siyasal
sınıfı”, siyasal liderlik savaşımına doğrudan doğruya katılan, siyasal iktidar ve etki
sahibi tüm gruplar için kullanmıştır. Siyasal sınıf içinde, toplumda belirli bir zamanda
siyasal iktidarı edimsel olarak kullanan kişileri içeren daha küçük bir grubu, siyasal
15

seçkinleri, ise ayırmıştır. Böylece siyasal seçkinin sınırlarını belirlemek nispeten


kolaylaşmıştır: Siyasal seçkinler, hükümet üyelerini, devlet yönetiminin
doruklarındaki kişileri, askeri liderleri bazı durumlarda kral ailesinin ve aristokrasinin
üyelerini ve güçlü ekonomik girişimlerin liderlerini kapsar. Siyasal sınıfın sınırlarını
çizmek bu denli kolay değildir. Siyasal sınıf, şüphesiz, siyasal seçkinleri kapsar; fakat
iktidardan düşen siyasal partilerin liderlerini ve işadamları gruplarıyla, siyasette etkin
olan entelektüelleri olduğu gibi yeni toplumsal çıkarların temsilcilerini (örneğin, işçi
sendikaları liderlerini) de kapsayabilir. Siyasal sınıf bu nedenden dolayı, birbirleriyle
işbirliği, yarışma veya çekişme içinde bulunabilecek olan değişik gruplardan oluşur
(Turhan, 1991: 40–41). Sosyal bilimlerin ve Siyaset biliminin konusu olan
seçkinlerin, tanımlanmasında ki zorluklar kuramcı düşünürlerin bu kavrama
yükledikleri anlamlarla açıklanmaya çalışıldı. Her bir seçkin kuramcısı tarafından
farklı şekillerde anlamlandırılan bu kavram, temelde iktidar, yöneten ve yönetilen
arasındaki meşruiyeti ile ortak paydada buluşuyor.

1.4. Seçkinler ve Seçkincilik

Seçkinler hemen her toplumda varolan toplumsal bir olgu iken seçkincilikte
bunun bir türedisi veya seçkinlerin seçkin konumlarını tarihsellikten ziyade verili bir
hak olarak telakki etmelerinin neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Konumlarını verili
olarak kabul eden ve bunu en doğal hak olarak telakki eden seçkinler bu konumlarını
kurumaya dönük bir ideolojik-politik düzen oluşturmaya çalışırlar. Kendilerinin
yerine geçmesi muhtemel toplumsal kesimleri engeller, kendi seçkincilik
konumlarını daha sonraki kuşaklarına devredebilecek mekanizmaları kurarlar.

Genel olarak seçkinler başlıklı ilk bölümde seçkinlerden seçkin kuramlardan


bahsettik. Seçkinler yapısı, toplumlarda genel olarak kaçınılmaz bir olguyu anlatır.
Bilgi ve tecrübeleri ile örgütlenmiş ve kurumsallaşmış halleriyle toplumsal dö-
nüşümde önemli role sahip bir sosyal kesimi ifade ediyor. Seçkincilik ise genelde
seçkinler yapısının aşırı boyutlara götürülmüş ve özel olarak altı çizilmiş bir
biçimidir. Bir başka deyişle seçkincilik, “ortaya” bir siyasal olgu olmaktan çok,
ideolojik bir oluşumdur ve her ideoloji gibi tarafsız değildir, toplumun bir kesitini
16

ifade eder. Esasen kelime yapısıyla seçkincilik, Batı dillerindeki elitizmin karşılığıdır
ve bu bağlamda devletçilik, laikçilik, güvenlikçilik, siyasetçilik gibi özel bir vurguyu
ifade eder Genel olarak seçkincilik, kendisini toplumsal değişim ve dönüşümün
dışında sayan, siyasal sistemi tekelinde, toplumu vesayetinde gören bir seçkinler ya-
pısıdır. Buna göre seçkinci türde ki seçkinler, yukarıda bir yerde durmakta ve her
şeyi gözetlemekte, her an yanılmaya namzet, bilgisiz cahil halk katlarına yol
göstermek, yanlışlarına müdahale etmek üzere beklemektedirler. Toplumu denetleme
ve dizayn etmeyi en temel hakları olarak görmektedirler. Seçkincilik, modern ulus
yapılarının genel bir özelliğidir denebilir. Çünkü burada siyasal seçkinler, farklı
unsurlardan bir ulus oluşturmak, onu yeniden inşa etmek, bütün kurum ve
kuruluşlarını (eğitimden ekonomiye, aileden dine kadar) dizayn etme yetkisinde
görmektedir. Ancak bunun derecesi toplumlara göre değişik düzeylerde olmaktadır.
Modern ulus yapılarında bu seçkinci yapı aslında, kendine özgülüklerde yeniden
oluşmuş bir zümrenin, kişisel olmanın ötesinde grupça iktidar olma ve bunu sürekli
kılma güdüsüne dayanmaktadır. Burada önemli sorun da meşruiyet alanında kendini
göstermektedir. Yani genelin üstünde bu siyasi nüfuzun halk tarafından kabul
edilebilir bir gerekçesi olması gerekmektedir. Batı dışı toplumlarda bu da genellikle
“Çağdaşlaştırıcılık”la ve “Modernleştiricilik”le özetlenebilir. Sade bir ifadeyle,
“mutlak seçkinler meşrudur, çünkü sıradan insanların bilemeyeceği, yapamayacağı
çağdaşlaştırma gibi önemli bir görevi yerine getirmektedir”. Tabii ki topluma
müdahalenin en önemli gerekçelerinin başında da ona yan çizen unsurlar ve
gelişmelerin bulunduğu sayıltısıdır. Hâlbuki bu anlayışta, tutunulan çağdaş değerler
“orada” bir yerlerde, buna karşılık toplumsal gerçekler “burada bir yerde”
kalmaktadır (Aydın, 2006: 54–55).

Seçkinci yapılar, bir halk-seçkin ikilemi üstüne kuruldukları ve bir gerilim


yaşadıkları için sağlıklı bir çağdaşlaşma gerçekleşmemekte, çağdaş toplumların
temel özellikleri sayılan sosyal ve öncelikle siyasal değerler, norm ve kurumlar bir
türlü yerlerine oturmamaktadır. Çünkü seçkincilik sosyal ve siyasal yapıya müdahale
etmekte, tüm kurumların dayandığı sosyal süreç bir türlü kurulamamakta, halk
tarafından içselleştirilememektedir. Seçkinci yapılarda her şeyin görünen ve
görünmeyen iki kesiti vardır. Karar veren ve değişen seçkinlerin gerisinde duran ve
17

“istikrar sağlayıcı” olan bir ikinci yapı vardır. Yine bir görünen hukuk vardır, bir de
görünmeyen hukuk vardır. Seçkincilikte mevcut yasaların içi gerektiğinde yeniden
doldurulur, cezalar kişilere yer ve zamana, ihtiyaca göre ayarlanır. Seçkinciliğin
koruduğu çoğu zaman devletin yüksek menfaatleridir. Seçkinci yapılarda doğal
olarak atananlar seçilenlerin üzerindedir. Çünkü devletin asıl sahibi onlardır, ötekiler
gelip geçicidirler ve her an yanlış yapabilirler; halk ile içice olmaları, onları temsil
etmeleri, bu muhtemel yanlışlığın alt yapısını oluşturur. Çünkü halk yönetilmek için
vardır, görüşü alınmak için değil (Aydın, 2004: 151). Yine buna bağlı olarak devlet
yapısındaki üst bürokratik birimler, önemli mevkilerde görev yapacak kişilerin
atanmaları halka ve onu temsil eden meclise bırakılmaz Belli görevlerin, açık
bürokratik kuralların ötesinde belli yerlerden gelmesi gerektiği kabul edilir. Seçkinci
yapının bir diğer önemli özelliği ise, kendini vurgulayacak, işlevselliğini gösterecek
noktaların altını çizmiş olmasıdır ki bunların başında güvenlik sistemi gelmektedir
(Aydın, 2006: 56). İnsanlar tüm zamanlardan daha fazla modern dönemlerde
toplumları kendi isteklerine göre biçimlendirme olanağını elde etmiştir. Bu durum
beraberinde egemen insanların hırslarının daha da pekişmesine ve acımasızlaşmasına
neden olmaktadır. Özellikle 20. yüzyılda hemen hemen tüm toplumlarda dile
getirilen sınıfsız toplum fikri sadece bir mitten öteye geçmedi; sınıfsız toplum fikrini
somutlaştırmaya çalışan tüm iktidarlar ya mevcut sınıfı daha da seçkinleştirdiler veya
yeni sınıfların ortaya çıkmasına neden oldular. Demokrasi, insan hakları, eşitlik,
özgürlük gibi kavramlar sadece soyut düzeyde kaldı (Bottomore, 1987: 88–95).

Bottomore'nin belirttiği gibi; (1990:110–111) “birçok gelişmekte olan ülkede


bağımsızlık hareketini başarıyla yönetmiş tek bir partinin kendisini egemen seçkinler
olarak kabul ettirmiş olduğunu ve iktidarın, gerek geçmiş eylemleriyle, gerekse de
gelecekte modern bir ulus oluşturma vaadiyle meşrulaştırdığını görmek hiç de
şaşırtıcı değildir”. Gelenek ve modernizm arasında kalmış bu toplumların,
modernleştirme misyonuyla hareket eden aydınları, bürokratları gibi seçkinler sınıfı
bu misyon dolayısıyla seçkinci bir tutum içine girmişlerdir.
18

İKİNCİ BÖLÜM

OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E SEÇKİNLER YAPISI

2.1. Osmanlı’nın Toplumsal ve Siyasal Tarihine Bir Bakış

Tarihçiler ve toplumbilimciler, Osmanlı devletinin gerek siyasal gerekse


toplumsal sisteminin batı feodal sisteminden temelde ayrıldığı görüşündedir. Bu
görüş tüm Ortadoğu toplumları için de geçerlidir. Osmanlı devlet sistemi
patrimonyalizm veya patrimoyalizmin bir türü olarak düşünülebilinir. Osmanlı
kuruluş dönemine baktığımızda kuruluşun toplumsal ve siyasal alt yapının temelleri
açıklanabilir.

Osmanlının kuruluşunda Osman Beyin kayın pederi Şeyh Edebali’nin dinsel


formasyonunun kurulan yeni devletin sosyal ve siyasal karakterine etkisi tartışılmaz
ve bu kültürel arka plan Osmanlıda kültürel olarak uzunca bir dönem çok etkin bir
nitelik taşımaktadır.(Timur, 1994: 25–28). Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey
cesur, lider tabiatlı bir kişilikti ama âlim değildi. Ama iki büyük danışmanı vardı.
Biri o günün en büyük fıkıh bilgini Dursun Fakih, diğeri mutasavvıf Şeyh Edebali
idi. Osman bey Dursun Fakih’in ilminden, Şeyh Edebali’nin irfanından faydalandı.
Osmanlı devletinin kurulduğu temel: Oğlum Orhan, bizim davamız kuru bir
cihangirlik davası değildir. Tebana adaletle hükmet. Şeriattan ayrılma. İlim ve hilm
koru. İla-yı kelimetullah uğrunda cihat et (Köse, 1983: 15).

Tüm bunlar Osmanlı da medreseleri Osmanlının düşünce merkezi ve beyni


haline getirdi. Medrese ilm-i muhtariyete sahipti. Osmanlı devletinde birçok vezir ve
baş vezir idam edildiği halde ulemadan tek bir kişi bile idam edilmemiştir. Ulemaya
verilen en büyük ceza sürgün idi. Osmanlı’nın, devletin bekasını sadece kılıcın
ucunda görmediği açıktır. Yönetimi ilmiye, seyfiye ve kalemiye gibi sınıflara
ayırarak, sağlam iş bölümü gerçekleştirmiştir. Medreselerin önderliğinde, köylü köy
odalarında, esnaf ve sanatkâr, ahi evlerinde ve loncalarda, bütün halk tekke, zaviye
ve dergâhlarda İslami ölçüler içinde eğitilmiş, dini, ilmi ve askeri üniteler halinde
teşkilatlandırılmıştı (Köse, 1983: 25–26). Bu sosyal yapının temellerinin siyasal
yapının oluşmasında ne kadar etkili olduğunu ifade ediyor.
19

Bu süreç zamanla Osmanlı Devletinde dönüştü. Yapıcı ve kurucu bir nitelik


taşıyan din ve ulema, Osmanlının son dönemlerinde etkililiğini ve saflığını yitirdi.
Devletle işbirliği yapan ilmiyenin yüksek tabakası doğru ya da yanlış reformları İslami
açıdan meşrulaştıran ve dolgun maaşlar alan, genellikle düşük rütbeli ve devlet
desteğinden yoksun olan orta tabaka ise cemaatle ve onun yüksek emeller peşinde
koşan liderleri olan eşrafla işbirliği yapma eğilimine girdi.

Osmanlı Devlet yönrtim sistemde en üst yerde padişah bulunmaktadır.


Padişahın görevi, toplumu İslamın emredici kurallarına göre yönetmek, değişik
toplumsal grupların düzen içinde beraber yaşamalarını sağlamaktı. Kuvvetlerin
ayrılmadığı bütün güçlerin padişahta toplandığı bu sistemde din ve devlet birimini
tamamlıyordu. Toplumsal düzenin ilahi kökenli olmasına bağlı olarak “İslam”,
Osmanlı devlet idaresinin özünü oluşturuyordu. Osmanlı siyasal yapısı, Heper’in de
belirttiği gibi (1977: 124), sürekli olarak patrimonyal özellik taşımıştır. Osmanlı
siyasal yapısının patrimonyal özelliğinin günümüz Türkiye’sinde de çok önemli
etkileri vardır. Örneğin günümüzde karşılaşılan birçok sorunun kökeni daha önceki
dönemlere dayanmaktadır. Ayrıca bugünkü siyasal kültürümüzün temel nitelikleri
daha önceki olaylara ve deneyimlere dayanmaktadır. Bu nedenle Türk siyasal
seçkinlerinin Osmanlı yönetici gruplardan ayrılıp ayrılmadığı, eğer ayrılıyorsa ne
ölçüde ayrıldığı sorusunun çok önemli olduğuna ve bunu anlayabilmek için de
Türkiye’nin geçmişine bakmak gerekiyor.

İnalcık Osmanlı yöneticisinin mutlak iktidarını açıklarken, “Osmanlı


yöneticileri, ilk kez bu kuramsal mutlakiyetçiliği iktidarı kendilerinde toplayacak
biçimde bir idare biçimi kurarak gerçeğe aktardılar. Yönetim işlevlerini sarayda
eğitilen kölelere (kul) vererek ulemayı da hizmetlerine almakla fethettikleri
topraklardaki aristokratların her türünü gözle görülecek bir biçimde ortadan
kaldırabilmeyi başardılar. Sultan’ın köleleri yürütme iktidarıyla ve Ulemada, tüm
hukuksal ve mali sorunları da içermek üzere, kanunların uygulanmasıyla
görevlendirildi. İdarenin bu iki dalı da birbirinden bağımsız olmak üzere merkezi
hükümete bağlandı. Sultanca atanmış bulunan yerel yargıca (kadı) valinin komutlar
verme yetkisi yoktu. Eğer bu dallar arasında uyuşmazlık çıkarsa, doğrudan merkezi
hükümete başvurulurdu. Aynı yargıçlar hem şeriatı hem de doğrudan sultanca
20

çıkarılan mevzuatı ve ikincil kanunları uygulanırdı. Diğer yandan şeriatı ilgilendiren


konularda düşüncelerin biçimlendirilmesinde en yüksek otoriteye sahip olan
şeyhülislamın hükümete veya hukukun uygulanmasına doğrudan karışma hakkı
yoktu. Bir kez, Şeyhülislam Ali Cemali hükümete gelip şeriata aykırı olduğunu
düşündüğü I. Sultan Selim'in (1512–1520) bir kararını protesto ettiğinde Sultan
kendisini devlet işlerine karışmakla suçlamıştı (Turhan,1991: 85–86).

Şerif Mardin’in sözleriyle “Osmanlı İmparatorluğu, feodal lordlardan daha çok,


merkezce denetlenen bir ordu ve patrimonyal bir bürokrasi kurmada başarılı olmuştu;
fakat Osmanlı toplumu bu çerçeve içinde kolayca denetlenemiyordu”
(Mardin, 1975: 9). İmparatorluğun kurulmasından önceki soylular, dini tarikatlar ve
çeşitli dini gruplar bu çerçeveyi zorlayan unsurlardı. Bu tür bir siyasal yapıda doğal
olarak iktidarı kullananlar birinci sınıf vatandaş sayılmış ve ticaretle uğraşanlara bu
denli değer verilmemiştir. Devletin ekonomi üzerinde egemenlik kurabilmesi de bu tür
bir siyasal yapının ürünü sayılabilir.

Geleneksel Osmanlı bürokrasisi, üyelerinin seçimi ve yetiştirilmeleri açısından


batı örneklerinden büyük ölçüde ayrılmakta, çok daha devletle özdeşleşmiş bir
görünüm göstermektedir. Osmanlı seçkinleri devletin yetiştirdiği Devşirmeler ile
yönetimde söz sahibi olmuşlar ve siyasal olarak bürokratik yapılanmanın temel taşı
niteliğini taşımışlardır. Bu konuyu Osmanlı Seçkinler Yapısı başlıklı bölümde
açıklamaya çalışalım.

2.2. Osmanlı Seçkinler Yapısı

Osmanlı İmparatorluğu’nda Mardin’e göre seçkinleri üç ana başlık altında


inceleyebiliriz. Askeri seçkinler (Yeniçeriler), İlmi ve Hukuki seçkinleri ifade eden
Ulema (İlmiye Sınıfı) ve padişahla temasta olan idareciler organizasyonu. Şerif
Mardin bu üç seçkin grubun arasından ulemanın yani ilmiye sınıfının Osmanlının son
döneminde batılılaşma çabalarının kurumsal bir görünüme büründüğünü Tanzimat
dönemi boyunca ne gibi etki ve rollerin olduğunu seçkin kuramlarla ifade etmenin
sadece şekli olacağını ifade etmiştir (Mardin, 1992: 263–268). Çağdaş batı tarihinin
siyasal bünyelerini oluşturan birimler, kökenleri bakımından ya siyasal ya da ırkla
21

ilgili iken Doğu tarihinde siyasal bünyenin temeli genel olarak ideolojiktir (Mardin,
1993: 70). Bu açıklamayla Türk moderlenmesinde gerçekleşen olayların bağlı olduğu
olgular tarihsel bir gelişim çerçevesinde ideolojik niteliğini öncellemesede gerçekte
çok önemli bir faktördür.

Tüm bunların ışığında Osmanlı da seçkinci yapıyı ve Osmanlı’dan


Cumhuriyet’e seçkinci yapının dönüşümünü temelde, Fatih Sultan Mehmet Han’ın
İstanbul’u fethederek ardından sadrazamlık makamına Türk asıllı Çandarlı Halil
paşanın yerine, devşirme Zaganos Paşayı getirmesinde bulabiliriz. Bu şekilde
Osmanlı’da her alanda olduğu gibi Osmanlı seçkinler yapısında da yeni bir dönem
başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğunda Devşirme Sisteminin, yöneten-yönetilen
ilişkisi açısından ve iktidarı yönlendirenler olarak değerlendirilmesi son derece
önemlidir. Yakın geçmişe gelinceye değin, Türk toplumunun tarihsel değişimi içinde
en etkili en uzun ömürlü seçkin grubunu, kuşkusuz bir bürokrat seçkinler grubu
oluşturuyordu. Yüzyıllar boyu yaşayan, sınırları çok geniş bir imparatorluğun,
yetkileri ne ölçüde sultanda toplanmış olursa olsun, çok güçlü bir bürokrasi
oluşturması kaçınılmazdı. Devlet örgütüne egemen olan bürokrat seçkinler, Osmanlı
dönemindeki önemli değişimlerde oynadıkları rolü, Cumhuriyet Türkiye’sinde de
uzun süre sürdürdüler (Çaylak, 1998: 21–98).

Osmanlı Devşirme Sistemi ve Bu Sistemin Osmanlı Seçkinler Yapısında

Önemi: Osmanlı Devletinin yönetim yapısını ellerinde bulunduran unsurlar hristiyan


azınlıkların çocuklarından oluşmaktaydı. Çocukluk yaşlarında ailelerinden alınanlar,
bir süre Türk ailelerde bulundurulduktan sonra, bürokrasinin özel olarak kurduğu
okullarda eğitiliyorlar, sonra da başarılarıyla orantılı olmak üzere devletin çeşitli
kademelerine getiriliyorlardı. Bu kişilerin batılı örneklerinden daha büyük ölçüde
sadık bir bürokrasi oluşturmalarının nedeni, toplumsal ve kültürel kökenlerinden
tamamen koparılmaları ve varlıklarının tümüyle devletin varlığına bağlanmasıdır.
Yetiştirilmeleri, çalışma koşulları bu bürokrasisinin devlet karşısında özerk bir
aristokrasiye dönüşmesine olanak vermemiştir. Tüm bu güçsüzlüğüne karşın, bu
bürokratlar Osmanlı devletini işleten seçkin kişilerdi. Gördükleri işlevler açısından
da, diğer devletlerin bürokrasilerinde karşılaşılamayan genişlikte önemli görevlerle
donatılmış bulunuyorlardı. Kısaca Devşirme Sistemini açıklayacak olursak;
22

Türk-İslâm devletlerinde görülen, savaş esirlerinden asker yetiştirme ve ordu


kurma işini, Osmanlı Devleti’nde de görmekteyiz. Bu usul, Osmanlı Devleti’nde
“Pencik” adını almıştır. Ancak Osmanlı’daki sistem diğer devletlerdekinden
farklılıklar arz etmiştir. Zira Osmanlı pencik sisteminde esirler, Türk ailelerin
yanında uzun zaman eğitime tâbi tutuluyordu. Bu sistem bir süre yaşadıktan sonra
yerini, daha teşkilatlı ve köklü bir ordu kurma imkânı veren “Devşirme Sistemi”ne
bırakmıştır (Uzunçarşılı, 1989a: 13–53). Devşirme: Saray hizmetleriyle Yeniçeri
Ocağı'nda istihdam edilmek üzere toplanan Hıristiyan çocuklar hakkında kullanılan
bir tabirdir. Bu hizmetler, daha evvel savaş esirlerine gördürülüyordu. Esirler, I.
Murad zamanında kurulan “Yeniçeri Ocağı” denilen ocakta yetiştirildikleri gibi,
sayıları fazla olduğu zamanlarda Türkçeyi ve Türk-İslam geleneklerini öğrenmek
üzere Anadolu’daki ailelerin yanına da verilir, sonra alınarak muhtelif işlerde
istihdam edilirdi. Osmanlı sınırlarının Balkanlar’a ulaşmasıyla birlikte, devletin artan
asker ihtiyacını karşılamak için yeni imkânlar aranmıştır. Böylece, “Osmanlı
topraklarında yaşayan gayr-i Müslimlerin” küçük yaşta olanlarının beşte biri
alınmaya ve Acemi Ocağı’na kaydedilmeye başlanmasıyla, “Acemi Oğlanı”
toplamak suretiyle “Devşirme” sistemi oluşmuştur. Devşirme Sistemi, Yeniçeri
Ocağı’nın I. Murad zamanında kurulmasından başlayarak I. Çelebi Mehmed
zamanında gelmiş, II. Murad zamanından itibaren de bir sistem olarak yürütülmüştür.
Bu sistem, 17. asra kadar fonksiyonunu devam etmiştir.

Devşirme sistemi, sadece belli bölgelerde ihtiyaca binaen değişmekle birlikte


belli zamanlarda ve hassasiyetle tatbik edilmiştir. Devlet bu sisteme büyük
ehemmiyet vermiştir. Devşirmeler, padişah tarafından tayin edilen memurlar ve
sancak beyi, sadrazam, kadı, beylerbeyi gibi önemli devlet erkânı ile Yeniçeri
Ocağı’ndan ilgili kişilerden oluşan heyet tarafından toplanmıştır. Devşirmelerde
devletin istifade edebileceği bir takım hususiyetler aranmıştır. Vazifeli devlet erkânı
tarafından genellikle 8, 10 ve 15 yaş arasında bulunan Hıristiyan erkekler seçilmiştir.
Bu iş gelişigüzel yapılmamış, tam aksine belirli nizamlar dâhilînde yürütülmüştür.
Devşirilen bu çocuklar, büyük güvenlik tedbirleri içinde İstanbul’a getirilirdi. Çünkü
bazı aileler, kendi çocuklarının da devlet merkezine giderek iyi bir eğitim görmesi ve
devlet kademelerinde iktidar seçkini olarak yer almasını sağlamak gayesiyle,
23

devşirme kervanına sokmak için evrakları veya çocukları değiştirmek gibi


yolsuzluklara başvurabiliyorlardı. Bu sebeple, devşirmelere büyük hassasiyet
gösterilmiştir (Uzunçarşılı, 1989a: 54–101). Devşirmeler hiçbir zaman “köle” gibi
kabul edilmemiştir. Devşirmelere yeniçeri olduktan sonra verilen “Kapıkulu” adı,
padişahın büyük sıfatından kaynaklanmaktadır. Bazı Devşirme kökenli Osmanlı
devlet seçkinleri, Köprülü Mehmed Paşa, Kırım fatihi Gedik Ahmed Paşa, Yemen
fatihi Sinan Paşa, Şehid Ali Paşa, Sokullulu Mehmed Paşa devşirme olarak alınıp,
Saray okulu olan “Enderun’da” yetiştirilerek devlet mekanizmasında istihdam edilen
büyük devlet adamlarındandır (Uzunçarşılı, 1989b: 16–17). Osmanlılar, Türk-İslâm
gelenek ve güzelliklerini, yine İslâm'ın sevgi ve hoşgörü denizi içinde, devşirme
usulü ile alınan gayr-i Müslimlere öğreterek, onlara yepyeni bir dünya
kazandırmışlardır. Büyük itina ile seçilen devşirmelerin bir kısmı Anadolu’ya çeşitli
ailelerin yanına gönderilmiştir. Devşirmelerin yetiştirilmesini “Saray Okulu” denen
“Enderun” yapmıştır. Enderun’a alınanlar daha ziyade, devlet mekanizmasına
girebilecek zeki ve kabiliyetli devşirmelerdir. Bununla birlikte sarayda bulunan
“Küçük Oda, Büyük Oda” gibi yerler, devşirmelerin ilk etapta eğitim gördükleri
yerlerdir. Bu yerlerde ve Enderun’da devşirmelere, görgü kurallarından dini ve
müspet ilimlere varıncaya kadar kendilerine lâzım olan her konuda eğitim ve öğretim
verilmiştir. Buralardan yetişen devşirmeler, kaptan-ı derya, vezir, sancak beyi, vezir-i
âzam gibi büyük devlet adamları olarak yetişmişlerdir. Bu durum ise, gayr-i
müslimler için oldukça büyük bir imkân doğurmuş ve bu şekilde gayr-i müslimler,
devlet yönetimine etkili olarak katılabilmişlerdir.

Devlet ise, çok önemli ve zengin bir millî potansiyeli teşkil eden bu
insanlardan istifade etmiştir. Bununla birlikte “müslim-gayr-i müslim halk” ile
“devlet-gayr-i müslim yakınlaşması, kaynaşması ve birlikteliği” sağlanarak; “devlet
ve millet olarak içtimai bütünlük” elde edilmiştir. Bu nokta bize; “çok millet”li bir
mozaiğe sahip olan Osmanlı Devleti’nin, bu yapısıyla uzun süre yaşayabilmesinin
önemli bir sırrını da vermektedir (Pakalın, 1983: 31). Bu sistem vasıtasıyla Osmanlı
Devleti, ezmeyerek ve unutmayarak gayri Müslimlerin devlet seçkini olmaları için
imkân sunmuş ve onların dünya siyaset ve medeniyet tarihinde önemli bir rol
oynamalarına geniş bir kapı açmıştır. Osmanlı Devleti, devşirme sistemini kendine
24

has yorumuyla tatbik etti. Hem kendisi, hem de gayr-i müslim-müslim halk çok
şeyler kazandı. Aslında devşirme sistemi Osmanlı tarihinin itinalı bir yerinde
durmakla birlikte, bugünkü bazı metodlara da ilham kaynağı olmuştur.

Osmanlı Devletinin eğitim öğretim hususundaki temel müesseselerinden biri


olan Enderun Mektebi, devletin en üst düzeyde siyasî, idarî, bürokratik, askerî, ilmî
ve sanatsal personelinin yetişmesini sağlamıştır. “Osmanlı’dan geriye ne kaldı?” diye
sorduğumuzda aklımıza camiler, kervansaraylar, türlü mimari harikalar, muhteşem
çiniler ve gözümüzü ışıldatan hatlar ve ebrular; gök kubbeyi kaplayan bir hoş seda,
bir musiki; binlerce sayfalık bir edebiyat ve nağmeler gelir. Evet, ama bundan başka
dünya eğitim tarihinde bir çığır açmış, birçok noktada öncü olmuş Enderun Mektebi
de gelmelidir. Zira Enderun Mektebi, çok yönlü amaçları olan bir eğitim ve devlet
felsefesi, bir siyasî ve idarî nizam, bir dünya görüşüdür. Osmanlı kendi iktidar
seçkinlerini bu muazzam sistem ile yetiştirmiş ve uzun yıllar adil yönetimini mizanda
tutmuştur. Enderun Mektebi’nin ve bu mektebin kuruluş amacının, programları,
çalışma sistemi ve teşkilatlanmasıyla, eğitim ve öğretimin değerlendirildiği,
öğrencilerin daha kaliteli yetiştirilmesi düşüncesinin bütün toplumlar tarafından
kabul edildiği, iyi bir gelecek için entelektüel insan unsurunun öne çıkmaya başladığı
asrımızda, bölgesinde asırlarca kavga çıkartmadan birçok etnik unsuru, yüzyıllarca
barış ve huzur içinde başarıyla yönetmiş bir devlet olarak Osmanlı seçkin kadrolarını
oluşturmada bu sistemi etkili kullanmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda bürokrasi, askeri ve sivil işlevler birlikte


yürütmekteydi. Savaşların sürekliliği, özellikle, bürokrasinin askeri işlevlerinin
önemini çoğaltıyordu. Ayrıca sivil görevleri de doğal olarak yine bu bürokrasi
görüyordu. Yine imparatorluğun ekonomik yapısı savaş ganimetleri ve tarıma
dayandığından ve toprağın mülkiyeti de devlete ait olduğundan iktisadi işlevlerin
büyük bir bölümünün de Enderun mekteplerinde yetişen devşirme bürokrat seçkinleri
tarafından yürütüldüğünü söyleyebiliriz. Bu bürokrat yapı Osmanlı’da seçkinler
yapısının yönetsel sürecini teşkil ediyordu. Bu bürokratik yapının Osmanlı’da nasıl
ortaya çıktığını Osmanlı’nın kuruluş ve yükseliş dönemlerinde bulabiliriz.
25

2.3. Osmanlı Kuruluş Dönemi Seçkinler Yapısının Tarihsel Gelişimi

Osmanlı’nın on üçüncü yüzyılın sonu ve on dördüncü yüzyılın başındaki


görkemli yükselişinin kaynağı, ikinci derecedeki beylerin, göçebe aşiret liderlerinin
ve mahalli aile reislerinin askeri liderlerden oluşan bir yönetici sınıf haline
dönüşmesiydi. Osmanlı topraklarının doğusunda çok sayıda küçük ama gelişmiş
feodal Türk Devleti vardı ve bunlar önce Selçuklulara daha sonra da daha doğuda ve
Orta Asya’da bulunan Türk-Moğol hükümdarlara bağlı olarak yaşıyorlardı.
Osmanlı’nın batısında bulunan Bizans güçten düşmüştü ve hızlı bir şekilde
zayıflıyordu. Osmanlı ailesinin liderliğinde yeni kurulmuş olan Osmanlı Beyliği
büyük ölçüde yukarıda sayılan guruplara dayanmaktaydı. Batıdaki toprakların
fethedilmesi ve yönetilmesi görevini üzerlerine alan liderler uç beyi olarak
biliniyordu. Erken Osmanlı Devleti aslında dönemin diğer birçok Türk Devleti gibi
sadece bir uç beyliği idi. Ahiler, Osmanlı Devletinin kuruluşun da önemli rol
oynamışlardır (Ayverdi, 1975: 17–125). Osmanlı hanedanında somutlaşan merkezi
otoritenin temel rolü, askeri işbirliğini sağlamak, sorumlulukları dağıtmak ve uç
beyleri arasındaki sorunlarda en yüksek hakem olarak hareket etmekti.
Araştırıldığında erken Osmanlı sosyo-politik sisteminin belkemiğini oluşturan birçok
aile ile karşılaşmaktayız. Osmanlı’nın ilk dönemlerinin seçkinci yapısı bu aile
soylarından oluşmaktadır diyebiliriz. 14. yüzyılın sonlarında devletin topraklarının
ana kısmını oluşturan Balkanlar ve Anadolu’daki geniş toprakları denetimi altında
bulunduran bu aileler özel tipte bir “soylular” topluluğu oluşturmaktadır (Findley,
1994: 57–81).

Fethedilen topraklarda çalışan köylüler beylerin denetiminde olmakla birlikte


genellikle devlete bağlı idiler. Buda nispi bir özgürlüğe sahip olmalarını
gerektiriyordu. Beyler genellikle kendi bölgelerinde bir ordu beslemek ve savaş
sırasında merkezi otoritenin, yani tahtın emirleri doğrultusunda bu orduya komuta
etmekle yükümlüydü. Sultan teorik olarak en yüksek rütbeli bey olarak nihai karar
mercii olmasına karşın, askeri ve idari fonksiyonlarını yerine getirmek için beylerin
işbirliğine ihtiyaç duymaktaydı. (Ortaylı, 1983: 23–28). Bu iş birliği beyin toprak
üzerindeki haklarını ve tahtın ise siyasal iktidarını güvence altına almaktaydı.
26

Bu aşamada beyler temel seçkinci grup olarak belirdiler ve on dördüncü


yüzyılda merkezi Osmanlı devletinin büyük bir düzenli orduya ve geniş bir
bürokratik örgüte sahip olmayıp, büyük ölçüde beylerin işbirliğine dayandığı ifade
edilmelidir. Devşirme sistemi, bürokrasideki Türk unsurunun yerini, genellikle başka
bir dinden İslam’a dönmüş olup sultana kişisel olarak bağlı hareket eden yüksek
devlet görevlilerinin almasına sebep oldu. Böylelikle seçkin ailelerin yerini seçkin
devlet görevlileri niteliğini taşıyan Osmanlı bürokrat seçkinleri yavaş yavaş almaya
başladı. Mülkiyeti devlete ait olan ve padişah tarafından atanmış görevliler tarafından
idare edilen tımar arazileri başlı başına bir ekonomik sistem haline geldi (Wittek,
1938: 18–39). Buna karşılık yargı sistemi kaynağını İslam hukuku ile yerel
geleneklerden alan ve heterojen nitelikli topluma uygulanabilir nitelikte bir dizi genel
ama esnek kurallar getirmeye çalıştı.

Tarımsal topraklar toplumun temeli ve beylerin iktidarının kaynağı idi. Böylece


bir tarafta kendi otoritesini arttıran merkezi devlet, diğer tarafta da özerkliklerini
korumak isteyen uç beylerinden oluşan bir yapı ortaya çıktı. Ortaya çıkan bu seçkinci
yapı saray tarafından tehdit olarak algılanmaya başladı. Aynı şekildi beyler içinde
her an otoritelerini ve özerkliklerini kaybetme korkusu sosyal ve ekonomik
gerçekliğin arkasında bir fikri gerçeklikte oluşturmaya başladı. Neyse ki batıdan
gelen bir tehdit bu fikri sürecin ve sarayın, beyleri seçkin olarak gördüğü ve tehdit
olarak algılamaya başladığı sürecin bir süre daha düşünülmesini engelledi ve bir
süreliğine bu kaygı ve korkuları her iki taraf içinde, hem beyler açısından hem de
padişah açısından gündem dışı bıraktı. Haçlı saldırılarının etkisi, merkezi otorite ve
beyler arasında git gide yükselen gerilimi kısmen sınırladı. Niğbolu’da kesin zafer
kazanan padişah Yıldırım Bayezid imparatorluk ordusunu genişletmek ve merkezi
kurumların otoritesini arttırmak amacıyla uç beylerinin güçlerini sınırlandırmaya
karar verdi (Wittek, 1938: 22–72). Ne var ki, 1402 Ankara savaşında uç beyleri ve
onların komuta ettiği ordular Timur’a karşı kendisine destek vermediler. Bunun
sonucunda Bayezid yenildi ve esir düştü. Osmanlı’da seçkin bir gurubun çok
sistematik ve organize olmasa da merkezi yönetime tepki göstermesi savaş alanında
Osmanlı’nın yanında yer almaması sonucunda nerdeyse Osmanlı devletinin
sonunun gelmesine sebep olacaktı.
27

2.4. Osmanlı Yükseliş Dönemi Seçkinler Yapısı

II. Murat ve özellikle II. Mehmet (Fatih Sultan Mehmet) dönemlerinde,


Osmanlı imparatorluğu ciddi bir bürokratik yapılaşma sürecine girdi. Sınırları çok
genişleyen Osmanlı imparatorluğu, yönetsel ve siyasal idari yapısında da köklü bir
değişime gitti. Osmanlı seçkin yapısında idari seçkin olan sadrazamlar artık Türk
soylulardan atanmamaya başlanacak ve devşirmeler sadrazam olacaklardı (Kışlalı,
1999: 209–211). Fatih Sultan Mehmet tarafından kanunname adı verilen bir dizi
kanun yürürlüğe sokuldu. Osmanlı İmparatorluğu’nun idari yapısının temellerini
oluşturan bu düzenlemeler, 19. yüzyıla kadar varlığını sürdürecekti. Bu kanunların en
önemli niteliği, beyler, merkezi otorite ve toprak sistemi arasında ilişkileri
düzenlemek için getirilmiş olmasıydı.

Sultanın yürürlüğe soktuğu bu kanunlar, beyleri bürokrasi içine dâhil etmenin


ve toprağı katı kurallara tabi hale getirmenin aracı oldu. Sonuçta yarı özerk olan uç
beylerin yerine, taşradaki bürokratik yapının omurgasını oluşturan geniş bir
memurlar kadrosunu getirmek bu sayede mümkün oldu. Bürokrasinin esasını
oluşturan kısım, devşirme sistemi aracılığıyla oluştu ve uç beylerinden çok daha
yüksek bir seçkinci niteliğe büründü ve ayrıcalıklı nitelik kazandı (Wittek, 1968: 40–
88). Çoğunluğu beylerden oluşan erken Osmanlı soyluları, genellikle Türk-
Müslüman kökenli idiler. Bu seçkinci yapı dönüşerek Osmanlı bürokrat seçkinci
yapısına dönüştü ve on beşinci yüzyılda eski siyasal güçlerini yitirdiler. Ancak
topraklarını ve kırsal kesimdeki toplumsal konumlarını korudular. Siyasal güçlerini
saraya bağlı bürokrat seçkinlerine kaptıran eski seçkin uç beyleri niteliksel olarak
dönüşerek sivil bürokrat seçkinler diyebileceğimiz ayanlara dönüştüler; ancak tahta
sağdık geniş bir bürokratlar kadrosu seçkin yapılarıyla, onların karar alma
pozisyonlarına doğrudan katılmalarını engellediler. Bu süreç 19. yüzyılda yeniden
nitelik olarak yapısal bir dönüşüm yaşayacak ve sosyal, siyasal ve kültürel süreçlerde
etkileri artacaktır. Merkezi otorite imparatorluk ordusunu genişleterek üstünlüğünü
sağladı. Fatih Sultan Mehmet bürokrasinin desteğiyle asker seçkinleri yeni çerilerin
sayısını, maaşlarını ve bunun yanı sıra eğitimlerini ayrıca disiplinlerini de arttırdı.
Her vilayete merkezi hükümetin temsilcilerine arka çıkacak yeniçeri birlikleri
28

yerleştirdi. Heyetlerden oluşan sistem aracılığıyla faaliyet gösteren, hiyerarşik bir


bürokratik yapı kurdu (Wittek, 1968: 40–88). Böylece Osmanlı devleti yüz elli yıl
içinde temel yapısını oluşturdu. Padişahın başında olduğu bir askeri-bürokratik
seçkinci grup iktidarı elinde tuttu. Âlimlerin ve tüccarların sosyal yapı içindeki
konumları da belirlendi. Ulemaya ayrı bir değer verildi. Ulema aydın bir dini
seçkinci yapı oluşturdu bu dönemde ve şeyhül İslam makamı devlet yönetiminde
etkin bir idari seçkinci rol üstlendi. Tüccarların yani mesleki yapı unsuru olan ahilik
korporatist bir nitelik taşıyarak Osmanlının sosyal yapısında hayati bir organ olma
özelliği gösterdi (Parla, 2005: 7–17). Ayrıca Fatih Sultan Mehmet, belli başlı tüm
dini gurupların dini liderlerine dinlerinin seçimlerine ve dini-kültürel ilişkilerine
özerk olarak düzenlemelerine imkân sağlayan millet sistemini de kurdu ve Osmanlı
devletini bir Osmanlı milleti haline getirdi (Karpat, 2009: 47–48). Bu ifade bize
Türk siyasal yaşamının ne kadar değiştiğini ifade ediyor aslında. Osmanlı’nın bir
millet haline gelme süreci milliyetçilik akımlarının ortaya çıkmasıyla en zor
günlerini yaşamıştır. Ancak çöküşle birlikte, yeni bir millet olgusu kurtuluşla
doğmuştur.

2.5. Batılılaşma Sürecinde Seçkinler Yapısının Dönüşümü

2.5.1. Tanzimant Fermanı ve Tanzimat Dönemi

Osmanlı ıslahat çalışmaları uzun bir döneme yayılmıştır. İlk dönemlerde ıslahat
çalışmaları mevcut yapıyı bozmadan yapılan ıslahat çalışmaları iken daha sonraki
dönemde özellikle II. Mahmut ile birlikte ıslahat çalışmalarının mevcut yapıyı
değiştirici daha sistematik bir şekilde ve nitelikte olduğu görülmektedir. Islahat
çalışmaları içerisinde radikal dönemin başlangıcı Tanzimat dönemidir. Tanzimat
dönemi Osmanlı modernleşme süreci için keskin bir virajı ifade etmektedir, yüzyılı
yakın süren modernleşme süreci ve sancısı Tanzimat’la birlikte daha radikal bir
evreye girmiş ve özellikle Osmanlı bürokratik sınıfının modernleşmeyi/batılılaşmayı
bir misyon addederek doğrudan müdahaleyi yasallaştırdığı bir sürecin başlangıcı
olmuştur. Osmanlı bürokrat sınıfının padişahı aşan bir yetki ile hazırladığı ve
padişahın da ses çıkarmadığı, çıkarmak zorunda olmadığı zorunda kalmadığı
29

Tanzimat fermanı, siyasal, iktisadi ve sosyal yapıyı yeniden tasarımlama girişimidir.


Ancak bu tasarımlama girişiminde sadece bürokratik sınıfın özerk alan değil aynı
zamanda Avrupalı devletlerin ve Avrupalı tüccar sınıfının ve bu sınıfla ticari
ortaklıkları olan Osmanlı bürokratlarının ve tüccar kesiminin müdahilliği de söz
konusudur.

Osmanlı İmparatorluğu'nda siyaset ile bürokratik işler iç içeydi. Dolayısıyla


bürokrasi sınıfı aynı zamanda siyasetle uğraşan sınıftı. Bürokrasinin özellikle
politikleştiği dönem Osmanlının zayıfladığı son dönemlerdir. Bu dönemde, bu sınıf,
imparatorluğu eski gücüne ve itibarına kavuşturma misyonunu yüklemiş, böylece
ideolojik motivasyonu olan bir sınıfa dönüşmüştür. Bu bürokratik sınıf elindeki
yetkiler dolayısıyla, Ortaylı (1999: 89) tarafından “Babıâli diktatörleri” olarak
nitelendirilmiştir. Bürokrasi, toplumsal bir temele ve desteğe dayanmadığından
gerçekleştirdiği yenilikleri devlet desteği ile yapmaya çalıştı. Devleti siyasal,
toplumsal, iktisadi ve kültürel alanların hepsinde etkin kılacak bir yapılanma işine
giriştiler. Bu dönemde etkin olan sınıf bürokratik sınıftaki seçkinler olsa da, bu
durum diğer sınıfların özellikle tüccar sınıfının seçkinlerinin pasifleştiği anlamına da
gelmiyor. Çünkü bürokratik sınıf Osmanlı toplumunun en zengin sınıflarından
biriydi. Bu sınıf, ayrıca bürokratik işlerinin dışında ticari hayatla oldukça içli dışlı bir
sınıftı. Dolayısıyla tüccar sınıfıyla her zaman dirsek teması içerisinde olmuştur. Ve
yapılan yapısal değişimler tüccar sınıfının çıkarları doğrultusunda olması dolaylı
olarak kendi çıkarları anlamına da gelecektir.

3 Kasım 1839 yılında Sultan Abdülmecit döneminde, Gülhane'de toplanan


yerli ve yabancı devlet adamlarıyla halk topluluğunun önünde devrin Sadrazamı
Mustafa Reşit Paşa tarafından Tanzimat fermanı okundu. Okunan fermanın Osmanlı
tarihi içerisinde ki en önemli yeri, halk ile devlet arasındaki ilişkilere yeni boyutlar
getiren ve devlet ile halk arasındaki ilişkileri hukuki açıdan teminat altına alan bir
ferman olmasıdır. Ferman, Osmanlı devlet ve toplumunun içinde bulunduğu
durumun vahim ve kabullenilemez olduğunu, Osmanlı'nın bu halden kurtulabilmesi
için gerekli düzenlemelerin yapılması gerektiğini vurgulamaktadır. Öncelikle can,
mal ve namusun kıymetliliği belirtilmekte ve bunların korunması gerektiğini; ancak
30

bunların güvencede olduğunu bilen kişinin devletine ve milletine faydalı olacağı


üzerinde durmaktadır.

Tanzimat dönemi bürokratlarının iktisada ciddi anlamda önem verdikleri


görülmektedir. Bu dönemden itibaren Osmanlı’nın ekonomik olarak çöküşünün
nedeni yerli bir burjuva sınıfının yokluğundan kaynaklandığı düşüncesi yeşermeye
başlamıştı. “Osmanlı toplum ve ekonomisinin kapitalist gelişmenin dışında olmasının
en önemli göstergelerinden biri de yerli bir burjuva sınıfının olmayışı, büyük özel
servetlerin engellenişi idi. Tanzimat mal güvenliği gerekçesiyle böyle bir sosyal
zümrenin doğuşunu desteklemiştir” (Tabakoğlu, 2000: 13). Dolayısıyla bürokratlar
tarafından kaleme alınan Tanzimat Fermanı liberal bir iktisadi anlayışın ve buna
bağlı olarak yeni bir yönetim modelinin gerçekleştirilmesi istemine dayanmaktadır
(Ortaylı, 1999: 99). Ayrıca bu yeni yönetim modeli daha önceki dinsel ayrıcalıkları
mümkün mertebe ortadan kaldıran, laik bir devlet oluşumunu hazırlayan bir nitelik
taşımaktadır.

Tanzimat fermanı sonrası dönemde çıkarılan muhtelif kanunlarla özel


mülkiyete ilişkin düzenlemeler yapıldı. 1858 tarihli arazi kanunun da miri toprakların
durumu özel mülkiyete yaklaştırılarak, toprak mülkiyetinin kayda geçirilmesi ve
böylece mülkiyetin hukuksal güvence kazanması sağlandı. Daha sonra 1861, 1862 ve
1870 yıllarında yapılan düzenlemelerle miri (kamuya ait) toprağın satışı
kolalaştırıldı. 1880’de hazine ye kamu topraklarını özel çiftliklere dönüştürdükten
sonra satma yetkisi verildi (İnsel, 1996: 67–68). Görüldüğü gibi yerli bir burjuvanın
oluşturulması için devlet radikal değişikliklerde bulunmuş ancak bu değişiklikler
daha çok yerli sanayiciye değil de, Avrupalı sanayici ve tüccarlara yaramıştır.
Tanzimat dönemi Osmanlı iktisadi hayatında belirleyici olan kesimler Avrupalı
tüccarlardı. Yeni pazarlar ve hammadde kaynakları onların denetimindeydi ve
Tanzimat fermanı, onu takip eden ıslahat fermanı ve daha sonra yapılan diğer
düzenlemeler, Osmanlı bürokrasisinin bütün iyi niyetliliğine ve devleti kurtarma
gayretlerine rağmen Avrupalı tüccarın Osmanlı pazarındaki etkinliğini ve güvenliğini
sağlamaya dönük oldu.

Özel mülkiyetin oluşturulması ve yerli bir burjuva sınıfını oluşturma politikası


ülkenin değişik yerlerinde zaten var olan köylü sömürüsünü daha da arttırdı.
31

Toprağın özel mülkiyet haline gelmesiyle toprak sahibi taşradaki beylerin köylü
üzerindeki baskısı arttı. Özellikle köylü üzerinde artan sömürü ve bunun neden
olduğu köylü firarları, köylüyü toprağa bağlamak için toprak sahiplerince alınan
önlemler ve toprakta özel mülkiyetin kurumsallaşması gibi durumlar bu dönemdeki
sınıflar arası mücadelenin birer göstergesidir (Wallerstein vd., 1983: 49).

Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı devlet yapısı Avrupa


mali sermayesinin imparatorluğa sızmasına izin verecek bir yapıya dönüştürüldü.
Özellikle bu dönemde yapılan demiryolu yapım antlaşmaları, devletlerarası
antlaşmalar temelinde gerçekleşiyordu. Bu yatırımlar ilk doğrudan yabancı sermaye
yatırımlarını oluşturmaktadır (Wallerstein vd., 1983: 48). Böylece Osmanlı
ekonomisi kapitalist dünya ekonomisinin bir uydusu haline gelmiş bulunmaktaydı.
Tanzimat fermanından bir sene önce imzalan Osmanlı-İngiliz antlaşması olan Balta
Limanı Antlaşması Osmanlı Devleti’ni periferileştiren bir antlaşama olarak ta kabul
edilmektedir. Gerçi Osmanlı ekonomisi İngiliz ticaretine 1838 antlaşması öncesinde
açılmıştı. Ekim 1801’deki Ticaret-i Dâhiliye, 1809’daki Kale-i Sultaniye
Antlaşmaları ülke içinde İngiliz tüccarlara yeterli güvenceyi veriyordu. Osmanlı
1802’den beri ingiliz tüccardan %3 gümrük vergisi alarak yerli tüccar muamelesi
yapıyordu. Dolayısıyla 1838 antlaşması yeni bir sömürü kapısını açmak yerine zaten
başlamış olan ve devam eden sömürüyü Ortaylı'nın ifadesiyle kâğıda döküyordu.
Ancak bu antlaşmadaki yerli tüccarı olumsuz etkileyen yenilik, ticaret ve sanayi
üzerindeki tekelin yabancılar lehine kaldırılmış olmasıdır (Ortaylı, 1999: 107–108).
Üretilmeye çalışılan Osmanlı liberal seçkinlerinin varlığı Avrupa’lı tüccarların
sosyo-ekonomik işlerine yaramıştı. Tüm bu süreçler halk arasında ayrışmalara sebep
olmuş ve ideolojik ayrışmaları Fransız Devrimininde etkileri ile kolaylaştırmıştır.

2.5.2. Jön Türkler

Jön Türkler On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, Osmanlı Devleti’nde, batı


tarzı idare ve fikirlerin gelişip yayılması için çalışanlara verilen bir isimdi. “Yeni
Osmanlılar” veya “Genç Türkler” de denilen bu grup mensupları, Avrupalıların
verdikleri Fransızca “Jeunnes Turcs” adıyla meşhur olmuşlardır. Bu tabir, umumî
32

olarak, o yıllarda Avrupa’da politika, fikir ve edebiyatta aşırılık taraftarı gençlere


veriliyordu.

Yeni Osmanlılar için ise, ilk defa Mustafa Fazıl Paşanın yayınladığı bir
mektupta, “Yeni Osmanlılar” karşılığı olarak kullanılmıştır. Daha sonraları Namık
Kemal ve Ali Süâvî tarafından da benimsenerek, Türkçe'ye yerleştirilen bu tabir, uzun
süre, Osmanlı topraklarında yetişen, devlet idaresine karşı gelen ve yabancılar
tarafından yönlendirilen ihtilâlcilerin tamamının ortak adı olmuştur (Zürcher, 2007:
88–96). Yeni Osmanlılar Cemiyeti, 1789 Fransız İhtilâlinden sonra Avrupa’da süren
1830 ve 1848 ihtilâllerine ve bunların neticesinde ortaya çıkan fikir hareketlerine
heveslenenler tarafından, 1865’te, gizli bir teşkilât olarak, İstanbul’da kuruldu. Yine
bu tarihte, Mısır Hidivi Kavalalı İsmail Paşa, veraset usulünü değiştirerek, kardeşi
Mustafa Fazıl Paşayı bütün haklarından mahrum etti. İkbal küskünü olan bu paşa,
Abdülaziz Han'a ve üst kademe devlet adamlarına düşman kesildi. İntikam için, Jön
Türklerin arasına katıldı ve başlarına geçerek, onları bilhassa maddî yönden büyük
çapta destekledi (Keyder, 1989: 73–79).

Mustafa Fazıl Paşanın, Abdülaziz Hana hitaben, Paris’te yazdığı ve küstahça


ifadelerin yer aldığı mektup, 1867’de Türkçe'ye tercüme edilerek, Tasvir-i Efkâr
Gazetesi’nde yayınlandı ve Osmanlı ülkesinde binlerce adet bastırılıp dağıtıldı.
Mektup, Ziya Paşa gibi meşhur isimlerin, kalemleri ile dile getirdikleri fikirleri,
“Osmanlı Devletine meşrutiyet idaresinin getirilmesi ve bütün azınlıklara Avrupai
tarzda hak, hürriyet verilmesi” şeklinde özetlenebilir (Mardin, 1991: 97–98). Bunların
sağlanması için, aralarında birlik kuramadılar. Çoğu, ihtilâl ve kanlı mücadele istedi,
bir kısmı da fikrî mücadele taraftarı gözüktü. Abdülaziz Hanın Fransa ve İngiltere
ziyaretleri esnasında, Padişahtan af diledikten sonra kendisine nazırlık verilen
Mustafa Fazıl Paşa, maksadına kavuşup aralarından ayrıldı. Padişahın bu ziyaretinden
sonra, Osmanlı Devleti ile dost geçinmek mecburiyetini hisseden Fransa ve İngiliz
hükümetleri, Jön Türklere itibar etmez oldular. Hiçbir devletten destek göremeyen Jön
Türkler, bir müddet çeşitli Avrupa şehirlerinde dolaştılar. Bir kısmı İstanbul’a dönüp
Padişahtan özür dileyerek devlet kademelerinde görev aldılar. Bazıları da yayıncılık
faaliyetlerine devam ettiler. Birinci Meşrutiyetin ilanı ile canlanan Jön Türkler (Yeni
Osmanlılar Cemiyeti), zararlı faaliyetleri görülünce, İkinci Abdülhamid Han
33

tarafından kapatılarak ortadan kayboldu. Böylece, Jön Türklerin birinci devre faaliyeti
sona erdi. Fikirleri ve meşrutiyetin ilanı arzusu bahanesiyle, Osmanlı Devletine ve
bazı devlet ricaline karşı ağır ifadeler ihtiva ediyordu. Bu mektubun akabinde,
Mustafa Fâzıl Paşa tarafından Paris’e çağrılan Jön Türkler, onun maddî desteğiyle,
Avrupa’da geniş bir yayın faaliyetine giriştiler. Bu yayınların biri sönüp diğeri
açılıyor ve sayıları çoğalıyordu. Jön Türkler, bu yayınlarından, mükemmel bir fikir
sisteminin ifadesi ve izahından ziyade, belli başlı birkaç nokta üzerinde durdular ve
hep aynı şeyleri tekrarladılar (Akşin, 1998: 114–128).

Bundan sonra, yurt içinde ve dışında kurdukları birçok dernek ve yayınladıkları,


sayıları yüze varan dergi ve gazete ile İkinci Abdülhamid Hanın şahsında devlete
karşı kesif bir propagandaya girişen Jön Türkler, sıkı bir işbirliği içinde oldukları
Fransız ve İngiliz hükümet çevrelerinden destek gördüler. Nitekim 4 Şubat 1902’de
Paris’te toplanan Birinci Jön Türk Kongresi, Fransız Senatosu üyesi Lafeuvre
Contalis’in evinde yapıldı. Bu kongreye, Osmanlı Devletinin hâkim olduğu hemen
her bölgeden çağrılan delegeler katıldı. Bunlar arasında bulunan her din ve milliyetten
insanın ortak vasfı, Osmanlı Devletine karşı olmaktan ibaretti. Bunun dışında,
aralarında hiçbir bağ ve fikrî birlik bulunmayan bu insanlar, aralarındaki sen-ben
çekişmesi sebebiyle, kongreyi başarısız bir şekilde sona erdirdiler. Delegeler, Osmanlı
Devletinin yıkılması hariç, başka hiçbir noktada birlik olamadılar (Ubicini, 1998: 89).

27–29 Aralık 1907’de yine Paris’te toplanan İkinci Jön Türk Kongresine; İttihat
ve Terakki, Prens Sabahattin’in Teşebbüs-i Şahsî ve Âdem-i Merkeziyet cemiyetleri
yanında, Ermeni Taşnaksutyun Komitesi de katıldı. Kendi aralarında birlik
olmamasından yakınılan bu kongrede; Osmanlı Devleti aleyhine en ağır ithamlar
yapıldıktan sonra, İran Mebusan Meclisine dostluk telgrafı çekilmesine,
Makedonya’daki Rum, Bulgar vs. çetelerinin, devlete karşı olan isyanlarının
desteklenmesine, diğer gizli cemiyetlerin birleştirilerek, ihtilâlci yayınlar yapılmasına
karar verildi. Jön Türklerin uzun yıllar devam eden faaliyetlerinde, ön planda
meşrutiyet ve hürriyet fikirleri görünüyorsa da, her grup ve şahsın ayrı ayrı maksatları
vardı. Azınlıklar istiklâl, hiç değilse muhtariyet kapmak, şahıslar ise şahsî hırs ve
arzularını tatmin etmek peşindeydiler. Osmanlı Devletini parçalamak ve yıkmak
isteyenler tarafından methedilen Jön Türklerin faaliyetleri ise, devletin yıkılışını
34

hızlandıran belli başlı sebeplerden olmuştur (Ubicini, 1998: 95–97). Batı dünyası
karşısındaki tavırlarının taklitten öteye geçememesi, devlet kademelerinde yer almak,
meşhur olmak, hattâ Mithat Paşa'da olduğu gibi, kendi ailelerini hanedan yapmak için
azınlıklarla, eşkıyalarla, Rum-Ermeni çeteleri ve Avrupa devletleriyle işbirliği
yapmaktan çekinmemeleri, bu faaliyetlerin en acı tarafı olmuştur.

Netice olarak, Osmanlı topraklarındaki sulh ve sükûnu, dört bir yandan patlak
veren ihtilaller, isyanlar, hükümet darbeleri ve savaşlarla yok etmişler, çıkarılan
idaresizlik, kargaşa ve savaşlar ortamı içinde, Osmanlı’nın sonunu hazırlamışlardır.

2.5.3. İttihat ve Terakki

İttihat ve Terakki örgütü, Abdülhamit’e karşı kurulmuş en güçlü politik


yapılanmaydı. Amaçları 1876 anayasasını yeniden yürürlüğe koyarak böylece
imparatorluğu yıkılıştan kurtarmaktı. İttihat ve terakki üyelerinden Enver Paşa gibi
subaylar askerleriyle ayaklanarak meclisin açılmasını ve meşrutiyetin kabul
edilmesini talep ettiler. Abdülhamit, bu talepler karşısında meclisi açmak ve
Meşrutiyeti ilan etmek zorunda kaldı. Bundan sonra yönetim İttihat ve Terakki’nin
eline geçti. 1909’da Abdülhamit’in tahttan indirilmesiyle padişahın yetkileri
sınırlandırılmış ve padişah artık sadece bir sembol haline gelmiştir. Bundan sonra
Osmanlı yıkılana kadar İttihat ve Terakki kadrolarınca yönetilecekti. İttihat ve
Terakki iktidarına yönelik iki ciddi muhalefet ortaya çıktı. Bunlardan biri Ahrar
Fırkası'nın muhalefetiydi. Bu fırkanın muhalefetiyle basında mevcut hükümete
yönelik şiddetli bir muhalefet kampanyası başlatıldı. Bu basın kampanyası sonucu 6
Nisan’da İttihatçı aleyhtarı bir gazetenin başyazarı olan Hasan Fehmi İttihatçı bir
fanatik tarafından öldürüldü. Hasan Fehmi’nin cenaze töreni İttihatçıların aleyhine
bir cenaze törenine dönüştü. Bir diğer muhalefet ise içinde alt tabakadaki bir kısım
ulema ve tarikat şeyhlerinin de bulunduğu ve halkın bir kısmını yanına alabilmiş olan
çevreden geliyordu. İttihat-i Muhammedi Cemiyeti etrafında örgütlenen bu çevre Jön
Türklerin laik düzenlemelerine ve yaklaşımlarına karşı geniş çaplı propaganda
düzenliyorlardı. Bu muhalefet çevrelerinin tetiklemesiyle tarihe 31 Mart ayaklanması
olarak geçen bir isyan başlatıldı. Bu isyanı bastırmak için İttihat ve Terakkinin
35

emrinde bulunan Mahmut Şevket Paşa komutasındaki 3. Ordu Makedonya'dan


İstanbul'a gelerek isyanı bastırdı (Ahmad ve Rustow, 1976: 245–284).

Kuşkusuz 1908 hareketinin gerek Osmanlı ve Türk modernleşmesi bağlamında


gerekse Osmanlının dünya kapitalist sistemiyle bütünleşmesi bağlamında bir çok
problematiği ve spekülatif önermeyi içermektedir. O dönemde ayaklanmaya katılan
ve ayaklanmaya destek verenlerin sınıfsal durumu iyice irdelenmeden ve İttihat ve
Terakki döneminde değişen siyasi yapının hangi sınıfların çıkarı doğrultusunda
yapıldığı verilerle desteklemeden herhangi bir değerlendirmede bulunmak zor. Bu
konuda özellikle yapılmış iki çalışma bize bu konu hakkında bir fikir
vermektedir.Feroz Ahmad (1971) ve Aykut Kansu (2006) 1908’deki devrimi siyasal
ve toplumsal yönleriyle irdeleyerek bu olayın Osmanlı tarihindeki ve sonrasındaki
önemi üzerinde durmaktadırlar. Aykut Kansu bu darbenin bir burjuva devrimi
olduğunu, İttihat ve Terakki’nin taşra önderlerinin eşraf kesiminden geldiğini,
ekonomik çıkarları için halkı ayaklandırdıklarını ve bunun sonucunda açılan meclise
vekil olarak girdiklerini vurgular. Hareket hem Rumeli’de hem de Anadolu’da
çıkardığı isyanlarla ve son olarak Makedonya'da silahlı isyan başlatarak
Abdülhamit’in geri adım atmasını sağlamıştır. Hem toplumsal bir desteğe
dayandığından hem de bu isyanı sürdürenlerin Rumeli ve Anadolu eşrafından
olmalarından dolayı Kansu, bunu bir burjuva devrimi olarak nitelendirir (Kansu,
2006: 48–65). Ahmad ise Abdülhamit’in getirdiği yeni vergiler yüzünden halkın
ekonomik olarak sıkıntı içerisine girdiğini, bu sıkıntılardan bunalan halkın eyalet
valilerini protesto ettiğini ittihat ve terakki’nin de bu protestoları örgütlediğini ve bu
tepkilerin yayılması ve etkili olmasında İttihat ve Terakki'nin payı olduğu üzerinde
durmaktadır. Ahmad, bu sürecin Kansu'nun aksine bir siyasi süreç olduğunu
vurgular. İttihat ve Terakki döneminin sınıfsal analiz açısından en önemli özelliği
öteden beri Osmanlı bürokratları tarafından dile getirilen ve arzulanan yerli bir
burjuvazi düşüncesini kurumsal düzeyde oluşturma noktasında ürettikleri
politikalardır (Ahmad, 1971: 55–57 ). Nitekim daha sonraki cumhuriyet dönemine de
miras kalacak olan bu politikalar, kendi başına burjuvazi çıkartma istidadı taşımayan
toplumun, devlet müdahalesiyle ve yardımıyla burjuva sınıfını oluşturma çabası
şeklinde politik hamlelerde bulunulmuştur
36

Darbeden sonra Genç Türkler, iktisadi kurtuluşun yolunun milli bir iktisadi
oluşturmaktan geçtiğini düşünen kadro bundan dolayı yerli teşebbüsü harekete
geçirmek için politikalar üretti. İthal mal yerine yerli malı tüketimi için kampanyalar
başlatıldı. 1917 yılında yerli bir banka olan İtibar-ı Milli Bankası kuruldu. Yerli
müteşebbisler tarafından iki sigorta şirketi kuruldu. Ancak bu tip milli iktisadi
hamleler İttihat ve Terakki kadrosunun I. Dünya savaşı sonrasında dağılmasıyla sona
erdi (Lewis, 1984: 453–454).

Balkan savaşları ve Birinci Dünya savaşı Osmanlı'da yeni bir toplumsal


katmanın ve farklı bir zihniyetin oluşmasına ortam hazırladı. Osmanlı
İmparatorluğu'nda toplumun geniş bir kesimi savaşlar sonucu mülksüz duruma düştü
ve fakirleşti. Buna karşılık pazara dönük üretim de bulunan taşra tüccarı ve ittihat ve
terakki ile yakın ilişkileri bulunan esnaf servet biriktirme imkânını bularak savaştan
zengin bir şekilde çıktılar (Toprak, 1995: 160). Zaten milli bir burjuvazi oluşturma
düşüncesi taşıyan İttihat ve Terakki iktidarı, böylece savaş zenginlerinin durumlarını
meşrulaştırmak için kullanacakları milliyetçilik ideolojisini de önceden oluşturmuştu.
Dünya ekonomisi içerisinde bu durumu değerlendirdiğimizde periferileşmenin
tamamlanabilmesi için devlet aygıtının dünya kapitalist ekonominin taleplerine göre
dönüşmesi gerekiyordu “Devlet aygıtının bu yönde dönüşümünün tamamlanabilmesi
için, bölgede bulunan ekonomik güçlerin gereksinimlerini tümüyle karşılayan siyasal
bir yapıya izin verecek son bir değişimin olması gerekmekteydi. Bu görevi yirminci
yüzyıl başlarında Jön Türk rejimi üstlendi” (Wallerstein vd., 1983: 50-51). Bütün bu
gelişmelerin sonucunda, cumhuriyet öncesi dönemde Osmanlı'da devlet himayesi
altında oluşmuş genelde spekülatif yollardan veya savaş tüccarlığı ile zengin olan bir
burjuva sınıfı oluştu.

İttihatçıların fikirleri genelde ve temelde, milletin “uyandınlmasıyla” ilgilidir.


Burada, Avrupa'da o sıralarda rağbet bulan kitleleri harekete geçirme, eyleme sokma
zaruretini ileri süren fikirlerin yankılarını görmek gerekir. Cumhuriyet devrindeki
fikirler bu vurguyu devam ettirmiştir. Cumhuriyetin de ana siyasal kuramı devleti
parçalanmaktan kurtarmak ve kalkınmak olmuştur.
37

2.5.4. I.Meşrutiyet

Osmanlı İmparatorluğu’nu iyiden iyiye sömürge durumuna getirmeye kararlı


bulunan Batılı devletlerin Meşrutiyetin ilânındaki rollerini küçümsemeden, bu olayda
bürokrasinin modernleşen, siyasallaşan ve karşı seçkine dönüşen grupların
eylemlerini de gözönüne almak gerekir. Genç Osmanlılar diye adlandırılan bu karşıt
seçkin yapı, siyasal sistemin yapısında değişiklikler yapmak ve mutlak iktidarın
meşruti iktidara dönüşmesi için anayasa, meclis, seçimler ve özgürlükler istemleriyle
harekete geçmiştir. Genç Osmanlılar düşüncelerinin gerçekleşmesi için, fikirlerini
paylaşan bir veliahtı iktidara getirmenin yeterli olacağını düşünüyorlardı. Devereux'un
belirttiği gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda “krizler birbirini izledikçe liberaller
İmparatorluğun, güvenliğinin hatalı devlet yapısının radikal bir biçimde yeniden
değişmesiyle” sağlanacağına inandılar (Devreux, 1963: 28). Anlaşmalı bir biçimde
iktidara geçen II. Abdülhamit sözünü tutarak 23 Aralık 1876’da ilk Türk Anayasasını
İlân etti.

Yukarda da değindiğimiz gibi Osmanlı İmparatorluğu 600 yıldır mutlak bir


otokrasi olarak yönetilmiştir. Yani, tüm iktidar hukukî olarak Sultanın elinde
toplanmaktaydı. Gerçekte ise, Kanuni Sultan Süleyman'dan beri hiçbir Padişah
devletin tüm işleriyle ilgilenmemişti. Babıâli ve saraydaki görevliler Padişahın yerine
devletin işlerini görmekteydiler. Padişah tüm otoritenin kaynağını oluşturuyordu.
Sultan neyi tasdik ederse o yasa sayılırdı. Onaylamadığı herşey ise yasaya aykırıydı.
Sultanın tüm bu işlemleri yaparken yalnızca çok açık bir biçimde Şeriatı
çiğnememesi gerekiyordu. Padişahın tebaasının ister Müslüman, ister Hristiyan
olsun, isterse önemli bir devlet görevlisi veya basit bir köylü olsun tek bir görevi
vardı: Tanrı’nın gölgesinde tüm emirlerine sorgu sual etmeden itaat etmek (Turhan,
1991: 97–101). Kanun-u Esasisinin ilanıyla tüm bu durum değişmiş ve imparatorluk
bir gece içersinde meşruti monarşiye dönüşmüştür. Bu nedenden ötürü bu döneme
tarihçiler ilk Meşrutiyet Devri adını vermişlerdir. 1293 Anayasasına göre, egemenlik
hâlâ Sultanın kişiliğinde bulunmasına karşın bundan böyle kişilerin de bazı hakları ve
sınırlı da olsa devlet yönetimine katılmaları hukuken kabul edilmiş oldu. Aslında,
değişiklik daha çok görünüşledir. Osmanlı devleti yalnızca kuramda değişmişti,
gerçekte durum hiç de böyle değildi.
38

1923 Kanun-u Esasisi “Meclis-i Umumî” adını taşıyan iki meclisli bir
parlamento kurmuştur. Bunlardan “Heyet-i Ayan”ın üyeleri padişah tarafından ve
ömür boyunca bu görevde kalmak üzere atanmaktaydılar. “Heyet-i Mebusan”ın
üyeleri ise, iki dereceli seçimle halk tarafından seçilecekti. Bu anayasada padişah
parlamentoyu toplantıya çağırıp dağıtmak, meclislerde görüşülecek yasa önerilerini
önceden görüp onaylamak yetkilerine sahipti Meşrutiyetin ilânı üzerine, Mebuslar
Meclisi’nin kurulması, bunun için de seçimlerin yapılması gerekiyordu. Hükümet 28
Ekim 1876 (10 Şevval 1293) tarihli geçici bir “Talimat” ile İstanbul ve civan için 1
Ocak 1877 (16 Zilhicce 1293) "Beyannâme"sini yayınladı. Ayan üyeleri padişahça
atandığı için seçim sorunu milletvekilleriyle ilgiliydi. Taşradaki milletvekilleri
“Talimat-ı Muvakkate”nin 2'nci maddesine göre vilayet, liva ve kazaların İdare
Meclisleri üyelerince seçileceklerdi. Görüldüğü gibi taşrada idare meclislerinin
üyeleri ikinci seçmen olarak kabul edilmiş ve milletvekillerini bunlar seçmiştir.
İstanbul ve civarında ise ikinci seçmenler halk tarafından seçilmişlerdir. Daha sonra,
bu ikinci seçmenler de milletvekillerini seçmişlerdir (Armağan, 1978: 153–157).
Gerçekte ise, karışık seçim talimatı yalnızca valilerin elindeydi. İdare Meclisleri'nde
hükümet memurları çoğunluktaydı ve dolayısıyla da hükümetin seçimler üzerinde
büyük etkisi vardı. Genellikle, vilayetlerde valiler kendi adamlarını milletvekili
olarak İstanbul'a yolladılar. Fakat genel bir seçim yapılsaydı bile yine aynı gruptan
kişiler mebus seçilirlerdi. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu'nda ilk siyasal parti 1859 da
kurulmuş olmasına karşın (Tunaya, 1952: 374 de 3 no.lu dipnotu) bu dönemde
etkinliği olan hiçbir parti bulunmamaktaydı. Ayrıca bir seçim geleneği de yoktu
(Ortaylı, 1974: 82).

Osmanlı Mebusan Meclisi ancak iki oturum toplanmıştı. İlk oturum 19 Mart
1877 günü toplanmış ve 28 Haziran 1877 de son bulmuştur. İkinci oturum ise 13
Aralık 1877 tarihinde açılmış ve 14 Şubat 1878’de Padişah tarafından kapatılmıştır.
Bu her iki yıl için ayn ayrı yapılan seçimler aynı "Geçici Talimat" ile yapılmıştır
(Armağan, 1978: 153-157). Bu dönemde milletvekilliği yapanları incelemek çok
zordur. Bu konuda gerekli çalışmaların yapılmamış olması ve elde kullanılabilecek
belgelerin çok az olması bugün anladığımız anlamda bir seçkin incelemesi
yapmamıza engel olmaktadır.
39

1876 Anayasasının 65’inci maddesinde “Heyet-i Mebusan mikdar-ı âzası


tebaa-i Osmaniyyeden her elli bir nüfus zükûrda bir nefer olmak itibariyle tertip
olunur” demektedir. Buna karşın Talimat’ın sonuna eklenen Cetvel’den anlaşılacağı
gibi 80 müslim ve 50’si gayri-müslim olmak üzere mebus sayısı 130 olarak
saptanmıştır (Armağan, 1978: 157–158). 130 milletvekilinin âdil bir biçimde
dağılımı için 113, 460 erkek nüfusa bir milletvekilinin seçilmesi gerekmekteydi. Bu
ise çok az ilde gerçekleşebilmiştir. 113, 460 erkek nüfusa bir milletvekili formülüne
göre, ilk oturumda 32 ilden 12'si daha çok, 10 ise daha az temsil edilmiştir. İkinci
oturumda ise, 11’i fazla, 9’u ise az temsil edilmiştir (Devereux, 1963: 139).
Ondokuzuncu yüzyıl Avrupa'da parlamentolar çağı olmuştur. Avrupa’daki
parlamentolar bu dönemde siyasal katılmanın çoğalmasıyla bülikte sınıfsal bir
görünüm de kazanmaya başlamıştır. Çok uluslu imparatorluklar da ise durum
farklıydı. Bu tür imparatorlukların parlamentolarına etnik gruplar temsilcilerini
göndermek için büyük bir uğraş vermekteydiler. Avrupa’da Avusturya-Macaristan
monarşisinin durumu 19. yy.’da böyleydi.

İlk Osmanlı parlamentosuna baktığımızda en ilginç özellik olarak


imparatorlukta egemen unsur olan Müslümanların yanında gayri Müslimlerin de
hayli yüksek oranda temsil edildiği görülür. Bu durumun ilginç olmasının nedeni
Avrupa’da olduğu halde, Avusturya-Macaristan monarşisinde bile Çek, Hırvat,
Sloven, Slovak gibi azınlıkların haksızlık derecesinde düşük olmasına karşın tüm
yönetsel iktidarın padişahta toplandığı iddalarının aksine Osmanlı İmparatorluğu'nda
bunun tersinin olmasıdır (Ortaylı, 1978: 171–172). Osmanlı parlamentosunun sınıfsal
bir nitelikten çok etnik bir görünümde olması onu çağdaş parlamentolardan ayıran en
önemli yanıdır. Bu durum önemli bir çatışmaya ve ulusal isteklerin ileri sürülmesine
neden olmamıştır. Çünkü o dönemde kitle hareketleri yoktu ve ulusçuluk akanları
yeni yeni başlamaktaydı. Tartışmalar ve yapılan eleştiriler çoğunlukla yerel sorunlarla
ilgiliydi. Ortaylının söylediği gibi “ilk Osmanlı Meclis-i Mebusanı azınlıkların en
geniş şekilde temsil edildiği, fakat milliyetçilik sorununun da en az görüşüldüğü bir
parlamento idi” (Ortaylı, 1978: 176).
40

2.5.5. II. Meşrutiyet

Bilindiği gibi, uzun yıllar Padişah iktidarı ile yönetilen Osmanlı Devleti’nde,
1875’lere gelindiğinde alınan dış borçların artık ödenemez hale gelmesi ile yaşanan
ekonomik çöküşün de tetiklemesi ile 1876’da I.Meşrutiyet ilan edilmiştir. Söz
konusu meşrutiyet yönetimi, anayasalı ve parlamentolu bir siyasal rejim öngörmekte
idi. Ancak gerek 1877–1878 Osmanlı - Rus Harbinin yol açtığı gelişmeler, gerekse
halk tarafından denetlenir bir devleti yönetmenin zorluğuna katlanmak istemeyen
saray yönetimi, ilk meşruti yönetimin kısa ömürlü olmasına neden olmuştur.

Bunun üzerine meşruti yönetimi tekrar geri getirebilmek için, yasadışı değişik
örgütlenmelere gidilmiştir. Bunlardan en etkili ve en güçlüsü, yukarıda da
belirttiğimiz gibi, Fransız İhtilali’nin yüzüncü yılında kurulan İttihat ve Terakki
Cemiyeti olmuştur. Ayrıca İttihat ve Terakki kadar başarılı olmamakla birlikte Prens
Sabahattin’in önderliğinde “Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet” adıyla kurulan
ve bilahare Ahrar Fırkası adını alan örgüt de, bu dönemin bir diğer dikkat çeken
örgütüdür. II. Meşrutiyetin ilanı ise, 1908 yılı Temmuz ayında Rumeli'deki askeri
birliklerin isyanı ile mümkün olmuştur. Bu nedenle Alkan II. Meşrutiyetin ilanını bir
halk hareketi olarak değil, askeri bir ihtilal olarak görür. Aslında bu harekete
katılanlar ordunun tamamı olmayıp, sadece Rumeli’de bulunan kısmı olan Üçüncü
Ordudur. Bu bağlamda öne çıkan isimler, Önyüzbaşı Resneli Niyazi ve Kurmay
Binbaşı Enver olmuşlardır (Aydemir, 1986: 14–17). Söz konusu kişilerin birlikleri ile
beraber Meşrutiyet’in ilanı için dağa çıkmaları ve Meşrutiyeti ilan ettiklerini
payitahta bildirmeleri, Padişah II. Abdülhamit’in 32 yıl aradan sonra tekrar meşruti
yönetimi ilanına neden olmuştur. Bu ise Kanun-u Esasi'nin yeniden uygulanmaya
başlaması ve Meclis-i Mebusan’ın toplanacağı anlamına gelmekteydi. Öyle de olmuş
ve Meclis-i Mebusan yapılan seçimler sonucunda 17 Aralık 1908’de padişah II.
Abdülhamit’in de katılımıyla yeniden açılmıştır.

Meşrutiyetin ikinci kez ilanı sonrası, İttihat ve Terakki’nin yönetime tümüyle


hemen egemen olamadığı görülmektedir. Zira İttihat ve Terakki’ye mensup olan
subaylar ve diğer memurlar, küçük rütbeli subaylar ve kıdemsiz memurlar
konumunda idi. Bu nedenle cemiyetin iktidarı tümüyle ele alması zaman almıştır.
İşte iktidarın tam olarak kullanılmaya başlandığı 1913 Babıâli Baskınına kadar geçen
41

bu süreye “İttihat ve Terakki’nin Denetleme İktidarı” dönemi demektedir (Akşin,


1998: 112–123). Diğer bir deyişle, İttihat ve Terakki meşrutiyeti ilan ettirmiş, fakat
iktidarı doğrudan kullanacak gücü kendinde görememiştir.

Burada söz konusu iktidar döneminin dikkat çekici konuları; 31 Mart Vakası,
hükümet istikrarsızlıkları, dönem içerisinde yapılan seçimler, hukuk alanında yapılan
çalışmalar ve Babıâli Baskını gibi konulardır. II Meşrutiyetin ilanı sonrası padişah II.
Abdülhamit tahtta kalmaya devam etmiş, ancak siyasal tarihimizde “31 Mart Vakası”
olarak bilinen olay sonrası tahttan indirilmiş ve Selanik’e sürgüne gönderilmiş,
yerine ise “Beşinci Mehmet” ünvanıyla Reşat Efendi getirilmiştir.

Tüm yaşanan bu süreçler ve herşeye rağmen, Türkiye tarihinde çoğulcu siyasal


yaşam ilk kez İkinci Meşrutiyet dönemiyle başlamıştır. 1908–1918 yıllan arasında 25
siyasal niteliği olan parti veya demek kurulmuştur (Tunaya, 1952: 774).
II. Meşrutiyetin çok partili siyasal yaşamı İttihat ve Terakki egemenliği altında
geçmiştir. Tüm öteki partiler bu dönem boyunca muhalefet olarak kalmışlardır. II.
Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki 1912 deki “sopalı seçimler” ve 23 Ocak
1913’de, tarihte, “Babıâli Baskını” olarak anılan olaydan sonra iktidarı kesin olarak
ele geçirmiştir (Teziç, 1976: 208).

1876 Kanunu-u Esasisinin kurduğu iki Meclisten Meclis-i Mebusan Meşrutiyet


siyasal yaşamının ana odağı olmuştur. İkinci Meşrutiyet parlamentosu 4 yasama
dönemini kapsar. Her dönem fesihle sonuçlanmıştır. İlk Meclis Aralık 1908 de
toplandı, Ocak 1912’de dağıldı. İkinci Meclis 1912’de toplanıp, aynı yılın Ağustos
ayında dağılmıştır. Balkan Savaşı’nın başlaması nedeniyle yapılması gereken
seçimler için bir tarih saptanmamıştır. Bundan dolayı da Üçüncü Meclis Mayıs 1914
tarihinde toplandı. Bu meclis de Osmanlı İmparatorluğu'nun I. Dünya Savaşı’nda
yenilmesiyle 1918 yılında dağıldı. 1920 de toplanan son Osmanlı Mebusanı’nın
Müdafaa-i Hukuk doğrultusunda çalıştığını söyleyebiliriz.

1908–1918 İkinci Meşrutiyet süresi içinde Osmanlı İmparatorluğu ancak dört


buçuk yıl kadar süren bir parlamento yaşamına sahip olabilmiştir. O dönemde
Osmanlı Devleti kitle iletişim araçlarından ve kitle örgütlerinden yoksun olduğundan
Meclis-i Mebusan, her türlü sorunun, özellikle 1. ve 2. dönemlerde, özgürce dile
42

getirildiği bir yer olmuştur. Bu dönemde Ayan Meclisi'nin siyasal özelliklerine


baktığımızda 1913’e dek önemli bir gelişme göremiyoruz. 1911 ve 1912 Mebusan
Meclisi’nin fesihlerini bu Meclis kolaylıkla onamıştır. 1914 den sonra, İttihat ve
Terakki’ye karşı gerçek muhalefet burada barınmıştır. Ahmet Rıza Bey ve Damat
Ferit Paşa gibi iki üç kişilik küçük gruplar İttihat ve Terakki’yi yermiştir. 1920
döneminde ise Müdafaa-i Hukuk hareketine karşı bir tutum almıştır. Meşrutiyet
Ayanı, Tunaya'nın sözleriyle, “bir çeşit, çoğu emekli, devlet büyükleri müzesi idi”
(Tunaya, 1976: 82). İttihat ve Terakki dönemini inceleyen yazarların büyük
çoğunluğu yalnızca ilk Meclisin milletvekillerinin hangi toplulukları temsil ettiklerini
vermektedirler (Tunaya, 1952: 165; Bayur, 1954: 296). Yine Ahmet ve Rustow
dışında, hiç bir yazar bu “Jön Türk” meclislerindeki milletvekillerinin toplumsal
kökenleriyle ilgili başkaca bir boyutla ilgilenmemiştir.

İttihat ve Terakki’nin temel amaçlarından biri çeşitli etnik grupları arasında


varolan ayrılık duygusunu yoketmekti. Bunu sağlamak için de, Osmanlıcılık politikası
esas alınmıştı. İttihatçılar Mecliste her milletvekilinin kendi ırk veya din toplumunu
değil “Osmanlı Milletini” temsil ettiğini savunuyorlardı. 1908 Meclisinde etnik
gruplar yaklaşık olarak nüfusları oranlarında temsiledilmişlerdir. Rumlar dışında, her
topluluk da bu durumdan hoşnut olmuştur (Ahmad, 1971: 229). Milletvekillerinin
seçiminde oturduğu yere ait herhangi bir koşul aranmadığından bir Türk çoğunluğu
Türk olmayan bölgelerden de seçilebiliyordu. Özellikle, Müslüman bir milletvekilinin
etnik kökeni hiçbir zaman önemsenmemiştir. Bu nedenle Üç Meclisteki Kürt
miletvekillerinin sayısı yalnızca ondur (Ahmad ve Rustow, 1976: 248). Güneydoğu
Türkiye ve Kuzey Irak’taki yoğun Kürt nüfusunun bulunduğu düşünülürse bu sayının
az olduğu anlaşılır. İmparatorluğa çok uluslu bir nitelik kazandıran Rumeli’ndeki
topraklardı. 1908’in Osmanlı İmparatorluğu, 1911’de İtalya’nın Libya’yı ve 1912’de
Balkan devletlerinin Edirne ve İstanbul arasında uzanan yerler dışında tüm Avrupa
topraklarını işgal etmeleriyle birlikte tanınmaz bir duruma gelmiştir. Bu korkunç
yenilgilerden sonra Osmanlıcılık politikasının yerini İslamcılık ve Türk ulusçuluğu
almıştır. Türkler sayıca imparatorluğun en önemli unsuru olduklarından Türk
ulusçuluğuna daha fazla yer verilmesi gereği duyulmuştur. Henüz Arap toprakları
kaybedilmediğinden de İslamcılık başvurulabilecek önemli bir araçtı. Ayrıca, bu
43

dönemde Türkler dinlerine çok bağlıydılar. İslamcılığa en önemli darbe Arnavutların


İmparatorluktan ayrılması olmuştur. Bu ise Türkçülük akımının güçlenmesine neden
oldu. Bu Türkçülük, Turancılık biçiminde kenMini gösterdi. Turancılık bir yayılma
ideolojisi olduğundan İttahatçıların psikolojik durumlarına çok uygundu. Böylece,
Arnavutların, Slavların ve Rumların gönlünü almak gereği de ortadan kalkmış oldu.

Mecliste İttihatçı düşmanlığı yapan toplulukların başında Arnavutlarla Rumlar


vardı. Bu nedenle bu toplulukların temsilcilik sayıları 1912’de oldukça azaltıldı. 1908
devrimini en çok destekleyenler Yahudilerdi. İttihad ve Terakki Cemiyeti’nde en etkin
kişilerinden biri olan Emanuel Karasu bir Yahudi idi. Yahudilerin bu tutumu
Meclislerde sayılarının aynı kalmasıyla ödüllendirilirdi. Ermeni ve Slav
milletvekillerinin sayılarında büyük bir değişiklik göze çarpmamaktadır. Her iki
topluluğunda ittihatçı aleyhtarı milletvekilleri yerlerini daha ılımlılara bırakmak
zorunda kalmışlardır. 1914 seçimlerinde en göze batan değişiklik Arap
temsilcilerinin sayılarının çoğalmasıdır. 1908’de Mecliste 60 Arap milletvekili
varken, bu sayı 1912’de 68, 1914’de 84’e yükselmiştir (Ahmad, 1971: 230). Tüm bu
değişikliğin nedeni Araplardan gelebilecek muhalefeti yatıştırmak ve onlara
İslamcılık politikasını benimsetmek içindi. Ahmad ve Rustow’un belirttiği gibi
İttihatçılar, Meclisi Osmanlı toplumundaki çeşitli toplulukları ve çıkarları denetimleri
altına almak için bir araç olarak kullanmışlardır (Ahmad ve Rustow,1976: 257). Jön
Türkler gereğinde Türk olmayan toplumlara geniş temsilcilik vererek ve aralarından
Osmanlıcılık akımını benimseyenleri destekleyerek onları hoşnut etmeye
çalışıyorlardı. Gereğinde de, kendilerine ters düşen topluluklara az temsilcilik
vererek cezalandırılıyorlardı. Ayan Meclisini de ittihatçılar aynı amaçlarla
kullanmışlardır. Meclis, Jön Türkler açısından etkin bir sübap rolü görmekteydi.
Herhalde Meclisin kapatılmasında bu sübap niteliğinin önemli bir rolü olmuştur.

Osmanlı Meclislerindeki milletvekillerini iki seçkin yapıya ayırarak inceleye-


biliriz. Bunlardan ilki, idareci, meslek sahibi ve işadamlarından oluşan kentli
seçkinler. İkincisi ise büyük veya küçük toprak sahibi ile ulemadan oluşan eşrafı ve
taşrayı temsil eden seçkinler. Meclisin % 50’sini oluşturan kentli seçkinler toplumsal
değişmeden yana ve toplumsal ve siyasal kurumlarda reform yapılmasını isteyen
kişilerden oluşmuştu. Buna karşın, toprak sahipleri ve ulemadan oluşan ikinci grup
44

seçkinler geleneklerine bağlı tutucu ve her türlü reforma düşman kişilerden meydana
geliyordu. İttihat ve Terakki özünde kentlilerden oluşmuştu. Fakat ittihatçıların
köylerdeki yerel kolları tutucu olan toprak sahipleri ve ulemalarca denetlenmekteydi.

1908 seçimlerinde, İttihat ve Terakki Saraya karşı gerçekleştirilen bir devlimin


saygınlığına dayanarak büyük bir basan kazandı. İmparatorluğun birçok sorunu
konusunda İttihatçıların belirsiz bir tutum takınmaları, Türk olmayan toplulukların
bile Osmanlılık ve reforma dayanan İttihatçı programı desteklemelerine neden
olmuştur. İttihatçılara karşı ilk muhalefet Eylül 1908 de Osmanlı Ahrar (serbest
olanlar) Fırkası ile başladı. Gene bir gizli cemiyetten partiye dönüşen bu liberaller
(Ahrar Fırkası) ilk kuruluşlarında tutucu değillerdi. Kısa bir zamanda geniş gerici
çevreler İttihat ve Terakki’ye karşı mücadelelerinde Ahrar Partisi kapatıldı. Ahrar
partisinin boş bıraktığı yeri, Hürriyet ve İtilaf (anlaşma) Fırkası kurularak doldurdu.
Hürriyet ve İtilaf Fırkası Ulusal Kurtuluş Savaşına karşı düşmanca bir tutum
takınmış ve Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte tarihe karışmıştır. İttihatçılar
Osmancılık düşüncesini merkezileşmiş bir devlet yapısı içinde yaymak istiyorlardı.
Liberaller ise bu görüşe karşıydılar ve azınlık gruplarına özerklik sağlayacak âdemi
merkeziyet yanlışıydılar. Ekonomi alanında ise, İttihatçılardan daha çok laissez-faire
ideolojisine yatkın idiler (Alkan, 1992: 68–71).

Bu siyasal kutuplaşmanın altında yatan gerçek ise çok daha başka idi.
İttihatçılar toplumsal yapıda güç kazanmaya başlayan yeni sınıflarca destekleniyordu.
Liberaller ise, merkezde veya taşrada eskiden beri yönetici olan seçkin katmanlardan
gelen kişilerce yönetiliyordu. Bu nedenle liberaller, devrimi siyasal devrim
aşamasında tutarak zamanla sarayın egemenliğinde olan gücün kendi ellerine
geçeceğini umuyorlardı. Bu her iki grubun özünü de Türkler oluşturmakla birlikte,
Türk olmayanlarda kendi içlerinde bölünmüş olduğundan, siyasal bağları Türklerinkini
andırıyordu. Fakat çok geçmeden Türk olmayan milletvekilleri İttihat ve Terakkiyi
desteklemekten vazgeçip, çıkarlarına daha uygun düşen Liberalleri desteklemeye
başladılar. Genç Türk dönemi, Rustow'un belirttiği gibi, yalnızca ulusçuluğun ortaya
çıktığı bir dönem değildir. Aynı zamanda bu dönemde, siyasette o güne dek
bilinmeyen yöntemlerde kullanılmaya başlandı. Bunlar arasında; hükümetin
yasamaya karşı sorumlu olması, periyodik parlamento seçimlerinin yapılması,
45

günlük gazeteciliğin gelişmesi, taşrada siyasal derneklerin kurulması ve ordunun


siyasete müdahalesi sayılabilir (Ahmed ve Rustow, 1976: 252).

Siyasal parti merdivenlerinde yürüyerek ilerlemek ve bu yolla siyasal seçkinler


içine girmek yine bu dönemde ortaya çıktı. Siyasal parti yoluyla yükselmeye örnek
olarak, İttihat ve Terakki Cemiyetinde etkili bir kişiliği olan Talat Paşa’nın yaşamını
verebiliriz. Mehmet Talat (1874–1921) basit bir aliledendir, orta eğitimini yaptıktan
sonra Hukuk Mektebine devam etmişse de bitirememiştir. Edirne’de Yahudi
Mektebinde Türkçe öğretmenliği yapmış, daha sonra postahanede sıradan bir memur
olarak çalışmıştır. Osmanlı Hürriyet Cemiyeti'nin kurucu üyesidir. Devrimden sonra,
her üç Mecliste milletvekilliği yapmıştır. Çeşitli kabinelerde Dâhiliye Nazırlığı
yapmış ve 1917 de Sadrazamlığa kadar yükselmiştir (Ahmad, 1971: 262). Hüseyin
Cahit'in yazdığı gibi “O İttihat ve Terakki’yi vücuda getirmekte, kuvvetlendirmekte
ve icraata sevk etmekte büyük bir hizmet ifa etti. İttihat ve Terakki de Talat Paşa’yı
ymeydana getirdi” (Yalçın, 1943: 38). Bu dönemde birçok yeni toplumsal unsurlar
yönetici seçkinler içine girdi ve yeni toplumsal bir sınıf olarak Müslüman-Türk
burjuva sınıfı oluşmaya başladı.

19.yy. sonları ve 20. yy. başlarındaki Jön Türk hareketi, o döneme göre ilerici
güçlerin gerçekleştirdikleri, ilk Türk siyasal devrimidir. Bağımsız Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurulmasını gerçekleştiren 1918–1923 Ulusal Türk Devrimi ve
sonrasında ülkeyi yöneten toplumsal güçler, İttihat ve Terakki yıllarında doğup
gelişmeye başlamıştır.
46

2.6. Osmanlı’nın Son Döneminde Seçkinler Dönüşümüne Modernleşmenin


Etkisi

Avrupalılar karşısındaki iki yüz yıllık gerileyiş boyunca sürüp giden askerî
yenilgiler ve toprak kayıpları, Osmanlıları modernleşme sürecine girmeye zorlamış,
bir dizi reformlar dönemini başlatmıştır. Osmanlı’da, modernleşme her zaman bir
bakıma Batılılaşma anlamını taşımıştı, çünkü Osmanlı güçlüye direnebilmek için
kendini onunla özdeşleştiriyordu.

İlk modernleşme girişimleri III. Selim ile (1718–1839), Batı’nın askerî


teknikleri, silahları, eğitimi ve örgütlenmesini uyarlamaya yönelmişti. İkinci bir
aşamadaysa (1839–1876) yönetim ve eğitim alanlarında yine Batı modellerine
dayanan kapsamlı reformlar yapılmıştı. Sonuçsuz bir parlamentarizm (1876–1878)
denemesinden sonra, modernleşme çabaları II. Abdülhamid’in despotizmi (1878–
1908) altında ve İkinci Meşrutiyet (1908–1918) boyunca da sürdürüldü. 18. yüzyılda
Batı’dan alınan esinin başlıca kaynağı Fransa’ydı. 19. yüzyılın ikinci yarısından
başlayarak buna İngiliz etkileri de eklendi. 1890’lardaysa I. Dünya Savaşı sonrasına
kadar sürecek olan Alman etkileri ortaya çıktı. Batı’ya yönelen tüm modernleşme
çabaları, yalnızca Osmanlı toplumunun geleneksel kesimlerinin tepkisine ve zaman
zaman ayaklanmalarına yol açmakla kalmadı, modernleşmeyi yürütenlerin
kendilerini de, sancılı düşünsel ikilemler karşısında bıraktı. Batı’nın kavramlarını ve
pratiklerini geleneksel İslâm ve ardından da Türk değerleriyle uzlaştırmak kolay bir
girişim değildi. Sonuç her defasında, ya sığ bir seçmecilik ya da kendi içinde çelişen
bileşimler oluyordu (Alkan, 1992: 81–192).

Modernleşme reformlarının ikinci aşaması olarak nitelendirdiğim Tanzimat


(1839–1876), Osmanlı tarihinin çok tartışmalı bir bölümüdür, ama Osmanlı-Türk
toplumu üzerinde geniş kapsamlı ve kalıcı etkileri olmuştur. Özellikle III. Selim
(1789–1807) ve II. Mahmud (1808–1839) saltanatları sırasındaki başlangıçlara
dayanılarak gerçekleştirilen Tanzimat, modern Türkiye’nin geri döndürülemez bir
süreçle Tanzimat’ın birçok yönden zorlu bir eleştirisini yapan bazı fikir adamlarının
ifadesiyle, Batı’nın “Medeniyet Dairesi’ne girişini simgeliyordu”. Tarihçi Shaw’ında
da doğru olarak gözlemlediği gibi Tanzimat, “eski kurumların korunması ve
47

onarılmasına yönelik geleneksel Osmanlı reform kavramı yerine, bu kurumların,


bazıları Batı’dan ithal edilmek üzere, yenileriyle değiştirilmesini öngören modern re-
form kavramını getirmiştir.” Aynı zamanda, “Tanzimat hareketinin başarıları kadar
başarısızlıkları da, reformların daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’nde bugüne dek
alacağı yönü, birçok bakımdan doğrudan belirlemiştir” (Shaw, 1977: 55–56).

Tanzimat, bir dizi önemli gelişmeyi izlemiştir. Bunlardan ilki, 1808’de sarayla
ayanlar arasında imzalanan ve merkezî yönetimin otoritesini sağlamlaştırma
amacıyla getirilen yeni örgütlenme ilkeleri ve önlemleri üzerinde görüş birliği sağla-
maya yönelik bir çaba olan Sened-i İttifak’tır. Esas olarak, yerel güç odaklarının da
içinde yer alacağı daha geniş temelli bir yönetim sistemini kayda bağlamıştır. Ama
Sened-i İttifak, ölü doğmuş bir girişim olmuştur. İstanbul, Sultan’ın, dolayısıyla
merkezî otoritenin rakipleri olarak görülen yerel önderlerle işbirliği yapmaya istekli
değildi. Nitekim II. Mahmud döneminde (1808–1830) ayanları tasfiye etmeye ve
orduyu merkezileştirerek Sultan’ın otoritesini taşrada egemen kılmaya yönelik giri-
şimler olmuştur. Ancak, II. Mahmud’un bu amaca yönelik sert önlemleri, onu
Mısır’ın güçlü valisi Mehmed Ali’yle çatışmak zorunda bıraktı. Mücadelenin ilk
evresinde (1832–1833) Mehmed Ali, II. Mahmud’un orduları karşısında ezici
zaferler kazandı. İkinci evredeyse (1839–1841), Mehmed Ali yalnızca bir vasal
olarak, tam anlamıyla Mısır’a geri gönderildi; ama bu, ancak İngiltere’nin muazzam
askeri ve diplomatik desteğiyle mümkün oldu. Bu desteği sağlayabilmek için
İstanbul, büyük bir cömertlikle İngilizlere 1838 Ticaret Antlaşması’nı (Balta Limanı)
önerdi. Bu antlaşmayla, varolan ticarî sınırlamalar ve gümrük duvarları kaldırılıyor,

Osmanlı toprakları dev bir pazar halinde İngiliz mamullerine açılıyordu. Böylece

İstanbul, yerel güç odaklarını ortadan kaldırma mücadelesini, oldukça yüksek bir
bedel karşılığında kazanmış oluyordu (Karpat, 2009: 324). II. Mahmud 1839’da
öldü. Onun ardından reform ve yeni düzenleme girişimlerinin öncülüğünü, 16
yaşındaki oğlu Abdülmecid (1839–1861) değil, İngilizlerle görüşmeleri yürütmüş
olan Hariciye Nazırı Reşid Paşa üstlendi. Reşid Paşa, Tanzimat’ın başlıca mimarı
olmuştur. Tanzimat’ın başlangıcını haber veren resmi belge olan Gülhane Hatt-ı
Hümayunu 1838 Ticaret Antlaşması’nın hemen ardından, 1839’da ilan edildi.
Gülhane’yle vergi ve zorunlu askerlik uygulamalarında reform öngörülüyor, inanç ve
48

dinlerinden bağımsız olarak tüm Osmanlı uyruklarının yaşam, onur, mülkiyet ve


miras hakları güvence altına alınıyordu. Gülhane, gerek metindeki vurgu dengeleri
bakımından, gerekse uygulamada, liberal ilkelerin evrensel bir onaylanması
olmaktan çok, Avrupa’nın ticarî çıkarlarıyla yakın bir bağlantı içinde bulunan ve bu
çıkarlar gereğince korunmakta olan Müslüman ve Türk olmayan ticaret çevrelerine
hukukî güvenceler getirmiştir. Reşid Paşa tarafından kaleme alınmışsa da,
İngilizlerin baskısıyla ortaya çıkmış ve onların onayından geçmişti; bu da, yerel
etkilerle Batı etkilerinin Tanzimat’a özgü Batılılaşma sürecinde görülecek tipik
dengesini haber veren bir durumdu. 1856’da, Gülhane’yi teyit etmek üzere
yayımlanan Islahat Fermanı ise, Reşid Paşa’nın himaye ettiği ve Tanzimat’ın ikinci
aşamasının önderleri olan Ali Paşa ve Fuad Paşa’nın yansıra, doğrudan doğruya üç
Avrupalı büyükelçi tarafından kaleme alınmıştı (Eldem, 1970: 67). Tanzimat’ın
belirgin özelliği, Batı eğilimli sadrazamların (Reşid, Âli ve Fuad) yönetimde egemen
oluşuydu. Bu sadrazamlar, merkezî yönetimin yeniden güçlendirilmiş olduğu
Osmanlı Devleti’nde, Saray’ın iktidarı yerine Bâb-ı Âli’nin iktidarını başlatmışlardı.

Bu seçkinler yapısı Tazimatla, bakanlıkları, devlet dairelerini, yasama


organlarını, adalet örgütünü ve belediye yönetimlerini yeniden düzenleyerek,
merkezileştirme sürecini daha da derinleştirdi. Ayrıca, Batılılaşmış bürokratların eği-
timi için yeni bir okul sistemi getirerek, modern Türkiye’nin uzun laikleşme-
çağdaşlaşma sürecini kurumsallaştırdı. Genel halk eğitimi düzeyinde de bir
laikleştirme girişimi içermemekle birlikte bu gelişmeler, hem geleneksel dinî okul
sisteminin “medreseler” daha sonra ortadan kaldırılışının, hem de din adamlarının
(ulema) siyasî etkilerinin azaltılmasının ilk habercileri sayılmak gerekir. Ancak, bazı
tarihçilerin yeterince vurgulamadığı bir özellik, çoğunlukla Avrupalı güçlerle ilişki
içinde bulunan Batılılaşmış yüksek bürokratlarca yürütülen Tanzimat reformlarının,
J. C. Hurevvitz’in “kapalı devre içinde modernleşme” olarak adlandırdığı bir süreçte
gerçekleşmiş olmasıdır (Ertuğrul, 2008: 21–29). Söz-konusu reformlar askeri,
yönetsel, yasal ve kurumsal alanlara inhisar ediyordu; sosyal ve ekonomik alanlarda
bunlara eşlik eden bir modernleşme olmamıştı. Bunun, belki aslında neden sayılması
gereken, sonuçları da, Avrupa sermayesine ve siyasetine giderek artan bir ekonomik
ve siyasal bağımlılaşma ve en sonunda da malî iflas olmuştur. İlk Tanzimat
49

reformlarının sonucu olarak ortaya çıkan yeni bir bürokrat aydın sınıfı artık paşaları
İslâmî değerler ve millî çıkarlar aleyhine fazla Batıcı “hayran çelebi” buldukları gibi,
onların siyaset ve yönetim anlayışını da otokratik ve oligarşik sayıyorlardı. Bu
hareket 1865’te Genç Osmanlılar örgütüne dönüştü, ama 1872’de dağıtıldı. Namık
Kemal ve Ziya Paşa’nın önderliğindeki Genç Osmanlıların başlıca talepleri siyasî
özgürlük, Saray ve Bâb-ı Âli bürokrasisi üzerinde anayasal denetim, parlamentarizm
ve Batıcılıkla gelenekçilik arasında daha iyi bir dengeydi (Mardin, 1962: 61).

1876’da ve daha sonra da 1908’de oluşturulan Anayasa ve Parlamento, Genç


Osmanlıların çabalarının doğrudan sonuçlarıdır. Ama bunların, Genç Osmanlılarca
şiddetle eleştirilmiş olan Tanzimat’ın dava adamlarının yaptığı reformlar olmadan
gerçekleştirilmesinin aslında mümkün olmadığı da unutulmamalıdır (Shaw, 1977:
133). Üstelik Osmanlı yönetiminin temel kurumlarındaki değişimlere, Osmanlı
toplumsal yapısındaki bazı önemli yenilikler de eşlik etmiştir. Eski Osmanlı Yönetici
Sınıfı”nın yerini yeni bir bürokratlar sınıfı, memurlar almıştır. Sultan’ın köleleri
sayılmalarının yol açtığı güvenliksiz ortamı da, yerini, laik bir bürokratik hiyerarşi
içinde yasalarca korunmanın sağladığı yeni bir güvenceye bırakmış, böylece Eski
Düzen’de çok sık görülebilen ani konum ve servet kayıplarının da önüne geçilmiştir.

Avrupa sermayesinin nüfuzu ve bunun sonucu olarak aracı işlevi gören ticarî
etkinliklerin gelişmesi, Tanzimat’ın özel mülkiyete sağladığı hukuki güvenceyle
birlikte, tacirlerden oluşan yeni bir orta sınıfın da doğmasına yol açmıştır.
“Memurların Osmanlı yönetimi ve toplumu üzerindeki egemenliği, 19. yüzyılın
ikinci yarısında önemli bir siyasî etmen durumuna gelmeye başlayan yeni orta sınıf
tarafından sorgulanmaya başlamıştır. Geleneksel Osmanlı toplumunda en büyük
zenginlik kaynağı olan toprak ve topraktan sağlanan gelirler, Sultan’ın ve onun
kulları olan Yönetici Sınıfın mülkü sayıldığından, uyrukların elinde sermaye
birikimi, ancak ticaret ve sanayi yoluyla mümkündü. Bununla birlikte, 18. ve
özellikle 19. yüzyıllarda yeni siyasî ve ekonomik etmenler, yerel güç sahiplerinin
hem ticari servet hem de özel topraklar edinmelerine olanak sağlamıştı. Bunlardan
en güçlü olanları (ayanlar), servetlerini siyasî amaçlar için de kullanmaya, hatta çoğu
kez güçlerini sürdürebilmek için kendi yerel ordularını kurmaya başlamışlardı
(Çaylak, 1998: 26–37). Ama II. Mahmud’un bunları ezme ve imparatorlukta var olan
50

tüm maddî baskı araçlarını merkezileştirme çabaları sonunda başarıya ulaşınca, bun-
lardan yalnızca servetlerini sermaye olarak kullanıp ekonomik ve ticari girişimlerini
geliştirmeye yönelenlerin yaşama şansı kaldı. Tanzimat ise, artık eşraf olarak
adlandırılması gereken bu yeni sınıfı yerel yönetim kurumlarına katmış, böylece

onlara taşra yönetiminde belli bir yetki tanımıştır. Ama Tanzimat ortamında

Avrupa’yla yoğunlaşan ticari ilişkilerden en kazançlı çıkanlar, imparatorluktaki


Hıristiyan öğeler olmuştur. Avrupalılar hemen her zaman, Osmanlı topraklarındaki
ticarî etkinliklerini, yerel Hıristiyan tacirler aracılığıyla sürdürmeyi yeğlemişlerdir.
Avrupalıların 1838 Ticaret Antlaşmasıyla artan ve daha sonraki benzer anlaşmalarla
süren ekonomik ve hukukî ayrıcalıkları, bu yerel aracı ve temsilcilere de tanınmıştır.
Müslümanların ağırlıkta olduğu bölgelerde bile Hıristiyan meslektaşlarına bağımlı
kalan Müslüman tacirlerse, Avrupa’yla yapılan bu kârlı ticarette daha çok pay sahibi
olmayı istiyorlardı. Öte yandan, ağırlıkla Hıristiyan olan Balkan topraklarında da,
Hıristiyan köylülerle Müslüman toprak sahipleri arasında benzer bir çatışma söz
konusuydu. Yönetim, Hıristiyan köylülerin Tanzimat ilkelerine uygun olarak daha
adil bir muamele görme taleplerini dikkatli ama sert bir tutumla bastırmaya çalış-
mıştır ama Hıristiyanlar arasında, zenginleşen orta sınıfların önderlik ettiği ve
çoğunlukla bir Avrupa devletinden destek gören milliyetçi özgürlük ve bağımsızlık
hareketlerinin güçlenmesini engelleyememiştir. Genç Osmanlı hareketi ve onun yol
açtığı kısa ömürlü Birinci Meşrutiyet (1876–1878), bu bağlamda değerlendiril-
melidir. 1876 Anayasası’na dayanılarak, İstanbul’da iki meclisli bir parlamento
toplanmıştı. Taşra temsilcilerinin yer aldığı, çeşitli etnik ve dinî grupları bir araya
getiren alt meclis, memurlara karşı var olan yaygın tepkilerin dile getirilmesi için
elverişli bir platform oluşturuyordu (Ertuğrul, 2008: 25–40). Mebusların çoğu yeni
orta sınıfların çıkarlarını temsil ediyordu; merkezî yönetimle işbirliği yapmaya da
istekliydi, ama Osmanlı devlet yönetiminin merkeziyetçi, seçkinci ve yetkeci
(otoriter) gelenekleri, bu tür bir eleştirelliği kaldıramayacak nitelikteydi (Çaylak,
1998: 99–129). Üstelik mebuslar arasındaki etnik ve dini düşmanlık çekişmeler, tam
da Osmanlılar tarihlerinin en ağır yenilgilerinden birini (1877–78 Osmanlı-Rus
Savaşı) aldığı sırada, iyice sertleşmişti.
51

Yönetimse, onur kırıcı nitelikteki barış görüşmeleriyle, iflas etmiş bir


maliyeyle, muazzam bir dış borçla, yeni ayrılıkçı girişim ve taleplerle, yitirilen
topraklardan İstanbul’a akın eden Müslüman göçmenlerle ve Batı’nın derinleşen
nüfuzu karşısında Müslümanlar arasında oluşan şiddetli tepkilerle uğraşmak
zorundaydı (Karpat, 2009: 185–191). II. Abdülhamid (1876–1909) anayasal
haklarına dayanarak, önde gelen devlet adamlarının da desteğiyle, alt meclisin
çalışmalarını durdurdu ve yönetimi kendi şahsı etrafında merkezileştirmeye girişti.
İzleyen despotizm dönemi, iktidarın Bâb-ı Ali bürokrasisinden İslamcı sultana
geçişini temsil etmektedir. II. Abdülhamid bir paşalar ittifak yaparak ve Müslüman
eşrafla dinî önderlerin desteğini almayı ustalıkla başararak, siyasî özgürleşme
ortamına son verdi. Yönetim aygıtını modernleştirme, nitelikli bürokratlar yetiştirme
ve ekonomik altyapıyı geliştirme çabaları kesintiye uğratılmadan sürdürüldü (İnalcık,
1995: 62–71). Sultan, Müslüman uyruklarının bu yeniliklerden daha fazla
yararlanabilmesini istiyordu. Bunu da bir ölçüde başardı. Ama İslamcı politikası
Avrupa devletlerinin büyük baskılarına neden oldu ve Hıristiyanlar arasında ayrılıkçı
milliyetçi hareketlerin daha da şiddetlenmesine yol açtı. Aynı zamanda, uyguladığı
baskı önlemlerini de, Sultan’ın politikasını devletin bütünlüğüne bir tehdit olarak
görmeye başlayan genç aydınlan, bürokratları ve subayları gizli muhalefet hareketleri
oluşturmaya yöneltti.

1889’da askeri öğrenciler tarafından kurulmuş gizli bir örgüt olan İttihat ve
Terakki Cemiyeti; kısa zamanda küçük rütbeli sivil ve askeri bürokratlar, Avrupa’da
sürgünde bulunan muhalif aydınlar ve gelişmekte olan orta sınıfın Türk ve
Müslüman kesimleri arasında yandaşlar buldu. Bu sonuncular, Jön Türker’in
embriyonik (dönemsel) milliyetçiliğini, tüccar azınlık grupların yerini alabilmek için
uygun bir ideoloji olarak görüyorlardı. 1908 Jön Türk “Devrimi”, 1876 Anayasası ve
parlamentoya Abdülhamid tarafından yeniden işlerlik kazandırılması sonucunu
doğurdu. 1909’da da, toplumdaki gerici öğelerin bir karşı-devrim girişiminde
sorumlu tutulan Abdülhamid tahttan indirildi (Günal, 2009: 23–44). Ancak, 1914’te
yeni yönetim, Enver Talat ve Cemal Paşaların önderliğinde yetkeci bir tek-parti
yönetimine dönüştü. Birinci Dünya Savaşı’na Almanya’nın müttefiki olarak katılan
bu paşalar, 1918’de savaş bittiğinde derhal Almanya’ya kaçtılar. Mondros
52

Mütarekesi (1918) ve Sevres Antlaşması (1920), Osmanlı İmparatorluğu’nun


dağıldığını resmen ilan ediyordu. İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan kuvvetleri
Türkiye’nin çeşitli bölgelerini işgal etmece başladılar. İttihat ve Terakki önderleri
Malta’ya sürüldüler. Bu koşullar altında Anadolu’da biçimlenen milliyetçi direnişler,
kısa sürede Mustafa Kemal’in önderliğinde birleşti. 1920’de Ankara’da Büyük Millet
Meclisini toplandı ve İstanbul’da Müttefiklerin denetimindeki Osmanlı Hükümeti’ne
karşı bir “TBMM Hükümeti” kuruldu. 1921 de yeni, cumhuriyetçi bir anayasa
oluşturuldu (Günal, 2009: 50–93). 1922’de TBMM’nin padişahlığa son verildiğini
ilan etmesiyle, İstanbul hükümetinin hukukî temeli tümüyle ortadan kaldırıldı. Aynı
yıl, İstiklal Savaşı’nın başarıya ulaşmasının ardından, 1923’te Cumhuriyet resmen
ilan edildi. 1923–1945 yıllan arasında, Kemalist Cumhuriyet Halk Fırkası (Partisi)
nin tek-parti yönetimi sürdü. Bu uzun soluklu mücadele yeni bir Anadolu doğurdu.

2.7. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Modernleşen Bürokrasi ve Seçkinler

On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı Devleti’nde gerçekleşen siyasal gelişme


konusunda çalışan bütün bilim adamları, pratikte, bu aşamayı istisnasız
modernleşmenin başlangıcı olarak gördüler. Başka bir deyişle, zımni olarak, siyasal
gelişmenin daha karmaşık bir farklılaşma aşamasına geçtiğini ve kendisine “modern”
özellikler kazandıran yeni nitelikler edindiğini kabul ettiler. Ancak bütün
“modernleşme” sürecinin bu aşamada başladığı görüşü kabul edilemez. Çünkü
“modernleşme” aşaması önceki yapısal değişimlerin bir sonucudur. “Modernleşme”
olarak adlandırılan bu gelişme aşamasının ayırt edici özelliği, merkezileşmiş ve çok
fonksiyonlu hale gelmiş bir devlet yapısının doğuşu ve bunun sonucunda bir dizi
yeni sosyal grubun ortaya çıkışıdır. Bu aşamada, siyasal sistem gitgide en etkili
değişim faktörü haline gelir, yani bağımsız değişken olur. Ayrıca modern devlet ve
ulusa geçiş süreci de bu aşamada başlar. III. Selim (1789–1807) içeride ayanların, dı-
şarıda Rusya ve Avusturya’nın ortaya çıkardığı sorunları çözmek için, temelinde
modern bir ordu kurulması girişiminin yer aldığı bir merkezileşme hamlesi
gerçekleştirilmiştir. III. Selim’in girişimi başarısızlığa uğradı, ancak II. Mahmut
(1809–39) modern bir ordu kurmayı başardı, daha sonra ayanlara boyun eğdirdi ve
acımasızca mallarına el koydu (Karpat, 2006: 7–71).
53

Buna karşın ayanların ortaya çıkmasına yol açan süreç bu tedbirlerden


etkilenmeden olduğu gibi devam etti. 1826’da Yeniçerilerin, 1831’de tımarların
kaldırılması ve vakıfların devlet denetimine alınması genişlemelere sahip bir orta
sınıfın doğmasına imkân hazırladı. Eğitim, tarım, sosyal hizmetler gibi alanlarda daha
önce bir kısmı çeşitli şekillerde ve farklı düzeylerde gönüllü kurumlar tarafından
üstlenilen, bir kısmı hiç var olmayan, şimdiyse devletin yerine getirdiği çeşitli fonk-
siyonlar özel eğitim görmüş personel için yeni istihdam alanları açmaktaydı. Bu
girişimler çeşitli çalışmalarda “modernleşme” adımları olarak övüldü. Bunlara göre,
söz konusu tedbirler, devleti ayakta tutmak için devrin en gelişmiş medeniyeti olan
Batıdan çeşitli görüş ve kurumları ödünç almak zorunda olduğunu nihayet anlayan
aydınlanmış bir sultan tarafından atılan adımlardı. Oysa aynı süreç, bu reformlarda
somutlaşan özel fonksiyonlar açısından incelendiğinde, bu adımların, gelişmiş bir
medeniyetin körü körüne taklit edilmesinden ibaret olmayıp hem sultanın etkili bir
merkezi otorite ihtiyacına hem de yeni düzenlemeler isteyen ticari ve tarımsal
grupların taleplerine cevap verdiği fark edilecektir (Ocak, 2002: 44–50).

Öteden beri imparatorluğun modernleşme sürecinde bir dönüm noktası olarak


alkışlanan 1839 tarihli Tanzimat Fermanı, gerçekte devletin insanların yaşam ve
mülkiyet hakkına saygı duyacağını ilan eden bir taahhüttü. Sonuçta bu fermanla
imparatorluğun en güçlü ekonomik gruplarına olduğu kadar Balkan köylülerine de
ekonomik ve kişisel güvenliklerine dokunulmayacağına dair söz veriliyordu.
Görünüşte ferman yeni padişah Abdülmecid’in bir hukuk rejimi kurmak üzere
yayınladığı bir deklarasyon gibiydi. Oysa olup biten, bir önceki yüzyılda gerçekleşen
çeşitli yapısal gelişmelerin kurumsallaşmasıydı. Bu arada yapısal gelişme kendi
seyrine devam etti. Batı mallarının hızla Anadolu pazarına girişi, yabancı bankaların
artan etkisi ve Batıyla ticaretin daha da gelişmesi, ekonomik faaliyetleri canlandırdı.
Anadolu’daki kentleşme oranı hızla arttı. Gelişme gösteren kıyı şehirleri kendine
özgü Batılı özellikler kazanarak ithalat ve ihracat merkezleri haline geldi, iç
kesimlerdeki kasabalar ise esasen tarımsal bir niteliğe sahip olmaya devam etti ve ge-
leneksel görünümünü korudu. Tarımın temel kaynağı olan toprak hâlâ devlete aitti ve
normal ticari işlemlerin dışında bırakılmaktaydı. Bu yüzden de, Batılı danışmanların
54

ve yerel tüccarların sürekli tekrarladığı gibi, liberal ekonominin gereklerine cevap


veremiyordu (Karpat, 2005: 20–50).

Devlet arazilerinin el değiştirmesini kolaylaştırma, buralardaki üretimi geliştir-


me ve böylece parasal değerlerini arttırma fikri 1858’de bir toprak kanunu
çıkartılmasına sebep oldu. İmparatorluk tarihinde bir dönüm noktası olarak görülen
bu kanun, prensipte (büyük kısmı eski tımar ve vakıf arazilerinden oluşan) miri
topraklar üzerindeki devlet mülkiyetini korumakla beraber kiracıların haklarını bü-
yük ölçüde liberalleştiriyordu. Kanun belli değişiklikler geçirdikten sonra o hale
geldi ki kiracılar neredeyse özel toprak mülkiyetinin satış ve devrine ilişkin kurallara
tabi oldular. Aslında bu devlet mülkiyetinden özel ekonomiye geçişi sağlayan temel
bir dönüşümdü (Karpat, 2005: 78-80). Bu değişimlerin uzun vadeli sonuçları oldu.
Irak’ta ve toprağın aşiret geleneklerine göre ortak kullanıldığı diğer yerlerde, şeyh
veya aşiret reisi toprağı kendi adına kaydettirdi ve bir toprak sahibi haline geldi.
Başka yerlerdeyse toprak, üreticilerin ihtiyaçlarına ve piyasa ekonomisinin arz-talep
mantığına göre ipotek edildi, satın alındı veya satışa çıkarıldı. Bu nedenle kırsal
kesimde toprak biçimindeki sermaye büyük ölçüde Müslüman-Türk tarımsal kasaba
Seçkinlerinin elinde toplandı. Buna karşılık Anadolu’nun ve Doğu Akdeniz’in sahil
şehirlerinde ticaret ve ithalat-ihracat işleri esasen gayrimüslimlerin elinde kaldı.
Çoğunlukla Müslümanlar ve Türklerden oluşan aydınların ve bürokrasinin siyasal
rolleri ve ideolojisi, ancak yukarıda açıklanan sosyal ve ekonomik arka plan
çerçevesinde doğru bir şekilde anlaşılabilir. Bu grup, büyük ölçüde, devletin teknik
eğitim almış personel ihtiyacından doğdu ve gitgide siyasal dönüşümü başlatan
seçkin haline geldi. Üst düzey bürokrasinin esasen eski bürokrat ailelerin
çocuklarından oluştuğu doğruydu, buna karşılık bürokrasinin alt kademeleri ve
bilhassa yeni devlet hizmetleri tarımsal kasaba seçkinleri ve daha alt seviyedeki kentli
grupların çocuklarıyla doldu (Divitçioğlu, 1999: 28–64). Çoğu Müslüman ve Türk
olan bu yeni bürokrasinin, gitgide genişleyen piyasa ekonomisinin ihtiyaçlarına göre,
düzenleyici hizmetleri yerine getirmesi bekleniyordu.

Piyasa ekonomisinin üst tabakasını Hıristiyan tüccarlar grubu oluşturuyordu,


çoğu tarımsal faaliyetlerle uğraşan Müslümanlar ise alt tabakaya mensuptu. Bu
nedenle Batılılar, gayet anlaşılır sebeplerle, imparatorluktaki Müslüman-Türk unsuru
55

tanımlarken, onu ya siyasal bir kodaman ya da mütevazı bir köylü olarak görmüşler-
dir. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yansında, özellikle de 1856 Paris Anlaşması’ndan
sonra Anadolu ve Ortadoğu’da yaşanan yapısal dönüşüm, bir yüzyıl önce
Balkanlarda yaşanan (siyasal değil ama) sosyal değişikliklerle çarpıcı benzerlikler
gösterir. Balkan devletleri kendi siyasal sistemlerini ulusal devletler biçiminde
oluşturmuşlardı. Osmanlı egemenliği altındaki diğer bölgelerdeyse, tahta tabi olmaya
devam eden yönetim yapısı ile sosyal tabakalar ideolojik ve kültürel olarak
birbirinden ayrıştı. Yine bu dönemde bürokrasiye memur yetiştirmenin başlıca aracı
olan “modern” eğitim sistemi ortaya çıktı (Lewis, 1984: 20–56). 1839’dan sonra
kurulan ve 1869’dan sonra epey yaygınlaşan eğitim sistemi, pratik görevleri
yürütmek için gereken becerilerin kazanıldığı bir yer olmaktan çok belli bir sosyal
konum ve statü elde etmenin yolu olarak görünüyordu. Süreci dışarıdan
gözlemleyenler yeni aydın sınıfın davranış ve felsefi anlayışlarını “modern” veya
“Batılı” olarak tanımladığında, bu değerlendirmeye temel oluşturan ölçüt, onların
profesyonel niteliklerinin gerçekçi bir gözle takdir edilmesi değil; kendi ulusal
kültürlerine ne ölçüde yabancılaştıkları ve (başta giyim kuşam olmak üzere) Batılı
yaşam tarzını ne ölçüde benimsedikleriydi. Modern eğitim yabancılaşmaya yol açtı ve
bu yüzden farklı gerekçelerle muhafazakârların ve milliyetçilerin öfkesini üzerine
çekti. Bürokratik aydınların “Bir Seçkin” olarak konumu gerek geleneksel Osmanlı
İmparatorluğu gerekse Avrupa açısından yeni bir durumdu (Lewis, 1984: 45–67).
Gerçekten de faaliyet gösterdikleri sosyal ve ekonomik çevrenin yanı sıra bu çevreden
kaynaklanan felsefi görüşleri de gerek kendi geleneksel geçmişlerinden gerekse
Avrupa’nın sosyal ve kültürel muhitinden farklıydı. Bu grup, aslında bugünkü
Üçüncü Dünya seçkinlerinin habercisiydi. Ama deneyim açısından onların
avantajlarına sahip değildi. Devlet kurumları, seçkinlerin felsefesi ve sosyal
tabakaların arzu ve ihtiyaçları arasında işlevsel bir uyum sağlanamadığı için, ay-
dınların kitlelerden kopuşu daha da belirginleşti. Sanayileşme ve tarımı
modernleştirme çabaları başarısız oldu.

Oysa bu yolla temel bir yapısal değişim gerçekleştirilebilirdi. Bu başarısızlık


kısmen Avrupa devletlerinin kurnazca müdahalelerine; kısmen de bürokrasinin
ticaret, kentleşme ve özel toprak mülkiyetinin genişlemesinden kaynaklanan
56

problemleri işlevsel hükümet fikriyle ilişkilendirmeyi başaramamasına bağlanabilir.


Bütün bunlar imparatorluğun ekonomik ve askeri olarak zayıflamasına yol açtı
(Çavdar, 2004: 96–120). Yeni bir birleştirici fikir geliştirilememesi, durumu daha da
kötüleştirdi. Osmanlı İmparatorluğu bir ulus devlet değildi. Çeşitli etnik, dinsel ve
toplumsal grupların bir arada ve karşılıklı denge içinde yaşadığı çok uluslu bir
devletti. Parçalanma korkusundan dolayı milliyetçiliği ve liberalizmi benimseyemedi.
Etnisiteye, sınıf farklılıklarına ve ekonomik dürtülere dayanan bu fikirler Fransız
Devrimi ve dine dayanan bir milliyetçilik benimseyen Ruslar tarafından geliştirilmiş
ve Hıristiyan aydınlar tarafından başarılı bir şekilde ithal edilmişti. Liberal görüşlere
sahip bir bürokrat-aydın grubunu temsil eden Genç Osmanlıların, (1865–1876) siyasal
ve kültürel birliğin temsili kurumlar aracılığıyla ve toplumun kültürel ve sosyal
özelliklerini yansıtan bir Osmanlı-Müslüman milliyetçiliğinin benimsenmesi yoluyla
sağlanmasını savunduğu doğrudur. Bu grup ayrıca görüşlerini yaymak ve halk desteği
sağlamak için gazeteyi ve 1860’tan sonra geliştirilen modern edebiyatı kullanmıştır
(Karatepe, 1993: 16–39). Ne var ki bu zayıf siyasal sosyalizasyon çabaları, bürokrasi
ve aydınlar ile tarım ve ticaretle uğraşan gruplar arasında gitgide açılan yarığı
kapatmaya yetmedi. Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasındaki uçurumun
derinleşmesi, durumu daha da kötüleştirdi. Uzun ömürlü olmayan bir meşrutiyet
deneyiminin sonucunda ortaya çıkan parlamentoda 1876–78 yılları arasında yaşanan
tartışmalar, bürokrasi ile taşra eşrafı ve kasabalardaki mesleki grupların temsilcileri
arasındaki farklılıkları göstermekteydi. İkinci grup örgütlü bir kitle desteğine ve bir
siyasal eylem programına sahip olmamasına karşın yasamanın yürütme üzerindeki
denetimi konusunda ısrar etti. Bu parlamento 1878’de feshedildi. Yapısal değişim bu
sırada daha da hızlandı ve sonunda bizzat aydınları da etkiledi. Sadece tarım ve
ticaretle uğraşan gruplar değil, aydınlar sınıfı da hızla genişledi (Parla, 2005: 7–37).
1869’da Sultan Abdülaziz (1861–1876) döneminde yürürlüğe sokulan Maarif-i
Umumiye Nizamnamesi hem eğitimli grupların saflarını genişletti hem de
profesyonelleşmeyi ön plana çıkartarak bürokrasi ile aydınlar arasında küçük bir
farklılaşma yarattı.

Aşağı yukarı 1885 yılında çeşitli aydın grupları gerek kırsal kesimin kültürel ve
siyasal görüşlerini gerekse bazı kentli grupların isteklerini dillendirmeye başladı.
57

Gerçekte bu, diğer birçok ülkede olduğu gibi, biçimsel anlamda bir dil-edebiyat
hareketi olarak doğan Türk milliyetçiliğinin başlangıcıydı. Bu milliyetçilik hem Batı
ve Hıristiyan karşıtı unsurlara hem de liberal unsurlara sahipti. Türk milliyetçiliğinin
negatif yönlerinin kaynağı; Batılı güçlerin imparatorluğun içişlerine karışması,
Batının baskısı nedeniyle Hıristiyan ticaret çevrelerine tam özel ayrıcalıklar ve
bunların kazandığı üstün konum, son olarak da Osmanlı yönetimi altındaki Hıristiyan
etnik grupların bağımsızlık hareketleridir. Türk milliyetçiliğinin liberal özellikleriyse
aydınların parlamentoyu ve 1876 Anayasası’nı yeniden yürürlüğe koyup bir hürriyet
rejimi kurmak istemelerinden kaynaklanır. Selanik ve Manastır’daki subaylar ve
eşraf tarafından sultana karşı sahneye konan 1908 Jön Türk Devrimi bu yapısal-
ideolojik gelişmelerin sonucuydu. Bu, imparatorluğun yaşadığı modern tipte ilk
devrimdi.

Devrimden sonra Jön Türklerin gizli örgütü İttihat ve Terakki, hükümet


üzerinde denetim sağladı ve 1909’da II. Abdülhamid’i devirerek yerine daha uyumlu
bir sultan getirdi. İttihat ve Terakki 1913’te resmen bir siyasal parti haline geldi ve
karşısına çok sayıda muhalefet partisi çıkmasına karşın, modernist, milliyetçi
aydınların ve imparatorluğun tarımsal kasabalarında yerel parti örgütleri kurarak
kırsal kesime hâkim olan grupların baş temsilcisi olarak kaldı. İmparatorluğun Birinci
Dünya Savaşı’ndaki yenilgisinin ardından parti dağıldı ve yerine Müdafaa-i Hukuk
Cemiyetleri kuruldu. Başlangıçta eşrafın, 1918-1919’da ordunun terhis edilmesinden
sonra da subayların, öğretmenlerin ve mahalli aydınların liderlik ettiği bu cemiyetler,
Mustafa Kemal’in başında bulunduğu Ulusal Kurtuluş Savaşı’na halk desteği
sağlamanın temel aracı haline geldi. Yunan, Fransız ve İngilizlere karşı yürütülen
Ulusal Kurtuluş Savaşı (1919–1922), Osmanlı İmparatorluğu’nun erken dönemlerin-
den beri ilk kez, eşrafı, aydınları, bürokrasinin ve ordunun alt kesimlerini ve halkı bir
araya getirdi. Osmanlı-Türkiye tarihindeki ilk eşitlikçi, katılımcı siyasal hareket
buydu ve Cumhuriyet bu hareketten doğdu. Türk modern ulus devletinin özellikleri
bu travmatik dönüşüm aşamasında şekillendi. Nihayet 1922-23’te Müdafaa-i Hukuk
Cemiyetleri bir siyasal partiye dönüştü. 1945’e kadar Türkiye’yi yöneten Cumhuriyet
Halk Partisi, hâlâ kasaba eşrafı ile kentli bürokrat ve aydınların koalisyonuna
dayanıyordu. Aslında bu, daha sonraki on yıllarda çeşitli gruplara bölünecek olan bir
58

Türk ulusal orta sınıfıydı (Tunçay, 1978: 14–32). 1923’te kurulan Cumhuriyet
yüzlerce yıllık saltanata son verdi ve yeni Türk ulus devletini sağlamlaştırmak için
tasarlanmış görünen bir dizi kültürel reformu yürürlüğe soktu. Coğrafi bölgeler,
merkezi bir ulusal Türk hükümeti tarafından birleştirildi, laik ve ulusal bir siyasal
kimlik ve aidiyet anlayışı diğer bütün bağlılıkların üzerine çıkartıldı.

Ulusal ve uluslararası hedefler yeni ihtiyaçlara göre tanımlandı. 1923–1945


yılları arasında, CHF/CHP’yi kendi örgütsel temelleri olarak kullanan bürokrasi ve
aydınlar, kapsamlı ve yoğun bir siyasal sosyalizasyon kampanyası aracılığıyla
seçkinci güçlerini kullanarak, çeşitli kentli ve kırsal grupları modern ulus devletin
siyasal kültürüne dâhil etti (Heper, 1985: 18–24). Bunun sonucunda siyasal sistem
gerilimlere dayanıklı hale gelip en azından teorik olarak siyaset üstü bir profesyonel
bürokrasi yarattı ve ileri bir kurumsallaşma düzeyine ulaştı (Heper, 1973: 21–25).
Yeni seçkinci dönüşümün aynada ki yansıyan yüzüydü bu bürokratik aydınlar.

1920–1930 döneminde Türkiye’de yaşanan siyasal gelişmeleri izlenimci bir


gözle değerlendiren biri, bunları anıtsal gelişmeler olarak görecektir. Gelişmenin
düzeyi siyasal kurumlardaki değişime göre değerlendirilirse bunlar gerçekten de
anıtsaldır. Ancak yapısal farklılaşma ve sosyal grupların eylemi açısından bir de-
ğerlendirme yapıldığında, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı ve 1908–1930 dönemi,
yeni bir gelişme aşamasından çok III. Selim ve II. Mahmut dönemlerinde başlayan
gelişme sürecinin bir sonucu olarak görünecektir. 1800’den 1945’e kadar yaşanan
bütün sürece damgasını vuran şey, önce bir “modern” bürokrasinin ve aydın sınıfın
doğuşu, sonra seçkinler arasına katılımın, eğitimin ve siyasetin tabanının genişlemesi
sonucunda her ikisinin de bir dönüşüm geçirmesiydi. Kentli grupların, eşrafın ve
yüksek tabakadan köylülerin çocukları, daha önce bahsedildiği gibi, bu dönemde
eğitim aracılığıyla seçkinler arasına katıldı. Dikey hareketliliğin yoğunlaşmasına
karşın, bu durum seçkinlerin kitlelerle ilişkisini değiştirmedi. Daha önce de söz
ettiğimiz gibi, seçkinlerle kitleler arasındaki farklılık daha da keskinleşti ve
aydınların benimsediği değerler, içinden çıktıkları sosyal grup tarafından değil, dâhil
oldukları yönetici seçkinler tarafından belirlendiği için yabancılaşma duygusu arttı.
Aydınların konumu grup ideolojisi açısından değerlendirildiğinde durum çok daha
iyi kavranabilir. Gerçekten de on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından 1940’lara
59

kadar aydınların seçkinler felsefesi, önceleri Hıristiyanlardan, 1923’ten sonra da


esasen Türk-Müslüman gruplardan oluşan orta sınıfların pragmatist, faydacı, yarı
liberal ideolojisiyle rekabet halinde oldu. Siyasal iktidarı, yönetici mevkileri ve kitle
iletişim araçlarını tek başına ellerinde tutan aydınlar kendi görüşlerini yaydılar. Sık
kullandıkları halkçılık fikri demokratik çağrışımlar taşısa da dış düşmana ve nihayet
imparatorluk bürokrasisine karşı halkı seferber etmeyi amaçlıyordu, ekonomik
seçkinlere karşı değil. Halkçılık daha sonra kitle desteğini ve ulusal bütünlüğü
sağlamanın aracı olarak kullanıldı. Bir avuç girişimin dışında siyasal katılım ve sosyal
eşitlik, halkçılığın parçası haline gelemedi. Gerçekleşen bütün bu gelişmeler
Türkiye’deki muazzam siyasal değişimin tam anlamıyla yeni bir gelişme aşamasını
temsil etmediği yönündeki fikrimizi zayıflatmaz. Cumhuriyet döneminde
gerçekleştirilen reformların çoğu daha on dokuzuncu yüzyılın sonunda teklif edilmiş,
1908–1918 döneminde geliştirilmiş ve kısmen uygulamaya konmuştu. Cumhuriyet
dönemindeki hukuk reformlarının bir kısmı, ekonomik grupların 1840’larda
dillendirdikleri taleplere cevap vermekteydi. İsviçre Medeni Kanunu’nun mülkiyet ve
mirasla ilgili hükümleri ve bilhassa daha önceki ticari kanunların izinden giden 1926
tarihli Borçlar Kanunu, ticari işlemlere temel oluşturacak açık ve net bir mevzuat
sağladı ve özel mülkiyetin kazanılması, korunması ve transferi için tek tip ve
öngörülebilir kurallar getirdi. Bu arada söz konusu kanun 1858 tarihli Toprak
Kanunu’nun da yürürlükten kaldırılmış olduğunu özel bir maddeyle ilan etmekteydi
(Selek, 1963: 35). Özel mülkiyete dayanan Avrupai bir sistemin kurulması ve ticari
faaliyetlerin serbest teşebbüs ilkesine göre düzenlenmesi, yüz yılı aşkın zamandır
yürürlükte olan ve ekonomik güce dayanan sosyal tabakalaşma kalıplarını hukuken
tasdik etti ve pekiştirdi. Sonunda bu özel mülkiyet sistemi, Cumhuriyet döneminde
yeni ekonomik faaliyetin, grup çıkarı ve bilincinin ve siyasal eylemin doğuşunu
belirledi. Buna karşın yönetici seçkinler kendi iktidarını ve hayata geçirdiği
reformları, bir sosyal ve ekonomik doktrin temelinde değil, Batının temsil ettiği bir
çağdaş uygarlık modeline göre meşrulaştırıyordu. Üstelik bunların pek azı Batının
gerçekte ne anlama geldiğini biliyordu. Atatürk’ün bir model olarak başvurduğu Batı
ile takipçilerinin Batısı arasında ince bir fark vardır. Atatürk çağdaş uygarlık
seviyesine yükselmekten bahsediyor ve Batıyı çağdaş uygarlığın en gelişmiş örneği
olarak görüyordu. Onun ölümünden sonra ise Batı, şartlar dikkate alınmaksızın taklit
60

edilecek bir model olarak görülmeye başlandı. Cumhuriyet’in hukuk sistemi, yüz elli
yıl önce başlamış olan sosyal farklılaşma ve tabakalaşma sürecine adapte edilmiş bir
normatif düzenleyici mekanizma olarak ortaya çıktı (Selek, 1963: 43–71). Ayrıca bir
yapısal farklılaşmanın önünü açarak kendine has kafa yapılarına sahip yeni grupların
gelişmesini sağlayan faktörlerden biri oldu.

Avukat, yargıç ve memur yetiştirmek için, İstanbul’daki Hukuk Fakültesi


genişletildi ve Ankara’da bir yenisi kuruldu. Eğitimli personel ihtiyacı mevcut
kalifiye işgücünü hızla tükettiği için 1930’dan sonra ticaret ve ziraat okulları gibi
mesleki eğitim kurumlan süratle yayıldı. Yine de bu gelişmeler, öncekilerle karşı-
laştırıldığında ne kadar etkileyici gözükse de, nispeten bir kördüğümle sonuçlandı.
1930’a gelindiğinde, önceki on yılın dinamizm ve yaratıcılığının yerini yöneticilerin
hallerinden memnun rahatlığı ve kayıtsızlığı almıştı. Artık kendilerini sadece yeni
sosyal sistemi koruma ve sağlamlaştırmaya adamaktaydılar. Gelişme sürecinin çev-
rimi doruğuna ulaşmıştı. Toplumu yeni bir dönüşüm aşamasına sokabilecek yeni
yapısal dürtüler ortaya çıkmadığı sürece daha fazla ilerleme beklenemezdi. Bu
yapısal dürtüden bahsetmeden önce 1908–1930 döneminde yaşanan gelişmelerin ve
bunların temelinde yer alan laik felsefenin, taleplerin özelliklerini belirlemede ve
yeni bir gelişme aşamasına geçiş koşullarını hazırlamada temel bir rol oynadığını
kaydetmek gerekir (Findley, 1994: 39–99). Söz konusu talepler maddi refahın artma-
sı ve daha yüksek mesleki performans istekleri biçiminde ortaya çıkıyordu. Öbür
dünyada kazanılacak ödülün peşinde koşmak şeklindeki kadim mistik eğilimin yerini
bu dünyada sağlanacak maddi tatminin daha tercih edilebilir ve mümkün olduğu
inancı almaya başlamış gibiydi.

İktidarın hükümetin elinde yoğunlaşması ve laik-pozitivist felsefe ve eğitim


sistemine hâkim olan ampirik ve laik anlayış nedeniyle- sistemin bütün maddi
talepleri tatmin edebilecek imkân ve kudrete sahip olduğu inancı en yüksek noktaya
ulaşmış görünmekteydi. Ayrıca bana öyle geliyor ki, yerli kültürün içinde bulunan ve
iş yaşamında yeni bir “Protestan ahlak” yaratma potansiyeline sahip olan çok sayıda
unsur, büyük ölçüde laikliğin “kutsallığı bozan” etkisi ve basan odaklı, maddi refahı
hedefleyen çıkar anlayışı sayesinde yüzeye çıkmıştı. Sonuçta, nasıl olursa olsun,
61

herkeste bir gelişme aşamasının sona erip bir diğerinin başlamak üzere olduğu
beklentisi oluşmuştu.

2.8. Ara Dönem Bürokratik Yapısında Seçkinler

18. yüzyıla kadar siyasal düzlemde belirleyici bir güç olan Osmanlı Devleti bu
tarihten itibaren başlayan çözülme dönemi ile beraber bürokraside Batı’yla yepyeni
bir şekilde karşı karşıya gelmiştir. Bu karşı karşıya geliş, geçmiş dönemlerden farklı
olarak, Batı’nın ya da düşmanın üstünlüğü biçiminde gerçekleşiyordu. Avrupa’ya
gönderilen bürokratlar batılı denklerinin karşısında kendilerini geri kalmış olarak
kabul etmiyorlardı. Bürokratik yapı olarak Osmanlı’nın Batı’ya kıyasla müthiş bir
kültürünün olduğunu düşünüyorlardı; ancak Batı’nın üstünlüğüne bakış açısı,
“askeri-teknik” alanda ortaya çıkıyordu. Çünkü Batı’yla temas, fethedilen Batı
toprakları dışında genellikle askeriydi. Böylece Osmanlı’daki ilk yenileşme
hareketleri daha çok askeri alana yönelik oldu (Lewis, 1984: 27–31). Modern bir ordu
donanımı ile başlayan yenileşme hareketleri, Batı’nın diğer kurumlarını da almak
gerektiği düşüncesini zaman içerisinde geçerli kılmıştır. Kaldı ki, yalnız başına
modernleştirilen ordu diğer modern kurumlara da ihtiyaç duyacaktı.

Öncelikle askeri alanda başlayan reform çalışmaları, daha çok Batılı kurumların
alınması biçiminde gerçekleşti. Bu biçimiyle ele alınan modernleşme aslında
“savunmacı modernleşme” sürecinin de başlamasına yol açtı (Parla, 1989: 13).
Osmanlı modernleşmesini, “varlığını ve kaderini öteden beri Avrupa devleti olmaya
bağlayan bir devletin, kendi geleneklerinden kopmadan değişmeye çabalaması” olarak
değerlendirmek mümkündür (Türköne, 1995: 22). İlk askeri reformlarla beraber,
modern bir ordunun modern bir sivil bürokrasi ile desteklenmesi gerçeği ve etkin bir
bürokrasi ihtiyacı Batılı sivil kurumların transfer edilmesiyle, Batılılaşma (aslında
düşmandan geri kalmama da denebilir) sürecini tamamlamak gerektiği düşüncesini
hâkim kılmıştır.

Osmanlı’daki Batılılaşma 19. yüzyıl boyunca esas itibariyle, “patrimonyal bir


siyasal sistemin bürokratik kolunun modernleştirilmesi olarak” ortaya çıkmıştır
(Heper, 1977: 82). Tarihi Bürokratik İmparatorluk geleneğine sahip olan Osmanlı,
62

yönetim sisteminde “devletin ekonomik ve mali alandaki düzenlemeleri toplumdaki


çeşitli grupların istemleri yahut “objektif gereksinmelerinden ziyade siyasal-
bürokratik seçkinlerin tercihlerinden oluşmaktadır” (Heper,1973:32). Özellikle
Tanzimat sonrası dönem içerisinde “hükümet memuru” olmak genelde her Osmanlı
aydının ideali olmuştur. Bunun sebebi Osmanlı toplumunda memurların en faal ve
münevver bir unsur olarak yapı içerisinde önemli bir yere sahip olmalarıdır. Güçlü
bir merkezi örgüte sahip olan Osmanlı Devleti’nde 16. yüzyılın sonuna kadar askerî
bürokrasinin etkin olduğu söylenebilir.

Bu dönemlerde “sivil bürokrasi” ikinci planda olmakla birlikte Padişahlık


kurumu ile arasında patrimonyal bir ilişki mevcuttur (Heper, 1983: 295). Genelde
ise, gelenekçi ve kuralcı bir yönetim sistemine sahip olan Osmanlı Devleti’nde 19.
yüzyıla kadar kişisel olmayan hukuk kuralları gelişmemiş ve idarecinin günlük
faaliyetleri rasyonel hukuk kuralları ile çerçevelenmemiştir (Tutum, 1979: 15).
Geleneksel kurallar, memurları kıyafetine kadar her alanda düzenlemiş olmasına
rağmen onlara hiçbir takdir yetkisi tanımamıştır.

İdarecilerin görevleri resmi belgelerin hazırlanma sürecinde işgal ettikleri yere


göre belirleniyordu ve inisiyatiften yoksundular (Heper, 1977: 61). Vurgulamak
gerekirse, “İmparatorluğun güçlü dönemlerinde, resmi mesleklerde yükselme liyakat
esası içerisinde gerçekleşmiş” ama resmi koruyuculuk “çöküş döneminde önem
kazanmıştır” (Mardin, 1986: 112–113). Görevi, düzeni korumak olan sivil, askeri ve
dinî bürokrasi, patrimonyal özellikler taşımaktadır; Geleneksel otorite, katı merkez-
çevre karşıtlığı ve merkezde liderin (Padişahın) ülkenin maliki olmasıdır (Heper,
1977: 55). 19. yüzyılla birlikte Osmanlı sefirleri, sürgünleri ve öğrencilerinin
ziyaretleri ile gelişen askeri nitelik taşımayan Batı ilişkileri varlığını iyice
hissettirmeye başlamıştır.

Batı ile başlayan bu ‘sivil-kültürel’ etkileşimler, Osmanlının üstünlüğünün


düşünce olarak değişmesine yol açmıştır. Önceleri, pragmatik bir yaklaşımla Batı’yla
ilişki kuran Osmanlı, gelişimini istediği şekilde sürdüremedi (Ortaylı, 1979: 137).
Ödünç alınacak Batı kurumlan ile çözüm arayışına giren Osmanlı yönetiminin,
“kâfirin silahını kullanarak kâfiri yenmekte Şeriata aykırılık yoktur” gerekçesiyle
başlattığı (askerî) reformlar etkin bir bürokrasiye ihtiyaç olduğu gerçeğini ortaya
63

çıkarmış oldu (Heper, 1977: 82; Ramsaur, 1982: 21). Bu dönemde bürokratlar da
reform çabaları içerisinde oldukça önemli bir yere sahiptirler (Weiker, 1973: 101;
Heper, 1977: 65). Bu çabalara rağmen, patrimonyal devlet geleneği varlığını
korumuş ve hatta onyedinci ve onsekizinci yüzyıllara göre çok daha merkeziyetçi bir
yapı oluşturmuştur.

Devlet geleneği, örnek alınan her türlü kurumsal yapının yeni sisteme
aktarılması dönemine olumlu ya da olumsuz etki eder. Osmanlı’nın devlet geleneği
de örnek alınan Batı tarzı bürokratik kurumları kabul ederken sistem olumsuz bazı
sonuçların doğmasına sebep olmuştur. Yeni bürokratik yapının inşası o kadar da
kolay olmayacaktı çünkü dünya belli bazı güçlerin otoritesinde hasta adam olarak
nitelendirdikleri Osmanlı Devletini önce yıkıp, sonra sömürmek istiyordu. Bu
şartlarda Osmanlı devlet adamlarının yenilik hareketlerine her izin verişleri aslında
devletin bekası amacı taşırken çoğu halk katmanları tarafından hainlik olarak
görülebiliyordu. Bu süreç kurtuluş döneminde ve yeni kurulan Türkiye
Cumhuriyetinde seçkin yöneten kadroların iktidarı ellerinde tutmak ve hayalini
kurdukları geleceği kurmak adına dönüştürdükleri moderneşme olgusunun bir
etkenidir. Osmanlı Devleti’nin moderneşme çabaları ile ortaya çıkan yeni kültürel
yapı yöneten ve yönetilen ilişkisinde yapısal değişimlerin ortaya çıkmasına sebep
oldu. Osmanlı Devleti tarafından Avrupa’nın bazı şehirlerine eğitim almaları
amacıyla gönderilen öğrenciler ve yöneticiler, oluşturdukları farklı dünya görüşlerini
ve etkilendikleri Avrupa siyasal kamu yönetim sistemini Osmanlı topraklarına
döndüklerinde bir kurtuluş modeli olarak gördüler ve padişaha rağmen uygulamaya
koydular. İlk bakışta başarılı gibi gözüksede Osmanlı Devletinin dünya savaşını
kaybederek yıkılması açısından düşünüldüğünde başarısız oldular. Bu yıkılışı yeni
bir yapılanma ve yeni bir devletin kuruluşu olarak düşünürsek avrupada eğitim alan
yetişmiş kadroların yeni kurulan ülkenin yönetim sürecini ellerine almaları yeni
ülkenin kaderini net olmasada sınırları bakımından şekillendiriyordu. Osmanlıda
yetişen bu yönetici seçkinlerin, cumhuriyet dönemiyle nasıl seçkinci bir niteliğe
dönüştüklerini üçüncü bölümde analiz etmeye çalışacağız.
64

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

CUMHURİYET DÖNEMİ SEÇKİNCİ YAPILANMA

3.1. Cumhuriyet Dönemi Seçkinlerden Seçkincilere

Sultan III. Selim döneminde başlatılan askeri reformların ardından, Osmanlının


reformcu Sultan’nı II. Mahmud döneminde Osmanlı bürokrasisinin biçimsel yapısı
tamamen değişmiştir: Başbakanlık, Bakanlıklar, memuriyet kademeleri, kıdem
esasları gibi konularda reformlar yapılmış ve bürokrat yetiştirmek amacıyla yeni
okullar açılmıştır (Heper, 1973: 19; Lewis, 1984: 77). 1833’te kurulan Tercüme
Odası’nı II. Mahmud’un ve ondan sonrakilerin “devlet adamı” yetiştirmek için
açtıkları okullar izledi. Bu okulların açılmasındaki en büyük amaç, sivil bürokratik
eğitimi sağlamak ve “dinî olmayan (teknik) kriterlere göre karar verecek” bürokrat
yetiştirmekti. Mekteb-i Maarif-i Adliye (1838), Daarülmaarif (1849), Mekteb-i
Fünun-u Mülkiye (1859) ve Mekteb-i Osmanî (Paris’te) bunlardan bir kısmıdır.
Tabii, Fransız eğitim biçiminin egemen olduğu Galatasaray Lisesi de dönemin önde
gelen okullarındandır (Lewis,1984:122). Bu okulların açılmasından ve eğitime
başlamasından sonra Osmanlı bürokrasisini diğer toplumsal gruplardan ayıran kriter,
eğitim olmaya başlamıştır. Bu değişimde gelişim olarak ifade edilebilir bizim
açımızdan.

Osmanlı hükümetine ve personeline Batı’daki benzerlerinin adlarını ve


görünümlerini vermek suretiyle Osmanlı’da modernliğin yerleşmesi istendi ve bu
amaçla Bakanlık sisteminin temelleri atılarak fonksiyon ayrımına gidilmesi sağlandı.
“Nezaret”ler kurulmasının yanı sıra, II. Mahmud, Meşveret (Danışma) sistemini
geliştirerek çeşitli organlar oluşturdu; Askerlik İşleri Kurulu, Adalet ve Hukuk İşleri
Yüksek Kurulu bunlar arasında sayılabilir (Sencer, 1986: 65–66). Bu dönemde ku-
rulan yeni bakanlıklar ve “şura”lar, “yapısal-işlevsel farklılaşmanın örnekleri olarak
görülebilir (Heper, 1973: 30). Sadrazam ve çalışma arkadaşlarına “nazır” adı verildi.

Ayrıca sınırlı bir kıyafet devrimiyle memurlara; redingotlar, pelerinler,


pantolonlar ve siyah derili potinler giydirildi. Hatta sakallar bile “kırpıldı.” Cübbe ve
sarık yalnız ulemaya müsaade edildi. Bu değişikliğe ilk olarak Sultan örnek oldu ve
65

saraydan paşalara, onlardan da değişik memur tabakalarına yayıldı. Bunlarla beraber


Avrupa toplumsal adetleri de benimsendi. Artık Sultan, yabancı diplomatları
“Avrupa protokolüne” göre kabul ediyor ve Sultan’ın portreleri devlet dairelerinin
duvarlarında yerini alıyordu (Lewis, 1984: 102–103). Bu dönemde bürokrasiyle ilgili
birçok hukukî düzenlemeler de yapıldı. II. Mahmud döneminde, atama ve terfilerde
ayrıcalığı kaldırabilmek ve idarî mevkilere çöreklenmiş kişileri yerlerinden
atabilmek için bir seri yönetmelik çıkarılmış ve böylece yeni görev isimleri, rütbeler
oluşturulmuştur. Bu da kişilere değil dairelere verilmiştir (Heper, 1977: 94). Ayrıca
yazışmalarda, biçime verilen önem işlerin yavaş yürümesine sebep oluyordu. Bunun
üzerine II. Mahmud bir ferman yayınlayarak, “Resmi yazışmaların kafiyeli olarak
bitmesi” gibi konulara son verilmesini ister (Heper, 1977: 62). Bürokrasi bir bütün
olarak düşünüldüğünde, dönemi, hukuki-patrimonyal olarak nitelendirmek yanlış
olmayacaktır (Heper, 1977: 91). Kurulan Dâr-ı Şuray-ı Bab-ı âli (Bakanlıklar
Kurulu) ve Meclis-i Vâlâ Ahkâm-ı Adliye gibi kurullardaki üyeler sivil bürokratlardı
ve hayırlı düzenlemeler (Tanzimat-ı Hayriye) yapmak üzere bulunuyorlardı (Heper,
1974: 59). Bürokraside meydana gelen değişiklikler, Osmanlı bürokrasisinin
“kuvvetli patrimonyal özelliklerine” rağmen yasal-ussal özelliklerinde ilk
kurumlaşma aşamasında olduğunu ortaya koymaktadır.

Tanzimat Fermanı’nda “devlet kurumlarının bozukluğunun” yüz elli yıldır


devam ettiği ve bu durumun giderilmesi için yeni kurallar konması gerektiği üzerinde
ısrarla durulmuştur. Aynı zamanda, “taşrada merkezi otoriteyi artırmak” yeni
düzenlemelerle istenen bir hedefti (Ortaylı, 1979: 267). Ancak bunun gerçekleştiğini
söylemek oldukça güç gözüküyor. Tanzimat’la birlikte başlayan hukuktan
kaynaklanan temellere dayalı bir yönetim biçimi oluşturma çabalan çerçevesinde;
görev yapanlara, memur statüsüne ulaşmak veya bürokratlaşma imkânı doğmuş
bulunmaktadır (Kalaycıoğlu ve Sarıbay, 1986: 13). Tanzimat bürokrasisi, özellikle
üst kademelerde kişisel bir yönetim biçimi benimsemiş ve bu yönetim biçimi
“bürokratik rasyonalite” anlayışı ile çatışmıştır (Heper, 1977: 67).

Yönetimde “hukukiliği” artırmak için kişisellik en alt düzeye indirilmeye


çalışılmıştır. Burada Mardin’in bir tesbitini vermek yerinde olacaktır: “Tanzimat’ın
en genel anlamda Osmanlı idaresine getirdiği yenilik, Weber’in şemasına benzer bir
66

yapıyı yerleştirmek olmuştu” diyerek; “hukukilik vasfına verilen önemi”, “idaredeki


farklılaşma”, “yönetmelik veya ona muadil düzenleyici dökümanlardaki artış” ve
“memuriyetin ‘şahsilik’ unsurunu azaltma çabalarını” bu yapının özellikleri olarak
belirtmektedir (Mardin, 1975: 56). Tanzimatla birlikte başlatılan idarî reformlar,
bürokraside “yasal-ussal” özelliklerin yoğunlaşmasına sebep olmuştur. Bütün bunları
sağlamak amacıyla personel rejiminde bir takım değişikliklere gidilmiştir. Devlet
memurlarının aylıklarının yeterli bir düzeye çıkarılması gerektiği ve böylece “rüşvet”
in engelleneceği ifade edilmiştir. Görevine uygun bir eğitim ve maaş sistemine
kavuşan memurlar, Padişahta toplanan devlet gücünü paylaşmaya başlamıştır (Sencer,
1986: 73–74). Gülhane Hattı Hümayunu’nda yer alan “can, şeref ve mal güvenliği”
garantisi, keyfî cezaların ve müsadere uygulamalarının kaldırılmasını imâ ettiğinden,
memurlar için oldukça önemliydi. Bu durum sivil bürokratların statülerini ve
güvenliklerini geliştirmiş oldu (Findley, 1985: 260). Bu güvenlik, aynı zamanda bü-
rokratik zümrenin “büyük servetleri” için de geçerlilik arz edecekti (Küçükömer,
1969: 62). Reform çabalarını, bürokrasinin “bütünleşmenin başlıca aracısı olma
imkânını kendisine tanıyarak sınıfsal ayrıcalığını gözeten bir reformizm biçimini
benimsemek” olarak değerlendiren görüşler de vardır (Keyder, 1989: 29). Hatta
Ferman’ın hedeflediği “Hukuk Devleti” idealine “yaslanacak olan bürokrasinin “hu-
kuku yaşatarak hükümranlığını sürdüreceğinden” söz eden Türköne, hukuk devleti
idealinin aynı zamanda “bürokrasinin yönetimine bir meşruiyet sağlayacağına” vurgu
yapmaktadır: Nitekim bu dönemde çıkartılan ilk kanunun “memur hukukunu ihtiva
eden ceza kanunnamesi olması, bürokrasinin meşruiyet arayışının bir göstergesi
olarak görülebilir” (Türköne, 1995: 18). Bunların yanı sıra “memuriyetlerin
devamlılığı ve düzenli maaş” verilmesi de “ilke” olarak kabul edilmiş ve
benimsenmiştir. Tanzimat’ın ilanıyla birlikte ortaya çıkan “reformları” başaracak
nitelikte yetişkin kadroların sıkıntısı hemen kendini göstermiştir. Adli, mali ve mülki
ıslahat için yeterli eleman”ın olmayışı (Ortaylı, 1979: 269) reformları başarmak üzere
Eski Osmanlılara devreye sokmuş oldu.

1839 yılından itibaren sivil bürokrasinin ön plana çıkmasıyla birlikte, bu sürece


katkıda bulunacak kadrolara olan ihtiyaç Eski Osmanlıları sahneye çıkarmıştır. Eski
Osmanlıların dönem içerisindeki etkinlikleri şu faktörlere bağlanabilir (Heper, 1974:
67

67–68). Bir kere çoğu Tercüme Odası ve dışarıdaki Osmanlı elçiliklerinde siyasal
eğitimlerini tamamlamışlardı; böyle bir eğitimden geçen Eski Osmanlılar, diplomasi
ve devlet maliyesi sahalarında uzmandılar, ikinci olarak, her önemli Paşanın
İstanbul’daki “büyük devletlerin” elçileri arasında dostları vardı. Üçüncü olarak,
kendilerine sempati besleyen Abdülmecit tahtta bulunmaktaydı. Son olarak da,
eğitim, yargı ve güvenlik işlerinin sivil bürokrasi tarafından üstlenildiğini
görmekteyiz. Mardin’in yaşadıkları dönem içerisinde “orta sınıf olarak nitelendirdiği
Eski Osmanlılar “hâli vakti yerinde” ailelerden gelmekteydiler (Mardin, 1957a: 11;
Heper, 1974: 69). Kendilerini Devletin hizmetlisi şeklinde gören Eski Osmanlılar,
yine kendileri tarafından geliştirilen siyasetin kamu yararına olacağını düşünmüşler
ve bürokratik yönetim geleneğinin devamlılığını sağlamak için, kurumların
yöneticilerden daha önemli olduğu düşüncesini geliştirmeye çalışmışlardır.

Mustafa Reşit Paşa’ya göre, yönetimde “tutarlılık ve seviye”, kurumların


kurulması ve bir yönetim geleneği ile teçhiz edilmesi suretiyle sağlanabilirdi. Reşit
Paşa’nın ileri sürdüğü bu görüş, Sarı Mehmet Paşa’nın görüşlerine tamamen aykırı
idi. On sekizinci yüzyılda Devlet’in nasıl kurtulabileceği yolunda görüşlerini
açıklamış olan Sarı Mehmet Paşa, “yetenekli Padişahlara sahip, olarak Devletin
kurtulacağını” belirtmiştir (Mardin, 1957b: 8). Eski Osmanlılar kanunlaştırma
hareketleriyle, Batıdan aktarılan lâik düşünceleri kurumlaştırmak ve bu kanunların
Şeriat’ın yanında yerlerini almaları için oldukça yoğun çaba sarf etmişlerdir. Eski
Osmanlıların bürokrasinin siyasal bağımsızlığını sağlayabilmek ve kendi programlarını
gerçekleştirebilmek için “otoriter bir devlet sistemi” kurmaya çalıştıklarını söylemek
mümkündür. Söz konusu siyasal bağımsızlığın sağlanabilmesi ölçüsünde, “sivil
bürokrasi siyaset uygulayıcısından çok siyaset yapma özelliği ağır basan bir kurum”
olmuştur (Heper, 1974: 71–74). Otoriter bir devlet idaresi geliştirmeye; çalışan Eski
Osmanlılara tepki gelmekte gecikmemiştir. İlk muhalefet “Genç Osmanlılardan
gelmiştir. İktidardaki Tanzimatçıları tenkit eden yeni grubun “daha hürriyetçi bir
görünüşleri” olduğu söylenebilir (Küçükömer, 1969: 75). Genç Osmanlılar, devlet
otoritesine karşı çıkan ilk entellektüel gruptur. Bunlar daha çok Ali ve Fuat Paşaların
otoriter idarelerine karşı çıkmışlardır (Lewis, 1984: 149–172). Hükümet faaliyetlerinin
açık bir eleştirisini ilk kez 1860’larda Şinasi ve Namık Kemal ile arkadaşlarının
68

çevresinde görmekteyiz. Bir grup oluşturma çabalarıyla birlikte hükümeti


eleştirmeye devam eden Genç Osmanlılar, Sadrazam Ali Paşa tarafından İstanbul
dışındaki (taşrada) memuriyetlere atandılar. Örneğin, Ali Suavi 1867’de
Kastamonu’ya sürgün edilir (Lewis, 1984: 151–52). Daha sonraki tarihlerde Paris’te
bir araya gelen Genç Osmanlılar, burada yayın faaliyetlerine giriştiler. 1870 yılında
İstanbul’a dönen Namık Kemal’in arkasından, (Ali Paşa’nın ölümünden sonra)
diğerleri de yurda geri döndüler. 1876 yılında kısa bir süre tahta çıkan V. Murat,
Genç Osmanlılarca temasa geçmiş ve bunların bir kısmını memuriyete geri almıştır:
Namık Kemal, Padişahın “özel sekreteri” oldu. Genç Osmanlıların en önemli
talepleri, politik katılımın geniş bir şekilde sağlanmasıydı; politik katılımın
sağlanması rolünü de sivil bürokrasinin üstlenmesi gerektiği fikrini savunuyorlardı
(Findley, 1985: 262). 19. yüzyılla birlikte oldukça önemli siyasî ve idarî sorunların
yaşandığı Osmanlı Devleti’nde, ileri sürülen çözümlerin yeterli olmadığını gören bazı
Osmanlı aydınları umutsuzluğa düşmüşlerdir. Tanzimat’la başlayan Osmanlı
Devleti’ndeki modernleşme çabaları daha çok Batı toplumsal ve kültürel modelinin
yansımaları şeklinde kendini göstermiştir. Bu olgunun diğer doğu toplumlarında da
bir tür iktidarsızlaşmaya yol açtığını, kendi tarihlerini ve konumlarını Batı modeline
göre belirlemek zorunda kaldıklarından söz edilebilir (Göle, 1991a: 13).

II. Abdülhamid döneminde memuriyete devam eden Genç Osmanlılardan bir


kısmı fikirlerini terk etti. Hükümetle barışıp sürgünden dönen Ali Suavi’ye
Galatasaray Lisesi’nin müdürlüğü gibi çok önemli bir memuriyet verildi (Lewis,
1984: 173). Sultan Abdülhamid, 1890’da ‘Ne Yapmalı’ diye sorduğunda, kendisine
verilen iki projeden İzzet Beyin İslâm Birliği projesini kabul etmişti (Küçükömer,
1969: 76). Böylece, Tanzimat döneminin Batıcı bürokrat grubu ile Padişah
beraberliği de bozuluyordu. II. Abdülhamid döneminde bürokrasiyle ilgili “hukukî”
düzenlemelerin yapılmasının yanı sıra birçok konuda olduğu gibi, Sultan önemli
bürokratik atamaları kendi elinde tutmuştur. 1876 Anayasası’nın bürokratik örgüt ve
prosedüre ilişkin bir takım düzenlemelere yol açtığına işaret eden Findley, 1877’de
personel sicillerinin tutulması için bir sistem geliştirildiğini belirtmektedir. 1879’da
çıkarılan “Memurin-i Mülkiye Terakki ve Tekaüd Kararnamesi” ile memur
adaylarının seçimi, ataması ve terfii işlemleri de bir düzene kavuşturulmaya
69

çalışılmıştır. Ayrıca memur adaylarında aranacak nitelikler, resmi görevlerde nasıl


davranılacağı, disiplin cezaları ve Tekaüd Sandığı Kurumu gibi konularda
düzenlemeye gidilmiştir. Daha sonra ise, memur atamaları için özel komisyonlar
kurulmuş ve personel işlerine bakan Personel Dairesi (Memurin-i Mülkiye
Komisyonu) oluşturulmuştur (Findley, 1994: 187–245). II. Abdülhamid döneminde
daha liyakatli bürokrasi oluşturma çabaları görülmektedir. 1883’de çıkarılan bir
kanunla memuriyet adaylarında aranacak nitelikler konusunda kesin ölçütler
koyularak işe almanın sınavla yapılacağı ilke olarak benimsenmiştir.

19. yüzyılın başından itibaren bürokrasinin orta ve alt kademelerine çok az


otonomi ve takdir yetkisi tanınmıştır (Heper, 1974: 90–93). Böylece alt ve orta ka-
demeler kontrol altında tutulmaya çalışılmıştır. Ayrıca yetki devrine gidilememesinin
bir diğer sebebi de, “güvensizlikten” kaynaklanmaktadır. Bunu bürokratik kurallara
oldukça önem veren Ali Paşa açıkça ifade etmiştir (Mardin, 1955: 10). II.
Abdülhamid merkeziyetçi bir yönetim anlayışını sürdürmek istediğinden dolayı,
valilere de geniş yetki vermekten yana değildir. Valiler şeklen Dâhiliye Nezaretine
bağlı olmakla beraber tayinleri saray kâtipleriyle Padişah tarafından yapılmaktaydı.
Ancak bu dönemde, memurların atamaları, ilerlemeleri, emeklilik hakkının
tanınması, görevden alınmalarının belirli kurallara bağlanarak bürokraside önemli
hukukî düzenlemeler sağlanmıştır (Çadırcı, 1985: 226). Dönemin sivil bürokrasisi,
“bürokratik yönetim geleneğini devam ettirmenin” yanı sıra “lâik eğitim” sırasında
aldıkları “bürokratik bir kariyer felsefesinin” de savunucusu olmuştur (Heper, 1974:
78–80).

Bu dönemin bir diğer özelliği, “hem Eski Osmanlıların seküler siyasal


davranışlarının, hem de Genç Osmanlıların liberal siyasal özlemlerinin geçerlilik arz
etmemiş aksine reddedilmiş olmasıdır. Özetle bu dönemde, bürokratik yönetim
geleneği devam etmekle beraber, bu yaklaşıma sahip sivil bürokratlar “kr it ik
noktalarda bulundurulmamıştır.” Bu yaklaşımı benimseyen bürokratlar, Abdülhamit
rejiminin kontrolü altında çalışmışlardır. Batılılaşma ve sekülerizasyon çabalan ise
1890’lı yıllarla birlikte “askerî bürokrasi tarafından” yürütülmüştür (Heper, 1985:
251–53). Şunu da belirtelim ki, dönem içerisinde sivil bürokraside önemli bir
büyüme olur. Memur sayısının yüz bini aştığı bilinmektedir (Findley, 1985: 262).
70

II. Abdülhamid’in “ ‘Batıcılığı’ Batı’nın tekniğini, idari sistemini ve bilhassa askerî


teşkilatını ve eğitimini alma şeklinde” anladığından bahseden Mardin, eğitim
aracılığıyla, “Batı’yı, Batı’da geliştirilen müsbet bilimle bir tutan bir kuşağın”
yetiştiğini de vurgular (Mardin, 1991: 17–18). Bu da Abdülhamid’in politikası
gereği, siyasetle ilgilenenleri kontrol altına almak için başvurduğu bir yöntem gibi
görünmektedir. Bürokrasinin büyütülmesi ve güçlendirilmesi biçiminde işleyen bu
süreç bir yerde Devlet içerisindeki Padişahlık kurumunun sonunu da hazırlıyordu. Bu
dönemde Padişahın kendisinin Batı’yı bir bakıma “model” olarak aldığından söz
edilebilir.

Osmanlı’da 1826 yılına kadar Âdem-i Merkeziyet biçiminin varlığını devam


ettirdiği ve bundan sonra çok katı bir merkeziyetçiliğin hâkim olduğu görülmektedir.
Bunun yanı sıra dönem içerisinde, en yüksek yönetim ve hükümet görevlerine,
yetenekli olmaktan çok Sultana bağlı olmakla tanınan kimseler getiriliyordu (Mardin,
1986: 121). Ayrıca Osmanlı Devleti’nde bürokrasi (asker-sivil-dini) önceleri Sadra-
zam’ın iradesini paylaşma mücadelesi verirken, Tazimat’la birlikte ağırlık, Sultan’ın
iradesini paylaşma noktasına varmıştır (Özbudun, 1995: 5). 19. yüzyıl Osmanlı
tarihi, bir anlamda, “reformcu ve muhafazakâr kanatlar arasındaki” mücadelenin yani
Pareto’nun “seçkinler dolaşımı” teorisini andıran “seçkinler-içi bir mücadelenin”
tarihi olarak görülebilir. Cumhuriyet Türkiye’sine devredilen ise bu seçkinler-içi
mücadelenin devamı ile kendisini, Devletin hizmetlisi olarak gören askeri ve sivil
bürokrasinin birlikte meydana getirdiği “Seçkinci bürokratik yönetim geleneği”
olmuştur. Kurma psikolojisinin etkisiyle her şeyin sahibi benim ve en iyi şekilde
korumalıyım diyenbir yönetici kadronun ortaya çıkmaya başlaması milletin
demokratik bir sosyal ve siyasal yaşama geçişini son derece yavaşlatmıştır. 1900 ve
2000’li yıllar dünyada demokrasinin anlaşılması ve hayata entekre edilebilmesi için
nelerin değiştirilmesi gerektiğinin araştırıldığı ve üzerine uzunca araştırmaların
yapıldığı çok zarif bir konudur. Cumhuriyet’i kuran kadrolar ile onu 2000’li yıllara
taşıyan gelenek belli temellerde benzeşirken çok önemli kilit noktalarda siyasal
anlamda ayrışmaktadır. İleriki bölümlerde yukarıda yazılanlar analiz edilmeye
çalışılacaktır.
71

3.2. Cumhuriyet Dönemi Siyasal Gelişmeler ve Modern Bürokrasi

Yeni dönem bürokrasinin gücü iki taraflıdır: Birincisi, “milli kurtuluş


savaşındaki öncülüğü ve daha sonra iktidara el koyması olgusu”; ikincisi ise,
“toplumda yüksek statüye sahip ve modernleştirme etkeni olan lâik, batılı eğitim
görmüş kişilerin başka iş alanı olmaması nedeni ile bürokrat olmaları olgusudur
(Şaylan, 1974: 74–75). Diğer bir deyişle Osmanlı Dönemi toplum yapısından
bürokrasi dışında eğitimli, kurumsal, örgütlü ve varlıklı bir başka güç ortaya
çıkamamıştır.

Cumhuriyet dönemi ile birlikte Türkiye, geldiği yol ayrımında tavrını


koymuştur: Artık, Türkiye tüm kurumları ile toptan Batılılaşacaktır; kamu
bürokrasimizde aynı çizgide değişecektir (Tunaya, 1960: 151–152). Öte yandan
Osmanlı döneminde bürokrasiyle sınırlı yapılan ılımlı ‘devrimler’ halka da yayıla-
caktır. Modernleşmeyi daha çok Batılılaşma anlamında ele alan “Kemalist medeniyet
projesi” ya da “Türk modernleşmesi, farklılaşma ve çoğulculuk üzerinde yükselen
sivil toplumun girişimci ve yaratıcı gücü üzerinde yükselmemiş, asker ve sivil
bürokrasinin gücü üzerinde yükselmiştir (Göle, 1991a: 130). Özbudun bu olguyu
açıklarken, “modernleştirici devlet görevlileri” kavramının işlevsel olabileceğine
vurgu yapmaktadır (Özbudun, 1995: 9). Böyle bir anlam kazanmasıyla da “Kemalist
Devlet, seçkinlerinin değerler sistemi ve merkeziyetçi yapısı itibariyle jakoben diye
nitelendirilebilir” (Kazancıgil, 1986: 184).

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e intikal eden en önemli mirasın, sivil-asker


bürokraside ortaya çıkan ve zamanla kurumlaşan siyasal iktidarı ele geçirme temayülü
ve bundan kaynaklanan “seçkinler politikasının egemenliği” olduğu söylenebilir
Zaten bilim adamlarının birleştiği nokta, “Kemalist devrimi yapan grubun asker ve
sivil bürokrasiden oluştuğudur.”

3.3. Yeni Cumhuriyet Türkiye’sinde Siyasal Seçkinci Yapılanma

Cumhuriyet Türkiyesi veya bir başka ifadeyle Kemalist devlet yapısal olarak
Osmanlı Devleti’nden oldukça farklıdır. Kemalizm’in felsefî kökenleri, Osmanlı-
İslâm geleneklerinden çok, Fransız devrimine ve pozitivizme uzanmaktadır
72

(Kazancıgil, 1986: 171). Bir yazarın deyişiyle, 1923 Ankara’sında, Fransız Devrimi
ruhunun dalgalandığını söylemek mümkündür (Toynbee, 1971: 154). Bunda en
büyük etken kuşkusuz Mustafa Kemal’in oluşturmak istediği toplum modeli ve
Cumhuriyet öncesiyle sonrası arasına çekmek istediği çizgi olmaktadır (Heper, 1986:
228). Atatürk’ün başlattığı, Türklerin kendi kendilerini Batılılaştırmaları, yönündeki
bir stratejiydi. Bu politika bir ölçüde laikleşmesinin gereği olarak savunuluyordu
(Mazrui, 1983: 579). Mustafa Kemal Cumhuriyet ilkelerini benimsemiş yeni bir
devlet yapısı kurarak demokrasinin yerleşebileceğine inanıyordu; ancak bunun için
öncü bir kadroya ihtiyaç olduğunu düşünüyordu. Bu amaçla 9 Eylül 1923 tarihinde
Cumhuriyet Halk Fırkası’nı (CHF) kurdu. (Fırka daha sonra, 1931 yılında
Cumhuriyet Halk Partisi adını alacaktır). CHF çeşitli Müdafa-i Hukuk
Cemiyetleri’nin bir araya getirilmesinden oluşan bir teşekküldür. Daha çok asker ve
sivil bürokratlardan oluşan Fırka (parti), Türk siyasal hayatında oldukça önemli bir
konuma sahip olmuştur (Bilâ, 1979: 71–90; Kili, 1976: 55).

Cumhuriyetin düşünsel temelleri Batılılaşmadan yana Genç Türklerin pozitivist


kanadının ideolojik çizgilerini taşımaktaydı (Kazancıgil, 1986: 183; Mardin, 1975:
61). En önemli ilkeler olarak da Halkçılık, Devletçilik ve Milliyetçilik kendisini
göstermekteydi. Cumhuriyet’in ilk yılları itibariyle “halkçılık” ilkesinin
kavranmasında bazı farklılıklar göze çarpmaktadır: Önceleri “hâkimiyet bilâ kayd-ü
şart milletindir” ve “halkın kendi mukeddaratına bizzat ve bilfiil sahip olması”
şeklinde ifade edilen halkçılık bu çerçevede “doğrudan demokrasi ile temsili
demokrasi kavramlarınca belirlenen bir platformda” yerini almıştır. İkinci aşamada,
yani 1930’larla birlikte “halk için halka rağmen” biçiminde ifade edilen halkçılık
anlayışının egemenliği söz konusudur. Siyasal hayata katılım açısından TBMM’nin
varlığı yeterli görülmemiş; her ne engelse biçimsel olarak varlığı sürdürülen Meclis’te
halkın dilek ve özlemlerinin özgürce yansımasına izin verilmemiştir. Böyle bir
anlayışın egemenliği sonucunda, Terakkiperver ve Serbest Fırka deneyimlerinin
kurulu iktidarı tehdit eder boyutlar kazanması görüldüğünde ise halkın yeni rejimi
benimsemesi için daha bir süre hazırlanması gerektiği düşünülmüştür (Köker, 1990:
73; Mardin, 1986: 130). Zaten CHP’nin halkçılık siyasetlerine, sıradan insanlar da
hiçbir biçimde inanmadılar.
73

Osmanlı döneminde, millet kavramı dinî bir nitelik arz etmektedir. Ancak
Cumhuriyet’le birlikte bu kavram da dinî özelliklerinden arındırılarak, daha çok “dil,
kültür ve ülkü birliği terimleriyle” anlaşılır ve anlatılır olmuştur. Buradaki amaç
“Kemalist ideolojinin milliyetçiliğini, İslâm dininden ayrı bir değerler sistemi olarak
ortaya koymaktır.” Zaten Kemalist ideolojide, devlet ile millet aynı şeydir, özdeştir.
Halkçılık ideolojisinin ortaya koyduğu, toplumsal sınıfların yokluğu düşüncesine
paralel olarak, milliyetçilik ilkesinde siyasal hukuki eşitlik fikri geliştirilmiştir.
Böylece halkın siyasal hayata ve dolayısıyla, yönetime katılması için tüm halkı
bünyesine alan tek bir siyasal örgüt (CHP) yeterli görülmüştür. Aslında bu tek-parti
rejiminin meşrulaştırılma çabasıdır. Kemalist ideoloji, soyut millet kavramının
geliştirilmesi ve soyut varlığın iradesinin, toplumdaki en üstün güç olarak devlette
somutlaşmasını; devletin ise, fiilen Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin de teşkilâtlanmış ol-
masını; Türkiye Büyük Millet Meclisi’n de ki fiili durum ise Meclis’in CHP elinde
olmasını; CHP’nin de fiilen başta M. Kemal Atatürk olmak üzere partinin yönetici
kadrolarının güdümünde olmasını prensip olarak ortaya koymaktadır. Bu durumda, millî
devletin ana özelliği millet-devlet-parti özdeşliğiyle özetlenebilmektedir. Dönem
içerisinde demokratiklikten ziyade önem verilen konu millî birlik ve bütünlüğün,
huzur ve güvenin ve böylece de bağımsızlığın korunmasıdır (Köker, 1990: 79-84).
Bu anlayışın günümüzde de sürdürülüyor olmasının toplumsal bazda oluşturduğu et-
kileri göz önüne alarak şunu söylemek mümkün; paranoyak bir toplum olmadan,
bundan nasıl kurtuluruzun yolları araştırılmalıdır.

Dinî olmayan özelliklerle tanımlanan millet ve milliyetçilik kavramlarıyla, din


ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması gerektiğini vurgulayan laiklik ilkesi arasında
bir paralellik olduğu söylenebilir. Türk toplumunun yüzyıllardır değerler sistemini
oluşturan İslâm dininin “din ve dünya” işlerini birbirinden ayırmaması, laiklik ilkesi
açısından önemli bir handikaptı. Onun içindir ki, Kemalist laiklik ilkesi, din ve
devletin ayrılmasına değil, dinin devlet tarafından denetlenmesine öncelik vermiştir.
Laikliğin eğitim yoluyla millet üzerinde egemen kılınma isteğinin en önemli amacı,
değerler dönüşümünü sağlamak ve Comte’un anlayışı çerçevesinde “pozitif evre”de
bilimi hayata “egemen bir inanç sistemi” olarak yerleştirmektir. Nitekim, “hayatta en
hakiki mürşit ilimdir” şiarı, bu anlayışı özetleyen bir ifade biçimi olmuştur (Köker,
74

1990: 85–89). Döneme damgasını vuran Atatürk’ün de bilim’i bir “uygar din” olarak
gördüğünü, yani “Atatürk’ün dini toplumsal bir olgu saydığını ve bilimi, dinin bu
toplumsal işlevinin yerine koymak istediğini” söyleyebiliriz (Mardin, 1983: 42).
Cumhuriyet dönemine özgü din anlayışında İslam ile toplum arasındaki ilişkiler
bilimin yedeğinde ve Türklük doğrultusunda düzenlenen bir İslamlaşma ile sınırlıdır.

Aynı zamanda modernleşme de Türk devriminin önemli içeriklerinden birisidir.


Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren modernleşmenin daha çok Batılılaşma-
Muasırlaşma-anlamında anlaşıldığını belirtmek gerekir (Sarıbay, 1986: 189). Bu
bağlamda, Kemalizm Halkçılık ilkesi uyarınca Türkiye toplumunu her biri diğerinin
lâzım ve melzumu olan, aralarında çatışma değil dayanışma bulunan meslek
zümrelerinden oluşmuş bir toplum biçiminde kavramaktadır (Köker, 1992: 197). Bu
anlamıyla da “dayanışmacı-korporatist“ bir ideoloji olma özelliği ağır basan
Kemalizm, Türk toplumunda çatışan sınıfların olmadığı tam aksine, “zümre
farklılıkları ve zümreler arasında da toplumu güçlendirici bir dayanışma”nın
varlığına dikkat çeker.

Nitekim Mardin de Halkçılık ilkesinin, kendisini dayanışmacılıkta bir başka


ifadeyle “meslek-i içtimaî” de bulduğundan söz eder (Mardin, 1983: 45).
Dayanışmanın neticesinde çatışan sınıflar da olmadığına göre, “Türkiye’de birden
fazla siyasal partiye de gerek yoktur” gibi anlayışların yerleşmesi; yani kendilerine
hayat-hakkı bulmaları söz konusu olmuştur. Cumhuriyet Türkiye’sinin kurucu
seçkini böyle bir anlayışa sahip ve diğer rakip toplumsal sınıflar güçsüz olunca, doğal
olarak, Cumhuriyet’in ilk dönemindeki Türk modernleşmesinin “yukarıdan aşağı
modernleşme modeli” biçiminde tezahür etmesi kaçınılmaz olmuştur (Göle, 1991b:
17). Ayrıca yine Göle’ye göre, Türk modernleşmecisi toplumu kolaylıkla devletin
iradesiyle özdeşleştirebilmiş ve “demokrasi ilkesinden ödün” vermenin
Cumhuriyet tarihi boyunca sık sık gündeme gelmesine yol açmıştır (Göle, 1986: 9).
Kemalist ideolojiyi demokrasi bağlamında değerlendiren Köker, bu ideolojinin
“öncelik-sonralık” anlayışını göz ardı etmemek gerektiğini vurgular. Kemalist
ideolojide “öncelik sanayileşme ve toplumun kültürünün modernleştirilmesine
verilirken, halkın siyasal katılımı anlamında demokrasi, gerektiğinde ve toplumun
75

hazırlık düzeyine bağlı olarak izin verilebilecek, sınırlı bir hedef olarak
algılanmaktaydı” demektedir (Köker, 1990: 116).

Cumhuriyet Türkiyesi’nde siyasetin alt yapısını Ertuğrul beyden, Osman beye


ordan da Jön Türklerden, Prens Sabahattin’e kadar indirebiliriz. Devlet kültürü çok
yüksek olan Cumhuriyet Türkiye’si, Osmanlı devleti gibi çok önemli bir geçmişe
sahip bir devlet örgütünün mirasçısı olarak onun çöküşü sonucunda yapılanmıştır.
Halkın bir millet olması unsuru Osmanlı’da din ile sağlanırken yeni kurulan devlet
bunu milli birlik ve bütünlük temeline bağlıyordu. Buda kuruluşun ne denli zor ve
sancılı olduğunun yegane göstergesidir. Bir üst kimlik kurma çalışmaları Kemalist
yapıdan liberal yapıya geçişte dahi hala tam anlamı ile kalıbını bulamamıştır. Etnik
farklılıkların çokluğu dış güçlerin içte kargaşa çıkarmak istediklerinde kullandıkları
en kolay bölücü unsur niteliği taşımaktadır.

3.4. Türkiye Cumhuriyeti’nde Siyasal Seçkinlerin Dönüşümü

Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’dan devraldığı bürokratik yönetim geleneğini


özellikle 1923-1950 dönemi boyunca sıkı bir şekilde korumuştur. Mustafa Kemal’in
yeni bir devlet yapısının kurulması aşamasında, Cumhuriyet ilkelerini benimsemiş
öncü bir kadro ihtiyacının farkında olduğundan bahsetmiştik. Yine aynı çerçeveden
hareketle Cumhuriyet Halk Fırkası’nın (daha sonra CHP) kurulduğunu ve bu
Fırka’nın, daha çok asker ve sivil bürokratlardan oluştuğunun altını çizmiştik. Zaten
Mustafa Kemal’in yakın çevresi de genellikle İttihat ve Terakki döneminin sorumlu
mevkilerinde bulunan askerî bürokrasiden gelmektedir. Diğer taraftan İstanbul işgal
edilince kaçıp Ankara’ya gelen dönemin politikacıları ve bürokratları da Cumhuriyet
için önemli bir kaynak oluşturmuştur (Heper, 1974: 96). Ayrıcalıklı mevkilerde yer
alan bürokratlar (Tuncay, 1978: 68–73) siyasal hayattaki egemenliklerini CHP’nin
çoğunlukla orta ve yukarı lider kadrosunu oluşturarak sağlamışlardır. Dolayısıyla
CHP Türk toplumunda “bürokrasinin partisi” olarak nitelenmiştir (Şaylan, 1974: 76).
Diğer yandan, bürokrasi dışında yeni bir grubun ortaya çıkışı ve gelişimi
Cumhuriyet’in ilk yıllarında devlet tarafından desteklenmiştir. Bu girişimci sınıfa
olan ihtiyaçtan kaynaklanmıştır. Böylece, girişimci sınıfın etkinliğinin artışı, çok
76

partili hayata geçişle birlikte görülen bürokrat olmayan siyaset-yapıcılar ile son
dönemlerde ortaya çıkan uzman-profesyoneller gibi olgular, bürokrasinin siyasi
iktidarı tek başına kullanmasını zaman zaman engellemeye başlamıştır (Şaylan,
1974: 86–87). Bürokrasi zaman içerisinde iktidarı, giderek yeni gruplarla paylaşma
eğilimine -zorunlu da olsa- girmiştir. Bilindiği gibi, siyasal parti modern siyasetin -
demokratik olsun olmasın- ayırt edici bir kurumudur. Çünkü katılma genişledikçe bu
katılmayı örgütlendirmek üzere siyasal partiler ortaya çıkar. Böylece siyasal partiler
katılımın genişlemesini de sağlamış olurlar. Oysa modernleşme halindeki birçok
toplumda muhafazakâr, bürokratik hatta reformcu gruplar, siyasal partilere kuşkuyla
bakmakta ve partisiz rejimleri” yeğlemektedirler (Huntington-Dominguez, 1985: 65).
Bu olguyu Türkiye özeline indirgediğimizde, Şaylan’ın yetmişli yıllarda yaptığı araş-
tırmanın aynı görüşler doğrultusunda sonuçlar verdiğini görmekteyiz: Araştırma
neticelerine göre, bürokrasinin yarısına yakın bir kısmı çok partili parlamenter
sisteme karşı çıkmakta; “siyasi partisiz bir düzenin Türkiye için ideal olduğunu”
savunmaktadır (Şaylan, 1974: 177). Hatta bürokrasi, “seçilmiş konseylerden oluşan
yapılan sivil veya askerî olması önemli değildir” partilere alternatif olarak ileri
sürebilmektedir (Huntington-Dominguez, 1985: 66).

Türkiye’de Tek-Parti dönemi boyunca, parlamenter seçkinin seçiminde göz


önüne alınan kriterler olarak; entelektüel statü, resmi mesleksel statü, yöresel olarak
güçlü bir durumda bulunmak gibi unsurlar baskın olmuştur. Ancak iktidarın daha çok
ilk iki unsura önem verdiği de araştırmalar sonucunda ortaya çıkmıştır. Yöresel
bağların güçlü olması ilkesi hep ikincil kalmıştır (Frey, 1965: 54). Bu nedenle CHP
asker ve sivil bürokrat ittifakına dayanan seçkinler örgütü konumunu sürdürmüştür.
1946 yılında kurulan Demokrat Parti öncelikle halktan gelen bir kuvvet yaratarak
hükümeti ve idareyi denetim altına almayı vaat ediyordu. Bürokrasinin önderliğini
yaptığı CHP’ne karşı Demokrat Parti’nin Türk siyasal hayatına getirdiği değişim
sandıktan çıktık zihniyetinin önderliğini yapmak durumunda kalan ve Cumhuriyet
bürokrasinin oluşturduğu yeni toplumsal güçlerin tüccarlar, orta ve büyük ölçekli
tarım işletmeleri sahipleri ve yeni palazlanan orta sınıf-egemenliğidir, denilebilir.
Demokrat Parti’yle birlikte Frey’in ileri sürdüğü yöreselliğin büyük oranda etkili
olduğu gözlemlenmektedir. Çünkü çok-partili dönemle birlikte seçmen desteğine
77

olan ihtiyaç da artmıştır. Hatta 1950–60 arası dönemde, kırsal kesimin siyasal
katılıma olan ilgisinin arttığından da söz edilebilir. Bu dönemin bir diğer özelliği,
siyasal seçkinliğe giden yolun artık partilerden geçmekte olduğu gerçeğidir. Böylece
siyasal sistem gittikçe diğer sistemlerden bağımsızlaşmakta ve siyasal seçkinler de
“profesyonel ve uzman” kimliğini üstlenmektedir (Turhan, 1991: 168–173).

1950’li yıllarla birlikte ve özellikle 1970 ve 1980’li yıllarda, siyasal seçkinin


meslekî dağılımında, bürokratların sayısında düşüşler meydana gelirken; işadamları,
tüccarlar, girişimciler ve serbest meslek sahibi gurubunda önemli artışlar olmuştur.

3.5. Yeni Cumhuriyet Türkiye’sinde Bürokratik Seçkinci Yapılanma

Cumhuriyet dönemiyle ilgili çalışmalarda dikkat edilmesi gereken husus,


Cumhuriyetin devraldığı mirasın göz önüne alınmasıdır. Çünkü daha önce de
belirtildiği gibi, bugünkü Türkiye’de bile geçmiş yüzyılların değerlerinin izleri hâlâ
süregelmektedir (Mardin, 1983: 24). Bu nedenle Cumhuriyet kurulduğunda
kendiliğinden oluşmuş bir bürokrasi aramak yerine, Cumhuriyet’in devraldığı ve
yeniden oluşturmak istediği bir bürokrasi düşüncesi gündeme getirilmelidir. Mustafa
Kemal 20 Eylül 1917’de devrin Harbiye Nazırı Enver Paşa’ya yazdığı özel raporda,
yetkililerin rüşvet aldığından ve her türlü yolsuzlukları yapabilecek durumda
olduklarından söz eder (Heper, 1974: 101). Bürokrasiye büyük önem veren Mustafa
Kemal, küçümsediği Osmanlı bürokrasisinden gelme bir kısım görevlilere karşı
temizlik hareketine girmeyi zorunlu saymıştır. Bu cümleden olmak üzere, Cumhu-
riyet’in ilânından sonra Osmanlı asker-sivil bürokrasisinin Heyet-i Mahsusaları
incelenerek, Türkiye sınırları dışında kalanlar ve Milli Mücadele aleyhinde
çalışanların ayıklanması anlam kazanmaktadır. Diğer taraftan ise “çekirdek kadro”
savaş yıllarında kendileriyle olan bir kısım bürokratların “ayrıcalıklı” mevkilerde yer
almasını sağlamıştır (Tuncay, 1978: 307–330). Heyet-i Mahsusaların incelemesi
sonucunda, geriye kalan ve aralarında “mükemmel idarecilerin” de bulunduğu Os-
manlı memurlar kadrosu, yeni devletin oldukça faydalandığı bir grup olmuştur. Çoğu
orta sınıfın aşağı katlarından gelme devlet memurları ve askerlerden oluşan Mustafa
Kemal ve grubu iktidar mücadelesinde galip gelmiştir (Karpat, 1967: 47–51).
78

Çekirdek kadronun galip gelmesiyle birlikte, Türk toplumu için öngörülen “muasır
medeniyet seviyesine” ulaşmak üzere alınması gereken radikal kararlar daha kolay
alınmış ve uygulanmıştır.

Nitekim 23 Nisan 1920’de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin sosyal


kökenleri açısından incelenmesi göstermiştir ki, l. Meclis’te üyelerin 128’i memur ve
öğretmen, 115’i asker ve 113’ü hukuk kökenlidir (Soysal, 1969: 39). Ayrıca,
Rustovv’un da belirttiği gibi “Harbiye mezunu Osmanlı subaylarının 193’ü ve
Mülkiye mezunu Osmanlı memurlarının 185’i Cumhuriyet döneminde görev
almışlardır.” Bu olgu bürokratik devamlılığı ya da devlet seçkinlerinin devam
edegelen egemenliğinin sürekliliğini ortaya koyması açısından önemlidir
(Kazancıgil, 1986: 182; Özbudun, 1995: 7). Böylece bürokrasinin yeni devletin
merkezinde, yeniden bir bürokratik yapı oluşturduğundan söz edebiliriz (Mardin,
1983: 41). Böyle bir tespit sonrasında, subaylar, memurlar, hukukçular ve
gazetecilerin yeni Türkiye’nin özellikle kuruluş aşamasında oldukça önemli bir rol
oynadıklarını söylemek mümkündür (Lewis, 1984: 455). Cumhuriyet’in daha ilk
yıllarından başlayarak devlet kadrosu, milliyetçi genç memurların yanı sıra, Babıâli
bürokratlarını da barındıran ikili bir karakter taşımıştır. Milliyetçi bürokratlar reform
hareketleri sırasında, genellikle, Babıâli bürokratlarını karşılarında bulmuşlardır. Bu
sebeple başlatılan “temizlik” hareketlerinden sonra Batılılaşma programını
yürütecek yeni bir bürokratik kuşağın yetiştirilmesi kararlaştırılmıştır (Heper, 1974:
104). Bu anlamıyla da yeni devlet, zaten, bürokratik bir devlet olacaktı. Böylece
yeni kuşak bürokratlarını geliştirmek üzere resmi kuruluşlarca yürütülen eğitime
ağırlık verilmiştir. Bu kurumlar vasıtasıyla bir yandan “pozitivist espri” Türk
bürokrasisine sistemli bir şekilde aşılanmak istenmiş (Timur, 1968: 116), diğer
yandan da yüksek eğitim kurumlan, “devrimci ilkeleri somutlaştıracak bir hukuki
çerçevenin geliştirilmesine” yönelmişlerdir (Heper, 1977: 107). Söz konusu okulların
kendilerine biçilen misyonu büyük ölçüde yerine getirdikleri söylenebilir. Mezunları,
Mustafa Kemal ve arkadaşlarının düşüncelerinin yanında yer almışlardır. Genç
bürokratlar dinî değerlerden çok devrimci değerleri benimsemişlerdir (Heper, 1974:
106). Bu değerlerin benimsetilmesinde, dönemin siyasal liderleri de kişisel olarak
aktif bir rol almışlardır. O yıllarda CHP Genel Sekreteri olan Recep Peker, İstanbul
79

Üniversitesi’nde verdiği bir dizi konferansta; inkılâp, hürriyet, sınıf inkılâbının


geçersizliği, siyasal partiler ve çeşitleri gibi konularda düşüncelerini anlatmıştır.

Bürokratik seçkini bu tür ideolojik etkilenmeleri ve dolayısıyla ideolojik bir


siyasal tutum içine girmeleri, İsmet İnönü’nün siyasal hayatta daha etkin hale
gelmesi ile” iyice hızlanmıştır (Heper, 1974: 108). İsmet İnönü kişi olarak her
konuda ağırlığını koyma eğiliminde idi. Önceleri inkılâpçı bir davranış biçimine
sahip olan İnönü zamanla bir “hükümet adamı” olarak belirmiştir (Aydemir, 1984:
21). Kendi damgasını otoriter bir biçimde bürokrasiye de vurmuştur (Karaosmanoğlu,
1984: 166). Belirtmek gerekir ki, aynı zamanda bir bürokrat olan İnönü’nün, Türk
siyasal hayatı içerisinde bütün devlet mekanizmasını da bürokratlaştırdığı
söylenebilir. Bunun yanı sıra İnönü döneminde, işe almada siyasal bağlılık, yeterlik
kriterinden daha fazla ağırlık kazanmıştır. Böylece dönemin bürokratik seçkinini
siyasal seçkinlerden ayırmak gittikçe güçleşmiştir. Hatta Türk siyasal bilimler
terminolojisinde bazen, bürokratik ve siyasal seçkinlere yalnızca “bürokratik
seçkinler” denilmektedir (Heper, 1974: 108–110). Heper, bir başka çalışmasında, bu
dönem bürokratının birincil amacının, “kamu çıkarını kendi bildiği yolda ve
toplumun yararına olacağına inandığı biçimde” tayin ettiğinden bahsetmektedir
(Heper, 1980: 75–76). Böylece bürokrasi Osmanlı döneminde kalma Weberyen
teknik-mekanik model arayışını iyiden iyiye terk edip teknik düzeyde verim konusunu
ikinci plana atarak; duygusal yönelimlerle birer siyasal norm olan milliyetçilik,
halkçılık ve lâiklik ilkelerine fazlaca önem vermiş ve siyaset yapıcı olma özelliğini
pekiştirmiştir. Hatta Ahmad’a göre, Cumhuriyet Türkiye’sinde artık iki kültür vardı:
Zayıf ama etkin bir azınlığın bürokrasiyle birlikte anılan, batılılaşmış, laik kültürü,
diğer yanda geniş halk kitlelerinin İslâm’la birlikte anılan yerli kültürü (Ahmad,
1995: 133). Bürokratların siyasal düzenlemeler ve değişikliklerle ilgili görüşlerini
açıklamaktaki utangaç iştahlarının temellerini buradan aldıklarını Söylemek yanlış
olmayacaktır. Hatta “müdahil” olma isteklerinin kökenleri, Cumhuriyet’in ilk
yıllarından itibaren “müdahil” olmalarından kaynaklanmaktadır. Bürokrasi deyince
“kamu yönetim birimleri” içerisinde yer alan bütün görevlileri kastetmediğimizi, daha
çok, “kamu politikasını tayin eden ve yöneten kısmını” anladığımızı daha önce ifade
etmiştik. Böyle bir ayrıcalığa sahip olan bürokrasiyi kontrol altına almak düşüncesi
80

çok eskilere dayanan bir görüştür. Örneğin, Birinci TBMM’nde “memurların seçimle
gelmeleri ve yine seçmenler tarafından azledilmeleri” düşüncesi savunulmuştur. Bu
düşünce, Timur’a göre, 1921 Anayasası görüşmeleri sırasında ortaya atılan görüşler
ve mesleki temsil fikri, Anadolu eşrafı ve bir kısım liberal aydın tarafından memur
otokrasisine karşı bir silah olarak düşünülmüştür (Timur, 1971: 41–42).

Ancak bu görüşü savunanlar, tavrını Batılılaşmadan yana koymuş sivil-asker


bürokrasisi karşısında başarılı olamamıştır. 2000’li yıllara gelindiğinde bu tavrın
şekli değişmiştir. Bunun temelinde de 1960 darbesinin bir bürokrat seçkin meydana
getirmesidir diyebiliriz.

3.6. Türkiye’de Bürokrasi ve Siyaset Arasındaki İlişkinin Kökeni

Osmanlı'dan Cumhuriyete geçişte, İmparatorluk bürokrasisinin biçimsel yönü


ile birlikte, yönetim gelenekleri ve siyasi kültürü de intikal etmiştir. Son dönem
Osmanlı bürokrasisinin yapı ve işleyişle ilgili unsurları, esas itibariyle 1839 yılında
ilan edilen Gülhane Hattı hümayunu ile birlikte yeniden biçimlenmiştir. II. Mahmut
döneminin son yılları ve Tanzimat dönemi, tüm Osmanlı kurumlarının yeniden
yapılanması çalışmalarıyla geçmiştir. Bugünkü anlamda bakanlıkların kurulmaya
başlanılması, Yeniçerilerin ortadan kaldırılması, rüşvet ve yolsuzluklarla mücadele,
memurlara nakdi olarak maaş bağlanması, şeyhülislamın bakanlar kuruluna katılması
ve dolayısıyla siyasi bir sorumluluk üstlenmesi, vakıfların devletin yakın denetimine
alınması, hep II. Mahmut döneminde gerçekleştirilmiştir.

Eyaletten, Fransız usulü il yönetimine geçiş, belediyelerin, il özel idarelerinin,


Sayıştay ve Danıştay gibi temel kurumların oluşturulması, memurların padişahın
otoritesi karşısında mal, can ve onur bakımından güvence altına alınması gibi
bürokrasinin modernize edilmesi ve güçlendirilmesi çalışmaları, Tanzimat döneminin
ürünüdür. Sivil ve askeri bürokrasiye eleman yetiştiren okulların hemen hemen tümü
Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde açılmıştır. Özellikle II. Abdülhamit döneminin,
eğitimin her düzeyinde önemli gelişmelerin gerçekleştirildiği yıllar olarak
değerlendirilmesi gerekir. 1859 yılında açılan Mekteb-i mülkiye, üst düzey yönetici
ve bürokrat kadrosunun yetiştirilmesine ve dolayısıyla kamu bürokrasisinin
güçlendirilmesine kaynaklık etmiştir. Tanzimat'ta mali ve mülki yönetim alanındaki
81

merkeziyetçilik artmıştır. Tanzimat'ın mimarları, ülkenin kurtuluşunu güçlü ve


merkeziyetçi bir idarede görüyorlardı (Eryılmaz, 2002: 132–135). Tanzimat'la
birlikte bürokratlar ve bürokrat kökenli devlet adamları, siyaset sahnesinde hâkim bir
unsur olarak ortaya çıktılar. Kalemiye'ye mensup, az çok Avrupa'yı görmüş ve kısmen
yabancı dil bilen bürokratlar, devlet yönetiminde ulemanın önüne geçtiler. Çünkü
Tanzimat, kalemiyeye mensup bürokratların eseriydi. Ülkede egemen otorite,
Saray'dan Babıâli’ye intikal etti. Ülkedeki yönetim yetkisi, bir taraftan Sultan'dan bü-
rokratlara aktarılırken, diğer yandan da geleneksel ulemanın rolü ikinci plana itilmek
suretiyle, kalemlerden ya da mekteplerden yetişen yeni bir yönetici kadronun devlet
yönetiminde liderlik konumuna yükseldiğini görmekteyiz. Heper'e göre, Tanzimat
dönemi bürokratları, devlet yönetiminde Hegelci bir rol üstlenmeye çalışmışlardır.
Ancak kendilerine yakıştırmak istedikleri rol, Hegel'in bürokratlarının sahip
olduğundan daha aktif bir roldür. Bu rolü sağlama bağlamak için yasal yönü ağır basan
bir örgütlenmeye gitmek istemişlerdir (Heper, 1983: 296).

Osmanlı devletinin çeşitli etnik ve dini gruplardan oluşan kozmopolit yapısı,


yönetimde âdem-i merkeziyetçiliğe karşı bazı devlet adamlarında hep kuşku ile
bakılması sonucunu doğurmuştur. Dış çevrelerin baskısıyla ortaya çıkan 1861 tarihli
Lübnan Nizamnamesi, 1865 yılında Bosna halkına tanınan statü ve 1867'de Girit'e
verilen özerklik ve buralardaki uygulamalar, Osmanlı Devlet adamlarını hep
endişelendirmiş ve yerel yönetimlere geniş haklar verilmemesi yönünde uyarıcı etki
yapmıştır. Tanzimat reformları çerçevesinde oluşturulmaya çalışılan yerel yönetimler,
Batıda gelişen eşitlikçi ve katılımcı yönetim anlayışını bütünüyle hayata geçirmek
değil, daha çok temsili yönetim görüntüsü altında Osmanlı halklarını devlet
yönetimiyle irtibatlandırmak ve devlet düzenini devam ettirmek esasına göre
biçimlendirilmişlerdir. Avrupa Devletlerinin baskısı altında 1861 yılında Lübnan'a
verilmek zorunda kalınan özerk ve katılımcı statü, bu alanda başka gelişmelerin de
habercisi niteliğindeydi. Bunun, diğer Osmanlı vilayetleri açısından da bir örnek
oluşturabileceği endişesinin etkisini bir ölçüde bertaraf etmek için ortaya konulan
1864 tarihli Vilayet Nizamnamesi, bölünme ve merkezin zayıflatılması kuşkularının
gölgesi altında hazırlanmıştır. Osmanlı taşra yönetiminin tümünü yeniden
düzenlemeyi esas alan bu nizamnamenin hazırlanması sırasında iki farklı görüş ortaya
82

çıkmıştı. Nizamnameyi hazırlayan ekipte yer alan Keçecizade M. Fuat Paşa (1815–
1869), sınırları genişletilmiş vilayet ve livalara idari ve mali yetkiler verilmesini
savunurken, A. Cevdet Paşa (1823–1895) ise, bu adem-i merkeziyetçi yaklaşımı,
Osmanlının çok kozmopolit yapısı nedeniyle sakıncalı görüyordu. Bu nedenle 1864
Vilayet Nizamnamesi, merkeziyetçilikle âdem-i merkeziyetçiliği bir denge içinde-
tutmayı amaçlamıştır. Ancak 1871 tarihli İdare-i Umumiye-i Vilayet Nizamnamesi,
bu yapıyı merkeziyetçilik lehine bozmuştur (Mardin, 1993:365).

Birinci Meşrutiyette II. Abdülhamit'in kişisel özellikleri ve yönetim anlayışı


sebebiyle Saray, büyük ölçüde Babıâli’ye geçen siyasi ve idari otoriteyi tekrar ele
geçirmiştir. Abdülhamit, kendisine bağlı bir sivil bürokrat kadro oluşturmayı
başarmıştır. Gazeteci aydınların II. Abdülhamit'e karşı muhalefetlerinde bu iktidar
kaymasının da önemli etkisi olmuştur.

19. yüzyılın sonunda İttihat ve Terakki ile birlikte ordu, siyaset sahnesine etkili
bir unsur olarak katıldı. 20. yüzyılın başında hâkim otorite, ne Babıâli bürokratlarının
ne de hükümdarındı; siyasi bir cemiyet olan İttihat ve Terakkinin elindeydi. Bürokrasi,
İttihat ve Terakkinin ortaya çıkması ve güçlenmesiyle birlikte siyasallaştığı, teknik-
uzmanlık niteliği yerine, siyasi yakınlık faktörünün öne çıktığı bir görünüm
sergilemiştir. Kurtuluş Savaşının yönetici kadroları, büyük ölçüde İttihat ve Terakki
içinde yetişmiş veya en azından o gelenekten etkilenmiş kişilerdi. İttihat ve Terakkinin
lider kadrosunda, yönetim ve siyaset anlayışı konusunda Tanzimat reformları
esnasında beliren iki farklı çizgi ya da yaklaşım, siyasi nitelik kazanarak daha sonraki
uygulamaları etkilemiş ve günümüze de yansımıştır. İttihat ve Terakkinin liderlerinden
Ahmet Rıza, Osmanlı devletinin sorunlarının ancak güçlü, merkeziyetçi, devletçi ve
otoriter bir yönetim anlayışıyla çözülebileceğini düşünmekteydi. Karşıt grubun
temsilcisi olan Prens Sabahattin (1878–1948) ise, "âdem-i merkeziyetçi" (yerinden
yönetim) ve "teşebbüs-ü şahsi" (özel girişim-liberal) esasına dayalı bir idare
anlayışını savunuyordu. Prens Sabahattin’in hareket noktası, Osmanlı Devletinin bir
"memurlar" devleti olması ve iktisadi gücün devlet tarafından kontrol ediliyor
olmasıydı. Osmanlı toplumunda geçerli olan değer, kollektiflikti. Oysa Batıda hâkim
olan anlayış, kollektiflik değil, ferdiyetçilikti. Prens Sabahattin'e göre, bütüncü,
kamucu, her şeyi devletten bekleyen ve kaderine razı Osmanlı toplumunun
83

gelişebilmesi için ferdiyetçi bir yapıya geçmesi gerekiyordu. Âdem-i merkeziyetçilik


ilkesi de, bu ferdiyetçi yapıya ve uygulamalara geçilirken, devlet yönetiminin yeniden
yapılandırılmasında temel ilke olacaktı. Âdem-i merkeziyetçilik konusunda İngiliz ve
Amerika örneği, uygun bir model olabilirdi (Mardin, 1993: 366).

Prens Sabahattin'in bu âdem-i merkeziyetçi görüşü, devleti bölünmeye


götürecek bir yaklaşım olarak değerlendirilerek Jön Türklerin çoğu tarafından
tepkiyle karşılanmıştır. İttihat ve Terakki içinde Ahmet Rıza'nın anlayışını
benimseyen kadro egemen olduğu için, merkeziyetçi, seçkinci ve otoriter eğilimler,
devletin resmi politikası haline geldi ve kamu bürokrasisi de, bu bakış açısına göre
biçimlendirildi (Eryılmaz, 2002: 136).

Bürokrasinin Tanzimat sonrasındaki işlevini etkileyen önemli faktörlerden


biride, toplum sorunlarının hangi yöntemle çözüleceği sorunu oldu. Bu konuda
egemen görüş ve politika, "toplum sorunları, tepeden, bürokrasi vasıtasıyla yasalarla
çözülür" biçiminde ortaya çıktı. Bu politikanın uygulanması, merkezi bürokrasiyi
modernize ederek ve ona toplum karşısında önemli yetkiler vererek güçlendirmek
suretiyle yürütüldü. Toplum sorunlarının çözümüne ilişkin bu yaklaşım, Cumhuriyet
bürokrasisinin yapı ve işlevlerini etkileyen temel faktörler arasında yer almıştır.
Seçkinci yapılanma ile iş başına gelen bürokratlar ve devletin memurları türk kamu
yönetimini dönüştürerek Türkiye Cumhuriyet’ini Tek Parti yönetimine
taşıyacaklardı. Bu süreçte dönüşen Türk Kamu Yönetiminin niteliğini incelemek
konunun daha iyi anlaşılşmasını sağlayacaktır.

3.7. Cumhuriyet Dönemi Seçkinci Yapılanma İle Dönüşen Türk Kamu


Yönetimi

Türkiye’de Cumhuriyet’e geçiş dönemiyle birlikte seküler dünya görüşünün ön


plana çıktığını söylemek mümkündür. Kuşkusuz bunu sağlamak için lâiklik ve
çağdaşlaşmaya dönük bir kadroya ihtiyaç vardı. Mardin’e göre, Türkiye’nin
kurumlarını oluşturacak ve koruyacak bu kadro, ancak “bürokratik bir orta sınıf
kurarak oluşturulabilirdi. Bu orta sınıf yeni devletin temel felsefesini yaşatacak ve
yayacak bir fonksiyona sahip kılınacaktı (Mardin, 1957a: 11). Yani bir başka
84

ifadeyle, “devrim misyonerliği” yapacaktı. Meclis’teki bürokratların çoğunluğu Tek-


Parti dönemi boyunca da devam etmiş ve bürokrasi siyasette etkin bir rol üstlenmiştir.
Frey’in tespitlerine göre 1923–50 yılları arası TBMM yapısal olarak analiz
edildiğinde, bürokratlar sayısal olarak “seçilmişler” arasında önemli bir orana
sahiptirler. Nitekim bu dönemde bürokratik seçkinle siyasal seçkinin kaynaştığını
görmekteyiz. Burada bürokrasiye bünyesinde geniş ölçüde yer veren ve halkın
gözünde bürokrasi ile özdeşleşen CHP’nin rolü unutulmamalıdır.

Batılılaşma çizgisindeki kesin kararları, tam sekülerleşmeyi benimseyen ve


benimsetmek isteyen yasallaştırma faaliyetleri takip etmiştir. Padişahlık ve halifelik
kurumları kaldırıldıktan sonra, dinî bürokrasi baskı altına alınarak bu bürokrasiye ait
işlevler ve görevlerin bir kısmı diğer kısmı ise halk arasında sivil organizasyonlar
olarak sürdürülmeye çalışılmıştır sivil bürokrasiye aktarılmıştır. Bütün din adamları ve
hukuk görevlileriyle birlikte öğretmenler de devlet memuru haline getirilmişlerdir
(Heper, 1974: 92). Dinin Türk toplumundaki genel etkilerini azaltmak yani dinin
somut izlerini ortadan kaldırmak için bir dizi önlemler alınmıştır. Örneğin, kişileri
“değişiklik” fikrine alıştırmak için Şapka Kanunu çıkartılarak “fes giymek”
yasaklanmıştır (Sencer, 1968: 129–140). Bu örnekten yola çıkarak şunu söylemek
mümkün gözükmektedir: “Kemalist medeniyet projesi” sadece devletin yapısını
değiştirmekle kalmamış, onun yanı sıra insanların yaşam biçimlerine, davranış
biçimlerine, gündelik alışkanlıklarına kadar her alanda müdafii olma ve nüfuz etme
isteğini taşımıştır (Göle, 1991a: 48–77). Yine Göle, bir başka çalışmasında,
Cumhuriyet dönemindeki bir dizi reform çabalarının (özellikle kıyafet reformu gibi)
Türkiye ile Batı arasındaki senkronizasyonu hedeflediğini söylemenin güç
olmayacağını ifade etmektedir (Göle, 1986: 63).

Bu dönem içerisinde, özellikle, belirli kilit noktalardaki bürokratlar kanunların


uygulanmasında yetkili oldukları gibi, kanunların hazırlanmasında da etkili
olmuşlardır. Bu durum, Weber’in çizdiği “yasal-ussal bürokrasi” tipine aykırı
düşmektedir. Ama bürokrasinin kanunların hazırlanması sırasındaki etkinliği veya bir
başka ifadeyle siyasal kararlara etkisi “gelişmekte olan ülkelerde” sıkça görülen ve
belki de kaçınılmaz bir olgudur. Eisenstadt’ın belirttiği gibi, bu bürokrasi tipi açık bir
şekilde siyasetle uğraşır: Böylece parti bürokrasileri ortaya çıkar. Parti bürokrasileri
85

etkin bir kamu hizmetini yerine getirmekten çok, halkı belirlenmiş ve benimsenmiş
siyasal ideolojilere bağlamaya çalışır. Bizde de Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Tek-
Parti döneminde bu görevi CHP üstlenmiştir: Tıpkı Hindistan’daki Kongre Partisi,
Tunus’taki Yeni Düstur Partisi örneklerinde olduğu gibi. Cumhuriyet’in ilk
yıllarındaki bürokrat seçkinleri-siyasal seçkinler özdeşliğinin temellerinin Osmanlı
toplum yapısına kadar uzandığını daha önceki bölümlerde belirtmiştik. Bunun bir
diğer sebebi, yeni kurulan bir devlet ve kendinden önceki toplumsal yapının temel
değerlerini, devleti ebed-müddet kılmakta yetersiz görerek; bunları geçersiz kılmaya
yönelik yeni bir toplumsal yapı kurma isteğidir. Kuşkusuz, yeni bir toplumsal yapı
oluşturulurken Batılılaşma temel hedef alınmıştır. Bu hedefe ulaşmada en önemli
görev, Osmanlı’dan devralınan ama ıslah edilmesinin gerekliliği üzerinde de durulan;
devlet yönetme geleneği olan bürokrasiye düşmektedir. Bu seçkinci yapının altın
yıllarında bürokrasinin egemenliğini göstermesi açısından, dönemin Ankara Valisi
Nevzat Tandoğan’a atfedilen “Memlekete komünizm gerekirse onu da biz getiririz”
sözünü hatırlamak gerekir (Küçükömer, 1969: 91). Dönemin bürokratik seçkin
davranışını ve tutumunu apaçık gösteren ve gücünün boyutu hakkında bilgi veren bu
söz, bürokrasinin siyaset anlayışı konusunda da bünyesinde önemli ipuçları
taşımaktadır.

Aslında, Mardin’in de vurgu yaptığı gibi, Mustafa Kemal’in Cumhuriyet


Türkiye’sine getirdiği yeniliklerin en başında kişisel ilişkiler dünyasının ortadan
kaldırılıp yerine gayr-ı şahsî mekanizmaları yerleştirme özlemi gelir. Ancak, Bütün
yenilikler, eskilere bağlı olduğundan bunun tümüyle gerçekleştiğini söylemek
oldukça güç gözüküyor (Mardin, 1983: 39). Bu seçkinci yapılanmanın Türkiye
tarihine damgasını vuran Tek Parti Döneminin, kişisel ilişkilerden kurtarılmak
istenen yeni devletin, modern bir devlet olarak egemen devlet anlayışını hâkim
kılmasının aksine tam tersi bir yönetim anlayışı ile toplumunu ve bireylerini
yönlendiren ve yakından denetleyen bir egemen ve totaliter bir devlet anlayışını
baskın kılmışlardır.
86

3.8. Tek Parti Yönetimi ve Devletçi Seçkinci Yapılanma

Cumhuriyet yönetimi, Osmanlı devletinden sadece güçlü bürokratik yapı ve


gelenek değil, aynı zamanda bu yapıyı, kendi olanaklarını geliştirmek için çalışan ve
iktidar aracı olarak kullanan memur anlayışını da devralmıştır. Bununla beraber,
Cumhuriyetin kuruluşu, Osmanlı Devletinin yapı ve işlevinden ya da misyonundan
sistematik bir değişimi de ifade eder. Bu değişim, siyasi rejim ve medeniyet
anlayışında kendini gösterir. Tanzimat'ın ilanıyla başlayan batılılaşma programı ve
bunun uygulamaları, Cumhuriyetin lider kadrosu tarafından yetersiz görülmekteydi.
Bu nedenle Cumhuriyetin tercihi, Tanzimat’ın açtığı yoldan daha da ileriye giderek,
radikal bir batılılaşma programını uygulamak olmuştur. Atatürk’ün temel politikası,
toplumu modernleştirmek ve ülkeyi sanayileştirerek kalkındırmaktı.

Bu bakımdan Cumhuriyet dönemi bürokrasisinin iki temel misyonu


bulunmaktaydı. Birincisi, reformları geliştirerek devam ettirmek, yerleştirmek;
ikincisi ise, ekonomik kalkınmada kamu bürokrasisinin öncülüğünü sağlamaktı.
Reformları halka benimsetmekte temel misyon, kamu bürokrasisine verildi. Bu
konuda Cumhuriyet Halk Fırkasından da (CHF) yararlanıldı. CHF, asker-sivil
bürokratların hâkimiyetindeydi. 1935 yılında ‘parti’ adını alan söz konusu fırka,
toplumca “bürokrasinin partisi” olarak da nitelendirildi.

Siyasal, kültürel ve ekonomik programların uygulanması, en azından bu


programları bir ölçüde benimseyen bir bürokratik mekanizmaya ihtiyaç hissettirir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında bu amaçla askeri bürokrasiden yararlanılmıştır. Hatta sivil
bürokrasi, bir süre askeri bürokrasinin otoritesi altına sokulmuştur. Özellikle sınıra
yakın bölgelerdeki tümen ve kolordu komutanları, aynı zamanda valilik görevi
yapmışlardır. Askeri bürokrasi, mülki yönetim görevleri yürütmedikleri durumlarda
bile, hükümet ile sivil bürokrasi arasında bir aracı rolü oynamıştır (Heper, 1974: 101–
102).

Atatürk ve arkadaşları, başlangıçta askeri bürokrasiden destek görmüşler ve bu


bürokrasiden yararlanmışlarsa da, daha sonra askeri bürokrasinin siyasal hayattaki
rolünü azaltmayı tercih etmişlerdir. Askeri bürokrasinin, siyasal hayat üzerindeki rolü
birden değil, kademeli olarak azaltılma yoluna gidilmiş, bu konuda Atatürk'ün kişisel
87

karizmasının önemli rolü olmuştur. 1924 yılında kabul edilen bir kanunla, Genel
Kurmay Başkanı, kabineden ayrılmış, buna karşılık Meclisin askeri bürokrasiyi
doğrudan doğruya denetleyemeyeceği kuralı kabul edilmiştir (Rustow, 1964: 381).
Cumhuriyetin ilk yıllarında bürokrasinin yapısı ve işlevleri, fazla gelişmiş değildi. Henüz
kapsamlı toplumsal ve ekonomik devlet görevleri oluşmadığı için, İçişleri, Dışişleri,
Maliye, Adalet ve Savunma gibi, daha çok klasik devlet hizmetlerini yerine getirmekle
görevli bakanlıklar dikkati çekmekteydi. Bayındırlık, Sağlık, Eğitim, Tarım ve Ticaret
gibi bakanlıkların örgütsel yapısı oldukça küçüktü. Ancak devletin modernleşme ve
ekonomik gelişmeye yönelik politikaları, kamu bürokrasisinin kısa zamanda büyümesini
sağladı.

Tek parti döneminde, planlanan reformların uygulamaya aktarılmasında, büyük


ölçüde İçişleri Bakanlığı bürokrasisinden yararlanılmıştır. İçişleri Bakanlığı, bu
dönemde güçlü bir konuma yükselmiştir. Söz konusu bakanlığın itibar grafiği, Dışişleri,
Maliye ve Milli Savunma Bakanlıklarının üzerindeydi. 1935 yılında toplanan parti
kongresinde, devlet-parti özdeşliği resmen kuruldu. İçişleri Bakanı, Cumhuriyet Halk
Partisinin resmen genel sekreteri ve valiler de partinin il başkanı oldular. Bölge mü-
fettişleri, hem parti, hem de hükümet işlerini denetlemekle görevlendirildiler ve bütün
millet, CHP'nin üyesi sayıldı (Tunaya, 1960: 572). Mülki yöneticiler, idari
görevlerinin yanında siyasi işlerle de uğraşmaya başladılar. Böylece devlet yönetimin-
de “idare” ile “siyaset” iç içe girdi ve bürokrasi ile siyaset kurumu arasında
fonksiyonel bir ayırım yapılmadı. Siyasi makamlara aday olacak olanlar, parti
örgütünün ve yöneticilerinin onayını almak zorunda oldukları için, mülki yöneticiler
parti başkanı olmaları nedeniyle siyaseten güçlü kişiler haline geldiler. 2 Mayıs 1935
tarihinde toplanan CHP IV. Kurultayı’nda alınan kararlar Cumhuriyet tarihi açısından
önemli bir yer işgal eder. Bu tarihte başlatılan ve çok partili hayata geçişe kadar
sürdürülen parti-devlet birleştirilmesi anlamlı bir olgudur. Bu kongrede; “Parti, kendi
bağrından doğan hükümet teşkilatı ile parti teşkilatını, birbirini tamamlayan bir birlik
tanır”. Aynı kongrede bir konuşma yapan Parti Genel Sekreteri Recep Peker’in slogan
iki cümlesi oldukça dikkat çekicidir: “Parti prensipleri devlet varlığının da ana
prensipleridir” ve “Parti varlığı, Devlet varlığı ile beraberdir” (Kili, 1976: 62–64).
Kongrenin kapanış konuşmasını yapan İsmet İnönü ise esas çerçeveyi şu şekilde
88

çiziyordu: “Gerek devrim prensiplerinde, gerek devlet idaresinde bütün ulusu


kucaklayan bir partinin temel programının egemen olması... esas şarttır”. İşte bu
anlayışla çıkarılan 18 Haziran 1936 günlü ve CHP Genel Başkan Vekili İsmet İnönü
imzalı genelgede şu esaslara yer verilmiştir.

“Bundan sonra parti faaliyetleriyle hükümet idaresi arasında daha sıkı bir
yakınlık ve daha amelî bir beraberlik sağlanmasına karar verilmiştir. Bu amaçla; l.
İçişleri Bakanına partinin genel sekreterlik görevi verilmiştir. 2. Bütün illerde, il parti
başkanlığına ilin valisi memur kılınmıştır. 3. Genel müfettişler, ...bütün devlet
işlerinin olduğu gibi, parti faaliyet ve örgütünün de yüksek murakıp ve
müfettişidirler...” (Bilâ, 1979: 116). Böylece politik otorite, devlet ve hükümet
kavramlarında toplanmış oldu. Bir tür “kuvvetler oligarşisi” olarak nitelemek
mümkündür. Aslında bu kararlar, özel bir örnekle Memurlar Kanununa da aykırı idi:
Çünkü memurların politik dernek ve kulüplere girmelerini yasaklayan hüküm vardı.
Bu maddenin değiştirilmesini isteyenlere Atatürk şu karşılığı vermiştir: “Ben bu
maddede değiştirilecek bir şey görmüyorum. Çünkü burada memurların politik
derneklere girmemesindeki amaç, onların benim partimden başka bir partiye
girmemesi demektir” (Goloğlu, 1974: 192).

Böylece parti ile devlet aynı olmaya başlamıştır. Zaten IV. Kurultay Tüzüğünün
3. maddesi de iktidarın tek elde toplanmasını öngörüyordu: “Türk ulusunun yönetim
şekli kuvvet birliği esasına dayanır...” IV. Kurultay’da benimsenmiş olan Tüzüğün
ikinci bölümündeki “CHP’nin Ana Vasıfları”, 18 Şubat 1937 gün ve 3115 sayılı yasa
uyarınca yapılan Anayasa değişikliği ile Anayasa’nın ikinci maddesi olarak kabul
edilmiştir. Bu “ana vasıflar”, CHP’de “altı ok” olarak anlatımını bulan niteliklerdir.
Yasayla yeni bir değişiklik daha yapıldı. “Siyasî müsteşarları, Başvekil, Meclis Azası
arasından seçerek Reisicumhur’un tasdikine arz eder.” Başka bir yasaylada, siyasî
müsteşarlar, vekâletin TBMM’ndeki işlerini vekiller adına izlemek ve
sonuçlandırmak, vekilin bizzat yapacağı işlerde ona yardımcı olmak, yönetimi
kendisine verilen belli vekâlet hizmetleri hakkında kararlar almak gibi görevlere
sahiptirler. Siyasî müsteşarlık, kişiler açısından, siyasî ve idarî anlamda bir “yetişme”
makamı olarak da düşünülmüştür. Fakat “bir tecrübe olarak kurulan bu teşkilat”,
Bayar hükümetinin güvenoyu almasından sonra kanunla kaldırılmıştır. Buraya kadar
89

anlatmaya çalıştığımızı özetleyici bir konuşma İsmet İnönü tarafından 6 Mart 1939
tarihinde İstanbul Üniversitesi’nde öğrencilere yapılmıştır: “Cumhuriyet Halk Partisi,
memleketin bütün menfaatlerini ve bütün evlâtlarını kucaklayan bir siyasî aile haline
gelmiştir”. Ancak 1939 yılındaki CHP V.Kurultayı ile dar bir ölçüde liberalizasyon
başladı. İlk defa Hikmet Bayur tarafından tenkit edilen; İçişleri Bakanlığı ile Parti
sekreterliğinin ve valilik ile parti il başkanlığının aynı şahısta birleşmesine son verildi.
Ayrıca 1939 Kurultayı, “Devlet” ile “Parti”yi birbirinden ayırmaya çalıştı (Karpat,
1967: 335). Bu karar Genel Başkanlık divanınca uygulamaya konulmakla beraber,
valilerle partinin işbirliğinin sona erdiğini söylemek zordur.

Kurultay sonrası, CHP Genel Sekreterliğince gönderilen genelgede; “esasen parti


ve hükümetimin yüksek bir memuru bulunan vali arkadaşlarımın şimdiye kadar olduğu gibi
bundan sonra da teşkilatımıza azami yardım ve himayede bulunmalarını tabii buluyorum.”
deniyordu (Yetkin, 1983: 178). Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi, dönem içerisinde
CHP, hükümetten ve devlet bürokrasisinden bağımsız bir parti olamamıştır (Koçak,
1986: 392). Bir başka ifadeyle, hükümet-devlet ve parti öylesine özdeşleşmiştir ki,
yöneltilen tenkitleri birbirinden ayırmak oldukça güçleşmiştir.

Parti ile bürokrasinin birleşmesi nedeniyle, dönem içerisinde, liyakat


prensibine titizlikle uyulduğu söylenemez. Heper’in de belirttiği gibi, genelde
Cumhuriyet devri, özelde ise Tek-Parti dönemi kamu bürokrasisi “patrimonyal”
özellikleri ağır basan bir bürokrasi niteliğindedir (Heper, 1977: 76). Buna en güzel
örnek de, bayramlarda kullanılan slogandır: “Tek-Parti, Tek Millet, Tek Şef”
(Karpat, 1967: 334). Belki de Monarşiyi aşma düşüncesi ve iradesi henüz
tamamlanmamıştı. Yeni bir düzen kurulmuştu ama bu düzenin temel kaideleri ne
olacaktı. Kurtuluş döçneminde bunun adı, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.”
‘di; ancak Cumhuriyet kurulduktan sonra yepyeni bir dönem başlamış ve sorunlar
değişmişti, çözümlerde farklı olacaktı.

Heper’e göre, kökleri Tanzimat’a kadar uzanan sivil bürokratik yönetim


geleneği, Cumhuriyetin ilanından 1950’e kadar uzanan dönemde altın yıllarına
ulaşmıştır (Heper, 1974: 89). Söz konusu dönemde halk, memurlara, giyinişini, sosyal
değerlerini ve mali olanaklarını dikkate alarak başka dünyalara mensup kişiler
gözüyle, biraz gıpta, biraz da hasetle bakmaktaydı. O dönemde memurluk, toplumsal
90

statüsü en yüksek mesleklerin başında geliyordu. Özel sektör fazla gelişmediği için,
modern eğitim kurumlarında yetişen kişilerin en çok rağbet ettikleri iş, kamu
görevliliği idi. Bürokrasinin yüksek toplumsal statüsü, gelir dağılımında doğal olarak
bürokratların ayrıcalıklı bir kesim olmasını sağladı. Bilindiği gibi İkinci Dünya Savaşı
sürecinde gıda ve diğer temel ihtiyaç maddelerinin dağıtımı ile fiyat politikalarının
uygulanması konusunda, memurlara önemli yetkiler ve ayrıcalıklar tanınmıştı. Halk
günlük hayatında, memurların yönettiği veya denetlediği temel mal ve hizmetlerden
yararlanmak zorundaydı, çünkü yaşamı için onlara bağımlıydı. Memurlara tanınan
yetkiler ve olanaklar, onların toplum üzerindeki otoritesini ve baskısını artırdığı gibi,
toplumun da doğal olarak, memurlar karşısında öteden beri mevcut antipatisinin
büyümesine neden olmuştur.

1930’lu yılların sonlarına doğru, yavaş yavaş özel sektörün gelişmesi ve yeni
meslek gruplarının ortaya çıkması ile birlikte memurların gelir dağılımındaki
paylarında bir azalma süreci başlamıştır. Siyasi iktidarlar, memurların mali kayıplarına
karşı birtakım iyileştirici önlemler alsalar da, bu gerileme sürecini tersine
çeviremediler. Bu gerileme süreci, özel sektörün gelişmesine bağlı olarak sürüp
gitmiş ve kamudan özel sektöre doğru yönetici transferi başlamıştır. Bu ekonomik
gelişim süreci ülkede liberal ticari anlayışın ortaya çıkmasına ve buda siyasal süreçte
etkisini göstererek çok partili hayata doğru geçişin sinyallerini vermektedir.

3.9. Çok Partili Dönem ve Demokrat Parti

1946 yılında Türk siyasal sisteminde önemli bir değişme yaşanmıştır. Siyasal
sistem, kendini halkın katılımına açma kararı vermiş ve Demokrat Partinin kurulması
ile birlikte Türkiye resmen çok partili siyasal hayata geçmiştir. Demokrat Partinin
kurulması, bir bakıma “merkezin, kenarın” siyasete katılmasına izin vermesi demekti.
Politikada çok partili siyasal hayat başlayınca, modernleştirici bürokratik seçkinlerin
eski gücünün azalmaya başlaması kaçınılmazdı.

Demokrat Parti, 1950'deki seçimlerden önce, program çalışmaları esnasında


bürokrasiyi karşısına almamaya özen gösteren bir siyaset izlemiş; seçim ça-
lışmalarında eleştirilerini, bürokrasi yerine CHP üzerinde yoğunlaştırmıştır.
91

Bürokrasiye, geçmişte yaptığı işlerden dolayı soruşturmaya tabi tutulmayacağı


konusunda güvence verilmiştir. DP, bürokrasinin tarafsızlığını sağlamadan seçim
kazanmanın zorluğunu bilmekteydi. Tarihi olarak güçlü bir devlet ve bürokrasi
geleneğine sahip toplumda, resmi makamların etkisi hep büyük olmuştur (Ahmad,
1995: 155).

1950 ve 1960 arası dönemde çağdaş Türk Siyasal sisteminin önemli bir özelliği
ortaya çıkmaya başlamıştır. Osmanlı siyasal sisteminde ve belirli bir ölçüde tek parti
döneminde yöneticiler farklılaşmış değildi. Mesela bürokrasi çok işlevli bir konuma
sahipti. Çok partili döneme geçişle birlikte yöneticilerin farklılaştığını ve
uzmanlaşmaya başladıklarını görmekteyiz. Siyasal seçkinler bu dönemden sonra
artık profesyonelleşmişler ve uzmanlaşmışlerdır. Siyasal seçkinlerin gittikçe güçlenip
bağımsızlaşmasında en önemli rolü, profesyonel politikacıların yetişmesi ve
partilerin ülke çapında yaygın örgütler kurmaları oynamıştır. Ayrıca hukuk, yönetim,
ekonomi ve askeri sistemlerin de gittikçe bağımsızlaşması olayına yine bu
üniversiteler için de söyleyebiliriz. Üniversiteler de gereğinde iktidara karşı
gelebilmekte ve bağımsız bir siyaset izleyebilmektedir. Böylece üniversitelerin de
siyasal sistem içinde önemli bir güç kaynağı olduğunu söyleyebiliriz.

Demokrat Parti kuruluş tarihinden iktidara geçtiği 14 Mayıs 1950 tarihine dek
dört buçuk yıla yakın bir süre muhalefet partisi olarak çalışmıştır. Parti kurulduğu
tarihten hemen hemen altı ay sonra 1946 genel seçimine girmiş ve Tunaya’nın
sözleriyle Meşrutiyet intihaplarını hatırlatan bir hava içinde ve açık oy, gizli ayrım
usulüne uygun olarak yapılan seçim sonunda parti 61 milletvekilliği kazanmıştır. Bu
yıllarda muhalefetin en önemli faaliyetini seçimlerin meşru olmadığı ve
yolsuzlukların yapıldığını iddia etmek olmuştur. Bu nedenle Demokrat Parti 1948 ara
seçimlerine katılmamış ve bu usullerle seçimler yapıldığı süre hiçbir seçime
katılmayacağını açıklamıştır. Bunun üzerine Günaltay hükümeti yeni bir seçim yasası
hazırlamıştır. Böylece, 16 Şubat 1950 tarihli “Milletvekilleri Seçimi Kanunu” ortaya
çıkmış oldu. Bu yasaya dayanılarak yapılan seçimler sonunda 14 Mayıs 1950'de
Demokrat Parti iktidara gelmiştir (Tunaya, 1952: 657).

Türkiye, 1950’den önce devletçi bürokratik seçkinlerin tabaka tarafından


yönetilmiştir. Demokrat Partinin 1950'de iktidara gelmesi, tek parti döneminde ülkeyi
92

yöneten devletçi bürokratik seçkinlerin iktidardan düşmesiyle sonuçlanmış, Heper’in


ifadesiyle, devlet merkezli siyasetin yerini, parti merkezli siyaset almaya başlamıştır
(Heper, 1990: 609). 1950–1960 dönemi, bürokrasi açısından büyük bir gerilemenin,
itibar ve güç kaybının yaşandığı yıllar olmuştur. Bu dönemde siyaset ve siyasetçiler
öne çıkmış; bürokrasi ikinci plana itilmiş ve “kamusal hizmet aracı” olarak görülmeye
başlanmıştır. Toplum, devlet iktidarı karşısında özerk alanlar meydana getirmek için
siyasete ağırlığını koymuştur.

Demokrat Parti, 1950’de TBMM’ye sunduğu programda, devletin ekonomiye


müdahalesini asgari düzeye indirmeyi, kamu sektörünün ekonomideki payının
azaltılmasını, özel sektörün teşvik edilmesini, temel bazı kamu iktisadi teşebbüsleri
hariç diğerlerinin özelleştirilmesini, kısacası' ekonomide liberal bir politika izlemeyi
öngörüyordu. Liberalizasyon, siyasi güvenlik getirdiği gibi, bireye saygı
gösterilmesine, bürokratik baskıya son verilmesine ve özellikle bireylerin devlet
işlerine bizzat katılabilmelerine yol açmıştır (Karpat, 1996: 351). Demokrat Partinin
iktidar yıllarında, özel sektör teşvik edilmiş, hamle yapmış, partinin programı ve
yetkililerin söylemine rağmen devletçi politikalar ölmemiş, aksine geliştirilmiştir. Dev-
let bir taraftan altyapıya yönelik büyük yatırımlara girişirken, diğer taraftan da KİT’ler,
sayısal ve nitelik itibariyle hızlı bir gelişme göstermiştir (Şaylan, 1983: 303). Nitekim
1951–1960 yılları arasında on üç yeni kamu iktisadi teşebbüsü kurulmuş, öncekiler
geliştirilmiştir. Klasik işlevli bürokrasi ile ekonomik işlevli bürokrasi arasında
farklılıklar artmaya başlamıştır. Ekonomik işlevli bürokrasi, bölgesel düzeyde
örgütlenerek klasik bürokrasinin denetim alanı dışında bölge yönetimlerini
oluşturmuş, yetkilerini ve gücünü giderek artırmıştır.

Siyasal sistemde, iktidarın değişmesi ve farklı siyasal-ekonomik programların


uygulamaya konulması, şüphesiz bürokrasiyi de etkiler. Yeni iktidarın yönetici
kadrosu ve programı ile bürokratların değer yargıları, siyaset ve yönetim anlayışları
arasında bir benzerlik yoksa ayrıca siyasi liderler kendi rollerini genişletmek
istiyorlarsa, bürokrasinin gücü kırılmaya çalışılır. Demokrat Parti, bürokrasiyi, önceki
iktidarın bir ortağı olarak gördüğünden onun gücünü kırmak için çalıştı. Liberal
ekonomi politikaları, özel sektörün gelişmesine yönelik olduğu için, bürokrasi, siyasal
iktidarın emrinde, teknik yeteneğini ona sunmakla yükümlü bir hizmet aracı olarak
93

görülmek isteniyordu. Karpat’a göre, asırlardan beri, halktan zihniyet ve adetler


bakımından kopmuş ve 1923’en 1945’e kadar tek parti sistemi tarafından bu eğilimi
daha da güçlenmiş olan bürokrasi, bizatihi bağımsız bir sınıf teşkil ediyor ve kendisini
devletin temsilcisi sayıyordu. Bu tutum ve düşünüş, yavaş yavaş yerini bir devlet
memurunun asıl işlevinin halka günlük ihtiyaç ve işlerinin görülmesinde yardım etmek
olduğu görüşüne terk etti. Memurların görevleri sırasında işledikleri suçlardan dolayı
yargılanmaları kolaylaştırıldı. Resmi bir dairede iyi muamele görmemeleri durumunda
üst makamlara başvurmaları için bizzat hükümet halkı teşvik ediyordu. Okul
kitaplarında bazı değişiklikler yapılarak tek parti yönetimini ve devlet otoritesini öven
bölümler çıkarıldı, fakat devlet başkanını öven bölümler ve sözler Demokratlar
tarafından yeniden kitaplara konuldu (Karpat, 1967: 274–275).

Akademik özgürlüklerin kısıtlanmasına ve istenmeyen bürokratların işten


uzaklaştırılabilmesine olanak sağlayan düzenlemeler yapıldı (Heper, 1974: 135–137).
Ancak bürokrasinin değişen siyaset ve çevre faktörlerine karşı uyumu ve kendini
buna göre değiştirmesi pek kolay olmadı. Çünkü bürokrasinin, siyaset, yönetim ve
dolayısıyla kamu yararı felsefesi ile DP’nin kamu yararı görüşü arasında büyük
farklılık vardı. Önceki konumunu terk etmek istemeyen bürokrasi ile onu kendi siyaset
anlayışına yaklaştırmak isteyen siyasi iktidar arasında bir mücadele yaşandı. DP, yerel
çıkarlara ve taleplere daha duyarlı davranmaya çalıştı; buna karşılık bürokratik
seçkinlerin görüşlerine fazla önem vermedi. Bürokrasi, siyasal iktidarın piyasa
ekonomisine dayalı politikalarına ve Atatürk devrimleri konusundaki esnek tutumuna
karşı tepki gösterdi. DP’nin önceki iktidardan en önemli farkı, yönetim anlayışı ile
ekonomi ve kültür politikaları alanında kendini gösteriyordu. Türkiye, kenarın ya da
kırsal kesimin siyasete katılması ile birlikte bürokratik seçkinlerle siyasal iktidar
arasında çekişme yaşayan ilginç ülkelerden biridir.

CHP’liler, başlangıçta, esas itibariyle devlete metafizik bir nitelik ve dolayısıyla


mutlak bir üstünlük tanıyor, bireylere ise devlete mutlak itaat görevi yüklüyorlardı.
Demokratlar ise devlete, insanlar tarafından birey ve toplum yararı için kurulmuş bir
teşekkül olarak bakıyor, bireyin ihtiyaçları, düşünceleri ve hakları karşısında devletin
yetkilerinin kısılmasından yana bir tutum sergiliyorlardı. Halkçıların, insan haklarının
devletten çıktığını kabul etmelerine karşılık, daha pragmatik olan Demokratlar, doğal
94

haklar teorisini benimsiyorlardı (Karpat, 1967: 328). Her iki partinin bürokrasi, birey
ve toplum konularındaki davranışlarını, büyük ölçüde bu yaklaşımlar belirlemiştir.
Çok partili siyasal hayat, hiyerarşik otoritenin gücünü gevşetti. İktidar partisi
milletvekilleri, yoğun bir seçmen talebi ve yakınmalarıyla karşı karşıya kaldılar;
bunun üzerine bürokrasi ile halk arasındaki ilişkilerde arabulucu rolünü yürüttüler;
bunda bir ölçüde etkili olarak seçkinci bürokratlar üzerinde baskı kurmaya çalıştılar.

1950 genel seçimleri ile birlikte bürokrat kökenli milletvekillerinin oranı düştü;
onun yerine profesyonellerin (avukat, doktor ve mühendis gibi) ve iş adamlarının
oranında artış oldu. CHP, parti olarak bürokratlara dayanırken; DP, profesyonellere,
iş adamlarına, eşraf ve kırsal kesime dayalı bir politika yürüttü. Tek parti döneminde,
bürokratik seçkinler değerli iken, Demokrat Partinin iktidarında, siyasal partiler önem
kazandı ve toplum siyasal partiler vasıtasıyla değişim sürecine ağırlığını koydu; her
alanda hızlı bir değişim süreci yaşandı. DP’nin iktidar döneminde, her ne kadar
bürokratik yönetim geleneği bir değişime uğramış ve zayıflatılmışsa da, 1950’nin
sonunda sivil bürokrasi, yalnızca siyasal kararları uygulayan bir kurum durumuna
indirgenememiştir (Heper, 1974: 140).

Demokrat Parti ve Cumhuriyet Halk Partisinin milletvekillerinin toplumsal


kökenlerine baktığımızda her iki grup arasında önemli farklar olduğunu görüyoruz.
Demokrat Parti’nin milletvekilleri daha genç (D.P. ortalama yaş 48 C.H.P.’de 53)
yasama deneyimine daha az sahip (D.P. de %83 daha önce milletvekilliği
yapmamışken, C.H.P. de bu oran %35), daha çok Ege-Marmara bölgesinde doğmuş
(D.P. de %45, C.H.P.’nde %36), daha yerel (D.P.’de %67, C.H.P. nde %56), daha az
yüksek öğrenim görmüş (D.P. de %69, C.H.P.’nde %74) kişilerden oluşmuştur.
Ayrıca, Demokrat Parti’nin yüksek öğrenim görmüş milletvekillerinin çoğu hukuk
eğitimi yapmış kişilerden oluşurken, Cumhuriyet Halk Partisi’nin milletvekillerinin
çoğu Mülkiye ve Harbiye’de eğitim görmüş kişilerden gelmektedir. Her iki partiyi
mesleksel açıdan incelersek, Demokratların Halkçılara oranla daha çok serbest
meslek ya da girişimcilerden oluştuğunu görmekteyiz. Demokrat Parti grubunun
%33’u avukat iken bu oran Halk Partisi’nde %18’dir. CHP’nde grubunun %13’ü 10
asker ve %15’i sivil bürokrat olmasına karşın bu iki önemli meslek grubundan
D.P.’de hiç yoktur. Demokrat Parti’den milletvekili seçilen dört sivil bürokrat
95

(Ahmet Oğuz, Enis Akaygen, Ahmet Tahtakılıç ve Suphi Batur) ve bir asker (Sadık
Aldoğan) bu partiden ayrılıp Millet Partisi’ne geçmişlerdir (Frey, 1965: 351–352).

C.H.P. 1943 yasama dönemiyle karşılaştırıldığında her açıdan D.P.’yi


andırmasına karşın 1946 yasama döneminde yine de D.P.’den bu derece farklılık
göstermesi ilginçtir. 1946 seçimlerinden sonra Recep Peker hükümetine karşı çoğu
genç milletvekillerinden oluşan otuz beş kişilik bir grubun muhalefetidir. Recep Peker
parti içinde uyandırdığı hoşnutsuzluk ve basının hücumu karşısında istifa etmek
zorunda kalmıştır. Yerine Hasan Saka ve Şemseddin Günaltay kabineleri geçmiş ve bu
kabinelerde otuz beşlerden birçoğu önemli bakanlıklara atanmıştır (Tunaya, 1952:
563–564). Recep Peker’in anti-liberal ve katı siyasetine muhalefet eden bu grubun
Halk Partisi'nin diğer milletvekillerine oranla daha genç olmaları dışında en önemli
niteliklerinin yarısına yakınının eğitimle ilgili mesleklerden geldikleri ve bunun da
%30’unun üniversite öğretim üyesi kişiler olduklarını söyleyebiliriz (Frey, 1965: 355).
Yani, bu dönemde tek parti rejimine muhalefet yalnız serbest meslek ve
girişimcilerden gelmemekte aynı zamanda güçlü entellektüel muhalefetin varlığını da
unutmamak gerekmektedir. Millet Partisi’nin kurulmasıdır siyasal anlamda önemli bir
süreçtir. Demokrat Parti’nin temsil ettiği geniş kütle içinde çeşitli nedenlerle bu
dönemde kopmalar olmuştur. Bu ayrılmalar Millet Partisi’nin doğumuna neden
olmuştur. Demokrat Parti'nin ikinci büyük kongresinden önce Temmuz 1948’de
kurulan Millet Partisi, Demokrat Parti’nin Cumhuriyet Halk Partisi’ne karşı yeter
derecede sert ve şiddetli muhalefet yapmadığını söylemiştir. Bu partiye meclisteki
“Müstakil Demokratlar Grubu” ve Afyonkarahisar’da kurulmuş olan Öz Demokratlar
Partisi katılmıştır. Kurucularının çoğunu milletvekilleri oluşturmuştur. 1946 yasama
döneminde on dokuz milletvekiliyle temsil edilmelerine karşın. 1950’de yalnızca bir
milletvekilliği kazanabilmiştir. Bu partinin gerek C.H.P. gerek DP.’den fazla bir
farklılığı yoktur. Milletvekillerinin toplumsal kökenlerine bakıldığında da C.H.P.’den
çok D.P.’yi andırdığını söyleyebiliriz. 1950–1960 yılları arasındaki on yıllık
dönemde Türkiye Kore Savaşı’na katılmış, NATO’ya girmiş, Ordu dış dünyaya
açılmıştır (Ahmad, 1977: 35-147). Türk subayı zengin Batılı subayların ne denli
saygın ve ekonomik olarak rahat durumda olduğunu görmüş, ister istemez kendi
96

durumuyla döneminde, çoğunluğu asker ve sivil bürokratlardan oluşan aydın


seçkinler, DP’de aradıklarını bulamadıkları için düş kırıklığına uğramıştır.

1950 ve 1954 seçimlerinde özellikle ve 1957’de de kısmen Demokratların


seçimleri kazanamadıkları yerler yalnızca Doğu Anadolu’dadır. Bu nedenle
C.H.P.’nin milletvekilleri daha önceki milletvekillerinden toplumsal nitelikleri
açısından farklılık göstermektedir. Gerçi, 1954 seçimlerinde C.H.P. durumunu biraz
düzeltmiş gibi görünmesine karşın yine de “artık” olma özelliğini korumaktadır.
Onbirinci yasama döneminde ise, yine partinin parlamento grubu azınlıktadır ama
oldukça da durumu düzelmiştir (Frey, 1965: 356).

Tanzimatlan beri iktidar yapısının en etkin parçası olan aydınlar yani asker ve
sivil bürokrasi, 1946'dan sonra hem toplum içindeki gücünü hem de iktidarını, eşraf,
taşra kanat önderleri ve burjuvaziden kurulu bir üçlüye kaptırmışlardır. İktidara gelen
bu toplumsal güçler asker ve sivil bürokratların yüzyıllık uğraşları sonunda çizdiği
“şema”nın oldukça tersine davranmışlardır. Bu nedenle bürokratlar çok geçmeden bu
iktidar değişikliğinden hoşnut olmamışlar ve 27 Mayıs 1960 tepkisi ile de bunu açığa
vurmuşlardır. 27 Mayıs’tan sonra kurulan Meclis özellikle bu seçkinci bürokrat ve
asker seçkin kişilerden seçilmiştir ve bunların hazırladığı Anayasa da doğal olarak
"tepkisel" nitelikte olmuştur.

3.10. Askeri Seçkinci Yapılanmanın Siyasete Müdahalesi

Türkiye Cumhuriyeti on yılda bir karşılaştığı askeri müdahaleleri aşarak, siyasal


kültürünü ekonomideki gelişmelerle sosyal hayata aktarmış, gelişen bir ülke olma
yolunda hızla ilerleme kaydetmiş dünya ülkelerinden biri olma niteliğini kazanmıştır.
Dünya haritasında bulunduğu yerle, jeopolitik anlamda çok önemli bir yere sahip olan
ülkemiz her alanda güçlü olmak durumundadır. Bu alanlardan en önemlilerinden biride
siyasi istikrardır. Asker seçkinlerin, 27 Mayıs ile başlayan siyasete müdahalesi süreci,
ülkede iktidar anlamında bir değişimin olduğunu, bunun da belli başlı alanlarda az ya da
çok dönüşümün ortaya çıkmasına neden olduğunu söyleyebiliriz.

27 Mayıs; Türk siyasal yaşamında ki dönüşümleri yakından izleyen D.A. Rustow,


1955 sonrası gelişmeleri ve ordunun siyasete müdahalesi ile ilgili şunları
97

söylemektedir: “Otuz yılı aşkın bir sivil yönetimden sonra orduyu yeniden siyasete
iten Menderes hükümetinin kendisidir” (Rustow, 1964: 366). Gencay Şaylan,
Demokrat Parti’yi deviren genç subayları darbe yapmaya iten süreci üç ana başlık
altında toplamaktadır (Şaylan, 1978: 404–405).

Bunlardan ilki, Tüm bürokratlar gibi askerlerin de 1950’den sonra grup olarak
karşı karşıya kaldıkları gelir yetersizliği, yani maddi yoksunluk; ikincisi ise, askerlerin
toplumsal statülerini yitirmeleri demek olan azalan toplumsal statü ve sonuncusu ise,
Demokrat Parti iktidarının ordunun otonomisini yok ederek denetim altına almaya
çalışmasıdır.

1960'lara gelinirken Demokrat Parti’nin ekonomi politikası iflas etmiş,


muhalefetin sertleşmesi nedeniyle iktidar sert önlemler almaya ve muhalefeti yok-
etmeye çalışmıştı. Şunu da belirtmekte yarar var ki, 1950–1960 arası dönemde
Türkiye’de ekonomi hızlı bir gelişme göstermiş, bu dönemin gayri safı gelişme hızı
%6.7, net gelişme hızı ise%3.9 olmuştur (Gürkan, 1979: 142). Endüstrileşmenin en
önemli göstergelerinden olan şehirleşme 1950'de % 18.5 iken bu oran 1960’da
%25.2’ye varmıştır (Keleş, 1972: 44). Bu büyük ekonomik patlama, devleti de
etkilemiş ve devlet büyük alt yapı yatırımlarına kalkışmıştır. Karayolları ve barajların
yapımlarında çok önemli gelişmeler gerçekleşmiştir. Bununla beraber, Şaylan’ın
belirttiği gibi (Şaylan, 1978: 401) bu kapitalist gelişme 19’uncu yüzyılda Avrupa’da
ortaya çıkan gelişmeden büyük farklılıklar göstermektedir. Temel farklılık Avrupa
gelişmesini bağımsız olarak gerçekleştirmesine karşın, Türk ekonomisi Batının
gelişmiş kapitalist ekonomileriyle sıkı bir bütünleşme içinde bulunmasıdır. Bunun
sonucu ise, tarım ve ticaret kesimleri önemli ölçüde gelişmiş; fakat ağır sanayi bu
denli gelişememiştir.

İzlenen enflasyonist siyasetten zarar gören kentli sabit gelirli kesimler, asker ve
sivil bürokratlar gittikçe çoğalan bir oranda D.P.’ye karşı tepki göstermeye
başlamıştır. Menderes’in siyasetinden sürekli olarak hoşnut olan tek grup, toprak
sahipleri olmuştur. Demokrat Parti’nin bu gruba karşı siyaseti hiç değişmemiş ve
kırsal kesimin oylan seçimlerdeki başarısının nedeni olmuştur, iş adamları 1950’lerin
ortasına dek Menderes’in siyasetini onaylamışlar fakat Menderes laissez-faire
siyasetini yeniden ele alıp ekonomiyi istikrara kavuşturmak için denetlemeye
98

başlamıştır (Ahmad, 1977: 98). 1950–1960 arası dönemin en önemli sonuçlarından biri
de, kırsal kesimin siyasal katılımının sağlanması olmuştur. Az gelişmiş ülkelerde
siyasal katılmanın genişlemesi çoğunlukla siyasal seçkinlerinin tek amacı değildir.
Siyasal katılma bu tür toplumlarda ya başka amaçları gerçekleştirmek için
başvurulan bir yol olmakta, ya da islenilen amaçların başarılması sonucunda ortaya
çıkmaktadır. Siyasal seçkinler, siyasal katılmayı ya iktidarlarını daha da
sağlamlaştırmak için ya da diğer hedefleri, örneğin ulusal bağımsızlığı veya sosyo-
ekonomik eşitliği, gerçekleştirmek için genişletirler. Nasıl ki, normal olarak
iktidardaki siyasal seçkinlerler iktidarlarını koruyabilmek için, siyasal katılmayı
sınırlarlarsa ya da yeni sınıfları ve grupları kendi yararlarına mobilize ederlerse, aynı
biçimde muhalefetteki siyasal seçkinlerde siyasal katılmanın genişlemesini ve yeni
katılma biçimlerinin oluşması için çalışırlar. Bazen muhalefetteki siyasal seçkinler
iktidara gelmeden yeni seçmenleri kendi yanlarına çekerler ve bu mobilizasyon
sonunda iktidara gelirler. Bu tek parti rejimlerinden çok partiye geçişte çoğunlukla
çok rizikolu bir yoldur. Çünkü yerleşik seçkine bu yolla doğrudan doğruya meydan
okunmaktadır. Yerleşik seçkinler bu durumda muhalefeti bastırabilir. Yeni seçmenler
oluşturabilmenin daha başarılı yolu iktidara, kabul edilmiş seçmenlerin desteğiyle
gelip iktidar mekanizmasını ele geçirdikten sonra yeni sınıfları ve grupları mobilize
edip, siyasal katılmanın alanını genişletmektir. Menderes iktidara C.H.P.’ne var
olan kentli muhalefetin desteğinin sonucunda gelmiş, bundan sonra ise tarım sektörü
lehine bir siyaset izleyerek köylüleri siyasete mobilize etmiş ve böylece her üç
seçimi de büyük bir rahatlıkla kazanabilmiştir (Turhan, 1991: 185–187). Önemli
olan Türkiye'de ilk kez olarak siyasal katılmanın genişlemiş olmasıdır.

Ulman ve Tachau’nun (1965: 161–163) belirttiği gibi 27 Mayıs 1960 darbesinin


önemini ne Türkiye’ye getirdiği hukuki standartlarıyla ne de ortaya koyduğu
ilkelerine bakarak anlayabiliriz. 27 Mayıs 1960 darbesinin gerçek önemi çağdaş Türk
politikasının toplumsal ve ekonomik temelinde aranmalıdır. Tükiye’deki çağdaş
politikanın temeli ise Tanzimat’a dek gider. Tanzimat’tan beri iktidarın önemli bir
parçası olan askeri ve sivil bürokrasi, 1946’dan sonra çok partili dönemde iktidarını
eşraftan ve yeni burjuvaziden kurulu bir “ittifak”a kaptırdı. İktidarın yeni sahipleri ise,
aydın dediğimiz bürokratik çevrelerin özlemlerinin tersine toplumu yönetmeye
99

kalktılar. Ve bürokrasi iktidarı kapmışının sonuçlarından hoşnut olmadığını 27 Mayıs


tepkisiyle ortaya koydu. 27 Mayıs’ın hemen ardından ortaya konan görüşler
incelendiğinde devletin yönetiminin tümüyle bürokratik kadrolara geri verme eğilimi
açıkça görülür. Bu nedenle, bu darbenin yeni yeni ortaya çıkan sosyo-ekonomik
grupları önlemeye çalıştığını söyleyebiliriz. Daha açık bir dille ifade etmek gerekirse,
Tanzimat’tan beri topluma öncülük etmeye çalışan bürokratik kadro, İkinci Dünya
Savaşı'ndan sonra yeni burjuvazinin önderliğinde ağırlığını ortaya koyan derebeylik
kalınt ılarının ve eşrafın iktidarına sınır koymak istemiştir (Soysal, 1969: 289).
Türkiye’de orduyla ilgili yapılabilecek ilk gözlem subayların ekonomik ve toplumsal
bakımdan sivil idareyle birlikte 1950’den sonra izlenen ekonomik politikalardan
olumsuz bir biçimde etkilenmiştir. Bu yıllarda bir kişinin subay olabilmesi için
normal lise eğitiminden sonra üç yıllık Harp Okulu’nu bitirmesi gerektiğinden bu
grubun entellektüel seçkinlere de benzer yanları vardır. Subaylarda Atatürk’e karşı
saygının önemli bir yer tuttuğunu gözden uzak tutmamak gerekir. Atatürk’ün subaylar
üzerindeki etkisinin çok yoğun olması Mustafa Kemal’in ilk başarılarını askeri alanda
kazanması nedenine bağlanabilir. Atatürk’ün yakın arkadaşı İsmet İnönü de bir
askerdi. Demokrat Parti ise muhalefetin lideri olan İsmet İnönü’ye karşı düşmanca
hareket ediyordu. Gerçekle ise, Menderes rejimi subaylarca, askerlere yer vermediği
için ordu tarafından şüpheyle izleniyordu. 27 Mayıs 1960 Darbesi’ni gerçekleştiren
Milli Birlik Komitesi 38 kişiden oluşmaktaydı. Bu 38 kişinin 5’i general
rütbesindeydi. 5 Generalin 2’si Orgeneral, 2’si Tümgeneral ve l’i Tuğgeneral idi.
Ayrıca 10 Albay, 6 Yarbay, II Binbaşı ve 6 Yüzbaşı vardı. Milli Bir lik Komitesi’nin
en yaşlı kişisi 65 yaşında Cemal Gürsel ve en genci ise 27 yaşında Muzaffer Özdağ
idi. Bu grubun yaş ortalaması 41’dir. 6 Yarbayın 5’i kurmaydır. 11 binbaşının 7’si
kurmay. 2’si Harp Akademisi öğrencisidir. 6 yüzbaşının ise l’i kurmay ve 2’si de Harp
Akademisi öğrencisiydi. Ayrıca M.B. K.’sinin 38 üyesinin yalnızca %l’i İstanbul,
Ankara ve İzmir gibi büyük kentlerde doğmuştur. Milli Birlik Komitesi üyesi 38
kişinin biri dışında hepsi 18 ile 22 yaşları arasında Harp Okulunu bitirmiştir. Yirmi
dokuz subaydan 22’si çeşitli nedenlere yurt dışına çıktığını söylemiş yalnızca 7
subay yurt dışına çıkmadığını belirtmiştir. Komite üyelerinden en az beş kişinin
Kore Savaşı’na katıldığını biliyoruz. Ayrıca 20’si yabancı dil bildiğini de söylemiştir
(Weiker, 1963: 118).
100

Subaylar ele alındığında toplumsal kökenlerinin siyasal görüşlerini doğrudan


etkileyeceği söylenemezse de, özellikle doğu toplumları açısından toplumsal kökenin
subayın siyasal düşüncesinin oluşumunda önemli bir rolü olduğunu söyleyebiliriz. Bu
nedenle bizce, ordu açısından da toplumsal köken araştırmaları önemlidir. 1920–1957
yılları arasında örnek olarak alınan 32 asker kökenli milletvekillerinin babalarının
meslekleri incelendiğinde. Tek parti döneminde milletvekilliği yapmış 32 asker kökenli
milletvekilinin babalarının mesleklerinin yüzdelerinin dağılımı şöyle: %47 subay,
%28 ticaret ve tarım, %13 sivil idare, %3 hukukçu, %3’din adamı ve %6 diğer
meslekler (Frey, 1965: 141). Ordunun ilk devşirdiği kişiler subay çocukları
olmaktadır. İkinci önemli devşirme grubu ise sivil idaredir. Sivil idareden de
çoğunlukla ufak memurların çocukları subay olmayı yeğlemektedir. Üçüncü büyük
grup ise, ticaret ve tarımla uğraşanların çocuklarıdır. Bu grupta da taşradaki tüccar ve
az topraklı kişilerin çocukları bu mesleği seçmektedir. Gerek M.B.K. gerek tek parti
dönemi asker kökenli milletvekilleri incelendiğinde serbest meslek sahibi kişilerin
çocuklarının askerlik mesleğine karşı bir istek göstermediğini görüyoruz.

1971 Muhtırası; Milli Birlik dönemi herkesin kabul edeceği gibi, olağanüstü
bir durumdur. 27 Mayıs 1960’dan 25 Ekim 196l’e dek ülkemiz Milli Birlik
Komitesi’nce yönetilmiştir. Bu komite 27 Mayıs 1960'dan 6 Ocak 1961’de Kurucu
Meclis açılıncaya dek yasama ve hükümeti denetleme yetkilerini tek başına
kullanmıştır. Kurucu Meclis’ten sonra ise bu meclisin bir organı durumuna gelmiş;
fakat hükümeti denetleme yetkisini elinde tutmuştur. Milli Birlik Komitesi’nin amacı
demokratik rejime geçmekti. Fakat ne kendisi, ne kuruluşu ve ne de işleyişi
bakımından demokratik idi. Kurucu Meclis’in hazırladığı Anayasa 9 Temmuz
1961’deki halk oylaması ile kabul olunmuştur ve böylece de 15 Eylül 1961’de yeni
parlamento seçimi yapılmış ve Milli Birlik yönetimi sona ermiştir. 12 Mart 1971
olayına dek 1961 Anayasası bir iki değişiklik dışında büyük bir değişiklik olmadan
uygulandı. 12 Mart 1971’den sonra ise 1961 Anayasası büyük değişikliklere uğradı. 12
Mart 1971’de Genel Kurmay Başkanı ve Kuvvet Kumandanları Milli Güvenlik Kurulu
üyeliği sıfatlarını da belirterek Cumhurbaşkanı, Cumhuriyet Senatosu ve Millet
Meclisi Başkanlarına ortak imzalı bir “muhtıra” verdiler. “Muhtıra” metni özet olarak
şöyleydi: Parlamento ve hükümet süregelen tutum ve icraatı nedeniyle yurdumuzu
101

anarşi, kardeş kavgası, toplumsal ve ekonomik huzursuzluk içine sokmuştur. Türkiye


Cumhuriyeti'nin geleceği ağır bir tehlike içindedir. Türk Silahlı Kuvvetleri bu durumda
partiler üstü bir anlayışla çalışacak ve Anayasanın öngördüğü reformları
gerçekleştirebilecek güçlü bir hükümeti demokratik kurallar içinde gerekli
görmektedir. Bu konu hızla gerçekleştirilmezse, Türk Silahlı Kuvvetleri Türkiye
Cumhuriyeti'ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek yönetimi üzerine
alacaktır. 27 Mayıs 1960 darbesini izleyen dönem Türkiye'de burjuvazinin geliştiği
bir dönemdir. Bu dönemde endüstrinin gelişme hızı %9 dur. Burjuvazi geliştikçe bu
sınıfın kendi içindeki iç çelişkileri de çoğaldı. Bu çelişkilerden en önemlisi ufak
sermaye ile tekelci sermaye arasındaki çelişkidir. Bu yıllarda Ticaret Odaları Birliği
ufak sermayeyi temsil ediyordu. Ve küçük sermaye İstanbul’daki tekelci sermaye ile
yarışma içinde idi. Örneğin, 1960’larda tekelci sermaye esas olarak iç tüketim malları
ürettiğinden ücret artışlarından yakınmıyordu. Buna karşın, özellikle tekstil üreten ve
ihracata dönük sermaye ile küçük sermaye ücret artışları istememekteydi. Burjuvazi
içindeki bu bölünme, bu grubun en önemli temsilcisi olan Adalet Partisi içinde de
görünmeye başladı. Adalet Partisi, Demokrat Parti’nin aksine, tekelci sermaye ile
işbirliği yapmayı daha uygun buldu. Türkiye’deki yönetici sınıflar içindeki bu tür bir
hizipleşme 12 Mart Muhtırası’nın en önemli nedenlerinden biridir. Bu nedenle Feroz
Ahmad’in belirttiği gibi (1977: 299) 12 Mart’tan sonra kurulan partiler üstü
hükümetlerden Nihat Erim’in hükümet programı iş çevrelerinden yalnızca tekelci
sermayeyi yani büyük müteşebbisleri ve endüstricileri memnun etti. Bu nedenle
Türkiye Odalar Birliği Başkanı Raif Önger bu programı özel sektörün varlığına bir
tehlike olarak niteledi. Böylece iş çevrelerinin büyük bir bölümünün tekelci
sermayeden çekindiğini söyleyebiliriz. Toprak sahipleri de Erim hükümetinin toprak
reformu ve toprağın vergilendirilmesiyle ilgili yönlerini beğenmiyorlardı. Böylece ufak
işadamlarıyla toprak sahipleri 12 Mart rejimine karşı muhalefetin temelini
oluşturdular. Bürokrasinin 12 Mart Muhtırasına karşı olan tutumu ise, bizce önemli
değildir. Bürokrasi Türkiye’de 1950’den sonra özel sektörce güçsüz bir duruma
getirildi. Bürokrasi 27 Mayıs 1960 darbesiyle tek parti rejimindeki gücünü
kazanmaya çalıştıysa da, pek başarılı olduğu söylenemez. Örneğin 1960’dan sonra
kurulan Devlet Planlama Teşkilatı kısa bir sürede özel sektörün bir aracı durumuna
düştü. Bu duruma şaşırmamak gerek; çünkü Türkiye’de 1930’larda uygulanan
102

devletçi politikalar da kapitalist düzenin yaratılması amacına dönüktü ve tek parti


rejiminde güçlenen bürokrasi çok partili düzene geçişle eski gücünü bir daha
kazanmamak üzere yitirdi. Bu anlamda toplumsal, ekonomik ve fiziksel çevre
seçkinlere kullanılabilecleri bir dizi olanaklar sunmaktadır (Ulman ve Tachau, 1965:
304). İşte bu fırsatların seçkinlerce iyi değerlendirilememesi de askeri müdahalelerin
ayrı bir nedeni olmaktadır. Son olarak, Türkiye Cumhuriyet’i Devleti’nin fiilen
yaşadığı askeri müdahale 1980 yılında gerçekleşmiştir. Bu süreç Turgut Özal’ın Türk
Siyasetine girişini hızlandırmıştır.

12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesi, ansızın yapılmış bir harekât değildir.


Türkiye’deki hemen her askeri müdahalede olduğu gibi, sivillerin de etkisi ile
gelmiştir. Zira 1979 yılının son günlerinde Genelkurmay Başkanınca
Cumhurbaşkanına verilen açık “uyarı mektubu”, Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinden
herhangi bir sonuç çıkmamış olması, başta Genelkurmay Başkanı olmak üzere üst
düzey komutanların süreç içerisindeki açıklamaları ve 19 ilde uygulanmakta olan
sıkıyönetime karşın gittikçe yaygınlaşan terör olayları, askeri müdahale çanlarının
çalmakta olduğunu gösteriyordu.

Aslında müdahale için süreç 27 Aralık 1979 tarihinde verilen uyarı mektubu ile
başlatılmış ve bugünden sonra Türk Silahlı Kuvvetleri müdahale için en uygun
zeminin arayışına girmiştir (Günal, 2009: 279). Bunu müdahalenin lideri Org. Evren
anılarında şöyle anlatmaktadır: 24 Nisan tarihli not defterime şunları yazmışım:
“Durum hiç de iyi değil. Hiçbir şeyin halledildiği yok. Galiba sonunda bu işe
müdahale etmek zorunda kalacağız. Kuvvet Komutanları ile yaptığımız görüşmede
önümüzdeki haftayı da beklemenin uygun olacağı neticesine vardık. Eğer durum
böyle devam eder ve partiler bu anlayışsızlık içerisinde olurlarsa bir müdahaleden
başka çıkar yol kalmıyor”. İşte ilk müdahale fikri bu tarihte kafamıza yerleşmeye
başlıyordu. Gerçi her an bir müdahale zorunluluğu ile karşı karşıya kalabileceğimiz
ihtimalini aklımızdan çıkarmıyor ve hazırlıklarımızı ona göre yapıyorduk. Ancak,
mecbur olmadıkça da bu yola başvurmamaya ben şahsen kararlıydım. Zira bundan
evvel yapılan 27 Mayıs 1960 müdahalesi ile 12 Mart 1971 müdahalesinin yurdumuza
ve özellikle Silahlı Kuvvetlerimize verdiği maddi ve manevi zararları görmüş ve
içinde yaşamıştım. Tekrar böyle bir durumla karşı karşıya kalmamamızı gönülden
103

temenni ediyordum. Derhal bir müdahalenin gerekli olduğuna inanan çevrelerin beni
korkaklık, pısırıklıkla itham ettiklerini tahmin ediyordum. Bu yönde mektuplar da
alıyordum. Fakat ne derlerse desinler, en son dakikaya kadar, meşhur tabirle, ‘bıçak
kemiğe dayanıncaya kadar’ sabretmeye kararlı idim. İstiyordum ki; eğer
mücadeleden başka bir yol kalmadığından dolayı müdahale gerçekleştirilecek olursa,
millet de buna inanmalı ve kabul etmeliydi. Çünkü bu sefer gerçekleştirilecek bir
mücadeleyi 27 Mayıs’ta olduğu gibi bir partiye dayanarak, ondan güç alarak değil,
milleti arkamıza alarak, onun desteğini sağlayarak yapmamız gerekliydi” (Evren,
1990: 428).

Genelkurmay Başkanı, Mayıs 1980’de her an bir müdahalede bulunulabilecek


şekilde hazırlıkların tamamlanmasını Genelkurmay Karargâhından istemiştir. Org.
Evren bu hususta da şunları yazmaktadır: “5 Mayıs 1980 günü Başbakan Demirel ile
konuşmamız bitmek üzere iken, ben Cumhurbaşkanlığı seçimi konusunu açtım. Bir
an evvel bu meselenin halledilmesi gerektiğini söylemek zorunda kaldım. Bunun
üzerine, ‘Evet iş o noktaya geldi. Yugoslavya’ya Cumhurbaşkanı Mareşal Tito’nun
cenaze töreni için Belgrad’a gideceğim. Orada Ecevit’le buluşacağız. Kendisiyle bu
konuyu konuşacağım’ dedi. Sanki Türkiye’de konuşmak mümkün değilmiş gibi,
Yugoslavya’da cenaze töreninde buluşacak ve bu kadar mühim bir konuyu ayaküzeri
konuşacak. Belli ki bizi oyalıyor, zaman kazanmak istiyordu. Bu görüşmemizden
sonra iyice kanaat getirdim ki, Başbakan bizi yanlış yollara sevk etmek istiyor,
oyalama taktiği kullanıyordu. Başbakanın yanından Genelkurmay’a döndüm. İkinci
Başkana durumu anlattım ve şu emri verdim: “7 Mayıs günü Askeri tatbikata
gideceğim. Dönünceye kadar bütün hazırlıklar tamamlansın. Radyo ve televizyona
verilecek tebliğiler, beyanatlar da hazırlansın. Bu partilerin memleketi felakete
sürüklemelerine daha fazla seyirci kalamayız. Brüksel’den dönüşte bu işi halledelim.
Bu fikrimi Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Nurettin Ersin’e de söyledim.” (Evren,
1990: 432).

Bu arada sıkıyönetim uygulamasına karşın terör olayları artmaya devam etmiş


ve dikkat çekici siyasi cinayetler de işlenmeye başlanmıştır. Bunun en tipik örneği,
MHP’li eski Gümrük ve Tekel Bakanı Gün Sazak’ın 27 Mayıs 1980 günü
öldürülmesidir. Bu ülke çapında gerginliğe yol açmıştır. Buna bağlı olarak Çorum’da
104

çok ciddi olaylar çıkmış ve 33 vatandaş hayatını kaybetmiştir. Ayrıca Devrimci İşçi
Sendikaları Konfederasyonu’un kurucusu ve ilk Genel Başkanı Kemal Türkler de
Temmuz 1980 içerisinde öldürülmüştür (Kongar, 1998: 201–218). Bunun yanı sıra
müdahale takvimi de işlemeye devam etmiş ve Türk Silahlı Kuvvetleri 11 ya da 12
Temmuz 1980’de yönetime el koymayı kararlaştırmış ve buna ilişkin emirleri de ilgili
birliklerine göndermiştir.

Bunun gerekçelerini Org. Evren şöyle anlatmaktadır: “1 Temmuz 1980 günü


Kuvvet Komutanları, Jandarma Genel Komutanı ve İkinci Başkan ile odamda yeniden
toplandık. Harekâtın başlangıç gününün 11 veya 12 Temmuz 1980 olmasını uygun
bulduk. Zira Cumhuriyet Halk Partisi, hükümeti düşürmek için gensoru önergesi
vereceğini ve bunu Milli Selamet Partisinin de destekleyeceğine dair olan haberlere
daha evvel değinmiştim. Bu tahakkuk ederse bizim işimiz daha da kolaylaşacaktı.
Ayrıca devlet borçlarının üç sene ertelenmesi için Paris’te yapılacak toplantının
tarihleri de 8.9.10 Temmuz tarihleri idi. Bundan evvel yapılacak bir müdahale bu
ertelemeyi bıraktırabilir ve dolayısıyla borç ödemede bir sıkıntı ile karşı karşıya
kalınabilirdi. Bunları da düşünmek zorundaydık (Evren, 1990: 457). Ancak söz konusu
güven oylamasında AP Hükümeti'nin güvenoyu alması, müdahalenin ertelenmesine
neden olmuştur. Bunu da Evren, tutarlı bir mantık örgüsü içinde, “CHP'nin
düşüremediği hükümeti askerler düşürmüş olacaktı ki, Demirel'in zaman zaman
diline doladığı Cumhuriyet Halk Partisi+Ordu=İktidar sözlerine haklılık
kazandıracaktı” sözleri ile açıklamaktadır” (Evren, 1990: 460).

Evren, 12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesine gidilen süreçte son uyarıyı da 30


Ağustos Mesajı ile yapmış ve bu konuşmasında; özellikle terörden kaynaklanan
mevcut duruma dikkat çekmiş ve sıkıyönetim komutanlarının yetkilerinin
arttırılmasına yönelik taleplerine parlamento tarafından itibar gösterilmediğine vurgu
yapmıştır. Böylece, bir yerde “günah bizden gitti” demek istemiştir. Netice itibariyle,
12 Eylül 1980 günü de müdahaleye yönelik harekât başlatılmış ve kısa sürede Türk
Silahlı Kuvvetleri ülkede yönetime el koymuştur. 03.00’te başlayan harekât
sonrasında 04.00’te radyolardan Milli Güvenlik Konseyi’nin ilk bildirisi yayınlanmaya
başlamıştır. Kenan Evren konuşmasında da belirttiği gibi daha sonra kendisi TRT Te-
levizyonundan halka hitap etmiş ve müdahalenin gerekçesini ve sonraki süreç
105

hakkında bilgi vermiştir. Böylece Türkiye'de demokrasi bir kez daha askıya alınmış ve
demokratik siyaset tatile gönderilmiştir. Diğer bir deyişle, 1960’dan başlayan yirmi
yıllık süreçte Türk Silahlı Kuvvetleri ülke yönetimine üçüncü kez müdahil olmuştur.

Türkiye’deki siyasal seçkinler Avrupa’nın başarısını kapitalizme bağlıyorlardı.


Öyleyse önemli olan Türkiye’de kapitalizmi kurmaktı. Türkiye’de askerler siyasete
çok partili rejime geçtikten sonra hemen hemen her on yılda bir müdahale
etmektedirler. Genellikle askerlerin siyasete müdahalesinin az gelişmiş ülkelere özgü
bir durum olduğu sık sık belirtilmektedir. Azgelişmiş ülkelerin yapılarında toplumsal
güçsüzlüğün egemen olması ve bu ortamda en iyi örgütlenmiş ve en etkili gücün
orduda bulunması müdahalenin nedeni olarak gösterilmektedir. Ayrıca askerlerin
müdahalesi incelenirken siyasal seçkinleri sürekli olarak bağımlı değişken olarak ele
almak da yanıltıcıdır. Toplumsal değişme büyük ölçüde seçkinlerin akıllılığına ve
becerikliliklerine bağlıdır.

Sonuç olarak genel anlamda değerlendirdiğimizde, bütün tedbirlere,


düzenlemelere ve “anayasal kurumlar” aracılığıyla gerçekleştirdikleri müdahalelere
rağmen işlerin istedikleri gibi gitmediğini gören "devletçi seçkinlerin" asker kanadı,
siyasete ve topluma müdahale ettiği zaman takvimler 12 Mart’ı göstermektedir. Bu
müdahale ile 1960’lı yıllarda siyaseti dizayn etme çabalarının bazı yanlışlıkları
giderilir, eksiklikler tamamlanır ve sonuçta siyaset meydanı "siyasetin seçkinleri"
için son derece daraltılmış bir hale getirilir.

1971 müdahalesi sonrasında, 1961 Anayasası'na göre kurulmuş ve dolayısıyla


tamamen yasal olan partilerin, sendikaların ve siyasi derneklerin üyeleri
mahkemelere çıkarılır, mahkûm edilir ve vatandaşlara ait özgürlüklerin sınırları
yeniden tanımlar. 1970’li yıllar, güçsüz bırakılmış, siyaset alanı iyice daraltılmış
“hükümetler” dönemini oluştur. On yıl içinde, ortalama sürelerin bir yılı dahi
bulmayan on iki hükümet kurulur. "Devletçi seçkinlerin" daralttığı ve hükümetleri
kıpırdayamaz hale getirdiği ortamda ülke terör ve karmaşa ortamına sürüklenir.
“İktidar” kendi inşa ettiği sürecin varıp dayandığı durumdan şikâyetçi olur ve 12
Eylül sabahı “yürüttüğü oyunu” tekrar durdurur. 12 Eylül darbesi sonrasında, darbe
liderleri, siyasi iktidarın güçlendirilmesi gerektiğinden ve bu yönde düzenlemeler
yapılacağından bahsederlerken, aynı zamanda “iktidar” olarak bir itirafta da
106

bulunmuş olurlar. Bu itirafla, birçok toplumsal kurum ve siyasal alanı siyasi iradenin
sorumluluk alanının dışına taşımakla “hükümetleri” ne kadar çaresiz bıraktığını dile
getirmiş olurlar. 12 Eylül sonrasında hazırlanan 1982 Anayasası’nda, bu eksiklik
tamamlanarak siyasi iktidar geçmişe oranla kısmen güçlendirilir. Çünkü neredeyse
hiçbir şekilde iradesi olmayan hükümetlerin sorun doğurduğu anlaşılmıştır. 12 Eylül
anlayışına göre, hükümetin kısmen iradesi olmalıdır. Sınırlı olan iradenin “iktidar”
aleyhine sürüklenmesini önlemek için de gerekli tedbirler alınır ve yürütmenin
Cumhurbaşkanlığı kanadı yeni ve önemli yetkilerle donatılır.

Elbette ki, siyasetin yapısal gerçekleriyle örtüşmeyen ve yapay bir şekilde inşa
edilen iktidar-hükümet ayrımı, sorunsuz bir şekilde işlemez. Türkiye'nin son otuz yılı
iktidar-hükümet ayrımının getirdiği gerilimlere göre şekillenir. Türkiye bu süreçte
hep dünü özler konumda sorunlar bataklığında debelenen ve debelendikçe batan bir
ülke görünümü sergiler. “İktidar”, yaşanan sorunların kendisiyle ilişkilendirildiğini
ve bunun zararını göreceğini fark ettikçe, kısa süreli de olsa topluma hoş görünme
çabası taşır; topluma gülen yüzünü gösterir. Bu anlamda, 12 Eylül darbesinin
getirdiği bazı düzenlemeler özel bir öneme sahiptir. 12 Eylül döneminde, iktidar
kadrosunun tepesindeki Kenan Evren, önce darbe lideri sonra da Cumhurbaşkanı
sıfatıyla topluma sıcak mesajlar verir, toplumun gönlünü kazanmayı önceliyor
görünen bir tavır sergiler. Türkiye, ilk defa Kenan Evren'in şahsında, bir
Cumhurbaşkanının toplumun hassasiyetlerini ve beklentilerini dikkate alan bir yakla-
şımına şahit olunur. O güne kadar “devletçi seçkinlerin” en önemli ideolojik
referansı olan “laiklik” anlayışında bile bazı değişikliklere gidilir. Din ve dinin
birçok sembolü, gelenekselleşmiş “irtica” söylemini depreşmesine neden olmaz;
Kenan Evren miting alanlarında ayetler okur ve itaatten bahseder. 1982 Anayasası’na
din derslerini zorunlu hale getiren bir maddenin eklenmesiyle birlikte Cumhuriyet
tarihinde, yine ilk kez olmak üzere, bir Anayasa maddesi ile din dersi okutulmaya
başlanır. Türk-İslam sentezinin kullanılarak Türkiye’nin bütünlük ve istikrarının
korunmasının hedeflenmesi de bu dönem politikalarının özellikleri arasında yer alır.
Devlet radyo ve televizyonundan, Mevlevilik gibi tarikatların söylemleri yer
bulmaya başlar. Toplumun hassasiyet ve beklentilerini dikkate almadan hiçbir zaman
siyaset sahnesine çıkamayacağını, sahne önüne çıkınca da toplumu dikkate aldığını
107

göstermek zorunda olduğunu anlayan “devletçi seçkinler”, 12 Eylül ile daha önceki
tutum ve tavırlarından son derece farklı ve hatta tüm onlara ters bir görünüm
sergilerler. Fakat “devletçi seçkinlerin” asker kanadı, her ne yaparlarsa yapsınlar,
silahla çıktıkları siyaset sahnesini “seçilmişlere” bırakmak zorunda olduklarını,
sergiledikleri görünümün sahnede uzun süre kalmalarına imkân sağlamadığını
bilmektedirler; çünkü “meşruiyetin” önemli bir aracı olan “seçim sandığından"
çıkmamışlardır. Bu nedenle, sahneyi “sandıktan çıkanlara” bırakarak giderlerken,
siyaset sahnesini ve aktörlerin rollerini dönemin şartlarına göre yeniden dizayn
ederler. Bunu yaparken de, 1970’lerin iradesiz hükümetlerinin neden olduğu olumsuz
şartların bir daha yaşanmaması için, görece güçlü hükümetlerin teşkil etmesini
isterler; siyasiler için siyaset alanını biraz genişletirler. Tercih ettikleri bu yöntemin,
ya kendi aleyhlerine işleyeceğini düşünemezler, ya da çok daha sofistike bir
yaklaşımla siyasete ve topluma en radikal şekilde bir sonraki müdahalenin gerekçe-
sini oluşturmak için böylesi bir süreci kabulleniyor görünürler. Kendi elleriyle
hazırladıkları süreçte yaşanan her günle birlikte, ayrıcalıklı konumlarının tehlikeye
girdiğini ve sınırsız sayılabilecek imkânlarının kısıtlandığını görürler. “Siyasilere”
verilen “imkânların” Turgut Özal tarafından sonuna kadar kullanılması, “devletçi
seçkinlerin” temel sorunu haline gelir.

3.11. Sivil Bürokrat ve Askeri Seçkinlerin Siyasal Yapıyı Dönüştürmeleri

Cumhuriyet’in kurulmasında etkin olan kadrodan oluşan bürokratik yapı


1930’lu yıllara gelindiğinde Cumhuriyet’e bağlı bir kadro hareketi olarak; kendini
toplumu homojenleştirmekle görevli sayan bir biçimde yeniden dizayn etmiş ve
Tanzimat’la gelişen bürokratik yönetim geleneğini devam ettirmiştir. Bu dönemde,
sivil bürokrasi bakımından, “devrim ilkelerinin” korunması ve yayılması,
bürokrasinin verimli ve etkin bir araç kurum olması işlevinden çok daha önemlidir
(Heper, 1983: 296–297). Bu realiteyi demokrasi açısından irdeleyen Karpat da,
“bürokrat zihniyetli” grubun iktidarı “ele geçirdiğinden” bahsetmektedir (Karpat,
1967: 125). Oysa “rasyonalite” boyutunun, “bürokratik” boyuta ağır basması teorik
olarak geçerlilik arz eden bir olgudur. Hemen belirtmek gerekir ki, böyle bir sonu-
108

cun doğmasına sebep olarak iki etken söylenebilir: Osmanlı Devletinden devralınan
bürokrat grubunu kesin kontrol altında tutma amacı ve aksamadan çalışan dakik,
dikkatli bir bürokrasi isteyen girişimci ekonomik grupların henüz yeni olması ve
etkinliğinin yeter derecede görülmemesidir (Heper, 1977: 98–101).

Yine bu dönemde CHP’nin il teşkilatlarını büyük ölçüde o bölgede görev yapan


memurlar örgütlemiştir. Bürokratların yanı sıra, yerel çıkar gruplarının da CHP’yi
temsil etmesi ayrı bir önem taşımaktadır (Aydemir, 1984: 394). Devletin
güçlendirilmesini her şeyden önemli tutan düşünce, partiyi “merkez” güç olarak
“çevre”ye karşı bürokratların desteğiyle koruyabileceğine inanıyordu (Mardin, 1986:
123–125). Meclisteki üstünlüğü açıkça görülen bürokrasi bu dönemde yoğun olarak
yasaların yapılmasında rol oynamıştır. Sivil bürokrasi yasaların yapılmasında etkin
olunca, alınan yeni kararlarla siyasal üstünlük takviye edilmiştir. Sivil bürokrasi bir
kariyer haline getirilmiş, iç işleyişini düzenleyen özel kanun ve tüzükler çıkarılarak,
siyasal iktidarın keyfi müdahalesi önlenmek de istenmiştir. Ayrıca, sivil bürokrasi
kıdeme dayalı bir yapıya kavuşturularak, hizmetin dışındaki atamalar engellenmeye
çalışılmıştır. Böylece, “Kapalı bir sistem” görünümü verilen sivil bürokrasi, ayrı bir
üstünlüğe de kavuşmuş oluyordu (Heper, 1974: 112–116). Demokrat Parti dönemine
kadar (1950), toplumun temel kararlarını yalnız başına devlet, bir başka ifadeyle
bürokratik iktidar alıyordu. Demokrat Parti iktidarıyla birlikte Türk siyasi hayatına
ilk on yılların ürünü yeni toplumun istekleri daha ağırlıklı olarak girmeye başlamıştı.
Böylece statükoyu zorlayan bir unsur olarak toplumsal baskı, “devlet aleyhine”
genişleme temayülü gösterdi. Ama bürokratik iktidar, lehine olan statükonun kısmen
de olsa aleyhine değiştirilmesine razı olamıyordu. Demokrat Parti daha muhalefette
iken bile, bazı partililer (özellikle Celal Bayar ve Fuat Köprülü) “memurlara verilen
kanuni salahiyetlerin keyfi olarak” ve “teminatsız kişiler” tarafından kullanıldığından
sıkça söz etmişlerdir. Celal Bayar bir konuşmasında, idarî baskılardan ve görevlilerin
görevlerini kötüye kullanmalarından yakınarak, bundan kurtulmanın yolu olarak
“Memurun Muhakematı Kanunu”nun kaldırılması gerektiğini ifade eder. Ona göre
kanun kalktığı zaman “Bazı gafil idare amirlerinin köylülere mesela, dayak atması ve
gene mevkiini idrak etmeyen kimselerin vatandaşlara kötü muamelede bulunması
meselesi de, kökten halledilecektir” (Tutum, 1972: 82). Ancak Demokratlar, devlet
109

bürokrasisine yaptıkları bu saldırıların “zinde kuvvetleri” rahatsız edebileceğini


düşünerek, bu stratejilerinden zaman zaman vazgeçip, parti ile devlet arasındaki
farklılıkları vurguladılar. Bürokrasinin sempatisi olmasa da tarafsızlığı
sağlanmadıkça, Demokrat Parti’nin seçim kazanması zor olacaktı. Bürokrasi
öncelikle tarafsızlaştırıldı ve ardından geçmiş dönemlerde yaptığı işlerden ötürü
kovuşturulmayacağı ve cezalandırılmayacağı konusunda temin edildi (Ahmad, 1995:
155). Zaten tarihsel olarak güçlü bir devletin hâkim olduğu Türk toplumunda resmi
makamların nüfuzu her zaman büyük olmuştu.

Böyle bir bakış açısına sahip olan Demokrat-Parti iktidara geldikten sonra,
bakanlık emrine alma, resen emekliye sevketme, hükümetin işlerine karşı yargı
yolunu kapatma şeklinde yapılan bazı mevzuat düzenlemeleriyle, CHP ile
bütünleşmiş üst seviyedeki bürokratların otonomisini kırmak istemiştir (Şaylan,
1983: 305). Bütün bunlar iktidar emrinde memur anlayışının yerine kanun emrinde
ve milletin hizmetinde memur anlayışını yerleştirmek için yapılmıştır. Ancak mevzuat
sürekli engel olarak görülmüştür (Tutum, 1972: 84).

Tek-Parti dönemi boyunca bir anlamda “sosyal değişme ajanı” olarak da görev
yapan bürokrasi, çok-partili dönemle birlikte hem yasama organı tarafından
denetlenen hem de yürütme organının bir kolu gibi çalışan “organizasyon” olarak
görülmek istenmiştir. Bu nedenle dönem içerisinde bürokrasinin rolünün
azaltıldığından söz etmek de mümkündür (Özbudun, 1995: 16–30). Devletçi ittifakın
düzeni korumak çerçevesinde zaman zaman yönetime “el koyması”, kendi
durumunun etkinliğini yitirmesine göz yummayacağının da bir göstergesidir: 1960
İhtilali, 1971 Muhtırası ve 1980 Müdahalesi’ni bu açıdan değerlendirmek mümkün
gözükmektedir. Demokrat Parti iktidarı döneminin bürokrasinin rolünün azaltılması
bağlamında değerlendirilebileceğini ifade eden Özbudun, 1960 darbesinin, asker ve
sivil seçkinlerin “Türk toplumundaki iktidar, statü ve itibarlarının gerileyişine karşı
bir tepkisi olarak” görülebileceğinden söz eder (Özbudun, 1995: 18). Benzer bir
görüş ileri süren Göle de, 1960 darbesini yapanların “ekonomik ve dini alanlarda
yürütülen liberal politikaya tepki duyan ve devletçi ve laik geleneğe sahip bürokrat
ve aydınlara” dayandığını ifadelendirir (Göle, 1986: 80). Asker ve sivil bürokrasinin
tepkisi olarak değerlendirilen 1960 askeri müdahalesi sonrasında; yeni Anayasada
110

yasama organının egemenliği kullanan tek kurum olmasının son buluşu, Anayasa
Mahkemesi ve Danıştay gibi örgütlerin yürütme organı üzerinde etkin bir yasal denetim
kurması gibi olgular bu tepkiye haklı gerekçeler oluşturmuştur.

Yine de, bu dönemle birlikte “bürokrasinin eski otonomisine” kavuştuğunu


söylemek oldukça güçtür: Bir farkla, bu durum daha çok sivil bürokrasi için söz
konusudur. Askeri bürokrasi eski döneme göre, çeşitli yasalarla maaş ve diğer
olanaklar yönünden (“OYAK”-Ordu Yardımlaşma Kurumu’un kurulması”1961” gibi)
sivil bürokrasiden farklı bir konuma gelmiştir. Ayrıca askeri bürokrasinin siyasal
iktidara karşı etkin bir otonomiye sahip olmasından da bahsedilebilir. Döneme ilişkin
olarak bir diğer önemli gelişme de, özellikle generallerin veya emekli subayların,
bürokrasinin, özel ya da kamu kuruluşlarının yüksek kademelerinde veya yurt
dışında elçi olarak görevlendirilmeleridir. Bu durum subayların Türk toplumu içinde
ayrıcalıklı bir grup haline gelmelerini yeniden sağlıyordu (Ahmad, 1995: 173–205).

Sivil bürokraside ise değişim daha çok olumsuzluklarla yüklüdür: Ekonomik


bunalım sonucunda ortaya çıkan işsizliğin giderilmesinde devlet memurluğunun bir
tür sübap işlevi görmesi gerektiği anlayışının egemen olması; böylece kamu
hizmetlerinin genişleyip yaygınlaşmasından daha hızlı bir biçimde devlet memurluğu
sayısında meydana gelen artış (Şaylan’ın tespitlerine göre, 1963’teki memur sayısını
100 olarak alacak olur isek, 1980’de bu rakam 311 olmuştur); neticede liyakatin
çöküşü ve partizanlaşmanın artış göstermesi, devlet memuriyetindeki olumsuz
gelişmeler olarak sıralanabilir. Özellikle 1974–80 arası devlet hizmetlerinde
çalışanların ve hatta hizmetin kendisinin partizanca kullanılmasına sahne olmuştur.
Ayrıca özel sermaye birikimi için, bürokrasiyi rant sağlama işlevi görme biçimine
dönüştüren anlayış, bürokraside liyakatin çöküşüne sebep olmuştur denilebilir. Bu
dönem Türkiye toplumunun bütün şiddetiyle yaşadığı “toplumsal bunalım”ın, tüm
kesimleri siyasallaştırırken bürokrasiyi de “partizan”laştırmasıyla sonuçlanmıştır
(Şaylan, 1983: 27–29). 1980’li yıllarla birlikte Türkiye’nin siyasal hayatında önemli
değişiklikler olduğu söylenebilir. Özellikle dönemin iktidar partisinin (ANAP-
Anavatan Partisi) iktisadî anlamda liberalizmi benimsemiş olması, ferdiyetçiliği ön
plana çıkarması (ama bu görüş felsefi-siyasal bir düzey taşımaktan çok iktisadî bir
önceliğe sahipti), “kutsal devlet” anlayışı yerine “insanlar için devlet” anlayışını
111

gündeme sokması gibi önemli ve önemli olduğu kadar dönemin yeni yüzünü ortaya
koyan görüşleri, yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Özal öncesi sivil bürokratik
seçkinci yapı, Özal iktidarı ve politikaları ile yeni bir niteliğe bürünmüş ve
dönüşmüştür.

Toplumu biçimlendiren devlet yerine, birey’in devlet’e önceliğinin


vurgulanmasının yanı sıra, “seçilenler”in “atanmışlar”a göre önceliği tezi bürokratik
iktidar geleneğine ters düşen bir düşüncenin ürünüdür. Türkiye’de 1980–90
dönemine damgasını vurduğunu söyleyebileceğimiz Turgut Özal’ın, klasik devletçi ve
bürokratik anlayışın aksine liberal politikalar ve davranışlar sergilemesi, yeni
düşüncelerin zemin bulmasına da yardımcı olmuştur. Özal’ın, bu görüşlerine
meşruiyet aramak için 1924 Anayasası’na kadar “geri” gitmesi de, kastettiğimiz
anlamda bürokratik gelenekle ters düşmemek için gösterilen ortak bir düşünsel temel
çabası olarak görülebilir. Bunun yanısıra ve belki daha önemlisi, tıpkı Demokrat
Partinin ‘tarafsızlaştırma’ çabalarının benzerlerini Özal da uygulamıştır: Bütün
liberal söylemine karşın en ‘modern’, lüks ve devasa kamu binaları onun döneminde
inşa edilmiş, Bürokrasi içindeki güç ve ağırlıklarına orantılı olarak belli kuruluşlara
özel “Fon”lar sağlanmıştır. Kuşkusuz bunların en önemlisi Savunma Sanayi
Fonu’dur. Örneğin; seçilenlerin etkin olması gerektiği düşüncesini sağlayabilmek
için hemen hemen konuyla ilgili bütün konuşmalarında. 1924 Anayasası’na
gönderme yapmaktadır. Özellikle 1924 Anayasası’nın 3. ve 4. maddeleri “Egemenlik
kayıtsız şartsız milletindir” ve “Türkiye Büyük Millet Meclisi milletin tek ve gerçek
temsilcisi olup, millet adına egemenlik hakkını kullanır”. Özal’ın öncelediği
metinlerdi. Hatta dönem içerisinde sivrilen kadroların, “tabuların yıkılması gerek”
veya “statükonun mevcut durumuna son vermek lazım” şeklinde özetlenebilecek
görüşleri transformasyon kavramıyla açıklanıyordu (Barlas, 1994: 21–74).

Bu görüşlerin altında toplumun devlet’e egemen olması gerektiği fikrinin


varolduğunu söylemek zorlama olmasa gerek. Hatta Özal’ın birey ile devlet
arasındaki ilişkilerde güvenin esas olması gerektiğine dair düşünceleri, eski
dönemlerden beri varolagelen kuşkuculuk anlayışının yıkılması için bazı temel
esasları sağlamak açısından yararlı da olmuştur; Dönemin, vatandaşa ya da çevre’ye
potansiyel suçlu gözüyle bakan bürokratik anlayışını değiştirmeye yönelik bir çaba
112

olarak da değerlendirilebilir. Özal’ın bu anlayışın gereği olarak yapmaya çalıştığı


kırtasiyeyi önleme ya da azaltma çabaları, doğal olarak, Bürokrasi tarafından
güçsüzleştirilme ve işlevsizleştirilme olarak algılanmış ve Özal istediğinin tam
tersiyle ‘idare etmek’ durumunda kalmıştır. Bu idare etme durumunu aşmanın bir
yöntemi olarak, geleneksel bürokratik yapıyla hiçbir temasları olmamış, ‘ithal-
uzman-profesyonel bürokratlar’ yaratmaya çalışmıştır. Bir anlamda Özal söylemi,
devleti kendi içinde bir değer olarak görmekten vazgeçip, onu müteşebbis bireylerin
denetimi altına alınması gereken teknik bir aygıt olarak kavranılması gerektiğine
işaret etmektedir (Köker, 1995: 80). Bütün bu görüşlerin önerilen iktisadî liberalizm
için gerek şartlar diye nitelendirilmesi, Özal kadrolarının demokrasiye bakış açılarını
da ortaya koymaktadır.

Bu dönem içerisinde teknolojik bir modernleşmenin yaşandığını ve bu sürecin


devam etmekte olduğunu da ifade edelim. Oysa modernleşmeyi demokratikleşme
bağlamında ele alacak olursak -bazı toplumsal sınıflar lehine’ yararlı sonuçlarla
karşılaşacağımız açıktır. 1980 sonrası dönemle ilgili olarak özetle şunu söylemek
mümkündür: 80 sonrası gelişmeler neticesinde “devlet bürokrasisini kamu yararının
tek koruyucusu olarak görme eğilimi daha önceki dönemlere oranla çok daha az
belirgindir (Özbudun, 1977: 265–310). Yine bu dönemde, “seçilmiş politikacılarla,
maddi değil yönetsel anlamda bir akılcılığa ve araçsal bir tutuma sahip, istikrarlı ve
yetenekli bir bürokrasi arasında açıkça belirlenmiş bir roller farklılaşmasından” söz
edilemez (Özbudun, 1995: 33). Tarihsel bir geçmişe sahip olan bürokrasinin
(bürokratik yönetim geleneğinin) devlet adına siyasal toplumu “çekip-çevirmesi”,
toplumsallığa egemen olması; Türk modernleşme teşebbüslerinin hem güdük hem de
talepleri açısından sınırlı kalmaya mahkûm olmasına sebep olmuştur. Ancak,
1950’lere kadar hâkim olan “yukarıdan aşağı” modernleşme modelinin, bu yıllardan
itibaren ve özellikle 1983 sonrası, toplumsal alanın özerklik ve egemenlik
kazanmasıyla yer değiştirme arayışına girdiğini söylemek mümkündür. Birinci
dönemde “devlet-aydın-halk üçgeni”, ikinci dönemde “hükümet-siyasi partiler-
toplum üçgeni” görece bir önemlilik göstermiştir. Bu dönemde siyasi partiler de
halkı eğitmekten çok, “toplumu temsil etme işlevini” yüklenmişlerdir (Göle, 1991b;
17). Türkiye’de belki ilk defa bir basın organı da dönemin jargonuna uygun olarak
113

amaçlarının sadece “Para kazanmak” olduğunu ilan etmiştir. Sosyo-ekonomik ve


teknolojik gelişme anlamında modernleşme, kamu hizmetlerinin işlevlerini gitgide
daha spesifik bir yapı şekline dönüştürecek ve yönetim sorununun bir siyasal sorun
olduğu noktasındaki yoğunlaşmalarla birlikte bir zamanlar kendisinin ‘eskinin ürünü
bir eski’ olarak ürettiği yeni toplumsal güçlerin baskısı bürokrasiyi daha “fonksiyonel”
olmaya itecektir ki, son dönemler Türkiye’sinde bu olgu, gözle görülür bir biçimde
oluşmaktadır. Böylece bürokrasi kendiliğinden ya da Paretocu bir mücadele
sonucunda dönüşüme girecek ya da tasfiye olacak ve kendisi ya da yerine gelenler
için daha az “siyasal”, daha çok “idari” olma zorunluluğu da kendisini
hissettirecektir. Doğal olarak böyle bir durumla karşı karşıya kalan bürokrasinin
“bürokratik yönetim geleneğinin sağladığı iktidardan” vazgeçmesi, önemli bir sorun
olarak, Türkiye gündemini meşgul edecektir.

Türkiye’de geçerliliğini, bazı kırılmalara rağmen, sürdüren bürokratik yönetim


geleneğinin en baskın özelliği hâlâ siyasal kararlara katılma isteği ve bu isteğini
gerçekleştirmek için de çeşitli yöntemler oluşturmasıdır. Zaten siyasal seçkinler
tarafından yürütülen politika tayini ile bürokratik seçkinlerin “yürütme eylemini
birbirinden ayırmak gerçekte çok zordur. Yani bürokratik otoritenin kullanılış şekli
siyasal süreçten soyutlanamamaktadır (Şaylan, 1974: 32). Weber, son tahlilde,
bürokrasinin bilgisi zayıf dolayısıyla güçsüz bir parlamentoyu, daima, kendi çıkarları
için desteklediğini ifade etmektedir (Weber, 1986: 210). Türkiye’deki yönetime
müdahale geleneği, bir anlamda, siyasal seçkinlerin “atanmışlar”a karşı zayıf bir
yönünü göstermesi açısından Weberyen teoriyi destekler mahiyettedir. Türk kamu
bürokrasisi Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren patrimonyalist bir ilişkiler
bütününe sahip olarak, merkeziliğini güçlendirmiştir. İlk günden itibaren tavrını
Batılılaşmadan yana koyan asker-sivil bürokrasi, modernleşmeyi, Batılı kurumları
almak biçiminde Osmanlı’dan farklı bir yol izlememiştir. Siyasal düzlemde de
egemen olan bu seçkinler, gerekli hukukî çerçeveyi düzenlemede “zorluklarla”
karşılaşmamıştır (Mardin, 1986: 123). Çok daha yüzeysel düzeyde sürdürülen
modernleşme, özellikle demokratikleşme bağlamı ihmal edilen bir çabalar bütünü
olmuştur. Hatta halkın siyasal tercihler konusunda sağlıklı davranmadığını ve çok-
partili rejimlerin çok da gerekli olmadığına inanan bürokrasi “sert” bir yapı arz
114

etmiştir. Merkezi bir karaktere sahip olan Türk kamu bürokrasisinin, “çevre”ye
potansiyel bir muhalefet gözüyle bakması sebebiyle; yetki tek bir yerde toplanarak
olması muhtemel bir takım olumsuz gelişmeleri önceden önleme çabası oldukça
gelişkin kılınmıştır.

Gelinen noktada Turgut Özal’ın iç ve dış siyasi politikaları siyasal ve


bürokratik seçkinlerin işlevsel niteliklerinde bazı değişikliklerin olmasına sebep
olmuştur.

3.12. Turgut Özal ve Yeni Siyasal Seçkinler

1983 genel seçimlerini Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi’nin kazan-


masıyla, 12 Eylül'ün geleneksel devletçi politikalarla çatışan uygulamaları devam
eder. Yaşanan her gün “devletçi seçkinlerin bir diğer değişle de Devlet
Seçkincilerinin” hareket alanlarını daraltırken, “seçilmişlerin” harekât alanını
genişletir; sınırlı oranda muktedir olması planlanmış hükümet, muktedir iktidara
birçok konuda kafa tutar hale gelir.

1983–89 döneminde “seçilmişlerin”, “devletçi seçkinler” karşısında


güçlenmesinin ve harekât alanlarının genişlemesinin araçlarından birisi Kanun
Hükmündeki Kararnameler olur. Kanun Hükmündeki Kararnameler, devletçi
seçkinleri devre dışı bırakmanın yanı sıra, yasama faali-yederinde devletçi
seçkinlerin devlet aygıtındaki eli olan bürokrasiye bağımlılığı azaltırken, kanunların
bürokrasinin çarkları arasında sürüncemede kalmasını engeller ve yasamayı
hızlandırır. Ayrıca, devletçi seçkinlere güç sağlayan bütçe ve planlama denetiminden
kurtulmak için bütçe dışı fonlar teşkil edilir. Siyasal seçkin olan seçilmişler, bütçe
dışı fonlar aracılığıyla, icraatlarında devletçi seçkinlerin devlet mekanizmasındaki
uzantısı olan bürokrasinin denetiminden bağımsız kalma imkânına kavuşurlar. Tüm
bunlar nedeniyle siyasal seçkinler 1980’li yıllarda oldukça geniş bir siyasal alana
kavuşurlar (Ertunç, 2004: 471).
115

28 Şubat’ın önemli bir nedeni olarak, 1983–89 döneminde devletçi seçkinlerle


seçilmişlerin ilişkilerinde gerçekleşen oluşumlar son derece önemlidir. Bu dönemde
askeri bürokrasi, Cumhuriyet tarihi boyunca belki de ilk defa, siviller tarafından
kısmen de olsa kontrol edilmeye başlar; askeri bürokrasi seçilmişlerin iradesine
boyun eğmek zorunda kalır. Özal, gerek başbakanlığı, gerekse cumhurbaşkanlığı
dönemlerinde orduyu tartışmaya açmanın yanı sıra, geleneksel hiyerarşisini sarsacak
şekilde ordu içindeki atamalara da müdahale eder. Yine bu dönemde ilk defa bir
Genel Kurmay Başkanı iradesini siyasilere kabul ettirememesi nedeniyle istifa etmek
zorunda kalır. Cumhurbaşkanı Özal’ın askeri bir kıtayı şortla denetlemesi ve
askerleri bu kıyafetle selamlaması ise seçilmişlerin askerin değerlerini isterlerse
dikkate alacaklarının mesajını verirken, iradenin seçilmişlerde olduğunu gösterir. Bu
yıllarda askeri iradenin özelde siyasiler, genelde siviller karşısındaki bu gerileyişinin
yanı sıra, askerin siviller karşısında teknik ve bilimsel açıdan da bir gerileyişi söz
konusu olur. Nitekim 28 Şubat 1997 tarihinde başlayan süreçte askerin siyasi yaşama
dolaylı ama etkin biçimde katılmasına rağmen doğrudan darbe yapamamasının
önemli nedenlerinden birisini, Özal döneminden sonra askerin bilimsel ve teknik
açıdan sivillerin çok gerisinde kalmasında aramak gerektiği bir görüş olarak ileri
sürülmüştür (Barlas, 1994: 68–74). Özal’ın partisinin hükümet olduğu yıllarda,
devletçi seçkinlerin fiili harekât alanlarının daraltılmasıyla kalınmaz, aynı zamanda
devlete yönelik önemli bir tartışma ortamı da oluşturulur. O dönem Anavatan
Partisi’nin propagandalarında ve uygulamalarında “devletin millet için varolduğu ve
onun hizmetinde bulunması gerektiği” düşüncesi sıklıkla gündeme getirilir. Devletin
insanlar için varolan bir cihaz, bir araç olduğu teması işlenir. Devletin görevinin esas
itibariyle, “bireylerin önündeki engelleri kaldırmaktan”, “bireylerin önünü
açmaktan” ibaret olduğu savunulur. Devletin, kendi içinde bir değer olarak
görülmeyip, müteşebbis bireylerin denetimi altına alınması gereken “teknik bir aygıt
olarak” kavranması gerektiği dillendirilir. Türkiye'nin gelenekselleşmiş anlayışına
aykırı bir şekilde seçilenlerin, atanmışlara öncelenmesi gerektiği savunulur.

Özal, “seçilmişlerin etkin olması” gerektiği düşüncesini sağlayabilmek için,


hemen hemen konuyla ilgili bütün konuşmalarında, 1924 Anayasası’na gönderme
yapar. 1924 Anayasanın “Egemenlik kayıtsız şartsız milletidir” ve “Türkiye Büyük
116

Millet Meclisi, milletin tek ve gerçek temsilcisi olup, millet adına egemenlik hakkını
kullanır” maddeleri, Özal’ın öncelediği metinler olur. Esasen, sistemin
cumhurbaşkanına biçtiği rol, sıfatın çağrıştırdığı gibi “cumhur”un sözcüsü olması
değil, devletin bekçisi olmasıdır. Sistem cumhurbaşkanlarından "halkın adamları"
olmalarını değil “Devletin adamı” olmalarını istemiştir. Anayasa'nın
cumhurbaşkanları için öngördüğü “tarafsızlık” da bu çerçevede olmak üzere
devletten yana olmak demektir. Ancak, uzun yıllar demokrasi mücadelesi vermiş,
miting meydanlarında geniş halk kitlelerine hitap etmiş, tüm Türkiye'yi en küçük
yerleşim birimine varıncaya kadar dolaşmış, toplumun nabzını, ihtiyaçlarını ve
beklentilerini yakalamış bir siyasetçi olan Özal, cumhurbaşkanlığı makamına
devletçi değil siyasetçi kimliğini taşır; “devletin adamı” değil, “halkın adam”
olmayı tercih eder (Alkan, 1997: 97–99). Yaklaşım ve uygulamalarıyla
Cumhurbaşkanlığı'nı ciddi biçimde “halk”lılaştırır. Çankaya Köşkü haftada bir gün
halka açılır ve bu köşkün bahçesinde kimliğine bakmaksızın her tür vatandaşın
sorunlarıyla ilgilenilir. Özal’la birlikte, toplumun bazı dini hassasiyetlerini dikkate
alan ve uygulamalarına katılan birisi Çankaya’da ikamet etmeye başlar. Çankaya,
tarihinde ilk defa, sadece sivil birisini değil, aynı zamanda namaz kılan, oruç tutan
sivil birisini ağırlar. Hükümetlerin, konumları gereği toplumu dikkate almak zorunda
kalmalarının yanı sıra, hükümetleri kontrol etmek için güçlendirilmiş 12 Eylül
dönemi Cumhurbaşkanlığı'nın da Özal’ın şahsında toplumun hassasiyetlerini dikkate
alır hale gelmesi, “devletçi seçkinler” tarafından daha önce öngörülmemiş bir sorun
olarak algılanır. Bu sorun gittikçe büyür. Devletin her kademesinde “çarıklıların”
çocukları boy göstermeye başlar. Bakanlıklar, Üniversite yönetimleri, mülki
amirlikler, daire başkanlıkları… “çarıklıların” çocuklarını ağırlar hale gelir. Hâkim
psikoloji “çarıklılardan” yana olur. “Devletçi seçkinler” bile birçok durumda
konuşmalarına “Aslında ben de Müslümanım” cümlesiyle başlamak zorunluluğu
hissederler. Onlar bu sözleriyle “toplum benim seçkinci görünümüme bakmasın, ben
de toplumun değerlerini, hassasiyetlerini dikkate alan birisiyim” mesajını vermek
isterler. Bunların yanı sıra ekonomik güçte de önemli bir merkez kayması yaşanır.
“Anadolu kaplanları” “iktidarın ekonomik” gücünü zorlamaya, ekonomik kaynak-
larına ortak olmaya başlar (Ertunç, 2004: 472–474 ).
117

1990’ların ilk yıllarında gelinen nokta itibarıyla psikolojik üstünlük toplumdadır;


toplumun temsilcileri olan seçilmişlerdedir. Devletçi seçkinler önemli düzeyde itibar
kaybına uğramışlar; geniş imkânlarla ve sorumsuzlukla donanmış konumlarını
sürdürmede ciddi kaygılar yaşar hale gelmiş durumdadırlar. Bir süredir, toplumun
iradesini temsil eden kartopu gittikçe büyümekte, önüne çıkan engelleri bir bir
aşmaktadır. Kısacası; “devlet seçkincilerinin”, “devleti” ciddi sarsıntı yaşamaktadır.

3.13. Türkiye’de Seçkinciliğin Arka Planı ve Toplumsal Yaşama Etkileri

Batı siyasal düşüncesinin Osmanlı İmparatorluğu’na girişi de başlangıçta


Batı’nın büyük siyasal düşünürleri ile değil, batıda fizyokratlar olarak bilinen bir
kamu idaresi kuramcılarının ortaya attığı uzantı olan kameralizim yoluyla olmuştur.
Kameralizm, Batı’da Aydın despotizmi olarak da adlandırılan siyasal görüşün siyasal
teorisini oluşturuyordu (Mardin, 1991: 83). Osmanlı devletini yönetenler ıslahat
çalışmaları ile bir şeyin farkında idiler. Batının yalnızca askeri kuruluşları sayesinde
yükselmediği, bunları ayakta tutan milli kaynakların ve vergi toplama sistemlerinin
yenilenmesinin çok önemli olduğunu anlamışlardı. Batı’ya görevli olarak gönderilen
Osmanlı aydınları Batı’nın bir özelliğini keşfettiler, Avrupa’da bazı krallar, teb’anın
verimliliğini arttıracak bir koruyucu tedbirler bütününü devletin olağan bir politikası
haline getirmişlerdi. Osmanlı İmparatorluğu’nda Tanzimat olarak bilinen 1839
Gülhane-i Hatt-ı Hümayunu’nun ilanıyla başladığı kabul edilen yenilik hareketi,
büyük çapta “kameralizm”den etkilenmiştir. Sadık Rıfat paşa ve Murat Reşit Paşa
Kameralizmin Osmanlı’da en önemli temsilcileridir. Kameralizmin bu devlet
adamlarına en cazip gelen tarafı, Osmanlı İmparatorluğu gibi dağınık bir ülkeyi
birleştirici bir görüntü getirmesiydi (Mardin, 1991: 12).

Osmanlı devlet adamları milli çapta, idari, hukuki ve iktisadi tedbirlerle


Osmanlı’da yüksek sayıda yer alan kültür birimlerini eritebileceklerini ve bir
Osmanlılık şuuru oluşturabileceklerini düşünüyorlardı; ancak uzun vadede bu
amaçları gerçekleşmedi fakat Batı milletlerinin modernleşen devlet yapısının birçok
kurumu çoğu zaman özünü yitirmiş olarak imparatorluğa yerleşmişti maalesef.
118

Kameralizm, modern ulus/devlet anlayışlarında seçkinci yapıların izlediği ve


merkeziyetçi siyasete dayanan, devletin, dinden aileye, eğitimden ekonomiye kadar
hayatın tüm alanlarını etkileyen kurumlarını yukardan planlayıp kurmaya dayanan
bir siyaset mantığıdır. 19. yüzyılda, fizyokratlar da denen bir grup toplum
teknisyeninin görüşlerine de dayanarak Kameralizm adı verilen, tamamıyla pratik bir
yeni seçkinci proje üretildi. Bu projenin temel amacı, artık kendi ayakları üzerinde
durma noktasına gelmiş bulunan ve daha sonraları modern devlet diye nitelenecek
olan merkezi otoriter devletlerin yaptırımlarına dayalı bir kalkınma modeli olmasıdır.
Bu projenin kurgulayıcıları da uygulayıcıları da yönetici kadrolardı. Ortada sadece
fizyokratların basit denebilecek tavsiyeleri vardı. Burada devlet gücü, toplumun
üstünde icra ediliyor, yönetici aydınların gücüne güç ekliyordu. Bir diğer ifade ile
aydın despotizmi süreci başlıyordu. Siyasi yapıda ve toplum nezdinde de planlı
kalkınma ve benzeri kavramlarla mantıki meşrulaştırma imkanı buluyordu. Esasen
güç ellerinde olduğuna göre itiraz edenin tepesine vurmak zor değildi. Kaldı ki
toplumun hatırı sayılabilecek bir kesimine bu merkezi despotizmin önemi iyi
anlatılmıştı: Kişisel hak ve özgürlüklerimizi kısıtlasa da bu gelişme toplum için iyi
bir şeydi, dolayısıyla katlanılmalıydı. Ne var ki kameralizm denen bu siyasal felsefe
uygulandığı her yerde genel olarak toplumu, merkez - seçkinci yapı veya çevre - halk
olarak iki sınıfa böldü. Merkez devletin sahibiydi ve her şeyin en iyisini bilmekteydi,
yönetim bakımından cahil halk katlarına fazlaca bir prim vermenin anlamı yoktu
(Aydın, 2006: 19–21). Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde, insanı ve toplumu
yeniden inşa etme gayreti ve ulus kurmanın önem arz ettiği bir dönemin izleri ile
ciddi bir siyasal eylem halini alan kameralizm, milliyetçilik akımlarının dünyayı
kasıp kavurduğu bir dönemde Osmanlı aydınları için kullanılabilecek iyi bir
yöntemdi belki. Bu siyasal felsefe şu ana kadar genelde modern ulus yapılarının ana
düşüncesini oluşturdu; ancak insan hayatına ve dünya toplumlarına pek fazla değer
katmadı. Günümüzde de söz konusu kameralist mantık kendisi pratikte tarihe karışsa
da faşizm diye bildiğimiz sistemce belirlenmiş ilkelerle takviye edilerek
sürdürülegelmiştir.

Türkiye bu bahsedilen Avrupa kökenli kameralist siyasal düşüncenin arka


planına bakıldığında, uygulamada karşılığını seçkinci bir yapılanmayla
119

Cumhuriyet’in ilk yıllarında çoğu yönüyle yaşadığı açıktır. Cumhuriyet’in ilk dönem
kurucu kadrolarının işlettikleri kameralist siyasal felsefe kökenli yönetsel model ve
bu model ile ürettikleri süreçler Cumhuriyet tarihinin sosyo-kültürel basamaklarını
inşa etmiştir. Dünyada yaşan çeşitli alanlardaki köklü değişimler sanayi,
enformasyon, teknoloji gibi etkenler, türk milletinin sosyal yapısında da çeşitli
değişimlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu sosyal değişim, siyasal yapıyıda
ekonomik ve kültürel bazı etkenlerle birleşerek dönüştürmüştür. Değişim ve
dönüşüm kaçınılmazdır, önemli olan insan için en iyi olan yaşam sıtandartlarını
oluşturmak adına demokratik iktidarların meşrulaştırılmasıdır.

Günümüz Türkiye’sinin toplumsal ve ekonomik yapısını anlayabilmek için


1923’lerden günümüze kadar uygulanmakta olan ekonomi politikalarını ve bunun
toplumsal yaşama yansımalarını çok iyi bilmek gerekmektedir. 1923–1950 yılları
arasındaki tek pari dönemi üniter bir devlet yapısının inşası ve ulusal bir girişimci
sınıfın oluşturulmaya çalışılması sürecini ifade etmektedir. 1950’li yıllar ile birlikte
Türkiye önemli bir dönemece girmiştir. Bir taraftan çok partili hayatın getirdiği
çeşitlilik, diğer taraftan uygulanmaya çalışılan liberal ekonomik politikalar ve batı
dünyası ile bütünleşme çabaları Türkiye’nin günümüze kadar ki gelişim
dinamiklerini derinden etkilemiştir. Yine 1950’li yıllar tarımda makinalaşmanın ve
tarımsal üretimin büyük bir gelişme gösterdiği yıllar olmuştur. Kırdan kente göç ve
gecekondulaşma ve varoşlaşma olgusu Türkiye’nin 1950’li yıllar ile tanışmaya
başladığı önemli toplumsal gelişmelerdir. 1960’lı ve 1970’li yıllar Türkiye’nin ağır
sanayi hamlesini gerçekleştirebilmesi için ithal ikameci sanayileşme politikalarını
uygulamaya koyduğu yıllar olmuştur. Bu yıllarda yerli sanayi dış rekabetten önemli
ölçüde korunmuş, daha önce yurt dışından ithal edilen tüketim malları yerli
sanayiciler tarafından üretilmeye başlanmış, devlet planlı ekonomik kalkınma
modelini benimsemiş ve sanayi sektörünün ekonomideki payı giderek artmaya
başlamıştır. Yine bu dönem işçi sınıfının önemli bir toplumsal kesim olarak ortaya
çıktığı yıllar olmuştur. 1950’lerden başlayan kırdan kente doğru göç dalgası 1960-
1970’li yıllarda hızını kesmemiş ve gecekondular kente göç eden nüfusun barındığı
mekânlar haline gelmiştir. 1980 yılı ve sonrasındaki gelişmeler 1923’den günümüze
kadar yaşanan dönüşümlerin (1950 yılındaki dönüşümde olduğu gibi) en kapsamlı
120

olanlarından biridir. Bu dönemde Türkiye ekonomisi dış pazara açılmaya başlanmış,


ihracat teşvik edilmiş, sendikaların gücü zayıflatılmış ve çalışan kesimin milli
gelirden aldığı pay düşmeye başlamıştır. 1980’li ve 1990’lı yıllar ile birlikte liberal
ekonomik politikalar uygulanmış ve bu çerçevede özelleştirme tüm hükümetlerin en
önemli hedeflerinden biri haline gelmiştir. Bu dönemde tüketim hem hızla artmış ve
hemde çeşitlenmeye başlamıştır. 1980 sonrasında kırdan kentte doğru olan göç
1990’lı yıllarda hızla devam etmiştir.

Türkiye, Cumhuriyet tarihine damgasını vuran ekonomik ve siyasal


yapılanması ile sosyal yapı dokusunda toplumsal anlamda derin değişimlere yol
açarken, demokratik içselleştirme politikaları ile vatandaşlık bilincinin önemine
vurgu yapma noktasına ulaşmıştır. Küreselleşen dünyada ekonomik anlamda refah
içinde olan dünya devletlerinin en önemli hedeflerinden birisi olan dünya hakimiyeti
ideali, aktörlerini seçkinlerden oluşturan bir küresel kadroyla fiilen dünya sahnesinde
oyunlarını icra etme gayretindedirler. Demokratik politikalar üretme gayreti
anlamında zirvede olduğu bir dönemde Türkiye, kurgulanan siyasal politikaları çok
iyi analiz etmeli ve Atatürk’ün kurduğu ve genç nesile emanet ettiği Cumhuriyeti
dünya devletlerinin ve muasır medeniyetlerin üstüne çıkartabilmeyi başarabilmelidir.
121

GENEL DEĞERLENDİRME VE SONUÇ

Seçkinler hemen her toplumda varolan toplumsal bir olgu iken seçkincilikte
bunun bir türedisi veya seçkinlerin seçkin konumlarını tarihsellikten ziyade verili bir
hak olarak telakki etmelerinin neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Seçkinler yapısı,
toplumlarda genel olarak kaçınılmaz bir olguyu anlatır. Bilgi ve tecrübeleri ile
örgütlenmiş ve kurumsallaşmış halleriyle toplumsal dönüşümde önemli role sahip bir
sosyal kesimi ifade eder. Seçkincilik ise genelde seçkinler yapısının aşırı boyutlara
götürülmüş ve özel olarak altı çizilmiş bir biçimidir. Bir başka deyişle seçkincilik,
ortaya bir siyasal ya da toplumsal olgu olmaktan çok, ideolojik bir oluşum olarak
çıkar. Her ideoloji gibi tarafsız değildir, toplumun bir kesitini ifade eder.

Modernleşen toplumların en belirgin nitelikleri demokrasi ve cumhuriyettir.


Demokratik yönetim, seçkinlerin iktidarına karşı bir yönetim tarzı öngörüyorken
demokrasinin bu derece kurumsallaştığı modern toplumlarda iktidarın seçkinlerin
eliyle halkların modernleşmesi için bir süreç olarak kullanılması ilk bakışta bir
çelişki olarak gözüksede bu çelişki demokrasiden değil İktidarın doğasından
kaynaklanıyor. İktidar zaten paylaşılmaktan ziyade sahip olmakla ilgili bir durumdur.
Yaygın ama indirgemeci bir kabulle çoğu kere demokrasi tek kişinin yönetimi olarak
algılanan monarşinin ve bir grup azınlığın yönetimi demek olan oligarşinin karşısına
yerleştirilmiştir. Ama kabaca bakıldığında bile ne monarşi tek kişinin yönetimidir, ne
de demokrasi bütün bir topluluğun yönetimidir. İşin gerçeği her yönetim, topluluğun
belli bir grubunca yürütülen bir iştir, fark eden şey, bu grubun çıkışı, çoğunlukla olan
irtibatı en önemliside meşruiyetidir. Böyle olunca iktidarın kendi seçkinlerini
oluşturması ya da seçkinlerin kendi iktidarlarını meşru kılmak ve yerlerini
sağlamlaştırmak için seçkinci bir yapıya dönüşmeleri sosyolojik olarak mümkündür.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye'nin uzun tarihine göz atıldığında iktidarın


seçkinlerin etrafında döndüğüne ilişkin net tarihsel veriler bulmak mümkündür.
Çalışma boyunca bu verilerle seçkin sınıfların konumlarını, iktidarlarını ve sosyo-
ekonomik rollerini yorumlamaya çalıştık. Osmanlının ilk döneminde seçkinler bizzat
122

devletin kendi varlığını devam ettirmek için oluşturduğu saray çevresi seçkinleridir.
Bu seçkinler, devletle özdeşleşmişlerdir. Bunun dışında saray çevresinden uzak,
merkezi otoritenin çok güçlü olmadığı yerlerde taşralarda dini kanat önderleri iltizam
sahiplari denilebilecek seçkinlerde Osmanlı siyasal ve ekonomik yapısında önemli
roller oynamışlardır.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e tarihsel süreç içerisinde kurumsal yapıların


birhayli dönüştüğünü görüyoruz. Osmanlı ilk döneminde bu değişimin ve seçkin
dönüşümünün biraz daha iç dinamiksel olduğunu söyleyebiliriz. Son dönem
Osmanlı’da ise bu sürecin dış dinamiksel olduğunu söylemek mümkündür. Bu dış
dinamiksel sürecin diğer adı modernleşmedir. Osmanlı'dan Cumhuriyet’e geçiş
noktasında son yüzyılını modernleşme sancıları ile geçiren bir toplumu, yeni kurulan
Cumhuriyet devralmıştır. Cumhuriyet kurulduğunda, ilk anda gerekli olan yönetim
örgütleri, eğitim sistemi, mali sistem vs. Osmanlı Devletinden Cumhuriyet seçkinleri
tarafından alınmıştır. I. ve II. Meşrutiyetten kalan parlamenter sistemin getirdiği
tecrübe, siyasi parti ve çeşitli siyasi kurumlar Osmanlı’dan miras kalmış,
Cumhuriyet’in aydın ve yetişmiş insan kadroları da yine Osmanlı’dan intikal
etmiştir. Osmanlı döneminde yaşanan modernleşme süreci, daha çok, bir “tecrübe”
olarak Cumhuriyet’e aktarılmıştır. Cumhuriyet’e geçişte bu tecrube dönüşerek, bir
seçkinci yapılanma olarak kendini göstermiştir.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu seçkincilik, kendisini toplumsal değişim ve


dönüşümün dışında sayan, siyasal sistemi tekelinde, toplumu vesayetinde gören bir
seçkinler yapısı olarak tanımlamıştır. Tek Parti iktidarıyla tezahür eden bu süreç
kendisini askeri müdahalelerle Türk siyasal arenasında göstermiştir. Buna göre
seçkinci türde ki seçkinler, yukarıda bir yerde durmakta ve her şeyi gözetlemekte,
her an yanılmaya namzet, bilgisiz cahil halk katlarına yol göstermek, yanlışlarına
müdahale etmek üzere beklemektedirler. Toplumu denetleme ve dizaynetmeyi en
temel hakları olarak görmektedirler. Seçkincilik, modern ulus yapılarının genel bir
özelliğidir denebilir. Çünkü burada asker kökenli Devletçi Seçkinler kendilerini,
farklı unsurlardan bir ulus oluşturmak, onu yeniden inşa etmek, bütün kurum ve
kuruluşlarını, eğitimden ekonomiye, aileden dine kadar dizaynetme yetkisinde
123

görmektedir. Ancak bunun derecesi toplumlara göre değişik düzeylerde olmaktadır.


Modern ulus yapılarında bu seçkinci yapı aslında, kendine özgülüklerde yeniden
oluşmuş bir yapının, kişisel olmanın ötesinde grupça iktidar olma ve bunu sürekli
kılma güdüsüne dayanmaktadır. Burada önemli sorun da meşruiyet alanında kendini
göstermektedir. Yani genelin üstünde bu siyasi nüfuzun halk tarafından kabul
edilebilir bir gerekçesi olması gerekmektedir.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e seçkinlerin dönüşümünde en önemli rolü yine


Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde Devletçi Seçkinlerin mahiyetini oluşturan, Asker ve
bürokrat seçkinler oynamıştır. Demokrat Parti’nin iktidarına son veren ve 1971
muhtırasını ilan eden ve son olarakta 12 Eylül 1980 yılında siyasete el koyan yine
devletçi seçkinler ve asker seçkinler olmuştur. Osmanlıdan Cumhuriyet’e intikal
eden, belki de en önemli “alışkanlık" her ikisinde de değişmenin devlet eliyle ve kısa
sürelerde gerçekleştirileceği kültürünün varlığıdır. Bu alışkanlık, günümüzde de
belli ölçülerde devam etmektedir. Diğer yandan, çok uluslu İmparatorluğun
kurumları, tek uluslu Cumhuriyet’e geçişte, kendiliğinden geçersiz hale gelmiş, yeni
düzenlemelerin yapılması gereği hâsıl olmuştur. Daha çok, siyasi rejim, devlet
idaresi ve kurumlar düzeyinde gerçekleştirilen düzenlemeler, değişme olarak
değerlendirilmelidir. Kültürel sahada, günlük hayatı ilgilendiren konularda
değişmeler yaşanırken, zihniyet, halk kültürü v.s. gibi konularda süreklilik hâkim
olmuştur. Sonuç olarak, Cumhuriyet’in kurucu seçkinleri, Osmanlı’dan devralınan
toprak, nüfus ve kültür üzerinde yeni ve modern bir devlet/millet inşaa etmek
gayesiyle siyasi rejim, hukuk ve kültürün çeşitli sahalarında geniş çaplı ve köklü
değişimler yapmışlardır. Toplumsal düzeyde değişimler yapılırken, bu seçkin
kadrolar seçkinci bir yapılanma ile dönüşerek, devlet yönetiminde merkez–çevre
sendromunun meydana gelmesine sebep olmuştur. Seçkinci yapılar, bir merkez
“seçkin”- çevre “halk ikilemi üstüne kuruldukları ve bir gerilim yaşadıkları için
sağlıklı bir çağdaşlaşma gerçekleşmemekte, çağdaş toplumların temel özellikleri
sayılan sosyal ve öncelikle siyasal değerler, norm ve kurumlar bir türlü yerlerine
oturmamaktadır. Çünkü seçkincilik sosyal ve siyasal yapıya müdahale etmekte, tüm
kurumların dayandığı sosyal süreç bir türlü kurulamamakta, halk tarafından
içselleştirilememektedir. Tarihsel olarak kısa dönemde bakıldığında “radikal” olarak
124

nitelendirilen bu değişimlerin, uzun dönemde bakıldığında, Osmanlı’nın son


dönemlerinde başlayan yenileşme, modernleşme ve demokratikleşme çabalarının,
Cumhuriyet döneminde güçlenerek devam eden uzantıları olduğu görülmektedir.
Osmanlının son dönemine ve Cumhuriyetin ilk yıllarına bakıldığında o günün dünya
konjenktörü göz önünde bulundurularak bu seçkinci yapılanma belki anlaşılabilir.
Yeniden yapılanan dünyada Dünya savaşlarının etkileri, yıkılan-yeni kurulan nice
devlet ve dünya demokrasi kültürü; ayrıca bu demokratik kültürün yeni kurulan
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne etkileri, seçkinlerin dönüşümünde önemli bir yer
tutar. Cumhuriyetin ilk yıllarında bu seçkinci yapılar halkın henüz demokratik bir
kültüre sahip olmayışından dolayı kendi iktidarlarının meşruiyetlerini korumuşlardır.

Genel olarak kısaca özetlediğimizde, 1950 ve 1980 yılları arasında yaşanan


teknolojik gelişmeler, sosyal-ekonomik ve siyasal olaylar, değişim olgusuna bağlı
olarak Türkiye Cumhuriyet’inde özellikle Turgut Özal döneminden sonra
demokrasinin gelişmesini, siyasal bilincin, hukuksal hakların bireyler tarafından
eskiye oranla içselleştirilmesini sağlamıştır. Merkezin değil çevrenin reisi Cumhuru
olan Özal Türk Siyasal hayatında ve Türk Kamu Yönetiminde yeniliklerin önünü
açmış ve Türkiye’nin diğer dünya ülkeleri ile küresel anlamda etkileşime girmesini
doğruları ve yanlışları ile sağlamıştır. Tüm bu tarihsel süreçler, 1990’lı yıllara
gelindiğinde bu seçkinci yapıların meşruiyetlerini yitirmelerine sebep olmuştur.
Türkiye'de 2000’li yıllardan itibaren, sosyo-ekonomik ve siyasal alanlarda meydana
gelen köklü değişimler, seçkin sınıfları da doğrudan etkilemiş, seçkinlerin yapısal
dönüşümler yaşamasına sebep olmuştur. Sosyal yapı içinde seçkinler, işlevlerini ve
misyonlarını farklı toplumlarda farklı biçimlerde devam ettirmektedirler.
125

KAYNAKÇA

AHMAD, Feroz (1971). İttihat ve Terakki 1908–1914. İstanbul: Sander Yayınları.

AHMAD, Feroz (1977). The Turkish Experiance in Democracy 1950–1975. London:


C.Hurst Company.

AHMAD, Feroz (1995). Modern Türkiye’nin Oluşumu. (Çeviren:Yavuz Alogon).


İstanbul: Sarmal Yayınevi.

AHMAD, Feroz ve D. A. Rustow (1976). “II. Meşrutiyet Döneminde Meclisler


1908-1918”. Güney-Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, (Sayı: 4-5), 245-
284.

AKŞİN, Sina (1998). Jön Türkler ve İttihat-Terakki (İkinci Baskı). Ankara:

ALKAN, Ahmet, Turan (1992). II. Meşrutiyet Devrinde, Ordu ve Siyaset. Ankara:

ALKAN, Türker (1997). Aydınlar Ve Siyaset. Ankara: ODTÜ Yayınları.

ARMAĞAN, İbrahim (1983). Bilimsel Araştırma Yöntemleri. İzmir: Dokuz Eylül


Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Yayınları.

ARMAĞAN, Servet (1978). “Memleketinizde İlk Parlamento Seçimleri”. Armağan,


Kanun-i Esasi’nin 100. Yılı, Ankara: Ank Üniv. SBF, 149-168.

ARON, Raymond (1973). Sınıf Mücadelesi, Sanayi Cemiyeti Üzerine Yeni Dersler.
(Çeviren: Erol Güngör). İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.

ARON, Raymond (2000). Sosyolojik Düşüncenin Evreleri. (Çeviren: Korkmaz


Alemdar). İstanbul: Bilgi Yayınları.

AYDEMİR, Ş, S. (1984). İkinci Adam. (Cilt:1-2), İstanbul: Remzi Yayınları.

AYDEMİR, Ş, S. (1986). Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa. İstanbul: Remzi


Kitabevi Yayınları.

AYDIN, Mustafa (2004). Bilgi Sosyolojisi. İstanbul: Açılımkitap Yayınları.

AYDIN, Mustafa (2006). Siyasetin Sosyolojisi Bir Sosyal Kurum Olarak Siyaset.
İstanbul: Pınar Yayınları.
126

AYVERDİ, Samiha (1975). Türk Tarihinde Osmanlı Asırları. (1.Cilt). İstanbul:


Damla Yayınevi.

BARLAS, Mehmet (1994). Turgut Özal’ın Anıları. İstanbul: Sabah Kitapları.

BAYUR, H. K. (1954). Sadrazam Kamil Paşa. Ankara:

BİLA, Hikmet (1979). CHP Tarihi (1919-1979). Ankara: (Yayın evi yok).

BOTTOMORE, Tom, B. (1987). Siyaset Sosyolojisi. (Çeviren: Erol Mutlu). Ankara:


Teori Yayınları.

BOTTOMORE, Tom, B. (1990). Seçkinler ve Toplum. (Çeviren: Erol Mutlu).


Ankara: Gündoğan Yayınları.

ÇADIRCI, Musa (1985). “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Ülke Yönetimi”,


Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, (Cilt-1), İstanbul:
İletişim Yayınları.

ÇAVDAR, Tevfik (2004). Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (3. Baskı). Ankara.

ÇAYLAK, Adem (1998). Osmanlı’da Yöneten ve Yönetilen (1. Baskı). Ankara: Vadi
Yayınları.

DEVEREUX, Robert (1963). The First Otoman Constitutional Period..Baltimore:


The Johns Hopkins Press.

DİVİTÇİOĞLU, S. (1999). Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu-Marksist Üretim


Tarzı Kavramı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

DUVERGER, Maurice (1995). Siyaset Sosyolojisi. (Çeviren: Şirin Tekeli). İstanbul:


Varlık Yayınları.

ELDEM, Vedat (1970). Osmanlı İmparatorluğu’nun İktisadi Şartları Hakkında Bir


Tetkik. Ankara: İş Bankası Yayınları.

ERTUĞRUL, N., İlter (2008). Cumhuriyet Tarihi El Kitabı (1. Baskı). Ankara:
ODTÜ Yayınları.

ERTUNÇ, Ahmet Cemil (2004). Cumhuriyet’in Tarihi (Birinci Baskı). İstanbul:


Pınar Yayınları.
127

ERYILMAZ, Bilal (2002). Bürokrasi ve Siyaset-Bürokratik Devletten Etkin


Yönetime (1.Baskı). İstanbul: Alfa Yayınları.

EVREN, Kenan (1990). Kenan Evren’in Anıları. (Cilt-2). İstanbul:

FİNDLEY, Carter V. (1985). “19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda Bürokratik


Gelişme”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, (Cilt-1),
İstanbul: İletişim Yayınları.

FİNDLEY, Carter V. (1994). Osmanlı Devletinde Bürokratik Reform Babıali (1789-


1922). (Çevirenler: Latif Boyacı- İzzet Akyol). İstanbul: İz Yayıncılık.

FREY, Frederick W. (1965). The Turkish Political Elite, Cambridge: The Mıt Press.

GOLOĞLU, Mahmut (1974). Tek Partili Cumhuriyet (1931-1938). Ankara: Goloğlu


Yayınları.

GÖLE, Nilüfer (1986). Mühendisler ve İdeoloji-Öncü Devrimcilerden Yenilikçi


Seçkinlere. İstanbul: İletişim Yayıncılık.

GÖLE, Nilüfer (1991a). Modern Mahrem. İstanbul: Metis Yayınları.

GÖLE, Nilüfer (1991b). “Türk Toplumu ve Pozitivist Elit’in Etkinliği”. (Sadettin


Elibol), Sosyoloji Konuşmaları, Ankara: Ecem Yayıncılık.

GÜNAL, Erdoğan (2009). Türkiye’de Demokrasinin 100 Yıllık Serüveni (1. Baskı).
İstanbul: Karakutu Yayınları.

GÜRKAN, Aydın (1979). Ekonomik Gelişme ve Sorunları. Ankara: Ankara İktisadi


ve Ticari İlimler Akademisi.

HEPER, Metin (1973). Modernleşme ve Bürokrasi. Ankara: Sosyal Bilimler Derneği


Yayınları.

HEPER, Metin (1974). Bürokratik Yönetim Geleneği. Ankara: ODTÜ Yayınları.

HEPER, Metin (1977). Türk Kamu Bürokrasisinde Gelenekçilik ve Modernleşme.


İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları.

HEPER, Metin (1980). “Ekonomik ve Sosyal Gelişme Sürecinde Bürokrasi-Bir


Tipoloji ve Bazı Düşünceler”. Amme İdaresi Dergisi, (Haziran-1980).
128

HEPER, Metin (1983). “Bürokrasi”. Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi,


(Cilt-2), İletişim Yayınları.

HEPER, Metin (1985). “19.Yüzyılda Osmanlı Bürokrasisi”. Tanzimat’tan


Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, (Cilt-1), İstanbul: İletişim Yayınları.

HEPER, Metin (1986). “Atatürk’te Devlet Düşüncesi”. (Editör: E. Kalaycıoğlu-


A.Y.Sarıbay). Türk Siyasal Hayatının Gelişimi. İstanbul: Beta Yayınları.

HEPER, Metin (1990). “Osmanlı’da Devlet Geleneği”. Türkiye Günlüğü Dergisi,


(13.Sayı), 143.

HUNTINGTON, S.P. ve DOMINGUEZ, J.I. (1985). Siyasal Gelişme. (Çeviren:


Ergun Özbudun). Ankara: Siyasi İlimler Derneği Yayınları.

İNSEL, Ahmet (1996). Düzen ve Kalkınma Kıskacında Türkiye. (Çeviren: Ayşegül


Sönmezsoy). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

KALAYCIOĞLU, E. ve SARIBAY A.Y. (1986). “Tanzimat, Modernleşme Arayışı


ve Siyasal Değişme”. (Editör: E.Kalaycıoğlu ve A.Y.Sarıbay). Türk Siyasal
Hayatının Gelişimi. İstanbul: Beta Yayınları.

KANSU, Aykut (2006). 1908 Devrimi. İstanbul: İletişim Yayınları.

KAPANİ, Münci (1978). Politika Bilimine Giriş. Ankara: Ankara Üniversitesi


Hukuk Fakültesi Yayınları.

KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri (1984). Politikada 45 Yıl. İstanbul: İletişim


Yayınları.

KARATEPE, Şükrü (1993). “Türkiye’de Modernleşme ve Hukuk”. Bilgi ve Hikmet


Dergisi. (Sayı:1).

KARPAT, Kemal H. (1967). Türk Demokrasi Tarihi. İstanbul: (Yayın evi yok).

KARPAT, Kemal H. (2005). Osmanlı’nın Geçmişi ve Bugünün Türkiyesi. (Çeviren:


Sönmez Taner). İstanbul: Bilgi Ünv. Yayınları.

KARPAT, Kemal H. (2006). Osmanlı’da Değişim, Modernleşme ve Uluslaşma.


(Çeviren: Dilek Özdemir). İstanbul: İmge Kitabevi.
129

KARPAT, Kemal H. (2009). Osmanlı’dan Günümüze Elitler ve Din (1. Baskı).


İstanbul: Timaş Yayınları.

KAZANCIGİL, Ali (1986). “Türkiye’de Modern Devletin Oluşumu ve Kemalizm”.


(Editör: E.Kalaycıoğlu ve A.Y.Sarıbay). Türk Siyasal Hayatının Gelişimi.
İstanbul: Beta Yayınları.

KELEŞ, Ruşen (1972). 100 Soruda Türkiye’de Şehirleşme, Konut ve Gecekondu.


İstanbul: Gerçek Yayınları.

KEYDER, Çağlar (1989). Türkiye’de Devlet ve Sınıflar. (Çeviren: Sabri Tekay).


İstanbul: İletişim Yayınları.

KIŞLALI, Taner, A. (1999). Siyaset Bilimi (5.Baskı). Ankara: Anadolu Ünv.


Yayınları.

KİLİ, Suna (1976). Cumhuriyet Halk Partisi’nde Gelişmeler. İstanbul: Boğaziçi


Üniversitesi Yayınları.

KOÇAK, Cemil (1986). Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1945). Ankara: Yurt
Yayınları.

KONGAR, Emre (1998). 21. Yüzyılda Türkiye (İkinci Baskı). İstanbul:

KÖKER, Levent (1990). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi. İstanbul: İletişim


Yayınları.

KÖKER, Levent (1992). Demokrasi Üzerine Yazılar. Ankara: İmge Kitabevi


Yayınları.

KÖKER, Levent (1995). “Kimlik, Meşruluk ve Demokrasi: Türkiye’de Yeni


Muhafazakar Kültür Politikasının Eleştirisi”. Türkiye’de Demokratik
Siyasal Kültür İçinde. Ankara: Türk Demokrasi Vakfı Yayınları.

KÖSE, Metin (1983). Yeni Nesil Yeni Toplum (Birinci Baskı). Konya.

KÜÇÜKÖMER, İdris (1969). Düzenin Yabancılaşması, Batılaşma. İstanbul: Ant


Yayınları.

LASWELL, Harold D. (1965). World Revolutionary Elites: Studies in Coercive


Ideological Movements. Cambridge: The MIT Press.
130

LEWİS, Bernard (1984). Modern Türkiye’nin Doğuşu . (Çeviren: Metin Kıratlı).


Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.

MARDİN, Şerif (1955). “Ali Paşa ve Hürriyet”. Forum, (Kasım-1955).

MARDİN, Şerif (1957a). “Türkiye’de Orta Sınıfların Üç Devri”. Forum, (1 Şubat


1957).

MARDİN, Şerif (1957b). “Tanzimat Fermanı’nın Manası: Yeni Bir İzah Denemesi”.
Forum, (15 Kasım 1957).

MARDİN, Şerif (1962). Türkiye’de İktisadi Düşüncenin Gelişmesi. Ankara: Ankara


Siyasal Bilimler Fakültesi Yayınları.

MARDİN, Şerif (1975). “Atatürk, Bürokrasi ve Rasyonellik”. Atatürk Devrimleri ve


I. Milletler arası Sempozyumu Bildirileri (10-14 Aralık 1973), İstanbul.

MARDİN, Şerif (1983). “Yenileşme Dinamiğinin Temelleri”. Çağdaş Düşüncenin


Işığında Atatürk. İstanbul: Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları.

MARDİN, Şerif (1986). “Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-


Çevre İlişkisi”. (Çeviren: Şeniz Gönen). (Editör: E.Kalaycıoğlu ve
A.Y.Sarıbay). Türk Siyasal Hayatının Gelişimi. İstanbul: Beta Yayınları.

MARDİN, Şerif (1991). Türk Modernleşmesi Makaleler-4. (Derleyen: M.Türköne ve


T.Önder). İstanbul: İletişim Yayınları.

MARDİN, Şerif (1992). Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar, Merkez Çevre
İlişkileri, Türkiye’de Toplum ve Siyaset Makaleleri-1 (Üçüncü Baskı).
İstanbul: İletişim Yayınları.

MARDİN, Şerif (1993). Tanzimat ve Aydınlar, Türkiye’de Toplum ve Siyaset


Makaleleri-3 (Üçüncü Baskı). İstanbul: İletişim Yayınları.

MAZRUİ, ALİ A. (1983). “Osmanlı İmparatorluğu ve Atatürk Mirası Açısından


Afrika-Siyasal Kültürde Yerellik ve Evrensellik”. Çağdaş Düşüncenin
Işığında Atatürk. İstanbul: Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları.

MİLLS, Wright C. (1974). İktidar Seçkinleri.(Çeviren: Ünsal Oskay). Ankara: Bilgi


Yayınevi.
131

MOSCA, Gaetano (1939). The Rulling Class (Elementidi Scinta Politice). (Çeviren:
Hannah D. Kahn). New York: McGroow Hill Book.

OCAK, Ahmet, Yaşar (2002). Türkler, Türkiye ve İslam. İstanbul: İletişim


Yayınları.

ORTAYLI, İlber (1974). Tanzimattan Sonra Mahalli İdareler 1840–1878. Ankara:


Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü Yayınları.

ORTAYLI, İlber (1978). “İlk Osmanlı Parlamentosu ve Osmanlı Milletinin Temsili”.


Armağan, Kanun-i Esasi’nin 100. Yılı, Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilimler Fakültesi, 169-182.

ORTAYLI, İlber (1979). Türkiye İdare Tarihi. Ankara: Todei Yayınları.

ORTAYLI, İlber (1983). Osmanlı İmparatorluğu’nun En Uzun Yılı. İstanbul: Hil


Yayınları.

ORTAYLI, İlber (1999). İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı. İstanbul: İletişim


Yayınları.

ÖZBUDUN, Ergun (1977). “1973 Türk Seçimleri Üzerine Bir İnceleme”. Bülent
Nuri Esen’e Armağan. Ankara: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakultesi
Yayınları

ÖZBUDUN, Ergun (1995). Türkiye’de Demokratik Siyasal Kültür. Ankara: Türk


Demokrasi Vakfı Yayınları.

PAKALIN, M. Zeki (1983). “Pericik” maddesi, Osmanlı Tarih Deyimleri ve


Terimleri Sözlüğü, M. E. B. (Cilt-1), İstanbul: 31.

PARETO, Vilfredo (2005). Seçkinlerin Yükselişi ve Düşüşü-Kuramsal Bir Sosyoloji


Uygulaması.(Çev: Merve Zeynep Doğan). Ankara: Doğu Batı Yayınları.

PARLA, Taha (1989). Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizim. (Yayına


Hazırlayanlar: Füsun Üstel ve Sabri Yücesoy). İstanbul: İletişim Yayınları.

PARLA, Taha (2005). Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm (5.Baskı).


İstanbul: İletişim Yayınları.
132

RAMSAUR, E.E. (1982). Jön Türkler ve 1908 İhtilali. (Çeviren: Nuran Yavuz).
İstanbul: Sander Yayınları.

RUNCİMAN, W. G (1986). Toplumsal Bilim ve Siyaset Kuramı. (Çeviren: Erol


Mutlu). Ankara: Teori Yayınları.

RUSTOW, D.A (1964). “MilitaryTurkey Political Modernization in Japan and


Turkey. (Ed., R.E. Ward and D.A. Rustow), New Jersey: Princeton
Universitiy Press.

SARIBAY, Ali Yaşar (1986). “Kemalist İdeolojide Modernleşmenin Anlamı: Sosyo-


Ekonomik Bir Yaklaşım Denemesi”. (Editör: E.Kalaycıoğlu ve
A.Y.Sarıbay). Türk Siyasal Hayatının Gelişimi. İstanbul: Beta Yayınları.

SARTORİ, Giovanni (1978). “Anti-Elitism Revisited”. Governement and


Opposition, (13 Winter), 58-80.

SELEK, Sabahattin (1963). Anadolu İhtilali. İstanbul: Cem Yayınları.

SENCER, Muzaffer (1968). Dinin Türk Toplumuna Etkileri. İstanbul.

SENCER, Muzaffer (1986). Türkiye’nin Yönetim Yapısı. İstanbul: Alan Yayınları.

SHAW, Stanford, J. and SHAW, E.K. (1977). History of the Ottoman Empire and
Modern Turkey. (2. Cilt). Cambridge University Press.

SOSYAL, Mümtaz (1969). 100 Soruda Anayasanın Anlamı. İstanbul: Gerçek


Yayınları.

SWİNGEWOOD, Alan (1998). Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi. (Çeviren: Osman


Akınhan). Ankara: Bilim Sanat Yayınları.

ŞAYLAN, Gencay (1974). Türkiye’de Kapitalizim, Bürokrasi ve Siyasal İdeoloji.


Ankara: Todaie Yayınları.

ŞAYLAN, Gencay (1978). “Ordu ve Siyaset”. Kanun-i Esasi’nin 100. Yılı, Ankara:
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Yayınları, 387-418.

ŞAYLAN, Gencay (1983). “Cumhuriyet Bürokrasisi”. Cumhuriyet Dönemi Türkiye


Ansiklopedisi, (Cilt-2), İletişim Yayınları.
133

TABAKOĞLU, Ahmet (2000). “Osmanl İktisadi Yapısının Ana Hatları”. Yeni


Türkiye Dergisi, Osmanlı Özel Sayısı II, Mart-Nisan Dönemi, (Sayı-62).

TEZİÇ, Erdoğan ( 1976). 100 Soruda Siyasi Partiler. İstanbul: Gerçek Yayınları.

TİMUR, Taner (1968). Türk Devrimi. Tarihi Anlama ve Felsefi Temeli. Ankara: A.Ü.
SBF Yayınları.

TİMUR, Taner (1971). Türk Devrimi ve Sonrası (1919-1946). Ankara: Doğan


Yayınları.

TİMUR, Taner (1994). Osmanlı Toplumsal Düzeni. Ankara: İmge Kitabevi.

TOPRAK, Zafer (1995). İttihat-Terakki ve Devletçilik. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt


Yayınları.

TOYNBEE, Arnold (1971). Türkiye: Bir Devletin Yeniden Doğuşu. (Çeviren:


K.Yargıcı). İstanbul: Milliyet Yayınları.

TUNAYA, Tarık Z. (1952). Türkiye’de Siyasi Partiler. İstanbul: Doğan Kardeş


Yayınları.

TUNAYA, Tarık Z. (1960). Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri.


İstanbul: Yedigün Matbaası.

TUNAYA, Tarık Z. (1976). “Meşrutiyetin Siyasal Yaşamımızdaki Yeri”, Türk


Parlamentoculuğunun İlk Yüzyılı. Siyasi İlimler Türk Dergisi, (Haziran 6),
75-132.

TUNÇAY, Mete (1978). “Heyet-i Mahsusalar (1923-1938)”. Kanun-i Esasi’nin 100


Yılı Armağanı. Ankara: A.Ü. SBF Yayınları.

TURHAN, Mehmet (1991). Siyasal Elitler. Ankara: Gündoğan Yayınları.

TUTUM, Cahit (1972). Türkiye’de Memur Güvenliği. Ankara: Todaie Yayınları.

TÜRKÖNE, Mümtaz’er (1995). Osmanlı Modernleşmesinin Kökleri. İstanbul: Yeni


Şafak Kitaplığı.

UBİCİNİ, M. A (1998). Osmanlı’da Modernleşme Sancısı. (Çeviren: Cemal Aydın).


İstanbul: Timaş Yayınları.
134

ULMAN, Haluk A. ve Franz Tachau (1965). “Turkish Politics: The Attempt To


Reconcile Rapid Modernization With Democracy”, The Middle East
Journal Spring, 153–168.

UZUNÇARŞILI, İ. Hakkı (1989a). Osmanlı Devlet Teşkilatı, Ankara: TTK


Yayınları.

UZUNÇARŞILI, İ. Hakkı (1989b). Osmanlı Devletinde Kapıkulu Ocakları. (Cilt-1),


Ankara: TTK Yayınları.

WALLARSTEİN, Imanuel, Hale Decteli ve Reşat Kasaba (1983). “Osmanlı


İmparatorluğu’nun Dünya Ekonomisi İle Bütünleşme Süreci”. Toplum ve
Bilim Dergisi, (Sayı–23), Güz Dönemi.

WEBER, Max (1986). Sosyoloji Yazıları. (Çeviren: Taha Parla). İstanbul: Hürriyet
Vakfı Yayınları.

WEIKER, Walter F. (1963). The Turkish Revolution 1960–61. Washington: The


Brookings Insttitution.

WEIKER, Walter F. (1973). “Osmanlı Bürokrasisi: Modernleşme ve Reform”.


(Çeviren: Ş.Büyükdavras ve E.Oyal). Amme İdaresi Dergisi,(Mart–1973).

WİTTEK, Paul (1968). Osmanlılardan Önce Anadolu. (Çeviren: Erol Üyepazarcı).


İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

WİTTEK, Paul, (1938). Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğuşu. (Çeviren: Fatmagül


Berktay). İstanbul: Pencere Yayınları.

YALÇIN, Hüseyin Cahit (1943). Talat Paşa. İstanbul: Yedigün Neşriyatı.

YETKİN, Çetin (1983). Türkiye’de Tek Parti Yönetimi (1930-1945). İstanbul: Altın
Kitaplar Yayınevi Yayınları.

ZANNONİ, Paolo (1978). “The Concept Of Elite”. European Journal Of Political


Research, 6 March, 1-30.

ZÜRCHER, J. Erik (2007). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. (Çeviren: Yasemin


Saner Gönen). İstanbul: İletişim Yayınları.
135

T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

ÖZGEÇMİŞ

Adı Soyadı: Adem KAHRİMAN


Doğum Yeri: Almanya/Köln-Frechen
Doğum Tarihi: 28.03.1979
Medeni Durumu: Bekar
Öğrenim Durumu
Derece Okulun Adı Program Yer Yıl
İlköğretim YİBO Samsun/Vezirköprü 1985-1990
Ortaöğretim 25 Mayıs Okulu Samsun/Havza 1991-1993
Lise Havza Lisesi SosyalBilimler Samsun/Havza 1994-1997
Lisans Selçuk Ünv. Sosyoloji Konya 2002-2005
Yüksek Lisans
Becerileri: Muhakeme ve Analiz. İletişim. İkna.
İlgi Alanları: Teknoloji, Sanat, Tarih, Eğitim, İnsan ve Toplum
Uluslar arası bir firmada orta düzey yöneticilik. Felsefe Grubu
Öğretmenliği, Ölçme-Değerlendirme Uzmanlığı, Rehber
İş Deneyimi: Öğretmenlik, Özel Bir Eğitim Kurumunda Strateji ve Ar-Ge Merkezi
Lideriği, İnsan Kaynakları Yöneticiliği, Kalite Liderliği görevimi
sürdürmekteyim.
Aldığı Ödüller:
Doç. Dr. Mustafa AYDIN (Selç. Ünv. Sosyoloji Bölümü Öğrt. Gör.)
Hakkımda bilgi
Caner YILDIZ : 0505 402 83 69 (Cumhuriyet Savcısı)
almak için
Mustafa Süha ÖZTÜRK : 0505 226 92 61 (Müd.Yard.)
önerebileceğim
Serkan YAMAN : 0554. 751 27 25 (Üniversite Öğrencisi)
şahıslar:
Ömer ŞEN : 0533 581 60 44 (Sanayici ve İş Adamı)
Tel: 0505 873 45 66 – 0543 291 47 05
E-Posta: adem.kahriman@hotmail.com – adem_kahriman@hotmail.com
Yazır Mah. Elmalılı Hamdi Hoca Cad.
Adres:
Tören Sok. Yıldırım Apt.-1 Kat:2 Daire:9 Selçuklu/KONYA

You might also like