Professional Documents
Culture Documents
İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
DOKTORA TEZİ
Danışman Hazırlayan
Dr. Öğr. Üyesi Ender AKYOL Ali Rıza SAVAŞ
MALATYA 2020
T.C.
İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
SİYASET BİLİMİ VE KAMU YÖNETİMİ ANABİLİM DALI
DOKTORA TEZİ
Danışman
Dr. Öğr. Üyesi Ender AKYOL
MALATYA 2020
ii
ONUR SÖZÜ
iii
ÖNSÖZ
Çalışmamın her aşamasında bana daima sabırla ve hoşgörüyle destek olan, bilgi
ve deneyimleri ile yol gösteren çok değerli danışman hocam Sayın Dr. Öğr. Üyesi
Ender AKYOL’a, bilgi ve tecrübesi ile bu tezin tüm zorlu aşamalarında her yönden
yardımcı olan, tecrübeleri ile beni aydınlatan ve desteğini hiç eksik etmeyen, kendilerini
tanımaktan büyük onur duyduğum sevgili hocalarım Sayın Prof. Dr. Ahmet
KARADAĞ ve Sayın Prof. Dr. Gökhan TUNCEL’e, çalışmalarım sırasında beni her
zaman destekleyen kıymetli arkadaşlarım ve hep yanımda olan eşim ve çocuklarıma,
yürekten teşekkür ederim.
iv
ÖZET
İdeolojiler, insanların dünyaya ilişkin olan şeyleri kavramasına imkân sağlayan bir
dünya görüşüdür. Milliyetçilik ve muhafazakârlık modern dönemin ortaya çıkardığı
ideolojilerdir. Muhafazakârlık Fransız İhtilali ve onun ortaya çıkarmış olduğu siyasal
sisteme bir tepki olarak doğmuş bir ideolojidir. Bir ideoloji olarak milliyetçilik tıpkı
muhafazakârlık gibi modern çağın ortaya çıkarmış olduğu etkilerden kaynaklanan bir
ideolojidir ve modern dönemde ortaya çıkmış olduğu şekliyle ulus-devlete ait bir
ideolojidir. Milliyetçiliğin; toplum, tarih, aile ve gelenek kavramlarına yaklaşımı
açısından muhafazakârlık ile benzeşmesi, her ikisi arasında bir yakınlık oluşmasında
etkili olmuştur. Bunun yanında modernitenin ortaya çıkarmış olduğu yeni kutsallar
oluşturma gereksinimi, milliyetçiliği muhafazakârlığa yaklaştıran başka bir faktör
olarak ifade edilebilir. Bu şartlar muhafazakâr bir milliyetçi tavrı da ortaya
çıkarmaktadır. Bu bağlamda muhafazakâr düşünce ve siyasetin önemli özelliklerinden
birisi milliyetçilik ile olan ilişkidir. Türk muhafazakârları Türk-İslam Sentezi anlayışını
benimsemişler ve bu doğrultuda milliyetçilik ile bir eklemlenme içerisine girmişlerdir.
v
girmiş dini/İslami değerler ekseninde şekillenmiştir. Bu yaklaşım çerçevesinde farklı bir
millet/milliyetçilik tanımlamasını ortaya koydukları belirtilebilir. Bu yeni milliyetçi
anlayış, yerli ve İslami olanı eklektik şekilde birleştiren bir şekilde içeriklendirilmiştir.
İçeriği bir bakıma “İslami-muhafazakârlık” üzerinden yeniden kodlanmış ve sosyolojik
temelde siyasal ve toplumsal alan bunun üzerinden dizayn edilmeye çalışılmıştır. AK
Parti bu yolla klasik seçmen tabanı olan milliyetçi, muhafazakar Türk ve Kürt
seçmenini bu şekilde konsolide etmeyi başarmıştır.
vi
ABSTRACT
AK Party is a political party which was founded on August 14, 2001 by the board
of founders under the leadership of Recep Tayyip Erdogan and in the following years it
has defined its own political line as “conservative Democrat”. Looking at Turkish
political life, it might be concluded that with the election of November 3, 2002, the AK
Party gained power alone, and with this power, Turkey entered a completely new
political, economic and social period. This conservative structure defined by the AK
Party is related to nationalism. The extent to which the AK Party has a weight in the
conservative and nationalist right orientation is one of the constantly debated issues. As
with many of the parties operating on the right-wing political line in Turkey, the AK
Party's rhetoric seems to have existed to a different extent and variability historically. It
can be said that the nationalist understanding of the AK Party is based on a common
understanding of the past on the axis of the peoples that make up both civilizations,
stemming from the Seljuk and Ottoman past, rather than an element of Turkishness on a
racial basis. The nationalist approach of the AK Party has been formed on the axis of
vii
religious/Islamic values, which have entered into a mutual articulation with Turkish
conservative thought. Within the framework of this approach, it can be stated that they
put forward a different definition of nation/nationalism. This new nationalist
understanding is embodied in a way that eclectic combines the Indigenous and Islamic.
In a sense, its content has been re-coded through “Islamic-conservatism”, and on a
sociological basis, the political and social space has been designed through it. In this
way, AK Party has managed to consolidate its classical voter base, the nationalist,
conservative Turkish and Kurdish voters.
viii
İÇİNDEKİLER
ix
3.2.3. Çok Partili Dönem Türk Muhafazakârlığı (1950-1980) ........................ 152
3.2.4. 12 Eylül Darbesi Sonrası Muhafazakâr Düşünce (1980-….) ................ 161
3.3. Batı ve Türk Muhafazakârlığının Karşılaştırılması ..................................... 172
5. MİLLİYETÇİLİĞİN TEORİK ARKA PLANI VE TÜRKİYEDE
MİLLİYETÇİLİK ...................................................................................................... 178
4.1. Siyaset Bilimi Kavramı Olarak Milliyetçilik ................................................. 178
4.2. Milliyetçilik Kuramları .................................................................................... 184
4.3. Milliyetçilik Tipolojileri ................................................................................... 188
4.4. Siyasal İçerikleri Açısından Milliyetçilik Tipolojileri ................................... 191
4.4.1. Liberal Milliyetçilik ................................................................................... 191
4.4.2. Muhafazakâr Milliyetçilik ........................................................................ 193
4.4.3. Yayılmacı Milliyetçilik .............................................................................. 194
4.4.4. Antiemperyalist Milliyetçilik .................................................................... 195
4.4.5. Resmi Milliyetçilik ..................................................................................... 195
4.4.6. Sosyalist Milliyetçilik................................................................................. 196
4.5. Milliyetçiliğin Tarihsel Gelişim Süreci ........................................................... 198
4.6. Türkiye’de Milliyetçi Düşünce ........................................................................ 207
4.6.1. Tanzimat Sonrası Dönem: Milliyetçilik Filizleniyor .............................. 207
4.6.2. Erken Cumhuriyet Dönemi Milliyetçi Düşünce (1923-1950) ................ 228
4.6.3. Çok Partili Dönemde Milliyetçilik (1950-1980) ...................................... 243
4.6.4. 1980 Sonrası Dönem .................................................................................. 253
5. MİLLİYETÇİLİK VE MUHAFAZAKÂRLIK İLİŞKİSİ ................................. 259
5.1. Türk Muhafazakârlığı ve Türk Milliyetçiliğinin Bakış Açısıyla Devlet
Kavramı ................................................................................................................... 259
5.2. Türk Muhafazakârlığı ve Türk Milliyetçiliğinin Bakış Açısı ile Otorite
Kavramı ................................................................................................................... 267
5.3. Türk Muhafazakârlığı ve Türk Milliyetçiliğinin Bakış Açısı ile Gelenek
Kavramı ................................................................................................................... 271
6. AK PARTİ: POLİTİKA VE SÖYLEM ................................................................ 280
6.1. AK Parti’nin Kökeni: Türkiye’de Siyasal İslamcılık ................................... 302
6.2. İslamcılıktan Muhafazakârlığa AK Parti ...................................................... 310
6.3. Milliyetçi-Muhafazakârlığa Evrilme (mi?) .................................................... 325
x
6.4. Tek Devlet Tek Bayrak Tek Millet Tek Vatan Mottosu ............................... 331
6.5. Çözüm Süreci: Milliyetçilikten bir vazgeçiş mi? ........................................... 334
6.6. 7 Haziran ve 1 Kasım 2015 Seçimleri ............................................................. 351
6.7. 15 Temmuz Süreci: AK Parti’de dönüşüm ve Cumhur İttifakı .................. 360
6.8. Dönüşüm Sürecinde Liderin Etkisi ................................................................ 367
SONUÇ ........................................................................................................................ 374
KAYNAKÇA ............................................................................................................... 384
EKLER ........................................................................................................................ 411
ÖZGEÇMİŞ ................................................................................................................ 422
xi
KISALTMALAR
RP : Refah Partisi
FP : Fazilet Partisi
SP : Saadet Partisi
DP : Demokrat Parti
AP : Adalet Partisi
xii
TABLOLAR LİSTESİ
xiii
1. GİRİŞ
AK Parti’nin kurucu kadrosunun çok büyük bir çoğunluğu, ana köken olarak
“Milli Görüş” çizgisinde olan siyasal partilerden gelen kişilerden oluşmaktadır. Bunun
yanında merkez sağ siyasal çizgide faaliyet göstermiş partiler ve milliyetçi muhafazakâr
düşünceyi kendisine şiar edinen siyasetçileri de bünyesinde barındırmaktadır (Erler,
2007). Bu bağlamda eski İslamcı ve muhafazakâr çizgide siyaset yapmış olan birçok
siyasetçiyi bünyesinde barındıran ve onların renklerinin şekillendirdiği bir görüntü arz
etmektedir.
1
“Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı Kadar Müslüman” söylemini kullanması ve
komünizm ile mücadele sırasındaki güçlü ve etkili tavrı, muhafazakârlarca çok olumlu
karşılanmıştır (Akın, 2014). Topçu, Milliyetçilik muhafazakârlık ilişkisini şu sözlerle
açıklamıştır. Ona göre, Milli kültürel değerlerimizi Türk ırkının ve şanlı geçmişimizin
mayasıyla yoğurmaya, İslam’ın ruhu ile beslemeye zorunluyuz. “Anadolu’nun
topraklarından kan, İslam’dan ruh ve Türk’ün tarihinden hayat almayan Türk kültürü
olmaz.” Milliyetçiliğimizin dayandığı temel esasların başında “Milletin ahlakını,
örflerini ve kalbini yoğurmuş Türk-İslam medeniyetine kaynak olmuş İslam Dini”
gelmektedir. “Muhafazakârlık yalnız din sahasında değildir. Milliyet sahasında da
muhafazakârlık” söz konusudur. “Milliyette muhafazakârlık, millet hayatını kurmuş
olan kaynakların feyzinin muhafazası” anlamına gelmektedir (Topçu, 2019a). Erol
Güngör’e göre milletimizin geçmişinden kaynaklanan kazançlarını korumak ve gelecek
nesillere aktarmak milliyetçiliğin bir gereğidir (Karaarslan, Nacak, 2014). Bu çerçevede
Türk muhafazakârlığı ve Türk milliyetçiliğinin bu doğrultuda genel olarak birbirinden
etkilendiğini hatta daha ileri boyutta bir yakınlaşma ve melezlenme durumunun söz
konusu olduğu söylenebilir. Bunun yanında her iki ideolojinin Türkiye de devlet
algılamaları, otorite ve gelenek konusunda örtüştüklerini görmekteyiz. Bu durum onları
birleştiren başka bir faktör olarak ortadadır. Sonuç olarak Türk siyasal hayatında her iki
ideolojinin birbirinden kopuk olarak değerlendiremeyeceği söylenebilir.
Muhafazakâr düşüncenin ana damar söyleminde sürekli olarak konu edilen temel
başlıkların başında milliyetçilik meselesi gelmektedir. Bir devletin varlığına muhtaç
olmak, onun egemenliğine-otoritesine rıza göstermek, millete ait geleneklere ve kültürel
2
geçmişe sahip çıkarak gelecek hakkında önemli kararlar alabilme niteliği
kazandırmaktadır (Dural, 2004). Özellikle ülkemizde muhafazakâr ve milliyetçi
ideolojilerin devlet algıları, otorite ve geleneğe bakış açıları üzerinden genel olarak
birbirlerine eklemlenme ve melezlenme durumlarının söz konusu olduğu görülmektedir.
Bu çerçevede milletin çıkarlarının ve değerlerinin, tüm diğer çıkarlardan ve değerlerden
üstün tutulması ve meşruiyetin tek kaynağının millet olması esası sabit olmakla birlikte,
birbirinden farklı milliyetçiliklerin söz konusu olduğu söylenebilir. Çeşitli gerekçeler ile
ortaya çıkan bu çeşitliliğin, milliyetçi ideolojinin değişen toplumsal, ekonomik, siyasal,
kültürel ve hatta ideolojik şartlara kolay adapte olabilmesini sağlayan başlıca faktör
olduğu söylenebilir. Bu noktada milliyetçi ideolojinin çeşitliliğinin ona aynı zamanda
değişken bir nitelik kazandırdığı tespiti de yapılabilir (Korkmaz, 2016). Muhafazakârlık
ve milliyetçilik ile ilgili diğer ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de son yıllarda çok
sayıda araştırma yürütüldüğü görülmektedir. Bu araştırmalarda söz konusu konuların
ayrı ayrı ele alındığı görülmekte veya sınırlı sayıda çalışmada aralarındaki ilişkinin
varlığı ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bu çalışmamızda Türkiye’de her iki kavram
arasındaki sözünü ettiğimiz yakınlaşma ve melezlenme bağlamında herhangi bir
ilişkinin var olup olmadığı irdelenecektir. Ayrıca bu çerçevede çalışma içerisinde AK
Parti’nin son dönemde milliyetçilik muhafazakârlık ilişkisi ekseninde milliyetçiliğin
yeniden üretilmesinde herhangi bir rolünün var olup olmadığının ortaya konulması da
önem arz etmektedir.
3
dönemde kendisini muhafazakâr demokrat olarak nitelendiren bir parti olarak AK
Parti’nin “milliyetçiliğin Yeniden Üretilmesinde” oynamış olduğu rolü ortaya koymayı
amaç edinmiştir.
Araştırma giriş ve sonuç dâhil olmak üzere yedi bölümden oluşmaktadır. Giriş
bölümü; araştırmanın konusu, önemi, amacı, yöntemi, hipotezleri ve sunuş sırası olmak
üzere tanıtıcı bilgileri kapsamaktadır. Aynı zamanda bu bölüm araştırmanın genel bir
kapsamını yansıtmaktadır. Daha sonraki ikinci bölümde ideoloji kavramının ortaya çıkış
süreci anlatıldıktan sonra ideolojinin fonksiyonları, Marx ve Marksist çizgideki ideoloji
yaklaşımı, bu çizgi dışındaki ideolojiye bakış açısı ortaya konulacaktır. Üçüncü
4
bölümde ise muhafazakârlığın teorik arka planı çizildikten sonra, Türk
muhafazakârlığının kaynağı olarak Osmanlı ve Cumhuriyet modernleşmesi analiz
edilmiş ve akabinde Türk muhafazakârlığının günümüze kadar olan tarihsel süreci
ortaya konulmaya çalışılmıştır. Sonraki bölüm olan dördüncü bölümde siyasal bilim
kavramı olarak milliyetçilik kavramına teorik düzeyde bakılmış ve milliyetçilik
kuramları ile milliyetçilik tipolojileri ortaya konulduktan sonra Türkiyede milliyetçi
düşüncenin gelişim seyri irdelenmiştir. Beşinci bölümde milliyetçilik muhafazakârlık
ilişkisi ile ilgili olarak bu ideolojilerin ülkemizde ilk ortaya çıktıkları andan itibaren
aralarındaki etkileşimler ortaya konulmuştur. Sonraki bölüm olan altıncı bölümde AK
Parti’nin 14 Ağustos 2001 tarihinde ortaya çıkışından itibaren gerek partinin siyasal
kökeni gerekse siyasal söylem ve düşünsel yapısında dönemsel olarak gerçekleşen
değişiklikler irdelenmiştir. Akabinde partinin söylemi ve siyasal düzlemini şekillendiren
siyasal ve toplumsal olaylar ile lider etkisi üzerinde durulmuştur. Son bölüm olan
yedinci bölümde ise Türkiye’de milliyetçilik muhafazakârlık ilişkisi üzerine elde edilen
sonuçlar ortaya konulduktan sonra AK Parti’nin üretmiş olduğu yeni milliyetçilik
anlayışının var olup olmadığı, varsa ne tür nitelikler taşıdığı ortaya konulacaktır.
5
2. İDEOLOJİ KAVRAMI VE TARİHSEL GELİŞİM SÜRECİ
Sosyal bilimlerde bazı kavramlar vardır ki, bu kavramların tek bir tanımı
bulunmamaktadır. Genelde bir düşünürün veya belli bir grubun kendi penceresinden
yaptığı bir kavramsallaştırmayı görürüz. İdeoloji terimi, bazıları kullanım konusunda
çok tercih edilmeyecek ölçüde geniş, düşüncenin toplumsal koşullarda ortaya çıkan
anlamından tutun da yanlış düşüncelerin yayılmasının yönetici elitlerin çıkarlarına
olduğuna dair negatif bir etki uyandıracak ölçüde dar bir düşünceye kadar geniş bir
çerçevede ortaya çıkan ve tarihsellik taşıyan birçok anlama sahiptir (Eagleton,
2015;288). İdeoloji yalnızca Marksist yazın çerçevesinde tartışılan bir kavram olmaktan
ziyade farklı düşünce geleneğinden gelenler tarafından da tartışılagelmiştir. Kavramın
tekâmülü ile tarihsel ilerleme aynı doğrultuda olmamıştır (Topakkaya, 2007: 171).
Burada birkaç farklı tanımlamayı vermek yerinde olacaktır. Ahmet Cevizci’ye göre
ideoloji, “genel olarak siyasi ya da toplumsal bir öğreti meydana getiren, siyasi ve
toplumsal eylemi yönlendiren düşünce, inanç ve görüşler sistemi; bir topluma, bir
döneme ya da toplumsal bir sınıfa özgü inançlar bütünü; bir toplumsal durumu yansıtan
düşünceler dizgesi; insanların kendi varoluş koşulları ve ilişkilerinden doğan yaşam
tarzları ile ilgili tasarımların tümü olarak tanımlanabilir” (Cevizci, 2000: 489). Siyaset
ve sosyal bilimlere ait bir kavram olarak ideoloji ile ilgili altı farklı ve özgün tanımlama
da Eagleton tarafından yapılmıştır. Ona göre, ideoloji;
2. Toplumsal hayat içerisinde etkili, olan bir sınıf veya grubun sahip olduğu
değer yargılarını üreten inanç ve düşünceler,
6
4. Egemen toplumsal elitlerin çıkarlarının meşrulaştırılması için yaptığı faaliyetler,
Bu tanımlamaların dışında en fazla dikkat çeken bir tanımlama da Örs’e ait olan
tanımlamadır. Ona göre ideoloji, insanın dünyayı anlamasına ve anlamlandırmasına
imkân veren bir dünya görüşü şeklinde tanımlanabilir. İnsanların sosyal gerçeklikleri
tam olarak anlayabilmesi ve olaylar ile sonuçları arasında illiyet bağı kurabilmesi
oldukça karmaşık bir konudur. İnsanlığın bilinen en eski dönemlerinden itibaren
inançlar, mitler ve kadim gelenekler insanın yaradılışından tutun sosyal ve siyasal
konulara kadar birçok alanda ortaya çıkan meselelere çözüm sunmuştur. Burada hazır
çözümler sunan bu bilgi kaynakları, hem insanların var olan düzenin en iyi ve olması
gereken düzen olduğu noktasındaki inançlarını pekiştirirken, diğer taraftan insanın ve
toplumun iyileştirilmesine dönük projeksiyonlarda ortaya koymuşlardır (Örs, 2009: 2).
İdeoloji,
Görüş açısı,
İnanç Sistemi,
Sistem,
Fikir Hareketi,
7
Program,
8
Örs’ün ifadesi ile toplumun en üst kısmına bireyi konumlandıran ve zirveye
koyduğu bu bireyi “akıl” ve tüm iktidarlara karşı doğumundan itibaren elde etmiş
olduğu “doğal haklar” ile donatan Aydınlanma, bu çerçevede, içinde yaşadığımız
çevreyi ve toplumu hem yeniden anlama ve hem de bir bakıma tanımlama çabası olarak
ifade edilebilir. Aydınlanma çağı, kadim dönemden beri devam eden temel
parametreleri ve değerleri kökünden değiştirmiş olup, siyaset ve felsefe ile ilgili olarak
var olan bilgiler tersyüz olduğu yeni bir süreç başlamıştır. Kadim gelenekler ve aşkın
inançların, toplumu ve siyasal düzeni şekillendirdiği dönem yerine insanların bilim ve
ön kabullerden arınmış salt aklını kullanarak dünyaya dair her şeyi izah ve hayatını
dizayn edebileceği düşüncesi yerleşmiştir. Bu parametre değişikliği liberal birey
anlayışının ve bilimin, yerleşik inanç ve düşüncelere karşı bir başarısı olarak
nitelendirilebilir. Bu bağlamda daha önceki dönemi şekillendiren klasik bilgi kuramı
zayıflarken, modern siyasal teori daha fazla güçlenerek önem kazandı. Modern teoriye
göre bu dakikadan sonra toplumu değiştirme siyasal akla sahip olan bireyin rolü olarak
belirlenmiştir. Aydınlanma dönemi düşünürlerine göre yöneten ve yönetilenler
arasındaki ilişkiyi artık kadim geleneklere ve dine dayandırmak mümkün olmaz, çünkü
onların ifadesiyle hem din hem de ön yargıların akılla açıklanması olası değildir. İşte
tam bu noktada 17.yüzyıl’ın sonunda ideoloji kavramının siyasi literatürümüzde Fransız
İhtilali’nin bir ürünü olarak ortaya çıktığını görüyoruz (Örs, 2009: 6-7).
9
içerik taşımaması konusunda özellikle çok hassasiyet göstermiştir. Bu bağlamda
metafizik ve psikoloji kavramlarını yetersiz görerek reddetmişti. Tracy, ideoloji olarak
adlandırdığı bu bilimi vasıtasıyla fikirlerin doğuştan geldiği fikrine karşı çıkarak,
bunların duyumlardan kaynaklandığını ortaya koymayı amaçlıyordu. Tracy, bu
noktadan hareketle aklın fizyolojik bir şey olduğuna inanmış ve ideolojiyi zoolojinin bir
alt dalı olarak düşünmüştür (Bulut, 2011: 184-185). Mardin’e göre “Tracy, Fransa’daki
devrimin Condillac’ın düşüncelerinin uygulaması açısından çok değerli bir fırsat
çıkarmış olduğuna inanıyordu ve bu fırsatın kaybedilmesinden endişe ediyordu.
İnsanların kafalarındaki yanlış fikirlerini düzeltmeye imkân sağlayacak fikir bilimini
yaygınlaştırmanın sırası gelmişti ve ideologlar ile çok yakın bağları bulunan Napolyon
Bonaparte iktidar olduğunda bu fırsatı onlara sağlamıştır. Napolyon ideologlara üyesi
bulundukları “Institut de France” isimli bir kuruluş aracılığıyla Aydınlanma’nın ilkele-
rine uygun bir içerikle yeni bir eğitim sistemi geliştirmeleri görevini vermiştir.” (Mardin,
2013: 24).
10
bilimsel çalışmalar yaparken bunu dünyaya ait gerçeklikten uzak bir şekilde yürüttükleri
ve dünyayı kendi kabuğundan ibaret sayan bir tarzda kendi ortamlarında yalnız
kaldıklarından bahsetmektedir. Ona göre ideoloji terimi, bu dönemde bilimsel
materyalizmden uzaklaşarak tamamen birbiriyle bağlantısız düşüncelerin bir araya
gelmesiyle ortaya çıkan bir yığını ifade eder hale gelir (Eagleton, 2015; 103). 1800’lü
yılların başında kilise ile anlaşma yoluyla kendi otoritesini kabul ettirmesini müteakip
ideologlara karşı açıkça cephe almış ve onları kendi ifadesiyle “ateistler okulu” olarak
nitelendirmişti (Bulut, 2011:187). Napolyon’un onları karşısında bulmasının sebebi
Kilisenin eğitim yapma yasağını kaldırmış olmasıdır. Napolyon’un siyasal ve sosyal
sistemi güçlendirmek amacıyla vermiş olduğu bu taviz İdeologların hoşuna gitmemişti.
İdeologların olumlu bir şekilde kullandıkları “ideoloji” sözcüğü bu dönemden itibaren
Napolyon'un söyleminde alay ve kınama konusu olarak yer almıştır (Mardin, 2013:25).
Napolyon bu olumsuz bakış açısı ve değerlendirmeleri, kavramın toplum içerisinde
olumsuz bir şekilde anlamlandırılmasına neden olmuştur. Bu olumsuz bakış açısı ve
anlamlandırma çağdaşı olan bazı yazarlar tarafından da benimsenince ideoloji kavramı
olumsuz bir nitelik kazanmıştır (Topakkaya, 2007: 166). Sonraki dönemde, Marx ve
Engels’in de ideolojiyi bu anlamda kullandığını görüyoruz.
Bu dönem içerisinde yeterince bilinmeyen ideoloji, daha çok 19. yüzyıl ve takip
eden yüzyıllarda dünyanın her tarafında yaygınlaşma eğilimi göstermiştir (Mardin,
2013: 129). İdeolojilerin 19. yüzyıldan itibaren yaygınlaşması ve toplumda kabul
görmesi ise, toprağa dayalı bir ekonomik ve sosyal sistemden, sanayi toplumu adını
verdiğimiz üretim araçları ve üretim ilişkilerinin değiştiği bir sisteme geçiş, buna bağlı
olarak ortaya çıkan toplumsal değişme ve ortaya çıkan yeni koşullar ile ilgilidir (Örs,
2009: 7).
11
etkiye sahip olması olarak ifade edilebilir. Üçüncü olarak, sanayileşme ile ortaya çıkan
bu toplumsal koşullar içerisinde fikir üreticisi olarak ortaya çıkan aydınların özerklik
kazanmaya başlamalarından bahsedilebilir. Mardin’e göre ideoloji bu değişmelerin
sadece biri üzerinden açıklanamaz, her üç durumunda ideolojilerin ortaya çıkmasında
etkisi söz konusudur (Mardin, 2013: 129).
12
bağlamda ideoloji, Napolyon ile başlayan ve sonraki dönemde Marx ve Engels gibi
düşünürlerin sahip çıktığı olumsuz anlamından sıyrılarak pozitif bir anlamda
düşünülmeye başlamıştır. İdeoloji onlar için ne kaçınılmaz olarak bu andan itibaren ne
yanlış bilinç tasavvuru ne de bilimin karşısına konulmuş olan bir kavramdır. Özellikle
Lenin ile birlikte artık bilimsel sosyalizm işçi sınıfının ideolojisi olarak kabul edilmiş
olup sınıf mücadelesinin en kullanışlı aracı olmuştur. Lenin’in ideoloji kavramının
içeriğine dönük yaptığı değişiklik, onun işçi sınıfının kendi başına asla
bilinçlenemeyeceği düşüncesine dayanıyordu. Lenin, bu noktada proleteryaya rehberlik
edecek öncü bir partiye ihtiyaç olduğunu söylemektedir. Marksizmin ideolojiye bakışı
20. yüzyılda çok daha karmaşık bir şekil almaktadır. Lukâcs’a benzer bir şekilde
düşünen birçok yazar diyalektik materyalizmi, burjuva ideolojisi ile kıyaslandığında çok
daha rasyonel ve bilimsel kabul etmekle beraber onu bir ideoloji olarak ta kabul
etmektedirler. Bunun yanında Lukâcs ideolojinin Lenin’in düşündüğünden çok daha
kapsamlı bir şekilde, toplumsal ve politik hayatın derinlerine kök saldığını ileri
sürmüştür (Bulut, 2011: 193).
13
Geleneksel ideolojilerin toplumsal ve siyasal yapıyı dönüştürürken önce teoriyi daha
sonrada bu teoriye uygun bir pratiği ortaya koyduğunu söyleyebiliriz (Örs, 2009: 10).
Tarihsel süreç içerisinde ideoloji kavramı ile ilgili olarak sosyal ve siyasal
bilimler alanında söz sahibi olan düşünürler bu kavramın bilimle ilişkisini veya tam
tersi olarak bağlantısızlığını ortaya koymaya çalışmışlardır. Bu doğrultuda Mardin,
ideoloji ve bilimin eşanlamlı mı, yoksa farklı mı olduğu konusunu tartışmakta ve her iki
kavram arasında önemli birliktelikler var olmasına rağmen bazı konularda kayda değer
farklılıkların mevcut olduğundan bahsetmektedir. Bu farklılıklardan en fazla ön plana
çıkardığı ise, bilimin biçimsel işlemlerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkmış bir yönteme
sahip olmasıdır. Ona göre ideoloji bilimin sahip olduğu bu biçimsel işlemlerden oluşan
bir metodoloji konusunda bir olmazsa olmaz bir zorunluluğa sahip değildir. İdeolojinin
kendi içinde duygular ve beklentilerle kurgulanmış olan bir mantığı mevcuttur (Mardin,
2013: 19).
İdeoloji olarak kabul edilen fikirler Therborn’a göre “bilim, sanat, felsefe veya
hukuk olmadıkları gibi” onların üstlenmiş olduğu fonksiyonları da üstlenmezler. Ama
sanat, müzik ve felsefe gibi gerek sanat dalları gerekse bilimler ideolojilerden doğar ve
ideolojik işlev görebilirler. Dolayısıyla sadece toplum içinde yaşayan bireylerin
faaliyetleri değil, bilimsel, felsefi ve hukuksal pratikler de ideoloji tarafından
14
şekillendirilirler. Adam Smith’in ulusların zenginliği kitabı ekonomi ile ilgili bir eser
olmasına rağmen ekonomik liberalizmin ideolojik temelini de oluşturmaktadırlar.
Marx’ın bilimsel sosyalizmi veya Darwin’in yapıtları bilimsel yapıtlardır ancak
bunlarda Smith’in eseri gibi ideolojik olarak fonksiyon üstlenmişlerdir (Therborn,
1989: 12).
15
içerisinde meydana gelen bir meselenin ideoloji tarafından bir mantıksal zemine
oturtulmasıdır. Bu ideolojiyi destekleyenler ise olayların mantıksal zemine
oturtulmasından dolayı kendi ideolojisinin tutarlı olduğunu düşünerek psikolojik bir
tatmine ulaşır. Bu niteliklerinden dolayı ideolojilerin çok fazla değişmeyi
benimsemeyen statik bir yapısı olduğundan bahsedebiliriz. Bu statik yapı veya
dogmatiklik biraz önce sözünü ettiğimiz mantıksal tutarlılığın kaçınılmaz bir sonucu
gibi gözükmektedir (Örs, 2014: 11).
İdeolojinin egemen bir sınıfın dünya görüşü olduğunu ifade eden geleneksel
anlayış, gerekse ideolojinin ekonomik toplumsal düzen tarafından şekillendirildiğini
iddia eden teoriler ve ideolojinin söylemsel olduğunu ortaya koymaya çalışan
göstergebilimsel yaklaşımların belirli bir gerçeklik taşıyan yönü mevcuttur; fakat tek tek
alındıklarında tamamı sınırlı ve kusurlu gözükmektedirler. İdeolojileri, bir bilincin
ürünü olarak ortaya çıkarılmış inanç sistemleri olarak değerlendiren rasyonalist bakış bu
bağlamda yetersizdir. Bu yaklaşım ideolojinin duyumsal, usdışı, mitsel ya da sembolsel
boyutlarını gözden kaçırmakta olup, ideolojiye konu olan öznenin siyasal otorite ile
olan hareketli ve spontane olarak gelişen ilişkilerini nasıl oluştuğunu, gündelik hayatı
16
nasıl ahenkli ve canlı hale getirdiğini fark etmemektedir. Bunun yanında genel olarak
tüm ideolojilerin dile getirmiş oldukları söylemlerin genellikle doğru olduğunu
söylenebilir. Eğer öyle olmamış olsaydı, toplumsal hayata hiçbir etkileri olmamış
olurdu. Ne var ki ideolojiler için söylemiş olduğumuz bu doğrulanabilirlik ideolojilerin
iddia ettiği tüm söylemler için geçerli değildir; doğru olan iddiaların yanında yanlış
önermelerin mevcudiyetinden de bahsetmek gerekmektedir. Doğru önermelerin yanında
yanlış olanların mevcudiyeti kendi içyapılarında var olan gizli bir özellik olmayıp,
adalet ve meşruiyet konusunda sorunlu olan bazı baskıcı siyasal sistemleri onama ve
onlara meşruiyet kazandırma sırasında yaptıkları gerçeğe dair çarpıtma ile ilgilidir.
Burada bahsedilen çarpıtma veya yanlışlık olarak ifade edebileceğimiz durum
epistemik, fonksiyonel veya köken bilimsel ya da bu üçünün karması şeklinde ifade
edebileceğimiz bir yanlışlık olabilir (Eagleton, 2015; 289).
İdeoloji sözcüğü, günümüzde taraflı bir yaklaşım olarak algılanmışsa da, kav-
ramın ilk olarak ortaya çıktığı Batı Avrupa’da, buna zıt olan bir anlamda “doğru
düşünme bilimi” olarak ortaya çıktığı görülüyor (Mardin, 2013: 22). Bu noktada
öncelikle ideolojinin ne olduğundan veya kim tarafından kullanıldığının yanında hangi
siyasi ve toplumsal ortamda ortaya çıktığına bakılmalıdır. Ancient regime’i takip eden
modern dönemde daha önceki dönemde aşkın güçlerden kaynaklandığına inanılan
klasik bilgi anlayışı yerine insan aklı tarafından üretilen yeni bir bilgi anlayışı söz
konusu olmuştur. İşte ideolojiler de tam bu noktada insan aklının bir ürünü olarak
toplumsala ait bilinmeyenleri açıklamak, insanların var olan sorunlarını aşması için
seçenekler sunma fonksiyonunu üstlenen bir araç olarak ortaya çıkmıştır. Claude Levi-
Strauss’a göre Aydınlanma sonrası modern toplumun daha önceki dönemle
kıyaslandığında farklı olarak yaptığı, toplumu şekillendiren “din”, “gelenek” ve “mitos”
un yerine bize toplum içinde yaşamamız için gerekli yönlendirmelerin mevcut olduğu
bir yol haritası sunan ideolojiyi koymak olmuştur. Bu bağlamda ideolojiler aslında
bireyin ve içinde yaşadığı toplumsal grupların elindeki bir harita gibidir. Bu haritalar
sosyal, kültürel, siyasal konulara ait bilinmeyenlerin doğru-yanlış düzleminde
değerlendirilmesini sağlar ve en iyi seçeneğin hangisi olduğu noktasında bir yargı
bildirir (Örs, 2009: 2).
17
İdeolojiler insanların dünyada hangi şekilde yaşayacaklarının belirlenmesi ve
toplumsal ilişkilerinin seyri konusunda temel belirleyici pozisyonunda görev üstlenirler.
Kısaca insanlar için dünyanın anlamlandırılma süreci ve buna bağlı olarak bireylerin
bilinçli eylem süreci ideoloji tarafından şekillendirilir. Bu süreçte ideoloji insanlara
toplumsal özneler olarak seslenir ya da Althusser'in ifade ettiği şekliyle söylem olarak
fonksiyon üstlenir (Therborn, 1989: 21).
18
bunun yanında aralarında rekabet ve çatışma içinde olmaktadır. Mevcut reel duruma
ilişkin olarak ideolojilerin geliştirdiği bu farklı söylemler, çoğunlukla birileri için farklı
bir algılamaya yol açarken, bazıları da bu seslenişlerden farklı çıkarım ve algılamalara
yönlenir. Bu bir bakıma seslenilen öznenin kim olduğu ve aidiyet duygusu ile ilgilidir.
Therborn’un bu konuda vermiş olduğu örnek bu durumla örtüşmektedir. “Bir grev ilan
edildiğinde bir işçiye işçi sınıfının bir üyesi, bir sendika üyesi, bir iş arkadaşı, iyi bir
işverenin vefalı bir işçisi, bir ana veya baba, dürüst bir işçi, iyi bir yurttaş, bir komünist
veya anti-komünist, bir Katolik vb. olarak hitap edilebilir. "Evet, ben böyleyim; işte bu
benim!” dedirten hitap türü, o kimsenin grev çağrısına nasıl yanıt vereceğini de etkiler”
(Therborn, 1989: 70). İdeoloji tarafından bireye tanımlanan kimlik toplumun tamamı ile
bütünleştiren bir kimlik olmaktan ziyade o ideolojiyi benimseyen gruplar ile
bütünleştiren ve bireyi diğer sosyal gruplardan ayıran bir yapıdadır. Bu kimlik toplumun
bireye tanımladığı rol ve sorumlukların dışında olarak ideolojinin çizdiği mantıksal
tutarlılık çerçevesinde hem toplumsal düzenin hem de siyasetin çerçevesinin
belirlenmesini sağlamaktadır (Örs, 2009: 4).
İdeoloji, sadece nesnel toplumsal taleplerin dile getirilmesini ifade eden bir
kavram değildir. İdeolojik söylemler ile toplumsal menfaatler arasındaki ilişki,
kompleks ve değişken bir şekilde tezahür eder. Bu yüzden ideolojik söylemler ile ilgili
olarak bazen rekabet halinde olan toplumsal güçler arasındaki uyuşmazlık kaynağı
olarak bazen de toplumsal egemenlik türleri ile onları anlamlandırma biçimleri
arasındaki içkin ilişkiler sorunu olarak ifade etmek daha uygun olacaktır. İdeoloji,
sadece önceden belirlenmiş konumları pasif bir şekilde ifade etmekten daha fazla
19
toplumsal menfaatlerin ortaya çıkmasına katkıda bulunmaktadır (Eagleton, 2015: 290-
291).
20
4). Örs, bunu bilginin üretilme biçimi açısından şu şekilde ifade etmiştir: İdeolojiler
epistemolojik olarak belli bir zeminde gerçekleşirler; ‘bilgi’nin ne anlama geldiği, nasıl
ve kim tarafından üretildiği, doğruluk oranı yüksek bir bilgiye hangi yollarla ulaşıldığı
sorularına getirilen cevapların içeriği, aynı şekilde insanların dünyayı nasıl
algıladıklarını veya bu algılamanın nasıl olması gerektiğini de bizlere söylemektedir.
Episteme’nin üretilme tarzı ve insanların doğru bilgiye ilişkin algılarını, bu algılar ile
uyumluluk gösterecek bir iktisadi, toplumsal ve siyasal teşkilatlanma biçimlerini de
ortaya çıkarmaktadır. İlkel topluluklarda doğru olduğu kabul edilen bilgi çevre de
yapılan gözlemlere dayalı olgular ve kabile büyücüsü tarafından bu konularla ilgili
olarak yapılan yorumlar veya tanrılar tarafından gönderildiğine inanılan ve onların
sözcüsü ve üstün bir güce sahip olduğu kabul edilen liderin söylediklerinden ibarettir.
Antik Çağ’da Yunan medeniyetini temellendiren düşünürlerin büyük bir kısmına göre
doğru olan bilgi gözlemlenebilir olan evrende değildir, yalnızca bireyin düşünce gailesi
ile ulaşılabileceği metafizik olarak değerlendirilebilecek bir olgudur. Orta Çağ’da
Avrupa’da ise doğru olarak kabul edilen bilgi kutsal kitap kaynaklı olan bilgidir; bu
kitaplarda yer alan bilgi kesin bir şekilde doğrudur ki, bu bilgi dışında insanların evreni
ve hakikati anlamaya ve açıklamaya çalışmaları boş bir çabadır ve bu gayret boş bir
gayret olarak kabul edilmekte ve dünya hayatı sonunda ulaşacağımız ahiret hayatı
konusunda bize hiçbir faydası olmayacaktır. İşte tam bu noktada bilginin kaynağı olarak
akıl ve bilimi ön plana çıkaran Aydınlanma felsefesi dünyaya dair herşeyi açıklamada
geleneksel olan kaynakları değiştirerek bunların yerine akılcı ideolojileri ikame etmiştir
(Örs, 2009: 4-5).
21
kavramının tam olarak kavranabilmesi için söz konusu kronolojik olgunlaşma-
başkalaşma-değişme sürecine değinmek yerinde olacaktır.
İdeoloji terimi ile ilgili tarihsel süreç içerinde yapılan çalışmaların başında
Marx’ın çalışmaları gelmektedir. Heywood’a göre ideolojinin serüveni Marx’ın yaptığı
bu çalışmalarda kelimeyi kullanış tarzı ile başlamaktadır (Bulut, 2011: 189). Karl
Marx’ın ideoloji kuramını “ekonomi ve felsefe elyazmaları” eserinde (1844) en açık bir
şekilde açıklamaktadır. Bunun yanında ideolojiye ait yaklaşımı yabancılaşma kuramının
bir parçası olarak ifade edebilir (Eagleton, 2015; 103). Marx’ın “ideoloji” kavramını
tanımlarken yanlı ve gerçekleri olduğu gibi yansıtmayan fikir bağlamında kullandığı
görülmektedir. “Alman İdeolojisi” adlı kitapta düşünülerin bu taraflı ve kendine göre
sorunlu düşünce yapılarını ortaya koymaya çalışmıştı (Mardin, 2013: 20). Marx’ın
toplumsal sorunlara ilişkin fikirleri vardı, fakat kendisi bu fikirleri ideoloji bağlamında
tanımlamıyordu. Ona göre kendi fikirleri ideoloji olarak nitelendirilemezdi ki kendisi
ben marksist değilim demek suretiyle açıkça ortaya koymaktadır. Marx’ın bu
yaklaşımından hareketle çok uzun bir süre onun izleyicilerinde ideolojinin çok olumsuz
bir çağrışımının olduğu söylenebilir (Mardin, 2013: 21).
22
üzerinde yoğunlaşmanın sonucu olarak kavramın geleneksel klasik anlayıştan epey
uzaklaşan bir şekilde çok önemli anlam kaymasına uğramasına neden olmuştur. Artık
zorunlu olarak tüm toplumsal sınıfların bir ideolojiye olan gereksinimlerinde veya sahip
olması gerekliliğinden bahsedilmeye başlanmıştır. Tüm bunların sonucu olarak Marx’ın
ortaya koyduğu negatif bakış açısından uzaklaşarak ideolojinin pozitif bir anlam
kazanmasına şahit oluyoruz. Bu bağlamda Lenin’in “ne yapmalı?” isimli kitabında işçi
sınıfının (proleterya) fikirlerini ‘sosyalist ideoloji’ ya da ‘marksistiİdeoloji’ olarak
nitelendirdiği görülüyor (Bulut, 2011: 192).
23
onlar için ne kaçınılmaz olarak bu andan itibaren yanlış bilinç tasavvuru ne de bilimin
karşısına konulmuş olan bir kavramdır. Özellikle Lenin ile birlikte artık bilimsel
sosyalizm işçi sınıfının ideolojisi olarak kabul edilmiş olup, sınıf mücadelesinin en
kullanışlı aracı olmuştur. Lenin’in ideoloji kavramının içeriğine dönük yaptığı
değişiklik onun işçi sınıfının kendi başına asla bilinçlenemeyeceği düşüncesine
dayanıyordu. Bunun yanında Lukâcs ideolojinin Lenin’in düşündüğünden çok daha
kapsamlı bir şekilde, toplumsal ve politik hayatın derinlerine kök saldığını ileri
sürmüştür (Bulut, 2011: 193).
24
sürecine bakıldığında Gramsci’nin yaptığı çalışmalarda kavramları dikotomiler, başka
bir ifadeyle zıtlıklar üzerine kurduğu görülmektedir. Onun başat kavramlarından olan
“hegemonya” kavramı bu doğrultuda incelendiğinde bu karşıtlıklar üzerine bina
edildiği söylenebilir. Hegemonyanın karşısında yeni bir hegemonya ortaya çıkarması,
Gramsci’nin organik-geleneksel aydın kategorisi, yine ona ait olan sivil toplum-politik
toplum kavramsallaştırmaları bu karşıtlıklara örnek olarak verilebilir (Dural, 2012:
311). Gramsci ideoloji sözcüğünün genel olarak birbirinden tümüyle ayrı iki anlamda
kullanıldığını ileri sürmüştür. Bir yandan her insanın toplumda belirli bir sınıfsal konum
içerisinde yaşadığını, insanın içinde bulunduğu dönemin kültürünün de bu sınıfsal
konumunun bir parçası olduğunu ve verilmiş belli bir andaki durumun belirlemediği tek
bir bilinç içeriğinin bulunamayacağını söylemiştir. Öte yandan ise ideolojinin gerçeğe
karşı gösterilen bir tepki olduğunu söylemektedir (Lucaks, 1978: 149).
25
2.5. Karl Mannheim ve Marksist Çizgi Dışında Farklı Yaklaşımlar
26
kesimlerde kriz yaratır ve hesaplaşmalara neden olurken, ütopyanın insan zihninden
silinmesiyle, ütopyasız ve durağan bir toplum çok şey kaybeder” (Demirkan, 2005: 44).
Sonuç olarak genel bir değerlendirme yaptığımızda Marx’tan sonra gelen marksist
geleneğe bağlı düşünürler, kavramı onun kullandığı anlamdan çok farklı anlamlarda
kullanmış olsalar bile siyaset bilimi literatüründe yerini almıştır.
27
3. MUHAFAZAKÂRLIĞIN TEORİK ARKA PLANI VE TÜRKİYE’DE
MUHAFAZAKÂRLIK
17. ve 18. yüzyıl süresince Avrupa kıtası üç önemli devrime şahit olmuştur.
Bunlardan birincisinin Anglo Sakson coğrafyada ortaya çıkmış olan “Sanayi Devrimi”
olduğu söylenebilir. Sanayi Devrimi Avrupa’daki feodaliteyi ortadan kaldırarak
kapitalizmi ortaya çıkaran, geleneksel sınıf çatışmalarını sonlandıran, kentlileşmeyi
yayınlaştıran, çok eski dönemden beri süregelen toplumsal yapıyı kalıcı olarak
değiştiren bir etki ortaya çıkarmıştır. İkinci devrimin ise Aydınlanma olduğu
söylenebilir. Aydınlanma, daha önce dönemin bütün düşünce yapılarını yıkan ve
modern dönemin yeni siyasi, kültürel ve sosyal kodları oluşturan hayatın merkezine
rasyonaliteyi oturtan bir dönemdir. İnsan aklının kâinata dair bütün varoluşsal bilgiyi
kavrayabileceği ve açıklamalar getirebileceği, bu şekilde insan aklının insan için yeterli
olabilecek bir dünyayı tek başına kurabileceği yaklaşımından hareket ederek aşkın
bilgiyi, kadim değerleri ve gelenekleri yıkarak, oluşturulan rasyonel akıl yardımıyla
yepyeni değerler ve kodlar üretmeyi ve bunları kullanarak yeni bir toplumsal yapı inşa
etmeyi amaçlamaktadır. Üçüncü devrim ise Aydınlanmanın idealleri ve değerlerinden
hareket ederek gerçekleştirilen Fransız İhtilali’dir. Fransa’da yapılan bu ihtilal ile
birlikte siyasal sistemde çok büyük depremler yaşandı ve gerek monarşiler gerekse
imparatorluklar için sonun başlangıcını olmuştur. Kadim monarşiler ve imparatorluklar
yıkılırken, modern ulus devletlerin yaygınlaşmaya başlaması söz konusu olmuştur
(Aktaşlı, 2011: 147).
Fransız İhtilali sonucunda köklü bir şekilde değişime uğrayan düşünce kodları
sonucunda liberalizm, sosyalizm ve muhafazakârlık ideolojileri ortaya çıkmış ve
sonraki dönemde modern dünyanın oluşumu bu ideolojiler eliyle gerçekleşmiştir.
Muhafazakârlık, Fransız İhtilali ve onun ortaya çıkarmış olduğu siyasal sisteme bir
28
tepki olarak doğmuş ve ilk olarak Fransa’da yaygın kabul görmekle birlikte İngiltere,
Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri’nde siyaset hâkim olan bir ideoloji, yaygın bir
halk düşüncesi ve siyasal parti politikaları olarak toplumsal ve siyasal hayata etki
etmiştir (Şeyhanlıoğlu, 2018: 79). Devrim sonucunda ortaya çıkan etkiler yalnızca
Fransa topraklarında değil, Avrupa'nın tamamında ve akabinde tüm dünya üzerinde net
bir şekilde hissedilmiş ve çok büyük bir ses getirmiştir. Özgürlük konusunda halkın
kararlı bir başkaldırısı ve aydınlanma aklı ile beraber ortaya çıkan temel ilkelerin bir
sonucu olarak görülmüştür (Burke, 2016:1). Fransız Devrimi, rasyonel olanın militan
bir tarzda uygulanmasıyla toplumsal yapıyı tamamıyla değişim ve restorasyon sürecine
tabi tutmayı ve en sonunda Aydınlanmanın idealleri çerçevesinde biçimlendirmeyi
hedeflemekteydi. Eski siyasal rejim aristokrasi, burjuvazi, köylülerden oluşan toplumsal
sınıflardan ilk ikisi lehine işlerken Fransız İhtilali bu üç toplumsal kesimden Burjuvalar
lehine bu hiyerarşik sistemi yok etti. Burjuvazinin çıkarlarının sadece iktisadi alanla
mahdut olmadığını, iktisadi kazanç ve toplumsal saygınlık isteğinin ivmesi dışında,
burjuvazinin devrimle birlikte ortaya çıkan değerlerin evrensel sözcülüğünü üstelendiği
görülmektedir (Çiğdem, 2016b: 46-47).
29
kokan ideolojilere karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Muhafazakârlar, toplum ile
ilgili yapılacak değişikliklerin veya restorasyonun; belirli bir tarihsellikten
kaynaklanmayan birikime, tecrübeler sonucunda ortaya çıkmış bir geleneğin ürünü
olmayan, doğruluğu zaman içinde sınanmamış değerler yoluyla kurulmasından rahatsız
olmaktadır. Muhafazakârlık yapılacak toplumsal düzenleme ve değişimlerin geçmiş ile
bir bağ kurarak, başka bir ifadeyle tarihsel birikimin sonucunda ortaya çıkan gelenek ile
din ve kültüre uygun bir şekilde yapılmasında ısrar etmektedir (Aktaşlı, 2011: 147-148).
Muhafazakârlık ile ilgili olarak tarih boyunca farklı toplumsal kesimlere mensup
insanlar veya ideologlar, farklı tanımlamalar ve belirlemeler de bulunmuşlarsa da, söz
konusu tanımlamaların kısmen benzerlikler göstermesine rağmen birbiriyle tamamen
benzeşmesinden bahsedemeyiz. Bunlardan bazıları muhafazakârlığı bir ideoloji
olmaktan daha çok bir siyasi tutum, tutuculuk, statükoculuk, din eksenli düşünme vb.
şeklinde tanımlama ve bu tanımlama üzerinden muhafazakârlığın savunmuş olduğu
temel değerleri ortaya koyma yoluna giderken, bazıları bir eğilim olarak ele alıp
muhafazakârlığı ideolojik kapsamın dışında değerlendirmişlerdir. Muhafazakârlığın
tanımlanmasının bu kadar zor bir mesele olarak ortaya çıkmasına neden olan iki
başlıktan bahsedebiliriz. Birincisi muhafazakâr düşüncenin geleneğe verdiği önem ve
geleneklerin ülkeden ülkeye ciddi farklılıklar göstermesidir. İkincisi ise
muhafazakârlığın insan aklının bir ürünü olan ideolojilere şüphe ile yaklaşması,
kendisini doktrin veya ideoloji olarak yapılandırmasına engel teşkil etmiştir (Erdoğan,
2004: 5). Bu her iki nedene bağlı olarak muhafazakârlık tanımı yapmanın zorluğundan
veya farklı tanımlamalardan bahsedilebilir. Kavram ile ilgili ortaya koyduğumuz bu
30
çerçevede kapsayıcı bir muhafazakârlık tanımı verecek olursak ki muhafazakârlığın
yukarıda bahsettiğimiz çerçevesine en uygun ve en kapsamlı olanı Özipek’in (2011: 18)
muhafazakârlık tanımlamasıdır. Ona göre “muhafazakârlık, Aydınlanmaya, onun akıl
anlayışına, bu aklın ürünü olan siyasi projelere ve bu siyasi projeler doğrultusunda
toplumun dönüştürülmesine ilişkin öneri ve uygulamalara muhalif olarak ortaya çıkan;
rasyonalist siyaseti sınırlamayı ve toplumu bu tür devrimci dönüşüm proje(ci)lerinden
korumayı amaçlayan yazar, düşünür ve siyasetçilerin eleştirilerinin biçimlendirdiği bir
siyasi felsefeyi, bir düşünce geleneğini ve zaman içinde onlardan türetilen bir siyasi
ideolojiyi ifade etmektedir.” (Özipek, 2011: 18)
İster bir siyasi felsefeyi isterse politik bir tavır almayı veya felsefi bir düşünce
geleneğini ifade etmiş olsun, muhafazakârlık mevcut müesses düzen, din ve
geleneklerin korunması noktasında çok hassas bir ideoloji olarak ifade edilebilir.
Muhafazakârlığın korunması noktasında bu kadar hassas olduğu bu düzen, gelenekler
ve dini alan yüzyıllar boyu devamlılığı olan yani sınanarak gelmiş doğruluğunu
ispatlamıştır (Güler, 2014: 117). Bu bağlamda muhafazakârlık diğer ideolojilerden
farklı olarak kendisini soyut teorilere göre temellendirmemiş, tarih ve deneyimi esas
almıştır (Heywood, 2014: 168).
31
Muhafazakâr düşünce, günümüzde ABD’de etkisini gösteren siyasi bir ideoloji
olarak ifade edilebilir. Özellikle 1980’li yıllardan sonra siyasal alanda tekrar ilgi
görmeye başlayan muhafazakârlık, Anglo-Sakson ülkelerde ya iktidar ya da en başta
gelen iktidar alternatifi olarak bilinmektedir. Bu açıdan bakıldığında özellikle gelişmiş
batı demokrasilerinde çok etkili olduğunu söylemek gerekmektedir (Yılmaz, 2004:
144).
İlahi iradeye itaat etmek ve siyasal, sosyal ve toplumsal konularda ortaya çıkan
her türlü sorunun düzenin belli bir zaman dilimi içerisinde kendiliğinden ortaya çıkmış
ve uygulamada var olan kanunlar doğrultusunda çözümünü beklemek, bu nedenle,
tarihin hem eylemi gerçekleştiren hem de eylemden etkilenen olması gerekliliğini
savunmak, muhafazakârlığın en temel ilkeleridir. Bu çerçevede, “muhafazakârlık,
toplumsal ilişkilerde bireysel isteklerin, çıkarların ve tercihlerin öncelenmesine;
toplumun, rasyonel çıkarlarıyla birbirinden tamamen ayrışabilir ve çatışabilir
insanlardan oluşan “düzen”sizlik olduğu iddiasına; toplumsal ilişkilerin, heterojen,
atomik, çatışmacı, rekabete dayalı, insanların özgürlüğünün ve eşitliğinin öncelendiği
bir mekanik yapı olduğu kurgulamasına inanmaz.” Bu nedenle, muhafazakârlık,
modernleşmenin getirmiş olduğu ideolojilerin şekillendirdiği yeni bir dünya düzeninin
inşasına karşı, kültürel bir zırha bürünmeyi temsil etmektedir. Bu bağlamda,
muhafazakâr düşünce; ideolojik ve bilimsel yöntemlerle küçülmüş, globalleşmiş bir
dünya algılamasına ve o düzenin kullandığı yöntemlere karşı gelerek, yerel ve özgün
olanın kültürel varlığına ve birbirleriyle uyumunu önemli görmektedir. Muhafazakârlık;
bu açıdan, dönüşüme karşı değişimi; statüko yanlısı olmaya karşı ilkeliliği; bireyselliğe
karşı kurumsallığı; anlık olana karşı kalıcı olanı tercih eden bir dünyayı temsil
etmektedir. Bu çerçevede var olan şeyin, var olması gerekenlerin süzgecinden
filtrelenerek oluşan bir “mümkün” olma durumu olduğuna inanır (Çetin, 2004: 88).
32
üretmiş oldukları gelenek ve bunlara bağlı olarak ortaya çıkan değerlerin üzerinde
kendisinden kaynaklanan algılarıyla kendisini gerçekleştirmiş olduğu yaşayan bir süreç
olarak ifade edilebilir. Muhafazakârlık çok kıymetli olan deneyimlerden kaynaklanan
değer üretme ilişkileriyle gerçekleşmiş olan toplumsal bir ortam olarak ifade edilebilir
(Sezer, 2014:164).
Siyasal hayatta muhafazakâr bir düşüncenin ancak onu belirli inanışların bir
yansıması olarak algıladığımızda doğru bir şekilde anlaşılabileceğini ve
yorumlanabileceğini söyler Oakeshott. Ona göre, “siyasetteki muhafazakârlığın, beşeri
davranış alanındaki genel bir muhafazakâr eğilimin uygun karşılığı olduğu
söylenmektedir: ticaret, ahlak ve dinde reformcu olmakla siyasette muhafazakâr olmak
tutarsızlık olarak gösterilir. Siyasette muhafazakârın belirli dini inançlara, örneğin
beşeri tecrübe ile edinilen bir doğa kanununa, adaletsizlik ve felakete yol açan şeyden
ayrılmanın ve tutumunu ona uydurmanın insanoğlunun görevi olduğu doğa ve beşeri
tarihte dini bir amacı yansıtan ilahi bir düzen inancına sahip olması sebebiyle
muhafazakâr olduğu söylenmektedir. Bir İngiliz’in “muhafazakârlığı” bile
“kraliyetçiler” ve “Anglikanizm” ile ilişkilidir” (Oakeshott, 2004: 67-68).
33
Siyasal muhafazakârlık, maceracı ve girişimci olma eğiliminde olan değişime açık
ve “ilerleme” manasındaki isteklerini akılcılaştırmaya meyilli olan bir insan için
tamamen kavranamaz bir durum olarak ifade edilemez. Bu yönetim açısından çok açık
bir şekilde ileri olmanın uygun olmayacağını düşünmek için “ilerleme” düşüncesine
inanmanın, tatmin duygusu uyandırmadan aç gözlülüğü uyandırmakta olan tüm
inançların en kötüsü ve gereksizi olduğunu düşünebilme boş bir çaba olarak
söylenebilir. Muhafazakâr olarak nitelendirilmenin, kendileri için düşünen veya
yapılması gereken bir şeyleri olduğunu bilen, bunları uygulamak için yeterli becerisi ve
entelektüel bilgi birikime sahip olan bireyler için uygun bir kavramsallaştırma olduğu
söylenebilir. Bu düşünceye sahip insanlar, bireysel girişimlerden önce toplumsal düzeni
önceleyen ve bireysel menfaat ve mutluklardan daha önce toplumsal kurallara değer
veren bir düşünceye kaimdirler. Bunun yanında muhafazakâr çizgideki bireyin dinsel
alandaki cemaatsel ve mezhepsel rekabeti sınırlandırma ve bunun üzerinden toplumsal
huzuru sağlama fonksiyonundan dolayı hukuki çerçevede sınırları belirlenmiş dinin
etkisinde olan bir düzeni bile bu işlevinden dolayı kabul etme eğiliminde olduklarını
söyleyebiliriz (Oakeshott, 2004: 76-77).
34
sürdürmesinin üyelerinin konsensüsüne bağlı olduğunu söylemek bu geleneğin varlığını
sürdürüp sürdürmemesinin kararını verecek nihai bir kritere sahip olmadığımızı
söylemektir.” Bir geleneğin uygulanmaya devam edilip edilmeyeceğini bize söyleyecek
objektif bir kıstas yoktur. Bu konu ile ilgili tek bir ölçü vardır; o da konsensüs’tür
(Güngörmez, 2004: 25-26).
Muhafazakârlık değişime karşı her zaman ön yargı ile bakan bir ideoloji ve ana
eksenini değişim ile istikrar arayışı arasındaki gerilim oluşturmuştur. Bu bağlamda
Aydınlanma sonrası dönemi şekillendiren temel kavramlarından olan ilerleme
kavramına her zaman mesafeli olmuş ve eleştirel bir tutum takınmıştır. Bu mesafeli
duruş değişime karşı olmaktan daha çok içinde yaşanılan döneme ait olan kurumların,
toplumsal yapı ve ilişkilerin zamanın sınamasından geçmiş olması, diğer taraftan
geleceğin belirsiz olmasından kaynaklanmaktadır (Aytaç, 2016: 117).
35
de değişim süreci ortaya çıkarılamaz. Muhafazakârlığın değişim anlayışı, sosyal ve
siyasal alanlarda kalıcılık ve düzeni savunurken, modernizmin ortaya çıkardığı mevcut
düzenin jakoben tarzda değiştirilmesini öngören değişim düşüncesi ekonomik ve sosyal
krizler ile sosyal ve siyasal istikrarsızlığı ortaya çıkarmaktadır (Çetin, 2004: 94). Aynı
zamanda buradaki karşı olma aklın ve ilerlemenin toptan reddedilerek, rasyonalizmin
karşısına irrasyonalizmin konulması şeklinde tezahür etmez (Öğün, 2013: 554).
Rasyonalist sözleşme teorilerine dayalı toplum anlayışına karşı kökleri Ortaçağa kadar
giden ve tabanı aileye dayalı olan territoryal toplum düzenini ve döneme ait kurumlar,
gelenekler ve kurumsallaşmış olan dini yapıyı içeren devrim öncesi dönemi başka bir
ifadeyle “ancient regime”i savunmaktadır. Muhafazakâr düşüncenin temelleri ancient
regime ile devrim ve sanayileşme sonrası ortaya çıkan düzenin karşılaştırılmasına ve
eski olanın övülmesine dayanmaktadır (Güler, 2014: 122).
Muhafazakâr düşünce gerek Hıristiyan inancın ile ilgili ortaya koymuş olduğu
hususlar ekseninde, modern dönemin ortaya çıkarmış olduğu tüm siyasal ideolojiler
içerisinde en önde gelendir. Muhafazakâr düşüncenin öncüllerinin Burke dâhil olmak
üzere tamamı, Fransız İhtilali sonrası jakobenlerin kilise kurumuna vermiş oldukları
zarardan dolayı korkuya kapılmışlardı. Bu konuya ve bu konu ile bağlantılı bir şekilde
ideal bir toplumsal yapı içerisinde din olgusunun önemine ilişkin yapılmış olan vurgular
mülkiyet konusu haricindeki diğer konulardan çok daha fazla düşünürler tarafından dile
getirilmektedir. Devlet meselelerinde din konusunun etkinliği aynı şekilde yoğunluk
olarak seyretmektedir (Nisbet, 2014: 104). Muhafazakârlığın teorisyenleri
36
diyebileceğimiz düşünürler ülkelerindeki “kurumsallaşmış” dini değerlere çok büyük
önem atfetmişlerdir. Burke, Anglikan inancına önem verirken; diğer taraftan Bonald,
Chateaubriand ve de Maistre Katolik mezhebini takip etmişlerdir. Yine Hegel,
Coleridge, Haller ve Nisbet vb. zamane muhafazakâr düşünürleri de dindar bir hayat
yaşamaya çalışmışlar ve din konusunu gerek devletin gerekse toplum ve bireyin
hayatında çok önemli husus olarak görmüşlerdir (Şeyhanlıoğlu, 2018: 93).
37
toplumsal hayata dair tüm geçmişi tasfiye ederek sadece aklı ön plana çıkararak yepyeni
bir toplumsal düzen oluşturma çabalarıdır. Burke’e göre, 1688 yılında gerçekleşen
devrim İngiliz devrimi monarşi içerisinde bir hanedanın yerine başka bir hanedanı
geçirmiş fakat mevcut siyasal düzeni toptan değiştirerek yeni bir egemenlik tarzı ya da
toplumsal yapı kurmayı amaçlamamıştır. Bu devrimin asıl amacı, kralın tecavüzüne
karşı İngiliz toplumunun uzun bir tarihsel süreç içerisinde ortaya çıkan geleneksel
özgürlüklerini korumaktır. Başka bir ifadeyle devrim, eski siyasal düzeni muhafaza
etmek maksadıyla gerçekleştirilmiştir. Uzun yıllar boyunca ortaya çıkan deneyimlerin
içinde erdemi ve bilgeliği içeren geleneksel kuralları, toplumsal yapının üzerine
oturduğu temel taşlarını yıkma amacı gütmediği gibi, tarihin devamlılığını tekrar
sağlamıştır. Oysa Fransız devrimini gerçekleştiren jakobenler siyasal ve toplumsal
hayatı tertemiz beyaz bir kâğıt gibi görme kibrini taşıdıkları için salt rasyonel aklın
ürettikleri doğrultusunda insanî/toplumsal şeyleri yeniden inşa etmeyi düşünmüşlerdir
(Duman, 2004: 36).
38
görülmüş olmasına rağmen bu amacında başarılı olamadığını ve Jakobenlerin hâkim
olmasıyla beraber ancient regime'in yaptığı adaletsiz uygulamaları bile geride bırakacak
uygulamaların yapıldığı bir ortamın ortaya çıktığı görülmüştür. İhtilal’in bu sert ve
acımasız yüzü, önceki dönemin hâkim sınıfları olan aristokrat ve ruhban sınıfına değil,
iktidarı ele geçiren jakobenlerle aynı doğrultuda düşünmeyen ihtilal yanlısı insanlara da
yönelmiştir. Devrim, kendini var etmek için canını vermeyi göze alan evlatlarını
yemeye başladığında, "devrim zamanlarında terör erdemdir" sloganı üzerinden şiddet
ve ölüm kutsandığında, devlet aygıtının gücü kullanılarak toplumun baştan aşağı
şekillendirilmesine başlandığında, eski yönetici elit giyotin ile idam edildiğinde,
devrimin özgürlük eşitlik ve kardeşlik üzerinden oluşturduğu hava tersine dönmeye
başlamıştır (Burke, 2016: 4).
39
Maistre’de çok daha net bir şekilde ortadadır. Bonald’a göre Aydınlanma düşüncesinin
üretmiş olduğu aşırı bireyci ve atomize olmuş toplum anlayışı tanrısal kaynaklı bir birey
ve toplum anlayışına dönüştürülmelidir. Onun bu anlayışına göre tanımlanmış olan
toplumsal yapı ve birey ilahi iradenin yaratmış olduğu aşkın bir düzenin en önemli
parçaları olmaktadır (Çiğdem, 2016b: 52).
Felsefi bir düşünce geleneği ve siyasal bir tavır içerikli olan muhafazakâr anlayış,
anlık olarak mevcut olan sosyal, siyasal ve ekonomik düzenin çok büyük bir değer
taşıdığına ve bu düzenin mümkün olduğu kadarıyla muhafaza edilmesi gerektiğine
inanmaktadır. Bu düzenin neden korunması gerektiğine ilişkin olarak bu anlayış;
nesiller boyunca ortaya çıkan gelenekler ile siyasal ve toplumsal kurumlar, zamanın ve
tecrübenin en zor sınavını atlatmış ve varoluşunu, doğruluğunu herkese ispat ettiğini, bu
anlamda korunmaya değer olduğunu düşünmektedir. Dolayısıyla muhafazakâr inanca
sahip olan kişilere göre toplum içinde var olan kurumların zamanın sınamasından
geçmiş olmasından kaynaklı doğal bir meşruiyetleri söz konusudur. Bu çerçevede bu
sosyal ve kurumsal yapının değişimi onlara göre yavaş ve tedrici olmalıdır.
Muhafazakârlar, toplumu devamlılığı olan ve kompleks, yaşayan bir organizma olarak
düşünmüşlerdir. Muhafazakâr toplumsal kurumlar aşamalı bir tarzda, çok uzun
dönemler süresince yaşanan çok çeşitli değişim ve tecrübeler yoluyla bugünkü
durumuna gelmiştir (Doğan, 2011: 214).
40
Muhafazakâr düşünce insanının salt kendi kendine bir anlam ifade etmeyeceğini
içinde yaşadığı toplum içerisinde bir anlam kazanabileceğini, yetkin bir varlık olmadığı
ve insanın akıl ve beceri kapasitesinin sınırlı olduğuna inanmaktadır. Bu çerçevede
aydınlanma düşüncesinin tam aksine aklın tek başına birey için yeterli olabilecek bir
dünya kurabileceğine inanmazlar. Onlara göre birey ancak, toplum içerisinde bir anlam
kazanmakta olup, insan doğası konusunda var olan eksiklerini ise din, gelenek, tarih,
kültür gibi kurumsal yapı ve değerler tarafından giderilebileceğinden söz ederler.
“toplum tıpkı bir insan bedeni gibi her bir unsurun doğal bir biçimde bir araya geldiği
organik bir yapıdır.” Dolayısıyla devrimci yapıdaki ideolojilerin müdahaleci ve
dayatmacı bir tarzda toplumun organik yapısını değiştirmeye yönelik çalışmaları sadece
arızi bir durum ortaya çıkarabilir (Aktaşlı, 2011: 148).
41
Hristiyanlığın doğuştan kusurlu insan anlayışını ve buradan hareketle insan
aklının sınırlılığını başka bir ifade ile insanın sınırlılığını esas alan muhafazakâr
düşünce bu yaklaşım üzerinden organizmacı toplum anlayışını, siyasal ve ekonomik
düzeni ve siyasal iktidarı kavramlaştırır. Muhafazakâr düşünce geleneğinin kurucusu
sayılan Edmund Burke, insanın toplumun ve otoritenin oluşmasında hiçbir etkisinin
olmadığını tam tersi olarak toplumsal yapının insanın temel karakteristiklerini
oluşturduğunu söylemektedir. Ona göre insanın salt kendisi hiçbir anlam ifade etmediği
gibi, toplum içindeki konumu onun varoluşsal temelidir. Bir başka ifade ile insanı
gerçek manada insan yapan muhafazakârlığın toplumudur. Bu bağlamda liberalizmin
rasyonel insan kavramlaştırmasına eleştirel bir yaklaşım, bunun hatta daha da ilerisinde
bir karşı konumlanma söz konusudur (Çaha, 2012: 120). Güler’e göre (2014: 122)
muhafazakârlar liberalizmin temel değerleri olan bireycilik, eşitlik ve özgürlük gibi
kavramlara karşı çıkar veya bu kavramları farklı bir şekilde anlamlandırır.
Aydınlanma ile birlikte Avrupa’da başlayan ve Sanayi Devrimi ile takip eden
süreçte toplumsal, felsefi, ekonomik, politik alanlarda gerçekleşen dönüşüm Ancient
Regime denilen eski yapıları yıkarak ilerlerken yepyeni bir zemin oluşturmuştur.
Muhafazakâr düşüncenin topluma veya toplumsal yapıya dair örgüsünün temeli insana
ve rasyonalist anlayışa dayandırılabilir. İnsanın, ister Hristiyanlığın ilk günah
doktrininden kaynaklansın isterse sekülerist bir bakış açısıyla biyolojik yapısından
kaynaklı olsun, liberallerin iyimser bakış açısının aksine tekâmüle ermesi veya
önündeki engellerin kaldırılması sonucunda gelişmesi söz konusu değildir ve insan
sınırlı bir akla sahiptir. Muhafazakâr düşüncenin toplum anlayışı onun insan doğası ve
insan aklının sınırlılığından etkilenmiştir. Muhafazakârlığın toplumu rasyonel toplum
projelerinin ürünü olmayan insanın kavrama kapasitesinin ötesinde girift bir yapıdadır
42
(Özipek, 2011: 90-91). Muhafazakârlığın toplum anlayışında, yaşayan bir organizma
olarak kabul edilen toplum, kendisini oluşturmakta olan tüm parçaların birbiriyle uyum
içinde bulunması gerektiğine inanmaktadır. Muhafazakârlığın toplumu adeta yaşayan,
nefes alıp veren ve büyüyen bir organizma gibi tasavvur edilir. Bu hayal edilen bedenin
en önemli parçası ise, en başta aile kurumu ve kişi ile devlet arasında var olan ara
kurum olarak kabul edilmektedir. Liberal anlayıştan farklı olarak muhafazakâr
anlayışta, bireyi toplum içerisinde tek başına ve korunmasız bırakmamak için; din,
gelenek, aile gibi yapıların çok önemli bir yer tuttuğu ve korunmaya değer oldukları
düşünülmüştür (Yılmaz, 2004: 144-145).
43
sorumlunun merkezi bürokratik devlet olduğunu dile getirmektedir (Özipek ve Bülbül,
2007: 27).
44
bu bağlamda aydınlanmanın değişimin tepeden inmeci bir şekilde gerçekleştirilmesine
şeklinde ifade edilebilecek Jakoben yaklaşıma dönük çekinceden de kurtulmuş olurlar.
Muhafazakârlığın fikir babası sayılan Edmund Burke’ün Fransız devrimine karşı
çıkarken, İngiliz devrimine sahip çıkmasının altında tam da bu neden yatmaktadır ki,
Fransa’da toplumsal değişim radikal, baskıcı ve yıkıcı bir nitelik taşırken İngiltere’de bu
muhafazakâr toplumun hiyerarşik yapısını keskin bir altüst oluşa tabi tutmadan tarihsel
bir süreç içerisinde tedrici olarak değiştirmiştir (Mert, 2013: 333). Oakeshott göre
“değişme sadece, hiçbir şeye dikkat etmeyen, sahibi oldukları şeylere kayıtsız olan ve
şartlarına duyarsız olanlar üzerinde etkisi olmaz ve değişmeler sadece, hiçbir şeye
itibar etmeyen, bağlılığı geçici olan ve aşk ve sevgiye yabancı olanlar tarafından ayırt
edilmeksizin hoş karşılanabilir. Muhafazakâr mizaç, bu şartların hiçbirisini teşvik
etmez: mevcut ve elde edilebilir olandan zevk alma eğilimi kaygısızlık ve hissizliğin
tersidir; bu eğilim bağlılık ve muhabbeti doğurur.” (Oakeshott, 2004: 57).
45
Muhafazakârlara göre toplumun yapısı geçmişten günümüze kadar denemelerin
sonucu olarak gelen kurumlar ve toplumsal hayatı şekillendiren kurallardan
oluşmaktadır. Burada sözünü ettiğimiz toplumsal kurumlar Thomas Hobbes ve Jean-
JacquesRousseau tarafından ortaya atılan rasyonalist sözleşme kuramlarının bir ürünü
olmayıp, tarihselliğin ürünü olarak ortaya çıkmıştır ki, toplumu şekillendiren bu
kurumlar; din, gelenek, görenek, anane ve önyargılar olarak ifade edilebilir (Özipek,
2011: 103). Burke’e göre liberallerin toplum sözleşmesi teorilerine bakışından farklı bir
şekilde toplumu ortaya çıkaran ortaklık tek bir kuşağın değil; yaşayanlar, ölmüş olan
kişiler ve gelecekte doğacak olanların oluşturduğu bir ortaklıktır. Hegel’in ifadesiyle de
tarihi süreç içerisinde geride bıraktığımızı düşündüğümüz şeyler aslında toplumsal
hayatta hâlâ varlığını devam ettirmektedir ve doğa durumu denilen ve toplum
sözleşmeleriyle sona erdiği iddia edilen durum aslında hiçbir dönem vuku bulmamıştır
(Güler, 2014: 134).
46
Muhafazakâr siyaset teorisi; bir tek düşünsel yapı içerisinde toplumu ortaya
çıkarmak, hedeflenen amaca tek bir otorite çerçevesinde ulaşmak için bütün imkânlarını
kullanan siyasal bir düzen oluşturmak iddiasını taşıyan ideolojilerden ayrılmaktadır.
Muhafazakârlar devlet ve resmi ideoloji ile toplumsal yapıyı kontrol etme amaçlı olarak
kullanılan iletişim araçları ve baskı unsurları gibi ideolojik hegemonik araçlar
vasıtasıyla mobilizasyonu kendiliğinden oluşmuş toplumsal sözleşmeleri tek taraflı
fesheden düzenlemelere karşı konumlanmıştır. “Binlerce yılın tecrübe ve faydalarından
devşirilmiş toplumsal yasalar; geçici, soyut, göreceli ve beşeri ilkelerin kaprislerine
feda edilemez. Bu yüzden, muhafazakâr siyaset; her türlü beşeri toplum mühendisliği
projelerini ideolojik bulur ve ideolojileri de kaçınılmaz olarak totaliter” ilan
etmektedirler (Çetin, 2004: 111). Tüm bunların yanında genel olarak baktığımızda
siyasal iktidar kavramlaştırması muhafazakâr toplumdaki hiyerarşik yapılanmanın en
üstünde yer almaktadır. Organizmacı toplum anlayışında toplum, yaşayan varlığın
bedenine denk gelirken, siyasal iktidar bedeni yönlendiren zihni ifade etmektedir.
Toplumsal ahenk ve istikrar ancak tüm süreçlere egemen olan bir zihnin ürünü olabilir.
Muhafazakârlar siyasal iktidarın kaynağı konusunda liberal düşünürlerle farklı
doğrultuda düşünürler ve meşruiyetin temelini güçlü ve içten bağlılık olarak ifade
edilebilecek “sadakat” kavramına dayandırırlar. Bu doğrultuda rıza muhafazakârlar için
önemsiz sayılabilecek bir kavram olmamakla beraber, liberallerden farklılaşarak, rızanın
temelini rasyonalist sözleşmelerden ziyade sadakat olarak görürler. Toplumu oluşturan
bireyler herhangi bir menfaat ileri sürmeksizin, pazarlıksız bir şekilde siyasal iktidara
boyun eğmeli ve sadakat göstermelidir (Çaha, 2012: 124). Otorite kavramı,
“muhafazakâr düşünce içerisinde yüce ve aşkın bir Tanrı’dan kaynaklandığından
dolayı en temel vazgeçilmez unsurlardandır. Otoritenin somutlaştığı ve görülebilir şekle
büründüğü yer ise cemaattir. Muhafazakâr anlayışın cemaatçi söylemi, bir taraftan
modernleşmenin ‘yıkıcı etkisi’ ve kişisel menfaatleri arkasından giderek dosdoğru
yoldan çıkan insanı tekrar ‘doğru olarak kabul edilen yola’ döndürecek bir çözüm yolu
olarak sunmaktadır” (Dural, 2004: 126).
47
Muhafazakârlığın siyasal iktidar veya otorite anlayışı insanın ontolojik olarak sınırlı bir
varlık oluşundan hareketle sınırlı veya liberal anlayışta olduğu gibi sınırlandırılmış bir
tarzda kurgulanmıştır. Bu bağlamda insan doğasının Aydınlanmanın rasyonalist
anlayışının kabullerinin tersine sınırlı olmasının bir sonucu olarak siyasal iktidarın
gerekliği sonucuna ulaşılmaktadır. Burada yanlış bir değerlendirme sonucu ortaya çıkan
en büyük sorunsal, güçlü ve hâkim otorite anlayışının otoriteryenizm ile
özdeşleştirilmesidir ki muhafazakârlığı değerlendirirken bu husus gözden
kaçırılmamalıdır. Muhafazakârlık bir yandan otoritenin önemine vurgu yaparken diğer
taraftan bunun sınırlı bir otorite olduğunu dile getirmektedir. Otoriteryenizm de ise
burada sözünü ettiğimiz iktidarın sınırlığı hususundan bahsedilemez. Muhafazakârlara
göre siyasi iktidar toplumda var olan iktidarlardan sadece biridir. Dolayısıyla sözünü
ettiğimiz iktidarlardan birini ilgilendiren bir mesele söz konusu olduğunda siyasal
iktidarın sınırı başladığından söz edilebilir (Özipek, 2011: 166).
Siyasal muhafazakâr anlayışa göre devlet otoritesi toplumsal yapı içerisindeki ara
kurumlar aracılığıyla dağıtılmaz ise devletin otoriterleşme ’ye doğru adım adım ilerleme
durumu söz konusu olur. Bu çerçevede, muhafazakârlık, devlet ve otorite arasındaki
dengeyi sağlama konusunda sivil topluma ve cemaatlere çok önemli bir misyon
yüklemiştir. Siyasal muhafazakâr anlayışın çok ileri düzeyde güçlü olduğu ABD,
Almanya ve İngiltere gibi ülkelerde, devlet düzeni eyaletler şeklinde yapılanmış olup,
bu ülkelerdeki yerel yönetimler ise bu bağlamda çok güçlendirilmiştir (Şeyhanlıoğlu,
2018: 102). Bu bağlamda Özipek’e göre siyasal iktidarın etki alanının dışında kalan
bireye ait temel bir özgürlük alanın ve hiyerarşik bir toplumsal alan ortaya çıkmaktadır.
Muhafazakâr bireyin epistemelojik bir sadakat kavramı üzerinden içten bir bağlılık
hissettiği bu iktidar, toplumsal yapıyı şekillendiren aile, inançlar, gelenek gibi
kurumların sınırlarının başladığı noktada son bulur (2011: 169). İşte tam bu noktada
Öğün’ün ifade ettiği şekliyle muhafazakâr düşünceye göre: “Bir yandan yurttaşların
hür ve mahrem aracı kurumları korunurken; diğer yandan da devletin otoritesine dönük
saygı güvence altına alınmalıdır.”(2013: 557).
48
ana kadar gelmiş olan geleneklerin canlılığını sağlamak gibi bir fonksiyonu da
mevcuttur. Onlara göre eğer özel mülkiyet koruma altında olursa, özgürlükler de buna
bağlı olarak güvence altında olmaktadır (Şeyhanlıoğlu, 2018: 97). Muhafazakârlığın
mülkiyet ile ilgili ileri sürdüğü teorilerde çok bariz bir şekilde “Roma karakteristiği”
söz konusudur. Nisbet, bu karakteristiği “mülkiyet insanın harici bir uzantısından daha
fazlasıdır; insan ihtiyacının cansız hizmetçisidir. O, medeniyette her şeyin ötesinde,
insanın insaniyetinin, onun bütün doğa üzerindeki üstünlüğünün tam koşuludur. Romalı
iddiaya göre bir insan çok esi dönemlerinden birinde bir toprak parçası alıp onu
"benim" diye ilan etmedikçe insanın toprak üzerindeki ve onun üzerinde bulunan her
şeyin üzerindeki egemenliğini iddia etmesi ve böylece bunun medeniyetin gelişiminde ilk
adım olması mümkün olmazdı” şeklinde ifade etmektedir (Nisbet, 2014:90).
49
demektir. Yine onun ifadesiyle “muhafazakâr olmak kendi şansına dayanmak, kendi
araçlarının seviyesinde yaşamak ve kendisine ve kendi şartlarına benzer daha büyük
tekâmül isteği ile tatmin olmaktır” (Oakeshott, 2004: 56-57).
19. yüzyılın ikinci döneminde muhafazakârlık, çok hızlı bir gerileme sürecine
girdi. Yalnızca geçmişin ahlaki değerlerini savunmakta olan bir ideoloji, içinde
yaşanılan o dönemin şartları göz önüne alındığında, artık büyük kitleler için yeterli
gelmiyordu. Sosyalizmin tarih ve siyaset sahnesinde yerini almış olduğu bu dönemde
muhafazakârlığın eski sınıfsal bağları geçerliliklerini yitirmişti. Muhafazakâr
düşüncenin, daima kendisini karşısında konumlanmış olan işçi sınıfına kadar inmiş
olması, yeni sınıflar ve oluşumlarla bağlantı kurması şarttı. “Yeni zamanlar,
muhafazakârları “bugüne”, zaten içinde bulunan anın gereklerine ilişkin çok daha
somut projeler dile getirmeye zorladı. Genelde “reaksiyon” hareketi olarak hissedilen
öğreti, ister istemez “kurucu hareket” misyonunu sahiplenmeliydi (Dural, 2004: 127).
Modernite’ nin ortaya çıkarmış olduğu ve “katı olan her şeyin buharlaştığı” bir
süreç içerisinde yapılmış olan birçok çalışmanın var olmasına karşın “ideoloji ve
muhafazakârlık” gibi kavramların açık bir şekilde doğru anlamıyla kullanılmadığını,
sonuç olarak bu kavramlarla ilgili yapılan değerlendirmelerin çok da sağlıklı olmadığı
söylenebilir (Gencer, 2014: 8). Muhafazakârlık Türkiye’de çok sık bir şekilde gerek
akademik ortamlarda gerekse halk arasında kullanılmakta olan bir kavram olmasına
rağmen çok doğru bir şekilde kullanılmamaktadır. Bu konuda en fazla ortaya çıkan
kullanım yanlışlığı, muhafazakârlık kavramının, “öztürkçeci” bir tarzda bağlamından
50
bağımsız bir şekilde, olumsuz bir şekilde “tutuculuk” anlamında yanlış kullanımıdır
(Akıncı, 2009: 134).
Fransız ihtilali sonrasında ortaya çıkan ihtilalin siyasal ve toplumsal sonuçları ile
Aydınlanma düşüncesine karşı gösterilen tepkiler kendisini muhafazakârlık ile ifade
etmesiyle benzer bir şekilde, modernleşme hareketinin de bu dönemde yaşayan
düşünürler üzerinden kendisini çok farklı kültürel oluşumlar ve farklı şekiller ile
anlamlandırdığını görmekteyiz. Dünya çapında yapılan tanımlama çalışmaları ve
değerlendirmeler sonucunda tek modernleşme tipolojisi olmadığı gibi modernleşmenin
toplumsal olarak algılanması da farklı bir şekilde tezahür etmiştir. Türkiye şartları için
konuşacak olursak, bizdeki modernleşme algısı ile ilgili sözünü ettiğimiz bu durumu net
bir şekilde müşahede edebiliriz (Güngörmez, 2014: 6).
51
düşünce, üzerine temellenmiş olduğu stratejiyi “romantik-ruhçu ve Bergsoncu felsefe”
üzerinden oluşturmuştur. Bu çerçevede kendisini “Osmanlıcılık ve İslamcılık” gibi
yaklaşımlardan uzaklaştırarak konumlandırması, onun Türk modernleşmesine içeriden
yapılan bir eleştiri olma niteliğini ortaya çıkarmıştır (İrem, 2013: 106).
Türkiye içerisinde gerek siyasi gerekse düşünsel açıdan 1920 ile 1930 yılları
arasında çok büyük toplumsal yapı değişimleri yaşanmıştır. Bu dönem saltanat ve
halifeliğin kaldırıldığı ve millet egemenliğine dayanan bir ulus devletin kurulduğu; kılık
kıyafetten yargı sistemine, alfabeden milli eğitim sistemine kadar tüm toplumsal, siyasal
ve ekonomik yapıların Batı medeniyetinin değerlerine uygun bir tarzda yeni baştan inşa
sürecine tabi tutulduğu, tarihsel bir süreç içerisinde toplumsal birikim olarak ortaya
çıkan geleneklerin tamamıyla tasfiye edildiği, sosyal ve toplumsal bir kopuşun
yaşandığı bir dönemdir. Cumhuriyet elitlerinin Kemalist devrim olarak adlandırdıkları
bu proje, aydınlanmanın ideallerine göre dizayn ettiği bir radikal bir modernleşme
projesi olarak ifade edilebilir. Kemalizm bu süreçte “modernleşmeyi ve Batılılaşmayı”
tüm toplumsal yapılara “jakoben” bir tarzda dayatıyordu (Aktaşlı, 2011: 149). İşte tam
da bu süreçte ortaya çıkan Türk muhafazakârlığı,1930’lu yılların ilk döneminde ortaya
çıktıktan sonra önem kazanarak yaygınlaşan bir düşünce olup yeni kurulan ulus devletin
“kurucu felsefesi” ne getirilen yeni yorumlara dayandığı söylenebilir. Ekonomik,
siyasal, toplumsal ve kültürel alanların tamamında görünmeye başlayan muhafazakâr
anlayış, yeni rejimin içerisinde üretilen ve ana çerçevesini Aydınlanma felsefesine
dayanan pozitivist bir anlayışın çizmiş olduğu Kemalist resmi ideolojiye, kendilerine
özgü bir bakış açısı ile yeniden bir anlam katabilme çabasını yansıtmaktadır (Yıldız,
2011: 191).
52
olarak ta söylenebilir. Bu kişiler muhafazakârlığın “muhalif veya sapkın sayıldığı”
1950’li yıllar öncesindeki dönemin isimleri olarak bilinmektedir. Sözünü ettiğimiz
muhafazakâr kişiler kendilerini genellikle resmi-kurumsal kültürün dışında
konumlandırmış; Kemalist resmi ideolojinin tasfiye etmiş olduğu Türk Ocakları gibi
sivil toplum kuruluşlarında bulunmuşlardır. Bazıları ise ilk olarak rejimin önem verdiği
ideolog konumunda kültür-sanat adamı hüviyetinden muhafazakâr milliyetçi akımın
kavgasını veren kurucu kuşağın arasına katılmışlardır (Bora, 2014: 73). Türkiye’de
muhafazakâr düşünce ilk olarak değişimin karşısında olmak, “statükonun”,“status guo
ante”nin körü körüne savunuculuğunu yapmakla itham edilmektedir (Akıncı, 2009:
135).
53
toplumsal yaşamı şekillendiren koşullar ve örgütlenme biçimlerini ifade etmektedir
(Altun, 2017: 19). Modernleşme, Batılı toplumlarda 16. yüzyıl ile birlikte bilim, sanat,
felsefe ve siyaset etkisiyle ortaya çıkan hayat, devlet ve topluma içkin bir paradigmadır.
Söz konusu paradigma, yaşama, insana dair ontolojik ve ahlaki yargıları, algılayış
şekillerini kendisinden önceki yaşantı ve deneyimlerden farklı bir tarzda ele almıştır.
Modernleşme/çağdaşlaşma toplumun, dünya çapında kabul görmüş bir şekilde birbirini
takip eden ve sonradan ortaya çıkanın daha önce var olana oranla daha üstün olduğu
tedrici bir değişme şeklinde anlaşılmaktadır. Bu aşamalı evrimin temelinde
standartlaşma, aynileşme, istikrar ve maddi öğelerde düzenli bir üretim ve ilerleme
öngörülür (Gündüz, 2008: 166).
Modernleşme düşüncesi ile sekülerleşme anlayışı arasında çok net bir ayırım
yapmak zorunludur. Çünkü modernleşme, hayat tarzındaki bir değişmeyi ifade ederken,
sekülerleşme ise toplumun var olan düşünce şeklinde meydana gelen bir değişime
karşılık gelmektedir (Gencer, 2014: 8). Kavramın özünde esas itibariyle değişim olgusu
yatmaktadır. Ancak buradaki temel sorun, değişimin niteliği, sınırları, değişim hızı,
değişimin etkisi ve dönüştürme kabiliyetindeki oynaklıktır. Çeşitli nedenlerle, bilerek
veya bilmeyerek, isteyerek ya da istemeyerek gerçekleşmekte olan değişim toplum
tarafından arzu edilen ya da edilmeyen sonuçlar ortaya çıkarabilir (Gündüz, 2008: 166).
54
Osmanlı modernleşmesinin yapısal özelliklerinden ve karakterinden kaynaklanan
unsurlara ek olarak henüz Fransız İhtilali’nin fikri ve felsefi manada yansımalarını takip
edebilecek ve yaygınlaştıracak entelijansiyanın eksikliği de eklendiğinde
modernleşmenin ideolojik yansıması 19. yüzyıl ortalarına kadar pek görülmemiştir.
Başka bir deyişle modernleşme 18. yüzyıl içerisinde askeri, mali, idari alanlar ile eğitim
süreçlerinde görülmeye başlanırken; liberalizm ve milliyetçilik gibi ideolojilerin 19.
yy’ın ortalarından itibaren yaygınlaşmaya başladığı görülmektedir (Korkmaz,
2016:102). Osmanlı Devleti’nde etkin olan epistemolojik ve kodunu oluşturan, devletin
üç temeli olarak adlandırabileceğimiz saltanat, halifelik ve din kavramlarını içinde
barındıran üç rüknü devlet olarak değerlendirebilecek bu kavramsallaştırma, toplumdan
ekonomiye, siyasetten eğitime birçok alanı ortaya çıkardığı gibi, gerçekleşen toplumsal
değişimin yönünü ve kapsamını da belirlemiştir. İşte ekonomik, toplumsal ve siyasal
yapıyı oluşturan şey bu sentezdir. Osmanlı toplumsal hayatını şekillendiren anlam
kodları, bu hayatı düzenleyen kuralların yazılı bir şekilde olmasının dışında zımni
olarak da mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Kaynaklar ise ekonomik, toplumsal ve
siyasal hayatı şekillendiren bu kodlar tarafından oluşturulan düzenin gerek kişilere
gerekse kurumlara vermiş olduğu otorite, başka bir deyişle gücün birer aracı olarak
ifade edilebilirler. Toplumsal hayatı düzenleyen kurallar ve etkileyen güç faktörleri,
toplumsal etkileşim sırasında kullanılarak siyasal, ekonomik ve toplumsal düzenin
tekrar tekrar üretilmesine imkân vermektedir (Meşe, 2006: 128).
55
yapının temellerini sarsmayacak yeniliklerin getirilmesi şeklinde gerçekleştiği için
muhafazakâr bir nitelik taşımaktadır. Sözü edilen modernleşme sürecinin sonucu olarak
ortaya çıkmakta olan siyasal kimlikler ve ürünler de, bu ana yaklaşımı benimsemiştir
(Meşe, 2006: 128).
Osmanlı batılılaşma çalışmaları ile ilgili çok istekli ve süreci kavramaya dönük
hareket etmiş olsa da bu konudaki gelişim süreci çok yavaş ve aksak bir şekilde
ilerlemiştir. Bu sonucun ortaya çıkmasında batıdaki entelektüel kesimlerin ortaya çıkış
süreçleri ile Osmanlı entelektüellerinin ortaya çıkışlarının zamansal olarak
farklılaşmasından kaynaklanmaktadır. Bundan kaynaklı olarak aralarında var olan
epistemolojik bilgi birikiminin kapatılamayacak kadar büyük olduğunu söyleyebiliriz.
Epistemelojik bilgiye ilişkin farkların çok büyük olması nedeniyle modern Avrupa’nın
algılanması için gerekli temel kavramlar bile Osmanlı Türkçesinde 19. Yüzyılın
sonlarına kadar karşılığını bulamamıştı. 19. yy içerisinde ortaya çıkmaya başlayan ilk
özel Türkçe gazeteler, toplum içerisinde okur-yazarlık oranlarının çok düşük olması
nedeniyle istenen etkiyi gösterememişti. Avrupa düşüncesi içerisinde çok önemli bir yer
tutan gerek roman gerekse hikâye gibi edebi türler Türkler için adı duyulmamış ve
tamamen bilinmez ürünler olmaktaydı (Aksakal, 2017: 75).
56
Diderot, Rousseau, La Mettrie, Voltaire, Jean d’Alembert gibi Aydınlanma
Felsefecilerinin etkisiyle siyaset felsefesi ile uğraşmışlardır (Vural, 2011: 136).
Türk muhafazakârlığı ile ilgili durumu net olarak ortaya koymak bağlamında o
dönemin muhafazakârlık yaklaşımına bakıldığında genellikle “Batının ilmini alalım,
ahlaksızlığını değil” anlayışının etkili olduğu söylenmelidir. “20. yüzyılın başlarında
Weber’in moderniteyi Protestan ahlakıyla ilişkilendirmesinin aksine, böylesi seçici ve
kısmi bir modernite anlayışının ardında klasik Osmanlıların Avrupa’da gelişen edebiyat
ve felsefeden hiç haberdar olmamaları değil, onu değersiz ve ahlaksız bir gevezelik
olarak görmelerinin payı büyüktür. İnanılmaz bir kompozisyon ve matematiksel
ayrıntılar bütünü olan Divan edebiyatı, İstanbul’daki edebiyatçılar için yeterince zengin
ve felsefi mistik-dünyevi sembolizmi yüksek bir ilgi alanıydı.” Osmanlı aydınları batı
dillerini ve eğitim anlayışlarını çok iyi bir şekilde biliyor ve Shakespeare, Cervantes,
Montaigne ile kültürel çerçevede tanışıyor olsalar bile “Osmanlıcılık” anlayışları ve
devlete olan bağlılıkları nedeniyle herşeye rağmen Divan Edebiyatını ön plana
çıkarılması ve bu batılı yazarların eserlerini önemsiz olduğu fikrini savunmuşlardır.
Tanzimat ile birlikte Osmanlı aydınlarının bu yaklaşımlarının kısmen değiştiğini ve
batıya ait kültürün devletin Osmanlı’nın demografik olarak çeşitlilik gösteren
şehirlerinde kendisine yayılma alanı bulduğunu söyleyebiliriz (Aksakal, 2017;78-79).
57
beşinci kategori kapsamındaki toplumların ortak yönleri, geçmişten itibaren süregelen
geleneksel iktidarların merkezi bürokratik idaredeki çok uzun tecrübeleri nedeniyle,
modern zamanlarda çok uzun bir süre için dışarıdan doğrudan veya dolaylı olarak
yapılabilecek müdahale veya egemenlik kurma girişimlerine karşı koyabilecek kadar
güçlü olmalarıdır (Meşe, 2006: 131).
58
Osmanlı modernleşme hareketi Tanzimat döneminde ivme kazanmış olsa bile bu
modernleşme sürecini daha eski dönemlere götürülebilecek bir olgudur. Bu
modernleşme süreci sadece bu dönemde Avrupa ile birdenbire karşılaşmaktan
kaynaklanan bir şok dalgası olarak kabul edilemez. Çünkü Osmanlı coğrafyası bu
dönemden önce bile siyasi ve iktisadi açıdan Avrupa ile içiçe bir seyir izlemektedir.
Ayrıca Osmanlı modernleşmesi olarak ifade ettiğimiz bu süreç sadece bu coğrafya ile
sınırlı olan bir süreç değildi ki diğer Müslüman toplukları da kapsamaktaydı. Bunun
yanında Osmanlı toplumsal yapısı içerisinde söz konusu olan modernleşme süreci
modernleşmenin klasik bir şekli olan gelişmiş bir medeniyetin toplumsal yönünün
ondan daha az gelişmiş olan bir toplum tarafından tamamen içselleştirilmesi şeklinde
görülemez (Ortaylı, 2018: 13-15).
Osmanlı İmparatorluğu tarafından yapılan reformlar için örnek olarak aldığı ülke
ise aydın despotizmi ile idare edilen Prusya ve Avusturya ile aydınlanma düşüncesinin
karşısında mutlak merkeziyetçi monarşisini korumaya çaba gösteren Fransa’dır. 14.
Louis yönetiminde mutlak monarşinin Avrupa’daki en güçlü temsilcisi ve Avrupa’nın
en büyük devleti olarak kabul edilen Fransa, 18. yüzyıl sonuna kadar birçok sorunla yüz
yüze gelmiş olup, en son aşamada bu sorunların ihtilal’e kadar vardığı görülmektedir
(Acar, 2008: 67).
59
dönemin, yani gerek on dokuzuncu, gerekse yirminci yüzyıl içerisindeki modernleşme
süreçlerinin yolunun ana hatlarını belirlemiştir (Lewis, 2018: 112). İmparatorluğun
gerilemeye başlamasıyla ortaya çıkan süreçte devletin niçin gerilediği sorusuna,
“kalemiye” adı verilen bürokratik entelijansiya çeşitli gerekçeler aramaya başlamış ve
çözüm önerileri getirmişlerdir. Bu kesimin tespitlerine göre devlet yönetimindeki
bozulmalar ve askeri anlamdaki üstünlüğün kaybedilmesi gerilemenin genel nedenleri
arasında gelmektedir. Böylece 18. Yüzyılın ilk dönemlerinde Batının askeri
teşkilatlanması ve silah gücünün İmparatorluğa nasıl getirilebileceği, en önemli devlet
sorunu olarak ortaya çıkmıştır (Mardin, 2015c: 9-10). Şanlı geçmişimize dönme
isteğiyle ortaya çıkan değişim düşüncesi, Osmanlı modernleşmesinin -daha en başta-
sınırlarının, hızının nasıl ve ne derece olması gerektiğini belirlemiştir. Tanzimat
dönemiyle beraber salt geçmişin ihya edilmesi görüşünün yerine geçmiş unutulmadan
ve ondan yararlanarak geleceğin inşa edilmesi görüşü revaç kazanmıştır (Meşe, 2006:
132).
II. Mahmut kendisinden önceki padişah olan III. Selim’in başlatmış olduğu
yenileşme hareketlerinin devamı olarak birçok alanda reform çalışmalarını sürdürmeye
aynı doğrultuda devam etmiştir. Bu dönem içerisinde, imparatorluk toprakları üzerinde
ortaya çıkan isyanlar ve Rusya’nın sıcak denizlere inme politikası ekseninde boğazlar
ile ilgili olarak yürüttüğü planlar nedeniyle ortaya çıkan birçok sorun söz konusudur. II.
Mahmut 1808 tarihinde ayanlar ile yapmış olduğu “Sened-i İttifak” ile merkezi
otoritesinden vermiş olduğu geçici tavizin akabinde ele geçirdiği ilk fırsatta ayanların
etkisi ortadan kaldırmıştır. Ardından yapmayı düşündüğü yeniliklerin önündeki en
büyük engel olarak gördüğü Yeniçeri Ocağı’nın yerine Avrupai tarzda bir eğitim alan
yeni bir askeri yapı oluşturmuş ve ordunun eğitimi için Batı tarzı eğitim veren yeni
okullar açmıştır (Söğütlü, 2008: 35). Eski düzenin temel kurumlarının kaldırılmasına
rağmen modern kurumlaşmanın gecikmiş olmasından kaynaklı otorite boşluğu II.
Mahmut döneminde ayrıca dış müdahale girişimlerinin de yolunu açmıştır (Ortaylı,
2018: 64). II. Mahmut’un sözünü ettiğimiz bu reformculuk dönemi yeni bir rejim arama
deneylerinde gelenek doğrultusuna en çok uyan mutlakiyetçi monarşi şekline yöneliş
dönemidir. Bu dönem içerisinde genel olarak bakıldığında hükümdar mutlak olarak
gücü devam etmesine rağmen reaya dediğimiz yönetilen sınıfın halk olarak
60
nitelendirilmeye başlandığına ve yavaş yavaş sivil bürokratik yapının ortaya çıktığına
şahit olmaktayız (Berkes, 2015: 171).
Tanzimat ile birlikte ortaya çıkan süreç içerisinde batının askeri ve idari
kurumlarının bizdeki kurumsal ve askeri yapıya göreceli üstünlüğü kabul edenler,
Avrupa’nın gerek siyasi gerekse kültürel yapısının daha iyi bir noktada olduğunu örtük
bir şekilde kabul etmiş oldular. Bu modernleşme süreci sonunda toplumsal
yabancılaşmanı iyice yaygınlaşmaya başladığını görmekteyiz. Bu toplumsal
yabancılaşmanın sonucunda buna tepki olarak gelişen bize ait olanı koruma yönünde
çabalarda gelişmiştir. Bu korumacı yaklaşımlar ülkemizde ön muhafazakârlık olarak
ifade edebileceğimiz düşüncenin ortaya çıkması olarak kendini gösterdi (Karpat, 2019:
82). Bu bağlamda modernleşme süreci muhafazakâr içerikli bir hareket olarak
değerlendirilebilir. Bu muhafazakâr seçkinci tavır Tanzimat dönemi bürokratlarda
gözlenmektedir. Yapılan reformların yönetici bürokrat elit tarafından gerçekleşmesi ve
hiçbir müdahaleyle durdurulmaması veya sınırlandırılması için, bu bürokratik elitin
siyasal iktidar karşısında özerk ve kendilerine verilmiş olan yetkilerin kanun
güvencesine alınmış olması gerekiyordu. Mustafa Reşit Paşa hazırladığı Tanzimat
reformlarını düzenlerken, içinde bulunulan dönemin şartlarına göre epey modern ve
yenilik taraftarı bir tavrı söz konusuydu. Osmanlıdaki ulemanın muhafazakârlığının
yanında değişim yanlısı olan Mustafa Reşit Paşa, kendi tezgâhından geçen bürokratik
61
elitlerin fikir ve pratikleri karşısında muhafazakâr bir konumlanmayı benimsemiş
durumundaydı (Meşe, 2006: 133-134).
Osmanlı modernleşme sürecinin arka planında var olan en temel saik, Avrupa
karşısında imparatorluğun yaşamış olduğu askeri yenilgilere son verme düşüncesidir.
Cumhuriyet dönemine bakıldığında Osmanlı dönemi modernleşme anlayışının tersine
modernleşme bir araç olarak değil amaç olarak düşünülmüştür. Bunun temel nedeni
Cumhuriyetin lider kadrosunun düşüncesinde, modernleşmenin bir bütün olarak
gerçekleşmesi gerektiği ve modernleşmenin gayesinin Aydınlanmanın hedeflerini
gerçekleştirmek olduğu inancının var olmasından kaynaklanmaktadır (Söğütlü, 2008:
34).
Bu dönem içerisinde Ali ve Fuat Paşalar ile Mustafa Reşit Paşa’nın, yürütmeye
başlattığı yenileşme adımları, onların düşünmediği bir sonuçla noktalanarak, Genç
Osmanlıların “anayasacı ve meşrutiyetçi” Osmanlıcılık anlayışını ortaya çıkarmıştır.
Jön Türkler, Genç Osmanlıların bu düşünsel birikimlerinden etkilenmişlerdir. Ancak
sonuç olarak onların bile düşünmedikleri farklı siyasi açılımlara ulaşmışlardır.
Bahsettiğimiz bu tarihsel süreç içerisinde; sonraki dönemin aktörleri, bir önce
gerçekleşen dönemin aktörleri ile tam olarak benzer sonuçlar ulaşmasalar bile, önceki
62
dönemin yarattığı “modern eğitim, dil, gazete, kitap basımı” vb. imkânlar
doğrultusunda, yeni sonuçlar elde ettikleri ve bu sonuçlarında daha sonra ortaya çıkacak
süreçlerin kaynaklarını/nedenlerini oluşturdukları söylenmelidir. Osmanlının kendi
modernleşme serüvenini ile ilgili olarak süreci şekillendiren epistemolojik kodlarını
belirlediğini söylemek, söz konusu sürecin muhafazakâr bir tarzda seyrettiği anlamına
gelir. Meşe (2006)’ya göre, “muhafazakâr siyasi ve toplumsal tavır alışlar yaratması bu
sürecin bir yüzüdür. Diğer yüzü ise, iradi ve bilinçli eylemlerle yola çıkılsa da insan
bilgiliğinin sınırlı doğasına işaret eden beklenilmeyen/niyetlenilmeyen sonuçlar
yaratması nedeniyle yenilikçi duruşlara kapı aralamasıdır” Bu bağlamda, Osmanlı
modernleşmesinin bir açıdan muhafazakâr olmakla beraber, diğer taraftan da yenilikçi
bir yapısı olduğundan söz edebiliriz (Meşe, 2006: 130).
Tanzimat döneminde yapılan modernleşme çalışmaları ile ilgili olarak genel bir
çerçeve çizilecek olursa, yapılan uygulamaların toplumsal altyapı, ekonomi ve tarımsal
alanda egemen olan üretim şekilleri ve düşünce hayatında istenilen kapsamlı
değişiklikleri ortaya çıkarabilecek bir yapıda olmaktan uzaktır. Uygulamalar daha çok
geleneksel üst yapı ile ilgili olmanın dışında, geleneksel toplumsal yapıya dönük bir
modernleşme süsü vermenin ötesine geçememiştir. Bu dönem yapılan reformasyon
çalışmalarının genel özelliği “merkeziyetçi” bir karaktere sahip olması olarak ifade
63
edilebilir. Bu durumun en başta gelen nedeni, dönemin şartları içerisinde Osmanlı
toplumsal yapısı bağlamında, modernleşmenin içselleştirilmesine öncülük edecek Batı
tip burjuvazi benzeri sivil unsurların bulunmaması ve modernleştirmecilerin tamamının
içerisinden gelmiş olduğu patrimonyal gelenek olarak ifade edilebilir (Söğütlü, 2008:
39). Osmanlı modernleşme sürecinin öncelikli olarak eğitim alanında devlet ve toplum
hayatına yansıdığını söyleyebiliriz (Ortaylı, 2019: 143).
Tanzimat dönemindeki modernleşme süreci Avrupa modeline göre tek yönlü bir
değişim stratejisi izlemiştir. Batılı kurum ve sistemler ile geleneksel Osmanlı kurum ve
sistemleri arasında bir uzlaştırma çabası görülmektedir. Bu durum, Tanzimat’tan
Cumhuriyete kadar sürecek olan ikili bir kurumsal yapıyı ve değerler sistemini ortaya
çıkarmıştır (Eryılmaz, 2017: 13). Tanzimatçılar birçok modern okul açtılar, fakat
medreseleri eski durumlarıyla muhafaza ederek bıraktılar. Dolayısıyla eğitim görülecek
yer olarak ortada hem okul hem de medrese bulunmaktaydı. Bunun sonucu olarak hem
okullar hem de medreseler yeterli bir fayda vermemiş oldu. Tanzimat döneminde
yenilik yapanlar adliye teşkilatında da benzer bir uygulamaya gittiler. İkili yapı burada
da kendini gösterdi; bir taraftan Adliye teşkilatı faaliyet gösterirken diğer tarafta şeriat
mahkemesi kendini muhafaza ediyordu. Bu adalet ile ilgili işlerde ciddi karışıklıklara
sebebiyet vermiştir (Safa, 1990: 36).
64
yapısı üzerinde ortaya çıkardığı en önemli sonuç “modernlik algısı ve yöntemi”
çerçevesinde olmuştur. Bu anlayışa göre modern olma durumu, kendi içerisinde doğal
olamayan tutarlılığa haiz olan teknik ve düzenlemelerden oluşmaktaydı. Bu doğal
nitelik göstermeyen teknik ve uygulamalar ancak regülasyon niteliği olan devlet
yordamıyla gerçekleştirilebilir ve devletin güç kazanması bu doğrultuda sağlanabilirdi.
Tanzimat döneminde yapılan siyasi ve ekonomik reformasyon çalışmalarının köklü
değişimler ortaya çıkarmaktan ziyade hukuksal ve idari, alanda yapılan düzenlemeler
olarak belirmesinde bu algının çok büyük etkisi vardır (Söğütlü, 2008: 40). Tanzimat;
siyasal alana, önemli modernleşme reformlarına açık yeni güçler katmıştı. Osmanlı
Türkiye’si toplumsal yapıya yansımasa da geleneksel mevkii hiyerarşilerini ve
yasalardaki katı kısıtlamaları yok eden önemli toplumsal ve siyasal değişimler geçirdi
(Özdalga, 2014:184).
65
Modern devlet anlayışının bir gereği olarak, Tanzimat’la başlayan toplum içinde
daha derinlere nüfuz etme yönündeki eğilimler, Abdülhamid döneminde hızlanmıştır
(Gündüz, 2008: 176). II. Abdülhamit döneminde bürokratik bir şekilde yürütülen
modernleşme çalışmaları, kendisine karşıt olarak konumlanan “Yeni Osmanlılar”ın
modernleşme ve batıcılık arasında yapmış oldukları esaslı ayrıma dayanmaktadır.
Modernleşmenin bu çerçevede siyasal ve teknik modernleşme eksenli ikili bir düzlemde
değerlendirilmesi, II. Abdülhamid iktidarında söz konusu olmuştur. Bu dönemde
modernleşme sürecinin teknik boyutu uygulamaya alınırken, siyasal alanda söz konusu
olan modernleşmeyi ortaya çıkaran değerler, geleneksel siyasal ve toplumsal yapıyı
bozucu etkiye sahip ve Osmanlı tebaası içerisinde geleneksel değerleri dejenere edici ve
siyasi-toplumsal kimlik yıkımına neden olan olarak görüldüğü için kabul edilmemiştir
(İrem, 2008: 19).
66
ulus-millet ve vatandaş esasına dayalı, meşruiyetini ilahi güçten değil, milletinden alan
ve bu milletin tarihi, istikbali, beklentileri, dili ve hissiyatı üzerine bina edilmiş bir
ideolojisi olan modern devlete geçişin temelleri büyük ölçüde, içinde büyük çelişkiler de
barındırarak II. Abdülhamid döneminde atılmıştır.” Aslında genel olarak baktığımızda
Abdülhamid, Tanzimat döneminin seküler yenileşme hareketlerinin devamını
sağlamıştır (Gündüz, 2008: 177). Bu çelişkiler içerisinde devam eden süreç aslında
Abdülhamid dönemindeki siyasal hayat üzerinde dinin etkisi ile çok yakından ilişkilidir.
Abdülhamid’in halifelik üzerinden kurguladığı panislamist düşüncenin siyasallaştığını
söyleyebiliriz. Bu şartlar altında bile edebiyat, basın ve ekonomik hayat üzerinde çok
ciddi değişikliklere alan açılmıştır (Özdalga, 2014: 184-185). Sultan çok katı
modernizm yanlısıdır. Ama aynı zamanda devletin devamını sağlamak ve ayakta
tutabilmek, mutlak bir otorite sahibi olarak devleti eski şaşalı günlere gücüne
kavuşturmak için elinden ne geliyorsa tüm seçenekleri seferber etmiştir. Bu amaçları
gerçekleştirmek için çok sert bir devletçi anlayış ile merkeziyetçi bir sosyal ve siyasal
yapı inşa etmiştir. Abdülhamit tüm bunları yaparken çok önemli iki unsuru; din (İslam)
ve eğitimi kullanmıştır (Gündüz, 2008: 177).
67
Abdülhamid çok uzun süren iktidarı döneminde yürüttüğü merkeziyetçi siyaset anlayışı
neticesinde imparatorluğun siyasal yapısı modern olarak değerlendirilebilecek
bürokrasinin ana omurgasını oluşturmuş olduğu “ön-modern devlete” dönüşmüştür. 20.
yy’ın ilk dönemlerinde anayasacılık, romantik kültürcü bir tür olarak ortaya çıkan
Türkçü ideoloji ile bir araya gelmiş ve Osmanlı siyasi ve idari anlayışı içerisinde
bulunmayan yeni kavramlar yolu ile “devlet-tebaa ilişkilerinin” düzenlenmesini
sağlayan bir etkide bulunmuştur (İrem, 2008: 12-13).
İttihat Terakki kadroları, II. Meşrutiyet ilanı ile iktidarı elde etmiş olup, Balkan
Savaşları sonuna kadar geçen dönem içerisinde Osmanlıcılık eksenli olarak bir üst
kimlik bir savunusuna devam etmişlerdir. Fakat Balkan Savaşları sonucunda bu
düşüncenin hayal ürünü bir durum olduğu net bir şekilde ortaya çıkmıştır. İttihat ve
Terakki için bu aşamadan sonra geriye tek bir seçenek söz konusu olabilirdi: Türk etnik
kimliği eksenli modern bir ulus devletin kurulması. II. Meşrutiyet’in ilan edildiği bu
dönem modern ulus devletin kurulması yönündeki çalışmaların yoğun bir şekilde
yürütülmüş olduğu bir dönem olarak ifade edilmelidir (Söğütlü, 2008: 46).
68
çok yakın ve yan yana olmuştur. Modernleşme Osmanlı coğrafyası içindekileri değil,
dışarıda kalan Müslüman toplumları da bir şekilde ilgilendirmiştir (Gündüz, 2008: 170).
69
Osmanlı modernleşme süreci genel olarak sivil unsurların gelişmesi ve belli bir
süreç içerisinde özerkleşmesi sonucu toplumsal bir süreç niteliği kazanamamıştır.
Merkeziyetçi bürokratik modernleşme anlayışı, zaten hantal olan ve gitgide daha da
büyüyen yeni bir bürokratik yapılanmaya yol açmıştır. Bu modernleşme anlayışı
çerçevesinde bürokrasi güç kazanmaya devam ederken, toplumsal hayat içerisinde var
olan yükü çok ileri bir noktaya taşımıştır. Sonuç olarak bürokratik yapı, hedeflediği
ideallerin aksi bir yönde modernleşme için gerekli olan ekonomik unsur olan sermaye
birikiminin oluşmasını engellemiş ve modernleşmenin sağlıklı bir şekilde devam
etmesine engel olmuştur. Bu doğrultuda1800 yılında bürokrasi içerisinde var olan
memur sayısı 2.000 iken 1900’lerde hormonal bir büyüme göstererek 35.000’e, askeri
personel dâhil edilirse 500. 000 sayılarına ulaşmaktadır (Söğütlü, 2008: 43).
70
belirsiz ve faydasız hayallerin arkasından koşturmuştu. Safa’ya göre “bir memleketin
icabatı, ihtiyacatı, an’anatı nazar-ı itibara alınmayarak yapılan yenilikler, eski
mevcutları büsbütün ihlalden başka bir şeye yaramaz” bir durum olarak karşımıza
çıkmaktadır (Safa, 1990: 36-37).
Avrupa ile Asya arasında ve Müslüman olan bir toplumun modernleşme süreci
batı-dışı toplumlardaki modernleşme sürecine benzer özellikler göstermektedir; burada
benzerlik gösteren nokta modernleşme sürecinin batı dışı toplumlarda devlet eliyle yani
yukarıdan aşağıya doğru gerçekleşmesi ve kendiliğinden gerçekleşen bir süreç
olmamasıdır. Tanzimat’tan itibaren gerçekleşen bu süreç içerisinde Osmanlı Toplumu
nesneleştirilmiş bir konumda bulunmaktadır ki bu durum 1950’li yıllara kadar tali
71
durumda kalmıştır. İktidar elitleri, modernleşmeyi sadece merkez ile sınırlamışlar,
dolayısıyla bu süreç çevreye sirayet etmemiştir (Akpolat, 2008: 118).
72
değişimine bırakmıştır (Kılıç, 2013: 186). Türk muhafazakârlığı işte tam bu noktada,
Tanzimat sonrası modernleşme hareketlerine karşı gelişen bir akım olarak ortaya
çıkmıştır. Muhafazakârlık düşüncesi çoğu kez yanlış bir değerlendirme ile İslamcılık ile
karıştırılmıştır. Muhafazakârlık genel olarak cumhuriyetin ilk döneminden 2000’li
yıllara kadar siyasal bir kimlik olmaktan daha çok, merkez sağa dönük siyasi faaliyet
yapan partilerde hâkim olan toplumsal bir görüş olarak ifade edilmiştir (Özkan, 2016:
9).
73
Osmanlıda Tanzimat ile kısmen başlayan modernleşme hareketleri cumhuriyet
rejimi ile birlikte merkezden taşraya doğru bir yol izleyerek ve aşamalı olarak değil
inkılapçı ve tepeden inmeci bir tutumla sürmektedir. Toplumsal hayatın her aşamasını
kapsayacak bir tarzda ve kendisine direnç gösterecek bir kesim bırakmayacak şekilde
sert bir üslup ile devam eden bu süreç etkilerini hala göstermeye devam etmektedir. Bu
ortamda doğal olarak muhafazakâr düşünce Cumhuriyetin bu katı ortamında
modernleşmeye karşıt bir şekilde değil daha çok onun içerisinde kendine yaşama ve
gelişme imkânı bulmuştur (Yalçın, 2013: 49).
Cumhuriyet ile birlikte ivme kazanan modernleşme anlayışına temel teşkil eden
Kemalist modernleşme projesi epistemolojik olarak pozitivizmden ciddi bir şekilde
etkilenmiştir. Pozitivizm, bu eksende bu modernleşme anlayışına sürecin
meşrulaştırılması anlamında gerekli epistemolojik araçları da sunmuştur (Akıncı, 2008:
125). Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kültür ile ilgili olarak uyguladığı politikalara
genel olarak baktığımızda iki ana kaynağından söz edebiliriz. Bunlardan ilki
Osmanlı’nın son döneminden itibaren başlayan ve Cumhuriyet ile birlikte daha da
kuvvetlenerek devam eden “Milliyetçilik” akımı, ikincisi ise yine Cumhuriyetten önce
74
başlayan ve bu dönemde de devam etmekte olan “Batılılaşma” politikalarıdır (Güngör,
1984: 97).
Kemalist anlayışın inşa edilmesi aşamasında çok etkin rol oynayan kadrolar
yaptıkları eylemlerini, Osmanlıda Tanzimat ile başlayan modernleşme sürecindeki ikili
yapıya son vererek gerçek manada modernleşmiş bir toplum oluşturma gayreti olarak
ifade etmektedirler. Kemalist uygulamalara, o dönem izlenen devlet politikalarına ve
Cumhuriyet siyasi elitlerin söylemlerine baktığımızda Aydınlanma anlayışı tarafından
savunulan idealler ve modernizm ile bağdaşmayan birçok uygulamanın yapıldığı da
görülmektedir (Söğütlü, 2011: 164). Tanzimat ile kıyaslandığında Cumhuriyet dönemi
modernleşme hareketlerinin radikal ve militarist bir anlayışa sahip olduğu söylenebilir
(Ateş, 2015: 14). Kemalist kadro, Osmanlının özellikle son dönemi içerisinde yetişmiş
olan ve düşünce dünyaları bu dönemin koşulları etrafında şekillenen gerek sivil gerekse
asker kökenli bürokratlardan oluşmaktadır. Bu parametreler değerlendirildiğinde aydın
75
kesimin bir kısmında genel olarak o dönem ile ilgili “kopuş” anlayışı yaygın olmakla
beraber, bazılarında ise Cumhuriyet modernleşmesinin geçmişten tam anlamıyla bir
kopuşa denk gelmediğini anlayışı söz konusudur (Söğütlü, 2008: 34). Cumhuriyet
Modernleşmesi şekillendiren kişilerin düşünce yapısını şekillendiren fikirlerin özellikle
Meşrutiyet döneminde hâkim olan fikirler olduğundan hareketle devam eden bir zincirin
halkaları gibi değerlendirilebilir (Gündüz, 2010: 68). 20. yüzyılın ilk yıllarında, genel
olarak İngiliz ve Fransız’lardan etkilenmiş olan Yeni Osmanlı ve Jön Türk/İttihat
Terakki hareketinden çok farklı bir şekilde bu hareketin içinden, Alman devlet yapısı ve
ekonomik anlayışını Osmanlı devleti için daha uygulanabilir bulan yeni bir Jöntürk
kadrosunun oluştuğunu görüyoruz. Kemalizm tarafından Osmanlıdan devralınan ve yeni
devletin kuruluşunda da aktif rol oynayan düşünsel mirasın bu olduğu söylenebilir
(Söğütlü, 2011: 171).
76
Modernleşmenin ve oluşturulmak istenen ulus devletin başarıya ulaşması için
izlenen Osmanlı ve İslam geçmişinin ötekileştirilmesinin yaratmış olduğu boşluğu
doldurmak için, İslam öncesi Türk geçmişi devreye sokulmuştur. Osmanlı ve İslam
geçmişinin yerine, İslam öncesi Türk milli kimliğinin devreye sokulması, Türklükle
İslam veya Osmanlı döneminde tanışmış olan farklı etnik unsurların ve hatta Türk
Müslüman unsurların rejimle çeşitli sıkıntılar yaşamasına neden olmuştur. Osmanlı ve
İslam geçmişinin farklı bir düzleme oturtulup ötekileştirilmesi, cumhuriyetin
modernleşmesinin birinci problemli alanını oluşturmuştur (Çaylak ve Çelik, 2008: 74).
Topçu, bu sorunlu modernleşme tarzını ve ötekileştirici ve dışlayıcı tavrı açık bir
şekilde eleştirirken, bu eleştirisini; “Eski hatalardan kurtulmak için bütün eskiyi
ortadan kaldırmak isteyiş, pirelerden kurtulmak için yorganı, hatta bütün evi yakmıya
benzer ki, bu da tembel hizmetçinin işidir. İlim de eskidir, sanat da eskidir, medeniyet
de eskidir; çünkü unlar eskinin mahsulüdür. Bütün dünya ve bütün hayat yaşanmış olan
eskiden, maziden gelen akışın bir tecellisi, tekâmül kanununun bir meyvasıdır.”
şeklinde ifade etmiştir (Topçu, 2018a:117). Türkiye’de Osmanlı’dan ulus-devlete geçiş
aşamasında geleneksel olan birçok şeyin Kemalist rejim tarafından kaldırılması gerek
toplumsal gerekse bireysel olarak ciddi boşluklar ortaya çıkarmıştır. Bu söz edilen
boşlukları ortadan kaldırmak üzere icat edilmiş olan modern değerler bu boşluğu daha
da derinleştirmekten ileri gitmemiştir (Çaylak ve Çelik, 2008: 71).
77
uygulayıcıları Türk ulus devletini kurmak ve Mustafa Kemal Atatürk’ün ifade ettiği
şekliyle “çağdaş uygarlık seviyesinde ileri ve uygar bir ülke olarak” devam etmesini
sağlamak konusunda yoğun çaba harcamışlardı. Onlara göre bu ulus devletin kurulması
sanayileşme ve ekonomik gelişmenin yanısıra Aydınlanmanın ilkeleri çerçevesinde
temellenen laik ve akılcı bir toplum yapısı bir zorunluk olmaktadır. Sözünü ettikleri
siyasal ve toplumsal görüngünün ortaya çıkarılabilmesi için siyasal iktidarın kendi
ellerinde olmasını gerekli görmekteydiler (Ahmad, 2014: 69).
Cumhuriyet modernleşmesinin ana gayesi; modern bir toplum ve laik bir ulus
devletti. Bu hiç şüphesiz kendileri için yerinde bir hedef olarak gözükse de ona ulaşmak
için tutulan yol ve benimsenen yöntem aynı şekilde isabetli olarak belirlenmiş bir
yöntem olarak görülmemektedir. Çünkü genel olarak bu yönteme bakıldığında
geleneksel bir şekilde oluşan toplumu istedikleri gibi dönüştürebilecek içerikten
yoksundu. Kültürel modernleşme anlayışının öncelenmesi, modernleşmenin devlet
tarafından yukarıdan aşağıya doğru hukuk ve değişim projeleri yoluyla
gerçekleştirilmesi gerektiğine ilişkin pozitivist anlayış, Cumhuriyet modernleşmesi
sürecinde hedeflenen amaçların yakalanmasını güçleştirmiştir. Bu nedenle cumhuriyetin
kurucu kadroları toplum ile bir bütünleşme içerisine girememiş ve bunun sonucunda
toplumsal yapı gelenekselden moderne doğru bir dönüşüm geçirmemiştir (Söğütlü,
2008: 52). Cumhuriyet modernleşmesini şekillendiren bu militarist ideoloji toplum
tarafından bütünüyle benimsenmemiştir. Bu ideoloji rejim olarak ortaya çıktığı andan
itibaren bundan hoşnut olmayanların sayısı hoşnut olanlardan çok daha çok daha
fazladır (Belge, 2014: 740). Bu karşıt duruştan kaynaklı olarak ortaya çıkan
modernleşme toplum tarafından benimsenmeyen sorunlu bir modernleşme olarak
değerlendirilebilir. Bu sorunlu modernleşme yöntemi “tarihsel, dinsel ve sosyolojik
arka planın etkisi ve Fransız pozitivist sosyoloji eksenli, tepeden inmeci jakoben
geleneğin yardımı ile toplumda bir ‘kurtarıcı’ ‘seküler ilahiyat’ yaratan Kemalizm de,
‘tek adam’lığa dayanan bir ilkeler bütünü yaratarak, ‘çağdaş nesil’ yaratma
ameliyesini lider kültüne dayanan ilkeler üzerinden gerçekleştirmek istemiştir.
Kemalizm, Batı tipi modernleşme perspektifi ile bunu “zor” ve “baskı” üzerinden
kısmen başarmışsa da kendisine, yüzyılların yoğurduğu tarihsel İslami gelenekten gelen
toplum kesimlerinin hepsini içine alacak bir genişlik yaratamamıştır.” Ayrıca Mustafa
Kemal ve İsmet İnönü gibi süresiz milli şeflikler yardımıyla kendini sürekli yenileyen
78
devlet aklı, takip eden yıllarda devletin baskı unsurlarında ordu yardımıyla kendini
güçlü bir şekilde konumlandıran neo-Kemalist zihniyet belli dönemlerde demokrasiye
ordu üzerinden ayar vererek veya siyaset ve bürokrasi üzerinde kurdukları askeri
vesayet ile hayatiyetini belli bir şekilde sürdürmüştür (Çaylak, 2016: 32).
79
Kemalist düşünce, Türk modernleşmesinin yapılandırıcı ideolojik-siyasal geleneği
olsa bile, o, Cumhuriyet modernleşmesini bütüncül bir şekilde görülen ancak
sınırlandırılmış bir modernite yoluna sokabilmiştir. Başka bir ifade ile erken
Cumhuriyet dönemi modernleşme süreci Osmanlı örneğinden farklı bir modernite
itkisine sahiptir (İrem, 2008: 23). Cumhuriyet modernleşmesini gerçekleştirenler Türk
vatandaşlarına, din ve dini kültürün yerini alacak yeni bir dünya görüşü sağlamak için
medeniyet ile eş tuttuğu kültürel bir modernleşme hareketini himaye etmiştir (Mardin,
2015b: 74).
Kemalist Laiklik anlayışı, ilk defa ifade edilmeye başlandığı tarihten itibaren hep
din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı tutulması, dinin siyasete alet edilmemesi
söylemini kullanmıştır. Bu söylemin kültürel olarak ortaya çıkardığı sonuçların yanında
Cumhuriyet modernleşmesini gerçekleştirenler açısından siyasi bir anlamı da söz
konusuydu. Kemalist ideoloji yeniden oluşturmak istediği toplumsal yapının temelini
ulus temelli fakat dinden arıtılmış bir şekilde tahayyül ediyorlardı. Böylece yeni kurulan
devlet millet tarafından oluşturulacak din ise bu alandan yalıtılabilecekti. Bu
modernleştirmeyi yapan kadronun toplumda arzuladıkları değişiklikleri gerçekleştirmek
için gereksinim duydukları siyasal iktidar için çok önemli bir gereklilikti (Köker, 2016:
171). Bu amaçla kullanılmış olan laiklik, sadece din ve devlet işlerinin birbirinden
ayrılmasını ifade eden bir kavram değildir. Laiklik, Siyasi alanda olduğu kadar devleti
ortaya çıkaran bütün sistemler içerisinde gerçekleşen ilişkilerin din ve dini kurallardan
arındırılmasını amaçlamıştır (Göze, 2015: 389). Kemalizmin felsefik temelleri Osmanlı-
İslam medeniyetinin oluşturmuş olduğu birikimlerden ziyade pozitivizm kaynaklıdır
(Sevil, 2005: 112). Bu nedenle Cumhuriyetçi elit, Osmanlı modernleşme hareketinin
düşünsel arka planını oluşturan düşünürlerden farklı olarak İslam’ı milli kimliğin
kurucu unsurların birisi olarak görmemiş, İslam’ın Osmanlı ve Arap türünü Türk milli
kimliğinin ötekisi olarak görmüşlerdir. Cumhuriyet modernleşmesinin laiklik algısı, din
ve devlet işleri ayrılığı ile din ve vicdan hürriyetinin sağlanması olarak değil, dinin
devlet tarafından denetimi üzerine kurulmuştur. İslam ve Osmanlı devletinin çöküşü
arasında kurulan ilişkinin etkisiyle din denetim altına alınmıştır. Dinin, Osmanlı’nın
çöküşüne sebebiyet verdiği düşünülen tarafları budanmış, din ehlileştirilmiştir. İslam’ın
öznesi olan ümmet ile millet siyaseti arasındaki gerilimi aşmak için din
millileştirilmiştir. Cumhuriyet tarihi boyunca, devlet, diyanet işleri başkanlığı
80
aracılığıyla dinin içeriğine müdahale etmiş, zaman zaman dini siyasal çıkarlar için araç
olarak kullanmıştır. Dinin denetim altına alınmasının ötesinde cumhuriyetçi elitin, din
ve devlet işleri arasında ayrımın sağlanması, din ve vicdan hürriyetini sağlaması
bakımından laikliği mi, yoksa dinin dünya işleri üzerinde etkinliğinin giderek azalması
anlamında, sekülarizmi mi hedeflediği muğlaktır (Çaylak ve Çelik, 2008: 76).
81
ve devlet işlerinin birbirinde ayrılması ve vicdan ve ifade özgürlüğü ile ilgili bir mesele
değildir. Aksine devletin din ile ilgili olan her alanı denetlemek istemesi şeklinde bir
sorunsal olarak ortaya çıkmıştır. Kemalist anlayışa göre iki tür İslam söz konusudur.
Birinci tür İslam, Rasyonel ve Aydınlanma’nın tüm idealleriyle uyumlu Türk antetli
İslam, diğeri yani ikinci tür İslam ise şeriatı önceleyen, yobaz ümmetçi bir İslam’dır
(Çaylak ve Çelik, 2008: 105-106). Çaylak ve Çelik (2008:106)’in ifadesiyle “Bu iki
İslam arasında yapılan keskin ayrım, Türkiye’de sivil bir din anlayışının gelişmesine
engel olmaktadır. Yalnızca devletin yaptığı İslam yorumunu benimseyenlerin varlığının
meşru görülmesi, Türkiye’deki farklı dini yorumlamalar yapanların, ancak devleti ele
geçirirsek varlığımızı kabul ettirebiliriz gibi bir algıyla hareket etmelerine sebebiyet
vermektedir. Devletin dini kuşatması ve denetlemesinden, ancak dini karakterli
hareketlerin devleti kuşatması vesilesiyle kurtulunabilir algısını besleyen, Türkiye
laikliğin denetimci, kontrolcü ve dayatmacı boyutudur. Farklı din yorumlarının
gelişimine engel olmamak, belli bir mezhepsel, felsefi ve dini dayatmada bulunmamak
laikliğin asli unsurlarıdır.” Türk modernleşmesinin getirmiş olduğu bu laiklik anlayışı
muhafazakâr bir tepkiyi de beraberinde getirmiştir. Dini alanı kuşatma altına almaya
çalışan laikliğe karşı demokrat parti dönemine kadar sessiz bir tepki devam etmiştir.
82
modernleşmesinin laiklik algısını şekillendiren asli öğelerden birisi ise pozitivizmdir.
Dini, uygarlığın gelişiminde bir çocukluk evresi olarak gören pozitivist bilimsellik
algısı, dinin kontrol edilmesine sebebiyet veren felsefi zemini oluşturmuştur. Pozitivist
düşünce dünyasının en önemli özelliği dikomotik bir bakış açısına sahip olmasıdır. Akıl
ile ruh, bilim ile din, akıl ile vicdan arasında dikotomiler kurup, birincisini ilericiliğin
sembolü, diğerini ise gericiliğin sembolü sayan pozitivist algıdan kurtulmadıkça da
Türkiye’deki dini problemlerin üstesinden gelmek çok zordur. Dikotomik bir bakış
açısıyla elitler ve halk arasında bir ayrım yapan Jakoben modernist bakış açısı, halka ait
değer ve sembollerin dizaynına girişmiş, yeni bir toplum inşa etmeye çalışmıştır. Fakat
bunda başarılı olunamamış, aksine gerilimin bugünlere dek uzanan müzmin bir hal
almasına vesile olmuştur. Cumhuriyet modernleşmesinin, tarih, milliyetçilik/etnisite,
din/laiklik algısı bugün de varlığını devam ettiren dinsel ve etnik muhalefetin beslendiği
yataktır (Çaylak ve Çelik 2008: 106).
Bu dönemde ortaya çıkan yeni bir siyasal anlayışın ideolojik altyapısını oluşturan
Türkçülük, İslamcılık ta olduğu gibi kimlik üzerinden inşa edilmekte olan millete
aidiyet duygusu veren devlet-millet birlikteliğini meydana getirmeyi hedeflemektedir.
Cumhuriyet modernleşmesi sürecinde milliyetçi sağ yaklaşımların “tarih, dil ve
coğrafya” anlayışını şekillendiren kültürcü milliyetçiliğin arkaik biçimi niteliğinde
ortaya çıkan Türkçü ideoloji, Osmanlı’da olduğu gibi Cumhuriyet döneminde de sürekli
olarak ikili bir dile sahip olmuştur. Türkçülük ve kültürcü milliyetçi anlayışın ulus ve
ulusun sahip olduklarını re animasyon özelliği olan radikalizme, tekilciliği ve öznel
olması sebebiyle de muhafazakâr düşünceye kayan ikircikli bir siyasal noktaya
savrulduğu söylenebilir. İslamcılık ve Türkçülük düşüncesinin Osmanlıcılık anlayışına
karşıtlık içerisinde birbirlerine rakip ideolojiler ortaya çıkmış olmaları, Hukuk ve
evrensel prensipler üzerinden şekillenen liberal bir siyasal modernleşme düşüncesinin
her iki modernleşme anlayışı içerisinde yeterince gözükmemesinin en temel nedenleri
arasındadır. İslamcılık ve Türkçülük düşüncesi hem Osmanlı hem de erken cumhuriyet
döneminde sosyalizm veya liberalizm gibi ideolojilere tepki nesneleri olarak ifade
etmektedirler (İrem, 2008: 21).
83
çalışılmıştır (Çağlayan, 2018: 50). Bu dönemde hem Türk olma hem de Müslüman
olmanın ders kitaplarına konmuş olması, Kemalist elitin kurumsal kimlikleriyle, dinin
reformcular gibi konuşmalar yapmaları, dini sıfatları (örneğin gazi, şehit) kendileri için
kullanmaları, dinin siyasi amaçların hizmetine koşulduğu izlenimini güçlendirir. Bu
bağlamıyla, milli din inşası ve dinin milli siyasetle uyumlu hale getirilmesi, dinin,
Kemalist ideallere uyumlu hale gelmesi Osmanlı devlet zihniyetinden bir kopuş değil,
devamlılığın göstergesidir. Din, Osmanlı devlet anlayışında olduğu gibi yeni
cumhuriyette de yönetici elitin siyasal çıkarlarını gerçekleştirmesinin araçlarından biri
haline gelmiştir. Dinin millileştirilmesi, denetim altında tutulması hem dini hem de
politik olmak üzere, varlığını bugün de sürdüren iki önemli problemin ortaya çıkmasına
sebep olmuştur. Bu problemlerden birincisi, iki din yorumu kısmında üzerinde çokça
durulan, rasyonel, ilim ve fenle barışık olan milli din ile şeriatçı, mürteci, ümmetçi
sıfatları ile imlenen din yorumları arasında karşıtlık kurulması ve bu din yorumlarından
birincisinin devletin korunmasına alınıp, diğerlerinin varlığının illegal ve gayri meşru
kabul edilmesi, Türkiye’de sivil din anlayışlarının gelişmesine engel olmuştur. Halen
laiklik tartışmalarında Alevilerin dezavantajlı pozisyonlarını gidermek için yapılan
önerilerde sıkça görülen, dedelere maaş bağlanması gibi öneriler, devletin korumasına
alınmamış dini ve mezhepsel grupların varlıklarını sürdüremeyeceklerinin göstergesi
olarak okunabilir. Devletin dini kontrol ve denetim altına alması, dinin disipline
edilmesine sebebiyet vermekte ve dinlerin gelişimine engel olmaktadır. Milli din olarak
tarif ettiğimiz din anlayışının dışındaki din yorumlarının gelişimine engel olunduğu için
politik olarak tarif edilen ikinci problem ortaya çıkmaktadır ki bu durum, dindarların
politik bir kimliğe bürünmesine ve devleti kuşatma, ele geçirmeyi düşünmesine
sebebiyet vermektedir. Dinin devleti kuşatma, ele geçirme anlayışından duyulan
korkunun giderilmesi için, devletin, dini kuşatma ve ele geçirme anlayışından
vazgeçmesi gerekmektedir. Devletin belli bir dinsel anlayışı kayırıyor olmasının
yarattığı politik problemin uzantısı olarak, milli din anlayışıyla bu dinsel anlayışın
dışında bulunan dindarlar arasında toplumsal ihtilaflar ortaya çıkmaktadır (Çaylak ve
Çelik, 2008: 93-94).
84
görülmektedir. 1930 yılında kurulmuş olan Serbest Cumhuriyet Fırkasına toplum
tarafından gösterilen yoğun ilgi ve destek, Cumhuriyetçi elitlerde yapılan inkılapların
toplumsal hayat içerisinde karşılık bulmadığı kanısını uyandırmıştır. Onlar bu durumu
değerlendirirken, yapılan inkılapların toplum tarafından içselleştirilmesi için, çok daha
etkili ve toplumsal hayatın derinlerine nüfuz etmesini sağlayacak yeni politikaların
uygulanması gerektiğini düşünmüşlerdir. Cumhuriyet Halk Partisinin 1931 yılında
yapmış olduğu Büyük Kongrede alınmış olan yeni kararlar çerçevesinde, toplumun
modernleştirilmesi adına toplumsal kontrol mekanizmalarının yaygınlaştırılması ve
devlet aygıtının sahip olduğu bilgilenme kanalları dışındaki tüm mekanizmaların
varlığına son verilmesi kararlaştırılmıştır. Bu yeni politika bağlamında Türk Ocakları
kapatıldığı ve Halkevlerinin aynı işlevi üstlenmek üzere devlet aygıtının denetim
mekanizmasına dâhil edildiği görülmektedir. Bunun yanında aynı yıllarda üniversite
reformu adı altında yapılan bir uygulama ile üniversitelerin devletin idari yapılanması
içerisinde var olan özerk yapısı son bulmuştur. Üniversiteler Maarif Vekâletine
bağlanmak suretiyle bu denetim sistemine dâhil edilmiştir. Ayrıca devlet okulları
müfredatı dışında din eğitimi verilmesi tamamen sınırlandırılmıştır. 1938 yılında
çıkarılmış olan “Beden Terbiyesi Kanunu” ile de yapılan spor faaliyetlerinin tamamının
devlet kontrolü altına alındığı görülmektedir (Söğütlü, 2008: 51).
85
boyutudur (Çaylak ve Çelik, 2008: 104). Mustafa Kemal tarafından çok ciddi bir şekilde
desteklenen bu kuram, “Türklerin, Orta Asya’nın beyaz (Aryan) sakinlerinin torunları
olduklarını, kuraklık ve kıtlık yüzünden Çin, Avrupa ve Yakındoğu gibi başka bölgelere
göç etmek zorunda kaldıklarını ileri sürüyordu. Bu tarih anlayışına göre Türkler
dünyanın yüksek uygarlıklarını yaratmışlardı. Yakındoğu’daki Sümerler ve Hititler
aslında Türklerdi. Bu kuram Türklere kendi geçmişleri ve ulusal kimlikleri için yakın
geçmişten yani Osmanlı döneminden bağımsız bir övünç duygusu vermeyi
amaçlıyordu” (Züchrer, 2015: 282).
86
tedriciliği de bulunduran modernleşme çabaları, bu dönemde zirve noktasına ulaşmıştır.
Uzun yıllar boyu toplum içerisinde devam eden tartışma ve gerilimler Cumhuriyetin
ilanı ile birlikte birkaç sene zarfında sona ermiştir. Bu köklü reformlar ve siyasal ve
sosyal hayattaki hızlı değişimler kaçınılmaz bir sonuç olarak muhafazakâr tepkileri de
ortaya çıkarmıştır (Kılıç, 2013: 177). Bu muhafazakâr tepkinin içerisinde kendilerine
yer bulan Türk modernleştiricilerinin büyük bir kısmı sürekli olarak Osmanlı, Türk ve
Müslüman olarak kalmayı talep eden bir görüntüde olmuştur (Çiğdem, 2016a: 69).
Cumhuriyetçi siyasal elitlerin yapmış olduğu uygulamalara karşı Türk muhafazakâr
düşüncesine sahip olanların yapmış olduğu temel itiraz, yapılan uygulamaların toplum
ile gerek İslami geçmiş gerekse geleneksel devlet birikimi arasında var olan bağları
ortadan kaldıracağı düşüncesiydi (Lewis, 2018: 353).
87
alan ve birey Aydınlanma’nın idealleri çerçevesinde değiştirilecek, sonrasında ise
ortaya çıkan ve herşeyi salt akıl üzerinden temellendiren bu insan modernleşmenin
gerçekleşmesini sağlayacaktı. Her iki modernleşme anlayışının ortak noktası
anlayışlarını temellendirirken, Batı medeniyetinin sadece tek bir boyutunun alınması
olarak ifade edilebilir (Söğütlü, 2008: 49). Türk modernleşme süreci bu doğrultu da
değerlendirildiğinde sözünü ettiğimiz bu ayrımlaşma ve farklılaşmanın ikisinin de
sıkıntılarını yaşamıştır. Bunlara ek olarak Batı dışı toplumların modernleşme
süreçlerinde örnek almış oldukları batı medeniyetinin dönemsel olarak farklılaşması da
eklenince Türk modernleşme süreci “üç boyutta dilemmalar” üzerinden sorunsallaşan
alanlar ile bunların ortaya çıkardığı sonuçlar ile karşı karşıya kalmıştır (Akpolat, 2008:
119).
88
Erken Cumhuriyet modernleşmesini şekillendiren “otoriter pozitivizm”e karşıt
olarak konumlanan üç farklı yaklaşım ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşımlardan ilki merkez
sağa özgü olarak ortaya çıkan “ruhçu-idealist teknokratik seçkincilik”, ikinci olarak
ortaya çıkan kültürel bir söyleme sahip olan “romantik milliyetçilik”, üçüncü olarak ise
geleneği ön plana alan “mukaddesatçılık” olarak ifade edilebilir. Birincisi DP-AP-
ANAP çizgisini şekillendirirken, ikincisi CKMP ve devamı olarak beliren MHP’yi
etkilemiş, üçüncüsü ise Milli Görüş çizgisinde siyaset yapan MN, MSP, Refah-Saadet
partilerini ortaya çıkarmıştır. Kemalist modernleşme anlayışına karşıt olarak
konumlanan bu üç çizginin buluştukları ortak payda, modernleşme ve batılılaşma
arasında Osmanlı döneminde yapılan ayrım olarak söylenebilir. Bu bağlamda
mukaddesatçılık ile milliyetçilik düşüncesi ekonomik kalkınma ve maneviyatçılık
çerçevesinde buluşurken, merkez sağa hâkim olan teknokratik seçkinci anlayış ise
teknik modernleşme yaklaşımını ruhçu-maneviyatçı bir kültürel içerikle oluşturmaktadır
(İrem, 2008: 31).
89
ve aşamalı bir modernleşme ve değişim öngörmüş ve geleneğinde bu modernleşme
süreci içerisine dâhil olması gerektiğini savunmuştur (Aktaşlı, 2011: 150).
90
iktidar içinde mevcudiyetini korumakta ve “Baba Devlet”in otoritesini meşrulaştırarak
otoriter bir kimliğe bürünebilmektedir. Türk muhafazakâr düşüncesi, Batı’daki
pozisyonunun aksine, Türkiye’de toplumsal yapıyı restore etmeye çalışması, bizdeki
patrimonyal yönetim geleneğinden ileri gelmektedir. Bu mesele Türk muhafazakâr
düşüncesinin açmazlarından birisini oluşturmaktadır (Özkan, 2016: 8).
91
şunlardır: “Hilmi Ziya Ülken, Mustafa Şekip Tunç, Ali Fuad Başgil, Ziyaeddin Fahri
Fındıkoğlu, Mehmed İzzet, Sabri Fehmi Ülgener, Remzi Oğuz Arık, Mümtaz Turhan,
Erol Güngör, Cemil Meriç, Nurettin Topçu.” Muhafazakâr düşüncenin “kültürel-
filolojik” yönünde en ön sıralarda yer alan isimler ise şunlardır: “Yahya Kemal Beyatlı,
Peyami Safa, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Ahmed Ağaoğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar,
Münevver Ayaşlı, Ekrem Hakkı Ayverdi, Nihad Sami Banarlı, Abdülhak Şinasi Hisar,
Samiha Ayverdi, Mehmet Kaplan, Mehmed Fuad Köprülü, Mükrimin Halil Yinanç,
İsmail Hami Danişmend, Tarık Buğra, Osman Turan, Arif Nihat Asya.” Politik-
sosyolojik/kültürel-filolojik muhafazakârlık ayrımı hükümet/toplum, siyaset/kültür
ayrımına dayanır. Bu karşılaştırma, muhafazakârlığı İslami radikalizmden, öte taraftan
politik muhafazakârlığı ise kültürel muhafazakârlıktan ayırmamıza yardımcı olmaktadır
(Gencer, 2014: 18-19).
92
Savaşı’ndan günümüze geçen bin yıllık süre içerisinde Anadolu’nun bir ulus ortaya
çıkardığına ilişkin ifade Türk muhafazakâr düşüncesinin milliyetçiğe dair görüşlerini
yansıtmaktadır. Kemalist ideolojinin ırkçı milliyetçi anlayışı yerine Anadoluculuk
akımının kültürel bir milliyetçiliğini bu konuya örnek olarak verebiliriz (Aktaşlı, 2011:
155). Türk muhafazakârlığı batıdaki muadillerinden farklı olarak siyasal ve toplumsal
bağlamda çok farklı bir gelişim süreci yaşamıştır. Bu süreç ortaya çıkmış olduğu erken
cumhuriyet dönemi içerisinde yaşanan toplumsal saikler ile bağlantılı olarak
değerlendirilmelidir. Bu dönemde resmi ideolojiye destek veren muhafazakârlar aslında
değişim konusunda karşıt konumlanmamakla beraber bu değişimlerin geleneğin
dışlanmadan tedrici olarak gerçekleştirilmesi anlayışına sahiptirler. Felsefi arka planını
Bergson’cu anlayıştan alan bu muhafazakâr düşünce yapısı kendisini siyasal alanda
tanımlamamış kültürel bir muhafazakârlık olarak temellendirmiştir. Bu bağlamda
cumhuriyetin gerçekleştirmiş olduğu tepeden inmeci ve rasyonalist modernleşme
sürecine alternatif olarak farklı bir modernleşme anlayışı sunmaktadırlar (Yıldız, 2013:
154).
93
gitmemiştir. Muhafazakârlığın doğası gereği normal şartlarda devrime ve tepeden
inmeci yaklaşımlara karşı çıkması gerekliyken Türkiye de ki muhafazakâr anlayış daha
çok Kemalizm’i içselleştirme yoluna gitmiştir. Gerek sol düşünceye eklemlenen bir
Kemalizm’in ya da gerekse liberal Kemalizm’in bir yorumu haline gelmiştir. Budan
dolayı kendini muhafazakâr olarak nitelendiren aydın kesim tepkilerini Kemalizm’den
daha çok kendini Kemalist anlayış etrafında kümelenen pozitivist ve Batıcı aydınlara
yöneltmeyi benimsemişler ve cumhuriyetin ilanı ile beraber ortaya çıkan olumsuz bütün
fiillerin günahlarını onların üzerine yıkmışlardır (Aktaşlı, 2011: 151).
94
görüşü çerçevesinde şu şekilde dua ediyordu “ışıklar içinde yat, ışık içinde uyu” cenaze
levazımatçısı aydınımız “nur içinde yat” demediğine göre ışıktan neyi kastettiği bilenler
için çok açıktır. Bu seküler dua, ben aydınlanmacıyım, Tanrıya inanmıyorum,
geleneksel ve irrasyonel her şeye ve özelliklede dine karşıyım” olarak okunmalıdır
(Arslan, 2012: 67). İşte buradaki konuşmacı Cemil Meriç’in deyimiyle “müstağrip”tir.
Kendi halkına, kültürüne, inancına yabancılaşmış Aydınlanma ve Batı hayranı bir
tipleme. Türk fikir hayatında müstağrip’in kim olduğunu tam olarak anlamaksızın kimin
muhafazakâr olduğunu tespit etmek, tarif etmek ve anlamak çok olası değildir.
Güngörmez (2014)’in ifadesiyle; “muhafazakâr müstağrip’in karşısında
konumlanandır. Muhafazakâr müstağrip’in muarızıdır. Müstağrip’in karşısında
konumlanır fakat muhafazakâr da moderndir. Müstağrip pozitivist ve aydınlanmacı bir
çizgide devrimci, elitist ve jakoben modernist iken muhafazakâr, Jakobenizme muarız,
reformist ve eleştirel modernisttir”. Müstağrip’in karşısında yer alan eleştirel modernist
ile ilgili olarak Yahya Kemal, Batı medeniyeti içerisinde kendimize nasıl yer
bulabiliriz? sorusuna cevap verirken bu soruya verilen cevap genel olarak baktığımızda
muhafazakârların dönem içindeki duruşunu ifade etmektedir. Bu sorunun cevabını
Yahya Kemal, “mektepten memlekete dönerek.” şeklinde vermektedir. Yahya Kemal
Batı medeniyetinden elde ettiğimiz bilgi birikiminin seçkinci bir söylem içinde
köksüzleşmeye yol açacak bir tarzda kitlelere aktarılmasını değil, bu bilgi birikimi ile
ilgili olarak Türkçe düşünmek suretiyle millete, geleneklerimize ve kültürümüze
dönerek kullanmamız gerekliliğini ortaya koymaktadır. Bu kimliklerin ileri sürdüğü gibi
Doğu ve Batı arasında bir sentez arayışı değildir (Güngörmez, 2014: 12).
95
Kemalist ideolojinin ortaya koymuş olduğu gelecek projeksiyonuna çok da aykırı
değildir. Bunlar “yarı burjuva, yarı lümpen, yarı mistik ama Batıcı bir yaşam biçimi”
ne sahiptirler. Bu özellikleriyle beraber sözünü ettiğimiz bu kişiler, muhafazakâr
anlayışın sözcüsü, üstadı gibi roller üzerinden devrimlere karşı olan hareketlere yön
vermeye devam etmişlerdir (Kaçmazoğlu, 2016:72-73).
96
görev üstelenmiş olduğunu iddia eden partilerin genellikle isimlerinin başına “milli”
sıfatı ekleyerek siyaset alanında var olmaları bunun en bariz örneğidir. Türkiye’de
muhafazakâr düşünce geleneğin tamamen etkisini kaybetmesi çekincesiyle radikal
değişimlere kaygılı bir şekilde yaklaşmışlardır. Cumhuriyet rejiminin yapmış olduğu
inkılaplara yönelik direnç tamamen muhafazakâr reaksiyonlardan başka bir şey değildir.
Bu nedenle içerisinde geleneğe ve tarihselliğe ima yoluyla bile işaret edilen her düşünce
muhafazakâr düşünce ile belli konularda örtüşebilmektedir (Karaarslan ve Nacak, 2014:
46-47).
Osmanlı’nın muazzam kültürünün içinde yetişmiş insanların yeni bir kimlik inşa
etmek amacıyla uygulanan mühendisliğe ve yasaklara kayıtsız şartsız boyun eğmeleri
düşünülemezdi. Cumhuriyet ile birlikte, Osmanlı bürokrasisi içerisinde yer alan İslamcı
ve muhafazakârların devlet kurumlarından dışlandığı ve kendi köşelerine çekildikleri
görülmektedir. Bu insanlar ile birlikte dışlanan ve yok sayılan uzun bir birikimin sonucu
ortaya çıkan kültürde söz konusudur. Osmanlı kültürü kütüphane, kahvehane, sahhaf ve
attar dükkânı gibi alternatif mekânlarda kendisine yer bulmuştur.1. Bu dönemde
getirilen yasaklardan bir tanesi de eski Türk müziğine yönelik yasaktır. Hatta
Atatürk’ün bile hedeflediğinden çok radikal bir tarzda izlediğini söyleyebiliriz.2
Cumhuriyet’in bu dönemdeki ilk uygulamalarından biri Türk müziğine dönük bir hamle
olarak ortaya çıkmaktadır. Resmi İdeoloji “Darulhenan da Alaturka tedrisatına son
verip” Avrupai tarzda icra edilen müziğin yaygınlaştırılması için modern tarzda müzik
öğretmeni yetiştiren okulları kurmuştur. Genel olarak bu dönemi değerlendirdiğimizde
eski medeniyete ait hiçbir değerin yeni kurulan devletin üretmeye çalıştığı değerler
arasında bulunmasına izin verilmediğini görüyoruz. Bu dönem içerisinde radyolarda
çalınan “alaturka” müzik yasağının kaldırılması yasakçı uygulamaların son bulması
anlayışıyla ilgili olmayıp, halkın yabancı radyolarda çalınmakta olan Türk musikisinin
çok fazla sayıda dinleyici bulmasıyla ilgili bir durumdur. 1930’lu yıllar içerisinde eski
1
Küllük Kahvesi, İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in evi, Raif Yelkenci’nin sahaf dükkânı, Üsküdar Mevlevihane’si eski postnişini
Ahmet Remzi [Akyürek] Dede’nin müdürlük yaptığı Üsküdar Selim Ağa Kütüphanesi ve Aktar Hocalar’ın Üsküdar’daki attar
dükkânı bu manada sembol değeri taşıyan önemli mekânlardır. Üsküdar’daki attar dükkânı, eski sanatların ve irfanın yaşatıldığı,
özellikle ebru sanatının yaşatıldığı ve yayıldığı mahfildi. Bu dükkânın eski kültürün imtidadındaki rolü, müdavimleri arasında
Galata Mevlevihanesi’nin son şeyhi Ahmed Celaleddin Dede, Celveti-Bektaşi şeyhi Yusuf Fahir Baba, Hamzavi-Melami meşrep
Eşref Efendi, Hazerfen Necmeddin Okyay gibi devr-i kadim efendileri’nin bulunduğu düşünülecek olursa daha iyi anlaşılır. (Bkz.
Bekir Ayvazoğlu, (2013), Tanrıdağı’ndan Hira Dağına, 3. Baskı, Kapı Yayınları, İstanbul).
2
Vasfi Rıza Zobu, radyolarda Türk musiki yasağının devam ettiği günlerde bir gün köşke davet edildiğini ve Atatürk’ün
kendisinden Dellalzade’nin bir yürük semaisini istediğini, eseri sonuna kadar zevkle dinledikten sonra sözlerinin yanlış
anlaşıldığından şikâyet ettiğini anlatmıştır. Ancak uygulama yanlış anlamanın ötesinde, hatta belki “önder”i de aşan bir politikayı
ifade ediyordu. (Bkz. Bekir Ayvazoğlu, (2013), Tanrıdağı’ndan Hira Dağına, 3. Baskı, Kapı Yayınları, İstanbul).
97
dönemin birçok sanat musikisi icra eden müzisyeni geçim sıkıntılarını aşmak için
“meyhanelere ve çalgılı gazinolara” gitme durumunda kaldıklarını görüyoruz. Eski
Türk müziği sanattan çok anlamayan kesimlere icra edilirken, bu sanatkârlardan bazıları
bunu gelecek nesillere aktarma düşüncesi ile yapıyorlardı (Ayvazoğlu, 2013: 204-207).
98
düşünürlerinden olan Yahya Kemal’de yaşadığı dönem içerisinde tartışılan konular ile
ilgili olarak Kemalist ideoloji etrafında kümelenen insanlardan çok farklı düşüncelere
sahipti.3 Bu düşüncelerini çeşitli ortamlarda hem süreci yönetenlere hem de dostlarına
söylemiş olduğu bilinmektedir (Ayvazoğlu, 2013: 208).
1940’lı yıllarda çok partili demokratik hayata geçiş ile ilgili ilk emarelerin
belirmesi sonucu Cumhuriyet’in baskıcı/dayatmacı toptan modernleştirme yaklaşımına
yönelik tepkiler artmaya başlamıştır. Bu modernite anlayışına yönelik artan bu
eleştirilerin dayandığı ideolojik kaynak modern muhafazakârlıktır. Otoriter tek parti
dönemi’nin aşırı milliyetçi ve devletçi politikaları ile şekillenen modernleştirmeci
toplumsal değişim anlayışının ekonomik ve sosyal yaşamı etkilediği, bireysel
özgürlüklere sınırlama getirdiği düşüncesinden kaynaklanan muhalefet, yönetici elitten
farklı davranmaya çabaladıkça tek parti dönemi siyasal hayatı içerisinde olgunlaşan
modern muhafazakâr düşünceye “pratik-günlük bir siyasal içerik” oluşturmuşlardır
(İrem, 2008: 27).
1945’li yıllardan itibaren toplumda çok ani ve hızlı bir şekilde artan Osmanlı’ya
olan ilgi, komünizm karşıtlığı, hızlı şehirleşme ve Demokrat Parti’nin ortaya çıkışı bir
çekim alanı ortaya çıkarmıştı. Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması talepleri, aşırı
Batılılaşmayla yitirilen milli ruhun yeniden ve yaratıcı bir enerjiye dönüşecek şekilde
zuhur etmesi gerektiği yönündeki değerlendirmeler, Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi
gibi isimlerin metinlerinde “değişim içinde devam” ederken, “devamlılık içinde
değişim”i gerçekleştirebilmek gibi yorumlara imkân oluşturmuştur (Aksakal,
2017;169). Tek Parti Dönemi’nin hızlı bir şekilde gerçekleşen modernleştirme
süreçlerinin getirmiş olduğu muhafazakâr reaksiyoner tepkiler, halk arasında ve özel
hayat bağlamında verilen tepkilerdir. Türkiye’de 1925’ten itibaren yavaş yavaş
belirmeye başlayan bu tepkiler, 1950’li yıllara kadar genellikle sessiz ve derinden
yürüyen muhafazakâr tavır alışlardan ibarettir. Çok partili hayata geçiş ve Demokrat
Parti ile birlikte parti politikalarına destek verme, imam hatip kurslarının açılması,
ilahiyat fakültesi ve imam hatip okullarına verilen destekle birlikte özel alandan
“Kamusal Alan”a da etki etmeye başlamıştır. 1960 Darbesi karşısında verilen tepkiler
3
Bu konu ile ilgili düşüncelerini dostlarına ifade etmiş, hatta harf devrimi için hazırlıklar yapılırken, bizzat Atatürk’e “Ama nasıl
olur, koca Türk Kütüphanesi, Türk kültürü ne olacak” demiştir. Yahya Kemal’in bu sözleri ve dostlarına ifade ettiği “muhalif”
fikirler yüzünden bir çeşit aforoza uğradığı ve Türkiye’ye uzun bir süre gelemediği bilinmektedir. (Bkz. Bekir Ayvazoğlu, (2013),
Tanrıdağı’ndan Hira Dağına, 3. Baskı, Kapı Yayınları, İstanbul).
99
Adalet Partisi’ne verilen destek bu muhafazakâr tavrın bir devamıdır (Kılıç, 2013: 178).
Kazım Karabekir Paşa’nın söylediği gibi, millet aslında Kurtuluş Savaşı’na ve
Cumhuriyet’e sahip çıkarken, “mukaddes dinini i’la etmek, yıkılmak istenilen
mukaddesat-ı milliye ve diniyyesini kurtarmak maksadıyla vücuda getirmiştir”.
Dolayısıyla Kemalizm’in toplumsal yapıyı baştan aşağıya değiştiren politikalarını
benimsememiş ve çok partili hayatla birlikte var olan korkularını atarak eleştirilerini
daha gür sesle dile getirmişlerdir (Efe, 2014: 212).
Demokrat Parti (DP)’nin katılmış olduğu fakat iktidarı elde edemediği şaibeli
1946 yılındaki seçimlerinin akabinde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) 1947 yılında
yaptığı kurultayda jakoben değişim anlayışlarını daha ılımlı ve yapıcı bir toplumsal
çizgiye çekmek istediklerini, din ile ilgili uygulamalar konusunda daha yumuşak bir
politika izleyeceklerini deklere etmiştir. Demokratik hayata geçiş sonrasında iktidar
iktidardaki CHP’nin gerek partinin hitap ettiği sosyal tabanı genişletmek gerekse
seçmen kitlesi ile arasında farklı bir iletişim kanalı kurma çabası sonucu almış olduğu
bu kararlar sonrası muhalefet laikliğe yönelik olarak çok aşırı bir şekilde eleştiriye
girişmiştir. Bu çok yoğun tartışma ortamının sonucu olarak iki parti arasında
gerçekleşecek siyasal rekabetin modernleşmenin kodlarını yeniden tanımlanması
sonucunu ortaya çıkaracaktır. “Yeni kurulan DP’ye yaklaşan tek parti döneminin
liberal-muhafazakâr çevreleri, yeni siyasal-ekonomik yönetim mantığının iki temel
prensibinden birisi olarak ortaya çıkan liberalizmi, devlet eli ile serbest teşebbüsü daha
çok desteklemek; muhafazakârlığı da din konusunda nispeten daha az müdahaleci bir
idare yaratmak hedefleri ile özdeşleştirmektedirler.” Çok partili sisteme geçilmesiyle
beraber modernizmin en önemli kavramlarından olan demokrasi ile ilgili olarak,
toplumsal yapıya müdahalenin minimize edildiği ve toplumun kutsandığı özgürlükçü bir
bakış hâkim olmuştur (İrem, 2008: 28).
100
Kısakürek’in Türk muhafazakârlığının siyasallaşmasında sürecinde muhafazakârların
mobilizasyonu sağlamıştır (Aksakal, 2017;169).
Yine bu dönemde Mimar Sedat Çetintaş ilk defa ortaya attığı “İstanbul’un
fethinin beş yüzüncü yılını kutlama” fikri ile ilgili olarak dönemin İstanbul Valisi Lütfü
Kırdar’a hitaben on altı gazete yazısı yazmıştır. Hazırlıklara 1939 yılında başlanmışsa
da, II. Dünya Savaşı’nın başlaması yüzünden bu fikir gerçekleşememiştir. 1940’ların
sonlarında yeniden gündeme gelen ve rövanş niteliği taşıyan beş yüzüncü yıl
kutlamaları Türk muhafazakârlığı açısından bir dönüm noktasıdır. Osmanlı’dan kalan
mirasının kültürel mirasın korunması, türbelerin ziyarete ve Ayasofya’nın tekrar camiye
çevrilmesi, hatta din eğitimi konusunun Milli Eğitim müfredatına eklenmesi gibi birçok
muhafazakâr düşünceye ait konu başlığı, ilk kez bu süreç içerisinde gündeme gelmiştir.
Bu konuların Hamdullah Suphi Tanrıöver tarafından TBMM’ye ve CHP’nin meşhur 7.
kurultayına taşındığı görülmektedir (Ayvazoğlu, 2013: 227). İdeolojik olarak
farklılaşmalarına rağmen “milliyetçi, İslamcı ve muhafazakâr” düşünceye sahip
kesimlerin Ayasofya’nın tekrar ibadete açılması konusunda hassasiyetleri olduğunu
söyleyebiliriz (Ayvazoğlu, 2013: 230).
101
ekonomik ve teknolojik faktörler sayesinde olmaktadır. Toplumun içerisindeki maddi
yapılarda gerçekleşen ve iktisadi kurumların ortaya çıkardığı gayri iradi değişiklikler ile
maddi örgütlenmeyi değiştiren unsurların tetiklediği modern muhafazakâr anlayış,
siyasal modernite ideallerini “istisnacılık tezleri” bağlamında sınırlandırmıştır (İrem,
2008: 30).
102
olarak muhafazakârlığı benimsememişler, muhafazakârlığın ilerleme ve gelişmenin
zıddı değil, dışarıdan gelen aşırılıklara karşı bir fren oluşturduğunu söylemişlerdir. Bu
düşüncelerini temellendirirken onlara örneklik teşkil eden en önemli örnek geleneğe çok
ciddi değer veren bir ülke olan Japonya olmuştu (Vural, 2011:140). Mustafa Sabri
Efendi muhafazakârlığın genel olarak iddia edilenin aksine olarak ilerleme ve
gelişmenin tersi değil, ülke dışından kültür ve medeniyete karşı aşırılıklara karşı koruma
fonksiyonu üstlendiğinden bahsetmektedir. 1950’li yıllardan itibaren İslamcı
düşüncenin, kendini laikliğe karşı kültürel yenilenme talebi ortaya çıktığında, Mustafa
Sabri Efendi’nin sözünü ettiğimiz değerlendirmeleri önem kazanacaktır (Bora,
2014:82). Diğer taraftan Türk modernleşmesi sürecinin de, muhafazakâr bir tavır
eşliğinde ilerlediği söylenebilir. Modernleşmeye hakim olan temel paradigma olan
Kemalist anlayış kuşkusuz muhafazakar düşünce ve kendisini muhafazakar olarak
tanımlayan diğer konumlamalara karşıt olarak gelişmiştir. Bu paradigma, “Gökalp’in
simgelediği ama ona özgü olmayan, medeniyet-kültür ayrımıyla belirlenmiştir;
modernleşmeyi (yeni medeniyet) “Türk Ruhu”nu (Türk Kültürünü) ihya edecek ilaç
olarak gören” bir zihniyettir. Türk Aydınlanması kavramı ile ifade edilen Türk
modernleşmesinin muhafazakârlığa taban tabana karşıt bir şekilde konumlandırılması,
muhafazakâr düşüncenin genellikle din ve gelenek ile ilişkilendirilmesinde dolayıdır
(Bora, 2014: 71-72).
103
etkisiyle şekillenen medeniyetçi anlayışa dayanan bir düşünce örgüsüne sahiptir
(Mollaer, 2016:74).
4
Erken Cumhuriyet’in muhafazakârları için asıl mesele kültür ve medeniyet meselesi olarak görülüyordu. Daha farklılaşmış bir
toplumda yaşayan diğerleri için ise ahlak buhranı olarak. Ne var ki, muhafazakâr ailenin genç üyeleri de ahlak problemini soyut bir
biçimde ele aldılar. Pozitivizme muhalefet etseler bile, ilk neden aramayı, metafiziğin alanındaki “boş uğraş”lardan biri olarak kabul
eden pozitivizme zihniyet olarak yakın durdular. Modern dünyanın ilk nedenlerine değinmediler. O nedenleri istekli ya da isteksiz
kabul ettiler. (Fırat Mollaer, (2016), Liberal Muhafazakârlık Karşısında Nurettin Topçu, (2. Baskı), Dergâh Yayınları İstanbul).
104
tamamıyla seküler karakterlidir- karşı Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Hamdi Tanpınar
tarafından temsil edilen ve “huzur üslubu” olarak ifade edilen entelektüel duruş; siyasi
olarak sessiz kalmakla birlikte tarihsel devamlılık ve geleneğin müdafaa edilmesini
savunmuş ve hatta üstlenmişlerdir. Tanpınar, Yahya Kemal isimli eserinde onun
düşüncelerini açıklamanın yanında, milliyetçi-Batıcı Kemalizm içerikli yaklaşımlar
getiren Ziya Gökalp’i de eleştirmiştir. Türk Ocağı’nın Ziya Gökalp’a rağmen ağızdan
ağıza değişen ve inhisarcı bir ırkçılığa kadar giden, o birçok noktalarda meseleleri hal
etmekten ziyade “hayatı güçleştiren, realitelerimiz karşısında daima mütereddit
kalmağa mecbur teklifleri, hepsi cemiyette henüz kuvvetle yaşıyorlardı.” Buna rağmen
Tanpınar, Yahya Kemal’in bahse konu diğer mütefikkirlerin üzerinde durmadığı bir
hususu öne çıkarttığını söyler (Çiğdem, 2016b: 64).
105
toplumsal buhran dönemi olarak değerlendirmektedirler. Bu sözünü ettiğimiz süreç
içerisinde siyasal muhafazakâr bir anlayışla şekillenen muhalif bir söylemin oluştuğu
söylenemez. Çok partili demokratik hayata geçilen dönemi içerisinde yakalan özgürlük
ortamında yayın yasaklarının kalkması muhafazakârların bu tepkiselliklerini
üzerlerinden attıklarını çıkarmış oldukları gazete ve dergiler sayesinde kitlelere
ulaşabildikleri görülmektedir. Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’su, Eşref Edip Fergan’ın
çıkardığı Sebilürreşad, Nurettin Topçu’nun Hareket dergisi ve Ömer Rıza Doğrul’un
Selamet dergisi, din konusunda çok ciddi bir hassasiyete sahip olan ve otoriter tek parti
rejiminin ötekileştirdiği toplumsal kesimlerin adeta bir tercümanı olmuşlardır. Belirli
dönemlerde yayın hayatlarına ara vermelerine karşılık bu dergiler, Türkiye’de
muhafazakâr düşüncenin inşa sürecinde çok önemli bir rol oynamışlardır (Akın, 2014:
38-39).
1946’dan sonra demokratik çok partili hayata geçişle birlikte Türk siyasi
hayatındaki gerilim alanlarından farklı olarak yeni bir mücadele alanı ortaya çıkmış
olup, “bürokratik muhafazakârlarla orta sınıfların muhafazakârlığı” arasında çekişme
yaşanmaya başlamıştır. Cumhuriyet ile beraber gelişmiş şehirlerde ortaya çıkan
burjuvazinin, 1970’li yıllara kadar bürokratik muhafazakâr denilen kesimi ve bazılarının
içerisinde siyaset yaptığı CHP’yi desteklemeleri karşısında, taşra burjuvazisi dediğimiz
büyük toprak sahipleri ve ticaret erbabının da DP ve AP’yi desteklemiş olmaları bu
partilerin geleneksel orta sınıf partileri olarak kabul edilmesini sağlamıştır (Yılmaz,
2006: 50).
Demokrat Parti dönemi yıllar Türk muhafazakâr düşüncesinde önemli bir aşama
olarak kabul edilebilir.5 Bu dönemden sonra muhafazakârlığın kalkınmacı, teknokratik
bir muhafazakârlığa evrildiğini görmek mümkündür. Bu dönüşüm süreci içerisinde eski
dönem ile bir kıyaslama yapıldığında muhafazakâr düşüncenin “devlete, aileye, kültürel
değerlere yönelik pozitif vurgusunun, Batılılaşma, modernlik ve Avrupa gibi kavramlara
yönelik negatif vurgusuyla beslenmesi”, düşüncesinde oldukları görülmüş ve
muhafazakârlığın geçmişi bağlamında bu durum değerlendirildiğinde çok fazla bir
5
Bu dönemden sonra, değil “huzur üslubu”, Peyami Safa ya da Ali Fuad Başgil gibi isimlerin mutedil taleplerini bile aratacak, en
gelişkin ifadesini sonraları Özal’ın mühendis muhafazakârlığında ya da Milli Nizam Partisi ve ardıllarında bulan “ağır sanayi
hamlesiyle” somutlaşan bir kalkınmacı-teknokratik tarz ağırlığını hissettirecektir. Muhafazakârlığın belirgin düşünsel talepler
yerine, daha sonraki dönemlerdeki saldırganlığını da açıklar. Aradaki yıllar, retorikte bile dayanılmaz bir sözde-muhafazakârlığın
siyasal olarak hükmünü icra etmesi, buna karşılık gündelik hayatın içerisinde ya da daha genel olarak kamusallıkta ahlak bekçisi
olarak belirlemesi yıllarıdır. (Bkz. Ahmet Çiğdem, (2016), Taşra Epiği ‘Türk’ ideolojileri ve İslamcılık, Birikim Yayınları,
İstanbul).
106
düşünsel ilerleme olmadığı görülmüştür. Bu çerçevede muhafazakâr nitelikli batıcı bir
yaklaşımın ortaya çıkması, gerek soy muhafazakârlık düşüncesinin gerilemeye
başlaması gerekse batı imgelemi ile ilgili olarak gerçekleşen değişim ile söz konusu
olabilmiştir (Çiğdem, 2016b: 66-67). 1950’den ekonomik ve toplumsal alanda yaşanan
çok hızlı değişimler, bürokratik muhafazakâr olarak adlandırdığımız kesimi rahatsız
etmiştir. Sözü edilen rahatsızlık siyasi ve bürokrat elitin, halk üzerindeki
egemenliklerini kaybetmeye başlamalarından kaynaklanmaktadır. Bunun sonucu olarak
27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi’nin yapıldığını ve bürokratların seçilmiş olanların
iktidarlarına ortak olacakları 1961 Anayasası ile kurulan iki meclisli parlamenter sistemi
getirildiğini söyleyebiliriz. Bu durumun sonucunda Necmettin Erbakan’ın Milli Nizam
Partisi’ni ve akabinde de Ferruh Bozbeyli ve ekibinin Adalet Partisi’nden ayrılarak
Demokratik Parti’yi kurduğu görülmektedir (Yılmaz, 2006: 50).
Yahya Kemal Beyatlı kendi fikirleri ve felsefi çizgisi tarih ve edebiyat görüşü,
Dergâh dergisi tarafından işlenmiştir. Dergâh dergisinin genel yaklaşımına bakıldığında
107
siyasal açıdan resmi ideoloji ile uyumlu bir yaklaşım izleyen geleneği ön plana çıkaran
bir muhafazakâr yorum ortaya koymak olarak ifade edilebilir. Bergsoncu muhafazakâr
düşünce, Kemalist rejimin toplumu ayrıştırıcı anlayışına eleştirel söylem
geliştirmişlerdir. Bu eleştirel yaklaşımla beraber toplumsal yapının organik bütünlüğünü
korumaya gayret gösterirken diğer taraftan Kemalist ideolojinin liberal olmayan bir
kapitalist anlayışını eleştirmekten kaçınmışlardır. Bu çizgideki muhafazakâr düşünce,
ekonomi politik açısından resmi ideolojinin ortaya koymuş olduğu yaklaşımdan farklı
bir düşünsel noktada değildir ve Kemalist anlayışın bu konudaki durduğu yerin daha
solunda konumlanmamışlardır (Mollaer, 2016: 88).
Yahya Kemal, aşamalı bir şekilde gerçekleşen değişimi arzu ettiği için onun
düşünce dünyası Anglo-Amerikan düşünce geleneğine daha yakın durur. Yahya Kemal,
eski ve eskiye ait olan her şeyin en başta da geleneğin yok sayıldığı ve toptan bir
reddediş içerisinde yaşanılan bir süreçte, eserlerine kaynaklık eden referansları tümüyle
gelenekten alarak dönem itibariyle kendisi için meşakkatli bir yol seçmiştir. Başka bir
deyişle Yahya Kemal, “gücü elinde bulunduranla değişime tamamen karşı olan iki üç
arasında denge milli görevi görmüş, geleneğe tutucu bir bakış açısıyla bakmamış, onu
yeninin ilham kaynağı olarak kabul etmiştir” Onun yaklaşımına göre kaynağını
gelenekten almayan yenilikler, zaman içinde ortadan kalkmaya yüz tutarlar (Yalçın,
2013: 52). Batı muhafazakârlığının 18. yüzyıldan itibaren devam eden Kapitalizm
tarafından şekillendirilen toplumsal yapı eleştirilerini, komünizm karşıtlığı üzerinden
108
görmezden gelinmesi bu dönemin muhafazakâr düşüncesinin ana özelliklerinden biridir.
Kaba bir kalkınmacılık anlayışı etrafında alaturkalaştırılan muhafazakâr prensipler,
tamamen kapitalizmi destekleyen melez bir anlayışa dönüşmüştür. “Menderes
fenomeni” muhtemelen diğer birçok şeyden ziyade bu dönüşümden ibarettir (Aksakal,
2017: 171). Yahya Kemal, Türk muhafazakâr düşüncesinin ilk evrelerinde ortaya çıkan
“vatan, millet, tarihsel devamlılık (imtidad) ve mazinin değerinin bilinmesi”
düşüncelerinin muhafazakârlar arasında kökleşmesinde ciddi bir etkide bulunmuştur.
Onun Cumhuriyet’in yapısallaşma aşamasında ortaya koymuş olduğu eleştiriler,
muhafazakâr düşüncenin tekâmülünde birçok kişiye bir referans noktası olduğu
görülmektedir. Yahya Kemal, içinde yaşadığımız toplumu “eski ve yeni” diye zamansal
olarak sınıflandırarak bölmüş, devamında eski olanı öldürmüş ve yerine tüm alanlarda
sürekli kendini yenileyecek yeni bir toplum modeli koymuştur. Ona göre işin bu güç
kısmını aşmanın yolu, tarih-gelenek içinde devamlı birikerek değişmek ve geleceğe
yönelmektir. Bu düşünüş, “Kökü mazide olan atiyim” dizesiyle en veciz bir şekilde
ifadesini bulmuştur (Vural, 2011: 142).
6
Tanpınar, 1956-57 istimlakinde yıkılan Simkeşhane (diğer adıyla Sırmakeş Hanı) hakkında hem muhteva, hem de dil ve üslup
bakımından etkileyici bir rapor yazmıştı. (Bkz. Bekir Ayvazoğlu, (2013), Tanrıdağı’ndan Hira Dağına, 3. Baskı, Kapı Yayınları,
İstanbul).
109
olarak gören bu bakış açısı muhafazakâr düşünce tarafından ciddi bir eleştiriye tabi
tutulur” (Yalçın, 2013: 56).
110
tavır bile onun karakterindeki biri için çok ciddi derecede cesaret gerektiren bir durum
olarak ifade edilmelidir (Yalçın, 2013: 64).
7
Yahya Kemal, mütareke şartlarında yazdığı “Ezan ve Kur’an” yazısında, Ayasofya minarelerinden Fatih’ten beri okunan ezanla,
Topkapı Sarayı Hırka-i Saadet dairesinde Yavuz’dan beri aralıksız okunan Kur’an’ı devletin iki manevi temeli olarak gösteriyordu.
Beş yüzüncü yıl kutlamaları için yapılan hazırlıklara ve yazılan metinlere Yahya Kemal’in imzasını taşıyan retoriğin ve İstanbul
kurgusunun damgasını vurduğu rahatlıkla söylenebilir. (Bkz. Bekir Ayvazoğlu, (2013), Tanrıdağı’ndan Hira Dağına, 3. Baskı, Kapı
Yayınları, İstanbul).
111
Kemal, bugünkü manasıyla, historicite’nin ehemmiyetini mazi karşısında ruhi esarete
düşmeden bizde ilk idrak edendi.” (Ayvazoğlu, 2013: 223).
8Sebilürreşad tarafından sık sık iktibas edilen “Ezan ve Kur’an”, “Ezansız Semtler” gibi yazıları ve “Süleymaniye’de Bayram
Sabahı” gibi şiirleriyle en dindar muhafazakârların bile gözdesiydi. (Bkz. Bekir Ayvazoğlu, (2013), Tanrıdağı’ndan Hira Dağına, 3.
Baskı, Kapı Yayınları, İstanbul).
112
Tanpınar, tarihsel bir birikim sonucu oluşan geleneğimiz ile modernleşmenin bir sentez
projesi içinde uyumlu hale getirilmesi için çabalayanların başında gelmektedir. O, “hem
Doğulu hem de Batılı duyumsamanın huzursuz tereddüdü, modern ve muhafazakârların
karşıt devinimi, yekpare geniş bir anın parçalanmış akışının eşsiz anlatıcısı olarak
tanımlanmaktadır.” Tanpınar, geçmiş ile ilgili değerlendirmeler yaparken onu, tüm
kültürel ve sanatsal yönlerini de içine alacak bir şekilde muhafaza edilmesi gereken
estetik bir alan olarak görmektedir. Doğu ile Batı’nın sentezi fikri onun muhafazakâr
düşüncesinin arka planını oluşturmaktadır. Bu yaklaşım geleneğe dair olan her şeyin
modern olan ile uyumunun sağlanması ve yeni bir anlam haritası içerisinde gösterilmesi
olarak ifade edilebilir. Ona göre “Tanzimat’la birlikte toplumumuzda, ne kendisi
kalabilme ne de başkası olabilme şeklindeki bir durum” ortaya çıkmıştır (Vural, 2011:
145).
Yahya Kemal nasıl gelenekten hareket ederek veya başka bir deyişle onu
eserlerinde işleyerek kendisiyle ilgili muhafazakâr bir konumlamaya ulaştıysa, Tanpınar
da konumu veya duruşu işlemden geçirmektedir. Bu çerçevede bir yönüyle güçlenen ve
estetik bir zarafet kazanan muhafazakâr bir düşünce ortaya koymuşlardır. Tanpınar
aslında gelenek ile modernlik veya başka bir ifadeyle eski ile yeni arasında sentetik bir
ilişki kurmaktan ziyade, yaşam içerisinde kaybolmaya başlayan “bütünlük ve
devamlılık” düşüncesine bir ruh katarak onu tekrar oluşturmayı hedeflemektedir. Din ve
geleneği, eski kültürü, kalıplamadan ve unsurlarına ayrıştırmadan, esasen bir bütünlük
fikrinin dayanağı ve ilham kaynağı olarak önemser. Diğer bir veçhesiyle ise, Tanpınar’ı
bir muhafazakâr olarak kategorileştirmek sorunludur; çünkü modernliğin farkında olma
113
hali onda çok ciddi boyutlardadır (Bora, 2014: 87). Tanpınar, bu döneme kadar
Osmanlı’dan kalan kültürel ve geleneksel her konuyla ilgili olarak “inkâr ve
kabulleniş” arasında gerçekleşen gelgitli duruma Yahya Kemal’in son verdiğini ifade
etmektedir (Çiğdem, 2016b: 65).
Yahya Kemal tarafından lügate sokulan imtidad, talebesi veya dostu olarak ifade
edebileceğimiz Tanpınar’ın ifadesinde “devam, devam zinciri, devamlılık, süreklilik
şuuru” olarak kendini bulmuştur. Tanpınar muhafazakâr düşüncesinde her türlü
çekinceye rağmen Osmanlı ciddi bir yer işgal etmektedir. Bu çerçevede yayınladığı Beş
Şehir çok önemli bir eser olarak ifade edilebilir (Ayvazoğlu, 2013: 219). Tanpınar’ında
bu dönemin diğer muhafazakârları gibi Bergson felsefesinin etkisinde kaldığı
görülmektedir. Bu çerçevede “geçmiş, şimdi ve geleceği” bir arada barındıran bir
zaman algısına sahiptir. Yine, Bergsoncu felsefenin etkisiyle “bugünün ışığında maziyi
görmek” düşüncesi hâkimdir. Sentezci bir bakış açısıyla oluşturduğu ve tarihsel
devamlılık (imtidad), süreklilik anlayışını bir muhafazakâr düşünceyi ortaya
koymaktadır (Vural, 2011:146). Bundan dolayı Tanpınar, maziye içinde olduğumuz
zamanın penceresinden bakılması gerektiğini ve bu bakış açısı ile bütünlük sağlamak
suretiyle istenilen sonuçları alabileceğimizi vurgulamaktadır (Çağlıyan, 2006b: 94).
Tanpınar kendi döneminde “üç kuşak üst üste okuduğumuz kitabımız yok” diyerek,
medeniyetimizin kültür alanında yazılı çok önemli eserlerin bulunmayışının veya yok
denecek kadar az olmasının üzüntüsünü dile getiriyordu. Bugün Tanpınar’ın kendisi
bizim için yarattığı her eserle yukarıda sözü edilen “endişeli modernliğin” bir klasiği
olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz (Güngörmez, 2014: 21).
114
ilkesine dayalı olmaktadır. Hayatı boyunca kendisine referans noktası olarak belirlediği
hocası Yahya Kemal’in “süreklilik içinde değişim düşüncesi” ekseninde kendi
düşüncesini şekillendirmiştir. Tanpınar’ın “devam ve bütünlük” odaklı bir anlayışın
ortaya çıkmasında katkıda bulunduğunu ifade etmiştik. Bunun yanında insanın
değişirken bile kendisi gibi kalabilmesi olgusunu “milli realitelere dönüş” kavramı
çerçevesinde kendine ait çok başarılı bir sentez yardımıyla, Türk insanının geçmişiyle
barışık bir tarzda modernleşebileceğini ifade etmiştir. Tanpınar aslında genel olarak
sentezci muhafazakârların amaçladığı gibi, insanımızı Batı medeniyeti önünde eziklik
hissinden kurtarma ve onunla bütünleştirme yolunda çok değerli bir görev üstlenmiştir
(Çağlıyan, 2006b: 98). Tanpınar, devam ve değişim düşüncesini, “Devam ederek
değişmek, değişerek devam etmek” şeklinde özetlediğinden daha önce bahsetmiştik. O,
bu yöntemle, geçmiş ile gelecek arasında bütünlük sağlamayı ve ruhen huzur bulmayı
amaçlar. Böylece geçmiş ile gelecek arasındaki çelişkinin önüne geçilerek bütünlük elde
edilir. Ona göre geçmişi ihmal etmek doğru değildir, aksi takdirde “Hayatımızda ecnebi
bir cisim gibi bizi rahatsız eder.” Ancak bu, ideolojilerin yaptığı gibi, yeni bir tarih
yapmak değildir (Vural, 2011:146).
115
olmaktayız (Ayvazoğlu, 2013:223). Tanpınar'a göre “orijinal haliyle modernleşme
kaçınılmazdır. Hatta bir ölüm, kalım meselesidir. Zaten modernleşme projesinin
halisliği de, ufkunun sınırlılığı da buradadır. Örneğin bugün Ziya Gökalp ve Prens
Sabahattin isimleri karşıt olarak okunur hep. Oysa bu iki isim Jön Türk hareketinin
aslında iki hizbidir. Bu anlamda her ikisi de modernleşmecidir. Farklılıkları
yöntemseldir” (Dellaloğlu, 2014: 116).
Tanpınar, 1930’lu yılların ilk döneminde çok keskin bir şekilde divan edebiyatına
karşı bir duruş sergilemektedir ve sözünü ettiğimiz dönemde Ankara’da yapılan
“Türkçe ve Edebiyat Muallimleri Kongresi”nde, bu eski edebiyatın terk edilmesinin
zaruret olduğunu ve eğitim müfredatına yalnızca Tanzimat ile birlikte ortaya çıkan yeni
edebiyat anlayışının alınması gerektiğini ileri sürmektedir. Bu görüşü ileri sürmüş
olduğu dönemden bir süre sonra doğu ve Osmanlı kültürü ile ilgili olan fikrini
değiştirmiş ve divan edebiyatı hakkında savunma niteliği taşıyan iki önemli yazı kaleme
almıştır (Ayvazoğlu, 2013: 220).
Tanpınar ve hocası Yahya Kemal tarafından temsil edilen ve huzur üslubu olarak
adlandırılan çizginin İslam ve Osmanlı’nın ortaya koymuş olduğu kültürel birikim
konusunda diğer ideolojilerin yorumlardan çok farklı bir yorum getirdiklerini
görüyoruz. Yahya Kemal ve öğrencisi olan Tanpınar’ın temsil ettiği huzur üslubu olarak
çizmiş oldukları bu entelektüel yaklaşım, siyasal düzlemde ölçülülük ve modernleşme
gayesini terk etmeden tarihsel süreklilik ile geleneği savunduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca
şu durumu net bir şekilde ortaya koymamız gereklidir ki huzur üslubu, tarihsel
gerçeklere uygun bir şekilde dizayn edilen bir Anadolu coğrafyası oluşturmayı
kendisine hedef edinen ulusal bir sentez olarak karşımıza çıkmaktadır (Vural,
2011:147). Aslında farklı bir açıdan bakıldığında muhafazakâr düşüncedeki sentez
arayışları, hem yeni olanı kabullenme, hem de maziden tamamıyla kopamamanın
getirmiş olduğu “buhranlı hali” aşmanın bir yolu olarak belirtilebilir. Sentezci
anlayışlarının çoğu zaman araçsallık taşıdığını da söylemek gereklidir. Bu yöntemle
yeni olana karşıt olmadıklarını Kemalist rejime gösterirken, rejim karşıtı cephede yer
almadıklarını ifade etmeye çalışıyorlardı. Sentez arayışları aynı zamanda, düşüncelerini
rejime muhalif olarak fişlenmeden savunma imkânını sağlama gibi bir fonksiyon
görmekteydi (Çağlıyan, 2006b: 91).
116
İbrahim Paşa Sarayı ile ilgili yıkılması ve yerine yeni bir bina yapılması
konusunda tartışmaların yapıldığı dönemde Tanpınar, İstanbul’un fethinin 500.
Yıldönümü hazırlıkları yapılırken İstanbul’un en gözde mekânlarından olan
Sultanahmet Meydanı muhafaza etmenin gerekliği üzerine, “Yerine koyamayacağımız
her şey, bizim için sonuna kadar kıymetli ve mukaddestir” demektedir (Ayvazoğlu,
2013:225). Tanpınar'ın eserlerinde ortaya koymuş olduğu modernlik ile modernleşme
arasındaki ayrımın anlamsızlaştığı söylenebilir. Tanpınar, Türkiye'nin “zihniyet
yarılması”ndan muzdarip olmayan geleneksel ve eşi az bulunur aydınlarımızın en önde
gelenlerinin başında gelmektedir (Dellaloğlu, 2014: 120).
117
da Türk siyasal hayatında eserleriyle “milliyetçi-muhafazakâr” söylemi ortaya koyan
ilk kişi olmuştur (Vural, 2011:150-152).
118
Liberal muhafazakârlar, liberal anlayışın temel unsurları olan piyasa, demokrasi,
özgürlük gibi değerlerini bir gelenek olarak görerek sahiplenmektedirler. Bu yaklaşıma
göre liberalizme ait değerler, ancak ahlaki bir platformda geçerli olabilir veya belirli bir
anlam ifade edebilirler. Başgil de, muhafazakâr bir liberal olarak çalışmalarında sürekli
demokrasi ile ilgili ahlaki prensip ve temellerden bahsetmektedir. Başgil, demokrasileri
sorunsallaştıran maneviyat, yani başka bir ifadeyle “Ahlak buhranı”nı gündeme getirir.
Ona göre “bu buhranların en derindeki müsebbibi, ‘Garp’ın ‘özü’ nden ‘küspesi ’ni
ayıramayan ‘yanlış garplılaşma’ dır. ‘Garp medeniyetinin ilim, sanat, metod, teknik,
yüksek ahlak şuuru, karakter terbiyesi, manevi temizlikten ibaret olan esansını’ alıp
bunun yanında milli bünyeyi korumak (ki Japonlar bunu yapmıştır) yerine, ‘Garptaki
cürufu yani münkirliği, maddeciliği, menfaatçiliği’ alarak girilen yanlış Garplılaşma
yolu.” Başgil, haklar ve hürriyetler söylemin “liberter” bir raddeye vardırmaz. Devleti,
“devlet hayatı”nı önemser, “biz üstümüzde kuvvetli bir baş görmek isteyen bir millet
olduğumuz için, kraldan aşağı ama ‘manken’den ileri, kuvvetlice bir ‘Devlet Reisi’
isteriz” demektedir (Bora, 2014: 92-93). “Muhafazakâr-Liberal siyasi düşünce sentaktik
(sözdizimsel) olarak liberal-muhafazakâr siyasi düşüncenin terkibine nazaran daha az
şöhrete sahiptir. Başgil’in siyasi düşüncesinin muhafazakâr-liberal bir terkipten
teşekkül eylediğini belirtmek kasıtlı ve bilinçli bir girişimdir. Başgil’in muhafazakâr-
liberal siyasi düşünceleri diğer liberal-muhafazakâr siyasi düşünürlerinkinden daha
belirgin ve vurguludur. Başgil’in siyasi düşüncesinde liberal değerler ve unsurların
bulunduğu gizlenmesi mümkün olmayan bir realiteye işaret etmektedir. Ancak Başgil’in
liberal düşüncesi, siyasi nazariyatının bütün veçhelerinde barındırdığı muhafazakâr
epistemoloji ve bu epistemolojiden kaynaklı iki düşünce modeli (milliyetçilik ve
maneviyatçılık) ile desteklenerek bağıl ve aracı düşünce zeminleriyle sürekli olarak
etkileşim ve ilişkisel duruma dâhil edilmektedir. Başgil’in liberal düşüncesini hem
ilişkisel anlamda bağıl olarak hem de ilişki kurucu olarak aracı birtakım dinamiklerin
devreye sokulması olarak ifade edebiliriz. Başgil’in savunduğu liberal zihniyetin;
muhafazakâr epistemoloji ve bu epistemolojiden kaynaklı milliyetçi ve maneviyatçı
düşüncenin dinamikleriyle dolayımlanmakta” olduğu ifade edilebilir (Kavuncuoğlu,
2017: 142).
119
içerisindeki ilerleme anlayışına tahammülsüzlük ve özgür düşünceye karşı geliştirilen
olumsuz düşüncelere karşı olmayı içermektedir. Türkiye’de düşünce hayatının çok ileri
düzeyde olgunlaşamaması ile ilgili olarak bu taassubun etkisini ortaya koyarken bu
olumsuz ve ilerlemeyi engelleyici durumun dini ve ideolojik yaklaşımların içerisinde
kendini var etmekte ve Türk toplumunun bu alandaki enerjisini tüketmekte olduğunu
ortaya koymaktadır (Kılıç, 2017: 92). Başgil, klasik muhafazakâr geleneğin etkisinde
yetişmiş ve gençlik dönemlerinin sonuna kadar bu bağlantısını devam ettirmiştir.
Osmanlı/Türk modernleşme sürecinin Cumhuriyet ayağında asıl bilinen liberal
muhafazakâr kimliğine büründüğünü söyleyebiliriz (Demirci, 2017: 29). O, Kemalist
rejim tarafından unutturulmaya çalışılan ve inkâr stratejisine uğratılan İslam inancını
Batı medeniyetinin kullandığı yöntemlerle değerlendirmiş ve insanlara tanıtmaya
çalışmıştır. “Hukuk kültürünü gençliğe sunduğu ahlak aşısı ile tamamlamaya çalıştı.
Vatan sevgisinin ancak ilim aşkı ve fazilet imanıyla gerçek olacağını anlattı. Siyasi ve
hukuki müesseselerin ahlaka dayanmadığı yerde millet kavramının vehimden ibaret
olduğunu gösterdi” (Topçu, 2017: 255). Başgil, erken Cumhuriyet döneminin “modern
epistemik cemaati’nin çalışkan, üretken, cesur bir ferdidir.” Buna rağmen “klasik
İslami epistemik cemaatin” mensuplarına her zaman önem vermiş ve devletin 1950’li
yıllarda liberalleşmesiyle birlikte kendisine yakın bulduğu İslamcı ve dini yönü ağır
basan muhafazakârla birlikteliği söz konusu olmuştur. Ölümüne yakın dönemde
yaşamış olduğu zorluk ve sıkıntılara rağmen akademik kariyeri ve toplumsal konularda
kanaat önderi olarak önem verilen bir aydın profili çizmiştir (Demirci, 2017: 38).
120
hayata ve topluma dair meseleleri sadece ekonomik faktörler üzerinde açıklaması, din
ve diğer felsefik yaklaşımları tamamen etkisiz inanç, düşünce ve kanaatler olarak
görmesi ciddi bir yanılgıdır. Toplumlar salt ekonomik yarar veya bireysel ve toplumsal
ihtiyaçların karşılanması için oluşturulmuş bir “fabrika veya ticarethane” gibi
düşünülemez. Liberal anlayışın da marksist anlayış gibi benzer bir yanılgıya düşerek
toplumu menfaat ve ihtiyaç birliği olarak gördüğünü ifade etmektedir. Ona göre bu
ihtiyaçların ve taleplerin dışında toplumsal yapıyı kuran ve şekillendiren “milli ve
manevi ülküler, hak ve adalet temenniler” söz konusudur (Kılıç, 2017: 94).
121
sağlam ve kendi içinde tutarlı bir eleştiri yaptığını bir kez daha belirtmek gerekmektedir
(Bora, 2014: 94). Cumhuriyet’in fikirsel atmosferi içerisinde çok önemli etkiler bırakan
bir birikimi söz konusudur. “Ortaya birer fikir ve kültür insanı olarak hem Batı’yı hem
Doğu’yu hem klasiği hem moderni hem geleneği hem de yeniyi bilen, buna vakıf, bunu
hazmetmiş, buradan farklı terkiplere ulaşan “kariha”sı geniş kişilerin” ortaya
çıkmasında ciddi bir etkisi olmuştur. (Demirci, 2017: 28). Türk muhafazakârlığı ile
ilgili olarak onun modernleşme ve gelişmeye karşı bir fren oluşturan değil de,
modernleşme sürecini aşırı sonuçlarından soyutlayıp, gelenek ile uyumlu hale getirmek
şeklinde görüşleri mevcuttur. Başgil’in “Türk düşünce tarihi içindeki önemi,
muhafazakârlık ile liberalizmi ahlaki bir düzen arayışı etrafında buluşturmasından
kaynaklanır” (Vural, 2011: 156).
122
Diğer önemli bir şahsiyet Peyami Safa, İnkılapçı ve yenileşme yanlısı bir
pozisyondan, daha önce yenilikler için göstermiş olduğu “iştiyak ve coşkunluk” ile
muhafazakâr bir pozisyona geçmiş olan şahsiyetlerden birisidir (Bora, 2014: 75).
Safa’nın düşünce dünyası dönemsel olarak değişkenlik ve dinamik bir yapıya sahip
olmakla birlikte her dönem içerisinde Türk milliyetçiliği ile ilgili unsurları içerisinde
barındırdığını söylemek gerekmektedir. Bu düşünce yapısını net bir şekilde 1930’lu
yıllarda çıkarmış olduğu “Kültür Haftası” ve çok partili dönem içerisinde çıkarmış
olduğu “Türk Düşüncesi” dergilerinde net bir şekilde görmemiz mümkündür (Aksakal,
2017: 126). Peyami Safa, “Türk İnkılabına Bakışlar” isimli eserinde de bu değişkenlik
ve dinamik olmasına bağlı olarak radikal bir resmi ideoloji yanlısı gibi Kemalist
ideolojinin yapmış olduğu modernleşme hareketlerini milliyetçilik ve medeniyetçilik
arasında ortaya çıkan hareketler arasında değerlendirmiştir (Ayvazoğlu, 2013:223). Eski
Türk müziğinin karşısında batı müziğinin savunmasını yaparken ileriki zamanlarda eski
Türk müziğinin çok fazla ince yönlerinin olduğunu söylediğini görmekteyiz. Bunun bir
başka örneği Türk dili konusunda görülmektedir. 1930’lu yılların sonunda ileri sürmüş
olduğu Türk dilinde sadeleşmeye ilişkin fikirlerini 1940’lı yılların ilk döneminde karşı
çıkarken, aynı dönemin ikinci yarısında çalışmaya başladığı Türk Dil Kurumu’nda bu
konuda yeni dil lehine bir tavır belirlemiş olduğu bilinmektedir. 1950’li yılların ilk
döneminde ise kurumdan ayrılarak tekrar yeni Türk diline karşı konumlanmış olarak
görürüz (Aksakal, 2017: 129-130).
Onun ikinci düzlemi olarak ifade edilebilecek husus olan “Doğu-Batı sentezi”
ise, her türlü meseleden önce küresel olan şeylerin karşısına yereli ve milli olanı koyma
çabasının bir ürünüdür. Milli olanın veya diğer bir deyişle Türk’e ait olanın yok olup
gitmesi endişesi Peyami Safa’nın muhafazakâr milliyetçilik duruşunun ana
unsurlarından birini oluşturur. Hiçbir surette bırakılmaması gereken, onun ifadesiyle
“Doğu’ya has kuvvetli seziş istidadı”, bundan dolayı Doğu-Batı sentezi düşüncesinin,
bir sentez olarak gerçekleşebilmesi durumunun ön koşulu olarak ortaya çıkmaktadır.
Ona göre sentezle ilgili ikinci ön şart ise “bizde çok fazla bulunmayan Batılı sayısal
zekâya sahip kafalardır” (Yıldız, 2011: 210). Safa Batı medeniyetini rasyonel aklı ve
bilimi temsil eden; Doğu’yu ise, bilgelik maneviyat ve ruhu temsil eden olarak
sınıflandırmaktadır. Batı’nın akıl’a ve maddeye aşırı bir değer veren pozisyonda
olduğunu doğunun ise maneviyata fazlasıyla önem veren bir pozisyonda olduğunu ifade
123
etmektedir. Tüm insanlığın sorunlarının çözümü için önerisi ise maddeci anlayışla
ruhçu-maneviyatçı anlayışı birleştirilmesi şartıyla gerçekleşecek bir Doğu ve Batı’nın
sentezlenmesi durumudur. Onun bu sentez anlayışındaki amacı doğu ve batının
kurtarılmasından ziyade kendi ifadesiyle “devrim yobazlığıyla irtica arasına sıkıştığını
söylediği Türk inkılabını kurtarmak” olarak söylenebilir (Aktaşlı, 2011: 156). Safa,
Ziya Gökalp’ten sonra muhafazakâr sentezciliğin önde gelen düşünürü olmuştur. Ziya
Gökalp yaptığı hars-medeniyet sentezinden farklı olarak safa Doğu-Batı sentezi
düşüncesini yaklaşımının merkezine almıştır. Bir başka bakış açısı da, Necip Fazıl
çıkarmış olduğu “Büyük Doğu” dergisinde ortaya koymuş olduğu “doğuculuk” anlayışı
olarak söylenebilir. Her İki ideolojik yaklaşımın temelinde kültüralizmi adı verilen
anlayış yatmaktadır. Bu dönem içerisindeki Türk muhafazakâr düşüncesinde kültürelci
boyutu olan “kültür emperyalizm”i tartışmaları çok revaçtadır (Mollaer, 2016: 106).
124
Erken cumhuriyet dönemi muhafazakârlarının genelinde olduğu gibi, Peyami Safa
da 1930’lu yılların kendine has siyasal ve sosyal iklimi içerisinde, kendisini klasik bir
cumhuriyetçi muhafazakâr olarak tanımlamıştır. 1930’lu yılların genel geçer
muhafazakâr anlayışı milliyetçi esintileri içerisinde barındıran bir muhafazakârlıktır.
Safa da dâhil olmak üzere bu dönemin muhafazakârları din ile pozisyonları bağlamında
Kemalist anlayışın getirmiş olduğu laikliğe çok fazla yakındırlar. Üstelik Safa’nın,
Anadolu’nun kültürel kapsamda tekrar keşfedilmesi ile ilgili dikkate değer bir çaba ve
çalışmasına rastlanmaz (Yıldız, 2011: 210-211).
Peyami Safa’ya göre, 20. Yüzyılın getirdiği acılar ve savaşlar rasyonel aklın ve
bilimin her şeye çözüm bulabileceği ve tüm insanlığa mutluluk, esenlik ve barış
getireceği düşüncesini yıktı. Peyami Safa, “ilk olarak Fatih-Harbiye romanında ortaya
koyduğu Doğu-Batı sentezi fikrini daha sonra Kültür Haftası dergisinde yayımlanan
‘Seziş, Tahlil, Riyaziye’ ve ‘Şark-Garp Münakaşasına Bir Bakış’ adlı makalelerinde,
ardından Türk İnkılabına Bakışlar’da savunmuş, aynı görüşü Türk Düşüncesi
dergisinde ise mistisizmin daha ağırlıklı bir yer aldığı bir tez haline getirmişti. Bu teze
göre, Batı’yı temsil eden madde, insanda karşılığını nefs olarak buluyordu; Doğu ise
125
ruhtu. Bu bakımdan hepimiz aynı zamanda hem Doğulu, hem Batılıydık. Doğu, Batı’nın
maddeden hareketle gerçekleştirdiği hamlelere; Batı ise Doğu’nun ruhuna ihtiyaç
duyuyordu. O halde Doğu-Batı sentezi bizim, yani bütün insanların tarih ve ruh
yapısıydı, kaderimizdi. İnsan, bütünlüğünü ve tamlığını ancak bu sentezde bulabilirdi”
(Ayvazoğlu, 2013: 236).
Pratik toplumsal yaşam koşullarının teorik bilgiye karşı üstün olduğunu kabul
eden muhafazakâr düşünce, çelişki olarak ifade edilebilecek bir tarzda, maddi hayat
şartlarının dönüştürücü etkisi ile ilgili olarak kayıtsız bir tavır takınmışlardır. Bu
çerçevede onlar için çok değerli olduğunu ifade ettikleri hayatı anlamak konusunda
yetersiz kaldıkları söylenebilir. Muhafazakâr düşüncenin bu noktadan hareketle
ekonomik konuları anlama konusunda kısıtlı oldukları da aşikârdır. Türkiye’de sözünü
ettiğimiz bu mesele çerçevesinde en fazla görüş beyan eden muhafazakâr düşünürlerden
biri olarak Peyami Safa’nın, 1950’li yıllarda gerçekleşen ekonomik koşulların çok hızlı
bir şekilde değişimi aşamasında ortaya çıkan “ahlak buhranı” konusunu anlatan birçok
makale yazdığı görülmektedir. Bu mesele çerçevesinde Safa’nın toplumsal hayat
içerisinde gerçekleşen ahlaki çöküntü konusunu ekonomik nedenler üzerinden
açıkladığı anlamına gelmemektedir. Safa’nın tek parti döneminde ortaya çıkan “Kadro”
dergisi çevresine göstermiş olduğu tepki bu yaklaşımından kaynaklanmaktadır.
Safa’nın, “bir kültür ve medeniyet hamlesi” olarak tanımladığı Kemalist anlayışı
ekonomik temelden hareketle yorumlamaya çalışan “Kadro” hareketini eleştirirken
ekonomik konulardaki zayıf görüntüsü söz konusudur (Mollaer, 2016: 107). Ona göre
geçmişimizi değerli kılan onun günümüzde sosyal ve toplumsal hayat içerisinde
varlığını devam ettirmesidir. “Muhafazakâr düşünce paralelinde geçmişle bugün
kıyaslamasında bugünü öncelemektedir. Burada hem geçmişten hem de gelecekten bir
kopuş söz konusudur” (Dayı, 2014:132).
Peyami Safa’nın gerçekleri apaçık bir şekilde dile getiren kalemi, “Türk
İnkılabından evrensel önemde, dünyayı değiştirici bir cevher çıkarma iddiasından,
inkılapların yanlışlarına ve “aşırılıklarına” karşı şiddetli bir tepkiye yönelmiştir.
1938’de yayınlandığı Türk İnkılabına Bakışlar ’da, Türk İnkılabının, “varlığının ve
ruhunun en büyük işkencesini oluşturan” Doğu-Batı arasındaki sıkışmışlığını aşacak
bir yeni medeniyet kurma kabiliyetini vaaz eder” (Bora, 2014: 76). Peyami Safa burada
da görüldüğü gibi gözle görülür bir değişim içindeydi (Ayvazoğlu, 2013: 234). 1940’lı
126
yılların ortasından itibaren cumhuriyetçi, inkılapçı ve laik kesimden uzaklaşmaya
başladı. İlk Olarak CHP’den seçildiği milletvekilliği görevinden ayrılarak mecliste
bağımsız faaliyet gösterdi. Buna neden olarak da Cumhuriyet rejimi tarafından yapılan
inkılapların manevi tarafının olmadığını düşünmesidir. CHP’nin meşhur 7.
Kurultay’ında Safa, türbelerin yeniden açılması gerektiğini savunmuştur; ona göre
“türbeler, milletin efradını birbirine bağlayan bin senelik akidelerdir.” 1949’da Türk
Ocakları’nın tekrar faaliyete geçtiği gün yaptığı konuşmada Atatürk’ün 10. Yıl
Nutku’nda “Kültürel bir Restorasyon” gerektiğini ifade etmektedir. “İnkılabı
insanların ağzını bozmayacak şekilde makul ölçülerde bırakmak gereklidir” ifadesi
onun yeni yaklaşımını özetleyecek bir ifadedir (Bora, 2014: 76). 1950’deki milletvekili
seçimlerinde Bursa ilinden CHP milletvekili adayı oldu ve seçilemeyince, seçimden bir
süre önce yazmaya başladığı Ulus’ta bir süre daha devam ettikten sonra 1953’ün Aralık
ayı itibariyle Türk Düşüncesi dergisini çıkartmaya başlamıştır. Bu dönemde Demokrat
Parti’yle çok ciddi bir yakınlaşma süreci içerisine girmişti. Safa’nın çıkarmaya başladığı
Türk Düşüncesi dergisinin temel amaçları; Batı medeniyetine ait fikir akımları ile
sürekli bağlantı içinde olmak, inkılap-irtica gerginliği içerisinde sürdürülen rejim
sorununu bilimsel veriler çerçevesinde gerçek bir fikir davası düzeyine ulaştırmak,
düşünsel dünyamızdan sahte fikir ve değerleri kurtararak gerçekliğe ulaşılmasını
sağlamak, Türkiye’de başlayan büyük tarım faaliyetlerinin meselelerini incelemek ve
bunlar üzerinde uzman görüşlerine başvurmak, bizden sonraki nesillere gerçek liyakat
durumuna göre gelecek imkânı hazırlamak şeklinde sıralanabilir (Ayvazoğlu, 2013:
234). Onun, Romantik bir özelliği, dini bir nitelikten uzak bir mistisizm düşüncesini
savunmasıdır. Gerçi dine yapılan göndermeler asla ihmal edilmez; ancak bu mistik
yaklaşımın öznesi, “otantik” din kaynaklı tecrübe değil, insani ruhsal melekeler, duygu
ve sezgi gücü, sonuç olarak mistik-özne insan olarak söylenebilir (Bora, 2014:77).
127
Peyami Safa’nın yaşamı genellikle bu dönemde yaşayan Türk muhafazakâr
düşünürlerinin hayatlarıyla çok ciddi bir şekilde örtüşmektedir. Onun hayatında sürekli
tekrar eden trajediler, toplumsal yaşama dair tereddütler ve siyasal hayat konusunda
“gel git” durumları söz konusudur (Aksakal, 2017: 125). Safa’nın topluma karşı
dillendirmiş olduğu Müslüman-Türk-Muhafazakâr söyleme karşın kendi yaşamında
birçok gelgitler ve tutarsızlıklar yaşadığını ifade etmeliyiz. Buna hayatından birkaç kesit
vermek gerekirse “Bir Tereddüdün Roman’ında bazı izlerini gördüğümüz üzere,
bohemliği, onun uyuşturucu-kokain âlemlerine katılmasını olağanlaştırmıştır”
(Aksakal, 2017: 132). 1930’lu yıllarda onu, bugün bile muhafazakâr düşünce tarafından
uygun görülmeyen, güzellik yarışmalarında jüri üyesi olarak görmekteyiz (Aksakal,
2017: 132-133).
128
içine düştüğü kuruluktan kurtaracak felsefi düşünceyi ararken, Peyami Safa’dakine
benzer bir teorik ve soyut mistisizme de yanaşır (Bora, 2014: 90).
Nurettin Topçu, muhafazakâr, milliyetçi veya İslamcı olarak tanımlayan çok farklı
toplumsal grubun içerisindeki insanların düşüncelerine etki etmeyi başarmış kendine
has bir entelektüel kişilik olarak bilinmektedir. Muhafazakârlara kendi benliklerini,
kültürlerini ve geleneklerini koruyarak kendileri olarak kalmaları gerektiğini,
Tanzimat’tan itibaren yaşanan, kendi deyimiyle “köksüz”, “taklitçi” değişim sürecinin
karşısında benliklerini muhafaza etmelerini ve bu değişim sürecini olması gerektiği
şekilde yürütmelerini önermiştir. Muhafazakâr kesimin kendi geçmişinden ve
birikimlerinden köklerinden olması gerektiği gibi verimli bir şekilde yararlanmadığını
vurgulamaktadır. Üstelik aynı kesimin bu geçmişten kopma veya dejenere olma
durumunun en baştan itibaren sorumlusu olduğunu da ifade etmekten çekinmemektedir.
Rönesans tecrübesine atıfla bir toplumun kendisi olmaktan başka bir çaresinin
olmadığına, ancak kendi köklerini ve değerlerini temel alarak ve özünü kaybetmeden
değişmenin önemini vurgulamıştır. “Bir ahlak düşünürü olarak Nurettin Topçu, İslam
yorumu, Anadoluculuk ve milliyetçilik düşüncesiyle Türkiye’de muhafazakâr
düşüncenin gelişmesine ve bu düşünceye bağlı olan pek çok insanın yetişmesine” çok
ciddi katkılar sağlamıştır (Akın ve Meşe, 2013: 142). Toplumların geçmişlerini
oluşturan bütün eski hareketler, eski eserler ve fikirler, ona bir zincirin halkaları gibi
birbirine bağlı olmaktadır. Topçu’nun ifadesiyle “Ben babama, o da Kosova'nın
kahramanına ve Yıldırım Han'a bağlanır. Bunların ruhu ise Yunus'larla
Alparslan'lardan geçerek, Hazreti Muhammed'e kadar uzanan zincirin, bize daha yakın
bulunan halkalarını teşkil ederler. Bizim bu atalarımızın varlığı geçmişten ibaret bir
bütün teşkil ederek, bizim ruhumuz, bizim dimağımız olmuştur. Millet, bir büyük dimağı,
böyle büyük bir ruhun adıdır” (Topçu, 2018a: 116-117). Onun gerçekleşen haliyle
modernleşmeye ve Aydınlanmanın pozitivist anlayışına bakışı olumsuzdur. O,
Batılılaşma ile ilgili olarak “Taklidin cezasını çektik. Batı edebiyatı realizme açıldı; onu
da taklide karar verdik. Servet-i Fünuncuların soluk benzi, hasta bir vücuda eklenmiş
taklitçi simalardır. Flaubert, Madame Bovary’i yazar, bir kasabalının aile hayatında
açılan yaraya dokunmakla Fransız ruhunu, gelecek asra da miras kalabilecek sefaletini
canlandırır. Halit Ziya Uşaklıgil Aşk-ı Memnu’unda bu eseri kopya etmek ister, elinde
bir iskelet, bir kelime yığını, cansız bir şişirme kalır. Garp düşüncesi pozitivizmi ortaya
129
koydu; biz hemen, dokunduğundan başkasına inanmayan körler gibi, pozitivist
oluverdik. Bu şaşkın hamlede öyle ileri gittik ki Garbın ve insan düşüncesinin iki bin
yıllık çocuğu olan metafiziği bir yumruk darbesi ile hocaların kucağına fırlattık. Bu da
taklidin şaşkınlığına bağışlanmalıdır.” demek suretiyle bu bakış açısını ortaya
koymaktadır (Topçu, 2019a: 167).
130
sonunda elde edilen her şeyi yıkıp devirmek veya ortadan kaldırmak değil. Eğer bu
şekilde davranmazsak bizden sonra gelen nesiller de bizim gerçekleştirdiğimiz
yeniliklerin ortaya çıkardığı eserleri de aynı şekilde ortadan kaldıracaklardır. Eğer
dilimizle ilgili hayatın normal seyrinde devam eden tedrici bir değişim süreci
benimseniş olunsaydı, “bugün Fuzuli’leri ve Nedim’leri, Süleyman Çelebi’leri ve
Yunus’ları geride bırakacak sanat harikasına sahip olmamız lazımdı. Eğer Sinan’ların
ve Selçuklu sanatının izlerinde ilerlemiş olsaydık, bugün karakter sahibi büyük bir
mimari sanatımız olacaktı. Eğer Alparslan’ların ve Gazi Osman’ların, Yavuz
Selim’lerin ve İbni Kemal’lerin ahlak yapılarının ebediyete götüren tekâmülünü takip
etmiş olsaydık yeni Haçlı ve anarşist slav ruhunu içimizde bir gün bile barındırmazdık;
değil ki ona teslim olmak.” Bu anlamda milliyetçiliğin sonuç olarak her zaman
muhafazakâr bir yönü mevcuttur (Topçu, 2019a: 158).
131
düşünmek de öylece abestir. O, varlığımızın her an yenilenmesi ve kendi kendisini,
daima sonsuzluğa yöneltme isteğiyle yeniden yaratmasıdır” demektedir (Topçu, 2019a:
25).
9
Muhafazakâr bir entelektüel olarak Batıcılaşma konusunda yapay ayrımların yapılamayacağını ve kendisinin de
Hıristiyan mistizmini öne çıkaran, sanata, bilime, kültüre, doğaya, mimariye, insana değer veren, sanayi karşıtı
Batı’ya hayran olduğunu ifade etmeye çalışmaktadır. Topçu’nun karşı olduğu bugünkü Batılı özelliklerdir. Batı’dan
teknik alarak kalkınmak mümkün değildir. Kalkınmak için ya Batı’yı her şeyi ile bir bütün olarak aktarmak veya
Batı’yı reddederek kendi yapımıza uygun teknik oluşturmak gerekmektedir.
132
sonucu olarak sermayeye, zengin kesime, kozmopolitizme faşizan boyutlara varacak bir
tavrı vardır. Devlet otoritesini olmazsa olmaz olarak görür fakat aşırı devlet yanlısı
kişilere karşı şüpheyle yaklaşır. Aslında bilge kişilerin yönettiği otorite sahibi bir
yönetimi isterken, şehir hayatını yaşanılmaz bulur ve kırsal hayatı “Asıl” hayat olarak
kabul eder. Ona göre teritoryal yaşam ruh ile maddenin uyum sağladığı tek yaşam
tarzıdır (Bora, 2014:91).
133
etmekten çekinmeyen şuursuz bir gidişin akıbeti ne olabilir? İngiltere ile Fransa’nın
karşısında, eski büyüklüklerini kaybetmiş olan birçok Doğu milletleri bu sonuncu
durumun bedbaht şampiyonlarıdır. Bu yol, böyle hatalı bir ilerleyiş iddiasının,
modernleşme vehminin egzersizini bol bol yapan cemiyetleri, komünizmin ta kucağına
kadar götürdü. Büyük milletler muhteşem mazilerinin sahibi oldukları için, daima
büyük millet olarak kaldılar. Bin yıllık tarihine kuvvetle dayanan milletimin son bir
buçuk asırlık ıslahat hareketlerinde tuttuğu yolun, bugünkü uçuruma sürüklendiğini
görüyoruz” (Topçu, 2019a: 169). Nurettin Topçu, toplumsal hayat içerisinde eskiye ait
her şeyin katı bir şekilde muhafaza edilmesini savunan taassup anlayışı ile taklitçi bir
anlayış ile oluşturulan yeninin muhafaza edilmesini savunan taassupçu yaklaşımın her
ikisinin de toplumsal yapıyı parçalayıcı etki yaptığını ifade etmektedir. Bu
yaklaşımlardan her ikisini de karşı konumlanmış ve sert bir eleştirel tutum
benimsemiştir. Topçu, muhafazakâr anlayışın sadece eskiyi muhafaza etmek şeklinde
anlaşılmaması, jakoben ve tepeden inmeci bir şekilde gerçekleşen değişim anlayışına
gösterilecek tepkininde bu kapsamda değerlendirilmesi gerektiğini ileri sürmektedir.
Türk muhafazakârların genel olarak eskiyi yalnızca eski olduğu için koruma ve sahip
çıkma güdülerini eleştirmektedir. Bunun yanında “bir şey eskiye aitse terk edilmelidir”
anlayışını da aynı tarzda doğru bulmadığını net bir şekilde ortaya koymaktadır (Akın ve
Meşe, 2013: 145-146). Bu yaklaşımı kendi ifadesiyle şu şekilde açıklamaktadır: “Eski
dediğimiz mazi, bizim seciyemizin sanatkârı, hatta şuurumuzun yaratıcıdır. Mazinin
bittiği yerde millet biter, insan bite, izan biter, nihayet bulurlar. Millet, tarihinden
ibarettir. Onu tarihinden sıyırınız, insan sürüsü kalır. Eskinin bize devrettiği unsurların,
bolluğu, zenginliği nisbetinde, meydana gelen yeni eser canlı ve devamlı olur. Eskiden
bir şey olmadan yeni eser yapmaya kalkanlar ölü varlıklar ölü, vicdanları ölü, kendileri
de canlı ölülerdir” (Topçu, 2018a:116). Bu şekilde kaynağını geçmişinden alan bir
değişim anlayışını savunmaktadır (Akın ve Meşe, 2013: 145-146). Onun deyimiyle
“kendi mazimizin, kendi kaynaklarımızın mahsulü olan kültürü, Garbın ve bütün
insanlığın büyük eseri olan metotlarla yoğuracağız. Buğdayı kendi tarlamızda
yetiştireceğiz. Bu eser bizim olacaktır. Şimdi hadiselere tatbik edelim: İlim birdir, ama
iradeler değişik, kabiliyetler başka. Aynı ilim araştırmasını yapan Alman âlimi
sentezcidir. Fransız analizcidir, Anglo-Sakson tenkitçidir. Bu adamlar, hep müşterek
134
temel olarak, Yunan düşüncesinden hareket ettiler ve sonunda kendilerini buldular”
(Topçu, 2019a: 172).
135
İslam’ın öğretilerinden alırken tasavvuf düşüncesinden de etkilendiğini söyleyebiliriz
(Vural, 2011:160).
Topçu, muhafazakâr düşünce içerisinde yer ala diğer düşünürlerden farklı olarak
medeniyet ve kültür ayrımını benimsememektedir. Aynı şekilde o, teknolojiye
indirgenmiş olan maddi uygarlık ile ilgili hususların alınması şeklindeki yaklaşımı da
kabul etmez. Kültür ile uyumlu olabilecek teknolojilerin alınmasını savunurken uygarlık
ile kültür karşıt olarak gördüğü için batı uygarlığının alınmasına şiddetle karşı
çıkmaktadır. Bu bağlamda gerçekleşecek modernleşme sürecinin üstesinden gelinmesi
gereken bir sorun olduğunu ifade etmektedir. Sanayileşme ile beraber üretim
süreçlerinin içerisindeki insanları birer makine gibi gören anlayışı eleştirirken insanların
bu durumdan kurtarılması gerektiğini savunmaktadır. Bu noktadan hareketle
sanayileşme karşıtlığı üzerinden kapitalizm karşıtı tavrını net bir şekilde ortaya
koymaktadır (Vural, 2011:160). Topçu’nu teknoloji ile ilgili bu anlayışına göre teknik
136
gelişmenin varlığı sonucu toplumsal hayat içerisindeki insan ruhunu ve duygularını
kaybetmektedir. Bu süreci ortadan kaldıracak şey kültürün muhafazası ile beraber
gerçekleşecek teknik ilerlemedir. Ona göre, teknik ilerlemenin kültür kavramından
farklı düzlemde ele alınması ise söz konusu olamaz. Türk muhafazakârları ülkenin
teknolojik olarak ilerlemesi için Batı’dan tekniğin alınması şart koşarken, Topçu genel
olarak teknoloji ve sanayileşme karşıtı olarak konumlanır (Kaçmazoğlu, 2016:116).
Topçu, şehir yaşamının çirkin ve toplumsal yapıyı bozan yönde etki gösterdiğini
söylerken, kırsal yaşamı değerli görmektedir. Çünkü kırsal yaşamda ruh ve madde
uyumu şehir hayatında olduğu gibi bozulmamıştır (Vural, 2011:160).
137
ifadesiyle, Osmanlı’nın son birkaç yüzyıllık döneminde batı medeniyetinin gerisinde
kalmamızın nedeni olarak ortaya konulan fikirlerin çok kısır çözümler olması
görülmüştür. Bu dönemde en son çözüm olarak batı eğitim sisteminin çözüm olacağı
inancıyla maarif sistemimizi tamamen batılılaştırmışlardır. Bulunan bu çözüm her
şeyden önce kendi varlık sebeplerimizden uzaklaşma sonucunu doğurmuştur. Bir asır
boyunca İngiliz, Alman, Fransız kültürü ile eğitim sistemine bağlandıktan sonra son
olarak Amerikan eğitim sistemine geçme konusunu dillendirmişlerdir. Amerikan maarif
sistemi tüm insanlık için bir musibet olarak söylenebilir ki, kapitalist ticaret üzerinden
ülkemize de girmiş bulunmaktadır. Bu sistemin şu ana kadar bozucu etki yapmadığı
hiçbir sivil hayat alanı kalmamıştır. “Bin yıllık şan ve şeref olaylarıyla dolu tarih sahibi
bir milletin bu kadar kısa zamanda bütün geleneklerinden ve kendi özel yapısının
soyunup sıyrılması dikkatle üzerinde durulmaya değer bir olaydır. Bu, hakikat aşkının
kaynağı olan din idealini bayağı bir kazanç ve menfaat realitesi halinde tanıtan din
adamlarının ihaneti eseri olmuştur” (Topçu, 2019b:31).
138
ile toplumsal hayat içerisinde yenilenme anlayışı sadece muhafazakârlara dönük bir
çağrı olmaktan ziyade tüm toplumsal kesimlere yapmış olduğu bir çağrı olarak ifade
edilebilir. Ona göre geleneksel kültürü muhafaza etme kaygıları bakımından toplumsal
hayat içerisinde ortaya çıkan yabancılaşma karşısında kendisi olmaya ve kalmaya en
yakın anlayış muhafazakâr düşünce olmaktadır. Topçu, bunun yanında geleneksel ve
geçmişe ait olanı salt bu durumlarından dolayı kabul eden ve korumaya çalışan
kesimlerden de rahatsızlığını ortaya koymaktadır. O, muhafazakârları İslam ahlakı ile
ahlaklanmış bir şekilde sosyal ve kültürel platformlarda yer tutarak hayatın içeriğini
dolduracak kişiler olarak görmektedir. Onun çağrısı modernleşmenin ortaya çıkardığı
değişime karşı salt eskiyi muhafaza etme anlayışı üzerine bina edilen ve toplumu
atomize eden bir hayata karşı yapılan bir çağrıdır. “Olması gerektiği gibi kendin ol”
ifadesiyle ortaya konulabilecek bu çağrı Türk muhafazakâr düşüncesine karşı eleştirel
bir katkı olarak değerlendirilmelidir (Akın ve Meşe, 2013:153-154).
139
etkilenmiş olan bir nesilden gelmektedir (Özcan, 2013: 156). Baltacıoğlu, II.
Meşrutiyet döneminde aydınlar arasında çok hızlı bir şekilde yayılmaya başlayan
milliyetçilik ideolojisine ilgi duymaya başlamıştır. Bu milliyetçilik düşüncesine eğilim
duymasında ailesinin duygusal etkisi özellikle de babasının vatansever yaklaşımları
etkili olmuştur (Kaçmazoğlu, 2016:90).
140
etmektedir. Bu nedenle, Batı’ya Doğru kitabında bahsettiği temel tez, Batı’nın tekniğini
almaya doğru olarak okunmalıdır. Onun ifadesiyle kültürel yapı millidir; medeniyet
dediğimiz kavram uluslararasıdır. Kültür milli bir topluluk içerisinde belli süreçler
içerisinde kendiliğinden doğar, fakat medeniyet bir çaba sonucu ortaya çıkarılabilir.
Ona göre “Millet demek için hem ayrı bir kültüre hem de başka milletlerle ortalama bir
medeniyete sahip olmak gerekir” (Kaçmazoğlu,2016:95). Baltacıoğlu, eğitim ile ilgili
olarak muhafazakârlar tarafından kabul gören genel yaklaşımların dışında düşünceler
ortaya koymuş olsa da, günümüzde eğitim ile ilgili ortaya konulan değerlere
baktığımızda onun yaklaşımlarının muhafazakâr nitelikler taşıdığı görülmektedir
(Özcan, 2013: 168).
141
doğrultusunda onun muhafazakârlara daha yakın durduğunu söyleyebiliriz (Özcan,
2013:159-160). Baltacıoğlu’nun da içerisinde olduğu erken Cumhuriyet dönemi
muhafazakârları arasında Batı medeniyeti ile ilgili iki farklı sınıflandırmaya gidilmiştir.
Bunlardan birincisi materyalizm anlayışına sahip emperyalist Batı. İkincisi ise ruhçu ve
kültürcü anlayışa sahip muhafazakâr düşünceye sahip Batı olarak söylenebilir. Bu iki
sınıflandırmadan birinci grupta Batı’ya karşı çıkılırken ikinci grupta kültürcü-ruhçu Batı
konusunda sahiplenici bir düşünce ortaya konmuştur (Kaçmazoğlu, 2016:103).
Cemil Meriç’e ait çalışmalar Türk siyasal hayatındaki “Romantik Kültür”ün dile
getirildiği temel eserler olarak 1970’li yıllarda kitaplaşarak farklı düşüncelere sahip
toplumsal kesimlerin tamamına ulaşmıştır. O, yapmış olduğu çalışmalarda bazı
zamanlar aşırı abartı olarak ifade edilebilecek türden ifadeler kullansa da düşüncelerini
ifade ediş tarzı ve kültürel birikimiyle kendine has bir düşünce adamıdır. Çok zengin bir
dil kullanmakta ve Osmanlıca ifadelere çok sık yer vermektedir. Meriç, cumhuriyet
dönemi resmi ideolojisine yakın duran ve kendilerinin Batıcı olarak lanse eden kişilere
karşı Doğu’yu sahiplenen bir anlayışa sahiptir (Aksakal, 2017;98-99).
Meriç, öze dönüşü sürekli olarak savunan düşünce adamıdır; burada öze dönüşün
yolu olarak da geleneğin yeniden canlandırılması fikrini ön plana almaktadır. Fakat
142
onun muhafazakârlık anlayışındaki farklılık geleneğin yeniden canlandırılmasından
değil medeniyet yaklaşımındaki farklılıklardan ileri gelmektedir. Ömür boyu okumayı
kendine yaşam felsefesi olarak benimsemesi; Batı ve Doğu medeniyetlerini enine
boyuna irdeleme ve her iki medeniyeti mukayese etme imkânı sunmuştur.
Çalışmalarında Batı medeniyetinin ortaya çıkarmış olduğu olumsuzlukları eleştiren
Meriç, Modernleşme/Batılılaşma adı altında yapılmaya çalışılan yanlışları “Işık
Doğudan Gelir” ifadesiyle ortaya koymaya çalışmıştır. Medeniyetle ilgili kurguladığı
yaklaşımları temellendirirken en fazla değer verdiği Batılı bilim adamının Toynbee
olduğu söylenebilir (Keskin ve Palabıyık, 2014: 99-100). Cemil Meriç'in medeniyetle
ilgili geliştirmiş olduğu özgün anlayışa göre insan beyninin yarısı Doğu medeniyeti
diğer yarısı ise Batı medeniyetidir. Ona göre ‘ışık doğudan gelir’ prensibi
doğrultusunda Doğu medeniyeti çok uzun dönemler boyunca Batı’yı dizayn etmiştir. Bu
bağlamda Doğu ve Batı medeniyetinden bir tanesini kavramak için diğer tarafı da
anlayarak özdeşim kurmak gerekmektedir. Bu düşünce şekli Meriç’in içinde bulunduğu
aydın kesime çok uzak bir tondadır; çünkü genel olarak bakıldığında Tanzimat’tan
itibaren medeniyetin kaynağı olarak Batı’yı gören ve Doğu’yu yok sayan veya yadsıyan
bir aydın prototipi söz konusudur. Türk muhafazakâr aydının serencamı Meriç’in çizmiş
olduğu profilden çok uzaktır. Canatan’ın ifadesiyle “O, ortalama Türk aydınından her
zaman daha ileride ve zamanına karşı daha mesafeli olmuştur. Beli onu, yüzlerce
aydından daha popüler, ilginç ve aykırı kılan da bu noktadır” (Canatan, 2010:47).
143
göre Batılılaşmadan anlaşılması gereken şey Batı medeniyetini seçmeci bir şekilde ele
alarak iyi, doğru ve güzel olanın alınması, işe yaramayan unsurların ise alınmaması
demektir. Çünkü Batı medeniyeti toptan alınması veya referans kabul edilmesi gereken
bir şey olmaktan uzaktır. Onun deyişiyle Batı medeniyetinin net görülmesi ve ortaya
koyulması gereken birden fazla yönü vardır; Batı medeniyetinin felsefi, ilmi ve edebi
yönünün yanında dini, ekonomik ve sosyolojik yönleri de söz konusudur. Daha açık bir
ifadeyle tüm yönlerinin yanında Batı Hristiyan, Sömürgeci ve sınıflı bir toplumsal
yapıdadır (Çağan, 2010:143). Ona göre bir medeniyetin tek yönlü olmaktan ziyade
birden fazla boyutunun söz konusu olması onun gelişmişliğinin göstergesidir. Cemil
Meriç’in medeniyet analizlerinin temelinde yer alan Doğu ve Batı
kavramsallaştırmasının çok daha net bir şekilde anlaşılabilmesi için iki kavram çifti
önem arz etmektedir: irfan-kültür ve medeniyet-ümran. Meriç’in İslami olan Doğu’yu
Batı medeniyetinin karşısında konumlandırırken kullandığı irfan kavramıdır. “İrfan
kelimesi Meriç sosyolojisinde de muhafazakârlığında da önemli bir yer tutmaktadır,
onun genel tabiri ile konuşacak olursak kültür Batı’yı, irfan ise Doğu’yu temsil
etmektedir. Lakin Doğu dediğimiz sadece İslami coğrafyadan ibaret olan bir toprak
bütünlüğü ya da inanış tarzı değil, tüm coğrafyayı içine alan bir gerçekliğe” karşılık
gelecek bir şekilde kullanılmaktadır (Keskin ve Palabıyık, 2014: 101). O, çok net bir
ifadeyle tarihimize, geleneğimize ve değerlerimize yabancılaşmadan, gerek Doğu
gerekse Batı’yı gerçekten idrak ederek, geleneğimiz ve mazimizden çıkarak bilim ve
irfan üretebilme konusunda genç nesillere paha biçilmez bir entelektüel miras bırakmış,
mümtaz bir şahsiyettir (Bıyık ve Acar, 2014: 87).
144
edilmelidir. Osmanlı’da emperyal amaçların olmamasının yanı sıra kapitalizmin ortaya
çıkardığı sınıfsal bir toplumsal yapı bulunmamaktadır. Meriç’e göre Osmanlı’nın
kuruluşundan itibaren oluşturduğu sosyal, içtimai ve ekonomik düzen sosyalizm’ in
ortaya koyduğu tüm ütopyaları aşan bir cennet olarak değerlendirilebilir (Aksakal,
2017;101).
Cemil Meriç’in anlayışı Batı’nın, Doğu’ya diktiği deli gömleği eleştirisi üzerinden
şekillenmiştir. Meriç’in yaklaşımını şekillendiren bir başka unsurda eserlerinde öne
çıkarmış olduğu gelenek kavramıdır. Ona göre muhafazakârlığın temel yapı taşı toplum
içindeki yerleşik inanç ve uygulamalarda görülen gelenek olarak ifade edilebilir. Ayrıca
Meriç’inde içerisinde olduğu muhafazakâr düşünürler, gelenekler arasında tutarlılığın
sağlanması konusuna çok büyük önem vermektedirler. Meriç’in bu konudaki anlayışı
genel olarak yerli değerlerin oturtulması ve bunların millileştirilmesi olarak olmaktadır.
Batı medeniyeti ile mücadele edilmek isteniyorsa bu ancak toplumsal hayat içerisinde
geleneklerin yeniden diriltilmesi ile söz konusu olabilir (Keskin ve Palabıyık, 2014:
107).
Cumhuriyet dönemi inkılaplarına karşı çok sert bir yaklaşımı söz konusudur.
CHP’nin tek parti dönemimi de aynı sertlikte değerlendirmektedir. Tek parti bilincimize
adeta çelik bir korse giydirmişti. Meriç’in her zaman dile getirmiş olduğu Kemalizm
karşıtı duruşu, muhafazakâr kesim tarafından en az medeniyet düşüncesi kadar rağbet
görmesini sağlamıştır (Aksakal, 2017: 104). Erken Cumhuriyet dönemini, Tanzimat ile
başlayan ve Cumhuriyet döneminde de artarak devam eden yanlış Batılılaşma nedeniyle
eleştirmektedir. Bu dönemde Batılılaşma anlayışı devletin resmi ideolojisi olarak öne
çıkmaktadır. Fakat Meriç’e göre bu Batılılaşma anlayışı da, tıpkı Osmanlı’daki
Batılılaşma anlayışı gibi şekilsellikten öteye geçememiştir. Cemil Meriç, erken
Cumhuriyet dönemine dönük yapmış olduğu eleştirilerinde o dönemin siyasi elitlerinin
isimlerini çok fazla zikretmez. O dönemin muhafazakâr düşünürlerinin bu tipik özelliği
Meriç’te de vardır. Bu tavır, siyaset ve iktidar kavramları çerçevesinde temkinli ve
bilinçli bir eylemlerdir. Ama nadiren de olsa Atatürk’ten bahsettiği görülmektedir
(Çağan, 2010:140-142).
145
toplumumuzda var olan cevherin bizzat kendisidir (Bıyık ve Acar, 2014: 87). Çağan’a
göre “Cemil Meriç kendini yerli sayan, nitekim de öyle olan bir Türk entelektüelidir.
Ancak saf, duru bir yerlilik değildir bu. Sentezlerle, imkânsızların izdivacıyla var ettiği
bir yerliliktir bahse konu ettiği yerlilik. Her bir elinden başka bir yön vardır. Bir yanda
Batı, bir yanda Doğu. Kimi zaman Batı'dan Doğu'ya; kimi zaman da Doğu'dan Batı'ya
durmadan, usanmadan su taşır. Düşüncenin, bilginin, felsefenin ve sanatın öz suyunu.
Ayıklayarak, seçerek aldığını söylüyor. Ancak elindeki endaze ne kadar iyi çalışıyor?
Yanıldığı çok oluyor kuşkusuz” (Çağan, 2010:144).
Medeniyet kavramını literatürümüze sokan ilk Türk aydını olan Şinasi Efendi’den
farklı olarak yaklaşık yüz yıl sonra Cemil Meriç çok farklı şeyler söylemektedir. Şinasi,
devletin kurtuluşunu ve medeniyet sahibi olmayı yeniliklere ve reformasyona
bağlarken, Meriç ise eski nizamın tekrar uygulanmasında bulmaktadır. Şinasi’den
başlayıp Meriç’e gelen süreç, Türk muhafazakârlarının entelektüel evrim sürecinin bir
fotoğrafı olarak görülebilir (Aksakal, 2017;105). Cemil Meriç, Türk ilim ve irfan
dünyasının en önemli düşünürlerinden biri olarak çok önemli muhafazakâr izler bıraktı.
Farklı düşüncelere sahip düşünür, şair ve sanatçıları uzlaştırma düşüncesi, uzlaştırma
kültürü bir bakıma onun eseridir. Onun muhafazakâr özelliklerinden belki de en
önemlisi yerlilik anlayışının sembolize edilmesi olarak söylenebilir. Buradaki yerlilik
kavramı yabancı olanın reddedilmesinden ziyade bize ait olan şeylerin keşfedilmesi
olarak düşünülmelidir (Bıyık ve Acar, 2014: 71-72).
146
şiddetle eleştirdiği ve karşısında hem kendi kimliğini inşa ettiği hem de Türkiye
genelinde muhafazakâr siyasal kimliğin inşa edilmesinde katkıda bulunduğu
ötekileştirilen unsurlardır” (Akın, 2014: 35). Ağaç Dergisi Necip Fazıl’ın yazılarını ilk
olarak yazdığı dergidir ve “Büyük Doğu”ya hazırlık için ciddi bir kilometre taşı
olmuştur (Aksakal, 2017:137). Necip Fazıl, CHP’nin tek partili iktidar süreci içerisinde
mücadelesini başlatmış olup, bu mücadelede rejimin özellikle karşısında yer aldığı
gerek milli gerekse dini değerleri ön plana çıkarmıştır. Bu bağlamda bu değerleri
referans alan özellikle İslamcı, muhafazakar ve milliyetçi çevreler için referans alınan
bir “idol” haline gelmiştir. Dönemin şartları içinde konuşan hiçbir muhalif sesin hoş
karşılanmadığı ve genel olarak muhafazakârların sessiz tepkilerinin devam ettiği bir
süreçte yöneticilerin karşısına çok cesur bir şekilde çıkmış olması; engeller karşısında
yılmadan mücadele etmesi ve bedeller ödemesi ona muhafazakâr düşünce içerisinde
saygın bir pozisyon sağlamıştır. Onun, edebi nitelikte yazdığı eserlerinin dışında
düşüncesini dile getirdiği, kendi çıkardığı dergi olan “Büyük Doğu” yazıları ve Milli
Türk Talebe Birliği (MTTB) faaliyetleri kapsamında verdiği konferanslar ile
muhafazakâr kesim ciddi bir bilinçlenme sürecine girmiştir. Türkiye’de halen merkez
sağ siyasete etki eden üç akım olan “İslamcılık, milliyetçilik ve muhafazakârlık” onun
düşüncesinde “mix” edilmiş halde bulunmaktadır. Bu çerçevede kendisini sağ
içerisinde tanımlayan fraksiyonlar için ortak bir değer olarak kabul edilmektedir. Akın’a
göre “Necip Fazıl’ın düşüncelerinin özelde tek parti dönemine ve genelde çift kutuplu
dünya konjonktürüne bağlı olarak şekillendiği ve bugün değişen Türkiye şartlarına
hitap etmede zorlandığı iddia edilebilir. Bu durum, tarihsel ve sosyolojik değişimin bir
sonucu olarak kabul edilse bile Necip Fazıl, muhafazakâr siyasal kültürün en önemli
sembollerinden ve toplumsal hafıza kaynaklarından birisi olmayı sürdürmektedir”
(Akın, 2014: 32).
147
partilerinde görülmektedir (Aksakal, 2017;139). Necip Fazıl’ın, bu çerçevede kendi
düşünce dünyasında çok ciddi değişimler yaşamış olmasına rağmen hayatı boyunca
muhafazakâr düşüncenin dışına çıkmadan kendi çıkardığı Büyük Doğu dergisi çevresine
önderlik ettiği görülmüştür. Burada muhafazakâr düşünceye bağlı kesimlerin
değerlerini, çizgilerini ve sınırlarını öğreten, hatırlatan bir rol üstlenmiştir. Bu
gayretinde başarılı olmuş olup, günümüzde bile bu çevrede bu etkiyi görmek
mümkündür. Bununla birlikte muhafazakâr düşünceye tepki olarak doğan veya karşı
çıkan görüşler de kendini temellendirirken onun fikirlerini göz ardı etmemişlerdir.
Necip Fazıl’ın içinde yaşadığı dönem itibariyle siyasi yelpazede sağ kesimde yer alan
Demokrat Parti ve Adnan Menderes, savunduğu siyasi çizgidir. Akın’a göre Necip
Fazıl, “Tek parti rejimini ve özellikle İnönü’yü dönemin bütün zorluklarına rağmen sert
bir şekilde eleştirmesi ve bu yüzden bedel ödemesi, Köy Enstitülerinin komünist
yetiştiren yerler olduğu iddiasını belgelerle dergisinde ispat etme çabası, komünizmin
özellikle din karşıtı maddeci bir ideoloji olduğunu yazılarında ısrarla işlemesi ve Batıyı
reddetmesi” muhafazakâr düşünceye tabi olanlar için motivasyon kaynağı olmuştur.
Tüm bunların yanı sıra İslam’a çok ciddi bir değer verilmesi şanlı Osmanlı geçmişine
sahip çıkılması, Batı medeniyeti karşısında Doğu’nun yüceltilmesi Necip Fazıl’ın en
belirgin yönlerindendir (Akın, 2014: 35-36).
148
bağlamda değerlendirmesini yapmak çok güç bir durum olarak ortadadır. Burada uygun
olan yöntem modernleşme sonucunda ortaya çıkan değişimler karşısında geleneklerin
muhafaza edilmesi ve tekrar canlandırılması yoluyla siyasal ve toplumsal sorunlara
çözüm üretmeye çalışan bu dönem aydınlarını aşırı genellemelerle değerlendirmekten
kaçınmak olacaktır (Özcan, 2013: 177).
Milliyetçi muhafazakâr kesimin diğer önemli bir şahsiyeti Erol Güngör’dür. Erol
Güngör’ün yaklaşımına göre; çok eski ve şanlı bir maziye sahip olan -İslam öncesi,
Selçuklu ve Osmanlı, dönemleri- milletin, geçmişten günümüze belli bir birikim
şeklinde elde ettiklerini değiştirmesi bir nevi intihar etmek demektir. Kültür, gelenek ve
alışkanlıkları değiştirmek ancak geçmişe referansla olmalıdır. Değişim
gerçekleştirilecekse bu sadece toplumun dinamiklerinden kaynaklanan bir değişim
olmalıdır. Güngör’e göre tarih, bir milletin genel karakterini ortaya çıkaran temel
unsurlardan biridir ki toplumsal yapıda meydana gelecek bir değişim de doğal olarak bu
tarihle ilişkili olmak zorundadır. Erol Güngör’ün özellikle millet kavramının varoluşsal
gerekliliği olarak bahsettiği bu tarihsellik ve değişimin maziyle zorunlu ilişkisi, Türk
muhafazakâr düşüncesinin temel çıkış noktalarından biridir. Değişim karşısında
Güngör’ün tavrı muhafazakâr düşüncenin değişime bakışı ile örtüşen bir tarzda
gelişmektedir. Onun Türk muhafazakârlığına yapmış olduğu katkı sadece değişim
konusu ile sınırlı bir katkı olmanın dışında birçok başlığı içermektedir. Sözünü ettiğimiz
konu başlıkları tarih bilinci, kültür, dini değerlerin önemi, milli menfaatleri temele alan
bilim anlayışı şeklinde ifade edilebilir (Karaarslan ve Nacak, 2014: 49).
149
İslamcılık ve Batıcılık akımlarını”, karşılıklı olarak medeniyet-kültür anlayışları
ekseninde karşılaştırma girişiminde bulunmuştur. Ona göre modernleşme isteği, üç
akımın tamamında var olmakla beraber Batı medeniyetine ve yerel kültüre yaklaşımları
açısından çok önemli farklılıkları söz konusudur. Bu dönem içerisindeki Türkçü akım,
Ziya Gökalp’in kavramsallaştırması üzerinden milliyetçi ideoloji ile Batılılaşma
düşüncesini uzlaştırma yaklaşımını benimsemişlerdir. Dini olanı çıkış noktası olarak
belirleyen İslamcı düşünce ise modernleşme ile din kavramlarının birbiriyle
çatışabilecek bir özelliklerinin olmadığını, devletin içinde bulunduğu kötü koşulların
kaynağının İslam olmadığını öne sürmüşlerdir. Onun değerlendirmelerine göre
İslamcılar, “uygarlık” kavramını Türkçüler kadar kapsamlı bir şekilde ele almasalar da
örtük bir şekilde kültür-medeniyet ayrımı yapmışlardır. Batıcılar düşünce ise nihai
olarak her hâlükârda Avrupa tarzı bir yaşam şekli istedikleri için “kültür-medeniyet
farklılaşması” ile yoğun bir şekilde ilgilenmişlerdir. Güngör, Batıcı düşüncenin
Türkçülük ve İslamcılığa göre daha “kültürcü” bir yaklaşıma sahip olduklarını öne
sürmüştür. Fakat bunun yanında Batı medeniyetine ait tüm değerleri transfer etmeye
olan eğilimlerinden dolayı onları “kavramsallıktan yoksun” olmakla itham etmektedir
(Öztan, 2011: 133-134).
150
devletin din eğitimi konusunda yönlendirici bir rol üstlenmesi ile bir tezatlık söz konusu
olmadığını savunmakta ve devletin güdümünde olan sınırları biraz genişletilmiş bir din
eğitimini istemektedir. Din eğitimi konusunda, “Müslüman bir halk için” gerekli
olduğunu ifade etmektedir. Güngör’ün din konusunda eğitim almayı, “yerli kültürü
tanımak ve milletin ruhunu yakalamak” olarak algılaması ve savunması, sonraki
yıllarda “milliyetçi-mukaddesatçı” kuşaklarda etkili olmuştur (Öztan, 2011: 141).
Erol Güngör’e göre içinde yaşanılan dönemde toplumu kültürel açıdan zinde tutan
değerleri ve bu değerleri ayakta tutan kurumları kapatmak ya da başka bir şekle
dönüştürmek sorunlu bir yaklaşımdır. Güngör, kendilerini rejimin bekçileri gören
siyasal elitler ve aydınların din ile kurdukları ilişki biçimlerini ve “fildişi kulelerinden
dini değerleri aşağılayan ve hor gören tavırlarını” eleştirmektedir. Güngör,
muhafazakârlığa kendi başına bir anlam yüklememektedir. Muhafazakârlık ile ilgili
olarak kendi içerisinde nüanslarının olduğunu ifade etmektedir. Güngör, milliyetçi
kesimin statik bir muhafazakârlık ile mesafeli olmaları gerektiğini söylerken, öte
yandan şanlı bir geçmişe saplanıp kalmanın da onları radikalizme iteceğini
söylemektedir. Bu çerçevede o muhafazakârlığı bir ideoloji olarak değerlendirmez, onu
“tarihe ve değişime yönelik takınılan tavır olarak ele almakta” ve birçok konuda bu
düşüncenin vasat ve itidalli bir tavır sergilemesi gerektiğini ifade etmektedir. Bu açıdan
değişimin kontrollü ve geçmişe, geleneğe bağlı olarak gerçekleşmesi gerektiğini
savunan muhafazakâr düşünceye sıkı sıkıya bağlıdır. Din ve kültür arasındaki ilişkiyi de
bu çerçevede değerlendirmektedir. Din ile ilgili reformcu yaklaşımların “dinin özünü”
bozduğunu, dinin içtihat bağlamında statik bir şekilde kabulünün de günümüzün
şartlarına ve sorunlarına cevap verilmesine engel olduğunu ifade etmektedir. Ona göre
asıl mesele değişim karşıtı olmaktan ziyade değişimin nasıl olması gerektiği ve dönemin
şartları çerçevesinde nasıl kontrol edilebileceğinin ortaya konulmasıdır (Karaarslan ve
Nacak, 2014: 57-58).
Güngör’ün cumhuriyet rejiminin İslam ile arasında tesis ettiği ilişki (laik anlayış)
ile ilgili savı, onu takip eden kişilerce de savunulmuştur. Bu dönemde kurulan ulus-
devlet seküler bir temelde düşünülse de milliyetçi düşünürler İslam’ı “resmi öteki”
olarak düşünmemişlerdir. İslam’ın toptan bir şekilde reddedilmesi yerine dinin, siyasal
iktidara tabi kılınmak suretiyle millileştirilmesi hedeflenmiştir. Ayrıca dini
millileştirmek hedefi doğrultusunda “öteki”, İslam’dan ziyade Arap, Acem ya da Kürt
151
İslam’ı şeklinde bir ayrıma gitmiştir. Bu yaklaşımlarına rağmen seküler-milliyetçi
çevrelerden ve farklı toplumsal gruplardan tepki görmüştür. Bu tepkilerin özünde, Türk
inkılabının dine saygı göstermediği ve milletin ruhundan doğmadığı iddiaları yer
almıştır (Öztan, 2011: 138).
152
çıkarmış olduğu ortamda oluşan yeni dil anlayışında da Türkçü, İslamcı ve muhafazakâr
kavramların birarada kullanılmış olması, yakın siyasal ve düşünsel tarihimizin ilginç
durumlarından biridir (Ayvazoğlu, 2013:224).
1950’li yıllar boyunca din kavramı düşünsel anlamda birçok açıdan sosyolojik
düzlemde çok farklı din anlayışlarına sahip kesimler tarafından, çok yoğun bir şekilde
tartışılmıştır. Bu dönem içerisinde yaşayan sosyologlar tarafından, “şimdiye kadar
dinsiz bir toplum ne görülmüş ne de işitilmiştir” içerikli değerlendirmeler yapılırken,
aslında dinin toplumsal hayat içerisinde ortaya çıkan kimliklere sıkı sıkıya bağlı bir cüz
olduğunun altını çizilmektedir. Sosyologlara göre, din mefhumu toplumsal hayatın
bütün veçhelerini derinlemesine bir şekilde kuşatmaktadır. Başka bir şekilde ifade
edilirse din, gerek toplumlar, gerekse toplum içerisinde var olan kesimler ve bireyler
açısından çoğu zaman bir ideoloji işlevi görmüş olup, bu kesimler tarafından amaçlarını
gerçekleştirmeleri açısından araçsallaştırılmıştır (Kaçmazoğlu, 2016: 69).
153
gerçekleşmesini savunmuşlardır. Mollaer’e göre bu dönemin anahtar cümlesi
“sanayileşmek ve hızla kalkınmak ama yerel, geleneksel, dinsel değerleri muhafaza
etmektir” (Mollaer, 2016:104).
1945 yılından 1950’li yılardaki Demokrat Parti iktidarına kadar geçen süreç
içerisinde toplumsal hayat çerçevesinde herkesin “herkesten şüphelendiği, herkesin
herkesle ittifak arayışında olduğu” bir durum görülmektedir. Bu köşe kapmacavari
oyunu, milliyetçi düşünceyi içselleştiren, Kemalizm ile ikircikli bir yaklaşım içerisinde
bulunan, hatta Mehmet Ali Aybar gibi sosyalist düşünceye sahip kişileri milletvekili
yapma konusunda girişimleri olan, diğer siyasal-toplumsal kesimler ile anti-komünizm
anlayışı çerçevesinde biraraya gelme konusunda hazır bulunan muhafazakârların
kazanmış olduğu net bir şekilde ortadadır (Aksakal, 2017;166).
154
özgürlükçü” bir beklenti ortaya çıkmıştır. Sözünü ettiğimiz bu beklentiler CHP
kadroları arasında çok ciddi bir şekilde karşılık bulmuştur. CHP içerisinde siyaset yapan
bazı milletvekilleri mevcut iç ve dış gelişmeler ekseninde politikalar üretilmesinden,
cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren devam eden İslam’ı ve İslami kesimlere yönelik
sınırlandırmaların kısmen kaldırılmasından, laiklik anlayışı çerçevesinde uygulanan
politikaların keskin yönlerinin yumuşatılması yana bir çaba ortaya koymuşlardır.
Demokratik hayata geçilmesi sonrasında 1947 yılında yapılan CHP’nin meşhur 7.
Kurultayı’nda, “İmam-Hatip okullarının ve din eğitimi veren bir yüksekokulun veya
İlahiyat fakültesinin açılması, ilkokullara seçmeli din derslerinin konulması, türbelerin
ziyaretine izin verilmesi” konular gündeme gelmiş CHP milletvekilleri arasında bu
görüşleri benimseyenler olduğu gibi karşı çıkanlar da olmuştur (Kaçmazoğlu, 2016:70).
Demokratik rejime geçiş süreci genel olarak Batı’nın tek parti rejimlerine karşı
soğuk bakması gibi nedenlerle şekillenmiştir. CHP içerisinde özellikle Meclisteki
“Toprak Reformu” görüşmelerinden kaynaklanan tartışmalardan sonra parti içi
muhalefet oluşmaya başlamıştır. Bu parti içi ayrışma sonrasında bu kesim tarafından
verilen “Dörtlü Takrir” ile birlikte parti içindeki ayrışmalar kopmalara dönüşmüştür.
Bu dönem içerisinde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün onayı alınarak, Demokrat Parti
(DP)’nin kurulmasıyla birlikte, “Çok Partili Demokratik Sisteme” geçilmiştir. Bu
yıllarda CHP tarafından çok ciddiye alınmadan karşılanan DP’nin Türkiye çapında
örgütlenmesinden ve seçmen tabanından görmüş olduğu ciddi ilgiden endişe duyan
CHP yönetimi 1947 seçimlerini bir yıl öne alarak 1946’ya yapmıştır. Bu seçim daha
önceki teamüllerine aykırı olarak CHP’nin meydanlara inip, seçim propagandası yaptığı
bir seçim olmuştur. Demokrat Parti ise buna bağlı olarak seçim çalışmalarını
yoğunlaştırarak devam etmiştir. Tüm bu sürecin sonunda bürokraside ciddi bir
kadrolaşmaya gitmiş olan CHP’nin etkinliği ve yürürlükte olan seçimi kanunu
nedeniyle seçimler için yeterli örgütlenmeye gidemeyen Demokrat Parti seçimi
kazanamamıştır. DP bu seçimden sonraki dönemden 1950 seçimine kadar geçen sürede
CHP karşısında çok ciddi bir muhalefet yapmıştır. Daha önceki dönemde yürürlükte
olan seçim kanunu yapılan muhalefet sonucunda değiştirilerek, 5545 Sayılı Milletvekili
Seçim Kanunu getirilmiş ve demokratik seçimlere giden süreç teşkil edilmiştir.
Demokrat Parti 1950 seçimleri sonucunda CHP’nin 27 yıllık tek parti dönemini
tartışmasız bir şekilde sona erdirmiştir. İktidara geldiğinde ilk yaptığı icraatlardan biri
155
dini anlamda özgürlüklere yönelik ciddi adımlar olmuştur. DP dini liberasyonlarla ilgili
olarak bu adımları atarken öte yandan laiklik konusunda asla taviz vermeyeceğini de
deklere etmiş ve Cumhuriyetin temel değerlerine sahip çıkacağını göstermiştir
(Özdemir, 2012: 205).
156
konuşmalarda “millete mal olmuş inkılaplarımızı mahfuz tutacağız” şeklindeki ifadeler
kullanmıştır (Avşar ve Kaya, 2017: 141). Bu söylemlerden yola çıkarak Demokrat Parti
ile birlikte Türk muhafazakârlığının siyasal olarak-sınırlı bir şekilde- ete kemiğe
büründüğünü söyleyebiliriz. 1930’lu yıllar içerisinde entelektüel bir düşünce olarak
ortaya çıkmış olan muhafazakâr düşünce Demokrat Partinin iktidara gelmesiyle birlikte
Türk siyasal hayatına yavaş yavaş nüfuz etmeye başlamıştır. Demokrat Parti iktidarı ile
birlikte Müslümanlar çevreden merkeze doğru akmaya, modernleşmeye, sistem
içerisinde kendilerine yer bulmaya başlamışlardır. Türk siyasal hayatında muhafazakâr
yönelimli partilerin resmi ideoloji ve sisteme yapmış oldukları en önemli etki İslami
kesimin muhafazakârlaş(tırıl)ması ve çevreden merkeze doğru kaymaları olarak
söylenebilir. Demokrat Parti iktidarı gerek pratikte gerekse göreli anlamda Türkiye’de
muhafazakârlığın en etkin olduğu dönemlerden biridir (Aktaşlı, 2011: 152).
157
dinsellik göstergelerini, kimlik öğeleri şeklinde yaygınlaştırmış, kitleselleştirmişlerdir
(Kaçmazoğlu, 2016:78).
Demokrat parti Türk siyasal hayatında iki farklı ideolojinin birleştiği bir buluşma
noktasıdır. Bu nokta muhafazakârlık ve liberalizmin birlikte var olduğu bir süreci ifade
eder. Çünkü parti muhafazakârlığının yanı sıra ekonomide liberal politikalar izleyen ve
tek parti döneminin ekonomik korporatizmini liberal politikalarla değiştirmeye çalışan
bir düşüncededir. Demokrat Partiden sonra iktidara gelen sağ muhafazakâr yönelimli
partilerin ekonomide liberal anlayıştan yana olmalarının nedeni de bu deneyimlemedir.
Özellikle muhafazakâr düşüncenin ekonomide kendine özgü bir yaklaşımının
bulunmaması ve özel mülkiyet konusundaki tutumu dolayısıyla sosyalizme karşı
olmalarından dolayı muhafazakârlık genel olarak liberal düşünceyle bağlantılı
olagelmiştir (Aktaşlı, 2011: 153).
158
eden otuz yıl içerisinde çeşitlenmeye başladığını söyleyebiliriz. Aydınlar Ocağı’da Türk
İslam sentezi anlayışını savunan bir siyasal bir hareket olarak tam da bu zaman aralığına
denk gelecek şekilde ortaya çıkan bir aydın hareketidir (Özcan, 2014: 108). Türk İslam
sentezi anlayışı, Türk muhafazakârları ve İslamcıların ayrıştığı önemli konulardan
birisidir. Bu kavram literatürümüze girene kadar Türk siyasal hayatında seküler bir
tarzda, İslam ile uzlaşmaz bir çizgide ortaya çıkan Türkçülük, sonradan dindar bir
Türkçülüğe dönüşmeye başlamış ve muhafazakâr düşünce sayesinde muhafazakârlaşan
Anadolu’ya Türkçülüğü benimsetmiştir (Aktaşlı, 2011: 158). Cumhuriyet dönemi ile
beraber siyasal ve sosyal alanda yapılan inkılaplara karşı duran gerek İslamcı gerekse
muhafazakâr kesimler bu dönem içerisinde siyasi olarak Demokrat Parti tarafından
desteklenmiştir. Demokrat Partinin inkılaplara karşı “tutan ve tutmayan devrimler”
anlayışı içerisinde hareket ettiğini söyleyebiliriz. DP bu strateji ile Türk siyasal hayatı
içerisinde önemli bir yer edinen muhafazakâr düşünceye sahip seçmen kitlesini
konsolide etmeyi başarmıştır (Kaçmazoğlu, 2016:73).
1954 yılında yapılan seçimlerle beraber Demokrat Parti seçmen desteğini bir
önceki seçimlere göre daha ileriye götürmüş ve yerini sağlamlaştırmıştır. İktidarını
perçinleyen Demokrat Partinin bu dönemden sonra, kendisine muhalif olanlara karşı
artan dozajlarda otoriterleştiği ve sert uygulamalara yöneldiği görülmüştür. Takip eden
seçimlerde ise (1957 seçimleri) 1954 seçimlerine göre oy kaybına uğramasına rağmen
iktidara gelmiştir. Fakat bu dönemde ülkede çok ciddi boyutlarda siyasi ve iktisadi
meselelerle uğraşmak zorunda kalmıştır. Bu dönemde muhalefette olan ve DP’nin
yapmış olduğu hatalardan dolayı oy oranını arttıran CHP’ye Silahlı kuvvetler, basın ve
üniversiteler çok ciddi bir destek vermeye başlamışlardır. Demokrat Parti ile CHP
arasındaki gerginliğin zirve yaptığı bu dönemde, tüm ülke içerisinde “Askeri Darbe”
çok fazla ve sıradan bir olay gibi konuşulmaya başlanmıştır (Özdemir, 2012: 205-206).
27 Mayıs 1960 askeri darbesi, emir-komuta zinciri içerisinde gerçekleşmeyen, çok
çeşitli düşünsel fraksiyonlardan gelen, ortak amaçları olarak ifade edilebilecek seçilmiş
siyasal iktidarı ortadan kaldırmaya dönük bir platformda bir araya gelmiş olan, ordunun
alt kademelerinde yer alan subayların gerçekleştirdiği bir darbe niteliği taşımaktadır
(Börklüoğlu, 2017: 14). Bu darbeyle konuşulan ve sıradanlaştırılan süreç gerçekleşmiş,
DP iktidarına son verilmiştir. Başbakan Adnan Menderes ile iki bakanı Zorlu ve
Polatkan idam edilmiş, bunun dışında kalan Demokrat Partili milletvekilleri ve
159
siyasetçiler ya ömür boyu ya da ağır hapis cezalarına çarptırılmıştır. Askeri darbe ile
antidemokratik bir şekilde iktidardan indirilen Demokrat Parti, Türk siyasal hayatı
içerisinde kendisinden sonra yeni dönemlerin açılmasına yol açmış ve partinin mirası
ayni çizginin devamı olduğunu iddia eden partilerce paylaşılmaya çalışmıştır (Özdemir,
2012: 205-206).
27 Mayıs Askeri Darbesi ve 1960 yılı sonrasının Türk muhafazakâr düşüncesi için
yeni bir dönem olduğu söylenebilir. Bu sözünü ettiğimiz dönemin en önemli özelliği
Türk İslam sentezi anlayışının bu döneme hâkim olmasıdır. II. Dünya Savaşı’nda
otoriter ve totaliter zihniyetlere karşı başarı elde eden kapitalist anlayışın karşısına “sol
ideoloji” çıkmıştı. Türkiye’de sol ideolojinin ciddi bir taraftar bulması bir bakıma
kitleselleşmesi gerek muhafazakârlık gerekse milliyetçilik açısından sorunlu bir
durumdu. İşte bu süreçte sol düşünceye karşı “muhafazakârlık ve Türkçülük” yanlarına
devletin büyük gücünü de alarak ortak bir blok oluşturmuş ve bu sürecin sonunda Türk
İslam sentezi diye adlandırdığımız anlayış ortaya çıkmıştır. Aktaşlı’nın ifadesiyle “27
Mayıs’ta muhafazakârlara darbe yapan devlet bu kez Türk muhafazakârlığı da bu
görevi seve seve kabul etmiştir. Türkiye’de resmi ideolojinin muhafazakârlıkla
yakınlaştığı ilk nokta burası olmuş ve muhafazakârlığın devleti sahiplenme durumu
bundan sonra daha da artmıştır” (Aktaşlı, 2011: 158).
160
Peyami Safa 1961’de, Tanpınar 1962’de ölmüştü.” 1980’li yıllara kadar geçen bu
dönemde Necip Fazıl’ın bu misyonu Büyük Doğu dergisi içerisinde tek başına
yürütmeye çalıştığını söyleyebiliriz (Ayvazoğlu, 2013:241).
Necip Fazıl’ın isim babalığını yaptığı ve kuruluş süreci içerisinde söz sahibi
olmuş olduğu Aydınlar Ocağı çok ciddi bir etki oluşturmasına rağmen derneğin en fazla
etkili olduğu dönem 12 Eylül 1980 darbesi sonrası dönem olarak ifade edilmektedir. Bu
durumun temel nedeni darbeyi yapanların siyasal ve toplumsal inşa ederken Aydınlar
Ocağı tarafından savunulan Türk İslam sentezi anlayışı üzerinden bunu yapmak
istemeleridir. Darbeden sonraki süreçte Aydınlar Ocağı’nın ilk andan itibaren topluma
dönük olarak düzenledikleri ve kültürel bir temelde kurmuş oldukları Türk milliyetçiliği
ile İslam arasında oluşturdukları sentez, devletin yeniden kodladığı resmi ideolojisinin
içerisinde kendine yer bulmuştur. Bu dönemde Cumhuriyetin kuruluşuyla beraber
Kemalizm tarafından oluşturulan resmi ideolojinin İslam’a mesafeli duruşunun yerine
toplumun temelini din kavramıyla içselleştirerek ve dinle daha barışık hale getirerek
oluşturulan yeni bir resmi ideoloji almaktadır (Özcan, 2014: 132).
Türk siyasal hayatı bakımından 1980’li yıllar çok kritik ve önemli bir dönem
olarak kabul edilir. 12 Eylül 1980 tarihinde Silahlı kuvvetler tarafından yapılan askeri
bir darbenin olması ve sonrasında gerçekleşen sürecin etkisinin yıllarca devam etmesine
rağmen 1980’li yıllar “Özal’lı yıllar” olarak genel kabul gören bir şekilde
adlandırılmıştır. Özal, o dönem içerisinde kendisine rakip olan birçok lider olarak kabul
edilen siyasetçiyle karşılaştırıldığında aktif olarak siyasal hayatın içerisinde çok uzun
bir dönem bulunmuş sayılmaz. 1980 yılı öncesinde siyaset ile bürokrat olarak ilişki
içerisinde bulunmasına karşılık siyaseti aktif olarak yaptığı dönem altı yıl süreyle
161
yapmış olduğu başbakanlık, üç yılın biraz üzerinde bir süre yapmış olduğu
cumhurbaşkanlığı olarak söylenebilir. Bu kısa siyasi geçmişine rağmen Özal,
Türkiye’nin modernleşme sürecine en fazla katkı yapan, Türk siyasal hayatı bakımından
ise en radikal ve sıra dışı bir siyaset adamıdır. Turgut Özal, 1980 darbesi akabinde
oluşan siyasal yasakların devam ettiği siyaset ortamında Anavatan Partisi olarak
bildiğimiz o döneme damgasını vurmuş bir siyasi partinin kurucusudur. Anavatan
Partisi, geçmiş dönemin siyaset liderlerinin yasaklı olduğu bir dönemde siyasette ortaya
çıkan boşluğu, siyasi görüşler çerçevesinde hemen hemen tamamını kapsayacak “dört
eğilimi parti bünyesinde toplama” iddiası ile ortaya çıkmıştı. 1960’lı ve 1970’li yılların
ideolojik bölünmeleri ve bunlara bağlı olarak ortaya çıkan siyasi ve fiili çatışmalar
akabinde bir siyasal partinin kendi çatısı altında neredeyse birbirine tamamen zıt
pozisyonda oldukları kabul edilen siyasi çizgiden insanları toparlayabilmek ve onları
siyaset içerisinde tutmak, siyasal bilimler ve siyasi partiler teorisi bağlamında çok
tartışılabilecek bir mesele olarak gözükmektedir. Milliyetçi, liberal, muhafazakâr/mütedeyyin,
sosyal demokrat fikirleri tek bir çatı altında toplama iddiasında olan Anavatan Partisi,
1980 darbesiyle kapatılmış olan Cumhuriyet Halk Partisi, Milli Selamet Partisi, Adalet
Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi içerisinde siyaset yapmış kişileri bünyesinde
toplamıştır (Akın, 2018: 122).
162
alanda ise liberal ya da daha doğru tabirle serbest girişimci olarak tanımlanabilir”
(İnsel, 2002: 22).
163
askeri vesayet rejiminden ve otoriterleşmeden bunalan halka daha fazla özgürlük, daha
fazla demokrasi ve zenginlik iddiasıyla “sivil bir yönetim” diyerek iktidarı elde etmiştir.
Özal, 1983 seçimleri ile birlikte ANAP çatısı altında siyasal anlamda halkın neredeyse
tamamını temsil eden dört akımı bir araya getirmeyi başarmıştır (Akgün, 2006: 28).
Anavatan Partisi, 1983 yılı seçimlerinde % 45.1 oy oranına ulaşarak tek başına iktidara
ulaşmayı başarmıştır. 12 Eylül öncesi dönemde Türk siyasal hayatına renk katan Bülent
Ecevit, Süleyman Demirel, Alparslan Türkeş ve Necmettin Erbakan gibi siyasi parti
liderlerini aktif siyaset yapmaktan men eden kararların referandum yapılarak kaldırıldığı
1987 yılına kadar geçen süre içerisinde Anavatan Partisi çok ciddi bir rekabetin
içerisinde bulunmamışsa da silahlı kuvvetler komuta kademesinin darbe sonrası
dönemde oluşturmuş olduğu kısıtlı şartlarda “siyaset yapmanın zorluklarını” yaşadığı
aşikârdır. Bu süreçte gerek Özal gerekse parti kurmayları tarafından sivil-asker
ilişkisinin daha dikkatli ve sağlam bir zemin üzerinde yürütme çabası söz konusudur
(Akın, 2018: 129).
Özal, 1983 yılında yapılan seçim sonucunda Anavatan Partisi’nin çok büyük
seçim başarısı ile iktidara geldiğinde, Nakşibendi Tarikatı, laik Kemalist
cumhuriyetçiler, devletin sivil ve kamusal alanlarında buluşmuş oldular. Mardin’e göre
“bu yeni tasarımın getirdiği vatandaşlık anlayışı hala ‘İslami’ olarak tanımlansa da
temeli yeni ittifakın paylaşılan akılcı-işlevci praxis anlayışıydı” (Mardin, 2005: 48-49).
Türk siyasal hayatının yakın döneminin “en renkli simalarından” olan Özal,
1983-1989 yılları arasında toplam 6 yıl Başbakanlık yapmıştır. 1989-1993 yılları
arasında zaman diliminde ise toplamda dört yıla yakın cumhurbaşkanı olarak görev
yapmıştır. Devlet yönetimi anlayışı veya kendine has bir siyaset üslubuyla başbakan ve
cumhurbaşkanı olarak görev yaptığı süre içerisinde kendinden önceki veya kendisine
rakip olan siyasi liderlerden ayrılmaktadır. Duman’ın ifadesiyle Özal, “mühendis,
reformist, pragmatist ve popülist kimliğiyle hem çok fazla eleştiriye maruz kalmış hem
de çok fazla övgüye mazhar olmuştur”. Onun, Türk siyasal hayatında ve Türk
modernleşme serüvenindeki farklı yeri, iktidara uzandığı 1980’li yılların “ekonomi-
politiği”nden ve yeni sağ anlayışından tamamen soyutlanarak değerlendirilemez
(Duman, 2018: 111).
164
Yine Özal döneminde aynı kulvarda siyaset yapan Doğru Yol Partisi tarafından
1983 tarihinde hazırlanmış olan program, genel çizgileriyle “popülizm” kokulu ifadeler
üzerine kurulmuş olup, parti gerek herhangi bir siyasi duruşu gerekse net bir kimliği
bulunmayan ve milliyetçi tonları fazla olan bir siyasal parti olarak ifade edilebilir.
Doğru Yol Partisi, Türk siyasal hayatında yeni ve farklı bir siyaset çizgisi olmanın
ötesinde, toplumsal yapı içerisinde var olan gelenek ve değerlere vurgu yapan, farklı bir
şekilde ifade edilebilirse, abartılı bir üslup ile “vatan, millet, Sakarya” edebiyatı yapan
bir siyasal parti görünümündedir. Çaha’ya göre “Parti programı, toplumun duygularını
okşayan, kulağa hoş gelen söylemler üzerine kurulmuş olmakla birlikte, yer yer de kendi
içinde çelişkiler barındıran, deyim yerindeyse, çalakalem hazırlanmış bir metin
izlenimini vermektedir” (Çaha, 2006:10). Tüm söylenenlere rağmen parti programında
temel anlayışın millet egemenliği ifadesinde belirdiğini görmekteyiz. Genel olarak
programa hâkim olan bu anlayışın milli, tarihi ve manevi değerlere çok ciddi önem
veren, devlet ve din arasında seküler bir anlayışa sahip, insan hakları konusunda hassas,
milliyetçiliği kendisine şiar edinen, demokrasiyi ana hatlarıyla halk egemenliği ve insan
haklarını sağlayıcı yönetim sistemi şeklinde düşünen bir anlayış olduğu söylenebilir.
Söz konusu programda DYP’nin misyonu, “milletin haklarının, milli, manevi ve tarihi
değerlerin savunucusu ve onlara sahip çıkmak”, olarak açıklanmıştır. Partinin
demokrasi anlayışı, milletin iradesini siyasete konu olan her şeyin üzerinde gören, bu
manada Cumhuriyetin ana ilkelerinden olan millet egemenliği ilkesini benimseyen bir
yaklaşıma sahiptir. Partinin milliyetçilik anlayışına gelince milli egemenlik ilkesini
milliyetçilikle aynı düzlemde anlamaktadırlar. Süleyman Demirel’in siyasal hayatında
takip ettiği çizgi üzerinde siyaset yapmaya çalışan DYP’nin, siyasete konu olan tüm
alanlarla ilgili yeni bir soluk getirmek yerine, geçmişten itibaren taşınarak gelen genel
geçer değerlere önem verdiğini ifade etmek yerinde olacaktır. Çaha’ya göre
“Cumhurbaşkanı oluncaya kadar Süleyman Demirel’in siyaset tarzının da bu
programın ötesine geçemediğini, daha çok toplumun genel duyarlılığına hitap eden
popülist bir söylemle sınırlı kaldığı” görülmektedir (Çaha, 2006: 11). Bu çerçevede bu
dönem Demirel’in başkanlığındaki Doğru Yol Partisi’nin genellikle Özal’ın gölgesinde
geçirdiği bir dönem olacaktır.
12 Eylül 1980 sonrasında ortaya çıkan siyasi boşluk, darbe sonrası etkili olan
askeri bürokrasi tarafından, onların denetimlerinde şekillendirilmeye çalışılmıştır.
165
Darbeyi yapan askerler tarafından oluşturulan Milli Güvenlik Konseyi’nin 1980 öncesi
var olan, siyasal istikrarsızlık ve şiddetin kaynağı olarak görülen siyasi partilerin
devamı olarak kurulduğu gerekçesiyle birçok siyasal partinin 1983 seçimine girmesini
uygun bulmaması Anavatan Partisi’nin işine yaramıştır. ANAP, gerek dört siyasi
eğilimi temsil ettiği iddiası ile 1980 öncesi kurulan hiçbir partinin devamı olmadığını
belirterek askeri yönetimin onayını almış; gerekse askeri yönetim tarafından siyasal
partilerin büyük bir kısmının seçime girmelerinin veto edilmesi ile ortaya çıkan siyasal
boşluğu değerlendirme imkânı bulmuştur (Akın, 2018:128).
Anavatan Partisi dört siyasi eğilimi temsil ettiği iddiası çerçevesinde girmiş
olduğu seçimde bu eğilimlerin seçmen tabanlarından ciddi bir oy devşirmeyi
başarabilmiştir. ANAP, askeri darbe sonrasında kaçınılmaz olarak meydana gelen bu
siyasi koşullarda, siyasi çizgileri itibariyle bir arada bulunmaları çok zor olan pek çok
farklı sosyal ve siyasal kimliğe sahip birçok kesim açısından bir tercih haline gelmiş
olmaktadır. 1980 öncesinde gerek sol çizgide bulunan CHP’nin, gerekse sağ veya
İslamcı olarak nitendirilebilecek AP, MSP ve MHP’nin seçmenleri, 1983 seçimlerinde
Anavatan Partisi’ne oy vermeyi tercih etmişlerdir (Akın, 2018:128).
1980 yılı sonrasındaki bu dönemde sağ siyasi çizginin merkezine oturan, sosyal ve
siyasal alanda köklü değişiklik ve açılımların Özal liderliğindeki Anavatan Partisi
tarafından atıldığını söyleyebiliriz. Çaha’ ya göre “Özal, 1983 yılında liberal karakteri
166
ağır basan, siyasal yaşamı boyunca güttüğü siyasetin rotasını açık ve net biçimde
ortaya koyan, derin ve oturmuş bir siyaset anlayışına dayandığı net biçimde anlaşılan
bir parti programıyla işe başlamıştır. Parti programı, Özal’ın meşhur dört eğilimini bir
arada bulunduran bir anlayışa dayanmaktadır. Programın önsözünde, milliyetçi,
muhafazakâr, sosyal devletçi ve rekabete dayalı serbest Pazar ekonomisini esas alan bir
siyasi partiyiz, denerek dört eğilimi barındıran bir parti olduğu ifade edilmekle birlikte;
partinin, liberal iktisadi bir anlayışı benimseyen bir çizgide olduğu vurgulanmaktadır.”
Anavatan Partisinin, programına şekil veren felsefe temel şekliyle, “milli hâkimiyeti ve
milletin üstünlüğünü, milli birlik ve bütünlüğü her şeyin üzerinde telakki eden, insan
temel hak ve hürriyetlerini vazgeçilmez kabul eden, milliyetçiliği, milli ve manevi
değerlere bağlılığı düstur ittihaz eden, asıl olan fertlerin ve toplumun mutluluğudur
görüşü, içerisinde sosyal adalete ve fırsat eşitliğine inanan” bir yaklaşıma
dayanmaktadır (Çaha, 2006: 13-14).
Türk siyasal hayatında Turgut Özallı yıllar, Anavatan Partisi içerisinde siyasi
olarak muhafazakar, milliyetçi, sosyal demokrat ve liberal renklerin hep beraber
ifadesini bulduğu bazen demokrat tarafı öne çıkan bazen ise otokrat görünüm
sergileyen, liberal veya muhafazakar görünüme bürünebilen, fakat her haliyle “siyasi
pragmatizm” olarak ifade edilebilecek bir popülizm içermektedir. Turgut Özal’ın
bireysel olarak dindar bir kişi olması ve bunu uygulamaları, söylemi ile ortaya koyması;
ekonomik açıdan liberal bir görüşe sahip olması; sosyal konular, güvenlik ve dış
politika konularında muhafazakâr görünümlü realist bir siyasi duruşa sahip olması
“Yeni Sağ” bir çerçeve içerisinde değerlendirilebilir (Yıldız, 2018: 39). Muhafazakâr
sağ bir siyasal parti olarak sınıflandırılan ANAP, 1980’li yıllar boyunca Türk siyasi ve
ekonomik hayatında neoliberal bir dönüşümü gerçekleştirmişti. “Özal özünde din
olarak İslamiyet’in, liberal bir perspektif içerisinde modernlikle bağdaşabileceğine
inanıyordu” (Aktaşlı, 2011: 160).
167
anlayış olarak sınıflandırılmaktaydı (İnsel, 2002: 22). Anavatan Partisi program
içeriğinde kendisini genel olarak daha önce ifade ettiğimiz muhafazakâr-milliyetçi
siyasi anlayışının yanı sıra ekonomik olarak da “sosyal adaletçi ve rekabete dayalı ve
serbest Pazar ekonomisini esas alan bir partiyiz” ifadeleriyle tanımlamıştır (Akın,
2018: 127).
168
belirtmek gerekmektedir. Kamu sektöründe çalışan işçilerinin dini hassasiyetlerine
uygun yaşama talepleri konusunda ortaya çıkan engellere bizzat kişilerle iletişim
kurarak çözülmesini sağladığı bilinmektedir. Diyanet İşleri Başkanına protokolde daha
yüksek bir pozisyon verme gayreti de bu muhafazakâr tavrın bir sonucudur.
Nakşibendiliğin Menzil kolunun Şeyhi Raşit Erol’un Bozcaada’daki sürgününün sona
erdirilmesini istemiş fakat dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren tarafından
reddedilmişti (Yıldız, 2018: 52).
Turgut Özal, çok kısa geçen başbakanlığının ardından cumhurbaşkanlığı için aday
olmuş, o dönemde TBMM’de grupları bulunan siyasal partilerden SHP ve DYP
cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmama kararı alarak meclisteki seçime
katılmamışlardır. TBMM’deki sayısal çoğunluk Anavatan Partisinde olduğu için Turgut
Özal’ın cumhurbaşkanı seçilmesi hiç zor olmamış, oylamanın üçüncü turunda salt
çoğunluk sağlanarak, cumhurbaşkanı seçilmiştir. Cumhurbaşkanlığı seçiminin
sonuçlandığı gün bazı gazetelerde dindar ve muhafazakâr kimliği ön plana çıkarılarak
eleştirel tarzda yayınlar yapılmıştır (Akın, 2018: 130). Duman’a göre “Cumhurbaşkanı
olarak ilk kez genelkurmaya bir başkan ve anayasa mahkemesine de bir muhafazakâr
üye atayan Özal, Türkiye’de yıllar boyunca muktedir olan ve atanmış oldukları için de
değişime karşı direnç gösteren bürokratik güç odaklarının vesayetini kırmaya
çalışmıştır. Özal’ın iktidarıyla bir yandan cumhuriyetin eski imtiyazlı (asker-sivil
bürokrasi) sınıfı güç kaybederken, diğer yandan 1950’lerden sonra büyükşehirlere göç
etmiş ve üniversitelerde eğitim almış olan muhafazakâr kesim, gerek siyasette, gerekse
bürokraside güçlenmiştir. Özellikle liberal politikaların uygulanmasıyla Türkiye’nin
giderek dünya ekonomisinin bir parçası haline gelmesi, Anadolu girişimcisinin İstanbul
169
sermayesine ihtiyaç duymadan ihracat yapabilecek bir konuma gelmesini sağlamıştır”
(Duman, 2018: 113). Turgut Özal’ın cumhurbaşkanlığının tartışılmasında iki unsur
etkili olmuştur: Anavatan Partisinin oy oranlarındaki düşüş ve dindar muhafazakâr
kimliği (Akın, 2018: 130).
170
Yılmaz döneminde iktidarı kaybetme sürecinde Türk muhafazakâr kesiminin desteği
belirleyici olmuştur. Daha açık bir ifadeyle Anavatan Partisi, Özal ile aralarına mesafe
koymaya çalıştıkça, muhafazakâr kesim partiden uzaklaşmıştır (Akın, 2018: 138).
Bütün bu faktörlerin neticesinde Anavatan Partisi 2002 seçiminde çok ağır bir yenilgi
almış ve DYP ve DSP ile birlikte TBMM dışında kalmıştır. TBMM dışında kaldıktan
sonra siyasi bir bunalıma giren ve arka arkaya iki lider değişimi yaşamış olan parti,
Erkan Mumcu’nun liderliği sırasında bu bocalamadan kurtulabilecek görüntü vermiş
olsa bile sonraki yıllarda tabela partisi olmaktan kurtulamamıştır (Çaha, 2006: 15). 2002
yılındaki genel seçimde yeni kurulan ve ilk kez seçimlere katılacak olan 1980’li yılların
Anavatan Partisi’nin dilini kullanan ve onu referans alan AK Parti, tek başına iktidarı
elde ederken, kendisine destek veren bir cemaat hariç tüm muhafazakâr kesimin
desteğini yitirmiş bir Anavatan Partisi, %5 oranında bir seçmenin desteğini almış aktif
siyaset hayatından çekilmiştir (Akın, 2018: 122).
171
süreçte kendisini güçlendirirken eş anlı olarak bazı değişimler yaşamıştır (Kılıç, 2013:
186-187). Bakan ve Arpacı’ya göre “Türkiye’de Batılılaşma hareketlerine tepki veren
toplumsal ve ekonomik grupların ortak ürünü olarak ortaya çıkışı Tanzimat ile
başlatılabilen muhafazakârlığın, uzun süre İslamcılık ile iç içe geçmişliği nedeniyle
gecikmiş bir tepki olarak belirginleşmesi 24 Ocak kararları, bağımsız kimlik kazanması
ise 28 Şubat süreci ile gerçekleşmiştir” (Bakan ve Arpacı, 2012: 134).
172
de gözlenebildiğini göstermişken, diğer taraftan tematik eksenli bir muhafazakâr
düşüncenin okumasını yapmak onun Batı muhafazakâr düşüncesinden ayrılan yönlerini
de görebilmemizi sağlamışlardır. Bu çerçevede özelikle pejoratif olarak Türk
muhafazakâr olarak Türk muhafazakâr düşüncesine sıklıkla atfedilen ‘gerici’ sıfatını
kullanamayız. Türk muhafazakâr düşünürleri, Burke’cü gelenekte olduğu gibi,
değişimin kaçınılmaz bir gerçek olduğunun farkındadırlar. Karşı oldukları, bir tür
tepeden inmeci, dayatmacı değişimdir. Yoksa kendiliğinden bir değişime karşı
değildirler. Bu şekilde bir değişimin taraftarı olmalarının bir diğer nedeni tedrici bir
değişimin toplumun yapısını da sarsmayacağı düşüncesidir. Bu bağlamda Kemalist
modernleşme ile yapılmak istenilen hızlı ve köklü değişikliklere karşıdırlar. Bu
karşıtlıkları onların anti pozitivist tutumları ile de yakından ilgilidir ve Kemalist
modernleşmeye karşı eleştirilerinin kökeninde, bu yaklaşımları oldukça etkilidir. Türk
muhafazakâr düşünürleri Kemalist modernleşmeyi, 18.Yüzyıl Avrupa’sını hedef
göstermiş olmasından ötürü epistemolojik olarak yanlışlamak istemektedir. Çünkü hedef
olarak gösterilen Batı pozitivizmin hâkim olduğu yer Batıdır ve bu, zaman içerisinde
değişmiştir. Kemalist modernleşme taraftarları, Batıda meydana gelen paradigma
değişimlerini görmezden gelmektedir. Hızlı ve ani yapılan değişikliklerin mevcut
toplumun istikrarını bozacağı, onu çöküşe götüreceği düşüncesinin de Kemalist
modernleşmeye karşı olmada, muhafazakâr düşünürlerin beslendiği bir dayanak olduğu
belirtilmelidir” (Akıncı, 2012:337-338). Batı’daki şekliyle karşılaştırıldığında, Türk
muhafazakârlığının karşısına konumlandıracağımız sistem zorunlu bir şekilde
cumhuriyet olacaktır. Türk muhafazakârlığının varoluşsal olarak cumhuriyet rejimi ile
olan ilişkisi, içerik ve oluşum\ortaya çıkış olarak modernizm ve muhafazakârlık
arasındaki ilişkiyle özdeş olarak kabul edilmektedir. Türk muhafazakârlığı, ortaya
çıktığı dönem ve karşıtlık ilişkisi bağlamında değerlendirildiğinde -her ne kadar
Osmanlı’da muhafazakâr tutumlar bireysel olarak var olsa da- cumhuriyet döneminde
ortaya çıkan bir ideolojidir ve kendi varoluşsallığını cumhuriyet rejiminin ürettiği bir
zeminde ortaya koyabilmiştir. Eğer muhafazakâr düşüncenin bilinçlenmesinde etkili
olan faktör, Fransız Devrimi’ne karşı gerçekleştirmiş olduğu şanlı mücadele ise, Türk
muhafazakâr düşüncesinin de kendi karakterini şekillendirme sürecinde cumhuriyetin
de böylesi bir etkiyi ortaya çıkarması beklenirdi. Çiğdem’e göre “Türk muhafazakârlığı,
gerek muhafazakâr entelijansiyanın cumhuriyetin kuruluşuna gönüllü ya da gönülsüz
173
destek vermesi gerekse cumhuriyetle girişilecek bir hesaplaşmanın muhtemel
sonuçlarının hareketin meşruiyetini baştan gidereceği korkusuyla bu türden bir
hareketten kaçınmıştır”. Sonuç olarak, Avrupa’da ortaya çıkan muhafazakâr tepkinin
ülkemizde reaksiyoner olmadığını tam tersi olarak erken cumhuriyet döneminde ortak
hareket etme veya sessiz tepki dediğimiz bir tavrı ortaya çıkardığını görüyoruz
(Çiğdem, 2016b: 62).
Bu her iki muhafazakârlık anlayışı, din ile milliyetçi düşünceyi bir araya
getirerek, geleneğe benzer şekilde din kurallarını ve milliyetçi fikirleri, muhafaza
edilmesi gereken bir şey olarak düşünmüşlerdir. Onlara göre din ve milliyetçi ideoloji,
toplum içerisinde düzenin sağlanmasını sağlayan unsurlar olarak tasarlanmıştı. Her iki
muhafazakârlık anlayışının öngördüğü muhafazakârlık düşüncesinde dinin rolü çok ileri
düzeyde kabul edilmektedir. Din toplumsal hayat içerisinde muhafazakarların çok
önemli gördüğü istikrarın sağlanması açısından çok önemli ve toplum içerisinde
birleştirici bir misyon üstlenmektedir. Batı ve Türk muhafazakâr düşüncesini diğer
ideolojilerden farklı kılan şey geleneğe olan bakış açılarıdır. Devlete dönük olarak ta
devletin sadece temel hak ve özgürlüklerin korunması noktasında değil ekonomik
kalkınma ile toplumsal açıdan bireyin ahlaki olarak yüceltilmesini vurgulamaktadırlar.
Bu durumu topluma dönük söylemleri içerisinde sık sık dile getirmektedirler. Bu
çerçevede her iki muhafazakâr düşünce içerisinde, komünizm karşıtlığı temel hareket
174
noktası olmaktadır. Türk muhafazakârları bu konuda biraz daha ileri giderek toplumsal
düşünce çerçevesinde yaratmış olduğu hayali komünizm tehdidi ile ilgili olarak sosyal
hareketler vasıtasıyla ciddi bir gayretin içinde olmuştur (Vural, 2011:162-163).
175
Batı muhafazakâr düşüncesi, ihtilal ile gelen özgürlük ile eşitlik gibi kavramlara
ve ihtilal sonrasında egemen sınıf olarak beliren burjuvazinin menfaatlerine tepkisel bir
hareket olarak ortaya çıkmıştır. Batı muhafazakârlığı genel olarak kilisenin tarihsel
süreç içerisinde ortaya çıkan özgül konumuna çok büyük önem atfetmektedir. İhtilal ilk
olarak kurumsallaşmış olan kiliseye karşı harekete geçmiş ve klişenin gücünü
sınırlandırmak için laiklik ilkesini ön plana çıkarmıştır. Bunun sonucu olarak
muhafazakârlık ve kilise arasında yaşamsal bir birliktelik doğmasına yol açmıştır.
Muhafazakârlık bu çerçevede, Hıristiyan inancı içerisinde olan ilk günah yaklaşımı
üzerinden insanın kusurlu bir varlık olduğunu ve mükemmelleşemeyeceği inancından
hareket etmiştir. Türk muhafazakâr düşüncesinde ise bu tarz bir düşünce hiçbir zaman
oluşmamıştır. Bu farklılık Batı muhafazakâr düşüncesi ile Türk muhafazakâr düşüncesi
arasında ortaya çıkan en temel ayrımlardan başında gelmektedir. Türk muhafazakâr
düşüncesi içerisinde düşünsel düzlemde, geleneğin radikal bir şekilde ortadan
kaldırılamayacağı, uzun bir tarihsel süreç içerisinde ortaya çıkan mazinin tamamen
silinemeyeceği, din kavramından bağımsız olarak değerlendirebilecek hiçbir toplum
olamayacağı, manevi değerlerden yoksun olarak toplumların uzun bir süre hayatta
kalamayacağı gibi konular işlenmiştir (Vural, 2011:167-169).
176
çoğunlukla düşünür, felsefeci, siyasetçi olmaktan öte edebiyatçı ve şair yetiştirmiştir”
(Özkan, 2016: 15). Bu bağlamda Türk muhafazakârları daha çok pratik düşünceye sahip
kişiler olarak ön plana çıkmakta olup, teorisyen olmaktan çok uzaktırlar. Onları bu
sorunlara pratik çözüm yolları üretmeye yönlendiren koşullar Tanzimat sonrasından
başlayarak Cumhuriyete kadar uzanan dönemin özel şartlarıdır. Bu durum genel olarak
muhafazakâr düşüncenin teorik temelden uzak olarak gelişmesine yol açmıştır. Bu
durum muhafazakâr düşünürlerin siyaset ve felsefe alanından ziyade sosyal bilimler ve
edebiyat gibi alanlardan çıkması ve dönem içerisinde gerçekleşen inkılaplara karşı
sadece kültürel bir tepki ortaya koymaları sonucunu ortaya çıkarmıştır. Bu çerçevede
cumhuriyet döneminde gerçekleştirilen inkılaplara karşı ortaya koymuş oldukları
tepkiler bu düzlemde ve yüzeysel olarak gerçekleşmiştir (Vural, 2011:171). Batı
muhafazakârlığı ise bir ölçüde politik eylemi ifade eden ve soyut bir akıl anlayışına
dayanan raison d’etat düşüncesine göre şekillendirilmiş merkezi devlet veya
Hobbes’daki karşılığıyla Leviathan’a duyulan endişenin ifadesi olarak ortaya çıkmış
olup, bu duruma reaksiyoner bir tepki ortaya koymuştur (Öğün, 2013:556).
177
5. MİLLİYETÇİLİĞİN TEORİK ARKA PLANI VE TÜRKİYEDE
MİLLİYETÇİLİK
Modern dönem olarak adlandırılan dönem, siyasal ideolojilerin ilk olarak oluştuğu
ve dünyayı siyasal ve sosyal açıdan şekillendirdiği bir süreç olarak ifade edilebilir.
Fukuyama gibi düşünürlerin ortaya attığı “ideolojilerin sonu söylemi” karşısında
günümüzde ideolojilerin siyasal ve sosyal yapı üzerinde çok önemli sayılabilecek bir
işlevselliği söz konusudur. Milliyetçilik özellikle son iki yüzyıl içerisinde bu çerçeve
içerisinde kendisi hakkında en fazla konuşulan ve tartışılan bir siyasal ideoloji
mesabesindedir. Modern olarak adlandırılan bu dönem içerisindeki siyasal ve sosyal
yapıyı şekillendiren temel belirleyici faktörün milliyetçilik ideolojisi olduğu
bilinmektedir. Bu döneme ait kavramlar olarak ortaya çıkan “ulus, etnisite, milli kültür,
milli kimlik, milli egemenlik, milli sınırlar” kavramlarının tamamının bu ideolojinin
ürünleri olduğu söylenebilir (Korkmaz, 2016:21).
Dünya siyasal ve toplumsal tarihinin günümüzden itibaren geriye doğru geçen son
yüz elli yılı siyasî ideolojilerin oluşması açısından isimlendirilseydi "milletler çağı"
olarak adlandırılabilirdi. Fransız ihtilalinden itibaren dünya siyasi konjonktürünü
etkileyen ve siyasi sınırları belirleyen değişimlerin milletlerin bağımsızlığı prensibi
üzerinden ortaya çıktığını veya hiç değilse ona göre tanımlanmaya çalışıldığını
görüyoruz (Kedourie, 2017:9). İdeolojilerin tamamı ortaya çıktıkları dönemin önemli
olay ve gelişmelerinden varoluşsal bir şekilde etkilenirler. Milliyetçilik ideolojisi de
aynı doğrultuda modern çağın tarihsel ve içtimai şartlarının etkisiyle ortaya çıkan bir
ideolojidir. Milliyetçilik, modern dönemde ortaya çıktığı şekliyle ulus-devlete ait bir
ideoloji olarak yapılandırılmıştır (Yıldırım, 2006: 181).
178
araçsallaştırılmalarında çok önemli bir rol oynamıştır. Karakaş’a göre “milliyetçiliğin,
modern ulus-devleti meşrulaştıran bir araç haline gelmesinde, ideolojik yapısı
belirleyici olmuştur. Çünkü ulus-devlet, oluşumu itibariyle bir inşa sürecidir. İdeolojiler
ise insanları dünyalarının tarihsel olarak inşa edilmiş olduğunu unutturacak süreçlerde
yaşatabilme gücüne sahiptir. Bundan dolayı milliyetçilik ideolojisi, ulus-devletlerin
yaşanılan dünyanın doğal haliymiş gibi algılanmasını sağlamıştır. Kaldı ki,
milliyetçiliğin duygusal-tepkisel ve ideolojik bir güç, yani etkin bir siyasa olarak tarih
sahnesindeki belirişi, Batı toplumların ulus-devlet olma süreciyle eş zamanlıdır”
(Karakaş, 2006: 57).
179
mevcut siyasî birlikler de ayakta kalabilmek için bir an önce millet denilen sosyal
bünyeyi gerçekleştirmeye çalışmaktadır.” şeklinde ifade etmektedir. Kedourie,
milliyetçi ideolojinin dünyanın farklı bölgelerinde farklı ülkelerde birbirinden çok farklı
görünümler arz ettiğini ve onun tamamen ideolojik bir dünya görüşü olmanın yanında
toplumsal gerçeklerden kaynaklanan “siyasî-sosyal değişim cereyanı” olduğunu dile
getirmektedir. Dünya üzerindeki tüm ülkeler kendi tarihsel süreçlerine uygun olarak
sosyal ve kültürel bir seviyeye kavuşmak istemektedirler. Bu bağlamda ona göre
milliyetçilik modernleşme sürecinin kendisi veya ilerlemiş bir millet olma gayretinin
başka bir adı haline gelmiştir (Kedourie, 2017:10).
180
çıkararak egemenliği halka dayalı hale getirmiştir. Fransa’daki devrimin ortaya koymuş
olduğu, “milli irade”, “milli egemenlik” gibi kavramlar ve ortaya çıkarmış olduğu
milliyetçilik ideolojisi, ilk olarak kara Avrupası dediğimiz İngiltere hariç ana kıtayı çok
derinden etkilemiştir. Napolyon savaşlarının da etkisiyle bu kavramların olduğundan
daha çabuk bir şekilde Avrupa’da yaşayan tüm halklar tarafından duyulmuştur. Milli
veya ulusal ön eki ile ortaya çıkan bu kavramlar, özellikle çok uluslu yapıları ile iki
büyük imparatorluk üzerinde -Avusturya İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu- çok
büyük etkilerde bulunmuştur (Emiroğlu, 2007: 23). Milliyetçilik batı literatüründe
“national” den türetilen “nationalism” olarak ifade edilebilir, fakat Türkçe’ye geçen
birçok kavram gibi “nationalism” sözcüğü de kavramsallaştırılma sürecinde sorunlu
olmuştur. Siyasal bir ideoloji olan milliyetçiliğin felsefik anlamda neo-klasizm ve
romantizm anlayışından temellendiği söylenebilir. Milliyetçiliğin ortaya çıkardığı ulus-
devlet anlayışının düşünsel anlamda temelleri aydınlanma düşüncesinin yorumlarından
biri olarak ifade edilebilecek neo-klasik anlayış içerisinde değerlendirilebilir (Korkmaz,
2016:22).
Milliyetçi ideoloji ile ilgili birçok düşünür kendilerine göre farklı tanımlamalar ve
yaklaşımlar geliştirmiştir. Bu yaklaşımlardan bir tanesi Anthony D. Smith’in
milliyetçiliğe dair geliştirmiş olduğu yaklaşımdır. Ona göre, “milliyetçilik millet
düşüncesinin halk arasında uyandırdığı duyguları öne çıkarır; bu ideolojik söylemde,
millet hissedilen ve yaşanan bir topluluk, hayal denli bir davranış kategorisidir” ve
üyelerinin belirli türden eylemlerine gereksinim duyar. Bu doğrultuda bütün toplumlar
içerisinde milliyetçilik, özellikle ulusları için çok büyük zaferler kazandıran liderler için
olduğu gibi kendi milletinin bekası ve güvenliği için verdiği savaş veya mücadele
sırasında can verenler için de olmak üzere anma törenlerinin ve seremonilerinin
artmasını teşvik etmiştir (Smith, 2013:22).
181
kolaylaştıracaktır (Korkmaz, 2016:20). Millet kavramı devlete tekabül eden bir kavram
değildir; çünkü devlet kavramı kurumsal düzeyde gerçekleştirilen bir faaliyet ile alakalı
bir kavram olurken, millet ise bir topluluğu ifade eden bir kavram olarak ortaya
çıkmıştır. Millet aynı zamanda etnik bir topluluk olarak ta ifade edilemez, çünkü iki
kavram kökensel olarak aynı kültürel kimlik düzleminde örtüşmüş olsalar da, etnik
topluluğun siyasi bir karşılığı bulunmamaktadır. Etnik kavramı aynı zamanda tarihsel
açıdan bir ülkeye sahiplik ile fiilen ilişkilendirilemeyecek bir kavram olduğundan kültür
ve ülke anlamında toprak boyutundan yoksundur. Buna karşılık millet kavramı herhangi
bir topluluğun anavatan olarak kabul ettikleri bir toprak parçası üzerinde tarihsel süreç
içerisinde çok uzun bir dönem oturmuş olmaları sonucu ortaya çıkan bir kavramdır
(Smith, 2013,24).
Millet kavramını “anavatan olarak kabul edilen yerde ikamet eden, ortak mitlere
ve paylaşılan bir tarihe, farklı bir kültüre, tek bir ekonomiye, bütün üyeleri için ortak
yasalara ve göreneklere sahip olan, adlandırılmış insan topluluğu” olarak tanımlamak
doğru olacaktır. Ethnie kavramına gelince, o da belirli bir toprak parçasına bağlı,
182
geçmişten atalarımızdan kalma mitlere, paylaşılan ortak anılara, “kültürden bir ya da
birden çok öğeye, en azından seçkinler arasında belirli ölçüde dayanışmaya haiz,
adlandırılmış insan topluluğu” diye tanımlanabilir. Etnik topluluklar ile milletler
arasındaki tek büyük farklılık, etnik toplulukların genelde halk kültüründen yoksun
olmasıdır (Smith, 2013,25). Milliyetçi ideolojilerin tamamının, “kültürel kimlik, toprak
bütünlüğü ve ortak öz-yönetim” gibi kavramlar üzerinden tanımlanmış olan hedefleri ve
bunları gerçekleştirmek için kültürel ve siyasal düzlemde ortaya konulmuş programları
bulunmaktadır. Milliyetçiliğin bu programlar çerçevesinde içeriklendirilmiş birçok
farklı türü söz konusudur –dindar, laik, muhafazakâr, köktenci, imparatorluğa özgü,
ayrılıkçı vb.- ve bunların her biri kazandıkları içerik bakımından farklı bir çözümlemeye
tabi tutulmalıdır (Smith, 2013:39).
Milliyetçiliğin birçok farklı türünün varlığı konusu 19. yy içerisinde çok net net
bir şekilde görülmektedir. Bu bağlamda milliyetçilik kavramı ile ilgili olarak ortaya
çıkan literatür, tek bir milliyetçilikten ziyade farklı milliyetçilik türlerini tanımlamaya
çalışan bir literatür olarak ifade edilebilir. Milliyetçilik kimi zaman sağ kimi zaman ise
sol, bazı durumlarda da otoriter veya demokratik içerikli bir şekilde tanımlanmıştır.
Milliyetçi ideolojinin tarihsel süreç içerisinde gelişimi ve içeriksel dönüşümünün
felsefik ve teorik tekâmülünden ziyade tarih ve toplumsal koşulların şekillendirdiği bir
dönüşümden bahsedebiliriz. Başka bir şekilde ifade edersek milliyetçilik, birtakım
düşünürlerin ortaya koymuş oldukları düşünsel ve teorik çalışmalar çerçevesinde ortaya
çıkmaktan daha çok, ortaya çıktığı mekânsal boyut ekseninde toplum, kültür ve zaman
ile yakından ilişkili olarak şekillenen bir ideolojidir. Tarihi ve toplumsal değişimlerle
bağlantılı olarak ortaya çok farklı milliyetçilik kavramı çeşitliliği söz konusu olmaktadır
(Korkmaz, 2016:5-7). Chatterjee’nin, milliyetçilik ve modernitenin özellikle Batı-dışı
toplumlarda kendisini tekrar üretmiş olduğu ideolojik ve siyasal bir araç olduğu tezine
göre, “Batı modernitesi milliyetçilik yoluyla Batı-dışı coğrafyaları kolonize
etmektedir.” Bu çerçevede üçüncü dünya ülkeleri milliyetçiliği genel olarak
bakıldığında anti-emperyalist görünmelerine rağmen, modernleşmenin bir ürünü olması
hasebiyle, moderniteyi farklı coğrafyalarda yerelleştirerek yeniden üretmeyi
hedeflemektedirler (İrem, 2006: 159). Farklı kişiler tarafından farklı milliyetçilik
yaklaşımları üretilmiş olsa bile hepsinin üzerinde mutabık kaldıkları bir nokta varsa o
da “milliyetçilik” teriminin tamamen modern döneme ait bir kavram olduğudur. Milli
183
terimi ile ilgili olarak ise şunu ifade edebiliriz. 1836 yılında terimin İngilizcedeki ilk
kullanımı, “bazı milletler ilahi bir şekilde seçilirler şeklinde teolojik bir öğreti”
şeklinde olmuştur (Smith, 2013:15). Weber’ göre “Millet kavramının açık tanımı
üyelerinin gözlemlenebilir ortak niteliklerinden bahsedilerek yapılamaz. Hiç şüphesiz
‘millet’ kavramı, başka gruplara nazaran söz konusu grubun üyeleri arasında bir
dayanışmayı anlatır. Bu yüzden bu kavram toplumsal değer yargıları alanına girer”
(Weber, 2006: 181). Kimliğin tarihi süreç içerisinde sürekli olarak tekrar tekrar inşa
edilen ve verili olmayan bir yapı olduğunu düşündüğümüzde; milli kimliklerin oluşum
sürecini “özgül milliyetçi oluşumların bir cüzü” gibi değerlendirmemiz gerektiği
görülmektedir (Bora, 2014:13).
Milliyetçilik ideolojisi ile ilgili olarak ortaya çıkan yaklaşımlar “milletleri doğal,
verili veya kadim dönemlerden itibaren var olan yapılar olarak gören ‘İlkçi’,
modernleşme sürecinin yani yakın tarihin bir ürünü olarak gören ‘modernist’ ve
milletlerin etnik kökenlerine önem veren bu iki görüşün ortasında ara görüş olarak
değerlendirilebilecek ‘etno-sembolcü’ yaklaşım” şeklinde sınıflandırılan üç temel
yaklaşım söz konusudur (Korkmaz, 2016:22). Siyaset bilimi literatüründe milliyetçilikle
ilgili dile getirilen bu kuramlardan ilki Türkçede “özcü” olarak karşılık bulan İngilizcesi
“primordialist” ya da “essentialist” kuram olarak ifade edilen ilkçi kuramlardır. Bu
kuramın temelinde milletlerin doğal olarak kadim zamanlardan beri var olduğunu
anlayışı yatmaktadır. Buradan hareketle bu kuramı savunanlar ezelden beri var
olduğunu söyledikleri milletlerin siyasallaşmasıyla birlikte milliyetçiliğin bir ideoloji
olarak ortaya çıktığını ileri sürmektedirler. Bu ilkçi yaklaşımından da çıkarılabileceği
üzere “primordialist kuram” milliyetçilik ile ilgili sözünü ettiğimiz literatüre etnisite ile
ilgili çalışmalardan aktarılmış bir kuramdır. Bu çerçevede bu kuramın ana teması ve
problematiği, etnisitenin ne anlama geldiği ve tarihsel süreç içerisinde ne zaman ortaya
çıkmış olduğu gibi sorulara verilen yanıtlar olarak ifade edilebilir (Korkmaz, 2016:53).
Özkırımlı’ya göre ise terim kabaca milletleri doğal ya da eski çağlardan beri var olan
yapılar olarak görenleri nitelemek için kullanılmaktadır. Primordialism kavramı
İngilizcede iki anlama geliyor. Bu anlamlardan birincisi “başlangıçtan beri var olan”,
ikincisi ise “ilk yaratılan ya da geliştirilen” şeklinde söylenebilir. Primordialism
184
kelimesini ilk kullanan kişinin Edward Shills’in olduğu düşünülmektedir (Özkırımlı,
2015:79-80). İlkçi yaklaşım veya kuram olarak nitelendirilen bu milliyetçilik kuramı
kendi içinde üç farklı alt ayrımı içermektedir. Bu ayrımlardan ilki doğalcılık adı verilen
ve en aşırı olan versiyondur (Korkmaz, 2016:53). Doğalcılık adı verilen bu ayrım
milletlerin çok eski çağlardan itibaren var olduğunu ve ortaya çıktığı andan itibaren çok
fazla bir değişikliğe uğramadan geldiğini savunmaktadır (Özkırımlı, 2015:91). İlkçi
yaklaşımın bir diğer yorumu ise Clifford Geertz ve Edward Shils’in oluşturmuş olduğu
“kültürel yaklaşım” olarak söylenebilir (Korkmaz, 2016:53). Kültürel yaklaşım etnik
bağlılıklar içerisinde inanç faktörünü ön plana çıkarmaktadır. Bu yaklaşım içerinde
gerek bireyleri gerekse etnik topluluklar ya da milleti ‘ötekilerden’ ayırdığı düşünülen
din, dil, ortak geçmiş gibi unsurlarla sıkı bir şekilde birleştiren bu öğelerin ilk olma
vasfını taşıdığına ve tüm her şeyden önce de bunların var olduğuna duyulan bir inanç
söz konusudur (Özkırımlı, 2015:91). Üçüncü ve son yorum ise insanların biyolojik
kökenlerin ön plana alınmış olduğu Pierre Van Den Berghe tarafından oluşturulan
“sosyo-biyolojik yaklaşım”dan bahsedildiği görülmektedir. Sosyo-biyolojik yaklaşımda
etnik kimlikleri ve aidiyetleri; dil, koklama, görme duyusu ve hatta cinsiyet gibi
özellikler bireyin doğal bir parçası gibi görünmektedir (Korkmaz, 2016:53). Bu
yaklaşım etnik bağlılıkların kaynağını toplumu oluşturan bireylerin genetik
özelliklerinde ve içgüdülerde aramaktadır. Bu görüşe göre milletler, çok büyük boyutta
ailelerin biraraya gelmesinden oluşmaktadır (Özkırımlı, 2015:91).
185
değildir. Bu oluşumu sağlayabilecek koşulların modern çağ içerisinde ortaya çıktığı
başka bir ifade edilirse, milletlerin milliyetçilik ideolojisinin icat edildiği son birkaç
yüzyıl içerisinde toplumsal ve siyasal bir zorunluluk sonucu oluştuğu söylenebilir. Bu
görüşe göre milletler milliyetçilik ideolojisini değil, milliyetçilik ideolojisi milletleri
yaratmıştır (Özkırımlı, 2015:102-103).
186
konumlandığı söylenebilir. Bu kurama göre millet, ne ilkçi yaklaşımın öne sürdüğü gibi
verili ve çok uzun dönemlerden beri var olan bir şey ne de modernistlerin söylemiş
olduğu gibi modern dönemde ortaya çıkan bir olgudur (Korkmaz, 2016:65). İlkçi
yaklaşıma karşıt söylemlerde bulunan modernistlerin yaptıkları açıklamaları yetersiz
bulan “John Armstrong, Anthony D. Smith, John Hutchinson” vb. Etno-sembolcü
düşünürler, bu her iki yaklaşımın birleşiminden oluşturdukları sentez üzerinden
kendilerince bir orta yol bulma yoluna gitmişlerdir (Özkırımlı, 2015:203). Bu yaklaşıma
göre millet “ne geçmişten tamamen kopuk, ne de kesintisiz bir şekilde geçmişin devamı”
niteliğindedir. Kuram, etnilerin modern dönem öncesi kimliklerin dönüşümüyle
milletleri oluşturduğunu değerlendirmektedir. Korkmaz’a göre “Milliyetçilik
bağlamında çıkış noktası ilkçilere benzer bir şekilde, modern öncesi döneme
dayanmasına karşın, sonuçları modernizm ile birlikte ortaya çıkan bir olgudan
bahsedilmektedir. Bu anlamıyla da etno-sembolcülüğün, modernist yaklaşıma olan
benzerliği ve farklılığı ortaya çıkmaktadır” (Korkmaz, 2016:65-66).
187
değerlendirilmeli ve günümüzün milletleri aynı etnik kökenden gelmiş oldukları
atalarıyla aynı çerçevede değerlendirmelidir (Özkırımlı, 2015:204).
Anderson’a göre milliyetçi ideoloji alanında yapılan çalışmalar ile ilgili literatüre
baktığımızda gördüğümüz iki ana akımdan biri Anthony Smith’in savunduğu çizgiye
tabi olan gelenekselciler, diğeri ise Eric Hobsbawm, Ernst Gellner’in savunduğu çizgiye
tabi olan modernsitler olarak ikili bir ayrıma tabi tutulabilir. Burada dile getirilen iki ana
akımın en fazla gündeme geldiği dönem 1990’lı yılların sonu olarak söylenebilir.
Milliyetçilik ile ilgili yapılan teorik çalışmaların çok ilgi çekici tarihsel bir kökeni söz
konusudur. Bu teorik çalışmaların ortaya koyulduğu ve en fazla tartışıldığı ülke veya tek
ülke milli nitelikte olmayan Birleşik Krallık’tır. Bir başka ilginç yönü ise bu teorilerin
kurucu babaları genel olarak mutlu Yahudi bir kesimden gelmektedir. Eric Hobsbawm,
1990’lı yıllarda Komünist Parti ortadan kalkana kadar geçen dönemde bu partinin ateşli
bir üyesiydi. Hobsbawm’dan İngiltere’de doğmuş fakat gençlik dönemlerinin büyük bir
kısmını annesinin vatandaşı olduğu Avusturya’da geçirmiş olan kaliteli bir tarihçi
olarak söz edilebilir. Ernst Gellner, ismi sonraki bir dönemde Çekoslovakya olacak olan
bölgede yaşayan bir Alman Yahudi’si ve koyu bir aydınlanma taraftarı, liberalizm
yanlısı, antropolog ve sosyologtu. Tarihçi Anthony Smith, Britanya doğumlu, ılımlı bir
muhafazakâr, aynı zamanda Ortodoks bir Yahudi olarak bilinirdi. Bir diğer sosyal
bilimci olan ve milliyetçilik ile ilgili ilk çalışmalarını Asya ve Afrika kıtalarında
bulunan kolonilerde yapan Elie Kedourie; Bağdat’ta yaşayan çok eski bir Yahudi
grubun üyesi bir siyaset bilimci idi. Kendisi, muhafazakâr düşünür denildiğinde ilk akla
gelen isimlerden olan Michael Oakeshott’un yardımcısıydı. Bu alanda çalışmalar yapan
ve Yahudi olmayan sosyal bilimciler genel olarak anti-İngilizken, Yahudi kökenli olan
ve yine bu alanda çalışma yapan sosyal bilimciler ise genel olarak Britanya’ya çok
olumlu bakıyorlardı (Balcı vd., 2011: 62-63).
188
ulusal şeref gibi konularda gözlerini geleceğe çevirirken, öte yandan geçmişin milli
ihtişamını kutlamış ve yerel, etnik kimlikleri pekiştirmiştir. Milliyetçilik eş zamanlı
olarak akılcı ve irrasyonel olabilmiştir ki buna bağlı olarak milletin kendi kaderini tayin
etme hakkı gibi ilkeli prensipleri benimsemesinin yanısıra eskiye ait korkular, tiksinti,
nefret gibi akılcı olmayan güdüleri ve duyguları besleyip büyütmektedir. Milliyetçilik
tarihsel süreç içerisinde çok değişik bağlamlarda ortaya çıkmış, birbirine taban tabana
zıt kültürel miraslar tarafından şekillendirilmiş ve çok farklı siyasi davalar ve amaçlar
için kullanılmıştır. Ancak bu durum aynı zamanda, milliyetçiliğin farklı siyasi öğretiler
ve düşünceler ile birleşme ve onları kapsama, bu yolla da rakip bir dizi milliyetçi
gelenek oluşturma yetisini de yansıtmaktadır (Heywood, 2015:215). Bu özelliği 19. ve
20. yy.‘a damgasını vuran modern bir ideoloji olarak milliyetçiliğin adeta yeniden
canlanmasını sağlamıştır. Ersanlı’nın ifadesiyle “milliyetçilik kavramının birçok
sosyal/ekonomik duruma, her ideolojik eğilime, her siyasal modele uyarlanabilir bir
kavram olması, kavramı evrenselleştirirken aynı zamanda ona partiküler bir içerik de
kazandırmaktadır” (Korkmaz, 2016:21).
189
akılcı, çoğulcu ve iyimser bir yapıya sahip olduğunu düşünüyordu. Bu ülkelerde
milliyetçilik bir toplum sözleşmesine dayalı olduğundan, orta sınıfların savunduğu
toplumsal ilerleme düşüncesine hizmet ediyordu. O, sonraki dönemde ise Batılı
Milliyetçiliği ‘Bireyci’ ve ‘toplulukçu’(Collectivist) olmak üzere ikiye ayıracaktı: Birinci
kategori Anglo Sakson ülkeleri, ikinci kategoriyse Fransa’yı içeriyordu” (Özkırımlı,
2015:58-59). Doğu tipi milliyetçilik ise; “literatürde etnik, romantik, kültürel, gerici
(kötü), jus sanguinis ve en çok da Alman tipi milliyetçilik olarak adlandırılan bir
milliyetçilik türüdür.” Bu tür milliyetçiliğin millet tanımında genel olarak aynı dil ve
kültür ile aynı etnik gruptan olmaya dayalı bir cemaat (gemeinschaft) söylemi söz
konusudur (Korkmaz, 2016:79). Batıdan Doğuya doğru gittiğimizde duygusallığı çok
güçlü ve otoriter bir milliyetçilikle karşılaşılmaktadır. “Rusya’ya ve Asya’nın geneline
egemen olan bu milliyetçilik türü, orta sınıfın geri kalmışlığından kaynaklanıyor,
gücünü aristokrasinin alt kesimleriyle entelijansiyadan alıyordu” (Özkırımlı, 2015:59).
Batı tipi milliyetçilik türünün belirmesinden yani İngiltere ve Fransa’nın ulusal devlet
oluşumlarını tamamlamalarından yaklaşık elli yıl sonra, gecikmiş bir tarzda, 1870’de
gerek İtalya gerekse Almanya’nın ulus inşa süreçleri milliyetçi ideolojinin Doğu tipi
ayrımının başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Fransa ve İngiltere örneğinde nispeten
kendiliğinden gelişen bir yapı, Doğu milliyetçiliğinde objektif unsurlardan hareketle
yapay olarak inşa edilmeye çalışılmıştır (Korkmaz, 2016:80). Calhoun tarafından
sınıflandırılan milliyetçilik modellerinin “popüler kültür içinde nasıl dolayımlandığını
görmek için milliyetçi ideolojinin pratikteki işleyiş biçimlerine, kendisini oluşturan
söylemi oluşturan öğeler arasındaki ilişkilere, belirli kimliklere ve rollere atfedilen
anlamlara, bu anlamlar arasındaki uzlaşım ve gerilim hatlarına bakmak
gerekmektedir.” Modernitenin ortaya çıkardığı açmazların milliyetçi düşünce
çerçevesindeki yansımalarının toplumsal bazı sonuçları olabilmesinin yanında kimlik ve
benlik krizleri gibi bazı psikolojik sonuçları da olabilmektedir (Işık, 2006: 230).
190
Snyder, Tipoloji üretmeye devam etmiş, 1968 tarihli eserinde coğrafi bir tipoloji
geliştirmiştir” (Özkırımlı, 2015:58-59).
Sivil Rasyonel İyi Fransız Siyasal Devrimci Teritoryal Jus Soli Subjektif
Doğu Tipi
Etnik Romantik Kötü Alman Kültürel Muhafazakâr Kültürel Jus Sanguinis Objektif
Liberal milliyetçiler milletlerin bireyler ile aynı şekilde kendi kaderlerini kendileri
belirlemeleri bağlamında eşit olduklarına inanırlar. Bu bağlamda liberal milliyetçiliğin
asıl amacı bir milletin birleşmesinden ziyade ulus devletlerden oluşan bir dünyanın
kurulması olarak ifade edilebilir (Heywood, 2015:216). Her milletin kendini yönetme
hakkı olduğu kabul edilir. Dolayısıyla milletler, yöneticiler tarafından yapay olarak
şekillenen olgular değil, aksine organik cemaatlerdir. 1800’lü yılların ortalarından
itibaren Alman ve İtalyan milliyetçiliklerinin ana temaları ve yaklaşımlarını liberal
anlayış şekillendirmiş olup, bu tip milliyetçi düşünce genellikle kurulu düzene muhalif
bir görüntü ortaya koymuştur (Kerestecioğlu, 2014:334). Türkiye’de cumhuriyet tarihi
191
boyunca siyasal ve düşünsel figürlerde gözlemlenebilecek liberal duruş, milliyetçi
liberalizmden, devlet merkezci bir milliyetçiliği ön gören liberalizme ve liberal
milliyetçiliğe kadar uzanan bir çizgi üzerine oturmuştur (Coşar, 2009:719).
192
4.4.2. Muhafazakâr Milliyetçilik
Muhafazakâr düşünce 18. Yüzyıl’dan itibaren yoğun bir şekilde etkili olan bir
ideoloji olarak söylenebilir. Milliyetçi ideolojinin toplum, tarih, aile ve geleneklere
vurgu yapan yapısı, muhafazakârlık ile bir birliktelik oluşturmasında etkili olmuştur.
Ayrıca modernizm tarafından üretilen yeni kutsallar, milliyetçi ideolojiyi
muhafazakârlığa yaklaştıran bir başka etken olarak ifade edilebilir. Bu süreç içerisinde
muhafazakâr niteliği söz konusu olan bir milliyetçi tavrın ortaya çıktığı söylenebilir
(Korkmaz, 2016:83).
193
yapıyı birarada tutmaya yarayan bir çimento vazifesi gördüğü söylenebilir. Bunun
yanında din faktörü de millet yapısının temel harçlarından biri olarak görülmektedir. Bu
bağlamda din’e ait unsurlar ve dini ritüelleri milliyetçiliğin içerisine özenle
yerleştirilmektedir. Mesela “Hemen her dinde var olan, kutsal bir ideal uğruna ölme
anlamında ‘şehitlik’ olgusu, devlet ve ulus uğruna hayatını feda etmenin cennetle
ödüllendirme sonucunu doğuracağı anlayışı ile birleştirilir.” Muhafazakâr milliyetçi
anlayışta, toplumun geleneksel değerleri ile tarihselliği ve sürekliliğinin ulusal bir
geçmişten kaynaklandığı inancı söz konusudur. Bu açıdan bakıldığında bu tür milliyetçi
anlayışın muhafazakârlığa ait organik toplum olgusu ile millet kavramının
özdeşleştiğini görmekteyiz (Beriş, 2017:120).
Birçok ülkede milliyetçiliğin hâkim ilkesi olan kendi kaderini tayin hakkı yerine
saldırganlık ve şovenizm milliyetçiliğin içerisine eklemlenmiştir. 19. Yüzyılın
sonlarında emperyalizmi bu şekilde bir milliyetçiliği arkasına alarak daha önceki
sömürgeci dönemlerden daha farklı olarak ilerleme imkânı bulmuştu. İngiltere’de bu tür
bir sömürgeci harekete, “Askeri yayılmanın ve emperyal fethin tahrik ettiği milliyetçi
heyecan ve kamusal coşku hali” anlamında “Jingoizm” adı verilmişti. Bu tür
milliyetçiliğin iki savaş arası dönemde zirve yaptığını söyleyebiliriz ki sonuç olarak
1939 yılına geldiğimizde yeni bir dünya savaşının da ana nedeni olmuştu. Bu
milliyetçilik tipini liberal milliyetçilikten ayıran şey Napolyon’un ordusunda fanatik bir
asker olan Nicolas Chauvin’in adından türetilen “şovenizm”dir. Milli şovenizm denilen
şey aslında histerik bir düzeyde seyreden yoğun bir milliyetçi heyecandan
194
kaynaklanmaktadır (Heywood, 2015:221-222). Şovenist anlayışta “ulusun savaşçı
karakteri, askerliğe yatkınlığı, ölümden korkmaması, bağımsızlık uğruna her türlü
mücadeleyi verebilmesi gibi açılardan diğer uluslardan daha üstün bir yerde durduğu
iddia edilir. Bu tarz bir yaklaşımın özellikle bağımsızlığın kazanılması aşamasında ciddi
bir işlev gördüğü söylenebilir. Özellikle kendisinden daha güçlü bir devletin çatısı
altında yaşayan uluslar bağımsızlıklarını kazanma ya da koruma açısından kendilerine
atfettikleri bu nitelikleri halk kitlelerini motive etme amacıyla kullanmışlardır. Ancak
kendi içlerindeki bağımsızlıkçı hareketlere karşı tutumlarının oldukça sert olduğu
açıktır. Ülke içindeki etnik bir farklılık kabul edilmediği için azınlık gruplarının hak
taleplerine olumlu bir cevap verilmediği gibi bunların üzerinde sert baskılarda
uygulanabilir” (Beriş, 2017:120).
195
olarak ifade edilebilir. Devlet milliyetçiliğinde oluşturulan hâkim üst kültürün millete
aktarılmasında bazılarını Althusser’in devletin ideolojik aygıtları arasında saymış
olduğu “resmi tarih, resmi dil ve milli eğitim” gibi araçlar çok önemli bir rol
üstlenmektedirler. Başka bir deyişle kültür, dil ve tarih oluşturulmaya çalışılan yeni
kimlik inşa aşamasında ideolojik bir yöntem olarak araçsallaştırılmaktadır. Bu tür
milliyetçiliğe dünya üzerindeki tüm ulus-devletlerde rastlandığından resmi
milliyetçiliğin bu devlet türünün milliyetçilik anlayışı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu
anlayışta o topraklarda yaşayan tüm halkın devlet aracılığıyla resmi dil ve tarih
yardımıyla oluşturulan hâkim kültür ekseninde milletleştirilmesi süreci ve daha sonraki
aşamada ise milliyetçi ideolojinin içselleştirilmesi söz konusu olmaktadır. Korkmaz’a
göre “resmi milliyetçilik ya da devlet milliyetçiliği olarak anılan milliyetçiliğin bu tipi
yalnızca ulus-devletin kurulduğu dönemde değil sonrasında da devam etmektedir”
(Korkmaz, 2016:87-88). Bu tarz milliyetçi anlayışlarda, devletin yurttaşı olunması
yeterli bir şey olarak görülmekteyken gerek etnik köken gerekse din ikinci planda etkili
olmaktadır (Recebov ve Taş, 2018:42).
19. Yüzyılın sonlarından itibaren ise milliyetçilik ve sosyalizm arasında çok ciddi
bir mücadele olduğunu görüyoruz. Genel olarak baktığımızda sosyalist hareketlerin
bilinçli ve militan bir şekilde enternasyonalist olduğunu söylenebilir. Bu bağlamda
sosyalist hareketler teorik olarak milliyetçiliğe karşı olmaktadır. Milliyetçilik ve
sosyalizm ters orantılı bir şekilde sürekli olarak birbirlerini dışlayan bir pozisyondadır,
birinin ilerlemesi ötekinin gerilemesi demektir (Kerestecioğlu, 2014:340). Sosyalizmin
enternasyonal bir bakış açısına sahip olması nedeniyle milliyetçilik kavramına mesafeli
yaklaşabileceği düşünülebilir. Temel yaklaşımlarını sınıfların dayanışması üzerine bina
eden sosyalizm, “kolektivist kimliğe” rağmen bir milletin diğer bir milletten daha üstün
olabileceği düşüncesini kabul etmez. Nitekim Marx ve Engels’e göre, milliyetçilik
hedeflerine ulaşmada aşılması gereken en büyük mesele olarak ifade edilebilir (Beriş,
2017:120-121). Fakat zaman içerisinde yaşanan gelişme ve değişiklikler, bir başka
ifadeyle pratik siyaset, marksizmin milliyetçilik kavramına çok daha farklı bakmasına
neden olmuştur. Marx ve Engels “ulusal sorun kavramı üzerinden milliyetçilik
meselesine yaklaşımlarına bakıldığı zaman oldukça ikircikli bir durum ile karşı karşıya
196
kalındığı görülmektedir. Bu çelişkili durumu yaratan husus ise bir teorik tutarlılık
aramaktan ziyade yaşanan mevcut gelişmelere karşı Marksizmin en işlevsel çözümü
üretebilme çabasının ortaya konmasıdır” (Atagenç, 2018: 57). Birinci Dünya Savaşına
giden gerilimli sürecin ve savaşın ortaya çıkardığı iki çok önemli sonuç olmuştur:
sosyalizm ile idare edilen bir devleti ortaya çıkması ve modernite öncesindeki Fransız
ihtilali ile beraber yavaş yavaş ortadan kalkması sonucu ortaya çıkan ulus devletler. Bu
dönemde yeni kurulan Sovyet Rusya kendisini ideolojik olarak tehlike olarak gördükleri
için yok etmeye yönelen ittifak karşısında yeni ortaya çıkan bu ulus devletlerin
desteğini aramak zorunda kalmış veya ulus devletlerin kurulması için olumlu siyasi
katkılar sunmuştur. Bu katkı sürecinde özünde milliyetçiliğe karşı olan sosyalizm ulus
devletlerin kurucu ideolojisi olarak kabul edilen milliyetçiliğe ideolojik bir kılıf
hazırlaması zorunlu hale gelmiştir ve bu aşamada milliyetçilikleri olumlu gören, hatta
marksist ideoloji eksenli açıklamalar getiren kuramsal bir inşaya girişmiştir. Bu
çerçevede paradoksal bir şekilde milliyetçi ideolojiyi dayanmakta ulus devletlerin teşvik
eden bir role soyunmuştur. Milliyetçiliği ikili bir sınıflandırmayla “Ezen ulus
milliyetçiliği” ve “Ezilen ulus milliyetçiliği” şeklinde tasnife sokan ve birincisinin
karşısında dururken ikincisini destekleyen bu kuramsal inşa, temel olarak marksizmin
temel önermeleri ile çelişki arz etse bile, bu durum ilk başlarda bir reel politik olarak
değerlendirilirken sonraki dönemlerde milliyetçiliği sosyalist kuramın ayrılmaz bir
parçası olarak açıklayan yeni kuramların temelini oluşturmuştur (Aydın, 2009:438).
Marksizm perspektifinden milliyetçi ideolojiye bakış farklılaşmasının, bu kavrama
yönelik araçsal bir bakış açısı değişikliği olarak gerçekleştiği söylenebilir (Atagenç,
2018: 57). Sosyalizmin zaman içerisinde enternasyonal yönünü yitirmesi, milliyetçilik
ile sosyalizm arasında çok güçlü bir birlikteliğin ortaya çıkmasını sağlamıştır
(Kerestecioğlu, 2014:340). Özellikle anti-kolonyalist ve anti-emperyalist bağımsızlık
yanlısı hareketlere bakıldığında genellikle sosyalist yaklaşımları benimsemelerine
rağmen halk düzeyinde yeterli desteği bulabilmek için milliyetçi ideolojiden çok büyük
ölçüde yararlanmaktadırlar. Bu bağlamda, enternasyonalist bağlamda sınıf çatışmasını
temel olarak kabul etmelerine rağmen emperyalizme karşı ulusal düzeyde yürüttükleri
savaşı da ana hedeflerine ulaşmaları çerçevesinde bir araç olarak gördükleri söylenebilir
(Beriş, 2017:121). Bu aşamadan sonra ortaya çıkan sosyalist milliyetçi ideolojiyi,
“özellikle sosyalizmin odaklandığı, ortak bir insaniyetin varlığıyla bağlantılı bir sosyal
197
varlık olarak insan görüşünü niteleyen “topluluk”, rekabetten çok işbirliğine dayalı
bireyciliğe karşı kolektiviteyi önceleyen “kardeşlik” ve sosyal istikrarın sağlanması için
önemli bir rolü olduğu düşünülen “sosyal eşitlik” temel unsurlarının milliyetçilik
tarafından kullanıldığı bir tür olarak tasvir etmek” mümkündür (Korkmaz, 2016:90).
Genel olarak bu alanda çalışma yapanlar tarafından kabul edilen bir “milliyetçilik
tarihi” söz konusudur; hiç şüphe yok ki bu modernist olarak ifade edilebilecek olan
tarih anlayışıdır. Bu tarih, 18. yüzyılın sonlarına doğru Polonya toprakları üzerinde
yaşanan ayrılıklar ve Amerikan Devrimi ile başlamakta, Fransız ihtilali ile devam
etmekte ve Napolyon’un “Prusya, Rusya ve İspanya” üzerine yaptığı fetih hareketlerine
karşı oluşan tepkilere kadar uzanmaktadır (Smith, 2013:126).
Fransız İhtilali bir yandan modernleşmenin bir sonucu olarak ortaya çıkarken,
diğer yandan modernleşmenin ortaya çıkarmış olduğu toplumsal sorunların çözümü ile
ilgili olarak oluşan kurumsallaşma sürecinin başlangıcı olmaktadır. Fransız İhtilali
sonucu ortaya çıkan koşullardan gerek monarşik düzen ve gerekse kendisini ilahi irade
üzerinden temellendiren merkezi krallıklar çok ciddi etkilenmiştir. İhtilal sonrasında
ortaya çıkan siyasal birlik düşüncesi ve milli egemenlik ilkesi çerçevesinde oluşan
modern ulus devletler, toplum içerisindeki siyasallaşmış grupların siyasal katılım
isteklerine cevap niteliğindedir. Başka bir şekilde ifade edilirse Fransız İhtilali sonraki
dönemi şekillendirecek olan yeni siyaset anlayışının ve ideolojilerin ortaya çıkmasında
etkili olan tarihsel bir olay ifade edilebilir (Korkmaz, 2016:5).
198
Fransız ihtilali aynı zamanda modern devlet olgusunun şekillenmesine yol bir
süreci de ortaya çıkarmıştır. Modern devlet yönetimi, yönetimi altında yaşayan
insanların tamamını kucaklayan (sürekli ve bölünmemiş) bir toprak parçası olarak
tanımlanmakta, kendisi gibi tanımlanan diğer topraklardan ise taraflarca belirlenmiş
sınırlarla ayrılmaktaydı. Hobsbawm’a göre “Modern devletin politik düzlemde kendi
halkı üzerinde, ara yöneticiler ve özerk kuruluşlar sistemine gerek duymayan, doğrudan
bir egemenliği ve yönetimi söz konusuydu ve eğer mümkünse, topraklarında yaşayan
herkese aynı kurumsal ve idari düzenlemeleri (ama Devrim Çağı’ndan sonra artık
geçmişin dinsel ve laik-ideolojik düzenlemeleri söz konusu değildi) dayatmanın yollarını
arıyordu. Devlet, teritoryal olarak tanımlanan bir “halk”ı yönetiyor ve bunu kendi
toprakları üzerinde en yüce “milli” yönetim organı olarak (ve temsilcilerini giderek en
ufak köydeki en mütevazı fertlere kadar yayarak) sürdürüyordu. İnsan hayatı için
önemli ayinlerin dinsel cemaatlerce düzenlemesine sivil bir alternatif sunan devletlerde
–çoğu devlette böyleydi- yurttaşlar devletin temsilcileriyle bu duygu yüklü gösterilerde
karşılaşabilirlerdi ve her zaman için nüfus sayımlarını tamamlayan doğum, evlilik ve
ölüm kayıtlarını tutan aygıt tarafından takip edilirlerdi. Hükümet ile uyruk ya da
yurttaş, kaçınılmaz olarak, daha önce rastlanmayan gündelik bağlarla birbirleriyle
bağlıydı” (Hobsbawm, 2014:102-103).
17. Yüzyıl’da modernizm ile aynı doğrultuda, Avrupa’da çeşitli çok çeşitli siyasal
ve toplumsal problemlerin ortaya çıktığı görülmektedir. Kilisenin gücünü kaybetmesiyle
beraber ortaya çıkan yeni etki merkezleri siyasal ve sosyal alanları etkileyerek söz
konusu alanlarda daha önceki dönemde olmayan bölünmüş bir yapı ortaya çıkarmıştır.
Bu dönemde yeni belirmekte olan sözünü ettiğimiz kompleks sorunların, toplumsal
ihtiyaçların yanında bu sorunlara dair çözüm yolunun bulunması için beklentiler
doğurduğu da söylenebilir. Bu çerçevede milliyetçi ideoloji çok önemli bir fonksiyon
üstlenmekte, darmadağın olan siyasal ve toplumsal yapının tekrar bütünlük kazanmasını
sağlamaktadır. Batı’da ortaya çıkan modernizmin üretmiş olduğu problemlere ek olarak
ortaya çıkan milliyetçi ideoloji üzerinden modernleşmeye gereksinim duyan birçok
toplum, bu sürecin üretmiş olduğu yeni birçok kurumu olduğu gibi transfer etme yoluna
gittiği söylenebilir (Korkmaz, 2016: 98). Birinci dünya savaşının başladığı yıllara kadar
geçen dönemde Avrupa’da sanayileşme sonucu ortaya çıkan yeni kent hayatı içerisinde
199
siyasal katılım ile ilgili hakların verildiği gerek etnik gerekse dilsel milliyetçiliğin
yaygınlaştığı görülmektedir (Smith, 2013:130).
200
sadakat biçimleri Millet ve milliyetçilik üzerinde tanımlanmıştır (Hobsbawm, 2014:107-
108). Bütün sayılan hanedanlar hangi halk dilini devlet dili olarak kullanıyorlarsa, o
halk ile bağlantı kurulmuş oluyor ve Avrupa’da üzerinde ulus kavramının yükselişi söz
konusu oluyordu. Genel olarak baktığımızda Avrupa-Akdeniz monarşilerinin neredeyse
tamamına yakınında ulusal kimliklere doğru yanaşma şeklinde belli bir hareket söz
konusuydu. Hanover hanedanı İngiliz, Hohenzollernler de Alman, Romanoflar Rus
olduklarını keşfettiler. Onlara yakın olan diğer hanedanlar biraz zor bir şekilde olsa bile
Yunan, Rumen olduklarını keşfettiler (Anderson, 2014:101). Çarlığın Ruslaştırma
çalışmaları bu durumu anlatan en iyi örneklerden birisidir. Hanedanın Ortaçağdan
itibaren elde etmiş olduğu büyük boyutlara ulaşan toprakları üzerinde egemenliğini
koruyabilmenin en iyi yolu Çar’ın tabiiyetindeki insanlardan oluşan heterojen nüfusun
“Ruslaştırılması” olarak söylenebilir. Bu durum bir tanesi çok eski dönemlerden beri
var olagelmiş olan, diğeri ise çok yeni olan birbirinden farklı karşıt iki siyasal düzenin
eklemlenmesi anlamına geliyordu (Anderson, 2014:102). Ulus olarak tasarlanan
halkların ve cemaatlerin, dinsel yapılardan ve hanedanlara ait olan topraklardan çıkarak
eski sosyal ve siyasal sistemin yerini aldığını söylemek çok doğru bir yaklaşım tarzı
değildir. Aslında bu durumun arkasında daha farklı bir şekilde “dünyayı kavrama
tarzında meydana gelen köklü bir değişim” yatmaktadır ve milletin “hayal edilmesi” ni
en çok etkileyen de budur (Anderson, 2014:37).
Kapitalizm ile beraber ortaya çıkan ve ulusal bilincin oluşmasına katkı sağlayan
en önemli durum yerel halk dillerinin yaygınlaşmasıdır. Bu durum, ikisi doğrudan
olmak üzere ulusal bilincin artmaya başlamasına katkıda bulunan üç önemli etkenden
dolayı yeni bir ivme kazandı. Bunlardan birincisi ve en az önemli olanı eski Latince’nin
kendi içerisinde yaşamış olduğu büyük değişimdir. Kullanılan Latince dili gitgide
Cicero’nunkine benzemeye ve Kilise’nin ve dışarıda yaşanan normal günlük hayatta
kullanılan dilden yavaş yavaş uzaklaşmaya başlamıştı. Latince bu yüzden Ortaçağ’da
Kilise tarafından kullanılan Latince’den çok farklı bir nitelik kazanmıştır. İkinci faktör
ise, etkisini büyük bir boyutta yayıncılık hayatının gelişmesine borçlu olan Reform’un
ortaya çıkardığı etkidir. Protestan hareket ile kapitalist yayıncılık anlayışı arasında
kurulan işbirliği üzerinden yayınevleri hem ucuz hem de popüler edisyonlar üzerinden
ciddi karlar ederken özellikle Latince bilmeyen veya çok az bilen yeni bir okur kesimi
ortaya çıkarmıştı: Tüccarlar ve kadınlar. Yayınevleri bu iki kesim üzerinde ciddi bir
201
kamuoyu yaratırken eş anlı olarak onları dini ve siyasi meselelerle ilgili mobilize etmeyi
başardılar. Bu derinden gelen hareketlenmeyi ciddi bir şekilde hissedenlerin başında
Kliseler geliyordu. Bu sürecin sonunda Avrupa’da egemenliklerini ve meşruiyetlerini
tanrı tarafından bahşedilen hanedanlıklar üzerinden elde etmeyen ve aynı zamanda şehir
devleti statüsünde olmayan siyasal birimler doğmaya başlamıştı. Bu şekilde doğan
Püritenlerin Commonwealth’i ve Hollanda Cumhuriyeti’ni söyleyebiliriz. Üçüncü
önemli etken ise, “konumları sayesinde geleceğin mutlakiyetçileri olmaya aday bazı
monarkların halk dillerinden, idari merkezileşmenin bir aracı olarak yararlanmak”
istemeleriydi. Latince’nin dinsel alandaki etkinliği hiçbir dönemde tam olarak siyasal
anlamda bir karşılık bulamamıştır. Yerel dillerinin ortaya çıkması hem yayın hayatına
hem de farklı dinsel mezheplerin ortaya çıkmasına yol açmış olup, dolayısıyla “kutsal
hayali cemaatlerin” yani kilisenin ve onun kurduğu siyasi düzenin aşınmasında
başlangıçta çok ciddi bir etkide bulunmuştur (Anderson, 2014:54-56). Sonuç olarak
Latince’nin güç kaybetme süreci ile dil ve kültür konusunda yerelleşme, akabinde
gerçekleşen denizaşırı coğrafi keşifler gibi gelişmeler sonucunda “din ve
hanedanlıkların” güçlerinin kaybolması durumu söz konusu olmuştur. İşte bu sürecin
devamında egemenliğini kaybeden güçlerden boşalan tahtı doldurmak için “millet”
kavramının üretildiğini söyleyebiliriz. Özellikle kurumsallaşmış olan dinin siyasal ve
toplumsal hayattan çekilmesiyle ortaya çıkan boşluğun, “milletlerin tasavvur
edilmesindeki payı” çok büyük olmuştur (Korkmaz, 2016:63). Latince’nin tahtından
alaşağı edilmesi sürecini en fazla etkileyen ve bu çerçevede “ulusal toplulukların hayal
edilebilirliği” ne imkân sağlayan, yeni üretim ve buna bağlı üretim ilişkileri
yapılanması (kapitalizm), “bir iletişim teknolojisi (matbaa) ve insanlığın mahkûm
olduğu dilsel çeşitlilik arasındaki, belki de rastlantısal ama altüst edici etkileşimdi.”
Kapitalizm tarafından yaygınlaştırılan “yayın dilleri” birçok farklı şekilde ulusal
bilincin temellerinin atılmasına katkı sağlamış oldular. Bunların içinden en önemlisi,
Latince’den daha alt düzeyde fakat konuşulan yerel dillerinin üzerinde bir seviyede,
birleşik bir şekilde oluşturulan iletişim ve mübadele alanı olmuştur (Anderson, 2014:58-
59).
202
devletlerin yanında, sömürgeci, ötekileştiren ve ötekini tehdit olarak gören ırkçı,
şovenist ve yayılmacı milliyetçilikten, 20. yy’da ise sömürgeci yönetimlere karşı yerel
unsurların bağımsızlığını sağlamaya yönelik anti-kolonyalist milliyetçilikten bahsetmek
mümkündür. Tabi, burada bahsedilen tarihsel süreç, o dönemin genel milliyetçi
karakteristiğini yansıtmakla beraber, farklı pratiklere de rastlanabilir (Korkmaz,
2016:25).
19. yüzyıl içerisinde çok etkili olan “milliyet ilkesi”nin zirve yaptığı dönem I.
Dünya Savaşı’nın bitimine denk gelen dönemdir ki milliyetçiliğin zafer yılları olarak
adlandırılabilir. Bu zaferin arka planında iki gelişmenin etkisi çok büyüktür. Aslında bu
zafer kazanma durumu istemeden ortaya çıkan iki gelişmenin ürünüydü: Bir taraftan
gerek Avrupa’da gerekse Asya’da çok uluslu imparatorlukların çöküşü ile diğer taraftan
müttefiklerin Rusya’yı sıkıştırmak için ileri sürmüş oldukları “Bolşevik” kartı
karşısında Wilson kartını oynayan “Rus Devrimi”, Hobsbwam’a göre “1917-18’de
kitleleri seferber eder görünen etken, milletlerin kendi kaderini tayin etmesi talebinden
daha çok, toplumsal devrim”di (Hobsbawm, 2014:158).
203
siyasi haritayı planlı bir şekilde milliyet doğrultusunda yeniden çizmeye çalışan bir
girişim hiçbir zaman olmamıştır. Milletlerin dağılımlarına dikkatle bakıldığında eski
çok uluslu imparatorlukların yerine kurulan devletlerin birçoğu, kaçınılmaz bir şekilde
yerine kuruldukları eski “millet hapishaneleri” gibi çok uluslu bir yapıdaydı. Polonya,
Çekoslovakya, Yugoslavya ve Romanya bunun en büyük örnekleridir. Keskin çizgiler
yardımıyla dil ve etnik özellikler itibariyle birbirinden ayrılmış ve homojen statüde
milletlerin yaşamış olduğu, sınırları içerisinde birbiriyle uyumlu “teritoryal devletlere”
ayrılmış bir kıta oluşturma çalışmalarının kaçınılmaz sonucu olarak azınlık grupları
kitlesel halinde ya yok edilmişler ya da kovulmuşlardır. 1940’lı yıllara tüm yönleriyle
açığa çıkmamasına karşın, teritoryal milliyetçiliğin “caniyane reductio ad
absurdum’u”gereği homojen bir teritoryal halkın ortaya çıkarılabilmesi ancak barbar
kişiler tarafından barbarca yöntemlerle ortaya koyulabilecek bir durum olarak ifade
edilebilir. Wilson tarafından ortaya konulan ve kendi adıyla müsemma ilkelere göre ne
kadar us dışı olursa olsun, Versailles Antlaşması ile belirlenmiş olan sınırların kalıcı bir
şekilde olduklarının ortaya çıkmasıydı. Osmanlı ve Avusturya Macaristan
imparatorluklarının ortadan kalkmasıyla birlikte yeni kurulan devletlerin sınırlarını
tekrardan değiştirmeye dönük bazı sönük girişimlere rağmen, söz konusu bu sınırlar I.
Dünya Savaşı’ndan sonra çizildikleri gibi durmaktadırlar. İtalya’nın yine bu dönemde
ele geçirmiş olduğu “Adriyatik kıyısındaki bölgelerin” 1918 tarihinden sonra
Yugoslavya’ya devredilmesini görmezden gelirsek Sovyet sınırlarının güneyindeki ve
batısındaki durum böyledir (Hobsbawm, 2014:160-162). Calhoun’a göre “Milliyetçilik
ve Miletler Cemiyetinin kuruluşuna ilham veren Woodrow Wilson’ın ilkelerinin
gereksindiği ulus devlet formları arasında yakın bir bağ olduğu söylenebilir.
Milliyetçilik kavramı Afrika ülkelerinde dekolonizasyon sürecinde bağımsızlık ve devlet
kurmada çıpa halini alırken Doğu Asya’da anti-emperyalist mücadelenin retoriği
olmasının yanı sıra demokratikleşme istencinin de bir ifadesi halini almıştır” (Buçukçu,
2020:138).
204
de kendilerini bir anlamıyla “sosyalist” olarak ilan etmelerinin nedeni herhalde
budur.” Paradoksal bir şekilde Avrupa’nın batısında gerçekleşen, etnik kökenli ayrılık
amaçlayan hareketlerin nerdeyse tamamına yakını, 1914 yılından önceki aşırı sağcı,
faşizm yanlısı tavırdan farklı olarak, toplumsal devrim söylemiyle içiçe bir şekilde
Marksist söylemleri dillendirmeye başlamıştır (Hobsbawm, 2014:178).
İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasında net bir şekilde ortaya çıktığı gibi faşist
nitelikte olmayan milliyetçilik anlayışı açıkça toplumsal ve milli bir çatışma ile ilgili bir
konuydu. Hobsbawm’ a göre “milliyetçilik, antifaşist mücadelede güçlü biçimde sonlu
çağrıştırmaya başlamıştı ve sonradan sömürge ülkelerdeki antiemperyalist mücadele
deneyimiyle kuvvetlenen bir çağrışımdı bu. Çünkü sömürge kurtuluş mücadeleleri çeşitli
biçimlerde milletlerarası solla bağlıydı. Sömürge kurtuluş mücadelelerinin
metropolitan ülkelerdeki politik müttefikleri hemen hemen hep bu çevrelerde
bulunacaktı. Emperyalizm (yani-antiemperyalizm) kuramları çoktan beri sosyalist
düşünce külliyatının organik bir parçasını oluşturmuştu. Sol ile bağımlı ülke
milliyetçiliği arasındaki ilişkiler, kuşkusuz basit bir formülle ortaya konamayacak kadar
karmaşıktı. Kendi ideolojik tercihleri dışında antiemperyalist devrimciler, kuramda ne
kadar enternasyonalist başka bir şeyle ilgilenmiyorlardı” (Hobsbawm, 2014:176-177).
1930’lar ve 1940’lı yıllar ile beraber dünya üzerinde milliyetçi ideolojinin etki
etmediği hiçbir yer kalmamıştır. Bu dönem içerisinde milliyetçi ideolojinin Avrupa
kıtasında nasyonal sosyalist hareket üzerinden zirve yaptığı ve savaş sırasında soykırım
yapmakla suçlandığı bir dönem olurken Afrika ve Asya kıtasında ise sömürgecilik
karşıtı olan “özgürlükçü” milliyetçi yaklaşımlar görülmektedir (Smith, 2013:125-126).
205
Ardından Sovyetler Birliğinde 1988 yılından sonraki dönemde Gorbaçov tarafından
başlatılan “Glasnost ve Perestroyka” politikası sonucu bağlı cumhuriyetlerdeki
milliyetçi hareketlerin yeniden canlandığı görülmektedir ve bu durum birliğin
dağılmasına yol açmıştır. Bu şartlar içerisinde dünya genelinde 20. yüzyıl’ın sonlarına
doğru etnik milliyetçi hareketlerin güçlendiği söylenebilir (Smith, 2013:126).
206
önemli ideolojik lojistiği sağlama konusunda çok önemli katkı sağlamıştır. Fakat gerek
iktisadi bakış açısı ile liberalizm’in gerek aydınlanma düşüncesinin kendi başlarına eski
siyasal sistemin olumsuzluklarına karşı ortaya çıkarılan hayali cemaat biçimlerini ya da
türlerini açıklamak konusunda yetersiz kalacakları aşikârdı. Anderson’a göre “her
ikiside merkezde yer alışlarıyla hayranlık ya da tiksinti uyandıran şeylerden farklı
olarak, görüş alanının sınırlarında yer aldığından zar zor seçilebilen yeni bir bilincin
çerçevesini yaratamazdı” (Anderson, 2014:81-82).
Çalışmanın bu alt bölümünde Türk milliyetçiliğinin gelişim seyri dört alt başlık
altında irdelenmiştir. Türk milliyetçiliğinin Osmanlı döneminde ortaya çıkış süreci
ortaya konulduktan sonra erken cumhuriyet dönemi Türk milliyetçiliğinin gelişim seyri
değerlendirilmiştir. Akabinde çok partili demokratik hayata geçiş ile birlikte nasıl bir
süreç geçirdiği değerlendirildikten sonra 12 Eylül 1980 darbesinden sonraki dönemde
Türk milliyetçilerinin serencamı ortaya konulmaya çalışılmıştır.
207
Türk milliyetçiliğini “kültürel, politik, tarihsel” kökleri doğrultusunda
değerlendirmeden önce ilk olarak kavramsal çerçeveyi çizmek gereklidir. Bu açıdan
“Milliyetçilik”, “Pantürkizm”, “Turancılık” kavramlarını kısa bir şekilde irdeleyerek
başlamak yerinde olacaktır. Söz konusu kavramları kısaca tanımlayacak olursak; Türk
Milliyetçiliğinin ilk ortaya çıktığı veya adlandırıldığı şekliyle Pantürkizm’in, Çarlık
Rusya, Çin, Irak, Moldova, Kırım ve Orta Asya Türki Cumhuriyetlerin egemenliği
altında yaşayan Türklerin bağımsızlığını ve siyasal birliğini savunan bir fikir hareketi
olarak ortaya çıktığını görmekteyiz. İlk defa Rusya'da ortaya çıkmış bir fikirdir ve bu
görüş Çarlık Rusya’sında yaşayan ve eğitimlerini orada sürdürmüş olan Tatar ve Azeri
entelektüelleri içerisinde 20. yüzyılın ilk dönemlerinde itibaren yaygınlaşmaya
başlamıştır. Pantürkizm veya Pan-Türkizm ismi ilk olarak Çarlık Rusya’sında görülen
ve Slav ırkının siyasi birliğini savunan Panslavizm fikrinden esinlenerek verilmiştir.
Pantürkizm’in Turancılıktan farkı; Pantürkizm Türklerin yoğun olarak yaşadıkları Orta
Asya, Kuzey Doğu Avrupa, Irak ve Suriye gibi bölgelerdeki Türklerin siyasal birliğini
savunan siyasi bir fikir iken, Turancılık Ural-Altay kavimlerinin tamamının siyasal
birliğini ileri süren bir fikirdir. Bu durum Finliler, Macarlar, Estonlar, Rusya içindeki
Fin-Ugor kavimleri, Tunguzlar; Moğollar ve Türklerin bir araya getirilmesi şeklinde de
açıklanmaktadır. Yapılan bu ayrımı değerlendirdiğimizde; Pantürkizm’de belirleyici
öğenin “Din ve Coğrafya” olduğunu Turancılık’ta ise tamamen “ırksal unsurların” ön
plana çıktığını söyleyebiliriz (Kurban, 2005:1).
Osmanlıcılık ve Türkçülük düşüncesi ile ilgili olarak ortaya atılan ilk fikirler
genel olarak 1860 yılından sonraki dönemde “realizm, romantizm ve sembolizm” gibi
felsefik ve edebi yönü bulunan kavramlardan etkilenerek oluşmaya başlamıştır. 1865
yılında ilk defa ortaya çıkan “Yeni Osmanlıcılık Hareketi” adı altında ortaya çıkan
muhalif hareket bu şartlar altında oluşmaya başlamıştır. Bu hareketi yönlendiren
muhalif aydınlar grubu içerisinde özellikle birinin çok fazla ön planda olduğu
görülmektedir ki bu kişi Türk düşüncesinin kurucusu olarak isimlendirilen “Namık
Kemal”dir. Namık Kemal’in “Güney Kafkasya’daki Kars’ta Azeri, Gürcü ve Ermeniler,
Sofya’da Bulgarlar, Ege adalarında ve İstanbul’da Rum ve Yahudiler, Paris’te
Fransızlarla ve Londra’da İngilizler” ile kurmuş olduğu ilişkiler sonucunda yaptığı
gözlem ve değerlendirmeler onun modern Türk düşüncesi üzerine görüşlerini
şekillendirmiş ve Türk kimliği üzerine sorgulamalar yapmasına yol açmıştır (Aksakal,
208
2017;80). Kemal, milliyetçi ideolojinin zirve yaptığı bu yüzyıl içerisinde gerilemeye
başlayan imparatorluk toprakları üzerinde Türk düşüncesinin inşası sürecinde temel
teşkil edecek birikimi oluşturduğu söylenebilir. İslami bir bakış açısı ile oluşturduğu
çalışmalarının hemen hemen tamamında “Vatan-Millet-Hürriyet” üçlemesini olmazsa
olmaz bir durum gibi algıladığı ve yansıttığı görülmektedir (Aksakal, 2017;83-89).
Bundan sonra şunu da belirtmemiz yerinde olacaktır. Namık Kemal’in bu çalışmalarını
kabul etmekle beraber “Milliyetçilik Fikriyatı” kronolojisinde, ilk sıraya İsmail
Gaspıralı adında bir Kırımlı Tatar’ın 1881 yılında Rusça olarak yazdığı makalelerini
koymak gerekmektedir. İsmail Bey bu çalışmalarında Türk-Tatar olarak adlandırılan
tüm etnik unsurları tek bir millet olarak değerlendirerek, Pan-Milliyetçi fikirlerin
temelini atmıştır. Bu doğrultuda 1883 yılında “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” sloganıyla
Tercüman gazetesini yayınlamaya başladı. Gaspıralı İsmail Bey’in Milliyetçiliği
İslamcılıkla iç içe geçmiş durumdadır. Onunla birlikte Kırım’da yaşayan Tatarlar
içerisinde başlayan Milliyetçi ve Pan-milliyetçi düşünceler Volga bölgesinde yaşayan
Tatarlar arasında da yaygınlaştı. Volga Tatarlarının ve alt etnik gruplarının milliyetçi
fikirleri benimsemesinde Ruslar’ın emperyal siyasetlerine gösterilen bir tepkinin payı
vardır. Ruslar’ın Orta Asya ekonomik alanlarına dini engeller nedeniyle girememeleri
nedeniyle Batı ile bu pazarlar arasında aracı işlevini yürüterek, toplumsal konumlarını
geliştirmiş olan Volga Tatarları; milliyetçilik fikriyatını, tüm Müslüman-Türk halklar
üzerinde egemen olmak maksadıyla kullanırken; eş anlı olarak söz konusu bu ekonomik
alana girmeye çalışan Rus burjuvasına karşı bir koz olarak da kullanmışlardır. 1904-
1905 Rus-Japon Savaşında Rusya’nın Japonya’ya yenilme ihtimali arttığı dönemde
Tatar aydınları arasında Rus egemenliğine karşı faaliyetler başladı. Bu süreçte Rusya
topraklarında yaşayan Türklerin siyasal ve kültürel uyanış hareketinin ileri
gelenlerinden Gaspıralı İsmail Bey’in çıkardığı Tercüman gazetesi, Türklerinin bir
araya getirilmesi konusunda araçsallaştırılabilecek ortak bir kültür ve edebiyat dili
ortaya çıkarmaya çalıştı. 1883 yılında Tercüman gazetesinin yayın hayatına başlaması,
Türkler arasında ırksal birliğin gerçekleşebilmesi için çok önemli bir adım olarak
görülmüştür. Gazete çok kısa bir dönemde Türklerin yoğun olarak yaşadığı coğrafya
üzerinde tanınmaya başlamış ve ciddi bir okuyucu potansiyeline ulaşmıştır. Tercüman
yalnız Türk coğrafyası üzerinde hitap etmekle kalmamış, bu coğrafyanın Osmanlı
coğrafyası ile kurduğu ilişkilerde ve kültürel-siyasi hayattan her iki kesimin haberdar
209
edilmesinde önemli bir fonksiyon üstlenmiştir (Kurban, 2005: 1). Bu dönemde bölgeden
Osmanlı topraklarına yapılan çoğu zorunlu nitelikte gerçekleşen göçler, milliyetçilik
veya Pantürkizm gibi fikirlerin bu topraklarda da ortaya çıkmasına veya zaten Jöntürk
hareketi ile farklı bir ivme kazanan milliyetçi fikirlerin evrilmesine yol açtı. Bu süreç ile
beraber farklı coğrafyalardan gelen bu kişiler Türk milliyetçiliğinin doğuşuna etki
etmiştir. Jöntürkler içerisinde bulunan düşünsel anlamda etkide bulunabilecek çok
çeşitli meslek gruplarından olan (yazar, öğretmen vb.) bir kadronun var olması Türk
milliyetçi düşüncesinin ortaya zemin hazırlamıştır. Yusuf Akçura, Mehmet Ziya Gök
Alp, Hüseyinzade Ali Turan, Moise Kohen, Mehmet Emin Yurdakul ve Ahmet Ağaoğlu
gibi öne çıkan kişilerden oluşan bu grubun üyelerinin hiçbiri Osmanlı-Türk toplumunun
içerisinden gelmemektedir. Bu kişilerden biri Kazan Tatarı, diğerleri Kafkas
coğrafyasından, biri köken olarak yarı Türk, bir diğeri ise yarı Kürt bir aileden ve biri de
Balkan kökenli Yahudi olan bir aile içerisinden gelmektedir. Onlar tarafından fark
edilen ve görünen gerçek durum, tamamının ulusal kimlik sorunsalının farkında
olmaları, Türk kökenli insanların azınlıkta olduğu demografik olarak karma bir şekilde
bulunan coğrafyalarda yaşamış olmaları gerçekliğiyle keskinleşmişti. Aynı doğrultuda
İttihat ve Terakki Cemiyeti kurucu kadrosunda görüldüğü üzere, Osmanlı-Türk nüfusun
yoğun olarak bulunduğu coğrafyaların dışarısında bulunan Müslüman toplulukların
içerisinden gelen genç entelektüeller de, ulusal kimlik ve devlete sadakat konusuna
karşı çok duyarlı davranmışlardır (Zurcher, 2008: 238-239).
210
toprakları üzerinde ortaya çıkan önemli çatışmalar ve akabinde bunlara bağlı olarak
başlayan nüfus hareketleri bir taraftan “devlet ve halk arasında kutuplaşma” ortaya
çıkarmış ve bu göçlerin sonucu olarak ülkenin demografik yapısı homojen bir hale
gelmiştir. Söz konusu bu kutuplaşma ve nüfusun homojen bir hale dönüşmesi süreci
ortak “dil, din, kültür ve etnik köken” gibi olgular etrafında bir birleşmeye yol açmış ve
bu durumun milliyetçi düşüncenin gelişmesine neden olduğu görülmüştür. Osmanlı
topraklarında milliyetçilik fikriyatının ortaya çıkmasında etki eden diğer bir faktör,
ticarete konu olan tüm alanlarda ortaya çıkan değişim ve dönüşümler olarak söylenebilir
(Korkmaz, 2016:115). Önen’e göre “Osmanlı düşün dünyasında milliyetçi düşüncenin
ortaya çıkışına hazırlayan bir başka etmende Batılı devletlerin yayılmacı politikalarına
destek olmak üzere Avrupa’da Türkoloji çalışmalarının yoğunlaşması olmuştur. 18.
yüzyıl boyunca Osmanlı aydınları İslam ve Çin kaynaklarından hareketle İslam öncesi
Türk tarihi alanında araştırma yapan Avrupalı oryantalistlerin çalışmalarından
etkilenmeye başlamışlardır. Joseph de Guignes, Arthur Lumley Davids ve Leon Cahun
gibi yazarların çalışmalarının yanı sıra, Turan sözcüğünü etnik bir kavramsal
çerçevede kullanan Yahudi asıllı Macar uyruklu oryantalist Hermann Vambery’nin
Osmanlı entelijansiyası ile kurduğu diyaloglar bu etkilenmenin ana kaynağını
oluşturmuştur. Bu etkilenmelere 1848 devrimlerinden sonra Osmanlı ülkesine sığınan
Macar ve Leh mültecilerin Orta Avrupa’nın romantik milliyetçilik düşüncesini
Osmanlı’ya taşımaları da eklenebilir” (Önen, 2005: 96). Türk milliyetçilik
düşüncesinin ortaya çıktığı dönem bu tarihsel koşullar içerisinde söz konusu olmuştur.
Türk insanı ile ilgili olarak üretilen ve Türklerin “barbar, medenileşmemiş bir millet
olduğu yönündeki Gladstone propagandası” tepkisel olarak karşı-anlatı arayışını ortaya
çıkarmış ve “Süleyman Paşa, Borzecky, Leon Cahun, Ziya Gökalp” gibi düşünürler
tarafından gerek Orta Asya Türk tarihi gerekse Osmanlı tarihi içerikli ve Türk
medeniyetinin köklülüğünü ortaya koyan birçok eser kaleme alınmıştır (Aksakal,
2017:59).
211
içerisinde” Türkçülük akımı olarak belirmiştir. Gerek Orta Asya, gerekse Osmanlı
Türkleri bu dönemde milliyetçilik düşüncesinden etkilenerek Türkçülük adı altında
milliyetçi nitelikli söylemler geliştirmeye başlamışlardır. Fakat Osmanlı ve Orta Asya
coğrafyasında yürüyen Türkçülük ile ilgili faaliyetler ve birikim farklı düzlemlerde
gelişmiştir. Osmanlı İmparatorluğu toplumsal olarak egemenliğini tekrar tesis etmek ve
devlet devamlılığını sağlamak açısından Türkçülüğü araçsallaştırarak yeni bir siyaset
üretme gayreti içerisinde olmuştur. Orta Asya Türkleri ise Osmanlıdan çok farklı olarak
yaşadıkları coğrafyada karşılaştıkları sorunların üstesinden gelebilmek için toplumsal
temelde Türkçü ideolojiyi, milli bir kimlik oluşturabilme ve kendi varlıklarını ortaya
koymak amaçlı kullanmışlardır (Karakaş, 2006: 62). Bütün bu gelişmeler devam
ederken, daha önce Rusya’da milliyetçi ve Pan-Milliyetçi fikirlerin yayılmasında
bahsettiğimiz İsmail Gaspıralı’nın eniştesi, milliyetçiliğin fikir babası olarak bilinen
Ziya Gökalp’ten daha önce 1904 yılında milliyetçiliğin sosyal ve siyasal bilimler
içerisinde zikredilmesini sağlayan Yusuf Akçura, “Üç Tarz-ı Siyaset” isimli eserini
yayınladı. Yusuf Akçura’nın bu makalesi ile milliyetçiliğin kültürel alandan siyasal
boyutlara sıçraması söz konusu olmuştur. Aslen kazan Tatarı olan Yusuf Akçura’nın
makalesi milliyetçi ve pan-milliyetçi görüşlerin manifestosu özelliği taşımaktadır
(Kurban, 2005: 2). Akçura, Şüra-yı Ümmet’te adlı dergide çıkan “Makalelerimden”
adını taşımakta olan kitapçıkta “Kader” isimli yazısında Osmanlı’nın çok tehlikeli bir
eşikte olduğundan, fakat çalışarak sorunların üstesinden gelineceğinden, kaderci
mantıkla her şeyi kendi seyrine bırakmamak gerekliliğinden bahsetmektedir. Yusuf
Akçura, kendi Türkçülük anlayışını tam olarak burada ortaya koymaktadır. Ona göre
Osmanlı için bu aşamadan sonra üç siyaset tarzı söz konusudur: Osmanlıcılık,
İslamcılık ve Türkçülük (Pan-Türkizm). Akçura’nın üç tarzı siyaset kapsamındaki ilk
önermesi ABD gibi farklı etnik kökenlerden gelen toplumsal unsurlardan bir “Osmanlı
milleti” oluşturmak olarak söylenebilir. Bu doğrultudaki ilk düşünce II. Mahmut
döneminde ortaya çıkmıştır. Fakat 1870’den itibaren Alman milliyetçi düşüncesinin
etkileri çok geniş bir alana yayılmış ve Osmanlı milleti düşüncesi etkisini yitirmiştir.
İkinci hedefi İslamcılık olarak ortaya çıkmıştır. Bu düşünce aslında Osmanlıcılık
düşüncesinden türetilen bir ürün olarak bilinmektedir. Osmanlı içerisindeki İslamcı
kesim ülke dışında bulunan Müslümanlarla biraraya gelerek yeni bir siyasi oluşum
ortaya çıkaracakları söylemini ön plana çıkarmışlardır. Abdülaziz’in son dönemlerinde
212
Pan-İslamizm olarak adlandırılan bu düşünce diplomatik konuşmalara kadar girmiştir.
Bu siyasi düşünce II. Abdülhamid döneminde de etkili olmuştur. Akçura’ya göre
üçüncü hedef etnik bir temelde düşünülen Türk birliği düşüncesidir. Türklük kavramı da
tıpkı İslamcılıkta olduğu gibi sınırlı bir coğrafyaya denk gelen bir durumu ifade etmez,
Türklerin yaşadığı tüm coğrafyayı içerisine alan bir niteliği söz konusudur (Ülken,
2019: 573-574).
213
Gökalp’in anlayışına göre tüm milletlerin farklı olan bir harsı söz konusudur ve
hars, kavramı bir milletin farklılığını ortaya çıkaran en önemli özelliğidir. Gökalp,
Doğu-Batı medeniyetlerinin bir sentezini yapmak veya milli nitelikte medeniyet
önermenin yerine, milletin kültür, din ve Batı medeniyeti arasındaki ilişkilerinin nasıl
olması gerektiği konusuna bakmaktadır. Gökalp, Osmanlı ve Türk toplumunun kültürel,
tarihi alt yapısı ve sosyo-kültürel yapı ile ilgili bir medeniyet modeli arayışındadır.
Gökalp, hars-medeniyet ayrımını ileri sürdüğü ilk dönemlerde, medeniyeti, teknik
medeniyet anlayışı çerçevesinde milletler arasında köprü vazifesi gören ve onların
ilerleme sürecine etki eden teknik ve bilişsel bir alan olarak değerlendirir. Sonraki
dönemde ise farklı bir medeniyet anlayışına kayar ve medeniyet kavramının dil, siyaset,
din, ahlak, hukuk ve estetiği gibi alt kategorileri içerecek bir şekilde sosyal ve toplumsal
hayatın tüm yönleriyle bağlantılı olduğu sonucuna ulaşmaktadır (Özyurt, 2005: 196-
197).
214
olmadığını ileri sürmüştür. Onun bu konudaki yaklaşımı genel olarak Pan-Milliyetçi
renkler taşımaktadır. Akçura, Türklerin siyasi birliği’nin kurulmasında: “asıl büyük
fayda; dilleri, ırkları, adetleri ve hatta ekseriyetinin dinleri bile bir olan ve Asya
kıtasının büyük bir kısmıyla Avrupa’nın şarkına yayılmış bulunan Türklerin
birleşmesine ve böylece diğer büyük milliyetler arasında varlığını muhafaza edebilecek
büyük bir siyasi milliyet teşkil eylemlerine hizmet edilecek ve iş bu büyük toplulukta
Türk toplumlarının en güçlü ve medenileşmişi olduğu için Osmanlı Devleti en mühim
rolü oynayacaktır.” şeklinde bir anlayışa sahiptir (Akçura, 1976: 27-34).
Ziya Gökalp’in milliyetçilik anlayışında ise benzer şekilde dil ve kültüre ait bütün
unsurları Türkler için genel geçer bir hale getirmek, başka bir ifadeyle ise bu unsurların
Türklerin yaşadığı coğrafyanın tamamında türdeşliğini sağlamak söz konusudur.
Dönemin milliyetçi düşünceye sahip olan tüm kesimlerinde ırk sözcüğü ile kastedilen,
daha çok dilsel birlik olmuştur (Önen, 2005: 119). 19. yüzyılın ikinci yarısında
gelişmeye başlayan milliyetçilik hareketi hep Pan-milliyetçi unsurları içermesine
rağmen Rusya göçmeni milliyetçiler ile Osmanlı milliyetçileri arasında Pan-Milliyetçi
düşünceler yönünden birçok fark söz konusudur. Rusya göçmeni milliyetçilerin temel
gayelerinden biri Rusya Türklerinin Çarlık Rusya’nın egemenliği altında asimile
olmadan varlıklarını sürdürmeleri, daha sonraki aşamada ise bağımsızlıklarını elde
etmeyi amaçlayan bir düşünsel hareketin doğmasına olanak sağlamaktır. Osmanlı
milliyetçilerinin ana amaçları devlet-i aliye’yi yıkılmaktan kurtarmaktı. Osmanlı
milliyetçilerinde başlıca amaç devletin kurtulması olduğundan bu grup en azından
215
Balkan Savaşları’nın sonuna kadar Osmanlıcılık düşüncesinden vazgeçememişler; oysa
Osmanlıcılık Rusya göçmeni milliyetçilerin hiçbir zaman yer etmemiştir (Önen, 2005:
107-108).
216
milliyetçilik anlayışı, içinde bulunduğu dönem içerisinde Avrupa da yaşanan ulus devlet
inşası süreciyle aynı doğrultuda şekillenmiştir. Anlayışın ana dayanak noktaları kültür
temelli olarak açıklanan millet ve vatanseverlik olarak ifade edilebilir. Onun; Türk
kültürünün uluslararası değerlerle ilişkisi üzerinden Avrupa kültürü ile ne kadar
uzlaşma içinde olduğu, milliyetçi düşüncede Osmanlının yeri ve önemi, Türk kimliğinin
İslami değerlerle ilişkisi, Türk kavramının etnik temelli ve ötekileştirici bir tanım olup
olmadığı gibi sorunsallara çözüm aradığını görüyoruz (Tokluoğlu, 2013: 114). Özdoğan
tarafından yapılan Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura’ nın milliyetçilik anlayışı
değerlendirmede, “Hem Yusuf Akçura hem de Ziya Gökalp pan-milliyetçiliği
savunmuşlar, ancak farklı yönleri vurgulamışlardır. Akçura’ya göre, pan-milliyetçi
birlik esas olarak 20. yüzyılın başlangıcında Osmanlı Devletinin Avrupa’daki
konumundan kaynaklanan ve etnik bileşiminden kaynaklanan siyasal bir zorunluluktu.
Akçura ırka dayalı bir siyasetin izlenmesinin zararlarını da açıklar. Böylesi bir siyaset,
Müslüman olan ama Türk olmayan ve olmaları da olanaklı olmayan halkların
kopmasına yol açacaktır. Ziya Gökalp’e göre ise, pan-milliyetçiliğe değişik bir açıdan
yaklaşıyor ve efsanevi “Turan” ülkesine kadar uzanan tarihsel bir temel sağlamaya
çalışıyordu.” şeklinde yaptığı açıklama ile aralarındaki düşünsel farkı ortaya koymuştur
(Özdoğan, 2006: 26). Ziya Gökalp'in bir şiirinde kullandığı şu beyit, bu düşünceye sahip
olanlar tarafından Turancı fikriyatın özeti sayılır: “Vatan ne Türkiye'dir Türklere, ne
Türkistan; Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan”(Gökalp, 2010: 57). Gökalp bu
manzumesinde Turan diye sembolleştirdiği kavramı sınırları belli olan somut bir vatan
toprağı olarak belirtmek yerine, onu soyutlaştırarak kullanmış daha da ötesinde hatta
büyük Türkistan hayalini bile yetersiz gördüğü daha büyük bir ideal olarak ifade
etmiştir (Osmanağaoğlu, 2008:31). Gökalp’in teorilerinin uzun bir süreç içerisinde
olgunlaştığı söylenebilir. Onun yapmış olduğu üçlü sentezde her bir öğeye yüklemiş
olduğu anlam süreç içerisinde ciddi değişiklikler göstermiştir. Sentezin Türkleşmek
olarak adlandırdığı bölümü, ilk olarak Pantürkist bir bakış açısı ile inşa edilmişti.
Ayrıca Gökalp, belli bir dönemde vatan kelimesini kullanırken, bu kelimeyi büyük
İslam vatanı anlamında kullandığını görüyoruz. Gökalp’in özellikle 1908-1924 yılları
arasında geçen sürede karışık siyasi ortamın da etkisiyle genel olarak düşünceleri ve
felsefesinde çok ciddi boyutta çelişmeler ve değişiklikler olmuştur. Fikirlerinde,
imparatorluk aşamasından cumhuriyete geçiş sürecinde değişmeler olmuş ve buna bağlı
217
bir şekilde Osmanlıcılık fikriyatından Türkçü akıma geçiş söz konusu olmuştur (Meşe,
2006: 144).
218
mimarlığında, Mimar Kemal Bey’i unutmamak gerekir. Bütün genç mimarların
milliyetçi olmasında, onun büyük bir etkisi vardır.” (Gökalp, 2009: 8).
1) Türkiyecilik,
3) Turancılık,
Ona göre bazı Avrupalı kavimlerin turanla hiçbir ilgisi yoktur ve kendisi bu fikrini
şu cümlelerle açıklıyor. “Turan kelimesinin anlamı bu şekilde sınırlandırıldıktan sonra,
artık Macarların, Finuvaların, Moğolların, Tunguzların Turan ile bir ilgilerinin
kalmaması gerekir. Turan, Türklerin geçmişte ve belki de gelecekte bir gerçek olan
büyük vatanıdır. Turanlılar, yalnız Türkçe konuşan milletlerdir. Eğer Ural ve Altay
219
ailesi gerçekten varsa, bunun kendisine özel bir ismi olduğundan ‘Turan’ adına ihtiyacı
yoktur” (Gökalp, 2009: 20).
19. yüzyıl içerisinde dünya büyük devletler arasında adeta karış karış paylaşıldı.
Bu paylaşan Avrupalı Devletler’in ileri gelenlerinden biri Rusya İmparatorluğu’dur.
Avrupa’nın batısında yer alan İngiltere, Fransa, İspanya gibi diğer büyük devletlerin
denizaşırı genişlemesinin tam tersi istikamette sadece karadan ilerleyen Rusya Devleti,
özellikle Asya karasında çok ciddi sayıda insanın yaşadığı çok geniş araziler üzerinde
hâkimiyet kurmuştur. Yüzyılın sonuna geldiğimizde de, doğu batı yönünde Pasifik’ten
Baltık Denizi’ne kadar uzanan, kuzey güney yönünde ise Kuzey Kutup dairesinden
Afganistan’a kadar uzanmış olan dünyanın en geniş topraklara sahip imparatorluğu
olmuştu. Böylesine büyük topraklara sahip olma süreci, mevcut olan birçok devletin ele
geçirilmesi ve bu topraklarda yaşayan milletin itaate zorlanması neticesinde
220
gerçekleşmişti. Bu devletlerin ve halkların çoğu da Türk ve Müslüman kökenliydi.
Rusya 16. yüzyıl içerisinde kendisini yüzyıllar boyunca hâkimiyetinde bulunduran Altın
Orda devletinin varislerinden olan Kazan Hanlığı’nı ele geçirerek büyüme yönünde ilk
adımını atmıştı. Rusya Türk/Müslüman devletlerin topraklarında ilerleyişini devam
ettirerek, İdil’i, yani Volga nehri üzerindeki bütün toprakları ele geçirmiştir. XVI.
Yüzyılın ortalarına kadar Sibirya dâhil olmak üzere ciddi bir toprağa sahip olmuştu.
XVIII. yüzyıl içerisinde Kazak topraklarını da ele geçiren Rusya, Kırım Hanlığı’nı
1783’te ele geçirerek Karadeniz açısından stratejik bir yere sahip olmuştur. Bu dönemi
takip eden 100 yıllık süreçte Kafkasya ve Batı Türkistan’ın da Rus işgaline maruz
kaldığını söyleyebiliriz (Kırımlı, 2005: 147-148). İşte bu işgal süreci döneminde bu
topraklarda yaşayan Türkler milliyetçi söylemler geliştirme, gazete ve dergi çıkarma
gibi faaliyetlere başlamışlardır. Rusya topraklarında yaşayan Türkler zamanla daha
rahat faaliyet gösterebilecekleri Osmanlı topraklarına gelmişler ve bu topraklarda
Milliyetçi-Türkçü bir anlayışın filizlenmesine ciddi katkı sağlamışlardır. Oğuz’a göre
“Osmanlı’daki aydınlardan farklı olarak Rusya Türkleri arasındaki milli bilinçlenme
milli odaklı olup, muhafaza etme zorunluluğunda oldukları ya da üzerinden devlet
siyaseti yapmalarını gerektirecek bir devlet ideolojisi arayışı içerisinde olmadıkları için
Rusya Türkleri, Türkçülüğü hem kültürel hem de siyasal olarak ilerletmeyi
başarabilmişlerdir” (Oğuz, 2006: 115). Türk milliyetçiliği açısından düşünüldüğünde
Kırgızları, Kazakları, Azerileri, Özbekleri ve Anadolu Türklerini kuşatıcı bir üst kimlik
anlayışıyla bir araya getirmek milliyetçi ideolojinin kaçınılmaz bir şekilde hem öncülü,
hem de sonucu olarak ifade edilmiştir. Bu üst kimliği oluşturan kavramlar din faktörü,
etnik unsurlar, dil faktörü vb. olabilir. Türk milletinin birliğini savunan hareketlerde
ortak öğe genellikle ırktır (Önen, 2005: 119).
Osmanlı Devletinin son dönemine ciddi anlamda etkide bulunmuş olan İttihat ve
Terakki Cemiyeti, ilk olarak Mektebi Tıbbiye-i öğrencileri tarafından 1889’da ‘İttihad-i
Osmanî’ ismiyle bir fikir kuruluşu şeklinde gizli bir yapılanma şeklinde kurulmuştur.
Bu yapılanmanın amacı II. Abdülhamit tarafından askıya alınan Meşrutiyeti tekrar ilan
etmek ve devletin varlığını ve birliğini sürdürmekti. Söz konusu yapılanma aynı yıl
içerisinde yurt dışında yaşayan Türk’ler tarafından Paris’te kurulmuş olan İttihat ve
Terakki Örgütü ile birleşmiştir. Fakat İttihat ve Terakki’nin devletin kaderini
etkileyecek siyasal bir güç haline gelmesi 1906 yılında Selanik’te III. Ordudaki bazı
221
subayların da aralarında bulunduğu ve yönlendirdiği bazı kişiler tarafından kurulan
Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile birleşmesiyle söz konusu olmuştur. Bu birleşmeden bir
süre sonra Terakki ve İttihat olarak bilinen teşkilat, İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak
adlandırılmaya başlandı. Cemiyet ideolojisi konusunda net ifadeler kullanılamaz. Bunun
sebebi yapının içerisinde Türk milliyetçiliği odaklı düşünen insanların çok olmasına
rağmen, çok fazla sayıda Osmanlıcık ve Batıcılık fikirlerine sahip aydınlar ile sayıları
çok az bile olsa gayrimüslimlerin var olmasıdır. Zaman içerisinde gerçekleşen olaylar
cemiyetin fikirlerinin netleşmesine yol açmıştır (Semiz, 2014: 220).
Fransız ihtilalinin bir sonucu olarak ortaya çıkan milliyetçilik düşüncesi ve diğer
ideolojilerin devlet içerisinde çok ciddi bir çözülmeyi ortaya çıkardığı söylenebilir. Bu
dönem içerisinde devletin ve merkezi otoritenin zayıflamasıyla beraber azınlıklar
arasında milliyetçilik düşüncesinin yükselmesine, öte taraftan yükselen bu milliyetçi
düşünce ile beraber merkezi otoritenin çok daha fazla güç kaybetmesi kısır döngü
olarak gerçekleşmiştir. Osmanlı modernleşme çabaları çerçevesinde yurt dışına
gönderilen öğrencilerin gittikleri ülkelerde öğrendikleri ideolojik fikirleri (azınlıkların
faaliyetleri dışında) Osmanlı topraklarına taşıdıkları görülmüştür. Burada şu durumu net
bir şekilde ortaya koymak yerinde olacaktır ki azınlıkların milliyetçi düşünce etrafında
yaptıkları faaliyetler ve amaçları ile yurt dışında eğitim gören bu Osmanlı
entelijansiyanın amaçları çok farklı düzlemlerdedir. Azınlıklar arasında yaygınlaşan
milliyetçi fikirlere karşı tepkisel bir şekilde gelişen “Osmanlıcılık, İslamcılık ve
222
Türkçülük” gibi ideolojik yaklaşımlar devletin bekasını amaçlama gayretinin bir sonucu
olarak ortaya çıkmıştır (Korkmaz, 2016:103).
223
İttihat ve Terakki 1908 yılında ilan edilen II. Meşrutiyetten sonraki dönemde bu
fikirlerinden uzaklaşarak milliyetçi bir siyaset tarzına yönelmiştir. Bu politika
değişikliğinden sonra gerek Balkanlarda, gerekse Arapların yaşadığı topraklar üzerinde
ve hatta Anadolu’da ardı arkası kesilmeyen isyanlar nedeniyle en azından baskın etnik
unsur olan Türklerin ve Müslümanların yoğunlukta olduğu Anadolu üzerinde
merkeziyetçi bir ulus devlet tarzında bir Osmanlı Devleti modelini uygulamaya
giriştiler. Bu politika değişikliğini Cemiyetin basın ve yayın alanında söz sahibi olan
ismi Hüseyin Cahit şu şekilde dile getirmişti: “İttihat ve Terakki Osmanlıcılıktan
vazgeçmiştir. Milliyetçilik dışında izleyebileceği başka bir yol da bulunmamaktadır.
Eğer Türkler İmparatorluğu idare etmeye devam edeceklerse milliyetçilik tek tercih
seçeneğidir. Etnik ayrılıkçı akımlar sebebi ile İttihat ve Terakki Âdemi-merkeziyete
şiddetle karşıdır. Çünkü bu Midilli, Sakız ve diğer adaları Rumların kucağına atmak
anlamına gelir” (Semiz, 2014: 229-230). İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1908 de II.
Abdülhamit’i tahtan indirerek yönetime egemen olmasından sonraki dönemde, "Türk
diye anılan bütün kavimlerin geçmişteki ve günümüzdeki durum, etkinlik ve eserlerini
araştırmak ve ortaya çıkan sonuçları tanıtmak" amacıyla İstanbul'da Türk Derneği
kuruldu. Bu dernek Jöntürk döneminin ilk milliyetçi derneği olması açısından
önemlidir. Derneğin kurucuları Velet Çelebi (İzbudak) Necip Asım (Yazıksız), Yusuf
Akçura, gibi milliyetçi şahsiyetlerdi (Arai, 2008: 23). Balkan Savaşları öncesinde 1911
yılında İstanbul'da Türk Yurdu Cemiyeti’nin kurulduğunu ve aynı isimle bir dergi
kurarak, milliyetçi bir söylem geliştirdiğini görüyoruz. Türk Yurdu dergisinin
kurucuları arasında Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura, Hüseyinzade Ali (Turan) ve
Mehmet Emin Yurdakul gibi Rusya’dan göç etmiş Türkler bulunmaktadır (Arai, 2008:
81). Bu dönemde, Gazete ve Mecmuaların yayın hayatına başlaması, dilin
sadeleştirilmesi faaliyetleri, buna bağlı olarak bilgiye daha fazla kişinin ulaşımının
sağlanması, Batılı tarzda eğitim veren okulların açılması, Batı medeniyetinin bilgi ve
aydınlanma ile beraber ortaya çıkmaya başlayan akımlarından bilgi sahibi olma, diğer
siyasal kimliklerin oluşumunu etkilediği gibi Türkçü akımı da etkileyen ana etkenler
olmuştur. Osmanlı modernleşmesinin en önemli aşamalarından olan Tanzimat ile
birlikte Türk siyasal kimliği belirginleşmeye ve Osmanlı’da zirve noktaya ulaştığı II.
Meşrutiyet dönemine kadar yavaş yavaş güçlenmeye başlamış ve II. Meşrutiyet’ten
sonraki dönemde “siyasal bir kimlik” şeklinde ortaya çıkmıştır. Türkçü ideolojinin
224
ortaya çıkmasında Jöntürkler’in ve İttihat ve Terakki’nin yapmış olduğu faaliyetler
ciddi etkide bulunmuştur. 1913 yılından sonra devlet de tüm imkânlarını seferber ederek
Türkçülüğe ciddi katkıda bulunmuştur. İttihat ve Terakki Örgütünün iktidarı tam olarak
ele geçirdiği 1913-1918 yıllarında, Türkçü akımın gelişimi ve yükselme trendine
girmesi için çalışılmıştır. Anderson’un deyimiyle icat edilmiş bir Türk Siyasal Kimliği
aracılığıyla milli mücadele yürütülmüştür (Meşe, 2006: 140). Türkçülük bu dönemde
ulus-devleti ifade eden bir anlamda kullanılmıyordu. Çünkü Türkçülük akımı ile
gerçekleştirilmek istenen millet sistemine dayanmakta olan kozmopolit bir İmparatorluk
idi. Ancak bu düşünce başarılı olmazsa Türk etnik kökenine dayanan bir ulus-devlet
modeli ile kurulacak devlet öngörülebilirdi. Genel olarak dönemin Türkçü akımının
“Pantürkizm” olarak adlandırılan bir ideale sahip olduklarını ve bunu biraz daha geniş
bir alana yayarak “Turan” dedikleri tamamen imgesel bir bölgede yaşayan tüm
Türklerin birleştirilerek etnik temelli bir dayanışma ve birliktelik ruhunu ortaya
çıkarmayı hedefledikleri görülmektedir. Karakaş’a göre “Pantürkizm, Osmanlı
İmparatorluğu’na yalnızca psikolojik düzeyde yeni bir etnik dayanışma ruhu değil, aynı
zamanda yeni bir jeopolitik konum da kazandırmaktaydı” (Karakaş, 2006: 65).
225
dönemin siyasal ve toplumsal koşulları doğrultusunda kronolojik olarak ortaya çıktığı
ifade edilmelidir (Korkmaz, 2016:116).
I. Dünya Savaşından önce iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakkinin ortaya koymuş
olduğu politikaların en önemlisi hiç şüphesiz Pantürkizm olarak görülmekte ve devleti
kurtarmak için yeni bir çözüm yolu olarak değerlendirilmekteydi. Ziya Gökalp ve
İttihatçıların düşüncesinde, I. Dünya Savaşı, “Kızıl Destan” adlı çalışmasında söz ettiği
gibi “Turan mefkûresi”ni gerçekleştirmenin bir yolu olarak görülmekteydi (Karakaş,
2006: 65).
226
sürecini ifade etmesine karşın, aynı zamanda bir devamlılığı da ifade etmektedir. Bunun
nedeni Türkçülük düşüncesinin, yeni kazanmış olduğu anlamıyla yeni koşullara da
eklemlenerek varlığını sürdürebilmesidir. Savaşın sonuna kadar geçen sürede
Türkçülük, imparatorluğu ayakta tutabilme ve imparatorluğun siyasetine yön vermek
maksadıyla tamamen ideolojik bir işlev görürken, sonraki dönemde ise sınırlı bir siyaset
tarzı olarak gelişmiştir. Teritoryal bir bakış açısı ile oluşturulan bu yaklaşım, Osmanlılık
düşüncesine bağlı kalmadığı için medeniyet değişikliği projesinin en önemli unsuru
haline gelmiştir (Karakaş, 2006: 67). Bu dönemde Türkçülüğün siyasallaşmasında yani
Türk milliyetçiliğinin boy vermesinde üç etkenin rol oynadığı söylenebilir. Bunlar;
Osmanlı’nın farklı etnik köken ve dine sahip olan kesimlerinde ortaya çıkan gelişmeler,
bunların İmparatorluk birliği içinde tutma çabalarına yönelik lehte ve aleyhte Avrupalı
devletlerin artan baskı ve müdahaleleri ve son olarak Türk halkının ekonomik olarak
bitme noktasına gelmesinin yarattığı sonuçlar olarak özetlenebilir (Korkmaz, 2016:130).
Artık son dönemde imparatorluğun muhafaza edilmesinden ziyade, Türklerin kendi
varlık ve bağımsızlıklarını korumaya dönük bir siyaset uygulamaya konulmuştur.
Burada amaçlanan şey, Anadolu Türklüğü tarafından kendi ulusal devletini kurma
gayretidir. Bu çerçevede Anadolu’da yaşayan Türk etnik unsuru için milli bir kimlik
oluşturulmasına ihtiyaç duyulmuştur. Bu yapılan kurgu, geçmiştekinden farklı olarak
“devlet” ile “toplum”un bütünlük arz etmesi ve ortak hareket etmesi üzerine kurulmuş
olan bir dünya görüşü ve tarih anlayışı ortaya konulmasına neden olmuştur (Karakaş,
2006: 67-68). Meşe’ye göre “Aydınlar, Avrupa’da Marksizm, iktisadi liberalizm,
milliyetçilik, cumhuriyet yönetimi gibi düşünsel, siyasi ve ekonomik hareketlerden
fazlaca etkilenmemişler, uyumu, toplumsal ve siyasal birliği vurgulayan dayanışmacı
teorilerden etkilenmişlerdir. Çeşitli din ve mezhepten birçok milletin bir arada yaşadığı
Osmanlı İmparatorluğu’nda, tam da bu özelliğinden dolayı, Türkçülük en son gelişen
siyasi düşünce olmuştur” (Meşe, 2006: 129). Türkçülük bu yeni koşullara eklemlenerek
yeni bir içeriğe sahip olarak yeniden üretilmiştir. İmparatorluğun ideolojisi olma
şeklinde bir üstünlük psikolojisi tarafından üretilmiş olan Türkçülüğün, ulus-devlet
ideolojisi döneminde Anadolu’da teritoryal bir içerikli Türk milliyetçiliğine dönüşmeye
başlaması dönemin ana temasını oluşturmaktadır (Karakaş, 2006: 68).
227
4.6.2. Erken Cumhuriyet Dönemi Milliyetçi Düşünce (1923-1950)
Cumhuriyet ile beraber kurulan ulus devlet tek bir milliyetçilik anlayışını ortaya
çıkarmamış, farklı milliyetçilik anlayışları ortaya çıkmıştır. Milliyetçilik bir taraftan
devlet eliyle yürütülen bir ideoloji olurken diğer taraftan bir yandan birçok aydın veya
belirli yapılanmalar altında toplanan “aydın grupları” çok çeşitli milliyetçilik
anlayışlarını benimsemişlerdir. Bu farklı milliyetçilik anlayışı devlet milliyetçiliği ya da
resmi milliyetçilik dediğimiz milliyetçilik anlayışı ile uyumlu bir şekilde varlığını
devam ettirirken bazen de çatışma alanları oluşturmuşlardır. Sonuç olarak 1950’li
yıllara kadar birbirinden farklı olarak Atatürk milliyetçiliği, muhafazakâr, teritoryal, Irki
milliyetçilik ve liberal milliyetçilik şeklinde çok çeşitli sınıflandırmalar yapmak
mümkündür (Kılıç, 2007: 115-116).
228
yaygınlık kazanamamıştır. Milliyetçilik ideolojisi ancak yeni Türk devletinin
kuruluşunu müteakip, devletin vermiş olduğu destek ile güçlü ve yaygın bir ideoloji
haline gelebilmiştir. İdeolojik açıdan Türk milliyetçiliği ve Türk ulus-devleti, Osmanlı
toprakları dışından ve İmparatorluk sınırları içerisinde bulunan demografik olarak çok
parçalı bir yapıda olan bölgelerden gelen entelektüellerin etkisi altında ortaya çıkmıştır.
Siyasal açıdan Cumhuriyet ile birlikte kurulan yeni devleti yönetenlerde ağırlıklı olarak
artık Türk toprağı statüsünde olmayan balkan coğrafyasından gelen asker ve memur
kökenli kişilerden oluşmaktaydı (Zurcher, 2008: 238-239). Milliyetçi düşünce bu
dönemde genel olarak cumhuriyetin temeli ve hemen hemen kurulan bütün Türk siyasi
partilerinin programlarında yer alan temel unsurlardan biridir. Cumhuriyetin
benimsemiş olduğu milliyetçilik anlayışı dış politika bağlamında bakıldığında
Turancılık da dâhil olmak üzere bir zamanlar Türk nüfusun yaşadığı ya da Osmanlıya
ait olan coğrafya üzerinde herhangi bir şekilde hak iddia etmeme üzerine kurulmuştur
(Karpat, 2010: 329). Bu çerçevede Cumhuriyet kendi milliyetçilik ideolojisini ortaya
çıkarmıştır. Bu ideolojinin uygulayıcıları tarafından ileri sürülen ve uygulanan meşhur
“altı oklu” teorisi Ziya Gökalp tarafından üretilmiştir (Topçu, 2018b: 171-172).
Osmanlı İmparatorluğunun çok uluslu yapısından Türkiye Cumhuriyeti ulus devletine
siyasal geçiş beraberinde bir kimlik değişimi de getirdi; İslam milleti aidiyeti ve
birleştirici Osmanlı siyasal kavramına değil, etnik kökene yani “Türk Ulusu” aidiyetine
dayanan bir kimliğe geçildi (Özdoğan, 2006: 55). Türkiye Cumhuriyeti kuruluş
döneminde kimlik sadece etnik bir temele dayandırılsaydı, Mustafa Kemal’in dış
politika anlayışı dikkate alındığında siyasi açıdan imkânsız bir durumu ifade eden ve
tehlike arz eden bir Türk birliği kavramının yeniden gündeme gelmesi söz konusu
olabilirdi (Özdoğan, 2006: 83). Yine bu dönemde Ziya Gökalp’in daha önce
“Türkleşmek İslamlaşmak ve Muasırlaşmak” olarak isimlendirdiği farklı
milliyetçiliklerden, İslamcılık, siyasi olarak herhangi bir karşılığı kalmadığı için
etkisizleşmiştir. Türkiye laik cumhuriyet rejimi ile birlikte İslam dünyasının lideri
pozisyonundan artık gitgide uzaklaşmış, Batı karşısında kendini ayakta tutabilmesi bir
bakıma batıcı anlayışlara sahip çıkması ve İslamcılık fikrinden uzaklaşmasına bağlı
olmuştur (Güngör, 1984: 98). Bu süreçte milliyetçi ideoloji devlet eliyle yürütülen bir
olgu olarak Atatürk milliyetçiliği adı altında uygulanmaktadır. Atatürk milliyetçiliği de
tıpkı milliyetçilik tanımlamalarının farklı olmasına benzer bir şekilde önüne gelenin
229
kendisine göre içini doldurduğu, anlamlandırdığı bir kavram olagelmiştir. Bu çerçevede
Atatürk milliyetçiliğinin resmi milliyetçilik veya Kemalist milliyetçilik
isimlendirmesini görebiliyoruz. Atatürk milliyetçiliği, Atatürk’ün görüşlerini esas teşkil
eden, modernleşmeyi ve Batılılaşmayı kendisine amaç edinen, kısmen özgün yanları
bulunan bir ulus devlet ideolojisi olarak tanımlanabilir (Kılıç, 2007: 118).
230
yönelik bir algı oluşturma süreci söz konusu olmuştur. Bu algıyı oluşturmanın yolu
tarihin yeniden yazımı olarak söylenebilir. Türk ulusal kimliği inşa sürecinde tarih
tekrar icat edilmektedir. Cumhuriyet döneminde icat edilen bu tarihin merkez noktasını
“Osmanlı ve İslam öncesi Türk etnik tarihi” oluşturmaktadır. Bu tarih yazımının
temelini destanlar, mitler, semboller oluşturmaktadır. Milliyetçi ideolojinin
“irrasyonel” yönü yeniden tarih yazımı sayesinde makbul vatandaş yetiştirme süreci
olarak ifade edilebilir. Türk milliyetçi düşüncesinin ortaya çıkarmış olduğu en büyük
sorunsal yeniden tarih yazım sürecinde İslam ve Osmanlı geçmişini çok değişik bir
düzlemde değerlendirerek yapılan ötekileştirmedir (Çaylak ve Çelik, 2008: 95). Çaylak
ve Çelik’e göre “etnik bakımdan heterojen olan ve bünyesinde bulunan etnik unsurların
büyük bir kısmının Müslüman olduğu yeni cumhuriyette İslam ve Osmanlı tarihinin
farklı bir düzleme yerleştirerek ötekileştirmesi, Türk etnisitesi dışındaki, Müslüman
unsurlar açısından aidiyet ve köksüzlük sıkıntısı yaratmıştır.” Öte taraftan İslam öncesi
Türk tarihi ve Osmanlı geçmişinin yüceltilmesi ve tekrar diriltilmesi Türk milliyetçi
ideolojisinin etnisist yönünü oluşturmaktadır (Çaylak ve Çelik, 2008: 95). “Türk etnik”
kesimi ile bütünleşen ve zamanla dinden arındırılmış -seküler- bir biçimde tanımlanan
“millet” kavramı, Türk soyu -ırkı- ile Türk kültürü içinde eritilen kesimleri
kapsamaktadır. Özellikle ulus-devleti inşa eden Kemalist kadro yani CHP
yöneticilerinin, “Türklük” kimliği bağlamındaki “millet yaratma” çabası, üstten alta
doğru gerçekleştirilmiştir (Yılmaz, 2011: 121).
231
Ocak ekseninde gelişen tartışmaların sonraki dönem milliyetçiliklerinin
çeşitlenmesindeki rolüdür. Nitekim özellikle ocağın yayın organı olan “Türk Yurdu”
dergisindeki makaleler, genel kurultaylardaki tartışmalar ve ayrışmalar farklı
milliyetçilik akımlarının ortaya çıkmasında etkili olmuştur (Korkmaz:2016:152).
Başlangıçta faaliyetlerinin ana doğrultusu olarak belirledikleri “Bütün Türkler” i
sonraki dönemde “Türkiye cumhuriyeti Halkı” olarak revize ettiler (Özdoğan, 2006:
83). Türk Ocakları ilk kurulduğu dönem içerisinde dönemin resmi milliyetçilik
anlayışını şekillendiren, bu milliyetçilik anlayışı tarafından şekillendirilen veya bu
anlayış doğrultusunda yürüyen bir kurum olarak bilinse de değişen siyasal ve dış politik
koşullardan kaynaklı olarak 1931 yılında resmi milliyetçi ideoloji tarafından dolaylı
olarak kapatılan bir kurum olarak ifade edilebilir (Korkmaz, 2016:152).
Batı dışı ülkelere ait ulus-devlet yapılanması ekseninde şekillenen Türk ulus-
devleti, Alman milliyetçiliği ile Fransa’nın cumhuriyet projesinin bir karması olarak
232
ortaya çıkarılmıştır. Ancak sonraki dönem içerisinde kurulan bu ulus devlet daha çok
Almanya örneğinin etkisinde şekillenmiştir. Cumhuriyet kadroları modernleşme süreci
içerisinde milleti Türk kimliği çatısı altında homojenleştirmeye ve devlet aidiyetini
Türk kavramı üzerinden kurmaya çalışmıştır. Bu çerçevede Türk milliyetçiliği anlayışı,
yeni kurulan ve yavaş yavaş güçlenmeye başlayan devletin, millet üzerinde kullanmış
olduğu bir ideolojik tahakküm aracına dönüştürülmüştür (Yılmaz, 2011: 127).
233
ezberin artık kırılması gerektiğini ve aranan cevapların Orta Asya bölgesinde
bulunabileceğini söylemiştir. Bunun sebeplerinden biri, Orta Asya’da bulunan tarihsel
kalıntıların prehistorik dönemlerde azımsanmayacak ölçüde zengin ve çeşitli bir kültürel
üretimin olduğunu işaret ediyor oluşudur. Kavimler Göçü olarak 1930’ların dünyasınca
isimlendirilen hareketlenmeyle halklar uzun bir süreç sonucunda ortaya çıkan
medeniyet birikimlerini, toplumsal bir şekilde ortaya çıkan kültürel hafızalarını
“Anadolu’ya, Mezopotamya’ya, Avrupa’ya, Mısır’a, hatta Bering Boğazını geçerek,
Amerika kıtasına” götürmek suretiyle yeni kültür ve medeniyetlerin olumuna katkı
sağlamışlardır (Aksakal, 2017;60-62). 1930’lu yıllardan itibaren gerçekleştirilmeye
çalışılan resmi tarih yaratma çalışmaları çerçevesinde üretilen “Türk Tarih Tezi” Pan-
Türkizmi ötesinde bir içeriğe sahip olmaktadır (Yılmaz, 2011: 128).
234
Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde ve Cumhuriyet öncesi süreçte resmi
milliyetçiliğin dışında Türkiye’de toprağa dayalı (teritoryal) millet yaklaşımını içeren
bir milliyetçilik anlayışını da görmekteyiz. Sözünü ettiğimiz bu milliyetçilik zaman
zaman Türkiyecilik, Anadoluculuk veya Memleketçilik gibi farklı adlarla karşımıza
gelse de hepsinin beslendiği havuz ortaktır. İlk olarak gündeme gelen Anadoluculuk
cereyanı 1923-1925 tarihleri arasında Mükrimin Halil Yınanç tarafından çıkarılan
“Anadolu dergisi” çevresinden oluşmaktadır. Bu tarihler arasında Anadoluculuk
hareketi var olsa bile yine de çok etkin olmadığını söyleyebiliriz. 1930’lı yıllardan
itibaren “Anadolu imgesi” Türk milliyetçi düşüncesinin odak noktası olması için çaba
gösterilmeye başlanmış ve Remzi Oğuz Arık tarafından yeniden gündeme getirilmiştir
(Kılıç, 2007: 123).
235
çıkarmaya başlamıştır. Dergi 1934 yılında kapatılmış, daha sonra 1944’te tekrar
çıkarılmaya başlanmıştır (Landau, 1999:129).
Tek Partili Dönem, yeni ulus-devlet anlayışı çerçevesinde yeni bir devlet ve
toplumsal yapı oluşturulabilmesi açısından geniş çaplı politikaların uygulandığı yeni bir
inşa dönemi olarak ifade edilebilir. Bu bağlamda siyasal ve toplumsal hayatın tüm
alanlarında milliyetçi ideolojinin aktif bir şekilde yer aldığı görülmektedir. Yine de
günümüzde olduğu gibi bu dönem içerisinde de tek bir milliyetçilik anlayışının dışında
birbirinden farklı şekilde içeriklendirilen milliyetçiliklerden söz edilebilir (Korkmaz,
2016:3). Cumhuriyet dönemi inkılaplarını gerçekleştirenler Türk ulusunu “İslam
236
medeniyeti” içerisinden çıkararak, Batı medeniyeti içerisine dâhil etmek amacıyla
içerisinde birçok tezadı barındıran bir Türk tarih tezi üretmişlerdir. Türklerin Müslüman
olmalarından Cumhuriyetin ilanına kadar geçen dönemi hoşlanılmayan bir fetret
dönemi, karanlık bir dönem gibi göstermek istemişlerdir. Türkçüler ile Anadolucular bu
Türk Tarih Tezine çok farklı açılardan itiraz edip, şerh koydular. Dr. Rıza Nur ve ekibi
Türklerin İslamiyet medeniyeti dönemini Batı medeniyeti karşıtlığı çerçevesinde değil,
“Arap ve Acemlerin Türkleri milli şuurdan ve birlikten uzaklaştırdıkları” iddiası
çerçevesinde reddediyorlardı. Türkçüler, esas itibariyle İslam medeniyetini Türkleri
kendi geçmişten gelen geleneksel ve milli özelliklerinden uzaklaştırdığı için
reddetmekteydiler. Türkçüler bu noktada inkılapçılarla aynı fikirde idiler, yani
İslam’dan önceki Türk tarihinin araştırılmasını ve milli tarihimizin oralara bağlanmasını
istiyorlardı. Ancak, tüm bu eleştirilere ve reddiyelere rağmen Cumhuriyetçi inkılapçılar
gibi “Avrupai ve Batıcı” olmadıkları için Türkiye’nin kültürel ve sosyolojik temelleri
yapılandırılırken Batılı unsurlardan ziyade eski Türk kültürel kodlarının temel
alınmasını tercih etmekteydiler (Güngör, 1984: 148-149).
237
olmaktadır. Bu çerçevede devlet eliyle oluşturulan ve yürütülen milliyetçilik anlayışı ile
toplumsal ve akademik alanda ortaya çıkan milliyetçilik anlayışları arasında çok büyük
oranda farklılaşma ortaya çıkmıştır. Çünkü devlet eliyle yürütülen resmi milliyetçilik
millet kavramını siyasal, din dışı ve hukuksal bir içerikle tanımlamak suretiyle
milliyetçilik tekelini elinde bulunduran tek anlayış olmak isterken, bu siyasetin
karşısında konumlanan aydınların çok farklı beklentileri ve talepleri bulunmaktadır
(Korkmaz, 2016:162). Cumhuriyeti kuran elitin siyasal ideolojisi olarak Kemalizm,
toplumda ahenk ve uyum arayan, sınıfsal ve bireysel çıkar farklılıklarının çatışmaya
dönüşmesine engel olmaya çalışan korporatist bir ideolojidir. Kemalist ilkelerin tamamı
toplumsal hayatın her alanında uyumu ve ahengi tesis etmeye yönelmiştir. Halkçılık,
milliyetçilik, laiklik, cumhuriyetçilik ve devletçilik gibi ilkelere toplumsal ahengi temsil
eden ilkeler işlevi yüklenmiştir. Kemalist ideolojinin özünü oluşturan ahenk ve uyum,
din ve farklı etnik gruplara bakışın da belirleyicisi olmuştur. Kemalist milliyetçiliğin
yabancı ülkelere karşı yayılmacı niteliği olmamasına rağmen, ulusal sınırlar içinde etnik
grupların varlığının kabulünün milli organizmayı bozacağı varsayıldığı için asimile
edilmesi öngörülmüştür (Çaylak ve Çelik, 2008: 104).
Dünyanın II. Dünya Savaşı’na sürüklendiği dönem olan “Tek Partili Dönemde”
milliyetçi fikriyat dönemin dış politika prensipleriyle çelişki içeriyordu. Cumhurbaşkanı
İnönü’nün yönlendirdiği CHP yönetiminin temel çekincesi, savaşan her iki tarafın
baskıları sonucu savaşın içine girmekten kaçınmak şeklindeydi; diğer taraftan Alman
Devleti ve Türkiye’deki Alman Elçiliği milliyetçi eğilimleri olan kesimleri Sovyetlere
karşı bir propaganda aracı olarak kullanma niyetindeydi. 1930’lu yıllarda yeniden ivme
kazanan bu ideolojik harekete yönelik bakış belirli nedenlerden ötürü II. Dünya Savaşı
döneminde olumsuz bir şekil almıştır. Almanya'nın savaşın ilerleyen aşamalarında
yenilmeye başlaması ve Yeni Türkiye'nin ABD-İngiltere cephesine yakınlaşmasıyla
Türk kamuoyunda milliyetçilere yönelik çok sert eleştiriler yer almaya başladı. Bu
dönemde milliyetçileri yabancı ülkelerin adına çalışmakla suçlayan yayınlar yapılmaya
başlanmıştır (Özdoğan, 2006: 27).
Türkiye’de milliyetçi bir ideoloji biçimi olarak sol milliyetçilik anlayışı da söz
konusudur. Genel olarak baktığımızda bu milliyetçi çizginin temel önermeleri
günümüzün entelektüel birikimiyle değerlendirilmektedir (Yıldırım, 2005: 249).
238
Türkiye’de sol hareket ile Türk milliyetçiliği arasındaki bağlantı noktası “ulusal
kurtuluş kavramı” üzerinden gerçekleşmektedir. Avrupa üzerinde gerçekleşen sınıfsal
çatışmaların sonucunda ortaya çıkan sosyalist devrimler onların sömürgeleri
statüsündeki ülkelerde milliyetçi hareketlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlayacaktır.
Avrupa’da sınıfsal farklılıklardan kaynaklı olarak ortaya çıkan çelişkiler olmasına
rağmen onların sömürgeleri niteliğindeki ülkelerde sınıfsal farklılıklar olmadığı için
burada gerçekleşen çelişkiler daha çok ulus eksenli bir milliyetçi anlayıştan
kaynaklanmaktadır. Ancak gerek sosyalist hareketlerin gerekse sömürge ülkelerinde
ortaya çıkan milliyetçi hareketlerin birbirine benzeşen hedeflere sahip olmalarından
kaynaklı olarak Marksizm açısından bir kabul görme durumu gerçekleşmiş ve bu
sömürge ülkelerdeki milliyetçi hareketler anti-emperyalist mücadeleler içerisinde kabul
edilmiştir. Türkiye’de milliyetçilik ile sol kavramının örtüşmesini sağlayan temel nokta
Kurtuluş Savaşının anti-emperyalist niteliği olarak ifade edilebilir. Sosyalizm ile
milliyetçiliği biraraya getiren ikinci temel nokta her iki ideolojinin devlet algısı
çerçevesinde ötüşmesidir. Türk düşünsel ve siyasal hayatı bağlamında her iki
ideolojinin bir araya gelmesi 27 Mayıs 1960 darbesi sonrası döneme rastlamaktadır.
Ancak daha önceki dönemlerde buna dönük çabalar görülmektedir. Özellikle erken
cumhuriyet dönemi bu ideolojilerin biraraya getirildiği veya getirilmeye çalışıldığı bir
dönem olarak ifade edilebilir. Burada kastettiğimiz dönem Atatürk’ün hayatta olduğu
1920-1938 yılları arası dönem olarak söylenebilir. Bu dönem içerisindeki milli
mücadele yıllarında ortaya çıkan anti-emperyalist ruh ve 1930’lu yıllarda ciddi
çalışmalar yapan Kadro Dergisi, Türk düşünsel ve siyasal hayatı içerisinde sol ve
milliyetçilik kavramlarının birarada kullanılması durumunu ortaya çıkarmıştır (Atagenç,
2018: 71-72). Bu bağlamda Türkiye’de sol milliyetçilik anlayışının ilk örneğini Kadro
Dergisi oluşturmaktadır. Kadro Dergisi, ulus devletin inşa sürecinde farklı bir milliyetçi
model ortaya koyarak, Cumhuriyetçi Kemalist İdeolojiye alternatif bir ideoloji
oluşturmaya çalışmıştı (Yıldırım, 2005: 249).
Erken cumhuriyet döneminde ortaya çıkan milliyetçilik algısının sol ideoloji ile
ilişkisi aslında uzun bir sürecin sonucu olarak değerlendirilebilir. Milliyetçilik ve sol
kavramları arasındaki “ilişkinin sürekliliği kurucu ideolojinin iktidarından daha çok
kurucu ideolojiden hareket eden muhalif politik çevrelerin düşünsel mücadelesinde
tezahür etmiştir. İktidarın sol ile milliyetçilik kavramlarının birarada düşünülebilmesi
239
için hazırladığı en uygun zemin ise Kadro Dergisinin ortaya çıkışındaki rolüdür”
(Atagenç, 2018: 71). Sol milliyetçi ideolojinin ilk entelektüel kurgusunu yine bu dergi
yapmaktadır. Kadro dergisi’ni sol ve milliyetçi bir ideoloji çalışması olarak anlamaya
çalışmak, günümüzdeki milliyetçi sol ideolojileri kavrama açısından önem arz
etmektedir. Dergi genel olarak bakıldığında milliyetçi bir bakış açısına sahip olup,
milliyetçilik paradigmasının en önemli parametrelerini barındırmaktadır (Yıldırım,
2005: 250). Kadro Dergisi’nin milliyetçilik anlayışı maddeci bir bakış açısına
dayanmaktadır. Dergi dini ve geleneksel değerleri dışlayarak insanların zihinlerinin
materyalistleşmesi gerektiğini savunmaktadır. Ulus, tüm bu ifade edilen özelliklerden
ayrı bir şekilde madde olarak düşünülmektedir: “Millet bir maddedir. Bir hacmi, demek
ki bir kemiyeti; bir enerjisi, demek ki bir keyfiyeti vardır. Sanat, felsefe ve her nevi fikir
eserleri, içtimai vasfını taşıyan bütün hadiseler, maddedeki ziya ve elektrik tezahürleri
mahiyetinde…” Bu bağlamda, gerçekleştirmek istedikleri ulusun materyalist bir tarzda
dönüşümünü her türlü sağ ve sol bakış açısından azade olarak ele almanın önemi
üzerinde durmaktadırlar (Yıldırım, 2005: 250). 1960’lı yıllar, ortaya çıkarmış olduğu
sonuçlar bakımından etkileri çok uzun yıllar boyu sürecek bu önermelerin ilk olarak
görünmeye başladığı yıllardır. Geçmiş yıllara göre daha fazla özgürlük ortamının
teneffüs edildiği iddia edilen bu yıllar içerisinde çok ciddi etkisi olan “Yön” dergisinin
yayınlanmaya başladığını görüyoruz. Derginin ilk sayısı 20 Aralık 1961’de çıkmış olup,
Türk solunu çok ciddi bir biçimde etkilediği söylenebilir. Türk aydını ve sol üzerinde
Yön dergisi; Batı sosyalizmi, Doğu sosyalizmi, azgelişmiş ülkeler sosyalizmi
konularında ortaya çıkan süreçlerde yazılan farklı içerikli yazılarla etkide bulunmaktadır
(Karsan, 2005: 237).
Yön ve MDD dergileri ve bunlara bağlı hareketlerin ortaya çıkışı 27 Mayıs darbesi
sonrasında Türkiye’de sol ideolojinin yaygınlaşması ile orantılı bir şekilde
gerçekleşmiştir. “27 Mayıs sonrası dönemde Türkiye soluna bakıldığı zaman
Kemalizmin sol açısından halen belirleyici olduğu bir dönem ifade edilmektedir. Yön ve
MDD ise mili mücadele döneminden 27 Mayıs sonrasına Kemalizmi sahiplenerek bir
sosyalizm hedefini ortaya koymaktadırlar. Solun Kemalizm mirası ile kurduğu yakın
ilişki ise solun milliyetçilik kavramı ile kurduğu ilişkiyi somut hale getirmektedir. Zira
bu dönemde solun milliyetçilik anlayışının Kemalizmin milliyetçilik anlayışı ile yakın
ilişki içinde olduğunu söylemek mümkündür. Solun 27 Mayıs sonrasına taşıdığı
240
milliyetçilik kavramının temelinde anti-emperyalizm kavramının oldukça belirgin
olduğu görülecektir. Milli mücadele döneminin antiemperyalist yönü Türkiye solu
açısından bir hareket noktasını teşkil etmektedir. Bu bağlamda da milliyetçilik
anlayışının ortaya çıkışındaki ana hususlardan biride emperyalizme karşı yurdu
savunma ilkesidir. Burada milliyetçilik kavramının yurtseverlik kavramına eşdeğer bir
noktada tanımlandığı görülmektedir. Bunun yanı sıra tam bağımsızlık kavramı da solun
milliyetçilik anlayışının olmazsa olmaz kavramlarından biri olacaktır” (Atagenç, 2018:
76).
241
kabul ettiği değerlerine karşın yürütmüş oldukları düşmanca yaklaşımların onun
kendiliğinden düzenini bozucu olduğu ve bunların hepsinin ötesinde gerçekleştirilmeye
çalışılan modernleşme sürecinde idari-hukuki baskı ve dayatmalar yardımıyla inşa
edilmeye çalışılan yeni değerlerin, İslam medeniyetine ait öz değerlerimize tamamen
aykırı olduğuna ilişkin iddialar nedeniyle “erken Cumhuriyet modernitesinin bütüncül
modernite görüşünün parçalanmasına yönelik eleştiriler” 1950’li yılların sonlarına
doğru daha da belirginleşmeye başlamıştır (İrem, 2008: 29).
Ayrıca bu dönem boyunca sadece Kürtler üzerinde iskân ve asimilasyon gibi etnik
stratejiler uygulanmamış, diğer etnik unsurlara yönelik planlar da hazırlanmıştır.
Kürtleri Türkleştirmek için bölgeye Karadeniz’den Türkler gönderilmiştir. İnönü,
Karadeniz’den gelen Türklerin rahat yaşayabilmelerinin bu bölgeye gönderilecek diğer
Türkler açısından çok önemli olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca merkezileşme,
homojenleşme, ahenk ve uyumu merkeze alan korporatist ideolojinin gelişimi ve
mantığı, farklı etnik unsurların varlığının ulus-devlete yönelik başkaldırıları
tetikleyeceği yönündedir. Asimilasyon politikaları başkaldıracak etnik unsurları rejimle
barıştırmanın yegâne aracı olarak görülmüştür. Rejimle ve Türklükle kaynaşmak
istemeyen etnik unsurlar ötekileştirilmiştirler. Bunun dışında merkeze yönelik başkaldırı
potansiyelleri taşıdıkları düşünülen gayr-i Müslim etnik unsurların da Türkleştirilmeleri
hedef alınmıştır. Ancak bunları Türkleştirmek mümkün olmasa bile, Lozan’da tanınan
özerklik hakları kısıtlanmıştır. Devlet bunların dini kurumlarını denetim altına almıştır.
Türk milli kimliğinin etnik açıdan ötekileştirdiği halkların başında Araplar gelir.
Özellikle, Osmanlı devletinin çöküşünün sebebi olarak görülen, İslam’ın “bozulmuş”
halini temsil ettiği düşünülen Araplar, milli kimliğin en önemli ötekisini oluşturur.
Yıllarca Kuran’ın dili olarak kullanılan Arapça, Türk dilinin gelişimi önünde en büyük
engel olarak görülmüştür (Çaylak ve Çelik, 2008: 104).
1930’lu yıllardan 1950’li yıllara doğru giden süreç içerisinde komünizm ile
mücadeleyi milliyetçilik ideolojisinin ana omurgasını oluşturan unsurlardan gören ırkçı-
Turancı kesimin İslam’ı Türk milliyetçiliği ile birleştirerek sunmaya çalışması, ırkçı-
Turancı yaklaşımın yerine İslamcı veya Türk-İslamcı içerikli bir Türk milliyetçiliğinin
yükselişe geçtiğini gösteren önemli bir göstergedir (Tamer, 2011: 97). Erken
Cumhuriyet dönemi Türk milliyetçiliğinin tipolojisi ile ilgili konuşulması gereken en
önemli nitelik milliyetçilik tipleri arasındaki eklektik ilişkiler olarak söylenebilir.
242
Konjonktürel açıdan zaman zaman birbirine yaklaşan ve uzaklaşan, çoğu zamanda
yollarının kesiştiğini gördüğümüz bu tipleri tam olarak sınıflandırmaya tabi tutmak zor
bazen de imkânsız bir süreçtir. Batıdaki milliyetçilik sınıflandırmalarından farklılaşan
bir başka husus ise İslam dininin milliyetçilik üzerindeki etkin rolüdür. Türkiye’deki
tipolojilerde din ister toprağa dayalı (Teritoryal) milliyetçilik ile olsun isterse
muhafazakâr milliyetçilik ile ilgili olsun çok yoğun olarak kaynaşmış ve milletin
değişmez bir parçası haline gelmiştir. Ancak Batıdaki milliyetçilik anlayışında dinin
tamamen milliyetçilik ile ilgili alanlardan çıkarıldığını görüyoruz. Bunun yanında Batılı
literatürde tartışılan kavramlardan olan “etnisite, kültür, dil, irredenta” gibi kavramlar
Türkiye’deki milliyetçi düşüncenin tüm türlerinin ilgilendiği kavramlardan olmuştur
(Kılıç, 2007: 139).
1944 yılı içerisinde artık II. Dünya Savaşı’nın sonucu belli olmuştu. Almanya’nın
savaşı kaybedeceği, Sovyetler’in de kazananlar arasında olacağı kesinleşmişti. Türkiye
içinse Sovyetler ile ilişkilerin korunması hayati bir dış politika hedefi olarak belirmişti.
Bu nedenle Sovyetlere düşman olan grupların ve hareketlerin susturulması
gerekmekteydi. “3 Mayıs 1944 tarihinde Ankara ve İstanbul'da milliyetçi kesimden
gençlerin düzenlemiş olduğu ‘komünizmi telin mitingleri” yapıldı. 9 Mayıs 1944
tarihinde ise dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu hükümeti, Reha Oğuz Türkkan, Zeki
Velidi Togan, Peyami Safa, Nihal Atsız, Hüsnü Erkilet, Fethi Tevetoğlu, Nejdet Sançar
ve Alpaslan Türkeş'in de içerisinde bulunduğu 57 kadar milliyetçiyi tutukladı.
Bunlardan sadece 23’ü hakkında dava açıldı. Hükümetin milliyetçi grupları
kovuşturmaya başlamasıyla beraber ise resmi çevreler milliyetçi akımı küçük düşürmek
amacıyla ‘Turancı’ terimiyle yaftaladılar” (Önen, 2005: 321). Cumhurbaşkanı İsmet
İnönü, 19 Mayıs 1944’te yaptığı konuşmada Rusya’nın dostluğundan bahisle tutuklanan
bu milliyetçileri ülke içerisinde ve ülke dışında kargaşa ve fesatlık çıkarmakla
243
suçlamıştır (Öznur, 1999: 46). 29 Mart 1945 tarihi “Irkçılık-Turancılık” davası olarak
adlandırılan bu davanın sanıklarından bir kısmı ağır cezalara maruz bırakıldılar. Fakat
Askerî Yargıtay mahkûmiyet kararlarını bozdu. 26 Ağustos 1946’da yeniden
yargılanmalarına başlandı ve mahkeme 31 Mart 1947 tarihinde sanıkların tamamının
suçsuz olduğu kararını verdi (Özdoğan, 2006: 113). 19 Mart 1945’te Sovyetler,
1925’ten beri yürürlükte olan Türkiye-Sovyetler Birliği Dostluk ve Saldırmazlık
Antlaşmasını yenilenmesini istemeyeceklerini açıklamışlardı. 7 Haziran 1945’te ise
mevcut sınırlarda değişiklikler yapılmasını ve boğazlar üzerinde ortak savunma
haklarının tanınmasını Türk büyükelçisine ilettiler. Bunlar 1921 antlaşmasının
feshedilmesi ve Montreux Sözleşmesinin dikkate alınmaması anlamına geliyordu. Türk
hükümeti buna derhal tepki gösterdi ve basın da bu tepkiye açık destek verdi.
Sovyetlerin bu talepleri Türkiye’de milliyetçiler ile komünistler arasındaki çatışmayı
yeniden alevlendirdi (Özdoğan, 2006: 119-120). II. Dünya Savaşı’nın hemen akabinde
Soğuk Savaşın başlaması ve Türkiye’nin Batı bloğunda yer almasının söz konusu
olduğu böyle bir ortamda “Irkçılık ve Turancılık Davası” sanıkları 31 Mart 1947’de
suçsuz bulunmuştu. Sanıkların almış oldukları cezaların askeri üst mahkeme tarafından
bozulması ve serbest kalmalarının yanında bu süreçten sonra sanıklar bizzat devletin de
desteğini alarak eskisinden daha güçlü hale geldiler (Önen, 2005: 323).
244
gelmesinin başlangıcı Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) ve onu takip eden
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile başladığı söylenebilir (Yayman, 2009: 4).
Çok partili siyasal hayata geçiş süreci ile birlikte milliyetçilik düşüncesinde çok
hızlı bir çeşitlenme yaşandığı görülmektedir. Bu süreç içerisinde milliyetçi çizgide,
seküler kültürcü bir anlayıştan muhafazakâr gelenekçi bir anlayışa doğru yavaş yavaş
bir yön değiştirme yaşanmıştır. 1990’lı yılların başlarına kadar Sovyetler Birliği
üzerinden somutlaşan komünist tehdit Türk siyasal hayatının yapılanmasında önemli bir
rol oynamıştır. İrem’e göre “toplumun ahlaki, siyasal ve ekonomik yapılarını komünizm
ile özdeşleştirilen materyalizm ile her türlü yabancı kültüre karşı savunma misyonunu
üstlenen milliyetçilik, erken döneme hâkim kültürcü felsefesinden kaynaklanan gelenek
karşısındaki köktenci konumunu da yitirmeye başlamıştır.” Din, asli kurucu öğesi
olduğu ulusal kültür ve ahlak milliyetçi ideoloji üzerinde savunmacı-reaksiyoner
siyasetini gerçekleştirmek için nüfuz etmeye başladıkça milliyetçi düşüncenin siyasal
modernizm ile var olan etkileşimi sorunsallaşmaya başlamıştır. Sonuç olarak milliyetçi
düşünce modernleşme sürecini teknik ilerlemeye indirgeyen gerek muhafazakâr-liberal
gerekse mukaddesatçı-gelenekçi akımlara yakınlaşma sürecine girmiştir (İrem, 2008:
29). Bu yeni sentezci yakınlaşmanın sonucunda ortaya çıkan muhafazakâr milliyetçi
düşünce, Cumhuriyet döneminde yükselen milliyetçiliği “geleneğin yeniden inşası”
yolu ile ifade etme şeklinde gelişmiştir. Yani daha farklı bir ifadeyle Kemalist
modernleşme sürecinin dışladığı ve hikâyenin dışına itmiş olduğu kahramanları tekrar
bu sürece yani yeniden hikâyeye dâhil etme sürecidir. Bu hikâyenin dışına itilen
aktörlerden en önemlisi hiç kuşkusuz eski rejimin en önemli dayanağı olan, fakat yeni
rejim tarafından dışlanmış olan İslam dinidir. Muhafazakâr milliyetçi kesimin tepki
gösterdiği nokta öncelikle dini sosyal ve siyasal alandan dışlayan ve yok sayan bir
milliyetçi anlayıştır. Muhafazakâr milliyetçilik kavramı ile ortaya koymaya çalıştığımız
anlayış, İslam motifli bir Türk milliyetçiliğinden başka bir şey değildir. Daha basit bir
ifadeyle İslam ile milliyetçiliğin bir arada formüle edilmesi veya her iki kavramın
ortaklığıdır. Bu bazı kişilerce “Türk İslam sentezi” adı altında bazılarına göre ise
sentezden ziyade İslam ve Türk milliyetçiliğinin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan
eklektik bir ilişki olarak kabul edilmektedir. İlişkinin türü veya boyutları nasıl olursa
olsun her iki kesiminde mutabık kaldığı nokta İslam dini ve Türk milliyetçiliğinin bir
arada vurgulanmasının önemidir. Muhafazakâr milliyetçiliğin Türk İslam sentezi
245
şeklinde ortaya çıkışı iki farklı çizgide gelişmiştir. İlk olarak Anadolucu hareket
doğrultusunda gelişen Anadolu Türk milliyetçi çizgisinde İslam’ın öncelikle
vurgulanmasıdır. Daha sonra ortaya çıkan ikinci çizgi ise Türkçülük akımının ortaya
çıkması ile beraber “Türk İslam sentezine” ulaşma gayretidir (Kılıç, 2007: 126).
Güngör’e göre “Anadolucular daha realist ve Gökalp’a daha yakın bir tez
etrafında birleştiler. Onlara göre Oğuz Türkleri, Anadolu’ya yerleştikten sonra orayı
kendilerine vatan edinmişler ve şimdiki topraklarımız üzerinde bir Müslüman Türk
milleti ve devleti meydana getirmişlerdi.” Türkçü akıma mensup kesimler tek parti
iktidarı karşısında muhalif bir duruş sergiledikleri halde Anadolucu olarak kendisini
ifade eden kesimlerden bir kısmı tek bir parti olması nedeniyle iktidar partisinde siyaset
yapmış, milletvekili olmuş ve orada milliyetçi ideolojinin en önde amaçlarından biri
olan demokrasiyi kökleştirme çabası içinde olmuşlardır. Aslında çok partili siyasal
hayata geçiş sürecinde CHP’nin göstermiş olduğu kolaylık sözünü ettiğimiz
Anadolucuların parti içindeki varlığıdır (Güngör, 1984: 149). Bu iki çizgiden
Anadoluculuk olarak ifade ettiğimiz çizginin Türk siyasal hayatında herhangi bir
karşılığı olmazken, Türkçülük olarak isimlendirdiğimiz ikinci çizgi siyasal bir ideoloji
olarak ortaya çıkmış ve 1950’li yıllardan itibaren siyasal hayatı etkileyen bir aktör
olarak faaliyet göstermiştir. Muhafazakâr milliyetçi çizgi içerisinde milliyetçilik ve
İslam’ın buluşması ile ilgili ilk ayak izleri Memleketçilik hareketi olarak isimlendirilen
hareket içerisinde çok önemli birer rol oynamış olan Nurettin Topçu ve Şemseddin
Günaltay’da görülmektedir. Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde yaşamış olan ve
her iki dönemi de çok iyi bilen M. Şemsettin Günaltay, İslamcı bir dergi olarak bilinen
Sebilürreşad’ın en önemli yazarları ve medrese profesörü olan ateşli bir Türkçü olarak
bilinmektedir (Kılıç, 2007: 126). Bu dönemde “Kemalist inkılapçılar” kaçınılmaz bir
şekilde farklı bir istikamete, yani sola siyasal çizgiye otururken, onların karşısında
konumlanan milli kültürün müdafileri ise milliyetçi bir çizgide devam etmişlerdir.
Milliyetçi düşünce içerisinde yer alan kesim, millet ile beraber hareket ettiklerinde iki
ana hususu gördüler: ilk olarak İslam milliyetçiliğin en önemli unsurudur ve onun
sosyal ve siyasal hayattan dışlanması için herhangi bir neden söz konusu değildir. Öte
yandan onlara göre Türkleri diğer Müslüman toplumlardan ayıran çok fazla özgün
yanımız vardı ki bunların tamamı Türklüğümüzden kaynaklanıyordu. O halde onlara
göre “Türklük ve Müslümanlık” birbirinden ayrı bir şekilde düşünülecek olan
246
kavramlar değildi. Bu her iki kavramdan birine önem vererek ötekini dışlayan milliyetçi
önderleri bu noktada birleşmeye davet etmeyi gerekli ve yerinde bir çaba olarak
görmekteydiler (Güngör, 1984: 151).
Türk İslam sentezini esas alan muhafazakâr milliyetçi anlayış düşünsel olarak
kendisine yakın olan kesimlere ulaşmak için gerekli fırsatı bulmuş ve bu andan itibaren
Türk siyasal hayatında siyasal bir görüşü ve çizgiyi ifade eder hale gelmiştir. Bu
durumun gerçekleşmesi aslında iki önemli şahsiyetin çalışmaları ve çıkarmış oldukları
yayınlar çok ciddi etkide bulunmuştur. Bu yayınların en önemlisi “Necip Fazıl” ve
çıkarmış olduğu “Büyük Doğu Dergisi” olarak ifade edilebilir. Diğer bir önemli katkıda
Osman Yüksel Serdengeçti ve çıkarmış olduğu “Serdengeçti” dergisi tarafından
yapılmıştır. Serdengeçti tarafından söylenen “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar
Müslümanız” sloganı bundan sonraki süreçte muhafazakâr milliyetçi çizginin şiarı
haline gelmiş ve Türk İslam sentezinin özeti olan bir cümleye dönüşmüştür (Kılıç,
2007: 129).
247
milliyetçiliği bayrak yapan, onu temel prensip olarak ileri süren hiçbir organizasyon
görmedik” ifadeleriyle ortaya koymaktadır (Güngör, 1984: 151-152).
CKMP içerisinde gittikçe güç kazanan Alparslan Türkeş’e yakın siyasetçiler, çok
az bir süre sonra parti yönetimini olağanüstü kongre yapmaya zorlamış ve 1 Ağustos
1965’te gerçekleşen kongrede, Alparslan Türkeş genel başkan seçilmiştir. CKMP, 8-9
Şubat 1969 tarihinde Adana'da yapılan kongre sonucunda “Milliyetçi Hareket Partisi”
adını alırken, partinin sembolü “kırmızı zemin üzerine üç hilal” olarak belirlenmiştir
(Yayman, 2009: 6). CKMP’de uzun süredir devam eden genel başkanlık tartışmaları bu
kongrede sona ermiştir. Kongrede yapılan değişiklik ile CKMP’nin parti programı da
değiştirilmiştir. Yine aynı kongrede, Türkeş ve arkadaşları tarafından hazırlanan ve parti
için de birçok tartışmaların ve ayrışmaların merkezinde yer almış olan, CKMP’nin
“Müreffeh ve Kuvvetli Türkiye” konulu programı kongre sırasında oluşturulan bir
komisyon tarafından kabul edilmiştir. Oluşturulan bu komisyon içerisinde Türkeş’e
yakın olan kişilerin sayısal bir çoğunlukta olması, programın hiç değişikliğe uğramadan
kabul edilmesine imkân vermiştir (Öznur, 1999: 103).
248
CKMP ve Türkeş 1965’e kadar laikliği kesinlikle savunmuştu. Bundan sonraki
Türkeş ve CMKP sözcüleri İslam’ı “Türk tarihinin ayrılmaz bir unsuru” olarak ifade
etmeye başladılar. 1969 yılında Alparslan Türkeş, “ biz Tanrı Dağı kadar Türk Hira
Dağı kadar Müslüman’ız”, “ her iki felsefede bizim şiarımızdır” demek suretiyle bu
ideolojik değişikliği ifade etmiştir (Arıkan, 2002: 44). CKMP, 1967 yılında Alparslan
Türkeş'in “Dokuz Işık doktrini” üzerine oturttuğu bir ideolojik anlayışı kabul ettiğini
görüyoruz (Yayman, 2009: 6). 1966 ve 1968 yıllarında yapılan kısmi senato seçim
çalışmalarında, Türkeş’in yoğun bir şekilde mezhepçilik, bölgecilik ve komünizm
tehlikesini dile getirerek saldırgan bir komünizm karşıtlığına yöneldiğini görüyoruz.
Partinin 8 Şubat 1969 tarihinde toplanan Adana Kongresi milliyetçiler açısından çok
önemli bir aşama oldu. Zira CKMP ismi Adana kongresinde Milliyetçi Hareket Partisi
(MHP) olarak değiştirilmiştir. Bu aşamadan sonra CKMP’nin 4 yıl süren yeniden
yapılanma süreci sona ermiş oldu. Partinin simgesi “kırmızı zemin üzerine üç
hilal”, gençlik teşkilatlarının simgesi ise “Hilal ve Bozkurt” olarak belirlendi. Adana
Kongresi sonucunda Türkeş'in temsil ettiği çizginin dışarısında kalanlar ya
tasfiye edildiler ya da milliyetçiler nazarında marjinalleştirildiler. Araçsallaştırılan ve
Türk kavramına eklemlenerek kullanılan bir kavram olsa bile ümmetçiliğe karşı tepki
gösteren Nihal Atsız ve onun gibi düşünen milliyetçilerin etkisinde olan “Irk anlayışına
dayanan milliyetçi çizginin tasfiye süreci, 1970’li yılların ortalarına kadar devam etmiş
ve çoğu zaman kanlı hesaplaşmalara kadar gitmiştir (Bora ve Can, 2009: 54-55).
Türkeş ve arkadaşlarının çok kısa bir süre içinde yirmi yıla yakın bir maziye sahip olan
bir partiye tamamen hâkim olmaları küçümsenmeyecek bir başarıdır. Partiden bazı
istifalar olmasına rağmen Türkeş, partiyi eskiye göre çok daha güçlü bir hale getirmiş
oldu (Yön, 1965/123: 4).
1950'li yıllar boyunca öncelikle Demokrat Parti ve sonrasında ise Millet Partisi
bünyesinde siyaset yapan fakat düşünsel ve organize bir şekilde kendilerini ifade
edemeyen milliyetçiler, devam eden yıllarda özellikle komünizm karşıtlığı üzerinden
pozisyonlarını tahkim ederek fikirlerini siyasal ve toplumsal hayat içerisinde
yaygınlaştırmaya çalıştılar. Çok partili hayata geçişle beraber iktidara gelen Demokrat
Parti dönemi milliyetçiler açısından büyük bir hayal kırıklığı yaşadıkları bir dönem
olmuştur. Demokratik hayata geçiş sürecinde özgürlükçü bir söyleme sahip olan DP’nin
iktidara geldikten sonra kimi zaman otokratik uygulamalarda bulunduğunu, tek partili
249
siyasal hayat sona ermesine rağmen, tek parti dönemine benzer bazı uygulamaların
devam ettiğini gördüler. Bu çerçevede Demokrat Parti döneminin son 7 yılı içerisinde
zorunlu olarak sessiz kaldıkları dönem olarak kabul edilmektedir. 27 Mayıs 1960
tarihinde yapılan askeri darbe sürecinde Alparslan Türkeş’in yer alması bu kesimde
sevinçle ve beklentiler içerisinde karşılanmıştır. Fakat darbe sonrasında ortaya çıkan
fiili durum onları yine hüsrana uğratmıştır. Çünkü askeri cunta içinde meydana gelen
çekişmeler Türkeş’inde içinde yer aldığı “Ondörtler Grubu”nun siyasetten bir süre
uzak kalmasına yol açmıştır. Türkeş ve sözünü ettiğimiz bu grup yurt dışı görevlerine
atanarak uzaklaştırılmış oldular. İlk bakışta olumsuz bir şekilde algılansa da 1960’lı
yılların özgürlükçü ve çoğulcu nitelik taşıyan havası milliyetçi düşünceye sahip
kesimlerin örgütlü bir şekilde hareket etmesinin koşullarını hazırlamıştır (Özdoğan,
2006: 275-278). Milliyetçi ideoloji tüm bu zorluklara rağmen 1950 ve 1960’lı yıllar
boyunca varlığını sürdürdü.
Adalet Partisi tarafından çok uzun bir süre yönetilen TKMD’ de 1967 yılından
itibaren AP/CMKP partileri arasında çok ciddi bir mücadele başladı. CKMP’ nin sert
250
ve radikal milliyetçi söylemini Adalet Partisi'nin yumuşak ve etkisiz kitle partisi
söyleminden daha çekici bulan “Türkiye Komünizm ile Mücadele Derneği”
kadroları Türkeş'in milliyetçi çizgide ilerleyen partisine kaymaya başladılar. Bu
dönemde kendi milliyetçi gençlik hareketini organize etmeye çalışan CKMP, anti-
komünist bu söylemi, kitleselleşmeleri ve tanınmaları açısından en uygun yöntem
olarak görüyordu. 1968 yılında üniversitelerin bütün fakültelerinde CKMP’nin gençlik
yapılanmasının yanında “Ülkü Ocakları” adıyla milliyetçi gençlerden oluşan yeni
yapılanmalar oluşturulmaya başlandı. Milliyetçiler, 1970’li yıllara gelindiğinde
kendilerini “devletin yanında saf tutan sivil bir güç” olarak ifade ediyorlardı. 12 Mart
askeri muhtırasına açık bir şekilde destek verdiler. Muhtıradan sonraki dönemde
(1973’e kadar) askeri yapının gerektiği gibi otoriter davranmadığı görüşünü ileri süren,
sivil ve özgün bir siyasal hat çizilmeyen milliyetçiler; bu çok açık bir şekilde belli
olmayan amaçları ve söylemlerinden dolayı toplumsal ve siyasal tabanlarını
genişletemediler. Milliyetçilerin siyasal anlamda anti-komünizm misyonundan
beklediği faydayı bulması ancak sosyalist muhalefetin yükselişe geçtiği 1970’li yılların
sonlarına doğru söz konusu olacaktır (Bora ve Can, 2009: 58-59). Bu dönemden itibaren
milliyetçilik hem bir ideoloji hem de bir hareket planı olarak yükselmeye başlamıştır.
1960'da kurulan ve 1969 yılında adı değiştirilen Alparslan Türkeş’in Milliyetçi Hareket
Partisi’nin yine aynı yıl kabul edilen radikal milliyetçi platformu Türkçülük olarak
tanımlandı. Milliyetçilik bu anlamda sadece parti programının bir parçası kabul
edilmiyor, söz konusu partiye organik olarak bağlanan milliyetçi gençlik örgütleri
tarafından yürütülecek siyasi hareketin nihai hedefi olarak da sunuluyordu (Özdoğan,
2006: 268).
251
Alparslan Türkeş, genel seçimde % 3.4’lük bir oy oranı alırken, il genel meclisi
seçimlerinde ise % 1.3’lük bir oy oranına ulaşmıştır (Yayman, 2009: 7). Milliyetçilerin
siyasal olarak etkili olması ve kitlesel bir harekete dönüşmesi süreci, 1970’li yılların
ortalarından itibaren Ecevit hükümeti döneminde gerçekleşmiştir (Bora ve Can, 2009:
60). Bu yıllarda milliyetçilerin sokaklara indiğini ve kendilerine devletin sivil gücü
olma misyonunu atfederek komünizme karşı yapılan mücadelede ön saflarda rol
aldıklarını görmekteyiz. Bu stratejik duruş, milliyetçilerin gün be gün toplumsal
milliyetçilik anlayışından uzaklaşmasına ve milliyetçi ideolojinin devletçi bir karaktere
bürünmesine yol açmıştır (Yayman, 2009: 8).
252
bu niteliğiyle de anti-komünist şiddetin sürekli kendisini yeniden üretmesine dayalı bir
stratejiydi” (Bora ve Can, 2009: 61-65).
253
durumuna düşme ihtimalleri belirmişti. Milliyetçi hareketin üst yöneticileri ve siyasi
kadrolarında yaşanan bu belirsiz duruma karşılık, milliyetçi tabanda bir rahatlama hatta
daha ileri boyutta bir sevinç olarak ifade edilebilecek bir algılama söz konusuydu.
1970’lerin sonlarından itibaren MHP’nin orduyu durmadan göreve çağıran söylemine
kulakları o kadar alışmıştı ki bunun bir darbe çağrısı olduğunu aklı eren kişilerin fark
etmemiş olması imkânsızdı. İşte sonuçta istenen ve beklenen darbe olmuştu ve
göründüğü şekliyle sağcı bir darbe olduğu düşünülüyordu (Bora ve Can, 2009: 101-
105). Fakat 12 Eylül darbesi ve sonrasında yaşananlar milliyetçi camia açısından
oldukça yıpratıcı ve beklenmedikti (Arıkan, 2008: 14). 1980 öncesi milliyetçi gençlik
önderlerinden biri ilk günkü gözlemlerine dayanarak “görünürde sağcı bir darbe
olmuştu” sözleriyle özetliyor. Diğeri ise “bir sonbahar sabahında müjde
verdiler: ihtilal oldu dediler…” demek suretiyle sevindiklerini dile getiriyordu.
Milliyetçi hareketin lideri Türkeş, 12 Eylül öncesinde söz konusu olan sıkıyönetimin
etki alanının genişletilmesini istemiş olduğunu defalarca vurgulamıştır. Türkeş, bu
kendini darbe yapanlarla özdeşleştiren yaklaşımını daha 3 Kasım 1980’de silahlı
kuvvetlerin başındaki kişi olan Kenan Evren’e yazdığı mektupta “12 Eylül gününden bu
yana vaki beyanlarınız, bizim de yıllardır savunmaya çalıştığımız ve bundan sonra da
her şart altında savunmaya devam edeceğimiz düşüncelerin değişik bir üslupla teyidi
niteliğindedir” demek suretiyle ortaya koymaktadır. Onun ifadesiyle “12 Eylül
harekâtına bir ihtilal değil bir istikrar hareket olarak bakıyoruz, batının ilmini ve
tekniğine yönelik aynı zamanda Türk-İslam sentezini kurmayı hedef almış bir hamle
diye düşünüyoruz.” Aynı zamanda bir başka ifadesinde ise “Türk ordusunun değerli
komutanlarını da harekete geçiren milliyetçilik ülküsüdür” demiştir (Bora ve Can,
2009: 104-107).
254
16). Sonuç olarak, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonucunda tüm siyasal partiler gibi
milliyetçileri temsil eden MHP'nin de siyasal faaliyetleri durdurulmuş ve partinin bir
yıl sonra kapatılmasına karar verilmiştir. MHP ve milliyetçilerin çatı örgütleri ile ilgili
olarak “ anayasal düzeni zor yoluyla değiştirmeye teşebbüs”, “Türkiye ahalisini
birbirinin aleyhine toplu kıyıma yönlendirme” ve “ silahlı örgüt kurma” suçlamaları
doğrultusunda dava açılmıştır (Yayman, 2009: 8).
MHP’nin ırksal doktrini başka bir ifadeyle ırksal temele dayanan ideolojik
söylemi, 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte bir dönüşüme uğramış “Türk-İslam Sentezi”
ideolojik söylemlerinin yerini almıştır. Bu değişiklik sembolik değişikliğe de yol açmış,
daha önceki dönemde yalın halde kullanılmış olan İslam öncesi Türklüğü simgeleyen
bozkurt, İslam’ı simgeleyen hilal ile bir kompozisyon oluşturmuştur (Özdoğan, 2006:
287). 12 Eylül darbesi ve sonrasında yaşananlar milliyetçi camia açısından oldukça
yıpratıcı ve beklenmedikti. Milliyetçi camia ilk elde darbeyi memnuniyetle karşıladı. Bu
özellikle MHP tabanı ve sıradan seçmen için geçerli bir olgu idi. Oysa MHP yönetimi
darbeye hazırlıksız yakalanmıştı. Darbe öncesi Türkeş’in neredeyse bütün komutanları
tanıyor olmasına rağmen müdahaleden haberdar olmaması ilk etapta MHP yönetiminde
ortaya çıktığını söylediğimiz bir endişeye yol açmıştı. Tahminleri doğrultusunda ve çok
kısa bir süre içerisinde parti yöneticileri ve birçok milliyetçi ile “Ülkü Ocakları” üyesi
gözaltına alınarak askeri mahkemelerde yargılandılar. Daha önce bahsettiğimiz şekliyle
komünizme karşı kendine devletin sivil gücü rolünü belirleyen ve bu uğurda ölen ve
öldüren milliyetçiler, darbe gerçekleştikten sonra devlet tarafından karşılaştıkları
muameleyi büyük bir ihanete uğramışlık olarak kabul ettiler. Neredeyse bütün 1970’li
yıllar boyunca orduyu göreve çağıran milliyetçilerin çağrısı karşılık bulmuş, ordu
yönetime el koymuş, fakat onlara göre devletine ve vatanına karşılıksız bir sevgi ile
bağlı olan milliyetçilere vatan haini muamelesi yapılmıştı. Arıkan’a göre “12 Eylül
süreci milliyetçi camia içerisinde değişik ses ve görüşlerin palazlanmasını ve ileride
yaşanacak önemli iç çekişmelerin temellerinin atılmasını beraberinde getirmişti. Bu
bağlamda 1990’ların ortalarına kadar en önemli ayrışma çizgisi milliyetçi hareket
içerisindeki bazı itibarlı gençlik önderleri ve onların siyasal yandaşlarının çizgilerini
siyasal İslam’a kaydırmaları oldu. Muhsin Yazıcıoğlu’nun başını çektiği bu grup,
siyasal İslam ve onun öğretileri ile hapishane yıllarında tanıştı” (Arıkan, 2008: 16-17).
Sözünü ettiğimiz bu grup, İslam’ı bir araç olarak gören yaklaşımı kabul etmemekteydi.
255
Onlara göre grubun yeni dava anlayışı “İlay-ı Kelimetullah” davası idi. Türkeş ve yakın
çalışma arkadaşları, Türk İslam Ülküsü olarak adlandırılacak ve ana hatlarının Seyyid
Ahmet Arvasi tarafından kaleme alınan bu yaklaşımı kabul etmemekle beraber, hızla
siyasal İslam’a kaymış olan taşradaki oy potansiyelini kendilerine çekmek için bu
hareketi topyekûn reddetmediler. Üstelik Türk-İslam ülküsüne gönül verenler, camianın
yakından tanıdığı, 12 Eylül öncesinde özellikle parti gençlik kollarında, Ülkü
Ocakları’nda yöneticilik yapmış sevilen, sayılan, takdir edilen milliyetçilerdi. 7
Temmuz 1992’de Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları MÇP’nin gerçek çizgisinden çok
uzaklaştığı ve gitgide marjinal bir parti olma yolunda ilerlediklerini düşündükleri için
partilerinden istifa ettiler. Muhsin Yazıcıoğlu 1998’de kaleme aldığı “Yeni Bir Dünya
İçin Yeni Bir Türkiye” isimli kitabında kendisi ve arkadaşlarının MÇP’den ayrılma
gerekçeleri arasında ”İlkesizlik, Parti İçi Demokrasinin bulunmayışı, Lider Sultası,
Bireyi değerlendiriliş biçimi, Günü birlik politika belirleme, Pazarlıkçılık ve sistemle
özdeş hale gelmeyi’de” sayacaktı. Bu saydığımız istifaları MÇP il ve ilçe örgütlerindeki
istifalar izledi. İstifacılar Türkiye genelinde istişarelerde bulunmak amacıyla Yeni
Oluşum Hareketi (YOH) isimli gevşek bir yapılanmaya gittiler. YOH’un 6 Aralık
1992’de düzenlediği siyasi karar kongresi neticesinde “daha dindar” milliyetçiler ile
siyasete yeni bir parti çatısı altında devam etme kararı aldılar (Arıkan, 2008: 54). Bu
karardan sonra 29 Ocak 1993’te 99 kişinin katılımıyla “Büyük Birlik Partisi” adında bir
siyasal parti Türk siyasal hayatına atılmış oldu. Partinin 13 Temmuz 1993’te yapılan I.
Olağan Kongresinde Muhsin Yazıcıoğlu genel başkanlığa seçildi. BBP’nin kurucuları
bir yandan siyasete yeni bir parti çatısı altında girme kararı alırken, öbür taraftan
fikirlerini genç kuşaklara yaymak ve onları mücadelelerine ortak etmek amacıyla Ülkü
Ocakları benzeri bir yapılanmaya gittiler. Bu amaçla 1 Ekim 1992’de kurulan Nizam-ı
Âlem Ocakları, hareketin beyni olan BBP’yi kayıtsız şartsız destekleyen ve onun ayakta
durmasını sağlayan iskeleti oldu (Arıkan, 2008: 63).
İslam, Türk tarihinin birbirinden ayrılmayacak bir parçası olarak kabul edildiği
andan itibaren Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber üretilen Kemalist milliyetçi anlayışın
restorasyonu çalışmaları bırakılarak, Türk-İslam sentezi anlayışını savunan ülkücü
olarak nitelendirilen bir harekete yol açılmıştır. Bu süreç boyunca Türk ve İslam
arasında kurulmaya çalışılan bağ, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı döneminde kurmuş
olduğu ilişkiyi hatırlatmaktadır. Aslında kurulan her iki ilişki Türklüğü güçlendirecek
256
bir araçsallaştırma olarak ifade edilmelidir. Fakat sözünü ettiğimiz bu durum, 1980’li
yıllardan sonra MHP içinde yeni bir gerilime yol açmıştır. Bu dönemde ortaya çıkan bu
gerilim MHP’nin 1990’lı yıllarda bölünmesine yol açacaktır. Karakaş’ın ifadesiyle
“İslam’ı, Türklüğü güçlendiren bir öğe olarak gören ve Türk unsurunu merkeze alanlar
MHP’de kalırken, Türklüğü, İslam’ı güçlendiren bir öğe olarak gören mukaddesatçılar
Muhsin Yazıcıoğlu’nun önderliğinde BBP (Büyük Birlik Partisi) etrafında yeni bir
oluşum inşa etme çabasına girmişlerdir” (Karakaş, 2006: 71).
257
Bülent Ecevit’in Demokratik Sol Parti’si ve MHP’nin bir araya gelerek koalisyon
hükümeti kurmalarına imkân vermiştir. Türk milliyetçiliğinin eklemlenmeci bir karakter
taşıyan siyasal özelliği, genel olarak hasmıyla bir arada bulunmayı olanaklı kılmaktadır
(Karakaş, 2006: 72).
258
5. MİLLİYETÇİLİK VE MUHAFAZAKÂRLIK İLİŞKİSİ
Weber tarafından yapılan tanıma göre devlet, sınırları belli bir toprak parçası
üzerinde meşru fiziksel güç kullanımı konusunda tek yetkili olan siyasi bir kurum
olarak ifade edilebilir. Bu şekilde tanımlanan devlet kavramı, ilk olarak Jean Bodin
tarafından ortaya konulan bir egemenlik anlayışı ve nihai otorite kavramlaştırması
üzerinden ortaya konulmuştur (Heper, 2018:22). Modern bir şekilde algılanan şekliyle
“devlet” kavramı çok yakın bir tarihe kadar, Avrupa siyasi literatürüne girmemiş yeni
bir kavram olarak ortaya çıkmıştır. İlk olarak orta çağda yaşayan düşünürlerin hayal
etme sınırlarının dışında ortaya çıkan yeni bir durumu tanımladığı için, bazı nesnel
şartlara dayalı olarak yayılmaya başlamıştır (Gierke, 2018:194). Devlet ülke, millet ve
egemenlik unsurlarının bir araya gelmesiyle oluşmakta olan, fakat bu unsurlardan
herhangi birisine indirgenebilecek bir kavram değildir. Bu bağlamda devlet, kendisini
var eden bu üç unsurun ötesinde ve onların varlığından bağımsız olarak oluşan bir varlık
259
olarak düşünülmüştür. Bu bağlamda devlet kavramı tek başına millet, ülke ya da
yalnızca egemenlik unsurundan bağımsız ve bunların hepsinin toplamından
oluşmaktadır (Aslan, 2019: 33).
260
kavramlarının farklılaştığı konular genellikle düşünsel olarak ortaya konulması gereken
başlıkların yanında devlet egemenliğinin uygulanma yeteneği doğrultusunda ortaya
konulmaktadır (Doğan, 2014:115 ).
Devletin gelişim seyri ile ilgili olarak son birkaç asır süresince siyasal yapının
imparatorluklardan merkezi devlet yapılanmasına doğru evrildiği görülmektedir. Bu
modern dönemin devletinde egemenliğin eski dönemin egemen güçleri olan hanedanlar
ve Kilise’den halka doğru kaydığını söyleyebiliriz. İlk olarak Avrupa’da ortaya çıkan
ulus devlet ilk ortaya çıktığı dönemden günümüze gelindiğinde milliyetçilik ile var olan
ilişkisini devam ettirerek dünya genelinde hâkim tek devlet yapılanmasına dönüşmüştür
(Aydın, 2018:230). Devlet ile ilgili olarak siyasal ideolojilerin genel olarak temel
noktalarda birbirinden ayrıştığını belirtmemiz gerekir. Bunun yanında siyasal
261
ideolojilerin tamamının zorunlu bir şekilde, devlet temelli bir söylem geliştirmek
durumunda olduğu da görülmektedir (Eroğul, 2020: 158).
262
Muhafazakârların devlet ile ilgili olarak toplumsal ve bütüncül bakış açıları,
devletin ne olduğunu, yapısal içeriğini ve fonksiyonlarını açık bir şekilde kavramak
doğrultusunda önemli olmak ile beraber, bu durum bir tür büyük harfle yazılan “Devlet”
algılamasını da ortaya koymaktadır. Bu durumun sonucu olarak muhafazakârlarda
siyasal bir kurum olarak görülen ve küçük puntolarla yazılan “devlet”, ile “tarihsel
tikellikler içinde kendisini gösteren siyasal kurumsallaşma biçimleri ile evrenselliği
kendinde özdeşleştiren ve Hegelyen bir şekilde her şeyin en üst ilkesi ve belirleyici
konumunda bulunan” büyük puntolarla yazılmış olan “Devlet” anlayışının, birarada
olabileceği görülmektedir (Duman, 2011: 52).
19. Yüzyıl’a doğru gelinen siyasal süreç içerisinde, modern ulus devletlerin ortaya
çıkmasında etkili olan milliyetçi ideoloji; bayrak, özgürlük, kültür vb. simgeleri
kullanarak toplumsal desteği kazanan, ilk başlarda devrim ve özgürlükten yana olarak
görünen siyasal yapı yerine, muhafazakâr düşüncenin ileri sürmüş olduğu görüşlere
yaklaşarak, mevcut olan siyasal koşulları, ulusal bütünlük anlayışını ve toplumsal yapıyı
koruma anlayışını önceleyen, gerek ulusal şeref nosyonu gerekse ülkelerin askeri
başarısına önem atfeden bir niteliğe bürünmüştür (Korkmaz, 2016: 24). Bu doğrultuda
sözünü ettiğimiz dönem içerisinde milliyetçiliğin, siyasal kimlikler ve temsiller
yardımıyla kendilerini ortaya koymaya çalıştığını söyleyebiliriz. Eklektik yapılarıyla
milliyetçilikler genel olarak siyasal kimlikleri meşrulaştırma fonksiyonu üstlenen bir
araç haline dönüşmektedir. “Meşrulaştırdığı ulusal niteliklere ve eklemlendiği
263
düşüncelere göre sağcı ya da solcu, ilerici ya da gerici, ılımlı ya da aşırı vs.
milliyetçiliklerden söz edilebilmektedir” (Karakaş, 2006: 59). Fransız İhtilali’nin bir
ürünü olarak ortaya çıkan milliyetçilik ile ihtilalin bir ürünü olarak değerlendirilmeyen
fakat onun getirmiş olduğu değerlere karşı konumlanan muhafazakâr düşüncenin bir
arada anılması ilk bakışta tam bir çelişki olarak gözükmesine rağmen zaman içerisinde
bu karşıtlık içerisinde ortaya çıkan bu iki ideolojinin, 19. yy.’ın ortalarına geldiğimizde
ciddi bir yakınlaşma içerisine girdiği ve karşılıklı olarak birbirlerini etkilemiş olduğu
söylenebilir (Korkmaz, 2016:83).
Her iki ideoloji bağlamında baktığımızda Türk siyasal hayatı ve siyasal düşüncesi
içerisinde en fazla konuşulan ve tartışılan kavramın devlet kavramı olduğunun
söylenmesi yanlış olmayacaktır. Daha da ileri götürerek “Türk devlet geleneği”
tabirinden bahsedilmiş ve devletin sürekliliği anlayışı ön plana çıkarılmıştır. Öte
taraftan bu devlet geleneğini anlayışının içeriğinin siyasal ideolojiler tarafından çok
farklı bir şekilde doldurulduğunu söyleyebiliriz (Ertugay, 2017:5). Türk siyasal
düşüncesi içerisinde var olan ideolojilerin, muhafazakârlık ve milliyetçilikte dâhil
olmak üzere tamamının devlete bakışları ve devlet algılamaları “Aşkın Devlet” anlayışı
çerçevesinde şekillenmiştir (Ertugay, 2017:9-10). Devlet, Türk siyasal hayatı içerisinde
milliyetçilik aracılığıyla fetişleştirilen bir olgu olarak ortaya çıkmaktadır. Genel olarak
bakıldığında Türk sağının milliyetçi-muhafazakâr düşüncesi içerisinde devletin en
‘kutsal’ varlık şeklinde tanımlanması durumu gözlemlenmektedir. Bu kutsallık
tanımlaması aynı zamanda dinsel bir şekilde içeriklendirilmiştir. Bir genelleme
yapılacak olursa devlet Türk sağı içerisinde kendisine yer edinen ideolojilerin tamamı
açısından bu özelliğe haizdir. Türkiye’de ki İslami ve milliyetçi sağ anlayışlar,
kendilerini temellendirdikleri asıl niteliklerini ve aralarındaki düşünsel farklılıkları
yadsıyarak devleti siyasi anlamda tek ve mutlak bir güç olarak görmektedirler
(Kahraman, 2008:107).
264
koymuştur. Bu çerçevede bu düşünce geleneğinin devlete bakışı bu yönde ve pozitif
olarak şekillenmiş ve ona toplumsal düzen ve ahengin sağlanmasında inşa edici bir
misyon yüklenmiştir. Kendisini temellendirdiği İslami kaynağın muhalif yanına rağmen
muhafazakârlık, Türk siyasal hayatı içerisinde devletle çatışma düşüncesi şöyle dursun
her durum ve şart içerisinde onu “önceleyen, koruyan ve yücelten” bir siyasal tavır
geliştirmiştir (Ertugay, 2014: 127). Bu durum sabit olmakla beraber Türk
muhafazakârlığının devlete getirdiği tek eleştiri Cumhuriyet dönemi modernleşme
sürecinin muhafazakârlığın ara kurumları olan aile, din, sosyal yapılar üzerinde tepeden
inmeci ve köktenci bir tarzda gerçekleştirilmesi ve bu ara kurum ve yapılar üzerinde bu
doğrultudaki devlet müdahalesinin açık bir şekilde yapılmasıdır (Ertugay, 2014: 137).
Son düzlemde bu kısmi eleştirinin yanında genel olarak bakıldığında Türk
muhafazakârlığının devletçi bir bakış açısına sahip olduğu görülmektedir. Devletin
sürekliliği anlayışı muhafazakârlar için temel bir temel bir prensip olurken bu durum
devlete olan sadakat konusunu onlar için temel ve hassas bir mesele haline getirmiştir.
Bununla birlikte Ali Fuad Başgil örneğinde olduğu gibi bireysel olarak bazı
muhafazakâr düşünürlerin aşırı merkeziyetçi devlet yapısı ile ilgili eleştirileri olmuştur
(Özkan, 2016: 13).
Türk devlet geleneği ile ilgili ortaya koyduğumuz anlayışın en açık bir şekilde
savunulduğu siyasal ideoloji milliyetçilik olarak söylenebilir. Fransız ihtilali sonrasında
modern dönemde ortaya çıkan milliyetçilikten farklı olarak, Türk milliyetçiliği
kendisinin tarihsel kökenini, İslam öncesi Orta Asya Türk tarihi eksenli ortaya
koymaktadır. Bu bağlamda Türk milliyetçi düşüncesinde eski Türk devletlerine benzer
şekilde il (devlet) önemli derecede bir aşkınlığa sahip nitelik taşımaktadır. Onlara göre
devlet toplumsal huzur ve düzenin asli kaynağı olmaktadır. Bir başka ifade ile toplumsal
hayat içerisinde uyum ve ahengin sağlanması ancak güçlü bir devlet yapılanmasıyla söz
265
konusu olabilir. Bu çerçevede Türk milliyetçiliğinde devlet, çok kritik bir öneme haiz
siyasi bir kurum olarak değerlendirilmiştir (Ertugay, 2017: 88-92).
Türk milliyetçi düşüncesi etnik temelli bir yaklaşımdan daha fazla devlet çıkarları
anlayışına önem vermektedirler. Onlara göre devletin ali menfaatleri ile kıyas
yapıldığında, ulus ikincil düzeyde önemli olarak değerlendirilebilecek bir konu olarak
durmaktadır. Bu çerçevede devlet çıkarları, onlarda güçlü bir şekilde var olan ulus
duygusundan daha ön planda olmaktadır. Bu anlamda milliyetçi düşüncenin doğasında
var olan “politik proje olma vasfı” nedeniyle devlet odaklı olarak toplumun
tanımlanması durumu söz konusudur (Ertugay, 2017: 94).
Yine milliyetçi ve muhafazakâr düşünceye sahip olan Güngör’e göre ise Türkiye
devletinin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü milliyetçilerin temel prensiplerinden
biri olurken, milliyetçilerin diğer önemli bir prensibi ise Türklüğün İslam dini dışında
düşünülemeyeceği düşüncesi olarak söylenebilir (Güngör, 1984: 155-156).
266
Son çerçevede şu durum net bir şekilde ortaya konulmalıdır. Türk siyasal
hayatında etkili olan başat ideolojiler tarafından amaçsallaştırılan ve aşkınsallaştırılan
devlet algısı, devletin varlığı ve bekası açısından tarihsel olarak değişim göstermekle
beraber her zaman önemli bir yer tutmaktadır. Bu çerçevede Türk siyasal hayatı
içerisinde devletin aşkınsallığı anlayışının hâkim olmadığı hiçbir dönemin varlığı söz
konusu olmamıştır (Ertugay, 2017:279-280). Devlet ve siyasal iktidar ile toplumsal
kurumlar ve düzen kavramları ile ilgili olarak ortaya çıkan anlam haritası, Türkiye’de
siyasal kültürün geleneksel süreç içerisinde şekillenen kodları ile birleşince, siyasi
yelpazenin sağ ve sol kesimleri fark etmeksizin tüm ideolojileri etkilemiş ve etkilemeye
de devam etmektedir (Ertugay, 2017:291). Genel olarak teoride muhafazakârlık ve
milliyetçiliğin devlet kavramı çerçevesinde çok örtüşmemesine rağmen, Türk
muhafazakârlığı ve Türk milliyetçiliği bağlamında tam tersi bir durum söz konusudur.
Her iki ideolojinin de devlete aşkınlık atfettikleri ve bu doğruda benzeşme içerisinde
oldukları söylenebilir. Bu durum Cumhuriyet dönemi Türk muhafazakârlığının
Kemalist ideoloji tarafından şekillendirilen devlet ile olan ilişkilerinde net bir şekilde
görülmektedir. Bu süreç içerisinde muhafazakârlar devlet tarafından yapılan inkılaplara
karşı eleştirel bir söylem geliştirmemiş olup bunun yerine kültürel bir düzlemde
faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Milliyetçi ideoloji de cumhuriyet dönemi boyunca devlet
tarafından yapılan uygulamalara karşı muhafazakârlık ile benzeşen hatta ondan daha
ileri bir şekilde devleti kutsallaştıran bir anlayışa sahiptir. Türk muhafazakârlığının
devlet konusunda muhafazakârlığın genel teorisinden uzaklaşarak milliyetçiliğin
ideolojik örgüsüne doğru bir düşünsel dönüşüm geçirdiği söylenebilir. Bu bağlamda
özellikle sağ kesimdeki ideolojilerin -ki burada kastettiğimiz milliyetçilik ve
muhafazakârlık olarak anlaşılmalıdır- birbirlerine yaklaştıklarını ve ciddi bir etkilenme,
melezlenme süreci yaşadıkları söylenmelidir.
267
otoritenin sınırlandırılmış bir otorite olmasını önemle vurgulamaktadır. Diğer taraftan
milliyetçilik ise otoriteyi devlete atfetmiş olduğu aşkınlığa benzer bir şekilde kutsayıp
yüceltmektedir. Onlara göre otorite mutlak olarak güçlendirilmesi gereken
kavramlardan biri olarak görülmektedir. Türk muhafazakârlığı ve Türk milliyetçiliğinin
otorite kavramına bakış açısını ortaya koymadan önce genel olarak otorite kavramının
teorik düzeyde irdelenmesi gerekmektedir.
268
kullandığımız “siyasal otorite” ise başkalarının davranışlarını etkileme gücü olarak
tanımlanabilir (Kutluay, 2020: 39). Toplumsal hayat içerisinde uygulanan, kabul
edilmiş norm ve değerler sistemiyle uyumlu olan otorite ile ilgili olarak toplumun bu
otoriteyi kabullenmesi ve meşru olarak görmesi durumu söz konusu olmaktadır. Siyasal
iktidarın toplum içerisinde söz sahibi olabilmesi için ise, toplumun geçmişten
günümüze aktarılarak gelen kültür sisteminin kodları içerisinde, ‘otorite’ye itaat
konusunda bir zorunluluk anlayışını yüklü olması, bunun yanında eşitlikçi bir şekilde
olmayan toplumsal ilişkilerin resmi bir tarzda kurulmuş olması gerekmektedir (Aslan,
2019: 28).
Muhafazakâr düşüncenin ana damar söyleminde sürekli olarak konu edilen temel
konu başlıklarının başında milliyetçilik meselesi gelmektedir. Bir devletin varlığına
muhtaç olmak, onun egemenliğine-otoritesine rıza göstermek gerek milliyetçiliğin
gerekse muhafazakârlığın doğasında bulunmaktadır (Dural, 2004: 131).
269
oldukları tahammülsüzlük bu anlayışın otorite kavramı ile ilgili sorunlu bakış açılarıyla
ilgilidir. Devlet otoritesini yine aynı doğrultuda nihai bir karar makamı ve meşruiyetin
kaynağı şeklinde tasarlamışlardır (Bora, 2014:60).
270
girmeden otoriteye itaat edilmesi ve sürekli olarak onun haklılığına kanaat getirilmesi
durumu söz konusudur (Ertugay, 2017:101-102).
Türk muhafazakârlığının genel olarak tıpkı devlete bakış açısında olduğu gibi
otorite kavramıyla ilgili olarak ta muhafazakârlığın siyasal teorisinden uzaklaşarak
milliyetçi anlayışa doğru evrildiğini söyleyebiliriz.
271
Türk milliyetçiliğinin gelenek kavramına bakış açısını ortaya koymadan önce genel
olarak gelenek kavramının teorik düzeyde irdelenmesi gerekmektedir.
Gelenek kavramı, durağan bir kavram olmaktan ziyade tarihsel süreç içerisinde
ortaya çıkan ihtiyaçlara göre şekillenen bir kavram olarak ortaya çıkmıştır. İnsanlar,
gelenek üzerinden içinde bulunduğumuz zaman içerisinde yapmak istedikleri toplumsal
272
davranışlara bir meşruiyet aramaktadırlar. Gelenek, bu yolla insan davranışlarını
şekillendiren ve onlara meşruiyet zemini hazırlayan ideolojimsi bir görünüm
almaktadır. Bu çerçevede gelenek salt değişime karşı ortaya çıkan bir tepki olmaktan
ziyade derinlemesine irdelenmesi gereken bir yön verme aracı fonksiyonu görmektedir
(Gusfield, 2005:66).
273
Muhafazakârlık açısından gelenek, onların çok fazla önem atfettikleri istikrar
kavramının sağlanması açısından aracı rol üstlenmektedir. Gelenek bu çerçevede
toplumsal hayat içerisinde varlığını devam ettiren aktörler arasındaki ilişkileri ve
onların tedrici olarak gerçekleşmesine müsamaha gösterdiği değişimin gelişim seyrini
belirlemektedir. Onların savunduğu değişim anlayışı toplumun geleneklerine uygun
olması durumunda makul olarak kabul edilmektedir. Dünya genelinde muhafazakâr
düşünce ise; herhangi bir ülkenin manevi dinamiklerini ortaya koyan geleneklerin
korunması ve anlaşılmasının yanında siyasi olarak modernleşmeye karşı geliştirilen
eleştiri üzerinden temellenen bir siyasal ideoloji olarak değerlendirilmektedir (Barış,
2014:223-224).
274
Millete ait geleneklere ve kültürel geçmişe sahip çıkarak gelecek hakkında önemli
kararlar alabilme niteliği, muhafazakâr düşünceyi; “din ve metafizik düşünce” ikilisi
arasında sıkışan tam olarak kavranamayan bir değerler kümesi olmaktan
uzaklaştırmaktadır (Dural, 2004: 131).
Milliyetçi düşünce bir taraftan “kadim geleneğin” içini boşaltan yepyeni kültürel,
sosyal ve siyasal gelenekleri icat ederek ortak tarih düşüncesini ortadan
kaldırabilmektedir. Öte taraftan icat edilen yeni geleneğin modernitenin yeni kültürel
kodlarında muhafaza edilmesini ve kökleşmesini sağlayan muhafazakâr bir etkisi söz
konusu olan milliyetçi ideolojinin gerek din gerekse modernite ile örtük bir ilişkisi
vardır. Bu durumu ortaya koyan en bariz örneklerden birisini hiç kuşkusuz Osmanlı-
Türk modernleşme sürecinde görmek mümkündür. Osmanlı’nın son dönemlerinde
İslamcılık akımını takip eden reformist ve modern bir hareket olarak ortaya çıkan
Türkçü düşüncenin içermiş olduğu modernist bazı öğeler, 50 yıl içerisinde ciddi bir
şekilde aşınmaya uğrayarak “Türk-İslam sentezine hâkim özgüncü-öznelciliğin içinde
kaybolmuş” ve bu sürecin sonunda milliyetçi düşünce tamamen muhafazakâr ve
modernliğin yeni kültürel ve siyasal kodlarına reaksiyoner bir hareket şekline evrilmiştir
(İrem, 2008: 13).
275
neden oldular. Onların hesap edemedikleri şey milleti ortaya çıkaran temel değerleri
ortadan kaldırdığınızda veya farklı siyasal, kültürel kodlarla değiştirdiğinizde
“dışarıdan iğreti ve perakende olarak alınan kuvvetler” milletin devamını
sağlayamayacakları olmuştur (Topçu, 2019a: 186-187).
276
belirtilmesi gerekmektedir (Kahraman, 2012:278). Bu çerçevede muhafazakâr ve
milliyetçi sağ ideolojilerin geleneğe sahip çıkma ve kültürel köklere geri dönme
çabalarının var olduğunu görmekteyiz.
277
dilin ve zihniyet evreninin modern bir söyleme dönüştüğü görüldü.” düşünsel olarak
gerçekleşen bu modernleşme, bir ön-milliyetçilik fonksiyonu ortaya çıkardığı gibi,
milliyetçi ideoloji ile dini hassasiyeti olan ideolojiler arasında devamlı olarak sürecek
bir etkileşim süreci başlatmıştır. Geleneği tekrar canlandırmaya dönük yapılan
çalışmalar sürecinde ortaya çıkan bu etkileşim, İslamcı ve milliyetçi düşünce içerisinde
muhafazakâr bir düşünüşün ortaya çıkmasını sağlamıştır (Bora, 2014:70). İrem’e göre
ise, milliyetçi ideoloji içerisinde var olan kültürcü yaklaşımın kadim geleneklerin ihya
edilerek modernitenin doğasına taşınması konusunda üstlendiği fonksiyon, bir bakıma
araçsal bir rol üstlenerek muhafazakâr bir etki ortaya çıkarmıştır. Bu bağlamda
milliyetçi ideoloji konjonktürel olarak muhafazakâr-ideolojik bir nitelik taşımaktadır
(İrem, 2008: 13).
278
uyum sağlayabildiğini açıklayacak temel faktör olduğu söylenebilir. Bu doğrultuda
milliyetçi ideoloji içerisindeki bu çeşitliliğinin ona aynı zamanda çok kolay bir şekilde
diğer ideolojiler ile eklemlenme veya melezlenme niteliği kazandırdığı ortadadır
(Korkmaz, 2016:73). Ayrıca, İslami vurgusu ve öğeleri çok fazla olan muhafazakâr
düşüncenin yanında, milliyetçilik öğeleri içinde barındıran bir anlayışın da muhafazakâr
siyasal kültür içinde “muhafazakâr milliyetçilik” olarak yaşamaya devam etmekte
olduğu ifade edilmelidir (Akın, 2014: 35). Bu milliyetçi muhafazakâr anlayış erken
dönem klasik muhafazakârlık anlayışından farklı bir şekilde ulus-devlet anlayışı ile çok
yakın bir ilişki içerisindedir ve bu anlayışın savunulması konusunda çok ciddi bir
fonksiyon üstlenmektedir. Başka bir şekilde ifade edersek, milliyetçi ideolojinin
muhafazakâr anlayışa bir düşünce olarak eklemlenmesi, devlet ile olan pozisyonunda
klasik muhafazakâr anlayıştan ciddi bir farklılaşmayı beraberinde getirmektedir
(Duman, 2011: 56).
Son olarak şu durum ifade edilmelidir ki Türk siyasal hayatında etkin olan
ideolojilerin tamamı devlet ile ilgili konularda çok büyük bir oranda benzeşme
içerisindedir. Devlet algıları, otorite ve geleneğe bakış açıları çerçevesinde
muhafazakârlık ve milliyetçilik diğerleriyle kıyaslandığında birbirlerine en çok
yakınlaşan ideolojiler olarak söylenebilir (Ertugay, 2017:278). Muhafazakârlık ve
milliyetçilik otoritenin sınırlandırılması konusu dışında devletin aşkınlığı ve kültürel
düzeyde birçok ortak alanda birbirine yaklaşmaktadır. Her iki ideolojide bazı
durumlarda yakınlaşmanın ötesinde birlikteliğe varacak düzeyde iç içe geçme özelliği
göstermektedirler.
279
6. AK PARTİ: POLİTİKA VE SÖYLEM
280
sınıflandırılmaya başlanmış ve parti içi rekabet artan bir şekilde kızışmaya bağlamıştı.
Yenilikçi-gelenekçi ayrımında gelenekçi kanat ağırlıklı olarak tarikat ve cemaat
yapılanmalarının desteklediği tarafı ifade ediyordu (Erler, 2007: 129). Kuruluş
sürecinde Fazilet Partisi’nin başına İsmail Alptekin getirildi. Erbakan, Şevket Kazan ve
Ahmet Tekdal’ın da siyasetten menedildiği karar sonrası, Erdoğan’ın da ceza alması
yeni kurulacak partinin başına geçme ihtimalini ortadan kaldırmış oldu (Akdoğan, 2004:
8-9). Erdoğan, hapse mahkûm olurken, yenilikçiler, Fazilet Partisi içerisinde kalarak
mücadelelerine devam etmişlerdir. Erbakan’ın ve Milli Görüş geleneğinin “ak
saçlılarının” aday olarak düşündükleri Recai Kutan’ın karşısına aday olan Bülent
Arınç’ın adaylığını geri çekmesi sonucu Abdullah Gül yenilikçilerin ortak adayı olarak
çıkmıştır (Yılmaz, 2006: 48).
281
anlayışla beraber hareket etme kararı almıştı. Böylece Fazilet Partisi içerisindeki bu
yenilikçi hareket, yalnızca “Milli Görüş” içerisinden gelenlerin bir arayışı olarak
kalmamış, Türkiye siyasal hayatında yenilenme isteği ve daha fazla demokrasi
arayışının taşıyıcısı olarak ifade edilebilecek bir harekete dönüşmüştür (Yılmaz, 2006:
48). Partinin kurulması sürecinde yenilikçilerin, gelenekçilerden farklı bir zihni
değişimin içinde bulunmaları onları yeni bir parti kurmaya yöneltmiştir (Çaylak vd.,
2017: 4).
Kuruluşla birlikte ortaya çıkan gelişmelerde göze çarpan ilk nokta, bir siyasi elit
çatışmasının tıpkı DP’nin kuruluşunda olduğu gibi, partinin ortaya çıkmasında
belirleyici olmasıdır (Çaylak vd., 2017: 4). Milli Görüş Hareketi içerisinde yaşanmakta
olan bu bunalım hali neticesinde parti içerisinde belirginleşen “yenilikçiler” ve
“gelenekçiler” ayrımı AK Parti’nin kurulmasına giden süreci şekillendirmiştir. Milli
Görüş kimliğinden uzaklaştığını ifade eden Erdoğan, siyasal kimliğini “muhafazakâr-
demokrat” olarak tanımlamıştır (Özdemir, 2012: 206). AK Parti, çok farklı siyasi
çizgilerde siyaset yapan partilerden ayrılarak gelmiş olan milletvekillerinden meydana
gelen bir grup ile TBMM’nin 21. Dönem yasama faaliyetlerinde bulunmuştur. Bülent
Arınç’ın Parti Grup Başkanlığını yürüttüğü bu dönemde AK Parti, TBMM içerisinde ve
282
dışında yenilenme reform ve demokratikleşme misyonunu rahatlıkla yürütebilecek
siyasal bir parti olduğunu gösteren bir performans ortaya koymuştur (Yılmaz, 2006: 48).
AK Parti, 28 Şubat Süreci’nde yaşanan siyasal krizle paralel seyreden çok ağır bir
ekonomik kriz ve tüm toplumu çalkalayan yoğun bir yolsuzluk/yozlaşma ortamında
doğmuştur. Bu dönem ayrıca, mevcut partilerin siyasal temsil bakımından ağır bir krizin
içine düştükleri bir dönemdir. “Halk, mevcut partilerin kendilerini temsil etmediği ve
sorunlara çözüm bulamayacağı konusunda bir kanaate varmıştı. İşte AK Parti böylesine
kriz ortamında, 14 Ağustos 2001’de kurulmuştur. Bilindiği gibi her kriz, tehlike ve
fırsatı bir arada barındırır.” AK Parti’nin yöneticileri bu dönemin kendilerine sunmuş
oldukları fırsatları ustalıkla kullanmayı becermişler ve siyasal hayatta ortaya çıkan bu
boşluğu doldurmuşlardır (Fedayi, 2004: 150). AK Parti’nin büyümesine yol açan sosyal
ve siyasal dinamiklerden en önemlisi muhafazakâr düşünceye ait din, gelenek ve kültür
gibi değerleri ön plana almaları, halkla aralarında kurdukları sıcak derin ve sarsılmaz
bağ, toplumun büyük bir bölümünü ilgilendiren meselelerin çözümüyle ilgili olarak
partinin toplumsal içerikli söylemler olarak ifade edilebilir. Cumhuriyet dönemi kültürel
muhafazakârlığını anımsatan İslami kimliğin modernleşme ile beraber kullanılması ve
“nihayet yeni, genç ve dinamik olduğu kadar ‘dürüst’ ve ‘güvenilir’ bir lider ve kadro
imajının etkili olduğu” söylenebilir (Gökçe vd., 2002: 37). Türk siyasal sistemi 28
Şubat müdahalesi sonrası dönemde çok ciddi bir tıkanmışlık içerisine girmişti. Sürece
baktığımızda gerek darbe ortamının İslamcı ve muhafazakarlar üzerindeki baskıcı
niteliği, gerekse Türk Silahlı Kuvvetlerinin bu süreçte uğramış olduğu ciddi prestij
kaybı ve 2001 tarihinde meydana gelen ekonomik kriz siyasal sistemi allak bullak
etmiştir. Ayrıca aynı dönemde Kuzey Irak’ta kurulma aşamasına gelen bağımsız bir
Kürt devleti siyasal sistemin aktörlerinde ciddi bir huzursuzluğa yol açmıştır. Bu sistem
283
tıkanıklığının devam ettiği süreçte AK Parti’nin gitgide muhafazakârlaşan İslamcı
çizginin de ciddi desteğiyle çok yüksek oy oranıyla iktidarı elde etmesi ve tıkanıklığa
yol açan sorunların çözüme kavuşması açısından yeterli olabileceği inancı sistem
krizinin çözülmesine imkân vermiştir. 12 Eylül darbesi sonrasında Anavatan Partisinin
siyasal sistemi soğuk savaş sonrası dönem konjonktürüne uygun hale getirmesi gibi AK
Parti de sistemi açıcı ve tıkanıklıkları giderici yönde bir ivme kazandırdı. Türk
muhafazakâr düşüncesi genel olarak üstlenmiş olduğu rollere uygun olarak sistem ile
ilgili görevini yerine getirmiş oldu (Aktaşlı, 2011: 159). AK Parti, siyasal bir parti
olarak Türkiye demokrasisinin 2002 öncesi döneminde ortaya çıkan gerek yapısal
gerekse kurumsal krizinin bir sonucunda kurulan bir siyasal oluşumdur (Çiğdem, 2014:
49).
Türkiye’de 3 Kasım 2002’de yapılan bu seçim Türk siyasal hayatında tek parti
döneminden çok partili demokratik hayata geçiş sürecinden sonra yaşanan 14. genel
seçim olmuştur. “Seçmen kütüklerinde kayıtlı bulunan 41.4 milyon sayıda seçmenin
yüzde 79’u sandık başına giderek, özgür iradesiyle tercihini yapmıştır. Seçim öncesinde
kampanya sürecinde yapılan tartışmalar ve seçimden sonra yaşanan gelişmeler, Türk
demokrasisinin gerçek durumunu ortaya koymuştur” (Gökçe vd., 2002: 2). AK
Parti’nin bu seçimdeki başarısını sadece koalisyon hükümetinin başarısızlığı ve
ekonomik krizler üzerinden açıklama çabası bir yönüyle eksik kalmaktadır. AK Partiye
yönelimin arka planında tüm bu nedenlerin dışında büyük ölçüde sistemin baskıcı ve
otoriter uygulamalarına tepki olduğu bilinen bir gerçektir. Ne var ki kendisini kurulu
düzenin sahibi olarak gören çevrelerce seçimin analizi yapılırken sadece bin yıl süreceği
dillendirilen 28 Şubat sürecinde uygulanan sistematik baskı ve umutsuzluk ortamına
verilen açık bir tepki olarak okumak anlamlı gelmemektedir. AK Parti’nin de o
dönemde kutuplaşmalardan kaçınma siyaseti izlemesi sonucu sadece sosyolojik alt
yapısı eksik olan değerlendirmeleri görmekteyiz (Kaya, 2007: 34).
Ama her hâlükârda AK Parti’nin kurulduğu dönem itibariyle bile merkez sağ
parti10 olmamakla birlikte buradaki seçmen kitlesine dönük politikaları ekseninde
merkez sağın çok daha hareketli ve renkli olacağı hissedilmişti. AK Parti’nin bununda
10
Türk siyasal hayatı içerisinde 2000’li yıllara gelindiğinde AK Parti iktidarı ile birlikte klasik merkez sağ’ın yavaş
yavaş dönüşmeye başladığını, Özal ve Demirel’in oturmuş olduğu merkez sağdan belirli ölçülerde farklı bir merkez
sağ’ın söz konusu olduğu söylenmelidir.
284
ötesinde bir öngörülemeyen seçim başarısı ile merkezde sağ çizgide siyaset yapan iki
rakibini % 10’luk seçim barajının altında bırakması sonucu bu çizginin en güçlü aktörü
konumuna ulaşması sonucunu doğurmuştur (Çaha, 2006: 9). AK Parti, 3 Kasım 2002
tarihinde yapılan milletvekili seçimlerinde Türk demokrasi hayatı içerisinde yapılan
seçimlerde DP’den sonra en fazla oy alan parti olmuştur. İkinci olarak kendisinden önce
var olan muhalefetteki partileri ve iktidar ortağı olan tüm siyasal partileri Meclis
aritmetiği dışarısında bırakmıştır (Özdemir, 2012: 206).
Seçim sonrasında oylar sayılmaya başladığında Türk siyasal hayatında çok büyük
bir sarsıntı yaşanmaktaydı. AK Parti kurulmadan önceki dönemde mecliste temsilcileri
bulunan gerek iktidar gerekse muhalefet partilerinin tamamı -DSP, ANAP, DYP, MHP
ve SP- seçim barajına takılarak ve TBMM dışında kalırken, Tayyip Erdoğan
liderliğinde 2001 tarihinde kurulan bir yıllık bir siyasal partinin -Adalet ve Kalkınma
Partisi- % 34 oranında bir oy alarak seçimlerin açık galibi olduğunu ve meclis
içerisinde üçte-ikilik bir çoğunluğa ulaştığını görüyoruz. Bir önceki, 1999 yılı genel
seçimlerinde %10’luk seçim barajına takılan Deniz Baykal’ın liderliğini yapmış olduğu
Cumhuriyet Halk Partisi, iktidara geleceğini beklerken % 19 oy alarak 178 milletvekili
kazanmış ve ana muhalefet partisi görevini üstlenmiştir. Ayrıca Türk siyasal hayatında
ilk defa 9 bağımsız aday milletvekili seçilerek meclise girmiştir. Seçim barajına
takılarak TBMM’ye giremeyen, fakat aldığı oy oranına göre ciddi olarak başarılı sayılan
parti ise liderliğini Cem Uzan’ın yaptığı, “ilginç medya ve kampanya taktikleriyle
dikkat çeken” Genç Parti olmuştur. Diğer taraftan daha çok Doğu ve Güneydoğu
kaynaklı bir parti olan DEHAP girdiği seçim ittifakları nedeniyle oyunu yükseltmiş olsa
bile bölge partisi olma etiketini üzerinden atamamıştır (Gökçe vd., 2002: 2). Gerek AK
Parti gerekse CHP almış oldukları oy oranlarıyla orantılı olmayan bir şekilde temsil
hakkı elde etmişlerdir. “AK Parti %34.28 oy almasında karşın %66.7 oranında temsil
285
hakkı elde etmiş. CHP ise %19.39 oy almasına karşın %33.3 oranında temsil hakkı elde
etmiştir.” (Bingöl ve Akgün, 2005: 13).
286
arkasındaki temel saik, toplumsal alan ile siyaset alanı arasında 1990’lı yıllarda ortaya
çıkan derin çelişkidir.” Bu durum, AK Parti gibi yeni kurulmuş bir siyasal partinin 3
Kasım 2002 seçimleri sonucuna göre tek başına iktidar olmasının yolunu açarken, öte
taraftan siyasal hayatın daha önceki dönemle kıyaslandığında tümüyle yeniden dizayn
edilmesine imkan tanımıştır (Miş vd., 2015: 9-10).
287
yasaklandı. Bu bile, rejimin artık kendini kendi koşulları içinde yeniden üretme
soluğunun kalmadığını gösteriyordu” (İnsel, 2002: 23-24).
3 Kasım 2002 seçimleriyle beraber ortaya çıkan en önemli sonuçlardan bir başkası
da, hiç şüphesiz Türk siyasal hayatında yaklaşık elli yıl sonra iki partili bir siyasal
sisteme dönüş olması ve yaklaşık 15 yıl sonra tekrar tek partinin iktidara uzanmasıdır.
Siyasal bir istikrarın sağlanması açısından bakıldığında bu seçim sonuçları; siyaset ve
ekonomi çevrelerinin yanında yabancı ülkeler tarafından da olumlu bir şekilde
karşılanmıştır. “Ancak 3 Kasım seçimlerini demokratik temsil ve seçimlere katılım
oranları bağlamında değerlendirdiğimizde bazı sorunlu alanlar ortaya çıkardığını
görüyoruz. Bunların en başında, seçimde kullanılmış olan oyların % 45’i gibi bir
oranda bir kesimin TBMM’de temsil edilemiyor olması gelmektedir. Seçim kuralları ve
şartların bütün partiler açısından eşit bir şekilde uygulanması, seçim sonucu açısından
bir meşruluk tartışması ortaya çıkarmamış” olsa da, genel olarak bakıldığında seçmen
açısından bir temsil sorunu ortaya çıkarmıştır (Gökçe vd., 2002: 4).
3 Kasım seçim sonuçlarının okumalarına devam edecek olursak, çok önemli bir
sonuç da sol siyaset anlayışının Türk toplumu içerisinde tercih veya alternatif olma
özelliğini yitirdiğini ortaya koymasıdır. Muhafazakâr kesimin arasından çıkan, onu
çağın şartlarına uyum sağlatarak demokratikleşme iddiasına sahip olan AK Parti
aşağıdan yukarıya doğru bir değişim hareketi olarak kabul edilmektedir. İnsel’in
ifadesiyle “Yakın yıllarda devletçi-laikçi seçkinlerin siyasal meşruiyet alanında
288
demokrasiyi giderek dışlayarak, otoriter tınıları yüksek bir cumhuriyet kavramını öne
sürmeleri, AK Parti türü muhafazakâr-liberal hareketine demokrasi hattında kendini
yenilemek olanağı verdi” (İnsel, 2002:26-27). TBMM milletvekili koltuk sayılarının
dağılımını şekillendiren seçim sistemi ve yüzde on barajının, AK Parti’nin başarısı ve
parti sayısı üzerinde son derece indirgeyici bir etkisi olmuştur (Musil, 2015:78). AK
Parti, 1990’lı yıllara damgasını vurmuş olan bütün siyasal yaklaşımların büyük bir
oranda tasfiye edildiği/etkisizleştirildiği bir siyasal konjonktürde, “düzlenmiş” bir
siyasal zeminde iktidar olmuş ve 12 Eylül Darbesi sonrasında Turgut Özal ile başlayan
yeni rejim inşa sürecine ANAP’ın yarım bıraktığı yerden boş geçen 11 yıllık dönemin
ardından çok daha hızlı bir şekilde devam etmeye başlamıştır (Yaşlı, 2014: 116).
289
2001 Ekonomik krizi takip eden süreçte iktidarı elde eden AK Parti hükümetinin
önünde en büyük sorun olarak yoksulluk ve işsizlikle mücadele gelmektedir. Bu
çerçevede öncelikle yoksul ve düşük gelirli vatandaşlara dönük birçok sosyal yardım
yapılmış olup, yaşlılar ve çocuklar öncelikle olmak üzere yardıma muhtaç kişilere
dönük sosyal devlet olarak politika geliştirme konusunda birçok yasal düzenleme
yapılmıştır. Dış politika alanında birçok yeni gelişme ve değişiklik gerçekleştirilmiş
olup, Avrupa Birliği uyum süreci kapsamında birçok ilerleme katedilmiş, mevzuat
uyumlaştırmaları kapsamında hukuk devleti ilkesini gerçekleştirebilmek için çok sayıda
yasal düzenleme yapılmıştır. Bu dönemde ekonomi alanında yapılan çalışmalar sonuç
vermeye başlamış ve göstergelerde çok önemli ilerlemeler kaydedilmiştir (Özdemir,
2012: 206). 2001 tarihinde 144 milyon doları bulan GSMH, 2002’de 181 milyon dolar
olurken, 2003’te ise 238 milyon doları bulmaktadır. Büyüme rakamları 1997’de %8.3
iken, 1999 yılında % 6.4, 2001’de ise % 9.5 olarak gerçekleşmiştir (Bingöl, Akgün,
2005: 16). AK Parti’nin 3 Kasım 2002 seçimleri sonrasında çok ciddi milletvekili
sayılarına ulaşması ve hatta anayasa değişikliklerini bile yapacak sayısal oranda temsil
hakkı kazanarak iktidar olması, ekonominin en önemli risk unsurlarından olan siyasi
istikrarsızlıklardan kaynaklı siyasal ve toplumsal güvensizlik ortamını çok büyük
oranda ortadan kaldırmıştır. Fakat ekonomik göstergelerdeki saydığımız bu ilerlemelere
karşın ihracatın ithalatı karşılama oranında görülen azalma ile birlikte işsizlik artış
göstermiştir. “Enflasyon oranında düşüş, büyüme oranlarındaki artış, mal ve hizmet
kalemlerine yapılan zammın azaltılması ile elektrik ve doğalgaz fiyatlarında indirim
yapılması, faiz oranlarındaki yapılan ciddi düşüş, merkez bankasının döviz
rezervlerinde gerçekleşen büyük artış” gibi doneler ekonomi politikalarının olumlu
sonuçlar verdiğini göstermektedir (Bingöl ve Akgün, 2005: 17).
290
hayati unsurudur ve 3 Kasım’dan sonraki her seçimde bu yönüyle seçmene seslenmek
için başvurulan bir enstrümandır. AK Parti dönemi bir istikrar dönemi olarak
sunulurken, seçmene koalisyonlara dayalı hükümetler ve geçmişteki kötü tecrübelerin
yol açtığı sıkıntılar anımsatılır. 22 Temmuz ve 12 Haziran genel seçimlerinde kazananın
AK Parti değil, istikrar, dolayısıyla da hızlı, engellere takılmadan iş yapma tutkusu
kadar bu sistemin daha istikrarlı işlemeye açık yapısının etkisi vardır. Tabii istikrar
kavramına Erdoğan’ın ekonomik güç açısından da baktığını söylemek mümkündür.
‘Huzurun, istikrarın, güven ortamının olmadığı bir yerde, yatırım olmaz, üretim olmaz,
ticaret olmaz, iş de ekmek de olmaz’ diyen Erdoğan için istikrar, yabancı yatırımcıyı
Türkiye’ye çekecek, Türkiye’yi de dünyada güçlü, güvenilir ve saygın bir konumda
tutacak bir anahtardır. Bu doğrultuda şunları söyler: ‘Ne varsa istikrarda var, ne varsa
güvende var. İstikrarın olduğu ülkeye dünya gelir, güvenin olduğu ülkeye dünya gelir.’
Bunların olmadığı yere kimse gelmez” (Türk, 2018: 223).
291
AK Parti, cumhuriyet ile başlayan ve yeni rejimin palazlandırdığı sermayeye
meydan okumaya çalışan Anadolu’da yeni oluşan küçük ve orta ölçekli ekonomik
sınıfların süreç içerisinde gerçekleşecek dönüşümlerine, onlarla beraber eşlik ederek, 24
Ocak kararları doğrultusunda yürüyen serbest piyasaya dâhil olma sürecini çok doğru
bir tarzda yönetmiş; bu kesimleri devletin siyasi baskısından “muhafaza” etmesini
bildiği gibi aynı zamanda onların önüne çıkabilecek engelleri de tek tek ortadan
kaldırmıştır. Öte yandan Tanzimat’tan günümüze gerçekleşen süreçte var olan siyasal
tepkilerini dini bir zemine oturtmaya çalışan toplumsal kesimler ile 24 Ocak kararları
çerçevesinde sosyal politikaları dışlayıcı ekonomi politikalarından zarar görmüş olan
kesimlerin ortaya çıkarmış olduğu kültürel, siyasal ve sosyal dengeyi esas çıkış noktası
kabul eden karar doğrultusunda siyasal sistemin merkezine çekilmiştir. 27 Nisan tarihli
Muhtıra ve AK Parti’nin kapatılmasına yönelik davalar üzerinden siyasal sistemin AK
Parti’yi sistem dışına atmaya çalışmasına yönelik eylemleri olarak ifade edilseler de,
tüm bu olumsuz çalışmaların parti tarafından çok kolaylıkla engellenmesi, “çevre”den
“merkez”e doğru hareket etme imkânı bulan toplumsal kesimlerin partiye olan desteği
ve güvenini pekiştirmiş ve var olanın korunmasına dair tavrı güçlendirmiştir. AK
Parti’nin girmiş olduğu tüm seçim dönemlerinde oy oranını yükseltmesi bu durumun en
bariz sonucu olarak ortaya çıkmaktadır (Bakan ve Arpacı, 2012: 137).
AK Parti’nin Cumhurbaşkanı adayı olan Abdullah Gül ile ilgili olarak Türk
Silahlı Kuvvetlerinin sitesinde 27 Nisan 2007 tarihinde “Bilgi Notu” başlığı altında
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt tarafından kaleme alınan ve “E-
Muhtıra” olarak adlandırılan bir muhtıra yayımlanmış ve Abdullah Gül’ün
Cumhurbaşkanlığı adaylığının önü kesilmek istenmişti. Kendisini Laik, Kemalist ve
Ulusalcı olarak nitelendiren İşçi Partisi, CHP, STK’lar “Şeriatçılar zaten başbakanlığı
ele geçirdi, onların Atatürk’ün son makamı olan Çankaya’yı da ele geçirmelerine
kayıtsız kalamayız” sloganlarıyla Abdullah Gül’ün seçilmesini engellemek için
“Cumhuriyet Mitingleri” adı verilen ve ülkenin birçok yerinde yapılan mitinglerin
coşkusuna kendisini kaptırmıştır (Kocabaş, 2015: 83).
İktidarda bulunan AK Parti ile ana muhalefet partileri arasındaki genel ilişki,
2007'de Ulusal Meclis'te yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle kötüleşti. AK Parti
parlamento grubu, mecliste oy kullanan çoğunluğun üçte ikisini oluşturmaktaydı.
Cumhurbaşkanı adayı dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül rahatlıkla
292
Cumhurbaşkanı seçilebilirdi. Bununla birlikte, CHP ve üst düzey askeri komutanlar,
Gül'ün onlara göre seküler olmayan kimliğiyle ilgili itirazlarda bulunarak siyasi ve
anayasal bir krize yol açtılar (Kalaycıoğlu, 2012: 2). TSK bu konu ile ilgili 27 Nisan
2007 tarihinde yayınlamış olduğu bildiri metni ile Cumhuriyeti ve Atatürk inkılaplarını
koruma konusunda kendilerinin sorumlu olduğunu ve bu konuda kararlılıklarının devam
ettiğini deklere ederek AK Parti’ye karşı açık bir şekilde muhtıra yayınlamışlardır.
TSK’nın vermiş olduğu bu mesaj hükümetin çok sert bir şekilde tepkisini çekti.
Hükümet adına Adalet Bakanı Cemil Çiçek bu muhtıra ile ilgili “Hiç kimsenin
Cumhuriyeti koruma inhisarcılığına soyunamayacağından” ifadesinden yola çıkarak
“Atanmışlar seçilmişlere emir veremez. Kaldı ki Genelkurmay Başkanı başbakanlığa
bağlıdır. Herkes haddini bilmelidir” demecini vermesi ve ardından gelen AK Parti’nin
vesayeti ortadan kaldırmak için yapmış olduğu girişimleri görmekteyiz (Kocabaş, 2015:
83, Bkz. Ek: 2). Bu sıkıntılı süreç ve 367 dayatması sonunda AK Parti erken seçim
kararı aldı. Yapılan seçimlerde oluşan yeni meclis yapısı Abdullah Gül’ün
Cumhurbaşkanlığının önünü açmıştır.
28 Mart 2004 tarihinde yapılmış olan yerel seçimler yine 2002 yılı seçimlerinde
olduğu gibi AK Parti’nin seçim zaferi ile sonuçlanmıştır. Yerel seçim sonuçlarına göre
AK Parti % 42 oranında almış olduğu oyla 1750 Belediye Başkanlığı ile 15 Büyükşehir
Belediyesinin 11 tanesini kazanmıştır. Bu seçimde 2002 genel seçimlerine göre çok
ciddi oranda daha fazla oy alarak önceki başarısını katlayarak devam ettirmiştir (Çaylak
vd., 2017: 14). 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan genel seçimlerde AK Parti yine
istikrarlı bir şekilde başarısını artırarak sürdürmeye devam etmiştir. Seçim sonuçlarına
göre AK Parti % 46,58 oy oranıyla 341 milletvekili kazanmayı garantilerken, en yakın
rakibi muhalefetteki CHP % 20,88 oy oranıyla 112 milletvekili çıkarmaya hak
kazanmıştır. Seçim sonuçlarının ardından Recep Tayyip Erdoğan Başbakanlığında 60.
Hükümet kurulmuştur. 2007 Genel Seçiminden çok az bir süre sonra Mart 2008’de AK
Parti’ye karşı Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya tarafından Anayasa
Mahkemesine kapatma davası açılmıştır (Özdemir, 2012: 206). “Adalet ve Kalkınma
Partisinin laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı haline geldiği iddiasıyla Anayasanın
68/4, 69/6, Siyasi Partiler Kanunun 101/1-b ve 130/2’nci maddeleri uyarınca temelli
kapatılmasına karar verilmesi” isteniyordu (AK Parti İddianamesi, 2008:5). Ayrıca
kapatma davasının içeriğinde Recep Tayyip Erdoğan en başta olmak üzere
293
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve 71 milletvekilinin 5 yıl süreyle siyasetten
yasaklanması bulunmaktadır (Özdemir, 2012: 206). Öncelikle iddialara ilişkin toplanan
delillerin hemen hemen hepsi gazete küpürlerinden oluşuyordu. Bu bilgiler doğruluğu
kanıtlamamış ve birçok farklı gazete tarafından yalanlanmış bilgilerdi. Öte yandan delil
olarak yer alan açıklamalar kamu görevlilerine aitti ve onlar da AK Parti üyesi
olmadıkları için söylediklerinin parti açıklaması gibi görülmesi mümkün değildi. Parti
milletvekillerinin açıklamaları sorumsuzluk kapsamı dâhilinde değerlendirilmesi
gereken beyanlardı (Özbudun ve Hale, 2010: 130). Sonuç olarak dava ile ilgili olarak
Anayasa Mahkemesi kapatma yönünde bir karar vermemiş, partinin hazine yardımının
bir bölümünden yoksun bırakılmasına karar verilmiştir (Özdemir, 2012: 206).
12 Eylül 2010’da yapılan Anayasa referandumu sonucunda hukuk devleti ile ilgili
bazı değişiklikler olmuştur. Bu referanduma konu olan değişiklikler Anayasa
Mahkemesi ile Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) oluşumu ve yetkilerini
içermektedir. Adalet ve Kalkınma Partisi'nin meclis çoğunluğu tarafından kabul edilen
bu başlıklar mecliste kabul edildikten sonra referanduma sunulmuştur. Referandum
sonucunla halk tarafından onaylanan bu maddeler yargı alanında köklü bir değişiklikler
ortaya çıkarmıştır. Genel olarak, yapılan bu değişiklikler sadece AK Parti’nin yanısıra
bağımsız liberal demokratların çoğunluğu ve Avrupa Birliği (AB), Avrupa Konseyi ve
Venedik Komisyonu gibi önemli Avrupa kurumları tarafından da memnuniyetle
karşılanmıştır (Özbudun, 2015: 45). Ertesi yıl yapılan 12 Haziran 2011 genel
seçimlerinde AK Parti’nin oy oranında belirgin bir artış gözlenmiş, % 49,83 oy oranıyla
327 milletvekili çıkarırken, en yakın rakibi ana muhalefet partisi CHP % 25,98 oy
oranıyla 135 milletvekili çıkarmaya hak kazanmıştır. Seçimleri müteakip Recep Tayyip
Erdoğan’ın başbakanlığında 61. Hükümet kurulmuştur. Bu süreç içerisinde asker-sivil
ilişkilerinde çok farklı düzenlemelere gidilmiş olup, bu düzenlemeler sonucunda daha
önce hâkim olan Askeri Vesayet süreci yavaş yavaş ortadan kaldırılmıştır. Ekonomik
göstergelerde çok iyi bir iyileşme trendi kaydedilmiştir. Ancak dış politika konusunda
konjonktürün gereği olarak daha planlı olunmasını gerektiren gerilimli bir döneme
girilmiştir (Özdemir, 2012: 206).
294
tanımlamış olduğu muhafazakâr-demokrat-sağ çizgiye, Demokrat Parti’den başlayarak,
kısaca bir göz gezdirmek AK Parti ile ilgili değerlendirme sürecinde faydalı olacaktır.
Genel olarak AK Parti’yi, parti tipolojileri bağlamında bir sınıflandırmaya tabi tutarsak,
Duverger’nin “Kadro-Kitle Partisi” sınıflandırmasındaki kadro partisine daha yakın
olduğunu söyleyebiliriz. Fakat AK Parti’nin içinden çıkmış olduğu Milli Görüş
çizgisindeki partilerden çok farklılaştığını söyleyebiliriz. Ancak bazı yönleri, icraat ve
söylemleriyle kitle partisi normlarını kabul edip, ona göre hareket ederek daha geniş bir
siyasi yelpazeden destek ve oy istemesi, alması kitle partisi olarak değerlendirmemizi
gerektirecek doneler vermektedir. Bu bakımdan Batı’da benzerlerini görmüş olduğumuz
“Catch All Party” (Hepsini Yakala Partisi) niteliğini gösterdiğini de çok rahat bir
şekilde söyleyebiliriz (Bingöl ve Akgün, 2005: 5).
295
3 Kasım 2002 seçim sonuçlarıyla beraber sürekli erime trendine giren 1980’li yılların
merkez sağ partilerinin yerine AK Parti’yi merkez sağdaki bu boşluğu dolduracak tek
varis olarak ortaya çıkması olabilir. Muhalif kesimlerin ise AK Parti’yi Demokrat Parti
ile özdeşleştirmesinin gerekçesi biraz daha farklı bir tarzda DP’nin son dönemlerinde
gerçekleştirdiği baskıcı politikalar ile özdeşleştirmek amacıyla yapılmaktadır (Bingöl ve
Akgün, 2005: 2).
296
muhafazakârlaştırıcı söylemleri ve Kur’an-ı Kerim dersinin seçmeli ders olarak
okutulması kararı kültürel alanda gerçekleşen temel değişimin en önemli sonucu olarak
belirmiştir (Bakan ve Arpacı, 2012: 137).
AK Parti’nin genel olarak bakıldığında en büyük başarısı olarak ifade edilecek şey
parti olarak gerçekleştirmek istedikleri hedeflerle Türkiye’nin siyasi amaçlarını
uyumlaştırarak gerçekleştirme stratejisi olmuştur. AK Parti seçmen nezdinde
297
büyütebilecek veya küçültecek hangi konular varsa, bu konular aynı zamanda Türkiye
toplumunu da rahatlatacak veya bunaltabilecek konulardı. Bu doğrultuda Akdoğan’a
göre “AK Parti’yi hedefinden saptırmak, bir anlamda Türkiye’yi hedeflerinden
saptırmak anlamına gelecekti ki, bunu göze almak ancak sorumsuzca bir gözü karalık
getirecekti. Avrupa Birliği politikalarından dünyaya açılma stratejisine ve ekonomik
liberalleşme politikalarına kadar birçok konuda AK Parti konjonktüre uygun politik
tercihlerde bulundu.” AK Parti’nin Avrupa Birliği ile ilgili faaliyetlerini medeniyetler
ittifakı vb. girişimlerle anlamlandırma çabası “reel politik ile normatif politika arasında
gerçekleşen ilişkiye” örnek olarak verilmektedir (Akdoğan, 2007:197).
298
çok ciddi çalışmalar ve demokratik açılım gibi projeler hayata geçirilmiştir. Toplum
hayatı içerisinde faaliyet gösteren derneklerin çok daha kolay bir şekilde kurulmasını
kolaylaştırmak için “Dernekler Yasası” ve “Bilgi Edinme Yasası, askeri harcamaların
Sayıştay denetimine açılması” gibi konularda yapılan yasal düzenlemeler gerek devletin
şeffaflaşması gerekse harcamalarına dönük bir ortam oluşturmuştur. Bu alanlarda daha
önceki dönemde iktidara gelen merkez sağ partilerin gerçekleştiremediği icraatlar AK
Parti iktidarı döneminde gerçekleştirilmiştir. AK Parti’nin ekonomik konularda atmış
olduğu birçok adım söz konusudur. İktidara geldiği andan itibaren ekonomi ile ilgili
olarak ana hatları ile enflasyon ile yapılan mücadele, özelleştirme konusuna, ülke
dışından yabancı sermaye girişlerine, devlet aygıtının küçülmesi ve özel sektör
yatırımlarının artırılmasına ve güçlendirilmesine dayalı bir politika izlemişlerdir.
İktidarlarından önceki yirmi yıl boyunca yapılamayan ve sürekli gündemde tutulan
“KİT” özelleştirmelerine yönelik adımları da yine AK Parti hükümeti
gerçekleştirmiştir. Enflasyon konusunda alınan yapısal tedbirler ve mali disiplinin
sağlanması nedeniyle ülke ekonomisi yatırımlar için çok cazip bir ülke olmuştur (Çaha,
2006:19).
AK Parti’yi kendisinden önceki dönemde siyaset sahnesinde yer alan merkez sağ
olarak ifade edilen alanı işgal eden öteki partiler ile karşılaştırdığımızda aralarındaki
farklılıkların çok ince tonlarda da olsa var olduğunu söylemek gereklidir. Bunlardan en
başta geleni, Anavatan Partisi ve Doğru Yol Partisi ile kıyaslandığında AK Parti’nin çok
daha dar olarak ifade edilebilecek bir gelenek anlayışı olduğunu söylemek yanlış
299
olmayacaktır. Siyasi açıdan gerek Doğru Yol Partisi gerekse Anavatan Partisi toplumsal
yapının merkezi olarak nitelendirilebilecek bir kesimi ihtiva eden siyasal partilerdir. Bu
çerçevede toplumun genel eğilimlerini parti politikalarının merkezi konumuna getirme
konusunda çok rahat olma ve aynı zamanda ılımlı olarak ifade edilebilecek bir siyasal
söylemi uygulayabilmektedirler. Oysa diğer partilerle kıyaslandığında AK Parti, Milli
Görüş çizgisinden gelen bir siyasal parti olduğu için merkez sağa dönük siyaset yapmak
istemesine rağmen bu geleneğin baskısı altında olduğunu söyleyebiliriz. Bu da partinin
seçmen tabanını çok fazla daraltırken, diğer taraftan partinin merkez sağda daha önceki
daha önceki dönemde siyaset yapan partilere göre demokrasinin derinleştirilmesi
yönünde çok daha ciddi adımlar atmasına imkân vermektedir (Çaha, 2006: 20).
300
sınıfın ortaya çıkışı, muhafazakârlaşma ve sağcılaşma süreci çok önemli olduğu kadar
siyasal tercihlerini, siyasal olarak durdukları yerleri etkileyen en önemli etmendir.
1950’li yıllardan itibaren yapılan seçimlerde sonuçlar değerlendirildiğinde, geleneksel
seçmen tercihlerinin yüzde 35’inin sol partilere yönelik olurken, yüzde 65 oranında da
sağ partilere yönelim olduğunu görmekteyiz. 1990’lı yıllarda toplumsal ve siyasal
değişimlere paralel olarak seçmen gruplarının siyasal tercihleri ve siyasi değerlerinde
çok önemli değişiklikler olduğu bilinmektedir. Türk seçmeni gerek oy verdikleri siyasal
parti tercihleri gerekse siyasal tutumları açısından kendisini gitgide merkez sağda
konumlandırmıştır. Bu gelişmeler eşliğinde sağ seçmen 1995 yılında İslamcı çizgide
olan Refah Partisi’ni ve 1999 yılında ise milliyetçi çizgide var olan MHP’yi siyasi
arenada önemli figürler haline getirmiştir. Sağda bu gelişmeler olurken, eş anlı olarak
sol çizgideki seçmen sayısında çok ciddi düşüşler yaşanmıştır ve geleneksel sol
partilerin oy oranında ciddi yüzdelerde bir gerileme söz konusu olmuştur. Son yıllarda
yapılan seçimlerdeki sonuçlar üzerinden yapılan sayısal analizler neticesinde sol-sağ
kesimlerin oy oranları yüzde 25-75 seviyesinde stabil duruma gelmiş gözükmektedir.
İşte 2002 yılında AK Parti’yi iktidara taşıyan bu “muhafazakâr” toplumsal kesim,
büyük bir oranda geleneksel Türk seçmeninin 1990’lı yıllarda yaşamış olduğu
“muhafazakârlaşma/sağcılaşma” şeklindeki sosyal ve siyasal zemin kayması veya
başka bir ifadeyle sosyolojik-siyasal değişim sürecinin bir sonucu olarak ortaya
çıkmıştır (Akgün, 2006: 30).
301
Türkiye’nin komşularıyla ilişkileri, irtica, Kıbrıs sorunu, Türkiye-Ermenistan
ilişkileri, suç ve kapkaç, sivil anayasa gibi dış ilişkiler, demokrasi, özgürlük vb. alanlara
ilişkin konular ise ekonomik içerikli konulara göre daha az önemli bulunmaktadır
(Karaçor, 2013: 109). Seçmen davranışını etkileyen bu faktörler diğer partilerin
söylemlerini etkilerken kaçınılmaz olarak AK Parti’nin de söylemine etki etmiştir. AK
Parti’nin 2002 yılında muhafazakâr demokrat vurgusuyla geldiği iktidarda olağanüstü
koşullarda gittiği seçimlerde icraatların da birikimiyle iktidar olma olanağını
kaybetmemiştir. Ancak 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde seçimden birinci çıkmasına
rağmen tek başına iktidar olanağı kaybedilmiştir. Bu süreçte muhalefet partilerinin
verdiği sade ve anlaşılır ekonomik içerikli mesajların etkili olduğu söylenebilir. 1
Kasım 2015 seçimlerine gidilen süreçte her ne kadar artan terör olayları ve istikrarsızlık
endişeleri olsa da AK Parti’nin muhalefet partilerinin kullandığı stratejiyi kullanarak
ekonomik mesajlarla örülü bir kampanya tasarlaması seçmenin ekonomik mesajlara
yönelik tavrının anlaşılması açısından önemlidir. 1 Kasım 2015 genel seçimlerinde
ekonomik içerikli net mesajları kullanan AK Parti’nin tekrar seçimlerde tek başına
iktidar olanağı elde etmesi bu bağlamda önem kazanmaktadır. Ekonomi konusu tek
başına belirleyici olmamakla birlikte seçmen beklentileri açısından genelde ön sıralarda
yer almaktadır.
302
çıkan yönlerden birisidir. Temel hedefleri ülkenin maddi ve manevi ilerlemesine
yardımcı olabilmek olan Milli Görüş çizgisindeki partilere göre “Komünizm” gerek içte
gerekse dışta ülkeyi tehdit eden en önemli meselelerden birisidir. Onlara göre
Komünizm genel olarak hem din kavramına hem de ahlak ve huzura düşman olarak
hareket ediyordu. Milli Görüş hareketine göre Türk kimliği ve kültürünün belirleyici
unsuru olan İslam dini toplumsal yapıda giderek yaygınlaşan ateizm ve materyalist
anlayış nedeniyle ciddi bir şekilde toplum içerisinde erozyona uğramış ve yok olma
aşamasına kadar gelmiştir. Özellikle yeni nesilleri ahlaki değerlerden ve dinden uzak bir
yaşam idame etmeye teşvik ediyordu. Bu çerçevede bazı değerlerin toplum içerisinde
ortadan kalkması ortamı birer “terör ve anarşi yuvası” haline dönüştürmüştü (Köni ve
Torun, 2013: 202).
Milli Selamet Partisi ekonomi ile bağlantılı olarak ise bağımsız olmanın yolunu
ağır sanayiyi geliştirmek olarak görürken ardılı olan Refah Partisi sanayileşmenin
gerekliliğinin yanında çevrenin korunması, sivil toplumun inşası ve devletin ekonomik
hayattan çekilmesi gibi spesifik konuları da ön plana çıkarıyordu (Gülalp, 2005: 86).
AK Parti daha önce değindiğimiz gibi lideri ve kurucuları çok büyük bir oranda Milli
Görüş geleneğinden gelmektedir. Refah Partisi ve AK Parti arasındaki en önemli
303
farklardan birisi, genel olarak beklentiler farklı olmasına rağmen siyasal muhalefet ve
Türk Silahlı Kuvvetleri ile kurmuş oldukları ilişki şekli olarak söylenebilir. AK Parti
genel olarak muhalefet ve merkez ile kurmuş oldukları ilişkiler bağlamında eylem ve
söylem olarak daha uyumlu bir görüntü arz etmektedir (Bingöl ve Akgün, 2005: 31).
AK Parti, Milli Görüş çizgisinden gelen bir siyasal parti olmakla beraber 3 Kasım
2002 genel seçimlerinden müteakip merkez sağa dönük siyaset yapan, şimdiye kadar
kurulmuş olan en önemli ve en baskın siyasal parti olmuştur. Anti Batıcı Milli Görüş
hareketinden farklı olarak Batıyla entegrasyonu Türk siyasetinin temel söylemlerinden
biri haline getirmiştir (Çaha, 2006: 16). Recep Tayyip Erdoğan siyasi yaşamı Milli
Görüş çizgisindeki partilerde geçmiş olup, bu partilerden AK Parti’ye kadar ki süreçte
siyasal söylem olarak nasıl bir değişim seyri geçirdiğine bakmak gerekmektedir.
Erdoğan, Milli Selamet Partisi gençlik kollarınca gerçekleştirilen faaliyetlerin
organizasyonunda çok ciddi başarılar sağlamıştır. Parti ile olan ilişkisi Muhammed
Zahid Kotku’nun halefi olan damadı İskenderpaşa Cemaati Lideri Mahmut Esat
Coşan’ın ve çevresi ile olan bağlılığı ile daha da güçlenmiştir. Siyasete ilk girdiğinde
yaptığı konuşmalara bakıldığında İslamcı söylemlerin yanında bunu aşan dozlarda
aktivizm esintili bir söylemden de bahsedebiliriz. 1980’li yıllarda yaptığı bir konuşmada
buna ait ipuçlarını görebilmekteyiz: “Görevimiz basit bir savaş veya dünya fethi
değildir. Allah’ın dinin hükmünü yayıp güçlendirmektir. Bu vazifenin ilk şartı da barış
ve ahenktir.” Bu açıklamalardaki İslami söylemdeki çekingenlik 1980 darbesi ve
sonraki dönemde kurulan askeri vesayet rejiminin İslamcı hareketlere dönük sınırlama
ve yasaklar ile ilgili bir tedbir olarak da değerlendirilebilir (Mardin, 2005: 49-50).
Milli Görüş çizgisi ile Recep Tayyip Erdoğan’ın yollarını kesiştiren Nakşibendi
çizgisi ise, Mevlana Halid’in çizgisinden gelen Ziyaeddin Gümüşhanevi ile
başlamaktadır. Gümüşhanevi’nin müritlerinden biri olan Mehmed Zahid Kotku (1897-
1980) ise bu bağlantının Recep Tayyip Erdoğan’a uzanan son halkasını oluşturmaktadır.
Mehmet Zahid Kotku, bürokraside yer alan bir kısım genç kadro üzerinde ciddi bir
etkiye sahip olmuştur. Bu genç kadro, Devlet Planlama Teşkilatı müsteşarı ve 12 Eylül
1980 darbesinden sonraki siyasal süreçte başbakan olan Turgut Özal’ın yapmış olduğu
atamalar ve görevlendirmeler sonucunda DPT’de söz sahibi pozisyonlara gelmişlerdir.
M. Zahid Koktu, XX. yüzyılın ilk yıllarından itibaren İslamcı ve muhafazakârların Said
Nursi üzerinden politik, ekonomik ve kültürel meselelere daha fazla ilgi duymasını
304
sağlamıştı. Etrafındaki müritlerini bu alanlarda yer almaları ve Türkiye siyasetinde söz
sahibi olmaları hususunda cesaretlendiriyordu. Türkiye’de ilk “İslami” çizgide siyasal
parti olan “Milli Nizam Partisi”nin ve “Milli Selamet Partisi” Zahid Kotku’nun
yardımı ve desteklemesi sayesinde kurulmuştur (Mardin, 2005: 47-48). Ayrıca onun bu
iki partinin siyasal ve sosyal faaliyetlerini bir bakıma denetlendiği hususu da
bilinmektedir. Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin önemli kavramlarından olan “milli”
kavramının Milli Selamet Partisi tarafından isminin öneki olarak kullanılması II.
Abdülhamid döneminden itibaren inşa edilen önce “Osmanlı” sonra “Türk” olarak
paylaşılan bir kimlik inşa sürecinin devamı olarak ifade edilebilir. Mehmet Zahid
Koktu, devleti değiştirilmesi ve dönüştürülmesi gereken mutlak bir düşman gibi
algılamadı ve bu çerçevede radikal İslamcı olarak ifade edilen İslami çizgiye çok itibar
etmedi. Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi ve Refah Partisi isimleriyle kurulmuş
olan üç “İslami” siyasal partinin kurucusu olan Profesör Dr. Necmettin Erbakan,
Kotku’nun gerek siyasette gerekse medya ve endüstri alanlarında egemen olunması
gerektiği konusunda vermiş olduğu tavsiyelerinden etkilenmiştir. Necmettin Erbakan’ın
İslami değerleri ön plana alan yaklaşımının arka planında “milli” vurgusunu da
işlemesi, milliyetçi ideoloji ile alan kapma konusunda yarıştığı bir ortamda Mardin’in
“taşra gelişmesi” olarak tanımladığı bir sürece tekabül ediyordu (Mardin, 2005: 48).
305
Erdoğan gerek doğup büyüdüğü sosyal ortam gerekse içinden geldiği ve yıllarca
bir nefer gibi görev yaptığı siyasi çevre bağlamında sürekli olarak merkezden çok uzak
ve merkezin siyasetine muhalif pozisyonlarda durmuştur. Genellikle içerisinden çıktığı
Milli Görüş çizgisinden gelen siyasi kadrolar rejim düşmanlığı, İslamcılık ve irtica
iddiaları ile itham edilmiş ve sürekli olarak siyasi alanın dışarısında bırakılma haline
maruz kalınmış, cumhuriyetin kuruluş ideolojisi olan Kemalist ideoloji ile kesintisiz bir
çatışma hali içerisinde olmuştur (Zariç, 2016: 234-235). Erdoğan’ın siyasetteki uzun
süren çalışmalarının sonunda Refah Partisi’nin 30 Haziran 1985’de İstanbul İl Başkanı
ve MKYK üyesi olmuştur. Bu dönemden itibaren Refah Partisi İstanbul il teşkilatı parti
içerisinde hareketi sürükleyici bir rol üstlenmişti (Çakır ve Çalmuk, 2001: 45-46).
Erdoğan 1986 yılında ilk defa İstanbul milletvekili olarak adaylığını koymuştur. Refah
Partisi Genel Merkezi İstanbul milletvekili adaylığı için MSP döneminin Devlet
Bakanlarından olan Hasan Aksay’ı aday yapmayı düşünüyordu. Necmettin Erbakan,
MSP’nin en önemli isimlerinden biri olan Aksay aracılığıyla aktif siyasete girmişti.
Aksay, Refah Partisi’nin seçimi kazanamayacağını tahmin ediyordu ve partide
değişimin şart olduğunu düşünüyordu. Ona göre parti yeni isimlere, yeni yüzlere önemli
pozisyonlarda yer vermeliydi. Aksay “Artık yerimizi gençlere bırakacağız” demeciyle
beraber Erdoğan’ın adaylığına bir nevi destek vermiştir. Erdoğan o dönemde verdiği bir
demeçte “Hasan Aksay Bey kanaatlerimizin oluşmasında bize yardımı olan
ağabeyimizdir” diyecektir. 1989 yılında Erdoğan’ın Beyoğlu Belediye Başkan
adaylığıyla Refah Partisi ilk defa Beyoğlu gibi bir yerde ikinci parti oldu. Bu Refah
Partisi için inanılmaz bir zaferdi. Beyoğlu’ndaki meyhanelerden gece kulüplerine
varıncaya kadar birçok yer Recep Tayyip Erdoğan’ın resimleri ve seçim bildirgeleriyle
donatılmıştı (Çakır ve Çalmuk, 2001: 52-54).
27 Mart 1994’te yapılan yerel seçim sonuçlarına göre ise en fazla başarı sağlayan
siyasal parti Refah Parti’si olmuştur. Refah Partisi seçim sonucunda oylarını bir önceki
yapılan yerel seçime göre nerdeyse iki katına çıkararak İl Genel Meclisi için verilen
oyların yüzde 19’unu almayı başarmıştır. Seçimde sağlanan en büyük başarı ise büyük
illerin belediyelerinde gerçekleştirdi; 76 il içerisinden 28 ildeki belediye başkanlığını
Refah Partisi kazanmıştır. Bunun dışında kalan illerin de büyük bir çoğunluğunda ise
ikinci parti olmuştur (Öksüz, 2019). Türkiye 27 Mart 1994 mahalli idare seçimlerine
doğru giderken tüm gözler İstanbul’un üzerindeydi. Seçimim adaylar arasında çok çetin
306
geçmesi bekleniyordu. ANAP'ın adayı başkan adayı İlhan Kesici, DYP'nin adayı
Bedrettin Dalan, SHP'nin Zülfü Livaneli, DSP’nin ise Necdet Özkan olarak açılanmıştı.
Refah Partisi ise çok uzun tartışmaların ardından, parti teşkilatının istediği Recep
Tayyip Erdoğan’ı aday göstermiştir. Seçim kampanyası gerçekten çok sert geçiyordu.
Gazete ve radyolara ilaveten yeni yeni açılmakta olan özel televizyon kanallarında en
öne çıkan tartışma İstanbul seçimlerini kimin kazanacağı üzerine olmuştu. 27 Mart
seçim sonuçları bağlamında İstanbul’u değerlendirecek olursak Refah Parti’si adayı
Erdoğan’ın geçerli oyların % 25.19’unu (973.704) almıştır. ANAP adayı Kesici %
22.14 (855.897), SHP adayı Livaneli % 20.30 (784.693), DYP adayı Dalan %15.45
(597.462), DSP adayı Özkan % 12.38 (478.612) oranında bir oy aldılar. Fakat gerek
iktidarda bulunanlar, gerekse büyük medya grupları 27 Mart 1994 seçimleri sonucunda
Türk siyasal hayatında yeni bir dönemin başlamakta olduğunu anlamaktan daha çok
seçim ittifakı yapmayan merkez partilere eleştiri getirdiler (Çakır, 2015). 27 Mart 1994
seçim sonuçlarına göre % 25,19’luk bir oy oranıyla Recep Tayyip Erdoğan Büyükşehir
Belediye Başkanı olmuştur.
1995 yılında yapılan seçimlerde Milli Görüş hareketinin üçüncü partisi olan Refah
Partisi, % 21 oranında oy alarak, seçimin birinci partisi olmayı başardı. Sağlanan bu
başarı gerçekte 1994 yılında yapılan yerel seçimlerde yakalanan başarıyla beraber
mahalli idarelerdeki rüzgârın genel seçimlere olan yansımasının bir sonucu olarak
değerlendirilebilir. Refah Partisinin seçimlerde aldığı oy oranı tek başına iktidar
olabilmesini mümkün kılmıyordu. Bu nedenle 1996 yılında sağ siyasi çizgide yer alan
Doğru Yol Partisi ile koalisyona giderek, 54. Cumhuriyet hükümetini kurmuştur. Refah
Partisi iktidar olduğu dönem içerisinde “Adil Düzen” olarak nitelendirmiş oldukları
proje kapsamında hiçbir icraatını gerçekleştiremedi. Ayrıca hiçbir uygulamayı harekete
geçiremediği gibi uzun yıllar boyunca eleştirmiş olduğu birçok uygulamanın devamını
sağlayacak yönde siyaset yapmak zorunluluğunda kalmış oldular. Daha Önceki
dönemde sürekli bir şekilde eleştirilen İsrail ile ilişkiler konusunda sonlandırmayı
bırakın İsrail ile yeni askeri anlaşmalar imzaladılar, eleştirilen faiz sistemine
dokunmadıkları gibi bu sistemi etkileyecek yeni ve etkili uygulamalara da gitmediler.
Ancak, “Taksim’e cami yapılması, karayoluyla Hac, başörtüsü yasağının kalkması
gerektiği gibi bir dizi beyanatı tartışmalara yol açtı. Yıllarca eleştirdiği sistem nezdinde
meşruiyet elde edebilmek için değiştiğini ispata çalışan RP’ye, kamusal alanda siyasal
307
İslam’ın görünen yüzü olarak çok fazla tahammül gösterilmedi.” 28 Şubat 1997
tarihinde toplanan Milli Güvenlik Kurulu, Refah Partisi’nin üyesi olduğu koalisyon
hükümetine bir ültimatom vermiştir. “Tarikat ve cemaatlerle bağlantılı özel yurt, vakıf
ve okulların sıkı denetim altına alınması, Kur’an kursları ve İmam Hatip okullarını
olumsuz etkileyecek 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitime geçilmesi, başörtüsüne okullarda
ve kamu kuruluşlarında izin verilmemesi” gibi takım kararların uygulanması demek
Refah Partisi’nin kendi ipini kendisinin çekmesi anlamına gelecekti. Silahlı
Kuvvetler’in toplumsal kesimlere yönelik düzenlemiş oldukları brifingler ile tırmanan
gerginlik, Refah Partisi’nin ilk olarak iktidardan inmesi daha sonra ise kapatılması ile
sonuçlanan bir sürece dönüştü (Akdoğan, 2004: 100-101).
308
desteklemiş olduğu başkan adayı Recai Kutan’ın karşısına aday olarak Abdullah Gül’ü
çıkartmışlardır. Çok az bir oy farkıyla kongreyi kazanan Erbakan’ın desteklediği
gelenekçiler olarak ifade edilen ekip parti üst kurullarından yenilikçi olarak tanımlanan
kesimi uzaklaştırınca artık parti içerisinde bir yol ayrımı süreci başlamıştır (Zariç, 2006:
232). Bu aşamadan sonra Necmettin Erbakan tarafından idare edilen Milli Görüş’ün
yaşlı ekibi ile R. Tayyip Erdoğan tarafından idare edilen genç kesim arasında yaşanan
anlaşmazlık gitgide derinleşmiştir (Zariç, 2016: 238). Burada yaşanan Milli Görüş
hareketi içerisindeki bu zihinsel bölünme zamanla partinin fiziksel olarak bölünmesine
yol açmıştır ki bu süreç AK Parti’yi doğuran süreç olarak söylenebilir. Bu bölünme
süreci birdenbire gerçekleşen bir süreçten ziyade izleri 1970’li yıllara kadar derinleşen
bir süreçtir. Bu zihinsel sürecin bölünmeye yol açmasını tetikleyen ise “28 Şubat
Süreci”dir (Bingöl ve Akgün, 2005: 29). Partisi ile ilgili olarak yapılan
değerlendirmelerden ve bu görünümden rahatsızlık duyduğunu kısmen dile getiren ve
eleştirel yaklaşan Recep Tayyip Erdoğan’ın, bu parti ile yollarını İstanbul Büyükşehir
Belediye Başkanlığı döneminde okuduğu bir şiir dolayısıyla almış olduğu mahkûmiyet
kararı akabinde yaşamış olduğu olaylardan sonra ayırmaya karar verdiği söylenebilir
(Zariç, 2016: 234). Refah Partisi ve arkasından kurulan Fazilet Partisi’nin
kapatılmasının ardından, öncülüğünü Recep Tayyip Erdoğan’ın önderlik ettiği yenilikçi
olarak adlandırılan kesim Fazilet Partisinden ayrılarak AK Parti’yi kurmuştur (Bingöl
ve Akgün, 2005: 29-30).
309
Parti’nin siyasal kimliği ile ilgili olarak endişelerini dile getirmişlerdir. Eleştirilerden
uzaklaşmak için statüko tarafından çok hassas olarak kabul edilen alanlara girmemeye
çalışmışlardır” (Fedayi, 2004: 161).
310
kurulur kurulmaz tasfiye sürecine sokulmak istendiği anlaşılıyordu” (Kocabaş, 2015:
81). AK Parti’nin bir “A” bir de “B” planı bulunduğundan bahisle “Milli Görüş
gömleğini çıkardık” denilmekle kamuoyunun uyutulmak istendiği AK Parti İktidara
geldiği takdirde devleti hukuk devleti çizgisinde çıkararak İslamileştireceği iddialarında
bulunuyorlardı (Kocabaş, 2015: 81). Erdoğan ise, partinin kuruluş toplantısında
partisini, “demokratik ve laik hukuk devletini savunan, laikliği demokrasinin teminatı ve
toplumsal barışın temel ilkesi sayan ve Cumhuriyet’in temel nitelikleri etrafında kalıcı
bir toplumsal mutabakat arayışı içinde olan bir parti” olarak sınıflandırıyordu
(Akdoğan, 2004: 12).
AK Parti kuruluşunun ilk dönemlerinde kendisiyle ilgili olarak “net, açık, belirgin
ve bir yönüyle vurgulanan siyasal bir kimlik beyanatı”ndan kaçınmaya çalışmıştır.
Muhafazakârlık ve demokratlık kavramlarının söylemlerinde başka bazı kavramlar ile
birlikte yer aldığı görülmektedir. AK Parti’nin, net olarak ifade ettiği ve teorik olarak
altını doldurduğu siyasal açıdan anlam ifade eden kimlik beyanı ilk olarak 2003 yılında
Yalçın Akdoğan tarafından yazılan “Muhafazakâr Demokrasi” isimli eser ile olmuştur
(Fedayi, 2004:151). İlk genel seçimler öncesinde yeni kurulmuş olan bir parti gibi
kendisini, kadrolarını ve kendisine oy vermesi hedeflenen seçmen kitlesini rekabet
içerisinde olduğu diğer partilerden ayırmayı amaçlayan AK Parti, bu amacına ulaşmak
için, Türk siyasal hayatında ilk defa birarada kullanılacak iki kavramdan yararlanan bir
kavramsallaştırmayı tercih etmiştir: Muhafazakârlık ve Demokrasi. Kavramın gerek
içeriği muhafazakârlık gerekse demokratiklik nitelikleri, normal şartlarda önceden
birçok parti tarafından benimsenmiş, pek çok çerçevede ifade edilmiştir. Ancak AK
Parti’nin her iki kavramın bir arada kullanılmasına atfettiği anlam, seçimlerdeki çok
ciddi başarısının arkasından, partinin siyaset yapan kadrolarını, siyasal tercihlerini,
gelecekle ilgili amaçlarını ve bu amaçları gerçekleştirme sürecinde benimsemiş olduğu
politikaları açıklayan; bunları gerek halkın, gerek Avrupa Birliği’nin, gerekse “merkez”
deki etkin siyasal figürlerin nezdinde meşrulaştıran “sihirli sözcükler” olarak sunmakta
olan bir söylem tarafından oluşturulmuştur. AK Parti, “muhafazakâr demokratlığı”
anlamlandırırken, yirminci yüzyılın son dördünden bu tarafa tanıdığımız, fakat daha çok
sol siyasal çizginin eylemlilik alanı içerisinde doğan ve büyüyen bazı kavramları ödünç
almıştır (Doğanay, 2007: 66). Muhafazakârların demokratlık iddiaları doğal bir şekilde
demokrasiyi merkeze alarak eylem ve söylem geliştirmeyi hedefleyen bir dönüşümü
311
gerekli kılmaktadır. Bu duruma benzeyen bir dönüşüm süreci sosyalist hareketlerden bir
bölümünün kendilerini sosyal demokrat olarak ifade etmeye çalışmalarında da
yaşanmıştır (Akdoğan, 2007: 187).
312
“Muhafazakârlığın ideal bir demokratik anlayışla uyumlu hale getirilmesi için
törpülenmesi veya rehabilite edilmesi gereken boyutları olabilir, ancak
muhafazakârlığın demokrasiyle telif edilebilmek için sahip olduğu değer ve anlayışların
tamamen tasfiye edilmesi, arka plana atılması, ikincil hale getirilmesi gibi bir
zorunluluk bu çabayı anlamsız hale getirir. Muhafazakârlığın demokrasi içinde
dönüşüm geçirmesi, demokrasiyle uyumlu değerlerini ön plana çıkarmasına engel
değildir. Eğer bir dönüşüm ve uyumdan bahsediliyorsa da ortada bir sentez var
demektir. AK Parti’nin muhafazakâr demokrat kimliği geliştirme iddiası hala devam
eden bir süreçtir. Avrupa’nın Hıristiyan Demokrat veya muhafazakâr partileri için bile
bu sürecin bittiği söylenemez” demektedir (Akdoğan, 2007: 189).
313
içerik ‘ülkeyi birarada tutan milli değerler’, ülkenin mainstream’i veya halkın gerçek
kültürü olarak sunulmakta dolayısıyla doğallaştırılmış olmaktadır. AK Parti, hem
söylemsel hem de kurumsal olarak devlete nüfuz ederken, halkın öz değerlerinden biri
olarak gördüğü İslam’ı da bu doğallık içerisinde sadece nominal bir unsur olarak değil,
her açıdan ulusal kimlik için başat bir referans olarak konumlandırmaktadır”
(Koyuncu, 2014: 76-77).
314
açar. Böyle bir kutuplaşmaya kapı açılırsa, sosyolojik problemler olur. Siyasal İslam’ın
temsilcisi gibi görünen ya da o şekilde adlandırılan partilerin güttükleri siyaset
tarzından farklı bir siyaset tarzı yapma iddiasıyla ortaya çıktık. Muhafazakâr demokrasi
kavramı da bunları aşmaya yönelik yeni bir açılımdır” demektedir (Tekin, 2004: 119).
Bu çerçevede, AK Parti’nin, bilimsel ve teorik alt yapısını Liberal Düşünce
Topluluğu’nun desteğiyle hazırlamış olduğu “muhafazakarlık ve demokrasi” ilişkisini
ortaya koyan uluslararası bir sempozyum düzenlemek suretiyle yeni siyasal kimliğinin
felsefik ve teorik alt yapısını yapılandırmaya çalışması ve bunu siyasal toplumun
düşünsel ortamına açması çok önemli bir aşama olarak ifade edilebilir (Uyanık, 2004:
170). Bu felsefe değişim süreci her şeyden önce liderin felsefe ve söylem
değişikliğinden bağımsız değerlendirilemez. Recep Tayyip Erdoğan’ın halk içerisinde
var olan popülaritesi ve siyasal noktada ortaya çıkan karizması bağlamında bir
değerlendirme yapıldığında, AK Parti ve partinin muhafazakâr demokrat olarak
tanımladığı siyasal kimliği açısından şu tespiti yapabiliriz: “ilk olarak ‘Tayyip’ vardı;
sonra AK Parti ortaya çıktı” sonraki süreç ise “muhafazakâr demokrat” bir kimliği
ortaya çıkarmıştır (Fedayi, 2004: 155). AK Parti içerisinde ve partiye oy veren seçmen
kitlesi üzerinde parti liderinin kişisel karizması çok ileri boyutta etkilidir. Bu çerçevede
AK Parti’yi konu edinen bir araştırmada Recep Tayyip Erdoğan’ın düşünce dünyası ve
zaman içerisinde yaşamış olduğu değişim göz ardı edilerek yapılan analiz ve
değerlendirmeler anlamsız kalacaktır. AK Parti’nin değişim süreci dediğimizde genel
olarak liderin Recep Tayyip Erdoğan’ın yaşadığı değişim ve dönüşümü anlamak daha
doğru olacaktır (Zariç, 2016: 234).
315
2014). Çizilen bu çerçeve içerisinde muhafazakârlık kavramıyla partinin din ve
gelenekle olan bağı ifade edilmektedir (Yanardağ, 2004: 122).
AK Parti Türk siyasal hayatında düşünce dünyasını çok açık bir şekilde
muhafazakâr olarak tanımlayan ilk parti olarak gerek zorluklar gerekse bazı imkânlara
sahip olmuştur. AK Parti’nin siyasi olarak yaşayacağı zorluk Türk muhafazakârlığının
hiçbir zaman siyasal alanda ortaya konmamış olması, genellikle kültürel muhafazakârlık
olarak gerek düşünsel gerekse toplumsal hayatın içerisinde kendini gerçekleştirmiş
olmasıdır. Kültürel muhafazakârlık olarak yaşanan bir felsefeyi siyasal ortama taşımak,
buradan kitlesel bir muhafazakâr düşünce oluşturmak çok zorlu ve ciddi bir çaba
gerektirmektedir. Bu zorlu bir yeniden inşa süreci gerektiren durum Türkiye
kamuoyunun ne ölçüde uyum sağlayacağı çok zor bir soru olarak karşımızda
durmaktadır (Yılmaz, 2006: 51).
316
tam olarak olması gerektiği gibi algılamak için uygun felsefe ve yaklaşımları, başka bir
ifadeyle kendisini dönüştürme gayreti görülmektedir. AK Parti’nin başlangıçta koymuş
oldukları siyasal idealleri doğrultusunda ülkeyi dönüştürmek için ilk olarak kendisinden
önce var olan siyasal yaklaşımlardan kendisini soyutlayarak kendi siyasal felsefesini
oluşturması ve kendi içerisindeki siyasal figürleri bu değişim ve dönüşüme tabi tutması
gerekmiştir. Nesneyi doğru bir şekilde dönüştürebilmek için nesneyi tam ve doğru
olarak algılayabilecek bir düşünsel altyapıya sahip olmak olarak açıklanacak bu durum
değişimin bayraktarlığına soyunan siyasi figürlerin öncelikle değişimin formasyonuna
uyumlu olabilecekleri bir dönüşümden geçmeleri gerekli olmaktadır. Akdoğanın burada
bahsettiği dönüşüm AK Partili siyasi aktörlerin sürekli olarak kıyas yapıldıkları Milli
Görüş çizgisinden farklı olmalarından daha ilerisinde bir durumu ifade etmektedir.
Burada dönüşümden kasıt AK Parti’de siyaset yapan politikacıların Milli Görüş
felsefesinden muhafazakâr demokrat bir felsefeye doğru evrilmeleri; bir taraftan modern
demokratik kuralları içselleştirmeleri, öte taraftan mevcut siyasal koşulları ve
gelişmeleri doğru okuma yapabilecek tarz ve yaklaşımlara sahip olmalarıdır.
Muhafazakâr demokrat olduğu iddiasını güçlü bir şekilde eylem ve söylemleriyle
kanıtlayan bir parti olan AK Parti’nin önünde “normatif ile reel politikayı” eş anlı
olarak götürme meselesi çok net bir şekilde ortadadır. AK Parti’nin siyaset felsefesini
oluşturan gelenek, ilke ve değerler ile partinin karşılaştığı sosyal ve siyasal olaylar ve
konjonktürel olarak ortaya çıkan koşullar karşısında politika üretim sürecinin nasıl
şekilleneceği, bu olaylar karşısında partinin nasıl bir tavır alacağı çok önemli bir
sorunsal olarak karşımıza çıkacaktır. Bütün siyasal partiler açısından siyasal felsefeleri
çerçevesinde söylem ve politika üretmek bir gerekliliktir, çünkü bunun dışında
gerçekleşen durumlar partinin temsil ve söylem krizine girmesi ile sonuçlanır
(Akdoğan, 2007:192-195).
317
anlayışından uzaklaştığını ifade eden söylemi, Refah Partisi’nin kapatılmasının
sonrasında İslamcı çizginin “liberal demokrasiyle uzlaşma” yaklaşımının bir sonucu
olarak ta ifade edilebilir (Doğanay, 2007: 68). Abdullah Gül’ün Fazilet Partisi genel
başkan adayı olarak Recai Kutan’a rakip olduğu zaman, AK Parti’nin siyasal İslam’la
bağını kopardığı söylenebilir. Sosyal ve kültürel olarak AK Parti İslam’la ilişkisini
korudu, ama siyasal düzlemde İslam’la ilişkisini sonlandırmıştır (Kahraman, 2007:125).
Recep Tayyip Erdoğan’ın “Bireysel referansım İslam, siyasi referansım ise
demokrasidir” sözü ile AK Parti’nin siyasal kimliğini “muhafazakâr demokrasi”
üzerinde konumlandırmak isteklerini açıklamıştır. “Müstakil bir muhafazakâr parti
üretmek” ile hedeflenen muhafazakâr düşünceyi daha önceki dönemlerde merkez sağda
yer almış olan “DP, AP ve ANAP” çizgisinde olduğu şekliyle sağ parti içerisinde bir
muhafazakâr bir damar olmaktan kurtarıp, muhafazakârlığı bir ana taşıyıcı blok şekline
sokmak olarak söylenebilir. AK Parti’de siyasal elitler tarafından yapılan açıklamalarda
partinin “Milli Görüş çizgisinden farklılaştığı” iddiasını güçlendirmek için Milli Görüş
hareketinin devamı niteliğinde değil Demokrat Parti’nin devamı olduklarını işlenmeye
çalışılıyordu. Aynı zamanda Menderes, Demirel ve Özal çizgisi olarak tanımlanan
merkez sağ siyasetin dışında çok farklı bir siyasi çizgi dışarısında bir konumlanma ifade
edilmiştir. AK Partili siyasetçiler tarafından birbirinden farklı düşünsel ve siyasal
çizgiden gelen seçmenleri bünyesinde toplamasına değinilerek “kimlik siyaseti” eksenli
siyasal partilerin Türk siyasal hayatında genellikle süreci sorunsallaştıran ve tıkayan
pozisyonunda olmalarından kaynaklı bu tür bir siyasi anlayıştan yana olunmadığı
söylenmektedir. Kimlik siyasetine karşı olmanın yanında siyasi hareketin felsefik
boyutuna bir dini anlayışı veya mezhepsel bakış açısını konumlandırarak “biz ve öteki”
ayrımı üzerine kurulu olan ayrışmacı siyaset Türk siyasal hayatında kutuplaştırıcı etkiye
yol açtığı için toplumun tümüne yönelik bütünleştirici bir siyaset yapma gayesi açık bir
şekilde vurgulanmaktadır (Erler, 2007: 130-131).
318
diğerleri’ ayrımı yapan ayrışmacı siyaset tarzının Türkiye şartlarında kutuplaşmaya
sebep olduğu açık bir şekilde vurgulanmaktadır” (Akdoğan, 2004: 19). Adalet ve
Kalkınma Partisi Genel Başkan Yardımcısı Nihat Ergün AK Parti’nin Siyaset
akademisinde yapmış olduğu konuşmada muhafazakâr demokrasi yaklaşımını
anlamlandırmaya çalışmaktadır. Ergün’e göre “Muhafazakârlık devrim yoluyla değil,
bazı değerleri koruyarak değişmektir. Muhafazakâr değerlerin korunabilmesi için siyasi
otoritenin meşruiyet kaynağı, millet iradesi ve milletin rızası olmalıdır.” (Teazıs, 2011:
180).
319
AK Parti’nin yapmış olduğu bu yeni kimlik tanımlaması aslında kendisini siyasal
İslamcı çizgiden uzaklaştırma çabasıdır. Recep Tayyip Erdoğan’ın “Milli Görüş
gömleğini çıkardık” söylemi bu doğrultuda söylenmiş bir ifadedir. Akgün’ün ifadesiyle
“Siyasi anlamda İslamcılıktan kopan parti eliti için Muhafazakârlık ve Demokratlık,
hem günlük hayatta dini değerlere duyarlı toplum kesimlerine yönelik bir çağrı hem de
içinden çıkılan ocağa ihanet etmeden farklı bir kulvarda yeni bir açılım yapma imkânı
sunuyordu.” Bu söylem bir bakıma, geçmişlerine yönelik yapılan eleştirilere yönelik
“biz gelişerek değiştik” söylemi ile cevap veren, Recep Tayyip Erdoğan, aslında
kurucular ve yönetici kadronun ideolojik değişimini de ortaya koymuş oluyordu. Bu
çerçevede AK Parti, “geçmişini inkâr etmeden ama ülkenin ve dünyanın yeni reel-
politik dengeleriyle uyum sağlamaya hazır; mütedeyyin seçmenlerin gönül huzuruyla oy
verebilecekleri yeni bir siyasi hareket olarak ortaya çıkmıştır.” Bu söylemiyle AK
Parti; DP, AP, DYP ve ANAP gibi merkez sağda siyaset yapan ve toplumsal kesimlerin
büyük bir bölümünün oyunu hedefleyen bir ana akımı olma hedefindedir. Gerçekten de
geçen süre içerinde girmiş olduğu seçimlerden galibiyet ile çıkmış olması geleneklere
bağlı olarak değişimi hedefleyen kesimler için muhafazakâr demokrat siyasi kimliğin
istenen sonucu verdiği göstermektedir (Akgün, 2006: 26-27).
320
düzeyde de olsa İslami bir duyarlılıklarının var olduğunu reddetmese bile, bu düşünsel
altyapılarının bu farklı siyasi kombinasyon içerisinde kullanmak suretiyle geleneği
yeniden inşa yoluna gitmişlerdir. Bu çerçevede Türk sağı içerisinde farklı şekillerde var
olan “İslamcılık, muhafazakârlık ve milliyetçilik” düşüncelerinin her ne kadar klasik
Türk sağ parti statüsünde olmasa bile farklı tonlarda AK Parti’nin söyleminde var
olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlamda, AK Parti’nin lider kadrosunun kültürel İslamcı
duruşlarının dışında İslamcı bir parti olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Zaten
partinin de ortaya çıktığı yıllardaki temel meselelerinden birinin, Kemalizm kaynaklı
İslamcı çekingenlikle insanların bu şüphelerini aşmak için İslamiyet’i siyasetlerine
referans almayacaklarını ancak İslam’ın bu toplumun kültürel kodu ve değeri olduğunu
da reddetmenin mümkün olmadığını söyledikleri görülmüştür. Bu nedenle de
muhafazakâr demokrat tanımlaması bu yeni duruşu açıklamak için hâkim Kemalist
çekingenlik ve yasakları hatırlatmayacak tarzda şekilde üzerinde düşünülmüş siyasi bir
stratejik belirlenmedir. Ayrıca, “parti temsilcileri AK Parti’nin İslami değerler ve
yönetim biçimiyle Cumhuriyet değerlerini alaşağı edeceğine dair soruları ve şüpheleri
sıklıkla AB’ye ve katılım yönündeki istekliliğini belirterek dindirmeye çalışmışlardır. ….
kendilerinin Batı’ya yönelmiş bir siyasi vizyon takip edeceklerini göstermeye” çalışarak
olumsuz algının oluşmasını engellemek istemişlerdir (Çaylak vd., 2017: 2-3).
321
döneminde uygulanmıştır. Fakat burada şunu ifade edebiliriz ki, AK Parti’nin
muhafazakâr siyasal kimliği Demokrat Parti’ye göre daha belirgindir. Sosyolojik
oluşumları açısından Demokrat Parti’nin elitist bir yapısı söz konusu iken; AK Parti
genellikle orta sınıf ve çoğunlukla alt gelir grubuna dayana bir seçmen profiline sahiptir.
İktidar-Muhalefet ilişkisi düzleminde bakıldığında; Demokrat Parti çok sert otoriter bir
yapıya sahiptir, AK Parti ise çok daha yumuşak bir söyleme ve çatışmalardan kaçınan
bir yapıya sahiptir. Türk Silahlı Kuvvetleri ile olan ilişkiler bağlamında
değerlendirdiğinde; kuruluş döneminde ordu ile olan ilişkiler Demokrat Parti’de çok iyi
bir düzlemde giderken, ilerleyen dönemlerde orduyla kurmuş oldukları ilişkilerin
gerginleştiği görülmektedir (Özdemir, 2012: 206-207). Demokrat Parti’nin Türk silahlı
kuvvetleri ile olan ilişkisi, hükümetlerinin ordu tarafından meşruiyetinin kabul
edildiğini düşündükten sonra onlara fazla bir müdahalede bulunmadan ve yapacakları
icraatlar ve uygulamalarla onları ürkütmeden Türkiye’yi yönetmeye çalışmak olarak
ortaya konulabilir (Karadağ, 2015: 294). Milli Görüş hareketinden ortaya çıkan bir
parti olarak görüldüğü için ordu genel olarak AK Parti’ye kuruluş aşamasında şüpheyle
bakmıştır. Bu dönemde ordu ile aralarında yaşanmakta olan gerginlikler azalarak asker-
sivil ilişkilerinde yumuşama ve sivilleşme yönünde ilerlemeler görülmektedir (Özdemir,
2012: 206-207). Ayrıca tüm bunların yanında AK Parti’nin Avrupa Birliği’ne uyum
süreciyle ilgili yaptığı yasal düzenlemeler muhafazakâr kesim açısından bir güvence
ortamı sağlarken öte yandan Türkiye’deki muhafazakârları politik ve hukuksal düzleme
çekmektedir. 28 Şubat Darbesi sonrasında muhafazakârlar içerisinde meydana gelen
kimlik değişimi AK Parti’nin iç politika uygulamalarını şekillendirdiği gibi dış politika
uygulamalarını etkilemektedir (Bingöl ve Akgün, 2005: 10).
322
(Fedayi, 2004: 160). 28-29 Nisan 2006 tarihlerinde Muhafazakâr Düşünce Dergisi ve
Kondrad Adenauer Vakfı tarafından birlikte gerçekleştirilen “Avrupa’da ve Türkiye’de
Muhafazakâr Düşünce ve Siyasi Partiler” konulu sempozyum da katılımcı öğretim
üyelerinden bazıları AK Parti’nin gelenek kavramı ile var olan ilişkisinin özgün bir
şekilde oluşturulduğunu öne sürmüştür (Beriş, 2006: 70-71).
AK Parti programı, detaylı bir şekilde analiz edildiğinde partinin gerek geleneksel
değerler gerekse modern değerlerin birarada olduğu bir siyasal kimlik benimsemiş
olduğunu görmekteyiz. AK Parti programı içerisinde “geleneğin ve geçmişin
birikimiyle” ifadesi yer almaktadır. Modern demokratik değerler çerçevesinde siyasal
faaliyetlerini yürütmeyi hedefleyen bir parti olduğu söylenmektedir (Çaha, 2006:17).
AK Parti’nin muhafazakâr demokrat görüntünün arkasında gizli bir İslamcı kimliğinin
ve gündeminin olduğunu kastedenler olsa da icraatlarına ve söylemlerine bakıldığında
anlaşıldığı gibi, AK Parti’nin Milli Görüşçü çizgideki partilerden farklı bir yol izlediği
net bir şekilde ortadadır. AK Parti, muhafazakâr kimliğinin yapısal bir unsuru olan din
kavramını istediği doğrultuda ve ölçüde dillendirmekten kaçınma yoluna gitmiş ve bu
çerçevede din konusunda hassasiyete sahip olan seçmen tabanından gelen dini içerikli
talepleri dönemsel olarak değişmekle beraber çekingen bir şekilde karşılamıştır. Bu
siyasi strateji daha çok kendisine yöneltilen İslamcı nitelendirilmelerinden kurtulmanın
bir yolu olarak düşünülmüştür (Fedayi, 2004: 157). Bunun yanında partinin Anayasanın
temel niteliklerinden olan demokratik, laik, sosyal hukuk devletinin,
demokratikleşmenin, sivilleşmenin, inanç özgürlüğü ve fırsat eşitliğinin temel alındığı
bir zemin olduğu partili siyasal elitler tarafından sürekli dile getirilmektedir. Bu
çerçevede parti programında AK Parti, “Cumhuriyet dönemi kazanımlarını koruyacak
bir zeminde toplumsal tüm kesimleri kucaklayan bir siyaset anlayışına sahip olacağını
açık biçimde ortaya koymaktadır.” Programda net bir şekilde açıklanan kimlik
ekseninde AK Parti, ilan etmiş olduğu ve icraatlarıyla gösterdiği gibi muhafazakâr bir
parti görünümünü vermektedir. Öte yandan partinin dini ve kültürel bir temelde ortaya
çıkan toplumsal farklılıkları yine toplumun siyasal zenginliğine imkân tanıyacak bir
demokrat kimliği söz konusudur (Çaha, 2006:17). “muhafazakâr demokratlık”, bir
sentez oluşturma çabası dışında uyumlu birliktelik kurma çabasının sonucunda üretilmiş
bir kavram olarak Türk siyasal hayatında yerini almıştır (Çağlıyan, 2006a: 77). AK
Parti’nin bu yeni dönemle beraber muhafazakârlık ile ilgili çok ciddi çalışmalar ve
323
muhafazakâr demokratlık adını verdiği bu yeni kavramının içerisini doldurmuş olduğu
görülmektedir. AK Parti’den önce kurulan siyasal partiler muhafazakâr düşünceyi
popüler düzeyde ele alırken; AK Parti muhafazakârlığı diğerlerinden farklı olarak
ideolojik bir düzleme oturtmuştur. AK Parti’de siyasal hayatın tamamı muhafazakâr
niteliği olan demokratik, sosyal ve liberal bir söylemle doldurulmuştur ve diğer
partilerden benzeri bir muhafazakâr söylem geliştirmek isteyenler hiçbir şekilde
kendilerine alan bulamamaktadır. AK Parti’ye hitap ettiği sağ kesim içerisinde ciddi bir
alternatif çıkmamasının nedeni de bu boşluğun bırakılmamasıdır. AK Parti’nin
geliştirmiş olduğu muhafazakâr siyasal söylem ve bu söylemin alan hâkimiyeti aynı
anda iki büyük partiye imkân tanımamaktadır (Aktaşlı, 2011:159-160).
324
AK Parti’nin arka arkaya birçok kez iktidarı elde etmesinden bu yana bilinen
durumun aksine siyasi roller zaman içinde değişmeye başlamıştır. Türkiye devleti ile
bürokrasisi ve toplumsal doku çok büyük bir hızla muhafazakârlaşıyor yaygarasının
cumhuriyetin ilk yılarından beri ayrıcalıklı olan siyasal elitler tarafından gerek medyada
gerekse kamuoyunda sıkça kopartılmasına karşın, “radikal ve jakoben modernsitler” in
karşısında konumlanan “endişeli modernler” toplumsal pozisyonlarını aşamalı bir
tarzda “kalkınmacı modern muhafazakârlara” bırakmaktadır (Güngörmez, 2014: 19).
AK Parti, 2002 yılında seçimlerde kazandığı önemli başarı ile Türk siyasal
hayatında siyasal iktidarın ve meşruiyeti ile ilgili daha önce yazılan çizilen şeyleri altüst
etmiş, bu alanda yeni bir literatür oluşturmuştur. AK Parti, gerek içinden gelmiş olduğu
Milli Görüş çizgisinden gerekse diğer ideolojilerin siyasallaştığı partilerden farklı olarak
doğrudan dinamikler ve toplumsal rızanın sağlanması arasında denge sağlamakta başarı
sağlamıştır. Doğanay’a göre “AK Parti’nin politik söylem ve uygulamalarını ifade eden
iktidar pratiğini pekiştiren unsurları siyasal, sosyal ve ekonomik olarak kategorize eden
üç analitik araç tespit edilebilir. ilki, parti kimliği olarak ilan edilen ‘muhafazakâr
demokrasi’; ikincisi, İslami-muhafazakâr kesimlerin gündelik yaşamını rahatlatacak
önemli bir yeni sınıf ‘Müslüman burjuvazi’ ve üçüncüsü ise hegemonya söyleminin bir
enstrümanı olan ‘entelektüalizm’dir” (Doğanay, 2014: 65-66).
325
Mardin, bu çerçevede “muhafazakâr milliyetçiliği, İslamcılıkla etkileşim
içerisinde, dine milli kimliğin asli ya da “eşitler arasında birinci” unsuru konumunu
veren yönelim olarak tanımlar. Yine bu çizgiler içerisinde önemli alt ayrımlar olduğu
noktasına değinir.” Bu bağlamda milliyetçilik ve muhafazakârlık beraber
kullanıldığında, basit bir ifadeyle birçok kişinin “geleneksel”, bazılarının ise
“muhafazakâr milliyetçilik” olarak tanımladığı yaklaşımı kastedilmektedir (Akıncı,
2012:116). Aslında bu durumun gerçekleşmesi teorik olarak milliyetçilik
muhafazakârlık ilişkisi bahsinde açıkladığımız bir durumdur çünkü muhafazakârlık
kavramı günlük kullanımda nasıl herkes tarafından “dindar olmak” ile özdeştiriliyorsa,
akademik anlamda da çoğu kez İslamcılık ile karıştırılmaktadır. Bazı durumlarda
milliyetçilik ile beraber (bazen milliyetçiliğin yerine bazen birlikte) kullanılarak, Türk
düşünce dünyasında özgün bir dil olarak muhafazakârlığın varlığı örtük bir şekilde
reddedilmektedir. Düşünce dünyamızda “muhafazakâr” olarak ifade ettiğimiz
yazar\düşünürlerin bir şekilde Türk düşüncesi soy kütüğünde ya milliyetçilik ya da
İslamcılık bahsi altında ele alınması olası bir durumdur. Fakat bu durumla ilgili şunu
ifade etmemiz gerekir ki, sözünü ettiğimiz bu durum yalnızca muhafazakâr düşünürlere
mahsus bir durum olarak değerlendirilmemelidir. Türk düşünce dünyasında aynı ismin
farklı ideolojik akımlar içinde bahsinin geçmesine çok fazla rastlanmaktadır (Akıncı,
2012: 98-99).
326
ilgili bir öngörü yatmaktadır. Yani sözünü ettiğimiz bu anlayışa göre mazinize değer
verip sahip çıkmıyorsanız geleceğinizi şekillendirmeniz ve yüceltmeniz, doğru
temellere oturtmanız mümkün değildir (Türk, 2018: 311-312).
327
ifade ettiğini söylemek yerinde olur. Bu çerçevede erken dönem Türk muhafazakâr
düşünülerinin ortaya koymuş oldukları bu çaba ile gelişen milliyetçiliğin,
muhafazakârlıktan ayrıştırılarak düşünebileceğini söyleyemeyiz (Akıncı, 2012:128-
129).
328
etkilemektedir. Akdoğan, AK Parti ve Erdoğan’ın her ne kadar bu bağlamda milliyetçi
bir söylemi olsa da, söylemlerinde ki “millet vurgusu tek tipçi ve dışlayıcı” bir içerik
barındırmadığını dile getirmektedir (Akdoğan, 2019:205). Bu söylem üzerinden
değerlendirme yaptığımızda AK Parti’nin milliyetçi yaklaşımının klasik milliyetçi
yaklaşımdan ayrıştırıcı niteliği olmayan bir tarzda farklılaştığını görüyoruz.
Yurt içinde yapmış olduğu birçok konuşmasında “lafla değil, icraatla milliyetçi
olunacağını” sık sık dile getirmiştir 26 Haziran 2007’de Niğde de yapmış olduğu
konuşmanın içeriğinde bu anlayışı net bir şekilde görebiliriz: “Milliyetçilik
milletperverliktir, vatanseverliktir. Öyle laf salatası ile milliyetçi olunmaz. Biz icraat
yapıyoruz, ta Moğolistan’a kadar gidin orada AK Parti’nin eserlerini görürsünüz.
Karakurum’dan Orhun Anıtlarına kadar 42 kilometre yolun asfaltını ve müzeyi yapan
bizim iktidarımız…” (Akdoğan, 2019:205, Bkz. Ek:14). Konuşmanın içeriğine
bakıldığında gerçek milliyetçiliğin söylemsel düzeyde bir şeylerin dile getirilmesinden
ziyade tarihe ve atalarımızdan kalan emanetlere sahip çıkmaya, onları muhafaza etmeye
dönük pratikler olduğunu ifade eden bir söylem oluşturulmaktadır. Burada aynı
zamanda genellikle dile getirmiş oldukları Selçuklu ve Osmanlı geçmişinden önceki
İslam öncesi Türk tarihine dönük bir söylem üzerinden, klasik etnisist çizgide bulunan
MHP’ye dönük bir eleştiri yapılmaktadır.
Erdoğan milliyetçi ideolojinin diğer bir sembol konusu olan bayrak konusunda
çok büyük bir hassasiyete sahiptir. Özellikle Türkiye’de birçok şehirde dev bayraklar
dikilmesi AK Parti iktidarı sırasında adeta bir kampanya havasında gerçekleştirilmiştir.
Erdoğan etnik bir içerikle bezenmiş ırkçı bir kafatası milliyetçiliği anlayışına karşı
329
“milletin ortak değerleri olan vatan, bayrak, ortak gelecek ve geçmiş ülküsü”
kavramları çerçevesinde yeni bir milliyetçi anlayış üretmektedir. Erdoğan’ın şu sözleri
başlattığı seferberliği ve yeni milliyetçi anlayışın üretilme sürecini anlatır: “Bütün
belediyelerimizde, öncelikli AK Partili belediyelerde olmak üzere aldığımız kararla
‘şehirlerin en yüksek yerlerine bayraklarımızı ışıklandırarak… Yeter ki bayrağımız her
zaman aynı şekilde dalgalansın. Ve vatanımız bölünmesin parçalanmasın.” (Akdoğan,
2019:206, Bkz. Ek: 13). Burada Erdoğan ve AK Parti elitlerinin partinin milliyetçi
yaklaşımından zaman zaman farklılaşarak ifade ettikleri “bayrak” ve “Türklük”
vurgusu milliyetçi kökene sahip seçmene dönük pragmatist bir söylem olarak ifade
edilmelidir. Türk’e göre “Erdoğan’ın ve AK Parti’nin dayandıkları geleneğin
pragmatik-popülist yorumuyla çeşnilendirdikleri tavır geçmişteki kudretli zamanlara
dönüleceği vaadinde somutlaşır” (Türk, 2018: 311).
330
toplumsal fay hatlarını tetiklemeyi ve bazı eylemlerle toplumdaki farklılıkları hedef
almaya çalışmaktadır. Erdoğan, kullanmış olduğu etnik olmayan bazı değerleri ve ortak
geçmişi sahiplenen söyleminin yanında, devlet yönetiminde kin, nefret ve hamasetin
olmayacağı düşüncesiyle bu tahriklerin önünü kesecek tavır ve söylemleri de eş anlı
olarak sergilemektedir (Akdoğan, 2019:206-207).
6.4. Tek Devlet Tek Bayrak Tek Millet Tek Vatan Mottosu
331
içerikle yeniden kodlanması ve etnik farklılıkların folklorik bir öğe olarak tanınması,
etnik ve dinsel farklılıklara milletin rengini veren unsurlardan biri olarak “hürmet”
gösterilmesi olarak ifade edilen yeni siyaset anlayışını görmekteyiz (Saraçoğlu,
2011:51). Akdoğan’a göre Recep Tayyip Erdoğan, “milliyetçiliğin ‘tek millet, tek
bayrak, tek vatan, tek devlet’ mottosunu, kavramları yeniden kodlayarak ve muhtevasını
tekillik değil, zenginlik üzerine kurarak dönüştürür.” ve “MHP’nin bozkurt işaretine
karşı, Rabia ile yeni bir sembol kullanan Erdoğan, ‘Milli Birlik ve Kardeşlik Süreci’
adını verdiği sosyal restorasyon projesinde tüm farklılıkları bir zenginlik olarak
konumlandırır; her etnik grubun meselelerini demokratik zeminde çözmeye çalışır.”
(Akdoğan, 2019:207-208). AK Parti’nin ortaya koyduğu bu yeni milliyetçi
yaklaşımında “millet” kavramını partinin içerisinde var olan İslami ve muhafazakâr
desenlerle bezenmiş dünya görüşlerinin etkisi altında etnik bir bakış açısı ile değil,
temel hareket noktasını Müslümanlığın ve mazinin şekillendirdiği “ortak kültür”
bağlamında belirlenmektedir (Saraçoğlu, 2011:46).
332
kesimlerini de kapsayıcı bir dil kullanılmıştır. Bu tüm toplum kesimlerini kuşatmaya
çalışan dil, Kemalist milliyetçilik anlayışının dışlayıcı ve asimilasyoncu dilinden çok
farklı bir ton içermektedir (Şen, 2015:170-171, Bkz. Ek:12). Burada şu durumu ortaya
koymamız gerekir ki AK Parti önceki dönemin devlet kodlarından farklı olarak
geliştirilen bu söylem üzerinden Kürtlerin etnik olarak dinsel-kültürel bir düzlemde
tanınmış olması, millet kurgusuna halel getirmemekte; tam tersine Türkiye üzerinde
yaşayan geniş bir aile olarak toplumsal huzurun sağlanması için bir zorunluluk olarak
ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan değerlendirme yapıldığında bir taraftan “tanıma” siyaseti
yürütülmekteyken, öte taraftan “tek millet, tek devlet, tek bayrak ve tek vatan” şiarının
eş anlı bir şekilde öne vurgulanması geleneksel milliyetçilik açısından stratejik açıdan
bir çelişki gibi kabul edilse de AK Parti’nin içini yeniden kodlayarak doldurmuş olduğu
bu yeni milliyetçi anlayış açısından bir çelişki arz etmemektedir (Saraçoğlu, 2011:51).
Erdoğan, “milliyetçiliğin temel kutsalları olan millet, vatan, bayrak ve devlet gibi
semboller ve milletin kalıcılığını vurgulamaktadır. Milliyetçi ideolojinin temel
kavramları üzerinden anlam kapanmaktadır. Bu tür kavramların, milliyetçilik
ideolojisine bağlı kesimler açısından anlamı yeniden üretilmekte ve siyasal söylem
kitleleri etkileme gücünü milliyetçi bir söylem üzerinden kurmaktadır” ( Şen,
2015:173).
333
tek vatan, tek devlet’ söylemini halkı birleştirici bir unsur olarak kullanmıştır (Yıldırım,
2018, Bkz. Ek: 16).
Türk siyasal hayatı içerisinde devletin Kürt meselesi ile yüzleşmesi, bu sorun ile
ilgili yaşanmış birikimler ile hesaplaşması ve meselenin kendisiyle bağlantılı olarak
ortaya çıkardığı tüm ek sıkıntıların çok hızlı bir şekilde öncelenmesi açısından Kürt
sorununda en radikal ve ciddi hamle ve dönüşümler, AK Parti iktidarı döneminde
dönemin de olmuştur. Yayman’a göre “bu dönemde genel Türkiye siyasetinde yaşanan
değişim sürecine paralel olarak Kürt meselesinde en keski dönüşümler yaşanmış,
334
devletin sorunla karşılaşması hem toplumsal farkındalık açısından hem de sorunu
çözümü için siyasi irade konulması açısından adeta yapısal bir kırılmaya yol açmıştır.
Adalet ve Kalkınma Partisi programında Kürt meselesinin hem tanımlanması ve
adlandırılması hem de çözüm perspektifi ortaya konulmuştur. İlk defa bir ‘sağ’ parti
programında ‘Doğu ve Güneydoğu’ başlığı altında Kürt meselesini ele almış ve resmi
tezlerin dışında görüşler öne sürmüştür” (Yayman, 2011: 374).
335
“Mehmet Metiner başkanlığında, Abdurrahman Dilipak ve diğer İslamcı aydınlardan
oluşan bir istişare kurulu” oluşturdu. Bu kurul Refah Partisi İstanbul il başkanlığı adına
“Kürt Raporu” olarak adlandırılan bir rapor hazırlamıştı. Raporda Kürt sorunu ile ilgili
yazılan içerik özet olarak şu şekildedir: “Resmi ideoloji bütün noktalarda iflas etmiştir.
Kürt gerçekliği 1980 askeri darbesiyle birlikte yeniden inkâr edilmiş. Kürtçe 2932 sayılı
yasa ile yasaklanmıştır. Ancak dış dünya meydana gelen değişmelerin içeride yol açtığı
zorunlu zihinsel değişmeler ve en önemlisi de PKK ile sürdürülen geleneksel zora
dayalı yönetimin başarısızlığa mahkûm olduğunun anlaşılması, Kürt sorununa “tam
demokrasi” ve ‘kültürel çoğulculuk’ temelinde yaklaşmayı” öngörmüştü. Raporun
hazırlanması konusunda gösterilen rahatlık, Cumhurbaşkanı Özal’ın açık bir şekilde
Kürt varlığını tanıdıklarını ilan etmesinin ortaya çıkarmış olduğu konjonktür
çerçevesinde söz konusu olabilmiştir (Çakır ve Çalmuk, 2001: 196-197).
AK Parti, 2002 yılında iktidara geldiği andan başlayarak Kürt sorunun yalnızca
silahlı bir mücadele üzerinden çözülemeyeceğini söylemekle kalmadığı gibi birçok kez
uygulanan devlet politikalarının yanlışlığına vurgu yaptı. Partinin ve liderin geliştirdiği
bu söylem akabinde bu söylem ile eş anlı bir şekilde uygulanan bazı tanıma politikaları
devletin cumhuriyet ilk dönemlerinden itibaren Kürtlere göstermediği saygı ve hürmetin
gösterilmeye başlamasıyla beraber devam etmiştir (Saraçoğlu, 2011:50). AK Parti’nin
ilk parti programında “Kürt Meselesi” olarak tarif edilen sorunun çözümü ilk olarak
vatandaşlık haklarının daha iyi standartlara ulaştırılması ve bölgeye dönük yatırımlar ile
ekonomik gelişme bağlamında ele alınmaktadır (Koyuncu, 2014: 213).
336
dillerde kültürel faaliyet yapılabilmesinin ülkedeki birlik ve bütünlüğü zedeleyen değil,
güçlendiren ve pekiştiren bir unsur olduğu” açık bir şekilde belirtilmiş ve genel
demokratikleşme faaliyetleri çerçevesinde bu duruma yönelik olarak birçok
düzenlemenin yapılacağı açıkça belirtilmiştir. Diğer taraftan kültürel farklılıkları
tanımanın çok uzun yıllardan beri var olan müşterekleri göz ardı etmeyi gerektirmediği,
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı anlayışının ülke içerisinde milletin birlik ve
beraberliğinin çimentosu olarak kabul edildiğini vurgulamıştır (Koyuncu, 2014: 213).
AK Parti’nin Kürt meselesi ile ilgili olarak milliyetçiliğe vurgu yapmayan söylemi
ile iktidar olmasına rağmen devletle var olan sorunlar üzerinden ortaya çıkan görüntü ve
açık bir şekilde ilk günden itibaren Kürt meselesi üzerine eğilmesi bölge içerisinde ciddi
bir sempati kazanmasına yol açtı (Uzgel, 2013: 31). Başbakan Erdoğan tarafından 2005
yılında Diyarbakır’da TOKİ’nin anahtar teslim töreninde sorunla ilgili yapılan tarihi
konuşmada, AK Parti iktidarının, her şeyden önce ayrımcılığı gerek bölgesel gerek etnik
unsur olarak ortadan kaldıran bir iktidar olduğunun altı çizilmektedir (Sabah, 2009,
Bkz. Ek:1). Bu konuşma daha önceki dönemin dışlayıcı ve asimilasyoncu
337
politikalarından farklılaşmayı ifade eden bir tarzda içeriklendirilmiştir. Kürt sorununa
“Kürt sorunu bu milletin….hepsinin sorunudur” demek suretiyle farklı bir yaklaşım
getiren bir anlayışı ortaya koyması bakımından önemli bir paradigma değişimini ifade
etmektedir.
338
çalışmış olup, aynı zamanda TRT üzerinden Kürtçe yayın yapma hamlesini
gerçekleştirmiştir (Uzgel, 2013: 31).
339
genelge sunduğunu görüyoruz. Dönemin içişleri bakanı Beşir Atalay’ın konu ile ilgili
yapmış olduğu açıklamada, “demokrasinin standardını yüceltmek” ve “terörü
sonlandırmak” amacıyla gerçekleştirilecek bu projenin “vatandaşların arasındaki
fitneleri, düşmanlıkları gidererek, tekrar medeniyet değerleriyle vatandaşları
birleştirme ve bütünleştirmeyi amaçlaması olduğunu” ifade etmiştir. Meselenin çözümü
ile ilgili olarak Habur da yol kazasına uğrayan “Kürt Açılımı” veya diğer adlandırmayla
“Demokratik Açılım” süreci “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” ne dönüşmüş ve Kürt
meselesi de söylemsel düzeyde gitgide daha geniş alan kazanmasına rağmen daha
muğlak bir yapıya bürünmüştür (Koyuncu, 2014: 215-216).
Çözüm sürecine giden süreç içinde 2012 yılında devlet içerisinde çok önemli ve
bir o kadar da hassas bir olay olmuştur: “İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından
MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve onunla birlikte Oslo görüşmelerinde görev alan üst-
düzey istihbarat yetkilileri KCK soruşturması kapsamında ifadeye çağrıldı.” Bu olay
cumhurbaşkanına karşı yapılan bir hamle olarak ifade edilebilir. Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan, Mit Müsteşarı Hakan Fidan’a ifadeye gitmemesi konusunda direktif
340
vermiş ve soruşturma izni de vermemiştir. Akabinde MİT kanununda bir değişiklik
yapılarak, bundan sonra yapılacak bu tür komploların önü kesilmiştir. Devlet içinde
gerçekleşen bu FETÖ operasyonundan bir zaman geçtikten sonra Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan’a hitaben Abdullah Öcalan tarafından kaleme alınan bir mektup
ulaştırılmıştır (Özcan, 2014: 25). Yayman’a göre İmralı ve Kürt sorunu ile ilgili olarak
strateji farklılaşmasına yol açacak temel neden 26 Eylül 2012 tarihinde Başbakan
Erdoğan'ın katılmış olduğu Kanal 7 yayınından hemen önce yaşanan bu mektubun
teslim edilmesi hadisesidir. Mektubun içeriğinde özet olarak “Devletin ve PKK'nın
içindeki bazı gruplar sizi ve beni tasfiye etmek istiyorlar, izin verin çözüme katkı
sunayım” notunu alan Başbakan, ‘İmralı ile görüşmeler yeniden başlayabilir’ içerikli
tarihi ve bir o kadar da kritik açıklamasını yapmıştır. Silvan'da sekteye uğrayan süreç
Başbakan'dan alınan direktif sonucunda, yeniden yürürlüğe sokulmuştur (Yayman,
2013). Çözüm süreci olarak adlandırılan süreç MİT Müsteşarı Hakan Fidan kontrolünde
yapılan Öcalan’la doğrudan görüşmeler ile başlamıştır. Çözüm sürecinin
başlamasındaki ikinci etken Erdoğan’ın kaynağını Osmanlı’nın millet sisteminden alan
‘Yeni Türkiye Vizyonu’ olarak ifade edilebilir (Özcan, 2014: 26).
341
getirildi. Türkiye’nin önüne yeni bir hedef konulması lazım. Nedir bu yeni hedef? Hem
AK Parti’nin toplumu motive etmesinin hem de kendi siyasetini motive etmesinin hedefi
ne olacak? Ben bunun işaretlerini Diyarbakır’da güçlü bir şekilde gördüğümüzü
düşünüyorum.” Başbakan’ın Diyarbakır konuşmasının içeriği değerlendirildiğinde tüm
etnik kimlikleri içeren, kuşatıcı ve 23 Nisan 1920 vurgusu ile güçlendirilmiş bir söylem
olduğunu belirtilmelidir. Bu konuşmanın geçmişe ve ortak maziye yaptığı bu vurgu aynı
zamanda ‘Yeni Türkiye’ nin de yine 1920 yılında yakalanan bu birliktelik ruhuyla
kurulacağının en önemli göstergesidir. Ete, “Türkiye’nin herkesin bildiği ancak
söylemekten çekindiği için kuşdiliyle konuşan bir ülke olduğunu ifade ederek, bu
meselelerin bir kısmının da Diyarbakır’da aşıldığını ve Başbakan Erdoğan’ın, yeni
Türkiye’nin nasıl inşa edileceğine dair kararını vermiş, kafasındaki şüpheleri,
endişeleri gidermiş bir Erdoğan olduğunun altını çizdiğini” ifade etmektedir (Ete,
2013).
2013 yılında gerçekleşen Nevruz törenlerinde çözüm sürecinde çok önemli bir
kilometre taşı diyebileceğimiz bir adım gerçekleşti. BDP’nin düzenlediği törende
Öcalan’ın İmralı’dan gönderdiği Nevruz mesajı Kürtçe ve Türkçe olarak yüzbinlerce
kişiye hitaben okundu. Mesajın içeriği ortak geçmiş ve geleceğe vurgu yapıyordu
(Mete, 2015: 129). Nevruz mesajının okunmasını müteakip 21 Martta ateşkes çağrısı
yapıldı ve 25 Nisan’da PKK tüm silahlı elemanlarını 8 Mayıs tarihinden itibaren Kuzey
Irak topraklarına çekeceğini açıklamıştır (Mete, 2015: 132).
342
öncelikleri arasında olduğunu” tekrar vurgulama gereği hissetmiştir. Yeni hükümetin
kurulmasıyla birlikte çözüm süreci hükümet programında net bir şekilde ortaya
konulmuştur. Bu çerçevede Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlığı döneminde çözüm
süreci ile ilgili olarak yapılan ilk yapılan uygulama, “Terörün Sona Erdirilmesi ve
Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun” un uygulama ilkelerini
düzenlemekte olan Bakanlar Kurulu kararının 2 Ekim tarihinde Resmi Gazete’de
yayımlanması ile birlikte, kamuoyunda daha çok “Çözüm Süreci Kurulu” olarak
adlandırılan sürecin yürütülmesini koordine edecek kurumsal yapının oluşturulması
olarak gösterilebilir. Bu kararın alınması ile birlikte “Çözüm Süreci” bir bakıma “devlet
politikası” şekline dönüştürülerek sürecin resmi bir altyapı üzerinden yürütülmesi
sağlanmıştır (Miş vd., 2015:23-24).
343
yanında Türkiye’nin Güney Doğusu ile Suriye’nin Kuzey Doğusu simgesel olarak
aşılarak toplumsal olarak doğrudan, siyasi açıdan dolaylı bir eklenme sürecine
girilmişti. Doğal olarak bu durum Kürt hareketinin stratejisinde belirleyici bir unsur
oluşturmaya, çözüm süreci tanımında Kürtler açısından adeta bir ön koşul olmaya yüz
tutmuştu. Buna karşılık Türk devletinin ‘iç ve dış Kürtleri birbirinden ayrı tutma
politikası ve Suriye’de herhangi bir Kürt siyasi etnisitesi ni kırmızıçizgi olarak
görmesi’, sorunun çözümünü ‘milli sınırlar içinde demokratik entegrasyon olarak
tanımlanması’ bu yeni durum ile tezat oluşturuyordu.” Ortaya çıkan bu konjonktür
taraflar arasındaki gerginliği ileri bir boyuta taşıyor, uzlaşma için yapılması gereken
noktaları çoğaltıyor ve daha katmanlı bir hale getiriyordu (Bayramoğlu, 2015: 9).
Bunun sonucunda ortaya çıkan 6-8 Ekim Kobani olayları ile birlikte PKK, hem devlet
nezdinde hem de bölge üzerinde yapacağı tahribatın boyutlarını net bir şekilde
göstermiştir. PKK, bu olaylar sırasında ve takip eden dönemde tahripkâr tutumunu çok
ciddi bir biçimde artırarak sürdürmüştür (Altun, 2015).
6-8 Ekim tarihinde ortaya çıkan şiddet içeren toplumsal olaylar ve akabinde
Cizre’de yaşanan olaylar neticesinde HDP çizgisindeki Kürt siyasal hareketi bir
meşruiyet krizi içerisine girmiş, hükümetin çözümle ilgili olarak ortaya koyduğu kararlı
tutum neticesinde çözüm siyaseti zedelenmiş olsa bile yeniden yürütülmeye başlamıştı.
Bu çerçevede ortaya çıkmış olan yeni dinamikler HDP’yi daha önce halkı davet ettiği
şiddet çağrısına değil, siyaset içerisinde hareket etmeye zorunlu kılmıştır. Böylece,
çözüm sürecinin ilerlemeye devam etmesi ve HDP’ nin siyasi sürecin içerisinde
kalmaya devam etmesi HDP’ ye daha fazla siyasi meşruiyet kazanma fırsatı vermiş ve
siyasal alanını daha fazla genişletme yönünde seçim süreciyle beraber büyük bir fırsat
oluşturmuştur. 7 Haziran seçimine doğru giden süreçte HDP, hükümetin çözüm
sürecinin yürütülmesi konusundaki kararlılığının ona sağlayacağı siyasi kazanımları
engellemeye dönük bir kampanyayı uygulamaya başlamıştır. HDP’ nin uyguladığı
strateji, çözüm sürecinin sağladığı normalleşmeye dönük siyasi ve toplumsal hava
üzerinden kendi meşruiyetini artırıcı hamleler yaparken, bu konjonktür içerisinde
toplumda nezdinde oluşmuş AK Parti karşıtlığı üzerinden siyasi kampanyasını
yürüterek, “seçim sonrasında Çözüm Sürecinin tahkimine yönelik siyaset yapma
baskısını da bertaraf etmeyi” hedeflemiştir. Bu strateji ile eş anlı olarak parti olarak
seçime girme yönünde karar alan HDP, eğer seçim barajına takılmaları halinde çözüm
344
sürecin sona ereceğini ve akabinde tekrar çatışma ortamına girileceği düşüncesini halka
empoze etmeye çalışan bir siyasi duruş sergilemiştir. Bu iki strateji ile birlikte kendine
oy verme eğilimli seçmen tabanını baraj korkutması ile tahkim ederken, öte yandan
Türkiye çapında seçmeni çözüm süreci ekseninde hükümetin yanında değil de kendi
tarafında durma noktasına getirmeye çalışmıştır. Ayrıca seçim kampanyası süresince
sürekli olarak Erdoğan’ı şeytanlaştırma siyaseti üzerinden geliştirdiği “seni başkan
yaptırmayacağız” sloganı doğrultusunda, Erdoğan ve AK Parti’nin ortak mazi ve din
üzerinden kurmuş olduğu Türkiyelilik siyasetini “boş göstermeye” çalışan bir söylem
geliştirmiştir (Miş vd., 2015:22).
2015 yılının başları çözüm sürecinde ulaşılmış olan en ileri seviye görülmüştü,
fakat gelişen olaylar sonucunda aynı yılın sonlarına geldiğimizde sürecin nerdeyse
sıfırlandığını görüyoruz. 2013 baharında ortaya çıkan Türkiye’yi sarsmaya dönük algı
operasyonları içeren Gezi olayları, akabinde gerçekleşen 17-25 Aralık yargı
345
darbesinden sonra, 28 Şubat 2015 tarihinde İstanbul Dolmabahçe Başkanlık çalışma
ofisinde gerçekleşen bir toplantı çözüm süreci açısından zirve noktayı oluşturuyordu.
Daha önce çıkarılan çerçeve yasa kapsamında çözüm sürecinde koordinatör olarak tayin
edilen KGM müsteşarı Muammer Dervişoğlu, Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan ve
İçişleri Bakanı Efgan Ala ile karşı tarafta İmralı heyeti olarak adlandırılmış olan HDP
Milletvekilleri Sırrı Süreyya Önder, İdris Baluken, Pervin Buldan arasında gerçekleşen
“Dolmabahçe Görüşmeleri” denilen toplantı en önemli ilerleme noktasıydı. Toplantı
sonunda her iki tarafında katılmış olduğu ortak bir basın toplantısı düzenlendi. Fakat
basın toplantısına geliş sürecinde tarafların ortak bir metin üzerinde anlaşmaları
mümkün olmadı. Ortada bir tarafta HDP’nin diğer taraftan hükümetin olmak üzere
çözüm süreci ile ilgili görüşme çerçevesine birbirinden çok farklı vurgular yapan iki
metin söz konusuydu. Görüşmeler sırasında ortak, üzerinde mutabakata varılacak tek bir
metnin okunması kararlaştırılmıştı, fakat görüşmeler sonucunda istenilen bu noktaya
gelinemedi (Bayramoğlu, 2015: 4-5).
346
Duran’a göre, Şanlıurfa Ceylanpınar’daki polislerin katledilmesi kaynaklı olarak
PKK terör örgütüne yapılan hava operasyonları çözüm süreci’ni olumsuz yönde
etkilemiştir. Bu olaylar nedeniyle çözüm süreci’nin artık fiilen yürütülemez bir aşamaya
geldiği için durmuş olduğu söylenebilir. “PKK’nın bu zamana kadar istismar ettiği
çözüm süreci’nde deniz bitti; yani PKK’ya yönelik olarak gösterilen bir tür müsamaha
ve sabır denizi bitti… Batı’da barış; Doğu’da da korku ve şiddeti kullanan bir
PKK/HDP siyasetinin artık sonuna gelindi.” diye nitelendirilebilir. Duran, PKK’nın
çok da akılcı olmayan bir hesap hatası yaptığını ve Arap Baharının terine dönmesiyle
beraber Pankürdist bölgesel bir kazanım elde etme peşine düştüğünü, sol romantizmle
hareket ederek hareket ettiğini dile getirmektedir (Duran, 2015a). Başbakan
Davutoğlu’nun 24 Temmuz’da PKK ve IŞİD’e yönelik başlattığı operasyonlar, aslında
çözüm sürecinin resmen bittiği anlamına gelmektedir. Bunu takip eden günlerde 26
Temmuz’da PKK tarafından “Ateşkes fiilen bitmiştir” açıklaması gelmiş olup, PKK’nın
yapmış olduğu bir eylemde bir binbaşı hayatını kaybetmiştir. 29 Temmuz’da
Cumhurbaşkanı Erdoğan, çözüm sürecinin bu aşamadan sonra artık yürütülemeyeceğini
açıklamıştır. 4 Ağustos tarihinde HDP eş başkanı Selahattin Demirtaş’ın “PKK silah
bırakmalı, hükümet operasyonlara son vermeli” açıklamasına rağmen herhangi bir
sonuç vermemiş ve süreç resmen sona ermiştir (Gazeteduvar, 2019). Türk siyasal hayatı
boyunca Kürt sorunu ile ilgili olarak atılan en önemli adım olan “Çözüm Süreci” nin bu
şekilde sonladığı söylenebilir.
347
tende olduğu sürece yürüyeceğiz…. Bugün önümüzde duran sorunların çözümü yeni
imtiyazlar üretmekten geçmiyor, tam tersine hakların ve özgürlüklerin herkes için
hayata geçirildiğinde sorunlar gerçek anlamda ve kalıcı şekilde çözülmüş olacak”
demektedir (Hürriyet, 2013, Bkz. Ek: 10). Bu konuşmasında "Türk Milliyetçiliği
ayaklarımın altındadır" sözleriyle milliyetçi çevrelerden tepki çeken Tayyip Erdoğan
muhtarlarla buluşmasında bu kez de "Türkçülük ayrımcılıktır" ifadelerini kullanmıştır.
“Erdoğan sık sık şiirlerle bezediği muhtarlara konuşmasında "Türküm diyebilirsin bu
senin en tabii hakkındır. Ama Türkçüyüm dersen ayrımcısın" ifadelerini kullandı…”
(Gazete 2023, 2015, Bkz. Ek:9) demek suretiyle yine etnisiteyi geri plana atan İslami
bir yaklaşımı ön plana çıkaran bir söylem görülmektedir. Bu söylem ile beraber Kürt ve
Türkler arasındaki birliktelik din kavramı üzerinden kurulmaya çalışılmaktadır.
348
Recep Tayyip Erdoğan bir miting konuşmasında “Kürtlerin dini İslam değil.
Kürtler Zerdüşt’ diyorlardı. Kim? İmralı ve onun izinde olanlar. Şimdi ne yapıyorlar?
Cumaya gitmiyorlar… Bunlar birliğimizi beraberliğimizi bozmak için böyle yollara
başvuruyorlar.” demek suretiyle dini argümanları bu süreçte birleştirici unsur olarak
kullanmaktadır (Hürriyet, 2011, Bkz. Ek: 8). Erdoğan Bitlis’teki gençlik kolları
kongresinde ise “Bakın Kurtuluş Savaşı hazırlıklarını yaparken Kürt kardeşlerim
1920’de Paris Barış Konferansına uzun bir telgraf gönderiyorlar. ‘muazzam Osmanlı
kitlesinin en metin ve sarsılmaz, kale gibi direnci olan Kürtler, her şeyden evvel
İslam’dır. Yani Zerdüştler değil İslam’dır. Muhteşem Osmanlı ailesinin ve şu İslam
Kardeşliği toplumunun uzvu olan Kürtler’in onlardan ayrılmaması onların gayesidir.
İşin gerçeği Gazi Mustafa Kemal diyor ki 1920’de yine bir telgrafında söylüyor ‘Sizler
gibi, din ve namus sahibi büyükler oldukça Türk ve Kürt’ün ayrılmaz iki kardeş olarak
yaşamakta devam edeceği, iç ve dış düşmanlarımıza karşı demirden bir kale gibi
kalacağı görevinizdir” demek suretiyle yine ortak mazi ve İslam üzerinden bu
birlikteliği sağlamaya çalışmaktadır (Koyuncu, 2014: 223).
349
bir aile olarak milletin huzurunun sağlanması için elzemdir.” Bu çerçevede
değerlendirildiğinde bir taraftan “tanıma” siyaseti yürütülmeye çalışılırken öte taraftan
milliyetçi bir vurgunun öne çıkarılmış olması birçokları tarafından stratejik bir hata ve
partinin çizgi kayması gibi gözükse de AK Parti genel anlayışı bağlamında bir çelişki
ortaya çıkarmamaktadır (Saraçoğlu, 2011:50-51).
AK Parti’de 2023 Vizyonu ile çerçevesinde ekonomi, sosyal hayat, siyaset ve dış
politika da devletin rolü yeniden tanımlanmış, milletin her alanda çok daha etkili olduğu
bir dönem şekillendirmeye dönük adımlar atılmıştır. Devlet ile millet arasındaki
mesafenin giderek azaldığı bu yeni dönem de milli irade ve değerler üzerinde,
demokratik ilkelere ve hukuk normlarına dayalı devlet eskisinden de güçlü bir konuma
yükseltilmiştir. Meşruiyetin sağladığı bu gücün kaynağı, ‘devletin milleti’ yerine
‘milletin devleti’ olmanın bir sonucu olarak ifade edilebilir. Vatandaşların Anayasa’da
sayılan temel hak ve özgürlüklerini geliştirilmesi, siyasal alanda kimlik ve aidiyet ile
ilgili sorunların ortadan kaldırması, ötekileştirme yapılmadan tüm toplumsal kesimlere
siyasi katılım kanallarının açılması ve ortak aidiyet temelinde herkesi eşit vatandaş
olarak konumlanması ve yeni Türkiye’nin inşası açısından çok ciddi çalışmalar
yapılmıştır. AK Parti bu anlamda devlet ile millet arasında örülen duvarların yıkılması,
kardeşliğin yeniden-tesisi, birlik ve beraberlik ikliminin güçlendirilmesi amacıyla
Cumhuriyet tarihi boyunca dokunulmaya cesaret edilmemiş başlıkları gündemine alarak
çözüme dönük iradesini ortaya koymaya çalışmıştır. AK Parti tarafından, farklı etnik,
dini, mezhebi kesimlere yönelik ayrımcı politikaları sona erdirmek üzere hayata
geçirilen “Demokratik Açılım- Milli Birlik ve Kardeşlik Süreci” üzerinden cumhuriyetin
kuruluşundan itibaren var olan sorunların tartışılmasına katkı sağlaması, toplumun
konuyla ilgili farkındalığının arttırılması, çözüm iradesinin toplumsal geniş bir tabana
yayılması stratejisi izlenmiştir (Şen, 2015:176).
350
bir üst kimlik olarak siyasi alana taşımaktadır. Bu iki farklı bakış açısını gündelik
siyaset çerçevesinde bazen beraber, bazen ise sadece birini kullanma yoluna gitmiştir.
İslam’ın birlikte yaşama pratiğinin tek seçeneği olarak açık bir şekilde belirlenmiş
olması ulusal kimlik içerisinde ki Müslümanlık unsurunu tekrar üretmiş ve tahkim
etmiştir (Koyuncu, 2014: 228-229). AK Parti’nin yapmış olduğu şey aslında din
kardeşliği kavramı üzerinden ümmetçi bir bakış açısıyla ve özellikle de Kürt sorunun
çözümü ekseninde klasik milliyetçi anlayışın kodlarına müdahale etmek suretiyle yeni
bir millet ve milliyetçilik anlayışı inşa etmektir (Şen, 2015:176). Kısacası din unsurunu
ulusal kimlik anlayışının içerisine eklemlemek suretiyle ulusal kimlik
İslamileştirilmiştir (Koyuncu, 2014: 320). Özellikle, “yaratılanı yaratandan ötürü
sevmek” şiarı ile bu yaklaşımın içerisi doldurulmuştur. AK Parti ve Erdoğan’ın çözüm
süreci döneminde kullanmış olduğu söylem değerlendirildiğinde; Büyük Türkiye ideali
çerçevesinde söylenmiş etnik vurgudan uzak üst kimlik olarak Türkiye Vatandaşlığı
kavramının kullanıldığı, birleştirici faktör olarak ortak geçmiş ve İslam’ı önceleyen,
fakat aynı zamanda milliyetçi tabanın hassasiyetlerine uygun olarak kullanılan
ifadelerin özenle seçildiği nev’i şahsına münhasır bir dönem olarak değerlendirilebilir.
Bu dönem içerisinde AK Parti’de dönemin hassasiyetine uygun bir şekilde daha düşük
yoğunluklu ve içeriği İslam kardeşliği üzerinden şekillendirilmiş bir milliyetçi söylem
görmekteyiz.
2002 Kasım ayında yapılan ve AK Parti’yi iktidara taşıyan her seçim önceki
dönemin bakiyesi olan Türkiye siyasetinin kalıntılarını tasfiye edici yönde bir işlev
görmüştür. Bu seçimle birlikte 1990’lı yıllara has siyaset anlayışının tasfiye sürecinin
başlatıldığını, bu kurulu düzeni ve siyaset anlayışını bir hat olarak korumaya çalışan
kemikleşmiş yapılar ile değişimi ve dönüşümü isteyen çok farklı siyasi eğilimlerden
oluşan yeni oluşumlar arasında bir mücadele görüyoruz. Aslında bu süreçte gerçekleşen
seçimlerin hepsi bu mücadelede bir kilometre taşı olmuştur. 2007 yılında yapılan seçim
sonrasında AK Parti’nin siyasal çerçevede meşruiyetini daha da artırmış olduğunu ve
Cumhurbaşkanı seçimleri üzerinden ortaya çıkarılmaya çalışılan krizin seçim sonucuyla
beraber toplum tarafından çözüme kavuşturulduğunu söyleyebiliriz. 2011 seçiminde
ise, AK Parti’nin Türkiye siyasetindeki yerini daha da sağlamlaştırdığını görmekteyiz.
351
Bu süreçte AK Parti, “Yeni Türkiye” sloganı üzerinden tanımlamaya gittiği
muhafazakâr-demokrasi çerçevesinde siyasi hayatta yerini alırken, sorunları çözme
iradesine yönelik güçlü bir direnç ortaya koymaya çalışan yeni güç merkezleri ortaya
çıkmıştır (Miş vd., 2015: 7).
352
Parti’yi desteklemeye devam etmesi de, AK Parti’nin hala sorunların çözümünde çok
önemli bir pozisyonda olduğunun göstergesi olarak okunabilir (Miş vd. 2015: 7).
353
sürecindeki gidişin ürküttüğü seçmenler bunların AK Parti’nin yaşadığı son 2 yıllık
örselenme sürecine eklemlenme riski, Tayyip Erdoğan’ın ve AK Parti’nin dikkat
kesildiği konular arasında yer almıştır. Bunlara ek olarak HDP’nin AK Parti
karşısındaki benzer nedenli meydan okuması bu dili daha da körüklemiştir. Nitekim
Erdoğan’ın keskin kimi sözleri, Kürt sorunuyla ilgili bir durumun tespiti olmanın
ötesinde HDP’nin ve Demirtaş’ın kullandığı dile ve yürüttükleri kampanyaya bir yanıt
olarak da okunabilirdi” (Bayramoğlu, 2015:17-18).
354
hareket eden gruplar ve bazı odakların seçim dönemindeki başarısı olarak ifade
edilebilir. Ayrıca bu sonuçta AK Parti’ye oy verip, daha sonraki dönemde tavır
değiştiren 5 puanlık Kürt seçmeni de etkili olmuştur (Mahcupyan, 2015).
355
AK Parti ve Erdoğan’ın kampanya sürecinde başkanlık sistemine geçilmesi ile
ilgili söylemi ve karşılığında muhalefetin ortak bir söylem üzerinde “seni başkan
yaptırmayacağız” şeklindeki karşıt demeçleri 7 Haziran seçimlerini bir referanduma
dönüştürmüştü. Bu seçimde HDP’ nin yalnızca Kürtlerin değil, aynı zamanda sol
ideoloji çerçevesinde ortaya çıkan bir sosyoloji ekseninde ve Gezi Parkı eylemleri ile
şekillenmiş olan sol tandanslı bir özgürlükçü muhalefetin merkezi durumuna
getirildiğini söyleyebiliriz. Bu stratejinin amacı ise siyasi ve toplumsal çerçevede
muhafazakâr siyaset anlayışını geriletmek ve AK Parti’yi tek başına iktidara getirmeme
üzerine kurulmuştur. Bu muhalefet anlayışının çerçevesini muhafazakâr demokrat
projenin batı kesimlerinde muhafazakâr-seküler hat üzerinde durdurulması
oluşturuyordu. Bu strateji çerçevesinde muhalefetin 7 Haziran seçim sonucu
değerlendirdiğinde kısmen bir başarı elde ettiği söylenebilir (Miş vd. 2015:19-20).
Altınok’a göre ise seçimden sonrası için yapılması gerekenler konusunda; İktidar
partisi, "Yeni Türkiye" paradigmasına daha reformist bir perspektifle eğilmesi ve
Çözüm Süreci'ni bir sivil toplumsal barış projesi olarak kararlılıkla sahiplenmesi,
bölgedeki oy kaybının, mesela Diyarbakır'daki yüzde 50 erimenin nedenini sorgulaması
ve Orta sınıfın genişlemesine yönelik sosyal ve ekonomik politikalardan
356
vazgeçilmemesi, bunların yanında değişim ve dönüşüm isteyen doğal tabanını konsolide
etmek için elzem olan yeni anayasa ve tabii ki başkanlık hedeflerini üstünkörü
vurgulamanın hesabını da yapması gerektiğini ifade etmektedir” (Altınok, 2015). Her
ne kadar seçim sonuçları okunduğunda, AK Parti tek başına iktidarı elde edebilecek bir
oy oranına ulaşamamış olsa bile % 41’lik oy oranıyla seçimden yine de birinci sırada
çıkmayı başarmıştır. AK Parti’nin, daha önceki seçim sonuçları eksenli yapılacak bir
değerlendirmede bu seçimde, Türkiye'nin hemen hemen bütün bölgeleri ve toplumsal
açıdan farklı sosyokültürel kesimlere hitap edebilme, onların dikkatini çekebilme
kabiliyetini niteliğini her şeye rağmen korumakta olduğu görülmektedir (Altun, 2015).
Aslan’a göre “7 Haziran seçiminin sonuçları AK Parti’nin 13 yıllık iktidarını kesintiye
uğratmakla birlikte, siyasi süreçleri tam anlamıyla rayından çıkaracak bir etki
yapmadı. 7 Haziran seçiminin sonuçları 13 yıllık AK Parti iktidarını kesintiye uğratsa
da, muhalefetin tasarladığı türden AK Parti’ siz bir Türkiye’nin siyasi ve sosyolojik
açıdan mümkün olmadığını gösterdi. Şüphesiz muhalefetin iktidar alternatifi hüviyetini
taşımaktan hala uzak olmasının bu sonuçtaki payını da göz ardı etmemek gerekir”
(Aslan, 2015, 9). Türk siyasal hayatında ilk kez bir genel seçim sonucunda partilerin
hükümet oluşturamadığını ve cumhurbaşkanının ülkeyi tekrar seçime götürecek bir
seçim hükümeti kurulması yönünde anayasa tarafından kendisine verilen yetkiyi
kullandığını görmekteyiz (Bekaroğlu, 2015: 10).
357
ve Partinin oy oranı % 16,3'ten %11,9'a gerilemiştir. 7 Haziran'da 80 milletvekili
çıkarmış MHP, bu seçimde 40 milletvekili ile mecliste bulunan en az vekile sahip parti
grubu olmuştur. 7 Haziran seçimlerinde %13 oy oranını yakalayan HDP, bu seçimde
barajı bıçak sırtı bir şekilde geçerek % 10,75 oy almıştır. Doğu'da çok ciddi oy kaybına
uğrayan HDP, bu seçimde 1 milyona yakın seçmenini kaybetmiştir. HDP’nin
milletvekili sayısı ise 80'den 59'a gerilemiştir. Ancak HDP TBMM’deki üçüncü parti
grubu konumunu korumuştur. CHP, bu seçimlerde daha önceki seçimlere göre oy
sayısını yaklaşık 600 bin artırmış ve % 25,1 oy oranı ile yine ana muhalefet partisi
olmuştur. 7 Haziran seçimlerinde sadece 10 ilde birinci parti olan CHP, 1 Kasım
seçimlerinde 6 ilde en fazla oyu alarak 134 milletvekiline sahip olmuştur (BBC, 2015).
358
Kürt Sorununda çözüm sürecinin fiili olarak sona ermesi ile birlikte güvenlikçi
politikalara dönüşün ve “terörün belini kırdık” söyleminin, muhafazakâr-milliyetçi ve
sağ seçmen nezdinde karşılık bulduğunu görmekteyiz. MHP’nin oylarının %16,29’dan,
%11,90’a gerilediğini buna mukabil AK Parti’nin oylarının arttığını görüyoruz. Diğer
taraftan yine bu politikanın sonucu olarak, HDP’nin oylarındaki %15’lük düşüş ile ilgili
olarak seçmenin çatışmaların artmasında faturayı HDP/PKK olarak ifade edilen çizgiye
kestiği söylenebilir. Açık bir şekilde “hendeklerle özdeşleşen ve şiddetin kentsel
alanlara yayılmasında etkili olan “öz-savunma” siyaseti sağ-muhafazakâr, orta sınıf
Kürt seçmeninin bir kısmında onay görmemiştir.” Bu konuda, HDP her ne kadar çözüm
söylemine sahip çıkıyor gözükse de, siyasal alanının asıl belirleyicisi olarak inisiyatif
alamamıştır. Bu konuda, PKK’nın kurduğu oyun alanı çerçevesinde sıkışıp kalan bir
siyasal parti olmaktan öteye gidememiştir. Bu anlamda 7 Haziran’dan 1 Kasım’a
gelinen süreçte HDP’den kopan seçmenlerin bu siyaset bağlamında şekillenen güç
dengesine onay vermediği ve bu çerçevede AK Parti’ye tekrar yöneldikleri söylenebilir
(Çiçek, 2015).
359
6.7. 15 Temmuz Süreci: AK Parti’de dönüşüm ve Cumhur İttifakı
15 Temmuz 2016 darbe girişimiyle birlikte AK Parti ile birlikte 2011 yılından beri
çatışma halinde bulunan Hizmet Hareketi’nin aslında temel hareket noktasının din ve
İslam olmadığı kamuoyunca açıkça görülmüştür. Gülen’in takipçileri içine karıştığı ve
şiddet aygıtlarından yararlanarak mücadele ettiği iktidar ilişkileri göstermiştir ki
oldukça seküler ve dünyevi bir hareketti. Gülenizm’deki “din dili” ve ulvi amaçlar
gerçekleştirmek ve uluslararası güç odaklarının kendilerine tevdi ettikleri “hizmet”lere
ulaşmak için kullanılan bir aparattan başka bir şey değildi. Çünkü 15 Temmuz Darbe
360
girişimi de açıkça ortaya koymuştur ki, buradaki amaç dini bir kolektif birlik olmanın
çok uzağında, iktidara ortak olmak hatta iktidarı ele geçirme amacı güden askeri bir
kalkışmaydı (Çaylak vd., 2017: 31). Bir din ve maneviyat hareketi olarak kendisini
göstermeye çalışan; her türlü yalan, hile ve takiyye metotlarını kullanan Fethullah
Gülen Örgütü, AK Parti’nin ilk döneminde asıl yüzünü ortaya çıkaracak davranışlardan
kaçınmıştır. Erdoğan, bu yapının gerçek yüzünü anladığında mücadeleci bir yaklaşım
sergilemiştir (Akdoğan, 2019: 215).
15 Temmuz Cuma gecesi, Türk Silahlı Kuvvetleri içerisine 40 yıl boyunca sızmış
olan Fethullahçı Terör Örgütü’nün (FETÖ) gerçekleştirmeye çalıştığı bir darbe girişimi
olmuştur. Ordunun, yargı ve emniyetin içerisine yuvalanmış olan örgüt mensupları;
Genelkurmay Başkanlığı, Emniyet Birimleri, MİT, TRT ve TÜRKSAT en başta gelmek
üzere ülkenin en önemli kurumlarını ele geçirmeye çalışmak suretiyle kanlı bir darbe
girişiminde bulunmuştur. Siyasi tarih içerisinde hiç gerçekleşmemiş şekilde Türkiye
Büyük Millet Meclisi’ni uçaklarla bombalayan, “tanklarla insanları ezerek ve heli-
kopterlerden halkın üzerine ateş açarak” kendi milletine saldıran ve şehit eden bu
zihniyetin Türkiye’ye karşı ihanet içerisinde oldukları bu şekilde ortaya çıkmış oldu
(Miş vd., 2016: 7).
361
Başkanlığına vekâleten atanmıştır. Darbe artık sabah olduğunda akamete uğratılmış ve
darbe girişimine katılanlar gözaltına alınmaya başlamıştır. Böylece, 15 Temmuz gece
22.00 civarında başlamış olan bu kalkışma, 16 Temmuz öğle vaktine doğru halkın
desteği ile bastırılmıştır (Bölükbaşı, 2019: 134).
Darbeyi görünüşte yaptığı iddia edilen ve darbe günü okunan bildiride imzası
bulunan “Yurtta Sulh Konseyi” adı verilen yapıdan ziyade FETÖ tarafından
görevlendirilmiş olan sivil imam olarak bilinen ve birçok kuruma emir verme yetkisinde
olan kişilerdir. FETÖ mensubu kamu görevlileri ve TSK mensupları sivil imamlara
mutlak itaat içerisinde hareket ettiklerinden yurtta sulh konseyi üyelerinin kim olduğu
süreci etkileyen bir konu değildi. “Darbenin merkezi olan Akıncı Üssü’ndeki olaylara
ilişkin iddianameye göre 15 Temmuz darbe girişimini Akın Öztürk, Kubilay Selçuk,
Ünsal Coşkun, Ömer Faruk Harmancık, Hakan Evrim, Ahmet Özçetin, Mehmet Fatih
Çavur ile FETÖ’nün sivil kanadına mensup Adil Öksüz, Kemal Batmaz, Hakan Çiçek,
Nurettin Oruç ve Harun Biniş gibi isimler 143. Filodan bizzat yönettiler.” Darbe
girişimden sonra yapılan soruşturma süreçlerinde ortaya çıkan belgeler ve deliller
ışığında bu sivil imamlardan Öksüz’ün darbe girişimi sırasında TSK imamı olduğu
tespit edilmiştir (Uzun vd., 2017: 52-53).
362
personeli aynı şekilde tutuklanmıştır. 20 Temmuz 2016 günü Cumhurbaşkanı Erdoğan
Anayasa gereği hükümete olağanüstü hal ilanı kararı alma tavsiyesinde bulunmuş ve
“olağanüstü hal” ilan edilmiştir (Çaylak vd., 2017: 29). Bu süreç sonunda Türk Silahlı
Kuvvetleri ve diğer kamu kurumlarında yapılan FETÖ üyelerinin ihraç süreçleri
başlamıştır. İhraç süreçlerinin yanında yapılan düzenlemeler ile birlikte FETÖ
üyelerinin ihracın yanında terör suçu kapsamında yargılanmalarının gerçekleştiğini ve
darbe girişiminin bir gün sonrasında 16 Temmuz 2016 tarihinde Silahlı Kuvvetler
mensubu 2 bin 839 askerin yakalandığını ve yargı önüne çıkarıldığını görüyoruz
(Yeşiltaş ve Aslan, 2017: 13).
363
gelmek üzere PKK, PYD vb. terör örgütleri üzerinden yapılan saldırılar ve bu örgütler
üzerinden Türkiye’ye karşı vekâlet savaşları yürüten küresel güçlere karşı, millet
zihninde bir milli bilinç oluşturmak, birlik ve bağımsızlığı devam ettirmeye dönük bir
milliyetçi söylem geliştirdiği söylenebilir. Bölükbaşı bu milliyetçi söylem ile ilgili
olarak şu noktaları ortaya koymaktadır: “15 Temmuz Gecesi doğrudan hedefi ve
devletin en üst temsilcisi yani Cumhurbaşkanı olması hasebiyle yaptığı konuşmanın
bağlamı kendisi tarafından oluşturulmaktadır. Burada ‘biz’ zamiri önem arz etmekte,
15 Temmuz gecesi tanklara, uçaklara ve silahlara karşı direnen Türk milleti, vatansever
güvenlik güçleri ve devlet yöneticileriyle birlikte darbe karşısında duran herkes ‘biz’i
oluşturmaktadır. ‘Devletten, milletten, haktan ve hakikatten yana olanlar burada’
söylemi buna işaret etmektedir. Bunun karşısında ise öteki olarak başta terör örgütü
FETÖ olmak üzere bütün terör örgütleri, bunların arkasındaki karanlık güçler ve 16
Temmuz sabahı darbenin başarısız olmasına üzülenler bulunmaktadır. Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın konuşmasının amacı ise FETÖ’nün bir ihanet şebekesi olduğunu ortaya
koymak, devleti Fetullahçı teröristlerden temizlemek, 15 Temmuz gecesi Türk milletinin
destansı mücadelesini anlatmak ve devletin yıkılmayacağını göstermektir” (Bölükbaşı,
2019: 140).
15 Temmuz’da başarısız kalkışma üzerinden geçen iki aylık süre içerisinde ortaya
çıkan bilgiler FETÖ’nün yapmış olduğu ihanetin tüm boyutlarını ortaya çıkarmıştır. 15
Temmuz’da gecesi milletin özellikle muhafazakâr sağ siyasi görüşlere ve kısmen de
olsa bazı sol çevrelere mensup kesimlerinin ortaya koymuş olduğu birliktelik, 7 Ağustos
tarihinde yapılan İstanbul Yenikapı mitingi ile perçinlendi. Bu mitingi takip eden
dönemde Türkiye ile ilgili duygu ve amaç birliği olan konuları ifade etmek için
“Yenikapı Ruhu” kavramı siyaset arenasında kullanılmaya başlanmıştır (Çağlar, 2016).
15 Temmuz tarihinde gerçekleşen bu darbe girişimine karşı duran 5 milyona yakın kişi
İstanbul Yenikapı meydanında çok büyük bir buluşmada bir araya gelmiştir.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile AK Parti, CHP ve MHP siyasi parti liderleri
tarihte ilk kez meydanda halkın karşısına çıkmıştır. Demokrasi ve Şehitler Mitingi adı
verilen bu mitinge Cumhurbaşkanı Erdoğan (ailesi ile beraber), Başbakan Yıldırım,
CHP lideri Kılıçdaroğlu, MHP lideri Bahçeli, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulûsi
Akar, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, eski Başbakan Ahmet Davutoğlu ile Diyanet
İşleri Başkanı Mehmet Görmez beraber katılmış ve dört lider sırayla kürsüye çıkıp
364
mitinge katılanları selâmlamıştır. Bahçeli, Kılıçdaroğlu, Akar, Başbakan, TBMM
Başkanı İsmail Kahraman ve Cumhurbaşkanı miting alanındaki coşkulu kalabalığa karşı
konuşmalar yaptılar (Aljazeera Türk, 2016).
365
adının konulması “Cumhur İttifakı” ile gerçekleşmiştir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip
Erdoğan’ın ittifak tartışmaları ekseninde dile getirdiği, “MHP ile her türlü adımı
atmaya hazırız” açıklaması MHP’de memnuniyet yarattı. MHP Grup Başkanvekili
Erkan Akçay, “millilerle gayri millilerin ittifakı olacak” değerlendirmesini yaparken,
MHP Genel Başkan Yardımcısı Celal Adan, ittifak edilen konunun partilerin menfaati
değil, Türkiye’nin milli çıkarı olduğunu kaydetmektedir (Milliyet, 2017). 15 Temmuz
2016 tarihinde FETÖ tarafından gerçekleştirilmeye teşebbüs edilen darbe girişimi
sonrasında, Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı gerek iç gerekse dış kaynaklı
saldırılara bir yerli ve milli bir mutabakatın sonucu olarak ortaya çıkan AK Parti ve
MHP'nin "Cumhur İttifakı" protokolü, MHP Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Kalaycı
AK Parti Milletvekili Mustafa Şentop tarafından YSK'ya iletilmiştir. Bu protokol metni
içeriğinde protokolün gerekçesi açık bir şekilde açıklanmıştır. Protokol içeriğinde;
“Cumhur İttifakı, Türkiye'nin istiklâlini ve istikbâlini her şeyin üstünde tutan bir
anlayışla, güçlü ve istikrarlı bir parlamento yapısının oluşturulması ve 15 Temmuz
2016'da FETÖ'nün teşebbüs ettiği hain darbe ve işgal hareketi sonrasında, Türkiye'nin
maruz kaldığı saldırılara karşı yerli ve milli bir duruşun doğal bir sonucu olarak ortaya
çıkmıştır” şeklinde yapılan bir açıklama ile ittifakın sadece bir seçim ittifakı
olmadığının altı çizilmiştir (Milliyet, 2018, Bkz. Ek: 17).
366
hesaplar yapmaksızın ortak bir duruş ve birliktelik ortaya koymayı amaçlamaktadır.
Dolayısıyla ittifak yerel seçimleri de bu doğrultuda değerlendirerek gündelik siyasi
anlaşmazlıkları ikincil plana itmiş ve ortak tehdide karşı yeniden bir seçim iş birliğine
gitmiştir. Bu noktada AK Parti ve MHP’yi buna teşvik eden ortak tehdit ise muhalefet
blokunun iş birliği yaparak bazı büyükşehirleri kazanabilme ihtimali ve böylelikle
Cumhurbaşkanlığı sistemini sorgulanır hale getirme çabasıdır.” AK Parti ve MHP
Cumhur ittifakına 31 Mart seçimlerini de dâhil etmek istemesinin temel nedeni yeni
oluşturulan bu sistemin tam olarak yerleşmediği inancı, sistemin kurumsallaşması için
yapılacak yasal-idari düzenlemeler için belli süre gerektiği ve Cumhur İttifakı ile 24
Haziran seçimlerinde yakalanan güçlü siyasi pozisyonun 31 Mart sonrası zayıflaması
üzerinden muhalefetin Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine karşı hala devam eden
direncinin güç kazanmasını engellemek istemeleridir (Laleoğlu, 2019).
Recep Tayyip Erdoğan okuduğu bir şiir hapis cezası alması ve siyaseten yasaklı
hale getirilmesi üzerinden siyasette engellenmeye çalışılması yüzünden siyasal
kültürümüzün çok sevdiği mazlum tipolojisine bire bir uyan bir siyasi şahsiyet olması
nedeniyle halk tarafından çok sevilmektedir. Fakat bunun yanında halkın onu
kendisinden görmesi, samimi bulması ve hatta bununda ötesinde sosyolojideki
367
karizmatik lider tipolojisine birebir uyması gibi nedenlerle çok büyük bir desteğe ve
krediye sahip olurken, AK Parti’ye çok ciddi bir güç sağlamıştır (Kahraman, 2007:140).
Güler’e göre “Doğulu bir toplum olmamız hasebiyle, siyasi ilişkiler Doğuda olduğu gibi
bizde de ‘çoban- sürü’ ilişkisine benzer. Lider kültünün dayandığı yerde ‘kaptan’ değil
‘çoban’ imgesidir. 1950’lerden sonra dış etkilerin zorlaması ile sözde demokrasiye
geçiş ile birlikte Menderes, Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş halkın güçsüz gözdeleri
olarak görülmüş. Bunların arasında Erbakan dine daha fazla atıf yaptığı için
taraftarları arasında ‘halife’ yi çağrıştıran karizmamsı bir sıfatının olduğunu
söyleyebiliriz. Recep Tayyip Erdoğan ise, Askeri ve işbirlikçisi hukuki vesayeti
(bürokratik oligarşi) geriletme imkânı elde etti. Böylece o geçmişin güçsüz
gözdelerinden farklı olarak siyasi ve ekonomik bir güç elde etti. Kasımpaşalılığı ile
birlikte yaşadığı mağduriyetten bir ‘Zaloğlu Rüstem’ veya bir ‘Kadir İnanır’ rolü üretti.
Otoriter kişiliği bağlamında hocası Erbakan’dan geri kalır yanı olmadığı halde,
hocanın halifelik misyonunu tercih etmesi yerine, o zamanın ruhuna uygun olarak
seküler liderlik misyonunu tercih etti. Onun iktidar yıllarında muhalefetin zayıflığı bu
rolü tahkim etti. ‘Gömleğini çıkarması’ ise, onun yeri burjuvazi ve Batı nezdindeki
güvenilirliğini sağladı. Daha sonra yerli burjuvaziyi de büyük ölçüde dize getirmeyi
başardı. Liderliğin güç kullanma pratiği onda disiplin, düzen ve birlik gibi pozitif
idealar üzerinden işlemektedir: Bir olalım, dirlik olalım, diri olalım gibi.” (Güler, 2016:
60-62).
Erdoğan’ın Milli Görüş döneminden başlayarak AK Parti ile devam eden siyasal
hayatına baktığımızda zaman içerisinde oluşan siyasetçi kimliğinin interaktif olarak
şekillenen bir lider olduğu söylenebilir. Bu çerçevede değerlendirdiğimizde Türk siyasal
368
hayatı içerisinde özellikle son 30 yılda çıkmış tek organik liderdir. Erdoğan siyaset
yaparken halka bir şeyler söylemiştir ve halk buna farklı bir şeyler eklemek veya
çıkarmak suretiyle bunları yeniden Erdoğan’a iletmiştir. Erdoğan’ın siyaset yapma tarzı
bu çerçevede aşağıdan yukarıya şekillendirici etki yapan dinamikler üzerinden
oluşmuştur. Erdoğan, AK Parti’nin deklere ettiği muhafazakâr demokrat kimliğin bir
gereği olarak yerli değerleri savunan bir anlayışa sahiptir. Bununla beraber yerli
değerleri savunması onu bu şekilde siyaset anlayışına sahip diğer siyasi hareketlerdeki
“içe kapanmacı siyaset” tarzına itmemiştir. Bir ölçüde yerli ve milli değerlerle yönünü
dışarıya doğru çevirme şeklinde ifade edebileceğimiz bir anlayış inşa etmiştir (Çakır ve
Çalmuk, 2001: 204-205).
369
kısmen de olsa başarılı oldular. Ama Allah’a hamdolsun, o ruhu silemediler, o ışığı
söndüremediler, milletin ruhundaki nuru, tam olarak zulmete, yani karanlığa
çeviremediler.” (Türk, 2018: 295-296).
370
ifade ettik.” ifadeleriyle ortaya koymaktadır. Günümüz Türkiye’sinde kalkınmayı ve
gelişmeyi engellemek isteyen çevrelerin çok fazla olması ve bu durumu engellemeye
dönük faaliyetleri nedeniyle Erdoğan, millete ortak bir aidiyet duygusu kazandırmaya
çalışan bir siyaseti gözetirken, genel olarak tek tip düşünceden kaçınmış ve milletin
farklılıklarına uygun olarak bir söylem geliştirmiştir (Andı, 2016: 83). Erdoğan,
“Milliyetçilik, o çocuklara okuyacakları okul inşa etmektir. Milliyetçilik o çocuklara
insanca eğitim görecekleri sınıflar inşa etmektir. Milliyetçilik o çocuklara en modern
eğitim imkânlarını sunmaktır. En önemlisi de milliyetçilik, çocuklara slogan arttırmak
değil, onlara bir vizyon, bir ufuk sunmaktır. Onlara güçlü bir Türkiye emanet etmektir.”
demektedir. Okullarda dağıtılmasını sağladığı tabletlerin “F klavyeli” olarak verilmesi
gerektiğine ilişkin hassasiyeti hizmet siyasetine eklemlenmiş olan bir milliyetçi
anlayışın tezahürüdür. Erdoğan’ın bu milliyetçilik anlayışının bazı durumlarda
muhafazakârlığı da yardımına çağırdığına şahit olmaktayız (Türk, 2018: 298-299).
371
biri olarak ifade etmektedir. Kırmızıçizgi olarak ifade ettiği durumu: “Dün söyledim
gene söylüyorum. Biz dinsel bir milliyetçiliğe karşıyız. Ve bu ülkede herkesin bir,
beraber Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı ortak paydasında bütünleşmek suretiyle
geleceğe, aydınlık Türkiye geleceğine yürümesini istiyoruz.” şeklinde ifade etmektedir
(Topuz, 2019: 319). Bu milliyetçilik anlayışı, Erdoğan’ın “Büyük Devlet, Büyük
Türkiye” idealinin aktarımında karşımıza çıkan tamamlayıcı bir unsur olarak
görülmektedir. Bu anlayış içerisinde mazi, sadece muhafazakâr bir bakış açısı ile
değerlendirilen bir anılar deposu değil, aynı zamanda milliyetçi altın çağ mitosunun
doğal bir mecrasıdır. O, bu durumu: “Tıpkı ecdadımızın yaptığı gibi, hem de bin yıl
önce ve bin yıl boyunca yaptığı gibi, Türk, Kürt, Arap, Sünni, Şii ayrımı yapmaksızın bir
olmayı, iri olmayı, diri olmayı istiyor, bunun için samimi gayret gösteriyoruz. Eğer
bundan 942 yıl önce Sultan Alparslan’a, ‘Senin Halep’le, Şam’la, Kudüs’le, Kahire’yle
ne işin var’ denilseydi, inanın Malazgirt zaferi olmaz…” ifadeleriyle dile getirmektedir
(Türk, 2018: 302-303). Erdoğan, etnisist kökenli bir milliyetçi anlayışa karşıtlığını
anlatırken dile getirmiş olduğu “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı ortak paydasında
bütünleşmek” ifadesinin birlik ve bütünlüğe yapılan vurguyu içerdiğini söyleyebiliriz
(Topuz, 2019: 319-320). Bu bağlamda ortaya koyduğu milliyetçilik anlayışı Türk sağı
içerisinde gözlemlediğimiz klasik milliyetçilik kurgusunun reddi üzerinden
temellenmektedir. Bu söylemde Tek Parti Dönemi’nin dayatma ve asimilasyona dayalı
milliyetçilik projesi eleştirilmektedir. Erdoğan, AK Parti ile birlikte diğer alanlarda
gerçekleştirdikleri gibi bir zihniyet değişimi olduğunu şu sözleriyle ortaya koymaktadır:
“Artık Türkiye’de, kimlik dayatan, makbul vatandaşı tanımlayan, vatandaşlarının
kökeniyle, inancıyla, dünya görüşüyle uğraşan bir devlet yoktur” Erdoğan’ın bu
anlayışının içerisinde milliyetçilik, muhafazakârlık ve İslamcılığın birlikteliğini
görebileceğimiz bir “altın çağ” düşüncesi söz konusudur (Türk, 2018: 300-301).
372
Roman olmakta bir olumsuz taraf olamaz. Erdoğan’ın “Bu ülkede ayrımcılığa yer yok.
Kürd’üyle, Türk’üyle, Çerkez’iyle, Abaza’sıyla, Gürcü’süyle, Boşnağıyla aklınıza ne
gelirse hepimiz Türkiye cumhuriyeti vatandaşıyız” ifadeleriyle dile getirmiş olduğu
anayasal vatandaşlık vurgusu aynı zamanda bir makbul vatandaşlık çağrısı olarak ta
değerlendirilebilir (Türk, 2018: 234). Bu doğrultuda Erdoğan’ın söylemlerinde parti
politikalarını etkileyen bir şekilde İslam inancı, kardeşlik ile ortak mazi anlayışıyla
bezenmiş ve dönemsel olarak yoğunluğu değişen milliyetçi bir söylemin varlığı net bir
şekilde görülmektedir.
373
SONUÇ
Türk siyasal hayatında neredeyse 19. yılını dolduran parti girdiği bütün seçimleri
kazanmayı başarmış ve Türk siyasal hayatında hâkim parti statüsüne ulaşan, Demokrat
Parti’yi de sayarsak ikinci parti olma niteliğine kavuşmuştur. Kuruluşundan itibaren
partinin gelmiş olduğu siyasi gelenek olan “Milli Görüş”ün siyasal İslamcı çizgisinde
kuruluşundan itibaren farklılaştığını görmekteyiz. Partinin kurucusu ve günümüzde de
lideri pozisyonunda olan Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının dile getirmiş olduğu
“Milli görüş Gömleğini Çıkardık” söylemi ve partinin çizgisinin muhafazakâr
demokrat olarak belirlenimi bunun en bariz örneğidir.
Modern kurulu düzenin korunmasında yapılan bu ittifakın dışında bir başka ortak
noktada gerek muhafazakârlığın gerekse milliyetçiliğin önemli bir kavram olarak ön
374
plana çıkardıkları “ulusal şeref nosyonu” söylenebilir. Smith, ulusal şeref nosyonunun
muhafazakârlar ve milliyetçiler arasındaki ortak noktaların en önemlisi olduğunu ifade
etmektedir. Bunun yanında milliyetçilerin ve muhafazakârların vatan, millet ve devlet
için yaptıkları fedakârlıkların nedeni olarak, ikinci bir ortak nokta olarak simgeler ve
mitos kavramlarının kullanımında ortaya çıkmaktadır. Her iki ideoloji de amaçları
çerçevesinde insanları mobilize etmek için bu kavramlara sık sık başvurmaktadır.
Üçüncü bir ortak nokta ise her iki ideolojinin dine vermiş oldukları değer olarak ifade
edilebilir. Hangi milliyetçi düşünce olursa olsun ya din ile eklektik bir ilişkiye girmiştir
ya da bir sentez durumu olduğu görülmüştür. Muhafazakâr düşüncenin ana damar
söylemi içerisinde milliyetçilik meselesi hep ön sıralarda olmuştur. İşte tam bu noktada,
muhafazakârlar, geçmişten beri var olan din, dil ve geleneği tekrardan önemsenmesi
gereken bir konuma getirme amacındadırlar. Anderson’un ifadesiyle muhafazakâr
düşünce milliyetçiliği araçsallaştırarak modernitenin ortaya çıkarmış olduğu yeni
sorunlarla yeni mücadele imkânlarına kavuşuyordu. Bu bağlamda muhafazakâr düşünce
ve siyasetin önemli özelliğinin milliyetçilik ile olan ilişkisi olarak ortaya çıktığı net bir
şekilde ortada durmaktadır.
375
AK Parti de merkez sağ bir parti olmasa bile muhafazakâr bir parti olarak elbette
bu çizdiğimiz çerçevenin dışında olan bir siyasi yapılanma değildir. 3 Kasım 2002 den
itibaren yapılan bütün seçimlere dönük yapılan analizlerde bu durumu ortaya
koymuştur. Analiz sonuçlarının ortaya koyduğu çerçevede AK Parti merkez sağ bir
siyasal parti olmamakla beraber merkez sağ siyasi yelpazedeki boşluğu dolduran bir
partidir ve ona oy veren seçmen kitlesi de muhafazakâr ve milliyetçi kökene sahip sağ
kökenli seçmendir. Merkez sağ parti olmamakla beraber dış politika tercihleri (Amerika
ve Rusya’ya dönük politikalar); kalkınma ve ekonomik gelişme ile ilgili yaklaşımları;
devlet odaklı perspektifleri; din, gelenek, aile, ordu konularındaki siyasi vurguları;
halkçı söylemi; sivil alanda faaliyet gösteren dinsel kurumlar ilişkileri gibi konularda
merkez sağ partiler ile çok ciddi benzerlikleri bulunmaktadır. Bunun yanında merkez
sağ partilerden; İslamcı geçmişi ve bununla bağlantılı İslami enternasyonalizm anlayışı,
İslami hassasiyeti olan partiler ile işbirliği anlayışına sahip olması, Ortadoğu ve Filistin
konusuna var olan ilgisi, Filistin meselesi ekseninde bölge ülkeleri ile yaşanan sorunlar
(İsrail örneği) gibi başlıklar ekseninde ayrılan yönleri söz konusudur.
AK Parti her ne kadar İslami bir siyasi çizgiden devşirme bir parti olsa da merkez
sağ seçmenin salt ideolojik söyleme sahip olan partileri desteklemek konusunda uzak
durması ve onları marjinal olarak görmesinden kaynaklı olarak gerek parti lideri gerekse
kurucu yöneticilerin “Milli Görüş gömleğini çıkardık” söylemi de muhafazakâr ve
milliyetçi sağ seçmenin tercihleri üzerinde olumlu karşılık bulmuştur. AK Parti’nin
376
siyasal İslamcı bir geleneğe ait bir çizgiden ayrılarak kendini muhafazakâr demokrat
olarak tanımlaması siyasal sistem nezdinde meşru bir nitelik kazanması için öngörülen
bir tanımlama olarak ortaya çıkmıştır.
Genel olarak AK Parti’nin siyasi konumlanışında çok büyük oranda söz sahibi
olan Erdoğan’ın ulusalcı veya milliyetçi olarak kategorize edilen siyasi çizgiden
gelmediğini daha önce ifade edilmişti. Bunun yanında liderin gerek seçim mitingleri
gerekse siyasal toplumsal olaylar hakkında vermiş olduğu demeçlerinde milliyetçi
377
ideolojiye ait kavramları çok sık kullandığını da görülmektedir. Bunun sebebi Türk
siyasal hayatında milliyetçi çizgide siyaset yapan partilerden daha fazla bir büyüklükte
milliyetçi seçmen kitlesine sahip olması olarak düşünülebilir. Bu durum 2002 den
günümüze kadar gerçekleştirilen seçimlere yönelik yapılan gerek analiz ve
değerlendirmelerde gerekse yapılan saha çalışmalarında net olarak tespit edilen bir
realite olarak ortadadır. AK Parti ve Recep Tayyip Erdoğan’ın bu eksende gerçekleşen
milliyetçi tonlamalı bir söylemi varsa da bu söylem ötekileştirici, dışlayıcı ve
indirgemeci bir içerikte değildir. AK Parti’nin siyasal söyleminde var olan “Büyük
Türkiye İdeali”, ekseninde ortaya koymuş olduğu milli ve millici karakter milletin
varoluşunu, geleneğini, değerlerini ve mazisini muhafaza etmeyi amaçlayan ve klasik
milliyetçi anlayıştan çok farklı bir boyuttadır.
Erdoğan ve AK Parti’nin milli ve yerli bir duruş odaklı olarak yürütmüş olduğu
siyasal faaliyetler; Türk siyasal hayatında kendisinden önceki dönemlerde görülmekte
olan dışa bağımlı ve dışarıdan onay ile yürütülen siyasi anlayıştan farklılaşmış
olmaktadır. AK Parti tarafından üretilen bu yeni milliyetçi yaklaşımında “millet”
kavramı muhafazakâr ve dini bir renklendirme ile şekillendirilmiş, etnisist nitelikte
olmayan bir tarzda tanımlanmıştır. AK Parti’nin bu yeni milliyetçilik yaklaşımı,
cumhurbaşkanı Erdoğan’ın genellikle seçim meydanlarında söylemiş olduğu “Tek
millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” sözleriyle sloganlaşmıştır. Ayrıca 'tek millet, tek
bayrak, tek vatan, tek devlet' şiarı ile beraber ortak geçmiş ve geleceğin birlikte
kurulması ile ilgili vurgunun önemi açıkça görülmektedir. Bu sloganın içeriğine
bakıldığında klasik milliyetçi bir bakış açısı ile etnik bir anlam yüklenilmediğini, İslam
inancı ile bezenmiş kardeşlik vurgusu ön planda olan bir Türkiyelilik anlayışının ön
plana çıkarıldığını görmekteyiz. Burada şunu da açıklığa kavuşturmak gerekir ki, AK
Parti’nin çözüm süreci bağlamında yürüttüğü Kürtleri etnik olarak tanıma siyaseti ile eş
anlı olarak “tek millet, tek devlet, tek bayrak ve tek vatan” sloganının kullanılması
etnisist-Türkçü bir milliyetçilik anlayışı ile çelişki arz etse de AK Parti’nin bu yeni
milliyetçilik anlayışı açısından bir tezat oluşturmamaktadır. Bu bağlamda AK Parti’nin
yürütmüş olduğu bu tanıma siyaseti de çözüm süreci döneminde milliyetçilikten
vazgeçiş olarak değerlendirilmemelidir. Tam tersi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çözüm
süreci döneminde “Her türlü milliyetçilik ayaklarımın altındadır” söylemini
378
değerlendirmeye tabi tuttuğumuzda süreci meşrulaştırmaya dönük bir söylem olduğu
görülmektedir.
AK Parti’nin yeni milliyetçilik anlayışının ana ekseni içerisinde ortak bir şekilde
oluşturulmuş olan bir geçmiş ve İslam’ın harcını oluşturduğu bir bileşim söz konusudur.
Dini içerikli bu söylem üzerinden Kürtler ve Türkler arasında geçmişte sağlanan
birlikteliğin tekrar oluşturulması, kendisini destekleyen milliyetçi damarı olan
muhafazakâr seçmenini ulusalcı ve milliyetçi çizgide siyaset yapan partilere
kaptırmama gayreti ile Doğu ve Güneydoğu Anadolu ağırlıklı olarak kendisine destek
veren Kürt kökenli seçmenlerini aynı anda partinin bünyesinde muhafaza etme çabasına
işaret etmektedir. Bu şekilde Kürt kökenli seçmen ile BDP/HDP arasındaki temsil
meselesi din kavramı üzerinden engellenmeye çalışılmıştır. İçeriği klasik etnisist temelli
ırkçı-faşizan milliyetçi anlayıştan farklı olarak yeniden kodlanmış, mazi ve din üzerinde
içi doldurulmuş bu yeni milliyetçi yaklaşım AK Parti’nin merkez sağ parti olarak
kategorize edilmese bile merkez sağ seçmenin oylarını almaya dönük oluşturduğu
ideolojisinin gerek İslamcılık gerekse muhafazakârlık ile beraber en önemli argümanı
olmuştur. Bu bağlamda AK Parti’nin ortaya koyduğu milliyetçi anlayışı ile partinin
Kürt meselesinin çözümü çerçevesinde geliştirmiş olduğu politikaları arasında iddia
edildiğinin tersine bir çelişkiden ziyade bir uyumluluk söz konusudur. Bu milliyetçi
anlayış çerçevesinde AK Parti için “millet” kategorisi etnik farklılıkların dışında
İslami-kültürel bir birliği ifade etmektedir. Özellikle, “yaratılanı yaratandan ötürü
sevmek” şiarı ile bu yaklaşımın içerisi doldurulmuştur. AK Parti ve Erdoğan’ın çözüm
süreci döneminde kullanmış olduğu söylem değerlendirildiğinde; büyük Türkiye ideali
çerçevesinde söylenmiş etnik vurgudan uzak üst kimlik olarak Türkiye vatandaşlığı
kavramının kullanıldığı, birleştirici faktör olarak ortak geçmiş ve İslam’ı önceleyen,
fakat aynı zamanda milliyetçi tabanın hassasiyetlerine uygun olarak kullanılan
ifadelerin özenle seçildiği nev’i şahsına münhasır bir dönem olarak değerlendirilebilir.
379
yanında olduklarını deklere etmişlerdir. Bu süreçte halkın siyasi görüşüne bakılmaksızın
neredeyse tüm kesimleri demokrasi nöbetleri olarak adlandırılan geniş katılımlı
gösteriler gerçekleştirerek seçimle gelen sivil iktidarın yanında yer almışlardır.
380
hükümet sistemine geçiş aşamasında MHP ile kurmuş olduğu ve halen devam eden
“Cumhur İttifakı” da bu milliyetçi söylemin geliştirilmesinde önemli rol oynamıştır.
Küresel krizlerin ulus devletleri güçlendirici bir yapısının söz konusu olması ve
ulus devlet formundaki ülkelerde güçlü iktidarların ortaya çıkmasına zemin hazırladığı
381
çok sık görülen bir durumdur. Bu çerçevede yaşanan küresel ekonomik krizlerin AK
Parti iktidarlarını da siyasal olarak daha güçlü kıldıkları söylenebilir. AK Parti’nin de bu
dönemleri çok iyi bir şekilde değerlendirerek girdiği seçimlerden başarı ile çıktığı
bilinmektedir. Ayrıca bu dönemlerde yapılan sosyal devlet uygulamalarının da
artırılarak devam ettirilmesi, seçmen desteğinin devam etmesinde etkili olan bir başka
faktör olduğu ifade edilebilir.
AK Parti yaptığı uygulamalar ile yabancı sermaye yatırımlarını ülke içine kanalize
etme potansiyelini üç kat artırmayı başarmıştır. Kısaca, AK Parti’nin iktidarı süresince
genel olarak devletin ekonomik olarak küçültülmesi, özel sektör yatırımlarının
güçlendirilmesi, yabancı sermaye yatırımlarının artırılması, bireysel özgürlükler
konusunda genişletici yönde liberal bir politika izlendiğini söylenebilir.
382
Parti bu yolla klasik seçmen tabanı olan milliyetçi, muhafazakar Türk ve Kürt
seçmenini bu şekilde konsolide etmeyi başarmıştır.
383
KAYNAKÇA
Akın, M. H. (2014), “Muhafazakâr Siyasal Kültürde Bir Sembol Olarak Necip Fazıl
Kısakürek”, Muhafazakâr Düşünce Dergisi, Ocak-Şubat-Mart 2014, 10 (39),
31-43
384
Akın, M. H. (2018), Turgut Özal ve Anavatan Partisi Muhafazakârlığı, Muhafazakâr
Düşünce Dergisi, Eylül-Aralık 2018, 15 (55)
Akşam Gazetesi, (2003), “Recep Tayyip Erdoğan: Milli Görüş Gömleğini 28 Şubat’ta
çıkardık”, Erişim Tarihi: 01/09/2020
385
Aljazeera Türk, (2016), “Yenikapı Ruhu”, www.aljazeera.com.tr/haber/yenikapi-ruhu,
Erişim Tarihi: 07.05.2020
Alptekin, H. (2018), “Türkiye’de Sivil Asker İlişkilerinde Özallı Yıllara Kurumsalcı Bir
Yaklaşım: 1983-1993”, Muhafazakâr Düşünce Dergisi, Eylül-Aralık 2018, 15
(55), 141-156
Altun, F. (2017), “Modernleşme Kuramı: Eleştirel Bir Giriş”, 1. Baskı, İnsan Yayınları,
İstanbul
386
Aslan, A. (2015), “Türkiye’de Siyaset ve Seçimler”, SETA Analiz, Ekim Sayı: 140,
Ankara
Aslan, A. (2019), “Türk Siyasi Hayatında Yeni Dönem: Seküler Verses Muhafazakâr
Popülizm” Muhafazakâr Düşünce Dergisi 16 (57), 103-122
Aydın, R. (2018), “Ulus Uluslaşma ve Devlet: Bir Modern Kavram Olarak Ulus
Devlet”, Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Dergisi, Mart 2018, 6(1), 229-
255
Balcı B., Durmaz, M. N., vd. (2011), “Benedict Anderson İle Söyleşi: Diaspora
Milliyetçiliği Nostaljik, Bilgisiz, Muhafazakâr ve Mitik” Dipnot Dergisi
Milliyetçilik Sayısı, Nisan-Mayıs-Haziran 2011, 5, 59-77
387
Başkaya, F. (2013), AKP Ilımlı İslam Neoliberalizm, 1. Baskı, Ütopya Yayınları,
Ankara
Bekaroğlu, E. A. (2015), Araftaki Seçim Kitabı içerisinde (Edit. Edip Asaf Bekaroğlu),
(1. Baskı), Vadi Yayınları, s.9-15
Berkes, N. (2015), Türkiyede Çağdaşlaşma, 21. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul
Beşli, H. ve Özbay, Ö. (2014), Bir Liderin doğuşu: Recep Tayyip Erdoğan, 1. Baskı,
Yeni Türkiye Yayınları, İstanbul
Bıyık, H., Acar, M. (2014), “Türkiye’de Muhafazakâr Düşüncenin Ruhu: Cemil Meriç”,
Muhafazakâr Düşünce Dergisi, Mayıs-Haziran 2014, 10 (40), 71-90
Bora, T. ve Can, K. (2009), Devlet Ocak Dergâh, 9. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul
388
Bora, T. (2017), “Ordu ve Milliyetçilik”, Türkiyede Ordu Kitabı içinde (Der. Ahmet
İnsel, Ali Bayramoğlu), (6. Baskı), Birikim Kitapları Yayınevi, İstanbul, s.163-
178
Börklüoğlu, L. (2017), “27 Mayıs Askeri Darbesi Sonrasında Ordu İçinde İktidar
Mücadelesi: Milli Birlik Komitesi ve Silahlı Kuvvetler”, Osmaniye Korkut Ata
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Aralık 2017, 1 (2), 13-28
Burke, E. (2016), Fransa’daki Devrim Üzerine Düşünceler, Edit. Bekir Berat Özipek-
Cemal Fedayi, Çev. Okan Arslan, Kadim Yayınları, Ankara
Copeaux, E. (2006), Türk Tarih Tezinden Türk İslam Sentezine, Çeviren: Ali Berktay,
İletişim Yayınları, İstanbul
Çaha, Ö. (2012), Dört Akım Dört Siyaset, 5. Baskı, Orion Yayınları, Ankara
389
Çağan, K. (2010), “Cemil Meriç’in Osmanlı ve Cumhuriyet Üzerine Düşünceleri”,
Hece Aylık Edebiyat Dergisi, Ocak 2010, Cemil Meriç Özel Sayısı, 157, 134-
145
Çakır, K. (2017), Milletin Adamı Recep Tayyip Erdoğan, 1. Baskı, Çimke Yayınevi,
Konya
Çakır, R., Sakallı, S. (2014), 100 Soruda Erdoğan Gülen Savaşı, 1. Baskı, Metis
Yayınları, İstanbul
Çakır, R. (2015), “27 Mart Yerel Seçimleri: Medyaya Rağmen ve Medya Sayesinde
RP’nin Zaferi”, www. Ruşencakir.com, 21.02.2015 http://rusencakir.com/30-
Yıldan-Hatırladıklarım8-27-Mart-1994-yerel-secimleri-Medyaya-ragmen-ve-
medya-sayesinde-RPnin-zaferi/5118, Erişim Tarihi: 19.05.2020
Çakır, R., Çalmuk, F. (2001), Recep Tayyip Erdoğan: Bir Dönüşümün Öyküsü, Siyah
Beyaz Metis Yayınları, İstanbul
Çaylak, A., Dinç, G. vd. (2017), “AK Parti Döneminde Türkiye’de Siyaset ve
Muhafazakâr Siyasetin Serencamı: 2002’den Günümüze”, Osmanlıdan
Günümüze Türkiye’nin Siyasal Hayatı içinde, Edit. Adem Çaylak, Seyit Ali
Avcu, 1. Baskı, Savaş Yayınevi, İstanbul
390
Çaylak, A., Çelik, A. (2008), “Cumhuriyet Modernleş (tir) meşinde Tarih, Din ve
Etnisite Algısı”, Muhafazakâr Düşünce Dergisi, Güz 2008, 5 (18),
Çiçek, C. (2015), “1 Kasım 2015 Seçimleri ve HDP”, Birikim Dergisi, 2 Kasım 2015,
https://www.birikimdergisi.com/guncel/7301/1-kasim-2015-secimleri-ve-hdp-
kayiplar -kazanclar-ve-sonuclar/, Erişim Tarihi: 11.05.2020
391
Demirel, T. (2018), “Turgut Özal: Reformcu Bir Siyasetçi Hakkında Bazı Notlar”,
Muhafazakâr Düşünce Dergisi, Eylül-Aralık 2018, 15 (55), 57-78
392
Dural, A. B. (2006), “Muhafazakârlık Düşünce Kalıbımı İdeolojimi”, Muhafazakâr
Düşünce Dergisi, Yaz-Güz 2006, 3 (9-10), 55-66
Erdoğan, R. T. (2017), “Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet için. Evet.”
https://www.tccb.gov.tr/haberler/410/70982/tek-millet-tek-bayrak-tek-vatan-tek-
devlet-icin-evet.html/, Erişim Tarihi: 23.05.2020
393
Erdoğan, R. T. (2020), “Cumhurbaşkanımız Erdoğan, Şanlıurfa’nın 100. Kuruluş
yıldönümünü Şanlıurfalılara seslendiği bir video ile Kutladı.”,
https://www.akparti.org.tr/haberler/cumhurbaskanimiz-erdogan-sanliurfanin-
100-kurtulus-yil-donumunu-sanliurfalilara-seslendigi-video-ile-kutladi-10-04-
2020-17-17-31/, Erişim Tarihi: 23.05.2020
Ertugay, F. (2015), “Eski ve Eski ve Yeni (!) Arasında Devlet, Eğitim ve Gençlik”,
Akademik İncelemeler Dergisi, 10 (1), 295-315
394
Gazeteduvar, (2019) “Davutoğlu İşaret Etmişti...” https://www.gazeteduvar.com.tr
/gundem/2019/08/24/davutoglu-isaret-etmisti-7-haziran-1-kasim-tarihleri-
arasinda-neler-yasandi/, Erişim Tarihi: 11.05.2020
Gencer, B. (2008), “Garp Meselesi: Son Osmanlı ve Mısır Aydınlarının Batı Medeniyeti
Tasavvuru”, Muhafazakâr Düşünce Dergisi, Bahar-Yaz 2008, 4 (16-17), 33-57
Georgeon, F. (2007), “Bir De Adalet: Jön Türkler ve Fransız Devrimi”, Çev. Özgür
Adadağ, Muhafazakâr Düşünce Dergisi, Kış 2007, 3 (11), 175-184
Gierke, O., (2018). Orta Çağda Siyasi Kuramlar: Devlet ve Hukuk (“Devlet Kuramı”
kitabı içerisinde), 5. Baskı, Dost Kitabevi, Ankara, 129-137
Gökçe, O., Akgün, B. vd. (2002), “3 Kasım Seçimlerinin Anatomisi: Türk Siyasetinde
Süreklilik ve Değişim”, Selçuk Üniversitesi Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar
Dergisi, 2 (4), 1-44
Göze, A. (2015), Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, 15. Baskı, Beta Yayınları, İstanbul
395
Güler, İ. (2016), Real Politik ve Muhafazakârlık, (2.Baskı), Ankara Okulu Yayınları,
Ankara
Heper, M. (2018), Türkiyede Devlet Geleneği, (6. Baskı), Doğu Batı Yayınları, Ankara
396
Hikmet, H. (2008), “Muhafazakârlığın Mahiyeti ve Ma’nası”, Muhafazakâr Düşünce
Dergisi, Güz 2008, 5 (18), 230-235
Hürriyet, (2015), “7 Haziran 2015 Genel Seçimlerinde neler olmuştu? Hangi parti ne
kadar oy aldı?”, https://www.hurriyet.com.tr/bilgi/7-haziran-2015-genel-
secimlerinde-neler-olmustu-hangi-parti-ne-kadar-oy-aldi-40008601, Erişim
Tarihi: 08.05.2020
Hürriyet, (2015), “AK Partili Şahin: Millet 7 Haziranda AK Parti’ye Balans Ayarı
Yapın Dedi”, https://www.hurriyet.com.tr/gundem/ak-partili-sahin-millet-7-
haziranda-ak-partiye-balans-ayari-yapin-dedi-29466972, Erişim Tarihi:
11.05.2020
397
İrem, N. (2006), “Aydınlanma ve Sınırlılık Siyaseti Olarak Ulus Devlet Modernliği”,
Doğu Batı Düşünce Dergisi Milliyetçilik II Sayısı, Kasım-Aralık-Ocak 2006, 10
(39) 157-179
Kahraman, H. B. (2007), Türk sağı ve AKP, (Söyleşi Recep Yener), Gora Kitaplığı,
İstanbul
Kahraman, H. B. (2012) Türk Siyasetinin Yapısal Analizi II, 2. Baskı, Agora Kitaplığı,
İstanbul
398
Karadağ, A. (2015), “Sivil-Asker İlişkileri”, Osmanlıdan Cumhuriyete Türkiye’de
Siyasal Hayatı içinde, Edit. Ahmet Karadağ, (2. Baskı), Bilsam Yayınları,
İstanbul, s.285-302
Karsan, G. (2005), “Eski Tüfek Bir Sosyalistte Milliyetçilik Sosyalizm İkilemi: MDD
ve Mihri Belli”, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Şubat-Mart-Nisan 2005, 8 (31),
233-248
399
Keskin, İ., Palabıyık, A. (2014), “Muhafazakarlıktan Medeniyete: Cemil Meriç”,
Muhafazakâr Düşünce Dergisi, Ocak-Şubat-Mart 2014, 10 (39), 91-11
Kılıç, E. (2017), Maneviyatçı Bir Ufuk: Ali Fuad Başgil, Muhafazakâr Düşünce
Dergisi, Eylül- Aralık 2017, 14 (52), 87-100
Kırımlı, H. (2005), “İsmail Bey Gaspıralı, Türklük ve İslam, Kırılma Ve Yeniden İnşa:
Dün ve Bugün Türk İslami İstisnacılığı”, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Şubat-
Mart-Nisan 2005, 8 (31), 147-176
Kökçe, H. (2011), AK Parti ve Kürtler, (1. Baskı), Okur Kitaplığı Yayınları, , İstanbul
Köni, H., Nişancı, E. (2018), “Muhafazakâr Düşüncede Yönetim Anlayışı: 18. yy’dan
20. yy’ın başlarına”, Muhafazakâr Düşünce Dergisi, Nisan-Mayıs-Haziran 2004,
10 (40), 61-78
400
Kutluay, F. (2020), Siyasal Otorite ve Rıza, 1. Baskı, Divan Kitap, İstanbul
Laleoğlu, B. (2019), “Cumhur İttifakının Büyük Avantajı”, Kriter Dergisi, Ocak 2019, 3
(31), https://kriterdergi.com, Erişim Tarihi: 10.07.2020
Laski, H. J. (2020), Teori ve Pratikte Devlet (Çev. Defne Topçu), Ayrıntı Yayınları,
Ankara
Lewis, Bernard. (2018), Modern Türkiye’nin Doğuşu, 10. Baskı, Çev. Boğaç Babür
Turna, Arkadaş Yayınevi, Ankara
Mardin, Ş. (2015b), Türkiye’de Din ve Siyaset, 19. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul
Mairet, G., (2018). Padovalı Marsilius dan Louis XIV e Laik Devletin Doğuşu (“Devlet
Kuramı” kitabı içerisinde), 5. Baskı, Dost Kitabevi, Ankara, 215-242
401
Mert, N. (2013), “Muhafazakârlık ve Laiklik”, (Modern Türkiyede Siyasi Düşünce
Kitabı İçerisinde), 5. Cilt. “Muhafazakârlık ”, 5. Baskı, İletişim Yayınları,
İstanbul, 314-345
Miş N., Gülener, S. vd. (2016), “15 Temmuz Darbe Girişimi Toplumsal Algı
Araştırması”, (1. Baskı), SETA Yayınları, Ankara
Miş, N., Aslan, A. vd. (2015), “7 Haziran 2015 Seçimi ve Sonrası”, SETA Analiz,
Temmuz 2015, (134), 1-37
402
Nisbet, R. (2014), Muhafazakârlık Düş ve Gerçek, (3. Baskı), Kadim Yayınları, Ankara
Oğur, Y. (2015), “Şimdi Söz Sırası Kronolojide” Türkiye Gazetesi, 11 Ağustos 2015,
https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/yildiray-ogur/587467.aspx, Erişim
Tarihi: 11.05.2020
Oğuz, A. (2006), “Rusya Türklerinin Türk Milliyetçiliği İle İlişkileri”, Doğu Batı
Düşünce Dergisi Milliyetçilik I Sayısı, Ağustos-Eylül-Ekim 2006, 9 (38), 109-
123
Ortaylı, İ. (2019), Son İmparatorluk Osmanlı, (26. Baskı), Timaş Yayınları, İstanbul
Öksüz, A. (2019), “Milli Görüş’ün 1994 Başarısı” Milli Gazete, 18 Şubat 2019,
https://www.milligazete.com.tr/makale/1880498/adnan-oksuz/milli-gorusun-
1994-basarisi, Erişim Tarihi: 19.05.2020
Örs, B.H. (2009), “Postmodern Dünyada İdeolojinin Dönüşümü” , İ.Ü. Siyasal Bilgiler
Fakültesi Dergisi, (40), 1-12
403
Örs, B.H. (2014), “İdeoloji: Karmaşık Dünyayı anlamlı Kılmak” (19. Yüzyıldan 20.
Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler Kitabı İçerisinde, Der. H. Birsen Örs),
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, s.3-45
Özcan, A. K. (2014), Arafta’ki Çözüm Süreci, (1. Baskı), Savaş Yayınevi, Ankara
404
Özkan, R., Polat, B., (2017), “Toplumsal Bir Değer Olarak Otorite” ZfWT, 9(3), 109-
125
Schmitt, C., (2018). Somut ve Çağa Bağlı Bir Kavram Olarak Devlet, (“Devlet Kuramı”
kitabı içerisinde), 5. Baskı, Dost Kitabevi, Ankara, 245-254
405
Söğütlü, İ. (2008), “Osmanlıdan Cumhuriyete Türkiye’de Modernleşme: Kırılmalar ve
Süreklilikler”, Muhafazakâr Düşünce Dergisi, Güz 2008, 5 (18), 33-54
406
Tokluoğlu C. (2013), “Ziya Gökalp ve Türkçülük”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi,
0(68), 113-139
Topçu, N. (2017), “Ali Fuad Başgil”, Muhafazakâr Düşünce Dergisi, Eylül- Aralık
2017, 14 (52), 255-263
Topçu, N. (2019b), Türkiyenin Maarif Davası, 36. Baskı, Dergâh Yayınları, İstanbul
Turan, Ö. (2015), “1 Kasım 2015 Seçimleri ve HDP”, Birikim Dergisi, 9 Kasım 2015,
https://www.birikimdergisi.com/guncel/7306/turkiye-toplumu-bir-soru- işareti/,
Erişim Tarihi: 11.05.2020
Uzgel, İ. (2013), “AKP: Neoliberal Dönüşümün Yeni Aktörü”, AKP Kitabı: Bir
Dönüşümün Bilançosu Kitabı içerisinde (Der. İlhan Uzgel, Bülent Duru),
Phoenix Yayınları, Ankara, s. 11-39
407
Uzun C. D., Akgün, M. H., vd. (2017), “İddianamelerde 15 Temmuz Darbe Girişimi ve
FETÖ”, SETA Yayınları, Ankara
Weber, M. (2006), “Millet”, (Çeviren: Ebru Çerezcioğlu), Doğu Batı Düşünce Dergisi
Milliyetçilik II Sayısı, Kasım-Aralık-Ocak 2006, 10 (39) ,181-188
Yaşlı, F. (2014), AKP, Cemaat, Sünni-Ulus Yeni Türkiye Üzerine Tezler, (3. Baskı),
Yordam Kitap, İstanbul
408
Yıldırım, B. (2018), “Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet. Evet, şiarımız
budur”,https://www.akparti.org.tr/haberler/tek-millet-tek-bayrak-tek-vatan-tek-
devlet-evet-siarimiz-budur/, Erişim Tarihi: 23.05.2020
Yıldırım, E. (2005), “Bir Sol Milliyetçi İdeoloji Modeli: Kadro Dergisi”, Doğu Batı
Düşünce Dergisi, Şubat-Mart-Nisan 2005, 8 (31), 249-264
Yılmaz, H. (2011), Tek Parti Dönemi CHP’sinde Türk Milliyetçiliği İnşası, Dipnot
Dergisi Milliyetçilik Sayısı, Nisan-Mayıs-Haziran 2011, 5, 113-129
Zariç, S. (2016), “Türk Siyasal Hayatında Milli Görüş Hareketinin Tarihsel Gelişimi
Işığında Milli Görüş ile Adalet ve Kalkınma Partisi Arasındaki İdeolojik
Farklılıklar”, Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Aralık 2016, 4 (38), 228-
243
409
Zurcher, E. J. (2008), “Genç Türkler: Hudut Boylarının Çocukları”, (Çev. İlknur Türe).
Muhafazakâr Düşünce Dergisi, Bahar-Yaz 2008, 4 (16-17), 231-242
410
EKLER
''Türkiye ne kadar Ankara ise İstanbul ise ne kadar Konya, Samsun, Erzurum ise o
kadar da Diyarbakır'dır. Bunu böyle biliniz. Bu ülkenin her yerinin kokusu, rengi, sesi,
musikisi, farklı bir lezzete sahiptir, bunu böyle bilmenizi istiyorum. Her ülkede geçmişte
hatalar yapılmıştır. Her ülke geçmişinde zor günler yaşamıştır. Türkiye gibi büyük bir
devlet ve güçlü ülkede pek çok zorluğun harmanından geçerek bugünlere geldik. O
nedenle geçmişte yapılan hataları yok saymak büyük devletlere asla yakışmaz. Büyük
devlet, güçlü millet kendisi ile yüzleşerek, hatalarını ve günahlarını masaya yatırarak
geleceğe yürüme güvenine sahip millet ve devlettir. Şuna inanıyorum geçmişle
yüzleşerek geleceğe yürürken geçmişin davaları ile geleceği ipotek altına almamak
mümkündür. Çünkü gelecek aydınlık yarınlarla doludur. Ben bir şiir okudum diye
cezaevinde yattığım günlerde milletime şu mesajı göndermiştim, 'Asla ve asla devletime
kızgın ve küskün değilim. Bu devlet, bu bayrak, bu vatan hepimizindir' demiştim. 'Bir
gün gelir bu hatalar düzelir'... Evet, bu mesajı cezaevinden göndermiştim sizlere. O
nedenle bayrağımızın dalgalandığı her yerde herkesin birinci sınıf vatandaş olması,
ülkemizde özgürlüklerin tam hâkim olması, hukuk devletinin bu coğrafyada misafir
değil, mülk sahibi olması ve çocuklarımızın geleceğe umutla bakması benim ve
arkadaşlarımın aşkı, sevdası ve rüyasıdır.'' ''İlla her soruna bir ad koymak da gerekmez.
Çünkü sorunlar hepimizindir. Ama illa 'Ad koyalım' diyorsanız Kürt sorunu bu milletin
bir parçasının değil, hepsinin sorudur. Benim de sorunumdur. Sorunların parça parça
adresi olmaz. Bütün sorunlar Türk olsun, Kürt olsun, Çerkez olsun, Abaza olsun, Laz
olsun bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ortak sorunudur. Çünkü güneş
herkesi ısıtır, çünkü yağmur herkes için rahmettir. Çünkü herkes aynı toprağın
insanıdır, insanıyız, millet olmak işte budur. Bu sebeple 'Kürt sorunu ne olacak?'
diyenlere diyorum ki bu ülkenin başbakanı olarak o sorun herkesten önce benim
sorunumdur. Bu memleketin başka bir meselesini de bana soracak olsalar onlara da
şunu derim, o mesele de herkesten önce benim meselemdir. Biz büyük bir devletiz ve
millet olarak bu ülkeyi kuranların bize miras bıraktığı temel prensipler ve cumhuriyet
ilkesi, Anayasal düzen dâhilinde her sorunu daha çok demokrasi daha çok vatandaşlık
411
hukuku daha çok refahla çözeceğiz, bu anlayışla çözüyoruz ve çözeceğiz de...'' (Sabah,
2009).
412
gözlenmiştir. Anılan faaliyetlerin önemli bir kısmının bu tür olaylara müdahale etmesi
ve engel olması gereken mülki makamların müsaadesi ile ve bilgisi dâhilinde yapılmış
olması meseleyi daha da vahim hale getirmektedir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Cumhuriyet karşıtı olan ve devletimizin temel niteliklerini aşındırmaktan başka amaç
taşımayan bu irticai anlayış, son günlerdeki bazı gelişmeler ve söylemlerden de cesaret
almakta ve faaliyetlerinin kapsamını genişletmektedir. Bölgemizdeki gelişmeler, din ile
oynamanın ve inancın siyasi bir söyleme ve amaca alet edilmesinin yol açabileceği
felaketlerin ibret alınması gereken örnekleri ile doludur. Kutsal bir inancın üzerine
yüklenmeye çalışılan siyasi bir söylem veya ideolojinin inancı ortadan kaldırarak,
başka bir şeye dönüştüğü, ülkemizde ve ülke dışında görülebilmektedir. Malatya’da
ortaya çıkan olayın bunun çarpıcı bir örneği olduğu ifade edilebilir. Türkiye
Cumhuriyeti devletinin çağdaş bir demokrasi olarak, huzur ve istikrar içinde
yaşamasının tek şartının, devletin Anayasamızda belirlenmiş olan temel niteliklerine
sahip çıkmaktan geçtiği şüphesizdir. Bu tür davranış ve uygulamaların, Sn.
Genelkurmay Başkanı’nın 12 Nisan 2007 tarihinde yaptığı basın toplantısında ifade
ettiği “Cumhuriyet rejimine sözde değil özde bağlı olmak ve bunu davranışlarına
yansıtmak” ilkesi ile tamamen çeliştiği ve Anayasanın temel nitelikleri ile hükümlerini
ihlal ettiği açık bir gerçektir. Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne
çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk
Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı
Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, Türk
Silahlı Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki yorumların kesin
olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde
ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir. Özetle,
Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm diyene!”
anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.
Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş
olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını
muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir.” (Mynet,
2015-TSK, BA 08/07).
413
“Bakınız Marmaray bitti mi? Biz Marmaray’la konuşuruz. 153 yıllık hayal. Ecdadımız
Abdülmecid’in adımını attığı, hayalini kurduğu, ama torunları olarak bizim de
gerçekleştirdiğimiz. Bak geçenlerde İstanbul’da iki gün ağır sis vardı. Ne oldu?
Marmaray çalıştı, günde 300 bin yolcu taşıdı. 300 bin. Ama bu CHP’nin, MHP’nin aklı
bunlara basmaz. Milliyetçiliği yapıyoruz, bunlar laf milliyetçiliği yapıyor, laf.
Milliyetçiyim diyenler, ulusalcıyım diyenler bu ülkenin, bu milletin, bizim aziz
bayrağımızın, Türk liramızın, bizim pasaportumuzun itibarını yerlerde
süründürdüler…” Biz geldik, ülkemizin de milletimizin de bayrağımızın, Türk liramızın,
pasaportumuzun da itibarını iade ettik. O itibarı yükselttik. (…) Öyle kafatası
milliyetçiliğiyle ülkeler kalkınmaz. Bunlar tarihleri boyunca ne yaptılar? Türküm
dediler ama Türkiye’nin itibarını yerlerde süründürdüler. Doğruyum dediler, Türkiye’yi
yolsuzluklara mahkûm ettiler. Çalışkanım dediler, yıllarca yan gelip yattılar, Türkiye’yi
faize, enflasyona, işsizliğe mahkûm ettiler.” Aynı zamanda içerisinden geldiği Milli
Görüş geleneğini de eleştirerek bir çeşit dinsel milliyetçiliğe karşı olduğunu şu
ifadelerinden anlıyoruz: “Dün söyledim gene söylüyorum. Biz dinsel bir milliyetçiliğe
karşıyız ve bu ülkede herkesin bir, beraber Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı ortak
paydasında bütünleşmek suretiyle geleceğe, aydınlık Türkiye geleceğine yürümesini
istiyoruz.” (Türk, 2018: 298).
Ek 4: Hizmet milliyetçiliği ile ilgili yaptığı başka bir konuşmanın tam metni
“Tıpkı ecdadımızın yaptığı gibi, hem de bin yıl önce ve bin yıl boyunca yaptığı gibi,
Türk, Kürt, Arap, Sünni, Şii ayrımı yapmaksızın bir olmayı, iri olmayı, diri olmayı
istiyor, bunun için samimi gayret gösteriyoruz. Eğer bundan 942 yıl önce Sultan
414
Alparslan’a, ‘Senin Halep’le, Şam’la, Kudüs’le, Kahire’yle ne işin var’ denilseydi,
inanın Malazgirt zaferi olmaz… Kayı Boyu Söğüt’e gelemez. Ortadoğu kendisini
toparlayamaz, tarihin tozlu sayfalarında kaybolur giderdi. Eğer bundan 800 yıl önce,
Sultan Selahaddin’e, ‘Senin ne işin var Kudüs’le, sarayında otur, rahatına bak’
denilseydi, inanın, bu coğrafyanın tarihi çok daha faklı olurdu. Ecdadımız, tarihimizin
yüce şahsiyetleri, bizlere en çok da onuru, şerefi, insani ve vicdani değerleri miras
bırakmışlardır.” (Türk, 2018: 302-303).
“Gazze: Ortadoğu’da Barış Modeli” konulu oturuma katılan Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan kendisine yeterince söz hakkı verilmediği ancak aynı oturumda bulunan İsrail
Devlet başkanı Şimon Peres’e daha fazla söz hakkı verildiği gerekçesiyle itiraz etmiştir.
Erdoğan “One minute!” olarak nitelenmiş ve kamuoyunda geniş yer bulmuştur.
Peres’in Gazze’ye ilişkin İsrail politikasını savunan konuşmasının ardından Erdoğan
müdahalede bulunmuştur.” (Çaylak vd., 2017: 18).
“Kardeşlerim; Bu millet başka bir millet, gerçekten Türk milleti bin yıl önce
Malazgirt’te hangi inanç ve kararlılıkla Anadolu’nun kapılarını açmışsa, 15
Temmuz’da da aynı hissiyatla darbecilerin karşısına dikilmiştir. Süleyman Şah 1075
yılında bu coğrafyadaki ilk devletimizi hangi vizyonla kurmuşsa, 15 Temmuz’da da
ülkemize aynı vizyonla, aynı ufukla sahip çıktık. Osman Gazi 1299’da tarihin en
kudretli devletini hangi temeller üzerine bina ettiyse, biz de o gece Türkiye’yi aynı
ilkeler etrafında müdafaa ettik. Ecdadımız 100 yıl önce hangi idrakle Çanakkale’de
kanının son damlasına kadar mücadele ettiyse, 15 Temmuz’da da aynı iradeyle
FETÖ’cü terör örgütünü, darbecileri geri püskürttük. Gazi Mustafa Kemal’in İstiklal
Harbi’ni başlatmasını ve zafere ulaştırmasını sağlayan inancın bir benzeri, 15
Temmuz’da Türkiye’nin tüm şehirlerinde adeta kol geziyordu. 15 Temmuz dostlarımıza
bu ülkenin sadece siyasi, ekonomik, diplomatik saldırılara değil, aynı zamanda askeri
sabotajlara karşı da güçlü olduğunu, yıkılmayacağını, rayından çıkmayacağını
göstermiştir. Aynı gece Türkiye’nin yerle yeksan olması için ellerini ovuşturarak
bekleyen düşmanlarımız ise ertesi güne bundan sonra işlerinin çok daha zor olduğunu
415
görmenin kahrıyla uyandılar. Şimdi bugün burada Genelkurmay Başkanıyla, Yenikapı
Meydanı’nda Cumhurbaşkanıyla, Başbakanıyla, Cumhuriyet Halk Partisi ve Milliyetçi
Hareket Partisi genel başkanlarıyla 81 vilayetimizdeki her görüşten, her meşrepten
insanımızla verdiğimiz şu görüntü var ya, işte bu görüntü, inanın bana ülkemizin
düşmanlarını en az 16 Temmuz sabahı kadar üzmüştür, kahretmiştir. Onun için her
zaman ne diyoruz? Bir olacağız, iri olacağız, diri olacağız, kardeş olacağız, hep birlikte
Türkiye olacağız.” (Bölükbaşı, 2019: 136).
“Kürtlerin dini İslam değil. Kürtler Zerdüşt’ diyorlardı. Kim? İmralı ve onun izinde
olanlar. Şimdi ne yapıyorlar? Cumaya gitmiyorlar. ‘Devletin imamının arkasında
namaz kılınmaz’ diyorlar, ayrı bir yerde ortada hemen kendilerine göre bir saf
oluşturuyorlar. Ya bu işin bir edebi, adabı var. Cuma, cem etmekten, birleşmekten gelir.
Biz cumaları köyde mezrada kılmayız, kasabada kılarız. Bunlar birliğimizi
beraberliğimizi bozmak için böyle yollara başvuruyorlar.” (Hürriyet, 2011).
Ek 10: Recep Tayyip Erdoğan’ın hizmet siyaseti ile ilgili yaptığı başka bir konuşma
metni
416
vilayete, mezralara kadar hizmet götürdük. Allah ömür verdiği sürece, insanımızla el
birliği, gönül birliği içinde Türkiye’ye, bu topraklara hizmet etmeye devam edeceğiz.
Kim ki kendi ırkının, kavminin, kendi kabilesinin diğerlerinden üstün olduğunu iddia
ediyorsa o kişi şeytanın izindedir. Kavimler, kabileler, ırklar, inançlar farklı olabilir,
ama hepsi saygındır. Biz, Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde hep beraber tek
milletiz. Bu millet kavramının içinde Türkü var, Kürdü var, Arabı var, Lazı var, Çerkezi
var, Abazası var. Var oğlu var. Bizim kadim medeniyetimizde asla böyle bir farklılık,
asla ayrım olmamıştır. Bizim kültürümüzde, geleneklerimizde özellikle bu hassasiyet
hep korunmuştur. Etnik milliyetçiliği kim yaparsa yapsın o sapkınlığın içindedir, fesat
içindedir, fitne peşindedir. Bin yıllar boyunca bu topraklarda nasıl bir ve beraber
olduysak Allah’ın izniyle yine bir olacak, diri olacak, bu topraklar üzerinde iri ve güçlü
olacağız. Bu süreçte kimse bizim karşımıza Kürtlükle de Türklükle de çıkmasın. Biz her
türlü milliyetçiliği, ayaklarının altına almış bir iktidarız. Kuru milliyetçilik yok. Bizim
milliyetçilik anlayışımızda ne var biliyor musun? Vatanseverlik var, insan severlik var.
Fakirin, fukaranın, garip gurebanın yanında yer almak var. Şu güzel ülkemizi, dünya
ülkeleri arasında ilk 10’un içerisine sokmak var. Medeniyetin artık bu ülkede hâkim
olduğunu görüyoruz. 780 bin kilometrekare vatan toprağının her karışında aynı
hakların, aynı özgürlüklerin hâkim olması için çalışıyoruz. Artık, inkâr, ret, asimilasyon
politikaları yok. Bunların hepsi ayaklarımızın altında. Kürt’ü de Arap’ı da Türk’ü de
Laz’ı da Çerkez’i de Gürcü’sü de hepsi benim kardeşim. Biz imtiyazları yıka yıka bu
ülkede demokrasiyi güçlendirdik, kökleştirdik. Bugün önümüzde duran sorunların
çözümü yeni imtiyazlar üretmekten geçmiyor, tam tersine hakların ve özgürlüklerin
herkes için hayata geçirildiğinde sorunlar gerçek anlamda ve kalıcı şekilde çözülmüş
olacak” (Hürriyet, 2013).
Ek 11: Recep Tayyip Erdoğan’ın Urfa’nın kurtuluşunun 100. yılı dolayısı ile yaptığı bir
konuşma metni içeriğinden
417
Temmuz ihanetine, Suriye'deki harekatlarımızdan Doğu Akdeniz'deki gelişmelere kadar
vatanımızın bekası ve milletimizin bağımsızlığı için verdiğimiz tüm mücadelelerde
bizlere ilham kaynağı olmuştur. Allah'a hamdolsun tıpkı daha öncekiler gibi bu
mücadelemizi de milletimizin desteği ve duasıyla başarıyla sürdürüyoruz. Rabb'imizin
buyurduğu gibi: 'Her zorlukla beraber muhakkak bir kolaylık vardır.' Yürekler, 'tek
millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet' diye vurdukça, Türkiye'nin yıldızı hep
yükselecektir. Biz bir oldukça, iri oldukça, diri oldukça, kardeş oldukça, hep birlikte
Türkiye oldukça hedeflerimize ulaşmamızı engellemeye kimsenin gücü yetmeyecektir.”
(Erdoğan, 2020).
Ek 12: Recep Tayyip Erdoğan’ın 2018 Seçim gecesi yaptığı balkon konuşması
içeriğinden
“Kardeşlerim, hepimiz aynı ecdadın, aynı kültürün ve aynı medeniyetin ve aynı tarihin
evlatlarıyız. Siyasi görüşlerimiz farklı olabilir, yaşam tarzlarımız farklı olabilir,
inançlarımız, mezheplerimiz, değerlerimiz, etnik köken ve dillerimiz farklı olabilir. Ama
biz, hepimiz bu ülkenin evlatlarıyız. Hepimiz bu ay-yıldızlı bayrağın gölgesi altındayız.
Her birimiz bu devletin sahipleriyiz. Müslüman, Hristiyan, Musevi, Süryani, Ezidi’den
önce Türkiye’li vardır. Türk, Kürt, Arap, Laz, Gürcü, Boşnak, Çerkez, Roman,
Pomak’tan önce, Rum, Ermeni’den önce Türkiyeli vardır. Bugünden itibaren yeni bir
toplumsal uzlaşma anlayışıyla farklılıklarımızı zenginlik olarak görerek, ama
farklılıkları değil ortak değerlerimizi öne çıkararak yeni bir istikbal inşa etmek
istiyorum.” (Şen, 2015:170-171).
418
değil. Yeter ki mücadelemiz bayrağımız ve vatanımız için olsun. Yeter ki bayrağımız her
zaman aynı şekilde dalgalansın. Ve vatanımız bölünmesin parçalanmasın.” (Akdoğan,
2019:206).
Ek 15: Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile ilgili olarak SETA tarafından düzenlenen
sempozyum konuşması içeriğinden
“ ‘tek millet, tek bayrak, tek vatan ve tek devlet’ vurgusunda bulunan bu ilkeler için
Anayasa değişikliğine ‘evet’ denileceğini kaydeden Cumhurbaşkanı Erdoğan, “İnsan
bilmediğinin düşmanıdır. Şu anda, Cumhurbaşkanlığı Sistemine karşı çıktıklarını ifade
edenlerin de, işin ruhunu öğrendiklerinde, fikirlerini değiştireceklerine inanıyorum.
Ama biz bir şeyi daha biliyoruz; bugün hayır diyenler neye hayır dediklerinin farkında
mıdır? Bakınız kim ‘hayır’ diyor? PKK ‘hayır’ diyor. Kim ‘hayır’ diyor? Kandil ‘hayır’
diyor. Kim ‘hayır’ diyor? Bu ülkeyi bölmek ve parçalamak isteyenler ‘hayır’ diyor. Kim
419
‘hayır’ diyor? Bayrağımıza karşı çıkanlar ‘hayır’ diyor. Kim ‘hayır’ diyor? Ne yazık ki
bu ülkede millî ve yerli olanlara karşı çıkanlar ‘hayır’ diyor.” (Erdoğan, 2017).
“Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) ile Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) 24
Haziran 2018 tarihinde gerçekleştirilecek olan 27'nci Dönem Milletvekili Genel
Seçimlerine, 2839 sayılı Kanunun 12/A maddesi ve işbu protokol uyarınca “Cumhur
İttifakı" unvanıyla seçim ittifakı yaparak katılmaya karar vermişlerdir. Cumhur İttifakı,
Türkiye'nin istiklâlini ve istikbâlini her şeyin üstünde tutan bir anlayışla, güçlü ve
istikrarlı bir parlamento yapısının oluşturulması ve gelecek beş yıl içinde
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin bütün kurum ve kurallarıyla yerleşmesini temin
etmeyi hedeflemektedir. Aynı anlayışla Cumhur İttifakı'na destek veren Büyük Birlik
Partisi de bu ittifakın bir parçası konumundadır. Milletin sesine kulak vererek uzlaşan
ve bu uzlaşısını Cumhur İttifakı ile taçlandıran AK Parti ile MHP, Cumhur İttifakı
unvanı ile farklı siyasi partiler olarak hükmî şahsiyetlerini muhafaza ederek seçimlere
girecekler ve Milletvekili seçim kanunu ile diğer mevzuatta yer alan esaslara göre, ayrı
ayrı milletvekili aday listeleri vereceklerdir. Cumhur İttifakı'nın 24 Haziran yapılacak
Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki ortak adayı, Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dır.
Cumhur İttifakı, Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın yeni hükûmet sistemine göre büyük bir
seçmen desteği ile Cumhurbaşkanı seçilmesi için birlikte çalışacak, gayret
gösterecektir. Cumhur İttifakı esasen, 15 Temmuz 2016'da FETÖ'nün teşebbüs ettiği
hain darbe ve işgal hareketi sonrasında, Türkiye'nin maruz kaldığı saldırılara karşı
yerli ve milli bir duruşun doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Zira 15 Temmuz
2016, ülkemiz için her bakımdan dönüm noktası ve yeni bir başlangıç olmuştur. 7
420
Ağustos 2016'da Yenikapı'da ortaya çıkan ‘millî mutabakat’, 16 Nisan 2017
Halkoylamasında milletimizin iradesiyle kabul edilen hükümet değişikliğiyle
perçinlenerek "millî şuura dönüşmüş, 24 Haziran 2018 seçimleri öncesinde kurulan
Cumhur İttifakı'yla da millî bekayı esas alan "ahlâkî ve siyasî uzlaşma" ile
somutlaşmıştır. "Cumhur İttifakı" sadece bir seçim ittifakı olmayıp, Türkiye'ye yönelik
iç ve dış kaynaklı hasmane girişimler karşısında, millî ve ahlâkî bir duruş ve bu
çerçevede sürdürülecek tarihi bir birlikteliktir. Cumhur İttifakı, Cumhuriyetimizin
kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkma’
hedefini yakalama azmi ile milli ve üniter devlet olan Türkiye Cumhuriyeti Devletini ve
Türk Milletini ilelebet yaşatma iradesidir. Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) ile
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), Yenikapı’daki mili diriliş ruhu ile harekete geçmiş,
devleti ve millet iradesini tahkim eden bir Anayasa değişikliği neticesinde güçlü bir
yönetim sistemi getirmiştir. Böylelikle Türkiye yeni bir siyasi sürece girmiştir ve bundan
geriye dönüş olmayacaktır. Cumhur İttifakı, Türkiye’yi hedef alan saldırılar karşısında
parti çıkarları ve günlük siyaset hesapları yapmaksızın ortak bir duruş ortaya koymaya
ve Türkiye’yi zayıflatarak uluslararası operasyonlara açık hale getirmeye yönelik her
türlü faaliyetin karşısında yer almaya kararlıdır. Bu kararlılık ve işbirliği ile ittifakımız
Türkiye’yi bölgesel güç ve lider ülke yapacak 2023 hedeflerini gerçekleştirmenin yanı
sıra, İ’la-yı Kelimetullah uğruna asırlarca dünya barışının ve adaletinin teminatı, İslam
âleminin ve bütün mazlum milletlerin yegâne ümidi olan Türkiye’yi küresel bir güç
haline getirecek, 2053 ve 2071 vizyonunun alt yapısını adım adım inşa edecektir. 24
Haziran’da birlikte yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili Genel Seçimleri
Türkiye için hayati önemi haizdir. 24 Haziran seçimleri, bir taraftan Türkiye’yi hedef
alan sistematik saldırılara karşı güçlü bir cevabın verileceği, diğer taraftan da
ülkemizin ayağındaki prangaları söküp atarak, bu saldırıları kalıcı olarak bertaraf
edecek ve Türkiye’yi parlak bir istikbale taşıyacak yeni hükümet sisteminin tam olarak
yürürlüğe girecek seçimlerdir. İnanıyoruz ki 24 Haziran’da milletimiz tercihini büyük
ve güçlü Türkiye’nin inşası için yola çıkmış, şeffaf, bağımsız, kirli hesaplardan uzak,
hasbi duygularla kurulmuş, Cumhur İttifakı’ndan yana kullanacaktır.” (Milliyet, 2018).
421
ÖZGEÇMİŞ
15.03.1975 Malatya doğumlu olan Ali Rıza SAVAŞ, Kafkas Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilim dalında başlamış olduğu
Yüksek lisansını 2014 yılında Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Siyaset Bilimi ve Anabilim Dalında tamamladı. Doktorasını ise İnönü Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilim Dalında
yürütmektedir. Akademik hayatının yanısıra, 2005-2008 yılları arasında Sakarya
Üniversitesi ve Sakarya Büyükşehir Belediyesinde çalıştıktan sonra, 2008-2013 yılları
arasında Muş Alparslan Üniversitesinde Öğretim elemanı görevinin yanı sıra İdari ve
Mali İşler Daire Başkanlığı ile Strateji Geliştirme Dairesi Başkanlığı görevini vekâleten
yürütmüş, 2013-2017 yılları arasında ise yine aynı üniversitede akademik kariyerine
Yönetim ve Organizasyon Bölüm Başkanı ve Öğretim Elemanı olarak devam etmiştir.
2017 Eylül ayından itibaren Bitlis Eren Üniversitesinde Öğretim Görevlisi olarak
devam ettirdiği Akademik hayatının yanında vekâleten Genel Sekreter Yardımcısı
olarak görev yapmış olup, 2019 Ocak ayında ise Rektör Başdanışmanlığı görevine
atanmış ve halen bu görevi yürütmektedir.
422