You are on page 1of 354

PSİKANALİZ

VE
SONRASI
P ro f. Dr.

Engin Geçtan

Psikanaliz
ve
Sonrası

8. Basım

Rem zi Kitabevi
PSİKANALİZ v e SONRASI / Prof. Dr. Engin Geçtan

IS B N 975 - 14 - 0 40 3-7

BİR İN C İ b a s im : Hür Yayınları


ü ç ü n c ü b a s im : Remzi Kitabevi, Nisan, 1988
s e k İz İn c İ b a s i m : Haziran, 1998

Remzi Kitabevi A.Ş., Selvili Mescit Sok. 3, Cagaloglu 34440, İstanbul.


Tei (212) 513 9424-25,513 9474 -75. Faks (212) 522 9055
w e b S A Y F A S I : http://www.remzi.com.tr
e -p o s ta : post@remzi.com.tr

Remzi Kitabevi Л-Ş. tesislerinde basılmıştır.


İçindekiler

Önsöz.................................................................................................. 9

Bölüm: 1
PSİKANALİTİK KURAM LAR
(11-121)

Sigmund Freud ve Klasik Psikanaliz..........................................11


Psikanaliz Öncesinde Freud...................................................11
Psikanalizin tik Yılları..............................................................16
Rüyaların Yorumu................................................................... 22
Topografik Kişilik Kuramı..................................................... 26
İçgüdüler Kuramı.................................................................... 27
Gelişim Kuramı........................................................................ 32
Yapısal Kişilik Kuramı.............................................................43
Anksiyete................................................................................... 48
Tedavi............................................................................................... 56
Tartışma........................................................................................... 70
Ego Psikolojisi................................................................................. 72
Ego Savunma Mekanizmaları................................................72
Egonun Uyum İşlevleri..........................................................104
İnsanın Sekiz Çağı..................................................................106
Obje İlişkileri Kuramı...................................................................112
"Self" Psikolojisi............................................................................119

Bölüm: 2
ALFRED ADLER VE BİREYSEL PSİKOLO Jİ
(123-164)

Organ Eksikliği, Eksiklik (Aşağılık) Duygusu


ve Üstünlük Çabası................................................................129
Yaratıcı Güç, Toplumsal İlgi, Yüreklilik ve Sağduyu :......131
Aile ve Kültürün Rolü..................................................................134
Yaşam Biçimi..................................................................................136
Erkeksi Protesto................................................................... ;........ 139
Normaldışı Davranışların Oluşumu..........................................140
Tedavi............................................................................................. 148
Klasik Psikanaliz
ve Bireysel Psikolojinin Karşılaştırılması...........................160
Tartışma..........................................................................................163

Bölüm: 3
CARL GUSTAV JU N G VE ANALİTİK PSİKOLOJİ
(165-213)

Kişilik Yapısı..................................................................................171
Psişe...........................................................................................171
Bilinç..........................................................................................172
Ego.............................................................................................173
Kişisel Bilinçdışı......................................................................173
Kompleksler.............................................................................174
Ortak (Kolektif) Bilinçdışı ..................................175
Arketipler.................................................................................177
Kişiliğin İşleyiş İlkeleri.................................. 183
Kişilik Bölümleri Arasındaki Etkileşimler......................... 183
Psişenin Dinamiği...................................................................184
Değerler....................................................................................185
Eşdeğerlik ve Entropi İlkeleri...............................................187
Ruhsal Enerjinin Gelişmesi ve Gerilemesi.........................190
Kişiliğin Gelişimi...........................................................................190
Bireyleşme ve Bütünleşme................................................... 190
Toplumsal Etmenlerin Rolü..................................................192
Yaşam Dönemleri....................................................................193
Rüyalar ve Simgeler......................................................................195
Tutumlar ve İşlevler......................................................................197
Psikolojik Tipler.................................................. 199
Tedavi............................................................................................. 201
Psikoterapinin İşleyiş Biçimi...................................................... 208
Tedavi Uygulaması...................................................................... 210
Tartışma......................................................................................... 212
Bölüm: 4
OTTO RANK
(215-234)

Doğum Sarsıntısı ve Ayrılma Anksiyetesi...............................218


Yaşam Korkusu ve Ölüm Korkusu............................................220
İstem ve Karşıt İstem................................................................... 221
Kişilik Tipleri................................................................................ 223
Tedavi............................................................................................. 227

Bölüm: 5
KAREN HORNEY VE BÜTÜN CÜ YAKLAŞIM
(235-269)

Horney Kuramının Ana Çizgileri..............................................237


Karen Horney'in Anksiyete Kavramı........................................244
Anksiyeteye Karşı Geliştirilen Savunma Mekanizmaları 252
Tedavi............................................................................................. 261

Bölüm: 6
HARRY S. SULLIVAN VE İLİŞKİLER KURAM I
(271-301)

İlişkiler Kuramının Ayırıcı Özellikleri......................................272


Kişiliğin Yapısal Özellikleri........................................................273
Kişiliğin İşleyiş Biçimi................................................................. 276
Sullivan'ın Gelişim Kuramı........................................................ 279
Normaldışı Davranışlar.............................................................. 283
Tedavi (Psikiyatrik Görüşme).................................................... 289
Psikiyatrik Görüşmenin Evreleri...............................................294
Tartışma......................................................................................... 300

Bölüm: 7
ERICH FROMM
(303-317)
Ek
VARO LUŞÇU PSİKİYATRİ
(319-340)

Tanım.................................................. 319
Tarihçe................................................ 320
Varoluş Felsefesinin Diğer Öncüleri.................................. 321
Varoluşçu Psikiyatrinin Kurucuları................................... 324
Varoluşçu Psikiyatrinin Temel İlkeleri...............................325
Varoluşun Dinamiği.................................................................... 330
Tedavi (Daseinanalysis)................................................................ 336

Bitirirken........................................................................................ 341

Kaynakça 345
ÖNSÖZ

Genetik ve nörobiyoloji alanlarında son yıllarda giderek hızla­


nan gelişm elerin psikiyatrinin insanı ele alış biçim ini önem li öl­
çüde etkilem esinin beklendiği günüm üzde, davranışları bireyin
çevresiyle etkileşim inin ürünü olarak ele alan kuram lar yine de
güncelliğini ve çağdaş düşünce üzerindeki etkisini sürdürm ekte­
dir. Son gelişm elerin gelecekte biyolojik ve kalıtsal etm enlerin in­
san davranışlarının oluşum undaki payının bugün sandığımızdan
daha büyük bir oranda olduğunu kanıtlayacağı düşünülse bile,
toplumsal bir varlık olarak insanın, daha çok uzun bir süre psiki­
yatrinin ve bazı diğer disiplinlerin incelem e konusu olma niteliği­
ni sürdüreceği kanısındayız.
Freud'un görüşlerinin çağdaş düşünceyi etkisi altına almaya
başladığı günlerden bu yana yaklaşık doksan yıl geçm iş olmasına
karşın, psikanaliz ve sonrasını yansıtan yapıtların çoğunun dili­
mize çevrilm em iş ve çevrilenlerin belirli bir sistem atiği izleyerek
seçilm em iş olması, konunun ülkem izde gereğince tanınmasına
imkân verm em iştir.
"Psikanaliz ve Sonrası" bu boşluğu kısm en olsun gidermek
amacıyla yazıldı ve içeriği psikanalizle başlayan düşünce akımı­
nın yüzyılım ız boyunca geçirdiği evrim in tanıtılm ası ile sınırlan­
dırıldı. Um arız bu amaç, kısmen de olsa gerçekleştirilebilm iş ol­
sun.
Bölüm: 1
PSÎKANALÎTİK KURAMLAR

SIGMUND FREUD VE KLASİK PSİKANALİZ

P s ik a n a liz Ö n cesin d e Freud

Sigmund Freud, Mayıs 1856'da M oravya'da doğdu ve 1939'da


Londra'da çene kanserinden öldü. Babası Jacob bir tüccardı ve iki
kez evlenm işti. İlk evliliğinden iki oğlu olm uş, ikinci kez kırk ya­
şındayken yirm i yaşında bir kızla evlenm işti. Freud bu evliliğin
ilk çocuğudur. A nnesi A m alie'nin Sigm und'dan sonra beş çocu­
ğu daha oldu. Böylece Freud, kalabalık bir ailenin en büyük çocu­
ğu olarak büyüdü.
Baba Freud'un işleri bozuk gidince aile, Freud üç yaşındayken
Viyana'ya taşındı. Jacob Freud açık görüşlü bir Yahudiydi. Şakacı
ve sevecen bir baba olmasına karşın çocuklarından kesin saygı
beklerdi ve Sigm und için otorite ve disiplin sim gesi olmuştu. An­
ne A m alie'nin canlı bir kişiliği vardı ve Freud, 95 yaşında ölen
annesine her zam an bağlı kalmıştı.
Freud uyum lu bir çocuk olarak tanımlanır. Entelektüel eğilim ­
leri çocukluk dönem lerinde de oldukça belirgindi. Odasında saat­
lerce okur ve çalışırdı. Birçok yapıtı yaşıtlarından çok daha erken
yaşlarda okum uştu. Ergenlik çağında iken, kitaplarının başından
ayrılm am ak için akşam yem eklerini çoğu kez odasında yerdi.
Freud üstün başarılı bir öğrenciydi. Babası da m eslek seçimin­
de onu özgür bırakm ıştı. Tıbbı uzun süre düşündükten sonra seç­
mişti. Ancak bu gerçek bir seçim olm aktan çok, diğer alanların
hiçbirinden hoşlanm adığı için verilen bir karar olmuştu. Aslında
doktor olm ak için de büyük bir istek duym amıştı.
1873 yılında 17 yaşında iken Viyana Ü niversitesi'ne giren Fre­
ud, üçüncü yılın sonunda, diğer dallarda başarılı olamayacağı
12 PSİKANALİZ VE SONRASI

düşüncesiyle fizyolojide uzm anlaşm aya karar verdi. Bu karar so­


nucu Brücke'nin Fizyoloji Enstitüsü'nde öğrenim görm eye başla­
dı. Bu dönemin Freud üzerinde önemli izler bıraktığı ve sonraki
görüşlerin temelini oluşturduğu sanılm aktadır. Örneğin, dünya
sorunlarına çözümün ancak bilim deki gelişm eyle sağlanabileceği
biçim indeki gerekirci görüşünde Brücke'nin etki payı oldukça
büyüktür.
1876'da Fizyoloji Enstitüsü'nde Brücke'nin gözetimi altında
araştırm a yapm ak üzere bir burs sağlayan Freud, burada nöroloji
dalındaki ilk çalışm alarına başladı. Brücke'nin laboratuvarm da,
genç bir hekim için oldukça üstün nitelikli çalışm alar yapan Fre­
ud, bu araştırm alarından önemli sayılabilecek bazı sonuçlar da
çıkarabilm işti. Freud'un bu labo ra tu vardaki deneyim lerinin, son­
radan geliştirdiği psikolojik kuramlara temel oluşturduğu ve
Brücke'nin, beyin hücrelerinin işleyiş biçim ini "belirli ilkelerle ça­
lışan dinam ik güçler ve enerjiler"le açıklayan görüşlerinin, Freud
üzerindeki etkisini yaşam boyu sürdürmüş olduğu söylenebilir.
1881'de tıp doktoru unvanını alan Freud, Brücke'nin labora-
tuvarm daki çalışm alarını mezun olduktan sonra bir yıl daha sür­
dürdü. Laboratuvarda çalıştığı süre boyunca, araştırm a yapm ak­
tan hoşlandığını fark etmişti. Ancak böylesi bir çalışm anın sağla­
dığı parasal im kânlar sınırlıydı. Ü stelik o günlerde tanıştığı ve il­
gi duymaya başladığı Martha Bernaya ile evlenmeyi ciddi olarak
düşünmeye başlam ıştı ve laboratuvar çalışm alarından sağladığı
parayla bir aileyi geçindirm esi oldukça zordu. Sonunda, çok zevk
aldığı araştırm aları ile evlilik arasında bir seçim yapmak zorunda
kalan Freud, 1882'de Brücke'nin laboratuvarından ayrıldı ve Vi­
yana Genel H astanesi'nde çalışm aya başladı.
Bu hastanede önce kısa bir süre cerrahi bölüm ünde çalışan
Freud, daha sonra Theodor M eynert'in psikiyatri kliniğine geçti.
Nöroanatomi ve nöropatoloji konusunda uzmanlaşm ış olan Mey-
nert'le birlikte çalışırken bu kez de onun etkisi altında kalan Fre­
ud, bunun sonucu m uayenehane açmaktan vazgeçti ve nöroloji
dalında uzmanlaşm aya karar verdi. Üç yıl bu klinikte asistanlık
yaptıktan sonra 1885'te üniversiteye fahri doçent olarak atandı.
Karşılığında ücret ödenm eyen bu görev, ona öğrenim yapm a im ­
kânını tamyordu.
PStKANALtTİK KURAMLAR 13

Aynı yıl kazandığı bir bursla Paris'e giden Freud, Salp£tri£r


H astanesi'nde ünlü Fransız nöroloğu Jean-M artin Charcot'nun
çalışm alarını on dokuz hafta süreyle izlem e im kânı buldu. Ger­
çekte, bu karşılaşm anın psikanaliz kuram ının gelişim ine bir baş­
langıç noktası oluşturduğu söylenebilir.

"O n dokuzuncu yü zyılın gelişiyle A v ru p a 'd a , anatom i, fizyoloji, nö­


roloji, kim ya gibi alanlarda bilim sel gelişm eler başlam ış v e bunların so­
nucu ruhsal hastalıkların beyin işlevlerindeki b ozu klu klard an kaynak
alabileceği görüşleri A n tik Yunanlılardan bu yana bir k ez daha ele alın­
mıştı. Böylece, O rtaçağ'd a norm aldışı davranışların nedenlerini şeytan
ya da kötü ruhların varlığıyla açıklayan b ağn az inançlar etkisini giderek
yitirm iş, ruhsal yap ı ve davranışın kökeninde organik etm enler bulun­
d u ğu görüşlerinin egem en old u ğu yeni bir dönem başlam ıştı.
Bu dönem de en önem li katkılar Alm an hekim i Emil K raepelin'den
gelmiştir. 1883 yılın d a yayım lanan kitabında Kraepelin, beyin patolojisi­
nin ruhsal hastalıkların oluşum undaki önem li rolünden söz etm ekle kal­
mamış, her bir davranış bozu k lu ğu türünün d iğerlerinden farklı belirti­
ler gösterdiğin i ve örneğin kızam ık hastalığında old u ğu gibi, önceden
belirli v e tanım lanabilir bir seyir gösterdiğini açıklayarak, sistem atik bir
psikiyatrik klasifikasyonu ilk kez gerçekleştirm iştir. K raepelin 'le başla­
yan dönem , klasifikasyon ve tanım lam aya ağırlık verd iğin d en , "betim sel
dönem " olarak anılır. Bu dönem de, dem onolojik (*) inançlar artık tü­
m üyle terk edilm iş, genel paralizi (**) gibi birçok ruhsal hastalıkların be­
yin patolojisiyle ilgisi kesinlikle ortaya konm uş, ruhsal hastalıklar, halk
arasında olm asa da tıp adam ları tarafından, bedensel hastalıklar gibi ka­
bul edilm eye başlam ış v e anatomi, fizyoloji, b iyok im ya gibi bilim dalla­
rından yararlanılarak, beyin patolojisini daha iyi anlayabilm ek am acıyla
birçok araştırm alar yapılm ıştır.
N e var ki, tüm bu gelişm elere ve çeşitli klinik m uayenelere ve araştır­
malara karşın, hastaların yarısından çoğunda organik bir patoloji sapta­
nıp, b o zu k lu ğ u bu nedene bağlam a imkânı bu lu n am ıyord u . Bu şaşırtıcı
sonucu, bazı araştırm acılar o günün laboratuvar tekniklerinin yetersiz
olmasına b ağlıyor v e beyinde kesinlikle va r olan bir bozu k lu ğu ortaya
çıkaracak araçların hen üz geliştirilem ediğinden söz ediyorlardı. Bazıları

(*) D aem on eski Yunancada doğaüstü varlık anlam ında kullanılm ış, sonralan
şeytan sözcüğü yle eşanlam kazanm ıştır.
(**) Frengi hastalığ ın ın beyin de yerleşen türü.
14 PSİKANALİZ VE SONRASI

ise alman sonuçlardaki boşlukları kalıtımla açıklamaya çalışıyor, bazı


davranış bozukluklarının nedenlerini henüz niteliği bilinmeyen ve dola­
yısıyla çaresi de olmayan genetik bozukluklara bağlıyordu. Ancak, bu
varsayımların geçerliği kanıtlanmış değildi ve açıklanamayan bir boşluk
kalmıştı.
Yirminci yüzyılın başlarında psikanaliz, beyin patolojisinin davranış
bozukluklarının tek nedeni olduğu görüşüne karşı çıkan yeni ve devrim­
ci bir düşünce olarak belirmeye başlamıştır. Bazı ruhsal bozukluklann
organik kökenli olmayıp psikolojik nedenlerde oluştuğu görüşünü savu­
nan psikanaliz kuramına göre, günlük yaşamda olağan nitelikteki bazı
engellemeler ve çatışmalar bazen kişiye aşılamaz görünmekte ve böyle
bir kişi, içinde bulunduğu durumlara uyum yapma çabalarında sağlıksız
yollara başvurabilmektedir.
Gerçekte, psikanaliz kuramını ya da psikolojik görüşlerin başlangıç
noktasını, hiphoz ve telkinin histeriyle ilişkilerini inceleyen araştırmacı­
ların çalışmaları oluşturmuştur.
Hipnozun çok da iyi bilinemeyen geçmişi oldukça eskidir ve ilk çağ­
lara dayanır. Ancak, günümüzdeki uygulamalarının ilk örneği olarak,
AvusturyalI hekim Franz Anton Mesmer'in (1734-1815) çalışmaları gös­
terilir. Önceleri Viyana'da başarısızlığa uğramış, sonradan Paris'teki ça­
lışmalarıyla ilgi toplamış olan Mesmer'in uygulamaları, zamanında tar­
tışmalara ve karşıt görüşlere konu olmuştu. Mesmer, on altıncı yüzyıl
başlarında yaşamış olan İsviçreli hekim Paracelsus'un, gezegenlerin in­
san bedenini etkilediği inancını yeniden geliştirmiş, yıldızların insan be­
denine yayılan evrensel bir manyetik sıvı aracılığıyla etkilerini sürdür­
dükleri görüşünü savunmuştu. Ona göre, bu sıvının insan bedenine da­
ğılış biçimi kişinin sağlıklı ya da hastalıklı olmasını belirlemekteydi ve
bazı insanlarda var olan manyetik güç, diğer bazı insanlardaki manyetik
sıvı dengesizliklerini iyileştirmek için kullanılabilirdi.
Kuramını uygulamayı ilk kez Viyana'da başlatan Mesmer, bu kentte
başarılı olamayınca 1778 yılında Paris'e gitti ve orada bir klinik açarak
çeşitli hastalıkları "hayvansal manyetizma" yoluyla tedavi etmeye başla­
dı. Bu klinikte hastalar çember biçimindeki bir sıraya yüzleri çemberin
dışına dönük olarak oturtuluyor, sıranın iç kısmını oluşturan sütunda
asılı ve renkli sıvılarla dolu şişelerden çıkan demir çubuklar hasta olan
beden kısımlarına bağlanıyordu. Karartılmış olan odada havaya uygun
bir müzik çalmıyor ve bir süre sonra Mesmer leylak rengi bir giysi içinde
görünerek bir hastadan diğerine dolaşıyor ve elleri ile onlara dokunu­
yordu.
PSİKANALİTİK KURAMLAR 15

Gerçekten de Mesmer, histerik kökenli birçok duyu bozukluklarını


ve felçleri bu telkin yöntemiyle iyileştirmeyi başarabilmiş ve daha sonra­
ki yıllarda hipnoz kullanılarak yapılan benzer denemelerin ilk uygulayı­
cısı olmuştur. Sonradan meslektaşları tarafından şarlatan ilan edilen
Mesmer, Paris'i terk etmeye zorlanmış ve adı tekrar duyulmamıştır. An­
cak bu konudaki tartışmalar yirminci yüzyıl içinde de sürdürülmüştür.
Günümüzde bile dünyanın birçok yerinde telkin, çeşitli biçimlerde, bir
tedavi yöntemi olarak uygulanmaktadır.
Davranışı etkileyen psikolojik etmenlerin anlaşılmasına yönelik daha
ciddi çalışmalar, on dokuzuncu yüzyıl sonlarında Fransa'da başlatılmış­
tır. LiĞbault ve Bernheim adlarındaki Nancy'li iki hekim, histeri ile hip­
noz arasındaki ilişkileri incelemişler ve şu sonuçlara varmışlardı: Histe­
ride görülen kol ya da bacak felci, deride anestezik bölgeler, işitme kay­
bı, vb. belirtilerin nedeni bedensel bir patoloji değildir; aynı belirtiler
normal insanlar hipnoza sokulduğunda telkinle oluşturulabilir ya da
benzer belirtiler gösteren histeri hastalarına hipnoz altında telkin yapıla­
rak bu belirtiler tümden ortadan kaldırılabilir. Bu görüşleri paylaşan he­
kimler, o günlerde Fransa'da Nancy Ekolü olarak anılmıştı. Parisli ünlü
hekim Jean-Martin Charcot ve arkadaşları ise histeriyi oluşturan neden­
lerin organik bir patolojiden kaynaklandığı görüşünde önce direnmişler,
ancak sonradan ikna olarak onlar da bu yeni görüşe katılmışlar ve Char­
cot da sonraki çalışmalarını bu yönde sürdürmüştür."

İşte Freud, Charcot ile böyle bir dönem de tanışm ıştı. O gün­
lerde Charcot, bir yandan histeri belirtilerinin çoğunun nörolojik
kökenli olm ası gerektiği inancını sürdürürken, öte yandan da his­
terik bayılm a nöbetlerinin psikolojik nedenlerden kaynaklandığı
ve hastanın zihninde oluşan bazı düşüncelerle ilintili olduğu gö­
rüşlerini savunuyordu. Freud, Charcot'nun güçlü kişiliğinden ve
görüşlerinden oldukça etkilenm işti. O güne kadar histeri, zengin
imgelemi olan kişilerin bilinçli ve am açlı olarak geliştirdiği, say­
rımsama (tem aruz) benzeri belirtiler olarak yorum lanıyor ve ger­
çek bir norm aldışı davranış türü olarak nitelendirilm eyerek cid­
diye alınm ıyordu. Oysa Freud, Charcot'nun kiliniğinde gözlemle­
diklerinden sonra, histerinin üzerinde çalışılm ası ve anlaşılması
gereken gerçek bir patolojik durum olduğuna inanm aya başlam ış
ve Paris'ten ayrılırken, insanın bilinçli dünyasından ayrı ve gizli,
Çok güçlü başka bir sürecin varlığını düşünm eye başlam ıştı. 1886
16 PSİKANALİZ VE SONRASI

yılında Viyana'ya döndüğünde Freud, laboratuvardan ayrıldı ve


nöroloji uzmanı olarak m uayenehane açtı. Ancak, Paris'te göz­
lemledikleri bir yandan zihnini sürekli kurcalıyordu. Bu nedenle,
1889 yazında birkaç haftalığına N ancy'ye gitti ve Liebault'nun
kliniğinde incelem elerde bulundu. Burada, LiĞbault ve yardım cı­
sı Bernheim 'ın hipnoz aracılığı ile hastalarıyla kurabildikleri iliş­
ki onu çok etkiledi. Ü stelik Bernheim, titizlikle sürdürdüğü araş­
tırmalarında, telkine açık olma eğilim inin yalnızca histeri belirti­
leri gösteren hastalara özgü bir durum olmadığı sonucuna var­
mıştı. Ona göre, bu eğilim diğer nevrotik kişilerde ve normal in­
sanlarda da gözlem lenebilm ekteydi. Bernheim 'ın norm al ve nor-
maldışı tepkiler arasındaki ilişkiyi ilk kez ortaya koyan bu görüş­
leri insan davranışlarının anlaşılm ası ve bu konudaki klinik
çalışmalara temel oluşturm ası yönünden çok önem li bir adımdı.
Ve Freud, N ancy'den dönerken, insanın bilincinin dışmda oluşan
zihinsel süreçlerin varlığına olan inancı kesinleşm işti.

P s ik a n a liz in İ l k Y ılları

Freud'un yaşam ında 1887'ye kadar geçen on yıllık sürenin


psikanalizin tem elinin atıldığı dönem olduğu söylenebilir. 1889
sonbaharında V iyana'ya döndükten sonra Freud, çoğunluğu nev­
rotik davranış bozuklukları gösteren hastaları arasından, özellik­
le histeri belirtileri gösterenleri giderek artan bir ilgiyle incelem e­
ye koyuldu. Ancak, bu çalışm aların bir kurama dönüşm esinde
rol oynayan etkilerin sonuncusu Joseph Breuer'den geldi.
Breuer, V iyana'nın seçkin ve tanınmış bir hekimiydi. Freud,
kendisinden oldukça daha yaşlı olan Breuer'i, Brücke'nin Fizyo­
loji Enstitüsü'nde çalıştığı günlerden bu yana tanıyordu. Breuer,
çoğu kadın olan hastaları üzerinde hipnozu ilginç bir biçim de
kullanıyordu. Bu hastalar hipnoz altında sorunlarını baskısız ve
açıkça anlatabiliyor, hipnozdan uyandıklarında rahatlık duyu­
yorlardı. Duyguların boşalım ına imkân veren bu yöntem e arınma
anlamına gelen katarsis denm işti. Sağladığı rahatlam anın yanı sı­
ra bu yöntem, hastaların nevrotik belirtilerinin oluşm asına neden
olan sarsıcı olayların ve duygusal çatışm aların ortaya çıkm asını
da sağlıyordu. H er ne kadar hasta içsel sorunlan ile hastalık be­
PSİKANALİTtK KURAMLAR 17

lirtileri arasında bir ilişki kurarruyorsa da, onu hipnoz altında


gözlem leyen hekim , aradaki ilişkiyi açıkça görebiliyordu.
Freud'un histeri patolojisine ilgi duyduğunu bilen Breuer, bir
gün ona, 1880 A ralık ayı ile 1882 H aziran'ı arasında izlemiş oldu­
ğu ilginç bir hastadan söz etti. Anna O. adı ile anılan bu hastaya
ait bulgular psikanaliz tarihçesine geçm iş ve bu kuram ın gelişm e­
sine oldukça önem li bir katkıda bulunm uştur:

"Anna O., gerçekte, sonradan sosyal hizmet alanının öncülüğüyle ün


kazanmış olan Bertha Pappenheim'dı. O zamanlar 21 yaşmda olan bu
genç kadın, babasının ölümünün ardından çeşitli histeri belirtileri geliş­
tirdiği için Breuer'e başvurmuştu. Bu belirtiler, kol ve bacaklarda felç,
deri duyumunun yitirilmesi, kaslarda kasılmalar, görme ve konuşma
güçlükleri, yemek yiyememe ve öksürük nöbetlerinden oluşuyordu.
Anna, babasına çok düşkündü ve yaşamının son günlerinde yatağı­
nın yanından ayrılmamış, ölümüne dek ona bakmıştı. Tedavi sırasında
Breuer'i de Anna'yı da şaşırtan bir durum ortaya çıkmıştı. Anna, ne za­
man babasına karşı duyduğu yakınlık ve sevgiden söz etse ya da histeri
belirtilerinin hangi koşullar altında ortaya çıktığını anlatsa bu belirtiler
ortadan kayboluyordu. Bu nedenle Anna, bu sürece "konuşma kürü", ya
da "baca temizliği" adını takmıştı.
. Ne var ki, bu anıların çoğu o denli bastırılmıştı ki, ancak hipnoz al­
tında çağrıştırılabiliyordu. Örneğin, Anna bir kez babasının başında bek­
lerken, bir yılanın babasına doğru ilerlediğini ve onu sokmaya hazırlan­
dığını, ancak yılanı oradan uzaklaştırmak için harekete geçmek istedi­
ğinde, iskemlenin arkasına sarkıtmış olduğu kolunu kımıldatamadığını
düşlemişti. Anna bu anıyı hipnoz altında çağrıştırabildikten sonra o gü­
ne kadar felçli olan kolunu hareket ettirebilmişti.
Tedavi sürecinde Breuer, bu ilginç hastasına giderek artan bir ilgi
duymaya başlamış ve ona daha fazla zaman ayırmaya başlamıştı. O ka­
dar ki, Breuer'in eşi bu duruma bozulmaya ve Anna'yı kıskanmaya baş­
lamıştı. Breuer, hastasıyla olan ilişkisinin cinsel bir niteliği de olabilece­
ğini fark ettiğinde birden tedaviye son vermiş, ne var ki, birkaç saat son­
ra Anna'nın çok kötü durumda olduğu haberiyle onun evine gitmek zo­
runda kalmıştı. Oysa, Anna tedaviden çok yararlanmış ve histeri belirti­
lerinin çoğu ortadan kalkmıştı. Breuer gittiğinde Anna yataktaydı ve his­
terik doğum sancıları içindeydi. Tedavi süresince cinsel konulara hiç de-
ğinilmemişti ve aslında Anna'nın yalancı gebeliği, Breuer'in tedavi
amacıyla ona göstermiş olduğu ilgiye karşı geliştirdiği cinsel duyguların

PS2
18 PSİKANALİZ VE SONRASI

simgesel bir anlatım ıydı. Bunu fark edem eyen Breuer, A nna'yı ancak
hipnotize ederek yatıştırabildi, panik içinde evi terk ederek eşiyle birlik­
te, "ikin ci b ir halayına çıkm ak" üzere acele V ened ik'e gitti."

Breuer, Viyana'dan ayrıldıktan sonra Anna'nın durumu daha


da kötüleşmiş ve hastaneye kaldırılm ası gerekmişti. Katarsis yön­
temiyle tedavinin yararları da kuşkuyla karşılanm ıştı. Ama Fre-
ud, bu öyküden yapıcı bir biçim de yararlanabilm iş ve tedavi sü ­
resince ortaya çıkan bu tür duygu ve düşleri bilim sel bir kuramın
temeli olarak kullanabilm iştir. Eğer Freud, katarsis yöntem i süre­
since ortaya çıkan cinsel içerikli duygulardan ürkm üş olsaydı psi­
kanalizi de geliştirem ezdi. Nitekim Breuer bu tür çalışm aları sür­
dürmemekle insan davranışlarının anlaşılmasına yapabileceği di­
ğer bazı olası katkıları gerçekleştirem em iştir (M eissner, W. W.,
Mack, J. E., Semrad, E. V., 1975).
Freud'un Breuer'le yaptığı ortak çalışm alar 1893'te ilk ürünü­
nü vermiş ve iki araştırıcının birlikte yazdıkları "Ön İletişim" bu
yıl yayım lanm ıştır. Bunu 1895'te yayım lanan "H isteri Üzerine İn­
celemeler" başlıklı ikinci bir ortak yapıt izlem iştir. Bu yapıtlarda
Freud ve Breuer psikodinam ik (*) kavram ının tem elini atmış ol­
dular. Fler iki çalışm a da, histeri belirtilerinin sarsıcı olaylardan
kaynaklandığını vurguluyor, belirtilerle olaylar arasındaki ilişki­
nin simgesel de olabileceğini anlatıyordu. Ayrıca, histeri ile trav­
ma nevrozunun nedenlerinin ortak yönleri olduğu, her iki du­
rumda da sarsıcı olaya karşı yeterli duygusal tepkilerin verilm e­
mesi sonucu, duyguların bilinçten uzak tutulduğu ve sarsıntı ya­
ratan olayla histeri belirtileri arasındaki ilişki hipnoz altında açık­
lık kazandığında bu belirtilerin de ortadan kalktığı anlatılm ıştı.
Böylece, kişinin bilinçdışı dünyası ve bu sürecin davranışlar üze­
rindeki önemli etkisi ilk kez anlaşılmaya başlam ıştı.
Breuer, histeri belirtilerinin oluşum unda cinsel etm enlerin oy­
nadığı role Freud'un verdiği önemi kabul edem ediği için iki he­
kim bir süre sonra ortak çalışm alarına son verdiler. Çalışmalarını
tek başına sürdüren Freud, giderek hipnozdan vazgeçti ve hasta­
larını, uyanıkken, düşünce düzenini ve ahlak kurallarını gözet­

(*) Bilinçdışı güçlerin d avranışları yönlendirm e olgusunu tanım layan kavram .


PSlKANALİTİK KURAMLAR 19

meksizin özgürce konuşmaya yöneltti. Bu yöntem le hastalar içsel


engellerini yenebiliyor, unutulm uş anılarına inebiliyor ve giderek
sorunlarını açıkça tartışabilir bir durum a geliyorlardı. Bu yeni
yönteme serbest çağrtştm, bu yöntem aracılığıyla hastaların, içsel
dünyalarına inerek kendilerini daha iyi tanım aları ve daha sağ­
lıklı bir uyum düzeyine erişebilm elerine olanak sağlayan ilkelere
de psikanaliz adı verildi.
Freud bu görüşlerini V iyana'daki bilim sel tartışm a grupların­
da ilk kez açıkladığında m eslektaşları arasında alay konusu ol­
muş, kim i ise onun bir kaçık olduğuna inanm ıştı. Özellikle, nev­
rozların cinsel nitelikli çatışm alardan kaynaklandığı biçim indeki
görüşü çok yadırganm ış, bunun sonucu m uayenehanesine gelen
hasta sayısı giderek azalm ıştı. 1900 yılının Öcak ayında Freud,
m uayenehanesine sekiz aydır hiç yeni hasta başvurm adığından
ve parasal durum unun kötüye gittiğinden yalanm ıştı.
1890'dan 1900'e değin geçen on yıl boyunca Freud, kendi de­
yim iyle, entelektüel bir yalnızlık içine göm ülm üş, bu süre içeri­
sinde ilk kuram larını geliştirm işti. Ancak, çevresinde bu düşün­
celerini tartışabileceği kim se yoktu. Buna karşın geliştirdiği ku­
ramlara inancını yitirmeyen Freud çalışm alarını yılm adan sür­
dürdü. Önceleri karşılaştığı dirence şaşırm ış, sonradan toplumun
yasakladığı düşüncelere karşı bu tür tepkiler geliştirilm esini do­
ğal bir sonuç olarak kabullenm işti.
Sonunda, yüzyılın ilk yıllarında, tek başına sürdürdüğü bu ça­
lışmalar çevrenin ilgisini çekm eye başladı. O güne kadar Viyana
Ü niversitesin e doçent olarak atanm ası sürekli olarak ertelenm iş­
ti. 1902'de bir kadın hastası, Freud'un üniversiteye atanmasını
onaylayacak olan bakanın, elde etm eyi çok istediği bir tablo kar­
şılığında bunu sağladı. Daha sonraları, 1920'de Freud, üniversite­
ye asli kadrolu profesör olarak atandı. N e var ki, Freud yaşamı
boyunca üniversitede çok az ders verm iş ve hiçbir zaman gerçek
anlamda bir akadem isyen olmamıştır.
1902 sonbaharında küçük bir m eslektaş grubu ile evinde baş­
lattığı haftalık tartışm a grupları, giderek Viyana Psikanaliz Der-
neği'nin kurulm asına yol açm ıştır. Gerçi V iyana'da hâlâ çok az
kişi Freud'un çalışm alarının farkındaydı ama, diğer ülkelerdeki
Çok sayıda araştırıcı, yayınlarım büyük bir ilgiyle izlem eye başla­
20 PSİKANALİZ VE SONRASI

mıştı. Bu durum psikanalizin kurum laştırılarak, büyüm esinin de­


netim altına alınm asını gerektirdi ve Uluslararası Psikoanaliz Bir­
liği kuruldu. Kurucusu kendisi olduğu için Freud neyin psikoa­
naliz sayılabileceğine yalm zca kendisinin karar verebileceği gö­
rüşünü savunm uştur. D iğer araştırıcıların değişik ve yeni görüş­
ler geliştirm elerine karşı çıkm am akla birlikte, başlattığı hareketi
yozlaştıracağı ve bir kavram kargaşası yaratacağı kaygısıyla, or­
taya çıkmakta olan yeni düşüncelerin psikanaliz adı altında top­
lanm asına izin verm em iştir. Aslında, Jung ve Adler gibi diğer ku­
ramcılarla ilişkilerinin bozulm asının temelindeki başlıca neden
de budur.
1909 yılında Freud, Clark Ü niversitesi'nin yirminci yıldönü­
mü dolayısıyla bir dizi konferanslar verm ek üzere Am erika'dan
bir çağrı aldı. Görüşlerinin başka ülkelerde de ciddiye alındığını
kanıtlayan bu çağrı Freud'un çok hoşuna gitmiş, üstelik kendisi­
ne bir de şeref doktorası verilm esi onu çok duygulandırm ıştı. Bu
gezi sırasında, o günlerde ölm ek üzere olan ünlü ruhbilim ci W il­
liam Jam es, Freud'a, geleceğin psikolojisinin onun çalışmaları
üzerine kurulacağına inandığını söylemişti.
Amerika gezisinden döndükten sonra Freud'un izleyicilerinin
ve hastalarının sayısı giderek artmaya başladı. Fier sabah saat se­
kizden öğleden sonra saat bire kadar hasta görüyordu. H er bir
hastaya 55 dakika ayırıyor ve her bir buluşm a arasında beş daki­
ka dinlenerek kendisini bir sonraki hastaya hazırlıyordu. Saat bir­
de ailesiyle yem ek yedikten sonra yürüyüşe çıkıyor, saat üçten
sonra saat dokuza ya da ona kadar aralıksız, yine hasta görüyor­
du. Akşam yem eğini bu saatlerde yiyen Freud, daha sonra eşi ya
da aile üyelerinden biriyle ikinci bir yürüyüşe çıkıyordu. Eve
döndüğünde çalışm a odasına çekiliyor, kendisine gelen ve sayıla­
rı giderek artan m ektupları yanıtlıyor ya da yayım layacağı yazı­
lar üzerinde çalışıyordu. Yaklaşık on iki saat süren psikanaliz se­
anslarından sonra yine de düşüncelerini yazıya dökebilecek ener­
jiyi bulabiliyordu.
Freud, çalışm alarının ilk günlerinde Viyana'daki m eslektaşla­
rından gördüğü olum suz davranışları hiçbir zaman unutamadı
ve arada bir V iyana'yı terk etm ekten söz ettiyse de bunu eyleme
dönüştürmedi. Ancak, giderek güçlenen Nazi rejim inin uygula­
PSİKANALİTİK KURAMLAR 21

maları Freud için tehlikeli olabilecek boyutlara ulaştığında, ünlü


îngiliz psikiyatristi E m est Jones'un ısrarı üzerine Londra'ya göç­
tü. Londra'ya geldikten sonra kansere yakalanan Freud, hastalığı­
nın büyük acılar veren son dönem lerine kadar ve zihnini uyanık
tutabilm ek için ağrı dindirici ilaç bile alm aksızın çalışmalarını
sürdürdü.
Çok okum asına karşın, Freud'un görüşleri yine de kendi kişi­
sel ve klinik yaşantılarından kaynaklanm ıştır. Kuram ını geliştirir­
ken doğabilim lerinden ve özellikle fizyoloji alanında kendisine
önderlik etm iş ustalardan önemli ölçüde etkilenm işti. Kendi dü­
şüncelerine katı sayılabilecek bir biçim de inanan Freud, yakın ça­
lışma arkadaşlarından bazılarının görüşlerini önceleri paylaşır­
ken, sonradan onların kendi geliştirdikleri düşünceler doğrultu­
sunda çalışm alarını sürdürm elerini bir türlü hoş görem emişti.
Yakın arkadaşı Jones'a göre, Freud bağım lılıktan ve özgürlü­
ğünün kısıtlanm asından hiç hoşlanm azdı. K im seye borçlu olmak
istemezdi. Freud'un sıradan olm ayan ve beklenm edik düşüncele­
re açık kalabilm iş olm asında bu bağım sızlığın oldukça önemli ro­
lü olsa gerek. E m est Jones onu, çalışm alarında yürekli, sabırlı ve
dürüst olabilm ek için üstün çaba harcayan, günlük yaşam ından
da anlaşılabileceği gibi son derece disiplinli bir insan olarak ta­
nımlar.
Freud ilk büyük yapıtı olan Rüyaların Yorumu’nu 1900 yılında
yayım ladı ve bunu birçok diğer kitap ve yazılar izledi. Çeşitli ül­
kelerden gelen ve çevresinde toplananlar arasında, İsviçre'den
Carl Jung, N ew York'tan A. A. Brill, M acaristan'tan Sandor Fe-
renczi, Berlin'den Karl Abraham, V iyana'dan Alfred Adler sayıla­
bilir. Jung ve A dler sonradan bu gruptan ayrıldılar ve kendi ku­
ramlarını geliştirdiler. Yaşamını psikanalitik kuram ın geliştiril­
mesine adam ış olan Freud, çağdaş psikiyatrik görüşlerin başlan­
gıç noktasını oluşturacak katkılarda bulunm uştur. Bu katkılar
yalnızca bazı kavram ların geliştirilm esiyle sınırlanm am ış, psiki­
yatri alanına yeni ve dinam ik bir yaklaşım biçim i de getirmiştir.
On dokuzuncu yüzyıl ortalarında psikoloji Alm anya'da ba­
ğımsız b ir bilim dalı olarak ortaya çıktığında, norm al ve yetişkin
insanın bilincini oluşturan öğeleri incelem e görevini üstlenmişti.
Duyular yerine duyum , düşünüler yerine düşünce, im geler yeri-
PSİKANALİTİK KURAMLAR 23

Freud, serbest çağrışım uygulam alarında hastaların sıklıkla


rüyalarından söz ettiklerini, üstelik bu rüyaların çoğu kez o anda
çağrışım yapılan konularla ilintili olduğunu gözlem eye başlam ış­
tı. Giderek, rüyaların belirli bir anlam taşıdığını, ancak bu .anla­
mın genellikle m askelenm iş bir biçim de görüntülendiğini fark et­
ti. Üstelik rüya parçacıkları üzerinde serbest çağnşım yapmaları
istendiğinde hastalar, uyanıkken yaşadıkları olayları anlatırken
çağrıştırm adıkları birçok bastırılm ış anı ve duyguyu dile getirebi­
liyorlardı.
Az önce de belirtildiği gibi Freud, bu konuya açıklık getirebil­
mek için kendi rüyalarım çözüm lem e çabasına girişm işti. Gerçek­
ten de Rüyaların Yorumu adlı kitabında verilen örneklerin çoğu,
Freud'un kendi rüyalarıydı. Bu çalışm alar sonunda Freud rüyala­
rı, bilinçdışm da gizlenen isteklerin bilinç düzeyindeki anlatımı
olarak tanımladı.
Bu tanıma göre rüyalar, bilinçdışı süreçlerin norm al bir anlatı­
mı olarak nitelendiriliyordu. Freud, normal sayılan insanların rü­
ya içeriğinin, psikotik hastalarda bilinç düzeyinde gözlenen nor-
maldışı duygu ve düşünce süreçlerine çok benzediğini fark etm iş­
ti. Bu benzerliği, rüya imgelerinin, bilinçdışındaki istek ve düşün­
celerin, sim geleştirm e sürecinden ya da diğer saptırıcı işlem ler­
den geçm iş biçim leri olarak açıklam ıştır. Freud'a göre bu, zihnin
bilinçdışı bölüm üyle bilinçöncesi düzeyi arasındaki sınırın korun­
ması için gerekli bir sansür m ekanizm asıdır. Bu mekanizma, bi-
linçdışındaki isteklerin bilinç düzeyine çıkm asına engel olur. Uy­
ku süresinde bu sansür gevşer ve bilinçdışındaki bazı duygu ve
düşüncelerin, önce biçim değiştirdikten sonra, bu sınırı aşmasına
olanak verilir. Rüya gören kişinin algıladığı im geler, sınırı aşmış
olan bilinçdışı duygu ve düşüncelerin m askelenm iş biçimleridir.
Freud, bu sansür m ekanizm asının, egonun savunm a etkinlik­
lerinden biri olduğu görüşündeydi. Ona göre, uyku süresince bi­
linçdışı zihinsel etkinlikler kişiyi uyandırabilecek oranda yoğun­
laşır. Sansür m ekanizması sayesinde kişi uykusunu sürdürebilir.
Bir başka deyişle, uyumakta olan kişi, bilinçdışm dan taşan bu dü­
şüncelerle uyanacağı yerde rüya görür.
Freud, çeşitli uyaranların rüyaları başlatabileceğine inanmıştı.
Günümüzde ise, rüyaların merkezi sinir sistem inin bağım sız bir
PSİKANALİTİK KURAMLAR 23

Freud, serbest çağrışım uygulam alarında hastaların sıklıkla


rüyalarından söz ettiklerini, üstelik bu rüyaların çoğu kez o anda
çağrışım yapılan konularla ilintili olduğunu gözlem eye başlam ış­
tı. Giderek, rüyaların belirli bir anlam taşıdığını, ancak bu .anla­
mın genellikle m askelenm iş bir biçim de görüntülendiğini fark et­
ti. Üstelik rüya parçacıkları üzerinde serbest çağnşım yapmaları
istendiğinde hastalar, uyanıkken yaşadıkları olayları anlatırken
çağrıştırm adıkları birçok bastırılm ış anı ve duyguyu dile getirebi­
liyorlardı.
Az önce de belirtildiği gibi Freud, bu konuya açıklık getirebil­
mek için kendi rüyalarım çözüm lem e çabasına girişm işti. Gerçek­
ten de Rüyaların Yorumu adlı kitabında verilen örneklerin çoğu,
Freud'un kendi rüyalarıydı. Bu çalışm alar sonunda Freud rüyala­
rı, bilinçdışm da gizlenen isteklerin bilinç düzeyindeki anlatımı
olarak tanımladı.
Bu tanıma göre rüyalar, bilinçdışı süreçlerin norm al bir anlatı­
mı olarak nitelendiriliyordu. Freud, normal sayılan insanların rü­
ya içeriğinin, psikotik hastalarda bilinç düzeyinde gözlenen nor-
maldışı duygu ve düşünce süreçlerine çok benzediğini fark etm iş­
ti. Bu benzerliği, rüya imgelerinin, bilinçdışındaki istek ve düşün­
celerin, sim geleştirm e sürecinden ya da diğer saptırıcı işlem ler­
den geçm iş biçim leri olarak açıklam ıştır. Freud'a göre bu, zihnin
bilinçdışı bölüm üyle bilinçöncesi düzeyi arasındaki sınırın korun­
ması için gerekli bir sansür m ekanizm asıdır. Bu mekanizma, bi-
linçdışındaki isteklerin bilinç düzeyine çıkm asına engel olur. Uy­
ku süresinde bu sansür gevşer ve bilinçdışındaki bazı duygu ve
düşüncelerin, önce biçim değiştirdikten sonra, bu sınırı aşmasına
olanak verilir. Rüya gören kişinin algıladığı im geler, sınırı aşmış
olan bilinçdışı duygu ve düşüncelerin m askelenm iş biçimleridir.
Freud, bu sansür m ekanizm asının, egonun savunm a etkinlik­
lerinden biri olduğu görüşündeydi. Ona göre, uyku süresince bi­
linçdışı zihinsel etkinlikler kişiyi uyandırabilecek oranda yoğun­
laşır. Sansür m ekanizması sayesinde kişi uykusunu sürdürebilir.
Bir başka deyişle, uyumakta olan kişi, bilinçdışm dan taşan bu dü­
şüncelerle uyanacağı yerde rüya görür.
Freud, çeşitli uyaranların rüyaları başlatabileceğine inanmıştı.
Günümüzde ise, rüyaların merkezi sinir sistem inin bağım sız bir
24 PSİKANALİZ VE SONRASI

işlevi olduğu ve uyku süresinde belirli aralıklarla ortaya çıktığı


kabul edilm ektedir. Freud'un uykuyu başlattığını sandığı çevre­
sel ya da bedensel uyaranların da gerçekte uykuyu başlatm adığı,
ancak rüyanın içeriğine geçişerek rüya konularını etkilediği sanıl­
maktadır. Buna göre, ağrı, açlık, susuzluk ve idrar kesesinin dol­
ması gibi uyaranlar, yalnızca rüya içeriğinin şekillenm esinde et­
ken olabilirler.
Freud'a göre, rüyaların içeriğini etkileyen bir diğer önem li et­
men de, rüyanın görüldüğü geceden önceki gün boyunca yaşanan
duygu ve düşüncelerin kalıntılarıdır. Bu kalıntılar bilinçdışında
etkinliklerini sürdürdükleri için, fiziksel uyaranlarda olduğu gibi,
rüya içeriğinin bir parçası durumuna gelirler. Önceki günün ka­
lıntıları, çoğu kez içgüdülerden kaynaklanan ve bilinçdışı düze­
yinde varlığını sürdüren çocukluk dönem inden kalma isteklerle
iç içe geçişerek karma bir görüntü alırlar. Bir başka deyişle, çocuk­
luk dönem inden kalm a içgüdüsel dürtüler, günün kalıntıları tara­
fından maskelenm iş bir biçim de rüyaların içeriğini oluştururlar.
Freud'un rüyalar ve onların oluşum süreçleri üzerindeki ince­
lemeleri, bilinçdışı süreçlerin işleyiş biçim lerini anlayabilm ek için
kullandığı başlıca araç olm uştur. Rüyalarm.Yorumu adlı yapıtı gü­
nüm üzde de bilinçdışı süreçleri en iyi açıklayan belge olarak ge­
çerliğini sürdürm ektedir. Bu yapıtında Freud, her bir rüyanın as­
lında bilinçdışı isteklere doyum sağlama görevini üstlendiği gö­
rüşünü savunm uştur. Freud bu sonuca, hastalarından topladığı
çok sayıda verinin yanı sıra, kendi rüyalarını da çözüm lem eye ça­
lışarak ulaşmıştır.
Günümüzde rüyalar çok daha geniş kapsamlı bir psikolojik
süreçler topluluğu olarak tanım lanm aktadır. Bilinçdışı isteklere
doyum sağlama öğesinin rüyaların önde gelen boyutlarından biri
olduğu kabul edilm ekle birlikte, Freud'un inancından biraz farklı
olarak, bu öğenin salt koşul olm adığı görüşü çoğu psikanalist ta­
rafından paylaşılm aktadır. Çocukluğun ilk dönem lerinde görü­
len rüyalarda istekler oldukları gibi canlandırılabildikleri halde,
daha sonraki dönem lerde istekler bilinçdışında tutulduklarından,
rüyalara ancak m askelenm iş bir biçim de yansırlar. Bu nedenle,
yetişkin bir insanın rüyasının görünür içeriğine bakarak o rüya­
nın "gizil içeriğini" anlayabilm ek oldukça güçtür.
PStKANALtTİK KURAMLAR 25

Bir rüyanın gizil içeriği çeşitli m ekanizm alarla "görünür içeri­


ğe" dönüştürülür. Bu m ekanizm aların başlıcaları simgeleştirme,
daraltma, yön değiştirm e ve yansıtmadır.

Simgeleştirme: Bu mekanizmada beden bölgeleri ve işlevleri, ai­


le üyeleri, doğum, ölüm gibi çeşitli nesneler ve kavram lar rüya
içeriğinde doğrudan değil, bazı sim gelerle dolaylı olarak anlatım
bulurlar. Ö rneğin, para dışkıyı, pencereler kadın cinsel organını
sim geleyebilir.
Sim geleştirm e, gerek insanlığın ve gerekse bireyin evrimi açı­
sından, zihin gelişim inin ilk basam aklarına bir gerilem eyi içerir.
Bir başka deyişle, sim geler, çocukluğun ilk dönem lerinde ya da
ilkel topluluklar tarafından kullanılan anlatım biçim leridir.
Sim geleştirilen düşüncelere, genellikle kabul edilm esi güç ni­
telikte duygular ya da çatışm alar eşlik eder. Bu nedenle Freud,
sim geleştirm enin am acının, rüyanın gerçek içeriğinin rüyayı gö­
ren kişiden gizli tutarak, onun tedirgin olm asım engellem ek ol­
duğuna inanm ıştı. Sim geler kabul edilm eyecek nitelikteki duygu­
ları m askelerken, bu duyguların kısmen olsun boşaltılm asına ve
doyum sağlanm asına da imkân sağlar.

Yön Değiştirme: Bu m ekanizm ayla, ruhsal enerji, rüyanın gizil


içeriğinden görünür içeriğine, yani sim gelere aktarılır. Sim geler
oldukça zararsız görünüm lü olduklarında, rüyadaki sansür m e­
kanizm asından etkilenm ezler. Böylece, gizil içeriğe ait ruhsal
enerji de sansür sınırını geçm ekte güçlük çekm ez. Ne var ki, ener­
jinin bir nesneden diğerine aktarılm asına karşın, bilinçdışındaki
dürtünün am acı değişmez. Örneğin, rüya gören kişi, annesinin
yerine tanım adığı bir kadının im gesini görebilir. Dolayısıyla, an­
neye ilişkin ruhsal enerji bu yabancı kadın sim gesine aktarılır.
Ancak, rüyayı sürdüren güç yine de anneden kaynaklanır.

Daraltma: Bu m ekanizm ayla bilinçdışındaki türlü istekler ve


dürtüler birleştirilerek, görünür rüya içeriğindeki tek bir imgeye
bağlanır. Ö rneğin bir çocuk, rüyasında korkunç ve saldırgan bir
yaratık görm ekteyse, bu yaratık yalnızca babasını sim gelemekle
sınırlanm ayabilir, annesinin bazı yönlerini, hatta çocuğun kendi
düşmanca dürtülerini de yansıtm akta olabilir.
26 PSİKANALİZ VE SONRASI

Yansıtma: Bu mekanizm ada kişi, aslında kendi bilinçdışından


kaynaklanan, ancak kabul edilir nitelikte olm ayan istek ya da
dürtüleri, rüyasında, bir diğer kişiden kendisine yöneltiliyorm uş-
çasına görür. Çoğu kez, bu kişi aslında kendi dürtülerini yönelt­
mek istediği kişiden başka biri değildir.

T o p o g r a fik K iş ilik K u ram ı

Yüzyılın başlarından, ruhsal aygıtın yapısal m odelini içeren


Ego ve İd adlı yapıtının yayım landığı 1923 yılma değin geçen süre
boyunca, Freud'un ilgisini en çok çeken konu, topografik kuramı
olmuştur.
Bu dönem de Freud, ruhsal aygıt kavramını, zihinsel içerikli
belirli zihin bölgelerine yerleştirerek bölümlemeyi amaçlamıştı.
Bu, zihinsel süreçleri anatom ik bölgelere göre ayırm a anlamında
bir bölümlemeyi değil, çeşitli zihinsel etkinliklerin bilince uzak­
lıklarının saptanm asını içeriyordu. Buna göre, bilincin dışında
oluşan ve dikkati zorlam akla bilinç düzeyine çıkarılm ayan istek­
ler ve dürtüler, zihnin "bilinçd ışı" denilen en derin bölgelerinden
kaynaklanırlar. Dikkat sarfederek bilince çıkması sağlanabilen zi­
hinsel olaylar ise, "bilinçöncesi" denilen ve bilince daha yakın bir
bölgede oluşurlar. Bilinçli olarak yaşanan ve algdanan olaylar ise
zihnin yüzeyinde oluşurlar.
1923 yılında Freud'un, ruhsal aygıta ilişkin yapısal kuramını
açıklamasıyla topografik kuram önemini yitirm iş ve psikanalitik
uygulam alarda kullanılan bir araç olm aktan çıkm ıştır. Bununla
birlikte, topografik kuram , zihinsel olayların farkında olunması
ya da olunmamasını tanım lam ada geçerliğini korumaktadır.

Bilinç: Dış dünyadan ya da bedenin içinden gelen algıları fark


edebilen zihin bölgesidir. Bedensel algıları, düşünce süreçlerini
ve heyecansal durum ları da kapsar. Bilicin içeriği, konuşma ya
da davranışlarla çevreye iletilir.

Bilinçöncesi: Dikkatin zorlanm asıyla bilinç düzeyinde algılana­


bilen zihinsel olayları ve süreçleri içerir. Bu içerikte, gerçekliğe
ilişkin sorunları çözm eye çalışm ak gibi gelişmiş düşünce biçim le­
rinin yanı sıra, düş kurm a gibi ilkel süreçler de bulunur.
PSİKANALİTİK KURAMLAR 27

Bilinçdîşı: Genel anlam da bilinçdışı, bilinçli algılamanm dışın­


da kalan tüm zihinsel olayları, dolayısıyla bilinçöncesini de içerir.
Dinam ik anlam da ise, bilinçdışı, sansür m ekanizm asının engeli
dolayısıyla bilinç düzeyine ulaşma olanağı olm ayan zihinsel sü­
reçleri içerir. Bu içerik, gerçekliğe ve m antığa uym ayan ve insa­
nın içinden geldiğince doyurulm ak istenen dürtülerden oluşur.
Bu dürtüler kişinin bilinçli dünyasında geçerli olan ahlaki değer­
lere karşıt düşen isteklerden kaynaklanır ve ancak psikanalitik te­
davide kişinin dirençleri kırıldığında bilinç düzeyine ulaşabilir­
ler.
Topografik kişilik kuram ı, aslında, Freud'un düşünce gelişimi
içerisinde geçici bir m odel olarak yer alm ıştır. Klinik çalışmaları
sırasında Freud, gözlediği bazı durum ların topografik modele
uymadığını fark etm işti. Örneğin, bazı hastalarda gözlemlenen
bilinçdışı suçluluk duygularını ve cezalandırılm a isteklerini to­
pografik m odele göre açıklam ak mümkün olam ıyordu. Çünkü,
bu m odele göre ahlaki değerlere ilişkin duyguların, içgüdülere
karşıt güçlerin bulunduğu bilinç düzeyinde yer alm ası gerekiyor­
du.
Bu ve benzeri nedenlerle Freud, kişilik örgütlenm esini açıkla­
yacak yapısal bir model geliştirdi ve 1923'te yayım lanan Ego ve İd
adlı kitabında bu modeli açıkladı. Ne var ki, Freud'un, topografik
kuramdan yapısal kuram a geçişi birden olm am ış, aradaki yıllar
süresince, sonradan yapısal kişilik kuram ına temel oluşturacak
bazı diğer kavram ları geliştirm iştir.

içg ü d ü ler K u ram ı

İçgüdü terim i ilk kez, hayvan davranışlarını inceleyen araştır­


macılar tarafından, kalıtsal kökenli ve öğrenm e sonucu edinilmiş
olan tepkilerin ayrım ını yapabilm ek am acıyla kullanılm ıştır. Da­
ha sonraları, bu terimi oldukça çok çeşitli türdeki davranış örün-
tülerini içeren bir anlam da kullanma eğilim i belirm iş, ancak bu
kez annelik içgüdüsü ve korunma içgüdüsü örneklerinde olduğu
gibi, fizyolojik bir tem elden yoksun kalm ış ve yalın tepkilerden
Çok amaca yönelik bazı davranışları tanımlayan bir kavram duru­
muna gelmiştir.
28 PSİKANALİZ VE SONRASI

Freud'un içgüdü kavram ını ele alış biçimi zam an içinde bazı
değişikliklere uğramışsa da, en sık kullanılış biçim iyle içgüdü,
beden ve zihin arasındaki sınır üzerine yerleştirilebilecek bir kav­
ram olarak tanım lanm ıştır. Bu tanıma göre, organizm anın için­
den kaynaklanan uyaranların oluşturduğu psikolojik etki sonucu
zihin, kendisine bağlı bazı organları harekete geçirir. Bir başka
deyişle, içgüdüler, fizyolojik ihtiyaçları içeren içsel uyaranların
psikolojik görünümlü tem silcileridir.
Freud'un içgüdü tanım ının psikolojik ve biyolojik öğeleri bir­
likte içermesi kavram kargaşasına neden olm uştur. Üstelik, Fre­
ud'un kendisi de, bu iki öğeden bazen birine, bazen ise diğerine
ağırlık tanıyarak bu karışıklığın oluşumuna katkıda bulunm uş­
tur (*).
Freud, solunum ve sindirim yapma gücünü sağlayan enerji­
nin, düşünm e ve hatırlam a gücünü sağlayan enerjiden farklı ol­
ması için hiçbir neden bulunm adığı görüşünü savunm uş ve ener­
jinin bu ikinci türü için ruhsal enerji terimini kullanm ıştır. Enerji­
nin koruma yasasına göre, enerji bir biçim den diğerine dönüşebi­
lir, ancak kozm ik sistem den hiçbir zam an yok olmaz. Dolayısıyla,
ruhsal enerji, fizyolojik enerjiye dönüşebilir ya da bunun karşıtı
bir durum olabilir. Enerji ile beden ya da kişilik arasındaki buluş­
ma noktasında içgüdüler bulunur. Yukarıda da tanım landığı gibi
içgüdü, içsel ve organik uyarılm anın psikolojik anlatımıdır. Kay­
naklandığı bedensel uyarılm aya ihtiyaç, ihtiyacın psikolojik tem ­
silcisine de istek denir. Açlık, fizyolojik yönden beden dokuları­
nın besinsiz kalma durum u, psikolojik yönden ise besin maddesi
isteği olarak tanım lanabilir. İstek, davranışı güdüleyen bir etken­

(*) Böyle b ir karışıklığa F reu d 'u n kullanm ış olduğu A lm anca bir sözcük olan T ri-
eb 'in de neden olduğu söylenilebilir. Bu sözcük İngiliz diline "d riv e = d ürtü"
olarak çevrilebilecek iken "in stin ct = içgüd ü" olarak çevrilm iştir. Buna neden
olarak o güne değin dürtü kavram ının davranış b ilim rilerce old ukça sorum ­
suz kullanılm ış olm ası gösterilm ekte ve psikanaliz ekolünün farklı b ir terimi
seçm ekle d avranış kuram cılarının tanım ladıkları dürtü kavram ı ile kendi ge­
liştirdikleri kavram arasınd a belirli bir uzaklığı korum ayı am açlad ıkları san ıl­
m aktadır. G ünüm üzd e F reu d 'u n kullanm ış olduğu Trieb sözcüğü karşılığı
olarak daha çok "içg ü d ü sel d ü rtü " deyim i kullanılm akta v e böylece "içg ü d ü "
sözcüğünün tek başına kullanıld ığınd a ortaya çıkan anlam yanılgılarının ö n ­
lenm esine çalışılm aktad ır (M eissner, W. W. Back, J. E., Sem rad, E. V., 1975).
PStKANALffiK KURAMLAR 29

dir. Aç insan yiyecek arar. İçgüdüler davranışı güdülem ekle kal­


maz, aynı zam anda davranışın yönünü de belirler. Bir başka de­
yişle, içgüdüler belirli bir uyarana karşı kişinin duyarlığını artıra­
rak davranış üzerinde seçici bir denetim kurarlar. Aç bir insanın
besin uyaranına duyarlığı artar, cinsel istek duyan bir diğeri karşı
cinsten kişilerle ilgilenm eye başlar.
İçgüdüler, kişinin kullanabileceği ruhsal enerjinin tümünü
oluştururlar. Bir içgüdünün dört özelliği vardır: Kaynak, amaç, ob­
je ve itici güç. Kaynak, daha önce sözü edilen bedensel durum ya
da ihtiyaçtır. Amaç, bedensel uyarılm anın ortadan kaldırılm ası­
dır. Bunu sağlam ak için uyarılma durum una son verecek ve ihti­
yacı karşılayacak uygun bir obje bulm ak gerekir. İtici güç, içgü­
dünün, ihtiyaç arttığı oranda güçlenen ve harekete geçirici öğesi­
dir. Bir insanın açlık oranı onda bitkinlik yaratacak bir düzeye
vardığında, içgüdünün itici gücü de artar.
İçgüdülerin geriletici özelliği vardır; ihtiyacı karşılandıktan
sonra kişi içgüdünün belirm esinden önceki durum una döner. İç­
güdünün korunma özelliği vardır; organizm anın dengesini belirli
bir düzeyde tutm aya çalışır. îçgüdür, uyarılm aları izleyen gevşe­
me dönem leriyle yinelenm e özelliği gösterir.
. Kaynak ve am acın değişm ezliğine karşılık, seçilen objeler bir
inşanın yaşam ı boyunca değişebilir ve bu değişm e ruhsal enerji­
nin yön değiştirebilm e özelliği sayesinde gerçekleştirilir. Bir objeyi
elde etm e im kânı yoksa, onun yerine geçecek uygun bir obje ara­
nır. Bir içgüdünün enerjisi sürekli olarak asıl ihtiyaç objesinin ye­
rine geçm iş bir diğer objeye yönelirse, bunun sonucu ortaya çı­
kan davram şa içgüdü türevi denir. Bebeğin ilk cinsel doyum objesi
kendi cinsel organlarıdır. Ancak, bebek giydirilip bu doyum yolu
engelendiğinde, başparm ağını em m e ya da ayak parmaklarıyla
oynama gibi cinsel içgüdü türevleri olan davranışlara başvurabi­
lir.
Enerjinin bir objeden diğerine yön değiştirebilm esi, insanın
doğal yapısının esnekliğini ve kişiliğin dinam izm ini açıklayan en
önemli özelliğidir. Yetişkin insanın ilgi konularındaki seçim leri,
alışkanlıkları ve tutumlarının çoğu, gerçek içgüdüsel doyum ob­
jelerinden saptırılm ış enerjinin anlatım ıdır. Ö rneğin, yıkıcı dürtü­
lere, resim yapm akla ya da bir başka deyişle, çevredeki doğal sü­
30 PSİKANALİZ VE SONRASI

reci kâğıt üzerine saptayarak "öldürm ekle" doyum sağlanabilir.


Çocukluk dönem inde cinselliğe karşı duyulan yoğun merak, ye­
tişkinlikte bilimsel araştırmaya dönüşebilir.
Freud, içgüdülerin kökeni olan bedensel durum ların yeterince
bilinmediği gerekçesiyle önce içgüdülerin bir listesini çıkarm ış,
sonraları içgüdülerin tümünü iki ana bölümde toplam ıştır: Yaşam
içgüdüsü (eros) ve ölüm içgüdüsü (thanatos).
Yaşam içgüdüleri bireysel yaşam ın ve insan ırkının sürekliliği­
ni sağlar. Açlık, susuzluk ve cinsellik bunlar arasında sayılabilir.
Yaşam içgüdüsünü çalıştıran enerji türüne libido denir. Freud'un
en çok ilgisini çekmiş olan yaşam içgüdüsü cinsellik olm uş ve
bundan ötürü psikanalizin ilk günlerinde bir insanın her yaptığı
bu güdüyle açıklanm ıştır.
Gerçekte cinsel içgüdü tek olmayıp bir içgüdüler topluluğu­
dur. Çeşitli beden bölgelerinden kaynaklanan ihtiyaçlar, cinsel is­
teklere dönüşebilir. Bu beden bölgelerine erojen bölgeler denir.
Erojen bölgeler, elle dokunulduğunda hoşlanma duygusu veren
duyarlı deri ya da mukoza kısım larıdır. Dudaklar ve ağız boşlu­
ğu, anal bölge ve cinsel organlar başlıca erojen bölgelerdir. Emme
oral hoşlanm a, dışkılam a anal hoşlanma, ovm a ve sürtm e cinsel
hoşlanma yaratır.
Çocukluk yıllarında cinsel içgüdüler birbirinden oldukça ba­
ğımsızdır, ancak ergenlik çağında birleşerek ürem e am acına hiz­
met etmeye başlarlar. Freud, yeni doğan bebeğin tüm den özsever
olduğu görüşünü savunm uştur. Aslında, kendine âşık olma, oto­
erotizm (*) ve özseverlik (narcissism ) Freud'dan önce de var olan
kavramlardı. Ö zseverlik terimi, bir gölün suyuna yansıyan kendi
görüntüsüne âşık olan ve bu görüntüyü kucaklamak isterken su­
ya düşüp boğulan N arcissus'un klasik efsanesinden kaynaklan­
mıştır. Freud'a göre yeni doğmuş bebek de tüm libido enerjisini
kendi fizyolojik ihtiyaçlarını karşılam ak ve rahatlığını sürdürebil­
m ek am acıyla kullanır. Giderek kendisinin bakım ını ve ihtiyaçla­
rını sağlayan bir diğer insanın, yani annesinin varlığını fark etm e­
ye başlayan bebek, özsever libidosunu bu kez ona yöneltir. Böyle-

(*) Kendi beden bölgelerini uyararak cinsel doyum sağlam a.


PSİKANAÜTlK KURAMLAR 31

ce, yaşam ın ilk aylarındaki özsever libido objeye yönelik libidoya


dönüşerek, bireyin kendi varlığının dışındaki insanlara ve objeye
yönelm eye başlar. Bununla birlikte, libidonun bir bölümü özse­
ver niteliğini yaşam boyu korur. Ö zsever libido ve objeye yönelik
libido arasındaki uyum lu bir denge, bireyin sağlıklı bir gelişimi
ve özellikle kendine olan saygısını sürdürebilm esi yönünden
önem taşır.
1908 yılında Freud, şizofrenik hastalarda libidonun dış dünya­
dan koparak yeniden kişinin kendine döndüğünü gözlemlemişti.
Bu durum, psikotik kişilerin neden dış dünyanın gerçeklerine ya­
bancılaştıklarını ve büyüklük hezeyanları geliştirdiklerini açıkla­
yabiliyordu. Aynı dönemde Freud, özseverliğin psikotik hastalar­
la sınırlanm adığını gözlemlemiş, diğer bazı koşullarda da libido­
nun insanın kendisine dönebildiğini fark etm işti. Fizyolojik ya da
psikolojik anlam da sarsıcı olaylar, örneğin bedensel yaralanm a­
lar, sevilen bir insanın ölümü ya da aşırı engellenm eler libidonun
dış dünyadaki objelerden çekilm esine neden olabilir. Organ nev­
rozunda (hipokondri) kişinin ilgisi tümden iç organlarına ve on­
ların işlevlerine yönelebilir. Freud, rüyalarda da aynı durumun
söz konusu olduğu görüşünü savunm uştur. Cinsel davranış sap­
malarında, dış dünyadan seçilen kişilerin ya da objelerin gerçekte
kişinin kendi özseverliğinin bir yansım ası olduğu söylenebilir, ti­
kel insanlarda gözlem lenen ve dış dünyadaki olayların kendi si­
hirli güçlerinden kaynaklandığı biçim inde geliştirilen inançlar da
özseverlik belirtisi olarak yorum lanabilir.
Ö zseverliğin tartışılm asından ortaya çıkan en önem li sorular­
dan biri, bu kavram la otoerotizm arasındaki farkın açıklanması
gereğidir. Özseverlikte, benlik ve dış obje birbirinden ayrım laş­
mamış olduğundan, libido da dıştaki bir objeye yönelmemiştir.
Yönelmiş görünse bile, aslında yöneldiği obje kişinin kendisini
simgeler. Ötoerotizm de ise kişi, kendi bedenine ya da bölgelerine
yönelm iştir; bedeniyle ilişki durum undadır. Bebek, ihtiyaç duy­
duğu sevgi objesini (anne) ya da o objenin bir kısmını (meme)
çevresinde bulam adığı zaman, bu ihtiyacını karşılam ak için ken­
di beden parçalarını (parm ak em m e) annenin ya da m em enin ye­
rine koyar. Bu am açla herhangi bir erojen beden bölgesi kullanı­
labilir.
32 PSİKANALİZ VE SONRASI

Freud, yıkıcı içgüdüler olarak nitelendirdiği ölüm içgüdüleri­


ni yaşam içgüdülerine oranla daha kapalı bir biçim de işlem iştir
ve bundan ötürü bu konudaki bilgiler yeterli değildir. "Yaşam ın
amacı ölüm dür" diyen Freud, her insanda bilincinde olmadığı
bir ölüm isteğinin var olduğuna inanmıştı. Freud bu güdünün
bedensel kaynaklarını araştırm am ıştır. Aslında, alınan besin
m addelerinin bedende yıkılm alarını içeren katabolik süreçlerin
ölüm içgüdüsünün kökenini oluşturduğu söylenebilir. Freud,
ölüm içgüdüsü varsayım ını, Fechner tarafından geliştirilen "tüm
yaşayan süreçler sonunda madensel dünyanın sürekliliğine dö­
nüşürler" ilkesi üzerine kurm uştur. Canlılar, kozm ik güçlerin
madenler üzerine yaptığı etki sonucu oluşurlar. Başlangıçta bu
değişmeler oldukça dayanıksızdı ve canlılar kısa sürede yeniden
önceki madensel durum larına dönüşüyorlardı. Dünyadaki evrim
sonucu canlılar, yaşam sürelerinin uzamasının yanı sıra, kendi
aralarında çoğalıp türlerini üreterek madensel dünyaya bağım lı­
lıktan kurtulmuşlardır. Bu gelişim e karşın, canlı türlerinin birey­
leri yine de süreklilik ilkesine uym uşlar ve birey için yaşam,
Freud'un dediği gibi, ölüm e giden dolaylı bir yol olarak kalm ış­
tır.
Ölüm içgüdüsünün önemli bir türevi, saldırganlık dürtüsü'dür.
Freud'a göre saldırganlık, insanın kendine dönük yıkıcı eğilim le­
rinin dış dünyadaki objelere çevrilm esidir, tnsan diğer insanlarla"
savaşır ya da onlara karşıt davranışlar geliştirir. Çünkü kendini
yok etme isteği ve yaşam içgüdüleri birbirlerini etkisiz kılabilir
ya da biri diğerinin yerine geçebilir. Örneğin, yem e eylem inde aç­
lık ve yıkıcılık birbirine geçişm iştir; doyum, yiyeceği ısırm a, çiğ­
neme ve yutm a hareketiyle sağlanır. Cinsel içgüdünün türevi
olan sevgi, ölüm içgüdüsünün türevi olan nefreti nötrleştirebilir
ya da sevgi nefretin, nefret sevginin yerine geçebilir.

G elişim K u ram ı

Freud'un çocuk cinselliği konusunda 1915'te yayım lanan


"Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Tartışma" başlıklı yapıtının, on doku­
zuncu yüzyılın tutucu değer yargılarına indirilm iş bir darbe ola­
rak karşılandığı ve görüşlerine şiddetle hücum edildiği biçim in­
PSİKANALİTİK k u r a m l a r 33

de, günüm üze dek ulaşm ış olan yorum ların gerçeği yansıtm adığı
son yıllardaki belgesel araştırm alarla anlaşılm ış bulunm aktadır
(Ellenberger, 1970). Aslında, o günlerin V iyana'sında cinsellik
üzerine pek çok yazı yayım lanm akta ve en uç sapm alar dahil,
cinsel davranışların her yönü rahatça tartışılm aktaydı. Bu neden­
le, bazı direnlem elerle karşılaşm akla birlikte, Freud'un cinsel ge­
lişim üzerine yazdıkları genellikle ilgiyle karşılanm ıştı. Direncin
çoğu, çocukluğun saflığı üzerine geliştirilm iş önyargılardan kay­
naklanm ış ve bazı gruplar cinselliği çocuklara yakıştıram ayarak
tepki gösterm işlerdi. Ama Freud, çocuk cinselliği konusunda or­
taya bazı görüşler atm aktan öte, bu konuda tutarlı bir kuram ge­
liştirm işti. Ü stelik bu kuram , onun klinik deneyim leri ve gözlem­
leri üzerine kurulm uştu.
Psikanalizin ilk günlerinde Freud, nevrozların oluşumunda
çocuklukta yaşanan cinsel içerikli sarsıcı olayların önem li bir rol
oynadığını fark etm işti. Klinik deneyim leri arttıkça giderek hasta­
ların çocukluk dönem lerine ilişkin yaşantılarının ve düşlem leri­
nin ortak yönlerini saptam aya başladı. Bu veriler, çocukluk cin­
selliğine ilişkin bir gelişim kuram ının tem elini oluşturdu ve daha
S o n ra ları çocukların davranışları üzerinde yapılan gözlem lerle
doğrulandı. K linik yaşantılarından edindiği verilerin yanı sıra,
1897'de başladığı kendi psikanalizinden edindiği verilerin de,
Freud'un gelişim kuram ına önem li katkıları olm uştur. Analizi sı­
rasında Freud, kendi çocukluk dönem indeki bazı cinsel düşleri
ve ana-babasm a ilişkin duygularındaki çelişkileri de fark etmişti.
Freud, bu bulgularının ışığında, çocukluk dönem ine ilişkin cinsel
olguların, nevrozların oluşum unda önemli bir rol oynadığı ve
normal sayılabilecek insanların gelişim süreçlerinde de benzer
yaşantıların yer alabileceği sonucuna varmıştı.
1915 yılında Üç Tartışma başlığı altında yayım lanan yapıtında
Freud, çocuk cinselliğinin ilk belirtilerinin, beslenm e ya da idrar
kesesi ve barsak denetim inin kazanılm ası gibi, aslında cinsel nite­
likli olm ayan bedensel işlevlerden kaynaklandığı görüşünü orta­
ya koymuştur. Bu görüşe göre, çocukta psikolojik ve cinsel geli­
şim, her biri bir önceki dönemin üzerine kurulan ve önceki dö­
nemlerde kazanılan davranışları da özüm leyen beş dönem de ta­
mamlanır.

PS3
34 PSİKANALİZ VE SONRASI

Oral (*) Dönem: Gelişim in ilk basamağıdır, yaşam ın ilk ya da


1-1,5 yılı boyunca sürer. Bebeğin ihtiyaçları, algılamaları ve ken­
dini anlatım yolları daha çok ağız bölgesinde odaklaşm ıştır. Ağız
bölgesinde algılanan duyuların başlıcaları, açlık, susuzluk, anne
memesi ya da onun yerine geçen nesnelerin oluşturduğu ve hoş­
lanma duygusu yaratan dokunma uyarımları, yutma ve doymaya
ilişkin duyulardır. Oral dürtülerin iki öğesi bulunur:
(1) Libidoya yönelik öğe (oral erotizm). Oral gerginliğin yarat­
tığı duruma (örneğin, açlığa) son vermeyi amaçlar. Am aca ulaşıl­
ması (oral doyum ), emzirm e sonunda gözlem lendiği gibi, bir
gevşeme ve suskunluk yaratır. Oral erotizm bu dönem in ilk ayla­
rında daha çok egemendir.
(2) Saldırgan öğe (oral sadizm ). Oral dönemin son aylarında
oral erotik öğelerle birlikte varlığını sürdürür. Oral saldırganlık,
ısırma, çiğneme, tükürm e ve ağlama tepkileriyle anlatım bulur.
İnsanda var olan yıkıcı eğilim lerin ilk belirtileridir.
Yaşam ın ilk aylarında insan yavrusu diğer m em elilere oranla
daha çaresiz bir varlıktır. Bakımı sağlanmazsa yaşayam az ve fiz­
yolojik dengesi bozulduğunda, bir diğer insanın yardımı olm ak­
sızın durumunu düzeltem ez. Bebek, başlangıçta kendi dudakla­
rıyla anne memesini birbirinden ayırt edemez ve açlık ağrılarıyla
bu duyguyu gideren dış obje arasındaki ilişkiyi fark edemez. A n­
cak açlığının giderilmediği durum ların sayısı arttıkça, giderek bu
ilişkiyi görmeye ve daha önce acıktığı zamanlarda bu duygusunu
ortadan kaldıran objeyi aram aya başlar. Böylece bebek, açlık duy­
gulu nedeniyle dış dünyayla ilişki kurmaya zorlanır. Dış dünya­
yı oral doyumuna ve içsel gerilim lerinin giderilmesine göre algı­
ladığından, çevredeki objelere karşı ilk tepkisi onları ağzına koy­
ma biçim inde olur.
Bu dönemde annenin rolü çok önemlidir. Anne, sezgileriyle,
bebeğin ihtiyaçlarını, onunla ortaklaşa geliştirdikleri bir düzen
içinde karşılar. Bu düzen sayesinde bebek, fizyolojik dengeleşimi-
ni belirli sınırlar içerisinde koruyabilir. İhtiyaçları düzenli bir bi­
çimde karşılandıkça, bebekte dış dünyaya karşı güven duygusu
oluşmaya başlar.

(*) Oris, Latincede ağız anlam ına gelir.


PSİKANALİTÎK KURAMLAR 35

Bebeğin, kendisiyle dış obje arasındaki sınır belirginleştikçe,


anneyi, onu doyuran ve mem enin em ilm esinin verdiği hoşlanma
duygusunu sağlayan kaynak olarak tanımaya başlar. Böylece an­
ne, bebeğin ilk sevgi objesi olur. Bebeğin bu ilk sevgi objesine ge­
liştirdiği bağlılığın niteliği, sonraki yaşam ında önem taşıyacak ki­
şilere karşı geliştireceği duygu ve tutumlarını belirlem esi yönün­
den çok önem lidir. Bu dönemde annesiyle sıcak, sevecen ve gü­
ven verici bir ilişki yaşayan çocuğun, kuram sal olarak, yaşamı
boyu diğer insanlarla da benzer nitelikte ilişkiler kurabilmesi
beklenir.
Son yıllarda, çocuğun oral dönemde annesiyle olan etkileşim i­
nin yukarıda tanım landığı kadar tek yanlı olm adığı ve önceleri
sanıldığından daha karm aşık süreçleri içerdiği görüşü egem en ol­
maya başlam ıştır. Em zirm e ve bakım sırasındaki etkileşim , anne­
nin yetersizliğinden ya da kişilik yapısındaki aksaklıklardan kay­
naklanan türlü çatışm aların ve olumsuz etkilerin odak noktası
olur.
Oral ihtiyaçların yeterince karşılanm am ası ya da aşırı oranlar­
da doyurulm ası norm aldışı kişilik özelliklerinin yerleşm esine ne­
den olabilir. Bunlar arasında, abartılı iyim serlik, özseverlik, arada
bir yaşanan yoğun karam sarlık ve diğer insanlardan çok şey bek­
leme eğilim i sayılabilir. Oral karakterli kişiler aşın bağım lıdır ve
diğer insanların kendileriyle ilgilenm elerini ve bakım larını üst­
lenmelerini isterler. Arada bir diğer insanlara bir şeyler verirlerse
de aslında bunlar, karşılığını alabilm ek beklentisiyle yapılan dav­
ranışlardır. Bu tür insanların kendilerine olan saygıları diğer in­
sanların yargılarına bağlıdır. H aset ve kıskançlık duyguları da
oral karakterli kişilerde oldukça sık yaşanır.
Oral dönem in başarılı bir biçim de tam am landığı durumlarda,
kişilik özellikleri, aşırı bağım lılık ya da kıskanm a duyguları ol­
maksızın, diğer insanlara verebilm e ve onlardan alabilm e özellik­
lerini içerir. Böyle kişiler, kendilerine olduğu gibi diğer insanlara
da güvenir ve onlardan destek alabilirler.
Anal (*) Dönem: Üçüncü yaşın sonuna kadar süren bu dönem­
de çocuk, anüsü büzen kaslara giden sinirlerin olgunlaşm aları so­

(*) Anüs, Latincede barsağın chşa açıldığı bölge anlamına gelir.


36 PSlKANALÎZ VE SONRASI

nucu, dışkının tutulm ası ya da boşaltılm ası işlevleri üzerinde de­


netim kurmayı öğrenir.
Anüs kasları üzerinde denetim kazanma, oral dönem in edil­
gin varoluş biçim inden etkinliğe doğru geçişi de içerir. Bu dö­
nemde yer alan tuvalet eğitimi sırasında, dışkıyı tutma ya da bo­
şaltım konusunda anne ile ortaya çıkan çatışm alar sonucu çocuk,
bir yandan bağım lılık duyguları, öte yandan ayrılma, bireyleşm e
ve bağım sızlaşm a isteklerini içeren karşıt duygulan birlikte ya­
şar. Değerli bir nesne olarak algılanan dışkıyı tutm aktan ya da bir
arm ağanm ışçasına anneye sunm aktan duyulan cinsel hoşlanıma
anal erotizm denir. Dışkıyı güçlü ve yıkıcı bir silahm ışçasm a sal­
dırgan duygularla püskürtm e eğilim ine anal sadizm denir. Bu eği­
limler, çocukların düşlerinde patlam a ve bom balam a biçim inde
de belirir.
Anal dönem de, annenin denetim inden bağım sızlaşm a eğilim ­
lerinin ilk belirtileri gözlenir. Dışkıyı denetleyebilm e (tutma) ya
da denetimi yitirm e (altını kirletme), çocuğun, denetimi yitirme
durum larında da kendine karşı kuşku geliştirm eden ve aşırı
utanç duygularına kapılm adan yaşam a ve özerklik kazanm a yo­
lundaki ilk denem eleridir.
Başlangıçta anal erotizm , dışkının boşaltılm asında duyulan
hoşlanma ile yaşanır. Sonraları, dışkının içeride tutulm asının bar­
sak çeperi üzerindeki b a sm a daha da yoğun bir hoşlanm a duy-,
gusu verir. Ne var ki, bu arada annenin isteklerine göre düzen­
lenmiş program araya girer ve içeride tutulm ası hoşlanm a veren
bu birikim in boşaltılm ası ya da boşaltm anın verdiği zevkin erte­
lenmesi istenir. Böylece anal dönem, çocuğun ne zaman, nasıl ve
hangi biçim de bu doyumu sağlayabileceği konusunda anne ile
çocuk arasında karşılıklı bir güç gösterisine dönüşür.
Anal dönem le sadist eğilim ler arasındaki ilişkinin temelinde
iki öğe bulunur. Bunlardan ilki, dışkının püskürtülm esinin saldır­
gan bir davranış olarak yorum lanm asıdır. Bir başka deyişle, dışkı
ile öfke eşanlam taşır ve dışkı, çocuğun kızgınlık duygularını dile
getirmesinde başlıca araç durum una gelir. Bilindiği gibi, yetişkin
yaşamda öfke boşaltırken seçilen deyim lerin bir bölüm ü, dışkı ya
da dışkıyı püskürtm e anlam ına gelen sözcükleri de içerir. İkinci
öğe, çocuğun anüs kaslarının denetimini kazanm asından kaynak­
PSİKANALİTİK KURAMLAR 37

lanan güçlülük duygusudur. Ne var ki, daha önce de belirtildiği


gibi, bu güçlülük duygusu annenin uygulam ak istediği progra­
mın tehdidi altındadır. Dışkıyı tutmakta inat etm esi aşırı biçimde
cezalandırılır ya da denetim ini yitirm esi çok ayıplam rsa çocuk,
anneyle ilişkisinde oral dönemin ilkel nitelikli davranış örüntüle-
rine gerileyebilir.
Anal dönem de tuvalet eğitim lerinin barışçı yollardan tamam­
lanmaması durum unda çeşitli uyum suz karakter özellikleri geliş­
tirilir. Annenin anlayışızlığının yarattığı yalnızlık duygusunu,
dışkısını içeride tutmanın verdiği dolgunluk duyusuyla giderm e­
ye çalışan, ya da denetimi yitirdiği zam anlarda aşın cezalandınl-
mış olma sonucu dışkı boşaltm aya karşı korku geliştiren çocuk­
larda yaşam boyu izlerini sürdüren aşın düzenlilik, katı görüşlü­
lük, inatçılık, dik kafalılık, para harcam aktan çekinm e ve cimrilik
eğilimi gözlem lenir. Kızgınlık duygularını (dışkıyı) tutma çabası
tüm duygusal tepkilerin ketlenm esine neden olabilir (anal tutucu
karakter). Anal tutucu karakterin en uç örneği, obsesif-kom pulsif
nevrozlarda görülür. Annenin tutarsız davranışlarına ya da ilgi­
sizliğine karşı duyduğu öfkeyi boşaltm a alışkanlığı geliştiren ço­
cuklarda, karşıt duyguları (sevgi ve nefret) birlikte yaşam a, der­
bederlik, öfke tepkileri gösterm e, başkaldırm a ve sadist-m azoşist
eğilim ler yaşam boyu izlerini sürdürür. Bu gibi kişiler her şeye ve
özellikle otoriteye, karşıt öneri de getirm eksizin, sürekli karşı çı­
karlar (anal tepkici karakter).
Anal dönem in anne ve çocuk arasında uyumlu ilişkilerle sür-
dürülebildiği durum larda ise, özerk bir insan olarak özgürce se­
çim yapabilm e, bağım sızlığım sürdürebilm e, suçluluk duymaksı­
zın girişim de bulunabilm e, olaylar karşısında kararsızlığa kapıl­
madan eylem e geçm e ve bu eylem lerin sonuçlarını olduğu gibi
kabullenebilm e, dik kafalı olm adan ya da aşırı ödünler vermeden
diğer insanlarla işbirliği yapabilm e yetenekleri kazanılır.
Fallik Dönem (*): Cinsel bölgelerin uyarılm asından heyecan
duyma ve cinselliğe karşı aşırı ilgi biçim inde davranışlarla belir­
lenen bu dönem üçüncü yaşın sonlarına doğru başlar ve yaklaşık
olarak beşinci yaşın bitim inde son bulur.

(*) Phallus, Latincede erkek cinsel organı anlamına gelir.


38 PSİKANALİZ VE SONRASI

Bu dönemde penis her iki cinsten çocuğun başlıca ilgi konusu


olur ve kız çocuklarda, bu organa önceleri sahipken sonradan yi­
tirdikleri biçim inde yorum lam a eğilim i gözlemlenir. Cinsel or­
ganlarla m astürbasyon yapm a eğilim i artar ve karşı cinsten ebe­
veyne dönük, çoğu bilinçdışı, cinsel düşler geliştirilir. M astürbas­
yona ilişkin suçluluk duyguları ve Oedipus (*) kom pleksi de de­
nilen cinsel nitelikli isteklerin hadım laştırılmayla cezalandırılaca­
ğına ilişkin kaygılar yaşanır.
Bu dönemin amacı, erotik ilgi ve dürtüleri cinsel organlara ve
işlevlere odaklaştırm aktadır. Böylece, çocuğun kendi cinsiyle öz­
deşleşmesi ve önceki dönem lerden getirdiği cinsel nitelikli diğer
dürtülerin de cinsel organlara yöneltilerek yetişkin cinselliğe te­
mel oluşturacak taslağın geliştirilm esi sağlanır.
Önceki dönem lerden farklı olarak, fallik dönemde libido, ço­
cuğun kendi bedeninin dışında bir objede doyum arar. Fallik dö­
nemde çaba bir sevgi objesi bulmaya yönelm iştir. Ayrıca, kadm
ve erkeğin cinsel organlarının anatom ik farklılığı da bu dönem de
ilgi ve araştırma konusu olur ve çocuk kendi bedensel özellikleri­
ni cinsiyetiyle özdeşleştirir. Fallik dönemde ana-baba ve çocuk
ilişkilerindeki aksaklıklar ileriki yaşam ın nevrotik belirtilerine te­
mel oluşturur. Bu dönem de çocukla ana-babası arasında yoğun
sevgi ilişkileri gözlenir. Yarışma ve düşm anlık duygularım ve gi­
derek belirginleşen özdeşim leri de içeren bu ilişkilere Freud, Oe­
dipus kompleksi adını verm iştir.
Fallik dönem den önceki gelişim basamaklarında çocuk, ana ve
babasıyla teke tek ve benzer ilişkiler içerisindedir. Fallik dönem ­
de ise bu ilişkiler karm aşık bir nitelik kazanır ve çocuk kendisini
ana ve babasıyla birlikte üçlü bir ilişki içinde bulur.
Oedipus kom pleksi, kız ve erkek çockularda farklı biçim lerde
yaşanır. Freud bu ayrılığı anatom ik yapıların farklı olmasıyla
açıklam ıştır. Ona göre, erkek çocuğun annesine yönelik cinsel
dürtüleri hadım laştırılm a korkuları nedeniyle sona erer. Kızlarda
ise bunun karşıtı bir durum söz konusudur ve O edipus kom plek­
si, hadım laştırılma kom pleksinin bir sonucu olarak gelişir. Erkek­

(*) Soph ocles'in ünlü trajedisinde babasını öldürdükten sonra annesiyle evlenen
T eb K ralının adı.
PSİK ANALİTİK KURAMLAR 39

lerden farklı olarak kız çocuk esasen hadım dır ve penisten yok­
sun olm anın düşkırıklığı içinde, sevgi beklentilerini bu organa sa­
hip olan babasına yöneltir.
Erkek çocuklarda sevgi objesiyle ilişki, kız çocuklarınkinden
daha az karm aşık bir biçim de gelişir. Çünkü erkek çocuğun ilk
sevgi objesi olan anne, Oedipal dönem de de yerini korur. Buna
karşılık kız çocuklarda ilk sevgi objesi olan annenin yerini, fallik
dönemde baba alır. Oedipal dönem başladığında, erkek çocuk an­
nesine sevgili gibi davranmaya başlar; ona dokunm ak ya da
onunla birlikte yatm ak isteyebilir, evlenm e önerisinde bulunabi­
lir, babasının yerine geçm e girişim lerinde bulunabilir, annesinin
çıplak bedenini görebilm ek için fırsat arayabilir ve onun ilgisini
kardeşleriyle paylaşm aktan hoşlanmaz. Ama her şeyden çok, en
büyük rakibi olan babasını aradan çıkarm ayı düşler. Diğer yan­
dan, babasına yönelik saldırgan duygularından ötürü onun tara­
fından cezalandırılacağından korkar.
Bu korku çoğu kez, babanın kendisini cinsel organından yok­
sun bırakacağı biçim inde yaşanır. Freud buna hadım laştırdım
(kastrasyorı) kom pleksi adım vermiştir. Ona göre, bu korku erkek
çocuğun annesine karşı geliştirdiği cinsel içerikli duygulardan
daha yoğundur ve cinsel organını yitirm e kaygısı anneye yönelik
Oedipal bağlantının giderek azalm asına neden olur. Oedipus
kompleksinin sona erm esiyle birlikte çocuk, babasıyla özdeşleş­
meye başlar. Böylece otorite tarafından cezalandırılm a korkuları
da, ergenlik dönem inde bir kez daha yaşanm ak üzere, uzun bir
süre için ortadan kalkar.
Bazı durum larda erkek çocuğun babasına olan sevgisi annesi­
ne olan ilgisinden daha baskındır ve dolayısıyla araya giren kişi
olarak gördüğü annesine karşı olum suz duygular geliştirir. Karşıt
Oedipus kom pleksi de denilen bu durum çocuğun gelişim i üzerin­
de farklı etkiler yaratabilir. Örneğin, babaya karşı duyulan ve gi­
derilemeyen bir özlem ve buna karşılık anneyle özdeşleşm e biçi­
minde ortaya çıkan bir karşıt Oedipus kom pleksinin sonucu ço­
cuk, ileriki yaşam ında eşcinsel eğilim ler geliştirebilir.
Kız çocuğun fallik dönemini oluşturan psikodinam ik etkenler
erkek çocuğunkinden farklılıklar gösterir. Bu dönem e eriştiğinde
kız çocuk, erkeklerin kendisinde bulunm ayan bir organa sahip
40 PSİKANALİZ VE SONRASI

olduğunu fark etm eye başlar. Bu durum un yarattığı düşkırıklığı


ve eksiklik duygusunu Freud, penise imrenme olarak adlandırm ış­
tır. Kendi klitorisi ile erkeklerin penisini kıyaslayan kız çocuk bu
durumdan annesini sorumlu tutmaya başlar. Ö nceleri tek sevgi
objesi olan annesine, kendisini eksik olarak dünyaya getirm iş ol­
duğu gerekçesiyle kızgınlık geliştirir. Biriken kızgınlığın sonucu
oluşan düşmanlık duygulan bazen çok yoğun olur ve anne ile kız
ilişkisinin geleceğini de olum suz yönde etkiler. Üstelik, annesinin
de kendisi gibi penisten yoksun olduğunu fark etm esi, düşm an­
lık duygularını pekiştirebilir ve bu kez, eksiklik duygularını
ödünleme çabası içinde, kendisine bir penis (ya da yitirilm iş olan
penisin yerine geçecek olan bir bebek) vereceği umuduyla babası­
na yönelir.
Freud'a göre kız çocukta Oedipus kom pleksinin sona ermesi,
babaya yönelik cinsel isteklerin ve kendisine penis (ya da bebek)
verileceği beklentisinin gerçekleşm em esinin yarattığı engellenm e
ve düşkırıklığıdır. Babaya yönelik sevgi giderek yerini, babanın
sevgisinin ve verdiği çocukların gerçek sahibi olan anneyle öz­
deşleşm eye bırakır. Bu dönem de kız çocuk, erkek çocuğun orga­
nını yitirm e kaygısından farklı olarak, babasının sevgisini yitir­
mekten korkar. Fallik dönem in sonlarında annesiyle daha güçlü
bir özdeşim yapan kız çocuk, giderek babasından vazgeçer ve bu
duygularını ergenlik çağında daha uygun bir erkeğe yöneltmek
üzere geçici bir süre için nötrleştirir.
Freud, Oedipus kom pleksinin ve özellikle erkeklerde hadım-
laştırılma korkularının ve kızlarda penise im renm e duygularının,
fallik dönem süresi içerisinde çözüm lenm em esinin, ileriki yıllarda
nevrozlara ve karakter bozukluklarına yol açtığı görüşünü ısrarla
savunmuştur. Sağlıklı koşullarda fallik dönem çocuğun kendi cin­
siyetini benim sem esine, utanç duygusuna kapılm adan m erakları­
nı giderebilmeyi öğrenm esine, çevresindeki durum ların ve kişile­
rin yanı sıra kendi içsel dürtüleri üzerinde de egem en olabilme
çabalarını geliştirm esine, bir başka deyişle, gerek dış ilişkilerine
ve gerekse iç dünyasına bir düzen getirebilm esine yardım cı olur.

Gizil (Latent) Dönem: Cinsel dürtülerin durgunluk dönem i ola­


rak tanım lanabilecek olan bu gelişim basamağı O edipus kom p­
PSİKANALİTİK KURAMLAR 41

leksinin sona erişinden erinliğin (buluğun) ilk belirtilerine (5-6


yaşlarından 11-13 yaşlarına) dek sürer. Bu dönem de kız ve erkek
çocuklar, kendi hem cinslerine yakınlaşırlar. Kız ve erkek çocukla­
rın oynadığı oyunların niteliği farklılaşır. Cinsel ve saldırgan
enerjiler, öğrenm e, oyun, çevreyi araştırm a ve diğer insanlarla
daha etkin ilişkiler kurm ada kullanılırlar. Bu dönem de beceriler
edinilir.
Bu dönem in başlıca amacı, fallik dönem in sonunda çocuğun
kendi cinsinden olan ebeveyniyle yaptığı özdeşim i ve kendi cinsi­
yetine ilişkin toplum sal rolünü güçlendirm ektir. Ayrıca, çocuklar
bu dönem de ana-baba dışmdaki yetişkinlerle, örneğin öğretmen­
leriyle de özdeşleşm eye başlarlar.
Gizil dönem in başarılı bir biçim de atlatılam adığı durumlarda
iki tür aksaklık ortaya çıkabilir. Çocuk içsel dürtülerinin deneti­
mini sağlayam azsa, enerjisini öğrenm e ve beceri geliştirm eye yö-
neltemez. Ya da aşırı bir denetim m ekanizm ası geliştirerek kişili­
ğinin gelişim yolunu kapatır ve obsesif karakter yapısının yerleş­
mesine neden olur. Bu dönemin sağlıklı bir biçim de yaşanm ası ise
çocuğun, yenilgiye uğradığında, aşağılık duygusuna kapılm ak­
tan korkmadan ve özerk bir varlık olarak girişim lerde bulunmayı
öğrenmesini sağlar. Böylece, olgun yetişkin yaşam ın özü olan
sevgiden ve çalışm adan doyum sağlam anın temeli hazırlanır.

Gcnital Dönem: Bu dönem erinliğin başlangıcı olan 11-13 yaşla­


rından, ergenin genç yetişkinlik dönem ine ulaştığı yıllara kadar
sürer. Ergenlik dönem inde çocuğun fizyolojik olgunluğa erişmesi
ve bazı horm onların etkinliklerinin artm asıyla, cinsel nitelikli
olanlar başta olm ak üzere çeşitli dürtülerin gücü artar. Bu yoğun­
laşma önceki gelişim dönem lerindeki çatışm aların yeniden can­
lanmasına neden olur. Genital dönem bu çatışm alara yeni çözüm
yolları aranm asına olanak sağlar ve bu çözüm ler bulunabildiğin­
de yetişkin bir insan kim liği kazanılm ış olur.
Bu dönem in amacı, ergenin ebeveynine olan bağım lılığından
koparak aile dışındaki karşı cinsten kişilerle olgun ilişkiler kura­
bilmeyi öğrenm esine yöneliktir. Bir başka deyişle, bu dönemde
özsever duygular gerçek kişilere yönelm eye başlar. Karşı cinse il­
ginin yanı sıra, toplum sallaşm a, grup etkinliklerine katılm a, m es­
42 PSİKANALİZ VE SONRASI

lek seçimine ilişkin tasarılar ve yuva kurma isteği belirir. Kişi, gi­
derek, zevk arayan özsever çocuktan gerçeklere yönelik toplum ­
sal yetişkine dönüşür.
Çocukluktan yetişkinliğe geçişte ergenin çözüm lem esi gere­
ken en önemli sorunlardan biri, bilinçdışındaki ana-baba kavram ­
larında yapm ak zorunda olduğu değişikliktir. Bu yalın bir bağım ­
sızlık dürtüsünden öte bir anlam taşır ve çocuğun davranışlarına
o güne değin rehberlik etm iş olan dayanakların önemli ölçüde
değiştirilmesi gereğini de içerir. Çocuğun güven duygusu, ana-
babasınm her şeyi bilen, her şeyi yapabilen kişiler oldukları inan­
cından kaynaklanır. Eğer çocuğun yaşantıları ana-babayı bu kav­
ramlarla birlikte algılam asını engeller nitelikteyse güvensizlik
duyguları belirir.
Ergenlik çağına ulaşan çocuk, ana-babanm güçlü imgelerini
yıkma çabasında ilk adım olarak onların yerine geçebilecek başka
kişiler arar. Ne var ki, bir süre sonra aradığını bu yoldan bulam a­
yacağını fark ederek, yetişkinliğe ulaşm ak için gerekli olan gücü
ve bilgeliği kendi içinde yaratma zorunluluğunu kabul eder. Bu
dönemde ana-baba, ergenin gözünde geçici bir süre için değerle­
rini yitirebilir ve yalancı önderlerin güç gösterilerine kolayca ka­
pılabilir. Davranışlarını diğer kişilerin denetim inden çıkarabil­
mek ve otorite etkisinden sıyrılabilm ek için, ergenin çok çaba
göstermesi ve tekrarlı denem eler yapması gerekir. Bu denem ele­
rin başarıyla sonuçlanm asıyla yetişkin yaşam ın temeli atılmış
olur.
Ergenin en önem li çabalarından biri de, toplum un onayladığı
değer yargılarına uygun varsayım lar geliştirebilm ektir. Doğru ve
yanlış kavram larının geliştirilm esinde bu kez kullanılan ölçüt, ço-
cuğunkinden farklı ve yetişkin yaşamın ihtiyaçlarına yöneliktir.
Dolayısıyla, yetişkinliğe adım atmadan önce ergenin, kendini de­
netleyebilm e m ekanizm alarını yeterince geliştirm iş olm ası gere­
kir. Ancak, hızlı değişen çağdaş toplumlarda geçerli değer yargı­
larına ulaşabilm ek pek de kolay olmaz ve başarı ile atlatılam ayan
kimlik bunalımı, ergende, toplum içindeki rolüne ilişkin bir şaş­
kınlık yaratır.
Ergen, bir yandan yetişkin erkek ya da kadının bedensel özel­
liklerini kazanırken öte yandan toplumun kendisinden beklediği
PSİKANALÎTtK KURAMLAR 43

kadın ya da erkek rolünü benim sem ekle yüküm lüdür. Çağdaş er­
gen bir aşam ayı, yetişkinlerin çoğu kez yetersiz rehberliğinden
çok, kendi esnekliğinden ve yenilikler aram a isteğinden yararla­
narak gerçekleştirir.
Ergenin çözüm lem ek zoruiıda olduğu bir diğer sorun, öğreni­
mine ve gelecekteki mesleğine ilişkin kalıcı bir karar verebilme
ve seçim yapm a zorunluluğudur. Freud'a göre, olgunluk iki öl­
çütle belirlenir: Sevebilm ek ve çalışabilm ek. Dolayısıyla ergen,
kendisine uygun bir öğrenim ve m eslek seçim i yapabildiğinde ro­
lünün önem li bir koşulunu yerine getirm iş olur.
Yukarıda belirtilen içsel çatışmalar, ergenin büyüme isteğinin
doğal sonuçları olarak ortaya çıkar. Ergenlik geçici bir rol karar­
sızlığı dönem idir. Çeşitli roller, düşünüler, idealler ve değerler
denenir, benim senir, sonra terk edilir ve yenileri aranır. Bir dö­
nem için benim senen ideallerden ve inançlardan kısa bir süre
sonra tümden vazgeçilebilir. Bazen yıkıcılığa kadar varabilen ka­
rarlı bir bağım sızlık, bir diğer an bebeksi bir bağım lılık gösteren
ergen, sürekli olarak ileriye ve geriye gider gelir.
Genital dönem in sorunlarının başarılı bir biçim de çözümlene-
m em esinin yaratacağı normaldışı sapm alar karm aşık ve çok yön­
lüdür. Bu dönem de, yeniden üstü açılan ve önceki dönem lere iliş­
kin çatışm alara çözüm bulunam azsa, bu durum belirm ekte olan
yetişkin kişiliğin üzerinde ciddi nitelikte ve kalıcı izler bırakır. Bu
dönemin doğal ve geçici bir olgusu olan "kim lik bunalım ı"m n çö­
zümlenem em esi kişinin toplum içindeki yerine ilişkin bir şaşkın­
lığa, kendi kim liğini saptayam am am n umutsuzluğu bir grubun
kimliğini içleştirerek kendi kimlik boşluğundan kurtulmaya çalış­
ma biçim inde sapm alara neden olabilir.
Ergenlik dönem ini başarıyla atlatan gençlerde, doyurucu cin­
sel etkinlikler ve tutarlı bir kim likle belirlenen olgun bir kişilik
yerleşir. Böyle bir genç kendi güçlerini gerçekleştirebilir, anlamlı
sevgi ilişkileri kurabilir ve kendisine doyum sağlayacak amaçlara
ulaşabilmek için çalışır, yaratıcı ve üretken bir insan olur.

Yapısal Kişilik Kuramı


Freud'un düşüncelerindeki sürekli değişm e ve gelişm eler gi­
derek topografik kuramı terk etm esine ve yapısal bir kişilik m o­
44 PSİKANALİZ VE SONRASI

deli geliştirm esine yol açtı. 1926'da yayım lanan Ego ve İd adlı ya­
pıtında bu yeni görüşünü açıklayan Freud, böylece psikanalitik
düşüncede yeni bir dönem başlatm ış oldu.
Freud'un geliştirdiği yapısal kurama göre, kişilik üç ana sis­
tem den oluşur: İd, ego ve süperego. Davranış bu üç sistem in etki­
leşiminin ürünüdür. Bu sistem lerden biri diğerlerinden bağım sız
olarak tek başına çalışam az.
Freud, id terimini, bilinçdışı kavram ını çok benim sem iş olan
dostu, iç hastalıkları uzm anı Georg Groddeck'in bu konuda yaz­
dığı "İd'in Kitabı" başlığından alm ıştır. İd, kişiliğin temel sistem i­
dir. Ego ve süperego ondan ayrım laşarak gelişirler. İd, kalıtsal
olarak gelen içgüdüleri de kapsayan ve doğuştan var olan psiko­
lojik gizilgüçlerin tümüdür. Yaşam ının ilk günlerinde çocuğun
kişilik yapısı, boşalım arayan içgüdüsel dürtülerle yüklü idden
oluşur. Bu dönem de çocuk, bu dürtüleri ertelem e, denetlem e ya
da düzenleme olanağına sahip değildir ve çevresiyle baş edebil­
me konusunda kendisinin bakım ını üstlenen kişilerin egolarına
tümden bağımlıdır.
Ruhsal enerji kaynağı olan id, diğer iki sistem in çalışm ası için
gerekli olan gücü de sağlar. Enerjisini yakın ilişki durumunda ol­
duğu bedensel süreçlerden alır. Freüd, id için> "gerçek ruhsal var­
lık" demiştir. Çünkü id nesnel gerçeklerden bağım sız, öznel bir
yaşantı dünyasıdır. Fazla enerji birikim ine katlanam az ve böyle'
bir durum organizmada gerilim yaratır. Bu gerilimi giderebilm ek
için id, enerji birikimini bir an önce boşaltma eğilimi gösterir ki
buna id'in haz ilkesi denir. Bu ilke ile hareket ederken id, acıdan
kaçınma ve haz duyabilm e am acıyla iki süreçten yararlanır: Ref­
leks eylemler ve birincil süreçler.
Refleks eylem ler, hapşırm a ve göz kırpma örneklerinde oldu­
ğu gibi doğuştan var olan otom atik tepkilerdir, gerilimi derhal gi­
derirler. Organizm anın, yalm gerilim lerini giderebilm ek için kul­
landığı, bu türden çok sayıda refleksleri vardır. Birincil süreç ise,
biraz daha karm aşık bir psikolojik tepki biçim idir. Gerilim i bo­
şaltmak için, önce bunu ortadan kaldıracak objenin ya da kişinin
bir imgesini oluşturur. Birincil süreç, örneğin aç bir insana her­
hangi bir besin m addesinin zihinsel görüntüsünü sağlar. Şizofre-
niklerin sanrılarında, ulaşılm ak istenen nesne ya da kişiler bellek­
PStKANALİTİK KURAMLAR 45

te kaldığı biçim leriyle görülür. N orm al insanda birincil sürecin


en iyi örneği, çoğu kez isteklerin ve ihtayaçların anlatım bulduğu
rüyalardır. Freud bu olgu için istek doyumu deyim ini kullanmıştır.
Bu istek doyurucu zihinsel im geler, id'in tanıdığı tek gerçektir.
Ancak, birincil süreç tek başm a gerilimi giderm eye yetmez. Aç
bir insan besin m addesinin zihinsel im gesiyle doyamaz. Dolayı­
sıyla yeni ya da ikincil psikolojik süreçler geliştirir ve böylece, ki­
şilik yapısının ikinci sistem i olan ego belirm eye başlar.
Ego, organizm anın gerçek nesnel dünyayla alışverişe geçme
ihtiyacından varlık bulur. Açlığın giderilm esi için aç insanın yi­
yeceği arayıp bulup yem esi gerekir. Bunun için dış dünyada var
olan yiyeceğin gerçek algısı ile yiyeceğin zihinsel im gesini birbi­
rinden ayırm ayı öğrenm ek zorundadır. Dolayısıyla, belleğindeki
imgeye uygun bir yiyeceğin görüntüsünü ya da kokusunu duyu
organları aracılığıyla araştırır. Enerjinin bir içgüdüye doyum sağ­
layacak bir eylem e yöneltilm esine obje seçim i denir. îd, objeler
arasında bu ayrımı yaparak uygun olanı bulm a yeteneğine sahip
değildir. Aç bir bebek bulduğu herhangi bir şeye sarılır ve ağzına
götürür. Zihinsel imge bu ihtiyacını karşılayam ayacağı için, kişi­
nin ruhsal dünyasıyla dış dünyayı birbirinden ayırabilm esi gere­
kir ve bu görev egoya aittir. Ego, im gelem de canlandırılan şeyin
dış dünyadaki karşılığım bulm ak zorundadır. Ego tarafından
sağlanan ve sözü edilen bu uyuşm ayı sağlayan m ekanizmaya öz-
deşleşnte denir.
Ego, gerçeklik ilkesinin egem enliğindedir ve ikincil süreçler ara­
cılığıyla işler. Gerçeklik ilkesinin amacı, ihtiyacın giderilmesi için
uygun bir obje bulununcaya dek gerilim in boşalım ını ertelem ek­
tir. Gerçeklik ilkesi haz ilkesini geçici olarak engeller. Ne var ki,
sonradan ihtiyaç objesi bulunduğunda, haz ilkesi yine ön plana
geçer ve gerilim giderilir. Gerçeklik ilkesi yaşantının gerçekten
var olup olm adığını araştırır, haz ilkesi ise yalnızca bir yaşantının
acı ya da zevk verici olm asıyla ilgilenir. İkincil süreç gerçekçi dü­
şüncedir. Bu süreç aracılığıyla egonun ihtiyacının giderilmesi için
bir tasarı geliştirir, sonra bu tasarının geçerli olup olmadığını
araştırıcı bazı eylem lerde bulunur. Aç bir insan, önce yiyeceği ne­
rede bulabileceğini araştırır, sonra oraya doğru yola çıkar. Bu ol-
guya gerçeklik sıtıamast denir.
46 PSİKANALİZ VE SONRASI

Ego, kişiliğin yürütm e organıdır. Eyleme giden yollan deneti­


mi altında bulundurur, çevresindeki nesnelerin hangileriyle ilişki
kuracağım seçer, hangi içgüdülere ne biçimde doyum sağlanması
gerektiğine karar verir. Ego, birçok önemli yürütm e işlevini yeri­
ne getirirken, bir yandan da, id'in, süperegonun ve dış dünyanın
birbiriyle çatışm a durum unda olan istekleri arasında bir uzlaşma
yolu bulmakla yüküm lüdür. Bu kolay bir iş değildir ve egoyu zor
altında bırakır. Çünkü ego, id'in düzenlenm iş bir parçası oldu­
ğundan tüm gücünü ondan alır, id olm aksızın varlık gösterem ez
ve hiçbir zam an ondan bağım sız olamaz.
Son yıllardaki psikanalitik çalışm aların çoğu, egonun gelişim i­
ni destekleyen ya da engelleyen etmenlerin açıklanm asına yönel­
miştir. Bu konuda bebekler üzerinde doğrudan gözlem leri de içe­
ren araştırm alar, yaşam ın ilk aylarında dürtü ve ihtiyaçlarının
doyurulm ası ya da engellenmesi ile egonun gelecekte nasıl bir
gelişim göstereceği arasında oldukça anlam lı ilişkiler bulunabile­
ceğini ortaya koym uştur. Edinilen bulgulara göre, annenin ya da
anne yerine geçen kişinin bebeğin içgüdüsel ihtiyaçlarını gereğin­
ce karşılaması sağlıklı ego gelişimi için büyük önem taşımaktadır
ve anne yakınlığından yoksun kalan çocuklarda egonun işlevle­
rinde çeşitli oranlarda bozukluklar gözlenım ştir. Buna karşılık,
içgüdüsel ihtiyaçları gereğinden fazla karşılanan (şım artılan) ço­
cuklarda ego, engellenm elere dayanma yeteneğini geliştirem e­
mekte ve id'den gelen isteklerle dış dünyanın gerçekleri arasında
gerekli uyumu sağlayam am aktadır.
Yaşamın bu ilk dönem inin egonun gelişim indeki önem i, özel­
likle Anna Freud ve M argaret M ahler'in çalışm alarında vurgu­
lanmıştır. M ahler'e göre (1968), yaşamının ilk günlerinde çocuk
tümden özsever bir varoluş içindedir ve çevresindeki annenin
varlığının farkında değildir. Mahler bu olguyu "norm al içe yöne-
liklik" (normal autism ) olarak adlandırm ıştır. Yaşam ın üçüncü
ayında çocuk, ihtiyaçlarının anne memesi tarafından sağlandığını
belli belirsiz fark eder. Ancak yine de anne memesini dış bir obje
olarak değil, kendi varlığının bir parçası olarak algılar. Ancak
sonraki aylarda egonun gelişm esi, anneyle bu ortak yaşam ilişki­
sinden giderek kopm ayı da içerir. Yavaş gelişen bir ayrılma-
bireşleşme süreciyle çocuk, annesiyle bütünleşm iş bir varlık olma
PStKANALtTtK KURAMLAR 47

durum undan çıkar. Ayrılm a süreci yaşam boyu süren bir yas
duygusunu da birlikte getirir. Bağım sız bir varoluşa doğru atılan
her adım , objeleri ya da kişileri yitirm e anlam ına gelir.
M ahler'e göre, ayrılm a-bireyleşm e sürecinin ilk aşam ası, 4 ve
5'inci aylardan 30-36'ncı aylara kadar sürer. İlk aşamada çocuk,
kendi bedeninin sınırlarım fark etm eye başlar. İkinci yılda hare­
ket yeteneğinde ilk gelişm eler belirir ve çocuk, annesinin yakı­
nında olm adığı sürelere daha kolay katlanm aya başlar. Bir yan­
dan annesinin çevrede olm adığı zam anlan kendisine göre kulla­
nabildiğini fark ederken (ayrım laşm a), öte yandan bu durumdan
ötürü giderek yoğunlaşan bir ayrılma anksiyetesi yaşar. Ama be­
densel gelişm esinin sağladığı güç ve tek başına bir şeyler yapa­
bilmenin sağladığı doyum, ayrılık anksiyetesinin acısından daha
baskın bir duygu olduğundan, çocuk bireyleşm esini hızla sürdü­
rür.
Kişiliğin üçüncü ve en son gelişen sistemi süperego'dur. Bu sis­
tem çocuğa ana-babası tarafından aktarılan ve ödül ve ceza uygu­
lam alarıyla pekiştirilen, geleneksel değerlerin ve toplum idealle­
rinin içsel tem silcisidir, kişiliğin vicdani ve ahlaki yönüdür. Ger­
çekten çok ideali temsil eder, hoşlanm adan çok kusursuzluğa
ulaşmak ister. Süperegoyu ilgilendiren husus, bir şeyin doğru ya
da yanlış olduğuna karar verip, toplum ya da tem silcileri tarafın­
dan onaylanm ış ölçütlere göre davranmaktır.
Ö düllendirilm ek ve cezadan kaçınm ak için çocuk, ana-
babasınm onaylam adığı düşünce ve davranışları süperegonun ilk
alt sistem inden biri olan vicdanına yerleştirir. Bu yerleştirm e içleş­
tirme (introjection) m ekanizm ası ve öğrenm e süreçlerinin aracılı­
ğıyla gerçekleştirilir. Vicdan, kişiyi suçlu hissettirerek cezalandı­
rır, ikinci alt sistem olan benlik ideali ise, gurur ve kıvanç duygu­
su yaratarak ödüllendirir.
Süperegonun başlıca işlevleri: (1) id'den gelen dürtüleri bastır­
mak ve ketlem ek ki bunlar özellikle, dışa vurulduğunda toplu­
mun hoş karşılam ayacağı türde cinsel ve saldırgan dürtülerdir;
(2) egoyu gerçekçi am açlar yerine ahlaki am açlara yönelmeye
inandırmaya çalışm ak; (3) kusursuz olm aya çabalam aktır. Süper-
ego, id ve egoya karşı çıkarak onları kendi istediği düzene yönelt­
me eğilim indedir. Ego, içgüdüsel isteklere doyum sağlanmasını
48 PSİKANALİZ VE SONRASI

erteler, süperego ise bu istekleri tümden engellem eye çalışır. A s­


lında id, ego ve süperego farklı ilkelerle çalışan psikolojik süreç­
lere verilmiş adlardan başka bir şey değildir. Olağan koşullar
içinde bu ilkeler birbiriyle çatışm az ya da karşıt biçim de çalış­
mazlar. Egonun yönetici önderliği altında bir ekip olarak birlikte
hareket ederler. Böylece, kişilik üç ayrı parça olarak değil bir bü­
tün olarak işler. Ancak, kişiliğin dinamiği öylesine işler ki ruhsal
enerji, id, ego ve süperego tarafından paylaşılarak kullanılır.
Enerji miktarı sınırlı olduğu için bu üç sistem arasında sürekli bir
yarışma vardır. Dengenin bozulduğu durum larda, bir sistem di­
ğerinin zararına enerjinin denetim ini ele alabilir ve bu sistemin
güç kazanması diğerlerini zayıf düşürebilir. Çok geniş anlamda
id, kişiliğin biyolojik yönünü, ego psikolojik ve süperego toplum ­
sal yönlerini oluşturur denilebilir.

A n k siy ete

Bir insanın yaşayabileceği en acılı duygu olarak tanım lanabi­


len anksiyete, psikanalizin ilk dönem inde biyolojik kökenli bir ol­
gu olarak kabul edilm işti. Ancak, topografik kuramın yerine ya­
pısal kişilik kuram ını geliştirdikten bir süre sonra anksiyete kav­
ramının yorumuna da bir değişiklik getiren Freud, 1926'da ya­
yımlanan "Ketlenmeler, Belirtiler ve Anksiyete" adlı yapıtıyla, anksi-
yeteyi egonun bir işlevi olarak tanım layarak bu duygunun psiko­
lojik bir olgu olduğunu ortaya koymuştur.
Freud, insanı uyum yapm a yeteneği olan bir organizm a olarak
tanımlayabilmesini, düşünce tarihi yönünden Darvvin'e borçlu­
dur. Darwin, yalnızca kendi varoluşlarına katkıda bulunan canlı­
ların yaşam larını sürdürebileceklerini belirtm işti. Freud da insan
organizmasını, tehlikeli ve düşman nitelikler gösteren fiziksel ve
toplumsal çevresi içinde, kendini korumak ve yaşam ını sürdüre­
bilmek am acıyla sürekli çaba gösteren bir varlık olarak görm üş­
tür. İnsan, bu düşm an çevrede yaşam ını sürdürmesini uyum ya­
pabilme yeteneğiyle sağlar. Freud'a göre, insan davranışlarının
tümü uyum yapm aya yönelik bir amaç taşır. Hiçbir davranış rast­
lantısal değildir ve organizm anın yaptığı her şey, yaşam ı sürdür­
me çabasının farklı biçim leridir. Freud'a göre anksiyete, fiziksel
PSİKANALİTİK KURAMLAR 49

ya da toplum sal çevreden gelen tehlikelere karşı bireyi uyarma,


gerekli uyum u sağlam a ve yaşamı sürdürebilm e işlevlerine katkı­
da bulunur. N e var ki anksiyete, "nevrotik anksiyete" de olduğu
gibi, gerçek dışı ve mantığa aykırı bir nitelik alırsa, uyum sağla­
maya yardım cı olan işlevini yitirir ve norm aldışı davranışların
kaynağı olur.
Freud, başlangıçta, ruhsal bozuklukların nedenlerini araştır­
ma am acıyla anksiyete olgusuna ilgi duym uştur. Gerçekte, her
insan arada bir anksiyete duyarsa da Freud, nevrotiklerde bu
duygunun daha sık ve daha yoğun yaşandığını gözlemlemişti.
Nevrotik hastalarını anlama ve tedavi etm e çabaları sonucu Fre­
ud, giderek anksiyetenin evrensel anlamını da çözüm lem eye ve
böylece, insanın normal ve normaldışı davranışlarının temel nite­
liklerini anlam aya başlam ıştı. Freud, yapıtlarından birinde (1920)
bunu şöyle açıklar "A nksiyete birçok önem li sorunun bir araya
toplandığı bir düğüm noktası ve çözümü tüm ruhsal varlığımıza
ışık tutacak bir bulm acadır."
Freud'a göre, norm al insanın yaşadığı anksiyete, nevrotik ank-
siyeteden yoğunluğu bakım ından değil, niteliği yönünden de
farklıdır. Günlük yaşam da herkesin arada bir yaşadığı anksiyete
"gerçekçi" anksiyetedir. Dış dünyadaki gerçek nesnelerden kay­
naklanan bu duygu, "korku " duygusuyla eşanlam taşır. Gerçekçi
anksiyete, m antıklı ve anlaşılır olm asıyla nevrotik anksiyeteden
ayrılır. Bu tür anksiyete, beklenen ya da yaklaşan bir dış tehlike­
nin algılanm ası sonucu geliştirilen bir tepkidir. Çoğu kez kaçma
refleksiyle birlikte oluşan bu tepki, yaşam ı sürdürm e ve korunma
içgüdülerinin bir belirtisi de sayılabilir.
Öte yandan, hiçbir nedene bağlantılı olm ayan ya da zararsız
bir objeye yönelik bir yılgı tepkisi biçim indeki nevrotik anksiyete
her zaman m antık dışıdır. Kökenini yetişkin yaşam dan çok, be­
beklik ve çocukluk yıllarının yaşantılarından alır. Psikanalizin ilk
günlerinde Freud, gerçekçi olm ayan anksiyeteyi kullanılam ayan
ruhsal enerjinin dolaylı bir belirtisi olarak yorum lam ıştır. Bir baş­
ka deyişle, yaşam içgüdüleri dolaysız bir anlatım yolu bulam az­
larsa, enerjileri yön değiştirir ve anksiyeteye dönüşür.
İçgüdüsel bir dürtüye eşlik eden bir düşünce ya da istek, ego­
nun varlığı için tehlikeli görüldüğünde, ego bu isteğin bilinç dü-

PS4
50 PSİKANALİZ VE SONRASI

zeyinde anlatım bulmasını önleyerek kendini savunur. Tehlikeli


sayılan ve anksiyete yaratabilecek nitelikteki dürtülere karşı ego­
nun kullandığı birincil savunm a m ekanizm ası baskı dır. Bu m eka­
nizma, anksiyete yaratma niteliği gösteren ruhsal etkinlik ya da
süreçlerin, kişinin istemi dışında bilinçaltına itilm esini ya da bi­
linç düzeyine çıkm alarının önlenmesini sağlar. A ncak baskı, bir
dürtünün düşünce öğesinin bilinç düzeyine çıkm asını engellerse
de o düşünceyle ilintili duygusal enerjiyi ortadan kaldıram az.
Dolayısıyla düşünce, duygusal enerji öğesinden kopmuş olur. Bi­
riken enerji ise anksiyeteye dönüştürülerek boşalım ı sağlanır. Gö­
rüldüğü gibi, bu dönem inde Freud, anksiyeteyi baskı altında tu­
tulan id enerjisi olarak yorumlamıştır.
Sonraki yapıtlarında (1936) Freud, anksiyeteyi oluşturan spe­
sifik nedenleri tanımlamaya çalışm ıştır. Ortodoks psikanalitik
kurama göre, anksiyeterıin gelişimsel olarak belirlenen iki döne­
mi vardır: Birincil anksiyete ve som aki anksiyeteler. Birincil anksi-
yetenin ilköm eği (prototipi) doğum olayıdır. Freud'un kendi de­
yişiyle, "anksiyete doğum sürecinden örneklenir." Organizma,
kapasitesini aşan sayıda uyaranlar karşısında kaldığında bir sar­
sıntı geçirir. Doğum anında bebek, yeterli savunm ası olmaksızın
çok sayıda uyaranlarla karşılaşır ve bu durumun yarattığı anksi­
yete, sonraki yaşam daki anskiyetelere ilköm ek olur. Doğum ön­
cesinde çevresini saran, sıcak, ses geçirm ez ve karanlık bir or­
tamda yaşayan insan kendisini birden, uyum yapma yeteneğinin
ötesinde, ışık, gürültü, ısı değişiklikleri ve dokunma uyarılarıyla
dolu bir dünyada bulur. Bu beklenm edik değişikliğe ilk tepki,
soluma, ağlama, hızlı kalp atışları vb. belirtiler biçim inde olur.
Gerçekten de bu belirtiler, ayrıntıları daha sonra incelenecek
olan yetişkin yaşam daki anksiyete belirtileriyle benzerlik göste­
rir.
Yetişkin yaşam da karşılaşılan bazı uyaranlar, anksiyete uyan­
dıracak nitelikte olm amalarına karşın, ilk çocukluk yıllarına ait
can sıkıcı uyaranları ya da olayları anım sattıkları için anksiyeteye
neden olurlar. Çocuk büyürken anksiyeteye karşı "savunular"
adı da verilen uyum mekanizm aları geliştirir ki, bunlar bir alışkı
niteliği kazanarak, sonraki yaşamda anksiyete yaratıcı her du­
rumda yeniden ortaya çıkarlar.
PSİKANALÎTİK KURAMLAR 51

Bebeklik dönem inde kullanılan savunma m ekanizm aları ol­


dukça ilkeldir. Bunlardan biri, Freud'un "koruyucu kabuk" adını
vermiş olduğu, uyarılm a eşiğini yükseltm e yoludur. Örneğin uy­
kuda, uyarılm a eşiği normalden yüksektir. Tehlikeli olabilecek
bir uyarana ilgi gösterm em ekle etkisi de azaltılm ış olur. Bebeğin
sıklıkla kullandığı bu mekanizmayı bazı yetişkinler de kullanır.
Böyle kişiler anksiyete yaşatan bir durumla karşılaştıklarında uy­
kuya çekilerek bu duygunun olumsuz etkilerini engellem eye çalı­
şırlar. İlk bakışta kolay bir yol gibi görünebilirse de, anksiyete ile
karşılaşıldığında uykuya dalma, anksiyeteye neden olan sorunu
çözmez, geçici olarak kaçınmayı sağlar.
Birincil anksiyeteden, sonraki yaşam anksiyetelerine geçiş,
ruhsal yapının ego, süperego ve id süreçlerine ayrım laşarak ol­
gunlaşmasıyla ilgilidir. Egonun belirlenm esiyle insan organizm a­
sı, kendisini iç ve dış tehlikelere karşı savunabileceği bazı yete­
nekler de geliştirir. Bu tehlikeler bedenin içinden ve dışından
kaynaklanan aşırı uyarılm alar, edinilen savunm alar ise bu gibi
uyaranlardan kaçınma ya da onlan ketlem e yöntem leridir. Ego
geliştikçe insanm dış dünyaya karşı duyarlığı da artar ve ihtiyaç­
ların karşılanm ası amacına yönelik davranışlar edinilir. Eğer her
ihtiyaç derhal giderilebilseydi, ne bir gerçeklik kavram ı ne de
anksiyete olurdu. Yapısal yönden ele alındığında ego, anksiyete
yaşantısının oluştuğu yerdir. Birincil anksiyeteden sonraki anksi-
yeteleri anlayabilm ek, ego işlevlerinin bilinm esine bağlıdır.
Daha önce de belirtildiği gibi, birincil anksiyete, bebeğin zor­
lanmalarla baş edebilm e gücünün yetersizliği ve çaresizliği nede­
niyle edilgin bir biçim de yaşanır. Egonun algı ve savunm a sis­
temleriyle ortaya çıkm ası bu durumu değiştirir ve edilgenlikten
etkinliğe geçilir. Dıştaki objeler gibi içsel beden durum larının da
algılanması bu geçişin ilk adımı olur. Ego, işlevlerinin gelişm esiy­
le, aşırı ve zararlı uyaranlara karşı kendisini savunm a durumuna
geçer. Algı alanını kapatm a (uyku) biçim inde görülen ilk savun­
da tepkisi, sonradan geliştirilecek olan daha karm aşık savunma
Mekanizmalarının ilköm eğidir.
Algı sistem inin yardımıyla ego, kişiliğin dış dünyayla ilişkile­
rine bir zaman düzeni getirir. Türlü psikolojik süreçleri gerçeklik
Onamasından geçirerek duruma ve zam ana uygun olup olm adık­
52 PSİKANALİZ VE SONRASI

larını saptar. Dürtü ile eylem araşma düşünce sürecini yerleştire­


rek gereğinde güdü boşalım ının ertelenebilm esini sağlar. Bu ça­
baları sonucu giderek gelişen ego, içgüdüsel zorlam alara boyun
eğm ektense, onlarla uzlaşm aya yönelerek özgürleşir ve çoğu kez
içgüdülerin denetim ini de elinde tutar.
Ego sürekli olarak üç ayrı tehlike karşısm dadır: (1) Engellem e­
ler ve dış dünyadan gelebilecek saldırılar. (2) İd'in içgüdüsel ve
gerçek dışı istem leri. (3) Süperegonun cezalandırılm ası. Anksiye-
te, egonun tehlikeden kaçış yollarının bir anlatımı olduğundan,
yukarıda tanım lanan üç tür tehlikeye karşı, üç tür anksiyete geliş­
tirilir:

(1) G erçeklik A nksiyelesi: "K orku " ile eşanlam taşır. Dış dünya­
da tehlikeli bir durum un varlığının algılanm asından doğan ürkü­
tücü bir duygudur. Yaşam için zorunlu bir objenin çevrede bu­
lunmaması ya da yaşam ın sürdürülm esini tehlikeye sokan bir ob­
jenin ya da durumun ortaya çıkm asından doğar. Freud, organiz­
ma için tehlike yaratan durum ların algılanm ası sonucu yaşanan
korkunun doğuştan var olabileceğinden söz etm işse de, bazı ger­
çeklik anksiyetelerinin öğrenm e süreçleri sonucu edînildiğini de
kabul etm iştir. Freud birçok korkunun oluşumunda kalıtım ve
yaşantının birlikte rol oynadığı görüşündeydi.

(2) Vicdani Anksiyete: Egoda suçluluk ya da utanç duygusu ya­


ratır. Özellikle, süperegonun vicdan diye bilinen bölüm ünün teh­
likeli saydığı durum larda ortaya çıkar. Ebeveyn otoritesinin içe-
rikleşm iş bir öğesi olan vicdan, benlik ideallerinin ya da kusur­
suzluğa yönelik beklentilerine uygun düşmeyen düşünce ve ey­
lem lerinden ötürü, egoyu cezalandırm akla tehdit eder. Vicdani
anksiyetenin kökeninde çocukluk yıllarındaki cezalandırıcı ana-
baba ile sim gelenen nesnel ve gerçek bir korku bulunur. Çocuk­
luktan yetişkinliğe giden yolda, ebeveynin değer yargıları gide­
rek içleştirilerek ruhsal aygıtın bir parçası durumuna gelir. Ger­
çeklik anksiyetesinden farklı olarak, vicdani anksiyeteye neden
olan durum lardan kaçabilm e imkânı yoktur.

(3) Nevrotik Anksiyete: İçgüdülerden gelen tehlikenin algılan­


ması ile ortaya çıkar. Bu, bir bakım a, ego içgüdülerin birden bo­
PSİKANALÎTlK KURAMLAR 53

şalma istem lerini engelleyem ezse sonucun ne olabileceği korku­


sudur. Gerçeklikten kaynaklanan ya da vicdani anksiyetede kişi
bu duygusunun nedenlerinin farkında olduğu halde nevrotik
anksiyetenin kaynağının bilincinde değildir, böyle bir duyguyu
neden yaşadığını bilemez. Normal koşullarda egonun savunma
mekanizm aları, toplum a aykırı düşen ve anksiyete yaratabilecek
nitelikteki dürtüleri baskıya alarak bilinçdışında tutar. Eğer bu
mekanizm aların işlevlerinde bir bozulm a olursa, bunları çalıştı­
ran enerji bebekliğin birincil anksiyetesi türünden duygulara dö­
nüşür. Bu çok sıkıcı duyguyu olağan savunm a m ekanizm alarıyla
geçiştirem eyen ego, çoğu kez bireyin uyum yeteneğini bozar nite­
likte bazı savunm a önlem lerine başvurur ve bunun sonucu nev­
rotik belirtiler ortaya çıkar.
Bir tedavi süreci olarak psikanaliz, baskı altında kalm ış içgü­
düsel dürtülerin bilinç düzeyine çıkm asını sağlayarak mantık dı­
şı ve uyumu engelleyici nitelikte olan nevrotik anksiyeteyi, man­
tığa uygun ve uyum sağlayıcı gerçeklik anksiyetesine dönüştü­
rür.

Freud'a göre, nevrotik anksiyete üç ayrı biçim de görülebilir:

(1) Bağlantısız Anksiyete: O anda ortaya çıkabilecek herhangi


bir duruma bağlanm aya hazır genel bir kaygı durum udur. Bu tür
anksiyeteyi yaşam akta olan kişi sürekli korku içinde ve karam ­
sardır.
Bağlantısız anksiyetede ego, yetersiz kalan baskı mekanizması
dışında genellikle savunm asızdır ve bu durum kişinin sürekli bir
gerilim ve tedirginlik içinde yaşam asına neden olur. Anksiyeteli
insan diğer kişilerle olan ilişkilerinde aşırı duyarlıdır, kendini ye­
tersiz bulur ve kolayca çöküntüye girer. Dikkatini toplayamadığı
ve yanlış yapm aktan çok korktuğu için karar verm ek ona çok güç
gelir. Ö zellikle boyun ve om uz bölgelerinde duyulan kas gerili-
nıinden, sık idrar yapm adan, uyku güçlüğünden ve kötü rüyalar­
dan yakınır. Sürekli terlem e görülür. A vuç içleri ıslak ve soğuk­
tur, görünür bir neden olm aksızın kan basıncı ve nabız hızı arta­
bilir, kalp çarpıntıları olabilir.
A nksiyeteli kişi, işleri yolunda gitse de kaygılıdır. Belirsiz
kaygılar ve genel duyarlığı sürekli sıkıntılı ve tedirgin olmasına,
54 PSİKANALİZ VE SONRASI

umudunu kolayca yitirm esine yol açar. Güçlükle bir karar vere-
bilse de, bu kararın sonuçlan, yapm ış olabileceği yanlışlar ve
bunların doğuracağı olum suz sonuçlar üzerinde aşırı bir kaygı
sürdürür. Bu insanların üzüntü konusu yaratm adaki hayal güçle­
ri sınırsızdır. Bir üzüntü konusu ortadan kalktığı an yeni bir.şor
run bulunur ve sonunda çevredeki kişiler de sabırlarını yitirirler.
Üzüntüler gece yatağa girdikten sonra da bitmez. Günlük olayla­
ra ilişkin kaygılara, geçm işte yapılm ış yanlışlar ve gelecekte orta­
ya çıkabilecek güçlükler eklenir. Bu düşünceler sona erip de uy­
kuya dalındığında, silahlı adam lar tarafından kovalanma, yüksek
yerlerden düşm e, düşm anlardan kaçarken bacakların yavaş hare­
ket etmesi gibi anksiyete rüyaları görülür.

(2) Fobik Anksiyete: Belirli bir nesne ya da duruma karşı duyu­


lan yoğun bir korkuyla belirlenir. Dışarıdan gözlem leyen biri için
tepkinin yoğunluğu, tehlikeli varsayılan durumla orantısızdır.
Çoğu fobilerin yetişkin yaşam da oluşm asına karşılık, karanlık,
gök görültüsü ve bazı hayvanlardan korku genellikle çocukluk­
tan başlayarak süregelen fobilerdir.

(3) N evrotik anksiyetenin üçüncü biçim i olan panik ya da ank­


siyete nöbetinde korku yaratan ve tehlikeli varsayılan durumla
gösterilen tepki arasında hiçbir bağlantı yoktur. Genellikle, bir­
kaç saniyeden birkaç saate kadar sürebilen panik dönem leri biçi­
minde görülür. A nsızın ve tüm yoğunluğuyla ortaya çıkan bu nö­
betlerde, çarpıntı, soluk alma güçlüğü, aşırı terleme, bayılma
duygusu ve baş dönm esi, yüz ve ellerde solukluk ve soğuma, gö­
ğüs ve mide bölgelerinde yoğun bir ağırlık duygusu ve ölüme
yaklaşılıyorm uşçasm a korkutan bir duygu yaşanır. Bu ürkütücü
duygular kişide ve çevresindekilerde bir panik yaratık ki, bazen
bir hekim çağrılm ası gerekebilir ve gerekli ilaçlar verilip güvence
sağlayıcı birkaç söz söyledikten sonra nöbet geçiren kişide bir ra­
hatlama olur.
Sağlıklı bir insan ya da etkin bir ego anksiyeteyle nasıl baş
edeceğini öğrenir. Edilgin bir biçim de anksiyetenin gelişini bekle­
yeceği yerde tehlikeyle yüzleşm eyi göze alır ve kendisini savun­
mak için gerekli önlem leri geliştirir. Kaygı duygusu belirm eye
başladığında yaklaşm akta olan durumun önlenem em esinin tehli­
PSİKANALİTİK KURAMLAR 55

keli olacağını sezinler. Böyle bir durumda yaşanan anksiyete,


edilgin bir biçim de karşılanan anksiyeteden çok farklıdır. İnsanın
tüm varlığını kaplayan bunalım ın yerine hafif bir korku duyulur
ki, bu da egoyu yaklaşm akta olan duruma karşı hazırlığa yönel­
tir. Bu hazırlık gerekli savunm a m ekanizm alarını harekete geçirir
ve böylece ego, anksiyetenin olası etkileri üzerinde denetim sağ­
lamış olur.
Özetle, Freud'un, anksiyete olgusunu enerji dağılımı açısın­
dan incelem iş olduğu söylenebilir. Bir enerji sistem i olan ruhsal
aygıt dengeleşim (homestasis) ilkesiyle işlediğinden, kendi sınır­
ları içinde ortalam a bir uyarılma düzeyini sürdürmek ister. Bun­
dan ötürü her bir bölümünün kullandığı enerjiyi denetim altın­
da tutmak zorundadır. Ruhsal aygıt bu görevi gereğince yapa­
mazsa aşırı enerji bedensel yollardan boşalır ve anksiyete yaşa­
nır. Başlıca enerji dağıtıcısı olan egonun yetersiz gelişmesi ya da
enerji alt-sistem leri arasındaki çatışm alar da anksiyete ile sonuç­
lanırlar ve organizm ada çeşitli işlev bozukluklarına neden olabi­
lirler.
Çatışma olasılıkları, egoya karşı id, ego ve id'e karşı süperego,
ego ve süperegoya karşı id, ego ve id'e karşı dış dünya biçim le­
rinde olabilir. Dolayısıyla, anksiyete yaratan durum larla karşılaş­
tığında ego, var olan düzenini korum ak ya da dış dünyayla ge­
rekli ilişkileri sürdürebilm ek için yeni m antık bireşim leri yapm ak
zorundadır. Egonun işleyişindeki bozulm a sonucu ortaya çıkan
anksiyete ise, bireyin dünyayla gerçekçi ilişkilerinde kopma ol­
duğunun belirtisidir.
Anksiyete ortaya çıktığında, insanı bir şeyler yapm aya güdü­
ler. Bunun sonucu insan, tehdit edici durum dan kaçabilir, tehli­
keli dürtülerini bastırabilir ya da vicdanının sesine uyar. Anksi­
yete denetlenem ezse kendisini çaresiz kalm ış bir çocuk gibi hisse­
der. Bir insanın yaşamındaki anksiyetelerin ilk örneği doğum sar­
sıntısıdır. Doğum sarsıntısı, dölyatağm dan kopup dış dünya ger­
çekleriyle karşılaşm anın yarattığı anksiyetedir. Anksiyeteyle başa
Çıkma çabasında m antığa uygun çözüm yetersiz kalırsa, ego bu
kez gerçekçi olm ayan yöntem lere başvurur. Bu yöntem ler, ayrın­
tıları bu kitabın sonraki bir alt-bölüm ünde tartışılacak olan ego sa­
vunma m ekanizm alarıdır.
56 PSİKANALİZ VE SONRASI

TEDAVİ

Tedavinin Amacı:
Klasik psikanaliz, bir hekim olan analistle, analizi yapılacak
olan "h asta"n m ilişkisidir. H ekim in görevi, hastasının çatışm ala­
rını ve bu çatışm aların neden olduğu davranışlarını görebilm ek
ve bunların değiştirilm esine imkân sağlayacak ortam ı hazırla­
maktır. Baskı m ekanizması sorunların gerisindeki nedenlerin gö-
rülebilmesini engellediğinden, hastanın kendisi bu değişikliği
gerçekleştirem ez. Yalnızca, kendisi için güçlük yaratan belirtile­
rin farkındadır. Ama bu belirtilerin kökenindeki düşüncelerinin
bilincinde değildir. Bu nedenle, kendisine sıkıntı veren belirtiler
üzerinde düşünerek çözüm lem eye çalışsa da, bunları bilinçli bir
denetim altına alamaz. Bozulan davranışlarının gerisindeki dü­
şünceleri görem em esinin nedeni, bu düşüncelere eşlik eden
olumsuz duygulardır. Dolayısıyla, tedavinin amacı, baskı m eka­
nizm asının işletilm esine neden olan bu olum suz duyguları azalt­
maktır. Bu sağlandığında, belirtilere neden olan düşünceler baskı
m ekanizm asından kurtularak kendiliğinden bilinç düzeyine ula­
şırlar. Çatışmalar, istekler ve engellenm eler bilinç düzeyine çık­
tıktan sonra, bunların m antıklı düşüncelerle ve bilinçli olarak se­
çilen davranışlarla çözüm lenebilm esi kolaylaşır.
Duyguların ve davranışların bilinçli olarak denetlenebilm esi
ve yönlendirilebilm esi uyum lu bir insanın temel özelliğidir. An­
cak, psikanaliz tedavisi kişiyi günlük yaşam ın çatışm alarından
kurtarmayı am açlam az. Bu zaten im kânsızdır. Çünkü bireyin
dürtüleriyle toplum un beklentileri arasındaki çatışm a çok sık
karşılaşılan durum lardır. Dolayısıyla, psikanalizin amacı da, bire­
yin kendi dürtülerini bilinçlendirebilm esi ve gerçekliğin beklenti­
lerini kabul edebilm esini sağlam akla sınırlanır. Bu verileri elde
ettiğinde kişi, gücünü ve m antığım da kullanarak, ulaşm ak iste­
diği am açlara giden yolları seçebilecek duruma gelir.
Tedavinin amacı, baskı m ekanizm asının olum suz engellerini
kaldırmakla sınırlanm ayıp yeni davranış örüntülerinin seçilm esi­
ni de içerdiğine göre, analist bu seçim i etkilem eli midir? Freud
bu soruyu yanıtlarken, hastam n yeniden eğitilm esine yardım cı
olunabileceğini kabul etm iş, ancak bu destek sağlam rken, "u laşıl­
PSİKANALİTÎK KURAMLAR 57

ması güç am açlar öneriim em esi" ve "hastam n kapasitesinin göz


önünde bulundurulm ası" gerektiği uyarısında bulunm uştur. Fre-
ud'a göre, hastaya yeni kazandığı özgürlüğünü nasıl kullanabile­
ceği konusunda önerilerde bulunm ak oldukça riskli bir tutum­
dur. Bazı durum larda hastaya yol gösterm ek gerçekten yararlı
olabilirse de, böyle bir tutum her hasta için geçerli değildir (Fre-
ud, 1912).
Analist, psikanaliz kuram ının ışığında, hastanm hangi davra­
nışlarının düzeltilm esi gerektiğine karar verir. U yum suz davra­
nışlar düzeltildikten sonra hasta tedavide daha etkin bir rol ala­
rak, gerektiğinde analistinin sınırlı yardım ıyla, kendisine yeni
davranış biçim lerini seçer. Am aç, davranışların bilinçli bir dene­
tim altına alınm ası ve bu denetim i bireyin kendi varlığım hisse­
debileceği ve çevreyle ilişkilerinde doyum sağlayabileceği bir bi­
çimde gerçekleştirm ek, bir başka deyişle, egoyu güçlendirmektir.
Freud bunu, "içinde id'in bulunduğu bir ego" olarak tanımlamış­
tır.

Tedavinin İlkeleri:
Psikanalizin ilk günlerinde, acılı duygularla birlikte yaşanmış
ve bu nedenle bilinçdışm a itilm iş geçm iş olaylara ilişkin can sıkı­
cı anılar, insanın psikolojik sorunlarının başlıca nedeni olarak
gösteriliyordu. Tedavinin am acı da, bu anıları ve onlara eşlik et­
miş olan duyguları konuşm a yoluyla bilince çıkararak yeniden
yaşanmalarına im kân sağlam aktı. Duyguların eşlik etmediği çağ­
rışımlar tedavi yönünden yararsız sayılıyordu. Gerekli ortamı
sağlamak için kullanılan teknik ise, hipnozdu. H ipnoz altında
hastalar, norm al koşullarda baskı altında tutulan anılarını bilinç
düzeyine çağrıştırarak yeniden canlandırabiliyorlardı.
Giderek, katarsis denilen bu yöntem in bazı önemli kısıtları
olduğu anlaşıldı. H ipnoz altında çağrışım , klinik belirtilerin or­
tadan kalkm asına yardım cı olm akla birlikte, bu belirtilerin geri­
sindeki nedenler varlıklarını sürdürdükleri için, ortadan kalkan
belirtilerin yerini bir süre sonra yenileri alıyordu. Daha sonrala­
rı, bu boşluğu giderebilm ek am acıyla hipnoz altında telkin yön­
temi uygulandı. Örneğin, "A rtık bu sorunlar seni rahatsız etm e­
yecek" gibi sözlerle hastayı tedirgin eden düşünceler denetim al­
58 PSİKANALİZ VE SONRASI

tına alınmaya çalışıldı. Ancak, alınan sonuçlar kalıcı olm uyordu


ve üstelik Freud, hastaların ancak sınırlı sayıda bir bölümünün
hipnotize edilebildiğini de gözlem lem eye başlam ıştı. Bunun üze­
rine Freud, hipnoz tekniğini terk etti ve hastalarını telkinle ko­
nuşturmayı denedi. Bu amaçla, hastaya gevşemesini ve gözlerini
kapatmasını öneriyor, daha sonra zihnine ne gelirse konuşm ası­
nı istiyordu. Hasta, konuşm adığında, ona mutlaka bir şeylerin
zihnine geleceğini telkin ediyordu. Bu yaklaşım da başarısız kal­
dığında, ellerini hastanın başına koyup hafifçe bastırıyor ve yine
konuşmaya teşvik ediyordu. Gerçekten de bu teknik bazı hasta­
larda olumlu sonuçlar vermiş ve Freud, "basınç tekniği"ni, sü­
rekli savunma durumunda olan egoyu şaşırtan bir "oyu n " ola­
rak yorumlamıştı. Böylece, gizli kalmış anılar açığa çıktığında,
Freud bunları hastasına açıklıyor ve hasta bu anıları bir kez bi­
linçlendirdikten sonra sorunların ortadan kalkacağına inanılıyor­
du.
Basınç tekniğinin kullanılm ası, psikanalizin daha sonraki uy­
gulamalarına temel oluşturacak iki önem li buluşa yol açmıştır.
Bu çalışmaları sırasında Freud, can sıkıcı anıların belleğe çağrış-
tırılmasında hastanın bir tür direniş (resistance) gösterdiğini göz­
lemlemiş ve tedavide en önem li sorunlardan birinin, bu direnci
kırmak olduğunu fark etmişti. Bu sorunu çözüm lemek için belir­
li bir tekniğin geliştirilm esi gerekiyordu. Freud, bu noktadan ha­
rekete ederek, hastanın analiste karşı geliştirdiği ve transferans
adını verdiği duygusal sürecin, direnci kırmada başlıca araç ola­
bileceği sonucuna vardı. Öte yandan Freud, hastanın bu düşün­
ceden diğerine geçerek sonunda kendisini rahatsız eden asıl dü­
şünceyi bulabileceğini gözlem lem işti. Bu gözlem de Freud'un
serbest çağrışım ve yorum lam a tekniklerini geliştirmesini sağlam ış­
tır.
Freud'un psikanaliz tedavisi teknikleri üzerinde yazdıkları,
çeşitli m akalelerine dağılm ış ve hiçbir zaman sistemli bir biçim de
açıklanm am ıştır. Bunun başlıca iki nedeni olduğu sanılm aktadır.
Bunlardan ilki, hastanın teknikler konusunda önceden bilgi sahi­
bi olmasının tedaviyi güçleştirebileceği kaygısıydı. İkinci ve asıl
önemli neden ise, tedavi etkinliğinin kişisel bir araç olm ası ve na­
sıl kullanılacağının bir terapistten diğerine değişebilm esiydi. Fre-
PSİKANAÜTÎK KURAMLAR 59

ud, psikanaliz tedavisini uygulayan kişinin yeterli klinik deneyi­


me sahip olm asını zorunlu gördüğü gibi, analistin kendisinin de
bir analiz sürecinden geçmiş olmasını, hazırlık dönem inin vazge­
çilmez bir koşulu sayıyordu. Hatta 1938'de bu konuda yazdığı
son m akalesinde, terapistin tedavi edebilm e niteliğini başarılı bir
biçimde sürdürebilm esi için arada bir yeniden analizden geçme­
sini önerm iştir.
Freud, her hastanın psikanaliz tedavisine kabul edilemeyeceği
görüşünü birçok yazısında yinelem iştir. Bu konudaki en kesin
yargılarından birini, psikanalizin nevrozların tedavisinde geçerli
olabilm esine karşılık psikotiklere uygulanam ayacağı biçiminde
ortaya koymuştu. Ancak yine de, ileride bir gün, psikotiklere de
uygulanabilecek bir yöntem in geliştirilebileceği umudunu koru­
duğunu belirtm işti. Ona göre, psikanaliz için temel koşul, hasta­
nın terapistiyle bir ilişkiye girebilmesi, bir başka deyişle, libido­
sunu dış dünyadaki bir nesneye yöneltebilm esiydi. Psikotiklerin
bunu gerçekleştirecek durumda olm adıklarına ve dolayısıyla te­
rapistle ilişki kurabilm elerinin im kânsızlığına inanm ıştı. Bu ne­
denle, bir hastayı tedaviye almaya karar verm eden önce, iki ya
da üç haftalık bir denem e süresi içinde, hastanın psikotik ya da
prespsikotik belirtiler gösterip gösterm ediğinin gözlem lenm esini
önermişti.
Freud, analistin, akrabalarını, dostlarını ve de arkadaşlarının
ailelerini tedaviye alm asının sakıncalı olduğu görüşünü savuna­
rak, böyle bir uygulam anın dostlukların bozulm asıyla sonuçlana­
bileceği konusunda uyarıda bulunm uştur. Ayrıca, tedavide has­
tadan ücret alınm am asının onda suçluluk ve m innet duygulan
uyandıracağını ve bu nedenle bu tür uygulam alardan kaçınılması
gereğini savunm uştur. Bir diğer koşul da, hastanın tedavi süreci­
ni kavrayabilecek yeterlikte bir entelektüel kapasiteye sahip ol­
masıdır. Hasta, ailesiyle birlikte yaşasa bile, onlardan bağımsız
yanları olması tedaviyi kolaylaştırıcı bir öğedir. A ilenin hastanın
yaşamına fazla karıştığı durum larda tedaviyi sürdürm ek güçleşe­
bilir, hatta tedaviyi kesm ek gerekebilir. Öte yandan, hastanın te­
davi süresince alışageldiği yaşam koşullarında bulunm ası yeğle­
nen bir durumdur. Eğer hasta bir hastanede ise, yaşam ının ger­
çekleriyle baş edebilm eyi öğrenemez.
60 PSİKANALİZ VE SONRASI

Terapistin (Analistin) N itelikleri: (*)


Psikanalizin ilk günlerinde Freud, analistin tıp kökenli olması
gereğini savunmuş, ancak yaşam ının son dönem inde bu koşul­
dan vazgeçmiştir. A nalist olabilm ek için gerekli niteliklerin ba­
şında, bu kişinin davranışlar ve ruhsal enerjinin işleyiş biçim i
üzerinde yeterli kuram sal bilgiye sahip olması gelir. Analist, bi-
linçdışı baskı-direnç m ekanizm alarını, rüyalardaki sim geleştirm e
süreçlerini ve hastayla analist arasındaki yoğun duygusal ilişki
olgusunu (transferans) çok iyi kavram ış olm alıdır. Bu bilgilerin
b ir bölümünü psikanaliz üzerine yazılanları okum akla edinebilir­
se de tedavi yöntem ini öğrenm ek için en iyi yol, kendisinin de
analizden geçmesidir.
Analistin psikanalizden geçmiş olması, kendisini ve kullandı­
ğı savunma m ekanizm alarını çok iyi taramasını sağlar. Böyle bir
temel, terapistin hastalarını anlamaya çalışırken kendi kişisel so­
runlarından kaynaklanabilecek bazı yanılgılara düşm esini önler.
Tedavi süreci, uygulayan kişi için oldukça yorucu ve bazen sıkıcı
bir durum olduğundan, analistin olağanüstü titiz bir gözlemci ol­
ması ve dikkatini toplama konusunda gerekli disiplini gösterebil­
mesi beklenir. Freud, tedavi süresinde analistin bazı notlar alm a­
sının uygun bir davranış olm adığı, bu nedenle analistin oldukça
güçlü bir belleğe sahip olması gerektiği kanısındaydı.
Psikanaliz tedavisinde analist, bir divana uzanm ış olan hasta­
nın arkasında, onun kendisini göremeyeceği, ama kendisinin has­
tanın davranışlarını izleyebileceği bir biçim de oturur. Bu yerleş­
me biçim i Freud'un kişisel bir seçim iydi, çünkü günde on iki saat
yüzüne bakılm asından hoşlanm ıyordu. Üstelik bu durum, hasta­
nın analistin yüz ifadesinden ya da davranışlarından etkilenm esi­
ni engellediği gibi, terapisti de davranışlarını aşın bir denetim al­
tında tutma zorunluluğundan kurtarmış oluyordu.

Tedavi Teknikleri:
Serbest Çağrışım: Psikanaliz tedavisinin temel taşıdır. Freud,
psikolojik tedaviyi ilk denediği günlerde, düşünce ve anıların b ir­

(*) K lasik psikanalizde tedavi ed en kişi için analist terim i kullanılır. Freud sonra­
sı gelişen bazı diğer ek ollerd e bu terim yerini terapist sözcüğü ne bırakm ıştır.
PSİKANALİTİK KURAMLAR 61

birlerini zincirlem e bir biçim de izleyebildiklerini gözlemlemişti.


Yakın geçm işe ilişkin olaylar genellikle ilk önce çağrıştırılıyor ve
giderek geriye doğru giden anılar zinciri sonunda ana düşünceye
ulaşılıyordu. Ancak, bu durum un gerçekleştirilebilm esi için has­
tanın düşüncelerini yönlendirm em esi gerekiyordu. Tedavide en
önemli sorun da, hastanın düşüncelerini özgür bırakabilm esini
ve zihninden geçenleri dürüstçe dile getirebilm esini sağlamaktı.
Serbest çağrışım sürecini işletebilm ek için Freud, hastalarını
yönlendirici bazı konuşm alar yapardı: "G ü nlük olağan konuşm a­
larında insan, düşünce düzenini koruyabilm ek ve anlatmak istedi­
ği ana konudan kopmamak için, düşünceleri arasındaki bağlan tı­
nın korunm asına özen gösterir. Ancak, burada farklı bir biçimde
konuşman gerekiyor. Konuşman sırasında zihnine gelen bazı dü­
şünceleri sakıncalı bulduğun için ya da eleştiriye uğramak kaygı­
sıyla dile getirmek istem eyeceksin. Bazı düşüncelerini, saçma,
önemsiz ya da konuştuklarınla hiç ilgisi yok gibi gerekçelerle zih­
ninden uzaklaştırm ak isteyeceksin. Bu gibi eleştirilere kapılma­
dan konuşm anı istiyorum. Söylem ek istem em ene karşın, yine de
zihnine her geleni anlatm aya çalış. Giderek böyle bir yöntem izle­
menin neden gerekli olduğunu sen de çok iyi anlayacaksın. Bir ge­
ziye çıktığını ve trenin penceresinden izlediğin hızla değişen gö­
rüntüleri, yanında oturan birine anlatıyorm uşçasm a davran. Ne
denli tatsız olursa olsun, zihnine gelen her düşünceyi, hiçbirini
saklam aksızın anlatm aya söz verm iş olduğunu unutm a." (1912).
Serbest çağrışım , hastanın kendi başına olduğu zaman uygula­
nabilmesi olanaksız, karm aşık bir süreçtir ve aslında, hastayla
analist arasındaki ilişkiden güç alarak gerçekleştirilebilir. Üstelik,
hastadan, yalnızca serbest çağırışım da bulunm aktan öte bazı bek­
lentileri de içerir ve bir divana uzanarak kendisini edilgin-
bağımlı bir durumda gevşem eye bırakm asıyla sınırlanm az. H as­
tanın, egonun temel kaynaklarını harekete geçirm esi, içgörü ka­
zanması, yeteneklerine işlerlik kazandırm ası ve psikanalitik ilişki
içerisinde giderek daha etkin bir rol alm ası da tedavi sürecinin te­
mel öğeleridir.

D irenç (Resistance): Hasta ne denli iyi niyetli olursa olsun, zih­


ninden geçen her düşünceyi dile getirm ede tüm den başarılı ola­
62 PSİKANALİZ VE SONRASI

maz ve tüm çabalarına karşın direnç belirtileri tedavi süresince


sıklıkla ortaya çıkar. Hasta birden duraklayabilir, söylediği bir
sözü düzeltm eye çalışabilir, dil sürçm esinde bulunabilir, uzun
süre sessiz kalabilir, giysisinin bir parçasıyla oynayabilir, konu
dışı sorular sorabilir, duygularını düşünceye dönüştürm e eğilimi
gösterebilir, randevusuna geç gelebilir ya da özürler göstererek
bazı randevularına gelm eyebilir, tedavi yöntem ini eleştirici ko­
nuşm alar yapabilir, söyleyecek bir şey bulamayabilir ya da ko­
nuşm aya değer bulmadığı ve konu dışı olduğu gibi gerekçelerle
düşüncelerine sansür uygulayabilir. Özetle, tedavinin ilerlem esi­
ni engelleyen her türlü tepki bir direniş belirtisidir.
Direncin gücü, tedavinin bir dönem inden diğerine değişebilir.
Genellikle yeni bir konu ele alındığında artar, o konu açıklığa ka­
vuşmaya başladığında azalır. Ancak direnç, özellikle hastanın
analiste karşı geliştirdiği duyguların (transferans) yoğun yaşandı­
ğı dönemde artar. A nalist tarafından kabul edilme ve beğenilm e
isteklerine ilişkin kaygılar, transferans ve direnç m ekanizm aları
arasında sürekli çatışmalara yol açar.
Direnç belirtileri ortaya çıktıkça, analist onları hastasına göste­
rir ve belirtilerinin gerisindeki nedenleri ona açıklar. Freud, psi­
kanaliz tedavisini yeni uygulayan analistlerin çoğu kez, bu tür
açıklam aların direnci ortadan kaldıracağı sanısına kapıldıklarını
gözlemlemişti. A ncak direnç belirtileri, açıklamaları yapıldıktan
sonra da bir süre için varlıklarını sürdürürler. Hastanın ilk tepki­
si, kendisine açıklanan direnç belirtisini kabul etm ek istemem e
biçim inde olur. Bu savunma sözlü olmasa da hastanın yüz ifade­
sinden ve davranışlarından anlaşılabilir. Analist bu savunm aları
hastaya sürekli gösterdikçe, direncin hastayı anksiyeteden koru­
masını engellem iş olur ve bu kez de direndiği için anksiyete yaşa­
maya başlar. İşte bu aşamada hasta, direncinin varlığını yadsıya­
maz duruma gelir ve bu tür tepkilerini kendisi de görm eye baş­
lar.
Bunu izleyen dönemde hasta, direnç tepkileri üzerinde kendi­
liğinden tartışma açmaya ve gereksiz savunm alarından kurtul­
mak için çaba gösterm eye başlar. Bu tartışm alar içerisinde, hangi
dürtülerini ne biçim de engellem ekte olduğunu da fark eder. En­
gellenen dürtülerin neler olduğunu analist açıklam az ve bunları
PSİKANALİTİK KURAMLAR 63

hastanm bulm asını bekler. Ancak, eğer hasta zaten bir sonuca
ulaşm ak üzere ise, analist, hastasına çözüm ün ne olduğunu açık­
layabilir. Hastanın açıklamayı kabul etm esi ve üzerinde konuş­
maya başlam ası, yorum un yerinde ve zam anında yapıldığının bir
göstergesidir. Böyle bir açıklamanın yapılm ası için en uygun za­
man, hastanın o çatışmayı tedavi odasında yaşadığı andır ve an­
cak o zam an söz konusu davranışta bir değişiklik olabilir. Fre-
ud'un da dediği gibi, ortalıkta görünm eyen bir düşm anla savaşı-
lamaz. H astanın direncini yaşadığı anda fark etm esi, böyle bir ol­
gunun varlığına inanmasını sağlar.

Yorumlama: Analistin kullandığı en önem li tedavi aracıdır.


Analist, tedavi sırasında arada bir, hastanın kendi davranışlarına
değişik bir açıdan bakabilm esini sağlayacak konuşm alar yapar.
Ancak bu tekniği uygulam ak pek kolay değildir. Analist, hasta­
nın hangi düşüncelerini ne zam an yorum layabileceğini çok iyi
seçmek zorundadır. Tedavi uygulam asına yeni başlayan analist­
ler, genellikle bir düşüncenin gerisindeki çatışm ayı fark ettikleri
an derhal yorum a geçerler. Aslında bu yanlış bir tutumdur. Za­
manlaması iyi yapılm ayan bir yorum , can sıkıcı düşüncelerle bi-
linçdışı arasındaki ilişkiyi açıklığa kavuşturacağı yerde, var olan
bozuk düşüncelere karşıt bir dizi düşüncenin daha belirm esine
neden olur. Dolayısıyla, bu yorum un tedavi yönünden hiçbir de­
ğeri olmaz. Freud, bir insanın sorunları üzerine düşünsel bilgi sa­
hibi olm asının sorunlara çözüm getirm ediği görüşündedir (1895).
Yorumlama süreci içinde analistin hastaya karşı tutumu da
önem taşır. A nalistin hastasıyla ciddi bir biçim de ilgilenmesi ve
dikkatini ondan ayırm am ası gerekir. A nalist, hastasının sevgi
gösterilerine ya da kızgınlık tepkilerine karşılık vermemelidir.
Gerek duygusal ve gerekse düşünsel yönlerden yansız bir tutum
içinde olm alıdır. Bu tutum, analistin kendi duygusal dünyasını
tedavi ilişkisinin dışında bırakabilm esini sağlar. Öte yandan, has­
ta da analisti tarafından yargılanm ayacağını bilm enin verdiği gü­
ven duygusuyla rahatlar. Böyle bir ortam da analist, hastasının
kendisine karşı geliştirdiği olum suz davranışların, terapistin dav­
ranışlarıyla ilgili olm adığm ı ve hastanın alışagelm iş olduğu
uyumsuz davranışlarının uzantıları olduğunu ona daha kolayca
64 PSİKANALİZ VE SONRASI

gösterebilir. Analist, ilgisini hastasının uyumsuz davranışlarına


odaklaştırm az, hastanın gösterdiği her türlü davranışı aynı dik­
katle izler. Bu yaklaşım analistin uygulam ası gereken temel ku­
raldır. Analist, gözlem ledikleri arasında bir seçm e yapm az, eleş­
tirmez, hastanın her türlü davranışını izler ve değerlendirir.
Psikanalizin ilk günlerinde yorum lam a tekniği, hastanın bi-
linçdışı isteklerini bilinçlendirm eyi sağlam akla sınırlanm ıştı. Da­
ha sonraları, hastanın kendi varlığını hissedebilm esini engelleyen
direnç tepkilerinin açıklanm ası da tedavi kapsamına alınm ıştır.
Günümüzdeki uygulam alarda da analist, yalnızca hastasının an­
lattıkları üzerine yorum larda bulunm akla sınırlanm az, hastanın
dile getiremediği durum ları da ona gösterir. Yorum lam a, hasta­
nın belirtilerini birden azaltm az. Tam karşıtı, bir süre için anksi-
yetenin artmasına ve direncin katılaşm asına yol açar.
Zamanlaması iyi saptanm ış doğru bir yorum yapıldığında,
hasta, kısa bir duygusal bocalam a dönem inden sonra, yeni çağrı­
şım lar üretm eye başlar. Bu yeni çağrışımlar, yapılm ış olan yoru­
mun geçerliğini kanıtlar nitelikte olduğu gibi, tedavinin o aşam a­
sına kadar terapistin bilm ediği bazı yeni duygu ve düşüncelerin
de ortaya çıkm asını sağlar. Genel olarak tedavinin ilerlem esini
gerçekleştirecek temel öğe, analistin hastanın psikodinam iğini iyi
anlayabilm esinden çok, iyi zam anlanm ış yorum lam alarla hasta­
nın bilinçdışı direncini azaltarak, kendi iç dünyasını kendisinin
tanımasına zem in hazırlam aktır. Bir diğer önemli öğe de, hasta­
nın yapılan yorum lam aları kaldıracak kapasitede olup olm adığı­
nın iyi değerlendirilm esidir.

Transfermiş: Psikanaliz tedavisinde çözüm lenmesi gereken


önem li bir direnç tepkisidir. Serbest çağrışım süreci içinde, hasta­
nın gizli kalmış zihinsel içerikleri, maskelerinden oldukça arın­
mış bir biçim de aydınlığa çıkarlar. Bunlar, hastanın çok gizli ve
kendine özgü dünyasının duygu, düşünce ve düşleridir. Bu içerik
tedavi odasında paylaşıldığında, hastanın vaktiyle saklı tuttuğu
duygularının bir bölümü de giderek analistine yönelm eye başlar.
Yaşamının ilk dönem inde önem li olan kişilere (ana, baba, vb.)
karşı geliştirmiş olduğu duyguları bu kez analistinin kişiliğinde
yaşam aya başlar.
PSİKANALİTÎK KURAMLAR 65

H astanın analistiyle ilişkisi ve ona karşı geliştirdiği duygular


psikanaliz tedavisinin sürdürülm esini sağlayan en önem li güçler­
den biridir. Tedavi süreci boyunca analist, bazen b ir dost, bazen
bir düşm an, bazen ona iyi davranan, bazen onu engelleyen ve ce­
zalandıran, bazen sevilen, bazen nefret edilen biri olarak yaşanır.
Hasta, yaşam ının ilk dönem lerine ilişkin anılarını canlandırdıkça,
bu anılardaki kişilere ilişkin duygular da dolaylı olarak analiste
yansıtılır. Bu tepkiler üç grupta toplanabilir:
(1) Analiste karşı geliştirilen dostça duygular ki, bunlar teda­
viyi destekleyici ve hastanın etkin katılım ını sağlayıcı nitelikte
tepkilerdir.
(2) Cinsel boyutları da olan güçlü bir sevgi bağı ki, bu tepkiye
olumlu transferans denir.
(3) A naliste yönelik düşm anca duygular. G enellikle olumlu
duygulan izleyen bu tür tepkilere olumsuz transferans denir. Son
iki tepki, hastanın cinsel ve saldırgan enerjilerinin analiste yönel­
mesi anlam ına gelir. Böyle bir "transfer"in oluşm asına başlıca ne­
den, analistin nötr tutumunun, kendisinin hastanın ihtiyaçlarına
göre algılanm asına olanak verm esidir. Dolayısıyla, çocukluk dö­
neminde ana-baba tarafından karşılanm am ış istekler (Oedipus
kom pleksi) kolayca analiste yöneltilebilir. Bu tür duyguların te­
davi ortam ında yöneltilebilm esi oldukça güç ve duyarlı bir du­
rumdur. Ancak, iyi donanım lı bir analist, hastasının bu duygula­
rını güçlü bir tedavi aracı olarak kullanır.
H astanın analiste yönelttiği duygular, onun temel çatışm aları­
nı ve bu çatışm alara karşı geliştirdiği olgunlaşm am ış savunm a
tepkilerini yansıtır. Bu tepkiler, hastanın vaktiyle ebeveynine kar­
şı geliştirdiği sevgi ve nefretin birlikte yaşandığı karşıt duygular
karmaşasını içerir. Tedavi süreci içinde, aynı duygular bu kez de­
ğişik bir ortam da yaşam r ve bu duyguların analistte yarattığı tep­
kiler hastanın ana-babasm dan görm üş olduğu tepkilerden farklı
olur. Bu duygular analist tarafından ustaca kullanıldığında, has­
tanın çatışm alarına bu değişik ortam içinde çözüm getirilebilir ve
sorunları denetim altına alınabilir. Ancak bu sonuca ulaşabilmek,
tedavi sırasında hastanın duygularını açıkça yaşayabilm esine
bağlıdır.

PS5
66 PSİKANALİZ VE SONRASI

Analist, hastasının kendisine yönelttiği duygulara karşılık ver­


meme konusunda çok dikkatli olm alıdır. Bu duyguların aslında
kendisine yöneltilm ediğini ve gerçekte hastanın hangi geçmiş
ilişkilerinden kaynaklandığını sakin bir biçim de ona gösterm eli
ve hastasının bu tür tepkilerini bilinçli bir denetim altına alm ası­
na yardımcı olm alıdır. H asta bu tepkilerini analiste doğrudan bo­
şalttığından, tepkilerin düzeltilmesi için elverişli ortam da kendi­
liğinden oluşur. H astanın bu tür tepkilerine dışa vurma denir.
Hasta geçm işte kendisini üzm üş olan bazı olaylan anım sayam asa
da, bu olaylardan kaynaklanan tepkilerini, aradaki bağlantının
farkında olm aksızın terapiste yöneltir. Analist, geçm iş olaylarla
hastanın tedavideki tepkileri arasındaki bağlantıları ona göstere­
bilirse, bu tepkilerin hasta tarafından denetim altına alınması da
kolaylaşır.
Dışa vurma tepkileri tedaviye doğrudan bir katkıda bulunm a­
dığı gibi sakıncalı bazı durumlara da yol açabilir. H asta bu tür
tepkileri tedavi saatinin dışına da taşırarak, ailesine, iş arkadaşla­
rına ve dostlarına da yöneltebilir. Böyle bir durum, hastada son­
radan pişm anlık yaratacak bazı olayların gelişm esine neden ola­
bilir. Bundan ötürü analist, tüm önemli dışa vurm a tepkilerinin
tedavi saatinde yaşanm ası için çaba gösterir. Psikanaliz tedavisi
süresince hastanın, evlenm e; boşanma ve iş değiştirm e gibi önem­
li kararlar alm asının yasaklanm asına da neden budur. Bununla
birlikte Freud, fazla önem taşımayan, hatta küçük saçm alıklar
olarak nitelenebilecek bazı dışa vurma tepkilerinin tedavi dışında
yaşanm asının o kadar sakıncalı olm ayabileceğine inanm ıştı. Üste­
lik böylesi durum ların, hastanın bazı tepkilerini kendi kendine
düzeltebilm esine fırsat verebileceği görüşünü savunmuştu.

Transferans Nevrozu: Hastanın bozuk davranışlarının giderek


artan bir biçim de tedavi ortam ında yaşanm aya başlam ası sonucu,
"gerçek" nevroz "transferans" nevrozuna dönüşür. Transferans
nevrozunun belirm eye başladığı dönemde, önceleri ruh sağlığına
kavuşmaktan başka bir amacı olmayan hastanın tutum u değişir
ve bu am acıyla ilgilenm ez olur. Artık tek istediği, analistin kendi­
sine ilgi gösterm esidir ve bunu sağlayabilm ek için sürekli analis­
tiyle uğraşm aya başlar. Bu dönemde transferans duyguları, has­
PSİKANALİTÎK KURAMLAR 67

tanın tedaviye gelm esine yol açan asıl nedenlerden daha büyük
önem taşır ve hastanın çocukluk yıllarında yaşam ış olduğu anksi-
yete yeniden canlanarak ön plana geçer. Bu durum, hastanın ank-
siyetesinin çözüm lenebilm esini ve uyum suz davranışlarının dü-
zeltilebilm esini kolaylaştırıcı ortamı hazırlar. Analistin transfe-
rans nevrozunun dinam iğini kavrayabilm e oranı ve bu durumu
yönlendirm e biçimi, onun ustalık derecesini belirleyecek önemli
bir testtir. Gerçekten de yeterli bir psikanaliz eğitim inden geçmiş
ve geçm em iş analistler arasındaki fark da tedavinin bu dönemin­
de belirgin bir biçim de ortaya çıkar.
H astanın yaşam ındaki olayların birbiri ardından çözümlen­
mesi, çocukluk dönemine ilişkin çatışm alar tümden açıldığa ka­
vuşana dek sürdürülür. Bu aşamada transferans nevrozunun gü­
cü de azalm aya başlar. Aslında tedavinin son dönemi de bu nok­
tada başlar. Tedavinin bitirilm esi oldukça yavaş b ir süreçtir ve
hastayla analistin son buluşm alarında bile tüm den sona ermez.
Ne var ki, hastanın başlıca sorunlarının bilinçdışı kaynaklan ye­
terince açıklığa kavuşm uş olursa, tedaviden sonra ortaya çıkabi­
lecek bunalım ları, artık başkalarının yardım ı olm aksızın da çö­
zümleyebilir. Böyle durum lardan başarıyla çıkılabilm esinde baş­
lıca belirleyici, hastanın öğrendiklerini içleştirebilm e kapasitesi
ve analistin gücü ve yansızlığıyla özdeşleşebilm e oranıdır.
Tedaviden ayrıldıktan bir süre sonra, hastanın bilinçdışı sü­
reçlere yönelik ilgisi giderek azalır. Sağlıklı bastırm a mekanizm a­
larına işlerlik kazandırılır. Giderek kendini daha az dinlemeye
başlar ve tedavide kazandıkları yerine yerleşerek, kişiliğinin de­
ğişmez bir parçası durum una gelir.

Tedavi Bağlaşması: Hastayla analistin ilişkileri tedavi süresince


giderek ortak am açlara yönelik bir dayanışm a ve bağlaşm aya dö­
nüşür. Bu bağlaşm anın oluşm asına hasta ve analistin kendi kişi­
sel özellikleri de katkıda bulunur. H astanın analisti algılayışında­
ki yanılgıların tümü transferans olgusundan kaynaklanm az. Bu
tür sapm aların kökeninde, hastanın ilişki sürdürm e alışkanlıkları
da rol oynar.
Bu nedenle analist, özellikle tedavinin başlangıç döneminde,
hastanın analiste karşı geliştirdiği kuşku, korku ve gerçekçi olm a­
68 PSİKANALİZ VE SONRASI

yan beklentileri giderm eye çalışırken, bu duyguların tümünün


transferans olgusu olarak yorum lanam ayacağını göz önünde bu­
lundurmalıdır. Böyle bir yaklaşım , hastanın analistiyle, transfe­
rans ilişkisinin yanı sıra, yetişkin düzeyde bir ilişki kurabilm esi­
ne yardımcı olur. Bu ilişki, hastanın egosunda bir bölünm eye yol
açar: Egonun bir bölümü transferans sürecini yaşarken, bir diğer
bölümü analistle giderek artan olumlu bir özdeşleşm eyi gerçek­
leştirir. Bunun sonucu hastayla analist arasında oluşan bağlaşm a,
hastanın tedavi ilişkisi içerisinde düşle gerçeği ayırabilm esine ve
abartılmış savunm alarından arınmasına yardım cı olur.
Analistin kişiliği de bu bağlaşm anın kurulm asında etkili olur.
Analist, tedavi ilişkisinde yalnızca transferans objesi olarak kal­
mayıp gerçek bir insan olarak da algılanabilm esine imkân sağla­
malıdır. Ancak bu yaklaşım ı, analistin tedavi ilişkisine duygusal
olarak katılması gibi uygun olm ayan davranışlardan ayırm ak ge­
rekir. Tedavi bağlaşm ası, hastanın çocuksu tepkileriyle olgun
davranışları arasındaki ayrım ı, analistle sürdürdüğü ilişki içinde
yapabilm esini sağlar. Psikoz sınırlarını zorlayan nevrozlarda has­
ta, transferans nevrozuyla gerçek tedavi ilişkisini birbirinden ayı-
ramayabilir.

Tedavinin Evreleri:
Psikanaliz süreci üç evrede incelenebilir:
Birinci Evre: Bu evre hastanın analistiyle bir bağlaşm a kurabil­
mesini ve sürdürebilm esini içerir. Tedavi öylesi bir ortam dır ki,
en tutarlı ve olgun hasta bile yabancı bir insanla alışm adığı türde
bir ilişkiye geçm enin anksiyetesini yaşar. Bu başlangıç dönem in­
de, analistle hasta arasındaki yabancılığın giderilmesi gerekir. Bir
başka deyişle, tedavi bağlaşm ası hastanın bir diğer insanla ilişki
kurabilmesi ve sonra da onunla özdeşleşebilmesi anlam ına gelir.
Bunun sağlanabilm esi için hastanın, gerek dış dünya gerçekleri­
nin gerekse kendi kişiliğinin, kendisini bazen sınırlayabileceğim
kabul edebilecek bir kapasiteye sahip olması gerekir.
İkinci Evre: Bu evre hastanın analistine karşı transferans nevro­
zu geliştirebilm esini içerir. Bu dönemde, hastanın çocukluk ank-
siyetelerine gerileyerek bu duyguları yeniden yaşayabilm esi ve
böylece yorum lam aya ortam hazırlanm asına katkıda bulunabil­
PSİKANALfrtK KURAMLAR 69

mesi gerekir. Transferans nevrozunun çözüm lenm esi Oedipus ça­


tışm alarından özgürleşm ekle sonuçlanır. H asta bu dönemde, bir
yandan karşı cinsten olan ebeveynine ilişkin cinsel içerikli istekle­
rini olum lu b ir duygusal ilişkiye dönüştürür, öte yandan aynı
cinsten olan ebeveyniyle olumlu ve yapıcı b ir özdeşleşm eyi ger­
çekleştirir. Bunun yanı sıra hasta, daha önce aynı cinsten ebevey­
ne yöneltilm iş olan saldırgan enerjilerini nötrleştirir ya da yücelt­
me m ekanizm ası aracılığıyla başka yerlerde kullanm ayı öğrenir.
Üçüncü Evre: Bu evre hastanın ayrılığa hazırlanm asını ve duy­
gularını yapıcı bir biçim de yönlendirm eyi öğrenm esini içerir. Bu
konuda ona destek olan temel öğe, analistiyle olum lu bir biçimde
özdeşleşebilm iş olm asıdır. Bu dönem de işlenilen en önem li konu,
hastanın özerklik ve bağım sızlığıdır. Bu konu, daha önceki evre­
lerde de arada bir ele alınırsa da, bu dönem de ön plana geçer.
Abartılmış savunm alarından arındıktan ve anksiyetesi azaldıktan
sonra hastanın yeni davranış biçim leri geliştirm esi gerekir. Hasta
bu konudaki çeşitli seçenekleri analistiyle tartışabilir. Ancak,
amaç hastanın kendi davranışları üzerinde bilinçli bir denetim
kurabilmesi olduğundan, analistin hastasını bu konuda kendisine
bağımlı kılm aktan dikkatle kaçınm ası gerekir. Freud, kötü eğitil­
miş bazı analistlerin, tedavinin son aşam asında hastalarının ka­
rarlarına karışarak psikanalizin saygınlığına gölge düşürdükle­
rinden yakınm ıştır.
Tedaviye son verm e anı yaklaştıkça hastanın edilginliği ve ba-
ğımlığı yeniden canlanırsa da, bu eğilim ler yeniden ele alınarak
üzerinde tartışılır ve bu tür duygulardan artık vazgeçm e zam anı­
nın geldiği konusunda görüş birliğine varılır. Hasta, zenginleşen
ego gücü sayesinde, analistten kopm asının yarattığı yas duygula­
rını bir süre sonra bilinçli denetimi altına alm ayı başarır.

Tedavinin Sonuçları:
Psikanaliz tedavisinden alm an sonuçları değerlendirm ek ol­
dukça güçtür. Bunun başlıca nedenlerinden biri, psikanalizden
geçtiğini söyleyen hastaların önem li bir bölüm ünün, analitik ku­
ram ve teknikler hakkında pek az bilgisi olduğu halde kendisini
analist olarak nitelendiren kişiler tarafından tedavi edilm iş olm a­
larıdır. B ir diğer grup ise, psikanalizde kısa b ir süre bulunduktan
70 PSİKANALtZ VE SONRASI

sonra, ya kendi kararlarıyla ya da analistlerinin önerisi üzerine


tedaviden ayrılan kişilerden oluşmaktadır. Psikanalistlerin dışın­
daki hekim ler de dahil olm ak üzere, çoğu kişinin psikanalizin ne
olup olmadığı konusunda değişik oranlarda yanıltıcı bilgilere sa­
hip olması, bu alandaki çalışm aların değerlendirilebilm esini daha
da güçleştirmektedir.
Psikanalistlerin üzerinde birleştikleri nokta, ne denli başarılı
bir tedavi uygulanm ış olursa olsun, psikanalizin hastanın nevro-
tik savunmalarının tümünü ortadan kaldıram adığı gerçeğidir.
Ancak, psikanaliz tedavisinin sonuçlan klinik belirtilerin ortadan
kalkmasıyla da sınırlanm az. Bu belirtilerin yinelenm esi ve hasta­
nın yeniden tedaviye başvurm a gereğini duym am ası güvencesini
de sağlar. Üstelik hasta, kazandığı ego gücüyle, zorluklarla baş
edebilen ve kendi m utluluğunun yanı sıra diğer insanların m ut­
luluğuna da katkıda bulunabilen bir insan durum una gelir (Me-
issner, Mack, Semrad, 1975).
Psikanalizden alınan sonuçlara karşı yöneltilen en önem li eleş­
tiri, hastanın davranışlarındaki düzelm enin değerlendirilm esinde
kullanılan ölçütler konusunda olm uştur. Freud'a göre, hasta ne
zam an iyileştiğini bilir ve doktor da kendi gözlem leriyle hastası­
nın iyi olduğunu fark edebilir. Bu ölçüte göre, eğer hasta iyi oldu­
ğunu bildirir ve analist de hastasının anlattıklarından artık onun
farklı düşündüğü ve davrandığı izlenimini edinirse hasta değiş­
miş kabul e d ilir..
Analistle hasta arasındaki ilişkinin gizliliğini bozacağı gerek­
çesiyle Freud, tedavi odasına hiçbir gözlem ciyi kabul etm em iş ve
elde edilen bulguların ölçülebilm esinin mümkün olm adığı görü­
şünü savunm uştur. Gerçekten de psikolojik testlerin emekleme
döneminde olduğu o günlerde, "Sözcük Çağrışım Testi"nden
başka bir testten söz etm em esini doğal karşılam ak gerekir. Bu ne­
denle, Freud'un kullandığı tek ölçüt, kendi klinik yargıları ol­
muştur.

TARTIŞMA

Çağımızda psikiyatrik düşünce, büyük ölçüde Freud'un ola­


ğanüstü bulgularından kaynaklanm ıştır. Klinik belirtilerin asim-
PSİKANALİTİK KURAMLAR 71

da kişinin enerjisini denetim altında tutabilm e çabalarının bir an­


latımı olduğu görüşü, Freud'un geliştirdiği en önemli kavram lar­
dan biridir.
Tedavi sürecini hastayla doktor arasında bir ilişki olarak ta­
nımlam ış olm ası, günüm üzdeki psikolojik tedavi yöntem lerinin
tümüne temel oluşturm uştur. Geliştirdiği kuram , çocuğun psiko­
lojik dünyası ve gelişim i üzerine dikkati çekerek, konunun psiko­
lojinin en önemli dallarından biri durum una gelmesini sağlam ış­
tır.
Freud insanı, saldırgan ve cinsel dürtüleri denetim altına alın­
ması gereken olum suz ve yıkıcı bir varlık olarak tanımlamıştır.
Ona göre, toplum baskıları olmayıp da insanlar cinsel ve saldır­
gan enerjilerine rahatça boşalım sağlayabilselerdi psikolojik so­
runları da olmazdı. Freud bu görüşünü, "uygarlığın bedeli nev­
rozla ödenir" sözleriyle açıklamıştır.
Freud, insanın mantık dışı eğilim lerini vurgulayarak, o gün­
lerde egem en olan ve insanın temel özelliğinin mantıklı düşünce
olduğu biçim indeki görüşlere karşı çıkm ış ve böylece, insanın
birbirinin karşıtı olan iki özelliğine dengeli bir ağırlık tanınm ası­
nı sağlayarak, insan davranışlarının anlaşılm asında çığır açan bir
dönemi başlatm ıştır.
Önceleri Freud'un öğretilerine direnen ya da karşı çıkanların
sayısı çoktu. Ruhsal sorunların oluşum unda cinselliğe verilen
önem yadırganm ıştı ve böyle bir yaklaşım özellikle dinsel inanç­
larla çatışma yaratm aktaydı. Öte yandan, Freud'un gelişim kura­
mında kültür farklılıklarına yeterince önem verm em iş olması ve
geliştirdiği klinik kavram ların deneysel yoldan doğrulanm ış ol­
maması şiddetle eleştiriliyordu. Ancak, karşı çıkışlara ve saldırı­
lara rağm en, Freud'un düşünülerinin etkisi tüm dünyada kendi­
sini hissettirm iş, çağdaş psikiyatrik düşüncenin biçim lenm esinde
etkin bir güç olarak varlığını sürdürmüştür.
Önceleri, çağının en önem li isimleri Freud'un öğrencisi olmuş
ve düşüncelerini benim sem işlerse de, bazıları giderek görüşlerine
karşı çıkmaya başlam ış ve sonunda kendi ekollerini geliştirm iş­
lerdir. Diğerleri ise Freud'un geliştirdiği modeli izleyerek görüş­
lerini, yeni boyutlar katarak zenginleştirm işlerdir.
72 PSİKANALİZ VE SONRASI

EGO PSİKOLOJİSİ

Ego psikolojisi klasik psikanalizin doğrudan bir uzantısı ve


günüm üzdeki tem silcisidir. Klasik psikanalizin bu kitapta ayrı
bir başlık altında ele alınm ış olması konunun tarihsel evrimini
vurgulam aktan başka bir am aç taşım amaktadır. Freud'dan sonra
gelen bir grup çalışm acı yapısal kişilik kuramına önem li bazı bo­
yutlar katmış ve topluca ego-psikanalistleri olarak anılm ışlardır.
Freud'un kızı Anna, psikanalizin doğal akışı içinde gelişen ve gü­
nümüzde ego psikolojisi adı ile bilinen bu akım ın öncüsü sayılır­
sa da Erik Erikson, Heinz Hartman, Edith Jacobson ve David Ra-
paport gerçek sözcüleri olarak kabul edilirler.
Freud başka savunm a m ekanizm alarının da varlığını tanım la­
mıştı, ama ilgisi daha çok baskı (repression) m ekanizm asına
odaklaşm ıştı. Anna Freud 1936'da yayım lanan Ego ve Savunma
M ekanizm aları adlı klasik yapıtında, babasının çalışm alarını geniş­
leterek, dokuz ayrı savunm a m ekanizm asını ayrıntılı bir biçim de
tanımladı. Üstelik, egonun savunm aya yönelik çabalarının anla­
şılm asının tedavi sürecine getirebileceği yeni boyutları da açıkla­
dı. Böylece, psikanalistlerin görevi, yalnızca id'den gelen ve ka­
bul edilem ez nitelikte olan istekleri ortaya-çıkarmakla sınırlanm a­
mış oluyordu. Psikanalistlerin, artık, tedavi sürecine karşı direnç
(resistance) olarak ortaya çıkan ve ego tarafından geliştirilen sa­
vunma çabalarını fark ederek, bunları tedavi aracı olarak kullan­
maları da gerekiyordu.
Anna Freud psikanalizin ağırlık noktasını içgüdüsel dürtüler­
den ego savunm alarına kaydırm akla, dinamik psikiyatrinin ilgi­
sini de nevrotik belirtilerin oluşum undan karakter patolojisine
doğru çekm iş oldu. Dolayısıyla, dinam ik psikiyatri alamnda çalı­
şanlar, gerek nevrotik sorunları, gerekse kişilik bozukluklarını
anlayabilme çabalarında, ego savunm a m ekanizm aları konusun­
daki bilgilerinden yararlanırlar.

Ego S av u n m a M e k a n iz m a la r ı

Ağır bir zorlanma yaşam akta olan insan başlıca iki sorunla
karşılaşır: Yeni durum a uyum sağlam ak için gerekli çabayı gös­
termek ve psikolojik dağılm aya karşı kendini korumak. Birinci
PSİKANALlTÎK KURAMLAR 73

grup güçlükler çabaya yönelik davranışlarla, ikinci grup sorun­


lar ise, savunm aya yönelik davranışlarla çözüm lenm eye çalışı­
lır.
İki tür savunm aya yönelik m ekanizm adan söz edilebilir. Birin­
ci grup, ağlam a ve sürekli konuşm alarda olduğu gibi psikolojik
onarım m ekanizm alarıdır. İkinci grup, canım ızı sıkan bir duru­
mu yadsım aya çalışm a ya da davranışım ızı haklı gösterecek bir
neden bulma gibi, insanı psikolojik zedelenm eye ya da değerini
yitirmeye karşı koruyan "eg o " savunm a m ekanizm alarıdır. Bu
m ekanizm alar organizm anın psikolojik bütünlüğünü ve dengesi­
ni korumayı amaçlar.
Ego savunm a m ekanizm alarının geliştirilm esinde öğrenme
önemli bir rol oynar. Bu tepkiler insanı, örneğin kendi gözünde
değerini yitirm esine neden olabilecek yenilgiler gibi dış tehlike­
lerden ya da suçluluk duygusu uyandıran istekler gibi iç tehlike­
lerden korurlar. Bu korunma genellikle aşağıdaki yollardan biriy­
le sağlanır: Kişinin (1) duygularını yadsım ası, olayları değişik bi­
çimde algılam ası ya da algı alanını daraltm asıyla; (2) olaylara
duygusal katılım ını azaltarak; (3) tehlikeye karşı savaşarak. Bir
insan tek bir savunm a mekanizmasını değil, bir grup savunma
örüntüsünü birlikte kullanır. İnsanın ön planda kullandığı savun­
ma m ekanizm aları, içinde bulunduğu koşullara göre, yaşam ının
bir dönem inden diğerine farklılık gösterebilir. Ego savunm a me­
kanizmalarını çabaya yönelik davranışlardan ayıran en önemli
özellik, bu tepkilerin bilinçdışında geliştirilm esi ve işlemesidir.
Bir başka deyişle, kişi kullandığı savunma m ekanizm alarının an­
lamının farkında değildir. Bu m ekanizm aların oluşturduğu duy­
gu ve davranışları, gerisindeki dinam ik güçlerden haberdar ol­
maksızın yaşar.
Her insan psikolojik bütünlüğünü sürdürm ek ve benliğinin
değerini korum ak am acıyla çeşitli savunm a m ekanizm aları kulla­
nır. Eğer bu tepkiler zorlanmalı durum larla baş edebilm ek için
başlıca araç durum una gelir ve uyum sağlanm asını engelleyecek
oranda abartılırsa sağlıksız bir nitelik kazanırlar. Böyle bir du­
rumda nevrotik savunma m ekanizm aları söz konusu olur.
Bir insan çevresindeki olayları sürekli yanlış yorumlam akta
'Se, çoğu kim senin olağan karşıladığı durum larda kaygıya kapılı-
74 PSİKANALİZ VE SONRASI

yorsa ve sorunlarını çözm ek için çaba göstereceği yerde onları


görm ezlikten geliyorsa, davranışları nevrotik olarak nitelendirilir.
İlginç olan yön, çoğu kez böyle bir kişinin kendisinin de, davra­
nışlarının mantık dışı ve uyum suz olduğunun farkında olm ası­
dır. Nevrotik davranışlar, uyum suz niteliklerine rağmen insanın
dünyayı algılayışında önemli sapm alara neden olmaz ve ileri de­
recede bir kişilik bozulm ası yaratm az. Yaşam ına nevrotik nitelik­
te davranışlar egemen olan insanlar genellikle kaygılı, mutsuz,
çevreleriyle ilişkilerinde etkisizdirler ve suçluluk duyguları için­
de yaşarlar.
Nevrotik davranışlar yerleşm iş bir kısırdöngünün ürünüdür.
Bu döngünün içinde sürüklenen insan, yetersizlik ve eksiklik
duyguları içindedir; günlük ve olağan sorunları ürkütücü buldu­
ğundan sık sık anksiyeteye kapılır; zorlanma durum larını yen­
mek için çaba göstereceği yerde türlü savunma yöntem leri kulla­
narak onlardan kaçınm ak ister; kendi çıkarlarına ters düşen dav­
ranışlarının ve yedek çözüm yollarını görebilm esini engelleyen
katılığının farkında değildir; benm erkezciliği nedeniyle yakın
ilişkiler kuram az; sorunlarını çözm e çabası gösterem em enin ya­
rattığı suçluluk duygulan, yaşam ında aradığını bulam am a ve
mutsuzluk varlığına egemendir. Saydığım ız bu belirtiler nevrotik
çekirdeği oluştururlar. Bir insanda nevrotik çekirdeğin tüm özel­
likleri birlikte bulunm ayabilir ve nevrotik davranışlar bir kişiden
diğerine oldukça büyük farklılıklar gösterebilir.
Nevrotik çekirdeğin özelliklerinin doğal bir sonucu olarak ya­
şanan "tehlikeye karşı aşırı duyarlık" kişiyi sürekli olarak diğer
insanlardan destek aramaya yöneltir. Günümüzde giderek daha
sık yaşanan yarışm a durum ları korkunun daha çok artmasına ne­
den olur. Yenilgi gibi başarı da, getirdiği sorum luluklardan ötü­
rü, kişide yetersizlik duygularına ve yeteneksizliğinin ortaya çı­
kacağı korkularına yol açabilir.
Nevrotik davranış özellikleri gösteren kişinin temel yaşam bi­
çimi, günlük yaşam ın sorunlarıyla uğraşm aktan çok, onlardan
kaçınmaya yöneliktir. Kim inde bedensel yakınm alar başarısızlık­
lara neden olarak gösterilir. Tüm düşünce ve davranışlar, yeter­
sizlik duygularıyla yüzleşm em eyi sağlayacak bir örüntü içinde
daraltılm ıştır. Ne var ki, bu kaçınm a davranışları, çoğu kez gelişi­
PStKANALİTİK KURAMLAR 75

mi engellediği gibi, zaten var olan güçlüklerin giderek pekiştiril-


mesiyle sonuçlanır.
Çok sayıda durum ların tehlikeli olarak değerlendirilm esi al­
gılam anın daraltılm asına yol açar. Bunun sonucu, organizmaya
ulaşan bilgiler kısıtlanır ve benlikle gerçeklik arasında bir uyuş­
mazlık ortaya çıkar. Dolayısıyla, kendi davranışları gibi diğer in­
sanların davranışlarını da anlam akta güçlük çeker. Bir yandan
kendi durum undan yakınırken, öte yandan bu durum u oluşturan
nedenlere ilişkin bir içgörü geliştirem ez. Sorunlarının ve savun­
malarının tem elindeki nedenleri anlayabilse bile, kendisine gü­
venlik sağladığını sandığı davranış örüntülerini değiştirem ez ve
yaşamım geliştirebilecek daha etkili yöntem leri öğrenm e imkân­
larından yoksun kalır.
Tehlikenin sürekli varlığı ve algılam anın daralm ası, insanın
tüm dikkatini kendi üzerine toplam asına neden olur. Nevrotik
davranış özellikleri gösterir. însan, sürekli olarak kendi duyguları,
kendi um utlan ve kendi sorunlarıyla ilgilidir. G üvensizlik ve çare­
sizlik duyguları sonucu bir yaşam savaşı verdiği sanısında oldu­
ğundan, kendisini m erkez olarak alm anın gerekliliğine de inanır.
Tüm çabası, kendi bütünlüğünü korum aya yönelm iş olduğundan
diğer insanlarla ilgilenem ez ve onlara verecek pek az şeyi olur. Ye­
tersizlik duygularından kurtulabilm ek am acıyla güçlü bir eş arar,
ona tutunarak yaşam ını güvenlik altına alm aya ve bir anlam bul­
maya çalışır. A ncak bu um utlar da kendi yetersizliği sonucu düş
kırıklığıyla sonuçlanır..Kendi varlığında bulam adığı güveni çevre­
sinden sağlayabilm ek umuduyla başkalarının onayını ve desteğini
sağlayıcı tutum lar geliştirir. Ancak, böyle davranışlar diğer insan­
lar üzerinde yük yarattığından çoğu kez onların da giderek kendi­
sinden uzaklaşm asına yol açabilir; dolayısıyla istenilen amaca ula­
şılamaz ve güvensizlik duyguları bir kez daha pekiştirilm iş olur.
N evrotik davranış özellikleri gösteren insan, kendisine ve baş­
kalarına karşı sorum luluklarını yerine getirem ediğinin çoğu kez
farkındadır. K endine dönüklüğü ve diğer insanlara yönelttiği
hencil istekleri, arada bir suçluluk duygularının da oluşmasına
neden olur. Bunlarla birlikte gelişen yetersizlik duyguları ve ank-
siyete, nevrotik insanın sürekli doyum suzluğu ve m utsuzluğuyla
sonuçlanır.
76 PSİKANALİZ VE SONRASI

Yaşadığı olum suzluklara rağmen bir insanın neden böyle bir


yaşam biçim ini sürdürm ekte direndiği bir soru olarak ortaya çı­
kar. Bu paradoksun varlığı, anksiyeteden "b ir an önce kurtulabil­
m e" isteğinin ve gerçek dışı tehlikelerin sürekli olarak algılanm a­
sının bir sonucu olsa gerek. N evrotik eğilim li kişinin aşırı duyar­
lığı, zorlanma -» anksiyete -» kaçınm a —> anksiyete döngüsünün
pekiştirilm esi biçim inde bir nedenler zincirinin oluşm asıyla so­
nuçlanır. Bu duyarlık giderek artar ve yalnız anksiyete yaratıcı
durumun yaklaşmasıyla değil, böyle bir olasılığın bulunduğu du­
rumlardan da kaçınma tepkilerine yol açarak, kişinin yaşam ala­
nını giderek daraltm asıyla sonuçlanır.
Nevrotik insanın çocukluğunda doyum bulm am ış olan sevgi
ihtiyacı, yetişkin yaşam da iki önemli duygu örüntüsüne dönüşür:
Düşmanca duygular ve cinsel tutkular. Çocuk kusurlu ana-baba
tutumları sonucu sevgiden yoksun bırakıldığında, ebeveynine
yönelik düşmanca duygular geliştirir ve bu duygu giderek yetiş­
kin yaşamda da tüm dünyanın düşman bir çevre olarak algılan­
masıyla sonuçlanır. N evrotik özellikler gösteren insanın en
önemli sorunlarından biri, düşmanca duygularını denetim altın­
da tutabilmektir. Aranılan sevginin bir gün bulanabileceği um u­
du, insanlara duyulan düşm anlıkla çelişki durum undadır. D üş­
manca duyguların açıklanm asının sevgi umudunun tümden yiti­
rilmesiyle sonuçlanacağını çocukluk yıllarında öğrenmiş oldu­
ğundan bu tür duyguları bastırm ak zorundadır. Geliştirm iş oldu­
ğu uysal ve onay sağlayıcı tutumlar, diğer insanların kendisini
gerçek benliğiyle değil, bu tutumlarından ötürü kabul ettikleri
inancını yaratır. Böyle bir durum ise süregelen düşm anca duygu­
ların daha çok pekiştirilm esiyle sonuçlanır.
Öte yandan, düşm anlığın kendisinden kaynaklandığım göre­
meyen ve bu duygunun çevresindeki insanlardan kendisine yö­
neltildiğine inanan insan, gerçek sevgi ve sıcaklıkla karşılaştığı
durumlarda da bocalar. Çevreden gösterilen yakınlığa kendi düş­
manca duygularından ötürü karşılık verem ediği gibi, böyle bir
durumda, insanlara düşm anlık duymakta ne kadar haklı olduğu
konusundaki inancı sarsılır ve yerini suçluluk duyguları alır. Bu
duyguları yaşam am ak için, çevresinden yöneltilen olum lu tutum­
ları ve yakınlaşm aları farkında olmaksızın bozar. Burada, redde­
PSİKANALİTİK KURAMLAR 77

dilmeye karşı aşırı duyarlık önem li bir rol oynar. Reddedilm ek­
ten korkan insan, en açık ve sıcak bir kabul gösterildiğinde bile
reddedildiğini kanıtlayacak belirtiler arar, bulam azsa da yaratır.
Aşırı korunm uş ya da baskı altında yetişm iş bir diğeri ise, kendi­
sine gösterilen yakınlığa, söm ürüleceği korkusuyla karşılık vere­
mez.
Sevgiye duyulan nevrotik ihtiyaç doyurulm ası güç bir cinsel
açlığa dönüşebilir. Çünkü sevgi ve cinsellik arasında bağlantılar
vardır. Sevgi, cinsel duygulara öncülük edebilir; bir insan yalnız­
ca sevgisinin farkında olduğu halde, bu duygusuna eşlik eden
cinsel duyguları da bulunabilir; cinsel istekler sevgiyi de birlikte
getirebilir ya da bu duyguya dönüşebilir. Bu tür geçişler iki duy­
gu arasındaki yakınlığı ortaya koym akla birlikte, yine de birbirle-
riyle aynı anda görülebilen, birinden diğerine dönüşebilen ya da
bir diğerinin yerine geçebilen iki ayrı duygudan söz etm ek yerin­
de olur.
Sevgi ihtiyacının cinsel yoldan anlatım bulm ası, kültürel et­
menlere ya da kişinin duygusal yaşam ında doyum bulup bulma­
masına bağlı olabilir. Kimi insan bir diğer insanla ilişkiye geçti­
ğinde durum a derhal cinsel bir nitelik katma eğilim i gösterir, ki­
minde ise cinsel etkinlik normal bir ölçü içinde kalır. Birinci
gruptaki erkekler ve kadınlar genellikle bir cinsel ilişkiden diğeri­
ne koşan kişilerdir. Yakından incelendiklerinde, bu kişilerin ne
denli güvensiz ve korunm asız oldukları, bir insanla ilişki duru­
munda değillerse ya da görünürde böyle bir olasılık yoksa nasıl
bocaladıkları kolayca gözlem lenebilir. Cinsel dürtüleri ketlenm iş
bazı kişiler ise çevrelerindeki insanlara ilgi duym asalar da sürekli
baştan çıkarıcı bir tutum içindedirler. Daha da ketlenm iş olan ba­
zı kişilerde ise cinsel duygular karşı cinse yönelirse de gerçek cin­
sel ilişki yerini m astürbasyona bırakır.
Bazı insanlarda cinsel ilişki, cinsel gerilim leri boşaltm aktan
öte bir anlam taşıyabilir ve diğer insanlarla tek ilişki ve yakınlık
aracı olabilir. Eğer bir insan başkalarıyla duygusal ilişkiler kur­
mayı bir türlü başaram azsa, cinsel beraberlik insanlardan sevgi
alabilmenin ve onlara ulaşabilm enin tek yolu olur. Kim inde ise
anksiyete ve gerilim ler için bir boşalım yolu olarak kullanıldığın­
dan, cinsel istekler sürekli pekiştirilir. Ne var ki, her toplum yapı­
78 PSİKANALİZ VE SONRASI

sı cinselliğin duygusal ihtiyaçların yerini alabilm esine elverişli


değildir. Bu durum da, düşm anlık duygulan gibi cinsel dürtüler
de baskı altına alınır ve bilinç düzeyine çıkam az. Duygusal açlı­
ğın cinsel isteklere dönüşm esi suçluluk duyguları yaratacağın­
dan, bu dürtüler doyum bulamayan bir id enerjisi olarak anksiye-
te kaynağı oluştururlar. Dolayısıyla, böyle bir insanda yaşanan
çaresizlik ve güvensizlik duygulan, baskı altına almayı gerektire­
cek aşırılıkta cinsel dürtülere ve düşmanlık duygularına dönüşe­
rek süregelen anksiyetenin daha da artm asına neden olurlar.

Baskı (Repression)
İçgüdüsel dürtülerin insanın isteği dışında "bilinçd ışın d a" tu­
tulması ve bilince çıkm alarının önlenm esine baskı (repression), uy­
gun görülm eyen istek ve anıları bilinçten uzaklaştırm a m ekaniz­
masına ise bastırma (sııpressioıı) denir. Baskıya alınan ruhsal içeri­
ğin özelliği, hiçbir zaman bilinç düzeyine çıkm am ış olm ası ve ki­
şinin böyle bir kopukluğun farkında bile olm am asıdır. Buna kar­
şılık, bastırılan duygu, düşünce ve anılar önce bilinçli olarak ya­
şanm ış ya da yaşandığı halde algılanm am ış süreçlerden oluşur.
Zihnin "bilinçaltı" bölgesinde tutulan bu süreçler, baskıya alınan­
lardan farklı olarak, gerektiğinde yeniden bilinç düzeyine çağrış-
tırılabilirler.
Savunm a kavram ını ilk geliştiren araştırıcı olan Sigm und Fre-
ud, başlangıçta baskıyı tek ve temel savunm a m ekanizması ola­
rak ele alm ışken sonraları onu, yansıtma ya da karşıt tepki oluş­
turma gibi savunm a m ekanizm alanndan biri olarak tanım lam ış­
tır. Anna Freud konuya babasınınkine benzer bir yaklaşım da bu­
lunm uşsa da, baskıya özel bir önem tanım ıştır. Anna Freud'a gö­
re, tüm diğer savunm a m ekanizm aları baskı m ekanizm asıyla bir­
likte çalışır ve diğer savunm a yöntem leri gerçekte, baskının eksik
bıraktığı savunmayı tam am lam a çabasındadırlar.
Baskı, diğer m ekanizm alara oranla daha temel, daha kesin ve
daha ilkeldir; beklenm edik anda bir tehlikeyle karşılaşıldığında
yaşanan korkuya karşı geliştirilen akut savunm a ketlenmesiyle
özdeştir. Savaş alanında ketlem e tepkisi göstererek donakalan as­
ker, aynı zam anda ürkütücü duygularını da baskı altında tutmuş­
tur ve ancak uyutucu bir ilacın etkisi altında baskıyı kaldırıp
PSlKANALİTİK KURAMLAR 79

duygulannı dile getirebilir. Dolayısıyla baskı, insanın temel ko­


runma am acına hizm et eden savunucu ketlem enin doğrudan bir
belirtisidir ve bundan ötürü yadsım a ve baskı m ekanizm alarını
birincil savunm a süreçleri olarak tanım lam ak yerinde olur. Ket-
lenme sinir sistem inin olağan etkinliklerinin sürekli bir yönüdür.
Örneğin, yürüm e gibi yalın etkinliklerde bile belirli kas grupları­
nın eşzamanlı ketlenm esi gereklidir. Savunm a ketlenm esi de
günlük yaşam daki olağan ketlenm elerden ilke olarak farklı değil­
dir, ancak daha yoğun ve genel b ir tepki olarak ortaya çıkar.

Yadsıma-Diişlenıe (Deuial-Phantasy)
Tüm ilkel savunm a mekanizmaları çevredeki tehlikelerin var­
lığını yadsım a am acını güder. Eğer kişi tehlikeyle baş edem ez ya
da ondan kaçınam azsa, kullanılabilecek tek yol bu tehlikeyi yok
saymak olur. Örneğin küçük bir çocuk birden yabancı insanlarla
dolu b ir odaya getirildiğinde, onların yüzüne bakacak yürekliliği
bulana dek bir süre kapıya doğru bakar. Anna Freud iki tür yad­
sımadan söz etm iştir: 1- Düş yoluyla yadsım a ve 2- söz ve davra­
nışlarda yadsım a (1946).
Anna Freud, düş yoluyla yadsım aya, insanlardan çok ürken
bir çocuğun, herkesi korkutan ve yalnızca kendisiyle dost olan
bir aslanın varlığını düşlemesini örnek olarak gösterm iştir. Bu
düşün çocuk için büyük önemi vardı; durum a göre bu düşü iste­
diği gibi yönlendirebiliyor ve aslanın varlığı ona, düşm an gördü­
ğü dünyaya karşı sürekli bir güvenlik ve destek sağlam ış oluyor­
du. Böylece bu im gesel hayvan, çocuğa korku ve anksiyete duy-
gulannın varlığını yadsım ada yardımcı olm aktaydı.
Freud'un da dediği gibi, yetişkin insanda gerçeklik sınam ası­
nın gelişm iş olm ası, gerçeğin tüm üyle yadsınm asına imkân ver­
mez (1926). Yine de yadsım a eğilim i insanda yaşam boyu sürer
ve anksiyete yaratıcı durum larda geçici olarak kullanılır. Birçok
insan katlanılması güç bir felaket ya da yenilgiyle karşılaştığında,
“Bu olanlar gerçekten benim başım a gelmiş olam az!" duygusunu
yaşar. Yadsıma m ekanizması en çok, can sıkıcı nitelikteki duygu-
iarın algılanm asına karşı kullanılır. Bir başağrısının başlam asın­
dan az önce söylenen, "uzun süredir başımın ağrım am ış olması
iyi!" sözü gerçekte, "başağrısının yine gelmek üzere olduğu­
80 PSİKANALİZ VE SONRASI

nun farkındayım, ama hiç olm azsa şim dilik bunu düşünm eyebili­
rim !" anlamını taşıyabilir. İnsanları ne denli sevdiğinden sık sık
söz eden kişi, gerçekte düşmanca duygularını görm ezlikten gel­
me çabası içinde olabilir.
Yetişkin yaşam daki yadsım a eğilimleri, egonun algılam a ve
bellek işlevlerini sürekli karşılarında bulurlar. Egonun ve dolayı­
sıyla gerçeklik sınam asının giderek gelişmesi, yaşantıları ve belle­
ği güçlendirir, yadsıma eğilimini zayıflatır. Eğer ego zayıf kalırsa
yadsıma eğilim i gücünü sürdürebilir, çocukluğun son dönem leri­
nin oyunlarında ve düşlerinde nesnel dünya yadsınırsa da geliş­
mekte olan egonun mantıklı bölüm ü, gerçekle yadsım ayı ayırabi­
lir. Düş yoluyla yadsım a, normal yetişkin tarafından da arada bir
kullanılır. İnsan can sıkıcı gerçeği bilm ekle birlikte, bunu yadsıyı-
cı düşlerini sürdürür. Günlük yaşamın zorlanmalarından hoş bir
düş dünyasına geçici olarak kaçmak onu oldukça rahatlatır. Ama
yapay bir düş dünyası çaba gösterm eyi gerektiren gerçek yaşa­
mın yerine geçerse, bu durum önemli uyum sorunları yaratabilir.
Nevrotik nitelikte bir egonun dış dünyayla ilişkide olan bölü­
mü gerçekleri fark edebilirse de derindeki bölümü bunları yadsı­
ma eğilimi gösterir. Dolayısıyla böyle insanlarda "düş yoluyla
yadsım a" görülür. K arşılaştıkları gerçekleri bilm elerine karşın,
bu gerçekler yokm uşçasına davranırlar. Yadsım a m ekanizması ile
bellek arasında sürekli bir savaş durumu vardır. Tatsız bir gerçek
bazı anlarda kabul edilir, bazı anlarda ise yadsınır ve bu durum,
olayın etkisi geçiştirilinceye ya da bastırılıncaya dek sürdürülür.
Düşlerde insan, hayal gücü aracılığıyla amaçlarına ulaşır ve
ihtiyaçlarını karşılar. Bu tür düşler iki biçim de görülür: Zafer ka­
zanmış kahraman ve acı çeken kahraman. Birincisinde kişi kendi­
sini, herkesin hayranlığını kazandıracak işler görmüş, ünlü, yete­
nekli, güçlü ve saygıdeğer biri olarak düşler. Çoğu kez, düşm an­
ca duygular da bu im ge aracılığıyla boşalım bulur; zafer kazanan
kahraman, yoluna çıkan herkesi cezalandırır ve ezer. Bu tür düş­
ler kişi için güvenlik supabı görevini üstlendikleri gibi, ödünleyi-
ci bir doyum da sağlarlar.
Acı çeken kahram an ise karşılaşm ış olduğu engeller ve haksız­
lıklardan ötürü yenik düştüğü inancı içinde, yetersizliğini gör­
mekten kaçınır; güçlüklere karşı yaptığı savaşta gösterdiği yürek­
PSİKANALtTÎK KURAMLAR 81

lilikten ve çektiği acıdan ötürü diğer insanların kendisine yakın­


lık ve hayranlık duyduğunu düşler.
Bazı insanlar, zorlanma sonucu içine düştükleri sıkıntılı du­
rumlarda, her işleri yolunda gidiyorm uşçasm a davranma eğilim i
göstererek, kendilerine ve çevrelerine karşı m utsuzluklarını ka­
bul etm ezler. Anksiyete ve çöküntü duygularını hafifletm ek ama­
cıyla birçok insanın zam an zaman kullandığı bu yadsım a yönte­
mi, bazı kişilerde süreklilik kazanabilir. Böyle bir insan, çöküntü
duygularının bilinç düzeyine çıkm asını engellem ek için, kendisi­
ne ve çevresindeki kişilere sürekli olarak m utluluğunu kanıtlama
çabasındadır; ancak bunun karşılığını gerçek benliğine tümden
yabancılaşm akla öder.

Neden Bulm a (Rationalizalion)


Anksiyetenin gücünü azaltm ak am acıyla ve çoğu kez yadsıma
m ekanizm asıyla birlikte kullanılan neden bulmada iki tem el sa­
vunma öğesi bulunur:
1) Kişinin davranışını haklı gösterm esine yardım cı olan öğe.
2) Ulaşılam ayan am açlara ilişkin düş kırıklığının etkisini yu­
muşatan öğe.
Neden bulma günlük yaşam da herkesin kullandığı bir m ekaniz­
madır. Örneğin, bir dükkândan aldığı eşyanın bir eşini bir süre
sonra bir başka dükkânın vitrininde daha düşük fiyat gösteren
bir etiketle gören kişi, ikisinin de aynı olduğunu bildiği halde,
arada m utlaka bir nitelik farkı olduğuna kendini inandırmaya ça­
lışarak, aldanm ış olma olasılığını görm ezlikten gelir. Günlük ya­
şamımız buna benzer sayısız örneklerle doludur.
Neden bulma m ekanizm ası, geçm iş, yaşam akta olduğum uz
ya da gelecek için tasarladığım ız davranışlara, m antıklı ve toplu­
mun onayladığı açıklam alar getirm e biçim inde işler. Bir insan,
daha gerekli şeyler dururken zevki için aşırı para harcam akta ol­
masını ya da kişisel uğraşları için görevini ihm al etm esini haklı
gösterecek nedenleri kolaylıkla yaratabilir. A ncak bu m ekanizm a
bazen daha da öteye giderek, insanı bencil ve toplum dışı davra­
nışlarında da haklı gösterebilir. Ö rneğin H itler, Yahudilerin orta­
dan kaldırılm asını kendisine düşen ulusal b ir görev olarak yo­
rumlamıştı.

PS6
82 PSİKANALİZ VE SONRASI

Neden bulma m ekanizm ası, gerçekleştirilem em iş isteklerin


yarattığı düşkırıklığını yum uşatm a am acıyla kullanılır. Bu tür ne­
den bulmaya iyi bir örnek "ekşi üzüm " tepkisidir (Coleman,
1972). Bu tepki, adını Ezop m asallarından birinde lezzetli bir
üzüm salkım ına bir türlü erişem eyen bir tilkinin, sonunda bu
üzüm lerin ekşi olduğuna karar vererek yem ekten vazgeçm esini
anlatan öyküden alm ıştır. Bir insanın parası yoksa, yaşamda
önemli olan şeyin sevgi ve dostluk olduğuna kendisini inandıra­
bilir; bir diğeri hoşlandığı kız tarafmdan reddedilirse, onun zaten
çok geveze olduğunu ya da çok geçm eden annesi gibi şişm anla­
yacağını düşünebilir. Bir araştırm ada da gözlemlendiği gibi, ya­
rışmaya yönelik toplum larm bireyleri yenilgiye uğradıklarında,
ulaşmak istedikleri am acın aslında o denli çekici olmadığına ken­
dilerini inandırm a eğilim i gösterm ektedirler (Aransen ve Carl-
smith, 1962).
Çoğu kez, gerçek ve nesnel nedenlerin nerede sona erdiğini ve
neden bulm anın nerede başladığını değerlendirm ek kolay olmaz.
Neden bulma m ekanizm asının işlem ekte olduğunu gösteren dav­
ranışlar aşağıdaki biçim de özetlenebilir:
1) İnsanm sürekli olarak, davranışlarım ve inançlarım haklı
gösterecek nedenler aram a çabasında olması.
2) Karşıt nitelikteki kanıtları görm ezlikten gelmesi.
3) Ortaya sürdüğü nedenlerin geçerliği soruşturulduğunda ca­
nının sıkılması.
Bir insanm neden bulm a m ekanizm alarının geçerliğini soruş­
turmak, kendine olan saygısını korum ak için güçlükle kurduğu
savunma sistem lerine karşı bir tehlike yaratır. N eden bulma, in­
sanı gereksiz engellenm e duygularından korur ve yetersizlik
duygularının hafifletilm eşine yardım cı olursa da karşılığı insanın
kendisini aldatm asıyla ödenir.
Neden bulma m ekanizm ası nevrotik özellikler gösteren insan­
ların yaşamında sürekli kullanılır. Gerçek benlik ile idealize edil­
miş benlik birbirinden koptuğu oranda bu m ekanizm anın kulla­
nılma alanı da genişler. Kendisini olduğu gibi kabul edemeyen
bir insanın yaşam ında hoşgörüye de yer olmaz. Eleştiriye katlan­
ma gücü olmayan böyle bir insan, yaptığı her davranışı haklı gör-
PStKANALİTÎK KURAMLAR 83

inek ve gösterm ek gereğini duyar. Böylece, varoluş sorum luluk­


larından ve kendi gözünde değersizleşm ekten de kaçınm ış olur.
Bazı insanlar anksiyetelerini m antıklı bir korkuya dönüştürür­
ler. Böyle bir dönüşüm kişinin duygularının psikolojik anlamını
değiştirm ekle birlikte, bu duyguların kendisinde yarattığı etkiyi
değiştiremez. A şın kaygılı bir anne, duygularının anksiyete oldu­
ğunu kabul etse de etm ese de kaygılarını yine aynı yoğunlukta
yaşar. Böyle bir anneye duygularının mantıklı bir korku olm adı­
ğını kanıtlam aya kalkıştığım ızda, yanıldığım ızı söyleyerek kendi
tutumunu haklı gösterecek türlü nedenlerle karşım ıza çıkar. Ö r­
neğin, çocuklarını neden evin dışına bırakm adığı sorulduğunda,
bir süre önce b ir komşu çocuğuna çarpan bir otom obilden, bir di­
ğerine şeker vererek kandırm aya çalışan bir adam ın varlığından
söz eder ya da çocuklarından birinin geçen yıl nasıl ağaçtan dü­
şüp bacağını kırdığını anlatır ve çevresindekileri, bu tutumunun
annelik sevgisi ve görevlerinin doğal bir sonucu olduğuna inan­
dırmaya çalışır. Böylece, bu anne panik ve çaresizlik duyguları­
nın yerine, durum la ilgili etkin tutumlar gösterdiğine inanır; güç­
süzlüğünü göreceği yerde sağduyusuyla gururlanır; kendi içinde
değiştirmesi gereken bazı şeyler olduğunu kabul edeceği yerde,
nedenleri dış dünyada arayarak kendine düşen sorum luluklar­
dan kaçınır. N e var ki, bu geçici rahatlam aların karşılığını kaygı­
larından hiçbir zam an kurtulam am akla öder ve çocuklarına da
ödetir.
Nevrotik eğilim li insanların çoğunda ortak b ir özellik görülür.
Bu kişiler yaşantılarından söz ederken: "G ördünüz mü yine başı­
ma ne geldi?", "B öyle şeyler hep beni bulur?", "Z aten hiçbir za­
man şansım olm adı!" gibi anlatımları sık kullanırlar. Çevrelerinde
gelişen olaylara kendi katkılarının da bulunabileceği ve hatta bu
olaylara kendilerinin neden olm uş olabileceği düşüncesi onları
son derece tedirgin eder, direnm eye ya da savunm aya geçm eleri­
ne yol açar. N eden bulma, bir insanın varoluşunun sorum luluğu­
nu üstlenm ekten kaçınm ak için en sık kullandığı m ekanizm alar­
dan biridir.
Yukarıdaki örneklerde de izlendiği gibi, neden uydurma çoğu
kez dışlaştırma (externalization) m ekanizm asıyla birlikte işler. Dış-
taştırma terim i, kişinin kendi düşünce, duygu ya da algılarını dış
84 PSİKANALİZ VE SONRASI

çevreye ilişkin görm e eğilim ini tanımlar. Nevrotik eğilim li insan­


larda bu durum daha çok, kendi güçlüklerinden ötürü dış etm en­
leri sorumlu tutm a biçim inde görülür. Benliğini idealize eden kişi
gerçek benliğinden uzaklaşır. Dışlaştırm ada ise benlik alanı tüm­
den terk edilir ve olaylar benliğin dışında yer alıyormuşçasına
yaşanır. Dışlaştırm a, idealize edilm iş ve gerçek benlikleri arasın­
daki uyuşm azlıklar katlanılm ası güç gerilim ler yarattığm da baş­
vurulan bir m ekanizm adır; birazdan tartışılacak olan ve "kişisel
güçlüklerin nesnelleştirilm esi" biçim inde işleyen yansıtm a m eka­
nizmasına oranla çok yönlü ve amaçlıdır. Dışlaştırm a m ekaniz­
ması, benliği ortadan kaldırm akla, bireyle dış dünya arasındaki
çatışmaların daha da artm asına neden olur.

Yansıtma (Projection)
Yansıtma m ekanizm ası kişiyi anksiyeteden iki biçim de koruya­
bilir:
1) Kişi, kendi eksikliklerinin ve yenilgilerinin sorum luluğunu
ya da suçunu başkalarına yükler.
2) Suçluluk duygulan uyandıracak nitelikteki dürtülerini, dü­
şüncelerini ve isteklerini diğer insanlara mal eder.
İnsanların günlük yaşamda kullandıkları birinci tür m ekaniz­
madır. Sınavlarda başarısız bir öğrenci, öğretm enin hakça dav­
ranmadığına inanır; bir m emur işindeki yetersizliğini yöneticisi­
nin anlayışsızlığına yükleyebilir. Alınyazısı ve kötü talih insanla­
rın sık kullandığı yansıtm a kavram larıdır. Cansız nesneler bile
suçlama konusu olabilirler. Oyuncak atının üzerinde sallanırken
düşen bir küçük çocuk dönüp atım tekm eleyebilir; top peşinde
koşarken dengesini yitirip düşen bir futbolcu geri dönüp yerde
bir tümsek olup olm adığını araştırabilir. Aşırı durum larda ise ki­
şi, tüm güçlüklerinin diğer insanların hazırladığı kom plolar so­
nucu oluştuğuna inanabilir.

"Çeşitli yakınmalarla kliniğe başvuran bir genç kadın, tedavinin baş­


langıcında sorunlarının kaynağını kocasının yetersizliğiyle açıklamıştı;
oysa egosu yeterince olgunlaşmamış olan bu kadın hiçbir konuda karar
verme yürekliliği gösterememekte ve kendi yetersizliğini görmemek için
sürekli kocasını suçlamakta idi. Örneğin, özellikle akşam saatlerinde
PSİKANALtTİK KURAMLAR 85

kendini nasıl oyalayacağını bilemediğinden, kocası ilgiyle bir gazete


okuduğunda ya da bir televizyon pragramını izlediğinde, onu bencil bir
kişi olmakla ya da her gece evde oturmak istemekle suçluyordu. Uysal
bir adam olan kocası ilgilendiği şeyi bırakıp eşinin o gece için nasıl bir
önerisi olduğunu sorduğunda, sorumluluğu ve kararsızlığıyla baş başa
kalan genç kadın bu kez de yeni bir yansıtma içeriği geliştirerek kocasını
kararsız bir insan olmakla suçluyordu."

İkinci grup yansıtm a tepkilerinde kişi, suçluluk duygusu yara­


tacak nitelikteki duygu ve düşüncelerini başkalarına yansıtır. Bu
eğilim daha çok, kendisini katı değer yargılarıyla yöneten kişiler­
de görülür. Böyle insanlar bilince ulaşm ası sakıncalı görülen eği­
limlerini neden bulm a gibi diğer m ekanizm alarla denetleyem e-
dikleıinde yansıtm a yoluna başvururlar. Dolayısıyla, bu istekler
başka bir insana ya da insanlara mal edilir. Böylece kişi kendi arı­
lığını korum uş olur ve duygularını yansıttığı insanı kötü amaçlı
biri gibi görm eye başlar.
Bazı insanlar kendi çaresizliklerinden kaynaklanan düşmanca
duygularını, çevrelerinden kendilerine yöneltilm iş gibi yaşama
eğilimi gösterirler. Kim i ise değersizlik duygularım , diğer insan­
lar tarafından küçüm senm ekte olduğu inancına dönüştürür. Böy­
le insanlar başkalarının kendilerine gösterdiği davranışlara karşı
aşın duyarlıdır ve reddedildiklerini ya da değersiz bulundukları­
nı kanıtlayıcı ipuçları ararlar. îç güvensizliğin, dış dünyaya yan­
sıtılması sonucu geliştirilen bu yalın tepkiye halk dilinde alıngan­
lık denir. Sevgiye ve kabul edilm eye duyulan ihtiyaç arttıkça, red­
dedilmeye duyarlık ve alınganlık tepkileri de o denli yoğun olur.
Bazı insanlarda bu duygu öyle yoğundur ki, diğer insanlar tara­
fından kendilerine verilen değeri ve gösterilen yakınlığı kabulle­
nemez ya da psikoz sınırlarını zorlayan, m antık dışı bir duyarlık
gösterirler. Bu tür tepkileri sürekli olarak gösteren kişilerde para­
noid eğilimlerin varlığından söz edilir. Ö rneğin, yoğun eksiklik
duyguları içinde yaşayan bir kişi, olum lu bir niteliğinden ötürü
tekdir edildiğinde kendisiyle alay ediliyorm uş duygusuna kapılır
ve ezikliğinin yarattığı düşm anlık duygularım , çevreden kendisi-
ne yönelm iş gibi yaşar. Bu nedenle, paranoid kişi çevresindeki in­
sanların davranışlarını ve sözlerim yanlış yorum lam a eğilim inde­
dir.
PSİKANAÜTİK KURAMLAR 87

minde de görülebilir. Örneğin, bedensel bir sakatlığı olan bir in­


san, sürekli çabalan sonucu bu durum un olum suz etkilerini
ödünleyebilir. N itekim olim piyat şam piyonu bir yüzücü, geçir­
miş olduğu çocuk felcinin bıraktığı hareket yetersizliğine karşı
yılmadan savaşarak bu başarısına ulaşm ıştır.
Ö dtinleyici tepkiler daha çok dolaylı bir biçim de geliştirilir;
sakatlığının ya da yetersizliğinin etkilerini doğrudan gidermek
yerine kişi bir başka yönünü geliştirerek ya da ilgiyi bir diğer yö­
nüne çekerek bu eksikliğini ödünleyebilir. Fiziksel görünümü çe­
kici olm ayan bir genç kız, çevresinde yarattığı sıcak ve sempatik
etki sonucu pek çok erkeğin ilgisini çekebilir ya da çelim siz bir
delikanlı bedensel yetersizliğini, akadem ik çalışm alarında üstün
başarı sağlayarak ödünleyebilir.
Ne var ki, ödünlem e tepkilerinin hepsi olum lu ve yararlı de­
ğildir. Sevilm ediğine ve istenm ediğine inanan bir çocuk, diğer ço­
cuklara zorbalık ederek ezikliğini giderm eye çalışabilir; güven­
sizlik duygulan içindeki bir diğeri, tüm davranışlarını diğer in­
sanların ilgisini ve onayını sağlayabilm e am acına yöneltebilir;
sevgiden yoksun kalm ış ve engellenm iş biri yalnızlığım aşırı ye­
mekle ödünleyebilir; kimi insan başarılarını abartarak çevresine
anlatır, kimi sık sık ailesindeki önemli kişilerden söz eder, kimi
ise sürekli olarak diğer kişileri kötüleyerek ya da başarılarını kü­
çümseyerek kendi düzeyine indirmeye çabalar. îçinde yaşadığı­
mız kültürde bir şeyi diğer insanlardan daha iyi yapm ayı istemek
normal bir duygudur ve böyle bir tutum bireylerin yanı sıra top-
lumların da gelişm esini sağlar. Ancak olum suz ödünlem ede bu
mekanizma farklı biçim de işleyebilir ve "ben ondan daha iyisini
yapmak isterim !" tutumunun yerini, "onun benden daha üstün
olmasını engellem eliyim !" tutumu alır. Bu tür eğilim ler kişiyi
kendi eksiklik duygularından kurtarmadığı gibi, çoğu kez içinde
yaşadığı toplum grubunun gelişm esini engelleyici sonuçlara da
neden olabilir.
Toplum un değerleri insanı, güç, saygınlık ve para kazanmaya
yöneltir. H om ey'e göre, nevrotik kişilerde bu am açlar abartılmış
bir biçim de ve yetersizlik duygularına karşı bir ödünlem e m eka­
nizması olarak kullanılırlar (1937). Kişinin güç, para ve saygınlık
kazanmak için gösterdiği aşırı çaba, onun giderek çevresinden
PSİKANAÜTİK KURAMLAR 87

minde de görülebilir. Örneğin, bedensel bir sakatlığı olan bir in­


san, sürekli çabalan sonucu bu durum un olum suz etkilerini
ödünleyebilir. N itekim olim piyat şam piyonu bir yüzücü, geçir­
miş olduğu çocuk felcinin bıraktığı hareket yetersizliğine karşı
yılmadan savaşarak bu başarısına ulaşm ıştır.
Ö dtinleyici tepkiler daha çok dolaylı bir biçim de geliştirilir;
sakatlığının ya da yetersizliğinin etkilerini doğrudan gidermek
yerine kişi bir başka yönünü geliştirerek ya da ilgiyi bir diğer yö­
nüne çekerek bu eksikliğini ödünleyebilir. Fiziksel görünümü çe­
kici olm ayan bir genç kız, çevresinde yarattığı sıcak ve sempatik
etki sonucu pek çok erkeğin ilgisini çekebilir ya da çelim siz bir
delikanlı bedensel yetersizliğini, akadem ik çalışm alarında üstün
başarı sağlayarak ödünleyebilir.
Ne var ki, ödünlem e tepkilerinin hepsi olum lu ve yararlı de­
ğildir. Sevilm ediğine ve istenm ediğine inanan bir çocuk, diğer ço­
cuklara zorbalık ederek ezikliğini giderm eye çalışabilir; güven­
sizlik duygulan içindeki bir diğeri, tüm davranışlarını diğer in­
sanların ilgisini ve onayını sağlayabilm e am acına yöneltebilir;
sevgiden yoksun kalm ış ve engellenm iş biri yalnızlığım aşırı ye­
mekle ödünleyebilir; kimi insan başarılarını abartarak çevresine
anlatır, kimi sık sık ailesindeki önemli kişilerden söz eder, kimi
ise sürekli olarak diğer kişileri kötüleyerek ya da başarılarını kü­
çümseyerek kendi düzeyine indirmeye çabalar. îçinde yaşadığı­
mız kültürde bir şeyi diğer insanlardan daha iyi yapm ayı istemek
normal bir duygudur ve böyle bir tutum bireylerin yanı sıra top-
lumların da gelişm esini sağlar. Ancak olum suz ödünlem ede bu
mekanizma farklı biçim de işleyebilir ve "ben ondan daha iyisini
yapmak isterim !" tutumunun yerini, "onun benden daha üstün
olmasını engellem eliyim !" tutumu alır. Bu tür eğilim ler kişiyi
kendi eksiklik duygularından kurtarmadığı gibi, çoğu kez içinde
yaşadığı toplum grubunun gelişm esini engelleyici sonuçlara da
neden olabilir.
Toplum un değerleri insanı, güç, saygınlık ve para kazanmaya
yöneltir. H om ey'e göre, nevrotik kişilerde bu am açlar abartılmış
bir biçim de ve yetersizlik duygularına karşı bir ödünlem e m eka­
nizması olarak kullanılırlar (1937). Kişinin güç, para ve saygınlık
kazanmak için gösterdiği aşırı çaba, onun giderek çevresinden
88 PSİKANALİZ VE SONRASI

kopmasına neden olur. Böylesi bir güdülenm e sonucu ün kazan­


mış kişilerin, yalnızlıktan ve diğer insanlardan soyutlanm ış ol­
maktan yakındıkları gözlem lenir.
Olağan insan, yaşamına bir anlam katm ak ve kendini geliştir­
mek am acıyla sürekli çaba gösterir ve toplumun da isteklendir-
mesiyle çeşitli alanlarda kendini yüceltir. Bu çabasında kendi
hakkındaki varsayım ları oldukça gerçekçidir, kendisini zorla­
maz. Nevrotik düzeyde güç kazanma ihtiyacı ise kökenini, anksi-
yete, kızgınlık ve eksiklik duygularından alır. Dolayısıyla, güç,
para ve saygınlık kazanm ak için gösterilen çaba, anksiyeteye kar­
şı korunma görevinin yanı sıra, baskı altında tutulan düşmanca
duygular için de bir boşalım yoludur.
Güç kazanma hırsı, kişiyi çaresizlik duygularına karşı koru­
mayı am açlam ıştır. Böyle bir insan, en küçük bir zayıflığının baş­
kaları tarafından fark edilm esine katlanam az, yardım istem e gibi
diğer insanlar için olağan karşılanan yollara başvurm az, başkala­
rının görüşlerine kolayca katılm az. Çaresizliğe karşı protesto b ir­
den oluşmaz; kişi ketlenm eleri sonucu diğer insanlardan koptu­
ğu oranda sivrilm e çabasını da artırır, zayıflığı arttıkça kendisin­
deki en küçük bir zayıflık belirtisine katlanamaz.
Güç kazanm a çabaisı, toplum içinde silinm e ve önem siz görül­
me korkularını da ödünler. Böyle bir kişi, karşısına çıkan güçlük
ne olursa olsun, onu m utlaka yenmesi gerektiği biçim inde katı ve
mantık dışı bir tutum geliştirir. Bu am aç çoğu kez onur kavra­
mıyla birleşir ve kişi, yum uşak bir tutum gösterm enin yalnızca
tehlikeli olduğuna değil, küçük düşürücü olduğuna da inanmaya
başlar. İnsanları "güçlü" ve "zay ıf" olarak ayırır; birinci gruptaki-
lere hayranlık duyar, ikinci gruptakileri küçüm ser. Böyle bir insa­
nın zayıflık kavram ı da m antık dışıdır; kendisine yakınlık göste­
ren, isteklerini yerine getiren, duygularını kolayca belli eden kişi­
leri değersiz bulur, benzer tutumları kendisinde fark ettiğinde ca­
nı sıkılır.
Güç kazanarak zayıflığım ödünlem eye çalışan kişi, kendi üze­
rinde de bir denetim kurm ak ister. Görünüşte çevresindekilere
geniş özgürlük verm ekte olduğu izlenim ini yaratırsa da, kendi
onayının ve girişim inin dışında bir şey yapılmasına katlanamaz;
yakın bir dostu kendisine bildirm eden bir başkasıyla buluşursa
PSİKANALİTtK KURAMLAR 89

ya da çalıştığı yerde kendi görüşü alınm adan bir işe girişilirse te­
dirgin olur, çöküntüye girebilir ya da nedenini bilm ediği baş ağ­
rıları çekebilir.
Böyle kişiler diğer insanların kendilerini her zam an haklı gör­
mesini ister, önem siz bir konuda bile yanlışları gösterildiğinde
hırçınlaşırlar. H er şeyi herkesten daha iyi bilm eleri gerektiği
inancındadırlar, yanıtını bilem edikleri bir soru ile karşılaştıkla­
rında biliyorm uşçasına davranırlar ya da bir yanıt uydururlar. Bu
insanlar hiçbir şeyi yitirm eyi göze alam az ve özellikle kendi de­
netimlerini yitirm e kaygısını yaşarlar. Karşı cinsten birine duy­
dukları ilgi sevgiye dönüşürse denetim i yitirm e paniğine kapılır
ve bu kişiye karşı itici davram şlarda bulunabilirler.
Nevrotik düzeyde güç kazanm a ihtiyacının diğer bir belirtisi
de, kendi bildiğini okuma isteğidir. Böyle biri, bekledikleri istedi­
ği biçim de ve istediği anda yapılm azsa hırçınlaşır. Sabırsızlık
duygusu güç kazanm a ihtiyacının bu yönüyle yakından ilişkili­
dir; kırm ızı trafik ışığını beklem ek bile kızgınlık yaratabilir. Bu
tür tutum lar karşı cinsle ilişkilerde de türlü sorunlara yol açar.
Nevrotik özellikte bir genç kız güçsüzlüğü küçüm sediğinden
güçsüz bulduğu bir erkeği sevem ez; sürekli kendi isteklerine
uyulmasını beklediğinden güçlü bir erkekle de baş edem ez. D ola­
yısıyla bu kızın aradığı erkeğin, hem üstün güçlü biri, hem de her
türlü isteğe boyun eğen güçsüz biri olm ası gerekir.
Güç kazanm a ödünlem esinde gözlem lenen bir diğer tutum
da, başkalarının görüşlerine katılm am a eğilim idir. Böyle bir kişi,
doğruluğuna inansa da, bir diğer insanm görüşünü benim semeyi
ya da paylaşm ayı güçsüzlük sayar; gerektiğinde çevresindekilere
uyacağı yerde, çevresinin sürekli olarak kendisine uym asını bek­
ler. Bu tutum sevgi ilişkilerinde de kendini gösterir. Kişi, sevgi ve
paylaşma duygularını, sevm ek istediği insana ve hatta kendi
duygularına tutsak olma biçim inde yorum layabilir; gerekli es­
nekliği gösterem ediğinde de ilişkilerinde güçlüklerle karşılaşır.
Aynı etm en bazı kadınlarda görülen cinsel soğuklukta önemli bir
rol oynar ve bu kadınlar için orgazm a ulaşm a, kendisini tümden
karşı tarafın istem ine bırakm ış olma anlam ını taşır.
Toplum içinde silik ve önem siz olma kaygıları, çoğu kez say­
gınlık kazanm a çabalarıyla ödünlenir. Böyle bir kişi, insanları et­
90 PSİKANALİZ VE SONRASI

kilem ek, onların hayranlığını ve saygısını kazanm ak ister; onları,


güzelliği, zekâsı ve olağanüstü başarılarıyla etkilediğini düşler;
bol para harcar, son çıkan kitaplardan, tiyatro oyunlarından ya
da tanıdığı ünlü kişilerden söz eder. Saygınlık kazanm ayı nevro-
tik düzeyde ihtiyaç olarak arayan insan, kendisine hayranlık duy­
mayan kişilerden kaçınır, kendine olan saygısı beğenilm ek üzeri­
ne kurulduğundan, ilgi görm ediği yerde kendisinin hiçe indir­
gendiği sanısına kapılır, aşırı duyarlığı nedeniyle sık sık küçük
düşürüldüğüne inanır, önem senm e korkuları arttıkça dıştan göz­
lemlenen davranışlarına kızgınlık ve hırçınlık egem en olur. D ola­
yısıyla, anksiyete ve düşm anlık duygulan sürekli yenileriyle bes­
lenir.
Kimi insan, çaresizlik duygularını ve küçük düşm e kaygılarını
paranın getirdiği güç ve saygınlıkla ödünlem eye çalışır. Bazen
toplum değerleri de para hırsının mantık dışı bir nitelik kazan­
m asını pekiştirebilir. Para kazanm a hırsı, yoksul kalm a ve diğer
insanların yardım ına gerek duym a kaygılarına karşı geliştirilir.
Bu korkuyla güdülenen kişi, para kazanabilm ek için her türlü im­
kânı değerlendirir ve sürekli çalışır; ne var ki, kazandığı parayı
daha iyi yaşam ak için kullanam am ası, bu çabasının savunm a ni­
teliğini açıkça ortaya koyar.
Güç ve saygınlık kazanm a çabalannda olduğu gibi, para ka­
zanmak da kişiyi anksiyeteye karşı koruduğu gibi, diğer insanları
küçük düşürerek düşm anlık duygularına boşalım sağlam ak am a­
cıyla da kullanılır:

"Varlıklı bir iş adamı olan Bay M., anksiyete, çöküntü, sevgisizlik ve


yalnızlık duygularından yakınarak kliniğe başvurmuştu. Çocukluk ve
gençlik yılları yoksulluk içinde geçen Bay M. bu nedenle kendisinin ve
ailesinin, çevrelerinde hor görülmüş olduklarını üzüntüyle anımsıyordu.
Çalışma yaşamına atıldıktan sonra kısa bir süre içinde büyük varlık sahi­
bi olan Bay M. delikanlılık yıllarından beri hoşlandığı, ancak o vakitler
aradaki ekonomik sınıf farklılığından ötürü reddedilmekten korktuğu
için yaklaşamadığı bir genç kızla evlenmeyi de başarmıştı. Bu olayların
kendisine mutluluk sağlaması gerekirken, ünlü iş adamı yıllar geçtikçe
giderek yalnız kaldığını ve sevilmediğini fark etmeye başlamıştı. Eşine
ve dostlarına sürekli olarak çok pahalı armağanlar aldığını ve karşılıksız
para dağıttığını anlatan Bay M., başarılarına rağmen çocukluk yılların­
PStKANALtTİK KURAMLAR 91

dan gelen yoğun eksiklik duygularından kurtulamamıştı. Bir yandan


herkesin kendisine parası için yakınlık gösterdiği duygusuna kapılmış,
öte yandan bol para harcayarak verdiği ziyafetlere katılan, yemeğini yi­
yen, içkisini içen kişileri küçümsemişti. Karısının da kendisini parası
için kabul ettiği sanısında olduğundan, sevgiyi diğer kadınlarda aramış,
ancak onları da para ve armağanlara boğduğundan, sonunda yine ayru
sonuca ulaşmıştı. Bol para dağıtarak kendisine bağımlı kıldığı ve dolayı­
sıyla küçümsediği insanların kendisine neden yakınlık göstermedikleri­
ni ve hatta bazen düşmanca davranabilmelerini bir türlü anlayamıyor-
du. Bu durum, düşmanca eğilimlerini, dolayısıyla eksiklik duygularını
pekiştirdiğinden, Bay M/nin para kazanma ve çevresindekileri ezme
hırsı da artmış ve içinde bulunduğu kısır döngüyü bir türlü fark edeme­
mişti."

Horney nevrotik insanın, güç, saygınlık ve para kazanmak


için gösterdiği çabaların am açlarını ve işleyiş mekanizm alarını
aşağıdaki biçim de şem alaştırm ıştır (1937):

Amaçlar Güvenlik Altına Düşmatılığt Boşaltma


Alman Duygular Biçimleri
Güç Çaresizlik Egemen olma eğilimi
Saygınlık Küçük düşme Küçük düşürme eğilimi
Para Yoksulluk Diğer insanları yoksun
bırakma eğilimi

Bu tür ödünlem elerin insan yaşam ındaki önem i ilk kez Alfred
Adler tarafından ortaya konm uştur. Adler, güçsüzlüğe karşı ge­
liştirilen ödünlem e m ekanizm alarını insan doğasının bir özelliği
olarak görm üş, nevrotik eğilim li insanda bu duygunun bir aşağı­
lık kom pleksine dönüşerek abartılm ış ödünlem e m ekanizm aları­
nın kullanılm asına neden olduğunu açıklam ıştır.
Freud da insanda bu tür çabaların varlığını fark etmiş, ancak
bunları aynı biçim de değerlendirm em iştir. Freud, saygınlık çaba­
larını narsisistik eğilim lerin bir parçası, güç ve varlık kazanma
hırsına eşlik eden düşm anca duyguları ise ölüm içgüdüsünün bir
belirtisi olarak görm üştür. Ancak, Freud ve Adler, bu tür güdüle­
rin kökenindeki anksiyeteyi ve kültürel etm enlerin bu davranışla­
rın oluşum undaki önem li rolünü görem em işlerdir.
92 PSİKANALİZ VE SONRASI

Yüceltme (Sublimation)
Ödünleme, engellenen ve doyurulam ayan istek ve davranışla­
rın yarattığı tedirginliği, onların yerine geçebilecek diğer istek ve
davranışlarda giderm e biçim inde işleyen bir m ekanizm adır. Yü­
celtme m ekanizm asında ise, ilkel nitelikteki eğilim ve istekler do­
ğal am açlarından çevrilerek, toplumca beğenilen etkinliklere dö­
nüştürülürler. Bu nedenle, tüm başarılı savunma m ekanizm aları
"yüceltm e" başlığı altında toplanabilir. Gerçekte bu terim spesi­
fik bir mekanizm ayı tanım lam az; edilginlikten etkinliğe geçmek,
olumsuz bir amacı yapıcı bir yöne çevirm ek gibi türlü başarılı sa­
vunma yöntem leri bu başlık altında toplanabilirler (Freud, 1924).
Ortak olan yön, egonun, boşalım ı engellem eksizin ulaşılm ak iste­
nen amacı değiştirm esidir. Yüceltilm iş dürtülere dolaylı yollar­
dan da olsa boşalım sağlanır, oysa başarısız savunm a m ekaniz­
malarında dürtülere çıkış yolu bulunam az. Buna karşılık yücelt­
me m ekanizm asında özgün dürtü ortadan kalkar, çünkü kendisi­
ne ait enerji başka bir amaçla kullanılır (Sterba, 1942).
Yüceltme m ekanizm asının oluşum aşam aları aşağıdaki biçim ­
de özetlenebilir: (1) Gerçek am acın ketlenm esi, (2) cinsel ya da
saldırgan niteliklerinin etkisiz duruma getirilmesi, (3) ego tarafın­
dan enerjiye yeni bir biçim verilmesi. Bir ressam ın doğadaki süre­
ci kâğıt üzerine aktararak bu süreci "öld ürm esi", yıkıcı eğilim le­
rin yüceltilm esine örnek olarak gösterilir. Bazen özgün içgüdü­
nün karşıtı olan bir etkinliğin, özgün içgüdünün yerini aldığı da
görülebilir. Ö zellikle uygarlaşm ış kişilerde görülen bazı tiksinti
tepkileri buna örnek olarak verilebilir. Toplum un onaylamadığı
bir istek ters yöne çevrilerek istek duyulan kişiye ya da duruma
karşı olumsuz bir tepki geliştirilir ve böylece, bir içgüdünün gücü
tam karşıtı bir yönde işleyebilir (Freud, 1910).
Yüceltme m ekanizm ası psişik enerjiyle sürekli beslenm ek zo­
rundadır. Bundan ötürü, yüceltm e m ekanizması enerjinin engel­
lenmediği, yani baskı mekanizm asının işlemediği durumlarda
kullanılabilir. Yüceltm ede ego özgün tepkilerin yolunu tümden
kapatmaz, yönünü saptıracak biçim de bir engel koyar. Böylece,
içgüdüsel enerji ve savunma enerjisi birleşerek boşalırlar.
Yüceltme m ekanizm asını, nevrotik düzeyde görülen ve örne­
ğin, cinsel dürtüleri önce bastırıp sonra da yerine başka doyum
PSÎKANALtTİK KURAMLAR 93

yolları bulma biçim indeki m ekanizm alarla karıştırm am ak gere­


kir. Başarılı yüceltm eye en iyi örnek çocukta görülen cinsel dür­
tülerdir. Yetişkin insanın cinsel dürtülerini yüceltm esi olanaksız­
dır, çünkü cinsel enerji ancak üreme işlevleri aracılığıyla boşaltı-
labilir. Bu boşalım ın sağlanamam ası cinsel dürtülerin bastırılmış
olduğunu gösterir. Böyle bir durumda enerjinin çıkış yolu zaten
kapanmış olduğundan, yüceltilm e söz konusu değildir. Oysa ge-
nital dönem öncesinde çocuk, cinsel enerjisine dudak mukozası,
rektum gibi erojen beden bölgeleri aracılığıyla boşalım sağlar.
Eğer çocuk üretken dönem öncesinde dürtülerini baskı m ekaniz­
masıyla engellem ek zorunda kalmışsa, bunların yüceltm e yoluyla
boşalımı da engellenm iş olur. Çocukluk yıllarının içgüdüsel dür­
tülerinin yetişkinlikte toplumun onayladığı davranış biçim lerine
yüceltilm esine sayısız örnekler verilebilir: Çocukta en yalın biçi­
miyle gözlem lenebilen yıkıcı eğilim ler yetişkinlik dönem inde
toplum tarafından onaylanm ayacağından, böyle bir insan örne­
ğin iyi bir patlayıcı madde ya da silah uzm anı olarak bu eğilimini
yüceltebilir; çocukluk dönem lerinde cinselliğe karşı duyulan yo­
ğun merak yetişkinlikte bilim sel araştırm aya dönüşebilir; çocuk­
luk yıllarının olağan gösterm eci eğilim leri, bazen bir insanın her­
kesin hayranlığını kazanm ış bir oyuncu olm asıyla sonuçlanabilir.

Özdeşleşme (Identification)
Özdeşleşme, normal gelişim süreci içinde çocuk ya da ergenin,
benliğine örnek olarak, erkekse babasını, kızsa annesini ya da di­
ğer kişileri seçip onlara benzem eye çalışm ası, yani taklit yoluyla
öğrenme süreçlerinin bir parçası olarak yaşanır. Y etişkin dönem­
de özdeşleşm e, kişinin değerini koruma ve artırm a am acını gü­
den bir savunm a m ekanizm ası olarak kullanılır.
Büyümekte olan çocuk giderek, insanların birbirlerini, aileleri­
ne ve ait oldukları diğer toplum gruplarına göre de değerlendir­
diğini fark eder. Ergenlik ve yetişkinlik dönem lerinde kişinin öz­
deşleştiği insanların ve grupların sayısı artar, toplum un yanı sıra
° da kendisini özdeşleştiği gruplara göre değerlendirir. Yetişkin
b a n la r , işleriyle, evleriyle, özel ilgi konularıyla, çocuklarının ba­
şarılarıyla ve siyasal öğretilerle özdeşleşirler. Bağlı olduğu gru-
bun gelişm esi ve başarısı gibi, yenilgileri ve sorunları da insanı,
94 PSİKANALİZ VE SONRASI

kendi başarı ya da sorunuym uşçasına yakından ilgilendirir. An­


cak eğer insan, kişisel değerlerini ve yeterlik duygularını özde­
şim gruplarına aşırı oranda bağlam ışsa, özdeşim lerinin yetersiz
kaldığı zorlanma durum larında ya da özdeşleştiği grubun düş kı­
rıklığı yaratm ası sonucu, kendisine olan saygısını da kolayca yiti­
rebilir.
İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana ve özellikle son yıllarda
hızlı toplumsal değişm elerin yarattığı şaşkınlık ve anlam sızlık
duyguları, insanların gruplara eskisinden daha çok sığınm alarına
neden olm uştur. Günüm üzde, özellikle gelişm iş toplum larda in­
sanlar, alışılm ışın dışında bazı inanç gruplarından, anarşist felse­
fe öğretilerine kadar çeşitli gruplarla özdeşleşm ektedirler. Çağ­
daş insan, toplum gözünde değer yükseltici gruplarm yanı sıra,
teknolojik toplum kurallarına karşı çıkan azınlıklarla da özdeşle-
şebilm ekte ve hatta bazen özdeşleşm e m ekanizm asının sınırlarını
da aşarak, ileride tartışılacak olan "içleştirm e" m ekanizm asını
kullanma yoluna gitm ektedir. Dolayısıyla çağdaş insanın sorunu,
çoğu kez özdeşleşm e ihtiyacının ötesinde bir "kim lik bunalım ı"
niteliğine ulaşm aktadır.

İçleştirme (Introjection)
İçleştirme m ekanizm ası, kişinin bir diğer insanın ya da bir
grubun bazı özelliklerini ve inançlarını kendi benliğine katarak
kişiliğinin parçası durum una getirmesidir. Bu mekanizm a birçok
yönden yansıtm a m ekanizm asının tam karşıtıdır: İlkinde dıştaki
olaylar içe alınır, İkincisinde ise iç yaşantılar dış dünyaya mal
edilirler.
İçleştirilen nesneler ve kavram lar kişi tarafından ya kullanılır
ya da yıkılıp yok edilir. Yaşam ının ilk aylarında çocuk, besin
maddelerini içine alm asının kendisine haz verdiğini fark eder
(oral dönem); birinci yıldan sonra sindirimi izleyen yıkıcı süreçle­
rin de benzer duygular yarattığını gözlem ler (anal dönem); daha
sonraki yaşantılarında ise giderek, kendisine yarar sağlayan nes­
neleri ya da kavram ları kullanm ak, tehlikeli gördüklerini ise yok
etm ek am acıyla içleştirm eyi öğrenir. Ö rneğin çocuk, süperego çe­
kirdeğini ana-babasının değer yargılarını içleştirerek geliştirir;
önceleri ana-babasm dan sürekli b ir biçim de aldığı değerler gide­
PSÎKANALİTİK KURAMLAR 95

rek, gelişm ekte olan kişiliğinin bir parçası durum una gelir ve bir
süre sonra bunların ana-baba tarafından pekiştirilm esine de ge­
rek kalm az.
İçleştirm e ve özdeşleşm e m ekanizm alarının ortak yönleri ol­
makla birlikte, ayrıldıkları önem li b ir nokta vardır. Ö zdeşleşm e­
de kişi kendi ülkülerine uyan insanları ya da kavram ları benim ­
ser, içleştirilen değerler ise kişinin önceki inançlarına karşıt da
düşse kabul edilirler. Bir insanın düşüncelerine uygun düşen bir
siyasal öğretiyle özdeşleşm esi kendi seçim iyle olur. Ö te yandan
diktatörlükle sonuçlanan bir düzen değişikliği karşısında birey,
güvenliğini koruyabilm ek için, bu rejim in getirdiği yeni değerle­
ri, önceki inançlarıyla uyuşm asa da içleştirebilir.
Savaş tutsaklığı gibi aşırı zorlanm a durum larında, insanların
yaşamlarını sürdürebilm ek için, önceki inançlarını terk ederek
tam karşıtı olan değerleri benim sedikleri gözlem lenm iştir. Bu ne­
denle bazı yazarlar, içleştirm e m ekanizm asını "saldırgan kişi ya
da grupla özdeşleşm e" olarak yorum lam ışlardır. Bu görüşlere gö­
re içleştirm e m ekanizm ası, "onları (onu) yenem iyorsan, sen de
onlara (ona) katıl!" biçiminde işler. 1974 yılında Amerika Birleşik
Devletleri'nde zengin bir iş adamının kızı olan Patricia Hearst,
toplumdışı bir protesto grubu olan Sym bionese tarafından fidye
amacıyla kaçırılm ış, ancak kaçırılan genç kız sonradan grubun il­
kelerini benim seyerek onlarla birlikte eylem lere katılmıştı.
İçleştirme diğer savunm a m ekanizm aları gibi bilinçdışı düzey­
de işlerse de, bilinçli olarak kullanıldığı durum lar da gözlem len­
miştir. Örneğin bazı ilkel toplum insanları, öldürdükleri düşm an­
larının bedenlerinden bir parça yem ekle, onların gücünü kendi
varlıklarına kattıklarına inanırlar.
İçleştirme terim i daha çok, bazı değer yargılarının benim sen­
mesini tanım lam ak amacıyla kullanılır. Örneğin çocuk, ana-
babasınm değer yargılarını; yetişkin, içinde yaşadığı toplumun
siyasal öğretilerini ya da düşünce akım larını içleştirir. Bu meka-
nizmarun bir diğer türü olan içe alma (incorporation) m ekanizma­
sında ise kişi, kendisini terk eden ya da ölüm nedeniyle yitirdiği
kişiyi ya da kişileri kendi ego yapısına mal eder.
Kıyasıya dövüşm ekte olan iki kişi çevredeki insanların araya
girmesiyle birbirlerinden ayrıldığında, bazen bunlardan birinin
96 PSİKANALİZ VE SONRASI

engellenen kızgınlığını kendi üzerine çevirerek başını ya da göğ­


sünü yumrukladığı görülür. Kızgınlığın dıştaki bir kişiye yönelti-
lemediği bazı durum larda, dıştaki kişinin içe alınm ası sonucu
duygular, dışa vurulacağı yerde, insanın kendi üzerine çevrilir.
Engellenmelerin yarattığı kızgınlık çevredeki kişilere yöneltile-
mediğinde üzüntü ve küskünlük duygularına dönüşür. Örneğin
sevilen bir insanın ölümü karşısında duyulan yas, gerçekte, ölen
kişiye duyulan kızgınlığın içe yöneltilm esidir. Ölen kişinin bizi
terk etmiş ve sevgisinden yoksun bırakm ış olm asına karşı duyu­
lan kızgınlığın bilinçlenm esi ve dışa vurulm ası süperego tarafın­
dan engellendiğinde, bu duyguyu kendi içim izde yaşarız. Bir
ölünün arkasından söylenen, "Beni bırakıp nerelere gittin?" sözü
böylesi bir isyanın anlatımıdır.
İçe alma m ekanizması depresyonların psikodinam iğinde pato­
lojik bir nitelik kazanır. Depresyona eğilim li olan kişi hoşgörüsüz
ve suçlayıcı ana-baba tutum larıyla yetişm iş olduğundan, egosu
yeterince gelişm em iştir ve bundan ötürü çevresindeki insanlara
aşırı bağımlıdır. Aşırı bağım lılık ise sevgi duygularının yanı sıra,
bilinçdışı düşmanca duygular da oluşturur. Böyle bir kişi herhan­
gi bir nedenle reddedilir ya da terk edilirse, (1) suçluluk duygula­
rı ve güçsüzlüğü nedeniyle kızgınlığını dışa vuram adığından ve
(2) sevdiği insandan kopmanın yarattığı anksiyeteyi hafifletebil­
mek amacıyla, bu insanı benliğine mal ederek onunla olan ilişki­
sini simgesel bir biçim de sürdürür. Öte yandan bu insanın içe alı-
mıyla ona karşı duyulan sevgi, nefret vb. duygular da benliğe
mal edileceğinden, ona yönelm esi gereken kızgınlık duygusu ki­
şinin kendi üzerine çevrilir ve kendini suçlama duygularıyla bir­
likte depresyon ortaya çıkar.

Yön Değiştirme (Displacement)


Belirli bir uyaranın neden olduğu tepkinin açığa vurulması
tehlikeli olduğunda, tepkinin o uyarandan bir başkasına yöneltil­
mesine ya da o tepkinin yerine başka bir tepki gösterilm esine ıfon
değiştirme denir. Kişinin yönetm ekte güçlük çektiği duyguların
yoğun olduğu durum larda kullanılan yön değiştirm e mekaniz­
ması iki biçim de işler: (1) Yönetim inde güçlük çekilen duygu, ait
olduğu obje ya da durum la hiç ilgisi olmayan bir obje ya da du­
PSİKANALİTÎK KURAMLAR 97

ruma yöneltilir ve (2) ayrıca, tehlikeli sayılan duygunun yarattığı


tepkinin yerine bir başka tepki gösterilir.
Birinci grup yön değiştirm eye günlük yaşam da sık rastlanır. İş
yerinde üstleri tarafından haksızca eleştirilen kişi, dışa vuruldu­
ğunda tehlikeli sonuçlar yaratabilecek duygularını önce baskıya
alır, sonradan bu kızgınlığını yoktan bir neden yaratarak eşinden
ya da çocuklarından çıkartabilir. Ö zellikle reddedilm eye ve eleş­
tiriye karşı aşırı duyarlı kişiler, çevrelerine karşı geliştirdikleri
uysal tutum ların altındaki kızgınlık duygularını sürekli bastırır
ve sonradan, nasıl olsa kendilerine katlanm ak zorunda olan "şa­
mar oğlanları"na boşaltırlar.
Yön değiştirm e m ekanizması bazen sim gesel bir çağrışım sü­
recinden geçerek karm aşık bir nitelik kazanabilir. Küfür, yıkıcı
eleştiri ya da dedikodu, çoğu kez birikm iş düşm anlık duyguları­
nın yön değiştirm iş anlatım biçim leridir.
İkinci tür yön değiştirm e m ekanizm asında, tehlikeli sayılan
duygu, bir nesneden ya da durum dan diğerine yön değiştirdiği
gibi, bu duygunun oluşturduğu tepkinin yerine bir başka tepki
biçimi de geliştirilir. Nevrotik düzeyde işleyen ve fobi de denilen
bu tür tepkilerde, tepkinin yöneldiği bu yeni obje ya da durum
gerçek bir tehlike niteliği taşımaz.

Duygudaşlık (Sympathy) - Boyun Eğme (Submission)


Daha önce de belirtildiği gibi H orney, insanların anksiyeteden
korunmak için geliştirdikleri tutum ları üç bölüm de toplamıştır:
İnsanlara yaklaşm a, insanlardan uzaklaşm a ve insanlara karşıt
tutumlar geliştirm e (1945). İnsanlara yaklaşm a am acıyla geliştiri­
len tutumları iki alt bölüm e ayırabiliriz: İnsanların sevgisini kaza­
nabilmek için onlara duygudaş olm ak ve diğer insanların yöneti­
c i altına girm eyi kabul etmek.
Duygudaşlık mekanizm asında kişinin geliştirdiği tutum, "Eğer
(insanlar) beni severlerse beni incitm ezler" biçim inde özetlenebi-
(Horney, 1937). Bu tutum abartıldığında içleştirm e m ekaniz­
masına dönüşebilir.
Normal ilişkilerde, insanın kendine olan saygısını koruyabil­
mesi için sevgi alışverişinin oldukça eşit koşullarda yapılm ası ge-

PS7
98 PSİKANALİZ VE SONRASI

rekir. İnsanlar birbirlerine bir şeyler vermekten ve alm aktan zevk


duyarlar. Bir insanın diğerine gücünün çok ötesinde bir şeyler
verm ek zorunda kalması olum suz duygular yaratabildiği gibi,
bir diğer insandan karşılığım verem eyeceği bazı şeyler alması da
onu tedirgin edebilir. Kuşkusuz bu duygular, alman şeyin kim­
den geldiğine, verilen şeyin kim e verildiğine, verilen ya da alınan
şeyin ne olduğuna göre değişebilir. Ancak, bazı insanlar ya sü­
rekli bir şeyler vererek kendilerini kabul ettirme ya da tam karşı­
tı, diğer insanlarla ilişkilerinde asalak bir yaşantı sürdürm e eğili­
mindedirler. Temelde, bu tutum lar arasında bir fark da yoktur;
çünkü sürekli rüşvet verm enin gerisinde de kişinin, diğer insan­
ları kendisine bağımlı kılarak kendi bağım lılığına doyum sağla­
ması söz konusudur.
Çevresinde "iy i" insan izlenim i bırakm ak için çaba gösterme,
nevrotik insanın sevgi kazanma yollarından biridir. Sağlıklı ve
"iy i" insan, diğer insanlara olduğu gibi kendisine karşı da iyi
olan kişidir. Buna karşılık, nevrotik eğilim li insan sevgi açlığı so­
nucu kendi kişiliğini ortadan siler, çevresine gerektiğinde "h a­
yır!" demez ya da kendi isteklerini açıkça ortaya koym az. Böyle
biri sürekli olarak başkalarının görüşlerini paylaşır,- kendinden
söz etm eksizin onları dinler, kendi çıkarlarına uygun düşmeyen
durumlara bile karşı çıkm az; kim seye yük olmamaya çalıştığı
halde herkesin yardım ına koşar. Çevresi ondan genellikle "iyi in­
san" diye söz ederse de, bu özelliği dışındaki kişiliğini tanımlaya-
bilmede güçlük çeker. Çoğunluğu geçmişin uslu çocukları olan
bu insanlar çevrelerine sevgi karşılığı rüşvet dağıtırken, kendi ki­
şiliklerinden vazgeçm iş olm anın yarattığı düşm anca eğilimleri
sürekli baskı altına alm ak zorunda kalırlar.
Ancak, bu olum suz duygular dolaylı bir boşalım yolu da bu­
lur: Başkalarına duygudaşlık gösteren kişi, onların iç dünyalarını
da tanıma olanağı bulduğundan onları için için küçümseyebilir;
çevresine sürekli rüşvet veren bir diğeri bu tutumuyla onları ken­
disine bağımlı kılarak üzerlerinde bir egemenlik kurabilir ya da
sevilm ek istediği insanlarla birlikteyken güler yüz gösterip arka­
larından kötü konuşabilir. Bu kişilerin çoğu başkalarının sorunla­
rıyla özellikle ilgilenirler; kim in derdi olsa, nerede bir acı varsa
orada belirirler. N orm al insanın yardım severliğinden farklılık
PSİKANALtTİK KURAMLAR 99

gösteren bu tür tutumlarda gizil bir sadistlik öğesi bulunur. Ba­


zen de baskı altında tutulan düşmanca duygular denetimden çı­
kar ve uysal ve iyi huylu tanınan kişi, kendisinden beklenmeyen
düşmanca bir davranış göstererek çevresini şaşırtır.
Kimi insanda sevgi kazanm a çabası, yerini zorlanım lı bir bo­
yun eğme tutumuna bırakır. Önceki gruptan farklı olarak, bu in­
sanların sevgiyi bulabilm e umutları da yoktur ve uysal davranış­
larını sevgi kazanm aktan çok güvenlik sağlayabilm ek amacıyla
geliştirmişlerdir. Horney bu tür tutumları, "boyun eğersem beni
incitm ezler" biçim inde özetler (1937). Böyle bir insanda, anksiye-
tenin yoğunluğu nedeniyle, sevgiye inançsızlık kesindir; bu ne­
denle çevrelerindeki insanların tümüne, ayrım yapm aksızın bo­
yun eğerek güvenlik sağlar.

Duygusal Soyutlarıma (Emotional Insulation)


Duygusal soyutlanm a m ekanizması çeşitli biçim lerde işleyebi­
lir. Bunlardan biri, kişinin diğer insanlardan bağım sızlık kazana­
rak duygusal ihtiyaçlarının onlar tarafından etkilenm esine karşı
önlem alm asıdır. Böyle bir insan, ilişkilerinde duygusallığa yer
vermeyerek düş kırıklığına ve zedelenm eye karşı korunmaya ça­
lışır. Bu insanlar duygusal ihtiyaçlarının üzerini adeta bir kapak­
la örterler.
İnsanlar yaşam boyu karşılaştıkları düş kırıklıkları sonucu,
beklentilerini belirli sınırlar içinde tutm ayı öğrenirler; olmasını
istedikleri olay çok yakınlaştığında bile um ut duygularını frenler,
zamansız bir kutlam aya girişm ekten çekinirler. N evrotik eğilimli
insanların çoğunda "gelecek" kavram ıyla birlikte um ut da bastı­
rılmıştır. K liniğe başvuran bazı kişilerin, kendi sorunlarından söz
ederken b ir başka insana ait olayları anlahyorm uşçasına duygu­
sal küntlük gösterdikleri sık gözlem lenir. Uzun süre cezaevinde
kalan kişiler, engellenm iş olm anın acısından korunabilm ek için
giderek duygusal bir soyutlanm a içine girer ve ertesi günü dü­
şünmeksizin her günü geldiğince yaşarlar. N orm al sayılan insan-
lar da bazı incinm elere ve düş kırıklıklarına karşı soyutlanma
Mekanizmasını kullanırlarsa da etkin katılım gerektiren yaşam
durumlarında bazı riskleri göze alırlar. Bazı insanlar ise bu m eka­
nizmayı kendilerini her türlü acıdan koruyacak b ir kabuk gibi
100 PSİKANALİZ VE SONRASI

kullandıklarından, yaşam a etkin ve sağlıklı katılım larını da azalt­


mış olurlar. Bu insanlar duygusal olm amayı güçlülük olarak yo­
rumlama eğilim indedirler.
Duygusal yalıtım bazen neden bulma m ekanizm asıyla birlikte
kullanılır. Düşünceleştirme (intellectualization) de denilen bu sa­
vunma m ekanizm asında kişi, acı veren bir olaya ilişkin duygusal
yaşantılarından m antıklı açıklam alarla kurtulmaya çalışır. Babası
ölen bir kişi, "iyi bir öm ür sürdü" diyerek olayın yarattığı acı
duygusuna karşı yabancılaşabilir, yenilgiye uğrayan bir diğeri,
"zaten gerekli önlem leri alm am ıştım " düşüncesiyle değersizlik
duygularını hafifletm eye çalışabilir. Duygusal olayları nesnel bir
biçim de açıklayarak anksiyeteyle yüzleşm ekten kaçınm a aydınlar
arasmda daha sık görülür.
Düşünce ve m antık, çağdaş insanın duygusal yaşantıya karşı
geliştirdiği etkili b ir koruma aracı durum una gelm iştir. Günü­
m üzde pek çok insan bir araya geldiğinde, duygularını yaşaya­
cakları yerde sürekli olarak edebiyat, sanat ya da siyasetten söz
ederek ilişki kurma eğilim i gösterirler. Bazı insanda duygu ile
düşünce arasındaki kopukluk aşırı oranlara ulaşabilir ve kişinin
savunduğu düşüncelerle duygusal tepkileri arasında bir çelişki
görülür. Düşünceleştirme- m ekanizm asının daha abartılı bir bi­
çimde kullanılarak duygusal yaşantılardan tümden kopması iler­
de konu edilecek Karşıt-Tepki Oluşturm a m ekanizm asına dönü­
şebilir.

Yapma-Bozma (Undoing)
Suç cezayla, ceza bağışlam ayla sonuçlamr. Çocuğun eğitimi
bu temel ilkeyle gerçekleştirilir. Ceza ebeveynin sevgisini yitir­
meyi, bağışlanm a bu sevgiyi yeniden kazanmayı sim geler. Yetiş­
mekte olan çocuk giderek, ana-babasımn onaylamadığı davranış­
lardan ötürü, onlar çevrede olmasa da suçlanm ayı öğrenir ve ce­
za yerine geçen bu duyguyu yaşam am ak için önlem ler alır, dav­
ranışlarını ona göre düzenler. Böylece, süperegonun en güçlü si­
lahı olan suçluluk, duyguları, gerektiğinde kişiyi egem enliğine al­
mak üzere oluşurlar.
Ana-babanın ve daha sonraları toplumun içleştirilen değerleri
kişiye, uygunsuz davranışlarından ötürü kendini suçlam a, yargi'
PSİKANALfTtK KURAMLAR 101

lama ve cezalandırm a sorum luluğunu yükler. Yapma-Bozma me­


kanizması, kişinin kendisi ve çevresi tarafından onaylanm ayacak
düşünce ya da davranıştan vazgeçm esi ve eğer böyle bir söz ya
da eylem dışa vurulm uşsa, ortaya çıkan durum u onarm asıyla be­
lirlenir. Bir başka anlatım la, bu m ekanizm a suçluluk duygularına
karşı geliştirilir ve adeta bir sözcüğü yanlış yazan kişinin kâğıdı
bir silgiyle tem izleyerek o sözcüğü yeniden yazm asına benzer.
Yapılan yanlışı düzeltm enin ya da ondan ötürü özür dilemenin,
ceza tehdidini bağışlanm aya dönüştürebildiği çocukluk yılların­
da öğrenilir. Yapm a-bozm a m ekanizm ası kökenini işte bu yaşan­
tılardan alır.
Yapm a-bozm a m ekanizması günlük yaşam da çok sık kullanı­
lır. Kusurlu davranışlarım ız için dilediğim iz özürler, günahları­
mıza karşılık verdiğim iz sadakalar ve arada bir duyduğumuz
pişmanlık duyguları bu m ekanizm anın ürünüdür. Bazı dinlerde­
ki günah çıkarm a ya da kusurların bağışlanacağı güvencesi, insa­
nın yaptığı yanlışların bağışlanm asına ve her şeye yeniden başla­
yabilmeye karşı duyduğu yoğun ihtiyacı yansıtır.
Suçluluk duygularının çok yoğun olduğu durum larda kişi, bu
duyguların yarattığı anksiyeteden kurtulm a yolunu cezalandırıl­
mada arar. Cinayet işleyen kişilerin bazen yıllar sonra polise baş­
vurarak suçlarım itiraf ettikleri görülm üştür. İkinci Dünya Sava-
şı'nda kahram anlık gösteren pilotlardan bazılarının yoğun suçlu­
luk duyguları taşıyan kişiler olduğu ve bu nedenle tehlikelerden
sakınmadıkları saptanm ıştır. Suçluluk ve buna bağlı değersizlik
duygularının en yüksek sınırlarına vardığı durum larda, bazen
tek kurtuluş yolu ihtihar olur.
Normal koşullarda kişinin kendine olan saygısını sürdürebil­
mesini sağlayan yapm a-bozm a m ekanizm ası, katı süperego yapı­
şma sahip kişilerde nevrotik bir nitelik kazanır. Erikson'un ta­
nımladığı gelişim dönem lerinin ikinci ve üçüncü basam ağı, giri­
şim ve özerklik kazanma çabası ile kararsızlık ve suçluluk duy­
guları arasındaki tem el çatışmayı içerir (1950, 1959). Eğer ebe­
veyn suçlayıcı ve engelleyici tutum lar geliştirirse, çocuğu özerk­
likten ve girişim yeteneğinden yoksun bırakırlar. Çok aşırı du­
rumlarda ise, yaptığı her davranıştan suçlanan, her konuda
kararsızlığa kapılan ve adeta kendi varlığından suçlanan kişiler
102 PSİKANALİZ VE SONRASI

ortaya çıkar. Bu kişiler toplumun onaylam adığı eylem lerin yanı


sıra, normal insanlar için olağan sayılan davranışlardan ötürü de
suçlanırlar. Kimi insan yolda yürürken adımı bir tüm seğe takıldı­
ğında bile ağzından, "pard on!" sözcüğü çıkar, bir diğeri tek başı­
na karar vermenin yaratacağı suçluluktan kurtulm ak için alışveri­
şe çıkarken yanına birini alır ya da yanlış karar verm e korkusuy­
la bütün dükkânları dolaşır, yine de evine döndüğünde yanlış bir
seçim yapmış olduğu inancına kapılarak dönüp, aldığı eşyayı de­
ğiştirm ek ister. Kimi ise bir topluluk içinde akima gelen düşünce­
leri yanlış bir şey söyleyeceği korkusuyla açıklamaz.
Suçlayıcı ana-babanın ürünü olan bu denli katı bir süperego,
kişiyi her türlü girişim den alıkoyar ve "yaşam alan ı"nı daraltır.
Yapma-bozma m ekanizm ası daha çok kişinin haberdar olduğu
suçluluk duygularına karşı geliştirilir ve gereğinde yadsım a ve
yansıtma m ekanizm asıyla birlikte kullanılır. Bastırılm ış ya da
baskı altında tutulan yoğun suçluluk duyguları ise, birazdan tar­
tışılacak bir diğer savunm a m ekanizm asının oluşum una yol
açar.

Karşıt-Tepki Oluşturma (Réaction-Formation)


Suçluluk duygusu yaratan tehlikeli istekler çok yoğun oldu­
ğunda bunlarm baskı altında tutulması da güçleştiğinden kişi, bu
isteklerinin tam karşıtı olan bilinçli tutum ve davranışlar gelişti­
rerek kendini korumaya çalışır. Dolayısıyla, baskıya alınm ış düş­
manca duygular sevgi gösterileriyle, saldırgan istekler sevecen­
likle, cinsel istekler ahlak savunuculuğuyla, eşcinsel eğilimler
karşı cinse yönelik abartılı ilgi ve etkinliklerle m askelenir. Böyle-
ce kişi, içsel dürtülerine kesin engeller koyarak baskı m ekanizm a­
sını pekiştirir ve olum suz dürtülerini bilinç düzeyinden uzak tut­
muş olur.
Karşı-tepki oluşturma m ekanizm asının sayısız örneklerini çev­
remizde bulabiliriz: Açık saçık yayınlara aşırı tepki gösteren kişi/
kendi cinsel dürtülerini denetim de güçlük çekm ekte olabiliri
adam öldürme suçlarının idam cezasıyla karşılanm ası gereğini
savunan bir diğeri kendi saldırgan dürtülerine engel koymakta
olabilir, kom şusunun bir erkekle ilişki kurmasını kıyasıya eleşti­
ren bir kadın gerçekte bu durum a im renm iş olabilir, sürekli sal­
PSİKANALtTİK KURAMLAR 103

dırgan davranışlarda bulunan biri, insanlardan korktuğu için


böyle tepkiler geliştirm iş olabilir.
Karşıt-tepki oluşturm a mekanizmasını kullanan kişiler, kendi
yaşamlarını olduğu gibi, yakın çevrelerindeki insanların davra­
nışlarını da baskı altında tutma eğilim indedirler. Yaşam alanları­
nı dar tutarak kendilerini koruduklarından, baskı altındaki istek­
lerini kışkırtabilecek her türlü değişikliğe ve yeniliğe karşı çıkar­
lar. Klinikte izlediğim iz bir genç, televizyonda uzun saçlı şarkıcı­
lar göründüğünde babasının yüzünü çevirerek ekrana bakm adı­
ğını, hatta bazen odayı terk ettiğini anlatm ıştı. Karşıt-tepki oluş­
turma m ekanizm ası kullanan insan, gerçekte yaşam ak istediği,
ancak yaşarsa suçlanacağı isteklerini kışkırtabilecek her türlü du­
rumu, diğer insanlar tarafından olağan karşılanm asına karşın
"çılgınlık" olarak niteler ve lanetler.
Fenichel, karşıt-tepki oluşturm anın bağım sız bir savunm a me­
kanizması olm adığı ve daha çok baskı m ekanizm asının uzantısı
ve güvencesi olduğu görüşündedir (1945). Bu görüşün doğru ol­
duğu varsayılsa da, karşıt-tepki oluşturm anın diğer baskı meka­
nizmalarından farklı bir yönü olduğunu da kabul etmek gerekir.
Karşıt-tepki oluşturm a mekanizması, kişilik yapısında kesin ve
kalıcı bir değişiklik yaratarak, diğer baskı m ekanizm alarının kul­
lanılmasına gerek bırakm az. Karşıt-tepki oluşturm a, ülküleştiril-
miş benliği gerçek benliğe en çok yabancılaştıran savunm a m eka­
nizmasıdır.
Bazı savunm a m ekanizm aları, yalın baskı ve karşıt-tepki oluş­
turma m ekanizm aları arası bir biçim de işler. Bilinçdışında çocu­
ğunu kabul edem eyen anne, bilinç dünyasında ona karşı aşırı
sevgi geliştirerek olum suz duygularının baskıda tutulm asını gü­
vence altına alır. Ancak bu davranış, sıcak bir kişilik yapısına dö­
nüşmemiş ve tek bir objeye karşı geliştirilm iş ve arada bir pekişti­
rilmesi gereken bir tepki olarak sınırlanm ıştır. Buna karşılık, ger­
çek nitelikte karşıt-tepki oluşturmada, yaygın nefret duyguları
kesin bir değişikliğe uğrayarak, koşullar ne olursa olsun herkese
sevgi ve iyilikle yaklaşan bir kişiliği kalıcı bir biçim de yapılaştı-
rtrlar. Bir insanda karşıt-tepki oluşurma m ekanizm asının yerleş­
mesi, çoğu kez obsesif-kom pulsif bozukluğun ortaya çıkmasına
neden olur.
104 PSİKANALİZ VE SONRASI

Dönüşme (Conversion)
Dönüşme, anksiyete yaratabilecek bilinçdışı duyguların bilinç
düzeyine erişm esini engelleyebilm ek ya da zorlanm a yaratan
çevresel durum lardan kaçabilm ek am acıyla ve gerçek bir organik
nedeni olmayan bedensel hastalık belirtileri biçim inde ortaya çı­
kan, nevrotik düzeyde bir savunm a mekanizmasıdır. Bu savun­
ma mekanizm asının oluşturduğu belirtilere de "Konversiyon Bo­
zukluğu" ya da "Konversiyon Tipi Histeri N evrozu" denir.

Somatizasyon (Somatization)
Hipokondri nevrozunda görülen bu savunma türünde saldır­
gan dürtüler kişinin organlarına yöneltilir. Bu tür insanlarla psi­
koterapi sürdürebilm ek oldukça zordur. Kabul edilm ez nitelikte­
ki dürtüleri öylesi bir baskı altında tutulur ki, çoğu ancak beden­
sel yakınm aları yoluyla iletişim kurabilir.

Yukarıda tanımlanmış olan ve daha çok nevrotik nitelikli sayı­


labilecek olan m ekanizm alar listenin tümünü yansıtmamaktadır.
Savunma m ekanizm aları herkes tarafından kullanılır. Bu gerçek,
ruh sağlığı ve ruhsal bozuklukların aynı sürecin parçaları oldu­
ğunun bir göstergesidir. Dolayısıyla, kullanm akta olduğum uz sa­
vunma m ekanizm alarının profili, ruh sağlığım ızın durum unu da
yansıtır (Gabbard, 1990).

Egonun Uyum İş le v le r i

Ego psikolojisinin çağdaş tem silcileri, Freud'un normal ve


sağlıklı davranışları doğrudan ve yeterince incelememiş olduğu
kanısındadırlar. Bu araştırıcılar, olağan insan davranışlarının tü­
münü, kızgınlık, cinsel istek gibi içgüdüsel dürtüler ve bunların
denetimindeki güçlüklerden kaynaklanan korkularla açıklamanın
yanıltıcı bir yaklaşım olduğu görüşündedirler. Onlara göre dav­
ranışlar, içgüdüsel dürtülerden başka nedenleri, örneğin bazı öğ­
renme süreçlerini de içerir. Dolayısıyla insan, içinde bulunduğu
durumları, elinde olm ayan nedenlerle değil, kendi seçimleri so­
nucu yaşar. Bu seçim ler yalnızca içgüdülerin zorlamasıyla değil/
görme ve işitm e gibi davranış araçlarının içgüdülerden bağımsız
olarak çevreyle ilişkide bulunm ası sonucu gelişir. Ego psikolojisi'
PSİKANALÎIİK KURAMLAR 105

nin çağdaş tem silcileri, bu görüşlerden hareket ederek, çalışm ala­


rını, insanın kendine yön verebildiği ve çevresiyle baş edebildiği
etkin davranışları anlayabilm e amacına yöneltm işlerdir.
Böyle bir yaklaşım da, egonun ruhsal yapı içindeki önemi sa­
vunma işleviyle sınırlanm az. Bu ilkenin öncülüğünü yapan He­
inz Hartm ann çalışm alarını egonun savunm aya yönelik olmayan
yönlerine odaklaştırarak çağdaş ego psikolojisine önemli katkılar­
da bulunm uştur (1939). Hartm ann'a göre egonun, çatışmaların ve
id'in etkisi dışında kalan alanları vardır. O rtalam a bir çevre için­
de, doğuştan var olan bazı özerk ego işlevleri, çatışmalara konu
olmaksızın gelişm e im kânını bulabilir. Bunlar arasında, düşün­
me, öğrenm e, algılam a, hareketlerin denetim i ve konuşm a sayıla­
bilir. Egonun özerk alanlarının kişinin çevresiyle uyumuna katkı­
larını vurgulayan Hartmann, bazı savunm alarm zam an içinde iç­
güdüsel güçlerden ve id'den kopup nötrleşerek, uyum işlevlerine
dönük ve özerk bir nitelik kazanabildiğine inanır.
Sonraki yıllarda bu yöndeki çalışm aları H artm ann'ın bıraktığı
noktadan alarak geliştiren David Rapaport (1951) ve Edith Jacob-
son (1964), ego işlevleri, ego zayıflığı, ego gücü gibi kavram ların
dinamik psikiyatride yerleşm esine katkıda bulunm uşlardır.
Bu araştırıcıların psikanalize en önem li katkılarından biri, dü­
şünceyi ve bilinçli dikkati egonun en önem li işlevleri olarak ta­
nımlamış olm alarıdır. İnsan, davranışlarını bilinçli olarak yönetir
ve bu konuda en önem li rolü düşünce oynar. A ncak bir insanın
ne düşündüğü, anıları ve o andaki ruhsal durumu tarafından be­
lirlenir.
Düşünce ve bilincin gelişm esiyle bir başka ego işlevi de geliş­
meye başlar. Yaşanan olayların ve kişinin onlara gösterdiği tepki­
lerin bellek izleri, zihinde, yer, zaman ve benzerlik yönünden bir
düzenlemeye sokulur. Böylece, düşünceler içgüdüsel enerjilerden
giderek bağım sızlaşırken (ego özerkliği), davranışlar da dış uya­
ranlardan daha az bağım lı olarak geliştirilir.
Giderek, öğrenilm iş davranışlar da aynı biçim de bir düzenle­
meye konurlar. H iyerarşik düzende birbiri üzerine yerleştirilen
davranışların en altında ilk öğrenilenler, en üstünde ise en son
öğrenilenler ve çoğu kez, yaşanm akta olan zam ana ilişkin davra­
nışlar bulunur. Herhangi bir nedenle en üst düzeydeki davranış­
106 PSİKANALİZ VE SONRASI

lar geliştirilem ezse, daha alt düzeydeki davranışlar ortaya çıkar


(regresyon). Bazen alışılm ış bir davranış, onun yerine geçen yeni
bir davranış edinildiği için ortadan kalkabilir.
Davranışların bir bölümü bilinçli denetim altında olm adığın­
da ya da tehdit edici durum larda denetim yitirildiğinde, normal-
dışı davranışlar belirir. Ego psikolojisine göre, ruhsal bozukluk­
lar egonun id ve gerçeklerden koptuğu durumlarda ortaya çıkar.
Bunun başlıca nedeni, edinilen davranışların yetersiz olması ve
ego yapısı içinde iyi düzenlenm em iş olmasıdır.
Ego psikolojisi, içgüdüsel enerjilere daha az önem tanıyarak,
organizm anın dışındaki dünya ile ilişkileri ve öğrenilm iş davra­
nışları ön plana getirmiştir. Bu düzenlem eler, psikanalizi, sosyo­
loji, kültürel antropoloji ve biyoloji alanlarındaki gelişm elere ya­
kınlaştırm ış ve çağdaş bir kuram olarak geçerliğini günümüzde
de sürdürebilm esini sağlam ıştır.

İn san ın S ek iz Ç ağı
Çalışmalarını H artm ann'm izinde sürdüren Erik Erikson
(1950), Freud'un psikanalitik gelişim kuramını çekirdek ailenin
sınırları dışındaki toplum sal dünyaya çıkarmıştır. Çocuğun geli­
şimini erinlik sonrasında da inceleyerek psikanalitik gelişim ku­
ramım zenginleştirm iş ve kişiliğin çocukluğun ilk dönemlerinde
belirlendiği görüşünü reddetm iştir. Erikson'a göre, "Eğer her şey
çocukluk dönem iyle açıklanırsa, o zaman her şey bir başkasının
kusuru olarak değerlendirilir ve insanın kendi sorumluluğunu
üstlenme gücüne duyulan güven de azım sanmış olur!"
Erikson yazılarında ego işlevlerinin önemini vurgular. Ona
göre, sağlıklı kişilik söz konusu olduğunda, dış dünyadan gelen
bilgileri bir düzene sokm a, algılanan durumları değerlendirme,
bilinç düzeyinde çağrıştırılacak anıları seçme, uyum sağlayıcı
davranışları yönetm e ve geleceğe yönelik tasarılar yapma görev­
leri ego tarafından gerçekleştirilir. Bu işlevler egonun kendisini
iyi hissetm esini sağlar. însan, olm ak istediğini olabildiği ve yap­
mak istediğini yapabildiği oranda kendisini iyi hisseder.
Erikson'un şemasında "istek ler" ve "olm ası gerekenler" iki
karşıt kutup oluşturur. Bir yandan aşırı ve yıkıcı istekler, diğer
yandan ana-babanm ve toplum un benliğe mal edilm iş kısıtlam a­
PSİKANAÜTİK KURAMLAR 107

ları egoyu sıkıştırırlar. Erikson'un tanım ladığı süperego en az id


kadar barbardır, inşam yıkıcı bir biçim de cezalandırır.
Ego iyi çalışırsa insan gereksiz enerji harcam az, acı üretmez
ya da nevrotik bozukluklar yaşam az. Ego, gücünü, zam an içinde
sayıları giderek artan yaşam deneyim leriyle geliştirir. Ancak ka­
zanılan deneyim ler, yaşam ın belirli dönem lerinde insanın sağla­
dığı bir güveni ya da eriştiği bir üretkenlik düzeyini sürdürebile­
ceği anlam ına gelm ez. Yaşam m ın herhangi bir dönem inde karşı­
laştığı bir durum la nasıl baş edebileceği, geliştirm iş olduğu kim­
lik ile sürdürm ekte olduğu rolün birbirine uyum una bağlıdır. Ü s­
telik bu uyum durağan değildir. O güne kadar olumlu bir denge
sağlayabilm iş olan güçlü bir ego, kırk ya da elli yaşlarında bile
öyle bir durum la karşılaşabilir ki, denge olum suz yöne kayar.
Erikson yaşam ı sekiz gelişim dönem ine ayırır. Bir bölüm ü Fre-
ud'un gelişim dönem lerine paralellik gösteren ve olumlu ve
olumsuz boyutları içeren bu dönem lerin her biri kendine özgü
bunalımlarıyla belirlenir ve bireyin içinde yaşadığı toplumdan ve
kültürden önem li ölçüde etkilenir. Erikson'a göre kişilik bu sekiz
dönemin tüm ünde gelişim ini sürdürür ve bir dönem de olumsuz
yaşanan denge sonraki bir dönem de olum lu yöne çevrilebilir.
Çevresine güvenem eyen bir bebeğe bir sonraki dönem de ilgi ve
bakım sağlanırsa, çocuk insanlara karşı güven geliştirebilir. Erik­
son'un kuram ını Freud'unkinden ayıran en önem li özellik de bu-
dur.

Oral-duyum Dönemi: Güven ya da Güvensizlik


Bu dönem Freu d 'u n oral dönem inin karşılığıdır ve yaşamın
ilk yılı boyunca sürer. Bu dönem de, bebeğin kendisine ve çevresi­
ne karşı güven geliştirip geliştirem eyeceği belirlenir. Annenin
Çevrede bulunup ihtiyaçlarını karşılam ası bebekte güven duygu­
su oluşturur; bu ihtiyaçların ne kadarının karşılandığı ise güven­
sizlik oranını belirler.
Dölyatağında olduğu gibi doğum dan sonra da çocuğun çeşitli
0rgan sistem leri birbirinden farklı zam anlarda ve belirli bir sıra­
ya göre gelişir. Doğum dan sonra bebeğin en duyarlı beden bölge-
Sl ağızdır, ancak ağız bölgesinin duyarlığı nitelik yönünden her
bebekte farklılıklar gösterir. Üstelik oral dönem , tümden atlatılan
108 PSİKANALİZ VE SONRASI

ve geride bırakılan bir dönem değildir. Yemek yeme, sigara içme,


ses çıkarma gibi oral davranışlar yaşam boyu sürdürülür.
Bu dönem in olumlu boyutunu temel güven duygusunun ge­
lişmesi oluşturur. Bu duygu annelikle sağlanır. Anne, bebeğin za­
man zaman bozulan dengesini, onu besleyerek ve bakımım sağla­
yarak korum aya çalışır. Annenin gülüm sem esine bebek de karşı­
lık verir ve sıcak bir ilişki sürdürülür. Böylece, ihtiyaçlarının sü­
rekli karşılanacağına inanmaya ve annesine güvenm eye başlar.
İşte daha bu dönem den başlayarak, toplumun beklentileri de
devreye girmeye başlar. Her ne kadar anne, bebeğin ihtiyaçlarını
kendi inançlarına göre karşılarsa da, içinde yaşadığı toplumun
değerlerini farkında olm aksızın bebeğe geçirir. Ayrıca annenin
içinde bulunduğu koşullar ve dolaylı olarak toplum un geçirm ek­
te olduğu'dönem in özellikleri de bu ilişkiyi etkiler.
Bu dönemde bebek, giderek istediklerini annesinden nasıl sağ­
layabileceğinin yollarını öğrenir. İleriki yaşamındaki vericiliğini
de bu temel üzerine geliştirir. îlk altı ayda bebek, gözlerini eşgü­
dümlü bir biçim de kullanm aya ve belirli seslerden anlam çıkar­
maya başlar, kollarını, bacaklarını ve parmaklarını denetlemeyi
öğrenir ve bazı nesneleri eline almaya çalışır. İşte bu aşamada
kendisine bazı şeylerin verildiğini, bazı şeylerin ise verilmediğini
ya da elinden alındığını fark etm eye başlar. Bu ilişki içinde, ya ih­
tiyaçlarının karşılanacağı inancıyla bir güven duygusu geliştirir
ya da isteklerinin, çoğunu elde edem eyeceği duygusundan kay­
naklanan bir güvensizliği yaşam aya başlar.
Yaşam ının ikinci altı ayında dişleri çıkmaya başlayan bebek,
bu durumun ağız bölgesinde yarattığı acıyı bir şeyleri ısırarak
dindirebileceğini fark eder. Ancak, annenin m em esini de ısırm a­
ya kalkıştığında mem enin uzaklaştığını fark eder. M em eden ke­
silm e süreci başladığında çocuk üzüntü ve özlem yaşar. Eğer ço­
cukta güçlü bir güven duygusu oluşmuşsa bu özlem e eşlik eden
duygu umuttur, bu duyguyu geliştirem eyen çocuk kendisini la­
netlenm iş bir varlık olarak yaşar.

Anal-kas Dönemi: Özerklik ya da Utanç ve Kararsızlık


Freud'un anal dönem inin karşılığı olan ikinci ve üçüncü yıl­
larda çocuk, kendi başına yem eye, yürüm eye ve konuşmaya baş­
PSİKANALİTİK KURAMLAR 109

lar. Anüs kaslarını kendi istem ine göre denetleyebilm esi ise ikinci
yaştan başlayarak gerçekleşir. Bu aşam ada çocuk iki tür tutum­
dan birini seçer: Tutm ak ya da bırakm ak.
Çocuğun bu tutum lardan hangisini benim seyeceği, toplumda
geçerli olan ödüllendirm e ve cezalandırm a yöntem lerine göre be­
lirlenir. Tutma ve bırakm a olgusu başka anlam lar da taşır. Bebe­
ğin, içinde tutma ve bedenin dışına bırakm a eylem leri ile "b en "
ve "yabancılar" kavram ları birbiriyle kaynaşır ve tutm a-bırakma
tutumlarının ikisi de durum a göre seçilerek kullanılır.
Tutm a-bırakm a çabalan dışkılam a işlevleriyle sınırlanmaz.
Eğer ana-baba gerekli ortam ı sağlar ve aşırı koruyucu tutumlar­
dan kaçınırsa, çocuk kendini denetlem e konusunda kendi gücüne
dayanmayı öğrenm eye başlar. Sınırlı etkinlikler için de olsa, neyi
yapmayıp neyi yapacağının seçim ini kendisi yapar. Böylece, üç
yaşma ulaştığında özerkliğine karşı güven duym aya başlar. Sev­
ginin kızgınlığa, işbirliğinin bencilliğe, kendini dile getirmenin
duygularını içinde tutm aya oranla daha ağır bastığını hisseder.
Davranışlarında bağım sızlık ve canlılık gözlenir. Özerklik, utanç
ve kararsızlığa egem en olur. Çocuk giderek yalnızca kendisini
değil, çevresini de denetleyebildiğini görm eye başlar.
Ancak, eğer dışkısı kötü karşılanır ve davranışları kısıtlanırsa,
ezikliğin kızgınlığım v e utancını yaşam aya başlar. U tanç duygu­
su yerleştikten sonra artık yaptığı seçim lerin doğruluğu konu­
sunda sürekli kuşkuya kapılır, haklarını savunam az.

Cinsel-devinsel Dönem: Girişim ya da Suçluluk


Freud'un fallik dönem inin karşılığı olan bu dönem beşinci yıl
sonuna kadar sürer. Bu dönem de çocuk artık büyüklerin arasın­
dadır ve bahçe, sokak, anaokulu gibi yeni yaşam alanlarına açılır.
Kendi başına öğrenm e başlar; bir şeylerin ardından gider ve me­
rakla inceler. Kendi başına girişim lerde bulunur. Çocuğun bu ko­
nuda gelişebilm esi, girişim lerinin ne denli desteklendiğine ve
merakının giderilm esinde ona ne oranda yardım cı olunabildiğine
bağlıdır. Eğer davranışlarından ve ilgilendiği konulardan ötürü
eleştirilirse, bulunduğu girişim lerden ötürü suçlanm a eğilim i
gösteren bir kişilik özelliği geliştirir.
Çocuk, çevresini araştırm a konusundaki girişim lerine çoğu
110 PSİKANALİZ VE SONRASI

kez evden başlar ve karşı cinsten ana ya da babasına karşı cinsel


içerikli bir ilgi geliştirir. Ancak bu konuda düş kırıklığına uğrar.
Reddedilm iş olmasını yanlış bir girişim de bulunm uş olmasına
bağlarsa kendisini suçlu hisseder.
Bu dönemde çocuk, kendi yapm ak istedikleriyle ana-babası-
nın yapmasını istedikleri arasmdaki farklılığı görm eye başlar. G i­
derek ana-babasımn isteklerini kendine mal eder ve onlara aykırı
düşen davranışlarda bulunduğunda kendisini cezalandırır. Dö­
nemin sonlarına doğru ana ya da babasına karşı cinsel içerikli
duygularını yitiren çocuk bu kez, ileride kendisinin de ana ya da
baba olacağını düşlem eye başlar.

Gizil Dönem: Beceri ya da Aşağılık Duygusu


Freud'un gizil dönem inin karşılığı olan bu dönem ilkokul ça­
ğım kapsar ve 6-11 yaşları arasında sürer. Bu dönem de çocuk, ya­
şantılarından bazı sonuçlar çıkarabilecek biçim de düşünmeye
başlar, yetişkinlerin kullandığı alet, araç vb. şeyleri kullanm a de­
nem elerine girişir. Sürekli etkinlik durumundadır; bir şeyler ya­
par, yaratır ve ortaya çıkarır. Bunları kusursuz bir biçim de ger­
çekleştirebilm ek için ciddi çabalar harcar. Eğer bu çabalarına kar­
şı çıkılırsa, yaptıklarının değersizliğine inanır ve aşağılık duygu­
larına kapılır.
Bu dönemde çocuğun beceri kazanm ası ya da aşağılık duygu­
larına kapılm asının tek nedeni ana-baba olm ayabilir. Erikson,
Freud'dan farklı olarak, okul yaşantısının da çocuğu bu yönden
etkilediği görüşündedir. Ana-babam n sağlayam adığı destek ba­
zen okuldan gelebileceği gibi, evinde ana-babası tarafından bece­
ri kazanmaya teşvik edilen çocuk, okulda kendine olan saygısı­
nın azalm asına neden olabilecek tutumlarla karşılaşabilir.
Bu dönemde çocuk, kendi başına ya da diğer çocuklarla oyna­
dığı oyunlar aracılığıyla dünyayı algılamaya ve onun bir bölüm ü­
nü kendi denetimi altına almaya çalışır. Yaşantı örnekleri yaratır
ve bunlar üzerinde denem elerde bulunur. O yunların yanı sıra ya­
şıtlarıyla birlikte çalışm alar yapar.

Erinlik ve Ergenlik Dönemi: Ego Kim liği ya da Rol Kargaşası


Yaşamın bu dönem inde ergen, kişiliği için bir kim lik geliştir­
meye çalışır. Bu dönem de dış görünüm önem kazanır. Görünü­
PSİKANALİTtK KURAMLAR 111

müne gösterdiği ilgi benliğin oluşm asına yardım cı olur. Kim liği­
ni arayış çabası içinde, kahram anlara, öğretilere, karşı cinsten ki­
şilere tutulur. Kararsızlık ve şaşkınlık bu yaştaki gençlerin daya­
nışma grupları oluşturm asına neden olur. Bu dönem de ergen, ço­
cuklukta öğrenm iş olduğu kurallarla, yetişkinin geliştirm esi gere­
ken değer yargıları arasında bocalar.

Genç Yetişkinlik Dönemi: Yakın İlişkiler ya da Soyutlanma


Klasik psikanaliz, ergenlikten orta yaşa kadar süren bu dö­
nemle ilgilenm em iştir. Bu dönemde başarılı olabilm ek, daha ön­
ceki dönem lerde ana-babam n neler verebilm iş olduğuna ve genç
yetişkinin çevresiyle nasıl etkileştiğine bağlıdır. Kim lik sorununu
başarılı bir biçim de çözüm lem iş olan genç yetişkin, kendi kim li­
ğini yitirm ekten korkm aksızm insanlarla yakınlık kurabilir. Buna
karşılık, rol kargaşası yaşayan kişi, yakın dostluklardan, karşı
cinsle ilişkiden ve herhangi bir yere bağlanm aktan ürker. Uzun
süreli ve yoğun yakınlıklar kuramayan genç yetişkin giderek
kendine döner ve soyutlanm ış olma duygusu tehlikeli boyutlara
ulaşabilir.
Gerçek yakınlık paylaşm ayı içerir. Sevgi ve cinsellik ve sonra
da sevginin ürünü olan çocuklar bir diğer insanla paylaşılır.

Yetişkinlik Dönemi: Üretkenlik ya da Kısırlık


Orta yaşları kapsayan bu dönem de kişi, üretkenlikle kısırlık
arasında b ir seçim yapar. Ü retkenlik, çocuk yapm a ve büyütm e
anlamını değil, bireyin kendi evi dışında topluma yararlı işler
gerçekleştirebilm esini ve kendisinden sonra gelen kuşaklara reh­
berlik yapabilm esini içerir. Çocuksuz bir insan da üretken olabi­
lir. Kısırlık, kendine doyum sağlam ak ve kendi çıkarlarını gözet­
mekten başka bir şey düşünm eyen insanları tanımlar.

Olgunluk Dönemi: Ego Bütünleşimi ya da Umutsuzluk


Bu dönem, üretken geçen bir yaşam ın sağlam ış olduğu do­
yum ile yıllarını anlam sız geçirm iş olm anın m utsuzluğu arasın­
daki çatışmayla belirlenir. Bu dönem huzurla geçirilebilir. Çevre­
de torunların varlığının yanı sıra, o güne değin üretmiş olduğu
Şeylerden genç kuşakların yararlanm akta olduğunu görmenin
verdiği haz yaşanır.
112 PSİKANALİZ VE SONRASI

Buna karşılık, gerçek yakınlığı gerçekleştirem eden, narsisistik


ve üretkenlikten yoksun bir yaşam sürdürmüş olan kişi olgunluk
dönem inde huzur bulamaz. Üretken olam amış olm anın inançsız­
lığı, insanı ölüm korkulan ve umutsuzlukla baş başa bırakır.

OBJE İLİŞKİLERİ KURAMI

İngiltere'den kaynaklanan ve yakın yıllarda A m erika'da da


yandaşları artan bu kuram ın başlangıç noktasını M elanie Klein'm
çalışmaları oluşturm uştur. Temelde Freud'un izinde olan ve Bu­
dapeşte'den Berlin'e, oradan da 1926 yılında İngiltere'ye göç
eden Klein, çocuklarla sürdürdüğü psikanalitik çalışm alarında,
ilgisini içleştirilm iş objelere odaklaştırarak psikanaliz kuramına
farklı bir boyut getirm iştir. Yaşamın ilk yılının ruhsal gelişimin
en belirleyici dönemi olduğunu vurgulayan Klein, örneğin Oedi-
pus kom pleksinin yaşam ın ilk ayının ikinci yarısında yaşanan
memeden kesilme süreci içinde yer aldığı görüşündedir. Klein'a
göre içgüdüsel dürtüler, spesifik obje ilişkileri içine geçişm iş kar­
maşık ruhsal fenomenlerdir. Bedenden kaynaklanm ak yerine
onu bir anlatım aracı olarak kullanırlar. Yarattıkları- gerilimleri
boşaltma am acına değil, spesifik nedenlerle spesifik objelere yö­
nelirler.
Klein'm görüşleri, başlangıçta British Psychoanalytic Soci-
ety'de sert tartışm aların yaşanm asına neden olm uştur. Klein'a
karşı çıkanların başında Anna Freud gelm ekteydi. Sonunda der­
nekte bölünme oldu. " B " grubu denilen bir kesim Anna Fre­
ud'un liderliğini izlerken, "A " grubu denilen bir başka kesim de
Melanie Klein'a bağlı kaldı. Bu bölünme günüm üzde de varlığını
sürdürmektedir. "B ağım sız" grup denilen bir üçüncü kesim ise
yansız kalmayı yeğledi. A slında daha çok M elanie K lein'ın etki­
sinde sayılabilecek olan bu grup, obje ilişkileri kuram ına günü­
müzde bilinen şeklini verdi. Bu gruptaki çalışm acılar topluca,
obje ilişkilerinde İngiliz Ekolü (British School) olarak anılırlar.
Kişisel görüşleri arasında önemli bazı farklılıklar bulunmasına
rağmen, ortak bir tem elden hareket ettikleri için aynı grupta de­
ğerlendirilirler. Bu araştırıcıların tümü Oedipus kom pleksi önce­
sindeki gelişim le ilgilenir ve çalışm alarını, dürtü kuramından
PStKANALİTİK KURAMLAR 113

çok, içleştirilm iş obje ilişkilerine ortaklaştırırlar. Bunda, klasik


psikanalistlerden farklı olarak, daha hasta kişileri psikanalitik
yöntem lerle tedavi etm elerinin ve bu nedenle, çalışm aları sırasın­
da daha ilkel zihinsel durum larla karşılaşm alarının payı olsa ge­
rek.
Ego psikolojisine göre, içgüdüsel dürtüler birincil, obje (insan)
ilişkileri ikincildir. Obje ilişkileri kuramı ise dürtülerin bir ilişki
içinde belirdiğini ve bu ikisinin birbirinden soyutlanam ayacağı
görüşünü savunur. Hatta bazı obje ilişkileri kuram cıları daha da
öteye giderek, dürtülerin gerilim boşaltm a am acıyla değil, obje
arayışı doğrultusunda ortaya çıktığı görüşündedirler.
Bu kurama göre, insanlar arası ilişkiler, ilişkilerin içleştirilm iş
(internalized) im gelerine dönüştürülerek yaşanır. Çocuklar, geli­
şimleri sırasında, ilişki durumunda oldukları kişileri içleştirm ek-
ten öte "ilişkilerin kendisini" iç dünyalarına mal ederek yaşarlar.
Emzirme süreci bebek için sıcak ve olum lu bir yaşantıdır. Böyle
bir süreçte bebek, kendisini, annesini ve em zirilm e olayının ya­
rattığı duyguları olum lu bir yaşantı olarak algılar. Acıktığında
anneyi yanında bulam am ası ise olum suz bir yaşantıya neden
olur. Engellenm iş olan kendisini ve ilgisiz annesini olum suz bir
biçimde algılarken korku ve kızgınlık da yaşar. Bu karşıt yaşantı­
lar giderek, kendi imgesini (ben), objenin im gesini (anne) ve bu
ikisi arasında oluşan duyguları içeren ilişkilerin karşıt yönleri
olarak içleştirilirler.
Bebeğin annesini içleştirm esi, em zirm e sırasında annenin var­
lığının yarattığı fiziksel uyaranlarla başlar. Ancak, kendisiyle an­
nesi arasındaki benlik sınırlarım henüz fark edem ediği için, bir­
liktelik bebek için henüz bir ilişki anlam ını taşım az. Sandler ve
Rosenblatt'a göre, yaşam ın on altıncı ayı sıralarında annenin var-
hğı kalıcı zihinsel im gelere dönüşm eye başlar (1962). Aynı dö­
nemde bebeğin kendine ait kalıcı imgeleri de oluşm aya başlar. Bu
oluşum, önceleri kendi bedeniyle ilgili im gelerle sınırlıyken, gi­
derek kendine ait olarak algıladığı çeşitli duyuları ve yaşantıları
da içermeye başlar.
Olumlu nitelikler taşıyan iyi obje im gesi, bebeğin, acıktığı za-
jftan annesine duyduğu ihtiyaçtan kaynaklanır ve doyum arayışı
’Çinde olan bebeğin, annenin sanrısal bir im gesini yaratmasıyla

PS8
114 PSİKANALİZ VE SONRASI

oluşmaya başlar. Annenin olum lu ve sevecen yönlerinin içleştiril­


miş im gelere dönüşm esi, bebeğin anneyi kaybetm e korkuların­
dan kaynaklanır (Schafer, 1968).
Annenin olum suz yönlerinin içleştirilm esinin nedenleri biraz
daha karmaşıktır. Schafer'e göre, olum suz bir objeyle kurulan
bağ, hiç obje olmamasına yeğlenir ve bebek annenin kötü yönleri­
ni de içleştirerek, bu olum suz imge üzerinde bir denetim sağla­
maya çalışır. Ö te yandan, içleştirilen bir obje imgesi, dıştaki obje­
nin gerçek niteliklerini yansıtm ıyor olabilir. Klinik çalışmalarda
da gözlem lendiği gibi, olum suz bir objeyle kurulan yoğun bağ,
bu objeyle daha olumlu bir ilişki kurabilm e isteğini de içerir (Me-
issner, 1981). Bu değerlendirm e, neden bazı insanların özellikle
kendilerine karşı reddedici bir tutum gösteren kişilere yönelme
eğilim inde olduklarını da açıklar.
Obje ilişkileri kuram ının çatışma olgusunu değerlendirişi ego
psikolojisinin bakış açısından farklıdır. Bilinçdışı çatışma, yalnız­
ca içgüdüsel dürtülerle savunm a m ekanizm aları arasında değil,
içleştirilm iş obje ilişkilerinin birbirine karşıt yönleri arasında sür­
dürülen çekişm eleri de içerir (Kernberg, 1983). İnsanın kendine
ilişkin imgeleri, obje im geleri ve bunlar arasındaki ilişkilerin duy­
gu yükü, bir zaman dilim inden diğerine farklılıklar gösterir; do­
layısıyla bunlar arasındaki çatışmanın niteliği de.
O gden'e göre, içleştirilm iş obje ilişkileri egonun bilinçdışı alt
örgütlere bölünm esine (splitting) neden olur (1983). Bu alt örgüt­
ler iki grupta toplanırlar:
1) Egonun kendi alt örgütü: Kişinin, duygularının ve düşünce­
lerinin gerçekten kendisine ait olduğunu hissedebildiği ego yön­
lerini içerir.
2) Egonun obje alt örgütü. Egonun objeyle özdeşlenen yönleri,
kendisinin ve çevresinin kişi için taşıdığı anlamı belirler. Bu öz­
deşleşme öyle yoğun olabilir ki, kişi kendisine ait olduğunu his­
settiği özgün yönlerine tüm den yabancılaşabilir (Ogden, 1983, s.
227).
O gden'in bu değerlendirm esi Freud'un süperego kavramına
oldukça yakındır ve süperegonun, neden genellikle bir "yabancı
m adde" gibi algılandığını da açıklar. Tedaviye gelen kişiler de,
PSİKANALİHK KURAMLAR 115

ilişkilerinden söz ederlerken, çoğu kez, çevrelerindeki insanların


kendilerine göre nerede olduklarını değil, kendilerinin onlara gö­
re nerede olduklarını anlatm a eğilim i gösterirler.
İngiliz ekolünü izleyen psikiyatristler, çatışm a kuram ının yanı
sıra yoksunluk (deficit) kuram ının da gerekliliğine inanırlar. Ö r­
neğin VVinnicot, bir çalışm asında yeterince iyi anne terimini kulla­
narak, bebeğin norm al gelişimi için gerekli olan asgari koşulları
tanımlamaya çalışm ıştır (1965). Balint, tedaviye gelen kişilerin ço­
ğu tarafından dile getirilen ve "kendilerinde bir şeylerin eksik ol­
duğunu hissettikleri" biçim inde tanımlanan olguya temel yanlış
adım verir (1968). Balint, bu yoksunluğun, annenin bebeğin temel
ihtiyaçlarım karşılayam am ış olması sonucu yaşandığı görüşün­
dedir. Dolayısıyla, obje ilişkileri kuram ı doğrultusunda çalışan
psikiyatristler çalışm alarını çatışma olgularının analiziyle sınırla­
ma ve kendilerinin yeni bir obje olarak tedaviye gelen kişiler tara­
fından içleştirilebilm esine zemin hazırlayarak, onlardaki yapısal
eksikliğin onarılabilm esine katkıda bulunurlar. Tedaviye gelen
kişinin içleştirilm iş obje ilişkilerinin çok katı olm adığı ve yeni ya­
şantılar yoluyla değişim e uğrayabileceği görüşü, obje ilişkileri
kuramının temel ilkesini oluşturur. Bu görüş, belirli bir oranda,
klasik ego analistleri tarafından bile paylaşılm akta ve psikiyatris-
tin, bir transferans objesi olm aktan öte, yeni bir obje ilişkisi ola­
rak yaşanm asının önem i kabul edilm ektedir.
Ego psikolojisi kuram ı tartışılırken nevrotik savunm a m eka­
nizmaları da kısaca gözden geçirilm işti. Burada, obje ilişkileri ku­
ramcılarının daha ağır bozukluklar gösteren hastalarda tanımla­
dıkları ve özellikle kişilik bozukluklarında ve psikozlarda göz­
lemlenen daha ilkel savunm a m ekanizm alarından örnek verm ek
İstiyoruz: splitting (ikiye ayrılm a) ve projective identification (yan­
sıtmalı özdeşleşm e).

Splitting: Bu m ekanizm a, birbirine karşıt kendi ve obje im gele­


rini ve duygularım oldukça kesin bir biçim de birbirinden ayıran
bilinçdışı bir süreci tanım lar. K lein'a göre, yaşam ın ilk aylarında
bebeğin duygusal dünyasının sürdürülebilm esi yönünden temel
bir m ekanizm adır. Bebeğin> iyiyi kötüden, sevgiyi nefretten, haz-
21 acıdan ayırabilm esini sağlar. Böylece, olum lu yaşantılar, olum­
116 PSİKANALİZ VE SONRASI

suz karşıtlarına bulaşm aksızm korunm uş olur. Splitting, yaşantı­


ları tehlikeli olam tehlikeye açık olandan ayırarak düzenleyen bi­
yolojik yasanın psikolojik savunm a m ekanizm asına dönüşm esi
biçim inde de yorum lanabilir (Ogden, 1986). Ancak, bir savunma
mekanizması niteliği kazandığında ego yetersizliğinin temel ne­
denini oluşturur. Çünkü yaşam sal ve saldırgan dürtülerin türev­
lerinin, birbirine karşıt içeriklerine rağm en bütünleşm eleri saldır­
ganlığın nötrleştirilm esini sağlar. Splitting bu nötrleştirm eyi en­
gelleyerek, egoyu, gelişimi için çok gerekli bir enerji kaynağından
yoksun bırakır (Kernberg, 1975).
Kernberg'e göre, splitting bazı klinik belirtilerin ortaya çıkm a­
sına neden olur: (1) birbirine karşıt davranışların ve tutumların
birbiriyle sürekli yer değiştirm esi, (2) dürtü denetim inin "seçici
bir biçim de" kaybı, (3) çevredeki insanların "tüm üyle iyi" ve "tü ­
müyle kötü" olarak bölüm lenm esi (idealize etme ve değer kaybı),
(4) kendine ilişkin çelişkili im gelerin birbiriyle sürekli yer değiş­
tirmesi. Kernberg, splitting m ekanizm asının "borderline" kişilik
bozukluklarına temel oluşturduğu görüşünde olm akla birlikte,
bazı diğer araştırıcılar bu m ekanizm anın zaman zaman başka bo­
zukluklarda da görülebildiği inancındadırlar.

Projective identification: Üç etapta oluşan bu savunm a m ekaniz­


masında kişi bazı yönlerini kendisinin değilm işçesine bir başkası­
na mal eder: (1) Tedaviye gelen kişi bir obje ya da kendi imgesini
tedavi edene yansıtır. (2) Tedavi edilen tarafından kendisine yö­
neltilen baskı sonucu, tedavi eden de yansıtılan imge ile kendi bi-
linçdışmda özdeşleşerek, o im ge gibi hissetm eye ve davranmaya
başlar (projective contridentification). (3) Tedavi eden, giderek, ken­
disine yansıtılan bu m ateryali psikolojik bir süreçten geçirerek
onarır ve yeniden içleştirilm ek üzere tedavi edilene iade eder.
Yansıtm ış olduğu m ateryalin onarılm ış olarak yeniden sunulma­
sı, tedavi edilende bu m ateryalin karşılığı olan kendi ve obje im­
geleri ile insan ilişkilerinin onarılm asına yol açar (Ogden, 1979)-
Ogden bu üç evreli m ekanizm ayı, Bion'un "B ebek nasıl annesini
kendi yansıtm aları doğrultusunda algılarsa, tedavi edilenin tera­
pisti kavram laştırm ası da kendi yansıtmaları doğrultusunda olu­
şur" yorum undan esinlenerek geliştirm iştir (1962).
PSİKANAÜTİK KURAMLAR 117

Bazı araştırıcıların konuya yaklaşım ı O gden'in görüşünden


farklı olm uştur. Örneğin Kernberg, özdeşleşm enin, yansıtmanın
yapıldığı kişide değil, yansıtanın içinde oluştuğu görüşündedir
(1987). Bir diğer insana (örneğin terapiste) yansıttığı özdeşleşm e­
sini sürdürerek, yansıtan, yansıttığı m ateryal üzerinde denetim
kurmuş olduğuna inanır. Çoğu araştırıcıya göre, denetim öğesi
yansıtmalı özdeşleşm e m ekanizm asının tem elini oluşturur. Ö rne­
ğin kişi, istem ediği yönleriyle yüzleşm ekten, yansıtm alı özdeşleş­
me yoluyla kurtulur ve yansıttığı objeyi denetim altında tutarak,
istemediği ve yansıttığı yönlerini denetim altına alabildiği yönün­
de bilinçdışı bir yanılsam a yaşar (Sandler, 1987).
Yansıtm alı özdeşleşm e ve yansıtm a m ekanizm alarının ayrımı
da çeşitli araştırıcılar arasında görüş ayrılığına neden olmuştur.
Bazılarına göre, tüm yansıtm a m ekanizm aları yansıtmalı özdeş­
leşme olarak değerlendirilm elidir. Çünkü yansıtılan materyal ile
özdeşleşme yansıtanm kendi içinde yaşanır. Bir başkasına yansıt­
makta olduğu m ateryalle bir bağ sürdürm ediğinde, bu m aterya­
lin kişi için bir anlam ı da olmaz. Bir başka görüş de yansıtma me­
kanizmalarının tüm ünün yansıtm alı özdeşleşm e m ekanizması sa­
yılamayacağı yönündedir. Bu görüşe göre, m ateryalin yansıtıldı­
ğı obje yansıtm a sonucu farklı bir biçim de algılanm aya başladı­
ğında, yansıtm a m ekanizm ası yansıtm alı özdeşleşm eye dönüş­
müş olur.
Bu iki görüşten farklı olarak Kernberg, yansıtm anın ilkel bir
savunma m ekanizm ası olm adığı inancm dadır. O na göre, yansıt­
ma ileri derecedeki nevrotik hastalarda gözlem lenen bir belirtidir
ve yansıtmalı özdeşleşm ede söz konusu olan yeniden içleştirm e
evresini içerm ez. Kernberg, yansıtm alı özdeşleşm enin çok daha
ilkel bir mekanizm a olduğu ve kişinin kendi ile dış objeler arasın­
daki sınırlarının daha geçirgen olduğu durum larda oluştuğu gö­
rüşündedir. Sınırların geçirgenliği, yansıtılan m ateryalin yansıta­
na daha kolay dönebilm esine neden olur. Yansıtm a mekanizması
•se sınırların geçirm ezliğini koruduğu durum lar için söz konusu­
dur.
Obje ilişki kuram ının içeriği, önem li ölçüde, M argaret Mahler
Ve arkadaşlarının bebekler üzerinde yaptığı klinik gözlemlerden
kaynaklanmıştır (1975). Normal ve sorunlu anne-bebek çiftleri
118 PSİKANALİZ VE SONRASI

üzerinde ve doğum dan üçüncü yaşa kadar olan süreye odaklaşı-


larak yapılan çalışm alar sonucu M ahler ve arkadaşları, bu dö­
nemdeki gelişim i obje ilişkileri yönünden üç evreye ayırarak de­
ğerlendirm işlerdir.
. Yaşamın ilk iki ayını kapsayan ve A utistic (otistik) evre deni­
len dönemde bebek kendine dönüktür ve ilişkiden çok, yaşamın
sürdürülm esiyle ilgilidir.
İkinci ve altıncı aylar arasında süren ve sym biosis (ortak ya­
şam) denilen evre, bebeğin gülüm sem e tepkileri verm esi ve göz­
leriyle annenin yüzünü izlem esiyle başlar. Bu dönem de bebek
anneyi henüz ayrı bir obje olarak algılayam az ve beraberliklerini
ikili bir bütün olarak yaşar.
Üçüncü evre olan seperation-individuation (ayrılm a-bireyleşm e)
dört alt-evreden oluşur:
İlk alt-evre olan differentiation (ayrım laşm a) dönem inde bebek
annenin ayrı bir varlık olduğunu fark etm eye başlar. Bu farkında-
lık sonucu bebek, annenin yanında olmadığı durum larla baş ede­
bilm ek için em zik ya da battaniye gibi geçici objelere ihtiyaç du­
yabilir.
Practicing (denem eler) evresi onuncu.ve on altıncı aylar arasın­
da sürer. Bu dönem de bebek, gelişen hareket becerilerinin sınırla­
rı içinde, dünyayı kendi adına keşfetm e denem elerine girişir. An­
cak yine de, arada bir annesine dönerek ondan destek alma ihti­
yacını duyar.
Rapprochment (yeniden yakınlaşm a) evresi on altıncı ve yirmi
dördüncü aylar arasında yaşanır. Bu dönemde çocuk annenin ay­
rı bir varlık olduğunun çok farkındadır. Anneden ayrı olduğu
durumlara duyarlığının artm ası, denem eler dönem inde yaşamış
olduğu narsisistik şişm enin sönm esine neden olur ve çocuk oyun
oynarken bile annesinin nerede olduğunu sık sık kontrol eder.
Dördüncü alt-evre yaşam ın üçüncü yılı süresince yaşanır. Bu
dönemde bireyleşm e belirginleşir ve obje ilişkileri süreklilik ka­
zanmaya başlar. Daha önce iyi ve kötü olarak ikiye ayrılm ış olan
anne imgeleri tek bir bütüne dönüşerek içleştirilir ve bu yeni im­
geyle olan ilişki, annenin çevrede bulunm adığı zamanlarda çocu­
ğun kendisini güvenlikte hissetm esini sağlar. Böylece, çocuk oe-
dipal dönem e girm eye hazır bir duruma gelm iş olur.
PSİKANALİTİK KURAMLAR 119

SELF PSİKOLOJİSİ

S elf (kendi, kendilik, benlik) psikolojisi, insanın kendine verdi­


ği değeri ve bütünlüğünü koruyabilm esinde dış ilişkilerinin öne­
mini vurgular. H einz K ohut'un çeşitli zam anlarda yazılm ış kitap­
larından esinlenerek geliştirilm iş olan bu kuram sal yaklaşım a gö­
re, tedaviye gelen kişi, kendini iyi hissedebilm ek için diğer insan­
lardan gelecek olum lu tepkilere aşırı bir ihtiyaç duyar. Bu neden­
le, bazı gözlem ciler bu kuramı "iki kişi psikolojisi" olarak nitelen­
dirirler.
Self psikolojisi K ohut'un, ciddi narsisistik bozukluklar göste­
ren hastaların psikanalitik tedavisi sırasında edindiği izlenimler
sonucu geliştirilm iştir (1971). Bu insanlar, tedavi ortam ına klasik
nevrotik hastalardan farklı belirtiler getirm ekte ve tanımlamakta
güçlük çektikleri bir çöküntüden ya da ilişkilerindeki doyumsuz-
luktan yakınm aktaydılar. Kendilerine verdikleri değer çevrelerin­
deki insanların tepkilerinden kolayca etkilenebiliyordu. Kohut,
klinik çalışm aları sırasında, ego psikolojisinin sunduğu yapısal
modelin bu insanların sorunlarını anlam ada ve rahatlatm ada ye­
terli olamadığını giderek fark etmeye başlam ıştı.
Kohut bu hastaların iki tür transferans geliştirdiğini gözlem le­
mişti: m irror transference (ayna transferansı) ve idealizing transfe­
rence (idealize ederek transferans).
Ayna transferansında hasta sürekli terapistinin onayını ve be­
ğenisini arar. Bu arayış, çocuğun, ilgi çekme gösterilerine karşılık
annesinin gözlerinde bir pırıltı aram asını andırır. K ohut'a göre,
anneden gelen onaylayıcı tepkiler normal bir gelişim için büyük
önem taşır ve çocuğun kendisine değer verebilm esini sağlar. An­
ne mirroring tepkileri verm ediğinde, çocuk, bütünlük duyusunu
sürdürmede ve kendine olan saygısını korum ada güçlük çeker.
Bütünlüğünü koruyam ayan çocuk um utsuzluk içinde kusursuz
olmaya ve "perform ansı" ile ebeveynini etkilem eye çalışır. Teda-
viye gelen bir yetişkin de ayna transferansı geliştirdiğinde, "tera­
pisti için perform ans" göstererek ondan onay alabilm e çabalarına
girebilir.
Idealize ederek transferansta, tedaviye gelen kişi, terapisti sı-
rursız gücüyle rahatlatan ve iyileştiren bir varlık olarak yaşar.
120 PSİKANALİZ VE SONRASI

Ayna tepkisini zaten alam ayan çocuğun, anneyi idealize etm e ih­
tiyacı da karşılanam am ış olabilir ya da anne idealize edilebilecek
biri olm ayabilir. Böylesi bir geçmiş yaşantı, idealize etme ihtiyacı­
nın tedavi ortamında terapiste yöneltilm esine neden olur.
Bu iki transferans türü, çocukluğun ilk dönem lerindeki yeter­
siz ebeveyn desteği sonucu oluşan dağılm a eğilim ine karşı geliş­
tirilmiş çabalardır. Kohut, yapısal modelin ve çatışma olgusunun,
ayna tepkisi ve idealize etm e gibi narsisistik ihtiyaçları açıklam a­
da yeterli olmadığı görüşündedir. Üstelik klasik psikanaliz uygu­
lamalarında, tedaviye gelen kişinin narsisistik eğilim lerinin üste­
sinden gelerek diğer insanların ihtiyaçlarıyla ilgilenm esinin bek­
leniyor olması zararlı sonuçlar bile verebilm ektedir. Kohut'a gö­
re, ihtiyaç duyulan destek sağlandığında,narsisistik şişme gerçek­
çi am açlara dönüşebilir ve idealize edilen terapist imgesi, geçm iş­
te ihtiyaç duyulmuş olan idealler ve değerlerin karşılığı olarak iç­
leştirilir. Üstelik self psikolojisinde tedavinin am acı benlik
bütünlüğünü koruyabilm eye yöneliktir ve tedavi edilen kişinin
insanları sevebilm e yeteneğini geliştirm esi kesin bir beklenti de­
ğildir (1977).
Selfobject terimi, Kohut tarafından, kişinin mirroring ve idealize
etme ihtiyaçlarını yönelttiği ya da bu ihtiyaçları karşılayan insan­
ların rolünü tanım lam ak am acıyla kullanılm ıştır. Benliğin gelişi­
mi ve zenginleşmesi yönünden diğer insanlara, ayrı varlıklar ola­
rak değil, benliğin bu ihtiyaçlarını karşılayacak ve besleyecek ob­
jeler olarak bakılabilir. Güven verici ve destekleyici rolleriyle,
"selfobje" denilen bu kişiler insan olm aktan çok işlev olarak nite­
lendirilebilirler.
Kohut, ölüm ünden sonra yayım lanan son kitabında (1984) sel-
fobjelere duyulan ihtiyacın öm ür boyu sürdüğünden ve diğer in­
sanlardan gerçek anlam da ayrım laşm anın yalnızca bir mitos ol­
duğundan söz eder. Kendim ize verdiğim iz değeri sürdürebilmek
için hepimiz diğer insanlardan onay ve anlayış bekleriz. Gelişip
olgunlaştıkça, arkaik selfobjeler giderek terk edilir ve daha uy­
gun selfobjeler kullanılm aya başlanır.
Kohut Oedipus kom pleksine ego analistlerinden daha az
önem verir. Kohut'a göre Oedipus çatışması, gelişim in daha ön­
ceki dönem lerinde yaşanan self-selfobje ilişkilerindeki aksaklıkla­
PSİKANALİTİK KURAMLAR 121

rın artık ürünlerinden başka bir şey değildir. Eğer anne çocuğun
selfobje ihtiyaçlarını gereğince karşılam ışsa Oedipus kompleksi
de sorunlara neden olmadan aşılabilir. Self psikolojisine göre te­
mel anksiyete "dağılm a anksiyetesi"dir. İnsanın, selfobje tepkile­
rinden yoksun kalm ası sonucu dağılacağı ve psikolojik ölümüyle
yüzleşeceği korkusunu tanımlar. Self psikolojisine göre, uyuştu­
rucu kullanım ı, cinsel davranış sapm aları, yem ek yem e nöbetleri
gibi birçok belirti davranışı, kastrasyon anksiyetesinden kaynak­
lanan nevrotik çatışm aların ürünü olm ayıp, dağılma eğilim inde
olan benliğin iç uyumunu ve bütünlüğünü korum a ve sürdürme
amacıyla alınm ış acil önlem lerin anlatımıdır.
Bölüm: 2
A L F R E D A D L E R V E B İR E Y S E L P S İK O L O Jİ

Psikanalitik ekolün ortaya çıkışından bir süre sonra, libido ku­


ramını norm aldışı davranışların temel nedeni olarak kabul etm e­
yen öğrencileri, Freud'dan ayrılarak kendi kuram larını ve tedavi
yöntemlerini geliştirdiler. Çocukluk cinselliğine karşı insan benli­
ğine ve ilişkilere önem veren bu yeni görüşlerin oluşturduğu iki­
cilik (dichotom y), gerçekte yapay bir farklılık olm akla birlikte,
çağdaş psikiyatrik düşüncedeki varlığım bugün de sürdürm ekte­
dir.
Yirm inci yüzyılın başlarında, Freud'un evinde her hafta topla­
narak psikanalizin bulgularım coşkuyla tartışan genç hekim lerin
en seçkinlerinden biri Alfred A dler'di. Bu gruptan ayrılarak yeni
bir ekol kuranların ilki de o olmuştur. Ancak bu kopmada kişisel
etmenlerin de önem li payı vardı. Freud, olayı bir baba-oğul ya­
rışması olarak nitelem iş, Adler ise kendi kuram ına uygun bir bi­
çimde, büyük ve küçük kardeşler arasındaki çatışm a olarak yo­
rumlamıştır. Bu ayrılm anın her ikisi üzerinde bazı olumsuz etki­
leri de olduğu söylenebilir. Adler, Freud'un öğretisini eleştirirken
aşırılığa kaçm ış, örneğin, libido kuram ının tümünü ve bilinçdışı
süreçlere ilişkin görüşlerin çoğunu geçersiz saym ıştır. Buna karşı­
lık Freud, A dler'in başkaldırısının etkisinde kalarak, kuramının
bu yönleri üzerinde inatla direnm iş ve bu tutumu, büyük bir ola­
sılıkla, görüşlerine sonradan bazı esneklikler getirebilm esini en­
gellemiştir.
Freud'un psikiyatri alamnda kullandığı veriler biyolojik kö­
kenlidir. Her ne kadar psikanalitik kuramda, ana-baba, aile ve
toplum öğelerine yer vermişse de, bu öğelerin farklı tiplerinin
egonun gelişimi üzerindeki etkilerini gereğince vurgulamamış,
cinselliğe daha fazla önem tanımıştır.
124 PSİKANALİZ VE SONRASI

Oysa, Adler kuramına göre kişilik, bireyin kendisine, diğer in­


sanlara ve topluma karşı geliştirdiği tutumların ürünü olarak ge­
lişir.
Adler'in psikiyatri alanına yapm ış olduğu katkılar İkinci Dün­
ya Savaşı'ndan sonra giderek artan bir önem kazanm ıştır. Bunun
başlıca nedenlerinden biri, kişilerarası ilişkileri ve diğer toplum ­
sal etmenleri, insanın kendi hakkında geliştirdiği im genin temel
belirleyicisi olarak tanım lanm ış olmasıdır. Ayrıca Adler, günü­
müzdeki psikoterapi teknikleri arasm da giderek artan bir ilgi
toplayan fenom enolojik yaklaşım ın öncüsü olarak da çağdaş ol­
ma niteliğini korum aktadır. Geliştirdiği kavram lara diğer araştı­
rıcıların yazılarında da rastlanır, davranışın işleyiş biçim ine iliş­
kin görüşleri günümüzdeki klinisyenlerin sözlerinde yinelenir.
Ne var ki, günlük klinik yaşantıya girmiş olan bu kavram larm
Adler'e ait olduğu çoğu kez hatırlanm az bile. Aşağılık ve güven­
sizlik duyguları, kardeş kıskançlığı, tek çocuk, ödünleyici davra­
nış, empatik anlayış gibi kavram lara, psikiyatri alanmda çalışan­
ların yanı sıra, halkın günlük konuşm asm da da rastlanır.
Bazı yazarlara göre, A dler'in halk üzerindeki etkisi psikiyat-
ristler arasında oluşturduğu etkiden daha güçlü olmuştur. Adler,
sürekli olarak halka açık konferanslar düzenlem iş, düşünceleri­
nin okullarda, kiliniklerde ve çocuk m ahkemelerinde uygulana­
bilmesi için çaba gösterm iş, görüşlerinin sokaktaki adam ın diline
de yerleşm esi için özenle çalışm ıştı. Bu nedenle, A dler'in kavram ­
ları halk tarafından kolay anlaşılabilm iş ve kullanılabilm iştir. Ad­
ler'in iyim serliği ve davranışı olumlu yönleriyle ele alışı, geliştir­
diği kuramın bir diğer çekici yönü olmuştur. Freud'un karam sar­
lığına ve insanı yıkıcı bir varlık olarak niteleyen görüşlerine karşı
çıkan birçok kişi, Adler'in, insanı, çeşitli durumlara uyabilm e ye­
teneği olan, olağanüstü işleri başarabilen, insanlığın yücelmesi
için yaratıcı ve yapıcı çabalar gösteren bir varlık olarak tanımla­
masını içtenlikle kabullenm iştir.
Alfred Adler 1870'te V iyana'nm bir banliyösünde, altı çocuklu
bir ailenin ikinci evladı olarak dünyaya geldi. Bir tahıl tüccarı
olan babasının geliri ailenin oldukça iyi koşullar içinde yaşam ası­
nı sağlamıştı. Adler anılarında, annesiyle ve kendisinden büyük
olan erkek kardeşiyle uyuşam adığm dan ve çocukluk günlerinde­
ALFRED ADLER VE BİREYSEL PSİKOLOJİ 125

ki yoğun spor çalışm alarından söz eder. Ç ocukluk dönem inde


geçirdiği önem li bir hastalık sonradan A dler'in tıp öğrenim ine
yönelm esinde başlıca etm en olm uştur. 1895'te V iyana Üniversite-
si'nden mezun olan Adler, önce göz hastalıkları dalında uzman­
laştı, ancak sonra genel tababette çalıştı ve en sonunda psikiyatri­
yi seçti. 1897'de evlendi ve dört çocuğu oldu.
1902 yılında V iyana'da yayım lanan bir gazetede, Freud'un rü­
yalar konusundaki m onografi kıyasıya eleştirilm işti. Buna karşı
Freud'un görüşlerini içtenlikle savunan bir karşıt eleştiri yazan
Adler, böylece Freud'un ilgisini çekm iş oldu. Freud, onu psikana-
litik gruba katılm aya çağırdı ve aralarındaki on dört yaş farka
rağmen iki hekim arasında kısa sürede yakın bir dostluk kurul­
du.
Freud'un da desteğiyle Adler kısa sürede Viyana Psikanaliz
Derneği'nin liderlerinden biri oldu. Freud, bazı hastalarım Ad-
ler'e yolladığı gibi, onu kişisel doktoru olarak da atadı. Bu dö­
nemde Adler, Freud'un geliştirdiği güdü psikolojisine önemli
katkılar yapan bir dizi m akale yazdı ve Psikanaliz D em eği Baş­
kanlığı için Freud'un halefi seçildi. Ne var ki, giderek A dler'le
Freud arasında önem li görüş ayrılıkları belirdi ve bu durum her
iki.tarafı da zorlam aya başladı. Sonunda, Psikanaliz Derneği bir
dizi toplantı düzenleyerek Adler'in görüşlerini dinleyip tartışma­
ya karar verdi. Üçüncü toplantının yapıldığı 1 Şubat 1911 günü
Adler ve Freud görüşlerinin birbirine tüm den karşıt düştüğünü
fark ettiler. Bu olay üzerine Adler, dernekten çekilm eye karar
verdi ve onunla birlikte on üye daha dernekten ayrıldı.
Bu ayrılışı izleyen yıl içinde Adler görüşlerini Bireysel Psikoloji
başlığı altında topladı, kendi adını taşıyan bir dernek kurdu ve
bir dergi yayım lam aya başladı. Daha sonraki yıllarda, Birinci
Dünya Savaşı süresince Avusturya ordusunda doktor olarak gö­
rev yaptığı sürenin dışında, Alfred Adler yoğun bir biçim de çalış­
tı, konferanslar verdi, m akaleler yazdı ve O rta A vrupa'nın çeşitli
kentlerinde Bireysel Psikoloji dem eklerinin kurulm asına katkıda
bulundu. Savaştan sonra bu dem ekler giderek gelişm iş ve Hit-
ler'in ortaya çıkışından az önce sayıları otuz dördü bulmuştu.
1925'ten başlayarak birçok kez gittiği A m erika'ya 1935 yılında
yerleşen Adler, Long Island Tıp K oleji'nde M edikal Psikoloji Pro­
126 PSİKANALİZ VE SONRASI

fesörü olarak çalışm aya başladı. Oradaki ders ve konferanslarının


yanı sıra, yeni yapıtlar verdi ve özel klinik çalışm alarını sürdür­
dü (*). Adler, 1937'de dizi konferanslar verm ek için gittiği îskoç-
ya'da 67 yaşında öldü.
Adler çevresindekiler tarafından olağanüstü enerjik, insan
davranışlarına gösterdiği ilgi ve çalışm alarında yorulm ak bilm e­
yen bir kişi olarak tanım lanm ıştır. "O rtalam a insan"a karşı duy­
duğu ilgi yazılarının çoğunda belirgindir. Ö ğrencilik yıllarından
başlayarak, yaşam ı boyunca toplum sal sorunlara eğilm iş ve üni­
versiteden mezun olduktan sonra V iyana'nm yoksul bir m ahalle­
sinde çalışm ayı yeğlem işti. O dönem de A vusturya'da reformcu
bir grup olan sosyal-dem okratların çalışm alarına da katılan Ad­
ler, eğitimde reform ve çocuk yetiştirm e yöntem lerinin geliştiril­
mesi gibi konularda etkin çalışm alar yapmış, insam n basm akalıp
ölçütlerle değerlendirilm esine karşı çıkan yazılar yazm ıştır.
Toplumsal sorunlara karşı geliştirdiği tepkici tutumlarına kar­
şın Adler, eğlenceyi ve toplulukları seven, müziğe ve yemeğe
düşkün, sıcak ve candan bir insan olarak tanımlanır. O rtalam a in­
sana karşı duyduğu ilgi nedeniyle, geliştirdiği kavram lara halkın
da anlayabileceği bir anlatım biçim i aram ış ve bu konuda gerçek­
ten de başarıya ulaşmıştı.
Adler, insan davranışlarının kişinin kendi içsel yaşantılarının
çözüm lenm esiyle açıklanabileceğine inanm ıştı. Ona göre, davra­
nışların ortaya çıkış nedenleri bireyin çevresindeki olaylarda
aranmamalıdır. Davranışlar o anda kişinin "derisinin altında" ya­
şanan olayların ürünü olarak ortaya çıkar. İnsamn bedeni içinde
gelişen bu öznel yaşantıların başlıca belirleyicileri, o kişinin de­
ğer yargıları, geliştirm iş olduğu tutumlar, ilgi alanları ve düşün­
ce biçim leridir. Dolayısıyla, bu insanın gerçeği yorum lam a biçi­
mini yansıtan düşünceler davranışlarının başlıca belirleyicileri­
dir. Bir başka deyişle, davranışların oluşumunda, çevredeki "ger­
çek" olaylardan çok, bireyin onları nasıl gördüğü ve yorum ladığı
önemlidir.

(*) A dler yaşam ı boyunca say ılan 100'ü bu lan kitap ve m akale yazm ıştır. 1927'de
yayım lanan "Bireysel Psikolojinin U ygulanm ası ve K uram ı" adlı kitabı Ad-
ler'in kişilik kuram ını en iyi yansıtan örnektir.
ALFRED ADLER VE BİREYSEL PSİKOLOJİ 127

Gerçekte Adler, nesnel etm enlerin rolünü tümden reddetme­


miştir. Doğuştan var olan gizil güçlerden, organ eksikliği karma­
şasından ve çocuk yetiştirm e yöntem lerinden söz ederken bunla­
ra da değinm iştir. Ancak, sakat bir bacak, yoksulluk, aşırı ceza­
landırıcı ana-baba tutumları gibi nesnel olaylar değerlendirilir­
ken asıl önem li olan, bireyin bu durum lara karşı hangi tepkileri
geliştirmiş olduğudur.
Bireyin davranışlarına yön veren düşünceler, çevresindeki
gerçek olayların sim gesel tem silcileridir. Bu düşünceler onlara
ilişkin olaylarla özdeş değildir, "gerçek" olm aktan çok "im gelem -
sel"dir; dünyada inananların sayısı kadar inançlar vardır. Çoğu
inanç gerçeğe oldukça yakındır; ancak inançlardaki "yanılgı" ora­
nı nevrozun belirleyicisi olur.
Bir olaya ilişkin düşünceler o olayın soyutlaşm ış biçim i oldu­
ğundan, yanılgı da olağan bir sonuçtur. Ama insan yine de bu
düşünceler aracılığıyla çevresindeki olaylarla baş edebilir.
İnsan bu kavram ları, yaşam kargaşası içinde yolunu bulabil­
mek için yaratır. Kendisine özgü ve im gelem inin ürünü olan bu
düşünceler, yaşam ının am açlarını saptar, duygu ve davranışları­
nı da bu am aca doğru yönlendirir. A dler bunun için imgelemse!
amaç (fictional goal, fictional finalism ) terim ini kullanır. Bu kavra­
ma göre, davranışlar insanın geleceğe yönelik am açlan tarafın­
dan belirlenir. Terapist, kişinin am açlarını bilirse onun hangi
davranışları göstereceğini önceden kestirebilir. A dler'in burada
tanımladığı, nesnel bir gelecek olmayıp, kişinin o anda var olan
geleceğe yönelik düşünce ve beklentileridir.
Adler, insanın en önem li ayırıcı niteliğinin, bütünlüğünü ve
özgünlüğünü gerçekleştirm e ve sürdürm e eğilim i olduğu görü­
şünü savunm uş olan ilk araştırıcıdır. İnsan, arada bir uygunsuz
ve sapkın tepkilerde bulunsa da, davranışlarında belirli bir tutar­
ağı sürdürm ek için çaba gösterir. Algılar, düşünceler, düşler, ey­
lemler ve nevrotik belirtiler, A dler'in sonradan yaşam biçimi adını
verdiği içsel bir sistem le ilişki durum undadırlar. Kişinin alışılmış
davranış örüntüleri, b ir başka deyişle yaşam biçim i, genel bir
amaca ulaşabilm ek için geliştirilir. Yaşam biçim i her insanın tek
ve özgün olduğunu açıklayan bir ilkedir. Yaşam biçim i yaklaşık
128 PSİKANALİZ VE SONRASI

dört ya da beş yaşlarına kadar oluşur ve sonraki yaşam bu biçime


uygun olarak sürdürülür (Adler, 1963). İnsan sonraki yaşam ının
kendine özgü yaşantı biçim lerine anlatım bulabilm ek am acıyla
yeni yollar geliştirebilirse de, genellikle, bunlar ilk yaşlarda olu­
şan temel biçim in uzantıları niteliğindedir.
Adler, insan davranışlarının, yaşam ın ilk gününden başlaya­
rak, toplumsal bir yapı içinde geliştiğini vurgular. Aile içinde do­
ğan çocuğun, anne ve diğer aile üyeleriyle çok yakın ilişkiler ge­
liştirmesi kaçınılmaz bir durumdur. Çocuğun çevresindeki insan­
ların oluşturduğu koşullar, sonradan geliştireceği davranış örün-
tülerinin belirlenm esinde önemli bir rol oynar. Çağdaş toplum
öylesi bir düzendir ki, yetişkin bir insanın davranışları çevresin­
deki diğer kişilerin davranışlarıyla iç içe geçişm iş bir durum da­
dır. Kimse kendisini bu düzenden soyutlayam az ve düzen, her
insanın öğrenm esi gereken ve "hangisini oynayacağı önceden be­
lirlenen oyunun kuralları"na göre işler. Dolayısıyla, insan davra­
nışları ancak toplum sal içeriğiyle birlikte incelenebilir. Bundan
ötürü Adler, Bireysel Psikoloji'yi bir sosyal psikoloji kuramı ola­
rak nitelendirm iştir. Bireysel Psikoloji, insanın toplum sal davra­
nışlarını vurgular ve onun kişilerarası ilişkilerde gösterdiği tepki­
lere öncelikle önem verir.
Bireysel psikolojide veriler, incelem e konusu olan insanın öz­
nel dünyasından toplanır. Dolayısıyla, Adler'in davranışları ince­
leme yöntem i, kişiyi, algıları, düşünceleri, amaçları ve diğer öz­
nel tepkileri üzerinde konuşm aya yöneltm e biçim indedir. Bu
yöntem, günüm üzde sözü çok edilen fenom enolojik yaklaşımla
özdeş niteliktedir. Adler, insanı incelerken, onun olayları nasıl al­
gıladığına ve diğer insanlarla ilişkilerinde kendisini nasıl değer­
lendirdiğine önem verm iştir. Dolayısıyla davranışı incelem ede iz­
lenecek yöntem de asal olan, gözlem cinin kendi algıları değildir.
Davranışları çözüm lem e durum unda olan kişi öznel gözlemci
durumunda olm alıdır. Bu ise empati yoluyla gerçekleştirilebilir-
Bir başka deyişle, gözlemci, olayları kişinin onları gördüğü gözle
görmeye, kendini onun yerine koyarak düşünmeye, hissetmeye
ve davranmaya çalışm alıdır. Adler bunu, "onun gözleriyle göre'
bilmeli, onun kulaklarıyla işitebilm eliyiz" sözleriyle dile getirir
(Adler, 1963).
ALFRED ADLER VE BİREYSEL PSİKOLOJİ 129

ORGAN EKSİKLİĞİ, EKSİKLİK (AŞAĞILIK) DUYGUSU


VE ÜSTÜNLÜK ÇABASI

Her insan belirli biçim de işleyen bir fizik yapıyla dünyaya ge­
lir. Ancak, insanlar fizyolojik donanım yönünden farklılıklar gös­
terirler. Adler bu farklılıkları, zekâ gerilikleri dışında, fazla
önemli bulmaz. Ona göre, her insan kendisi için gerekli olan her
şeyi yapabilir, farklılıklara karşın önemli olan, bireyin kendi do­
nanımıyla neler yapabildiğidir. A dler bu görüşlerini açıklarken,
bedensel eksiliği olan kişilerin durumunu sıklıkla vurgulam ış, or­
gan eksikliği başlığı altında, doğuştan var olan çeşitli sakatlıklara
geliştirilen tepkileri incelem iştir.
Konjenital kalp hastalıkları, kısa boyluluk, ileri oran da görme
bozuklukları, fizyonom ik kusurlar, bazı hastalıklara yapısal eği­
lim vb. durum lar çoğu kez kalıtsal kökenlidir ya da doğuştan
vardır. A dler'e göre önem li olan, böyle bir bedensel ku surun bi­
yolojik niteliğinden çok, kişinin bu durumu nasıl karşıladığı ve
onun yaşam ını nasıl etkilediği hususudur. Organ eksikliğine kar­
şı yapıcı tepki geliştirm iş kişiler arasında, kekem eliğini ödünlem e
çabası sonucu ünlü bir konuşm acı olan Dem osten, aksayan baca­
ğına karşın spor tarihine olağanüstü başarılarla geçm iş olan ünlü
koşucu Nurmi sayılabilir. Buna karşılık, örneğin bazı kekem e ki­
şiler, bu özürlerini, eksikliklerine karşı geliştirdikleri saygınlık
kazanma düşlerini sürdürebilm e am acıyla kullanırlar. Böyle bir
kişi, eğer kekem e olm asaydı ne denli üstün bir varlık olabileceği­
ni düşler. Bu düş, özürünün yarattığı eksiklik duygularını ödün-
lemede ona yardım cı olur.
Freud ve izleyicileri kekem eliği, id'den gelen içgüdüsel dürtü­
lerin ağız bölgesinde doyum aram ası sonucu oluşan ruhsal bir
davranış örüntüsü olarak açıklar. A dler için bu tür bir işlevsel ku­
sur ancak, yukarıdaki örneklerde belirtildiği gibi, saygınlık ka­
zanma çabasında ya da eksiklik duygularının ödünlem esinde bir
°dak noktası haline geldiği zam an önem kazanır. O d ak noktası
her zaman Dem osten örneğinde olduğu kadar bilinçli değildir.
Bilinçdışında okula gitm ekten korkan bir çocuk, sabahları kusabi­
lir/ çünkü m idesi onun en zayıf organıdır. Freud'un izleyicileri
Böyle bir olguyu bir savunm a m ekanizm ası türü olarak yorum-

PS9
130 PSİKANALİZ VE SONRASI

Iar. Adler ise aynı olayı ruhsal bir gerilim durum unun zayıf bir
organda yansım ası olarak değerlendirir.
Adler ayrıca, "organların dilinden" söz eder. Örneğin, kusma
durumları, çocuğun çoğu kez farkında olm adığı ve kabul etm edi­
ği korkunun bir anlatımıdır. Böyle bir çocuğun m ide sorununu
sürekli bir belirti durumuna getirm esi ya da getirm em esi, onun
yaşama karşı geliştirdiği genel tutumuna bağlıdır. Burada önemli
olan, çocuğun bedensel zayıflığından çok, duruma geliştirdiği
tepkidir.
Çocuk, güçlü yetişkinler arasında yaşayan çaresiz bir varlıktır.
İnsan doğa güçlerine, hatta bazı hayvan türlerine oranla da zayıf
bir varlıktır. Bundan ötürü, her insanın varoluşunda eksiklik
duygusu bulunur. İnsan, çocukluk dönem lerindeki durumu ve
sonraki yıllarda da evrenle olan ilişkisinden ötürü yaşam ına nor­
mal bir çaresizlik içinde başlar. Yaşam ı boyunca, daha önce kendi­
sine egemen olan insanlar ve doğal güçler üzerinde üstünlük kur­
mak ve gücünü kanıtlam ak için çaba gösterir. Bir başka deyişle,
"kusursuz", bir varlık olm aya çalışır. Freud da yaşam ının ilk dö­
nemlerinde çocuğun kendini çaresiz hissettiğinden söz eder. A n­
cak, Adler'e göre bu durum, sonraki yaşam daki davranışların te­
mel belirleyicisidir. Çocukluk dönem inin çaresizliği, insanda nor­
mal olarak var olan eksiklik duygusunun ve bu duygunun sonucu
ortaya çıkan üstün ve kusursuz olma güdülerinin biyolojik köke­
nidir.
Adler her insanın yaşam ına "yoğun eksiklik duygulaıı"yla
başladığı görüşünü savunur. Bu duygular evrenseldir, herkeste
vardır ve bundan ötürü "norm al" sayılm alıdır. Bu duygular de­
ğişmez ve bireyin ölüm üne dek varlığını sürdürür.
Birçok insan böyle bir duygunun varlığını kabul etmek iste­
mez. Çünkü, eksiklik toplumsal ölçütlere göre arzu edilm eyen bir
durumdur. Ne var ki, insan kendisiyle ilgili değerlendirm e yaptı­
ğı durumlarda eksiklik duygularıyla yüzleşmek zorunda kalır-
Benzer değerlendirm eler ve bunun sonucu yaşanan duygular ço­
cuk için de söz konusudur. Eksiklik, can sıkıcı bir duygu olmakla
birlikte, olumlu bir acıdır da. Boşalım arayan bir gerilim durumu­
na benzer. Özetle, eksiklik duygusu (1) insanın kendisini yetersiz
ALFRED ADLER VE BİREYSEL PSİKOLOJİ 131

bir varlık olarak algılaması ya da düşünm esi ve (2) buna eşlik


eden gerginlik ya da tedirginlik gibi olum suz duygulardan olu­
şur. Eksiklik bazı durum larla yüz yüze gelindiğinde fark edilir ve
davranışları güdüleyen bir güç olarak bireyin eylem e geçmesini
sağlar.
Doğadaki tüm varlıklar "eksi bir durum "dan "artı bir du-
rum "a geçm ek için sürekli çaba içindedirler. A dler (1964) bu du­
rumu eksiklikten kurtulma çabası ya da üstünlük çabası olarak adlan­
dırm ıştır. "Ü stünlük çabası", "eksiklik duygusu"nun doğal bir
sonucudur. Eksiklik duygusu, insanlarda yarattığı hoşnutsuzluğa
karşın yaşanm ası kaçınılm az bir olgudur. Üstelik, insanın yaşa­
mını sürdürebilm esi ve gelişebilm esi için zorunludur. İnsan so­
ğuktan rahatsız olduğu için bedenini koruyacak giysi ve barınak­
lar yapm ış, hastalık ve ölüm den korktuğu için tıp bilim ini geliş­
tirmiştir. Bir yandan kendisini tedirgin eden eksiklik duyguların­
dan kaçınm ası, öte yandan toplumsal ilgi gibi olumlu duyguları­
na anlatım araması, insanın sürekli bir gelişm e içinde olmasının
temelini oluşturm uştur.

YARATICI GÜÇ, TOPLUMSAL İLGİ,


YÜREKLİLİK VE SAĞDUYU
Adler, insanın bazı gizilgüçlere sahip olduğu ve bunların ya­
şam boyu giderek etkinlik kazandığı görüşündedir. Bu gizilgüç-
leri sistem atik bir biçim de incelem iş olan Adler, bunları iki ana
grupta toplam ıştır: (1) Yaratıcılık, toplum sal ilgi, yüreklilik ve
sağduyu gibi genel birim ler; (2) algılam a, öğrenm e, bellek, dik­
kat, düşleme, duygu ve eylem gibi sınırlı birim ler. Adler yazıla­
rında özellikle birinci gruptaki kavram lan incelem iştir.
İnsan, bebek ve çocuk da dahil, dış dünyadan gelen uyaranlar­
dan edilgin bir biçim de etkilenen ya da kendi içinde oluşan dür­
tülerin tutsağı olan bir varlık değildir. A dler'e göre insan, kendi
algılarını, eylem lerini, düşüncelerini ve görüşlerini oluşturma ve
biçimlendirme konusunda doğuştan yeteneklidir ve yarattığı
kavramlar, kendisini ve dünyasını anlam lı bir biçim de temsil
ederler. Adler, insanın bu yeteneğini yaratıcı gü ç olarak adlandır­
mıştır.
132 PSİKANALİZ VE SONRASI

A dler'in toplumsal ilgi adını verdiği davranışlar dizisi, normal


bir insanın uyum yapabilm esi için kesinlikle zorunlu bir öğedir.
Bu tür davranışların geliştirilm ediği durum larda kişilik bozuklu­
ğu söz konusudur. Adler'in toplumsal ilgi kavram ını çok iyi işle­
miş olduğu söylenem ezse de yazılarından derlenebilenler aşağı­
daki biçim de özetlenebilir.
Toplumsal ilgi doğuştan var olan bir yetenektir ve toplum sal
ortam içinde kendiliğinden ortaya çıkar. Toplum sal ilgi belirtileri
ilk kez çocuğun annesiyle ilişkisinde gözlemlenir. Başlangıçta ol­
dukça ilkel biçimde olan bu eğilim, çocuk büyüdükçe birbirini iz­
leyen gelişme dönem lerinden geçer ve yetişkin yaşam a ulaşıldı­
ğında, "yaşam felsefesi"nin de oluşm asıyla, karm aşık bir biçim
alır. Toplumsal ilginin ilk belirtileri, çocuğun birinci yaştan itiba­
ren çevresindeki insanlara sevgi ve yakınlık tepkileri gösterm esi,
daha sonraki yıllarda oyuncaklarını diğer çocuklarla paylaşması,
ana-babasma yardımcı olm aya çalışm ası gibi davranışlarda görü­
lür. Adler'e göre, insan aslında dost ve yardım sever bir varlıktır.
Benmerkezcilik, çocuğun çevresiyle etkileşim inde "öğrenm ediği"
kusurlu bir davranıştır.
Sevgi gösterilerine annenin ve diğer aile üyelerinin karşılık
verm esiyle çocukta bu tür tepkiler giderek artar ve zenginleşir,
çocukla çevresindeki insanlar arasında karşılıklı bir sevgi bağı
oluşur. Çocuk bu yetişkinleri sevdiği için, onların konuşm alarını
dinler, davranışlarını gözler, onların düşüncelerini ve eylem lerini
örnek alır ve onlarla dost olabilm ek için çaba gösterir. Çevresiyle
ilişkileri uyum içinde gelişirse, çocuk, bir yandan diğer insanlarla
sevgi alışverişini geliştirirken, diğer yandan algılamayı, düşün­
meyi, davranışlarını yönelteceği am açlan saptam ayı öğrenir. Her
iki davranış grubu birlikte ve birbiriyle ilişki durum unda gelişir.
Adler'in diliyle, eksiklik duygusundan kurtulma çabası ve top­
lumsal ilginin gelişimi birbirini tam am layıcı öğelerdir. Böylece ço­
cuk, başarılar kazanır ve engelleri aşarken bunları, yalnız kendisi­
nin değil, diğerlerinin de yararlanabileceği biçim de gerçekleştirir;
amaçlarına ulaşma yöntem lerini diğer insanlara zarar verm eye­
cek bir biçim de seçer; toplum un onaymı yitirm eden üstün olabil­
menin yollarını arar. Gerçek üstünlüğe, yıkıcı olm adan ve diğer
insanlarla sevgi ilişkisini geliştirerek ulaşılabileceğini öğrenir.
ALFRED ADLER VE BİREYSEL PSİKOLOJİ 133

A dler'e göre, toplumsal duygunun eksikliği ya da yokluğu


normaldışı davranışların temel belirleyicisidir. Çevresi tarafın­
dan söm ürülen ve itilen çocuk diğer insanlara karşı sevecenlik
geliştirmediği gibi, am açlarını da diğer insanların çıkarlarına
karşıt bir biçim de tasarlar. Örneğin, bir insan toplum sorunlarına
çözüm getirebilm e isteğiyle politikaya atılabilir, bir diğeriyse ay­
nı atılım ı insanlar üzerinde ezici bir üstünlük kurm ayı am açlaya­
rak gerçekleştirir. A dler'e göre böylesi bir bencillik, Freud'un sa­
vunduğu gibi, biyolojik bir gerçek olm ayıp, toplum sal bir geli­
şim kusurudur. Sevgi duygusunun doğal gelişim inin engellene­
bilmesi için çocuğun oldukça aşırı bir baskı altında kalm ış olm a­
sı gerekir. Psikolojik tedavide engeller kaldırılabildiği oranda, in­
sanda doğal olarak var olan bu eğilim kendiliğinden ortaya çı­
kar.
Adler, her insanda sevgi duygusunun var olduğunu, ancak
oranının bir kişiden diğerine farklı olabileceğini savunur. Bir in­
sanın toplum sal ilgisi yalnızca kendi aile üyeleri ve yakın dostla­
rıyla sınırlanabildiği gibi, tüm insanlığı, hatta hayvanları, bitkile­
ri ve bazı cansız nesneleri de kapsayabilir. însan doğuştan eksik
bir varlık olduğu için ancak elverişli koşullarda ve özellikle diğer
insanların yardım ıyla yaşam ını sürdürebilir. Bir çocuk ana-
babasız, bir yetişkin toplum olm adan varlığını sürdürem ez. Kişi­
sel ve toplum sal, amaçlarına "d iğer insanlarla birlikte" ulaşabile­
ceği yolu bulabilm ek, insanın doğal eksikliğine karşı geliştirebile­
ceği en sağlıklı ödünlem edir.
Adler her norm al insanda yüreklilik ve sağduyunun geliştiğini
savunur. N orm aldışı davranışlar gösteren kişi, bu niteliklerden
yoksundur, ama başarılı bir tedavi sürecinde bu yetenekler geliş­
tirilebilir. A dler'e göre, yüreklilik, kişinin am açlarını diğer insan­
ların çıkarlarına ve ihtiyaçlarına yönelik bir biçim de gerçekleşti­
rebilmesidir. A dler sağduyu sözcüğünü, konuşm a dilinde alışıla­
gelmiş yüzeysel anlam ından farklı, Freud'un "gerçeklik" kavra­
c ın ın karşılığı olarak kullanm ıştır. Ona göre sağduyu, kişinin
kendisinin ve diğer insanların ortak am açlarına uygun düşen de­
ğer yargıları geliştirebilm iş olm asını tanımlar. Sağduyuyla ger­
çekleştirilen çözüm ler daima toplumun çıkarlarını da içerir. Sağ­
duyudan yoksun insan, kendisini ve dünyayı yalnızca kendi ba­
134 PSİKANALİZ VE SONRASI

kış açısından görür, kendi çıkarlarına yönelik am açlardan başka­


sını düşünemez.
Adler'in tanımına göre sağlıklı bir insan, varoluşunun getirdi­
ği sorunlara güvenli ve gerçekçi bir biçim de yaklaşır. Yenilgiden
korkmadığı için karşılaştığı durum lardan ve kendisiyle ilgili ger­
çeklerden kaçmaz, içsel çaresizliği ve dış güçlükler onu yapıcı ça­
balara yöneltir. Buna karşılık, benzer koşullar içinde olan sağlık­
sız bir insan gereken çabayı göstereceği yerde yanıltıcı düşlere sı­
ğınır. Güçlükleriyle yüzleşm em ek için kendi zihninde kurmuş ol­
duğu yapay üstünlük dünyası ile gerçek dünya arasındaki uzak­
lık giderek büyür. A dler'in tedavi yaklaşımında hastanın bu açığı
kapatabilm esine yardım cı olunur, büyüklük düşlerini terk ederek
sorunlarına gerçekliğe uygun çözüm ler araması beklenir.

AİLE VE KÜLTÜRÜN ROLÜ


Adler, çevrenin birey üzerindeki etkilerini tartışırken, özellik­
le aile üzerinde durm uştur. O da Freud gibi, yaşam ın ilk beş yılı­
nın ve bu süredeki aile içi ilişkilerin kişilik özelliklerinin belirlen­
mesinde büyük önem taşıdığına inanmıştı. Freud, çocuğun so­
runlarını, onun biyolojik dürtüleriyle ailenin çocuğun karşısına
çıkardığı gerçeklerin bir çatışm ası ve cinsel gelişim süresince ço­
cuğun annesine (ya da babasına) karşı bir tutku geliştirm esiyle
açıklamıştır. Buna karşılık Adler, kuramında, ebeveynin ve de
özellikle annenin tutumlarına ve kardeşler arasındaki ilişkilerin
niteliğine önem vermiştir.
Ebeveyn-çocuk ilişkisinde Adler, özellikle şımartılmış çocuk ve
sevilmeyen çocuk kavram ları üzerinde durmuştur:
Her isteği yerine getirilen şım artılm ış çocuğun güçlüklerle
karşılaşması iki nedenle açıklanabilir. Şım artılmış çocuk, yaşam ı­
nın ilk günlerinde her türlü ihtiyacının karşılanacağı beklentisini
geliştirir ve isteklerinin buyruk niteliği taşıdığına inanır. Adler,
suç işleyen insanların çoğunun, çocukluklarında şım artılm ış kişi­
ler olduğuna dikkati çeker. Böyle çocuklar, yetişkin yaşam a ulaş­
tıklarında, kendilerinin katkısı olm adan da, toplumun kendileri­
ne bir yaşam sağlam akla yüküm lü olduğuna inanırlar. Dolayısıy­
la, toplumun verm ediği hakları kendilerine tanımaya kalkışırlar.
Ana-babalarmdan gördükleri hayranlık sonucu kendilerini bü­
ALFRED ADLER VE BİREYSEL PSİKOLOJİ 13 5

yük görürler. Tem elde bağım lı oldukları halde bir veliaht gibi
çevrelerine buyurma eğilim indedirler.
Sevilm eyen çocuk da hatalı bir eğitim görm üştür. Çevresinde
düşman kişiler görm eye alıştığı için, yetişkin yaşam a ulaştığında,
insanların kendisine daima karşı olacaklarına inam r ve haklarını
savaşarak alm ayı yeğler. Böyle bir insanla birlikte yaşam ak ya da
çalışm ak oldukça güçtür. Geçim sizliği ve düşmanca davranışları
kendi çıkarlarını yitirm esine ve am açlarına ulaşam am asına ne­
den olur.
Sağlıklı koşullarda ana-baba, çocuğa sevgi verir, girişim yete­
neğini ve kendine güvenini kazanabilm esi için onu destekler. Ço­
cuğa ne çok az, ne de çok fazla yardım edilir. Böyle bir ana-
babanın sağladığı disiplin ve eğitim in etkileri olum ludur, çünkü
çocuğun istem ini engellem ez. Çocuğun aşırı davranışları anlayış­
la karşılanır ve yum uşak bir yaklaşım la düzeltilir. Böyle bir or­
tamda çocuk, yürekli ve topluma yönelik bir insan olarak yetişir,
yaşamını yapıcı çabalar üzerinde kurmayı öğrenir.
Adler, ailedeki diğer çocukların varlığına ve bunun çocuğun
gelişimi üzerindeki etkilerine dikkati çeken ilk kuram cıdır. Ona
göre, çocuğun diğer kadeşler arasındaki durum u, özellikle dün­
yaya geliş sırası açısından, kendine özgü bazı sorunları da birlik­
te getirir. Ancak, büyük, ortanca ve en küçük çocuğun bu sıralan­
madan doğan olası sorunları, kesin beklentiler olarak yorum lan­
mamalıdır:
Eh büyük çocuk, tacını yitirm iş kraldır (M unroe, 1955). Yaşamı­
nın ilk yıllarında çevresinin ilgi m erkeziyken ve her türlü yardım
ve destek yalnızca kendisine sağlanırken, yeni gelen kardeş bu
durumun ansızın bozulm asına neden olur. Çeşitli nedenlerle,
çevrenin ilgisi yeni doğan bebeğe yönelir. Yaşından ötürü, ana-
baba kendisinden, diğer kardeşlerden beklenilenden daha fazlası­
nı ister. Gücünden ve yeteneğinden ötürü, özellikle yaşamın ilk
dönemlerinde, kardeşlerinin doğal bir lideri olur. Ebeveynin eleş­
tirileri en çok ona yöneltilir, kendisinden bazen kardeşlerinden
de sorumlu olm ası beklenir. Çocukluk yıllarının bu örüntüsü
sonradan bir yaşam biçim ine dönüşm e eğilim i gösterebilir. En
büyük çocuk yetişkin yaşam a ulaştığında, otoriteden ve sahip ol­
duğu durum ları başkalarına kaptırm aktan ürkebilir.
136 PSİKANALİZ VE SONRASI

İkinci çocuk, kendisinden daha güçlü ve yetenekli büyük kar­


deş ile kendisinden sonra gelen kardeşin yarattığı ikili sorunlarla
baş etmek zorundadır. Bu nedenle, ikinci çocuk, diğer kardeşleri
kadar yetenekli olm adığı inancını geliştirebilir ve yaşıtlarıyla sü­
rekli bir yarışm a içine girebilir. Çocuk eğitimi konusunda ana-
baba, çoğu kez, ikinci çocuklarına birinci çocuklarına oranla daha
ılımlı davram rlar. Bundan ötürü, ikinci çocuğun otoriteyle fazla
bir sorunu olmaz. Diğerleri kadar yetenekli olmadığı inancı, ikin­
ci çocuğun ileriki yaşam ında tepkici, başkaldırıcı ve kendisini aş­
ma çabası içinde bir insan olmasına ya da yenilgiyi kolay kabul
ederek ezik ve karam sar bir kişilik geliştirm esine neden olabilir.
En küçük çocuk, kendisinden sonra gelen bir kardeş olmadığı
için, yarışm ak ve annenin ilgisini paylaşm ak zorunda kalm az. En
küçük çocuk, bazen ailenin ilgisinin başka yönlere çevrildiği
"g eç" bir dönem de gelebilir ve "fazlalık" olarak karşılanabilir.
Ancak, çoğu kez ailenin oyuncak bebeği olur ve şım artılır. Çevre­
si onunla "sevim li küçük çocuk" olarak ilgilenir, onların gözünde
her zam an çocuk kalır. Böyle bir durum, en küçük çocuğun ben-
merkezci tutum lar geliştirm esine, kendisinden daha güçlü ve ye­
tenekli gördüğü kardeşlerinin varlığından kaynaklanan bir yeter­
sizlik duygusu yaşam asına neden olabilir.
Yalnız başına yetişen tek çocuk, toplum sal davranışların geliş­
mesi için gerekli olan alışveriş ortam ından yoksundur. Çoğu kez
ebeveyni tarafından aşırı korunduğu ve şım artıldığı için ileriki
yaşamında da çevresinden benzer tutum lar bekler. Tek çocuk için
ciddi bir tehlike de, çocuk sevm eyen ana-babanın bu duyguları­
nın yöneldiği tek nesne olarak, istenm eyen ve sevilm eyen çocuk
durumunu yaşam asıdır.
Adler, aile dışında kalan, okul, toplum ve kültür gibi etm enle­
rin birey üzerindeki etkilerini bazı yazılarında tartışm ışsa da bu
konulara gereğince eğilm iş olduğu söylenem ez.

YAŞAM BİÇİMİ

Adler, çocukluk dönem lerindeki etkileşim ler sonucu kişinin


kendine özgü bir davranış örüntüsü geliştirdiği görüşünü savu­
nur ve buna yaşam biçim i adını verir. Bu kavram, bir anlamda, ki­
ALFRED ADLER VE BİREYSEL PSİKOLOJİ 137

şinin geliştirm iş olduğu yaşam tasarısıdır. Bireyin, amaçlarını,


kendisine ve dünyasına ilişkin görüşlerini ve am açlarına ulaşabil­
mek için edindiği alışılm ış davranışları içerir. Adler, insanın, ya­
şadığı çoğu durum a karşı giderek tek ve genel b ir tepki örüntüsü
geliştirdiğinden söz eder. Yazılarında çok iyi açıklanm am ış ol­
makla birlikte, genel tepki kavram ı, benlik ya da ego, kişilik, ge­
nel tutum, sorun çözüm ünde kullanılan genel yöntem vb. kav­
ramlarla eşanlam taşım aktadır.
İnsan, yaşam biçim ini geliştirm esinin bir sonucu olarak kendi­
ni "y aratır". Yaşam biçim i, yaklaşık olarak, çocuk beş yaşlarına
geldiğinde yapılaşır ve sonraki yaşam da belirgin bir değişiklik
göstermez. Yaşam biçim i bireye özgüdür ve bir diğer insanda eşi­
ne rastlam a olanağı yoktur. Yaşam biçim i tutarlıdır; bir kez oluş­
tuktan sonra tüm tepkilerin belirleyicisi olur ve kişinin her türlü
davranışı onun egem enliği altındadır. Dolayısıyla, davranışların
bütünleşimini ve kişiliğin birleşim ini sağlayan da yaşam biçim i­
dir (Ansbacher ve Ansbacher, 1956).
Adler, tüm davranışların kişinin yaşam biçim ine göre düzen­
lendiği görüşündedir. Bir insanın değer yargılan, ilgileri, düşün­
sel yetenekleri, algısal tepkileri, düşleri, yeme, uyuma ve cinsel
davranış alışkanlıkları, geliştirdiği am açların ve dünyası hakkm-
daki yerleşm iş görüşlerinin egemenliği altındadır. İnsanın hangi
yönü incelense kişilik bütünlüğünün etkisiyle karşılaşılır.
M osak (1954) yaşam biçim inin yönelim dayanaklarını dört
grupta toplar:

1) Benlik kavram ı - kişinin kim olduğu konusundaki inançları.


2) Benlik ideali - ne olması gerektiği konusundaki inançları.
3) Kendi dışındaki dünyanın ne olduğu ve bu dünyanın on­
dan ne beklediği konusundaki görüşleri.
4) Vicdani inançları - kişinin geliştirdiği "doğru-yanlış" yöner­
gesi.

İnsan, yaşam ını daha kolay sürdürebilm ek için bu şemayı kul­


lanır. Bu şema, yaşantısını anlayabilm esini, değerlendirebilm esi­
ni/ olayları önceden kestirebilm esini ve kendi denetimi altına ala­
bilmesini sağlar. Ne var ki, yaşam ını sürdürebilm ede gerekli olan
bu araçları kullandığının genellikle bilincinde değildir.
138 PSİKANALİZ VE SONRASI

Eğer yaşam biçim i toplumun beklentileriyle uyuşm a duru­


munda değilse ve kişilik yeterince gelişm emişse, sürekli bir geri­
lim yaşanır. A dler'e göre, düşm anlık, saldırganlık ve sadistlik in­
sanın birincil eğilim leri değildir. Ancak, bir insanın kişiliği ve ya­
şam biçim i yeterince gelişm em işse ya da aşırı zorlanma durum la­
rında kolayca ortaya çıkarlar.
Bazen bir insanın yaşam biçim iyle toplumun beklentileri ara­
sındaki uyuşm azlık m askelenm iş durum dadır ve ancak dış dün­
yayla ilişkisindeki bazı değişiklikler sonucu ortaya çıkar. B ir ço­
cuk, ailesi içinde veliaht davranışlarını sürdürebildiği sürece,
toplumsal yaşam için yetersiz oluşu fark edilm eyebilir. Zengin ve
toplum içinde yeri olan bir ailenin "şım artılm ış" üyesi, bu duru­
mu sarsılm adığı sürece, etkin, üretken ve verici bir insan imgesi­
ni sürdürebilir. Beklenm edik bir durum değişikliği bu kişiler üze­
rinde bir "şo k " etkisi yaratır. Evinde her zam an neşeli, etkin ve
uyumlu görünen şım artılm ış çocuk, ilkokula başladığında ansı­
zın içine kapanabilir. Çoğu kez bu durum, okula gitm enin yarat­
tığı değişikliğe, öğretm enin katı tutumuna ve öğrencilerin haşan
davranışlarına yorum lanır ve çocuğun toplumsal yaşam koşulla­
rına yeterince hazırlıklı olm adığı gerçeği yadsınm ak istenir.
Adler'e göre, değişen koşullara uyum suzluk rastlantısal bir
olay değildir. Dış dünyadan gelen şok, toplum sal ilgi eksikliğinin
ve yaşama hazırlıklı olm ama gerçeğinin ortaya çıkm asına neden
olur. Böyle bir kişinin çocukluk dönemi incelendiğinde, uyku dü­
zensizlikleri, gece idrar kaçırm a, öfke nöbetleri, yem ek seçm e vb.
uyumsuzluk belirtilerine sıklıkla rastlanır.
Olağan yaşam koşullarına gereğince hazırlanm am ış bir insan,
dış dünyadan gelen bir engellenm enin yarattığı şokun etkisiyle/
esasen aşırı biçim de kendine dönük olan yaşam biçim ini daha da
katılaştırır. Gerilim ve toplum un beklentilerinin yükü altında,
benm erkezciliğe eğilim de giderek artar. Bu durum uyumsuzlu­
ğun artmasına, uyum suzluğun artması ise benmerkeziciliğin yo­
ğunlaşmasına neden olur ve böylece kaçınılması mümkün olma­
yan bir kısır döngü oluşur.
Adler, kişiliği incelerken, yaşam öyküsünün ana çizgilerini, bi­
reyin baş etm ek zorunda kalm ış olduğu çevresel koşulları ve
bunlara karşı geliştirm iş olduğu tutumları vurgular. Bu tutumlar*
ALFRED ADLER VE BİREYSEL PSİKOLOJİ 139

kişinin seçtiği meslek, geçirdiği hastalıklar, bilinçli davranışları,


heyecansa! durum ları, ailesi, dostlan, çalışma arkadaşları ve kar­
şı cinsle olan ilişkileri, yem ek ve uyum a alışkanlıkları gibi dıştan
gözlemlenebilen davranış örüntülerinde açıkça görülebilir. Dene­
yimli bir gözlem ci, insanların davranışlarındaki tekrarlamaları
fark edebilir ve her bireyin kendine özgü niteliklerini kestirebilir.
Bir başka deyişle, bireysel psikoloji kişiliği incelerken, gerekli ve­
rileri, bireyin olağan ve bir oranda da olağan dışı durumlarda
gösterdiği tepkilerden toplar.
Sanat yapıtları, rüyalar, düşler ve günlük yaşantı içeriğinin dı­
şında kalan anılar, yaşam biçim inin incelenm esinde özel önem ta­
şırlar. Çünkü bunlar, gerçekliğin doğrudan denetim i altında de­
ğildir. Freud gibi Adler de rüyaların içeriğinin yorum lanabileceği
görüşündedir. Rüyaların genellikle bireyin içsel dünyasına ilişkin
anlamlar taşıdığına, ancak bazı tipik rüyaların her insan için or­
tak bir açıklam asının yapılabileceğine inanır. Örneğin, birçok in­
sanın görebildiği ve yüksek bir yerden "d ü şü ş"ü içeren rüyalar,
kişinin değerini yitirm esine ilişkin kaygılarının anlatımıdır. Aynı
zamanda, bu kişinin kendisini üstün bir yerde sanm akta olduğu­
nu da yansıtır.
Yaşam biçim inin tanım lanm asında A dler'in vurguladığı diğer
bir öğe de, kişinin ilk anısıdır. A dler her hastasına çocukluk güne-
rinden çağrıştırabildiği ilk yaşantıları sorardı. Çünkü, böyle bir
anının rastlantısal olm adığına inanm ıştı. Ona göre, bir insana ilk
anısı sorulduğunda verdiği yanıt o insanın yaşam biçim ini aydın­
latıcı nitelikte olabilir. Tıpkı bir rüya ya da sanat yapıtı gibi, görü­
nüşte rastlantısal olan ilk anı, terapiste kişinin yaşamı biçimi yö­
nünden önem li bir ipucu verebilir. Böyle bir anı görünürde hiçbir
Özellik taşım ayabilir, ancak önemli olan, neden diğerlerinin değil
de, bu anının tüm canlılığıyla hatırlandığıdır. Rüyaların yorum ­
lanmasına benzer bir yaklaşım , ilk anının seçim indeki gerçek ne­
denleri ortaya koyabilir (Mosak, 1965).

ERKEKSİ PROTESTO
Erkeksi protesto, A dler'in geliştirm iş olduğu önemli kavram lar­
dan biridir. Adler, doğuştan var olan eksiklik duyguları yönün-
ALFRED ADLER VE BİREYSEL PSİKOLOJİ 141

bozuklukları arasındaki farklılıkları kabul etm ekle birlikte, en


önemli değişkenin kişinin kendisi olduğu görüşündedir.
A dler'e göre, davranış bozuklukları gösteren kişi norm al in­
sandan farklı iki özellik taşır: 1) Norm aldışı nitelikte davramşlar
gösteren bir insan, özellikle yaşam ının ilk dönem lerinde, normal
insana oranla daha yoğun eksiklik duyguları içindedir. 2) Bu
duygulan ödünlem e çabası içinde, uyum suzluğunu a rtın a dav­
ranışlar geliştirir. Bundan ötürü, norm aldışı davranışlar gerek yo­
ğunluk, gerek nitelik yönünden norm alden farklılık gösterirler.
A dler'e göre, norm aldışı eksiklik duyguları aşağıdaki koşul­
larda ortaya çıkar:
1) Organ Eksikliği: Bedenlerinde yapısal kusur ve işlevsel bo­
zuklukla doğan ço a ık la r, sağlıklı çocuklara oranla daha ciddi so­
runlarla karşılaşırlar. Ancak bu bir kural olm ayıp olasılık fazlalı­
ğıdır. Bazı sakat çocuklar, durumlarını ciddi bir kusur olarak yo­
rum lam ayabilir ve eğer çevreleri de aynı tutum içinde olursa, aşı­
rı eksiklik duyguları ortaya çıkm ayabilir. Eğer çocuğun kendisi
ve çevresi söz konusu sakatlığa aşırı önem verirse, çocuk kendisi­
ni diğer insanlardan eksik hissedebilir. Böyle bir durum, çocuğun
üstünlük çabasının abartılm asına neden olur. Adler, bu tür tepki­
lerin çoğu kez kusurlu organla doğrudan ilişkili olduğu görüşün­
dedir. Örneğin, kas yapısı zayıf olan bir çocuk halterci olabilm ek
için büyük çaba gösterebilir. Adler bunu, organın dili deyimiyle
tanımlamıştır.
2) Aşırı Korunma: A şırı korunan ve şım artılan çocuk, eksiklik
duygularım yoğun yaşar. Çünkü böyle bir çocuk, eksik bir insan­
mışçasına yetiştirilm iştir. Çocuğun kendi başına hiçbir şey yapa­
mayacağını, doğru karar verem eyeceğini, caddeyi yalnız başına
geçemeyeceğini savunan anne, çocuğun bu durum larda gerçek­
ten korkuya kapılm asına neden olur. Çocuk giderek yetersizliği­
ne, hiçbir işi yardım sız yapam ayacağına, zayıflığına ve kolayca
hastalanabileceğine inanır. Günlük yaşam m daki değişikliklerden
ürker ve sürekli olarak bir koruyucu arar. Böyle b ir çocuk, kendi­
sini yaşıtlarından daha eksik görür ve bundan ötürü duygusal so­
funlar geliştirir.
3) İlgisizlik: N efret, ceza, red, ilgisizlik vb. koşullarda yetişen
Çocuk için Adler, istenmeyen çocuk terimini kullanır. Böyle bir ço-
ALFRED ADLER VE BİREYSEL PSİKOLOJİ 141

bozuklukları arasındaki farklılıkları kabul etm ekle birlikte, en


önemli değişkenin kişinin kendisi olduğu görüşündedir.
A dler'e göre, davranış bozuklukları gösteren kişi norm al in­
sandan farklı iki özellik taşır: 1) Norm aldışı nitelikte davramşlar
gösteren bir insan, özellikle yaşam ının ilk dönem lerinde, normal
insana oranla daha yoğun eksiklik duyguları içindedir. 2) Bu
duygulan ödünlem e çabası içinde, uyum suzluğunu a rtın a dav­
ranışlar geliştirir. Bundan ötürü, norm aldışı davranışlar gerek yo­
ğunluk, gerek nitelik yönünden norm alden farklılık gösterirler.
A dler'e göre, norm aldışı eksiklik duyguları aşağıdaki koşul­
larda ortaya çıkar:
1) Organ Eksikliği: Bedenlerinde yapısal kusur ve işlevsel bo­
zuklukla doğan ço a ık la r, sağlıklı çocuklara oranla daha ciddi so­
runlarla karşılaşırlar. Ancak bu bir kural olm ayıp olasılık fazlalı­
ğıdır. Bazı sakat çocuklar, durumlarını ciddi bir kusur olarak yo­
rum lam ayabilir ve eğer çevreleri de aynı tutum içinde olursa, aşı­
rı eksiklik duyguları ortaya çıkm ayabilir. Eğer çocuğun kendisi
ve çevresi söz konusu sakatlığa aşırı önem verirse, çocuk kendisi­
ni diğer insanlardan eksik hissedebilir. Böyle bir durum, çocuğun
üstünlük çabasının abartılm asına neden olur. Adler, bu tür tepki­
lerin çoğu kez kusurlu organla doğrudan ilişkili olduğu görüşün­
dedir. Örneğin, kas yapısı zayıf olan bir çocuk halterci olabilm ek
için büyük çaba gösterebilir. Adler bunu, organın dili deyimiyle
tanımlamıştır.
2) Aşırı Korunma: A şırı korunan ve şım artılan çocuk, eksiklik
duygularım yoğun yaşar. Çünkü böyle bir çocuk, eksik bir insan­
mışçasına yetiştirilm iştir. Çocuğun kendi başına hiçbir şey yapa­
mayacağını, doğru karar verem eyeceğini, caddeyi yalnız başına
geçemeyeceğini savunan anne, çocuğun bu durum larda gerçek­
ten korkuya kapılm asına neden olur. Çocuk giderek yetersizliği­
ne, hiçbir işi yardım sız yapam ayacağına, zayıflığına ve kolayca
hastalanabileceğine inanır. Günlük yaşam m daki değişikliklerden
ürker ve sürekli olarak bir koruyucu arar. Böyle b ir çocuk, kendi­
sini yaşıtlarından daha eksik görür ve bundan ötürü duygusal so­
funlar geliştirir.
3) İlgisizlik: N efret, ceza, red, ilgisizlik vb. koşullarda yetişen
Çocuk için Adler, istenmeyen çocuk terimini kullanır. Böyle bir ço­
142 PSİKANALİZ VE SONRASI

cuğa sürekli olarak istenm ediği, kötü, aptal ya da çirkin olduğu


söylenir. Bu koşullarda yetişen çocuğun durum undan etkilenm e­
mesi ve eksiklik duygularına kapılm am ası beklenem ez.
Adler, normaldışı davranışların tanım lam asında kullanılabile­
cek ölçütleri üç bölüm de toplar:

1) Abartılmış Üstünlük Çabaları: N evrotik davranışların en


önemli özelliklerinden biri, düşsel bir üstünlük düzeyine ulaş­
m ak için aşırı çaba harcam a biçim inde görülür. Bu nedenle kişi,
kendini tanrılaştırmak umuduyla, abartılmış am açlar tasarlar ve
bunlara ulaşm ak için esneklikten yoksun yöntem ler geliştirir.
2) Gelişmemiş Toplumsal İlgi: Nevrotik kişi, çevresindeki insan­
lara gerçek anlamda ilgi ve sevgi veremez. Bu durum özellikle
çocukken istenmemiş kişilerde daha sık görülür. Adler, toplum ­
sal ilgi noksanlığının iiç ayrı niteliğinden söz eder:
A) N evrotik kişinin, kendisi, çevresindeki insanlar ve dünya
hakkındaki düşünce ve algıları yanılgılarla doludur. İstenm eyen
çocuk, olayları normal koşullarda yetişen çocuklar gibi göremez;
diğer çocuklardan ayrı tutulan bir çocuk, onlarla ortak görüşler
geliştirem ez. Böylece, sağduyunun yerini "kendine özgü bir dün­
ya görüşü" alır. Örneğin, istenm em iş bir çocuk, dünyası hakkın­
da karamsar bir görüş geliştirir; insanları sevgisiz ve tehlikeli
varlıklar olarak algılar.
B) Uyum suz bir ortam da yetişen çocuk ileriki yaşam ında in­
sanlarla ilişki kurmayı becerem ez. Meslek, arkadaş ve cinsel iliş­
kilerinde ortaya çıkabilecek sorunların işbirliğiyle çözüm lenebile­
ceğinin bilincinde değildir. Aşırı korunm uş çocuk da işbirliği ko­
nusunda yeterince eğitilm em iştir. İstenm eyen çocuk ise diğer in­
sanlardan uzak durmayı yeğler.
C) Nevrotik kişinin seçtiği amaçlar topluma değil, kişisel çı­
karlarına yöneliktir. Tasarılar bencil niteliktedir. Eksiklik duygu­
larından kurtulup üstünlüğe ulaşmak için gösterdiği çaba ben-
m erkezcilikle sonuçlanır. Üstelik, kişisel üstünlüğünü sağlayabil­
me yolunda, diğer insanlara zarar verebilecek girişim lerde de bu­
lunabilir. Suç işleyen kişi, diğer insanların ihtiyaçları pahasına
güç ve para kazanm ak ister; intihar eden kişi geride bıraktığı aile­
ALFRED ADLER VE BİREYSEL PSİKOLOJİ 143

sini düşünm ez; entelektüel üstünlüğünü kanıtlam ak için çevresi­


ni sürekli eleştiren ve yanlışlarını arayan obsesif-kom pulsif kişi,
onların düşünce ve isteklerine saygı gösterem ez. N e var ki, diğer
insanlara karşın bencil am açlarını gerçekleştirm ek isteyen nevro-
tik kişi sonunda yenilir ve toplum un dışında kalır. Saygınlık uğ­
runa bu denli çaba harcadığı halde çevresinin saygısını kazana­
maz.
D) Etkinlik Düzeyi: N evrotik kişinin etkinlik düzeyi normal in­
sana oranla düşüktür. Bu durum özellikle insan ilişkilerinde be­
lirgindir. N evrotik kişi ilişki kurm ak ve yardım laşm ak için çaba
göstermez.
N evrotik kişi üstün olm ak "zoru nd ad ır", seçtiği amaçlar ola­
ğan dışı yüksetir ve bunları değiştirm eyi düşünem ez. Diğer in­
sanların görüşlerini paylaşm am ak için onlardan uzak durur. Di­
ğer insanları kendisine yabancılaştırır ve kendisini onlardan so­
yutlar.
N evrotik kişi, yukarıda sözü edilen durum ların ve bu durum ­
lara karşı geliştirdiği tepkilerin farkında değildir. Bu eğilimleri,
konuşma ve m antığın yeterince gelişm em iş olduğu ilk çocukluk
dönem lerinde oluşm uştur. Bundan ötürü, kendisini güdüleyen
etmenler bilinçdışında kalm ıştır. Aynı şey norm al insan için de
söz konusudur. Ancak, normal insanın çocukluğunda geliştirmiş
olduğu davranış örüntüleri diğer insanlara yönelik olduğundan,
sonraki yaşam ında aynı güçlüklerle karşılaşm az.
N evrotik insanın tanım ında A dler'in üzerinde durmuş olduğu
diğer kavram lar aşağıdaki biçim de özetlenebilir (Ford ve Urban,
1963):

Algılama:
1) Algısal Seçicilik: Kendine özgü dünya görüşünden ötürü,
nevrotik kişi olayları diğer insanlar gibi değerlendirem ez. Görüş­
lerine uym ayan olayları görm ezlikten gelir ya da olayların yalnız
kendi görüşlerine uyan bölüm lerini algılar.
2) Algısal Duyarlık: N evrotik kişi olaylar hakkında derhal yo-
Hnm yapar. Yeterince veri olm aksızın yaptığı bu yorum ların doğ-
ru olup olm adığı üzerinde düşünmez.
144 PSİKANALİZ VE SONRASI

Düşünce:
1) Nevrotik kişinin düşünceleri normal insanm kine oranla da­
ha katı ve değişm ez niteliktedir. Çevresindeki her şeyi kategorik
bir biçimde değerlendirir. Onun için olaylar siyah ya da beyazdır.
2) Olayları yargılam ada yanlış ölçütler kullanır. Örneğin, bir
sınava girişi ölüm -kalım sorunu olarak değerlendirir. Fazla önem
taşım ayan olayları tehlikeli durum larmışçasına yaşar. Onun için
olağan bir konuda karar vermek, derin bir hendeği atlam akla eş­
değer taşır. Bazen bu korku atılım dan vazgeçm esine de neden
olabilir.
3) Düşüncelerini aşırı soyutlama eğilim indedir. Bu nedenle,
bir olay karşısında kendi durum unu belirleyeceği yerde (duygu­
sal bir davranışta bulunm ak gibi), durumu soyut kavram larla (iyi
ya da kötü gibi) yorum lam a yolunu seçer.
4) Düşünceleri, varsayım ları ve değer yargıları çoğunluğun
düşüncelerinden farklı, kendine özgü ve benmerkezci bir nitelik
taşır.
5) Değer yargıları ve am açları olağan insanınkinden daha yük­
sek ölçütlere göre saptanm ıştır. Geliştirdiği ilkelere ve ülkülere
inatçı bir biçimde bağlam r, geçersizliği kendisine gösterilse de
bunları sürdürmekte direnir.
6) Eksiklik-üstünlük yönünden kendi durumunu diğer insan­
larla karşılaştırırken yanılgıya düşer. Üstünlüğünü de eksikliğini
de abartarak değerlendirir.
7) Nevrotik kişi, kendi davranışlarını gerçeğe uym ayan bir bi­
çim de tanımlar. İsteklerini saldırganca ortaya koym uş olduğu bir
durumdan söz ederken, kendisini yardım arayan ya da haksızlı­
ğa uğramış biri olarak anlatır.

Duygu ve Heyecanlar:
Nevrotik kişi duygularını yoğun, heyecanlarını abartılm ış bir
biçim de yaşar. Eksiklik duygularının abartılmış bir biçim de ya­
şanması ve bunu ödünlem ek için geliştirilen yöntem lerin yeter­
sizliği, yeni ve değişik durum lar karşısında korkuya kapılmasına
neden olur. Yenilgiye uğrama ve karar verm e korkuları, m askesi­
nin düşeceği ve eksikliğinin ortaya çıkacağı kaygıları, nevrotik ki­
şinin sürekli yaşadığı duygulardır.
ALFRED ADLER VE BİREYSEL PSİKOLOJİ 145

İnsan İlişkileri:
1) N evrotik kişi benm erkezcidir ve ilişkilerinde bencildir. Di­
ğer insanların istekleri ve ihtiyaçları onu ilgilendirm ez.
2) İlişkilerinde tutarsızdır. Bazen üstünlüğünü kanıtlam ak için
insanlarla yoğun bir ilişkiye geçer, kendini eksik ve yetersiz bul­
duğu zam anlarda ise onlarla karşılaşm am aya çalışır.
3) İlişkilerinde aşırı bağımlıdır, ancak bunu üstü kapalı bir bi­
çimde yaşar. Kendine ait sorunları başkalarının çözümlemesi için
çaba harcar, kendisine güç görünen durum lardan kaçınm ak için
türlü özürler yaratır.
Yukarıda izlenm iş olan liste, A dler'in "n evrotik tamalgı şema­
sı" ya da "gelişm em iş toplumsal ilgi" gibi kavram larının içeriğini
oluşturur. Bu liste dikkatlice incelendiğinde, A dler'in normaldışı
davranışların tanılanm asmda etkinlik kavram ına verdiği önem
fark edilebilir. Adler'e göre norm al ve sağlıklı davranışların te­
mel özelliği, insanın çevresinde karşılaştığı çeşitli durumlarla et­
kin bir biçim de baş edebilmesidir. însan, yaşam ı boyunca sürekli
olarak sorunlarla karşılaşır. Bununla baş edebilm esi, belirli bir et­
kinlik düzeyini sürdürebilm esine ve sorun çözüm ü yeteneğine
bağlıdır. N evrotik kişinin etkinlik düzeyi düşüktür. Abartılı
ödünleme çabaları insanın sorun çözm e yeteneğinin gelişmesini
engeller. Sorunlara çözüm bulmak düşünce öriintülerinde belirli
bir esnekliği gerektirir, oysa nevrotik kişinin düşünce sistemi katı
ve değişm ez niteliktedir. Bu nedenle, belirli tipteki olaylardan
özellikle korkar ve onlarla gerçekten baş edem ez. Bu durumlarla
her karşılaştığında tekrar yenilgiye uğrar.
N evrotik kişi, sürekli, üstünlük m askesinin düşeceği ve yeter­
sizliğini ortaya çıkaracak durumlarla karşılaşacağı korkusu için­
dedir. Böyle bir durumla gerçekten karşılaştığında yaşadığı ek­
siklik duygusu öylesi yoğun ve acıdır ki, kendi gözündeki üstün­
lük im gesini koruyabilm ek için tüm psikolojik güçlerini kullana­
rak bazı yöntem leri harekete geçirir. Bu yöntem ler için Adler,
nevrotik koruyucular terimini kullanır.
insanlar çeşitli nevrotik tepkiler geliştirirler ve bunlar arasın­
da kişiliğe özellikle egem en olan tepki biçim i nevrozun türünü
belirler. Tüm nevrotiklerde ortak olan bazı norm aldışı davranış

PSlO
146 PSİKANALİZ VE SONRASI

özellikleri vardır. Ancak, kişinin nevrozunun kendine özgü nite­


likleri, geliştirdiği koruyucu tepkiler tarafından belirlenir. Koru­
yucu tepki eğilimleri kişinin "tem el karakter özellikleri"ni oluştu­
rurlar.
Farklı nevrozlar, farklı korunm a tepkileri üzerine kurulurlar.
Adler'e göre, insanın koruyucu tepki örünttilerini seçmesi ve ge­
liştirmesi onun yaratıcı özelliğidir. Kişi bunları, eksiklik duygula­
rı ortaya çıktığında duyduğu sıkıntıyı azaltm ak ve kendisini üs­
tün gördüğü zamanlardaki olumlu duyguları artırm ak am acıyla
seçer.
Adler, koruyucu tepkileri iki grupta inceler (Ford ve Urban,
1963):

I — Saldırganlık:
1) Küçük Düşürme: Kişinin üstünlük çabaları diğer insanları
yoksun bırakmaya yöneliktir.
2) İdealleştirme: Bu tepki biçim inde kişi, ulaşılmaz idealler ge­
liştirerek, çevresindeki insanları bu niteliklere ulaşam adıkları için
küçümser. Olduğu biçim iyle dünyayı (aslında gerçekliği) eleşti­
rir.
3) Çevreye Aşırı İlgi Gösterme: Diğer insanların sorunları ve
çıkarlarıyla candan ilgili görünm e biçiminde geliştirilen bir tep­
kidir. Bu tepki biçim inde kişi, diğer insanlar kendi sorunlarını
çözümleyemezmişçesine davranır, çevresindekilere öğütler ve­
rir.
4) Suçlama: Bu davranış türünde kişi, çevresindekileri, özellik­
le aile üyelerini suçlar: "E ğer babam böyle olmasaydı ben harika
bir insan olurdum !"
5) Kendini Suçlama: Bu tepki biçim inde kişi, kendini suçlamayı
bir diğer insanı küçük düşürm ek için kullanır. Örneğin, m atema­
tik derslerindeki yetersizliğini açıklarken, üstü kapalı ve dolaylı
olarak öğretmenini eleştirir.

II — Uzak Durma:
1) Geri Çekilme: Sorun yaratan durumlardan kaçınma biçim in
de görülen bir tepkidir (sokağa çıkma fobisi, intihar).
ALFRED ADLER VE BİREYSEL PSİKOLOJİ 147

2) Hareketsizlik: Eyleme geçmeme, karar verm em e ya da bunla­


rı ertelem e biçim inde görülen tepkiler.
3) Kararsızlık: Bir olay karşısında eylem e geçm e ve geri çekil­
me biçim indeki tepkilerle o durumu sallantıda bırakm a eğilimi.
4) Engel Yaratma: Belirli bir durum dan kaçınm ak için nedenler
ve özürler bulma biçim inde görülen tepkiler.
5) Çevreyi Sınırlam a Eğilimi: Bu tepki biçim inde kişi, yaşamını,
üstünlüğünü kabul ettirebileceği dar bir alanla sınırlar.
A dler'in yukarıdaki bölüm lem esi, görünüşte diğer bazı ekolle­
rin tanım ladığı savunm a m ekanizm alarım andırırsa da, temelde
onlardan önem li bir farklılık gösterir. Savunma mekanizmaları,
korku, anksiyete gibi içsel duygulara karşı geliştirilm iş tepkiler­
dir; A dler'in tanım ladığı tepki türleri dış dünyanın beklentilerine
ve yaşam sorunlarına karşı geliştirilen davranışlardır.
Kimi insan nevrotik belirtilerinin farkındadır ve onlardan söz
eder. A ncak bunları, yenilgilerine, yetersizliğine ve uzak durma­
sına bir neden ve özür olarak kullanır.
N evrotik belirtiler, çoğu kez kişinin kendi çabalarının ürünü
olarak ortaya çıkar. N evrotik kişi, önce çevresini kışkırtır, sonra
ortaya çıkan durum dan yararlanm aya çalışır. Ö rneğin, koruyucu
eğilimlerini, haksızlığa uğramış, aldatılm ış ya da değeri fark edil­
memiş bir görüntüyle sergiliyorsa, bir insanla ilişkiye geçtiğinde
öylesi davranışlarda bulunur ki, karşı taraf onu gerçekten horla­
mak zorunda kalır. Bu durum ona, saldırgan davranabilm e ya da
diğer kişiyi saygısızlıkla suçlam a, küçüm sem e ve üstelik, olgun­
luğundan ötürü kendisini kutlam a fırsatını sağlar.
N evrotik belirtiler, çoğu kez kişinin yaşam ındaki dönüm nok­
talarında ortaya çıkar. Adler bu konuda, evlenm e, yeni bir işe
başlama gibi durum ları kapsayan bir liste geliştirm iştir. Bu tür
olaylar insanın yeniden uyum yapm asm ı gerektiren ve yenilgi
tehlikesine açık durum lardır.
Adler, nevrotik belirtileri uç tepkiler olarak değerlendirir.
Nevrotik kişi bu tepkileri "tüm diğer uyuşma yollarını denemiş
olduğunu" varsayarak geliştirmiştir. Bundan Ötürü nevrotik tep­
kiler, diğer insanları sömürmek ve küçümsemek amacıyla güç ve
saygınlık kazanma durumlarında olduğu gibi, yaşam sorunlarına
karşı bulunan yanlış çözüm yollarıdır.
148 PSİKANALİZ VE SONRASI

TEDAVİ

Adler bir yapıtında tedavi konusundaki yaklaşımını aşağıdaki


biçim de açıklar (1930):
"Bireysel psikolojide tedavinin özü, hastaya dayanışm a gü­
cünden yoksunluğunu ve bu noksanlığın çocukluk yıllarındaki
uyum suzluklardan kaynaklandığını gösterebilm ektir. Tedavi sü­
reci içindeki yaşantılar büyük önem taşır. Hasta, dayanışma gü­
cünü terapistiyle olan ilişkisi içinde geliştirir. 'Eksiklik kom plek­
s in in bir yanılgı ürünü olduğu açıklığa kavuşturulur. Yüreklilik
ve iyim serlik canlandırılır. 'Yaşam ın an lam in m , yaşam a gerekli
anlamı verebilm ek olduğu gerçeği kabul edilir."
Ayrıntılı bir biçim de ele alındığında A dler'in tedavide uygula­
dığı temel ilkeler aşağıdaki biçim de özetlenebilir:
1) Çeşitli norm aldışı davranışların düzeltilmesinde aynı yön­
tem ler uygulanır. Bu yaklaşım , A dler'in "hastalıkların birleşikli-
ği" ilkesinden kaynaklanır. Tüm davranış bozuklukları aynı ge­
nel gelişim doğrultusunu izlediğine göre, farklı bozukluklar ara­
sındaki ayırıcı tanılar tedavi yönünden fazla önem taşımaz.
2) Adler, Freud'dan farklı olarak, hastayla terapist arasındaki
sosyal ilişkiye önem verir. Üstelik bu ilişki, terapinin en can alıcı
öğesi ve temel karakteristiğidir. İlişki süreci, terapistin, hastası­
nın duygusal tepkilerini doğrudan gözlem leyebilm esine imkân
sağlar. Dolayısıyla ilişkinin kendisi, terapinin sürdürülebilm esini
ve hastada bazı değişikliklerin oluşum unu gerçekleştiren en
önemli etm endir. Terapist, hastasının eksiklik duygularından
arınmasını ve diğer insanlara rahatça yaklaşabilm esini bu ilişki
aracılığıyla sağlayabilir.
3) Bireysel psikoloji ekolünde terapist, dikkatini hastanın öz­
nel olarak gözlem lenebilen davranışlarına odaklaştırır. Onun
olayları nasıl algıladığını, kendisini ve diğer insanları nasıl değer­
lendirdiğini, inançlarını, tasarılarını, amaçlarını ve duygusal sı­
kıntılarının niteliklerini araştırır. Bu amaçla, bir yandan kendisi­
ne anlatılan olayları değerlendirir, diğer yandan hastasının teda­
vi odasındaki duygusal tepkilerini, kendisini onun yerine koya­
rak, sezgi yoluyla ve iki yönlü anlam aya çalışır.
ALFRED ADLER VE BİREYSEL PSİKOLOJİ 149

Bireysel psikolojide tedavinin am açlan aşağıdaki biçimde


özetlenebilir (Ford ve Urban, 1967):
1) Kendini aşağılam a ve küçük görm e duygularının yoğunlu­
ğunu azaltm aya çalışm ak.
2) H astanın olayları algılama ve değerlendirm e biçim inde o
güne kadar edinm iş olduğu yanlış alışkanlıkları ortadan kaldır­
mak.
3) Hastanın davranışlarına yön veren abartılm ış amaçlarında
gerekli değişikliklerin oluşm asını sağlayarak, daha gerçekçi ve
diğer insanlara da yararlı olabilecek am açların geliştirilm esini
sağlamak.
4) İnsanlara karşı sevecenlik geliştirmesini, gruplara katılm ası­
nı ve daha yapıcı ilişkiler kurabilm esini desteklemek.
5) Kişinin girişim deneyim lerini (etkinlik) ve toplum yapısı
içinde eylem de bulunm a çabalarını (yüreklilik) artırm asına yar­
d ım a olmak.
Yukarıdaki am açların tümü tedavi sürecinde aynı oranda
önemli olmakla birlikte Adler, kişide "h astalığ ı" oluşturan temel
etmenin "diğer insanlarla işbirliği ve dayanışma gücünün eksikli­
ği" olduğu ve hastanın diğer insanlarla eşit düzeyde bir işbirliği­
ne girebildiği oranda iyileşeceği görüşünü savunur (Ansbacher,
1956).
Adler, bunları öğrenm enin hangi süreçler yoluyla gerçekleşti­
rilebileceğini açıklam am ış ve kuram ındaki bu boşluk nedeniyle
eleştirilmiştir. A ynı nedenle Adler, hastanın tedavideki gelişme
sürecinde gösterm esi beklenen tepkileri de sistem li bir biçimde
incelememiştir. Bu konuda çeşitli yazılarında dağınık olarak yer
alan bazı görüşler Ford ve Urban (1967) tarafından aşağıdaki bi­
çimde derlenm iştir:
1) Hasta, her şeyden önce, davranışlarının değişm esi gereğini
ve bu değişikliği tek başına gerçekleştirem eyeceğini fark etm iş ol­
malıdır.
2) Güçlüklerin çözüm lenm esinde terapistle işbirliği yapmayı
ve tedaviyi düzenli bir biçim de sürdürmeyi kabul etm elidir. An-
cak, A dler'in yazılarında, tedavide kendisine düşen sorum luluğu
üstlenmekte güçlük çeken hastalarla nasıl bir yöntem izlenebile­
n i konusuna hiç değinilm em iş olm ası önem li bir eksikliktir.
150 PSİKANALİZ VE SONRASI

3) Tedavide öncelikle tartışılm ası ve çözüm lenm esi gereken


konuların ve sorunların seçimini yapma sorumluluğu hastaya ait­
tir. Dolayısıyla hasta, tedavideki tartışm aların içeriği konusunda
girişimde bulunm anın kendisine düşen bir görev olduğunu ka­
bul etmelidir.
4) Hasta, tedavi içindeki ve dışındaki davranışlarının sorum ­
luluğunu üstlenmelidir. İyi olabilm e sorum luluğunun kendisine
ait bir görev olduğu, hastaya tedavinin başında açıklanmalıdır.
Terapist, ancak, hastanın davranışlarının nedenlerinin açıklanm a­
sında ve yaptığı yanlışların anlaşılabilm esinde ona yardım cı olur.
Buna karşılık hasta, yaşam ındaki sorunlara çözüm bulm a ve uy­
gulama görevini kendisi üstlenir. Hasta bu sorum luluğu alam adı­
ğında, tedaviden de bir gelişm e beklenem eyeceği gerektiğinde
kendisine açıklanır. Eğer tedavi başarıyla sürdürülebiliyorsa, bu ­
nun gerçekleşmesinde temel katkının öncelikle hastaya ait oldu­
ğu kabul edilir.
5) Hasta, tedavi süresinde terapiste karşı güven geliştirebilm e­
lidir. Başlangıçta pek çok hasta, incitilm e ve küçük görülm e kay­
gısından ötürü terapistle ilişkisinde kuşkulu ve ürkektir. Ne var
ki, giderek, hastanın kendisini güven içinde hissedebilm esi ve te­
rapistin kendisi üzerinde egem enlik kurm ayacağına, hırpalam a­
yacağına ve kendisinden yapam ayacağı şeyleri beklemeyeceğine
inanabilmesi gerekir. Terapist, hastanın her dilediğini özgürce
tartışabileceği güvenilir bir insan olmalıdır.
6) Hasta, tedavi süresince terapistine karşı dostluk ve yakınlık
geliştirebilm elidir. Böyle bir yakınlığın oluşması hastanın diğer
ilişkileri üzerinde olumlu bir etki yapacağı gibi, sorunlarının çö­
zümünde terapistle yapıcı bir işbirliği kurabilm esini sağlar.
7) Hasta, kendisinden kaçma ve olduğundan farklı bir insan
olma çabalarının geçersizliğini görmelidir. Ö zellikle tedavinin
başlangıç dönem lerinde, hasta, gerçeküstü am açlara yönelik üs­
tünlük çabalarını ve alışagelm iş olduğu tepki biçim lerini (koru­
yucularını) sürdürmekte direnir. Bu nedenle tedavide, konuları
elinde olmadan saptırm aya çalışabilir, karşılaştığı güçlüklerde
kendisini sürekli olarak haklı gösterecek biçimde yorum lar yapa­
bilir, çözüm gerektiren bazı sorunlarını tartışmayı erteleyebilir ya
da bunları konuşm aktan kaçınabilir. Terapist, abartılm ış tepkiler­
ALFRED ADLER VE BİREYSEL PSİKOLOJİ 151

den hastanın yararına bir sonuç alınam ayacağını her vesileyle


ona gösterm eli, ancak bunu yaparken hastada yaşam a karşı yenik
düşm üş olma duygusunun yaratılmamasma özen göstermelidir.
8) Hasta, terapistinin davranış konusundaki kavram laştırma-
larını benim sem elidir. Alışılm ış ve katı davranış öriintülerinden
arındıkça, hasta, terapistinin olayları yorum lam a biçim lerini da­
ha kolaylıkla benim sem eye başlar ve bu açıklam aların ışığı altın­
da yeni deneylere girişebilir, algılama ve düşüncelerinde gerekli
düzeltmeleri yapabilir.
Böylece, eksiklik duygularını fark eder, am açlarını daha ger­
çekçi bir biçim de geliştirir, diğer insanlara da ilgi duymaya baş­
lar ve ilişkilerinde daha etkin ve yürekli davranışlar gösterir. Bu
değişim ler geçekleştiğinde tedavi sona erm iş olur.
Birçok araştırıcı, inancın psikoterapide çok önemli bir rol oy­
nadığına değinm işlerdir. Alexander ve French'e göre (1946), ken­
di isteğiyle başvuran hasta, tedaviye gelirken genellikle terapistin
kendisine yardım edebilecek güce ve isteğe sahip olduğu umudu
ve inancını taşır. Eğer hasta, tedaviye zorlanarak gelm işse, tera­
pistin onda bu inancı geliştirm eden gerçek bir tedavi sürecine ge­
çilebilmesi mümkün olm az. Bu inancın gelişm esinde, her şeyden
önce terapistin, kendine olan inancı ve bilgeliği sim geleyebilm esi,
eleştirmeden dinlem eye ve anlamaya istekli olm ası önemli bir rol
oynar.
Bireysel psikolojide tedavinin işleyiş biçim i ve terapiste düşen
görevler aşağıdaki biçim de özetlenebilir:

1) İnanç:
Hasta, tedaviye tüm umudunu yitirm iş olarak gelebildiği gibi,
tedaviden her şeyi, hatta bir mucize bekleyerek gelebilir. İnsanla­
rın genellikle olm asını bekledikleri olaylar doğrultusunda hare­
ket ettikleri gerçeğini göz önünde bulundurarak, terapist, hastası­
nın umudunu sürekli olarak desteklem e durum unda olmalıdır.
Hasta, yaşam savaşından yılm ış bir durum da tedaviye geldi­
ğinden, terapistin temel görevlerinden biri, onu desteklem ek ve
isteklendirmektir. Hastasına olan inancını belirtm esi, onu kötüle­
memesi ve ondan aşırı şeyler beklem ekten kaçınm ası, hastada
umudun gelişm esini sağlar. Terapisti tarafından anlaşılabildiğini
152 PSİKANALİZ VE SONRASI

hissetmek ve onunla "birlikte" çözüm aramak, hastada yalnızlık


duygularını azaltır (Adler, 1963). Tedaviye gelm esine neden olan
bazı güçlüklerinin ortadan kalkm ası terapiste olan güvenini artı­
rır, sorunlar karşısında o güne kadar hiç denem em iş olduğu bazı
yeni yolların ve yöntem lerin varlığını fark etmek, iyim serlik ka­
zanm asına neden olur. Adler, tedavi süresince arada bir hastasıy­
la şakalaşır ve bunun hastanın karam sarlığını hafiflettiğine ina­
nırdı (Way, 1962).

2) İçtenlik:
Hasta, terapist tarafından benim sendiğini ve onun kendisiyle
içten ilgilendiğini hissetm elidir. Ne var ki, terapist bunu sağlar­
ken hastasını çocuk yerine koymamalı, aşırı koruyucu davranış­
larda bulunm am alı, duygusal ilişkiden kaçınmalı ve yeterince il­
gi görm ediğinden yakınan hastalarının tutsağı olmamalıdır.

3) İşbirliği:
Adler ekolüne göre psikoterapi, işbirliği ve dayanışm anın öğ­
renildiği bir süreçtir. Tedavinin amacı, hastayı nevrotik belirtiler­
den arındırm akla sınırlam az, toplumsal ilgisinin gelişimini de
kapsar. Bu nedenle tedavi, hastanın o güne kadar kullanm ış ol­
duğu değer yargılarının değiştirilm esini de öngörür (Dreikurs,
1956). Dolayısıyla hastanın, yaşam sorunlarına karşı geliştirdiği
davranış örüntülerini yeniden öğrenm esi gerekir. Bu öğrenm e sü­
reci, terapistle hasta arasında giderek gelişen işbirliği ortamının
doğal bir sonucu olarak gerçekleştirilir. Biliş alanındaki "tem el
yanılgıları"m görm eye başlayan hasta, eski yöntemlerini sürdür­
mek ya da yeni yolları deneme konusunda özgürdür. Kişisel çı­
karları ile topluma dönük am açlar arasında seçimini yapabilir
(Ansbacher ve Ansbacher, 1956).

4) İlişki:
İyi bir tedavi ilişkisi eşit düzeydeki iki kişi arasm daki dostluk­
la oluşur. A dlerci terapist ve hastası, yüz yüze ve eşit yükseklik­
teki koltuklarda otururlar. Birçok Adlerci terapist, hastayla arala­
rında psikolojik bir uzaklık yarattığı gerekçesiyle çalışm a masası
kullanmaz (Mosak ve Dreikurs, 1973). İlişki, diğer tıp dallarında­
ki hasta-doktor ilişkisine benzem ez ve terapist, her şeyi bilir gö­
ALFRED ADLER VE BİREYSEL PSİKOLOJİ 153

rünen, hastasını gözlem leyen bir insan görünüm ünde değildir.


Tedavide hastaya, yaratıcı bir varlık olduğu, dolayısıyla kendi
güçlüklerini yine kendisinin oluşturduğu, eylem lerinden yalnız­
ca kendisinin sorum lu olduğu anlatılır. Sorunlarının, yanlış algı­
lamalar, kusurlu ya da yetersiz öğrenm iş ve özellikle yanlış değer
yargıları geliştirm iş olm aktan kaynaklandığı açıklanır. Dolayısıy­
la hasta, kendini değiştirm e sorum luluğunu üstlenebileceğini, da­
ha önce öğrenem ediğini öğrenebileceğini, yanlış öğrendiğini dü­
zeltebileceğini görm eye başlar. Tedavi süresince hastanın edilgin
kalma çabaları onaylanm az ve tedavide etkin bir rol oynaması
beklenir (Dreikurs, 1956).
Tedavi işbirliğine dayandığından, am açlar konusunda da tera­
pistle hastanın ortak bir görüş oluşturm aları gerekir (Mosak ve
Dreikurs, 1973). Bundan ötürü terapist, hastayla yaptığı ilk gö­
rüşmede tedaviden neler beklenebileceğini tartışm alı ve yapıla­
cak olan çalışm aların amaçlarım onunla birlikte saptam alıdır.
Hasta, terapisti egem enliği altına alm aya ya da tedavinin tüm so­
rumluluğunu onun üzerine yıkm aya çalışabilir. A ncak terapistin
bu tür tuzaklardan kaçınm ası gerekir. Bazen hasta, yaşam ında
değişiklik yapm aksızın, yalnızca kendisini sıkan nevrotik belirti­
lerden kurtulm ayı um abilir ve tedaviden bir m ucize bekleyebilir.
Bu gibi durum larda, tedaviyi sürdürm eden önce am açlar konu­
sunda bir görüş birliğine ulaşm ak gerekir. Bu kurala uyulmadı­
ğında roller kolayca değişebilir ve terapist kendisini hasta tarafın­
dan tedavi edilir durum da bulabilir (Way, 1962). Tedavinin başa­
rıya ulaşm ası terapistle hasta arasında bir çekişm e ortam ı oluştu­
rarak sağlanam az. İşbirliğinin gelişm esi terapistin kendi dengesi­
ni tartabilm esi yönünden de anlam taşır ve eğer terapist kendi
nevrozundan yeterince armmamışsa tedaviden olum lu sonuçlar
beklenemez.
Hasta, yaşam biçim ini tedaviye getirirken çocukluk yıllarında
ailesinden görm üş olduğu tutumları terapistten de bekler. Yanlış
anlaşılacağı, kendisine haksızlık edileceği, sevilm eyeceği ya da
sömürüleceği kaygılarına kapılır (M osak ve Dreikurs, 1973). Ço­
ğu zaman, terapistin kendisine bu olum suz tutum ları gösterm esi-
ne yol açabilecek ortam ı bilinçsiz bir biçim de hazırlar. Bu neden­
le terapist çok dikkatli olmalı, hastanın hazırladığı "senaryolara"
154 PSİKANALİZ VE SONRASI

ya da Eric Berne'in (1964) deyimiyle, "oyunlara" kapılm amalı ve


onun olumsuz beklentilerini çürütecek biçim de davranmalıdır.
İlk görüşmede hastaya, genellikle tahmin niteliğini aşmayan
bir yorum yapılabilir. Böylece ona, üzerinde düşünebileceği bir
konu verilmiş olur ve hasta kendisini anlaşılmış hisseder. ("Bu
durumu hiç böyle değerlendirm em iştim ", "Bunu öğrenm iş ol­
mak beni çok rahatlattı!") (Mosak ve Dreikurs, 1973). Terapist, gi­
derek hastanın yorum lara ne tür tepkiler vereceğini kestirebilm e-
ye ve onun yaşam biçiminin ana çizgilerini anlamaya başlar. Has­
ta, terapisti kendi oyununa katmayı başarırsa bu durum terapist
için kaçınılmaz bir yenilgiyle sonuçlanır. H astanın, bu oyunu ço­
cukluğundan bu yana başarıyla sürdürm üş bir profesyonel olm a­
sına karşılık, terapist amatör bir oyuncu durum undadır. Terapis­
tin bu oyunu kazanm ası değil, oyuna katılmam ası gerekir. Eğer
iki kişiden biri (terapist) zafer ya da yenilgiyle ilgilenm ezse çekiş­
me de olmaz. Bu durum karşı tarafın oyununu geçersiz kılar ve
daha yapıcı oyunların oynanmasına imkân sağlar.

5) Analiz:
Hastanın psikodinam iğinin incelenmesi iki bölüm de gerçek­
leştirilir. Terapist önce hastasının yaşam biçimini anlam aya çalı­
şır, sonra bu yaşam biçiminin hastanın günlük davranışlarını na­
sıl etkilediğini araştırır. Hastanın yaşam biçim i çocukluk günleri­
nin aksak yaşantılarından kaynaklanm ış olduğu için, sonraki ya­
şamında sağlıklı bir uyum yapabilm esini engelleyici nitelikleri ol­
ması doğaldır. Ancak, geliştirm iş olduğu yanlış değerler hastaya
gösterilirken, bundan ötürü onu sorumlu tutan ve eleştiren tu­
tumlardan dikkatle kaçınm ak gerekir.
Analitik soruşturma, hastayla terapistin ilk karşılaşm alarında
başlar. Hastanın odaya girişi, oturuşu ve bakışları terapiste bir­
çok ipucu verebilir. Konuşma başladıktan sonra terapist, hastanın
"senaryoları" çevresinde nasıl bir iletişim kurduğunu anlamaya
çalışır. Tedavi ilerledikçe terapist, iyi bir dedektif gibi, aldığı her
bilgiyi ve gözlemlediği her durumu değerlendirm eye başlar. Has­
tayı anlayabilme süreci içinde yakaladığı ipuçlarını izler, onları
bir örüntü içine yerleştirm eye çalışır, varsayım lar geliştirir ya da
bazı varsayım larının geçersizliğini görerek onlardan vazgeçer-
ALFRED ADLER VE BİREYSEL PSİKOLOJİ 155

Böylece, elde ettiği parçaları bir araya koyarak bütünü anlamaya


çalışır. Bunu gerçekleştirirken, ortaya çıkan durum lara göre çeşit­
li yöntem leri uygulayabilir.

6) Yaşam Biçiminin Soruşturulması:


Bu amaçla önce, grup yapısı yönünden hastanın ailesi ve aile
içindeki yeri incelenir (Mosak, 1972). Ondan sonra hastanın ço­
cukluk anıları ve bunların yorum una geçilir. Bu anılar belirli bir
olayı yansıttıkları oranda değer taşırlar (Çocukken bir g ü n ).
Olayların topluca ele alınarak tartışılm ası (Biz e s k id e n ), anı­
dan çok aktarma olarak değerlendirilir ve Adlerci terapistler için
anılar kadar önem taşım az (Mosak ve Dreikurs, 1973). Anıların
incelenmesine yansıtıcı (projective) bir teknik gözüyle bakılır.
Geçmiş anılar çözüm lenebildiği oranda hastanın "yaşam öyküsü"
de kendiliğinden ortaya çıkar. Ayrıca, insanlar geçm iş olayları
kendi yaşam biçim lerinin çerçevesi doğrultusunda seçerek hatır­
larlar (Adler, 1958).
Çocukluk anılarının derlenmesi ve yaşam öyküsü, hastanın
"tem el yanlışlarının" anlaşılm asını sağlar. Yaşam biçim i, kişinin
öznel algılarını gerçekm işçesine yaşam asıyla oluşur. Bir bakıma,
yaşam biçim ine insanın kişisel m itolojisi de denilebilir (Mosak ve
Dreikurs, 1973). Eski Grekler de Z eus'un O lim pus dağında yaşa­
dığına inanm ış ve bu varsayım a göre davranm ışlardı. Bugün bu
inancın gerçek olm adığını biliyoruz. A ncak Zeus, gerçek olmadı­
ğı kadar bir gerçektir de. İnsanlar, inançlarını gerçekm işçesine
yaşadıklarından, gerçek ve efsane birbirinden ayırt edilmeyebilir.
Mosak ve Dreikurs'a göre (1973), "tem el yanlışlar" aşağıdaki
biçimde tanım lanabilir:
1) Aşırı genellem eler. "İnsanlar düşm andır" ya da "Yaşam
tehlikelidir" biçim indeki algılam aların, tüm insanları ve yaşamın
her anını kapsam ası, aşırı katı ve kesin bir nitelik taşır.
2) Güvenliği sağlam ak için yanlış ya da erişilm esi m üm kün ol­
mayan am açlar geliştirm ek. "Tek bir yanlış adım her şeyin sonu
demektir." "H erkesi m em nun etm eliyim ."
3) Yaşam ı ve yaşam ın gerçeklerini yanlış algılama. "Yaşam ba-
na hiç rahat bir gün gösterm edi." "Yaşam çok gü ç." U ç durum lar­
da bu sapmalar, hezeyanlara ve halüsinasyonlara dönüşebilir.
156 PSİKANALİZ VE SONRASI

4) Kendine değer verm em e (Adlerci psikologlar her insanın


değerli olduğunu kabul ederler.) "A ptalın biriyim !" Ve "H içbir
şeye layık değilim !" Ya da, "B asit bir ev kadınından başka bir şey
değilim !"
5) Yanlış değer yargıları. "Başkalarını çiğnem en de gerekse,
birinci ol!"

7) Rüyalar:
Freud, rüyaları kişinin geçm işteki sorunlarına çözüm arama
çabası olarak yorum lam ıştır. Buna karşılık Adler, rüyaları gelece­
ğe yönelik bir sorun çözm e etkinliği olarak değerlendirir (Mosak
ve Dreikurs, 1973). Adlercilere göre rüya, gelecekte girişilm esi ta­
sarlanan eylem lerin bir provasıdır. Örneğin, eğer bir girişim im izi
ertelem ek istiyorsak, ona ilişkin görmüş olduğumuz rüyayı ertesi
sabah hatırlam ayız. Belirli b ir eylem den vazgeçme eğilim indey­
sek konuya ilişkin korkulu bir rüya görerek kendim izi ürkütü­
rüz. Rüyalar bu yönden "D eja-vu " (*) olgusuna benzetilebilir. Ta­
sarladığım ız bir yaşantıyı düşlem lerim izde önceden canlandır­
mak, o durum u gerçekten yaşadığım ızda duyacağım ız gerilimi
azaltır. Bu nedenle Adler rüyaları, "duygu fabrikası" olarak nite­
lemiştir.
Tedavide rüyaların çözüm lenm esiyle yetinilm eyip am açlan
da araştırılır. Rüyalar, sorunlarm yüzeye çıkm ası ve hastanın
hangi doğrultuda hareket ettiğinin belirlenm esi bakım ından te­
daviye yön verici bir değer taşır (Adler, 1964-b).

8) İçgörü:
Adlerci terapistler, duygusal içgörü biçim inde bir ikiliği kabul
etmezler. Diğer ekollerin çoğu tarafından benim senm em iş olan
ve davranışlarda beklenen değişikliğin oluşabilm esi için önce iç­
görü kazanılması gerektiği biçim indeki yaklaşımın tedaviyi uzat­
tığına inanırlar. Tedavi odasındaki tartışm alar sonucu kazanılan
içgörü, bazı hastaların değişikliği ertelem ek için daha çok "hasta­
lanm alarına" ve kendi varoluşlarını hissettirm eyi öğrenecekleri
yerde, dış dünyaya kapanarak yalnız kendileriyle ilgilenm elerine

(*) İlk defa karşılaşılan b ir durum u daha önce yaşam ışçasına algılam ak.
ALFRED ADLER VE BİREYSEL PSİKOLOJİ 157

neden olabilir. Böylece hasta, yaşam sorum luluklarını üstlenmeyi


içgörü kazanıncaya dek erteler (M osak ve D reikurs, 1973).
Adlerci psikologlara göre içgörü, yapıcı eylem e dönüşebilen
bir anlayıştır. H asta, ancak geleceğe yönelik girişim leri içinde
davranışlarının am açlarını değerlendirebilir ve yanlış algılam ala­
rını fark edebilir. Düşünsel içgörü, "yaşam oyu nu"nun yerini "te ­
davi oyu nu"nun alm asına ve hastanın tedavide "evet-am a"
"evet, ne yapm am gerektiğini biliyorum , ancak ...... " oyunlarını
sürdürmesine neden olur (Adler, 1964-b).

9) Yorumlama ve Diğer Teknikler:


İçgörü kazanılm ası yorum lam a tekniğiyle gerçekleştirilir. Te­
rapist, dinlediği ve gözlem lediği her şeyin, hastanın günlük iliş­
kilerinin, rüyalarının, düşlerinin, davranışlarının ve hasta-
terapist ilişkilerinin yorum unu yapar. Ancak tüm bu verilerin,
nedenlerinden çok am açları yorum lanır. Yorum lar, tanımlamaya
değil eylem e, bilgi edinm eye değil uygulam aya yöneliktir. Yo­
rumlar aracılığıyla terapist, hastaya yaşam ını nasıl sürdürm eye
çalıştığını gösteren bir ayna tutar ve aksak yaşam biçim inin sür­
dürülmesinde, geçm işle şim diki zam an arasındaki ilişkinin rolü­
nü ona gösterm eye çalışır (Dreikurs, 1961).
Terapist yorum yaparken hastayla şakalaşabilir ya da örnekler
vererek açıklam a yapabilir. Yorum lar ya doğrudan ya da, "Acaba
şöyle olabilir m i?.." biçim inde dolaylı olarak yapılabilir, bazen de
söz konusu durum un hasta tarafından yorum lanm ası beklenir.
Adlerci terapist, hastayı zayıf bir varlık olarak nitelendirm ediği
için, yorum ların doğru zam anlanm am ası, yeterince açık olm ama­
sı ya da abartılm ası gibi aksaklıklar yalnızca teknik bakım dan
önem taşır, hastada yaratacağı etki yönünden üzerinde pek du­
rulmaz.
Adlerci terapist de Freud gibi, hastanın kendisine bağım lılık
geliştirmemesine özen gösterir. U ygulam ada terapist, hastaya se­
çenekleri gösterir, ancak seçim i ona bırakır. Bu yaklaşım hastanın
terapiste değil, kendisine inanç geliştirm esini sağlar. Öte yandan,
gerektiğinde, terapist hastaya önerilerde de bulunabilir. Ancak
bu öneriler, genellikle hastayı kendine yön verm e çabalarında
destekleme am acına yöneliktir (Dreikurs, 1961).
158 PStKANALİZ VE SONRASI

Adler, hastasını gerçek bir "h asta"d an çok, yüreksiz bir kişi
olarak ele aldığı için, onun umut düzeyini yüksek tutmaya ve
kendisine olan inancını güçlendirm eye büyük önem verir. Böyle-
ce hasta, "yürüm eye çabalarken düşerse" dünyanın sonunun gel­
meyeceğini tedavi süresince öğrenir.
Terapist, hastanın dünyaya bakış açısının değişm esine neden
olur ve yaşam a daha iyi anlam verebilm esine katkıda bulunur.
Ancak, hastasıyla mantık tartışm asına girerek ona m antıksızlığını
kanıtlamaya çalışm aktan kaçınm alıdır. Çoğu zaman kendine öz­
gü "psikolojik" bir m antık kullanan hasta, bu tür yaklaşım ları ko­
laylıkla etkisiz kılar. Adlerci terapistler psikodram ayı ve özellikle
"boş iskemleye konuşm a" tekniğini sıklıkla kullanırlar.

10) Tedavi M ekanizması:


Herkes Gordion'daki düğümü nasıl açabileceği üzerinde dü-
şünedururken İskender kılıcını çeker ve düğümü keser. Tedavide
de bir dönem gelir ki, konuşm ak ya da dinlem ek yerine, hasta ey­
leme geçmeye teşvik edilir ve kazandığı içgörüyü kararlı girişim ­
lere dönüştürmesi beklenir (Mosak ve Dreikurs, 1973)..
Adler ekolünde terapistin genellikle beiirli teknikleri uygula­
ması beklenirse de, iyi bir terapist, tedavide ortaya çıkan durum ­
lara göre, bu teknikleri kendine özgü bir biçim de yorum layıp uy­
gulayabilir. Terapist, insanların teknik ve stratejiden daha önemli
olduğunu hiçbir zaman unutmam alıdır. Bunu dikkate almayan
terapist, her şeyi en "d oğru " biçim de uyguladığı halde hastasıyla
gerçek bir ilişki kuramaz.
Adler'in terapisti, kendisini gizlem eyen, saygınlığını koruma
kaygısında olm ayan ve yanlışını kabul edebilen, gereğinde kendi­
ne gülebilen, yürekli, insanlarla ilgilenen, olağan ve gerçek bir in­
sandır. Hasta, terapistin temsil ettiği değer yargılarını benimseme
ve yansılama eğilim inde olduğundan, terapistin bu nitelikleri
hastanın toplumsal ilgi geliştirebilm esinde ona örnek olur (Mo­
sak, 1967).
"Keşke bunu yapabilecek güçte olsam !" Hastanın tedavide
sıklıkla yinelediği sözlerden biridir (Adler, 1963). Böyle durum­
larda terapist, hastaya, gelecek hafta süresince, "yapabilecekm iş­
ALFRED ADLER VE BİREYSEL PSİKOLOJİ 159

çesine davranm asını" önerir. Hasta çoğu kez bu öneriye karşı çı­
karak, kendisi değişm edikçe göstereceği davranışların gerçekten
kendisine ait olam ayacağı görüşünü savunur. Terapist ise ona,
yeni bir davranış biçim ini denem enin rol yapm aktan farklı bir
durum olduğunu anlatm aya çalışır. Bazen insan şık ve pahalı bir
giysi içinde kendisini farklı hissedebilir ve farklı davranabilir, do­
layısıyla farklı bir insan olur.
Tedavi süresinde hasta içgörü kazandıkça yanlış davranışları­
nı da görmeye başlar. Bazen olayı yaşadıktan sonra, bazen ise
olayı yaşam aktayken eski davranış örtintülerini yinelediğinin far­
kına varır. Ancak, giderek geç kalm am ayı öğrenir ve yanlış bir
davranışa geçm ek üzere olduğunu önceden fark ederek yanlışla­
rını tekrarlam am aya çalışır. Bireysel psikolojide bu tekniğe, "ken ­
dini yakalam a" denir. Ancak hasta, kendisini böyle bir durumda
yakaladığında suçlanm am ak ve kendisine gülebilm elidir (Drei-
kurs, 1961).
Tedavide kimi hasta, olum suz duyguların tutsağı olduğundan
ve bu duyguları zihninden uzaklaştırm anın elinde olmadığından
yakınır. Böyle bir durumda terapist, hastaya geçm işten hoş bir
anısını zihninde canlandırm asını ve bu anıya ilişkin duygularını
tanımlamasını ister. Sonra hastadan, kendisini üzmüş, küçük dü­
şürmüş ya da kızdırm ış olan geçm iş bir yaşantısını çağrıştırması
ve bu olaya ilişkin duygularını değerlendirm esi istenir. Bundan
sonra hasta birinci anıyı yeniden canlandırır. Bu tekniğe, "otom a­
tik düğm e" denir ve am acı, hastaya dilediği duyguyu ve düşün­
ceyi oluşturm anın kendi isteminde olduğunu, duygularının tut­
sağı değil, yaratıcısı olduğunu gösterm ektedir. İnsan kendisini
çöküntüde hissediyorsa, çöküntüde olmayı kendisi seçmiş de­
mektir. O tom atik düğme tekniğinde amaç, hastaya kendi varlığı­
na egemen olma gücünün kanıtlanm asıdır (M osak ve Dreikurs,
1973).
Tedavi ilerledikçe hasta, kendi gerçek varlığını hissetmeye ve
yaşamına daha etkin bir biçim de katılmaya başlar. Tedavinin son
dönemlerinde, "B ak işte buna aklım yattı", "Şim di ne yapmam
gerektiğini biliyorum ", "Sandığım dan daha kolaym ış" gibi tepki­
ler sıklıkla gözlem lenir (Mosak ve Dreikurs, 1973). Kendini tanı­
mış olmanın oluşturduğu güven ve iyim serlik duygusu, yaşam
160 PSİKANALİZ VE SONRASI

sorum luluğunun giderek artan bir istekle ve korkusuzca üstlenil-


mesiyle sonuçlanır.
Çağdaş Adlerci terapistlerin örtde gelen kişilerinden Dreikurs
ve yardım cıları, bir hastanın birden fazla terapist tarafından te­
daviye alındığı çoğul psikoterapi (multiple psychotherapy) yön­
temini geliştirmişlerdir. D reikurs'a göre bu yöntem, gerek hasta­
ya ve gerekse terapiste birçok yarar sağlar. Örneğin, iki terapis­
tin birbiriyle sürekli danışm a durumunda olması hastanın bir te­
rapiste aşırı bağım lılık geliştirm esini önler. İki terapist birbirin­
den bağımsız olarak aynı görüşleri savunduğunda, hasta tedavi­
ye daha büyük bir güven duyar. Öte yandan, iki terapist arasın­
da ortaya çıkabilecek görüş ayrılıkları, hastaya, farklı görüşlere
sahip olmanın her zaman bir çatışmaya yol açm ayacağını öğret­
miş olur.
Mosak ve E^reikurs (1973) çoğul terapinin hastaya sağladığı
.yararları aşağıdaki biçim de özetlem işlerdir:
1) Çoğul terapi öğrenm eyi kolaylaştırıcı bir ortam sağlar.
2) Hasta, iki ayrı insan ve iki ayrı yaklaşımla etkileşim duru­
mundadır.
3) Sürekli yeni görüşlerin ortaya atılm ası tedaviyi hızlandırır,
duraklam aları engeller.
4) Hasta, hem seyirci hem katılımcı olduğundan, kendisini da­
ha açık ve yansız gözlem lem e imkânını bulur.
5) Hasta ve terapistin gerekli işbirliği ortamını sağlayam adık­
ları durumlarda hasta ortada kalm az, tedavisini diğer terapistle
sürdürür.
6) Tedavide ortaya çıkan bağım lılık sorunları daha kolay çö­
zümlenir.
7) Çoğul terapi, dem okratik toplum sal etkileşim e b ir örnek ol­
duğundan, hasta için de yararlı bir derstir.

KLASİK PSİKANALİZ VE BİREYSEL PSİKOLOJİNİN


KARŞILAŞTIRILMASI

Mosak ve Dreikurs (1973), Adler ve Freud arasındaki yakla­


şım farklılıklarını aşağıdaki biçim de özetlem işlerdir:
ALFRED ADLER VE BİREYSEL PSİKOLOJİ 161

Freud Adler
1. Nesnel 1. Öznel
2. Fizyolojik altyapılı bir ku­ 2. Sosyal bir psikoloji kuramı
ram
3. N edenselliğe önem tanır. 3. Erekbilim e önem tanır.
4. İndirgeyici. Kişilik, bilinç- 4. Bütüncü. Kişilik parçalara
bilinçdışı, eros-tanatos, id- bölünem ez. Kişiliğin bel­
ego-süperego gibi birbirine lek, duygular ve davranış­
karşıt çalışan bölüm lere ay­ lar gibi çeşitli yönleri bire­
rılm ıştır. yin tümü için çalışır.
5. İnsan kendi kişilik yapısı 5. İnsan ancak diğer bireyler­
içinde incelenir. le kurduğu ilişkiler ve top­
lum sal çevresiyle etkileşimi
içinde değerlendirilebilir.
6. Psikoterapinin amacı, ruh­ 6. Bireyin am acı, kişiliğine ye­
sal yapının çeşitli bölümleri ni boyutlar katarak kendini
arasında bir uyum sağla­ gerçekleştirm eye ulaşabil­
maktır. m ek ve toplumsal ilgisini
geliştirm ektir.
7. Asal olarak insan "kötü" 7. İnsan, "iy i" ya da "kötü"
bir varlıktır. U ygarlık onu değildir. Yaratıcı ve seçici
ehlileştirm eye çalışırsa da bir varlık olduğu için, ya­
birey bunun karşılığını ol­ şam biçim ine ve o anda
dukça pahalıya öder. Teda­ içinde bulunduğu koşulla­
vide içgüdüsel istekler saf- rın etkisina göre "iy i" ya
dışı edilm ez, ancak yücelti- da "k ö tü " olma durumla­
lebilir. rından birini seçebilir.
8. İnsan içgüdüsel yaşam ının 8. Seçim yapabilen bir varlık
ve uygarlığının tutsağıdır. olarak insan, içinde yaşadı­
ğı çevreye istediği biçimi
verebilir. Yaşamı boyunca
karşılaşacağı olayları seç­
m ek her zam an kendi elin­
de olm asa da, bu olayların
oluşturduğu uyaranlara
karşı geliştireceği tepkileri
PSn
162 PSİKANALİZ VE SONRASI

seçebilm e özgürlüğüne sa­


hiptir.
9. Freud'un gelişim kuramı, 9. Çocuklar, ailede, okulda ve
doğrudan çocukları göz­ diğer eğitim m erkezlerinde
lem leyerek değil, yetişkin­ doğrudan incelenm iştir.
lerin serbest çağrışım ların­
dan edinilen veriler üzerin­
de kurulmuştur.
10. Freud'un öğretisi, Oedipus 10. A dler'in öğretisi, bir grup
kompleksi ve bunun çö­ olarak aileye ve aile içi iliş­
zümlenm esi üzerine kurul­ kilere önem verir.
muştur.
11. Diğer insanlar bizim düş­ 11. D iğer insanlar bizden farklı
manlarım ızdır. Bizimle sü­ değildir. Yaşam içinde iş­
rekli çekişm e durumunda birliği yapabileceğim iz, da­
olduklarından, onlardan yanışabileceğim iz ve bizim ­
kendimizi korum am ız ge­ le eşit varlıklardır.
rekir. Theodore Reik (1948),
Nestroy'dan bir alıntıyı
şöyle aktarır: "E ğer iki kurt
bir rastlantı sonucu orm an­
da karşılaşırlarsa biri diğe­
rinden kurt olduğu için te­
dirgin olmaz; oysa iki in­
san karşılaştığında biri di­
ğerinin bir soyguncu olabi­
leceğini düşünm elidir." (s.
477).
12. Kadınlar, erkeklerin üreme 12. İçinde yaşadığım ız kültür,
organına im rendikleri için kadınları yetersiz varlıklar
eksiklik duyarlar. Kadm lar olarak değerlendirdiğinden
eksik varlıklardır. "A nato­ kadınlar eksiklik duyarlar-
mi insanın yazgısıdır." Bu ortamda erkekler daha
çok hak, ayrıcalık ve önceli'
ğe sahiptirler. Ancak çağ­
daş kültürel yaklaşım lar bu
ALFRED ADLER VE BtREYSEL PSİKOLOlt 163

durumu yeniden değerlen­


dirm e eğilim indedir.
13. Nevrozun kökeninde cinsel 13. N evroz yetersiz öğrenme
çatışm alar bulunur. sonucu oluşur ve yanlış al­
gılam aların ürünüdür.
14. Uygarlığın karşılığı nevroz­ 14. Yeterince uygarlaşam am ış
la ödenir. olm anın karşılığı nevrozla
ödenir.

TARTIŞMA
Bireysel psikoloji, fenom enolojik tedavi yaklaşım ının ilkörne-
ğidir ve bu yönden günüm üzde de önem ini korum aktadır. Bir­
çok diğer psikoterapi ekolü de insanın, yaşadığı olayları görebil­
mesi, üzerinde düşünebilm esi ve hissedebilm esi ilkesinden hare­
ket eder. Ancak, Adler bu konuda aşırı bir genellem eye giderek,
yalnızca "ö zn el" olaylara önem tanım ış, nesnel olarak gözlem le-
nebilen olguları incelem e dışı bırakm ıştır. O ysa, davranışların tü­
mü insanın olayları nasıl gördüğüne göre değerlendirilem ez; bazı
davranışların oluşum u, doğrudan çevresel uyaranlar tarafından
belirlenir.
A dler'in en önem li katkılarından biri, insan davranışında bü­
yük önem taşıyan b ir olguya, am aca yönelik davranışlara dikkati
çekmiş olm asıdır. Tüm davranışların çevresel olayların ya da iç­
sel gerilim lerin ürünü olduğu biçim indeki görüşlere karşı çıkan
Adler, insam n gelecek olaylara (am açlara) yönelik düşünceleri
üzerinde durm uştur (Ford ve U rban, 1967). Fenom enolojik açı­
dan bakıldığında, insanın gelecekte yapm ayı tasarladığı davra­
nışların olası sonuçları üzerinde düşündüğü ve davranışlarının
seçimini bu beklentilere göre yaptığı açıkça görülebilir.
A dler'in geliştirdiği bir diğer önem li kavram olan yetersizlik
duyguları ve üstünlük çabalarının, uç örnekleri yansıtan aşın bir
genelleme olduğu düşünülebilir. Çünkü, birçok insan bu tür duy­
guları yaşam aksızın günlük yaşam larım sürdürebilm ektedir.
Yeterince açıklanmamış bir diğer kavram da, toplumsal ilgi­
dir. Toplumsal ilgi, insan ilişkilerindeki düşünce, duygu ve ey­
lemlerin tümünü mü içermektedir? Eğer bunlardan yalnızca biri.
164 PSİKANALİZ VE SONRASI

örneğin duygular söz konusu ise, hangi duygular bu kavram ın


kapsamına girmektedir?
Adler'in, büyüklere ait özellikleri çocuklar için de geçerli say­
dığı söylenebilir. Yetişkin insanların kendileri ve çevresindeki in­
sanlar hakkında eksiklik-üstünlük yargıları geliştirdikleri kuşku
götürm ez bir gerçek olm akla birlikte, bu duyguları küçük bir ço­
cuğun da benzer biçim de yaşadığım varsayabilmek için, çocuğun
oldukça karm aşık ve gelişm iş algısal yeteneklere sahip olduğunu
kabul etmek gerekir (Ford ve Urban, 1967).
Tüm bu eleştirilebilir yönlerine ve uzun süre gereken önemin
verilm em iş olmasına karşın, bireysel psikoloji yetm işli yıllardan
bu yana giderek gelişm eye ve tekrar saygınlık kazanm aya başla­
mıştır. Adlerci dem eklerin, aile eğitim m erkezlerinin, çalışma
gruplarının ve bireysel psikoloji alanında yapılan araştırmaların
sayısı giderek artmaktadır.
Adler'in etkileri, ego psikologlarının, neo-Freudcularm , varo­
luşçuların, in san a yaklaşım lı psikoterapi ekollerinin çalışm ala­
rında sıklıkla gözlem lenebilir. Bazı Adlercilerin dediği gibi (Mo-
sak ve Dreikurs, 1973), "A lfred A dler'in düşünce ve gözlem leri­
nin çoğu, sessiz ve fark edilm eden, çağdaş psikiyatrik düşünceye
öylesi mal olm uştur ki, artık bir kişinin A dlerci.olduğu ya da ol­
madığı değil, ne oranda Adlerci olduğu tartışılabilir."
Bölüm: 3
C A R L G U S T A V JU N G V E A N A L İT İK P S İK O L O Jİ

Basel Ü niversitesi'nde tıp profesörü olan büyükbabasının adı­


nı taşıyan Cari Gustav Jung, 26 Temmuz 1875'te İsviçre'nin Cons-
tance gölü kıyısındaki Kessw ill köyünde doğdu. Bir Luteran papa­
zı olan babası, iyi niyetli, ama katı ve kuralcı bir adam dı. Jung aile­
nin en büyük oğluydu. İki erkek kardeşi çok küçük öldükleri için
dokuz yaşındayken kız kardeşi doğana dek yalnız büyüm üştü.
Jung altı aylıkken, babası Ren nehri kıyısındaki Laufen köyü­
ne atandı. Bu dönem de ortaya çıkan bazı evlilik sorunları sonucu
annesi ağır bir bunalım geçirdi ve hastaneye kaldırıldı. Küçük
Cari Gustav bir süre için yaşlı bir teyzenin yanm a gönderildi.
Her İsviçreli çocuk gibi Jung, dağları, ırm akları ve gölleri çok
severdi. İnsanın suyu görm eden yaşayam ayacağına inanmıştı.
Entelektüel yönünü bu denli geliştirmiş olm asına karşın, her za­
man doğaya yakındı. Yaşama ve doğaya olan düşkünlüğünün ya­
nı sıra, ölüm le de çok sık karşılaşmıştı. Yaşadığı yörede bulunan
tehlikeli bir şelale birçok balıkçının ölüm üne neden olmuştu. Ba­
basının yanı sıra sekiz am cası da papaz olduğu için cenaze tören­
leri günlük yaşam ının doğal bir parçasıydı. Altı yaşındayken,
Klein-H üningen'deki sel baskınmda yarısına kadar kum a göm ül­
müş bir ceset görm üştü.
Jung çocukken genellikle tek başına oynardı. Saatlerce yeni
oyunlar yaratır, başkalarının kendisini seyretm esinden ya da
Oyunlarına karışm asm dan hoşlanmazdı. Jung, kız kardeşinin do­
ğumundan sonra onunla da ilgilenmedi ve yalm z başına oyunla­
rını sürdürdü. İçedönük bir çocuktu ve yaşam ı boyunca da öyle
kaldı.
Jung'un anne ve babası evliliklerinde mutlu değillerdi ve ayrı
odalarda yatarlardı. Babası hırçın ve geçinilm esi güç bir adamdı.
166 PSİKANALİZ VE SONRASI

Annesi oldukça sık bunalım geçirir ya da depresyona girerdi. Bu


durum lar onu çok üzer ve çevresindekilerden sıkıldığında tavan
arasında otururdu. Orada en iyi dostu, tahtadan oyduğu bir in­
san modeliydi. Onunla saatlerce konuşur, iç dünyasını ona dö­
kerdi.
On bir yaşındayken, köy okulundan ayrılarak Basel kentinde
bir okula başladı. O güne kadar hiç karşılaşm adığı varlıklı insan­
ların dünyası onu çok etkiledi. Delik pabuçları ve ıslak çorapla­
rıyla gittiği okulda bazı çocukların, her zaman özlemini çektiği
dağlarda ve göllerde gezilere çıkm asına çok im renirdi. İşte bu dö­
nem de Jung, ailesine acımaya ve o güne kadar kendisinden çok
uzak hissettiği babasına bile yakınlık duymaya başladı.
Jung bir süre sonra okuldan bıkm aya başladı. Derslerine ayır­
m ak zorunda olduğu zaman, kendisini gerçekten ilgilendiren ko­
nularda okumasma imkân verm iyordu. Özellikle din derslerini
çok sıkıcı buluyor, m atem atikten ise hiç hoşlanm ıyordu. Beden
eğitim i derslerine karşı da isteksizdi ve bayılma nöbetleri geçir­
meye başlayınca bu derslere altı ay süreyle katılam adı. Bu belirti­
ler giderek sıklaşınca Jung bir süre okula da gidemedi. Bu dö­
nemde canı ne isterse onu okudu ve doğayı araştırm aya başladı.
Günlerini ya babasının kitaplığında ya da ağaçlar ve hayvanlar
arasında geçiriyordu.
Durumdan çok kaygılanan ailesi, Jung'u pek çok doktora gö­
türmüş, ancak hiçbiri bayılm a nöbetlerinin nedenini bulamamış
ve etkili bir tedavi uygulayam am ıştı. Jung ise, durum una aldır­
mıyordu. Ancak, bir gün ailesinin de kendisinden ve geleceğin­
den umudunu yitirdiğini duyunca birden paniğe kapıldı. Bayıl­
ma nöbetleri sona erdi, okula döndü ve bu kez derslerine sıkıca
sarıldı. Böylece Jung, nevrozun ne olduğunu ilk kez kendi yaşan­
tıları içinde öğrenm iş oldu.
Jung, küçük yaşlarından beri duygularını, düşüncelerini ve
rüyalarını paylaşacak kim se bulam am ıştı. Özellikle kafasını ka­
rıştıran dinsel konuları babasıyla tartışm ak ya da irdelem ek im­
kânsızdı. On altı yaşından sonra, bu konudaki çatışm alarının ye'
rini felsefeye yönelik bir ilgi aldı. Önceleri Yunan filozoflarım
okudu, daha sonra Schopenhauer'in yapıtlarından çok etkilendi.
CARL GUSTAV JUNG VH ANALİTİK PSİKOLOJİ 167

Bu dönem de Jung, insanlara güvenmeyen, içine kapanık kişili­


ğinden sıyrılarak, daha konuşkan ve atılgan bir insan oldu. Ken­
dine güveni arttıkça arkadaş edinm eye başladı ve onlara düşün­
celerinden de söz etm eye başladı. Anlattıkları arkadaşları tarafın­
dan ya alaya alındı ya da saçma görüşleri olan bir şarlatan olarak
karşılandı. Oysa Jung, okulda verilen dersler ve ödevler dışında
da sürekli okuyordu. Öğretm enlerinin bir bölüm ü de onu, başka­
larının düşüncelerini çalm ak ve kendisininm iş gibi satm akla suç­
ladılar. Bu olaylar dizisi, Jung'un yeniden çevresine yabancılaş­
masına ve içine kapanm asına neden oldu.
Liseyi bitirdiğinde anne ve babası, Jung'a hangi alanda üni­
versite öğrenim i yapm ak istediğini sordular. Jung son kayıt gün­
lerine kadar bir karara varamadı. İlgilendiği dört konu vardı:
Fen, tarih, felsefe ve arkeoloji. Sonunda fen öğrenim i yapmaya
karar verdi ve ancak üniversiteye girdikten sonra tıp öğrenimi
yapabileceği aklına geldi. Bu olasılığı daha önce fark etm em iş ol­
masını Jung, bir tıp profesörü olan ve adını taşıdığı büyükbabası­
nı taklit etm eye karşı bir direnç olarak yorum lam ıştır.
Tıp öğrenim ine başladıktan bir süre sonra babası ölünce para­
sal güçlüklerle karşılaştı. Am calarından biri yardım edene kadar
ailesine de bakm ak durumunda kalan Jung, iç hastalıkları alanın­
da uzm anlaşm ak istiyordu. Ancak parasızlık bu tasarıdan vaz­
geçmesine neden oldu.
Jung öteden beri, rüyalara ve parapsikolojiye özel bir ilgi du­
yardı. Bir yaz tatilinde yaşadığı iki olay onu özellikle çok etkile­
mişti.
İlk olay odasında çalışırken oldu. Birden silah patlamasına
benzer bir ses duyan Jung, yandaki odaya gittiğinde orada bulu­
nan büyük m asanın ortasından ayrılm ış olduğunu gördü. Çatlak
ek yerlerinden uzaktı. M asa yıllanm ış cevizden yapıldığından, ısı
ve nem değişikliği nedeniyle çatlaması olanaksızdı.
Jung'u etkileyen ikinci olay, büyük bir bıçağı ekm ek sepetinin
'Çinde param parça olm uş bir durum da bulm ası olm uştu. Bıçağı
bir bıçakçıya götürdüğünde, yapıldığı çeliğin çok üstün nitelikte
olduğunu ve ancak biri tarafından kasıtlı olarak bu biçim de par­
a la n m ış olabileceğini öğrendi. Oysa ev halkının diğer üyeleri de
Jung gibi olaya çok şaşmıştı. Bu olaylar üzerine Jung'un parapsi-
168 PSİKANALİZ VE SONRASI

kolojiye ilgisi daha çok arttı ve her pazar akşamı bir akrabasının
evindeki ruh çağırm a seanslarına katılm aya başladı.
Bu esrarlı olaylar, sonradan psikiyatriye duyduğu ilginin baş­
langıç noktası olm uştur denilebilir. Çünkü, o yazın sonunda oku­
la dönen Jung, Kraft-Ebing'in psikiyatri kitabını okurken yıldı­
rımla vurulm uş gibi oldu. Gelecekte seçeceği alan psikiyatri ol­
malıydı. Bazı araştırm alardan sonra, yirmi dört yaşm a geldiğinde
artık kesin kararını vermişti.
Okuldaki profesörleri, Jung'un bu kararını hoş karşılam adılar.
Gelecekte kendisinden çok şey bekledikleri böylesi parlak bir öğ­
rencinin psikiyatri gibi saçm a bir dalı seçm esine şaşm ışlardı. O
günlerde psikiyatri tıp alanı içinde ciddiye alınm ıyor ve psikiyat-
ristlerin de tedavi ettikleri kişiler kadar acayip insanlar oldukları­
na inanılıyordu. Ancak Jung, kararında direnm eyi başardı.
Jung ilk görevine 10 A ralık 1900'de Z ürih'teki Burghölzli H as­
tan esin d e başladı. Burghölzli, A vrupa'nın en ünlü ruh hastalık­
ları merkeziydi ve başında şizofreni kavram ını geliştirm iş olan
ünlü hekim Eugen Bleuler bulunuyordu. Jung, daha ilk günden,
böylesi usta bir hekim le çalışm anın kendisi için büyük bir şans
olduğunu fark etmişti. Ayrıca, bunaltıcı bulduğu Basel'den sonra
Zürih'te yaşam aktan da çok hoşlanm ıştı ve yaşamı boyunca ora­
dan ayrılmadı.
Psikiyatride uzm anlık eğitim ine başladığı günlerde yoğun bir
biçim de okudu ve hastaları gözlemledi. "R uh hastalarının iç dün­
yasında gerçekten neler olup biter?" sorusu düşüncelerine ege­
mendi. Jung, Bleuler'in yanı sıra, 1902'de bir süre için gittiği Pa­
ris'te büyük Fransız psikiyatristi Pierre Janet ile de tanıştı. Ancak,
Jung'un düşüncelerini en çok etkileyen kişi Sigm und Freud ol­
muştur.
1903'te Emma Rauschenbach'la evlendi. 1955'te ölen eşi, yaşa­
mı boyunca çalışm alarında Jun g'a yardım cı olmuştur.
Jung, 1905 yılında Zürih Ü niversitesi'nde ders verm eye ve Psi­
kiyatri Kliniği'nde uzm an hekim olarak çalışmaya başladı. Bir
yandan da m uayenehane açan Jung'un özel hastalarının sayısı kı­
sa bir süre içinde o kadar arttı ki, sonunda Psikiyatri Klini-
ği'ndeki görevinden ayrıldı. Ancak üniversitedeki derslerini
1913'e dek sürdürdü.
CARL GUSTAV JUNG VE ANALİTİK PSİKOLOJİ 16 9

Jung, Freud'un yazılarını yakından izliyordu. O na bazı maka­


lelerini ve 1907'de yayım lanan ilk kitabı "Dementia Praecox'uıı Psi­
kolojisi'^! yolladı. Bu kitapta, Freud'un görüşlerini genellikle öv­
mekle birlikte, bazılarını, özellikle çocukluk dönem ine ilişkin cin­
sel sorunları biraz kuşkuyla karşıladığını açıklam ıştı. 1907 yılın­
da Freud, Jun g'u V iyana'ya davet etti. İlk karşılaştıktan anda bir­
birlerinden çok hoşlanan Jung ve Freud, on üç saat kesintisiz ko­
nuştular. Bundan sonra altı yıl süren bir dostluk başladı. Her haf­
ta birbirlerine m ektup yazdılar. 1907'de Am erika Birleşik
D evletleri'ndeki C lark Üniversitesi tarafından davet edildiler ve
orada yedi hafta birlikte seyahat ettiler. Uluslararası Psikanaliz
Derneği kurulduğunda, Freud'un önerisi üzerine Jung bu derne­
ğin başkanı seçildi. Bu dönem de Freud, Jung'a gönderdiği bir
mektupta, onu evladı gibi kabul ettiğini ve psikanalizin veliahdı
olarak gördüğünü yazm ıştı.
İki hekim arasındaki ilişkinin kopma nedenleri oldukça kar­
maşıktır. Ancak, Jung'un bağım sız ve başına buyruk kişiliğinin
bunda önem li bir payı olduğu söylenebilir. Jung, birinin öğrenci­
si, veliahdı ya da oğlu olmayı kabul edebilecek kişilik yapısında
değildi. Nitekim sonunda Freud'la ilişkisinin kopacağını bilm esi­
ne ve üzülm esine karşın, kişisel görüşlerini yansıtan "Dönüşümün
Simgeleri" (Symbols of Transform ation) adlı kitabını yayımladı.
Bu yapıt gerçekten de ilişkilerinin sonu oldu.
Freud ve psikanalizle ilişkisini kestikten sonra, Jung, üç yıl sü­
ren bir kararsızlık dönem ine girdi. Dış dünyaya oldukça kapan­
dı, araştırm a yapam adı, okuyam adı ve yazam adı. Bu dönemde
kendi bilinçdışını araştırm aya yöneldi ve özellikle rüyalarını ve
düşlemlerini inceledi.
Üç yıllık uyuşukluktan sonra Jung, en iyi yapıtlarından biri
olan "Psikolojik Tipler"! yazdı. Bu kitapta, Freud ve ondan ayrılan
Bir diğer psikanalist olan A dler'den farklılıklarını açıkladı, karak­
ter tiplerinin tanımını yaptı, dışadönüklükle içedönüklüğün ve
duygu ile düşüncenin ayrımını tartıştı.
Bu dönem de Jung, evinde öğrencilerle toplantılar düzenleme­
ye ve gezilere çıkm aya başladı. Önce, Tunus ve Sahra çölüne
6‘tti ve öteden beri ilgilendiği ilkel insan psikolojisini yerinde
lr>celeme imkânını buldu. Afrika'ya ikinci gidişinden önce Sıva-
170 PSİKANALİZ VE SONRASI

hili (*) dilini öğrenen Jung, bu kez Afrika içlerine giderek yerliler­
le sözlü iletişim de kurabildi ve sonradan New Mexico, H indis­
tan ve Seylan'a yaptığı gezilerden de edindiği izlenim lerin ürünü
olarak, ortak (ırksal) bilinçdışı kavramını geliştirdi. Daha sonra
falcılığa yönelik bir Çin ekolü olan 1 Ching'le de ilgilenen Jung,
1944'te ünlü yapıtlarından biri olan "Psikoloji ve Sihir"i yayımladı.
Bilimin genellikle kuşku ile karşıladığı, sihir, yıldız falı, tele­
pati, ruh çağırma, geleceği görme, yoga, falcılık, uçan daireler,
dinsel simgeler ve düşler gibi konulara eğilm iş olm ası eleştiriye
uğramasına neden olm uştur. Ne var ki, Jung bu konuları inanan
bir kişi olarak değil, bilim sel yönden ele almıştır.
1955'te eşi ölünce, Jung, günlerini, hizmetçisi, bahçıvanı ve
ölünceye dek çalışm alarına yardımcı olan sadık sekreteri Aniela
Jaffe ile birlikte geçirdi. Kızları da nöbetleşe gelip onunla birlikte
kalıyor ve Jung'u yalnız bırakm ıyorlardı.
Jung, yaşam ı boyunca birçok ödüller ve H arvard, Oxford gibi
üniversitelerin onur üyeliklerini almıştı. Başkalarına karşı, zaman
yönünden oldukça cöm ert olan Jung, televizyona çıkar, konfe­
ranslar verir, halk için yazılar yazar, kendisine gönderilen mek­
tupları yanıtlar ve dünyanın her bir yanından onunla tanışmak
için gelen insanları kabul ederdi. Ünlü kişilerle de, lise öğrencile­
riyle de aynı biçim de konuşan Jung, dem okratik ve alçakgönüllü
bir insandı.
Jung, 6 Haziran 1961'de öldü ve psikiyatri alanına etkisi, ölü­
münden sonra giderek artan bir biçim de sürdü. Jung'un kurucu­
su olduğu Analitik Psikoloji'nin m erkezi 1948'de Z ürih'te kurul­
muş olan C. G. Jung Enstitüsü'dür. Ayrıca, bir U luslararası Anali­
tik Psikoloji Derneği ve birçok ülkede yerel dernekler ve örgütler
bulunmaktadır.
Jung, geliştirdiği kavram ların sistem atik bir formülasyonunu
yapmaktan kaçınm ış, geçm iş deneyim lerini kalıplaştırm ak yerine
yeni gözlemlere yönelm eyi yeğlem iştir. Sürekli olarak gerçek ol­
guları tanımaya ve anlam aya çalışm ış olan Jung için kavramlar,
geçici bir tanım lam adan öte bir anlam taşım amıştı. O na göre kav­

(*) A frika'da yaygın b ir biçim de kullanılan b ir dil.


CARL GUSTAV JUNG VE ANALİTİK PSİKOLOJİ 171

ramlar, onlara karşıt düşen gerçek olgular tarafından ortadan kal­


dırılabilirler.
Önceleri "K om pleks Psikolojisi", sonradan "A nalitik Psikolo­
ji" olarak adlandırdığı ekolün kurucusu olan Jung, çalışmalarını
yalnızca kavram larla ve kuram larla sınırlam am ış, psikolojik teda­
vi alanında da özgün yöntem ler geliştirm iştir. Klinik çalışm aları­
nın yanı sıra, toplumsal ve dinsel konulara ve çağdaş sanat akım­
larına da eğilm iştir. Jung ana dili olan Alm ancadan başka, İngiliz­
ce, Fransızca, Latince ve Yunancayı da iyi bilirdi. Üstün yetenekli
bir yazardı ve 1923'te Zürih Kenti Edebiyat Ö dülü'nü de kazan­
mıştı. Eşi ve çocuklarına iyi bir koca ve babaydı.
Hekim, psikiyatrist, psikanalist, profesör, yazar, toplumsal
eleştirmen, aile babası ve vatandaş olarak üstün niteliklerinin ya­
nı sıra, insan ruhunun zenginliklerini en ayrıntılı bir biçim de in­
celemiş bir araştırıcı olarak Jung'un çağdaş düşünce dünyasında
seçkin bir yeri vardır.

KİŞİLİK YAPISI

Jung'a göre, insan kişiliğini kavram laştırm a süreci üç dizi so­


ruyu içerir: (1) Kişilik yapışım oluşturan bölüm ler nelerdir? Bu
bölümler birbirleriyle ve dış dünyayla nasıl bir etkileşim içinde­
dirler? (2) Kişiliğe etkinlik kazandıran enerji kaynakları nelerdir
ve bu enerji kişiliğin çeşitli bölüm lerine hangi oranlarda dağıl­
mıştır? (3) Kişilik nasıl oluşur ve bireyin yaşamı boyunca nasıl bir
değişime uğrar? Bu üç soru kişilik kavram ının yapısal, işlevsel ve
gelişimsel yönlerini yansıtırlar.

Psişe

Jung ekolünde kişiliğin tümü psişe olarak adlandırılır. Latince


kökenli olan bu sözcük o dilde "ru h " anlam ına gelirse de günü­
müzde daha çok "z ih in " sözcüğünü karşılam aktadır. Psişe, bi­
linçli ya da bilinçdışı, tüm duygu, düşünce ve davranışları içerir,
tasanın fizik ve toplum sal çevresine uyum yapm asını sağlar.
Psişe kavram ıyla Jung, insanı bir bütün olarak ele alır ve kişi­
l i n birbirinden farklı yapıda parçaların bir araya gelmesinden
172 PSİKANALİZ VE SONRASI

oluştuğunu kabul etmez. Gerçekte insan bütünleşm ek için çaba


göstermez; buna zaten sahiptir, onunla birlikte doğmuştur. An­
cak, yaşamı boyunca bu bütünlüğe yeni boyutlar katmaya ve
onu birbirine karşıt çalışan parçalara bölünm ekten korum aya ça­
lışır. Psikanalistin görevi, bütünlüğünü yitiren kişilerin bunu ye­
niden kazanm alarına yardımcı olm ak ve psişeyi güçlendirerek,
böyle bir dağılmanın gelecekte yeniden yaşanm asına karşı ön­
lem alm aktır. Bir başka deyişle, psikanalizin am acı psikosentez-
dir.
Psişe, birbirinden farklı biçim de çalışan, ancak birbiriyle etki­
leşim durum unda olan sistem lerden oluşur: Bilinç, kişisel bilinçdı-
şı, toplumsal (ırksnl) bilinçdışı.

B ilin ç

Bilinç, kişinin doğrudan farkında olduğu ve tanıdığı bir zihin


parçasıdır. Yaşamın ilk döneminde, belki de doğum öncesinde
belirm eye başlar. Çocuk giderek ana-babasını, oyuncaklannı ve
çevresindeki diğer objeleri seçm eye başlar. Bilinç alanının gelişti­
rilmesi, Jung'un diişiinıne, hissetme, dııyıı ve sezgi diye "adlandırdı­
ğı zihin işlevlerinin günlük yaşam da sürekli uygulanm asıyla sağ­
lanır. Çocuk bu işlevleri eşit oranlarda kullanm az, genellikle biri­
ni diğerlerine oranla daha sık kullanır. İşte bu seçicilik, temel ka­
rakter yapısı olarak, bir çocuğun diğerinden farklılığını belirler.
Düşünm eye yönelik bir çocuğun karakteri, duygulara yönelik ço-
cuğunkinden farklı olur.
Bu dört zihinsel işlevin yanı sıra, bilinçli zihnin yönelimini be­
lirleyen iki tür tutum vardır. Bu tutumlar, iç e d ö n ü k lü k ve dtşadö -
nükliiktÜ T. Dışadönük tutum dış ve nesnel dünyaya yöneliktir;
içedönük tutum iç ve öznel dünyaya yöneliktir.
Bir insanın bilincinin diğer insanlarınkinden farklılaşması sü­
recine bireyleşme denir. Bireyleşm enin amacı, bir insanın kendisi­
ni tanıması, bir başka deyişle, bilinç alanını genişletm esidir. Bir
insanın gelişm esinde bilinçlenm e- ve bireyleşm e birlikte rol oy­
nar. Bilinçlenm enin arttığı oranda bireyleşm e de gelişir. Bilincin
bireyleşm esi süreci Jung'un ego adını verdiği bir diğer öğeyi oluş­
turur.
CAKLGUSTAV JUNG VE ANALİTİK PSİKOLOJİ 173

Ego
Ego, bilinçli zihnin örgütüdür; bilinç düzeyindeki algılardan,
anılardan, düşünce ve duygulardan oluşur. Ego, psişenin tümü
içinde oldukça küçük bir alan kaplam akla birlikte, önemli görev­
ler üstlenm iştir. Ego, bir düşünceyi, bir anıyı ya da bir duyguyu
seçm edikçe kişi bunların varlığından haberdar olamaz. Son dere­
cede seçici olan ego, bir damıtma aygıtına benzer. Kendisine ula­
şan ruhsal olayların pek azı bilinç düzeyine çıkabilir. Bu nedenle
günlük yaşantılarım ızın birçoğunun farkında olm ayız. Egonun
bu görevi olm asaydı, insanın katlanam ayacağı sayıda duygu, dü­
şünce, algı ve anı bilinç düzeyini doldurm uş olurdu.
Ego, kişiliğin kim liğini ve tutarlılığını sürdürebilm esini sağlar
Egonun seçiciliği sayesinde biz bugün, dünküyle aynı insan ol­
duğumuzu hissederiz. Bu yönden, bireyleşm e ve ego, kişiliğin
kendine özgü niteliklerini oluşturm ada ve sürdürm ede yakın iş­
birliği içindedir. Ego, yaşantıların bilince ulaşm ası için geçit ver­
diği oranda bireyleşm e gerçekleşir.
Egonun hangi tür yaşantılara geçit vereceği, bireye egemen
olan zihin işlevi tarafından belirlenir. Eğer insan duygusal tipte
ise ego daha çok sayıda duygunun bilince ulaşm asına geçit verir.
Düşünmeye yönelik bir tipte, düşünceler öncelikle bilince kabul
edilirler. A nksiyete yaratan düşünce ve anıların bilince geçmesi
genellikle engellenir. Bilince ulaşan duygu, düşünce ve algıların
sayısı, bir insanın bireyleşm e oranına ve yaşantılarının yoğunlu­
ğuna bağlıdır. Yüksek düzeyde bireyleşm iş bir insanın egosu, da­
ha fazla sayıda yaşantının bilince geçm esine olanak tanır. Güçlü
yaşantılar egonun kapılarını zorlayarak bilince ulaşır, zayıf olan­
lar geri çevrilir.

Kişisel Bilinçdtşı

Egonun geri çevirdiği yaşantılar psişenin içinde yok olmazlar.


Çünkü, yaşanm ış olan hiçbir şey varlığını yitirm ez. Jung'un kişi­
l i bilinçdışı diye adlandırdığı kişilik düzeyinde birikirler. Zihnin
hu düzeyi egoya kom şudur. Burada, ya bilince hiç ulaşam am ış ya
da bilince ulaştıktan sonra çatışma yarattığı için bastırılm ış ve ge-
11 gönderilm iş yaşantılar bulunur. Bir başka deyişle, bu yaşantılar
174 PSİKANALİZ VE SONRASI

ya bilince ulaşam ayacak kadar zayıf ya da bilinç düzeyinde var­


lıklarını sürdürem eyecek kadar güçsüzdürler.
Kişisel bilinçdışı içeriğinin bazı bölümleri, kendilerine gerek
duyulduğunda kolayca bilince ulaşırlar. Gerçekte egoyla bilinç
arasında iki yönlü bir trafik bulunur. Örneğin, bir insan dostla­
rının isimlerini bilir, ama bu isimler sürekli olarak bilinç düze­
yinde bulunm azlar, gerektiğinde oraya getirilirler. Bu tür bilgi­
ler, algılar ve duygular bilinçte bulunmadıkları zaman, bir tür
bellek bankası olan kişisel bilinçdışm da saklanırlar. Kişisel bi-
linçdışında depolanan yaşantılar rüyalarda da ortaya çıkar. Dola­
yısıyla kişisel bilinçdışı rüyaların oluşum unda önem li bir rol oy­
nar.

Kompleksler

Kişisel bilinçdışınm içeriğindeki bazı düşünce ve duygular,


aralarında gruplaşarak kompleks denilen durumları oluştururlar.
Jung, kom plekslerin varlığını, geliştirm iş olduğu sözcük-çağrışım
testinin uygulam alarında fark etm iştir. Bu test süresinde deneğe
birbiri ardından bazı sözcükler verilir ve her sözcükten sonra zih­
nine gelen ilk sözcüğü söylem esi istenir. Jung, deneklerin bazen
takıldıklarım ve bazı sözcüklere çağrışım yapabilm eleri için ol­
dukça uzun bir süre beklediklerini gözlem lem işti. Kendilerine so­
rulduğunda denekler bu gecikm elerin nedenini açıklayamıyorlar-
dı. Jung, giderek, bir denekte gecikm eye neden olan sözcüklerle
ilişkili olan bazı diğer sözcüklerin de deneğin tepki süresinin
uzamasına neden olduğunu fark etti. Ona göre bu bulgular, bi-
linçdışmda birbiriyle ilintili bazı düşünce, duygu ve anı grupları­
nın (komplekslerin) varlığım kanıtlıyordu. Bir kom plekse yakınlı­
ğı olan sözcük, yapılan çağırışım ın gecikmesine neden oluyordu.
Bu konuda sonradan sürdürülen incelemeler, kom plekslerin, kişi­
liğin bütünü içinde bağım sız küçük kişilikler oluşturduklarım
göstermiştir. Oldukça özerk bir biçim de işleyen bu komplekslerin
kendi güdüleyici güçleri vardır ve insanın davranış ve düşüncele­
rini güçlü bir denetim altında tutarlar.
Jung, kom pleks sözcüğünün günlük yaşama girm esine katkı­
da bulunm uştur. Olağan konuşm alarda bile insanlar aşağılık
CARL GUSTAV JUNG VE ANALİTİK PSİKOLOJİ 175

kompleksinden ya da para ve cinselliğe ilişkin kom plekslerden


söz eder. Güçlü bir kompleks kişinin çevresindekiler tarafından
kolayca görülebildiği halde, kendisi tarafından çoğu kez fark
edilmez.
Jung, kom plekslerin nevrozların oluşum unda önem li bir rol
oynadığını klinik çalışm alarında gözlem lem iştir. Ona göre, bir in­
sanın kom pleksi olduğundan söz etm ek yerine, kom pleksin o in­
sana sahip olduğunu söylem ek daha doğrudur. Analitik terapi­
nin bir am acı da, kişinin kom plekslerini çözüm lem ek ve onu
komplekslerinin egem enliğinden özgürleştirm ektir.
Jun'a göre, bir kom pleks her zaman insanın uyumunu boza­
cak sonuçlar doğurm ayabilir. Bazen kom pleksler, insanı güdüle-
yen, esinleyen ve olağanüstü başarılara ulaşm asını sağlayan güç­
lere kaynak olurlar. Kom plekslerin nasıl oluştuğu konusunda
Jung, önceleri Freud'un görüşlerini paylaşm ış ve bunların ilk ço­
cukluk yaşantılarından kaynaklandığını kabul etm işti. Sonraları
bu görüşle yetinm eyen Jung, insan varlığında çocukluk yaşantıla­
rından daha derin bir olgunun var olabileceğini düşünm üş ve
araştırmaları sonucunda psişenin bir diğer düzeyi olan ortak bi-
linçdtşmm tanım ını yapm ıştır. Bu kavram, Jun g'un çağdaş düşün­
ce dünyasında seçkin bir yer almasına neden olduğu kadar, onu
acımasız eleştirilerin hedefi durum una da getirm iştir.

Ortak (Kolektif) Bilinçdtşı

Gerek bilinç ve gerekse bilinçdışı insanın yaşantılarının bir


ürünüdür. Jung ise, çevreyi zihnin işleyiş biçim inin tek belirleyi­
cisi olarak kabul eden görüşleri yıkm ış, kalıtım ve evrim in beden
yapısında olduğu gibi ruhsal yapıda da bir iz bıraktığı görüşünü
savunmuştur.
Jung'a göre insan zihni, onun evrim i tarafından biçim lendiril­
miştir. Dolayısıyla, birey geçm işiyle bağlantılıdır. Bu bağlantı,
yalnızca çocukluğunu değil, kendi türünün geçm işini ve hatta
him insanlık evrim ini içerir. Psişeyi evrim sürecinin içine yerleş­
tirmiş olm ası, Jung'un psikoloji alanına yapm ış olduğu en önemli
katkıdır.
Kişisel bilinçdışmın içeriği, daha önce bilinçte var olmuş ya­
176 PSİKANALİZ VE SONRASI

şantılardan oluşur. K olektif bilirtçdışınm içeriğiyse, insanın yaşa­


mı süresince, hiçbir zam an bilinçte yaşanm am ıştır. Kolektif bi-
linçdışı, Jung'un birincil imgeler diye adlandırdığı gizil imgeler
topluluğundan oluşur. Bu im geler psişenin ilk gelişim aşamasını
oluşturur ve insana atalarından aktarılırlar. Yalnız insanlık tari­
hinin değil, insan öncesi evrim in de ürünüdürler. Bu ırksal im ge­
ler insanın vaktiyle atalarının geliştirm iş olduğu davranışlara
benzerlik gösterm esine neden olan eğilim ler ve gizilgüçlerdir.
Örneğin, bir insanm yılandan ya da karanlıktan korkması için yı­
lanla karşılaşm ış ya da karanlıkta kalmış olması gerekm ez. Yı­
landan ya da karanlıktan korkm a eğilimleri, atalarım ızın kuşak­
lar boyu yaşantıları sonucu bize aktarılmış ve beyin dokumuza
işlenmiştir. Bir başka deyişle, kolektif bilinçdışm ın evrim i, tarih
boyunca insan bedeninin geçirm iş olduğu evrimle özdeş biçimde
açıklanabilir. Zihin işlevlerinin organı beyin olduğuna göre, ko­
lektif bilinçdışm ın oluşum u da beynin evrim ine doğrudan bağlı­
dır.
İnsan doğarken, belirli bazı düşünme, hissetme, algılama ve
davranış eğilim lerini de birlikte getirir. Bu eğilim lerin ve gizil im­
gelerin gelişimi ve anlatım bulma yolları ise, bireyin kişisel ya­
şantıları tarafından biçim lendirilir. Önceki örnekte de görüldüğü
gibi, belirli bir objeye karşı kişinin ortak bilinçdışm da zaten var
olan bir eğilim, böyle bir korkunun o insanda daha kolay yerleş­
mesine neden olur. Gizil eğilim lerin ortaya çıkm ası için küçük bir
uyaran bile çoğu kez yeterli olur. Zararsız da olsa, ömrümüzde
ilk kez bir yılan gördüğüm üzde korkarız. Ancak bazı durumlar­
da, kolektif bilinçdışı eğilim lerin canlılık kazanmasına neden ola­
bilecek uyaranın çok güçlü olması gerekebilir.
İçinde doğduğu dünyanın genel bir imgesi, doğduğu anda in­
sanın içinde de vardır. İnsan dış dünyasında içsel imgelerinin
karşılığı olan nesneleri tanıdıkça, bu imgeler bilinçli gerçeğe dö­
nüşürler. Örneğin, çocuk dünyaya geldiğinde kolektif bilinçdışm-
daki anne imgesi sayesinde annesini derhal algılar ve onunla iliş­
kiye geçer. Dolayısıyla, insanın algı ve eylemlerdeki seçiciliği or­
tak bilinçdışm ın içeriğiyle açıklanabilir. Bazı şeyleri kolaylıkla al­
gılamamızın ve onlara karşı belirli tepkilerde bulunmamızın ne­
deni, ortak bilinçdışm da var olan eğilim lerimizdir.
CARL GUSTAV JUNG VE ANALİTİK PSİKOLOJİ 177

Arketipler

Kolektif bilinçdışm ın içeriği arketipler terim iyle adlandırılır.


Arketip, ilkörnek (prototip) sözcüğüyle eşanlam taşır.
Jung, yaşam ın son kırk yılının büyük b ir bölüm ünde arketip-
leri araştırm aya yönelm işti. Tanım ını yaptığı arketipler arasında,
doğum, yeniden dünyaya geliş, ölüm, güçlülük, sihir, kahraman,
çocuk, üçkâğıtçı, akıllı ihtiyar, toprak ana, dev gibi imgeler, ağaç­
lar, güneş, ay, rüzgâr, ırmak, ateş ve hayvanlar gibi doğal objeler,
yüzük ve silah gibi insan yapısı objeler sayılabilir. Jung'a göre ar-
ketiplerin sayısı, gerçek yaşam olaylarının ve objelerinin sayısına
eşittir.
A rketipler, bir insanın geçm iş yaşantılarının ürünü olan bellek
imgeleri gibi canlı görüntüler değildir. Örneğin anne arketipi, bir
kadının ya da bir annenin fotoğrafı değildir. Eğer bir benzetme
yapmak gerekirse, banyo edilm esi gereken negatif filmleri andı­
rırlar. Gerçek dünyada bir karşılığı bulunduğunda, bu belirsiz
imgeler canlı ya da cansız varlıklara dönüşürler.
A rketipler bağım sız yapılar oldukları gibi, bazen bir araya ge­
lerek yeni alaşım ları oluşturabilirler. Örneğin, kahram an arketipi
şeytan arketipiyle birleşerek "acım asız lider" tipinde bir insanı
oluşturur.
Arketipler evrenseldir. Bir başka deyişle, her insan aynı temel
arketip im gelerine sahiptir. Bir çocuk, dünyanın hangi yöresinde
doğarsa doğsun, anne arketipini de birlikte dünyaya getirir. An­
cak, kendi annesiyle etkileşim e başladıktan sonra bireysel farklı­
lıklar ortaya çıkar. Çünkü çocuk yetiştirm e biçim i, bir toplum dan
diğerine bir aileden diğerine ve hatta aynı aile içinde b ir çocuk­
tan diğerine farklılıklar gösterir.
Bazı arketipler kişiliğin oluşum unda çok önem li bir rol oyna­
dıklarından Jung onlara özel bir yer verir: Persona, arıima ve ani-
1,1ws, gölge ve ben.

1) Persona: Persona sözcüğü tiyatro oyuncularının çeşitli rolle­


ri canlandırırken taktılan m aske anlamına gelir. A nalitik psikolo­
jide bu sözcük, insanın kendisi olm ayan bir karakteri yaşam ası
adam ına gelir. Bir başka deyişle, persona toplum un onayını sağ-

PS12
178 PSİKANALİZ VE SONRASI

lamak amacıyla insanın dış dünyaya karşı taktığı m aske ya da ta­


kındığı kimliktir.
Persona bir insanın yaşam ını sürdürebilm esi için zorunludur.
İnsanlarla iyi geçinm em izi, hatta hoşlanm adığım ız kişilerle bir­
likteyken bile dostça tutumlar takınmamızı sağlar. İnsanın çıkar­
larını korumasına ve başarıya ulaşm asına yardım cı olur. İnsanlar,
özellikle çalışma yaşam larında bu maskeyi sürekli kullanırlar, ak­
şam eve gidince çıkarırlar. Birçok kişi ikili bir yaşam sürdürür;
bunlardan biri personanm egemenliğindedir, diğeri kişinin iç
dünyasının ihtiyaçlarını karşılar.
Bir insanın birden fazla maskesi olabilir. Çalışırken taktığı
maske, evdeki m askesinden farklıdır. A rkadaşlarıyla buluştuğu
zaman üçüncü bir m aske kullanabilir. Böylece, değişik durumla­
ra kendini uyarlam aya çalışır. Aslında, bu m askelerin varlığı öte-
denberi herkesçe bilinen bir olgudur. Ancak, bunların doğuştan
var olan arketiplerin bir anlatım biçimi olduğunu tanım layan kişi
Jung olmuştur.
Personanm kişiliğe sağladığı yararların yanı sıra zararlı olabil­
diği durumlar da vardır. Bir insan oynadığı role kendini çok kap­
tırır ve egosu yalnızca bu rolle özdeşleşirse, kişiliğin diğer bölü­
mü bir yana itilir. Personasının bu denli egemenliği altına girmiş
biri kendine yabancılaşır ve aşırı gelişm iş personasıyla, kişiliği­
nin azgelişm iş bölümleri arasındaki çatışm adan ötürü sürekli biı
gerilim yaşar. Egonun persona ile özdeşleşm esine şişm e (inflati-
on) denir. Böyle bir insan, rolünü çok başarılı oynaması sonucu
kendine aşırı önem verir. Bununla da yetinm ez, bu rolü diğer in­
sanlara da yansıtır ve onların da aynı rolü oynam asını ister. Oto­
rite durumuna geldiğinde kendisiyle birlikte çalışanları bunaltır,
ana ya da baba olduğunda çocuklarından çok fazla şey bekleye­
rek onların ruh sağlığının bozulmasına neden olur. Yasa ve gele­
nekler "grup persona"sm ı simgeler. Bireyin kişisel ihtiyaçlarım
bir yana iterek, tüm grup üyelerini belirli normlara uygun ve bir­
birine benzer biçim lerde davranmaya zorlar.
Ego şişm esi kişinin aşağılık duygularına kapılmasına neden
olur. Geliştirdiği am açlara ulaşam adığm dan, kendisini yetersiz
görür, çevresine yabancılaşır ve yalnızlık çeker. Jung, toplum
içinde önemli başarılar kazanm ış birçok kişiyi klinikte izleme ola­
CARL GUSTAV JUNG VE ANALİTİK PSİKOLOJİ 179

nağını bulm uş ve bu insanların nasıl boşluğa ve anlam sızlığa


düştüklerini gözlem lem işti. Bu insanlar, tedaviye başladıktan
sonra, o güne kadar kendilerini aldattıklarını ve gerçekten ilgilen­
medikleri şeylerle ilgilenir görünm üş olduklarını fark etm işlerdi.
Tedavinin bir amacı da, personayı söndürm ek ve insanın gelişe­
memiş yönlerinin ortaya çıkm asına yardım cı olm aktır.

2) Atıima ve Animus: Jung, personayı insanın dışadönük yüzü


olarak nitelendirm işti. İçedönük yüzünü ise erkeklerde anima,
kadınlarda anim us diye adlandırm ıştır. A nim a arketipi erkek psi-
şesinin kadın yönü, anim us arketipi ise kadın psişesinin erkek
yönüdür. Jun g'a göre insan karşıt cinse ait niteliklere de sahiptir.
Kadın ve erkek, her iki cinse ait horm onları salgılam alarının yanı
sıra, psikolojik anlam da bazı tutum ve d uygulan da birbirlerin­
den edinm işlerdir.
K uşaklar boyunca kadınla birlikte yaşayan erkek, anima arke-
tipini, erkekle yaşam ını paylaşm ış olan kadın da anim us arketipi-
r.i geliştirm iştir. Tarih boyunca etkileşim lerini sürdürm üş olan
kadın ve erkeğin birbirlerine ait bazı özellikleri edinm iş olmaları,
karşı cinsi daha iyi anlayabilm elerine yardım cı olm uştur. Dolayı­
sıyla, persona gibi anima ve anim us da insanın yaşam ını sürdüre­
bilmesinde önem li bir rol oynar.
Uyumlu bir insanda karşı cinse ait yönler davranışlara da yan­
sır. Eğer bir erkek yalnız erkeksi özellikler gösterirse, dişilik özel­
likleri bilinçdışında kalır ve gelişem ez. Böyle bir durum, o erke­
ğin bilinçdışm ın zayıf ve etkisiz kalm asına neden olur. Çok er­
keksi görünen ve davranan erkeklerin, bu görünüm gerisinde ço­
ğu kez zayıf ve bağım lı bir yapıya sahip olm alarının nedeni de
budur.
Jung'a göre, her erkekte doğuştan var olan kadın imgesi (ani­
ma), o erkeğin bilinçdışında bazı norm ların oluşmasma neden
°lur. Erkek bu norm lara göre seçim ini yapar; kim i kadını beğe­
nir, kimi kadına istek duymaz. Erkek çocukta anim anm ilk yansı­
dığı kişi anne, kız çocukta anim usun ilk yansıdığı kişi ise baba­
dır. Bir erkek bir kadına karşı "istek " duyarsa, bu kadın o erkeğin
animasına uyan özellikler taşıyordur. Bir kadın bir erkeğe "itici"
gelirse, bu kadın o erkeğin anima im gesine uygun düşmeyen ni­
180 PSİKANALİZ VE SONRASI

teliklere sahiptir. Benzer olaylar bir kadının anim usunun yansı­


malarında da görülür.
Personanm şişm esi gibi, anima ya da anim usun sönm esi ya da
gelişm emesi zararlı sonuçlar yaratabilir. Jung'a göre, Batı kültü­
rünün kadındaki erkeksi eğilim leri ve erkeklerin dişilik özellikle­
rini hoş karşılam am ası, personanın egem en olm asına ve anima
ya da anim usun ezilm esine neden olmaktadır.
Persona ile anima ya da anim us arasındaki dengenin bozul­
masının olum suz sonuçlarından biri de, anima ya da animusun
başkaldırm ası biçim inde ortaya çıkabilir. Örneğin, bir erkeğin
animası öylesi bir tepki gösterir ki, o erkek, erkekten çok dişi gibi
davranmaya başlayabilir. Transvestizm ve bazı eşcinsel davranış­
ları bu mekanizm ayla açıklam ıştır.

3) Gölge: Jung, insanm kendi cinsiyetini temsil eden ve kend


cinsinden kişilerle ilişkisini etkileyen arketipe gölge adını verm iş­
tir.
İnsanın hayvan yönünü içeren gölge, kökenini evrim tarihinin
derinliklerinden alır. Arketiplerin belki de en güçlü ve en tehlike­
lisidir. İnsanın aynı cinsten kişilerle ilişkilerinde ortaya çıkan en
iyi ve en kötü yanlarının kaynağıdır.
İnsanın toplum içinde var olabilm esi ve grup üyeliğini sürdü­
rebilmesi için, gölgesindeki hayvansı eğilim leri evcilleştirm esi ge­
rekir. Bu evcilleştirm e süreci, gölgenin eylem lerini bastırarak ve
onun gücüne karşı çıkabilecek güçte bir persona geliştirerek ger­
çekleştirilir. H ayvansı eğilim lerini bastırm ayı başarm ış olan kişi
uygarlaşmış sayılır. Ancak, buna karşılık kendiliğindenliğini, ya­
ratıcılığını, duygusallığını ve içgörüsünü körletm ek zorunda ka­
lır. Özdeşleştiği kültürün kendisine sağlayabileceği imkânlardan
çok daha önemli olan içgüdüsel yeteneklerinden yoksunlaşır.
Gölgeden yoksun bir yaşam cılız ve ruhsuzdur.
Gölge genellikle ısrarcıdır ve personanın baskısına kolayca bo­
yun eğmez. Örneğin, yazar olma, eğilimine karşın devlet memur­
luğunu sürdüren bir insan günün birinde görevinden çekilip yazı
yazmaya başlayabilir. Kuşkusuz, böyle bir karar birden oluşmaz-
Gölgenin bu tür istekleri birçok kez ortaya çıktıktan ve reddedil'
dikten sonra güç kazanabilir. İnsana yararlı olabilecek bazı dü­
CARL GUSTAV JUNG VE ANALİTİK PSİKOLOJİ 181

şünce ve istekleri ortaya koyma yeteneğinden ötürü, gölge, güçlü


ve değerli bir arketiptir. İnsanı yaratıcı etkinliklere yöneltebilir.
Ego ve gölge işbirliği yaptıklarında kişi kendisini yaşam dolu
ve canlı hisseder. Böyle bir durumda ego, içgüdüsel güçlerin yo­
lunu kapatacağı yerde onları yönlendirir. Bilinç dünyası genişler
ve zihinsel işlevler canlılık kazanır. Zihinsel işlevlerin yanı sıra
bedensel etkinlik de artar. Hatta, bazen yaratıcı kişinin gölgesi,
geçici olarak taşkın davranışlara yol açabilecek oranlarda canlılık
kazanabilir. Bu açıdan bakıldığında, deha ile çılgınlık arasında
bir ilişki olduğu biçim indeki görüşlerde gerçeklik payı olduğu
düşünülebilir.
G ölgenin içindeki "k ö tü " öğeler, bilinçli dünyada her şey yo­
lunda gittiği sürece, bilinçdışında etkisiz bir durum da kalırlar.
Ancak kişi bir bunalım la ya da güçlü b ir zorlam ayla karşılaştığın­
da, gölge, egonun üzerinde egem enlik kurm aya çalışır. İçki iç­
mekten vazgeçm iş bir alkoliği örnek olarak alalım . Alkolü kestiği
dönemde, aşırı alkol alm asına neden olan güçler etkinliğini yiti­
rerek bilinçdışına itilmiş, yeniden canlılık kazanm a fırsatını bek­
lemektedir. Kişi sarsıcı ya da çatışmalı bir durum la karşılaştığın­
da bu fırsat ortaya çıkm ış olur. Gölge, zayıf düşm üş egonun azal­
mış direncini aşma gücünü bularak, kolayca etkinlik kazanır ve
kişi yeniden alkol almaya başlar. Gölge üstün b ir kalıcı güce sa­
hiptir ve gerçekte hiçbir zaman teslim olmaz.
Anima ve anim us insanın karşı cinsle olan ilişkilerini yönlen­
dirdiği gibi, gölge de aynı cinsten insanlarla olan ilişkilerden so­
rumludur. Bu ilişkilerin dostça ya da düşm anca olm ası, gölgenin
ego tarafından kabul edilip edilm em esine bağlıdır. Eğer bir erke­
ğin egosu gölgeyi reddetm iş ve psişenin uyum lu bir parçası du­
rumuna gelm esini engellem işse, o erkek reddedilm iş gölgesini di­
ğer erkeklere yansıtabilir ve erkekler arası ilişkileri bozuk olur.
Aynı durum kadınlar için de söz konusudur.
Gölge, insanın temel içgüdülerini içerir, gerçekçi içgörülerin
Ve yaşam ın sürdürülm esi için gerekli olan tepkilerin kaynağıdır.
Gölgenin bu nitelikleri, bireyin gerek duyduğu zamanlarda bü­
yük önem kazanırlar. Bazen insan, derhal bir karar verip eyleme
geçmesini gerektiren durumlarla karşılaşır. Durum değerlendir­
mesi yaparak en uygun tepkinin hangisi olabileceği üzerinde dü­
182 PSİKANALİZ VE SONRASI

şünecek zamanın olm adığı böylesi durum larda ego çoğu kez do­
nakaldığından gölge yönetim i ele alır. Canlılığını koruyabilm esi­
ne fırsat tanınmış olan gölge, tehlikeler karşısında çok etkili ola­
bilir. Buna karşılık, bastırılm ış ve canlılığını yitirm iş gölge, insanı
içgüdüsel güçlerinden yoksun bıraktığından, güç durum lar karşı­
sında egonun yalnız kalm asına ve insanın çaresizliğe düşmesine
neden olur. Bir başka deyişle, gölge, canlı ve yaratıcı içgüdüleriy­
le insana üçüncü bir boyut katar. Gölgenin reddedilm esi kişiliğin
sönük kalmasına neden olur.

4) Ben: Kişiliği örgütleyen öğedir. Güneş nasıl belirli bir yıldız


lar sistem inin m erkeziyse, ben de kolektif bilinçdışm ın merkez
arketipidir. Ben arketipi, bilinçdışm daki diğer arketipleri ve onla­
rın bilinç düzeyinde ortaya çıkış biçim lerini düzenler ve örgütler,
kişiliğin bütünleşim ini sağlar. Bir insan kendisini uyum içinde
hissedebildiği zaman, ben görevini iyi yapıyor dem ektir. Buna
karşılık, eğer bir insan çatışm alar içindeyse ve kendisini dağılmış
hissediyorsa, bu durum ben arketipinin üzerine düşen görevi ye­
rine getirem ediği anlam ına gelir.
Her insanın amacı, kendini gerçekleştirebilm ektir. Ancak bu
amaca yaklaşabilm ek, uzun, güç ve karm aşık bir yolun aşılmasını
gerektirir. Bu nedenle ben arketipi, ancak orta yaşlara gelindiğin­
de ortaya çıkmaya başlar; çünkü bundan önceki kişilik, gelişimini
ve bireyleşim ini tam am lam am ıştır.
İnsanın kendini gerçekleştirebilm esi için egonun işbirliği gere­
kir. Kişiliğin bireyleşebilm esi için insanın kendine ilişkin her şeyi
bilinçlendirebilm esi gerekir. Eğer ego, ben arketipinin çağrılarına
uymaz ve bilinçiçeriğin bene ulaşm asına fırsat verm ezse insan
kendini tanıyabilme olanağından yoksun kalır. Jung, insanın ken­
dini tanımasına, kendini gerçekleştirm esinden daha çok önem ve­
rir. Çünkü, insanın kendini gerçekleştirebilm esi için önce kendisi­
ni tanıması gerekir. Oysa birçok insan, kendilerini tanım ak için
çaba gösterm eksizin yaşam larına anlam katabilm eyi um ar ve
kendilerini bulabilm ek için bir m ucizenin gerçekleşmesini bekler.
Bir insan bilinçdışı dünyasını bilinçlendirebildiği oranda ken­
disiyle uzlaşır. Bilinçdışı kaynaklarını tanıyabildiği için kendisiy'
le çatışmaz, çevresine de daha hoşgörülü olur. Bunu başarama-
CARL GUSTAV JUNG VE ANALİTİK PSİKOLOJİ 183

ntıış insan hoşlanm adığı bilinçdışı benliğini diğer insanlara yansı­


tır, onları eleştirir ve kınar. Bunu yaparken, gerçekte, tanımadığı
içsel benliğini seyretm ekte olduğunun farkında olmaz.
Ben arketipinin gelişm esiyle insan kendisini daha iyi tanıma­
ya, algılam aya ve anlam aya çalışır; yaşam ına istediği yönü vere­
bilmek için daha çok çaba gösterir. Ben arketipi, Jun g'un kolektif
bilinçdışı üzerindeki çalışm alarının en önem li ürünüdür. Jung,
ben arketipini, ancak diğer arketipler üzerindeki çalışm alarını ta­
mamladıktan sonra fark edebilm iş ve tanım layabilm iştir. Jung'a
göre ben arketipi, yaşam ın am acı ve bireyleşm iş olm anın gerçek
anlatımıdır.

KİŞİLİĞİN İŞLEYİŞ İLKELERİ

Kişilik Bölümleri Arasındaki Etkileşimler

Jung'un tanım lam ış olduğu kişilik bölüm leri birbirleriyle sü­


rekli etkileşim durum undadır. Bu etkileşim ler üç ayrı biçim de
oluşurlar. Bir bölüm diğer bir bölüm ün güçsüzlüğünü ödünleye-
bilir, bir bölüm diğerine karşı çıkabilir ve iki ya da daha fazla sa­
yıda bölüm ler birleşerek bir bütün durum una gelebilir.
Ödünleme, içedönüklükle dışadönüklük arasındaki ilişkide
görülebilir. Eğer dışadönüklük bilinç düzeyinde egem enlik kur­
muşsa, bilinçdışı bölgesi de içedönüklüğün gelişim ine imkân ta­
nır. Böylece, dışadönük davranışlar gösteren bir insanın rüyaları
içedönük bir nitelik taşırlar. Yine bundan ötürü, bir insanda dışa-
dönük bir dönem i genellikle içedönük bir dönem izler. Bir başka
deyişle, bilinçdışı, kişilik sistem indeki zayıflıkları sürekli ödünle-
meye çalışır.
Karşı çıkm a biçim indeki etkileşim ler, personayla gölge, göl­
geyle anim a, personayla anim a ve kişiliğin diğer bölüm leri ara­
sında görülebilir. İçedönüklük dışadönüklüğe ya da düşünceler
duygulara karşı çıkarlar. Bunun gibi ego da, bilinçdışının istekle­
riyle toplumun yönelttiği istekler arasında karşılıklı fırlatılan bir
°yun topu gibi sürekli gider gelir. Psişenin m antıklı ve m antık dı-
?ı güçleri arasındaki çatışm alar da hiçbir zam an son bulmaz. Ça­
lışma yaşam ın sürekli var olan bir parçasıdır. Ö nem li olan, bu ça-
184 PSİKANALİZ VE SONRASI

tışm alarm kişilik üzerinde oluşturduğu etkidir. Bu çatışmalara


dayanma gücünü gösterem eyen kişinin sonu nevroz ya da psi­
kozdur. Buna karşılık, gerekli dayanıklılığı gösterebilen insanlar
bu çatışmaları, yaratıcı bir güç kaynağı ve davranışlarına canlılık
katan bir ego olarak kullanabilirler.

Psişettiıı Dinamiği
Jung psişeyi, "oldukça kapalı bir sistem " olarak tanımlamıştır.
Bir başka deyişle, psişe kendi içeriğiyle işleyen bir enerji sistem i­
dir. Gerçi psişe dış kaynaklardan, örneğin bedenden enerji alırsa
da, alınan enerji derhal psişedeki enerji sistem inin bir parçası du­
rumuna gelir ve dış güçler tarafından etkilenmez. Dolayısıyla
psişenin yüzeyi, yalnızca dıştan içe olmak üzere tek yönlü bir ge­
çirgenlik gösterir.
Psişe, kurumaması için sürekli su verilmesi gereken bir havu­
za benzer. Dış kaynaklı enerjiyi, dokunduğumuz, gördüğümüz,
işittiğim iz ya da hissettiğim iz şeylerden sağlar. Bundan ötürü,
psişe sistemi sürekli bir uyarılm a ve değişm e durum undadır, ku­
sursuz bir dengeyi hiçbir zam an sağlayam az. Dış çevreden ve be­
denden kaynaklanan uyaranlar, enerjinin sürekli dağıtım ını ve
yer değiştirmesini gerektirir. Psişe, tümden kapalı bir sistem ol­
madığı için, değişm ez bir dengeye ulaşabilmesi de imkânsızdır.
Jung, bir insanın karşılaşabileceği her olası duruma karşı ha­
zırlıklı olabileceğini düşünm enin çılgınlık olduğunu söyler. Yeni
yaşantılar, sürekli olarak psişeye dolar ve dengesini bozarlar.
Bundan ötürü Jung, insanın arada bir dünyadan çekilerek denge­
sini toplamaya çalışm asını önerm iştir. Normaldışı nitelik taşıyan
bir diğer yöntem de, içeyöneliklik ya da katatoni diye bilinen ol­
gudur. Katatonik kişi her türlü uyarana karşı duyarsızdır. Öte
yandan, insan yeniliğe ve uyarılm aya da gerek duyar. Bir insanın
yaşamı tekdüzeleştiğinde, dış dünyadan gelen uyaranlar canlılı­
ğını koruyabilm esini sağlar.
Kişiliğin çalışm asını sağlayan enerjiye ruhsal enerji denir. Bu
enerji, Freud'un cinsel kökenli libidosun dan farklıdır. Jung'un ta­
nımladığı ruhsal enerji, açlık, susuzluk, cinsellik ya da duygula­
rın doyurulmasıyla sağlanır, bilinç düzeyinde ise istek ve istem
biçiminde belirlenir.
CARL GUSTAV JUNG VE ANALİTİK PSİKOLOJİ 185

Psişe sürekli çalışır. Uykuda bile rüya üreterek etkinliğini sür­


dürür. Çoğu zam an, ruhsal etkinlikler bilincinde olduğum uz et­
kinliklerle özdeşleştirildiğinden, ruhsal etkinliğin sürekliliğinden
söz edilm esi yadırganabilir. N e var ki, psişenin etkinliklerinin tü­
münün farkında olm ayabiliriz; örneğin, gördüğüm üz rüyaların
pek azını hatırlarız.

Değerler
Değer, belirli bir ruhsal öğeye bağlanm ış olan enerji m iktarıy­
la ölçülür. Fazla değer verilm iş olan bir düşünce ya da duygu, ki­
şinin davranışlarını önemli oranda etkileyici bir güce sahip olur.
Örneğin, eğer bir insan güzelliğe değer veriyorsa, güzelliği ara­
mak, güzel eşyalar edinmek, güzellikleri görebilm ek am acıyla ge­
zilere çıkm ak ve üstelik yetenekliyse güzel sanat yapıtları yarata­
bilmek için büyük m iktarlarda enerji harcar. Ö te yandan, güç ka­
zanmaya değer veren bir başkası estetik zevkleri için çok az ener­
ji harcar, enerjisinin çoğunu kendisine güç kazandıracak etkinlik­
lerde kullanır.
Bir ruhsal öğeye yatırılan enerjinin kesin değerini belirlem ek
mümkün değildir. Ruhsal değerlerim izin güçlerini, ancak onları
kıyaslayarak kestirebiliriz. Kendimize, parayı mı, dostluğu mu,
ya da güzelliği mi, güçlülüğü mü yeğlediğim izi sorabiliriz. Başka
insanların değerlerini de yaptığım ız gözlem lerle yaklaşık olarak
belirleyebiliriz. Çoğu kez, rüyalarımıza egem en olan konular de­
ğer verdiğim iz öğeleri bize açıklar.
Ne var ki, yukarıda belirtilen gözlem e dayalı yöntem lerle yal­
nızca bilinçli değerler belirlenebilir. Bilinçdışı bölgeler gözleme
elverişli olm adığından, bilinçdışı değerleri ölçebilm ek için başka
yöntemlerin uygulanm ası gerekir. Bu yöntem lerden biri, kom p­
lekslerin gücünün belirlenm esini içerir.
Bir kom pleksi oluşturan öğelerin sayısı, onun gücünü belirler.
Örneğin bir insanın lider olma kom pleksi, bu kom pleksinin çekir­
deği çevresinde türlü yaşantıların toplanm asıyla oluşur. Bu top­
luluk, güçlü kişilerle özdeşleşm e, başkalarının kaçındığı sorum ­
lulukları üstlenm e, diğer insanların onayladığı ve kabul ettiği ka­
rarlar alma, çevrede saygınlık ve hayranlık uyandırm a vb. yaşan­
tıları içerebilir. H er yeni deneyim ve yaşantı, lider olma kom plek­
186 PSİKANALİZ VE SONRASI

sine özüm senir ve böylece, giderek güçlenen bir kom pleks olu­
şur. Jung, bir kompleksin gücünü anlayabilm ek için üç yöntem
önerir:
1) Doğrudan Gözlem ve A nalitik Çıkarsamalar: Bir kom pleksin
özellikleri her zaman bilinç düzeyinde ortaya çıkm ayabilir. Rüya­
larda ya da günlük yaşam da, m askelenm iş biçim lerde görünebi­
lirler. Bir kom pleksin değerini ölçebilm ek için davranışlardaki
bazı dolaylı verilere dikkat etm ek gerekir. A nalitik çıkarsam a, bu
verilerin gerçek anlam larını kestirebilm eyi içerir. Örneğin bir in­
san, ilişkilerinde sürekli boyun eğici ve ödün verici görünebilir.
Ancak dikkat edildiğinde, bu tutumuna karşın çevresindekilere
her istediğini yaptırabildiği de gözlem lenir. Sürekli olarak göster­
diği "Bana aldırm ayın" tutumu kendisiyle ilgilenilmesini sağla­
yabilir. Kendisini aile halkına feda ederek ve didinerek bitkin dü­
şen bir anne, çevresindeki herkesin kendisine hizm et etm esini
bekleyebilir. Çevresindekileri üstü kapalı bir biçim de denetim i al­
tına alan (güç kazanm a kom pleksi) böyle bir kişiyi kimse kmaya-
maz, çünkü öylesi fedakâr ve verici bir insandır ki!
2) Kompleks Belirtileri: Herhangi bir davranış bozukluğu bir
kompleks belirtisi olabilir. Bir adam, kârısına seslenirken ağzın­
dan yanlışlıkla annesinin adı çıkarsa, böyle bir durum eşini de
kendi anne kom pleksine özüm sem iş olduğu anlam ına gelebilir.
Bastırılan anılar, çok iyi bilindiği halde bir türlü anım sanamayan
isimler ve sözcükler, bunların bilinçdışı bir kom pleksle ilişkili ol­
duğunu belirler. Belirli bir durum karşısında gösterilen aşırı bir
duygusal tepki, bu durum un bir kom pleksle bağlantısı olduğunu
gösterir.
Aşırı ödiınlenm iş bir kom pleksi fark etm ek güç olabilir. Bu gi­
bi durumlarda "gerçek" kom pleksin çekirdeği, "m askeleyici" bir
kompleksin enerjisiyle örtülüdür. Örneğin, erkekliğine ilişkin
kaygıları olan biri, aşırı erkeksi tutumlar sergileyerek ve kadınsı
saydığı her şeyi reddederek, bu eksikliğini abartılı biçim de ödün-
leyebilir. Böyle biri kadınsı erkekleri küçümser; çünkü ona kapat­
maya çalıştığı eksikliğini hatırlatırlar.
3) Duygusal Tepkiler: Abartılm ış duygusal tepkilerin bir komp­
leks belirtisi olabileceğinden daha önce de söz edilmişti. Jung/
CARL GUSTAV JUNG VH ANALİTİK PSİKOLOJİ 187

duygusal tepkileri laboratuvarda da incelem iş ve sözcük çağrışım


testi uygulam alarında, deneklerin nabız hızını, solunum düzen­
sizliklerini ve duygusal terlem enin derideki elektrik geçirgenli­
ğinde oluşturduğu değişiklikleri ölçmüştü. Belirli bir sözcük ve­
rildiğinde bu değişm elerden birinin gözlem lenm esi, bir kom plek­
sin olası belirtisi sayılıyordu. Bundan sonra, bu sözcükle aynı ka­
tegoride olan diğer sözcükler de verilerek benzer duygusal tepki­
lerin ortaya çıkıp çıkmadığı araştırılıyordu.

4) Sezgi: Jung, yukarıda sayılan türlü yöntem lerin yanı sıra bir
kompleksin varlığını saptam ak için bir başka yolun da kullanıla­
bileceğinden söz eder. Gerçekte bir insanda var olan ve sezgi de­
nilen bu yetenek bazı insanlarda diğerlerine oranla daha fazla ge­
lişmiştir. Yoğun ilişki durum unda olan iki insan, kısa bir süre
şonra birbirlerinin egem en kom plekslerini kolayca fark edebilir.

Eşdeğerlik ve Entropi İlkeleri


Enerjinin psişenin çeşitli bölüm lerine dağılım ı ve b ir bölüm ­
den diğerine aktarılm ası, kökenini fizikten alan iki tem el ilkeye
göre gerçekleştirilir:

Eşdeğerlik ilkesi ve entropi ilkesi.


1) Eşdeğerlik ilkesine göre, kişiliğin bir bölüm ündeki enerji
miktarı azalır ya da yok olursa, aynı miktar enerji bir diğer ruhsal
Öğede ortaya çıkar. Bir başka deyişle, psişeden enerji yitirilm ez;
enerji bir durum dan diğerine dönüşür. Ö rneğin, bir erkek çocu­
ğun oyuncaklara, resim li serüven dergilerine ve hırsız-polis vb.
oyunlarına ilgisi azalm aya başlayınca, bu kez otom obillere, fut­
bola ve kızlara yönelir. B ir şeye ilginin azalm ası, bir başka şeye il­
gi duyulm asına neden olur.
Enerji, kişiliğin bir bölüm ünden diğerine aktarılırken, birinci
bölümün bazı özelliklerini de ikinci bölüm e geçirir. Örneğin, eğer
enerji güçlü olm a kom pleksinden cinsel bir kom plekse geçerse,
güçlü olm aya verilen değerin bazı yönleri cinsel değerlerde orta­
ya çıkabilir. Böyle bir insanın cinsel davranışları karşı cins üze­
rinde egem enlik kurm a eğilim ini de içerir. Ancak bu durum, bi­
rinci kom pleksin tüm özelliklerinin ikinci kom plekse aktarılacağı
188 PSİKANALİZ VE SONRASI

anlam ına gelmez. İkinci kom pleksin karakteri yine de belirgin­


dir.
Ruhsal enerji kişiliğin b ir bölüm ünden diğerine aktarılırken
eşdeğerlik ilkesini izler. Bir insan, bir diğer insana, bir eşyaya ya
da bir durum a derin bir bağ geliştirm işse, bunun yerine ancak,
kendisi için aynı yoğunlukta değer taşıyan bir başka şeyi koyabi­
lir. N e var ki, bazen enerjinin tümü yeni bir değer tarafından kul­
lanılm az. Böyle bir durum da, kullanılm ayan enerji bilinçdışında-
ki bir öğeye gider.
2) Eşdeğerlik ilkesi, enerjinin bir bölümden diğerine nasıl ak­
tarıldığını tanımlarsa da, enerjinin hangi yönde akacağını açıkla­
maz. Belirli bir durum da enerjinin, neden egodan gölgeye ya da
anim aya değil de personaya aktığı, personanın bu enerjiye anima
ya da gölgeden daha çok gerek duym asından kaynaklanır. Bu ih­
tiyaç, örnek alınan durum da, personanın, ego, anima ya da gölge­
den daha az enerjiye sahip olm ası sonucu doğar.
Fizikteki entropi ilkesine göre, farklı ısıda iki cisim birbirine
dokunduğunda ısı (termal enerji), her iki cisim de eşit olana dek,
daha sıcak olandan daha soğuk olana doğru geçer. Entropi ilkesi­
nin işlemesi güçler arasında bir denge oluşturur.
Entropi ilkesinin kişilik dinam iğine uyarlanması, enerji dağılı­
mının psişenin çeşitli bölüm leri arasında bir denge sağlama çaba­
sını tanımlar. Böyle bir durum, kişiliğin bölümleri arasında sü­
rekli enerji alışverişini içerir. Kuşkusuz, kesin bir dengeye hiçbir
zaman ulaşılamaz. Ö yle olsaydı, enerji alışverişleri biter, psişenin
de işlevleri sona ererdi.
Oysa, psişe kapalı bir sistem olm adığından, böyle bir durum
söz konusu olamaz. D ış dünyadan pisişeye katılan yeni enerjiler
sürekli olarak dengeyi bozar. Arada bir kişiliğin çeşitli bölümleri
arasında belirli bir oranda denge sağlanabilirse de, bu durumun
kişide oluşturduğu sükunet bir süre sonra yeni uyaranlarla bozu­
lur, gerilim ve çatışma ortaya çıkar. Gerginlik, çatışma ve zorla­
ma, psişenin dengesinin bozulduğunu gösteren duygulardır. Bu
denge bozulduğu oranda kişinin ruh sağlığında aksamalar görü­
lür.
Önceleri, biri çok, diğeri az enerjiye sahipken sonradan eşit
değerde enerji toplayan kişilik bölüm leri ya da değerleri birbirin­
CARL GUSTAV JUNG VE ANALİTİK PSİKOLOJİ 189

den ayrılm az bir bileşim oluşturabilirler. Örneğin, güçlü bir göl­


gesi ve zayıf bir animası olan bir erkeği ele alalım . Bu durumda
zayıf anima, güçlü gölgeden enerji çekm eye çalışacaktır. Çoğu
kez, gölgeden enerji çekildikçe dış dünyadan yeni enerji gelece­
ğinden, iki arketip arasındaki dengesizlik ve çatışm a da sürer. Ne
var ki, eğer gölgeyle anima arasında bir dengeye ulaşılırsa, bu iki
karşıt gücün oluşturduğu ortaklık bozulm az bir biçim de yerleşe­
bilir. Böyle bir insan, güçlü ve yumuşak, kararlı ve duygusal nite­
likleri birlikte taşır.
Kişilik içi çatışm aları insan ilişkilerindeki çatışm alarla kıyasla­
mak, basit bir benzetm eden öte bir anlam taşır. D iğer insanlarla
çatışmalarım ız, çoğu kez kendi benliğim izin içindeki çatışmaların
dışa yansıtılm asıdır. Karısıyla kavga eden bir adam gerçekte ken­
di anim asıyla savaşm aktadır. Namus konusunda bağnaz tutum­
lar geliştiren biri, kendi gölgesinin ahlak dışı eğilim lerine karşı
çıkm aktadır.
Daha önce de belirtildiği gibi, dış uyaranlar sürekli yeni enerji
yükleyerek psişede gerilim yaratırlar. Olağan koşullarda bu ener­
ji gerekli bölüm lere yerleştirilir ve önem li bir sorun yaratmaz.
Ancak, eğer psişe enerji dağılım ındaki aşırı eşitsizlikten ötürü
güç bir durum da ise, kişi çevresinde bir kabuk oluşturarak kendi­
sini korum aya çalışabilir. En dram atik biçim iyle bu durum, nor­
mal olarak duygusal tepki yaratacak durum lara duyarsız kalabi­
len psikotik hastalarda gözlemlenir.
Bazen, kişilik bölüm lerinden biri aşırı oranda gelişir ve psişe-
nin geri kalanından kopabilir. Giderek güçlenen bu öğe, diğer bö­
lümlerden sürekli enerji sömürdüğü gibi, dış dünyadan gelmekte
olan enerjiyi de tekeline alır. Bu durum psişenin dengesini önem­
li ölçüde bozar. Güçlü öğe daha da güçlenir, diğerleri giderek da­
ha da zayıf düşer. Entropi ilkesinin işletilm esi, böyle bir kişilik
için büyük tehlike yaratır. Bir barajın çökm esinde olduğu gibi,
büyük m iktarlarda enerji birden patlayarak psişenin diğer bö­
lümlerine aktarılır. Böyle bir durum, dıştan gözlem lenebilen kişi­
likte beklenm edik dönüşüm ler yaratır. Güçlü olm a kompleksinin
aşın egem enliğinde olan bir kişi birden devrilir ve zayıf bir insan
olarak karşım ıza çıkar. Personası çok iyi gelişm iş bir diğeri, top­
lum dışı davranışlar gösterm eye başlayabilir.
190 PSİKANALİZ VE SONRASI

Ruhsal Enerjinin Gelişmesi ve Gerilemesi


Gelişme, bir insanın psikolojik uyum yeteneğinin artmasını
sağlayan günlük yaşantıları tanımlar. Çevresi ve yaşantıları sü­
rekli değişm ekte olduğundan, insamn gelişmesi sürekli bir olgu­
dur ve hiçbir zaman tamamlanmaz.
İnsan, dünyaya gelişiyle birlikte zihinsel işlevlerini çalıştırm a­
ya başlar. Bu işlevlerden biri, tek yönlü ve egemen bir biçim de
gelişirse, ruhsal enerjinin ve yaşantıların çoğunu kendisine çeke­
bilir. Ne var ki, bir süre sonra bu işlev uyum sağlamada etkinliği­
ni yitirir. Bu kez, içinde yaşanılan koşullara daha uygun bir işle­
ve başvurulur. Örneğin, eğer bir insanda duygular egem en bir iş­
levse ve ortaya çıkan bazı yeni durum lara duygular aracılığıyla
uyum yapılam ıyorsa, duygular gücünü yitirir ve bu işleve bağlı
olan ruhsal enerjinin gelişim i duraklar.
Ruhsal enerjinin gelişmesini sürdürebilm esi için, birbirine kar­
şıt çalışan işlevlerin, örneğin duygu ve düşüncenin, birleşm esi ve
uyuşması gerekir. Eğer bu sağlanamazsa, ruhsal işlevlerin gelişi­
mi aksar ve karşıt işlevler arasında çatışma başlar.
Böyle bir çatışma, gerilem e sürecinin devreye girm esiyle son
bulur. Gelişme kişilik bölüm lerine enerji katar, gerilem e ise onlar­
dan enerji götürür. Bir uyum güçlüğüyle karşılaşıldığında, gerile­
me süreci, egemen işleve artık gerekli olm ayan enerjinin azaltıl­
masını sağlar ve yeni bir işlev güç kazanm aya başlar. Böylece,
içinde yaşanm akta olan duruma uyum sağlanmış olur.

KİŞİLİĞİN GELİŞİMİ

Bireyleşme ve Bütünleşme
İnsan, yaşamına ayrım laşm am ış bir bütün olarak başlar. Ya­
şam sürdürüldükçe, kişiliğin her bir sistemi diğerlerinden farklı­
laşmaya başlar. Ayrıca, her bir sistem de kendi içinde ayrımlaş­
maya uğrar. Jung, bu gelişim sürecini bireyleşm e (individuation)
olarak adlandırm ıştır. Döllenm iş yum urtanın bir insan yavrusu­
na dönüşm esinde olduğu gibi, her ilkel yapı karm aşık bir yapıya
dönüşür. Karm aşıklık, bir yapının kendisini çeşitli ve farklı bi­
çimlerde ortaya koyabilmesi anlamına gelir. Yeni gelişm ekte olan
CARL GUSTAV JUNG VE ANALİTtK PSİKOLOJİ 191

egonun bilinç dünyası oldukça sınırlıdır. Bireyleşm esini sürdür­


dükçe dünyayı daha ayrıntılı bir biçim de algılam aya, çeşitli dü­
şünceler arasındaki üstü kapalı ilişkileri seçebilm eye ve bilinçli
eylem lerini zenginleştirm eye başlar. Bireyleşm enin gelişm esi, in­
sanın daha iyi sim geler araması ve daha kapsamlı boşalım yolları
kullanm asıyla belirlenir. Bir bebeğe doyum sağlayan ninniler ve
oyuncaklar, bireyleşm iş bir yetişkine yetm ez. Edebiyat, sanat ve
toplumsal kurum lar gibi daha karm aşık sim geleştirm eye (symbo­
lization) ihtiyaç duyar.
Bireyleşm e doğuştan var olan özerk bir süreçtir, dış uyaranlar
olmaksızın da gelişir. Ancak, sağlıklı bir bireyleşm e için, kişiliğin
gerekli yaşantılara ve eğitim e ihtiyacı vardır. Bunlardan yoksun
kalan kişiliğin gelişim i de aksar. Örneğin, Jung'un da belirttiği gi­
bi, çağdaş dünya gölge arketipinin bireyleşm esine gereğince im­
kân sağlam az. Çocuğun hayvansal içgüdülerini yaşam ak istem e­
si, genellikle ana-babasım n ceza önlem leriyle karşılanır. Oysa ce­
za, gölgenin yok olm asına değil, bastırılm asına neden olur. K işili­
ğin bilinçdışı bölgesine itilen gölge, orada ilkel ve bireyleşm em iş
bir durumda kalır. Arada bir bastırılma engellerini aştığında yıkı­
cı ve patolojik biçim lerde ortaya çıkar. Çağdaş savaşların vahşi
ve. sadist yöntem leri, pornografik yayınlardaki açık saçıklık, bi­
reyleşmemiş gölgenin eylem lerine örnek oluştururlar.
Kişiliğin bireyleşebilm esi için bilinçli durum da olması gerekir.
Eğitimin amacı bilinçsiz olanı bilinçli duruma getirmektir. Eği­
tim, boş bir kabı doldurm ak değil, kişide esasen var olan şeylerin
gelişimini sağlam aktır. Sağlıklı bir gelişim için, kişiliğin her bir
bölümünün bireyleşm esine eşit im kânların sağlanması gerekir.
Kişiliğin bir bölüm ünün ihmal edilm esi, o bölüm ün normaldışı
biçimlerde ortaya çıkm asına neden olur. Bir diğer bölümün aşırı
gelişmesi (şişm esi) dengesiz bir kişiliğin oluşum uyla sonuçlanır.
Örneğin, toplum beklentilerine katı bir biçim de uyması beklen­
miş ve kendi seçim lerini yapmayı öğrenem em iş bir çocuk, şişmiş
bir persona geliştirir. Böyle bir insan canlılıktan ve doğallıktan
yoksundur ve toplum un bir robotu durum una gelir.
Bazen birbiriyle çatışma durum unda da olabilen kişilik sis­
temlerinin bütünleşim i (integration) için ilk aşam a, kişiliğin tüm
yönlerinin bireyleşebilm esidir. İkinci aşama, kişiliğin birbirine
192 PSİKANALİZ VE SONRASI

karşıt eğilim lerini birleştirm eyi içerir. Bireyleşm e süreci gibi bir­
leştirici işlev de doğuştan vardır ve ben arketipinin oluşumunu
sağlar. Bireyleşme ve bütünleşm e farklı aşam alar oldukları halde,
kişiliğin gelişim süreçlerinde birlikte var olurlar ve kişinin kendi­
ni gerçekleştirebilm esi için çaba gösterirler. Örneğin, bir adamın
erkeksi yönleriyle anim asının bütünleşm esi, onun bazen erkek,
bazen kadın gibi davranacağı anlam ına gelm ez. Tam karşıtı, ka­
dınlarla başarılı ilişkiler sürdürebilm esini sağlar.

Toplumsal Etmenlerin Rolü

Diğer araştırm acılar gibi Jung da, gelişim süreçlerini etkileyen


toplumsal etm enler üzerinde durm uştur.
Jung'a göre, yaşamının ilk yıllarında çocuğun ayrı bir kimliği
yoktur ve psişesi de ana-babasının pisişelerinin yansımasından
oluşur. Bundan ötürü, ana-babam n ruhsal sorunlarının çocukta
yansılanması da kaçınılm az bir durum dur. Jung, tedavi amacıyla
izlediği çocukların rüyalarının, kendilerinden çok ana-babalarına
ilişkin konulan içerdiğini gözlem lem işti.
Çocuk okula başladığında, ebeveyniyle özdeşim inde bir çö­
zülm e başlar. Bu dönem de, ebeveynin çotuğa karşı aşırı koruyu­
cu tutumlarını sürdürmesi, onun yerine karar verm esi ve onu ye­
ni deneyimlerden alıkoyması çocuğun bireyleşm esini zedeler. Bi­
reyleşme sürecine zarar veren tutumlardan biri, ana ya da baba­
nın kendi kişiliğini çocuğa zorla kabul ettirm eye çalışması ya da
kendisinde eksik bulduğu yönleri çocuğun geliştirmesini bekle­
yerek, çocukta ego şişm esine neden olm asıdır. Örneğin, içedönük
bir ebeveyn, çocuklarının da kendileri gibi olmasını ya da tam
karşıtı, dışadönük olmasını bekleyebilir.
Çocuğun gelişim inde anne ve babanın rolü farklılıklar göste­
rir. Erkek çocuğun annesiyle geçirdiği yaşantılar animasının, ba­
basıyla ilişkisi ise gölgesinin nasıl gelişeceğini belirler. Anne ve
baba birlikte, çocuğun personasının gelişim inde etkili olurlar.
Çocuğun gelişimi üzerinde, eğitim ciler de ebeveyni kadar,
hatta bazen onlardan daha çok etkili olurlar. Jung, öğretmenlerin,
çocuğun kendisini tanımasını ve bilinçdışını bilinçlendirebilmesi-
ni sağlayabilecek bir biçim de eğitilm eleri gereğini savunmuştur.
CARL GUSTAV JUNG VE ANALİTİK PSİKOLOJİ 193

Bunun için, çocuğun yeni deneyim lere girişm esine ve içgüdüsel


enerjilerini harekete geçirebilecek sim geler edinm esine imkân
sağlamak gerekir.
Jung'a göre, öğretm enler, çocuğun kişiliğindeki aksam aları
fark edebilm eli ve onu, zayıf yönlerini geliştirm eye özendirm eli­
dir. Düşünm e eğilim li bir öğrenci, ayrım laşm am ış duygusal iş­
levlerini canlandırmaya, içedönük bir çocuk, zayıf kalm ış dışadö-
nüklüğünü güçlendirm eye yöneltilm elidir. Ayrıca, erkek öğret­
menler kız öğrencilerin anim usunun, kadın öğretm enler erkek
öğrencilerin anim asının gelişm esine katkıda bulunabilirler.
Kişiliğin gelişim inde bir başka önemli etm en de, toplum ve
onun kültürüdür. Jun g'un da belirttiği gibi, toplum un onayladığı
kişilik tipleri tarihin bir dönem inden diğerine değişebilir. Bir dö­
nemde duygulara önem verilir, bir diğerinde düşünm e ön plana
alınır. Değişen bu m odalar, kişilik dengelerinin bozulm asına ne­
den olur. 1960'ların sonlarında erkeklerin anim ası ve kadınların
animusu daha büyük bir hızla bireyleşm eye başladılar. Aynı dö­
nemde persona sönm eye başladı ve bilinç alanının genişletilm esi
amaç edinildi. Farklı kültürler farklı kişilik tiplerinin gelişim ini
pekiştirirler. U zak Doğu kültürleri sezgi ve içedönüklüğe önem
tanır, Batı kültürü düşünm e ve dışadönüklüğe değer verir.
Bireyleşm e, kişilerde olduğu gibi, insanın tarihsel evrim i için­
de de işleyen bir süreçtir. Çağdaş insan, ilkel insana oranla daha
çok bireyleşm iştir. Geçm işte geçerli olan düşünce ve davranışlar,
çağdaş insanın ihtiyaçları için yeterli olm az ve ona doyum sağla­
yamaz. Çağdaş insan, yüksek düzeydeki bireyleşm esine anlatım
bulmak için daha karm aşık sim gelere gerek duyar. Jung'a göre,
sahip olduğum uz sim geler, bu ihtiyacı karşılam aktan uzak oldu­
ğu için, bastırılm ış ve gelişm em iş arketipler yıkıcı eylem lerle dışa
vurulurlar.

Yaşam D ö n em leri

Jung'a göre, insan yaşam ı dört aşam adan geçer:


1) Çocukluk: Bu dönem doğum dan erinliğe dek sürer. Doğumu
izleyen ilk yıllarda çocuk için pek b ir sorun yoktur. Çünkü sorun
olabilmesi için bilinçli ego gerekir. Bu dönem de çocuk bilinçlidir

PS13
194 PSİKANALİZ VE SONRASI

ama, algıları henüz örgütlenm em iştir ve bilinçli belleği genellikle


geçici niteliktedir. Bundan ötürü içgüdülerinin egem enliğinde ya­
şar ve ebeveynine aşırı bağım lıdır. Genellikle onların ruhsal orta­
mını paylaşır. Davranışları düzensiz ve denetim den yoksundur.
Düzenin bir bölüm ü, belirli zam anlarda acıkma ve dışkılam ada
olduğu gibi, içgüdüler tarafından sağlanırsa da, önemli bir bölü­
mü ebeveyni tarafından programlanır.
Sonraları, özellikle bellek süreleri uzadıkça, ego karm aşası ve
ona ilişkin bir kim lik duygusu oluşm aya başlar. Çocuk, kendisin­
den birinci kişi (ben) olarak söz etm eye başlar.
2) Gençlik ve Genç Yetişkinlik: Jung, erinlikle başlayan bedensel
değişikliklere ruhsal devrim lerin eşlik ettiğinden söz eder. Gerek
genç ve gerek ebeveyn için zorlu geçen ergenlik dönem inde, psi-
şe, çok çeşitli kararlar alm ak ve toplumsal yaşama yeni uyum bi­
çimleri geliştirmek zorundadır. Bu sorunlar, çocukluk düşlerinin
sona ermesi ve gerçek yaşam ın beklentileriyle baş etme çabaları­
nın başlam asına neden olur. Gerekli hazırlığı tam am layarak bu
döneme ulaşan genç, çocukluk oyunlarından yetişkin uğraşlara
geçişi fazla zorlanm adan gerçekleştirebilir. Çocukluk düşlerini
sürdürm ekte ve gerçekliği kabul etm em ekte direnenler için bu
dönem, önemli bazı sorunları da birlikte getirir.
Genç yetişkinlik dönem i, m eslek ve eş seçimi gibi dış sorunla­
rın yanı sıra, bazı iç sorunları da ortaya çıkabilir. Bunların tü­
münde ortak olan yön, çocukluk düzeyindeki bilinçten kopma
güçlüğüdür. Benliğim izin derinlerindeki bir eğilim (çocuk arketi-
pi), büyüm ektense çocuk olarak kalmayı yeğler.
3) Orta Yaş: Bu dönem 35 ve 40 yaşlar arasında başlar. Kişi ar­
tık çevresine uyum yapm ış, bir m eslek edinmiş, evlenm iş ve ço­
cukları olmuş, toplum un bir parçası durumuna gelmiştir.
Günlük bazı engellenm eler ve düş kırıklıkları dışında önemli
sorunları olması beklenm ezken, orta yaş, kendine özgü bazı
uyum güçlükleriyle karşılanır. Yaşam ın ikinci yarısı, kişinin ha­
zırlıklı olmadığı bazı yeni değerlere uyum yapmayı gerektirir.
Orta yaşlı kişinin yeniden uyum yapmasını gerektiren bu değer­
ler manevi niteliktedir. Gizil bir durumda, psişede her zaman var
olm uş olan bu m anevi değerler, gençlik yıllarının dışadönük ve
CARL GUSTAV JUNG VE ANALİTİK PSİKOLOJİ 195

maddeci tutum larının şişm esiyle ihm ale uğram ışlardır. İkinci ya­
şam dönem inde edinilm iş olan yöntem lerin terk edilerek ruhsal
enerjinin yeni kollara kanalize edilebilmesini sağlayabilm ek, ya­
şamın en zorlu aşam alarından biridir. Birçok insan bu aşamayı
başarılı bir biçim de gerçekleştirem ez.
Psikiyatristler araştırm alarını daha çok, bebeklik, çocukluk, er­
genlik ve yaşlılığa odaklaştırarak orta yaşın sorunlarına ilgisiz
kalmışlardır. Jung'un bu konuya eğilm e nedenlerinden biri, m es­
leklerinde başarılı olm uş ve toplumda seçkin bir yer edinebilm iş
çok sayıda orta yaşlı kadın ve erkeği tedavi etm iş olm asıdır. Bu
insanların çoğu, ortalam anın üzerinde zekâya sahip ve üstün ya­
ratıcı nitelikleri olan kişiler olduğu halde, bunalım lı olm alarının
başlıca nedeni, yaşam coşkusunu yitirm iş olm alarıydı. Yaşam ları­
nı boş ve anlam sız bulduklan için çöküntüye girm işlerdi.
Jung'a göre çöküntünün nedeni, bu insanlann toplum içinde
bir yer kazanm a çabasına kullandıkları enerjinin, ulaşılm ak iste­
nen amaç artık gerçekleşm iş olduğundan, bu alandan çekilm esi
ve geride bir boşluk bırakm ış olmasıydı. Ü stelik bu, herhangi bir
şeyle doldurulam ayacak bir boşluktu. Jun g'a göre, bu dönem de
yaşama yeniden anlam katabilm ek için varılm ası gereken yer,
maddeci am açların ötesinde, manevi ve kültürel boyutları içerir.
Bir başka deyişle, orta yaş, insanın kendisini tanım a ve içsel de­
rinliklerini hissedebilm esinin zam anıdır.
4) Yaşlılık: Yaşlılık dönem i bir bakım a çocukluğa benzer. Kişi
bilinçdışma göm ülür ve sonrasını pek düşünm eksizin yok olmayı
bekler.

Rü y a l a r v e s î m g e l e r

Jung'un geliştirm iş olduğu en önem li iki kavram , arketip ve


simgedir. Gerçekte bu iki kavram yakın ilişki durumundadır.
Simgeler, arketiplerin dıştan gözlem lenebilen belirtileridir. Arke-
tipler, kolektif bilinçdışının derinliklerinde göm ülü oldukların­
dan, ancak sim geler aracılığıyla anlatım bulurlar. K işinin haber­
dar olm amasına karşın arketipler davranışları sürekli olarak etki­
ler ve yön verirler. K olektif bilinçdışma ilişkin veriler, ancak sim­
gelerin ve rüyaların anlaşılması ve yorum lanm asıyla toplanabilir.
196 PSİKANALİZ VE SONRASI

Jung'a göre bir sim ge iki temel amaca hizm et eder. Bunlardan
biri engellenm iş olan bir içgüdüsel tepiye doyum sağlamaktır.
Uyanık yaşam da sıklıkla ketlenen cinsel ve saldırgan nitelikte is­
tekler, rüyalarda sim geler aracılığıyla anlatım bulur. Sim geler il­
kel içgüdülerin dönüşüm e uğram ış biçim leridir. İçgüdüsel enerji­
yi, manevi ve kültürel değerlere kanalize ederler. Edebiyat, sanat
ve din, biyolojik içgüdülerin değişim ine uğram ış anlatımlarıdır.
Örneğin, cinsel enerji bir sanat dalı olan dansa, saldırgan enerji
yanşm alı oyunlara çevrilebilir. Ancak sim geler ya da simgesel
davranışlar, içgüdüsel enerjinin gerçek boşalım objelerinin yerine
başka objeleri koyma biçim inde yorum lanm am alıdır. Örneğin,
dans etm ek cinsel etkinliğin yerine geçen bir olgu değildir, cinsel­
likten öte birçok boyutu da içerir.
Simge bir arketipi temsil etm eye çalışır, ancak bunda çok başa­
rılı olamaz. Jung'a göre, tarihin belirli dönem lerinde arketiplerin
çok başarılı anlatım biçim leri geliştirilm iştir. Rönesans bu dö­
nem lerden biridir. Çağım ızdaki sim geleştirm eler genellikle kısır
ve tek yönlüdür. Makine, silah, teknoloji, uluslararası örgütler ve
politik öğreti biçim inde ortaya çıkan çağdaş sim geler daha çok
gölge ve personanın anlatım larıdır, psişenin diğer yönlerini yan­
sıtmazlar.
Jung'a göre rüyalar, bilinçdışı dünyam ızın en açık anlatım bi­
çim idir ve insanın doğal gerçeğini yansıtırlar. Ancak bu tanım la­
ma tüm rüyalar için geçerli değildir. Birçok rüya günlük olaylarla
ilişkilidir ve psişenin derinliklerini yansıtmaz. Bazen insan kendi­
sine çok yabancı gelen ve iç dünyasıyla hiçbir ilişki kuramadığı
bir rüya görür. Sanki bir başka dünyaya gitm iştir. Gerçekte bu
başka dünya kendi bilinçdışıdır. Jung bunları "bü yü k" rüyalar
olarak adlandırır. Egonun dış dünyayla ilişkilerinde başarısızlığa
uğraması sonucu bilinçdışında ortaya çıkan aksaklıklar, böyle bir
rüyanm görülm esine neden olur.
Jung, sim gelerin, bastırılm ış isteklerin m askelenm iş biçimleri
olduğunu savunan Freudcu görüşü kabul etmez. Ona göre, rüya
simgeleri ya da diğer sim geler, anima, persona ve gölge gibi arke-
tipleri bireyleştirm e ve bütünleştirm e çabalarıdır. Rüyalar geçmiş
anıları canlandırabildikleri gibi, kişiliğin gelişim i için hazırlan-
makta olan tasarıları da yansıtırlar. Bu tür rüyalardaki simgeler
CARL GUSTAV JUNG VE ANALİTİK PSİKOLOJİ 197

çatışmaların çözüm ünü de içerir. Jung, her rüyanın geleceğe yö­


nelik tasarıları içerm ediği ve bu tür rüyaların sayılarının fazla ol­
madığı konusunda uyarıda bulunur. Rüyalar genellikle ödünleyi-
ci bir özellik taşırlar. Psişenin ihm al edilm iş ve gelişem em iş yön­
lerini ödünleyerek denge sağlam aya çalışırlar.
Jung, tek bir rüyanın yorum una fazla önem verm ez. O na göre,
belirli bir süre içinde ve art arda görülen dizi rüyalar anlam taşır.
Dizi rüyalar bir kitabın bölüm leri gibidir. Her bir bölüm bütüne
bir şeyler katar ve her bir rüyadaki içerikler bir araya getirildiğin­
de, jdşiliğin bütünü hakkında anlam lı bir izlenim e ulaşabilir. A s­
lında, dizi rüyalar aynı konuyu tekrarlı bir biçim de işler. Bundan
ötürü, dizi rüyaların incelenm esi, bunları gören kişinin zihnini en
çok kurcalayan konuların belirlenebilm esini sağlar.
Jung, rüyaların yorum unda klişeleştirilm iş sim gelerin kulla­
nılmasına karşı çıkar. B ir rüyanın oluşum una katkıda bulunan et­
menler çok yönlüdür. Rüyayı gören kişinin, örneğin yaşı, cinsiye­
ti ve bağlı bulunduğu kültür, belirli bir rüya öğesinin yorum lan­
masında göz önünde bulundurulm alıdır. Aynı öğe değişik kişiler
için farklı anlam lar taşıyabildiği gibi, aynı insan için farklı za­
manlarda değişik anlamlara gelebilir. M eslek yaşam ı boyunca
80.000 rüyayı çözüm lem iş ve yorum lam ış olan Jung, bir rüyanın
anlamını araştırırken esnek bir tutum izlenmesi ve önyargılı ku­
ramların zorlanm am ası görüşünü savunm uştur.

TUTUMLAR VE İŞLEVLER

İnsanın iki dünyası vardır. Nesnel dünya, kişinin çevresindeki


diğer insanlar, eşyalar, gelenekler, ekonom ik ve toplum sal ku­
rumlar ve doğa koşullarından oluşur. Bu nesnel dünyaya, çevre
ya da dış gerçek de denir. Öznel dünya, psişenin içsel ve kendine
özgü içeriğini tanım lar. Öznel dünya, dıştan gözlem lenem ediği
gibi, çoğu kez kişinin bilincine de ulaşamaz.
İnsanlarda var olan iki temel tutum dan biri olan dışadönük-
hikte, ruhsal enerji nesnel dünyaya çevrilm iştir. D ışadönük kişi,
Ağılarını, duygularını ve düşüncelerini çevresindeki insanlara,
eŞyalara ve durum lara yöneltm iştir. İçedönüklükte enerji, öznel
ruhsal öğelere ve süreçlere odaklaşır.
198 PSİKANALİZ VE SONRASI

Bu iki tutum, bilinç düzeyinde ve aynı zaman içinde birlikte


bulunam azlar. Ancak, sürekli olarak birinin yerine diğeri geçer.
Bir insan bazı durum larda dışadönük, bazı durumlarda ise içedö­
nük tutumlar gösterebilir. Ne var ki, bu tutumlardan yalnızca biri
yaşam ı boyunca kişiye egemendir.
Dışadönük kişi çevresiyle olan etkileşim lerle ilgilidir, etkin gö­
rünümlüdür, insanlara kolay yaklaşır. İçedönük kişi kendi içsel
dünyasını çözüm lem eye ve anlamaya yönelm iştir. Diğer insanlar
tarafından soğuk, kapalı ve ilgisiz biri olarak tanımlanır.
H içbir insan kesin bir biçim de içedönük ya da dışadönük de­
ğildir. Her insan hem içedönük, hem dışadönüktür. Aradaki fark,
genel olarak kişiliğe egem en olan tutumla belirlenir. Üstelik, bi­
linç düzeyindeki tutumla, bilinçaltında egemen olan tutum dai­
ma birbirinin karşıtıdır. Dışadönük bir bilincin bilinçaltı içedö­
nük ve içedönük bir bilincin bilinçaltı dışadönüktür. Bu olgu bi-
linçdışım n ödünleyici görevidir.
Bazen o güne değin sessiz, içine kapanık ve dünyadan kopuk
tanınan biri, birden kendisinden hiç um ulm ayan taşkın davranış­
larda bulunabilir. Böyle bir davranışın kökeninde bilinçdışmda
bastırılm ış dışadönük eğilim ler bulunur. Bilinçdışı süreçler bi-
linçtekiler kadar gelişm iş ve ayrım laşm ış olm adıklarından, bastı­
rılmış tutumların ortaya çıkış biçim i de ilkel bir nitelik taşır.
Jung, ruhsal işlevleri dört bölüm de toplamıştır: Düşünm e, his­
setme, duygu ve sezgi.
Düşünme: Düşünceler arasında bağlantı kurarak, genel bir
kavrama ulaşm a ya da bir soruna çözüm getirmeyi amaçlar.
Olayları anlayabilm em izi sağlar.
Hissetme: Değerlendirm e işlevini üstlenir. Bir düşüncenin
olumlu ya da olum suz duygular oluşturm asına göre o düşünceyi
kabul ya da reddeder.
Duyu: Duyu organlarının uyarılm ası sonucu algılanan duyula­
rı içerir.
Sezgi: Bir düşünce ya da duygu katkısı olm aksızın, o andaki
yaşantının insanda oluşturduğu izlenimi tanımlar. Sezgi işlevinin
ortaya çıkabilm esi için yargılam a ve m antık gerekli değildir. Esa­
sen kişi, sezgilerinin nereden kaynaklandığını da kestirem ez.
CARL GUSTAV JUNG VE ANALİTİK PSİKOLOJİ 199

Jung'un tanım ladığı bu dört işlev bilincin yaşantılara ayarlan­


masını sağlarlar. D uyular bizi bir şeyin varlığından haberdar
eder; düşünce bize bu şeyin ne olduğunu anlatır; hissetm e bu şe­
yin bizim için iyi ya da kötü olduğunu bildirir; sezgi ise bu şeyin
nereden gelip nereye gittiğini fark etm em izi sağlar.
Bu dört işlev iki tutumla karışım lar yaparak, bir insanın bi­
linçli varlığına anlatım verebilm esi için sekiz ayrı seçenek oluştu­
rurlar. Jung, bu seçeneklerden hareket ederek sekiz ayrı insan tipi
tanımlamıştır:

PSİKOLOJİKTİPLER

1) Dışadonük Düşünen Tip: Bu tipte bir insanın yaşam ına nesnel


düşünceler egem endir. Enerjisini öğrenm eye ve nesnel dünya
hakkında bilgi toplam aya yönelten bilim adam ı bu tipe öm ek
olarak gösterilebilir. D ışadonük düşünen tip insan, duygusal
yönlerini bir yana ittiğinden, diğer insanlara soğuk ve kendini
beğenmiş biri izlenim ini verebilir.

2) İçedönük Düşünen Tip: Bu tipte insanın düşünceleri kendine


dönüktür. Kendi benliğinin gerçekliğini araştıran bir filozof bu ti­
pe örnek oluşturabilir. Aşırı durum larda, araştırm alarının sonu­
cuyla gerçeklik arasında bir ilişki olm ayabilir, giderek gerçeklik­
ten kopabilir ve şizofrenik olabilir. İçedönük düşünen tip, dışadö-
nük düşünen tip gibi, kendisini duygularından korum ak için on­
ları bilinçdışm a itm iştir. Duygusuz ve uzak bir insan izlenim ini
verir, düşünceleriyle baş başa kalm ak ister. Kendisi gibi olan bir­
kaç yakın dostunun dışında, insanlar onu pek ilgilendirm ez. Ge­
nellikle inatçı, bildiğini okumak isteyen, hoşgörüsüz, gururlu,
çevresindekilere küçüm seyici tutumları olan, iğneleyici ve yakla­
şılması güç bir insandır.

3) Dışadonük Duygusal Tip: Duyguların düşüncelere egemen


olduğu bu tipe kadınlar arasında daha sık rastlanır. Durumlar
değiştikçe bu tip insanların duyguları da değiştiğinden, kaprisli
olma eğilim indedirler. Ortaya çıkabilecek küçük bir değişiklik
duygularının değişm esine neden olur. Duygusal, sürekli kendile­
rinden söz eden, gösterişi seven, duygusal tepkileri oynak ve de­
200 PSİKANALİZ VE SONRASI

ğişken kişilerdir. İnsanlara kolay bağlanırlarsa da bu bağlar geçi­


cidir, sevgileri kolayca öfke ve nefrete dönüşebilir. Çevrelerinde
olan her olaya, özellikle moda olanlara kolayca katılırlar. Düşün­
ce işlevleri genellikle iyi gelişm em iştir.
4) İçedönük Duygusal Tip: Bu tipe de kadınlar arasında daha sık
rastlanır. Bu tip insanlar duygularını dış dünyadan saklayan, ses­
siz, ilgisiz, ilişki kurulması ve anlaşılması güç kişilerdir. Genellik­
le melankolik bir havaları olmasına karşılık, aynı zamanda, ken­
dine yeten ve iç huzuru olan kişiler izlenimini de verebilirler.
Gerçekte derin ve yoğun duygularla dolu olduklarından, arada
bir ortaya çıkan duygusal patlam aları çevrelerindeki insanlarda
şaşkınlık yaratır.
5) Dışadöniik Duyusal Tip: Daha çok erkeklerde rastlanan bu
tipler, gerçekçi, pratik ve akim a koyduğunu yapan kişilerdir. Dış
dünya gerçekleriyle ilgilenir, ancak bunların ne anlama geldiği
üzerinde fazla düşünm ezler. Zevk ve heyecan veren şeyleri se­
verler, ama duyguları yüzeysedir. Dış dünyadan gelen uyaranla­
ra dönük yaşarlar. Duyulara yönelik tutumlarından ötürü, bu ki­
şiler arasında ilaç tutkusu ve cinsel davranış sapm aları daha sık
görülür.
6) İçedönük Duyusal Tip: Dış dünyadan uzak durmayı yeğleyen
bu tipler kendi duyularına yönelirler. Kendi iç dünyalarını dış
dünyadan daha ilginç bulurlar. Dıştan gözlem leyene, sakin, edil­
gin ve davranışlarını denetim altında tutan biri izlenim ini veren
böyle insanlar, duygu ve düşüncelerinin kısırlığından ötürü di­
ğer insanların ilgisini çekmezler.
7) Dışadönük Sezgili Tip: Genellikle kadınlarda rastlanan bu tip
oynak ve tutarsız bir karaktere sahiptir. Sürekli olarak dünyadaki
yenilikleri izlem e çabası içindedirler, ancak bir konuyu bitirm e­
den bir İkincisine başlarlar. Bunun nedeni, düşünce işlevinin kı­
sırlığından ötürü davranışlarına sezgilerine göre yön vermeleri­
dir. Büyük bir istekle başlattıkları dostlukları sürdüremez, aynı
işte uzun süre çalışam azlar.
8) İçedönük Sezgili Tip: Bu tipteki insanlara genellikle artistler
arasında rastlanır. Bu tipte bir insan çevresindekiler tarafından
CARL GUSTAV JUNG VE ANALİTİK PSİKOLOJİ 201

çözülmesi güç bir bilm ece gibi algılanır. Kendisine göre ise değe­
ri anlaşılam am ış bir dahidir. Törelerle ve dış gerçeklerle ilişkisi
olmadığından insanlarla da iletişim kuram az. Anlam ını kendisi­
nin de bilm ediği bir im geler dünyasında yaşar, ama bu imgelere
duyduğu ilgi sürekli olm adığından bir sonuca ulaşamaz.
Jung, yukarıda tanım lanm ış olan karakter tiplerinin, fazla ge­
lişmiş bilinçli tutum ları ve bastırılm ış bilinçdışı tutumları içer­
dikleri, dolayısıyla uç örnekler olduğuna işaret eder. Gerçekte
bir insan dışadönüklük ya da içedönüklük tutum larından birini
daha çok kullanır. D ört işlevden biri diğer üçüne oranla, bilinçli
dünyasına daha çok egem endir. Jung bunu birincil işlev diye ad­
landırmıştır. Birincil işlevin yanı sıra bir yardım cı işlev bulunur.
Yardımcı işlev, birincil işleve hizm et eder ve bağım sız değildir.
Bundan ötürü birincil işleve karşıt çalışam az. Örneğin, düşünce
ve duygu ya da duyum ve sezgi birbirlerine yardım cı olam az­
lar.
Jung'un tipolojisi, insanların bölüm lendirilem eyeceği görüşü­
nü savunan psikiyatristlerin ağır eleştirisine uğram ıştır. Oysa,
Jung da diğer psikiyatristler gibi, her insanın tek ve kendine özgü
bir varlık olduğunu kabul eder. Gerçekte Jung'un anlatmak iste­
diği, her insanın bu sekiz kategoriden birine ait olduğu değil, bi­
linç ve bilinçdışı düzeylerinde çeşitli tutum ve işlevlerin farklı bir
dağılım gösterdiğidir.

TEDAVİ

Psikoterapi Kuramı:
Analitik psikoterapi belirli bir kuram izlem ez. Jung, terapiyi,
insanın kendisini tanım ası ve yeniden biçim lendirm esi olarak
görmüş ve katı kavram larla sınırlanm asının sakıncalarından söz
etmiştir. Daha çok yapıtlarıyla tanındığı için, Jung'un ne denli üs­
tün yetenekli bir terapist olduğu çoğu kez unutulur. Jung'un gö­
rüşlerini kuşkuyla karşılayan bazı kişiler bile tedavi am acıyla yi-
ne ona başvurm uştur. Terapist olarak Jung, yapıtlarından çok
farklı bir biçim de, belirli bir yöntem ve disiplin izlem eksizin çalı­
şırdı. Bir hastanın tedavisinde izlem ekte olduğu yolu bir ikinci
hastasına uygulam az, yöntem lerini sürekli düzeltir, değiştirir ve
202 PSİKANALİZ VE SONRASI

yenilerini yaratırdı. Sonuç alınabildiği sürece her yolun geçerli ol­


duğuna inanmıştı.
Bir kez, gecelerdir uyuyam adığından yakınarak kendisine baş­
vuran bir kadına ninni söylem iş ve uyum asını sağlam ıştı.
Jung'un tedavi odasında insanlar dans etm işler, şarkı söylem iş­
ler, çalgı çalm ışlar, resim ve heykel yapabilm işlerdi. Bundan ötü­
rü Jung, kuramlara güvenm em iş ve onların getirdiği katılık ve sı­
nırlara karşı çıkmıştır. "Kuram larını iyi öğren, ancak yaşayan ru­
hun m ucizesine dokunduğunda onları bir yana bırak!" (1954).
Tüm bu açıklam alara karşın, analitik psikoterapinin düzen ve di­
siplinden yoksun olduğu söylenem ez ve tedavi, diğer ekollerdeki
kadar belirgin olmasa da bazı ilkeleri izler.
Tedavi, hastanın bilinç dünyasının ayrıntılı bir soruşturm asıy­
la başlar. Bilinçdışı bilince oranla ödünleyici bir nitelik taşıdığın­
dan, bilince öncelik tanınır. Örneğin, aynı rüya hastanın farklı bi­
linç durum larında değişik biçim lerde yorum lanabilir. Soruştur­
ma, hastanın geçm iş yaşam öyküsünü, yaşam ındaki önem li et­
kenleri, tutumlarını, değerlerini ve düşüncelerini içerir. Bu bilgi­
ler edinildikten sonra terapist, tutarsızlıkları ve çelişkileri, yadır­
ganabilecek nitelikteki tepki ve davranışlarım hastasına göster­
meye başlar. Böylece hasta, insanın içsel dünyasına giden güç ve
yavaş aşılan yolu izlem e sürecine girer. Beklemediği sorularla ve
gözlem lerle karşılaştıkça varsayım larının geçerliliği konusunda
kuşkuya düşer. İçgörü kazanm ayı öğrenm eye başlar. Tedavinin
başlangıcındaki rahatlam anın, bu aşamada şaşkınlığa dönüşmesi
oldukça sık gözlem lenen bir olgudur.
Bundan sonraki aşam ada hastanın bilinçdışı ele alınır. Bu dö­
nemde kişi iç dünyasına kendi denetimi dışındaki güçlerin ege­
men olduğunu fark etm eye başlar. Bu durum, özellikle her şeyi
m antık yoluyla çözüm lem eye alışm ış Batı kültürünün insanı için
oldukça can sıkıcıdır. Hasta, bir süre sonra, bilinçdışınm bilinçli
dünyasını nasıl ödtinlediğini görmeye başlar. Bilinç ve bilinçdı-
şmdaki karşıt güçlerin kendisinde gerilim ve anksiyete yaratm a­
sına karşın, bu iki karşıt gücün giderek uzlaştırılarak üçüncü bir
kimliği oluşturabileceğini fark etm ek hastaya umut verir.
Bilinçdışı güçlerin tanınabilm esi am acıyla kişinin rüyaları,
düşlemleri ve artistik yapıtları yorum lanır. Bu yorum lar yalnızca
CARL GUSTAV JUNG VE ANALİTİK PSİKOLOJİ 203

geçm işe dönük b ir içerikle sınırlanm az, kişinin geleceğe yönelik


tasarım larını da içerir.
A nalitik psikolojinin terapist için koyduğu temel ilke, önyargı­
ları ve kalıplaşm ış kuramları bir yana iterek, hastanın bilinçdışmı
dikkatle izlem eye çalışm aktır. Örneğin, terapist, hastasının bir
anne sorunu olduğu kanısına varabilir. Ancak rüyalar hastanın
erkek kardeşine ilişkin bazı sorunlarım da vurgulayabilir. Bilin­
meyenlerle karşılaşm anın yarattığı anksiyeteye karşı çoğu insan
bazı hazır form üllere tutunma eğilim i gösterdiğinden, böyle bir
durumda hastanın bilinçdışm a giden bilinm eyen yollan izlemek
için çaba gösterm ek terapiste düşen en önemli görevdir.
Rüyalar, analitik psikoterapinin en önemli analiz araçlarından
biridir. Rüyalar, kendi içeriği üzerine yapılan yorum ların yanı sı­
ra yapılabilecek diğer yorum ların da zamanım belirler. Terapist,
hastanın iç dünyasındaki olayları hastadan önce fark eder. Ancak
genel bir kural olarak, analitik terapist, hastanın bir yorumu
özümsemeye hazır olduğunu belirten bir rüya ortaya çıkana ka­
dar yorum unu erteler. Bu açıklam ada bir kez daha görüldüğü gi­
bi, tedavi hastanın bilinçdışım n götürdüğü yönde ilerler.
A nalitik psikoterapi üç öğeyi göz önünde bulundurur: Yazgı
öğesi (değiştirilem eyen şeyler kabul edilm elidir); beceri (insanın
kendi içsel benliğine ulaşma yolları bilinçli düzeyde açıklanabilir
ve öğretilebilir); sanat (duygu ve sezgi yoluyla bazı şeyleri bir
araya getirip bütünleştirebilene yeteneği). Yalnızca yazgının vur­
gulanması tedaviyi falcılığa dönüştürebilir; beceriyi ön planda
kullanmak kuru ve mekanik bir yaklaşımla sonuçlanır; sanat yö­
nü aşırıya kaçarsa karşımıza "çılgın bir terapist" çıkabilir (Whit-
mont ve Kaufm ann, 1972).

Psikoterapi Süreci:
A nalitik psikoterapi, hastanın dünyasına ilişkin her türlü obje
ve durum ları içerir. Tedavi seansını dinleyen biri, hastanın, para­
sal durum undan kaynanasıyla olan çekişm esine, işyerindeki bir
arkadaşı hakkında çıkan söylentilerden en son izlediği bir. sanat
olayına kadar akla gelebilecek her türlü konunun tartışıldığına
tanık olabilir. Analitik tedavide temel kural, "h er türlü psikolojik
Çözümleme duygusal yaşantılar üzerine yapılır; düşünce yoluyla
204 PSİKANALİZ VE SONRASI

anlayış kazanma yetersiz bir yöntem dir." Bu tanımın amacı, dü­


şünce yoluyla içgörü kazanm ayı küçüm sem ek değil, ruhsal ger­
çekliği duygusal olarak yaşam anın önemini vurgulam aktır.
Analitik tedavi, hastayla terapist arasında etkin bir etkileşim
biçim ini içerir. Eğer transferansa ya da hastanın gelişim ine yararı
olacağına inanırsa, terapist, bazı duygularını, yaşantılarını ve hat­
ta rüyalarım hastasıyla paylaşabilir. Bu etkileşim in sınırı terapis­
tin sağduyusuna ve isteğine bırakılm ıştır. Tedavi saatinin ortamı,
ciddi bir tartışm adan karşılıklı şakalaşm aya değin her türlü duy­
gusal durumu içerebilir. Terapist, hastasına öneride bulunabilir,
ona bir şeyler öğretebilir, duygularını yansıtabilir ve ona destek
olabilir. Önem li olan o anda yaşanılan duyguların özüm senm esi-
dir.
Analitik psikoterapide kullanılan bir diğer araç da, yukarıda
tanım lanan ilkeler göz önünde bulundurulm ak koşuluyla yapılan
yorumlardır. Yorum lam a, tedavi süresince elde edilen verilere,
hastanın farkında olm adığı bağlantıları görebilm esini sağlamak
am acıyla açıklık getirm ektir. Analiz sürecinin temel amacı, bilinç-
dışmdaki olguları bilinç düzeyine çıkarabilm ektir. Bu am aca ula­
şabildiği oranda hastanın davranışlarında da değişm e gözlem le­
nir.
Hastanın fenom enolojik dünyası açıklığa kavuştuktan sonra
sıra rüya yorum larına gelir. Rüyalar analitik psikoterapinin m er­
kezini oluşturur. İnsanlar rüyalarını hatırlayabilm e konusunda
farklılık gösterirler. Çok seyrek rastlanm akla birlikte, hiçbir rüya­
sını hatırlam ayan insanlar da vardır. Ancak tedavide rüyalara ta­
nınan önemin hasta tarafından da fark edilm esi, rüyalarını hatır­
lam akta güçlük çeken kişilerin bellek gücünde giderek bir değiş­
meye neden olur.
Bir rüyayı anlayabilm ek için en iyi yol, onu bir dram seyredi-
yorm uşçasına izlem ektir. İyi tasarlanm ış bir tiyatro oyununda,
önce fiziksel ve psikolojik bir ortam hazırlanır, oyunun duygusal
tonu hissettirilir ve ortaya çıkacak çatışm alar hakkında ipuçları
verilir. Bu aşam a sergilem e diye adlandırılabilir. Bundan sonra bu­
nalım durumu gelişir ve çatışm a ortaya çıkar. Sergilem e aşama­
sında verilm iş olan ipuçlarına ilişkin durum lar tüm yönleriyle be­
lirlenir ve dram yaşanm aya başlanır. Daha sonra ortaya bir ç q z ü » i
CARLGUSTAV JUNG VE ANALİTİK PSİKOLOJİ 205

konur; bazen bu, olayların çıkmaza girm esi biçim inde çözümü ol­
mayan bir son da olabilir. Yukarıdaki örüntü, rüya, düş ve sanat
yapıtları gibi, tüm bilinçdışı ürünlere uygulanabilir.
Rüyaların açıklanm ası konusunda klasik psikanalizle analitik
psikoloji arasındaki en önem li fark, bastırm a kavram ını içerir.
Freudcu yaklaşım a göre rüyaların içeriği bilinçdışm a bastırılm ış
anı ve duygulardan oluşur. Bu görüşe göre, rüyadaki gerçek
dram, rüyanın içeriği olarak tanım lanır ve gerçek bunun gerisin­
de aranm alıdır. Jung, rüyalara fenom enolojik bir biçim de yakla­
şır. Rüyanın dram ı, simgesel biçim de anlatım bulan bilinçdışı ol­
gulardır. Bunlar, gizlenm iş ya da bastırılm ış olgular değil, kendi­
lerini ortaya koym aya çalışan süreçlerdir. Freud'la Jung arasında­
ki bu kavram farkı, anlam bilim sel (sem antik) nitelikten öte, rüya­
ların nasıl yorum lanacağı konusundaki uygulam a farklılıklarını
da içerir.
Genellikle, kişiye rüyasındaki bir sim genin kendisine neleri
çağrıştırdığı sorulur. Bu simgenin bir tekerlek olduğunu varsaya­
rak, kişi, tekerleğin kendisine bir otom obil, otom obilin ise çocuk­
luk yıllarındaki bir oyuncağı anım sattığım söyleyebilir. Birbirini
izleyen anılar dizisi sürdürüldükçe giderek rüyadaki gerçek sim ­
geden, yani tekerlekten uzaklaşılır. Eğer rüya gören kişi çağrışım ­
larını dikkatli bir biçim de sürdürm ekteyse, sonunda, can sıkıcı
duygulan içeren bir noktaya ya da kom plekse ulaşılır. Örneğin,
bu duygular kişinin annesiyle ilgili bazı önem li sorunlarına ya da
ergenlik dönem inde geçirm iş olduğu eşcinsel bir yaşantıya ilişkin
olabilir. Kuşkusuz, elde edilen bu bulgu pskiyatrik soruşturm a­
nın doğal bir parçasıdır, ancak söz konusu rüya ile artık pek iliş­
kisi de kalm am ıştır. Belki bir başka noktadan da başlansaydt aynı
sonuca gelinebilirdi. Buna karşılık, analitik psikoloji, bu rüyada
bilinçdışının kullandığı sim genin, bir otom obil değil de bir teker­
lek olduğu gerçeğine büyük önem tanır. Öyle olsaydı, hasta rüya­
sında doğrudan bir otom obil görm üş olurdu. Ama bu yaklaşım,
otomobile ve çocukluk dönem ine ilişkin çağrışım ı önemsemem e
anlamına da gelm ez. Çünkü bir çağrışım , çoğu kez rastlantısal ol­
mayan bir bağlantıdır. Çağrıştırılan obje, çocukluğunda sahip ol­
duğu bir oyuncak otom obil ya da bindiği bir tren olabilir. Bu uy­
gulama, rüyadaki cansız eşyalardan insanlara kadar her sim geyi
206 PSİKANALİZ VE SONRASI

ve rüyada yer alan tüm önem li olayları içerir. Böylece, rüyanın


çağrışım içeriği ortaya çıkarılır. Ancak, yorum lam anın yeterli ola­
bilmesi için, aydınlatıcı bazı açıklam aların da yapılm ası gerekir.
Açıklama bir objeyi olduğu gibi ele alır. Örneğin, rüyasında bir
lamba gören biri bunu erkek kardeşiyle çağrıştırabilir. Ancak ger­
çekte lamba karanlıkta ışık veren bir nesnedir. Bunun gibi, bir ka­
lem, rüya gören kişiye erkek üreme organını çağrıştırabilir. Oysa
kalem öncelikle bir yazı yazma aracıdır.
Bilinçdışınm arketipsel olduğu varsayım ından hareket ederek
terapist, belirli bir rüyada ortaya çıkan dram ve simgeleri değer­
lendirirken, m itoloji, masal, edebiyat vb. her türlü kaynaktan ya­
rarlanabilir. Ancak bunun sağlam bir biçim de yapılabilm esi, tera­
pistin iyi bir kültüre ve yeterli klinik deneyime sahip olmasına,
sezgi ve yargılarını etkin bir biçim de kullanabilm esine bağlıdır.
Örneğin, bir kadın kendisini dehşete düşüren bir rüyayı tedaviye
getirir: Verdiği bir yem ek davetinde konuklarına kendi çocukları­
nı haşlayarak ikram eder. İlk bakışta bu rüya, kadının çocukları­
na karşı geliştirdiği bazı olum suz duyguları ya da, haşlama bir
pişirm e süreci olduğundan, bir dönüşüm sürecini sim geleyebilir.
Ancak, eğer biz Yunan m itolojisini biliyorsak, bu rüyayla belirli
bir efsane arasındaki benzerliği de görebiliriz.. Tantalus adlı bir
ölümlü, tanrıları yemeğe çağırır ve onlarm ilahi gücünü denemek
için kendi çocuğu Peloys'u haşlayarak ikram eder ve bundan ötü­
rü ağır bir cezaya çarptırılır. Bu olaydaki temel öğe, ölümlü bir
kişinin tanrılara küstahça karşı çıkm asıdır. Dolayısıyla rüya da,
kişinin en önemli sorunlarından biri olan kendini beğenm işliğine
işaret etm ektedir. Bu konunun daha olağan ve günlük bir olay
içinde işlenm eyip arketipsel bir biçim de ortaya çıkışı, sorununun
ağırlığını ya da kişinin bu özelliğinin bilinç düzeyinden çok
uzakta tutulduğunu, yani kendisini alçakgönüllü bir insan olarak
algıladığını gösterir (VVhitmont ve Kaufmann, 1972).
Rüyaların kendine özgü bir m antığı vardır. Kullandıkları dil
resimli sim geler biçim inde olduğundan, gerçekleri fenomenolojik
olarak yansıtır, bağlantıları açıklayam azlar. Bu bağlantılar rüya­
da yer alan olayların sırasından çıkarılabilir: Eğer rüyadaki dram
birbirini izleyen iki olaydan oluşm uşsa, ikinci olay birincisi nede­
niyle ortaya çıkm ıştır. Eğer bir kadın rüyasında, karşılaştığı bir
CARL GUSTAV JUNG VE ANALİTİK PSİKOLOJİ 207

yılanı kızdırm aya çalışm ış ve bunun üzerine yılan, kadına saldır­


mışsa, yılanın saldırm asının nedeni kadının onu kızdırm ış olma­
sıdır. Böyle bir durum da gösterilecek en uygun davranış, yılanı
kızdırmak yerine oradan kaçm ak ya da onu öldürm ek olmalıydı.
Rüya bu kadının, kendisi için tehlikeli olan bir bilinçdışı içeriğe
meydan okuduğunu gösterm ektedir. VVhitmont ve Kaufm ann'm
(1972) izlem iş olduğu bu kadın ciddi bir alkol sorunundan yeni
kurtulm uştu. Ancak rüyayı gördüğü dönem de, alkole yeniden
tutku geliştirm eyeceğine karşı abartılı bir güven geliştirm işti ve
bu nedenle, tehlikeli olabilecek bazı deneyim lere pervasızca giriş­
mekte sakınca görm üyordu. Yılan, kadındaki alkol tutkusu eğili­
minin sim gesiydi ve bu rüya, bilinçli dünyasında başa çıktığına
inandığı alkolizm tehlikesinin tümden ortadan kalkm am ış oldu­
ğunu açıklam aktaydı.
Ne var ki, her rüya yukandaki örneklerdeki gibi açık bir an­
lam taşım ayabilir. Bazı rüyalarda farklı olasılıklara yönelen ipuç­
ları olabilir ya da birbirinin karşıtı olan iki ayrı anlam çıkarılabi­
lir. Rüya birçok bilinm eyeni olan bir m atem atik denklem ine ben­
zer. Dolayısıyla çözümü de akla gelen olasılığı denem eyi öngö­
rür. Bir rüya dizisi ise aynı bilinm eyene ilişkin çeşitli veriler sağ­
lar, aynı çatışm anın farklı yönlerini yansıtır. Bu rüyalar arasında­
ki benzer noktaları çıkarabilm ek analize ışık tutar. Bazen yanlış
yorumlanan bir rüya, bir sonrakiyle onarılabilir. Aslında, bir rü­
yayı yorum lam a konusunda bilinen tek yöntem , denem e-yanılm a
sürecidir. Bundan ötürü terapist, bazen iki karşıt yorum arasında
bir seçim yapma ya da bir sonraki rüyayı bekleyerek yorum unu
erteleme durum larını yaşayabilir.
Analitik psikolojinin içgörü kazanma am acıyla kullandığı bir
diğer araç da sanattır. Sanat yapıtları, çoğu kez yaratıcının aile­
siyle ilişkilerine ya da çocukluk dönem inde yaşadığı can sıkıcı bir
olaya indirgenebilir. Esinlenm eden kaynaklanan sanat, her biri­
nizde var olan evrensel ve zamanla sım rlanam ayan bir şeyin ki­
şisel anlatım ıdır. Arketipsel bir motife kişisel bir biçim verm ektir
(Neumann, 1959).
Yaratıcılığın nevrotik acıların bir ürünü olduğu ve nevrozun
ortadan kalktığı anda yaratıcılığın sona ereceği biçim inde genel
bir kanı vardır. Analitik psikoloji bu varsayımı paylaşm az. Yara­
208 PSİKANALİZ VE SONRASI

tıcılık, arketipsel dürtülere, onlara tutsak olm aksızın, gerçekçi ve


gözle görülebilir bir anlatım verebilmeyi tanımlar. Sanatçının di­
ğer insanlardan farklı olm asının nedeni, görülebilir biçim de orta­
ya çıkmak için zorlayan arketipsel güçlerin enerjisiyle yüklenm iş
olmasıdır. Sanatçı nevrotik olduğu için yaratmaz. Yaratıcı olm ası
ve içindeki güçlere anlatım yolu bulm a zorunluğu sonucu nevro­
tik olabilir. Analitik psikoloji gerçek sanatçının tedavi sonucu ya­
ratıcılığını yitireceğini kabul etmez. Tam karşıtı, bir sanatçının iç
dünyasına ulaşabilmiş olm ası, oradaki kaynaklarını daha iyi ku l­
lanabilmesini sağlar.

PSİKOTERAPİNİhl İŞLEYİŞ BİÇİMİ

Daha önce de belirtildiği gibi, analitik terapi belirli kuralları


izlememekle birlikte, içerdiği bazı ortak ilkeler aşağıdaki biçim de
özetlenebilir (VVhitmont ve Kaufmann, 1972).
Kabul: Terapi süresince hasta, terapist tarafından kabul edildi­
ğini hissetm elidir. Bu duygu terapistin sözlü anlatım ıyla değil,
açık ve samimi tutumuyla oluşur. Analitik psikolojide tedavi ya­
pan kişilerin de psikoterapi görm üş olması zorunludur. Böylece,
kabul edilme ya da edilm em e arasındaki farkı kendi terapistle­
riyle yaşam ış olarak başka insanların sorunlarına eğilirler. Teda­
viye gelen kişiyle terapist arasındaki beraberliğin "sağ lık lı" ve
"h asta" ilişkisi olm adığını, kendi iç dünyasının derinliklerine
inebilm iş ve bilinçdışıyla diyalogunu sürdürmekte olan bir kişiy­
le, bu yaşantıyı gerçekleştirm eye hazırlanan bir diğeri arasındaki
işbirliği olduğunu öğrenirler. Bu içgörüyü kazanm ış olm ak, tera­
pistin şişmesini ya da kendini üstün bulmasını engeller. Gizli kal­
mış yönleriyle yüzleşm enin sağlıklı utancını kendisinin de yaşa­
mış olması, insan ruhunun karm aşıklığına saygı duymasına ne­
den olur.
Bir insan geçm işte geçirm iş olduğu olum suz yaşantılardan
çok, ufuklarını genişletem ediği ve daha iyi bir insan olabilm e yo­
lunda gelişimini sürdürem ediği için acı duyar. Bir başka deyişle,
yazgısından kaçm aya çalıştığı için yeteneklerini ve gizilgüçlerini
kullanm am aktadır. Ne var ki, bir kez yazgısını tanıyıp, özümle­
dikten ve ona etkin bir biçim de katılmayı kabul ettikten sonra,
CARL GUSTAV JUNG VE ANALİTİK PSİKOLOJİ 209

daha zengin boyutlarıyla anlamlı bir yaşam sürdürebilir. Ancak


bu, daha az acı çekeceği anlamına gelmez.
İçinde yaşadığım ız Batı kültürü zayıf yönlerim izden ötürü
kendimizi suçlu hissetm em ize neden olduğundan (ki, antropo­
loglar bunun evrensel bir olgu olm adığını kanıtlam ışlardır), tera­
pist tarafından kabul edildiğini hissetm iş olm ası, hastanın yeter­
sizliklerinden ötürü yaşadığı suçluluk duygularını hafifletir. Bu
yaklaşım , örneğin bir insanın m astürbasyona ilişkin suçluluk
duygularının yüzeysel bir biçim de hafifletilm esi gibi durum lar­
dan çok, yetersizliğin olağan insanın kaçınılm az bir niteliği oldu­
ğunun kabul edilm esini içerir. Böylece hasta, yetersizliğinin oluş­
turduğu suçluluğu, dinam ik ve yaratıcı güçlere dönüştürebilm e
özgürlüğünü kazanır.

İçsel Dünya ile İlişki Kurma: Başarıya yönelik Batı kültürü, dış
dünyayı ve onun gerçeklerini vurgulam a eğilim indedir. Bu du­
rum, dış gerçeklik kadar önemli olan kendi gerçekliğim izi, yani iç
dünyamızı görm em ize engel olm uştur. Tedavi için başvuran in­
sanların çoğu, dünyalarından kopm uş kişilerdir. Bundan ötürü,
analitik terapinin en önem li am açlarından biri, iç ve dış dünyalar
arasındaki kopukluğun birleştirilm esidir. Bu am acı gerçekleştir­
mek için, terapist, sürekli, fakat esnek bir biçim de, hastayı içsel
dünyasına yöneltm eye çalışır. Hasta, tanım adığı bu dünyasının
gücünü anlayıncaya kadar bu konu işlenir. Bu aşam ada tedavi,
kişiyi dönüşü olm ayan bir noktaya getirir. İnsan bir kez bilinçdı-
şıyla ilişki durum una geçtikten sonra, geriye dönüp onun varlığı­
nı yokum sayam az. Önceleri terapistle, sonradan yalnızken de, bi-
linçdışıyla ilişki sürdürm e bir yaşam biçim ine dönüşür. Bu du­
rum, dolaylı olarak, insanın değer yargılarında önem li değişm e­
lere neden olur.

Transferans: Ju n g da başlangıçta Freud'un görüşünü paylaşa­


rak, transferans olgusunun tedavinin sürdürülebilm esinde çok
Önemli bir etm en olduğuna inanm ıştı. Ancak psişenin arketipsel
boyutlarını giderek daha iyi tanıdıkça, transferansın tedavi süreci
içindeki yerini önem sem em eye başladı. Hatta bir dönem de, teda­
vinin transferans olm aksızın daha iyi yürüyebileceğinden bile
söz etti. A m a daha sonraları, klinik verilerin yadsınam ayacak gü-

PS14
210 PSİKANALİZ VE SONRASI

cü karşısında, transferans olgusunun ve onun psikolojik analizi­


nin önemini yeniden kabul etm ek zorunda kaldı.
Analitik tedavide iki tür transferans söz konusudur: Kişisel ve
arketipsel. Kişisel transferansta tedaviye gelen kişi, terapistin ki­
şiliğinde kendi geçm iş ilişkilerini yeniden yaşar. Bu tür yansıtm a­
lar oldukça kolay çözümlenir. A rketipsel yansıtm alar ise, çözüm ­
lenmesi güç ve bazen can sıkıcı sorunların ortaya çıkmasına ne­
den olur. Terapist, bir kurtarıcı ve her şeyi bilen bir sihirbaz ola­
rak algılanır. Bu durum, hastanın babasını bu biçim de algılamış
olm asından değil, şim diye kadar hiçbir kurtarıcıyla karşılaşm a­
mış olm asından kaynaklanır. Gerçekte, böyle bir kurtarıcıyı hepi­
miz arketipsel bir biçim de ararız. Ne var ki, bu arayış arttıkça da­
ha büyük güçlüklerle karşılaşırız. Olum suz tam sferansta terapist,
kişisel ve arketipsel düzeyde, düşman ya da şeytan olarak algıla­
nır.

Karşı-transferans: Terapistin hastada yansım asıdır. Kaçınılması


gereken bir durum olm aktan çok, tedavi sürecince terapiste reh­
berlik eden bir olgudur. Çünkü, terapist kendi tepkilerini tedavi
aracı olarak kullanabilir. Bu tepkiler ona tedavi sürecinin nasıl
gelişm ekte olduğu konusunda bilgi sağlar. Örneğin, eğer terapis­
tin içinden hastasını hırpalam ak geliyorsa, bir "sahip-tutsak" ol­
gusunun yaşanm akta olduğunu fark eder. Bir başka deyişle, has­
tayla terapistin oluşturduğu etkinlik alanının içeriğini görebilir.

TEDAVİ UYGULAMASI

Analitik terapistler, uygulama yönünden, dinam ik psikiyatri


alanında çalışan diğer terapistlerden önemli bir ayrılık göster­
mezler. Jung ekolü her tür çalışma yaklaşım ını kabul edebildiğin­
den, aşağıda verilen genellem eler tüm analitik terapistleri kapsa­
mına almayabilir.

Ortam: Terapist, bir klinikte, özel ofisinde ya da çoğu kez evin­


de çalışır. H içbir özel düzen gerekmez. Önemli olan yakınlıktır;
hasta ve terapist için iki rahat koltuk yeterlidir. Terapist bir yazı
masasının arkasında oturabilir, ancak hastasıyla yüz yüze olmalı­
dır. Terapist not alabilir ya da almayabilir. Gizlilik konusunda
CARL GUSTAV JUNG VE ANALİTİK PSİKOLOJİ 211

hastaya kesin güvence verilir. Hasta bu konuyu açm azsa, esasen


durum böyle kabul edilm iş dem ektir. Eğer terapist, sonradan
dinlem ek am acıyla konuşm aları banda alm ak isterse, konu tera­
pistle hasta arasında çözümlenir.
Tedavinin yoğunluğu ve etkinliği buluşm a sıklığına bağlı de­
ğildir. Bazen ayda bir kez görülen bir hastayla da derinliğine bir
çalışma yapılabilir. Ancak çoğu terapist, hiç olm azsa başlangıçta,
hastalarını haftada bir ya da iki kez görmeyi yeğler. Günüm üzde­
ki genel eğilim haftada bir kez buluşm a ve bu sayıyı zorunlu ol­
madıkça artırm am a yönündedir.

İlişki: İlk buluşm anın nasıl olması gerektiği konusunda farklı


görüşler vardır. Kimi terapist doğrudan soruna dalm ayı yeğler,
kimi ilk anılardan başlayarak, hastanın yaşam dönem lerini ve
duygusal gelişim ini ayrıntılarıyla ve sistem li bir biçim de incele­
meden sorunları ele almaz. Am a genellikle hastayla terapist, ilk
buluşmalarmı, daha çok birbirlerini üstü kapalı b ir biçim de de­
ğerlendirmekle geçirirler.
A nlam lı bir tedavi çalışm ası için, hastayla terapistin birbirle­
rinden hoşlanm aları ve karşılıklı saygı duym aları zorunludur.
Hangi taraftan gelirse gelsin, başlangıçta antipati çok güçlüyse
hastanın b ir başka terapiste gitm esi önerilir. Çoğu kez, terapistin
hastaya karşı geliştirdiği olum suz duygular kendi yansım alarıdır
ve bu duygular zam anla değişebilir. Ancak, hiçbir insan kusur­
suz olam ayacağına ve kendi zayıf yönlerini kabul etm ek iyi bir
terapist olm anın başlıca niteliği olduğuna göre, terapistin, hasta­
ya karşı geliştirdiği olum suz duygulardan ötürü kendisini zorla­
maması beklenir. Genel bir kural olarak, terapistin, kendi anne ya
da babasını hatırlatan kişilerin tedavilerini üstlenm em esi gerekir.
Çoğu kez, ilk buluşm ayı izleyen günlerde terapist ve hastanın
gördüğü rüyalar, birbirlerine karşı geliştirdikleri bilinçdışı tepki­
lere ışık tutar.
Terapistle hasta arasındaki ilişki, terapistin izlediği belirli bir
psikoloji okulunun ilkelerinden çok, bu iki insanın kişilik özellik­
leriyle belirlenir. Terapistler kişilik ve duygusal tepkiler yönün­
den farklılık gösterirler. Kimi mantığa yönelik ve kapalı, kimi sı­
cak ve duygusal, kimi daha konuşkan, kim i daha suskundur. An­
212 PSİKANALİZ VE SONRASI

cak, kişilik yapısı nasıl olursa olsun, terapistin, tedaviye katılım


biçim ini birlikte çalıştığı hastanın kendine özgü ihtiyaçlarına gö­
re ayarlaması gerekir.
Genellikle, tedavinin başlangıç dönem lerinde terapist daha
çok dinler, fazla etkin değildir ve kendi duygularını hastasıyla
pek paylaşm az. Tedavideki işbirliği sonucu karşılıklı bir yakınlık
gelişip, sim gesel bir dostluk yerleştikçe, terapist kendisini daha
çok ortaya koyar ve "tedavi eden ve edilen" ilişkisi, yerini daha
eşit bir beraberliğe bırakır.
Hasta Seçimi: Terapistin bazı tür hasta sorunlarını daha kolay
benimsemesi ya da bazı türde sorunlarla ilgilenm ekten hoşlan­
maması, izlemekte olduğu kuramsal yoldan çok kendi kişisel ya­
pısıyla ilişkilidir. Kimi terapist, örneğin alkoliklerle ya da intihar
eğilimli kişilerle çalışm aktan hoşlanm az; kim i ise silah taşıyan bir
kişiyi tedaviye alm ak istem ez. Bu tür seçim ler, terapistin kendi sı­
nırlarını anlayabilm esine yardım cı olur. A nalitik psikolojinin yö­
nelimi, terapisti, hangi durum larda nasıl davranılacağı konusun­
da hiçbir kuram ve yönergeyle sınırlamaz. Her şey terapistin kişi­
liğine, durumu nasıl algıladığına ve hastasıyla olan ilişki biçim i­
ne bırakılır.

TARTIŞMA

Jung'un bizlere bırakm ış olduğu ayrıntılı ve iyi belirlenmiş


kuramsal temel çoğu klinik olguya uygulanabilir niteliktedir. Fre-
ud'un dışında hiçbir araştırıcı ve kuramcı Jung kadar zengin bir
kişilik kuramı geliştirm em iş ve çağdaş düşünceyi bu denli etkile­
memiştir. Buna karşılık, psikoterapinin teknik yönlerinin gereğin­
ce işlenmiş olduğu söylenem ez. Analitik psikolojinin, günümüz­
de üzerine en çok eğildiği konu da budur. Çoğu terapistin kabul
ettiği gerçek, bilinçdışınm anlaşılm asının ve yorum lanm asının te­
davi için yeterli olm adığıdır. Bazen ortaya konan rüya ya da sa­
nat yapıtının anlamı, gerek terapist ve gerekse hasta tarafından
anlaşıldığı halde, tedavide hiçbir gelişme olm ayabilir. Bu nedenle
analitik psikoloji, kuram cı anlayışı, gerekli davranış değişimini
oluşturabilecek fenom enolojik bir sürece dönüştürm enin yolları­
nı araştırm aktadır.
CARL GUSTAV JUNG VE ANALİTİK PSİKOLOJİ 213

Bugüne kadar edinilen izlenim ler tedavide sözlü boyutun tek


başına yeterli olm adığını gösterm ektedir (VVhitmont ve Kauf-
mann, 1972). İlkel insanlar bunu sezm işler ve psişik olguları pe­
kiştirm e am acıyla ayinler geliştirmişlerdir. Günüm üzde analitik
psikoloji buna benzer yaklaşım ları da denem e süreci içindedir.
Grup etkinlikleri, duyarlık eğitim i (sensitivity training) ve bazı
ayin türleri, gerçeklerin daha derinliğine yaşanabilm esi ve kapalı
kalmış kapıların açılabilm esi için uygulanm aktadır. Analitik psi­
kolojinin katı kurallarca sınırlanm am ış olması, bu tür deneylere
girişen araştırıcıların imgelem lerini oldukça özgür bırakmıştır.
Bölüm: 4
OTTO RANK

Otto Rank'm psikoterapi kuram ı tarihinde oldukça seçkin bir


yeri vardır. Ancak, psikoterapi alanına katkıda bulunmuş olan
diğer araştırıcılara oranla, Rank'm yaklaşım ı oldukça felsefi ve
bilim sellikten uzak sayılabilir. Kullandığı felsefi ve artistik dil,
yapıtlarının sistem li düşünm e alışkanlığında olan kişiler tarafın­
dan anlaşılabilm esini güçleştirir. Ayrıca, çalışm alarının belirli bir
düzen izlediği de söylenem ez.
Otto Rank, A dler ve Jung gibi, psikanaliz kuram ının gelişmeye
başladığı ilk günlerde Freud'un çevresinde oluşan ve bu alanda
etkinliği olan grubun önde gelen bir üyesiydi. Diğerlerinden fark­
lı olarak bir tıp doktoru olm ayan R ank'm öğrenim ve ilgi alanları,
mühendislik, felsefe, psikoloji, tarih ve sanat konularını kapsıyor­
du. Güçlü bir içgörü yeteneğine sahip olduğu bilinen Rank, çok
az sayıda kişiyle yakın ilişki kurabilm iş, oldukça yalnız bir insan
olarak tanım lanır (Taft, 1958). Gençlik yıllarında ailesinin isteğini
yerine getirebilm ek am acıyla ticarete atılm ış, daha sonra istediği­
nin bu olm adığına karar vererek işini bırakıp tek başm a yaşam a­
ya başlam ıştı. Yokluk içinde geçen bu dönem de Rank, kendisini
yoğun bir biçim de okum aya verm iş, özellikle Schopenhauer ve
N ietzsche'nin çalışm alarından etkilenm işti. Bu etki sonraki yıllar­
daki yapıtlarında oldukça belirgindir. A ncak, bu yapıtlarda kul­
landığı dilin oldukça güç anlaşılır olm ası, düşüncelerinin yayıl­
masını ve yandaş bulabilm esini engelleyen önem li b ir etm en ol­
muştur. K işisel çabalarının ürünü olan ve 1900'lerin başlangıcın­
da artist kişiliği üzerine yazdığı bir m akale Freud'un ilgisini çek­
miş ve Freud, Rank'ı, psikanalizin kültürel alanlara doğru oluş­
turduğu uzantıların öncüsü saymıştı. Ü stelik Rank'm üniversite
öğrenimi yapabilm esi için her türlü imkânı da sağlamıştı.
216 PSİKANALİZ VE SONRASI

Freud'un kişiliğinde, daha önceki yaşam ında yoksun kalmış


olduğu güçlü koruyucuyu bulan Rank için bu ilişki, huzurlu bir
dönemin başlangıcı olmuş ve aynı yıllarda, mutlu başlayan bir
evliliği de gerçekleştirm işti. Rank, öğrenim ini tamamladıktan
sonra bir süre Am erika'ya gitti ve dönüşünde Freud'la arasındaki
kişisel ve bilimsel ilişkiler giderek bozulm aya başladı. Bunun
başlıca nedeni, Rank'm giderek Freud'dan farklı görüşler geliştir­
meye başlam asıydı. Ö zellikle doğum sarsıntısı konusundaki gö­
rüş ayrılığı ve tedavide geliştirdiği yeni teknikler Freud tarafın­
dan hiç de olumlu karşılanm am ıştı. Nitekim daha sonraki yıllar­
da Rank, kullandığı tedavi tekniği için, psikanaliz yerine psikote­
rapi terimini kullanmaya başlam ış ve klasik psikanalizi tem elin­
den ve şiddetli bir biçim de eleştirm iş, kendi kavram ları da Freud-
cu grubun eleştirilerine hedef olm uştur.
Freud'dan ayrıldıktan sonra tekrar A m erika'ya giden Rank,
Philadelphia'ya yerleşti. Philadelphia ve New York'taki sosyal
hizm et okullarında dersler verdi ve psikiyatrik sosyal hizmet
kavram ının gelişm esinde etkin bir rol oynadı. Freud'dan ayrıl­
dıktan sonra özel yaşam ında m utsuz bir dönem geçiren Rank, so­
nunda eşinden de ayrıldı. Ardından sekreteriyle evlendiyse de,
bu evlilikten birkaç ay sonra öldü. Am erika'da yaşadığı yıllarda
öğretici olarak fazla ilgi görm em işti. Sem inerlerinde az sayıda
dinleyici bulunurdu. Buna karşılık ve kullandığı dilin okuyucu
için yarattığı güçlüklere rağmen, yapıtları, pskiyatrik sosyal hiz­
met, psikoterapi, danışm anlık ve eğitim alanlarında oldukça etki­
li olmuştur.
Rank'm öğretisi, kökenini, kendi kişiliğinden ve yaşantıların­
daki çeşitli kaynaklardan alm ıştır. Örneğin, Rank'm felsefe ala­
nında yapmış olduğu çalışm alar geliştirdiği kuramı önemli ölçü­
de etkilem iştir. Kendi davranışlarını gözlem lemedeki aşırı duyar­
lığı ve kişisel içe bakış yeteneği düşüncelerinin en önemli belirle­
yicileri olmuştur. Rank, nevroz kavram ının en iyi biçim de anlaşı­
labilmesi için, yaratıcı kişilerin incelenm esi gereğini ısrarla sa­
vunmuştur. Aslında, Rank'm psikolojiye ilgisi de "artist" kavra­
mım incelem esinin bir sonucu olarak gelişm iştir. Rank'm sonraki
görüşlerinin oluşum unda psikoterapi alanındaki kişisel deneyim-
lerinin de rolü olm uşsa da, kilinik çalışm aları ayaktan tedaviye
OTTO RANK 217

gelen hastalarla sınırlanm ış olduğu için, geliştirdiği kuram lar da


belirli nevroz türleri için geçerli sayılır.
Rank'ın çeşitli tarihlerde yazdıkları arasında birbiriyle çelişkili
görüşlere de rastlanm akla birlikte, yapıtlarına egem en olan bazı
ortak öğeler kolayca seçilebilir. Rank'a göre, duygular ve düşün­
celer insan davranışlarının başlıca belirleyicileri ve denetim cileri­
dir. İnsan, çevresiyle etkin bir ilişki içindedir ve davranışları,
rastlantısal olarak karşılaştığı olaylar dizisine gösterdiği tepkiler­
le sınırlanam az. Davranışlara kişinin içinden yön verilir. Rank'a
göre, insanlar tepki geliştirecekleri olayları ve gösterecekleri tep­
kileri kendileri seçerler. İstekleri ve am açlarına göre çevrelerini
kendileri yaratır ve biçim lendirirler.
Rank, insanın dünyaya bazı eğilim lerle birlikte geldiğine ina­
nır. Bunlar, açlık, susuzluk ve cinselik gibi fizyolojik ya da kor­
ku, suçluluk ve sevgi gibi duygusal tepkilerdir. İnsan bu tepki
eğilimlerine davranışlarda anlatım bulm ak zorundadır. Bu eği­
limler sağlıklı ya da sağlıksız olarak bölüm lenem ez ve insanla
birlikte doğuştan var olurlar. İyi ya da kötü olarak yargılanan,
bunların davranışlarda anlatım bulma biçim idir. Örneğin, kızgın­
lık tüm insanların yaşadığı doğal bir tepkidir. A ncak bu tepkinin
nasıl yaşanacağını, bir insan diğerinden farklı biçim de öğrenm iş­
tir. Bir insan kızdığı zam an birine saldırabilir, bir diğeriyse ken­
disini kızdıran durum dan uzaklaşm ayı yeğler. İnsanın tepki eği­
limlerini çevresine karşı nasıl kullanacağı, öğrenm e yoluyla belir­
lenir.
Rank, bu tepki eğilim leri için bazen "d ü rtü " terim ini de kul­
lanmış ve her bir dürtünün bir karşıt dürtüsü olduğundan söz et­
miştir. Örneğin, bir insan bazen bağım sız, atılgan, güvenli, karar­
lı ve bireyci davranışlar gösterirken, b ir başka dönem inde bağım -
li/ ürkek, uysal ve çaresiz tepkiler gösterebilir. Rank'a göre her iki
tepki türü de evrenseldir ve insanın yapısında asal olarak var
olan tepki örüntüleridir. Çalışm alarının başlangıç dönem inde
Rank, bağım lı ve boyun eğici tepkilerin ana dölyatağına dönüşü,
bağımsızlığa ve bireyleşm eye eğilim in anneden biyolojik olarak
kopmayı sim gelediği görüşünü savunm uştur.
Rank duygusal yaşantıları iki bölümde değerlendirmiştir. Kor­
ku, suçluluk ve kızgınlık gibi olumsuz duygular, kuramında en
218 PSİKANALİZ VE SONRASI

çok vurguladığı tepki türleridir. Ona göre korku, insanın içinde


oluşan bir yaşantı olduğu halde, bazen dış olaylarla ilişkili olarak
da ortaya çıkabilir. Rank bazı yazılarında, korkuyu, kişide sürekli
var olan kronik ve öznel bir durum olarak tanım lam ışsa da, ge­
nelde bu duygunun belirli bazı koşullarda doğrudan yaşandığı
görüşünü benim sem iştir. Rank'a göre korku, davram şlara kısıtla­
yıcı ya da ketleyici bir etki oluşturm asına karşın, bazen yaratıcı
tepkilerin oluşm asına neden olarak yararlı am açlara da hizmet
edebilir. Dostluk, sevgi ve sevecenlik gibi duygusal yaşantıları
sağlıklı davranışların en önem li öğeleri olarak tanımlayan Rank,
bu tür duygularm, korku ve kızgınlık gibi tepkilerle doğrudan ve
sürekli bir çatışma durum unda olduğu görüşündedir.
Rank bir sistem psikolojisi geliştirm iştir. Ona göre, insanın
kendisinden ve çevresinden haberdar olm ası büyük bir önem ta­
şır. Çünkü insanın bu özelliği onun seçim yapabilm esine olanak
sağlar. Daha önce verilen bir örneği tekrar ele alırsak, kızgın bir
insan bu duygusuna boşalım sağlam ak için, kızm asına neden
olan olayın kendine özgü koşullarına en uygun tepki biçim ini se-
çebilmelidir. İnsan davranışının bu etkin ve seçici özelliği, Rank'ın
istem kavram ını geliştirm esine yol açm ıştır
Rank, uyumu, ortaya çıkan yeni durum lara göre sürekli ola­
rak hareket eden dinam ik bir denge olarak tanımlar. Dolayısıyla,
sağlıklı bir gelişim , yerleşm iş alışkanlıklar ve davranış örüntüle-
riyle gerçekleştirilem ez. Ö nem li olan, insanın karşısına çıkan her
yeni duruma çözüm bulabilecek esnekliği gösterm esidir. Bu gö­
rüş, Rank'm , tedavi süresinde geçm işten çok, içinde yaşanan za­
mana odaklaşm asına neden olm uştur. Karşılaşılan her yeni olay
birey için yeni uyum sorunları yaratır ve tedavide bunların üze­
rine eğilmek, kişinin geçm işte gösterm iş olduğu alışılm ış davra­
nış örüntülerinin incelenm esinden daha geçerli bir çözüm yolu­
dur.

DOĞUM SARSINTISI VE AYRILMA ANKSİYETESİ

Rank, kendi kuram ını geliştirm e doğrultusunda ilk girişimini


1924'te yayım lanan Doğum Sarsıntısı adlı kitabıyla gerçekleştir­
miştir. Bu yapıtında Rank, dölyatağmda geçen rahat bir dönem­
OTTO RANK 219

den sonra, birden çaba ve girişimi gerektiren doğum sonrası ko­


şullara geçişin çocukta yarattığı dehşetin, sonraki yaşam da en
sağlıklı insanlarda bile sürekli olarak var olan birincil anksiyetenin
kökeni olduğu görüşünü savunm uştur. Bu sarsıcı olayı unutma
isteği evrensel niteliktedir ve bu nedenle tüm insanlar dünyaya
gelişlerinin ürkütücü izlerini bilinçdışı alanına iterler. Rank bunu
birincil baskı m ekanizm ası olarak tanım lam ıştır. Baskıya alınan bi­
rincil anksiyete, sonraki yaşamda, dölyatağm a dönm e isteği ile
bu dönüşün yine aynı acıyla sona ereceği korkusunun yarattığı
çatışma sonucu çeşitli olaylarda yeniden yaşanır ve davranışlara
etkisini sürdürür.
Bu görüş, doğum sarsıntısının sonraki yaşam daki anksiyetele-
rin ilkörneği olduğu biçim inde ve ilk kez Freud tarafından ortaya
atılmış olan kuramı çağrıştırmakla birlikte, iki görüşün yorum la­
masında önem li bazı farklılıklar bulunur. Freud gibi Rank da yu­
karıda tanım lanan çatışmayı insanların nasıl çözüm lem eye çalış­
tığını araştırm ıştır. Ancak bunu yaparken, "ilkel insanm , kapka-
cağmı yaparken dölyatağınm koruyucu ve kavrayıcı özelliğinden
esinlendiği" örneğinde olduğu gibi, sim geciliği çok geniş bir bi­
çimde kullanm ıştır. Freud, doğum sarsıntısını insanın yaşadığı
ilk anksiyete olarak tanımlamış, sonraki yaşam daki anksiyeteleri
genellikle cinsel nitelikte nedenlerle açıklam ıştır. Buna karşılık,
Rank, insanın yaşam ındaki anksiyetelerin çoğunu, doğum anında
yaşanmış olan ayrılık anksiyetesinin bir tekrarı olarak yorum lam ış­
tır. Ö rneğin m em eden kesilm e, bebek için bir içgüdünün engel­
lenmesi değil, doğum sarsıntısını anım satan bir ayrılığın yeniden
yaşanmasıdır. Erkekte cinsellik, annenin bedenine tekrar girebil­
menin ve dölyatağm a dönebilm enin tek yolu olarak yorum lan­
mıştır. Rank bundan ötürü, cinsellikten sağlanan zevk ve doyu­
ma, korku duygusunun da eşlik ettiği görüşünü savunur.
Doğum sarsıntısı sonucu yitirdiklerine karşılık bebek, annesi­
nin de yardım ıyla yeni ilişkiler kurarak çevresiyle "birlikte olm a"
durumunu sürdürür. N e var ki, gelişim sürecinin doğal bir sonu­
cu olarak kurulan beraberlikler, ileride bir yenisi kurulm ak üzere
daima sona erer ve ayrılma anksiyetesi, yaşam döngüsünün her
aŞamasındaki olaylarda yeniden yaşanır. Gelişim dönem lerinin
birinden diğerine geçişlerde ve yetişkinlik süresince insanm yaşa­
220 PSİKANALİZ VE SONRASI

mında yer alan değişikliklerde, belirli bir durumu terk etme ayrı­
lık anksiyetesini, bir amaca ulaşma çabası yeni bir beraberlik kur­
ma umudunu taşır.

YAŞAM KORKUSU VE ÖLÜM KORKUSU

Her insan, bağım lılık ve bağım sızlık ya da boyun eğm e ve


kendine yön verm e eğıilim lerinin yarattığı çatışma ile dünyaya
gelir. Doğum, birbiriyle çatışma durumunda olan bu eğilim leri
de simgeler. Çünkü doğum olayı insanın, bir diğer kişiye tümden
bağım lı ve çaba gerektirm eyen bir durumda, ayrı bir varlık olm a­
yı ve kendi eylem lerinin sorumluluğunu üstlenm eyi gerektiren
bir yaşama geçişini temsil eder. însanm bağım sız bir varlık olma
çabası yaşam ın özüdür. Bunun karşıtı, dölyatağmdaki çabasız
varoluşa dönm ek ya da bireyin, ayrı bir varlık olma yerine çevre­
siyle bütünleşm e eğilim idir ki, Rank bunu ölüm e ulaşma isteği
olarak yorum lam ıştır. Dolayısıyla ayrılık ve birleşm e, yaşam ve
ölüm le eşanlam taşır.
Dölyatağı içinde dölüt, çevresiyle sürdürdüğü ortak yaşamın
bir parçasıdır. Doğum, bu beraberliğin ölümü anlam ına gelir ve
sonraki yaşam da insanın, yeni ilişkiler kurabilm ek için önceki be­
raberliklerini terk ederken yaşadığı anksiyetenin ilköm eği olm ak­
tan öte bir anlam da taşır; doğmak için ölmek. Bir başka deyişle,
insanın bağım sız bir varlık olarak yaşayabilm esi için, bir önceki
ortak yaşam ının sona erm esi gerekir. N e var ki insan, bağım sızlı­
ğa doğru attığı her adımı ürkütücü bir tehdit olarak yaşar. Başka­
larından farklı davrandığı oranda reddedilme ya da sevgiyi yitir­
me olasılığının artm ası ve kendisine yön vermede yenilgiyle kar­
şılaşm a olasılığı, sürekli korkmasına neden olur. Rank'ın yaşam
korkusu dediği bu duygu, gerçekte, insanın kendi yaşam ını sür­
dürm ekten korkmasıdır.
Yaşam korkusuna eşlik eden bir diğer duygu suçluluktur. Çün­
kü, kişinin bağım sızlık çabası, diğer insanları reddetm esini de zo­
runlu kılabilir. Örneğin, gelişim süreci içinde çocuk giderek sev­
diği ve bağım lı olduğu kişilere karşıt davranışlar gösterm ek du­
rumunda kalır. Rank, suçluluk duygularının bağım sız davranış­
ların kaçınılm az bir sonucu olduğu görüşünü savunursa da, di­
OTTO RANK 221

ğer insanların ya da kendisinin, davranışlarım onaylam am ası du­


rumunda da suçluluk duygusunun yaşanabileceğini kabul eder.
Ö te yandan, yaşam a istem inin atılım cı bir karakteri ve yaratıcı
bir gizilgücü vardır. İnşam bireyleşm eye doğru yönlendirir. Bu
nedenle, ortak yaşam a dönüş, ölüm ve gerilem e, ya da bireyleş­
menin ve yaşam ın yitirilm esi olarak yorum lanır. Dolayısıyla, çev­
reyle birleşm e ve bütünleşm e isteği de bir tehdit olarak yaşanır.
Sorum luluğunun ve bakım ının bir başkası tarafından üstlenilm e­
sinin sağladığı çabasız rahat ve güvenliğe karşın insan, çevresi­
nin egemenliği altına girerek bireyselliğini yitirm ek ve tümden
çaresiz bir durum a düşm ek istemez. Korku ve suçluluk duygula­
rı bu kez de ortaya çıkar. Rank bu duyguyu ölüm korkusu olarak
adlandırm ıştır. Ö lüm korkusu kişiyi yaşam çabasına güdüler, ya­
şam korkusu ise bu çabaların ketlenm esine neden olur.
Ayrılık, yaşam korkusunun da eşlik ettiği bireyleşm e ile sonla­
nır. Birleşm e, bireyleşm enin yitirilm esine neden olur ve ölüm
korkusunu yaratır. Rank'a göre, insanın temel çatışm ası bu ku­
tuplaşm adan doğar. Ancak, Rank'ın tanım ladığı korku yapıcı bir
güçtür ve diğer ekollerin önem le üzerinde durduğu anksiyete
duygusundan farklıdır. Rank'a göre, insanın ve bu arada psikote-
rapinin de ulaşm ası gereken amaç, ayrılm a ve birleşm e eğilim le­
rini yapıcı ve yaratıcı bir biçim de bütünleştirebilm ektir.

İSTEM VE KARŞIT İSTEM

İstem, Rank'ın, kişiliğin bütünleştirici gücünü tanım lam ak


amacıyla kullandığı bir terim dir. Rank bu terim i, felsefi anlam ın­
dan farklı bir biçim de, doğm uş olm anın doğal b ir sonucu ve in­
san organizm asının gelişm esi için zorunlu bir öğe olarak yorum ­
lamıştır. Ona göre, insan, içsel dürtülerin birbiriyle ya da çevre­
den gelen baskılarla sürekli çatışm a durum unda olduğu bir savaş
alanı olarak sınırlam az. Varoluşunun özünde, kendisi ve çevre­
siyle kurm uş olduğu etkin ilişkisi ya da bir başka deyişle, istemi
bulunur.
İstem kavram ıyla Rank, insanı bilinçli, am açlı, seçim yapabi-
fen ve kendine yön verebilen bir varlık olarak tanım lam ıştır. İnsa­
nın varoluş nedeni kendi etkinliğidir. D olayısıyla insan, b ir yan­
222 PSİKANALİZ VE SONRASI

da biyolojik kökenli dürtülerin, öte yanda çevresinde süregelen


olayların tutsağı da değildir. îçsel dürtüleri ve dış olaylar, çeşitli
davranış örüntüleri arasında bir seçim yapabilm esi için ona veri
sağlar. İyi düşünülerek yönetilen, içinde bulunulan durum un ko­
şullarına uygun düşen ve duygulara yeterince boşalım sağlayabi­
len davranışlar, sağlıklı ve yaratıcı insanın özelliğini belirler.
Birey istem ini geliştirdikçe, çatışmalarına karşın uyum sağla­
mayı da başarır. Rank'a göre psikolojik tedavi de istem in etkin­
leştirilmesine yöneliktir. Terapistle hasta arasındaki ilişkilerde te­
rapist kendisini, hastanın istem sorununun çözüm ünde bir araç
olarak kullanır. Terapinin temel amacı, hastanın içgörü kazanm a­
sı ya da patolojik tutum lar yönünden duygusal bir eğitim görm e­
si değildir. Terapi, hastanın istem yönelim i değiştiği oranda başa­
rıya ulaşmış sayılır.
Doğum olayı sonucu dölyatağıyla beraberliği bozulan çocu­
ğun dış dünyadan ayrı bir ego bütünlüğü yoktur. Bu nedenle,
çevresinde yeni doyum im kânları sağlama ve yitirdiği beraberli­
ğin yerine geçecek yeni ilişkiler arama çabasına girer. Çevresiyle
olan ilişkisinde bazı seçim ler yapmaya başlayan çocuk, böylece
"n esn el" bir öğrenm e süreci içine girer. Ö ğrenm e süreci boyunca,
bir ego yapısı da giderek oluşm aya başlar. İstem inin etkin bir güç
olabileceğini fark etm eye başlayan çocuk, büyüdükçe kendi ben­
liğini de ayrı bir bütün olarak algılamaya başlar.
Bu süreç içinde giderek gelişen istemin yanı sıra, karşıt-istem
de ortaya çıkar. Çocuk, yetişkinlere ve kendi dürtülerine "h ayır"
diyebilmeyi öğrenir. Rank, istemin, gerçekte karşıt-istem olarak
belirlendiğini söyler. Bundan ötürü karşıt-istem, istemin gelişm e­
si yönünden önem li değer taşır.
Önce ebeveyne ve sonraları diğer dış güçlere karşı geliştirilen
karşıt-istem, kökenini insanın yaradılışında bulunan bireyleşme
eğiliminden alır. Ne var ki, karşıt-istem , insan için eşit değerde
önemli olan "çevreyle birlikte olm a" durum unu ortadan kaldır­
ma eğilimindedir. Bundan ötürü, karşıt-istemin gerçekleştirilm e­
si, daha önce de sözü edilm iş olan suçluluk duygularının belir­
mesine neden olur. Bu duygu, insanın çevresi ya da kendi ahlaki
inançları tarafından onaylanm ayacak davranışlarda bulunduğu
zaman yaşadığı ve evrensel bir nitelik taşıyan suçluluktan farkh'
OTTO RANK 223

dır. Rank'ın tanım ladığı suçluluk, (1) insanın istemini gerçekleş­


tirdiği ve (2) istem inden vazgeçerek çevresine boyun eğdiği her
durumda ortaya çıkan, hatta boyun eğm enin ahlaki yönden zo­
runlu olduğu durum larda da yaşanan bir duygudur.
Suçluluk duygusunun ortadan kaldırılm ası ve iki kutup ara­
sında uzlaştırıcı bir bütünleşm eye ulaşılm ası, insanın ülküsü ve
psikoterapinin am acıdır. Bu amaca sevgi duygusuyla ulaşılır.
Sevgi ilişkisi bir insanın diğer bir insanın istem ini, diğer insanın
da onun istem ini kabul etm esiyle oluşan bir duygudur. Ana-
baba, bir yandan çocuğa destek olurken, diğer yandan onun kar-
şıt-istemini, bağım sız bir insan olabilmesi için gerekli ve sevgiyle
karşılanabilecek bir özelliği olarak kabul edebilirse, çocukta suç­
luluk duyguları da oluşmaz.
Cinsel ilişki durum unda olan kadın ve erkek, birbirlerinin is­
temlerini kendi istem leriym işçesine kabul edebildikleri oranda
bu ilişkiden doyum sağlarlar. Bir insanın istem i, bir diğer kişi ya
da kişiler tarafından da sevilirse suçluluk duygusu da ortadan
kalkar. Olgun bir insan kendisini bir diğer insanın kişiliğinde se­
ver ve onun tarafından da aynı biçim de sevilir.

KİŞİIİKTİPLERİ

O rtak özellikleri yönünden Rank, insanları üç bölüm e ayırm ış­


tır: Ortalama insan, nevrotik ve artist. Yaratıcı bir bütünleşm eye
ulaşan insanları artist olarak adlandırmış, buna ulaşam ayan kişi­
leri de, ortalama insan ve nevrotik olarak iki başlıkta incelemiştir.

Ortalama İnsan:
Her çocuk, doğum sonrası yaşam ın olağan zorlanmalarından
geçerek kendisine göre bir karşıt-istem geliştirir. Bazı çocuklar
ise, bir süre sonra, kendi istemlerini ana-babalarınm istemleriyle
özdeşleştirmenin, kendilerini, ayrılık suçluluğundan ve kendileri­
ne özgü bir istem geliştirm enin yaratacağı sıkıntılardan kurtara­
bileceğini fark eder. Ebeveyninin istem ini benim seyen çocuk, ye-
bşkin yaşam a ulaştığında, bu kez de toplum beklentilerinin ege­
menliği altına girer. Böyle bir insanın bireyleşm e çabası olmadığı
gibi, çevreye uyum yapmada da çatışm ası olmaz. Rank bu tamm-
224 PSİKANALİZ VE SONRASI

lamasıyla, bilinçli olarak kendi çıkarları için toplum la uzlaşan ki­


şileri kast etm em ektedir. O rtalama insan, bir başka seçeneği hiç
düşünmemiş olduğu için topluma uyum gösteren kişidir.
Ortalam insan, toplum için oldukça yararlı bir kişidir ve çev­
reden saygı görür. Toplum değerleri geçerli olduğu sürece o da
geçerlidir. Ne var ki, çoğu kez kendisini değersiz hisseder. Öte
yandan, özdeşleştiği toplum da bir değişim olursa çevresindeki
olayların kurbanı olabilir, toplum bir karışıklık dönem inden geçi­
yorsa şaşkınlığa düşebilir. Rank, ortalama insandan hoşlanm adı­
ğını açık seçik belli etm iş ve yazılarında ona pek yer vermemiştir.
Sosyal hizm et uygulam alarında topluma uyum yapm anın sağlık­
lılık ölçütü olarak kullanıldığı dönem de Rank, bu eğilim e şiddet­
le karşı çıkmış, psikoterapide de am acın topluma uyum yapabil­
mek olmayıp, kişinin iç dünyasında değişiklik yaratm ak olduğu
görüşünü savunm uştur.
Rank ülküleştirdiği insan için artist terim ini kullanm ıştır.
Rank'ın tanımladığı artist, herhangi bir işçi ya da iddiasız bir ev
kadım olabilir. Ona göre toplum un "başarılı artist" olarak nite­
lendirdiği kişiler, genellikle ortalama ya da nevrotik kategorile­
rindeki insanlardır. N evrotik ve artist kişilerin ortak bir yanı var­
dır. Her iki grup da toplum beklentilerinden ayrılm anın yarattığı
sıkıntıya katlanm ayı göze alm ışlardır. Artistin seçm iş olduğu yol
pek de kolay değildir ve gerekli dengeyi sürdürebilm ek için za­
man zaman nevrotik davranışlara başvurulm asını da gerektirebi­
lir. Ancak artist, bir yandan kendi istemini gerçekleştirirken, di­
ğer insanlarla yaratıcı ilişkiler kurarak beraberlik ihtiyacını da
karşılar, yaşam ve ölüm korkularının oluşturduğu kutuplaşm aya
çözüm getirir.
Kahramanca yapılm ış da olsa ayrılık eylemi insanın ülküsüne
ulaşabilmesi için yeterli değildir. İnsanın kişisel istemi, ancak di­
ğer insanlar tarafından da kabul edildiğinde gerçekten yapıcı bir
nitelik kazanır. Dolayısıyla insan, ancak isteminin doğruluğuna
inanıp kendisini suçlu hissetm ediğinde ve diğer insanların da bu­
nu benim sediğini hissettiğinde, ayrılık ve birleşm e sorunlarına
çözüm getirmiş dem ektir. İşte Rank'ın tanım ladığı artist, buna
ulaşabilmiş ve karşıt eğilim leri arasında bir uzlaşm a yaratabilmiş
kişidir.
OTTO RANK 225

Rank'ın engellenm iş bir artist olarak tanım ladığı nevrotik, ya­


şamın karşıt eğilim lerini birleştirebilm ek için çaba göstermiş, an­
cak bunu başaram am ış kişidir. Ayrılma çabasında o denli ileri
gitm iştir ki, ait olduğu kültürle özdeşleşm e im kânını yitirmiştir.
Nevrotiğin karşıt istem i oldukça güçlüdür ve bundan ötürü, tera­
pi süresince değişm eye karşı direnç gösterir.
Normal koşullarda çocuk, gelişim sürecinin her aşamasında
karşılaştığı zorlanm aları çözüm leyerek, gerçekliğe uygun bir bi­
çimde yargılam ayı öğrenir. Buna karşılık nevrotik, ana-babasıyla
yaşadığı beraberlik biçimini, seçim ve ayrım yapm aksızın, karşı­
laştığı her insanda yeniden yaşar. A rtist, çevresindeki insanlarda
ve olaylarda yaşam ının ilk günlerini yeniden yaşam az. Yaşantıla­
rı süresince öğrendikleri, yorum larını gerçekliğe uygun bir biçim ­
de yapabilm esini sağlar. Buna karşılık nevrotik, yorum larını ken­
di ihtiyaçlarına göre genelleştirir. Ayrılık çabaları suçluluk duy­
guları yaşam asına neden olur ve diğer insanlara karşı düşmanca
eğilim ler (karşıt-istem ) geliştirir.
Nevrotik, uyum yapma çabasında yenilgiye uğram ış ortalama
insandan çok farklıdır. Daha kolay bir çözüm ü görem ediği için,
bunun ötesinde çare arayan kişidir. Bu nedenle Rank, nevrotiğin
direncini ve düşm anca duygularım, yıkıcı olm aktan çok, yapıcı
nitelikte bulur. Dolayısıyla tedavi, nevrotik kişinin yaratıcı çaba­
larına yönelik olm alı ve terapist kendi zihninde, hastanın ulaşm a­
sı gereken bir am aç saptam aktan kaçınm alıdır. Tam karşıtı, tera­
pist, hastasının istem ini kabul ederse hasta da kendi istem ini suç­
lanmadan kabullenir.
Rank, tüm nevrotik belirtilerin tem elinde korku ve suçluluk
duygularının bulunduğunu söyler. Bu duygular denetlenm eye­
cek kadar güçlenir ve kronikleşirse, insana yön veren düşünce
örüntüleri yeterince gelişem ez. Buna bağlı olarak duygusal tepki­
lerin denetimi de güçleşince, nevrotik belirtiler ortaya çıkar.
Nevrotik, içinde bulunduğu durum ları kendi iç dünyasına gö­
re algılar ve çevresindeki olayların kendisiyle ilgili olup olm adı­
ğının ayrım ını yapm akta güçlük çeker. Tepkilerini genelleştirm e
eğilimindedir ve bu tepkiler "hep ya da h iç" biçim inde ortaya çı­
kar. Yaşadığı durum larda, kendisini ya tüm den reddedilm iş ya
da koşulsuz kabul edilm iş olarak yorum lam a eğilim indedir. Nev-

PS15
226 PSİKANALİZ VE SONRASI

rotik, ya davranışlarım sürekli olarak ketler ve yaşam alanını da­


raltır ya da kendi tepkilerini denetleyeceği yerde, kendisini kor­
kutan durumları denetim i altına alabilm ek için saldırgan girişim ­
lerde bulunur. Çoğu kez, hiçbir şey yapam adığından ve olaylarla
başa çıkam adığından söz eder. Gerçekte bu, yapam am aktan çok
yapm ak istem em ek, bir başka deyişle, etkinlikten korkmaktır.
Nevrotik, davranışlarından kendini sorum lu tutmaz, çevresinde­
ki olayların kendi dışında oluştuğuna ve onlara yön verebilmenin
kendi elinde olm adığına inanır. Duygularına suçluluk ve kızgın­
lık egemendir, sevgiyi fark etm ekte güçlük çeker ve kendini sü­
rekli haklı bulur. O layları yanlış yorum ladığından, davranışları­
nın yönetim inde sürekli aksaklıklar olur. N evrotik kişinin davra­
nışları ya dürtüsel niteliktedir ya da davranış alanı çok daralm ış­
tır.
Nevrotik, sürekli kendini dinler, kendisini aşırı eleştirir; kü­
çük, zayıf ve değersiz bulur. Kendisinde ve çevresinde değersizli­
ğini kanıtlayacak ipucu bulabilm ek için olm adık yorum lara gider
ve sürekli bunun acısını yaşar. Değersizliğini görm em ek için dav­
ranışlarını kısıtlar, ancak bu kez de kendini ortaya koyam am ış ol­
masından ötürü değersizlik duygularına kapılır. D avranışların­
dan ve onların yaratacağı sonuçlardan sürekli kaygı duyar. Bu
nedenle, diğer insanların kendisi hakkında düşündükleri onun
için büyük önem taşır.
Uyum içinde yaşam ası m üm kün olm ayan nevrotik kişi, sorun­
larını iki biçim de yönetir: (1) Ayrılığın acısından kurtulabilm ek
umuduyla egosunu, önem li ya da önemsiz, her tür yaşantının içi­
ne atar. Bunu yaparken de ya aşırı boyun eğici bir tutumla başka­
larının egem enliği altına girer ya da tepkici ve başkaldırın davra­
nışlar gösterir. Böylece, çevrenin yapısı içinde egosunu yitirerek
ölüme çağrıda bulunm uş olur. Varlığına egemen olan korku, ay­
rılık ve başkalaşm a korkusu, bir başka deyişle, yaşam korkusu­
dur. (2) N evrotik kişinin seçebileceği bir diğer yol da, egosunu
yaşam dan uzak tutmaya çalışm aktır. Böylece, bir kişi, duygusal
dünyasını çevreden yalıtır ve uzaklaştırır. Burada egem en olan
duygu, çevreyle birleşm enin ve diğer insanlarla ilişkiye geçme­
nin bireyselliği yok edeceği kaygısı ya da bir başka deyişle, ölüm
korkusudur.
OTTO RANK 227

TEDAVİ
Rank'ın tedavi yaklaşımında temel ilke, hastanın ayrılığını ve
bağım sızlığını (yaşam korkusu) suçlanm adan kabul edebilmesine
yardımcı olm aktır. Bu tür tedavide direnç, analizi yapılarak orta­
dan kaldırılm ası gereken bir engel olarak görülm ez. Tam karşıtı,
hastanın istem inin bir anlatımı olarak yorum landığından, olumlu
bir belirti olarak karşılanır. Hatta düşm anca duygular da (karşıt
-istem), nevrotik kişinin bağım sız bir varlık olma çabasının belir­
tileri olarak nitelendirilir. Anlaşılması ve kabul edilm esi gereken
bir olgu olarak değer taşır. Rank'm tedavi yaklaşım ı, terapist-has-
ta ilişkisi, yani transferans üzerine kurulur. Tedavide başarı, di­
ğer psikanalitik ekollerde olduğu gibi, duygusal boşalım ve içgö-
rü kazanm a yöntem leriyle değil, hastanın kendisini gerçek, ba­
ğımsız ve suçluluklarından kurtulm uş bir varlık olarak kabul
edebilm esine im kân tanıyan yaşantılardan geçm esiyle sağlanır.
Terapi, iki etm enden ötürü oldukça güç bir süreçtir. (1) Tera­
pist tarafından gereğinden fazla sevgi ve kabul görmek, hastada­
ki ölüm korkusunun artm asına yol açar. N evrotik kişi, bir yan­
dan yakın beraberlikler kurm ak isterken, diğer yandan bunun
gerçekleşm esinden de korkar. (2) N evrotik kişinin tepkileri "hep
ya da h iç" biçim indedir ve gerçeklik değerlendirm esinden olduk­
ça yoksundur. Terapi, gerçekliğe yönelik olm alı ve hastanın ayrı
bir varlık olarak seçim lerini yapabilm esine im kân sağlamalıdır.
Rank'm tedavi yaklaşım ında, transferans ilişkisi kurulduktan
sonra, hasta ve terapist, tedavinin süreci ve sonuçlanm ası konu­
sunda yaklaşık bir tarih saptarlar. Bu süre hastanın sorunlarının
türüne göre değişir ve tedavi ilerledikçe hastayla birlikte yeniden
gözden geçirilir. Tedavi sonra ererken hastaya, yaşam ını kendi
başına sürdürm ede güçlük çekerse istediği zam an geri gelebilece­
ği söylenir. Böylece yaşam ım sürdürm e zorunluluğu, hastaya so­
mut bir beklenti olarak verilm iş olur. Tedavinin bu yönde zorlan­
ması, hasta-terapist ilişkisinde ve tüm nevrotiklerde karakteristik
olan "aşırı bağım lılık-bağım lılıktan korkm a" çelişkisinin çözümü­
ne yardım cı olur.
Rank, terapinin am açlarının kimin tarafından belirleneceği ko­
nusunu açıklam am ıştır. Ancak, terapide oluşan durum ların ve
hastanın tepkilerinin terapist tarafından en uygun bir biçim de
228 PSİKANALİZ VE SONRASI

kullanılm asının tedavinin başarısında başlıca etmen olduğunu


söylemekle, bu rolün daha çok terapiste bırakıldığını ima etm iş­
tir. Rank'a göre terapinin am acı, kişinin kendine özgü egosuyla
birlikte benliğini kabul edebilm esi ve duygusal özerkliğini yaşa­
yabilmesidir. Tedavi sürecinde, kişinin kendine yönelik eleştiri
ve reddedici düşünceleri, kendini kabul eden ve onaylayan dü­
şüncelere dönüşm elidir. Hasta kendisini, yaşam ına yön verebi­
len, sağlam kararlar alabilen ve bunları uygulayabilen, davranış­
larının sorum luluğunu üstlenebilen biri olarak kabul etm elidir.
Tedavinin en önemli am açlarından biri, duygusal tepkilerin
onarılm asıdır. Korku ve suçluluk duygularının yoğunluk ve sık­
lık oranı azaltılmalı, buna karşılık sevgi gibi olumlu tepkilere
önem tanınmalıdır. Hasta, diğer insanlara bencil olmayan beklen­
tilerle ve sevecenlikle yaklaştığında onlardan da benzer tepkiler
alabileceğini öğrenm elidir. Küçük dozlarda her tür duyguyu ya­
şamanın, insanın duygusal dünyasını zenginleştireceğini ve onu
mutlu edeceğini öğrenm elidir.
Tedavinin bir diğer önem li am acı da, hastanın, yaşadığı du­
rumlar içinde, kendini ve davranışlarını korku ve suçluluk hisset­
meden kabul edebilm esidir. Hasta kendisini kabul edebildiği
oranda, gerçek benliğiyle ülküleştirdiği benlik özdeşleşir. Dolayı­
sıyla, eğer duygularını yönetm ede güçlük çekiyorsa, onları bas­
tırmaktan, yadsım aktan ya da yanlış yorum lam aktan vazgeçm eyi
öğrenmelidir.
Tasarılarını oluştururken, kararlarını verirken ve eylem e geç­
mek için hangi yolları seçeceğini saptarken, düşüncelerini, çevre­
sindeki durumlara ve diğer insanların yargılarına göre değil, ken­
di sağduyusuna göre geliştirm elidir.
Korku ve suçluluk duyguları azaldıkça kişi, insanlar arasında­
ki farklılıkları ve kendisinin onlardan farklı olan yönlerini daha
iyi görebilecek ve kabul edebilecektir. Çevresindeki olayların ay­
rımını iyi yapabildiğinde, tepkilerini de durumlara göre ayarla­
yabilecek ve davranışlarından ötürü utanç duygusuna kapılm a­
yacaktır. Rank, insanın mutlu olabilm esi için inançları olması ge­
reğine inanmıştır. Ona göre, bu inançların en değerlisi insanın
kendisine olan inancıdır ve geliştirm iş olduğu psikoterapi yönte­
mi hastaya bunu kazandırm aya çalışır.
OTTORANK 229

Rank, yazılarında, psikoterapide öğrenm enin önem li bir yeri


olduğunu ima etm işse de hangi öğrenm e ilkelerinin kullanıldığı­
nı açıklam am ıştır. Ancak, duyguların öğrenm ede büyük önem ta­
şıdığından, suçluluk ve korku duygularının kaçınm a tepkilerine
yol açabildiğinden söz etm iştir. Rank, hastanın değişebilm esi için
duygularının tedavi ortam ı içinde yaşanm asını zorunlu görür.
Terapi ortam ının, yaşam ın tartışıldığı bir yer olmayıp, doğrudan
yaşandığı bir yer olduğu görüşünü savunur. Bu yaşantının içinde
terapistin tutum u, gerekli değişikliklere ulaşılm asında en önemli
araçtır. D ürtüler ve bağım lılık-bağım sızlık çatışm ası gibi davranı­
şı güdüleyen iç etm enler doğuştan vardır ve öğrenm eyle değişti­
rilemez. Ancak, bu dürtülerin boşalım ını sağlayan davramş bi­
çimleri değiştirilebilir ve düzeltilebilir.
Hasta tedaviye gelirken, kendisinden beklediği değişiklik için
çaba gösterm esi gerektiğini fark etm eyebilir ve başlangıçta so­
rumluluğu terapiste yükleyebilir. Rank, tedavinin başlangıcında
birçok hastada böyle bir tutum gözlem lenebildiği ve bunun
önemli olm adığı görüşündedir. Ona göre tedavinin ön koşulu,
hastanın bazı davranışlarını değiştirm ek için gerçekten istek
duyması ve bu tür bir tedavi yöntem ine güven duyabilmesidir.
Terapi başladıktan bir süre sonra hasta, tedavi sürecine katkıda
bulunmamayı sürdürürse davranışlarında da değişiklik oluşa­
maz.
Davranışlarda değişiklik olabilmesi için en önem li koşul, has­
tanın duygusal tepkilerini tedavi ortam ı içinde yaşam asıdır. Bu
sağlandığında, hasta doğal olarak, tedavi öncesinden alışagelmiş
olduğu davranış örüntüleriyle tepki gösterir. Korkuları, suçluluk
duygulan, sevgiye duyduğu açlık ve gerçekleri saptırm a eğilim ­
leri terapistle ilişkisinde de yaşanır. Bu nedenle hasta, buluşma
süresince terapistin gösterdiği tepkiler üzerinde açıkça konuşm a­
ya yöneltilir. A ncak bunu yaparken hastanın, terapisti ayrıcalığı
olan bir insan olarak değil, toplum un bir tem silcisi olarak göre­
bilmesi gerekir. Hasta, gurur duyduğu, utandığı ya da kendisini
ürküten davranışları üzerinde açıkça konuşm aya teşvik edildi­
ğinde, duygusal tepkiler kendiliğinden ortaya çıkar ve bunları
değiştirebilme im kâm sağlanmış olur. Rank bunu tedavinin "gü-
nah çıkarm a" niteliği olarak tanım lam ıştır. Çünkü gerçekte, hasta
230 PSİKANALİZ VE SONRASI

kendisine itirafta bulunm aktadır. Hasta, duygusal tepkileri ve


bunlara ilişkin düşünceleri üzerinde açıkça konuştukça, giderek
onları denetleyebilm e ve yönlendirebilm e gücünü de bulmaya
başlar. Bir başka deyişle, kendisine rehber olm anın sorum luluğu­
nu üstlenir.
Hastanın bilincinde olduğu tüm duygularını dile getirmesi
çok önemlidir. Rank, sorum luluğunu üstlenm em ek için özürler
yaratamadığı zaman, hastanın kendisi hakkında ne kadar çok şe­
yi bildiğini gözlem lem enin şaşırtıcı olduğundan söz eder. Ona
göre hastanın, bilincinde olduğu, görm ezlikten geldiği dünyası,
bilinçdışına itilen yönlerinden çok daha zengindir.
İlk dönem lerde biraz zor olm akla birlikte, hasta, terapi süre­
cinde değişebilme ve kendine yön verebilm e sorum luluğunu en
kısa zamanda üstlenm elidir. Bu da, hastanın dikkatini kendi tep­
kilerine odaklaşhrarak davranışlarım anlayabilm esi ve denetleye­
bilm esi anlam ına gelir. "Y apam am ", "elim de değil" ve "d iğer in­
sanlar bana fırsat tanım ıyorlar" biçim indeki düşünce, yerini, "y a ­
pabilirim " ve "yapacağım "a bırakm alıdır. Rank, hastadan çok
şey bekleyen bu terapi yaklaşım ının bazı hastalar için zor oldu­
ğunu kabul eder.
İnsan davranışlarının çeşitliliğinden ötürü tedavide genel bir
uygulama tekniğinden söz edilem eyeceğini savunan Rank, bazı
psikoterapi ekollerinin, kendi kuram larının ideolojik uygulam a­
ları olan teknik kurallarına da karşı çıkar. Terapist ne yapm ası
gerekeceği konusunda genel bir bilgiye sahip olm akla birlikte, te­
rapinin yönünü önceden tasarlam az, ne yapacağına tedavi ilerle­
dikçe karar verir. Bir başka deyişle, terapist her hastası için ayrı
bir teknik geliştirm e durum undadır.
Rank'a göre terapi, uygulanarak öğrenilir. Belirli bir teknik
söz konusu olm adığından, genç psikoterapistlerin yetiştirilm esin­
de geleneksel eğitim yöntem lerinin kullanılabilm esi de mümkün
değildir. Dolayısıyla terapist, kişisel klinik yaşantılarından edin­
diği bilgi ve deneyim den yararlanm ak zorundadır. Rank, diğer
psikanaliz yöntem lerinin hastayı terapistten yardım istemeye
zorladığına, kendi terapi yaklaşım ının ise hastanın kendi kendisi­
ne y ard ım a olm asını sağladığına inanır. Belirli bir tedavi tekniği­
nin olam ayacağı görüşünü savunm uş olm asına karşın, Rank, bazı
OTTO RANK 231

yazılarında, tedavinin nasıl uygulanacağı konusunda önerilerde


bulunm uştur.
Rank tedavide, içinde yaşanılan zamanda gözlem lenen davra­
nışların önemli olduğu görüşünü savunur. Ona göre, bu davra­
nışların hangi koşullar altında oluştuğunu incelem enin tedaviye
bir katkısı olam az. Geçm işin tartışılması, yalnızca, yaşanılan za­
mana ait bozuk davranışların ortaya çıkm asına ortam sağlaması
yönünden önem lidir. Kişinin geçm işini inceleyerek içinde yaşanı­
lan zamanı anlam aya çalışm ak, davranışlarda herhangi bir değiş­
me yaratm az. Çünkü hasta, sürekli olarak geçm işini öne sürerek,
içinde yaşanılan zam anda gösterdiği davranışların sorum luluğu­
nu üstlenm ekten kaçınır. "G erçeği" geçm işte ararken kullanılabi­
lecek tek veri, insanın kendi belleğidir. Ü stelik geçmişi istediği gi­
bi yorum lam ış olmak, insanı gerçeği öğrenm ekten daha mutlu kı­
lar.
Rank'a göre, psikoterapideki onarım m ekanizm ası için kulla­
nılabilen tek araç, hastanın karşısında bulunan bir diğer insan,
yani terapisttir. Bu nedenle terapist, tedavideki değişikliklerin
oluşabilm esi için gerekli ortam ı temsil eder. İnsanı güç durumda
bırakan, korku, suçluluk gibi duygular ve kendisini aşağılatan
düşünceler, çevresindeki insanlarla yaşadığı olayların sonucu­
dur. D avranışlarda değişiklik olabilm esi için bu duyguların teda­
vi saatinde ve terapistle ilişki süreci içinde yaşanm ası gerekir.
Rank, herkesin iyi bir terapist olam ayacağından ve bunun için be­
lirli bir kişilik yapısına sahip olmanın gereğinden söz etmişse de
böyle bir terapistin niteliklerini açıklam am ıştır.
Rank'a göre terapistin amaçları üç bölüm de sıralanabilir:
(1) Terapist, hastasında duygusal tepkiler oluşturabilm elidir.
(2) Terapist, hastanın kendi duygusal tepkilerini tedavi ortam ın­
da gözlem leyebilm esini sağlam alıdır. Dışarıdaki olaylarda gös­
terdiği duygusal tepkileri düzeltebilm esi için, hastanın önce onla­
rı fark edebilm iş olması gerekir. (3) Terapist, hastanın atılım cı ve
bağım sız tepkiler gösterebilm esini ve ayrıca bu tepkilere olum­
suz duyguların eşlik etmemesini sağlam akla yüküm lüdür. Ne
var ki Rank, terapistin hangi tutum larıyla bu am açlara ulaşabile­
ceği konusunda bir açıklam a yapm am ıştır. Yazılarında bu konu­
ya ilişkin tek bir ilkeye rastlanır: Terapist, hastasındaki olumsuz
232 PSİKANALİZ VE SONRASI

tepkileri ortadan kaldırm ak amacıyla, onun bu tür davranışlarını


eleştirm ez, küçümsemez ve cezalandırm az. Rank'a göre tedavide
önemli olan, sağlıklı tepkileri özendirm ek ve oluşum larını pekiş­
tirmektir.
Rank, tedavide "doğrudan yaşantı"ya, bir başka deyişle, duy­
guların ortaya çıkışıyla birlikte, bu duyguların varlığından da ha­
berdar olabilm eye önem tanır. Bir bakım a, bu yaklaşımı, Freudcu
ekolün düşünce ve konuşm alara verdiği aşırı önem e bir karşıt
tepki sayılabilir. Terapistle hasta arasındaki ilişki içinde duygusal
yaşantıların oluşm ası kaçınılm az bir durumdur. Üstelik bu duy­
gular, hasta onları saklam ak ya da varlığını yadsım ak istese bile,
daima onun iç dünyasının gerçeklerini yansıtırlar. Hasta, tedavi
odasında oluşan duygusal tepkilerinin terapistle ilişkili olduğunu
sürekli görm ezlikten gelm e eğilim indedir. Terapistin en önemli
görevlerinden biri, bu ilişkiyi hastaya göstererek onu duyguların­
dan haberdar edebilm ektir. Bunu yaparken terapist, değer yargı­
larından kaçınm alı ve hiçbir zaman otorite rolünü üstlenm em eli­
dir. Bunun için terapist, hastasının tedavi saatinde tartışılacak ko­
nuları istediği gibi seçebilm esine im kân tanımalı ve hatta bu ko­
nuda onu teşvik etm elidir. Terapist, hastasının kendisine karşı
aşırı duygusal tepkiler geliştirm esine fırsat vermem elidir. Rank,
klasik psikanalizdeki transferans sorununun, terapistin otoriter
ve sevgi verici tutum unun bir sonucu olduğu görüşündedir.
Rank, tedavide sorum luluğun ve değerlendirm enin daha çok
hasta tarafından üstlenilm esi gerektiğini her fırsatta dile getirm iş­
tir. Terapide geçerli olan, terapistin açıklam aları ya da yorum la­
malarından çok, hastanın kendisinin fark edebildiği duygulardır.
Tedavinin amacı, "hastayı bilinçlendirm ek" değil, "hastanın
bilinçlenm esi"dir. Dolayısıyla terapist, hastayı duyguları üzerin­
de konuşmaya sürekli teşvik etm elidir. Terapistin acele bir yo­
rumda bulunması, hastanın içinden geldiğince yaptığı konuşm a­
ya son verm esine neden olur. Tedavinin ilk dönem lerinde tera­
pistin sözleri, tepkilerin yöneldiği durumlara ya da ana-baba, eş,
terapist vb. kişilere ilişkin eylem leri kısıtlar, duygusal yaşantıları
teşvik eder. Bu, "hissedebilm eyi öğrenm ek" olarak da tanımlana­
bilir. İnsanın duygularına yön verebilmesi için önce onları tanıya­
bilmesi gerekir.
OTTO RANK 233

Rank'a göre hasta, tedaviye bağım lılık ve bağım sızlık eğilim ­


lerinden birini yadsım akta olduğu için gelir. D olayısıyla terapis­
tin görevi, tedavi sürecinde hastanm yadsıdığı yönünü ortaya çı­
karmaktır. Böylece hasta, kişiliğinin "lan etlem iş" olduğu yanla­
rıyla yüzleşerek, onları yeniden değerlendirm e olanağı bulur.
Rank, bir durum dan korkulduğu ve sakınıldığı oranda o duru­
mun çekiciliğinin arttığını söyler.
Rank, klasik psikanalizdeki rezistans kavram ını, hastanın tera­
pistle işbirliği içinde olm am ası ya da yapm ası gerekeni yapma­
ması durum una karşı terapistin geliştirdiği tepkinin anlatımı ola­
rak yorum lar. Ona göre rezistans, hastanın bağım sızlığa doğru
yönelme isteğinin belirtileridir. Bundan ötürü, özellikle terapiste
karşı çıkışlar, hastanın terapiye engel olma çabası olarak yorum ­
lanmaz ve olum lu karşılanır. Rank, hastaların, durum larını dü­
zeltme konusunda fazla sorum luluk üstlenm ekten hoşlanm adık­
larını gözlem lem iştir. Ancak, tedavi için gerekli olan sürenin has­
ta ve terapist tarafından önceden saptanm ış olm ası, hastanın sü­
rekli olarak terapistine yaslanam ayacağının ve günün birinde ya­
şamının sorum luluğunu tek başına üstlenm esi gerekeceğinin bi­
lincinde olm asını sağlar. Bu ise, tedavinin sonu yaklaştıkça hasta­
nın kendine yeterli olm a çabalarının artm asına neden olur ve bu
çabalar terapist tarafından da desteklenir.
Tedavide ilk adım, korku duygusunu denetim altında tutula­
bilecek bir düzeye indirgem ektir. Korku, hastayı tedaviye güdü-
leyen bir öğe olduğundan, bu duygunun tüm den yok edilmesi
hastanın nevrozundan kurtulma çabasının da yitirilm esine neden
olabilir. Korku, denetim altına alındıktan sonra, tedavi saatlerin­
de hastanın korku dışında her tür duygusunun açıklanm asına
imkân tanınır. Eğer bu duygulara korku da eşlik ediyorsa bunun
ortadan kaldırılm asına çalışılır. Korku diğer duyguların yaşan­
masını engellediğinden, yaşanam ayan duyguların ortaya çıkm a­
sına imkân sağlam ak gerekir. Bu duyguların kabul edilm esine ve
dolayısıyla, kişinin kendisini kabul edebilm esine neden olur.
Böylece hasta, duygularını yadsım ak yerine onları denetim i altın­
da tutmayı öğrenm iş olur.
Korku ve çatışm alar azaldıkça ya da bilinçli denetim altına
alındıkça terapist, hastayı kendi değerlendirm elerinde ve eylem ­
234 PSİKANALİZ VE SONRASI

lerinde daha güvenli olmaya doğru yöneltir. Böylece hasta, tepki­


lerini oluştururken daha az kararsızlığa düşer ve davranışlarının
doğuracağı sonuçların sorum luluğunu korkusuzca üstlenmeyi
öğrenir. Tedavinin sonlandırılm ası, hastanın kendi yönünü çizme
konusundaki kararlılığıyla birlikte gelir. Hasta, terapisti de ara­
dan çıkararak, kendi davranışlarına yön verm enin sorum luluğu­
nu üstlenebileceği yeni bir yaşam a başlar.
Bölüm: 5
KAREN HORNEY VE BÜTÜNCÜ YAKLAŞIM

Çağdaş psikiyatristlerin çoğu Karen H orney'i önem li bir ku­


ramcı olarak kabul ederler. Nevroz ve tedavisine ilişkin görüşleri,
özellikle 1940-1960 yılları arasında psikoterapi alanını önem li öl­
çüde etkilem iştir. H om ey'in yapıtları m eslekten olm ayanlar tara­
fından da çok tutulmuş, New Y ork'taki kokteyl partilerde, görüş­
lerini ve son çıkan kitabım tartışam ayanlara cahil gözüyle bakıl­
ması şaka konusu olm uştur (Ford ve Urban, 1967). Öte yandan,
özellikle Am erika Birleşik D evletleri'nde, çok sayıda psikiyatrist,
psikolog ve sosyal hizm et uzmanı, çalışm alarında H orney'in gö­
rüşlerinden ve tedavi tekniklerinden yararlanm ışlardır. Kültürel
ve toplum sal etm enlere önem verm iş olm ası, Freud'un biyolojik
yönelim ine karşı çıkanlar tarafından kolayca benim senm iş, nev-
rotik davranış örüntülerinin karm aşıklığına açıklık getiren kav­
ramları ve tedavi tekniği konusundaki önerileri, çoğu kez Hor-
ney'e ait oldukları da unutularak, günlük konuşma diline özüm-
senmiştir.
H orney'in görüşlerinin bu kadar etkili olm asının başlıca n e­
denlerinden biri, yapıtlarında kullandığı anlatım biçim idir. Hor-
ney, insan davranışlarının çeşitliliğini ve karm aşık örüntüleri ara­
sındaki ilişkileri çok iyi yakalayabilm işti. Bu gözlem lerini sürekli
olarak yapıtlara dönüştürm esi, görüşlerinin çok sayıda kişi tara­
fından izlenebilm esinde önemli rol oynam ıştır.
Bu kadar çok yandaş bulm asına karşın H om ey, kuramındaki
sistematik noksanlıklar ve betim sel önerilerindeki tutarsızlıklar
nedeniyle ağır eleştirilere de uğram ıştır. Ford ve Urban (1967),
H om ey'in yapıtlarını, eleştirm enlerin olum suz görüşlerine karşın
halk tarafından çok tutulan tiyatro oyunlarına benzetirler. Bazı
biçimsel noksanlıkları da olsa, Karen H om ey'in görüşlerinin, in­
236 PSİKANALİZ VE SONRASI

san davranışlarının anlaşılm asında ve klinik uygulam alardaki


değeri ve psikoterapi alanı içindeki yeri tartışma götürm ez nite­
liktedir.
Karen H om ey, 1885'te H am burg'da doğdu. Annesi H ollanda
kökenli bir Alman vatandaşı, babası Norveçli bir gemi kaptanıy­
dı. H orney'in anne ve babasının farklı uluslardan gelmesi ve ba­
basının kaptanlığı nedeniyle çocukluk yıllarında sık seyahat et­
miş olması, geliştirdiği kuram da kültürel etm enlere önem tanı­
masında etken olmuştur.
Karen H om ey, ortaöğrenim ini H am burg'da tamam ladıktan
sonra, Berlin Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni girdi ve 1911'de oradan
mezun oldu. Dört yıl süren psikiyatri uzmanlığı eğitimi süresince
günün önde gelen psikanalistlerinden Karl Abraham ve Hans
Sachs tarafından analiz olan Horney, daha sonra Berlin Psikana­
liz Enstitüsü'ne öğretim üyesi olarak atandı ve orada yıllarca çok
sayıda psikanalist adayının eğitim ve gözetim ine katkıda bulun­
du.
Horney klinik çalışm alarını, on beş yılı aşkın bir süre, O rto­
doks Freudcu yaklaşım a bağlı olarak sürdürdü. Ancak,, aldığı so­
nuçlardan hoşnutsuzluğu giderek arttı ve bazı sorunların klasik
psikanalizle çözüm lenem ediğini gözlem lem eye başladı. Ö nceleri
bu durumu kendi deneyim lerinin yetersizliğiyle açıklamaya ça­
lıştıysa da, sonunda, psikanaliz kuram ının yeniden gözden geçi­
rilmesi ve değerlendirm esi gereğine inanmaya başladı. Bu konu­
daki kuşkularının Psikanaliz Enstitüsü'ndeki iki değerli m eslek­
taşı Harold Schultz-Hencke ve W ilhelm Reich tarafından da pay­
laşılmış olması, H orney'in yeni görüşler geliştirm e çabasını des­
tekleyen ve pekiştiren önem li etm enlerden biri olmuştur.
Horney'in kuram sal yaklaşım ına ve klinik yeteneklerine karşı
büyük saygı ve beğeni geliştiren Franz A lexander, 1932'de onu,
Chicago Psikanaliz Enstitüsü'nde kendisiyle birlikte çalışmak
üzere Am erika'ya çağırdı. Bu çağırıyı kabul eden Horney orada
iki yıl çalıştıktan sonra New York Psikanaliz Enstitüsü'ne öğre­
tim üyesi olarak atandı ve orada çalıştığı süre içinde en önemli
yapıtlarını verdi.
H orney'in ilk önem li yapıtı 1937'de yayım lanan Çağımızın
Nevrotik İnsanı (The N eurotic Personality of Our Tim e) olmuştur.
KAREN HORNEY VE BÜTÜNCÜ YAKLAŞIM 237

Bu kitabında, nevrotik davranışların oluşum unda kültürel etm en­


lerin ve bozuk insan ilişkilerinin rolünü vurgulayan Horney, ge­
nelde Freudcu doğrultudan fazla ayrılm am ıştır. Ancak, 1939'da
yayım lanan Psikanalizde Yeni Yollar (New W ays in Psychoanaly­
sis) adlı ikinci kitabında, kendi görüşlerini kesin bir biçim de orta­
ya koyarak, nevrotik davranışların oluşum ve işleyişini, "içgüdü­
sel ve gensel psikoloji" olarak nitelediği Freudcu yaklaşımdan
çok farklı bir biçim de açıklam ıştır. Libido kuram ını reddeden ve
Oedipus kom pleksi, özseverlik, anksiyete, transferans ve rezis­
tans kavram larına Freud'dan çok farklı bir yorum getiren H or­
ney, ayrıca, nevrotik sorunların tedavisinde ulaşılm ası gereken
amaçları da oldukça değişik bir biçim de tanım lam ıştır.
Daha sonraları, özellikle İçsel Çatışmalarımız (Our Inner Con­
flicts) ve İnsan Gelişimi ve Nevroz (N eurosis and H um an Growth)
adlı yapıtlarında Freudcu görüşten iyice ayrılan H orney, kendine
özgü kuram ıyla psikoterapi alanındaki seçkin yerini almıştır.
Olağanüstü yetenekli bir hekim olarak bilinen Horney, bir
yandan klinik çalışm alarını sürdürürken, psikoterapistlerin eğiti­
mi konusuna da eğilm iştir. Psikanalizi Geliştirm e D em eği'nde ve
dekanlığım da üstlendiği Am erikan Psikanaliz Enstitüsü'nün ku­
ruluşunda çalışm ış, ayrıca "Journal of Psychoanalysis"in editör­
lüğünü yapm ıştı. Karen Horney, kısa süren bir hastalığın ardın­
dan 1952 yılında N ew York'ta öldü.

HORNEY KURAMININ ANA ÇİZGİLERİ

İnsan davranışlarının içgüdü denilen fizyolojik olaylardan


kaynaklandığı yönündeki Freudcu görüşe karşı çıkm ış olan H or­
ney, bozuk davranışların aile içi ilişkilerdeki aksaklıklar sonucu
ortaya çıktığını ve ayrıca, sosyokültürel etm enlerin de bu öğren­
me sürecini önem li oranda etkilediği görüşünü savunm uştur. Bir
insanın diğeriyle, toplum un bireyle ve ana-babanm çocukla olan
ilişkilerinin önem ini vurgulayan böyle bir yaklaşım da, davranı­
şın biyolojik belirleyicileri geri planda bırakılm ıştır.
H om ey'e göre davranışlar, insanın çevresiyle olan ilişkileri
■çinde geliştirdiği tepkilerin örgütlenm iş örüntülere dönüşm esiy­
le oluşur. Yaşam ın ilk günlerinde oldukça sınırlı sayıda olan bu
238 PSİKANALİZ VE SONRASI

tepkiler, giderek daha geniş ilişki alanlarına yönelir ve sonunda,


yetişkin yaşam ın oldukça karm aşık görünümlü tepki örüntüleri-
ne dönüşürler. Dolayısıyla, davranışların belirleyicileri, insanın
yaşam ı boyunca geliştirm iş olduğu algılar, duygular, düşünceler,
yargılar, değerler, am açlar ve bunların birbiriyle olan karşılıklı et­
kileşimleridir.
Horney, davranışların yaşanm akta olan zaman içinde ince­
lenmesi gereğini vurgulam ıştır. Bilindiği gibi Freud, yetişkin ya­
şam davranışlarım , çocukluk dönem lerinde geliştirilen tepkile­
rin yeniden yaşanm ası ve onların değişik biçimli anlatım ları ola­
rak açıklamış ve bundan ötürü davranışların, tarihsel evrim leri
içinde çözüm lenm esi gereğine inanm ıştı. Horney ise bir davranı­
şın, yaşanm akta olan zam an içinde ortaya çıkış biçim inin anlam
ve önem taşıdığı görüşünü savunur. Ona göre, çocukluk yaşan­
tıları ile yetişkin yaşam arasında doğrudan ve yalın bir ilişki
kurma imkânı sınırlıdır. Çünkü arada geçen sürede, kişinin yeni
davranış örüntüleri geliştirm esine neden olan başka olaylar ya­
şanır.
Horney, Freud'un ego alarak adlandırdığı kişilik bölüm ünün
varlığını yalnızca nevrotik kişiler için kabul eder. Ona göre ego,
nevrotik kişilerde gözlem lenen "kişilik işlevlerinin bölüm leşm e-
si" olgusunun bölüm lerinden biridir. Çünkü nevrotik kişi, birbi­
riyle bağlantısı olm ayan, ancak bir düzene girmek için çabalayan
kişilik bölüm leri topluluğudur.
Horney, ego ideali kavram ının tanım ında da Freud'dan ayrı­
lır. Freud, ego idealini benliğin "doğal bir parçası" olarak yorum ­
lamış ve benliğin sürekli bir biçim de kusursuzluğa ulaşmaya ça­
baladığı görüşünü savunm uştur. Ona göre ego ideali, ana-baba
imgesinin bir kalıntısıdır ve kusursuzluğa karşı geliştirilen hay­
ranlığın anlatım ıdır. Buna karşılık Horney, ego idealini, kendisini
kabul etmeyen bir benliğin ulaşm ak istediği ütopik b ir am aç ola­
rak tanımlar.
Horney, Freud'un libido kuram ım da açıkça eleştirm iş ve da­
yanağı olm ayan genellem elerin gerçek veri sayılam ayacağını,
erojen beden bölgelerine ilişkin verilerin geçerliğinin kuşku götü­
rür olduğunu ve insan ilişkilerini çarpık bir biçim de yansıttığı gö­
rüşünü savunm uştur. H orney, Freud'un Oedipus kom pleksi ola­
KAREN HORNEY VE BÜTÜNCÜ YAKLAŞIM 239

rak adlandırdığı olguyu kendi klinik yaşantılarında da gözlem le­


diğini, ama bunun biyolojik kökenli olduğuna inanmadığını vur­
gular. Ona göre Oedipus kompleksi, aslında cinsel kökenli olm a­
yıp, aşırı korum a, çocuğu kusursuz olm aya zorlama ya da onu
ayrı bir varlık olarak kabul edememe gibi kusurlu ana-baba tu­
tum larının ikincil bir sonucu olarak gelişir.
Freud, özseverliğin içgüdüsel kökenli olduğuna inanmıştı. Li­
bidonun belirli bir sınırı olduğuna göre, kendisini çok seven öz-
sever, diğer insanları daha az sevebilir. Freud, norm al bir insanın
kendisine duyduğu saygının özsever nitelikte bir olgu olduğunu,
ancak bunun oranının bir bireyden diğerine farklılık gösterdiği
görüşünü savunm uştu. Bu duyguyu aşırı oranlarda geliştirmiş
kişiler, çevrelerinden soyutlanırlar ve toplum içinde gerekli so­
rumluluğu üstlenerek işbirliği yapabilm e im kânları da önemli
oranda sınırlanır. H om ey, özseverliği, insanın kendisini sevm e­
sinden çok, benliğin şişm esi ve sevgiye değil başkalarının hay­
ranlığına ihtiyaç duyma olarak yorum lar. Gerçekte özsever insan,
kendisine yabancılaştığı için, ne diğer insanları ne de kendini se­
vebilir. Ö zsever eğilim lere sık rastlanm ası, bu eğilim in biyolojik
kökenli olm asından değil, içinde yaşadığım ız kültürün bu duy­
gunun oluşum unu körüklem esi ve hatta ona değer tanımış olm a­
sından kaynaklanır. Çünkü, günüm üze egem en olan kültür, in­
sanları görünüşlerine göre değerlendirm ekte ve saygınlık kazan­
mayı, içsel boşluğa ve korkulara karşı bir çözüm olarak önerm ek­
tedir.
H orney, kadın psikolojisi konusundaki görüşlerini açıklarken,
konunun, Freud'un içgüdüsel kökenli kuram ı tarafından kısıtlan­
dığından söz eder ve özellikle, "erkek ürem e organına im renm e"
olgusunu kabul etm ediğini vurgular. K adınların da, her insan gi­
bi, cinsel özerklik konusunda "toplum sal kurum lar"d an etkilen­
miş olduğunu savunan H om ey, kültürün erkeklik ve kadınlık ko­
nusundaki değer yargılarının kadın psikolojisini önemli ölçüde
etkilediği görüşündedir (1935).
Hangi türde olursa olsun, anksiyeteyle karşılaşıldığında, H or­
ney şu üç sorunun yanıtlandırılm asını önerir: "Tehlikede olan ne­
dir? Tehlikenin kaynağı nedir? Tehlikeye karşı kişiyi çaresiz kılan
nedir?" İnsanın geliştirm iş olduğu savunm a araçlarının işlerliğini
240 PSİKANALİZ VE SONRASI

tehdit eden her türlü iç ve dış uyaran tehlike olarak algılanır. Fre­
ud'un, anksiyeteyi çözüm lenem em iş Oedipus kom pleksiyle açık­
lamasına karşılık Horney, anksiyete yaratan en önem li iç etmenin
düşmanlık duyguları olduğunu vurgulamıştır. H om ey'e göre,
"çaresizlik duygusu" her zaman anksiyeteye eşlik eder. N evrotik
karakter yapısının katılığı ve belirsizliği de bu duygunun pekişti­
rilmesine neden olur. Buna karşılık Freud, tehlikenin kökenini
"içgüdüsel gerilimin yoğunluğu ve süperegonun cezalandırıcı
gücü" olarak açıklam ıştır. Tehlikenin yöneltildiği nesne egodur.
Çaresizlik duygusunun oluşum nedeni de egonun zayıflığı ve
id'le süperegoya olan bağım lılığıdır.
H orney'e göre çocuk, davranışlarını sürekli bir yönden diğeri­
ne çevirir. Bazen insanlara yaklaşır, bazen onlara karşı çıkar ya
da insanlardan uzaklaşır. İnsan dağarındaki bu seçeneklerden
hangisinin ne zam an kullanılacağı, kişinin kendiyle ilgili duygu­
larına göre değişir. Sevildiğini ve kabul edildiğini hisseden sağ­
lıklı bir çocuk, ilişki ve destek aradığında kolayca diğer insanlara
yaklaşır. Kendi isteklerinin kabul edilm esini istediği durumlarda
ebeveynine ya da diğer büyüklere karşı çıkabilir. İstediği zaman
insanlardan uzaklaşıp kendisiyle baş başa kalabilir, ama yalnızlık
duymaz. Bunun nedeni, yalnız kaldığında kendisine yetebileceği­
ni hissetmesi ve insanlarla tekrar birlikte olmak istediğinde onları
bıraktığı yerde bulabileceğini bilm ekte olmasıdır. Bir başka deyiş­
le, yalnız da olsa, diğer insanlarla birlikte de olsa, onların desteği­
ne güvenebileceğini bilir.
Nevrotik çocuk, kendisini reddedilmiş ya da reddedilebilir
hissettiğinden, davranışları güvenlik sağlama amacına göre dü­
zenlenir. Davranışların yalnızca yönü değil, niteliği de değişir.
Yetersizlik duygularının altında ezildiğinden, sürekli bir korun­
ma çabası içindedir. Kendisine doyum sağlam ak için değil, zo­
runlu olduğu için eylem e geçer. Bundan ötürü, kendisine de, di­
ğer insanlara da güvenem ez ve destek alamaz. Dolayısıyla, gide­
rek, yalnızlık ve çaresizlik duygularına gömülür.
Sağlıklı gelişm iş insan, H orney'in tanım ladığı üç davranış bi­
çim inin her birini, içinde bulunduğu koşullara göre seçerek kulla­
nır. însan, gerektiğinde, başkalarının isteklerini kabul edebilmeli/
savaşabilm eli, yalnız kalabilm elidir. Bu üç davranış türü birbirini
KAREN HORNEY VE BÜTÜNCÜ YAKLAŞIM 241

tamamlar ve uyum lu bir bütün oluşturur. Oysa, nevrotik kişi, bu


üç davranıştan birini sürekli olarak benim ser ve bir yaşam biçi­
mine dönüştürür. Başkalarına sürekli boyun eğen, ödün veren ve
onların desteğini arayan kişiler; insanları önceden düşman sayıp
onlarla sürekli savaş durumunda olan ya da her şeye karşı çıkan
kişiler; insanlardan sürekli uzak duran, onlardan fazla bir şey
beklemediği gibi verm ekten de kaçınan kişiler, nevrotik davranış
örüntülerine örnek sayılabilir.
Freud, ölüm içgüdüsü ve cinsel dürtülerin birbirine geçişerek
mazoşistliği oluşturduğundan ve bunun, insanı kendine yönelik
yıkıcı eğilim lerinden koruyan bir işlevi olduğundan söz etmiştir.
Horney ise, m azoşist eğilim leri açıklarken, ön planda olan süre­
cin, kişinin varlığını ortaya koym aktan kaçınarak kendini küçült­
mesi ve bir diğer insana aşırı bağlanıp onun her isteğine boyun
eğerek, kendi varlığından kurtulm aya çalışm a çabası olduğunu
belirtmiştir. N e var ki, bu eğilim anksiyetenin ve öfkenin artm ası­
na, büyüklük gösterilerine ve yaşam ını paylaştığı insana mantık
dışı istekler yöneltm esine neden olur. Böyle bir insan, acısını ve
çaresizliğini, düşm anlık duygularını boşaltm ak için araç olarak
kullanır. Düşm anlık duyguları, savunm aya yönelik olduğu ka­
dar,. sadist bir biçim de çevreye de yöneltilirler. Bir başka deyişle,
böyle bir insan acısını ve çaresizliğini, kendisinden bir şey bek­
lenmemesi, hatta çevreyi suçlam ak ve tedirgin etm ek için kulla­
nabilir. H orney, m azoşistliği, insanın kendi üzerine çevirdiği sa­
dist eğilim leri olarak görmez. N evrotik karakter yapısının bir
parçası olarak kabul eder. N evrotik kişi acılarına göm ülerek ken­
disini uyuşturur ve böylece nefret ettiği kendi benliğinden kur­
tulmayı sağlar. M azoşist eğilim lerin ulaşm aya çalıştığı am aç da
budur.
Birçok yazar gibi H orney de, Freud'un "ölüm içgüdüsü" ku­
ramına karşı çıkm ıştır. İnsanın kendisine karşı yıkıcı davram şlar
gösterdiğine inanm ış olan Freud, "H om o hom ini lupus" ilkesin­
de direnm iş ve insanlık tarihini bu inancının kanıtı olarak göster­
miştir. "Yaşam ın amacı ölüm dür" ve "bugün organik olan yarın
inorganiğe dönüşecektir" felsefesinden hareket eden Freud'a kar-
Şi Horney, yaşam ın am acının yaşam ak olduğu ve insanı değiş­
meye ve gelişm eye doğru yönelttiği görüşünü savunm uştur.

PS16
242 PSİKANALİZ VE SONRASI

Kuşkusuz, insanlar yıkıcı olabilirler. Ancak, aslında içgüdüsel ol­


maktan çok tepkisel olan bu hasta eğilimlerin tedavide çözüm le­
nebileceğinin gözlem lenm iş olması, Freud'un bu konudaki gö­
rüşlerini geçersiz kılm aktadır. H orney'e göre, nevrotik saldırgan­
lığa yapılan duygusal yatırım lar, sağlıklı atılım lara dönüştürebi­
lir.
Horney, doğrudan açıklam am ış olmakla birlikte, insanı bir so­
run çözme sistemi (problem -solving system) olarak görmüştür.
Bedensel, bilişsel ve rüya vb. işlevlerde olduğu gibi, insan, kişili­
ğinin her düzeyinde kendi düzen biçim ini oluşturur. H orney'e
göre insan, isteklerinin farkında olmalı ve değer yargılarını iyi ta­
nımlamalıdır. Çünkü, karşılaşılan çatışm alar türlü farklılıkları
içerir ve kıyaslamaları gerektirir. İnsan seçim yapmaya istekli ol­
malı ve yaptığı seçim in sorum luluğunu üstlenebilm elidir. Bu so­
rumluluk, belirsiz durumlarda da eyleme geçmeyi gerektirir ve
seçilen obje ve durumun var ya da yok olduğu durumları da içe­
rir. İnsan yaşam uygulam asında bu tür gerilimleri yaşadıkça, se­
çim yapabilmek ve isteklerine ulaşabilm ek için gerekli çabayı
gösterm e yürekliliğini kazanır.
Freud, nevrozu çocukluk dönemindeki anksiyetelerin yinelen­
mesi ve yeniden yaşanm ası olarak tanım lamıştır. H orney, bu gö­
rüşü paylaşmaz ama, içinde yaşanılan zamanın geçm işi de içerdi­
ğini kabul eder. Tedavide yetişkin karakter yapısının üzerine da­
ha çok eğilm ekle birlikte, çocukluğa ilişkin verileri de değerlendi­
rir. Üstelik, böyle bir yaklaşım ın yetişkinlik dönem ine ait güçlük­
lerin daha iyi anlaşılabilm esine yardım cı olduğuna inanır. Yaşan­
makta olan zaman tek gerçektir ve birden fazla boyutlan içerir
(Horney, 1939; M artin 1944; Kelman, 1956).
Horney, hastanın terapiste karşı geliştirdiği duygusal tepkileri
tedavide araç olarak kullanan Freud'un yaklaşımm a büyük önem
tanımış, ancak bu tepkileri çocukluk dönemine ait duyguların ye­
niden yaşanm ası olarak kabul etm em iştir. Ona göre, Freud'un
transferans kavram ı, hastanın karakterinin tedavi ilişkisi içindeki
rolünü göz önüne almaz. Ü stelik terapistin yalnızca "b ir ayna gi­
b i" davranması, doğallığım ve bir insan olarak varlığını sınırla­
masına neden olur ve onu, bu çok değerli tedavi aracından yok­
sun bırakır.
KAREN HORNEY VE BÜTÜNCÜ YAKLAŞIM 243

Horney tedavide öncelikle nevrotik eğilim leri tamlar, bunların


hangi am aca hizm et ettiğini ve hastam n kişiliği ve yaşam ı üzerin­
de ne tür etkiler oluşturduğunu anlam aya çalışır (1939). Bu süreç
içerisinde, hastanın anksiyetesi azalır, kendisiyle ve çevresindeki
insanlarla ilişkileri düzelm eye başlar ve nevrotik tepkilerini daha
az kullanır. Bu dönem de hasta, çockluğundan gelen nedenleri
kendiliğinden araştırm alı, ancak bunu b ir kaçınm a yolu olarak
kullanm asına fırsat tanınm am alıdır.
Horney de, serbest çağrışım , yorum lam a ve terapist-hasta
ilişkisi gibi teknikleri kullanm ış, ancak yorum lam a konusunda
Freud'dan oldukça farklı bir yaklaşım geliştirm iştir. Freud teda­
vi ilişkisinde edilgin bir tutum içinde kalm ayı yeğlem iştir. An­
cak gerçekte, yaptığı yorum larla hastalarım etkilem iştir. Buna
karşılık H orney, terapistin tedaviyi yönetm esinin gereğini özel­
likle vurgulam ıştır. Tedavi buluşm alarında hangi konunun tartı­
şılacağını hasta seçer. Ancak terapist, hastasının çağrışım larına
yön verebilm eli ve tedaviyi etkin bir süreç olarak sürdürmeli­
dir.
Freud, terapistin hiçbir duygusal tepki gösterm eksizin hoşgö­
rülü olm ası ve her türlü değer yargılam asından kaçınm ası gereği­
ni savunm uştu. Ancak, psikanalizi hastanın yeniden eğitilm esi
olarak yorum layarak, kendi yaklaşım ıyla çelişkiye de düşmüştü.
Çünkü eğitim , ahlak değerleri ve am açları da içerir. Üstelik, de­
ğer yargılarından kaçınm ayı başarm ak im kânsız bir şey olduğu
gibi, hastam n eleştirilm e ve kınanm a korkularına çözüm de geti­
remez. H orney'e göre tedavide, yapıcı bir dostluk havası içinde,
ahlaki değerlere ilişkin sorunların çözüm lenm esi de teşvik edil­
melidir. Çünkü bu sorunlar hastalığın bir parçasıdır. Horney, te­
davideki temel am açları, hastam n içinden geldiğince davranabil­
mesini, kendisi olabilm eyi göze alabilm esini v e kendi değerini
fark edebilm esini sağlam ak olarak tanım lam ıştır (1939).
D iğer psikoterapistlerden farklı olarak H orney, insanın kendi
davranış nedenlerini bir terapistin yardım ı olm adan yine kendisi­
nin çözüm lem esiyle de (self analysis) bazı davranış değişiklikleri­
nin gerçekleştirilebileceği görüşünü savunm uştur. Bununla bir­
likte, bu yöntem in oldukça sınırlı olduğunu, bir süreç olarak uy-
Çulana m ayacağını ve ancak bazı durum lar için geçerli olduğunu
244 PSİKANALİZ VE SONRASI

ayrıca açıklamıştır. Böyle bir uygulama, özelikle tedaviye ara ve­


rildiği dönem lerde ve tedavinin bitim inden sonra yararlı olabilir.
Horney, hiçbir tedavi deneyimi olmayan kişilerin kendilerini çö­
zümlem eye girişm elerinin ne kadar gerçekçi olabileceği sorusunu
yanıtsız bırakmıştır.

KAREN HORNEY'İN ANKSİYETE KAVRAMI

Anksiyete kavram ının anlaşılabilm esinde en önem li katkılar­


dan biri Karen H om ey'den gelmiştir. Horney yazılarında korku
ve anksiyeteyi sık sık eş anlam da kullanarak iki kavram arasında­
ki yakınlığı belirtm eye çalışm ıştır. Gerçekten, her ikisi de tehlike­
ye karşı geliştirmiş duygusal tepkilerdir. Her iki duyguya da tit­
reme, terleme, ölüm korkusu yaratabilecek kadar hızlı kalp atışla­
rı gibi bedensel belirtiler eşlik ederse de aralarında önemli bir
farklılık bulunur.
Bir anne, sivilce çıkaran ya da nezle olan çocuğunun öleceği
korkusuna kapılırsa bu duygu anksiyetedir. Buna karşılık, çocuk
önemli bir hastalık geçirm ekteyse annenin yaşadığı gerçek bir
korku olur. Eğer bir insan yüksek bir yerden bakarken ya da çok
iyi bildiği bir konuyu tartışırken korku duyarsa, bu tepkiler de
anksiyete olarak nitelendirilir. Öte yandan, kar fırtınasında yolu­
nu kaybeden bir insanın duygusu korkudur. D olayısıyla, bu iki
duygu arasında kesin bir ayrım yapılabilir. Korku, bir insanın
karşılaştığı tehlikeyle orantılı bir duygudur. Oysa anksiyetede,
durumla orantısız, hatta çoğu kez imgesel bir tehlikeye karşı ge­
liştirilen bir tepki söz konusudur.
Böyle bir ayrım ın yine de eksik bir yönü kalır. Çünkü gösteri­
len tepkinin, içinde bulunulan durum la orantılı olup olm adığı be­
lirli bir kültürde var olan bilgi ve inançlara da bağlıdır. Ne var ki,
bu bilgi ve inançlar, bir duygunun ya da tutumun tem elsiz oldu­
ğunu açıkça ortaya koysa bile, nevrotik insan yine de davranışla­
rını haklı gösterecek bir gerekçe bulur. A nksiyetesini kalp bölge­
sinde sıkışma ve soluk alm a güçlüğüyle yaşayan bir insana, bu
belirtilerin ruhsal kökenli olduğu ve gerçekte korkulacak bir yö­
nü olm adığı anlatıldığında, derhal birkaç gün önce benzer belirti­
lerle başlayan bir kalp krizinin bir dostunun beklenm edik ölü­
KAREN HORNEV VE BÜTÜNCÜ YAKLAŞIM 245

müyle sonuçlanm asını örnek olacak gösterebilir. İlkel insan da,


korkularının gerçek tehlikeyle orantılı olm adığı gösterildiğinde
benzer biçim de direnir. Örneğin, yenm esi yasaklanrhış bir hayva­
nın etini yanlışlıkla yiyen ilkel insan, bunun farkına vardığında
paniğe kapılabilir. Ancak, kişinin içinde yaşadığı topluluğun bu
konudaki inançları bilindiğinde, tepkisi o denli yadırganm az. Bu­
na karşılık, ileri kültürlerde gözlem lenen nevrotik anksiyete ge­
nellikle toplum un benim sediği ölçütlere uym az. Ancak, her iki
kültür ortam ında da, anksiyetenin anlam ı anlaşıldığında gösteri­
len orantısız tepki de ortadan kalkar.
Bazı insanlar sürekli bir ölüm anksiyetesi yaşar. Gerçekte bu
insanlarda, çekilen sıkıntılardan ötürü gizli bir ölm e isteği oluş­
muştur. Ö lüm den korku, ölüm isteğiyle karışarak, bilinm edik bir
tehlikeye karşı duyulan bir kaygıya dönüşür. Bunun sık rastlanan
örneklerinden biri, yüksek yerdeki bir pencereye ya da balkon
parmaklığına yaklaştıklarında paniğe kapılan kişilerdir. Böylesi
durumda, yaşanan korku da dışardan bakan birine yersiz görü­
nür. N e var ki, böyle bir korkunun kökeninde, yaşam a isteğiyle,
yüksek yerden kendini ölüm e bırakıverm e dürtüsü arasındaki ça­
tışma bulunur ve bu çatışm a anksiyeteye neden olur. Dolayısıyla,
önceki tanım lam alarda bir değişiklik daha yapm a gereği ortaya
çıkar. Korku ve anksiyete duygularının her ikisi de var olduğuna
inanılan tehlikeyle orantılıdır. Ne var ki, korkuyu yaratan tehli­
kenin açık ve nesnel olm asına karşılık, anksiyeteyi yaratan tehli­
ke gizli ve özneldir. Anksiyetenin yoğunluğu, içinde bulunulan
durumun "k işi için taşıdığı önem le" orantılıdır ve kişi bu duygu­
yu yaratan gerçek nedenlerin farkında değildir.
O rtalam a insan anksiyetenin yaşam ındaki önem inin pek az
farkındadır. Bu konuda, daha çok, bazı çocukluk anksiyetelerini,
anksiyete rüyalarım ya da günlük yaşam ının dışında kalan, örne­
ğin önem li bir kişiyle görüşm eden ya da sınavlardan önce yaşadı­
ğı duyguları hatırlayabilir. Oysa, nevrotik insanların çoğu anksi-
yetelerinin farkındadır. Ancak, belirtileri b ir kişiden diğerine ol­
dukça değişir. A nksiyete yaygın olabilir, ya da nöbetler biçim in­
de belirebilir. Yüksek yerler ya da bir topluluk karşısında konuş­
l a gibi belirli durum larda ortaya çıkabilir, çıldırm a ya da kanser
olma kaygıları gibi spesifik bir içeriği olabilir.
246 PSİKANALİZ VE SONRASI

Nevrotik insanların çoğu, arada bir yaşadıkları anksiyetenin


farkında olm alarına karşın, bunun üzerinde pek durm azlar. Kimi
yalnızca, yetersizlik duyguları, çöküntü ya da cinsel yaşam ındaki
aksaklıklara ilişkin duygularının farkındadır ve anksiyeteyi doğ­
rudan yaşamaz. A ncak yakından araştırıldığında, bu belirtilerin
altındaki anksiyetenin varlığı ortaya çıkarılabilir. Çoğu insan,
anksiyetesinin farkında bile değildir. Hırs, kızgınlık, kuşku gibi
duygular çoğu kez o kadar hızlı gelip geçerler ki, insanın bilinç
düzeyine bile çıkam az ya da unutulurlar. Ancak bu duyguların
bazılarının gerisinde, farkında olm adığım ız dinam ik güçler bulu­
nur. Bir duygunun bilincinde olma oranı, o duygunun güçlülük
ya da önem derecesini yansıtm az. Dolayısıyla, insanın bilinci dı­
şında da anksiyete yaşanabilir ve davranışlarının en önem li belir­
leyicilerinden biri olarak sürekli etkin olur.
İnsanlar anksiyeteden kaçabilm ek için her türlü yola başvu­
rurlar. Bunun nedeni, anksiyetenin, insanın yaşayabileceği en
katlanılmaz duygulardan biri olm asıdır. Yoğun anksiyete nöbet­
leri geçiren insanlar, çoğu kez ölümü bile böyle bir yaşantıya yeğ­
lediklerinden söz ederler. Ayrıca, anksiyetenin içeriğinde, daya­
nılması gerçekten güç bazı öğeler de bulunabilir. Bunların en
önem lisi çaresizlik duygusudur. Ortalam a insan, ciddi bir sarsıntı
karşısında etkin ve yürekli olabilir. A nksiyeteli insan ise çaresiz­
lik duygusuna kapılır ve gerçekten de öyledir. Ö zellikle, güç ka­
zanma, yükselm e ve çevreye egem en olma kavram larına çok
önem veren kişilerde bu duygu daha da yoğundur. Tepkilerinde­
ki en küçük ölçüsüzlük bile böyle insanlar için yetersizlik ve kor­
kaklık olarak yorum landığından, anksiyeteye karşı ikincil bir kız­
gınlık duygusu da geliştirilebilir.
Anksiyetenin bir diğer özelliği de, mantık dışı oluşudur. Man­
tık dışı güçlerin etkisi altına girmek, insanlar için katlanılm ası zor
bir durumdur. Ö zellikle, m antık dışı güçlere yenilm ekten çok ür­
ken ve kendilerini akılcı bir denetim altında tutmaya alışm ış kişi­
ler için böylesi durum lar daha da can sıkıcı olur. Ayrıca, mantıklı
düşünce ve davranışa önem veren toplumlarda m antık dışı tepki­
ler onaylanm az ve aşağılanır. Bunun sonucu insan, umutsuzcası-
na, korkularının ve savunm aya yönelik davranışlarının tutsağı
durumuna gelir. Davranışlarının yerinde ve kusursuz olduğuna
KAREN HORNEY VE BÜTÜNCÜ YAKLAŞIM 247

inanmaya çalışarak, kendisinde bir bozukluk olduğu ve değişm e­


si gerektiği görüşlerini tümden reddeder.
Horney, anksiyete sorununun anlaşılm ası için hangi doğrultu­
da hareket edilm esi gerektiğini Freud'un açıkça gösterm iş oldu­
ğundan söz eder. Ancak, Freud'a karşıt olarak, anksiyetenin içgü­
düsel niteliğini reddeder ve cinsel dürtülerin anksiyete yaratan
bir güç olarak büyük önem taşımadığına inam r. N evrotik insan­
ların cinselliğe ilişkin anksiyeteleri olduğu ya da anksiyete sonu­
cu bu konuda kendilerini ketledikleri oldukça sık gözlemlenen
olgulardır. A ncak derinliğine araştırıldığında, örneğin cinsel iliş­
kide bulundukları kişiyi incitm ek ya da küçük düşürm ek gibi
"düşm anca dürtülerin" cinsel duygulara eşlik ettikleri görülür.
N evrozun tanım ım yaparken ve nevrotik davranışların hangi
yönlerden norm alden ayrıldığını belirlerken, H orney'in karakter
kavramı üzerindeki görüşleri önem kazanır. Horney, nevrotik ki­
şilerin, bazı norm aldışı belirtiler gösterm elerinin yanı sıra, gün­
lük yaşam larında da bocaladıklarını gözlem lem iştir. Fobi, obses-
yon vb. klinik belirtiler göstermeyen nevrotik kişiler de olaylar
ve insanlarla ilişkilerinde sürekli bir güçlük içindedirler. Bu ne­
denle H orney, klinik belirtileri ne olursa olsun, her nevrozun bir
karakter nevrozu olduğu görüşünü savunm uştur. Horney, karakte­
ri, bir insanın yaşam ı boyunca geliştirm iş olduğu duyguların ve
düşünce ve algılam a alışkanlıklarının oluşturduğu genel bir ör­
güt olarak tanım lar. Bir nevrozun temel nitelikleri de nevrotik ki­
şinin algıları, duygulan ve düşünceleriyle belirlenir.
Bundan ötürü, nevrotik davranışlar incelenirken, öncelikle ki­
şinin diğer insanlara karşı geliştirm iş olduğu algı, düşünce ve
duygu örüntülerini anlayabilm ek gerekir. H orney bunların tümü­
nü tutumlar olarak adlandırm ıştır. Ona göre bu davranış örüntü-
leri (tutum lar), kişinin çocukluk yıllarında gelişerek sonradan
tüm davranışlarına egem en olan, kronik ve sinsice gelişen bir sü­
recin ürünüdür. Bu nedenle, nevrotik kişinin sorunları gösterdiği
klinik belirtilerle açıklanam az. Çevresine karşı geliştirdiği tutum­
lar "genel olarak" kusurludur.
Freud kusursuz olma ihtiyacım, m azoşist ve yıkıcı dürtülerin
ürünü ve O edipus kom pleksinin kalıntısı olarak yorumlamıştır.
Horney ise bunu, otantik ülkülere ulaşabilm ek için geliştirilm iş
248 PSİKANALİZ VE SONRASI

içten bir çaba olmaktan çok, nevrotik nitelikte bir "kusursuz gö­
rünme isteği" olarak tanımlar. Bu tür nevrotik özentiler, bireyin
içinde yaşadığı kültürün değer yargılarına göre farklılıklar göste­
rir. H orney'e göre bu süreç, çocukluk yıllarında ve özellikle ebe­
veynin kendini sürekli haklı gördüğü ve yanılm azlık görüntüsü­
ne büründüğü durum larda gelişmeye başlar. Bu nedenle, böyle
kişilerin tedavisinde, boyun eğme ve başkaldırma en sık rastla­
nan davranış örüntüleri olarak gözlemlenir. Korku ve suçluluk
duygularınm nedeni süperegonun acımasız ve bağışlam az tu­
tumlarından kaynaklanm az. Kişinin kendisini kusursuz hisset­
mediği ve gerçek benliğinin başkaları tarafından fark edilm e ola­
sılığının ortaya çıktığı durumlarda yaşanır. Böyle insanlar, sürek­
li olarak, m askelerinin düşeceği, gerçek ve içten ülkülerden yok­
sun kim liklerinin ortaya çıkacağı ürküntüsünü yaşarlar.
Horney, insanların kendilerine güç gelen bazı durum lar karşı­
sında gösterdikleri davranış kusurlarını durum nevrozları olarak
adlandırm ıştır. Ona göre, durum nevrozları, karm aşık, anlaşılm a­
sı güç sorunlar değildir ve gerçek nevrozlardan farklı bir anlam
taşırlar.
Normaldışı kavram ının tanımını yaparken Horney, hangi tür
davranışların nevrotik olarak nitelendirilebileceğinin bir kültür­
den diğerine, bir dönem den diğerine, bir toplumsal sınıftan diğe­
rine ve hatta kadından erkeğe değişebileceği görüşündedir. Dola­
yısıyla, nevrotik tepkiler belli bir kültürde ve dönem de çoğunluk
tarafından benim senm iş örüntülerden sapma gösteren davranış­
lar olarak tanım lanabilir. Bir başka deyişle, norm aldışı kavram ı­
nın tanımı kültürle belirlenir.
Nevrotik davranışların en önemli özelliği, katı ve koıııpulsif ka­
rakteridir. Horney bununla, nevrotik tepkilerde çoğu kez aşırı ge­
nelleştirm e eğilim inin gözlem lendiğini ve nevrotik kişilerin, için­
de bulunulan durum ne olursa olsun, her türlü olaya ayrım yap­
maksızın birbirine benzer tepkileri gösterdiklerini anlatm ak iste­
miştir.
H orney'e göre nevrotik tepkiler, kişinin görgü, yetenek ve di­
ğer nitelikleriyle tutarsız olaylardır. N evrotik davranışlar bir bo­
zulmayı sim geler ve norm al olarak o kişiden beklenebilecek tep­
kilerin altında bir nitelik taşırlar. Bir başka deyişle, nevrotik kişi/
KAREN HORNEY VE BÜTÜNCÜ YAKLAŞIM 249

kendisinden beklenilebilecek düzeyde yaşayan, üretken ve başa­


rılı bir insan değildir (1937).
H orney'e göre, bozuk davranışlar gerek nitelik ve gerekse yo­
ğunluk yönünden norm alden farklılık gösterirler. N evrotik kişi­
nin düşünüşü, algılam ası ve tepkilerinin içeriği gibi tepkilerinin
sıklık oranı da norm alden farklıdır. N evrotik kişinin anksiyetesi
norm alden fazla olduğu için tepkileri de daha yoğundur. Üstelik,
tepkileri ile bu tepkilerin yöneltildiği durum lar arasında çelişki
vardır. Birbirinden çok farklı durumlara aynı tepkiyi gösterir. Bu
nedenle, olaylar karşısındaki tepkileri genellikle yetersiz ve çö­
züm getirm ekten uzaktır.
N orm aldışı davranışlar, büyüklerin çocuğa karşı geliştirdiği
olumsuz davranışların "temel anksiyete"y\ oluşturm asıyla başlar.
Çocuk, birbiriyle çelişkili nevrotik eğilim ler ve bu eğilim lerin iliş­
kilerinde yarattığı çatışm alarla baş edebilm ek için nevrotik çözüm­
ler geliştirir. Ne var ki bu çözümler, ancak sınırlı bir oranda etkili
olabildikleri gibi, var olan sorunlara yenilerinin eklenm esine ve
klinik belirtilerin oluşum una neden olurlar.
H om ey, nevrotik eğilim lerin oluşum una katkıda bulunan çev­
resel etm enleri zararlı etkiler başlığı altında toplam ış (1950), an­
cak bunların sistem li bir bölüm lem esini yapm ıştır. Bu konuda ge­
liştirmiş olduğu liste, baskıcı, aşırı koruyucu, reddedici, ürkütü­
cü, tutarsız vb. ana-baba tutumlarını içerir. A çık ya da m askelen­
miş olsun, bu tutum ların ortak yönü saygı ve sevgiden yoksun
olmalarıdır.
Kusurlu ana-baba tutum ları sonucu çocuklukta oluşm aya baş­
layan tem el anksiyeteyi H om ey, "d üşm an b ir dünya içinde yal­
nızlık ve çaresizlik duygusu" olarak tanım lam ıştır. Tem el anksi-
yetenin üç öğesi, çaresizlik, düşm anlık ve insanlardan soyutlan­
ma duygularıdır. Bu duyguların yanı sıra çocuk, çevresine karşı
tutumlarında üstü kapalı bir ikiyüzlülüğün varlığını da hissetm e­
ye başlar (1945).
Tem el anksiyete, kızgınlık ve bu kızgınlığın yarattığı düşman­
ca duyguların dıştan fark edilm esi olasılığına karşı geliştirilen
korku duygularını da içerir. Soyutlanm a duygusuna "kim se beni
istem iyor" düşüncesi eşlik eder.
250 PSİKANALİZ VE SONRASI

H orney'e göre, düşmanca tepkiler nevrotik anksiyetenin olu­


şumuna yol açan ana kökendir. Bu tanım, düşmanca duygularla
anksiyete arasında doğrudan bir ilişki bulunan durumları da
aşan bir anlam taşır. Bazı durum larda düşmanca bir dürtünün
doğrudan bir anksiyeteye neden olabileceğinin açıkça gözlem le­
nebildiğim anlatan Horney, bunu bir örnekle açıklam ıştır. Genç
bir adam, kız arkadaşıyla dağlarda dolaşmaya çıkar. Ne var ki,
kız arkadaşının bir süre önce gösterdiği bazı davranışlar genç
adamda, sevgisinin yanı sıra kıskançlık ve öfke duyguları da ya­
ratmıştır. Gezinti sırasında bir yanı uçurum olan bir keçi yoluna
geldiklerinde kız arkadaşını aşağı itiverm ek için bilinçdışından
gelen istek, genç adamda hızlı kalp atışları ve soluk alma güçlü­
ğüyle birlikte bir anksiyete nöbetine dönüşür. Bu tür anksiyete­
nin yapısı cinsel kökenli anksiyeteyle özdeştir. H er ikisinde de iç­
ten gelen tepiye uym ak benliğe büyük zararlar verebilir.
İnsanların çoğunda düşm anlık duygularıyla anksiyete arasın­
daki ilişki bu örnekte görüldüğü gibi açık değildir. Bu ilişkinin
daha iyi anlaşılabilm esi için, düşm anlık duygularının baskı altı­
na alınm asının bazı sonuçlarını incelemek gerekir. Düşm anlık
duygularını baskıya alm ak, insanın savaşm ası gerekirken ya da
savaşm ayı isteyeceği yerde, bundan kaçınarak sanki her şey yo­
lunda gidiyorm uşçasm a davranması anlam ına gelir. Böyle bir
baskı ise, insanın kendisini savunm asız hissetm esine neden
olur.
Bir insanın düşm anlık duygularını bilinçsiz olarak baskıya al­
ması ya da bilinçli bir denetim altında tutması kendi seçim iyle ol­
maz. Baskı, refleks türü bir süreçtir. Özellikle, düşm anlık duygu­
larının insanı çok tedirgin ettiği durum larda oluşur. Bu tedirgin­
lik, bir insanın düşm anlık duyduğu kişinin sevgisine ve desteği­
ne gereksinme duyması, düşm anlığa neden olan kıskançlık ve
im renm e duygularını görm ezlikten gelmeye çalışm ası ya da düş­
m anlık duygularını kendine yakıştırm am ası gibi nedenlerden
oluşur. Bu koşullarda baskı, insana en kısa ve çabuk yoldan bir
güvence sağlar. Baskı aracı ile düşmanca duygular bilinç düze­
yinden uzak tutulur. N e var ki, bu m ekanizm alar düşm anlık duy­
gusunu ortadan kaldırm az. Düşm anlık duygulan insanın bilin­
cinden ve denetim inden ayrı bir yerde, kişinin davranışları üze­
KAREN HORNEY VE BÜTÜNCÜ YAKLAŞIM 251

rindeki etkisini sürdürür. Öte yandan, daha önce de belirtildiği


gibi, kızgınlık duygularının baskıya alınması kişide önceden var
olan savunm asızlık duygularını da pekiştirir. Bir görevli, üstü­
nün kendisine bildirm e gereği duym adan bir karar almasına kar­
şı kızgınlık duyabilir. Eğer bu olaya duyduğu kızgınlığı açıklaya-
mazsa, üstü de onu küçültücü davranışlarını sürdürmekte bir sa­
kınca görm eyebilir. Böylece kızgınlık duygularına sürekli yenileri
eklenir.
Düşm anlık duygularının bastırılm asından kaynaklanan tepki­
ler değişik biçim ler alabilir. H orney daha iyi anlaşılabilm esi am a­
cıyla bunları bir şemada toplamıştır (1937):
A. Tehlikenin insam n kendi dürtülerinde duyulması.
B. Tehlikenin insanın dışmda duyurulm ası.
A grubu, baskının doğrudan bir sonucudur. Buna karşılık, B
grubu ise dürtülerin dışarıya yansıtılm asından oluşur. A ve B
gruplarm m ikisi de aşağıdaki alt gruplara ayrılabilir:
I. Kişi tehlikeyi doğrudan kendine yönelm iş olarak algılar.
II. Tehlike başka insanlara yönelm iş olarak duyulur. D olayı­
sıyla dört ayrı grup anksiyete söz konusu olur:
A. I. Tehlikenin insanın kendi dürtülerinde ve kendine yö­
nelm iş olarak duyulması. Bunun sonucu düşmanlık
duyguları insanın kendi üzerine çevrilir.
Ö rnek: Yüksek yerlerden kendini atma korkusu.
A. II. Tehlikenin insanın kendi dürtülerinde ve başkalarına
yönelm iş olarak duyulması.
Ö rnek: Diğer insanları bıçakla yaralam a korkusu.
B. I. Tehlikenin insanın dışında ve kendine yönelik olarak
duyulması.
Ö rnek: H astalık kapma korkusu.
B. II. Tehlikenin insanın dışında ve başkalarına yönelik ola­
rak duyulm ası. Bu grupta düşm anlık duyguları dış
dünyaya yansıtılır ve bu duyguların gerçekten yöneldi­
ği nesne görm ezlikten gelinir.
Örnek: Aşırı koruyucu bir annenin çocuklarını gerçek­
dışı tehlikelerden koruma çabası.
252 PSİKANALİZ VE SONRASI

H orney'in anksiyeteye ilişkin görüşlerinde Freud'dan ayrıldı­


ğı önem li noktalar aşağıdaki biçim de özetlenebilir:

Freud Horney
1. Anksiyete içgüdüsel dürtü­ 1. Anksiyete, baskı altına alın­
lerim izde duyduğum uz kor­ mış dürtülerim ize karşı du­
ku sonucu oluşur. yulan korkudan kaynakla­
nır.
2. Anksiyetede en önemli öğe, 2. Cinsellik özgün bir anksiye­
dışavurulduğunda toplum te kaynağı değildir. Anksi-
tarafından onaylanm ayacağı yetenin, dışarıya boşaldığın­
varsayılan cinsel dürtüler ve da kişi için tehlike yaratabi­
özellikle Oedipus kom plek­ lecek dürtülerden kaynak­
sinin çözüm lenem em iş ol­ landığı doğru olm akla birlik­
m asının yarattığı duygular­ te, cinsel dürtülerin tehlikeli
dır. varsayılm ası kişinin içinde
yaşadığı kültürün değer yar­
gılarına göre değişir ve bu
dürtüler ancak toplum un ya­
sakladığı yerlerde tehlike
olarak algılanır.
3. Yetişkin insanın anksiyetesi 3. Çocukluk yıllarının anksiye-
çocukluk anksiyetelerinin teleri sonraki anksiyeteler
bir tekrarı ve yeniden yaşan­ zincirine bir temel oluşturur.
masıdır. Ancak, anksiyete tümüyle
çocukluk yıllarina ait bir tep­
ki değildir.

ANKSİYETEYE KARŞI GELİŞTİRİLEN


SAVUNMA MEKANİZMALARI

Horney, yazılarında, çocuğun sağlıklı bir kişilik geliştirebilm e­


si için temel koşulun, çocuğa sevgi, destek ve anlayış sağlayabi­
len bir ortamın varlığı olduğu görüşünü sıklıkla belirtm iştir. Hor-
ney'e göre çocuk, ancak böyle bir ortamda, aşması gereken dö­
nem leri tam am layarak kim liğini geliştirebilir ve gereken dönem-
KAREN HORNEY VE BÜTÜNCÜ YAKLAŞIM 253

de ana-babasm dan koparak aile ötesindeki geniş toplum grubun­


da yerini alır. Horney, Freud'a karşıt olarak, anksiyetenin çocuk­
ta genital dönem öncesi dürtülerin engellenm esi sonucu oluştuğu
kanısında değildir. Ona göre, çocuğun kendi kim liğini bulabilm e­
si için gerekli olan doğal gelişim in engellenm esi anksiyeteyle so­
nuçlanır. Eğer çocuk açık ya da gizli b ir biçim de itilm ekte ve an­
cak katı kalıplara uyduğunda onaylanm aktaysa ya da belirli bir
imgeyi gerçekleştirebildiğinde sevgi bulabiliyorsa, büyüklerin tu­
tarsız tutum larıyla sık sık karşılaşıyorsa, yetenekleri ve becerileri
küçüm seniyor ve daha başarılı olması bekleniyorsa, aşırı koruna­
rak uysallığa ve bağım lılığa zorlanıyorsa, başkaldırm anın kesin­
likle engellendiği bir ortamda yetişm ekteyse, kendini gerçekleşti­
rebilm esine giden yol kapanm ış demektir. Böylece çocuk, ileriki
yaşamındaki nevrotik çatışm alarının çekirdeği olan boyun eğme
ve karşı gelm e İkilisinin oluşturduğu davranış örüntüsünü geliş­
tirmeye başlar. H orney'e göre, bu iki karşıt duygu temel anksiyete-
yi ve yaşam boyu sürecek bir güvensizlik duygusunun yapısını
oluşturur.
Ana-baba tutum larının yarattığı nevrotik ortam ın özellikleri,
çocuğun kendi güvenliğini sağlam ak için uysallık, saldırganlık ya
da içe kapanm a yollarından hangisini seçeceğini belirler. Aşırı
korunan çocuklar sevgiyi, ancak ana-babaya koşulsuz bir bağım ­
lılık gösterdiklerinde bulabilirler. İstenm eyen çocukların karşıtı,
bu çocuklar, ana-baba sevgisini ve onayını elde etm e konusunda
umutsuz değildir. Ancak, karşılığını kendi kişilik haklarından
vazgeçerek öderler. Yetişkinlik dönem inde bu kişiler, önde gelen
sevilme, korunm a ve kayırılma ihtiyaçlarını karşılayabilm ek
amacıyla diğer insanlarla her türlü sürtüşm e ve çatışm adan kaçı­
narak onları hoş tutm aya çabalarlar. Böylece saldırgan dürtüleri­
ni baskıya alan bağım lı kişilik yapısının temeli atılm ış olur. Bura­
da bir kez daha belirtm ek gerekir ki, kaynağını anksiyeteden alan
koşulsuz ve sürekli boyun eğm e tutum u, çocuğun özerk bir in­
san olarak gelişm esi için gerekli olan ve çocuk büyüdükçe gide­
rek azalan doğal bağım lılığından oldukça farklıdır. M aslow 'un
deyişiyle, "eğ er özü sürdürebilm ek için tek yol diğer insanları yi­
tirmek olursa, çocuk kendi özünden vazgeçm eyi seçer." Böylece
güvenlik sağlam a, yaşam ın başta gelen ilkesi olarak benim senir.
254 PSİKANALİZ VE SONRASI

Nevrotik anksiyetenin merkezi olan yoğun çaresizlik duygula­


rı kişiyi, düşman bulduğu dünyaya karşı kendini korum ak am a­
cıyla saldırgan davranışlar geliştirmeye de yöneltebilir. Böyle bir
kişinin davranışlarına, diğer insanlarla sürtüşm e ve yarışm a eği­
limleri egemendir. Yum uşak duygular baskı altına alınır; sert, ka­
rarlı ve gerçekçi sayılan tutumlar geliştirilir. Diğer insanları dene­
tim ve egem enlik altına alma, onları kendi çıkarları için sömürme
ya da geride bırakarak küçük düşürm e yaşamın başlıca amacı
olur.
Anksiyeteyi yönetm enin üçüncü bir yolu insanlardan kopma
biçim inde olur ve kişi, diğer insanlardan duygusal bir uzaklık ve
soyutlanm a içinde, bağım sız ve kendine yeterli olm aya çalışarak
benliğini korur.
Ne var ki, insanlara doğru, insanlara karşı ya da onlardan ko­
puk tutumlardan yalnızca biri kişinin temel yaşam a biçim i olarak
benim senirse, ortaya yapay bir kişilik çıkar ve kişi gerçek benliği­
ne yabancılaşır. Gerçek benlik ile ülküleştirilm iş benlik arasında­
ki kopukluk arttıkça anksiyete ve benim senm iş olan nevrotik tu­
tum daha da pekiştirilir. Bu durum, yabancılaşm ayı, dolayısıyla
anksiyeteyi yeniden artırdığından, çözümü olm ayan bir kısırdön­
gü, yaşam boyu sürm ek üzere kişiliğe yerleşm iş olur.

Nevrotik İhtiyaçlar:
Horney, bozuk insan ilişkilerine çözüm bulma am acıyla geliş­
tirilmiş bir ihtiyaç listesi oluşturm uş, mantıkdışı çözüm ler olarak
nitelendirdiği için bunları nevrotik ihtiyaçlar olarak adlandırm ış­
tır:

1. Sevgi ve Ortay İçin Nevrotik İhtiyaç: Bu ihtiyaçlar sonucu ge­


liştirilen tutum başkalarını hoşnut etmeye ve onların isteklerine
göre davranmaya yöneliktir. Böyle bir insan, herkesin kendi hak­
kında iyi şeyler düşünm esi için çabalar ve reddedilm eye karşı
aşın duyarlık gösterir.

2. Yaşamını Yönetecek Bir Ortağa Duyulan N evrotik İhtiyaç: Böyle


bir tutum geliştiren kişi, asalaktır. Sevgiye aşırı önem verir, terk
edilmekten ve yalm z kalm aktan korkar.
KAREN HORNEY VE BÜTÜNCÜ YAKLAŞIM 255

3. Yaşamını Dar Sınırlar İçinde Tutmaya Yönelik N evrotik İhtiyaç:


Böyle bir insan, başkalarından bir şey beklem em eye kendini alış­
tırır, azla yetinir, alçakgönüllülük gösterir.
4. Güç Kazanm ak İçin Nevrotik İhtiyaç: Bu kişiler güç kazanarak
başkalarım küçük düşürm ek ister, zayıflığa dayanam azlar. Güç
kazanma isteğini açıkça ortaya koym aktan kaçınan bazıları ise,
zekâ ve bilgi yönünden üstünlükleriyle diğer insanları egemen­
likleri altına almaya çalışırlar. Bu insanlar istem gücüyle her şe­
yin elde edilebileceğine inanırlar.
5. Başkalarını Sömürmeye Yönelik N evrotik İhtiyaç: Böyle kişiler
diğer insanları kendi çıkarları için sürekli kullanarak, bir yandan
bağım lılık ihtiyaçlarına, diğer yandan düşmanca duygularına do­
yum sağlarlar.
6. Saygınlık Kazanmaya Yönelik Nevrotik İhtiyaç: Bu insanların
kendileri hakkındaki yargıları başkalarının değerlendirm elerine
bağlıdır. Popüler olma çabasındadırlar.
7. Başkalarının Hayranlığını Kazanmaya Yönelik Nevrotik İhtiyaç:
Bu insanlar, oldukları gibi değil, görünm ek istedikleri biçimde
görünürler. H erkesin beğenisini kazanma çabasındadırlar.
8. Başarı Kazanmaya Yönelik N evrotik İhtiyaç: Böyle bir insan
herkesten daha üstün durumda olma çabasındadır ve temel gü­
vensizliğinin sonucu, sürekli ilerlem eye ve birbirinden büyük ba­
şarılar kazanm aya çalışır.
9. Bağımsızlığa ve Kendine Yeterli Olmaya Yönelik Nevrotik İhti­
yaç: Başkalarıyla sıcak ve doyurucu ilişkiler kurm a çabalarında
düşkırıklığm a uğram ış olan bu insanlar, kim seye bağlanm ak iste­
mez ve yalnızlığı seçerler.
10. Kusursuz Olmaya ve Eleştiriye Karşı Savunmaya Yönelik Nev­
rotik İhtiyaç: Böyle bir insan yanlış yapm aktan çok korkar, kendi­
sine yönelebilecek eleştirilere ve kusurlu yönlerinin başkaları ta­
rafından fark edilm esi olasılığına karşı türlü önlem ler alır.

H orney'e göre bu on ihtiyaç, içsel çatışm aların kaynağıdır,


nevrotik kişinin sevgiye olan ihtiyacı hiçbir zam an doyurulamaz,
Çünkü sürekli olarak bulduğunun fazlasını ister. Bunun gibi ba­
256 PSİKANALİZ VE SONRASI

ğım sızlık eğilim i de hiçbir zaman giderilemez, çünkü kişiliğin bir


diğer parçası sürekli beğenilm ek ve sevilm ek istem ektedir. Ku­
sursuz olmak ise, ulaşılm ası olanaksız bir amaçtır.

Nevrotik Savunma M ekanizması Olarak Üzüntü:


Horney, zorlanm alar ve çatışm alar arasında kısılm ış b ir insa­
nın gerçek acısıyla, nevrotik bir savunma m ekanizm ası olarak
kullanılan ikincil acı duygusunun kesin bir ayrım ını yapmıştır.
İkincil acı, Freud'un ölüm içgüdüsü olarak adlandırdığı ve insa­
nın temel güdülerinden biri olarak kabul ettiği süreçten oldukça
farklı bir anlam taşır. -1
Horney, bir insanın yaşam ını sürdürürken kendi istem i dışın­
da çeşitli yönlere sürüklenm esini, gizilgücüyle başarım ı arasın­
daki açığın giderek büyüm esini ve bundan ötürü kendi benliğin­
den nefret etm esini, gerçek çıkarlarına ters düşen çözüm yolları­
na başvurm asını ve bunlara eşlik eden yalnızlık duygularını,
gerçekten acı veren durum lar olarak tanım lam ıştır. H orney, bu
gerçek acıyı, anksiyeteden ve düşmanca duygulardan kaçmak
için kullanılan kahır ve üzüntüden ayırır. Ona göre, nevrotik sü­
rece eşlik eden kahır ve üzüntü, kişiyi yaşam ının ve gerçek acıla­
rının sorum luluğunu üstlenm ekten korüyan savunma araçları­
dır.
Nevrotik bir savunm a m ekanizm ası olarak üzüntü ve umut­
suzluk, çevredekileri suçlam ak ya da onlara istediklerini kabul
ettirebilm ek için de kullanılır. Üzüntüye göm ülm üş olm a, yenil­
giye katlanm ayı kolaylaştırır; insanın kendisinden kaçm asını sağ­
layan ve yaşam ını sürdürebilm esi için zorunlu olan uyuşturucu
bir madde gibi kullanılır.

Görkeme Ulaşma Çabası:


Nevrotik süreç, insanı saldırgan, boyun eğen ya da kendine
dönük tiplerden biri olm aya zorlar. Böyle bir durum, kişilikte
köklü değişiklikler yapılm asını, belirli bir yaşam biçim inin geliş­
tirilmesini, bir dizi ihtiyaçların, duyarlıkların ve ketlem elerin edi­
nilmesini gerektirir. Ergenlikten yetişkinliğe geçiş kişiyi bir kim­
lik oluşturmaya da zorlar. N evrotik kişilerde bu kimliğin oluşum
sürecinde bireyin istekleri önemli değildir. Tek amaç, kendini ko­
KAREN HORNEY VE BÜTÜNCÜ YAKLAŞIM 257

ruyabilm ektir. Bu ise insanı, çaresizliğe, kızgınlığa ve diğer in­


sanlardan soyutlanm ış olma duygularına iter, kişiliğinin derinli­
ğinde bir kofluk hissetm esine neden olur.
İşte bu duygulara karşı geliştirilen çözüm , "görkem e ulaşma
çabası"nı içerir. Yarışma yönelim li toplum larda, belirsizliklere
karşı kişinin kendisini diğer insanlar üzerine çıkararak egem enlik
sağlaması çevreden de onay gören bir çözüm yoludur. Görkeme
ulaşmayı am açlam ak kişinin im gelem inin bir ürünüdür ve kişi
tüm yaşam işlevlerini bu tasarı çevresinde örgütler. Arada bir di­
ğer isteklerden ve am açlardan söz etse de, geliştirm iş olduğu ta­
sarının gerektirdiği yönelim in dışına çıkamaz.
Görkem e ulaşm a çabasında birbiriyle ilişki durumunda olan
çeşitli süreçler söz konusudur. Bunlardan en önem lisi, benliğin iil-
küleştirilmiş im gesidir. İm gelem ürünü olan ülküleştirm enin iki
yönü vardır. Bir yandan, kişi benliğine egem en olan amaca (ihti­
yaca) ulaşm aya çalışır, öte yandan bu am acı gerçekleştirm iş oldu­
ğuna inanır. N evrotik süreçte insan zihninin bu ikiliğini tanımla­
mış olması, H orney'in psikoloji alanına yapm ış olduğu en önemli
katkılardan biridir. Örneğin, diğer insanlara boyun eğm eyi ya­
şam biçim i olarak benim sem iş olan nevrotik kişi, sevgi ihtiyacına
doyum sağlayabilm ek için kullandığı araçları (kendini ortaya
koymama, saldırganlığını bastırm a ve düşm anca duygularından
korkma) som ut b ir biçim de dönüştürür. H erkesi seven, çevresin­
dekileri hoşnut etm ek için didinen, verici bir insan görüntüsünü
benimser. Bir yandan gerçekten bu niteliklere sahip olduğuna
inanır, öte yandan kendini bu im geye uydurabilm ek için çaba
gösterir. İste nevrotik insanın çelişkisi de budur. Ülküleştirilm iş
imgeyi gerçekleştirebilm e girişim inden başka bir şey olmayan
görkeme ulaşm a çabalarının nitelikleri, daha önce b ir listesini
verdiğimiz nevrotik ihtiyaçlarla belirlenir.

Gurur Sistemi:
Ü lküleştirilm iş benlik imgesini gerçekleştirm e çabası, H or­
ney'in "gurur sistem i" diye adlandırdığı ve aşağıda özetlenen bir
dizi tutum ların geliştirilm esine neden olur:
1) N evrotik kişi bir yandan kendisini ülküleştirdiği im ge ola­
rak görür, öte yandan sürekli olarak, bunun çevresindeki insanlar

PS17
258 PSİKANALİZ VE SONRASI

tarafından da doğrulanm asını ister. Beklediği övgü ya da onayı


bulam adığında, çevresini buna zorlayıcı davranışlara girişir. Ken­
disine göre, bu onun hakkıdır.
2) Nevrotik kişi kusursuz saydığı benliğine uygun düşm eyen
davranışlarda bulunduğunu fark ederse, kusurunu kesinlikle
hoşgörm ez ve bu davranışının nedenleri üzerinde düşünm eksi­
zin, "D aha iyi yapm alıydım !" ya da, "A ldırm am alıydım !" gibi
yargılarla kendini eleştirir.
3) Nevrotik kişi gururuna yönelebilecek olası tehditlerden sa­
kınm ak için her türlü yola başvurur. Eleştiri çevreden gelirse ken­
dini küçük düşm üş hisseder, kendi içinden gelirse utanç duyar.
Gururunu incitebilecek bir durum la karşılaştığında ya da karşı­
laşmak üzere olduğunu hissettiğinde o durumdan kaçm ayı yeğ­
ler ya da öç alm aya çalışır.
4) Gurur sistem inin ayrılm az bir parçası da, nevrotik kişinin
kendisine karşı geliştirdiği nefret duygusudur. Benliğini görkem ­
li kılm a çabası içinde olan nevrotik kişi, kendi gerçek benliğini
sürekli bir tehdit olarak görür. Gerçek kişiliğinin, olm ak istediği
kişinin ölçütlerine uyam am ası bocalam asına neden olur. Kendisi­
ni her an başkalarıyla kıyaslam ak ve-onlârdan daha üstün oldu­
ğunu hissetm ek zorundadır. Bundan ötürü, gerçek benliğiyle
yüzleşme olasılığının tehdidi altında yaşar. İm gelem inde kendisi­
ni olağanüstü gördüğünden, gerçek benliğinin yaptığı yanlışları
yetersizlik belirtisi olarak yorum lar.
5) N evrotik kişi, kendisine yabancılaştığı oranda kişilik bütün-
leşimi de bozulur. Çünkü, gerçek benliğine karşı geliştirdiği nef­
ret ve görkem e ulaşma çabaları sürekli ödün verm esine neden
olur. Verilen ödünler ise kendine yönelik nefret duygularını pe­
kiştirir ve bir kısırdöngünün yerleşm esine olanak hazırlar. Ülkü­
leştirdiği im ge uğruna yaptığı yatırım lar, kendi benliğinden
uzaklaşm asına, kendine sahip olam amasına ve kendini yaşaya-
mamasma neden olur.
6) N evrotik insan kişiliğini bütünleştirebilm e çabası içinde, ba­
zen ülkeleştirdiği benliğiyle, bazen ise hoşlanm adığı benliğiyle
özdeşleşir. Ancak, hangi yöne giderse gitsin, ikisi arasındaki ça-
KAREN HORNEY VE BÜTÜNCÜ YAKLAŞIM 259

hşm adan kurtulam az ve bu durum ona acı verir. Bu süreç, Hor-


ney'in "tem el çatışm a" diye adlandırdığı olgunun en önem li yön­
lerinden biridir.
N evrotik kişi bu çatışm anın yarattığı gerilim den kurtulabil­
mek için dışlaştırm a mekanizmasına başvurur. îçsel yaşantılar ki­
şinin dışındaki olaylarda algılanır. Örneğin, kendi gerçek benliği­
ne duyduğu nefreti "X 'i sevm iyorum " (Etkin dışlaştırm a) ya da
"X beni sevm iyor" (Edilgin dışlaştırm a) biçim lerinde yaşar. Ken­
di benliğinde hoşlanm adığı niteliklerle yüzleşm ek gurur sistemi
üzerinde yıkıcı bir etki yapacağından, bu nitelikleri kendi dışın­
daki insanlarda ve olaylarda eleştirir. O olaylarda kendi gerçek
benliğini izlem ekte olduğunun farkına varam az.

Gerilime Karşı Geliştirilen Çözüm Yolları:


1) Genişleme: Bu çözüm yolunda kişi kendisini görkemli bir
varlık olarak yaşar. Amacı ve beklentisi, çevresi üzerinde ege­
menlik kurm aktır. H om ey, bu çözüm ün üç alt-bölüm lem esini
yapmıştır. Ö zsever kişi kendisini ülküleştirdiği benlik olarak gö­
rür ve kendisine hayrandır. Kusursuz olma çabasındaki kişi ken­
di ölçütlerine göre kusursuzdur. Ezici-öç a lıa kişi için gururu
önemlidir. Kendisine karşı çıkan herkesten ve h er şeyden öç ala­
bilecek kadar üstün bir yerde olması gerekir. H orney bu çözümü
sadistçe eğilim lerin başlıca boşalım yolu olarak tanım lam ış ve bu­
na ilişkin bir şema oluşturm uştur (1937):

Amaçlar Güvenlik Altına Düşmanlığı Boşaltma


A lm an Duygular Biçimleri
Güçlülük Çaresizlik Egem en olm a ve başkalarım
güçsüz bırakm a eğilimi
Saygınlık Küçük düşm e Küçük düşürm e eğilimi
Para Yoksulluk D iğer insanları yoksun bırak­
ma eğilim i

K elm an'a göre ezicilik ve öç alma bir yaşam biçim ine dönüşe­
bilir. Böyle bir kişi öç almaktan ve diğer insanların üstünde ol­
maktan ötürü gurur duyar. Aynı zam anda, kendisini dürüst ve
>yi niyetli bir insan olarak algılar.
260 PSİKANALİZ VE SONRASI

2) Silinme: Bu çözüm yolunda kişi kendisini yetersiz ve değer­


siz biri olarak algılar. Bu duygular, çoğu kez, ana-babası tarafın­
dan varlığının reddedilm iş olduğu çocukluk yıllarında başlar. Gi­
derek, yaşayabilm ek için sevilm enin zorunlu olduğu inancımn
gelişmesine neden olur. Böyle bir insana göre, her sorunun çaresi
sevgidir. Bunu elde edebilm ek için kendi varlığını ortaya koy­
maktan kaçınır. Eylem e geçm eyi tasarladığında suçluluk duyar.
Sevgi umuduyla yaşar ve kendisini sevilm eye layık bulur. Söm ü­
rüye açıktır ve kendisini ortaya koymadığı için çevresi tarafından
ezilir. Kendini ezdirm e eğilim i bazen cinsel bir nitelik de kazanır
ve cinsel sapkınlıklara dönüşebilir.
Silinme biçim indeki çözüm ün uzantılarından biri de aşırı ba­
ğımlılıktır. H orney bunu, bir diğer insanı yaşam ının m erkezi ve
varoluşunun tek anlamı durum una getirerek, kendine yabancılaş­
ma ve kendi varoluş alanını daraltm a eğilimi olarak tanım lam ış­
tır. Böyle biri, bir diğer insanın isteklerini kendi isteklerinin yeri­
ne koyar ve benliğinden uzaklaşabilm eyi sağlar.
Silinme ve aşırı bağım lılık süreçlerinin ayrılm az bir parçası da
mazoşistliktir. M azoşist kişi, kahır ve üzüntü aracılığıyla kendi
varoluşunu daraltm aya çalışır. Bir yandan kendini ezdirirken, öte
yandan bu nedenle çevresini suçlar ve tüm kişiliğini acılarının
çevresinde örgütler. Bu duyguların içinde kendi benliğini yitir­
dikçe, çevresinin kendisine layık olduğu şeyleri verm ediğinden
yakınması da artar. Böyle bir kişi için sevinç ve iyim serlik ürkü­
tücüdür. Çünkü bu duyguların insanı nereye götüreceği belirsiz­
dir. Oysa acının sınırları bellidir ve diğer insanlarla ilişkinin sür-
dürülebilm esini sağlar. K ahır eğilim i bazen organ yakınm alarına
dönüşebilir. Bu insanlar üzüntülerini organlarında yaşar ve acıla­
rını organları aracılığıyla dile getirirler.
3) Çekilme: Her türlü çatışm adan uzak durabilm ek am acıyla
geliştirilm iş bir çözüm dür. Etkin bir yaşam dan, duygulardan ve
isteklerden kaçınm ak, nevrotik gurur sistem ini de tehlikeden ko­
rur. Bu süreç giderek, kişinin kendi gözlem cisi durumuna gelme­
sine neden olur. Böyle biri, yaşam alanını daraltır ve insan ilişki­
lerinde arada bir ortaya çıkan zorlanm alara karşı aşırı duyarlıdır.
Diğer insanlardan ayrı ve özgür bir insan olabilm ek için Kendisi­
ni zorlar. Aslında bu durum , özgür bir insan olmayı am açlam ak­
KAREN HORN EY VE BÜTÜNCÜ YAKLAŞIM 261

tan farklı, insanlardan özgürleşm ek (kurtulm ak) için girişilen bir


çabayı içerir. Böyle bir insan, çevresiyle bir çatışm aya girebilece­
ğini sezdiğinde oradan uzaklaşm aya çalışır.
H om ey üç ayrı tür çekilm e tepkisi tanım lam ıştır:
a) Sürekli Çekilme: Böyle bir insan, içine kapam r ve yaşamdan
uzaklaşır.
b) Başkaldırıcı Çekilme: Böyle bir insan, kendisini engelleyecek­
lerine inandığı kişilerle sürekli bir savaş durum una girerek, ya­
rattığı kargaşanın içinde kendi içsel çatışm alarından uzaklaşm a­
ya çalışır.
c) Derinlikten Yoksun Yaşam: Böyle insanlar toplum kurallarına
ve inançlarına sarılarak kendinden kaçm aya çalışırlar. Kimi, top­
lumun uzantısı b ir robot durumuna gelir, kim i ise çağdaş dünya­
daki "zev k ve eğlence" m odalarım sürekli dener ve "kuş gibi öz­
gür" olduğuna inanır.

TEDAVİ

Tedavinin A m açlan
H om ey'in tedavi yaklaşım ı, hastanın varoluş biçim inin değiş­
tirilmesini am açlar. Terapist, "hastasının kendini bulmasına, ger­
çek duygularının ve isteklerinin farkına varabilm esine, kendi de­
ğer yargılarım oluşturm asına" yardım cı olm aya çalışır (1945).
Hastanın gerçek benliğim bulm ası, diğer insanlarla olan ilişkileri­
nin daha açık ve dürüst olm asını sağlar.
Hasta tedaviye bazı klinik belirtilerden ya da duygusal sıkıntı­
lardan yakınarak gelir. Tedavinin am açlanndan biri bunları hafif­
letmektir. H astanın yakınm aları, insanlarla ilişki kurm ak için ge­
liştirmiş olduğu davranış örüntülerinin etkisizliğinden kaynakla­
nır ve çoğu kez kendisi bu durumun farkında da değildir. Bu du­
rum, hastam n algılam a, düşünm e, değerlendirm e ve davranış
alışkanlıklarının dikkatli bir çözüm lem esinin yapılm asını ve has­
tanın bunları tanıyabilm esine yardım cı olunm asını gerektirir,
özellikle, hastanın hiç farkında olm adığı davranış biçim lerinin
aydınlatılm ası önem lidir. Katı alışkanlıklarının davranışlarını na­
sıl olum suz yönde etkilediğini gördükten sonra hasta, kendi kişi­
262 PSİKANALİZ VE SONRASI

sel amaçlarına ve istem ine göre davranışlarını yeniden biçim len­


dirm eye başlar ve saplandığı kısırdöngüden kurtularak gelişim i­
ni özgürce sürdürebilir.
Hom ey, tedavinin am açlarını dört ana noktada toplamıştır:
Sorumluluk, içsel bağım lılık, duyguların kendiliğindenliği ve iç­
tenlik.
H om ey'e göre, sorum luluk kavram ı aşağıdaki koşulları içerir:
İnsanın kararlarını kendisinin verebilm esi ve bu kararların getire­
ceği sonuçlan kabul etm esi, yaşadığı olaylara yön verm ede başlı­
ca görevi kendisine ait olduğunu bilm esi, belirli bir oranda diğer
insanlara da karşı sorumlu olduğunu kabul etmesi.
İçsel bağımlılık, insanın kendi değer yargılarının öncelik sırası­
nı belirleyebilm esi ve bunları günlük yaşam ında uygulayabilm esi
anlamına gelir. Bu kavram , diğer insanların değer yargılarına
saygı gösterm eyi de içerir.
Duyguların kendiliğindenliği, insanın kızgınlık, korku, sevgi, ne­
şe ya da keder gibi duygularını fark edebilm esi, kabul edebilm e­
si, dile getirebilm esi ve gereğinde, bu duygulan denetleyebilm esi
anlamına gelir. İlişkilerde insanın duygularım içinden geldiğince
ve o andaki durum a uygun biçim de yaşayabilm esi sevgi ve dost­
luğu oluşturur.
İçtenlik, insanın ancak tüm çatışm alarından kurtulduğu zaman
ulaşabileceği bir amaçtır. H orney'e göre bu kavram , "özentisiz ol­
m a", "duygusal dürüstlük" ve insanın, duygularına, görevlerine
ve inançlarına bağlılığım içerir (1954).

Tedavinin Temel İlkeleri


H om ey'e göre tedavideki değişim, tanıma, içgörü kazanm a ve
anlama yoluyla gerçekleştirilir. Horney bu kavram ları kesin bir
biçim de tanım lamam ış ve zam an zam an birbirinin yerine kullan­
mıştır.
Öte yandan, neyin değiştirilm esi gerektiğini fark etm ek ve an­
lamak, onu değiştirebilm ek için yeterli değildir. H orney'e göre,
normaldışı davranışlara eşlik eden duyguların yoğunluğu azaltıl­
madan, bu davranışların değiştirilebilm esi söz konusu olamaz-
Bir başka deyişle, önce hastanın daha az korkması, daha az düş­
m anlık duyması ve kendisini daha az yalm z hissetm esi gerekir-
KAREN HORNEY VE BÜTÜNCÜ YAKLAŞIM 263

Bunlar azaldıkça uygun olmayan nevrotik tepkiler de azalır.


Çünkü nevrotik davranışlardaki bozukluk oranının belirleyicisi
anksiyetenin yoğunluğudur. Üstelik bu duygular azaldıkça, has­
tanın insan ilişkilerinde de bir düzelm e olur ve yeni tepki biçim ­
leri oluşturm aya başlar.
O lum suz duyguların hafifleyebilm esi, hastanın, çeşitli davra­
nışları arasındaki ilişkiyi çözüm leyebilm esi ve anlayabilm esiyle
sağlanır. Bu bağlantıların fark edilm esi duyguların yoğunluğunu
azaltır ve davranışlara gerekli değişikliklerin getirilebilm esini
sağlar. Hasta bu çabalarını sürdürebilm e gücünü terapistle kur­
muş olduğu dostça ilişkiden alır. N evrotik çözüm lerden oluşan
engelleri ortadan kaldırdıkça, doğal gelişim ini kendiliğinden sür­
dürme olanağım bulur.
Tedavide, hastanın günlük yaşam ında süregelen çatışmalara
ve bunlara karşı geliştirilm iş olan nevrotik çözüm yollarına (sa­
vunma m ekanizm alarına) öncelik tanınır (1937). Sorunları yaşan­
makta olan olaylar içinde çözüm lem e, hastayla terapist arasında
ortak bir anlayış ortam ının gelişm esine katkıda bulunur.
Horney, gerçek benliğin ve duyguların doğal akışının, nevro­
tik kişilerin geçm işinde daima var olduğundan ve sonraki olay­
larla giderek engellenen bu gizilgücün, insanlarla yeniden sağlık­
lı ilişki kurabilm ede hastaya yardım cı olabileceğinden söz eder.
Horney, insanın çevresiyle ilişki kurma yeteneğinin tümden yiti-
rildiği sanılan durum larda bile yapıcı b ir gücün varlığım sürdür­
düğüne inanır.

Tedavi Yöntemi

Hastanın Üstlenmesi Gereken Sorumluluklar:


H orney'e göre, tedavinin süresini ve sonucunu hastanın "y a­
pıcı etkinliği" belirler. Bunun için hastanın üç tür çaba göstermesi
gerekir: (1) Kendisini açık ve dürüst bir biçim de anlatabilm ek; (2)
sağlıksız tepkilerini ve bunların kendi yaşam ı üzerindeki olum ­
suz etkilerini tamyıp fark edebilm ek ve (3) ilişkilerinin bozulm a­
sına neden olan davranış örüntülerini değiştirebilm ek.
Bu amaçla hasta, terapiste her türlü duygularını, düşlerini, dü­
şüncelerini, anılarım ve bunların hangi durum lar içinde yaşan­
264 PSİKANALİZ VE SONRASI

dıklarım anlatmalıdır. İkinci öğe, hastanın o zamana değin göre­


mediği olayları fark edebilm esi, düşünce ve duyguları ile ölçüsüz
davranışları arasındaki ilişkiyi seçebilm esidir. Üçüncü öğe, dav­
ranışlarının nedenlerini anladıkça, bu konuda gerekli değişiklik­
leri gerçekleştirebilm ek için etkin bir çaba gösterm eyi içerir. Bir
başka deyişle, hasta bir çatışm ayla karşılaştığında, kazanm ış ol­
duğu içgörünün de yardım ıyla gerekli kararı verebilm eli, bu ka­
rarı uygulayabilmen ve ortaya çıkan çatışmanın gereksiz yere
sürdürülm esine fırsat verm em elidir.
H orney'in önerdiği tedavi süreci, "tüm nevrotik karakter yapı­
sının" çözüm lem esini kapsar ve aşağıdaki öğeleri içerir:
1. Hastanın çatışm alarına çözüm getirebilm ek am acıyla, daha
önce göstermiş olduğu çabaların ayrıntılı bir biçim de incelemesi.
2. İlişkilerine egemen olan tutumların, kendisine ilişkin yanıl­
gıların ve ülküleştirdiği benlik imgesinin, davranışlarına nasıl
yansıdığını görebilmesi.
3. Bunların günlük yaşam ında ilişkilerini nasıl etkilediğini an­
laması.
4. Türlü davranış örüntüleri arasındaki tutarsızlıkları ve çeliş­
kileri (temel çatışmayı) görebilm esi.
5. Geçerli olmayan uzlaşm a çabalarının gerisindeki nedenleri
anlayabilmesi.
6. Tüm bu olgular ve bu olguların getirdiği olum suz sonuçlar­
la klinik belirtiler arasındaki ilişkiyi görebilm esi gerekir (1945).

Terapistin Nitelikleri:
H orney'e göre bir terapistte üç temel niteliğin bulunm ası zo­
runludur ve bu özellikleri taşım ayan kişilerin diğer insanları te­
daviye girişmesi sakıncalıdır:
1. Hastaların genellikle farkında olm adığı ve davranışları be­
lirleyici olan bilinçdışı güçlerin işleyiş biçimi konusunda geniş
bilgiye sahip olmak.
2. Eğitim ve uygulam a yoluyla, tedavi konusunda beceri ka­
zanmış olmak. Bir insanla tartışılm ası ya da ertelenm esi gereken
konuları ayırabilm ek. Bir diğer insanın kendine özgü dünyasını
imgelem yoluyla hissedebilm eye alışkın olmak.
KAREN HORNEY VE BÜTÜNCÜ YAKLAŞIM 265

3. Kendi insan ilişkilerinde oldukça etkin davranışlar geliştire­


bilmiş olmak.
Bu yeteneklerden yoksun olan terapist, diğer insanları yorum ­
larken yanılgıya düşebilir ve yardım cı olma çabalarında hastası­
na zarar verebilir (1942).
Horney, tedavi sürecinde terapiste düşen görevleri beş bölüm ­
de toplamıştır: "G özlem , anlama, yorum, direnci çözm ede hasta­
ya yardımcı olma ve yakınlık" (1942).

Gözlem:
Terapist, hastasının davranışları üzerinde bilgi edinebilm ek
amacıyla iki kaynaktan yararlanır: H astanın anlattıkları ve tera­
pistin tedavi süresince gözlem lediği davranışlar. H orney'e göre,
terapist, hastasının tüm kişilik yapısını anlayabilm ek zorunda ol­
duğuna göre, her türlü davranışa dikkat etm eli ve gördüklerini
anlamaya çalışm alıdır. Yalnızca hastanın anlattığı olaylara değil,
anlatırken gösterdiği davranışlara ve ses tonuna da dikkat etm eli­
dir. Hiçbir gözlem i önem siz olarak nitelendirm em elidir.

Anlama:
-Terapist, başlangıçta birbiriyle ilişkisiz parçalardan oluşan bil-
mecemsi gözlem leri giderek bir araya getirerek, hastanın davra­
nışlarının işleyiş biçim i hakkında bir varsayım oluşturur. H asta­
dan gelen verilerin bu varsayıma ne denli uyduğunu sürekli
araştırır. Bunu yaparken terapist açık seçik gözlem lenebilen iliş­
kilerden çok, hastanın farkına varm adığı ilişkileri fark edip orta­
ya koymaya (bilinçdışı güdüler ve dürtüler) ve hastanın anlattık­
larının altında saklı olan gerçek anlamı görm eye çalışır, belirli
düşünce ve duyguların birbirini izlem e sırasına ve ortaya konuş
zamanına dikkat eder, sık tekrarlanan durum ları seçm eye çalışır,
hastanın rüya ve düşlerinin hangi bilinçdışı duygulan yansıttığı­
nı inceler, hastanın terapi ortam ında gösterdiği ani davranış de­
ğişikliklerinin nedenlerini araştırır ve onun anlattığı her yeni
olay ya da duygunun, daha önce anlattıklarından hangilerini
çağrıştırdığına dikkat eder. Terapistin hastayı anlayabilm esinde,
Mantığını çalıştırm asının yanı sıra, sezgi yeteneği de önemli rol
oynar.
266 PSİKANALİZ VE SONRASI

Yorumlama:
Hastanın bilinçdışındaki olayların nasıl oluştuğunu anlamaya
başladıktan sonra terapist, vardığı sonuçların hangilerini ve ne
zaman hastayla paylaşabileceğini karar verm e durum undadır.
Bunun için, hastanın yapılan yorum ları fazla sıkıntı duymaksızın
karşılayabileceği ve kolayca özüm leyebileceği zamam iyi ayarla­
mak gerekir. Üstelik, bu yorum lar rasgele yapılm am alı ve belirli
bir sırayı izlemelidir.
Horney, klinik belirtilerin çözüm lem e ve yorum unda acele
edilm em esi gerektiği konusunda terapistleri uyarır. Bu konuda
erken yapılan yorum lar, klinik belirtilere neden olan gerçek olay­
ların anlaşılabilm esini engeller (1942).

Direnci Çözmede Hastaya Yardımcı Olmak:


Tedavide gerçek güçlük hasta direnç geliştirdiği zam an ortaya
çıkar. Direnç terim iyle Horney, hastanın kendisinden beklenilen­
leri görm ezlikten geldiği ve işbirliğinden kaçındığı durum ları ta­
nımlar. Böylesi durum lar ortaya çıktığında terapist işi ele alm alı­
dır. Bunun için, önce kendisinin direnci fark edebilm esi ve bunu
hastaya gösterebilm esi gerekir. Direnm e davranışları, hastanın
incindiği, ürktüğü ve kızdığı dönem lerde ortaya çıkar.
Horney, direnci, hastanın baskı altında tuttuğu duygu ve dü­
şüncelerin bilinç düzeyine çıkmasını engellem ek için kullandığı
enerji olarak tanım lar (1937). H om ey, daha sonraları, direnç teri­
mi yerine "en gel" kavram ını geliştirmiştir. Engel kavram ı, özger-
çekleştirim e ulaşma yolunu kapatan durum ları içerir. Engeller,
hastada karamsarlık, umutsuzluk, büyüklük taslama, içe kapan­
ma ya da her şeye "ev et" deme biçim inde görülebilir. Hasta gibi
terapist de, kendi anksiyetesi sonucu yaptığı zam ansız yorum lar­
la ya da hastayla daha yakın bir ilişki kurm aktan korktuğu için
tedaviyi engelleyebilir.

Yakınlık:
Herhangi bir dostluk ilişkisinde de görülebilen ilgi, yakınlık,
karşı tarafın çıkarlarını gözetme, cesaret verme ve övgü gibi tep­
kiler, tedavi sürecinde terapistten hastaya yöneltilm esi beklenilen
davranışlardır. Ancak H om ey, bu tür davranışların tedavinin
KAREN HORNEY VE BÜTÜNCÜ YAKLAŞIM 267

hangi dönemleri için uygun olacağı konusuna bir açıklık getirme­


miştir. Terapistin, hastasına karşı duyduğu yakınlık ve saygıyı
belli edecek davranışlar gösterm esi, hastanın insanlara karşı ge­
liştirdiği korku ve düşmanlık duygularının hiç olmazsa bir kişi
için uygun düşm ediğini görmesine yardım cı olur. Bu da onun di­
ğer insanlara karşı önyargısız duygular geliştirebilm esine katkı­
da bulunur. Bir başka deyişle, psikoterapi süreci iki insan arasın­
da gerçek bir ilişkinin gelişm esini de içerir.

Tedavi Süreci
Terapist başlangıçta, hastanın çatışm alarıyla yüzleşm ekten ka­
çınma eğilim ini hoşgörüyle karşılar ve sıkıntılarını paylaşmaya
çalışır. Tedavinin ilk döneminde, özellikle hastanın sorunlarını
kendi dışındaki olaylarla açıklam aya çalıştığı ve bazı katı değer
yargılarına tutunduğu durum larda, yorum lam aya geçme olanak­
ları oldukça sınırlıdır. Bu savunm aları kırm aya çalışm ak hastanın
konudan derhal kaçmasına ya da anksiyeteye girm esine neden
olur. Böyle durum larda terapist, hastanın kendi benliğine ilişkin
yaşadığı güçlükler üzerine fazla eğilm em elidir. Terapistle hasta
arasındaki ilişki yerleştikçe ve hastayı tedaviye getiren sıkmtılar-
da-bir rahatlam a sağlandıktan sonra, hastanın çatışm alarıyla yüz­
leşmesine ve kişiliğinin kendisine kapalı kalm ış yönlerini tanıma­
sına yardım cı olma zamanı gelir.
H orney'e göre, terapistin tedavide nasıl davranması gerektiği
konusunda en iyi yardımcı, içinde yaşanılan andır ve bu konuda
kesin kurallar geliştirm eye gerek yoktur. H orney ekolü, tedaviyi
terapistin hastaya uyguladığı bir yöntem olarak ele almaz. Genç
terapistleri, "hastaya bunu yaptım !" ya da "hastaya şunu göster­
dim !" gibi yaklaşım lardan kaçınmaya yöneltir. H astanın da teda­
viyi "psikoterapiden geçiyorum !" biçim inde yorum lam ası onay­
lanmaz. H orney'in tedavi yaklaşım ı, iki insanın birlikte çalışarak,
kapalı durum ları açm ak ve belirsizlikleri gerçeklere bağlam ak
için çaba gösterm eleri anlamını taşır. Tedavide işbirliği yapan iki
kişiden bazen biri, bazen diğeri, konu edilen durum a açıklık ge­
tirmek için daha fazla çaba gösterebilir. Bir başka deyişle, tera­
pist görevini bazen terapistin kendisi, bazen de hasta üstlenebi­
lir.
268 PSİKANALİZ VE SONRASI

Tedavi, hastanın sürekli olarak, kendisine ve dünya içindeki


varoluş biçim ine ilişkin yeni bulgular edindiği bir süreç olm alı­
dır. Bunun için terapist de, örneğin, "Beni bugün nasıl algılıyor­
sun?", "Bugün buraya girerken duyguların neydi?" vb. sorularla,
hastanın kendi duygularını seçebilm esine yardım cı olm alıdır. Te­
rapist hastasına, bir durum un "n ed en ?" şöyle ya da böyle oldu­
ğunu, şu ya da bu durum un "n e anlama geldiğini" sorm aktan ka­
çınmaya çalışm alıdır. Bu tür sorular hastanın duygularının dü­
şünceye dönüşm esine ve gerçek benliğine daha da yabancılaşm a­
sına katkıda bulunur. Bir insanı mantık kurallarıyla anlam aya ça­
lışmak oldukça sınırlı bir yaklaşım dır ve üstelik, insan yaşantısı­
nın karmaşık yapısının yanlış yorum lanm asına da neden olabilir.
Hasta, edinm iş olduğu nevrotik çözüm leri fark ettikçe, bunla­
rın yarattığı sonuçlan da anlam aya başlar. Ne denli katı olduğu­
nu ve bazı uç durum lar arasında nasıl gidip geldiğini görür. Te­
rapist, sürekli olarak hastayı, anksiyetesinin kaynaklarım ve bu
duyguya karşı geliştirdiği tutumları araştırm aya teşvik eder.
Kuşkusuz, hasta kendi benliğine kavuşabilm ek için gösterdiği ça­
ba süresince de acı duyar. Ama bu, nevrotik acıdan çok farklıdır
ve hastayı gelecekte kendisi olabilm eye hazırlayan um ut verici
bir öğeyi de birlikte taşır. Bazen hasta, kendisini anksiyeteden ko­
rumak amacıyla, terapist rolünü oynamaya ve çektiği sıkıntılar­
dan ötürü geçm işini suçlam aya yönelir ve böylece, değişm e gere­
ğinin kendisine yüklem iş olduğu sorum luluktan kaçm aya çalışır.
Bundan ötürü Horney, hastanın geliştirm iş olduğu savunm aların
geçersizliğinin ve bunlann yarattığı ikincil sorunların, sürekli
olarak kendisine gösterilm esi gereğini vurgulam ıştır (Kelman,
1975).
Hasta tedavide ilerledikçe, bağım lılık, yayılm a, kapanm a vb.
temel savunm alarından kurtulm ak için çaba gösterir. Bu dönem ­
de hasta, çağrışım lar yaparak, çevresiyle olan ilişkilerinin geçm iş­
te ana-babasına karşı geliştirdiği davranışlara ne kadar benzedi­
ğini görmeye başlar. İçinde bulunduğu zorlanmalı durum lar eski
günlerde yaşadıklarının benzeri olm akla birlikte, yeni zorlanm a­
lar yaşanmakta olan zam an içindedir ve kaçış im kânı yoktur. An­
cak bu kez, eski çözüm lerden vazgeçerek, yeni yollan denemenin
getireceği belirsizliklerle başa çıkm ak zorundadır.
KAREN HORNEV VE BÜTÜNCÜ YAKLAŞIM 269

H om ey tedavi sonuçlarını aşağıdaki biçim de dile getirmiştir.


"İnsanın kendini tanım ası, tek başma bir am aç değil, insanm
doğal gelişimini sağlayan güçleri özgürleştiren bir araçtır. İnsa­
nın kendi üzerinde çalışm ası, kendisine karşı bir görev olduğu gi­
bi, ona ayrıcalık veren bir durum dur ve giderek, kişisel çıkarları­
nın ötesinde bir ilgi alanı geliştirm esiyle sonuçlanır. N evrotik
benm erkezciliğinden kurtulan insan, kendi yaşam ında ve genel
olarak dünyada yeni boyutların var olduğunu görür. Kendi zih­
ninde herkesten ayrı ve farklı bir insan olarak yaşarken, aynı za­
manda çevresinin bir parçası da olduğunu hissetm eye başlar."
Bölüm : 6
H A R R Y S . S U L L IV A N V E İL İŞ K İL E R K U R A M I

Harry Stack Sullivan, 21 Şubat 1892'de New York eyaletinin


Norwich kenti yakınında bir çiftlikte doğdu ve Dünya Ruh Sağlı­
ğı Ö rgütü'nün Am sterdam 'daki yönetim kurulu toplantısmdan
A m erika'ya dönerken uğradığı Paris'te, 14 O cak 1949'da öldü.
1917'de Chicago College of M edicine and Surgery'den tıp dokto­
ru olarak m ezun olan Sullivan, sonradan psikiyatri dalında uz­
m anlaştı. M eslek yaşam ının ilk yirm i yılım yoğun klinik çalışm a­
lara ayıran Sullivan, daha sonraki dönem inde kuram sal yaklaşı­
mını geliştirdi.
Sullivan, tıp diplom asını aldıktan sonra, Birinci Dünya Sava-
şı'nm bitim ine kadar orduda görev aldı. Daha sonra bir iki geçici
görevde çalışan Sullivan, 1922'de, W ashington'daki St. Elizabeth
H astanesi'nde, ünlü Am erikan psikiyatristi W illiam Alanson
W hite'la birlikte çalışm aya başladı. Aralarında gelişen yakın
dostluğun, Sullivan'm norm aldışı davranışlar konusunda geliştir­
diği görüşleri önem li ölçüde etkilediği söylenir. 1923 ve 1930 yıl­
ları arasında M aryland Üniversitesi Tıp Fakültesi ve M ary-
land'daki Sheppard and Enock Pratt H astanesi'nde görev alan
Sullivan, burada, özellikle akut ve başlangıç dönem inde olan şi-
zofrenik hastalar üzerinde çalıştı ve sonraki kuram ına tem el oluş­
turacak görüşlerini yansıtan birkaç önem li m akele yayımladı.
Sullivan, 1931'de m uayenehane açtı ve çalışm alarım burada
sürdürm eye başladı. H astalarının çoğu nevrotiklerden oluştuğu
için, bundan sonraki çalışm alarım bu tür sorunlar üzerine odak-
laştırdı ve özellikle obsesyonlara ilişkin çalışm alarıyla beğeni top­
ladı.
Sullivan'm kuram sal görüşleri bu dönem de biçimlenmeye
başladı ve 1939'da W ashington School of Psychiatry'de verdiği
272 PSİKANALİZ VE SONRASI

bir dizi konferansta yaklaşım ını ilk kez ortaya koydu. 1947'de ya­
yım lanm ış olan "Modern Psikiyatrinin Kavramları" (Conceptions of
M odern Psychiatry) adlı kitabı 1939 konferanslarını içerir. Aynı
dönemde (1938), Sullivan'm İlişkiler Kuram ı'm işleyen "P sychi­
atry" adlı dergi de yayım lanm aya başladı.
İkinci Dünya Savaşı'nm başlangıcında, kısa bir süre Amerikan
Ulusal Seçici Servisi'nde danışm an olarak çalışan Sullivan, yaşa­
m ının geri kalanında kuram ını daha da geliştirdi ve çeşitli grup­
larla ilişki kurarak görüşlerini yaym aya çalıştı. Bu arada, psiki­
yatrinin, insan ilişkilerine uluslararası düzeyde katkıda buluna­
bilm esi için çalışan Sullivan, bu amaçla, Dünya Ruh Sağlığı Ö rgü­
tü'nün kuruluşunda etkin bir rol oynadı ve uluslararası ilişkiler­
deki gerilimleri incelem ek üzere kurulan bir UN ESCO araştırm a­
sında görev aldı.
Kuramını geliştirm e sürecinde, Sullivan'ı en çok etkileyen ki­
şiler arasında, W illiam A lanson W hite'in yanı sıra, Freud,
Adolph Meyer, toplumcu filozof George Mead, kültürel antropo­
log Edward Saper ve Ruth Benedict ve toplum bilimci Leonard
Cottrell sayılabilir. Görüşlerini derleyebilm e olanağım bulam a­
dan gelen zam ansız ölüm ünden sonra, defterleri, banda alınmış
konuşm alan ve yayım lanm am ış m akaleleri, W illiam Alanson
W hite Psikiyatri V akfı'nda toplandı ve sonradan üç kitap olarak
yayımlandı: (1) Normal gelişim süreçlerini inceleyen "Psikiyatride
İlişkiler Kuramı" (The Interpersonal Theory of Psychiatry) (1953);
(2) normaldışı davranışların oluşumunu açıklayan "Psikiyatride
Klinik Çalışmalar" (Clinical Studies in Psychiatry) (1956) ve psiko-
terapide hastayla nasıl ilişki kurulacağını tanımlayan " Psikiyatrik
Görüşme" (The Psychiatric Interview ) (1954).

İLİŞKİLER KURAMININ AYIRICI ÖZELLİKLERİ

Sullivan kuramı, insanlar arası ilişkilerdeki davranışları vur­


gular. Gerek kişilik ve gerekse tedavi kuram cıları için temel veri­
ler, ilişkiler içinde geliştirilen tepkilerdir. Davranış bozuklukları
da insanlarla ilişkiden kaynaklanır. Dolayısıyla, bu tür sorunların
tedavisi insan ilişkilerini içerir. Bir başka deyişle, insanları diğer
insanlar hasta ettiğinden, onları yine insanlar iyi edebilir.
HARRY S. SULLIVAN VE İLİŞKİLER KURAMI 273

Sullivan'a göre, insan ilişkilerinin en önem li ve can alıcı yönü


iletişim dir. İletişim sözlü ya da sözsüz olabilir. Sözlü konuşma
inşanın diğer insanlarla alışverişinde kullanılır. Düşünce ya da
"sessiz konuşm a" ise bir insanın kendisiyle kurduğu iletişimde
önemlidir. Sözlü konuşm a psikoterapi uygulam asında kullanılan
temel araçtır. Çünkü, insanlar arası olaylara açıklık getirebildiği
gibi, insanların birbirlerini yanlış algılam alarına ve yorum lam ala­
rına neden olabilir. Bundan ötürü Sullivan, çalışm alarında ilişki­
lere ve iletişim e odaklaşm ış, özellikle konuşm a, düşünce ve iletiş-
sel davranışları vurgulam ıştır.
Bu görüşlerin doğal bir sonucu olarak, Sullivan, tedavi görüş­
melerini de diğer araştırıcılardan farklı bir biçim de değerlendirir.
Davranışların ilişkilerden kaynaklandığına inandığı için, bir insa­
nın dayanışlarının çevresinden ayrı ve tek başına ele alınarak yo­
rumlanm asının doğru olm ayacağı görüşünü savunur. Psikiyatrik
analizin birim i insanlar arası etkileşim dir. Bu nedenle Sullivan,
terapisti, hastasının davranışlarının analizini yapan, am a aynı za­
manda onunla ilişki durum unda da bulunan bir katılım cı-gözlem ci
olarak niteler. Bir başka deyişle, terapistin kendi davranışları da,
hastada gözlem lem ekte olduğu davranışların ortaya çıkış nedeni
ve sonucudur.
Sullivan'm davranış ve tedavi kuram ında anksiyete kavram ı­
na önem verilir. "İn san varlığının ortak yıkıcı yönü " olarak ta­
nımlanan anksiyete, bireyin insanlarla ilişki ve iletişim kurabil­
mesini engelleyen başlıca etmendir. Sullivan dikkat kavramına
tanıdığı öncelikle de diğer kuram cılardan farklılık gösterir.

KİŞİLİĞİN YAPISAL ÖZELLİKLERİ

Sullivan, kişiliğin varsayım sal bir kavram olduğu ve ilişki du­


rumları dışında incelenem eyeceği görüşünü sürekli olarak vur­
gulamıştır. Ona göre incelem e birimi, insan değil, ilişkidir. Kişili­
ğin yapısal örgütü, organizm adan kaynaklanan algılardan çok,
insanlar arası ilişkilerin ürünüdür. Kişilik, ancak insan bir ya da
daha fazla sayıda kişiyle ilişki durum undayken ortaya çıkar. Bu­
ttun için diğer insanların som ut varlığı da gerekm ez. İmgelemsel,
Hatta gerçekte var olm ayan kişiler de olabilirler. A lgılama, hatır-

P S18
274 PSİKANALİZ VE SONRASI

lama, düşünme, düş kurm a ve tüm diğer ruhsal süreçler insan


ilişkilerini içerirler. Rüyalar, rüya gören kişinin diğer insanlarla
ilişkilerini yansıtır.
Sullivan, kişiliğin bir varsayım dan öte bir anlam taşımadığı
görüşünü savunm akla birlikte, kişilik alanı içinde etkinlik göste­
ren bazı süreçleri tanım lam ış ve kavram laştırm ıştır. Bunların baş-
lıcaları, dinamizmler, personifikasyonlar ve bilişsel süreçlerdir.
1) Dinamizm, kişiliğin incelenm esinde kullanılabilen en küçü
birim dir. Organizm anın canlılığını sürdürmesini sağlayan, ol­
dukça sürekli enerji dönüşüm leri olarak tanımlanır. Enerji dönü­
şüm leri davranışları oluşturur. Kimi, konuşm ada olduğu gibi
açık ve dıştan gözlem lenebilir, kimi ise düşlem ede olduğu gibi
kapalıdır ve varlığından yalnızca kişinin kendisi haberdardır.
Tüm insanlar aynı temel dinam izm lere sahiptir. Ancak anlatım
biçim leri, duruma ve kişinin yaşantılarına göre farklılık gösterir.
Dinamizmler, çevreyle etkileşim lerini sürdürebilm ek için,
ağız, el, anüs ve ürem e organları gibi beden bölgelerinden yarar­
lanırlar. Çoğu, organizm anın temel ihtiyaçlarına doyum sağlama
görevini üstlenmiştir. Ancak, bir dinamizm vardır ki anksiyete
sonucu ortaya çıkar. Sullivan bunu benlik ya da benlik sistem i ola­
rak adlandırır.
İnsan ilişkilerinin ürünü olan anksiyete, başlangıçta anneden
çocuğa aktarılan, sonraki yaşam da ise kişinin güvenliği tehlikeye
girdiği durumlarda yaşanan bir duygudur. Anksiyeteyi azaltmak
ya da ondan kaçınm ak am acıyla insan türlü koruyucu önlemler
alır ve davranışlarını denetler. Örneğin çocuk, ebeveyninin istek­
lerine boyun eğm ekte, cezadan kaçınabileceğini öğrenir. Bu koru­
yucu önlemler, bazı davranış biçim lerini onaylayan (iyi-ben), ba­
zı davranış biçim lerini yasaklayan (kötü-ben) benlik sistemini
oluşturur.
insanın güvenliğini sağlayan benlik sistemi kişiliğin geri kala­
nına yabancılaşma eğilim indedir. Kişilik örgütüne uygun düşm e­
yen bilgi ve uyaranları kabul etm ez ve dolayısıyla, bazı yaşantı­
lardan yararlanam az. Benlik sisteminin saygınlığını sürdürmesi
gerekir ve bu nedenle eleştiriden korunur. Benlik sistem i gelişip
bağım sızlık kazandıkça, bireyin kendi davranışlarım tarafsızca
değerlendirebilm esini ve gerçek kişiliğiyle, benlik sistem inin algi'
HARRY S. SULUVAN VE İLİŞKİLER KURAMI 275

ladığı kim liği arasındaki çelişkiyi görebilm esini engeller. Kişinin


yaşam ında anksiyete yaratan olaylar arttığı oranda benlik sistemi
de şişer ve kişiliğin geri kalanından kopar. Bu nedenle, benlik sis­
temi, bir yandan kişiyi anksiyeteden korurken, öte yandan onun
diğer insanlarla sağlıklı ilişkiler kurabilm esine engel olur. Sulli­
van, benlik sistem inin, toplumun m antık dışı yönlerinin bir ürü­
nü olduğuna inanır (1953).
2) Personifikasyon, kişinin kendisine ya da bir diğer insana iliş­
kin olarak geliştirdiği imgedir. İhtiyaçların karşılanm asına yöne­
lik ve anksiyeteli yaşantılar sonucu oluşan bazı duygu, tutum ve
kavramları içeren bir karm aşadır. Ö rneğin çocuk, ihtiyaçlarını
karşıladığı için iyi anne personifikasyonu geliştirir. Anne olum­
suz tutum lar gösterdiği zam an anksiyete yarattığından, çocukta
ayrıca kötü anne personifikasyonu oluşur. Bu iki personifikas-
yon, anneye ilişkin diğer personifikasyonlarla bütünleşerek kar­
maşık bir anne personifikasyonunu oluştururlar.
Personifikasyonlar, çoğu kez mal edildikleri kişilerin gerçek
niteliklerini yansıtm az. Başlangıçta, bireyin çevresindeki kişileri
değerlendirm esinde ona algı dayanağı sağlayabilm esi amacıyla
geliştirilirler. Ancak bir kez oluştuktan sonra, bireyin diğer in­
sanlara karşı tutum larını sürekli ve değişm ez bir biçim de etkiler­
ler. Örneğin, bir insan annesini reddedici nitelikte personifiye et­
mişse, bazı özellikleriyle onu hatırlatan kadınların, hatta tüm ka­
dınların kendisini reddedeceğinden korkabilir. Bir başkası, baba­
sını sert ve katı bir insan olarak personifiye etm işse, ileriki yaşa­
mında karşılaştığı, öğretm en, polis ve yönetici durumunda olan
tüm kişilerden benzer davram şları bekler. Dolayısıyla, personifi­
kasyonlar, kişinin çevresini yanlış algılam asına ve ilişkilerinin
bozulm asına neden olurlar. Aynı durum bir insanın kendisini
değerlendirm esinde de söz konusudur. A na-baba ve çocuk iliş­
kilerindeki ödül ve ceza oranı, kişinin kendisini iyi-ben ya da
kötü-ben olarak değerlendirm esinde yaşam boyu etkisini sürdü­
rür.
Bir grup insanda ortak olan personifikasyonlar stereo tipler'i
oluştururlar. Bunlar, geçerliği toplum un çoğu üyesi tarafından
kabul edilm iş ve kuşaktan kuşağa aktarılan kavram lardır. Sanat­
çıların kural dışı yaşantılar sürdüğü, bilim adam larının dalgın ol­
276 PSİKANALİZ VE SONRASI

duğu biçim indeki genellem eler stereotiplere örnek olarak gösteri­


lebilir.
3) Bilişsel süreçler üç biçim de ortaya çıkar: Prototaksik, paratak
sik ve sintaksik.
Prototaksik yaşantı, zihinde geçici olarak ortaya çıkan anlık
im geler ve duygulardır. Aralarında bağlantı olm ayan bu duygu­
lar kişi için bir anlam da taşım az. Prototaksik yaşantı, en an biçi­
miyle, yaşam ın ilk aylarında vardır ve sonradan gelişecek diğer
iki süreç için gereklidir.
Parataksik düşünce, aym zam anda ortaya çıkan, ancak m antık­
sal yönden aralarında ilişki olm ayan iki olay arasında nedensel bir
bağlantı kurma eğilim ini içerir. Sullivan bu tür düşünceye Franz
Kafka'nm bir öyküsünden örnek verir. Bir köpek bir gün b ir duva­
rın dibinde idrarını yaparken, duvarın ötesinden bir kem ik fırla­
tılmış. O günden sonra ne zaman açıksa arka bacağını kaldırmış.
Sullivan'a göre, düşüncelerim izin çoğu parataksik niteliktedir.
Düşüncenin en gelişm iş biçim i olan sintaksik, bir grup tarafın­
dan geçerliliği ortaklaşa kabul edilm iş sim geleri içerir. Sözcükler
ve rakam lar buna örnek olarak gösterilebilir.

KİŞİLİĞİN İŞLEYİŞ BİÇİMİ

Birçok diğer kuram cı gibi Sullivan da, kişiliği, gerilim i azalt­


ma am acıyla çalışan bir enerji sistem i olarak ele alır. Üstelik,
enerjiyi ve gerilimi fizikteki anlamıyla kullandığından, bunların
ayrıca "ruh sal" olarak nitelendirilm eleri gerekm ediğine inanır.
Gerilimler, doğuştan var olan ve eyleme yönelik eğilimlerdir.
Organizm aya yön verici nitelikte olan çeşitli gerilimler, farklı et­
kinliklerin oluşumuna neden olurlar. Gerilim ler ve bunların ürü­
nü olan etkinliklerden birey her zam an haberdar değildir.
Gerilim ler sürekli var olurlar ve yoğunlukları zam an içinde
artabilir ve azalabilir. Salt hazdan (euphoria) salt gerilim e kadar
değişen çeşitlem eler gösterirler. Sullivan'a göre, salt haz organiz­
manın kesin bir denge sağlayabilm esini tanımlar ve hiçbir zaman
gerçekleşem ez. Ancak, arada bir gerilim in en düşük düzeye indi­
ği durumlarda böyle bir dengeye yaklaşılabilir. Salt gerilim e yak­
laşan durum lar dehşet duygusuyla tanımlanabilir.
HARRY S. SULUVAN VE İLİŞKİLER KURAMI 277

Sullivan gerilim leri üç ayrı grupta inceler:


1) İhtiyaçlar, yaşam ın fizyolojik ve biyokim yasal zorunlulukla­
rından kaynaklanır. Besin ya da oksijen eksikliği gibi organizma­
nın dengeleşim ini bozan durum ları içerir. İhtiyaçlar bir aşam a sı­
rasını izler. Ü st basam aktakilerin giderilebilm esi için alttakilerin
karşılanm ış olm ası gerekir. İhtiyaçları karşılandığında kişinin
ruhsal durum unda oluşan değişikliğe doyum denir. İhtiyaçlara
doyum sağlanm ası uzun süre gecikirse, duyum sam azlık (apathy)
denilen ve gerilim lerin genel b ir düşüş gösterm esiyle belirlenen
durum ortaya çıkar.
2) Anksiyete, bir insanın güvenliğinin gerçek ya da imgelemsel
bir tehditle karşılaştığı zam an yaşanan duygudur. Yoğunluğu
arttığı oranda, insanın, ihtiyaçlarına doyum sağlam a etkinlikle­
rinde de bir azalm a olur, ilişkileri bozulur ve düşünce düzeni ak­
sar. A nksiyetenin yoğunluğu, tehlikenin önem ine ve kişinin sa­
vunma işlevlerinin etkinlik oranına göre değişir. Yoğun anksiyete
insanı şaşkın ve çaresiz bırakır, yaşanan duygunun nedenleri an­
laşılamaz. Buna karşılık, daha az yoğunlukta anksiyete, insanın
kendisini ve çevresini değerlendirebilm esine yardım cı olur, ya­
şam koşullarında yapm ası gereken değişiklikler konusunda ona
veri sağlar. Bu nedenle Sullivan, anksiyetenin yaşam üzerinde
eğitici bir etkisi olduğundan sö z etmiştir.
Anksiyete anneden çocuğa em pati yoluyla geçer. Sullivan'a
göre, annenin bakıştan, ses tonu ve genel havası bu geçişi gerçek­
leştirir. Anneden geçen anksiyete sonucu çocuk, parataksik dü­
şünce bağlantıları kurarak, yakın çevresindeki diğer insanlara
karşı da anksiyete duygusu geliştirir ve kendisinde anksiyete ya­
ratan durum lardan uzak durm ayı öğrenir.
Sullivan'a göre, insan anksiyeteye son verebilecek içgüdüsel
tepkilerden yoksundur. Ö rneğin, bebeğin anksiyete sonucu ağla­
ması ya etkisiz kalır ya da durum u daha güçleştirir. Bebeğin ağla­
ması annenin anksiyetesini artıracağından, bebeğin anksiyetesi
de azalacağına artar. Bebeklik dönem inde yaşanan anksiyete, an­
cak içinde bulunulan durum un değişm esiyle son bulabilir. Buna
karşılık, yetişkin insan, anksiyeteyi engellem ek, azaltm ak ya da
ondan sakınm ak am acıyla bazı davram şlar geliştirir.
278 PSİKANALİZ VE SONRASI

Anksiyete, kişinin diğer davranışlarını da "felce uğratan" bir


etki yaratır. Algılam a alamnı daraltır, bilişsel süreçlerin etkinliği­
ni aksatır ve genel olarak, insanın tepki yetenekleri üzerinde bo­
zucu bir etki oluşturur. Sullivan'ın da çoğu kez işaret ettiği gibi,
anksiyete insanın başına bir darbe indirilm işçesine yaşanan bir
duygudur.
Anksiyetenin yoğunluğunu azaltm a çabalarına güvenlik tepki­
leri denir. A nksiyete sona erdirilem ezse, yoğunluğu giderek artar
ve dehşet duygusuna dönüşür. Uzun süren anksiyete, insanda,
Sullivan'm uyuklama tepkisi dediği ve çevreden kopmayla belirle­
nen bir durumun ortaya çıkm asına neden olur. Anksiyeteden ka­
çamayan bebek uykuya dalar. Uyuklam a tepkisi, ihtiyaçlar karşı­
lanm adığında görülen duyum sam azlık tepkisinin karşılığıdır.
Gerçekten de, dıştan bakıldığında bu iki tepkiyi birbirinden ayırt
edebilm ek oldukça güçtür.
Sullivan, insan davranışlarının iki temel amaca hizm et etmek
üzere örgütlendiğinden söz eder: Doyum ve güvenlik. Bu görüşe
göre, tüm davranışlar, ya ihtiyaçların yoğunluğunu azaltm aya ya
da anksiyeteden kaçınm aya yöneliktir. Sullivan bu olguyu yaşa­
mın en önem li ilkelerinden biri olarak kabul eder (1936).
3) Uyku, doğuştan var olan bir tepki biçim idir ve az önce ta
nım lanmış olan diğer iki gerilim in doğal bir sonucudur. Sulli-
van'a göre, uyku ve uyku süresince ortaya çıkan tepkiler, normal
insanın temel etkinliklerinden biri olduğu gibi, norm aldışı davra­
nışların anlaşılabilm esi yönünden de büyük önem taşır.
Neden ve sonuç yönünden farklılık gösterm elerinin yanı sıra,
bu üç tür gerilim arasında önem li ilişkiler bulunur. Birbiriyle
uyuşmaz ve karşıt nitelikte olan bu gerilim ler eş zam anlı olarak
ortaya çıkamazlar. Örneğin, anksiyete gerilimi ve bundan kaçın­
ma tepkileri, ihtiyaç giderm e etkinliklerine karşıttır, ihtiyaç ve
anksiyete gerilimleri, uykuya yönelik gerilim lerle eş zam anda or­
taya çıkamaz.

İlişki İhtiyaçları:
Sullivan, fizyolojik ihtiyaçların, anksiyetenin ve uykunun, in­
sanlar arası etkileşim içinde kolayca yoğrulabildiğim gözlem le­
miştir. Bebeğin davranışları kendi ihtiyaçlarına doyum sağlayabi­
HARRY S. SULLIVAN VE İLİŞKİLER KURAMI 279

lecek oranda gelişm ediğinden, ihtiyaçlarının giderilm esi de bir


diğer insana bağım lıdır. Böylece, doyum sağlam a olayı insanlar
arası etkileşim le sonuçlanır. Fizyolojik ihtiyaçlar kolayca kişiler
arası ihtiyaçlara dönüşür ve bebek, tepkilerini diğer insanlardan
gelecek davranışlara göre ayarlamayı öğrenir. Sullivan bu görüş­
ten haraket ederek, sevgi ihtiyacı, güvenlik ihtiyacı, yakınlık ihti­
yacı, eşit ilişki ihtiyacı vb. bazı örüntülerin tammını yapm ıştır
(1953). Başkalarıyla ilişkiye geçme eğilim i insanın yapısında var
olduğundan, bu örüntüler kolay oluşur ve evrensel niteliktedir­
ler.
İlişki ihtiyaçları, bireyin aradığı davranışları hangi kişilerde
bulabileceğine göre belirlenir. Ö rneğin sevecenlik ihtiyacı, kişi­
nin, sevgisini açıkça gösterebilen iyi huylu insanlar aramasına ne­
den olur. Bu kişiler yakın bir dost ya da varlığını paylaşabildiği
bir eş olabilir.

Dikkat:
Sullivan, bilince ilişkin süreçleri dikkat kavram m ın kapsamı
içinde incelem iştir. Ona göre, dikkat ve onun karşıtı olan dikkat­
sizlik, insanın evrensel bir özelliğidir. "D ikkatin odaklaştırılm a-
sı",-"dikkatin daralm ası" ve "bilinç içeriğinin denetim i" gibi sü­
reçleri kendine özgü tepki biçim leri olarak ele alan Sullivan, ger­
çekte dikkatten çok dikkatsizlik üzerinde durmuştur.
Seçici dikkatsizlik terimiyle Sullivan, kişinin, olayları ya da ken­
di tepkilerini fark edem em esi ya da olaylara hiçbir tepki verm e­
mesi biçim inde ortaya çıkan "etk in " bir olguyu tanım lar. Sulli-
van'a göre, seçici dikkatsizlik, norm al ve norm aldışı davranışla-
nn açıklanm asına ışık tutan önemli bir kavram dır. Bilinçli olma
durumu, gözlem le değil, çıkarsam ayla değerlendirilebilir.

SULLIVAN'IN GELİŞİM KURAMI

Sullivan'a göre, insan doğum anında var olan ya da olgunlaş­


ma süreci içinde ortaya çıkan bazı tepki eğilim leriyle dünyaya ge­
lir. İnsanın, fizyolojik ve duygusal ihtiyaçlarının karşılanm asında
başkalarına bağım lı olm ası bir yana, yaşadığı h er olay ve öğren­
diği her şey ilişkilerinin içeriği tarafından etkilenir ve belirlenir.
280 PSİKANALİZ VE SONRASI

Bir başka deyişle, insan toplum sal bir varlıktır. Toplum sallaşm a
süreci, doğum anında ya da doğumdan kısa bir süre sonra başlar.
Sullivan, genellikle birbirinin içine geçişen ve her biri kendine öz­
gü ihtiyaçlarla belirlenen çeşitli gelişim dönemleri tanım lam ıştır.
Günümüzdeki görüşlerle kıyaslandığında bazı yönlerden yeter­
siz bulunabilirse de, Sullivan'm gelişim kuram ının (1953) çağdaş
psikiyatrinin gelişim ine etkisi ve katkısı büyük olm uştur.
Sullivan'm tanım ladığı gelişim dönem leri aşağıdaki biçim de
sıralanır:

1. Bebeklik (Infancy): Doğum anından, iletişim aracı niteli­


ğinde olm ayan sözlü konuşm anın
ortaya çıkışma kadar sürer.
2. Birinci Çocukluk: Yaşıtlar ve büyüklerle çok açık ol­
(Childhood) mayan etkileşim örüntülerinin orta­
ya çıkışma kadar sürer.
3. İkinci Çocukluk: Aynı yaş grubunda ve eş cinsiyetten
(Juvenile) kişilerle yakın ilişki kurm a örüntüle­
rinin ortaya çıkışına kadar sürer.
4. Ergenlik Öncesi: Yetişkin cinselliğin belirtilerinin ve
(Preadolescense) karşı cinsten kişilere ilgi duymanın
ortaya çıkışına kadar sürer.
5. İlk Ergenlik: îlk cinsel ilişki deneyim lerinin orta­
(Early Adolescense) ya çıkışma kadar sürer.
6. İkinci Ergenlik: Karşı cinsten bir insanla sevgi ilişki­
(Late Adolescense) sinin başlam asına kadar sürer.
7. Yetişkinlik:
(Adulthood)

Sullivan, bir insanın tem el kişilik örüntülerinin yedi yaşm a ka­


dar belirlendiği biçim indeki genel kanıya katılm az ve birçok
önemli davranışın bu yaştan sonra oluştuğu görüşünü savunur.
Özellikle ergenlik öncesi dönem inin "tedavi edici etkisi" üzerin­
de duran Sullivan, önceki dönem lerde norm aldışı nitelik göste­
ren bazı davranış örüntülerinin bu dönemde onarılabildiğine ve
yapıcı davranışlara dönüşebildiğine inanır.
HARRY S. SULUVAN VE İLİŞKİLER KURAMI 281

Bebeklik dönem inde çocuğun temel ihtiyacı, annenin sıcak dav­


ranışlar gösterm esi ve onun biyolojik ihtiyaçlarım sevecen bir tu­
tumla giderebilm esidir. A nnenin sıcak yakınlığına alışkanlık ge­
liştiren bebekte sevecenlik giderek bir ihtiyaca dönüşür ve daha
sonraları kendisi de sevecen davranışlar gösterm eye başlar. Bu
ihtiyaç karşılandığı sürece, açlık ve susuzluk gibi belirli sıkıntıla­
rın dışında, bebeğin haz düzeyi yüksektir. Yalnızca, araya giren
hastalık ve diğer can sıkıcı durum lar, bebeğin rahatının bozulm a­
sına neden olur. Ancak, Sullivan'm asıl önem verdiği annenin
anksiyeteli olm asının çocukta yarattığı "korkuya benzer" gerilim-
lerdir. Bu dönem de çocuk korkuyla anksiyetenin ayrımını yapa­
madığı için, Sullivan, bebekteki anksiyete gerilimleri için "korku­
ya benzer durum lar" deyim ini kullanm ıştır. Anksiyete gerilimini
giderek daha iyi tanıyan bebek, bu duyguyu azaltm ak ya da orta­
dan kaldırabilm ek için davranışlarını nasıl yönlendirm esi gerek­
tiğini öğrenm eye başlar. Ç eşitli kültürel tutum ve değerleri ona
öğreten büyüklerden oluşan çevresinin onayını kazanarak güven­
liğini sağlam aya çalışır.
Bu dönem de bebek, kendi bedenini çevresindeki diğer objeler­
den ayırm ayı öğrenir ve çevresiyle etkileşim inde en önemli araç
ağız bölgesidir. Em zirm e olayı bebeğe ilk ilişki yaşantısını sağlar
ve bebek, anne m em esine ilişkin çeşitli duygular geliştirir: Do­
yum sağlayan iyi mem e, iyi fakat gereksiz m em e (çünkü bebek aç
değildir), yanlış meme (süt verm eyen bir m em e engelleyici bir ob­
je olarak algılanır ve başka m em e aranır), kötü meme (anksiyete
yaratan annenin m em esidir; bebekte kaçınm a tepkisi oluşturur).
Bebeklik dönem inin diğer özellikleri arasında, (1) duyum sa­
m azlık ve uyuklam a tepkilerinin ortaya çıkışı, (2) prototaksik dü­
şünceden parataksik bilişe geçiş, (3) kötü, anksiyeteli, reddedici,
engelleyici ya da iyi, rahat, benim seyen, doyum sağlayan anne
personifikasyonlarının oluşum u, (4) öğrenm eyle kazanılan yaşan­
tıların örgütlendirilm esi ve benlik sistem inin ilk belirtilerinin or­
taya çıkışı, (5) bebeğin kendi bedenini tanım aya başlam ası ve par­
mak em m e olayında olduğu gibi, gerilim lerini anneden bağımsız
olarak giderm eye başlam ası ve (6) göz, el, ağız ve kulağa ilişkin
hareketler arasında uyum sağlam ayı öğrenm e sayılabilir (Hail ve
Lindzey, 1967).
282 PSİKANALİZ VE SONRASI

Birinci çocukluk dönemi, sözlü dilin belirm esinden oyun arka­


daşlarına gerek duyulm asına dek sürer. Bu dönemde yaşantılar
sintaksik bir nitelik alır. Benlik sistemi çocuğun cinsiyetine göre
biçim lenmeye başlar. Erkek çocuk toplum daki erkek rolüyle, kız
çocuk da kadın rolüyle özdeşleşir. Sim gesel yeteneklerin gelişm e­
siyle, çocuk, yetişkin yaşam ı yansılayan oyunlar geliştirir. Sulli­
van bu etkinlikleri dram atizasyonlar diye adlandırm ıştır.
Dönemin en önemli olgularından biri, çocuğun, "düşm an bir
dünya içinde yaşadığı" biçim inde geliştirdiği bir duygudur. Sul­
livan bunu kötülük beklentisi diye adlandırm ıştır. Eğer bu duygu
çok yoğun yaşanırsa, çocuk çevresinden kendisine yöneltilen sev­
giye olumlu tepki gösterm eyebilir. Böyle bir durum da ilişkileri
bozulacağından, çevresinden uzaklaşır ve içine kapanır.
İkinci çocukluk dönemi ilkokul yıllarını kapsar. Bu dönem top­
lumsallaşmayı, aile dışındaki otorite figürleriyle, yaşantıya gir­
meyi, başkalarıyla yarışm ayı ve işbirliği yapm ayı, topluluk dışı
kalm a, küçük düşm e ve bir gruba ait olma gibi durum ların anla­
mını öğrenmeyi içerir.
Bu dönemde çocuk, ilgisini çekmeyen durum lardan uzak dur­
mayı, davranışları üzerinde iç denetim kurm ayı, stereotip tutum­
lar oluşturm ayı, yeni yüceltm e m ekanizm aları geliştirm eyi ve
düşle gerçeğin daha kesin bir ayrım ını yapm ayı öğrenir.
Ergenlik öncesi dönemi oldukça kısa sürer. Bu dönem, diğer in­
sanlarla gerçek ve yakın ilişkilerin başlam ası yönünden büyük
önem taşır. Bu dönem de çocuk, iç dünyasını paylaşabileceği ve
karşılaştığı güçlükler karşısm da dayanışabileceği, aynı cinsten bir
yakın arkadaş edinir. Ö nceki dönem lerde çocuk büyüklere ba­
ğımlıdır. Oysa bu dönem de, eşitlik, ortaklık ve karşılıklı alma-
verm enin egem en olduğu ilişki biçim leri belirm eye başlar. Bu dö­
nem de yakın ilişkiler kurm ayı gerçekleştirem ezse, um utsuzluğun
eşlik ettiği yoğun bir yalnızlığa düşer.
İlk ergenlik dönem i, karşı cinse yönelik duygularla yüklüdür.
Erinliğin getirdiği fizyolojik değişm elerle birlikte cinsel istek di­
namizmi belirir ve benliğe egemen olur. Cinsel ihtiyaç ile yakın
ilişki ihtiyacı birbirinden ayrılır. Cinsel isteğin karşı cinse yönel­
mesine karşılık, yakın dostluk aym cinsten kişilerle sürdürülür.
HARRY S. SULLIVAN VE İLİŞKİLER KURAMI 283

Bu iki ihtiyacın birbirinden gereğince ayrılam adığı durumlarda,


ergenin cinsel yönelim inde sapm alar olabilir.
îlk ergenlik dönem i, cinsel dürtülere doyum sağlayacak dav­
ranış örüntülerinin yerleşm esiyle sona erer. Bu dönem de gözlem ­
lenen çatışm aların çoğu, birbirine zam an zam an karşıt düşen,
cinsel doyum , güvenlik ve yakın ilişki ihtiyaçlarından kaynakla­
nır.
İkinci ergenlik, toplumsal bir varlık olm anın gereği olan görev
ve sorum lulukları üstlenm enin başladığı dönem dir. Bu dönemde,
ilişki kurm a yeteneğini geliştirm e süreci tam am lanır ve sintaksik
yaşantının gelişm esiyle, sim gesel boyutlar zenginlik kazanır.
Benlik sistem i tutarlı bir nitelik alır, gerilim lere karşı daha etkin
yüceltm e m ekanizm aları oluşturulur ve anksiyeteye karşı daha
güçlü güvenlik önlem leri geliştirilir.
Tüm bu dönem leri aşarak yetişkinlik dönem ine ulaşan kişi, uy­
garlık örtüsü altında bir hayvan olma durum undan sıyrılarak,
kurduğu ilişkilerin kendisine kazandırdıklarıyla gerçek anlamda
bir insan olarak yaşam ım sürdürür.

NORMALDIŞI DAVRANIŞLAR

Benlik Sistem i Bozukluktan:


Sullivan'a göre, norm aldışı davram şlar, gelişim aşam aları sü­
resinde yer alan bozuk yaşantılar sonucu, kişinin kendisine ve di­
ğer insanlara ilişkin yetersiz ve yanlış personifikasyonlar geliştir­
miş olm asından kaynaklanır. Cinsellik geniş bir bütünün parçası­
dır. Sullivan, cinselliği insanın temel sorunu olarak ele alan psi­
kolojik yaklaşım ları onaylamaz.
Sullivan'a göre, bozuk davranışlar gösteren insanların yaşam
deneyim lerinden ders alam am aları ve olgunlaşm aya giden yolda
çok yavaş ilerleyebilm elerinin nedenleri, kişinin benlik sistem inin
özelliklerinin anlaşılm asıyla açıklık kazanabilir. Kişi, diğer insan­
ları nitelendirirken kendine ilişkin personifikasyonunun etkisin­
de kaldığından, onları da kendini değerlendirdiği biçim de değer­
lendirir. Dolayısıyla, kendine ilişkin yetersiz ve yanlış personifi-
kasyonlar geliştirm iş bir insamn, başkalarına ilişkin algıları da
yanılgılarla doludur.
284 PSİKANALİZ VE SONRASI

Geçm işindeki aksak yaşantılar sonucu insanın kendine ilişkin


olarak geliştirdiği görüşler, uzm an bir gözlem cinin bu insanı de­
ğerlendirdiğinde vardığı sonuçlardan önemli farklılıklar gösterir.
Kendisi hakkında geliştirdiği yanlış görüşler, bu insanın bir kısır­
döngü içinde sıkışm asına ve uygunsuz durumlara düşm esine ne­
den olur. Böylece kişi, açık düşünebilm esini, doğru algılayabil­
mesini ve uygun davranabilm esini engelleyen anksiyeteye göm ü­
lür. Bir başka deyişle, yoğun anksiyete, seçici algılam anın yanlış
kullanılm asına neden olur ve hatta aşırı durum larda kişilik çö­
zülm esine yol açabilir. Bunun sonucu sürekli olum suz durum lar
içine düşen insan, çoğu kez, bu durum lardan çıkabilecek gücü ve
yolu da bulamaz.

Anksiyete:
Sullivan, norm aldışı davranışları, anksiyete kavram ı çevresin­
de ve iki aşamalı olarak açıklar: Anksiyetenin oluşum una neden
olan etm enler ve anksiyetenin yarattığı sonuçlar.
Anksiyetenin oluşumuna neden olan etm enlerin başında, kişinin
yetişm esinde etkili olan ilişkiler gelir. Bu ilişkiler, çocuğun ebe­
veyni ve öğretm enleri gibi yetişkinlerin yanı sıra, yaşıtlarını da
içerir.
Aşırı anksiyete, çocuğun yakın çevresinde anksiyeteli insanların
varlığıyla gelişir. Bulaşıcı bir nitelik gösteren anksiyete, anneden
çocuğa empati yoluyla geçer. Toplum temsilcisi olarak çocuğun
çevresinde bulunan kötü ve yıkıcı kişiler de çocukta anksiyete duy­
gusunun oluşum una neden olabilir. Annenin ya da bakıcının sü­
rekli zedeleyici davranışlarda bulunm ası, çocukta korku duygu­
sunun yerleşm esiyle sonuçlanabilir. Reddedici ve küçük düşürücü
tutumlar çocukta anksiyete ve güvensizlik duyguları geliştirir.
Sullivan'a göre, özellikle ergenlik döneminde, ana-baba ya da di­
ğer yetişkinlerin alaycı ve küçük düşürücü tutum ları çocuğun
üzerinde yıkıcı etkiler yaratır.
Çocuğun eğitilm esinde kullanılan ceza yöntem leri her zaman
anksiyeteye neden olm az. Sullivan'a göre, ceza uygulamalarına
ebeveynin itici davranışları eşlik ederse çocukta korku ve anksi­
yete gelişir. Çocuğu eğitm ekten çok, kendi öfkesini yaşayan ya
da yıkıcı eğilim lerini çocuğa yönelten ebeveyn, esasen çocuğu
HARRY S. SULLIVAN VE İLİŞKİLER KURAMI 285

hırpalam ayı am açlam ıştır. Üstelik anne, çocuğun altına kaçırması


ya da cinsel oyunları gibi gelişim sürecinin doğal olaylarını tep­
kiyle karşılarsa, çocukta anksiyetenin oluşum u kaçınılmaz bir so­
nuç olur.
Bazı ana-babalar, iyi niyetli olm alarına karşın, yine de, çocuk­
ta anksiyete yaratabilecek davranışlar gösterirler. Ö rneğin tutar­
sızlık, gerekli eğitim ve görenekten yoksun ve kişilikleri yeterince
gelişm emiş ana-babalarda görülür. Birbirine karşıt düşen istekler
ve öğütler çocuğu şaşkına çevirir. Bu şaşkınlık, yarattığı anksiye­
tenin yanı sıra, anksiyeteyle baş edilm ek için gerekli olan savun­
ma yöntem lerinin geliştirilebilm esini de engeller.
Sullivan, anksiyete yaratan etm enler arasında, çocuğun ilk
toplum sallaşm a deneyim lerinin de belirleyici bir rolü olduğun­
dan söz eder. Çocuk, kendi yaşıtlarıyla baş edebilm ek için bazı
yöntem ler geliştirm ek zorundadır. Arkadaş ilişkilerinde karşılaş­
tığı itici ve küçük düşürücü davranışlar, özelikle eğer evde de
benzer tepkilerle karşılaşıyorsa, çocukta yıkıcı izler bırakabilir.

Anksiyetenin İkincil Sonuçları:


A nksiyetenin kendisi kadar, neden olduğu ikincil durumlar
ve d avranışlar da önem taşır. Çünkü anksiyete, yarattığı kısıntı­
nın yanı sıra, etkin tepki biçim lerinin geliştirilm esini de engeller.
Anksiyetenin yoğunluğu oranında davranışlar da aksar, algılama
ve dikkat bozuklukları ortaya çıkar. A nksiyete yoğun olduğunda
geliştirilen tepkilerin çoğu, kişiyi bu duyguya karşı yeterince ko­
ruyamaz. Bu tepkiler anksiyete yaratan durum lardan kaçınmaya
yönelik olduklarından,doyum sağlam ayı am açlayan davranışlara
da karşıt düşerler. Bir başka deyişle, anksiyeteden korunmak için
geliştirilen abartılı savunm a yöntem leri, kişinin gerilim lerini, onu
rahatsız etm eyecek bir düzeyde tutamaz.
Benlik sistem ini oluşturan savunma tepkileri iki genel biçimde
ortaya çıkar: (1) K işinin yaşam akta olduğu anksiyete yaratan ko­
şullardan kaçınm asını ya da böyle durum ları kendisinden uzak­
laştırabilm esini sağlayan yöntem ler; (2) çevresinden ya da iç dün­
yasından kaynaklanan ve anksiyete yaratan durum ları algılama-
maya çalışm ak. Can sıkıcı durum lardan fiziksel olarak uzaklaş­
mak ya da konuşurken konuyu değiştirm ek, birinci tür savunma
286 PSİKANALİZ VE SONRASI

tepkilerine örnek olabilir. Anksiyete yaratan koşullardan fiziksel


olarak kaçınmanın im kânsız olduğu durum larda, insan, davra­
nışlarını haklı gösterecek nedenler bulur, kendisini cezalandırabi­
lecek durumda olan kişileri yum uşatm aya ve ikna etm eye çalışır,
olduğundan başka görünür, düşüncelerini ya da geçm işte yaşadı­
ğı olayları gerçeğinden farklı bir biçim de aktarm a eğilim i göste­
rir. Örneğin çocuk, ebeveyninin onaylamayacağı bir davranışta
bulunduğunda, önceden kendisini kötülem enin ya da suçunu ka­
bul ederek ağlamanın, cezadan kaçınm ak için oldukça etkin bir
yol olduğunu öğrenir. Bir yetişkin, hoşlanm adığı bir insana dost­
luk göstererek isteklerini ona kabul ettirebilir.
Bilinç dünyasının içeriğini denetleme, Sullivan'm daha çok
önem verdiği bir savunm a yöntem idir. İnsanın iç dünyasından
ya da davranışlarından kaynaklanan anksiyeteye karşı kullanılan
bu tür savunm alar iki biçim de oluşur: (1) Kişi, kendisinde anksi­
yete yaratabilecek nitelikteki düşünce ve duyguları, seçici bir bi­
çimde, bilinç dünyasından uzak tutar; (2) anksiyete oluşturabile­
cek nitelikteki duygusal tepkilerinin yerine, böyle bir etki yarat­
mayacak nitelikte tepkiler geliştirir.
Sullivan bu yöntem lerin ilkini seçici ilgisizlik, İkincisini yedek
süreçler olarak adlandırm ıştır.
Böylece insan, kendisinde anksiyete yaratabilecek nitelikteki
durumları görm em eyi ya da duym amayı öğrenir. Bu yöntemle
arıksiyeteden kaçınm anın im kânsız olduğu durum larda ise zihni­
ni değişik düşünce biçim leriyle doldurarak kendisini korumaya
çalışır. Obsesif düşüncelere göm ülür, çeşitli düşlerle oyalanır, sü­
rekli olarak kendisini küçültücü özeleştiriler yapabilir ya da ken­
disine acıyabilir, iç organlarıyla ilgili kaygılara kapılabilir, üzün­
tü ve kahır duygularıyla yoğrulabilir, paranoid tepkilerle kendisi­
ni suçlamaktan kurtulm aya çalışabilir.
Seçici ilgisizlik ve yedek süreçler, sınırlı oranlarda herkes tara­
fından kullanılır. Ancak, bir insanın bu güvenlik yöntem lerine
çok sık başvurm ası, o kişinin uyum sorunlarının daha çok artma­
sına neden olur (Ford ve Urban, 1967):
1. Savunma yöntem lerinin sık kullanılması "yaşam özgürlü­
ğünün kısıtlanm ası"yla sonuçlanır. Kişinin kaçındığı ve görmez­
likten geldiği durum ların sayısı arttıkça davram şları da kısırlaşır-
HARRY S. SULUVAN VE İLİŞKİLER KURAMI 287

Dolayısıyla, kendisine doyum sağlayabilecek birçok kaynağı da


değerlendirm em iş olur. Otoriteden ve eleştiriden korkan çocuk,
sınıfta kendisini ortaya koym aktan kaçınır. Böyle bir durum, ço­
cuğun önem li oranda "davranış kaybına" uğram asına neden
olur.
2. Savunm a yöntem leri bireyin ilişkilerini olum suz yönde et­
kilediğinden, çevresinden doyum sağlayabilm esi de engellenir.
Kendi kusurlarının sorum luluğunu sürekli başkalarına yükleyen
ve onları kendisine karşı görm e eğilim inde olan biri, çevresiyle
olan ilişkilerini uyum içinde yürütem ez.
3. Kişinin anksiyeteden kaçınm ak için kullandığı yedek dü­
şünce süreçleri, kendisini ve davranışlarım yanlış yorum lam asına
neden olursa, çevresiyle ilişkilerinde hoş olm ayan bazı durum la­
ra düşebilir. Böyle biri, diğer insanlar hakkında da yetersiz ve ya­
nılgı dolu düşünceleri geliştireceğinden, onları değerlendirirken
abartılmış genellem elere ve önyargılara saplanır. Bu düşünceler
doğrultusunda gösterdiği davranışları, çevresinde olumsuz duy­
guların oluşm asına ve onlar tarafından reddedilm esine neden
olur.
4. Yaşam ı sürdürebilm ek için büyük önem taşıyan bazı tepki­
ler kişinin doğasından tamamen çıkarılırsa, böyle bir durumun
yaratacağı sonuçlar da ağır olur. Sullivan'm çözülm e (dissociati­
on) olarak adlandırdığı bu tür durum larda, yaşam ın önemli bir
parçası olan bazı duygular, düşünceler ya da davranışlar, yıllarca
ya da bazen yaşam boyu bilinç düzeyinden uzak tutulurlar. Eğer
bu çözülme, örneğin cinselliğin tamamen yadsm m ası gibi çok ge­
niş bir alanı kapsarsa, kişi şizofrenik türde bir kişilik parçalanm a­
sı tehlikesiyle karşılaşabilir.
Sullivan, seçici ilgisizliği ve yedek süreçleri insanda doğuştan
var olan eğilim ler olarak kabul eder. Ancak, bu eğilim lerin hangi
biçim lerde uygulanacağının çevresel etm enler tarafından belir­
lendiğini vurgular:
1. Bu etm enlerin en önem lisi, doğrudan öğrenm edir. Çocuk,
çevresindeki yetişkinlerin uyguladığı eğitim sonucu bazı tepkiler
edinir. Titiz bir baba, değer verdiği bu tutumunu, çocuğunu bu
yönde eğiterek ona aşılayabilir.
288 PSİKANALİZ VE SONRASI

2. Bir diğer yol da, kişinin, bir dizi sm am a-yanılm a süreci için­
de anksiyeteden kaçınabileceği en elverişli yöntem i kendisinin
bulmasıdır. Örneğin, bazı tür düşlerin ya da organlarına yönelik
düşüncelerin, kendisini can sıkıcı durum ların etkisinden uzaklaş­
tırdığını fark eder ve giderek bu savunm alara daha sık başvurma
alışkanlığını edinir. Ö rnekler, çoğu kez kişinin içinde yaşadığı
kültürün doğasmdan, özellikle sinema, roman ya da oyun arka­
daşları gibi kaynaklardan alınır ve giderek üzerinde işlenerek b e­
nimsenir.

3. Anksiyeteye karşı etkisiz çözüm ler geliştirm enin b ir diğer


nedeni de, etkin savunm a yöntem leri geliştirebilm ek için gerekli
örnekten yoksun kalm ış olm aktır. Örneğin, yetiştirm e yurtların­
da ya da kırsal alanın soyutlanm ış bölgelerinde büyüyen çocuk­
lar, ergenlik dönem inin cinsel dürtülerine karşı etkin yedek dü­
şünce süreçleri ya da yüceltm e m ekanizm aları geliştirm ekte güç­
lük çekerler.
Sullivan'a göre, bir insanın "belirli bir dinam izm "e "aşırı ba­
ğım lılığı" norm aldışı davranışların kökenindeki temel örüntüdür
(1956). Örneğin, paranoid dinamizm, eksiklik duygularını bilinç­
ten uzak tutabilm ek için suçu sürekli diğer insanlara yüklem e
eğilim iyle belirlenir. Ancak, bu tür bir yansıtma m ekanizm ası,
olayları yanlış yorum lam a eğilim iyle pekiştirilirse, paranoid şi­
zofreni tüm belirtileriyle ortaya çıkar. Böyle bir durumda, "çözü l­
m e", bir savunm a m ekanizm ası olarak kullanılır.
Sullivan, norm aldışı davranışların üç ayrı bakış açısından in­
celenmesini önerir (1956): (1) Benlik sistem i ve güvenlik m ekaniz­
malarının incelenm esi; (2) bu güvenlik m ekanizm aları dışında
kalan kişiliğin, özellikle ihtiyaçlarını giderm e yöntem lerinin ince­
lenmesi; (3) uyku süresindeki yaşantılar ve uyku düzensizlikleri­
nin incelenmesi. Sullivan'a göre, tedaviye başlam adan önce bu üç
öğenin iyice anlaşılm ası ve tedavi yaklaşım ının ona göre belirlen­
mesi gerekir. Bazı tür davranış bozukluklarına uygun düşen bir
tedavi yaklaşım ı, diğerleri için etkili olm ayabilir. Normaldışı
davranışların oluşum nedenleri ve işleyiş biçim ine ilişkin ayrıntı­
lı bilgi edinmek, Sullivan'ın tedavi yaklaşım ının temel koşulların­
dan biridir.
HARRY S. SULUVAN VE İLİŞKİLER KURAMI 289

TEDAVİ (PSİKİYATRİK GÖRÜŞME)

Görüşmeci
Sullivan'a göre psikiyatrik görüşm e, görüşm eci (terapist) ile
görüşm eye gelenden (hasta) oluşan iki kişilik bir grup ortamında
yer alan sözlü iletişim durumlarıdır. Bu iki kişi, hastanın yaşam ı­
nın ayırıcı nitelikteki örüntülerini uzm an-danışan ilişkisi içinde
inceler ve anlam aya çalışır. Bu yaşam örüntüleri hasta için güç­
lükler yaratm akta ve bu nedenle önem taşım aktadır. Terapistin
yardım ıyla bunların aydınlatılm asının kendisini rahatlatacağını
beklem ektedir. Sullivan, görüşme süresince hastanın konuştukla­
rının yanı sıra, konuşm anm ritmine, m elodisine, söyleniş biçim i­
ne ve vurgulam alara da dikkat etmiş, yüz ifadesi, el ve kol hare­
ketleri, bedeni taşıyış biçim i gibi davranış örüntülerini de göz­
lemlemiştir.
Sullivan hastayla yaptığı ilk görüşm elerde çok soru sorardı.
Öylesine ki, çoğu kez hasta bu sorularm kendisine neden sorul­
duğunu anlayam az, ancak kendisini rahat hissediyorsa, birbiri
ardından gelen bu soruları yanıtlam aya çalışırdı. Sullivan, hasta­
nın anlattıkları ilk bakışta oldukça açık ve belirgin de olsa yine
soru sorardı. Ona göre, ilk bakışta apaçıkm ış gibi görünen bir ve­
ri, yeterince soruşturulm azsa görüşm eciyi yanlış yorum lara götü­
rebilir. Üstelik, kendi zihninde vardığı sonuçlarla hastanın anlat­
maya çalıştıkları arasındaki çelişkiyi geç fark etm esine neden ola­
bilir. Ustaca yapılan bir görüşme, sakin ve sürekli bir gözlemi içe­
rir. "H astanın bu söylediklerinin kendisine göre anlam ı ne olabi­
lir? Acaba bu anlatılanlar onun gerçeklerini yansıtıyor m u?" vb.
sorular sürekli olarak görüşm ecinin zihninde bulunm alıdır (Mul-
lahy, 1975).
Sullivan'a göre, görüşm ecinin aşırı bir duygusal tepkide bu­
lunması, kendi tarafsızlığını zedelem esi ve hastanın taşkınlık
yapmasına neden olm ası yönünden oldukça sakıncalıdır. Buna
karşılık, görüşm ecinin kendisini sessiz ve edilgin bir gözlemci
olarak sınırlam ası da onaylanm az. Görüşm eye gelen kişinin özel
yaşamına ve özellikle cinsel yaşam ının ayrıntılarına karşı "m e­
raklı" bir tutum içine girm ek de psikiyatrik görüşm e yöntemine
aykırı düşen bir tutumdur. Kuşkusuz, hastanın cinsel yaşam ı te­

r s 19
zvu PSİKANALİZ VE SONRASI

rapide incelenmesi gereken önemli bir alandır. Ancak, bu konuda


gereksiz ayrıntıları soruşturm aya girişmek hastayı rahatsız et­
mekten öte bir yarar sağlam az. Öte yandan, hastayı küçümserce-
sine bir ilgisizlik de olum suz etki yaratır. Buna karşılık, hastaya
duygusal yönden kapılm ak da tedavi için son derece zararlı olur.
Görüşmeci, kendine doyum sağlama ya da saygınlık kazanma
kaygılarından özgür bir biçim de, gerekli verileri toplamakla yü­
kümlüdür.
Sullivan, terapist "ro lü " için gerekli nitelikler üzerinde ayrıntı­
lı olarak durmuştur. Ona göre, terapistin aşağıdaki özellikleri ta­
şım ası beklenir (Ford ve Urban, 1967):
1) Sullivan, tedavi uygulayacak olan kişinin insan ilişkilerini
çok iyi kavrayabilm e yeteneğine ve normal gelişim ve normaldışı
davranışların oluşum u konularında yeterli bilgiye sahip olm ası­
nın gerekliliğine inanır. Bunun için formel bir eğitim zorunludur.
2) Terapist, hastasıyla birlikteyken sürekli ilgili ve dikkatli ol­
mak zorundadır. A ncak böylece, hastayla arasında geçen duygu­
sal olayları gözlem leyebilir, kıyaslayabilir ve değerlendirebilir.
3) Terapist, yalnızca hangi olayları araştırması ve gözlem lem e­
si gerektiğini bilm ekle değil, bu durum lar ortaya çıktığında onla­
rı derhal fark edebilm ek ve değerlendirm esini yapabilm ekle de
yükümlüdür. Her türde insan ilişkilerini, tüm karm aşıklığına
karşın algılayabilecek ve kavrayabilecek niteliklere sahip olm alı­
dır. Terapist, hastasının huzursuz olduğu anları fark edebilmeli
ve onu gereksiz yere ürkütm em eye ve tedirgin etm em eye özen
göstermelidir.
4) Terapist, hastanın sorunlarına duygusal bir biçim de katıl­
mamak ve görevini bir uzman olarak sürdürmek durumundadır.
"Tarafsız tutum " tedavinin en önemli öğelerinden biridir. Tera­
pist, hastasına karşı aşırı duygusal yakınlık gösterm em eli ya da
düşmanca bir tepkide bulunm am alıdır. Hastadan m utlak bir say­
gı beklemek ya da ondan daha üstünm üşçesine davranışlarda bu­
lunmak çok sakıncalıdır. Terapistin hastaya göre tek özelliği, be­
lirli bir alanda eğitim görm üş ve deneyim kazanm ış olmasıdır-
Böyle bir alanda uzm anlaşm ış olm ak, bir başkasınm kinden daha
üstün bir mesleğe sahip olm ak anlamına gelmez.
HARRY S. SULLIVAN VE İLİŞKİLER KURAMI 291

5) Tedavinin temel aracı konuşm adır. Bundan ötürü, terapis­


tin her türlü insanla, her çeşit yapıcı iletişim i kolaylıkla kurabil­
me özelliğine sahip olması gerekir. Bu özellik, rahat konuşabilme
ve belirli bir konuyu çeşitli biçim lerde ortaya koyabilm e yetene­
ğini içerir. A ncak bu, terapistin iyi bir "oyu ncu " olması gerektiği
anlamına gelm ez. Önem li olan, çeşitli tepki biçim leri geliştirebil­
meyi bilm ek ve durum a göre bunların içinde en uygun olanını
seçip kullanabilm ektir.
6) Ayrıca, terapistin kendi tepki biçim lerini tanım ası ve fark
edebilmesi gerekir. Terapist, kendi tepkilerinin görüşmeyi hangi
biçimde etkilediğini fark edem ediğinde, tedavi odasında olan bi­
teni anlayabilm ekte güçlük çeker. Terapist, kendi davranışlarını
da çok iyi fark edebilm eli, hasta üzerinde bıraktığı izlenim leri ve
tedavi ortam ında hastalarını nasıl etkilediğini, bazı durumları na­
sıl etkinleştirebildiğini, bazı durum ları ise nasıl yavaşlatabildiği-
ni sürekli olarak kendine hatırlatm alıdır. H astasında gerekli deği­
şikliği sağlayacak tek araç kendisi olduğu için, her usta gibi, kul­
landığı aracın özelliklerini de iyi tanım ak zorundadır.

Psikiyatrik Görüşmenin Temel İlkeleri


l)S u lliv a n 'a göre psikiyatri, "katılım cı gözlem " niteliğiyle
kendine özgü bir bilim dalıdır. Terapistle hasta arasındaki ilişki
iki insanın etkileşim i olduğuna göre, ortaklaşa bir katılım’ı içerir.
Çünkü, bir insanı anlayabilm ek için tek yol, yaşam akta olduğu
durumu kendi içim izde canlandırmaya çalışm aktır. Gerçekten de
toplumsal ilişkilerde, insanlar birbirlerini, yüzeysel bir biçimde
de olsa, bu yoldan anlam aya çalışırlar. D iğer insanlar olmadan
düşünce ve duygular yaşanam az. H erkesten uzak ve tek başına
yaşayan bir insan bile kendine toplumsal bir dünya yaratır, düş­
lerinde o dünyadaki gerçek ya da gerçek dışı kişilerle ilişki kurar.
H astanın anlattıkları, genellikle diğer insanlarla ortak yönleri
içerdiğinden, terapist tarafından anlaşılabilir niteliktedir. Ancak
bu anlam lılığın da bazı sınırları vardır. Sullivan, terapistin hasta­
sını anlayabilm esi için onunla ortak bir kültürden gelmesi gereği­
ni vurgulam ıştır. Terapist, hastanın anlattıklarını kendi yaşantıla­
rıyla kıyaslayarak ve anlatılan olayları kendisi yaşıyorm uşçasm a
algılamaya çalışarak değerlendirir. İnsan olarak ortak yönleri ol­
292 PSİKANALİZ VE SONRASI

mayan bir psikiyatristle hasta arasında tedavi için gerekli etkile­


şim oluşamaz. İşte bu nedenle terapist bir katılım cı-gözlem cidir.
Katılım ın bilincinde olduğu oranda tedavi ortam ını daha iyi de­
ğerlendirebilir ve yönlendirebilir. Kuşkusuz, terapist ve hasta
farklı kişilerdir. Ancak, terapistin uzman olarak sahip olduğu b il­
gi ve psikiyatrik görüşm e tekniklerini uygulamadaki ustalığı, bu
farklılığın ortaya çıkarabileceği sakıncaları ortadan kaldırır.
2) Tedavide çözüm lenm esi gereken en önemli sorun, ikili iliş­
kilerde iletişim sağlanm asını engelleyen ve yanılsama ürünü olan
sen-ben örüntüleriyle belirlenen parataksik sapm alardır. Hastanın
anksiyetesi, olgunlaşm am ış kişiliği ya da daha önceki gelişim dö­
nem lerine gerilemesi, bu tür sapm alara neden olur ve terapistin
yanlış bir biçim de personifiye edilm esiyle sonuçlanır. Böyle bir
durum tedavi sürecini iyice karm aşıklaştırır. Hasta, psikiyatristi,
onun gerçek nitelikleriyle ilgisi olm ayan, imgelem ürünü bir kişi
yerine koyar. Duygularını, davranışlarını ve açıklam alarım kendi
zihninde oluşturduğu bu im gelem sel personifikasyona göre algı­
lar ve yorum lar. İşte insan ilişkilerinde çok sık gözlem lenen yan­
lış anlam alar ve yanlış kavram laştırm alar, bu tür parataksik sap­
maların ürünü olarak ortaya çıkarlar.
Psikiyatrist, hastalarıyla yaptığı görüşm elerde, böylesi durum ­
ların belirme olasılığına karşı özellikle dikkatli ve uyanık olm alı­
dır. Üstelik hasta, en ciddi sorunlarını çoğu kez bu tür parataksik
sapm alar aracılığıyla ortaya koyar. Eğer psikiyatrist gereğince
dikkatli olursa, hastam n parataksik sapm alarının içeriğinde, bazı
sıkıntılarının ya da ihtiyaçlarının dolaylı bir biçim de dile getiril­
diğini fark edebilir. Parataksik sapm aların ortaya çıkma olasılığı
dikkatle izlenmezse, görüşm e içeriğinin çok önem li bazı noktaları
fark edilm eden atlanır.
3) Psikiyatrik görüşme hastayı tüm olarak ele alır. Tedavide, hasta­
nın getirdiği görünür soruna öncelikle önem tanınır. Getirilen so­
run, bir evlilik uyuşm azlığı ya da işyerindeki bir çatışma olabilir;
b ir diğeri, yaşam ını sürdürm ede güçlük çekmekte olabilir. An­
cak, pisikiyatrik görüşm eye temel olan ilkeler, bir hastadan diğe­
rine ya da bir durum dan diğerine farklılık gösterm ez. Görüşme
hastanın, yeteneklerini ve gizilgüçlerini daha iyi kullanabilmesini
ve tedavi sonunda daha iyi yaşayabilm esini amaçlar.
HARRY S. SULLIVAN VE İLİŞKİLER KURAMI 293

4) Sullivan'a göre, uzun süreli ve yoğun psikoterapi uygula­


yan psikiyatristlerin, görüşm eleri nasıl yönlendireceklerini bilm e­
leri gerekir. Ö zellikle, bir konudan diğerine geçişler tedavinin en
önemli öğelerinden biridir. Bu geçişler yoluyla hasta, tedavinin
gidiş yönünü ve terapistin kendisine neleri gösterm ek istediğini
anlayabilir. Bu sağlanm adığında, hasta anlattığı konuların içinde
kaybolabilir. Böyle bir durum, çoğu kez terapistin de yönünü bu­
lamamasına neden olur.
İki insanın tartışacakları konuyu birlikte saptam aları daha
doğru bir yaklaşım olmakla birlikte, tedavide buna her zaman
imkân bulunm ayabilir. Bundan ötürü terapist, örneğin hastanm
getirmek üzere olduğu bir konunun, tedavinin o aşam asında has­
tada gereksiz yere anksiyete yaratacağını fark ettiğinde, konuyu
ustalıkla değiştirebilm elidir. Terapist, hastayı konuşulm asında
yarar görm ediği bir konudan uzaklaştırabilm eli ve görüşm enin o
konu üzerinde gereksiz yere sürdürülm esini, başka bir konuya
geçerek engelleyebilm elidir.
Bir konudan diğerine geçişler çeşitli biçim lerde uygulanabilir.
Bazen görüşm eci, süregelm ekte olan iletişim akışım bozm aksızın
konuyu değiştirebilir ve böylece geçiş "yu m u şak" bir biçimde
gerçekleştirilir. "V urgulanan" geçişlerde ise görüşm eci, ipucu ni­
teliğinde bir davram şla ya da bir şey olacağm ı belli eden bir ses
tonuyla bir konudan diğerine geçer. "B ird en " geçişler hiçbir ön
uyarı yapılm aksızın gerçekleştirilir. Yum uşak geçişler yeni konu­
nun doğal bir konuşm a havası içinde ele alınabilm esini sağlar.
Vurgulanan geçişler zam an kazandırır ve yeni konunun bir önce­
ki konunun etkisinden annabilm esini sağlar. Birden geçişler, ya
anksiyete duygularının ortaya çıkışını engellem ek ya da tedavi­
nin ilerleyişini başka bir yoldan canlandırm a im kânı bulunm adı­
ğı durumlarda, hastada anksiyete yaratabilm ek am acıyla kullanı­
lır.
5) Psikiyatrik görüşm enin temel ilkelerinden biri de, hastanın
yaşamının incelenm esidir. Görüşmeci, hastanın yaşam ındaki temel
güçlükleri ve kişiliğinin iyi gelişm iş yönlerini, günlük yaşam ında
ve ilişkilerinde sürekli yinelenen durum ları ortaya çıkarmakla
yükümlüdür. Bu veriler, görüşm ecinin yönelttiği sorulara alman
yanıtlardan çok, görüşm e süresince hastam n, anlattıklarım nasıl
294 PSİKANALİZ VE SONRASI

zam anladığı ve vurguladığı, terapistin hangi sorularını yanlış an­


ladığı, hangi olayları geçiştirm eye çalıştığı ve önemli bir olay tar­
tışılırken konu dışına çıkıp çıkm adığı gibi durum ların değerlen­
dirilm esiyle elde edilir. U sta ve uyanık bir görüşmeci, olaylar di­
zisini, özellikle bir konudan diğerine geçiş örüntüsünü, dikkatle
izleyerek verilerini toplar. Bu veriler sonradan yorum lanır ve an­
lamlı sonuçlar çıkarılır.

PSİKİYATRİK GÖRÜŞMENİN EVRELERİ

Sullivan, özellikle uzun süreli ve derinliğine uygulanacak psi-


koterapilere rehber olm ak üzere, dört evreyi içeren ve katı bir bi­
çimde uygulanm ası gerekm eyen bir plan düzenlemiştir.
Sullivan'ın tanım lam ış olduğu bu dört evre: (1) Başlangıç, (2)
araştırm a, (3) ayrıntılı soruşturm a ve (4) görüşm enin sonlandırıl-
ması başlıklarını taşır.
(1) Başlangıç: İlk görüşm ede, gelen kişinin bir yabancı olduğu
gözönünde tutulmalı ve ona göre karşılanm alı, gereksiz yakınlık
gösterilerinden kaçınılm alıdır. Görüşm eye gelen kişi, adıyla çağ­
rılarak odaya davet edilir ve yer gösterilir.. Bunlar olurken psiki­
yatrist hastayı gözlem leyerek bir izlenim edinm eye çalışır. Görüş­
meci, eğer randevu alınırken sorunun ne olduğu hakkında bazı
bilgiler almışsa, bu bildiklerini hastaya yineleyerek ve telefonda
aldığı bilgileri doğru algılayıp algılamadığını sorarak konuşm aya
başlar. Eğer önceden verilm iş bir bilgi yoksa, hastanın böyle bir
görüşmeye neden gerek duyduğunu doğrudan sorar.
Psikiyatristin hastası hakkında önceden bildiklerini yinelem e­
si, hastanın bir noktadan başlayabilm esi için kolaylık sağlar. Te­
rapistin kendisi hakkında önceden bir fikir sahibi olduğunu bil­
mek, hastayı bu ilk karşılaşm ada rahatlatan bir etm endir. Öte
yandan, terapistin hastanın sorunlarını anlayabilm esi için önce
onu iyi tanım ası gerekir. Bu nedenle, terapist için bu ilk karşılaş­
ma, oldukça uzun sürecek bir araştırm a sürecinin yalnızca baş­
langıcıdır.
Katılımcı gözlem karşılıklı ilişkiyi içerir. Ancak, bu ilişki için­
de görüşmeci, uzman bir gözlem ci, ilişkiye daha az katılan taraf
ve tedavi sürecini dikkatle denetleyen kişidir. Başlangıç dönemi
HARRY S. SULLIVAN VE İLİŞKİLER KURAMI 295

boyunca terapist, hastasıyla yüz yüze ilişkisinde gözlem ledikle­


riyle yetinm ez, kendi görünümünün, sözlerinin ve davranışları­
nın hastasını nasıl etkilediğini anlamaya çalışır. Bunun için, tera­
pistin, kendi yaşantılarındaki izlenim lerinden, ilk kez karşılaştığı
insanlar üzerinde nasıl bir etki yarattığını bilm esi gerekir. Tera­
pist, hastasıyla ilk karşılaşm asında edindiği izlenim leri ve ortaya
çıkan davranışların ikili ilişkiyi nasıl etkilediğini anında değer­
lendirmelidir. Bu aşam ada terapist, görüşmeyi açıkça görülebilir
ve anlaşılabilir nitelikte verilerle sm ırlam alı, sürdürm ede güçlük
çekebileceği ya da hastanın zihnini karıştırabilecek konulara de­
ğinm ekten kaçınm alıdır. Görüşmeyi, yerine göre yavaşlatabilm eli
ya da hızlandırabilm en, söylediği hiçbir şeyi ya da yaptığı hiçbir
davranışı kendi bilinç alanının dışında bırakm ayacak biçimde
kendisini tanım ış ve eğitm iş olmalıdır.
Terapist başka insanlar üzerinde bıraktığı etki konusunda bir
izlenim e sahip olm akla birlikte, ilk karşılaşm ada hastası üzerinde
yaptığı etkiyi ve bunun sonuçlarını kesin olarak değerlendirm ede
çabuk bir sonuca varm am alı ve zihnini her türlü olasılığa açık
tutmalıdır. Su llivan'a göre, görüşmeci bıraktığı izlenim konusun­
da genellikle iki olasılık üzerinde durur; sonraları hastadan gelen
tepkileri gözleyerek bunlardan hangisinin gerçeğe uymadığını
saptar. Yıllarca çalışıp deneyim kazanm ış bir psikiyatrist için ilk
karşılaşm a ve başlangıç dönemi, kendiliğinden işleyen doğal bir
m ekanizm aya dönüşür.
(2) Araştırma: Bu dönem de görüşm eci, hastanın yaşamının
toplumsal yönlerini, ayrıntılarına girm eksizin ve ana çizgileriyle
derlemeye çalışır. Sullivan'a göre, araştırm a dönem i için gerekli
süre 7,5 saatten 15 saate kadar değişebilir. Sullivan, yalnızca bir
kez göreceği hastalara ayırdığı 1,5 saatlik görüşm e süresinin 20
dakikasını hastayı tanıma amacıyla kullanırdı. H astanın kaç ya­
şında olduğu, nerede doğduğu, ana ve babasının sağ olup olma­
dığı gibi sorulara verilen cevaplar arasından, özellikle hastanın
kişilik özelliklerini ve alışkanlıklarını belirleyici nitelikte olan ve­
rileri derlem eye çalışır, ancak hastanın kişiliğine ilişkin doğrudan
sorular sormazdı.
Bu dönem de birçok konu, bu arada hastanın kaç kardeşi ve
kaçıncı kardeş olduğu, aileyi kimin geçindirdiği, ebeveyninin na-
296 PSİKANALİZ VE SONRASI

sil insanlar olduğu araştırılır. Eğer hasta bazı soruları, örneğin


babasının nasıl bir insan olduğunu yanıtlam akta güçlük çekerse,
bu kez ona genel olarak babalar hakkında düşündükleri sorulabi­
lir. Ailenin mutlu olup olm adığı, ana-babanm birbirleriyle nasıl
geçindikleri araştırılır. H astanın çocukluk yıllarında evde, ana ve
baba dışında, amca, teyze ya da büyükanne olup olm adığı, bunla­
rın nasıl kişiler oldukları araştırılır. Çoğu kez, bu kişiler ebevey­
nin yetersiz kaldığı bazı alanları dengeleyebilirler. Hastanın öğre­
nim yıllarına ve iş yaşam ına ilişkin sorular, onun başkalarıyla
ilişkileri ve ne kadar başarılı bir insan olduğu konularında aydın­
latıcı bilgiler sağlar. Bu arada, sıradanm ışçasına sorularla hasta­
nın evlilik yaşam ı araştırılır ve böylece, karşı cinsle ilişkileri hak­
kında bazı veriler toplanır.
Araştırm a dönem inin sonunda Sullivan, dinleyip öğrendikle­
rini bir kez daha gözden geçirir, bunların bir özetini hastaya yine­
leyerek anlatılanları doğru anlayıp anlam adığını ya da gözden
kaçmış bazı bilgiler olup olm adığım araştırır. Böyle bir özetleme
ve özellikle, yaşam ının kendisine yansıtılm asının hastaya sağla­
dığı yeni ve anlamlı bakış açısı, ona tedavinin nasıl işleyeceği ko­
nusunda da anlayış kazandırır.
Tanıma dönem inin bulgularını özetlerken Sullivan, hastanın
çevresiyle olan ilişkilerindeki en önem li sorunun ne olduğunu
anlamaya çalışırdı. Böyle bir sonuca ulaşm ak, sonradan bunun
gerçekten en önemli sorun olm adığı anlaşılsa bile, başlangıçta
hastayla hekim in üzerinde birlikte çalışm alarını gerektiren belirli
bir konunun saptanm asını ve dolayısıyla hastanın tedavi süreci­
ne daha kolay ısınm asını sağlar.
Sullivan, hastayı bir divana yatırarak onu serbest çağrışıma
yöneltm enin geçerli bir yöntem olm adığı kanısındadır. Ona göre,
hastanın o anda aklına gelen her düşünceyi rasgele anlatabilmesi
yeterlidir. Arada bir duraksam alar da olsa, böyle bir konuşma za­
man içinde yararlı verilerin ortaya çıkmasına neden olur. Böylece
hasta, ilk bakışta kendi sorunlarıyla ilişkisiz gibi görünen bilgile­
rin de aslında, kendisini daha iyi tanıyabilm esine ve tedavi süre­
cine yardımcı olabileceğini görm eye başlar.
(3) Ayrıntılı Soruşturma: Bu dönemde, tanıma dönem inde edi­
nilen bilgilerin pekiştirilm esine çalışılır. Böyle bir çabaya gerek
HARRY S. SULLIVAN VE İLİŞKİLER KURAMI 297

duyulmasının başlıca nedeni, görüşm elerin başlangıç döneminde


hastanın genellikle terapisti etkilem eye yönelik bilgiler verme
eğilimi gösterm esidir. Sullivan, bunun çok yaygın olduğu ve
günlük ilişkilerde de insanların birbirleri üzerinde olum lu etki bı­
rakabilmek için çaba gösterdikleri görüşündedir. Dolayısıyla, bu
eğilimin terapi ortam ında da ortaya çıkm ası doğaldır. Bundan
ötürü terapist, görüşm e süresince, hastanın üstü kapalı anlatımla­
rına, yenilgilerini hafifletm ek için bulduğu gerekçelere ve abart­
malarına dikkat etm ek zorundadır.
Ayrıntılı soruşturm a dönem inde terapist, hastasıyla ilişkisin­
de bir güven ortam ı sağlam aya özen gösterm elidir. Terapist, kar­
şısındakini küçük düşürecek biçim de soru sorarsa, hasta ürküp
sinebilir, verdiği bilgiler de yoruma açık ve tedavi sürecine yar­
dımcı nitelikte olmaz. Terapistin bu dönem de hastaya aşın yük­
lenmesi, hastaya terapi sürecinin hep böyle süreceği izlenimini
verebilir. Böyle bir durumda hasta ya boyun eğici bir tutum içine
girer ya da iletişim kopar ve görüşm enin sürdürülm e imkânı or­
tadan kalkar.
Ayrıntılı soruşturm a dönem inde öncelikle, hastanın yetersiz­
liklerine ilişkin veriler toplanır. Bunun yanı sıra, hastanın kişilik
gelişim inin ana çizgileri saptanır.
H astanın psikolojik gelişim inin incelenm esine çocukluk döne­
miyle başlanır. Sullivan bu dönem de özellikle hastanın tuvalet
eğitim inin ya da bir başka deyişle, tem izliğe karşı olan tutumu­
nun, konuşm a gelişim inin ve diğer çocuklarla ilişkilerinin dikkat­
le soruşturulm asını önerir. Usta bir görüşm eci bu bilgileri, bazen
doğrudan konuya yönelik, hatta olağan durum larda sorulması
ayıp sayılabilecek sorular sorarak ya da dolaylı konuşm alarla el­
de edebilir.
Daha sonra oyun çağı soruşturulur. Oyunlar, dayanışma, ya­
rışma ve uzlaşm aları içerir. Bu nedenle, oyun ilişkilerinin soruş-,
turulması, hastanın toplum sallaşm a düzeyinin saptanm ası yö­
nünden gereklidir. Bazı insanların duygusal gelişim i, kısmen de
olsa bu dönem de takılır ve yetişkinlik dönem lerinde, oyun çağı­
nın çözüm lenm em iş kalıntıları olan davranışlar gösterirler. Ö rne­
ğin, kimi hasta, görüşm enin başından itibaren, ne kadar bilgili ol­
duğunu terapiste kanıtlam aya ya da onun ne yapm aya çalıştığını
298 PSİKANALİZ VE SONRASI

önceden kestirebildiğini gösterm eye çalışır. Kimi ise sürekli uz­


laşmacı bir tutum içindedir, terapistin her görüşüne katıldığını
gösterm ek ister.
Görüşmeci soruşturm ayı sürdürürken, bir gelişim dönem in­
den diğerine, birden ve çok belirgin bir biçim de geçm em eye özen
gösterm elidir. Böyle yapılm adığında hasta, kendisinden hangi
yanıtların beklendiği konusunda önyargılar geliştirebilir. Görüş­
meci, örneğin oyun çağını soruştururken, ortaokul ya da lise öğ­
renimine ilişkin sorulara geçebilir, sonra geri dönüp erinlikle ilgi­
li sorular sorabilir.
Ergenlik öncesi değişim ler, sonraki yaşam daki toplumsal
uyum yönünden anlam taşır. Bu nedenle, hastanın ergenlik önce­
si döneminde yakın bir arkadaşı olup olm adığı soruşturulm alı-
dır. Bundan sonra erinliğe ilişkin sorular sorulur. Bu konudaki
soruların, önce genel nitelikte olması, daha sonra ayrıntılara gi­
rilmesi ve konuşm anın açık ve dürüst bir biçim de sürdürülmesi
yeğlenir.
Görüşmeci, hastanın alkol alıp alm adığını, hangi koşullarda
alkol kullandığını soruşturur. Yem eğin toplum sal bir ilişki orta­
mı olduğu göz önünde bulundurularak, yem ek alışkanlıklarının
da soruşturulm ası gerekir.
Uyku ve rüyalara ilişkin verilerin ayrıntılı bir biçim de toplan­
ması gerekir. Cinselliğe ilişkin sorular, ancak elverişli bir ortam
oluştuktan sonra sorulm alıdır. Hastanın cinsel yaşam ının tüm ay­
rıntılarıyla soruşturulm ası gerekir. Sullivan, cinsel yaşam ın kişili­
ğin aynası olduğu görüşüne katılm az. Ancak, bu konudaki ayrın­
tılı bir soruşturm a, hastanın gelişim düzeyi ve her iki cinse karşı
geliştirm iş olduğu tutum lar hakkında önemli ipuçları verebilir.
Bu konuyu, hastanın evlilik yaşamına ve ana ya da baba rolüne
ilişkin sorular izler.
Daha sonra hastanın çalışma yaşam ı soruşturulur. Geçm işte
çalıştığı ve şimdi çalışmakta olduğu işleri hangi nedenlerle seçti­
ği, bu görevlerin hangilerinde başarılı olduğu, sosyoekonomik
durumunda iniş ve çıkışlar olup olm adığı, çalıştığı işlere karşı tu­
tumları, görevinin kendisine saygınlık kazandırdığı kanısında
olup olm adığı sorulur. Bunu, hastanın hoşça vakit geçirm ek ve
boş zam anlarını değerlendirm ek için neler yaptığına ilişkin soru­
HARRY S. SULLIVAN VE İLİŞKİLER KURAMI 299

lar izler. Bu sorular, hastanın diğer insanlara ve onların ürettikle­


ri şeylere karşı geliştirm iş olduğu tutumlara ilişkin ipuçları edi­
nilmesini de sağlar.
Görüşme, hastanın kendi hakkında geliştirm iş olduğu benlik
imgesi hakkında veri toplanmasını da içerir. Sullivan, "Psikiyatrik
Görüşme" (1954) adlı yapıtında, bu konuda yapılacak soruşturm a­
da dört tür bilgi edinilm esi gereğini vurgular:
1) Görüşm eye gelen kişi, kendisine hangi yönlerden değer
verm ekte ve hangi yönlerini küçüm sem ektedir?
2) Hasta hangi durum larda kendine saygısını yitirebiliyor?
(Hangi durum larda mantığını kullanam ayacak kadar çaresiz kalı­
yor?).
3) Görüşm eye gelen kişinin dağıldığı (anksiyeteli olduğu) za­
m anlarda en sık kullandığı güvenlik önlem leri nelerdir?
4) H astanın, güvenliği için kullanabileceği yedek psikolojik
gücü ne kadar yeterlidir?
Son Verme: Sullivan'a göre, tedaviyi sona erdirm eden ya da
uzun bir ara verm eden önce, görüşm eler süresince hastanın ne
oranda bir gelişm e gösterdiğinin gözönünde bulundurulm ası ve
ne gibi kalıcı kazançlar sağladığının bir döküm ünün yapılm ası
gerekir.
Sullivan, tedaviye son verecek olan psikiyatristin aşağıdaki
dört ilkeyi benim sem esini önerir:
1) Psikiyatrist, görüşm eler süresince edindiği bilgilerin bir
özetini hastasına sunm alıdır. Gerçekte, bu tür özetlem elerin teda­
vi süresince arada bir yapılm asında da yarar vardır. Böylece psi­
kiyatrist, çeşitli zam anlarda edindiği bilgilerin doğruluğunu sına­
ma olanağını bulur. Ancak, terapistin izlenim leri hastanın gelece­
ği açısından olum lu nitelikte değilse, hastayı um utsuzluğa düşür­
memek için bunların açıklanm am ası gerekir.
2) Terapist, hastasına, yaşam ında daha başarılı olabilm esi için,
bundan sonraki davranışlarını nasıl yönlendirm esi gerekeceği ko­
nusunda bazı form üller verebilir. Hastanın işini değiştirmesini
önerebilir, evliliğine ilişkin tavsiyelerde bulunabilir, ya da hangi
durumlardan sakınm asının kendisi için daha iyi olacağını tartışa­
bilir.
300 PSİKANALİZ VE SONRASI

3) Toplanan verilerin özetlenm esine ek olarak, hastaya bu bil­


gilerin bir değerlendirilm esi de sunulur. Böylece hasta, tedaviden
neler kazanm ış olduğu ve bunların daha sonraki yaşam ını nasıl
etkileyebileceği konusunda aydınlanm ış olarak görüşm eye son
verir.
4) Bundan sonra ayrılm a zamanı gelir. Terapist, bocalam adan
ya da tedavinin olumlu sonuçları üzerinde gereksiz konuşm alar
yapm aksızın kendisini tedavi ortam ından çeker. Sullivan'a göre,
veda anı kesin ve saygılı bir biçim de yaşanm alıdır.

TARTIŞMA

Çağdaş gelişim ve eğitim psikolojisi ekolleri her yaşın kendine


özgü davranış olanakları ve sınırlılıkları olduğu görüşünde bir­
leşmiştir. Ayrıca, çocuğun her bir evrede yaşadığı durum lar bir­
birinden farklıdır. Örneğin, çevresindeki insanların çocuğa karşı
geliştirdiği davranışlar, her bir yaş dönem inde farklılık gösterir.
Sullivan'ın, psikiyatrik tedavi ekolleri içindeki ayıncı niteliklerin­
den biri, gelişim basam aklarının karm aşık örüntülerini inceler­
ken olgunlaşma sürecine gereken önemi tanım ış olmasıdır.
Sullivan, kişiliğin incelenm esinde insanlar arası ilişkilere ön­
celik tanımakla, kişilik kuram larının çoğunda gözlem lenen bir
boşluğu doldurm uş ve davranışların oluşum unda, organizm anın
dışında yer alan olaylara gereken önemi tanımıştır. N e var ki, bu
yaklaşımında yeterince derinleşm em iş, örneğin, hangi koşullarda
ne tür tepkiler geliştirilebileceğini incelem e yönüne gitm em iştir.
Sullivan da, Freud gibi, bilinç olgusuna, bilinçli dikkat ve seçi­
ci dikkatsizlik gibi kavram ları da katarak konuya çok önem li bir
boyut kazandırm ıştır.
Sullivan'ın bir diğer katkısı da, konuşma dilinin ilişkilerdeki
önemini vurgulam ış olm asıdır. Düşünceyle konuşm a arasındaki
ilişki, insan davranışlarının anlaşılm asında büyük önem taşıdığı
gibi, psikiyatrik tedavi uygulam asının da can alıcı öğelerinden bi­
ridir. Sullivan, dıştan gözlem lenebilen öznel tepkilerle sözlü anla­
tım arasındaki ilişkilerin incelenm esinin, tedavi sürecinin temel
koşullarından biri olduğu görüşündedir. Sözlü anlatım, tek başı­
na, insan davranışlarım anlayabilm ek için yetersiz bir araçtır. G ö­
HARRY S. SULLIVAN VE İLİŞKİLER KURAMI 301

rüşm e sırasında hasta, tedavi saati dışında diğer insanlarla olan


ilişkilerini dile getirirken, çoğu kez kendi gözlem lerini ve anlat­
mak istediği kadarını aktarır. Bu nedenle, bazı duyguların karşı­
daki bir insana sözlü dille iletilem eyeceği görüşünde olan Sulli­
van, bundan ötürü, tedavi süresinde konuşm a kadar sözsüz dav­
ranışların da değerlendirilm esi gereğini vurgular.
Ö zetle Sullivan, kendisinden önce gelen kuram cıların bıraktığı
bazı önem li boşlukları doldurabilmiş, özellikle görüşm e tekniğini
ustaca inceleyerek psikolojik tedavi alanında çalışm akta ve yetiş­
mekte olan m eslektaşlarına önemli bir hizm ette bulunmuştur.
Üstelik, doğal gözlem den öte, deneysel araştırm a yöntem lerinin
gerekliliğini kabul eden çok az sayıdaki psikanalitik kuramcıdan
biridir. Sullivan bunun bir eksiklik olduğunun farkındaydı ve öğ­
renm e psikolojisi öğrenim i görm em iş olm asına karşın, bu boşlu­
ğu giderebilm ek için ciddi bir çaba gösterm işti.
Bölüm: 7
ERICH FROMM

Erich From m 1900 yılında A lm anya'nın Frankfurt kentinde


doğdu. H eidelberg, Frankfurt ve M ünih Ü niversitelerinde psiko­
loji ve sosyoloji öğrenim i yaptı. 1922 yılında H eidelberg Üniversi-
tesi'nden doktorasm ı aldıktan sonra M ünih'deki ünlü Berlin Psi­
kanaliz Enstitüsü'nde eğitim gördü. 1933 yılında Chicago Psika­
naliz Enstitüsü'nde ders verm ek üzere A m erika'ya giden Fromm,
bunu izleyen dönem de kilinik çalışm alarını New York'taki özel
ofisinde sürdürdü. Daha sonra A m erika'nın çeşitli üniversitele­
rinde ve diğer akadem ik kuram larında öğretim görevlerinde bu­
lundu. Yaşam ının son yıllarını M eksika'da geçiren Fromm, M ek­
sika Ulusal Ü niversitesi'nde kurduğu bir enstitünün başkanlığım
yaptı ve 18 M art 1980'de tedavi am acıyla bulunduğu İsviçre'de
öldü.
. From m 'un temel öğrenim i daha çok sosyoloji eğilimli oldu­
ğundan, katkıları da, toplum sal sorunların psikanalitik açıdan ele
almışı yönünden olm uştur. Fromm, Karl M arx'm yapıtlarından
önem li ölçüde etkilenm iş bir yazardır. "Düş Zincirlerinin Ötesin­
de" (1962) adlı yapıtında, Freud ve M arx'm görüşlerim kıyasla­
mış, birbiriyle karşıtlıklarını ortaya koym uş ve bu iki görüşün bi­
reşim ini gerçekleştirm eye çalışm ıştır. From m 'un yazıları, onun,
tarih, sosyoloji, edebiyat ve felsefe alanlarındaki geniş bilgisin­
den esinlenm iştir.
From m yapıtlarında, insanın doğadan ve birbirinden kopmuş
olması sonucu, kendisini yalnız ve soyutlanm ış hissettiği görüşü­
nü vurgular. Soyutlanm ış olma insanın ayırıcı özelliğidir ve diğer
hayvan türlerinde görülm ez. Örneğin çocuk, ebeveyniyle bağları­
nı koparıp özgürlüğünü kazanırken, yalnızlık ve çaresizlik duy­
gularını da yaşam aya başlar. "Özgürlükten Kaçış" (1961) adlı yapı­
304 PSÎKANALtZ VE SONRASI

tında Fromm, tarih boyunca insanın giderek daha fazla özgürlük


kazandığından, ancak bunun karşılığını yalnızlaşarak ödediğin­
den söz eder. Bundan ötürü, özgürlüğün insanın kaçm ak istediği
bir durum olduğunu anlatan Fromm, otoriter rejim lerin insanlara
çekici gelm esinin nedenini de buna bağlar.
Özgürlük uğruna gerçekleştirilen savaşlar, yeni özgürlükler
isteyenler ve ezilenler tarafından, sahip oldukları ayrıcalıkları ko­
rumaya çalışanlara karşı açılm ıştır. Herhangi bir sınıf, kendi öz­
gürlüğüne ulaşmak ve başkasm ın egem enliğinden kurtulmak
için çarpışırken, aym zam anda insanlığın özgürlüğü için savaş­
makta olduğuna inanm ış ve tüm ezilenlerde özgürlük özlem ini
uyandırmayı başarabilm iştir. Bununla birlikte, özgürlük adına
yapılan her savaşta, önceleri zulme karşı savaşm ış olan sınıflar,
zafere ulaşıp savunulm ası gereken bazı ayrıcalıklara sahip olduk­
tan sonra, özgürlük düşm anlarının yanında yer alm ışlardır.
Fromm, Freud'un görüşlerine karşıt olarak, psikiyatrinin te­
mel sorunun, aslında şu ya da bu içgüdüsel ihtiyacın doyum bul­
ması ya da engellenm esi değil, insanın dış dünyasıyla ilişkilerini
anlayabilm ek olduğu görüşünü savunur. Ona göre, insanla top­
lum arasındaki ilişki statik değildir. Açlık, susuzluk, cinsellik gibi
tüm insanlarda ortak olan belirli ihtiyaçlar fizyolojik kökenlidir.
Buna karşılık, sevgi ve kin, güçlü olma tutkusu ve boyun eğme
isteği gibi insanda karakter farklılıklarına neden olan etmenlerin
tümü toplumsal sürecin ürünleridir.
From m 'a göre, insanın en çirkin eğilimleri gibi, en güzel olan­
ları da, onu yaratan toplum sal sürecin sonuçlarıdır. Bir başka de­
yişle, toplum yalnızca baskı yapma işleviyle sınırlanam az- Bunun
yanı sıra, yaratıcı bir işlev de üstlenmiştir. İnsanın tutkuları ve
kaygıları, içinde yaşadığı kültürün ürünleridir. Ancak, tarih adını
verdiğimiz sürekli çabaların en önemli yapıtı ve başarısı insanın
kendisidir.
İnsanın toplum sal tarihi, onun doğal dünyasıyla olan beraber­
liğinden sıyrılarak, doğadan ve diğer insanlardan ayrı bir varlık
olduğunu fark etm esiyle başlam ıştır. Bu fark ediş tarihin ilk dö­
nem lerinde belirsiz bir biçim de yaşanmış ve insan, oldukça uzun
b ir süre, içinden çıkm ış olduğu doğal ve toplum sal dünyaya sıkı­
ca bağlı kalm ıştır. İnsanın bu bağlarından giderek kurtulm uş ol­
ERICH FROMM 305

masını tanım layan "bireyleşm e" süreci ise günüm üzde doruk
noktasına ulaşm ıştır.
Birey, kendisini dış dünyaya bağlayan göbek bağlarım kesme­
dikçe özgür değildir. Ancak bu bağlar ona bir güven ve ait olma
duygusu da verir. Bireyleşm enin gerçekleşm esinden önce var
olan bu bağlar için Fromm, "tem el bağlar" terim ini kullanır.
Çocuk, büyüdükçe ve bağlarından kurtuldukça özgürlüğünü
giderek daha çok aramaya başlar. Bu sürecin iki görünüm ü var­
dır. Bunlardan biri, çocuğun bedensel, duygusal ve zihinsel yön­
lerden giderek güçlenm esidir. Bu yönlerin her biri, kendi içinde
güçlenirken, kendi aralarında da giderek bütünleşirler. Böylece,
bireyin istem i ve m antığı tarafından yönetilen düzenli bir bütün
ve örgütlenm iş bir yapı oluşur. Giderek gelişen bireyleşm e süre­
cinin ve bunun sonucu ortaya çıkan benlik yapısının sınırlan,
önemli ölçüde, toplum sal koşullar tarafından belirlenir. Bu konu­
da bireyler arasında önemli farklılıklar da olsa, her toplum nor­
mal bir bireyin aşam ayacağı belirli bir bireyleşm e sınırı koyar.
Bireyleşm e sürecinin bir diğer sonucu da giderek artan yalnız­
lıktır. Tem el bağlar insana güvenlik sağlar. Çocuk bu bağlardan
koptukça, yalnızlığını ve diğer insanlardan ayrı bir varlık oldu­
ğunu fark etm eye başlar. Bu durum onda çaresizlik ve kaygı ya­
ratır. İnsan, kendi başına davranm anın im kân ve sorum lulukla­
rından habersiz yaşadığı sürece dünyadan korkm ayabilir. Ancak
bireyleştiği zaman, dünyanın türlü tehlikeleriyle karşı karşıya ve
tek başına kalır.
Bu durum , insanın bireyselliğinden vazgeçip kendini dış dün­
ya içinde eriterek, çaresizlik ve yalnızlıktan kurtulm aya çalışm a­
sına neden olabilir. Ancak, dış dünyayla kurulan bu yeni bağlar,
daha önce koparılıp atılm ış olan temel bağların aynı olmaz. Bir
çocuk nasıl fiziksel olarak annesinin karnına geri dönem ezse, bi­
reyleşm e süreci de psikolojik yönden geri döndürülem ez. Geri
dönm e girişim lerinin sonucu, otoriteye boyun eğm e olur. Boyun
eğen kişi, bilinçli dünyasında kendini güvenlik içinde hissetse de,
bilinçdışında, böyle bir güvenliğin karşılığını kendi bütünlüğün­
den vazgeçerek ödem iş olm anın ağırlığını taşır. Dolayısıyla, bo­
yun eğm enin sonucu beklenilenin karşıtını verm iş olur. Üstelik,
insanın bağım lı olduğu kişilere karşı geliştirdiği düşm anlık ve

PS 20
306 PStKANAIİZ VE SONRASI

başkaldırm a istekleri, güvensizlik duygularından daha ürkütücü­


dür.
Aslında, yalnızlığın getirdiği kaygılardan kaçmanın tek yolu,
boyun eğme değildir. Çatışm a yaratm adan insanı istediği sonuca
götürebilecek yol, onun doğayla olan kendiliğinden ilişkisine
benzeyen, bir başka deyişle, insanı, bireyleşm esini engellemeden
dış dünyayla birleştiren ilişkidir. En yalın anlatımım sevgide ve
yaratıcılıkta bulan böyle bir ilişki, kökenini kişiliğin gücünden ve
bütünlüğünden alır.
Böylesi bir varoluş, davranışlar, içgüdülerin egem enliğinden
kurtarılabildiği oranda gerçekleştirilir. Bir başka deyişle, insanın
varoluşunu özgürlükten ayırmak imkânsızdır. Özgürlük, burada,
olumlu anlam ıyla, "b ir şeye ulaşarak özgür olm ayı" değil, olum ­
suz anlamıyla, "b ir şeyden kurtularak özgür olm ayı", yani davra­
nışların içgüdülerin egem enliğinden kurtarılm asını içerir.
İnsan, hayvanların sahip olduğu ve belirli koşullara göre dü­
zenlenm iş davranış kalıplarından yoksun olarak dünyaya gelir.
H erhangi bir hayvana oranla daha uzun bir süre ana-babasına ba­
ğımlı kalır. Çevresine karşı gösterdiği tepkiler, otom atik bir bi­
çimde düzenlenm iş içgüdüsel davranışlardan daha yavaş ve da­
ha az etkindir. İyi belirlenm iş bir içgüdü m ekanizm asından yok­
sun olduğu için, tehlikelerle karşı karşıya olmanın korkusunu ya­
şar. Ne var ki, insanın bu güçsüzlüğü, onun gelişim inin temelini
de oluşturur. İnsanın ürettiği kültür, onun biyolojik zayıflığından
doğmuştur. İnsanlığın gelişim i belirli bir tasarıma göre gerçekleş­
tirilebilmiş olsaydı, gelişim sürecinin her iki görünüm ü (güçlen­
me ve bireyleşm e) arasında tam bir denge olabilirdi. Oysa, insan­
lık tarihi boyunca bireyleşm eye doğru atılan her adım, insanları
yeni güvensizliklerle karşı karşıya bırakm ıştır. Bir kez koparılm ış
olan temel bağlar bir daha onarılam am ış, bir kez yitirilm iş olan
cennete tekrar geri dönülem em iştir. Sonunda bireyliğini kazan­
mış olan insanın dünyayla ilişki kurabilmesi için tek bir yol kal­
mıştır: Diğer insanlarla etkin bir dayanışm aya girm ek ve kendi
ürünü ve kendi seçim i olan etkinliklerde bulunabilen özgür bir
varlık olarak yeniden dış dünyaya bağlanmak.
Fromm'a göre (1947, 1955), feodalizm , kapitalizm , faşizm, sos­
yalizm ve kom ünizm gibi toplum modelleri, insanın özgür olma
ERICH FROMM 307

isteğiyle bağım lılığı yeğlem esinin yarattığı çelişkilerine çözüm


getirebilm e um uduyla geliştirilm iş başarısız girişim lerdir. Bu çe­
lişkiler, insanın, hem doğanın parçası hem doğadan kopuk, hem
insan hem hayvan olm asından kaynaklanır. Bir hayvan olarak in­
sanın, karşılanm ası gereken fizyolojik ihtiyaçları vardır. Bir insan
olarak ise, kendi varlığından haberdar olm a, düşünm e ve im ge­
lem gücü gibi niteliklere sahiptir. İnsanın hayvan ve insan özel­
liklerinin ikisine de sahip olması, onun varoluşunun temel koşul­
larını oluşturur. İnsan ruhunun anlaşılabilm esi de, onun varoluş
koşullarından kaynaklanan ihtiyaçlarının tanım lanabilm esiyle
gerçekleştirilebilir.
Fromm, bu ihtiyaçları beş bölümde toplar: İlişki ihtiyacı, aş-
kınlık (transcendence) ihtiyacı, kim lik ihtiyacı, köklülük ihtiyacı
ve de bir algı dayanağına duyulan ihtiyaç. İlişki ihtiyacı insanın,
insan olm ak uğruna, doğayla sürdürdüğü beraberliğinden kop­
muş olması gerçeğinden kaynaklanır. Hayvan, doğa tarafından,
içinde yaşadığı koşullarla baş edebilecek biçim de donatılm ıştır.
Oysa insan, düşünm e ve im gelem güçlerine karşın, doğayla kar­
şılıklı bağım lılığa dayanan bu yakın ilişkisini yitirm iştir. Hayva­
nın doğayla olan içgüdüsel bağları yerine, insan kendi ilişkilerini
kendi kurm ak zorundadır ve bu ilişkilerin en güçlüsü insanların
birbirine duyabileceği yakınlıkla gerçekleşir.
Aşkınlık dürtüsü, insanın, hayvan özelliklerinin üzerine çık­
ma ve bir yaratık olarak kalmayıp, yaratıcı bir varlık olm a ihtiya­
cından kaynaklanır. Yaratıcı dürtüleri engellendiğinde insan yıkı­
cı b ir varlık olur. From m 'a göre, sevgi ve nefret birbirine karşıt
dürtüler değildir. H er ikisi de insanın hayvan özelliklerini aşma
ihtiyacının sonucudur. H ayvanlar ne sevebilir, ne de nefret edebi­
lir. Bunlar insana özgü niteliklerdir.
İnsan, kökenini arar, dünyanın tam am layıcı bir parçası olmak
ve bir yere ait olduğunu hissetm ek ister. Çocukken kendini anne­
sine ait hisseder. Ancak, bu ilişki çocukluk dönem inden sonra da
sürerse zararlı bir saplantı niteliği kazanır. Yetişkin insan bu ihti­
yacım, en iyi biçim de, diğer insanlarla dostça duygular içinde ya­
şayarak karşılayabilir. Öte yandan, insan bir kim liğe sahip olmak
ve diğer insanlardan farklı bir varlık olduğunu da hissetm ek is­
ter. Eğer bu am aca kendi çabalarıyla ulaşam azsa, bir diğer kişiyle
308 PSİKANALİZ VE SONRASI

ya da bir grupla özdeşleşerek sınırlı bir farklılık sağlayabilir. Köle


sahibiyle, vatandaş ülkesiyle, işçi çalıştığı kurum la özdeşleşir.
Böylesi durumlarda kim lik duygusu, birisi olm aktan değil, birisi­
ne ait olmaktan kaynaklanır. İnsanın içinde yaşadığı dünyayı tu­
tarlı bir biçimde algılam asını sağlayacak bir algı dayanağına ihti­
yacı vardır. Geliştirdiği algı dayanağı m antıklı ya da m antıksız
olabilir, ya da bu iki öğeyi birlikte içerebilir.
Fromm, yukarıda tanım lanan ihtiyaçların insana özgü olduğu
ve hayvanlarda bulunm adığı görüşünü savunur. Ona göre bun­
lar, ne insanlar tarafından tanım lanm ış, ne de toplum tarafından
oluşturulm uştur. Bunlar, evrim i boyunca insanın yapısıyla kay­
naşmış ihtiyaçlardır. Bu ihtiyaçların ortaya çıkış biçim i, yani insa­
nın gizilgüçlerini gerçekleştirm e im kânları, içinde yaşadığı top­
lum düzeninin beklentilerine göre belirlenir. Kişiliği, o toplumun
kendisine sağladığı im kânlar doğrultusunda gelişir. Örneğin, ka­
pitalist toplum larda kişi zengin olarak "kim liğini" bulabilir ya da
bir şirkette sözü geçen bir işçi olarak "ait olma ihtiyacını" karşılar.
From m 'a göre, insanda doğuştan gelen "toplum sal ilgi" ve
"kusursuz olma güdüsü" yoktur. İnsanın varoluşundaki temel
çatışma, onu sürekli yeni çözüm ler aramaya yönelten bir dina­
mizm oluşturur. Çünkü bulunan her çözüm, çözüm lenm esi gere­
ken yeni çelişkileri de beraberinde getirir. H ayvanlar evreninden
aynlalı beri karşılaştığı çelişkiler, insanı sürekli yeni çözüm ler
aramaya yöneltm iştir ve türünün tükenm emesi için sürekli ilerle­
mekten başka seçeneği yoktur.
Fromm, insanın bazı olum suz güdülere doğuştan sahip oldu­
ğu biçimindeki kuram lara karşı çıkar. Ona göre, sinir sistem inin
esnekliği insanın içinde yaşadığı dünyaya yaratıcı bir biçimde
uyum yapmasını sağlar. Doğuştan getirdiği eğilim ler gücünü
kullanmasına ve geliştirm esine yardım cı olur. İnsanın dünyası
öncelikle toplumsal nitelikte olduğundan, geliştirdiği güçler ve
doyum sağlama biçim leri de toplumsal yönelim lidir. İnsan, birey­
leşmeyi göze alabildiği oranda ve sinir sistem inin çevreye uyum
yapabilm e sınırlılıkları içinde, üretken bir çalışm a ve içten sevgi
ilişkileri yoluyla mutlu olabilir.
İnsanın kendisini sevm esi, gerçekte, özseverlikten farklı bir
anlam taşır ve diğer insanlara duyulan sevgiden soyutlanamaz.
ERICH FROMM 309

Aslında, insanın kendini sevmesi ve özgecilik birbiriyle çelişkili


durum lar değildir. Tam karşıtı, bireyleşm eyi kabul eden ve ken­
disini, gerçek kendisini sevebilen insan, diğer insanları da sevile­
cek varlıklar olarak değerlendirir. Böyle bir insan, diğer insanları,
kendisi için ne anlam a geldiklerine göre değil, kendileri için ne
anlama geldiklerine göre sever. O lağandışı sayılabilecek bazı du­
rumlarda, bir insan ya da bir am aç uğruna, bilerek ve gerekli ol­
duğu için, kendi varlığını tehlikeye atarak özveride bulunabilir.
Rasgele yapılan özveriler aslında bir erdem lilik belirtisi değil, ço­
ğu kez , kişinin yalnız kalma korkularm ı, ya da kendine ve diğer
insanlara duyduğu nefreti m askelem ek için geliştirilm iş davra­
nışlardır.
From m 'a göre, bireyleşm enin yarattığı tedirginlik evrensel bir
duygudur ve "norm al olarak" her insan, belirli bir biçim de kendi
özgürlüğünden kaçm aya çalışır. Dolayısıyla, bir insanda nevrotik
davranışların oranı, bireyin kendisini ayrı bir varlık olarak ne
denli kabul edebildiğine ve bunun sonucu, hangi "üretken olm a­
yan" kaçış m ekanizm alarım geliştirm iş olduğuna göre belirlenir.
Bireyleşm iş insanın toplum sal sistem ler içerisinde geliştirilm iş
duygusal içerikli değer yargıları, tıpkı hayvanların içgüdüleri gi­
b i, ona ne yapm ası gerektiği konusunda rehber olur. Üstelik, bu
değerlerin sağladığı ait olma duyguları, varoluş sorunlarını tek
başına çözüm lem ede ona destek olur. Toplum sal kurallar ve poli­
tik öğretiler, yalnızlık ve hiçlik duygularının fark edilm esine kar­
şı inşam korur.
Yalnızlık ve hiçlik duyguları insanın "n orm al" sorunudur. İn­
san bir kez evren içindeki durum unun gerçekten farkına vardı­
ğında, varoluşunun önem sizliğiyle yüzleşm ek zorunda kalır.
From m 'a göre, insanın güçlerini harekete geçirten temel etmen,
onun içinde bulunduğu "belirsizlik" durum udur. Eğer paniğe ka­
pılm adan gerçekle yüzleşebilirse, yaşam ın kendi başına bir anla­
mı olm adığını ve ancak kendinde var olan güçleri, harekete geçi­
rerek yaşam ına anlam katabileceğini fark edebilir. Bu nedenle
Fromm, psikiyatrinin antropolojik ve felsefi bir temel üzerine ku­
rulması gereğini savunur.
From m , tarihsel evrim i içinde insanlığın, yaşam a anlam katma
konusunda, güçlerini yanlış yolda kullandığı görüşündedir. Bu
310 PSİKANALİZ VE SONRASI

konuda kapitalist toplum lar! ele alan Fromm, özellikle Amerika


Birleşik D evletlerind eki "pazar ahlakını" kıyasıya eleştirir. Bu
eleştiri, AvrupalIların, A m erikalıların paraya, büyüklüğe ve hıza
aşırı önem veren tutum larına ve kültürden yoksun olm alarına
karşı geliştirdikleri geleneksel eleştiriden öte bir anlam taşır.
Am erikalı birey, baskıcı devlet yönetim i, katı aile yapısı ve otori­
ter din kuram larının etkilerinden oldukça arınmış olm asına kar­
şın, kendi benliğini yeterince geliştirm iş değildir. From m 'a göre
bunun nedeni, pazarlam a dünyasında bireyin yalnız ve önemsiz
olmasıdır. Yeterince benlik gücü geliştirmeden, aile, devlet, din,
gelenek ve toplum sal düzenden kopmuş olmak, yalnızlık ve çare­
sizlik duygularına yol açar.
From m 'a göre, Am erikalıların ve AvrupalIların çoğu, o andaki
pazarlam a değerine göre alınan ve satılan "şeyler" dünyasında
yaşar. Böyle bir dünyada, kim se satın almıyorsa iyi bir ayakkabı
yapm aya, iş ilişkilerinde dürüstlük yoksa dürüst olm aya, ya da
ahlak kurallarına uyulduğunda karşı cinsle ilişki kurulam ıyorsa
ahlaklı olmaya gerek yoktur. Çağdaş genç kızların görünürdeki
açık ve özgür tutumları, içlerinden geldiği için öyle davranm ala­
rından değil, grup beklentileri o doğrultuda olduğu için geliştiril­
miştir. Oysa, baskıya karşı tepki olarak geliştirilm iş özgürlük,
baskı altında olm aktan pek de farklı bir durum değildir. Bir gru­
bun üstü kapalı egem enliği altında geliştirilm iş "açık " davranış­
lar daha da olum suz bir durum dur. Böylesi bir olgu, olumlu ya
da olumsuz, tüm kişisel değerlerin giderek yok olması ve bireyin
bir robota dönüşm esiyle sonuçlanır. İnsanın gücü ve yetenekleri
pazardaki bir mal durumuna gelir. İnsan, kendisi olacağı yerde,
iş ve toplum yaşam ında kabul edilebilmesi için ne olm ası gerekir­
se o olur. Toplum ve iş yaşam ındaki hareketlilik, bireyi, sürekli
olarak yeni gruplarla ve değişik beklentilerle baş etm ek zorunda
bıraktığından, benlik de sürekli değiştirilen bir elbiseye ve en so­
nunda bir hiçe dönüşür.
Bu hiçlik tehdidine karşı insanın çözümlemesi gereken sorun,
çevresindeki insanlar ve cansız objeler dünyasıyla ve kendi "ben ­
liğ iy le nasıl bir ilişki kurabileceğini belirlem ektir. Doğuştan ge­
tirdiği sağduyuyla birlikte özgürlüğünü kabul edebilen insanda
bu ilişki "üretken" bir nitelik kazanır. Fromm, "Kendisi İçin İnsan "
ERICH FROMM 311

(1947) adlı yapıtında, insanın am acı karşılığı olarak "üretkenlik"


sözcüğünü kullanm ıştır. Ü retkenlik, güçlerini etkin bir biçimde
kullanabilen insanın, yazgısını da kendisine doyum sağlayabile­
cek bir biçim de çizebileceğini tanımlar.
Burada etkinlikle anlatılm ak istenen, insanın, kendi benliğiyle
ilişkisi olm ayan büyük işleri gerçekleştirm ek için yarışa çıkm ışça­
sına çaba gösterm esini tanım lam az. Gerçekte, böylesi kompulsif
bir koşuşm a, tem bellik gibi nevrotik bir davranış biçimidir. Her
iki etkinlik de, dış beklentilere karşı, boyun eğm e ya da başkal­
dırma biçim lerinde aşırı bir duyarlık geliştirilm esine neden olur.
Her ikisi de From m 'un tanımladığı üretkenlik kavram ından fark­
lı olgulardır.
Gerçek üretkenlik, insanları oldukları gibi görebilm eyi ve on­
lara bu durum larıyla saygı gösterebilm eyi, bir başka deyişle, sev­
giyi içerir. Sevgi, yalnız kalmış insanın, dünyasıyla bütünleşme
isteğinin anlatım ıdır. Alışılagelm iş anlam ıyla sevgi, insanın bu
beraberliğe ulaşabilm ek için kendi bütünlüğünü gözden çıkarm a­
sı anlam ına gelir. Böylesi bir sevgi özgürlükten kaçışın anlatımı­
dır ve From m 'un tanım ladığı üretkenlik kavram ından uzaktır.
Üretkenliğin bir parçası olan sevgi, kendisininki gibi, bir diğer in­
sanın bütünlüğüne de saygı duyabilm eyi içerir. Âşık olm ak ko­
laydır. Oysa gerçek sevgi, yaşam boyu sürdürülen ve birbirini gi­
derek daha iyi anlam ayı, yaşam sorunlarını giderek artan bir bi­
çim de paylaşm ayı ve birlikte çözüm ler aram ayı içeren bir olgu­
dur.
Üretken bir tutum geliştirem em iş insanlar, yalnızlık ve önem­
sizlik duygularıyla baş edebilm e am acıyla çeşitli mekanizm alar
geliştirirler. "Özgürlükten Kaçış" (1941) adlı yapıtında Fromm, bu
m ekanizm aları ortak yaşam ilişkisi ve çekilme başlıkları altında iki
grupta toplam ıştır. Ortak yaşam ilişkisi, m azoşist bir bağımlılığı
ya da sadist bir egem enliği, ya da daha sık görülen biçimiyle, bu
iki eğilim in sadist-m azoşist bir karaktere dönüşm esini içerir. Çe­
kilme, insanı yalnız ve güçsüz bırakan dünyaya karşı aşırı bir il­
gisizlik ya da yıkıcılık biçim lerinde yaşanır.
From m , üretken olm ayan yönelim biçim lerini sonradan dörde
ayırmıştır. Aslında bu dört yönelim biçim i birbirine oldukça ge-
çişm iştir ve hiçbiri, yalın bir biçim de ve tek başına yaşanm az. An­
312 PSİKANALİZ VE SONRASI

cak, üretken olm ayan bir insanda, bu yönelim biçim lerinden yal­
nızca biri kişiliğe egemendir.
Alıcı yönelimli kişiler, diğer insanlardan sürekli destek bekler
ya da isterler. Kendi başlarına kaldıklarında yalnızlık ve çaresiz­
lik duygularına kapılırlar. Her şey yolunda gittiğinde iyim ser ve
dost olan bu kişiler, bağım lı oldukları insanlardan beklediklerini
bulamadıklarında ya da onlar tarafından itilmiş hissettiklerinde
kolayca kaygı ve panik yaşarlar. Güvenliklerini bağımlı oldukları
kişilerin gücünden alırlar. Bu kişiler bencil ve acım asız olsa bile!
Alıcı insan, yaşam sorunlarını kendi gücüyle çözüm leyebileceğini
düşünemez. Bu tip, Freud'un tanım lam ış olduğu oral-edilgin ka­
raktere çok benzer. From m da, alıcı tipi tanım larken, bu insanla­
rın gerilimlerini yiyerek ve içerek giderdiklerini, diğer insanların
kendilerini beslem esini sevgi belirtisi olarak yorum ladıklarını
anatır ve bu tiplere "açık ağız" adını verir. From m 'a göre, bir gru­
bun bir diğer grubu sömürdüğü toplum larda alıcı yönelim li in­
sanlara daha sık rastlanır. Feodal toplum lar ve kölelik düzeni bu­
na en iyi örnektir. Çağdaş Am erika Birleşik D evletleri'nde bile,
bir yandan insanları girişim de bulunm aya ve ilerlem eye özendi­
rici bir ortam oluşturulurken, öte yandan çaba gösterm eden raha­
ta ve başarıya ulaşm a eğilim leri de oldukça yaygındır. Bu ülkede,
çabuk zengin olma yöntem leri yaygınlaşm akta, insanları bir oku­
yuşta mutlu, güçlü ya da kültürlü yapacak kitaplar satılm akta,
hiçbir çaba gösterm eden bir saati kurabilen araçlar geliştirilm ek­
tedir.
Sömürücü karakter, davranışlarını "istediğim i elde ederim " il­
kesine göre düzenler. Freud'un tanım lam ış olduğu oral-saldırgan
tipe oldukça benzer. From m , sömürücü tipe "ısıran ağız" adını
verir. Bu insanlar kendi değerlerini bile dıştan alırlar. D iğer in­
sanların sahip olduğu ve önem verdiği şeyleri isterler. Karşılıksız
verilen bir arm ağanın onlar için hiçbir anlamı yoktur. Veren kişi­
nin işine yaram adığı için verildiği sanısında olduklarından, böyle
bir armağanın da değeri olm az. Diğer insanlardan zor kullanarak
ya da kurnazlıkla bir şeyler alm ak isterler. Kendi ürettikleri şey­
ler, diğer insanlardan aldıkları ya da kopardıklarından daha az
değerlidir. Bu tip erkekler bir kadım kendileri için değil, bir diğer
erkek tarafından sevildiği için severler. H atta başkalarının fikirle­
ERICH FROMM 313

rini bile kendilerine mal ederler. Duygularına düşm anlık ve haset


egemendir. A ncak diğer insanları söm ürebildikleri zaman rahat­
lar ve o zam an kendilerini güçlü hissederler.
Söm ürücüler, Nazi A lm anya'sında olduğu gibi, belirli koşul­
lar altında bir toplumu denetim leri altına alabilir ve "alıcı" insan­
ların ihtiyaç duyduğu otorite durum una gelirler.
İstifçi yönelim Freud'un tanımlamış olduğu anal karaktere
benzer. Bu insanlar "biriktirdikleri ve sahip oldukları" oranda
kendilerini güven içinde hisseder, harcam ayı ürkütücü bir tehdit
gibi yaşarlar. Bu tip erkek, bir kadını sevem ez, ona "sahip ol­
m ak" ister.
From m 'a göre, pazarlayıcı yönelim çağdaş dünyanın bir ürünü­
dür. Eşyalar gibi insanların da paketleniş biçim leri, etiketleri ve
ticari adlarının önem kazanm ası yakın geçm işte ortaya çıkan bir
olgudur. Az önce tanım lanan diğer yönelim tipleri bile, bir insa­
nın başkalarıyla kendisi olarak ilişki kurm a biçim lerini içerir. Pa­
zarlam acı yönelim de ise kişinin insan olarak nitelikleri önem taşı­
maz. İnsanlar alınıp satılacak eşyalara dönüşür. Bir satıcı, bir yö­
netici ya da bir işçi "k işiliğ i", bu pazarda alışveriş konusu yapılır.
Böylesi bir ortam da, beceri, bilgi ve içtenlik yeterli değildir.
Yaşam ın her aşam asında insanın kendisini "satabilm esi" gerekir.
Kuşkusuz bu, satış sözcüğünün gerçek anlam ından farklı olarak,
belirli bir kurum daki belirli bir iş için gerekli niteliklere sahip biri
olarak satılabilm eyi içerir. Çeşitli kitle iletişim araçları yoluyla,
kişilik "m od aları" bile oluşturulur. From m bu konuda sinemayı
örnek gösterir ve insanların, Hollyvvood'un vurguladığı türde ba­
şarılı bir kişiliğe ulaşm ayı am aç edindiklerinden söz eder.
Pazarlayıcı yönelim , çağdaş insanın kendisiyle ve diğer insan­
larla derinliğine ilişkiler kurabilm esini engeller. Bir insana duyu­
lan sevgi, insanlığa duyulan sevginin yerini alam az. Çağdaş pa­
zar alanında rolünü oynam aya çalışmak, insanı giderek artan bir
doyum suzluğa ve anlam sızlığa sürükler, boşluk ve hiçlik duygu­
ları yaşam asına neden olur.
Fromm daha sonraları (1964), üretken olm ayan kişiler grubu­
na bir çift karakter daha katm ıştır: Ölüm ü çekici bulan rıekrofil ve
yaşam a âşık olan biyofil. Görünürde, Freud'un yaşam ve ölüm iç­
güdüsü kavram larıyla bu tanım arasında bir benzerlik söz konu­
314 PSİKANALİZ VE SONRASI

su olmadığını Fromm özellikle vurgulam ıştır. Freud'a göre, ya­


şam ve ölüm içgüdüleri insanda doğuştan var olan dürtülerdir.
Oysa From m 'a göre, doğuştan var olan birincil ve temel güdü ya­
şamı sürdürme eğilim idir. Ölüm isteği, yaşam güçleri engellendi­
ğinde ortaya çıkan ikincil bir olgudur.
From m 'a göre, bir toplumun varlığını sürdürebilm esi için, ço­
cuğun karakterinin de toplumun ihtiyaçlarına uyacak bir biçim de
geliştirilm esi zorunlu bir koşuldur. Ana-babam n ve eğitim in gö­
revi, çocuğun belirli bir doğrultuda davranmak istemesini sağla­
maktır. İçinde yaşadığı ekonom ik, politik ve toplumsal düzenin
sürdürülebilm esi için çocuğun da bu rolü üstlenmesi gerekir.
Toplum, yapısına karşıt düşen isteklerde bulunduğu için insa­
nı doğal yolundan saptırır ve insanlığına yabancılaştırır. Fromm,
insan varoluşunun temel ihtiyaçlarını karşılayam ayan toplumla-
rı, açıkça "hasta toplum lar" olarak nitelem iştir.
Feodalizm in kapitalizm e dönüşm esi ya da el sanatının yerini
fabrikanın alması gibi, bir toplum önemli ölçüde değiştiğinde, in­
sanların toplumla ilişkilerinde aksam alar görülür. Eski karakter
yapısı yeni toplum yapısına uyamaz. Böyle bir durum, insanları
yabancılaşm aya ve umutsuzluğa sürükler.- Geleneksel bağların­
dan kopan kişi, yeni kökler ve ilişkiler geliştirene dek kendini
kaybolm uş hisseder. Böyle geçiş dönem lerinde insan, çoğu kez,
kurtuluş vaat eden gruplara kendini teslim ederek yalnızlığının
acısından kurtulmaya çalışır.
From m 'a göre, bugüne kadar insan varoluşunun temel ihti­
yaçlarını karşılayabilecek bir toplum modeli geliştirilem em iştir
ama, aslında böyle bir toplum yaratma imkânı vardır. Bu öylesi
bir toplumdur ki, orada herkes insanlığını alabildiğince yaşayabi­
leceği eşit im kânlara sahip olacak, dolayısıyla yalnızlık ve um ut­
suzluk duyguları da olm ayacaktır. Fromm "Olmak ve Sahip Ol­
mak" (1968) adlı yapıtında günüm üz teknoloji toplum unun nasıl
insanlaştırılabileceği konusunda öneriler getirmiştir.
Bu kitabında, çağdaş toplum insanındaki sahip olma tutkusu­
nun onu kendi varoluşuna ne kadar yabancılaştırdığını tartışan
Fromm, sevgi kavram ına da bir kez daha değinir. From m 'a göre
sevgi, sahip olunacak bir şey değildir. Çünkü sevgi bir obje değil­
dir, soyut bir olgudur. Sevgi, üretken bir etkinlik olarak "yaşa-
ERICH FROMM 315

m r". Sevgi "sahip olm a" biçim inde yaşandığında, sevilen kişinin
kapatılmasını ve denetim altında tutulm asını içerir. Bu, öldürücü
ve boğucu bir durumdur. Fromm, aslında çoğ u insanın, sevgi söz­
cüğünü, sevgisizliklerini kapatm ak için kullandığı görüşündedir.
Fromm, çağdaş aile kurumunu da eleştirerek, evliliklerin ço­
ğunun gerçek sevgiden yoksun beraberlikler olduğunu vurgular.
Bu evliliklerde, geleneklere uyma zorunluğu, ortak ekonom ik çı­
karlar, çocuklara duyulan ilginin paylaşılm ası, karşılıklı bağım lı­
lık ya da karşılıklı nefret ve korku, bilinç düzeyinde "sev g i" ola­
rak algılanır.
Sevgiyle başlayan evlilik öncesi beraberliklerde, kız ve erkek
birbirlerini çekici, ilginç ve güzel bulurlar. H enüz birbirlerine sa­
hip olm adıklarından, enerjileri "olm ak " biçim inde kullanılır ve
yaşanır. Evlilikle birbirlerinin bedenine, duygularına ve ilgisine
sahip olurlar. Artık kazanılacak bir şey kalm am ıştır, çünkü sevgi­
ye sahip olunm uştur. İkisi de sevgi üretm ek için artık çaba gös­
termediğinden birbirlerinden sıkılm aya başlarlar, güzellikleri so­
na erer. Sevginin yerini, para, ev, sosyal statü, çocuklar gibi ar-
taklaşa paylaşılan şeyler alır. Sevgiyle başlatılan beraberlik dost­
ça bir ortaklığa dönüşür. Ve hâlâ sevgiye "sahip olm ayı" düşün­
düklerinden, bir süre sonra, yeni bir sevgilinin bu ihtiyaçlarını
karşılayacağını düşlem eye başlarlar.
From m , endüstrileşm iş refah toplumu kavram ına bağlanan ve
kuşaklar boyu sürdürülen umudun, düş kırıklığıyla sonuçlandı­
ğını yapıtlarının çoğunda vurgular. Uygarlık, insanm doğayı de­
netimi altına almasıyla başlam ış, ancak bu denetim endüstri çağı­
na gelene dek sınırlı olm uştur. Endüstrinin gelişm esiyle, hayvan
ve insan enerjisinin yerini, önce m ekanik enerji, daha sonra nük­
leer enerji, insan beyninin yerini de bilgisayarlar alm ış ve bu du­
rum insanların, sınırsız üretebilecekleri ve tüketebilecekleri sanı­
sına kapılm alarına neden olmuştur. İnsan, artık tanrılaşm a yo­
lunda olduğuna, doğal dünyanın ancak bir yapı taşı olarak kulla­
nılabileceği ikinci bir dünya yaratabileceğine inanm aya başlam ış­
tır.
Yine de, günüm üzde giderek artan sayıda insan, endüstrileş­
m enin "büyük um udu" neden gerçekleştirem ediğini anlamaya
başlam ış bulunm aktadır (1976):
316 PSİKANALİZ VE SONRASI

— Tüm isteklerinin karşılanm ası insana mutluluk sağlam a­


maktadır.
— Kendi yaşam ım ıza bağım sızca sahip olabileceğim ize ilişkin
umutlarım ız, bürokratik çarkın dişleri durumuna geldiğimizi,
düşünce, duygu ve zevklerim izin devlet, endüstri ya da bunların
denetim inde olan kitle iletişim araçları tarafından yönlendirildi­
ğini fark etm em izle sona ermiştir.
— Ekonom ik gelişm e zengin ülkelerle sınırlanm ış, zengin ve
fakir ülkeler arasm daki açık giderek artmıştır.
— Teknolojik gelişm enin kendisi çevre sağlığı yönünden tehli­
keli durumlara yol açmış, üstelik bir nükleer savaş olasılığını da
beraberinde getirm iştir. H er iki durum, uygarlığa ve hatta yaşa­
ma son verme tehdidini de içerm ektedir.
From m 'un, çılgınca bulduğu bu gidişe karşı geliştirdiği öneri­
lerden başlıcaları aşağıdaki biçim de sıralanabilir (1976):
— Bundan sonra doğayı değil, teknolojiyi, m antık dışı top­
lumsal güçleri ve insan türünü tehdit eden diğer kurum lan dene­
tim altmda tutmak.
— Var olanla, gerekli olan arasmdaki açığı kapatm aya çalış­
mak.
— Yeni toplum larda, kendine yabancılaşm am ış ve sahip olma
yerine var olm ayı yeğleyen bir insan modelini benim sem ek.
— Üretimi sağduyu ölçüleriyle sınırlanan bir tüketim doğrul­
tusunda yönlendirm ek.
— Bireylerin toplum larm geleceği konusunda ve politik karar­
larda daha etkin olabilm elerini sağlam ak için, endüstriyi ve poli­
tik yapıyı m erkezcilikten arındırmak.
— Böylesi bir katılım ı sağlam ak için, bürokratik yönetim in ye­
rine insancı yönetim i koymak.
— Endüstri ve politikanın kendine özgü beyin yıkam a yön­
temlerini yasaklam ak.
— Zengin ve fakir uluslar arasmdaki açığı kapatmak.
— Kadınları babaerkil düzenin egemenliğinden kurtarmak.
— H üküm etlere, politikacılara ve vatandaşlara gerekli her tür­
lü yol gösterici bilgiyi sağlayacak yüksek kültür konseyleri kur­
mak.
ERICH FROMM 317

— Bilim sel araştırm aları, endüstri ve savunm a kurulularından


bağım sız olarak sürdürmek.
Fromm, "İnsan Yıkıcılığının A natom isi" (1973) adlı kitabında,
insanda saldırgan davranışları incelem iştir. Konrad Lorenz'in, in­
san saldırganlığının hayvanlardaki gibi içgüdüsel olduğu ya da
Skinner'in, insanın şiddete yönelik davranışlarının koşullanma
ürünü olduğu ve bu koşullanm adan kurtarılıp uysallaştırılabile-
ceği görüşlerini kabul etm eyen Fromm, insanda iki tür saldırgan­
lık tanımlar. İnsanlar ve hayvanlar yaşam larını sürdürebilm ek
için içgüdüsel olarak savaşırlar. From m bunu, gerekli ve zararsız
saldırganlık türü olarak kabul eder. Ö te yandan, yalnız insanda
var olan ve yıkm a, bozm a isteğinden başka hiçbir amacı olma­
yan, yaşam ı yok etm e eğilim i zararlı saldırganlık türüdür. Bu ki­
tabında Fromm, ilkel saldırganlığın, toplum ların inşam kendini
gerçekleştirm ekten alıkoyması ve engellem esi sonucu ortaya çık­
tığım ve insanlığın 6000 yıllık tarihi süresinde geliştirilm iş top­
lumsal ve politik sistem lerin yerine tem elden farklı bir sistemin
oluşturulm asıyla, bu tür yıkıcılığın ortadan kaldırılabileceği gö­
rüşünü savunur.
From m 'un sosyal bilim lere en önem li katkısı, psikolojik ve
toplumsal etm enler arasındaki sürekli etkileşim i açık seçik bir bi­
çim de sergileyebilm iş olm asıdır. Buna karşılık, From m 'un yalnız­
lık ve hiçlik duygularını tanım layış biçim inin bazı diğer psikana­
listlerin tanım ladığı aşağılık duygusu ya da güvenlik ihtiyacı
kavram larından büyük bir farklılık gösterm ediği düşünülebilir.
Öte yandan, From m 'un tanım ladığı beş yönelim biçim inin dördü
klasik psikanalizden derlenm iş olm akla birlikte "pazarlam acı"
yönelim biçim i gerçekten özgün bir nitelik taşır. Özellikle, kitle
iletişim araçlarının yerel ve geleneksel "an lam lan " yok edişini,
yapıtlarında çok iyi açıklam ıştır. From m 'a yöneltilebilecek bir
başka eleştiri de, psikiyatriyle sosyoloji, felsefe, tarih, edebiyat ve
antropoloji arasındaki ilişkileri bu kadar ustaca açıklam asına ve
toplum sal etm enleri canlı ve uyarıcı bir biçim de sunm asına kar­
şın, bu etm enlerin bireyin psikodinam iğine etkisini tek yönlü ve
indirgeyici bir biçim de açıklam ış olmasıdır.
Ek
V A R O L U Ş Ç U P S İK İY A T R İ

TANIM

Varoluşçu (existential) psikiyatri insanın, kendisini yaşamakta


olduğu zam an içinde var edebileceği ve değiştirebileceği ilkesin­
den kaynaklanır. Bu ekole göre, yaşam ın belirleyicileri insanın
geçm işi ve içsel dürtüleriyle sınırlanamaz. Tedavi ilişkisi de diğer
ekollerde tanım lanan kalıplardan bağım sız bir biçim de yaşanır.
Kişi, tanım lanm ası gereken bir nesne değil, bir varoluştur. Anksi-
yete bir hastalık değil, yaşam ın sorum luluklarından kaçışın bir
anlatım ıdır. Çözüm, insanın biyolojik yapısında ya da geçm işin­
de değil, yaşam yollarını özgürce seçebilm ede aranmalıdır.
Varoluşçu psikanaliz, varoluş felsefesinin insan doğası üzerin­
deki varsayım ları ile fenom enolojik incelem e yöntem ini birleşti­
rerek, insan sorunlarını anlayabilm ek ve tedavi edebilm ek ama­
cıyla A vrupa'da geliştirilm iş bir yaklaşım dır. Son elli yılda önem
kazanm asının başlıca nedeni, özellikle yirm inci yüzyıl insanının
kendine özgü çelişkilerine eğilm iş olm ası ve psikiyatrinin bilim ­
sel kuram ları ile insanlığın temel sorunları arasında var olduğu
öteden beri bilinen önemli bazı boşlukları giderebilecek bir yakla­
şım olarak nitelendirilm esidir.
Avrupa, yirm inci yüzyılın ilk yarısının büyük bir bölüm ünü,
savaş, bunalım ve karışıklıklar içerisinde geçirm iş, Birinci Dünya
Savaşı'nı ekonom ik bir kargaşa, İkinci Dünya Savaşı'nı ise soğuk
savaş izlem iştir. Bu zorlam alara eşlik eden endüstriyel ve bilim ­
sel gelişm eler, giderek artan kentleşm e ve yeni oluşan ekonomik,
toplum sal ve politik akım ların bireylerden çok toplum çıkarları­
na önem tanım aya başlam ası, insana bakış açısını da değiştirm iş­
tir. Bu gelişm eler eski değer yargılarının ve inançların yeniden
gözden geçirilm esini gerekli kılmış, "yaşam ın anlam ı" üzerine
320 PStKANALİZ VE SONRASI

yeni sorular ortaya atılm asına neden olmuştur. Evrenin ölçüle­


mez boyutlarını kanıtlayan yeni buluşlar karşısında her bir insa­
na düşen zam an ve yer payının önem sizliğinin bireyin değerini
neredeyse bir "h iç"e indirgem esi, insanlık tarihinde daha önce
yaşanm am ış nitelikte bazı kaygıların belirm esine yol açm ıştır. Bir
başka deyişle, insan, doğanın egem enliğinden kurtulm ak için
teknolojiyi geliştirmiş, ancak bu kez kendi yarattığı uygarlığın
tutsağı durumuna gelm iştir. Bu tutsaklık, onun, insan olarak
dünya içindeki yerini ve kim liğinin değerini yitirm esine yol aç­
mıştır.
Bu değişm eler sonucu, dünyanın farklı yerlerindeki bazı psi­
koterapistler, yardım aram ak için kendilerine başvuran kişilerin,
Freud'un günlerinde sıklıkla rastlanan histeri vb. durum lar yeri­
ne, yalnızlık, yabancılaşm a, diğer insanlardan soyutlanm a duy­
gularından ve yakın ilişkiler kuram am aktan yakındıklarını göz­
lem lem eye başladılar. Bu insanlar, yaşam larını boş ve anlam sız
buluyorlardı. Bu terapistler, giderek, o güne kadar Batı düşünce­
sine egemen olan psikiyatrik kuramların, bu tür yakınm aları an­
lamada yetersiz kaldığım fark etm eye başladılar. O nlara göre,
klasik psikanaliz ve davranışçı ekolde örnekleşen bu kuram lar,
inşam doğadaki herhangi b ir obje gibi incelem e ve açıklam a eğili-
mindeydiler. Oysa böylesi yaklaşım lar, insanın en tem el karakte­
ristiği olan, kendi varoluşunu algılayabilm e ve kendi seçtiği
amaçlara yine kendi seçtiği yollardan ulaşm a isteklerine yer ver­
miyordu. Bu boşluğu giderm e yollarım arama çabası, bazı tera­
pistleri, insan doğasını anlayabilm e konusunda varoluş felsefesi­
ne ve yetersiz buldukları doğabilim yöntem leri yerine fenomeno-
lojiye yöneltti (Ford ve Urban, 1967).

TARİHÇE

İkinci Dünya Savaşı'nın bitim ini izleyen yıllarda Avrupa'da


başlayan ve varoluşçuluk adını alan bir düşünce akımı hızla ge­
lişti ve sonradan A m erika'ya yayıldı. Alman işgaline karşı Fran­
sız direnişinden kaynaklanan bu akım ın en ünlü sözcüleri Jean-
Paul Sartre ve A lbert Cam us idi. H er öncü akım da olduğu gibi,
varoluşçuluk da önceleri farklı gruplardan gelen kişiler tarafın­
VAROLUŞÇU PSİKİYATRİ 321

dan benim senm işti. Sanatçılar, yazarlar, din adam ları, aydınlar
ve üniversite öğrencilerinin yanı sıra, yeni m odaları ve akımları
izlem e ve benim sem e alışkanlığında olan kişiler ya da toplum
düzeninden hoşnut olm ayan tepkici gruplar için bu yeni akım çe­
şitli ve farklı anlam lar taşıyordu. Kısa bir sürede yayılm ası sonu­
cu varoluşçuluğun, kendi içinde bölünm esi, yanlış yorum landığı
ve klişeleştirildiği için giderek yozlaşm ası beklenebilecekken,
tam karşıtı bir gelişm eyle, başta psikiyatri olm ak üzere çağdaş
düşünceyi önem li ölçüde etkileyen canlı bir güç olarak günüm ü­
ze kadar varlığını sürdürebildi.
Gerçekte, bu akım ın belirli bir isim ve tanımla ortaya çıkışın­
dan çok önceki yıllarda yaşam ış ve yapıt verm iş birçok yazar, va­
roluşçuluğun öncüleri olarak kabul edilirler. 1855 yılında, 42 ya­
şında ölen ve yapıtları ancak yirm inci yüzyılın başlarında ilgi
görmeye başlayan Danim arkalI yazar Soren Kierkegaard bu ön­
cülerin ilki sayılır ve günüm üzde, yapıtlarına varoluşçu akımın
kutsal anıtları gözüyle bakılır. Geçm işten Nietzsche ve Dosto-
yevksi, daha çağdaş olanlardan ise Buber, Jaspers, Kafka ve Til-
lich akım ın birer parçası sayılırlar.

Varoluş Felsefesinin Diğer Öncüleri:

Wilhelm D ilthey (1833-1911), on dokuzuncu yüzyılın sonların­


da, insanın m atem atiksel doğabilim açısından ele alınm asına kar­
şı çıkm ıştı. Ona göre, yaşam süreçleri oldukça ü st düzeyde örgüt­
lenm iş bir yapıya sahiptir. M antık, bu karm aşık yapının yalnızca
bir bölüm ünün işlevidir. Dolayısıyla, bilim de yaşam ın bir türevi­
dir ve bu nedenle, yaşam ın her yönünü açıklayabilm esi mümkün
değildir.
Edmund Iiu sserl (1859-1938), kuram lar geliştirm e biçim indeki
bilimsel yaklaşım lara karşı çıkarak, "d üşün ce"yi yeni bir temele
oturtmuş ve kavram ların, ancak insanların içsel yaşantılarından
kaynaklanabileceği görüşünü savunm uştur. Örneğin, insanlarm
ses ve renkleri algılam alarını kavram laştırm ak yerine, belirli bir
ses ya da rengin (kapının kapandığm ı işitm ek ya da bir ağaca
bakm ak) nasıl yaşandığı önem taşır. Bir başka deyişle, bir olayın
ne olduğu değil, belirli bir insanın o olayı nasıl yaşadığı vurgu-
322 PSİKANALİZ VE SONRASI

lanmalıdır. Bu düşünce biçim ine Husserl, "fen om en oloji" adını


vermiştir. Varoluşçuluk da fenom enolojiktir, bir yaşantı üzerine
kuramsal bir çerçeve geliştirm ek yerine, olayın gerçekten nasıl
yaşandığını inceler. Ancak yaşantı terimiyle açıklanm ak istenen
şey, bir insanın kendi içinde (derisinin altında) yaşadığı duygu­
lardan, yani öznellikten öte bazı boyutları içerir. Varoluşçuluk
öznel yaşantıya büyük önem tanır. Ancak bununla sınırlanm aya­
rak, insanı, dünya içindeki durumu ve çevresindeki diğer kişiler­
le "birlikte" ele alır.
Martin Heidegger (1899-1977), Edmund H usserl'in öğrencisiy­
di. Yüzyılım ızda varoluşçu felsefenin kurucusu olarak kabul edi­
lir. 1927 yılında yayım lanan Sein ıınd Zeit (Olmak ve Zaman) adlı
kitabında, varoluş felsefesiyle fenom enolojiyi birleştirm e girişi­
minde bulunm uştur. O ntoloji adı verilen H eidegger felsefesi, in ­
sanı "dünya içinde varoluş" olarak ele alır. Bu yaklaşıma göre in­
sanın varlığı, dış dünyayı oluşturan diğer varlıklarla karşılıklı
ilişki durumunda olan bir özne olarak açıklanamaz. İnsanın varo­
luşu ve dünyası tek ve aynı şeydir. İnsanlar düşünm eye başladık­
ları günden başlayarak, sürekli, birtakım "durum lar" içine "d ü ­
şerler". H eidegger'e göre, bu durum lar varoluşun mekân boyutu­
nu oluşturur.
Varoluşun zaman boyutu ise geçm iş kuşaklardan aktarılan
kültürel olgularla ilintilidir. Bu nedenle, insanın yaşantısı ile ne­
ler yapabileceğinin bazı sınırları da vardır. Ancak bu, yolların ka­
palı olduğu anlam ına gelm ez. Bir insanın o andaki durumu da
onun geleceğe yönelik yaşam ını ve düşüncelerini sınırlam az. İn­
sanın içinde bulunduğu durum, çevresindeki diğer varlıkları da
içerir. Ancak, insanın yaşam akta olduğu durum lar cansız ve fi­
ziksel gerçekler değildir. O anda yaşadıklarını ve geleceğe yöne­
lik isteklerini de içerir. Bir duvar, duvarın ötesinde olm ak isteyen
insan için bir engel, kendisini savunm ak isteyen bir diğeri için
koruyucudur. Durum lar, belirli bir oranda o andaki gerçeği yan­
sıtırlar. Ama aynı gerçek, insanın karşılaşm ak ya da kaçınm ak is­
tediği, ancak henüz varolm ayan olayları, yani geleceği de içerir.
Bir başka deyişle, içinde yaşanılan zaman boyutu, gerçekte, geç­
miş ve geleceği de kapsayacak bir biçim de yayılır ve yaşanır. Bir
insan kendisi için sayısız soyut im kânlar düşünebilirse de, "otan ­
VAROLUŞÇU PSİKİYATRİ 323

tik" im kânlarının neler olduğunu, dikkatini duygularına odaklaş-


tırarak belirleyebilir. Yaşanan duyguların algılanm asından kay­
naklanan eylem ler, insanın o anda bulunduğu yerden öteye hare­
ket edebilm esini sağlar.
Jean-Paul Sartre (1905-1980), 1956 yılında yaşam sürecine "v a­
roluş (existence)" adını vermiş ve varoluşun m antıksal tanımla­
m alara indirgenem eyeceği görüşünü savunm uştur. Sartre varolu­
şu, klasik felsefede tanım anlamına gelen "ö z (essence)" sözcüğü­
nün karşıtı olarak kullanmıştır. Tanım lar insanlar tarafından ya­
pıldığından, insanlar birtakım tanım lam alara indirgenem ez. Hiç
kim se yalnızca bir yazar ya da bir işçi olarak tanım lanamaz. İnsa­
nı tanım lam ak, onu statik bir durumda tutm ak ve bir nesneye in­
dirgem ektir. Bununla anlatılm ak istenen, insanın sürekli bir deği­
şim içinde olduğu değil, statik bir durumda olduğunda bile bu
durumu yine kendisinin gerçekleştirebileceğini vurgulam aktır.
D olayısıyla, değişm ek gibi değişm em ek de bir yaşam sürecidir ve
böylesi bir süreç, tanım lam alardan öte boyutları içerir.
tAerleau-Ponty (1908-1961), bedenin, varoluşun ve yaşantının
bir boyutu olduğunu vurgulam ıştır. Ancak bedeni, fizyologların
tanım ladığı anlam da değil, "d ış olaylarla birlikte varolan" ve ba­
zı kavram larla tanım lanm ası im kânsız bir olgu olarak ele alm ış­
tır. K endisinden önceki varoluşçu filozoflar, fizyolojinin bedeni
bazı kesin tanım ve kurallara indirgem esine karşı çıkm anm dışın­
da, insan bedeninden pek söz etm em işler ve bedeni fizyolojinin
çalışm a alanına terk ederek bu konuya değinm ekten kaçınm ışlar­
dı. M erleau-Ponty'nin bir diğer önem li katkısı da, yaşantının "b e­
lirsizliğini" ve "bird en fazla anlam taşım asını" vurgulam ış olm a­
sıdır. Yaşantı, bilim sel kavram ların çizdiği kesin çizgilerle açık­
lanması olanaksız bir olgudur. Yaşam ve beden, bilim in kesin
kavram ları ve kuralları çerçevesinde tanım lanm az. Tam karşıtı,
bilimsel tanım lar bedensel yaşam dan kaynaklanırlar.
Yukarıda sözü edilenlerin dışında pek çok düşünür varoluşçu
felsefeye katkıda bulunm uşlarsa da konuyu, varoluşçu psikiyatri­
nin gelişim ine ışık tutan başlıca görüşlerle sınırlam ak zorunda­
yız. Varoluşçu filozofların yapıtları güç okunur ve kolayca yanlış
anlaşılabilir. "V arolu ş" sözcüğü de paradoksal soyutlam alara ko­
layca yol açabilir. Çünkü bu deyim, sözlerle anlatabileceklerden
324 PSİKANALİZ VE SONRASI

öte bir anlam taşır. Bir insanm ne düşündüğünün değil, ne oldu­


ğu ve ne yaşadığının vurgulanm ası gereği unutulduğunda, varo­
luş sözcüğü de anlamını yitirir.

Varoluşçu Psikiyatrinin Kurucuları

İsviçreli iki psikiyatrist, Ludwig Binswanger ve M edard Boss bu


ekolün kurucuları sayılırlar. Bu iki hekim, H eidegger'in ontoloji­
sini bireylerin incelenm esi am acıyla kullanm ayı denem işler ve
çoğu kez H eidegger'in kendisiyle de işbirliği yaparak, titizlikle
sürdürdükleri çalışm alar sonucunda gerçekten başarılı olm uşlar­
dır. H eidegger'in Güney Alm anya'da İsviçre sınırına yakın bir
yerde yaşam akta olması, bu iki hekim in kendisiyle yakın ilişki
durumunu sürdürebilm elerini kolaylaştırm ıştır.
Ludwig Binswanger, 13 Eylül 1881'de İsviçre'nin Kreuzlingen
kasabasında doğdu ve 1907'de Zürih Ü niversitesi Tıp Fakülte-
si'nden mezun oldu. Freud'un izleyicilerinden ve yakın dostla-
rındandı. Ayrıca, ünlü İsviçreli hekim Eugen Bleuler ve Jung'dan
da eğitim gördü. Kendisi gibi hekim olan büyükbabası ve babası
gibi o da ömür boyu, K reuzlingen'deki Bellevue Sanatoryu-
m u'nun tıbbi direktörlüğünü sürdürdü ve 1966'da öldü.
Binswanger, 1920'lerin başm da fenom enolojiyi psikiyatriye
uygulamaya başladı ve bunu izleyen on yıl süresince varoluşçu
analiz yaklaşım ım geliştirdi. Binsw anger, varoluşçu analizi, insan
varoluşunun fenom enolojik analizi olarak tanımlar. Am acı, içsel
dünyanın yaşantısını belirlem ektir.
Zürih Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde psikoterapi profesörü ve
Daseinanalyse Tedavi Enstitüsü direktörü olan M edard Boss, 4
Ekim 1903'te İsviçre'nin St. Gailen kasabasında doğdu. Ö ğrenim i­
ni Zürih Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde tam amlayan Boss, daha
sonra, psikiyatri alanının ünlü isim lerinden Freud, Bleuler, Er-
nest Jones, Karen H om ey, Otto Fneichel ve H ans Sachs'tan eği­
tim gördü, bazılarıyla birlikte çalıştı. Medard Boss, uzun yıllar
"Uluslararası M edikal Psikoterapi D em eği"n in başkanlığını da
sürdürdü.
Rollo M ay (1958-1967), varoluşçu psikiyatrinin Am erika'daki
kurucusudur. Anksiyeteyi varoluşçu bir yaklaşım la ele alan May,
VAROLUŞÇU PSİKİYATRI 325

bu duygunun iki ayrı rolde ortaya çıktığı görüşündedir. Olumlu


rolüyle anksiyete, insanın, kendisini ürküten durumlarla yüzleş­
meyi göze alarak, çeşitli yaşam a im kânlarını açm asını sağlar. Acı
ve um utsuzluk veren rolüyle anksiyete, bu im kânlardan kaçınıp
dar bir çerçeve içinde sınırlanm aya ve birtakım kuralların tutsağı
olarak yaşam aya neden olur. Bu ikinci durum, yaşanm am ış im­
kânları içerir ve zam ansız bir ölüme benzeyen, dar bir varoluş bi­
çiminin benim senm esine yol açar. Freud'un "klasik" nevroz kav­
ramının çok sınırlı sayıda insanı kapsamına almasına karşılık,
"varoluş nevrozu" terim i, çağım ızı yaşayan çoğu insanın duru­
munu tanımlar. M ay'in geliştirdiği tedavi yöntem i de hastanın,
yaşam ında henüz kullanm am ış olduğu im kânlara odaklaşır. Bu
im kânları sürekli görm ezlikten gelen bir insanın yeni seçeneklere
doğru nasıl hareket edebileceği çok açık olm am akla birlikte, bu
sorunun yanıtı anksiyetenin "sağlıksız" rolünü "olu m lu " role dö­
nüştürm ekte aranabilir. M ay'e göre, her insanın içinde yaşamı
alabildiğine değerlendirm ek isteyen olum lu bir "şeytan " vardır
ve bu şeytana güvenm ek gerekir.

Varoluşçu Psikiyatrinin Temel İlkeleri

Varoluşçu psikiyatrinin diğer yaklaşım lardan en önemli farkı,


bu görüşün doğabilim lerde geçerli olan nedensellik (causality)
kavram ının psikiyatriye de aktarılm asına karşı çıkmasıdır. İnsa­
nın varoluşunda neden-sonuç ilişkisi yoktur. Çocuklukta yaşa­
nan bir olay, o insanın yetişkin yaşam ındaki belirli bazı davranış­
ların nedeni olam az. Her iki olay da aynı varoluşun anlam ını ta­
şıyabilir, ancak bu, A olayına B olayının neden olduğu anlamına
gelmez. V aroluşçu psikiyatri, nedenselliği reddetm ekle, olgucu­
luk (positivism ), gerekircilik (determ inism ) ve m addeciliği (mate­
rialism) de reddetm iş olur. Psikiyatrinin diğer bilim lere benzem e­
diği ve bu nedenle, onları izlemesi gerektiği görüşünü savunur.
Varoluşçu psikiyatrinin kendi incelem e yöntem i (fenom enoloji)
ve H eidegger'in ontolojisinden türetilm iş kendi kavramları var­
dır (Hail ve Lindzey, 1957).
Varoluşçu psikiyatri, nedensellik kavram ının yerine güdülen­
me kavram ını koyar. Güdülenm e, neden ve sonuç ilişkisinin an­
326 PSİKANALİZ VE SONRASI

laşılm asından (ya da yanlış anlaşılm asından) önce gelir ve daha


büyük önem taşır. Bir insanın davranışları, o davranışların hangi
koşullarda ortaya çıktığı belirlenm eksizin anlaşılmaz. Bir davra­
nışın hangi olaylara yöneldiği anlaşılm adan, o davranış bir an­
lam da taşımaz. Bu konuda, dışarıdan yağm ur yağdığı için pen­
cereyi kapatan bir adamı örnek gösterir. Bir kol hareketi (neden)
ile pencerenin kapanmış olduğu (sonuç) bir gerçektir. A ncak bu,
içeriye yağm ur girm esini engellem ek amacını taşıyan bir davra­
nışı tamamlayan en son hareket olm aktan öte bir anlam taşı­
maz.
Varoluşçu psikiyatri, özne (zihin) ve nesne (beden, çevre) biçi­
minde bir ikiciliğe (dualism ) kesinlikle karşı çıkar. Beyin değil,
insan düşünür (Straus, 1963). Varoluşçu psikiyatri, "dünya-için-
de-birey" birliğini vurgular. Bu birliği bozan her türlü görüş, in­
san varoluşunun anlam ını saptırm ak ve parçalara bölm ek olur.
Varoluşçu psikiyatri, fenom enlerin ardında, onların oluşum
nedenlerini açıklayabilecek birtakım etm enler olduğu biçim inde­
ki görüşleri reddeder. İnsan varoluşu, ego ya da bilinçdışı, ruhsal
ya da fizik enerji, içgüdüler ve arketipler gibi kavram larla açıkla­
namaz. Fenom enler, bazı diğer şeylerin türevleri değil, o anda
var olan her şeydir. Psikiyatrinin görevi ele fenom enleri olabildi­
ğince tümüyle ve titizlikle açıklam ak olm alıdır. Psikiyatrinin
amacı, nedenleri kanıtlam ak değil, fenomeni tanım lam ak ve açık­
lamaktır (Oall ve Lindzey, 1957). Boss'un da dediği gibi (1963),
varoluş psikiyatrisinin am acı, insan yapısını "bü tü n ü "yle saydam
bir duruma getirm ektir.
Fenom enolojist için, ancak görülen ve yaşanan şeyler gerçek­
tir. Gerçeğe entelektüel çabalarla değil, fenomenleri anlam aya ça­
lışarak ulaşılabilir. Kuram lar yaşantının gerçeğini örter ve anlaşıl­
masını engeller. Ancak kendisini tümüyle dünyaya salıveren in­
san gerçeğe ulaşabilir. Görülecek şeyleri varsayım lar geliştirm e­
den ve önyargılara kapılm adan görmek, varoluşçu psikiyatrinin
davranışları incelem e yöntem idir.
İnsan, kendi varlığının, ne yapmakta olduğunun ve kendisine
neler olduğunun bilincindedir. Bunun sonucu olarak, kendisine
ve çevresindeki olayara ilişkin kararlar verm e ve kendi sorum lu­
luğunu üstlenm e yeteneğine sahiptir. Aynı zamanda, diğer insan-
VAROLUŞÇU PSİKİYATRİ 327

Iardan tümden soyutlanabileceği ve yapayalnız kalabileceğinin


de farkındadır. Bu olasılık ona hiçliği hatırlatır. H içlik ölümde
sim geleşir ve bunu bilmek, sürekli yaşanan bir korkuyu da bera­
berinde getirir.
Sürekli olarak bir olaydan diğerine geçiş durum unda olan in­
san, statik bir varlık değildir. Çünkü insan, "zaten var olan" biı
obje değildir, sürekli olarak olmakta ve gelişm ekte olan bir olgu­
dur. Kendisine ve diğer olaylara karşı davranışları sürekli deği­
şir. Geçm işte ne olmuş olduğuyla sınırlanam az, şimdi ne olduğu
ve geleceğe doğru hangi yönde hareket etm ekte olduğuyla anlam
kazanır.
İşte bu nedenlerle, varoluşçu psikiyatri insanın bir kaya ya da
ağaç gibi ele alınm asına karşı çıkar. Böyle bir yaklaşım , insanın
insanlığından uzaklaştırılm asıyla sonuçlanır. Varoluşçu psikiyat­
ri, insanın teknoloji ve bürokrasi gibi etkenler tarafından kendisi­
ne ve dünyasına yabancılaştırılm asm ı da eleştirir. İnsan herhangi
bir şey yerine konduğunda, o da kendisini denetlenebilecek, yö-
netilebilecek, biçim lendirilebilecek ve kullanılabilecek bir "şey "
gibi görm eye başlar ve insanca yaşam a hakkından alıkonmuş
olur. Oysa insanın doğası özgürdür ve varoluşundan yalnızca
kendisi sorum ludur.
Varoluşçu psikiyatrinin, insanı tümden iyim ser bir açıdan ele
aldığını düşünm ek yanılgı olur. Varoluşçu psikiyatri yaşam la ol­
duğu kadar ölüm le de ilgilenir. Bir hiçe indirgenm e olasılığı, her
zam an insanla birliktedir. Gölge olm adan ışık da olamaz. Sevgi­
nin yanı sıra acı da varoluşçu yazarlara konu olm uştur.
Evrende kendi varlığını yaratan tek varlık insandır. İnsan dı­
şında tüm varlıklar varoluşlarından önce yaratılm ışlardır. Daha
açık bir deyişle, ağaç ağaçlığını kendisi yapm az, ama insan insan­
lığım kendisi yapar ve nasıl yaparsa öyle varolur, değerlerini
kendi yaratır, yolunu kendi seçer. İnsan yaşam aya başlamadan
önce yaşam da yoktur ve yaşam a anlam veren, yaşayan insandır.
Gerçekte, doğada insana yol gösterecek tek şey yine insanın ken­
disidir. Bu nedenle, özgürdür ve yaşam ını hangi biçim de isterse
çizebilir. A ncak insan kendi sorum luluğunu üstlenebildiği oran­
da özgürdür. Varoluş anksiyetesi, bu sorum luluğu duymaktan
kaynaklanır.
328 PSİKANALİZ VE SONRASI

Hayvan çevresinin farkındadır. însan ise farkında olduğunun


da farkındadır. Doğm uş olduğum uzu ve yaşam ım ızın bir gün so­
na ereceğini biliriz. Ö lüm ün kaçınılmazlığı ise hiçlik duyguları
yaratır ve işte bu bunalım, insanı anlamlı bir biçim de yaşayıp ya­
şamadığı konusunda kaygılandırır. Varoluşçu öğreti, böylece, her
insanın kendi varlığına sahip çıkm asının ve tüm sorum luluğunu
kendisinin üstlenm esinin özgür bir yaşam için gerekli olduğunu
vurgular. İnsan kendisinden sorum ludur denildiğinde, onun yal­
nız öznel kişiliğinden değil, tüm insanlardan da sorum lu olduğu­
nun anlatılm ak istendiğini açıklayan Sartre, insanın evren içinde­
ki varoluş biçim ini belirleyerek, varoluşçuluğun bireyicilikle suç­
lanmasına karşı savunuda bulunm uştur. Ergenlik dönem ini yaşa­
yan genç, "B en kendi isteğim le dünyaya gelmedim ki!" diyerek
isyan ettiğinde bir gerçeği ortaya koymaktadır. Ancak varoluşçu
görüşte bu, geçerliliği olm ayan bir tepkidir. Dünyaya gelirken
kendisine sorulmam ış da olsa, bir kez dünya içinde olduktan
sonra kendi varlığıyla ne yapacağının sorum luluğu tümden ken­
disine aittir.
İnsan olmayı gerçekleştirebilm ek güç bir iştir ve bunu çok az
sayıda insan başarabilir. Çevresel koşullara karşın özgürlüğünü
kazanabilm ek, yalnızca bazı şanslı kişiler için geçerli görünebilir.
"Logoterapi" (*) yöntem inin kurucusu olan Viktor Frankl (1965)
buna karşı çıkarak, yaşam a anlam ve değer katma ihtiyacının do­
ğuştan var olduğu görüşünü savunur. A lm anya'daki toplama
kamplarında yıllarca kalan ve orada ailesinin tüm üyelerini yitir­
miş olan Frankl, çok acı çekm iş ve her şeyi ve herkesi yitirm iş in­
sanların bile yaşam a isteğini sürdürebileceği inancındadır. Öz­
gürlüğe ulaşabilm enin, çok az sayıda insanın gerçekleştirebilece­
ği bir başarı olm adığı ve tedaviye gelen pek çok hastanın, yaşam ­
larına anlam ve değer katm alarına yardımcı olunabileceği görü­
şündedir.
Varoluşçu psikiyatrinin bir diğer özelliği de, daha önce de be­
lirtildiği gibi, doğabilim lerde kullanılan yöntem leri reddederek,
"fenom enolojik" incelem e yöntem i aracılığıyla "yen i bilgiler"
edinm eyi am açlam ış olm asıdır. Ne var ki, fenom enoloji bugüne

(*) Logos sözcüğü "anlam" karşılığında kullanılır.


VAROLUŞÇU PSİKİYATRİ 329

dek farklı biçim lerde uygulanm ıştır ve bu durum varoluşçu psi-


kiyatristler arasında da gözlem lenm ektedir. O rtak olan yön, olay­
ların, onları yaşayan kişi tarafından "görü ld ü ğü" biçim iyle anla­
şılm asıdır. Gerçek, o insanın herhangi bir andaki yaşantısıdır.
Varoluşçu psikiyatri, terapistin, hastasınm davranışlarını yalnız­
ca belirli bir kuram çerçevesinde değerlendirerek sınırlam asına
karşı çıkar. Böyle bir yaklaşım hastanın her yönüyle anlaşılabil­
mesini engeller.
Terapistin, hastasının düşünce ve duygularım , o anda ve der­
hal, kendi yaşantısıym ışçasına algılayabilm esi ne oranda gerçek­
leştirilebilir? Bu konuda bazı varoluşçu psikiyatristler, terapistin
"sözlü anlatım ve im gelem in ötesine" ulaşabileceğini savunacak
kadar ileri gitm işlerdir. Hatta, Binsw anger ve Boss gibi ustaların
bile, hastaya ilişkin "sezgilerini" bazen kendi gerçekleri olarak
görem eyip, hastanın gerçeği olarak değerlendirdikleri gözlem len­
m iştir. Bu konudaki uç görüşleri benim seyenlerin temsilcisi sayı­
labilecek olan May, hastanın öznel yaşantısına doğrudan ulaşıla­
m ayacağını kabul etm iş ve terapistin, "özne-nesne" biçim indeki
bir ikiliği tümden çözüm lem esinin beklenem eyeceğini vurgula­
mıştır. Binsw anger de (1958), "tedavide en önem li veri sözlü an­
latımın içeriğidir" dem ekle bu gerçeği kabul etm iş görünm ekte­
dir.
Yukarıda tanım lanan sınırlılıklar göz önünde bulunduruldu­
ğunda, fenom enolojik yöntem in "gözlem ci bir tutum u" içerdiği
söylenebilir. Bir başka deyişle, terapist, hastasını "dinlerken"
kendi kavram larını ve alışkanlıklarını da göz önünde bulundurur
ve böylece, kendi kişiliğinden kaynaklanabilecek yanlış algılam a­
ları denetleyebilir. Hastasını dinlerken, düşüncelerini, onun ve
kendisinin neler yaşam akta olduğunu birlikte değerlendirebile­
cek biçim de esnek tutar. Terapist, hastasını böyle bir yaklaşım
içinde dinlem ezse, onun çizdiği olayları da yanlış değerlendirir.
Aslında bu, salt dinlem ekten öte, hastanın anlattıklarını "o anda"
ve "çeşitli düzeylerde" yaşam aktır. Bir başka deyişle terapist,
hastasını onun kendisinde uyandırdığı duygu vb. tepkilerle bir­
likte değerlendirir. Bu değerlendirm e, insanların ortak oldukları
yönlere odaklaşm ak yerine, her insanın ayrı bir varlık olduğu
vurgulanarak yapılır.
330 PSİKANALİZ VE SONRASI

VAROLUŞUN DİNAMİĞİ

Varoluşçu psikiyatrinin temel kavram ı D asein'dır. Dasein ya


da dünya-içinde-varolm ak, insanın bir özelliği ya da Freud'un
egosu ve Jung'un arketipi gibi, ona mal edilebilecek b ir şey değil­
dir. Dasein, H eidegger tarafından kullanılan Almanca bir sözcük­
tür ve canlı olmayan şeylerin anlatımı için kullanılan "vorhandse-
in" sözcüğünün karşıtıdır. Dasein sözcüğü, tam karşıtı olarak, Da
= olmak, sein = var, ya da orada var biçim inde çevrilebilir. D ola­
yısıyla Dasein, varolm ak ya da orada varolm ak, dilim ize yerleş­
miş biçim iyle varoluştur.
İnsanın dünyadan ayrı bir varlığı yoktur, dünya da insandan
ayrı varolamaz. Varoluşçu psikiyatri esasen, özne (İnsanın ruhsal
varlığı) ve nesne (Beden, toplum sal ve fizik çevre) biçim indeki
ikiciliğe karşı çıkar. İnsan ve içinde bulunduğu dünyanın bir bü­
tün olduğunu savunur. Duygu ve davranışları, dış çevreden ve
bedenin içinden gelen uyaranlar oluşturur biçim indeki bir ayrımı
kabul etmez.
İnsan, kendini ve "dünyalarım " yine kendisi yaratır. Bir başka
deyişle, kendi varoluş seçim inden kendisi sorum ludur' Bu seçim,
insanın doğuştan varolan gizilgüçlerini geliştirm esi ve gerçekleş­
tirmesi doğrultusunda olur. O layları, "b ir davranışı başlatm ak"
biçim inde ele alan yaklaşım lar gereksizdir, çünkü davranışlar her
an olagelir. İnsan, kendisinin, kendisini etkileyen olayların ve bu
olaylar üzerindeki etkisinin bilincinde olduğu için, seçim ler yapa­
bilir ve kararlar alabilir.
İnsanın bilincinde olduğu şeyler, sözlü dille anlattıklarıyla sı­
nırlanmaz. Konuşma, olaylara ilişkin düşünce-sezgi-duygu-eylem
öriintüsünün yalnızca bir bölüm üdür. İnsanın düşünceleri onun
gerçeğini tümüyle yansıtm az ve olaylara ilişkin duygu, eylem vb.
yaşantılarının kabataslak bir özeti olm aktan öte bir anlam taşı­
maz. İnsanın gerçeği, onun duygu, düşünce, sezgi ve eylem lerin­
den oluşan yaşantılarıdır.
İnsan bir içerik içinde varolur. Ancak, dünyasındaki objelerle
ve diğer insanlarla ilişkisinde, kendini, yaşayan bir bütün olarak
algılar. Konuşma ve bilinçliliğin özel bir önem taşım asının nede­
ni de budur. İnsanı insan yapan, diğer insanlar ve objelerle birlik­
VAROLUŞÇU PSİKİYATRİ 331

te varoluşudur. Bu temel olmadıkça, konuşm a ve bilinç de ola­


maz. Tüm diğer canlı varlıklar gibi insan da ancak belirli koşullar
altında yaşayabilir. Beden ısısı çok yükselirse ya da uzun süre aç
ve susuz kalırsa ölür. İnsanın varoluşu için zorunlu koşullardan
biri de çevresinde diğer insanların olm asıdır. O nlar olmadığında,
insan bir hayvan gibi varolur. İnsan, diğer insanlarla birlikte ya­
şadığı için insan olabilm iştir. Kendi varoluşunun farkında oluşu
da, dış olaylarla ve özelllikle diğer insanlarla etkileşim inin bir so­
nucudur.
Varoluşun bilincinde olmak, bunun tam karşıtı bir olasılığı,
yani varolm am anın ya da hiçliğin bilincini de beraberinde getirir.
Daha önce de belirtildiği gibi bu, ölüm ün kaçınılm azlığının arada
bir fark edilm esini ya da daha sık yaşanan biçim iyle, boşluk, yal­
nızlık ve insanlardan soyutlanma duygularını içerir. Bir anlamda,
insan doğuştan yalnızdır. Çünkü, öznel yaşantısı diğer insanlar
tarafından doğrudan algılanam adığı gibi, o da diğer insanların
yaşantısını kendisininki gibi algılayam az. Öte yandan, kendi var­
lığının farkında olabilm esi için olaylarla etkileşim de bulunması
gerekir. Bu etkileşim olmadan, dıştan bakışta bir insan gibi gö­
rünse de, diğer insanlar için hiçbir anlam taşıyamaz. Olaylarla
iletişim i ve ilişkisi, dış dünyadan soyutlanm am asını sağlar.
Kendi varlığının bilincini yitirm e olasılığının yarattığı duygu­
ya "ontolojik anksiyete" denir. Algı yoksunluğu (sensory depri­
vation) deneklerinin bazılarında bu duygunun yoğun bir biçimde
yaşandığı gözlem lenm iştir. Bu anksiyete insanda doğuştan var­
dır. Dolayısıyla kaçınılm ası im kânsızdır ve ancak dış olaylarla et­
kileşim lerin sürdürülm esiyle denetlenebilir. O laylarla anlamlı
ilişkiler kurm aktan kaçınma (gizilgüçlerin yadsınm ası), suçluluk
duygularının yaşanm asına neden olur. Suçluluk doğuştan varo­
lan bir duygudur.
İnsanın birlikte varolduğu dünya üç alandan oluşur: (1) Um-
welt (Doğa yasalarım n dünyası), (2) M itw elt (İnsanlar dünyası)
ve (3) Eigenw elt (Kişinin öznel dünyası). Bu gerçek bir bölüm le­
me değildir. Gerçekte bu üç öğe tektir ve insan bu üç alanda bir­
den varolur.
Umwelt, varoluşun doğal dünyasıdır. Bu dünya, insan kendi
varoluşunun bilincinde olmasa da varlığını sürdürebilecek olan
332 PSİKANALİZ VE SONRASI

bazı davranış örüntülerinden oluşur. Doğa yasalarının ve doğal


döngülerin, uyku ve uyanıklığın, doğm uş olmanın ve ölüm ünün,
doyum aramanın ve gerilim boşaltm anın dünyasıdır (May, 1958).
Biyolojik gerekircilik yasalarına göre sürdürülen davranışları içe­
rir. Um w elt'te yaşayan insan, davranışlarını biyolojik ihtiyaçları­
na göre düzenler. Kendisiyle ve dış olaylarla ilişkisinde tek am a­
cı, biyolojik varlığını sürdürebilm ek ve doyum sağlam ak için
olaylardan yararlanm aktır (*). Uyum da Umvvelt'in bir boyutu­
dur. Hava değişiklikleri ve periyodik açbk ağrıları gibi doğa ya­
salarıyla işleyen durum ları sıkıntısız bir biçim de yaşam ak için in­
san uyum yapm ak zorundadır. Bu varoluş biçim inde insan, diğer
insanlardan çok az farklılık gösterir.
Mitrvelt, diğer insanlarla birlikte varoluşu tanımlar. İnsanın,
bir diğer insanla kurduğu ve iç dünyasına ilişkin duygularım ve
düşüncelerini paylaştığı, anlam lı ve içten bir ilişkinin o insanda
oluşturduğu duyguları içerir. Böyle bir ilişkinin yarattığı durum
insana biraz heyecan da verir. Böylesi bir ilişkide, iki insanın bir­
birinin yaşantılarının bilincine ulaşabilm iş olması, insanın kendi
varoluş bilincini ve benliğine ilişkin duygularını zenginleştirir,
onu yalnızlık ve soyutlanm ış olma duygularından korur. Bu, iki
insanın birbirine uyum sağlam asından öte bir "ilişk i"d ir. Çünkü
bu ilişki her ikisinde de değişikliğe neden olur.
İnsanlar birbirlerini obje yerine koyarak da ilişki kurarlar. Bir
insan, bir diğeriyle gerçek bir insan ilişkisi geliştirm ek yerine,
onu kendi doyum aracı olarak kullanmaya çalışabilir. Birbirini se­
ven iki insanın cinsel ilişkisiyle, ırza geçme olayı arasındaki fark­
ta olduğu gibi. Varoluşçu terim lerle böyle bir ilişki M itw elt değil,
Umvvelt'tir. Kuşkusuz, anlam lı bir ilişki kurabilm ede her insan
aynı oranda başarılı olamaz. Ancak, Önemli olan niyettir. Aynı bi­
çimde, bir insan öylesi davranışlar gösterebilir ki, diğerleri onu
cansız bir obje gibi algılayabilirler. Paylaşmayı içeren ilişkiler,
gerçek insan ilişkileridir. Böyle ilişkilerin kurulm asında sözlü ko­
nuşma önem taşırsa da, yerleşm esinde sözsüz ileşitim in de payı
vardır.

(*) Varoluşçu psikiyatristler Freud'un Umvvelt üzerine bir kuram geliştirdiği gö­
rüşündedirler.
VAROLUŞÇU PSİKİYATRİ 333

Eigenwelt, insanın kendi varoluşunun bilincinde olmasıyla iliş­


kilidir. Sürekli olarak değişm esine karşın insan, kendisini tanım ­
lamada ve değerlendirm ede bir dizi örüntü geliştirir. Bu örüntü-
ler olaylar yaşarken ona yol gösterir. Örneğin, "B u tabloyu satın
aldım, çünkü ondan çok hoşlanıyorum " ya da "O ku la gidiyorum,
çünkü öğrenm ek istiyorum ." Dolayısıyla, tüm davranışlar "b e­
nim için, kendim için" niteliği taşır.
İnsanın başkalarıyla ve kendisiyle etkileşim biçim leri, varoluş­
çuların özellikle eğildikleri bir konu olm uş ve bu arada bazı M it­
w elt örüntüleri tanım lanm ıştır. "İsim sizlik" biçim inde kişi, kendi
benliğini ortadan siler ve ne kendisi, ne de başkaları, onu, davra­
nışlarından ötürü sorum lu tutamaz. Böyle bir insan, kendisini ka­
labalık içinde yitiren biri, maskeli bir dansçı, ya da tanımadığı ki­
şileri öldüren ya da onlar tarafından öldürülen asker örneklerin­
de olduğu gibi, kendi bireyselliğini yok eder.
"T ek il" biçim inde kişi, yalnız kendisiyle ilişki durumundadır.
Kendini kutlam a, kendini cezalandırm a ya da kendini yok etme
türlerindeki davranış örneklerinde olduğu gibi, tepkileri kendisi­
ne ve kendi bedenine yöneliktir. "Ç oğu l" biçim inde kişi, insanlar­
la cansız objelerm işçesine ilişki kurar. Onları kendi çıkarları için
kullanabileceği objeler olarak görür. Tüm "resm i" ilişkiler buna
örnek olarak gösterilebilir. H izm et etme, söm ürm e, çekişme, yarış­
ma ve törensel beraberliklerin egem en olduğu bu tür ilişkiler, "bir
şeyler elde edebilm ek" umuduyla sürdürülür ve diğer insanların
haklarına saygı ve duyguları paylaşm a gibi öğelerden yoksundur.
"İk ili" biçim normal varoluş yaşantısıdır. Böyle bir ilişkide her
bir kişi, kendisini ayrı bir insan olarak değil "b iz " olarak algılar,
her biri diğeriyle ilgilidir, sıcak duygular yaşanır ve iç dünyalar
paylaşılır, ortak am açlar geliştirilir. A na-baba ve çocuk ilişkileri,
yakın dostluklar ve sevgi ilişkileri ikili biçim in örnekleridir. Ö zel­
likle "sev g i" öylesi güçlü ve anlamlı bir ilişkidir ki, ne zamanla,
ne ayrılıkla ve hatta, ne de ölüm le sona erer.
Benzer durum lar farklı biçim lerde yaşanabilir. Örneğin, nor­
mal bir evlilik ilişkisinde sevgi ve sıcaklık vardır, yaşantılar pay­
laşılır, ortak am açlar geliştirilir (İkili biçim ). Bazı evlilikler ise eş­
lerin birbirini kullanm ası üzerine kurulm uştur (Çoğul biçim ) ya
da eşlerden her biri yalnız kendisini düşünür ve diğeriyle ilgilen­
334 PSİKANALİZ VE SONRASI

mez (Tekil biçim). Gerçekte, her insan bu varoluş biçim lerinden


birini benim sem iştir ve ilişkilerine bu biçim egemendir. İkili bi­
çimde yaşayan bir insanın, evlilik, dostluk vb. ilişkilerinde sevgi
vardır, çoğul biçim i benim sem iş olan bir diğeri ise ilişkilerinde
bencil davranır.
Varoluşçu psikiyatri ve fenom enolojik çözüm lem enin, insan
davranışının nedenlerini açıklam ak yerine, içinde bulunulan an­
da yaşananları anlam aya çalıştığından daha önce de söz edilm iş­
ti. Bu açıdan ele alındığında, dünyada varoluşun iki temel boyu­
tu vardır: Yer (spatiality) ve zaman (tem porality). Bu boyutlar,
duygu ve düşünce gibi öznel olaylardan bağımsızdır.
Öznel yaşantının zaman boyutu, nesnel ve ölçülebilir zaman
kavramından farklı bir anlam taşım akla birlikte, bu kavram lar
birbiriyle tamamen ilişkisiz değildir. İnsan bir zaman tüketicisi­
dir. Ancak bunu gerçekleştirirken zamanı öylesine yayar ki, dai­
ma bir geçmişi (varolm uş olm ak), bir şim diki zam anı (birlikte
varolmak) ve bir geleceği (kendinden ötede varolm ak) vardır.
Varoluşun yaşanm akta olan zaman boyutu içinde, geçm iş ve ge­
lecek de vardır ve bu üç öğeyi birbirinden ayırm ak im kânsızdır.
Boss, insanı, geçm işinin tüm ü, içinde yaşadığı zam an ve gelecek­
teki imkânları olarak tanım lar.
Zamanın öznel yaşantısı, "yaşam ın akmakta olduğunun" ve
sürekli değişen olayların yaşanm akta olduğunun bilincinde ol­
maktır. Bu, herhangi bir zam an dilim inde yer alan belirli olayla­
rın bilincinde olm aktan farklı bir olgudur. Zam anın hangi hızla
aktığının algılanm ası, heyecanlanm a ya da sıkıntı gibi yaşanm ak­
ta olan durumlara göre değişir. Geçmiş, geride bıraktığım ız, an­
cak yine de hatırlayarak yaşayabileceğim iz bir zam an boyutudur.
Şimdiki zaman, insanın o andaki davranışlarının ve bu davranış­
ların ortaya çıkışıyla aynı zam anda yaşanan diğer olayların bilin­
cinde olması demektir. Gelecek, beklenti ve eylem (çok yakın ge­
lecek), istek ve umut (yakın gelecek) ya da dilek (uzak gelecek)
olarak yaşanabilir. Zam an algılam asının, bir yaş dönem inden di­
ğerine farklılık gösterdiği de sanılm aktadır. Bir insanın zamanı
algılayışı, alışagelm iş olduğu davranış örüntüleriyle de ilişkilidir.
Kimi insan her anını doldurm ak ister, kim i "zam an öldürür", ki­
mi ise yaşamayı sürekli ertelem e eğilim indedir.
VAROLUŞÇU PSİKİYATRİ 335

Varoluşun her boyutu, fiziksel çevrenin algılanm asını değil,


çevreyle birlikte varoluşun öznel yaşantısını içerir. Örneğin, in­
san evrenle beraberliğinde bir uzaklık ya da yakınlık yaşar. Her­
hangi bir şeyle "birlik te" varolunurken, bir uzaklık ya da yakın­
lık duygusu sürekli yaşanır. İnsan, varoluşun yer boyutunu çeşit­
li biçim lerde yaşar. Bunlardan en sık yaşanan "yönelim li yer bo­
yutu" (oriented space), fiziksel çevreye de en yakın olanıdır. Di­
key (aşağı ve yukarı) ve yatay (ön, arka, sağ, sol) eksenleri içerir.
Bu tür yer boyutunda, belirli objeler (içi ve dışıyla) ve sınırlar ya­
şanır. "A yarlı yer boyutu" (attuned space), o andaki duyguların
eşlik ettiği bir yaşantıdır. Örneğin, keder, ayarlı yer boyutunu da­
raltır, um utsuzluk aynı boyutun boşluk biçim inde yaşanmasına
neden olur. Zam an boyutu, "berrak", "k aran lık" ve "aydınlık"
olarak algılanabilir.
Varoluşçu psikiyatri, insanın dünya içinde olduğunu ve bir
dünyası olduğunu, ancak dünyanın da ötesine ulaşm a isteğini
vurgular. Bununla anlatılm ak istenen, insanın öbür dünyaya
ulaşma isteği değil, yaşadığı dünyayı da aşarak yeni dünyalara
ulaşma im kânlarıdır. Gerçekten de insan, varoluşunun tüm im­
kânlarını gerçekleştirm ek için çaba gösterir ve ancak buna ulaştı­
ğında otantik bir yaşam sürdürebilir. Bu çabayı gösterm ez ve çev­
resinin egem enliği altına girerse, otantik olm ayan bir varoluşu
yaşar. İnsan bu iki tür yaşam dan birini seçm ekte özgürdür. Varo­
luş, karşılaştığım ız im kânlarla ilişki kurm aktan başka bir şey de­
ğildir. Varoluş suçluluğu, bu imkânları kullanm am ış olma sonu­
cu yaşanır.
İnsanın kendisini özgürce gerçekleştirebilm esinin de bazı sı­
nırları vardır. En önem li sınırlardan biri, insanın içine "konuldu­
ğu" varoluş alanıdır. Bir başka deyişle, insanın kendisini içinde
bulduğu dünya, onun yazgısını da belirler. O tantik bir yaşam
sürdürebilm ek için insan bu yazgı doğrultusunda yaşamak zo­
rundadır. Örneğin, eğer bir insan kadın olarak dünyaya gelmişse
varolduğu alan bir erkeğinkinin aynı olam az. Bir kadın bu im­
kânları reddeder ve örneğin bir erkek gibi davranm ak isterse,
otantik olm ayan bir varoluş biçim ini seçm iş olur. Otantik olam a­
manın cezası suçluluk duygularıdır. O tantik varoluş, insanm
kendi yazgısı olan varoluş alanını kabul etm esiyle gerçekleştirile­
336 PSİKANALİZ VE SONRASI

bilir. Otantik olm ayan varoluş ise, insanın kendisini varoluş alanı
dışında bırakması sonucu ortaya çıkar.
İnsan, içine konulduğu alana karşı koyduğu oranda, o alanın
daha çok etkisi altına girer (Binsvvanger, 1958). Bu durum varolu­
şun zayıf düşm esine yol açar. Böyle bir kişi, dünyası içinde özerk
olamaz. Kendisini varoluş alanından ayırmış ve sorum luluğunu
yabancı güçlere bırakm ıştır. Dolayısıyla, yazgısının sorumluluğu
da kendi denetim inden çıkm ış ve yabancı güçlere bırakılmıştır.
Örneğin, alkolik bir insanın yaşam ını alkol yönetir ya da nevrotik
kişi patolojik bir yaşam biçim ine tutunur ve bunu değiştirm ekten
korkar. Bir diğeri ise, kendini toplum yargılarına körükörüne bı­
rakarak varoluş anksiyetesiyle yüzleşm ekten kaçınır; varlığına
anlam katma sorum luluğunu üstlenebilecek kadar yürekli değil­
dir.
Her insan yaşamı boyunca türlü güçlüklerle karşılaşır. Neden
bazı insanlar anlam lı bir varoluşu sürdürebildikleri halde, bazıla­
rı bu güçlüklerle başedem eyip, kendilerine ve birlikte varolduk­
ları dünyaya yabancılaşırlar? Laing'e göre, çoğu insan çocukluk
dönemlerinde, "gerçek, canlı, bütün ve sürekliliği olan" bir varlık
olmanın bilincini geliştirir. Bazı insanlarda bu bilinç gelişemez.
Geliştirebildikleri kadarıyla varolan benliklerini, yalnızca savun­
ma am acıyla kullanabilirler. Diğer insanlar için olağan sayılan
durum lar onlarda anksiyete yaratır. Tüm güçlerini savunmada
kullandıklarından, karşılaştıkları im kânları değerlendirem ez, bi­
linç boyutlarını geliştirem ez ve diğer insanlarla anlam lı ilişkiler
kuramazlar.

TEDAVİ (Daseinanalysis)

Tedavinin Amacı:
Tedavinin ilk amacı, hastanın temel bir tutumu benim sem esi­
dir: Kendi sorum luluğunun bir kısm ını olsun üstlenmek. Hasta,
ailesinin olumsuz davranışları, parasal sıkıntı ya da bedensel sa­
katlık gibi olum suz koşular içinde de olsa, bazı seçenekler ona yi­
ne açıktır ve kendine karşı sorum luluğu sürm ektedir. Yaşamakta
olduğu durumun sınırları içinde de olanaklarını değerlendirebi­
lir. Hastanın bu tutumu benim seyebilm esi ve seçim lerini yapabil-
VAROLUŞÇU PStKİYATRİ 337

mesi için, bu im kânların neler olduğu konusunda bazı veriler


edinm esi gerekir. Bu nedenle, önce, karşılaştığı durumlardan ka-
çm m am ayı ve yaşantısının bilincine ulaşabilm eyi öğrenebilm eli-
dir. Karşılaştığı durum larla nasıl ilişki kurabileceği konusunda
en doğru rehber yine kendi duygulan, düşünceleri vb. yaşantıla­
rıdır. Ancak, kendisini yönlendirebilm ek için bu yaşantıların far­
kında olm ası gerekir.
Bu aşam adan sonra hasta, seçim ler yapabileceğine inanmalı,
seçim lerini yapabilm eli ve bunları eylem e dönüştürebilm elidir.
Etkin bir biçim de som ut işler yapmak, "kendini gerçekleştirm e­
n in " bir parçasıdır (May, 1958). Yapılan seçim ler ve bu seçimlere
ulaşm ak için kullanılan yollar, bir insandan diğerine farklılık gös­
terebilir. Bunda, o insanın kişilik özellikleri ve geçm iş "yaşam öy­
küsü" rol oynar. Hangi imkânların kullanılabileceği de bir kültür­
den diğerine farklılıklar gösterir (May, 1958). Tedavinin amacı,
klinik belirtilerin hafifletilm esinden çok, yapıcı ve etkin davranış­
ların geliştirilm esine yöneliktir. Hasta, varoluşunu yaşam aya baş­
ladıktan sonra belirtiler kendiliğinden ortadan kalkar.

Tedavi Teknikleri:
. Varoluşçu psikiyatri, terapistin tedavideki tutum u konusunda
sistemli bir açıklam a getirmem iştir. Bunun başlıca nedeni, hasta­
nın bir obje olarak ele alınm asının tedaviyi bozacağı inancı olsa
gerek. Çoğu varoluşçu terapist, tedavi tekniklerinden söz edildi­
ğinde, hastanın b ir obje yerine konm asının kaçınılm az olduğu ka­
nısındadır. Bazı varoluşçular ise, Freudcu m antığı yanlış bulduk­
ları halde, klasik psikanalizi temel teknik olarak kullandıklarını
açıklam ışlardır.
Teknikle ilgilenm enin kuramı bozacağına inanan May (1958),
yine de, varoluşçu terapistlerin tedavide neler yaptıklarını araş­
tırm aktan kendini alamam ış ve varoluşçu terapistlerin disiplinli
teknikleri bir yana itm ediklerini, ancak hastayı "anlam aya" önce­
lik tanıdıkları sonucuna varmıştır.
Varoluşçu tedavide terapist, hastasını peşinen "d eğerli" ve
"kendi yaşam yolunu kendisi seçebilecek yetenekte" bir varlık
olarak kabul eder. Hastayı anlayabilm e ve ona yardım cı olabil­
m enin tek yolu, tedavi seansları sırasında onun yaşam ının bir
338 PSİKANALİZ VE SONRASI

parçası durumuna gelmek, hastaya yön veren değerleri ve onun


bu değerleri nasıl kullandığım anlam aya çalışm aktır. Terapist, bu
amaçla özel gözlem yöntem leri geliştirir. H astasının anlam a çaba­
sında, kendi alıştığı düşünce biçim lerini kullandığını ve kendi
düşünce algılarını hastasına yansıtma tehlikesinin her zam an va­
rolduğunu kabul etm iş olm alıdır. Bundan kaçınabilm ek için, tera­
pistin kendi alışkanlıklarının farkında olması ve kendini denetim
altında tutarak bunları en azma indirmeye çalışm ası, kuramsal
çerçevelerden uzak kalarak hastanın düşünce ve algılama biçim ­
lerini elinden geldiğince anlam aya çalışması gerekir. Bu, salt en­
telektüel bir çaba değildir. Terapistin hastasıyla, duygu-düşünce
-algılam a düzeylerinde de bir iletişimi kurabilmesini içerir.
Varoluşçu tedavi, duyguların yaşandığı bir insan ilişkisidir.
Bu ilişki içinde her biri diğeriyle dürüstçe bir iletişim kurmaya
çalışır. İletişim sözlü ya da sözsüz olabilir. Tedavi, bazen bir üst
(terapist) ve ast (hasta) ilişkisi niteliği taşıyabilir. Bu da hastanın
sorumluluk üstlenm ekten kaçınm asına ortam hazırlar. Bu neden­
le terapist, hastanın "ed ilg in " tutumunu terk ederek, sorum luluk
üstlenm esini sağlayacak bir ilişki ortam ı yaratm aya çalışmalıdır.
Böyle bir ortam, terapistin "kendi varoluşunu da ortaya koya­
rak", hastasıyla anlam lı bir beraberlik kurma yürekliliğini göster­
mesiyle sağlanır. H astanın da bu ilişki içinde "k en d isi" olabilm e­
sine yardımcı olunm alı ve "terapistin beklentileri doğrultusun­
da" davranmasına yol açacak bir ortam ın yaratılm am asına özen
gösterilm elidir. Bu, "birlikte olunurken kendisi olabilm ek" biçi­
minde bir yaklaşım dır. H astayı ilişki içinde "yalnız bırakm ak"
anlamına gelmez.
Tedavi ilişkisi, M ay'ın (1961) tanım ladığı, "iki kişinin dünya-
da-varoluşu"dur. Bu beraberliğin o anda yaşandığı dünya da te­
rapistin çalışm a odasıdır. Tedavide değişme, hastanın olayları di­
le getirmesiyle gerçekleşm ez. Am aç hastaya, "nerede, ne zaman
ve ne oranda kendi gizilgüçlerini gerçekleştirm ekte olduğunu"
göstermekle de sınırlanam az. Asıl önem li olan, hastanın bunu te­
davi ilişkisi içinde ve olabildiğince derinliğine algılayabilm esidir.
Tedavide davranışların değişebilm esi için, tüm psikolojik feno­
menlerin hasta-terapist ilişkisi içinde yaşanm ası gerekir (Bins-
vvanger, 1962).
VAROLUŞÇU PSİKİYATRİ 339

Sözlü anlatım fenom eni tedavinin temel taşıdır. Binsvvanger'e


göre, terapist, hastanın, yaşantılarını anlatırken kullandığı söz­
cüklerin hasta için "kişisel anlam larını öğrenm edikçe, onun söz­
lerinin altındaki davranış süreçlerini fark edem ez" (1958). Bazen
hasta aynı tür olaylar için birbirinden farklı tanım layıcı sözcükler
kullanabilir. Ayrıca, hastayla iletişim kurabilm ek için terapist de
kendisini hastanın kullandığı dilde anlatabilm elidir.
Terapist, hastasının anlattıklarını, konuşurken gösterdiği dav­
ranışlar çerçevesinde değerlendirm elidir. H astanın yalnızca ne
dediği değil, nasıl anlattığı da önem lidir. Bu, klasik psikanalizde
uygulanan ve sürekli konuşm alarla belirlenen tedavi iletişim in­
den farklı olarak, hastanın sözlü olm ayan anlatım larının da de­
ğerlendirilm esini içeren bir yaklaşım dır. Tedavi ilişkisinin yalnız­
ca sözlü iletişim üzerine kurulması bazı hastaların konuşmayı so­
runlardan kaçınm a aracı olarak kullanm alarına neden olabilir.
V aroluş analizi, tedavide yaşam lan ana odaklaşır. Geçmiş ve
gelecek, ancak içinde yaşanan anı etkiledikleri oranda önemlidir.
Yaşantıları düşünceleştirm e yerine o andaki yaşantının vurgulan­
ması, hastanın düşünceleriyle yaşantısının tek bir bütün durumu­
na gelm esini sağlar.
. Varoluş analizi, tedavi tekniği konusunda yukarıda anlatılan­
lardan öte, belirli bir tanımı henüz oluşturm am ıştır. Bazı varoluş­
çular böyle bir tanım geliştirilm esine karşı çıkm ıştır. Ö te yandan,
varoluşçu psikiyatrinin son yıllarda giderek artan sayıda yandaş
bulmuş olm ası, bazı terapistlerin bilim ve entelekt dışı uyulama-
lara yönelm esine de neden olm uştur. Bu gibi durum ları kaygıyla
karşılayanların başında gelen May, varoluşçu psikiyatrinin yeni
bazı yöntem ler geliştirerek, daha sağlam , daha bilim sel temeller
üzerine yerleştirilm esi gereğini savunur. Varoluşçuluk psikiyatri­
ye önem li bir yenilik getirm iştir am a, daha sistem li bir çerçeve
geliştirilm ezse, bir süre sonra bugünkü yerini daha kesin belir­
lenmiş kuram lara bırakm a durum unda kalabilir.
N itekim son yirm i yıl içinde, özellikle Am erika Birleşik Dev-
letleri'nde, "V aroluşçu Psikoloji" başlığı altında ve yukarıda ta­
nım lam aya çalıştığım ız varoluşçu psikiyatri ile ilgisi olmayan ba­
zı ekoller ortaya çıkm ıştır. Bu ekoller, varoluş felsefesini yansıt­
m aktan yoksun ve varoluşçuluğu birtakım sloganlara indirgeyen
340 PSİKANALİZ VE SONRASI

bir içerikle sunulm aktadırlar. Oysa varoluşçu psikiyatri, aslında,


bağım sız bir ekol değildir. Belirli bir kişilik kuramı ya da kuram ­
ları ve tedavi yaklaşım ları zem ininde edinilen bir tedavi "tu -
tum "unu tanımlar. Üstelik, sonradan ortaya çıkan bu ekollerin
bazıları, bu konuda uzm anlık eğitim i bile verm ekteler. Oysa bir
terapistin varoluşçu bir tutum geliştirmesi, kendiliğinden oluşur
ya da oluşm az. Salt eğitim le edinilem ez ve de terapistin kişilik
özellikleri, dünya görüşü, birikim i ve deneyim lerinin ortak bir
ürünü olarak, zam an içinde ve genellikle orta yaşlara doğru beli­
rir.
BİTİRİRKEN

Bu kitapta ele alınan yedi dinam ik psikiyatri kuram ı, ortak


yönlerinin yanı sıra önem li farklılıklar da gösterm ektedir. Kimi
okuyucu bu kuram ların tümünün yaklaşık olarak aynı şeyleri
vurguladığı, kim i ise aralarında önem li farklılıklar bulunduğu iz­
lenim ini edinm iş olabilir. Aslında bu, herhalde, dürbünün hangi
ucundan bakıldığına göre değişebilecek bir husustur. Burada kısa
bir değerlendirm e yaparak, ayrıntılı kıyaslam ayı okuyucunun se­
çim ine bırakm ak istiyorum .
İlk bakışta göze çarpan husus, tüm kuram cıların Batı kültürü­
nün tem silcileri olm aları. Kökenini Doğu düşüncelerinden alan
kuram lar geliştirilebilm iş olsaydı, bunların insan davranışlarının
anlaşılm asına farklı boyutlar katabileceği düşünüldüğünde, bu
kitaba konu olan kuram ların kısm en de olsa belirli bir kültüre
bağlı olarak geliştirildiği söylenebilir.
Bir diğer ilgi çekici nokta, Rank ve From m dışında tümünün
tıp eğitim i görm üş olm aları. Çoğunun kuram geliştirm e ya da
araştırm a teknikleri konusunda gerçek anlam da eğitim görmemiş
kişiler olması, kuram laştırm a yaklaşım larında bazı yetersizlikle­
rin ve am prik değerlendirm e sorunlanna gereğince yer verilm e­
m esinin nedeni olsa gerek. K uram lann çoğu gözlem yoluyla elde
edilen verilen üzerine kurulm uş.
Kuram cıların tüm ü psikoterapist olarak çalışm ış kişiler. Çoğu,
akadem ik ya da bilim sel araştırm a kurum larından çok, klinik uy­
gulam ada çalışm ış, ancak diğer uygulayıcıların eğitim inde etkili
olm uşlar. Bu nedenle, tedavi önlem lerini içeren psikiyatrik kuram­
ların, tedavi uygulam alarm da bulunm uş olan klinisyenler tara­
fından geliştirilm iş olduğu biçim inde bir genellem eye gidilebilir.
Kuram ctlarm çoğu, çocukları değil yetişkinleri, norm al insan­
ları değil önem li sorunları olan kişileri, psikotiklerden çok nevro-
342 PSİKANALİZ VE SONRASI

tikleri incelem işler ve üstelik, izledikleri insanlar daha çok üst


sosyoekonom ik kesim den ve yüksekeğitim düzeyinden gelen ki­
şiler olmuştur. Dolayısıyla, kuram ları da tedavisini üstlendikleri
kişilerin bazı ortak niteliklerine göre geliştirilm iş ve bu durum,
doğal olarak, bazı kısıtları da beraberinde getirmiştir.
Kuramcıların bir bölümü, insanı daha çok içgüdülerinin ya da
dış olayların tutsağı olarak ele almış, bir bölümü ise davranışları­
nı ve çevresindeki olayları denetleyebilen ve yönlendirebilen bir
varlık olarak görm üştür. Ancak, hangi yöne ağırlık tanınmış olur­
sa olsun, kuram cıların tümü, insanı değerlendirirken her iki et­
meni de göz önünde bulundurm uşlardır.
Kuramcıların çoğu, olum lu duygulara olum suz duygulardan
daha az yer verm iştir. Varoluşçular ve From m doğrudan sevgi
sözcüğünü kullanm ış, Adler ise sevgiyi toplumsal ilgi olarak ad­
landırmıştır. Adler, H om ey ve Sullivan, sevginin bireyin gelişi­
mindeki önem ine değinm ekle birlikte, bu duyguyu insanın öznel
yaşantısı olarak incelem ekten çok, ona çevreden yöneltilen bir
uyaran olarak ele alm ışlardır.
Freud, ego psikanalistleri, obje ilişki kuram cıları, "şelf" psiko­
lojisi uygulayıcıları ve Adler, terapisti, hastada neyin bozuk oldu­
ğu ve değişmesi gerektiğini belirleyen bir uzman olarak görürler.
Onlara göre, hasta kendisinde neyin bozuk gittiğinin farkında ol­
madığından tedavinin am açlarının ne olması gerektiğini de belir­
leyemez. Buna karşılık Rank, H orney ve Varoluşçular, tedavinin
am açlarının hasta tarafından belirlenm esi gerektiği görüşünde­
dirler. Üstelik Rank, hastanın bu amacı saptam asını tedavinin
önemli bir parçası olarak görür. Varoluşçular ise insanın kendi
amaçlarını seçmesini onun doğuştan varolan bir eğilim i olarak
kabul eder ve bu eğilim i engelleyici terapist tutumlarına karşı çı­
karlar. Sullivan ise, diğerlerinden farklı bir görüşle, hasta ile tera­
pistin üzerinde ortaklaşa çalışabilecekleri am açları birlikte sapta­
malarında yarar görür. Ona göre, hasta ile terapistin ne yapacak­
ları konusunda görüş birliğine varm aları etkin bir tedavinin ön
koşuludur.
İnsanı içgüdülerinin tutsağı olarak ele alan klasik psikanalizin
başlattığı dizi tepkiler sonucu art arda gelişen görüşler, bugün
gelinen noktada insanı, dış etm enler tarafından engellenm edikçe
BİTİRİRKEN 343

kendi yönünü seçebilm e yeteneğine sahip bir varlık olarak nite­


lendirirler. Gerçekte, klasik psikanaliz de dahil olmak üzere bu
kitapta sunm uş olduğum uz kuram lann ve tedavi ekollerinin tü­
mü, geniş yandaş kitleleriyle güncelliklerin sürdürmektedir.
Dünyanın birçok yerinde hâlâ hastasını bir divana yatırarak
onunla yüz yüze gelm eden tedavi uygulam asında bulunanlar ol­
duğu gibi, tedavi ortam ında kendi yaşadıklarını hastasıyla pay­
laşma yürekliliğini gösteren terapistlerin sayısı da giderek art­
maktadır.
Gerçekte, her biri çağdaş düşünceyi önem li ölçülerde etkile­
m iş olan bu kuram ların değerlendirilm esini, olabildiğince yansız
bir sunuşu gerçekleştirebilm iş olduğum umuduyla okuyucuma
bırakıyorum .
KAYNAKÇA

P S lK A N A L lrlK KURAMLAR

BALINT, M. The Basic Fault: The Tienpcutic Aspects of Regression. Lon­


don, Tavistock, 1968.
BION, W. R. Learning from E x p e rie ic e .N Te w York, Basic Books, 1962.
BRILL, A. A . (Ed.) Basic W ritings d Sigmund Freud, Random House, N. Y.
1938.
DEUTSCH, H. Neuroses and Character Types, International Un. Press, N. Y.
1965.
DEUTSCH, H. On Female Homosexuality, Psychiatric O uarterly, 1 , 1932.
DRELLICH, M. G. Classical Psyhoqjaiytical School (The Theory o f the N eu­
roses). Am erican H andbook ofPsychiatry (Ed. Arieti, S.) Basic Books, N.
Y. 1974.
ELLENBERGER, H. The D iscover of the Unconcious. Basic Books, N. Y.
1979.
ERIKSON, E. H. C hildhood and Society, Norton, N . Y. 1952.
FAIRBAIRN, W. R. D. Psychoanalytic Studies of Personality. London, Rout-
ledge & Kegan Paul, 1952.
FEN1CHEL, O. The P sychoanalytiiT heory of Neurosis, Norton, N . Y. 1945.
FREUD, S. Standard Edition. Vol.11,12, 14, 18, 20. Hogart Press, London,
1957-1958.
FREUD, S. (1923) The Ego and tie Id The International Psychoanalytical
Library, London, 1927.
FREUD, S. (1938) A n O utline in Pychoanalysis, Norton, N. Y. 1949.
FREUD, S. On Narcisissism: An Iitioduction. T he Standard Edition of the
Com plete Psychological W ork of Sigmund Freud, c. 14. London, Ho­
garth Press, 1963, s. 67-102.
FREUD, S. Inhibitions, Symptoms tnd Anxiety (1926), The Standard Edition
o f the Com plete Works of Sipund Freud, c. 20. London, Hogart Press,
1959, s. 75-175.
FREUD, S. Splitting of the Ego in the Process of Defense (1940), The Stan­
dard Edition of the CompleteWorks of Sigm und Freud, c. 23. London,
Hogart Press, 1964, s. 271-278.
FREUD, A. T h e Ego and Mecharisms of Defense, International Un. Press,
N . Y. 1946.
346 KAYNAKÇA

FORD, D. H., URBAN, H. B. Systems of Psychotherapy, John Wiley and


Sons, N. Y. 1967.
GABBARD, G. O. Psychodynam ic Psychiatry in Clinical Practice. Washing­
ton D. C., American Psychiatric Press, Inc., 1990.
GEÇTAN, E. Psikodinam ik Psikiyatri ve Norm aldışı Davranışlar, Remzi
Kitabevi, İstanbul 1993, Geliştirilmiş Dokuzuncu Basım.
GROTSTEİN, J. S. Splitting and Projective Identification. N ew York, Jason
Aranson, 1981.
HALL, C. S. and LINDZEY, G. Theories of Personality, John Wiley and
Sons, N. Y. 1957.
HARTMANN, H. Ego Psychology and the Problem of Adaptation (1939).
New York, International Press, 1958.
HARTMANN, H. Comments on the Psychoanalytical Theory of Instinctual
Drives, Psychoanal. Ouart., 17 (368-388), 1958.
HARTMANN, H. Comments on the Psychoanalytical Theory of the Ego. The
Psychoanalytical Study of the Child. Vol. 5. International Un. Press, N.
Y. 1950.
HARTMANN, H. Contribution to the Metapsychology of Schizophrenia. The
Psychoanalytical Study of the Child. Vol. 8. International Un. Press, N.
Y. 1953.
JACOBSON, E. The S elf and the Object World. N ew York, International
Universities Press, 1964.
JANE1CKE, C. Kohut's Concept of cure. Psychoanalyitic R eview 74,1987.
JONES, E. The Life and W orks of Sigm und Freud, Vol. I, II, III. Basic Books,
N. Y. 1957.
KERNBERG, O. F. Borderline Conditions and Pathological Narcisissism,
New York, Jason Aranson, 1975.
KERNBERG, O. F. Projection and Projective Identification: Developmental
and Clinical Aspects; Projection, Identification, Projective Identificati­
on. International Universities Press, 1987, s. 93-115.
KLEIN, M. Envy and Gratititude and Other Works. N ew York, Free Press,
1975.
KOHUT, H. The A nalysis of the Self: A Systematic Approach to the
Psychoanalytic Treatment of Narsisistic Personality Disorders. New
York, International Universities Press, 1971.
KOHUT, H. How Does A nalysis Cure? Chicago, University of Chicago
Press, 1984.
MAHLER, M. S. On Human Sym biosis and the Vicissitudes of Individuati­
on. Vol. I. International University Press, N. Y. 1968.
MAHLER, M. S., PINE, F., BERGMAN, A. The Psychological Birth of Hu­
man Infant: Sym biosis and Indivudiation. N ew York, Basic Books, 1975.
MEISSNER, W. W., M ACK, J. E., SEMRAP, E. V., Classical Psychoanalysis, A
Comprehensive Texbook of Psychiatry (Ed. Freedman, A. M., Kaplan,
H. I., Sadock, B. J.). Vol. II. The Williams and Wilkins Co. Baltimore, 1975-
KAYNAKÇA 347

MEISSNER, W. W. Internalization in Psychoanalysis. N ew York, Internatio­


nal Universities Press, 1981.
MUNROE, R. L. Schools of Psychoanalytic Thought. Holt, Rinehart and
Winston, N. Y. 1955.
OGDEN, T. H. The Concept of Internal Object Relations. Int J Psychoanaly­
sis: 64,1983.
OGDEN, T. H. The Matrix of the Mind: O bject Relations and the Psychoa­
nalytic Dialogue. Northvale N. J., Jason Aranson, 1986.
RADO, S. Psychoanalysis o f Behavior, Grune and Stratton, N. Y. 1956.
RAPAPORT, D. Organization and Pathology of Thought: Selected Sources.
N ew York, Columbia University Press, 1951.
RAPAPORT, D. On the Psychoanalytic Theory of Motivation. Nebraska
Sym posium on M otivation (N. R. Jones, Ed.) University of Nebraska
Press, Lincoln, 1960.
RAPAPORT, D. The Theory of Ego Autonomy: A Geueralization. Bull. Me-
ninger Clinic, 22, (s. 13-35), 1953.
REUBEN, F. Psychoanalysis. Current Psychotherapies (Ed. Corsini, R.) Pea­
cock Publishers Itasca, Illinois, 1973.
SANDLER, J. Projection, Identification, Projective Identification. Madison,
CT., International Universities Press, 1987.
SCHAFER, R. Aspects of Internalization. N ew York, International Press,
1968.
STEIN, J. N eurosis in Contemporary Society: Process and Treatment. Bro­
oks and Cole, Belmont, Calif., 1970.
VAILLAN T, G. E. Adaptation to Life. Boston, Little, Brown, 1977.
W1NNICOTT, D. W. The Maturational Process and the Facilitating Envi­
ronment: Studies in the Theory of Emotional Developem ent. London,
Hogarth Press, 1965.
WINNICOTT, D. W. Transitional Objects and Transitional Phenomena: A
Study of the First not-me Possesion. P laying and Reality. N ew York, Ba­
sic Books, 1971, s. 1-25.
WITZIZ, J. S. The Group Treatment on Male Exhibitionists. American Jour­
nal of Psychiatry., 1968,125 (s. 75-81).

A L F R E D A D L E R V E B İR E YSEL P SİK O L O Jİ

ADLER, A. Individual Psychology, Psychological of 1930, (Ed. C. Murchi­


son), Worchester, Mass. Clark University Press, 1930.
ADLER, A . What Life Should Mean to You. N ew York: Capricorn Books,
1958.
ADLER, A. The Practice and Theory of Individual Psychology. Paterson, N.
J. Littlefield, Adams, 1963.
ADLER, A. Problems of Neurosis, N ew York: Harper and Row, 1964.
348 KAYNAKÇA

ALEXANDER, F., FRENCH, T. M. Psychoanalytic Therapy. N ew York: Ro­


nald Press, 1946.
ANSBACHER, H. L., ANSBACHER, R. (Ed.) The Individual Psychology of
Alfred Adler. N ew York: Basic Books, 1956.
BERNE, E. Caines People Play. N ew York: Grave Press, 1964.
DREIKURS, R. Adlerian Psychoterapy. Progress in Psychotherapy: (Ed. F.
Fromm Reichmann ve J. L. Moreno). N ew York: Grune and Stratton,
1956.
DREIKURS, R. The Adlerian Approach to Psychodynamics; The Adlerian
Approach to Therapy. Contemporary Psychotherapies. (Ed. M. Stein),
N ew York: Free Press, 1961.
FORD, D. H. ve URBAN, H. B. Systems of Psychotherapy: A Com parative
Study, New York: John Wiley and Sons, 1967.
MOSAK, H. H. Early Recollections as a Projective Technique. Theories of
Personality (Ed. G. Lindzey ve C. S. Hall). N ew York: Wiley, 1965.
MOSAK, H. H. (1954) Adlerian Psychotherapy. Mosak, H. H. ve Dreikurs,
R.'den ahnti. (s. 48). Current Psychotherapies (Ed. R. Corsini), Itasca,
111, Peacock Publishers, 1973.
MOSAK, H. H. DREIKURS, R. Adlerian Psychotherapy. Current Psychothe­
rapies. (Ed. R. Corsini), Itasca, 111, Peacock Publishers, 1973.
MUNROE, R. L. Schools o f Psychoanalytic Thought. N ew York: Holt, Rine­
hart and Winston, 1955.
WAY, L. Adler's Place in Psychology. N ew York: Collier Books^l962.

C A R L G U S T A V JU N G V E A N A L İT İK P SİK O L O Jİ

HALL, C. S. ve NORDBY, V. J. A Primer of Jungian Psychology, Taplinger


Publishing Comp., N ew York, 1973.
HALL, C. ve LINDZEY, G. Theories of Personality, Wiley, N ew York, 1962.
JUNG, C. G. Collected Works, Princeton University, Princeton, N. J.
Vol. 5. Symbols of Transformation.
Vol. 6. Psychological Types.
Vol. 8. The Structure and Dynam ics of Psyche.
Vol. 9 .1. The Archetypes and the Collective Unconcious.
Vol. 17. The Developm ent o f Personality.
JUNG, C. G. Man and His Sym bols. Doubleday, Garden City, N. Y. 1964.
MUNROE, R. Schools of Psychoanalytic Thought. Holt, Rinehart and Wins­
ton, New York, 1955.
NEUM ANN, E. Art and the Creative Unconcious. Bollingen Series L X 1.
Princeton University Press, Princeton, N. J.: 1959.
WHITMONT, E. C. ve KAU FM AN N, Y. Analytical Psychotherapy, Current
Psychotherapies (s. 85-119) (Ed. R. Corsini), F. E. Peacock Publishers, Inc.
Itasca, Illinois, 1973.
KAYNAKÇA 349

OTTO RANK

FORD, D. H. ve URBAN, H. B. System s o f Psychotherapy (A Comparative


Study) (9.336-396) John Wiley and Sons Inc., N ew York, 1963.
MUNROE, R. L. Schools of Psychoanalytic T hought (s. 575-601) Holt, Rine­
hart and Winston, New York, 1955.
MUNROE, R. L. American Handbook of Psychiatry (Ed. S. Arieti) (c. II, s.
1461-1465).
RANK, O. W ill Therapy, Knopf, N ew York, 1945.
RANK, O. The Trauma of Birth, Basic Books, N ew York, 1952.

K A R E N H O R N E Y V E B Ü T Ü N C Ü Y A K L A Ş IM

HORNEY, К. Neurotic Personality of Our Tim es. N ew York: Norton, 1937.


HORNEY, K. N ew W ays in Psychoanalysis. N ew York: Norton. 1945.
HORNEY, K. O ur Inner Conflicts. N ew York: Norton, 1945.
HORNEY, K. N eurosis and Human Growth. N ew York: Norton, 1950.

H A R R Y S. S U L L IV A N V E İL İŞ K İL E R K U R A M I

FORD, D. H., URBAN, H. B. Systems of Psychotherapy: A. Comparative


Study, (s. 518-591). John Wiley and Sons, Inc. N ew York, 1963.
M ULLAHY, M. A . Harry Stack Sullivan. Comprehensive Textbook of
Psychiatry. Vol. II (s. 598-613). (Ed. Freedman, A. M., Kaplan, H. I., Sa-
dock, B. J.) The Williams and Wilkins Company; Baltimore, 1975.
MUNROE, R. L. Schools of Psychoanalytic Thought, Holt, Rinehart and
Winston; N ew York, 1955.
SULLIVAN, H. S. The Interpersonal Theory o f Psychiatry. W. W. Norton,
■ N ew York, 1953.
SULLIVAN, H. S. The Psychiatric Interview. W. W. Norton, N ew York,
1954.
SILLIVAN, H. S. C linical Studies in Psychiatry. W. W. Norton, N ew York,
1956.
WITENBERG, E. G. The Interpersonal and Cultural Approaches. American
Handbook of Psychiatry, Vol. I. (Ed. Silvano Arieti), (s. 844-854). Basic
Books, Inc.; N ew York, 1974.

E RICH F R O M M

FROMM, E. Escape from Freedom. Rinehart, N. Y. 1941.


FROMM, E. M an for Him self. Rinehart, N. Y. 1947.
350 KAYNAKÇA

FROMM, E. Beyond the Chains of Illusion. Simon and Schuster, N. Y. 1962.


FROMM, E. The Revolution of Hope. Harper and Row, N. Y. 1968.
FROMM, E. The Anatom y of Human Destructiveness. Holt, Rinehart and
Winston, N. Y. 1973.
FROMM, E. To Have or To be? Harper and Row Publishers, N. Y. 1976.

V A R O L U Ş Ç U P S İK İY A T R İ

BINSWANGER, L. The Case of Ellen West. R. May, E. Angel ve H. F. Ellen-


berger (Ed.) Existence. Basic Books, N. Y. 1958.
BINSW ANGER, L. The Existential Analysis School of Thought. R. May, E.
Angel ve H. F. Eilenberger (Ed.) Existence. Basic Books, N. Y. 1958.
BINSWANGER, L. Insanity as Life-Historical Phenomenon and as Mental Di­
sease: The Case of Use. R. May, E. Angel ve H. F. Eilenberger (Ed.) Exis­
tence. Basic Books, N. Y. 1958.
BINSWANGER, L. Being-in-the-World: Selected Papers of L u dw ig Bins-
wanger. Basic Books, N. Y. 1963.
BOSS, M. Psychoanalysis and Daseinanalysis. Basic Books, N . Y. 1963.
FRANKL, V. The Doctor and the Soul. Knopf. N. Y. 1965.
FORD, D. H., URBAN, H. B. Systems of Psychotheraphy. John W iley and
Sons. N. Y. 1967.
HALL, C. S. LINDZEY, G. Theories of Personality, John W iley and Sons, N.
Y. 1970.
HEIDEGGER, M. Being and Time. SCM Press, L on d on ,1962.
GENDLIN, E. T. Experiential Psychotheraphy. R. Corsini (Ed.) Current
Psychotherapies. F. E. Peacock Publishers, Itasca, Illinois, 1973.
LAING, R. D. The Politics of Experience. Ballantine Book, N. Y. 1968.
M AY, R. (Ed.) Existential Psychology. (2 nd. Ed.) Random House. N . Y.
1969.
M AY, R., ANGEL, E. ve ELLENBERGER, H. F. (Ed.) Existence. Basic Books,
N. Y. 1958.
V A N KAAM , A. Existential Foundations of Psychology. Duquesne Univ.
Press, Pittsburg, Pa., 1966.

You might also like