You are on page 1of 1030

1889-1936:

Hubris
lan Kershaw
Özgün Adı: Hitler
1889-1936: Hubris
Çeviren: Zarife Biliz
Redaksiyon: M elih Pekdemir

lthaki Yayınlan - 516


Tarih Toplum Kuram - 85
(Portre-Yorum)
ISBN 975-273-321-2

1. Baskı Şubat, 2007, İstanbul

© lan Kershaw, 1998


Eser ilk olarak Penguin Books ltd tarafından lngiltere'de basılmıştır.
Yazarın manevi haklan saklıdır.
© lthaki , 2007
Bu eserin tüm haklan Onk Telif Haklan Ajansı Aracılığıyla satın alınmıştır.
Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz.

Yayın Koordinatörü: Füsun Taş


Sanat Yönetmeni: M urat Özgül
lthakiTM Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.'nin yan kuruluşudur.

Kapak, iç Baskı: idil M atbaacılık


Emintaş Kazım Dinçol Sanayi Sitesi No: 81/19
Topkapı-lstanbul Tel: (0212) 674 66 78
(Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. ltd. Şti.)
Cilt: Yıldız M ücellit

İthaki Yayınları:
M ühürdar Cad. llter Enüzün Sok. 4/6 34710 Kadıköy İstanbul
Tel: (0216) 330 93 08 - 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34
www.ilknokta.com - www.ithaki.com.tr - ithaki@ithaki.com.tr
lan Kershaw

HİTLER
1889-1936: HUBRIS

Çeviren: Zarife Biliz


Çevirenin Notu

lan Kershaw’un bu kapsamlı Hitler biyografisinin ilk cildinin


altbaşlığı “Hubris”dir. Yunanca’dan gelen bu sözcüğün kelime anlamı
kendini beğenmişlik, densizlik, küstahlık, kibir, aşırı gururdur. Azra
Erhat’ın Mitoloji Sözlüğü’nde belirttiği üzere, Hubris (Hybris) Yunan
düşüncesinde büyük yer tutan soyut bir kavramı simgelemekte;
Yunan tragedyasında kişiyi suça iten, kendi yıkımına götüren densizlik
düzeyindeki hırsı ve kibri temsil etmekte ve her zaman için Yunan
adalet ve intikam tanrıçası Nemesis’in gazabına sebep olmaktadır.
Kershaw ikinci cildin altbaşlığını da “Nemesis” koyarak tragedyadaki
bu duruma gönderme yapar.
Biz, hem bu bağlantıyı korumak için, hem de Azra Erhat’ın da
belirttiği üzere başka dillere çevrilmesi güç kavramlar olduklarından,
özgün metindeki “Hubris” ve “Nemesis” altbaşlıklarını olduğu gibi
koruduk.
Önsöz

Birkaç yıl öncesine dek Hitler’in biyografisini yazma fikri aklımın


ucundan bile geçmezdi. Bunun bir sebebi Diktatör’ün birçok
biyografisinin varlığından zaten haberdar olmamdı. Öğrencilik
yıllarımda, Alan Bullock’un yazmış olduğu o ilk başyapıtı büyülenerek
okumuştum. Joachim Fest’in yeni biyografisini, 1973 yılında
yayımlanır yayımlanmaz yutarcasına okumuş ve herkes gibi,
üslubunun mükemmelliğine hayran kalmıştım. 1989 yılında, Bullock
ve Fest’in eserlerinin başansı karşısındaki iddiasız konumum
nedeniyle başlangıçta biraz ağırdan almış olsam da, elinizdeki eseri
ortaya çıkarma sorumluluğunu yüklendim; daha doğrusu buna ikna
edilmek bakımından kendime fırsat tanıdım.
Tereddüt etmemin bir başka sebebi, yazmayı isteyebileceğim bir
konu olarak entelektüel planlarım arasında bu biyografininin hiç yer
almamış olmasıydı. Olsa olsa, bu türe eleştirel gözle bakmaya
yatkınlığım vardı. Bir ortaçağ tarihçisi olarak başladığım akademik
kariyerimin ta en başlarından beri beni cezbeden şey, üst düzeyde
yapılan siyasete odaklanmaktan çök, sosyal tarihti; herhangi bir kişi
üzerinde odaklanmak ise hiç düşündüğüm bir şey değildi. 1970’lerde
Alman tarih yazımındaki -kuvvetle biyografi karşıtı olan- yaygın
yönelimlerle yüz yüze geldiğimde bu eğilimlerim güçlendi. O
dönemde yönelimimi değiştirip, Üçüncü Reich’a dair araştırma
yapmayı kabul ettiğimde, dikkatimi celbeden, Hitler ve maiyeti değil,
o olağanüstü dönemde sıradan Almanların tavır ve davranışlarıydı. İlk
çalışmalarım, öncü nitelikli bir çalışma olan “Bavyera Projesi”nde yer
almam sonucunda ortaya çıkmıştı; ayrıca, ortaya çıkmalarında
muhteşem bir danışman olan Martin Broszat’ın muazzam
teşviklerinin payı büyüktü. Bu incelemelerde, Nazi yönetimi altında
mevcut popüler fikirleri ve politik ihtilâllan ortaya çıkararak; ve
Hitler’in halk içinde nasıl bir imajı olduğunu inceleyerek merak
ettiğim bu meselelerin izini sürdüm. Sonraki araştırmam, 1970’lerde
Almanya’da şiddetlenen Hitler’e dair tarihyazımı tartışmalarını kati
bir şekilde gözümün önüne serdi. Ama Alman olmayan biri olarak,
Hitler’in kendisinden çok Hitler imajının kabul edilişiyle ve
popülerliğinin nedenleriyle, faaliyetleri ve rolüyle ilgilendim; bu
tartışmalarda kendimi bir yabancı olarak hissediyordum.
1979 yılında Londra yakınlarındaki Cumberland Lodge’da yapılan,
Üçüncü Reich üzerine yazan Alman “ağır topları”nın çoğunun
katıldığı ve Nazi yönetim sisteminde Hitler’in rolüne dair önde gelen
tarihçiler arasındaki derin yorum farklılıklarının capcanlı ve ürkütücü
bir şiddetle gözler önüne serildiği önemli bir konferansa, çömezden
hallice bir konumda katıldıktan sonra bu duygum hafiflemişti. Bu
konferansa katılmak beni Alman tarihyazımındaki farklı yaklaşımlara
çok daha yakından bakmaya teşvik etti ve böyle bir araştırma
yayımlamama vesile oldu; bu araştırmada, Nazi yönetimine karşı -
Nazi Diktatörü’nün biyografisiyle meşgul olmaktan uzak, çok daha
ötelere bakan- “yapısalcı” yaklaşımlara olan yakınlığım ortadaydı.
Bu nedenle, sonunda Hitler’in biyografisini yazma noktasına
ulaşmamda -dey im yerindeyse buraya “yanlış” yönden geldiğimden-
en ufak bir ironi yoktur. Ûte yandan, bu sistem içerisinde Hitler’in
konumuyla ilgili birbirine benzemez durumlar arasındaki uçurumla ve
Nazi yönetiminin yapılarıyla gidecek daha fazla meşgul olmak beni
kaçınılmaz bir şekilde, gerçekleşen bu şeyi esinleyen ve onun
ayrılmaz bir dayanak noktası olan kişi, yani Hitler üzerine daha çok
düşünmeye itti. Aynı şey şu noktalar üzerinde düşünmeme de neden
oldu: Yaklaşımların bu kadar gözle görülür bir şekilde
kutuplaşmasının üstesinden gelinebilir miydi ve 'yapısalcı’ bir tarihçi
tarafından -yani biyografiye eleştirel bir gözle, içgüdüsel bir bakışla
yaklaşan, belki de başlangıçta, karmaşık tarihsel süreçlerde, her ne
kadar güçlü kişiler de olsalar bireyler tarafından oynanan rolü
abartmaktansa hafifsemek eğiliminde olan biri tarafından- yazılan bir
Hitler biyografisinin bütünleştirici bir etkisi olabilir miydi?.
Akabinde ortaya çıkan, Hitler’in biyografisinin vasıta olduğu bu
çalışma, aslında, bütün bir insanlık tarihinde yaşamsal önem taşıyan
bazı geçişlerin biçimlenmesinde rol oynayan kişisel unsurlar ile
kişisel olmayan unsurları birleştirmeye yönelik böyle bir çabayı
yansıtmaktadır. Kitabın yazılması sürecinde beni alakadar etmeye
devam eden şey, 1933 ile 1945 yılları arasında Almanya’nın kaderini
ellerinde tutmuş bir adamın tuhaf karakterinden çok, Hitler’in nasıl
mümkün olabildiği sorusuydu: Bu sorunun muhtevası, başlangıçta
yüksek devlet makamı üzerinde hak iddia etmesi hiç de muhtemel
olmayan bir kimsenin iktidara nasıl gelebildiği değildi, yalnızca, aynı
zamanda bu gücü mutlak bir hal alacak noktaya nasıl eriştire
bildiğiydi -öyle ki feldmareşaller, eski bir onbaşının emirlerine
sorgusuz sualsiz itaat etmeye hazırdılar, oldukça nitelikli
‘profesyoneller’ ve hayatın her alanında zekalarını ortaya koyan
insanlar, tartışılamaz tek yeteneği kitlelerin aşağılık duygularını
harekete geçirmek olan bir alaylının önünde hiç sorgulamaksızın baş
eğiyorlardı. Bu sorunun yanıtının, diyelim ki, Hitler’in kişiliğinden
kaynaklanan vasıflarda yattığını farz edemiyorsak, bunu izleyecek
düşünce, yanıtın esas olarak Alman toplumunda -Hitler'i yaratmaya
varan politik motivasyonlarında- yattığıdır. Çalışmanın amacı işte bu
motivasyonları araştırmak ve gücünü, milyonların kaderini
belirleyebildiği bir noktaya ulaştırıp, bu denli genişletmiş olmasında
Hitler’in kişisel katkıları ile bu motivasyonların kaynaştığı noktayı
bulmaktır.
Diğer türlü çelişkili olacak yaklaşımları biyografi ve sosyal tarih
yazımı aracılığıyla kaynaştırmak için bir yol ararken, bir kavram
bana diğerlerinden daha çok yardımcı olduysa, bunun Max Weber’in
“karizmatik liderlik” kavramı olduğunu söyleyebilirim; bu kavram
esas olarak, politik egemenliğin bu olağandışı biçiminin açıklamasını,
pohpohlamaların nesnesi olan şahsiyette değil, karizmayı
algılayanlarda, yani toplumda arar.
Gözü pek bir çaba olarak da görülebilecek olan Hitler’in yeni bir
biyografisini yazma girişimini destekleyen önemli bir unsur (cesaret
kırıcı, hatta korkutucu unsurlanrı varlığını da kabul etmek lazım),
Fest’in önemli biyografilerinin -Bullock’unki için de aynı şey
söylenebilir- yazıldığı dönemden beri, Üçüncü Reich’ın hemen hemen
tüm yönlerine dair gayet nitelikli pek çok yeni akademik araştırmanın
yapılmış olmasıydı. Geriye doğru bakıldığında, daha önceden yazılmış
bu biyografilerde Yahudi-karşıtı politikaya ve “Nihai Çözüm”ün
doğuşuna ne kadar az yer verildiğini görmek şaşırtıcıdır. Bunun bir
nedeni şüphesiz, “Auschwitz’e giden dolambaçlı yol”un inşasına
Hitler’in, sık sık müphem bir hal alan, bilfiil katkısını saptamanın
güçlükleridir. Fakat bu alandaki araştırmalarda kat edilen önemli
gelişmeler yeni bir denge kurmak için bunu yapmayı hem mümkün
hem de gerekli kılıyor; Marlis Steinert’in son dönemde yayımlanan
önemli biyografisiyle bu konuda adımlar atılmaya başlanmıştır bile.
Yalnızca ikincil kaynaklar değil, Hitlerle ilgili doğrudan kaynaklar
da şu anda yeni bir biyografi yazma fırsatını sunmaktadır. Hitler’in
1925 yılında Nazi Partisi’nin yeniden kuruluşu ile 1933 yılında Reich
Şansölyesi görevine gelmesi arasındaki yıllarda yaptığı konuşmaların
ve yazılarının toplandığı birkaç ciltlik kapsamlı eser, akademik
literatüre eklenen önemli kaynaklardan biridir. Hitler’in 1924’ten
önceki konuşma ve yazılarının aynı derecede mükemmel bir
derlemesiyle birlikte bu kaynak şimdi Hitler’in, iktidara gelmeden
önceki bütün bir dönemde kamu önünde ifade ettiği biçimiyle
düşüncelerinin gelişimini araştırmayı mümkün kılıyor. Hitler’in
biyografi yazımında faydalanılması kaçınılmaz olan ve bütün olarak
ilk kez kullanılabilecek olan ikinci bir kaynak, Propaganda Bakanı
Joseph Goebbels’in günlüğüdür. Söz konusu kaynak yakın
zamanlarda, Moskova’daki daha önceleri girilemeyen devlet
arşivlerinde cam levhalar üzerinde (eskiden kullanılan bir tür
fotokopi yöntemi) eksiksiz ele geçmiştir. Propaganda Bakanı’nın daha
sonra yayımlama niyetinde olduğu ve nihai olarak kendini yüceltmek
ve Nazi kahramanlar panteonundaki yüce yerini garantilemek için
yazdığı, Hitleri’in ifadelerine muntazaman yer verdiği bir metine
gösterilmesi gereken ihtiyat tabiatıyla ortadadır. Fakat kaynakta yer
verilen yorumların hem sıklığı hem de dönem için taşıdıkları
dolaysızlık göz önüne alındığında, bunun, Hitler’in düşüncelerini ve
faaliyetlerini kavramak için çok önemli bir kaynak haline geldiğini
görüyoruz. Bununla birlikte, onlarca yıldır Hitler’in düşünceleri ve
planlarını anlamak için özgün bir kaynak olarak kabul edilip
kullanılmış olan, hem Bullock’un hem de Fest’in geniş çapta
faydalandığı bir kaynaktan bu eserde yararlanılmamıştır. Hermann
Rauschning’in, Hitler Speaks (Hitler Konuşuyor) adlı eserınden tek
bir alıntı bile yapmadım; bugün artık bu eserin pek az özgünlük
taşıdığı düşünülüyor, bu nedenle en iyisi onu tamamıyla göz ardı
etmekti. Diğer kaynaklar da, özellikle hatıralar ve hatta, hiçbir
orjinal Almanca metni henüz ortaya çıkarılmamış olan, son ayların
(“Bunkergesprâch" diye anılan) “masa başı sohbeti” monologları bile
ihtiyatla ele alındı. Hitler’in doğuştan gelen ketumluğu, kişisel
ilişkilerinin boşluğu, bürokratik olmayan tarzı, insanlarda uyandırdığı
pohpohlama ve nefret duygularının aşırılığı, savaş sonrası anı
kitaplarında oluşturulan çarpıtmaların yanı sıra onu tartışarak
savunma çabaları; ve maiyetindeki insanların dedikodu kabilinden
anekdotları; işte bütün bunlar bir araya geldiğinde ortaya çıkan
durum şudur: Üçüncü Reich’ın hükümet organınından sel gibi akıp
bugüne gelmiş koca koca kağıt dağları içinde, Alman Diktatörü’nün
yaşamını yeniden kuracak kaynaklar birçok açıdan olağanüstü
sınırlıdır; Hitler’in baş düşmanı Churchill, hatta Stalin için söz konusu
olduğundan çok daha sınırlıdır.
Hitler ve Nazizm, hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde, hem Alman
toplumu bakımından hem de -çok farklı biçimlerde olmakla birlikte-
rejimin milyonlarca kurbanı bakımından bitmeyen bir travma kaynağı
olmuştur. Bu mirasın bize düşen kısmı omuzlarımıza, Hitler’in nasıl
mümkün olduğunu anlamak için araştırma yapma görevini yüklüyor.
Geleceğe dair bilgiyi ancak tarih aracılığıyla edinebiliriz. Ve bu
açıdan tarihin hiçbir dönemi, Adolf Hitler’in egemen olduğu
dönemden daha çok ehemmiyet taşımaz.

lan Kershaw
Sheffield/Manchester,Nisan 1998
Teşekkür

Bir kitabın tamamlanmasının ardından alman en büyük haz,


doğrudan ya da dolaylı, az ya da çok emeği geçmiş olanlara kitabın
ortaya çıkmasındaki katkılarından dolayı böyle aleni bir şekilde
teşekkür etmektir. Bu ölçekteki bir çalışma için benim teşekkür
borçlu olduğum insanların sayısı elbette ki çok kabarık.
Her şeyden önce, kütüphanelerin ve arşivlerin gerek yöneticileri
gerek çalışanları olarak incelemelerimle ilgilenip, taleplerime duyarlı
olan ve bana uzman yardımlarını sunan, arşivlerine girmeme izin
veren, yayımlanmamış materyallerden faydalanmamı sağlayan
herkese minnettarlığımı bildirmeliyim. Bu kurumları ve kişileri
bulundukları ülkelere göre şöyle sıralayabilirim: Almanya’da, Archiv
der Sozialen Demokratie, Bonn; Bayerisches Hauptstaatsarchiv’in
çeşitli departmanları; Bayerische Staatsbibliothek; Berlin Belgeleme
Merkezi (buranın eski müdürü Dr. David Manvell’den çok fazla
yardım gördüm); Hamburg’da Bundesarchiv Koblenz;
Forschungsstelle für die Geschichte des Nationalsozialismus; Doğu
Berlin’de (GDR), eski İnstitut für Marxismus-Leninismus, Zentrales
Parteiarchiv; Niedersachisches Staatsarchiv, Oldenburg;
Staatsarchiv München; ve eski Zentrales Staatsarchiv, Potsdam
(GDR); Büyük Britanya’da, BBC Arşivleri; Borthwick lnstitute (York)
ve Halifax gazetelerine ulaşmamı sağlayan yöneticisi Profesör David
Smith; Londra ve Belfast’taki Devlet Sicil Daireleri; Birmingham
Üniversitesi Kütüphanesi (Chamberlain gazetelerini kullanmama
imkan tanıdıkları için); ve muhteşem Wiener Kütüphanesi, Londra
(Yöneticisi Profesör David Cesarani’ye, kütüphanecilere ve tüm
çalışanlara özellikle teşekkür ediyorum); ABD’de, Hoover Enstitüsü,
Stanford, California (burada özellikle Myriam Beck’den ve Christoph
Schlichting’den çok yardım gördüm); Kongre Kütüphanesi,
Washington; Ulusal Arşivler, Washington; ve Princeton Üniversitesi
Kütüphanesi; Avusturya’da, Archiv der Stadt Linz;
Oberosterreichisches Lanclesarchiv (Dr. Gerhard Marckhgott’a
buradaki yardımlarından dolayı müteşekkirim); ve Wiener Stadt- und
Landesarchiv; ve Rusya’da, eski Sonderarchiv (Özel Arşiv), şimdi
Tarihsel ve Belgesel Derlemeler Merkezi, Moskova.
Alıntı yaptığım eserlerin yayıncılarına ve editörlerine, kitapta
kullanılan fotoğrafların yayın hakları sahiplerine de teşekkürü borç
biliyorum.
Münih’teki Institut für Zeitgeschichte’e, buranın müdürü Profesör
Horst Moller’e ve tüm çalışanlarına ne kadar minnettar olduğumu
ifade etmem, Nazi dönemiyle ilgili araştırma yapmış hiç kimseye
şaşırtıcı gelmeyecektir. 1970’lerin ortalarında konu üzerinde ilk
çalışmaya başladığım günden beri burada bitmek bilmeyen bir
hoşgörüyle karşılandım. Yirminci yüzyıl Alman tarihi üzerinde çalışan
başka birçok kişi gibi hem buradaki muhteşem kütüphaneden ve
arşiv belgelerinden, hem de araştırmacıların, arşivcilerin,
kütüphanecilerin uzman desteğinden yararlandım. Bilhassa şu
kişilere tek tek teşekkür etmek istiyorum: (yakın dönemde Bochum
Ruhr-Universitât’a geçmiş olan) uzun yıllardır şahsi arkadaşlığımızın
da sürdüğü Norbert Frei, yanı sıra Elke Fröhlich, Hermann Graml,
(Hitler’in mahkeme belgelerinin yayımlanma aşamasında olan yeni
baskısının bazı kısımlarına ulaşmamı sağlayan) Lothar Gruchmann,
Klaus-Dietmar Henke (şimdi Dresden’de), (arşiv konularında
düştüğüm şüphelerde cömert yardımlarını esirgemeyen) Hermann
Weiss ve Hans Woller. Enstitünün işletme müdürü Georg Maisinger’e
her koşulda gösterdiği nezaketten dolayı müteşekkirim. Enstitünün
arşiv ve kütüphane çalışanlarına onca ricamı karşılamada
gösterdikleri sabır ve çaba için ne kadar teşekkür etsem az.
1989-1990’da Berlin’deki muhteşem Wisscnschaftskolleg’da
kaldığım süreç bana konu üzerine okuma, düşünme ve yazma fırsatı
sundu. Bu biyografinin hazırlık çalışmasını o dönemde yaptım ve yine
aynı dönemde farklı disiplinlerden uzmanlarla fikir alışverişinde
bulunma fırsatı edindim. Rektör Wolf Lepenies’e ve personeline,
buradaki bütün meslektaşlanma ve kütüphane çalışanlarına, sayısız
ricamı kabul edip karşıladıkları için teşekkür borçluyum. Yazma
sürecinin büyük bir kısmı, 1994-1995’de olağan görevlerimden uzak
kalmam pahasına gerçekleşti; verdikleri destek için Leverhulme-
British Academy Senior Scholarship’e ve Sheffield Üniversitesi’ne
müteşekkirim. Alexander von Humboldt-Stiftüng’un 1976-1977’den
beri çalışmama verdiği destek, Münih’te referanstan kontrol etmek
için geçirdiğim 1977 yazının bir ayını finanse etmek suretiyle başladı
ve sürdü; cömert desteği için teşekkürü borç bilirim. Oğlum David
nezaket gösterdi ve bu dönemde bana yardım etmek için işinden bir
hafta izin aldı.
Kitabın hazırlık aşamasında Britanya, Almanya ve ABD’deki
yayıncılarımdan büyük (ve had safhada sabır içeren) bir destek
gördüm. Penguin’den, (yıllar öncesinden kitabı sipariş eden) Ravi
Mirchandani ve (kitabı onaylayıp, tamamlanma aşamalarını
maharetle denetleyen) Simon Winder’in destekleri büyük. Teşvikleri
benim için büyük önem taşıyor. Ayrıca, eserin bibliyografyasının
oluşturulmasında Thomas Weber'e, indeksin tamamlanmasında Diana
LeCore’e ve bilhassa, kitabı mükemmel bir şekilde baskıya
hazırlayan Annie Lee’ye teşekkürlerimi ifade etmek istiyorum.
Metnin bazı noktalarının değiştirilmesi ya da daha iyi bir hale
getirilmesi için titiz ve yapıcı önerileriyle yol gösteren, Norton’dan
Donald Lamm’in ferasetini takdirle anıyorum. Deutsche Verlags-
Anstalt’da Ulrich Volz’un ve Michael Neher’in uzmanlığından
faydalandım; (metnin büyük bir kısmını çeviren) Jörg W. Rademacher
ve Jürgen Peter Krause, Cristoforo Schweeger’in de yardımlarıyla,
çevirinin hızla tamamlanmasında kahramanca bir başarı gösterdiler.
Deutscher Taschenbuch-Verlag’dan Margit Ketterle ve Andrea Wörle
ta başlangıcından beri projeyle yakından ilgilendiler ve tavsiyeleriyle
yol gösterdiler.
Nazi dönemine dair düşüncelerimin biçimlenmesinde pek çok
arkadaşımın ve meslektaşımın yıllar içinde (bazen farkında bile
olmadıkları) büyük yardımları oldu; bu yardımları tartışmalar ya da
yazışmalar aracılığıyla, bazen teşvikleriyle, bazen de kendi
yayımlanmış eserleriyle yaptılar. Onlara karşı hissettiğim bu içten
minnettarlığı toplu olarak ifade etmem, umarım, her birine tek tek
duyduğum minnettarlığa gölge düşürmez.
Gerald Fleming’e, Brigitte Haymann’a, Ronald Hayman’a, Robert
Mallett’ye, Meir Michaelis’e, Stig Homshoh-Moller’e, Fritz Redlich’e,
Gitta Sereny’ye, Michael Wildt’a ve Peter Witte’ye en içlen
teşekkürlerimi sunuyorum; dokümanter kaynaklara ulaşmamda
gösterdikleri çabalarla, henüz yayımlanmamış çalışmalarına dair
bana verdikleri fikirlerle, yaptığımız tartışma ve yazışmalar suretiyle
bazı meselelere getirdikleri yorumlarla cömert yardımlarını
esirgemediler. Eberhard Jâckel, Hitler’le ilgili engin bilgisinden
faydalanmama defalarca fırsat tanıdı. Biyografiyi yazma işini
üstlenmemi öneren Richard Evans’a ve iki cildin alt başlıklarını bana
esinleyen Niall Ferguson’a teşekkür ediyorum. (Sheffield
Üniversitesi, Rus ve Slav Araştırmaları Bölümü’nden) Neil Bermel’e,
Hitler üzerine Çekçe yazılmış bir makalenin çevirisini üstlendiği için
teşekkür etmek istiyorum.
Jeremy Noakes’a çok özel bir borcum var. Aşağı Saksonya ile ilgili
örnek niteliğindeki bölgesel incelemesi, 1970’lerin başlarında, Nazi
Almanya’sı ile ilgili bir araştırma yapmayı düşünmemi sağlayan
eserlerden biridir. Modern Alman tarihinin önde gelen uzmanlarından
biri olan bu kişi, o zamandan beri iyi bir dostum oldu. Yıllar içinde
dokümanter kaynakları derleyerek- yaptığı çalışma (Jeremy Noakes
ve Geoffrey Pridham (der.), Nazism 1919-1945; A Documentary
Read, 4 c., Exeter, 1983-1998), (şahane yorumuyla birlikte), Nazi-
rejimine dair İngilizce temel kaynakların toplamını oluşturuyor;
üstelik bu çalışma nitelik ve kapsam açısından herhangi bir Almanca
derlemeden daha üstün nitelikte. Sonraki bölümlerde başvurulan çok
sayıda kaynağı, ki ben de mümkün olduğunca kaynağın Almanya’nın
belli bir bölgesine referansda bulunduğunu aktarmaya çalıştım,
derlemede bulmak mümkündür. Bu, özellikle, 13. Bölüm’de
başvurulan ve İngilizce tercümesi ilk kez Jeremy’nin derlemesinin
ikinci cildinde yayımlanan bir belge için geçerlidir. Önemsiz bir Nazi
görevlisinin “Führer’in isteyeceği doğrultuda çaba göstermekle ilgili
konuşmasını aktaran, bir şekilde kenarda kalmış bu belge, bir
diktatörlüğün nasıl işlediğini anlamaya yarayan çarpıcı derecede
basit bir kavrayış sunduğundan hemen dikkatimi çekti. Bu fikri aldım
ve geliştirdim; Hitler’e dair genel yaklaşımıma yön veren işte bu
fikirdir. Ama bu fikri, söz konusu belgeye dikkatimi çeken Jeremy’nin
derlemesine borçluyum. Bütün bir yazım sürecinde uzman bakışını
metinden esirgemediği için de kendisine ayrıca müteşekkirim.
İki Alman uzmanın çalışmam üzerinde derin etkisi oldu; onlara
burada özel olarak teşekkür etmek istiyorum, lnstitut für
Zeitgeschichte’nin müdürü müteveffa Martin Broszat’la bir süreliğine
birlikte çalışma ayrıcalığına sahip oldum ve hem bilgisinden,
uzmanlığından hem de verdiği esinlerden çok faydalandım. 1970'lerin
sonlarında onun rehberliğinde Münih’te araştırma yapmak benim için
belirleyici ve biçimlendirici bir deneyim oldu. Çalışmam üzerinde çok
etkili olan ikinci kişi ise eskiden Ruhr-Universitat Bochum’da görev
yapmış olan ve yıllarca iyi bir dostluğun yanı sıra akademik anlamda
bir diyalogu da sürdürdüğümüz Hans Mommsen’dir. Hans’a, Hitler’in
biyografisini yazmaya karar verdiğimi ilk söylediğimde, hiç
düşünmeksizin verdiği yanıt şu oldu: “Senin yerinde olsaydım bunu
yapmazdım.” Hitler’e yönelik biyografik bir yaklaşımın, onun verimli
bulacağı bir yaklaşım olmayacağından korkuyordum. Fakat Hitler
yorumlarımızın farklılaştığı noktalarda bile, umut ediyorum ki, benim
yaklaşımım üzerindeki kendi etkisinin apaçık izlerini
saptayabilecektir. Onun bilimsel, akademik başarısına olan
hayranlığıma en içten teşekkürlerim eşlik ediyor.
Bazı dostlarımın katkısı, muhtemelen farkına vardıklarından daha
çok oldu. Müteveffa William Carr’ı, Dick Geary’yi, Joe Bergin’i, John
Breuilly’yi, Joe Harrison'ı, Bob Moore’u, Frank O’Gorman’ı, ve Mike
Rose’u bu kişiler arasında sayabilirim.
Sheffield Üniversitesi’nden, özellikle Tarih Bölümü’ndeki
meslektaşlarımdan gördüğüm ve kendimi ayrıcalıklı hissetmeme
sebep olan desteğin benim için önemi büyük. Öncelikle, bu kitabı
yazma sürecinde, hatta bu zahmetli işe başlamadan önce, gerçekten
istisnai olan yardımlarını ve teşviklerini esirgemeyen Beverley
Eaton’a teşekkür etmek istiyorum.
Son olarak, her zaman olduğu gibi, bu çalışmanın ortaya
çıkabilmesi için yaptıklarından dolayı aileme teşekkür edeceğim.
Şükran borcumun ne kadar sonsuz olduğunu sadece Betty, David ve
Stephen biliyor.

1. K.
Nisan 1998
Hitler Üzerine Düşünmek

"Karizmatik yönetim uzun süre reddedildi ve alay konusu


yapıldı, fakat köklerinin derinlerde olduğu ve uygun psikolojik ve
sosyal koşullar oluştuğunda çok güçlü bir uyarıcı olduğu aşikar.
liderin karizmatik gücü bir hayalden ibaret değildir -milyonların
inandığı bir şeyden kimse şüphe edemez."

Franz Neumann, 1942

Bu yüzyıl Hitler’in yüzyılı mıydı? Bu yüzyıla en derin damgayı Adolf


Hitler’in vurduğuna şüphe yok. En göze çarpanları Mussolini, Stalin
ve Mao olan diğer diktatörler de fetih savaşlarına giriştiler, insanlara
kölece boyun eğdirdiler, insanlık dışı suçlara azmettirdiler ve
yirminci yüzyılın karakterinde silinmez izler bıraktılar. Ama hiçbirinin
yönetimi, Adolf Hitler’in yönetiminin yaptığı gibi kendi ülkesinin
ötesindeki, bütün dünyadaki insanların bilincini kasıp kavurmadı. Bir
“aşırılıklar çagı”nda1 yüzyılın olumlu değerlerini simgeleyen,
insanlığa ve geleceğe duyulan inanca örnek oluşturan liderler de
vardı. Roosevelt, Churchill, Kennedy ve daha yakın zamanlarda
yaşamış olan Mandela, böyle şahsiyetler listesinin başında
geleceklerdir. Ama Hitler’in bu yüzyıl üzerinde bıraktığı iz
hepsininkinden daha derindir.
Hitler’in diktatörlüğünün yirminci yüzyıl için bir paradigma olarak
taşıdığı değer, Stalin’in ya da Mao’nun diktatörlüklerinden çok daha
fazladır. Hitler’in diktatörlüğü başka pek çok şeyin yanısıra, yoğun ve
aşırı bir tarzda, şunların ifadesi olmuştur: modern devletin kendini
topyekun onaya koyuşu, devlet baskısının ve şiddetinin
öngörülemeyen dereceleri, kitleleri kontrol etmek ve harekete
geçirmek için medyanın eşine daha önce rastlanmayan
manipülasyonu, uluslararası ilişkilerdeki eşi benzeri görülmemiş
kiniklik, aşırı-milliyetçiliğin vahim tehlikeleri, ırksal üstünlük
ideolojilerinin sınırsız yıkıcı gücü, modern teknolojinin ve “toplum
mühendisliği'nin istismar edilen kullanımlarının yanı sıra ırkçılığın
nihai sonuçları.
Her şey bir yana, Hitler’in diktatörlüğü parlaklığını koruyan bir
ikaz ışığını da yakmıştır. Bu ikaz ışığı şunlara işarete etmektedir:
Modern, gelişmiş ve kültürlü bir toplumun nasıl hızla barbarlık
batağına gömülebildiğini, ideolojik savaşı doruk noktasına nasıl
tırmandırabildiğini, tahayyül edilemez bir gaddarlığın ve
açgözlülüğün istilasını ve dünyanın daha önce tanık olmadığı bir
soykırımı gözler önüne sermektedir. Hitler’in diktatörlüğü modern
toplumun çöküşü anlamına gelmiştir; modern toplum içindeki bir tür
nükleer patlamadır. Bize nelere muktedir olduğumuzu göstermiştir.
Önemli sorular hâlâ yanıtsızdır. Bu felaket sürecinde Almanya’ya
özgü olan nedir? Döneme, çağa özgü olan nedir? Avrupa’daki genel
huzursuzluğun payına ne düşmektedir? Modern uygarlığın bir özelliği
ve ürünü olarak ortaya çıkan nedir? Belki de potansiyeli hâlâ yer
altında uyumaktadır, hatta belki de yüzyıl biterken kısmen tekrar
canlanmaktadır.
Hitler’in on iki yıllık yönetimi Almanya’yı, Avrupa’yı ve dünyayı
kalıcı bir şekilde değiştirmiştir. Şu sözlerin mutlak bir kesinlikle
söylenebileceği birkaç kişiden biridir o: Onsuz, tarihin akışı farklı
olacaktı. 2 Hitler’in dolaysız mirası olan Soğuk Savaş -duvarla
bölünmüş bir Almanya, Demir Perde ile bölünmüş bir Avrupa,
gezegeni havaya uçurabilecek silahlarla donanmış, birbirine düşman
süpergüçler arasında bölünmüş bir dünya- daha on yıl önce sona erdi.
Daha derinlerdeki mirası ise -gelecek kuşaklara bıraktığı ahlaki
travma- hâlâ etkisini yitirmemiştir.
Bir anlamda onun isminin egemen olduğu yüzyıl karakterini büyük
oranda savaş ve soykırımdan, Hitler’in ayırt edici bu özelliklerinden
aldı. Bu nedenle yüzyılın sonu yaklaşırken, mümkün olabildiğince
dikkatli bir şekilde ve son yapılan bilimsel çalışmaları temel alarak,
Hitler’i mümkün kılan, onun sembolü ve ikaz işareti halini aldığı
barbarlığı biçimlendiren güçleri yeniden değerlendirmek önem
taşıyan bir meseledir. Hitler, modern, kültürlü, teknolojik açıdan
gelişmiş ve hayli bürokratik bir ülkenin toplumu içinde ortaya
çıktığında -aslında zaten ancak böyle bir toplumda ortaya çıkabilirdi-
neler oldu? Hitler’in hükümetin başına geldiği ilk birkaç yıl içinde,
Avrupa’nın göbeğindeki bu sofistike ülke, sonradan kıyametvari bir
soykırım savaşı olduğu ortaya çıkan şey için çalışıyordu; ve işte bu
savaş Avrupa’yı ve Almanya’yı bir Demir Perde’yle bölmekle
kalmayıp, fiziken harabeye çevirdi ve ahlaken de paramparça etti. Bu
hâlâ açıklama isteyen bir durumdur. Milli canlanma ve ırkın
arındırılması gibi ideolojik bir misyona adanmış bir liderliğin birliği;
liderlerine, onun çabalar göründüğü şeyler için çabalayacak denli
inanan bir toplum; ve insani olmayan, olmamaya da hevesli, fakat
politikayı planlayıp hayata geçirme yetisine sahip maharetli bir
bürokratik yönetim; işte bu meseleler bir başlangıç noktası
sunmaktadır. Bu toplumun Hitler tarafından niçin ve nasıl galeyana
getirilebildiği detaylı bir araştırma gerektirmektedir.
Almanya’nın ve Avrupa’nın yaşadığı felaketin sebebini anlamak için,
1933’ten 1945’e dek Almanya’yı yöneten, insanın nefesini kesen
insanlıkdışı felsefesi, Reich Şansölyesi olmasından önce neredeyse
sekiz yıl kamuya açık olarak reklam edilen Ad olf Hitler’in
kendişinden daha ötesine bakmamak uygun düşebilirdi. Fakat,
Hitler’in otoriter rejimi altında olup bitenlerden ahlaki olarak
bütünüyle Hitler’in sorumlu olduğunu öngören kişiselleştirilmiş bir
açıklama, gerçeği bağlantılarından koparmak olacaktır. Karl Marx’ın
“insan kendi tarihini yaratır, ama... miras alınmış, verili koşullarda”3
şeklindeki hükmüne Hitler’in klasik bir örnek teşkil ettiği
söylenebilir. “Miras alınmış, verili koşullar”, -her ne kadar güçlü de
olsa- herhangi bir bireyin kontrolünün ötesindeki kişisel olmayan
gelişmeler Almanya’nın kaderini ne ölçüde biçimlendirmiştir; tarihsel
bir kazaya dahi ne ölçüde ihtimal atfedilebilir; o dönemde Almanya’yı
yöneten sıradışı adamın motivasyonları ve faaliyetleri neye
yorulabilir? İşte bütün bu soruların araştırılması gerekmektedir.
Bütün bu sorular elinizdeki incelemenin parçalarını oluşturmaktadır.
Basit yanıtlar vermek mümkün değildir.
Bu işe kalkışmak için olası tek yaklaşım, bir Hitler biyografisi
yazmak değildir elbette. 4 Ama bu yaklaşım, içinde -tuzaklar kadar-
gizil bir güç de taşımaktadır; ilerleyen bölümlerde bunu göreceğinizi
umut ediyorum. Biyografik yaklaşımdaki yapısal bir tehlike, konuya
belli bir düzeyde empatiyle yaklaşmayı gerektirmesi, fakat bu empati
düzeyinin de sempatiye, hatta gizli ya da kısmi bir hayranlığa
kolaylıkla kayabilmesidir. İzleyen sayfalar bu riskten kaçınmanın
kanıtı olarak alınmalıdır. Belki de aslında burada söz konusu olan şey,
sempati ihtimalinden çok, anlaşılabilir bir tiksintidir ve bu tiksinti
aslında, bir kavrayış geliştirmenin önünde daha büyük bir engeldir. 5
Biyografi, karmaşık tarihi gelişmeleri aşırı kişiselleştirmek,
biçimlendirici ve belirleyici olaylarda kişinin rolünü aşırı öne
çıkarmak, bu faaliyetlerin gerçekleştiği sosyal ve politik koşulları göz
ardı etmek veya bu koşulların önemini yeterince değerlendirmemek
gibi yapısal riskleri de içinde taşımaktadır. 6 Bu tuzaklara düşmeme
gerekliliği, söz konusu biyografiyi yazma işini üstlenmemde rol
oynayan önemli bir iddiadır. Beni, Hitler’e yeni bir yaklaşım çabasına
girmeye iten de budur.
Riskli bir macera! Her şey bir yana, Hitler’e ve Üçüncü Reich’a
dair yazılı literatür oldukça zengindir, yapılmış incelemelerin çoğu
hayli niteliklidir. Yaklaşık on beş yıl önce yayımlanmış önemli bir
inceleme 1500'den fazla başlığı konu edinmiştir. 7 Yorumları
dengelemeyi amaçlayan, daha yakın döneme ait bir araştırma ise
Hitler’le ilgili 120.000 çalışmanın varlığından bahsetmektedir. 8
Durum böyle bile olsa Nazi liderinin tam, ciddi ve bilimsel bir bakışla
yazılmış biyografilerinin sayısı çok değildir. Yorumlar ise
umulabileceği üzere oldukça çeşitlidir. 9
Hitler, ilk kez halkın ilgisinin odak noktasına girdiği 1920’lerden
beri, sık sık birbiriyle doğrudan çelişen, oldukça farklı ve çeşitli
biçimlerde değerlendirildi. Söylenenlerden birkaçı şunlar: “Hiçbir
ilkesi olmayan bir oportünist”, “kendi gücünü ve kendini
özdeşleştirdiği ulusunun gücünü daha da arttırmak ve yaymaktan
başka hiçbir düşüncesi olmayan biri”, “ırk doktriniyle kendini allayıp
pullamış, hükmetmekten” başka derdi olmayan biri, “kin güden bir
tahripkar”. 10 Bunlara tamamen ters olarak, önceden planlanmış ve
tayin edilmiş bir ideolojik programı fanatikçe yürüten biri olarak da
tanımlanmıştır. 11 Onu bir tür politik şarlatan olarak görme çabaları
da vardır; Alman halkını hipnotize edip büyülemiş, karmaşaya ve
yanlış, yöne şevketmiş ya da Alman halkının içine “şeytan
sokmuştur”. Böyle bakış açılan Hitler’i Almanya’nın kaderinin mistik
ve açıklanamaz bir figürü haline getirmektedir. Hitler’in mimarı olan,
sonra Ordu Silah ve Mühimmat Bakanlığı’na getirilen ve Üçüncü
Reich’ın büyük bölümünde diktatöre gayet yakın olan Albert Speer,
savaştan hemen sonra onu “şeytani biri”, “şahsiyeti ulusun kaderini
belirleyen”, “insanlık içinde ender aralıklarla ortaya çıkan,
açıklanamaz tarihi fenomenlerden biri” olarak tanımlayacaktır. 12
Böyle bir bakış açısı, Avrupa’nın ve Almanya’nın yaşadığı büyük
felaketi şeytani bir kişiliğin keyfi kaprislerine indirgeyerek,
Almanya’da 1933 ile 1945 yılları arasında olanları anlaşılmaz hale
getirme, çarpıtma riski taşır. Felaketin doğuşuna sıradışı bir şahsın
faaliyetlerinden başka bir açıklama getirmez. Bu durumda karmaşık
gelişmeler, Hitler’in iradesinin dışa vurumundan başka bir şey
olmayacaktır.
Bir devlet ideolojisinin parçası olduğu sürece anlaşılır bir yönü olan
ve bu ideolojiyi yaşatan Sovyet bloku çöker çökmez sonunda yok olup
giden buna tam zıt bir bakış açısı, kişiliğin önemli bir rol
oynayabileceği fikrini, üzerinde pek düşünmeden bir kenara atar.
Hitler’i kapitalizmin bir ajanı konumuna indirgeyen bu bakış açısına
göre o, büyük işlerin ve bu işlerin başındakilerin çıkarları aracılığıyla
çözülebilecek bir şifredir. Hitler’i kontrol edenler ve kuklalarının
ipini istedikleri gibi çekenler işte bu unsurlardır. 13
Hitler’i konu edinen bazı eserler pek az anlayış kaygısı gütmüş ya
da böyle bir sorun olduğunda bunu hemen göz ardı etmiştir. 14
Hitler’le alay edip, onu komikleştirmek de bir yaklaşımdır. Onu
basitçe bir “kaçık” veya “abuk sabuk laflar eden bir manyak” olarak
tanımlamak bir açıklama gereksiniminin önünü keser, ancak temel bir
soruyu da açık bırakır: “Kompleks bir toplum, aklını oynatmış birinin,
‘patolojik’bir vakanın peşinden gidip, dipsiz bucaksız kuyulara
düşmeye niye hazırdır?”15
Daha sofistike yaklaşımlar, Hitler’in bilfiil “Üçüncü Reich’ın hakimi”
mi yoksa “zayıf bir diktatör” mü olduğu noktalarında çarpışmıştır. 16
Hitler gerçekte topyekun, sınırsız ve mutlak bir iktidarı mı hayata
geçirmiştir?17 Yoksa rejimi, inkar edilemez popülerliği ve onu
çevreleyen kültten dolayı Hitler’in elinde olan iktidar yapılarının -çok
başlı yılan benzeri- “çoklu bir yönetim biçimi”ne mi dayanmaktadır?
Rejimin ayrılmaz dayanak noktası olarak bunu aldığımızda, geriye,
plansız programsız da olsa önüne gelen fırsatları sonuna dek
kullanan, özünde ise hep olduğu gibi bir propagandacıdan başka bir
şey olmayan biri kalmaktadır. 18
Hitler’e dair farklılaşan bakış açıları, gizlerle dolu akademik bir
tartışma meselesi olmamıştır yalnızca. Farklı bakış açılarının bundan
daha geniş geçerlilikleri ve daha ötelere giden imaları vardır. Hitler’i,
Stalin’in veya Lenin’in bir tür tersten kopyası olarak görmenin; onu,
Bolşevik teröründen ve sınıfsal soykırımdan paranoyakça korkusu
nedeniyle ırksal soykırım yapan bir lider olarak ele almanın olası
etkileri aşikardır. Hitler kötüydü, buna şüphe yok, ama Stalin daha
kötüydü. Çünkü Stalin’inki orjinalken, Hitler’inki kopya idi. Nazi ırk
soykırımının önemli bir nedeni Sovyet sınıf soykırımı idi. 19 Projektör,
Hitler’in nihai sorumluluk taşıdığı insanlığa karşı işlenmiş suçlardan
çevrilip, onun Alman toplumunun dönüşümüne dair düşüncelerine
yöneltildiğinde bu da önem taşımıştır. Aynı Hitler sosyal
hareketlilikle, işçiler için daha iyi barınma koşullarıyla, endüstriyi
modernleştirmekle, sosyal refah sisteminin kurulmasıyla, geçmişten
gelen reaksiyoner ayrıcalıkların yok edilmesiyle de uğraşmıştı. Yani
özetle, her ne kadar acımasız yöntemlerle de olsa, daha iyi, döneme
daha uygun, sınıflardan daha az muzdarip bir Alman toplumu kurmak
istemişti. Bu Hitler, Yahudileri şeytan ilan etmiş olmasına ve
muazzam bir bahisle dünya gücü için kumar oynamış olmasına
rağmen, “düşünceleri ve eylemleri bugüne dek düşünüldüğünden çok
daha rasyonel olan bir politikacı” idi. 20 Böyle bir perspektiften Hitler
kötü ama Alman toplumu için iyi niyetler besleyen, en azından
olumluya yorulabilecek niyetler besleyen biri olarak görülebilirdi. 21
Gözden geçirilip düzeltilmiş böyle yorumların maksadı Hitler’i
savunmak değildi. İki savaş arasındaki dönemde Avrupa’daki ideolojik
çatışmanın korkunç gaddarlığına ve Alman soykırımının itici
güçlerine, her ne kadar çarpıtılmış bir yaklaşımla da olsa, ışık tutmak
için Nazilerin ve Stalinistlerin insanlığa karşı işledikleri suçları
karşılaştırmak amacını güdüyorlardı. Hitler’in sosyal bir devrimci
olarak tanımlanmasıyla açıklığa kavuşturulmak istenen -ve
muhtemelen yanlış algılanmış olan- şey, bir sosyal kriz döneminde
Almanya’da böylesine geniş bir destek bulmasının nedeni idi. Bu iki
yaklaşımın, istemeden de olsa, Hitler’e haklarının iade edilmesi
ihtimalini potansiyel olarak taşıdıklarını görmek zor değildir. Böyle
bir hak iadesiyle Hitler, insanlığa karşı işlediği ve ismiyle özdeşleşen
suçlara rağmen yine de yirminci yüzyılın büyük bir lideri; eğer
savaştan önce ölseydi Alman kahramanlar panteonunda yüksek
mevkiye sahip olacak biri olarak görülmeye başlanabilirdi. 22
“Tarihsel büyüklük” sorusu geleneksel biyografi yazınında genelde
örtük bir biçimde mevcuttu; özellikle Alman geleneğinde bu böyle
idi.23 Politik hâlesinden ve etkisinden ayrıldığında kişisel nitelikleri
soylu, yüceltici ya da zenginleştirici olmayan Hitler figürü, böyle bir
gelenek için apaçık problemler taşımaktaydı. 24 Fakat bunun başka
bir yolu daha vardı: Hitler’in bir tür “negatif büyüklüğe” sahip
olduğunu; karakterinde soyluluk olmamasına, tarihsel figürlerin
“büyüklüğü”yle ilgili görülen diğer niteliklere sahip olmamasına
rağmen, tarihte -her ne kadar felaket yaratmış olsa da- muazzam bir
etkisinin olduğunu ima etmek. 25 Fakat “negatif büyüklük”, trajik
çağrışımlarıyla da düşünülebilir -yoğun çaba ve şaşırtıcı gelişmeler
saptırılmış, bozulmuştur; milli ihtişam milli felaket halini almıştır.
Çok fazla çağdaşının Hitler’e niye “büyüklük” atfettiğini
araştırmaktansa, “büyüklük" temasından bütünüyle uzak durmak
daha iyi bir yol gibi görünüyor. “Büyüklük" teması dikkati esas
konudan saptırıyor: Yanlış yorumlanmış, gereksiz, alakasız ve
potansiyel olarak övgü içeren bir temadır bu. Yanlış yorumlanmıştır;
çünkü “büyük adam" teorileri tarihi süreci aşırı derecede
kişiselleştirmekten kaçamazlar. Gereksizdir; çünkü tarihsel büyüklük
nosyonu beyhudeliğin ve başarısızlığın başvurduğu son çaredir.
Ahlaki, hatta estetik yargılardan öznelce oluşturulmuş bir eğilimdir;
hiçbir yere götürmeyen felsefietik bir kavramdır. Alakasızdır; çünkü
Hitler’in sözde “büyüklüğü” sorusuna ister olumlu ister olumsuz
açıdan yanıt verdiğimizde, Üçüncü Reich’ın korkunç tarihine dair
hiçbir şey açıklamış olmayacağız. Ve potansiyel olarak övgü
içermektedir; çünkü kafasında bir soru olsa dahi Hitler’e, bütün
hatalarına rağmen ve istemeden de olsa, bir hayranlık duyduğunu
gizleyemez; ve çünkü Hitler’de büyüklük aramak, Hitler yönetimini
doğrudan destekleyenlerin, sistemi sürdüren aracıların ve “büyük
adam"ın figüranları rolünde ona arka çıkan Alman vatandaşlarının
etkisini azaltmak gibi bir sonucu da doğal olarak ve kendiliğinden
doğurur.
Dikkatimizi, “tarihsel büyüklük” temasına değil, çok daha büyük bir
önem taşıyan başka bir soruya yöneltmeliyiz. Entelektüel yetileri ve
sosyal nitelikleri pek kıt olan, politik hayatı dışında hiçbir özelliği
olmayan, yakın arkadaştan için bile yaklaşılamaz ve nüfuz edilemez
olup, sahici arkadaşlıklar kurma yeteneğinden yoksun olan, yüksek
bir mevkiide hiç bulunmamış, Reich Şansölyesi olmadan önce
hükümet işlerinde herhangi bir tecrübesi bile olmamış birinin, işte
böyle birinin, muazzam bir tarihsel etki yaratabilmesi, bütün
dünyanın nefesini kesebilmesi nasıl mümkün olmuştur?
Soru, en azından kısmen, yanlış bir şekilde sorulmuş olabilir. Çünkü
Hitler’in aptal olmadığını ve her şeyi sıkı sıkıya tutan bir hafızadan
faydalanan keskin bir aklı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Normalde umulabileceği üzere, meseleleri hızlı kavrayışıyla sadece
maiyetindeki dalkavukları değil, soğukkanlı, eleştirel, deneyimli
devlet adamlarını ve diplomadan da etkilemiştir. Retorik yapmadaki
maharetini düşmanları bile kabul etmiştir. Ayrıca bizim karakter
zayıflığı ve entelektüel sığlık olarak görebileceğimiz şeyi, dikkate
değer bir politik-yetenek ve tesir gücü ile birleştirmede, yirminci
yüzyıl devlet liderleri arasında yalnız olmadığına şüphe yoktur.
Çağdaşlarının çoğunun düştüğü tuzağa, kendi yeteneklerini
azımsama tuzağına da düşmemiştir.
Aynca, Hitler’in dışında, rütbe ve konum bakımından alt düzeydeki
geçmişlerinden yüksek görevlere tırmanan başkaları da vardır.
Napoleon, yükselişini anahtar konumdaki bir kurum olan ordu
aracılığıyla ve kumanda etmedeki olağan dışı cesareti ve başarılan
sayesinde gerçekleştirmiş olsa da, modern dönemde bunu başaran ilk
kişidir. Oysa ki Hitler orduda onbaşılıktan daha yüksek bir konuma
gelememiştir. Napoleon daha fazla çeşitlilik taşıyan kişisel
yetenekleriyle entelektüel açıdan Hitler’den katbekat üstündür.
Yirminci yüzyılda ise mevkii dışı insanların, sosyal ve politik elit sınıfa
dahil olup, devlet gücünün en üst noktasına erişebilme ihtimali
artmıştı. Ama bu tip örnekler yine de çok sayıda değildir ve istikrarlı
demokrasi dönemlerindense, politik kargaşa dönemlerinde (Stalin,
Mao ve Castro örneğinde olduğu gibi) devrimci hareketlerin liderleri
arasından çıkmaktadırlar.
Hitler’in adsız sansız biri olmaktan çıkıp yükselişi tekil bir olay
değilse, Hitler’le birlikte onaya atılan soruna buradan bir açıklama
getiremiyoruz demektir. Hitler’in “bir muammanın içinde esrarla
sarmalanmış bir bilmece”(oldukça farklı bir bağlamda sarf edilmiş
olmakla birlikte söz Winston Churchill’e aittir)26 olmasının bir sebebi,
kişiliğinin derinlikleri hakkındaki boşluktur. Hitler, hakkında sık sık
söylendiği üzere, “ne yaşar ne yaşamaz” biridir. 27 Belki de bu yargıda
bir horgörü; sofistike bir kişilikten yoksun, bayağı, eğitimsiz bir
sonradan görmeye, yeryüzündeki her şeye dair ham fikirleriyle
ortaya çıkmış bir yabancıya, kendini kültür konusunda hakem olarak
belirlemiş bir kültürsüze tepeden bakmaya hazır olma durumu vardır.
Kişiliğinin derinliklerini ifade eden kara delik kısmen, yalnızca özel
hayatı değil, geçmişi ve ailesi hakkında da oldukça ketum biri
olmasından kaynaklanmaktadır. Ketumluk ve duygusal ilişkiden
kaçınma, onun aynı zamanda politik tavrına da damgasını vuran
karakter özellikleridir; politik açıdan da önem taşıyan bu özellikler,
Hitler’in kendisiyle ilgili gizemin yoğunlaşarak oluşmasına bilinçli
olarak izin verdiği “kahramanca” liderlik hâlesinin bileşenleridir.
Öyle ya da böyle, bütün nitelikler göz önüne alındığında, Hitler’in
politika dışındaki yaşamının bomboş olduğu görülmektedir. Napoleon,
Bismarck, Churchill, Kennedy: Hepsi kamusal yaşamlarının dışında da
varlık gösteren şahsiyetlerdir. Plutarkhos’un, “Kader büyük önem
taşıyan faaliyetler aracılığıyla temel bir karakteri öne çıkardığında,
onun varlıktan yoksun olduğunu ortaya koyar” şeklindeki sözü Stalin
için kullanılmıştır. 28 Bu sözü Hitler için bir kez daha sarfetmenin
dayanılmaz bir çekiciliği vardır.
“Ne yaşar ne yaşamaz” birinin, yani içinde yer aldığı politik olaylar
dışında bir tarihi ya da kişisel yaşamı olmayan birinin biyografisi,
doğal olarak kendi sınırlılıklarını dayatacaktır. Ama eksiklikler ancak
şahsi hayatın kamusal hayat üzerinde belirleyici olduğu farz edildiği
sürece söz konusu olur. Böyle bir varsayım ise hatalıdır. Hitler için
“şahsi hayat” yoktur. Elbette ki kendisini gerçeklerden uzaklaştıran
filmlerle oyalanabilir, Berghol'daki Çay-Evi’ne günlük yürüyüşlerini
yapabilir, Berlin’deki bakanlıklardan uzaktaki dağlık bölgelerde
kırsal yaşamın tadını çıkarabilirdi. Ama bunlar boş rutinlerdi. Politik
olanın dışındaki bir alana, kamuya yönelik reflekslerim koşullayan
daha derin bir varoluşa çekilme anlamı taşımıyorlardı. “Şahsi
yaşamı”nın kamusal kişiliğinin parçası halini alması söz konusu
değildi. Tersine, bu konuda o kadar ketumdu ki Alman halkı Eva
Braun’un varlığını ancak Üçüncü Reich’ın külleri savrulurken
öğrendi. Daha doğru bir ifadeyle Hitler kamusal alanı
“şahsileştirmiş”ti. 29 “Şahsi” ve “kamusal” bütünüyle kaynaşmış ve
ayrılamaz bir hal almıştı. Hitler’in tüm varlığı, mükemmel oynadığı
rolün, “Führer” rolünün içindeydi.
Bu noktada biyografi yazarının görevi daha bir netlik
kazanmaktadır. Bu görev Hitler’in kişiliğine değil, doğrudan ve
dürüstçe gücünün karakterine, Führer’in gücüne odaklanmaktır.
Bu güç ancak kısmen Hitler’in kendinden kaynaklanmaktadır. Daha
büyük oranda ise sosyal bir sonuçtur; destekçileri tarafından Hitler’e
devredilen beklentilerin ve itkilerin yarattığı bir şeydir. Giderek gücü
arttıkça, kritik anlarda son derece önem taşıyan şeyin, Hitlerin kendi
faaliyetleri olmadığı anlamına gelmez bu. Ama gücünün tesiri büyük
oranda, “kişiliğinden” kaynaklanan özelliklerde değil, Führer olarak
oynadığı rolde yatmaktadır; ve bu rol ancak küçümsemeler, hatalar,
zayıflıklarla ve diğerlerinin işbirliğiyle mümkün olmuştur. Buna bağlı
olarak Hitler’in gücünü açıklamak için öncelikle diğerlerine
bakmalıyız, Hitler’in kendisine değil.
Hitler’in gücü olağanüstü türde bir güçtür. Hitler, güç iddiasını (en
resmi anlamda almadığımız ölçüde) bir parti lideri olarak konumuna
ya da herhangi bir işlevsel konuma dayandırmamıştır. Bu gücü
kendisinin tarihsel misyonu olarak gördüğü şeyden, Almanya’yı
koruma misyonundan almıştır. Bir diğer deyişle onun gücü kurumsal
değil “karizmatik”tir. Bu güç başkalarının onda “kahramanca”
nitelikler görmeye hazır olmasına bağlıdır. 30 Ve onlar bu nitelikleri
Hitler’de -belki kendisinin bile bu niteliklere sahip olduğuna
inanmaya başlamasından önce- görmüşlerdir.
Nazi fenomeninin o dönemde yaşamış en önemli analistlerinden biri
olan Neumann şöyle demektedir: “Karizmatik yönetim uzun süre
reddedildi ve alay konusu yapıldı, fakat köklerinin derinlerde olduğu
ve uygun psikolojik ve sosyal koşullar bir araya geldiğinde çok güçlü
bir uyancı olduğu aşikardır. Liderin karizmatik gücü bir hayalden
ibaret değildir; milyonların inandığı bir şeyden kimse şüphe
edemez.”31 Bu gücün yayılıp artmasına ve onun sonuçlarına Hitler’in
bizzat katkısı azımsanmamalıdır. Durumu tersine çevirip şöyle kısaca
bir düşünürsek durumu anlarız. Himmler ve SS yönetimi altında
gelişen türde bir terörist polis devleti, Hitler hükümetin başında
olmasaydı da ortaya çıkabilir miydi diye sorabiliriz mesela. Almanya,
1930’ların sonlarındaki genel Avrupa savaşına başka bir liderin
yönetimi altında -hadi onun da otoriter olduğunu farz edelim- girişir
miydi? Ve başka bir devlet başkanımn yönetimi altında, Yahudiler’e
karşı (olacağına nederedeyse kesin gözüyle bakabileceğimiz)
ayrımcılık böyle su katılmadık bir soykırım noktasına tırmanır mıydı?
Bu soruların her birine “hayır” ya da en azından “çok büyük bir
olasılıkla hayır” yanıtını emin olarak verebiliriz. Dışsal koşullar ve
kişisel olmayan belirleyici faktörler ne olursa olsun, Hitler’in yerine
başka birisini koyabilmek imkansızdır.
Hitler’in kullandığı hayli şahsileşmiş güç, kavrayışlı ve zeki
insanları bile -din adamlarını, entelektüelleri, yabancı diplomatları,
seçkin ziyaretçileri- ondan etkilenmeye koşullamıştı. Onları esir
eden, bir Münih birahanesindeki yaygaracı kalabalığı etkisi altına
alan duygulanımların tıpatıp aynısı olmamıştır. Fakat, hayran
kalabalıkların desteklediği, iktidarın süs ve nişanlarıyla sarılmış,
propogandayla çığırtkanlığı yapılan büyük liderlik hâlesiyle
çevrelenmiş bir halde ve arkasındaki Reich Şansölyesi otoritesiyle,
başkalarının onu, toyluğu ve saflığı bir yana, etkileyici bulmalarında
şaşırtıcı bir yön yoktur. Astlarının -daha düşük rütbeli Nazi
liderlerinin, kişisel maiyetinin, partinin bölge liderlerinin- onun her
bir sözünü slogan haline getirmelerinin sebebi de bu güçtür; nitekim
bu güç Nisan 1945’de sona erdiğinde, batan geminin fareleri gibi ilk
kaçanlar onlar olmuştur. Şahsiyeti bize cinselliğin antitezi olarak
görünen Hitler’i çok sayıda kadının (özellikle kendisinden çok genç
olanların) bir seks sembolü olarak görmesinin, uğruna bir çoğunun
intihara kalkışmasının açıklaması da bu gücün gizeminde
yatmaktadır.
Buna bağlı olarak, Hitler’in tarihi onun gücünün tarihi olmak
zorundadır; bu gücü nasıl ele geçirdiği, bu gücün niteliklerinin neler
olduğu, bu gücü nasıl kullandığı, bütün kurumsal engelleri yıkabilecek
denli bu gücün genişlemesine nasıl izin verildiği, bu güce karşı
direnişin niye bu kadar zayıf olduğu... Fakat bunlar sırf Hitler’e
değil, esas olarak Alman toplumuna yöneltilmesi gereken sorulardır.
Hitler’in iktidarı ele geçirip, onu kullanmasına, karakterine
yerleşmiş niteliklerden gelen katkıları önemsizmiş gibi göstermemize
gerek yok. Tek bir amaca kilitlenmiş olması, inatçılığı, önündeki
bütün engelleri yok etmedeki acımasızlığı, sinik becerikliliği, en
yüksek bahis için ya hep ya hiç şeklindeki kumarbaz içgüdüsü;
Bunların hepsi söz konusu gücün yapısının şekillenmesine yardım
etmiştir. Bu karakter özellikleri Hitler’in içsel güdüsünün en önem
taşıyan unsurunda biraraya gelmişlerdir: sınırsız, marazi
benmanyaklığında. Güç Hitler’in afrodizyağıdır. Onun gibi narsistik
biri için, önceki başıbozuk yıllarına oranla ona bir hedef sunmuş;
sanatçı olarak reddedildiği, bir Viyanalıya ait ucuz bir pansiyonda
kalacak denli sosyal açıdan düştüğü, 1918 devriminin ve yenilgisinin
ardından dünyasının paramparça olduğu ve başarısızlığı derinden
hissettiği hayatının ilk yarısını ödünleyici bir etken olmuştur. Güç
onun için sonuna kadar tüketilesi bir şeydir. Kavrayış gücü yüksek bir
gözlemci, 1940’larda, Hitler’in Fransa üzerindeki zaferinden bile
önce şu yorumu yapmıştır: “Hitler en üst düzeiçiyde potansiyel bir
intihardır. Kendi ’ego’sundan başka bağlı olduğu hiçbir şey yoktur...
Ayrıcalıklı bir posizyondadır, kendisinden başka hiçbir şeyi ve hiç
kimseyi sevmeyen birinin ayrıcalıklı pozisyonunda... Bu nedenle...
kendisiyle, çabucak gelecek ölümü arasında duran yegane şeyi... yani
gücünü korumak ya da arttırmak için her şeye cüret edebilir.”32 Bu
büyüklükte kişiselleşmiş bir güce susamışlığı, -oldukça ağır bir bahis
karşılığında oynanan- çok büyük bir kumar olan toprak fethine; önce
Avrupa kıtası, sonra da dünya üzerinde tek güç olmaya duyduğu
doyumsuz bir iştahı beslemiştir. Daha büyük bir güce sahip olmanın
peşindeki bu huzursuz arayış ne küçülmeyi, ne belli sınırlar içinde
tutulmayı, ne de sınırlanmayı düşünebilirdi. Üstüne üstlük varlığı,
“büyük başarılar” olarak görülen şeylerin devamlılığına bağlıydı.
Sınır koyma kapasitesinin yokluğu, gittikçe artan megalomani,
Hitler’in önderliğini yaptığı rejimin kendi kendini yıkmasının
tohumlarını kaçınılmaz biçimde içermekteydi. Hitler’in kendi yapısal
intihar eğilimiyle mükemmel bir uyum söz konusuydu.
Güç Hitler için sonuna dek tüketilesi bir şey olsa da, içerikten ya da
anlamdan yoksun, sırf güç olsun diye elde edilen bir şey değildi.
Hitler sadece bir propagandacı, bir manipülatör, harekete geçiren
biri değildi. O bunların hepsiydi. Aynı zamanda sarsılmaz kanaatlerin
ideoloğuydu -(bize ne kadar itici gelse de) içsel tutarlılığa sahip bir
“dünya görüşünün” savunucusu olarak radikallerin en radikali idi; bu
“dünya görüşü” itici gücünü ve etkisini, insanlık tarihi kavramını
ırksal mücadelelerin tarihi haline sokan birkaç temel fikrin
birleşmesinden alıyordu. Onun “dünya görüşü”, Almanya’nın ve
dünyanın hastalıklarına ve bu hastalıkların nasıl iyileştirileceğine dair
çok yönlü bir açıklama sunuyordu. 1920’lerin başlarından sığınaktaki
ölümüne dek bu “dünya görüşü”nü hiç tereddütsüz korudu. Söz
konusu olan orta erimli bir dizi politika değil, ütopik bir milli ıslah
düşüncesi idi. Ama bu “dünya görüşü” Nazi felsefesinin farklı
ilmeklerini bünyesinde biraraya getirme kapasitesine sahip olmakla
kalmıyor; Hitler’in retorik yetenekleriyle birleştiğinde, kısa süre
içinde Parti doktrininin en ufak bir noktasına bile Hitler’e asla karşı
çıkılamaması anlamına da geliyordu.
Hitler’in ideolojik hedeflerinin, faaliyetlerinin ve olayların
şekillenmesindeki kişisel gayretlerinin üzerinde çok yoğun dikkat ve
ciddiyetle durulması gerekir. Ama yine de bunlar her şeyi
açıklamaktan uzaktır. Diktatör kadar diktatörlüğü de incelemek
zorundayız,33 ve bunun ötesinde diktatörlüğü alttan destekleyen, ona
dinamiklerini ve temelindeki konsensüsü sağlayan sosyal itkileri ve
yönetim yapılarını araştırmak zorundayız. Hitler’in yapmadığı, ön
ayak olmadığı ama yine de başkalarının inisiyatifiyle başlamış olan
her şey, rejimin "kümülatif radikalleşmesi”ni anlamak açısından
Diktatör’ün faaliyetleri kadar önem taşımaktadır. 34
O halde Hitler’in yeni biyografisi, yeni bir yaklaşımı da
gerektirmektedir; ve bu yaklaşım Hitler’in iktidarı ele geçirip
kullanmasını ve bu gücün olağanüstü tesirini belirleyen politik yapılar
ve sosyal kuvvetlerle, diktatörün faaliyetlerini bütünleştirmeye
çabalamalıdır. Diktatör’ün sonsuz etkisini açıklamak için Hitler’in
kişiliğinden çok, (bütün karmaşıklığı içinde) Alınan toplumunun
motivasyonlarına ve beklentilerine bakan bir yaklaşım, başkanlık
ettiği rejimin içsel dinamikleri ve açığa çıkardığı kuvvetler
aracılığıyla, Hitler’in iktidarının genişlemesini açıklama potansiyeline
sahiptir. Bu yaklaşım, 1934 yılında önemsiz görevdeki bir Nazi
tarafından dillendirilen bir vecizede dile getirilmiş olup bütün olarak
kitaba ve 13. bölümün başlığına bir anlamda bir laytmotif
sağlamıştır-; Üçüncü Reich’ta her bireyin görevi, yukarıdan bir
talimat beklemeksizin “Führer’in istediği doğrultuda çaba
göstermektir.”35 Hayata geçirilen bu vecize, Üçüncü Reich’ı yürüten
kuvvetlerden biridir; ve bu, Diktatör’ün ileri görüşlü amaçlarını
yerine getirmek için çalışmaya odaklanmış inisiyatifler aracılığıyla,
Hitler’in çerçevesi gevşekçe çizilmiş ideolojik amaçlarının
gerçekleştirilmesi demektir. Belirleyici olan, elbette ki, Hitler’in
otoritesidir. Fakat kabul ettiği inisiyatifler, büyük oranda
başkalarından kaynaklanmıştır.
Hitler Almanya’ya kendini dayatan bir zorba değildi. Bağımsız
seçimlerde çoğunluğun desteğini hiçbir zaman alamamış olsa da,
aynen öncülleri gibi yasal olarak Reich Şansölyesi göreviyle iktidara
geldi ve 1933 ila 1944 yılları arasında dünyadaki en popüler devlet
başkanı oldu. Bunu anlamak için, açıkça bağdaştırılamaz olan iki
şeyin -biyografinin şahsileştirilmiş yöntemi ile (politik egemenlik
yapılan da dahil olmak üzere) toplum tarihine zıt yaklaşımların-
bağdaştırılması, gerekir. 36 Hitler’in tesiri ancak, onu yaratmış (ve
onun tarafından yok edilmiş) olan dönemle birlikte anlaşılabilir. Bu
nedenle, Hitler’e dair ikna edici bir araştırma, belli bir anlamda Nazi
döneminin de tarihi olmalıdır. 37 Biyografi, böyle bir sona ulaşmak için
-tabii eğer buna tam anlamıyla ulaşmak mümkünse- öngörülebilecek
tek yaklaşım değilse de, -Üçüncü Reich’ın “geçirdiği cinnet”te
merkez! ve genelde belirleyici bir rol oynadığı tartışmasız olan Hitler
figürü üzerinde doğrudan odaklanmaya dair söylenecek birkaç söz
vardır. 38
“Hitler faktörü”nü değerlendirmeksizin Nazizm fenomenine dair
kapsamlı bir anlayış geliştirme çabasının başarıya ulaşması mümkün
olamaz. 39 Ama böyle bir yorum, Hitler’in ideolojik hedeflerini,
faaliyetlerini ve olayların şekillenmesindeki kişisel gayretini bilinen
tüm yönleriyle dikkate almak zorunda olmasının yanı sıra, bu
etkenleri, sosyal kuvvetler ve politik yapılar içindeki yerlerine de
yerleştirmelidir. Çünkü kişiselleşmiş, mutlak bir güce giderek daha
çok bağlı olan bir sisteme -ve bunun ürettiği korkunç sonuçlara- izin
veren, onu biçimlendiren ve büyümesini sağlayan söz konusu sosyal
kuvvetler ve politik yapılardır.
Uygarlığın köklerine yönelik bu Nazi saldırısı yirminci yüzyılı
tanımlayan bir özellik olmuştur. Hitler bu saldırının merkezindeki
kişidir. Ama onun esas sebebi değil sadece baş savunucusudur.
I
HAYAL VE BAŞARISIZLIK

“Posta müdürü olan kocam bir gün ona hayatını kazanmak için
ne yapmayı düşündüğünü ve postahanede çalışmak isteyip
istemeyeceğini sorduğunda o, büyük bir sanatçı olmak istediğini
söylemişti.”

Hitler ailesinin Urfahr’daki komşularından biri

“Başarılı olacağıma öyle inanıyordum ki reddedildiğimi


öğrendiğimde sanki pırıl pırıl gökyüzünde bir gök gürültüsü
işitmiş gibi oldum.”

Viyana Güzel Sanatlar Akademisi’nin giriş sınavında başarısız


olması üzerine Hitler’in söylediği söz
I

Adolf Hitler’in talihinin ona sunduğu ilk fırsatlardan biri


doğumundan on üç yıl önce gerçekleşmişti. Hitler’in müstakbel
babası, 1876 yılında, Alois Schicklgruber olan ismini Alois Hitler
olarak değiştirdi. Adolf, babasının yaptığı hiçbir şeyin onu, oldukça
kaba hamhalat bir çagrışım taşıyan Schicklgruber isminden
kurtarmış olması kadar memnun etmediğini söylediğinde ona
rahatlıkla inanabiliriz. 1 “Heil Schicklgruber”in kulağa, ulusal bir
kahramana yakışır bir selamlama tarzı gibi gelmediğine şüphe yok.
Schicklgurberler kuşaklardır köylü bir aileydi; Waldviertal’de
küçük bir çiftlikleri vardı. Aşağı Avusturya’nın en kuzeybatısında,
Bohemya sınırında yer alan ve sakinlerinin aksilikleri, dik başlılıkları
ve misafir sevmezlikleriyle ünlü olduğu bu yer, manzaralı olmakla
birlikte pek de verimli olmayan bir tepede, (isminin de çagrıştırdığı
gibi) ormanlık bir alandaydı. 2 Hitler’in babası Alois, 7 Haziran
1837’de, Strones köyünde, Johann Schicklgruber adlı fakir bir
çiftçinin kızı olan kırk iki yaşındaki Maria Anna Schicklgruber’in
gayrimeşru çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve aynı gün, yakınlardaki
Döllersheim’da (Aloys Schicklgruber olarak) vaftiz edilmişti. Vaftiz
kayıt defterinde bebeğin babasının ismine ayrılan kısım boş
bırakılmıştı. 3 Hitler’in baba tarafından dedesinin ismi açıklanmamış
ve birçok spekülasyona rağmen bugüne dek bilinmeden kalmıştır.
Maria Anna beş yıl sonra, yaklaşık on beş mil uzaktaki Spital’dan,
elli yaşındaki gezgin değirmen ustası Georg Hiedler ile evlendi.
Hiedler’in amaçsız ve oradan oraya dolaşmaya meyilli hayat tarzı onu
Strones’e sürüklemiş ve burada bir süre için, Maria Anna’la ve
babasıyla aynı evde kalmıştı. 4 Bu evlilik beş yıl sürdü. Maria Anna
1847 yılında öldü ve Hiedler’in yoksulluk içindeki yaşamı on yıl sonra
bir darbeyle son buldu.
Johann Georg’un kendisinden on beş yaş küçük erkek kardeşi
Johann Nepomuk Hiedler, çocuk yaştaki Alois’i annesininin
ölümünden hemen sonra, belki bundan bile önce yanına aldı; çocuk,
Nepomuk’un Spital'daki orta büyüklükteki çiftliğinde onunla birlikte
yaşayacaktı. 5 Nepomuk’un genç Alois’i evlat edinmesinin sebebi belli
değildir. Ama görünüşe göre çocuk mütevazı olmakla birlikte iyi bir
yuvaya sahip olmuştu. Alois, ilkokuldan sonra, orada yaşayan bir
ayakkabıcının yanına çırak olarak verildi ve on üç yaşındayken,
taşradaki birçok delikanlı gibi, deri işçiliği eğitimine devam etmek
üzere Viyana’ya gitti.

Hitler’in babası ailede sosyal açıdan bir üst düzeye tırmanan ilk
kişiydi. 1855’de on sekiz yaşında iken Avusturya Maliye
Bakanlığı’nda küçük de olsa bir iş bulmayı başarmıştı. 6 Onun
geçmişine sahip, oldukça az eğitim almış genç bir adam için yıllar
içinde edindiği bu başarı etkileyiciydi. Eğitimini bitirdikten ve gerekli
sınavları verdikten sonra 1861 yılında düşük rütbeli denetçi
statüsüne ve 1864 yılında da gümrük hizmetinde bir göreve getirildi;
1870 yılında gümrük görevlisi oldu, bir yıl sonra Braunau am Inn’e
taşındı ve 1875 yılında burada gümrük denetçiliği görevine getirildi. 7
Bir yıl sonra soyadını değiştirdi. Bu kararın, Alois’in
gayrimeşruluğuna atfedilebilecek sosyal bir utanç duygusuyla ilgisi
yoktu. Katolik Kilisesi tarafından kınanıyor olmasına rağmen
gayrimeşruluk Avusturya kırsal yaşamında ender rastlanan bir şey
değildi. 8 Alois 1876 yılından sonra bile gayrimeşruluğunu gizlemeye
çalışmamıştı. İsmini değiştirme isteğinin kendisinden mi, yoksa erkek
varisi olmayan ve kendi ismini alması üzerine Alois’i yasal mirasçısı
yapan amcası (aslında üvey babası) Nepomuk’tan mı kaynaklandığı
kesin olarak bilinmemektedir. 9 6 Haziran 1876’da Weitra’da bir
noterin hazırladığı ve Alois’in Georg Hitler’in oğlu olarak
kaydedilerek, babasının belirlenmiş olduğu protokol üç tanık
tarafından imzalandı; söz konusu evrakta isim “Hiedler” olarak değil
Hitler olarak yazılmıştı. 10 Ertesi gün, Döllersheim’in kilise papazı
doğum belgesindeki “Schicklgruber” ismini silip, “evlilik dışı doğum’’
ibaresini “evlilik içi doğum’’ ibaresiyle değiştirmiş ve boş olan baba
adı yerine de "Georg Hitler" yazmıştı. Böylece doğumundan otuz üç
yıl sonra Alois gayrimeşruluktan meşru bir konuma geçmişti. 11 1942
yılında Alois’in annesiyle evlenmiş olup, on dokuz yıldır ölü olan
Georg Hiedler böylece, (hepsi de aile ilişkileri içinde olan) üç tanığın
ve Alois’in kendisinin ifadelerine göre, babalığı kabul etmiş oldu. 12
Rahip, değiştirilen doğum evrakına, Alois’in babasının, vaftiz
kayıtlarına kendi isminin yazılmasını rica ettiğine dair üç şahidin
tanıklığını da eklemişti. 13
Soyadı değişikliği -zamanında sadece Avusturya taşrasındaki bir
köylü ailesinin tarihi açısından önem taşıyan bu olay sonradan bitmek
bilmeyen spekülasyonlara yol açtı, bunun tek sebebi de olayın Adolf
Hitler’in büyükbabasının kimliğiyle ayrılmaz bağı idi. Üzerinde
düşünmeyi gerektiren sadece üç olasılık vardır. Ve bunlardan ilk ikisi
Hiedler ailesi içinde ortaya çıkmamış küçük bir skandalın var olup
olmadığıyla ilgilidir; tarihsel önem taşıyabilecek üçüncü olasılık ise
kanıtların ışığında bir kenara kaldırılabilir.
İlk olasılık, Alois’in babasının gerçekten de, düzeltilmiş vaftiz
kayıtlarında anılan ve Üçüncü Reich’te resmi olarak Hitler’in
büyükbabası olarak kabul edilen kişi, yani Johann Georg Hiedler
olmasıdır. Ama Hiedler gerçek baba ise yaşarken -hatta evliliği
sırasında oglunun doğumunu yasallaştırmak için niçin hiçbir girişimde
bulunmamıştır? Yoksulluk pek olası bir sebep gibi görünmemektedir.
Johann Georg ile Maria Anna’nın evlenmelerinin ardından bir sığır
yemliğini yatak olarak kullanacak denli yoksul olduktan söylentileri
varsa da Maria Anna’nın sanıldığı kadar yoksul düşmediği
saptanmıştır. 14 Ve durum böyle ise Nepomuk’un Alois’i “evlat
edinmesi”nin makul sebebi -insanlık namına yapılmış bir davranış,
Alois’i ailesinin yaşadığı korkunç yoksulluktan kurtarmak- ortadan
kalkmaktadır. Vaftiz sırasında babanın ismini açıklamayan Maria
Anna niçin daha sonra tek oğlundan ayrılmaya razı olmuştur? Ve Alois
niçin ortada olan babası tarafından değil de onun erkek kardeşi
tarafında büyütülmüştür? Ve -muhtemelen, noteri ve rahibi
kandırmak için Alois, Nepomuk ve hepsi de Nepomuk’la yakın ilişki
içinde olan üç tanığın yalanından ibaret olan ufak bir yolsuzluğun
eşlik ettiği (babanın yokluğunda babalık hakkı yasal olarak kabul
edilemez)- bu yasallaştırma işi niçin 1876 yılına dek ertelenmiştir?15
İşin içinde, Nepomuk’tan Alois’e kalan mirasın olması ihtimal
dahilinde görünmektedir. Ama bu iş için niye bir soyadı değişikliği
gereksin ki? Hiç oğlu olmayan Nepomuk’un, o sıralar karısı elli
yaşında olan Alois’le soyunu sürdürme düşüncesinde olması pek
mümkün görünmemektedir; en azından bu tek başına yeterli bir
neden değildir.
Bu soruların yanıtları zamanın sisleri içinde kaybolmuştur ve
tarihsel bir önem taşıma ihtimalleri pek yoktur. Ama Johann Georg’in
babalığına gölge düşüren şeyler varsa, o halde gerçek baba kim
olabilir? Ortadaki diğer aday Nepomuk’un kendisidir. Alois’i “evlat
edinmiş”, bakıp büyütmüştür. Ve karısı Eva Maria’nın ölümünden üç
yıl sonra yapılan soyadı değişikliğinin arkasındaki güdü belki de
budur. Soyadı değişikliğinin Nepomuk’un Alois’i yasal mirasçısı
yapmasıyla ilgisi var gibi görünmektedir. Nepomuk’un 1888 yılındaki
ölümü üzerine beklenti içindeki varislere sürpriz haber verilmiş ve
onlara hiçbir şey kalmadığı söylenmiştir. Ama hemen altı ay sonradır
ki, o güne dek eline hiç böyle büyük miktarlarda para geçmemiş olan
Alois Hitler, Spital’dan çok da uzakta olmayan bir araziyi ve içindeki
muhkem evi 4000-5000 gulden arası bir fiyata satın almıştır. 16 Bu
durumda şu senaryo akla daha yakın gelmektedir: Alois’in gerçek
babası Johann Georg değil, Nepomuk’dur; Johann Georg, Maria
Anna’yla evliliği sırasında kardeşinin oğlu olan Alois’i reddetmiş ama
aile içi bu skandal gizli tutulmuş ve Nepomuk’un karısı hayatta iken
söz konusu soyadı değişikliği mümkün olmamıştır. 17
Bununla birlikte ortada hiçbir kanıt yoktur ve Nepomuk, karısının
ölümünden sonra bile -eğer gerçek baba kendisi ise- bunu aleni
şekilde kabul etmekten kaçınmıştır. Adolf Hitler’in Mein Kampf'ın
başlarında, babasının fakir bir rençperin (değirmenci ustası Johann
Georg’a uygun bir tanım değildir bu) oğlu olduğu şeklindeki
yorumundan bir şeyler çıkarılabilir. 18 Ancak Hitler Mein Kampf'ın
otobiyografik kısımlarındaki detaylarla ilgili olarak sık sık ya
dikkatsiz davranmış ya da geçerli olmadığı açık bilgiler vermiştir, bu
nedenle büyük babasıyla ilgili bu kısa ve kabataslak tanıma çok fazla
önem atfetmek hata olabilir (çünkü kastedilen Nepomuk ise, onun
durumu da fakir bir rençper olarak tanımlanamaz). 1876 yılında
Alois’in seçtiği isim olan “Hitler’’in, (Johann Georg’un ismi)
Hiedler’den çok (Nepomuk’un ismi) “Hüttler”in kasti bir yansıması
olduğu da iddia edilmiştir. Ama bu, ondokuzuncu yüzyılın sonlarından
önce sabit bir formu olmayıp, düzensizce değişen bir ismin belli bir
biçiminin kabul edilmesi üzerinden yapılan aşırı bir yorum olacaktır.
“Hiedler”, “Hietler”, “Hüttler”, “Hütler” ve “Hitler” isimleri -“küçük
çiftlik sahibi” anlamına gelen bu isim- ondokuzuncu yüzyılın başlarına
ve ortalarına ait belgelerde birbirlerinin yerine kullanılmıştır ve
fonetik olarak da ayırt edilmeleri güçtür. 19 Nepomuk’un kendisi
“Hiedler” olarak vaftiz edilmiş ve “Hüttler” olarak evlenmiştir. 20
Toplumsal mevkii yükselmiş olan Alois’in, bu ismin daha az taşralı bir
formu olan “Hitler”i seçmiş olması mümkündür. Ama “Hitler”
Weitra’da yasallaştırma işlemini yapan noterin seçtiği biçim olup,
ertesi gün Döllersheim’ın kilise papazı tarafından kağıda aynen
geçirilmiş de olabilir. 21 İsmin bu biçiminin seçilme nedeni ne olursa
olsun Alois bundan memnun görünmektedir. Bundan sonra ismin bu
kullanımının dışına çıkmamış ve Ocak 1877'de yasallaşma işleminin
tamamlanmasından sonra imzasını daima “Alois Hitler” diye atmıştır.
“Hitler” şeklinde yazılışın daha ayırıcı bir nitelik taşımasından oğlu
da aynı derecede memnundur. 22
Üçüncü ihtimal ise Adolf Hitler’in büyükbabasının Yahudi olmasıdır.
Bununla ilgili söylentiler 1920'lerin başlarında Münih karelerinde
dolaşmış ve yabancı basının sansasyon yaratmaya yönelik gazetecilik
anlayışı nedeniyle 1930'larda tekrar canlandırılmıştır. “Hüttler”
isminin Yahudi ismi olduğu ve buna göre Hitler’in büyükbabasının,
Bükreş’teki Hitler isimli bir Yahudi ailesine dek izinin sürülebileceği
öne sürülmüş; hatta Alois’in babasının, Alois’in büyükannesinin
Viyana’daki evinde bir süre hizmetçilik yaptığı iddia edilen, Baron
Rothschild olduğu iddia edilmiştir. 23 Ama Hitler’in sözde Yahudi
kökeniyle ilgili en ciddi spekülasyonlar 11. Dünya Savaşı’ndan
itibaren ortaya çıkmıştır ve bunun izleri, önde gelen bir Nazi avukat
ve Polonya Genel Valisi olan Hans Frank’ın Nuremberg’deki
hücresinde celladı beklerken yazdığı hatıratında doğrudan
bulunabilir.
Frank, 1930 yılının sonlarına doğru Hitler’in onu çagırıp, yeğeni
William Patrick Hitler’den (Hitler’in baba bir anne ayrı erkek
kardeşinin, İrlandalı bir kadınla kısa süren evliliğinden olma oğlu)
aldığı bir mektubu gösterdiğini ve yeğenin bu mektupta, kökeniyle
ilgili basında dolaşan hikayelerle bağlantılı olarak Hitler’i,
damarlarında Yahudi kanı taşıdığını ifşa etmekle tehdit ettiğini iddia
etmektedir. İddiasına göre Hitler’in aile tarihini araştırmakla
görevlendirilmiş olan Frank, yine iddiasına göre Maria Anna
Schicklgruber’un çocuğunu, Graz’da, Frankenbergerler diye bilinen
bir Yahudi ailesinin yanında aşçı olarak çalışırken doğurduğunu
keşfetmiştir. Ama iş bununla da kalmaz: Çocuğunun doğumunda on
dokuz yaşında olan baba Frankenberger güya oğlunun bakımı için
çocuk on dört yaşına gelene dek düzenli para ödemiş ve Maria Anna
Schicklgruber, Frankenbergerler ile güya yıllarca mektuplaşmıştır.
Frank’a göre Hitler’in beyanı şöyleydi: Hitler, babasının ve büyük
annesinin anlattıklarından, dedesinin Graz’lı bir Yahudi olmadığını
biliyordu; büyük annesi ve kocası çok fakir olduklarından, Yahudi’yi
kandırarak çocuğun babası olduğuna ve çocuğun yetiştirilmesi için
kendilerine parasal yardımda bulunmaya ikna etmişlerdi. 24
Frank’ın hikayesi 1950’li yıllarda bayağı bir yaygınlaşmıştı. 25 Ama
hikayenin kanıtlanamaması gibi bir sorun vardı. Çünkü 1830’lu
yıllarda Graz’da Frankenberger diye bir aile yoktu. Aslında bütün bir
Steiermark’da* o dönemde hiç Yahudi yoktu çünkü 1860’lara dek
Yahudilerin Avusturya’nın bu kısmına girmesine izin verilmiyordu.
Frankenreiter diye bir aile burada yaşamıştı ama onlar da Yahudi
değildi. Maira Anna’nın değil Leopold Frankenreiter adlı kasabın
yanında çalıştığına, Graz’da bulunduğuna dair bile bir kanıt yoktu.
Maria Anna ile Frankenberg veya Frankenreiter isimli bir aile
arasında geçmiş tek bir yazışma bile ortaya çıkarılmamıştır. (Sadece
isimleri karıştırmış olduğunu iddia eden Frank’ın hikayesine göre)
Leopold Frankenreiter’in oğlu ve bebeğin sözde babası olup, onüç yıl
boyunca bebeğin finansal sorumluluğunu üstlenecek olan
Frankenreiter, Alois’in doğumu sırasında on yaşındadır. Üstüne üstlük
Frankenreiter ailesinin yaşadığı dönem koşullar öyle zorludur ki
Maria Anna Schicklgruber’e herhangi bir parasal destekte
bulunduklarına inanmak zordur. 26 Frank’ın, Hitler’in büyük
annesinden Graz hikayesinin hiçbir gerçekliği olmadığını öğrenmiş
olduğu şeklindeki iddiasının da hiçbir inandırıcılığı yoktur: Büyük
annesi Hitler’in doğumundan en az kırk yıl önce ölmüştür. Ve ayrıca
1930’lu yıllarda Hitler’in yeğeninden bir şantaj mektubu alıp
almadığı da şüphelidir. Ama durum buysa, -para koparmak için
meşhur amcasının başına sürekli dert olan- Patrick, Almanya’nın
çeşitli yerlerinde birkaç yıl daha yaşayabilecek ve Aralık 1938’de
ülkeyi terk edebilecek kadar şanslıdır. 27 ifşaatları, Ağustos 1938’de
bir Paris gazetesinde yayımlandığında Graz hikayesinden hiç
bahsedilmemektedir. 28 Gestapo’nun Hitler’in aile kökeniyle ilgili
1930’lu ve 1940’lı yıllarda yaptığı farklı araştırmalarda da Graz’ın
hiç sözü geçmez. 29 Aslında mutfak dolabında yeni bir iskelet falan
bulamamışlardır. Hans Frank’ın, celladı beklerken ve açıkça
psikolojik kriz içindeyken30 yazdığı hatıratı yanlış bilgilerle doludur
ve ihtiyatla değerlendirilmelidir. Hitler’in sözde Yahudi büyük
babasının hikayesi açısından buradaki bilgilerin hiçbir değeri yoktur.
Hitler’in büyük babası, her kimse, Graz’lı bir Yahudi değildir. 31
* Avusturya'nın güneydoğu ve ona kesimini kapsayan federal eyalet (Bundesland).(Ç.N.)
Böylece Hitler’in büyük babası olabilecek geriye kalan ciddi
adaylar Johann Georg Hiedler ve Johann Nepomuk Hiedler’dir (ya da
Hüttler). Resmi kayıtlarda Adolf'un büyük babası olarak hep Johann
Georg’un adı geçmektedir. Kanıtlar yetersizdir. Hitler’in, büyük
babasının Georg Hiedler olup olmadığından şüphelendiğine inanmak
için sağlam bir neden yoktur; muhtemelen Adolf bu durumdan
habersizdir. 32 Büyük babasının Johann Georg değil de Nepomuk
olmasının Adolf açısından tek önemi soyunda yakın bir akraba
evliliğinin varlığı olacaktır, çünkü Nepomuk aynı zamanda Adolf'un
annesinin de büyük babasıdır. 33
Hitler’in annesi olan Klara Pölzl, Nepomuk’un en büyük kızı
Johanna Hütler’in, Spital'da küçük bir çiftlik sahibi olan Johann
Baptist Pölz’le olan evliliğinden doğan on bir çocuğundan hayatta
kalan üçünün en büyüğüdür -diğer ikisi ise Johanna ve Theresia’dır.
Klara büyük babası Nepomuk’un çiftliğine komşu bir çiftlikte
büyümüştür. Klara’nın annesi Johanna ve teyzesi Walburga aslında
Nepomuk’un evinde Alois Schicklgruber ile birlikte büyümüşlerdi34
1876 yılındaki isim değişikliğinden ve babasının kimliğinin yasal
olarak belirlenmesinin ardından Alois Hitler ve Klara Pölzl kağıt
üzerinde ikinci kuşaktan kuzen olarak görünüyorlardı. 1876 yılında
on altı yaşındaki Klara, Spital’daki aile çiftliğini terk etti ve Alois
Hitler’in evinde ev işlerine bakmak üzere Braunau am Inn’e taşındı. 35
Alois Hitler o tarihte Braunau’da saygıdeğer bir gümrük memuru
idi. Bununla birlikle özel yaşamı mesleki kariyeri kadar mazbut
değildi. O güne dek üç kez evlenmişti; ilk karısı kendinden oldukça
yaşlı iken, sonraki ikisi kızı olacak yaşlarda idi. Evlilik dışı bir
ilişkisinden ve son iki evliliğinden toplam dokuz çocuk sahibi olmuş,
bunların dördü küçük yaşta ölmüşlerdi. En azından taşradaki bir
gümrük memuru için fırtınalı bir hayattı bu. 36 1860’larda zaten,
gayrimeşru bir çocuğun babasıydı. 37 1873’te, o zaman elli yaşında
olan Anna Glassl ile evlendi. Bunun bir aşk ilişkisi olması imkansız
görünmektedir. Alois’in kendinden on dört yaş büyük bir kadınla
evlenmesinin maddi sebepleri vardı; Anna’nın hali vakti yerindeydi,
ayrıca kamu görevlileriyle bağlantıları vardı. 38 Anna eğer başlangıçta
hasta değilse, kısa süre içinde hastalandı. Alois’in 1870’lerin
sonlarında, yaşadıkları yerde, Gasthaus Streil'daki genç bir hizmetçi
kızla -Franziska (Fanni) Matzelberger-olan ilişkisini öğrenmesi
şüphesiz hastalığına iyi gelmemişti. 1880 yılında, artık daha fazla
dayanamayarak Alois’ten resmen ayrıldı. 39
Alois artık açıkça Fanni ile yaşıyordu. Fanni’nin ilk faaliyetlerinden
biri kendinden bir yaş büyük olan ve açıkça potansiyel bir rakip
olarak gördüğü Klara Pölzl’ü Hitler’in evinden göndermek oldu.
Fanni, 1882 yılında evlilik dışı bir oğlan çocuğu doğurdu; Alois
Matzelberger ismiyle vaftiz edilen çocuk, Anna Hitler’in 1882’de
ölümünün hemen ardından babasının nüfusuna geçirildi. Cenazeden
altı hafta sonra da Alois ve Franziska evlendiler. Düğünün üzerinden
iki ay bile geçmemişti ki ikinci çocuk Angela doğdu. Fakat Fanni 1884
yılında tüberküloza yakalandı ve Ağustos ayında yirmi üç yaşında
öldü. 40
Anna hastalığı sırasında Braunau’da değil, temiz havasından dolayı
köyde kalıyordu. Küçük yaştaki iki çocuğuna bakması için Alois’in
başvurduğu kişi Klara Pölzl oldu ve Klara tekrar Braunau’ya döndü.
Fanni daha yeni mezarına girmişti ki Klara hamileydi. Kağıt üzerinde
ikinci kuşaktan kuzen olarak göründüklerinden Alois ve Klara’nın
evlenebilmesi için Kilise’den izin çıkması gerekiyordu. 1884’ün
sonlarında, dört aylık bir beklemenin ardından izin kağıdı Roma’dan
nihayet geldi; bu arada Klara’nın durumu aşikar bir hal almıştı. Ve
çift 7 Ocak 1885’de evlendi. Düğün töreni sabah altıda yapıldı.
Alelacele yapılan törenin ardından Alois gümrükteki işinin başına
döndü. 41
Alois’in üçüncü evliliğinden olan çocuklarının ilki olan Gustav Mayıs
1885’de doğdu. ikinci çocuk Ida sonraki yılın Eylül ayında,
doğumundan birkaç gün sonra ölen Otto ondan olabildiğince kısa bir
süre sonra doğmuştu. Ama Klara’nın yaşayacağı asıl trajedi, Gustav
ve Ida’nın difteriye yakalanıp, biri Aralık 1887’de, diğeri Ocak
1888’de olmak üzere birkaç hafta ara ile ölmesi idi. 42 1882 yazında
Klara tekrar hamile kalmıştı. 20 Nisan 1889 akşamı saat altı
buçukta, kasvetli ve dondurucu bir Paskalya günü43 , “Gasthof zum
Pommer”, Vorstadt No:219 adresindeki evinde dördüncü çocuğunu -
hayatta kalan tek çocuğunu- doğurdu: Bu çocuk Adolf Hitler idi. 44
Adolf, Mein Kampf'ın ilk cümlelerinde, Braunau am Inn’de doğmuş
olmanın onun için nasıl bir lütuf olduğundan bahseder, çünkü bu yer
onun ileride birleştirmeyi amaç edineceği iki ülkenin sınırında yer
almaktadır -nitekim bu hedef Nazi hareketinin amaçlarından biri
olmuştur. 45 Bununla birlikte Braunanu’ya dair pek az şey
hatırlamaktadır; çünkü 1892 yılında babasının, ilkokul mezunu bir
devlet görevlisinin atanabileceği en yüksek mevkiye, Yüksek Gümrük
Tahsildarlığımla atanması üzerine ailecek Bavyera’daki Passau
şehrine taşınacaklardı. Adolf böylece üç yaşında sınırın Almanya
tarafını terk etti46 Genç Hitler’in sayısız adres değişikliklerinden
sadece biridir bu.
Adolf'un çocukluğunun ilk yıllarına ait tarihsel kayıtlar nadirdir.
Mein Kampf'taki kendi beyanları ayrıntılarda yanlışlarla doludur ve
yorumlarla renklenmiştir. Ailenin ve tanıdıkların savaş sonrası
beyanları ise temkinli bir gözle irdelenmelidir. Üçüncü Reich
dönemindeki kayıtlar da geleceğin Führer’inin çocukluğunu
yüceltmek kaygısını güdebildiğinden aynı şekilde şüpheyle ele
alınmalıdır. Psikologlar ve “psikotarihçiler” açısından şekillendirici
bir dönem olarak önem taşıdığından, çoğu şeyin geriye yönelik bir
tahmin üzerinden kurulduğu gerçeği asla göz ardı edilmemelidir. 47
Maddi koşullar açısından Hitler ailesi refah içinde yaşayan orta
sınıf bir aileydi. Alois’le Klara’nın dışında aile üyelerini, Alois’in ikinci
evliliğinden olma iki çocuğu -küçük Alois (1896 yılında evden
ayrılmıştır) ve Angela-, Adolf, erkek kardeşi Edmund (1894 yılında
doğmuş fakat 1900 yılında hayata veda etmiştir) ve kız kardeşi Paula
(1896 yılında doğmuştur) oluşturuyordu. Rosalia Schichtl adında bir
kadın, aşçı ve hizmetçi olarak çalışıyordu. Adolf'a çok düşkün olan
kötü huylu kambur teyze Johanna da onlarla yaşıyor ve ablasına
bayağı bir yardımı dokunuyordu. Alois 1889’da mirasa konup, evi ve
araziyi aldıktan sonra orta düzeyde bir servet sahibi olmuştu. Sabit
bir geliri vardı ve bu gelir bir ilkokul müdürünün gelirinden
fazlaydı. 48
Fakat mutlu ve uyumlu bir aile hayatları yoktu. 49 Alois tipik bir
taşra devlet memuru idi -kendini beğenmiş, statüsünden dolayı kibirli,
mizah duygusundan yoksun, ukalaca dakik, kendini görevine adamış
biriydi, içinde bulunduğu toplulukta saygı görüyordu. Ne zaman
parlayacağı belli olmayan aksi karakterini hem evde hem işte
sergiliyordu. Baca gibi tütüyor ve işten çıktıktan sonra eve
gelmektense bir birahane masasının başında etrafındakilerle
tartışmayı tercih ediyordu. Çocuklarının yetiştirilmesiyle ilgilendiği
yoktu. Mutluluğu yuvasından çok dışarıda buluyordu. 50 Ancılık onda
bir tutkuydu. Her gün Passau’daki görev yerinden yarım saatlik
yürüyüşle ulaşılan an kovanlarını ziyaret ediyor ve dönüş yolundaki
meyhaneye mutlaka uğruyordu. Çocuk gürültüsüyle dolu evine
gitmeden önce biraz kafasını dinlemek istiyor olmalıydı. Arı
kovanlarını koyabileceği küçük bir arazi parçasına sahip olma hedefi
1889 yılında gerçekleşti. Nepomuk’tan kalan miras, doğduğu yerde,
Waldviertel'deki Spital’da bir mülk satın almasına imkan tanımıştı. Bu
mülkü üç yıl sonra satacak fakat küçük çaplı iki arazi daha satın
alacaktı. 51 Alois evde otoriter, mütehakkim ve dediğim dedik bir
koca; katı, mesafeli, buyurgan ve karşı çıkılmaz bir baba idi.
Evlenmelerinin üzerinden uzun bir süre geçtikten sonra bile Klara
ona “Amca” diye hitap etme alışkanlığını bırakamamıştı. 52 Alois‘in
ölümünden sonra dahi mutfakta pipolarının durduğu rafı boşaltmamış
ve yeri geldiğinde, pipoların orada durmasının sanki Alois’in
otoritesinin varlığının hâlâ orada olduğunu ima ettiğini belirtmiştir. 53
Küçük çocukların babalarında bulamadıktan şefkati anneleri telafi
etmiştir. Yahudi bir doktor olan Eduard Blochün, Nazi
Almanyası’ndan zorunlu göçünün ardından verdiği bir beyana göre,
Klara Hitler “basit, mütevazı, müşfik bir kadındı. Uzun, kahverengi
saçlarını hep örerdi. Uzun ve oval yüzündeki tirşe gözlerinde hoş bir
ifade olurdu.”54 Yumuşak başlı, çekingen, sessiz, düzenli olarak
kiliseye giden dindar biri olan Klara evi çekip çevirme; ve her şey bir
yana öz ve üvey evlatlarının bakımını sağlama işini üzerine almıştı.
1887-1888 yılında ilk üç çocuğunun birkaç hafta ara ile bebek yaşta
ölümleri ve 1900 yılında beşinci çocuğu Edmund’un altı yaşına
varmadan ölmesi onun için ağır darbeler olmalıdır. 55 Sinirli, duygusuz,
zorba bir kocayla yaşamak, dertlerine tuz biber ekmiş olmalıdır.
Kederli, bitkin bir kadın izlenimi yaratması şaşırıcı değildir. Hayatta
kalan iki çocuğu Adolf ve Paula’ya koruyucu, boğucu bir sevgi ve
bağlılık geliştirmesinde de şaşırtıcı bir yön yoktur.56 Sonuçta Klara -
üvey olanlar da dahil olmak üzere- çocuklarından, bilhassa Adolf dan
sevgi ve şefkat görüyordu. Dr. Bloch, “annesine duyduğu sevgi onun
en göze çarpan özelliğiydi,” diye yazacaktır daha sonra. “Olağan
anlamda bir ‘anne kuzusu’ olmasa da” diye ekleyecektir, “başkasıyla
daha yakın bir bağı olduğuna asla tanık olmadım.”57 Hitler Mein
Kampf vaki, bir insana duyduğu şefkatin ender ifadelerinden birinde
şöyle demekte dir: “Babama saygı gösterdim, ama annemi sevdim.”58
Yeraltı sığınağındaki son günlerinde bile annesinin resmi hep
yanındaydı. Münih, Berlin ve Obersalzberg’deki (Berchtesgaden
yakınlarındaki dağ evi) odalarında annesinin bir portresi hep
mevcuttu. 59 Aslına bakarsak, annesi belki de tüm hayatı boyunca
sevdiği tek kişi idi.
Adolfun çocukluk yılları aşırı kaygılı bir annenin boğucu sevgisi ve -
uysal Klara’nın, öfkesinden oğlunu korumakta yetersiz kaldığı-
disipliner bir babanın tehditkar varlığıyla geçmiştir. Adolfun
kızkardeşi Paula annesinin verdiği savaşı şöyle anlatmıştır: “aşırı sert
bir babayla, muhtemelen başa çıkılması güç, hareketli çocukları
arasında kalmış, yumuşak ve hassas bir insandı o. Annemle babam
arasında bir fikir ayrılığı ya da münakaşa olduğunda bunun sebebi
hep biz olurduk. Ama babamın aşırı sertliğine maruz kalan ve her
gün çığlıklarla kırbaçlanan genelde ağbim Adolfdu... Diğer yandan
annem ona öyle bir şefkat gösterirdi ki, babamın sertlikle
başaramadığı şeyi işte bu şefkatle elde etmeye çalışırdı!”60 Hitler
1940'lı yıllarda şömine başında geç saatlere dek süren oturmaları
sırasındaki monologlarında sık sık, babasının ani öfke patlamalarının
ve bunun ardından onu nasıl dövdüğünü anlatmış, babasını
sevmediğini, ona karşı duyduğu tek hissin korku olduğunu
söylemiştir. Çok sevdiği ve bağlı olduğu zavallı sevgili annesi ise -
annesinden hep böyle bahsederdi- Adolf'un yediği bu dayakların
üzüntüsü ile yaşar, bazen oğlu kırbaçlanırken kapının dışında
beklerdi. 61
Alois'in şiddeti büyük olasılıkla karısına da yöneliyordu. Mein
Kampf'tâ, görünüşte işçi ailelerinin koşullarını anlattığı bir
bölümünde Hitler, çocukların, annelerinin sarhoş babalan tarafından
dövülmesine nasıl tanık olduklarından bahsetmiştir. Burada
anlattıkları muhtemelen kendi çocukluğundan kaynaklanmaktadır. 62
Geçmişindeki bütün bu şeylerin onun kişiliğininin gelişimine nasıl bir
katkıda bulunduğu bir spekülasyon konusudur. 63 Ama çok derin bir
etkisinin olduğundan şüphe edemeyiz.
Yüzeyin altında, geleceğin Hitler’i biçimlenmektedir. Bir
spekülasyon olarak kalacak olmakla birlikte şöyle diyebiliıiz;
Sonraları kadınların yumuşak başlılığını küçümseyen hükmedici tavrı,
hükmetmeye duyduğu açlık (acımasız, otoriter bir baba figürü olan
Lider imajı), derinlikli kişisel ilişkiler kurmadaki başarısızlığı,
insanlığa karşı duyduğu soğuk düşmanlık ve -birleştirici bir unsur
olan aşırı narsizminin içine gizlenmiş olan ölçüsüz ve içten içe gelişen
bir kendinden nefret temayülünü yansıtan- gayet derin bir nefret
besleme yeteneği; bütün bunların kökeni, Adolf'un çocukluğundaki
ailevi koşulların bilinçaltı etkisinde aranmalıdır. Ama varsayımlar
tahmin olarak kalmalıdır. Adolf'un çocukluğuna ve ilk gençliğine dair
somut veriler, bir bütün oluşturacak şekilde biraraya getirildikleri
takdirde, ilerde ortaya çıkacak şeyin hiçbir göstergesini taşımazlar.
“Katil diktatörün içindeki sapkın” yeniyetmeyi bulma çabalarının
ikna'edici olmadığı kanıtlanmıştır. 64 Ortaya çıkacak olan şeye dair
bilgimizi unutsak, bu ailevi koşullara, maruz kalan çocuğa sempati
bile duyabiliriz. 65

II

Çocukluk yıllarını kesintiye uğratan başka bir etken de sık sık


taşınmalarının yarattığı süreksizliktir. Alois’in 1892’de terfi etmesi
sonucu Passau’ya taşınmaları gerekmiştir. Kocası Nisan 1894’te
Linz’de görevlendirildiğinde, Klara, yeni doğmuş Edmund da dahil
olmak üzere çocuklarla Passau’da kalmıştır. Bu ayrılık bir yıl sürmüş
ve bu sürede ancak kısa ziyaretlerle görüşmek mümkün olmuştur.
Annesi yeni doğmuş bebekle, üvey kardeşleri Angela ve küçük Alois
ise okullarıyla meşgul olunca, evin işlerine koşturmak bir süreliğine
Adolf'a düşmüştür, istediğini elde edemediğinde patlak veren öfke
nöbetlerinin ilk işaretleri bu aylarda ortaya çıkmıştır. 66 Çok
sonraları, daha çocuk yaştayken son sözü kendisinin söylemeye alışık
olduğunu belirtecektir. 67 Ama günün büyük kısmında gönlünce
kovboyculuk, savaşçılık oynamakta serbesttir.
Şubat 1895’de Alois, Linz’den yaklaşık otuz mil uzakta, Lamback
yakınlarında, Fischlham’a bağlı Hafeld isimli bir köyde küçük bir
çiftlik aldı ve iki ay sonra aile tekrar birleşti. 1 Mayıs 1895’de Adalf
Fischlham’daki küçük ilkokulda eğitimine başladı ve sonraki iki yıl
boyunca hem dersleri hem de davranışları açısından iyi bir öğrenci
oldu. 68 Okul dışındaki vakitlerini sokakta arkadaşlarıyla geçiriyordu.
Fakat Haziran 1895’de Alois, kendini arıcılık işine vakfetmek için
Avusturya devletindeki kırk yıllık memuriyetinden ayrılıp emekli
olunca evdeki gerilim gene arttı. Alois artık daha çok eyde
bulunuyordu; ayrıca hem çiftlik işleri hem çiftliğin maddi sorumluluğu
ona ağır geliyor, şimdi Paula bebeğin de eklendiği çocuk ahalisi
sinirlerini daha çok zorluyordu. Babasının gazabına uğrayan küçük
Alois evden işte bu dönemde ayrıldı. Adolf artık, Edmund’un
haricinde, evde kalan tek oğlan çocuğu ve babasının öfkesinin
doğrudan hedefi idi. 69
Alois 1897’de çiftliği satınca, aile küçük Lambach kasabasındaki
bir eve taşındı. 1898 yılının başlarında Lambach içinde tekrar ev
değiştirdiler. Adolf şimdi Lambach’da okula gidiyor ve
öğretmenlerinden takdir toplamaya devam ediyordu. Fakat sonraları,
o dönemde çoktan “ele avuca sığmaz” biri olmaya başladığını iddia
edecekti. 70 Aynı dönemde Adolf -muhtemelen, koroda şarkı
söylemekten hoşlanan babasının teşvikiyle- civardaki bir manastıra
şarkı dersleri almaya gidiyordu. Sonradan, kilisedeki şaşaadan
sarhoş olduğunu ve başrahip olmanın ona o dönemde en yüce ve en
arzulanabilir ideal olarak göründüğünü söyleyecekti. 71
Alois Hitler yerinde duramayan, huzursuz biriydi. Hitlerler
Braunau’daki uzun ikametleri süresince de birçok kez ev
değiştirmişler ve bir dizi olayın ardından oradan ayrılmışlardı. Son
taşınmaları ise Alois’in, Linz sınırlarındaki bir köy olan Leonding’de,
içindeki evle küçük bir araziyi satın almasıyla gerçekleşti. Böylece
Hitler ailesi Linz bölgesine yerleşmiş oldu. Ve Adolf -1945 yılında
sığınakta geçirdiği günlere dek- Linz’i memleketi olarak benimsedi. 72
Linz ona gençliğinin neşeli ve mutlu günlerini hatırlatıyordu. 73 Bunun
annesiyle ilgisi vardı. Ve Linz Avusturya imparatorluğu sınırları
içindeki en “Alman” kasaba idi. Adolf için bu, Almanya’ya özgü kırsal
yaşamı, bütün yaşamı boyunca şehir yaşamının karşısına koyacağı
imgeyi temsil ediyordu. Söz konusu şehir ise yakında tanıyacağı ve
iğreneceği Viyana idi. 1940’larda Linz’i Viyana’ya karşı bir kültür
merkezi ve Tuna’nın en güzel şehri haline getirmekten sürekli söz
ediyordu. Şehrin yeniden yapılanması için büyük paralar akıtacaktı.
Kızıl Ordu kapıya dayanmış içeri girmek üzereyken, o hâlâ mimarı
Hermann Giesler’in gençliğinin şehri için kurduğu model üzerine kafa
yoruyordu. Son günlerini orada geçirmek ve oraya gömülmek hep
istediği bir şeydi. 74
Adolf şimdi üçüncü ilkokuluna devam ediyordu. Yeni okul
arkadaşlarıyla çabucak kaynaşmış; köyün çocuklarının, ormanda ve
evlerinin civarındaki tarlalarda oynadığı hırsızpolis oyununda küçük
bir “elebaşı”75 olmuştu. 76 En çok savaş oyunları seviliyordu. 77 Evde
rastgele bulduğu, Prusya-Fransa savaşını anlatan resimli bir tarih
kitabı karşısında Adolfun duyduğu heyecan sonsuzdu. 78 Ve Boer
savaşının patlak verdiği sıra, oyunlar, köyün oğlanlarının canla başla
savunduktan Boerlerin kahramanca serüvenleri çevresinde döner
olmuştu. 79 Aşağı yukarı aynı dönemde Karl May’ın macera
hikayelerine tiryaki oldu. Hiç Amerika’ya gitmemiş olmasına rağmen
Vahşi Batı ve kızılderili savaşlarıyla ilgili popüler hikayeler yazan
May binlerce yeniyetmeyi büyülüyordu. Bu yeniyetmelerin çoğu,
büyürken Karl May’ın maceralarını ve bu maceraların beslediği
çocukluk fantezilerini geride bıraktı. Ama Adolf'un May’in
hikayelerine olan tutkunluğu hiç bitmedi. 80 Reich Şansölyesiyken bile
hâlâ May hikayeleri okuyor ve hayal gücüne sahip olmamakla
suçladığı genarellerine de bunları okumalarını tavsiye ediyordu. 81
Adolf, “okul ödevleri komik derecede kolaydı, o kadar fazla boş
vaktim kalıyordu ki odamdan çok güneş görüyordu beni” diye
anlattığı o günlerden, geride kalmış “mutlu günler” diye
bahsedecekti; “çayırlar ve ormanlar, ezeli ‘düşmanlıkların’savaş alanı
olmuş”, -babasıyla büyüyen çatışması- “durulmuştu.” 82
1900 yılında kaygısız günler sonuna yaklaşıyordu. Adolf'un
ortaokula başlayacağı ve bu nedenle geleceğiyle ilgili önemli bir
kararın alınmasının gerektiği bu dönemde, küçük kardeşi Edmund’un
kızamık hastalığına yakalanıp 2 Şubat 1900’de ölmesiyle aile bir kez
daha kedere boğuldu. 83 Alois’in büyük oğlu küçük Alois babasına
kızıp zaten evden ayrılmıştı, şimdi Alois’in kariyerist tutkularını
yükleyebileceği tek oğlu Adolf'du. Nitekim Alois yaşadığı sürece bu
durum baba oğul arasında gerilime yol açtı.
Adolf 17 Eylül 1900’de ortaokula başladı. Babası onun için
Gymnasium'u değil Realschule’yi seçmişti. Bu okulda geleneksel
klasik eğitime daha az ağırlık verilmekle birlikte, bilim ve teknik
dersleri de dahil olmak üzere daha “modern” konulara yer veriliyor,
aynı zamanda yüksek eğilime hazırlık da yapılıyordu. 84 Adolf’a göre
babası oğlunun çizim konusunda gösterdiği istidattan etkilenmiş,
buna, kendi kariyerinin zorluklarından yola çıkarak, klasik eğitimin
elverişsizliğine duyduğu horgörü de eklenmişti. 85 Oğlu için düşündüğü
kariyer devlet memurluğuydu ve oraya giden yol normalde bu değildi.
Ama diğer yandan Alois’in kendisi ciddi bir eğitim almaksızın
Avusturya devletinin hizmetinde iyi bir kariyere sahip olmuştu.
Ortaokula geçişi genç Adolf için zorlu bir deneyim oldu.
Leonding’deki evinden Linz’deki okula gitmek için hergün bir saatten
fazla yol yürümesi gerekiyordu ve bu da, okul dışı arkadaşlıklarını
geliştirmesine zaman bırakmıyordu. Leonding’deki köy çocukları
arasında hâlâ küçük göldeki büyük balıktı, ama yeni okulundaki sınıf
arkadaşları onu fark etmiyordu bile. Okulda hiç yakın arkadaşı yoktu
ve o da zaten böyle birini aramıyordu. Ve köydeki öğretmeninden
gördüğü özenin yerini, her biri bir başka derse giren çok sayıda
öğretmenin gayri şahsi tavrı almıştı. İlkokulun gerekliliklerinin
üstesinden minimum çabayla gelmiş olan Adolf şimdi hiçbir şeye
yetişemiyordu. 86 İlkokulda oldukça iyi olan dersleri ortaokulda daha
en başından itibaren kötüydü. Ve davranışları toyluğunu açığa
vuruyordu. 87
Ortaokulun ilk yılında, yani 1900-1901 öğretim yılında Adolf
matematik ve tabiat bilgisi derslerinden “başarısız" oldu ve sınıf
tekrar etmesi gerekti. Karnesinde, gösterdiği gayret “istikrarsız”
diye nitelenmişti. Sınıf tekrar ettiği yıl, muhtemelen evde işittiği
azarlardan dolayı durumunda biraz iyileşme oldu fakat bunun devamı
gelmedi ve Adolf'un notları, okuldan ayrıldığı 1905 güzüne dek orta
ile zayıf arasında gidip geldi.
Münih’teki başarısız darbe girişiminin ardından, 12 Aralık 1923’te
Hitler’in savunma. makamına yazılmış bir mektupta, eski
öğretmenlerinden Dr. Eduard Huemer Adolf'u şöyle hatırlıyordu:
Linz ve Leonding arasında mekik dokuyan zayıf, solgun bir genç;
bütün yeteneklerini kullanmayan, itinasız, okul disiplinine uyum
sağlayamayan bir çocuk. Onu dikbaşlı, mütehakkim, dogmatik ve
çabuk kızan biri olarak niteliyordu. Öğretmenlerinin tenkitlerini,
gizleme zahmetine katlanmadığı bir küstahlıkla karşılıyordu. Sınıf
arkadaşlarına hükmediyordu ve çocukça yaramazlıklarda başı çeken
biriydi; Huemer bunu, Leonding’e her günkü gidiş gelişlerinin de
desteklediği boşa vakit geçirme eğilimiyle Karl May’ın Kızılderili
hikayelerine aşırı düşkünlüğüne bağlıyordu. 88
Huemmer’in öne sürdüğü gibi Hitler’in sınıf arkadaşları arasında
gerçekten bir elebaşı olup olmadığı şüphelidir. Diğer öğretmenleri ve
sınıf arkadaşları okulda, olumlu ya da olumsuz herhangi bir varlık
göstermediğini iddia etmişlerdir. 89
Bununla birlikte Hitler’in okula ve -biri dışında- öğretmenlerine
karşı kinci, olumsuz bir tavır içinde olduğuna şüphe yoktur. “Güçlü
bir nefret duygusuyla” okulu bırakmış, sonrasında okulundan ve
öğretmenlerinden beş para etmezler diye alayla bahsetmiştir. 90
Bunun tek istisnası tarih öğretmeni Dr. Leonard Pötsch’dür. Mein
Kampf'da ondan, Alman tarihinden canlı anlatımlarla ve kahramanlık
hikayeleriyle tarih ilgisini ateşlediği, güçlü bir Alman milliyetçiliği ve
Habsburg karşıtı duygular (okulda olduğu kadar Linz’in genelinde de
yaygındı bu) uyandırdığı için övgüyle söz etmektedir. 91
Adolf'un Linz’de Realschule'ye uyum sağlamakta karşılaştığı
problemlere, babasıyla ilişkisinin giderek kötüleşmesinin ve evde
Adolf'un gelecekteki kariyeriyle ilgili sürüp giden tartışmaların da
katkısı vardı. Hitler Mein Kampf'taki anlatımlarında, babasının onu
devlet memurluğu yoluna sokma çabalarına karşı koyuşunu
kahramanca bir davranış; okuldaki başarısızlığını da babasının
isteklerine karşı gelmenin bir yolu olarak gösterir. 92 Bu her şeyi çok
basite indirgeyen bir açıklamadır. Ama Linz’deki ilk okul yıllarının
arka perdesinde babasıyla evdeki çatışmalarının olduğuna şüphe
yoktur. Daha on üç yaşında iken devlet memuru olmaya özensin diye
nasıl Linz gümrük ofisine götürüldüğünü, ama bunun onda dehşetten,
nefretten ve bir devlet memurunun yaşamına karşı sonsuz bir
iğrenme duygusundan başka bir şey uyandırmadığını 1940'larda dahi
hatırlamaktadır. 93 Alois açısından devlet memurluğu kariyerinin
faydaları yadsınamazdı. Ama oğlunu buna heveslendirmek için ne
yaptıysa güçlü bir dirençle karşılaşmıştı. Adolf ise şöyle yazacaktı
Mein Kampf'ta: “Artık vaktimi istediğim gibi
degerlendiremeyeceğimi, özgürlüğümden mahrum olarak bir büroda
oturacağımı düşününce esnedim ve midem bulandı."94
Adolf direndikçe babası daha ısrarcı ve daha otoriter oluyordu.
Aynı derecede inatçı olan Adolf ise, ilerde ne olmak istediği
sorulduğunda, sanatçı diye yanıt verdiğini iddia ediyordu. Avusturya
devletinin sen memuru Alois için bu tahayyül bile edilemezdi.
“Sanatçı mı, hayır, ben yaşadığım sürece asla!" oluyordu Hitler’in
aldığı yanıt. 95 Daha on iki yaşındayken Hitler’in sanatçı olmak
istediğini böyle açıktan dile getirip getirmediğinden şüphe edilebilir.
Ama babasıyla arasında devlet memuru olmayı istememesinden
dolayı bir sünüşme olduğu ve babasının bunu -tek ilgisi resim yapmak
olan- Adolf'un tembelliğine ve amaçsızlığına bağladığı kesin
görünmektedir. 96 Alois çalışıp çabalamış, gayret ve azimle çok
mütevazı bir noktadan devlet hizmetinde saygıdeğer bir mevkiye
yükselmişti. Çok daha ayrıcalıklı koşullara sahip olan oğlu ise
zamanını resim çizip, hayal kurmaya harcıyor, okuluyla ilgilenmiyor,
kariyeriyle ilgili hiçbir yön çizmiyor ve babası için bütün hayatın
anlamı olmuş bir kariyeri küçümsüyordu. Bunun da kanıtladığı gibi
aralarındaki anlaşmazlık devlet memurluğu kariyerinin reddinden öte
anlamlar taşıyordu. Bu aslında, babasının savunduğu her şeyin; ve
böylece de babasının ta kendisinin reddiydi.
Babasıyla arasındaki anlaşmazlığa sonradan bir boyut daha
eklendi. Taşradaki Linz kasabasının neredeyse tamamıyla
Almanlar’dan oluşan 60 000 kişilik nüfusu ateşli bir şekilde Alman
milliyetçisi idi, ama milliyetçi duyguların farklı farklı politik ifadeleri
vardı. Hitler’in babası, Avusturya devletindeki Alman çıkarlarının
egemenliğinin (özellikle 1890’ların sonlarına doğru Çeklere verilen
imtiyazlarla bu çıkarlar tehdit altına girer gibi olduğunda) devam
etmesini savunan bir milliyetçilik görüşüne sahipti. Bununla birlikte,
Avusturya devletini reddeden ve Wilhelm Almanyası’nın meziyetlerini
öven Schönerer tarzı Pan-Germen milliyetçiliğiyle bir ilgisi yoktu -bu
hareketin fikirleri 1870’lerde Georg Ritter von Schönerer
önderliğinde ortaya atılmıştı. Diğer yandan Adolf -Alman
milliyetçiliğinin yatağı olan- Linz’deki okulunda, tiz perdeden
seslenen Schönerer tarzı Pan-Germen milliyetçiliğinin sembollerine
ve söylemlerine yakınlık duyuyordu. Bu hareketin Linz’de genel bir
çekim oluşturma gücü her ne kadar sınırlı ise de duygusal yönüyle
gençleri cezbetmiş ve onlar içinde taraftarlar bulmuştu. 97 Adolf'un,
Schönerer hareketine aktif bir katılımı hiç olmadı. Ama dik kafalı ve
münakaşacı oğulun, babasının hayatını adadığı devleti aşağılayıp,
alaya alan Pan-Germenci bakış açısıyla onu sinir ettiğine şüphe
yoktur. 98
Mein Kampf'ta belirttiği üzere Adolf'un ergenlik çağı “çok sıkıntılı”
geçmiştir. 99 Linz’deki ortaokula başlaması ve babasıyla aralarında
şiddetli sürtüşmelerin baş göstermesi, karakter gelişimindeki çok
belirleyici bir evrenin başlangıcına işaret eder. İlkokul günlerindeki
mutlu ve oyunbaz çocuk büyüyüp haylaz, küskün, isyankar, asık
suratlı, dik başlı ve amaçsız bir yeniyetme halini almıştır.
Alois, 3 Ocak 1903’te Gasthaus Wiesinger’de100 olağan sabah
şarabını içerken düşüp öldüğünde, Hitler’in geleceği üzerindeki irade
savaşı da son bulmuş oldu. Alois ailesini oldukça rahat koşullarda
bırakmıştı. 101 Dul kalan Klara’nın nasıl bir duygusal desteğe ihtiyaç
duyduğu bir yana, şimdi “evin |tek| erkeği” olan Adolf'un babasının
ardından yas tutması pek mümkün değildi. 102 Babasının ölümüyle
üzerindeki aile baskısı büyük oranda kalkmıştı. Annesi, Adolf'u
babasının isteklerine uymaya ikna etmek için elinden geleni yaptı.
Ama sürtüşmeden çekiniyordu ve oğlunun geleceğine dair ne kadar
kaygı duysa da dizginleri onun eline vermeye dünden hazırdı. 103 Öyle
ya da böyle, okuldaki süreğiden başarısızlığı, devlet memurluğunda
bir kariyer edinme ihtimalini zaten saf dışı bırakıyordu.
Babasının öldüğü yıl okul karnesinde (1902-1903 eğitim yılı)
matematik yine zayıftı ve bir üst sınıfa geçebilmek için tekrar sınava
girmesi gerekiyordu. Gösterdiği gayret kısmında yine “istikrarsız”
yazıyordu ve Fransızca’dan “başarısız” olduğu 1903-1904 öğretim
yılında da karnesindeki bu ibare değişmemişti. Bütünleme sınavında
geçirilecekti evet ama Linz’deki Realschule'den ayrılması koşuluyla.
Bu başarısızlık üzerine on beş mil uzaktaki Steyr’daki Realschule'ye
geçti. Burası eve çok uzak olduğundan kalacak bir yer ayarlanması
gerekti. 104 Evden uzakta okumanın onu nasıl üzdüğünü ve o günlerde
Steyr’den nasıl nefret ettiğini çok sonraları dahi hatırlayacaktı. 105
Steyr’de okul başarısında başlangıçta bir düzelme olmadı. 106 1904-
1905’in ilk sömestrinde beden eğitimi ve resimden iyi notlar almıştı.
“Davranış notu” ona, gösterdiği gayret “istikrarsız”dı. Din, coğrafya,
tarih (sonralan, en iyi bildiği dersin bu olduğunu iddia edecektir)107
ve kimyadan geçer notlar almıştı; fizikten aldığı not ise istisnai bir
şekilde iyiydi. Ama seçmeli ders olan stenografiden ve zorunlu iki
dersten -matematik ve Almanca- zayıf not almıştı. 108 Bu başarısız
tablo ikinci sömestr de devam ederse, bir kez daha sınıfta
kalabilirdi. 109 1905 Eylül ayı itibariyle Adolf'un durumu şöyleydi:
ikinci sömestr karnesinde durumunda aşikar bir ilerleme olmuş,
birçok dersteki notunu ve başarısını yükseltebilmişti, geometride
başarısız olsa da matematikten ve Almanca’dan geçmişti; bunun
anlamı, Realschule’nin ilk kısmını bitirme sınavına girebilmesi için,
önce geometri bütünleme sınavından geçmesi gerektiğiydi. 16
Eylülde Steyr’e döndü ve geometriden girdiği bütünleme sınavında
başarılı oldu. Bu durumda Realschule’nin ikinci kısmına ya da bir
teknik okula başvurma hakkını elde etmişti. 110 Fakat önceki beş yılın
vasat okul başarısıyla kabul edilip edilmeyeceği şüpheliydi. 111 Ama
zaten o dönem itibariyle Adolf'un okula devam etmek gibi bir arzusu
da kalmamıştı. Annesini, okula devam etmeye uygun bir durumu
olmadığına ikna etmek için hastalık mazeretini -ya numara yapıyordu,
ya da içtendi ama abartıyordu112 -kullandı ve 1905 güzünde, on altı
yaşında iken, önünde uzanan belli bir kariyer planı olmaksızın, eğitim
yaşamını isteyerek arkasında bıraktı. 113
1905 güzünde okulu bırakmasıyla, 1907’nin sonunda annesinin
ölümü arasında geçen zaman Mein Kampf'ta neredeyse tamamıyla
atlanmıştır. Kitaptaki anlatımın muğlaklığı bizi şöyle bir tahmin
yürütmeye itmektedir: Klara kocasından dört değil, iki yıl sonra
ölmüştür; Adolf bu süreci Viyana Sanat Akademisi giriş sınavlarına
hazırlanmakla geçirmiştir, ardından öksüz kalması ve yoksulluk onu
kendi geçimini sağlamak, zorunda bırakmıştır. 114 Ama gerçek böyle
değildir.
Adolf okulu bırakmasıyla annesinin ölümü arasında geçen bu iki yıl
içinde asalakça aylak bir hayat sürmüştür. Aile Haziran 1905’de
Linz’de Humboldtstrabe’de konforlu bir daireye taşınmış ve Adolf
burada kendine ait odasında, üzerine titreyen annesi tarafından
bakılmış, maddi manevi bütün ihtiyaçları karşılanmış ve
şımartılmıştır. Annesi, teyzesi Johanna ve küçük kızkardeşi Paula
bütün ihtiyaçlarını karşılamak, yıkamak, temizlemek ve pişirmek
üzere emrine amadedir. Annesi onun için büyük bir piyano bile almış
ve Adolf bu piyanoda, 1906 Ekim’inden 1907 Ocak ayına dek, dört ay
ders almıştır. 115 Bu dönemde zamanını çizmek, resim yapmak,
okumak ve “şiir” yazmakla; akşamları ise operaya ya da tiyatroya
gitmekle geçirmiştir. Günleri ve geceleri ilerde nasıl büyük bir
sanatçı olacağına dair hayaller ve düşlerle doludur. Gece geç
vakitlere dek oturup, sabahları geç kalkmaktadır. Önünde belli bir
hedefi yoktur. 116 Tembel bir hayat tarzı, şaşaalı hayaller, sistematik
bir çalışmanın yokluğu -Hitler’in daha sonraları da sahip olacağı
bütün bu özellikler- Linz’deki bu iki yılda görülebilir. Hitler’in daha
sonraları bu dönemi, “bugün bana bir düş gibi görünen hayatımın en
mutlu günleri” diye anmasında elbette şaşırtıcı bir yön yoktur. 117
Hitler’in Linz’de 1905-1907 yılları arasındaki kaygısız yaşamına
dair bilgileri, o dönemdeki bir arkadaşından, bir döşemecinin oğlu
olup, büyük bir müzisyen olma hayalleri kuran August Kübizek’den
alıyoruz. Kubizek’in savaş sonrasında yazdığı hatıratı, hem olayların
detayları hem de yorum açısından ihtiyatla ele alınmalıdır. Daha
önceden Nazi Partisi tarafından görevlendirilip, derlediği hatıratının,
süslü ve uzun bir versiyonudur bu. 118 Geçmişe yönelik olanlar da
dahil olmak üzere Kubizek’in değerlendirmeleri, eski arkadaşına
duymaya devam ettiği hayranlığın etkisindedir. Ama Kubizek sırf
bununla kalmamış, kendi sınırlı hafızasının handikaplarını aşmak için
bazı bölümleri Mein Kampf'dan faydalanarak yazmış, hatta bazılarını
tıpatıp almıştır:119 Buna rağmen Kubizek’in anılan -bilhassa tiyatroya
ve müziğe olan kendi ilgisiyle bağlantılı olaylara değindiğinde-
Hitler’in gençliğine dair, önceleri düşünüldüğünden daha güvenilir bir
kaynaktır. 120 Kusurları ne olursa olsun bu hatıratın genç Hitler’in
kişiliğinin önemli yansımalarını içerdiğine ve ileride fazlasıyla öne
çıkacak niteliklerini embriyon halinde ortaya serdiğine şüphe yoktur.
August Kubizek -“Gustl”- Adolf'dan dokuz ay daha büyüktür. 1905
sonbaharında (Kubizek’in iddia ettiği gibi 1904’te değil)121 Linz’deki
operada şans eseri tanışmışlardır. Adolf bir süredir Wagner’e
delicesine bir hayranlık duymaktadır122 ve operaya, bilhassa
“Bayreuth’un üstadı'nın eserlerine duyduğu sevgiyi Kubizek de
paylaşmaktadır. Gustl etkilenmeye çok açık bir insandır; Adolf da
birilerini etkileme peşindedir. Gustl itaatkar, zayıf iradeli, ast
konumdaki kişi; Adolf egemen, belirleyici ve yönlendirici, üstün
konumdaki kişidir. Gustl’un güçlü bir şekilde hissettiği pek az şey
vardı, belki de hiç yoktu; Adolfun ise tüm duyguları güçlü idi.
“Konuşmak zorundaydı,” diye anımsıyor Kubizek ve “onu dinleyecek
birilerine ihtiyacı vardı.”123 Zanaatkar bir aileden geldiğinden genç
Hitler’den daha alt seviyedeki bir okula gitmiş olan ve bu nedenle
kendini hem sosyal açıdan hem de eğitim anlamında Adolf dan daha
aşağı konumda gören Gustl, Adolfun ifade gücüne hayrandı. Adolf ona
ister devlet memurlarının, öğretmenlerin, vergi sisteminin, isterse
piyangoların, opera gösterilerinin veya Linz’deki devlet binalarının
kusurlarına dair nutuk çeksin, o daha önce hiç olmadığı kadar
etkilendiğini hissediyordu. 124 Arkadaşının sırf söyledikleri değil,
söyleyiş tarzı da onu cezbediyordu. 125 Kendini tanımladığı biçimiyle
sessiz, hayalci bir genç olan Gustl, dik kafalı, kendine küstahçasına
güvenen, “ukala” Hitler’de ideal bir ayna ikizi bulmuştu. Mükemmel
bir ortaklıktı bu.
Akşamları en şık giysileriyle, operaya ya da tiyatroya gidiyorlardı;
yeni çıkan irice bıyığıyla caka satan solgun ve çelimsiz Hitler, siyah
paltosu ve koyu renk şapkası içinde, fildişi saplı siyah bir bastonun
tamamladığı haliyle bayağı züppece bir görüntü arz ediyordu. 126
Gösteriden sonra Adolf ateşli bir şekilde eseri eleştirmeye ya da
övmeye girişiyordu. Kubizek müzik alanında Adolf dan daha bilgili ve
daha yetenekli olsa bile “tartışmalarda” pasif ve itaat eden taraf
olarak kalıyordu.
Hitler’in Wagner’e olan tutkusunun sınırı yoktu. 127 Bir gösteri onu
dini bir ayin kadar etkileyebiliyor, derin ve mistik fantezilerin içine
sokabiliyordu. 128 Wagner onun için en üstün sanatsal deha, öykünecek
bir modeldi. 129 Wagner’in güçlü müzik dramları onu, uzaklarda
kalmış, kahramanlıklarla dolu ve incelikli bir mistizme sahip bir
Germen geçmişine götürüyordu. Lohengrin, haksız bir şekilde
suçlanan bakire Elsa’yı kurtarması için babası Parzival tarafından
Monsalvat kalesinden gönderilen ama nihayetinde Elsa’nın ihanetine
uğrayan tipik bir Germen kahramanının, kutsal kâsenin gizemli
şövalyesinin sagasıdır. Wagner’in ilk operası olan Lohengrin, Hitler’in
en sevdiği eser olmuştur hep. 130
Adolf ve Gustl biraraya geldiklerinde müzikten daha çok
konuştukları konu, üstün nitelikli sanat ve mimari idi. Daha kesin
olarak söylemek gerekirse, geleceğin büyük sanatsal dehası olan
Adolf'du konu. Züppe görünüşlü genç Hitler günlük ekmeğini
kazanma fikrini küçümsüyordu. 131 Kolay tesir altında kalan Kubizek’i
hayallerle öyle sarhoş ediyordu ki, bu hayallerde kendisi büyük bir
sanatçı, Kubizek de önde gelen bir müzisyen oluyordu. Kubizek
babasının atölyesinde ter dökerken Adolf zamanını resim çizmek ve
düş kurmakla geçiriyordu. İşten sonra Adolf'la buluşan Gustl,
akşamları birlikte Linz’de dolaşırlarken, arkadaşından devlet
binalarının ne kadar zavallı bir durumda olduğuna, yerlerine
yenilerinin tasarlanıp konması gerekliliğine dair dersler dinliyor ve
Adolf'un yeniden inşa planları için yaptığı sayısız çizimi inceliyordu. 132
Bu hayal dünyasında Adolf'un tutkun olduğu bir kız da vardı ama
tam da beklenebileceği gibi, kız onun varlığından haberdar bile
değildi. Stefanie adlı bu genç ve zarif hanım, Linz sokaklarında
annesinin kolunda arzı endam eder ve ara sıra, genç subaylar
arasındaki bir hayranı tarafından selamlanırdı. Hitler için, uzaktan
hayran olunacak ve kişisel olarak yaklaşılmayacak bir ideal, bir
fantezi figürüydü bu genç bayan. Büyük sanatçıyı bekleyecekti ve
uygun zaman geldiğinde evlenip, Adolf'un onun için tasarlayacağı
muhteşem bir villada yaşayacaklardı. 133
1906 yılında bir gün iki arkadaş bir piyango bileti aldıklarında
Adolf'un yaptığı gelecek planları, onun fantezi dünyasına bir bakış
daha atabilmemize imkan sağlar. Adolf büyük ikramiyeyi
kazanacaklarından öylesine emindi ki oturup gelecekteki yaşamlarını
ayrıntılı bir şekilde planladı. İki genç adam sanatla içiçe bir hayat
sürecekler, sanatsal ihtiyaçlarını karşılayacak orta yaşlı bir.
hanımefendi tarafından bakılacaklar -bu hayalde ne Stefanie vardı ne
de kendi yaşlarında başka bir kadın-, Bayreuth’a, Viyana’ya
gidecekler ve sanatsal amaçlı başka geziler yapacaklardı. Adolf
kazanacaklarından o kadar emindi ki amorti bile alamadıklarında
milli piyango idaresine olan kızgınlığı sonsuz oldu. 134
1906 ilkbaharında Adolf annesini, Viyana’ya yapacağı ilk gezi için
para vermeye ikna etti; güya orada Saray Müzesindeki resim
galerisinde çalışacaktı ama İmparatorluk başkentinin kültürel
mekanlarını görmek için duyduğu arzuyu doyuracak olması daha
büyük bir ihtimaldi. İki hafta belki daha uzun bir süre şehrin çeşitli
cazibelerine kapıları bir turist gibi dolaşıp durdu. Kimin yanında
kaldığı bilinmiyor. 135 Arkadaşı Gustl’a gönderdiği dört kartpostal ve
Mein Kampf'taki yorumları binaların ihtişamından ve Ringstrabe’nin
planından nasıl büyülendiğini gösteriyor. Bunun dışında zamanını
tiyatroda ve -Wagner’in Eriştem ve Uçan Hollandalı operalarının
Mahler tarafından, taşra şehri Linz’deki temsilleri gölgede bırakacak
şekilde sahneye konduğu- muhteşem Saray Operası'nda geçirmiş gibi
görünüyor136 Eve döndüğünde eski hayatına devam etti, değişen
hiçbir şey yoktu. Ama Viyana’da kaldığı bu kısa süre, muhtemelen
zaten aklında olan bir fikrin gelişmesine yardımcı olmuştu: Sanat
kariyerini Viyana Güzel Sanatlar Akademisinde yapacaktı. 137
1907 yazıyla birlikte bu fikir çok daha somut bir hal aldı. Artık on
sekiz yaşındaydı ama hâlâ tek bir gün bile harçlığını kazanmamıştı ve
hiçbir kariyer şansının olmadığı asalak hayatını sürdürüyordu. Bir iş
bulmasının zamanının geldiğini söyleyen yakınlarına kulak asmadı ve
annesini onu tekrar Viyana’ya göndermesi için ikna etti; ama bu sefer
amacı Akademiye girmekti. 138 Çekinceleri ne olursa olsun annesi,
Viyana’da Akademi’de sistematik bir çalışma gerektiren düzenin,
oğlunun bu amaçsız yaşamından daha iyi olacağını düşünmüş olmalı.
Ayrıca oğlunun maddi durumuna dair kaygılanmasına da gerek yoktu;
Adolfun “Hanitante”si -Johanna teyzesi-, yeğeninin sanat tahsilini
karşılamak için 924 kronen borç vermeyi teklif etmişti. Bu, genç bir
avukatın veya öğretmenin yıllık kazancına denk bir meblağ idi. 139
Bu dönemde annesi ciddi bir şekilde hastaydı, göğüs kanseriydi.
Ocak ayında bir ameliyat geçirmiş, baharda ve yazın başlarında
Yahudi aile doktorları Dr. Bloch tarafın'dan sürekli tedavi edilmişti O
sıra, Linz’in sayfiyesi Urfahr’da140 ailesinin yanında kalan Fram Klara
sırf dag gibi biriken kendi sağlık giderleri için değil, evde Johanna
teyzesi tarafından bakılan on bir yaşındaki kızı Paula ve hâlâ belli bir
geleceği olmayan sevgili oğlu Adolf için de kaygılanıyor olmalıdır. Dr.
Bloch’un tanımına göre ‘kendi dünyasında yaşayan', uzun boylu,
solgun, çelimsiz bir oğlan olan Adolf şüphesiz annesinin durumuna
üzülüyordu. Yılın başında annesinin on iki gün hastanede yatmasının
karşılığı olan 100 kronenlik faturayı o ödemişti. 141 Dr. Bloch ona ve
kızkardeşine kötü haberi verip, annelerinin hayatta kalma ihtimalinin
pek az olduğunu söylediğinde Adolf ağlamıştı. 142 Hastalığı boyunca
annesine baktı ve onun çektiği yoğun acılar karşısında ıstırap
duydu. 143 Annesinin bakımıyla ilgili alınan her türlü kararın
sorumluluğunu o üstlenmiş gibi görünüyor. 144 Annesinin giderek
kötüleşen durumuna rağmen Adolf Viyana’ya gitme planında bir
değişiklik yapmadı ve 1907 yılının Eylül ayının başlarında, Güzel
Sanatlar Akademisi giriş sınavlarının vakti geldiğinde başkente doğru
yola çıktı.
Sınava giriş hakkı kazanmak için adaylar, sunduktan çalışmaların
değerlendirildiği bir ön elemeye tabi tutuluyorlardı. Daha sonradan
yazdığına göre Adolf koltuğunun altında “çizimlerinden oluşan kalın
bir kağıt tomarıyla” yola koyulmuştu. 145 ” Toplam 113 aday vardı ve
Adolf ön elemeden geçmeyi başaran otuz üç adaydan biriydi. 146
Ekimin başında, adayların belli bir temaya dair çizim yapmaları
gereken iki üç saatlik zorlu sınava girdi. Yalnızca yirmi yedi aday
başarılı oldu ve Adolf bunların arasında değildi. Jürinin kararı şuydu:
“Deneme çizimi yetersiz, pek yetenek göstermemiş.”147
Kendine aşırı derecede güvenen Adolf'ün aklına Akademi’ye giriş
sınavında başarısız olabileceği hiç gelmemişti. Mein Kampf'ta şöyle
yazar: “Sınavı geçmenin çocuk oyuncağı olacağını düşünüyordum...
başarılı olacağıma öyle inanıyordum ki reddedildiğimi öğrendiğimde,
sanki masmavi gökyüzünde bir gök gürültüsü işitmiş gibi oldum.”148
Bir açıklama istediğinde, Akademi rektöründen yeteneklerinin resim
bölümüne değil açıkça mimarlık bölümüne uygun olduğu yanıtını aldı.
Görüşmeyi terk etti; “genç ömrümde ilk kez kendime ters düştüm,”
diye ifade ediyordu bu durumu. Birkaç gün düşündü ve rektörün haklı
olduğu sonucuna vardı- “bir gün mimar olmalıyım.” Fakat ne o gün ne
de daha sonra, geçmiş eğitim yaşamından gelen ve mimarlık eğitimi
almasının önünde esaslı bir engel olan eksiklikleri telafi etmek için
çabalamadı. 149 Muhtemelen Adolfun incinen onuru, kendi yazdığı
hayat hikayesinde öne sürdüğü kadar çabuk iyileşmemişti; ayrıca
sonraki yıl resim bölümüne tekrar baş vurması, gelecekte bir mimar
olmayı kabullendiği şeklindeki beyanının gerçekliğine gölge
düşürüyor. Öyle ya da böyle, Akademi’ye kabul edilmemesi gururunu
öylesine yaralamıştı ki bunu bir sır olarak sakladı. Ne arkadaşı
Gustl’a ne de annesine başarısızlığından söz etti. 150
Bu arada Klara Hitler ölümün eşiğindeydi. Ekim’in sonuna doğru
durumunun iyice kötüleşmesi üzerine Adolf apar topar Viyana'dan
döndü; Dr. Bloch durumunun ümitsiz olduğunu söylüyordu. 151 Bu
haberlerle derinden sarsılan Adolf vazifeşinas bir evlattan beklenenin
daha fazlasını yaptı. Hem kızkardeşi Paula hem de Dr. Bloch, ölüm
döşeğinde olan annesine nasıl “yorulmak bilmez” bir şekilde, kendini
adayarak baktığını sonradan teslim edeceklerdi. 152 Dr. Block’un
yakın tıbbi takibine rağmen Klara’nın sağlığı sonbahar süresince
iyice kötüledi. 21 Aralık 1907’de kırk yedi yaşındayken sessizce
hayata veda etti. 153 Birçok ölüm sahnesi görmüş olmama rağmen,
diye hatırlıyor Dr. Bloch, “Adolf Hitler kadar kederden yıkılmış birini
hiç görmemiştim.”154 Hitler’in Mein Kampf'ta da belirttiği gibi,
annesinin ölümü bilhassa onun için “korkunç bir darbe” olmuştu155
Onun vefatından sonra kendini tamamen yalnız ve her şeyini
kaybetmiş biri gibi hissetmişti. 156 Şefkat ve sıcaklık hissettiği tek
kişiyi kaybetmişti.
“Yoksulluk ve katı gerçeklik, beni acil bir karar almaya zorluyordu.
Babamdan kalan birkaç parça şey de annemin ölümcül hastalığı
sırasında eriyip gitmişti; aldığım yetim aylığıyla hayatımı sürdürmeme
imkan yoktu. Bir şekilde hayatımı kazanmak sorunuyla yüzyüze
kalmıştım,” diye açıklayacaktı Hitler daha sonra. 157 Annesinin
ölümünden sonra, birkaç yıl daha kalacağı Viyanâ’ya üçüncü kez geri
döndü. Eski cüretkarlığı ve kararlılığı geri gelmişti; yeni hedefi
belliydi: “Mimar olmak istiyordum ve engeller teslim olmak için değil
aşılmak için vardı.” İddialarına göre engelleri aşmak için çabalamaya
koyulmuştu; babasının kendi çabalarıyla yoksulluktan çıkıp bir devlet
memuru konumuna gelmesini örnek alıyordu. 158
Gerçekte, -kızkardeşi Johanna’nın katkılarının da yardımıyla-
annesinin dikkatli ev idaresi sayesinde kalan para, önemli miktardaki
hastalık giderlerini ve akabinde yine yüklü bir meblağ tutan cenaze
masraflarını karşılamaya yetmiş, hatta artmıştı. 159 Adolf beş kuruşsuz
kalmış değildi. Acilen hayatını kazanması gibi bir sorun yoktu ortada.
-Artık yarı üvey kardeşleri Angela ile kocası Leo Raubal tarafından
bakılan kız kardeşi Paula ve Adolf için bağlanan 25 kronenlik yetim
aylığı, enflasyonun yüksek olduğu Avusturya’da Adolf un yaşam
giderlerine yetmezdi. Adolf ve Paula babalarından kalan mirasa, faizi
haricinde, yirmi dört yaşına dek dokunamayacaklardı. Ancak
annelerinden kalan para vardı -cenaze masrafları çıktıktan sonra
muhtemelen 2000 kronen kadar- ve bu tutar iki yetim arasında
paylaştırıldı. Adolf un payına düşen miktar, yetim aylığıyla birlikte,
Viyana’da bir yıl çalışmadan yaşamasına imkan tanırdı. 160 Ve her şey
bir yana, teyzesinin açtığı cömert krediden arta kalan bir miktar da
duruyordu. Zaman zaman hakkında iddia edildiği gibi finansal bir
güvencesi yoktu. 161 Ama yine de bu dönemde maddi durumu,
Viyana'daki gerçek öğrencilerin çoğundan daha iyiydi. 162
Ayrıca Adolf, Linz’den ayrılma konusunda, Mein Kampf'ta ima ettiği
kadar ivedi davranmamıştır. Yaklaşık kırk yıl sonra kızkardeşi,
ağabeyinin annelerinin ölümünden hemen birkaç gün sonra Viyana’ya
gittiğini belirttiyse de, kayıtlarda, 1908’in Ocak ve Şubat aylarının
ortalarında Urfahr’da görünmektedir. 163 Aradaki kısa dönemde
Viyana’ya gidip gelmediyse -ki bu pek mümkün görünmemektedir-
annesinin ölümünden sonra en az yedi hafta Urfahr’da kalmış
olmalıdır. 164 Aile hesap defteri, Linz’den ayrılışının Mayıs ayından
önce gerçekleşmediğine işaret etmektedir. 165
1908 Şubat’ında Viyana’ya döndüğünde, mimar olmak için yapması
gereken işlerin hiçbirini yapmadığını, hiçbir çaba göstermediğini,
tembel ve aylakça, annesinin ölümünden önceki rahatına düşkün
hayatına devam ettiğini görüyoruz. Adolf, Kubizek’in anne babasının
bile başının etini yemiş; oğullarının ailecek çalıştıkları döşeme işini
bırakıp, müzik eğitimi almak üzere Adolfun yanına Viyana’ya
gitmesine istemeye istemeye razı olmalarını sağlamıştır. 166
Akademiye girememesi ve annesinin ölümü, genç Hitler’in hayatına
çifte darbe vuran bu iki olay, 1907’nin sonlarına doğru dört aydan
kısa bir süre içinde gerçekleşmişti. Kolay yoldan ünlü bir sanatçı
olma hayalleri aniden sarsılmış; hemen hemen aynı zamanlarda,
duygusal olarak bağlı olduğu yegane insanı da kaybetmişti. Büyük bir
sanatçı olma, düşü geride kalmıştı. Başka bir alternatif ise -mesela
Linz’de sürekli bir işe girmek- açıkça tiksindirici bir düşünceydi.
Urfahr’daki bir konuşulan, eski posta müdürünün dul eşi sonradan
şöyle hatırlayacaktı: “Posta müdürü olan kocam bir gün ona hayatını
kazanmak için ne yapmayı düşündüğünü ve postahanede çalışmak
isteyip istemeyeceğini sorduğunda; o büyük bir sanatçı olmak
istediğini söylemişti. Kocam ona bunun için gereken paraya ve
ilişkilere sahip olmadığını hatırlattığında kısaca şöyle bir yanıt aldı:
‘Makart ve Rubens de fakirdiler ama kendi başlarına çalışıp
başardılar.’167 Onlarla ne kadar aşık atabileceği ise tamamıyla
belirsizdi. Şimdi bütün umudunu gelecek yılki akademi giriş
sınavlarına bağlamıştı. Şansının pek yüksek olmadığını biliyor
olmaydı. Ama bu şansı artıracak hiçbir şey yapmadı. Bu arada
Viyana’da yaşantısını öyle böyle sürdürmek zorundaydı.
Durumundaki ve beklentilerindeki büyük değişikliklere rağmen,
Adolfun egoistçe bir hayal dünyasında sürüklenmek anlamına gelen
hayat tarzı aynen sürdü. Ama yine de Linz’in rahat ve sıcak taşra
ortamından Viyana’nın sosyal ve politik açıdan insanı eriten ortamına
geçmesi temel bir dönüşüme işaret ediyordu. Avusturya’nın
başkentindeki deneyimleri genç Hitler’in üzerinde silinmez izler
bıraktı; önyargılarının ve fobilerinin biçimlenmesinde temel bir rol
oynadı.
II
TUTUNAMAYAN

“Nereye gitsem Yahudiler’i görmeye başlamıştım ve daha çok


Yahudi gördükçe onları insanlığın geri kalanından daha kolay ve
net ayırt eder olmuştum.”

Hitler, Mein Kampf'tan.

“O günlerde Hitler katiyen Yahudilerden nefret eden biri


değildi. Sonradan öyle oldu.”

Reinhold Hanisch, 1909-1920 yıllarında Hitler’in arkadaşı olan


biri.
“Güçlükler içinde geçirdiğim bu döneme çok şey borçluyum.”
Hitler bu sözünde Şubat 1908 ile Mayıs 1913 tarihleri arasında
Viyana’da geçirdiği yılları kastetmektedir. Mayıs 1913’te
Avusturya’nın başkentini terk edecek ve Almanya’da yeni bir yaşama
başlamak üzere Münih’e gidecektir. “Annesinin sevgili oğlu” Linz’deki
sıcak ve rahat ana kucağını, kaygısız yaşamını yitirmiştir. “Rahat bir
hayatın sahteliği” yerine şimdi, yeni annesi “Bayan Tasa” ile birlikte
“yoksulluğun ve sefaletin egemen olduğu bir dünyaya” düşmüştür.
Mein Kampf'ta yazdığı üzere, 1924 yılında Landsberg’deki gözaltı
süresince Viyana’nın Hitler’de canlandırdığı tek şey, hayatının “en
kederli dönemi”nin “kasvetli düşünceleri”dir.
Ama kendisinin de vurguladığı gibi, Viyana yılları karakterinin ve
politik felsefesinin oluşumunda belirleyici bir rol oynamıştır. “Bu
dönemde gözlerim, daha önceden adlarını bile duymadığım iki
tehlikeyi gördü...: Marksizm ve Yahudilik.” Sosyal ve politik bir
naiflikle geldiği bu şehirde geçirdiği zaman içinde, bu naifliğin yerini
politik mücadelesinin “granit temeli”ni oluşturan bir “dünya
görüşü”nün aldığını iddia etmektedir. 1 Mein Kampf'ta2 bu yıllara iki
bölüm ayırmıştır; buradaki anlatıları “dünya görüşünün” ve politik
anlayışının oluşmasında, mahrumiyetin, şiddetli yoksulluğun,
toplumun ayak takımı arasındaki yaşamın ve hırslı çalışmanın nasıl
etkili olduğunu canlı bir biçimde betimlemektedir. Şehri terk
etmesinin üzerinden geçen bir on yıldan sonra şöyle yazacaktır
Hitler: “Viyana hayatımın en zorlu ama en eksiksiz okulu oldu ve öyle
kaldı.”3
Hitler halka dönük tüm beyanlarında olduğu gibi yazarken de
etkileme amacı güdüyordu. Bir fiyasko olmasına rağmen Hitler’in bir
propoganda zaferine dönüştürdüğü başarısız darbe girişimi ve bunu
izleyen mahkeme, 1924 yılından itibaren onu aşırı milliyetçi sağın
şöhretli bir siması haline getirmişti. Ama bu olayın ardından Nazi
Partisi yasaklandı ve völkisch* hareketi umutsuzca parçalandı. Hitler
Mein Kampf'ta völkisch sağın tek ve tartışmasız liderinin kendisi
olabileceği iddiasını sağlamlaştırmaya çalışmaktadır. Bu iddianın
temelini, irade gücüyle bütün felaketlerin üstesinden gelmiş, eşsiz bir
kişiliğe ve “dünya görüşü”ne sahip kahraman dahi imgesi
oluşturmaktadır. Büyük oranda bir mittir bu. Geleneksel yönetici
sınıllardan ve o tip bir geçmişten gelen ulusal liderlerin -diyelim
Bismarck veya Churchill’in-, başarılarının ilk dönemlerine dair pek
bir muamma yoktur. Fakat Hitler’in ilk başlardaki -Viyana’nın ucuz
pansiyonlarının kara deliğinde kaybolmasıyla son haddine erişen-
adsız şansızlığı ile sonrasında neredeyse yan-tanrı pozisyonuna
yükselişi arasındaki çelişki, hem mitlere hem karşımitlere davetiye
çıkarmaktadır.
* Irksal; kana veya kafarasına dayanan ırkçılık; etnomerkezli popülizm ve doğa mistisizmini birleştiren toplumsal
hareket. (Ç.N.)
Hitler’in metnindeki otobiyografik kısımlar, hakikilik taşıması
kaygısıyla değil politik bir gayeyle yazılmışlardır. Fakat Hitler’in
Viyana’da geçirdiği dönemi doğru bir şekilde tekrar kurabilmek pek
kolay değildir. 4 Mein Kampf'ta yer alanlardan başka çoğu kanıt, dört
kişinin -çeşitli derecelerde sorgulanabilir- tanıklıklarına
dayanmaktadır: August Kubizek, Reinhold Hanisch, Karl Honisch
(isim benzerliğinden dolayı Hanisch’le karıştırılmamalıdır) ve artık
göçüp gitmiş, ismi bile bilinmeyen bir tanış. Her biri Hitler’i,
Viyana’daki kalış süresinin kısa bir döneminde tanımıştır. 5 ’Var olduğu
iddia edi]en beşinci bir görgü tanığının Josef Greiner’in beyanları,
anlattığı iddiasında olduğu olayların üzerinden uzun yıllar geçtikten
sonra derlenmiştir. Bu beyanlar Hitler’in hayatının bu kesitini yazan
çoğu tarihçi tarafından kullanılmış olsa da, ya tamamıyla ya da büyük
oranda uydurmadır ve bütünüyle göz ardı edilmesinde fayda vardır. 6
Hitler’in Viyana yıllarına dair, bazıları önem taşıyan, pek çok ayrıntı
açıklık taşımamaktadır. Örneğin Hitler’in “dünya görüşü”nün nasıl ve
ne zaman biçimlendiği o kadar belirsizdir ki Hitler’in kendi
anlatımlarında bile bununla ilgili daha fazla şey bulabiliriz. Bütün
belirsizliklere rağmen yine de Viyana “okulu”nun Hitler’in gelişim
sürecine silinmez bir damga vurduğuna şüphe yoktur.
I

Hitler’in beş yıl yaşadığı bu şehir sıradışı bir yerdi. Viyana, on


dokuzuncu yüzyıl dünyasının ölümüne ve yeni bir çağın doğuşuna dair
işaretler veren -sosyal, politik, kültürel- gerilimleri Avrupa’nın
herhangi bir metropolünden daha iyi yansıtıyordu. 7 Genç Hitler’i
biçimlendirecek olan işte bu gerilimlerdi. 8
Yirminci yüzyılın ilk yıllarındaki Viyana bir çelişkiler şehriydi.
Başşehir olarak, imparatorluğun ihtişamını, göz kamaştıran
zenginliğini ve şaşaasını, kültürel heyecanı ve entelektüel coşkuyu
yansıtıyordu. Fakat görkemli saraylarının, etkileyici kamu binalarının,
zarif kafelerin, ferah parkların ve ihtişamlı bulvarlarının arkasında,
bu debdebe ve ışıltının arkasında, Avrupa’da yaşanan sefaletin ve katı
yoksulluğun bir kısmı yatıyordu. Şehrin görünüşünden, burjuva
güvenilirliği ve saygınlığı, onun kendi haklılığından eminliği, ahlaki
doğruluğu, incelikli davranış tarzları ve uygun görgü kuralları
sızıyordu. Ama yüzeyin altında kepazelik, fuhuş ve suç çok yaygındı.
Avangard'ın sınırlarında, yeniliklerin ve modemizmin en üst düzeyini
yaşama imkanı sunarken, kültürel ve entelektüel hayatının
parlaklığıyla Berlin ve Paris’i bile gölgede bırakıyordu. Hem kültürel
gelenekçilik hem popüler kültürsüzlük, darkafalılık yeni sanata ateşli
bir şekilde karşı duruyor, bu sanatın -bugün bile isimleri Viyana ile
anılan Klimt ve Sezession, Schnitzler, Hofmannsthal, Mahler,
Schönberg, Otto Wagner, Freud gibi isimler tarafından
gerçekleştirilen entelektüel ve sanatsal gelişimleriyle çatışıyordu.
Franz Joseph’in Habsburg tahtındaki uzun hüküm süresi eski bir
imparatorluğun istikrarına işaret eder gibiyse de, gerçekte
imparatorluk etnik çatışmalarla ve modern ulusçuluk akımıyla
sarsılıyordu; kendi içinde huzursuzdu, onu parçalayan yeni ekonomik
ve politik güçlerle başa çıkmaya uğraşıyor, yavaş yavaş çöküyordu.
Korku ve endişe havası egemendi. Almanlar kültürlerinin, yaşam
tarzlarının, yaşam standartlarının ve statülerinin tehdit altında
olduğu duygusu içindeydiler. Kitle politikasının ve demokrasinin yeni
güçlerinin tehditi altında olan liberal burjuvazi geleceğinden umutlu
değildi. Küçük tüccarlar ve zanaatkarlar büyük mağazalara,
bonmarşelere ve modern seri üretime öfkeliydi. Organize iş
bölümünün artışı onlara, Marx’ın da kehaneti olan şeyi hatırlatıyordu:
Proletaryanın içine karışmaya mahkumdular. Parçalanmanın ve
çökmenin, tedirginliğin ve güçsüzlüğün egemen olduğu bir ruh hali,
eski düzenin göçüp gitmekte olduğu duygusu, krizlerle sarsılan bir
toplumun içinde bulunduğu hava; bunlar yanılgıya mahal vermeyecek
denli ortadaydı. 9
Muktedirlikten yoksun bu kızgınlığı ve korkuyu, ırk nefretine -
üstelik Yahudilere, yani “çokuluslu bir devletin, çıkarları ulusötesi
olan halkına” karşı duyulan bir nefrete- çevirmek zor değildi. 10
Viyana’nın taçsız kralı, Hitler’in hazla okuduğu renkli basının
desteklediği ve Hitler’in de büyük hayranlık beslediği belediye
başkanı Karl Lueger bu işte ustaydı. 11 On dokuzuncu yüzyılın ikinci
yarısında, Berlin dışında, Viyana kadar hızlı gelişen başka bir büyük
şehir daha yoktu. 1860-1900 yılları arasında nüfusu iki buçuk katına
çıkmıştı; bu, Paris veya Londra’nın büyüme hızının dört katıydı. 12
Viyana’nın 1900 yılında sahip olduğu 1, 674, 957 kişilik nüfusun,
ancak yarısından daha azı Viyana doğumluydu.13 Çoğu, 50 milyon
nüfuslu devasa imparatorluğun doğu bölgelerinden gelmişti; bu etnik
çorbanın içinde Almanlar, Çekler, Slovaklar, Polonyalılar, Rodezliler,
Slovenler, Sırplar, Hırvatlar, İtalyanlar, Rumenler ve Macarlar vardı.
Bunların içinde Yahudiler büyük bir azınlık idi. Viyana’daki Yahudi
nüfusu, dönemin herhangi bir Alman şehrindekinden daha fazlaydı.
Yüzyılın ortasında Viyana’da 6000’den fazla Yahudi vardı ve bu da
nüfusun yaklaşık yüzde 2’sine tekabül ediyordu. 1910 yılına dek bu
rakam 175, 318 kişiye ve nüfus içindeki oranı da yüzde 8.6’ya çıktı. 14
Almanya’da olduğu gibi burada da tarihsel olarak Yahudilerin
mesleklerde, akademik hayatta, kitle iletişim alanında, sanatta, iş ve
finans dünyasında -nüfus içindeki sayılarıyla oransız- güçlü bir
mevcudiyetleri vardı. 15 Ve Almanya’da olduğu gibi burada da
Yahudiler Alman kültürüne ve liberal topluma uyum sağlayacak
şekilde değişmek için çaba harcıyorlardı. 16 Bununla birlikte Alman
şehirlerinden farklı olarak burada, Doğu Avrupa şehir ve
kasabalarında olduğu gibi yoksul Yahudi tabakası da vardı. Bunların
çoğu ya Galiçya kökenliydi ya da Rusya'daki pogrom’dan kaçanların
torunlarıydı. Hiç kimsenin kabul etmediği, çoğu kişinin nefret ettiği,
Yahudi cemaatinin daha yoksul bu kesimi içinde Marksizm ve
Siyonizm (kurucusu Theodor Herzl Viyana’da büyümüştü) doktrinleri
bir cazibe teşkil ediyordu. 17 Ve bunun sonucunda Yahudiler hem
sömürücü kapitalistler hem de sosyal devrimciler olmakla
suçlanıyorlardı. Daha yoksul Yahudiler şehrin eski kısmında, özellikle
Viyana’nın kuzeyindeki harap mahallelerde yaşıyorlardı.
Leopoldstadt’ta, eski getto yerleşiminde yaşayan sefalet içindeki
nüfusun üçte biri de Yahudi idi; geleneksel kaftan ve siyah şapka
giyen bu topluluk esas olarak küçük tüccar ve işportacılardan
oluşuyordu. Hemen yakındaki Brigittenau’da, Hitler’in Viyana’daki
son üç yılını geçirdiği bu iç karatıcı bölgede oturanların yaklaşık
yüzde 17’si Yahudi idi. 18 Hitler’in ırk nefretinin hükmü altına gireceği
yer işte burasıydı. Başkentteki “ırk yığınlarından” iğrenen Hitler
daha sonra şöyle yazacaktı: “Bu koca şehir bana, nikah düşmeyen
akrabalar arasında meydana gelmiş bir evlenmenin, ırksal
saygısızlığın (Blutschande) somut bir ömeği gibi görünüyor.”19
Habsburg hanedanlığı tahtında elli yıldan fazla oturan Kayzer
Franz Joseph, değişen bir dünyada değişmezliğin ifadesi olmuştu.
Hofburg’daki sarayı veya yazlık Schönbrunn Sarayı geçmiş
yüzyılların bütün ışıltısını ve parıltısını, koşullarını ve ihtişamını hâlâ
koruyordu. Karpatlar’dan Adriyatik’e dek uzanan, etnik çoğulluğa
sahip bu çok geniş imparatorlukta iktidar hâlâ, hepsi de geleneksel
soylu ailelerden gelen ve doğrudan Kayzer tarafından atanan icra
vekillerinin elindeydi. Ama görünen dış cephesinin ardında, bu yapı
ufalanarak dağılıyordu. Sosyal ve politik baskılar temelleri
aşındırıyordu.
Büyüyen iç çatışmalar imparatorluğu giderek daha çok
kuşatıyordu. “Alman [Germen] kardeşlerin savaşandaki yenilgiyi
izleyen yılda çıkarılan, İkili Monarşi’nin Macar tarafındaki Macar
ulusal liderlerine adeta bir özerklik bahşeden, 1867'nin karmaşık
anayasal düzenlemeleri bütün bir imparatorluktaki milliyetçi
duyguları harekete geçirmişti. Slavlar, Macarların ve imparatorluğun
Avusturya “yansındaki Almanca konuşan azınlığın -burada bile
nüfusun ancak üçte birini oluşturuyorlardı-, süren egemenliğine
giderek daha çok öfke duyuyorlardı. 20 Oransız bir zenginliğe, statü ve
güce sahip olan Avusturyalı Almanlar’ın buna yanıtı, ellerindeki
avantajları şikayetçi bir tonda savunmak oldu. Bohemya ve
Moravia’da Çek diline Almanca ile eşitlik tanınmasını sağlamaya
çalışan 1897 Badeni reformlarında olduğu gibi ulusal taleplere
yönelik ayrıcalık tanıma girişimleri de gerilimi şiddetlendirdi. 21 Yeni
yüzyılın başlangıcıyla birlikte bu gerilimler, burjuvazinin ileri
gelenlerinin liberal hizipçiliğinin yerini alarak, imparatorluğun hassas
dengesini bozma, lmparator’da ve Kral’da kişileşen, İmparatorluğun
bir bütün olduğu görünüşünü yok etme tehditi yaratarak, kitle
politikalarına acı bir şekilde yansıdı. 1907’de erkeklere genel oy
hakkının tanınmasından sonra Almanların artık en güçlü ulusal grup
olmadığı22 parlamentonun saygınlığı milliyetçi fanatiklerin tehditkar
retoriği ve küfürleri altında yerle bir oldu. 23 Oturumlar kaotik
olabiliyordu; milliyetçilerden ve sınıf politikacılarından oluşan
düşüncesiz bir karma grup bu oturumları sık sık karmakarışık bir
farsa çevirebiliyordu. Örneğin, Şubat 1909’da Bohemya’da Çek dilini
Almanca ile eşit konuma getirmeyi amaçlayan bir yasa tasansı geri
çekilmek zorunda kalındı. Çıngıraklar, çanlar, oyuncak borazanlar,
boynuzlar ve masalara vurulma seslerinin yarattığı kakafoni
tartışmayı imkansız kılınca oturum ertelenmiş, ama o ana kadar da
zaten karşıt görüşlü tarafların temsilcileri marşlarla sürekli
birbirlerinin sözünü kesmiş ve oluşan kaotik sahnelerde yumruk
yumruğa kavgalar çıkmıştı. 24 Yasalar ancak, temsil edilen çok
sayıdaki çıkar ve hizip grubu arasında yapılan bir tür at pazarlığıyla
geçebiliyordu. Farklı farklı dillerde birbirlerini aşağılayan vekillerin
ağız dalaşlarından ve hatta yumruklaşmalarından oluşan bu
yakışıksız gösteri, izleyen herhangi bir kişide soğukluk ve nefret
duygusu yaratmaya yeterdi. 25 Bu durum Pan-Germen destekçisi Adolf
Hitler’i, onbeş yıl sonra Viyana’daki yaşantısını yazdığında ortaya
sereceği gibi, parlamentarizme karşı nefret ve horgörü ile
doldurmuştu. 26
Parlamentoda milliyetçi ajitasyonun kaba bir saldırganlık
içermesinden en çok sorumlu olan kişi Georg Ritter von Schönerer
idi. 1842 yılında Viyana’da zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya
gelmiş olan Schönerer, Hitler’in atalarının küçük çiftliğinin de
bulunduğu Bohemya sınırındaki fakir bir bölge olan Waldviertel’de
modernlik yanlısı, hayırsever bir toprak sahibiydi. Avusturya’nın
1866 yılındaki Königgrâtz savaşında Prusya yüzünden yenilgiye
uğraması onu derinden etkilemişti. Bunu, Avusturya’nın Alman
Federasyonu'ndan çıkarılmasının utancı, Bismark dalkavukluğu ve
nihayetinde Avusturya’nın Alman Reich’ıyta yeniden birleşmesini
amaçlayan ajitasyon izlemişti, ilk kez 1870’lerde Alman küçük
çiftçilerinin ve radikal zanaatkarların sesi olarak, büyük
ticarethanelerin ve liberal serbest ekonomi politikalarının
açgözlülüğünü şiddetle eleştirerek öne çıktı. 27 Programı, “nasyonal
sosyalizmin” erken bir türünü içeriyordu. Bu her şeyden önce (Alman
olan her şeyin üstünlüğü ve önceliği anlamına gelen) radikal bir
Alman milliyetçiliğini, sosyal reformu, anti-liberal popüler
demokrasiyi ve ırksal antisemitizmi kapsayan bir programdı.
Hitler’den önce, “Avusturya’nın yarattığı en güçlü, en tutarlı
antisemitist”28 olan Schönerer’in antisemitizmi liberal, anti-sosyalist,
anti-Katolik ve anti-Habsburg ideolojisinin unsurlarını bir arada tutan
öğeydi. Hitler, milliyetçi Linz’de, Schönererci tarzdaki inancı
solumuştu. “Heil” selamlaması, (Schönerer’in kendine yakıştırdığı ve
yandaşları tarafından da kullanılan) “Führer” sanı ve hareketi içinde
demokratik karar almanın görüntüsüne bile dayanamayışı, Hitler’in
daha sonra Nazi Partisi’ne taşıdığı Schönerer mirasının
unsurlarıydı. 29
Hitler Viyana’ya geldiği dönemde, yaşlanmış olan Schönerer’in
gördüğü popüler destek azalmış ve bölünmüştü. Schönerer bir kitle
partisini hiç savunmamıştı çünkü başarılı olacak bir çıkışın, tarihte
hep olduğu gibi, kendini adamış elit bir grup tarafından
gerçekleştirileceğine inanıyordu. 30 Schönerer öğrenci çevrelerinde
ve milliyetçi orta sınıflar içinde tutuluyordu. 31 Hitler’in daha sonra
onaylayarak yazdığı üzere Schönerer’in programı sert, amansız ve
radikaldi; Almanya ile bütünlük içinde olmayı amaçlayan taleplerinde,
Kayser Wilhelm’e ve Alman Reich’ma, onun “Roma kilise
politikalarından uzak durmasına”, çok dilli Habsburg devletine karşı
çıkışma duyduğu sınırsız hayranlıkta ödünsüzdü; ve bütün bunlar
gaddarca, ırksal bir Yahudi düşmanlığıyla bezenmişti. 32 Hitler
Schönerer’in politik felsefesinin temelde doğru olduğunu düşünmekle
birlikte daha sonradan, onun kısır parlamentarizme katılmaya hazır
oluşunu, Katolik kilisesine ters düşmekle yaptığı hatayı ve her şey bir
yana, kitleleri önemsememesini eleştirecekti.33 Hitler’in bu dersi
alacağı kişi ise Avusturya’nın ikinci politik kahramanı, Viyanalı “halkçı
politikacı” Karl Lueger’di.
Lueger’in Sosyal Hıristiyan Partisi’nin yükselişi Hitler’in üzerinde
derin bir etki yarattı. 34 Başlarda Schönerer’in destekçisiyken giderek
Lueger’e hayranlık duymaya başlamıştı. Bunun temel nedeni siyasetin
sunumunda yatıyordu. Schönerer kitleleri önemsemezken Lueger,
Hitler’in de onayladığı üzere, desteğini “varlığı tehdit altındaki
sınıfları [küçük ve altorta sınıflar ve zanaatkarlar] kendi tarafına
çekerek” kazanmıştı. 35 Popülist retoriğin sarhoş edici demi ve buna
eklenen kışkınıcılıkla Lueger, kendini uluslararası kapitalizmin,
Marksist Sosyal Demokrasinin ve Slav milliyetçiliğinin tehditi altında
hisseden Almanca konuşan altorta sınıfların ekonomik çıkarlarına ve
Katolik sofuluğuna sesleniyordu. Aynen Schönerer gibi, birbirine hiç
benzemez hedef kitlelerin desteğini kazanmak için kullandığı
ajitasyon aracı antisemitizm idi. Ekonomik düşüş yaşayan zanaat
grupları içinde antisemitizm zaten hızlı bir yükselişe geçmişti ve bu
gruplar öfkelerini hem Yahudi sermayedarlardan hem de arka
sokaklarda sayılan giderek artan Galiçyalı işportacılardan çıkarmaya
dünden hazırdılar. Lueger 1880'lerde, Schönerer’in Viyana’ya Yahudi
göçünü yasaklamayı amaçlayan yasa tasarısını desteklemişti. 36 Ama
Schönerer’in aksine Lueger’in antisemitizmi ideolojik olmaktan çok
yararcı ve işlevseldi: “Kimin Yahudi olduğunu ben bilirim” (“Wer a Jud
İst, bestimm if), ibaresi genelde ona atfedilir. 37 Irkçılığı doktrinel
olmaktan çok politik ve ekonomik bir temele sahipti; liberalizme ve
kapitalizme karşı saldırılarına bir kılıftı. 38
Ama kötülüğü ve içerdiği tehlike açısından diğerlerinden bir farkı
yoktu. 1890 yılındaki bir konuşmasında, Viyana’nın en azılı Yahudi
düşmanlarından birinin sözünü bütünüyle onaylayarak alıntılamıştı.
Bu söze göre, bütün Yahudilerin açık denizde batacak büyük bir
gemiye doldurulmasının bütün dünyaya faydası olacaktı ve böylece
“Yahudi problemi” çözülecekti. 39 İmparator Franz Joseph’in, 1897
yılında, önceki reddinden geri adım atıp “yakışıklı Karl’ı” Viyana’nın
Belediye Başkanı olarak atamak zorunda kalmasıyla, aleni
antisemitizm, sosyal reformu, kentsel yenilenmeyi, popülist
demokrasiyi ve popüler Katoliklikle kaynaşmış Habsburg monarşisine
bağlılığı içeren bir programda daha kabul edilebilir bir dışavurum
edinmişti. 40 Ama yine de yakıcı ve zararlıydı; duygu olarak, Hitler’in
daha sonra Münih birahanelerinde saçacağı zehirden pek de bir farkı
yoktu. Örneğin, 1899’da alkışlarla karşılanan bir konuşmasında
Lueger, Yahudilerin sermayeyi ve basını kontrol ederek kitleler
üzerinde “hayal bile edilemeyecek en berbat terörizmi"
uyguladıklarından bahsetmişti. Onun için mesele “Hıristiyanları
Yahudi egemenliğinden kurtarmak" idi. 41 Başka bir konuşmasında da
kurtların, leoparların ve kaplanların Yahudilerden çok daha insan
olduklarını beyan etmişti -“bu yırtıcı hayvanlar [yani Yahudiler] insan
biçiminde" idi. 42 Ajitasyonuyla Yahudilere karşı nefret uyandırmaya
ne zaman son vereceği sorulduğunda, antisemitizminin “ancak son
Yahudi yok olduğunda ortadan kalkacağı" yanıtını yapıştırmıştı. 43
Yahudilerin asılacaklarının mı yoksa vurulacaklarının mı onu hiç
ilgilendirmediğini söylemekle itham edildiğinde durumu hemen
açıklığa kavuşturmuştu: “Kelleleri uçuralacak! Ben bunu söyledim."44
Hitler’in yaşamaya geldiği Viyana işte bu Lueger’in şehriydi. İki yıl
sonra Lueger ölünce, cenaze alayının geçişini kederle izleyen
binlerce insanın arasında Hitler de vardı. 45 Lueger’in -Habsburg
taraftan, Katolik- programının onun için pek bir cazibesi yoktu.
Lueger’e dair daha sonra yaptığı bir değerlendirmede, Sosyal
Hıristiyan Partisi’nin temel aldığı antisemitizmi yapay ve yüzeysel
olmakla eleştirmişti. 46 Ama Viyana’nın Belediye Başkanı’ndan
öğrendiği şey, kitleleri yönetmek, “hedeflerine varmak için" bir
haraket yaratmak ve propagandayı, geniş destekçi kitlesinin
“psikolojik insiyaklarını" etkilemek için kullanmaktı. 47 Lueger’den
geriye kalanlar bunlardı.
Liberalizmin nihayetine ermesinin ardından, Milliyetçiliğin ve
Hıristiyan Sosyalizminin yanısıra Viyana kitle politikasının üçüncü
dalgası oluştu: Sosyal Demokrasi. Bu siyasa da Hitler’in Viyana
yıllarında kalıcı bir etki yaratacaktı. Hitler’in örgütlü işçi sınıfından
korkusu bu döneme dek gerilere gitmektedir.
Sosyal Demokratlar, Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin kuruluşundan
üç yıl sonra yapılan 1891 yılı seçimlerinde hiç koltuk
kazanamamışlardı. 48 Fakat Hitler’in Viyana’ya taşındığı 1907 yılında,
erkeklere genel oy hakkının tanındığı ilk seçimlerde 516 Reichstat
koltuğunun seksen yedisini aldılar. 49 Bu koltuk sayısıyla hiçbir yerde
kontrolü elinde tutmalarına imkan yoktu. Ama Viyana’da, yani
Lueger’jn memleketinde kullanılan oyların üçte birine ve
Bohemya’daki bütün oyların yüzde 41’ine denk düşen bu oy miktarı
etkileyici bir orandı. 50 Praglı zengin bir Yahudi ailesine mensup Viktor
Adler’in önderliğini yaptığı partinin Marksist bir programı vardı. Bu
program Bemstein revizyonizminin çizgileri boyunca ilerliyor ve
çokuluslu Avusturya-Macaristan devletinin var olan düzeni içinde
evrimle sonuca ulaşmayı amaçlıyordu. 51 (Alman ve Çek Sosyal
Demokratları arasında giderek büyüyen bir ayrılık olmasına rağmen)
Enternasyonalizm,52 kişilerin ve halkların eşitliği, evrensel, eşit ve
doğrudan oy kullanma hakkı, temel işçi ve örgütlenme hakları, kilise
ile devletin ayrılması ve bir halk ordusu:’Sosyal Demokratların
dayanakları işte bunlardı. 53 Schönerer’in Pan-Germenizm’inin hırslı
bir destekçisi olan genç Hitler’in Sosyal Demokratlardan bedeninin
her bir hücresiyle nefret etmesinde şaşılacak bir şey yoktu. Ama
organizasyonları ve aktivizmleri onu etkiliyordu. 54 1905
Sonbaharında, Hitler’in Viyana’ya gitmesinden hemen önce, aynı yıl
gerçekleşen Rus devriminin ardından Çar tarafından verilen
ödünlerin izinde, Franz Joseph’i erkeklere genel oy hakkı tanımaya
ikna eden Sosyal Demokratların ajitasyonuydu. 55 Kızıl pazu bantlı
yaklaşık 250 bin işçinin, Kasım’ın sonunda Viyana’da izlenecek olan
gösterisinde kortejin parlamento binasının önünden geçmesi dört
saat sürmüştü. 56 Birkaç yıl sonra, Hitler’in aklına yine böyle
silinmemecesine kazınacak ihtişamlı bir gösteri daha yaşanacaktı ve
Hitler yaklaşık iki buçuk saat ayakta, “Viyanalı işçilerin dörtlü kollar
halinde akın akın geldikleri, bir gün süren kitle gösterisini", "yavaş
yavaş dalgalanan, etten kemikten bu dev canavarı nefesini tutarak"
izleyecekti. Bu devasa kitle “göz korkutucu bir ordu” olarak onu
etkilemiş ve tepkisi, eve dönerken “kalbinin sıkışması" olmuştu. Ama
daha sonra belirttiği üzere Sosyal Demokrasiden gözdağının ve
hoşgörüsüzlüğün kıymetini, “büyük kitlelerin ruhunun korkaklığa ve
zayıflığa çok fazla açık olduğunu” öğrenmişti. 57
Hitler 1908 yılının başlarında Viyana’ya geri döndüğünde ise, bütün
bunlardan ancak gelecekte ders çıkarabilecekti. Ne o zaman ne de o
dönemi izleyen aylarda siyaset aklında yoktu.
II

On sekiz yaşındaki Adolf Hitler Şubat 1908’de, Viyana’ya gelmek


için Linz’i terk etti. En azından Mayıs’a dek memleketiyle bağlantısı
sürdü. 58 Ağustos’ta, muhtemelen giderek azalan parasını arttırmak
umuduyla Waldviertel’deki akrabalarını ziyaret etti. 59 Fakat
annesinin ölümünden sonra ailesi onu pek çekmiyordu. Bir süre sonra
mektupların da ardı arkası kesildi. 60 Gerçekten yakın olduğu tek
akrabası, şimdi Waldviertel’e dönmüş olan ve yaşam boyu biriktirdiği
parayla Adolf'a finansal destek veren teyzesi Johanna idi. 61
Teyzesinin 191l’de ölümünün ardından ailesiyle ilişkisi iyice zayıfladı
ve bu ilişki bir daha yıllarca canlanmadı. 62
Annesinin ölümünden sonra, basit bir köylü ailesinden gelen ve
Leonding’in belediye başkanı olan vasisi Josef Mayrhofer, Adolf'u,
fırıncı çırağı olarak işe girmeye ikna etmeyi defalarca denedi. Adolf
hor gören bir tavır içindeydi. 63 Teyzesi Johanna’nın babasının izinden
gidip devlet hizmetine girmesi için gösterdiği son bir gayret de aynı
şekilde boşa gitti. 64 Annesinin ölümünün ardından ortaya çıkan ailevi
sorunlar çözüme bağlanıp da Rauballar, kızkardeşi Paula’ya bakmayı
kabul edince, Adolf Ocak 1908'de vasisini görmeye gitti ve ona
Viyana’ya geri döneceğini söyledi. Mayrhofer daha sonraki bir
anlatımında onu vazgeçirmeye çalışmanın anlamsız olduğunu
söyleyecekti: Adolf babası kadar inatçıydı. 65 Viyana’ya gitme kararını
aslında önceki yaz almıştı. Güzel Sanatlar Akademisi’ne gireceğini
düşündüğü için, Eylül’ün sonlarında ya da Ekim’in başlarında,
Viyana’da Westbahnhof yakınlarındaki Stumpergassa 31 numaralı
adreste, bir Çek olan Frau Zakreys’in sahibi olduğu evin ikinci
katında küçük bir oda tutmuştu. 66 Annesinin ölümünden önce kaldığı
yerden devam etmek üzere, 1908 Ocak’ının 14’ü ila 17’si arasında
döndüğü yer burasıydı.
Yalnızlığı uzun sürmedi. August Kubizek’in ailesini ikna ettiğini ve
müzik eğitimi almak üzere onun da Viyana’ya kendisinin yanına
gitmesini sağladığını hatırlayabiliriz. Kubizek’in babası, oğlunun,
okulda başarısız olmuş, bir zanaat öğrenmeyi küçümseyen Adolf'un
yanına gelmesine hiç de gönüllü değildi. 67 Ama Adolf baskın çıktı. 18
Ocak’ta arkadaşına, olabildiğince çabuk gelmesini isteyen bir kart
gönderdi. “Sevgili arkadaşım,” diye yazıyordu, “endişe içinde geliş
haberini bekliyorum. Bana hemen yanıt yaz ki gelişin için her şeyi
hazır edebileyim. Bütün Viyana seni bekliyor." Bir de not eklenmişti:
“Sana yine yalvarıyorum, çabuk gel.”68 Dört gün sonra Gustl’un gözü
yaşlı ana babası onu Viyana’ya, arkadaşının yanına uğurladı. Adolf o
akşam bitkin haldeki Kubizek’i istasyonda karşıladı ve onu
Viyana’daki ilk gecesini geçirmek üzere Stumpergasse’ye götürdü;
ama olağan olduğu üzere, öncelikle ona Viyana’nın görülmeye değer
tüm yerlerini gösterme konusunda ısrarlıydı. İnsan Viyana’ya gelir de
Saray Operası binasını görmeden nasıl gidip uyurdu? Böylece Gustl
opera binasını, (havadaki sisten dolayı zaten pek de görülemeyen) St.
Stephen katedralini ve güzel St. Maria am Gestade kilisesini görmek
üzere Adolf'un peşinden sürüklendi. Stumpergasse’ye döndüklerinde
vakit gece yarısını geçmişti ve Adolf hâlâ Viyana’nın ihtişamına dair
nutuk çekerken, bitkin düşmüş Kubizek uyuyakaldı. 69
Sonraki birkaç ay, iki gencin Linz’deki yaşam tarzının daha geniş
alanda yaşanan bir tekrarından ibaretti. 70 Gustl için kalacak yer
aramaktan kısa süre içinde vazgeçmiş ve Frau Zakreys’i, Hitler’in
kaldığı daracık odadan daha büyük bir odaya geçerek, iki kişi birlikte
kalmaya ikna etmişlerdi. 71 Adolf ve arkadaşı şimdi, Hitler’in daha
önceki odası için ödediğinin iki katı kira (herbirine 10 kronen
düşüyordu) ödeyerek aynı odada kalıyorlardı. 72 Sonraki birkaç gün
içinde Kubizek giriş sınavını geçtiğini ve Viyana Konservatuarına
kabul edildiğini öğrendi. Bunun üzerine bir piyano kiraladı; piyano
odadaki mevcut boş alanın büyük kısmını kaplamış ve Hitler’in olağan
voltaları için ancak üç adımlık yer kalmıştı. 73 Piyano dışında odada
sadece en gerekli eşya mevcuttu: iki yatak, bir komodin, bir giysi
dolabı, bir lavabo, bir masa ve iki iskemle. 74
Kubizek yapması gereken müzik çalışmalarına alışmıştı. Hitler’in
neler yaptığından pek haberi yoktu. Adolf sabahları geç vakitte
kalkıyor ve Kubizek öğle yemeği için Konservatuardan döndüğünde
ortalıkta olmuyordu; havanın güzel olduğu öğleden sonraları
Schönbrunn Sarayının orda öyle amaçsızca duruyor, kitapları gözden
geçiriyor, yazı ve mimariyle ilgili şaşaalı tasarıları üzerine hayaller
kuruyor ve gece geç vakitlere dek de resim çiziyordu. Kubizek, bir
yandan Güzel Sanatlar Akademisinde okurken arkadaşının nasıl bu
kadar boş vakti olabildiğine akıl erdiremiyordu ve bu bilmece ancak
uzun bir süre sonra açıklığa kavuşacaktı. Bir gün, Kubizek piyano
gamlarını çalışırken Adolfun rahatsız olması iki arkadaş arasında
çalışma programlarıyla ilgili büyük bir kavgaya dönüştü ve bu kavga
Hitler’in bağırarak “bütün Akademinin havaya uçurulması
gerektiğini,” orayı yönetenlerin “eski kafalı, fosilleşmiş devlet
memurları, bürokratlar, anlayıştan yoksun, budala memur
yığınlarından başka bir şey olmadığını söylemesiyle son buldu. Bunun
ardından “Beni kabul etmediler, beni reddettiler, beni geri çevirdiler”
diye gerçeği kabul etti. 75 Bunun üzerine Gustl ona şimdi ne
yapacağını sorduğunda Hitler öfkeyle karşılık verdi: “Şimdi ne, şimdi
ne?... Sen de mi başlıyorsun: Şimdi ne?”76 Gerçek şuydu ki, Hitler’in
ne yapacağına ya da nereye gideceğine dair en ufak bir fikri yoktu.
Amaçsızca sürükleniyordu.
Kubizek hassas bir noktaya dokunmuştu. Hitler’in Akademi’ye
giremediğini ailesine söylememesinin sebebi parayla ilgiliydi. Çünkü
bunu söylerse vasisi, her ay yetim aylığından payına düşen 25 kroneni
göndermeyi muhtemelen reddedecekti. 77 Ve Adolfun bir iş
bulmasi'gerekecekti. Ama arkadaşını niye kandırmıştı? Bir
yeniyetmenin oldukça zor bir giriş sınavında başarısız olması ne
olağandışı ne de utanılacak bir şeydi. Ama bütün sanatsal
yargılarında ondan üstün olduğunu iddia ettiği arkadaşına bunu
söylemeyi açıkça kendine yedirememişti. Üstüne üstlük arkadaşı
Konservatuara girip, çalışmalarında gelecek vaat eden bir başlangıç
yapmışken, kendisi reddedilmişti. Adolfun kendine verdiği değerde
ciddi bir gedik açılmıştı. Nefret ve öfke doluydu. Kubizek’e göre, en
ufak bir şeye dahi sinirleniyordu. 78 Kendine olan güvenini kaybetmesi,
kendisine acı çektirdiğini düşündüğü herkesi sınırsız bir ölke ve
şiddetle suçlamasına yol açabiliyordu. “Duyduğu nefret onu
boğuyordu; öfkesini, onu anlamayan, değerini bilmeyen, onu aldatmış
ve acı çektirmiş insanlık başta olmak üzere, her şeye kusacaktı.”79
Başka bir olayda “gerçek sanatkarlıktan” anlamadıktan için
Akademi’ye sövüp sayarken, “tek amaçları onun kariyerini
mahvetmek” -Kubizek’e göre tam bu sözcükleri kullanmıştı- olanların
kurduğu tuzaklardan bahsetmişti"80 “Viyana’daki bu ilk günlerin
bende bıraktığı izlenim Adolfun tamamıyla dengesiz olduğuydu,” diye
yorum yapıyor Kubizek. 81 Herkese ve her şeye yönelmiş bu nefret
tiradları umutsuzca kabul görmek isteyen; sıradanlığı ve
başarısızlığı, ehemmiyetsiz bir şahsiyet olduğu fikrini kabul
edemeyen şişkin egosunun ürünleriydi.
Adolf Akademi’ye giriş umudunu hâlâ koruyordu. Ama genel
davranış özelliği olduğu üzere, ikinci başvurusunda şansını artıracak
hiçbir şey yapmıyordu. Linz’den ayrılmadan hemen önce Urfahr’da
Hitlerlerin yaşadığı apartmanın sahibi Adolf'a, Saray Operasının
başarılı sahne düzenlemecisi, Viyana’nın kültür çevrelerinde önde
gelen bir kişi olan Profesör Alfred Roller’a verilmek üzere bir tavsiye
mektubu yazıp vermiş ve söz konusu kişi, Viyana’ya geldiğinde
Adolfun gelip kendisiyle konuşmasını teklif etmişti. 82 Hitler bu tavsiye
mektubunu hiç kullanmadı. 83 Sırf bu bile, Adolfun Roller’in
yardımıyla, Panholzer adında bir heykeltraşın rehberliğinde sanat
dersleri aldığı varsayımındaki gerçeklik payını azaltmaktadır. 84
Sistematik bir hazırlık ve sıkı çalışma, diktatör Hitler’e olduğu kadar
genç Hitler’e de yabancıydı. Iinz‘de olduğu gibi zamanını büyük
oranda, sanata hevesli bir amatör gibi geçiriyor, yalnızca Kubizek’le
paylaştığı ihtişamlı taslaklar çizip duruyordu. Bu hayali planlar
genelde ani arzulardan ve parlak fikirlerden doğuyor ve aynen
doğdukları gibi çabucak da ölüyorlardı. 85
Bir oyun yazma düşüncesi de vardı. Adolf bir gün, yazmayı
planladığı bir piyesin, Hıristiyanlığın doğuşu sırasında Bavyera
Alpleri’nde geçen, Wagnerci tarzdaki bir sahnesinin aceleyle
karalanmış satırlarını gösterdiğinde Kubizek çok şaşırmıştı. 86 Fakat
bu projenin de varıp varacağı nokta bundan ibaretti. Hepsi de
Germen mitolojisinden esinlenen ve en iddialı Wagner sahnelerinin
bile yanında sönük kalacağı denli büyük prodüksiyonun gerektiren,
bilhassa böyle bir gözle yazılmış başka bir sürü sözde piyesin de
bundan farkı yoktu. Ayakları daha fazla yere basan Kubizek böyle
prodüksiyonları finanse etmenin imkansız olduğuna işaret ettiğinde,
Hitler küçümser bir edayla, daha küçük rizikolara girmenin lafını bile
etmeye değmeyeceğini ima etmişti. 87
Hitler’in yazmayı düşündüğü operada Wagner modeli çok daha
aşikar bir şekilde kendini belli ediyordu. Kubizek bir gün ona
rastgele, müzik derslerinden birinde Wagner’in yazılarında Wieland
der Schmied’in müzik dramasının kısa bir taslağının olduğunu
duyduğundan bahsetmişti. Bunun üzerine Hitler hemen Tanrılar ve
Kahramanlar adlı bir kitaptan sagayı buldu ve aynı gece yazmaya
başladı. Ertesi gün piyanonun başına oturdu ve Kubizek’e Wieland’ı
operaya dönüştüreceğini söyledi. Besteyi Adolf yapacak, Kubizek de
notaya dökecekti. Sabırlı Gustl, Adolf ün sınırlı müzik bilgisinin neden
olacağı güçlükleri tereddütlü ifadelerle dile getirdiyse de günlerce
yemeden, içmeden, uyumadan bütün vaktini bu işe adadı. Fakat bir
süre sonra Adolf bu projeden giderek daha az bahsetmeye başladı ve
sonunda da onu tamamen unuttu. 88
Kubizek’e göre diğer ütopik tasarıların içinde Viyana’nın konut
sorununu çözmeyi amaçlayan planlar, işçiler için yeni ev tasarıları,
alkolün yerini alacak yeni bir popüler içecek keşfetmek, taşraya
kültür götürecek gezici bir orkestra ve -daima olduğu gibi- Linz’in
kültürel açıdan ihtişamla yeniden inşası vardı. 89 Kubizek’in, Adolf'ün
sosyal vicdanını allayıp pulladığından şüphe etmeye gerek bile yok;
Kubizek’in anlattığı, Hitler’in üç gece boyunca Viyana sokaklarında
dolaşıp konut sorununun nasıl çözüleceğini düşünmesi90 veya
hayalindeki “ideal devlet”te yapılacak sosyal ve kültürel
reformlardaki uzak görüşlülüğü gibi hikayeler hep bunu
göstermektedir. 91 Ama Hitler tasvirindeki şu noktalar doğru
görünmektedir: Bütün konularda bildiğinden şaşmaz, gerçeklikten
bütünüyle uzak fikirler nedeniyle duyduğu ani ve geçici coşkuların
esiri olan ve yüzeye çıktıkları kadar çabuk kaybolan tutkulu boş
hayaller kuran biri. Anıtsal olana, ihtişamlı, gösterişli olana takıntısı
ise hep mevcuttu. Otto Wagner'in avant-garde Jugendstil mimarisini
dikkate almıyordu, aynı şekilde Sezession modern sanatını ve onun
baş yıldızı Gustav Klimt’i de. 92 Yüzyıl sonu Viyana’sını kasıp kavuran
bu kültürel devrime en ufak bir ilgi bile göstermiyordu. 93 Mimari ve
sanatsal zevkleri gelenekseldi ve modemizm karşıtıydı; on dokuzuncu
yüzyılın realizmine ve neo-klasizmine sıkı sıkıya bağlıydı. Ve binalar
onun gözünde, en başta temsil amacı taşıyordu. Sürekli çizdiği
planlar hep ihtişamlı yapılara aitti. Yapımına 1850’lerin sonlarına
doğru başlanan muhteşem Ringstrabe’yi ve onun heybetli binalarını -
neo-barok Hofburg, klasik tarzda yapılmış Parlamento ve Rathaus,
etkileyici müzeler, opera binası ve (Hitlerin özellikle beğendiği)
Burgtheater- ilk gördüğünde nefesi kesilmişti. 94 Bu binaların mimari
tarihi ve tasarımı hakkında saatlerce konuşarak Kubizek’e hoşça
vakit geçirtmiş; gücü ve heybeti temsil eden bu yapıların her birinin
görsel etkisinden -geleceğin propaganda ustası olarak büyülenmişti. 95
Kubizek her zamanki gibi naif ve etkilenmeye müsaitti; Hitler’in,
başta mimari meseleler olmak üzere ahkam kestiği konulardaki
ayrıntılı bilgisine şaşırmaktan vazgeçmiyordu. 96 Hitler’i hep
çalışmalarına, araştırmalarına gömülmüş biri olarak
betimlemektedir. Arkadaşını kitaplar olmaksızın düşünememektedir:
“Kitaplar onun hayatıydı.”97 Hitler’in Viyana’ya, içinde çoğunlukla
kitapların bulunduğu dört sandıkla geldiğini yazmaktadır Kubizek. 98
Linz’de üç kütüphaneye üyeydi ve şimdi Viyana’da da düzenli olarak
Hol Kütüphanesine gidiyordu. 99 Stumpergasse’deki odasında daima
kitap yığınları olurdu, diye de ekliyor. 100 Mamafih Kubizek bu
kitaplardan sadece birinin adını hatırlayabilmektedir - Tanrıların ve
Kahramanların Efsaneleri: Germen Mitolojisinin Hâzineleri-101
Savaştan hemen sonra ona Hitler’in neler okuduğu sorulduğunda tek
hatırlayabildiği haftalarca odasında aynı iki kitabın durduğu ve
bunların yanında bir de gezi rehberinin olduğudur. 102 Kubizek’in daha
sonraki beyanına, yani Hitler’in -Goethe, Schiller, Darite, Herder,
Ibsen, Schopenhauer ve Nietzsche de dahil olmak üzere- klasiklerden
etkileyici bir okuma listesini yalayıp yuttuğu iddiasına oldukça
temkinli yaklaşmak gerekir. 103 Hitler Viyana yıllarında her ne
okuduysa-Mein Kampf'ta104 bahsettiği bir dizi gazeteden başka ne
okuduğundan emin olamıyoruz bunlar muhtemelen, sözü edilen
tipteki seçkin edebi eserlerden çok daha az yüceltici şeylerdi. Fakat
Hitler’in sonradan iddia ettiği üzere, Viyana döneminde yoğun bir
şekilde okuduğundan şüphe etmek için bir neden yoktur. 105 Hitler'in
kızkardeşi Paula Üçüncü Reich’ın sonunda, ağabeyinin 1908 yılında
Viyana’daki ilk aylarında, ailesiyle iletişimi kopmadan önce, ona
okumasını tavsiye ettiği bir dizi kitabın ismini yazdığını (Don Kişot’un
bir baskısını bizzat gönderdiğini) hatırlamaktadır. 106 Ama bu
dönemde yaptığı her şey gibi okumalan da sistematik değildi. Ve
güçlü hafızasının tuttuğu her türlü gerçek bilgiyi yalnızca mevcut
fikirlerini doğrulamak için kullanılıyordu.
Hitler okuma tarzını Mein Kampf'taşöyle açıklamaktadır:

Bazı kişiler tanırım ki durmadan kitap üstüne kitap, mektup


üstüne mektup okurlar. Ama bunları ‘degerlendirebildiklerini’
söyleyemem. Gerçekten büyük bir bilgiye sahiptirler ama bu
bilgileri ayırt edip, sonra tekrar biraraya getiremezler. Bir
kitabın içinde değerli olanı değersiz olandan ayırt etme
kabiliyetine sahip değillerdir... Okumak kendi içinde bir amaç
değildir, bir amaca varmak için araçtır ancak... Doğru
okumasını bilen bir adam kitap, gazete yahut bir broşür
okurken, zihninde kalmasına değecek olan her şeyi içgüdüsel
olarak derhal algılar; çünkü o bilgi ya kişisel amaçlarına
uymaktadır ya da genel olarak bilinmeye değerdir. Bu biçimde
edinilen bilgi, hayal gücü tarafından yaratılan şu ya da bu
meselenin kafamızdaki mevcut tasviriyle düzgün bir biçimde
iletişime sokulduğunda ya düzeltici ya da tamamlayıcı bir işlev
görecek; böylece o tasviri ya düzeltecek ya da daha net bir hale
sokacaktır... Okumak ancak böyle ise anlamlı ve amaçlı bir
iştir... Ben gençliğimden beri doğru bir şekilde okumaya
çalıştım. Bunda zekamın ve hafızamın çok desteğini gördüm. Bu
açıdan bakıldığında, Viyana’da geçirdiğim dönem özellikle
kıymetli ve değerlidir. 107

Linz’de olduğu gibi burada da, Hitler’in mimariden başka ikinci


tutkusu müzik idi. Sonraki yıllarda sevdiği kesin olan müzisyenler
Beethoven, (özellikle beğendiği) Bruckner, Liszt ve Brahms’dır.
Johann Strauss'un ve Franz Lehâr’ın operetlerinden de zevk
alıyordu. 108 Ve hiç de şaşırtıcı olmayacak şekilde elbette ki Wagner.
Adolf ve Gustl çoğu gecelerini operada geçiriyorlardı. Gösteriyi
ayakta izleyebilmek için 2 kronen karşılığında aldıkları biletler için
saatlerce kuyrukta bekledikleri oluyordu. Mozart’ın, Beethoven’in,
İtalyan üstatlar Donizetti, Rossini ve Bellini’nin, ayrıca Verdi ve
Puccini’nin baş eserlerini izliyorlardı. Ama Hitler için sadece Alman
müziğinin bir değeri vardı. Verdi veya Puccini’nin operalarına
coşkuyla gitmiyordu. Bir sokak laternacısının tekdüze bir tonda “La
donna e mobile”yi çaldığını işittiğinde Kubizek’e “İşte senin Verdi’n,”
demişti. Kubizek karşı çıkıp, herhangi bir bestecinin eserinim de bu
biçimde alçaltılabileceğini söyleyince, Hitler’in yanıtı, “Lohengrin’in
kutsal kase anlatımını bir laternada hayal edebiliyor musun?”
olmuştur. 109 Adolf un Wagner’e olan tutkunluğunun, aynen Linz’de
olduğu gibi, sınırı yoktu. Şimdi arkadaşıyla birlikte bütün Wagner
operalarını, Avrupa’nın en iyi operalarından birinde izleyebilirlerdi. 110
Birlikte oldukları kısa süre içinde Kubizek (Hitler’in hep en sevdiği
opera olan) Lohengrin'i on kez gördüklerini hatırlamaktadır. 111 “Ona
göre, ikinci sınıf bir Wagner eseri, birinci sınıf bir Verdi eserinden yüz
kat daha iyiydi,” diyor Kubizek. O aynı fikirde değildi ama tabii ki
bunun bir önemi yoktu. Bir keresinde Adolf arkadaşını Saray
Operasında Verdi izlemekten vazgeçirip, kendisiyle birlikte, daha az
entelektüel Halka Operasındaki Wagner temsiline gelmeye razı
edene dek rahat etmemişti. “Mesele bir Wagner temsili olduğunda
Adolf'un aksi bir iddiaya tahammülü yoktu.”112
Hitler, yüzyıl biterken Bayreuth üstadının eserlerini dinlemek için
Viyana’daki Hofoper’e üşüşen binlerce Wagner fanatiğinden yalnızca
biriydi elbette. Özellikle genç kuşak için Wagner “kafaya karşı
yüreğin, yığına karşı Volk’un tarafını tutan kişiydi. Genç ve yaşam
dolu olanın eski ve kemikleşmiş olana başkaldırısıydı.”113
Wagner tapıncı o dönem en yüksek noktasındaydı. Dönemin en
popüler bestecisiydi ve Hitler’in Viyana’da olduğu dönemde operaları
Saray Operası’nda en az 426 gece temsil edilmişti. 114 Kubizek’in
kendisi de dahil olmak üzere operalara gelenlerin çoğu, Wagner’in
müziğini anlama ve yorumlama konusunda, kendi kendine edindiği
bilgilerle yarattığı bildiğinden şaşmaz, amatörce yaklaşımlı
Hitler’den daha yetenekliydi. Fakat Hitler açısından Wagner sırf
müziğinden ibaret değildi. “Wagner’i dinlemek onun için basitçe
tiyatroya gitmek değildi, o müziğin yarattığı sıradışı bir ruh haline
girme, transa geçme, mistik bir düşler alemine kaçma fırsatıydı...”115
diye yorum yapıyor Kubizek. Hitler’in daha sonraki bir açıklaması ise
şöyleydi: “Wagner’in müziğini işittiğimde geçmişte kalmış bir
dünyanın ritimlerini işitir gibi oluyorum.”116 Gerinen mitlerinin, büyük
dramların ve muhteşem bir ihtişamın, tanrıların ve kahramanların,
muazzam mücadelelerin ve kurtarışların, ölümün ve zaferin
dünyasıydı bu. Kahramanların eski düzene meydan okuyan yabancılar
olduğu bir dünyaydı; Rienzi, Tanrıhâuser, Stolzing ve Siegfried gibi
kahramanlar veya Lohengrin ve Parsifal gibi namuslu kurtarıcılar
vardı içinde. 117 İhanet, kurban etme, kurtarma ve kahramanca ölüm
Wagner’in temalarıydı ve 1945’te rejiminin Götterdâmmerung'unda
Hitler de bu temalarla meşgul olacaktı. Sanatsal bir dehanın, yabancı
bir devrimcinin, var olan düzene meydan okuyan, ya hep ya hiç
diyerek uzlaşmayı reddeden, hayatını sürdürmek için çalışmak
gerekir şeklindeki burjuva etiğine boyun eğmeyi küçümseyen,118
reddedilmeyi ve eziyeti aşmış, yüceliğe ulaşmak için tersliklerin
üstesinden gelmiş birinin görkemli bakışının yarattığı bir dünyaydı
bu. Stumpergasse’deki izbe odasında toplum dışına düşmüş,
tutunamayan bir hayalperest, reddedilmiş ve kabul görmemiş bir
sanat dehası olarak Hitler’in idolünü Bayreuth üstadında bulmasında
şaşılacak bir yön yoktu. 119 Adsız sansız, sıradan biri olan başarısız
Hitler, Wagnerci bir kahraman gibi yaşamak istiyordu. Kendisi yeni
bir Wagner olmak istiyordu; filozof-kral, dahi, üstün sanatçı. Hitler’in
Güzel Sanatlar Akademisi’ne kabul edilmemesinden sonra artan
kimlik krizlerinde,120 Wagner Hitler açısından, olmayı düşlediği sanat
deviydi; ama en üst düzeydeki sanatın, estetik bir zaferin bu canlı
örneğiyle aşık atamayacağını da biliyordu. 121
III

Genç Hitler’le Kubizek’in bu tuhaf birliktelikleri 1908 yazının


ortalarına dek sürdü. Bu aylar içinde, Hitler’in Kubizek haricinde
düzenli bir ilişkisinin olduğu tek kişi ev sahibesi Frau Zakreys’di.
Hitler’le Kubizek’in tek bir müşterek tanıdıkları yoktu. Adolf, Gustl’la
arkadaşlığını tamamen ona ait özel bir şey olarak görüyor ve onun
başkalarıyla arkadaşlık kurmasına izin vermiyordu. 122 Gustl, müzik
dersi verdiği birkaç kişiden biri olan genç bir kadını odasına
getirdiğinde, onu Kubizek’in kız arkadaşı sanan Adolf öfkeden çılgına
dönmüştü. Gustl’un, kızı oraya getirme sebebinin sadece öğrencisine
armoni dersi vermek olduğunu söylemesi, Adolf'un, kadınların müzik
dersi almasının anlamsızlığı üzerine bir tirad çekmesinden başka bir
şeye yaramamıştı. 123 Kubizek’e göre Adolf su katılmadık bir kadın
düşmanıydı. 124 Kubizek, kadınların operada fuayedeki koltuklara
oturmalarına izin verilmemesinin Hitler’i nasıl memnun ettiğinden
bahsetmektedir. 125 Ayrıca, Linz’de Stefanie’ye uzaktan duyduğu
hayranlık dışında Hitler’in, ne Linz’de ne de Viyana’daki yıllarında
herhangi bir kadınla ilişkisi olduğunu hatırlamaktadır. 126
Avusturya’nın başşehrinde geçireceği diğer yıllarda da bu durum
değişmeyecekti. Arkadaş çevresinde kadınlardan -ve elbette ki
önceki sevgililerden ve cinsel deneyimlerden- bahsedildiğinde açık
açık ismi vermese de “ilk aşkı” olarak Stefanie’yi öne sürüyordu,
halbuki “Adolf onunla hiç konuşmadığından kızın bundan haberi bile
yoktu.” Reinhold Hanisch’de bıraktığı izlenim şuydu: “Hitler’in kadın
cinsine pek bir saygısı yoktu, kadın ve erkek arasındaki ilişkiye dair
oldukça katı fikirlere sahipti. Eğer erkekler isterse mazbut bir hayat
tarzı sürebileceklerini sık sık söylerdi.”127 Bu görüşü, Schönerer Pan-
Germenlerinin vaaz ettiği ahlaki kurallar bütünüyle uyum içindeydi.
Bu ahlak kuralları içinde 25 yaşına dek cinsel ilişkiye girmemek
sağlıklı bir şeydi, iradenin güçlenmesine hizmet ederdi, ayrıca
bedensel ve zihinsel gelişimin temeliydi. Buna uygun perhiz
uygulamaları da tavsiye edilirdi. Et yemekten ve alkol tüketmekten -
bunlar cinsel faaliyetin uyaranları olarak görülüyordu- kaçınılmalıydı.
Germen ırkının şaflığını ve dayanıklılığını korumak demek, ahlaki
çürümeden ve fahişelerle düşüp kalkmaktan kaynaklanan
enfeksiyonlardan uzak durmak demekti; fahişeler “aşağı” ırkların
mensuplarına bırakılmalıydı. 128 Bunlar, Hitler’in iffetli yaşam tarzı ve
aşırı namus taslayan ahlak dersleri için yeterli ideolojik mazeretlerdi.
Ama öyle ya da böyle şu kesindir ki, Viyana’da Kubizek’le yolları
ayrıldıktan sonra geçirdiği zaman içinde de kadınlara hiç “av”
olmamıştır. 129
O halde, Hitler’in Viyana’yı terk ettiği yıla, yani yirmi dört yaşına
dek bakir olduğunu neredeyse kesin olarak söyleyebiliriz. Genç
erkeklere kolayca ulaşılabilen cinsel zevkler sunan bir şehirde -o
günlerde Viyana aynen böyleydi- fahişeleri sık sık ziyaret etmesi
beklenen genç bir erkeğin aleni bir şekilde katı ahlak kurallarını
benimsemiş olması büyük ihtimalle sıradışı bir durumdu. 130 Belki de
kadınlardan -şüphesiz ki onların cinselliğinden- korkuyordu.
Hanisch’in anılarında, Hitler’in daha okuldayken bir sütçü kadınla
yaşadığı ve ona anlattığı küçük bir olay yer almaktadır; kadın
Hitler’e yaklaşmaya çalıştığında, Hitler aceleyle bir süt güğümüne
çarparak oradan kaçmıştır. 131 Hitler daha sonraları idealindeki kadını
“cana yakın, sevimli, naif, ufak tefek bir şey; şefkatli, tatlı ve aptal”
diye tanımlayacaktı. 132 Bir kadının “zayıf kişilikli bir erkeğe
hükmetmektense güçlü bir erkeğe itaat etmeyi tercih edeceği”133
şeklindeki iddiası da kendi cinsel komplekslerine bulduğu bir telafinin
yansıması olabilir.
Kubizek, Hitler’in cinsel açıdan normal olduğu konusunda (kendi
anlattıklarından bu yargıya nasıl vardığını anlamak güç olsa da) çok
ısrarlıdır. 134 Çok daha ileriki bir tarihte onu muayene eden
doktorların görüşü de aynıdır. 135 Biyolojik açıdan baktığımızda bu
tespit doğru olabilir. 136 Hitler’in kişilik bozukluğunun kökeninde, bir
testisinin eksikliğinden kaynaklı cinsel sapkınlığın yattığı iddiaları,
Hitler’in Berlin’deki yanmış bedeninden kalanları toplayıp otopsiye
tabi tutan Rus doktorların sağladığı şüpheli kanıtlara ve psikolojik
spekülasyonlara dayanmaktadır. 137 Viyana’dayken güya bir modele
kafayı taktığı, damarlarında kısmen Yahudi kanı taşıyan biriyle nişanlı
olan bu kıza tecavüze yeltendiği ve sık sık fahişelere gittiğine dair
hikayeler hiçbir güvenilirliği olmayan tek bir kaynağa dayanmaktadır
ve bütünüyle temelsizdir. 138 Gene de Kubizek’in anlattıktarı Hitler’in
kendisinin Mein Kampf'ta kullandığı dille birlikte düşünüldüğünde,
Hitler’in en azından bastırılmış ve rahatsız bir cinsel gelişimi
olduğuna işaret ediyor.
Hitler’in Schönererci prensiplere dayanan aşırı iffet taslayan bu
tavrı bir dereceye dek o dönem Viyana’sında orta sınıfın görünüşteki
ahlak standartlarıyla aynı çizgideydi. Klimt’in erotik sanatı ve
edebiyatta Schnitzler, bu standartlara meydan okudu. 139 Fakat katı
burjuva püritenliği baskın çıktı. Bu püritenlik, şehrin ahlaksızlık ve
fuhuş kaynayan rezilane kısmını en azından görünüşte örtüyordu. 140
Görgü kurallarının bir kadının dizlerinin görünmesine bile izin
vermediği düşünüldüğünde, Kubizek’e oda ararlarken bir pansiyoncu
kadının üzerindeki ipek sabahlığın kayıp, kadının altında külottan
başka bir şey olmadığını gördüklerinde iki arkadaşın aceleyle
kaçmasında, Hitler’in bu olay karşısında duyduğu utançta ve
gösterdiği süratte anlaşılmayacak bir şey yoktur. 141 Fakat Hitler’in
iffet taslayan tavrı bu kadarla sınırlı değildir. Kubizek’in
anlatımlarına göre cinsel faaliyete karşı derin bir tiksinti ve nefret
duymaktadır. 142 Hitler kadınlarla ilişki kurmaktan kaçınıyor; operaya
gittiğinde genç kadınların, muhtemelen onu tuhaf biri olarak görerek
flört ya da alay etmek amacındaki girişimlerini soğuk bir kayıtsızlıkla
karşılıyordu. 143 Homoseksüellikten de iğreniyordu. 144
Mastürbasyondan uzak duruyordu. 145 Fahişelik onu dehşete
düşürüyor ama bir yandan da büyütüyordu. Fahişeliği bulaşıcı cinsel
hastalıklarla bağlantılı görüyor ve bu da onun kanını
donduruyordu. 146 Bir akşam Frank Wedekind’in, gençliğin cinsel
sorunlarına eğilen, Frühlings Erwachen (Baharın Uyanışı) adlı
oyununu görmek için tiyatroya gitmişlerdi. Oyundan çıktıklarında
Hitler fuhuş semtini, kendi deyimiyle “günah batağını” gözleriyle
görmek için Kubizek’i kolundan tutup Spittellberggasse’ye sürükledi.
Adolf, aydınlık pencereler arkasında bağıra çağıra müşteri çekmeye
çalışan ve mallarını sergileyen yarı çıplak kadınların bulunduğu bu
evler boyunca arkadaşını bir kez değil iki kez sürükledi. Sonrasında,
Kubizek’e fuhuşun kötülükleri konusunda bir ders vererek, bu
röntgenciliği, orta sınıf ahlakını haklı çıkarmak için yapılmış bir
davranış kisvesine büründürecekti. 147 Mein Kampfta, Viyana
yıllarında Yahudi düşmanları arasında yaygın basmakalıp bir
düşünceyi tekrarlayarak, fahişeliği Yahudilerle
148
baglantılandırmıştır. Böyle bir bağlantı kafasında 1908 yılında
mevcutsa bile Kubizek bunu fark etmemişti.
Görünüşe göre cinsellikten iğrenen Hitler’in bir yandan ondan
büyülendiği de açıktır. 149 Gece geç vakitlere dek süren uzun
konuşmalarında cinsel konulardan sık sık bahsettiklerini yazıyor
Kubizek: Hitler’in “yaşam ateşi” dediği şeyi korumak için cinsel iffet
gerekliydi; onları yemeğe davet eden bir işadamıyla kısa
karşılaşmalarının ardından, toy arkadaşına, homeseksüellikle ilgili
açıklamalar yapıyor; fuhuş ve ahlaki yozlaşmayla ilgili şatafatlı sözler
ediyordu. 150 Hitler’in dengesiz cinselliğinin, fiziksel temastan
irkilmesinin,151 kadınlardan korkusunun, sahici arkadaşlıklar
kuramamasının ve insan ilişkilerindeki boşluğunun köklerinin
çocukluğundaki kötü aile yaşantısında yattığını varsayabiliriz. 152
Ancak bunları açıklama çabaları spekülatif olmaya mahkumdur.
Hitler’in cinsel sapkınlıklarına dair daha sonra çıkan söylentiler de
aynı şekilde şaibeli kanıtlara dayanmaktadır. Cinsel bastırmanın daha
sonra utanç verici sadomazoşist eğilimlere yol açtığı varsayımı,
şüpheler ne olursa olsun, esas olarak, imaların, tahminlerin, dedikodu
ve söylentilerin bir araya getirilip, genelde Hitler’in politik
düşmanları tarafından süslenmesiyle ortaya çıkmıştır. 153 Ayrıca
Hitler’in, iddia edilen bu iğrenç sapkınlıklara gerçekten eğilimli
olduğunu kabul etsek bile, bunun, kompleks ve sofistike Alman
devletinin 1933’ten sonra içine düştüğü korkunç insanlık dışı durumu
açıklamaya ne ölçüde hizmet edeceği belirsizdir.
Hitler Viyana’daki yıllarını zorluk ve sefalet, açlık ve yoksulluk
içinde geçen yıllar olarak tanımlamıştır. 154 1908 yılında
Stumpergasse’de geçirdiği aylar göz önüne alındığında bu sözler
biraz abartılı kaçmaktadır (fakat 1909-1910 kışı ve sonbaharındaki
koşulları tam da bu sözcüklerle anlatılabilir.) Mein Kampf'taki
“bağlanan yetim aylığı yaşamımı sürdürmeme bile yetmiyordu, bu
nedenle hayatımı kazanma sorunuyla yüz yüze kaldım” açıklaması ise
daha da yanıltıcıdır. 155 Daha önce de bahsettiğimiz gibi teyzesinden
aldığı borç, annesinden kalan para ve yetim aylığı, en az bir yıl rahat
yaşamasına yetecek bir yekûn tutuyordu. 156 Ve görünüşüyle,
akşamları diyelim ki operaya giderken giydiği şık giysilerle, pek
düşkün birine benzemiyordu. Şubat 1908’de Westbahnhof'da
Kubizek’le tekrar buluştuklarında genç Adolf'un üzerinde koyu renk,
kaliteli bir palto ve koyu renk bir şapka vardı. Elinde, Linz’deyken de
kullandığı fildişi saplı bastonu tutuyordu ve “neredeyse şık bir
görünüşü vardı.”157 Çalışma meselesine gelince, daha önce de
belirttiğimiz gibi, 1908’in ilk aylarında hayatını kazanmak için
kesinlikle bir şey yapmadığı gibi, geleceğe yönelik böyle bir planı
olduğunu gösterir tek bir adım da atmamıştır.
Kubizek’le birlikte olduğu zaman içinde makul bir geliri varsa da
Hitler müsrif bir hayat sürmüyordu. Yaşam koşulları pek de
imrenilecek türden değildi. Stumpergasse, Viyana’nın -Westbahnhof'a
yakın olan- altıncı bölgesindeydi ve şehrin bu kısmı, kasvetli,
aydınlatılmamış sokakları; duman ve isin sardığı iç avluların önünde
yükselen, harap yoksul apartmanlarıyla cazip bir yer olmaktan
uzaktı. Kubizek Viyana’ya geldiğinin ertesi günü kendine kalacak bir
oda ararken, ona gösterilen bazı yerler karşısında dehşete
düşmüştü. 158 Adolf'la ikisinin paylaştığı oda da sefil durumdaydı;
sürekli parafin kokuyordu, rutubetli duvarlarından sıvalar
dökülüyordu, yatakları ve eşyayı böcek basmıştı. 159 Tutumlu bir hayat
tarzları vardı. Yemeye, içmeye az para harcıyorlardı. Adolf o
zamanlar henüz vejeteryan değildi ama günlük yemeği ekmek,
tereyağı, unlu tatlılardan (Mehlspeisen) ve genelde öğleden sonraları
yediği bir parça haşhaşlı veya fındıklı kekten ibaretti. Bazen bütün
günü hiçbir şey yemeden geçirdiği de olurdu. Gustl’un annesinin iki
haftada bir gönderdiği yiyecek paketleri onlara ziyafet gibi
geliyordu. 160 Adolf genellikle süt, bazen de meyve suyu içiyordu161
ama alkol kullanmıyordu Sigara da içmiyordu. 162 Tek lüksü operaydı.
Neredeyse her gün gittiği opera veya tiyatroya ne kadar para
harcadığını ancak tahmin edebiliriz. Fakat sırf ayakta izlemek için
ödenmesi gereken para 2 kronen olduğuna göre163 -müzikten çok
sosyal ortamla ilgilenen genç subayların bu miktanrı yirmide birini,
yani 10 heller ödemesi Hitler'i kudurtuyordu164 - bazı aylarda sürekli
olarak bu aktivitelere katılması elinde avucunda ne varsa tüketmeye
başlamış olmalıydı. 165 Bu dönemin üzerinden bir otuz yıl geçtikten
sonra Hitler’in de belirttiği gibi: “Viyana yıllarımda o kadar
yoksuldum ki ancak en iyi gösterilere gidebiliyordum. Daha o
dönemde Tristan'ı otuz veya kırk kez ve de hep en iyi temsillerde
dinlemiş olmamın nedeni budur. 166 1908 yazına dek annesinden kalan
paranın büyük bir kısmını tüketmiş olmalıdır. Ama muhtemelen elinde
hâlâ bir miktar kalmıştı, ayrıca Kubizek’in tek geliri olduğunu ileli
sürdüğü yetim aylığı da vardı. 167 Böylece bir yıl daha idare
edebilecekti. 168
Kubizek farkında olmasa da, Viyana’da arkadaşıyla birlikte
geçirdiği zaman, yazın gelişiyle sonuna yaklaşıyordu. 1908
Temmuzunun başlarında dönem bitmiş ve Gustl Konservatuardaki
sınavlarını vermişti. Ağustos’a dek ailesiyle birlikte kalmak üzere
Linz’e dönecekti. Odayı gelecek yıl da kullanabilmek için yaz boyunca
aylık kirasını Frau Zakreys’e gönderecekti. Odada yalnız kalmayı hiç
de dört gözle beklemediğini belirten Adolf uğurlamak için
Westbahnhof'a dek ona eşlik etti. 169 Artık 1908’deki Anschluss* da
tekrar görüşeceklerdi. 170 Adolf yaz boyunca Kubizek’e kartlar
gönderdi; bunlardan birini ailesiyle zaman geçirmek için istemeye
istemeye gittiği Waldviertel'den postalamıştı. 171 Uzun yıllar için
akrabalarını son görüşü olacaktı bu. 172 Kubizek sonbaharda
döndüğünde arkadaşıyla buluşamayacagını hiç düşünmüyordu; fakat
Kasım ayında Westbahnhof'ta trenden indiğinde Hitler ortalıkta
yoktu. Yazın sonunda veya sonbaharda Stumpergasse’den taşınmıştı.
Frau Zakreys Kubizek’e, gönderilecek hiçbir adres bırakmadan
eşyasını orada bırakmış olduğunu söyledi. 173 18 Kasım’dan itibaren
polis kayıtlarında, Westbahnhof yakınlarındaki, Felberstrasse 22,
Oda 16 adresinde oturan bir “öğrenci” olarak görünmektedir. Yeni
odası Stumpergasse’deki odasından daha havadardı ve muhtemelen
de kirası daha fazlaydı. 174
* Avusturya'nın Almanya tarafından ilhakı. (Ç.N.)
Kubizek’e haber bile vermeden bu ani gidişinin sebebi neydi?
Büyük bir olasılıkla sebep, Ekim 1908’de Akademi’ye başvurusunun
ikinci kez reddedilmiş olmasıydı; bu sefer sınava bile alınmamıştı. 175
Muhtemelen, tekrar başvuracağını Kubizek’e söylememişti. Bütün
bir yıl, ikinci bir deneme şansının olduğunu bilerek ve bu sefer
başaracağını düşünerek yaşamış olduğunu farz edebiliriz. Fakat
şimdi bir sanatçı olma umutları bütünüyle suya düşmüştü. Böyle
aşikar bir başarısızlıkla arkadaşının yüzüne bakamazdı. 176
Kimi hatalar içerse de, Kubizek’in hatıralarından, karakter
özellikleri daha sonraki parti liderinin ve diktatörün nitelikleriyle
uyuşan bir genç Hitler portresi çıkmaktadır. 177 Hayallerden beslenen
manik bir coşkunun ve enerjinin eşlik ettiği tembel bir hayat tarzı,
sanat özenticiliği, gerçeklik duygusunun eksikliği ve kişisel
duygulardan etkilenmeksizin neyin önemli neyin önemsiz olduğuna
karar verebilme yetisinin yokluğu, bildiğinden şaşmaz bir
otodidaktizm, benmerkezcilik, acayip bir hoşgörüsüzlük, ani
kızgınlıklar ve öfke patlamaları, büyük bir sanatçı olmasını
engelleyen herkese ve her şeye yönelttiği, hınç ve düşmanlık dolu
tenkitler: Bütün bu nitelikler Kubizek’in çizdiği on dokuz yaşındaki
Hitler portresinde görülebilir. Viyana’daki başarısızlıkları sonucunda
Hitler çevresindeki dünyayla giderek daha kavgalı, daha kızgın ve
hayal kırıklığına uğramış bir genç haline gelmiştir. Ama karşımızdaki
henüz, 1919’dan sonra ortaya çıkacak olan, politik düşünceleri Mein
Kampf'ta bütün hatlarıyla çizilmiş olan Hitler değildir.
Kubizek kendi anlatısında -daha çok kültürel ve sanatsal
meselelerle ilgileniyor olsa da- Hitler’in politik gelişimini yazarken
Mein Kampf'ı okumuştu. Bölümler yer yer, Hitler’in Viyana’daki
“politik uyanışı”na dair kendi anlatılarını yoğun bir şekilde
hatırlatmaktadır. Buna bağlı olarak Kubizek’in beyanları güvenilir
değildir ve sık sık da inandırıcılıktan uzak düşmektedir; Hitler’in bu
evrede bir savaş karşıtı, bir pasifist olduğu iddialarını buna örnek
verebiliriz. 178 Bununla birlikte Hitler’in politik bir bilinç
geliştirdiğinden şüphelenmemiz için bir neden yoktur. Kubizek’le
birlikte gidip gördükleri,179 birçok dilin konuşulduğu parlamentoyu
acı bir şekilde küçümsemesi, keskin Alman milliyetçiliği, çok uluslu
Habsburg devletine duyduğu yoğun nefret, “Viyana sokaklarındaki
etnik kargaşaya” 180ve “Alman kültürünün bu eski şehrini çürütmeye
başlamış olan yabancı halklar karışımına” duyduğu tiksinti. 181 Bütün
bunların, ilk kez Linz’deyken içine işlemiş olan unsurları kendince
radikalleştirip vurgulamasından başka bir şey olmadığı
söylenebilir. 182 Hitler Mein Kampf'ta bunları etraflıca anlatmıştır. 183
Viyana’daki ilk aylarının bu görüşleri derinleştirip keskinleştirdiğine
şüphe yoktur. Öte yandan, Viyana döneminde Yahudilere karşı
tavrının kesin biçimini almasının iki yıl aldığını Hitler’in kendisi bile
belirtmektedir. 184Kubizek’in, Hitler’in “dünya görüşü”ne Viyana’da
birlikte olduktan dönemde ulaştığı yorumu bir abartıdır. 185 Hitler’in
“dünya görüşü” o dönemde henüz tamamına ermemiştir. ideolojisinin
temel taşı olan patolojik Yahudi nefreti oluşum aşamasındadır.
IV

Hitler’in Felberstrasse’de kaldığı dokuz ay boyunca neler yaptığını


bilen biri yok. 186 Sonradan ortaya çıkan Marie Rinke adlı genç bir
kadın, Adolf'un kaldığı binada ara sıra karşılaşıp konuştuklarını, onu
diğer genç erkeklerden ayıran sessiz, sakin tarzının üzerinde olumlu
bir etki bıraktığını iddia etmiştir. 187 Bu tanıklık da olmasa Hitler’in
Viyana’daki bu evresi tamamıyla karanlıkta kalacaktır. Buna rağmen,
obsesif derecede ırksal bir antisemitist olmasının tam da bu aylara
denk düştüğü sık sık öne sürülmüştür. 188
Felberstrasse’de Hitler’in yaşadığı yerin yakınında, tütün ve gazete
satan bir büfe vardı. Kafelerde oburca yalayıp yuttuklarının dışında
kalan gazete ve dergileri muhtemelen buradan alıyordu. O dönemde
piyasada olan çok sayıdaki ucuz, beş para etmez dergilerden
hangilerini okuduğunu kesin olarak bilmiyoruz. Olasılıkla bunlardan
biri Ostara adlı ırkçı bir dergiydi. 189 1905 yılında çıkarılmaya
başlanan bu dergi, (asıl adı Adolf Lanz olmakla birlikte) Jörg Lanz
von Liebenfels adıyla tanınan aykırı bir eski Cistercium keşininin
çarpık ve sıradışı muhayyilesinin ürünüydü. 190 Bu kişi daha sonra,
Linz ile Viyana arasında Tuna kıyısındaki harabe halindeki bir kalede,
Burg Werfenstein’da kendi tarikatını da kuracaktı: (gamalı haç da
dahil olmak üzere gizemli sembol ve işaretlerin yer aldığı görkemli
bir törene sahip) “Yeni Tapınakçılar Tarikatı”
Lanz, Guido von List’in -“von” eki, “Ari yönetici sınıfın” bir üyesi
olmasının onuruna eklenmişti- ideolojisinin izinden gitmişti. List, çok
sayıdaki yazılarıyla, Ari-Germen ırkının dünyayı yönetmeye yazgılı
üstün bir ırk olduğu inancına tapanların gurusu olma sicilini
edinmişti. List’in gamalı haçın popülerlik kazanmasında da payı vardı.
Gamalı haç antik Hindu sembolleri arasında güneşin simgesiydi ve
Lanz bunu, “Mağlup Edilemez”in, Germen Kahraman’ın, “Yaradılıştan
Kudretli Olan”ın simgesi olarak kabul etmişti. 191 Hitler’in List’in
fikirlerinden haberdar olduğu kesindir. 192 Aynı zamanda ateşli bir
Schönerer destekçisi olan193 Lanz, imkansıza yakın olanı başarmış ve
List’in gülünç fikirlerini bir adım ileri götürmüştü.
Lanz ve destekçileri, kahraman ve yaratıcı “sarışın" ırkla, -insanlığı
ve insanlığın kültürünü yozlaştırıp yok eden hayvani şehvet ve
hayvani içgüdülerle- “sarışın" kadını avlayan, koyu renkli “hayvan
erkeğin” ırkı arasındaki manici bir mücadelenin homo-erotik
nosyonlarına takıntılıydılar. Modern dünyanın kötülüklerinin
üstesinden gelmek ve “sarışın” ırkın egemenliğini yeniden kurmak
için Lanz’ın da verdiği reçete, ırksal saflık ve ırksal mücadeleydi.
Buna kölelik ve zorunlu kısırlaştırma ya da aşağı ırkların kökten yok
edilmesi, yozlaştırıcı etkilerin aracı olarak görülen sosyalizmin,
demokrasinin ve feminizmin ortadan kaldırılması ve Ari ırk
kadınlarının kocalarına tam bir itaat içinde bulunmaları da dahildi. 194
Bütün bunları özlü bir şekilde şöyle ifade etmek mümkündü: “Bütün
ulusların sarışın mavi gözlüleri, birleşin!"195 Aslında Lanz’ın tuhaf
fantezileriyle ve kadınlardan nefret eden ırkçı kafadan çatlaklar
güruhuyla, SS’lerin ikinci Dünya Savaşı sırasında uygulamaya
koydukları ırksal ayıklama programı arasında ortak çok yön vardır.
Yine de Lanz’in fikirlerinin Himmler’in SS’i üzerinde doğrudan bir
etkisinin olup olmadığı sorgulanabilir. Lanz’ın tarihte “Hitler’e
fikirlerini veren” kişi olarak tekil bir yeri olduğu iddası kabul
edilemez bir nitelik taşımaktadır. 196
Hitler’in Ostara'yı okuduğuna ve bundan en azından bir ölçüde
etkilendiğine genelde kesin gözüyle bakılır. 197 Hitler Mein Kampfta
antisemitizme “dönüşünü” anlatırken -tarih vermeksizin- konu
üzerine okumaya başladığını söyler ve devam eder:

hayatımın ilk antisemitik broşürlerini birkaç heller ödeyerek


salın aldım. Ne yazık ki bütün bu broşürler, prensip olarak
okurun Yahudi sorununu belli bir dereceye kadar bildiği ya da
meseleyi anladığı öngörüsünden yola çıkarak yazılmışlardı.
Bunun yanı sıra çoğu kısmında bende şüphe uyandıracak bir
tarzı vardı; çünkü öne sürdüğü savı desteklemek kaygısıyla
bilimsellikten ve anlayıştan şaşırtıcı derecede uzak argümanlar
içeriyordu.
Haftalarca, hatta aylarca tekrar aynı noktaya döndüm.
Her şey bir bütün olarak bana öyle azametli, suçlamalar o
kadar sınırsız görünüyordu ki, haksızlık yapacağım kaygısıyla
işkence çekiyor ve bunun sonucunda tekrar kaygılı ve kararsız
olduğum o noktaya dönüyordum. 198
Hitler bu bölümde, sanki tek değil birçok broşür varmışçasına
broşürün adından bahsetmiyor. Ayrıca Ostara’nın onu acil olarak
“Yahudi Sorunu" üzerinde durmaya zorlayıp zorlamadığından da
şüphe edilebilir. Ostara aslında antisemitizmden çok ırksal teoriler
üzerinde duran bir yayındı; antisemitizm ikincil geliyordu. 199 Hitler’in
Ostara hakkında fikir sahibi olduğuna dair esas kanıt savaş
sonrasında yapılan bir röportaja dayanmaktadır. Bu röportajda Lanz,
1909’da Felberstrasse’de yaşadığı dönemde Hitler’i tanıdığını,
Hitler’in kendisini ziyaret edip derginin geçmiş sayılarını istediğini
iddia etmektedir. Lanz, Hitler’in üstü başı oldukça dökük
göründüğünden dergiler karşılığında hiçbir şey istemediğini ve eve
dönüş parası olarak da ona 2 kronen verdiğini söylüyor. 200 Bu olaydan
on yıl sonra Münih’te öyle böyle tanınan biri olacak Hitler’i Lanz’ın o
dönemde nasıl tanıdığı -iddia edilen olaydan kırk yıl sonra yapılan-
söyleşide sorulmuyor. 201 Savaş sonrasında yapılan röportajlardaki
Hitler’in Ostara okuduğuna dair bir diğer tanıklık, Hitler’in Viyana
yıllarındaki düzmece “anıları”nın bazılarını kaleme almış olan Josef
Greiner’inkidir. Greiner kitabında Ostara’dan bahsetmez; fakat daha
sonra 1950’lerin ortalarında ona bu konu sorulduğunda, Hitler’in
1910’dan 1913’e dek Erkekler Yurdu’nda yaşarken bir yığın Ostara
dergisine sahip olduğunu ve eskiden Katolik olan Grill isimli biriyle
(kitabında böyle birinden hiç bahsetmemektedir) yaptığı ateşli
tartışmalarda Lanz’ın ırkçı teorilerini savunduğunu “hatırlar”. 202
Üçüncü tanık Elsa Schmidt-Falks isimli eski bir Nazi memurudur. Bu
kişinin tek hatırlayabildiği, Hitler’in homoseksüellik hakkında
konuşurken Lanz’dan ve Lanz’ın eserlerinin yasaklanmasıyla
bağlantılı olarak da (böyle bir yasağa dair hiçbir kanıt yoktur)
Ostara’dan bahsettiğini işittiğidir. 203
Hitler büyük ihtimalle, Viyana’daki gazete raflarında göze çarpan
başka ucuz ırkçı yayınlarla birlikte Ostara’yı da okuyordu. Ama kesin
bir şey söyleyemeyiz. 204 Okuduğunu farz etsek bile neye inandığından
emin olamayız. Onun, Birinci Dünya Savaşı yenilgisinden hemen
sonra ortaya çıkan, bilinen ilk antisemitik açıklamaları Lanz’ın
müphem ırkçı doktrininden hiçbir iz taşımamaktadır. 205 Daha
sonraları sık sık, völkisch hiziplerden ve Germen tapıncının
aşırılıklarından küçümsemeyle bahsetmiştir.206 Eğer Elsa Schmidt-
Falk’ın şaibeli tanıklığını göz ardı edersek, Hitler’in Lanz’ın ismini hiç
anmadığını düşünebiliriz. Nazi rejimi açısından, nevi şahsına
münhasır bu tuhaf Avusturyalı ırkçı, minnettar olunacak biri değil,
“ırkçı düşünceleri gizli bir doktrinle tahrif etmekle” suçlanacak
biriydi. 207
Hitler elindekini avucundakini tüketince, 1909 Ağustos’unun
ortasında Felberstrasse’den ayrıldı ve yakınlardaki
Sechshauserstrasse 58 numaradaki, çok kısa bir süre kalacağı daha
perişan durumdaki bir odaya taşındı; bu süreçte Lanz von Liebenfels
hayranı olmadığı kesindir. 208 Antisemitik düşüncelere sahip olmakla
birlikte Schönerer taraftan olmadığına da şüphe yoktur; muhtemelen
o döneme dek dünyanın hastalıklarına bulduğu çözüm, ırksal bir
antisemitizm doktriniydi.
Hitler Sechshauserstrasse’de bir aydan daha kısa bir süre kaldı. Ve
16 Eylül 1909’da buradan ayrıldığında ne gerekli polis formunu
doldurmuş ne yeni bir adres bırakmış, muhtemelen ne de kirasını
ödemişti. 209 Sonraki aylar boyunca Hitler yoksulluğun anlamını
gerçekten öğrendi, ilerde anılarında 1909 sonbaharından “bitmeyen
acı bir dönem” diye bahsederken abanmıyordu. 210 Elindeki bütün
para tükenmişti. Her ay Viyana’ya 25 kronenlik yetim aylığını
gönderebilmesi için vasisine bir adres bildirmek zorundaydı. Öte
yandan 25 kronen hayatta kalmasına yetecek bir miktar değildi. 211
1909’un ıslak ve soğuk güz mevsimi boyunca hava müsait olduğu
sürece açık havada, koşullar bunu imkansız kıldığında da muhtemelen
çok ucuz odalarda uyudu. 212 Kısa bir süre sonra tanışacağı Reinhold
Hanisch onun Kaiserstrasse’deki ucuz bir kafede uyuduğundan
bahsetmektedir. 213 Kasım ayında loşa bir süre Simon-Denk-Gasse
II'de kaldığı söylense de bu pek ihtimal dahilinde görünmemektedir.
Bu tarihte düzenli kira ödeyecek kadar parası olduğu şüphelidir;
verdiği adres, şehrin güneyinde orta sınıfın oturduğu bir bölgedeki
sıradan uğrak yerlerinden biridir ve Hitler’in burada yaşadığına dair
hiçbir resmi belge mevcut değildir. 214
Hitler işte şimdi dibe vurmuştu. 1909 Noel’inden önceki haftalarda
bir gün, Schönbrunn Sarayı’ndan çok da uzakta olmayan Meidling’de
yakın zamanda kurulmuş düşkünler yurdundaki (Asyl für Obdachlose)
yertsiz yurtsuz aylakların arasına katıldı; bir deri bir kemik kalmıştı,
pejmürde bir haldeydi, giysileri bit pire kaynıyordu ve ayakları
yürümekten yara olmuştu. 215 Bir küçük burjuvanın sosyal düşüşü,
proletarya sınıfına katılmasıyla korkunç bir tarzda böylece sona
ermiş oldu. 216 Yirmi yaşındaki sözümona sanat dehası toplumun en alt
kademesindeki serserilerin, talihsizlerin, ayyaşların arasındaki yerini
almıştı.
Hitler’in Reinhold Hanisch’le tanışması bu zamana denk düşer. Her
ne kadar şüpheli yanları olsa da Hanisch’in tanıklığı, Adolf'un
Viyana’daki bir sonraki evresine ışık tutan tek kaynaktır. 217 Kendini
“Fritz Walter” ismiyle tanıtan Hanisch esas olarak Sudetenland’lıydı
ve polis kaydında işlediği ufak tefek suçlar vardı. Kendine ressam
dese de, Berlin’den Viyana’ya dek uzanan hayat yolu üzerinde
uşaklıktan ameleliğe dek birçok geçici işte çalışmıştı. 218 Reinhold’la
karşılaştıklarında Hitler oldukça sefil bir durumdaydı: Üzerindeki
ekoseli mavi takım dökülüyordu, yorgundu, açtı, ayakları yara
içindeydi; güz sonlarındaki bir gecede, bir hostel yatakhanesinde
onunla bir parça ekmeği paylaşmış ve Alman olan her şeye coşkuyla
yaklaşan bu kişiye Berlin hikayeleri anlatmıştı. 219 Hostel geçici bir
ikamet olanağı sunuyordu, ancak geceleri kalmak mümkündü.
Sunduğu imkanlar giysilerin dezenfekte edilmesi, duş veya banyo,
ekmek ve çorba, yatakhanede de bir yataktı. Ama burada kalanlar
gün boyunca kendi başlarının çaresine bakmak zorundaydılar.
Oldukça üzgün ve depresif bir ruh halinde görünen Hitler sabahları
diğer yoksullarla birlikte, yakınlardaki Gumpendorferstrasse’de,
rahibelerin çorba dağıttığı bir manastıra gidiyordu. Kalan zamanını
yoksullar için yapılmış ısınma odalarında geçiriyor ya da biraz para
kazanmaya çabalıyordu. Hanisch onu yanında kar küremeye
götürmüştü fakat paltosuz böyle bir işe uzun süre dayanmasına
imkan yoktu. 220 Westbahnhof'da yolcuların bagajlarını taşıyarak üç
beş kuruş kazanmaya çabalıyordu ama görünüşü dolayısıyla
muhtemelen pek müşterisi olmuyordu. 221 Viyana’da kaldığı yıllar
içinde beden gücüne dayanan başka bir iş yapıp yapmadığını
bilmiyoruz. Elindeki para tükenirken çalışma ihtimaline kafa
yormamıştır. 222 En çok paraya ihtiyaç duyduğu zaman da fiziki
durumu, sağlığı buna müsait değildir. 223 Sonraları, “iş ortağı”
Hanisch bile resim satarak kıt kanaat geçinirken Hitler’in bu
tembelliği karşısında kendini tutamayıp öfkelenmiştir. 224 Mem
Kampfta anlattığı, sendikacılığı ve Marksizmi bir inşaatta çalışırken
maruz kaldığı kötü muameleler dolayısıyla öğrendiği şeklindeki
hikayenin gerçeğe dayanmadığı neredeyse kesindir. 225 Hanisch, o
dönemde bu hikayeyi Hitler’den hiç duymamış, nitekim sonrasında da
hikayenin gerçekliğine inanmamıştır. 226 “Söylence” muhtemelen,
Hitler’in yaşadığı günlerde Viyana’daki genel anti-sosyalist
propagandanın bir ürünüdür. 227
Bu arada Hanisch’in bedenen çalışmaktan daha iyi fikirleri vardı.
Hitler ona ailesinden bahsetmişti ve Hanisch de onu, muhtemelen
eğitimi için ihtiyacı olduğu bahanesiyle, ailesinden para istemeye ikna
etmişti. Kısa bir süre sonra Hitler’in eline 50 kronen geçti; bu parayı
teyzesi Johanna’dan aldığı neredeyse kesindir. 228 Bu para sayesinde
devlet icra deposundan bir palto alabildi. 229 Uzun paltosu ve yağlı
fötr şapkası, bir göçebenin ayakkabılarını andıran ayakkabıları,
yakasından fışkıran kılları ve çenesinin üzerini kaplayan koyu renk
ayva tüyleriyle Hitler’in görünüşü, bir arada olduğu serserilerin bile
bunun üzerine konuşmasını sağlayacak denli kışkırtıcıydı. Boer
liderine ithafen ona “Ohm Paul Krüger” lakabını takmışlardı. 130 Ama
teyzesinden aldığı hediye daha iyi dönemlerin yolda olduğu anlamına
geliyordu. Artık, Hanisch’in hayalini kurduğu küçük iş macerasına
girişmek için gerekli malzemeyi satın alabilirlerdi. Hitler’den resim
çizebildiğini duymuş olan Hanisch -Hitler aslında ona Akademi’de
okuduğunu söylemişti- bir plan yapmıştı: Adolf Viyana manzaraları
çizecek, Hanisch bunları işportada satacak ve kârı paylaşacaklardı.
Bu ortaklığın düşkünler evinde mi, yoksa 9 Ocak 1909’da Hitler’in,
şehrin kuzeyindeki, daha saygın bir muhiti olan Erkekler Yurdu’na
taşınmasından kısa bir süre sonra mı başladığı Hanish’in karmaşık
anlatısından çıkaramamaktadır. Kesin olan şey teyzesinden gelen
parayla Meldemannstrasse ye taşındığı ve Hanisch’le birlikte yeni bir
işe giriştiğidir; Hitler için en kötü günler artık sona ermiştir. 231
Erkekler Yurdu, Meidling hostel’inden sonra büyük bir seviye
atlamaktı. Burada kalan 500 kişi işsiz güçsüz serseriler değildi;
sakinlerinin büyük bir kısmını, şansları yaver gitmemiş kişilerden -din
adamları, eski akademisyenler ve emekli subaylar- veya iş ararken ya
da geçici bir işte çalışırken burada kalmaya katlananlardan oluşan
karışık bir kitle oluşturuyordu, hepsinin de ortak özelliği gidecek bir
aile evlerinin olmamasıydı. Birkaç yıl daha önce yapılmış olan
Erkekler Yurdu, hostel’in aksine (kimisi zengin Yahudi ailelerinden
gelen) kişisel bağışlarla ayakta duruyordu ve geceliği 50 hellere
kişiye bir parçacık mahremiyet imkanı tanıyordu. Kalanların
gündüzleri boşaltmak zorunda oldukları ama bir kurala bağlı olmasa
da öyle ya da böyle ellerinde tutabildikleri kendilerine ait bir
bölmeleri vardı. Yemeklik malzeme ve alkolsüz içki satın alınabilecek
bir kantin, yemeklerini hazırlayabilecekleri bir de mutfak vardı;
tuvaletlerin yanı sıra kalanların kişisel eşyalarını koyabilecekleri
küçük dolaplar da mevcuttu. Bodrum katta banyolar, bir terzi,
ayakkabı tamircisi, bir berber, çamaşırhane vardı, ayrıca temizlikle
ilgili imkanlar sunuluyordu. Zemin katta küçük bir kütüphane vardı.
Birinci katta dinlenme salonlarıyla, gazetelerin bulunduğu bir okuma
odası bulunuyordu. Kalanların çoğu gün boyunca dışarıdaydı fakat
esas olarak alt orta sınıftan gelen ve u intelligerıtsia” olarak görülen
on beşyirmi kişilik bir grup “çalışma odası” veya “yazı odası” denilen
daha küçük bir odada toplanıyor ve burada -reklam afişleri boyamak,
adres yazmak gibi- birtakım tuhaf işler yapıyorlardı. 232 Hanisch ve
Hitler’in işlerini yürüttükleri yer de burasıydı.
Bu işte Hanisch’e düşen rol Hitler’in daha çok kartpostal
boyutlarında yaptığı resimleri, pubların bulunduğu yerlerde
dolaşarak satmaktı. Ucuz çizimleri kullanabilecek döşemecilerden ve
çerçevecilerden oluşan bir pazar da bulmuştu kendine. Düzenli
olarak mal verip, parasını düzenli olarak aldığı satıcıların çoğu
Yahudi idi. Hanisch’e göre Hitler, Yahudilerin iyi iş adamları ve
“Hıristiyan” tüccarlardan daha güvenilir müşteriler olduğunu
düşünüyordu. 233 Yahudi düşmanlığı fikrine sahip olmasında Viyana
döneminin önemine dair kendi savlarının ve sonraki olayların ışığında
baktığımızda göze çarpan bir şey, bu küçük sanat üretimi işindeki
(Hanish’den ayrı olarak) en yakın ortağı Joseph Neumann’ın da bir
Yahudi olması ve görünüşe göre bu kişiyle dostça bir ilişki sürdürmüş
olmasıdır. 234
Hitler hep kopya resimler yapıyor, bazen uygun bir konu veya obje
bulmak için müzeleri ya da galerileri dolaşıyordu. Hitler tembeldi ve
resimleri onun yaptığı süreden daha kısa zaman içinde elden çıkaran
Hanisch tarafından dürtüklenmesi gerekiyordu. Genelde günde bir
resim yapıyor, Hanisch bunu yaklaşık 5 kronene satmayı hedefliyor,
sonunda da kârı paylaşıyorlardı. Bu şekilde mütevazı bir hayat
sürüyorlardı. 235
Erkekler Yurdu’ndaki okuma odasında yapılan sohbetlerin temel
konularından biri politikaydı ve çabuk alevlenen karakterleri
nedeniyle ortam çabucak kızışabiliyordu. Hitler bu tartışmaların
hepsine katılıyordu. 236 Sosyal Demokratlara ateşli bir şekilde
saldırması Erkekler Yurdu sakinlerinden bazılarıyla başının derde
girmesine yol açmıştı. 237 Schönerer’e ve Karl Hermann Wolfa (esas
tabanı “Sudetenland”da olan Alman Radikal Partisi’nin kurucusu) olan
hayranlığıyla tanınıyordu. 238 Lueger’in başarılan onu daha da
coşturuyordu. 239 Siyaset, üzerine konuşmadıklarında Hitler -
dinlemeye istekli olsunlar ya da olmasınlar- arkadaşlarına Wagner’in
müziğinin mükemmelliği veya Gottfried Semper’in Viyana’nın anıtsal
yapılarındaki tasarımlarının olağanüstülüğü hakkında konferanslar
veriyordu. 240
Siyaset ya da sanat üzerine olsun, okuma odasındaki “tartışmalara”
katılma ihtimali Hitler’i çalışmaktan alıkoymaya yetiyordu. 241 Yaz
geldiğinde Hanisch, Hitler’in siparişleri karşılayamıyor olmasından
artık bayağı bir rahatsızlık duymaya başlamıştı. 242 Hitler sipariş
üzerine resim yapamadığını, uygun bir ruh halinde olması gerektiğini
söyleyerek kendini savunuyordu. Hanisch ise onu, sırf yumurta
kapıya geldiğinde resim yapmakla suçluyordu. 243 Resimlerinden
birinin umulmadık bir fiyata satılmasının ardından, Haziran ayı içinde
birkaç gün Neumann’la birlikte Erkekler Yurdu’ndan yok oldular.
Hanisch’in tahminine göre bu süre içinde, birlikte Viyana’yı dolaşıp,
müzeleri gezdiler. 244 Ama büyük bir ihtimalle, aralarında
Waldviertel’e kısa bir ziyaret yapıp Johanna Teyze’den bir miktar
para sızdırmak da dahil olmak üzere, kısa süre içinde başarısızlığa
uğrayacak başka iş “planlan” peşindeydiler. 245 Hitler ve Erkekler
Yurdu’ndaki ahbapları bu dönemde, biraz para getirecek çılgınca
herhangi bir fikir -mucizevi bir saç çıkarma yöntemi bunlardan
biriydi- üzerinde kafa yormaya hazırdılar. 246 Sebebi ne olursa olsun
Hitler ortalıktan bir süreliğine yok oldu ve beş gün sonra parasının
bitmesi üzerine Erkekler Yurdu’na ve Hanisch’le ortaklığına geri
döndü. Bununla birlikte ilişkileri artık daha da gerilimli bir hal almıştı
ve Hitler’in bir resimde parlamento binasını olağandan daha büyük
çizmesi üzerine bütün bu gerilim patladı. Hitler bir aracı -Erkekler
Yurdu’nda Hitler’in grubu içinde yer alan, Siegfried Löffner isminde
yine Yahudi olan bir müşteri vasıtasıyla Hanisch’i kendisini
dolandırmakla suçladı; bir sulu boya resim için önceden aldığı 9
kronenle birlikte, güya başka bir resim için aldığı parayı da Hitler’e
vermemiş ve toplam 50 kronenine el koymuştu. Olay polise aksetti ve
Hanisch -gerçek ismiyle değil sahte Fritz Walter ismiyle- birkaç gün
hapis cezası aldı. Fakat Hitler kendisine ait olduğunu düşündüğü bu
parayı ondan hiçbir zaman alamadı. 247
Hanisch’in ortadan kaybolmasının ardından, iki yıl ya da daha fazla
bir süre için Hitler’in hayatı neredeyse karanlığa gömülüyor. Tekrar
ortaya çıkması ise 1912-13 yıllarına denk düşüyor. Hâlâ Erkekler
Yurdu’nda yaşamaktadır; oradaki topluluğun saygın bir üyesi
olmasının yanı sıra kendi grubunun -yazı -odasındaki
“inteligentsia”nın- merkezindeki kişidir. 248 Hedefsiz bir şekilde
sürüklenmeye devam etse de düşkünler evinde yaşadığı alçaltıcı
durumdan çıkmıştır. 249 Karlskirche’nin yanısıra “Eski Viyana”nın
başka manzaralarını yapıp satıyor, bunlardan mütevazı bir gelir elde
ediyordu. 250 Çok idareli bir şekilde yaşıyor, ender olarak dışarı
çıkıyordu. 251 Erkekler Yurdu’ndaki yaşam giderleri de oldukça
düşüktü; yemeğini ucuzundan hallediyor, içki içmiyor, çok ender
olarak günde tek bir sigara içiyordu. Tek lüksü, tiyatro ya da operayı
ayakta seyretmek için arada bir aldığı biletlerdi (sonrasında yazı-
odasındaki “entelektüellere” bunlar hakkında saatlerce nutuk
çekiyordu). 252 Bu dönemdeki dış görünüşüne dair yapılan tasvirler,
birbiriyle çelişmektedir. 1912 yılında Erkekler Yurdu’nda kalan bir
kişinin sonradan yaptığı tarife göre Hitler’in o dönemde üstü başı
hırydi ve temizliğine, bakımına önem vermiyordu; yenleri yırtık, uzun,
grimsi bir palto, eskimiş bir şapka, delik deşik bir pantalon ve içine
kağıt tıkıştırılmış ayakkabılar giyiyordu. Saçları yine omuzlarına dek
uzun ve bıyığı kırpıktı. 253 Bu tanım, Hanisch’in yaptığı tanımla uyum
içerisindedir. Hanisch tam olarak tarih vermese de genel bağlamdan
onun yaptığı tarifin 1909-1910 yıllarına denk düştüğünü
çıkarsayabiliriz. 254 Diğer yandan, Hitler’in resimlerini satan Yahudi
müşterilerinden biri, Jacob Altenberg, Erkekler Yurdu’ndaki son
evresinde Hitler’i sinek kaydı traşlı, saçları düzgünce kesilmiş, eski
ve yıpranmış olmakla birlikte temiz tertipli giysiler içinde
hatırlamaktadır. 255 Kubizek’in, 1908 yılında birliktelerken Hitler’in
kişisel temizliğinde ne kadar titiz olduğundan bahsettiğini, ayrıca
sonraki temizlik fetişizmini göz önüne aldığımızda Altenberg’in
tanıklığı, Meldemannstrasse’deki son dönemindeki adı bilinmeyen
kişinin tanıklığından daha doğru görünüyor.
Ama dış görünüşü ne olursa olsun Hitler, başına -erkekler
hostel’inde yaşayan biri için dünyanın parası demek olan- hakiki bir
devlet kuşu konmuş bir adamın yaşamını sürmüyordu. Fakat uzun
süre buna inanıldı. Sahici kanıtlara değil tahminlere dayanmakla
birlikte, 1910’un sonlarına doğru eline yüklü miktarda bir para
geçtiği -belki de 3800 kronen kadar- öne sürüldü; bu, teyzesi
Johanna’nın yaşam boyu biriktirdiği paraydı. 256 Savaş sonrasında
yapılan incelemeler bu miktarın, hiçbir vasiyet bırakmadan
ölmesinden dört ay önce, 1 Aralık 1910’da Johanna’nın kendisi
tarafından banka hesabından çekilen miktar olduğunu gösteriyor. 257
Bu yüklü paranın Adolf'a gittiği tahmin ediliyor. Bu tahmini
güçlendiren bir olay, kızkardeşi Paula’ya bakmakta olan yan üvey
kızkardeşi Angela’nın, kısa, bir süre sonra, 1911 yılında, o dönemde
Adolf'la Paula arasında paylaştırılmaya devam edilen yetim aylığının
tümü üzerinde hak iddia etmesidir. ‘‘Sanat eğitimi için teyzesi
Johanna Pölzl'den zaten yüklü bir miktar para almış” olan Adolf,
kendine bakabilecek durumda olduğunu kabul etmiş ve o güne dek
her ay vasisinden aldığı 25 kronenden vazgeçmek zorunda
kalmıştır258 Ama daha önce de bahsettiğimiz gibi Hitler ailesinin
hesap defteri, Adolf'un “Hanitante”sinden küçük hediyelerin yanısıra,
muhtemelen 1917 yılında 924 kronenlik bir borç aldığını -gerçekte
bu da bir hediyeydi-, Viyana’daki ilk ve görece daha rahat yıllarını bu
parayla finanse ettiğini açık seçik göstermektedir. 259 Johanna
Teyze’nin Aralık 1910’da bankadan çektiği para her ne olduysa da,
bu paranın Hitler’e verildiğine işaret eden en ufak bir gösterge
yoktur ve 25 kronenlik yetim aylığının kaybı Hitler’in bütçesinde
büyük bir açık demektir. 260
Hitler Erkekler Yurdu’nda kaldığı süre içinde hayatını bir düzene
sokmuş olmakla birlikte, yasal olmayan yollardan resimlerini
pazarladığı süreç içinde huzursuz ve kaygılı görünmektedir. Uygun
bir şekilde ifade edildiği'üzere, o dönemde hâlâ içinde yaşadığı
“sosyal düzen için bir tehdit unsuru olmaktan çok o düzen tarafından
tehdit edilmektedir.”261 Kendi ifadesiyle, “amatör” resimlerine
horgörüyle bakmakta ve hâlâ resim eğitimi alması gerektiğini
hissetmektedir. 1910 yılında bir ara Akademi’ye girmek için tekrar
başvurmayı düşündüyse de bunun için bir adım atmadı; reddedilmiş
olmasının acısı ve kızgınlığı içinde öylece kalakaldı. 262
Hakkında hiç de iyi şeyler duymadığı adaşı sayılabilecek
Hanisch’den uzak durmak arzusunda olan Karl Honisch ise, Hitler’i
1913 yılında tanıdı. 1930’larda NSDAP-Hauptarchiv için yazdığı
anlatısında, Hitler’i olası en iyi biçimde yansıtma amacını güttüyse de,
ortaya Erkekler Yurdu’ndaki döneminin sonlarındaki haliyle makul bir
Hitler portresi çıkmıştır. Honisch zayıf, az beslendiği belli, yanakları
içine çökmüş, koyu renk saçları yüzünü örtmüş, üstü başı dökülen bir
Hitler tanımlamaktadır. Hitler Erkekler Yurdu’ndan pek çıkmaz,
hergün yazı-odasında pencerenin yanındaki aynı köşede oturur, uzun
meşe masada çizim ya da resim yapardı. Burası onun yeriydi ve yeni
gelen bir kişi oraya oturmaya kalktığında eskiler hemen “o yerin
sahibi olduğunu, oraya Herr Hitler’in oturduğunu” söyleyerek onu
uyarırlardı. 263 Yazı odasının müdavimleri arasında Hitler, sıradışı,
sanatçı bir tip olarak görülürdü. Kendisi daha sonra şöyle ifade
edecekti: “O günlerde beni tanıyanların biraz ayrıksı bulduklarına
inanıyorum.”264 Saygı gören biri olmasına rağmen, başkalarıyla
arasına mesafe koyan ve “kendisine çok yaklaşılmasına izin
vermeyen” bir tarzı vardı, diye belirtiyor Honisch. Bazen kenara
çekilir, bir kitaba veya düşüncelerine gömülürdü. Ama çabuk
parlayan bir karakteri olduğu biliniyordu. Ne zaman parlayacağı
belli olmazdı, ama daha çok, sık yaptıkları politik tartışmalarda
olurdu bu. Hitler’in politik meselelerdeki güçlü fikirleri onlar için
aşikardı. Bir tartışma başladığında genelde sessizce oturur, sonra
tartışmanın bir yerinde tuhaf bir laf ederdi, aksi takdirde çizimine
devam ederdi. Ama söylenen bir şeye ölkelendiyse yerinden fırlar
elindeki kalemi ya da fırçayı masaya fırlatır, ateşli ve şiddetli bir
şekilde varlığını hissettirirdi; bazen de, arkadaşlarının
anlayışsızlığına teslim olur, taşkınlığının tam ortasında susar ve
tekrar işine dönerdi. Bu saldırganlığı bilhassa iki konuda ortaya
çıkardı: -ellerinden epeyce çektiği bilinen- Cizvitler ve “Kızıllar”. 265
Yahudilere karşı çektiği nutuklardan hiç söz edilmemektedir.
“Cizvitler”le ilgili eleştirileri, Schönerer’in ateşli Katolik-karşıtlığı
için duyduğu eski coşkunun közlerinin hâlâ sıcak olduğunu
düşündürmektedir; halbuki o dönemde Schönerer hareketi fiilen
dağılmış durumdaydı. 266 Sosyal Demokratlara duyduğu nefret ise
uzun dönem öncesine dayanmaktadır. Mein Kampf'ta bu nefretin
nasıl doğduğunu kendisi şöyle anlatır -daha önce de belirttiğimiz gibi
bunun uydurma bir hikaye olduğu neredeyse kesindir: Kısa süreliğine
çalıştığı bir şantiyede güya Sosyal Demokrat işçilerin ellerine
düşmüş, politik fikirlerine karşı çıktığı ve sendikaya katılmayı
reddettiğinden dolayı onlar tarafından hem tehdit edilmiş hem de
haksızlığa uğratılmıştır. 267 Eğer Hitler, muhtemelen Erkekler
Yurdu‘nda kalırken veya öncesinde, Sosyal Demokrasi'ye karşı
eskiden beri hissettiği tiksintiyi açıkça ortaya serdiği için fiziksel bir
eziyete maruz kalmış olsaydı, bunu oradaki ahbaplarına anlatırdı,
diye düşünebiliriz. Ama Josef Greiner’inki hariç bu kişilerin sonraki
beyanlarında sözü edilen döneme dair böyle bir anekdota
rastlamıyoruz; zaten Greiner’in anlatısı Mein Kampf'tâki hikayenin
daha ayrıntılandırılıp, süslenerek tekrarlanmasından başka bir şey
değildir. 268
Aslına bakarsak, Hitler’in Sosyal Demokratların
enternasyonalizmine duyduğu tiksintiyi açıklamak için, Pan-Germen
milliyetçiliğine olan inancının ne kadar güçlü olduğuna bakmamız
yeterlidir. Franz Stein’ın Pan-Germen “işçi sınıfı hareketi”nin radikal
milliyetçi propagandası, “sosyal demokratik hayvanlığa”, “kızıl
terör”e karşı tekrarlanan çığırtkan saldırıları ve Çek işçilere karşı
ölçüsüz ajitasyonuyla birlikte, Hitler tarafından istismar edilen
“sosyalizm” türünü oluşturmaktadır269 Bu nefretin daha derinlerdeki
bir kaynağı büyük olasılıkla, Hitler’in Sosyal Demokrasinin temsil
ettiği işçi sınıfına karşı hissedip dile getirdiği sosyal ve kültürel
üstünlük duygusundadır. 270 “Aşağı sınıftan” olanlarla temasıyla ilgili
olarak “o dönemde beni en çok neyin dehşete düşürdüğünü
bilmiyorum” diye yazacaktı daha sonra, “arkadaşlarımın ekonomik
açıdan içinde oldukları sefalet mi. ahlaki ve etik bayağılıkları mı,
yoksa entelektüel seviyelerinin düşüklüğümü?”271 Mein Kampf'taki şu
bölüm bu konuda daha fazla şey anlatmaktadır:

Gençliğim hep küçük burjuva muhitlerde geçti, kol işçileriyle


pek az ilişkinin olduğu bir dünyadır bu... Bu sınıfla... kol işçileri
arasındaki uçurum sanıldığından daha derindir genelde. Bu
düşmanlığın sebebi... kol işçilerinin seviyesinin üstüne yakın
dönemde çıkmış olan bir sosyal grubun, hor gördüğü o sınıfın
içine tekrar düşmekten ya da en azından o sınıfa aitmiş gibi
görünmekten duyduğu korkudur. Birçok durumda, bu alt sınıfın
her tür kültürden mahrum olması nedeniyle hor görülmesini ve
sosyal münasebetlerinin kabalığını da eklemek gerekir buna.
Toplum içinde her ne kadar önemsiz bir statüye sahip de olsalar
küçük burjuvalar, geride bıraktıkları bu sosyal seviyeye kısa bir
süre için bile düşmeye dayanamazlar. 272

Hitler’in Sosyal Demokratlarla ilk karşılaşmasına dair anlatısının


uydurma olduğu neredeyse kesinse de, statü-bilinci açık seçik
ortadadır. O döneme dair yaptığı şu yorum bile bunu göstermeye
yeter: “Giysilerim az çok temiz tertipli, konuşmalarım kültürlü ve
davranış tarzım da görgülüydü.”273 Daha önce de bahsettiğimiz gibi,
Kubizek’le birlikte olduğu dönemde Hitler’in ne görünüşünün ne de
hayat tarzının proleterlikle en ufak bir ilgisi yoktur. 274 Daha sonraları
Erkekler Yurdu'nda yaşarken, yazı-odasının müdavimi olan
“entelektüel” grup içindeki bir “sanatçı” olarak, evde yaşayan kol
işçileriyle mesafesini hep korumuştur. Bu statü-bilinciyle, 1909-1910
yıllarında bir süreliğine proletaryanın seviyesine düşme tehditini
yaşadığında hissetmiş olması gereken alçalmanın ona ne korkunç bir
gerçeklik olarak göründüğünü hayal edebiliriz. Fakat bu durum, işçi
sınıfı hareketinin ideallerine karşı bir dayanışma duymasına sebep
olmak bir yana, bu harekete karşı düşmanlığını bilemekten başka bir
şeye yaramamıştır. Düşkünler evinin felsefesinde ne sosyal ne politik
teorilere yer vardı; geçerli olan şeyler hayatta kalmak, mücadele
etmek ve “herkesin kendisi için” var olmasıydı. 275
Hitler Mein Kampfta, “kendi çabalarıyla yaşamlarında önceki
konumlarından daha yüksek bir seviyeye” çıkan “sonradan
görmelerin”, “arkalarında bıraktıkları talihsizlere karşı her türlü
hassasiyetlerini ve merhametlerini” yok eden bu zorlu mücadelesini
anlatmaya devam eder. 276 Viyana’dayken “sosyal soruna” dair sözde
ilgisinin genel çerçevesi budur, İçine yerleşmiş olan üstünlük duygusu
onun açısından, kendi sosyal düşüşünü açıklamak için günah keçileri
araması anlamına gelen bir “sosyal sorun” yaratmıştır; ve bu bakışta
evsiz barksızlara, yoksullara karşı bir sempatinin yeri yoktur. “Bu
sefaletin içine düşmüş biri olarak, sosyal sorun beni sefaleti
'incelemeye' değil onu bizzat yaşamaya davet etmişti,” diye
yazmaktadır Hitler. 277
Benzer bir şekilde, Hitler’in Sosyal Demokrasi’ye dair görüşlerini
belirleyen de kişisel deneyimleridir. Hitler Sosyal Demokrasi’den
nefret etmekle kalmıyor aynı zamanda ondan korkuyordu. Viyana
caddeleri boyunca yürüyen işçilerin oluşturduğu “etten kemikten bu
dev canavarın” karşısında duyduğu tedirginlikten daha önce
bahsetmiştik. 278 Sosyal Demokrasi’de hissettiği tehlike "fiziksel
terörün önemini anlaması” açısından onda silinmez bir iz
bırakmıştır. 279 Hitler’in statü-bilincinden ve Sosyal Demokratlarla
yaşadığı kişisel deneyimlerinden kaynaklanan bu “kalp sıkışması” -
aslında iç organlarından gelen bir nefret duygusuydu- tek taraflı ve
açgözlü okumaları tarafından da destekleniyordu. Ciddi teorik
eserler okuyup okumadığı şüphelidir. Marksizm anlayışını
muhtemelen, büyük oranda Arbeiterzeitung gibi ordan burdan
bulduğu Sosyal Demokratik yayınlardan, bunun yanısıra milliyetçi ve
burjuva basının Marksizm karşıtı makalelerinden edinmişti. 280 Viyana
döneminin sonlarına gelindiğinde, Hitler’in Sosyal Demokrasi
nefretinin, her ne kadar temelleri sağlam olsa da, Schönererci Pan-
Germen milliyetçiliğindeki egemen düşünceden çok ilerilere gitmiş
olması pek muhtemel değildir. Fakat enternasyonal sosyalizmi bir
çözüm olarak reddetmesine neden olan şeyin, yani sefaleti ve düşüşü
bizzat kendisinin yaşamış olmasının fazladan eklediği bir radikalizm
vardı. Ancak Hitler’in Mein Kampf'ta da belirttiği üzere ta o
dönemde de mevcut olan Sosyal Demokrasi nefretinin ırksal
antisemitizm teorisiyle birleşmesinin, ona farklı bir "dünya görüşü”
sağladığı ve bu görüşün daha sonraları hiç değişmediği savı dikkate
alınabilir.
V

1919 yılındaki ilk politik makalelerinden 1945 yılında Berlin


sığınağındaki yazılarına dek açıkça görüldüğü biçimiyle Hitler
takıntılı ve patolojik bir antisemitist halini niçin ve ne zaman almıştır?
Bu paranoyakça nefreti milyonlarca Yahudi’nin öldürülmesine neden
olan politikaları biçimlendirdiğine göre bu sorunun önemi aşikardır.
Bununla birlikte yanıt bizim istediğimiz kadar açık ve net olmayabilir.
Aslında Hitler’in manik ve takıntılı bir antisemitist haline gelmesinin
ne nedenini ne de zamanını kesin olarak biliyoruz.
Mein Kampf ta Hitler’in bu konuyu kendi yorumuyla anlattığı ünlü
ve çarpıcı bir bölüm vardır. Buna göre Hitler Linz’de iken bir Yahudi
düşmanı değildir. Viyana’ya geldiğinde ilk başta antisemitik basın ona
çok itici gelmiştir. Ama hakim basının Habsburg sarayına karşı
yaltakçı tavrı ve Alman Kayzeri’ni kötülemesi, Hitler’in yavaş yavaş,
antisemitik bir gazete olan Deutsches Volksblatt’ı "daha edepli” ve
"daha ilgi çekici” bir çizgide bulmasına yol açmıştır. Bütün
dönemlerin en büyük Alman belediye başkanı Karl Lueger’e artan
hayranlığı, Yahudiler’e karşı tavrının -“hayatımdaki en büyük
dönüşüm”-değişmesine yardımcı olmuştur ve iki yıl içinde (başka bir
beyana göre sadece bir yıl içinde) dönüşümü tamamlanmıştır. 281
Bununla birlikte Hitler “Yahudi Sorunu”na gözlerinin açılmasını
sağlayan tek bir olayı öne çıkarmaktadır.

Bir gün, eski şehirden geçtiğim sırada, birdenbire uzun


kaftanlı, siyah lüle lüle saçlı bir adama rastladım. Bu bir Yahudi
miydi? İlk düşüncem işte bu oldu.
Emin olamamıştım, çünkü Linz’deki Yahudilerin dış görünüşleri
böyle değildi. Belli etmeden adamı dikkatle gözledim, ama bu
yabancı yüzü inceledikçe, yüzünün hatlarına baktıkça, kendime
ilk sorduğum soru da başka bir biçim almaya başladı:
Bu bir Alman mıydı?282
Bu karşılaşmanın ardından, antisemitik broşürler satın almaya
başladığını yazmaktadır. Şimdi artık onların “başka bir dine mensup
Almanlar değil, başlı başına bir halk olduğunu” görebilmekte ve
Viyana’ya bambaşka bir gözle bakmaktadır. “Nereye gitsem
Yahudileri görmeye başlamıştım ve daha çok Yahudi gördükçe onları
insanlığın geri kalanından daha kolay ve net ayırt eder olmuştum.”283
Kendi anlatısına bakarsak bu aşamadan sonra Yahudilere karşı
tiksintisi hızla büyümüştür. Hitler’in, Mein Kampf'ın bu sayfalarında
kullandığı dil, pisliğe, hastalığa ve hastalık bulaştırmaya dair -ki
bunların üçünü de Yahudilerle ilişkilendirmektedir- anormal bir
korkuyu açığa sermektedir. 284 Yeni keşfettiği bu nefreti hemen bir
komplo teorisi haline sokar. Şimdi, algıladığı her kötülüğün arkasında
Yahudileri görmektedir; liberal basın, kültürel hayat, fahişelik onların
eseridir ve hepsinden önemlisi Sosyal Demokrasi’nin önde gelen gücü
onlardır. İşte “o zaman birden gözlerim açıldı”. 285 Sosyal
Demokrasi’yle ilişkili olan her şey -parti liderleri, Reichstat’taki
milletvekilleri, sendika sekreterleri ve büyük bir tiksintiyle bahsettiği
Marksist basın- bütün bunlar şimdi ona Yahudi olarak
görünüyordu. 286
Hitler’in yazdığına göre bunu “kabul etmek” ona büyük bir iç
rahatlığı vermiştir. Sosyal Demokrasi’ye, bu partinin milliyetçilik-
karşıtı düşüncelerine yönelik geçmişe dayanan nefreti işte şimdi
zeminini bulmuştur: Bu partinin liderliği “neredeyse istisnasız,
yabancı bir halkın ellerindeydi”. “Halkımızı ayartıp yoldan
çıkaranların kimler olduğunu ancak o zaman tam olarak anladım.”287
Hitler, “Yahudi Marksist öğretisi” diye adlandırdığı şeyle Marksizmi
ve Yahudiliği birbirine bağlamıştır. 288
Açık seçik, canlı bir anlatıdır bu. Fakat Hitler’in döneminde
Viyana’ya dair veriler içeren diğer kaynaklarla doğrulanmamaktadır.
Aslında bazı açılardan bu kaynaklarla doğrudan çelişmektedir. Mein
Kampf'ın otobiyografik bölümleriyle ilgili tüm sorunlara rağmen,
Hitler’in manik ırksal antisemitizm düşüncesine Viyana yıllarında
sahip olduğu genel kabul gören bir savdır. Fakat Hitler’in kendi
sözcükleri dışında eldeki kanıtlar bu bakışı destekleyecek pek az veri
sunmaktadır. Yorumlar nihayetinde olasılık dengesine dayanmaktadır.
Kubizek, Hitler’in Linz’den ayrılmadan önce de bir antisemitist
olduğunu ileri sürmektedir. Hitler babasının “kozmopolit görüşlere”
sahip biri olduğunu ve antisemitizmi “kültürel bir gerilik” olarak
değerlendireceğini öne sürse de, Kubizek onun bu iddiasına ters
düşerek, Alois’in Leonding deki içki arkadaşlarının Schönerer
taraftan olduğu ve bu nedenle kendisinin de kesinlikle antisemitist
olması gerektiğini belirtmiştir. Kubizek aynı zamanda, Hitler’in
Realschule’de karşılaştığı, antisemitist olduklarını gizlemeyen
öğretmenlere de dikkat çekmektedir. Ayrıca iddiasına göre, bir gün
küçük bir sinagogun önünden geçerlerken Hitler ona, şu şey “Linz’e
ait değil," demiştir. Kubizek’e göre Viyana’nın bu konudaki etkisi
Hitler’de antisemitizm yaratmış olması değil, onda mevcut
antisemitizmi daha da radikalleştirmiş olmasıdır. Onun düşüncesine
göre Hitler Viyana’ya “zaten açık bir antisemitist olarak” gitmiştir. 289
Kubizek anlatısına, Viyana’da ikisinin birlikte olduğu dönemde
Hitler’in Yahudilere karşı nefretini açığa vuran birkaç olayı anlatarak
devam etmektedir. 290 Sözünü ettiği olaylardan biri Galiçyalı bir
Yahudiyle karşılaşmayı içermektedir ve bu, Hitler’in Mein Kampf'ta
sözünü ettiği kaftan hikayesidir. Ama hem bu olay, hem de Hitler’in
Kubizek’i bir Yahudi düğünü görmesi için güya bir sinagoga
götürmesi tamamen uydurma gibi görünmektedir. 291 Kubizek’in, iki
arkadaşın Viyana’da birlikte olduğu 1908 yılı içinde Hitler’in
Antisemitebind’a (Antisemitistler Birliği) üye olduğu iddiasının
yanlışlığı ise su götürmez. 1918 yılından önce Avusturya-Macaristan
devleti sınırları içinde böyle bir organizasyon mevcut değildir. 292
Aslına bakarsak Kubizek, Hitler’in antisemitizmini daha erken bir
tarihe mal etmeye çalıştığı kısımlarda genel olarak ikna edici
değildir. Anlatısının en az güvenilir bölümleri arasında yer alan bu
kısımlar, kısmen Mein Kampf'tan yola çıkarak yazılmışlardır, kısmen
hatıratının orjinal versiyonunda mevcut olmayan sonradan
uydurulmuş olaylardır ve doğru olmadıklarının ispat edilmesi zor
değildir. Kubizek savaş sonrasında yazdığı hatıratında kendini,
arkadaşının “Yahudi Sorunu”na dair radikal görüşlerinden uzak bir
şekilde tanımlamaya çabalamıştır. 293 Hitler’in daha Linz’deyken
Yahudilerden nefret ettiğini öne çıkarması da buna uygun bir
davranıştır. Hitler’in babasının -ki Kubizek onu bizzat
tanımamaktadır- aşikar bir antisemitist olduğu şeklindeki önermesi
muhtemelen doğru değildir. Daha önce de bahsettiğimiz gibi Alois
Hitler’in daha ılımlı tarzdaki Pan-Germenizm’i, Avusturya
İmparatoru’na devam eden sadakati açısından, Schönerer
hareketinin Pan-Germenizmi’nden farklılık taşımaktadır ve Yukarı
Avusturya’nın, Yahudilerin üyeliğini kabul etmiş olan egemen
partisinin, yani Deutsche Volkspartei’ın (Alman Halk Partisi) çizgisine
yakındır. 294 Radikal Alman milliyetçisi olduğu kadar şiddetli ölçüde
antisemitist de olan Schönerer hareketinin Linz’de ve civarında güçlü
bir taraftar kitlesine sahip olduğuna ve Hitler’in öğretmenlerinden
en azından bazılarının da bu kitleye dahil olduğuna şüphe yoktur.
Fakat Hitler’in okulunda antisemitizm meselesi, Çeklerle olan
uyuşmazlık meselesiyle karşılaştırıldığında nispeten önemsiz
kalmaktaydı. 295 Hitler Albert Speer’e “milliyetler meselesi”nin
eskiden beri farkında olduğunu bununla okulunda Çeklere karşı
gösterilen şiddetli düşmanlığı kastetmekteydi- fakat “Yahudi
tehlikesinin” farkına açıkça Viyana’da vardığını söylediğinde,
hatırladığı şey bu açıdan muhtemelen doğruydu. 296
Daha Linz’deyken Schönerer’in fikirlerini savunan genç Hitler, bu
fikirlerin ayrılmaz bir parçası olan ırksal antisemitizmi ıskalamış
olamaz. 297 Fakat Hitler’in Linz’de bulunduğu dönemde oradaki
Schönerer yandaşları açısından antisemitizm meselesi tali bir
sorundu, çünkü ortama egemen olan, Çeklere karşı koparılan
yaygaranın kakafonisi ve Germanomania çığırtkanlığıydı. Nitekim bu
durum Hitler’in, hastalığı sırasında annesini tedavi eden Yahudi
hekim Dr. Bloch’a kartpostallarda samimi minnettarlığını bildirmesini
ve sulu boya resimlerinden birini ona hediye etmesini
engellememiştir. 298 Hitler’in sonraki yıllardaki antisemitizminde
görülen ve bedeninin ta içinden gelen derin nefret tamamıyla farklı
bir şeydir. Linz’deki yıllarında Hitler’de böyle bir duygunun var
olmadığına şüphe yoktur.
1908 yazında Kubizek’ten ayrıldığında Hitler’in göze çarpar
biçimde antisemitist olduğuna dair hiçbir kanıt yoktur. Hitler’in kendi
iddialarına bakarsak, Viyana’ya geldiği ilk iki yıl içinde antisemitist
olmuştur. 299 O halde bu dönüşüm, Kubizek’i terk ettikten sonra bir
serseri gibi yaşadığı dönemde, özellikle Felderstrasse’de geçirdiği
yıllar içinde gerçekleşmiş olabilir mi? Lanz von Liebenfels’in tanıklığı
bu kronolojiye uymaktadır.300 Ama bu tanıklığın kıymetinin oldukça
şüpheli olduğunu zaten görmüştük. Hitler’in acınası bir yoksulluğun
içine düştüğü 1909 güzü, onun bir günah keçisi aramaya başlaması
ve aradığı şeyi bir Yahudi’de bulması için en uygun zaman gibi
görünmektedir. Ama Mein Kampf'ta iddia ettiği üzere o dönem,
Viyana’da yaşadığı yıllar içinde bu konuya dair “okumak” için
fırsatının en az olduğu dönemdir. 301
O dönemi izleyen aylarda yakın arkadaşı olacak Reinhold
Hanisch’in şu fikrindeki ısrarcılığını da kanıtlara ekleyebiliriz: “Hitler
o günlerde hiçbir şekilde Yahudilerden nefret eden biri değildi.
Sonradan öyle oldu,”302 Hanische konuya örnek teşkil etmek için
Hitler’in Yahudi arkadaşlarından ve Erkekler Yurdu’ndaki
ilişkilerinden bahsetmektedir. Robinsohn isminde tek gözlü bir
çilingir Hitler’e ara sıra küçük parasal yardımlarda bulunuyordu.
(Adamın gerçek ismi Simon Robinson’dur ve 1912-1913’te Erkekler
Yurdu’nda yaşadığının kanıtları mevcuttur.)303 Daha önce de
bahsettiğimiz Joseph Neumann, Hanisch’in belirttiği üzere, Hitler’in
“gerçek bir arkadaşı”dır. Söylendiğine göre bu kişi “Hitler’i çok
seviyordu” ve “tabii ki [Hitler de] ona çok değer veriyordu.”
Siegfried Löffner isimli (Hanish ismini Loeffler olarak yanlış
belirtmiştir) bir kartpostal satıcısı da “Hitler’in arkadaş çevresinden
biriydi” ve 1910 yılında Hitlerle Hanisch arasında yaşanan o sert
çatışmada Hitler’in tarafını tutmuştu. 304 Daha önce de söylediğimiz
gibi Hitler resimlerini Yahudi müşterilere saunayı tercih ediyordu; ve
bunların arasında Jacob Altenberg adlı bir müşteri, sonrasında
aralarındaki iş ilişkisinden olumlu anlamda bahsetmiştir. 305 Hanish’in
tanıklığı, 1912 ilkbaharında Erkekler Yurdu’nda kalan adı bilinmeyen
birinin sonradan yaptığı şu yorumla örtüşmektedir: “Hitler’in
Yahudilerle arası oldukça iyiydi, hatta bir keresinde onların
birbirlerini tutan zeki insanlar olduklarını, bu işi Alınanlardan daha
iyi yaptıklarını söylemişti.’’306
Hitler’in Erkekler Yurdu’nda geçirdiği üç yıl boyunca, antisemitik
gazeteleri, broşürleri ve ucuz yayınları incelemek için her tür fırsata
sahip olduğuna şüphe yoktur. Ama bu durumda kronolojinin, Hitler’in
Yahudi-karşıtı düşüncelere Viyana’ya geldiği ilk iki yıl içinde sahip
olduğu şeklindeki kendi iddiasıyla uyuşmamasını bir kenara bıraksak
bile, Karl Honisch’in, Hitler’in “Cizvitler” ve “Kızıllar”a dair güçlü
kanılarını yazı-odasındaki tartışmalarda her fırsatta şiddetle dile
getirdiği, fakat Yahudilere karşı bir nefretten hiç bahsetmediği
şeklindeki açıklaması yerli yerinde durmaktadır. Hitler Yahudilerle
ilgili yazı-odasındaki tartışmalara tabi ki iştirak ediyordu. Ama
Hanisch’in anlatısına göre, bakış açısı hiçbir anlamda negatif değildi.
Ona göre Hitler Yahudilerin gördükleri zulme karşı direnişlerine
hayrandı; Heine’ın şiirlerinden, Mendelson ve Offenbach’ın
müziğinden övgüyle söz ediyordu; onların çok tanrılılığı bırakıp tek
tanrılı dine geçen ilk uygar ulus olduklarını söylüyor; Yahudilerden
çok Hıristiyanları tefecilikle suçluyor; ve Yahudilerin ayinsel cinayet
işledikleri şeklindeki sürekli kullanılan Yahudi düşmanı ithamı saçma
buluyor, dikkate almıyordu. 307 Hitİer’le Erkekler Yurdu’nda birlikte
bulunduklarını iddia edenler arasında bir tek josef Greiner, o
dönemde Hitler’in fanatik bir Yahudi düşmanı olduğundan
bahsetmektedir . 308 Fakat daha önce belirttiğimiz gibi Greiner’in
tanıklığının bir değeri yoktur.
Bütün bunlara dayanarak, Hitler’in Viyana yıllarında paranoyakça
bir antisemitizme sahip olduğuna dair o dönemden gelen hiçbir
güvenilir kanıtın var olmadığını söyleyebiliriz. Aslında Hanisch’e
inanacak olursak söz konusu dönemde Hitler’de antisemitizmin
esamesi yoktur. Bundan başka, Hitler’in Birinci Dünya Savaşı
sırasındaki yakın arkadaşları da onun ciddi antisemitik düşünceler
dile getirdiğini hiç hatırlamamaktadırlar. 309 O zaman karşımıza şöyle
bir soru çıkıyor: Hitler Mein Kampf'ta antisemitizme “dönmesinin”
Viyana’da gerçekleştiğini iddia ederken yalan mı söylüyordu; yoksa,
Yahudilere karşı patolojik düşmanlığı kaybedilen savaşın sonucunda
yani 1918-1919 yıllarında mı ortaya çıkmıştı?310
Hitler ideolojik bir antisemitist olmasını Viyana’ya mal ederken
amacı neydi? Savaşın sonunda gerçekleşmiş bir “dönüşüm”ü gizlemek
için daha önce gerçekleşmiş bir dönüşüm hikayesi uydurmasının
sebebi ne olabilirdi? Bu soruların yanıtını, Hitler’in 1920’li yılların
başlarında kendisi için oluşturmakta olduğu imajda, özellikle
başarısız darbe girişimini izleyen dönemde ve dava sürecinde
bulabiliriz. Mein Kampf'ta kendisine dair çizdiği portre bunu
gerektirmekteydi; en başından beri karşılaştığı talihsizliklerden
yılmamış, akademik “kurumlar” tarafından reddedilmiş, özenli bir
çalışmayla kendini yetiştirmiş, -her şeyden önce yaşamdaki acı
deneyimleriyle- topluma ve politikaya dair eşsiz bir kavrayışa ulaşmış
ve hiçbir yardım almaksızın bu kavrayışla bütünlüklü bir “dünya
görüşü” oluşturmuş birinin portresidir bu. Söz konusu değişmez
“dünya görüşü” 1924 yılında ona ulusal hareketin önderi, aslında
Almanya’nın gelecekteki “büyük önderi” olma misyonunu
yüklemişti. 311 Muhtemelen bundan sonradır ki Hitler ideolojik
bulmacanın bütün parçalarının Viyana yıllarında yerlerine
oturduğuna kendini bile ikna etmişti. Öyle ya da böyle, ortada
1920’lerin başlarına dek olan hikayeyi yadsıyabilecek konumda
kimse yoktur. Savaşın bitiminde, Pasewalk’da bir hastanede hardal
gazından kör olmuş bir halde yatarken, Almanya’nın yenilgisinin ve
devrimin haberini işittiğinde ideolojik antisemitizm fikrini
benimsediğini kabul etseydi, şüphesiz bu durum kulağa o kadar da
kahramanca gelmeyecek ve bir histeriyi hatırlatacaktı.
Bununla birlikte, Hitler’in 1919 yılından yaşamının sonuna dek
süren şiddetli Yahudi düşmanlığı göz önüne alındığında, Avrupa’da
Yahudi karşıtlığının en şiddetli olduğu şehirlerden biri olan Viyana’nın
o berbat ve zehirli antisemitik atmosferinden etkilenmemiş olması
pek inandırıcı değildir. Burası yüzyılın başında radikal
antisemitistlerin Yahudiler ile Yahudi olmayanlar arasındaki cinsel
ilişkiyi sodomi olarak cezalandırdıkları; ve Paskalya zamanı ayinsel
çocuk cinayeti işlemesinler diye Yahudileri nezaret altında tuttukları
bir şehirdi. 312 Bu düşmanlığın yaratılmasında ırksal antisemitist
Schönerer’in bayağı bir katkısı olmuştu. Daha önce bahsettiğimiz
gibi Lueger, Sosyal Hıristiyan Partisi’ni güçlendirmek ve Viyana’daki
gücünü pekiştirmek için yaygın ve zalimce bir Yahudi düşmanlığını
propaganda unsuru olarak kullanmaktan kaçınmıyordu. Hitler ikisine
de büyük bir hayranlık besliyordu. Bu insanlara bu kadar hayranlık
duyup, mesajlarında temel olarak hep yer verdikleri antisemitizm
unsurundan etkilenmemiş olması pek mantıklı değildir. Yahudilere
karşı duyulan nefreti popülarize etmekten nasıl kazanç sağlanacağını
Lueger'den öğrendiği kesindir. 313 Hitler’in okuduğu ve özellikle
methettiği Deutsches Volksblatt ayan beyan antisemitik bir gazeteydi
ve o dönemde günde 55 bin adet satıyordu. Bu gazete Yahudileri
nifağın ve ahlaksal yozlaşmanın failleri olarak tanımlıyor; seks
skandallarını, sapkınlığı ve fahişeliği hep Yahudilerle
314
ilişkilendiriyordu. Muhtemelen uydurma bir olay olan Kaftanlı
Yahudi hikayesi bir yana, Hitler’in, antisemitik boyalı basından derin
Yahudi karşıtı önyargılara yavaş yavaş geçtiği ve Viyana yıllarında
bunun onun üzerinde bıraktığı etkiye dair kendi yaptığı tanımlaması
sahicilik taşımaktadır. 315
Muhtemelen Yahudilere karşı nefretini doğuran şey tek bir
karşılaşma değildir. Ailesiyle olan ilişkilerini göz önüne aldığımızda
bunun çözülmemiş oidipus kompleksiyle bir bağlantısı olabilir, ama
bu sadece bir tahmindir. 316
Hitler’in Yahudilerle fuhuşu birbirine bağlaması, anahtarın cinsel
fantezilerinde, takıntılarında ya da sapkınlıklarında olduğu yönünde
spekülasyonların onaya çıkmasına neden olmuştur. 317 Ama buna dair
yine güvenilir bir kanıt yoktur. Yahudilere dair bu tip cinsel
çağrışımları Deutches Volksblatt'tan derlemiş de olabilir. Daha basit
başka bir açıklama da vardır. Hitler Viyana’nın antisemitik
atmosferini içine çektiği dönemde henüz yeni bir kayıp yaşamıştır;
bunu başarısızlık, reddedilme, yalnızlık ve artan bir düşkünlük
izlemiştir. Kendisine dair kafasında kurduğu ve yıkılan büyük sanatçı
ya da mimar imajıyla, gerçek hayattaki toplum dışı kalma,
tutunamama dunımu arasındaki uçuruma bir açıklama bulması
gerekmiştir ve Viyana’nın antisemitik boyalı basını ona bu açıklamayı
sağlamıştır diye bir tahmin yürütülebilir. 318
Ama Hitler’in antisemitizmi gerçekten Viyana’da biçimlendiyse,
çevresindeki kişiler bunu niye fark etmemişlerdir? Buna çok beylik
bir yanıt verilebilir: Fanatik antisemitizmin, antisemitik duygusallığın
göbeğinde bu o kadar olağan bir şeydir ki kimse bunun farkına
varmamıştır. Suskunluğun değerlendirmesine dayanan bu argüman
aydınlatıcı olmaktan uzaktır. Ama yine de elimizde memnunluk verici
bir kanıt vardır: Hanisch’in ve adını bilmediğimiz bir kişinin Hitler’in
Yahudi arkadaşlarının varlığından söz etmesi. Bu durum, Hitler’in
Viyana’da antisemitist olduğuna dair kendi çarpıcı anlatısıyla tam bir
zıtlık içermektedir. Fakat Hanisch’in bir gözlemi Hitler’in o dönemde
gerçekten Yahudilerle ilgili ırkçı kanaatlere sahip olduğunu
düşündürür. Bir gün Yahudilerin Alman ulusu içinde niye hep bir
yabancı olarak kaldıktan sorulduğunda Hitler, “çünkü onlar başka bir
ırk,” diye yanıt vermiştir. Hanische’e göre, “Yahudilerin farklı bir
kokusu var,” diye de eklemiştir. Hitler’in sık sık “Yahudilerin torunları
oldukça radikal ve terörist temayüllere sahipler,” dediği de
söylenmektedir. Bir gün Neumann’la Siyonizm’i tartışırlarken Hitler,
Avusturya’dan ayrılan Yahudilerin parasına açıkça el konulacağını,
“çünkü o paranın Yahudilere değil Avusturya’ya ait olduğunu”
söylemiştir. 319 Eğer Hanisch’e inanacak olursak, bu durumda Hitler
Erkekler Yurdu’nda bir yandan Yahudilerle yakın ilişki içindeyken
aynı anda ırkçı antisemitizmi yansıtan görüşler geliştiriyor demektir.
Sözde büyük sanatçı, caddelerde satılacak küçük resimlerini elden
çıkarmak için Yahudilere muhtaçken ve böyle bir yakınlık
içerisindeyken, aynı zamanda, Viyana’nın boyalı basınından dökülen
ve zihninde keskin bir husumetin öne çıkıp, derinleşmesinden başka
bir işe yaramayan antisemitik incileri okuyor ve sindiriyor olabilir
miydi?320 Ayan beyan antisemitist olan Hanisch, Adolfa dair, “onda
kesin Yahudi kanı vardı, bir Hıristiyanın çenesinde o kadar gür bir
sakalın çıktığı nerde görülmüş” ve “tam çöldeki bir gezgine uygun
büyük ayakları vardı” dediğinde, değeri bilinmemiş dahinin şişmiş
egosu, kendine karşı duyduğu ve ifade etmediği nefreti içinde
yeşeren ırk-düşmanlığına dönüştürüyor olabilir miydi?321 Hanisch’in
belirttiği gibi Hitler’in Erkekler Yurdu’ndaki Yahudilerle gerçek bir
arkadaşlık ilişksi içinde olup olmadığından şüphe edilebilir. Hitler
yaşamı boyunca pek az sahici arkadaşlık kurmuştur. Ve yaşamı
boyunca, bir politikacı olarak ağzından sözler sel gibi dökülmesine
rağmen gerçek duygularını yakınındaki arkadaşlarından bile
gizlemekte usta olmuştur. Etrafındakileri zekice manipüle etme
yeteneğine de sahiptir. Erkekler yurdu’ndaki Yahudilerle ilişkilerinin,
en azından kısmen, onun amaçlarına hizmet ettiği açıktır. Robinson
ona para konusunda yardım etmiştir. Neumann da ufak tefek
borçlarını temizlemiştir. 322 Löffner Hitler ile satıcılar arasında
aracılık yapmıştır. 323 Yahudi satıcı ve tüccarlarla ilişkilerinde gerçek
duyguları ne olursa olsun, Hitler’in onlara karşı tavrı pragmatiktir:
Yahudilerden soyut bir düzeyde hoşlanmasa bile resimlerini sattıkları
sürece bunu sineye çekecektir. 324
Hitler’in Viyana’da kaldığı süre içinde ırksal bir antisemitist
olmadığı iddiası, büyük oranda Hanisch’in kanıtlarına ve eldeki
kıymetsiz kaynaklarda Hitler’in antisemitik görüşlerinden
bahsedilmiyor olmasına dayanarak sık sık öne sürüldüyse de, olasılık
dengelen farklı bir yorumu da akla getirmektedir. Hitler’in sonradan
kendisinin de iddia ettiği gibi Yahudilerden nefret etmeye Viyana’da
başlamış olması daha büyük bir olasılıktır. Fakat muhtemelen o
dönemde bu nefret, düşünülüp geliştirilmiş bir “dünya görüşümden
çok kişisel durumunu rasyonalize etme aracıdır. Kişisel bir nefrettir
bu; şehirde başına gelen ve kişisel sefaletinin nedeni olarak gördüğü
bütün belalardan, bütün fenalıklardan Yahudileri sorumlu
tutmaktadır. Fakat içselleştirmiş olduğu bu nefreti herhangi bir
şekilde ifade etmesi, antisemitik igneleyiciliğin oldukça normal
olduğu bu ortamda çevresindeki kişilerin dikkatini çekmemiştir. Ve
paradoksal bir şekilde, geçim parasını kazanmada ona yardım eden
Yahudilere ihtiyaç duyduğu sürece, gerçek görüşlerini
dillendirmemiş; hatta bazen, Hanisch’in de anlattığı gibi,
samimiyetsiz ibareleri yanlış anlaşılıp, Yahudi kültürüne iltifat olarak
degerlendirilebilmiştir. Bu mantık dizgesini izlersek, bedeninin
içinden gelen bu nefrete mantıksal bir kılıf giydirip, onu, merkezinde
antisemitizmin yer aldığı palazlanmış bir “dünya görüşü” haline
getirmesi daha sonra olmuş ve bu süreç 1920’lerin başlarında
tamamlanmıştır. İdeolojik antisemitistin ortaya çıkması için, savaşın
sonundan 1919 yılında Münih’teki politik uyanışına dek uzanan,
Hitler’in gelişimindeki daha can alıcı bir evreyi beklemek zorundayız.
VI

Bunların hepsi gelecekte olacaktır. 1913 ilkbaharında, Erkekler


Yurdu’ndaki üçüncü yılının ardından Hitler hâlâ sürüklenmekte, artık
o kadar talihsiz bir durumda olmasa da, ot gibi bir hayat
sürmektedir; kendisinden başka kimseye karşı sorumluluk taşımasa
da önünde hiçbir kariyer umudu da yoktur. Fakat yine de, sanat
eğitimi alma umudundan bütünüyle vazgeçmemiş gibi bir izlenim
vermekte; yazı-odasının müdavimlerine Sanat Akademisi’ne girmek
için Münih’e gitmeyi planladığını söylemektedir. 325 Uzun süre,
“Münih’e yıldırım gibi düşeceğinden” bahsetmiş, Bavyera başşehrinin
“büyük sanat galerilerini” öve öve bitirememiştir. 326 Münih’e gitme
planını ertelemesinin iyi bir sebebi vardır. Babasının mirasından ona
düşen payı alabilmesi ancak yirmi dördüncü doğum gününde, 20
Nisan 1913’te mümkün olacaktır. Hitler’in nefret ettiği Viyana
şehrinde bu kadar uzun süre kalmasının sebebinin bu parayı
beklemek olduğu düşünülebilir. 327 16 Mayıs 1913’te Linz’deki Eyalet
Mahkemesi, Hitler’in, payına düşen 625 kroneni faiziyle birlikte 819
kronen 98 heller olarak teslim almasını ve söz konusu paranın Viyana
Meldemannstrasse’de yaşayan “sanatçı” (Kuntsmaler) Adolf Hitler’e
postayla gönderilmesini onaylamıştır. 328 Uzun süre beklediği ve onun
için ciddi bir para anlamına gelen bu meblağla Hitler’in Münih’e gidiş
planını daha fazla ertelemesine artık gerek kalmamıştır.
Viyana'dan tam bu zamanda ayrılmaya karar vermesinin bir başka
nedeni daha vardı. 1909 yılında askere çagrılmamıştı; bu durumda
askeri hizmetini sonraki baharda, yani yirmi birinci yaş gününden
sonra yerine getirecekti. 329 1911 ve 1912 yıllarında, şiddetle nefret
ettiği bir devletin ordusunda askere alınabilecek koşullara hâlâ
sahipti. 330 Üç yıl yetkililerden kaçtıktan sonra, 1913’te, yirmi
dördüncü yaş gününden sonra sının geçip Almanya’ya gitmeyi daha
güvenli bulmuş olabilir. Fakat yanılmıştı. Avusturya yetkilileri onu
unutmuş değildi. Peşindeydiler ve askerlik görevinden kaçması ertesi
yıl ona hem güçlük çıkaracak hem de bir utanca mal olacaktı. 331
Sonraki yıllarda ünlü biri olduktan sonra, Viyana'dan ayrılış tarihini
ısrarla 1913 değil 1912 olarak ifade etmesinin sebebi, bu olayın
peşine düşebilecek muhtemel işgüzarlar için izleri ortadan kaldırma
çabasıydı. 332
24 Mayıs 1913’te elinde sahip olduğu bütün eşyanın bulunduğu
hafif, siyah bir valiz; normalde giydiği pejmürde giysilerden daha iyi
giysiler içinde; yanında Erkekler Yurdu’ndan yaklaşık üç aydır
tanıdığı, kendinden dört yaş küçük, genç, miyop ve işsiz tezgahtar
Rudolf Hâusler olan Hitler, onu geçiren yazı-odası arkadaşlarını
geride bırakarak Münih’e gitmek üzere yola koyuldu. 333
Hitler’in kişiliğinde silinmez izler bırakan ve “şahsi görüşlerinin
temelini” oluşturan Viyana yılları sona ermişti. 334 Ama bu “şahsi
kanaatler” , palazlanmış bir ideolojinin ya da “dünya görüşünün” içine
yerleşip son hallerini almamışlardı henüz. Bunun olması için Hitler’in,
Viyana'dan çok daha zorlu bir okuldan geçmesi gerekmekteydi: savaş
ve mağlubiyet. Ve ancak savaşın ve yenilginin bir araya gelip
yarattığı tekil durum, tutunamayan bir Avusturyalının farklı bir
ülkede, vatanı olarak benimsediği bir ülkenin halkı arasında onu
cezbeden bir unsur bulmasını sağlayacaktı.
III
KIVANÇ VE GÜCENME

“Güçlü bir coşkuya yenik düşerek, dizlerimin üstüne çöktüm ve


bu günleri görmeme izin veren Tanrı’ya tüm yüreğimle
şükrettim... Dünyada göreceğim en muhteşem ve en unutulmaz
dönem şimdi başlıyordu.”

“Demek hepsi boşunaymış... Bütün bunlar bir avuç katil


memleketi avucunun içine alsın diye mi olmuştu?... Bu geceler
boyunca içimde bu olaylara neden olanlara karşı büyük bir kin
ve nefret büyüdü.”

Mein Kampf'ta Hitler’in Birinci Dünya Savaşı’nın


başlangıcına ve sonuna dair duyguları
I

Hitler’in varlığını mümkün kılan Birinci Dünya Savaşı’dır. Savaşı,


yenilginin utancını ve devrimin başkaldırısını yaşamamış olsaydı,
başarısız bir sanatçı ve bir tutunamayan olarak, yaşamına böyle bir
yön çizemeyecek; propagandacılığı ve birahane demagogluğunu
kendine meşguliyet edinemeyecekti. Savaşın, yenilginin ve devrimin
travması; ve bu travmanın Alman toplumunda yarattığı politik
radikalleşme olmasaydı, söz konusu demagog kaba, nefret dolu
mesajlarını dinleyen bir kitle bulamayacaktı. Hitler’in ve Alman
halkının yürümeye başladığı yolun koşullarını sağlayan şey
kaybedilmiş savaşın mirasıydı. Savaş olmasaydı, daha önce
Bismarck’ın oturduğu şansölye koltuğuna Hitler gibi birinin oturması
düşünülemezdi.
Eskiden beri (en azından Almanya’nın dışında) genel kabul gören
basmakalıp bir varsayım mevcuttur: buna göre Hitler ulusal Alman
karakterinde kökleşmiş kusurların mantıksal bir sonucu;
otoritarizme, militarizme ve ırkçılığa doğal bir eğilimin varlığı
nedeniyle yanlış şekillenmiş, sakat bir tarihin doruk noktasıdır.
Tarihin böyle ham bir şekilde yanlış okunması karşısında hiçbir
zaman söylenecek fazla bir şey bulunamaz. Daha ciddiye alınması
gereken ise şu görüştür: 1848 Devrimi’nin ardından liberalizmin
başarısızlığı, yüzeysel anayasal reform için kullanılan zorlayıcı güç
eninde sonunda kargaşaya yol açtığında, esas olarak -sarsılmaz
egemenliğe sahip olan ve güçlü pozisyonlarını savunmak için
demokratikleşme baskılarına karşı, ilkesiz de olsa her tür yola
başvurmaya hazır olan- sanayi öncesi toprak sahibi asker sınıfı
tarafından temsil edilen otoritarizm güçlerini terk etmiştir. Bu görüşe
göre Hitler’in zaferinin izi, Bismarck’ın “yukarıdan devrimcinin -
savaş ve Birlik aracılığıyla, iktidarın sosyal tabanına dokunmayan bu
politik dönüşümün- mirasına dek sürülebilir. Bismarck’ın “yukarıdan
devrim’i ikinci Reich’ı Üçüncü Reich’a bağlayan devamlılıkları
üretmiş, Weimar’ın “demokratsız demokrasi” talihsiz denemesine her
yönden darbe vurmuştur. Bu görüşe göre Hitler’in varlığının
açıklaması, moderniteye kendine özgü bir yoldan yürüyen bir
topluma; modern dünyanın hızlı tecavüzleriyle, rekabetçi (ve
tehditkar) modern ekonomik, kültürel ve politik güçlerin süratiyle
uyuşmazlık halindeki kurumları, kuruluşları, güç ilişkileri ve zihniyeti
modem dönem öncesinde kalmış “kusurlu bir ulus”a1 bağlanmıştır. 2
Bu tablonun büyük bir kısmı akla yatkın, hatta ikna edici
görünmektedir. Fakat dayandığı argüman ilgi çekici ve zorlayıcı
olamayacak denli muntazam, kendi içinde bütünlüklü ve nihayetinde
fazla basittir. Çünkü, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında Almanya’nın
sosyal ve ekonomik gelişiminin Britanya’nın ve Fransa’nın -birbirine
sık sık tezat gösterilen ülkelerin- gelişimine, eskiden
düşünüldüğünden çok daha fazla benzediği giderek açıklık
kazanmaktadır. Bir bütün olarak bakıldığında Almanya’nın sorunları
modern, hayli gelişmiş, kültürel açıdan gelişkin ve endüstriyel bir
toplumun sorunlarıydı. Ekonomik ve sosyal açıdan gerçekleşen hızlı
değişimlerle başa çıkarken şüphesiz çeşitli gerilimler yaşamıştı.
Bunların bazılarının kökleri oldukça derinlerde de olsa pek azı
Almanya’ya özgüydü. Ancak yine de vahim ve şiddetli ifadelerini
orada buluyorlardı.
Diğer yandan Alman Reich’ının anayasal çerçevesi, çeşitlilik içinde
yapılanmış ama görece esnek parlamenter demokrasileri hızlı
ekonomik değişimden kaynaklanan sosyal ve politik taleplerle baş
edebilmek için daha iyi bir potansiyele sahip olan Britanya ve
Fransa’nın anayasal çerçevesiyle temel açılardan ciddi farklılıklar
taşıyordu. Almanya’da, ifadesini Reichstag’da bulan siyasi parti
çoğulculuğu gelişip parlamenter demokrasiye dönüştürülememişti.
Güçlü çıkar çevreleri -(çoğu aristokrasiye mensup olan) büyük toprak
sahipleri, ordudaki subaylar, devlet bürokrasisinin üst düzey
görevlileri, hatta Reichstag partilerinin çoğu- bunu engellemeye
devam ediyorlardı. Reich Şansölyesi hâlâ Kayzer tarafından
atanıyordu; ve Reichstag’daki partilerin nispi gücü ne olursa olsun
Kayzer onu istediği zaman göreve getirip, istediği zaman görevden
alabiliyordu. Hükümet Reichstag’ın üstündeydi; (en azından teoride)
parti politikalarından bağımsızdı. Siyasetin bütün alanları, özellikle
dış işlerinde ve askeri meselelerde, parlamentonun kontrolü
dışındaydı. Radikal değişim için dağ gibi artan baskıya rağmen
iktidar, eski düzenin kuşatma altındaki güçleri tarafından hasetle
korunuyordu. Bu güçler içerisinde, devrimden giderek daha çok
korkan bazıları, güçlerini korumanın ve sosyalizm tehlikesini
uzaklaştırmanın bir yolu olarak savaşı bile düşünmeye hazırdılar.
Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’nın arefesinde yüz yüze olduğu
oldukça ciddi anayasal ve politik sorunlarla, eski düzeni korumayı
amaçlayan kitlesel bir savaş kumarı olmaksızın baş edemeyeceği
düşüncesi, muhtemelen, bir zamanlar düşünüldüğü kadar açık seçik
ve doğru bir fikir değildir. Anayasal monarşiye ve parlamenter
demokrasiye, savaşsız, tedrici bir geçiş olasılığı bütünüyle hayali bir
düşünce değildir. 3 Ama bir bahis olsa bu seçenek üzerine kimse fazla
para koymazdı. Anayasa çok esnekse ve güçlü gruplar arasında
demokratikleşmeye karşı direnç çok kökleşmiş olduğunda,
parlamentarizme -Alman yöneticilerinin, savaşın artık kaybedildiğini
düşündüklerinde ancak kabul ettikleri bu şeye- tedrici bir geçişin
nasıl olacağını öngörmek zordur. Katı bir şekilde otoriter olan politik
sistem, kendi yapısında temel reformları gerçekleştirecek gerekli
araçlara sahip değildir. 4
Kısacası, 1914-1918 arasındaki felaketler döneminden önceki
yıllarda Almanya bazı açılardan -ama sadece bazı açılardan-
düşünüldüğünden daha “normal”di. İkinci Reich, Üçüncü Reich’ın
gerçekleşmesini beklemiyordu. Aynı zamanda, Avrupa’nın çoğu için
geçerli olan nitelikler bile, Alman ulus devletinin sosyal dokusunun ve
olağandışı politik kültürünün şekillendirdiği bir çeşniye ya da renge
sahipti. Hitler gibi bir figürün tahayyül edilebilir olduğu koşulları
yaratan Birinci Dünya Savaşı felaketi patlak verdiğinde, Wilhelm
döneminde ortaya çıkmış olan (başka bir deyişle, 1914’ten önce
hiçbir şekilde hakim olmasa da bir oranda o dönemin eseri olan)
özgül bir Alman politik kültürü Nasyonal Sosyalizm’in tohumlarının
atılabileceği bir zemin sağlamıştı; sonradan gelecek hasatta bu
tohumlar hızla filizlenip, yeşerecekti. Burada bile gelişmeler keskin
hatlara sahip olmaktan çok gölgeler içinde hayal meyal
seçilebilmektedir. 5 Aşırı uçlardaki fikir ve tavırları sanki bütün bir
toplumu temsil ediyormuş gibi sunmak hatalı olacaktır. Ama Alman
tarihini, Hitler’de doruk noktasını bulan kaçınılmaz bir gelişim
modeline göre okumak ne kadar çarpıtıcı olacaksa, Hitler’i parıl parıl
bir gökyüzünde aniden duyulan bir gök gürültüsü gibi
değerlendirmek; Almanya’nın gelişiminde Nazizm felaketine zemin
hazırlayan hiçbir şeyin olmadığını düşünmek aynı derecede yanıltıcı
olacak; ve tek bir kişinin bütün bir ulusu hipnotize ettiği ve aksi
takdirde oldukça sağlıklı olan gelişim yolundan saptırdığını
varsaymak da tehlikeli olacaktır. 6
On dokuzuncu yüzyıl sonu Almanyası’nda gelişen milliyetçiliğin
sağladığı, genelde çarpıtılmış -hatta tahrif edilmiş- bir form içindeki
düşünceler bütünü, Nazizm’in savaş sonrasında bir çekicilik
kazanmasına olanak tanımıştır. Özellikle, 1909 ile 1914 yılları
arasında radikal sağın yeniden gruplaşmasına ve güçlenmesine tanık
olunmuş ve bu yeni oluşum, savaş dönemi politik dünyasıyla savaş
sonrasının politik dünyası arasında bir köprü oluşturmuştur. 7 Alman
milliyetçiliğinin karakteri açısından, savaştan uzun süre önce de
mevcut olan yaygın bir sezgi önem taşımaktadır; bu sezgiye göre
birlik tamamlanmamıştı, ulus içindeki bölünme ve çatışma süreklilik
taşımakla kalmıyor, üstüne üstlük yayılıyordu. Savaş sonrasının
değişen koşullarında Hitler’in en açıkça suiistimal edebildiği şey,
çoğulculuğun bir toplum için doğal olmayan, sağlıksız bir şey, zayıflık
işareti olduğu; iç bölünmenin ve uyumsuzluğun, yerlerine milli
topluluğun birliği fikrini geçirmek suretiyle bastırılıp, yok
edilebileceği inancıydı, iç uyuşmazlığın yerine milli birlik arzusunu
koyarak bölünmenin ve fikir ayrılıklarının üstesinden gelme nosyonu,
İmparatorluk Almanyası’ndaki milliyetçi duygunun bütün tonlarına
damgasını vuran bir unsurdu. Bismarck’ın 1871 yılında anayasal bir
biçime sokarak öne sürdüğü ve -sınıfsal, dinsel ve bölgesel
farklıklarla- oldukça parçalanmış bir toplumun üzerine giydirdiği bu
hayli yapay birlik fikri, bilinçli bir şekilde “kitlelerin
millileştirilmesi”ni8 destekledi; seçkinci ve kendisine “ait” olmayanları
dıştalayan bir milli birlik duygusu üretmek, bunu yaparken kullandığı
araçlardan sadece biriydi. Önde gelen tarihçilerden ve -“Reich’ın
düşmanlarını” dıştalayan milliyetçiliğin ayrılmaz bir parçası olan-
bilenmiş, saldırgan haldeki bu milli bilincin ünlü sözcülerinden
Heinrich von Treitschke, eğitimli burjuvazi içinde böyle fikirlerin güç
kazanmasına ölçüsüzce yardımda bulunan şöhretli pek çok
entelektüelden yalnızca biridir. 9 “Yahudiler bizim talihsizliğimizdir”
Bu söz, Treitschke’nin altına nüfuzlu ismini koyduğu etkili sözlerinden
sadece birisidir. 10 Polonyalılar ve Yahudiler, Katolikler ve özellikle
Sosyal Demokratlar Bismarck’ın “yabancı” olarak hedef aldığı
gruplardı. Fakat ayrımcılık ve bastırma geri tepti. Bismarck’ın
1870’lerde, Almanya’da Katolik eğitime, kurumlara ve ruhban
sınıfına karşı yürüttüğü bir saldırı olan Kulturkampf, esas olarak
Katolikliği güçlendirmeye yaradı. Öte yandan sosyalist örgütlere,
toplantılara ve yayınlara yasak getiren Sosyalist Yasa, Marksist bir
programı olan Sosyal Demokrat Parti’nin on iki yıl içinde bayağı
büyümesini katkıda bulundu. Birinci Dünya Savaşı’nın arefesindeki
1912 Reichstag seçimlerinde SPD Reichstag’da en çok koltuğu alan
parti oldu; bu durum, üst ve orta sınıflardaki nefreti derinleştirdi ve
onları alarma geçmeye itti. Marksist programıyla mevcut devleti
yıkmayı hedeileyen, Avrupa’daki en büyük sosyalist hareketin
karşısına, Marksist sosyalizmi yok etmeyi amaçlayan hayli saldırgan
bütünlüklü bir milliyetçilikle çıkıldığı bir döneme gelinmişti
Ayrı bir dizi devletin birleşmesinden doğan Alman milli-devletinin
teşvik ettiği millet olma tanımı, -İngiltere ve Fransa örneğinde olduğu
gibi- daha önce var olan üniter bir devletin kurumlarına katılmak ve
onlardan doğmakla değil, dil ve kültürle niteleniyordu. Bu da millet
olmaya, -her zaman ille böyle olmasa da- bir tür ırkçılığa dönüşmesi
hiç de güç olmayan etnik bir tanım getiriyordu. Bu durum, Avrupa’nın
başka yerlerinde olduğu kadar Almanya örneğinde de söz konusu
olduğu üzere, bilhassa milliyetçilikle emperyalizmin kaynaştığı,
dışarıya karşı saldırganca olduğu kadar savunmaya yönelik olarak
içeriye de yöneldiği ve “iyi bir yer” isteyen sömürgeci talepleri
dillendirdiği ölçüde geçerlilik kazanıyordu.
Bütün milliyetçilikler mitlere ihtiyaç duyarlar. Bu olayda güçlü bir
mit “Reich miti” idi. 11 Yeni milli-devletin ismi olan “Alman Reichı”, -
sagaya göre, Ortaçağ Reich’ının yeniden canlanacağı güne dek
Thurungia’daki kutsal dağı Kyffhâuser’in altında uyuyan- Frederick
Barbarossa’nın ilk Reich’ını eski konumuna getirme yönündeki birçok
mistik iddiayı canlandırıyordu. Milliyetçiliğin yeni estetiği süreklilik
gerektiriyordu; bunun iyi bir örneği, esas olarak muharip dernekleri
tarafından finanse edilip, 1896 yılında Kyflhâuser’e dikilen devasa
Kayzer I. Wilhelm anıtıydı. 12 “Reich miti”, milli birliği ve fikir
ayrılıklarının sona ermesini, kahramanca eylemlerle, bireysel
yücelikle ilişkilendiriyor; daha önceki Alman tarihini, milli birliğe
nihai olarak ulaşmanın başlangıcı olarak yorumluyordu. Ders
kitapları, milli kahramanlar pahteonundakilerin kahramanlıklarını
yüceltiyordu; ve bu panteon, MS 9. yüzyılda üç Roma lejyonunu ezici
bir yenilgiye uğratan Germen lideri Arminius’la ilişkilendirilen,
Cherusci kabilesinin efsanevi lideri Hermann’a [Hermann der
Cherusker] dek geri giden savaşçılarla doluydu. Hermann’ın
Teutoburger Wald'daki devasa anıtı ve (1914 yılında Flanders savaş
meydanları yolu üzerinde ilk kez gördüğünde Hitler’i çok etkilemiş
olan) Ren Bölgesinde Rüdesheim yakınlarında Germania anısına
dikilmiş Niedervvald Anıtı “Reich miti”nin granitten ifadeleriydi. 13 Ve
Alman [Germen] Reich’ının temellen güncel politikadan sonra tarihe
de atıldığında, yeni kayzer [Bismarck] bu temelleri atan mimarın
itilaflı kariyerine sorgusuz sualsiz son verdi; bu kültün odak
noktasında artık Bismarck’ın kendisi vardı ve bu kült onu, devlet
adamı ve savaşçı kimliğinin ikisini birden taşıyan en büyük kahraman
olarak göklere çıkarıyordu. Öğrenci kitlelerinin ön ayak olmasıyla
ülkenin dört bir yanına dikilen yüzlerce “Bismarck Kulesi” milletin,
devletin ve halkın sembolü olması amaçlanan milli kahramanı temsil
ediyordu. 14 Bismarck’ın ayrılmasından sonra, -başlangıçta monarşiyle
birlikte milli birliğin somutlaşmış hali olan- Reichstag milli ayrılığın
barometresi, ağız dalaşı yapan politikacıların ve rekabet halindeki
partilerin meclisi olarak görülmeye başlandı; ve bununla birlikte yeni
bir Bismarck’a, yeni bir milli kahramana olan ihtiyaç daha da arttı.
Böyle bir role soyunan kişi ilk başta Kayzer’in kendisinden başkası
değildi. On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru giderek artan oranda
Alman milliyetçiliğinin bir bileşeni haline alan mutlakiyetçilik
eğilimleri, 1890’dan sonra, yeni ve ihtiraslı Kayzer, II. Wilhelm’i
merkeze alan ve onun kişiliğinde “yönetici devlet adamı ve
Kahraman-Kayzer imajını” temsil etmeyi hedefleyen bir Hohenzollern
kültünün öne sürülmesiyle bilinçli bir şekilde artmıştı. 15 Yeni Kayzer,
ima edildiği üzere, Almanya’yı dışarıya karşı büyük bir güç haline
getirecek ve içteki ayrılıktan ortadan kaldıracaktı. Milliyetçi sağın
giderek tizleşen sesi bundan daha azına razı değildi. Mamafih
hareketler ile sözcükler arasındaki uçurum büyüktü. Kayzer’in
yarattığı hüsran ve yanılsama hem Bismarck kültüne yer açılmasına
yardımcı olmuş hem de giderek daha çok gürültü çıkaran milliyetçi
muhalefeti yaratmıştı; bu muhalefetin en radikal sesleri, aşağı
halkların işgal edilmesi ve toprakların genişletilmesi Suretiyle
büyüklüğe ulaşmayı ve Alman gücünün yayılmasını talep ediyordu.
Yüzyılın dönemecinde Alman milliyetçiliğinin hak iddia etmesi hiçbir
şekilde korkudan kaynaklı bir saldırganlık değildi; söz konusu olan
sırf, Fransa’ya ve rakip Büyük Britanya’ya karşı duyulan geleneksel
düşmanlık da değildi; doğuda Slav bölgesinde görüldüğü varsayılan
tehdit; içte, belli belirsiz algılanan Sosyal Demokrasi tehditi; kültürel
olarak da milli yozlaşma ve bozulmaya dair kötümser kaygılar da işin
içindeydi.
Güya milletin geleceğini tehdit eden iç ve dış düşmanlara karşı
hissedilen mantıksız bir korkunun biçimlendirdiği bir ortamda, aşırı
bir Marksizm karşıtlığının yanı sıra, ırksal ideolojilerin -yalnızca
antisemitizmin değil aynı zamanda sosyal Darwinizm’in ve ırk
ıslahının [öjenizm]- giderek geçerlilik kazanması şaşırtıcı değildir.
Bunların hiçbiri sırf Almanya ile sınırlı değildi elbette ki. Sosyal
Darvinizm Britanya’da da etkiliydi; yüzyılın dönemecinde, ırksal
antisemitizmin yeşerdiği topraklar klasik olarak Avusturya-
Macaristan ve Fransa’ydı; Yahudiler fiziksel olarak en zalimce
eziyetlere Rusya’da uğramışlardı. 16 Fakat Almanya çerçevesinde
bakarsak, büyük oranda muhafazakarların sözcülüğünü üstlendiği
popülist radikal sağın ırksal düşünceleri, kişilere ve azınlıklara
yönelik temel bir tehdidi ister istemez içeren bir destek düzeyi
edinmişti. 17 Milletin kişilere üstünlüğü, otorite ve düzen vurgusu,
enternasyonalizme ve eşitliğe karşı olma, Alman milli duygularına
dair daha çok telafuz edilen özellikler olmuştu. 18 Bunlarla birlikte
“ırksal bilinç” talepleri; küçük Yahudi azınlığına yönelik husumet ve
ezici asimilasyon çabaları da artmıştı. 19
1890’ların popüler metinlerinde görüldüğü üzere Yahudiler, “bizim
için zehirdirler ve öyle muamele göreceklerden başka, daha da
bakteriyolojik bir dille “asalak ve kolera” olarak
20
tanımlanabiliyorlardı. Böyle aşırı görüşler elbette ki geneli temsil
etmiyordu. İmparatorluk Almanyası’nda çoğu Yahudi geleceğe umutla
bakabiliyor; antisemitizmi daha ilkel bir çağın kalıntısı olarak
görebiliyordu. 21 Fakat onlar modern ırksal antisemitizmin, Yahudilere
karşı geçmişte uygulanan zulüm biçimlerinden -bunlar da her ne
kadar zalimceyse de- farklılaştığı tehlikeli noktaları, onun biyolojik
ayırıcı özelliklere yaptığı uzlaşmaz vurguyu, abartılı biçimde hak
iddia eden milliyetçilikle baglarını; ve yeni tip siyasi kitlesel
hareketlerde üstlenilip, suiistimal edilebilecek yönleri yeterince
değerlendirememişlerdi. Ve ırkçı klasiklerin oluşturduğu çekiciliği
görmezden gelmeye fazlasıyla hazırdılar. Halbuki Houston Stewart
Chamberlain’ın Grundlagen des 19. jahrhunderts (Ondokuzuncu
Yüzyılın Temelleri) adlı kitabının yüksek satış oranları 1900 yılında ilk
yayımlandığı günden beri hiç düşmemiş; Theodor Fritsch’in
popülerleşmiş “antisemitistlerin ilmihali”, yani Handbuch der
Judenfrage (Yahudi Sorununun El Kitabı) adlı kitabı 1887 yılında
yayımlanmasının ardından yedi yıl içinde yirmi beş baskı yapmıştı.22
Tamamen antisemitik partilerin çok dar bir noktada odaklandıkları
onaya çıkmış ve bu partiler geç İmparatorluk döneminde düşüşe
geçmişlerdi. Bunun ardından ırksal antisemitizmin sözcülüğünü
giderek partiler, cemiyetler, baskı grupları, öğrenci dernekleri, çıkar
örgütlenmeleri üstlenmiş, böylece bu antisemitizm anti-Marksist,
emperyalist, militarist, radikal milliyetçi görüşlerin oluşturduğu bir
yamalı bohçanın artıklarıyla kaynaşmıştı.
İngiltere’de doğan, İskandinavya ile Amerika’da kendine yandaşlar
bulmuş olan ırk ıslah hareketi, Almanya’da yeni bir destek düzeyi
kazanmıştı. Bu hareket paranoyayı yaygınlaştırarak, daha nitelikli
sosyal gruplar içindeki doğum oranının düşmesinden ve nüfus içinde
“aşağı düzeyde olanların” oranının artmasından kaynaklanan bir
ırksal bozulma korkusunu körüklüyordu. Toplumun sırtında yük
olarak görülenleri -“yaşamlarının hiçbir değeri olmayan”
antisosyaller, engelliler, “aşağı olanlar” ve sözümona bastırılmayan
cinsel güdüleri ırksal yozlaşmanın önemli bir etkeni olarak görülen
akıl hastaları -desteklemenin bedeli, artan bir kızgınlık ve kindi. İşte
bu koşullarda, “yozlaşmış olanların” belli kategorilerini kısırlaştırma
fikri- bu fikir daha 1889’da bir doktor tarafından “devletin kutsal
görevi” olarak ifade edilmişti- tıp çevrelerinde giderek artan bir
şekilde destek buldu. 23
Her şey bir yana, büyüklük duygusundan kaynaklanan milli hak
iddiacılığı fetihe varıyor ve kültürel üstünlük düşüncesine
dayanıyordu: Almanya’nın genişleyen, büyük bir güç olduğu ve büyük
bir gücün de bir imparatorluğa ihtiyaç duyduğu ve bunu hak ettiği
duygusu. Almanya, Afrika’nın emperyalist bir şekilde parçalanması
sürecine katılmakta geç kalmıştı. 1880’lerde elde ettiği toprak parça
ve parçacıktan onun iddialarını karşılamaya; özellikle de, nüfusun
hızlı artışının Almanya’yı “halkı için boş alanı olmayan” bir yer haline
getirdiğine dair sağın kopardığı giderek yükselen yaygarayı
susturmaya hiçbir şekilde yetmemişti. 24 “Weltpolitik” sloganında
ifadesini bulan sömürgeci ve ticari bir imparatorluk talebi, özünde
İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin iddialarından çok da farklı bir
nitelik taşımıyordu. Fakat “Weltpolitik”in yanısıra, Slav
“Untermenschen”i pahasına, ülke sınırlarının Doğu Avrupa’ya doğru
genişletilmesi fikri ortaya çıktı; bu fikirler en önemli milliyetçi baskı
gruplarından bazıları tarafından en tiz sesle dillendiriliyor ve Alman
Muhafazakar Partisinin ideolojisine giderek daha çok giriyordu. 25
Her türden milliyetçi, emperyalist ve ırkçı fikrin yayılması açısından
temel önem taşıyan bu baskı grupları, yeni propaganda ve ajitasyon
imkanları sunuyor; parlamentoyla ilgili olarak muhalefet edecek
fazladan temalar da buluyorlardı. Bu grupların en genişi olan
Bahriyeliler Birliği, büyük bir savaş filosunun kurulmasını
desteklemek için 1898’de kurulmuştu ve 1914 yılına dek üye ve
destekçi sayısı bir milyonu aşmıştı. 26 Bu tip organizasyonların
propaganda üretimi -gazeteler, broşürler, hatta filmler büyük
oranlardaydı. 27 Bahriyeliler Birliği’nin milliyetçi mesajının egemen
görüşü temsil ettiği söylenebilirdi. Daha küçük gruplar olmakla
birlikte, Doğu Sınır Bölgesi Derneği (Ostmarkenverein) ve özellikle
de Pan-Germen Birliği daha radikal ve daha ırkçıydı. Doğu Sınır
Bölgesi Derneği, Prusya sınırındaki eyaletlerde yaşayan Polonyalılara
karşı ırksal bir mücadele yürütüyor, yasal ayrımcılığa dair katı
önlemler alınmasını savunuyordu. 28 Sayılarının ötesinde bir etkiye
sahip olan ve içlerinde çok sayıda öğretmen ve akademisyenin
bulunduğu Pan-Germenler, völkisch milliyetçiliği, ırkçı emperyalizmi
temel alan ideolojiler içinde en radikal olanıydı. İyi ve kötü arasında
bir mücadele öngören Manici bir “dünya görüşü”ne -bunlar, Nazi
“dünya görüşü”nün büyük bir kısmını önceden haber veren fikirlerdi-
ve küçük olmakla birlikte, 1917’nin devasa Anavatan Partisi’yle ve
savaş sonrası radikal sağla bağlantı oluşturan bir organizasyona
sahipti. 29 1912 yılında Daniel Frymann takma ismiyle yazan, Pan-
Germen Birügi’nin lideri Heinrich Class, polemik tarzındaki makalesi
Wenn ich der Kaiser war'da (Eğer Ben Kayzer Olsaydım) oy verme
hakkına kısıtlamalar getirilmesini, basma sansür konmasını,
sosyalizme karşı baskıcı yasalar çıkarılmasını ve milli canlanmanın
temeli olarak Yahudi karşıtı yasalar çıkarılmasını savunuyordu. 30
Kayzer’in yarattığı derin ve yaygın hayal kırıklığı göz önüne
alındığında, “büyüklüğün ancak bireysel güçlerin bir noktada
toplanmasıyla ve bir lidere itaat etmekle elde edilebileceğini
bildiklerinden... Germen olmayan bir demokrasi özleminin
öğretileriyle yoldan çıkmamış olanlar için”, “güçlü ve muktedir bir
lider” talep ediyordu. 31 Savaşın başladığı döneme dek Class’ın kitabı
beş baskı yapmıştı: bu, hâlâ bir azınlık olsa da “yeni sag”ın
fikirlerinin, henüz Avrupa yangınıyla kuşatılmış konuma gelmeden
önceki yıllarda Almanya’da verimli bir zemine düşmekte olduğunun
işaretiydi. 32 Milliyetçi sağda savaştan önce de mevcut olan bu
değişim, savaş süresince gerçekleşen radikalleşmeyi ve savaşın
hemen ardından völkisch politikaların hızla yayılmasının bu durumla
olan bağlantılarını anlamak açısından önemlidir. 33
Birinci Dünya Savaşı’nın arefesinde Almanya’nın, itici bazı
özelliklere sahip bir devlet olduğuna şüphe yoktur; bu özellikler
arasında İmparatorluk tahtında oturanların dengesiz karakterlerini
de sayabiliriz. 34 Fakat gelişiminde Üçüncü Reich’a giden yolu
evvelden saptayan hiçbir şey yoktur. İmparatorluk Almanyası, Hitler
yönetimi altında olacakların habercisi değildir. Birinci Dünya Savaşı
tecrübesi ve onu izleyen dönem olmaksızın bunu hayal etmek ise
neredeyse imkansızdır.
II

O günlerin üzerinden sadece bir on yıl geçtikten sonra Hitler,


savaştan önce Münih’te geçirdiği on beş aydan hayatının “en mutlu
ve en hoşnut günleri” olarak bahsetmektedir. 35 Fanatik Alman
milliyetçisi, geldiği bu şehri, onun için “ırkların Babili” olan Viyana ile
karşılaştırmakta ve “bir Alman şehri”ne geldiği için bayram
etmektedir. 36 Viyana’yı terk etmesinin nedeni olarak birkaç madde
sayar: Alman nüfusunun zararına olan Slavyanlısı politikaları
nedeniyle Habsburg imparatorluğuna yönelik şiddetli bir düşmanlık
duygusu; Viyana’daki Alman kültürünü “çürüten” “yabancı halklar
karışımı”na yönelik gittikçe büyüyen bir nefret; Avusturya-
Macaristan’ın miadını çoktan doldurduğu, fakat yakın bir dönemde
sonunun gelmeyeceği kanısı; “çocukluğunun gizli hayallerinin ve gizli
bir aşkın” onu çektiği yer olan Almanya’ya gitme özlemi. 37 Bahsettiği
son duyguya açıkça romantik bir çeşni kattıysa da diğer duygular
yeterince gerçeklik taşımaktadır. Ve Habsburg devleti için
savaşmama kararlılığının da şüphe edilecek bir yönü yoktur. Hitler,
Avusturya’yı “esas olarak politik nedenlerden dolayı” terk ettiğini
söylediğinde kastettiği işte budur. 38 Fakat ayrılışının politik bir
protesto olduğu iması samimiyetsizdir ve bilinçli bir saptırmadır.
Daha önce sözünü ettiğimiz gibi Almanya sınırını geçmesinin aciliyet
taşıyan esas sebebi oldukça somuttur: Askerlik görevinden kaçtığı
için Linz yetkilileri peşindedir.
Hitler’in “dünyada başka herhangi bir yerden... daha çok baglı”39
olduğu bu şehir, Birinci Dünya Savaşı’ndan yıllar önce Paris, Viyana
ve Berlin’in yanı sıra Avrupa’nın kültürel açıdan en canlı
başkentlerinden biri, sanatsal yenilik ve yaratıcılık merkeziydi.
Münih’in sanatsal ve bohem hayatının heyecan verici merkezi
Schwabing, Almanya’nın ve Avrupa’nın dört bir yanından sanatçıları,
ressamları ve yazarları kendine çekiyordu. Schwabing’in kaleleri,
pubları ve kabareleri “modern"in deneysel seraları halini almıştı.
“Almanya’da, Münih’le olduğu gibi başka hiçbir şehirde eski ile yeni
böylesine zorlu bir şekilde çalışmaz,” yorumunu yapıyordu, yüzyılın
dönemecinde oradaki atmosferi yaşamış olan ünlü sanatçı Lovis
Corinth. 40 Çöküş ve yeniden canlanma teması, kısır olanın kesilip
atılması, çürüyen düzen, burjuva göreneğini ve eski, basmakalıp,
geleneksel olanı hor görme, yeni ifade biçimi ve estetik değer arayışı,
duygunun aklın önüne çıkışı, gençliğin ve coşkunluğun yüceltilmesi;
Münih’in modernist kültür sahnesindeki birbirine benzemez pek çok
unsur işte bu temalarla ilgiliydi. Stefan George çevresi; burjuva
ahlakının musibeti, oyun yazan ve kabare baladı okuyucusu Frank
Wedekind; Prag’lı büyük lirik şair Rainer Maria Rilke ve Mann
kardeşler, yani- burjuvazinin çöküşünü anlattığı epik romanı
Budclenbrook Ailesi’nin 1901 yılında yayımlanışından beri ünlü olan
ve buıjuvazinin çöküşünü etkili bir dille anlattığı Venedig (Venedik'te
Ôlüm) adlı eseri Hitler’in geldiği yıl yayımlanan Thomas Mann ve
politik olarak daha radikal bir çizgide olan ağabeyi Heinrich Mann.
Bütün bu kişiler savaş öncesi Münih’in edebi yıldızlar galaksisinde
yer alanlardan sadece bazılarıydı. Resimde de döneme damgasını
vuran “modern”in meydan okumasıydı. Hitler’in Münih’te olduğu
hemen hemen aynı dönemde Wassily Kandinsky, Franz Marc, Paul
Klee, Alexej von Jawlensky, Gabriete Münter ve Auguste Macke,
ekspresyonist resmin etkileyici ve görkemli yeni formlarıyla sanatsal
ifadede devrim yaratan Der Blaue Reiter grubundaki öncü ışıklardı.
Görsel sanatlar bir daha asla eskisi gibi olmayacaktı.
Toplum dışına düşmüş, tutunamayan, başarısız bir sanatçı ve bir
sokak ressamı olan Adolf Hitler’i Münih’e çeken şey politik nedenler
değil, buranın “Alman sanatının başşehri” olmasıydı. 41 Birkaç yıl
öncesinde bir kez daha kalkıp, modernist kültür devriminin
merkezlerinden birine kapağı atmıştı. Fakat Viyana’da olduğu gibi
Münih’te de avangard onu es geçti. Kültürel beğenisi ondokuzuncu
yüzyılın içine "sıkışıp kalmıştı; modern biçimlere kapalıydı ve Birinci
Dünya Savaşı’ndan önce Münih’te ünlenen sanatçıların eserlerine
karşı düşmanca bir tavrı vardı. Viyana’da olduğu gibi burada da onu
etkileyen tipik ihtişamlı binalar, neoklasik görünümler, geniş
bulvarlar, eski ustaların eserlerinin sergilendiği büyük galeriler, gücü
ve azameti simgeleyen mimariydi. Hitler’i cezbeden sanatsal
yenilikçiliğin kalbinin attığı Münih değil, Wittelsbachs’ın şehri olan
Münih’idi. 42 Pinakothek’i, tek başına bir kişiye atfedilebilecek “en
muhteşem ilerleme” olarak öve öve bitiremiyordu: “Münih’in l.
Ludvvig’e borçlu olduğu şeyi hayal etmek bile imkansız."43
Königsplatz’daki (burası daha sonra, 1923’teki başarısız darbe
girişiminde öldürülen “Hareketin kahramanları” için her yıl yapılan
Nazi anma törenlerine sahne olacaktı) Glyptothek ve Propylâen,
Wittelsbach Residenz ve iki tarafına anıtsal binaların sıralandığı göz
alabildiğine uzanan Ludwigstrasse, dönemin, kolayca etkilenen
Hitler’i heyecanlandıran diğer yapılarıydı. 44 Hitler daha sonraları,
Berlin’in Büyük Frederick dönemine ait karakteristik binalarıyla
Münih’in on dokuzuncu yüzyıla ait karakteristik binaları arasında
benzerlikler görecekti; iki örnekte de eldeki para kısıtlı olduğundan
binalar çok ucuza mal edilmişti. 45 Hitler, ikinci Dünya Savaşı’ndan
sonra Münih’i muazzam ölçülerde yeniden inşa etme planlarında
benzer güçlükleri yaşamamayı tasarlıyordu: Bu inşa planlarının yüklü
bütçesi Avrupa’nın “fethedilen halkları” tarafından ödenecekti. 46
Hitler, Münih’e geldiğinde, bir gün mimar sıfatıyla bir isim yapma
umudu içinde olduğunu yazmaktadır. 47 Geldiğinde kendini “mimari
ressam” olarak tanımlamaktadır. 48 1914 yılında Linz’deki yetkililere
yazdığı mektupta askerlik görevinden kaçtığı suçlamalarına karşı
kendini savunuyor; hayatını kazanmak ve mimari ressamlık
(Architekturmaler) eğitimi alabilmek için serbest bir sanatçı
(Kuntsmaler) olarak çalışmak zorunda kaldığını belirtiyordu. 49 1921
yılında yazdığı özyaşam taslağında Münih’e bir “mimari tasarımcı ve
mimari ressam” olarak geldiğini belirtmektedir. 50 Bu olaydan üç yıl
sonra, Şubat 1924’te görülen mahkemesinde, Münih’e “mimari
tasarımcı” (Architekturzeichner) eğitimini tamamlamış olarak
geldiğini, fakat usta bir yapıcı olarak yetişmeyi istediğini ima
etmiştir. 51 Yıllar sonra, niyetinin uygulamalı bir eğitim almak
olduğunu söyleyecektir; Münih’e geldiğinde önce üç yıl eğitim almayı,
sonra şehrin önde gelen inşaat firması Heilmann ve Littmann’a
tasarımcı olarak girmeyi, ardından önemli bir binanın tasarımı için
açılacak ilk mimari tasarım yarışmasına girerek neler yapabileceğini
göstermeyi umut etmektedir. 52 Birbiriyle çelişen bu farklı beyanların
hiçbiri doğru değildir. Münih’te bulunduğu süre içinde Hitler’in, pek
zayıf olan ve giderek de çapı küçülen kariyer planlarını geliştirmek
için pratik bir adım attığına dair hiçbir kanıt yoktur. Viyana’da yaptığı
gibi burada da amaçsızca oradan oraya sürüklenmektedir.
Hitler 25 Mayıs 1913’te pırıl pırıl bir bahar pazarı Münih’e
varışının ardından, bir ilan aracılığıyla, terzi Joseph Popp’un ailesinin
Schleibheimerstrasse 34 numarada, üçüncü kattaki dairesinde küçük
bir oda kiraladı. Şehrin kuzeyinde, Schvvabing’in dış sınırında ve
büyük asker barakalarının yakınında yoksul bir bölgeydi burası. 53 Yol
arkadaşı Rudolf Hâusler 1914 Şubat’ının ortalarına dek bu daracık
odayı Hitler’le paylaştı. Hitler’in bir gaz lambasının ışığında gece geç
saatlere dek okuma alışkanlığı Hâusler’in uyumasını engelliyordu;
sonunda o kadar rahatsız oldu ki odadan taşındı. Fakat birkaç gün
sonra geri dönerek yandaki odayı kiraladı ve 1914 Mayıs’ına dek bu
odada kaldı. 54 Evsahibesi Frau Popp’a göre Hitler hemen resim araç
gereçlerini yerleştirmiş ve resim yapmaya başlamıştı. 55 Viyana’da
yaptığı gibi iki üç günde bir resim bitirecek şekilde bir rutin
oturtmuştu; genelde, kartpostallardan bakarak -Theatinerkirche,
Asamkirche, Hofbrâuhaus, Alter Hof, Münzhof, Altes Rathaus,
Sendlinger Tor, Residenz, Propylâen gibi- Münih’in ünlü turistik
manzaralarını kopya ediyor, sonra da müşteri bulmak üzere barlara,
kalelere ve birahanelere yollanıyordu. 56 Hitler Alman Şansölyesi
olduğu sırada ve bu resimler fahiş fiyatlara satılırken, dikkatlice
yapılmış fakat hayal gücünden yoksun, açıkça ruhsuz denebilecek
sulu boya resimlerinin oldukça sıradan şeyler olduğunu kendisi de
kabul etmiştir. 57 Fakat şüphesiz ki bunlar, gerçek sanat
öğrencilerinin yaptığı ve para kazanmak için birahanelerde satmaya
çalıştığı benzer ürünlerden daha kötü değildir. Hitler bir kez yeni
çevreye alıştıktan sonra alıcı bulmakta hiç güçlük çekmedi. Kendini
geçindirecek parayı resimlerinden kazanabiliyor ve Viyana’da son
yıllarında olduğu kadar rahat bir hayat sürüyordu. Linz yetkilileri
1914 yılında onun izini bulduğunda, gelirinin -düzensiz Almakla
birlikte- ortalama olarak yıllık 1200 Mark’ı bulduğunu kabul etmiştir;
çok daha sonraki bir tarihte, resmi fotoğrafçısı Heinrich Hoffmann’a
o dönemde yaklaşık olarak aylık 80 Mark’a geçindiğini
söyleyecektir. 58
Viyana’da olduğu gibi burada da Hitler’in çizdiği görüntü, nazik
fakat mesafeli, içine kapanık, duygularını dışa vurmayan ve (ilk
aylarda Hâusler’in dışında) arkadaşı olmayan biriydi. Frau Popp
orada kaldığı iki yıl içinde Hitler’in tek bir misafirinin geldiğini bile
hatırlamıyordu. 59 Gündüzleri resim yaparak, geceleri de okuyarak
basit ve tutumlu bir hayat sürüyordu. 60 Hitler’in kendi anlatısına göre
“günün siyasi olayları”nı, bilhassa, Münih’te kaldığı süre içinde onu
meşgul edecek olan dış siyaseti inceliyordu. 61 Kendini teorik
Marksizm literatürüne kaptırdığını ve Maksizm’in Yahudilerle olan
ilişkisini tekrar enine boyuna incelediğini de iddia etmektedir. 62
Evsahibesi Hitler’in Ludwigştrasse’ye çok uzakta olmayan Königliche
Hofund Staatsbibliothek’den (Kraliyet Sarayı ve Devlet Kütüphanesi)
aldığı kitaplarla odasına geldiğini söylediğinde, bundan şüphe etmek
için bir neden yoktur. 63 Bununla birlikte Hitler’in sarfettiği kayıtlı
milyonlarca sözcük arasında Marksizm’in teorik eserlerini
incelediğini; Marx'ı, Engels’i, (kendisinden uzunca bir süre önce
Münih’te bulunmuş olan) Lenin’i veya (kendisiyle aynı dönemde
Viyana’da olan) Troçki’yi araştırdığını ima eden tek bir sözcük bile
yoktur. Hitler için okumak, Viyana’da olduğu gibi Münih’te de,
aydınlanmak veya bilgilenmekten çok önyargılarını doğrulamaya
yarayan bir şeydir.
Hitler muhtemelen eski alışkanlığını devam ettirerek, bu
okumaların büyük bir kısmını müşterilerin okuyabilmesi için gazete
bulunduran kafelerde gerçekleştiriyordu. Bu dönemde Münih’te her
türden insanı; Tanrı’ya ve evrene, topluma ve politikaya dair tüm
görüşleri en ufak ayrınıtılarına dek temsil eden kafeler, publar ve
birahaneler vardı. Amalienstrasse’deki Café Stephanie gibi ünlü
buluşma yerlerinde sol görüşlü entelektüeller -bunların bazıları yıllar
sonra devrimci ayaklanmalara katılacaklardı-, Schwabing’in
sanatçıları ve yazarları, politikaya ve topluma dair keskin
eleştirilerini dile getiriyorlar, gelecekteki ütopyanın binbir çeşit
varyasyonunu tasarlıyorlardı. Hitler’in sahnesi ise bu kadar
yükseklerde değildi. Onun muhiti, birahane masalarında filozofluk
taslayanların, kahve köşelerinden dünyayı kurtaranların, her şeyi
bildiğini sanan yan cahillerin ve ayrıksı insanların muhitiydi, işte
böyle bir muhitte politik gelişmelerin günü gününe haberini alıyor; ve
yine bu muhitte en ufak bir provokasyonda parlayıp, o dönemde
meşgul olduğu konu ne ise ona dair ateşli görüşlerini en yakınındaki
kişiye anlatıyordu.64 Hitler’in Münih döneminde politikaya katılımı
kafe ve birahane “tartışmaları”ndan ibaretti. Main Kampf'ta Hitler o
dönemdeki durumunu, “1913-1914 senelerinde, ilk defa olarak,
bugün bir kısmı Nasyonal Sosyalizm hareketinin sadık izleyicileri
olan çevrelerde bulunuyor ve Alman milletinin geleceği sorununun
Marksizm’in yıkılması sorununa eşit olduğu kanaatimi ifade
ediyordum” diye tanımlamakta ve kahvehane karşılaşmalarını
yücelterek politik kehanet felsefesine dönüştürmektedir. 65
Hitler kafe ve birahanelerde esir aldığı dinleyicileriyle, Münih’te
kaldığı aylar içindeki en yakın insan ilişkilerini kuruyordu; ve
muhtemelen bu ilişkiler ona, içinde sıkışıp kalmış önyargılarını ve
duygularını dışa vurma imkanı veriyordu. Mantıksız ümitlerle
Almanya’ya gelmiş, Habsburg monarşisini küçümseyen bir
Avusturyalı olarak, -Main Kampf'ta kendisinin de öne sürdüğü gibi-
Alman-Avusturya ittifakıyla ilgili Bavyera’da işitmekte olduğu ve ne
anlayabildiği ne de hoş görebildiği, kabul edilen görüşlerin kalasını
çok kurcalamış olması muhtemeldir. 66 Münih’te geçirdiği dönemi
anlattığı bölümde söz ettiği dış politikayla ilgili “derin düşüncelerinin”
çoğu, şehirde savaş öncesindeki ikametinin tarihiyle uyuşmamakta,
daha çok 1924’teki konumunu yansıtmaktadır. O kendisi, Münih’te
geçirdiği aylan kaderin ona eninde sonunda getireceği şeye bir
hazırlık dönemi olarak tanımlıyorsa da, bu dönem onun için aslında
boş, faydasız ve yalnızlık içinde geçen bir zaman dilimidir. Hitler
Münih’e âşıktır fakat Münih ona âşık değildir. Schwabing’in avangard
kafe kültürüne ve Münih’in sanatçı ve edebiyatçılarının “şık ve faal
çevresine” ait değildi. “Beyaz-mavi” Bavyeralı taşralılığıyla, politik
Katolikliğin hakimiyetiyle; ve Viktualienmarkt’taki kırmızı suratlı
sebze satıcılarından, hiciv dergisi Simplicissimus'da Kayzer’i
hicveden görgülü kişilere dek uzanan Prusya karşıtı duygunun
gücüyle uyuşamıyordu; ona kalan, tamamen ona özgü bir Münih
Bohème’i idi: kafelerde sürtüyor, gazeteleri ve dergileri karıştırıyor
ve çevresindekilere, politik olarak düştükleri hatalara dair bir nutuk
çekme şansının çıkmasını bekliyordu. Geleceğiyle ilgili olarak,
Viyana’daki Erkekler Yurdu’nda geçirdiği yıllarda yaptıklarının
dışında ne yapabileceğine dair hiçbir fikri yoktu.
Kendini Avusturyalı bir tutuklu olarak bulacağı zamanlar çok
yakındaydı. 1913 Ağustosu’nda Linz polisi, askerlik hizmeti için
orduya yazılmamış olmasından dolayı Hitler’in nerede olduğunu
belirlemek üzere bir soruşturma başlatmıştı. Askerden kaçmanın
bedeli büyük bir para cezası olabiliyordu. Ve bundan kaçmak için
Avusturya dışına çıkmanın bedeli ise asker kaçağı olarak
değerlendirilip, hapis cezası almaktı. Linz’deki akrabalarının yol
göstermesiyle, iş Viyana polisine aktarılmış, polis Hitler’i
Meldemannstrasse’deki Erkekler Yurdu’nda aramış ve dava
nihayetinde Münih’e ulaşmıştı. Bunun üzerine Münih polisi, Linz’deki
meslektaşlarını Hitler’in 26 Mayıs 1913’ten beri
Schleibheimerstrasse 34 numarada, Popp’ların evinde yaşadığına
dair bilgilendirmişti. 67 Hitler, 18 Ocak 1914’te bir pazar öğle sonrası
Frau Popp’ların kapısının eşiğinde Münih polisinden bir memuru
gördüğünde iliklerine kadar titredi; çünkü memurun elinde kendisi
için, iki gün sonra Linz’de askere teslim olmadığı takdirde hapis
cezasına çarptırılacağını ve Avusturya yetkililerine teslim edilmek
için Münih polisi tarafından hemen tutuklanması gerektiğini belirten
bir celp belgesi vardı. 68 Münih polisi bir sebepten dolayı celp
kağıdının teslimini birkaç gün geciktirip ancak pazar günü yapmış ve
böylece Hitler’i elinde salı gününe dek Linz’de olmasının talep
edildiğini bildiren oldukça kısa bir ihbarla başbaşa bırakmıştı.
Hitler’in perişan görünüşü, elinde hiç hazır parasının olmaması,
mahçup hali ve dokunaklı açıklaması Münih’teki Avusturya
konsolosluğunu etkiledi ve onun durumuna sempatiyle yaklaşmasını
sağladı. Hitler’in 19 Ocak Pazartesi günü çektiği ve celp tarihinin
Linz’de 5 Şubat’ta yapılacak bir sonraki yoklamaya dek ertelenmesini
talep ettiği telgrafı, Linz sulh yargıcı tarafından kabul görmedi. Ama
Linz’den çekilen telgraf Münih’e ancak sonraki gün, konsolosluk
kapandıktan sonra ulaştı. Konsolosluk geleneksel bürokratik
hantallıkla telgrafı ancak ertesi sabah işleme koydu ve böylece
telgraf Hitler’in eline ancak 21 Ocak Perşembe günü, yani Linz’de
olması gereken günden bir gün sonra ulaşmış oldu. Şans yine
Hitler’den yanaydı. Fakat durumun ciddiyeti konusunda artık hiçbir
şüphesi kalmamıştı. Bu telaşla üç buçuk sayfalık bir mektup yazdı; bu
mektupta, kendisi için çok acı, zor bir dönem olan 1909 güzünde
askere kaydolmamakla yaptığı hatayı mütevazı bir tarzda kabul
ediyor, fakat Şubat 1910’da Viyana polisine kayıt olmak için
başvurduktan sonra bile bu konuya dair kendisine hiçbir uyarı
gelmediğini iddia ediyordu. 69 Durumunun "düşünmeye değer” olduğu
kanısına varan Konsolosluk görevlilerini etkilemeyi becermişti ve
Linz sulh yargıcı, Hitler’in de talep ettiği gibi 5 Şubat’ta Linz’de değil
Salzburg’da olmasına izin vermişti. Para ya da hapis cezasına
çarptırılmamıştı; yolculuk giderleri konsolosluk tarafından
karşılanacaktı. Ve Salzburg’daki görüşmede askerlik yapamayacak
denli zayıf bulundu. 70 Hitler şoka uğramıştı ve utançla oradan kaçtı;
ama bu utancı esas olarak kendi kendine yarattığı güçlüklerden
dolayıydı. Sonraki bir tarihte, bu sorundan keyif alan önde gelen
siyasi düşmanlarıyla uğraşmak zorunda kalacaktı. 71 Ve Anschluss’dan
hemen sonra dosyalar üzerinde tahrifat yapmak için gösterdiği delice
çaba da başarısızlığa uğradı; Gestapo ulaşamadan dosyalar güvenli
bir yere kaldırılmış ve buradan ancak 1950’lerden sonra
yayımlanmak için çıkmıştı. 72
Hitler tekrar ufak çapta bir sanatçı olarak olağan yaşamına döndü,
ama bu uzun sürmedi. Avrupa’nın üzerinde fırtına bulutları
toplanıyordu. Hitler, Main Kampf'ta ender rastlanan ve vaziyeti
gayet güzel anlatan lirik bir pasajla durumu,u agır bir kabus gibi
insanın göğsüne bastıran, tropik iklimlerin hummalı sıcaklığı gibi
boğucu” bir atmosfer diye tanımlıyordu. İnsanda harekete geçme
arzusu yaratan, fırtınanın getireceği tazeliği ve temizliği özleten
“sürekli bir gerginlikten” ve “bir felaketin yaklaştığı sezgisi”nden
bahsetmektedir. 73 28 Haziran 1914 Pazar günü, Avusturya veliahtı
Arşidük Franz Ferdinand'ın ve kansının Bosna'da suikaste uğradığını
duyduğunda ilk tepkisi, suikasti yapanın bir Alman öğrencisi
olmasından korkmak oldu. Franz Ferdinand'ın Slav yanlısı
politikalara verdiği destek göz önüne alındığında bu mantıksız bir
varsayım değildi; veliahtın ölümünün bir Sırp milliyetçisinin
ellerinden olmasından daha büyük bir olasılıktı. Faillerin kimliğinin
belirlenmesiyle Hitler'in yaşadığı rahatlamaya, "bir taş yuvarlanmaya
başlamıştı ve artık durdurulması imkansızdı," "en sonunda savaş
kaçınılmaz olacaktı" şeklinde ifade ettiği duygular karışmıştı. 74
Ağustos'un başlarında Avrupa ülkelerinin, Lloyd George'un belirttiği
üzere "kaynayan kazanın içini yuvarlanmasına ramak kalmıştı". 75 Kıta
savaştaydı
III

Hitler açısından savaş Tanrı’nın bir lütfuydu. 1907 yılında Sanat


Akademisi’ne girmeyi başaramadığı günden beri kupkuru bir hayat
sürüyordu; büyük bir sanatçı olamayacağını anlamış, şimdi de günün
birinde büyük bir mimar olacağı hayalleriyle oyalanıyordu; oysa ki bu
tutkusu ne gerçekçi bir umuda dayanıyordu ne de bunu
gerçekleştirecek bir planı vardı. Uğradığı bu başarısızlıktan yedi yıl
sonra, “Viyana’da bir hiç olan”76 bu kişi şimdi Münih’te toplum dışına
düşmüş, tutunamayan, önemsiz biri olmaya devam ediyor, onu
reddetmiş olan dünyaya beyhude bir kızgınlık büyütüyordu. Artık bir
kariyer şansı yoktu, kariyer edinebilecek niteliklere sahip olmadığı
gibi, bu niteliklere ulaşma beklentisi de yoktu; kalıcı, yakın
arkadaşlıklar kuramıyordu; kendisiyle veya başarısızlığından sorumlu
görüp küçümsediği toplumla uzlaşabilmesi imkansız gibi bir şeydi.
Savaş ona çıkış yolunu sundu. Bu sayede yirmi beş yaşında hayatında
ilk kez bir amaca, sadakat duyacağı bir davaya, bir dış disipline, bir
tür düzenli işe sahip oldu; kendini iyi hissetti, yoldaşlık, -ve en çok da-
bir aidiyet duygusu yaşadı. Alayı onun evi olmuştu. 1916 yılında
yaralandığında, üstüne söylediği ilk sözcükler şunlar olmuştur: “Eh,
bu o kadar da kötü bir şey değil; Herr Oberleutant [teğmenim]. En
azından burada, alayımda, sizinle birlikte kalabilirim.”77 Savaştayken,
daha sonra, alaydan ayrılma ihtimali, terfi ettirilmeyi istememesini
etkilemiş olabilir. 78 Savaşın sonunda orduda olabildiğince uzun süre
kalmak için geçerli sebepleri vardı: Dört yıldır bulunduğu ordu artık
onun kariyeri olmuştu ve geri dönebileceği ya da peşine düşebileceği
başka bir işi yoktu. Hitler hayatında ilk kez -Yukarı Avusturya’da
annesinin küçük oğlu olarak geçirdiği kaygısız çocukluk günlerinden
beri gerçekten hayatında ilk kez- kendisini savaşta huzurlu
hissetmişti. Sonradan savaş yıllarından “hayatımın en unutulmaz ve
en muhteşem dönemiydi” diye bahsedecekti. 79 İleride, bizzat
kendisinin ön ayak olduğu ve Almanya’yı Avrupa’nın ve dünyanın
üzerine saldığı ikinci bir savaşın ortasındayken bile Birinci Dünya
Savaşı'ndaki tecrübelerini -daima övgü dolu sözcüklerle- yad edip
durmuştur. Örneğin bir yerde, savaştaki yıllarını “hiçbir kaygımın
olmadığı tek dönem” diye tanımlamıştır. Ne yiyecek, ne giysi, ne de
kalacak yer derdi vardır. 80 “Bir asker olmaktan çok çok memnun”
olduğunu belirtmektedir. 81 Hitler’i Hitler yapan, savaş ve savaştan
sonraki dönemdir. Viyana’dan sonra, kişiliğinin biçimlenmesinde
önemli rol oynayan ikinci dönemdir bu.
Avrupa’daki diğer ülkeler gibi Almanya da, Franz Ferdinand’ın
katledilişinin ardından savaş ateşiyle yanmaya başlamıştı. Suikastin
yapıldığı günün akşam üzeri Münih’te heyecanlı bir kalabalık, şehrin
merkezindeki meşhur Café Fahrig’in camlarını indirmişti; sebep,
orkestranın Almanların kıpır kıpır vatanseverlik marşını, gayrı resmi
milli marş muamelesi gören “Die Wacht am Rhein”ı çalmayı
reddetmesiydi. 82 Birkaç hafta sonra şehrin aynı kısmında öfkeli bir
güruh, Fransızca konuşan iki kadına saldırmış; elbiseleri parçalanıp,
yüzleri gözleri kan içinde kalmış olan kadınları polis kurtarmıştı.83
“1914 yılının ruhu”, ifadesini, genelde tahmin edildiğinden çok daha
çeşitli biçimlerde buluyordu; ve bu tip hiddet patlamalarının varlığına
rağmen, muhtemelen genelde daha çok savunmaya yönelik bir hava
taşıyordu. 84 Fakat toplumun hiçbir kesimi, vatanseverlik ateşiyle
yanan bu atmosferden muaf değildi. Enternasyonalist Sosyal
Demokratlar ve sol kanat liberaller bile bunun dışında
kalamamışlardı; onların savunmaya yönelik vatanseverlikleri,
saldırgan şovenizme karşı bir siper olma bakımından her ne kadar
zayıf kalsa da, savaş çılgınlığının dolu dizgin yaşandığı milliyetçi
çevrelerin saldırganlığından ve kavgacılığından aşikar bir şekilde
farklıydı. Orta sınıf gençliği içindeki, özellikle de öğrenci
gruplarındaki savaş coşkusu, genelde, kısır ve çökmüş burjuva
düzeninin prangalarından nihai kurtuluşu savaşın sağlayacağı
yönündeki iyimserlikle bağlantılıydı. “Savaşı, dünyayı kurtaracak bu
yegane çözümü onurlandırmak istiyoruz,” diye ilan etmişti daha
birkaç yıl öncesinde İtalyan Fütürist Manifestosu. 85 1914 yılının
Temmuz ve Ağustos aylarında bütün Avrupa’daki genç kuşak
mensuplarının -hepsi değilse de- çoğu bu duygu içindeydi.
Almanya’nın liderleri arasında da -aynen Avrupa’nın başka
yerlerindeki yönetici gruplarında olduğu gibi- silahlı bir çatışmanın,
önceki yılların sürüp giden geriliminden ve tekerrür eden
krizlerinden kurtulmak için şart ve olumlu bir şey olduğu duygusu
vardı. 86 Sonraki kuşaklara en tuhaf geleni ise savaş duygusunun, en
çok da entelektüeller arasında neredeyse dini bir olay, bir kurtuluş ve
canlanma olarak, ayrılığın ve uyumsuzluğun üstesinden gelecek olan
ulvi milli birliğin yükselişi olarak, milli bir topluluğun yaratıcı gücü
olarak yaşanmış olmasıdır. Sosyal politikayla ilgili önde gelen bir
derginin gösterişle kaleme alınmış iç dökmesi şöyledir:

Şimdi bizim en derin duygularımızla yaşadığımız şey bir


yeniden diriliş, milletin yeniden doğuşudur. Aniden günlük dert
ve sevinçlerin dışına çıkan Almanya, ahlaki bir görevin gücüyle,
en büyük fedakarlıkları yapmaya hazır tek bir yürek oldu.
Kayzer, halkın gerçek Kayzer’ine yakışan bir şekilde şöyle ilan
etti: “Ben artık parti diye bir şey tanımıyorum, benim için artık
sadece Almanlar var”... Ve Reichstag, müttefik ve birleşmiş
Reichstag, milletin işte bu gerçek müjdecisi Kayzer’le birlikte
“hiç yılmadan acıya ve ölüme” yürüyeceğine yemin etti.
Ağustos’un bu ilk günleri eşsiz kıvanç günleridir ve ölümsüzdür.
Kırk yıllık barış döneminde partilerin, mezheplerin, sınıfların ve
ırkların sürtüşmeleri ve ayrılıklarıyla ortaya dökülen ne varsa,
hepsi milli coşkunun ateşiyle yanıp yok olmuştur. 87

Çoğu kişi meyus bir yürekle ve görev duygusuyla savaşmaya


hazırlandı. 88 Kalanlar ise harekete geçmek için sabırsızlanıyordu.
Hitler Münih’te savaş haberini tutku ve heyecanla bekleyen, bu
duygusal hezeyanın pençesine düşmüş on binlerce kişinin
arasındaydı. Ve birçoğu için söz konusu olduğu gibi, bu kıvancı daha
sonra derin bir gücenikliğe dönüşecekti. Savaşın ufukta belirişiyle
harekete geçen bu duygusal sarkaç, Hitler açısından, çoğu kişi için
olduğundan daha şiddetli bir şekilde salınıyordu. “Güçlü bir coşkuya
yenik düşerek, dizlerimin üstüne çöktüm ve bu günleri görmeme izin
veren Tanrı ya tüm yüreğimle şükrettim.”89 Bu olayla ilgili sözlerinin
gerçekliğinden şüphe edilemez. Yıllar sonra birgün Hitler,
Almanya’nın Rusya’ya savaş ilan etmesinin ertesi günü 2 Ağustos
1914’te, Münih Odeonsplatz’da Feldherrnhalle önünde yapılan büyük
yurtseverlik gösterisinin, Heinrich Hoffman (kendisi sonradan
Hitler’in resmi fotoğrafçısı olacaktı) tarafından çekilmiş bir
fotoğrafını görüp, kendisinin o coşkulu kalabalığın içinde olduğunu,
milli duygularla kendinden geçtiğini, “Die Wacht am Rhein” ve
“Deutschland über alles”i söylemekten sesinin kısıldığını anlatmıştır.
Hoffman hemen fotoğrafı büyütme işine koyulmuş ve fotoğrafın tam
ortasında, yirmi dört yaşındaki Hitler’in savaş histerisiyle kendinden
geçmiş yüzünü bulmuştur. Bunun ardından fotoğrafın çoğaltılıp,
piyasaya sürülmesi Hitler mitinin oluşturulmasına -ve Hoffmann’ın
büyük kar etmesine- katkıda bulunmuştur. 90
Şüphesiz, o günlerde Avrupa’nın başka şehirlerinde olduğu gibi
Münih’te de onbinlerce genci etkisi altına alan aynı kıvanç
duygusuyla Hitler, kendi beyanına göre, Feldhermhalle’deki büyük
gösterinin ertesi günü olan 3 Ağustos’da, Bavyera ordusunda bir
Avusturyalı olarak hizmet etme talebini, Bavyera Kralı III. Ludwig’e
yazdığı kişisel bir dilekçeyle arz etmiştir. Ertesi gün özel kalem
dairesinden talebinin kabul edildiğini öğrendiğinde sevinci
sonsuzdur. 91 Çoğu anlatımda, Hitler’in kendisinin sunduğu bu
versiyon kabul görse de, gerçekliği oldukça şüphelidir. O kargaşa
günlerinde Hitler’in dilekçesine hemen ertesi gün yanıt alabilmesi,
gözle görülür ölçüde etkin bir bürokratik işlerlik gerektirmektedir.
Çünkü her durumda (Avusturyalılar da dahil olmak üzere)
yabancıların gönüllü olarak askere kabul edilmesi işi özel kalem
idaresinin değil savaş bakanlığının yetkisi altındadır. 92 Gerçekle
Hitler Bavyera ordusuna kabul edilmesini bürokrasinin etkinliğine
değil dikkatsizliğine borçludur. 93 1924’te Bavyera yetkililerinin
yürüttüğü ayrıntılı araştırmalar, normalde Ağustos 1914’te
Avusturya’ya dönmesi gerekirken Hitler’in nasıl olup da Bavyera
ordusunda hizmet verdiği meselesini açıklığa kâvuşturamamıştır.
Raporda buna yasaların ihlalinin ve tanınan olağandışı bir imtiyazın
değil, Ağustossun ilk günlerinde orduya alınmak için en
yakınlarındaki askerlik dairesine sel gibi akan gönüllü yığınları içinde
olmasının sebep olduğu sanılmaktadır. “Her ihtimalde, Hitler’in
milliyeti mese (Staatsangehörigkeit) meselesi ortaya çıkmamış ve
üzerinde tartışılmamıştır.” Varılan sonuç, Hitler’iri “Bavyera
ordusuna yanlışlıkla alındığıdır.”94
Hitler, 1921 yılında yazdığı kısa otobiyografik taslakta da belirttiği
gibi, muhtemelen 5 Ağustos 1914’te, Birinci Bavyera Piyade Alayına
gönüllü asker olarak yazılmıştı. Savaşın başlarındaki bu kaotik
günlerde başka bir çok gönüllü gibi, henüz kendisine ihtiyaç
olmadığından hemen geri gönderildi. 95 16 Ağustos’ta, İkinci Piyade
Alayı’nın ikinci İhtiyat Taburu tarafından gerekli teçhizatın
sağlanması için, Münih’teki VI. Acemi Er Eğitim Merkezi çağrıldı.
Eylül’ün ilk günleriyle birlikte Hitler, yeni kurulan ve büyük oranda
acemi erlerden oluşan, (ilk komutanının ismi nedeniyle “List Alayı”
olarak tanınan) 16. Bavyera İhtiyat Piyade Alayı’na atanmıştı. Aynı
alaydaki diğer askerlerle birlikte Münih’te bir süreliğine eğitim ve
talim çalışmalarına tabi tutuldu. Bunu, Ausburg yakınındaki
Lechfeld’de 20 Ekim’e dek süren talimler izledi. 96 Hitler 20 Ekim’de
Popp’lara gönderdiği bir notta, birliğinin sınıra -olasılıkla Belçika
sınırına- doğru hareket etmek üzere olduğunu, bunu dört gözle
beklediğini ve İngiltere’ye dek gideceklerini umut ettiğini
yazmaktadır. 97 Nitekim hemen ertesi gün sabahın erken saatlerinde,
Hitler’in de içlerinde olduğu bölüğü taşıyan tren Flanders savaşı
meydanlarına doğru yola koyuldu. 98
Hitler’in taburu 29 Ekim’de, Lille’ye vardıkları altı gün içinde,
Menin Road üzerinde Ypres yakınlarında kurşunla tanıştı. Joseph
Popp’a ve Münih’teki bir tanışına - Ernest Hepp- cepheden yazdığı
mektuplarda Hitler, dört gün süren çatışmanın ardından List Alayı’nın
asker gücünün 3600 kişiden 611 kişiye düştüğünü belirtiyordu. 99 İlk
kaybın yüzde 70 oranında olduğu tahmin edilmektedir, mamafih bu
kayıplarım bir kısmının sebebi “dost kurşunları” idi -Württemberg ve
Sakson alayları karanlıkta Bavyeralıları İngiliz askerleriyle
karıştırmış ve yanlışlıkla ateş açmışlardı. 100 Düşenler arasında Albay
List de vardı. Hitler ileride, binlerce insanın öldüğünü ve
yaralandığını görmesi üzerine, başlardaki idealizminin “hayatın
korkunç ve bitmeyen bir mücadele” olduğu gerçeğine boyun eğdiğini
söyleyecekti. 101
Hitler, 3 Kasım 1914’te (1 Kasım’da gösterdiği etkinlik nedeniyle)
onbaşılığa yükseltildi. Bu Hitler’in savaşta alacağı ilk ve son terfiydi.
Fakat şüphe yok ki o daha fazlasını bekliyor, en azından astsubaylık
(Unteroffızer) rütbesine getirileceğini umut ediyordu. Savaş
süresince, Max Amann -bu üstçavuş daha sonra Hitler’in basın kralı
olacaktı- onu terfiye aday göstermiş; ve alay personeli onu
Unteroffızer yapmayı düşünmüştür. 102 Alay yaveri Fritz
Wiedemann’ın -kendisi 1930’larda bir süreliğine Führer’in
yaverlerinden biri olmuştur- Üçüncü Reich’ın sonundaki beyanına
göre, Hitler’in üstleri onda liderlik niteliğinin olmadığını
düşünmektedirler. 103 Bununla birlikte hem Amann hem de
Wiedemann, Hitler’in muhtemelen kendi alayından başka yere
transfer ettirilmeyi reddettiğini açıklığa kavuşturmuşlardır. 104
Hitler 9 Kasım’da alay personeline emir eri (Ordonnanz) olarak
atandı. Sayılan seki ilâ on arasında değişen emir erlerinin görevi,
emirleri alay karargahından tabura veya üç km uzaktaki cephede
bulunan bölük komutanlarına -yayan, bazen de bisikletle- iletmekti. 105
Ûte yandan Hitler Mein Kampf'ta savaştayken ulaklık görevi
yaptığından bahsetmemiş ve kendini savaşı hep siperlerde geçirmiş
bir asker gibi göstermiştir. 106 Fakat 1930’ların başlarında politik
hasımlarının, bir ulağın görevinin taşıdığı tehlikeleri küçümseme ve
Hitler’in savaşta verdiği hizmeti yerme, onu kaytarmakla ve
korkaklıkla suçlama çabaları doğru bir zemine oturmamaktadır. 107
Cephe görece sakin olduğunda -ki bu çok da olağandışı bir durum
değildi- ulakların, durumun siperlerden çok daha iyi olduğu komuta
merkezlerinin etrafında tembel tembel dolandığı zamanlar tabii ki
oluyordu. Hitler’in savaş dönemi askerlik hizmetinin neredeyse
yarısını geçirdiği Flanders’in Ypres bölgesinde, Fromelles
yakınlarındaki Foumes alay karargahlarındaki durum buydu ve Adolf
resim yapmaya, (kendi söylediğine inanacak olursak) yanında taşıdığı
Schopenhauer eserlerini okumaya vakit bulabiliyordu. 108 Durum
böyle olsa bile, savaş sırasında cepheden ateş hattına mesaj taşıyan
ulakların yüz yüze kaldığı tehlikeler yeterince gerçekçi bir şekilde
ele alınmamıştır. Savaşta, ulaklar arasındaki ölüm oranı nispeten
yüksektir. 109 Bir mesajın başarılı bir şekilde yerine ulaştırılabilmesi
için, birisi ölürse mesajı diğeri iletsin diye, mümkünse iki ulak
gönderiliyordu. 110 15 Kasım’da alayın Fransız birliklerle karşılaşması
üzerine, alay personelinde görevli sekiz ulaktan üçü ölmüş, biri ise
yaralanmıştı. Hitler ise kendi adına yine şanslıydı. Çünkü sırf bu
olaydan değil, iki gün sonra karargahtan ayrılmasından birkaç dakika
sonra patlayan ve orada bulunan bütün personeli ya öldüren ya da
yaralayan bir Fransız bombasından da kurtulmuştu. 111 Ciddi şekilde
yaralananların arasında, birkaç gün önce ateş altında, başka bir
askerin de yardımıyla kumandanın hayatını koruduğu için Hitler’i
Demir Haç madalyasıyla onurlandırmayı düşünen alay kumandanı
Yarbay Philipp Engelhardt da vardı. 112 Hitler 2 Aralık’ta ikinci Sınıf
Demir Haç madalyası aldı ve alayda bu onura layık görülen altmış
askerin içindeki dört ulaktan biri oldu.113 Hitler, “hayatımın en
mutlu günü,” diyecekti bu gün için. 114
Ortadaki bütün göstergeler, Hitler’in dikkatli ve görevine bağlı bir
asker olmakla kalmayıp, aynı zamanda davasına bağlı biri olduğunu
ve korkaklıkla suçlanamayacağını gösteriyor. Üstlerinin ona saygısı
vardı. O dönemdeki silah arkadaşları, özellikle de ulak grubu içinde
yer alanlar ona saygı duyuyor, görünüşe göre ondan hoşlanıyordu.
Oysa ki Hitler onların kafasını karıştırmaktan ya da sinirlerini
bozmaktan hiç kaçınmıyordu. 115 Mizah duygusundan yoksunluğu
nedeniyle iyi niyetli takılmalara hedef oluyordu. Bir gün santral
memurlarından birinin “Bir Mamsell avına çıkalım mı?” önerisi
üzerine Hitler’in “Bir Fransız kadınıyla yatmanın utancına
katlanmaktansa ölmeyi tercih ederim” deyivermesi bir kahkaha
tufanına neden olmuştu. “Keşişe de bakın hele,” deyince birisi
Hitler’in cevabı hazırdı: “Sizde hiç Almanlık şerefi kalmadı mı?”116
Tuhaflıklarıyla grubun içinde sivrilse de, Hitler’in silah arkadaşlarıyla
arası genelde iyiydi. Çoğu sonradan NSDAP üyesi olacak ve dönemin
Reich Şansölyesi’nin silah arkadaşı olarak, Hitler’in onlara sağladığı
ufak tefek mevkilerden ve parasal destekten faydalanacaklardı. 117
Onu “Adi” diye çağırıyorlardı. Oldukça tuhaf anlamına gelen bu
sözcük Hitler’i nasıl gördüklerini ortaya seriyordu ama yine de
onunla araları iyiydi. Ondan “sanatçı” diye bahsediyor ve pek çok
şeyine şaşıyorlardı: 1915 yılının ortalarından sonra (Noel’de bile) tek
bir mektup ya da paket almamıştı; ne bir arkadaşından ne de
akrabasından bahsediyordu; içki, sigara içmiyordu; genelevlere ilgi
göstermiyordu; bir siper köşesine çekilip saatlerce okuyor ya da
arpacı kumrusu gibi düşünüyordu. 118 Savaş sırasında çekilen
fotoğraflar, zayıf bir bedeni ve gür, koyu renkte bir bıyığın kapladığı
sıska bir suratı göstermektedir. Genellikle grubun kenarında, gülen
insanların ortasında, ifadesiz bir suratla durmaktadır. 119 En yakın
arkadaşlarından biri olan, Yukarı Bavyera’nın Bad Aibling
bölgesinden Bruckmühl’li duvar ustası Balthasar Brandmayen’in
Mayıs 1915’de Hitler’i ilk gördüğündeki izlenimi şöyledir: Bir deri bir
kemik kalmış bir beden, solgun bir suratta çukura kaçmış koyu renk
gözler, gelişigüzel bırakılmış bir bıyık, bir köşede bir gazetenin içine
gömülmüş oturan, genelde elindeki çayını yudumlayıp, grubun
şamatasına pek katılmayan biri. 120 Tuhaf biriydi; aptalca, gamsız
sözler karşısında memnuniyetsizlikle başını iki yana sallar, askerlerin
olağan alaylarına, sızlanmalarına katılmazdı. 121 Bradmayer bir gün
Hitler’e, “Hiç bir kıza âşık oldun mu?” diye sorar. “Bak, Brandmoiri,”
diye ifadesiz bir suratla yanıtlar Hitler, “böyle şeylere hiç vaktim
olmadı ve olacağa da hiç benzemiyor.”122 Gerçekten şefkat hissettiği
tek varlık beyaz bir teriyer olan ve düşman hattından geçip gelmiş
olan köpeği Foxl’dur. Hitler köpeğin ona böylesine bağlanmasında,
görevden döndüğünde gelişine o kadar sevinmesinde bir hikmet
olduğunu düşünür. Birliği başka bir yere gitmek üzere oradan
ayrılırken köpeğin ortadan kaybolması ve bulunamaması Hitler’i
deliye çevirir. Yılllar sonra bu olay üzerine, “onu benden alan hangi
domuzsa, bana gerçekten ne yaptığını bilmiyordu,” diyecektir. 123
Gözünün önünde binlerce insan katledilirken böyle güçlü duygular
hissetmemiştir. Hitler’in insan ilişkilerinde tüm hayatı boyunca
mevcut olan soğukluk ve duygusuzluk, köpeğine karşı olan hislerinde
mevcut değildir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Führer karargahında
Hitler’in arkadaşlık ettiği en yakın varlık gene köpeği Blondi’dir
(Alsas cinsi bir çoban köpeği). 124 Ama köpekleriyle ilişkisinde esas
olan, insan-köpek ilişkisinde genelde olduğu üzere, köpeğin sahibine
itaat etmesiydi. “[Foxl'u] Çok severdim, yalnızca bana itaat
ederdi.”125 Hitler böyle hatırlayacaktı onu daha sonra.
Savaş konusunda Hitler son derece fanatikti. Alman çıkarlarının
söz konusu olduğu bir davaya insancıl duyguların karışmasına izin
verilemezdi. 1914 Noel’inde Alman ve İngiliz birliklerinin tarafsız bir
bölgede hiç beklenmedik bir şekilde karşılaşmaları üzerine el sıkışıp,
birlikte şarkı söylemelerini hiç onaylamamış, "savaş sırasında böyle
bir şeyin lafı bile edilmemeli,” diye karşı çıkmıştır. 126 Silah
arkadaşları, gerçek veya uydurma bozguncu fikirlerle onu her daim
kışkırtabileceklerini biliyorlardı. Bütün yapmaları gereken mağlup
olunacağını iddia etmek ve Hitler’in patlayışını seyretmekti. Edeceği
son söz hep şu olurdu: ‘‘Bizim savaşı kaybetmemiz söz konusu bile
olamaz.”127 5 Şubat 1915’de Münih’teki bir tanıdığına,
mahkemelerde bilirkişilik yapan Ernst Hepp’e gönderdiği uzun
mektubunu bir sezgisini açığa vurarak bitiriyordu. Hitler’in tipik düz
yazı tarzında dile getirdiği bu sezgi, Viyana günlerinden beri onu
yiyip bitiren önyargıları hatırlatan bir savaş görüşünde kendini belli
ediyordu:

Sık sık Münih’i ve hepimizin sadece tek bir arzusunun


olduğunu düşünüyorum: Bu çeteyle son hesap günümüzün
yakında gelmesi, bedeli ne olursa olsun hesabımızın açık açık
görülmesi (Daraufgehen) ve vatanımıza dönüp onu saf bir halde,
yabancı etkilerinden arınmış (Fremdlanderei) olarak görme
talihine erişmemiz; hergün yüz binlerce insanımızı feda etme ve
onca acılar çekme pahasına; bir sürü ulustan oluşan düşman bir
dünyaya karşı hergün seller gibi kan dökme pahasına buna
erişmemiz. Bunun sonucunda sadece dış düşmanlarımızı ezmiş
olmakla kalmayacak, içimizdeki enternasyonalizmi de yok etmiş
olacağız. İşte bu kazanç, sınırlarımızı genişletecek topraklardan
bile daha kıymetli görünüyor bana. Söz konusu olan Avusturya
ise! zaten hep söylediğim gibi gelişecektir her şey. 128

Hitler savaş boyunca böyle derin duygulanımlar içindeyse de,


peşinden askeri olayların ve savaş koşullarının uzun bir tasvirinin
geldiği bu politik patlama olagandışıdır. Silah arkadaşlarıyla siyasi
meseleleri pek konuşmazdı. 129 Arkadaşlarının onu tuhaf biri olarak
görüyor olması, coşkuyla sahiplendiği fikirlerini açığa vurmasını
engellemiş olabilir. Durumunu, ‘‘o zamanlar bir askerdim ve
politikaya dair konuşmak istemiyordum,” diye belirtse de, çok açık
uzlaşmazlıklar ortaya çıktığında. Sosyal Demokrasiye dair
görüşlerini yakın hissettiği silah arkadaşlarına açıkladığını da
eklemektedir. 130 1947’de Nuremberg’deki sorgusu sırasında Max
Amann, savaş sırasında Hitler’in arkadaşlarına politik konularda
söylev çekmediğini ısrarla belirtmiştir. 131 Görünüşe göre
Yahudiler’den çok çok ender bahsetmektedir. Eski silah arkadaşları
1945’den sonraki beyanlarında, Hitler o yıllarda Yahudilere dair
uluorta saygısızca birkaç laf etmiş olsa da, bu lafların, 1918’dcn
sonra açıkça ifade ettiği ölçüsüz Yahudi nefretinin emarelerini
taşımadığını belirtmektedirler. 132 Diğer yandan Balthasar
Brandmayer, ilk baskısı 1932’de yapılan hatıratında, savaş sırasında
“Adolf Hitler Yahudilerden, bütün felaketlerin arkasında olan kişiler
diye bahsettiğinde” onu anlayamadığını belirtmektedir. 133
Brandmayer’e göre Hitler savaşın ilerleyen yıllarında politikaya daha
çok müdahil olmaya başlamıştı; ve Almanya’da büyüyen
huzursuzluğun kışkırtıcıları olarak gördüğü Sosyal Demokratlara
karşı duygularını gizlemiyordu. 134 Bu gibi yorumlar, Hitler’in
ünlenişinden sonra yazılan tüm kaynaklar gibi ihtiyatla ele alınmalıdır
(söz gelimi bu örnekte, geleceğin önderini sezip onu övme kaygısı
öne çıkmaktadır). Fakat bunları tamamıyla göz ardı etmek de zordur.
Hitler’in Mein Kâmpf'ta bizzat iddia ettiği gibi, politik önyargılarının
savaşın ilerleyen yıllarında, 1916’da Almanya’dan ilk ayrıldığı
dönemde ve bu dönemin sonrasında keskinleşmiş olması daha büyük
bir olasılıktır. 135
1915 Mart’ı ilâ 1916 Eylül’ü arasında List Alayı Fromelles
yakınındaki siperlerde savaştı; iki kilometre uzunluğundaki bir sınırı
savunuyorlardı. Mayıs 1915’de ve Temmuz 1916’da İngilizlerle ağır
çatışmalara girdiler fakat bir buçuk yıl içinde sınır ancak birkaç
metre ilerledi. 136 Şiddetli çatışmaların yaşandığı II. Fromelles
Muharebesinden iki ay sonra, bir İngiliz taarruzunun güç belâ
durdurulduğu 27 Eylül 1916 günü alay Flanders’den güneye doğru
harekete geçti ve 2 Ekim’de Somme’de muharebeye girişti. 137 O
günlerde, bir top mermisinin ulakların bulunduğu siperde patlaması
üzerine Hitler dizinden yaralandı. Diğer ulakların çoğu da ya
yaralanmış ya ölmüştü. 138 İlk müdahalesi bir sahra hastanesinde
yapılan Hitler 9 Ekim’den 1 Aralık’a dek yaklaşık iki ay Berlin
yakınlarındaki Beelitz’de, Kızıl Haç hastanesinde kaldı. İki yıldır
Almanya’ya gelmemişti. 1914 Ağustos’unun heyecan dolu o
günlerinden beri atmosferin ne kadar değişmiş olduğunu fark etti.
Hastanedeki askerler, cepheden kaçmak için nasıl kendilerini hafif
bir şekilde yaraladıklarını veya hasta numarası yaptıklarını
böbürlenerek anlatıyorlardı. Bunları duyan Hitler derinden sarsıldı.
Nekahat dönemini geçirdiği Berlin’de de aynı düşük moralle ve
memnuniyetsizlikle karşılaştı. Bu Hitler’in Berlin’e ilk gelişiydi ve
Ulusal Galeri’yi gezme fırsatı buldu. Fakat onu en çok şaşırtan Münih
oldu. Şehri neredeyse tanıyamamıştı: “Nereye giderseniz gidin
heryerde kızgınlık, memnuniyetsizlik ve lanetler!” insanların
moralleri bozuk, şevkleri kırık, koşullar kötüydü; ve Bavyera’da
geleneksel bir tavır olduğu üzere, suç Prusyahların üzerine
atılıyordu. Hitler ise, bu konuya dair sekiz yıl sonra kaleme aldığı
anlatısına göre, bütün bunların arkasında Yahudileri görüyordu. Din
adamı konumundaki Yahudilerin çokluğundan duyduğu şaşkınlığı dile
getiriyor-“neredeyse bütün din adamları Yahudi ve bütün Yahudiler de
din adamıydı”- ve cephede görev alan ne kadar az sayıda Yahudi’nin
olduğundan dem vuruyordu. 139 (Bu aslında bir iftiraydı: Yahudilerin
toplam nüfus içindeki sayılan göz önüne alındığında Alman ordusunda
Yahudi olanlar ile olmayanların oranı arasında bir fark yoktu ve -
bazıları List Alayı’nda olmak üzere çoğu askerlik görevini büyük bir
özenle yerine getirmişti. 140) Hitler’in 1916 yılındaki Yahudi karşıtı
duygularını dile getirdiği bu beyanının, bazı değerlendirmelerde
rastladığımız gibi, aslında 1918-1919’larda baş gösteren
duygularının geriye doğru yansıtılması olduğunu farz etmek için bir
neden yoktur. 141 Fakat daha önce de bahsettiğimiz gibi, Hitler’in
savaştaki arkadaşları onu antisemitik yönüyle tanımamaktadırlar;
bunlar arasında sadece ikisi -Brandmayer ve Westenkirchner-
Hitler’in Yahudi aleyhtarı laflar ettiğini işittiklerinden
142
bahsetmektedir. Nitekim Münih caddelerinde Yahudi karşıtı bir
önyargı olarak giderek daha çok işitilen, Hitler’in sözcüsü olduğu bu
duyguların yaygınlaşması ve bu duygulardaki şiddetin artması savaşın
ikinci yarısında gerçekleşmiştir. 143
Hitler olabildiğince çabuk cepheye dönmek ve eski alayına
katılmak istiyordu. 144 Ve 5 Mart 1917’de bu emeline kavuştu;
Vimy’nin birkaç mil güneyinde, yeni yerinde karargah kurmuş olan
alayına katıldı. 145 Yazın, yaklaşık üç yıl önce savaşmış olduktan Ypres
yakınlarındaki aynı yere döndüler ve 1917 Temmuz’unun ortasında
İngilizler’in başlattığı büyük Flanders taaruzunda çarpıştılar. 146 Ağır
bir yenilgiye uğrayan alay Ağustos’un başında geri çekilmiş ve
Alsace’a aktarılmıştı. Eylül’ün sonunda Hitler ilk kez normal bir izin
kullandı. Münih’in atmosferi şevkini çok kırmıştı, bu yüzden oraya
geri dönmek istemiyordu, bunun üzerine savaş arkadaşlarından
birinin ailesiyle kalmak üzere Berlin’e gitti. 147 Alaydaki arkadaşlarına
gönderdiği kartpostallarda on sekiz günlük izninde ne kadar iyi vakit
geçirdiğinden, Berlin’in ve müzelerinin onu nasıl
148
heyecanlandırdığından bahsetmektedir. Ekim’in ortasında, daha
yeni Alsace’dan Champagne’a geçmiş olan alayına döndü. 1918
Nisan’ındaki çatışmalarda büyük kayıplar veren alay, Temmuz’un son
iki haftasında Mame’daki ikinci muharebeye katıldı. 149 Bu, savaştaki
son Alman taaruzuydu. Ağustos’un ilk günleriyle birlikte Müttefik
Kuvvetleri’nin güçlü bir karşı taarruzu karşısında bozguna uğrayan
Almanlar’ın son dört ay içinde verdikleri kayıp yaklaşık 800 bin kişiye
ulaşmıştı. Taarruzun başarısızlığını belirleyen, yedek kuvvetlerin
tükendiği ve ordunun moralinin düştüğü andı. Alman komutası
savaşın kaybedildiğini kabul etmek zorunda kalmıştı.
Hitler 4 Ağustos 1918’de, Alay Komutanı Binbaşı von Tubeuf'un
elinden Birinci Sınıf Altın Haç madalyası aldı; bir onbaşı için ender
bir başarıydı bu. Madalyaya onu aday gösteren subayın -Teğmen
Hugo Gutmann- bir Yahudi olması ironik bir rastlantıdır. 150 Bu hikaye
sonradan bütün ders kitaplarında yer alacaktı: Hitler on beş Fransız
askerini tek başına esir almış ve bu nedenle EK l madalyasına layık
görülmüştü. 151 Gerçek elbette ki daha sıradandı. List Alayı Kumandan
Vekili Freiherr von Godin’in tavsiye mektubu da dahil olmak üzere
elimizdeki kanıtlardan, madalyanın verilme sebebinin, telefon hattının
kesilmesi üzerine önemli bir mesajın ağır ateş altında karargahtan
cepheye götürülmesinde gösterilen cesaret olduğunu ve Hitler’den
başka bir ulağın daha aynı sebeple ödüllendirildiğini öğreniyoruz.
Gutmann eğer emiri ulaştırmayı başarırlarsa iki ulağa da EK 1
madalyası sözü vermiştir. Yaptıkları şey cesaret gerektiren bir
davranış olmakla birlikte istisnai bir görev değildir. Ve Tümen
Kumandanlığına yapılan başvurudan haftalar sonra madalyanın
verileceği kesinleşmiştir. 152
1918 Ağustos ayının ortasında List Alayı, Bapaume yakınlarında
İngilizlerle yapılan bir muharebeye destek olmak üzere Cambrai’ya
gitti; ve bir ay sonra, Hitler’in yaklaşık dört yıl önce EK 11
madalyasını aldığı, Wytschaete ve Messines bölgesindeki çatışmalara
katıldı. Fakat bu sefer Hitler, savaş meydanlarından uzaktaydı.
Ağustos’un sonlarında, telefon bağlantılarıyla ilgili bir eğitim görmek
üzere bir haftalığına Nuremberg’e gönderilmiş; ardından, 10 Eylülde
on beş günlük izninin ikinci kısmını kullanmaya başlamış ve bu süreyi
gene Berlin’de geçirmişti. 153 Hitler Eylülün sonunda izinden yeni
dönmüştü ki birliği Comines yakınlarında İngilizlerin hücumuna
uğradı. Artık taarruzlarda yaygın bir biçimde gaz kullanılıyordu, gaza
karşı korunma önlemleri ise hem minimal hem de oldukça ilkeldi. List
Alayı, aynen diğerleri gibi, bundan oldukça büyük zarar gördü. 13
Ekim’i 14 Ekim’e bağlayan gece, Ypres yakınlarındaki güney sınır
bölgesinde Wervick’in güneyindeki tepelerde Hitler de hardal gazına
maruz kaldı. 154 Hem o hem de yanındaki çok sayıda asker gaz
saldırısı sırasında siperlerinden çıkmışlardı. Gazın etkisiyle kısmi
körlük yaşadıklarından ancak birbirlerine tutunup, görece daha iyi
durumdaki bir askeri izleyerek yollarını bulabilmişlerdi. 155 İlk
müdahalesi Flanders’de yapılan Hitler, 21 Ekim 1918’de,
Pomerania’da Stettin civarında bulunan Pasevvalk’daki hastaneye
sevk edildi.
Savaş onun için sona ermişti. Hitler henüz bilmiyorsa da
Genelkurmay Başkanlığı, kaybedildiğini kabul ettiği savaşın ve
yakında gelecek olan barışın utancından kurtulmak için manevra
yapmaya zaten başlamıştı. 156 Hitler Pasewalk’da geçici körlüğünden
yavaş yavaş kurtulurken, “yüzyılın en büyük alçaklığı” diye
adlandırdığı devrimin ve yenilginin sarsıcı haberlerini aldı. 157
IV

Gerçekte tabii ki ortada ne alçaklık ne de ihanet vardı. Bu


tamamen sağın uydurduğu bir şeydi ve Naziler bu efsaneyi
propagandalarında temel bir unsur olarak kullandılar. Oysa ki
yurttaki huzursuzluk askeri başarısızlığın nedeni değil sonucu idi.
Almanya asker! olarak yenilmiş ve gücünün son haddine dayanmıştı
ama kimse halkı yenilgiye ve anlaşma koşullarına boyun eğmeye
hazırlamamıştı. Aslında Genelkurmay Başkanlığı 1918 Ekim’inin
sonlarında bile hâlâ zafer propagandası yapmaktaydı. Ordu artık
tükenmiş, son dört ayda bütün savaş döneminin en ağır kayıpları
verilmişti. 158 Ayrıca hastalık da kurbanlarını almıştı. Mart ve Temmuz
ayları arasında yaklaşık 1.75 milyon Alman askeri grip salgınının
pençesine düşerken, aynı dönemde yaralanan askerlerin sayısı 750
bin idi. Tıbbi hizmet veren kurumların bu durumla baş
edememesinde, disiplinin gevşemesinde, firarların ve “kaytarmaların”
-savaşın son aylarında görevini bilerek savsaklayan asker sayısının
yaklaşık bir milyon olduğu tahmin edilmektedir- ciddi oranda
artmasında şaşılacak bir durum yoktur. 159 Halk içinde protesto
sesleri, kızgınlık, canından bezme duyguları yükseliyor ve isyankarlık
giderek artıyordu. Devrim, Bolşevik sempatizanlarının veya vatan
haini bozguncuların uydurması değildi; devrimin onaya çıkış sebebi,
1915’de başlayan ve 1916 yılının başlarındaki yükselişiyle
nihayetinde taşkın bir memnuniyetsizlik halini alan derin bir hayal
kırıklığının ve huzursuzluğun giderek büyümesiydi. Görünen oydu ki
yurtsever bir birlik halinde savaşa girmiş olan toplum aynı savaştan
paramparça çıkmıştı ve yaşadığı deneyimin travması içindeydi;
Nüfusun yaklaşık beşte birini oluşturan on üç milyondan fazla
Alman savaş sırasında orduda hizmet verdi; bunların 10.5 milyondan
fazlası cephede savaştı. Yaklaşık iki milyon kişi öldü; beş milyon kişi
de yaralandı. Ölenlerin üçte birinin karısı, hemen hepsinin aileleri ve
dostları vardı. 160 Bu tarz kayıpların insanların zihinlerinde kalıcı izler
bırakmadan atlatıldığı pek görülmez. Fakat gerek savaşta yaşananlar
gerek bu yaşantıların insanlarda bıraktığı etkiler aynı değildir.
Şüphesiz ki ölüm, yaralanma ve “sivillerin” yaşadığı kıtlık memleketin
hiçbir yerini es geçmemişti. Şüphesiz ki cephede savaşanlar için
şunlar kaçınılmaz izlenimlerdi: Siperlerde sürekli yüz yüze bulunulan
ölüm, tehlikeler ve çekilen acı, tedirginlik ve korkular, endüstriyel
refahın insan eliyle yarattığı verimsiz arazilerinde yaşanan (maddi,
manevi) her türden kayıp, siperlerde tamamen erkeklerden oluşan bu
nüfusun hayatta kalmasının birbirine bağlı oluşu.
Fakat Hitler’i savaşın bir numaralı yücelticisi haline getiren bu
deneyim, ekspresyonist oyun yazan ve yazar Ernst Toller’ı da bir
barış yanlısı ve sol görüşlü bir devrimci haline getirdi. Hitler
açısından yenilginin bir ihanet olduğu noktada, Toller açısından
savaşın kendisi bir ihanetti. “Savaş beni bir savaş karşıtı haline
getirdi.” diye yazıyordu; “Sevdiğim ülkenin ihanete uğradığını ve
satıldığını gördüm. Bunun bizim için anlamı, bu hainleri yenmemiz
gerektiğiydi.”161 Savaş, toplumu birleştirmekten ziyade ayırmıştı:
cephe gerisindeki “asker kaçaklarına” karşın cephedekiler, erlere
karşı subaylar, “sivillere” karşı cephedekiler ve her şeyden öte,
ilhakçılara, emperyalistlere ve savaşın ateşli savunucularına karşı
savaştan nefret edenler, onu hakir görüp, suçlayanlar.
Entelektüellerin siperlerde gördüğü “milli topluluk” büyük oranda bir
mitten ibaretti. Siper yoldaşlığı, bir “cephe kuşagının “kader
ortaklığı” gibi unsurlar sonradan üretilecek edebi
162
mitolojikleştirmenin mahsulleriydi. Askerler devrimin eşiğinde
kargaşayla çalkalanan vatana döndüklerinde, tanınamayacak denli
değişmiş, bölünmüş bir topluma, militaristik, düş kırıklığına uğramış,
Freikorp*’lara girmeye ve onlardan da SA’lar oluşturmaya hazır bir
kitleye karşı, siperlerin “sınıfsız cemaatinden” yekvücut bir “cephe
kuşağı” oluşturamadılar. Hitler daha sonra tabii ki böyle duygular
üzerine oynayacaktı. Öte yandan savaş karşıtı Reich Savaş Gazileri
Birliği’ne, Savaş Muharipleri ve Savaş Malûlleri cemiyetlerine
katılanların iki katı kadar insan Freikorplara katılmıştı. 163 Askerler
cepheden birbirinden farklı tecrübelerle dönmüşler ve bu tecrübeler
savaş sonrası Alman toplumunun olağanüstü bölünmelerini ve
gerilimleri körüklemişti.
* Almanya’da Birinci Dünya Savaşı yenilgisinin ardından Aralık 1918’de onaya çıkan, genel olarak milliyetçi ve
aşırı-tutucu görüşlerin hakim olduğu, gönüllü, yarı-askeri birlikler. (Ç.N.)
Cephede olanlara üzülmek bir yana, evde kalanlar da en iyi
ihtimalle giderek kötüleşen ve hayatı olağanüstü zorlaştıran maddi
koşullarla baş etmek zorundaydılar. Endüstride çalışan, tramvayları
kullanan, çiftlikleri işleten kadınların esas işini, yiyecek bulabilmek
için giderek daha uzun kuyruklara girmek teşkil ediyordu. Çoğu
Alman, özellikle kasabalarda ve şehirlerde yaşayanlar, savaş
sırasında açlıkla tanıştı. Açlıktan ölünmüyorsa bile kötü
besleniliyordu ve yedi yüz elli bin kişi bundan dolayı öldü. Yiyecek
fiyatları tavana vururken, kalite düşüyordu. Yiyecek kaynakları hem
azdı hem de dağıtım iyi yapılmıyordu. Kıtlık ciddi bir sorundu;
özellikle meşhur 1916-1917 "şalgam kışında" en kötü halini almıştı.
1917 yılıyla birlikte alman günlük kalori miktarı binin altına
düşmüştü; bu, çalışan bir insanın alması gereken kalori miktarının ve
savaştan önce alman ortalama miktarın yarısından azdı. 164 Kıtlığı
çekilen maddeler yiyecekle sınırlı değildi. Örneğin kömür yokluğu
ciddi bir sorundu, insanlar ısınamıyordu. 165 Çok zengin olanların
dışında hemen hemen herkes yokluk çekiyordu. Ayrıcalıklı olanlar
dışında toplumun her tabakasındaki insanlar sefalet ve moral
bozukluğu içindeydi; onları savaşa sürükleyen, günlük yaşamlarına
her gün daha çok burnunu sokan, sayısız düzenlemeyle hayatlarını
zorlaştıran ve zafer kazanamayacağını ispatlamış olan devlete karşı
kızgınlıkları gün be gün büyüyordu. Yiyecek isyanları ve grevler,
içinde bulunulan atmosferin en açık dışavurumlarıydı ve bunlar
savaşın ikinci yarısında yetkililer için daha da göz korkutucu bir hal
aldı. Sosyal gerilimin ve hıncın artması kaçınılmazdı. Şehirliler
köylüleri yiyecek saklamakla suçluyor; taşrada yaşayanlar da,
çekirgeler gibi gelip zaten kıt olan yiyecek kaynaklarını yağmalayan
şehirlilere kızıyorlardı. Main’ın güneyindeki Almanlar, doğal olarak
cephe hattında yaşayan Bavyeralılar, savaşın ve savaşla gelen bütün
illetlerin suçunu Prusyalılara yıkıyorlar; Prusyalılar da, herkes
açlıktan ölürken Bavyeralıların keyifleri yerinde semirdiklerini ve
savaş için pek az çaba gösterdiklerini düşünüyorlardı. Vatansever
olmayan işçilere karşı duyulan eski orta sınıf hıncı, sivil ateşkes ilan
edildiği ara dönemden sonra, savaşın son yıllarında yeniden
canlanmıştı; bunu canlandıran unsurlar grevler, gösteriler ve savaş
karşıtı -giderek artan oranda Kayzer karşıtı- duyguların ifade
edilmesiydi. Öte yandan en kötü ruh hali içinde olanlar ise,
Almanya’nın en azından bazı bölgelerinde devrimci parti USPD’de
mavi yakalılardan daha agırlıklı olarak temsil edilen alt orta sınıf idi;
yani, zanaatkarlar ve beyaz yakalılar. 166
Bu sosyal bölünmenin ortasında saldırganlığın yöneldiği belli ortak
hedefler de vardı. Savaş tacirliği toplumun belleğine derinden
kazınmıştı ve Hitler 1920 yılında Münih birahanelerinde bu temayı
etkili bir şekilde kullanacaktı. Kürklü mantoları, silindir şapkaları,
ağızlarında purolarıyla limuzinlerin içinde dolaşan "kodamanlar”,
insanlığın büyük bir kısmının derin acı çektiği bir dönemde
ayrıcalığın, çürümenin ve sömürünün somut örneğini teşkil
ediyorlardı. Karaborsaya koşanlara karşı duyulan kızgınlık da
bununla yakından ilişkiliydi. Bitip tükenmeyen yoğun bürokratik
işlemlerle hayatın her alanına karışan küçük memurlar sınıfı da bir
hedefti. Fakat duyulan öfke, küçük bürokratların müdahaleleri ve
yetersizlikleriyle sınırlı kalmıyordu. Bunlar, otoritesi gözle görülür
ölçüde dağılmış, ölümcül bir kargaşa ve parçalanma içindeki devletin
görünen yüzünden başka bir şey değildi.
Bir günah keçisi arayışında Yahudiler giderek hızla, savaşın
ortalarından beri yoğunlaşan nefret ve saldırganlığın hedefi haline
geliyorlardı. Duygular daha önce dillendirilenlerden farklı değildi.
Yeni olan şey, radikal antisemitizmin propagandasının ölçüsü ve
düştüğü toprakta filizlenme oranıydı. Toplumun diğer kısımları gibi
Yahudiler de “1914 ruhu”nu taşıyorlar ve nihayetinde, Alman
toplumunun diğer üyeleriyle aynı şeyi düşünüyorlardı. Varsayılan bu
birlik, 1916 yılıyla birlikte, tekrar toparlanmamacasına yerle bir
oldu. Giderek radikalleşen, zalimane bu yeni völkisch antisemitizm
dalgası, ilhak lobisi tarafından pervasızca destekleniyor ve savaştan
önce olduğundan çok daha kolayca destek buluyordu. Yahudilere
şimdi Almanya’ya sel gibi akan, aşağı bir ırktan göçmenler olarak
saldırılıyor; savaş tacirliği yaparak ulusun acılarından kâr etmekle ve
cephede hizmet vermekten kaçınmakla suçlanıyorlardı. Almanya’ya
giren Ostjuden sayısının önemsiz bir oranda olması; teçhizat
şirketlerinin yöneticileri arasında Yahudilere oranla Yahudi
olmayanların dört, beş kat fazla olması; orduda hizmet veren
Yahudilerle, Yahudi olmayanların oranı arasında ciddi bir fark
olmaması; bütün bu gerçekler, söz konusu iftiraların yayılmasını
engelleyemedi. 167 Temelsiz iddialar çeşitli araştırmalarla canlı
tutulmaya çalışıldı; bunların ilki, 1916 yılının sonlarında yapılan,
cephedeki ve cephe gerisindeki Yahudilerin sayısını saptamayı
amaçlayan istatistiki bir araştırmaydı; ardından Reichstag tarafından,
savaş ekonomisi dairelerinde ve acentalarında çalışan Yahudilerin
sayısını konu alan bir araştırma daha yapıldı. 168 Sonuçlar
yayınlanmamasına ve askeri incelemenin ortaya koyduğu savlar
kabul edilmemesine rağmen, Yahudiler bundan sonra orduya (en
azından Prusya ordusuna) subay olarak alınmamaya başlandı.169 19
Temmuz 1917’de Reichstag’da kabul edilen ilhak karşıtı barış
önerisine, savaş yanlısı lobinin gösterdiği ve Class’ın Pan-
Germenleriyle, yeni kurulmuş büyük Anavatan Partisi’nin
dillendirdiği- ters tepki Yahudileri bozgunculukla ilişkilendirdi.
Antisemitik yayınlarda büyük bir artış vardı ve Class, Ekim 1917’de
Pan-Germen liderliğine şöyle bir rapor verebiliyordu: Antisemitiz’im
nüfus içinde “büyük oranlara ulaşmıştır”, “Yahudiler için hayatta
kalma mücadelesi artık başlamıştır."170 1917 yılında Rusya’da
gerçekleşen olaylar, ağır ağır kaynayan nefret kazanına bir unsur
daha ekleyerek ortalığı daha da ateşlendirdi. Bundan sonra
antisemitik ajitasyonun temel taşını oluşturacak sava göre, Yahudiler
bir dünya devrimi planlayan gizli bir uluslararası organizasyonun
başındaydılar. 171 Savaş kaybedilmiş, Pan-Germenlerin kışkırttığı
antisemitik histeri doruk noktasına varmıştı. Pan-Germenler 1918
Eylülünde “mevcut durumu kullanarak Museviliğe karşı, bir çagrı
çıkarmak ve Yahudileri bütün adaletsizliklerin paratoneri haline
getirmek” amacıyla bir “Yahudi Komitesi” kurduklarında Class,
Heinrich von Kleist’ın 1813’te Fransız halkını hedef alan şu ünlü
sözlerini kullanmıştı: “Onları öldürün; dünya mahkemesi size
sebebinizi sormayacak!” 172
V

Savaşı büyük bir coşkuyla karşılamış, Almanların hedeflerini


fanatikçe desteklemiş ve başlangıcından itibaren her türlü yenilgi
öngörüsünü ağır bir şekilde suçlamış olan Hitler üzerinde en derin
etkiyi bırakan şey savaşın son iki yılındaki bu bölünme ve moralsizlik
atmosferi, politik ve ideolojik radikalleşme ortamı oldu. Cephede
karşılaştığı pek çok tavır onda tiksinti uyandırmıştı. 173 Ama savaşın
son iki yılında izinde ya da nekahat döneminde olduğundan
Almanya’da geçirdiği ve toplamda üç ayı bulan üç dönem içinde
savaşın gidişatından duyulan memnuniyetsizliği görmüştü; bu onun
için yeni ve dehşet verici bir şeydi. Berlin’deki ve sonra 1916 yılında
Münih’teki atmosfer onu dehşete düşürmüştü. 174 Savaş uzayıp
gittikçe ortaya çıkan devrim laflarına kızıyor; 1918 Ocak ayının
sonunda Berlin’den diğer büyük endüstri şehirlerine hızla yayılan ve
toprak kazanmadan savaşın bitmesine hizmet edebilecek mühimmat
grevlerinin haberleri onu küplere bindiriyordu (halbuki bu grevlerin
mühimmat stokları üzerinde ciddi bir etkisi olmamıştı). 175
Brandmayer Hitler’in bu konuya dair ettiği, eğer savaş bakanı
olsaydım grev liderlerini bir duvarın önünde yirmi dört saat ayakta
bekletirdim, şeklindeki öfkeli sözlerini hatırlamaktadır.
Brandmayer’e göre Hitler bu durumdan Friedrich Ebert’i sorumlu
tutuyordu. 176 Fakat tabii ki Brandmayer’in, Hitler’in Mein tâki
beyanını tekrarlıyor olması ihtimali de vardır. 177 Bununla birlikte
Hitler’in, yurttaki huzursuzluğun sebebinin -ona göre zaten “asılmayı
hak etmiş” olan- Sosyal Demokrat önderler olduğu şeklindeki
beyanından şüphe etmemiz için bir neden yoktur. 178 Almanya içinde
olduğu kadar cephede de bölünmenin ve moralsizliğin işaretleri
yoğunlaştıkça askerler daha fazla politize olmaya başlamıştı. Hitler
1918 Ağustos ve Eylül aylarında görülen “bölünme belirtilerinden söz
etmiş ve birliklerin artık, “anavatandan gelen zehir” işlevi gören
politik argümanlarla meşgul olduklarına dair açıklamada
bulunmuştur. 179 Brandmayer’in, Hitler’in Almanya’daki gelişmelerle
yakından ilgilendiği ve bu tip tartışmalara katıldığı şeklindeki iddiası
mantıklı görünmektedir. 180
Ekim 1916’da Beelitz’deki nekahat dönemi ile Ekim 1918’de
Pasewalk’da hastanede geçirdiği dönem arasını kapsayan savaşın son
iki yılı, Hitler’in ideolojik gelişiminde kritik bir durak olarak
görülebilir. Viyana yıllarından beri taşıyageldiği önyargılar ve fobiler,
savaş için gösterilen gayretin heba olmasına karşı duyduğu acı dolu
öfkede açıkça kendini göstermektedir; savaş onun için, hayatında ilk
kez kendini bütünüyle verdiği, tüm inançlarının özeti olan bir saikti.
Fakat bu önyargı ve fobiler henüz, politik bir ideolojinin parçaları
olarak rasyonalize olmamışlardı. Bunun tam anlamıyla
gerçekleşmesi, Hitler’in 1919 yılında Reichswehr'deki “politik
eğilimi” sırasında olacaktı.
Pasewalk’daki hastane sürecinin Hitler’in ideolojisinin
biçimlenmesinde nasıl bir rol oynadığı, geleceğin parti liderinin ve
diktatörünün biçimlenmesi açısından bunun nasıl bir önem taşıdığı
çok tartışılmıştır ve işin aslı, degerlendirilmesi çok kolay bir konu
değildir bu. Hitler’in bu konudaki kendi anlatısı temel bir önem
taşımaktadır. Hitler, geçici körlükten kurtulduğunu, ancak hâlâ
gazete okuyamadığını, bu nedenle yaklaşmakta olan devrime dair
sadece birtakım söylentiler duyduğunu, fakat ne olup bittiğini tam
olarak anlayamadığını yazmaktadır. Bahriyeli isyancıların gelişi ciddi
bir kargaşanın elle tutulur ilk işaretidir; ama hem Hitler hem de
hastanedeki diğer Bavyeralı hastalar huzursuzluğun birkaç gün
içinde bastırılacağını düşünmüşlerdir. Mamafih genel bir devrimin
gerçekleştiği kesinlik kazanmıştı -Hitler için “hayatımın en korkunç
gerçeği “dediği şeydir bu. 181 10 Kasım'da bir papaz askeri hastanaye
gelir ve üzgün bir ifadeyle, monarşinin sona erdiğini, Almanya’nın
artık bir cumhuriyet olduğunu ve savaşın kaybedildiğini, Almanların
artık galiplerin insafını ummaktan başka yapacak bir şeylerinin
kalmadığını ve onların da yüce gönüllülük göstermelerinin
beklenebileceğini açıklar. 182 Bu âna ilişkin olarak Hitler şunları
yazmaktadır:

Bunun üzerine artık kendimi tutamadım. Daha fazlasını


dinleyemezdim. Birdenbire gözlerimin önünde her şey karardı;
el yordamıyla ve sendeleyerek koğuşa geldim, kendimi yatağa
attım, ateş gibi yanan başımı yastığın ve çarşafın altına soktum.
Annemin öldüğü günden beri hiç ağlamamıştım... Ama şimdi
gözyaşlarımı tutamıyordum...
Demek hepsi boşunaymış... Bütün bunlar bir avuç katil
memleketi avucunun içine alsın diye mi olmuştu?...
Bu müthiş ve iğrenç olayları anlamaya çalıştıkça, gördüğüm
alçaklıktan dolayı yüzüm daha da çok kızarıyordu. Bu acı
karşısında gözlerimdeki acının ne önemi olabilirdi ki?
Bundan daha korkunç günler ve daha kötü geceler geldi; her
şeyin kaybedildiğini biliyordum. Bu geceler boyunca, bu olaylara
neden olanlara karşı içimde büyük bir kin ve nefret büyüdü.
Sonraki günlerde kendi kaderimin ne olacağını artık
biliyordum.
Bir süre önce bana o kadar acı ve endişe veren geleceğimi
düşündükçe şimdi sadece gülüyordum...

Vardığı sonuç, kendi ağzından tam da şöyledir: “Yahudilerle


anlaşma yapılamaz. Onlara ya şunu seçeceksiniz ya da bunu denir.”
Ve hayatını değiştirecek olan kararı vermiştir: “Bana gelince, ben
siyaset yapmaya karar veriyordum.”183
Hitler 1920’lerin başlarında gerçekleşen birkaç olay bağlamında
Pasewalk'dan bahsetmiştir. Mein Kampf'tâ hikayeye eklemeler,
süslemeler yapmıştır. Bu versiyonda, Pasewalk’da kör bir halde
yatağında yatarken bir hayal gördüğüne -bir mesaj ya da içine doğan
bir tür esin- dair çağrışımlar vardır. Bu şey ona Alman halkını
özgürleştirmesini, onu tekrar büyük ve yüce haline döndürmesini
söylemektedir. 184 Büyük bir olasılıkla gerçekliği olmayan, güya dini
bir hava verilmiş olan bu olay onun kendi şahsiyetini mistifiye
etmesinin bir parçasıdır; Hitler bu mistifikasyonu Führer mitinin
temel bir bileşeni olarak kullanıp desteklemiştir; ve söz konusu mit,
darbe girişimine doğru giden iki yıl içinde, tohum halinde de olsa
taraftarları arasında mevcuttur. Darbe girişimini izleyen dava
sürecinde, alay konusu olacak bu hayal hikayesini önemsizmiş gibi
göstermiş ve siyasete girme kararını Pasewalk’ta devrim haberini
işitmesi üzerine aldığını belirtmiştir. 185 Bir buçuk yıl önce, Aralık
1922’de, Pasewalk’taki tepkilerini başka bir cilayla sunmuştu:
“Cephede ve cephe gerisinde hastanede yatarken yaşadığı her şey
üzerine düşündüğünü; Alman halkının en büyük düşmanlarının
Marksizm ve Yahudilik olduğu sonucuna vardığını söylüyordu. Kişisel
deneyimlerinden çıkarsadığına göre, Alman ulusu ne zaman bir
talihsizlik yaşasa ya da başına ne zaman kötü bir şey gelse bunun
arkasında bir Yahudi’nin olduğu onun için kesin bir şeydi.”186
Hitler’in Pasewalk’ta yaşadıklarına dair renkli anlatımlarını bir
halüsinasyon olarak değerlendirme eğilimleri de vardır; bu bakışa
göre söz konusu halüsinasyon, Hitler’in manik ideolojik takıntılarını,
Almanya’yı kurtarma “misyonu”nu, yenilginin ve ulusal aşağılanmanın
travmatize ettiği Alman halkıyla özdeşleşmesini anlamak için bize bir
anahtar vermektedir. 187 Ûne sürülen şudur: Hitler, hardal gazıyla
zehirlenmiş, kör bir halde yatağında yatarken, devrimin ve yenilginin
şoke edici haberi, bilinçaltında, tamamen ona özgü bağlantılarla,
1907 yılında annesinin Yahudi Dr. Bloch tarafından “zehirlenmesi”yle
ilişkilenmiştir. Bu durum Hitler’de daha önce var olmayan patalojik
bir antisemitizmin aniden egemen olmasını; ve annesinin ölümünden
onları sorumlu gördüğü için Yahudiler’i gazla zehirlemesine yol açan
güdüyü açıklamaktadır. 188 İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudiler’in
kitlesel olarak katledilmesine yol açan kompleks bir gelişmeyi tek bir
kişinin, o da var olduğu farz edilen travmasına indirgemesi bir yana,
yorum yine de spekülatiftir ve ikna edici olmaktan uzaktır. Olasılıklar
dengesi, ideolojik gelişimine ve siyasi bilincine dair bu kadar
dramatik bir süreç öngörmemektedir.
Hitler’in (iyileşmeye başlayan) geçici ve kısmi körlüğünün üzerine
yaşadığı anksiyete ve şok durumu ne olursa olsun, Pasewalk’ta -
histerik ya da halüsinasyona dayanan- ikinci bir körlük yaşamış
olması olası değildir. Hardal gazı doğrudan gözlere zarar verip
gerçek bir körlük yaratmaz fakat bu tip ciddi göz iltihaplanmaları ve
göz kapaklarının şişmesi görüşü büyük oranda bozabilir, “ikincil bir
körlüğün” ortaya çıkmasının sebebi gözlerini oğuşturmuş olması
olabilir; eğer Hitler söylediği gibi devrim haberleriyle gözyaşlarına
boğulduysa da bu oldukça mümkündür. 189
Öyle olsa bile, bütün bunların bize kesinlikle gösterdiği şey
Hitler’in devrim haberleriyle nasıl derin bir öfke içine sürüklendiği;
bunu inandığı her şeye -acılarına, çektiği her tür rahatsızlığa,
katlandığı ıstıraplara- karşı mutlak ve özrü olmayan bir ihanet olarak
gördüğü ve bütün dünyasını yerle bir eden bu duruma açıklama
olabilecek bir suçlu aradığıdır. Hitler açısından ona ciddi rahatsızlık
veren bu birkaç günün travmatik bir deneyim olarak yaşandığından
şüphe etmeye gerek yoktur. Sonraki yılın başlangıcından itibaren
bütün politik faaliyetini yönlendiren 1918 yılı travmasıdır; ve politik
faaliyetinin amacı da inandığı her şeye ihanet eden devrimi ve
yenilgiyi silmek, sorumlularını da ortadan kaldırmaktır. 190
Eğer, antisemitizmi de dahil olmak üzere Hitler’in kökleşmiş
önyargılarını Viyana’da edindiği ve savaşın son iki yılında bu
önyargıların, henüz heterojen bir ideoloji içinde rasyonalize
edilmemiş dahi olsalar, yeni bir güç kazandığı şeklindeki
varsayımımızın bir geçerliliği varsa, Hitler’in Pasewalk deneyimini,
paranoid antisemitizme ani ve dramatik bir dönüş gibi görerek
mistifiye etmenin hiç gereği yoktur. Bu durumda Pasewalk’ı, Hitler’in
acı çektiği ve dünyasının paramparça olmasına bir açıklama aradığı;
ve kendi rasyonalize etme biçiminin belli olmaya başladığı bir dönem
olarak görebiliriz. Münih’te, Berlin’de ve başka şehirlerde vuku
bulan olaylar onu öylesine mahvetmiştir ki bütün bu olan biteni,
Viyana günlerinden beri sahip olduğu -Yahudiler’e ve Sosyal
Demokratlar’a, Marksizm’e ve enternasyonalizme, demokrasiye ve
barış yanlılığına dair- görüşlerinin aşikar bir doğrulaması olarak
değerlendirmiş olmalıdır. Ama yine de bu, rasyonalizasyonunun henüz
başlangıcıdır. Antisemitizmi ve Marksizm karşıtlığı henüz tüm
boyutlarıyla ortaya çıkmamıştır. Hitler’in ne bu dönemde ne de bu
döneme gelene dek Bolşevizm’le ilgili tek bir laf ettiğini belgeleyen
hiçbir özgün kanıt yoktur. 1920 yılından önceki Münih’teki ilk halk
konuşmalarında da buna rastlayamayız. İçteki nefret figürleriyle
Bolşevizm’i baglantılandırması, bunu “dünya görüşü”ne dahil edip,
merkezi bir noktaya getirmesi 1919 yazında Reichswehr’de geçirdiği
dönemde gerçekleşecektir. Ve sonrasında “yaşam-alanı” fikrini
ortaya atacak; bu temanın öne çıkıp hakim olması ise 1924 yılında
Main Kampf'ı dikte ettirdiği dönemde olacaktır. 191 Pasewalk,.
Hitler’in önyargılarını rasyonalize etme sürecinde çok önemli bir
adımdır. Ama daha da önemlisi muhtemelen 1919 yılında
Reichswehr’de geçirdiği dönemdir.
Hitler’in Pasewalk hikayesinin inanılamayacak son noktası, siyasete
girmeye burada karar verip, sonrasında bu kararını
gerçekleştirdiğidir. 192 Kasım 1923’teki darbe girişiminden önceki
konuşmalarının hiçbirinde, 1918 güzünde siyasete girme kararı
aldığına dair tek bir laf bile geçmemektedir. 193 İşin aslı, Hitler
Pasewalk’ta, değil siyasete atılmaya “karar vermek,” herhangi bir
şeye karar verebilecek durumda değildir. Başka birçok asker gibi
Hitler için de savaşın bitmesi terhis olması anlamına gelmektedir. 194
Ordu dört yıldır onun yuvası, evi olmuştur. Ama şimdi yine geleceği
belirsizlik içindedir.
Mütarekeden sekiz gün sonra 19 Kasım 1918’de Berlin üzerinden
Münih’e dönmek üzere Pasewalk’ı terk ettiğinde, Münih’teki
hesabında toplam 15 mark 30 fenik parası vardı. 195 Onu bekleyen bir
mesleği yoktu. Siyasete atılmak için hiçbir çaba göstermedi. Kaldı ki
istese bile bunu nasıl gerçekleştirecekti? Politik bir partide ona ufak
bir himaye sağlayacak “ilişkilere” sahip olmadığı gibi, ona bu konuda
yardımcı olacak bir ailesi bile yoktu. Eğer Hitler Pasewalk’ta
politikaya atılma “kararı” aldıysa bile, bu içi boş, anlamdan yoksun
bir karardı. Onun için umut vaat eden tek durum orduda kalmaktı.
Başıboş bir şekilde geçirdiği dört yıldan sonra seçtiği mesleğe, yani
mimarlığa 1914 yılındaki halinden daha yakın olmadığı ve bunun
dışında da hiçbir gelecek planına sahip olmadığı gerçeğiyle yüz yüze
kalacağı o korkunç günden kaçınabilmesinin tek koşulu buydu.
Gelecek karanlıktı ve hiçbir umut vaat etmiyordu. Savaş öncesinde
sürdürdüğü hayata dönmesinin, yalnızlık içinde küçük bir ressam
olarak hayatını sürdürmesinin hiçbir çekiciliği yoktu. Ordu ona bir
şans verdi. Terhisini bütün silah arkadaşlarınınkinden daha geç bir
tarihe dek erteledi ve Hitler 31 Mart 1920’ye dek aylığını almayı
sürdürdü. 196
İdeolojisinin nihai biçimini alması, 1919 yılında orduda olduğu
sırada gerçekleşti. 1919 yılının olağanüstü koşullarında ordu Hitler’i
bir propagandist yaptı; dönemin en yetenekli demagoguydu. Hitler
böylece siyasete girdi fakat, bunu sağlayan şey bilinçli seçimi değil,
içinde bulunduğu koşullardı. Ona yardım eden şey ise irade gücünden
çok oportünizm -ve biraz da şans- idi.
IV
BİR YETENEGİN KEŞFİ

"Şimdi bana kalabalık bir dinleyici kitlesi önünde konuşma


fırsatı doğmuş ve eskiden beri güçlü bir duyguyla tahmin ettiğim
şey doğru çıkmıştı; ben 'söz söylemesini' biliyordum."

Hitler, Mein Kampf'tan.

“Herr Hitler’in kitleler önünde konuşmak için yaratılmış biri


olduğunu söyleyebilirim; toplantılardaki fanatizmi ve popülist
tarzıyla fikirlerini dinleyicilerinin zihnine kazıyor ve onları
görüşlerini paylaşmaya mecbur bırakıyor.”

Ağustos 1919’da Hitler’in Lechfeld’de


yaptığı konuşmayı dinleyen askerlerden biri.

"Aman tanrım, onda nasıl bir çene var! Onu kullanabiliriz."

Eylül 1919'da Hitler'in konuşmasını ilk kez dinleyen


DAP lideri Anton Drexler'in söylediği söz
Hitler Pasewalk’taki hastaneden taburcu olduktan iki gün sonra, 21
Kasım 1918'de Münih’e döndü. Hiçbir eğitimi ve kariyer umudu
olmayan otuzlarına yaklaşmış biri olarak tek planı orduda kalmaktı;
ordu 1914’ten beri ona yuva olmuş ve her türlü ihtiyacını
karşılamıştı. Geri döndüğünde Münih’i tanıyamadı. Dönmüş olduğu
kışla barakaları asker konseyleri tarafından yönetiliyordu. Geçici bir
Ulusal Konsey olarak kurulmuş olan devrimci Bavyera hükümeti
Sosyal Demokratlar’ın ve daha radikal Bağımsız Sosyal
Demokratların elindeydi. Başbakan Kurt Eisner bir Yahudi ve
radikaldi. Eisner’in ilkbaharda suikaste uğraması üzerine Bavyera
siyaseti kaosun eşiğine geldi ve Münih, Nisan ayı boyunca Sovyet-
tarzı konseyler tarafından yönetildi; Nisan’ın son iki haftası boyunca
yönetim, doğrudan Moskova’ya bakıp onların modelini örnek alan
Komünistlerin elindeydi. Reichswehr birliklerinin ve Freikorp’ların bu
yönetimi kanlı bir şekilde bastırarak Münih’i “kurtarışı”, Hitler’in
karşı-devrimci faaliyetlere ilk katılışı oldu. Bu olay aynı zamanda bir
sürecin de başlangıç noktasını oluşturdu; bundan sonra
Reichswehr’deki üstleri tarafından “kitleler önünde konuşmak için
yaratılmış biri’’1 olarak “yeteneği keşfedildi”, ordu tarafından bir
muhbir olarak görevlendirildi ve hâlâ orduda hizmet verirken, küçük
Alman işçi Partisi’nde popülist bir ajitatör olarak politikaya girdi.
Mein Kampf'taki biyografik kısımların en göze batan yönlerinden
biri, Hitler’in Bavyera’daki devrimci döneme dair travmatik
deneyiminin üstünden hızla geçivermesidir. Her şey bir yana, ruhu
üzerinde derin iz bırakan bu kargaşaya çok yakından tanık olmuştur.
Eisner suikastinin ardından politik bir kaosa dönüşen ve “konseyler
cumhuriyeti”nin şiddetle sona erdirilmesiyle biten bütün bir dönem
boyunca olayların merkezinde, Münih’teydi. Buna rağmen, başka
konularda oldukça kapsamlı bir anlatıya yer verdiği kitapta. Kasım
devrimi ile Râterepublik’in bastırılması arasında geçen aylara ancak
bir sayfa ayırmıştır. Alayının asker konseylerinin sorumluluğundaki
halini çok iğrenç bulduğundan fırsat bulur bulmaz ayrılmaya karar
verdiğini yazmaktadır. Cephedeki en yakın arkadaşı Ernst Schmidt’le
birlikte (ismini “Schmiedt” olarak yanlış yazmıştır) Bavyera’nın
doğusunda, Avusturya sınırından çok da uzakta olmayan
Traunstein’deki savaş esirleri kampına gönderilmiştir -bu göreve
kendisinin gönüllü olduğunu bellidir. Bu kamp kapatılana kadar
burada kalmış ve 1919 Mart’ında Münih’e dönmüştür. Kendi
iddiasına göre Râterepublik -onun deyimiyle “Yahudilerin geçici
egemenliği”- süresince ne yapılabileceği üzerine kafa yormuş; ama
bunun sonucunda, “adsız sansız” biri olduğundan “faydalı bir
harekette bulunabilmek için gereken asgari temele sahip olmadığını”
bir kez daha fark etmiştir. Bir diğer deyişle hiçbir şey yapmamıştır,
ta ki Merkezi Konsey’i benimsememesi onu güya bir şekilde -bunun
nasıl olduğunu anlatmaz ve bütün bir hikaye fazlasıyla kurgusal
görünmektedir- harekete geçirene dek. Kendi beyanına göre, 27
Nisan’da onu tutuklamaya gelirler fakat dolu tüfeğini üzerlerine
doğrultarak, onu tutuklamaya gelen üç adamı kaçırmıştır. 2 Son
olarak, Münih’in “kurtuluşu”ndan birkaç gün sonra, alayındaki
“devrimci unsurları” araştıran komisyona rapor vermekle
görevlendirildiğini belirtir; “siyasi nitelikli ilk aktif görevi”dir bu. 3
Gözlerinin önünde gerçekleşen olayların olağanüstü karakteriyle
Hitler’in kısa anlatımı arasındaki oransızlık bizi kaçınılmaz biçimde
spekülasyon yapmaya itmektedir: Hitler bu dönemdeki faaliyetlerini
örtbas etmeye ve daha sonraki milli kahramanı utandırabilecek bir
rolü gizlemeye mi çalışmaktadır? Amacı gerçekten bu olabilir ve eğer
öyleyse büyük oranda başarılı olmuştur da. 1919’un birinci yarısında
Münih’te etrafında gelişen drama karşı Hitler’in nasıl bir tepki
verdiği ve ne yaptığı, şahsi tarihinde, büyük oranda karanlık bir
nokta olarak durmaktadır. Kanıtlar fazlasıyla bölük pörçük olsa da
bizim için bir iki sürprizi hazır tutmaktadır.
I

Ekim’in sonu ile Kasım’ın başlarında Kiel’de ve Wilhelmshaven’deki


ayaklanmalarla başlayıp, çoğu şehire ve büyük kasabaya hızla
yayılan, 9 Kasım’da da ulusal başkente ulaşan Alman Devrimi büyük
oranda spontane ve karmakarışık gelişen, koordine olmayan bir
olaydı. Sağın iddia ettiği gibi sol görüşlü devrimcilerden oluşan
çekirdek bir kadronun düzenlediği hain bir entrikadan doğmuş
değildi. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi genel bir
memnuniyetsizliğin yanı sıra, savaşa, yurttaki açlığa ve sefalete son
verilmesini isteyen popüler bir protesto çığ gibi büyüyordu ve
monarşinin kaldırılması bu sorunların hiçbirini çözme potansiyeline
sahip değildi. Almanların 3 Ekim’deki ateşkes isteği, bir yenilgi
ihtimaline hiç hazırlıklı olmayan halkı şoka uğratmış ve bunun
ardından barışa yönelik çabalar bir orman yangını gibi hız
kazanmıştı. Amerikan Başkanı Woodrow Wilson, Almanların isteğine
yanıt veren 23 Ekim tarihli üçüncü notunda, askeri yöneticilerin ve
otokratik hükümdarların barış görüşmelerinin önünde bir engel
olduğuna işaret ediyordu. 4 İşte tam bu evrede, o döneme dek zayıf ve
az sayıda olan devrimci grup ve örgütlenmeler kendilerini, radikal bir
değişim isteyen popüler talebin hızlanan ivmesinin başında buldular.
Asker ve İşçi Konseyleri ortaya çıktı, monarşiler devrildi. Bavyera’yı
yedi yüz yıldır yöneten Wittelsbach Hanedanlığı'nın 7 Kasım’daki
devrilişi Alman monarşisi için bir ilkti: 9 Kasım’da düşen ise Kayzer’in
kendisiydi. Berlin’deki sarayda eskiden imparatorluk bayrağının
dalgalandığı yerde şimdi kızıl bayrak dalgalanıyordu. 5 Ama eski
sisteme son vermek yenisini oluşturmaktan daha kolaydı. Harekete
geçmiş kitlelerin neredeyse tüm temsilcileri demokratikleşme
istiyordu. Ama bunun pratikte ne anlama geldiğine ve buna nasıl
ulaşılacağına dair fikirler farklı farklıydı. Konsey Hareketi’ni
belirleyen özellik planlamadan çok her şeyin anlık olarak
doğallığında gelişmesiydi. 6 Konseylerin büyük çoğunluğu parlamenter
bir demokrasiye doğru gitme taraftarıydı. Fakat konseylerin gücünü
sağlam temellere oturtup genişletmek suretiyle daha radikal
çözümlerin peşinde olan azınlık, giderek daha uç talepler
geliştiriyordu; Friedrich Ebert liderliğindeki Çoğunluktaki Sosyal
Demokratlar, olası sosyal değişimin Pandora Kutusu açıldığında
ortaya çıkabileceklerden aşırı derecede korkuyorlardı; kendi sosyal
tabanlarına güvenmekte bile çok tereddütlüydüler ve daha fazla
demokrasi riskindense eski düzenin güçlerine taraf olmaya fazla
istekliydiler. Yan sanayilerin (özellikle madenciliğin) kamulaştırılması,
ordunun demokratikleştirilmesi ve devlet hizmetlerinde ciddi bir
reform yapılmasıyla ilgili talepleri karşılayacak hiçbir şey yapılmadı
ve bunun yerine, reaksiyoner güçlerin kargaşa sırasında kısa bir
süreliğine yeniden gruplaşmasına müsaade edildi. Devrimci hareket
içinde başlangıçtan itibaren oluşmuş bulunan ayrılıklar korkutucu
boyutlara ulaştı. Bağımsızlar, Aralık ayının sonunda Berlin’deki
hükümetten -Halk Komiserleri Konseyi- ayrıldılar. SPD hükümet
birlikleriyle karşı-devrimci Freikorps birlikleri, -radikal solun
öncülüğünü yaptığı ve 1919 Ocak ayının başında Berlin’de kurulmuş
olan KPD destekçilerinin temel kuvvetini oluşturduğu- küçük, kötü
organize edilmiş ve beceriksizce yönetilmiş “Spartakist
Ayaklanması”nı bastırmak için biraraya geldiler; işte bu an, sağa
doğru bir hareketin kaderi belirleyeceği karar noktasıydı.
Spartakistlerin liderleri Karl Liebknecht’le Rosa Luxemburg’un 15
Ocak’ta öldürülmesi, işçi sınıfı hareketi içindeki korkunç yarılmanın
sembolik damgası oldu. Ve bu durum, Weimar Cumhuriyeti boyunca,
büyüyen Nasyonal Sosyalizm tehditine karşı oluşturulabilecek
herhangi bir birleşik cepheyi engelledi.
Bavyera devrimi Reich’ın geri kalanında gerçekleşecek olan
hareketin önceliydi. Bu devrimin gerçekleştiği koşullar ve gelişme
tarzı hem Hitler’in üzerinde derin bir iz bırakacak hem de 1918
devriminin Naziler tarafından yaratılacak kötü kopyasına Berlin’deki
olaylardan daha fazla uyacaktı. Liderlik Bağımsızların elindeydi ve
hareket daha radikaldi. Durum anarşiye yakın bir hal almış ve
ardından, Komünistlerce yönetilen Sovyet-tarzı bir sistem yaratmaya
yönelik kısa ömürlü bir çaba gelmişti. Fakat bu çaba, katliam ve
zulümle sonlanan küçük bir iç savaşa yol açtı ve ancak birkaç gün
sürmesine rağmen bu olaylar Bavyeralıların zihninden yıllarca
silinmedi. Çok sayıda devrimci lider Yahudi idi ve bazıları da Bolşevik
sempatizanı ya da Bolşeviklerle ilişki içinde olan Doğu Avrupalı
Yahudilerdi. Buna ek olarak, Bavyera devriminin lideri olan Yahudi
gazeteci ve solkanat sosyalist Kurt Eisner-1917 yılında Çoğunluktaki
Sosyal Demokratların bölünmesinden beri USPD içinde barış için
çalışıyordu-, 1918’deki “Ocak Grevi” süresince endüstri alanındaki
huzursuzluğu kışkırtıp, harekete dönüştürmeye çalışmış ve bu
nedenle tutuklanmıştı. Bu tablo, sağın “arkadan hançerlenme”
söylencesi için biçilmiş kaftandı. Eisner’in, 1914 Temmuz ayında
Avusturya’nın Sırbistan’a verdiği ültimatomda Almanya’nın suç
ortaklığını ifşa eden Bavyera hükümetine ait resmi belgeleri
yayımlaması da aynı şekilde değerlendirilmişti. Bu durum, Şubat
1919’da Başbakanın öldürülmesinin ardından sağın ona ve maiyetine
yönelttiği vatan hainliği suçlamalarını besliyordu. 7
7 Kasım 1918’de Münih’te Theresienwiese’de yapılan büyük barış
mitinginde “siperleri boşaltın” sloganını atan işçi, köylü, asker ve
denizciler, Eisner’in yönlendirmesiyle şehrin ana garnizon bölgesine
doğru yönelmişler ve askeri birliklerden hiçbir direniş
görmemişlerdi.8 Nispeten daha az içten olmakla birlikte kışlada da
devrimci bir coşku mevcuttu; en azından devrime bir karşı çıkış ve
monarşi taraftarlığı yoktu. Ortamın havasını belirleyen savaştan
duyulan bıkkınlıktı. Olayların üzerinden uzunca bir süre geçtikten
sonra bir görgü tanığı şöyle yazacaktı: “O insanlar ne savaşa devam
etmek istiyordu ne de devrimci mahkemeler oluşturup malikaneleri
yakmak; onlar evlerine, çiftliklerine ve atölyelerine dönmek
istiyorlardı.”9 Ordudan destek görmeyen monarşinin tutunacak hiçbir
dalı kalmamıştı; her şey bitmişti. Kral III. Ludvvig ve ailesi o gece
kaçtı. Hitler yirmi yıl sonra, kendisini “saraydaki çıkar
çevreleri”nden kurtardıktan için Sosyal Demokratlara en azından bir
teşekkür borçlu olduğunu belirtecekti. 10
Kısa bir süre sonra Eisner’in liderliğinde kurulacak olan geçici
hükümet en başından beri istikrarsız bir koalisyondu; temelde radikal
olmakla birlikte büyük oranda idealist olan USPD üyeleriyle, (devrim
bile istemeyen)11 “ılımlı” SPD’lilerden oluşuyordu. Üstelik yüzyüze
olduğu yıldırıcı sosyal ve ekonomik problemlerle başa çıkabilme şansı
da yoktu. Taşradan destek gömleksizin yiyecek ve erzak sağlama
sorununu dahi çözemezdi. Ama böyle bir desteğin bedeli radikal
toprak-reformu planlarının bir kenara bırakılmasıydı. Koşullar
kötüleşmeye devam etti. Politik kargaşa tırmandı. Ocak’taki seçimler
USPD’yi bir kalıntı haline çevirdi. Radikaller bütün Bavyera
taşrasındaki desteklerini hızla kaybettiler; kitlesel bir hoşnutsuzluk
hâlâ varlığını sürdürmekle birlikte bu yöre muhafazakar yapısını
korudu. 21 Şubat 1919’da Eisner’in (o dönemde Münih
Üniversitesinde öğrenci olan aristokrat kökenli genç bir eski subay
olan Graf Anton von Arco-Valley tarafından) öldürmesi kaosun
derinleşerek anarşiye yaklaşması için gereken işareti vermiş oldu. 12
“Bir zamanlar nedimelerin ve pudralı uşakların kraliyet
efendilerine yaltaklanarak hizmek ettikleri”13 Wittelsbach Sarayı’nın
odalarını ve koridorlarını dolduran “Kızıl Muhafızlarda birlikte,
eskiden Bavyera kraliçesinin odası olan salonda bir toplantı yapıldı.
USPD üyelerinin ve anarşistlerin ağırlıklı olduğu toplantıda Bavyera
“Konseyler Cumhuriyeti” ilan edildi. Çoğunluktaki Sosyalistler ve
Komünistler -sonradan “Sözde-Konseyler Cumhuriyeti”
(Scheinrâterepublik) diye adlandıracakları- bu oluşuma katılmayı
reddettiler. 14 Seçimle başa gelmiş olup şimdi Bamberg’de sürgün
olan hükümete sadık birlikleri kullanarak bu oluşumu yerinden
etmeye yönelik bir girişim 13 Nisan’da başarısızlığa uğradı. Fakat
karşıdevrimin başlangıçtaki bu başarısızlığı tezcanlı devrimcilerin
kararlılığını güçlendirdi ve onları Bavyera devriminin son evresine
doğru götürdü: Bavyera’ya Sovyet tarzı bir sistem getirme
çabasından ibaret olan bu evre, yönetimin tamamen Komünistlerin
elinde olduğu ikinci ya da “gerçek” Râterepublik’ti. Başkanlığını
1905 Rus devrimine katılmış olan Komünist Eugen Levine’nin yaptığı
yeni Yasama Konseyi, “Bavyera bugün nihayet proletarya
diktatörlüğünü kurmuştur,” diye ilan ediliyordu. 15 Fakat bu oluşum
da iki haftadan fazla sürmedi. Şiddetle, kanla ve karşılıklı
suçlamalarla sona ererek Bavyera’nın politik atmosferine uğursuz bir
miras bıraktı.
ilan edilen on günlük genel grev koşullarında, ordu garnizonundaki
askerlerden ve esas olarak Münih’in büyük fabrikalarındaki
işçilerden 20 bin kişilik bir “Kızıl Ordu” toplandı. Bu ordunun
komutanları yirmi üç yaşındaki bir bahriyeli ile Kiel Ayaklanmasında
çarpışmalara katılmış olan Rudolf Eglhofer idi. Fakat, Münih
civarında toplanmış olan Bavyera Freikorp’larının da katıldığı Prusya
ve Württemberg birlikleri karşısında hiç şansları yoktu. Eglhofer bir
gün sonra, 29 Nisan’da “Kızıl Ordu’nun Diktatörlügü”nü ilan etmişti;
“Kızıl Ordu”nun, aralarında völkisch Thule-Gesellschaft’dan kişilerin
de bulunduğu sekiz tutsağı (içlerinden biri kadındı), hükümet
birliklerine mensup iki askerle birlikte Luitpold-Gymnasium’da rehine
olarak tutuluyor ve kötü muamele görüyorlardı; nitekim sonrasında
vuruldular. Vurulma emrinin sebebi, tacizkar ‘“Beyaz Muhafızların
Münih’in kenar mahallelerindeki gaddarlıklarına misilleme yapmaktı.
Rehinelerin vurulduğu haberi hızla yayılarak şehri dehşete boğdu.
Bunun karşılığında karşı-devrimci ordu Münih’teki tecavüzlerini
arttırdı, şiddetli ve gaddar misillemelere girişti. Şehrin merkezindeki
ve bazı işçi mahalelerindeki sokak çatışmaları oldukça kanlıydı. Kısa
ama acımasız bu iç savaş süresince alev makineleri, ağır silahlar,
zırhlı araçlar, hatta uçak bile kullanıldı. “Beyaz Muhafızların
kurbanları arasında, Raterepublik’le ilgili hiçbir şey yapmamış
olmalarına rağmen bir taş ocağına götürülüp kısa yoldan öldürülen
elli üç Rus savaş tutsağı, devrimci oldukları varsayılarak öldürülen
bir grup ilkyardım görevlisi, Perlach’ın işçi mahallelerinde oturan ve
politik hasımları taralından ihbar edilmiş olan on iki sivil SPD
destekçisi ve Spartakist oldukları gerekçesiyle yalnızlıkla tutuklanan
Katolik St. Joseph Derneği mensubu yirmi bir kişi de vardı. Münih
sokaklarında günlerce terör hüküm sürdü. Sosyalist harekete bir
yerinden bulaşmış herkesin yaşamı tehlike altındaydı. Münih 3
Mayıs’da nihayet “kurtulduğunda” ölü sayısı en az 606 kişiydi ve
bunların 335’i sivildi. Raterepublik’in liderleri arasında, sağcıların
pençesinden tek kaçabilen Rusya doğumlu Komünist Max Levien idi.
Eglhofer ile Yahudi anarşist yazar Gustav Landauer Freikorps
birlikleri tarafından öldürüldü; Levine (Berlin’deki genel grev
sırasında bir gösteride) vatan hainliği yaptığı gerekçesiyle katledildi;
Anarşist Yahudi yazar Erich Mühsam on beş yıl hapis cezasına
çarptırıldı; bir başka Yahudi yazar Ernst Toller ise beş yıl hapis
cezası aldı. Bu zalimce cezaların hepsi toplandığında toplam 6 bin yılı
bulmaktadır: Dava açılanların altmış beşi ağır çalışma cezasına
çarptırıldı, 1,737’si hapis cezası alırken, 407’si daha hafif hapis
cezaları aldı. 16
Bavyera’da 1918 Kasım’ı ile 1919 Mayıs’ı arasında vuku bulan
olayların, özellikle de Râterepublik’in politik sonuçları öylesine
ciddidir ki bu konuda istesek bile mübalağa edemeyiz. En hafifinden
baksak bile, söz konusu dönemde özgürlükler kısıtlanmış, ciddi
yiyecek kıtlıkları yaşanmış, basına sansür konmuş, genel grev
yaşanmış, yiyecek, kömür ve giyecek maddelerine el konmuş, genel
bir karmaşa ve kaos durumu yaşanmıştır. 17 Ama daha önemlisi,
Sovyet komünizminin hizmetindeki yabancı unsurların dayattığı bir
“dehşet ve korku iktidarı” (Schreckensherrschaft)fikrinin toplumun
belleğine silinmemecesine kazınmış olmasıdır. 18 Gerçekte ise
devrimcilerin başardığı tek iş Münih’in asker ve işçilerinin içten
desteğini kazanmaktır. Bunun dışında ne özel mülklerin
kamulaştırılmasına ne de yeni bir sosyal ve politik düzenin
kurulmasına dair gerçekleştirdikleri bir şey vardır. Luitpold-
Gymnasium’undaki rehinelerin öldürülmesi içler acısı bir olaydır ve
Münih burjuvazisinin içine dehşet salmıştır. Fakat söz konusu olay,
“düzeni eski haline getirirken” görece temkinli oldukları düşünülen
“kurtarma” birliklerinin yaptığı zalimlikler yanında önemsiz kalır.
Öte yandan, imajların gerçeklikten daha etkili olduğu sık görülür.
Sağcı propagandanın Bavyera’da olduğu kadar tüm Reich’da da
oluşturduğu ve kitlesel olarak destek gören imaj, bir yabancı imajı
idi: Devleti ele geçiren, kurumları, gelenekleri, düzeni ve serveti
tehdit eden, kaos ve kargaşa yaratan, korkunç şiddet faaliyetleri
yürüten ve yalnızca Almanya’nın düşmanlarının çıkarına olan bir
anarşi ortamı yaratan Bolşevik ve Yahudi güçler. En ılımlı basın
organları bile aynı tabloyu çiziyordu. Münih orta sınıfının görüşlerini
yansıtan hakim gazetelerden Münchner Neueste Nachrichten “Rus
bolşevizminin yöntem ve amaçlarından”, “Rus casuslardan”,
“Bolşevik ajanlardan”, “asyatik Bolşevizm pratiğinden” ve “yabancı
kışkırtıcılardan” bahsediyordu. “Canice gaddarlıkların” ve “masum
rehinelerin hayvanca katledilmesinin” sorumlusu olarak doğrudan
“komünist liderler” gösteriliyordu. Bu tarz “suçlulara” karşı
gösterilecek herhangi bir hoşgörünün “insanlığın yasalarına ve
adalete karşı işlenmiş bir günah” olacağı belirtiliyordu. Oysa ki,
Münih’i “kızıl terör” den “kurtarmış” olan birlikler “katı bir disiplin
içinde” “düzenin ruhunu” yeniden inşa etmişlerdi. 19
Rus devriminden yalnızca on sekiz ay sonra, (Bolşeviklerin
nihayetinde karşı-devrimcileri alt ettiği ama bunun için çift taraflı
korkunç bir vahşetin sergilendiği ve çok sayıda kişinin öldüğü)
Rusya'daki korkunç iç savaşın haberleriyle alevlenen nevrotik bir
Bolşevizm korkusunun, muhafazakarlığın kökleşmiş olduğu bir taşra
bölgesine ve politik açıdan kutuplaşmış şehir ve kasabalara nasıl
yayılıp etki gösterdiğini anlamak zor değildir. Râterepublik’in
korkunç olaylarla dolu haftalarından tek kazançlı çıkan, Bavyera’nın
köylü ve orta sınıfları içinde Bolşevizm korkusunu ve nefretini
kışkırtma fırsatı bulan radikal sağ olmuştur. 20 Karşı-devrimcilerin
aşırı şiddeti, varsayılan Bolşevik tehditine karşı meşru bir karşılık
olarak kabul edilmiş ve siyasi faaliyet alanının alışıldık bir unsuru
halini almıştır.
Sol-kanat sosyalizmle flörtünün ardından Bavyera sonraki yıllarda
muhafazakar sağın kalesi olmuş ve bütün Almanya’daki aşırılık yanlısı
sağcılar için bir çekim merkezi haline gelmiştir. Politik eğilimleri
keskin hatlarla farklı olmasına rağmen, Bavyeralı “beyaz-mavi”
ayrılıkçılarla, “siyah-beyaz-kırmızı" milliyetçiler ve völkisch
aşırılıkçılar, Bolşevik (ve daha geniş anlamda “Marksist”) sola olan
nefretlerinde müşterek bir gaye bulmuşlardır. 21 Ve sağın başarısız
Kapp Darbesi girişiminin liderleri ve paramiliter organizasyonları
Bavyera’da kendilerini bekleyen bir cennet bulduklarında, Bavyera
Reichswehr, -1920 Mart’ının ardından hâlâ güç kazanmakta olan-
reaksiyoner, Cumhuriyet-karşıtı, karşı-devrimci güçlerin kalesi
halindedir. “Adolf Hitler’in ortaya çıkacağı” koşullar işte bunlardı.
Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Bavyera devriminin tarihi Nazi
propagandasına malzeme sağlamak için adeta biçilmiş kaftandı.
Yalnızca “arkadan hançerlenme” söylencesi değil enternasyonal bir
Yahudi komplosu fikri de Münih Râterepublik olayının ışığında kulağa
makul gelebilmekteydi. Sagkanat aşırılıkçılığı Bavyera dışında hiçbir
yerde bu kadar güçlü bir geleneğe sahip olmamasına rağmen, yeni
ortam ona eşsiz fırsatlar ve duygudaşlığa dayanan bir birlik imkanı
sağlıyordu. Hitler’in ilk dönem destekçilerinin pek çoğu devrim
sonrasında Bavyera’da yaşanan çalkantılı aylardan derinden
etkilenmişlerdi. Hitler açısından devrim döneminin ve Münih’teki-
Râterepublik’in taşıdığı önemi istesek dahi abartamayız. Bir siyasetçi
olmaya Hitler’in kendisinin karar vermediği, devrim ve Konseyler
iktidarı aracılığıyla politikanın onun ayağına, kışlaya geldiği
söylenir. 22 Bu savın gerçekliğini araştırmanın zamanı geldi.
II

21 Kasım 1918’de Münih’e döndüğünde Hitler 2. Piyade Alayı 1.


İhtiyat Taburu’nun 7. Bölük’üne verilmişti ve burada birkaç gün
sonra eski silah arkadaşlarıyla karşılaşacaktı. Onbeş gün sonra
Hitler ve Ernst Schmidt adlı cephe arkadaşı, aynı Bölük’ten 13 kişiyle
birlikte (toplam 140 kişiydiler) muhafızlık göreviyle Traunstein’deki
savaş esirleri kampına gönderildiler. Schmidt’in daha sonra anlattığı
gibi, bu görev için gönüllüler listesine isimlerini yazdırmalarını
öneren muhetemelen Hitler idi. 23 Schmidt’in anlatısına göre, o
dönemde Hitler’in devrime ilişkin söyleyecek pek fazla lafı yoktu,
ama “durumun ona ne kadar acı verdiğini görmek zor değildi”.
Schmidt’e göre ikisi de Münih’teki kışlanın yeni koşullarından
iğreniyorlardı; kışla Asker Konseyleri’nin elindeydi ve eskiden mevcut
olan otorite, disiplin ve ahlak ölçütleri yok olmuştu. 24 Gönüllü
olmalarının sebebi gerçekten buysa Hitler ve Schmidt Traunstein’e
gitmekle pek bir şey kazanmamışlardı. Kampın kapasitesi 1000 kişi
olmasına rağmen çok daha fazla sayıda tutsak vardı ve burası da,
Hitler’in iğrendiği iddia edilen Asker Konseyleri’nin idaresindeydi.
Disiplin zayıftı ve bir kaynağa göre muhafızlar, orduyu -Hitler gibi-
“devlet hesabına rahat bir şekilde yaşamanın aracı olarak” gören
birlikler içindeki en kötü unsurlardan bazılarını içeriyordu. 25 Hitler
ve Schmidt Traunstein’de, özellikle kapı nöbetlerinde kolay bir
dönem geçirdiler. Burada yaklaşık iki ay kaldılar ve bu süreç içinde
çoğu Rus olan savaş tutsakları başka yerlere nakledildi. Şubat’ın
başıyla birlikte kamp tamamen boşaltılmış ve kapatılmıştı. Schmidt’in
de ima ettiği üzere, Hitler muhtemelen Ocak ayının sonlarına doğru
Münih’e döndü. 26 Münih’e dönüşünün en geç Şubat’ın ortalarından
gerçekleştiği (kendisinin belirttiği gibi Mart ayında olmadığı)
kesindir; çünkü askeri kayıtlara göre, 12 Şubat’ta terhisini beklemek
üzere 2. Terhis Bölügü’ne atanmıştır. 27
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Alman ordusunun terhisi genel
olarak oldukça hızlı ve becerikli bir biçimde gerçekleştirilmişti. 28
Ernst Schmidt de dahil olmak üzere Hitler’in yakın cephe
arkadaşlarının hepsi Hitler’den önce terhis edildi. 29 Hitler’in
terhisinin 1920 yılının Mart ayına dek gecikebilmesinin sebebi 1919
ilkbaharının sonlarından beri, Reichswehr için yapılan siyasi
çalışmalara giderek daha çok katılması, politikaya atılmış olmasıdır.
Bu arada kendisi de, orduda mümkün olduğunca uzun bir süre
kalmasını sağlayacak her türlü fırsatı değerlendirmiştir.
20 Şubat’ta, yaklaşık iki haftalığına asayiş görevlisi olarak
Hauptbahnhof'a gönderildi; Hitler’in bölüğüne bağlı bir birim burada
-bilhassa Münih’e gidip gelen askerler arasında- düzeni sağlamakla
görevliydi. Tutuklanıp kötü muamele gören kişilere dair pek çok
vakayı inceleyen bir soruşturma komisyonu asayiş biriminin
istasyonda görev yaptığı süreç hakkında kovuşturma açtı. Hitler’in
bu tip olaylara bizzat katılıp katılmadığını bilmiyoruz ama şiddete ve
gaddarlığa tanık olduğuna şüphe yoktur. 30 Hitler, Schmidt ve terhis
birliğindeki diğer askerler muhafızlık görevi dışında neredeyse başka
hiçbir şey yapmıyorlardı. Eski gaz maskelerini test ederek günde 3
mark kazanabiliyorlardı ve bu da operaya gitmelerine yetecek bir
miktardı. 31 Normal kazançları ayda 40 mark kadardı: ayrıca kalacak
yerleri ve hayatta kalmalarını sağlayacak kadar yiyecekleri de
vardı. 32 Ordunun dışındaki geleceğin ise bu kadar pembe
görünmediğine şüphe yoktur.
Hitler’in, Râterepublik’in bastırılmasının ardından soruşturma
komisyonunda görev almasından, ilk siyasi faaliyetim diye
bahsettiğini belirtmiştik. Eakat son dönemlerde ortaya çıkanları ve
Hitler’in devrim dönemindeki faaliyetlerini onaya seren bir kanıt bu
iddiayla uyuşmamaktadır. Aynı kanıt, “Kasım Suçluları” -sonraları
onlardan sık sık böyle bahsedecektir- Münih’i yönetirken kendisinin
neler yaptığı konusunda bu kadar ketum davranmasının sebebini
tahmin etmemize de yardım eder.
Terhis taburunun 3 Nisan 1919 tarihli rutin bir emrinde, Hitler’den
bölük temsilcisi (Vertrauensmann) sıfatıyla bahsedilmektedir. Büyük
bir ihtimalle 15 Şubat’tan beri bu pozisyondaydı. Temsilcilerin
(Vertrauensleute) görevleri arasında, birliklere “eğitim” materyali
aktarmak amacıyla sosyalist hükümetin propaganda departmanıyla
işbirliği yapmak da vardı. 33 Buna bağlı olarak Hitler ilk politik
görevlerini SPD ve USPD yönetimindeki devrimci rejimin hizmetinde
yerine getirmiş oldu. Bu dönemdeki faaliyetlerinden daha sonra söz
etmek istememesinde şaşılacak bir yön yoktur.
Aslında, Münih’in “kızıl hükümeti”nin çok daha tepelerinde sürekli
bir şekilde yer almış olması gibi çok daha utandırıcı bir olayı
açıklamak zorunda kalacaktır. 14 Nisan’da, Komünist Râterepublik’in
ilanından bir gün sonra Münih Askerler Konseyi, Münih garnizonun
yeni rejime sadakatini sağlamak amacıyla kışla temsilciliği
seçimlerinin yeniden yapılması kararını aldı. Ertesi gün yapılan
seçimlerde Hitler Tabur Temsilciliği Vekilliği’ne seçildi. 34 Hitler o
dönemde Münih’in “Kızıl Cuhmuriyeti”nin yıkılması için hiçbir şey
yapmaması bir yana, sözkonusu cumhuriyetin varlığını sürdürdüğü
tüm dönem boyunca taburun seçimle iş başına gelmiş temsilcisi
olarak görevini sürdürdü.
Öte yandan bu kanıtın nasıl yorumlanacağı meselesi tam bir açıklık
taşımamaktadır. Münih garnizonu Kasım’dan beri sağlam bir şekilde
devrime destek çıktığına ve Nisan ayında gene, Râterepublik’e giden
radikal hareketi desteklediğine göre, asker temsilcisi olarak
seçilebilmesi için Hitler’in bu aylarda, -sonradan en ufak birimini dahi
“suçlu” ilan ettiği- sosyalist hükümetin görüşlerini dillendirmiş olması
gerektiği sonucuna varabiliriz. En azından, bu görüşlere güçlü bir
şekilde karşı çıkmamış olması gerekmektedir. Daha 1920’lerde
Hitler’in başlangıçta Çoğunluktaki SPD’ye sempati duymuş olduğu
yolunda birtakım söylentiler dolaşıyordu; bu söylentiler 1930’larda
da devam etti ve bu iddialara tam bir karşılık hiçbir zaman verilmedi.
Söylentilerin kaynağı genelde, Hitler’in itibarını sarsma amacındaki
sol görüşlü gazeteciler olduğundan, Hitler’in bunları çok ciddiye
almamış olduğunu farz edebiliriz. Fakat, söz gelimi Mart 1923’te
sosyalist Münchener Post’da yayımlanan, Hitler’in demokratik-
cumhuriyetçi devletin yararına birliklerin beyninin yıkanması
faaliyetine yardım ettiği şeklindeki haberler kanıtlarla uyuşmaktadır;
daha önce de söylediğimiz gibi Hitler muhtemelen 1919 Şubat’ının
başlarından itibaren tam da böyle bir iş tanımı dahilinde, birliğinin
Vertrauensmann’ı olarak hizmet vermiştir. 35 1930’ların başlarında
sosyalist basında benzer söylentiler dolaşmıştır. 36 Ernst Toller,
Râterepublik’e katıldığından dolayı hapiste olan bir cezaevi
arkadaşına Hitler’le devrimden sonraki ilk ay içinde Münih’te kışlada
karşılaştığını ve o dönemde Hitler’in bir Sosyal Demokrat olarak
tanındığını söylemiştir. 37 Konrad Heiden, Konseyler Cumhuriyeti
süresince Hitler’in arkadaşlarıyla ateşli tartışmalara girerek
Komünist hükümete karşı Sosyal Demokrat hükümeti savunduğunu
belirtmiştir. Destekleyici kanıtlardan yoksun olmakla birlikte,
Hitler’in SPD’ye katılmaktan bahsettiğine dair söylentiler de
mevcuttur. 38 1921 yılında parti içindeki saldırılara karşı Esser’i
savunurken Hitler’in “eskiden herkes Sosyal Demokrat’tı” şeklindeki
yorumu bu açıdan dikkat çekicidir. 39
Aslına bakılırsa, devrimci ayaklanma sırasında Hitler’in
Çoğunluktaki Sosyal Demokratlara destek vermiş olması ilk bakışta
göründüğü kadar ihtimal dışı değildir. Siyasi durum oldukça karmaşık
ve belirsizdi. Sonradan Hitler’in maiyetine katılacak pek çok kişi de
dahil olmak üzere akla hayale gelmeyecek insanlar devrim sırasında
kendilerini solda bulmuşlardır. Örneğin, ileride Hitler’in SS-
Leibstandarte örgütlenmesinin başına gelen ve Waffen-SS’de general
olan Sepp Dietrich, Kasım 1918’de bir Asker Konseyine başkan
seçilmiştir. Uzun süre Hitler’in şoförlüğünü yapacak olan Julius
Schreck 1919 Nisan ayının sonlarında “Kızıl Ordu”da hizmet
vermiştir40 Hitler’in ilk destekçilerinden ve NSDAP’ın ilk propaganda
sorumlusu Hermann Esser, Sosyal Demokrat bir yayında gazeteci
olarak çalışmıştır. 41 “Faiz Boyunduruğu”na dair görüşleriyle 1919
yazında Hitler’i çok etkilemiş olan Gottfried Feder, bir önceki
Kasım’da, Kurt Eisner başkanlığındaki sosyalist hükümete karşı
tavrını belirten bir beyan göndermiştir. 42 Ve Hitler’in en yakın cephe
arkadaşı, sonradan da ateşli bir savunucusu olan Balthasar
Brandmayer monarşinin sona erip cumhuriyetin kuruluşunu, yani bu
yeni çağ başlangıcını ilk etapta nasıl coşkuyla karşıladığından
bahsetmektedir. Ardından gelen hayal kırıklığı ise çok büyüktür. “Ne
yazık ki,” diye devam etmektedir, “tek değişen başımızdaki
hükümdarlardı”, çünkü insanlar hâlâ açtı ve hâlâ köleydi. “Konseyler
hükümetinin (Rateregierung) ar kasından ağlamamıza gerek
yoktu”,“anavatanın minnettarlığı yok olup gidiyordu,” diye bitirir
sözlerini acılı bir tonda. 43 Brandmayer örneğinde gördüğümüze
benzer duygular, savaşın ardından hızla yaygınlaşmıştı; saldırgan
milliyetçilikle antisemitizm kaynaşarak bir tür radikalizm
oluşturmuştu ve bu radikalizm, eski monarşi rejiminden hızla yeni
rejime yönelen sosyal bir yakınmadan kaynaklanıyordu. İdeolojik kafa
karışıklığı, politik karmaşa ve oportünizm biraraya gelip, gelgeç
nitelikte, değişken ittifaklar yaratıyordu.
İma ettiğimiz şudur: Hitler içten içe Sosyal Demokratlar’a sempati
duymuştur ve Râterepublik’in düşüşünden sonra Reichswehr’deki
“eğitimi"nin etkisiyle ideolojik olarak yön değiştirmiş ve kendi
karakteristik ırkçı-milliyetçi Weltanschauung’unu oluşturmuştur.
Bütün bu tablo yine de insana inanılması zor gelmektedir. 44 Devrim
sayesinde monarşinin ortadan kalkmasına sevindiği kesindir. 45 Ne
zaman patolojik bir antisemitist halini aldığını kesin olarak
belirlemenin zor olduğunu kabul etsek bile, erken dönemdeki Pan-
Germen sempatizanlığının kanıtları, Sosyal Demokrasi’ye karşı
uzlaşmaz tavrı, savaşkan militarizmi ve saldırgan yabancı düşmanlığı,
1918’den sonra SPD’nin fikirlerine, politikalarına ve hedeflerine
samimi bir şekilde uyum sağlaması ihtimalini dışlamaktadır. Eğer
Hitler devrim ayları boyunca Çoğunluktaki Sosyal Demokratlara
görünüşte bir yakınlık göstermek zorunda kaldıysa, bunun sebebi
onların fikirlerine ikna olması değil, ordudan terhisini olabildiğince
uzatmaya yönelik katışıksız bir oportünizm olmalıdır.
Hitler’in oportünizmine yönelik bir dolu gösterge o dönemin içinde
mevcuttur. Pasewalk’ta denizciler hastaneye gelip devrim ve isyan
propagandası yaptıklarında, Hitler (tam da askerlik mesleğinin
gerektirdiği gibi davranmış ve) üstlerine karşı çıkmamıştır. 46
Hastaneden çıktıktan sonra politikadan uzak durmuş; Reich’ın doğu
sınırında süreğiden çatışmalara katılmak ve yalnızca Münih’teki değil
Almanya’daki solkanat radikalizmi de bastırmak için sayılan hızla
artan Freikorps birliklerine katılmaya teşebbüs etmemiştir. Şubat
1919’da Traunstein’den Münih’e dönüşünün ardından, büyük
olasılıkla alayının emirlerine uymuş ve Münih’teki 10 bin sol görüşlü
işçi ve askerin katıldığı yürüyüşe iştirak etmiştir. Münih’in Komünist
Konseylerce yönetildiği Nisan 1919’da Münih garnizonundaki tüm
askerlerle birlikte, devrimi simgeleyen kızıl pazubentler takmıştır. 47
Hitler’in Münih’in Raterepublik’ten “kurtarılmasına” hiçbir şekilde
katılmadığı ve geri planda durduğuna dair sonrasında ortaya çıkacak
aşağılayıcı suçlamaları yöneltecek olan kişiler, (Nazi Fırtına
Birliklerinin başkanı) Ernst Röhm, (1933’ten sonra Bavyera Reich
Yöneticisi) Ritter von Epp ve hatta (Hitler’in özel sekreteri,
sonrasında Parti Başkan Yardımcısı) Rudolf Hess’dir. 48
Gösterdiği oportünizm ve pasiflik bir yana, Hitler’in devrimci sola
karşı uzlaşmaz bir bakış açısının olduğu, Münih’te karmaşanın
tırmandığı aylarda kışlada çevresinde bulunan kişilerce aşikardır.
Sonradan iddia ettiği gibi eğer gerçekten Komünistlere karşı Sosyal
Demokratlar tarafında fikir belirttiyse,49 bu durum kötünün iyisine
dair bir seçim olarak görülebilir; hatta birliğinde onun eski halini
bilenler bunu, gerçek milliyetçi Pan-Germen sempatisinde hiçbir
değişiklik yaratmamış münasip bir ayarlama olarak düşünmüş
olabilirler. Örneğin, önce terhis olmasına rağmen Hitler’le temasını
hiç koparmamış olan Ernst Schmidt sonraları, Hitler’in Münih’teki
olaylara yönelik “mutlak nefretinden bahsetmiştir. 50 16 Nisan’da
“Hittler”e verilerek onu Kıta Konseyi’nde birliğin ikinci temsilcisi
yapan on dokuz oy (birinci temsilci otuz dokuz oyla johann Blüml
olmuştu), onu böyle gören kişilere ait olabilir. 51 Kışlalarda ve seçilmiş
asker temsilcileri arasında bir gerilimin varlığı, Hitler’in,
Râterepublik sırasında alay içindeki askerlerin tavırlarını araştıran
Münih mahkemesine Kıta Konseyi’ndeki iki arkadaşıyla ilgili
ihbarlarlarını açıklayabilir. 52 En geç Nisan’ın sonuna doğru Hitler’in
çevresindeki insanlar tarafından karşı-devrimci yönüyle tanınıyor
olması muhtemeldir. Zaten işin aslı da buydu; Hitler’in eğilimleri,
şehri ele geçirmeye hazırlanan “beyaz” birliklerinkinden hiç de farklı
değildi. Kanıtlanmamış olmakla birlikte akla yakın gelen bir hikaye,
taburunu eli kulağında olan çarpışmada tarafsız kalmaya
yüreklendirmek için temsilcilik konumuna evet dediği ve “biz, buraya
gelmiş olan Yahudiler'in devrim muhafızı değiliz" diye açıkama
yaptığıdır. 53 Her şey bir yana daha önemli olan ise, Konseyler
yönetiminin sona erdiği hafta Hitler'in, 2. Piyade Alayı Yedek
Taburu'ndaki askerlerin Raterepublik'e aktif olarak katılıp
katılmadıklannı araştıran üç kişilik bir komitede görevlendirilmiş
olmasıdır (görevlendirmeyi kimin yaptığı bilinmiyor). 54 Bu olay, "kızıl"
yönetime duyduğu derin uzlaşmazlığın tabur içinde de bilindiğini
göstermektedir. öyle ya da böyle bu yeni görevi de Hitler'i,
garnizonun geri kalan askerleriyle birlikte 1919 Mayıs ayının
sonunda terhis olmaktan kurtarmaktadır. 55 Daha da önemlisi bu
görev onun ilk kez Reichswehr içinde karşı-devrimci politikaların etki
alanı içine girmesi demektir. Aşırı sağ siyasetin girdabına doğru
yolunu çizen şey, yenilgi haberiyle Pasewalk'ta geçirdiği psikolojik bir
travmadan veya "Kasım suçluları"ndan Almanya'yı kurtarmak için
sonraki aylarda aldığı dramatik bir karardan çok, işte bu olaydır.
III

Tümgeneral von Möhl’ün komutası altındaki 4 Numaralı Bayerische


Reichswehr Gruppenkommando (kısaca “Gruko”), 11 Mayıs 1919’da,
Râterepublik’in bastırılmasında yer almış olan Bavyera birliklerinden
oluşturuldu. 56 Bavyera hükümeti Ağustos’un sonuna dek Bamberg’de
“sürgündeydi”; şehir merkezi barikatlar, dikenli teller ve asker
kontrol noktalarıyla dolu olan Münih ilkbahar ve yaz süresince bilfiil
askeri yönetim altındaydı. 57 Politik alanı yakın gözetim altında
tutmak, bunun yanısıra propaganda ve beyin yıkama araçlarıyla
geçici ordu içindeki yaygın “tehlikeli” eğilimlerle mücadele etmek
gibi iki işi birden üstlenmiş olan Gruko, Mayıs 1919’da, -
Râterepublik’in bastırılması sırasında Münih’te acilen kurulmuş olan-
“Enformasyon Bölümü”nü de (Nachrichten-abteilung, Abt. Ib/P)
kendi bünyesine kattı. Birliklerin “doğru” bir şekilde anti-Bolşevik ve
milliyetçi tarzda “eğitilmesi” bir öncelik olarak görülmeye başlandı
ve “birliklerdeki uygun kişileri” yetiştirmek için “hitap kursları”
düzenlendi; karşıt fikirleri çürütme ve karşısındakileri ikna etme
yeteneğine sahip olması gereken bu kişiler uzunca bir süre orduda
kalacak ve propagandacı (Propagandaleute) olarak işlev
göreceklerdi. 58 Haziran’ın başlarından itibaren “anti-bolşevik
kurslar”ın organize edilmesi işi, kısa bir süre önce, 30 Mayıs’da
Enformasyon Bölümü’nün başına getirilmiş olan Yüzbaşı Karl Mayr’ın
sorumluluğundaydı. 59 Hitler’in politik “kariyer”inin “ebelerinden” biri
olan Mayr60, bu kariyerin başlangıcının esas sorumlusunun kendisi
olduğunu hiç şüphesiz iddia edebilirdi.
Hitler’in çok sayıdaki patronundan ilki olan Mayr’ın başına buyruk
kariyerinde, aşırı karşı-devrimci faaliyetlere bizzat iştirak etmek
-1920’de, darbeci Wolfgang Kapp’la Bavyera’nın bağlantısını
sağlayan önemli bir halkaydı-, Sosyal Demokratların paramiliter
organizasyonu Reichsbanner’da aktif bir şahsiyet olmak ve Hitler’i
eleştirmek gibi birbirini tutmayan faaliyetler vardır. Mayr 1933’te
Fransa’ya kaçtı, fakat sonra Naziler tarafından yakalandı ve Şubat
1945’de Buchenwald toplama kampında öldü. 1919’da Münih
Reichswehr’deki nüfuzu, Yüzbaşı olarak sahip olduğu rütbenin
ötesindeydi ve kendisine ciddi bir fon tahsis edilmişti; bu fonla ajan ve
muhbirlerden bir ekip oluşturacak, seçilen er ve subayları “doğru”
politik ve ideolojik fikirler doğrultusunda eğitmek için bir dizi
“eğitim” kursu organize edecek, “vatansever” parti, yayın ve
organizasyonları finanse edecekti. 61 Mayr, Hitler’le ilk kez Mayıs
1919’da, “Kızıl Ordu”nun yok edilmesinden sonra karşılaşmıştı.
Hitler’in Râterepublik sırasında yıkıcı faaliyetlerde bulunan tabur
mensuplarını araştırma görevinde bulunuyor olması Mayr’ın dikkatini
çekme nedeni olabilir. Ve daha önce de belirttiğimiz gibi Hitler
propaganda faaliyetlerine -her ne kadar o zamanlar Sosyalist
hükümet adına çalışıyorsa da- ilkbaharın başında, daha kışladayken
başlamıştı. Mayr’ın hedeflerine uygun potansiyele ve niteliklere
sahipti. Hitler’le ilk karşılaşmalarına dair Mayr çok sonraları şöyle
yazacaktı: “Bir sahip arayan bitkin bir sokak köpeği gibiydi,” ve
“kendisine ilgi gösterecek herhangi birinin kucağına atlamaya
hazırdı... Alman halkıyla ve onun kaderiyle ilgilendiği falan yoktu.”62
“Hittler Adolf'’ismi, 1919 Haziran ayının başında veya Mayıs
sonlarında Enformasyon Bölümü Ib/P tarafından belirlenen ilk muhbir
(V-Leute ya da V-Manner) listelerinde yer aldı. Yine o günlerde,
Münih Üniversitesi’nde 5-12 Haziran 1919 tarihleri arasında
yapılacak olan anti-Bolşevik “eğitim kursları”nın ilkine gönderildi.
Hitler ilk kez burada, belli bir doğrultuda politik “eğitim” aldı.
Kendisinin de kabul ettiği gibi bu onun için önemliydi; çünkü
hayatında ilk kez çevresindekiler üzerinde bir etki yaratabileceğini
fark etmişti. Burada Münih’in önde gelen şahsiyetlerinden,
“Reformdan Bugüne Alman Tarihi”, “Savaşın Siyasi Tarihi”, “Teoride
ve Pratikte Sosyalizm”, “Ekonomik Durumumuz ve Barış Koşullan” ve
“İç ve Dış Siyaset Arasındaki Bağlantı” konularında seminerler
dinledi. Ders verecek kişiler Mayr tarafından, kısmen şahsi tanışıklığı
dolayısıyla, tek tek seçilmişti. Konuşmacılar arasında, Pan-Germenler
arasında ekonomi uzmanı olarak nam salmış olan Gottfried Feder de
vardı; bu kişi programda yer almamasına rağmen Mayr’ın özel
ısrarıyla gelmişti. Önceden bir “manifesto” olarak yayımladığı ve
milliyetçi çevrelerde hayli ilgi görrmüş olan “faiz boyunduruğunun
kırılması” (Hitler bu sloganın propaganda potansiyeline sahip
olduğunu düşünüyordu) adlı seminerinde, “üretici” sermaye ve
(Yahudilerle ilişkilendirdiği) “açgözlü” sermaye arasına koyduğu
ayrım Hitler’i derinden etkilemiş ve Feder’in Nazi Partisi’nin ilk
dönemlerinde partinin ekonomi “guru”su rolü oynamasına yol
açmıştır. 63 Tarih seminerleri, Mayr’ın okuldan tanıdığı tarih
Profesörü Karl Müller tarafından veriliyordu. Müller ilk seminerini
bitirmişti ki, gözüne boş salonda birinin etrafına toplanmış küçük bir
grup çarptı; ortalarındaki kişi ateşli bir edayla ve gırtlaktan gelen
sesiyle onlara bir şeyler anlatıyordu. Sonraki seminerinin ardından
Mayr’a, kursiyerlerden birinin doğal retorik yeteneğine sahip
olduğundan söz etti ve kursiyerin oturduğu yeri işaret etti. Mayr
“List Alayı’ndan Hitler’i” hemen tanımıştı. 64
Hitler’in düşüncesine göre de bu olay -kursiyerlerden birinin
Yahudiler’i savunması üzerine müdahale etmek zorunda kaldığını
söylemişti-, “eğitim görevlisi” (Bildungsoffizer) olarak görev
yapmasında doğrudan rol oynamıştır.. Aslında hiçbir zaman
Bildungsoffizer olmadı, Mayıs sonu veya Haziran başlarından beri
rütbesi hep V-Mann olarak kaldı. 65 Fakat şurası açık ki bu olay
Mayr’ın dikkatini çekmesini sağlamıştı. Öte yandan, Augsburg
yakınlarındaki Lechfeld Reichswehr kampında beş günlük kurs için
seçilen ve yirmi altı eğitimciden oluşan ekibin içinde Hitler’in de yer
almasının sebebi sadece bu olay değil, bundan sonra Mayr’ın
Hitler’in bölüm içindeki faaliyetlerini yakından izlemesiydi. Hitler’in
kampa varışından bir gün sonra, yani 20 Ağustos 1919’da başlayan
kursun düzenlenme sebebi buradaki askerlerin politik açıdan
güvenilir olmadığı yönündeki şikayetlerdi; bu askerlerin çoğu savaş
esiri olarak tutuldukları yerlerden dönmüş ve şimdi terhis olmayı
bekliyorlardı. Ekibin işi, Bolşevizm ve Spartakizm’le “zehirlenmiş”
diye tanımlanan bu askerler arasında milliyetçi ve anti-Bolşevik
duygular uyandırmaktı. 66 Aslında eğitimciler, kendilerine Münih’te
yapılan şeyi şimdi burada yapacaklardı.
Hitler, birliğin kumandanı Rudolf Beyschlag’la birlikte işin asıl
kısmını üstlenmişti; buna, sözgelimi Beyschlag’ın “Savaşın Suçlusu
Kim?” ve “Münih Râterepublik Günlerinden Bugüne” konulu
seminerlerde tartışma yaratılmasına yardım etmek de dahildi.
Kendisi ayrıca “Barış Koşulları ve Yeniden Yapılanma”, “Göç”, “Siyasi-
Ekonomik Parolalar” konulu seminerleri veriyordu. 67 İşine dört elle
sarılmış, kendini bütünüyle vermişti. Dinleyicilerinin duygularını
harekete geçirebildiğini görmesi çok zaman almadı; konuşma tarzı
onu dinleyen askerleri heyecanlandırıyor, kiniklikten ve pasiflikten
çıkarıyordu. Bu tam da onun istediği şeydi. Hayatında ilk kez
koşulsuz başarı sağladığı bir şey bulmuştu. En büyük yeteneği
neredeyse şans eseri karşısına çıkmıştı. Kendisinin belirttiği
biçimiyle, “söz söylemeyi” biliyordu:

Büyük bir heyecan ve şevkle işe koyuldum. Şimdi bana


kalabalık bir dinleyici kitlesi önünde konuşma fırsatı doğmuş ve
eskiden beri güçlü bir duyguyla tahmin ettiğim şey doğru
çıkmıştı; ben “söz söylemesini” biliyordum... Bazı başarılarımla
öğünebilirim: Eğitim sırasında yüzlerce, hatta binlerce arkadaşı
halkına ve vatanına kazandırmayı başardım. Askerleri
“millileştiriyordum”... 68

Kursiyerlere dair tutulan raporlar Hitler’in Lechfeld’de yarattığı


etkiyi abartmadığını ortaya koymaktadır; bir yıldız performansı
gösterdiğine şüphe yoktur. Ona bir uçakta hizmet etmiş olan Ewald
Bolle, Beyschlag’ın seminerlerinin, “Herr Hitler’in (yaşamdan
örneklerle anlattığı) ateşli (temperamentvollen) seminerleri” kadar
etkili olmadığını yazmıştır. Gunner Hans Knoden Hitler’in
“mükemmel ve ateşli bir hatip olduğunu ve yorumlanyla tüm
dinleyicilerin dikkatini çekmeyi başardığı”nı düşünüyordu. Bir
sedyeci olan Lorenz Frank şöyle yazıyordu: “Herr Hitler’in kitleler
önünde konuşmak için yaratılmış biri olduğunu söyleyebilirim;
toplantılardaki fanatizmi ve popülist tarzıyla (Auftreten) fikirlerini
dinleyicilerinin zihnine kazıyor ve onları görüşlerini paylaşmaya
mecbur bırakıyor.”69
Hitler’in Lechfeld’de kullandığı demagojik mühimmatın temel bir
unsuru antisemitizm idi. Yahudiler’e yönelik şiddetli saldırılarında, -
yaygın ruh halini gösteren rapor ve beyanların işaret ettiği üzere- o
dönemde Münih halkı arasında yaygın olan duyguları yansıtmaktan
başka bir şey yapmıyordu. Münih’te bir tramvayda yaptığı sen bir
yorum -“Hepsi de [bütün Yahudiler] asılmayı hak ediyor. Savaşın
suçlusu onlar”- diğer bütün yolcuların onaylamasıyla karşılanmıştı.
Münih’ten Lindau’ya giden trendeki bir işçi, askerlerin 1 Mayıs’da
Yahudilerin üzerine ateş açması gerektiğini düşünüyordu. Halk,
Yahudiler’e yönelik bir soykırımın devrimin gelişi kadar kesin
olduğunu söylüyordu. 1919 Ağustos ve Eylül aylarında halkın genel
fikrini belirten başka raporlarda da bütün Yahudilerin asılması
geretiği, “Yahudiler’in çalışan bütün Almanlar için en büyük tehlike
olduğu”, “Reich bu kötü niyetli, kalleş haşerattan temizlenmedikçe”
Almanya’nın canlanmasının tamamına ermeyeceği türünden beyanlar
mevcuttur. Askerler arasındaki duygular da farklı değildi. Lechfeld’de
Hitler’in nutuklarıyla aldığı sonuç, askerlerin onun konuşma tarzına
ne kadar açık olduğunu göstermektedir. 70 Lechfeld Kampı’nın
komutanı Üsteğmen Bendt, antisemitik ajitasyonu
(Judenhetze)kışkırttığı gerekçesiyle derslere olası itirazların
önlenmesi açısından, Hitler’den antisemitizminin tonunu biraz
yumuşatmasını istemek zorunda kalmıştı. Bunu, Hitler’in “Yahudi
Sorunu”na “değindiği” kapitalizme dair bir semineri izledi. 71 Hitler’in
Yahudilerle ilgili kamu önündeki ilk konuşması budur.
Grup içinde ve elbette ki üstü Yüzbaşı Mayr’ın gözünde “Yahudi
Sorunu” konusunda uzman biri olarak nam kazanmış olmalıdır. Mayr
4 Eylül 1919’da eski kursiyerlerden biri olan Ulm’lu Adolf
Gemlich’den, bilhassa Sosyal Demokrat hükümetin politikalarıyla
ilişkisi bağlamında “Yahudi Sorunu”nu açıklığa kavuşturmasını rica
eden bir mektup aldığında, yanıt vermesi için mektubu Hitler’e
vermiş ve Hitler de bu durumla bayağı bir ilgilenmiştir. 72 Hitler’in
Gemlich’e 16 Eylül 1919 tarihli ünlü cevabı “Yahudi Sorunu”yla ilgili
yazılı ilk beyanıdır. Antisemitizmin duygulara değil olgulara
dayanması gerektiğini ve bu olguların ilkini Yahudilik’in bir din değil
bir ırk olduğu gerçeğinin oluşturduğunu belirtmiştir. Duygusal
antisemitizm soykırımlar üretecektir, diye devam etmiştir; diğer
yandan “akla” dayanan antisemetizm ise Yahudi haklarını sistematik
bir şekilde ortadan kaldıracaktır. “Nihai amacı ise kararlı bir şekilde
Yahudileri bütünüyle ortadan kaldırmaktır,” diye bitirmiştir yanıtını. 73
Hitler’in Weltanschauung’unun temel unsurları ilk kez Gemlich
mektubunda ortaya çıkmış ve bu unsurlar Berlin sığınağındaki son
günlerine dek değişmemiştir: Irk teorisine dayanan bir antisemitizm
ve hem içteki hem dıştaki Yahudi güçleriyle mücadele etmek
ihtiyacına dayanan birleştirici bir milliyetçiliğin yaratılması. Hitler
mektubunda, Mein Kampf'ta da övgüler yağdırmaya devam ettiği
Gonfried Feder'in argümanlarından açıktan açığa yararlanmıştır; bu
durum, Feder'in "faiz boyunduruğu" ve kapitalizmle ilgili kanılarının
Hitler'e anahtar olacak ideolojik temeli sağladığı ve ona, uzun
süredir sahip olduğu önyargıları "bilimsel" tarzda bir argümanla
rasyonalize etme imkanı verdiğini düşündürür. 74
IV

Lechfeld’deki kursun 25 Ağustos’da sona ermesi üzerine ekip


Münih’e dönmüş fakat hemen ardından kumandan Rudolf Beyschlag,
kurstaki eğitmenlere verilmesi gereken 500 Mark’ı dağıtmamakla
suçlanmıştır. Bu olay yetkililere -artık grubun sözcüsü konumunda
olan- Hitler tarafından bildirilmiştir. Lechfeld’deki başarısının ve
Beyschlag’ın gözden düşmesinin ardından Hitler açıkça Mayr’ın
gözde adamı ve sağ kolu olmuştur. 75 Mayr’ın emrindeki V-Man’ların
görevleri arasında, Münih’teki, aşırı sağdan aşırı sola dek geniş bir
yelpazede yer alan on beş parti ve organizasyonu gözetim altında
tutmak da vardı. 76 12 Eylül 1919 tarihinde Alman İşçi Partisi’nin
[DAP] Münih Stemeckerbrau’daki toplantısına, toplantıyı rapor
etmesi için Hitler’i göndermek onun inisiyatifindeydi. Lechfeld’den en
az iki arkadaşı da bu toplantıda ona eşlik ediyordu. 77 Programa göre
konuşmacı Volkisch şair ve yayıncı Dietrich Eckart olacaktı, fakat
hastaydı ve Gottfried Feder “faiz boyunduruğunu kırmak" konulu bir
seminer vermek üzere oradaydı. Kendi beyanına göre Hitler bu
semineri daha önce dinlediği için partiye dair gözlem yaptı ve
partinin o dönemde Münih’in her köşesinde pıtrak gibi çoğalan diğer
küçük partilerden hiçbir farkı olmayan "sıkıcı bir örgütlenme” olduğu
sonucuna vardı. Kendi beyanına göre, seminerin ardından tartışma
kısmına geçildiğinde tam oradan ayrılmak üzereyken, toplantıya
davet edilmiş olan Profesör Baumann adlı biri Feder’e karşı saldırıya
geçti ve Bavyera ayrılıkçığı lehinde konuşmaya başladı. Tam bu
noktada Hitler öyle ateşli bir şekilde araya girdi ki Baumann
tamamen bozuma uğradı ve Hitler daha konuşmaktayken, şapkasını
alıp “ıslak bir kaniş gibi” toplantıyı terk etti. 78 Parti Başkanı Anton
Drexler Hitler’in bu müdahalesinden öyle etkilenmişti ki toplantının
sonunda kendi yazdığı "Politik Uyanışım” adlı broşürün bir kopyasını
Hitler’e verdi ve yeni harekete katılmak ilgisini çekiyorsa birkaç gün
sonra tekrar gelmesini söyledi. Drexler’in, “Aman tanrım, onda nasıl
bir çene var! Onu kullanabiliriz.” ("Mensch, der a Gosch'ın,den
kunnt ma brauc ha") dediği belitiliyor. 79 Hitler kendi anlatısında,
uyuyamadığından dolayı sabahın erken saatlerinde Drexler’in
broşürünü okuduğunu ve broşürün ona on iki yıl önceki kendi "politik
uyanışını hatırlattığını söylemektedir. Toplantıya katılmasını izleyen
hafta içinde partiye üye olarak kabul edildiğini bildiren bir kart alır;
birkaç gün sonra yapılacak ve bu meselenin de tartışılacağı komite
toplantısına katılması istenmektedir. 80 Yazdığına göre ilk tepkisi
olumsuz olmasına rağmen -iddiasına göre kendisi bir parti kurmak
istemektedir-81 merakı baskın çıkar ve Herrenstrasse’de salaş bir
bar olan Altes Rosenbad’ın loş bir odasında yapılan küçük lider grubu
toplantısına gider.
Karşılaştığı kişilerin politik hedeflerine yakınlık hisseder. Ama daha
sonra yazdığına göre, dar görüşlü bir örgütlenmedir karşısındaki. En
kötü tarzda ve en beterinden bir klüp yaşamı diye adlandırmıştır
durumu. 82 Karasızlık içinde geçen birkaç günden sonra katılmaya
karar verir. Katılmaya karar vermesinin sebebi böyle küçük bir
örgütlenmenin “insana, şahsi olarak etkide bulunabilme imkanı”
sunmasıdır; burada, partiye hemen damgasını vurma ve hakim olma
beklentisini görebiliriz. 83
Hitler Eylül’ün ikinci yarısında. Alman işçi Partisi’ne 555 numaralı
üye olarak katıldı. Kendisinin hep iddia ettiği gibi yedinci üye
değildi. 84 Partinin ilk lideri Anton Drexler’in, Ocak 1940’ta Hitler’e
yazdığı ama hiç göndermediği bir mektupta belirttiği üzere:

Führerim, siz bizzat daha iyi bilirsiniz ki hiçbir zaman partinin


yedinci üyesi olmadınız; en iyi ihtimalle komitenin yedinci üyesi
olduğunuz söylenebilir, partinin üye kayıt sekreteri
(Werbeobmann) olarak bu komiteye katılmanızı ben rica
etmiştim. Birkaç yıl önce bir parti bürosuna şikayette bulunmak
durumunda kaldım çünkü Schüssler’in ve benim imzamı taşıyan
ilk DAP üyelik kartınızın üzerinde tahrifat yapılmış ve 555 sayısı
silinip yerine 7 rakamı yazılmıştı. 85

Hitler’in gençlik dönemiyle ilgili Mein Kampf'ta.yer verdiği pek çok


anlatısı gibi, partiye girişiyle ilgili anlatısı da geçerlilik taşımaz ve her
şey gibi bu da, daha o dönemde yaratılmaya başlanmış olan Führer
efsanesine uyacak şekilde değiştirilmiştir. Ve Hitler’in DAP’a katılıp
katılmama bakımından içinde şiddetli tartışmalar yaptığına dair
beyanı gerçek olsun ya da olmasın, karar nihayetinde ona ait
olmayabilir. Hitler’in Reichswer’deki patronu Yüzbaşı Mayr daha
sonra, bu partinin büyümesine yardım etmesi amacıyla ona Alman
İşçi Partisi’ne katılmasını kendisinin emrettiğini iddia etmiştir. Mayr
bu amaçla başlangıçta Hitler’e bir fon ayrıldığını -haftada 20 altın
Marka eşit bir miktar-, ayrıca siyasi partilere katılan Reichswehr
üyelerine uygulananın aksine orduda kalmasına izin verildiğini de
belirtmektedir. 86 Ordudan terhis olduğu 31 Mart 1920 tarihine dek
bu böyle gidecek, hatiplik karşılığında aldığı ücretlerin yanısıra
ordudan aldığı maaşı da almaya devam edecektir. Bu durum ona -
politik faaliyetlerini normal işlerinin yanısıra sürdürmek zorunda olan
diğer DAP liderlerinin aksine- tüm zamanını siyasi propagandaya
ayırma imkanı sunmuştur. 87 Şimdi ordudan ayrılsa bile, Münih
birahanelerinde bir DAP konuşmacısı olarak kazandığı başarıların
verdiği güvenin yanı sıra Münih Üniversitesindeki anti-Bolşevik
kursta başarı göstermiş olmasının ve Mayr’la bir Reichswehr
propagandisti ve muhbiri olarak çalışıyor olmasının sunduğu
olanaklarla, önünde hazır bir kariyer kapısı açılmıştır; bu kapı, büyük
bir mimar olma hayallerinin yerini alacak ve onu turistler için
manzara ve sokak resimleri yapıp satan bir ressamın gerçeklerine
dönmekten alıkoyacaktır. Yüzbaşı Mayr bu “yeteneği keşfetmiş”
olmasaydı Hitler’in sesi asla duyulmayabilirdi. O zaman sadece
birahane köşelerinde konuşan biri olarak kalacakken, şimdi artık tam
zamanlı bir propagandist ve ajitatör olarak hayatını sürdürebilirdi.
Hayatını kazanmak için, hayatta en iyi yaptığı tek şeyi yapabilir ve
konuşabilirdi
Pasevvalk’tan başlayıp DAP’a insanları çeken esas büyüleyici etmen
olmasına dek uzanan yolu belirleyen unsur, aniden Almanya’yı
kurtarma “misyonu”nu kabul etmesi değil, kişiliğinin gücü, başka bir
deyişle bir “irade zaferi” idi. Koşulların, oportünizmin ve talihin yanı
sıra, Mayr’ın önemli bir rol oynayan hamiliğinin temsil ettiği biçimiyle
ordunun desteği bu süreçte rol oynamıştır. Aslında gördüğümüz gibi
durum Hitler’in siyasete girmesi değil, siyasetin Münih kışlasında
onun ayağına gelerek hayatına girmiş olmasıydı. 88 Râterepublik’ten
sonra arkadaşlarını ihbar etmeye hazır oluşuyla kendini
göstermesinin ardından Hitler’in buna olan katkısı, önce Lechfeld
kampında, sonra da Münih birahanelerinde dinleyenlerin pespaye
insiyaklarına hitap etmede gösterdiği olağanüstü kabiliyetle
sınırlıydı; buna, önüne gelen fırsatları hiç kaçırmayan keskin
görüşünü de ekleyebiliriz. Gelecek yıllarda bu “niteliklerin” ne kadar
paha biçilmez olduğu ortaya çıkacaktı. Aynı “nitelikler”, henüz daha
çocukluk evresindeki Nazi hareketi içinde giderek güç ve destek
kazanmasına yardım edecekti. Yine aynı nitelikler, geniş bir
yelpazede Milliyetçi sağın gözünde cazibe kazanmasını sağlamakla
kalmayacak; Bavyera’yı milliyetçi sağın yuvası haline getirecek ve
onu, öylesine nefret ettiği demokratik Cumhuriyet’e meydan
okuyacağı bir alan yaratmaya itecekti. Münih’teki güçlü patronlar
Hitler’i milliyetçi davanın vazgeçilmez bir “borazancı”sı olarak kabul
edeceklerdi. 1920’lerin başlarında Hitler’in gururla taşıdığı
sorumluluk işte buydu.
V
BİRAHANE AJİTATÖRÜ

“Nasyonal işçi partisi umut ettiğimiz o kuvvetli hücum için


gereken temeli sağlayacaktır... Oldukça yetenekli genç insanlar
buldum. Örneğin bir Herr Hitler teşvik edici bir güç ve en
iyilerinde bir halk konuşmacısı oldu. Bugün Münih şubemizin
2000’den fazla üyesi var; bunu, 1919 yazında 100'ün altında
olan üye sayımızla bir karşılaştırın.”

Yüzbaşı Karl Mayr’dan sürgündeki darbeci


Wolfgang Kapp’a, 24 Eylül 1920

“Siz kör müsünüz ki, bu adamın mücadeleyi tek başına


yürütebilecek gerçek bir lider kişiliğine sahip olduğunu
göremiyorsunuz? Sanıyor musunuz ki kitleler onsuz Circus
Krone’ye yığılır?”

Rudolf Hess,
NSDAP içinde Hitler’e yöneltilen eleştirilere verdiği yanıt,
11 Ağustos 1921
Reichswehr, milliyetçi ajitasyon için ondaki mevcut yeteneği
keşfetmeseydi, Hitler toplumun kıyısındaki yerine geri dönmek için
gereken tüm koşullara sahipti. Kişisel bir başarı kazanma ihtimali
düşük, küskün bir savaş emektarıydı olup olacağı. “Söz
söyleyebildiğini” keşfetmemiş olsaydı, hayatını siyaset üzerinden
kazanma şansına sahip olamayacaktı. Fakat esas olarak, Almanya’nın
savaş sonrasındaki sıradışı atmosferi ve bilhassa, Bavyera’nın o eşsiz
koşulları olmasaydı, Hitler her koşulda kimsenin dinlemediği bir hatip
olacaktı. “Yeteneği” manasız kalacak ve kabul görmeyecekti; nefret
tiradları hiçbir yankı bulmayacak, bağlı olduğu güç mecralarına yakın
olanlardan gördüğü destek her an elinin altında olmayacaktı.
Hitler Eylül 1919’da, yeni kurulmuş olan Alman İşçi Partisi’ne
girdiğinde hâlâ önemsiz biriydi -kendi ifadesiyle “adsız sansızlar
arasındaydı. 1 Partiye girişini izleyen üç yıl içinde övgü ve
pohpohlamalarla dolu çok sayıda mektup almaya, milliyetçi
çevrelerde Almanya’nın Musssolini’si diye anılmaya, hatta
Napolyon’la karşılaştırılmaya başlandı. 2 Dört yıldan biraz daha uzun
bir süre sonra ise, devlet iktidarını cebren ele geçirmeyi amaçlayan
bir girişimin, yalnızca bölgesel değil ulusal lideri olarak nam
kazanacaktı. Elbette ki bu girişimi çok kötü bir şekilde başarısızlığa
uğradı; siyasi “kariyerdi sona ermiş gibi görünüyordu (aslında öyle de
olması gerekiyordu). Ama o artık “birisi”ydi. Hitler’in adsız sansız bir
kimse konumundan, şöhretli ve önemli bir şahsiyet konumuna
şaşırtıcı yükselişinin ilk kısmı Münih’teki bu yıllara -siyasi çıraklık
yıllarına- denk düşmektedir.
Bölgesel çapta bile olsa böyle önemli ve şöhretli bir kimse
statüsüne ani yükselişi doğal olarak olağanüstü bazı kişisel
niteliklere sahip olduğunu düşündürecektir. Hitler, şüphesiz, hesaba
katılması zorunlu politik bir güç haline gelmesine katkıda bulunan
kişisel özelliklere ve yetilere sahipti. Bunları görmezliğe gelmek veya
bütünüyle küçümsemek, onunla alay eden ve onu başkalarının
çıkarlarının salt bir maşası olarak gören siyasi hasımlarının yaptığı
aynı hataya düşmek ve onu küçümsemek olur. Fakat yine de Hitler’in
kişiliği ve yetenekleri -bunları kabul etmiş olsak dahi-, 1922 yılı
itibariyle völkisch kampta şahsına giderek artan oranda, savurganca
yöneltilen pohpohlamaları tek başına açıklamaz. Liderlik kültünün
kökenleri, Hitler’in özel niteliklerinden çok, o dönemde Alman
toplumunun bazı kesimlerinde hüküm süren beklentileri ve
zihniyetleri yansıtmaktadır. Kaldı ki ayak takımına hitap eden bir
hatip olarak yetenekleri de tek başına onu, Alman devletinin gücüne
karşı bir başkaldırının öncülüğünü yapabileceği bir pozisyona, birkaç
saatliğine dahi -sonradan bakıldığında o saatler bir melodramı, hatta
bir farsı andıracaktır- yükseltmeye yetmeyecektir. Bu kadar ileriye
gidebilmek için nüfuzlu hamilere ihtiyacı vardır.
Kaybedilmiş bir savaşın, devrimin ve sapkın bir yön taşıyan milli
aşağılanma duygusunun sonucunda değişen koşullar olmasaydı,
Hitler adsız sansız biri olarak kalmaya devam edecekti. 1919 yılı
süresince fark etmeye başladığı üzere esas yeteneği, hüküm süren
koşullarda bir dinleyiciye, onun temel siyasi duygularını
paylaşıyormuş duygusunu verebilmesiydi; bunu konuşarak, retorik
gücüyle, sahip olduğu önyargının kuvvetiyle, Almanya’nın bu beladan
kurtulmasının tek bir yolu olduğu ve üzerine basa basa belirttiği gibi
bu yegane yolun milli yeniden doğuştan geçtiği inancıyla yapıyordu.
Başka bir zamanda, başka bir yerde aynı mesaj tamamen etkisiz,
hatta absürd olabilirdi. Aslında 1020’lerin başlarında, Hitler’i taşralı
Bavyeralı bir elebaşı ve kışkırtıcı olarak tanıyan daha geniş bir nüfus
bir yana, Münih’teki vatandaşların çoğunluğunu dahi böyle bir
mesajla cezbetmek mümkün olmayabilirdi. Buna rağmen, bu
zamanda ve bu yerde, Hitler’in mesajı, Münih birahanelerindeki
nahoş toplantılarda mevcut olan zaptedilmesi zor duygulara, yani
kendine çıkış yolu bulamayan saldırganlığa, küskünlüğe, hayal
kırıklığına, korku ve kızgınlık duygularına hitap ediyordu.
Konuşmalarındaki zorlayıcı tarzın ikna edici olması büyük oranda,
Almanya’nın problemlerine dair cezbedici derecede basit saptamaları
ve reçeteleri içeren kanaatinin kuvvetinden kaynaklanıyordu.
Her şey bir yana, Hitler içinde çok derinlerine kök salmış nefreti
başkalarına aktararak onların nefretini alevlendiriyordu ve bu ona
çok doğal geliyordu. Üstüne üstlük, savaş sonrasının değişen
koşullarında bu yöntem daha önce hiç olmadığı kadar etkili oluyordu.
Viyana’da Erkekler Yurdu’nda, Münih kafelerinde ve cephede alay
karargahında ayrıksı bulunmuş ve -en iyi ihtimalle- hoşgörüyle
karşılanmış olan şey, şimdi Hitler’in en kıymetli özelliği halini almıştı.
Sırf bu bile, değişimin Hitler’in faaliyet gösterdiği çevrede ve genel
koşullarda gerçekleştiğini; ve siyasi sahnede ilk öne çıkışını
açıklamak için Hitler’in kişiliğinden çok, öncelikle, onu destekleyen,
ona hayran olup bağlanan insanların -yalnızca güçlü hamilerinin
değil- saiklerine ve faaliyetlerine bakmamız gerektiğini düşündürür.
Buradan çıkarak, Bavyera’da etkili ve nüfuzlu çevrelerden aldığı
destek ve koruma olmasaydı Hitler’in siyasi bir hiç olarak kalacağı
gerçeğine varırız -fakat bu sonuca varırken, onun “yönetici sınıfların”
kuklasından başka bir şey olmadığını farz etme hatasına
düşmemeliyiz. Bu dönem boyunca Hitler’in kendi kaderini bilinçle
çizdiği durumlar ya çok enderdir ya da hiç yoktur. Alınan önemli
kararlar -1923 yılındaki darbe girişimini planlamak üzere 1921
yılında parti liderliğini devralması- dikkatle düşünülmüş faaliyetler
değil, zevahiri kurtarmak için ileriye doğru yapılmış umutsuzca ve
çılgınca hareketlerdir; başından sonuna dek Hitler’in davranış
özelliği zaten budur.
Bu erken yıllarda Hitler döneme, benzersiz ya da özel birtakım
fikirlere sahip bir ideolog olarak değil bir propagandist olarak damga
vurmuştur. Münih birahanelerinde kabul ettirmeye çalıştığı fikirlerde
yeni, orjinal, farklı veya ayırıcı hiçbir nitelik yoktur. Bunlar çeşitli
völkisch gruplar ve hizipler tarafından savunulan, temel noktalarıyla
savaş öncesinde Pan-Germenler tarafından zaten oluşturulmuş
bulunan genel geçer fikirlerdir. Hitler bu fobileri, önyargıları ve
küskünlükleri, başka hiçkimsenin yapmadığı bir şekilde bir araya
getirip, seslendirdi. Onun bizzat yaptığı, hiç de orijinal olmayan
fikirleri orjinal bir şekilde ortaya koymaktı. Başkaları da aynı şeyleri
söylemiş fakat hiçbir etkide bulunamamışlardı. Ne söylediğinden çok
nasıl söylediğiydi önemli olan. Bütün “kariyeri” boyunca öne çıkan
hep sunuş şekliydi. Konuşarak etkide bulunmanın yolunu bilinçli bir
şekilde öğrenmişti. Etkili bir propagandanın nasıl tasarlanacağını ve
belli günah keçilerini hedeflemenin etkisinin en yüksek noktaya nasıl
vardırılacağını öğrenmişti. Bir diğer deyişle kitleleri harekete
geçirmeyi öğrenmişti. Onun açısından bu, politik hedeflere varacak
rotanın başlangıç noktasıydı. Başka bir yolun değil de sadece kendi
yolunun başarıya ulaşacağına kendini inandırma yeteneği, diğerlerine
aktardığı kanaatlerine zemin teşkil ediyordu. Öte yandan
birahanelerdeki kalabalık topluluklardan -sonraları da gösterilerdeki
büyük kitlelerden- aldığı yanıt ona, o dönemlerde sahip olmadığı
şeyleri veriyordu: kendinden emin olma, öz güven ve emniyet
duygusu. Heinrich Hoffmann’a göre, 1920’lerin başlarında Hermann
Esser’in düğün töreninde kısa bir konuşma yapması istendiğinde,
“Ben konuştuğumda karşımda bir kalabalık olmalı” demişti, “samimi
küçük bir çevre içinde ne söyleyeceğimi hiç bilemem. Sizi hayal
kırıklığına uğratmış olacağım ve bunu yapmaktan nefret ederim. Aile
toplantılarında ya da cenaze törenlerinde bir konuşmacı olarak hiçbir
işe yaramam.”3 Hitler’in şahsi münasebetlerinde sık sık görülen
sıkılganlığı ve huzursuzluğu, büyük bir konuşmanın gösterişli
ortamında dinleyicilerin duygularını keşfetmede gösterdiği ustalıkla
taban tabana zıttı. Ona sadece coşkun kitlelerin verebileceği,
orgazmı andıran bir heyecana ihtiyaç duyuyordu. Coşku dolu bir
karşılıktan ve sevinç içindeki kalabalıkların çılgınca alkışlarından
aldığı doyum kişisel ilişkilerindeki boşluğu ödünlüyor olmalıydı. Daha
da önemlisi bu, otuz yıldan beri ilk kez -savaş sicilinden duyduğu
gurur dışında- kazandığı bir başarının işaretiydi; yoksa, şişkin
egosunu dengeleyecek hiçbir gelişme kaydedememişti.
Basitlik ve tekrar, Hitler’in konuşurken kullandığı iki temel silahtı.
Bunlar, mesajının değişmeyen temel noktaları çevresinde dönüp
duruyordu; kitlelerin millileştirilmesi, 1918’deki büyük
mağlubiyetinin tersine çevrilip bir galibiyete dönüştürülmesi,
Almanya’nın içteki düşmanlarının yok edilmesi (her şeyden öte
Yahudiler’in “ortadan kaldırılması”), dıştaki mücadeleler için ve
Almanya’nın bir dünya gücü konumuna gelmesi için gerekli maddi ve
manevi canlanmanın gerçekleştirilmesi. 4 Almanya’nın “kurtuluşu”na
ve yeniden doğuşuna giden böyle bir yol fikri, 1915 Eylül’ünde
Gemlich’e o mektubu yazdığı tarihe dek, embriyo halinde de olsa
zaten kısmen oluşmuştu. 5 Bununla birlikte, daha eklenmesi gereken
önemli noktalar da vardı. Söz gelimi Doğu Avrupa’da bir “yaşam
alanı” arayışını içeren temel fikir, söz konusu on yılın ortalarına dek
bu mesaja tam olarak dahil edilmemişti. Düşüncelerinin, tam olarak
olgunlaşmış ve bundan sonra da hiç değişmeyecek olan karakteristik
Weltanschauung’u oluşturacak şekilde biraraya gelmesi iki yılı
alacak ve bu, darbe fiyaskosunun ardından olacaktı.
Fakat bütün bunlar, Hitler’in Münih’teki önemsiz bir ırkçı partinin
birahane ajitatörü olarak başladığı siyasi “kariyeri”nin ilk bölümünü
ve bu partinin lideri olacağı koşulları biçimlendirecek önemli
gelişmeleri başlatacaktır.
I

Nasyonal Sosyalizm eşittir Hitler denklemi, yani Nasyonal


Sosyalizm’in Hitlerizm’den başka bir şey olmadığı kanısı yaygın bir
iddia olmakla birlikte, bizi yanlış yollara sürükleyen bir
indirgemecilik içerir. 6 Nasyonal Sosyalizm’in gücünün artmasında ve
bu gücün kullanılmasında Hitler’in vazgeçilmez bir rolü olduğu
elbette ki doğrudur. Fakat kavramın kendisi Hitler’den önce de
mevcuttu ve Hitler “Viyana’da adsız sansız biri” olarak kalsaydı da
bu kavram varlığını sürdürecekti. 7 Entelektüel önermelerden oluşan
tutarlı bir bütün olmaktan çok önyargıların, fobilerin ve ütopik sosyal
beklentilerin bir karışımı olan Nazi ideolojisini oluşturan fikirler
karmasının büyük kısmı. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce de farklı
yoğunluklarda ve farklı biçimlerde karşımıza çıkmaktadır; ve aynı
fikirler savaştan sonra pek çok Avrupa ülkesindeki faşist partilerin
manifestolarında ve programlarında yerlerini almışlardır. Entegral
milliyetçilik, anti-Marksist “nasyonal” [“milliyetçi’’] sosyalizm, sosyal
Darwinizm, ırkçılık, biyolojik antisemitizm, ırk ıslahı ve elitizm; işte
bu unsurlar farklı yoğunluklarda iç içe geçerek, on dokuzuncu
yüzyılın sonlarına doğru hızlı sosyal, ekonomik ve politik değişimlere
maruz kalan Avrupa toplumlarının burjuva ve aydın sınıfları içindeki
kültürel karamsarlara cazip gelen bir irrasyonalizm biçimi
oluşturmuştur. Baştaki bölümlerde de belirttiğimiz gibi, bu fikirlerin
bazıları Almanya’da ve Avusturya’nın Almanca konuşulan kesiminde
belli bir biçim alıp, özel bir ton kazandıysa da, bütün bunlarda
bilhassa Germenlere ait olan bir şey yoktur.
1919 yılında Almanya açısından, “nasyonal” [“milli”| veya “Alman”
[“Germen”] bir sosyalizmin içerdiği fikirlerde -Marksizm’in
enternasyonal sosyalizminin aksine- yeni olan hiçbir şey yoktu; öte
yandan savaş bu tür kanaatlere güçlü bir destek sağlamıştı. Liberal
papaz Friedrich Naumann 1890’larda, sanayi işçilerini sınıf
çatışmasından uzaklaştırmak ve onları yeni ulus-devletin dayanakları
olarak entegre etmek amacıyla “Nasyonal-Sosyal Birlik”i kurmuştu.
Girişim 1903 yılına dek ümitsizce başarısız oldu ve “Alman” bir
sosyalizm fikri, antisemitik ve völkisch hareketin aşırı anti-liberal
politikalarıyla bütünüyle iç içe geçti. Burada hitap edilen esas kitle
altorta sınıflardı -tüccarlar, zanaatkarlar, küçük çiftçiler, düşük
rütbeli devlet memurları- ve ideolojinin köklerini, antisemitizm, aşırı
milliyetçilik ve (genel olarak “Yahudi” kapitalizmi olarak
değerlendirilen) kapitalizme karşı şiddetli karşıtlığın bir bileşimi
oluşturuyordu. 8 Hitler’in gençliğinde Avustuıya’da benzer eğilimlere
Schönerer hareketi içinde rastlanıyordu (önceki bölümlerde bundan
bahsetmiştik). Bohemya’da Alman ve Çek işçiler arasındaki
çatışmaların, 1904 yılı itibariyle, Sudetenland olarak bilinen
Trautenau’da bir Alman İşçi Partisi’nin kurulmasına yol açtığını ve bu
partinin, völkisch milliyetçilikle anti-Marksist, antikapitalist
sosyalizmi birleştirdiğini belirtmiştik. 9 Hitler Darbe’den sonra
mahkemede, Avusturyalı bu Nasyonal Sosyalist Parti’nin -20 yıl
önceki- kuruluşundan haberdar olduğunu kabul etmiş fakat kendi
hareketiyle bu hareket arasında bir bağlantı olmadığını iddia
etmişti. 10 Avusturya’dayken bu harakete ilgi gösterdiğine, hatta
varlığından haberdar olduğuna işaret eden hiçbir gösterge yoktur.
Trautenau Partisi savaştan sonra adını Alman Nasyonal Sosyalist İşçi
Partisi (DNSAP, Deutsche Nationalsozialistische Arbeiterpartei)
olarak değiştirmiştir; yani isim benzerliği gene devam etmiştir. Bu
parti 1920’lerin başlarında Hitler’in hareketiyle bağlantı içindeydi,
ama 1923 yılıyla birlikte sonradan üstünlük sağladı ve 1926 yılında
Hitler, yeniden kurulan NSDAP’ın hem Almanya hem de
Avusturya’daki kollarının tek lideri olarak kabul edildi. 11
Milliyetçiliğin völkisch yorumu, Theodor Fritsch ve Houston
Stewart Chamberlain gibi yazarların popüler ırkçı kitaplarının
yayılmasını ve saldırgan, seçkinci etnik milliyetçiliğin sayısız okul ve
gençlik örgütlenmesinde popülerleşmesini sağlayan Pan-
Germenler’den etkili bir destek görmesine rağmen, Birinci Dünya
Savaşı’ndan önce bir azınlık görüşü olarak kalmıştır. völkisch
ideolojinin temel noktalarını aşırı milliyetçilik, ırksal antisemitizm ve
Almanlara ait -kökleri Germen geçmişinde yatan; düzene, uyuma ve
hiyerarşiye dayanan- benzersiz bir sosyal düzene dair mistik inançlar
oluşturuyordu. 12 En önemlisi ise bu ideolojinin, (üstün olarak görülen,
ancak başta Slavlar ve Yahudiler olmak üzere aşağı fakat kuvvetli
güçlerin tehditi altında olan) Germen kültürüne dair
romantikleştirilmiş bir bakışla olan bağlantısı idi. Romantikleştirilmiş
bu bakışa, hayatta kalma mücadelesiyle ilgili sosyal Darwinci bir
vurgu, milletin hayatta kalmasını sağlamak için Slav nüfusun yaşadığı
doğu bölgelerine doğru genişleme ihtiyacını öne çıkaran emperyalist
fikirler, Germen âleminin baş düşmanı diye görülen Yahudilik ruhunun
kökünün kazınması suretiyle yeni bir elit yaratma ve ırksal saflığı
sağlama ihtiyacı eşlik ediyordu.
Savaşın son iki yılında koşulların, völkisch milliyetçiliğin ve -onun
bütünleyici bir parçası olan- antisemitizmin hızlı bir şekilde
yayılmasına nasıl hizmet ettiğini gördük. Mağlubiyetin ve devrimin
ardından gelen kitlesel politik başkaldırı ve kargaşa, aşırı milliyetçi
fikirleri besledi. Bu fikirler, çok sayıdaki farklı politik grup ve hareket
tarafından çeşitli biçimlerde temsil ediliyordu. Fakat önem taşıyan
nokta völkisch milliyetçiliğin, bütün uç noktalarıyla, değişen koşullar
içinde artık -daha hakim konumdaki- milliyetçi güçlerle
kaynaşabilmesi; Weimar devletine ve demokrasiye karşı daha
doğrudan ideolojik bir ret sunabilmesiydi. Weimar’a karşısav olarak
öne sürülen çok yönlü antidemokratik ideolojinin temelleri völkisch
“düşünürlerin ve “filozofların birahane masalarında yaptıkları ilkel
tartışmalarda atılmadı; bu temelleri atan kişiler Wilhelm Stapel, Max
Hildebert Boehm, Moeller van den Bruck, Othmar Spann ve Edgar
Jung gibi yeni muhafazakar yazarlar, gazeteciler ve entelektüellerdi.
Kanın ve ırkın saflığına dayanan organik bir Volh fikri, içindeki her
bireyden daha üstün olan milli bir topluluk (Volfesgemeins-chaft)
yaratma; kapitalizme ve burjuvaziye karşı olduğu gibi liberalizme de
karşı olan gerçek bir “nasyonal” sosyalizm meydana getirme;
topluluk mensubu her bireyi, dikkate değer bir yeteneğe, akla ve
güce sahip liderlere itaat etmek suretiyle bu topluluğa hizmet etme
yükümlülüğüyle bağlama gibi nosyonlar üretiyor ve bu nosyonlar da
söz konusu ideolojinin temel unsurlarını oluşturuyordu. 13
Bu grubun kapitalizme ve burjuvaziye karşı olan fikirleri, doğal
olarak, -eski Alman Muhafazakar Partisi’nin küllerinden doğmuş olan-
hakim milliyetçi parti konumundaki Alman Milli Halk Partisi’nin,
DNVP, muhafazakar milliyetçilerine hoş gelmiyordu. 14 Ve yeni-
muhafazakarlar da genelde Nazileri kaba ve ilkel buluyorlardı. Buna
rağmen mağlubiyet, devrim ve demokrasinin inşası, karşı-devrimci
bir dizi fikrin hızla geçerlilik kazanabildiği bir iklimi beslemesinin
yanı sıra, muhafazakar milliyetçiliğin eski ve yeni biçimlerinin kısmen
kaynaşmasına, völkisch milliyetçilik türlerinin popülerlik
kazanmasına ve kabalaşmasına neden oldu. Muzaffer Müttefik
Kuvvetler tarafından dayatılan ve 28 Haziran 1919'da imzalanan
Versailles Antlaşmasının küçük düşürücü terimlerinde somutlaşan
“milli utanç” bütün bir Almanya’da hissediliyordu -bu antlaşma
topraklara el koyma hükmünün yanı sıra “suç hükmü" dahi
içeriyordu; ve böyle fikirlerin işitildiği bir ortamın yaratılmasına işte
bu utanç da katkıda bulunmuştu. Ertesi yılın Haziran ayında yapılan
Reichstag seçimlerinde, yeni demokrasiyi destekleyen partiler ciddi
bir şekilde oy kaybetti; ve bu durum, sık sık söylendiği gibi Weimar’ın
artık “cumhuriyetçileri olmayan bir Cumhuriyet” olduğunu ortaya
serdi -bu ibarede gözle görülür bir abartı varşa da, (en güçlüler de
dahil olmak üzere) vatandaşların çoğunluğunun gözünde devletin
itibarının nasıl iki paralık olduğunu göstermesi açısından anlamlıdır. 15
Böyleçe meydan aşırı milliyetçiliğe kalmış oluyordu; artık, siyasetin
kıyısından merkezine doğru yol alabilirlerdi.
1919 ve 1920 yıllarında Hitler’in konuşmalarına üşüşmeye
başlayan kalabalığı motive eden şey saf ve incelikli teoriler değildi.
Onları harekete geçiren, kızgınlığı, küskünlüğü ve nefreti
alevlendiren basit sloganlardı. Öte yandan, Münih birahanelerinde
onlara sunulan bu şey, çok daha geniş bir alanda dolanıp duran
fikirlerin kabalaştırılmış bir yorumuydu. Hitler Mein Kampf'ta,
völkisch hareketin fikirleriyle Nasyonal Sosyalizm’in fikirleri
arasında ciddi bir farklılık olmadığını kabul etmiştir. 16 Bu fikirleri
açmaya veya onları sistematik hale getirmeye uğraşmamıştır. Elbette
ki onun da kendine has bazı takıntıları vardır; 1919 yılından itibaren
asla vazgeçmeyeceği birkaç temel kanaat, 1920’lerin ortalarında çok
yönlü bir "dünya görüşü” halini almış ve Almanya’yı "kurtarma”
“misyonunda itici bir güç sağlamıştır. Fakat fikirler birer soyutlama
olarak Hitler’i hiçbir şekilde ilgilendirmemektedir. Onlar sadece
insanları harekete geçirmenin araçtan olarak önem taşırlar.
Hitler Alman İşçi Partisi’ne katıldığında bu parti Almanya’da
sayılan yetmiş üçü bulan ve büyük çoğunluğu savaştan sonra
kurulmuş olan çok sayıdaki völkisch gruptan yalnızca biriydi. 17 1920
yılında sadece Münih’teki sayıları en az on beş idi. 18 Çoğu, DAP gibi
küçük ve önemsiz örgütlenmelerdi. Bununla birlikte bir istisna, Nazi
Partisi’nin ilk taraftar kitlesini aktaracağı önemli bir köprü olan
Alman Milliyetçi Koruma ve Savunma Federasyonu
(Deutschvölkischer Schutz- und Trutz-Bund) idi; Pan-Germen
Birliği’nin inisiyatifiyle 1919 yılının başlarında kurulmuş olan bu
birliğin amacı, daha küçük völkisch dernekleri, kitleleri antisemitik
harekete kazandırabilecek bir organizasyon içinde bir araya
getirmekti. 19 Örgütün merkez bürosu Hamburg’daydı ve völkisch
fikirler Hamburg’da beyaz yakalı çalışanların sendikası
Deutschnationaler Handlungsgehilfenverband içinde zaten oldukça
yaygındı. Öte yandan örgüt Münih’in ateşli antisemitik ortamında da
ciddi bir ilgi görmüştü. Çok fazla propaganda malzemesi basıyorlardı.
Sırf 1920 yılı içinde 7.6 milyon broşür, 4.7 milyon el ilanı ve 7.8
milyon çıkartma dağıtmışlardı. 20 völkisch mücadelenin sembolü
olarak gamalı haçı seçmişlerdi. İlk üyelerinden bazılarını, kısa ömürlü
Anavatan Partisi’nden gelenler oluşturuyordu. Bir yıl içinde üye sayısı
30 binden 100 bine çıkmış ve mevcudiyetini sürdürdüğü üç yıl içinde
bu sayıyı da ikiye katlayıp 200 bin kişilik üye sayısına ulaşmıştı.
Üyeler içinde en çok, sözde “ihanet” nedeniyle kaybedilmiş savaşın
ardından gördükleri muameleden dolayı kızgın olan eski askerler,
konumlarının proletaryanın tehditi altında olduğunu hisseden
zanaatkarlar, Pan-Germen ideolojinin etkisindeki öğretmenler,
gelecek planlarını değiştirmek zorunda kalmış olmanın küskünlüğünü
ve milli aşağılanmanın onur kırıklığını yaşayan öğrenciler göze
çarpıyordu. 21 Üyelerinin çoğu sonradan NSDAP’ın kitlesine dahil
olacaktı. 22 Aslında Schutz-und Trutz-Bund tamamen ajitasyona
yönelik bir örgütlenmeydi; hiçbir parti ittifakı ya da açık bir politik
hedefi yoktu. Ama yine de bunlar etkili olmasını engellemiyordu. Hızlı
bir şekilde genişlemesi, etkili bir şekilde “pazarlandığı” takdirde
völkisch fikirlerin ve özellikle de antisemitizmin harekete geçirici
gücünün ve artan potansiyelinin göstergesi sayılabilirdi.
“Yahudi” kapitalizmine saldıran ve doğrudan Germen [Alman] veya
nasyonal olan bir sosyalizm nosyonu völkisch Fikirler havuzu içinde,
savaşın son evresinde kendine bir zemin kazanacak ve hem
Drexler’in Alman İşçi Partisi’ni, hem de yakında onun baş rakibi
olacak Alman-Sosyalist Partisi’ni (Deutschsozialistische Partei) onaya
çıkaracaktı. 23 İkinci partinin kurucusu, Düsseldorf'lu bir mühendis
olan Alfred Brunner 1904’den beri siyaset içindeydi. Nazi Partisi’nin
1920 yılındaki programıyla yakın benzerlikler gösteren
programlarında öne çıkan unsur radikal toprak ve maliye
reformuydu. 1919 yılının sonuyla birlikte DSP’nin Düsseldorf, Kiel,
Frankfurt am Main, Dresden, Nuremberg ve Münih’te bir çok şubesi
vardı. 1920 yılında, Berlin de dahil olmak üzere başka yerlerde de
şubeler açılmıştı. Yılın onalarında partinin otuz beş şubesi ve yaklaşık
2 bin üyesi vardı. Nazi Partisi’nin bölgesel olarak yoğunlaşmış
örgütlenmesiyle karşılaştırdığında partinin bu örgütsel dağınıklığı
aslında bir zayıflıktı ve zaten sonunda bunun zararını göreceklerdi.
1920 ve 1921 yıllarında Nazi Partisi ile DSP’yi birleştirme çabaları,
1921 yazında parti içindeki bir çatışma için zemin oluşturdu ve bu
gerilim Hitler’in parti başkanlığına gelmesiyle neticelendi.
Daha savaş sırasında Münih, Pan-Germenler tarafından yapılan
hükümet-karşıtı milliyetçi ajitasyonun ana merkezlerinden biriydi;
Pan-Germenler burada Anavatan Partisi’nin Münihli saygın
üyelerinden Julius F. Lehhmann’ın -aslında tıbbi yayınlarıyla ünlü
olan- yayınevini kullanarak, yoğun propaganda malzemesi
basabiliyorlardı. 24 Lehmann, varlıklı kişilerden birkaç yüz üyeye
sahip Thule Cemiyeti adlı völkisch bir klübe de üyeydi; bu cemiyet
yerel bir mason örgülü gibi işliyordu ve 1917 yılı bitip 1918’e
geçilirken Münih’te, -1912 yılında Leipzig’de küçük çaplı antisemitik
grup ve örgütleri bir araya getirmek için kurulmuş olan- savaş
öncesinin Germanen Orden organizasyonundan doğmuştu. 25 Thule
Cemiyeti’nin üye listesinde Lehmann’ın yanı sıra “ekonomi uzmanı”
Gottfried Feder, politika yazarı Dietrich Eckart, DAP’ın
kurucularından gazeteci Karl Flarrer ve genç milliyetçiler Hans
Frank, Rudolf Hess ve Alfred Rosenberg vardı. Bu listeyi, ilk Nazi
sempatizanlarına ve Münih’teki Nazi liderlerine dair Kim Kimdir
kitapçığı gibi okumak mümkündür. Thule Cemiyeti’nin renkli bir
kişiliğe sahip varlıklı başkanı Rudolf Freiherr von Sebottendorff -
kozmopolitan bir serüvenci olan bu kişi aslında bir makinistin oğluydu
ama kendini aristokrat sayıyordu; servetini Türkiye’deki şüpheli
münasebetlerine ve zengin bir mirasiyediyle yaptığı evliliğe
borçluydu-, toplantıların Münih’in en iyi oteli “Vier Jahreszeiten’’de
yapılmasını sağlıyordu, ayrıca onun sayesinde völkisch hareketin
Münih’te bir gazetesi vardı -Münchener Beobachter- (1919
Ağustos’unda ismi völkisch er Beobachter olarak değişecek olan bu
gazete Aralık 1920’de Naziler tarafından alınacaktı). Savaşın sonuna
doğru, Münih’teki işçi sınıfını etkileme çabalarını başlatma kararı
Thule Cemiyeti’nden geldi. Bu işle görevlendirilmiş olan Karl
Harrer’in, bir demiryolu atölyesinde çilingirlik yapan Anton Drexler
ile temasa geçmesinin amacı buydu. Askerlik hizmetinden çürüğe
çıkarılmış olan Drexler, 1917 yılında bir süreliğine milliyetçi ve ırkçı
duygularının ifadesini Anavatan Partisi’nde bulmuştu. Daha sonra
Mart 1918’de, Münih işçi sınıfı içinde savaşa yönelik coşkuyu artırma
çabasıyla bir ‘‘İşçi” Komisyonu kurmuştu. Aşırı milliyetçiliği,
spekülatörlere ve vurgunculara karşı zalimce karşılık verilmesini
talep eden antikapitalist bir bakışla birleştirmişti. Sağ görüşlü bir
gazetede (Münchner-Ausburger Abendzeitung) spor muhabiri olan
Harrer, Drexler'i ve birkaç kişiyi daha “Politik İşçiler Çevresi”ni
oluşturmaya ikna etti. Ûye sayısı genelde üç ila yedi arasında değişen
bir grupları ibaret olan bu “Çevre”, 1918 Kasım’ından itibaren
periyodik olarak yılda bir kez toplanmaya, genelde Harrer’in
sunduğu -Almanya’nın düşmanı olarak Yahudiler; savaşta ve yenilgide
üstlenilmesi gereken sorumluluklar gibi— milliyetçi ve ırkçı
meseleleri tartışmaya başladı. 26 Haner tercihini yarı-gizli bir völkisch
“klüp”den yana kullandıysa da Drexler böyle küçük bir grupta
Almanya’nın “kurtuluşu”na dair yapılan tartışmaları pek değerli
bulmuyor ve siyasi bir parti kurmak istiyordu. Aralık ayında,
“Yahudiler’in alınmayacağı” (judenrein) “Alman İşçi Partisi”ni
kurmaları önerisini getirdi. 27 Fikir iyi karşılandı ve 5 Ocak 1919'da
Münih’te Fürstenfelder Hof'da yapılan küçük bir toplantıda -esas
olarak demiryolu ambarından gelen ilişkilerle- Alman İşçi Partisi
oluşturuldu. Drexler Münih şubesinin başkanı seçildi (zaten başka bir
şube de yoktu). Flarrer’e ise fahri “Reich Başkanı” ünvanı verildi. 28
Yeni kurulmuş olan parti, Râterepublik’in ezilmesinin ardından
oldukça elverişli bir hal almış olan ortamda ilk kitlesel toplantısını
yaptı. Katılım düşüktü. 17 Mayıs’da on üye, Dietrich Eckart’ın
konuştuğu Ağustos toplantısında otuz sekiz üye ve 12 Eylül’de kırk
bir üye vardı. Hitler’in ilk kez katıldığı toplantı ise bu
sonuncusuydu. 29
II

Hitler’in, Alman İşçi Partisi’nin (ve sonrasında NSDAP’ın) ilk


dönemdeki gelişiminde oynadığı rol, Mein Kampf'tâki kendi taraflı
anlatısında ortaya koyduğundan çok daha belirsizdir. Ve genelde
olduğu üzere, saf uydurmalardan çok olayları saptırması ve
belleğinden kendi amacına hizmet eden ayrıntıları seçmiş olması söz
konusudur. Her şeyden öte Hitler bütün kitap boyunca olayları kendi
gözünden anlatır, kendi oynadığı rolü yüceltir, diğerlerinin rolünü ise
kötüler, önemsemez ya da en basitinden görmezden gelir. Hitler’in
kendi anlatılarında karakteristik olduğu üzere bütün bunlar,
zorluklara rağmen yolunda ilerlemiş ve iradenin kahramanca zaferini
göstermiş politik bir dahinin öyküsünü oluşturmaktadır. Hikaye,
“parti efsanesi”nin çekirdeğini oluşturmaktadır ve Hitler sonraki
yıllarda da, önemli konuşmalarına başlarken bu hikayeyi oransız bir
uzunlukta tekrar tekrar anlatmaktan bıkmamıştır. Politik bir dahinin
hikâyesidir bu: Kafasındaki olağanüstü fikirlerle çok küçük bir
oluşuma, bu fikirlerin farkına varılacağını dahi umut etmeksizin
katılmış ve söz konusu oluşumu, Almanya’yı başındaki beladan
kurtaracak bir güç haline tek başına getirmiştir.
Hitler katıldığı örgütlenmeden hakir gören bir edayla
bahsetmektedir. Partinin durumu aşırı derecede moral bozucudur.
Üye sayısı komiteyi oluşturan kişilerden ibarettir. Parlamenter
yönetime karşı olmasına rağmen, kendi içinde kararları “bitmez
tükenmez bir tartışma”dan sonra oy çokluğuyla almaktadır.
Toplantılarını Münih barlarının karanlık, kirli arka odalarında
yapmaktadır. Sürekli bir merkez bürosu yoktur. Aslında ne bir üyelik
formu, ne basılı bir malzemesi ne de plastik bir mührü vardır. Parti
toplantısı çağrılan ya elde yazılmakta ya da daktiloda
çoğaltılmaktadır. Toplantılara ancak üç beş kişi çıkagelmektedir ve
onlar da hep aynı kişilerdir. 30 Tekrar tekrar yapılan duyurular
sonunda, toplantıya katılan kişilerin sayısında mütevazı bir artış
olmuş; ve partinin maddi durumunun, 16 Ekim 1919’da yapılacak
toplantı için Münchener Beobachter gazetesine ilan vermeyi
mümkün kılmasının da etkisiyle, şehir merkezinin doğusunda
Wienerstrasse’de, Münih’in büyük bira imalathanelerinin birinin
bitişiğindeki büyük bira salonu Hofbrâukeller’de -şehrin merkezinde
yer alan, çok daha ünlü Hofbrâuhaus’la karıştırmamak gerekir-
yapılan toplantıya 111 kişi gelmiştir. Baş konuşmacı Münihli bir
profesördür fakat kendi anlatısına göre Hitler (Lechfeld Kampı’ndaki
esirlere hitaben yaptığı konuşma dışında) ilk olarak topluluk önünde
konuşmuş ve konuşması ona ayrılan yirmi dakikayı aşıp yarım saat
sürmüştür. Dinleyicilerini heyecanlandırmış ve parti kasasına 300
mark bırakmalarını sağlamıştır. Ordudaki bazı ilişkilerini de harekete
taşımış ve partiye çok ihtiyacını duyduğu yeni soluğu kazandırmıştır.
Parti liderleri Harrer ve Drexler’in bakış açılarında esinleyici, açılım
sağlayacak hiçbir yön bulunmamaktadır; ayrıca bu kişiler ne iyi bir
hatipdirler ne de savaşa katılmışlardır. Hitler, gelecekteki
stratejilere dair parti yönetimiyle anlaşmazlık içindedir. Kazandığı ilk
başarıya istinaden daha sık ve daha geniş katılımlı toplantılar
yapılması konusunda ısrar eder, isteğini bir şekilde kabul ettirir ve
kışlanın yakınındaki Dachauerstrasse de bulunan Eberlbrâukeller ve
“Gasthaus Zum Deutschen Reich”da Hitler’in daha kalabalık bir
dinleyici topluluğuna büyük bir başarıyla hitap ettiği toplantılar
düzenlenir. 31 Birkaç hafta sonra yedinci toplantının ardından
toplantılara katılan kişi sayısı 400’ü aşmıştır. Hitler’in yıldızı parti
içinde yükselmektedir. Kendi beyanına göre, 1920’lerin başında
büyük bir miting yapmaları için partiyi zorlamıştır. Parti liderleriyle
bu konuda da fikir ayrılığı içindedir; onlar şüphe etmekte, böyle bir
girişim için erken olduğunu, korkunç bir başarısızlığa
uğrayacaklarını savunmaktadır. Partinin birinci başkanı olan, temkinli
bir karaktere sahip Harrer, Hitler’le fikir ayrılığından dolayı istifa
etmiş ve onun yerini Drexler almıştır. Hitler yine üstün gelmiştir. 24
Şubat 1920’de, Münih’in merkezindeki Holbrâuhaus’un
Festsaal’unda* söz konusu miting gerçekleştirilir. Daha konforsuz ve
daha gürültülü “Schwemme”in üst katında, yani birinci katta yer alan
büyük ve gürültülü salon, şehirdeki çok sayıda birahane gibi, Bavyera
tarzı kısa deri pantalonlar giymiş tıknaz adamların ağırlığı altında
gıcırdayan sıralar ve 14 librelik bira kupalarının yığıldığı sıra sıra
dizilmiş masalarla doludur; iri yarı garsonlar köpükleri taşan litrelik
biraları yetiştirmek için masalar arasında aceleyle koşuşturmaktadır.
Sık sık büyük siyasi toplantılar için kiralanan bu mekan, diğer
zamalanda, su gibi bira içen, Bavyeralı bir grubun çaldığı kafa
yapmaya uygun şarkılarla neşelenip kendinden geçen kalabalık
gruplarca doldurulurdu. Siyasi toplantılar sırasında yoğun içki
içilmesi ve bunun nidaları, atışmaları ve kavgaları teşvik etmesi
sıradan bir durumdu. Yeni kurulmuş partinin bugüne dek kullandığı
çok daha küçük mekanlardan böyle.bir mekana taşınması riskliydi,
çünkü küçük bir katılımcı kitlesi böyle büyük bir salonda utanç
duygusu yaratabilirdi.
* Alm: Ziyafet salonu. (Ç.N.)
Toplatıyı duyurmak için kırmızı renkte çarpıcı posterler ve el
ilanları hazırlandı. Partinin programı -ki toplantıda zaten
açıklanacaktı- basılıp dağıtıldı. Propaganda çalışmaları yapıldı. Hitler
o akşam yedi çeyrekte mekana geldiğinde büyük salon hınca hınç
dolmuştu. Yine kendi anlatısına göre, ismini vermediği ilk
konuşmacıdan sonra kürsüye -belli ki bir sinir buhranı geçirdiği için
Drexler orada bulunmadığından toplantının başkanlığını üstlenen-
Hitler çıktı. Hitler’in taraftarlarıyla, sorularla konuşmasını bölmek
isteyenler arasında çıkan arbedenin ortasında Hitler konuşmasını
sürdürdü ve sonunda bir alkış tufanı koptu; bu arada Hitler parti
programını açıkladı ve yirmi beş maddenin dinleyiciler arasında
yarattığı coşkuyu, programın alkışlarla onaylanması izledi. 32 Hitler,
Mein Kampf yorumunda, son olarak şu açıklamayı yapar: “Orada
karşımda yeni bir inanç, yeni bir görüş ve yeni bir iradeyle birleşmiş
insanlar duruyordu.” Arayışındaki Alman kahramanı unsuru kendini
ortaya serer: “Bir ateş yakılmıştı ve bu ocağın ateşini harlandıran
alevlerde bir gün, Germen Siegfried’ine özgürlüğü ve Alman milletine
yaşamı iade edecek olan kılıçlar dövülecekti... Böylece ağır ağır
salon boşaldı. Hareket rayına oturmuştu.”33
Hikâye maharetle, “Münih birahanelerinde vahşi orman pusulaları
saçan genç Siegfried’e dair yan naturalistik tarzda bir kahramanlık
efsanesi” biçimine sokulmuştur. 34 1924 yılında Mein Kampf'ın ilk
cildinin yazılmasının da ortaya koyduğu gibi, bu efsane Almanya’nın
gelecekteki büyük liderinin ve kurtarıcısının, Führer figürünün çıkış
noktalarını betimleyen bir çerçeveye oturtulmuştur. Partinin zayıf ve
kararsız olan ilk liderlerinin üzerinde yükselmesi, güçlü vizyonunun
yakın gelecekte meyve vereceğinden ve kendinden emin olması,
yöntemlerinin ispatlanmış başarısı, büyüklüğü -ki bütün anlatı bunları
betimlemek üzere düzenlenmiştir- harekete katıldığı bu ilk aylarda
dahi açık seçik ortadadır. Völkisch hareket içindeki bütün
taklitçilerinden daha üstün olduğu iddiasından şüphe edilmesine
imkan yoktur.
Hitler partinin geliştirilmesinde gösterdiği başarıyı anlattıktan
sonra, Mein Kampf'taki daha sonraki bir bölümde partinin erken
dönem tarihine geri döner ve 1921’in ortalarında parti liderliğini
devralmasından, şaşırtıcı derecede özet biçimde ve çok kaba
hatlarıyla bahseder. Oldukça kısa olan bu anlatı basitçe, kendisine
karşı çevrilen entrikaların ve parti başkanı (Drexler) tarafından
desteklenen “bir grup völkisch fanatiğin [parti liderliğini alma]
girişimi"nin başarısızlığa uğramasının ardından, bir genel üye
toplantısında alınan toplu kararla bütün bir hareketin liderliğinin ona
verildiğine işaret eder. 1 Ağustos 192l'de partiyi yeniden organize
etmiş, eskiye dair tüm unsurları silip atmıştır; parti kararlarının,
hiçbir verimliliği olmayan yarı-parlamenter sistemle alınmasını ve
parti içi demokrasi uygulamasını kaldırmış, bunun yerine örgütsel
zeminde liderlik prensibini getirmiştir. Böylece. parti içindeki mutlak
üstünlüğünü garanti altına almıştır. 35
Mein Kampf'tâki anlatımın da somutlaştırdığı üzere, Hitler’in
hareket içinde (sonra da Alman devleti içinde) diktatörce bir güce
sahip olma hırsını, Harrer ve Drexler’le girdiği çatışmalarda ve parti
içi demokrasi yöntemine karşı olmasında görebiliyoruz. Daha küçük
kişilerin zayıflığı, ışığı görememeleri, nihai zaferi getirecek üstün bir
lideri izlemeye olan ihtiyaçları, onunsa kendi yönteminden emin
olması; bütün bunlar, başından itibaren egemen olan temalardır. Bu
durumda, liderlik iddiasının başlangıcı, parti içinde ilk faaliyet
göstermeye başladığı döneme dek geri götürülebilir. Sonuç olarak
bu, politik bir dahi bilincinin başından beri mevcut olduğuna işaret
etmektedir.
Bu hikaye temelinde Hitler’in çok derin bir muamma olmasında
şaşılacak bir yön yoktur. “Viyana’da adsız sansız biri” olan ve
çavuşluğa bile yükselememiş bir onbaşı, şimdi karşımıza, tam
teçhizat bir siyasi felsefeyle, başarıya gidecek bir stratejiyle ve
partisinin lideri olmak için yanıp tutuşan bir istençle çıkmakta ve
kendini Almanya’nın gelecekteki büyük lideri olarak görmektedir. Ne
kadar kafa karıştırıcı ve olağandışı olursa olsun, Hitler’in kendine
dair çizdiği bu tasvirden eminliği şaşırtıcı derecede kabul
görmüştür. 36 Fakat, her açıdan yanlış olmasa da bu tanımın ciddi bir
değişikliğe ve sınırlamaya ihtiyacı vardır.
III

Karl Harrer’le kopuş yakındaydı. Fakat bu olay, Hitler’in hareket


içinde diktatörce bir güce sahip olmak için gösterdiği huzursuzca
çabanın ilk göstergelerinden biri değildi. Ayrıca mesele basitçe
partinin kitlesel bir hareket mi yoksa kapalı bir tartışma topluluğu
mu olacağı konusu da değildi. 37 O dönemde mevcut bazı völkisch
örgütlenmeler de aynı problemle yüz yüze kalmışlar ve sadece
“merkezi grup”un katıldığı düzenli toplantılarla daha geniş bir
kitlenin ilgisini çekecek bir tarzı kaynaştırmaya çabalamışlardı.
Harrer güçlü bir şekilde ilk tarza eğilim duyuyordu; merkezi grubu
da, partinin -kendisinin sadece sıradan bir üyesi olduğu- “İşçi
Komitesi” değil, bizzat kontrolündeki “İşçi Çevresi” temsil ediyordu.
Ancak Harrer giderek daha yalnız kaldı. Drexler partinin mesajlarını
kitlelere iletmeye Hitler kadar istekliydi. Sonradan,
Hofbrâuhausfestsaal’daki toplantıda programı açıklama fikrinin
Hitler’e değil, kendisine ait olduğunu ve Hitler’in başlangıçta, salonu
doldurup dolduramayacakları konusunda şüpheleri olduğunu iddia
etmiştir. 38 Harrer partiyi “işçi Çevresi”nin kontrolü aracılığıyla
yönetebildiği sürece, daha geçerli bir propaganda stratejisi
uygulanması sorunu bir çözüme kavuşturulmayacaktı. Bu nedenle,
Komite’nin rolünü öne çıkarmak şarttı; Hitler ve Drexler Aralık
ayında yaptıktan taslak düzenlemelerle, bütün otoriteyi Komite’ye
vererek ve “ister bir loca isterse de çevre olsun, üst veya yan bir
yönetimi” dıştalayarak bunu gerçekleştirdiler. 39 Hitler’in damgasını
açıkça taşıyan taslak düzenlemelerle Komite üyelerinin ve Komite
başkanının açık bir toplantıda seçilmesi karara bağlanmıştı. Onların
birlik ve uyum içinde olmaları (Hitler’in ve Drexler'in zaten
hazırlamakta olduğu) parti programına sıkı sıkıya bağlı kalınması
suretiyle sağlanacaktı. Yeni düzenlemeler açıkça Harrer’e karşı
yapılmıştı. Fakat Hitler’in parti içinde üstün bir güç elde etme
yolunda bir basamak olarak tasarlanmamışlardı. Açıkçası o dönemde
Hitler’de diktatörce bir parti yönetimi fikri yoktur. Seçimle iş başına
gelmiş bir komitenin kolektif liderliğini kabul etmeye hazırdır.
Görünüşe göre, sonraki aylarda büyük kitlesel toplantıların
yapılmasına dair alınan kararlar sadece Hitler tarafından değil,
bütün üyelerinin onayıyla Komite tarafından alınmıştır. Bununla
birlikte Harrer’in ayrılmış olduğu ve konuşmalarına kalabalık
grupları çekme konusunda Hitler’in artan başarısı göz önüne alınırsa,
herhangi bir itilaf olduğuna inanmak zordur. 1920’lerin başlarında
büyük kitle toplantıları yapılmasına karşı olan yalnız Harrer gibi
görünmektedir ve o da mağlubiyetinin sonuçlarını kabul edip, istifa
etmiştir. Bunda kişisel husumetin de bir rolü vardır. Harrer Hitler’i
bir konuşmacı olarak düşünmemiştir. Hitler de sonuçta Harrer’i hor
görmektedir. 40
En başta, partinin ilk kitle toplantısının Ocak 1920’de,
Bürgerbrâukeller’de (şehir merkezinin yarım mil kadar
güneydoğusundaki Işar nehrinin hemen yakınında
Rosenheimerstrasse’de yer alan büyük bir birahane) yapılması
planlandıysa da o dönemde halka açık toplantılara genel bir yasak
konduğu için bu toplantı ertelenmek zorunda kaldı. 41 Bu durumda
toplantının 24 Şubat’ta Hofbrâuhaus’ta yapılmasına karar verildi.
Siyasi açıdan karşıt görüşlü kişilerin gelip, planlı bir şekilde
rahatsızlık vererek toplantıyı sabote edeceği korkusunun ve kendine
“işçi partisi” diyen bir partinin ilk büyük toplantısında bir parçalanma
yaşanacağı endişesinin var olduğu, muhtemelen partinin gelişiminin
bu erken evresine pek uygun düşmeyen, abartılı iddialardır. O
dönemde büyük çaplı antisemitik toplantılar Münih için sıradışı
olaylar değildi. Rahatsızlık verilebileceği, kargaşa çıkabileceği
hesaba katılmalıydı. Münih’te 1919 yazında başlamış olan antisemitik
ajitasyon dalgasının doruk noktası zaten yaşanmıştı: Schutzund
Trutz-Bund’un 7 Ocak 1920’de gerçekleştirdiği ve 7 bin kişinin
katıldığı dev miting kargaşaya sahne olmuştu. 42 “Tartışma”ya kısa bir
katkıda bulunan Onbaşı Hitler, antisemitik ajitasyonun titreşiminden
veya böyle bir politik tiyatro sahnesinin Münih’in kamuoyu üzerindeki
izinden etkilenmemezlik edememişti. 43 Drexler gibi Hitler’in de esas
kaygısı orada bir kargaşa çıkıp çıkmayacağı değil, toplantıya
katılımın yüz kızartıcı derecede düşük olması ihtimaliydi. Bu kaygının
sebebi bellidir. Drexler, “İhtiyacımız Olan Şey” (Was uns not tut) adlı
toplantının baş konuşmacısı olmasını sağlamak için -parti üyesi dahi
olmayan fakat Münih’in völkisch çevrelerinde iyi tanınan- Dr.
Johannes Dingfelder’e yanaştığını, çünkü ne kendisinin ne de Hitler’in
kamuya mal olmuş kişiler olduğunu kabul etmektedir. Duyurularda
Hitler’in ismi dahi geçmemektedir. Aynı şekilde toplantıda parti
programının açıklanacağından da bahsedilmemiştir. 44
Hitler ve Drexler önceki haftalarda çalışmış, -zaman içinde
“değiştirilemez” ilan edilen ve fiiliyatla da büyük oranda göz ardı
edilen- yirmi beş maddelik bu programı oluşturmuşlardı. 1919 Kasım
ayının ortalarında tartışmalar sürmekteydi. Bir ay sonra Drexler
hazırladığı bir taslağı sunmuştu; 9 Şubat’a dek bir taslak daha
hazırlamıştır ve Hofbrâuhaus toplantısından önce program son halini
almıştır. 45 İçeriğinde ise DSP’nin programıyla çok (azla müşterek yön
göze çarpmaktadır. 46 Daha büyük bir Almanya, toprak ve koloni,
Yahudiler’e karşı ayrımcılık ve Yahudiler’in vatandaşlıktan
çıkarılması, “faiz boyunduruğu" nun yok edilmesi, savaş vurgunundan
elde edilen kâra el konulması, toprak reformu, orta-sınıfın korunması,
vurguncuların cezalandırılması ve basına düzenlemeler getirilmesi
taleplerinin yanı sıra içeriktede sağ için yeni veya orijinal olan pek az
şey vardı. 47 Bavyera’da yaşayan ve düzenli kiliseye giden kalabalık
nüfusu kaçırmamak için dini tarafsızlığa da yer verilmişti. “Kişisel
faydanın yerine genel faydanın konulması” itiraz edilemez bir
bayağılıktı. Reich’da “güçlü bir merkezi iktidar”a ve “merkez
parlamento"nun “koşulsuz otoritesi”ne yönelik talep açıkça otoriter
ve çoğulcu olmayan bir hükümete dair imalar içeriyorsa da, Hitler’in
bu aşamada kendini kişiselleştirilmiş bir rejimin başı olarak
gördüğünü düşündürecek bir gösterge yoktur. Dikkat çekici bazı
ihmaller vardır. Ne Marksizm’den ne de Bolşevizm’den
bahsedilmektedir. Tarım sorunu, toprak reformuna küçük bir
değinme dışında bütünüyle atlanmıştır. Programı kimin yazdığı tam
olarak açıklığa kavuşturulamamaktadır. 48 Muhtemelen her maddenin
kaynağı ayrı olup, bu kişiler partinin önde gelenleri arasında yer
almaktadır. “Faiz boyunduruğuna yönelik saldırı açıkça Gottfried
Feder’in gözde temasıdır. Kârpaylaşımı ise Drexler’in favori fikridir.
DSP programının sözü fazla uzatan tarzıyla karşılaştırıldığında bu
programın etkili ve sert tarzı Hitler’in payını düşündürmektedir. 49
Kendisinin daha sonra da ileri sürdüğü gibi, Hitler kesinlikle program
üzerinde çalışmıştı. 50 Ama olasılıkla esas yazar Drexler idi. Drexler
Ocak 1940’da Hitler’e yazdığı (fakat göndermediği) şahsi bir
mektupta da bunu iddia etmektedir. Drexler bu mektupta şöyle
demektedir: “Burghausenerstrasse 6’daki işçi kantininde geçen uzun
geceler boyunca, benim tarafımdan zaten yazılmış bulunan temel
hususları izleyerek, Hitlerle birlikte -başka kimse yoktu-Nasyonal
Sosyalizm’in 25 maddesini oluşturduk.”51
Partinin ilk büyük toplantısına katılım oranıyla ilgili kaygılara
rağmen, 24 Şubat’ta Hitler’in başkan sıfatıyla açtığı toplantıda,
Hofbrâuhaus’un Festsaal’u 2 bine yakın insan la (muhtemelen
bunların beşte birini sosyalist aleyhtarlar oluşturuyordu) hınca hınç
doldu. 52 Dingfelder’in konuşması sıradandı; tarzının ve tonunun
Hitler’inki gibi olmadığı kesindi. “Yahudi” kelimesini hiç kullanmadı.
Almanya’nın kaderinin suçunu ahlakın ve dinin yozlaşmasına, bencilce
olan maddi değerlerin artmasına yükledi, iyileşmek için verdiği
reçete “düzen, çalışma ve anavatanın kurtuluşu davasına vazifeşinas
bir şekilde sadık olmak”tı. Konuşma olumlu karşılandı ve kesilmedi. 53
Hitler konuşmaya çıktığında ortam aniden canlandı.
Dingfelder’inkiyle karşılaştırıldığında konuşma biçimi daha sen, daha
saldırgan ve daha az akademikti. Kullandığı dil etkileyici, doğrudan,
kaba ve akla yatkındı -dinleyicilerin çoğunun konuştuğu ve anladığı
dil de buydu; cümleleri kısa ve enerji doluydu. 1918’de Ateşkes’e
imza atan ve ertesi yaz iğrenç Versailles Antlaşması’nın
imzalanmasına kuvvetle taraftar olan Merkez Parti’nin baş
siyasetçisi ve Reıch Ekonomi Bakanı Matthias Erzberger veya
Münihli kapitalist İsidor Bach gibi hedef-figürlerine aşağılamalar
yağdırdı ve hiç şüphe yok ki dinleyicilerden coşkulu alkışlar aldı.
Yahudiler’e yönelik sözlü saldırıları kalabalıkta yeni bir coşku dalgası
yaratmış, vurgunculara yönelik aşağılamaları ise “Dövün onları! Asın
onları!” çığlıklarıyla karşılanmıştı. Sıra parti programını okumaya
geldiğinde bu konularla ilgili maddeler çok daha fazla alkış almıştı.
Fakat araya girenler de oluyordu, bunlar zaten huzursuzlanmış olan
sol görüşlü aleyhtarlardı. Toplantıya katılan gözlemci polis “öyle
büyük bir gürültü ve kargaşa vardı ki, çok kere, bir kavga çıkmasının
an meselesi olduğunu düşündüm,” diyecekti. Hitler parti sloganını
açıklayınca bir alkış tufanı koptu: “Bizim tek bir şiarımız vardır, o da
mücadeledir. Hedeflerimize sarsılmaz bir kararlılıkla yürüyeceğiz.”
Konuşmasının sonunda, Yahudi cemaatine 400 ton un sağlanmasına
dair iddia niteliğindeki bir kararı protesto etmesiyle tekrar bir
gürültü koptu; bunu, karşı çıkan laf atmalar, insanların masa ve
sandalyelerin üzerine çıkarak birbirlerine bağırması izledi. Akabinde
yapılan “tartışma”da ikisi karşı görüşten olmak üzere kürsüye dört
konuşmacı daha çıktı. Son konuşmacının, sağdan gelecek bir
diktatörlüğün soldan gelecek bir diktatörlükle karşılaşanacagı
yönündeki yorumu kargaşayı öylesine arttırdı ki Hitler’in toplantıyı
kapatan sözleri bu gürültüde boğulup gitti. Hofbrâhaus’dan çıkan
100 kadar Bağımsız Sosyalist ve Komünist, Enternasyonal ve
Râterepublik lehine sloganlar atıp, savaş kahramanları Hindenburg
ve Ludendorff'u ve Alman Milliyetçilerini yuhalayarak caddelerde
dolaşmaya başladı. 54 Toplantının sonucunda ortaya çıkanın, Hitler’in
daha sonra “orada karşımda yeni bir inanç, yeni bir görüş ve yeni bir
iradeyle birleşmiş insanlar duruyordu” diyerek tanımladığı durumla
alakası yoktu. 55
Toplantıyı izleyen günlerde Münih gazetelerini okuyanların yeni,
dinamik bir partinin ve yeni bir milli kahramanın ortaya çıktığını
müjdeleyen bir dönüm noktasına gelindiği izlenimini edindikleri falan
da yoktu. Basının tepkisi, en hafif deyimi ile sessiz kalmaktı.
Gazeteler Dingfelder’in konuşmasına kısaca yer vermiş, Hitler’in
konuşmasının üzerinde ise pek durmamışlardı. 56 Henüz partinin
kontrolü altında olmayan ama partiye sempati duyan völkisch er
Beobachter dahi şaşırtıcı derecede ılımlı bir tavır göstermişti.
Toplantı ha berini, toplantıdan dört gün sonra iç sayfaların birinde
tek bir sütunla vermişti. Haberlerin çoğu Dingfelder’in konuşmasıyla
ilgiliydi. Hitler’in katkısı tek bir cümleyle özetlenmişti: “Herr Hitler
(DAP), heyecanlı alkışlarla karşılanan ama aynı zamanda, zaten
önyargılı olan pek çok aleyhtarının itirazlarına yol açan çarpıcı bazı
politik meseleleri arz etti (enl-wickelte einige treffende politische
Bilder); bunun yanı sıra, temel özellikleriyle Deutschsozialistische
Partei’ninkine yakın olan parti programına dair genel bir açıklama da
yaptı.”57
İlk başta mütevazı bir etki yaratmış olsa da, Hitler’in
toplantılarının siyasi bir bomba anlamına geldiği daha o zamandan
belliydi. Münih siyasetinin yapay (politikanın tüm renk ve koşullarına
sahip olmayan, kısıtlı, sera) ortamında dahi -hareketin bundan böyle
kendine verdiği isimle- Nasyonal Sosyalist Alman işçi Partisi’nin
(NSDAP) büyük toplantıları bir farklılık taşıyordu. 58 Hitler her
şeyden öte partinin fark edilmesini istiyordu. Bu konuda hızla
başarıya ulaştı. “Bizimle alay etmelerinin ya da bizi kötülemelerinin,
bizi palyaço ya da suçlu olarak görmelerinin hiçbir önemi yok; aslolan
bizden bahsetmeleri, bizimle tekrar tekrar meşgul olmalarıdır...”
diye yazacaktı daha sonra. 59 Burjuva partilerin cansız, ruhsuz
toplantılarını izlemiş; saygın yaşlı beyefendilerin yaptığı, akademik
dersleri andıran konuşmaların insanları nasıl duygusuzlaştırdığını
görmüştü. Gururla belirttiği üzere, Nazi toplantıları tam tersine hiç
de huzur dolu değildi. Toplantıların organizasyonu konusunda solu
örnek alıyordu; toplantıların en etkili biçimde nasıl planlanacağını,
aleyhtarların gözünün korkutulmasının kıymetini, dağıtma
tekniklerini ve kargaşayla baş etmenin yollarını hep onlardan
öğrenmişti. NSDAP’ın toplantılarında karşılaşmalar, çatışmalar için
cezbedici bir ortam yaratılması ve bunun sonucunda da partinin fark
edilmesi amaçlanıyordu. Katılan sokulan provoke etmek amacıyla,
hazırlananan posterlerde canlı bir kırmızı kullanılıyordu. 60 1920’lerin
ortalarında Hitler, parti bayrağını bizzat kendisi tasarlamıştı;
olabildiğince çarpıcı bir görsel etki elde etmek amacıyla seçilen
kırmızı zemin üzerinde beyaz bir çember ve onun içinde de gamalı
haç. 61 Sonuç, toplantıların başlangıç saatinden çok önce hınca hınç
dolması ve aleyhtarların çok sayıdaki varlığının patlamaya hazır bir
atmosferi garanti etmesiydi. 62 Çıkabilecek kargaşayla başa çıkmak
için 1920’lerin ortalarında, tam tekmil bir “salon kolluk” birimi
(Saalschutz) organize edilmiş; bu birim Ağustos 1921’de “Jimnastik
ve Spor Birliği” halini almış ve nihai olarak da “Fırtına Birliği”ne
(Sturmabteilung veya SA) dönüşmüştü. 63
NSDAP’a bu kalabalıkları çekebilecek tek kişi Hitler idi. Mein
Kampf'ta kendini bu açıdan merkeze koyduğu anlatısı fazlasıyla
doğruluk taşır. 16 Ekim 1919 tarihinde Hofbrâukeller’de parti
konuşmacısı olarak ilk performansından önce,64 12 Eylül 1919’daki
DAP toplantısındaki tartışmaya katılmaya onu kışkırtan duygular bir
ay boyunca içinde yaşamıştır. Gördüğümüz gibi başarısının hatırası o
yaşadığı sürece devam etmiştir. Lechfeld Kampı’nda kendini
keşfetmesini tanımlamak için kullandığı anlatımın neredeyse aynısı
Mein Kampf'ta da kullanmıştır: “Daha önce içimde hissettiğim, ama
doğrulama imkanı bulamadığım şeyi şimdi gerçekler bana
ispatlamıştı: Ben söz söyleyemesini biliyordum!”65 Açıkça stilize
edilmiş olmakla birlikte, bu anlatımın iki farklı biçimde karşımıza
çıkması, ilk kez esir olmayan dinleyicilerin önünde konuşup onları
heyecanlandırabileceğini görmesiyle kendine güven duygusunun
doğrulandığını ve tazelendiğini gösterir.
Hitler’in bu ben-merkezci tarzı, bireysel bir arkadaşlıkta oldukça
itici olabilirdi. Hitler’in utanılası Reichswehr ajanlığı faaliyeti
döneminde onu tanıyan bir kişi, Alman sanatçılarının gelecekteki
misyonuna dair bir söyleve katlanmak zorunda kalmış ve bu sıkıcı
konuşmaya sonunda daha fazla dayanamayıp, “Söyleyin, beyninizin
içine sıçıyorlar ve sifonu çekmeyi mi unutuyorlar?” diye sormuştur,
bunun üzerine Hitler tek bir söz söyleyemeden çıkıp gitmiştir. 66 Ama
birahane dinleyicisi için Hitler’in tarzı heyecan vericiydi.
Polonya’nın eski genel valisi Hans Frank, Ocak 1920’de
Nuremberg’deki hücresinde celladı beklerken, on dokuz yaşındayken
(bu genç yaşta dahi kendini völkisch harekete adadığını
düşünmektedir) Hitler’in konuşmasını ilk kez işittiği anı hatırlamıştır.
Büyük salon patlayacak kadar doludur. Orta sınıfa mensup
vatandaşlar, işçiler, askerler ve öğrencilerle omuz omuzadır. Ulusun
durumunun vehameti genç, yaşlı herkesin omuzlarına çökmüştür.
Almanya’nın içinde bulunduğu vaziyet fikirleri kutuplaştırmıştır, fakat
sol hareketsiz ve kayıtsızdır. Siyasi toplantıların çoğu tıkış tıkış
dolmaktadır. Ama -genç, idealist, ateşli bir şekilde anti-Marksist ve
milliyetçi olan- Frank açısından konuşmacılar genelde hayal kırıklığı
yaratmakta ve pek âz şey sunmaktadır. Hitler ise tersine onu
heyecanlandırmakta, harekete geçirmektedir.
Sonraki çeyrek yüzyıl içinde Hans Frank’ın kaderini belirleyecek
olan bu kişi eski püskü mavi renkte birtakım elbise giymekteydi ve
kravatı gevşekçe bağlanmıştı. Açık seçik sözcüklerle, sabırsız bir
edayla konuşuyordu fakat ses tonu tiz değildi; mavi gözleri parlıyordu
ve ara sıra sağ eliyle saçlarını geriye doğru sıvazlıyordu. Frank’ın ilk
hissettiği Hitler’in ne kadar samimi olduğu, sözcüklerinin ne kadar
yürekten geldiği, bu sözcüklerin sırf bir retorik aracı olmadıklarıydı.
“O dönemde, geçmişte örneğine rastlanmayan, benim açımdan ise
kimseyle kıyaslanamaz olan muhteşem bir konuşmacıydı,” diye
yazmıştır Frank.

Anında etkisine almıştı beni. Toplantılarda işitilenlerden


bütünüyle farklı bir şey vardı ortada. Yöntemi çok açık ve
basitti. O dönemin en çok konuşulan konusunu, Versailles
Fermanı’nı ele aldı ve esas soruları ortaya attı: Alman Halkı
şimdi ne yapacaktı? Gerçek durum neydi? Şimdi mümkün olan
neydi? iki buçuk saat konuştu, konuşması sık sık coşkulu
alkışlarla kesiliyordu ve aslında insan onu çok çok daha uzun
süre dinleyebilirdi. Her şey yüreğinden geliyordu ve hepimizde
bir duygu yaratıyordu... Hepimizin aklında olan şeyleri dile
getirdi ve sözü, bir programın yokluğundan müzdarip olup, bir
program bekleyenlerin genel isteğini ve anlayışını açıklığa
kavuşturmak için yaygın deneyimlere bağladı. Aslına bakarsak
kesinlikle orijinal biri değildi... ama halkın sözcüsü denilen türde
biriydi... Hiçbir şeyin üstünü örtmüyordu... ne korkunun, ne
tedirginliğin, ne de Almanya’nın yüzyüze olduğu faleketin. Ama
sırf bu değildi. Bir yol gösteriyordu, tarihte yıkıma uğramış tüm
halklara kalan tek yolu; cesaretle, inançla, harekete geçme ve
çok çalışma isteğiyle, büyük, ışıl ışıl ortak bir hedefe sadakat
göstererek en diplerden yeni bir başlangıca giden o acımasız
yolu... Alman askerinin ve işçisinin onurunun kurtarılmasını,
yaşamının amacı olarak, en ciddi ve zorunlu hedef olarak
koyuyordu... Bitirdiğinde alkışlar dinmek bilmedi... O akşamdan
itibaren, bir parti üyesi olmasam da, Almanya’nın kaderini
belirleyebilecek olan kişinin yalnızca Hitler olduğuna ikna
olmuştum, eğer bunu yapabilecek biri varsa, bu Hitler’den
başkası olamazdı. 67

Dokunaklı yönü bir yana, bu yorumlar Hitler’in içten gelen


yetilerine kanıt oluşturmaktadır; dinleyicilerinin dilini konuşmada ve
onları, tutkuyla, -bize ne kadar tuhaf gelse de- idealizminin aşikar
samimiyetiyle heyacanlandırmada gösterdiği bu yetenek onu, benzer
bir mesaj veren diğer konuşmacılardan ayırmaktadır.
Mein Kampf'ta belirttiği üzere. Kasım 1919’da Eberlbrâukeller’de
baş konuşmacı olduğu ilk toplantıyla ele aldığı konu en sevdiği
temalardan biriydi: “Brest-Litovsk ve Versailles mı?”-, Şubat
1920’deki büyük Hofbrâuhaus toplantısı arasındaki haftalarda
katılım yükselmişti. Bu, Hitler’in başarısının ve partinin yıldız
konuşmacısı olarak kazanacağı ünün yalnızca başlangıcıydı. 1920’nin
sonuyla birlikte otuzdan fazla kitle toplantısında, genelde sayıları 800
ile 2500 kişi arasında değişen kitlelere hitap etmiş ve çok sayıda
daha küçük parti içi toplantıda konuşmuştu. 68 1921 Şubat’ının
başlarında, o güne kadarki en büyük toplantıda konuşacaktı;
6000’den fazla insanın katıldığı bu toplantı şehir merkezinin
batısında, Marsfeld’in hemen yakınındaki Circus Krone’de (Münih’te
en fazla sayıda insanı alabilecek olan kapalı mekan - Krone Sirk’i)
yapılmıştır. 69 1921’in ortalarına dek konuşmalarını esas olarak,
toplantıların organizasyonunun ve propagandasının doyurucu bir
sonuç vereceğinden ve uygun atmosferin yaratılabileceğinden emin
olduğu Münih’te yaptı. Ekim’in başında Avusturya’ya yaptığı iki
haftalık ziyarette yaptığı konuşmaları hesaba katmazsak, 1920
yılında, -Münih dışında partinin ilk yerel biriminin henüz kurulmuş
olduğu Rosenheim da dahil olmak üzere- şehir dışında yaptığı
konuşma sayısı on idi. Parti, Ocak 1920’de 190 olan üye sayısının
yılın sonuda 2 bine ve 1921 Ağustos ayıyla birlikte 3.300’e çıkmış
olmasını büyük oranda Hitler’in kamunun gözündeki görüntüsüne
borçluydu. 70 Kendini hızla, hareketin ayrılmaz bir parçası haline
getiriyordu.
IV

Hitler kabaca aldığı notlara bakarak konuşuyordu; bu notlar,


önemli sözcüklerin altının çizildiği, çabucak yazılıvermiş bir dizi
temadan ibaretti. 71 Genellikle konuşması iki saat ya da daha uzun
sürerdi. 72 Hofbrauhaus’un Festsaal’unda, kalabalığın ortasında
olabilmek için salonun uzun kenarındaki bir masayı platform olarak
kullanmıştı; yeni, alışılmadık bir teknikti bu ve Hitler’in bu salondaki
özel bir ruh hali diye değerlendirdiği şeyin yaratılmasına yardımcı
olmuştu. 73 Konuşmalarında ele aldığı temalar pek az değişiklik
gösterirdi: Almanya’nın, şanlı geçmişine hiç de uymayan bir zayıflık
ve aşağılanma içinde olduğu; korkakların ve hainlerin ellerine kalmış
olan hasta bir devletin, anavatanı güçlü düşmanlarına karşı yenik
düşürmesi; bu düşmanların ve onların arkasındakilerin, yani
Yahudilerin çıkardığı kaybedilmiş savaştaki çöküşün sebepleri,74
suçluların ve Yahudilerin işi olan devrim ve ihanet; Almanya’nın
köleleştirilmesinin aracı olan “utanç barışının, yani Versailles
Antlaşmasının da gösterdiği üzere İngilizlerin ve Fransızların
Almanya’yı yıkma hedefleri; Yahudi dolandırıcı ve vurguncuların
sıradan Alman insanlarını sömürmesi; ekonomik sefaletten, sosyal
bölünmeden, siyasi çatışmadan ve ahlaki çöküşten sorumlu olan
yozlaşmış, dalavereci hükümet ve parti sistemi; parti programındaki
maddelerin içerdiği üzere iyileşmenin yegane yolu, yani iç
düşmanlara karşı amansız güç gösterisinin, milli bilincin ve birliğin
inşasının, yenilenmiş bir güce ve nihai olarak yeniden kurulacak
büyüklüğe yol açacak olması. 73 Prusyalılar’ın geleneksel Bavyeralı
antipatisiyle Münih’teki Râterepublik tecrübesinin birleşmesinin
anlamı açıktı: Hitler’in Berlin’deki Marksist hükümete devam eden
saldırıları, onun toplantılarını cazip bulan ve hâlâ bir azınlık olan
yerel nüfus içinde coşkuyla karşılanacaktı.
Hitler’in esas olarak olumsuz duyguları -kızgınlık, küskünlük,
nefret, dile getirirken ilan ettiği hastalıklara önerdiği reçetede
“olumlu” bir unsur da vardı. Her ne kadar basmakalıp da olsa, milli
birlikle özgürlüğün yeniden kazanılması çağrısı, “kafa ve kol
işçileri”nin birlikte çalışması gerekliliği (Zusam menarbeiten des
Geites-und Handarbeiters),76 “milli bir topluluğun” sosyal uyumu; ve
sömürenlerinin yok edilmesiyle “küçük adam”ın korunması: Bu
temalar, Hitler’in dinleyicilerine sunduğu cazibesi inkar edilemez
temalardı ve istisnasız aldığı alkışlar bunu gösteriyordu. 77 Hitler
kendi tutkusunu ve coşkusunu -buna zaten meyyal olan kişilere-
mesajlarıyla başarıyla aktarıyordu: başka bir yol mümkün değildi;
Almanya’nın yeniden canlanması mümkündü ve bu yapılacaktı; bunun
surrı, mücadeleleri, fedakarlıktan ve iradeleriyle bunu
78
gerçekleştirecek olan sıradan Almanlar’ın gücünde yatıyordu. Bu
toplantılardaki etki, normal bir siyasi toplantıdan çok bir dinsel
uyanış toplantısındakini andırıyordu. 79
Hitler’in söyledikleri, milliyetçi ve völkisch konuşmacıların standart
repertuarında uzun bir süredir zaten mevcuttu. Aynı şekilde Pan-
Germenler’in yıllardır vaaz ettiklerinden de ayrı düşünülemezdi. Ve
Hitler günceli yakalayarak, krizlerin istilasındaki Cumhuriyet’in
günlük politikalarında kolay hedefler bulmakta ustaysa da, esas
temaları sıkıcı bir şekilde tekrara dayanıyordu. Aslına bakarsak,
Hitler’in güya hiç değişmeyen ideolojisinin parçası olarak kabul
edilen bazı unsurlar bu evrede ortalıkta yoktur. Örneğin Doğu
Avrupa’da “yaşam alanı” (Lebensraum) ihtiyacının bir kez bile lafı
geçmez. 80 Dış politikanın hedefi bu dönem de Fransa ve Britanya'dır.
Aslında Hitler Ağustos 1920’de konuşmalarından biri için çiziktirdiği
notlarında “doğuya doğru kardeşlik” (Verbrüderung nach Osten)
ibaresine yer vermiştir. 81 Diktatörlük için de bir yaygara koparmaz.
Böyle bir talep ancak 27 Nisan 1920’deki bir konuşmasında onaya
çıkacaktır; Hitler bu konuşmasında, eğer tekrar yükselmek istiyorsa
Almanya’nın “dahi bir bir diktatöre” ihtiyaç duyduğunu
açıklayacaktır. 82 Ama bu kişinin kendisi olduğuna dair bir ima
yoktur. 83 Marksizm’e yönelik kamu önündeki ilk doğrudan
saldırısının, 21 Temmuz 1920’de Rosenheim’da yaptığı konuşmadan
önce gerçekleşmemiş olması da şaşırtıcıdır (oysa ki bundan önce,
Yahudileri sorumlu tuttuğu Rusya’daki Bolşevizm’in korkunç
etkilerinden defalarca bahsetmiştir). 84 Hitler’in, antisemitizmin ünlü
sözcüleri Houston Stevvart Chamberlain, Adolf Wahrmund ve
bilhassa, bu fikirleri popülerleştiren baş aktör Theodor Fritsch (öne
çıkardığı temalardan biri, Yahudiler’in kadınlara güya cinsel
suiistimalidir) gibi kişilerden toparladığı fikirlerle oluşturduğu ırk
teorisini bile 1920 yılındaki konuşmalarından yalnızca birinde açıkça
ele almış olması da çarpıcıdır. 85
Fakat bu, Hitler’in Yahudiler’e saldırmaktan geri durduğu anlamına
gelmez. Tam tersine, onu bütünüyle etkisi altına alan ve her şeyin
önüne geçen manik Yahudi takıntısı Hitler’in bu dönemdeki her
konuşmasında kendini gösterir; bu takıntı 1919’dan önce görülmese
de, bundan sonra hiç eksik olmayacaktır. Almanya’nın başına gelen ya
da Almanya’yı tehdit eden her kötü şeyin arkasında Yahudiler
vardır. 86 Konuşmalarında, hayal edilebilecek en kötü ve en barbarca
dille Yahudilere saldırır.
Gerçek bir sosyalizm antisemitist olmayı gerektirir, diye
açıklıyordu Hitler. 87 Almanlar Yahudiliğin kötülüklerini yok etmek için
Şeytan’la işbirliği yapmaya hazır olmalıydılar. 88 Ama bir önceki
sonbaharda Gemlich’e yazdığı mektuptaki gibi, duygusal
antisemitizmi bir yanıt olarak gormüyordu. 89 “Yahudilerin halkımızı
yavaş yavaş yok etmesinin” önüne geçilmesi için toplama kamplarına
kapatılmalarını,90 vurguncuların asılmasını91 talep ediyor ama nihai
olarak da tek çözümün -Gemlich mektubunda da benzer şekilde ifade
ettiği gibi- “halkımızın Yahudiler’den temizlenmesi”92 olduğunu
belirtiyordu. Ost-juden'le ilgili açık taleplerinde olduğu gibi93 burada
ima edilen de Yahudilerin Almanya’dan kovulmalarıydı. Hiç şüphesiz
insanlar böyle anlıyorlardı. Fakat savaş öncesindeki bazı
antisemitistlerde de görüldüğü üzere hem dilin kendisi korkunçtu
hem de biyolojik benzetmeleri soykırım imaları içeriyordu. 94
“Parazitlere (Trichinen) ve basillere ne yapacağınızı konuşmazsınız.
Parazitler ve basiller beslenmez de. Onlar olabildiğince hızlı bir
şekilde ve kökünden yok edilmelidir (vernichtet)." Bunları söyleyen
Hitler değil, önde gelen oryantalistlerden, semitik diller uzmanı Paul
de Lagarde idi ve söz konusu cümle, 1887 yılında, Yahudilere nasıl
davramlması gerektiğine dair bakış açısını ifade eden yazısında
geçiyordu. 95 Yaklaşık otuz yıl sonra Hitler benzer bir terminoloji
kullandığında, atmosfer Yahudiler için çok daha tehditkar bir hal
almıştı. “İnsanlar bu hastalığa neden olan organdan kurtulmadıkları
sürece, ırksal veremle mücadele edebileceğinizi düşünmeyin.
Yahudiliğin etkisi insanları hiçbir zaman öldürmese de, insanların
zehirlenmesi hiçbir zaman son bulmayacaktır, ta ki Yahudi failler
aramızdan yok olana dek”: Hitler işte böyle diyecektir Ağustos
1920’de. 96
Dinleyicileri bunu seviyordu. Bu saldırılar, alkış ve tezahürat
sağanaktan yaratmada başka her şeyden daha etkiliydi. 97 Yavaş
yavaş başlayan, bol bol alaycılık içeren, belli hedeflere kişisel
saldırılarda bulunan, sonra da ortamı ağır ağır heyecanla dolduran
bu teknikle, dinleyicilerini çılgına çevirene dek kırbaçlıyordu. 98 13
Ağustos 1920’de Hofbrâuhaus’un Eestsaal’unda yapılan “Biz Niye
Antisemitistiz?” konulu toplantıda, iki saat süren konuşması -ki bu
sadece Yahudiler’le ilgili olan ve temel teması da bu olması
amaçlanan tek konuşması idi-, şevkli 2000 dinleyiciden gelen coşkulu
tezahüratlarla elli sekiz kez kesilmişti. 99 Hitler’in birkaç hafta sonra
yaptığı bir konuşmanın raporundan yola çıkarsak, dinleyiciler esas
olarak beyaz yakalılardan, alt-orta sınıftan ve görece iyi kazanan
işçilerden oluşmaktadır ve yaklaşık dörtte biri kadındır. 100
İlk başlarda Hitler antisemitik tiradlarında hep kapitalizm
karşıtlığına yer veriyor ve Alman halkını sömürmekle, savaşın
kaybedilmesine neden olmakla suçladığı “Yahudi” vurguncu ve
dolandıncılara saldırıyordu. Daha sonraları, Mein Kampf'ın korkunç
bir pasajında şöyle iddia edecektir: “Eğer şu Ibrani bozgunculardan
onbeş yirmi binine zehirli gaz verilseydi, cephede hayatını kaybeden
bir milyon Alman kurtulurdu.”101 Hitler’in sağlıklı “endüstriyel
kapital” ile “Yahudi finans kapitali”nin gerçek kötülüğü arasına
koyduğu ayrımda Gottfried Feder’in etkisini görmek mümkündür. 102
Bu aşamada Marksizm veya Bolşevizm’le bir bağlantı mevcut
değildir. Zaman zaman iddiaedilenin tam tersine, Hitler’in
antisemitizminini besleyen şey Bolşevizm karşıtı fikirleri değildir,
antisemitizmi çok daha öncelere dayanmaktadır. 103 “Yahudi
Sorunu”nu finans kapitalin zorba ve açgözlü doğasıyla ilişkilendirdiği
Eylül 1919 tarihli Gemlich mektubunda, Bolşevizm’den hiç
bahsetmez. 104 Hitler 1920’nin Nisan ve Haziran aylarındaki
konuşmalarında Yahudiler tarafından mahvedilen Rusya temasını
işlemişse de; Marksizm, Bolşevizm ve Rusya’daki Sovyet sistemi
imajlarını, -Sosyal Demokrasi’nin Almanya’da da zeminini
hazırladığını gördüğü- Yahudi yönetiminin gaddarlığıyla açıkça bir
araya getirmesi, ancak 21 Temmuz’daki Rosenheim konuşmasında
gerçekleşmiştir.105 Hitler, Ağustos 1920'de Rusya’daki gerçek
duruma dair pek az bilgisinin olduğunu kabul etmektedir. 106 Ama -
muhtemelen öncelikle Baltık bölgesinden gelmiş olan ve Rus
Devrimi’ni bizzat yaşamış olan Alfred Rosenberg’in etkisiyle,107
ayrıca Alman basınına sızan Rus iç savaşının dehşet görüntülerini
içine bir güzel sindirdiğinden-108 Bolşevik Rusya ile açıktan meşgul
olması bu yılın ikinci yarısında olacaktır. 109 Siyon Liderleri
Protokoleri’nin -Yahudiler’in dünya egemenliğine dair bu sahte
belgeler, o dönemde antisemitik çevrelerde yaygın olarak okunmuş
ve kabul görmüştü- halk arasında yayılması da Hitler’in Rusya
üzerinde durmasının etkenlerinden biriydi. 110 Bu imajlar, Hitler’in
“dünya görüşü”nde antisemitizmi ve anti-Marksizmi birleştiren
katalizörü sağlamış gibi görünmektedir ve bir kimlik olarak
benimsediği bu "dünya görüşü” bir kez şekillendikten sonra artık hiç
kaybolmayacaktır.
V

Hitler’in konuşmaları onu Münih’in siyasi haritasındaki yerine


yerleştirmiştir. Ama hâlâ sadece belli bir kitleye hitap etmektedir. Ve
ne kadar çok gürültü koparırsa koparsın, oturmuş sosyalist ve Katolik
partilerle kıyaslandığında Hitler’in partisi hâlâ önemsiz bir partidir.
Diğer yandan, onu “perde arkasındaki” güçlü çıkar sahiplerinin
maşası olarak görmek fazla ileri gitmek olacaksa da, bir ayak takımı
ajitatörü olarak yeteneklerini sunabileceği nüfuzlu destekçiler ve
“bağlantılar” olmaksızın çok fazla ileriye gidemeyeceği ortadadır.
Hitler politik bir konuşmacı olarak hayatını kazanma niyetinde
olduğunun sinyallerini zaten vermiştir, ancak, gerçekte 31 Mart
1920’ye dek ordudan maaş almaya devam etmiştir. İlk patronu
Yüzbaşı Mayr onunla yakından ilgilenmeyi sürdürmüş ve sonraki
beyanına inanılacak olursa mitinglerde çıkıp konuşması için ona
sınırlı bir ödenek ayırmıştır. 111 Bu dönemde Hitler hâlâ hem parti
hem de ordu için çalışmaktadır. Ocak ve Şubat 1920’de Mayr “Herr
Hitler”e, “Versailles” ve “Siyasi Partiler ve Sahip Oldukları Önem”
konuları üzerine seminerler verdirmektedir; Hitler bu seminerleri,
Münihli tanınmış tarihçiler Karl Alexander von Müller ve Paul
Joachimsen’in de yer aldığı grup içinde, “vatandaşlık eğitim kursları”
alan Reichsvvehr askerlerine vermektedir. 112 Mart ayında -kısa
ömürlü bir silahlı darbenin, hükümeti Reich sermayesinden uzak
tutarak devirmeye kalkıştığı- Kapp Darbesi sırasında, Wolfgang
Kapp’ı Bavyera’daki duruma dair bilgilendirmesi için Hitler’i ve
Dietrich Eckart’ı Berlin’e gönderen de Mayr’dır. Fakat Berlin’e
vardıklarında artık çok geçtir. Sağın devleti ele geçirmeye yönelik bu
ilk girişimi çoktan başarısızlığa uğramıştır. Fakat Mayr kararlıdır.
Hem Kapp’la ilişkisini hem de Hitler’le ilgili emellerini sürdürmüştür.
Altı ay sonra Kapp’a da söyleyeceği gibi hâlâ umudu vardır: -
kendisinin yarattığını düşündüğü- NSDAP “milli radikalizmin”
örgütlenmesinin ve gelecekteki daha başarılı bir darbenin öncü-
muhafızı olacaktır. 113 O sırada İsveç’te sürgün olan Kapp’a şöyle
yazmaktadır:
Nasyonal işçi partisi umut ettiğimiz o kuvvetli hücum
(Stosstrupp) için gereken temeli sağlayacaktır. Programın hâlâ
acemice yönleri var ve tam değil. İlaveler yaparak tamamlamak
zorunda kalacağız. Kesin olan tek bir şey var: Bu bayrak altında
daha şimdiden bayağı bir destekçi kitlesi topladık. Geçen yılın
Temmuz ayından beri... hareketi güçlendirmenin yollarını
arıyorum... oldukça yetenekli genç insanlar buldum. Örneğin bir
Herr Hitler teşvik edici bir güç, en iyilerinden bir halk
konuşmacısı (Volksredner) oldu. Bugün Münih şubemizin
2000’den fazla üyesi var; bunu, 1919 yazında 100’ün altında
olan üye sayımızla bir karşılaştırın. 114

1920 yılının başlarında, Hitler daha Reichswehr’den ayrılmamışken


Mayr onu Yüzbaşı Ernst Röhm tarafından kurulmuş olan radikal
milliyetçi subayların “Demir Yumruk” klübünün toplantılarına
götürdü. Mayr Hitler’i muhtemelen bir önceki sonbaharda Röhm’le
tanıştırmıştı. 115 Çeşitli milliyetçi partilerle, özellikle de işçileri
milliyetçi davaya kazanma kaygısı güdenlerle ilgilenen Röhm, DAP’ın
Hitler’in dinleyicilere hitap ettiği 16 Ekim 1919’da yapılan ilk
toplantısına gelmiş ve hemen sonra da partiye katılmıştı. Şimdi Hitler
Röhm’le çok daha yakın bir temas içindeydi; ve Röhm çabucak
Mayr’ın yerini almış, Hitler’in Reichswehr’la ilişkisini sağlayan kilit
kişi olmuştu. Röhm Bavyera’daki “sivil savunma” (Einwohnerwehr)
birliklerinin ve gönüllülerin silahlandırmasından sorumluydu; ve bu
arada, ordudaki, “vatansever örgütlenmelerdeki ve bütün völkisch
içindeki mükemmel bağlantıları sayesinde paramiliter politikalarda
önemli bir figür halini almıştı. Aslında bu dönemde sağ kanatta yer
alan meslektaşı subaylarla birlikte ufak NSDAP’dan çok, çeyrek
milyondan fazla üyeye sahip kitlesel Einwohnerwehren’le
ilgileniyordu. Gene de, NSDAP ile daha büyük “vatansever
örgütlenmeler” arasındaki irtibatı sağlayan esas kişi oydu ve sürekli
zor durumda olan, hiç parası olmayan partiye umutsuzca ihtiyaç
duyduğu şeyi sunuyor, para kaynağı mecraları açıyordu. 116
Bağlantıları paha biçilemeyecek denli kıymetliydi; ve bu gerçek,
Hitler’in partisine olan ilgisinin arttığı 1921 yılının başlarından
itibaren giderek daha çok kendini ortaya koyacaktı.
Bu dönemdeki bir başka önemli hami völkisch şair ve politika yazan
Dietrich Eckart’dır. 117 Hitler’den yirmi yaş büyük olan ve başlarda
Peer Gynt’in Alman uyarlaması olarak isim yapmış olan Eckart,
savaştan önce gerek şiir gerek eleştiri alanında bayağı bir başarı
kazanmıştı. Bunun yoğun antisemitizmini teşvik etmiş olması
mümkündür. Haftalık antisemitik dergi Auf gut deutsch’ün (Yalın bir
Almanca ile) Gottfried Feder’in ve Baltık bölgesinden gelmiş genç
göçmen Alfred Rosenberg’in katkılarıyla Aralık 1918’de yayın
hayatına girmesiyle Eckart’ın aktif politik hayatı başlamıştı. 1919
yazında, Hitler daha bu partiye katılmamışken DAP toplantılarında
konuşmalar yapmış118 ve partinin bu yeni üyesini de açıkça
himayesine almıştı. Eckart’ın völkisch çevrelerdeki ünü
düşünüldüğünde, böyle bilinin onunla ilgilenmesi Hitler’in gururunu
okşuyordu. İlk yıllarda ikisi arasında iyi, hatta yakın bir ilişki vardı.
Ama zaman içinde Hitler Eckart’ı önemsiz biri olarak görmeye
başladı. Kendine verdiği önem arttıkça Eckart’a olan ihtiyacı azaldı
ve Eckart’ın öldüğü 1923 yılına dek birbirlerine uzak ve soğuk
durdular. 119
Bununla birlikte Eckart’ın ilk dönemlerde Hitler ve NSDAP için
taşıdığı kıymetten şüphe edilemez. Para babalarıyla olan ilişkileri
sayesinde Eckart, birahane demagogunun Münih "sosyetesi”ne
girmesini sağladı; şehrin varlıklı ve nüfuzlu burjuvalarının
salonlarının kapısını Hitler’e açan oydu. Kendisininin ve ilişkilerinin
sağladığı finansal destekle, parasal açıdan zor durumda olan partiye
yaşamsal bir katkı sağlayabiliyordu. Üyelik aidatları giderleri
karşılamaya yetmediğinden, parti dışarıdan gelecek destekle ayakta
durabiliyordu. Bu destek kısmen Münihli firma ve iş sahiplerinden
geliyordu, bunların arasında yayıncı Lehmann da vardı.
Reichswehr’den gelen yardım da sürüyordu. Mayr’ın dairesi,
Lehmann’ın Haziran 1920’de parti için bastığı, (Almanya için felç
edici bir cezalandırma ve aşağılanma olarak görülmesi yalnızca aşırı
sağa özgü olmayan) iğrenç Versailles Antlaşması’na ver yansın eden
3000 broşürün parasını ödemişti. 120 Fakat Eckart’ın rolü çok
önemliydi. Söz gelimi, Kapp Darbesi sırasında onun ve Hitler’in
Berlin’e gidebilmesi için gereken parayı, Augsburg’da fabrika sahibi
olan kimyager arkadaşı Dr. Gottfried Grandel’den almıştır; bu kişi
aynı zamanda haftalık dergi deutsch'ün çıkmasına da destek
vermekteydi. Grandel daha sonra völkischer satın alınıp, Aralık
1920’de partinin gazetesi haline getirilmesi için gereken paranın da
garantörü olmuştur. 121
Parti yönetimi, yazdan beri, partinin daha geniş propaganda
gereksinimini karşılamak için, iflasın eşiğindeki Beobachter’i satın
almanın yollarını arıyordu. Ama Hitler bu işi için ancak Aralık ayı
ortasında harekete geçti. Harekete geçmesinin sebebi de gazeteye
talip olan rakiplerin ortaya çıkmasıydı. 17 Aralık sabahı saat ikide,
yanında Hermann Esser ve parti başkan yardımcısı Oskar Körner’le
birlikte Drexler’in evinin kapısında belirdi; heyecanlı bir haldeydi ve
Beobachter’in “tehlikede” olduğunu, Bavyera ayrılıkçılarının eline
geçmek üzere olduğunu iddia ediyordu. Drexler’in annesini kaldırıp
kahve yaptırdılar ve mutfak masasının etrafında gereken kararı
aldılar: Drexler sabah ilk iş Eckart’a telefon edecek ve onu,
gazetenin satın alınması için gereken finansal desteği sağlamak
üzere varlıklı kişilerle olan ilişkilerini devreye sokmaya ikna
edecekti. Bu arada Hitler Augsburg’daki Dr. Grandel’i arayıp
bulacaktı. Altı saat sonra Drexler, bu kadar erken kaldırılmış
olmaktan dolayı sıkkın ve sinirli olan Eckart’ı yataktan kaldırdı, ikisi
birlikte General von Epp’i görmek üzere yola koyuldular. Eckart,
Beobachter’in alınmasının elzem olduğuna ikna olmuş ve Epp’in
Reichsvvehr’den sağladığı 60 bin marklık fon için evi ve mülküyle
kefil olmuştu. Başka kaynakların da devreye sokulmasıyla 30 bin
mark daha sağlandı, kalan 113 bin Marklık borcu da, haftada 35
mark kazanan Drexler üstlendi ve aynı gün içinde völkischer
Beobachter’in yasal sahibi oldu. 122 Eckart’ın, Reichsvvehr’ın ve
Drexler’in azımsanmayacak katkılarıyla Hitler’in artık bir gazetesi
olmuştu. Eckart’a tam da gerektiği gibi dalkavukça teşekkürlerini
sundu. 123
VI

1921 yılında artık Hitler, Münih halkının gözünde NSDAP demekti.


Partinin sesi, temsilcisi ve cisimleşmiş haliydi. Partinin başkanının
ismi sorulduğunda siyasetten haberli vatandaşlar dahi yanlış tahmin
yürütebiliyorlardı. Ama Hitler başkanlığı istemiyordu. Drexler pek
çok kere bunu ona teklif etmiş ama Hitler reddetmişti. 124Drexler
1921 ilkbaharında Feder’e şöyle yazmıştı: “Her devrimci hareketin
başında bir diktatör bulunmalıdır; ben şahsen geri plana düşmek
istememekle birlikte, bizim hareketimiz için bu konuma en uygun
kişinin Hitler olduğunu düşünüyorum.”125Fakat Hitler için başkanlık
demek organizasyonel sorumluluk demekti. Organizasyonla ilgili
meselelere ne eğilimi vardı ne de bu konularda bir yeteneği; bu
durum iktidara geldiği ve Alman devletini yönettiği süreçte de
geçerliliğini koruyacaktı. Organizasyonu başkalarına bırakabilirdi;
onun hem yetenekli olduğu hem de yapmak istediği şey propaganda -
kitlelerin harekete geçirmek- idi. Bundan ve sadece bundan sorumlu
olacaktı. Hitler için propaganda siyasi faaliyetin en yüce biçimiydi.
Bunu başta Sosyal Demokratlardan, ayrıca Schutz-und
Trutzbund’daki antisemitistlerden öğrenmişti. Muhtemelen, Gustave
Le Bon’un kitle psikolojisiyle ilgili broşürünün de -söz konusu metni
kendisi okumayıp, başkalarından duymuş olsa bile- bir payı
vardı. 126Fakat her şeyden önemlisi, uygun bir siyasi ortamda, uygun
kriz atmosferinde ve mantıklı bir argümandan çok siyasi bir inanca
iman etmeye hazır bir halkın önünde kendi sözcüklerinin yarattığı
gücü bizzat yaşamış olmasıydı. Hitler’in kavrayışında, propaganda
kitlelerin millileştirilmesinde temel öneme sahipti; ve kitlelerin
millileştirilmesi olmadan bir ulusun kurtulmasının imkanı yoktu.
Propaganda ve ideoloji (Weltanschauung) onun için ayrı şeyler
değildi. Bunlar birbirinden ayrılamazdı ve birbirini desteklerdi,
Hitler için, harekete geçirmeyen bir fikir faydasızdı. Konuşmalarının
coşkuyla karşılanmasının yarattığı özgüven, Almanya’nın
hastalıklarına dair yaptığı teşhiste ve milli kurtuluşu sağlama yolunda
-ve bu yolun alternatifinin olmadığı konusunda— haklı olduğunu
doğrulamıştı. Sonuç olarak bu, kendine olan inancını arttırmış ve
böylece bu inancı yakın çevresindekilere ve birahanelerde
konuşmalarını dinleyenlere aktarmıştı. Milli davanın “borazancısı
olmak Hitler için yüce bir uğraştı. İşte bu nedenle 1921 yılının
ortalarından önce bu rolü oynayabilmek için serbest kalacak ve parti
başkanlığıyla bağlantılı organizasyon işlerine bogulmamayı tercih
edecekti. 127Ocak 1921’de Paris Konferansında Almanya’ya 226
milyar altın mark değerinde savaş tazminatı ödeme cezası verilmesi
bütün Almanya’da öfke ve kızgınlık yaratmış ve bu durum ajitasyonun
tam gaz sürmesi için gereken koşulu sağlamıştı. 128NSDAP 3 Şubat'ta
Circus Krone’deki o güne dek yaptığı en büyük toplantıyı
gerçekleştirdiğinde durum işte buydu. Hitler bu toplantı için risk
almıştı çünkü sadece bir gün duyuru yapılmış, olağan bir ilan
kampanyası yürütülmemişti. Aceleyle devasa bir salon tutulmuş ve
kiralanan iki kamyonla bütün şehir dolaşılarak her yere el ilanları
savrulmuştu. 129Bu da “Marksistler”den alınan ve Naziler tarafından
ilk kez kullanılan bir yöntem idi. Salonun yan yarıya boş kalacağı ve
toplantının bir propaganda fiyaskosuna dönüşeceğine dair son
dakikalara dek süren kaygılara rağmen, Hitler’in Müttefikler’in
savaş tazminatıyla Almanya’ya dayattığı “köleliği” lanetlediği ve
hükümetin bunları kabul etmekle gösterdiği zayıflığı eleştirdiği “Ya
istikbal ya da Yıkıntı” (Zukunft oder Untergang) adlı konuşmasını
dinlemeye 6 binden fazla insan geldi. 130 “Antisemitistlerin herkesçe
tanınan lideri Hitler” üç gün sonra Odeonsplatz’da “vatansever
örgütlenmeler”in üyelerinin katıldığı 20 bin kişilik mitingde üçüncü
konuşmacı olarak kürsüye çıktığında bu kadar parlak bir başarı elde
edemeyecek ve “siyasi parti eğilimleri”yle hiçbir etki
yaratamayacaktı. 131
Hitler, Circus Krone’de elde edilen başarıdan sonra NSDAP’ın
Münih’teki propaganda faaliyetlerini daha da arttırdığını
yazmaktadır. 132Sonuçlar gerçekten de etkileyicidir. Hitler yirmi
sekizi Münih’te, on ikisi başka yerlerde olmak üzere (neredeyse
hepsi Bavyera’dadır), toplam kırk büyük toplantıda konuşmuş, ayrıca
çok sayıda “tartışma”ya katılmış ve yılın geri kalan kısmında yedi kez,
yeni kurulan SA’ya seslenmiştir. 1921 yılı ocak-haziran ayları
arasında völkischer Beobachler için otuz dokuz makale yazmış; Eylül
ayından itibaren, hazır lanan pek çok parti içi broşüre
(Mitteilungsblatter ) katkıda bulunmuştur. 133 Elbette ki bu, kendini
bütünüyle propagandaya adadığı bir dönemdir. Parti liderliğinde yer
alan diğer üyelerin aksine başka bir meşguliyeti ya da ilgilendiği
başka bir konu yoktur.
Siyaset fiili olarak bütün varlığını kaplamaktadır. Konuşma
yapmadığında ya da bu konuşmaları hazırlamadığında, zamanını
okuyarak geçirmektedir. Hayatı boyunca hep olduğu gibi okuduğu
şeyler çoğunlukla gazetelerdir ve bu gazeteler ona, Weimar
politikacılarına saldırması için gereken mühimmatı düzenli olarak
sağlamaktadır, lsar’ın yakınlarında Thierschstrasse 41 adresindeki,
eski püskü birkaç eşyayla döşenmiş odasının raflarında tarihi,
coğrafyayı, Alman mitlerini ve özellikle (Clausewitz de dahil olmak
üzere) savaşı konu alan -çoğu popüler nitelikte- kitapları da vardır. 134
Ama ne okuduğunu tam olarak bilmemize imkan yok. Görünüşe göre,
yaşam tarzı ona sistemli bir okuma için gereken zamanı
vermemektedir. Bununla birlikte, kahramanı Büyük Frederick
üzerine ve völkisch kamptaki rakibi Otto Dickel’in Die Auferstehung
des Abendlandes (Batı Dünyası’nın Yeniden Dirilişi) adlı 320 sayfalık
incelemesini okuduğunu ileri sürmektedir; bu kitap mistik bir
zeminde Spengler’in karamsarlığını ters çevirmeye çalışıyordu ve
bunu yapmadaki amacı, 1921’de ortaya çıkar çıkmaz bu fikri şiddetle
eleştirmekti. 135
Bunların dışında, Viyana günlerinden beri yaptığı üzere zamanının
çoğunu Münih kafelerinde tembellik ederek geçiriyordu. Fotoğrafçısı
Heinrich Hoffmann’a göre en çok Galerienstrasse’deki Café Heck’i
seviyordu. Genel olarak Münih’in muhkem orta sınıfına mensup
kişilerin müdavimi olduğu bu kafenin uzun ve dar salonunun sessiz bir
köşesindeki masasında, sırtını duvara vererek, NSDAP’a kazandığı
yeni kafadarlardan oluşan maiyetiyle birlikte oturuyordu. 136 Bunların
arasından genç öğrenci Rudolf Hess, (1919’dan beri Eckart’ın
dergisinde çalışan) Baltık Almanları’ndan Alfred Rosenberg ve
(zengin Rus göçmenleriyle mükemmel ilişkilere sahip bir mühendis
olan) Max Envin von Scheubner-Richter Hitler’in yakın ilişki
çevresine girecek insanlardı. 137Hitler’in Yabancı Basın Danışmanı,
kültürlü bir yarı-Amerikalı olan Putzi Hanfstaeng’in Hitler’in adını ilk
kez 1922 yılının sonlarında, yani Hitler’in Viktualienmarkt’ın
kıyısındaki eski tarz Café Neumaier’de her pazartesi akşamı bir
masa ayırttığı bu dönemde duyduğuna şüphe yoktur. 138Hitler’in
düzenli olarak birlikle olduğu grup bir yamalı bohçayı andırıyordu;
çoğunlukla altorta sınıfa mensup bu kişiler arasında oldukça bayağı
karakterler de vardı. Aynen Hitler gibi sürekli bir köpek kırbacı
taşıyan ve bir komünist gördüğünde hemen üzerine atlayıp, hırgür
çıkarmaktan zevk alan eski at tüccarı Christian Weber bunlardan
biriydi. Mükemmel bir ajitatör ve iyi bir boyalı basın gazetecisi olan,
Mayr’ın eski basın sözcüsü Hermann Esser’i de sayabiliriz. Başka bir
külhanbeyi ise, önceleri Hitler’in uşağıyken sonradan Nazi basın
imparatorluğunun efendisi olacak Max Amman idi, Hitler’in kişisel
koruması Ulrich Graf, partinin “filozofları” Gottfried Feder ve
Dietrich Eckart gibi, Amman da sık sık grupta boy gösterirdi. Yan
yana dizilmiş masa ve sıralarında genelde yaşlı çiftlerin oturduğu bu
ince uzun salonda, Hitler ve maiyeti, yanlarında getirdikleri
yiyecekleri atıştırıp, litrelerce bira, fincanlarca kahve içerken bir
yandan da siyaset tartışırdı; siyaset tartışılmadığı zamanlarda ise
Hitler’in sanal ve mimari üzerine monologları dinlenirdi. 139Akşamın
sonunda Weber, Amann, Graff ve (Ehrhardt-Brigade’de ve Kapp
Darbesi’nde yer almış olan) Teğmen Klintzsch birer koruma gibi
davranarak, -“ona bir konspiratör havası veren” uzun siyah bir palto
ve fötr şapka giymiş olan-Hitler’e Thierschstrasse’deki evine dek
eşlik ederlerdi. 140
Hitler hakim konumdaki parti politikacılarına pek benzemiyordu.
Bavyera yönetiminin genel olarak onu hor görmesinde şaşırtıcı bir
yön yoktur. Öte yandan onu görmezden gelmelerine de imkan yoktu.
O dönemki Bavyera hükümetinin başında bulunan ve 16 Mart
1920’de Kapp Darbesi’nden sonra bu göreve gelmiş olup, Bavyera’yı
gerçek milli değerleri temsil eden bir “düzen hücresi”ne çevirmek
amacındaki eski kafalı monarşist Başbakan Gustav Ritter von Kahr’a
göre Hitler bir propagandistten başka bir şey değildi. O dönem
itibariyle bu değerlendirme çok da yersiz değildir. Ama Kahr, Reich
Şansölyesi Wirth’in “icraat politikasının protesto edilmesi için “milli
güçlerin” Bavyera’da bir araya toplanmasını istiyordu. Bu amaç için
Hitler’i kullanabileceğine ve bu “fevri Avusturyalı’yı” kontrol
edebileceğine kesin gözüyle bakıyordu. 141 14 Kasım 1921’de, politik
meseleleri tartışmak üzere Hitler başkanlığında bir NSDAP heyetini
huzuruna davet etti. Bu, yeni Weimar demokrasisini yıkma gibi ortak
bir hedefe sahip olan ve bu hedef doğrultusunda Kasım 1923’teki
başarısız darbe girişiminde alelacele de olsa biraraya gelen bu iki
adamın ilk karşılaşmasıydı. İnişli çıkışlı bu ortaklık, 1934
Haziran’ının sonundaki “Uzun Kılıçlar Gecesi”nde Kahr’ın
öldürülmesine dek sürdü. Kahr’ın Hitler’e karşı duyduğu horgörü ne
olursa olsun, Mayıs 1921’deki görüşme daveti onu Bavyera
siyasetinin bir unsuru olarak kabul etliğini gösteriyordu ve bu durum
gerek Hitler’in gerek hareketinin ciddiye alındığının kanıtıydı.
O dönemde Münih’te Profesör Karl Haushofer’den jeopolitik
dersleri almakta olan, Hitler’e çoktan meftun olmuş, içe dönük ve
idealist karakterdeki Rudolf Hess de heyetteydi. Üç gün sonra,
Hitler’in talebi olmaksızın, kendi isteğiyle Kahr’a uzun bir mektup
yazacak, Hitler’in o güne kadarki yaşamını anlatıp, siyasi hedeflerini,
ideallerini ve yeteneklerini övecektir. Hitler “son derece saygın
biridir, samimi bir karaktere sahiptir, iyi kalplidir ve dini bütün bir
Katolik’tir,” diye yazmakta ve Hitler’in tek amacının “ülkesinin
refahı” olduğunu belirtmektedir. Hess, Hitler’in bu davaya kendini
adamışlığını övmekte, hareketten tek bir kuruş bile almadığını,
geçimini ara sıra başka yerlerde yaptığı konuşmalardan sağladığını
belirtmektedir. 142
Bu ibareler, Hitler’in bir önceki Eylül’de Völkischer Beobachter'de
bizzat yayımladığı resmi çizgiyi yansıtmaktaydı. Samimi olmaktan
uzaktılar. Hitler’in NSDAP dışındaki milliyetçi toplantılarda yaptığı
konuşmaların sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. 143Sırf bu
toplantılardan aldığı parayla yaşayabilmesine imkan yoktu. Hitler’in
yaşam tarzı ve geliriyle ilgili söylentiler sola bolca malzeme
sağlamıştır. völkisch sağ içinde bile, Münih’te özel şoförün kullandığı
büyük bir arabayla dolaştığı söylentileri vardı. Parti içindeki
düşmanları, “Münih kralı”nın kadınlarla -hatta sigara içen kadınlarla-
düşüp kalktığı pahalı yaşam tarzına harcadığı zamana ve şahsi
finansal yolsuzluklarına dair sorular ortaya atmışlardı. 144Aslında
Hitler kendi finansal meseleleri konusunda oldukça hassastı. Aralık
1921’de Münchener Post’a kendisine iftira attığı gerekçesiyle açtığı
bir davada, Münih’te yaptığı altmış beş konuşma için partiden ücret
istemediğini tekrarlamış,145ama parti üyelerinin “mütevazı bir
şekilde” onu desteklediğini ve “ara sıra” kendisine yemek
ısmarladıklarını kabul etmişti. 146Ona bakan kişilerden biri -ilk
“Hitler-Mutti”- Frau Hermine Hofmann’dı. Bir okul müdürünün dul
karısı olan bu yaşlı kadın Hitler’i pastalara, böreklere boğmuş ve
Münih’in dış mahallelerinden biri olan Solln’daki evini bir süreliğine
partinin gayri-resmi yönetim merkezine çevirmişti. 147Reichsbahn
görevlisi Theodor Lauböck -NSDAP’ın Rosenheim şubesinin kurucusu
olan bu İçişi sonradan Münih şubesine transfer olacaktı- ve karısı,
Hitler’in sağlığı ve rahatıyla ilgileniyor; partinin önemli misafirlerini
ağırlayabiliyorlardı. 148Aslına bakarsak Hitler’in Thierschstrasse’de
kiraladığı odanın sefil durumu ve giysilerinin eski püskülügü, partinin
o tarihte bile varlıklı destekçileri olduğu iddiasına ters düşmektedir.
Münih sosyetesinden yeni, varlıklı hamiler edinilebilmesi, 1922-1923
yıllarında partinin büyümesi ve Hitler’in şahsi ününün artmasıyla
mümkün olacaktır.
VII

Yine de parti sürekli para sıkıntısı içindeydi. 1921 Haziran’ında,


batmak üzere olan völkischer Beobachter’e destek bulmak amacıyla
Hitler’in (çeşitli bağlantılara sahip Dietrich Eckart’la birlikte)
Berlin’de finansal kaynak bulma işini üstlenmesi, Hitler’in parti
liderliğini devralmasıyla sonuçlanan bir krize yol açacaktı. 149
Arka plandaki neden ise NSDAP’la DSP’yi birleştirmeye yönelik
hareketlerdi. Parti programlarından yola çıkarsak, üsluptaki bazı
farklılıklara rağmen iki partinin ayrılıktan çok ortaklığı vardı.
DSP’nin Kuzey Almanya’da bir takipçisi vardı; hâlâ küçük bir yerel
parti olan Nazi Partisi’ydi bu. Buna bağlı olarak güçlerin
birleştirilmesine yönelik bir meselenin varlığı kesindir. Olası bir
birleşmeye dair konuşmalar önceki Ağustos’da Salzburg’da
düzenlenen ve Almanya’dan, Avusturya’dan, Çekoslovakya ve
Polonya’dan nasyonal sosyalist partilerin katıldığı bir toplantıda
başlamıştı. 150 Bu tarihten Nisan 192l’e dek DSP liderleri bir dizi
öneri getirmişti. Mart’ın sonunda Thuringia Zeitz’daki bir toplantıda,
-muhtemelen Hitler’in itirazlarına rağmen NSDAP tarafından temsilci
olarak görevlendirilmiş olan- Drexler taslak niteliğindeki birleşme
önerilerini ve parti genel merkezinin Berlin’e taşınmasını kabul
etti. 151 Hitler, Drexler’in bu kabulüne öfkeyle yanıt verdi, onu
partiden istifa etmekle tehdit etti ve “inanılmaz bir kızgınlık
içindeyken” Zeitz’de varılan anlaşmayı tersine çevirmeyi başardı. 152
En sonunda, Nisan’ın ortasında Münih’te yapılan, -büyük bir hıncın ve
Hitler’in giderek artan öfkesinin egemen olduğu- toplantıda DSP
müzakereleri başarısızlıkla sonuçlandı. Hiç şüphesiz ki DSP,
NSDAP’ın engelleme politikasından, başarılarından başı dönmüş,
“kendini önemli biri sanan, fanatik” Hitler’i sorumlu tutuyordu. Belli
bir politik programın uygulanmasıyla ilgili kanaatleri küçümseyen,
ajitasyondan ve kitlelerin harekete geçirilmesinden başka bir şeyle
ilgilenmeyen Hitler, başından itibaren birleşme fikrine hep uzak
durmuştu: Hitler açısından programdaki benzerliklerin bir önemi
yoktu. DSP’nin aceleyle, sağlam bir temel olmaksızın çok sayıda şube
açmasına -böylece parti “her yerdeymiş gibi görünüyordu ama
aslında hiçbir yerde yoktu”- ve parlamenter taktikleri kullanmaya
hazır olmasına itiraz ediyordu. 153 Ama gerçek sebep başkaydı.
Herhangi bir birleşme Hitler’in, küçük olmakla birlikte yakın ve sıkı
bir örgütlenmeye sahip NSDAP’ta sahip olduğu üstünlüğü tehdit
edecekti. Egemenliğini kaybetmekten böylesine korkması, belki de,
Hitler’in politik olduğu kadar kişisel güvensizliğinin de bir işaretidir.
Parti içinde üç ay sonra patlayacak olan krizlerin gösterdiği önemli
bir nokta, birleşmeyi engelleyebilmiş olmasına rağmen Hitler’in
kendi hareketi içinde ciddi bir muhalefetle karşılaşmış olmasıdır.
Muhalefet eden kişiler, sürekli bir ajitasyon yağmurundan başka
dayanağı olmayan bir stratejinin başarılı olacağına ikna olmamış
üyelerdi. Sık sık iddia edildiği üzere durum basitçe, eski parti
yönetiminin Hitler kliğine karşı olması ve bu kliğin egemenliğine
saldırmasından ibaret değildi. Siyasi stratejiyle ilgili önemli görüş
fark Iılıkları mevcuttu. Komitenin dört veya beş üyesinin Hitler’in
yaklaşımı konusunda şüpheleri vardı ve bu kişiler daha
gelenekselvölkisch metodlardan yanaydılar. Gottfried Feder,
Drexler’e, Hitler’in kaba propaganda tarzıyla ilgili şikayetlerde
bulunuyor ve başkanın ona gösterdiği uzlaştıncı tavrı eleştiriyordu.
Ama Drexler bu eleştirilere hem Hitler’i hem yaklaşımını savunarak
karşılık veriyordu. 154 Bunda kişisel faktörlerin de rolü vardı. Hitler,
partinin sahip olduğu tek yıldızın kendisi olduğunu biliyordu ve bu
durumun sağladığı gücü kullanmakta hiç tereddüt etmiyordu. Fakat
Temmuz krizlerinin gösterdiği üzere, parti komitesinde onun bu özel
konumuna; ve bu konumu, partinin geleceğiyle ilgili onaylamadığı
bütün önerileri veto etmek için kullanmasına içerleyenler vardı.
Hitler’in faaliyetleri, genelde değerlendirildiği üzere, parti
liderliğini ele geçirmek için hazırlanmış bir planın parçaları değildir.
Daha önce de bahsettiğimiz gibi Hitler aylar öncesinde, bu küçük
“faaliyet komitesinin” üyesi olması teklifinin yanı sıra başkanlık
önerisini bile geri çevirmiştir. 1921 ilkbaharında koşullar buna
elverişli olmasına rağmen, parti liderliğini devralmak için hiçbir
girişimde bulunmamıştır. Konumunu güvence altına almak için
rasyonel, hesaplanmış bir strateji uygulamak yerine hayli duygusal,
assolistvari bir tepki vermiştir. Fakat o kopan bu yaygaranın
arkasındaki tereddütün, şüphenin ve tutarsızlığın izlerini görmüştür.
Şahsına yönelik eleştirilere aşırı hassasiyeti, rasyonal bir argüman
çerçevesinde tanışamayıp bunun yerine aniden parlayıp aşırı
derecede tepki vermesi, kurumsal bağlanmalara karşı duyduğu
nefret; dengesiz bir kişiliğe işaret eden işte bu özellikler yaşamının
sonuna dek tekrar tekrar ortaya çıkacaktır. Bu özellikleri
çerçevesinde bakarsak o dönemde, olayların gelişmesini istediği yöne
çekmek için net ve kararlı adımlar atmaktan çok -ki bu, liderliği
almasını sağlayacak organize bir hareket tarzı içinde olması
demektir- kontrolü dışındaki gelişmelere reaksiyon verdiğini
görürüz. 155 Temmuz krizlerindeki durum da aynen böyledir.
DSP’yle birleşme olayı o an için savuşturulduysa da, Hitler’e göre,
Münih dışında Berlin’de olduğu sırada daha büyük bir tehlike onaya
çıkmıştı. Mart 1921’de Augsburg’da Deutsche Werkgemeinschaft
isimli völkisch bir organizasyon kurmuş olan Dr. Otto Dickel, Die
Aujerstehung des Abendlandes(Batı Dünyasının Yeniden Dirilişi)
adındaki kitabıy la völkisch çevrede bir heyecan dalgası yaratmıştı.
Dickel’in mistik völkisch felsefesi Hitler’in tarzına uygun değildi;
Hitler’in kitabı küçümsemesinde ve kızgın bir şekilde reddetmesinde
şaşırtıcı bir yön yoktu. 156 Öte yandan Dickel’in bazı fikirleri -milli
canlanma sayesinde sınıfsız bir toplum kurmak, “faiz boyunduruğuna
karşı mücadele ederek “Yahudi egemenliği”yle savaşmak- hem
NSDAP’ın hem de DSP’nin savunduğu fikirlerle inkar edilemez bir
benzerlik taşıyordu. Dickel de en az Hitler kadar misyoner inancına
sahipti, ayrıca toplantılarda aranan, dinamik bir konuşmacıydı.
Dickel,Völhischer Beobachter' de de bol bol övülen kitabın
yayımlanmasının hemen ardından Münih’e davet edilmiş ve -o anda
Berlin’de bulunan- Hitler’in olağan mekanlarından Holbrâuhaus
Festsaal’unda kalabalık bir dinleyici kitlesi önünde büyük bir başarı
kazanmıştı. Dickel için başka konuşmalar da ayarlanmıştı. NSDAP
yönetimi “popüler bir üsluba sahip seçkin bir konuşmacı”
(volkstûmlichen and ausgezeichneten Redner)daha bulmuş
olmaktan memnundu. 157
Bu arada Hitler hâlâ Berlin’deydi. Birleşme meselesini konuşmak
için bir DSP temsilcisiyle 1 Temmuz’da yapacağı toplantıya
katılamamıştı ve ancak 10 gün sonra Bavyera’ya dönebilecekti. Öte
yandan, NSDAP liderlerinden bir heyetin Dickel'le ve Deutsche
Werkgemeinschaft’ın Augsburg ve Nuremberg şubeleri
temsilcileriyle toplanıp konuşacağına dair kaygı verici haberleri
aldığına şüphe yoktur. NSDAP delegelerinden önce oraya vardı, öfke
içindeydi; Augsburg ve Nuremberg temsilcilerini tehdit etti: birleşme
falan olmayacaktı. Ama arkadaşları çıkageldiğinde, kontrolsüz
hiddeti yerini asık suratlı bir suskunluğa bıraktı. Dickel’in, farklı
grupların bir araya gelerek gevşek bir konfederasyon
oluşturulmasıyla ilgili önerilerini ve NSDAP’ın programının
iyileştirilmesine yönelik tavsiyelerini sunduğu üç saatlik konuşma
boyunca Hitler sık sık patladı ve sonunda daha fazla dayanamayıp
öfke içinde toplantıyı terk etti. 158
Eğer Hitler, bu öfke nöbetlerinin arkadaşlarını müzakereleri
kesmeye ikna edeceğini düşündüyse yanılmıştı. Diğer NSDAP’lılar
onun davranışından dolayı utanmış ve Dickel’in sunduğu şeyden
etkilenmişlerdi. Dietrich Eckart bile Hitler’in davranışını
münasebetsiz bulmuştu. Parti programının geliştirilmesi gerektiği ve
“basit bir adam” olarak Hitler’in bunu yapmaya uygun olmadığı kabul
edilmişti. Dickel’in önerilerini Münih’e götürüp parti komitesinin
tümüne sunmaya karar verdiler. 159
Hitler 11 Temmuz’da kızgınlık ve nefret içinde partiden istifa etti.
Üç gün sonra komiteye yazdığı bir mektupta, davranışının sebebi
olarak Augsburg’daki temsilcilerin partinin tüzüğünü çiğnemiş ve
partinin yönetimini, fikirleri NSDAP’ınkilerle uyuşmayan birinin
ellerine vererek üyelerin isteğine aykırı hareket etmiş olmalarını
gösteriyordu. “Artık böyle bir hareketin mensubu olamam ve zaten
olmayacağım da," diye beyan ediyordu. 160Hitler Aralık 1920’de parti
komitesinden “sonsuza” dek istifa etmişti. 161Daha önce bahsettiğimiz
gibi, 1921 Mart’ının sonlarındaki Zeitz konferansında istifa tehditini
gene ortaya atmıştı. Assolistlere yakışır bir yapmacıklık Hitler’in
karakterinin önemli bir parçasıydı ve hep de böyle kalacaktı. Senaryo
daima aynı idi: Bir ara nokta bulmanın, uzlaşmanın imkansız olduğu
‘ya hep ya hiç türünde argümanlar öne sürüyordu. Daima azami bir
noktadan başlıyor ve hiç ödün vermeksizin elinden geleni yapıyordu.
Dediğini kabul ettiremezse öfke nöbetleriyle ortamı geriyor ve
ayrılma tehditi savuruyordu, iktidara geldiği yıllarda, bu öfke
patlamalarını bilinçli bir şekilde ayarlayıp, gözdağı verme taktiği
olarak kullandığı olacaktı. Fakat öfke nöbetleri genellikle gücün
değil, bir hayal kırıklığının, hatta umutsuzluğun işaretiydi. Aynı şey,
gelecekteki pek çok kriz için de geçerlidir. istifası, partideki yıldız
konumunu kullanarak komiteye şantaj yapmak ve kararını kabul
ettirmek için dikkatle planlanmış bir manevra değildi. Düşüncelerinin
kabul edilmemesinin yarattığı ölke ve hayal kırıklığının ifadesiydi.
İstifa tehditini Zeitz konferansından sonra da savunnuştu. Elindeki
yegane kozu şimdi yine kullanarak tehlikeye atıyordu. Yenilgi,
partinin Dickel’in planladığı “Batı Federasyonuna (Abendlândischer
Bund) katılması anlamına geliyordu ve bu durumda Hitler’e tek bir
seçenek kalıyordu -ki görünüşe göre bu seçenek üzerinde
düşünmüştü: Yeni bir parti kurup, baştan başlamak. 162Bir ajitatör
olarak sağladığı fayda ne olursa olsun, böyle ayrıksı ve sürekli sorun
çıkaran birinden kurtulmaktan memnun olacak kişiler de elbette
vardı. Dickel’in organizasyonuyla birleşerek partinin genişlemesinin
sundukları karşısında, böyle küçük bir bedelin ne önemi olabilirdi.
Fakat yegane yıldızını kaybetmek NSDAP için büyük hatta ölümcül
bir darbe olacaktı. Hitler’in ayrılışı partiyi böldü. Sonuç olarak bu
önemli ve belirleyici bir karardı. Dietrich Eckart’tan arabuluculuk
yapması istendi; ve 13 Temmuz’da Drexler, Hitler’in tekrar partiye
katılmayı kabul edebileceği koşullar için bir görüşme başlattı. Bu,
parti yönetiminin tanıdığı bir ayrıcalıktı. Hitlerin öne sürdüğü
koşullar parti içinde kopan son kargaşadan doğmuştu ve -olağanüstü
bir üye toplantısı yapılarak kabul edilen- temel talepleri şunlardı:
“diktatörce yetkilere sahip bir başkanlık konumu"; parti merkezinin
hep Münih’te kalması; parti programının ihlal edilemez olması; ve
bütün birleşme girişimlerine son verilmesi. 163Bütün bu talepler,
gelecekteki herhangi bir fikir ayrılığı durumunda Bitlerin partideki
konumunu güvence altına almaya yönelikti. Bir gün sonra parti
komitesi, “engin bilgisi”ni, harekete olan hizmetlerini ve “bir hatip
olarak olağanüstü yeteneklerini" kabul ederek ona “diktatörce
güçler" vermeye hazır olduğunu açıkladı. Geçmişte Drexler’in
teklifini geri çevirmiş olan Hitler, parti başkanlığını bu sefer seve
seve kabul etti ve 26 Temmuz’da, 3680 numaralı üye olarak partiye
tekrar katıldı. 164
Ama çekişme henüz sona ermemişti. Hitler ve Drexler 26
Temmuz’daki genel üye toplantısında birlik içinde olduklarını parti
kitlesine sergilerken165parti yönetimindeki Hitler karşıtları, baş
yardımcısı Hermann Esser’i partiden attırmış, Hitler’in aleyhinde
afişler hazırlamış ve onun, partiye zarar verme amacındaki fesat
güçlerin ajanı olduğunu en berbat sözcüklerle ifade eden 3000 adet
isimsiz bildiri bastırmışlardı. 166Fakat artık ipler, 20 Temmuz’da
Circus Krone’deki son toplantıda bir hatip olarak yerinin ne kadar
doldurulamaz olduğunu bir kez daha göstermiş olan Hitler’in
ellerindeydi. 167Tereddüte yer yoktu, bu Hitler’in zaferiydi. 29
Temmuz’da Hofbrâuhaus Festsaal’unda yapılan olağanüstü üye
toplantısındaki 554 aidatlı üyenin ortalığı inleten alkışları altında
Hitler kendini ve Esser’i müdafaa etti ve muhaliflerini yere serdi.
Parti yönetimine gelmek için hiç çaba harcamamış ve parti
başkanlığını defalarca geri çevirmiş olmakla övündü. Ama bu defa
kabul etmeye hazırdı. Hitlerin alelacele tasarlamak zorunda kaldığı
yeni parti tüzüğü, (yalnızca üye toplantılarında konu edilecek) parti
faaliyetlerine dair tüm sorumluluğun Birinci Başkan’a ait olduğunu üç
ayrı yerde onaylıyordu. Parti üzerinde Hitler’e tanınan bu yeni
diktatörce yetkilere karşı çıkan tek bir oy vardı. Başkanlığı oy
birliğiyle kabul edildi. 168
Völkischer Beobachter’de belirtildiği üzere, çoğunluk kararı alma
çabasıyla partinin enerjisinin boşa harcanmasının önüne geçilebilmek
için parti tüzüğünde reform yapmak şarttı. 169NSDAP’ın yeni tür bir
partiye, bir “Führer partisi” haline dönüşmesinin ilk adımıydı bu.
Hareket bu noktaya dikkatli bir planlamayla değil, Hitler’in kontrolü
dışında gelişen olaylara verdiği tepkiyle gelmişti. Bu olayların
ardından Rudolf Hess’in völkischer Beobachter’e yazdığı ve Hitler
muhaliflerine saldıran yazısı, ileride yaratılacak Hitler kahramanlık
mitinin nüvelerini taşımakla ve aynı zamanda bu mitin başlangıçta
dayandığı temeli açığa vurmaktadır. Şöyle yazmaktadır Hess: “Siz
kör müsünüz ki, bu adamın mücadeleyi tek başına yürütebilecek
gerçek bir lider kişiliğine sahip olduğunu göremiyorsunuz? Sanıyor
musunuz ki kitleler onsuz Circus Krone’ye yığılır?”170
VI
"BORAZANCI"

“İnsanları toparlayan biriyim ben, bir borazancı; başka bir şey


değil.”

Hitler’den Athur Moeller van den Bruck’a, 1922.

“Bizim işimiz, diktatör geldiğinde ona hazır bir halk


sunmaktır.”

Hitler, 4 Mayıs 1923’te yaptığı bir konuşmadan.

“O dönemde bir borazancı olmak istememin nedeni


mütevazılık değildi. En yüce konum buydu. Gerisi önemsizdi.”

Hitler, mahkemedeki ifadesinden, 27 Mart 1924


Hitler Temmuz 1921’de partinin liderliğini üstlendiğinde hâlâ bir
birahane ajitatöründen başka bir şey değildi. Belli bir çevrede
tanınıyordu ama onun dışında adının duyulduğu pek söylenemezdi.
Parti liderliğini üstlenmesini, yapısal özelliği nedeniyle bölünmüş
durumdaki völkisch hareket içinde ortaya çıkan iç çatışmalar ve ağız
dalaşları izledi. Gürültünün büyük bir kısmını elbette ki NSDAP
çıkarıyor ve Münih’in siyasi ortamında mevcudiyetini hissettiriyordu.
Bavyera’daki olağanüstü koşullar -“düzen hücresi” olduğu iddia
edilen durum- olmasaydı; öte yandan politik istikrarsızlık, ekonomik
krizler ve sosyal kutuplaşma ulus genelinde ortamı belirlemeseydi, bu
durum yine de bu kadar önem taşımayacaktı. Fakat öyle olmadı:
völkisch partiler, -en büyük eyalet olan- Prusya da dahil olmak üzere
çoğu Alman eyaletinde egemenlik mücadelesi verirken, NSDAP 1923
yılıyla birlikte, Bavyera’da Weimar demokrasisine karşı yükselen milli
muhalefetin önemli bir aktörü olabildi; ve ancak yöresel üne sahip bir
birahane ajitatörü olan bu kişi, 1921-1923 yılları arasında bir parti
liderine ve milliyetçi sağın “borazancısına dönüşebildi. Kasım 1923’te
gerçekleşen ve devleti cebren ele geçirmeyi amaçlayan başarısız
girişimde -ünlü “Birahane Darbesi”- Hitler’in rolü buydu. Onun
kendine dair imajında kritik bir dönüşümün gerçekleşmesi, ancak bu
dramatik olayların ve bu olayların sonuçlarının yarattığı ortamda
mümkündü.
Hitler 1920’lerin başlarında, kitleleri “milli harekete” yönlendiren
bir “borazancı” olmaktan memnundu. O dönemde kendini, Mein
Kampf'ta tanımladığı gibi, Almanya’nın beklemekte olduğu müstakbel
lider, büyüklüğü ulus tarafından fark edildiğinde ortaya çıkacak siyasi
bir mesih olarak görmüyordu. Daha çok, gününün gelmesi yıllar
alabilecek olan büyük liderin yollarını döşemekteydi. “İnsanları
toparlayan biriyim ben, bir borazancı; başka bir şey değil,” diye
yazmaktadır 1922 yılında Arthur Moeller van den Bruck’a gönderdiği
mektupta. 1 Rivayete göre, birkaç ay öncesinde Mayıs 1921’de Pan-
Germenler’in gazetesi Deutsch Zeiümg’un baş editörüyle yaptığı bir
röportajda, “kaosa batmakta olan anavatanı kurtaracak bir lider, bir
devlet adamı” değil, “kitlelerin nasıl toparlanacağını (sammeln) bilen
bir ajitatör” olduğunu belirtmiş, güya sözüne şöyle devam etmişti:
“Yeni yapının planını ve dizaynını kafasında açıkça oluşturmuş;
soğukkanlı bir güven ve yaratıcılıkla taşları üst üste koyabilecek bir
mimar” da değildi, “arkasında, komut alabileceği daha büyük bili
olmalıydı.”2
Bir “borazancı” olmak o dönemde Hitler için her şey demekti.
Büyük bir sanatçı, büyük bir mimar olma düşlerinin yerine koyduğu
“uğraş” buydu. Bu onun esas işi ve fiiliyattaki yegane meşgalesiydi.
Sebep sadece, tek gerçek yeteneğini bu alanda bütünüyle ortaya
koyma fırsatına sahip olması değildi. Aynı zamanda kendi gözünde,
oynayabileceği en büyük ve en önemli rol de buydu. Hitler açısından
siyaset propaganda demekti ve özünde hep böyle kalacaktı: onun için
siyaset “akla uygun ve mümkün olanın sanatı” değil, körcesine
izlenecek bir dava için kitlelerin sürekli dürtülüp, harekete
geçirilmesiydi.
I

Hitler Bavyera’daki milliyetçi sağ içinde bölgesel de olsa bir üne


sahip oluşunu, Münih’teki mitinglerde kitlelere hitap eden bir
konuşmacı olarak benzersiz yeteneğine borçlu değildi yalnızca.
Önceden olduğu gibi sahip olduğu esas nitelik tabii ki buydu. Fakat
bununla bağlantılı olarak çok önemli bir unsur daha vardı: Partinin ilk
oluşum evresindekinin tersine o artık hareketin başıydı ve partinin
temel paramiliter kuvvetini oluşturmaya, Bavyera’nın paramiliter
siyasetinin yıkıcı ve büyük girdabına katılmaya girişmişti.
İki savaş arasındaki dönemde, yüksek seviyede bir siyasi şiddetin
kabulü Alman politik kültürüne damgasını vurmuş önemli bir
niteliktir. Yaşanan savaş ve arkasından gelen -neredeyse- iç savaş,
devrimin yarattığı kargaşa ve ayaklanmayla birlikte toplumun
gaddarlaşmasına yol açmış; bu da, paradoksal biçimde, asayişin ve
normalliğin geri dönüşüne hizmet ettiği düşünülen şiddete yönelik bir
hoşgörü zemini oluşturmuştu. Bu zihniyet yalnızca Nasyonal
Sosyalizm’in yükselişine hizmet etmekle kalmamış, aynı zamanda
Üçüncü Reich boyunca her yerde yaygın olan şiddete karşı ahlaki bir
kayıtsızlığın gelişmesine de katkıda bulunmuştu. 3 Bu aşırı siyasi
şiddet büyük oranda, savaştan sonra Almanya’da pıtrak gibi bitmiş
olan ve devlet otoriteleri tarafından doğrudan desteklenip,
görevlendirilen karşı-devrimci özel ordulardan -Freikorps, Gönüllü
Birlikleri, Yurttaş Savunma Güçleri- kaynaklanıyordu. Gustav Noske,
Ocak 1919’da Spartakist Ayaklanması'nın kanlı bir şekilde
bastırılmasında, devletdışı güçleri devlet hizmetinde kullanmaya
başlamıştı. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, bu olaydan dört ay sonra
Münih’teki Ratcrepublik’in ezilmesi harekatına Freikorps bizzat
katılmıştı. Paramiliter organizasyonlar siyasi skalarım her alanında
anmıştı ama en çok karşı-devrimci sağ içinde göze çarpıyorlardı.
Hepsinin ötesinde, Bavyera’nın devrim sonrasındaki tuhaf koşulları,
Bavyera otoritelerinin bu tip örgütlenmelere gösterdiği hoşgörü ve
aktif destekle biraraya gelerek özel silahlı birliklerin gelişmesi için
çok uygun bir ortam sunuyordu.
Râterepublik’in dağıtılmasından hemen sonra Bavyera’da kumları,
400 bin milise ve 2,5 milyon silaha sahip Yurttaş Savunma Gücü
(Einwohnerwehr), soldan geldiği varsayılan sürekli bir Lehditten
korunmayı kafasına takmış bir zihniyetin ürünüydü ve 1919
baharında ortaya konan karşı-devrimci şiddetin kazandığı popülarite
uyarınca, bu tehlikeden korunmak için her türden önlemi almaya
hazırdı. 4 Einwohnerwehr ve onun yanı sıra ortaya çıkan benzer
başka bir dizi örgütlenme- “beyaz-mavi” Bavyera gelenekçiliğini
temsil ediyordu ve isminin de öngördüğü gibi esas olarak savunma
amaçlıydı. Ama daha fesatça niyetlerle kurulmuş paramiliter
örgütlenmeler. 1920’de Kapp Darbesi başarısızlığından sonra “düzen
hücresi” halini almış olan Bavyera’da kendilerine makbul bir sığınak
bulmuşlardı. Başbakan Gustav Ritter von Kahr’ın anti-sosyalist,
karşı-devrimci rejimi, Bavyera’yı bütün bir Almanya’daki aşırı
sağcılar için bir cennete çevirmişti; bunların arasında, ülkenin çeşitli
yerlerinde haklarında tutuklama emri çıkarılmış olanlar da vardı. Söz
gelimi, Freikorps’un sosyalistlere karşı uyguladığı örgütlü şiddetin
eski neferlerinden, Râterepublik’in bastırılmasında yer almış Kapp
Darbesi liderlerinden Yüzbaşı Hermann Ehrhardt, Münih’teki
korumalı bu yeni ortamda, Organizasyon Konseyi üyeliğini, bütün bir
Alman Reich’ındaki grupları bir araya getirecek bir ağ oluşturmak ve
güç durumdaki yeni demokrasinin ilk yıllarını lekeleyen pek çok siyasi
cinayeti hayata geçirmek için kullanabilmişti -1919 ila 1922 yılları
arasında sağın işlemiş olduğu 354 cinayet vardı. 5 Kahr’ın, merkezi
Reich hükümetine Bavyera cephesinden net bir şekilde muhalif olan
çizgisi, savaş sırasında şiddetli bir şekilde desteklenmiş olan
geleneksel Berlin düşmanlığının yanı sıra Reich anayasası içinde
Bavyera’nın güçlerinin azalmasına yönelik kızgınlığı da de beslemişti.
Ve bu çizgi, “beyaz-mavi” özerklik yanlısı hissiyatla “siyah-beyaz-
kırmızı” milli antagonizmin “kızıl” Berlin’e karşı birleşmesinde etkili
olmuştu. İlahiyatçı Ernst Troeltsch Eylül 1921’de şu yorumu
yapıyordu:

Reich siyaseti sosyalizmin etkisine güçlü bir şekilde karşı


koyduğundan ve zaten koyması da gerektiğinden, bu durum
kendini Berlin’e ve Yahudiler’e karşı hissedilen düşmanlıkla
göstermeye devam etmekte ve böylece özerklik yanlılığının ve
antisemitizmin kabaran seli, sosyalizme karşı olan öğütücü
çarkları çevirmektedir... Buna ek olarak monarşizmin gücünden,
eski ordu mensuplarının içinde bulundukları acı durumdan,
Prusya göçmenlerinin işbirliğinden ve idealist vatanperverlerin
anlaşılabilir memnuniyetsizliğinden de söz edebiliriz. Bütün
bunların düğümlendiği nokta ise, Reich’ı sosyalizmden koruma
misyonunda Bavyera’ya yer verme ve Bavyera’yı yeniden
yapılanmanın başlangıç noktası ve bir düzen hücresi olarak
görme fikridir. 6

Kahr, sivil savunma birimlerinin dağıtılması ve silahlara el


konulmasına yönelik Reich’ın (Müttefiklerin baskısı altında)
dayatmasına bir yıl karşı koyacak, ancak 1921 baharıyla birlikte
artık Bavyera Einwohnerwehr'inin dağılmasının önüne
7
geçemeyecekti. Berlin’e yönelik bir öfke yaratan bu durum daha da
fazla radikalleşmeyi besledi. Einvvohnerwehr’in dağılmasıyla ortaya
çıkan “vatanperver cemiyetler” silsilesi insanı serseme çevirecek
niteliktedir; içlerinde yeniler olduğu kadar, zaten mevcut olup artık
aktivizmde ve radikalizmde birbirleriyle rekabet edecek denli
güçlenmiş olanlar da vardır. Bunların en büyüğü -Einwohnerwehr’in
ardılı olması niyetiyle kurulmuş olmasına rağmen, eninde sonunda
ayrılacak çok sayıda fraksiyonun bir koalisyonundan ibaret olan-
Bund Bayem und Reich'dı; güçlü bir monarşizm ile Hıristiyan
gelenekçiliğini biraraya getirerek sırtını anti-Marksizme ve
antisemitizme yaslamış, “Önce Vatan, Sonra Dünya!” sloganını şiar
edinmiş, kral yanlısı “mavibeyaz” bir Bavyera organizasyonuydu bu. 8
Regensburg halk sağlığı müfettişi Dr. Otto Pittinger tarafından
yönetiliyordu; bu kişi daha önceleri, Bavyera’nın Upper Palatinate
bölgesindeki sivil savunma birimlerinin bölge lideri olarak ün
yapmıştı. Fakat Pittinger organizasyon içinde otoritesini kullanmakta
zorluklar yaşadığından, daha küçük ama daha radikal örgütler
boşluğu doldurarak etkilerini arttırdılar. Bunların arasında, Epp’in
Freikorps Oberland örgütlenmesinden doğmuş olan Bund Oberland,
Konseyler Cumhuriyeti’nin sonlandınlmasında yer almış ve 1921’de
Yukarı Silezya’da Polonyalılar’a karşı yürütülen kampanyada kendini
göstermişti. Reichsflagge, önceleri Franken bölgesiyle sınırlıyken,
şimdi (Münih şubesinin başkanı olan) Ernst Röhm'ün idaresi altında
güney Bavyera’ya doğru yayılıyordu. Vaterlândische Vereine
Münchens (WM, Münih Vatanperver Cemiyetleri), Einwohnemehr’in
Bavyera başşehrindeki ardılıydı. Başka bir dizi örgütlenme ve
altörgütlenme de mevcuttu; bunların arasında en göze çarpanı ise
Yüzbaşı Ehrhardtin lideri olduğu Wiking-Bund idi. 9 1921'in başlarında
ortaya çıkarak hem Nazi hareketinin hem de Bavyera'daki
paramiliter siyasetin önemli bir faktörü halini alacak olan, NSDAPin
kendi paramiliter örgütlenmesinin kuruluşunda Ernst Röhm’ün yanı
sıra Ehrhardt da önemli bir rol oynamıştı. 10
Daha önce belirttiğimiz gibi SA’nın kökeni 1920’lerin başlarına
kadar geri gitmektedir; bu dönemde DAP Münih birahanelerinde
daha büyük toplantılar yapmaya başlamış ve diğer partiler gibi,
çıkabilecek herhangi bir kargaşaya müdahale edecek bir koruma
timine, “salon kolluk birimi”ne (Saalschutz) ihtiyaç duymuştu. 11
Kasım 1920'de bu tim, partinin “Jimnastik ve Spor Kıtası”na (Tumund
Sportabteilung) dönüştürüldü. Temmuz 1921'de Hitlerin parti içinde
“iktidarı ele geçirmesi”nin ardından, yeniden şekillendirildi ve yeni
parti tüzüğünde “hareket içindeki genç erkeklerin bedensel
eğitiminden” sorumlu bölüm olarak temel bir rol edindi. 11 Hitler bu
teşkilatın yarı-askeri yapısını önemsiyor ve hareketin tümüne liderlik
etme iddiasını gerçekleştirmesine yardım edecek bir araç olarak ona
kıymet veriyordu. Bununla birlikte -Ekim 1921’in başlarından
itibaren tanındığı ismiyle-13 SA (Sturmabteilung, “Fırtına Kıtası”), sık
sık iddia edildiği üzere, “onun kişisel yaratısı”, iradesinin bir ütünü
veya şahsi gücünün aracı olarak tasarlanmış bir yapı değildi. 14
Partinin salon koruma timini paramiliter bir örgütlenmeye
dönüştürme işinde önemli bir rol oynamış olan kişiler Ernst Röhm ve
en başta da Yüzbaşı Ehrhardt idi.
Röhm “cephe kuşagı”nın Hitler’den bile daha tipik bir örneğiydi.
Bir astsubay olarak siperlerde birliklerin yaşadığı tüm kaygıları,
yoksunlukları ve tehlikeleri paylaşmıştı; aynı zamanda, cephe hattının
gerisindeki karargah subaylarına, askeri bürokrasiye, “beceriksiz”
politikacılara ve savaştan kaytaran, vurguncu, tembel olarak
görülenlere karşı gelişen önyargıları ve artan kızgınlığı da
paylaşıyordu. Hayli olumsuz bu imajlara karşı “cephe cemaatini”,
siperlerdeki erkek dayanışmasını, tüzüklerden çok fiiliyata dayanan
liderliği ve bunun gerektirdiği körce itaati yüceltiyordu. İstediği şey,
edimleri ve kazandığı başarılarla yönetme hakkına sahip olduğunu
ispatlamış yeni bir “savaşçı” seçkin sınıfı idi. Bir monarşist olmasına
rağmen Röhm için savaş öncesinin burjuva toplumuna geri dönmek
söz konusu değildi. Onun ideali savaşan erkekler cemaati idi.
Freikorps’a ve onun ardılı paramiliter örgütlenmelere katılmış çok
sayıdaki kişi için bahis konusu olduğu gibi, bu ideal, şiddet kültüyle
eril fantaziyi bir araya getiriyordu. 15 ’Pek çok kişi gibi Röhm de 1914
yılında savaşa çılgınca bir coşkuyla, koşarak gitmişti; ilk haftalar
içinde şarapnel parçaları burnunun bir kısmını parçalayarak ciddi
biçimde yaralanmasına neden olunca bir süre savaştan uzak kalmıştı.
İyileşip tekrar birliğine katıldıysa da, Verdun’da aldığı ciddi bir yara
cephe hizmetinden geri çekilmesini gerektirmişti. Bu olaydan sonra
Bavyera Savaş Bakanlığında aldığı görevler ve bir tümenin iaşe
subayı olarak verdiği hizmet, hem siyasi duyargalarını
keskinleştirmiş hem de organizasyon konularında deneyim
kazanmasına imkan vermişti. Yenilginin ve devrimin yarattığı travma
onu karşı-devrimci faaliyetlere yöneltmişti; buna, Raterepublik’in
bastırılması sırasında Freikorps Epp’de verdiği hizmet de dahildi.
Kısa bir süre DNVP üyeliğinin ardından 1919 güzünde, Hitler’den
kısa bir süre sonra, az sayıda üyesi olan DAP’a katılmıştı ve
kendisinin de iddia ettiği gibi. Reichswehr’den partiye başkalarının
katılması muhtemelen onun sayesinde, olmuştu. 16 Fakat Röhm’ün
esas olarak ilgisini çeken konu parti ve siyasetten çok, eskisi gibi
gene askeri ve paramiliter meselelerdi. SA’nın paramiliter siyasetin
önemli bir unsuru olmasından önce NSDAP içinde özel bir varlık
göstermemişti.
Partinin paramiliter bağlantılarının kurulmasında Röhm’ün rolü
gerçekten büyüktü. Hem paramiliter alandaki önde gelen kişilerle
bağlantıların kurulmasında hem de silah temininde çok önemli bir rol
oynamıştır. Brigade Epp’te (o dönemde Reichsvvehr’a katılmış olan,
Freikorps birliğinin ardılı örgütlenme) silah temini denetçiliği
sayesinde, Einwohnerwehr’e silah sağlama sorumlusu olmuştu.
Müttefiklerin kontrolünden silah miktarını gizlemenin -denetimi
yüıütmekle görevli bir ordu olmadığından bu çok da zor değildi-
gerektirdiği yarıgizlilik Röhm’e, 1920-1921’de esas olarak küçük
orduların bayağı bir stok oluşturabilmesine imkan verecek bir
faaliyet alanı sağlamıştı. Einwohnerwehr'in dağılmasının ve silahlara
resmi olarak el konulmasının ardından, çeşitli paramiliter
organizasyonlar silah temini konusunda ona bel bağladılar. Böyle bir
cephaneliği yöneten, silahların ne zaman, kimlere dağıtılacağına
karar veren kişi olarak, “makineli tüfeK kralı” (Mctschinen-
gewehrkönig) lakaplı Röhm, bütün paramiliter örgütlenmelerin talep
ettiği şeyi elinde tutması açısından çok önemli bir pozisyona sahipti.
Epp’ten, Kahr’dan ve Münih siyasi polisinden gördüğü himaye
sayesinde, milliyetçi sağın siyaset arenasında rütbesinin ötesinde bir
nüfuza sahipti. 17
Ağustos 192l’de Hitler ile Ehrhardt arasında yapılan anlaşmayı
ayarlayan kişinin Röhm olması da çok büyük bir olasılıktır. Bu
anlaşma sayesinde Erhardt’ın bahriye tümeninin eski mensupları,
çoğu Yukarı Silezya’daki faaliyetten henüz dönmüş olan paramiliter
faaliyetin kaşarlanmış kampanyacıları partinin “Spor Kıtasına katıldı.
Bu olay eski asker Ehrhardt ve Teğmen Klintzsch liderliğinde
gerçekleşti; (daha sonraları -Versailles Antlaşması “ifa politikasının
baş mimarı olarak aşırı sağın nefretini kazanmış, Yahudi bir aileden
gelen- Reich Dışişleri Bakanı Walter Rathenau'nun 1922 yılında
öldürülmesi olayına karıştığından şüphelenilecek olan)18 Klintzsch’e
bir savaş birimi oluşturma görevi verilmiş ve bunun finansmanı
Ehrhardt tarafından sağlanmıştı. İlk aylarda mesele esas olarak spor
(özellikle boks), yürüyüş, antreman ve ara sıra da atış talimlerinden
ibaretti. Üyeler bu paramiliter eğitimi siyasi aktivizmle
kaynaştırmalardı. 1921 Kasımı itibariyle, teşkilatın hepsi de yirmi
dört yaşın altında, esas olarak Münih’in alt-orta sınıfına mensup
300’e yakın üyesi vardı; bu üyeler cephenin “dost-düşman” zihniyetini
almışlardı ve bunu, yurtta fiili bir iç savaş olarak gördükleri duruma
karşı uyguluyorlardı; politik düşmanla şiddetli bir mücadeleye
hazırlanıyor, saldırgan yoldaşlık ruhunu uyandırıyor, lidere körce bir
sadakati yüceltiyorlardı. 19 Hitler’in liderliğindeki parti şok
birliklerinin ve (önceleri Ehrhardt’a bağlı olan) paramiliter teşkilatın
ikili rolü, 1934’de SA’nın alaşağı edilmesine neden olacak gerilimin
tohumlarını ta başından beri içeriyordu. 20 Röhm ve Ehrhardt işin
paramiliter yönüyle ilgileniyorlardı. 21 Hitler SA’yı bütünüyle partiye
entegre etmeye çabaladıysa da, teşkilaL 1924’e dek örgütsel olarak
bağımsızlığını büyük ölçüde korudu. 22 S A 1922’nin ikinci yarısına
dek sabit bir gelişim çizgisi gösterdi; öyle ahım şahım bir büyüme söz
konusu değildi. Bu tarihten sonra Bavyera’cla hızla tırmanan kriz
koşulları SA’nın üye sayısını arttırdı ve onu milliyetçi sağın hatırı
,sayılır bir gücü haline getirdi. 23
II

Bu arada, partinin tartışmasız lideri konumunu edinmiş olan Hitler,


eskisi gibi ajitasyonunu yorulmadan sürdürüyor, Bavyera ve Reich
arasındaki sürekli gerilimi bu ajitasyona malzeme ediyordu. 29
Ağustos 1921’de Reich Maliye Bakanı Matthias Erzberger’in
öldürülmesi -bu olay Almanya’da hâlâ anarşiye yakın bir durumun
hüküm sürdüğünün göstergesiydi- ve Kâhr’ın, Reich Başkanı
Friedrich Ebert tarafından ilan edilen olağanüstü durumun Bavyera
açısından geçerliliğini kabul etmemesi, gerilimin sürmesini sağlayan
olaylardı. 24 Maddi hoşnutsuzluk da kendi payına düşen rolü
oynuyordu. Para birimi değer kaybederken fiyatlar hızla
yükseliyordu. 1921 yılında yiyecek maddelerinin fiyatı, savaşın
bitimindeki fiyatlara oranla sekiz kat artmıştı. Bir sonraki yıl bu
artışın oranı 130 misli olacaktı. Ve bu, 1923’teki hiperenflasyonda
para biriminin tüm değerini kaybetmesinden önceydi. 25
Halkın dikkatini çekmek amacıyla Hitler’in siyasi düşmanlarına ve
otoritelere karşı yürüttüğü provokasyon artmıştı. Eylül’ün ortasında
Lövvenbrâukeller’deki bir toplantıda yandaşlarının, o dönemdeki baş
düşmanlarından, Bayernbund’un ayrılıkçı lideri Otto Ballerstedt’e
yönelik planlı bir şiddet uygulamasına önderlik etti. Hitler’in tıka
basa dolu salona girişi, akşamın erken saatlerinde kürsünün
çevresindeki sandalyeleri tutmuş olan “Spor Kıtası” mensubu genç
eşkiyalardan oluşan yandaşlarının hücuma geçmesi için bir işaretti;
hep birlikte defalarca “Hitler” diye bağırarak Ballerstedt’in
konuşmasını engellediler. Birileri arbedeyi önlemek için ışıkları
kapatmayı akıl etti. Ama bu durumu daha da kötüleştirdi. Işıklar
tekrar yandığında Ballerstedt ve partinin bir başka üyesi daha
fiziksel saldırıya uğrayarak yaralandı ve arbede polis gelene dek
sürdü. 26 Görünüşe göre polis dahi, adamlarını hizaya sokması için
Hitler’den yardım istemek zorunda kalmıştı. Eh artık o vakitte
Hitler’in bunu seve seve yaptığına şüphe yok. Amaca ulaşılmıştı.
“Ballerstedt bugün artık konuşamayacak,” diye açıklamıştı Hitler. 27
Bununla birlikte mesele burada kapanmadı. Ballerstedt Hitler
hakkında suç duyurusunda bulundu. Hitler 1922 Ocak ayında huzuru
bozmaktan üç ay hapis cezasına çarptınldıysa da, gelecekteki iyi hal
ve davranışlara istinaden cezanın iki ayı ertelendi (fakat ilerde iyi hal
ve davranış göstermediğinde bu hiç hatırlanmayacak, üstü kapanıp
gidecekti). Öte yandan güçlü ve nüfuzlu dostları dahi kalan bir ayı
hapiste geçirmesini engelleyemedi ve Hitler 24 Haziran 27 Temmuz
tarihleri arasında Münih’teki Stadelheim cezaevinde ikamet etmek
zorunda kaldı. 28
Bu kısa aranın dışında Hitler ajitasyonuna aynı hızla devam etti.
Polisle sürtüşme olağan bir olaydı. 1921 yılında polis Nazilerin otuza
yakın yayınına, afişine ve çeşitli propaganda malzemelerine yasak
koydu. 29 Hitler, Ballerstedt olayıyla ilgili mahkeme sürerken dahi -16
Ekim’deki bir SPD toplantısında Nazilerin yarattığı huzursuzluktan
ve arkasından gelen kargaşadan dolayı- polisten uyarı almış, eğer
böyle devam ederse Bavyera’dan sınır dışı edilebileceği
belirtilmişti. 30 Fakat bu son değildi; başka seferler de beyhude bir
tehdit olarak aynı ihtarı alacaktı. Hitler’in yanıtı basitçe, çıkan bu
kargaşalardan kendisinin sorumlu tutulamayacağı ve bu tip olayların
önlenmesi için elinden geleni yapacagı idi. 31 Daha bir iki hafta
geçmeden 4 Kasım 1921’de Hitler yine bir kargaşanın ortasındaydı;
bu seferki olay yeri, Hofbrâuhaus’da kendisinin konuşmacı olduğu bir
toplantıydı; tam bir arbede kopmuş, Hitler, masaların altında
biriktirdikleri bira kupalarını yağmur gibi üzerine yağdıran
aleyhtarlarının (bu grup esas olarak sosyalistlerden oluşsa da
muhtemelen aralarında kavgaya hazır eski askerler de mevcuttu)
karşısında konuşmaya devam etmişti. Daha sonra Mein Kampf'ta
olayı idealize edecek, sayıca karşı taraftan az olan SA milislerinin
“daha ilk vuruşta” sosyalist düşmanları nasıl yenilgiye uğrattığından
bahsedecekti. 32 Hitler açısından aleyhtarlarla yapılan bu şiddetli
çatışmalar haraketin kan damarıydı. Her şeyden öte haraketin
tanınmasını sağlıyordu.
Hitler, (olumsuzlayan bir tarzda dahi olsa) basının ona gösterdiği
ilgiyi yeterli bulmuyordu. 33 Gene de hem NSDAP’ın hem de liderinin
faaliyetleri kamunun gözü önünde olmalarını sağlıyordu. Aynı şekilde,
Bavyera Landtag’ın da partiyi önemsememesine artık imkan yoktu.
Reich’la düştüğü çatışmada uzlaşmaz tavrının sonucunda Kahr’ın
Eylül 192l’de başbakanlık görevinden istifa etmesi ve onun yerine
Berlin’e karşı daha zayıf duruşu ve popüler olmamasıyla göze çarpan
(muhafazakarların şahı, partisiz bir Katolik, aristokrat ve diplomat
kökenli) Hugo Graf Lerchenfeld-Koefering’in gelişi, 1922’nin ilk
yarısı boyunca Nazi ajitasyonuna kolay bir hedef sağladı. 34 Genç
Almanlar’ın kitaplarla dolu bir masanın başında oturup felsefe
okuyacağı bir dönemde değiliz, diye açıklıyordu Dietrich Eckart.
Sorulması gereken tek bir soru vardı, o da “Almanya’yı kurtaracak
olan fırtına birliklerine” katılıp katılınmayacağıydı. Karşıt görüşlülere
yönelik bu açık saldırılar günün emri oldu. Bu şiddet seferberliğinde
esas silahları lastik coplar ve demir muştalar oluşturduysa da, yer
yer ateşli silahlar, el yapımı bombalar ve el bombaları da kullanıldı. 35
Hitler aynı şiddetteki bir küfür selini Reich ve Bavyera
hükümetlerine de yöneltti. Reich Başkanı Eben 1922 yazında
Münih’e yaptığı ziyaret sırasında Nazi göstericiler tarafından
yuhalandı, ıslık, küfür ve yumurta yağmuruna tutuldu. 36 Hitler küfür
ve aşağılama dolu sözlerini Başbakan von Lerchenfeld’den de
esirgemedi: Sadece koyun kadar beyni olan bu adamın ne gerçeklerle
bir ilişkisi vardı, ne de doğuştan liderlik yeteneğine sahip gerçek
liderler için yanıp tutuşan halkın istekleriyle. 37 Hitler’in önde gelen
destekçileri, onun Bavyera hükümeti tarafından Almanya’dan sınır
dışı edilmesinin doğuracağı korkunç sonuçlardan üstü kapalı bir
şekilde söz ederken, Hitler savaştaki sicilini öne sürerek -diğerleri
evlerinde oturup siyaset vaazları vermekten başka bir şey
yapmazken, o bir Alman olarak ülkesi için savaşmıştı- sınır dışı edilme
tehditini propagandasının baş unsuru haline getiriyordu. 38
16 Ağustos 1922’de, Vereinigte Vaterlândische Verbânde Bayerns
(Birleşmiş Bavyera Vatanperver Cemiyetleri) tarafından Münih
Königsplatz’da düzenlenen büyük mitingde, başka milliyetçi
örgütlerin liderlerin yanı sıra Hitler de konuştu. “Almanya için -
Berlin’e Karşı” sloganı altında yapılan ve “Cumhuriyet’in koruması
altında yaklaşan Yahudi Bolşevizmi”39 ni hedef alan gösteride SA ilk
kez kendi bayraklarıyla paramiliter bir oluşum olarak kalabalık
önüne çıktı. O dönem için aşağı yukarı 800’ü bulan milis sayısıyla, 30
bin silahlı milisi olan Pittinger’in Bund Bayem und Reich
örgütlenmesinin, Bund Oberland ve Reichsflagge’ın iyi silahlanmış
kalabalık birimlerinin yanında gölgede kalıyordu. 40 Ortalıkta, Kahr’ın
yeniden başa gelebilmesi için Lerchenfeld’e yapılacak bir darbeyle
ilgili konuşmalar dönüyordu. Söylentiye göre bu darbe, Lerchenfeld’e
karşı düzenlenecek büyük bir protesto gösterisinde
gerçekleştirilecekti ve gösterinin 25 Ağustos’ta yapılması
planlanıyordu. Pittinger ve Röhm’ün de içinde olduğu bir kumpas
gerçekten de vardı ve bunu polis de öğrenmişti. Gösteri yasaklandı
ve Bavyera’nın diğer bölgelerindeki milliyetçi cemiyetlerin silahlı
birliklerinin Münih’e gelişi engellendi. Bunun sonucu
Karolinenplatz’da topu topu birkaç bin Nasyonal Sosyalist toplandı.
Nihayetinde sayı 5 bin kişiye ulaştı ve kalabalık, Hitler’in ara sıra
konuşma yaptığı büyük birahanelerden biri olan Kindkeller’deki bir
toplantıya gitmek üzere yürüyüşe geçti. Tansiyon yüksekti. Darbenin
gerçekleşmekte olduğuna dair söylentiler dolanıyordu. Ama
görünürde hiçbir şey yoktu. Bin kadar komünist dışarıda toplanmıştı
ve ortalıkta şiddet kokusu vardı. Polis komünistlere karşı harekete
geçti ama -Hitler’den ortalığı sakinleştirmesini istemek dışında-
Naziler’e bir şey yapmadı. Hitler adamlarına, orada bulunan
herkesin görevinin “bir ajitatör olmak ve” hükümete karşı “kitleleri
sokağa çıkarmak” olduğunu söylemişti. 41 Fakat polisin ricası üzerine
adamlarına sükunet çağrısı yaptı ve onlar da sessizce dağılarak itaat
ettiler. 42 Söylenene göre Hitler, günün böyle moral bozucu bir
fiyaskoya dönüşmesine çok kızmıştı. Bir dahaki sefere gerekirse
yalnız harekete geçeceğini belirtmişti. 43 Yetkililer açısından, bir
Hitler darbesi tehlikesi hâlâ geçmiş değildi. Münih’teki Württemberg
elçisi Stuttgart’a, 31 Ağustos’ta Bavyera Dış işleri Bakanlığı’nda
geçen şu tartışmaları iletmiştir: “Nasyonal Sosyalistler olağanüstü
bir destek kazanıyorlar ve her şeyi yapabilirler... Liderleri Hitler
oldukça büyüleyici bir kişilik olmalı. Çok geçmeden burada
enilasyonu bahane ederek bir darbe girişiminde bulunmaları hiç de
imkansız değil."44
Hitler 1922 yılındaki en büyük propaganda başarısını, partisinin,
14-15 Ekim’de Coburg’daki sözde “Alman Günü”ne (Deutscher Tag)
katılmasıyla elde etti. Yukarı Franken’in kuzeyinde Thuringian
sınırında bulunan ve yalnızca iki yıldır Bavyera’nın parçası olan
Coburg, Naziler için bakir bir topraktı. Hitler, Schutzund
Trutzbund’un organizasyon komitesi tarafından küçük bir heyetle
Alman Günü’ne katılmaya davet edilmişti. Hitler bunu kaçırılmaması
gereken bir fırsat olarak değerlendirdi. NSDAP’ın ne kadar parası
varsa toparladı ve 800 fırtına birliği milisini Coburg’a götürmek
üzere özel bir tren kiraladı -bu özel tren fikri, propagandaya
yarayacak ilgi çekici bir yenilikti. Hitler’in kompartmanında
maiyetinin çekirdek kadrosu bulunuyordu: Amann, Esser, Eckart,
Christian Weber, Graf ve Rosenberg. Naziler pazar öğle sonrası
Coburg’a vardıklarında, istasyonda toplanmış hatırı sayılır miktardaki
milliyetçinin “Heil” selamlarıyla ve 200-300 kadar sosyalist işçi ve
sendikacının küfürleriyle karşılandılar. Hitler’den, bayraklar ve
müzik eşliğinde yürüyüş yapmayı yasaklayan açık seçik polis
talimatlarını önemsememeleri emrini almış olan SA’lılar, gamalı haçlı
bayraklarını dalgalandırarak kasaba içinde yürüyüşe geçtiler. Cadde
kenarlarına dizilmiş olan işçiler küfürler ederek, üzerlerine
tükürüyordu. Naziler sıradan çıkarak ellerindeki lastik coplar ve
sopalarla saldırıya geçtiler. Sosyalistler ile Naziler arasında şiddetli
bir çatışma patlak verdi. Fırtına birliği milisleri, polisin de desteğini
aldıkları on dakikalık bir arbededen sonra, muzaffer bir şekilde
Coburg sokaklarını kendilerinin ilan ettiler. Yerel otoriteler, şiddeti
provoke ettikleri için Coburg işçilerini suçlu bulmuş, öte yandan biraz
çelişik bir ifadeyle, “eğer Hitler’in adamları (Hitlerleute) Coburg’a
gelmemiş olsaydı”, diğer milliyetçilerin hiçbir probleme neden
olmayacağını ve “Alman Günü kutlamalarının huzur içinde
geçeceğini” de kabul etmişlerdi. 45 Hitler açısından ise önemli olan
propagandaydı. Coburg’daki Alman Günü partinin yıllıklarına geçti.
NSDAP kuzey Bavyera’ya damgasını vurmuştu.
Hitler Franken’deki ikinci büyük başarısını sonraki birkaç gün
içinde kazandı. Deutsche Werkgemeinschafı’ın Nuremberg şubesinin
başı olan Julius Streicher 8 Ekim’de Hitler’e bir mesaj göndererek,
hatırı sayılır miktardaki destekçisi ve gazetesi Deutscher
Volkswille’le birlikte NSDAP’a katılmak istediklerini bildirdi. 46
Coburg zaferinin peşinden söz konusu transfer 20 Ekim’de
gerçekleştirildi. Kısa boylu, tıknaz, kafası usturaya vurulmuş bir
kabadayı olan Streicher 1885’de Augsburg bölgesinde doğmuş ve
babası gibi bir süreliğine ilkokul öğretmenliği yapmıştı. Aynen Hitler
gibi, savaşa katılarak Birinci Sınıf Demir Haç Madalyası almış olan
Streicher’in kafasında Yahudiler şeytani bir imaja sahipti. Savaştan
kısa bir süre sonra, NSDAP kadar antisemitik olan ve bir önceki
bölümde söz ettiğimiz gibi NSDAP’la benzer bir programa sahip
Deutschsozialistische Partei’nin (DSP, Alman-Sosyalist Partisi)
kurucularından olmuştu. Streicher’in 1923 yılında kurduğu Der
Stûnner gazetesi, Yahudileri, saf Alman bakirelerini baştan çıkaran
ve ritüel-cinayetler işleyen şeytani kişiler olarak gösteren müstehcen
karikatürleriyle kötü bir nam kazandı ve -Hitler’in kişisel olarak
onaylamasına, “Yahudiler’in” gerçekte, Streicher’in “idealize
ettiğinden” çok daha berbat olduklarını düşünmesine rağmen-
Üçüncü Reich’ta dahi bir süreliğine yasaklandı. 47 Streicher sonunda
Nuremberg’de yargılandı ve asıldı. 1922 yılına geri dönersek,
Bavyera’nın kuzey bölgelerini kaplayan Franken’de, NSDAP’ın
gelişimi açısından çok önemli bir adım atılmış ve Streicher şahsen
Hitler’e tâbi olmuştu. 48 NSDAP’ın baş rakibi DSP Franken’de ölümcül
derecede kan kaybederken, NSDAP üye sayısını ikiye katladı. 1921
yılının başlarında 2 bin ve bir yıl sonra 6 bin olan üye sayısı, bir gece
içinde 20 bine çıkmıştı. 49 Olay sırf bununla da bitmiyordu: Halkı sofu
Protestan, katı milliyetçi ve antisemitik olan Franken taşrasında
NSDAP kendisine, Bavyera’nın Katolik inançlı güney bölgesindeki öz
yurdu Münih’ten çok daha geniş bir kale ve sembolik bir başşehir
bulmuştu; daha sonraları “Reich Parti gösterilerinin şehri” haline
getirilecek Nuremberg’di bu şehir. Hitler’in Mein Kampf'ta
Streicher’e minnettarlığını açıkça bildirmesinde şaşılacak bir yön
yoktur. 50
Durum böyleyken bile, Münih’teki kalesinden uzakta olan Hitler’in
gücünün hâlâ sınırlı olması dikkat çekicidir. Bir sonraki yıl NSDAP’ın
Nuremberg şubesinde başgösterecek ciddi bir anlaşmazlıkta
otoritesini uygulamakta yetersiz kaldığı görüldü. 1923’ün ilk
aylarında Streicher ile Nuremberg’deki rakibi Walther Kellerbauer
(Streicher’den dokuz yaş büyük olan bu eski bahriye subayı, iyi bir
gazeteci ve hatipti, ayrıca partinin gazetesi Deutscher Volkswille'in
[Alman Halk İradesi] editörüydü ve şubenin başına geçme iddialarına
sahipti) arasında patlak veren iktidar çatışmasına ne Münih’ten gelen
kesin emir ne de Hitler’in bizzat müdahalesi çözüm getirebildi. Aylar
süren çekişmeden sonra Streicher galip geldi. Kellerbauer, Hitler’in
kaçırmak istemediği biri olmasına ve parti liderinin desteğini talep
etmiş olmasına rağmen böyle bir sonuç ortaya çıkmıştı. 51 Hitler
partinin tartışmasız propaganda şampiyonuydu, fakat Münih’ten
uzakta sözü her zaman geçmiyordu.
Münih’teki taraftarlarının Hitler etrafında bir liderlik kültü
oluşturmakla uğraşmaları için yeterince sebep vardı. Oluşturulacak
auraya önemli bir destek de Almanya dışından geliyordu. 28 Ekim
1922’de Mussolini’nin Karagömlekliler’i Roma’da yürüyüşe geçmiş ve
iktidarı ele geçirmişlerdi. Propagandası yapılan mit işte buydu.
Gerçekte ise, yetersiz silahlar ve teçhizatla donanmış 20 bin karnı aç
faşist dört koldan Roma’ya yaklaşırken, şehre yirmi mil uzakta
durdurulmuş ve içlerinden bazıları sağnak yağmur altında evinin
yolunu tutmuştu. “Roma Yürüyüşü" falan olmamıştı. Kaldı ki olsaydı
da İtalyan Ordusu bu yürüyüşü kolayca bastırabilirdi. Durum çok
daha basitti: 29 Ekim’de Kral III. Viktor Emmanuel, Mussolini’yi
davet etmiş ve ondan bir hükümet oluşturmasını istemişti. Faşist lider
ertesi gün Roma’ya geldiğinde üzerinde siyah gömlek, siyah pantalon
ve bir melon şapka vardı. 52
Mussolini’nin 28 Ekim 1922’deki sözümona “Roma Yürüyüşü" Nazi
Partisi içinde gene de derin bir heyecan yarattı; halbuki bu, “iktidarın
ele geçirilişi”ne dair faşist efsanenin yarattığı, kahramanlıkla
bezenmiş bir uydurmadan başka bir şey değildi. Sunduğu model,
çatışmalarla paramparça olmuş ülkesini kurtarmak üzere yürüyüşe
geçmiş dinamik, kahraman bir milliyetçi lidere işaret ediyordu. Duce
kopyalanacak bir imaj sağlamıştı. İtalya’daki coup detat’ın üzerinden
bir hafta geçmeden, 3 Kasım 1922’de Hermann Esser,
Hofbrâuhaus’un tıka basa dolu Festsaal’unda şöyle bir duyuru
yapacaktı: “Almanya’nın Mussolini’si Adolf Hitler’dir.’’53 Bu sözler
sembolik olarak Hitler yandaşlarının Führer kültünü keşfettikleri ana
işaret etmektedir.
III

“Kahraman” liderlikle ilgili kavramlar, Birinci Dünya Savaşı


öncesindeki yıllarda Milliyetçi sağın politik kültürünün bir parçasıydı.
Bismarck kültü, Kayzer’e bağlanan ve sonra da tuzla buz olan
abartılı umutlar, İmparatorluğun haşmetini ve askeri kıvancı
simgeleyen şaşaalı imajlara karşı Reichstag’daki cılız parti
politikacılarının didişmelerinin ortaya serdiği taban tabana zıt
görüntüler; daha önce de bahsettiğimiz gibi, işte bunlar milli kurtuluş
fikrinin gelişmesini destekliyordu. Ulusun yeniden doğuşu vaad
ediliyordu ama bu ancak ’kahraman”(ve mitik) bir geçmişe ait
değerleri canlandıracak “büyük bir lidere" itaat etmekle mümkündü.
Milli cemiyetler -en çok da Pan-Germen Birliği- popülerlik kazanmıştı
ve bu tip anlayışları yayıyorlardı. Protestanların “eğitimli" orta sınıfı
bu fikirlerden en çok etkilenenler arasındaydı. Burjuva gençlik
haraketleri içinde yer alan Germen mitleri ve romantik tasvirler, bu
nosyonların genç kuşaklar arasında yayılmasına imkan sağlıyordu.
Ama yine de, bu tip fikirlerin Alman politik kültüründe 1914'ten önce
temel bir yer tuttuğunu iddia etmek güçtür.
Mamafih savaş ve devrim “kahraman” liderlik imajlarına yeni bir
muhteva kazandırmıştı. Karşı-devrimci sağa, ortaya çıkacak “büyük
lider” fikrine bağlı potansiyel bir taraftar kitlesi kazandıran iki unsur
vardı: Bunların ilki, siperlerdeki “kader ortakları cemaatimin idealize
edilmesiydi; İkincisi ise -efsaneye göre içinden çökertilen- ulusun
hayatta kalması için verilen mücadelede “gerçek” liderliğin
kahramanca yönü ve “büyük amellerindi. Liderlik imajları değişkenlik
gösteriyordu. Kökenine ve geçmişine kısaca değindiğimiz Ernst
Röhm, askeri “eylem adamı”nın liderliğini idolleştirerek binlerce
kişinin sözcülüğünü yapıyordu. Devrimin şoku ve nefret edilen Sosyal
Demokratların hakimiyeti, “parti sistemi”ni ve parlamenter hükümeti
hor görme, Almanya’nın uluslararası arenada küçük düşürülmesi ve
zayıflığı; yeni-muhafazakar sağ için bütün bunlar, büyük bir “devlet
adamı” özlemiyle Bismark’ın hatırlanması demekti. “Kahraman”
liderlik kavramına bağlı olup bunu en canlı biçimde ifade edenler
arasında edebi kişilikler de vardı. Yazar Ernst Jünger’e göre
“geleceğin büyük politikacısı” “makine çagı”nda “güce sahip modern
adam”dı; “seçkin bir zekaya sahip” bu kişi, belki bir partiden çıkacak,
fakat “partilerin ve fikir ayrılıklarının üstünde" olacak, doğal
içgüdüsü ve iradesiyle doğru yolu seçip bütün engellerin üstesinden
gelecekti. 54 Bonn’lu yazar Ernst Bertram gelecek Lider’e dair
görüşünü, 1922 yılında yazdığı bir şiirde, Ren kıyılarından doğacak
ve Asya’dan gelecek tehditi defedecek “yeniden canlanma"
temalarıyla baglantılandırmıştı. 55 Protestan Kilisesi içinde, gelecek
Lider’i ruhani canlanmayı ve ahlaki yeniden doğuşu getirecek kişi
olarak görenler vardı. Monarşinin düşüşü ve “Tanrı vergisi”
otoritenin çöküşü, toplumun sekülerleşmesi ve Alman Protestanlığı
içindeki sezilebilir “inanç krizleri”; bütün bunlar, “gerçek” Hıristiyan
değerlerini canlandırabilecek yeni tür bir liderlik arayışına katkıda
bulunan unsurlardı. Milliyetçi gazeteci Wilhelm Stapel bir yazısında,
çeşitli liderlik imajlarının kabaca tanımlarını bir araya getirmişti.
Eskiden liberalken sonradan ateşli bir völkisch taraftan olan ve
Moeller van den Bruck’un fikirlerine bağlı yeni-muhafazakarların
Hamburg grubuna mensup Stapel, “gerçek devlet adamı"nı, “aynı
zamanda yönetici, savaşçı ve rahip olan kişi” diye tanımlıyordu. 56
Sahte bir dini söyleme sarıp sarmalanmış seküler bir kurtuluş
inancıydı bu.
Vurgu yapılan nokta ne olursa olsun, muhafazakar ve völkisch sağ
“lidersiz demokrasili olumsuzlayan bakış açısını sergiliyor ve gerçek
liderin seçimle iş başına gelmediği, onun zaten lider doğduğu,
geleneksel yasa ve kuralların onu bağlamadığı, “sert, açık ve
acımasız” olduğu, fakat faaliyetleriyle Tanrı'nın iradesini
gerçekleştirdiği şeklindeki düşüncelerle bu görüşünü destekliyordu.
“Tanrı bize liderler verir ve gerçek bir takipçi olmamıza yardım
eder,” diye yazmaktadır bir metinde. 57 Takipçilerden beklenen ise
özveri, sadakat, itaat ve görev idi.
Savaş sonrası Avrupa’sında faşist ve militarist fikirlerin yayılması,
“kahraman liderlik” imajlarının “ortalıkta” dolanması ve bunun hiçbir
şekilde Almanya ile sınırlı olmaması demekti. İtalya’da Duce kültünün
ortaya çıkması bu durumla aşikar bir paralellik göstermektedir. Ama
doğal olarak Almanlar’ın, imaj'ları onlara has nitelikler taşıyor ve
milliyetçi sağın siyasi kültürünün belli unsurlarını yansıtıyordu.
Weimar devletinin krizlerden müstarip yapısı, toplumdaki pek çok
güçlü grubun ondan nefret etmesi, popülerlik kazanamamış ve
kitlelerin desteğini elde edememiş olması bu tip fikirlerin geçerlik
kazanmasını garanti ediyordu; ve daha istikrarlı bir ortamda alayla
karşılanabilecek, siyasetin içindeki çılgın bir kanatla sınırlı kalacak
bu fikirler şimdi ortalıkta fazlasıyla işitiliyordu. Yenimuhafazakar
gazeteciler, yazarlar, entelektüeller tarafından yayılan fikirler,
paramiliter oluşumlarda ve çeşitli burjuva gençlik hareketlerinde
vulgarize edilmiş biçimleriyle boy gösteriyorlardı. İtalya’daki
Mussolini zaferinin oluşturduğu model, bu tarz fikirlerin, Nasyonal
Sosyalistler tarafından vaaz edilen milli uyanış görüşüne dahil
edilmesine kapı açmıştı.
Führer kültü henüz parti ideolojisinin ve örgütlenmesinin odak
noktasını oluşturmuyordu. Fakat yakın çevresinin bilinçli bir şekilde
Hitler’in liderlik niteliklerini alenen tanımlamaya başlaması, kendi
konuşmalarındaki göze çarpan imalar, Mussolini’nin “Roma
Yürüyüşü”nü izleyen döneme denk düşmektedir. 58 Hitler, milliyetçi
sağ içindeki hayranlarından aşırı derecede bir pohpohlama görmeye
başlamıştı -hatta gülünç bir şekilde onu Napolyon’la kıyas edenler
dahi vardı. Führer kültünün bir süre sonra hızla yayılacağı zemin
oldukça güzel hazırlanmıştı. 59
Nazi Partisi’nin ilk yıllarında bir liderlik kültünün izine rastlamayız.
O dönemde “lider” (“Fûhrer”) sözcüğüne yüklenmiş özel bir anlam
yoktu. Her siyasi ya da örgütlenmenin bir -veya birden çok- lideri
vardı. NSDAP için de durum aynıydı. Hitler kadar Drexler’den de
partinin “Führer”i diye bahsediliyordu; bazen aynı anda ikisinin
adının anıldığı da oluyordu. 60 Temmuz 1921’de Hitler parti liderliğini
üstlendiğinde, “liderimiz” (“unser Führer”) terimi yavaş yavaş
yerleşmeye başladı. 61 Fakat o dönemde bu terimin, tamamıyla
fonksiyonel olan “NSDAP başkanı” sıfatından farklı bir anlamı yoktu.
“Kahramanlıkla bir ilintisi yoktu. Hitler’in de kişiliği etrafında bir kült
oluşturmaya çalıştığı yoktu. Fakat Mussolini’nin zaferi Hitler’i çok
derinden etkiledi. Ona bir rolmodeli sağladı. Söylendiğine göre,
“Roma Yürüyüşü”nün üzerinden daha bir ay geçmeden Mussolini’ye
gönderme yaparak Hitler şöyle demişti: “Bizim için de öyle olacak.
Harekete geçme cesaretine sahip olmamız yeter. Mücadelesiz zafer
olmaz.”62 Bununla birlikte Hitler’in kendi imajına verdiği yeni biçim,
takipçilerinin liderlerini nasıl görmeye başladığının ipuçlarını da
taşımaktadır. Aslında takipçileri onu, Hitler kendisini böyle görmeye
başlamadan önce de Almanya’nın “kahraman” lideri olarak
görüyorlardı. 1922 sonbaharının başlarından itibaren kendini yeni
bir tarzda tanımlamaya başlamasının sebebi, bunu yapma cesaretini
kazandıracak bir şey yapmış olması değildi. Aralık 1922’de,
Völkischer Beobachter’da ilk kez Hitler’in özel türde bir lider -
aslında Almanya’nın beklediği o Lider’in ta kendisi- olduğu iddiası yer
aldı. Münih’teki bir gösteriden ayrılmakta olan Hitler destekçilerine,
“milyonların özlemini çektiği şeyi -bir lider- bulmuş oldukları”
söylenmişti. 63 SA’nın yeni şefi Flermann Göring’in; Nazi hareketine
aristokratlarla mühim bağlantılar kadar Dünya Savaşı’nın süslerini
taşıyan bir pilotun cazibesini de kazandırmış olan otuz yaşındaki (o
dönem için) yakışıklı bu adamın; Bavyera’da doğmuş olmasına
rağmen askerlik eğitiminden beri Berlin’de yaşayan kendine has bir
Prusyalı olan, iyi bağlantılara sahip, güce susamış ve aşırı derecede
benmerkezci bu Göring’in, 20 Nisan 1923'te, Hitler’in otuz dördüncü
doğum gününde, Hitler’i “Alman özgürlük hareketinin sevgili lideri”
diye adlandırmasında, kişi kültü kendini tartışmasız açığa
vurmaktadır. 64 Siyasi muhalifler bunu küçümsediler. 65 Bunların Hitler
üzerinde de bir iz bıraktığına şüphe yoktur. Mayıs 1923’te, Avusturya
sınırındaki Bavyera Alpleri’nde Berchtesgaden yakınlarında Hitler’le
birlikte tatildelerken Eckart Hanfstaengl’e, Hitler’in Berlin’le baş
etme biçimini Isa’nın sarrafları tapmaktan atmasına benzetmiş ve
sonra da güya Hitler’iri “Mesih kompleksi ile Neronizm arasında bir
megolomaniye sahip olduğunu” söylemiştir. 66 Benzer işaretlere, parti
liderine -hem de Gottfried gibi biri tarafından- yazılmış 10 Ağustos
1923 tarihli mektupta da rastlayabiliriz; Gottfried mektubunda
Hitler’in yaşam tarzını, “zamanını düzenli bir şekilde
kullanmamasını” ve kısmen de, artık kendini parti üstü bir konumda
görmesini eleştirmektedir. “Size öncelikli yeri seve seve bırakırız,
ama bu tiranca eğilimleri hiç anlamıyoruz,” diye bitirmiştir Feder
mektubunu fazla lafa mahal bırakmadan. 67
1923 yılı boyunca Hitler’in konuşmalarında, kendini algılama
biçiminin değişmekte olduğunun izlerini görürüz. Önceki yıllara
oranla o dönemde, liderlik ve Almanya’nın müstakbel Lideri’nde
olması gereken nitelikler üzerinde daha fazla durmaktadır.
Landsberg’deki tutukluluğu süresince, -daha önce hiç olmadığı kadar-
tutkuyla, bu niteliklere kendisinin sahip olduğunu iddia etmiştir. Ama
konuşmalarının bazı bölümleri, “borazancısı “Lider”den ayıran keskin
noktaların bulanıklaşmaya başlayabileceğinin işaretlerini
vermektedir.
Kasım 1922’de Hitler lidere itaatin en başta gelen görev olduğunu
söylemektedir. Öte yandan, Münih Bürgerbrâukeller’de yaptığı bir
konuşmanın polis raporuna göre, seçimle iş başına gelen ve istenirse
liderlikleri reddedilebilecek birden çok liderden bahsetmiştir. 68
Birkaç gün sonra ise, kitlelere karşı sadece liderin sorumlu olacağını,
komisyonların ve komitelerin harekete ayakbağı olacağını
vurgulamıştır. 69 Bu tarz yorumlar, Hitler’in parti liderliğini üstlendiği
dönemde ifade ettiği görüşlerden pek de farklı değildir. Ama
1923’ten önce Almanya’da kurulacak bir diktatörlükten ender olarak
bahsederken, sonrasında bunu, ille de tek bir kişinin yönetimini ima
etmeyen üstü kapalı terimlerle ifade etmiştir. 70 Mussolini’nin
başarısının ardından 1923 yılı itibariyle Hitler, yandaşlarının üzerine
yağdırdığı poh pohlamalar ve Reich içinde tırmanan krizlerle birlikte,
Almanya’yı kurtaracak “güçlü adam” görüntüsüne bürünmeye
başladı. 71 Bununla birlikte hâlâ çoğul anlamda, ülkeyi ulusun çıkarları
doğrultusunda gerekirse çoğunluğun iradesine karşı çıkarak
yönetecek -parlamenter sistem dışı- liderlere duyulan ihtiyaçtan
bahsetmeye devam ediyordu. 72 “Halk artık bakanlar değil liderler
istiyor,” diye ilan ediyordu. 73 4 Mayıs 1923’ıe “Alman milletinin
sonunu getiren ve düşüşüne neden olan”74 parlamenter sisteme verip
veriştirdiği bir toplantıda, kendine nasıl bir rol biçtiğini ortaya seren
en açık ipucunu verdi. “Almanya’nın mezarını kazan” Reichstag’ın
aksine icraatlarıyla birer dev olan Büyük Frederick’e ve Bismark’a
gönderme yaparak şöyle bir açıklamada bulundu: “Almanya’yı
kurtaracak olan, milli iradenin ve milli kararlılığın diktatörlüğüdür.
Arkasından gelen soru ise, ortada uygun birinin olup olmadığıdır.
Bizim işimiz böyle birinin peşine düşmek değildir. O ya Tanrı’nın bir
lütfü olarak buradadır ya da değildir. Bizim işimiz, burada olduğunda
o kişinin ihtiyaç duyacağı kılıcı yaratmaktır. Bizim işimiz, diktatör
geldiğinde ona hazır bir halk sunmaktır!”75
Temmuz ayıyla birlikte, parlamentoda alınan çoğunluk kararlarının
değil sadece kişilik özelliklerinin Almanya’yı kurtarabileceğini
söylüyordu: “Nasyonal Parti’nin Lideri olarak görevimin sorumluluk
almak olduğunu görüyorum.”76 Diktatörlük çağrısı büyük bir alkış
seliyle karşılandı. 77 Dikkat çektiği noktalardan da anlaşılacağı üzere
kendini hâlâ bir “borazancı" olarak görüyordu. 78 Fakat bir belirsizlik
durumu da vardı. 2 Ekim 1923’te İngiliz Daily Mail gazetesine
verdiği bir röportajda şöyle dediği belirtilmektedir: “Eğer
Almanya’ya bir Alman Mussolini’si bahşedilseydi... halk dizlerinin
üzerine çöküp ona öyle tapardı ki Mussolini bile böylesini
görmemiştir.”79 Eğer -yandaşları gibi- o da kendisini Almanya’nın
Mussolini’si olarak görüyorsa, milli liderliğin yüceliğini kendi şahsıyla
ilişkilendirmeye açıkça başlıyor demektir. 80 Nuremberg’de, Kahr’ın
desteği hak edip etmediği sorulduğunda, Bavyera yöneticisinin
gerçek liderlik niteliklerine sahip olduğunun iddia edilemeyeceğini
söylemiştir. “Büyüklüğü” yalnızca kişinin kahramanca niteliklerine
bağlamış ve bu niteliklerin “en büyük üç Alman’da” olduğunu
belirtmiştir: Martin Luther, Büyük Frederick ve Richard Wagner. Üçü
de milli davanın “öncüleri” (Wegbereiter) ve bu nedenle “halklarının
kahramanıydı: Kahr “saygın" biri ve yetenekli bir idareciydi. Bunlar
kabul edilmeliydi. 81 Kahr Bavyera’yı sadece savunma konumunda
düşünmüş ve milli kurtuluş için Münih’ten öncü bir mücadele
yürütmeyi becerememişti. 82 “Bir özgürlük savaşçısı doğru içgüdülere
ve iradeye sahip olmalıdır, iradeden başka bir şeye ihtiyacı yoktur”. 83
Kahraman liderlik nosyonunun öne sürülmesi, Kahr’ın reddi ve
“özgürlük savaşçısı”nın sahip olması gereken nitelikler, Hitler’in bu
üstün (ve kahramanca) milli liderlik konumu için kendisini öne
sürmeye başladığını düşündürmektedir. Ama yine de bir belirsizlik
vardır. Kendi amacını, “büyük Alman özgürlüğü hareketinin yollarını
döşeyen” birinin, bir “öncünün” amacı olarak görmektedir. 84 Bir
yandan hâlâ “borazancı”lık iddiasındadır. 85 Öte yandan geçmişin
büyük milli kahramanlarını, yolu açan öncülerle daha önceden zaten
ilişkilendirmişti. Her halükarda bu dönemde, kendi ifadesiyle “içinde
Almanya’nın kurtuluşu için bir çagrı" hissetmiştir ve başkaları da
onun konuşmalarında “düpedüz Napolyon tarzında ve mesihçe bir
cazibe” saptamışlardır. 86
Geleceğin liderine dair Hitler’in yorumlarındaki bu bulanıklık
kısmen, bir taktik olarak değerlendirilebilir. Geleceğin üstün liderine
dair zamanından önce ortaya çıkmış bir tartışmayla olası desteğini
kaybetmesinin hiçbir anlamı yoktu. Hitler’in Ekim ayında belirttiği
gibi, “liderin sahip olacağı silah yaratılana dek” liderlik sorunu
çözülmeden kalabilirdi. Ancak bundan sonra, “bize doğru lideri
versin diye Tanrı’ya yalvarmanın” zamanı gelecekti. 87 Fakat bu,
Hitler’in esas olarak ajitasyon, propaganda ve “mücadele”den ibaret
olan siyaset kavrayışının bir yansımasıydı. 88 Faaliyet özgürlüğünü
kısıtlamadığı sürece örgütsel biçimin ne olduğu onu pek
ilgilendirmiyordu. Temel mesele “siyasi mücadele'nin liderliğiydi.
Fakat Hitler’in bu alanda kendine duyduğu güveni ve uzlaşmaz
tavrını göz önüne alırsak, bütün bunların “milli hareket”in tam ve
sınırsız liderliğini talep etmesi anlamına gelmediğini düşünmek
zordur. Öyle ya da böyle, krizlerle geçen 1923 yılında Hitler’in
liderlikle ilgili yorumları, kendi gözündeki imajının bir değişim
sürecinde olduğuna işaret etmektedir. Kendini hâlâ bir “borazancı”
olarak görmektedir; ona göre en yüce uğraş budur. Ancak başarısız
darbe girişiminin ardından mahkemede kazandığı zaferden -sonra,
kendi gözündeki imajının değişimini tamamlayıp, “kahraman liderin ta
kendisi olduğu savına dönüşmesi çok uzun sürmeyecektir.
IV

Bütün bunlar gelecekte olacaktır. 1923 yılının başlarında ise en


fanatik yandaşlarının dışında pek az insan Hitler’in Almanya’nın
beklediği lider olduğunu düşünüyordu. Fakat Hitler’in, -bir gazetede
belirtildiği üzere Münih’in dikkate değer yegane tuhaf yeri olan-89
Hofbrâuhaus’ın yanı sıra Münih’in siyasi sahnesinde de yıldız
konumuna yükselişi, kendi sosyal çevresi dışındaki insanların da ona
ilgi göstermeye başladığı anlamına gelmektedir.
NSDAP’a yeni katılan iki kişi vardı ki bunlar Hitler’e faydalı olacak
yeni ilişkilerin kapısını açacaktı. Bunlardan ilki, iyi bağlantılara sahip
eski bir kumarbaz ve sefa düşkünü, ticaret amaçlı seyahatler yapan
bir maceraperest ve dünyanın pek çok yerini dolaşmış Kurt Lüdecke
idi. Ağustos 1922’de “Vatanperver Cemiyetlerin Münih’teki bir
gösterisinde Hitler’in konuşmasını ilk kez işittiğinde, “bir lider ve
dava” arayışında olan Lüdecke açıkça büyülenmişti. 90 “Eleştiri
yeteneğim yok olup gitti," diye yazacaktı daha sonra. “Savunduğu
görüşün gücüyle kitleleri ve onlarla birlikte beni de sanki hipnotik bir
büyü altına almıştı... Alman erkeklerine seslenişi savaşa katılma
çağrısı gibiydi; sanki kutsal bir gerçeği vaaz ediyordu. Luther gibi
görünüyordu... Yaşadığım yücelmeyi ancak dini bir coşkuyla
kıyaslayabilirim... Liderimi ve davamı bulmuştum.”91 Kendi anlatısına
göre Lüdecke, Hitler’in itibarını arttırmak için General Ludendroff'la
olan ilişkisini kullandı. 1914'te Doğu Prusya’dan düşmanın
sürülmesinde gösterdiği başarıdan beri bir savaş kahramanı olan ve
savaşın son iki yılında fiili olarak Almanya’nın diktatörü konumundaki
Ludendroff, o dönemde radikal sağın önemli bir şahsiyetiydi ve sırf
ismi bile Hitler’e pek çok kapının açılmasını sağlamaya yeterdi.
Ayrıca, Münih’in eski emniyet müdürü, Nazilerin önemli bir
sempatizanı ve koruyucusu olan Ernst Pöhner’e de Hitler’i övüp
duruyordu. 92 Sık sık yurt dışında bulunan Lüdecke, “Roma
Yürüyüşü”nden hemen önce (o dönemde Hitler’in adını hiç duymamış
olan) Mussolini’yle; 1923 yılında ise Gömbös’le ve Macaristan'daki
başka önemli şahsiyetlerle ilişkiye geçmişti. 93 Yabancı bankalardaki
hesapları ve yurt dışından sağladığı yüklü bağışlarla, 1923’teki
hiperenflasyon döneminde parti için ne kadar kıymetli olduğunu
göstermişti. 94 Bir fırtına birliği bölüğünü tam teçhizat donatmış ve
onlara kalacak yer sağlamıştı. Fakat Lüdecke’nin nüfuzlu tanıdıktan,
onun sürekli NSDAP’a adam kazanma çabasından rahatsız oldular ve
sessiz sedasız onunla ilişkilerini kestiler. Parti içinde ise kendisine
yönelik antipatiden ve güvensizlikten bir türlü kurtulamadı. Hatta
Max Amann tarafından bir Fransız ajanı olduğu iddiasıyla polise ihbar
edildi ve bu asılsız suçlama nedeniyle iki ay hapis yattı. 95 1923'ün
sonu itibariyle Lüdecke neredeyse bütün gelirini yararına kullanıp
tüketmişti. 96
Çok daha faydalı olan ikinci yeni üye ise Ernst “Putzi"
Hanfstaengl’di. Bir metre doksan iki santim uzunluğunda boyuyla
kültürlü bir yan-Amerikalı olan -annesi Sedgwick-Heine’ın iki dedesi
de İç Savaş’a katılmış generallerdi- Putzi, üst-orta sınıfa mensup
sanat tüccarı bir aileden geliyordu. Harvard mezunuydu, baskı
resimler yayımlayan bir şirketin ortağıydı ve Münih’in salon
sosyetesinde olağanüstü iyi ilişkilere sahipti. Lüdecke gibi onun da ilk
deneyimi Hitler’in konuşmasını duymak olmuştu. 97 Hanfstaengl,
Hitler’in kitleleri sarsma gücünden çok etkilenmişti, İzlenimlerini
şöyle ifade edecekti daha sonra: “Heyecan veren retoriklerinin
ötesinde bu adamda esrarengiz bir yetenek var; bu yeteneği,
misyonerce iddialara sahip güçlü bir lider figürünün ortaya çıkacağı
çağa duyulan gnostik bir özlemle birleştiriyor; ve bu bileşim insana
akla yakın her umudun ve beklentinin gerçekleşebileceği
düşündürüyor. Kitle ruhu üzerinde böylesine güçlü bir etki yaratmak
muhteşem bir şey.”98 Hanfstaengl, garip üslupçuluğuyla bir tezgahtar
ile astsubay arasında bir görünüşe sahip olan ama kitleye
seslendiğinde hatip olarak büyük bir güce sahip olan, eski püskü mavi
takımı içindeki, kendinden alt bir sınıfa mensup küçük burjuva
Hitler’den büyülenmişti. 99 Fakat Hitler’e, en azından onun sanat ve
kültüre dair klişelerle dolu ham yargılarına karşı bir küçümseme
duymuyor da değildi. Hanfstanengl bu alanı çok iyi biliyordu, Hitler
ise dediğim dedik bir çok bilmişden başka bir şey değildi. 100 Hitler’in
Hanfstaengl’in evini ilk ziyaretine dair ev sahibinin (biraz züppece)
yorumu, “çatalı ve bıçağı acemice kullanışı kökenini ele veriyordu,”
olacaktı. 101 Öte yandan Putzi’nin, “kitle ruhu üzerindeki bu
virtüözlükken büyülendiği de açıktı. 102 Hitler’i, sunduğu kaliteli
şaraba şeker katarken yakaladığında dehşete düşmüş, ama şunu
eklemeden de duramamıştı: “O şaraba biber de serpebilirdi çünkü
her naifçe davranışı saf içtenliğine olan inancımı arttırıyordu."103
Kısa bir süre sonra Hitler Hanfstaengl’in evinin düzenli
konuklarından oldu; kremalı pastalarla midesini dolduruyor, tuhaf
Viyanalı tarzıyla Hanfstaengl’in çekici karısı Helene’e kur
yapıyordu. 104 Helene ise Hitler’in bu ilgisi karşısında hiç telaşa
kapılmadan durumu idare ediyordu, “inan bana, o bir erkek değil
tamamen cinsiyetsiz biri,” diyordu kocasına. 105 Putzi ise kendini
Hitler’in iktidarsız olduğuna, “dişil” kitlelerle girdiği ilişkiden aldığı
hazla bunu telafi ettiğine inandırmıştı. 106 Hitler, Putzi’nin bir piyanist
olarak yeteneğini, özellikle Wagner çalışını takdir ediyordu. O piyano
çalarken ıslıkla melodiye eşlik ediyor, orkestra şefi gibi kollarını
sallayarak bir aşağı bir yukarı yürüyor, rahat ve huzurlu olduğu her
halinden belli oluyordu. 107 Hanfstaengl’den -ve ziyadesiyle
karısından- hoşlandığı açıktı. Ama her zamanki gibi yine de ölçüt,
yararlılıktı. Ve Hanfstaengl’in yararlı olduğu kesindi. O Hitler için bir
tür “sosyal sekreter”di;108 Hitler’in, her pazartesi Café Neumaier’de
toplanan küçük burjuva bıçkın çevresinden çok farklı mühitlere
girmesini sağlıyordu. 109
Hanfstaengl Hitler’i, yayıncı Hugo Bruckmann’ın karısı Frau Elsa
Bruckmann ile tanıştırdı; Hugo Bruckmann bir Pan-Germen
sempatizanı ve antisemitist, ayrıca Houston Stewart Chamberlain’ın
eserlerinin yayıncısıydı. Hitler’in sokulgan tavırları ve sosyal açıdan
naifliği Frau Elsa’da annelik içgüdüsü uyandırmıştı. 110 Hitler’in
düşmanlarına karşı bir savunma aracının olmasını isteğinden midir
nedir bilmiyoruz ama Hitler’in sürekli olarak yanında taşıyacağı
köpek kırbaçlarından birini o hediye etmiştir. (Hitler’in sahip olduğu
ilk kırbacı veren kişi hasmı olan bir hanımefendi, Frau Helene
Bechstein’dır; sonraları taşıyacağı, hipopotam derisinden yapılmış
daha ağır üçüncü kırbacını hediye eden kişi ise Obersalzberg’de
kaldığı otelin, Platterhol’un sahibesi Frau Büchner’dir. 111) Münih’te
statü sahibi herkes, bir Romen prensesinin kızı olan Frau
Bruckmann’ın akşam toplantılarına davet edilirdi; böylece Hitler
burada sanayicilerle, akademisyenlerle, ordu ve aristokrasi
mensuplarıyla ilişki kurma imkanı buldu. 112 Smokinin üzerine giydiği
gangster şapkası ve pardesüsüyle, elinden eksik olmayan kırbacıyla
Münih’in kaymak tabakasının salonlarında tuhaf bir görüntü
oluşturuyordu. Kıyafetinin ayrıksılığı ve abartılı tavırları, sosyal
açıdan alt konumda olduğunun farkında olan birinin yapmacıklı aşırı
nezaketi, alçakgönüllülük gösteren ev sahiplerinin ve diğer
konukların onu önemli bili olarak görmesini sağlıyordu. Genelde ya
susarak ya da monolog yaparak örttüğü sosyal beceriksizliği ve
tereddütlü hali, öte yandan kamusal başarısının farkında olmasının
yüzünden okunuyor olması onu tuhaf bir kişi haline getiriyor;
toplumun varlıklı ve kültürlü kesimi içinde ona antika eşya kıymeti
kazandırıyordu. 113 “Güçlü olmak isteyen zayıf biri, çok yönlü biri
(üniversell) olmak isleyen bir yarı-cahil, eğer gerçek askerleri
etkilemek istiyorsa asker olmak zorunda olan bir Bohemyalı. Kendine
ve yapabileceklerine (seine Möglichkeiten) güvensiz biri, bu yüzden
ona üstünlük sağlayan ya da sağlayacak olan her şeye karşı aşağılık
duygusuyla dolu... Smokin giydiğinde bile bir beyefendi değil.”
Freikorps lideri Gerhard Rossbach o dönemdeki Hitler’i işte böyle
tanımlıyordu. 114
Hitler uzun süredir parti sempatizanı olan yayıncı Lehmann’a da
zaman zaman, misafir oluyordu. Hitler’e Eckart’ın tanıştırdığı, piyano
imalatçısı Bechstein’ın karısı da Hitler’e “anne”lik yapan kadınlardan
biriydi; Hitler’in Eylül 1923’te bir kahve tüccarından alacağı 60 bin
İsveç frankı tutarındaki borca karşı teminat olarak mücevherlerini
partiye ödünç vermişti. Kışlan genelde Bavyera’da geçiren
Bechsteinlar Hitler’i sık sık “Bayerischer Hof’daki süitlerine veya
Berchtesgaden’deki yazlık konutlarına davet ediyorlardı.
Bechsteinlar sayesinde Hitler, Bayreuth’daki Wagner çevresine
girdi. 115 Ekim 1923’te nihai kahramanının Haus Wahnfried’deki
mabedine ilk girdiğinde öylece kalakalmış, Richard Wagner’in müzik
odasında ve kütüphanesindeki eşyaları arasında “sanki bir katedralde
kutsal emanetlerin ortasındaymışçasına” parmak uçlarında
dolaşmıştı. Güderiden kısa pantalonu, kalın yün çorapları, kırmızı
mavi kareli gömleği ve üzerine oturmayan kısa mavi ceketiyle
geleneksel Bavyera giysileri içinde oldukça “alelade” bir görüntü
sergileyen bu olağandışı konuk, Wagnerler'de de karışık duygular
yaratmıştı. Wagner’in oğlu Siegfried’in İngiltere doğumlu karısı
Winifred, Hitler’in “Almanya’yı kurtarmaya yazgılı” olduğunu
düşünüyordu. Siegfried’e göre ise Hitler “bir sahtekar ve sonradan
görme” idi. 116
1922 yılının ikinci yarısında ve bilhassa 1923’te partinin hızlı
yükselişi onu Münih’te siyasi bir güç haline getirdi; “vatanperver
cemiyetlerde yakın ilişkilere ve daha geniş sosyal bağlantılara sahip
olması, ilk yıllarına oranla NSDAP’a daha fazla para akışı olması
demekti. Sonraki yıllarda da olacağı gibi artık partinin finans
kaynağını üye aidatlarının yanı sıra toplantıya giriş ücretleri ve
toplanan bağışlar oluşturuyordu. 117 Toplantılara daha çok kişi
geldikçe, partiye daha fazla kişi üye oluyor, partinin geliri artıyordu
ve böylece daha çok toplantı yapılabiliyordu. Propaganda
propagandayı finanse ediyordu. 118
Ama yine de partinin yoğun giderlerini karşılamak güçtü ve yüksek
enflasyon koşullarında finansman kaynaklarını canlandırmak kolay
değildi. Hitler’in, finansman kaynaklarını arttırmak amacıyla Nisan
1922’de Berlin’e yaptığı yolculuk bu açıdan bir sonuç vermemişti. 119
’Partinin geliri ihtiyaçlara kıt kanaat yetiyordu. 120 Hitler sürekli
olarak parti dostlarından ve destekçilerinden parti için bağış
koparmaya çalışıyordu. Fakat mark olarak alınan herhangi bir yekûn
ne kadar yüklü olursa olsun, paranın değerinin hızla düşmesi
yüzünden hemen kuşa dönüveriyordu. 121 Bu nedenle döviz olarak
yapılan bağışlar kârlıydı. Daha önce de belirttiğimiz gibi Lüdecke ve
Hanfstaengl bu bakımdan çok faydalı oluyorlardı. Hanfstaengl,
völkischer Beobachter’in daha büyük, Amerikan-tarzı formatta
çıkmasına imkan sağlayacak döner başlı iki baskı makinesinin
alınabilmesi için 1000 dolarlık faizsiz bir borç bulmuştu; enflasyonun
yüksek olduğu Almanya’da faizsiz borç bulmak büyük bir nimetti. 122
Partinin mark dışındaki para birimlerinde finansmana sahip olması,
ortalıkta, özellikle muhalif basında dedikoduların dolanmasına yol
açıyordu. Fakat 1923 yılındaki resmi soruşturmaların ortaya
çıkardığı şey, giderek artan sayıda bağış yapan kişinin yarlığı ve
bunlardan gelen yüklü bir yekûndu.
Arabuluculuk hizmeti veren bir başka önemli şahsiyet de Riga
doğumlu Max Erwin von Scheubner-Richter idi. Yabancı diller
konusunda yetenekli olan bu kişi savaş sırasında Türkiye’de
diplomatik görevle bulunmuş, Baltık bölgesine dönüşünde ise
komünistler tarafından bir süreliğine tutuklanmıştı. Savaştan sonra
Kapp Darbesi’ne katılmış, pek çok karşı-devrimci gibi Münih’te
tutunmuş ve 1920 sonbaharında burada NSDAP’a katılmıştı. 123 Nazi
Partisi’nin ilk dönemlerinde, pek öne çıkmasa da önemli bir figür olan
bu kişi, Rus hanedanlığının veliahtı Prens Kyrill’in karısı Prenses
Alexandra gibi Rus göçmenleriyle olan mükemmel ilişkilerini
kullanarak, Ludendorff'un yönettiği fonlardan kazanmış ve bu
fonlardan NSDAP’a para akmasını sağlamıştı. Parasını yabancı
bankalarda ve fonlarda tutan va Naziler’e parasal açıdan katkıda
bulunan başka aristokratlar da vardı; Frau Gertrud’u bunların
arasında sayabiliriz. 124 Fritz Ruhr çelik işletmelerinin varisi olan
Thyssen’in, Ludendorff'a yaptığı 100 bin marklık oldukça cömert
bağıştan, (muhtemelen küçük de olsa) Hitler’in de bir pay aldığına
şüphe yoktur. Fakat, Berlin lokomotif ve makine imalat şirketinin başı
olan Ernst von Borsig haricinde, Almanya’nın önde gelen sanayicileri
o dönemde Naziler’e doğrudan bir ilgi göstermemişlerdir. 125
Borsig’in ve araba üreticisi Daimler’in partiye katkıda bulunan
firmalar arasında olduğuna dair savlar doğrultusunda yapılan polis
soruşturmaları sonuçsuz kalmıştır. 126 Bazı Bavyeralı sanayiciler ve iş
adamları da harekete bağışta bulunmalan için Hitler tarafından ikna
edilmişti. 127
Yurtdışından da kıymetli fınans kaynakları bulunmuştu. Marksizm
karşıtlığı ve Bolşevizm’e karşı kale olacak güçlü bir Almanya umudu
bu tip bağışları motive etmeye yetiyordu. völkischer Beobachter’in
yeni ofisleri Çek kroneni ile finanse edilmişti. 128 İsviçre kaynaklarıyla
bağlantıyı kuran kişi Berlinli bir kimyacı olar Dr. Emil Gnasser idi;
uzun süredir Nazi taraftan olan Gnasser, sağ görüşlü İsviçreli
destekçilerden toplam 33 bin İsviçre frankı tutarında bağış
toplamıştı. 129 Hitler’in 1923 yazında İsviçre’yi ziyaretinin ardından
başka bağışlar da geldi. 130 Baş düşman Fransa’daki sağcı
çevrelerden gelen 90 bin mark, Hitler’in ilk hamisi Yüzbaşı Karl
Mayr’a, ondan da “vatanperver cemiyetler”e geçmişti. Bu bağıştan
pay alanlar arasında NSDAP’ın da olduğunu varsayabiliriz. Parasal
bağışlara ek olarak, silah ve teçhizat anlamında Röhm’ün -diğer
paramiliter örgütlenmelerle birlikte- SA’yı da, gizli cephaneliğinden
gayet iyi donattığı açıktır. 131 Finansal destek bir yana, Röhm’ün
sağladıkları olmaksızın silahlı bir darbe yapmak pek mümkün
değildir.
Kasım 1922‘de Hitler’in bir darbe planladığına dair söylentiler
zaten mevcuttu. 132 1923 Ocak ayıyla birlikte, Ruhr’daki Fransız
yürüyüşünün ardından oluşan patlamaya hazır ortamda bu söylentiler
daha da arttı. 133 Yokluğunda Hitler’in bir hiç olacağı kriz gün be gün
derinleşiyor ve bunun sonucu olarak da Nazi hareketi hızla
güçleniyordu. 1923 yılının Şubat ile Kasım aylan arasında partiye 35
bin kişi katılmış ve böylece darbe arefesinde partinin gücü 55 bin
kişiye çıkmıştı. Toplumun her kesiminden katılım vardı. Yeni
katılanların yaklaşık üçte biri işçi, onda biri ya da daha fazlası üstorta
sınıftandı ama yandan fazlasını zanaatkarlar, tüccarlar, beyaz
yakalılar ve çiftçilikle uğraşan alt-orta sınıf mensupları
oluşturuyordu. 134 Çoğunun partiye katılma sebebi, ekonomik ve siyasi
kriz yükselirken hissettikleri protesto, kızgınlık ve derin
memnuniyetsizlikti. Aynı şey SA’ya koşan binlerce insan için de
geçerliydi. Hitler onların desteğini eylem sözü vererek kazanmıştı.
Savaşta kurban gidenlerin intikamı alınacaktı. Devrim baş aşağı
edilecekti. 135 Bu sözlerini yerine getirmeksizin onları tam bir
heyecan noktasında tutamazdı. “Her yola başvurma” eğilimi
Hitler’de sadece bir karakter özelliği değildi; liderliğinin, siyasi
hedeflerinin ve yönettiği partinin yapısına da sinmişti. Fakat 1923
yılında gelişen olaylar Hitler’in kontrolünde değildi. Aynı şekilde 8
Kasım’dan önce oyunun baş aktörü olduğu da söylenemez. Berlin’e
karşı bir darbe düzenlemeye hazır güçlü figürler ve örgütlenmeler
olmasaydı, Hitler oyununu şiddetle sergileyeceği bir sahne
bulamazdı. Hitler’in rolü, faaliyetleri -ve reaksiyonları- bu ışık altında
görülmelidir.
V

Ocak 1923'te milli birliği uyandıran ve Hitler’in hükümete karşı


yürüttüğü aralıksız propagandayı neredeyse baltalayan bir olay
gerçekleşti; Ruhr bölgesine Fransızlar girdi. Reich hükümeti en
azından bu olayda sen bir tavır göstermiş ve büyük bir kitle
desteğiyle hareket etmişti.
Reich Şansölyesi Wilhelm Cuno hükümetinin para olarak yapılması
gereken telafi ödemelerinin iki yıl ertelenmesine yönelik talebi,
Aralık’ın sonunda Paris’te yapılan ve müttefik devletlerin liderlerinin
katıldığı bir toplatıda geri çevrildi. Almanya, orman ürünü ve kömür
olarak yapması gereken 24 milyon mark tutarındaki telafi
ödemelerini tam olarak yerine getirememiş, söz gelimi 200 bin metre
telgraf direği vermesi gerekirken ancak 65 bin metre teslim
edebilmişti. Ödemesi gereken toplam miktarın yanında, ödediği 1,480
milyon marklık tutar önemsiz kalıyordu. Eksik olan 135 bin metre
telgraf direği, Fransız ve Belçika birliklerinin kömür borcunu almak
için 11 Ocak’ta Ruhr bölgesine girmesine yetmişti. Bu olay üzerine
Almanya, siyasi ve sosyal bütün görüş ayrılıklarını aşan milli bir coşku
dalgasının pençesine düştü. Sosyal Demokratlar’dan Alman
milliyetçilerine dek her görüşü içeren bir “milli birlik cephesi”
kuruldu. 136 Savaşın gerekleri doğrultusunda milli uyumu sağlamak
için şiddetli sınıf çatışmalarının ve iç anlaşmazlıkların geçici olarak
askıya alındığı, 1914 yılındaki “Burgfrieden”ı (sivil ateşkes)
çağrıştıran bu birliğin sürme şansı pek yoktu. Fakat ülkedeki
duygunun derinliğinin hali hazırdaki yansımasıydı. 13 Ocak’ta Reich
hükümeti Ruhr işgaline karşı “pasif direniş” kampanyası ilan etti. 14
Ocak’ta bütün Almanya’nın yas içinde olduğuna şüphe yoktur. 31
Mart’ta Fransız askerlerinin açtığı ateş sonucu -muhtemelen Alman
milliyetçilerinin provokasyonu söz konusuydu Essen’deki Krupp
fabrikası işçileri on üç ölü, kırk bir yaralı verdi; zaten gergin olan
durumu iyice ateşlendiren en beter olaylardan biriydi bu. 137 Buna
bağlı olarak, “pasif direniş” politikasının geniş bir halk desteği
bulduğu kesindir. Diğer yandan radikal milliyetçiler açısından bu
yeterli değildi. Reichswehr’ın* el altından yardımlarıyla, yasaklanmış
Freikorps grupları tekrar kuruldu. İşgal altındaki bölgede, yine ordu
desteğiyle sabotaj eylemleri yapıldı. 138 Tüm bunlara rağmen Ruhr
işgaline ne ölçüde ve hangi şiddetle karşı çıkılacağı Nasyonal
Sosyalistler açısından sorun yaratmaktaydı. Halkın protestoları,
rüzgarı onların dümen suyuna ters bir yöne döndürebilirdi. Ruhr
işgaline karşı protestoların içinde Berlin hükümetine yönelik
saldırılara yer verilmesi, kitlesel bir cazibe içermeyebilirdi. 139 Ama
yine de Hitler, azmiyle Fransız işgalinde de faydalanılacak bir yön
buldu. 140 Ve hep yaptığı gibi saldırgan propagandasına devam etti.
* Reichswehr: Weimar Cumhuriyeti'nin ordusu; kelime anlamı. "ulusal savunma"dır. (Ç. N . )
Fransızların Ruhr’da yürüyüşe geçtiği günün hemen ertesinde,
Circus Krone’nin tıka basa dolu salonunda bir konuşma yaptı;
konuşmasının başlığı “Kahrolsun Kasım Suçluları” idi. 1918’deki
Sosyal Demokrat devrimcileri kastederek “Kasım Suçluları” terimini
ilk kullanışı değildi bu. Ama o andan itibaren bu slogan dudaklarından
hiç düşmedi. 141 Ruhr işgaline yaklaşımını ve kurduğu bağlantıyı
açıkça gösteriyordu. Gerçek düşman içerdeydi. “Alman milletinin
yeniden doğuşu ancak suçlular sorumluluklarını kabul edip,
kaderlerine razı olduklarında mümkün olacaktır,” diye ilan
ediyordu. 142 Hitler’e göre, Fransa’nın Almanya’ya koloni muamelesi
yapabilmesine imkan tanıyan zayıf ve savunmasız durumun suçlusu
Marksizm, demokrasi, parlamentarizm, entamasyonalizm ve elbette
ki bütün bunların arkasındaki güç, yani Yahudiler’di. 143 Yeni ilan
edilmiş “milli birlik”i hor görüyordu. İşgale karşı aktif direnişe katılan
üyeler partiden atılacaktı. 144 Hitler’in kendi taraftarları bir süre
şaşkınlığa düştüyse de taktik işe yaradı.
Saldırgan propaganda, NSDAP’ın 27-29 Ocak tarihlerinde Münih’te
yapılması planlanan ilk “Reich Parti Gösterisi”nin hazırlıklarıyla daha
da aitti. Bu olay Bavyera hükümetiyle yüzleşmeyi getirdi; darbe
söylentilerinden korkan hükümet 26 Ocak’ta Münih’te olağanüstü hal
ilan etti ama o kadar zayıftı ki gösteriyi yasaklama kararını
uygulayacak güce sahip değildi. 145 Gösterinin yasaklandığı
söylendiğinde Hitler çılgına döndü. Her zaman olduğu gibi, onun için
geri adım atmak söz konusu değildi. Yasağa rağmen mitingin
yapılacağı sözünü verdi; kargaşa çıkacağı, muhtemelen kan akacağı
tehditini savurdu. Kendini çok daha melodramatik sahnelere
hazırlamıştı: Silahlar ateşlendiğinde en ön sırada duracaktı. 146 Röhm
onu sakinleştirdi ve daha yapıcı bir yaklaşım getirdi. Reichswehr bir
kez daha Hitler’in imdadına yetişti. Röhm Epp’i, Bavyera’da
konuşlanmış bulunan 7. Reichswehr Tümeni’nin komutanı General
Otto Hermann von Lossow’u Hitler’in tarafında yer alması için ikna
etmeye razı etti. Röhm’e, Hitler’i Lossow’un huzuruna çıkarması
emredildi. Hitler mitingin huzur ve barış ortamında yapılacağı
garantisini verdi ve bir darbe girişimi olmayacağına “şerefi üzerine”
söz verdi. Hitler ve Röhm bunun ardından, dönemin Yukarı Bavyera
Hükümet Başkanı Kahr’ı sıkıştırdılar ve o da aynen Emniyet Müdürü
Eduard Nortz gibi desteğini sundu. Hitler -hepsi de aynı akşamda
yapılacak- on iki mitingin yanısıra, Münih’in merkezine yakın büyük
bir gösteri alanı olan Marsfeld’de 28 Ocak’ta, 6 bin üniformalı
Fırtına-Birliği milisi önünde SA hamalarının sergileneceği teatral bir
gösteri için de izin aldı. 147 Eğer partinin yüksek yerlerde daha az
dostu olsaydı ve hükümet işi daha sıkı tutsaydı, Ernst Röhm’ün de
kabul ettiği gibi bu durum Hitler’in prestijine ağır bir darbe
vuracaktı. 148 Bavyera otoritelerinin sayesinde Hitler bir başka
propaganda zaferine daha imza atmış oldu.
Gösteri sırasında yapılan toplantılarda Hitler kalabalık taraftar
kitlesinin karşısına kendinden ve başarısından daha emin olarak çıktı.
Bütün bir gösteri, “Alman özgürlük hareketinin lideri”ne bir saygı
gösterisi olarak düzenlenmişti. 149 Parti içinde azami uyumu
yakalamak için bilinçle tasarlanmış liderlik kültü öne çıkmaya ve
yaygınlık kazanmaya başlamıştı. Bir gazetede çıkan habere göre
Hitler, 27 Ocak akşamı katılacağı on iki toplantıdan biri için
Hofbrâuhaus’un Festsaal’una girdiğinde ”bir kurtarıcı gibi”
selamlanmıştı. 150 Aynı akşam Löwenbrâukeller’deki coşkulu
atmosferde, korumalarla çevrelenmiş bir halde ve bile bile gecikerek
salona girip, kolunu kaldırarak selam verdiğinde -muhtemelen İtalyan
Faşistleri’nden alman (ve onların da Roma İmparatorluğundan aldığı)
bu selam tipi 1926 yılıyla birlikte Hareket’in standart bir unsuru
olacaktır- bir kahraman gibi karşılanmıştı. 151 Onunla başka yerlerde
tanışmış olanların tanıyamayacağı bir Hitler vardı orada, diye
belirtecektir Karl Alexander von Müller. 152
Hitler’in neredeyse sadece propaganda üzerinde durması Röhm’ün
yaklaşımı değildi; oysa ki Röhm’ün paramilitarizme yaptığı vurgu
Hitler’in otoritesi için gizli bir tehlike içeriyordu. 153 Şubat’ın
başlarında Pittinger’in düşmesinden hemen sonra Röhm, -SA’nın
yanısıra Bund Oberland’ın, Reichslagge, Wikingbund ve
Kampfverband’ın yer aldığı- "Savaşan Vatanperver Cemiyetlerin
Çalışma Birliği”ni (Arbeitsgemeinschaft der Vaterlândischen
Kampfverbânde) kurdu. 154 Askeri kontrol doğrudan. Yarbay Hermann
Knebel’in elindeydi; bu kişi daha önce Bavyera Einwohnenvehr*’inde
ve Escherich Organizasyonu’unda (diğer adıyla Orgesch) kurmay
başkanıydı. 155 Bavyera Reichswehr’ı tarafından eğitilen bu
oluşumların kurulma amacı, Fransa ve Belçika’nın işgali ilerletme
olasığına karşı bir savunma unsuru teşkil etmek değildi -kaldı ki bu
tehlike artık yavaş yavaş ortadan kalkıyordu-, bunlar açıkça Berlin’e
karşı mücadelenin sonlandırılması için kurulmuştu. 156 SA bu geniş
örgütlenme içindeki en büyük paramiliter grup değildi ve onu
diğerlerinden ayıran bir özelliği yoktu. 157 Tamamıyla askeri bir
organizasyonun içinde ast konumdaydı. 158 SA’nın, doğrudan kendine
bağlı olmayan ve yalnızca kendi kontrolünde olmayan paramiliter bir
organizasyona dönüşmesi Hitler’in hoşuna gitmiyordu. Ama bu
konuda yapabileceği bir şey yoktu. 159 Öte yandan Röhm Hitler’i,
“Çalışma Birliği”nin siyasi liderliği için ön plana itiyordu. Röhm
ondan, “Çalışma Birliği”nin siyasi hedeflerini tanımlamasını istedi. 160
Hitler şimdi gerçekten yüksek çevrelere doğru tırmanıyordu.
1923’ün başlarında Röhm Hitler’i, Reichswehr’in Genel Kurmay
Başkanı (Cheef der Heeresleitung) General Hans von Seeckt ile
tanıştırdı (fakat Seeckt, Münihli demagogdan pek etkilenmedi ve
Ruhr bölgesindeki mücadelede radikal bir rol almasına yönelik
Hitler’in ısrarlı taleplerine sıcak bakmadı). 161 Röhm Hitler’in
hareketinin, işçilerin milli davaya kazanarak Kasım Devrimi’ni tersine
çevirecek “savaşçı vatanperver cephe”yi kurmaya en iyi aday
olduğuna, yeni Bavyera Komutanı Lossow’u da ikna etmeye
çabalıyordu. 162
* Prusya içişleri Bakanlığı tarafından 15 Nisan 1919'da kurulan paramiliter polis kuvveti. (Ç.N.)
Milliyetçi paramiliter politikanın tüm unsurlarıyla -açıkça ve
doğrudan hiçbirini yönetmese de- bir ilişki içinde olan General
Ludendorff', radikal milliyetçi sağın sembolik lideri olarak görülen
kişiydi. Eski savaş kahramanı Şubat 1919’da sürgünde bulunduğu
İsveç’ten dönmüş ve Münih’e yerleşmişti. Radikal völkisch
milliyetçiliği, yeni Cumhuriyete duyduğu nefret ve “hıyanet”
efsanesine sonsuz inancı, hiç çaba sarf etmeksizin Pan-Germenlerin
arasında yerini bulmasını ve Kapp Darbesi’ne katılmasını sağlamıştı.
Şimdi de karşı-devrimci aşırı sağla yakın ilişkiler içindeydi ve gerek
ünü gerek konumuyla oranın kıymetli bir unsuruydu. Münih’in
völkisch ve paramiliter siyaseti, 1916 ile 1918 yılları arasında
savaşın baş itici gücü ve Almanya’nın fiiliyattaki diktatörü olmuş bu
ünlü Levazım-Generali’yle eski onbaşı Adolf Hitler’in yakın ilişkiye
girmesine ve işbirliği yapmasına imkan sağlayacak ortamı sunuyordu.
Çok daha fazla önem taşıyan ise, General Ludendorff'un alışık
olmadığı bu kışkırtıcı siyaset ortamındaki hızdı; öyle ki eski bir
onbaşı -radikal sağın önde gelen sözcüsü olarak- geçmişte ordu
kumandanlığı yapmış birini gölgede bırakabiliyordu.
Hitler Ludendorff'un huzuruna ilk kez Mayıs 1921’de Rudolf Hess
tarafından çıkarılmış, o dönemden beri de generalin ismi Hitler’e çok
sayıda kapı açmıştı. 163 26 Şubat’ta Berlin’de yapılan bir toplantıda
Ludendorff', kuzey Almanya paramiliter örgütlenmelerinin
liderleriyle, “Çalışma Birliği”nin sözcüsü olarak Röhm’ü, Hitler’i ve
Reichsflagge’ın lideri Yüzbaşı Heiss’ı bir araya getirdi. Fransızlara
karşı yakın zamanda bir saldırı düşünen Luderdorff, Seeckt’den ve
Cuno hükümetinden destek istedi. Hitler, genel görüşüne ters
düşmesine rağmen buna yine de karşı çıkmadı. Paramiliter
organizasyonların Reichswehr’ın buyruğunda eğitime başlaması
önerisini tek bir grup -Jungdeutscher Orden- reddetti. 164 Hitler Mart
ayında, kaçamak bir tavır sergileyen Seeckt ile yaptığı dört saatlik
bir toplantıdan hayal kırıklığı içinde ayrıldı; Reichswehr Bavyera
başkanı Lossow da Seeckt’in vardığı sonuca -Bavyera kendi yoluna
gitmeli ve Reich’tan ayrılmayı düşünmeliydi kızgınlık içinde karşı
çıkmıştı. 165 Buna rağmen, Hitler’le Lossow’un yapmış olduğu anlaşma
üzerine SA Ocak ayında Reichswehr’dan askeri eğitim almaya
başladı. Fransızlara karşı bir seferberlik hazırlığı çerçevesinde,
diğer paramiliter gruplarla birlikte SA da silahlarını orduya teslim
etti. 166
Fransızların Ruhr işgalinin ardından, 1923 ilkbaharında,
paramiliter politika entrikalar ve anlaşmazlıklarla kaynamaya
başladı. Öte yandan birahane ajitatörü Hitler, büyük oranda Röhm’ün
manevraları sayesinde, yalnızca Bavyera’da değil bütün Reich’da en
yüksek düzeydeki askeri ve paramiliter liderlerin katıldığı üst düzey
tartışmalarda yer almaya başlamıştı. Şimdi artık oyunu büyük
oynuyordu. Ama diğerlerinin, yani kendi gündemleri olan daha güçlü
oyuncuların hareketlerini kontrol edemiyordu. Aralıksız ajitasyonuyla
bir süreliğine destek toplayabilirdi. Ama coşkuyu tam doruk
noktasında uzun süre tutabilmesine imkan yoktu. Bunun için eylem
gerekiyordu. Hitler’in sabırsızlığı, “ya hep ya hiç” şeklindeki bakış
açısı yalnızca karakteriyle ilgili bir mesele değildi. 1923 ilkbaharında
SA’nın aldığı askeri eğitimi, Fransızlara karşı “mutlak saldırı için bir
motivasyon” içeriyor diye açıklıyordu. “Bu onu eninde sonunda karar
almaya zorlayan faktörlerden biriydi. Çünkü kafaları bütün gün savaş
fikriyle doldurulan bu insanları kışlalarda zapt edebilmek mümkün
değildi. 'Ne zaman gidip savaşacağız ve onların topunu birden (die
Bande) kapı dışarı edeceğiz? diye soruyorlardı, insanları haftalarca
tutmak mümkün değildi; sonradan meydana getirdiğimiz (unseres
spateren Auswirkens) şeyin ne denlerinden biri işte buydu ve aynı
şey, bir süre sonra bunun mecburen kendisini hissettermesine de
(sich auswirken mussten)neden oldu.”167
Bu durumun doğrudan sonucu 1923 1 Mayıs’ında Bavyera
hükümetiyle büyük karşılaşmanın yaşanmasıydı; ve bu sefer Hitler
için ciddi bir prestij kaybı söz konusu olacaktı. 1 Mayıs günü sendika
programı çerçevesinde sosyalistlerin yapacağı ve polisten iznini almış
oldukları yürüyüş, milliyetçi sağ tarafından açık bir provokasyon
olarak değerlendirildi. Münih’te 1 Mayıs gününün tek anlamı, sol için
sosyalizmin sembolik bir günü olması değildi. Sağ da bu günü
Münih’in iğrenç Râterepublik’den (yani Nisan 1919’da Münih’in kısa
süreliğine Sovyet-tarzı bir yönetimin eline geçmesi demek olan
Konseyler Cumhuriyeti’nden) kurtuluş günü olarak kutluyordu. Buna
bağlı olarak sağ ve sol çatışırsa ciddi bir kargaşa çıkması
beklenebilirdi. Ve böyle bir çatışma da oldukça mümkün
görünüyordu. Ortam zaten çok gergindi. 26 Nisan’da Münih’in bir
semtinde komünistler ile Nasyonal Sosyalistler arasında silahlı bir
çatışma çıkmış ve dört kişi yaralanmıştı. 168 Buna ek olarak Sosyal
Demokratlar, 24-25 Nisan’da Bavyera Lantag’ına fırtına-birliklerinin
yasaklanması için bir öneri vermiş fakat önerileri geri çevrilmişti.
Bütün bunlar bir yana radikal sağ zaten kavga arayışındaydı. Eski
Einwohnerwehr lideri Georg Escherich’in de belirttiği gibi
“Münih’teki sağ radikaller 'eyleme geçmek’için fırsat
169
kolluyorlar”dı.
Sonradan Hitler’in de kabul ettiği gibi, biraz rahatlamazlarsa
eylemcileri o gerilim durumunda tutmak mümkün değildi. 1 Mayıs’da
milli bir gösteri ve “Kızıllar”a karşı silahlı bir saldırı önerdi. 170 Ciddi
bir kargaşa çıkma ihtimali karşısında giderek paniğe kapılan Münih
polisi, sol kanadın yapacağı yürüyüşe verdiği izni iptal etti ve onun
yerine şehir merkezinin yakınındaki geniş Theresienwiese’de sınırlı
bir gösteri yapmasına imkan tanıdı. Paramiliter oluşumlar solun bir
darbe yapacağı söylentilerini bahane olarak kullandılar, bu yüzden
“savunma” yapmaları gerekiyordu -ki bu söylentilerin sağ tarafından
çıkarılıp, yayıldığı neredeyse kesindir. 171 Reichswehr’in kontrolünde
güven altında olan “kendi” silahlarını geri istediler. Fakat 30 Nisan
öğleüstü paramiliter liderlerle yaptığı bir toplantıda, sağdan gelecek
bir darbe tehlikesinden çekinen Lossow silahları teslim etmeyi
reddetti. Öfkeden gözü dönen Hitler Lossow’u, kendisine duyulan
güveni sarsmakla suçladı. 172 Fakat yapılacak bir şey yoktu. Hitler o
ana dek kendinden çok emindi. Ama bu sefer devlet otoriteleri
kararlı ve sert davranmıştı. Tek yapılabilecek olan, ertesi sabah,
paramiliter oluşumlara mensup 1,300’ü Nasyonal Sosyalist olan 2 bin
milisin, şehrin kuzeyinde, kışlaların bulunduğu Oberwiesenfeld’de, 1
Mayıs gösterilerinden yeterince uzakta ve sıkı polis kordonu altında
toplanmasıydı. Röhm’ün cephaneliğinden dağıtılmış silahlarla yapılan
akıllı uslu talimler sola karşı planlanmış saldırının yerini elbette ki
tutmadı. Şafaktan itibaren silahlarını çekmiş bir halde polisle yüz
yüze durarak bekleyen göstericiler saat iki gibi silahlarını indirip
dağıldılar. Çoğu zaten daha önceden çekip gitmişti. Şehrin birkaç
yerinde çatışma çıktı. En ciddi olay ise, sol kanatın yaptığı gösteriden
dönen bir grup işçinin Obenvienenfeld’den dönmekte olan SA
milislerinin saldırısına uğrayıp dövülmesiydi. Polis bu olaya müdahale
etmedi. 173 Çıkabilecek büyük kanlı olayların yanında bunun pek
önemi yoktu. Theresienvviese’da yapılan ve 25 bin kişinin katıldığı 1
Mayıs gösterileri gün ortasında olaysız bitti.
Gösteriden çıkanların çoğu şehir merkezinin iki üç mil batısındaki
büyük bir birahane olan Hirschgarten’a giderek, öğleden sonra
burada yapılan 1 Mayıs kutlamalarına katıldılar. Tahmini 30 bin
sosyalistin katıldığı bu kutlama da olaysız geçti. 174 Hitler aynı akşam
Circus Krone’deki kalabalık bir toplantıya mecburen katıldı.
Toplantıda o günün özel bir gün olduğunu, o günden itibaren
Nasyonal Sosyalistler’in Bund Oberland’la, Bund Blücher’le,
Reichsflagge’la ve Wikingbund’la ittifat kurduğunu açıkladı ve büyük
bir alkış aldı. Bunun dışında Yahudiler’e, sosyalistlere,
Enternasyonal’e yönelik olağan saldırılarına başvurdu ve bir polis
raporuna göre -Yahudileri “ırksal tüberküloz” olarak tanımladığı-
“pogrom havası” yaratan antisemitik bir tiradla kitlenin en aşağılık
itkilerine seslendi. 175 Bu, Hitler’in yenilgi konumundan ileriye
sıçrama tarzıydı. Nazi fanatikler dışında pek az insan buna
kanıyordu. 1 Mayıs gününün en akılda kalan olayları Hitler ve
yandaşları için utanç kaynağı olmuştu. Württemberg elçisi, Hitler’in
yıldızının sönmeye yüz tuttuğuna dair sık sık dillendirilen bir görüşü
aktarmıştır. 176
Bavyera Başbakanı Eugen von Knilling Nisan ayında “düşmanın
solda ama tehlikenin sağda [olduğu]” yorumunu yapıyordu. 177 Bu
ifade, BVP yönetimindeki hükümetin krizlerde bir orta yol bulmaya
yönelik umutsuz çabasının tipik bir örneğiydi. Bu zayıf ve tereddütlü
bakış açısı, Knilling’in yorumunun da düşündürdüğü gibi, sağ kanadın
yapacağı bir darbe ihtimalinin önüne geçme ihtiyacına, fakat aynı
zamanda, ılımlı görüşteki Çoğunluktaki Sosyal Demokratlar da dahil
olmak üzere sola karşı duyulan kökleşmiş bir korkuya dayanıyordu. 1
Mayıs’ta yaşananlar hükümete, sert ve kararlı bir tavrın Hitler’i
mağlup edebileceğini göstermiş olmalıdır. Fakat bu döneme dek
Bavyera hükümeti uzunca bir süredir soldaki demokratik güçlerle
birlikte çalışma ihtimalini hep reddetmişti. Reich yönetimiyle devam
eden bir anlaşmazlık söz konusuydu. Kendi ordu komutanları üstünde
etkin bir kontrolü yoktu; onlar kendi oyunlarını oynuyorlardı. Bu
koşullarda her yönden darbe almasında şaşırtıcı bir yön
bulunmuyordu. Radikal sağın problemleriyle baş edemiyordu çünkü
buna hem gücü hem de iradesi yetmiyordu; bu da Hitler hareketine 1
Mayıs’taki geçici mağlubiyetinden kurtulup, tekrar eski haline
dönebilmesi için imkan sağlıyordu. 178
Fakat her şeyden öte 1 Mayıs’tan çıkan ders, Reichswehr'in
desteği olmaksızın Hitler’in güçsüz olduğuydu. Ocak ayındaki parti
gösterisi ilk başta yasaklanıp sonra bir şekilde yapıldığında,
Lossow’un izni Hitler’e prestijini koruma şansını vermişti. Şimdi 1
Mayıs’ta Lossow’un reddi Hitler’in planladığı propaganda zaferini
engellemişti. İçinde sürekli propagandanın akması gereken kan
damarlarından mahrum kaldığında Hitler’in etkinliğinin temeli
aşınacaktı. Fakat Bavyera Reichswehr, 1923’ün sonraki kısmında
Bavyera siyaseti denkleminde büyük oranda bağımsız bir değişken
olarak kaldı. Bavyera hükümeti, ateşli sosyalizm karşıtlığının ve
bununla ilişkili olarak Berlin’e yönelik antagonizmasının belirlediği
üzere, radikal sağa karşı kısmen uzlaşmaya yönelik kısmen de
tereddüt içeren tavırlar gösteriyordu ve bu durum, Hitler hareketinin
momentinin 1 Mayıs olayları tarafından ciddi bir şekilde
belirlenmesinin önüne geçti. 179 Aslında, iki yıla kadar ortalıktan
çekilmek durumunda kalacak olan Hitler, 1 Mayıs’ta yaşanan
olaylarda huzuru bozmaktan sorumlu idi ve bu konuda baskı
görebilirdi. Fakat Hitler, Fransızlar’a karşı savaşa hazırlıkta
paramiliter örgütlenmelerin eğitiminde ve silahlanmasında
Reichswehr'in suç ortaklığının ayrıntılarını açığa serme tehditini
savurduktan sonra, Bavyera Adalet Bakanı Franz Gürtner
soruşturmaların resmi bir suçlama olarak önüne gelmediğini gördü;
ve mesele sessizce kapandı. 180
Hitler ise 1923 yazı boyunca “Kasım Suçluları”na karşı utanmazca
ajitasyonuna nefes almadan devam etti. Sağın normalde rekabet
içindeki seksiyonları arasında eskiden olduğu gibi şimdi de bir bağ
oluşturan ateşli Berlin düşmanlığı, Hitler’in iç düşmanlara olduğu
kadar dış düşmanlara karşı da husumet ve intikam isteğiyle dolu
mesajının geniş bir dinleyici kitlesi bulmasını sağlıyordu. 181 Devasa
Circus Krone’yi tek başına doldurabiliyordu. Mayıs ayı ile Ağustos
başı arasında, burasını hınca hınç dolduran beş mitingde konuşma
yaptı; ayrıca Bavyera’nın başka yerlerindeki on parti toplantısında
daha konuştu. 182 NSDAP’a yönelik tüm toleranslarına rağmen
Bavyera otoriteleriyle ilişkisi hep gergindi. Bazı paramiliter
örgütlenmelerin liderlerinin aksine Hitler SA’nın yardımcı polis
kuvveti olarak hizmet vermesini kabul etmedi. Bu, Bavyera
hükümetine karşı faaliyet özgürlüğünden ödün vermesi olacaktı. 183
14 Temmuz’da Münih’te yapılan Deutsches Tumfest’te (Alman
Jimnastik Organizasyonları Gösterisi), Nazi birimleri Circus
Krone’deki gösteriden ayrılırken parti bayraklarının toplanmasını
isteyen polise karşı geldiklerinden, SA ile polis arasında şiddetli bir
çatışma çıktı. 184 Bu tarz karşılaşmalar -ve Nazi liderlerinin bizzat
kendilerinin çıkardığı, Hitler’e yönelik suikast tehditi söylentileri-185
halkın gözünün NSDAP’ın ve liderinin üstünde olmasını sağlıyor, yani
tam da onların amacına hizmet ediyordu. Fakat Hitler, eylem
olmaksızın ajitasyonun çok uzun ömürlü olamayacağının farkındaydı.
Durumu dışarıdan gözleyenler de aynı fikirdeydi. “İçinde çok fazla
maceraperestin olduğu, aktivizme böylesine hazırlanmış bir parti
belli bir süre içinde harekete geçmezse çekiciliğini yitirir,” diye
açıklıyordu Münih’teki Württemberg elçisi 30 Ağustos 1923’te. 186
Ama Hitler yalnız başına harekete geçemezdi. Reichswehr'den daha
fazla destek görmeye ihtiyacı vardı. Bunun yanı sıra diğer paramiliter
örgütlenmelerin işbirliğine de muhtaçtı. Paramiliter siyasetin
arenasında bağımsız değildi. Yaz mevsimi süresince SA’ya akın akın
yeni üye geldiğine şüphe yok. 187 Fakat 1 Mayıs’ta yaşanan utançtan
sonra Hitler bir dönem o kadar göz önünde olmadı; hatta mayısın
sonunda bir süre Dietrich Eckart ile birlikte Berchtesgaden’de küçük
bir otelde kaldı. 188 “Vatanperver cemiyetlerin çeşitli birimlerinin
üyeleri arasında “milli mücadele”nin sembolü olarak görülen kişi
Hitler değil, Ludendorff'du. Bu ortamda Hitler sadece hatiplerden
biriydi. Anlaşmazlık durumunda Ludendorff'un üstünlüğüne boyun
eğmek zorundaydı. 189
1-2 Eylül 1923’te Nuremberg’de yapılan; milliyetçi paramiliter
güçlerin ve muharip cemiyetlerinin, 1870’deki Sedan savaşında
Almanların Fransızlar karşısında kazandığı zaferin yıldönümüne denk
düşecek şekilde planladıkları ve polisin tahminine göre 100 bin
kişinin katıldığı Deutscher Tag(Alman Günü) kutlamalarında
dikkatlerin odağındaki kişi bu Eski Dünya Savaşı kahramanıydı. 190
Kutlamalarda, Reichsflagge’ın yanısıra Nasyonal Sosyalisler de güçlü
bir şekilde temsil edildiler. 191 Ortaya konan büyük ve muhteşem
propaganda Hitler’e, hatiplerin en etkilisine, Mayıs ayında kaybettiği
prestiji telafi etme imkanı verdi. Kortejin iki saat süren geçişi
sırasında Hitler podyumda General Ludendorff', Bavyera Prensi
Ludwig Ferdinand ve “vatanperver cemiyetler”in askeri lideri Yarbay
Knebel’le birlikte durdu. 192
Kortejin sonunda da NSDAP’ın, Bund Oberland’ın ve
Reichsllagge’nin birleşmesi suretiyle yeni kurulmuş Deutscher
Kampfbund (Alman Savaş Birliği) geliyordu. Askeri liderliği Kribel,
idari yöneticiliği ise Hitler’in adamı Scheubner-Richter üstlenmişti. 193
Röhm’ün entrikaları sayesinde üç hafta sonra, diğer paramiliter
organizasyonların liderlerinin de onayıyla, Hitler Kampfbund’un
“politik lideri” oldu. 194
Bunun pratikte ne anlama geldiği tam olarak belli değildi. Hitler bu
birlik organizayonunda diktatör konumunda değildi. “Geleceğin
Almanyası”nın müstakbel diktatörüne dair belli birtakım kanılar
varsa da bu konum daha çok Ludendorff'a uygun görülüyordu. 195
Görünüşe göre, Hitler açısından “politik liderlik”, milliyetçi
propaganda ve ajitasyon sayesinde devrimci bir kitle hareketinin
oluşturulmasında paramiliter siyasetin tâbi konumuna işaret
ediyordu. Ama paramiliter oluşumların liderlerine göre önemli olan
hâlâ “askerin önceliği” -yani Röhm ve Kriebel gibi profesyoneller- idi.
Hitler bir tür “politik eğitmen” olarak görülüyordu. 196 Kitlelerin
duygularını hiç kimse onun gibi yönlendiremezdi. Ama bunun ötesinde
iktidar mekanizmalarının ele geçirilmesine dair net bir fikri yoktu.
Bunun için daha soğukkanlı dimağlar gerekiyordu. Scheubner-
Richter tarafından tasarlanıp, 24 Eylül'de ilan edilen Kampfbund
“Eylem Programı", Bavyera’daki “ulusal devrim”in, devletin iktidarını
koruyacak güçlerin, yani ordu ve polisin zaferinin önünden değil
arkasından gelmesi gerektiğini netleştirmişti. Scheubner-Richter,
Kampfbund liderlerinin Bavyera İçişleri Bakanlığına ve Münih
Polisi'ne bağlı olması; Kampfbund’un yasal bir biçimde polis
kuvvetlerinin içinde yer alması gerektiğini söyleyerek bitirmişti
sözlerini. 197 Kampfund’daki ortakları gibi Hitler de, Bavyera’da
askerin ve polisin karşı olduğu bir darbe girişiminin pek şansı
olmadığını biliyordu. 198 Fakat zaman içinde geliştirdiği yaklaşım,
Bavyera hükümetine karşı cepheden bir propaganda saldırısı
sürdürmek oldu. Kampfbund içindeki konumu şimdi, -devletin
kontrolünü ele geçirmek için gerekli fiili adımları içeren net bir
strateji olmasa bile- harekete geçme baskısını hiç gevşetmemesine
imkan tanıyordu.
VI

Krizler Hitler’in oksijeniydi. Hayatta kalmak için onlara muhtaçtı.


Yaz bitip sonbahar başlarken Almanya’da giderek kötüleşen koşullar
ve bu koşulların Bavyera’ya has aldıkları biçim- “pasif direniş”
politikasının etkisiyle para biriminin tüm değerini yitirmesi, Hitler’in
ajitasyon dalgasının büyük bir çekicilik kazanmasını garanti altına
alıyordu. Hitler’in Kampfbund’un politik liderliğini devraldığı dönem
itibariyle Almanya’yı yakıp kavuran krizler doruk noktasına doğru
ilerliyordu.
Eskiden ateşli bir monarşist ve ilhak yanlısıyken savaş döneminde
pragmatik bir Cumhuriyetçi olan DVP lideri Gustav Stresemann’ın,
13 Ağustos’da Reich Şansölyesi olarak Cuno’nun yerini alması ve aynı
zamanda Dışişleri Bakanlığı’nı da devralması, kaypak Cumhuriyet’in
pasif direnişinin nihayetine ermesi gerektiğinin açık işaretiydi.
Fransızlara kaçınılmaz bir teslimdi bu. Ülke mahvolmuş, parasının
hiçbir değeri kalmamıştı. Enflasyon korkunç bir hızla yükseliyordu.
Birinci Dünya Savaşı arefesinde bir dolar 4.20 markken, Ocak
1923’te 17,972 mark, Ağustos’da 4,620,455 mark, Eylül’de
98,860,000 mark, Ekim’de 25,260,280 mark, 15 Kasım’da 4.2 trilyon
mark olmuştu ve bu noktada bile duracak gibi görünmüyordu. Eylül
ayının ortasında bir kilogram tereyağı 168 milyon marka
alınabiliyordu. Darbe günü Nazi parti üyeleri Beobachter’i satın
almak için 5 milyar mark ödemişti. 199
Spekülatörler ve vurguncular çoğaldı. Hiperenflasyonun sıradan
insanlar için maddi bedelleri çok ağırdı; psikolojik etkilerini ölçmek
ise nederedeyse imkansızdır. Bir yaşam boyu biriktirilen tasarruf
birkaç saat içinde eriyip gidiyordu. Sigorta poliçelerinin, üzerlerine
yazıldıkları kağıt kadar bile değerleri yoktu. Emekli maaşıyla ve
sabit bir gelirle geçinenler, yaşamlarının bağlı olduğu tek kaynağın
değersizlik içinde eriyip gittiğini görüyorlardı. İşçiler başlangıçta
daha az etkilendiler. Sosyal huzursuzluğu önlemek isteyen işverenler,
sendikalarla anlaşarak maaşları geçim masraflarına endekslediler.
Ama yine de kitlesel hoşnutsuzluğun, sağda olduğu kadar solda da
şiddetli bir siyasi radikalleşme yaratmasında şaşılacak bir yön yoktur.
Komünistlerin ön ayak olduğu grev yaz boyunca ülkeyi sarstı. Sosyal
Demokratlar’ın, Stresemann’ın “büyük koalisyon”una girmesi, -
radikalleşmeye rağmen büyük oranda SPD’ye sadık kalan- işçi sınıfı
içinde geçici bir sakinlik yarattı. Ama yalnızca Bavyera’daki değil
tüm milliyetçiler açısından bu da başka bir provokasyon olarak
değerlendirildi. Solda ise, Thuringia’da ve Saksonya’da eyalet
hükümetlerine legal yollardan giren komünistler, potansiyellerini ve
güçlerini abartarak devrimci bir ayaklanma planladılar. Yerel
partilerin eyleme susadığı ve Alman devriminin merkezinde olmaya
hevesli olduğu Hamburg’da, 23-26 Ekim tarihleri arasında, -esas
olarak karakollara yapılan saldırılarla öne çıkan- kısa ömürlü bir
ayaklanma yaşandı. Bu ayaklanma kanlı bir şekilde bitti; yirmi dört
komünist, on yedi polis öldü. 200 Orta Almanya’da Reich hükümeti hızla
harekete geçti; aşırı sağa karşı göstermediği bir ataklık ve canlılıkla,
Reichswehr’i bu işle görevlendirdi ve böylece ekimin sonuyla birlikte
komünistlerin isyan tehlikesi ortadan kalkmış oldu.201 Thuringian
hükü meti boyun eğdi ve Komünist bakanlar hükümetten çekildi.
Saksonya’da eyalet hükümeti mevcut paramiliter birimleri
yasaklamayı reddettiğinden burada bir güç gösterisi gerekti. Bir
Sakson kasabasında birliklerin göstericilere açtığı ateş sonucunda
yirmi üç kişi öldü, otuz bir kişi yaralandı. Başka kasabalarda da ateş
açılmıştı. Seçimle iş başına gelmiş hükümet, iddiaya göre, silah
zoruyla görevden alındı. 202 Hükümet güçlerinin ilk gösterisi solun
savurduğu tehditi boşa çıkmıştı. Öte yandan, KPD’nin planladığı
“Alman Ekimi’’nin başarısızlığa uğramış olması, -bilhassa
Bavyera’daki- aşırı sağın Orta Avrupa’daki “kızıl tehdit”!, Berlin
yürüyüşü tasarısına bir bahane olarak kullanmaya devam etmesini
engellemedi.
26 Eylül’de pasif direnişin bitmesine Bavyera hükümetinin ivedi
yanıtı, olağanüstü hal ilan etmek ve Gustav Ritter von Kahr’ı
neredeyse bir diktatörün yetkileriyle donanmış olarak Eyalet Genel
Komiserliği’ne atamak oldu. Knilling, sözde Bavyera’nın en güçlü
adamı olan Kahr’ı ön plana iterek, Hitler’in gemisini yüzdüren rüzgarı
arkasına almayı ummuştu. 203 NSDAP’ın tepkisi, Kahr’ın atanmasını
partinin iktidarı ele geçirme umutlarına bir darbe olarak algıladığına
işaret ediyordu. 204 Reich’ın yanıtı, genel olağanüstü hal ilan etmek ve
olağanüstü hal yetkilerini Reichswehr’a devretmek oldu. Kahr’ın ilk
icraatlarından biri, -tekrar canlanan darbe söylentilerine karşı-
NSDAP’ın 27 Eylül akşamı için planlamış olduğu on dört toplantıyı
yasaklamaktı. Hitler öfkeden deliye döndü. 205 Kahr’ı başa getiren
manevrayla kendisinin atlatıldığını hissediyordu ve Bavyera
devletinin başındaki bu şahsın, ulusal bir devrime liderlik edecek kişi
olmadığından emindi. Milli direnişe ihanet ettiği için Reich
hükümetine yönelttiği saldırıları şimdi Kahr’a da yönelmişti; bu çizgi,
Hitler’in aynı yılın ilk aylarında pasif direniş politikasına yönelik
tavrına tersti ama daha popülerdi. 206
Kahr’ın atanmasını izleyen haftalar entrika ve dolaplarla doluydu;
böylece gerilim doruğa tırmandı. Polis raporlarına göre insanların
içinde bulunduğu ruh hallerinden biri de beklenti içinde olmaktı.
Ülkenin geri kalanında olduğu gibi Bavyera’da da koşullar feciydi.
Ağustos’un ikinci yarısında Swabia'dan gelen bir raporda “işsizlik ve
açlık çoğu evin kapısında tehditkar birer hayalet gibi bekliyor,”
denilmektedir. 207 Franken’den gelen bir rapor da oradaki felaketin
düzeyini göstermektedir: Siyah ekmeğin fiyatı 1 trilyon mark bir
pound idi; işsizlik hızla artıyordu; endüstri boştaydı, hiç talep yoktu;
çok sayıda insan karnını doyuramıyordu; hükümet kendi çalışanlarının
ücretlerini dahi ödeyemiyordu. 208 Yukarı Bavyera’dan gelen rapor ise,
toplumdaki genel ruh halinin Kasım 1918 ve Nisan 1919’dakiyle kıyas
edilebilir nitelikte olduğunu belirtmektedir. 209 Yabancılara,
vurgunculara ve hükümettekilere yönelik artan düşmanlığa aynı
bölgelerde rastlanıyordu. 210 Münih polisi, eylül ayı itibariyle genel
ruh halinin kötüye gittiğini, insanların herhangi bir şekilde harekete
geçerek bu gerginlikten çıkış arayışında olduğunu belirtiyordu. Diğer
yandan, gerek giriş ücretlerinin gerek bira fiyatlarının yüksek
olmasından dolayı politik toplantılara katılım düşüktü. Yalnızca
Naziler birahaneleri doldurmaya devam ediyorlardı. 211 Darbe
söylentileri yine ortalıktaydı; yakınlarda bir şeylerin olacağı duygusu
vardı. 212
Hitler de eyleme geçme baskısı altındaydı. Münih SA alayının lideri
Wilhelm Brücker Hitler’e şöyle diyordu: “Adamlarımı daha fazla
tutamayacağım gün geliyor. Eğer hiçbir şey olmazsa sıvışıp
gidecekler”213 Scheubner-Richter de aynını söylüyordu: “Adamları bir
arada tutmak için birisi bir şeyler yapmalı. Yoksa hepsi de radikal
sola gidecek.”214 Kasımın başında Hitler’in kendisi de
Landespolizei’nin başı Albay Hans Ritter von Seisser’e hemen hemen
aynı argümanı ileri sürüyordu: “Ekonomik baskılar insanlarımızı
sürüklüyor; ya harekete geçeceğiz ya da taraftarlarımızı
komünistlere kaptıracağız.”215 Başarısız darbe girişiminden sonraki
günlerde Landsberg’deki ilk sorgusunda da geçmişle ilgili benzer
tarzda iddialar ileri sürmüştür: “Kampfund’un adamları baskı
yapıyordu. Onları daha fazla tutmak imkansızdı. Uzun süredir eyleme
geçme beklentisindeydiler ve uzun süredir eğitim alıyorlardı.
Sonunda gerçekten elle tutulur bir şey yapmak istediler... Ayrıca
para da yoktu. İnsanlar memnuniyetsizdi. Kampfbund’un dağılma
tehlikesi vardı.”216 Sebep ne olursa olsun Hitler’in eğilimleri
olabildiğince kısa süre içinde sonuca varmaya yönelikti. Eyaletlerin
içinde bulunduğu ve çok yönlü etkileri olan bu krizlerin yarattığı ideal
koşullar sonsuza dek sürmeyecekti. Kahr’ın üstünlüğü altında
ezilmemeye kararlıydı. Eğer harekete geçilmezse ve bu coşku boşa
giderse kendi prestiji de zarar görecekti; ya da hareket 1 Mayıs’ta
düştüğü duruma tekrar düşecekti.
Mamafih kartlar onun elinde değildi. Bavyera’yı etkili biçimde
yöneten üçlü yönetimin diğer iki üyesinin (Eyalet Emniyet Müdürü
Seisser ve Reichswehr komutanı Lossow) ve Kahr’ın ayrı bir
gündemleri vardı; ve bu gündem mühim detaylarlarda Kampfbund
liderliğinin gündeminden farklıydı. Güney Almanya’daki bağlantılarla
ekim boyunca sürdürülen yoğun müzakerelerde Üçlü Yönetim,
Berlin’de bir idare meclisi temelinde milliyetçi bir diktatörlük kurma
arayışındaydı; Reichswehr’in desteğine dayanacak olan bu mecliste
Kahr’ın yer alıp almaması bir yana, Ludendorff ve Hitler kesinlikle
olmayacaktı. Diğer yandan Kampfbund liderliği de Münih’te bir idare
meclisi istiyordu; meclisin merkezinde Ludendorff ve Hitler olacak,
Kahr’ın adı bile anılmayacak ve Berlin zorla ele geçirilecekti. Lossow,
Berlin hükümetine karşı girişilecek herhangi bir hareketin askeriye
tarafından gerçekleştirileceğine garanti gözüyle bakarken;
Kampfbund, bunun Reichswehr destekli paramiliter bir operasyon
olacağını varsayıyordu. Eğer gerekirse Kampfund, Bavyera
hükümetinin ‘vatanperver cemiyetler’e karşı silah kullanma
girişimlerine bile direnecektir, diye açıklıyordu Kampfbund askeri
lideri Yarbay Kriebel. Hitler 24 Ekim’de, amaçlarını anlattığı dört
saatlik bir konferansta Lossow ve Seisser’in desteğini kazanmak için
elinden geleni yaptı. Fakat Kampfbund’la kader ortaklığı yapmaya
ikisi de razı olmadı, halbuki -Bavyera’da asayişten sorumlu kişi olan-
Lossow'un pozisyonu belirsizdi ve sallantılıydı. 217
Lossow 24 Ekim’de paramiliter örgütlenmelerin liderlerini
çağırdığı bir toplantıda, Berlin’de bir yürüyüşten -muhtemelen
aklında Mussolini’nin “Roma Yürüyüşü” vardı ve milli diktatörlüğün
ilanından bahseden bir konuşma yaptı. 218 Ama fiiliyatta hem o hem de
Seisser, ağzına bir parmak bal çalarak ve koşullu destek vaad
ederek Kampfbund’u oyalıyordu; gerçekte yaptıkları ise kendi
konumlarını korumaktı. 219 Ekim ayının sonuyla birlikte üçlü yönetim
ve Kampfbund arasındaki soğukluk, ayın başlarında olduğu gibi
oldukça yoğun bir hal aldı. 220 Ama ortam çok daha kızışmıştı.
Bavyera yetkilileri, özellikle Hitler’in bir darbe yapma tehlikesinin
büyük olduğunu düşünüyor; ve Kahr’ın hayal kırıklığına uğramış
destekçilerinin onun tarafına geçmesinden, Hitler’in Münih’te
hükümeti ele geçirdiği anda hemen Berlin’e doğru yürüyüşe
geçmesinden korkuyorlardı. 221 Yetkililer aşırı bir tepki
göstermiyorlardı. 4 Kasım Münih’te askeri ve sivil yüksek mevkiili
kişilerin katılımıyla savaş anma törenlerinin yapıldığı gündü.
Kamfbund’un 4 Kasım’da harekete geçmeye niyetlendiğine dair
göstergeler vardı. 222 Bununla birlikte böyle planlar ciddi bir şekilde
göze alındıysa çabucak önlemler alınırdı. 223
Seisser kasımın başında Berlin’e gönderildi; burada en önemlisi
Seeckt olmak üzere mühim kişilerle üçlü yönetim adına müzakereler
yürütecekti. Reichswehr şefi 3 Kasım’daki toplantıda, Berlin’deki
yasal hükümete karşı harekete geçmeyeceğini açıkça belirtmişti. 224
Bununla, üçlü yönetimin herhangi bir planı etkin bir şekilde
baltalanmış oluyordu. Üç gün sonra Münih’te yapılan, Kampfbund’un
lideri Kriebel de dahil olmak üzere “vatanperver cemiyetler”in
başkanlarının katıldığı önemli bir toplantıda, Kahr “vatanperver
cemiyetler”i -kastettiği Kampfbund’du- bağımsız hareket etmemeleri
için uyardı. Berlin’de ulusal bir hükümet kurma girişimi, hep birlikte
ve önceden hazırlanmış planlar çerçevesinde gerçekleştirilmeliydi.
Lossow, başarı şansı yüzde 51 bile olsa sağcı bir diktatörlüğü
destekleyeceğini, ama mantıksız bir darbeyle bir işinin olmayacağını
belirtti. Seisser, Kahr’ı ve onun, zora dayanan bir darbe girişimini
yok etme görüşünü desteklediğini belirtti. 225 Üçlü yönetimin Berlin’e
karşı harekete geçmeye hazır olmadığı açıktı.
Lossow’un daha sonraki iddialarına göre, Hitler’e diğer bölge
savunma komutanlarını da kazanana dek üç hafta daha beklemesini
söylemiştir. 226 Darbe bundan sonra yapılabilecektir. Fakat Hitler
elindeki fırsatı kaçırma tehlikesiyle yüz yüzeydi. Daha fazla
beklemeye ve inisiyatifi elden kaçırma riskini göze almaya sabrı
yoktu. -6 Kasım akşamı Kahr’ın konuştuğu (Hitler’in katılmadığı)
toplantıya doğrudan bir yanıt olarak Hitler, (Kampfbund’un askeri
lideri) Kriebel ve (Bund Oberland’ın başı) Dr. Friedrich Weber
toplanarak, Kahr’ı Kasım’ın başından beri sergilediği Kampfbund
karşıtı tavırlardan nasıl vazgeçirebileceklerini tartıştılar; Weber,
Ludendorifa giderek ondan Hitler’le Kalır arasında bir toplantı
ayarlamasını rica etmekle görevlendirildi. Ama Kahr, Hitler ile ne 7
Kasım’da ne de Bürgerbrâukeller’de Eyalet Genel Komiseri sıfatıyla
konuşma yapacağı 8 Kasım’daki toplantıdan sonra böyle bir görüşme
yapmayı kabul etti. 227 Ordu ve polisin desteği olmaksızın darbenin
başarıya ulaşamayacağı eskiden olduğu kadar şimdi de aşikardı. Ama
Kahr’la yapmayı planladığı görüşmenin sonucu ne olursa olsun Hitler
daha fazla gecikmemeye kararlıydı.
6 Kasım akşamı yapılan, Scheubner-Richter’in, (Bavyera yüksek
mahkemesi üyesi ve darbe öncesinde Nazi çevrelerinin gölge
şahsiyetlerinden olan) Theodor von der Pfordten’in ve (kesin
olmamakla birlikte) başka akıl hocalarının da katıldığı bir başka
toplantıda Hitler, en kötü ihtimalle üçlü yönetimin darbeyi
desteklemek zorunda kalacağını düşünerek harekete geçmeye karar
verdi. 228 Ertesi gün, 7 Kasım’da Kampfbund liderleriyle yapılan bir
toplantıda karar onaylandı. Ludendorff sonradan, toplantıya
katıldığını reddettiyse de toplantıya katılan Kampfbund liderleri -
Hitler, Weber, Kriebel, Scheubner-Richter ve Göring- dışında olan
bitene baştan sona iştirak eden tek kişiydi. 229 Hitler’in ısrarlarıyla
kararı bilen insan sayısı asgari düzeyde tutuldu. Harekat planı
hazırlandı. Öncelikle, Bavyera’nın küçük şehirlerindeki belediye
binaları ve karakollar ele geçirilecek ve aralarındaki bağlantı
kesilecekti. Komünistler, sosyalistler ve sendika liderleri
tutuklanacaktı. 230 Kriebel 10-11 Kasım gecesini öneriyordu.
Hükümet üyeleri yataklarında tutuklanacak ve üçlü yönetim, milli
hükümette onlar için öngörülen görevleri üstlenmeye zorlanacaktı. 231
Diğerleri bu öneriyi reddettiler çünkü hükümetin bütün üyelerinin
tutuklanmasını sağlamak zor görünüyordu. Tartışmalardan sonra
Hitler’in alternatif planı kabul edildi. Ertesi gün, yani 8 Kasım’da
harekete geçilecekti; o gün, Münih'teki bütün kalburüstü şahsiyetler,
Kasım Devrimi’nin beşinci yıldönümü münasebetiyle Kahr’ın yapacağı
ve Marksizm’e ateş püsküreceği konuşmayı dinlemek üzere
Bürgerbrâukeller’de toplanmış bulunacaklardı. Kampfund liderleri,
toplantıdan önce Kahr’ın Hitler’le görüşmeyi reddedettiğini de göz
önüne alarak, bu toplantıyı bir tehlike olarak görüyor; en azından,
Kahr’ın kendi konumunu güçlendirme ve Kampfbund’un gücünü
azaltma çabası olarak değerlendiriyorlardı. Kahr’ın Bavyera
monarşisinin egemenliğini ilan ederek milliyetçilerle arasındaki bağı
koparma niyetinde olduğuna inanıp inanmadıklarını bilmiyoruz.
Muhtemelen onları daha çok ilgilendiren olasılık, Kahr’ın Berlin’e
karşı Kampfbund'un yer almadığı bir “eylem” teşvik ediyor
olmasıydı. 232 Ayrıca Hitler, Lossow’un milli bir diktatörlük kuracak
olan “Berlin yürüyüşü”nün en geç on dört gün içinde
gerçekleşeceğine dair 24 Ekim’de yaptığı açıklamayı biliyordu. Her
durumda Kahr’ın toplantısının elini zorladığını hissediyordu. Eğer
“milli devrim’e Kampfbund önderlik edecekse, bunun için yapacağı
tek şey kendi inisiyatifiyle derhal harekete geçmekti. 233 Hitler çok
daha sonraları şöyle diyecekti: “Aleyhtarlarımız 12 Kasım
civarlarında bir Bavyera devrimi ilan etmek niyetindeydiler... Ben
eyleme geçme kararını dört gün önce almıştım.”234
Hitler 7 Kasım akşamı geç vakitlerde SA liderleriyle planlarını
tartıştı ve toplantıdan ayrılırken koruması Ulrich Grafa “yarın saat
sekizde olacak,” dedi. 235 Sabah 1 civarında Thierschstrasse’deki
dairesine döndü. Yaklaşık yedi saat sonra, üzerinde uzun pardesüsü
ve elinde kırbacıyla heyecanlı bir halde Rosenberg’in ofisindeydi ve
Göring’i arıyordu. Hanfstaengl de Rosenberg’in yanındaydı;
völkischer'in bir sonraki sayısını tartışıyorlardı. Hitler onlara
“harekete geçme anının geldiğini” söyledi ve gizlilik yemini ettirdi;
ardından o akşam Bürgerbrâukeller’de yanında olmalarını emretti.
Silahlarıyla geleceklerdi. 236 Sabahın erken saatlerinde Hess’e haber
verilmişti. Pöhner de tabloya dahil edilmişti. 237 Hoffmann gibi
Hitler’in diğer yakın arkadaşlarına haber verilmemişti. 238 NSDAP’ın
kurucusu ve fahri başkanı Drexler 8 Kasım akşamı erken saatlerde
Freising’e gitmek üzere yola koyulmuştu (burada Hitler’le aynı
konuşmacı kürsüsünde yer alacağını sanıyordu); fakat Amman ve
Esser’le karşılaştığında, Freising’e dek gitme zahmetine
katlanmamasını çünkü toplantının iptal edildiğini söylediler. 239
Kahr, Bürgerbrâukeller’de en az 3 bin kişilik dinleyici kitlesi
önünde, hazırlanmış konuşmasını yaklaşık yarım saattir okuyordu ki
20:30 civarında girişte bir kargaşa yaşandı. Kahr konuşmasını kesti.
Çelik miğferli bir grup adam belirdi. Hitler’in fırtına-birlikleri
gelmişti. Ağır makineli bir silah salona sokuldu. 240 Hitler,
tabancalarını tavana doğru kaldırmış silahlı iki korumanın eşliğinde
salonda ilerlerken, izleyiciler bulunduktan yerde ayağa kalkmış olan
biteni görmeye çalışıyorlardı. Hitler bir iskemlenin üzerine çıktı ama
o kargaşada sesini duyuramadı; bunun üzerine Browning tabancasını
çıkardı ve havaya bir el ateş etti. 241 Milli devrimin gerçekleştiğini ve
salonun 600 silahlı adam tarafından sarıldığını duyurdu. Eğer sorun
çıkarsa üst balkona bir makineli tüfek yerleştirteceğini söyledi. 242
Bavyera hükümeti görevden alınmıştı; geçici bir Reich hükümeti
kurulacaktı. Bunlar 20:45 civarında oluyordu. Hitler; Kahr, Lossow
ve Seisser’den birlikte yan odaya gelmelerini rica etti -aslında bu bir
emirdi. Onların güvenliğini sağlayacaktı. Kısa bir tereddütten sonra
razı oldular. 243 Salonda kızılca kıyamet kopuyordu ama Göring
sonunda sesini duyurabildi ve eylemin ne Kahr’ı ne de asker ve polisi
hedeflediğini söyledi. Herkes sakin olmalı ve yerinde kalmalıydı.
“Biranızı içeceksiniz,” diye de ekledi. 244 Bu, ortamı biraz
sakinleştirdiyse de çoğu kişi hâlâ şüphe içinde, olan biteni Latin
Amerika ülkelerinde gerçekleşebilecek şu sahne temsilleriyle
kıyaslıyordu.
Yan odada Hitler tabancasını sallayarak, izni olmaksızın kimsenin o
odadan çıkamayacağını bildiriyordu. Kendisinin başkanlığında yeni
bir Reich hükümetinin kurulduğunu duyurdu. Milli ordu Ludendorff'un
sorumluluğundaydı; Lossow Reichswehr’den, Seisser güvenlikten
sorumlu bakan olacaktı; Kahr Bavyera devletinin (Landesvenveser)
başı; ve Pöhne de diktatörce yetkilerle donanmış olarak Bavyera
başbakanı olacaktı. Her şey böyle acele içinde gerçekleştiği için özür
diledi ama böyle olmak zorundaydı; üçlü yönetimi harekete geçmeye
zorlamaya mecbur kalmıştı. Eğer her şey yolunda gitmezse diye
tabancasında dört kurşun vardı; üçü işbirliği yapan arkadaşları,
sonuncusu da kendisi için. 245
Hitler on dakika sonra, yeniden gürültüye boğulmuş olan salona
döndü. Eylemin ne Reichswehr’ı ne de orduyu, yalnızca ve yalnızca
“Yahudi Berlin hükümetini ve 1918'in Kasım suçlularını” hedef
aldığına dair Göring’in teminatlarını doğruladı. Berlin’de ve Münih’te
kurulacak yeni hükümetlere dair taşanlarını açıkladı; Ludendorff'dan
“Alman milli ordusunun, diktatörce yetkilerle donanmış şefi ve lideri”
olarak bahsediyordu. 246 Tıka basa dolu salona, meselelerin çözüme
kavuşmasının kendisinin önceden tahmin ettiğinden daha fazla zaman
alacağını açıkladı ve “Kahr, Lossow ve Seisser dışarıda bir karara
varmaya çabalıyorlar. Onlara, sizin arkalarında olduğunuzu
söyleyebilir miyim?” diye devam etti. Kalabalık bağrış çağrışlarla
onayını belirtirken Hitler yapmacıklı tarzıyla ve duygusal bir ifadeyle,
“Size şunu söyleyebilirim: Alman devrimi ya bu gece başlar ya da
şafakla birlikte hepimiz ölmüş oluruz!” diye ilan etti. 247 Kısa hitabını
olaylara tanık olan Karl Alexander von Müller’in fikrine göre bir
“retorik şaheseriyle bitirdiğinde bütün salonun ruh hali ondan yana
dönmüştü. 248
Hitler’in salona ilk girişinin üzerinden bir saat geçmişti ki, Hitler ve
(bu olaylar olurken, İmparatorluk Ordusu üniformasını tam tekmil
kuşanmış olarak salona gelmiş bulunan) Ludendorff', Bavyera’yı
yöneten üçlü yönetimle birlikte kürsüye çıktı. İlk konuşan, yüzünde
maske gibi bir ifadeyle gayet soğukkanlı görünen Kahr oldu; coşkun
alkışlar içinde, monarşinin bir naibi olarak Bavyera’ya hizmet etmeyi
kabul ettiğini duyurdu. 249 Hitler, suratında çocukça bir hazzı andıran
mutluluk dolu bir ifadeyle yeni Reich hükümetinin politikasını
yöneteceğini açıkladı ve Kahr’ın elini kavrayarak samimice sıktı,
ikinci konuşan, bu işten son derece kârlı çıkmış olan Luderdorff idi;
bütün bunların onu ne kadar şaşırttığından bahsetti. Yüzünden bir
şey anlamanın mümkün olmadığı Lossow ve grubun en heyecanlısı
Seisser, Hitler tarafından konuşmaya zorlandılar. Pöhner son olarak
Kahr’la işbirliği içinde bulunacağına dair söz verdi. Hitler tüm trup
üyelerinin elini bir kez daha sıktı. 250 Gösterinin tartışmasız yıldızıydı.
Bu onun gecesiydi.
Öte yandan bu açıdan her şey çok kötü gitmişti. Hitler’in darbenin
Bürgerbrâukeller toplantısının hemen ardından yapılmasına yönelik
sabırsız ısrarları sonucu planlamanın acele içinde doğaçlama
gelişmesinin, ateşli bir telaş içinde yalnızca bir günlük hazırlığa
dayanmasının bedeli ödenecek ve bunlar gece boyunca olayların
kaotik gelişimini belirleyecekti. Salon boşalmadan önce Hess
kendisine Hitler tarafından verilen isim listesini okurken,
Bürgerbrâukeller’de bulunan hükümet üyeleri tutuklanmaya uysalca
boyun eğmişlerdi. Başarılı bir darbe gerçekleştiği haberi, şehrin
diğer tarafında Löwenbrâukeller’de yapılan, Esser ve Röhm’ün
Kampfbund birliklerine seslendiği toplantıya ulaşmış ve salonda bir
çılgınlık hali yaratmıştı. Ama dışarıda her şey bu kadar mükemmel
gelişmiyordu. Röhm, Reichswehr karargahlarını ele geçirmeyi
becermişti. Ama şaşırtıcıdır ki telefon santrallerini ele geçirememiş
ve böylece Lossow yakın kasaba ve şehirlerdeki düzene sadık
birliklerin Münih’e gönderilmesi emrini verebilmişti. Frick ve Pöhner
başlangıçta polis karakollarını kontrol altına almayı da başardılar.
Diğer yerlerde durum hızla kötüye gidiyordu. Bu kaotik gecede
darbeciler, büyük oranda kendi organizasyonsuzlukları nedeniyle
kışlaları ve hükümet binalarını kontrol altına alamadıklarından
başarısızlığa uğradılar. 251 Başlangıçta kazanılan kısmi muvaffakiyet
çoğu yerde hızla tersine döndü. Ne ordu ne de polis kuvvetleri
darbecilere katıldı.
Bürgerbrâukeller’e geri dönersek, Hitler de gecenin ilk hatasını
yapıyordu. Mühendis Barakalarında darbecilerin zorlukla karşılaştığı
haberini alınca oraya bizzat giderek müdahale etmeye karar verdi -
ama bu nafile bir çaba olacaktı-. Bürgerbrâukeller’de sorumlu olarak
Ludendroff bırakıldı ve eğer orada bulunan memurların ve
beyefendilerin sözlerine inanacak olursak, Kahr’ın, Lossow’un ve
Seisser’ın ayrılmasına hemen izin verdi. Artık özgürdüler; Hitler’in
zoruyla verdikleri sözlerden vazgeçebilirlerdi. 252
Münih’in merkezindeki otellerde kalanlardan biri, o gece heyecanlı
genç adamlardan oluşan güruhların sokaklarda yürürken çıkardıktan
gürültüyü ve Bavyera devriminin başarılı olduğunu düşündüğünü
hatırlayacaktır. 253 Ortalıkta, Hitler’in Reich Şansölyesi olduğunu
bildiren afişler vardı; bu ünvan ona ilk kez yakıştırılıyordu. 254
Darbenin kaotik ve gelişigüzel organize edilmesinin bir yansıması
olarak Hitler "milli diktatörlük” bildirgesini yayınlamayı 9 Kasım’a
dek geciktirdi. 255 Gece yarısından biraz önce, Franken’de
Yahudiler’in NSDAP’daki baş belası olan julius Streicher’i partinin
organizasyon ve propaganda sorumlusu yaptı; gelişmeler plana uygun
giderse bunlarla uğraşamayacak denli meşgul olacağını umuyordu
herhalde. 256 Öte yandan, darbeciler farkında değilse bile, gece yarısı
itibariyle, devleti kontrol altına almayı amaçlayan darbe girişiminin
başarısız olduğu apaçık ortadaydı.
Kahr, Lossow ve Seisser akşamın geç saatlerinde devlet
yetkililerine darbeyi tanımadıklarını bildirme imkanı bulabildiler.
Saat 2:55’te Lossow bunu bütün Alman radyo istasyonlarına
bildirdi. 257 Darbeciler üçlü yönetimin -daha da önemlisi-
Reichswehr’ın ve polisin darbeye karşı olduğunu günün ilk
saatlerinde net bir şekilde anladılar. 258 Hitler sabah saat 5’te dava
için savaşmaya ve ölmeye kararlı olduğuna dair güvence veriyordu;
bu bize, daha erken değilse en geç bu saatte darbenin başarısına
olan inancını kaybettiğini gösteriyor. 259 Aslında kısa bir süre önce,
Wehrkreis kommando’dan Bürgerbrâukeller’e dönerlerken Ulrich
Grafa “durum bizim için bayağı ciddi görünüyor” demişti. 260 Daha
sonradan söylediklerinden, birahaneye dönüp de Kahr’ın, Lossow’un
ve Seisser’in gitmesine Ludendörfff'un izin verdiğini öğrenir
öğrenmez davanın kaybedildiğini hissettiğini anlayabiliyoruz. 261
Birahanedeki ruh hali de hiç iç açıcı değildi. Ağır bir sigara dumanı
altında yüzlerce kişi masalara umursamazca yayılmış ya da
birleştirdikleri sandalyelere yorgun bir şekilde uzanmıştı. 262 Eğlence
gecesininin bedeli olarak sonunda Nazi Partisi’ne gönderilecek olan
11,347,000 marklık faturanın yüklü bir kalemini oluşturan galonlarca
bira ve yığınlarla sandviç ekmeğinin büyük kısmı o saate dek yenip
içilmişti. 263 Ve ortalıkta hâlâ bir emir yoktu. Kimse ne olup bittiğini
bilmiyordu.
Darbe liderleri bu ana dek, bir sonraki adımlarının ne olacağını
tam olarak bilmeden davranmışlardı. Hükümet kuvvetleri dışarıda
yeni gruplar oluştururken onlar tartışmak üzere masa başına
oturdular. Geri çekilecek bir durum yoktu. Hitler de en az diğerleri
kadar olan bitenden habersizdi. Durum onun kontrolünde değildi. En
küçük bir umut kırıntısına dahi vahşice sarılıyordu; Berchtesgaden’e
gidip, darbecilere düşmanlığıyla tanınan Prens Rupprecht’i kendi
taraflarına çekmeyi dahi düşündü. 264 Kriebel, Rosenheim’dan
organize edilecek silahlı bir direnişten yanaydı. Ludendorff', bu işe
çamurlu taşra yollarında sona erdiğini görmek için girişmediğini
belirtti. Hitler de silahlı bir direnişten yanaydı ama sunabileceği pek
az fiili öneri vardı ve tam uzunca bir nutuk çekmeye girişmişti ki
Ludendorff araya girip, konuşmasını kısa kesti. Şehirdeki darbeci
birlikler saatlerdir liderlerinden tek bir emir almamışlardı. 265 Şafakla
birlikte sabahın ayazı inince, moral bozukluğu içindeki birlikler
Bürgerbrâukelfer’den yavaş yavaş ayrılmaya başladılar. 266 Saat sekiz
civarında Hitler bazı SA milislerini, matbaada basılmış olan 50 milyar
markı almaya gönderdi; bu paralarla birliklerinin ücretini
ödeyecekti. 267 Darbe hızla çöküşe doğru giderken az çok pratiğe
yönelik tek davranışı buydu.
Sabahki süreçte, Hitler ve Ludendorff'un aklına şehirde bir gösteri
yürüyüşü yapma fikri geldi. Anlaşılan, öneri ilk Ludendorff'dan
gelmişti. 268 Tahmin edilebileceği üzere hedefin ne olduğu pek belli
değildi. “Münih’te, Nuremberg’de, Bayreuth’da,, bütün bir Alman
Reich’ında sözle anlatılamaz bir bayram sevinci, büyük bir coşku
yaşanacaktı,” diye belirtecekti Hitler daha sonra. “Ve Alman milli
ordusunun ilk taburu Bavyera toprağının son metrekaresini ardında
bırakıp Thuringian toprağına ilk adımını attığında, oradaki insanların
bayram sevincini görecektik. Halk, Almanların içinde bulunduğu
sefaletin bir sonunun olduğunu, kurtuluşun yalnızca ayaklanmayla
mümkün olacağını kabul etmek zorunda kalacaktı”. 269 Yürüyüş halk
içinde bir heyecan yaratacak ve darbenin yanında yer almalarını
sağlayacaktı; harekete geçmiş kitlelerin coşkusuyla ve savaş
kahramanı Ludendorff'un kendilerinden beklentisiyle yüzyüze kalan
ordu fikir değiştirecekti: Bunlar bir dayanağı olmayan ham
umutlardı. 270 Kitlelerin toplu takdiri ve ordunun desteğiyle, Berlin’e
yapılacak muzaffer yürüyüşün yolları döşenecekti. 271 Bunlar çılgınca
hayallerdi; kötümserlikten, umutsuzluktan ve moralsizlikten doğan
sansasyon amaçlı eylemlerdi. Ama gerçeğin kendini göstermesi çok
uzun sürmedi.
Hitler de dahil olmak üzere çoğu silahlı olan yaklaşık 2 bin kişilik
bir kortej, öğle civarında Bürgerbrâukeller’den yola koyuldu.
Ludwigsbrücke’de küçük bir polis kordonuyla karşılaştıklarında
hepsinin de silahları hazırdı. Tehlike altında oradan geçtiler ve
Isartor üzerinden yukarıya doğru Tal’a, şehir merkezindeki
Marienplatz’a yöneldiler. Ardından Savaş Bakanlığı’na yürümeye
karar verdiler. Kaldırımlara yığılmış bağırarak ve el sallayarak
destek veren kalabalıklardan cesaret bulmuşlardı. Bazıları yeni bir
hükümetin gelişine tanık öldüğünü düşünüyordu. 272 Darbeciler, milli
devrimi ilan eden çok sayıda afişin yırtılmış ya da üzerlerine üçlü
yönetimin yeni talimatlarını içeren afişlerin asılmış olduğunu gördüler
ama ellerinden gelen bir şey yoktu. Sabahın daha erken saatlerinde
bazı seyirciler darbeyi alaya almaya başlamışlardı bile. Hans
Frank’ın birliği Bürgerbrâukeller’den pek de uzak olmayan bir yerde
makineli tüfekleriyle konuşlanırken, bir işçi “sokak ortasında böyle
tehlikeli şeylerle oynamak için annenden izin aldın mı?” diye laf
atmıştı. 273 Yürüyüşe katılanlar davanın kaybedilmiş olduğunu
biliyorlardı. İçlerinden birisi cenaze alayı benzetmesi yapmıştı. 274
Kalabalıktan gelen olağan “Heil” selamları arasında yol alan ve
Dietrich Eckart tarafından bestelenmiş olan “Sturm Lied”i (Hücum
Şarkısı) söyleyerek morallerini yükseltmeye çalışan yürüyüşçüler
Odeonsplatz’a yaklaşırken, Residenzstrasse’nin tepesinde bu seferki
daha büyük olan ikinci bir polis kordonuyla karşılaştılar. “İşte
geldiler. Heil Hitler!” diye bağırdı izleyicilerden biri. 275 Ardından
ateş başladı, ilk ateş edenin kim olduğu hiçbir zaman açıklığa
kavuşturulamadı, ama kanıtlar darbecilerden biri olduğuna işaret
ediyor. 276 Bunun ardından yaklaşık yanın dakika süren şiddetli bir
silahlı çatışma yaşandı. Ateş kesildiğinde on dört darbeci ve dört
polis yerde ölü yatıyordu. 277
Ölenlerden biri, bayrak taşıyanların hemen arkasında darbe
liderlerinin oluşturduğu ön sırada Hitler’le kol kola duran, darbenin
mimarlarından Envin von Scheubner-Richter idi. Scheubner-Richter’i
öldüren kurşun 35-40 cm sağa sapmış olsaydı tarihin akışı farklı
olacaktı. Hitler ya aniden çekilmiş ya da Scheubner-Richter onu yere
doğru çekmişti. 278 Öyle ya da böyle sol omzu yerinden çıkmıştı. 279
Göring de sol bacağından vurulmuştu. O ve önde gelen liderlerden
bir kısmı daha kaçıp Avusturya sınırını geçmeyi başardı,280 Streicher,
Frick, Pöhner, Amann ve Röhm’ün de içinde olduğu bir grup hemen
tutuklandı. Bu kurşun yağmurundan tek bir sıyrık bile almadan çıkmış
olan Ludendorff teslim oldu ve subayın bir sözüyle serbest
bırakıldı. 281
Hitler’le, Münih SA sıhhi birliklerinin şefi olan Dr. Walter Schultze
ilgilendi; onu yakınlarda park etmiş olduğu arabasına bindirdi ve son
sürat olay yerinden uzaklaştırdı. Hitler’i Hanfstaengl’in Münih’in
güneyinde, Staffelsee yakınlarında Uffing’deki evine götürdü; 11
Kasım akşamı polis onu orada bulacak ve tutuklayacaktı. 282 Hitler,
Hanfstaeng'llerin evinde bulunduğu süre içinde -Putzi Avusturya’ya
kaçmıştı- ilk “siyasi vasiyetnamesini” hazırladı ve parti başkanlığını
Rosenberg’in ellerine bıraktı, Amann da başkan yardımcısı
olacaktı. 283 Karısının tanıklığına dayanarak Hanfstaengl’in daha
sonra verdiği beyana göre Hitler Uffing’e vardığında çok üzgündü. 284
Fakat intihardan güç bela alıkonulduğuna dair sonradan çıkan
hikayelerin hiçbir temeli yoktur. 285 Polis, Münih’in kırk mil batısında
manzaralı küçük bir kasaba olan Landsberg am Lech’de eski bir
kaledeki hapishaneye götürmek üzere kendisini almaya geldiğinde,
sol kolu askıda, üzerinde beyaz bir sabahlık olan Hitler kederliydi
ama sakindi. Yeni mekanında onu selamlamak üzere hazır bekleyen
otuz dokuz muhafız vardı. Şubat 1919’da Bavyera’da işlenen ilk
önemli cinayetin, Kurt Eisner cinayetinin faili olan Graf Arco, yeni
gelen üst düzey tutukluya kalacak yer sağlamak için, geniş 7 No’lu
Hücre’yi boşaltmıştı. 286
Münih’te ve Bavyera’nın başka bölümlerinde darbe başladığı gibi
çabucak sönmüştü. Münih’te darbecilerin arkasında olan kitlenin
sempatisiyle, Kahr’ın “kalleşliğine” karşı orda burda bazı gösteriler
yapıldıysa da macera bitmişti. 287 Hitler bitmişti. En azından böyle
olması gerekiyordu. Münih’teki Amerikan konsolosluğu vekili Robert
Murpy, Hitler’in cezasını çekip, sonra Almanya’dan sürüleceğini
tahmin ediyordu. 288 Yazar Stefan Zvveig daha sonra şöyle ifade
edecekti: “1923 yılında gamalı haçlar ve fırtına birlikleri ortadan
kayboldu ve Adolf Hitler ismi neredeyse unutuldu. Artık hiç kimse
onun iktidara gelme ihtimali taşıdığını düşünmüyordu.”289
VII

Tehlikeli coşkunun doruğu gibi kriz de gelip geçti, sonra hızla


yatıştı, izleyen aylarda para biriminde istikrar yaşandı. Bu istikrar,
Rentenmark’ın piyasaya sürülmesiyle ve Dawes Planı’nın savaş
zararlarının karşılanması maddesinde yaptığı düzenlemeyle
sağlanmıştı. (Bu plan adını, 1924 yılında kurulan komitenin başkanı
Amerikalı banker Charles G. Dawes’den almıştı. Komite, düşük bir
seviyede başlatarak ve Almanya’nın dış borçlarına bağlayarak
tazminatların aşama aşama geri ödenebilmesi için bir sistem
sunmuştu.) Aynı dönem, savaş sonrasında yaşanan kargaşanın bitişine
işaret eden siyasi istikrarın da başlangıcıydı ve bu istikrar 1920’lerin
sonlarındaki yeni ekonomik şok dalgalarına dek sürecekti. Hitler
hapishanedeydi ve NSDAP kapatılmıştı. hareket ise, bileşimini
oluşturan fraksiyonlara ayrılmış, aşırı sağdan gelen tehlike o anki
potansiyelini yitirmişti.
Fakat radikal sağa duyulan sempati hiçbir şekilde yok olmadı.
völkischer Blok (fraksiyonlara bölünmüş völkisch hareket içindeki en
büyük grup), 6 Nisan 1924’teki Landtag seçimlerinde Münih’teki
oyların yüzde 33’ünü alarak şehirdeki en güçlü parti olduğunu
ispatladı; aldığı oy miktarı, sosyalistlerle komünistlerin toplam
oyundan fazlaydı. 290 4 Mayıs’daki Reichstag seçimlerinde sonuç çok
az farklıydı. völkischer Blok Münih’teki oyların yüzde 28.5’ini, Yukarı
Bavyera ve Swabia’daki bütün oyların yüzde 17’sini ve Franken’deki
oyların yüzde 20.8’ini almıştı. 291 Ama kaynayan kazan patlamıştı bir
kere. Almanya iyileşirken ve sağ kargaşa içinde olmaya devam
ederken, seçmenler völkisch hareketi terk ettiler. Hitler’in
Landsberg’den bırakılmasının bir gün öncesinde, 1924'teki ikinci
Reichstag seçimlerinde völkischer Blok’un aldığı oylar Franken’de
yüzde 7.5, Yukarı Bavyera/Swabia’da yüzde 4.8 ve (yedi ay
öncesindeki yüzde 10.2’lik oranla karşılaştırdığında) Aşağı
Bavyera’da yüzde 3.0’la sınırlıydı. 292
Süregiden tüm kökleşmiş tuhaflıklarına rağmen Bavyera artık,
1920-1923 arasında olduğu gibi radikal sağın isyanlarının kaynadığı
kazan olamayacaktı. Paramiliter organizasyonlar devletin yasal
güçleriyle karşı karşıya gelmiş ve boylarının ölçüsünü almışlardı.
Ordunun desteği olmaksızın bir hiçtiler. Darbenin sonucunda
Kampfbund örgütlenmeleri dağılmış, “vatanperver cemiyetler”in
silahlarına el konmuş, askeri talimlerine yasak getirilmiş ve
faaliyetleri büyük oranda kısıtlanmıştı. 293 Bavyera hükümetinin, daha
ateşli ve aşırılık yanlısı milliyetçi paramiliterleri de içeren sağ
üzerinde bir güç oluşturmak amacıyla siyaset sahnesine yerleştirdiği
üçlü yönetim, darbeyle birlikte gücünü ve güvenilirliğini yitirmişti.
1924 yılının başlangıcıyla birlikte Kahr, Lossow ve Seisser
görevlerinden alındı. 294 Eyalet Genel Komiserliği konumunun ortadan
kalkmasıyla Bavyera siyaseti, geleneksel kabine hükümetine ve
bununla da bir ölçüde sükunete kavuşmuş oldu. Yeni başbakan,
Bavyera’da yerleşik Katolik görüşlerin sözcüsü olan BVP’nin önde
gelen şahsiyetlerinden, Dr. Heinrich Held’di.
Öte yandan, Hitler’in siyasete girmesine ve Bavyera sağı içinde
temel bir unsur olmasına imkan tanıyan güçler, “kariyer”inin sona
ermesi gerektiği şu dönemde onu korumayı başarıyorlardı. Daha
önce de gördüğümüz gibi “Hitler-Darbesi" hiçbir açıdan sadece
Hitler’in darbesi değildi. Hitler acilen harekete geçmek için gereken
hummalı baskıyı sağlamıştı. Bunun bir nedeni, hayatı “ya hep ya hiç”
şeklinde kavrayan karakteri, diğer nedeni de hareketin içindeki
dinamizmin düşmesini engelleme gereksinimiydi. Yarım yamalak bir
planlama, anlık gelişen amatörce davranışlar, ayrıntılara dikkat
etmeme; bütün bunlar, Hitler’i sonuçlarını iyi bir şekilde düşünmeden
harekete geçmeye ve asla geri adım atmamaya iten karakteristik
özelliğinin damgasını taşıyordu. Fakat 1923 Kasım’ından önceki
aylarda gerek Bavyera hüküıineti ve genel kurmay içinde, gerek
paramiliter oluşumların birbiriyle yarışan farklı fraksiyonları içinde
Berlin’e karşı bir saldırı fikri canlılığını korumasaydı, darbe
girişiminde Hitler’in böyle bir etkisi olamazdı. Bavyera’da yönetimi
elinde tutan grupların dogmatik Berlin-karşıtı duruşları olmaksızın,
Hitler’in Bürgerbrâukeller’de oynadığı “ya hep ya hiç” kumarı
gerçekleşemezdi. Çünkü bu gruplar içerisindeki antidemokratik, anti-
sosyalist ve Prusya karşıtı duygu, diğer türlü antagonist kalacak
kuvvetleri genel bir karşı-devrim amacı çerçevesinde bir araya
getiriyordu. Bavyera Reichswehr, devleti ele geçirmeyi amaçlayan
güçlerin hazırlanmasında ve eğitilmesinde, açıktan olmamakla
birlikte büyük bir rol oynamıştı. Darbe girişimine önemli şahsiyetler
de karışmıştı. Sonrasında kendi faaliyetlerinin arkasında durup
durmamaları bir yana, Kahr’ın, Lossovv’un ve Seisser’ın elleri
kirliydi; savaş kahramanı General Ludendorff ise bütün bir girişimin
göstermelik ruhani lideriydi. Bu nedenle, darbe liderlerinin 1924
yılının 26 Şubat-27 Mart tarihleri arasında Münih’te görülen
mahkemesinde -cezalar dön gün sonra, yani 1 Nisan’da açıklanmıştı-
tüm dikkatlerin Hitler’e çevrilmesi için gereken her tür gerekçe
vardı; bu herkesin işine geliyordu. 295 O ise kendisine düşen rolü
oynamaktan fazlasıyla memnundu.
Hitler’in kendisine yöneltilen suçlama karşısındaki ilk reaksiyonu,
daha sonra Münih mahkemesindeki muzaffer tavrından farklıydı.
Başlangıçta bir şey söylemeyi reddetmiş ve açlık grevine girdiğini
belirtmişti. O anda, her şeyin kaybedildiğini düşünüyordu. Olaydan
yıllar sonra konuşmuş olan cezaevi psikologuna göre, “Artık burama
kadar geldi. Ben bittim. Bir tabancam olsaydı onu kullanırdım,”
demiştir. 296 Drexler daha sonraları, Hitler’i intihar etme niyetinden
caydıranın kendisi olduğunu iddia etmiştir. 297
Ama duruşmalar başladığında Hitler’in tavrı tamamen değişmişti.
Mahkeme salonunu propaganda sahnesine çevirmesine müsaade
edildi; olan bitenin tüm sorumluluğunu üstlendi; Weimar devletini
yıkma girişimindeki rolünü savunmakla kalmadı aynı zamanda yüceltti
de. Hitler tarafından sergilenen Kahr’ın, Lossow’un ve Seisser’in bu
vatan hainliğindeki suç ortaklığını ve bilhassa Bavyera Reichswehr’in
rolünü ifşa etme tehditiyle ilgili olarak da mahkeme heyeti en küçük
bir tedbir bile almadı.
Hitler’in davasını bu biçimde kullanması Bavyera yetkililerini hiç
şaşırtmadı. Tutuklanmasından iki gün sonra, o dönemde başarılı bir
eyalet savcısı olan Hans Ehard’ın -bu kişi 1945’den sonra da Bavyera
başbakanı olacaktı sorgulaması sırasında bunun sinyallerini vermişti.
Hitler ilk başta darbe girişimiyle ilgili bütün açıklamaları reddetmiş;
Ehard suskunluğunun hem onun hem de dava arkadaşlarının hapis
süresini uzatabileceğini belirtmesi üzerine Hitler, kendisinin
diğerlerinden daha çok risk altında olduğu yanıtını vermişti. “Onun
için mesele tarih önünde faaliyetlerini ve misyonunu savunmaktı (sein
Tun und seine Sendung); mahkemenin konumu onu hiç
ilgilendirmiyordu. Mahkemenin onu yargılama hakkının olmadığını
söyledi.” Daha sonra da üstü örtülü bir tehdit savurmuş, en iyi
kartlarını mahkeme salonuna saklayacağını söylemişti. Mahkemeye
çok sayıda tanık çağıracak ve isimlerini duruşma sırasında
açıklayacaktı.
Ehard resmi ifade almaktan hemen vazgeçti, içeri getirilen daktilo
dışarı çıkarıldı. Sabırla sorular sorarak ve Hitler’in uzun politik
söylevlerini dinleyerek geçirdiği beş saat içinde kurnaz savcı, -
temkinli ve çekingen davranmayı sündürse de- Hitler’i yavaş yavaş,
bir ölçüye dek açılmaya ikna etti. Hitler, konuştuğunda doğru
sözcükleri bulacağını -en büyük gücünün farkındaydı-, ama bunu
yazarken yapamayacağını da eklemişti. Ehard’a verdiği yanıtlar
mahkemede nasıl bir tavır sergileyeceğinin ipuçlarını aşikar bir
şekilde veriyordu.
“Kasım 1918’de işlenen suç” silinmemişti ve bu “suç”a dayanan
anayasanın hiçbir geçerliliği yoktu, işte bu yüzden devlete ihanet
ettiği suçlamasını reddediyordu. Ama eğer anayasanın yasal bir
yaptırım gücü olduğu kabul edilirse, 1920 yılında Bavyera
hükümetinin Hoffmann’a devredilmesi ya da 1923 yılında Kahr’ın
neredeyse diktatörce yetkilerle donanmış olarak Eyalet Genel
Komiserliği görevine getirilmesi gibi icraatlar da devlete ihanet
olarak kabul edilmeliydi. Her şey bir yana, bir halkın anayasanın
sahip olduğu resmi haktan daha yüce, doğal bir hakkı vardı; o da,
aciz bir parlamentonun isteklerine karşı kendini savunma hakkı idi.
Hitler şimdi, Kahr, Lossow ve Seisser’in darbedeki rollerine gelmiş
ve yıkıcı olacak ifşaatlarını güçlü imalarla hissettirmişti. Üçlü
yönetimin, “onun” devlete bu ihanetine bile isteye katıldığını iddia
ediyordu. Şimdi, Bürgerbraukeller’de olanları onaylamamış gibi
davranıyorlarsa da ulaşılan fikir birliğine isteyerek katkıda
bulunmuşlardı ve birahaneden bir kez ayrıldıklarında anlaşmayı
kısmen zorunlu olarak, kısmen de ikna olarak bozmuşlardı; bunları
kanıtlayacaktı. Bu olasılığı öngördüğü için birahaneden ayrılmalarına
izin verilmemesini emretmişti. Bürgerbrâukeller’den kısa bir
süreliğine ayrıldığında, Ludendorff bir subayın sözüne güvenerek
gitmelerine izin vermişti; kendisi orada olsaydı böyle bir şeye asla
izin vermezdi. Birahaneye dönüp de bunu öğrenince dehşete kapılmış
ve o anda davanın kaybedildiğini anlamıştı. Fakat üçlü yönetim,
yalnızca 8 Eylül akşamındaki eylemlerini desteklemekle kalmamıştı.
O akşamın hazırlığı için aylarca birlikte çalışmışlardı. “Berlin’e
yürüyüş”ü uzun uzun tartışarak, en ince ayrıntısına dek birlikte
tasarlamışlardı. Aralarında tam bir fikir birliği vardı. Varmak
istedikleri ve uğruna çabaladıkları amaçlar Hitler’inkiyle aynıydı.
“Planlı bir darbenin hazırlanması için Bavyera Reichswehr’ının
paramiliter kuvvetleri desteklemesi ve eğitmesi demek olan ‘gizli
seferberlik meselesini açarak onlara yol gösteren Hitler’dir” diye
belirtmektedir Ehard. 298
Bu, her şeyi açığa vuran kritik bir noktaydı. Bavyera’da yönetimi
elinde bulunduran güçler, doğabilecek zararı azaltmak için ellerinden
geleni yaptılar. Öncelikle, davanın Bavyera yargı mercilerinde
görülmesini sağlama almak gerekiyordu. Yasalara göre dava
Münih’te değil Leipzig’deki Reich Mahkemesi’nde görülmeliydi.
Başlangıçta Hitler de bunu istiyordu çünkü Bavyera mahkemesinin
üçlü yönetimin tarafını tutabileceğini düşünüyordu. “Leipzig’de
mahkeme salonuna tanık olarak girecek pek çok beyefendinin,
oradan tutuklu olarak çıkacağı kesindi. Öte yandan doğal olarak
Münih’te böyle bir şey olmayacaktı,” diyordu Ehard. 299 Fakat Reich
hükümeti, Bavyera hükümetinin baskısına boyun eğdi. Davanın
Münih’te Halk Mahkemesi’nde görülmesi kararı alındı. 300 Ve Hitler’in
daha önceki tahminlerinde tamamen yanılmış olduğu ortaya çıktı.
Karl mahkemeye hiç çıkmamayı umut ediyordu; ya da çıksa bile
bunun en azından, suçlamaların vatanseverlik zemininde savunulup
hafifletileceği formalite icabı bir yargılama olacağını umuyordu.
Fakat hiç olmazsa darbecilerin bazıları kabul etmeyeceğinden, bu
ihtimal bir kenara bırakılmak zorunda kalındı. Büyük olasılıkla, böyle
bir önerinin düşünülmüş olması bile sanığa gösterilen hoşgörüye
işaret ediyordu. 301 Hitler bir ölçüde de olsa sonuçtan emindi. Elinde
hâlâ bir kozu vardı. Hanfstaengl dava sürerken adliye sarayındaki
hücresinde onu ziyaret ettiğinde, mahkemenin vereceği karardan hiç
korkusu yoktu. “Bana ne yapabilirler?” diye sormuştu. “Özellikle
Lossow’la ilgili olarak söyleyecek bir iki lafım daha var. Ortada büyük
bir skandal var. Bilenler bunun gayet iyi farkında.”302 Hem bu, hem
de başyargıcın ve diğer yargıçların tavırları Hitler’in mahkemedeki
kendine güvenini açıklamaktadır.
Hitler’in yanısıra itham edilenler arasında Ludendorff', Pöhner,
Frick, (Bund Oberland’dan) Weber, Röhm ve Kriebel vardı. Ama
ithamın özünde, Hitler’in de savunduğu şekilde, “bütün girişimin
ruhunun Hitler olduğu” fikri vardı. 303 Mahkemenin başkanı Yargıç
Neithardt dava başlamadan önce, Ludendorff'un aklanacağını ifade
etmişti -o hâlâ Almanya’nın sahip olduğu “yegane değer” idi. Yargıç,
Ludendorff'un zarar verebilecek nitelikteki ilk sorgulamasının
kaydının yerine darbe hazırlıklarından haberinin olmadığına işaret
eden başka bir sorgulamayı koymuştu. 304 Bu arada Hitler’e mahkeme
salonunu istediği gibi kullanma özgürlüğü tanınmıştı. Mahkemeye
katılan gazetecilerden biri olayı “siyasi karnaval” olarak tanımlıyor;
Râterepublik dâvasında faaliyetleri nedeniyle suçlananlara gösterilen
tavrın kabalığıyla bu davadaki sanıklara gösterilen saygılı ve özenli
tavrı karşılaştırıyordu. Hitler’in ilk konuşmasının ardından
yargıçlardan birinin şöyle dediğini duymuştu: “Şu Hitler ne büyük
adam!” Hitler’in mahkemeye mahkum kıyafetleriyle değil kendi takım
elbisesi içinde ve göğsünde Birinci Sınıf Demir Haç madalyasıyla
çıkmasına izin verilmişti. Tutuksuz yargılanan Ludendorff
mahkemeye lüks bir limuzin içinde gelmişti. 305 Dr. Weber, tutuklu
olmasına rağmen bir pazar öğle sonrası Münih’te şehir turuna
çıkabilmişti. Mahkeme başkanı son derece taraflı tavrı yüzünden,
sonradan hem Bavyera hükümetinin hem de Berlin’in sert
eleştirilerine maruz kalacaktı; Reichswehr’e ve eyalet polisine
yapılan saldırılara izin vermesi, bunlara itiraz etmemesi rahatsızlık
yaratmıştı. Ayrıca dava sırasında Hitler’in dört saat konuşmasına izin
vererek “utanç verici bir izlenim” bıraktığı Yargıç Neithardt’a gayet
açık seçik sözcüklerle ifade edilmişti. Onun yanıtı böyle bir sözcük
selini kesmenin imkansız olduğuydu. Hitler’e tanıkları sorgulama
özgürlüğü de tanınmıştı; hepsi bir yana, Kahr’ı, Lossow’u ve Seisser’ı
uzun uzun sorguladı ve konuyu sık sık siyasi meselelere getirerek
çarpıttı. 306
1 Nisan 1924 günü okunan mahkeme kararında Ludendorff'un
beraat ettiği belirtiliyordu; kendisine sorulursa bu küçük düşürücü
bir karardı. Weber, Kriebel ve Pöhner’in yanı sıra Hitler de devlete
ihanet suçundan topu topu beş yıl hapis cezası (aslında hapiste
geçireceği süre tam olarak dört ay iki hafta bile değildi) ve 200 altın
marklık para cezası (ya da yirmi gün daha hapis cezası) aldı. Diğer
sanıklar daha da hafif cezalar aldılar. 307 Hitler’in daha sonra
kendisinin de ima ettiği gibi, meslekten olmayan hakimler, “suçlu”
bulunmasını ancak en hafif cezayı alması koşuluyla -bu durumda
hapisten erken çıkması mümkün olacaktı- kabul etmeye hazırdılar. 308
Mahkeme Hitler’in sürgün edilmesi talebinin reddini de “Cumhuriyet
Yasası’nın Korunması” ilkesine dayandırıyordu: “Hitler Avusturyalı bir
Alman idi. Kendisine Alman diyordu. Mahkemenin fikrine göre
Cumhuriyet’in Korunma Yasası’nın 11. Paragrafı’nın 9. kısmının
anlamı ve amacı açısından [bu ceza], Hitler gibi kendisini Alman
sayan ve bir Alman gibi hisseden, savaş sırasında dört buçuk yıl
Alman ordusunda gönüllü olarak hizmet vermiş, düşman karşısında
gösterdiği cesaret nedeniyle onurlandırılmış, yaralanmış ve sağlığı
bozulmuş, nihayetinde Münih 1. Bölge Komutanlığı tarafından
ordudan terhis edilmiş birine uygulanamazdı.”309
Mahkemenin tavrını ve verdiği cezaları, Bavyera’daki muhafazakar
sağ dahi şaşkınlık ve hoşnutsuzlukla karşılamıştı. 310 Yasal anlamda bu
ceza bir skandaldı. Kararda, darbeciler tarafından vurulan dört
polisin bahsi hiç geçmiyordu; 14 trilyon 605 milyar kağıt mark
değerindeki (bu miktar yaklaşık 28 bin altın marka eşdeğerdi)
soygun tamamıyla atlanmıştı; SPD’nin gazetesi Münchener Post'un
ofislerinin yakılıp yıkılması ve şehir meclis üyesi birçok Sosyal
Demokratın rehin alınması gibi suçlar Hitler’le ilişkilendirilmemişti;
ölmüş darbecilerden birinin, von der Pfordten’in cebinde bulunan
yeni anayasa metnine dair tek bir laf bile edilmemişti. 311 Ayrıca
Hitler’in Ocak 1922’de huzuru bozmaktan dolayı aldığı cezanın iyi
hal ve davranışlarına bağlı olarak ertelenmiş olmasından, yani
Hitler’in bir tecil süresi içinde olduğundan hiç mi hiç
bahsedilmemişti. Yasal olarak bu durumda, aldığı başka bir ceza tecil
edilemezdi. 312
Bu ilk davanın yargıcıyla, Hitler’in 1924'te devlete ihanetten
yargılandığı mahkemeye başkanlık eden yargıç aynı kişiydi -milliyetçi
sempatizanı Georg Neithardt. 313
Hitler kendisine verilen bu hafif cezayı çekmek üzere, koşulları
hapishaneden çok bir oteli andıran Landsberg’e geri götürüldü.
Birinci kattaki, gayet konforlu döşenmiş odanın geniş pencereleri çok
hoş bir kır manzarasına bakıyordu. Elinde gazetesi, üzerinde
sabahlığıyla sırtını hayranlarından birinin hediye ettiği defne
çelengine vererek, rahat hasır iskemlesinde dinleniyor; ya da -üzeri
aldığı mektuplarla hep dolu olan- büyük çalışma masasının başında
oturuyordu. Cezaevi arkadaşlarından büyük itibar görüyordu, hatta
bazıları onu gizli gizli “Heil Hitler” diye selamlıyordu. Ona ellerinden
gelen her tür ayrıcalığı tanıyorlardı. Hediyeler, çiçekler, destek
mektupları, her türden övgüler sel gibi akıyordu. Görüşebileceğinden
daha fazla sayıda ziyaretçisi geliyordu; girişleri sınırlamak zorunda
kalmasından önce bu sayı 500’ün üzerindeydi. Yaklaşık kırk kadar
tutuklu -ki aralarında gönüllü olarak gözaltına alınmış olanlar da
vardı- günlük yaşamdaki olası tüm konforunu sağlıyor ve çevresinde
yaltaklanıp duruyordu. 314 Otuz üçüncü doğum gününü kutlamak için
23 Nisan’da, yani doğum gününden üç gün önce Bürgerbrâukeller’de
yapılan gösterinin haberlerini okumuştu. Bu gösteri Nasyonal
Sosyalistlerden, cephede savaşmış eski askerlerden ve völkisch
hareketin destekçilerinden oluşan 3 bin kişilik bir kitle tarafından
“Alman halkında völkisch bilinci uyandıran ve özgürlük ateşini yakan
adamın anısına” yapılmıştı:315 Mahkemenin onu çıkardığı bu yıldız
statüsünün etkisinde ve yandaşlarının etrafında oluşturmaya
başladığı Führer kültü halesi içinde, siyasi fikirlerini, “misyon”unu,
kısa cezası biter bitmez politikada “yeniden başlayacağı noktayı" ve
darbeden çıkarılması gereken dersleri açıklamaya başladı.
Bürgerbrâukeller’de uğranan bozgun ve ertesi gün bunun
Feldherrnhalle’de yarattığı sonuç Hitler’e, silahlı kuvvetlerin
muhalefetine rağmen iktidarı ele geçirme çabasının yenilgiyle sona
ermeye mahkum olduğunu öğretmişti. “Milli devrim”e giden yolu
açacak olan şey paramiliter bir darbecilik değil, propaganda ve
kitlelerin hareketiydi; olaylar onun bu inancını doğrulamıştı. Bunun
sonucunda, Röhm’ün yeni bir kisve altında Kampfbund’u canlandırma
ve bir halk milisi oluşturma çabalarına uzak durdu. 316 İktidar arzulan
kadar yaklaşımlarının da birbirinden farklı olması sonucunda, Hitler
ve Röhm nihayet 1934 yılında kanlı bir şekilde ayrılacaklardı.
Bununla birlikte Hitler’in “yasal yoldan” güç kazanarak devleti ele
geçirme fikrinden vazgeçtiğini öne sürmek fazla ileri gitmek
olacaktır. Politikaya tekrar dönebilmesi için yasal sınırlar içinde
kalması gerektiğine şüphe yoktur. Daha sonraları, seçimlerle başarı
kazanmak ona iktidarı ele geçirmek için olası en iyi strateji olarak
görünmüştür. Ama darbeci yaklaşımdan asla vazgeçmemiştir. SA’yla
bağlantılı problemlerin de gösterdiği üzere bu yaklaşım, ilan edilen
yasal yolun yanı sıra varlığını sürdürmüştür. Ama Hitler, eğer
gelecekte böyle bir durum olursa, bunun Reichswehr’a rağmen değil,
onunla birlikte olması gerektiği konusunda tavizsizdi.
Hitler’in deneyimleri nihayet onu artık “çıraklık yılları”ndan alacağı
derslerin sonuncusuna getirmişti: Bir “borazancı” olmak yeterli
değildi. Bunun anlamı, kendi hareketi içinde egemenlik kazanmış
olmasının yeterli olmadığıydı; bunun anlamı, dış bağımlılıklardan,
sağdaki rakip gruplardan, tamamen kontrolünde olmayan paramiliter
gruplardan, siyasi yükselişinde yardımcı olmuş -ve onu kullanıp,
işlerine gelmediğinde de bir kenara atmış- burjuva politikacılardan
ve ordu mensuplarından kurtulması gerektiğiydi. 317
“Milli devrim”den sonra kendine biçtiği roldeki ikircim, dava
sırasındaki açıklamalarında da mevcuttur. Bir yandan Ludendorff'u
“geleceğin Almanyası’nın askeri lideri” ve “yaşanacak büyük güç
gösterisinin lideri” olarak gördüğünü söylemekte, ama öte yandan da
“bu genç Almanya’nın siyasi lideri”nin kendisi olduğunu iddia
etmektedir. Kesin bir işbölümünün belirlenmediğini ifade
etmektedir. 318 Mahkemedeki kapanış konuşmasında son olarak hâlâ
tereddütlü ve müphem bir tarzda da olsa liderlik sorununa
değinmiştir. Lossow’un mahkemedeki, 1923 ilkbaharındaki
tartışmalar sırasında Hitler’in sadece “halkı uyandırmak için kalk
borusunu çalacak kişi (Weckrufer), bir propagandacı” olarak
düşünülmeyi istediğini belirten ifadelerine de değinmiştir. “Küçük
adamların düşünceleri de küçük oluyor, ne yazık!” diye devam
etmiştir konuşmasına. Bir bakanlık koltuğuna oturmanın büyük adam
olmayı sağladığını düşünmemiştir hiç. Onun istediği şey Marksizm’i
yok etmektir. Onun görevi budur. “O dönemde bir borazancı olmak
istememin nedeni mütevazılık değildi. En yüce konum buydu (das
Höchste). Gerisi önemsizdi (eine Kleinigkeit).”319 O iki şey istemiştir:
Siyasi mücadelenin liderliğinin kendisine ve örgüt liderliğinin de
“genç Almanya’nın bütün vatandaşlarının gözünde... kahraman olan”
kişiye verilmesini. Çok açık biçimde ifade etmese de bu kişinin
Ludendorff olduğunu ima etmiştir. 320 Diğer yandan, darbeden önceki
gece Kampfbund liderlerine yaptığı konuşmada, Ludendorff'u sadece
gelecekteki milli orduyu örgütleyecek kişi olarak gördüğünü
hissettirmişti. 321 Darbe sırasında okunan bildiride Hitler’in Reich
Şansölyesi ünvanını alması, kendisi için hükümetin başı pozisyonunu
öngördüğüne işaret etmektedir; ama öte yandan devletin başı
(Reichsverweser ya da kral naibi) sıfatını Ludendorff'a vererek
diktatörce yetkilerini onunla paylaşmıştır. 322
Hitler’in mahkemedeki ifadelerinde mevcut -gerçek ya da taktik
gereği olan- bu ikircim, kısa bir süre sonra kendisine dair imajını
netleştirmesine imkan tanıyacaktır. Hitler Landsberg’de artık bir
“borazancı” olmadığının, kaderi önceden belirlenmiş bu Lider’in ta
kendisi olduğunun farkına varmıştır.
VII
LİDERİN ORTAYA ÇIKIŞI

"Bu kişiliğin gizemi, Alman halkının ruhunun en derinlerinde


uyuyan şeye canlı bir özellik kazandırmış olmasındadır... Bu
Adolf Hitler'de tezahür etmiştir o, milletin hasret duyduğu şeyin
cisimleşmiş halidir."

Georg Schott, Das Volksbuch vom Hitler. 1924

"Teorisyenin, örgütçünün ve liderin tek bir kişide bir araya


toplanması yeryüzünde görülen en nadir durumdur. Bu bileşim
insanı büyük adam yapar."

Hitler, Mein Kampf'tan


Hitler’i ancak hayal meyal görmeye başlayabileceğimiz yıl, siyaset
sahnesinden sürüldüğü yıldır ve bu dönemin ardından -her ne kadar o
zaman farkedimediyse dehareket içinde kazanacağı mutlak
üstünlüğün doğuşu ve başbuğ konumuna yükselişi gelecektir. 1924
yılında o adeta küllerinden doğan bir anka kuşudur; Hitler, darbe
almış ve parçalanmış völkisch hareketin yıkıntıları arasından
belirmeye başlamıştır. Bu sürecin sonunda, reform geçirmiş, örgütsel
açıdan güçlenmiş ve içte uyum kazanmış bir Nazi partisi üzerinde
topyekün egemenliğe sahip mutlak bir lider olarak karşımıza
çıkacaktır. Tutuklu kaldığı aylarda rakipleri radikal völkisch sağın
liderliğini ele geçirmeye çabalamış, ama egemenlik kuramayıp
başarısız olmuşlardı. Hitler olmaksızın birlik görüntüsü bile
yaratılamamıştı. Serbest bırakılmasından hemen önce Aralık 1924’te
yapılan Reichştag seçimleri, völkisch sağın Alman siyasi hayatından
ciddi bir faktör olarak silindiğini göstermektedir.
Bununla birlikte Hitler ilkbahardaki mahkemesinden sonra,
bölünmüş völkisch hareketin bazı fraksiyonları içinde neredeyse bir
tanrı konumuna yükseltildi. Aslında völkisch hareket içinde ona
duyulan hayranlık, iyice fanatik olanların coşkunluğunun ötesine
geçmiş, daha da güçlenmişti. Hitler’in kendine olan hayranlığını
devamlı olarak besleyen de bu coşkunluktu; mahkemenin de
gösterdiği üzere, başarısız darbe girişimi bu megalomaniyi ancak
geçici olarak çökertmişti. Landsberg’e her gün sel gibi akan hayran
mektupları; ağzından çıkan her sözcüğü tanrı kelamı gibi karşılayan
müritleri; korumalarının yaltakçılığı; hayranlarının ardı arkası
kesilmeyen ziyaretleri; kendine inancı normal sınırların ötesine
taşan, “tarihsel büyüklük” arayışında olan ve sahip olduğu hayran
kitlesinden bunun aksine tek laf işitmeyen birinin, böyle bir
pohpohlamadan etkilenmemesine imkan yoktu.
O dönemde hayranları ve yandaşları tarafından Hitler’e atfedilen
bu aleni büyüklük fikrinin en ölçüsüz ifadesini, Georg Schott’un 1924
yılında yayımlanan Das Volksbuch vom Hitler adlı kitabında
bulabiliriz. Schott’un methiyesi şunun gibi alt başlıklar içermektedir:
“Kahin,” “Dahi,” “Mümin,” “Alçakgönüllü insan,” “Sadık İnsan,”
“iradeli insan,” “Siyasi Lider,” ‘'Eğitimci,” “Halkı Uyandıracak Kişi”
ve “Kurtarıcı”. Edebi ve dini kinayelerle dolu bu metinde Hitler bir
tür yan-tanrı haline getirilmişti. Şöyle yazıyordu Schott: “Bazı laflar
vardır ki, onları söyleyen kişinin kendisi değildir, o sözleri Tanrı
söyletir ona. Hitler’in açıklamaları da işte böyledir... ‘Ben genç
Almanya’nın siyasi lideriyim.’” Schott mistik olduğu kadar sözümona
dini de olan terminolojisiyle Hitler’in kişiliğini göklere çıkarır: “Bu
kişiliğin gizemi, Alman halkının ruhunun en derinlerinde uyuyan şeye
canlı bir özellik kazandırmış olmasındadır... Bu Adolf Hitler’de
tezahür etmiştir. O, milletin hasret duyduğu şeyin cisimleşmiş
halidir”1
Hitler’in hareketi onun vazgeçilmezliğinin aşikâr bir kanıtını
sunarak birbirine rakip sayısız hizipe bölünürken; Landsberg’deki
aylaklığı ve dışarıdaki olaylara müdahale etme şansının olmaması onu
Mein Kampf'ı yazmaya, siyasi düşünceleri üzerinde kısmi
değişiklikler yapmaya ve bu düşünceleri “rasyonalize etmeye” itti.
Söz konusu kitabın ilk cildini yazma süreci “dünya görüşü”nü
sağlamlaştırdı ve ona daha bütünlüklü bir hal verdi. Aynı zamanda,
kendisine duyduğu ölçüsüz narsistik inancı da güçlendirdi. Neredeyse
mesihvari bir misyona ve niteliklere sahip olduğundan artık emindi;
1918’de yaşanan “haince bozgunu” silip atacak, Almanya’nın gücünü
ve kudretini tekrar inşa edecek ve “Alman milletinin Almanlara has
devleti”nin yeniden doğuşunu sağlayacak, ulusun beklediği o “Büyük
Lider” olmaya yazgılıydı. 2 Landsberg’den ayrıldığı döneme dek -
yandaşlarının gözünde olduğu kadar kendi gözünde de-
“çığırtkan”dan “lidere” dönüşümü tamamlanmıştı.
Hitler’in yokluğunda völkisch hareket içinde yaşanan
parçalanmayla, onda zaten büyüklük görenler tarafından olağandışı
bir şekilde yüceltilmesi ve kendini “büyük” lider olarak kabul etmesi
arasında yakın bağlar vardır. Landsberg’den bırakıldığı 20 Aralık
1924 tarihine dek, Hitler’in daha sonra ortaya çıkacağı rakipsiz lider
pozisyonu için gereken temel hazırlanmıştı.
I

Hitler'in völkisch hareketin ayrılmaz bir parçası olduğunu en açık


şekilde gösteren olay, on üç ay boyunca onun tutuklu, hareketin de
"lidersiz kaldığı dönem"dir. Hitler sahneden çekildiğinde ve Haziran l
924'ten itibaren Mein Kampf'ı yazmaya yoğunlaşıp politikadan
bütünüyle elini eteğini çektiğinde, völkisch hareket ağız kavgalarıyla
parçalanmanın ve iç çatışmaların pençesine düşmüştü. Bavyera
adaletinin nezaketi sayesinde Hitler mahkeme salonunu, darbedeki
rolüyle kendini sağın kahramanı ilan etmek için kullanabilmişti.
Rekabet içindeki kişi ve gruplar kendilerini, Hitler'in otoritesini
savunmak ve onun davranışlarına arka çıkmak zorunda hissettiler.
Fakat onun "yokluğunda bunlar başarı sağlamaya yetmedi. 3 Üstüne
üstlük Hitler'in gelişmelerle ilgili fikirleri sık sık tutarsız, çelişik ya da
belirsiz oluyordu. Bir lider olduğunu iddiası göz ardı edilemezdi ve
tartışma konusu edilmedi. Fakat özel bir liderlik konumunda hak
iddia etmesi, völkisch hareket içindeki ancak küçük bir azınlık
tarafından onaylandı. Ve Hitler gelişmeler üzerinde doğrudan etkide
bulunabildiği sürece, ateşli hayranlarından oluşan çekirdek grup, -sık
sık birbirine düşen, taktik, stratejik ve ideolojik ayrılıkları bulunan
geniş völkisch sağ içinde dahi büyük oranda marjinal kaldı. Hitler
Aralık 1924’te serbest bırakıldığında, o ay yapılan Reichstag
seçimleri völkisch hareketin korkunç bir destek kaybettiğini
göstermişti. Bu hareket artık, siyasi skalanın iyice uçlarında yer alan
milliyetçi ve ırkçı hiziplerden oluşan darmadağınık bir gruptan başka
bir şey değildi.
11 Kasım 1923’te tutuklanmasından hemen önce, Hitler, kapatılmış
olan partinin sorumlululuğunu kendisi yokken üstlenmesi için
völkischer Beobachter'in editörü Alfred Rosenberg’i
görevlendirmişti; Esser, Streicher ve Amman da onu
destekleyecekti. 4 Hess, Scheubner-Richter ve Hitler’in kendisi de
dahil olmak üzere önde gelen Nazilerden bir kısmı gibi, Rosenberg’in
de ailevi kökleri Alman Reich’ı sınırları içinde değildi. Estonya
Reval’de (bugünkü Tallinn), hali vakti yerinde bir burjuva ailenin
çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Kendince partinin “filozofu” olan içe
dönük bu kişi dogmatik olduğu gibi, ruhsuz, kibirli ve soğuktu.
Popülerlikte ve karizmatiklikte parti liderleri içinde en son sıralarda
yer alan Rosenberg’e dair diğer parti kodamanlarını birleştiği tek
nokta ona karşı hissettikleri yoğun hoşnutsuzluktu. 5 Liderlik
niteliklerini zerre kadar taşımadığı açık olan Rosenberg’in olası
adaylar arasında düşünülmediği belliydi ve bu görevin kendisine
devredildiğini işittiğinde en az ötekiler kadar o da şaşırmıştı. 6
Genelde yürütülen tahminlere katılarak, Hitler’in onu seçme
sebebinin Rosenberg’in liderlik yeteneklerinden yoksun olması
olduğunu söyleyebiliriz. 7 Böyle biri Hitler’e rakip olarak
düşünülebilecek en son kişiydi. Fakat bu durumda, başarısız darbe
girişiminin travmatik sonucunu yaşayan Hitler’in gayet aklı başında
ve Makyavelci bir plan yapma yetisine sahip olduğunu; yokluğunda
hareketinin parçalanacağını düşünmüş, bunu istemiş ve beklemiş
olduğunu farz etmemiz gerekir. 8 Daha muhtemel bir açıklama ise,
baskı altında ve kötü bir ruh halinde olan Hitler’in, parti işlerini
sadakatlerinden şüphe duymayacağı Münih çevresinden birine
emanet etme kaygısıyla aceleci ve yanlış bir karar aldığıdır. Aslında
Rosenberg, hareket içinde hâlâ el altında bulunan az sayıdaki lider
figüründen biriydi. 9 Scheubner-Richter ölmüştü. Diğerleri darbe
sonrasının kargaşasında dört bir yana dağılmış veya tutuklanmıştı.
Hatta -her ne kadar Hitler böyle olacağını bilmiyorduysa da-
Rosenberg’i destekleyeceği varsayılan güvenilir üç vekil geçici olarak
saf dışı kalmıştı. Esser Avusturya’ya kaçmıştı; Amann hapisteydi ve
Streicher Nuremberg’deki meselelerle meşguldü. Rosenberg
muhtemelen alelacele seçilmiş, kötünün iyisi bir alternatifti.
Seçilme sebebi ne olursa olsun Rosenberg kısa süre içinde, eline
verilen fermanın bir işe yaramayacağını anladı. Sırf Hitler’in
otoritesini anmakla işler yürümüyordu. Bunun hemen beliriveren
işareti, şimdi yasadışı konuma düşmüş olan SA’nın -yani Fırtına Birliği
örgütünün- başı Binbaşı Walter Buch’un, Hitler’e sadakatini
korumakla birlikte parti yönetimine itaat etmeyeceği ve partinin
siyasi çatışmalarının dışında duracağı konusunda ısrar etmesiydi. 10
Bu, SA’nın partiye tâbi olacağına dair Hitler’in talimatlarına
doğrudan karşı gelmekti. 11 Rpsenberg karşısında bir parti
örgütlenmesi de bulamamıştı. Partinin darbeden önceki gelişigüzel
gelişme biçimi, illegal koşullar için hiçbir hazırlık içermiyordu. Güney
Bavyera’daki grupların yakın koordinasyonunu kurmak bile o anda
imkansızdı. Rosenberg kendine, Adolf Hitler adının bir evirmecesi
olan “Rolf Eidhalt” -“Yeminini Tut”- kod adını aldı ve kuryelerle
gönderdiği mesajlarda bu adı kullandı. 12 Otostop klübü gibi paravan
örgütlenmeler kuruldu. Yerel parti gruplarına, Hitler’in resmini
taşıyan kartpostallar gönderildi ve onlara, “Liderimizin sembolü
olarak” bunları milyonlarca satın, çünkü “Adolf Hitler ismi Alman
halkının içinde hep yaşamalıdır,” dendi. 13 Yasaklanan völkischer
Beobachler'in ardılı gazeteler Nazi yandaşları arasında coşkuyu canlı
tutmaya çabaladılar. Hitler’in kendisi de, Landsberg’den gizlice
çıkarılmış makaleler ve çizimlerle buna katkıda bulundu. 14 İlk
başlarda iletişim konusunda yaşanan tüm güçlüklere rağmen, saman
altından su yürütmenin gereksiz olduğu bir süre sonra anlaşıldı.
Yetkililer, yasaklanmış NSDAP’ın ardılı olan örgütlenmelerin
kurulmasına izin vermeye dünden razıydılar. 15 1 Ocak 1924’te
Rosenberg, Grodeutsche Volksgemeinschaft’ı (GVG, “Büyük Alman
Milli Topluluğu”) kurdu. NSDAP’ın yasaklı olduğu süreçte bu
örgütlenmenin onun yerini tutmasını amaçlıyordu. 16 Yazın Rosenberg
görevinden alındı ve GVG (Mayıs ayında Avusturya’daki sürgünden
dönen) Hermann Esser’in ve Julius Streicher’in kontrolüne geçti. 17
Fakat Esser’in ve Streicher’in kaba kişilikleri, beceriksizce
yöntemleri ve aşağılayıcı davranışları pek çok Hitler yandaşını
uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramadı. GVG’ye katılanlar öyle ya
da böyle Hitler’e sadık olmaktan uzak kişilerdi. Örneğin darbe
sonrası dönemde Hitler’in ardından parti içinde öne çıkan
Landsuht’lu eczacı Gregor Strasser, Deutschvölkische
Freiheitspartei’ye (DVFP) katılmıştı. DVFP, merkezi Berlin’de olup,
Mecklenburg’da güçlü olan ve muhafazakar DNVP’nin eski üyesi
Albrecht Graefe’nin başkanlığında kurulmuş rakip bir örgütlenmeydi.
Graefe ve DNVP’den başka iki muhalif daha -Reinhold Wulle ve
Wilhelm Henning, eski bürokratlar ve işadamlarıyla gayet iyi
ilişkilere sahip oları bu üç Reichstag üyesi, 1922 güzünün sonlarında
Berlin’de DVFP’yi kurmuşlardı. Hedefleri DNVP’nin sunduğundan
daha radikal bir völkisch çizgiydi. Hitler Mart 1923’te Graefe ile
geçici bir mutabakata varmak zorunda kalmış; NSDAP’ın güney
Almanya’daki egemenliğini korumak pahasına DVFP’nin kuzeyde
egemen olmasına izin vermişti. Marttaki anlaşmayı pekiştiren ve iki
parti arasında daha yakın bir işbirliği öngören başka bir anlaşma da
Hermann Esser tarafından 24 Ekim 1923’te imzalandı. Ardından hem
Rosenberg hem de diğerleri bu anlaşmanın Hitler’in bilgisi haricinde
imzalandığını ve Hitler’in buna sadece Esser’in yüzü suyu hürmetine
karşı çıkmadığını öne sürdüler. Ama Hitler marttaki anlaşmayı kabul
ettiğinden ve Esser’in de Hitler’in onayı olmaksızın böyle bir adım
atmasına pek imkan olmadığından, bu iddia pek olası
görünmemektedir. 18
Anlaşma darbeden önce bir soruna yol açmamıştı ve aslına
bakılırsa Graefe 9 Kasım’da Feldhernnhalle’deki yürüyüşe katılmıştı.
Fakat Hitler hapise girince çatışma daha fazla ertelenemedi. DVFP,
NSDAP’a oranla yasaktan daha az etkilenmişti. Hitler hareketinin
içinde bulunduğu kargaşanın aksine, Graefe ve diğer DVFP liderleri
özgürdüler ve büyük oranda yerli yerinde duran parti
örgütlenmelerini kontrol edebilecek durumdaydılar. DVFP liderleri,
Hitler yandaşlarını kazanma çabasıyla Hitler’in darbedeki
eylemlerini alkışladılarsa da, aslında durumdan kendi lehlerine
faydalanıp, üstünlüklerini kurma hevesindeydiler. DVFP liderlerinin
parlamento seçimlerinde völkisch hareketin sözcülüğünü üstlenmesi
aradaki gerilimi daha da arttırdı. Parlamenter stratejiye yönelik bu
hareket pek çok Nazi’yi uzaklaştırdı ve NSDAP’ın kuzey
Almanya’daki muhafazakar kanadı buna şiddetle karşı çıktı. Bu
kanadın sözcüsü, Gottingen şubesinin lideri Ludolf Haase,
Rosenberg’in otoritesini giderek daha çok eleştiriyor ve NSDAP’ın
kuzey Almanya kanadını Graefe’nin pençelerinden kurtarmak
istiyordu. Graefe’la, parti örgütlenmelerini birleştirmeye ve yönetimi
ortaklaştırmaya izin veren bir taslak anlaşma yapıldığında,
Rosenberg’in konumu daha da sallantılı bir hal aldı. Vekil Nazi lideri
Ocak sonunda Salzburg’daki gizli bir toplantıda bu anlaşmayı
imzalamayı reddetmiş, fakat Ludendorff'un ısrarıyla 24 Şubat’ta
imzayı atmıştı. Bu anlaşma Hitler’in açık izniyle gerçekleşmişti; fakat
anlaşmanın sadece altı aylık bir süre için geçerli olması koşulu
getirilmişti. Bu durum, kargaşa içindeki, yasaklanmış bir partiyi
yönetmeye çalışanlara, tutuklu liderleri tarafından sunulan
rehberliğin açıklıktan ve samimiyetten ne kadar uzak olduğunun bir
başka göstergesidir. Bunun hemen ardından, darbecilerin
mahkemesinin başlamasından önceki gün Ludendorff açıkça, Kuzey
Almanya’daki temsilcisi olarak Graefe’ın desteklenmesini salık verdi;
böylece hem prestijini DVFP’nin hizmetine sunuyor, hem de zımni
olarak völkisch hareketin liderliği üzerinde iddiada bulunuyordu. 19
Her ne kadar isteksizce de olsa bir gün onu yıkabilmek için
parlamentoya girmeye hazırlanan bu völkisch gruplar, şubatta
başlayan bir dizi bölgesel seçimde (Landtag) ve 4 Mayıs 1924’teki
Reichstag seçiminde -o yıl yapılacak iki seçimin ilki- yarışabilmek için
seçim ittifak yapmaya karar verdiler. Hitler bu stratejiye karşıydı.
Rudolf Her bir yıl sonra dahi Hitler namına şu açıklamayı yapıyordu:
“Herr. H. ilk andan itibaren seçimlere girmeye hep karşıydı; ve
aralarında Ekselensları Ludendorff'’nin de olduğu bir grup
centilmene bunu açıkça ve doğrudan ifade etti. Hareketin yeterince
olgunlaşmadığına inanıyor; parlamentarizme karşı olma ilkemize
sadık kalmamız ve parayı boşa harcamamamız gerektiğini
düşünüyordu.”20 Hitler’in karşı olması bir şeyi değiştirmedi ve
katılma yönünde alman karar uygulamaya kondu. Graefe’ın kalesi
olan Mecklenburg-Schwerin’de Şubat ayında yapılan Landtag
seçimlerinde DVFP altmış dört koltuğun on üçünü aldı. 6 Nisan’daki
Bavyera Landtag seçimlerinde, seçim ittifakı -kendine verdiği isimle
völkisch Blokoyların yüzde 17’sini aldı. 21
Bu sonuçlardan sonra dahi Hitler, gelecek Reichstag seçimlerinde
völkisch Blok’un faaliyet göstermesine karşı olduğunu duyurmaktan
geri durmuyordu. Fakat aynı zamanda isiminin, Blok'un ilan ettiği
seçim listesinde yer almasına da ses etmiyordu. Seçimden kısa süre
sonra Kurt Lüdecke’ye siyasetin mecburen değişeceğini belirtiyor ve
şöyle diyordu: “Katolik ve Marksist milletvekillerine karşı
parlamentoya girmek, bu işe burnumuzu sokmak zorunda
kalacağız.”22 Hitler’in bakış açısı, bir yıl ya da daha uzun bir süre
sonra Rudolf Hess’in bir parti üyesinden gelen mektuba Hitler adına
verdiği yanıtta açıkça ifadesini bulmuştur: “Herr Hitler’in bakış
açısından konuşursak, bütün bu olanlar onun iradesine rağmen
gerçekleşmiştir; parlamentodaki varlığı, parlamentarizm de dahil
olmak üzere mevcut sistemle mücadele etmesinin bir yöntemi olarak
görülmelidir. Fakat bu katılım, pek az başarı göstermiş völkisch
parlamentaristlerin yaptığı gibi ‘olumlu bir işbirliği' şeklinde değil,
parlamentodaki mevcut sistemin sürekli olarak eleştirilmesi
aracılığıyla en ateşli şekilde muhalefet yapmak ve faaliyetleri
engellemek şeklinde tezahür etmelidir. Parlamento, ya da daha iyi bir
ifadeyle parlamentarizm, parlamento içindeki bir saçmalıktan başka
bir şey değildir.”23
Görünüşe göre, Reichstag seçim sonuçları Hitler’i, pragmatikçe ve
belli bir amaca yönelik olarak kullanılan parlamenter taktiklerinden
kazanç sağlanabileceğine ikna etmişti. Hitler’in mahkemesinin
sonuçlarının ve propagandanın da desteğiyle völkisch oylar yüzde
6.5’lik bir orana ulaştı ve bu sayede Reichstag’da otuz iki koltuk
kazanıldı. 24 Graefe’nin bölgesi olan Mecklenburg’dan (yüzde 20.8) ve
Bavyera’dan (yüzde 16) alman oylar bilhassa yüksekti. 25 völkisch
Reichstag üyelerinden yalnızca onu NSDAP üyesiyken, DVFP’nin
yirmi iki temsilcisinin olması Hitler hareketinin kalıntılarının o
dönemdeki nispi zayıflığını göstermektedir. 26
Sürekli ikametgâhı Münih yakınlarında olmasına rağmen kuzey
Almanya’da geniş bağlantılara sahip olan Ludendorff', Mayıs ayında
Landsberg’e yaptığı iki ziyaretin ilkinde, Hitler’i Reichstag’daki
NSDAP ve DVFP hiziplerini birleştirmeye ikna etmeye çabaladı;
ikinci ziyaretinde ise partilerin tamamıyla birleştirilmesi meselesini
gündeme getirdi. Hitler kaçamaklı yanıtlar verdi. Prensip olarak
öneriyi onaylıyor ama Graefe’yle tartışılması gereken birtakım
önkoşullardan bahsediyordu. Öne sürdüğü koşullardan biri hareketin
merkezinin Münih’te olmasıydı. 27 Bununla birlikte Graefe’yle
yapacakları toplantı, iki partinin Reichstag temsilcilerinin 24
Mayıs’ta Berlin’de bir araya gelip, parlamenter amaçlarla Nasyonal
Sosyalist Özgürlük Partisi (Nationalsozialistische Freiheitspartei,
NSFP) adı altında birleşmeye karar vermelerinden önce
gerçekleşmedi. Ludendorff Hitler’in konumunu bir basın
açıklamasıyla duyurdu: Hitler tek ve birleşik bir parti oluşturulmasını
destekliyordu. Hitler yine de zor durumdaydı. Çünkü, her zaman için
NSDAP’ın tek ve bağımsız bir örgütlenme olması konusunda ısrar
etmesine rağmen, völkisch Blok’un seçim başarısının ardından böyle
uzlaşma karşıtı bir tavır destekçilerine daha az ilgi çekici gelebilirdi.
Üstüne üstlük, seçim sonuçlarının da gösterdiği gibi DVFP,
NSDAP’dan daha güçlü bir partiydi ve Ludendorff genel olarak
hareketin lider şahsiyetlerinden biri olarak görülüyordu. 28
Hitler insanlara duymak istedikleri şeyleri söyleme
alışkanlığındaydı ve bu zaaf, Haase başkanlığında kuzey Almanyalı
dört Naziden oluşan bir delegasyonun Mayıs sonunda, Landsberg’e
yaptığı alelacele bir ziyaretle ortaya çıktı. Bu görüşmede Hitler, 24
Şubat’ta DVFP'yle varılan anlaşmanın kendisine bir bitti olarak
sunulduğunu, seçimlere katılmaya karşı olduğunu ama bunu
engelleyemediğini ve DVFP’yle yapılan birleşmenin parlamento
içindeki bir ittifaktan öteye geçmeyeceğini ısrarla belirtti. 29
Ludendorff 11 Haziran’da, yukarıdaki versiyonla doğrudan çelişen
bir beyanat yayımlayarak Hitler’in samimiyetine gölge düşürmekte
hiç gecikmedi. Beyanatta Hitler’in birleşmenin gerekliliğini kabul
ettiği açıkça vurgulanıyordu. 30 Bununla birlikte Haase
başkanlığındaki heyetin ziyaretinin sonucu, 3 Haziran 1924’te,
Hitler’e sadık kuzey Almanlar tarafından Hamburg’da -Lüneburg’lu
bir avukat olan ve völkisch harekete sahiplenmesinde Baltık
kökeninin izleri güçlü bir şekilde görülen- Dr. Adalbert Volck
liderliğinde bir “Direktörlük” kurulması oldu. 31 Direktörlük DVFP'yle
olası her tür birleşme ihtimalini reddetti; böyle bir birleşme
“parlamentarizm” tarafından yutulmaya ve diğer partiler gibi bir
parti olmaya yol açacaktı. Sonuç olarak Direktörlük, sıkı bağlarla
örgütlenmiş, merkezi olarak kontrol edilen, Hitler’e sadık ve Hitler
serbest kalıp ipleri tekrar eline alana dek onun prensiplerine bağlı
kalacak bir örgütlenme hedefliyordu. 32
Yine de kuzey Almanya’daki bazı Nazilerin gayet haklı olarak,
Hitler’in birleşmeye nasıl baktığı konusunda kafası karışıktı. Haase
14 Haziran’da gönderdiği bir mektupla Hitler’den iki partinin
birleşmesine karşı olduğunu teyit etmesini istedi. Hitler iki gün sonra
verdiği yanıtta birleşmeye ilkesel bir karşıtlığı olduğunu reddediyor
ve böyle bir adım için ön koşullar öne sürdüğünü belirtiyordu. Partiye
sadık pek çok Nazinin DVFP’yle birleşmeye karşı olduğunu kabul
ediyor, eski parti üyelerinden bazılarının kendisine itirazlarını
ilettiğini de vurguluyordu. Bu koşullarda daha fazla müdahale
edemez ya da sorumluluk kabul edemezdi. Buna bağlı olarak,
yönetimi tekrar tam olarak eline alana dek politikadan çekilmeye
karar vermişti. Herhangi bir siyasi duruşun desteklenmesi için adının
kullanılmasına izin vermiyor ve kendisine artık siyasi içerikli başka
mektupların gönderilmemesini rica ediyordu. 33 Bir hafta sonra,
Göttingen bölgesinden genç bir Nazi olan Hermann Fobke tutuklandı
ve Hitler’in bulunduğu hapishaneye gönderildi. Hitler’in genel uşağı
pozisyonunu üstlenen bu kişi, kuzey Almanya hizbiyle Hitler arasında
aracılık yapmaya, Hitler’in aslında kuzey Alman Naziler gibi bu
birleşmeye muhalif olduğunu söyleyerek Haase’yi sakinleştirmeye
çabaladı. Fobke durumu şöyle özetliyordu: “Her şey bir yana,
Hitler’e göre işler o kadar yolundan çıktı ki, özgür kaldığında her
şeyi yeniden ele almak zorunda kalacağından hiç şüphesi yok. Ama
böyle bir durumda çok iyimser ve birkaç gün içinde olayların
kontrolünü tekrar ele geçireceğini düşünüyor.” Bununla birlikte
Fobke, NSDAP’ın kuzey Almanya kanadının “kaygı çığlıkları”
karşısında Hitler’in kayıtsızlığından hayal kırıklığına uğradığını
belirtmeden de geri durmuyordu. 34
Hitler politikadan çekilme kararını 7 Haziran’da basın aracılığıyla
ilan etti. Yandaşlarından Landsberg’e kendisini ziyarete
gelmemelerini rica ediyordu (bir ay sonra bu ricasını tekrarlamak
zorunda kalacaktı). Basın açıklamasında, Landsberg’de bulunduğu
süreçteki gelişmelerden sorumlu tutulamamasının gerekçeleri olarak
“genel olarak aşırı çalışmasını ve kitabını (Mein Kampf'ın ilk cildi)
yazmaya yoğunlaşması gerekliliğini gösteriyordu. 35 Muhalif basının
vurguladığı üzere hiç de azımsanamayacak ek bir faktör, Hitler’in 1
Ekim’den itibaren gerçekleşeceği kesin olan şartlı tahliye şansını
tehlikeye atacak bir şey yapmaktan çekinmesiydi. 36 Kararın ortaya
çıktığı olay, Ludendorff'un 11 Haziran’da yaptığı, Hitler’i hem
kızdıran hem de utandıran basın açıklamasıydı. Bu beyanda,
gösterdiği ihtiyatlı ve kaçamak tavra rağmen Hitler’in iki partinin
birleşmesini desteklediği iddia ediliyordu. 37 Fobke 23 Haziran’da
Haase’ye, politikadan çekilme kararının “bu durumun yarattığı
kızgınlıktan kaynaklandığını” söylemişti. 38 Bununla birlikte esas
sebep şüphesiz Haase’ye daha önce söylemiş olduğuydu:
Landsberg’de olduğu sürece olaylar üzerinde kontrol kuramıyordu.
Ludendorff'un basın açıklaması bu güçsüzlüğünün son işaretinden
başka bir şey değildi. Çekilmesi, zaten gerçekleşmiş olan bölünmeyi
daha da kötüleştirmek, kargaşayı arttırmak ve böylece birliğin
sembolü olarak imajını güçlendirmek için yaptığı Makyavelci bir ayak
oyunu değildi. 39 Çekilmesi neden değil bir sonuçtu. Haziran 1924’te
bu sonuç net bir şekilde görülemiyordu. Hitler güçten değil
zayıflıktan böyle davranıyordu. Büyüyen ayrılığa karşı bir tavır
alması için her yönden baskı görüyordu. İkircikli tavrı yandaşlarını
hayal kırıklığına uğratmıştı. Fakat net bir tavır alırsa ya bir tarafı ya
da diğer tarafı kendinden uzaklaştıracaktı. Karar vermeme kararı
onun zaten karakteristik özelliğiydi. “Seçimlerini rasyonalize etmek
Hitler’in alışkanlığıdır,” diye yorum yapıyordu Lüdecke. “Sıkıştığında,
kişisel otoritesinin bir parçasından vazgeçmektense her şeyi riske
atmaya hazırdır.”40
Hitler’in hayal kırıklığını artıran bir başka unsur da, Röhm’ün
ulusal düzeyde paramiliter bir örgütlenme kurma yolundaki
kararlılığını engelleyememiş olmasıydı. Halbuki Hitler Frontbann
adındaki bu örgütlenmenin kuruluşunu onaylamadığını açıkça
belirtmişti. Bu örgütlenmenin kuruluş amacı, -SA ve eski
Kampfbund’un yasaklanmış diğer birimleri de dahil olmak üzere-
völkisch hareket içindeki tüm paramiliter birimleri tek çatı altında
birleştirmek ve askeri liderliğe de Ludendorff'u getirmekti. SA’nın
kontrolünü kaçınılmaz olarak yitirecek olmak Hitler’in kabul
edebileceği bir şey değildi. O durumda darbe öncesindeki konuma
düşecek ve diğer paramiliter organizasyonların liderlerine bağımlı
olacaktı. Her şey bir yana, bütün bunların paramiliter siyasete tekrar
dahil olduğu görüntüsünü yaratmasından ve bunun sonucunda erken
tahliye şansını yitirerek Avusturya’ya gönderilmekten korkuyordu. 1
Nisan’da serbest bırakılmış olup, şimdi göz hapsinde tutulan ve
darbedeki payından dolayı aldığı -alay konusu olmuş- on beş ay hapis
cezası iyi hal gösterdiği için bir kenara kaldırılan Röhm’ü kararından
döndüremeyen Hitler, 17 Haziran’da Landsberg’den ayrılmadan önce
yaptıkları son toplantıyı şu sözlerle bitirdi: Nasyonal Sosyalist
hareketin liderliğini sürdürmesi isteniyorsa, ona bir daha
Frontbann’la ilgili tek söz edilmeyecekti. Mamafih Röhm Hitler’i
önemsemedi ve planlarında ısrar etti, ancak şimdi hamiliği ve
korumayı Ludendorff'dan bekliyordu. 41
Hitler’in tüm politik olaylardan çekildiğini bildiren basın
açıklamasının ardından Ludendorff ve Graefe ellerini çabuk tutup iki
gün içinde kendi basın açıklamalarını yaptılar. “Münih kahramanı
özgürlüğünü kazanıp üçüncü lider olarak aralarına katılana dek”
völkisch hareketin liderliğini onlar üstleniyorlardı. Hitler onlardan,
kendi adına liderliği devralmalarını rica etmişti. Aynı zamanda
Rosenberg görevinden istifa etmişti ve Hitler’in yokluğu sırasında
NSFP’nin Reich Liderliği’ne (Reichsführerschaft), Ludendorff ve
Graefe’nin yanısıra Gregor Strasser getirilmişti. Ağustos’un
ortasında Weimar’da bir konferans yapılması planlanıyordu; bu
konferansın völkisch harekete birlik getireceğini de ekliyorlardı. 42
Bu, Nazilerin kuzey kanadını korkuttu. Direktörlük Fobke’den
duruma Açıklık getirecek bir haber bekliyordu. Onlara Hitler’in
liderlikten sadece tutukluluğu süresince vazgeçtiği, yetkilerini
kimseye devretmediği, Strasser’in Reich Liderliği’ne getirilmesinde
hiçbir payı yoksa da bunu yerinde bir davranış olarak değerlendirdiği
söylendi. 43 Direktörlük’ün lideri Volck, Nasyonal Sosyalistler’in kuzey
kanadının olası bir birleşmeye yaklaşımını 18 Haziran’da bir kez
daha açıkladı: “Bizim programımız iki sözcükten ibarettir: ‘Adolf
Hitler.’”44 Fakat 20 Haziran’da Weimar'da yapılan, birleşme
meselesini ve parlamenter strateji sorununu tartışmak için
Almanya’nın dört bir yanından gelmiş altmış NSDAP temsilcisinin
katıldığı ve Ludendorff'un onur konuğu olarak bulunduğu toplantı
(tıpkı sonraki ay aynı kasabada yapılacak konferans gibi) sertlikle,
karşılıklı suçlamalarla, karmaşayla ve eskisinden daha büyük bir
parçalanmayla bitti. 45
Volck hemen olayları oldukça eleştirel gözle anlattığı bir rapor
yazarak Landsberg’e gönderdi. 46 Hitler’in Fobke aracılığıyla
gönderdiği yanıt, kuzey grubuna cesaret verecek unsurlar
içeriyordu. Bu yanıtta onların “doğru iz üzerinde” olduğunu söylüyor
ve hareketin sadece askeri yönüne yoğunlaşmak gerektiğini söyleyen
Ludendorff'u şiddetle eleştiriyordu. Esser ve Streicher’i de
eleştiriyordu. Bununla birlikte rakip fraksiyonlara karşı tarafsız
konumundan vazgeçmeyi reddediyordu. Aynı zamanda birleşme
meselesini kapanmış sayıyor ve anlaşmazlığın önem taşıdığını
düşünmüyordu. Kuzeyli Nasyonal Sosyalistler’in “umutsuz
mücadelesi”ne duyarlılığı sınırlıydı. Serbest kaldığında ne yapması
gerektiğini biliyordu ve hareketin yeniden inşası ancak Bavyera’dan
başlayabilirdi. 47 Hitler’in yanıtı Volck’u coşturmadı çünkü ona göre
bu yanıt Hitler’in NSDAP’ın kuzeydeki durumunu hiç anlamadığını
gösteriyordu. Volck’un Hitler’e yönelik artan eleştirelliğinin ilk
işareti buydu. “Liderler her şeyi tek başlarına ve başkalarından daha
iyi değerlendirebileceklerini düşünmeye başladıklarında, pek fazla
uzağa gidemeyiz.”48
15-17 Ağustos’da Weimar’da yapılan, NSDAP’la DVFP’nin örgütsel
olarak birleşmesini pekiştirmeyi amaçlayan ve çok daha fazla övgü
toplayan konferans, yeni kurulmuş Nasyonal Sosyalist Özgürlük
Hareketi içinde olası en yapay birliği üretmekten başka bir işe
yaramadı. Konferansta heyecanın en yükseldiği anlardan biri
“lideriniz Adolf Hitler” imzasıyla gelen telgraftı. Telgraf neredeyse
vecd halindeki bir alkış seli içinde okundu ve -her ne kadar bunu ilk
etapta kendisi istediyse de- Ludendorff'un yıldız konumunu tehlikeye
attı. Konferansın ortaya çıkardığı şeylerden biri, Hitler’in liderliği
olmaksızın birliğin imkansız olduğuydu. Fakat şu giderek daha aşikâr
bir hal alıyordu ki, Hitler’in liderliğinin -yani onun talep ettiği türde
bir liderliğin-, Ludendorff'un ve Graefe’nin beklentileriyle, onların
istediği türde bir üçlü liderlikle alakası yoktu. 49
Zaten üzgün durumda olan ve Hitler’in konferansa gönderdiği
telgrafla bir kez daha üzülen köktenci kuzey grubu, kesin ve net bir
rehberlik için Hitler’e başvurdu. Ve Hitler onları bir kez daha hayal
kırıklığına uğrattı. Fobke yanıtıyla kuzeyli yoldaşlarını rahatlatmaya
çalışıyordu: Hitler iki partinin tamamen birleşmesini kabul etmiyordu
ve hareket “parlamentarize” olmayacaktı. Fakat uzlaşmanın ve
parlamenter faaliyetlerin gerekliliğini kabul ediyordu. Hitler Fobke
aracılığıyla, herhangi bir fikir beyanından kaçınma isteğini tekrar
belirtmiş ve Bavyera’da düzeni tekrar kurması için önce serbest
kalması gerektiğini (ki bunun 1 Ekim’de olacağını umuyordu)
belirterek mesajını bitirmişti. Kuzey Direktörlügü’ne öğütlediği şey o
güne dek beklemeleriydi. Kuzey Almanyalılar doğrusu pek
etkilenmemişlerdi. 50
Bütün bu birleşme ve birlik konuşmalarına rağmen, NSDAP ve
genel anlamda völkisch hareket içindeki bölünme yazın sonuna dek
azalacağına arttı. Kaba aşağılamalar, ezici tavırlar, bunların yanı sıra
Streicher ve Esser’in zorbaca tarzı GVG içinde dahi yoğun bir
garezin ortaya çıkmasına neden olmuş; bunun sonucunda völkisch
Blok’la (Bavyera lideri Gregor Strasser aynı zamanda NSFB Reich
yönetiminin de üyesiydi) büyük bir uzlaşmazlık belirmiş ve kuzeyli
Nasyonal Sosyalistler iyice uzaklaşmıştı. Kuzey kanadı NSFB’nin
Reich Liderliği’ni kabul etmezken, onlar da kendi adlarına
Direktörlük’ün otoritesini tanımamışlardı. 51 Bu parti içi savaştan,
konumu güçlenmiş olarak çıkan tek kişi Hitler idi.
Yaz sonbahara döndü ve ardından kış yaklaştı; völkisch hareket
içindeki çatlak oldukça genişlemişti. Hitler eylül ortasında sadık
kuzey kanadı hizbini, serbest kalınca net bir kopuş sağlayacağı ve
partinin tüm önde gelenlerini bir toplantıya çağıracağı yolunda temin
ediyordu. Şimdi geriye tek soru kalıyordu: Hareketi kim yönetecekti?
Daha doğrusu: yegane lider olan Hitler’in arkasında kim duracaktı?
Fobke mektubunda şöyle belirtiyordu: “H[itler] bir Reich Liderliği’ni
tanımaz ve böyle bir askerler konseyi yapılanmasının içinde asla yer
almaz.” Bu nedenle onun birleşik bir Reich Liderliği’nde Ludendorff
ve Graefe’yle bir araya gelmesi söz konusu olamazdı. Fakat Hitler,
bu konuya dair kamusal bir açıklama yapmayı reddetti. Kuzeyli
yandaşlarının sabırsızlığı ve hayal kırıklığı tırmanıyordu. Destekçileri
1 Ekim’de şartlı tahliyeyle serbest bırakılmayacağını ve böylece
durumun daha da kanşacagını düşünüyorlardı. NSFB’nin bakış
açısından -Hitler’in birleşik bir organizasyona bağlanacağını beyan
etmeyi sürekli reddetmesine karşın- Hitler’siz bir birlik imkansızdı. 52
Bavyera’da Esser ve Streicher’in çevresinde gelişen kan davasının
yarattığı gedik iyice açılmıştı. Völkish Blok 26 Ekim’de, gelecek
seçimlerde mücadele edecek birleşik bir örgütlenme yaratmak için
NSFB’yle birleşmeye karar verdi. Bu adımla, NSFB’nin Reich
Liderliği’ni kabul etmiş oluyordu. Völkish Blok’un sözcüsü Gregor
Strasser, Grodeutsche Volksgemeinschaft’ın da yakın zaman içinde
NSFB’ye katılacağını umut ediyor; fakat aynı zamanda liderleri Esser
ve Streicher’i açıkça suçlamaktan geri durmuyordu. Esser, GVG’nin
NSFB’ye katılımına ilişkin bir mektuba verdiği ve Völkish Blok’un
liderlerine çatıp, Blok’un konumunu desteklediği için Ludendorff'u
eleştirdiği yanıtta, Münih’in sadık konumunu bir kez daha teyit
etmişti: “Nasyonal Sosyalist hareket içindeki konumunu yıllarca
mücadele ederek kazanmış birini atma; hakkına sahip olan yegane
kişi yalnızca ve yalnızca Adolf Hitler’dir.”53 Diğer yandan Esser’in
cesaret gösterisi, Streicher'in küstahça saldırıları ve Thuringia’lı
Nasyonal Sosyalist Arthur Dinter’in bütün desteğine rağmen GVG’nin
keskin çöküşü gizlenemiyordu. 54
7 Ekim’de gerçekleşen Reichstag seçimleri, völkisch hareket içinde
vuku bulan bu sürekli ağız dalaşlarının ne kadar marjinal kaldığını ve
Alman siyasetini belirlemekten ne kadar uzak olduğunu göstermişti.
NSFB oyların sadece yüzde 3’ünü alabilmişti. Mayıs seçimlerindeki
völkisch oylarla karşılaştırdığında, bir milyonun üzerinde oy
kaybedilmişti. Reichstag’daki temsilleri 32 koltuktan 14 koltuğa
düşmüştü ve bunların sadece dördü Nasyonal Sosyalist’ti. Bu korkunç
bir sonuçtu. Fakat Hitler’i ihya etmişti. 55 Yokluğunda völkisch siyaset
çökmüş, fakat bu süreç içinde onun liderlik iddialan güçlenmişti.
Seçim sonuçları Bavyera hükümetine de yaramıştı; aşırı sağdan gelen
tehlikenin artık geçmişte kaldığını düşünüyorlardı. Görünüşe göre
artık Hitler’in Landsberg’den çıkması meselesiyle çok fazla
ilgilenmeye gerek yoktu, destekçileri Ekim ayından beri bunun için
fazlasıyla yaygara koparmışlardı. 56
II

Hitler’in ve yandaşlarının 1 Ekim'deki olası erken tahliyeye dair


umutları, Hitler’in hapishanedeki iyi hal ve tavrına, ayrıca serbest
bırakıldıktan sonra yapmaya niyetlendiği şeylere bağlıydı. 57 Pek çok
gardiyan gibi Hitler’e karşı çok sıcak duygular besleyen Landsberç;
hapishane müdürü Oberregierungsrat Otto Leybold, 15 Eylül tarihli
raporunda kıymetli misafirini övgü dolu sözlerle betimliyordu:

Hitler bir düzen ve disiplin timsali olduğunu göstermiştir ve bu


konuda hapishane arkadaşlarına da örnek olmuştur.
Alçakgönüllü, uyumlu ve kanaatkardır. Talepkar değildir. Sessiz,
mantıklı ve ciddidir. Ağzından kaba tek bir laf çıkmamıştır ve
cezasının kısıtlamalarına özenle uymuştur. Kişisel kaprisleri
olmayan bir insandır; kurumun sunduklarıyla yetinmekte, içki
sigara içmemekte ve arkadaşça bir tavır içinde olmasına
rağmen hapishane arkadaşları üzerinde nasıl otorite
kurulacağını iyi bilmektedir... Dişi cinse karşı bir zaafı yoktur.
Kendisini ziyarete gelen kadınlara karşı oldukça nazik
davranmakta ve onlarla ciddi siyasi tartışmalara girmekten
kaçınmaktadır. Her zaman naziktir ve kurum görevlilerine karşı
kaba hiçbir davranışı görülmemiştir. Başlarda çok fazla sayıda
ziyaretçisi gelen Hitler, birkaç ay sonra -herkesin de bildiği gibi-
siyasi ziyaretlerden mümkün olduğunca kaçınmaya çalışmış ve
ancak teşekkür amaçlı az sayıda mektup yazmakla yetinmiştir.
Her gün saatlerce elindeki kitapla meşgul olmuştur. Sonraki
haftalarda söz konusu kitabın kendi otobiyografisi olduğu;
kitapta burjuvaziye, Yahudiliğe ve Marksizm’e, Alman devrimine
ve Bolşevizm’e, Nasyonal Sosyalist Hareket’e ye 8 Kasım 1923
öncesine dair fikirlerine yer verdiği anlaşılmıştır... Burada
kaldığı on ay içerisinde hiç şüphesiz ki daha da olgun, daha da
sessiz biri olmuştur. Özgürlüğüne, Kasım 1923’te planlarını
bozan ve ona muhalif olanlara karşı hınç ve öfke duygularıyla
dönmeyecektir. Hükümete karşı bir ajitatör olmayacaktır;
milliyetçi eğilimli diğer partilerin düşmanı olmayacaktır. Ülke
içinde katı bir düzen ve sağlam bir hükümet olmaksızın devletin
var olamayacağına ikna olduğunu bizzat kendisi
58
vurgulamaktadır.

Övgü dolu bu zafer türküsü ne Münih polisini ne de savcılığı ikna


etmiş; her ikisine de Hitler’in erken tahliye talebini reddetmek için
net ve zorunlu gerekçeler sağlamıştı.
Münih Emniyet Müdür Yardımcısı Oberregierungsrat Friedrich
Tenner, 23 Eylül 1924 tarihli raporunda erken tahliyeye mümkün
olan en güçlü şekilde karşı çıkmıştır. Emniyet Müdür Yardımcısı,
polisin 8 Mayıs 1924 tarihli bir raporundaki değerlendirmeyi
hatırlatmaktadır: Bu raporda, Hitler’in tüm enerjisini nasıl
amaçlarına kanalize ettiği ve ateşli mizaçı düşünüldüğünde, hapisten
çıktıktan sonra da hedeflerinden vazgeçmeyeceğinin, “devletin iç ve
dış güvenliği için devamlı bir tehlike arz edeceği”nin kesin olduğu
belirtilmektedir. O günden bugüne gerçekleşen olaylar da bu yargıyı
doğrulamaktadır. Emniyet Müdür Yardımcısı, Hitler’in, Krieberin ve
Weber’in mahkemedeki açıklamalarına dikkat çekmektedir; serbest
kaldıktan sonra da bu yolda mücadele etmeyi sürdüreceklerini açıkça
belirtmişlerdir. Ayrıca 16 Eylül'de Frontbann’ın ofislerinde ele geçen
dokümanlar da vardır; bu belgeler tutuklu kişilerin, dağıtılmış olan
paramiliter örgütlenmeleri tekrar kurmaya çabaladıklarım
ispatlamaktadır. 59 Rapor, bu koşullarda erken tahliyenin söz konusu
olamayacağını belirterek devam etmektedir; mahkeme, tüm aksi
beklentilere rağmen, “bütün völkisch hareketin ruhu olarak”
Hitler’in ülkeden sürgün edilmesini garanti etmelidir, böylece
Bavyera devleti eli kulağında olan bu tehlikeden kurtulacaktır. Rapor
neredeyse kehanette bulunurcasına Hitler’in serbest bırakılmasının
ardından neler olabileceğini betimlemektedir: “Hitler’in bütün bir
völkisch zihniyet üzerindeki etkisi -bugün eskisinden daha da çok
hareketin ruhunu temsil etmektedir-, völkisch hareketin aksak
gelişimine son vermekle kalmayacak; aynı zamanda şu anda
parçalanmış olan kısımları birleştirecek ve Hitler’in düşüncesini
destekleyen yığınları yönlendirecektir." Bunun sonucu mitingler,
gösteriler, aleni bir düşmanlık ve “hükümete karşı acımasız bir
muhalefet” olacaktır. 60
Münih 1. bölge mahkemesinin savcısı Ludwig Stenglein, Hitler
davasının baş savcısıydı. 23 Eylül tarihli mektubunda kesin bir dille,
tutukluluğu süresince Hitler’in niyetlerinin ne kadar az değiştiğinden,
buna bağlı olarak serbest bırakıldığında tekrar bu işlerle meşgul
olmasının öngörülebileceğinden ve toplumun genel asayişi açısından
serbest bırakılmasının ne büyük bir tehlike arz edeceğinden
bahsetmektedir. Mahkemenin ne kadar skandal yarattığını ima
ettikten sonra, darbe öncesinde ve darbe sırasında Hitler’in ciddi
suçlar içeren davranışlarda bulunduğunu da vurgulamaktadır. Darbe
girişimi Bavyera hükümetini ve Alman Reich’ını tehlikeye atmakla
kalmamıştır. Ciddi bir can kaybına, piyasaya sahte para sürülmesine
ve polisle silahlı çatışmaya da yol açmıştır. Savcı, Hitler’in 1922
yılında huzuru bozmaktan bir ay hapis yattığını, şartlı tahliyeye bağlı
olarak cezasının iki ayının ertelendiğini ve koşullu sürenin 1 Mart
1926’ya dek sürdüğünü belirtmiştir (bu, mahkemede göz önüne
alınması gerekirken sözü bile edilmemiş bir durumdur). Şartlı
tahliyenin geri çekilmesini istemektedir. Savcının iddiasına göre,
Hitler’in yasaklanmış paramiliter organizasyonları yeniden kurma
planlarıyla bağlantısı olduğuna ilişkin kanıtlar, Hitler’in ve
gözaltındaki arkadaşları Kriebel’le Weber’in serbest bırakıldıktan
sonra ne yapmayı düşündüklerini açıkça göstermektedir. Ayrıca,
Landsberg’deki ayrıcalıklarını kötüye kullanmaları (özel olarak
görüşmelerine izin verilen ziyaretçileri aracılığıyla dışarıya gizlice
mektup çıkartmaları), tutukluluktan süresince iyi hal ve
davranışlardan yoksun olduklarını da göstermektedir. Savcı, erken
tahliye için bir temel olmadığı ve şartlı tahliye talebinin
reddedilmesini önerdiğini söyleyerek sözlerini bitirmektedir. 61
Mahkeme, eyalet savcısının argümanlarını bir kenara koydu ve 25
Eylül’de şartlı tahliyeyi onayladı. Söz konusu kişiler ve onları bu
faaliyetlere iten sebepler göz önüne alındığında, daha hafif bir
cezanın yeterli olacağı kararına varmıştı. Önemsiz muhteviyatta
birkaç mektubun gizlice dışarıya çıkartılması basit bir davranış
olarak görülüyor ve hapishane müdürünün raporunda beyan etliği
üzere tutukluların iyi hal ve davranışını bozmayacağı ileri
sürülüyordu. 62 Hitler’le Kriebel’in Frontbann’la ilişkisi olduğuna dair
hiçbir kanıtın olmadığı belirtiliyordu. Bu konuda mahkeme, Hitler‘in
Frontbann’la ilişkisi olmadığına dair Röhm’ün ve diğerlerinin
beyanlarını dikkate alıyordu. 63 Mahkeme, (1922’deki cezasından
beri) Hitler tarafından ifa edilen mevcut deneme süresinin
kaldırılması yönünde savcının getirdiği talebi kabul etmek için bir
neden göremiyordu. 64
Gayet kararlı bir tavır içinde olan Eyalet Savcısı Stenglein, Hitler,
Kriebel ve Weber’in şartlı tahliyesine karşı bir itiraz hazırlayıp,
Bavyera Yüksek Mahkemesi’ne göndermek için tüm hafta sonu
çalıştı. İtirazı 29 Eylül Pazartesi günü ilgili yere ulaşmıştı. İtirazında
tutukluların kötü hal ve davranışlarına (en az dokuz kez cezaevi
dışına gizlice mektup çıkartmak), yasadışı faaliyetlere katıldıklarına
dair güçlü şüpheler bulunduğuna (Frontbann’a katılmaları bunu
gösteriyordu) ve serbest bırakılmalarının devletin güvenliğini
tehlikeye atacağına değiniyordu. 65 Bu başvuru Hitler’in -kendisinin
ve yandaşlarının baskı yaptığı üzere- 1 Ekim’de serbest bırakılması
ihtimalini yok ediyordu. 66
Mesele biraz askıda kaldıysa da, mahkeme erken tahliye kararını
onaylamak zorunda kalacaktı, tahliyenin engellenmesi ihtimali pek
yoktu. Erken tahliye hemen gerçekleşmediyse bile, en azından Hitler
yandaşlarının dirençli baskıları göz önüne alındığında, çok da uzakta
olmadığı kesindi. 67 Bu durum çerçevesinde Bavyera hükümetinden
bir temsilci, Hitler’in Avusturya’ya iade edilmesini garanti altına
almak için ekim başında Viyana’yı ziyaret etti; eğer şartlı tahliye
edilirse Hitler’i hemen sınırdışı etmek istiyorlardı. 68 Bavyera
hükümetinin 26 Mart 1924 tarihli soruşturmasına 20 Nisan’da
verdikleri yanıtta Yukarı Avusturya yetkilileri, Hitler’in Avusturya
vatandaşı olduğunu onaylamış ve Passau sınırı üzerinden geriye
Avusturya’ya iadesini kabul etmeye hazırlanmışlardı. 69 Ardından
Münih Emniyet Müdürlüğü’nden 8 Mayıs’ta gelen bir raporda,
Bavyera devletinin güvenliği açısından Hitler’in sınırdışı edilmesi
tavsiye edilmişti. 70 Fakat Eylül’ün sonlarına dek bunun ötesinde bir
adım atılmadı. Mesele acil olmadığı gerekçesiyle ertelenmiş
olmalıydı. Bir aciliyet duygusunun hasıl olduğu Eylül ayında ise
Bavyera kabinesi Hitler’in sınırdışı edilmesi konusunda bölünmüş
durumdaydı. 71 Zaten Passau sınır yetkilileri de o tarihte, Viyana’dan
Hitler’i kabul etmeme emri aldıklarını bildiriyorlardı. 72 Direktif
bizzat Federal Şansölye Ignaz Seipel’in yetkisiyle gönderilmişti. 73
Bavyera yetkililerinin bir sonraki adımı, Avusturya’nın Hitler’i kabul
etmesi gerektiğine dair -gayet ikna edici olan- yasal gerekçelerle
baskı yapmaktı, fakat bu da sonuç vermedi. Seipel Hitler’i almayı
reddediyor ve ısrarla, Hitler’in Alman ordusunda hizmet vererek
Avusturya vatandaşlığını kaybettiğini öne sürüyordu. Yasal açıdan
sağlam bir argüman değildi bu, fakat yeterli oldu. 74 Hitler’in
korkularına rağmen, sınırdışı edilmesi yönünde başka bir çaba
gösterilmedi. 75 Hitler Landsberg’den bırakılmasının ardından Mart
1925’de Avusturya vatandaşlığından nasıl çıkabileceğini araştırmaya
koyuldu. Ona, yasal bir başvuru yapması, Alman ordusunda askerlik
hizmeti vermesini gerekçe göstererek Alman vatandaşlığına geçirme
başvurusunda bulunması söylendi. Avusturya vatandaşlığından
çıkarıldığına dair kaygı içinde beklediği resmi belge 30 Nisan
1925’de eline geçti. 76 Gelecekte sınırdışı edilme riskini ortadan
kaldıran bu belge ona 7.50 Avusturya Şilini’ne mal olmuştu. 77 Alman
vatandaşlığına geçebilmesi için yedi yıl beklemesi gerekecek ve
aradaki dönemde vatansız biri olacaktı.
Bu arada Bavyera Yüksek Mahkemesi, 6 Ekim’de, eyalet savcısının
Hitler’in şartlı tahliyesine itirazını reddettiğini açıkladı. Mahkemenin
ifadesine göre Hitler, Kriebel ve Weber’in yasaklanmış paramiliter
örgütlenmelerle güçlü ilişkilere sahip oldukları yolundaki şüpheler
kanıtlanmaya muhtaçtı. Şartlı tahliyenin ertelenmesi ancak bu
durumda mümkündü ve bu kanıtlar ele geçene dek bir şey
yapılamazdı. Bu yargı, 19 Aralık’ta çıkacak ve Hitler’in serbest
bırakılmasını garantileyecek olan nihai emrin yolunu döşemişti. Fakat
eyalet savcılığı vazgeçmiş değildi. Hitler’in serbest bırakılmasını
engellemek için son bir teşebbüste daha bulunarak 5 Aralık’ta, gayet
özenle hazırlanıp gerekçelendirilmiş bir itiraz başvurusu yaptılar.
Başvuruda, toplanan kanıtların mahkemeyi ikna etmeye yetmiyorsa
bile şunları göstermeye yettiği iddia ediliyordu: Hitler ve Kriebel’in -
kendileri ne kadar aksini iddia ederlerse etsinler- daha önce ceza
almış oldukları faaliyetlerle aynı çerçevedeki faaliyetlerden suçlu
olduklarına dair “güçlü şüpheler” vardı ve serbest bırakıldıktan sonra
iyi hal ve tavırlar içinde olmaları muhtemel görünmüyordu. Bunun
ardından Bavyera Yüksek Mahkemesi 12 Aralık’ta Landsberg
idaresinden, Hitler ve Kriebel’in hal ve tavırlarına dair 15 Eylül
tarihli ilk raporun ardından bir rapor daha istedi. Satır aralarındaki
işaretleri anlayan Leybold, Hitler’in karakteri ve cezaevindeki
davranışlarıyla ilgili parıltılı bir rapor daha yazdı. Rapor, “cezası
süresince hal ve tavrı çok iyi olmuştur; bunlar, şartlı tahliyeyi hak
edecek tavırlardır," diye bitiyordu. 78 Hitler’in iyi hal ve tavrına dair
bu son belgeyi alan Bavyera Yüksek Mahkemesi 19 Aralık’ta nihayet,
savcılığın erken tahliyeye itirazını reddederek Hitler’in şartlı
tahliyesini emretti. völkisch basın zaten ekimden ben bunun
yaygarasını koparıyordu. 79 Bunda hiç şüphesiz ki Aralık seçimlerinin
tuhaf gelişiminin ve Nasyonal Sosyalizm’in keskin düşüşünü ortaya
sermesinin de katkısı vardı. Fakat Münih polisinin ve eyalet
savcılığının mantıklı sebeplerle karşı çıkmasına rağmen, Bavyera
adaletinin Hitler’in erken tahliyesinde ısrar etme kararlılığını ancak
siyasi önyargılarla açıklayabiliriz.
Hitler’in şartlı tahliyesini engellemek için elinden geleni yapmış
olan Eyalet Savcısı Stenglein şimdi telgrafla mahkeme kararını
Landsberg’e bildiriyordu. 80 Müdür haberi Hitler’e sesi titreyerek
iletti. Hitler, cezaevi dışında bir gösteri olmayacağına dair onu temin
etti ve Münihli matbaa sahibi, partinin matbaacısı olan Adolf Müller
tarafından alınmasını rica etti. Müller ertesi sabah yanında Hitler’in
fotoğrafçısı Heinrich Hoffmann olduğu halde Daimler-Benz marka
arabasıyla Landsberg’e geldi. 81 20 Aralık günü öğlen 12:15 itibariyle
Hitler serbestti. Eyalet savcılığı dosyalarında belirtildiği üzere
cezasını tamamlamak için tam üç yıl, 333 gün, yirmi bir saat, elli
dakika daha hapis yatması gerekiyordu. 82 Eğer cezasının tamamını
çekmiş olsaydı tarihin akışı farklı olacaktı.
Hepsi de Hitler’e sempati duyan cezaevi personeli, meşhur
tutukluyu duygusal bir havada uğurlamak üzere toplandı. Hitler eski
kalenin giriş kapısında durakladı ve Hoffmann soğuk yüzünden acele
içinde fotoğraflarını çekti, ardından Landsberg’den ayrıldılar. İki saat
sonra Münih’te Thierschstrasse’deki dairesindeydi; ellerinde
çelenklerle arkadaştan ve köpeği Wolf onu bekliyordu. 83 Hitler daha
sonra, ilk özgür gecesinde ne yapacağını bilemediğini söyleyecekti. 84
İlk başta, kamuya yönelik tarafsız siyasi tavrını sürdürdü. Völkisch
hareket içinde ölümcül bir savaşın yaşandığı aylara dair genel bir
izlenim edinmeli, önce durumu kavramalıydı. Daha önemlisi, Bavyera
yetkilileriyle ilişki kurup siyasete yeniden girme koşullarını
oluşturmalı ve NSDAP’a koyulan yasağı kaldırmalıydı. Şimdi serbest
kaldığına göre, partinin yeni çıkışı için ciddi hazırlıklar başlayabilirdi.
III

Hitler, Hans Frank’a “Landsberg’in devletin ona sunduğu


üniversite” olduğunu söylemişti. Söylediğine göre eline geçen her
şeyi okumuştu: Nietzsche, Houston, Stewart Chamberlaia Ranke,
Treitschke, Marx, Bismarck’ın Gedanken und Erinnerungen'i
(Düşünceler ve Anılar), müttefik kuvvetlerin ve Alman
komutanlarının, devlet adamlarının savaş anıları. 85 Mektuplara yanıt
vermek ve gelen ziyaretçilerle meşgul olmak dışında -ki yazın siyasi
olaylardan çekildiğini açıklamasının ardından ikisi de pek vaktini
almaz olmuştu- Landsberg’de aylaklık içinde geçen uzun günler,
okumaya ve düşünmeye çok müsaitti. 86 Fakat Hitler’in okumaları ve
düşünmeleri akademik nitelikte değildi. Çok okuduğuna şüphe yok.
Fakat daha önceki bölümlerde de sözünü ettiğimiz gibi, Mein
Kampf'ta okumanın onun için sadece belli amaçlara hizmet eden bir
araç olduğunu açıkça belirtmektedir. 87 O bilgi ya da aydınlanma için
değil, kendi önyargılarını doğrulayabilmek için okuyordu. Aradığı şeyi
bulmuştu. Partinin yasal işlerdeki bilirkişiliğini yapan ve nihayetinde
Polonya Genel Valisi olarak görevlendirilecek olan Hans Frank’a
söylediği gibi, Landsberg’deki okumaları kendisine şunu
kazandırmıştı: “Görüşlerimin ne kadar doğru olduğunu anladım.”88
Frank yıllar sonra Nuremberg’deki hücresinde otururken, 1924
yılını Hitler’in hayatındaki en önemli dönüm noktalarından biri olarak
değerlendirecektir. 89 Bu bir abartıdır. Landsberg Hitler açısından,
1919’dan itibaren geliştirdiği dünya görüşünde bir dönüm noktası
değil; bu görüşü içsel olarak sağlamlaştırdığı ve rasyonalize ettiği
dönemdir. Hatta gerek darbe öncesinde gerek o dönemde, bu
görüşünde bazı açılardan mühim değişiklikler yapmıştır. Nazi
hareketi onun yokluğunda parçalanırken, siyasetin hır güründen
uzakta olan Hitler geçmişte yaptığı hatalar üzerine bol bol düşünme
vakti bulmuştur. Ve serbest bırakılmayı beklediği aylarda hem
kendinin hem de parçalanmakta olan hareketinin geleceği üzerinde
düşünmek zorunda kalmıştır. Bu süreç içinde bakış açısını gözden
geçirmiş; iktidarı nasıl ele geçireceğine dair düşüncelerinde
değişiklikler yapmıştır. Bunu yaparken kendisine dair algısı değişmiş,
kendi rolünü farklı bir şekilde düşünmeye başlamıştır. Mahkemede
kazandığı zaferin ardından kendini -1922 yılından itibaren
yandaşlarının onu gördüğü biçimde- Almanya’nın kurtarıcısı olarak
görmeye başlamıştır. Darbe deneyimi göz önüne alındığında
kendisine olan güveninin sarsılması beklenebilir. Fakat olan tam
tersidir: bu güven ölçüsüzce artmıştır. Kaderin kendisine çizdiği
yolda yürürken kendisine duyduğu neredeyse mistik güvene,
Almanya’yı kurtarma “misyonu”nun eklenmesi bu tarihe denk
düşmektedir.
Aynı dönemde, dünya görüşünün bir başka veçhesinde mühim bir
değişim daha gerçekleşmiştir. En geç 1922 yılının sonlarından
itibaren zihninde şekillendiğini söyleyebileceğimiz bu fikirler,
gelecekteki dış politikasını biçimlendirecek şekilde, Rusya’dan
alınacak “bir yaşam alanı" arayışına yönelmektedir. “Yahudi
Bolşevizmi"nin yıkılması amacını taşıyan, obsesif antisemitizminin de
karıştığı bu “yaşam alanı” mücadelesi kavramı -ki sonraki yıllarda
bunu sürekli dile getirecektir- Hitlerin “dünya görüşü”nü
tamamlamıştır. Bundan sonrası özdeki bir değişiklik değil, taktiksel
ayarlamalardır. Landsberg Hitler için bir “Ürdün dönüşümü”
değildir. 90 Esasında, darbe öncesindeki yıllarda -en azından embriyo
olarak- zaten biçimlenmiş olan üç beş temel sabit fikrine yeni
vurgular kazandırmıştır. 91
Hitler’in dünya görüşündeki değişimlerin darbe öncesindeki
yıllarda zaten biçimlenmiş olduğunu en açık şekilde Mein Kampf'a
bakarak anlayabiliriz. Hitler kitabında yeni hiçbir şey
söylememektedir. Ama kitap, dünya görüşünün en açık ve en
kapsamlı sunumunu içermektedir. Eğer Landsberg’de yatmasaydı,
1933’ten sonra (ama niyeyse daha önce değil) milyonlarca satacak
olan kitabının hiç yazılmayacağını kabul etmiştir. 92 Fikrin kimden
çıktığı bütünüyle açıklık taşımamaktadır. Eğer (taraflı ve güvenilmez
bir kaynak olduğu kabul edilen) Otto Strasser’e inanılacak olursa,
Landsberg’de kısa bir süre kalan kardeşi George’un önerisidir ve
George bu öneriyi gayet “Makyavelci bir düşünceyle”, diğer
hapishane arkadaşları “bilinci katta kalan bu adamın” bitmek
bilmeyen monologlarından kurtulsunlar diye ortaya atmıştır. Hitler
fikri kabul edip, hemen çalışmaya başlamış; bunun sonucunda zemin
katta kalan mahkumlar huzur içinde, kağıt oynama ve yeme içme
faaliyetlerine geri dönebilmişlerdir. 93 En azından rahat
bırakılacaklarını düşünmüşlerdi. Eğer bu hikayede gerçeklik payı
varsa, Hitler o gün yazdığı her bölümü orada kelimenin tam
anlamıyla tutsak olan dinleyicilerine okumaya kalktığında oldukça
hayal kırıklığına uğramış olmalılar:94 Otto Strasser’in renkli
açıklamasına oranla daha sıradan bir durum olsa da, muhtemelen
Hitler’e otobiyagrafisini yazmasını öneren Max Amann’dı;
mahkemenin halkta yarattığı heyecandan faydalanılması gerektiğini
söyleyerek Hitler’i ikna etmişti. 95 Amann, Hitler’in darbenin
arkaplanına dair birtakım ifşaatlarda bulunacağını umuyordu. 96 Fakat
hem o hem de hayal kırıklığına uğramış pek çok okur, karşılarında,
Hitler’in sayısız konuşmasında söylediği şeylerin tekrarından, kendi
hayat öyküsünün arasına serpiştirdiği yapay ve muzafferane
anlatılardan başka bir şey bulamadılar. 97
Haase ve Kuzey Almanya delegasyonu 26-27 Mayıs 1924’te onu
ziyarete geldiğinde, birinci cilt olacak kısım üzerinde çalışmaya
devam ediyordu. O dönem için kitabına düşündüğü isim ender
bulunur bir cazibeye sahipti: "Yalana, Aptallığa ve Korkaklığa Karşı
Dörtbuçuk Yıllık Mücadele”. 98 Bu özlü başlık Max Amann tarafından
önerilmiş olmalıydı. 99 Hitler kitabı önce şoföıü ve kişisel koruması
Emil Maurice’e, temmuz başlarından itibaren de Rudolf Hess’e dikte
ettirmişti (bu ikisi de darbedeki rollerinden dolayı Landsberg’de
yatmaktaydılar). 100 18 Temmuz 1925’de yayımlanan ilk cilt, daha
önce belirttiğimiz gibi pek çok çarpıtma ve yanlış bilgi içermekle
birlikte, büyük oranda otobiyografikti. Hitler’in 24 Şubat 1920’de
Hofbrâuhaus’da parti programını ilan etme zaferiyle bitiyordu.
Hitler, serbest bırakılmasının hemen ardından yazdığı ve 11 Aralık
1926’da yayımlanan ikinci ciltte, völkisch devletin yapısına, ideolojik
sorunlara, propaganda ve örgütlenmeye dair fikirlerine kapsamlı bir
şekilde yer veriyor, kitabı dış politikayla ilgili bölümlerle bitiriyordu.
Hitler’in elinden ilk çıktığı haliyle oldukça kötü ve içsel
bağlantılardan yoksun olan kitap, çok sayıda insanın editöryal
müdahaleleri sayesinde daha eli yüzü düzgün bir halde
yayımlanabildi. Otto Strasser kitabın ilk hali için şu ifadeyi
kullanmaktan kaçınmamıştı: “Bayağılıklardan, bir okul çocuğunun
anılarından, öznel yargılardan ve kişisel nefretten oluşan gerçek bir
kaos.”101 Amann, partinin matbaacısı Müller, Hess ve Hanfstaengel
(kitap onların aile işletmesi olan yayınevinden çıkacaktı ve erkek
kardeşi Mein Kampf'ın tüm görünümünü değiştirmişti) metni düzeltip
değiştirmek için ellerinden geleni yaptılar. 102 völkischer
Beobachter’in müzik eleştirmeni Stolzing-Cerny, -eskiden Aziz
Jerome tarikatına mensup olan ve bir zamanlar, Nazi hareketine
sempati duyan mahalli Bavyera gazetesi Miesbacher Anzeigner'in
baş editörlüğünü yapmış bulunan- Rahip Bernard Stempfle’la birlikte,
bütün bölümleri neredeyse yeniden yazdılar. Kitap hâlâ Hitler’a has,
taklit edilmesi zor stilini koruyordu ve anlaşılmaz yerleri az değildi
ama hiç şüphe yok ki orijinalinden daha edebi bir nitelik
kazanmıştı. 103 Bu haliyle bile, basılmadan önce pek çok değişikliğe
maruz kaldı. 104 Hans Frank’ın söylediğine göre, kitabın kötü bir
şekilde yazıldığını Hitler’in kendisi bile kabul ediyor ve völkischer
uygun makalelerin derlemesinden başka bir şey olmadığını
söylüyordu. 105
Partinin Max Amann yönetimindeki yayınevi Franz Eher-Verlag’dan
çıkan Mein Kampf'ın umulanın aksine, Hitler iktidara gelmeden önce
çok satan kitaplar listesine giremedi. Mübalağalı içeriğinin, korkunç
üslubunun ve tek cildine konan 12 RM’lik görece yüksek fiyatın olası
pek çok okuruna ulaşmasına engellediği açıktır. 106 1929 yılına dek ilk
cildi yaklaşık 23 bin adet, ikinci cildi ise sadece 13 bin adet sattı.
NSDAP’ın 1930 yılında seçimlerde kazandığı başarının ardından
satışlar hızla arttı ve 1932 yılında 80 bine ulaştı. 1933 yılından
itibaren ise satışlarda astronomik bir artış görüldü. o yıl bir buçuk
milyon sattı. Nazilerin istediği olmuştu, artık Mein Kampf'ı körler
dahi okuyabiliyordu, çünkü 1936 yılında Braille alfabesinde bir
versiyonu yayımlanmıştı. O yıldan itibaren iki cildin ucuz baskısı tek
kitap halinde birleştirildi ve her mutlu çifte evlilik yıldönümlerinde
verildi. 1945’e kadar kitap 10 milyonun üzerinde sattı, ayrıca onaltı
dile, çevrilmişti ve yurt dışı satış rakamları buna dahil değildi. 107 Kaç
kişinin kitabı gerçekten okuduğunu bilmiyoruz.,108 Hitler açısından
bunun pek önemi yoktu. 1920’lerin başlarından itibaren resmi
kayıtlara kendini hep “yazar” diye kaydettirmişti. 1933 yılında
(kendisinin de işaret ettiği üzere, öncüllerinin aksine) Reich
Şansölyesi maaşını reddebilecek durumdaydı: Mein Kampf onu zengin
etmişti. 109
Mein Kampf'ta çizilmiş siyasi bir çerçeve yoktu. Fakat kitap, her
ne kadar sunuş biçimi çarpıtılmış da olsa, Hitler’in politik
prensiplerinin, “dünya görüşü”nün, sahip olduğu “misyona” dair
algısının, toplum “vizyonu”nun ve uzun erimli amaçlarının kati bir
beyanıydı. Kısmen de Führer mitinin temelini atıyordu. Çünkü Hitler
Mein ta kendini, Almanya’yı o anki perişan durumundan çıkarıp
büyüklüğe taşıyacak niteliklere sahip yegane lider olarak tarif
ediyordu.
Mein Kampf Hitler’in 1920'lerin ortalarındaki düşüncelerine dair
önemli bir kavrayış sunmaktadır. 110 O zamana kadar kendine bir
felsefe geliştirmiş; bu felsefeyle tarihi, dünyanın hastalıklarını ve
bunların üstesinden gelme yöntemlerini bütünlüklü bir şekilde
yorumlamıştır. Kısa ve öz olarak belirtirsek, indirgeyici nitelikteki bu
felsefe, tarihi Manici bir anlayışla ırksal bir mücadeleye
indirgemektedir. Bu mücadelede en yüksek ırksal kimliğe Ariler
sahiptir, en aşağı ırk olan asalak Yahudiler de onların aleyhine çalışıp,
onları yok etmeye çalışmaktadır. 111 “Irksal sorun,” diye yazmaktadır
Hitler, “yalnızca dünya tarihini değil bütün bir insanlık kültürünü
anlamak içirt gereken anahtardır.”112 Bu sürecin doruğu, Rusya’daki
Bolşevizm aracılığıyla Yahudilerin acımasız yönetimidir; burada, “eli
kanlı Yahudi... büyük bir halk üzerinde egemenliğini kurmak için otuz
milyon insanı, gerçekten şeytani bir vahşet içinde, kendi yazarlar
çetesine ve borsa haydutlarına öldürtmüş ya da açlıktan ölüme terk
etmiştir.”113 Bu durumda Nazi Hareketi’nin “misyonu” net bir şekilde
ortaya çıkmaktadır: “Yahudi Bolşevizmi”nin kökünü kazımak. Bu
durum aynı zamanda -açık bir emperyalist işgal için gerekli bahaneyi
sağlayan bir mantık sıçramasıyla- Alman halkına, “efendi ırk”ın
devamlılığını sağlayabilmesi için gereken “yaşam alanı”nı da
sağlayacaktır. 114 Hitler, hayatının geri kalanında bu temel doktrinlere
sıkı sıkıya sarılmıştır. Sonraki yıllar içinde özde değişen hiçbir şey
olmamıştır. Değişmez, basit, içsel olarak tutarlı ve kapsamlı bir dizi
inanca, bir “fikre” sarsılmaz ve neredeyse mesihçe bir sadakatla
bağlanması, ona irade gücü ve kendi kaderinin yolunu bildiği duygusu
vermiştir; ve bu durum Hitler’le iletişime geçen herkeste bir iz
bırakmıştır. Hitler’in maiyeti içinde sahip olduğu otorite, hiçbir
şekilde, gayet tesirli bir tarzda ifade edebildiği kanaatlerinin
gücünden kaynaklanmıyordu. Her şey siyah ve beyaz çelişkisine
indirgenebilir, zafer ya da külliyen yıkım olarak ifade edilebilirdi.
Alternatif yoktu. Bütün ideologlar ve “iman politikacıları” gibi, “dünya
görüşü"nün gücünü kendinden alan bileşenleri sayesinde
muhaliflerinin “rasyonal” argümanlarıyla alay edebilir ya da onları
hemen geçersiz kılabilirdi. Devlet başkanı olmasıyla birlikte, Hitler’in
kişiselleştirilmiş bu “dünya görüşü”, Üçüncü Reich’ın her alanında
siyaset üreten kişiler tarafından bir “eylem kılavuzu” olarak
kullanılacaktır. 115
Hitler’in kitabı, kısa dönemli amaçlar içeren politik bir manifesto
olarak emirlerden oluşan bir program değildir. Fakat o dönemde
yaşayan pek çok insan Mein Kampf'ı alaycı bir edayla ele alma
hatasını yapmış, onu Hitler’in fikirlerini gayet ciddi bir tarzda ifade
ettiği bir eser olarak görmemiştir. Oysa ki Hitler bu kitapta fikirlerini
gayet ciddi bir tarzda ifade etmiştir. Ne kadar aşağılık ve itici
olurlarsa olsun, bu fikirler net bir şekilde temellendirilen ve katı bir
şekilde savunulan bir dizi siyasi ilkeye tekabül etmektedir. 116 Hitler
yazdığı şeylerin içeriğinde bir değişiklik yapmak için hiçbir zaman bir
neden görmemiştir. 117 irrasyonel öncülleri dahilinde bu fikirlerin içsel
tutarlılığı, onların bir ideoloji (ya da Hitler’in kendi terminolojisiyle
bir “dünya görüşü”) olarak tanımlanmasına imkan tanımıştır."118
Hitler’in Mein Kampf'tâki “dünya görüşü”nü bugün çok daha net bir
şekilde görebiliyoruz; oysa ki politikaya girmesiyle “İkinci Kitabı”nı
yazdığı 1928 yılı arasında kalan dönemde bu genel çerçeve
muhtemelen bu kadar iyi anlaşılmamıştı.
Hitler’in temel önem taşıyan, ağır basan ve her şeyi kapsayan-
“Yahudiler’in ortadan kaldırılması” takıntısından konuşacak olursak,
Mein Kampf'ı bu açıdan, 1919-1920 yılları arasında zaten formüle
etmiş olduğu fikirlere yeni hiçbir şey. katmamıştır. Mein Kampf'taki
dili çok daha keskin ve aşırı olmakla birlikte, Hitler’in yıllardır beyan
ettiklerinden farklı bir şey yoktur ortada. Kullandığı soykırım
terminolojisi, völkisch sağ içindeki diğer yazar ve hatiplerin
terminolojisinden temelde farklıysa da, daha önce bahsettiğimiz gibi,
bunun geçmişi 1. Dünya Savaşı’nın gerilerine gitmektedir. 119
Yahudilere bakterilere davranıldığı gibi davranılması gerektiğini
ihsas ettiği bakteriyal benzetmeler tamamen imha etmekle ilgilidir.
Daha Ağustos 1920’de “ırksal tüberkülozca mücadele etmenin
yöntemi olarak, “hastalığa sebep olan unsurun, [yani] Yahudilerin”
ortadan kaldırılması gerektiğinden bahsetmektedir. 120 Ve Hitler dört
yıl sonra Mein Kampf'ta şunları yazarken, aklından geçenin kimler
olduğunu anlamak zor değildir: “Kitlelerimizin millileştirilmesi ancak,
halkımızın ruhundaki olumlu mücadelenin yanı sıra, zehir saçan
uluslararası failler yok edildiğinde başarılı olacaktır.”121 Zehir saçan
kişilerin zehirlenmesi nosyonu Mein Kampf'ın başka bir pasajında da
geçmektedir. 5. bölümde de alıntıladığımız üzere Hitler şunu ileri
sürmektedir: “Halkımızı yozlaştıran 12-15 bin Yahudi,” 1. Dünya
Savaşı’nın başlangıcında gaz odasına gönderilmiş olsaydı,
“milyonlarca insan cephede boş yere kurban olmazdı."122 Bu korkunç
pasajlar, “Nihai Çözüm”e giden tek yönlü yolun başlangıcı değildir.
Nitekim yol “çarpıktır,” düz değil. 123 Söylediği şeyin fiili yan anlamları
üzerine ne kadar az düşünmüş olsa da, doğal soykırıma olan inancı
inkar edilemez. Her ne kadar belli belirsiz de olsa, Yahudiler’in yok
edilmesi, savaş ve ulusal kurtuluş arasındaki bağlantı Hitler’in
zihninde çoktan oluşmuştur.
5. Bölüm’de gördüğümüz gibi, Hitler’in antisemitizme attığı ilk
antikapitalist cila, 1920’lerin ortalarında Yahudiler’i Sovyet
Bolşevizmi’nin kötülükleriye ilişkilendirmesidir. Bununla, kapitalizmin
arkasındaki Yahudiler imajını geri çekip, onun yerine Marksizm’in
arkasındaki Yahudiler imajını koymuş değildir. Onun değişmez
nefretinde bu ikisi bir aradadır. Nefreti öyle derindir ki ancak aynı
derecede derin bir korkudan kaynaklanıyor olabilir. Bunu hayalinde
öyle güçlü bir figür olarak görmektedir ki, hem uluslararası
finanskapitalin hem de Sovyet Komünizmi’nin arkasındaki güç odur.
Bu, -Nasyonal Sosyalizm tarafından bile- mağlup edilmesi imkansız,
“beynelminel Yahudi fesat cemiyeti” imajıdır.
Bolşevizm’le bağlantıyı bir kez kurduktan sonra Hitler temel
öneme sahip, süreklilik arz eden vizyonunu oluşturmuştur: Üstünlük
için verilecek muazzam savaş ve acımasız bir düşmana karşı ırksal
mücadele. Haziran 1922’de belirttiği gibi, düşündüğü şey iki rakip
ideoloji, materyalizm ile idealizm arasında ölesiye bir savaştır. Alman
halkının misyonu Bolşevizm’i ve onunla birlikte de “ölümcül
düşmanımız Yahudiliği” yok etmektir. 124 Aynı yılın ekim ayı itibariyle
yazılarında, bir arada var olması imkansız iki karşıt “dünya görüşü”
arasındaki bir ölüm kalım mücadelesinden bahseder. Bu büyük
karşılaşmada mağlup olmak Almanya’nın kesin yıkımı demektir. Bu
mücadelenin sonunda bir muzaffer olan taraf olacaktır; bir de yok
olan. Bu bir imha, soykırım savaşı olacaktır. “Marksist düşüncenin
zaferi karşıtlarını tamamen imha etmesinde yatar,” diye
belirtmektedir. “Almanya’nın Bolşevikleştirilmesi... bütün bir
Hıristiyan-Batı kültürünün kökünün kazınması anlamına gelir.” Aynı
şekilde, Nasyonal Sosyalizm’in amacı da basitçe şöyle
savunulabilirdi: “Marksist Weltanschauung'un yok edilmesi ve
kökünün kazınması”. 125
Marksizm ve Yahudilik Hitler’in zihninde eşanlamlı iki sözcüktü. 27
Mart 1924’teki son duruşmasında mahkemeye Marksizm’e karşı
savaşan biri olmak istediğini söylemişti. 126 Ertesi ay, Nazi Hareketi
tek bir düşman tanır, o da bütün insanlığın ölümcül düşmanı
Marksizm’dir diye vurgulayacaktı. 127 Yahudilerin lafı geçmiyordu.
Bazı gazeteler vurgusundaki değişikliğe işaret ediyor ve Hitler’in
“Yahudi Sorunu”na bakışının değiştiğini iddia ediyorlardı. Bundan
dolayı kafası karışan Nazi destekçileri de vardı. Temmuz sonunda
Landsberg’e Hitler’i ziyarete giden biri, ona Yahudiliğe dair bakışının
değişip değişmediğini sordu ve Hitler’den karakteristik bir yanıt aldı:
Aslında değişen Yahudilikle mücadele etme tarzına dair fikriydi. Mein
Kampf' üzerinde çalışırken o ana dek çok fazla ılımlı olduğunu fark
etmişti. Eğer başarı kazanılacaksa gelecekte çok daha katı önlemler
alınmalı, çok daha katı yöntemler kullanılmalıydı. “Yahudi Sorunu"
yalnızca Almanlar için değil bütün halklar için varoluşsal bir
meseleydi: “çünkü Yahudi bir dünya vebasıydı."128 Artık, Yahudiliğin
uluslararası gücünün kökünden kazınmasının gerektiğini
düşünüyordu. Daha azı yeterli olmazdı.
Hitlerin “Yahudi Sorunu”na takıntısı dış politikaya dair fikirleriyle
ayrılmaz bir şekilde iç içe geçmişti. Hitler’in antisemitizmi,
1920’lerin ortalarına dek Bolşevizm karşıtlığını “Yahudi Bolşevizmi"
imajıyla kaynaştırdığından, dış politikaya dair fikirlerinin bundan
etkilenmesi kaçınılmazdı. Bununla birlikte Hitler’in değişen
konumunu sadece ideolojik etkiler değil mutlak iktidar siyasetiyle
ilgili meseleler de biçimlendirmişti. Almanya’nın baş düşmanı olarak
Fransa’yı konumlandırması, Britanya’ya yönelik düşmanlığı, yeni
koloniler arayışı ve Almanya’nın 1914’te çizilen sınırlarını değiştirme
kaygısı; Hitler’in dış politikaya dair bu erken dönem fikirleri
geleneksel Pan-Germen niteliği taşıyordu. 129 Tezcanlı pek çok
milliyetçinin fikirleri de bunlardan farklı değildi. Aslında, (aşırı uçlara
gidilmediği takdirde) bunlar özünde, geniş popüler desteğe sahip bir
revizyonizmle uyum içindeydi. 1920’lerin başlarında her ne kadar
kulağa gerçek dışı gelse de, Fransa’yı yenilgiye uğratmak ve
Versailles’ı geçersiz kılmak için askeri güce yaptığı vurgu da Pan-
Germenler’den ve völkisch sağda yer alan diğerlerinden farklılık
göstermiyordu. Hitler 1920’lerde, Faşizm’i duymadan önce, İtalya’yla
ittifak yapma fikrinin kıymetini tartıyordu. Güney Tyrol sorununa
rağmen -Tyrol’un Brenner’in ötesine uzanan, eski Avusturya sınırları
içinde kalan ve ağırlıklı olarak Almanca konuşulan, ancak 1919'da
İtalya’ya verildiği dönemden itibaren “ltalyanlaştırma" programına
maruz kalan kısmı-, böyle bir ittifaka kararlıydı. 130 1922’nin sonlarına
doğru kafasında, imparatorluğuna imrendiği Britanya ile bir ittifak
vardı. 1923’te Ruhr işgaliyle ilgili olarak Fransa’yla İngiltere’nin
arasında anlaşmazlıklar baş gösterdiğinde bu fikri daha da
netleşmişti. 131
Diğer yandan Hitler’in 1920 Temmuz’u kadar erken bir dönemde
işaret ettiği üzere, Rusya’daki sözde Yahudi yönetimi, Rusya’yla
yapılacak bir ittifakın önünde önemli bir engeldi. Fakat bu durumda
bile, -Germen etkisinin güçlü olduğu- “milliyetçi" Rusya ile Yahudiler
tarafından “bolşevikleştirilmiş" Rusya arasında bir ayrım gözetmek,
Hitler’in völkisch sağdaki pek çok unsurla paylaştığı bir görüştü. 132
Hitler’in Rusya’ya yaklaşımının biçimlenmesinde payı olan kişilerden
biri muhtemelen Rosenberg idi. Doğuyla ilgili sorunlara dair
NSDAP’in ilk dönemlerindeki “uzman"ı olan bu kişi, Baltık kökeni
nedeniyle Bolşevizm’e karşı güçlü bir antipati duyuyordu. Partinin ilk
kurulduğu dönemde doğu politikaları üzerine çokça yazan ve Rus
sürgünleriyle güçlü ilişkilere sahip olan Scheubner-Richter’in de
yüksek olasılıkla bu görüşlerde payı vardı. 1919’un başlarında Yahudi
kimliği ve Bolşevizm üzerine yazan Dietrich Eckart da bu konudaki
etkili şahsiyetlerden biri olabilir. 133
Hitler’in dış politikaya dair düşüncelerinde Rusya darbeden önce
belli belirsiz görünüyordu. Daha Aralık 1919’dayken Almanya ile
Rusya’yı sahip oldukları toprak ve nüfus açısından kıyaslıyor,
Almanya’nın dezavantajlı durumuna işaret ediyor ve “toprak
sorunu”nundan bu biçimde dolaylı olarak bahsediyordu. 134 31 Mayıs
1921’de yaptığı bir konuşmada, (Rusya’nın savaştan çekilmek için
1918 yılında yaptığı) Brest-Litovsk Antlaşmasını övüyor; Rusya’nın
Almanya’ya halkını yaşatmak için ihtiyacı olan toprağı vermesini ve
kendi topraklarından feda ederek Alman “yaşam alanı"nı
genişletmesini çok yerinde buluyordu. 135 21 Ekim 1921’de hâlâ, biraz
şifreli bir tarzda da olsa, Rusya’yla beraber İngiltere aleyhinde
“doğuya doğru yayılmanın sınırsız olanaklarına" kapı açan bir
yayılmadan söz ediyordu. 136 Böyle ibareler o dönemde Hitler’in hâlâ -
belli belirsiz ifade etse de- doğuya doğru yayılmayla ilgili Pan-
Germen anlayışı paylaştığını gösterir. Bu anlayış, Bolşevik olmayan
Rusya’nın işbirliğiyle doğuya doğru bir genişleme nosyonuna denk
düşüyordu. Bu tahayyülde Rusya batıdaki eski sınır bölgelerini
Almanya’ya bırakarak kendi sınırlarını daha doğuya, Asya’ya doğru
genişletecekti. Bütün bunlar esasında Brest-Litovsk Antlaşmasının
tekrarlanması gibi bir şeydi, bu arada Rusya da doğu sınırındaki
bölgelerle kendi kaybını telafi edebilecekti. 137
1922’nin başlarında bu görüşler artık değişmiş, Hitler Rusya’yla
yapılacak herhangi bir işbirliği ihtimalini kenara kaldırmıştı. Doğuya
yönelik bu arayışta artık Rusya’dan bir beklentisi yoktu. Bolşevizm’in
Almanya’ya dek yayılması acil bir ihtiyacın varlığını kanıtlamıştı.,138
Değişen durumun mantığı açıktı. Almanya ancak Bolşevizm’in yok
edilmesiyle kendini kurtarabilirdi. Bu sayede Almanya-Rusya’nın içine
doğru yayılmak suretiyle- ihtiyacı olan toprağı da sağlayacaktı. 1922
yılı boyunca -muhtemelen yılın sonlarına doğru toprak genişletme
teorisyenlerinin başı Ludendorff'la girdiği ilişkinin de etkisiyle-
Rusya’ya yönelik gelecekteki politikaya dair değişen bu bakış açısı
sağlamlaştı. 139 1922 Aralık ayında, Münchener Neueste
Nachrichten’in ortağı ve Nazi Partisi’ne eğilimli Eduard Scharrer’la
kişisel bir konuşmalarında, yabancı müttefikliğine dair fikirlerini ana
hatlarıyla çizmişti; bunlar daha sonra Mein Kampf'ta ayrıntılandırıp,
süsleyeceği fikirlerle aynıydı. Bu konuşmada Hitler 1. Dünya
Savaşı’ndan önce Britanya’yla aralarında mücadele yaratan koloni
rekabetinin artık var olmadığını iddia etmiş ve Scharrer’e şöyle
demişti:

Almanya kendini İngiltere’nin çıkarlarına zarar vermekten


kaçınarak, tamamen kıtasal bir politikaya uyarlamak zorunda
kalacaktır. İngiltere’nin yardımıyla Rusya’nın yıkılmasına
çalışılacaktır. Rusya Almanya’ya, Alman göçmenler ve Alman
endüstrisi için gereken genişlikte toprağı verecektir. Bundan
sonra İngiltere, Fransa’yla olan hesaplaşmamıza
karışmayacaktır. 140

Scharrer’a yaptığı bu açıklamaların ışığında, Hitler’in


Landsberg’deyken dış politikaya dair -Lebensraum elde etmek için
Rusya’ya karşı savaş fikrine dayanan- yepyeni bir bakış açısı
geliştirdiğini iddia etmek güçtür. Ve Mein Kampf'ta bedeli Rusya’ya
çıkacak olan toprak ihtiyacına yönelik yazdıklarının ipuçları aslında
1924 ilkbaharında yazdığı ve aynı yılın Nisan ayında yayımlanan bir
makalesinde mevcuttur. 141 Landsberg’deyken Hitler’in “dünyaya
bakışında” hiçbir “dönüşüm” gerçekleşmemiştir. 142 Landsberg’de
yazdığı şeyler fikirlerindeki ağır bir oluşum sürecinin sonuçlandır;
yoksa bir önsezi patlaması, yeni bir kavrayış ya da bir gece içinde
yepyeni bir yaklaşımı benimseme durumu söz konusu değildir.
Aslına bakarsak, Lebensraum fikrini oluşturan jeopolitik ve
emperyalist düşünceler, Weimar Almanyası’ndaki emperyalist ve
völkisch sağ için de geçerliydi. Daha önceki bölümlerde belirttiğimiz
gibi Lebensraum fikri, 1890’lardan beri Alman emperyalist
ideolojisinin önemli bileşelerinden biriydi. Pan-Germen Birliği içinde
Heinrich Class bunu güçlü bir şekilde savunmuş; birliğin kurucu
üyesi, Krupp’un müdürü ve medya kralı Alfred Hugenberg’in
kontrolündeki basın da desteklemişti. 143 Pan-Germenler açısından
Lebensraum -ortaçağda Germen şövalyeleri tarafından Slav
topraklarının sömürgeleştirilmesinin hatırlatılması suretiyle- hem
toprak fethini haklı çıkarıyordu; hem de duygusal olarak bütün bir
Doğu Avrupa’ya yayılmış olan ve Volksdeutsch (Alman kavmi) diye
tanımlanan Reich içinde birlik yaratma nosyonlarını canlandırıyordu.
Polonya’nın 1918’den önce Prusya’nın yönettiği -şehirler haricinde
kalan- kısımlarında olduğu gibi bunlar genelde küçük azınlıklardı.
Fakat bazı bölgelerde -örneğin Danzig’de, Baltık bölgelerinde ya da
Çekoslovakya’nın sonradan. Sudetenland denilen kısmında- Almanca
konuşan nüfus ağırlıktaydı ve buralar genelde koyu milliyetçiydi. Bu
durumda, Lebensraum fikri Pan-Germenler için bir yandan Dogu’nun
tarihi istilasını sembolize ediyor; diğer yandan da güya aşırı bir
Alman nüfusun var olduğunu vurgulayarak reel, modern, iktidar
amaçlı emperyalist tutkuların üzerini örtüyordu. Bu bakış, Weltpolitik
[dünya politikası] sloganı içine sıkıştırılmış, denizaşırı ticaret
sömürgeleri üzerinde duran hakim emperyalizm vurgusuyla
karışmaktan ziyade varlığını onun yanı sıra sürdürüyordu. 144 Bu
düşünce Weimar döneminde, Hans Grimm’in 1926 yılında yayımlanan
Volk ohne Raum (Yeri Olmayan Halk) adlı çok satan romanıyla
popülerlik kazanmaya başlamıştı. 145
Hitler “yaşam alanı”nıyla ilgili mevcut emperyalist ve jeopolitik
yazılardan habersiz olamazdı. İster ilk elden okumuş isterse orda
burda dolaylı olarak rastlamış olsun, Haushofer’in yazılan büyük bir
ihtimalle Hitler’in Lebensraum düşüncesinin mühim kaynaklarından
biriydi. 146 Hitler en geç 1922 tarihinde, “jeopolitik” teorinin önde
gelen figürlerinden Karl Haushofer’le Rudolf Hess sayesinde zaten
tanışmıştı. 147 Haushofer’in etkisi muhtemelen, daha sonra tanıyacağı
Münihli profesörün etkisinden daha büyüktür. 148 Daha önceden
okumadıysa bile, Landsberg’de hapisteyken hem onu hem Friedrich
Ratzel’i ve jeopolitik alanın diğer ünlü teorisyenlerini okumaya vakit
bulduğuna şüphe yoktur. Ne bunu ne de aksini kanıtlama şansımız
var. Fakat yüksek olasılıkla, argümanlarının ana hatları için gereken
bilgiyi ona Haushofer’in eski öğrencisi Rudolf Hess sağlamıştı. 149
Öyle ya da böyle, 1922 sonunda Scharrer’e o açıklamayı yaptığı
döneme dek Hitler’in Rusya’ya ve “yaşam alanı” sorununa dair
düşüncesi ana anahatlarıyla yerine oturmuştur. 1924 ilkbaharına dek
görüşleri tam biçimini bulmuştur. Landsberg’de ve Mein Kampf'ı
yazma sürecinde ise bu görüşleri daha da inceltip ayrıntılandırmıştır.
Daha da önemlisi bu durum Hitler’in, Yahudiler’in yok edilmesiyle
Lebensraum elde etmek için Rusya’yla savaşmak arasındaki
bağlantıyı o döneme dek sağlam bir şekilde kurmuş olduğunu
göstermektedir. 150
Britanya’nın desteğiyle Rusya’ya karşı yürütülecek bir toprak
politikası mı; yoksa Rusya’nın desteğiyle, Britanya’ya karşı deniz
gücüyle yürütülecek bir dünya ticaret politikası mı? Nisan 1924’teki
yazısında retorik olarak bu ikisine de açık kapı bırakmıştı. Oysa ki
Mein Kampf'ın birinci cildinde artık seçim net bir şekilde
ortadaydı. 151 Esas olarak 1925’de yazılmış (ve ertesi yılın sonunda
yayımlanmış) olan ikinci ciltte, kısa dönemdeki düşman hâlâ Fransa
olarak görülüyordu. Fakat en yalın tabirle, uzun dönemli hedef
Rusya’dan “yaşam alanı’’ sağlayacak toprağı almaktı.

Eğer büyük bir ulus yeterince toprağı olmadığı için çöküşe


doğru gidiyorsa, toprak sahibi olma hakkı bir görev halini
alabilir. Almanya ya bir dünya gücü olacaktır ya da ortalıkta
Almanya diye bir şey kalmayacaktır. Ve dünya gücü için ihtiyaç
duyduğu bu büyüklük ona şu dönem için gereksindiği konumu ve
vatandaşlarına da hayatı verecektir.
Ve bu nedenle biz Nasyonal Sosyalistler, dış politikaya dair
savaş öncesi dönemdeki eğilimimizin altına bilinçli olarak bir
çizgi çekeriz. Altı yüzyıl önceki kırılma noktamız üzerine kafa
yorarız. Güneye ve batıya yönelik sürekli Alman hareketini
durdurur ve gözümüzü doğudaki topraklara dikeriz. Ve en
sonunda, savaş öncesi dönemin sömürgeci ticari siyasetine son
verir ve bunu geleceğe yönelik bir toprak siyasetine çeviririz.
Bugün Avrupa’da edinilecek bir topraktan bahsediyorsak,
ancak Rusya’yı ve onun sınır bölgelerindeki vassal devletlerini
düşünebiliriz... Rusya yüzyıllar boyunca üst sınıflarındaki
Germen çekirdeğinden beslenmiştir. Bugün o çekirdeğin
tamamıyla tükendiğini ve yok olduğunu düşünebiliriz. Onun
yerini Yahudiler almıştır... O bugün örgütlenmenin bir parçası
değildir, fakat bileşimin mayasıdır. Doğudaki dev imparatorluk
artık çöküşe geçecek denli olgunlaşmıştır. Ve Rusya’daki Yahudi
yönetiminin sonu Rusya’nın da bir devlet olarak sonu olacaktır...

Nasyonal Sosyalist Hareket’in misyonu Alman halkını bu işe


hazırlamaktı. Şöyle yazıyordu Hitler: “völkisch teorinin sağlamlığının
en kuvvetli kanıtı olacak bu felaketin tanığı olarak kader bizi
seçti.”152
Bu pasajda Hitler’in kişiselleştirdiği “dünya görüşü’nün iki temel
unsuru -Yahudiler’in yok edilmesi ve “yaşam alanı” kazanılması- bir
araya gelmektedir. Rusya’ya karşı savaş hem “Yahudi Bolşevizmi”ni
yok edecek hem de aynı zamanda Almanya’ya yeni “yaşam alanı”
kazandırarak onun kurtuluşunu sağlayacaktır. Kaba, basit ve
barbarca; fakat -yirminci yüzyılda Doğu Avrupa’ya aktarılan- on
dokuzuncu yüzyıl sonu emperyalizminin, ırkçılığının ve
antisemitizminin en zalim ilkelerini bir araya getiren bu çagrı, onu
içmeye hazır olanlar için sert bir iksirdi.
Hitler “yaşam alanı” fikrine tekrar tekrar dönmüş, bu konu sonraki
yıllarda yazılarında ve konuşmalarında hakim bir tema olmuştur. Dış
politikaya dair fikirlerinde birtakım düzenlemeler yapsa da, 1928’de
yazdığı, fakat kendisi yaşarken yayımlanmayan “İkinci Kitap”ta bu
konuda hiçbir ciddi değişiklik yapmamıştır. 153 Bir kez temelleri inşa
edildikten sonra Lebensraum arayışı -ve bu arayışın sonucunda
“Yahudi Bolşevizmi”nin yok edilmesi fikri- Hitler’in ideolojisinin köşe
taşlarından biri olmuş ve öyle kalmıştır. Geriye “dünya görüşü”nü
tamamlayacak bir unsur kalmıştır: Bu arayışı tamamına erdirecek
dahi lider. Ve Landsberg’de Hitler sorunun yanıtını bulmuştur.
IV

Hitler yıllar sonra, Landsberg’de geçirdiği dönemde edindiği


“kendine güvenin, iyimserliğin ve inancın kolay kolay hiçbir şeyle
sarsılmayacağım” belirtmiştir. 154 Hitler’in kendisine dair algısı
gerçekten de hapisteyken değişmiştir. Daha önce gördüğümüz gibi
mahkemede milli davanın bir “borazancısı olmaktan gurur
duymaktadır. Başka her şeyin önemsiz olduğunu beyan etmiştir. 155 Bu
durum Landsberg’de değişmiştir; fakat yine daha önce belirttiğimiz
gibi değişim süreci darbeden önce başlamıştır.
Hitler cezasını çekmeye başladığı andan itibaren kendi geleceği ve
serbest kaldıktan sonra partisine ne olacağı üzerine kafa yormuştur.
Altı ay içinde serbest bırakılmayı umduğundan bu sorun onun için
aciliyet arz etmektedir. Hitler açısından artık geri dönüş yoktur.
Politik “misyonu” içinde gelişmiş olan politik kariyeri ona ileri
gitmekten başka seçenek bırakmamaktadır, istese bile eski adsız
sansız, ünsüz konumuna dönmesi, sıradan biri gibi yaşaması mümkün
değildir. Geleneksel tarzda bir “burjuva” yaşam sürdürmesi söz
konusu bile değildir. Mahkemede milliyetçi sağ üzerinde kazandığı
iddiadan sonra herhangi bir şekilde geri çekilmesi, muhaliflerinin
onun bir fars kahramanı olduğu yolundaki izlenimini doğrulayacak ve
komik duruma düşmesine neden olacaktır. Ayrıca, başarısız darbe
girişimi üzerine kafa yorarken; bu girişim kafasında, Nazi mitoloji
sinde merkezi yerini alacak bir şehitler zaferine dönüşmüş; bütün
hataların ve zayıflıkların, azim eksikliğinin suçunu, o dönemde bağlı
olduğu önemli şahsiyetlere yüklemekten hiç çekinmemiştir. 156 Onlar
hem Hitler’e hem de milli davaya ihanet etmişlerdir: Vardığı sonuç
budur. Diğer sonuçlarsa şunlardır: Mahkemede kazandığı zafer; ba
sında hiç eksilmeyen pohpohlamalarla ve Landsberg’e hiç
azalmaksızın akan mektuplarla beslenen kibri; völkisch hareketin
onun yokluğunda komik bir hizip çatışmasının içine düşmesi ve
Ludendorff'la diğer völkisch liderler arasında gittikçe artan
anlaşmazlık. Bütün bunlar Hitler’in kendisine yüce bir önem duygusu
ve eşsiz bir tarihsel “misyon” atfetmesine katkıda bulunmuştur.
1923’lerde henüz oluşum halinde olan bu fikir Landsberg’in tuhaf
atmosferinde iyice biçimini kazanıp, pekişmiştir. İçlerinde en
meşhuru Hess olan dalkavukların ve hayranlarının ortasında Hitler
artık kesinlikle emindir: Almanya’nın beklenen “büyük lideri”
kendisidir.
Mahkemede kazandığı zaferden ve bu zaferi izleyen övgülerden
önce tüm yan anlamlarıyla böyle bir kanaatin hayal edilmesi bile
güçtür. Artık bizzat kendisi için iddia ettiği “kahraman” liderlik
pozisyonu, o kendisini bu rolün içinde görmeden önce hayranlarının
onun için biçmiş olduğu bir giysidir. Fakat yaşamının önceki
dönemlerinde kişisel başarısızlıklar yaşamış olan birinin mizacına
yerleşen bu rol, kahraman şahsiyetlere -bilhassa sanatçı-kahraman
Wagner’e- duyulan sınırsız hayranlıkla abartılı bir irade-gösterisi
halini almıştır. 157 Ulusun kahramanca kurtarılması nosyonuna
dönüşen anormal derecede yüceltilmiş bir kibir söz konusudur. Böyle
bir kibrin gelişebilmesi için Hitler’in kendisine karşı derin bir nefret
duyuyor olması mı gerekir? En iyisi bu soruyu psikologlara bırakalım.
Başkalarının ona yönelttiği bu kahraman-tapıncına ve Hitler gibi
narsistçe ben-merkezci bir kişiliğin ortaya çıkmasına meydan veren,
kökleri derinlerdeki sebepler ne olursa olsun, bütün bunlar Hitler’in
kendinde yanlış ve kusur bulma yetisizliğiyle birleşmiş; ve devasa
boyutlarda bir “kahraman” lider kişi-imajı üretmiştir. Küçük ve
parçalanmış völkisch hareket haricinde, Alman siyasi hayatının hakim
akımı içinde yer alan hiç kimse Hitler’in kendisine yönelik algısında
gerçekleşen bu değişimi fark etmemiş, fark etse bile ciddiye
almamıştır. O dönemde bunun görünür bir sonucu yoktur. Fakat
Hitler’in völkisch hareketle ilgili talepleri ve kendini haklı gösterme
gerekçeleri açısından bu çok mühim bir gelişmedir. 158
Mein Kampf'ta Hitler kendini “programlayıcı” ile “politikacı”nın
niteliklerini birleştirmiş bir dahi olarak tasvir etmiştir. Bir hareketin
“programlayıcı”sı pratik gerçeklerle ilgilenmeyen bir teorisyendir; o
büyük dini liderlerin yaptığı gibi ancak “ebedi gerçek’le ilgilenir.
“Politikacı”nın “büyüklüğü” ise “programlayıcı” tarafından geliştirilen
“fikri” hayata başarıyla geçilmesinde yatar. “İnsanlığın uzun çağları
boyunca, politikacıyla proğramlayıcının aynı kişide tezahür etmesi
ender gerçekleşmiştir,” diye yazmaktadır. Onun görevi, herhangi bir
küçük burjuvanın kavrayabileceği kısa dönemli taleplerle ilgili
değildir; onun görevi “ancak çok az insanın kavrayabileceği
hedeflerle” geleceğe bakmaktadır. Tarihteki “büyük adamlar”
arasında Hitler bu açıdan Luther’i, Büyük Frederick’i ve Wagner’i
diğerlerinden ayırmaktadır. 159 “Büyük bir teorisyen”in aynı zamanda
“büyük bir lider” olması, onun bakış açısından, ender gerçekleşen bir
şeydir. “Büyük bir lider” genellikle “bir ajitatör”dür: “Liderlik
yapmak, kitleleri harekete geçirebilmek anlamına gelir.” Vardığı
sonuç şudur: “Teorisyenin, örgütçünün ve liderin tek bir kişi, de bir
araya toplanması yeryüzünde görülen en nadir durumdur. Bu bileşim
insanı büyük adam yapar.”160 Şüphesiz ki kastettiği kişi kendisidir.
Savunduğu “fikir” kısa dönemli hedeflerle ilgili değildir. O bir
“misyon”dur; geleceğe yönelik uzun dönemli hedeflerin bir
“tasavvuru”dur ve onun açısından aynı zamanda tüm bunların
başarılmasıdır. Hiç şüphe yok ki, bu amaçlar, yani Yahudilerin
“ortadan kaldırılmasıyla” ve doğuda “yaşam alanı” ele geçirilmesiyle
sağlanacak olan ulusal kurtuluş, kısa dönemdeki fiili siyaseti
belirleyecek bir rehber değildir. Kahraman “lider” nosyonuyla bir
araya geldiğinde bunlar dinamik bir “dünya görüşü” oluşturmaktadır.
Bu “dünya görüşü” Hitler’e bitmek bilmeyen bir itki sağlamıştır.
Defalarca “misyon’undan bahsetmiştir. Görevinde “Takdiri İlahi”nin
müdahalesini görmektedir. Yahudiler’e karşı mücadelesini
“Tanrı’nın(ona bahşettiği) görev” olarak düşünmektedir. 161 Ona göre,
hayatının anlamı olan bu görev bir haçlı seferi niteliği taşımaktadır.
Yıllar sonra Sovyetler Birliği’nin işgaline giriştiğinde hem Hitler hem
de başkaları için bu söz konusu haçlı seferinin zirvesidir. Hitler’in
merkezi önem taşıyan birkaç fikrinin ideolojik olarak yönlendirici
gücünü azımsamak büyük bir hata olur. O salt bir “propagandist” ya
da “prensipsiz bir oportünist” değildir. 162 Gerçekte o hem usta bir
propagandist hem de bir ideologdur. İkisi arasında bir çelişki yoktur.
Hitler’in kendi eşsizliğine yönelik kanaati, Landsberg’de onunla
birlikte yatan mahkumlara, bütünüyle olmasa bile büyük oranda
yansımıştır. Rudolf Hess Hitler’in kişiliğinin “muazzam önemini” tam
anlamıyla ancak Landsberg’de kavradığını belirtmiştir. 163 Hess gibi
bazı mahkumlar serbest bırakıldıktan sonra, Hitler’in “kahraman”
imajını parti içinde yaymakta aracı görevi üstlenmişlerdir. Hitler’in
Kuzey Almanya kanadıyla irtibatını sağlayan ve Landsberg’de
Hitler’in koruması pozisyonundaki iki düzine genç adamın arasında
yer alan Hermann Fobke, Nasyonal Sosyalistler’in Göttingen lideri
Ludolf Haase’ye yazdığı bir mektubunda onun kendisini bu işle
görevlendirdiği izlenimi vermektedir:

Hitler’in Nasyonal Sosyalist düşünceden zerre kadar


sapmayacağına adım gibi eminim... Yine de zaman zaman böyle
görünebiliyorsa, sebep çok önemli hedeflerin söz konusu
olmasıdır. Çünkü o bir programlayıcıyla politikacıyı kendi
kimliğinde bir araya getirmiştir. Amacını bilir, fakat aynı
zamanda o amaca ulaşacak yolları da görür. Burada kaldığım
süre içinde Göttingen’deyken şüphe ettiğim şeyden iyice emin
oldum: O da Hitler’in siyasi içgüdüsüne olan inancımdır. 164

Buna bağlı olarak, zayıflamış bir hareketi tekrar inşa etmek üzere
Landsberg’den ayrıldığında, Hitler’in liderlik iddiaları yalnızca
völkisch hareket içinden gelen harici bir yüceltilmenin sonucu
değildi; aynı zamanda bunlar hem içsel bir dönüşüme yol açmış, hem
de kendisine dair yeni bir algıyı ve rolüne dair yeni bir farkındalığı
pekiştirmişti. Mesihçe iddialarının altında gerçeklik duygusu
bütünüyle kaybolmuş değildi. Hedeflerine nasıl ulaşabileceğine dair
hiçbir somut kanaati yoktu. Hedeflerinin ancak uzak gelecekte
meyvesini vereceğini hayal ediyordu. 165 “Dünya görüşü” birkaç temel
ancak hiç değişmeyen ilkeden ibaret olduğundan, kısa dönemli
taktiksel ayarlamalarla bağdaşıyordu. Daha alt düzeydeki Nazi
liderleri tarafından kabul edilen bazı hassas ideolojik noktalara ve
özel meselelere dair, normalde çelişki taşıyacak durumlarda uzlaşma
ve uyuşma imkanı sağlıyordu. Temel “dünya görüşü” çerçevesi içinde
Hitler, destekçileri tarafından fazlasıyla önem atfedilen ideolojik
meselelere karşı esnek, hatta kayıtsız bir tavır içindeydi. O
dönemdeki muhalifleri ve daha sonraki yorumcuları, sık sık Nazi
ideolojisinin aktivizmini hafifsemek hatasına düşmüşlerdir; bunun bir
sebebi bu aktivizmin çok geniş bir alana yayılması, ikinci nedeni ise
Nazi propagandasının sinikliğidir. 166 İdeoloji genelde Hitler’in
iktidara ve tiranlıga yönelik tutkusunun bir kisvesinden ibaret
görülmüştür. 167 Bu, Hitler’in -az sayıda ve ham olan- temel fikirlerinin
itici gücünü yanlış değerlendirmektir. Bu, söz konusu fikirlerin Nazi
partisi ve 1933'ten sonra da Nazi devleti içindeki fonksiyonlarını
yanlış değerlendirmektir. Aslında Hitler için önemli olan iktidara
giden yoldur. Bunun için çoğu prensibini kurban etmeye hazırdır.
Fakat bazıları -onun için temel önem taşıyanlar- yalnızca değişmez
bir nitelik taşımakla kalmaz, bunlar aynı zamanda onun iktidar ve güç
anlayışının özünü oluşturmaktadır. Nihayetinde oportünizmi de
şekillendiren hep iktidar ve güç nosyonunu belirleyen temel fikirler
olmuştur.
Landsberg’deki ayların ardından, darbe öncesi dönemin aksine
Hitler’in kendine inancı öyle boyutlardadır ki, kendini Almanya’ya
milli kurtuluşa giden yolu göstermeye yazgılı kişi, Nasyonal Sosyalist
“düşünce”nin seçkin unsuru ve völkisch hareketin yegane lideri
olarak görebilmektedir. Serbest bırakılmasının ardından yüzyüze
kaldığı görev ise başkalarını da buna inandırmaktır.
VIII
HAREKET ÜZERİNDE
HAKİMİYET SAĞLAMAK

“Dük ve vasal! Eski Germenlerde... liderin yoldaşlarıyla... bu


ilişkisi NSDAP'ın yapısının özünü teşkil eder.”

Gregor Strasser, 1927

"Şahsen ben Herr Adof Hitler'e hiç itirazsız itaat ederim. Niye
mi? O önderlik yapabildiğini kanıtlamıştır. Görüşlerine ve
iradesine dayanarak nasyonal sosyalist düşünceyi birleştiren bir
yaratmış ve ona önderlik etmiştir. O ve bir bütündür; ve bu
durum, başarının tartışmasız birinci maddesini, yani birliği
gerçekleştirmektedir."

Ernst Graf zu Reventlow, Hitler'in eski muhaliflerinden, 1927


Şubat 1925’de NSDAP’ın yeniden kuruluşu ile dünya ekonomik
krizlerinin yıkıcı etkisi altında yeni bir ekonomik ve politik
hengamenin ortaya çıkışı arasında kalan dönemde Nazi Hareketi
Alman siyasetinde can sıkıcı, önemsiz bir unsurdan başka bir şey
değildir. 1924’teki tutukluluğu sırasında rakip fraksiyonlar halinde
parçalanmış olan partisini yeniden oluşturmak durumunda kalan ve
Almanya’nın çoğu yerinde 1927’ye (en büyük eyalet olan Pnasya’da
1928’e) dek kamuya açık konuşmalar yapması yasaklanmış olan
liderleri Hitler, siyasi açıdan kısır bir alana sıkışmıştır. 1927 yılında
Reich içişleri Bakanı’nın verdiği güvenilir bir raporda, NSDAP’ıj
“gelişim içinde olmadığı” belirtilmekte ve parti “sayısal olarak
önemsiz... siyasi olaylar ve büyük kitleler üzerinde kayda değer bir
etkide bulunma yetisinden yoksun küçük bir radikal-devrimci grup”
olarak tanımlamaktadır”. 1
Paranın istikrarının sağlanmasını izleyen dört yıl içinde yürürlükte
olan açık bir konsolidasyonun ve ekonomik iyileşmenin var olduğu bu
koşullarda, 1923’ten önceki Nazi başarısının esas dayanakları
ortadan kalkmıştır. Weimar Cumhuriyeti’ne bir “normallik” görüntüsü
egemen olmuştur. Bunlar Weimar’ın “altın yılları'dır. Stresemann’ın
liderliğinde ülke, sonraki yıllarda, (Reich’ın batı sınırlarını
Versailles’da belirlendiği gibi tanıyan) 1925 yılı Locarno
Antlaşmasıyla ve Almanya’nın Milletler Cemiyeti’ne girmesiyle,
tekrar uluslararası camianın bir parçası olacaktır. Ülke içindeyse,
milliyetçi muhalefete karşın, Dawes Planı, Almanya’nın ödeme oranını
düzenleyip, ödemeleri kolaylaştırarak savaş tazminatı maddesinin
ağırlığını büyük ölçüde hafifletmiştir. Bu maddenin ağırlığını tekrar
hissettirmesi beş yıl alacak ve 1929’da, savaş tazminatlarının
temizlenmesi için yeni şartlar oluşturmaya yönelik başka bir girişim -
Young Planı-, yeni bir milliyetçi ajitasyon dalgasının kabarmasına
sebep olacaktır. Bu arada, hükümetle ilgili istikrarsızlığa rağmen
yeni Cumhuriyet yerleşmiş görünmektedir. 1925 ve 1927 yılları
arasında dört hükümet değişikliği olduysa da aslında hükümetin
koalisyon ortaklığında bir devamlılık söz konusudur. 2 Ekonomide ise,
1926 yılındaki ani ve kısa dönemli gerilemenin ardından endüstriyel
üretim ilk kez savaş öncesi dönemdeki oranın üstüne çıkmıştır.
Gerçek ücretler için de aynı şey söz konusudur. Refah devleti
etkileyici bir gelişme göstermiştir.
Sağlıkla ilgili hükümler savaş öncesinden çok daha iyidir. İskana
ayrılan bütçe büyük oranda artmıştır. 1920’lerin son dönemlerine
doğru, bir yıl içinde yapılmakta olan yeni, ev sayısı 300 binden
fazladır; ve bu oranlara Üçüncü Reich’ın sadece iki yılında
ulaşılabilecektir. Endüstrideki kaygılar azalmıştır. Suç oranı da
düşmüştür. Kitlesel tüketim toplumunun emareleri hafif hafif
belirmektedir. Radyo, telefon, hatta araba sahiplerinin sayısı
artmıştır. 3 Alışveriş giderek büyük mağazalardan yapılmaktadır.
Bütün bunlarla birlikte 1920’lerin ortalarında Almanya’da,
Avrupa’nın çoğu kısmında görülen modellerin izleri
sürülebilmektedir. Almanya çok gerilerden izlemekle birlikte model
Amerika’dır. Bu yıllar aynı zamanda Weimar kültürünün, neue
Sachlichkeit’ın (Yeni Nesnellik) zirvesine, olağanüstü bir kültürel
avant-garde’ın gelişimine de işaret etmektedir. Bauhaus’un modernist
mimari denemeleri, Paul Klee ve Wassily Kandinsky gibi önde gelen
sanatçıların dışavurumcu resimleri, Otto Dix’in resimlerinde ve
George Grosz’un karikatürlerinde görülen çarpıcı sosyal eleştiriler,
Amold Schönberg ve Paul Hindemith tarafından ortaya konan
gözüpek müzikal formlar, Bertol Brecht’in oyunlarındaki şiirsel deha:
Bütün bunlar, Almanya’nın 1920’lerdeki kültürel seçkinliğiyle
eşanlamlıdır. 4 Kitlesel eğlenceler ortaya çıkmıştır. Spor
müsabakalarının izleyici sayısında bile artış olmuştur. Boks, futbol ve
motor sporları özellikle popülerdir. 5 Şehirlerin caddelerinde
sinemalar ve dans salonları çoğalmıştır. Çarliston, şimi, fokstrot en
rağbet edilen danslardır. Büyük şehirlerdeki gençler
6
Heimatlieder’dense cazdan hoşlanmaktadır. Taşrada hayat çok daha
ağır bir tempoda ve huzur içinde akmaktadır. Yukarı Bavyera
Hükümet Başkanı’nın Şubat 1928 tarihli insanı uyutacak denli sıkıcı
durum raporu, “birkaç yangın dışında toplum huzurunu bozan, rapor
edilecek önemli bir olay yoktur,” diye başlamaktadır. 7 Beş yıl
öncesinde ise bu raporlar Hitler’in ve Hitler Hareketi’nin
faaliyetleriyle doludur. Sanki 1923’te bir fırtına patlamıştır ve bunu
izleyen sükunete bakıldığında, Nazi Partisi’nin gelecekte bir başarı
kazanması pek ihtimal dahilinde görünmemektedir.
völkisch sağın desteği 1924 yılının sonları itibariyle nüfusun yüzde
3’ünü kapsamaktaydı. 1928’deki Reichstag seçiminde bu oran daha
da düşecekti; bir Reichstag seçiminde ilk kez kendi adına kampanya
yürüten NSDAP ise oyların yalnızca yüzde 2.6’sını alabilmiştir.
Seçmenlerin yüzde 97'den fazlası Hitler’i istememişti. Federal
Cumhuriyet’in o dönemki anayasasına göre Naziler bu oy oranıyla
mecliste hiç temsilcilik alamadılar. Hatta Weimar seçim sisteminde
bile Reichstag’a giren 491 temsilci arasında yalnızca on iki Nazi
vardı. 8 Çiftçiler arasında büyüyen huzursuzluk ve Young Planı’na
karşı yürütülen ajitasyon, NSDAP’ın 1929 yılındaki bölgesel
seçimlerde korkunç bir performans göstermesine yardımcı oldu. Yine
de, Bunalım ve Bunalımın o yılın sonundan itibaren Almanya üzerinde
yarattığı belalı etki olmasaydı Nazi Partisi parçalanıp unutulabilir ve
savaş sonrasındaki kargaşanın ürettiği gelip geçici bir fenomen
olarak hatırlanabilirdi. Hitler’in kendisiyse absürd bir darbe
girişiminin altında kalmış ve Alman siyasetinde bir daha asla etkin
olamamış eski bir komplocu olarak hatırlanacaktı.
Alman ekonomisi iyileşme gösterdiği ve geleceğe yönelik bir refah
ihtimali sunduğu sürece, yeni demokrasinin krılgan siyasi yapısı
çökmezdi. Böyle bir çökme olmaksızın ve iktidar üzerinde baskı gücü
olan demokrasi-karşıtı elit -özellikle genel kurmayın üst düzey
görevlileri, aynı zamanda büyük toprak sahipleri, pek çok endüstri
patronu ve üst düzey devlet memurları- Cumhuriyet’e karşı
önyargısız sadakatini koruduğu sürece, Hitler ve partisinin değil
iktidar üzerinde hak iddia etmek, hakim siyaset içinde yer edinmek
için bile yapabileceği pek bir şey yoktu. Mamafih 1924 ile 1929
arasındaki bu “kısır yılların” önemini hafifsememek lazım; çünkü bu
dönem, Hitler ve Nazi partisinin gelecekteki zaferinin yükseleceği
bir platform işlevi görecekti. Bu dönem içinde Hitler radikal sağın
tartışmasız lideri konumunu aldı. Süreç içinde NSDAP eşi benzeri
olmayan türde bir “lider partisi”ne dönüştü ve muhafaza edeceği bu
karakteri daha sonra Alman devletine de verdi. O döneme dek Hitler
ne alışıldık türde bir parti başkanı, ne de alışıldık türde bir lider
olmuştu, diğerlerinden farklıydı: O, primus inter pares [eşitler
arasında birinci] idi. Şimdi ise “Lider"di. 1925 ile 1929 arasında,
önceleri biraz güçlükle de olsa, hareketi üzerinde tam ve mutlak bir
hakimiyet kurmayı başarmıştı.
1929 yılı itibariyle, (başlangıçta ne kadar yavaş da olsa) artık ülke
çapma yayılmış olan parti örgütlenmesi, partinin darbe öncesinde kıt
kanaat idare edilen haliyle kıyas kabul etmezdi ve bu örgütlenme
sayesinde parti çok daha güçlü bir konuma gelmişti. Bu sayede, aynı
yılın sonbaharından itibaren Almanya’yı pençesine alacak yeni
krizden kolaylıkla istifade edebilecekti. Aktivist kadro da güçlenmişti.
Seçimlerdeki sefil sonuçlara rağmen, partinin kendi rakamlarına
bakarsak Ekim 1928’de 100 bin üyesi olduğu görülmektedir ve bu
rakam neredeyse, darbe arefesindeki üye sayısının iki katıdır. 9
NSDAP’a oy verenler hâlâ sayıca az olsa da, çoğu kendini adamış
fanatiklerden oluşan aktivist çekirdek görece daha genişti. 10 Sonuç
olarak radikal sağcı hareket, yüzeyin hemen altında içten içe
kaynayan yapısal bir hizipçilik niteliğine sahip olmasına, sık sık açık
çatışmalarla parçalanmasına rağmen, 1929 yılı itibariyle NSDAP
radikal sağ bakımından darbe öncesinde olduğundan çok daha
birleştirici bir güçtü. O zamana dek aşırı sağ içindeki rakipleri ya
ortadan kaybolmuş ya önemlerini yitirmiş ya da Nazi hareketi içinde
erimişlerdi.
Bu gelişmelerde Hitler’in değişen liderlik konumunun katkısı
büyüktür. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Hitler darbeden önce
sağın liderlerinden yalnızca biridir ve 1923 yılında paramiliter
siyasetin öne çıkmasıyla birlikte, hareketi dışındaki güçlere bayağı
bağımlı bir haldedir. Takipçilerinden bazılarının ona yapıştırdığı
liderlik kültünün ortaya çıkışına rağmen, o dönemde hâlâ, (çok fazla
sayıda yorumu olan) Nasyonal Sosyalizmdin yorumcularından -her ne
kadar önemli de olsa- sadece biri olarak görülmektedir. Fakat 1929
yılı itibariyle hareket üzerindeki hakimiyeti mutlak bir hal almıştır;
artık “ülkü” [fikir] demek Lider demektir. Hitler kültünün partiye
sadık olanlar arasındaki gelişme biçimini 1923’ten önce hayal etmek
bile imkansızdır ve şimdi bu kült, Lider’i partinin üzerinde yüceltme
yolundadır. Partinin önde gelen bazı şahsiyetleri, partiye desteği
arttırdığı için lider kültünü teşvik etmiş, en azından hoş görmüşlerdi.
En önemlisi söz konusu kült, partiyi bir arada tutan yaşamsal önemde
birleştirici bir unsur olarak kabul görmüştü; aksi takdirde parti,
1924’teki gibi, düşman hizipler arasında parçalanacaktı. Fakat
Nasyonal Sosyalizm o yıllarda, hem yandaşları hem de muhalifleri
açısından aynı şekilde, özellikle “Hitler Hareketi” olarak görülmeye
başlamıştı. 1930’da popüler desteği kazanmanın yolu bir kez
açıldıktan sonra, liderlik kültünün hızlı yayılımı ve Üçüncü Reich’da
Hitler’in neredeyse tanrılaştırılması için gereken zemin yaratılmıştı.
NSDAP’ın bu yıllardaki dönüşümüne Hitler’in kendi katkısını
abartmamak gerekir. Bu noktada önemli olan, koşullar tekrar lehine
dönmeye başladığından iktidar için mücadele etme pozisyonunda olan
NSDAP’ın o yıllardaki yeniden yapılanmasına Hitler’in kişisel olarak
ne kadar çok değil ne kadar az katkıda bulunmak zorunda kaldığıdır.
Hitler’in ulusun kurtuluşuna ve yeniden doğuşuna yönelik sunduğu
kaba şema, özünde, politikaya ilk girdiği yıllarda ne ise öyle
kalmıştır: kitlelerin hareket geçirilmesi, devletin ele geçirilmesi,
içteki düşmanların yok edilmesi, dışarıya yönelik işgale
hazırlanılması. 11 Bu aşamadaki ideolojik vizyonunda önem taşıyan şey
en azından, uzun yıllardır içinde taşıyageldiği önyargıları ve fobileri
“rasyonalize etmek” ve yandaşlarına, “hayali” olarak yaratılmış siyasi
bir kişiliğin zorlayıcı imajını iletmektir. Hep olduğu gibi, elindeki tek
tarife, sürekli ajitasyon ve propagandayla kitleleri “millileştirilmek”
ve olayların kendi lehine dönmesini beklemektir. Bunu yaparkenki
emin halleri -bir fanatiğin eminliği- Hitler’in mesajını çekici bulanları
etkilemiştir. Bu, Hitler’in etrafındaki auranın; “mesihçe”, “hayali” bir
imajın oluşturulmasına yardımcı olmuştur. Bununla birlikte, Führer
kültünün büyümesini -her ne kadar Hitler bunu önlemek için en tatsız
aşırılıkları engellemek dışında bir şey yapmadıysa da- destekçileri
sağlamıştır. Ve parti örgütlenmesinin yeniden yapılandırılması, gayet
önem taşıyan bu iş, büyük oranda Gregor Strasser’in eseridir. Hitler
Landsberg’deyken völkisch sağın dağılması, Hitler’in hareket için
vazgeçilmezliğini ortaya koymuştur. Başka hiçbir lider onun
yapabildiği gibi hareketi toparlayıp bir arada tutamamaktadır. Ve
başka hiçbir hatip onun gibi kalabalıkları kendine çekememektedir.
Bunun da ötesinde, Hitler’in o dönemde NSDAP’ın içte güç
kazanmasına esas katkısı, otoritesine yönelik her tür tehdite karşı -
güçlük içinde dahi gösterdiği- uzlaşmaz tavrının yanı sıra; tek bir
amaca kitlenerek yürüdüğü iktidar yolundaki tüm ideolojik
çatışmaları engellemek veya hükümsüz kılmak için tek lider
konumundan faydalanması olmuştur.
1929’da parti desteğindeki (aşağıdan gelen) mütevazı artışa
rağmen, ne Hitler ne de önde gelen başka bir Nazi bunu izleyecek
siyasi ilerleyişi önden görememiştir. Ama açılım bir kez
gerçekleştikten sonra, 1925’deki yeniden kuruluşundan beri
değişimleri takip eden parti, kendisinin üretmekten aciz olduğu bu
yeni koşulları sonuna dek kullanabilecek pozisyondadır.
I

Hitler 1924 Noel gecesini Hanfstaengl ailesiyle birlikte, onların


Münih Herzogpark’taki yeni muhteşem villasında geçirmiştir.
Hapishanedeyken kilo almıştır ve hafif tombul bir görünüşü vardır.
Mavi renkli takım elbisesinin omuzlarında ve kollarında kepek
taneleri göze çarpmaktadır. Dört yaşındaki Egon Hanfstaengl “Dolf
Amca”sını tekrar görmekten memnundur. 12 Hitler, içeri girer girmez,
Hanfstaengllerin Blüthner marka zarif ve büyük piyanosunda,
lsolde’den “Liebestod”u dinlemek ister. Hanfstaengl'in de sık sık fark
ettiği gibi Wagner’in müziği Hitler’in ruh halini değiştirebilmektedir.
Hitler’in başlangıçtaki gerginliği ve sinirli hali yok olur. Rahatlar ve
neşeli bir ruh haline girer. Yeni eve olan hayranlığını ifade etmeye
başlar, sonra cümlenin ortasındayken aniden durur, omzunun
üzerinden geriye bakar ve hapishaneden kalma, gözetleme
deliğinden gözlendiğini düşünme alışkanlığından vazgeçemediğini
açıklar. Hanfstaengl’in de fark ettiği gibi bu davranışı, kendine
acınacak bir hava verme çabasının ürünüdür. Putzi, Hitler’i
Lansberg’deyken ziyaret etmiştir; orada keyfi yerinde ve rahattır,
odasında bir gözetleme deliği falan da yoktur. Önce hindi sonra da
Hitler’in en sevdiği Viyana tatlılarının sunulduğu yemekte Hitler’in
iştahı gayet yerindedir. Fakat şaraba hiç el sürmez. Hemen sonra,
Landsberg’den ayrılırken, kilo vermek için eti ve alkolü bıraktığını
açıklar. 13 Etin ve alkolün kendisine zararlı olduğuna ikna olmuştur; ve
“fanatik tarzıyla” diye devam eder Hanfstaengl, “sonunda bunu bir
dogma haline getirdi, bundan sonra yalnızca vejeteryan yemekleri
yeyip, alkolsüz içecekler tüketti.”14 Yemekten sonra Hitler odanın
içinde bir aşağı bir yukarı yürüyerek ve Somme çarpışmasındaki
çeşitli silahların seslerini taklit ederek savaş anılarını anlatır.
Gecenin ilerleyen saatlerinde, iyi bir aileye mensup olan sanatçı
Wilhelm Funk, Hanfstaengllere gelir. Funk’un Hitler’le kısa bir
tanışıklığı vardır ve ona bir partinin yeniden nasıl kurulması
gerektiğine dair fikirlerini söyleme cesaretinde bulunur. Hitler bildik,
açıklayıcı ses tonuyla yanıt verir: "Bir ismi, ilişkileri veya özel bir
konumu olmayan”, “aşağıdan gelen biri,” için der, bu o kadar
programla ilgili bir mesele değildir; halk “adsız sansız birini” siyasi
bir çizgiyle özdeş olarak görmeye hazır olana dek yoğun bir çaba
gösterme meselesidir. Hitler artık o pozisyona eriştiğini ve darbenin
hareket için bir değer olduğunu düşünmektedir; “Artık tanınmayan
biri değilim ve bu bize yeni bir başlangıç için en iyi zemini sağlıyor.”15
Yeni başlangıç Hitler’in önceliğiydi. O anki ivedi amacı NSDAP’a
konulan yasağın kaldırılmasıydı. İlk siyasi faaliyeti eski Münih
Emniyet Müdürü ve eski dostu Pöhner’i ziyaret etmek oldu. İyi
mevkiye sahip bir aracı olan Theodor Freiherr von Cramer-Klett
sayesinde, Bavyera Başbakanı Heinrich Held’le 4‘0cak’ta bir toplantı
ayarlandı. Ayrıca Pöhner, Bavyera Adalet Bakanı Gürtner’in (Hitler
bu kişiyi 1933’te Reich Adalet Bakanı yapacaktır), aralarında Rudolf
Hess’in de bulunduğu Landsberg’deki diğer Nazilerin serbest
bırakılmasına ikna olmasında rol oynamıştı. 16
Başbakan Held’le 4 Ocak’ta, Hitler’in serbest bırakılmasından
yalnızca iki hafta sonra yapılan toplantı gayet iyi gitti. İkisi arasında
yapılacak üç toplantının ilkiydi bu ve toplantıda ikisinden başka kimse
bulunmadı. Hitler toplantıda aşağıdan almaya hazırdı. Bu onun
“Canossa yolculuğu”* idi. Devletin otoritesine koşulsuz saygı
gösterecek ve komünizmle mücadelede onu destekleyecekti.
Ludendorff'un Katolik kilisesine saldırılarıyla arasına ani ve kesin bir
mesafe koymuştu. Bu gerekli bir adımdı, çünkü General’in -
Bavyera’da tutması pek muhtemel olmayan- ruhban karşıtı tavrı son
dönemlerde iyice göze batar bir hal almıştı; ayrıca (kaybettiği iftira
davası da dahil olmak üzere) Bavyera Veliaht Prensi Rupprecht’e
yönelttiği fazlasıyla kamuya yansımış saldırıların da bununla
bağlantısı vardı. 17 völkisch hareketin kuklasına halkın göstermeye
devam ettiği saygı düşünüldüğünde, Hitler’in Bavyera başbakanıyla
toplantısı sırasında kendisini Ludendorff'dan ayrı tutmaya gönüllü
görünmesi yalnızca bir kurnazlık değil, aynı zamanda General’e karşı
artan -ve 1927 yılına dek tam bir uzaklaşma halini alacak olan-
yabancılığının da bir göstergesidir.
* Kökeni tarihi bir olaya dayanan deyim. 1077 Ocak ayında, Kutsal Roma imparatoru IV. Henry, Papa Vll .
Gregory'nin kaldığı İtalya'daki Canossa kalesine gider. Amacı Roma Katolik Kilisesinden afaroz edilişini kaldırması
için papaya yalvarmaktır. Papa onu kalenin dışında karda yalınayak üç gün boyunca beklettikten sonra huzuruna
kabul eder ve günahlarını affeder. Canossa'ya gitmek daha sonraları, politik bir yenilginin ardından daha kötü
sonuçlardan kaçınmak amacıyla, ihtilafın taraflarından birisinin kamuoyu önünde kendini küçük düşürmesi ve
suçlarından ötürü af dilemesi anlamına gelen bir deyime dönüşmüştür. (Ç.N.)
Hitler yarım ağız da olsa Held’e bir darbe denemesine daha
girişmeyeceğine söz verdi; zaten o koşullarda bu sözü vermek pek
zor değildi. 18 Held ise Hitler’e en açık sözlerle dönemin değiştiğini
söyledi. Darbe öncesindeki koşulların tekrar geri dönmesine asla göz
yummayacaktı. Aynı şekilde, anayasal hükümet “dünün
devrimcileri”ne kendine eşit bir partner olarak muamele
etmeyecekti. 19 Fakat Hitler istediğini elde etmişti. Gürtner’in arka
çıkmasıyla, 16 Şubat’da NSDAP’a ve Völkischer Beobachter'e konan
yasağın kaldırılmasına giden yol hazırlanmıştı. 20 Bu dönem itibariyle
Hitler’in NSFB’deki rakipleriyle ilişkileri de açıklığa kavuşmuştu.
NSFB’nin 17 Ocak’ta Berlin’de yapılan bir toplantısı, birleşik bir
Völkischer hareket yaratma girişimlerine etkili bir nokta koymuştu.
DVFP’nin esas kurucularından Reinhold Wulle, Hitler’in özellikle de
güçlü Kuzey Almanya kanadı içindeki otoritesini sarsmaya çalışmış;
Hitler’i tutukluluğu sırasında yıpranıp yorulmakla ve Katolik
kilisesinin uluslararası gücünü kabullenmekle itham etmişti. Wulle’ye
göre bu “Yahudi tehlikesi”nden daha büyük bir tehditti. Bu konu,
Protestanlığın yaygın olduğu Kuzey bölgelerdeki völhisch liderler
açısından önem taşıyordu. Wulle ayrıca Hitler’in zayıflayan liderliği
altında Bavyera ayrımcılığının egemen olacağını öne sürmüştü.
Güney, Kuzey’e karşı olacaktı. Tribünlere oynayan Wulle kendi
Prusyalı kökenini de vurgulamaktan geri durmamıştı. Mevcut
koşullarda zeki politikacılara ihtiyaç vardı. Hitler bunlardan biri
değildi. DVFP’nin kurucularından bir diğeri olan Henner ise daha da
açık sözlü davrandı. Hitler bir “borazancı olabilir ama kesinlikle bir
politikacı değildir” diye konuştu. Hitler’e yöneltilen bir başka ağır
eleştiri de onun hareketin “papa”sı olmak istediği, hiçbir şeye katkıda
bulunmadığı ve sözün itibarını sarstığı iddiasıydı. Graefe ithamı
pekiştirdi. Hitler hiçbir muhakemeyi dikkate almıyordu. Olaylar gelip
geçiyor, onlardan bir sonuç çıkarmıyordu. Ocak ayının başlarında
Graefe’nin yazdığı bir mektuba yanıt vermeyi reddetmesi, kendisine
duyulan güveni sarsmasına bir örnekti. Mektupta kendisine bir
ültimatom verilmekte, Streicher ve Esser kliğiyle ilişkisini kesmesi,
yoksa DVFP’nin kendi yoluna gideceği belirtilmekteydi. Suçlamalar
kargaşaya neden oldu. Orada bulunan Nasyonal Sosyalistler
hiddetlendiler. Toplantı karşılıklı aşağılamalarla sona erdi ve
Völkischer hareketin birleşme umutları tamamen suya düştü. 21
Daha sonra Pomerania Gauleiter’i olacak olan Walther von
Corswant-Cuntzow’un açıklamalarından, Nasyonal Sosyalist düşünme
biçiminin toplantıdaki tezahürüne dair bir izlenim edinebiliriz, “işin
doğrusu, herkesin farklı bir şeyler istediği çok sayıda liderdense, bir
kişinin güvenini sarsmış tek bir lider yeğdir. Ben Hitler’i şahsen hiç
görmemiş olsam da onun Tanrı’nın bir lütfü olduğuna inanıyorum; ve
inanıyorum ki bu kargaşadan çıkmamızı sağlayacak doğru yolu Tanrı
ona gösterecektir.”22 Önceki yıllarda Völkischer hareketin birlik
oluşturma konusundaki artık tescillenmiş olan yetisizliği, giderek
daha çok insanı bu tip duygulara itmişti.
Fakat völkisch hareket içindeki herkes böyle hissetmiyordu.
Bazıları hâlâ istedikleri liderin Ludendorff olduğunu açıkça dile
getiriyordu. 23 NSFB’nin Münih şubelerinden birinde Hitler’e; karşıt
bir ruh halinin yükseldiği söyleniyordu. Bu durum, Nazi lideri
şubeden gelen bir heyetle birkaç dakikalığına bile görüşmeyi
reddettikten ve onlardan aldığı yazılı öneriyi, aynen diğerleri gibi
okumadan çöp kutusuna attığını belirttikten sonra ortaya çıkmıştı. 24
Hitler’inse ilgilendiği tek mesele partisinin Bavyera’daki yasağını
kaldırtmaktı ve bunun çok yakında gerçekleşeceğini biliyordu. Bunu
tehlikeye atacak hiçbir şey yapmamaya hazırdı. Bununla birlikte
Nasyonel Sosyalistlerin kuzey Almanya kanadının şunları bilmesini
sağlamıştı: Graefe’nin Özgürlük Partisi’yle bir ittifaka girmeye niyeti
yoktu ve yasak kalkar kalkmaz tüm Reich’da parti tekrar kurulacaktı.
Özgür kalma konusunda ısrarlıydı. Hiçbir siyasi angajmana
girmemişti ve Held’e sadece darbe yapmaya kalkışmayacağına dair
söz vermişti. Ludendorff'la ilişkilerine gelince, darbe öncesindeki
Kampfbund günlerinde ve dava sırasında benimsediği konuma
gönderme yaparak, General’i yalnızca askeri lider, kendisini ise siyasi
lider olarak gördüğünü belirtiyordu. Ludendorff'a duyulan güvenin
sarsılmasının nedeni, adını “parlamento batağı”na sürüklemiş ve
süreç içinde onun kıymetini azaltmış olanlardı. Parti yeniden
kurulduktan sonra liderlik konumlarında “sadece gerçek Nasyonal
Sosyalistlerdi görmek istiyordu. Tutuklanmasıyla yıpranmak,
yorulmak şöyle dursun, tam tersine hareket kabiliyeti eskisinden çok
daha yükselmişti. Fakat çizgisi değişmemişti: Amaç her şeyden önce
Marksizm’le savaşmaktı. 25 Bunun olumlu ifadesi, “Alman işçilerinin
millileştirilmesi”ydi. GVG’nin ağır eleştiriler alan liderlerine -
Streicher, Esser ve Dinter- karşı tavrına gelince, Hitler’in yanıtı
karakteristikti: Onun için önemli olan neyin başarıldığıydı. Streicher
Nuremberg’de 60 binden fazla destekçi kazanmıştı ve bu rakam,
Bavyera’nın geri kalanında NSFB’nin Reich liderliğinin sahip olduğu
üye sayısından fazlaydı. Kişisel bir antipati uğruna bu destekçileri
küstüremezdi. 26
Şubat ortasına dek işler Hitler’in istediği yola girdi. 12 Şubat’ta
Ludendorff NSFB’nin Reich liderliğini feshetti. 27 Bundan kısa bir süre
sonra, partiye konan yasağın kaldırılmasından hemen önce Hitler
NSDAP’ı yeniden kurma kararını açıkladı. Hitler’e sadakat bildiren
deklarasyonlar sel gibi akıyordu. 22 Şubat’ta Westphalia’nın Hamm
bölgesinde- yapılan bir toplantıda Westphalia, Ren Bölgesi, Hanover
ve Pomerania’nın eski NSFB Gauleiterlerinin yanı sıra Almanya’nın
kuzey eyaletlerinden 100’den fazla bölge lideri, “liderleri Adolf
Hitler’e sarsılmaz sadakat ve bağlılığını (Gefolgschaft)” sundu. 28 Yeni
kurulan NSDAP, darbe öncesindeki gibi, büyük oranda Bavyera’yla
sınırlı bir parti olmayacaktı. 29
völkischer Beobachter 26 Şubat tarihinde, darbeden sonraki ilk
sayısını bastı. Hitler’in yazdığı “Hareketimizin Yenilenmesi” adlı baş
yazı, völkisch hareket içindeki bölünmelere dair karşılıklı
suçlamalardan kaçınmanın, geçmiş deneyimlerden ders çıkararak
geleceğe bakmanın önemini vurguluyordu. Hareket içinde dini
tartışmaların yeri olmamalıydı; Katolikliğin ağır bastığı Bavyera’da
bu önemli bir itirazdı ve Hitler’i Katolikliğe taviz vermekle suçlamış
olan völkisch harekete bir eleştiriydi. 30 Hareketin amaçlarının
değişmediğini, içsel birlik talep ettiğini ve kendi liderliğini
sınırlayacak hiçbir dışsal koşulu kabul etmediğini beyan ediyordu.
Gazetenin aynı sayısında çıkan “Eski Üyelere Çağrı” adlı yazısı da
benzer bir ton taşıyordu. Parti üyeleri yeniden bir araya geldiğinde
geçmişi sorgulamayacağını söylüyordu; ilgileneceği tek konu
geçmişteki parçalanmanın tekrarlanmaması olacaktı. Birlik, sadakat
ve itaat talep ediyordu. 31 Hiçbir konuda taviz vermiyordu. Sunduğu
şey “bir Hitler barışıydı.”32 Gazetede, reforma uğramış NSDAP’a
dair Temmuz 1921 tarihli tüzüklere dayanan yeni düzenlemelere de
yer verilmişti. Liderlik ve birlik gene temel taşlardı. “Alman halkının
en korkunç düşmanları olan... Marksizm’e ve Yahudiliğe” karşı
mücadelede her tür bölünmeden ve ayrılıktan kaçınılmalıydı. 33 SA
partiyi destekleyen askeri birlik rolüne geri dönmeliydi ve Şubat
1923’de Bavyera’daki paramiliter faaliyet alanına katılmadan önce
yaptığı gibi, gene genç aktivistler için bir talim alanı yaratmalıydı.
(Sonraki haftalar içinde Hitler’i, SA’yı geleneksel bir paramiliter
örgütlenme olarak muhafaza etmeye ikna edemeyen ve siyasetten
çekilip Bolivya’ya giden Ernest Röhm'le ayrılma noktasının bu olduğu
görülmektedir.)34 Yeni kurulan partiye katılmak ancak yeniden üye
olmakla mümkündü. Eski üyeliklerin devamı ya da yenilenmesi söz
konusu değildi. Bu hem sembolik bir anlam taşıyordu, hem de
üyeliklerin Münih’ten merkezi olarak kontrol edilmesi şartını
karşılamak için gerekliydi. 35 Yönetimin tamamen Münih’te toplanması
ve kendi elinde olması Hitler için çok önemliydi. Lüdecke, Luther’le
ve Weimar’ın kültürel gelenekleriyle ilişkilendirerek, parti merkezini
-orta Almanya’da stratejik açıdan iyi bir konumda olan- Thuringia’ya
taşımayı önermişti. Burası, Katolik kurumlaşmanın muhalefetinin
dikkate alınmasının gerekmediği Protestan bir bölge içindeydi ve hiç
olmazsa völkisch hareket sempatizanları açısından güçlü bir zemine
sahipti. Hitler bunun dikkate alınması gereken bir fikir olduğunu
kabul ettiyse de, “fakat ben Münih’ten ayrılamam,” diye hemen
ekledi. “Burada memleketimdeyim, buraya özgü şeyleri
kastediyorum; burada kendini bana, başka birine değil, yalnızca bana
adamış çok sayıda insan var. Bu önemli.”36
1. Leonding'deki okulda çekilmiş fotoğrafta Adolf Hitler (üst ortada), 1899.

2. Klara Hitler, Adolfun annesi.


3. Alois Hitler, Adolfun babası.

4. Hitler’in antisemitik ajitasyonu nedeniyle hayranlık duyduğu Viyana


Bürgermeister’i, Karl Lueger.
5. August Kubizek, Hitler’in Linz ve Viyana’da delikanlılık dönemi arkadaşı.

6. 2 Ağustos 1914’de Münih Odeonsplatz’da, savaşın ilanını kutlayan kalabalık. Daire


içine alınmış kişi Hitler’dir.
7. Hitler (sağda) Foumes’de diğer ulak arkadaşları Ernst Schmidt, Anton Bachmann
ve köpeği “Foxl”la birlikte, Nisan 1915.

8. Savaş sırasında geçici bir sükun anında, Batı Cephesi’ndeki bir siperde Alman
askerleri.
9. "Kızıl Ordu"nun geçit töreni sırasında, Münih’in Neuhausen bölgesindeki silahlı
KPD üyeleri, Mayıs 1919.

10. Karşıdevrimci Freikorps birlikleri Münih’e girerken, 1919 yılı Mayıs başları.
11. Anton Drexler, 1919’da DAP’ı (Alman işçi Partisi) kuran kişi.

12. Ernst Röhm, Bavyera ordusundaki ilişkileri ve silah sağlayabilmesiyle 1920,lerin


başlarında Hitler için önemli biri olan "makineli tüfek kralı".
13. Hitler’in DAP üyelik kartı, partinin yedinci üyesi olduğu iddiasıyla çelişmektedir.

14. Hitler, Münih’te Marsfeld’de NSDAP’ın ilk Parti Kongresi'nde konuşurken, 28 Ocak
1923.
15. Hitler konuşuyor! NSDAP mitingi, Circus Krone, Münih, 1923.

16. Paramiliter örgütlenmeler Nuremberg’deki “Alman Gününde kilise töreninde, 2


Eylül 1923.
17. Alfred Rosenberg, Hitler ve Friedrich Weber (Hitler’in arkasında, ortada,
Christian Weber), savaş anıtının temel taşının konması kutlamalarında, SA’nın ve diğer
paramiliter örgütlenmelerin geçişini izliyorlar, Münih, 4 Kasım 1923.

18. Darbe: Ludwigstrabe’de Savaş Bakanlığının dışında barikat kurmuş olan silahlı
SA milisleri (ortada, eski Reich bayrağını taşıyan, Heinrich Himmler, yakası kürklü bir
palto giymiş olan, Ernst Röhm), Münih, 9 Kasım 1923.
19. Darbe: Münih civarındaki bölgelerden gelen silahlı darbeciler, 9 Kasım 1923.

20. Darbe davasının sanıkları: soldan sağa, Heinz Pemet, Friedrich Weber, Wilhelm
Frick, Hermann Kriebel, Erich Ludendorff', Adolf Hitler, Wilhelm Brückner, Ernst Röhm,
Robert Wagner.
21. Hitler, hapisten çıktıktan hemen sonra, Landsbergam Lech şehrinin giriş
kapısında, soğuktan dolayı Hoffman tarafından aceleyle çekilen fotoğraf için poz
veriyor.

22. Hitler Landsberg’de, kartpostal, 1924.


23. Hitler Bavyera kostümü içinde (reddedilmiştir), 1925/26.
24. Trençkotlu Hitler (kabul edilmiştir), 1925/26.
25. Hitler, Alman kurt köpeği Prinz ile, 1925 (kırılmış bir tabağın parçası,
reddedilmiştir).

26. Parti Kongresi, Weimar, 3-4 Temmuz 1926: Açık renk bir trençkot giymiş olan
Hitler, bir arabanın içinde ayakta durmuş SA’nın geçit törenini izliyor. Pankartta yazan
slogan: "Marksizm’e ölüm". Hitler’in sağındaki Wilhelm Frick ve hemen önünde
kameraya doğru bakan, Julius Streicher.
27. Parti Kongresi, Nuremberg, 21 Agustos 1927: soldan saga, julius Streicher, Georg
Hallermann, Franz von Pfeffer, Rudolf Hess, Adolf Hitler, Ulrich Graf.

27 Şubat 1925 günü akşam saat sekizde Hitler, olağan teatral


havası içinde, siyaset sahnesine tekrar, on altı ay önce terk etmiş
olduğu yerde, Bürgerbrâukeller’de girdi. Toplantı aslında 24 Şubat
günü için düşünülmüştü. Fakat o gün salıya denk geliyordu ve faşing
günüydü. 37 Bu nedenle cuma gününde karar kılındı. Darbe öncesinde
olduğu gibi, Münih’in her tarafı konuşmayı duyuran çok sayıda kızıl
renkli afişle günlerce öncesinden donatıldı. İnsanlar öğleden sonra
salondaki yerlerini almaya başladılar. Afişlerde duyurulan başlangıç
zamanına üç saat kala koca birahane tıka basa dolmuştu, içeride üç
binden fazla kişi vardı, 2 bin kişiden fazlası kapıdan dönmüştü ve
birahanenin bulunduğu alan tümüyle polis kordonuna alınmıştı. 38 Bazı
bildik simalar ortalıkta görünmüyordu. Rosenberg bunlardan biriydi.
Landsberg’den dönüşünü izleyen haftalar içinde Hitler’in yakın
çevresinden çıkarılmış olmaktan rahatsızdı. 39 Lüdecke’ye şöyle
demişti: “Bu komedide yer almayacağım... Hitler’in bir tür kardeşlik
çagrısı yapmaya niyetlendiğini biliyordum.”40 Ludendorff', Strasser
ve Röhm de yoktu. 41 Hitler partinin ilk lideri Drexler’in toplantıya
başkanlık etmesini istemişti. Ama Drexler, Hermann Esser’in
partiden ihraç edilmesinde ısrar ediyordu. 42 Hitler koşul kabul
etmezdi. Ve onun açısından Esser, “kendisini suçlayanların tümünün
kaba etlerinde bulunandan daha fazla siyasi seziyi parmak uçlarında
taşıyordu.”43 Bunun sonucunda toplantıyı, Hitler’in Münihli yandaşları
arasında en çok güvendiklerinden, işletme müdürü Max Amann açtı.
Hitler yaklaşık iki saat konuştu. 44 Konuşmasının dörtte üçlük ilk
kısmını 1918’den beri Almanya’nın başında olan belaya, bu belanın
nedeni olan Yahudilere, burjuva partilerinin zayıflığına ve
Marksizm’in amaçlarına dair standart anlatısı oluşturuyordu.
(Marksizm’le, gerçeğin daha yüce ifadesini içeren bir doktrinle değil
“benzer zalimlikte bir uygulamayla” savaşılabileceğini belirtti.)
Hitler tüm enerjinin tek bir amaç üzerinde toplanması ve o tek
düşmana saldırırken ayrılıktan ve bölünmeden kaçınmak gerektiği
konusunda oldukça net konuştu. “Bütün büyük popüler liderlerin
mahareti, kitlelerin dikkatini tek bir düşman üzerinde
toplayabilmeleridir,” diye açıkladı. Bu çerçevede Yahudilerden
bahsettiği açıktı. Hitler ancak konuşmasının dörtle birlik son
kısmında akşamın asıl temasına gelebildi. Hiç kimse ondan, völkisch
hareketi yakıp kavuran o acı tartışmada taraf olmasını
beklememeliydi. O her parti yoldaşını sadece ve sadece ortak hedefin
bir destekçisi olarak görüyordu. Bunu söylediğinde ortalık alkışlarla
inledi. Bir lider olarak görevi geçmişte olan bitenin peşine düşmek
değil, ayrı düşenleri bir araya getirmekti. Sonunda kritik noktaya
geldi. Tartışma sona ermişti. Birleşmeye hazırlananlar
farklılıklarından vazgeçmeliydiler. Dokuz aydır, partinin çıkarlarına
“göz kulak olmaya” bol bol vakitleri oldu, diye belirtti alaycı bir
ifadeyle. Dinmeyen bir alkış yağmuru içinde devam etti: “Baylar,
bırakın hareketin çıkarlarını temsil etmek bundan sonra benim işim
olsun!” Fakat liderliği koşulsuz kabul edilmeliydi. “Sorumlulukları
şahsi olarak taşıyabildiğim sürece bana koşul konmasını istemem,”
diyerek son kışıma geldi. “Ve şimdi artık, bu hareket içinde
gerçekleşecek her şeyin tüm sorumluluğunu tekrar sırtıma
alıyorum.” Bir yıl sonra, bu beyanına sıkı sıkıya bağlı kaldığı
görülecekti. 45 “Heil!” bagrışları ve neşe çığlıklarıyla ortalığı büyük
bir patırtı sardı. Herkes “Deutschland über allesf’i söylemek üzere
ayağa kalktı. 46
Ardından finale gelindi. Bu da saf teatral bir sahneydi. Fakat orada
bulunanlar üzerinde etkisi kaybolmayacak sembolik bir anlamı vardı.
Geçen yıl içinde birbirlerinin baş düşmanı olanlar -GVG’den Arthur
Dinter, Hermann Esser, Julius Streicher, “parlamenter” völkisch
Blok’tan Wilhelm Frick, Rudolf Buttmann, Gottfried Feder- platforma
çıktılar ve masaların, iskemlelerin üzerine çıkmış, salonun arka
tarafından baskı yapan kalabalığın da etkisiyle, duygusal bir havada
el sıkışıp, birbirlerini bağışladılar ve liderlerine bağlılık yemini
ettiler. 47 Lordlarına bağlılık yemini eden ortaçağ vasatları gibiydiler.
Onları diğerleri izledi. Bunun ne kadarının riyakârlık olduğu bir yana,
halka yönelik bu birlik görüntüsünün ancak Hitler’in liderliğinde
sahnelenebileceği açıktı. Onun parti içinde “homojenlik” sağladığı
iddiasında gerçeklik payı yok değildir. 48 Sonraki yıllarda şu gittikçe
daha aşikâr bir hal alacaktır: Hareketi olası bir parçalanmadan
alıkoyan entegrasyonu sağlayan yegane ve vazgeçilmez güç Hitler ve
onun liderliğinde somutlaşan “ülkü” olmuştur. Hitler’in yüce lider
olarak parti üstü konumda bulunması, büyük oranda bu durumun fark
edilip kabullenilmesi sayesinde mümkün olmuştur.
Ona sadık çevreler dışında Hitler’in völkisch sağla ilgili konuşması
genelde hayal kırıklığı yarattı. Bunun esas sebebi Hitler’in, çoğu kişi
tarafından hâlâ völkisch hareketin lideri olarak görülen Ludendorff'la
arasına açıkça mesafe koymasıydı. 26 Şubat tarihli beyanında,
“Nasyonal Sosyalist hareketin en sadık ve en özverili dostu” diyerek
General’e gayet nazik sözcüklerle bir gönderme yapmıştı.
Konuşmasında Ludendorff'un adı geçmemişti. Bundan sonraki
sahnelerde salonda General için “Heil!” bağırışları duyulunca, -gayet
diplomatik ama müphem bir tavırla- adını anmamış olsa bile onun
yerinin “kalplerde” olduğunu söylemiştir. 49 Ludendorff'un yandaşları
Hitler in tavrını ona karşı hesaplı bir aşağılama olarak
değerlendirdiler. Ludendorff'un itibarı potansiyel bir problem olarak
duruyordu. 50 Ama sık sık olduğu üzere şans Hitler’in yardımına
yetişti.
28 Şubat 1925’de, NSDAPin yeniden kuruluşundan bir gün sonra,
Weimar Cumhuriyetinin ilk cumhurbaşkanı Sosyal Demokrat
Friedrich Ebert, bir apandist ameliyatı komplikasyonu sonucu elli
dört yaşında vefat etti. Sağcılar geçmişte ısrarla Ebert’e kara
çalmaya çabalamış ve onu Ocak 1918’deki cephane grevine
katılmakla suçlamışlardı. Gerekçeleri SPD yönetiminin (ilhak
olmaksızın barış ve demokratikleşme talebiyle) bu huzursuzluğa
dahil olmasıydı Olay, Berlin silah ve cephane fabrikalarında başlayıp
hızla yayılmış, bir milyon işçi greve çıkmış, savaş mühimmatı üretimi
geçici olarak tehlikeye girmiş ve söz konusu olay sonradan -açılan
170 karalama davasında birilerinin kendini savunmak zorunda
kaldığı- “arkadan bıçaklama” efsanesini beslemişti. 51 Hem Ebert’e
karşı beslenen böyle duyguların, hem de milliyetçi çevrelerde olduğu
kadar muhafazakar Katolikler arasında da egemen olan sosyalizm
karşıtlığının sonucu olarak, -daha önceleri 1918 Devrimi’ni “vatana
ihanet” olarak damgalamış olan- Münih ve Freising Başpiskoposu
Kardinal Faulhaber merhum cumhurbaşkanının cenazesi onuruna
kilise çanlarını çalmayı reddetti. 52 NSDAP’ın, Ebert’in selefininin
seçiminde bir etkide bulunabileceğine dair hiçbir beklentisi yoktu.
Hitler bunu açıkça kabul etmişti. Bir parti toplantısında
cumhurbaşkanı, olmanın önemsiz olduğunu söylemişti. O konuma kim
gelirse gelsin “tek adam olsa da aslında ‘hiçkimse’” olacaktı. 53
Danışmanlarından bazılarının karşı çıkmasına rağmen Hitler
Ludendorff'u Nasyonal Sosyalist aday olarak ileri sürmekte ısrar etti
ve Generali de buna ikna etti. 54 Aslında ona göre General
göstermelik bir adaydı ve kazanma şansı yoktu. 55 Ludendorff'un bunu
neden kabul ettiğini anlamak, Hitler’in o güne dek özel olarak gayet
iğneleyici davrandığı bir rakibini niye aday olarak gösterdiğini
anlamaktan daha zordur. 56 Görünüşe göre Hitler Ludendorff'u, sağın
muhafazakar adayı Karl Jarres’in durdurulması gerektiğini
söyleyerek ve Ludendorff'un prestijini överek ikna etmiş, onu aday
olmaya kandırmıştır. General, kendini beğenmiş eski kumandanın
körlüğünün olası sonuçlarını hemen sezmiş olan endişe içindeki
karısına şöyle demişti: “Hitler, Bavyera’da oldukça büyük bir taraftar
kitlesi olmasına rağmen Kuzey Almanya’dan ve Berlin’in doğusundan
çok az oy alabileceğini gayet iyi biliyor.” “Bilhassa Doğu Prusya ve
Silezya savaştan beri bana minnet ve sadakat duygularıyla bağlı,”
diye devam etmiş ve kararını vermişti. Aslında sözünü ettiği bölgeler
General'e olan bağlılık ve minnetlerini onu adaylar arasında
görmezden gelerek gösterdi. 57 Muhtemelen Ludendorff eski völkisch
dostlarının desteğini de hesaba katmıştı. Fakat DVFB -sag kanat
oylan bölmemek için- Jarres’i destekleme kararı aldığında, General’in
kaderi belli olmuştu. 58 Hitler’in maiyetinden bazı kişilerin riskli
bulduğu bu stratejinin hiçbir tehlikesi yoktu, aslında garantilenen şey
Ludendorff'un az ya da çok zarar görecek olmasıydı. Ve önde gelen
bazı Nazilerin bile gizleyemediği üzere niyet de zaten buydu. 59
Ludendorff açısından 29 Mart seçimi bir felaket oldu. Yalnızca 286
bin oy, yani toplam oyun yüzde 1.1'ini alabildi. Bu rakam, Aralık
1924’teki Reichstag seçimlerinde völkisch sağın aldığı oydan 600 bin
azdı, ki o sonuç bile zaten bir felaketti. 60 Ortaya çıkan tablo Hitler’i
hiç de endişelendirmemişti. “Tamam,” dedi Flermann Esser’e, “bu
sefer işini bitirdik.”61 26 Nisan seçimlerini kazanan kişi yine bir savaş
kahramanı Feldmareşal Flindenburg oldu. Weimar demokrasisi şimdi
eski düzeni ayakta tutanların ellerindeydi. Flindenburg zaferini
yalnızca muhafazakar sağdan aldığı oylara borçlu değildi. Eğer BVP
ve KPD Merkez Parti’nin adayı Wilhelm Marx’ı desteklemiş olsalardı,
Hindenburg kaybedecekti. Fakat BVP mantıksızca, reaksiyoner sağın
adayını desteklemiş, komünistler ise Ernst Thâlmann'ın peşine
takılmışlardı. Bunun bedeli 1933’te ağır bir şekilde ödenecekti.
Ludendorff bu yenilginin altından kalkamadı. Hitler’in völkisch
sağın liderliğindeki en büyük rakibi artık bir tehlike arz etmiyordu.
Siyasi alanda hızla yalnızlaşıyordu. 1926 yılında ikinci karısı olacak
Mathilde von Kemnitz’in de etkisiyle Ludendorff 1924’ten beri,
komplo teorileriyle ilişkili masonların, Yahudilerin, Marksistlerin ve
hatta Cizvitlerin dahil olduğu bir zulüm kompleksine kafayı takmıştı.
Ludendorff'un artan ayrıksılığı, Mathilde’nin daha da büyük
boyutlardaki budalalığıyla birleştiğinde onu hızlı bir şekilde, -ününü
pek de soğukkanlı rasyonalitesinden kazanmamış olan- radikal sağın
kenarlarına doğru itiyordu. Mathilde’yla Ludendorff'un 1925’de
kurduğu tuhaf tarikat Tannenbergbund, bir zulüm paranoyasına dair
öyle saçma sapan yazılar yayımladı ki bu fikirleri Nazi ideologları bile
reddetti. Ludendorff artık sırf Hitlerdin işine yaramamakla kalmıyor,
düpedüz ters etki yaratıyordu. 1927 yılıyla birlikte Hitler eski
müttefikine karşı açıkça saldırıya geçerek onu masonlukla itham etti
(ve karşı taraf bu suçlamaya hiç yanıt vermedi). 62
1924 yılında völkisch hareket, zayıflamış, bölünmüş, üstüne üstlük
önündeki süs figürünü de yitirmiş olan NSDAP’dan ve onun ardıl
örgütlenmelerinden hem sayıca daha güçlüydü, hem de coğrafi açıdan
daha geniş bir bölgeye yayılmış durumdaydı. 63 Öncelikle, bilhassa
Güney Almanya’da yerel parti liderlerinin Hitler’in talebine uymayı
reddettiği yerlerde sorunlar yaşanıyordu; Hitler onlardan völkisch
cemiyetlerle olan bağlarını kesmelerini ve tamamen onun liderliğine
boyun eğmelerini istiyordu. Nihayet Hitler’in tarafına geçtiler. 64
Çoğu rüzgarın ne taraftan estiğini fark etmişti. Hitler olmaksızın
önlerinde bir gelecek yoktu. Hitler’e gelince, sonraki aylarda
Bavyera’daki yerel parti örgütlerine yaptığı ziyaretlerde oldukça
dikkatliydi. Bavyera yetkililerinin 9 Mart’ta koyduğu, halka açık
toplantılarda konuşma yasağı nedeniyle (benzer bir yasak sonraki
aylarda, Prusya da dahil olmak üzere başka eyaletler tarafından da
konmuştu) kapalı parti toplantılarında konuşmaya daha çok zaman
ayırabiliyordu. 65 Böyle toplantılarda üyelerle tek tek el sıkışıyor,
mahalli üyelerle arasındaki bağları böylece sembolik olarak
sağlamlaştırıyordu. Hitler’in liderliği için Bavyera’da sağlam bir
zemin bu suretle sağlanmış oldu. Kuzeyde ise durum bu kadar belirli
değildi.
II

Konuşma yasağının konmasından iki gün sonra, 11 Mart’ta, Hitler


Gregor Strasser’i Kuzey Almanya’da partiyi organize etmekle
görevlendirdi. 66 Açık sözlü, iri yarı bir Bavyeralı olan Strasser darbe
öncesinde Aşağı Bavyera’nın SA şefiydi; şeker hastası olmasına
rağmen birahanelerde en sert biraları dipleyen, Homeros okuyarak
rahatlayan Landshut’lı bu eczacı muhtemelen önde gelen Naziler’in
en beceriklisiydi. Her şey bir yana olağanüstü bir örgütçüydü.
NSDAP’ın kuzey Almanya’da hızlı bir şekilde inşasını mümkün kılan
ilişkileri NSFB’nin Reich yönetimindeyken kuran oydu. 67 Kuzeydeki
yerel örgütlerin çoğu sıfırdan yaratılmak zorunda kalmıştı. Darbe
arefesinde bu örgütlerin sayısı yetmiş birken, 1925’in sonunda 262’yi
bulmuştu. 68 Hitler 1925 yazının büyük kısmını dağlarda,
Berchtesgaden’de, kitabının ikinci cildi üzerinde çalışarak ve
Bayreuth festivalinin keyfini çıkarıp, partinin Bavyera dışındaki
durumu üzerine pek kafa yormadan geçirirken, Strasser kuzeyde
durmaksızın çabalamaktaydı. Onun “nasyonal sosyalizmini oluşturan
fikirler cephede, siperlerde oluşmuştu. İşçi sınıfını kazanma hedefi
konusunda Hitler’den daha idealistti ve bu konuyu o kadar
araçsallaştırmıyordu. Güçlü bir Yahudi düşmanlığı elbette ki vardı
ama kadar obsesif değildi; Münih partisinde Hitler’i ve çevresini
niteleyen Yahudi avı konusuna neredeyse seçkin bir yorum
getiriyordu. Aslında 1924’te hınçla yaşanan bölünmeden beri
Bavyera NSDAP içindeki öncülere, Esser ve Streicher’e tahammül
edemiyordu. Her ne kadar farklı bir şekilde ifade ediyorsa da
Hitler’in amaçlarını paylaşıyordu. Hitler tapmana hiç kapılmadıysa da
Hitler’in hareket için vazgeçilmezliğini kabul ediyor ve Hitler’e sadık
kalıyordu. 69
Strasser’in görüşleri ve yaklaşımı partinin -Bavyera merkezinden
uzakta olan- Kuzey Almanya’daki gelişme tarzına çok iyi uyuyordu.
Esas mesele derin bir nefretin varlığıydı; bu nefret 1924’teki
“lidersiz dönem”de kendilerini Bavyera’daki olaylar üzerinde hakim
gören üç kişi arasında -Esser, Streicher ve Amann- yaşanan derin
çatışmadan kaynaklanıyordu. Bu kişilerin reddi 1924 yılında
Direktörlük ile NSFB liderlerinin fiiliyatta anlaştığı tek konuydu.
Kuzey Almanya NSDAP ile Münih’teki parti merkezi arasında 1925
boyunca hep bir gerilim noktası oldu. 70 Münih merkezinin dayattığı
red hakkı (parti sekreteri Philipp Bouhler parti üyeliği üzerinde
merkezi kontrol uygulamaya çalışıyordu) ve Münih’in tüm hareket
üzerindeki mutlak kontrolü bu durumu teşvik ediyordu. 71 Bununla
ilintili bir diğer faktör de NSDAP içindeki krizler derinleşirken
Hitler’in süreğen müdahalesizliğiyle ilgiliydi. Partinin kuzey kanadı
liderlerinin gözünde bu pasiflik Esser kliğinin hakimiyetine fırsat
tanıyordu ve Hitler eski GVG liderlerinin hiç de hoş olmayan
etkisinde fazlasıyla kalıyordu. Hitler’in onlara desteği yoğun bir
memnuniyetsizlik ve hayal kırıklığı kaynağı olarak kaldı. 72 Hitler’in,
kuruluştan beri verdiği sözlere rağmen kuzeyi ihmal etmesi de hayal
kırıklığı yaratmıştı. Bunun da ötesinde seçimlere katılımla ilgili
devam eden anlaşmazlıklar vardı. Özellikle Göttingen parti yönetimi
parlamenter yöntemlere tamamen düşmanca bir tavır içindeydi,
bunun sonucunda “hareket”in diğerleri gibi bir “parti” haline
dönüşeceğinden korkuyorlardı. 73 Nasyonal Sosyalist “düşünce”ye
dair farklı vurgular ve siyasete dair farklı farklı öncelikler de
mevcuttu. Strasser gibi kuzeyli liderlerin bazıları “sosyalist” yön
üzerine daha çok vurgu yapıyorlardı. Bunun amacı büyük endüstri
bölgelerinde işçiler için maksimum cazibe taşımaktı. Farklı bir sosyal
yapı, Bavyera’da tutulandan farklı türde bir cazibe gerektiriyordu.
Fakat sırf sinik bir propaganda meselesi değildi bu. Ruhr’un
Elberfeld bölgesindeki genç Joseph Goebbels gibi, Kuzey’in önde
gelen aktivistlerinden bazıları “nasyonal Bolşevizm” fikrine yakınlık
duyuyorlardı. 74 Keskin bir zekaya ve iğneleyici bir espri yeteneğine
sahip olan geleceğin Propaganda Bakanı, NSDAP’a 1924’ün sonunda
katılmıştı ve Nazi hareketinin önde gelen şahsiyetleri arasında en
zekisiydi. Ren Bölgesi’nde küçük bir endüstri kasabası olan Rheydt’lı
ılımlı bir Katolik ailede büyümüştü. Sakat sağ bacağı nedeniyle
çocukluğundan beri aşağılamalara, alaylara hedef olmuş ve hep bir
fiziksel yetersizlik duygusu yaşamıştı. Gençliğinde kendine yazar
süsü vermeye çalıştıysa da pek kabul görmemiş, bu da küskünlüğünü
beslemişti. Günlüğünün Mart 1925 tarihli bölümünde “Tanrı niye
başkalarına verdiklerini benden esirgiyor,” diye sormakta ve kendine
acır bir tarzda İsa’nın çarmıhtaki sözleriyle devam etmektedir:
“Tanrım, Tanrım beni niçin bıraktın?”. Bu günlüğü, yirmi yıl sonra
Berlin sığınağında yaşamı son bulana dek tutacaktı. 75 Aşağılık
kompleksi onda güçlü bir hırs ve hem fiziksel zayıflıkla hem de
“enteletüeller’le alay eden bir hareket içinde zihinsel kıvraklığıyla
öne çıkma ihtiyacı yaratmıştı. Aynı şekilde bu durum ideolojik bir
fanatizm de yaratmıştı.
Goebbels o dönemdeki ideolojik tercihlerini, 1925 Eylül’ünün
ortasında Pomeranian Gau’sunun başındaki kişinin değiştirilmesi
meselesinde ortaya koymuştu. (Bu göreve getirilen Theodor Vahlen,
Greifswald Üniversitesi’nde öğretim görevlisi ve kasabadaki küçük
bir matbaanın sahibiydi. Beceriksizliğinin yanı sıra geleceğin
propaganda liderinin düşmanlığını da kazanması sonucunda, 1927
yılında Gauleiter’lik görevi ondan alınacaktı.)76 “Nasyonal [milli] ve
sosyalist! Hangisi önce, hangisi sonra gelir? Batıda biz bundan şüphe
etmeyiz. Önce sosyalist kurtuluş, arkasından bir kasırga gibi milli
kurtuluş gelir. Profesör Vahlen’in farklı bir bakışı var. İlk önce işçileri
millileştirin. Ama mesele şu ki, bu nasıl olacak? “Goebbels Hitler’in
konumuna dair de yanlış bir izlenim edinmişti: “Hitler bu iki fikir
arasında duruyor... Ama yakında o da bizim tarafımıza geçecek.”77
Goebbels, ve diğer kuzeyli liderlerin bazıları kendilerini devrimci
olarak düşünüyorlardı ve bu açıdan, nefret ettikleri burjuvaziden çok
komünistlerle ortaklaşıyorlardı. Rusya’ya sempati duyuyorlardı. Ve
bir parti sendikasının kurulmasından bahsediyorlardı. 78
Hitler’e ve parti programına karşı bir tavırları da vardı. Kuzey
Almanya Direktörlüğü, tutukluluğu sırasında fanatikçe Hitler
yanlısıydı. Fakat Hitler’in NSFB’ye ve seçim meselesine yönelik
müphem tavrından dolayı hayal kırıklığına uğramışlardı. Liderleri,
Adalbert Volck ve sonra da Ludolf Haase, Hitler’in çevresinde inşa
edilmekte olan kişi kültüne ve bunun parti içinde taşıyabileceği yan
anlamlara karşı mesafeliydiler. Kuzeyli bütün liderler Hitler’in
konumunu ve partinin başı olma hakkını kabul ediyorlardı. Darbedeki
rolünden ve mahkemedeki tavrından dolayı onu “Münih kahramanı”
olarak görüyorlardı. Saygınlığının ve ününün vurgulanmasına gerek
yoktu, hataları da çevresindekilere -bilhassa Esser ve Streicher’e-
atfedilebilirdi. 79 Diğer yandan, Hitler’e sadık kuzey Almanyalı parti
üyelerinin çoğu onu kişisel olarak tanımıyordu, hatta hiç
görmemişti. 80 Hitler’le olan ilişkileri Bavyeralı, özellikle de Münihli
parti üyelerininkinden oldukça farklıydı. Hitler onların lideriydi,
bunun sorgulanacak bir yönü yoktu. Ama onların gözünde Hitler de
“ülkü”yle bağlıydı. Üstüne üstlük onların bakış açısına göre, partinin
hedefleri açısından “ülkü”nün taslağını çizen 1920 Programı eksiklik
taşıyordu ve reforma tabi tutulmalıydı. 81
Programa, amaçlara ve Nasyonal Sosyalizm’in anlamına dair kendi
aralarında da öncelik ve yorum farklılıkları bulunan kuzeyli liderler,
1925 yazının sonlarına doğru en azından partinin krizde olduğu
konusunda anlaştılar. Üye sayısının azalması ve durgunluk bunu
gösteriyordu. Onlar bunu öncelikle partinin Münih’teki durumuna
bağlıyorlardı. 82 Hitler kendini tamamıyla Mein Kampf üzerinde
çalışmaya vermişti ve pek bir şey yapmaya niyeti yoktu. Bu
koşullarda sonuç Esser’in desteklenmesi oluyordu. Hitler faydalı
olmanın belirleyici unsur olduğuna dayanarak Esser’i ve kliğini
müdafa ediyor, ancak Reich’ın geri kalanında partinin muhalefetiyle
karşılaştığı takdirde bu “faydalılığın” ne kadar sınırlı olacağını
görmezden geliyordu.
Fobke’nin, “çok güler yüzlü olmasa da, Hitler’in dürüst, olağanüstü
gayretli bir işbirlikçisi” diye nitelediği Gregor Strasser, “Esser
diktatörlügü”ne karşı bir hareket yaratmak için kuzeyli parti
liderlerini 10 Eylül 1925’de Westphalia Hagen’de toplantıya çağırdı.
Strasser bu toplantıya, annesinin ağır hastalığı nedeniyle son anda
katılamayacaktı. 83 Sonuç olarak tartışmalar plana uygun gitmedi.
Ama kuzeyin ve batının parti liderlerinin çogu oradaydı. Katılanların
çoğuna söylenmemiş olan niyet, “zararlı Münih yönetimi”ne karşı
savaş açmak için bir blok oluşturmaktı; fakat Strasser’in yokluğunda
bu gerçekleştirilemedi. Ayrımlar hemen kendini gösterdi. Esser
meselesi ortaya atıldığında, “saray devrimi”ne darbe vuracak
herhangi bir şeye karşı direniş ortaya çıktı. Seçimlere
katılınmamasına dair ortak bir karara varılarak Hitler’e
gönderildiyse de, bunun diğer ciddi ayrılıkların üstünü örtmekten
başka bir anlamı yoktu. Bunun dışında elde edilen tek sonuç, partinin
kuzey bölgelerinin Strasser’in liderliğinde, esas olarak konuşmacı
değiş tokuşunu ayarlamak için gevşek bir birlik meydana getirmiş
olmasıydı. 84
“NSDAP Kuzey ve Batı Almanya Gaue Çalışma Cemiyeti
(Arbeitsgemeinschaft)” (AG) ve editörlüğünü Goebbels’in yaptığı
yayın organı Nationalsozialistische Briefe (Nasyonal Sosyalist
Mektuplar) hiçbir şekilde Hitler’le çatışma amacı taşımıyordu. 85
Cemiyet’in kaideleri Hitler’in onaylandığını açıkça gösteriyordu ve
üyeleri kendilerini “Adolf Hitler’in liderliğinde Nasyonal Sosyalizm
fikrinin yoldaşça ruhu içinde” çalışmaya adamışlardi. 86 Hitler
Cemiyet’in yayınlarını parti üyelerine tavsiye ediyordu. Cemiyet’in
üyeleri Hitler’in kendisine değil çevresine karşıydılar. Fakat burada
da fiiliyatta tavizler vardı; hatta bu Streicher ve Esser’le olan
ilişkilere dek yansıyordu. 87 Ve sonuç olarak ortalıkta ayrılığa dair
hiçbir iz görünmüyordu.
Bu durumda bile Cemiyet, içteki ayrılıklarına rağmen, Hitler’in
otoritesi için bir tehdit oluşturuyordu. Esser kliğine ve seçimlere
katılma konusuna yönelik ayrılıklar kendi içinde eleştirel bir nitelik
taşımıyordu. Bunların önemi daha çok, Gregor Strasser’in ve
Goebbels’in Cemiyet’i partinin programını yeniden şekillendirmek
için bir fırsat olarak görmesinde yatıyordu. Sonuç olarak Strasser
1920 Programı’nın yerine yenisini koymayı umut ediyordu. 88 Strasser
Kasım ayında Cemiyet’in kendi program taslağını oluşturma yolunda
ilk adımları attı. Bu taslak, birleşik bir Avrupa devletinin temeli olan
Orta Avrupa geleneklerinin birliğine dayanarak, ırksal olarak
bütünleşmiş bir Germen ulusunu savunuyordu. Birleşmiş bir devleti
hedefliyordu. Ekonomide köylüleri toprak sahiplerine bağlar ve özel
mülkiyeti koruyarak üretim araçlarını kamusal olarak kontrol eder
gibi görünüyordu. 89
Taslak sadece kaba, çelişik ve tutarsız olmakla kalmıyordu. Bölücü
de olabilirdi. Bu durum, Cemiyet’in 24 Ocak 1926’da Hannover’deki
toplantısının öncesinden ortaya çıktı. 90 Toplantıda, çeşitli üyeler
tarafından gönderilen öneriler Gregor Strasser tarafından yürütülen
bir komisyonda değerlendirilip karara bağlanmıştı. 91 Fakat bu ılımlı
kararın, Hitler’in 1919 yazında Reichswehr için ideolojik eğitim
kursları aldığı sırada fikirlerinden etkilendiği parti ekonomi “uzmanı”
Gottfried Feder hakkında yerici yorumların yapıldığı ateşli, ters bir
tartışmayı yansıttığı söylenemezdi. Cemiyet’in taslak programı ne
Hitler’e ne de Feder’e gönderilmişti. Esas parti programının, -etkisi
muhtemelen “faiz boyunduruğunun kırılması’’na yönelik takıntılı
talebiyle sınırlı olan- nevi şahsına münhasır manevi babası Feder,
taslak programın bir kopyasını eline geçirdiğinde çok hiddetlendi.
Hannover’deki toplantı ona bildirilmemişti ve niyetlenilen
değişikliklere yönelik kızgınlığını saklamadı. 92 Mağduriyet ve
kızgınlık duygularıyla, söylenenleri Münih’e rapor etme kaygısıyla not
etti. 93 Gauleiter’lerin bazıları -Reich otuz ya da daha fazla bölgeye
(Gnue) ayrılmıştı ve partinin bu bölgelerden sorumlu bölgesel
patronlarına Gauleiter deniyordu- her ne kadar onsuz
yapamayacaklarının farkında olsalar da, Hitler’in liderlik niteliklerini
doğrudan eleştirmekten çekinmemişlerdi. 94 Toplantıda, Alman
prenslerinin mallarına tazminatsız el konulması için haziranda
yapılacak referandumun desteklenmesi kararı alınmıştı, halbuki bu
mesele solun inisiyatifindeydi ve o dönemde ayrılık yaratan mühim bir
kamusal bir sorundu. 95
Hitler önceleri Çalışma Cemiyeti’yle pek ilgilenmemişti. Ama Feder
şimdi onu harekete geçmeye itiyordu. Hitler tehlike sinyallerini
görmüştü. Altmış parti liderini 14 Şubat 1926’da Yukarı Franken
bölgesinde Bamberg’de toplantıya çağırdı. 96 Bir gündem yoktu.
Hitler’in bazı “önemli sorunları” tartışmak istediği söylenmişti.
Bamberg’deki -sadık ve büyük- yerel örgüt 1925 yılında Hitler ve
Streicher tarafından iyi işlenmişti. En seçkinlerinden bazıları orada
olduğundan kuzeyli liderler sayıca çoktu ve kasabada Hitler için
düzenlenmiş olan destek gösterisinden etkilenmeyebilirlerdi; ama
etkilendiler. 97 Baberg’e yaptıkları yolculuk sırasında Feder, Hitler’in
otoritesine yönelik tehdidin altını bir kez daha çizmek fırsatını
bulmuştu. 98
Hitler iki saat konuştu. 99 Esas olarak dış politika ve gelecekteki
müttefikler üzerinde durdu. Ortaya koyduğu bakış. Çalışma
Cemiyeti’nin bakışının tam zıttıydı. Müttefikler asla ideal olmazlar, bu
mesele hep “tamamen politik işlerle ilgili” olmuştur dedi. Kendilerini
Almanya’nın baş düşmanı Fransa’dan uzak tutmuş olan İtalya ve
Britanya en iyi ihtimallerdi. Rusya’yla bir ittifak kurma düşüncesi
silinip atılmalıydı. Bu, “Almanya’nın ivedi bir şekilde siyasi
bolşevikleşmesi” anlamına gelirdi ve "milli intihar” olurdu.
Almanya’nın geleceği ancak toprak kazanılarak, ortaçağlarda olduğu
gibi doğunun sömürgeleştirilmesiyle, denizaşırı değil Avrupa sınırları
içindeki bir sömürge politikasıyla güvence altına alınabilirdi.
Prenslerin mallarına el konulma meselesinde de, Hitler, Çalışma
Cemiyeti’ninkine zıt bir bakış sergiledi. “Bizim için bugün prensler
değil sadece Almanlar vardır,” diye belirtti. “Biz yasaya dayanıyoruz
ve halkımızın soyulup soğana çevrilmesi için Yahudi sömürü sistemine
yasal bir bahane vermeyeceğiz.” Böyle retorik bir çarpıtma kuzeyli
liderlerin görüşlerini doğrudan reddettiği gerçeğini gizleyemedi.
Hitler son olarak, bölgesel sorunların Nasyonal Sosyalist Hareket
içinde bir rolü olmaması gerektiğini tekrar belirtti. 100
Goebbels dehşete kapılmıştı.

Kendimi mahvolmuş hissediyorum. Hitler nasıl biri? Bir


reaksiyoner mi? Şaşırtıcı derecede hantal ve netlikten uzak.
Rusya meselesi: Kaldırılıp bir kenara atıldı. İtalya ve İngiltere
doğal müttefikler. Korkunç! Bizim görevimiz Bolşevizm’i ezmek.
Bolşevizm Yahudiler’in eseri! Biz Rusya’nın varisi olmalıyız. 180
milyon insanın! Ya prenslerin mallarına el konulması! Yasa
yasadır! Prensler için bile. Özel mülkiyet meselesini
kurcalamayın! (aynen böyle!)101 Dehşet verici! Program
yeterlidir. Onunla yetinin. Feder kafa sallıyor. Ley kafa
sallıyor. 102 Streicher kafa sallıyor. Esser kafa sallıyor. Seni bu
ilişkilerin ortasında gördüğümde gerçekten midem bulanıyor!!!
Tartışma kısa sürüyor. Strasser konuşuyor. Tereddütlü, titreyen,
hantal, iyi ve dürüst Strasser. Tanrım, bu domuzlar arasında ne
zavallı bir karşılaşma!... Belki de hayatımın en büyük hayal
kırıklıklarından biri. Artık Hitler’e hiç inanmıyorum. Bu korkunç
bir şey: içsel desteğim yok oldu gitti. 103

Çalışma Cemiyeti’nden gelecek olası tehdit buharlaşıp gitmişti.


Hitler otoritesini yeniden teyit etmişti. Başlangıçta birkaç karşı
koyma alameti belirdiyse de Cemiyet’in kaderi Bamberg’de belli
olmuştu. Gregor Strasser Hitler’e, taslak programın dağıtmış olduğu
tüm kopyalarını toplama sözü verdi ve 5 Mart’ta Cemiyet üyelerine
yazarak onlardan geri dönmelerini istedi. 104 Cemiyet şimdi yokluğa
doğru yuvarlanıyordu. 1 Temmuz 1926’da Hitler bir kararname
imzaladı. Kararnamede şöyle belirtiliyordu: “NSDAP büyük bir
çalışma cemiyetini temsil ettiğinden, tek tek Gaue’ler içinde daha
küçük çalışma cemiyetlerine ihtiyaç yoktur.”105 O an itibariyle
Strasser’in batı ve kuzey Gauleiter Çalışma Cemiyeti artık bitmişti.
Bununla birlikte Hitler’in parti üzerinde tam ve üstün bir hakimiyet
kurmasının önündeki son engel de kalkmış oldu.
Hitler Bamberg zaferinden sonra cömert davranmayı akıl edecek
kadar kurnazdı. Çalışma Cemiyeti üyeleri Goebbels, Karl Kaufman
(yirmilerinin ortalarında enetjik bir aktivist olan Kaufman,
Fransızların Ruhr işgali sırasında sabotaj organize ederek çıraklıktan
geçmiş ve sonra da Hamburg Gauleiter’i olmuştu) ve Franz Pfeffer
von Salomon’un (Westphalia Gauleiter’i olan Salomon Freikorps’a
katılmış, Kapp darbesinde yer almış ve Ruhr bölgesinde Fransızlara
karşı direnmiş eski bir subaydı) birleşerek Ruhr’da, sınırları geniş
tutulmuş bir Gau yürüyüşü organize etmesine itiraz etmedi. 106 Bir
araba kazası geçirmiş olan Strasser’e Landshut’daki evinde sürpriz
bir ziyaret yaptı. Strasser’le yaptığı tartışmalar sonucunda nisan
ayında Esser’i NSDAP’ın Reich liderliğinden aldı. 107 Ve eylül ayı
itibariyle Strasser, Reich Liderliği tarafından partinin Propaganda
Lideri olarak anılmaya başlandı. Franz Pfeffer von Salomon ise SA’nın
başı olmuştu. 108 Bütün bunların içinde en önemlisi, etkileyici bir
kişilik olan Goebbels’in Hitler’le tanışması ve onun tarafına
geçmesiydi.
Hitler, Goebbels’in “Şam’ı* diye adlandırılan şeyi yaratmak için
aslında pek bir şey yapmamıştı. 109 Goebbels Hitler’i ta başından beri
idolleştirmişti. Ekim 1925’de Mein Kampf'ın ilk cildini okumayı
bitirdiğinde, “Kimdir bu adam? Yarı-avam, yarı-tanrı! Aslında İsa veya
[Vaftizci] Yahya mı?” diye yazmıştı günlüğüne. 110 “Bu adam kral
olmak için gereken tüm niteliklere sahip. Halkın koruyucusu bir lider
olmak için doğmuş. Geleceğin diktatörü,” diye ekleyecekti birkaç
hafta sonra. “Onu nasıl seviyorum!”111 Aslında Çalışma Cemiyetindeki
diğerleri gibi onun da tek isteği, Hitler’in Esser kliğinin
pençelerinden kurtulmasıydı. 112 Bamberg acı bir darbe olmuştu. Ama
Hitler’e olan inancı yıkılmamış, sadece yara almıştı. Onu onarmak
için Hitler’den tek bir işaret bekliyordu. Ve işaretin gelmesi çok
gecikmedi.
* Pavlus'un Şam'a giderken lsa'nın hayalini görüp Hıristiyanlık'a geçmesine gönderme yaparak, Goebbels'in Hitler'in
tarafına geçmesi kastedilmektedir. (Ç.N.)
Goebbels Mart ortasında Nuremberg’de yaptıklar uzun bir
konuşmanın ardından Streicher’le barıştı. 113 Ayın sonunda Hitler’den,
Münih’te konuşma yapmak üzere 8 Nisan’da onu Münih’e davet eden
bir mektup aldı. 114 İstasyonda indiğinde Hitler’in arabası oteline
götürmek üzere Goebbels’i bekliyordu. “Ne soylu bir karşılama,”
diye yazmıştı Goebbels günlüğüne. 115 Hitler’in arabası, Münih’in
birkaç kilometre dışındaki Stamberg Gölü’nü görebilsin diye ertesi
gün de emrindeydi. Goebbels’in -sosyalizmin radikal yorumundan geri
adım attığının açıkça görüldüğü- Bürgerbrâukeller’deki konuşmasını
izleyen akşam Hitler onu gözlerinde yaşlarla kucakladı. Kuzeyli parti
arkadaşları Kaufmann ve Pfeffer ise o kadar etkilenmemişlerdi. Onun
-bundan sonra kendini tümüyle adayacağı- Münih cenahına
muhalefetinden böyle ani bir şekilde çark etmesinden hayal
kırıklığına uğramış ve konuşmasının “zırvalıkla dolu” olduğunu
söylemişler di. 116 Goebbels ertesi gün parti merkezine götürüldü. O,
Kaufmann ve Pfeffer, Hitler’in odasına çağrıldılar. Ruhr Gau’su ve
Çalışma Cemiyeti’ndeki paylarından dolayı bir güzel azarlandılar.
Fakat Hitler kendilerini affettirmeleri için onlara bir fırsat vermeye
hazırdı. “Sonunda birlik devam etti,” diye yazmaktadır Goebbels.
“Hitler büyük bir adam. Bütün dostluğuyla elini bize uzatıyor.”
Öğleden sonra Hitler Bamberg’deki meseleler üzerine aynı minvalde
üç saat daha konuştu. Goebbels o zaman hayal kırıklığına uğramıştı,
şimdiyse bunların “olağanüstü zekice" olduğunu düşünüyordu. “Onu
seviyorum... Her şeyi birlikte düşünüyor,” diye devam ediyordu.
“Meseleyi tüm yönleriyle düşünen biri o. Böyle parlak zekaya sahip
biri benim liderim olabilir. Bu büyük adamın, siyasi dehanın önünde
eğiliyorum.”117 Goebbels’in inanç dönüşümü tamamlanmıştı. Birkaç
gün sonra Hitler’le tekrar, bu sefer Stuttgart’ta karşılaştı. “Beni
herkesten bambaşka şekilde sevdiğine inanıyorum,” diye yazıyordu.
“Adolf Hitler, seni seviyorum çünkü aynı zamanda hem büyük hem de
basit birisin. Dahi denilen kişilerden.”118 Yılın sonuna doğru Hitler
Goebbels’i Berlin Gauleiter’i yaptı; partinin başşehirde gelişeceği
düşünülürse bu çok önemli bir konumdu. 119 Goebbels Hitler’in
adamıydı. Sığınaktaki son günletme dek, “baba" gibi sevdiği birine
karşı hayranlık besleyen, itaatkar biri olarak da kaldı. 120
Bamberg toplantısı NSDAP’ın gelişiminde bir dönüm noktasıydı.
Çalışma Cemiyeti Hitler’in liderliğine karşı ne isyan etmek istemiş ne
de buna kalkışmıştı. Ama Strasser bir kez kendi taslak programını
hazırladığında çatışma kaçınılmaz olmuştu. Parti bir programa mı
yoksa lidere mi itaat etmeliydi? Bamberg toplantısı Nasyonal
Sosyalizm’in ne anlama gelmesi gerektiğine karar vermişti. 1924
yılında harekette yaşandığı gibi, ilkelere dair parti içi bir anlaşmazlık
anlamına gelmiyordu. Bu durumda, 1920 yılında hazırlanan Yirmi Beş
Maddelik Parti Programı yeterli görülüyordu. Hitler’in “olduğu gibi
kalacak” dediği belirtilmektedir. “Yeni Ahit de çelişkilerle dolu ama
bu onun Hıristiyanlığı yaymasını engellemedi.”121 Programın pratik
değil sembolik bir anlamı vardı ve önemli olan da buydu. Bundan
böyle daha kesin hiçbir politik beyan, parti içinde sürekli bir
muhalefet üretmeyecekti. Hitler programa, uymak zorundaydı, ama
bu program, doktrinin tartışmaya ve değiştirmeye açık olan ilkelerini
yok edecek şekilde ona tabiydi. Bu durumda hareket üzerinde lider
olarak konumu artık dokunulmazdı.
Bamberg’de önemli bir ideolojik mesele de -dış politikada Rusya
karşıtlığı- teyit edilmiş ve kuzey grubunun alternatif yaklaşımı
reddedilmişti. “Ülkü” ve Lider artık ayrılmaz bir nitelik kazanıyordu.
Fakat “ülkü” bir dizi uzak hedefi, gelecek için bir misyonu ifade
ediyordu. Bunun tek yolu iktidarın ele geçirilmesiydi. Bunun için
maksimum esneklik gerekliydi. Gelecekte, yoldan ayrılınmasına
neden olacak ideolojik ya da örgütsel hiçbir tartışmaya müsaade
edilmeyecekti. İhtiyaç duyulan şey, örgütlü kitle kuvvetine
dönüştürülmüş olan fanatik irade gücüydü. Bunun için lidere faaliyet
özgürlüğü ve yandaşlarının mutlak itaati gerekliydi. Buna bağlı
olarak, Bamberg’deki toplantının ardından yeni türde politik bir
örgütlenmenin ortaya çıktığını söyleyebiliriz: Kendi kişiliğinde
Nasyonal Sosyalizm “ülkü”sünü somutlaştırmış; partinin üstünde olan
Lider’in iradesine bağlı bir örgütlenme. 122
22 Mayıs’ta yapılan ve 657 parti üyesinin katıldığı genel üye
toplantısında,123 Hitler’in liderliğinin akıl almaz derecede güçlenmiş
olduğu belliydi. Toplantıya hiçbir kıymet atfetmediğini, toplantının
sadece yasal gereklilikler nedeniyle yapıldığını açıkça kabul
ediyordu. Onun gözünde önem taşıyan ilerki günlerde yapılacak
Weimar’daki Parti Gösterisiydi, böylece yeni kumları birlik gözler
önüne serilebilecekti. 124 Partinin kuruluşundan beri gösterdiği
faaliyetleri içeren “rapor’u vermesinin ardından Hitler oybirliğiyle
parti başkanlığına “tekrar seçildi”. 125 Parti yönetimi gene Hitler’e
yakın olanların ellerindeydi. 126 Parti tüzüğünde birkaç değişiklik
yapılmıştı. 1920’den beri beş kez değişikliğe uğramış olan tüzük
şimdi artık son halini alıyordu. Tüzük maddeleri Hitler’in parti
mekanizması üzerindeki kontrolünü güvence altına alıyordu. En
mühim astları olan Gauleiter’lerin atanması da onun ellerindeydi.
Gerçekte tüzük maddeleri, NSDAP’ın dönüşmüş olduğu lider partisini
yansıtıyordu. 127 Yeni bir programla ilgili olarak Çalışma Cemiyeti’yle
yaşanan çatışmanın ışığında, 24 Şubat 1920’de ilan edilen Yirmi Beş
Madde’nin tekrar teyit edilmesi hiç de önemsiz bir şey değildi.
Tüzükte hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde, “bu program
değiştirilemez,” diye ilan ediliyordu. 128
Birkaç hafta sonra, 3-4 Temmuz 1926 tarihinde Weimar’da yapılan
ve Hitler’in kamu önünde konuşmasına izin verilen parti gösterisi,
liderin arkasındaki birliğin sergilenmesi için gereken fırsatı sundu.
Gösterinin amacı, “hareketimizin gençlik fışkıran gücünü görkemli bir
şekilde sergilemek”ti. Gösteriden beklenen, “hareketin sağlığını
yeniden kazandığının gözle görülür kanıtı olacak... disiplinli bir güç
imajı’ydı. 1924 olayları bir uyan olarak tekrar gündeme getirildi.
Olası tüm ihtilallardan kaçınılmalıydı. Temel meseleler özel
komisyonlara havale edildi. Asgari düzeyde tartışma olmalıydı. Her
komisyonun başkanı tüm çözüm ve kararlardan kişisel olarak
sorumlu olacak; bunlar daha sonra Hitler’in onayına sunulacaktı. 129
Bunların dışında gösteri konuşmalardan, tören ve yürüyüşten
ibaretti. 3,600’ü fırtına birliği milisi, 116’sı SS; mensubu olmak üzere
tahmini 7-8 bin kişilik bir katılım olacaktı. 130 Nisan 1925’de kurulmuş
olan Schutzstaffel (SS, Koruma Bölüğü) ve Hitler’in kişisel koruması
olarak ortaya çıkan Adolf Hitler Stosstrupp (Adolf Hitler Saldırı
Bölüğü) böyle kamusal bir gösteride ilk kez yer aldı. 131 Aynı
zamanda, 1923 yılında Feldherrnhalle geçit töreninde en önde
taşınmış olan “Kan Rengi Bayrak” ilk kez olarak, Hitler’in yeni elit
örgütlenmeye onay vermesinin işareti olarak SS’in eline verildi.
Orada bulunan her fırtınabirliği mensubu Hitler’e tek tek sadakat
yemini etti. 132 Parti lideri konuşmasından sonra delegelerden coşkulu
bir karşılama gördü. 133 “Derin ve mistik... Adeta bir muştu gibi... Bu
adamı bize veren kadere müteşekkirim,” diye yazmıştı Goebbels
günlüğüne. 134
Nazi Partisi hâlâ darbe döneminde olduğundan çok daha
küçüktü. 135 Milliyetçi siyasetin geneline baktığımızda tamamen
önemsiz bir fraksiyondu. Dışarıdan bakanlar açısından, gelecekte ne
olabileceği pek belirsizdi. Ama parti içinde kriz dönemi sona ermişti.
Parti küçük olmasına rağmen, şimdi, darbe öncesi döneme oranla
daha iyi organize olmuştu ve coğrafi olarak daha geniş bir alana
yayılıyordu. Birlik ve kuvvet imajı diğer völkisch organizasyonların
NSDAP’a güven duymaya başlamasını sağlıyordu. 136 Her şey bir yana
NSDAP yeni tür bir siyasi organizasyona, bir Lider Partisine
dönüşüyordu. Hitler hareket üzerinde hakimiyet kurmasının zeminin
inşa etmişti. Sonraki yıllarda, siyasi olarak hâlâ verimsiz olduğu
dönemde, bu hakimiyet tamamına erecekti.
III

Bu yıllarda Hitler’i düzenli olarak görebilen pek az insan vardı.


Sadece yeni ikame ettiği ailesi -korumaları, şoförleri ve
berberlerinden oluşan yakın çevresi, yani ona sadık ve güvenilir
Münihli kafadar grubu- onunla dâimi bir ilişki içindeydi. Hitler’in
genel hizmetine; bakan Julius Schaub ve sekreteri Rudolf Hess gibi
bazıları, darbedeki rolleri nedeniyle Landsberg’de bulunmuş ve
orada da Hitler’e hizmet etmişlerdi. Bu “ev koruması”, giderek artan
görüşme talepleri karşısında ona kalkan oluyor, eskortluk ediyor ve
koruma sağlıyordu; bu durumda Hitler’i görmek giderek daha da
zorlaşıyordu. 137 Münih’te parti işlerini yürütenler onunla bir meseleyi
görüşmek için günlerce beklemek zorunda kalıyorlardı. Hareketin
önde gelen şahsiyetlerinin bile haftalarca ona ulaşamadığı vakiydi. 138
Kamusal olaylarda bile yanına yaklaşmak mümkün değildi.
Konuşmalardan önce odasına çekiliyor, orada bekliyordu. Ancak
salonun dolduğu söylendiğinde kürsüde boy gösteriyordu. Münih
dışına çıktığında döner dönmez hemen oteline kapanıyordu. Eğer
önceden bir röportaj ayarlandıysa gazetecilerin onu ancak birkaç
dakika görmesine izin veriliyordu. Ama birilerini huzuruna kabul
ettiği pek enderdi. 139
Hitler’in bariz “misyon” duygusu, kendisini kahramanca bir
“büyüklük” imajı içinde görmesi, yandaşları tarafından ona giderek
daha çok atfedilen auranın muhafaza edilme gerekliliği, astlarının
arasındaki gizli çekişme ve dolaplardan tanrısal muafiyeti; işte bütün
bu unsurlar büyük oranda izole olmasını gerektiriyordu. 140 Bunun
ötesinde, kendisiyle -hareketin yüksek mevkilerinde olanlar da dahil
olmak üzere- diğerleri arasına bilinçli olarak koyduğu mesafe;
huzuruna kabul ettiklerinde veya bir kitle gösterisi ya da mitingin
teatral ortamında onu görenlerde, hayranlık ve huşu duygusu
yaratmak için önceden hesaplanmış bir adımdı. Aynı zamanda bu
onun gizemli ve çözülmez biri olma niteliğini artırıyordu. Onu
tanıyanlar bile kişiliğini anlamakta ve çözümlemekte
zorlanıyorlardı. 141 Hitler ise gizem ve büyülenme duygularını
beslemekten memnundu.
Her şeyden önce mükemmel bir aktördü. Kürsüye çıktığı bütün
olaylarda bu hesaplanıp, gözetiliyordu: Tıkabasa dolu salona geç
girişi, konuşmalarını özenli bir şekilde oluşturması, renkli ibareler
seçişi, mimikleri ve beden dili, hepsi buna hizmet ediyordu. 142
Burada, doğal retorik yeteneği, incelik kazanmış gösteri yeteneğiyle
birleşiyordu. Başlarken tansiyonu yükseltmek için bir süre
duraklaması; ölçülü, neredeyse mütereddit bir tarzda başlaması;
kesinlikle ahenkli olmayan, canlı ve hayli etkileyici söyleyiş şeklindeki
çeşitlenme ve dalgalanmalar; cümleleri neredeyse kısa ve güçlü bir
patlamayla ifade edişi, ardından temel vurgunun öne çıkması için
süresi iyi ayarlanmış bir rallentando’nun* gelişi; konuşmanın
tansiyonu yükselirken ellerini teatral bir tarzda kullanması;
muhaliflerinden bahsederkenki alaycı tarzı: Bütün bunlar, etkiyi had
safhaya çıkarmak için düşünülmüş araçlardı. 1926’da Weimar’da ve
1927’de Nurenberg’deki parti gösterilerinin hazırlıklarında tüm
detaylar özenle düşünülmüş, Hitler bırakacağı etki ve izlenim
üzerinde kafa yormuş, bununla meşgul olmuştu. Giysisi dahi içinde
bulunacağı etkinliğe göre seçiliyordu: Kendisine sadık kişilerin
arasında bulunduğu büyük parti miting ve gösterilerinde gamalı haçlı
kol bantlarıyla açık kahverengi üniforma, kemer, sol omzundan
gelerek göğsüne çapraz sarılmış şerit, dizlerine kadar çıkan deri
çizme; daha geniş bir dinleyici kitlesinin önüne çıkacağı zamanlarda
daha “saygın” ve daha sivil bir görüntü sağlamak için koyu renk
takım elbise, beyaz gömlek ve kravat.
* Müzikte ritmin giderek yavaşlaması. (Ç.N.)
Fakat aktörlüğü bu tarz olaylarla sınırlı değildi. Hitler’le karşı
karşıya gelenler, aralarında önemli bir mesafe korunmasına rağmen,
onun zamanının çoğunu faaliyet içinde geçirdiğine ikna oluyorlardı.
Gerektiğinde üzerine düşen rolü oynayabilirdi. “Hoşsohbet biriydi,
bayanların elini öper, çocuklara çikolatalar verirdi. Köylülerin ve
işçilerin nasırlı ellerini sıkan halktan basit biri olurdu."143 Şahsi
konuşmalarında azarladığı veya alaya aldığı birine karşı topluluk
önünde dostluk timsali kesilebilirdi. Rol yapması ve riyakarlığı,
“dünya görüşü”nün temel ilkelerine inanmadığı, sinik bir
manipülatörden başka bir şey olmadığı anlamına gelmiyordu. Bu
ateşli inanç baskın kişiliğinin gücüyle birleştiğinde, mesajına çekim
duyanlarda bir inanç oluşturuyordu. Fakat bir dönem Hamburg
Gauleiter’i olan Albert Krebs gibi kavrayışlı ve eleştirel biri
açısından, Hitler’in kitleleri etkileme yeteneği esas olarak “oldukça
bilinçli bir [manipülasyon] hüneri"ne, “samimi bir sempati ve güven"
içermeyen soğukkanlı bir hesaplılığa dayanıyordu. 144 Krebs bunları
şöyle özetliyordu: “Rol yapma, duygularını gizleme ve riyakarlık
mahareti unutulmamalıdır. Bunlar Hitler’in varlığının özünü
kavramayı güçleştiren unsurlardır."145
Onun olağanüstü kişilik özelliklerine karşı dayanılmaz bir çekim
duyan pek çok kişi vardı. Bunların arasında kültürlü, eğitimli ve zeki
kişilerin sayısı hiç de az değildi. Hiç şüphe yok ki Hitler bunu rol
yapma yeteneğine borçluydu. 146 Pek çok kişinin de belirttiği gibi
özellikle kadınlara karşı- cazibeli, nüktedan ve eğlenceli olabiliyordu.
Çoğu zaman bu, istediği etkiyi yaratmak için sergilediği bir şovdu.
Aynı şey, aslında tasarlanmış: olmasına rağmen kontrol edilemez bir
öfke patlaması şeklinde ortaya serdiği kızgınlıkları için de geçerliydi.
Hitler’in sıradan parti üyeleriyle karşılaşmak zorunda kaldığında
sertçe el sıkması ve “erkekçe" göz kontağı kurması, huşu içindeki alt
düzey aktivistler için asla unutulmayacak bir andı. Hitler açısından
ise bu sadece bir faaliyetti; kişilik kültünü güçlendirmekten, hareket
için gerekli olan birleştirici unsuru hayata geçirmekten ve Lider ile
izleyicileri arasındaki gereken bağı kurmaktan başka anlamı yoktu.
Aslına bakılırsa Hitler yandaşlarıyla bir insan olarak hiç mi hiç
ilgilenmiyordu. 147 1928 yılında, önde gelen destekçilerinden biri bile
onu “insanlığı aşağılamakla (Menschenverachtung) suçlamıştı. 148
Egoizmi devasa boyutlardaydı. Propaganda amaçlı “babacanlık” imajı
ruhsal boşluğunu, duygusuzluğunu gizliyordu. Diğer insanlar ancak
faydalı olduktan ölçüde onun ilgisini çekiyorlardı.
Putzi Hanfstaengel’e göre, Hitler’in “kahvehane tiradları,
huzursuzluğu, parti yönetimi içindeki olası rakiplerine karşı beslediği
hınç, sistematik çalışmadan hoşlanmaması, paranoid öfke
patlamaları" cinsel iktidarsızlığının göstergeleridir. 149 Bu sadece bir
tahmindir. Öte yandan Hitler’in kadınlarla ilişkileri gerçekten de pek
çok açıdan tuhaftır. Bu konuda niye tahminlerle yetinmek zorunda
kalıyoruz? Çünkü burada da rol yapmaktadır. Bir keresinde Putzi
Hanfstaengl’in odadan çıkmasından faydalanarak, Helene
Hanfstaengl’in önünde diz çökmüş, onun kölesi olduğunu söyleyerek,
bu kadar geç kalmasına neden olan kaderden yakınmıştır. Helene
olayı anlattığında Putzi’nin yorumu, Hitler’in zaman zaman mahzun
bir gezgin ozan rolü oynama gereksinimi duyduğudur. 150
Hitler’in fiziksel görünüşü darbe öncesine oranla hemen hemen
aynı kalmıştır. Konuşma kürsüsünde olmadığında etkileyici olmaktan
uzaktır. 151 Yüzü sertleşmiştir. 152 Hanfstaengl’e söylediği gibi, tekrar
konuşmaya başladığında Landsberg’de aldığı kiloları kısa süre içinde
geri verir. 153 Tahminlerine göre önemli bir konuşma sırasında
terleyerek neredeyse 2.5 kilogram vermektedir. Bunu karşılamak
için yardımcıları kürsünün yanına yirmi şişe maden suyu koyarlar. 154
Giyim tarzı şık ve modaya uygun değildir. Hâlâ en çok mavi renkteki
sade takım elbisesini tercih eder. 155 Fötr şapkası, açık renk
pardesüsü, deri tozlukları ve binici kamçısıyla -özellikle 1925’in
başlarında satın aldığı altı kişilik üstü açılır büyük siyah Mercedes’in
içinden korumalarıyla birlikte indiğinde- eksantrik bir gangster
görüntüsü arz etmektedir. 156 Rahat etmek istediği zamanlardaysa
geleneksel Bavyeralı giysilerini tercih eder. 157 Fakat cezaevindeyken
bile kravatsız görünmekten nefret etmiştir. 158 Yazın sıcağında dahi
kimse onu mayoyla göremezdi. Mussolini bir atlet ya da sporcunun
erkeksi görüntüsüne bürünmekten hoşlanırdı. Hitler ise tamamen
giyinik olmaksızın görünmekten nefret ederdi. 159 Küçük burjuva
özelliklerin ya da püritenliğin ötesinde imaj onun için yaşamsal bir
anlam taşıyordu. Onu utandırma ya da alay konusu etme ihtimali
taşıyan her şeyden ne pahasına olursa olsun kaçmıyordu.
Darbe öncesinde olduğu gibi, Bruckmannlar onun “daha iyi” sosyal
çevrelerle faydalı ilişkiler kurmasına yardımcı oluyorlardı. Şimdi
artık kendini birahanedekilerden daha farklı bir dinleyici kitlesine
ayarlamak zorundaydı; daha eleştirel, kâba sloganlardan ve ham
duygulardan daha az etkilenen bir kitleydi bu. 160 Ama özünde değişen
pek bir şey yoktu. Hitler yalnızca konuşmaya hakim olduğunda rahat
ediyordu. Monologları yarım yamalak bilgisini örten bir perde işlevi
görüyordu. Keskin, iğneleyici ve tahripkar bir zekası olduğuna şüphe
yoktu. Kişilere dair ani yargılan vardı ve bunlar genelde ezici
yargılardı. İstisnai bir hafızası olduğundan (genelde çarpıtılmış da
olsa) eksiksiz ayrıntılara başvuran otoriter mevcudiyetinin, ideolojik
kesinliğine dayanan (ve alternatif bir argümana tahümmülü olmayan)
nihai bir inançla birleşmesi, onun olağanüstü niteliklerine zaten yarı
yarıya ikna olmuş kişilere etkileyici geliyordu. Fakat eleştirel bir
mesafeye ve bilgiye sahip olanlar, onun kaba ve ham argümanlarının
arkasını hemen görebiliyorlardı. 161 Kibiri ise nefes kesiciydi. Ona
yabancı bir dil öğrenmesini ve yurtdışına seyahat etmesini salık
veren Hanfstaengl’e, “yeni ne öğrenebilirim ki?” diye yanıt
vermişti. 162
Hitler Weimar’daki parti gösterisinden kısa bir süre sonra, 1926
Temmuz ayının ortasında, maiyetiyle birlikte Münih’ten ayrılarak
Obersalzberg’e tatile gitti. 163 Berchtesgaden'in üstünde, Avusturya
sınırındaki dağların tepesinde, (efsanelerde Barbarossa’nın uyuduğu
söylenen) Untersberg, Kneifelspitze ve (içlerindeki en yükseği)
Watzmann’la çevrelenmiş, kalabalıktan uzak ve güzel bir yerde kaldı.
Manzara nefes kesiciydi. Hitler 1922-1923 kışında “Herr Wolf”
takma adıyla Dietrich Eckart’ı ziyaret etmek için buraya gelmiş ve
mekanın olağanüstü azametinden ilk kez o zaman etkilenmişti.
Kaldığı pansiyonun (Moritz Pansiyonu) sahibi olan Büchnerler,
Hareket’in ilk destekçilerindendi. Hitler onlardan hoşlanıyor ve
Mühin’te asla ele geçiremeyeceği, dağların arasındaki bu
münzeviyattan zevk alıyordu. Daha sonraları, Mein Kampf'ın ikinci
cildini yazarken huzur ve sessizliğe ihtiyacı olduğunda oraya
gittiğinden bahsedecekti. 164 Her fırsat bulduğunda Obersalzberg’e
gidiyordu. Bir süre sonra orada, kuzey Almanyalı bir işadamının dul
karısına ait bir dağ evi -Haus Wachenfeld- bulunduğunu öğrendi.
Kızlık adı Wachenfeld olan bu bayan parti üyesiydi. Aylık 100 mark
gibi makul bir fiyata evi kiraladı. Kısa süre içinde burayı satın
alabilecek konuma gelecek, ev sahibesinin finansal zorluklar
yaşaması da bunu kolaylaştıracaktı. 165 Hitler yazlarını burada inziva
içinde geçiriyordu. “Büyülü dağından” aşağı bakıyor ve kendini
dünyanın hakimi olarak görüyordu. 166 Haus Wachenfeld, Üçüncü
Reich döneminde, devlet kasasından büyük paralar harcanarak
Bergof olarak bilinen devasa komplekse dönüştürüldü. Modern bir
diktatöre uygun bir saray haline getirilen bu yer, devlet başkanını
görmek ve hükümet meselelerini görüşmek için her yıl yakınlarda bir
yerlerde ikamet etmek zorunda olan bakanlar için ikinci bir hükümet
merkezi oldu. 167 Bundan önce, 1928 yılında Wachenfeld’i kiralarken
Hitler şaşırtıcı bir şey yapmış, Viyana’da yaşayan ve hiçbir
yakınlıklarının olmadığı üvey kızkardeşi Angela Raubal’ı telefonla
arayarak, evin bakımını üstlenmesini istemişti. Angela teklifi kabul
etmiş ve bir süre sonra, -onun da ismi Angela olan ancak herkesin
Geli diye çağırdığı- yirmi yaşındaki yaşam dolu, çekici kızını da yanına
almıştı. 168 Geli üç yıl sonra Hitler’in Münih’teki dairesinde ölü
bulundu.
1926 yılında Büchnerler, Moritz Pansiyonu’nu satıp oradan
ayrıldılar. Hitler, Dressel isimli bir Sakson olan yeni pansiyon
sahibinden hiç hoşlanmadı ve Bechsteinların daveti üzerine
Marineheim’a geçti. Fakat oranın boğucu atmosferini sevmiyordu.
Tekrar dağlara dönerek bu sefer Berchtesgaden’de, Deutsches Haus
adlı otele yerleşti. 1926 yazını burada geçirerek Mein Kampf'ın
ikincini cildini bitirdi ve avanesiyle birlikte dinlendi. 169 Rudolf Hess,
şoförü Emil Maurice ve Heinrich Hoffmann bunların arasındaydı.
Daha sonra Reich Eğitim Bakanı olacak Hanover-Güney Gauleiter’i
Bemhard Rust ve Gregor Strasser de oradaydı. Berchtesgaden’de
tatilde olan Goebbels dağlarda araba gezintisi yapmak ve
Königssee’de sandalla gezmek için onlara katıldı. Her zamanki gibi
“şefin monologlarına” maruz kaldılar; “sosyal sorun”, “ırksal
sorunlar”, siyasi devrimin anlamı, devletin kontrolünün nasıl ele
geçirileceği, geleceğin mimarisinin nasıl olacağı, yeni Alman
anayasasının yapısı gibi meseleler üzerine uzun monologlardı bunlar.
Goebbels kendinden geçmişti. Taşkın bir ifadeyle “o bir dahi”
diyordu. “İlahi kaderin vuku bulmasını sağlayacak doğal ve yaratıcı
bir araç o... Derin ıstırabın üzerinde bir yıldız parlıyor. Bütün
ruhumla ona bağlı olduğumu hissediyorum. İçimdeki son şüphe de
kayboldu.”170
Hitler 1926 sonbaharının başlarında Berchtesgaden’de Deutsches
Haus’da kalırken Maria Reiter’le tanıştı. Arkadaşları ona Mimi derdi.
Hitler içinse o Mimi, Mimilein, Mizzi, Mizzerl, yani o anda aklına
gelen küçültme sözcüğü ne ise oydu. Onu “sevgili çocuğum” diye de
çağırırdı. Hitler otuz yedi, Maria on altı yaşındaydı. Hitler de babası
gibi, kendisinden çok küçük kızları tercih ediyordu. Bunlar,
üzerlerinde tam anlamıyla hakimiyet kurabileceği, bir oyuncak gibi
ona itaat eden kızlardı. Yakın ilişki içinde olduğu iki kadın da, Geli
Raubal (Hitler’den on dokuz yaş küçüktü) ve Eva Braun (ondan yirmi
üç yaş küçüktü), aynı modele uymaktadır. Ancak Geli isyan edip,
Hitler’in vermek istemediği seviyede bir özgürlük istediğinde işler
değişmiştir. Fakat Hitler Mimi Reiter ile karşılaştığında bu ilişkiler
henüz yaşanmamıştı.
Hitler ile Mimi, Mimi’nin annesinin kanserden ölmesinden yaklaşık
on beş gün sonra tanıştılar. Mimi’nin, SPD’nin Berchtesgaden
örgütünün kurucusu olan babası, yurtdışında, Katolikler’in haç
merkezi Altötting’de rahibeler tarafından yönetilen bir okulda okuyan
kızını, annesinin hastalığı sırasında Almanya’ya getirmişti. Aile,
Hitler’in kaldığı Deutches Haus’un zemin katında, giysi satan bir
dükkan işletiyordu. Mimi dükkanda yardım edecekti. Bir gün
civardaki Kurpark'ta bir bankta kızkardeşi Anni’yle oturmuş Alman
kurdu cinsi köpekleri Marco’yla oynarken, Hitler gelip kendini
takdim ettiğinde, Maria meşhur Hitler’in o otelde kaldığından zaten
haberdardı. Hitler kısa süre içinde kızla flört etmeye başladı.
Kızkardeşiyle birlikte onu otele davet etti. 171 Maria’dan ona
“Wolf”[Kurt] diye hitap etmesini istemişti, bu en sevdiği takma
ismiydi. Onu Mercedes’iyle gezintilere çıkardı. Arabayı sır tutmasını
bilen, güvenilir Maurice kullanıyordu. Çekici, sarışın küçük kızdan
hoşlandığı, onun gençlik dolu, saf, flörte yatkın halinin ve her sözünü
önemsemesinin cazibesine kapıldığı açıktı. Ona iltifatlar etti, onunla
şefkatle oynadı. Annesi çok kısa bir süre önce öldüğünden Maria
muhtemelen duygusal açıdan sağlıklı bir durumda değildi. Ancak güç
ve şöhret aurasıyla sarmalanmış birinin ona kur yapıyor olmasından
etkilenmiş olması mümkündür. Onu etkileyici bulmuştu. Uzun
çizmeler ve kırbaçla tamamlanan giyim tarzı onu etkilemişti. Hitler
otoritesini kendi Alman kurdu köpeği Prens, Mimi’nin köpeğiyle
kavga ettiğinde kendi köpeğini döverek gösteriyordu. Maria ona
karşı saygıyla karışık korku dolu bir duygu besliyordu. Hitler aklını
başından almıştı. Savaştan uzun bir süre sonraki beyanına bakarsak,
Berchtesgaden civarında kırlara doğru yaptıkları bir yolculukta,
Hitler onu uzaktaki bir ormana götürmüş, bir ağaca yaslamış ve
karşısına geçip hayranlıkla seyrederek “orman perim” diye
seslenmiş, sonra da tutkuyla öpmüştür. Ona ölümsüz aşkını
açıklamıştır. Hitler kısa bir süre sonra oradan ayrılıp gerçek hayata
geri döndü: politika, toplantılar, konuşmalar, Münih’teki olağan
faaliyet döngüsü. Hitler ona Noel hediyesi olarak Mein Kampf'ın deri
kaplı bir cildini verdi, Maria ise ona elleriyle işlediği iki kırlenti.
Fakat iş burada bitmiyordu. Maria evlilik düşleri kuruyordu. Bu
Hitler’in aklından geçen en son şeydi. Hâlâ kafasındaki hikayenin
peşinden koşan Maria ertesi yıl umutsuzluk içinde kendini asmaya
kalktı. Nitekim eniştesi zamanında yetişmeseydi kurtulamayacaktı.
Söylediğine göre, birkaç kez Münih’e Hitler’in evine gitmiş, hatta
1931 yılı içinde bir gün, bütün geceyi onun dairesinde, kollarında,
“bana ne istersen yap,” diyerek geçirmiştir. Oysa tam da bu anda
Hitler başka bir kadınla, Geli Raubal’la ilgileniyordu. Mimi’nin
hikayesinin, Geli’nin Hitler’in dairesinde kalmakta olduğu döneme,
yani 1931 yılının başlarına mı, yoksa Münih’in Geli’nin ölüm
skandalıyla çalkalandığı döneme, yani yılın sonlarına doğru mu
gerçekleştiği net olarak belirtilmiyor; fakat bahsedilen vakit kabaca
bu döneme denk gelmektedir. Sırf bu bile, Mimi’nin sonradan
anlattığı hikayenin büyük oranda, sevdalı bir genç kızın kısmen
fantaziye dayanan anılarından ibaret olduğu şüphelerini arttırıyor.
Mimi üç evlilikten sonra dahi Hitler’i unutamayacak ve sık sık
Leonding’de Hitler’in annesinin mezarını ziyaret ederken
görülecekti. 172
Mimi Hitler’e pek çok aşk mektubu yazdı. Hitler’in ona gönderdiği
mektuplar ise (orijinal olduklarından hiç şüphe duyulmamıştır)
babacan bir tarzda hükmeder şekilde yazılmış olmakla birlikte şefkat
doluydu. 8 Şubat 1927 tarihli yanıtı “Sevgili, iyi çocuğum,” diye
başlıyor.ve ona hediyesi için -muhtemelen söz konusu olan
kırlentlerdi- gecikmiş bir teşekkür sunuyordu:

Nazik dostluğunun bir nişanesini almak beni gerçekten mutlu


etti. Evimdeki hiçbir şey bana sana ait bir eşya kadar haz
vermiyor... Sürekli o küstah yüzünü ve gözlerini hatırlatıyor...
Bana böyle acı vermene rağmen senden yine de çok
hoşlandığıma inanabilirsin. Ama küçük başının üzüntüyle
eğilmesine izin vermemeli ve yalnızca şuna inanmalısın: Gün
gelir babalar bile artık çocuklarını anlayamaz olur, bunun sebebi
yalnızca geçen yıllar değil çocukların duygularının da büyümüş
olmasıdır. Ama bu, babaların onların iyiliğini düşünmedikleri
anlamına gelmez. Senden babanın sözünü dinlemeni rica
ediyorum, bu bana senin sevgin kadar mutluluk verecek. Ve
şimdi sevgili hâzinem (Goldstück), daima seni düşünen Wolf'unun
en sıcak selamlarını kabul et. 173

Mimi’ye göre Almanya’nın büyük lideri ona 1926 yazının sonunda


âşık olmuştu. Hitler içinse Mimi bir âşığın cazibesini taşıyan bir
çocuk, bir aralar oyalandığı hoş bir eğlenceden ibaretti.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Obersazberg’de kaldığı ve Mein
Kampf'ın son bölümlerini dikte ettirdiği sırada Hitler düşüncelerini
dış politika, bilhassa doğudan toprak kazanma meselesi üzerine
yoğunlaştırmıştı. Bu tema, özellikle 1920’lerin ortalarındaki yazı ve
konuşmalarına hakimdi. Öte yandan, birkaç ay önceki önemli bir
konuşmasında ortaya serdiği üzere konuşmalarını dinleyici kitlesine
göre ayarlamakta oldukça maharetliydi. Prestijli bir klüp olan
Hamburger Nationalklub, 28 Şubat 1926’da zarif Hotel Atlantic’te
yapacağı toplantıya Hitler’i de davet etti. Partisine finansal yardım ve
nüfuzlu insanların desteğini kazanma umuduyla Hitler daveti kabul
etti. Buradaki dinleyici kitlesi alıştığı türden değildi. Çoğu yüksek
rütbeli subaylar, üst düzey, bürokratlar, yargıçlar ve işadamlarından
oluşan, Hamburg’un üst burjuva sınıfına mensup 400-450 üyeye sahip
sosyal açıdan seçkin bir klüple karşı karşıyaydı. 174 Hitler Münih
birahanelerindekinden farklı bir tarzda konuştu. İki saat süren
konuşması boyunca Yahudilerden bir kez olsun söz etmedi. Circus
Krone’deki kitleleri ayağa kaldıran ilkel antisemitik propagandanın
bu dinleyicilerden tepki alacağının farkındaydı. Bunun yerine
Almanya’nın iyileşmesinin ön koşulu olarak Marksizm’den kurtulma
gerekliliği üzerinde durdu. “Marksizm” sözcüğüyle Hitler’in tek
kastettiği, Aralık 1924’teki son Reichstag seçimlerinde oyların ancak
yüzde 9’unu alabilen ve o gün itibariyle 1923’tekinden daha az üyesi
olan Alman Komünist Partisi değildi yalnızca. 175 Terim KPD’nin
ötesinde, yaklaşık on yıl önce devrimle iktidarın alındığı ve -sağcı
yayınların vahşetini allayıp pulladığı- bir iç savaşın izlediği Sovyet
Komünizmi batağını ima ediyordu. “Marksizm” için öngördüğü
uygulama alanı bununla da sınırlı değildi. Hitler bu geniş başlık
altına, kendisinin vaaz ettiği “nasyonalist” [milliyetçi] tür hariç her
tür sosyalist düşünceyi de dahil ediyor ve bunu bilhassa SPD’ye ve
sendikalara saldırmak için kullanıyordu. Aslına bakarsak, halâ
Almanya’nın en büyük partisi olan SPD, yandaşlarının bazılarını hayal
kırıklığına uğratarak, fiiliyatta, Marksizm’e dayalı teorik köklerinden
oldukça uzaklaşmış ve 1918-1919’da bir araç olarak görülen liberal
demokrasiyi iyice benimsemişti. Bu cenahtan bir “Marksist” kıyamet
gelme tehlikesi falan yoktu. Ama Hitler’in retoriği elbette ki saldırıyı,
Devrim’den ve Cumhuriyet’ten sorumlu olan herkese ve onu izleyen
“Kasım Suçlularına dek uzattı. Bu durumda “Marksizm”, Weimar
demokrasisini karalamak için kullanılacak en elverişli sembol halini
alıyor ve retorik bir araç olarak pek çok amaca birden hizmet
ediyordu. Marksizm karşıtı fikirleri ve sola yönelik sözel saldırıları
hiç şüphe yok ki Hamburg’un zengin burjuvalarının kulağına müzik
gibi gelmişti.
Hitler bu konuyu basit bir formüle indirgemişti: Eğer Marksist
“dünya görüşü”nün “kökü kurutulmazsa” (ausgerottet) Almanya bir
daha asla yükselemezdi. Nasyonal Sosyalist Hareket’e düşen iş çok
açıktı: “Marksist Weltanschauung’un ezilmesi ve yok edilmesi.”176
yeröre terörle karşılık,verilmeliydi. Burjuvazi kendi başına Bolşevizm
tehditini yenilgiye uğratamazdı. Marksistler kadar hoşgörüsüz bir
kitle hareketine ihtiyaç vardı. Kitleleri kazanmanın iki öncülü vardı.
İlki onların sosyal sorunlarıyla ilgilenmekti. Fakat dinleyicileri bunu
Marksizm’in bir başka ucu olarak görür diye Hitler onları temin
etmekte gecikmedi: Sosyal yasalar, “bağımsız bir ekonominin
korunmasını garanti eden bir çerçevede bireylerin refahının
yükseltilmesini" talep edecekti. “Hepimiz işçiyiz,” diye belirtti. “Amaç
artık maaşları yükseltmek değil üretimi artırmaktır, çünkü her
bireyin çıkan burada yatmaktadır.” Dinleyicilerinin bu duyguları
paylaşmaması mümkün değildi. İkinci öncül, kitlelere “değiştirilemez
bir program ve sarsılmaz bir inanç sunmaktı.” Olağan parti
programları, manifestolar ve burjuva partilerin felsefesi onların
desteğini kazanamazdı. Hitler’in kitleleri nasıl küçümsediği apaçıktı.
“Büyük kitleler dişil karakter taşır,” diyordu, “tavrı tek yanlıdır; ‘ak
ile karadan' başka bir şey bilmez.” Kitle tek bir bakış açısına
tutunmayı isterdi, ama sonra eldeki bütün araçlarla, cinsiyet
özelliklerini karıştırarak ve normalda daha erkeksi nitelikler olarak
neyin kabul edilmesi gerektiğine işaret ederek “güç kullanmaktan
kaçınmaz”dı. 177 Kitleler kendi gücünü hissetmeliydi. 178 Berlin
Lustgarten’de 200 bin kişilik bir kalabalık içinde birey kendini
“küçük bir böcek” gibi hisseder, kitle fikrine itaat eder ve
çevresindeki, bir ideal için savaşmaya hazır olanların farkına
varırdı. 179 “Büyük kitleler kör ve aptal olur, ne yapacağını bilmez,”
diyordu. 180 “Tavırları ilkeldir.” “Anlamak” onlara sadece “kaygan bir
zemin” sunar. “İstikrarlı olan tek şey şu duygudur: nefret."181 Hitler
Almanya’nın sorunlarına çözüm olarak hoşgörüsüzlük, zor ve nefret
önerdikçe dinleyicileri bundan giderek daha çok hoşlanıyordu.
Konuşması sırasında sözü “bravo” bagrışları ve tezahüratlarla
defalarca kesildi, konuşma “Heil!” çığlıkları ve uzun bir alkış
yağmuruyla sonlandı. 182
Teröristçe uygulanacak bir Marksizm karşıtlığıyla sağlanacak olan
ulusal canlanma, kitlelerin sinik bir manipülasyonuna ve beyninin
yıkanmasına dayanıyordu: Hamburg burjuvazisinin kaymak
tabakasına Hitler’in mesajı özet olarak işte buydu. Milliyetçilik ve
Marksizm karşıtlığı sırf Nazilere has özellikler değildi. Bu ikisi
toplamda bir ideoloji de oluşturmazdı. Hitler’in yaklaşımını
Hamburglu dinleyicisinin gözünde ayırıcı kılan şey düşüncelerin
kendisi değil, fanatik bir irade gücüne ve nihai acımasızlığa dair
yarattığı izlenim, ayrıca kitlelerin desteğine dayanan bir milliyetçi
hareket yaratma isteğiydi. Dinleyicilerin verdiği coşkulu karşılıktan
belliydi ki “Marksistler’e” karşı uygulanacak bir terör, Almanya’nın
en liberal şehrinde elit sınıftan hiçbir muhalefet görmeyecekti.
Hitler kendi “türündeki” insanlar içinde yine aynı tarzı
sürdürüyordu. Bu tarz, Hamburg’a uyarlamış olduğundan oldukça
farklıydı. Kapalı parti mitinglerinde ya da 1927’lerin başlarında
konuşma yasağı kaldırıldıktan sonra Münih birahanelerinde ve Circus
Krone’deki yaptığı konuşmalarda. Yahudilere yönelik saldırılarında
eskisi kadar şiddetli ve rahattı. Darbe öncesinde olduğu gibi üst üste
yaptığı konuşmalarda Yahudilere karşı nefret dolu saldırılar kusuyor;
onları hem finans-kapitalin arkasındaki güç hem de fesat Marksist
doktriniyle halkı zehirleyen unsurlar olarak tanımlıyordu. 183 1925 ve
1926 yıllarında, sonraki iki yıla oranla Yahudilere yönelik açık
saldırıları daha yaygın ve daha sıktı. Sonrasında antisemitizm artık
daha çok ritüele dayalı ya da mekanik bir unsur olarak belirecekti.
Esas vurgusu Marksizm karşıtlığına kaymıştı.184 Fakat değişen
sadece düşüncelerini sunuş biçimiydi, yoksa içerik aynıydı. Yahudilere
karşı patolojik nefreti değişmemişti. Şubat 1927’de völkischer
Beobachter’daki bir makalesinde, “Yahudi tüm dünyanın düşmanıdır
ve öyle kalacaktır,” diye yazıyordu ve devam ediyordu: “Onun silahı
insanlığın vebası olan Marksizm’dir.”185
1926 ile 1928 yılları arasında Hitler “[yaşam] alanı sorunuyla”
(Raumfrage) ve “toprak politikasınla (Bodenpolitik) daha çok meşgul
oldu. 186 Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, Rusya’dan edinilecek,
Dogu’ya yönelik bir “toprak” politikası fikri Hitler’in kafasında en geç
1922’lerin sonlarında var olmasına rağmen, 1926'nın sonundan önce
bunun sözünü ettiği -yazılı ya da sözlü- beyanlarının sayısı bir elin
parmaklarını geçmez. 16 Aralık 1925’deki bir konuşmasında
Almanya’nın ekonomik problemlerine en iyi çözümün “toprak elde
edilmesi” olduğunu söylemiş ve ortaçağlarda Doğu’nun “kılıçla”
sömürgeleştirilmesin! övmüştü. 187 Şubat 1926'da Bamberg’de, Doğu
Avrupa’daki bir sömürge politikasına işaret etmişti. 188 Ve 4 Temmuz
1926’daki Weimar parti gösterisinde konuşmasının temel temasını bu
oluşturuyordu. 189 Doğu’nun sömürgeleştirilmesi sorunuyla biten Mein
Kampf'ı tamamlamış olması, bu mesele üzerinde daha çok
odaklanmasını teşvik etmiş olmalıdır. 190 1927 baharında tekrar halk
önünde konuşmasına izin verildiğinde “yaşam alanı” temasını
konuşmalarında daha sık anar olmuştu. Yazın başından itibaren ise bu
tema konuşmalarında takıntılı bir şekilde ortaya çıkmaya başladı.
Arkası arkasına yaptığı ve aşağı yukarı aynı fikirleri belirttiği
konuşmaların ışığında “İkinci Kitap” oluştu ve 1928 yazında kitabı
dikte ettirdi. Kitapta diğer ekonomik seçeneklerden ancak atlanması
gerektiğini belirtmek için bahsediyordu. Almanya’nın nüfusu için
yeterli alanın yokluğu (Raumnot) sorunu ancak iktidarı almak ve
sonra da zor uygulamak suretiyle çözülebilirdi. Ortaçağlarda
“Doğu’nun sömürgeleştirilmesini” övüyordu. Tek yöntem “kılıç” ile
yapılacak fetihlerdi. Rusya’dan açık açık söz ettiği enderdi. Ama
neyin kastedildiğini anlamamak imkansızdı.
Tarihin sosyal-Danvinist, ırkçı bir yorumla okunması ihtiyaç duyulan
gerekçeyi sağlıyordu. “Siyaset, bir halkın varoluş mücadelesinden
başka bir şey değildir.” “Esas prensip, güçlünün yaşayabilmesi için
zayıfın ölmesidir,” diye belirtiyordu. 191 Bir halkın kaderini üç değer
belirlerdi: “kan-degeri” ya da “ırk-değeri", “kişilik değeri” ve
mücadele hissi” (Kampfsinn) ya da “kendini koruma güdüsü”
(Selbsterhaltungstrieb). “Ari ırk”ta somutlaşan bu değerlerin üç
düşmanı vardı: demokrasi, pasifizm ve enternasyonalizm. Ve bu üç
düşman “Yahudi Marksizmi”ni oluşturuyordu.
1923’ten önce daha az vurgulanan kişilik ve liderlik teması,
1920’lerin ortalarında ve sonlarında Hitler’in yazı ve konuşmalarının
temel halkasını oluşturmaktadır. Halk, diyordu, bir piramit oluşturur.
Bu piramidin tepesinde “dahi”, “büyük adam” vardır. 192 “Lidersiz
dönemde” völkisch hareketin içine düştüğü kaosun ardından, 1925’te
ve 1926’da, birliğin odak noktası olarak lidere yoğun vurgu
yapılmasında şaşılacak bir yön yoktur. 27 Şubat 1925’te partinin
yeniden kuruluşu münasebetiyle yaptığı konuşmada Hitler'bir lider
olarak görevinin “ayrı yollarda ilerleyenleri bir araya getirmek”
olduğunu belirtmişti. 193 Lider olma mahareti “mozaiğin taşlarını” bir
araya getirmekte yatıyordu. 194 Lider “ülkü”nün “koruyucusu” ya da
“merkeziydi. 195 Bunun için takipçilerin körce bir bağlılık ve sadakat
göstermesi gerektiğini ısrarla belirtiyordu. 196 Lider kültü böylece
hareketi bir araya getirme mekanizması olarak yerleştirildi. Hitler
1926’nın ortalarına dek kendi üstünlüğünü sağlam bir şekilde kurdu;
“kişilik değerinin” ve “şahsi yüceliğin” Almanyanın mücadelesi ve
gelecekteki yeniden doğuşu için taşıdığı öneminin altını çizme
fırsatlarını hiç kaçırmadı. “Kahraman” statüsüne dair kendisinin bir
iddiası olduğunu belirtmekten kaçınıyordu. Buna gerek yoktu. Bunu,
Hitler kültüne inanmaya başlayan ve sayılan giderek artan kişilere,
ayrıca propagandanın toplamda elde edeceği sonuçlara havale
edebilirdi. Hitler açısından “Führer miti” hem bir propaganda silahı
de imanın temel şartıydı. Bismarck’a, Büyük Frederick ve Luther’e
sık sık yaptığı göndermeler ve Mussolini’ye yönelik imâları onun
“büyüklügü”nü dolaylı ama hataya yer vermeyecek şekilde
belirtiyordu. Mayıs 1926’da (doğrudan adını anmadan da olsa)
Bismarck’tan bahsederken şöyle dedi: “Milli fikri halk kitlelerine
iletmek şarttır.” “Büyük bir adam bu görevi yerine getirmek
zorundadır.” Uzun süren alkışlar mesajın anlaşıldığını
197
gösteriyordu.
Goebbels 1926 yılında, Hitler’in “sosyal sorun”u açıklayışı
karşısında sadece bir kez değil pek çok kez heyecanla titredi.
Goebbels onun fikirlerini “daima yeni ve ilgi uyandırıcı” diye tarif
ediyordu. 198 Oysa gerçekte Hitler’in “sosyal fikri” basit, dağınık ve
manipülatifti. Hamburg’da burjuva dinleyicilerine söylediğinden daha
fazla bir şey değildi: Marksizm’i yok ederek işçileri milliyetçiliğe
kazanmak; ırksal saflık ve mücadele kavramına dayanan müphem
“milli topluluk”un (Volksgemeinschaft) yaratılması sayesinde,
milliyetçilik ve sosyalizm arasındaki aynının üstesinden gelmek.
Milliyetçilik ile sosyalizmin kaynaştırılması, (ikisi de siyasi
hedeflerine ulaşamamış olan) milliyetçi burjuvazi ile Marksist
proletarya arasındaki sınıf çelişkisini yok edecekti. Onun yerini
milliyetçilik ile sosyalizmin birleştiği, “beyin” ve yumruk”un uzlaştığı;
ve halkın gelecekteki büyük mücadelesi için (Marksist etkiden
kurtulmuş) yeni bir ruhun yaratıldığı bir “mücadele topluluğu”
alacaktı. Böyle fikirler ne yeniydi ne de özgün bir tarafı vardı. Ve
sonuçta bu fikirler sosyalizmin modern bir biçimine değil, on
dokuzuncu yüzyılın emperyalist ve sosyal-Darvinist nosyonlarının en
zalim ve en ham yorumuna dayanıyordu. 199 Borazancılığı yapılan
“milli topluluk” içinde sosyal refah kendi hayrı için değil, “kılıçla
yapılacak” fetih için, dıştaki mücadeleye hazırlık için vardı.
Hitler günlük meselelerle ilgilenmediğini defalarca tekrar etmişti.
O hep aynı şeyi sunmuştu: Bir misyonun coşkusuyla, tam bir bağlılık
ve adanmışlıkla ulaşılabilecek uzun erimli bir amacın hayali. Siyasi
mücadele, iktidarın ele geçirilmesi, düşmanın yok edilmesi ve milletin
gücünün arttırılması bu amaca giden yoldaki basamaklardı. Ama bu
amaca nasıl ulaşılacağı sorusu açık bırakılmıştı. Bu konuda Hitler’in
kendisinin somut bir fikri yoktu. O sadece fanatik bir “iman
politikacısının kesinliğine sahipti; buna ulaşılacaktı, o kadar.
Amaçlanan şey hiçbir zaman açıklık ve netlik olmamıştı. Fetih yoluyla
“yaşam alanı” elde edilmesi fikri, uzak gelecekte bir gün Rusya’ya
karşı saldırganlık gösterileceğini ima ediyordu. Ama bunun daha
kesin ve net bir anlamı yoktu. Hitler’in buna kati bir şekilde
inandığından şüphe etmeye gerek yok. Fakat 1920’lerin ortalarında
mevcut o koşullarda yaşayan çok sayıdaki yandaşı için dahi,
1922’deki Rapallo Anlaşmasının ardından Sovyetler Birliği’yle
diplomatik bir uzlaşma içine giren, 1925 Locamo Anlaşmasıyla ve
ardından Milletler Cemiyeti’ne girmesiyle batılı güçlerle ilişkilerini
geliştiren bir Almanya’nın bütün bunları yapması ham hayalden başka
bir şey değildi.
Şiddetli, vahşice tiradların atıldığı “Yahüdi Sorunu” bile somut bir
politika sunmuyordu. Hitler “Yahudi yığınlarınının... demir bir
fırçayla... vatanımızdan” kovulması için çağrı yaptığında,
“Yahudilerden Kurtulmak” (Entfernung der Juden) mantıken ancak
tüm Yahudilerin Almanya’dan atılması olarak anlaşılabilirdi. 200 Fakat
Hitler, Parti Programının açıklanmasının yıldönümünü kutlamak için
24 Şubat 1928'de Münih Hofbrâuhaus’da toplanmış olan kalabalık
önünde, hareketin gözüpek unsurlarının dinmeyen alkışları arasında
“Yahudi’ye burada patronun biz olduğunu göstermeliyiz; eğer
davranışlarını düzeltirse ne ala, kalabilir; aksi takdirde yolu
görünür,” dediğinde bu amaç bile o kadar net değildi. 201
“Yahudi Sorunu”, “[yaşam] alanı sorunu” ve “sosyal sorun”
dahilinde Hitler uzak bir ütopya hayali öneriyordu. Elinde buraya
giden yolu gösteren bir harita yoktu. Fakat başka hiçbir Nazi lideri
ya da völkisch politikacı içte birlik, basitlik ve bu “hayalin” herkesi
kapsayan niteliğini sağlayamıyordu. Sahip olduğu kanaatin -sık sık
“misyonu”ndan, “inanç”tan ve “ülkü”den bahsediyordu-, her şeyi “ya
ak ya kara” şeklinde basit seçeneklere indirgeyerek insanları
harekete geçirme yeteneğiyle birleşmesi, ideolog ile propagandacının
bir araya geldiği noktayı oluşturuyordu.
Hitler’in ölümcül “dünya görüşü”nü oluşturan çeşitli unsurların
birbiriyle karşılıklı bağımlılığı en açık şekilde “İkinci Kitap”ta
görülmektedir. Hitler (dış politikaya dair güncellediği görüşlerini
içeren ve sonuçta yayımlanmayan) bu kitabı, 1928 yazında
Obersalzberg’de kalırken Max Amann’a aceleyle dikte ettirmişti. 202
Hitler’i bu kitabı yazmaya iten şey, Güney Tyrol’a yönelik politikaya
dair ateşlenen tartışmalardı. Mussolini yönetiminin Almanca
konuşulan bölgelerin ltalyanlaştırılmasına yönelik uyguladığı faşist
politika, Avusturya ve Almanya’da, özellikle Bavyera’da milliyetçi
çevrelerde yoğun bir İtalya karşıtlığının ortaya çıkmasına neden
olmuştu. İtalya ile yapılacak bir ittifak ihtimaline dayanarak Hitler’in
Güney Tyrol’da Alman haklarından vazgeçmeye hazır oluşu, hem
Alman milliyetçileri tarafından suçlanmasına hem de sosyalistler
tarafından Mussolini’den rüşvet kabul etmekle itham edilmesine
sebep olmuştu. 203 Hitler Mein Kampf'ta Güney Ty rol meselesiyle
ilgilenmiş ve Şubat 1926’da ilgili bölümleri ikinci ciltten ayrı olarak
bir el kitapçığı halinde yayımlamıştı. 204 Bu meselenin 1928’de tekrar
alevlenmesi Hitler’i konuya bakışını etraflı bir şekilde tekrar
vurgulamaya itti. 205 Fakat muhtemelen finansal sebeplerle kitabı
yayımlanmadı (Amann, hayal kırıklığı yaratan ve satışları düşük olan
Mein Kampf'ın ikinci cildine rakip olur kaygısıyla “İkinci Kitap”ın
yayımlanmasına karşı çıkmış olabilir). 206 Buna ek olarak, Güney Tyrol
sorunu aciliyetini kaybederken, Young Planı gibi yeni meseleler
peydah oldu, ancak Hitler’in metni tekrar gözden geçirmeye ne
zamanı ne de isteği vardı. Bu durumda kitabın yayımlanmasını kendisi
için riskli bulmuş olabilir. 207
Yazılmasına Güney Tyrol sorunu sebep olduysa da “İkinci Kitap”
bunun çok daha ötesine uzanıyordu. Hitler Mein Kampf'ta dış politika
ve “toprak meseleleri"yle (Raumfragen) ilgili kapsamlı fikirlerini,
tarihin ırksal yorumuyla ve -son sayfalarda- “Yahudi egemenliği"
tehditi olarak gördüğü şeyi yıkma ihtiyacıyla bağlantılandırmıştı. Bu
kitabın kapsamı daha da genişti. 208 Diğer yandan “İkinci Kitap”ta yeni
hiçbir şey yoktu. 209 Daha ,önce de gördüğümüz gibi, Hitler’in
1922’nin sonlarından itibaren embriyo halinde bulunan “dünya
görüşü”nün özü, 1926 yılında Mein Kampf'ın ikinci cildini
tamamladığı döneme dek tam anlamıyla tekamül etmişti. Güney Tyrol
meselesi ve ABD’nin artan gücüne yönelik ilgisi de dahil olmak üzere
“İkinci Kitap"ta hakim olan fikirler, 1927’nin başlarından itibaren
Hitler’in konuşma ve yazılarında defalarca ele alınmıştı. Bu
konuşmaların pek çok bölümü “İkinci Kitap”ta önemli noktalarda
neredeyse kelimesi kelimesine tekrar ediliyordu.
O halde Hitler “ikinci Kitap”ı dikte ettirmesinden çok önce de
kafasını belli bir konuya takmış bir ideologdu. 210 Tarihin ırksal bir
mücadele olduğunu kanıtlayan “gerçekler"den kendi adına son
derece emin olması; Almanya’nın ileride “yaşam alanı’’elde etme ve
aynı zamanda Yahudilerin iktidarını sonsuza dek yok etme misyonu:
Bunlar kişisel olarak itici güç sağlamada sonsuz öneme sahipti.
Bununla birlikte Nasyonal Sosyalizmin destek kazanmasında bunların
taşıdığı önemi abartma hatasına düşmemek gerekir. NSDAPin büyük
bir kitle partisi haline dönüşmesinin, Hitler’in kişiselleştirdiği “dünya
görüşü”nün gizemiyle doğrudan ilişkisi azdır. Dikkate almamız
gereken çok daha karmaşık bir süreç vardır.
IV

Ocak 1927’nin sonunda, Saksonya Hitler’in konuşma yasağını


kaldıran ilk büyük Alman eyaleti oldu. Bavyera yetkilileri de sonunda
baskılara dayanamayıp, 5 Mart’ta Hitler’in konuşma yasağını
kaldırdı. Eyalet hükümetinin öne sürdüğü koşullardan biri, Bavyera
eyaleti içindeki halka açık ilk konuşmasını Münih’te yapmamasıydı. 211
Sonuçta, iki yıldan sonra Bavyyera’da yapacağı ilk konuşmayı 6
Mart’ta, Münih’ten bayağı uzakta, Aşağı Bavyera’nın içlerindeki
Vilsbiburg’da yaptı. Salonun ancak üçte ikisini dolduran ve sayılan
1000’i bulan coşkulu dinleyicilerin çoğu parti üyesiydi ve bir kısmı da
konuşmanın başarısını garanti altına almak için dışarıdan getirilmiş
SA milisleriydi. 212
Fakat üç gün sonra gene Münih’te, 1923’den beri ilk kez tekrar
Circus Krone’deydi. Dramatik bir etki elde etmek için gereken her
şey yapılmıştı. Hitler kahverengi pardesüsü içinde, arkasında
yürüyen SA milisleri ve maiyetiyle birlikte, çalınan marşlar eşliğinde
kürsüye vardığında 7 bin kişilik salon neredeyse tamamen doluydu.
Dinleyicilerin çoğu alt orta sınıftan olmakla birlikte karıları kürk
mantolar içinde varlıklı insanlar da göze çarpıyordu. Büyük bir kısmı
gençti ve parka giymişlerdi. Hitler’in girişiyle kalabalık çılgına döndü;
iskemlelerin ve sıraların üzerine çıktılar, ellerini sallıyor, ayaklarını
yere vuruyor, “Heil!” diye bagırıyorlardı. Ellerinde flamalarla sıra
olmuş bekleyen 200 kadar fırtınabirliği milisi Hitler geçerken faşist
selamına durdu. Hitler geri döndü ve kolunu uzatarak onları
selamladı. Konuşma olağan alkış yağmuruyla karşılandı. Dinleyiciler
Hitler’in açıklamalarını “kutsal kelam”mış gibi dinliyorlardı, halbuki
söylediklerinde yeni hiçbir şey yoktu. Toplantıyı rapor eden polis o
kadar etkilenmemişti. Konuşmanın gereksiz ayrıntılar ve tekrarlarla
fazlasıyla uzatıldığını; ucuz dokundurmaların ve kaba
karşılaştırmaların mantıksız argümanlarıyla, boş cümlelerle dolu
olduğunu düşünüyordu. Bir konuşmacı olarak Hitler’in performansını
da beğenmemişti; yapmacık ve abartılı tavırlarla doluydu.
Konuşmalarının 1923’te yaptıklarına benzemesinden Hitler’in çok
ögünç duyacak olması da onu şaşırtmıştı. Onun gözünde alkışlar
Hitler’in söylemek zorunda olduğu şeylere değil, konuşmacının
kendisine yönelmişti. 213
Hitler’in konuşmasındaki boş cümleler, kısmen, yetkililerle başının
derde girmesine neden olacak yorumlardan kaçınma tedirginliğinden
kaynaklanıyordu. völkischer Beobachter’de konuşmanın haberi
şaşırtıcı derecede kısa çıktı. 214 Konuşmayı kaydeden stenograf
notlarını kaybetmişti. 215
Ayın sonunda Münih’teki diğer büyük konuşmasında Circus
Krone’nin dörte üçü bile dolmamıştı. 216 Bir hafta sonra 6 Nisan’da
yaptığı konuşmada sadece 1,500 kişi vardı, halbuki salonun
kapasitesi bunun beş katıydı. 217 Hitler’in büyüsü Münih’te bile artık
işe yaramıyordu. Kürsülere dönmesi Münih’in dışında neredeyse hiç
heyecan yaratmamıştı. “Daha önceden partinin kalelerinden olan
İngolstadt’ta Hitler’in tekrar halk önünde konuşmaya başlaması, eski
destekçilerinin çoğu tarafından bile fark edilmedi,” diye rapor
edilmişti. 218 Bavyera eyaletlerinden gelen diğer raporlar, bütün
propaganda çabalarına rağmen NSDAP’a ilgi olmadığını
gösteriyordu. Parti mitinglerine katılım düşüktü. Ocak 1928’de
Münih polisinin raporu şöyleydi: “Nasyonal Sosyalist hareketin
özellikle Bavyera’da gelişme kaydettiğine dair Hitler’in ısrarlı
beyanları doğru değildir. Aslında hem Münih’te hem taşrada
harekete olan ilgi hızla azalmaktadır. 1926’da şube toplantılarına
300-400 kişi katılırken, bugün en fazla 60-80 üye katılmaktadır.”219
ilk kez 19-21 Ağustos 1927’de Nuremberg’de yapılan Parti
Gösterisi’nde bile, propagandadan azami etki elde etmek için gayet
dikkatli bir çalışma yapılmış olmasına rağmen beklenen ilgi ve destek
elde edilememişti. 220
Pek çok eyalet Saksonya ve Bavyera örneğini izleyerek Hitler’e
konan konuşma yasağını kaldırdı. Ancak en büyük eyalet olan
Prusya’da ve Anhalt’ta yasak 1928 sonbaharına dek yürürlükte
kaldı. 221 Yetkililer Nazi tehlikesinin geçtiğine inanıyorlardı, görünüşe
göre bunun için haklı gerekçeleri de vardı. Hitler artık bir tehlike
olarak görülmüyordu.
1920’lerin ortalarında mevcut olan daha yatışmış siyasi ortamda
Almanya’nın yeni demokrasisi nihayet istikrar sinyalleri verirken,
görünüşe pek bir şey yansımasa da, NSDAP içinde mühim gelişmeler
yaşanıyordu. Nihayetinde bu sayede NSDAP, 1929 sonbaharında
Almanya’yı vuracak olan yeni ekonomik krizin koşullarını
değerlendirebileceği daha güçlü bir konuma geliyordu.
En önemlisiyse NSDAP’ın gayet bilinçli şekilde, ideolojik ve
örgütsel açıdan Hitler kültüne odaklanmış bir “lider hareketi”ne
dönüştürülmüş olmasıydı. 1924’teki “lidersiz dönem” ve Hitler’in -
zayıflığından dolayı- völkisch hareket içindeki öldürücü anlaşmazlıkta
taraf tutmayı ısrarla reddetmiş olması şimdi büyük bir avantaja
dönüşmüştü. Daha önce gördüğümüz gibi, programatik bir değişim
isteyenlerin Bamberg’de uğradığı yenilgi aynı zamanda, “ülkü”nün
Hitler’den başka bir yerde ya da kişide simgeleşmesine izin
vermeyecek olan sadık taraftarların bir zaferiydi. Bu kişiler için
liderden bağımsız bir programın hiçbir anlamı yoktu. Ve 1924 yılının
da kanıtladığı gibi Hitler olmaksızın ne birlik ne de hareket olabilirdi.
Sırf bu bile, Gregor Strasser gibi Hitler’e eleştirel bir yaklaşımı
olan kişileri dahi, partiyi bir arada tutmak için Hitler kültünün
oluşturulması gerektiğine ikna etmeye yeterliydi. Liderin kişiliğine
bağlanmış olan birliğin somut işareti, kol uzatılarak verilen “Heil
Hitler!” şeklindeki “Alman selamı”ydı. 1923’ten beri giderek daha
çok kullanılan bu faşist selamlama tarzı, 1926’dan itibaren Hareket
içinde zorunlu kılındı. 222 Strasser Ocak 1927’de, “Heil Hitler”
selamının Lider’e kişisel bağlılığın sembolü olduğu kadar, kendi
içinde bir sadakat yemini de içerdiğini yazıyordu. Hareketin “büyük
sırrı”; "Nasyonal Sosyalizm fikrine gönülden bağlılığı, özgürlük ve
kurtuluş getirecek bu doktrinin muzaffer gücüne sönmeyen bir
inanç”ı “yeni özgürlük savaşçılarının ışık saçan düküne, Liderimizin
şahsına duyulan derin sevgi"yle bir araya getirmesiydi. “Dük ve
vasal!” diye devam ediyordu, “Eski Germenlerde... liderin
yoldaşlarıyla hem aristokratik hem demokratik olan bu ilişkisi
NSDAP’ın yapısının özünü teşkil eder... Arkadaşlar, sağ kolunuzu
kaldırın ve gururla, mücadele arzusuyla, ölümüne bir sadakatle
bağırın: ‘Heil Hitler!’”. 223
Yıllardır itaatkar ve yaltakçı bir Hitler hayranı olan Rudolf Hess
için lider kültü yalnızca işlevsel bir araç değil, derin bir inanç
meselesi, hatta psikolojik bir ihtiyaçtı. 224 Sonradan Dışişleri
Bakanlığı’nda Ribbentrop’un baş adamlarından biri olacak Walter
Hewel’e yazdığı bir mektupta, ona, Hitler’in daha Landsberg’de
bulundukları sırada altını çizdiği “liderlik prensibini hatırlatıyordu:
“aşağıdakiler için koşulsuz otorite ve yukarıdakiler için sorumluluk”.
Hess bunu “Germen demokrasisi” diye adlandırıyordu. 225 Disiplin,
birlik ve güç imajının önemini belirtiyordu. 226 Mektubunu, “büyük
popüler lideri” “bir dinin kurucusu olan büyük kişi”yle karşılaştırarak
bitiriyordu. Onun işi akademisyenler gibi olumlu ve olumsuz yönleri
tartmak, alternatif yargılara ulaşmak için özgürlük tanımak değildi.
“O dinleyicilerine sorgulanamaz bir inancı iletmeli. Ancak bundan
sonradır ki arkasından gelen kitleleri götürülmeleri gereken yere
götürebilir. İşte bundan sonradır ki kitleler engellerle karşılaşsalar
bile lideri izlerler; ama bunun için onlara önce... Führerin... ve
halkının misyonunun mutlak haklılık... taşıdığına dair koşulsuz bir
inanç aşılanmalıdır.”227
Hitler tapıncı parti yönetimi tarafından bilinçli bir şekilde beslendi.
1926’da yayımlanan bir kitapçıkta, -daha önce bahsettiğimiz üzere
bir Hitler mümini olma yolundaki-Goebbels, Alman romantizmini ve
Nazi öncesi Gençlik Hareketinin ideolojisini hatırlatan mistik bir dil
kullanarak, Liderini, en derin umutsuzluk içinde inancı getiren,
“gizemli bir arzuyu yerine getiren”, “umutsuzluk ve şüphenin egemen
olduğu bir dünyada inanç ve aydınlanma mucizesini” gerçekleştiren,
“şaşkın gözlerimizin önünden geçen bir meteor” olarak
tanımlıyordu. 228 Fakat propagandaya yönelik amaçları ne olursa olsun
böyle duygular sıradan üyeler arasında zengin bir damar buluyordu.
Bir savaş gazisinin açıklamasına göre, onun için Führer tapıncı
Hitler’in 1924 yılında mahkemede yaptığı konuşmalar sırasında
başlamıştı. “O zamandan beri o kişinin Hitler’den başkası olduğunu
bir kez olsun düşünmedim. Davranıştan sorgusuz sualsiz tüm
kalbimle ona inanmama sebep olmuştu.”229 1926 yılında Hitler’i
Bonn’da dinlemiş olan bir parti üyesi onun “her iyi Alman’ın sahip
olacağı duygulara” seslendiğini düşünmüştü. “Onun sözcüklerinde
Alman ruhu Alman erkeklerine sesleniyordu. O günden sonra Hitler’e
duyduğum bağlılığı hiç yitirmedim. Onun halkına duyduğu sonsuz
inancı ve onları özgür kılma arzusunu görmüştüm,”230 Hitler’in 1926
yılında Mecklenburg’da yaptığı konuşmayı dinleyenler arasında
Rusya’dan iltica etmiş olan eski bir aristokrat da vardı. Konuşmanın
içeriğine dair hiçbir şey hatırlamıyordu. Ama konuşmanın sonunda
duygulanıp ağlamıştı: “salon alkışlarla inlerken, en saf coşkuyla
kopan bir özgürlük çığlığı dayanılmaz gerilimi salıvermişti. ”231
Nazi hareketinin ilk dönemlerinde bir cazibe bulmuş olanlar
arasında otorite özlemi ve ast zihniyeti çok yaygındı. Romantikler,
yeni-muhafazakarlar, mevcut durumdan hayal kırıklığına uğramış,
geçmişi mitik bir tarzda yücelten ve kahramanca bir geleceğin
düşlerini kuran bütün bu kişiler geleceğin “büyük lideri”nden, milli
kurtarıcıdan medet umabilirlerdi. Böyle kişilerin bilinçaltında bir
krala, askeri bir kumandana, bir devlet adamına, bir rahibe ya da
basitçe bir baba-figürüne bel bağladıklarını düşünürsek; Weimar
döneminde siyasette ve toplumda açıkça görülen bölünmeler, bu
kişilerin hem otoriteye duydukları naif ihtiyacı hem de o otoriteyle
birlikte geldiğini hayal ettikleri milli birliğe olan özlemi iyice
büyütmüştü. Nitekim milliyetçi sağ bu durumu kolaylıkla
sömürmüştü. İki savaş arasındaki dönemde Avrupa’da “güçlü kişi”
arayışı, demokrasiye yönelik saldırıların bir parçası olarak oldukça
yaygındı. Çoğulcu siyasette en derin krizlerin yaşandığı iki
demokratik yönetimde -Almanya ve İtalya- bunun en şiddetli hali
almasında şaşılacak bir yön yoktur.
Führer kültünün inşası Nazi hareketinin gelişiminde belirleyici bir
unsurdur. Eğer bu kült olmasaydı, 1924’de görüldüğü gibi,
hizipçilikten dolayı parçalanma yaşanacaktı. Bu kült sayesinde, temel
görevin Hitler’e bağlılık olduğu vaaz edilerek kıymetli birlik
korunabilirdi. Parti yönetimi içindeki duygular da öncelik taşıyan
birlik ihtiyacına tâbi olmalıydı. Nisan 1927’de Hanover partisi
içindeki bir tartışmada Ludendorff “büyük adam” olarak öne
sürüldüğünde ve Hitler’e eleştiriler yöneltildiğinde, önemli bir parti
hatibi ve Gauleiter yardımcısı olan Karl Dincklage şöyle yazmıştı:
“Biz Hanover Gau’su içindekiler Hitler’e olan bağlılığımızı
koruyoruz. Ludendorff'un ya da Hitler’in daha büyük olduğunu
düşünmemizin hiçbir ehemmiyeti yoktur. Herkes bu kararı kendi
içinde verir.”232 Ve aynı yılın Temmuz ayında, hiziplerle kaynayan
Berlin örgütünde bölünmeye yol açacak ciddi bir anlaşmazlık patlak
verdiğinde, sadakat kartı bir kez daha oynandı. Bu acı anlaşmazlık,
Goebbels’in Berlin’de çıkan yeni gazetesi Der Angriff (Saldırı) iİe
Gregor Strasser’in çıkarttığı Berliner Arbeiter-Zeitung (Berlin işçi
Gazetesi) arasındaki rekabetten doğmuştu. Tartışma, iki eski
bağlaşığın birbirine yönelttiği kişisel aşağılamalarla hızla
bayağılaşmış ve Nazilerin siyasi düşmanları tarafından büyük bir
memnuniyetle kullanılmıştı. Patırtı kışa dek sürdü ve Hitler’in bu iki
rakibi, Münih’te hınca hınç dolu olan Hofbrâuhaus’da yapılan partinin
birlik mitingine çağırmasıyla son buldu. Bu birlik “yüce, kutsal
misyona duyulan ortak inançla ve onları Adolf Hitler’in kişiliğinde
ortak lidere ve ortak fikre bağlayan sadakat duygusuyla
destekleniyordu.” Parti üyelerine “Liderin otoritesi ile ve fikrin
otoritesinin” “Adolf Hitler’in şahsında bütünleştiği” söylendi. 233
SA her zaman için Hareket içindeki kontrol edilmesi en güç unsur
olmuştu ve 1934’e dek olan gelişmeler de bunu devamlı bir şekilde
kanıtlayacaktı. Ama Hitler burada da kendi şahsına bağlılık talebinde
bulunarak sorunların üstesinden gelebiliyordu. Mayıs 1927’de, SA
lideri Franz von Pfeffer’e karşı isyankar bir tavır içine girmiş ve
cesaretleri kırılmış Münih fırtına-birliği milislerine ateşli bir söylev
verdi. Konuşmasının sonunda olağan hilesine başvurdu. Kürsüden
indi, bütün SA milislerinin elini tek tek sıktı ve onların kendisine karşı
kişisel sadakat yeminlerini yenilemiş oldu. 234
Stratejiye dair anlaşmazlıklar, hizip ayrılıkları, kişisel düşmanlıklar
NSDAP içinde çok yaygındı. Normalde ideolojik olmaktan çok kişisel
ya da taktiksel nedenlere dayanan bitmez tükenmez çatışmalar ve
düşmanlıklar, genelde Hitler’in müdahele etmesine gerek kalmadan
durduruluyordu. Hitler bunlara olabildiğince az müdahil oluyordu.
Aslında onun sosyal-Darwinist mücadele kavramına göre, bütün bu
rekabet ve düşmanlık ona astları arasında kimin en güçlü olduğunu
gösteriyordu. 235 Kitlelerin hareketiyle iktidan ele geçirme güdüsünü
yoldan saptırıp amaca zarar verme tehlikesi içeren hizipçi ayrımlar
olmadıkları takdirde, Hitler’in parti içindeki ideolojik ayrıntılar
üzerinde uzlaşma sağlama çabası da yoktu. Führer kültü partiye
bunun çaresini sunan yegane reçete olduğu için kabul görmüştü.
Gönüllü ya da zorunlu Hitler’e kişisel bağlılık birliğin bedeliydi.
Hitler’in büyüklüğüne ve “misyonuna” canı gönülden inanan Nazi
liderleri de vardı. Diğerleriyse kendi tutkularını ancak yüce lidere
destek veriyormuş gibi görünerek kabul ettirebilirlerdi. Her iki
durumda da sonuç Hitler’in hareket üzerinde giderek artan ve
neredeyse karşı çıkılamaz bir pozisyona doğru giden hakimiyetiydi.
Her iki durumda da, parti içinde sadakati aktaran bu sistem, Führer
kültünün yaygınlaştırılması ve daha geniş seçmen kitlelerine iletilmesi
için üretiliyordu. Lider kültü partinin ayrılmaz bir unsuruydu. Ve eğer
partinin enerjisi zararlı hizipçi ayrılıklarla heba edilmeyecekse, “ide-
ülkü”nün Hitler’in kişiliğinde temsil edilmesi şarttı. Hitler 1924
yılında yaptığı gibi doktrinel tartışmalardan kaçınarak ve mevcut tüm
enerjiyi iktidarın ele geçirilmesi hedefine odaklayarak -zaman zaman
güçlükle de olsa- partiyi bir arada tutabildi. Bu arada Führer kültü
kendi hızıyla gelişimini sürdürdü. Hitler bunun propaganda değerini
kabul ediyordu ama saçmalığa varmasını engellemek için müdahale
etmesi gerektiği de oluyor: du, çünkü bu saçmalıklar siyasi
düşmanları tarafından insafsızca alaya alınıyordu. 236
Hitler’in üstün konumu şimdi eski rakipleri üzerinde de etkisini
gösteriyordu. DVFP’nin en seçkin üyelerinden olan ve sosyal devrimci
tavrı nedeniyle Graefe ve Wulle çevresindeki daha muhafazakar
Alman milliyetçi yönetimiyle arası giderek açılmış olan Graf
Reventlow, Şubat 1927’de NSDAP’a katıldı. Ona Wilhelm Kube ve
Christian Mergenthaler da eşlik etmişti. Kube Brandenburg’da,
Mergenthaler ise Württember’de DVFP’nin önemli
şahsiyetlerindendi. Bir başka Reichstag temsilcisi olan Franz Stöhr
de DVFP’den ayrılıp NSDAP’a katılmıştı. Hitler ve Goebbels
Mergenthaler’in partiye katılışını kutlamak üzere Stuttgart’a gittiler
ve bir şenlik havası içinde ona hoşgeldin dediler. Daha önceden
Hitler’e savaş açmış biri olarak Reventlow’un partiye katılış
gerekçesi önem taşımaktadır:

Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’ne sözde liderlik iddiaları


taşımadan ve hiçbir koşul öne sürmeden geçtim. Şahsen ben
Herr Adolf Hitler’e hiç itirazsız itaat ederim. Niye mi? O
önderlik yapabildiğini kanıtlamıştır; görüşlerine ve iradesine
dayanarak nasyonal sosyalist düşünceyi birleştiren bir parti
yaratmış ve ona önderlik etmiştir. O ve parti bir bütündür; ve bu
durum, başarının koşulsuz önenmesini, yani birliği
sağlamaktadır. Bundan önceki iki yıl Nasyonal Sosyalist Alman
işçi Partisi’nin doğru yolda olduğunu, ilerlediğini, bozulmaz ve
engellenemez bir sosyal-devrim enerjisine sahip olduğunu
göstermiştir. 237

Bu, liderlik prensibinin onaylanması, örgütün ve “ülkü”nün Hitler’in


şahsında birleşmesi demekti.
Bu süreç 1927’nin sonuna dek devam etti. Bununla birlikte 1927
Ağustosunda Nuremberg’deki parti gösterisi Hitler’in hareket
üzerindeki hakimiyetini, bir yıl önceki Weimar gösterisine oranla
daha kesin bir şekilde gösterdi. Hitler, baş ideologlar Feder ve
Rosenberg tarafından öne sürülen programın çelişkili önermeleri
karşısında artık daha rahat olabilirdi. Thuringia Gauleiter’iyken
birkaç hafta önce görevinden alınan -ertesi yıl da partiden tamamen
ihraç edilen- Artur Dinter’in bile konuşmasına izin verilmiş ve
hakkında völkischer Beobachter'da övücü bir haber çıkmıştı.
Nuremberg’deki “tartışmalarda” konu edilen unsurlar Nazilerin
“eylem” programının ana hatlarını çiziyordu: antiliberal, anti-
Marksist, duygusal anlamda antikapitalist ve "nasyonal" [milliyetçi]
sosyalist, bir o kadar da antisemitist. Doktriner “teorisyenler”
partinin bu geniş cazibe alanının önünü kesecek ve Hitler’in liderlik
konumuyla çelişecek bir şeyler yapmadıkları sürece, manevra
yapabilecekleri bayağı geniş bir alanları vardı. 238
Bununla birlikte Dinter olayında Hitler’in konumunun gücü aşikar
bir hal almıştı. Dinter önceleri Hitler’in güçlü bir destekçisiyken, dini
takıntıları -Nasyonal Sosyalizmi'in, ırkın ve kanın saflaştırılması
yoluyla gelen bir dini reformasyon olduğunda ısrar ediyordu-
nedeniyle Hareket içinde, özellikle kendi Gau’su olan Thuringia’da
giderek gözden düşmüştü. Bunun sonucunda Hitler Eylül 1927'de onu
Gauletier’lik görevinden almak zorunda hissetmişti. Ancak Hitler
kadar fanatikçe sabit fikirli olan Dinter ısrarlıydı. Hitler’in tehlikeye
atmayı göze alamayacağı dini tarafsızlık görüntüsü, Dinter’in göze
batar tavırları ve halkın dikkatini çekmesi nedeniyle risk
altındaydı. 239 Sonunda Dinter Hitler’le çatışıp onu Katolik kilisesinin
maşası olmakla suçladığında ve Liderin danışacağı bir senato önerisi
getirdiğinde fazla ileri gitmiş oldu. Eylül 1928’deki Genel Üye
Toplantısında önerisi yuhalamalar arasında oy birliğiyle reddedildi.
Bu olaydan sonra dahi, ihracın kamuoyunda yaratacağı ters etkiyi
gözeterek Dinter’i partiden atmaya gönülsüz olması tam Hitler’e
yakışan bir davranıştı. Fakat Dinter Hitler’in ayrıcalıklı otoritesini
kabul etmeyi reddetti; Hitler’e ve parti programına alenen saldırdı.
Ekim’in başlarında ihracı artık kaçınılmazdı. 240 Gregor Strasser, en
az on sekiz Gauleiter’in Hitler’le hemfikir olduklarına dair
imzalarının bulunduğu yazılı bir belgeyle durumu sağlama almıştı.
Strasser Gauleiter’e yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Bu durumda
kamuya, bize muhalif olanlara ve özellikle kendi parti yoldaşlarımıza
şunu açıkça ifade etmeliyiz ki, [dini meselelerin hareketin siyasi
programına karıştırılmasından ibaret olan] bu ilke sorununda Adolf
Hitler ile çalışma arkadaşları arasına en ufak bir görüş ayrılığı
sokma çabasının dahi hiçbir başarı şansı yoktur.”241 Hitler’in bir
önceki Temmuz’da Dinter’e yazdığı bir mektupta kendine dair yaptığı
tanım bunu çok iyi ortaya sermektedir. “Nasyonal Sosyalist
Haraket’in lideri olarak ve tarihi yapan kişilerin sahip olduğu o
sarsılmaz inanca, o günün mutlaka geleceği inancına sahip biri
olarak,” demişti Hitler, “sizin [dini] reformasyon alanında kendinize
atffettiğiniz yanılmazlığı ben [bir politikacı olarak] kendime bu
alanda atfetme cüretini gösteriyorum.” İktidarı ele geçirmek ve en
azından “ırksal sorunca ilgili olarak Almanya’nın kaderini belirlemek
için kendine en fazla on iki yıl biçiyordu. 242
Führer kültünün inşasıyla birlikte Hitler’in imajı, bu “kısır yıllarda”
partinin mütevazı büyümesinde en az Hitler’in fiili katkıları kadar
önem taşımıştır. 243 Elbette ki Hitler’in yapacağı bir konuşma partinin
yerel bir örgütü için hâlâ en önemli olaydı. Ve Hitler kitle
toplantılarında başlangıçta kuşkulu olan dinleyicileri kazanmayı çok
iyi biliyordu. 244 Fakat NSDAP’ın Bunalım öncesi yıllarda sınırlı da olsa
gösterdiği başarı sadece -ya da esasen- Hitler’e atfedilemez. Hitler
bir ajitatör olarak darbe öncesinde olduğu kadar doğrudan öne
çıkmıyordu. 1925 ve 1926 yıllarında temel bir engel olan konuşma
yasağınının da bunda şüphesiz etkisi vardı. 1925 yılında yalnızca otuz
bir; 1926’da ise sadece otuz iki toplantıda konuştu. Bu konuşmaların
büyük çoğunluğu partinin iç meseleleriyle ilgiliydi ve önemli bölümü
de Bavyera’da yapıldı. 1927 yılında konuşmalarının sayısı elli altıya
çıktı, bunların yandan çoğu Bavyera’daydı. 1928 yılında yaptığı
altmış altı konuşmanın çoğu yılın ilk beş ayında, Reichstag
seçimlerine dek olan dönemde gerçekleşmişti. Bunların üçte
ikisinden fazlası Bavyera’daydı. NSDAP’nin yerel seçimlerde ilerleme
kaydetmeye başladığı 1929 yılı boyunca yalnızca yirmi dokuz
konuşma yapmıştı, bunların sekizi Bavyera’daydı. 245
Bu yıllarda Hitler’in konuşma yapmasını sınırlayan etkenlerden
biri, partinin kronik finansal sorunlarını çözmek için mühim
bağlantılar kurma ve fon sağlama çabasıyla çok fazla seyahat
etmesiydi. 246 Siyasi durgunluk içindeki bir parti açısından bu
çabalarının çok meyve vermemesi şaşırtıcı değildir. NSDAP içindeki
“sosyal devrimcilerin pek hoşuna gitmese de Hitler 1926 ve 1927
yıllarındaki pek çok konuşmasında Ruhr bölgesinin sanayici ve
işadamlarıyla flört etti. Bu kişiler konuşmalardan hoşlansalar da
durduğu yerde sayan bir partiye pek ilgi göstermediler. 247 Partiye
uzun süredir hamilik yapan Bechsteinlar ve Bruckmann'lar cömert
desteklerini sürdürdüler. 248 Fakat Frau Bruckmann’ın Hitler’le bizzat
tanıştırdığı yaşlı Emil Kirdof, önde gelen Ruhr sanayicileri arasında
NSDAP’a katılacak ve 100 bin marklık bir bağış yapacak kadar
Hitler’e sempati duyan tek kişiydi. Yaptığı bağış partinin ivedi
finansal sorunlarının üstesinden gelmesine uzun süre katkıda
bulunacaktı. 249 Asıl olarak partinin geliri büyük oranda sıradan
üyelerinin yaptığı katkıya bağlıydı. Buna bağlı olarak parti üye
sayısındaki yavaş bir artış ya da durgunluk partinin mali işler
sorumlusunun başının ağrımasına neden oluyordu. 250
Hitler eskiden olduğu gibi yönetim ve organizasyon işleriyle pek az
ilgileniyordu. Parti patronları onun uzun yokluklarını ve önemli bir
konuda dahi kendisine ulaşılamamasını kabullenmişlerdi. 251 Finansal
meseleleri güvenilir işletme müdürü Max Amann’a ve partinin mali
işler sorumlusu Franz Xaver Schwarz’a bırakmıştı. 252 Münih’te sahne
arkasında ise Philipp Bouhler vardı. Hitler parti sekreterliğinde
yorulmak bilmeden hizmet eden bu kişiye güveniyordu. Silik biri gibi
görünmekle birlikte içten içe tutkulu bir kişiliğe sahip olan Bouhler
sonradan “ötenazi eylemi”nin ortaya çıkmasında önemli bir rol
oynayacaktı. 253 Esas önemli kişiyse Gregor Strasser idi. Eylül 1926
ile 1927 yılı sonu arasında Propaganda Lideri iken (bu süreç içinde
bütün bir Reich’daki propaganda faaliyetlerini güncelleyip, koordine
eden oydu) ve özellikle 2 Ocak 1928’de Örgütlenme Lideri olduktan
sonra, hiziplere bölünmüş, iç uyumdan yoksun olan hareketi, 1929’un
başlarından itibaren yeni kriz koşullarını değerlendirebilecek, ülke
çapında bir örgüt haline getiren oydu. 254 Örgütsel meselelerin
sorumluluğunu Strasser’e vererek hayatındaki en iyi atamalardan
birini yapmış olmakla birlikte, Hitler’in bu gelişmelerdeki doğrudan
payı pek azdı.
Her zaman olduğu gibi Hitler’in eğilimi gene propaganda
üzerindeydi, örgütlenmeyle ilgilenmiyordu. Mesele kitlelerin
harekete geçirilmesi olduğunda başarısız olduğu pek enderdi. Parti
propaganda yöneticisi olarak Gregor Strasser’e ajitasyonun
karakterini ve tarzını belirlemesi için geniş bir faaliyet alanı
tanınmıştı. Strasser kendi eğilimleri doğrultusunda, özellikle şehir
proletaryasının kazanılmasına vurgu yapıyordu. Bu stratejinin pek
faydalı olmadığı ve alt orta sınıfın NSDAP’a desteğini azaltma
tehlikesi içerdiği 1927 sonbaharında dışarıdan bile
görülebiliyordu. 255 Schleswig-Holstein’dan, Thuringia’dan,
Mecklenburg’dan, Pomerani’den ve başka bölgelerden gelen
raporlar, NSDAP için umut vaat eden yerler olan taşra bölgelerinde
artan huzursuzluğa işaret ediyordu. 256 Hitler de bunun farkındaydı.
27 Kasım 1927’de Weimar’da “Hotel Elefant”da yapılan Gau liderleri
toplantısında bir değişimin haberini verdi. Gelecek seçimde
“Marksistler”den ciddi oranda oy kazanmak umulmamalıydı. Büyük
mağazaların tehditi altında olan küçük esnaf ve çoğu zaten
antisemitist olan beyaz yakalılar daha iyi hedeflerdi. 257 Aralık
1927’de Hitler ilk kez Aşağı Saksonya’dan ve Schlesvvig-
Holstein’dan binlerce köylünün katıldığı bir gösteride konuştu. 258
Yeni yılda parti propaganda liderliği görevini üzerine aldı. Rutin işleri
yardımcısı Heinrich Himmler yerine getiriyordu. SS
imparatorluğunun müstakbel lordu o dönemde hâlâ yirmilerindeydi.
Kısa süreliğine bir üretim çiftliğinde çalışıp tavuk yetiştirmiş olan
Himmler, iyi eğitilmiş, zeki bir eski ziraat öğrencisiydi. Yanları ve
arkası kısa kesilmiş saçları, küçük bıyığı, yuvarlak gözlükleri ve
atletik olmayan yapısıyla küçük bir kasabanın banka katibine ya da
ukala bir okul müdürüne benziyordu. Görünüşü nasıl olursa olsun
zaman içinde ideolojik fanatizmde ve soğukkanlı acımasızlıkta
kimsenin onunla yarışamayacağını gösterecekti. “Kızıl
enternasyonalistler”, Yahudiler, Cizvitler ve masonlar da dahil olmak
üzere Almanya’nın her tarafında bulunan düşmanlara karşı korkunç
bir gizli komploya katılma hayalleri kuran bu genç milliyetçi idealist,
1923 yazında, on bir yıl sonra öldürülmesi işini örgütleyeceği Ernst
Röhm’ün etkisiyle NSDAP’a katılmıştı. Aynı yılın 8 Kasım’ında darbe
gecesi Röhm’ün yanındaydı; Bavyera Savaş Bakanlığı’nı basmaya
giden Reichskriegsflagge biriminin ön sırasında flama taşıyordu.
Partinin yeniden kuruluşundan sonra, önce Gregor Strasser’in
sekreteri olarak, 1926’dan itibaren de Yukarı Bavyera-Swabia
Gauleiter Yardımcısı ve Reich Propaganda Lider Yardımcısı olarak
hep aktifti. (1929’da SS’in başına getirilmeden önce iki yıl boyunca
Reichsführer-SS Yardımcılığı görevini de yürütmüş olan Himmler)
1920’lerin sonlarında getirildiği bu son iki görevde verimli ve yaratıcı
olduğunu kanıtlamış, kısa süreliğine belli bir alana yönelik genel
propaganda fikrini ortaya atarak Nazilerin nişanesi olacak şeyi
yaratmıştı. 259
Fakat Hitler normaldeki davranış tarzına ters olarak, metin
taslaklarına ve merkezi propagandanın biçimlendirilmesine doğrudan
müdahale etmişti. 260 Nisan 1928’de, 1920’de yapılmış olan
“değiştirilemez” 17 Maddelik Parti Programının yorumunu “düzeltti”:
“Tazminatsız kamulaştırma" ilkesinin anlamı, kısmen özel mülkiyet
prensibine dayanarak, kamu yararına yönetilmeyen topraklara, yani
arsa spekülasyonu yapan Yahudi şirketlerinin topraklarına el
konulmasını sağlayacak yasal bir araç olmasıydı. 261
Propagandanın vurgusundaki değişim, “şehir merkezli plan”dansa
“taşra merkezli milliyetçi plan”a bel bağlamaya yönelik dönüşüm
kadar çarpıcı değildi. 262 Bunun anlamı, esas olarak Marksizm’den
kazanılacak işçilere yönelik “programatik” bir bakış açısından
uzaklaşıp, “bütünü kapsayan” daha genel bir hareket yaratmaya
yönelmekti. Pragmatik bir ayarlamaydı bu; parti propagandasında
daha önce sistematik bir yaklaşımla hitap edilmeyen çeşitli sosyal
gruplar için daha geniş kapsamlı bir cazibe unsuru oluşturma
ihtimaline dayanıyordu. Bu yönde hareket etme önerisi, ilk olarak,
daha önce bahsettiğimiz gibi, kendi taşra bölgelerindeki potansiyel
desteği gören çeşitli Gauleiter’lerden gelmişti. Hitler’in bu önerilere
olumlu yaklaşımı, kitleleri harekete geçirmeye yönelik kendi
oportünist yaklaşımından kaynaklanıyordu. Partideki bazı kişilerin
aksine, sosyal grupları Nazizm’e çeken bir tür “sosyal devrimci”
duygusal anti-kapitalizm nosyonuna tamamen kayıtsızdı. Önemli olan
onların desteğini kazanmaktı. Hitler’in amacı iktidarı ele geçirmekti.
Bu amaca varmayı sağlayacak her silah faydalıydı. Öte yandan bu,
NSDAP’ın rekabet içindeki çıkar gruplarının gevşek bir
koalisyonundan fazlası olduğu anlamına geliyordu. Onları -bir
süreliğine- bir arada tutacak olan tek şey, net bir programın yokluğa
ve Lider imajı oluşturan bir dizi ütopik, uzak amaçtı.
V

1920’lerin ortalarındaki Weimar’ın “altın yıllarında” Hitler pek az


Alman’ın kafasında bir yer tutuyordu. Partinin içindeki gelişmeler
halkın büyük bir çoğunluğunun ne umurundaydı, ne de bunun onların
çıkarlarıyla bir ilgisi vardı. Siyasi arenanın şimdi iyice kenarlarında,
sevimsiz bir noktasında görünen Münihli eski baş belasına kimsenin
dikkat ettiği yoktu. Hitler’i fark edenlerse genellikle ya ondan nefret
ediyorlardı ya da ona karşı kayıtsızdılar -her ikisi birden de
olabiliyordu. Nasyonal Sosyalistlerde ara sıra, o da ancak aşağılayıcı
bir bakışla gözünü çeviren Almanya’nın önde gelen liberal gazetesi
Frankfurter Zeitung'un yorumu tipik bakışı yansıtıyordu. “Hitler’in
ne bir düşüncesi ne de sorumlu bir davranışı var; mamafih onun bir
ülkü’sü var. Onun içinde bir şeytan var,” diye yazıyordu 26 Ocak
1928 tarihli gazetenin bir makalesinde. “Atavistik kökenli manik bir
ülkü bu; karmaşık gerçekliği bir kenara atıyor Ve onun yerine ilkel
bir savaşçı birliğini koyuyor... Doğal olarak Hitler tehlikeli bir
budala... Fakat biri çıkar da Yukarı Avusturyalı küçük bir gümrük
memurunun oğlunun bu çılgınlık noktasına nasıl ulaştığını soracak
olursa ona söylenecek tek bir şey vardır: Savaş ideolojisini
mükemmel bir tarzda, kelimenin tam anlamıyla ele alıyor ve onu
ancak çağında [Roma imparatorluğunun sonundaki Barbar istilaları
dönemi] yaşayan birinin yapabileceği gibi neredeyse ilkel bir tarzda
yorumluyor.”263
20 Mayıs 1928’deki Reichstag seçim sonuçları, yıllardır Hitler’in ve
Hareketinin sonunun geldiğini söyleyen bu yorumcuların ne kadar
haklı olduğunu gösterdi. 264 Daha istikrarlı olan koşulların sonucunda
seçmenler, seçim kampanyalarına nispeten az ilgi gösterdiler. 265
Listede otuz iki parti vardı ve çoğu belli çıkar gruplarını temsil
ediyordu. Hitler daha sonra çoğulcu demokrasinin bu parodisiyle alay
edecekti. 266 Kazananlar sol partilerdi. Hem SPD hem KPD’nin oy
oranı ciddi oranda artmıştı. En ciddi kayıpları ise Alman Milliyetçileri
(DNVP) vermişti. Küçük partiler ve hizip grupları toplamda Aralık
1924’te aldıklarının iki katı (yüzde 13.9) oy almışlardı. 267 Yüzde 2.6
oy alan NSDAP ancak on iki koltuk kazanmıştı. Aralık 1924’de
völkischer Blok'un durumuyla karşılaştırıldığında seçmen tabanını
kaybetmişti. 268 Birkaç istisna dışında şehirlerdeki sonuçlar
korkunçtu. Berlin’in'“kızıl” bölgelerinde savaşı kazanmak için
Goebbels’in harcadığı tüm çabalara rağmen Naziler başşehirdeki
oylarının sadece yüzde 1.57’sini alabilmişlerdi. Şehrin iç kısmındaki
işçi mahalleleri tipik özelliği olan “kızıl” anlaşma sonucunda,
NSDAP’ın 1,742 oyu sol partilerin toplam 163,429 oyu karşısında
kaybolup gitmişti. Ama umut ışığı yok değildi. Beklendiği üzere
taşradaki bazı bölgelerden gelen sonuçlar gelecek için umut vaad
ediyordu. Hareketin geleneksel can damarı olan Franken ve Yukarı
Bavyera bölgeleri dışında en iyi sonuçlar, derinleşen tarımsal krizden
etkilenen kuzey Almanya taşrasından gelmişti. 269 Örneğin Weser-
Ems’de, ateşli konuşmalarıyla cayırtı koparan, papazlıktan atılmış
ateşli bir antisemitist olan ve DVFB’den NSDAP’a gelen
Münchmeyer’in propagandasının yardımıyla NSDAP’ın aldığı oy
ulusal ortalamanın iki katıydı. 270 Desteğin oldukça düşük olduğu Doğu
Almanya’da bile, hakim konumdaki DNVP’nin güven kaybetmesi
iyimserliğe zemin tanıyordu. 271 Sonuç olarak en azından bir teselli
vardı: Reichstag’a giren on iki Nazi, muhaliflerine karşı kin dolu
saldırıları nedeniyle yasal olarak sorumlu tutulamayacaklardı ve -
belki daha da önemlisi- günlük ödenekleri ve Reichsbahn’da birinci
mevkide bedava yolculuk etme hakları partinin finansal durumunda
rahatlama yaratacaktı. 272 Yeni vekiller arasında Gregor Strasser,
Frick, Feder, Goebbels, Ritter von Epp -eski Freikorps lideri,
BVP’den yeni geçmişti ve gelişi nedeniyle bayağı bir gürültü
koparılmıştı- ve -darbeden beri ortalıkta yokken yakın zamanda
yuvaya dönmüş olan- Hermann Göring vardı. “Reichstag’a
gidiyoruz... koyun ağılına giren kurtlar gibi,” demişti Goebbels
okuyucularına. 273
Parti içinde anlaşılır bir hayal kırıklığı ve keder vardı. Fakat genel
tepki tam bir esneklik örneğiydi. 274 Gerekli dersler çıkarılmıştı.
Gregor Strasser kadar diğer parti liderleri ele sanayi işçileri
üzerinde odaklanmanın yararsız olduğunu görmüşlerdi. Taşrada daha
zengin bir potansiyel vardı. 275 Parti propagandasının ve
organizasyonunun yeniden elden geçirilmesi gerektiği açıktı. Hitler
31 Ağustos-3 Eylül tarihleri arasında Münih’te yapılan Liderler
Toplantısında mesajı pekiştirdi (seçim kampanyasının ardından para
yokluğu nedeniyle parti gösterisinin yerini bu toplantı almış, 1928
yılında parti gösterisine izin vermemişti). 276 Hitler Gregor Strasser’in
planı doğrultusunda Gau yapısının tamamen yeniden organize
edileceğini duyurdu. 277 Strasser’in örgütsel liderliği altında taşraya
çok daha fazla önem verildi ve partiye bağlı alt-örgütlenmelerin tam
tekmilinin oluşturulmasına yönelik ilk adımlar atıldı. Bu alt-
örgütlenmeler orta-sınıf mensubu grupların özel çıkarlarından
faydalanılmasında çok etkili olacaka. 278
Hitler’in seçim felaketine verdiği tepki çok karakteristikti. Seçim
gecesinde Bürgerbrâukeller’deki kalabalık bir toplantıda, bir yanında
Epp diğer yanında yeni dönmüş olan Röhm olduğu halde, ilk önce
rakip partilerin içinde bulunduğu sıkıntılı durumla eğlendi. Seçimden
çıkan ilk sonuç şuydu: Şimdi artık tek bir völkisch hareket vardı, o da
NSDAP’dı. Aralık 1924’le karşılaştırıldığında Münih’te partinin 7 bin
oy kazandığını vurguladı. Neredeyse diğer tüm şehirlerde alınan kötü
sonuçlardan ise bahsetmedi. İkinci sonuç olarak, Bavyera Halk
Partisi’yle Alman milliyetçilerinin kurduğu hükümetin üç yılllık
iktidarının ardından “Marksist” oylardaki büyük artışa dikkat çekti.
Bunu 1924’te Münih’te solun oylarının düşmesiyle kıyasladı. Son
olarak meydan okuyan üçüncü sonucu öne sürdü: “Seçim
kampanyasında savaştık. Mücadele sürüyor!... Bizim için dinlenmek
yok, ara vermek yok. Çalışmaya devam ediyoruz...”279 Fakat Hitler
hemen akabinde kendini toplamak ve ikinci Kitap’ı dikte ettirmek
üzere dağdaki inziva yerine tatile gitti. 280 27 Haziran’da Nasyonal
Sosyalist basına, yasal yoldan ayrılmayacağı sözüne sadık kalacağını
bildiren bir beyanat iletmek durumunda kaldı, çünkü seçimlerdeki
kötü sonuçlar, bazı kişilerin nin gene şiddet yoluyla iktidar peşine
düşeceğini düşünmesine yol açmıştı. 281 Yoksa Temmuz başına dek
ortada görünmeye pek niyeti yoktu. 282
Seçim sonuçları Hitler Hareketi’nin bittiği yorumunu yapan pek
çok kişiyi doğrulamıştı. 283 Prusya hükümeti de böyle düşünüyordu.
Eylülün sonunda Hitler’in halka açık toplantılarda konuşma yasağını
kaldırdı. 284 İlk kez 16 Kasım’da Berlin’de Sportpalast’da konuştu.
Hitler müzik eşliğinde ve ellerindeki flamaları sallayan SA milislerinin
arasında salona girdiğinde, koca salon kapasitesinin üzerinde
dolmuştu. Atmosfer alışıldık siyasi miting havasına pek
benzemiyordu. “Zincirleri Kıracak Mücadele” konulu konuşması sık
sık alkış yağmurlarıyla kesiliyordu. 285 Konuşmasında yeni hiçbir şey
yoktu. Önemli olan içerik değil sunumdu. Hep olduğu gibi duygular
hedef alınmıştı. Devrim, pasifizm, enternasyonalizm ve demokrasi
kavramları kaçınılmaz olarak kalaylandı. Ekonomik iyileşme ancak
milli özgürlükle sağlanabilirdi. “Özgürlüğün öncülü ise güç ve
iktidardı. Bunun için kahraman liderlere ihtiyaç vardı. Hitler “Yahudi
Sorunu"ndan açıkça bahsetmediyse de “ırksal bozulma” takıntısını
gündeme getirmeyi unutmadı. Kültürün, ahlakın ve kanın “piç
edilmesi”nin kişilerin değerini kaybetmesine neden olduğunu
belirttikten sonra şöyle devam etti: “Ancak ruhunun ve kanının piç
edilmesine karşı direnen bir halk bundan kurtulabilir. Alman halkının
özel bir değeri vardır ve Alman halkı 70 milyon zenciyle aynı kefeye
konamaz... Zenci müziği yaygın olabilir ama Beethoven’in bir
senfonisiyle şimi dansı müziğini yan yana koyduğunuzda zaferin kime
ait olduğu hemen belli olur... Güçlü inancımızdan gelen kuvvet bu
piçleşmenin önüne kendiliğinden geçecektir. NSDAP’ın kendine
koyduğu hedef budur: Milliyetçiliğin ve sosyalizmin önceki
anlamlarını yok etmek. Milliyetçiliğin tek anlamı halkınızın arkasında
olmanızdır ve sosyalist olmak dışa karşı da halkının hakları için
savaşmaktır.”286
Bu kaba tanımlarla toplumun tüm kesimlerine sesleniyordu. Sınıf
ayrımı ancak milli birlikle aşılabilirdi. NSDAP sınıflar üstüydü. “Tam
olarak ne milliyetçiydi ne de sosyalist. Ne tam burjuvaydı ne de
proleter”, ama “dürüstçe milli topluluğu inşa etmek isteyen; birlikte
savaşmak için sınıf gururunu ve şımarıklığını bir kenara koyan
herkes” için oradaydı. Sonuç olarak diye devam ediyordu, “parti
kendini gururla işçi partisi olarak adlandırabilecek bir hareketi
temsil ediyor, çünkü içinde halkın yaşam mücadelesi için çalışıp
çabalamayan hiç kimse yok.” NSDAP “enternasyonalizme karşı
büyük bir mücadeleye” girişmişti. “Oylara” ve demokrasi “hatasına”
değil, “liderin otoritesi’’ne dayanıyordu. 287 Marksizmi yenmenin ve
Almanya’yı kölelikten kurtaracak olan toprağı elde etmenin yolu
buydu. Konuşmasını, “Reich’ın en büyük salonunun” dolmasını
sağlayan konuşma yasağına verip veriştirerek ve Tanrı’dan
Almanya’nın mücadelesini kutsamasını dileyerek bitirdi. Kalabalık
çıldırmıştı. Olayı eleştirel bir gözle izleyenler yarı-içtenliğin,
çarpıtmaların, aşırı basitleştirmenin ve kaba, güya dini bir hava
verilmiş kurtarma sözlerinin karışımından oluşan bu söylevin
hikmetine erememişlerdi. 288 Fakat Sportpalast’ı hınca hınç dolduran
16 bin kişi, entelektüel bir konuşma dinlemeye gelmemişti. Onlar
işitmeye geldikleri şeyleri işitmişlerdi.
Hitler’in Sportpalast’ta konuştuğu dönemde Almanya’nın
ekonomisinin üstünde kara bulutlar toplanmaya başlamıştı bile.
Tarımda tırmanan kriz borçların artmasına, iflaslara, zorunlu toprak
satışlarına neden oluyordu, çiftçiler dertliydi. En büyük endüstri
kuşağı olan Ruhr bölgesi sanayicileri hakem kararına uymayı
reddetmiş ve demir çelik endüstrisinde lokavta giderek 230 bin işçiyi
haftalarca ya işsiz ya da maaşsız bırakmışlardı. 289 Bu arada işsizlik
hızla artmış, 1929 Ocak ayında işsiz sayısı 3 milyonu bulmuştu. Bu
rakam önceki yıldan 1 milyon fazlaydı. 290 Siyasi olarak da sorunlar
artıyordu. SPD Şansölyesi Hermann Müller başkanlığında kurulan
“büyük koalisyon” başlangıcından itibaren sallantıdaydı. Bir kruvazör
yapımıyla ilgili alınan karar nedeniyle (seçimden önce SPD’nin karşı
olduğu bir politikaydı bu) görüş ayrılığı yaşanmış ve SPD açısından
ciddi bir kayba neden olmuştu. Ruhr demir sanayinin yarattığı
tartışma, hükümet içindeki ayrımları daha da derinleştirmiş ve
hükümetin hem sağdan hem soldan eleştiriler almasına yol açmıştı.
Weimar sosyal devletinin gerçekleştirdiği sosyal kazanından geri
almak için muhafazakar sağın ilk planlı ortak girişimiydi bu. Sosyal
politika üzerindeki anlaşmazlık eninde sonunda Müller hükümetinin
sona ermesine neden olacaktı. Yılın sonuna doğru savaş tazminatları
meselesi tekrar kendini göstermeye başladı ve 1929 yılında iyice
ciddi bir hal aldı.
Aynı zamanda zeki bir analist olan ekonomist Joseph Schumpeter
1928 sonbaharında hâlâ büyük bir iyimserlikle “sosyal ilişkilerimizin
artan istikrarından bahsediyordu. 291 Fakat, Amerika’nın -bir önceki
yıl ekonomiyi ayakta tutmuş olan- kısa dönemli kredilerini çekmesinin
Almanya için doğurabileceği kötü sonuçlara dair Kasım 1928’de
uyanda bulunan Reich Dışişleri Bakanı Gustav Stresemann daha
öngörülüydü. 292
Aslında Weimar’ın “altın yıllan” göründüğü kadar “altın” değildi.
Almanya baştan aşağı derin ayrımlarla parçalanmış bir toplumdu.
Görece istikrarın yaşandığı bu ara dönemde sınıfsal ve dinsel
ayrılıkları azaltacak bir şey olmamıştı. 293 Sosyal yakınmalar
ciddiyetini koruyordu. Yüksek orandaki işsizlik -1926 yılında 2
milyondan fazla işsiz vardı- çoğu genç olan pek çok işçiyi
radikalleştirmişti. 294 Küçük üreticiler ve dükkan sahipleri kendilerini
büyük mağazaların, ve tüketici kooperatiflerinin tehditi altında
hissediyorlardı ve bu duruma kızgındılar. Zanaatkarlar kitlesel
üretimin geleneksel konumlarını ve geçim kaynaklarını tehdit ettiğini
hissediyorlardı. Beyaz yakalılar ise Weimar demokrasisinin en iyi
yıllarında dahi hiçbir sempati beslemedikleri teknik elemanlarla
mesafelerini korumak istiyorlardı. Çiftçiler daha önce de söz
ettiğimiz gibi tarımsal ürün fiyatlarının düşmesi nedeniyle çöküşün
eşiğindeydiler.
Kültürel ayrımlar da aynı derecede ciddiydi. Weimar döneminin
avant-garde sanat formlarından hoşlanan insan sayısı nefret
edenlerin yanında az kalıyordu. Kültürel muhafazakarlık, zevksizlik
ve cahillikle eskisi kadar yakın bir ilişki içindeydi. Popüler kültür de
aynı derecede kötüleniyordu. Goebbels’in “asfalt kültürü”ne
saldırıları bir süre sonra yalnızca etkin Naziler arasında değil,
1920'lerde büyük şehirlerdeki popüler kültürün
Amerikanlaştırılmasına tepki duyan gerici burjuvalar arasında da
yankı bulmuştu.
Net bir şekilde bölünmüş olan sosyal çevreler ve “alt-kültürler”
oldukça istikrarsız bir siyasi ortamda ifadelerini buluyorlardı. 1928
seçimlerini demokrasinin başarısı olarak görmek çok yapay bir
bakıştır. KPD’nin oylarının artması solda demokrasiden bir
uzaklaşmanın olduğuna işaret ediyordu. Merkez ve merkez sağın
liberal partileri 1919’dan beri ciddi oranda oy kaybediyorlardı.
Dagılmaları ve parçalanmaları demokrasinin yarattığı düş kırıklığını
ve -Nazilerin henüz seçimlerde ciddi bir başarı gösteremedikleri
dönemde dahi- oyların sağa doğru kayışını yansıtıyordu. 295 Milliyetçi
sağda DNVP’nin destek kaybı ilk bakışta demokratların yararına gibi
görünüyordu. DNVP’nin eski destekçileri daha da sağa sürükleniyor
ve çeşitli çıkar partileriyle muhalif partiler katılıyorlardı, ne var ki bu
partilerin hepsi eninde sonunda NSDAP’a yem olacaktı. 296 Her şey
bir yana Weimar demokrasisi en “altın yıllarında dahi toplumun
kendisine karşı olan güçlü kesimlerine karşı çıkacak denli güçlü bir
taban kazanmayı becerememişti. Meşruiyet problemi hâlâ aciliyetini
koruyordu. Canlanan ekonomik krizler eninde sonunda büyük bir
tehlike arz edecekti,
Stresemann’ın da vurguladığı gibi istikrar, “1920’lerin altın
yılları”nın dıştan görünen parıltısının düşündürdüğü kadar garanti
altında değildi. Alman ekonomisi Amerika’nın kısa dönemli borçlarına
bağımlıydı. Üretim ve yatırım durmuştu, maaşlar artarken kâr
oranları düşüyordu, devlet mâliyesi giderek daha çok zora giriyordu
ve büyük oranda devlet desteğiyle ayakta duran tarım sektörü,
1929’da Wall Street Borsası Çöküşü’nden en az iki yıl önce,
dünyadaki yiyecek fiyatlarının düşüşünün ardından derin bir krize
yuvarlanmıştı. 297
1928-1929 kışının kötüleşen koşullarında NSDAP’ın desteği
artmaya başladı. 1928’in sonuna dek üye sayısı 108,717’e
ulaşmıştı. 298 Daha önce ulaşamadığı sosyal gruplardan şimdi artık
faydalanabilirdi. Hitler Kasım 1928’de Münih Üniversitesindeki 2500
öğrenciden coşku dolu bir davet aldı. 299 Hitler konuşmaya
başlamadan önce toplantının açılış konuşmasını Nazi Öğrenci
Federasyonunun yeni atanmış Reich Lideri, 21 yaşındaki Baldur von
Schirach yaptı. Geleceğin Hitler Gençliği lideri, -Almanya’nın kültür
başşehri olan- Weimar’lı oldukça kültürlü bir burjuva aileden
geliyordu. Babası oradaki Saray Tiyatrosu’nun müdürüydü ve oldukça
nüfuz sahibi biriydi. Nazi ileri gelenlerinde pek rastlanmayan bir
özellik olarak Baldur mükemmel İngilizce konuşuyordu. Almancası iyi
olmayan Amerikalı annesi çocukluğu boyunca onunla hep İngilizce
konuştuğundan, sonradan kendisinin de belirttiği gibi altı yaşına dek
tek kelime Almanca öğrenmemişti. Savaşın sonu Schirach ailesine bir
trajedi getirmişti: Baldur'un babası işini kaybetmiş, bir subay olan,
kardeşi Kari, Versailles’ın sonucunda mesleğinde bir umut
görmediğinden, kararını “Almanya’nın kötü talihi”ne bağlayarak düş
kırıklığı içinde intihar etmişti. Geçmişin ihtişamının bilincinde olan
ama bugün völkisch milliyetçilerin ve antisemitik söylemin istilasına
uğramış küçük bir kasaba olan Weimar’da Baldur kendi yolunu
bulmuş, sonradan Thuringia’da Gauleiter Yardımcısı olacak akıl
hocası Hans Severus Ziegler’in yardımıyla paramiliter bir gençlik
örgütlenmesine girmiş ve 1925 Mart’ında cumhurbaşkanlığı
seçimleri sırasında Hitler’in konuşmasını ilk kez duyana dek
Ludendorff'un hayranı olmuştu. Bu konuşma onu o kadar
heyecanlandırmıştı ki eve gidip Hitler için bir şiir yazmıştı. Bu şiir
yayımlanmış ve kahramanı ona imzalı bir fotoğrafını göndermişti.
Mein Kampf'ın ilk cildini tek bir gecede okuyup bitirmiş ve Mayıs
başında partiye katılmıştı. O Hitler’in adamıydı ve yeni kurulmuş
Nazi gençlik örgütlenmesi ve Öğrenci Birliği içinde Führer kültünün
gelişmesine hizmet edecekti. Schirach sayesinde, 1928’in sonlarına
doğru yapılan öğrenci birliği seçimlerinde Nazi oylarında büyük artış
oldu -Erlagen’de yüzde 32, Greifswald ve Würzburg’da yüzde 20. Bu
başarı Hitler’in ona olan desteğini güvence altına almış, 1931 yılında
Hitler Gençliği liderliğini almasına giden yolun taşları döşenmeye
başlanmıştı. 300
Öğrenci birliği seçimleri Hitler’in cesaretini arttırmıştı, Nazi
hareketi toparlanıyordu. Ama bunun da ötesinde Nazi hareketi
taşrada, radikalleşmiş köylüler arasında güç kazanıyordu. Schleswig-
Holstein’da devlet dairelerine yapılan bombalı saldırılar çiftçilerin
ruh halini göstermektedir. Ocak 1929’da bölgedeki radikal çiftçiler
Landvolk’u kurdular; henüz olgunlaşmamış, şiddet yanlısı bu protest
hareketin Naziler’in ağına düşmesi çok sürmedi. İki ay sonra
Wöhrden köyündeki bir NSDAP toplantısının ardından SA milisleriyle
KPD yandaşları arasında çıkan kavgada iki fırtına-birliği milisi öldü ve
pek çok kişi yaralandı. Yönetimden hoşnutsuz olan taşrada Nazilerin
potansiyel desteğini, halkın verdiği tepkilerden anlamak mümkündü.
Bölgede Nazi desteğinde ani bir artış yaşandı. Yaşlı köylü kadınlar iş
kıyafetlerinin üzerine parti rozeti takmaya başlamışlardı. Bir polis
raporunun belirttiğine göre onlarla yapılan konuşmalar partinin
amacına dair hiçbir fikirlerinin olmadığını gösteriyordu. Ama
hükümetin yetersiz olduğundan ve yetkililerin vergi mükelleflerinin
paralarını saçıp savurduğundan emindiler. “Felaket olarak
adlandırdıktan bu dulumdan onları ancak Nasyonal Sosyalistler’in
kurtaracağına’’ inanıyorlardı. Çiftçiler Nazi zaferinin parlamenter
yollarla gelmesinin çok uzun süreceğinden bahsediyorlardı. Bir iç
savaş gerekliydi. Halk “canından bezmiş” durumdaydı ve her tür
şiddet eylemine açıktı. Hitler olayı bir propaganda fırsatı olarak
görerek, ölen SA milislerinin cenazesine katıldı ve yaralıları ziyaret
etti. Bölge halkını çok etkiledi bu. O ve diğer Nazi liderleri “halkın
kurtarıcıları” olarak alkışlandılar. 301
Ekonomik ve siyasi alanda “kriz üstüne kriz” yaşanırken, Hitler
saldırgan propagandasına devam ediyordu. 302 1929’un ilk yarısında
parti yayınları için on makale yazdı ve büyük, öfkeli kalabalıklar
önünde on altı konuşma yaptı. Bunların dördü, 21 Mayısla yapılacak
eyalet seçimlerinin telaşını yaşayan Saksonya’daydı. Yahudilere
yönelik açıktan saldırılar konuşmalarında görülmüyordu. 303
Vurguladığı konular şunlardı: Weimar sisteminin yurtta ve
yurtdışındaki başarısızlığı, uluslararası kapitalin sömürüsü ve “küçük
insanların çektiği ıstırap, demokratik yönetimin korkunç ekonomik
sonuçları, parti politikalarının yol açtığı ve çoğalttığı sosyal
bölünmeler ve hepsinden öteye, Almanya’nın gücünü ve birliğini
tekrar kazanması, geleceğini garanti altına alması için toprak elde
etme ihtiyacı. “Dünya pazarının anahtarı kılıç şeklindedir,” diye
açıklıyordu. 304 Çöküşten ancak güç ve iktidarla kurtulunabilirdi:
“Bütün sistem değiştirilmeli. Bu yüzden en büyük iş halkın liderliğe
olan inancını (Führerglauben) yeniden kurmaktır.”305
Hitler’in konuşmaları seçimden önce Saksonya’nın tam
ihtiyaçlarına hitap eden, iyi organize edilmiş bir propaganda
kampanyasının parçasıydı. Bu kampanya Himmler tarafından
planlanmış ama Hitler’in denetiminde yürütülmüştü. 306 Partinin
rakamsal olarak artan gücü, yapısında ve organizasyonundaki
ilerlemeler, şimdi daha geniş bir alana hitap etmelerini mümkün
kılıyordu. Sonuç olarak bu yayılma dinamik, enerjik, ileriye doğru
giden bir hareket imajı yaratılmasına yardım ediyordu. Naziler genel
olarak söz konusu bölgede aktivizm göstererek ve toplum içindeki
nüfuzlu kişilerin desteğini kazanarak ilerleme kaydediyorlardı. 307
Hem programın çok yüklenmesinden kaçınmak hem de en iyi etkiyi
sağlamak için Hitler’in konuşmaları ayrı tutuluyordu. 308 Herhangi bir
parti örgütü için Hitler’in gelip orada konuşma yapması gerçek bir
ikramiyeydi. Fakat 1929 başlarından itibaren değişen koşullarda
NSDAP öyle yükseklere tırmanmaya başladı ki insanların bir daha
Hitler’i görebileceği falan yoktu. 309
Sakson seçimlerinde NSDAP oyların yüzde 5’ini aldı. 310 Ertesi ay
parti Mecklenburg seçimlerinde yüzde 4 oy aldı -önceki yıl Reichstag
seçimlerinde aldığının iki katıydı bu. Sağın ve solun eşit sayıda
temsilciye sahip olduğu Landtag’da bu iki Nazi milletvekili çok kritik
bir noktada duruyordu. 311 Kuzey Bavyera’da yer alan Coburg,
haziranın sonuna doğru, Nazilerin ağırlıklı olduğu bir belediye
meclisi seçen ilk Alman şehri oldu. 312 Ekim ayı itibariyle Baden eyalet
seçimlerinde NSDAP’ın oy oranı yüzde 7’ye ulaşmıştı. 313 Ve Büyük
Bunalım’ı başlatan Wall Street Borsası Çöküşü daha vuku bulmamıştı.
Savaş tazminattan meselesinin tekrar gündeme gelmesi Nazi
ajitasyonunu döndüren çarkları yağladı. Savaş tazminatı ödemelerini
düzenlemek için, General Electric’in başı Amerikalı banker Owen D.
Young’ın başkanlığında Ocak 1929’dan beri çalışan ve uzmanlardan
oluşan danışma kurulu, 7 Haziran’da raporunu imzaladı. Dawes
Planı’yla karşılaştırdığında bu ödeme planı nispeten Almanların
lehineydi. Ödeme miktarı üç yıl için düşük tutulacaktı ve toplam
miktar Dawes Planı’nda öngörülenden yüzde 17 daha düşüktü. 314
Fakat bu plana göre ödemeler ancak elli dokuz yıl içinde
tamamlanabilecekti. Müttefiklerin buna karşı sunduğu taviz, 30
Haziran’a dek -yani Versailles Anlaşması’nda şart koşulandan beş yıl
önce- Ren Bölgesi’nden çekilmekti. Stresemann bu koşulları kabule
hazırdı. 315 Milliyetçi sağ kızgındı. Eski Krupp yöneticilerinden,
DNVP’nin lideri, milliyetçi basının kontrolünü elinde tutan ve UFA
film şirketinin önemli hissedarlarından basın patronu Alfred
Hugenberg Temmuz’da “Alman Halkının Talebini İletecek Reich
Komitesi”ni kurdu. Komitenin amacı hükümeti Young Planı’nı
reddetmeye zorlayacak bir kampanya organize etmekti. Hugenberg
Hitler’i de komiteye katılmaya ikna etti. 316 Stahlhelm’den Theodor
Duesterberg ve Franz Seldte, Pan-Germen Birliği’nden Heinrich
Class ve zengin sanayici Fritz Thyssen, hepsi de komitenin
üyesiydi. 317 Kapitalist kodamanlardan ve gericilerden oluşan bu
birlikte Hitler’in de yer alması, Otto Strasser’in başını çektiği
NSDAP’ın milliyetçi devrimci kanadının hoşuna gitmedi. 318 Ama her
zamanki gibi oportünistçe düşünen Hitler birliğin sunduğu fırsatların
üzerine atlamıştı. Komite tarafından eylül ayında oluşturulan, Young
Planı’nı ve “savaş suçluluğu yalanı”nı reddeden, “Alman Halkının
Köleliğine Karşı Yasa” tasarısı bir referandum yapılması için gerekli
desteği kazandı. Ama 22 Aralık 1929’da referandum yapıldığında
seçmenlerin ancak yüzde 13.8’i, yani 5.8 milyon kişi tasarıyı
destekledi. 319 Kampanya başarısız olduysa da Hitler açısından durum
hiç böyle değildi. Hem o hem partisi, Hugenberg basının sağladığı
bedava reklam imkanından bayağı faydalanmıştı. 320 Ayrıca yüksek
mevkilerdeki kişiler tarafından eşit düzeyde bir muhatap olarak
kabul görmüş, paraya ve nüfuza sahip kişilerle iyi ilişkiler kurmuştu.
Hitler’in yeni arkadaşlarından bazıları 4 Ağustos 1929’da
Nuremberg’de yapılan parti gösterisinde onur konuğu olarak boy
gösterdiler. Stahlhelm’in lider yardımcısı Theodor Duesterberg ve
Vereinigte Vaterlândische Verbânde’nin (Vatanperver Cemiyetler
Birliği) başkanı Kont von der Golz varlıklarıyla gösteriyi
onurlandırdılar. 321 Ruhr sanayicilerinden ve partinin
velinimetlerinden olan Emil Kirdorf da daveti kabul etmişti.
Bayreuth’un Hanımefendisi Winifred Wagner de onur konukları
arasındaydı. 322 Otuz beş özel tren kaldırılarak 25 bin SA ve SS milisi,
ayrıca 1300 Hitler Gençliği üyesi Nuremberg’e getirilmişti. Polisin
tahminlerine göre gösteriye toplam 30-40 bin kişi katılmıştı. Bu
etkinlik, iki yıl önce yapılan bir önceki parti gösterisinden çok daha
ihtişamlı ve kalabalıktı. Üye sayısı 130 bini bulmuş olan bir parti
içindeki iyimserliği ve güveni yansıtıyordu. 323 İki yıl öncesiyle
karşılaştırdığında Hitler’in hakimiyeti çok daha tamdı. Yapılan
oturumlar, yukarıdan belirlenen politikaların sorgusuz sualsiz
onaylanmasından ibaretti. Hitler’in bunlarla ilgilendiği yoktu. Hep
olduğu gibi tek ilgisi gösteri sayesinde yapılacak propagandaydı. 324
Hitler’in, partinin yeniden kuruluşundan beri geçen dört yıl içinde
hareketinin gösterdiği gelişimden memnun kalması için makul
sebepler vardı. Parti darbe dönemiyle karşılaştırıldığında şimdi üç
kat daha büyüktü ve hızla büyümeye devam ediyordu. Bütün ülkeye
yayılmıştı ve daha önce hiç varlık gösteremediği yerlerde şimdi başı
çekiyordu. Yapısı ve örgütlenmesi şimdi çok daha sıkıydı. Parti içinde
çok daha az fikir ayrılığı vardı. Völktsch hareket içindeki rakipleri ya
partiye katılmış ya da önemlerini yitirmişlerdi. Hitler hareket
üzerinde hakimiyet sağlamıştı. Başarı için tarif ettiği yol ise
değişmemişti: Aynı mesajı bütün yurtta hatırlat, ajitasyon için hiçbir
fırsatı kaçırma ve dış koşulların partinin lehine dönmesini umut et!
1925’den beri yaptığı büyük atılıma, eyalet seçimlerinde kazandığı
mütevazı başarıya ve iyi propaganda yapmasına rağmen, gerçekçi
olan hiç kimse bu partinin iktidarı almak için şansı olduğunu
düşünmezdi. Bunun için Hitler’in tek umudu devletin içine düşeceği
kapsamlı ve büyük bir krizdi.
Olayların bu kadar çabuk partinin lehine döneceğini Hitler de
bilmiyordu. Fakat Almanya’nın itibar sahibi tek politikacısı,
sallantıdaki Müller hükümetini sürdürmek için elinden geleni yapmış
olan Gustav Stresemann 3 Ekim’de inme sonucu öldü. Üç hafta sonra
24 Ekim’de, New York Wall Street’deki dünyanın en büyük borsası
çöktü. Hitler’in ihtiyaç duyduğu kriz Almanya’yı pençesine almak
üzereydi.
IX
İLERLEYİŞ

“Ekonomik koşullar kötüye gidince varımı yoğumu


kaybetmiştim ve 1930’un başlarında Nasyonal Sosyalist Partiye
katıldım.”

Hitler Hareketi’ne yeni katılmış bir vasıfsız işçi

“Kimbilir kaç insan ona bu büyük sıkıntıyı sona erdirecek bir


mesihe, bir yardımcıya, kurtarıcıya duyulan inançla bakıyordu.
Ona, yani Prusya prensini, alimleri, din adamlarını, işçiyi,
köylüyü, işsizi kurtaran kişiye.”

Luise Solmitz,
Nisan 1932’de Hamburg’da
Hitler’in konuşmasını dinlemiş olan bir öğretmen
Krizin ağır yükü bütün bir ekonomik hayatı durdurma tehdidi
içeriyordu. Binlerce fabrika kapanmıştı. Açlık Alman
emekçilerinin hergünkü arkadaşıydı. Buna bir de Yahudilerin
elinde tuttuğu yapay kıtlık kırbacı ekleniyordu; bu kırbaç
emekçileri evlerinden çıkıp köylülerden yiyecek dilenmeye
gönderiyordu... Hükümetin aldığı önlemler halkın öyle
aleyhineydi ki dürüst bir emekçi bile sırf yiyecek bulmak için
hırsızlığa başvurmak zorunda kalıyordu... Ev soygunları da
sıradan olaylar halini almıştı, polisin işi gücü vatandaşların
malını mülkünü korumak olmuştu. Komünistler haricinde bütün
vatandaşlar daha iyi günlerin özlemini çekiyordu. Ekonomik
koşullar kötüye gidince pek çok kişi benim gibi varını yoğunu
kaybetmişti. Ve 1930’un başlarında Nasyonal Sosyalist Parti’ye
katıldım. 1

Bir kişinin Nazi oluşunun hikayesidir bu. Bir başkası ise şöyle
anlatmaktadır:

Bir yanda Kızıl hükümetin politikaları, özellikle enflasyon ve


vergiler vardı. Bunlar elimdekini avucumdakini tüketiyor, bana
yaşamak için hiçbir şey bırakmıyordu. Diğer yandaysa cephe
askerleri olan bizlerin, insanları sömüren bir çete tarafından
yönetiliyor olmamız duruyordu. Biz zaten açlık sınırındayken bu
çete maaşlarımıza el koymak için her şeyi yapmaya hazırdı,
arkadaşlarımızı kandırıyordu. Bütün bunlar göz önüne
alındığında pek çoğumuzun vatansever grupların, özellikle
Hitler hareketinin faaliyetlerine neden seve seve katıldığımız
açıkça anlaşılacaktır. Sosyal reform ile vatansever amaçların
birleşmesi, çok sayıda eski askerin ve idealistin Nasyonal
Sosyalist İşçi Partisi’nin bayrağı altında toplanmasına yol
açmıştı. 2
Bu iki yeni üye NSDAP’a ekonomik kriz Almanya’yı pençesine
almaya başladığı sırada katılmıştı. Ne otuzlarının başlarındaki
vasıfsız işçi, ne de 1926’da fırınını düşük bir fiyata satmak (bundan
Yahudi alacaklılarını sorumlu tutuyordu) ve bundan sonra yaşamını
işportacılıkla kazanmak zorunda kalmış aynı yaşlardaki küçük esnaf,
sosyolojik açıdan tipik Nazi yandaşı modeline tamı tamına
uymaktadır. 3 Fakat bu anlatılar bize, 1930’da Almanya’nın üstünde
fırtına bulutları toplanırken, -esas olarak erkeklerden ve büyük kısmı
da gençlerden oluşan- binlerce insanı Hitler Hareketi’ne katılmaya
iten psikolojiye ve motivasyona dair ipuçları sunmaktadır. İki örnekte
de kişiler içinde bulundukları acı durumun ve haysiyetlerini
yitirmelerinin nedenini basitçe “Kızıl” hükümetin politikalarına ve
Yahudilere yüklemektedir, Yahudileri günah keçisi olarak görmeye
hazırdırlar. İhanete uğradıklarını ve sömürüldüklerini
hissetmektedirler. Ve bu duygu sırf bir hükümet değişikliğiyle sona
erecek gibi değildir. 1930’da çok çeşitli sebeplerle NSDAP’a katılan
yüzlerce insanda Weimar devletine, genelde adlandırıldığı üzere
“sistem”e karşı temel, içten gelen bir nefret duygusu vardı. Hitler’in
de farkına vardığı gibi nefret en güçlü duyguydu. O da zaten bilinçli
olarak bu duyguya hitap etti. Yandaşlarının çoğunu harekete geçiren
şey buydu. Fakat bir idealizm de yok değildi; elbette ki yanlış
kurulmuş bir idealizmdi bu, ama hiç değilse insanlara mevcut bütün
sosyal farkları aşacak bir “milli topluluk”un, yeni bir toplumun
yaratılacağı umudunu vaat ediyordu. Nazi partisine katılanlar
geçmişin statüye, ayrıcalıklara dayanan, çoğunluğun sefaleti
pahasına zenginliğin az bir insanın elinde toplandığı sınıflı, hiyerarşik
toplumuna bir daha dönülmeyeceğine inanıyorlardı. Bu yeni toplum
adil bir toplum olacak ama Marksistler’in savunduğu sosyal eşitlik
kavramı gibi, yeteneği, mahareti, inisiyatif ve yaratıcılığı yok
etmeyecekti. Bu toplumda statü değil başarı kabul görecekti; bu
toplumda kimse güya tanrı vergisi haklarından dolayı toplumun alt
seviyesindeki insanlara hükmetmekten gururlanamayacaktı; kapsamlı
sosyal reform sayesinde hak edenler ödüllerini alacaklardı; bu
toplumda “küçük adam” büyük sermaye tarafından sömürülmeyecek
ya da örgütlü işçi sınıfının tehditi altında olmayacaktı; Marksist
enternasyonalizm ezilecek ve bunun yerini Alman halkına sadakat
alacaktı, Ayrımcı hisler bu idealizm içinde eriyecekti. “Milli
topluluk”a ait olmayanlar -“kaytaranlar”, “başkalarının sırtından
geçinenler”, “parazitler” ve elbette ki “Alman” olarak görülmeyenler,
öncelikle de Yahudiler- acımasızca sindirilecekti. Ama “halkın
[gerçek] yoldaşları” (Volksgenossen) -bu terimi Naziler, söz konusu
topluluğa ait olanları kastetmek amacıyla “yurttaş” (Bürger)
sözcüğünün yerine icat etmişlerdi- için yeni toplum, bireyin haklarının
bütünün ortak iyiliğine tabi olacağı ve görevlerin haklardan önce
geleceği gerçek bir “topluluk” olacaktı. Ancak böyle bir temelde
Alman ulusu eski gücüne erişebilir, gururunu tekrar kazanabilir,
Versailles Anlaşmasıyla düşmanlarının kendisine haksızca dayattığı
zincirlerden kurtulabilirdi. Fakat “Milli topluluk”un tam anlamıyla
kurulabilmesi için nefret edilen bölücü demokratik sistemin yok
edilmesi şarttı.
Çok fazla insanı NSDAP’a çekeri bu kaba ama güçlü
tanımlamalarda milliyetçilik ve sosyalizm birbirine zıt şeyler olarak
görülmüyor; aynı ütopik hayalin, bir ulusun güçlü ve birleşmiş olarak
yeniden doğması hayalinin parçası olarak birlikte var oluyorlardı.
1930’da kriz ağırlığını hissettirirken NSDAP’a oy veren ya da partiye
katılan pek çok kişi Hitler’i hiç görmemişti ve çoğu hayatında ilk kez
Hitler’le ilgileniyordu. Genel olarak Naziler’in verdiği mesaja
eğilimleri zaten vardı. Savunduğu ideoloji tek başına Nazi Partisi’ni
sağ içindeki rakiplerinden ayırmaya yeterli değildi. Milliyetçilik ve
Marksizm karşıtlığı, farklı vurgularla da olsa, sol partiler dışındaki
bütün partilerde geçerlilik taşıyan bir unsurdu. Antisemitizm de
NSDAP’ın tekelinde değildi. Hitler hareketini diğerlerinden ayıran
ise her şeyden öte, aktivizmi, dinamizmi, şevkli ve gençlik dolu olmayı
ve çabayı simgeleyen imajıydı. Bu imaj pek çok insana geleceğin
“yeni Almanya’sını anlatıyordu. Bu yeni düzen mevcut durumun yerle
bir edilmesinden, doğacak, -onların gördüğü biçimiyle- Germen
geçmişinin gerçek değerlerine dayanacaktı. Hitler onların
düşmanlarına ve kendilerini sömürenlere karşı acımasız bir güç
gösterisinde bulunma umutlarını özetliyor, yeniden doğmuş bir
Almanya düşlerini somutlaştırıyordu. Bu dönemdeki yeni üyelerden
biri şöyle diyordu: “Gerçek bir Alman, ruhunun en derinlerinde
Almanlar’ın kurtuluşunu özlüyor; güven ve inançla gözlerini gerçek
bir büyük lider görmek için kaldırıyordu.”4
Ekonomik krizler sık sık hükümetlerin düşmesine neden olur.
Krizlerin hükümet sistemlerini yıkması ise daha ender görülür.
1930’ların başlarında Bunalım’ın en şiddetli günlerinde bile
demokrasi rejimi bazı ülkelerde uyumlu bir şekilde varlığını
sürdürmüştü; bunlar demokrasinin kök saldığı ve kaybedilmiş bir
savaşın rejimi zayıflatmadığı ülkelerdi. ABD ve Britanya’da ekonomik
çöküşe ve kitlesel işsizliğe eşlik eden korkunç yoksulluk bir kargaşa
yaratmış ama demokratik devlete yönelik ciddi bir tehlike
oluşturmamıştı. Demokrasi bu süreçlerden zarar görmeden hatta
güçlenerek çıkmıştı. Demokrasinin daha güçsüz bir temele sahip
olduğu Fransa’da bile demokrasi az bir yara bereyle kendini
kurtarmıştı. Fakat Almanya’da devletin özünü oluşturan “sistem’’in
kendisi, krizin başlangıcından beri tehlikedeydi. Hitler ve partisi,
Weimar devletinin bu sistemden kaynaklanan krizlerine katkıda
bulundu. Ancak asıl sebep bu değildi. Weimar demokrasisi “altın
yıllarında dahi Almanların çoğunun ne aklını ne kalbini
kazanabilmişti. Ve yine bu yıllarda toplumun güçlü kesimleri iş
dünyası, ordu, büyük toprak sahipleri, ülke yönetiminden sorumlu
yüksek bürokratlar, akademisyenler, pek çok entelektüel ve
kamuoyunu yönlendiren liderler- Cumhuriyet’i aktif olarak
desteklemekten çok, hoş hoşgörü göstermişlerdi. Güçlü seçkinler
arasında ölesiye nefret ettikleri demokrasiyi fırlatıp atma fırsatını
bekleyenler de az değildi. Krizin yayılmaya başladığı bu dönemde
kitleler sürüler halinde Cumhuriyet’i terk ederken, böyle gruplar da
gerçek yüzlerini göstermeye başladılar. Britanya ve Amerika’da elit
sınıf, hâlâ çıkarlarına hizmet ettiğinden dolayı, anayasal açıdan
yerleşmiş, gelenekselleşmiş mevcut demokratik sistemi
desteklemişti. Demokrasinin köklerinin o kadar derinlerde olmadığı
Almanya’da ise elit sınıf, giderek daha az çıkarlarına hizmet ettiğini
hissettiği sistemi değiştirmeye bakıyor, onun yerine otoriter bir
yönetim getirmek istiyordu. (Çoğu için o dönemde bu Nazi yönetimi
anlamına gelmiyordu.) Britanya ve Amerika’da, içinde oldukları
sefalete ve memnuniyetsizliğe rağmen kitlelerin gelenekselleşmiş
mevcut partilerden başka pek bir alternatifleri yoktu. Ufak tefek
istisnalar hariç böyle bir arayış içinde de değillerdi. Almanya’da ise
merkez ve sağ partilerin desteğinin bölünmesi sonucunda “siyasi
alan” Nazilerin ilerleyişine müsait bir şekilde açıldı. 5 Buna bağlı
olarak Almanya’da ekonomik kriz, başlangıcından itibaren devletin
kökten krizine öncülük etti. En başından beri savaş alanı devletin ta
kendisiydi. Hitler’in istediği de zaten buydu.
I

Nazi liderliği, Ekim 1929’da yaşananan Amerikan borsası


çöküşünün önemini hemen kavrayamadı. Völkischer Beobachter Wall
Street’in “Kara Pazar”ından söz bile etmemişti. 6 Fakat Almanya kısa
süre içinde şok dalgalarıyla sarsılmaya başladı. Amerika’nın kısa
dönemli kredilerine bağımlı olması nedeniyle etki olağanüstü
derecede sertti. Endüstriyel üretimde, fiyatlarda ve maaşlarda aşırı
bir düşüş başladı ve bu düşüş 1932'de felaket getiren oranlara
ulaşacaktı. 7 1928 ve 1929’da köylüleri zaten radikalleştirmekte olan
tarım krizleri de iyice ağırlaşmıştı. İş bulma dairesinin kayıtlarında
1930 Ocak ayı itibariyle 3,218,000 işsiz (“çalışma yaşı’ndaki nüfusun
yaklaşık yüzde 14’ü) vardı. Bu kısa dönem için gerçek rakamın 4.5
milyonun üstünde olduğu tahmin edilmektedir. 8
Bu hale düşmelerinin sebebinin demokrasi olduğunu, “sistem”in
yok edilmesi gerektiğini düşünen sıradan insanların protestosu hem
sağa hem sola yönelmişti. Eyalet seçimlerinde Nazilerin elde ettiği
başarı seçmenlerin giderek daha çok radikalleşen ruh halini
yansıtıyordu. Young Planı referandumu sayesinde parti çok ihtiyaç
duyduğu reklam gereksinimini karşılamış, yaygın bir şekilde okunan
Hugenberg basınında bol bol gündeme gelmişti. Bunun önemi,
“Almanya’nın daha önce görmediği bir propaganda dalgası için fırsat
sağlamış olmasıdır,” diyordu Hitler. 9 Bu sayede NSDAP kendini sağın
en radikal sesi, Weimar hükümetiyle herhangi bir temas kurup
kirlenmemiş par excellence [mükemmel] bir protesto hareketi olarak
gösterme imkanı bulmuştu. 27 Ekim 1929’daki Baden eyalet
seçimlerinde NSDAP oyların yüzde 7’sini aldı. Yaklaşık iki hafta sonra
yapılan Lübeck şehri seçimlerinde bu oran yüzde 8.1 ’di. 17
Kasım’daki Berlin meclisi seçimlerinde bile, 1928’de aldığı oyun dört
mislini alarak yüzde 5.8’lik bir oy oranına erişti. İki sol kanat partiye
giden yüzde 50’nin üstündeki oyla karşılaştırıldığında bu oran yine de
marjinal kalıyordu. Bütün bunların arasında en önemlisiyse 8
Aralık’ta yapılan Thuringian eyalet seçimleriydi. NSDAP 1928’deki
oyunu üçe katlamış, ilk kez yüzde 10 barajını aşarak oyların yüzde
11.3’ünü almıştı. Fazladan aldığı oylar özellikle DVP, DNVP ve
Landbund seçmenlerinden gelmişti. Yılbaşı süsleri ve oyuncak üreten
zanaatkarların yaşadığı Thüringer Wald un küçük kasaba ve
köylerinde Bunalım’ın başlangıcı sen bir şekilde hissedilmiş ve
Naziler oylarını beşe katlamıştı. NSDAP’ın Landtag’da kazandığı altı
temsilcilik (meclisteki toplam temsilci sayısı elli üçtü), Thuringia’nın
anti-Marksist koalisyon hükümetinin kurulmasını Nazilerin ellerine
bırakmıştı. 10 Nazi Partisi ilk kez olmak üzere hükümete girmeyi
kabul ederek bu vaziyetten faydalanmalı mıydı? Ama bu durumda,
giderek güvenilirliğini yitiren bir sisteme katılarak popülerliğini
yitirme riskine maruz kalacaktı. Hitler NSDAP’ın hükümete girmek
zorunda olduğuna karar verdi. Eğer reddecek olursa, yeni seçimler
geldiğinde seçmenlerin bu sefer NSDAP’a oy vermeyeceklerini
söylüyordu. 11 Olan bitenler, bütün bir Reich’da “iktidan ele geçirme”
yolunun o dönemden öngörüldüğüne işaret etmektedir. 12
Hitler Thuringia hükümetinde en önemli bulduğu iki konumu talep
etti: birincisi, devlet memurlarını ve polisi kontrol eden içişleri
bakanlığı; İkincisi ise okul ve üniversitelerde verilecek kültürün yanı
sıra buralara yönelik politikayı da denetleyen eğitim bakanlığı idi.
“Bu iki bakanlığı elinde tutan ve buradaki iktidarını acımasızca ve
kararlı bir şekilde kullanan kişi olağanüstü şeyler başarabilir,” diye
yazıyordu Hitler. 13 İki bakanlık için de önerdiği aday olan Wilhelm
Frick reddedilince -DVP (Birahane Darbesindeki rolünden dolayı)
vatana ihanetten hüküm giymiş biriyle çalışamayacağını söylemişti-,
Hitler bizzat Weimar’a gitti ve bir ültimatom verdi. Eğer Frick üç
gün içinde kabul edilmezse NSDAP yeniden seçime gidecekti.
Hitler’in görüştüğü bölge sanayicileri, -büyük firmaların partisi olan-
DVP üzerinde baskı kurdular ve sonunda Hitler’in talepleri kabul
edildi. Frick’e devrimci, Marksist ve demokratik eğilimleri olan
devlet memurlarını, öğretmenleri ve polisleri tasfiye etme; eğitimi
Nasyonal Sosyalist bir çizgiye getirme işi verildi. Yapılan ilk iş, ırk-
teorisi “uzmanı” olan Dr. Hans Günther’i Jena Üniversitesine yeni
açılacak Irksal Sorunlar ve Irksal Bilgi (Rassenfragen und
Rassenkunde) kürsüsüne başkan atamaktı. 14
Nazilerin hükümet içindeki ilk denemesi hiç de başarılı olmadı.
Frick’in eğitim ve kültür politikasını ideolojik ırkçılık temelinde inşa
etme çabaları iyi karşılanmadı; polisi ve devlet memurluğunu
Nazileştirme hareketi ise Reich İçişleri Bakanlığı tarafından
engellendi. Bir yıl sonra, NSDAP’ın koalisyon ortaklarının
desteklediği bir güven oylamasında yeterli güvenoyu alamayan Frick
görevinden alındı. 15 Nazileri hükümete alarak ki 1933’te bu
kaçınılmaz olacaktı- ne kadar yetersiz olduklarını kanıtlama ve
böylece destek kaybetmelerini sağlama stratejisi, Thuringia olayı
açısından bakıldığında hiç de mantıksız değildi.
2 Şubat 1930 tarihinde, yurtdışında yaşayan bir destekçisine
yazdığı ve Thuringia hükümetine katılmalarına yol açan gelişmeleri
aktardığı mektubunda Hitler, parti içindeki gelişmeler sayesinde
destek kazanmakta olduklarını belirtiyordu. Bunu yazdığı tarihte
parti üye sayısı resmi olarak 200 bindi (fakat gerçek rakam daha
düşüktü).16 Naziler daha önce fark bile edilmedikleri yerlerde
varlıklarını hissettirmeye başlamışlardı.
Aşağı Saksonya’da küçük bir kasabada; sınıfsal açıdan net bir
şekilde ayrılmış olmakla birlikte dengeli bir topluma sahip olan ve
halkının ekonomik açıdan yoksunluk çekmediği Northeim’da NSDAP
1929’dan önce tamamen önemsiz bir partiydi. 1928 seçimlerinde
yalnızca yüzde 2.3 oy almışlardı; SPD’nin oyu ise yüzde 45’i
buluyordu. 17 Fakat ertesi yıl orada yaşayan aktivistler partiyi
canlandırdılar. 1930’un başlarında kasabayı propagandaya boğdular.
Bunalım kasabayı ilk etapta çok fazla etkilememesine rağmen, orta
sınıf ve civardaki köylüler vergilerin miktarından, kredi sorunlarından
ve ekonomik rekabetten zaten dertliydiler. Bunun için Marksistler’in
elinde olduğunu düşündükleri hükümeti suçluyorlardı. İyi seçilmiş
konuşmacılarla tam tekmil hazırlanmış olan Nazi propagandası,
Nazilerin gireceği yolu hazırlamaya başlamıştı. Katılım hâlâ düşük
olmakla birlikte partinin dirimselliği, eylemi, gençlik dolu çabayı
temsil eden imajının eşi benzeri yoktu. Bir ev kadınının yorumu
şöyleydi: “Nazilerde yerinde duramayan, enerji dolu bir hal var.”
“Onları kâh kaldırımlara gamalı haç çizerken kâh bir bildiriyi
dağıtırken görüyorsunuz. Parti içinde sorgulanabilir çok fazla şey
olsa da bu güç duygusu beni çekiyor.”18 Nazi başarısının yayılmasında
imaj çok önemli bir role sahipti. NSDAP Northeim’da öncelikle anti-
Marksist (yani SPD karşıtı) bir parti olarak tanınıyor; hırslı
milliyetçiliği ve militarizmiyle biliniyordu. NSDAP bu tip “fikirleri”
tekeline almak için özel bir şey yapmıyordu. Bu konuda imajın rolü
büyüktü. Onları hemen hemen aynı mesajı ve ideolojiyi savunan rakip
partilerden ayıran da bu imajdı. Milliyetçi ve dini sembollerin
manipülasyonu orta sınıfın desteğini kazanmalarına yardım ediyordu.
Önemli olan bir başka unsur da kasabadaki saygın kişilerin insanlara
örnek olmasıydı. Kasabanın sözü geçen ve sevilen kişilerinden olan
kitabevi sahibinin, kasabadaki Protestan Kilisesinin en önemli
destekçilerinden varlıklı bir kasaba sakininin partiye katılması
diğerlerinin dikkatini çekmişti. “Eğer o oradaysa, orası iyi bir yer
olmalı," diyorlardı. 19 Antisemitizm görece önemsiz bir unsurdu,
İnsanların NSDAP’ı desteklemesini engellemiyordu. Ama partiye asıl
katılma nedeni genelde antisemitizm değildi. 20 Partinin yerel üyeleri
arasında Hitler’i şahsen gören pek az insan vardı. Burada da yine
önemli olan, sayısız propaganda toplantısında Hitler’e dair söylenen
şeyler, yani imajdı.
Northeim’da olan bitenler Almanya’nın dört bir yanındaki sayısız
kasaba ve köyde olan bitenden farklı değildi. Önceki sonbaharda
yapılan ve savaş tazminatlarının uzun bir dönem içinde ödenmesi
planını reddeden Young Kampanyası süresince NSDAP bir gün içinde
yüzlerce propaganda toplantısı yapmıştı. 21 Bu durum yaz ayı içinde
yapılan Reichstag seçim kampanyasında iyice tırmanmıştı.
Konuşmacıların hepsi de tek tek seçilmiş, nitelikli, iyi eğitilmiş
kişilerdi ve seçimleri merkezden yönetiliyordu. Ancak bu hatipler
Nazi ajitasyonunun hiç değişmeyen temel mesajını başarılı bir şekilde
ilettikleri gibi yerel meseleler üzerinde de yetkin bir şekilde
konuşabiliyorlardı. Nasyonal Sosyalistler Stammtisch* çevresinde
yaptıkları sayılan giderek anan konuşmalarla gazetelerin baş
sayfalarında kendilerine yer açıyorlardı. Taşrada yaşayan çok
sayıdaki topluluğun sosyal yaşam alanını oluşturan klüp ve cemiyetler
(Vereine) ağına girmeye başlamışlardı. Saygın ve nüfuzlu kişilerin
yerel lider olarak kazanıldığı yerlerde hızla yeni üyeler sökün
ediyordu. 22 Daha önce bahsettiğimiz gibi tarım krizlerinden dolayı
Weimar ”sistemi”ne karşıt duyguların hızla yükseldiği Schleswig-
Holstein’ın görece homojen köylerinde, bir ya da iki köylü liderinin
galeyanıyla NSDAP ezici bir zafer kazanabilmişti. 23 Marksist
olmayan diğer partiler, krizlerin birbirine eklendiği bu ortamda
giderek zayıflıyor, etkisizleşiyor ve itibar kaybediyor; ya da Zentrum
(Katolik partisi) örneğinde olduğu gibi sadece toplumun belli bir
kesimine hitap ediyorlardı. Onların dağınıklığı, görünüşte giderek
solla mücadele için en iyi seçeneği sunan ve birleşmiş bir ‘'milli
topluluk” içinde toplumun her kesiminin çıkarlarını temsil
potansiyeline sahip tek parti olarak görünen -büyük, genişleyen,
dinamik ve milliyetçi- bir partinin cazibesini arttırmaktan başka bir
işe yaramıyordu. Ve partinin üye sayısı arttıkça, bu kişilerin üyelik
aidatlarıyla ya da bağış kutusuna attıkları paralarla daha çok Nazi
toplantısı düzenleniyor, böylece artan fonlarla daha çok propaganda
aktivitesi yürütülebiliyordu. 24 Yorulmak bilmeyen aktivizmle, elde
edilen başarının ilk belirtileri 1930’un ilk aylarından itibaren
görülmeye başlamıştı. Eylül Reichstag seçimlerindeki olağanüstü
ilerleyiş havadan kazanılmış değildi.
* Devamlı müşterilere ayrılan masa. (Ç.N.)
Partinin ilerlemesinden güç alan Hitler, 1930 Şubat’ının başında
yazdığı şahsi bir mektupta Nazi Hareketinin iki buçuk, üç yıl içinde
iktidarı alacağı “kehanetinde bulunacak denli cüretkardı. 25 Hitler’in
tipik meydan okumasıydı bu. Rüzgârın kendi tarafına döndüğünü
göçüyordu. Ama zafere doğru kaçınılmaz bir ilerleyiş içinde oldukları
vizyonu rasyonal bir hesaba değil, basit bir “sezgiye” dayanıyordu.
NSDAP liderlerinin de kabul ettiği gibi, yaptıkları ajitasyonun temeli
esas olarak negatif propagandadan, yani Weimar Cumhuriyetine
saldırmaktan ibaretti. 26 Gregor Strasser’in gözünde partinin
programı tamamen ideolojikti, müspet bir yönü yoktu. Strasser,
programı yapanların ellerine bir fırsat verilse bu programı nasıl
hayata geçireceklerine dair hiçbir fikirlerinin olmadığını iddia
ediyordu. Parti kendini iktidar savaşına adamıştı, ama iktidarı eline
geçirdiğinde onunla ne yapacağını hiç düşünmemişti. 27 Parti içinde
gelecek planları yapılmaya daha yeni başlanmıştı, ancak bunlar belli
belirsizdi ve sağlıksız kanılardan ibaretti. 28 Hitler'in böyle şeylerle
ilgilendiği yoktu. O propagandaya ve kitlelerin harekete
geçirilmesine odaklanmıştı ve öyle gidiyordu. Her şey iktidar
savaşına odaklanmıştı. 29 Ama iktidarın nasıl ele geçirileceği
belirsizdi. Ortalıkta inandırıcı bir strateji yoktu.
Seçimlerde kazanılan başarılar çok önemliydi. Fakat bunlar
doğrudan iktidar anlamına gelmiyordu. 1932’ye dek Reich düzeyinde
bir seçim yapılmayacaktı. Eyaletler düzeyinde Thuringia seçimleri
eyalet hükümetlerine sızarak güç kazanmak için yeni bir mecra
açmıştı. Fakat Nazilerin Thuringia hükümetindeki varlıkları bu
yoldan olumlu sonuçlar elde etmenin imkansızlığını ve böyle giderse
NSDAP’ın destek kaybetmesinin garanti olduğunu kısa süre içinde,
kanıtlamıştı. Derinleşen Bunalım’a ve Nasyonal Sosyalistlerin
seçimlerde kazandıkları başarılara rağmen iktidara giden yol
kapalıydı. Bu yolu açabilecek tek şey ülke yöneticilerinin yapacağı
ahmakça hatalardı. Ve böyle hatalara ancak Almanya’nın güç sahibi
elitlerinin demokrasiyi korumayı açıkça göz ardı etmesi; ekonomik
krizin, demokrasiyi ortadan kaldıracak ve yerine bir tür otoriter
rejim getirecek bir araç olarak kullanılabileceği umudu sebebiyet
verebilirdi. Mart 1930’da olan tam da işte buydu.
II

Sosyal Demokrat Şansölye Hermann Müller’in düşmesi ve onun


yerine Zentrum’dan Heinrich Brüning’in getirilmesi Weimar
Cumhuriyeti’nin kendini ölüme götüren bu yolda attığı ilk gereksiz
adımdı. Demokratik devlet kendi kendine zarar vermeseydi,
demokrasiyi destekleyeceğim derken onun altını oyanlar olmasaydı,
Hitler ne kadar maharetli bir ajitatör olsa da iktidara yaklaşamazdı.
Müller yönetimi nihayet 27 Mart 1930’da bozguna uğradı. Konu
işverenlerin işsizlik sigortasına katkılarının artırılması, brüt maaşın
yüzde 3.5’ini karşılayan katkının 30 Haziran 1930’dan itibaren yüzde
4’e çıkarılmasıydı. 30 Bu mesele önceki sonbahardan beri zaten
uyumsuzluk içinde olan koalisyon ortakları SPD ve DVP’yi iki kutba
bölmüştü. Eğer istenseydi bir uzlaşma yolu bulunabilirdi. Ama
Cumhuriyet’in içinde bulunduğu ekonomik güçlüklerin iyice arttığı
1929 sonu itibariyle, -diğer “burjuva” partilerle ilişkide olan- DVP
aniden sağa yöneldi. Stresemann’ın ölümü hem pragmatizmin güçlü
motivasyonunu hem de sağduyuyu ortadan kaldırmıştı. Büyük
firmalarla yakın ilişki içinde olan ve hızla artan işsizlik koşullarında
işverenlerin sosyal katkılarının arttırılması talebinden dolayı rahatsız
olan DVP, Weimar Refah Devleti’ne karşı genel bir atağa geçti. Hem
DVP hem de sağın diğer “burjuva partileri” açısından bu az ya da çok
Weimar “parti devleti”ne saldırıya geçmek demekti. SPD’yse giderek
daha uzlaşmaz bir tavır sergiliyordu. Müller işsizlik sigortası
meselesinde uzlaşmayı düşünmeye bile yanaşmıyordu. 31
Koalisyon ortakları arasındaki bu açmaza rağmen hükümetin
düşmesi engellenebilirdi. Cumhurbaşkanı Hindenburg yetkilerini
kullanıp, cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle Müller’in işsizlik katkısı
meselesini çözüme kavuşturmasını sağlayabilirdi. 1923 krizinde
Ebert Stresemann’ı bu yolla desteklemişti. Hindenburg Müller’in
haleflerinden her biri için bunu yapmış ve bu süreçte parlamenter
sistemi tümüyle gözardı etmişti. Fakat 1930'un başlarında 48.
Madde’nin Müller için kullanılması uygun bulunmadı. 32 Bu hükümet
krizinden bir çıkış yolu bulamayan şansölye 27 Mart’ta istifasını
verdi. Weimar Cumhuriyeti için bu sonun başlangıcıydı.
Müller’in düşüşü aslında çok önceden planlanmıştı. Daha 1929
Mart’ında Cumhurbaşkanı ile DNVP’nin parlamento grubunun
başkanı ve eski lideri Graf Westrap arasında Sosyal Demokratların
olmadığı bir yönetimin gerekliliğine dair bir konuşma geçmişti. Aynı
yılın Ağustos ayında. Savunma Bakanı Groener’in himaye ettiği,
Savunma Bakanlığı içinde yeni kurulmuş Bakanlık Dairesi’nin
(Ministeramt) başı olan ve zaten Cumhur başkanının gözü kulağı
durumundaki Tümgeneral Kurt von Schleicher, Heinrich Brüning’e -
temkinli ve dürüst olmakla birlikte canlılıktan yoksun, soğuk ve
münzevi bir kişilik olan Brüning, Zentrum’un sağ kanadında yer
alıyordu ve partinin mali işler politikası uzmanıydı- Hindenburg’un,
“Reichstag’ı bir süreliğine eve göndermek” ve ülkeyi olağanüstü hal
kararnameleriyle yönetmek üzere 48. maddeyi kullanmaya hazır
olduğunu çıtlatmıştı. 33 Aralık ayında, şimdi artık Zentrum’un
parlamento grubunun lideri olan Brüning, Young Planı kabul edilir
edilmez Hindenburg’un Müller’i başından atmaya kararlı olduğunu
öğrendi. Brüning’in şansölyeliği devralacağı belli olmuştu. Eğer
gerekirse, Weimar Anayasası’nın cumhurbaşkanına yetki tanıyan 48.
maddesi de bu işe yardım edecekti. Ocak ayında, DNVP’nin böyle bir
yönetimi destekleyip desteklemeyeceğine dair görüşmeler yapıldı,
Şubat ya da mart ayında “finansal bir reform konusunda hükümet
krizi yaşanacağı” gayet kesin bir dille ifade ediliyordu.
Cumhurbaşkanı “antiparlamenter ve anti-Marksist bir hükümet”
kurma şansını kaçırmak istemiyor, Sosyal Demokrat yönetimi tutmak
zorunda kalırım diye de korkuyordu. 34
30 Mart 1930’da Brüning şansölye ilan edildi. Kısa süre içinde
problemler ortaya çıkmaya başladı. Weimar Anayasasına göre
şansölye olağanüstü hal kararnamesini tamamen kullansa bile yine de
Reichstag’ın desteğine muhtaç kalıyordu. Eğer 48. maddeye bağlı
cumhurbaşkanlığı hükümleriyle alınan kararlar yeterli bir
çoğunluğun desteğini kazanamazsa, cumhurbaşkanı Reichstag’ı
dağıtabilirdi. Fakat bu durumda altmış gün içinde yeni seçimler
yapılmak zorundaydı. Haziran ayı itibariyle Brüning olağanüstü hal
kararlarıyla kamu harcamalarını azaltmaya çabalarken ciddi
güçlükler yaşadı. 16 Temmuz’da sunduğu, -kamu harcamalarını
azaltan ve vergileri yükselten katı bir deflasyon politikasıyla devletin
mali işlerinde reform yapmayı amaçlayan- geniş kapsamlı yeni yasa
tasansı Reichstag tarafından reddedildi. Brüning Reichstag’dan
yeterli desteği sağlamak için çok ciddi bir çaba göstermemiş, başka
yolların arayışına girmemişti. Şimdi yasayı geçirmek için olağanüstü
hal kararnamesine başvuruyordu. Bu araç Reichstag’ın reddettiği bir
yasa tasarısına karşı ilk kez kullanılacaktı ve şaibeli bir yasamanın
önünü açan ilk adımdı. SPD’nin başlattığı, NSDAP’ın da desteklediği
bir girişimle kararın geri çekilmesi istendi ve Reichstag bunu
onayladı. Brüning 18 Temmuz 1930'da Cumhurbaşkanından
parlamentonun feshedilmesini istedi ve bu isteği o gün onaylandı. 35
Reichstag’da çoğunluğun desteğini kazanacak bir nokta bulmak için
yorucu uzlaşma çabalarına girmektense parlamentoyu feshetmenin
dayanılmaz bir çekiciliği olduğu ortadaydı. Yeni seçimler 14 Eylül’de
yapılacaktı. Almanya’da demokrasinin ahvali açısından bakıldığında
bu seçimler bir felaket demekti. Bu seçimler sayesinde Hitler
Hareketi seçmenler arasında bir ilerleme harekatı yapabilecekti
Reichstag’ı feshetme kararı şaşkınlık verici sorumsuzluklardan
biriydi. Brüning gözlerini açsa bu seçimlerde Nazilere ciddi bir oy
çıkacağını açıkça görebilirdi. 36 Her şey bir yana Naziler birkaç hafta
önce yapılan Saksonya seçimlerinde oyların yüzde 14.4’ünü
almışlardı. 37 Ama olağanüstü hal kararnameleriyle yürüyen daha
otoriter bir sistemle parlamenter hükümeti çiğnemeye kararlı olan
Brüning, ülke içindeki kızgınlığın ve hayal kırıklığının boyutlarını
tahmin edemedi, yaygın protestoların geldiği tehlikeli boyutu ve
yoğun yabancılaşmanın etkilerini yanlış hesapladı. Naziler önlerine
gelen bu şansa inanamıyorlardı. Yeni atanmış propaganda şefleri
Joseph Goebbels’in yönetiminde yaz ayı içinde kesintisiz sürecek bir
ajitasyonun hazırlığına giriştiler. 38
III

Bu arada NSDAP içinde baş gösteren çatışmanın Hitler’in hareket


üzerinde ne derecede hakimiyet kurduğunu; partinin önceki beş yıla
oranla bir “lider partisi” olma yolunda ne kadar çok yol kat ettiğini
göstermekten başka bir anlamı yoktu. Tartışma son noktasında,
“ülkü”nün Lider’den ayrılıp ayrılamayacağı meselesine gelip
dayanmıştı.
Gregor’un erkek kardeşi Otto Strasser kendi Nasyonal Sosyalizm
yorumunu yaymak için, kontrolünde olan Berlin’deki Kampf ve rlag
yayınevini kullanmaya devam etmişti. 39 Ne idügü belirsiz bu sert
karışımda radikal mistik milliyetçilik, katı anti-kapitalizm, sosyal
reformizm ve Batı karşıtlığı vardı. Burjuva toplumunun reddi,
Bolşeviklerin radikal antikapitalizmine bir hayranlık yaratmıştı. Otto
nasyonal-devrimci fikirlerinin kuramsal yönünü, görüşlerini duyurmak
için Kampfverlag'ı kullanan bir grup tegrisyenle paylaşıyordu. Bu
kanılar ne partiye ne de kendi pozisyonuna zarar verdiği sürece
Hitler bunların farkına bile varmıyordu. Hatta Otto Strasser’in yeni
bir parti kurmaktan bahsettiğini bile biliyordu ama bunun için hiçbir
şey yapmıyordu. Mamafih Otto Strasser’in yan bağımsız çizgisi
1930’ların başları itibariyle, Hitler’in önceki yıldan beri burjuva
sağla daha yakın ilişkiler kurma arayışı nedeniyle rahatsız edici
olmaya başladı. Kampfverlag’ın Nisan 1930’da, -partinin greve
destek vermemesi için sanayicilerden baskı gören- Hitler’in yasağına
rağmen Saksonya’da greve giden madencileri desteklemeye devam
etmesi, kozları paylaşma vaktinin yaklaştığını gösteriyordu. 40
Goebbels haftalardır, kendi gazetesi Angriffe rakip bir gazete
çıkaran Strasser kardeşlere hıncını Hitler’e ifşa etmekle meşguldü. 41
Hitler onu destekleyeceğine söz vermişti.
“Strasserlere tahammül edemiyor ve bu salon sosyalizmini
olabilecek en katı şekilde yargılıyor" diye yazıyordu partinin Berlin
patronu. 42 Ama Hitler hiçbir şey yapmadı. 43 Harekete geçmedeki
isteksizliği ve kararsızlığı Goebbels’i üzmüş ve hayal kırıklığına
uğratmıştı. Hitler’in Şubat ayında Horst Wessel’in (Horst Wessel
Berlin’li bir SA lideriydi. Kirayı ödemeyi reddettiği için ev sahibesinin
şikayeti üzerine komünistler tarafından dairesinde vurulmuş;
ardından Goebbels tarafından, hareketin düşmanları tarafından
katledilmiş bir şehit haline dönüştürülmüştü) cenazesine katılmayı
reddetmiş olmasından dolayı zaten kızgın olan Goebbels Hitler’i eğer
Strasserlere karşı harekete geçmezse Berlin Gauleiter’liğinden istifa
etmekle tehdit etti. 44 Ama hep olduğu gibi Hitler’in müdahale
etmeyeceğini düşünüyordu. 45 Mart ortasında acı acı şöyle yazmıştı:
“Münih, her şeye muktedir Şef, gözümde bütün değerini kaybetti.”
“Artık bunların hiçbirine inanmıyorum. Hitler -sebebi ne olursa olsun-
tam beş kez bana verdiği sözü tutmadı. Bunu fark etmek çok acı,
ama ben de sonuçlar çıkarıyorum. Hitler ihtiyatlı davranıyor
(verbirgt sich), hiç karar almıyor, öncülük yapmıyor, ama olan bitene
izin veriyor.”46
Hitler nisan başında telaşlandı ve harekete geçti. Sebep
Strasserlerin, Hugenberg’le ilişkileri koparma ve Young Planı’na
muhalif Reich Komitesi’ni terketme emirlerine karşı çıkan şeyler
yayımlamasıydı.. “Hitler korkunç bir öfke içindeydi,” diye
yazmaktadır Goebbels. 47 “Şimdi kendisi için bir tehdit
oluşturduklarından bu literati eğilime karşı harekete geçmeye hazır,”
diye eklemişti. 48 Hitler, Münih’te 27 Nisan’da yapılan ve bütün üst
düzey parti liderlerinin kesin bir dille çağrıldığı toplantıdaki iki
saatlik konuşmasında, Kampfverlag’ı ve onun “salon bolşevikleri”ni
yıktı geçirdi. 49 Toplantının sonunda Go ebbels’in partinin Propoganda
Liderliği’ne getirildiğini duyurdu. Berlin Gauleiter’i muzafferdi.
Goebbels şöyle yazmıştı: “Tanrıya şükürler olsun, Hitler yine önderlik
yapıyor.”50 Ama Hitler meseleye bir nokta koymakta hâlâ gönülsüzdü.
Hitler bir süre daha öylece bekledikten sonra 21 Mayıs’ta Berlin’e
gitti ve Otto Strasser’i oteline çağırarak, onunla uzun bir tartışma
yaptı. O durumda dahi tercihi geri dönüşü olmayan bir anlaşmazlık
yaratmaktan kaçınmaktı. Öngördüğü taktik, -ciddi mali sorunları
olan- Kampfverlag’ı satın alarak bu problemi ortadan kaldırmaktı. 51
Hatta Otto Strasser’e yayın yönetmenliğini bile teklif etti. 52 Ama
Strasser inatçıydı. Hitler dil dökmekten vazgeçip tehditlere
başvurdu. Hemen şu anda bir karar istiyordu. Yoksa birkaç gün
içinde Kampfverlag’ın yasaklanması için harekete geçecekti. 53
Bunlardan gözü yılma yan Strasser ideolojik tartışmalara girdi.
Hitler’in yayımlanmış bir beyanına göre esas mesele liderlik ve
sosyalizmdi -Hitler bu beyanını inkar etmemişti ve Strasser
muhtemelen doğru söylüyordu ancak bu yönde başka tek bir
açıklaması yoktu. 54 “Bir lider ülkü’ye hizmet etmelidir. Liderler
ölümlüdür, gelip geçerler ve hata yapabilirler; oysa ki ülkü
ölümsüzdür, sırf bu yüzden kendimizi ona adamamız gerekmez mi,”
diye ileri sürdü Strasser. Hitler’in cevabı sertti: “Söyledikleriniz
kızgınlık verici bir saçmalıktan ibaret (ein unerhörter Unsiun).” “Bu
demokrasidir, hem de en iğrenç halidir, bizim bununla hiçbir ilgimiz
yok. Bizim için lider ülkü demektir ve her parti üyesi sadece lidere
itaat etmelidir. 55 Strasser Hitler’i yasallıga dayanan bir stratejiyle ve
burjuva sağın işbirliğiyle “sosyal devrim”i “boğmak” istemekle, bu
uğurda Kampfverlag’ı yok etmeye çalışmakla suçladı. Hitler kızgın
bir edayla Strasser’in sosyalizminin “Marksizm’den başka bir şey
olmadığı” yanıtını verdi. İşçi sınıfı kitleleri sadece ekmek ve sirk ister,
bir idealin anlamını asla anlayamaz, diye de devam etti. “Mümkün
olan tek bir tür devrim vardır; o da ekonomik, sosyal ya da siyasi
değil ırksal devrimdir.”56 Büyük işletme sahiplerine yönelik tavrının
da gösterdiği gibi Hitler açısından kamulaştırma ya da işçi sınıfı
kontrolü söz konusu olamazdı, şimdi bunu iyice netleştirmişti. Yegane
öncelik, üretimin milli çıkarlar doğrultusunda yapılmasını sağlayan
güçlü bir devletti. 57
Toplantı bitmişti. Hitler’in canı sıkkındı. Otto Strasser’e dair
acımasız değerlendirmesi şöyleydi: “Entelektüel bir Ari Yahudi,
örgütleme yeteneği sıfır, en hasından bir Marksist.” “Hitler öfke
doluydu,” diye belirtir Goebbels durumu biraz da abartarak.58
Gregor Strasser birkaç hafta içinde, bu tartışmanın ardından
kardeşinin partide kalmasının imkansız olduğunu anladı. 59 Fakat
Hitler’de hâlâ bir hareket yoktu. Ve Goebbels’e Saksonya
seçimlerinden sonra Otto Strasser’in icabına bakacağına dair söz
vermiş olmasına rağmen Haziran’ın sonuna dek bir şey yapmadı. 60
Sonunda harekete geçti ama bu, Otto Strasser Mayıs ayında
Berlin’de aralarında geçen tartışmayı yayımlayarak ona başka bir
seçenek bırakmadığında ve Goebbels’in yanı sıra Göring’le Walter
Buch’un da yaptığı baskının ardından oldu. 61 Hitler Saksonya
seçimlerinin arefesinde Goebbels’e verdiği sözü tekrarlamış,
Strasser hizibini partiden tasfiye edeceğini söylemişti. 62 Fakat üç gün
sonra, 25 Haziran’da, Hitler’le yaptığı bir telefon konuşmasının
ardından partinin propaganda patronunun duyguları şöyleydi: "Şef
beni önemsiz kişiler arasında saymak istiyor ama kodamanlara
dokunmuyor. Bu tam Hitler işte. Bugün Plauen’de at sırtında yine
fikrinden döndü... Önce söz veriyor, sonra da tutmuyor.”63 28
Haziran itibariyle Goebels eleştirilerinin dozunu arttırmıştı. Hitler
“kararlarından dönüyor. Bu yüzden her şey alt üst oluyor. Pazartesi
günü [Berlin’e] gelmeyeceğinden eminim; çünkü karar vermek
zorunda kalmak istemiyor. İşte bizim yaşlı kurt Hitler. Kararsız,
tereddütlü. Her şeyi sonsuza dek erteleyip duruyor!”64 Goebbels’in
tahmin ettiği gibi, -koalisyon toplantıları nedeniyle Saksonya’da
bulunan- Hitler 3 Temmuz’da Berlin Gau toplantısında yapacağı
konuşmayı iptal etti. 65 Göring’in ilettiği mesaj da propaganda şefinin
içini rahatlatmamıştı; toplantıda Walter Buch, Hitler’in Strasser
kliğine saldırdığı bir mektubunu okuyacaktı. 66 Bununla birlikte
Goebbels mektubu gördüğünde, mektubun saldırgan tarzından
memnun kaldı. Hitler, partinin Berlin örgütünün "katı bir temizliğe”
tâbi tutulması konusunda Goebbels’e arka çıkıyordu. 67 Partiden
atılacaklarının zaten farkında olan Strasser ve yirmi beş yandaşı, 4
Temmuz’da “sosyalistlerin partiden ayrıldığını” alenen duyurdular. 68
Aslında isyancılar kendi kendilerini tasfiye etmişlerdi. “Her şey
harekete, Hitler’e ve bana büyük bir bağlılık gösterisi içinde sona
erdi,” diye yazıyordu Goebbels. 69 “Berlin düzene girdi... Hava
temizlendi,” diye de ekliyordu kısa bir süre sonra. 70 “Litercrti’nin
isyanının bir bardak suda fırtına koparmak olduğu anlaşıldı. Otto
Strasser kaybetti.”71 Fakat Goebbels'in Hitler’e olan güveni hâlâ tam
değildi. “Hitler endişeyle hareket ediyor,” diye yazıyordu 16 Temmuz
1930’da günlüğüne. “Artık kararlarında o kadar özgür değil.”72
İki gün içinde bunların hepsi önemini kaybetti. Brüning Reichstag’ı
feshettiğini duyurmuştu. Goebbels apar topar seçim kampanyasının
hazırlıklarına girişti. Partinin Münih’teki yeni satın alınmış
merkezinde, “Kahverengi Ev”de şahsına pek çok ofis tahsis edildi.
Goebbels’in propaganda departmanı şehrin ortasında bir daireye ve
yüklü bir finansal desteğe sahipti. 73 “Hitler ne dersem yapıyor.
Böylesi gayet iyi.”74 Yazın başındaki hayal kırıklıklarını unutmuştu, o
yine Hitler’in adamıydı.
Otto Strasser’in kışkırttığı bu krizle ilgili olarak Goebbels’in
anlatısı, tek yanlı olsa da, Hitler’in kararsızlığına dair tekerrür eden
eleştirileri ortaya sermektedir. Hitler’in oyalayıcı tavırlarında, -
Strasser’in Hitler’e saldırmak için en uygun zaman olarak beklediği
Saksonya seçimlerinin yakında olmasından kaynaklanan- taktiklerin
de önemli bir rolü vardır. Belli ki, Strasser’e karşı harekete
geçmeden önce, Strasser’in belli bir desteğinin olduğu Saksonya’daki
seçimlerin bitmesini bekliyordu. 75 Hitler ancak Strasser aralârında
geçen konuşmayı yayımlayarak onu harekete geçmeye zorladıktan
sonra müdahale etmiştir. Fakat Goebbels Hitler’in, Nazi liderlerinin
çoğunun da gayet iyi bildiği bu karakter özelliğini hemen tanımıştı;
karar almaktan kaçınmaya yönelik içsel eğilimi ve kriz anlarındaki
tereddütlü haliydi bu. Dışardan anlaşılmamakla birlikte bu özellikleri
Üçüncü Reich sırasındaki pek çok krizde de açığa çıkmıştır. Eğer bu
bir zaafsa da biraz tuhaf bir zaaftı. Hiç kimse, herhangi bir kararın
Hitler’e sorulmadan alınabileceğini öne süremez. Tam tersine bütün
kararlarda onun temel bir rolü vardı. Ve bir kez karar verdiğinde, bu
olayda da olduğu gibi, hiç acımadan harekete geçiyordu. Arkasından
bir cüretkarlığın geldiği böyle oyalayıcı tavırlar hem bir parti lideri
hem de diktatörken Hitler’in özelliği olmayı sürdürmüştür.
Strasser krizi her şeyden önce, Hitler’in parti içindeki konumunun
ne kadar güçlü olduğunu göstermiştir. Aslına bakılırsa Otto Strasser
partinin pek de sevilen bir üyesi değildi ve nüfuzu göründüğünden
daha azdı. NSDAP’ın dışına çıktığında hiçbir önemi kalmamıştır. Önde
gelen liderlerden hiçbiri onu izlemedi, onun gidişine tepki veren de
çıkmadı, isyan bir gecede söndürüldü. 76 Gregor Strasser kardeşiyle
bütün ilişkisini kopardı. 77 Kardeşinin fikirleriyle hiçbir ilgisi
olmadığını açıkladı ve onun partiye karşı sürekli yaptığı ajitasyonu
“tam bir çılgınlık” (heller Wahnsinn) olarak niteledi. 78 Otto’nun
“Devrimci Nasyonal Sosyalistler Birliği”, daha sonraki ismiyle “Kara
Cephe”, sağ-kanattaki küçük muhalif gruplardan biri olarak kaldı. 79
Strasser kliğinin atılmasıyla parti içinde bu konuyla ilgili ideolojik
tanışma da sona erdi. 1925’den ve “Çalışma Cemiyeti” günlerinden
beri ciddi bir değişim gerçekleşmişti. Şimdi anık şu açıktı: Lider ve
Ülkü aynı şeydi.
IV

1930 yazı boyunca seçim kampanyasında heyecan doruk


noktasındaydı. Kampanyayı merkezi olarak Goebbels organize
ediyor, Hitler genel tavsiyelerde bulunuyordu. Yerel parti
örgütlerinde kullanılabilecek pek çok farklı teknik vardı. Dolaştırılan
listelerde, farklı çıkar gruplarına -çiftçiler, devlet memurları, işçiler
vb.- hitap edecek uzman düzeyinde yüzün üzerinde konuşmacı vardı.
Temel hedef, Alman siyasi hayatının “özel çıkarlar yığını” (Haufen
von Interessenten) arasında paramparça olmasına saldırmaktı. 80
İki yıl önce basın NSDAP’ı neredeyse hiç önemsememişti. Şimdi ise
Kahverengi Gömlekliler ön sayfalarda boy gösteriyorlardı. Onları
görmezden gelmeye imkan yoktu. Sokak kavgalarıyla
çeşnilendirdikleri yüksek düzeydeki ajitasyonlarıyla siyasi arenada
isimlerini duyuruyorlardı. 81 Siyasi muhalifleri sayesinde “reklamın
kötüsü olmaz” vecizesi yerini buluyordu. Sosyalistlerin, komünistlerin
ve Zentrum’un sağlam bir desteğe sahip olduğu en çetin bölgelerden
biri olan Ruhr’da, düşmanca tavırlı bir Dortrhund gazetesi Naziler’e
yönelik ateşli saldırılarını hiç azaltmamıştı. Ancak parti
propagandasının dinamizmini o da kabul ediyordu. Gazetenin yorumu,
“Nazilere esin veren iktidar istencini, örgütlenmelerini ve
faaliyetlerini takdir etmekten kaçamayız,” şeklinde idi. “Partinin
bayrağını taşıyanlar yıllardır en ücra köylere gitmekten ve
Almanya’da tek bir gün içinde en az yüz toplantı yaparak mesajlarını
kitlelere iletmekten geri durmadılar.”82 Nasyonal Sosyalist ajitasyonu
gerçekleştiren bu enerji ve güdü gerçekten şaşırtıcıydı. Kampanya
süresince Yukarı ve Orta Franken’de 1000’den fazla toplantı
yaptılar,83 Nazi ajitasyonunun ciddi bir çekicilik arz ettiğini fark eden
bölge yetkilileri Nazilerin seçimlerde büyük bir başarı kazanacağını
düşünüyorlardı. Nazilerin ajitasyonlarındaki asıl tema
“parlamentonun mali işleri düzene sokmadaki yetersizliği” ve buna
bağlı olarak da “siyasi meselelerin durumunda köklü bir değişiklik
yapılması” gerektiğiydi. 84 Kampanyanın son dört haftası için bütün bir
Almanya’da yapmayı planladıkları toplantı sayısı 34 bindi. 85 NSDAP’ın
bu efor düzeyine yaklaşabilen başka bir parti yoktu.
Hitler seçim gününden önceki altı hafta içinde yirmi büyük
konuşma yaptı. 86 Hepsine de kitlesel bir katılım olmuştu. 10 Eylül’de
Berlin Sportpalast’ta yaptığı konuşmayı dinlemeye en az 16 bin kişi
gelmişti. 87 İki gün sonra Breslau’da 20-25 bin kişi Jahrhunderthalle’yi
tıka basa doldurmuş, 5-6 bin kişi de konuşmayı dışarıda
hoparlörlerden dinlemek durumunda kalmıştı. 88 Hitler’in 1920’lerin
başlarında yaptığı konuşmalarda Yahudilere yönelik aşağılık saldırılar
hakimdi. 1920’lerin sonlarında ise asıl tema “yaşam alanı”
sorunuydu. 1930’daki seçim kampanyasında Hitler Yahudilerden
alenen pek ender bahsetti. 1920’lerin başlarındaki kaba ve ilkel
tiradları tamamen yok olmuştu. Şimdi “yaşam alanı” meselesi daha
fazla göze batıyor ve uluslararası pazar rekabetinde bir alternatifmiş
gibi öne sürülüyordu. Fakat 1927 ve 1928’de olduğu gibi her yerde
hazır ve nazır olan konu bu değildi. Şimdiki asıl tema, parlamenter
demokrasinin ve parti yönetiminin Almanya’yı nasıl çökerttiği, halkı
birbiriyle çelişen, farklı farklı çıkarlara sahip bir yığın haline
getirdiğiydi. Bu sorunun üstesinden gelecek; sınıf, mevki ve meslekle
ilgili çatışmaların ötesine geçmiş yeni bir ulusal birlik yaratacak olan
NSDAP’dı. Hitler’in iddiasına göre Weimar partileri sadece çıkar
gruplarını temsil ediyordu; NSDAP ise bir bütün olarak milleti temsil
eden tek partiydi. 89 Arkası arkasına yaptığı konuşmalarda Hitler bu
mesajı işliyordu. Tekrar tekrar Weimar sistemine saldırıyor, onu
kötülüyordu. Bu konuşmalarda Weimar sistemini basitçe ve kabaca
“Kasım suçlularının rejimi olarak tanımlamakla kalmıyor, aynı
zamanda mali işlerin altından kalkamamış, işsizlik ve vergi indirimine
dair verdiği sözleri tutamamış bir yönetim olarak da öne çıkarıyordu.
Bütün partileri suçluyordu. Bunların hepsi Almanya’yı mahveden aynı
sistemin parçasıydılar. Versailles’dan başlayarak hem Dawes
Planı’nında hem de Young Planı’nda kabul edilen savaş tazminatlarına
giden yolu açan politikalarda hepsinin payı vardı. Toplumun bütün
kesimlerinin düştüğü bu sefaletin sebebi liderliğin olmamasıydı.
Demokrasi, pasifizm ve enternasyonalizm iktidarsızlık ve zayıflık
üretiyordu ve bunlar büyük bir ulusu dize getiriyordu. Şimdi artık bu
çürümeyi temizlemenin zamanıydı. 90
Fakat konuşmaları sadece olumsuzluklardan, mevcut sisteme
saldırılardan ibaret değildi. Bir hayal, bir ütopya, bir ideal de
sunuyordu: güç ve birlikle kazanılacak milli kurtuluş. Belli seçim
sözlerine dayanan alternatif politikalar önermiyordu. O “bir
program” sunuyordu; ve bu “yeni devasa programın arkasında yeni
hükümetin değil; sınıfları, meslekleri ve mevkileri bir kenara
bırakacak olan yeni bir Alman halkının durması gerekiyordu.” Kesin
alternatiflere olağan vurgusuyla (ve sonradan ortaya çıkacağı üzere
neredeyse kahince) “bir halk topluluğu, bütün farklılıkların ötesinde,
ya milletin ortak gücünü kurtarır ya da onu heba eder,” diye beyan
ediyordu. 91 Sosyal ayrımların üstesinden ancak “yüce bir ideal”
gelebilirdi. 92 Ve bu ideal ancak milleti ve halkı bir bütün olarak,
toplumun herhangi bir kesiminin üstünde gören Nasyonal
Sosyalizm’de bulunabilirdi. Eski, çürümüş olanın yerine yeni bir
Reich inşa edilmeliydi; ve bu Reich ırksal değerlere, başarı, kuvvet,
irade ve mücadele temelinde en iyinin seçimine dayanmalı, kişilerin
yaratıcılıklarını serbest bırakmalı ve bir millet olarak Almanya’nın
gücünü ve kuvvetini yeniden tesis etmeliydi. 93 Bunu ancak Nasyonal
Sosyalizm başarabilirdi. NSDAP diğer partiler gibi günlük
politikaların peşinde koşmuyordu. Diğer partilerin yolundan
gidemezdi. 10 Eylül’de Sportpalast’ı dolduran büyük dinleyici
kitlesinin çılgınca tezahüratları arasında “biz size kişisel olarak
statünüzde (Stand) somut bir ilerleme vaat etmiyoruz; biz size
ulusun gücünü arttıracağımızı söylüyoruz, çünkü iktidara ve güce
ancak böyle ulaşılabilir ve bütün bir halk ancak böyle kurtulabilir,”
diye ilan ediyordu. 94 Bu geleneksel bir siyasi program değildi. Siyasi
bir haçlı seferiydi. Söyledikleri hükümet değişimiyle ilgili değildi.
Milli kurtuluş mesajı veriyordu. Ekonomik sıkıntıların ve sosyal
sefaletin derinleştiği, kaygının, ayrımların arttığı, sözüm ona zayıf
parlamenter politikacıların beceriksizlikleri ve başarısızlıkları
nedeniyle bu duruma gelindiği inancının egemen olduğu bir ortamda,
bu mesaj güçlü bir cazibeye sahipti.
Demokrasinin savunucularından pasifist Carl von Ossietzky,
seçimden kısa bir süre önce, editörlüğünü yaptığı radikal dergi
Weltbühne’de şöyle diyordu: “Bu fikirde ne bir düşünce ne de bir
prensip vardır; bu nedenle de yaşamasına imkan yoktur.” “Hiçbir
Nasyonal Sosyalist, partisinin ‘sosyalizmini tanımlayabilecek bir
konumda değildir... Bu yüzden geriye, Adolf Hitler’in Alman milletini
kurtarma çağrısını içeren tuhaf bir dogmadan başka bir şey
kalmıyor,” diye devam ediyordu. “Nasyonal Sosyalizmin teorisi
denilebilecek yegane şey, bir şahsiyette liderlik denilen şeyin
olduğuna duyulan inançtır. Ama bu mistizimdir ve mistisizmle
insanların gözlerini bir süreliğine boyayabilirsiniz. ama karınlarını
doyuramazsınız.”95 Nazi ideolojisine entelektüel bir analiz getirmek
açısından burada mühim bir kavrayış vardır. Fakat bu yargı siyasi
açıdan o kadar zekice değildir. Ossietzky, Nasyonal Sosyalizm’in ölüm
ilanını verenler arasına katılmış; onun misyonerce çağrısını, heyecan
veren, duygusal motivasyonunu ve Hitler’in -sosyal birlik ve
dayanışmanın gücüyle elde edilecek- milli kurtuluş mesajının kitleleri
harekete geçirme potansiyelini azımsamıştı.
Mesaj aynı zamanda, o zamanlar çocuk yaşta olduğu için önceki
savaşa katılmamış; ancak krizin, çatışmanın ve ulusal çöküşün
etkilerini doğrudan yaşayan genç bir kuşağın idealizmine de hitap
ediyordu. Çoğu 1900-1910 yılları arasında doğmuş, orta sınıf
ailelerden gelen, savaş öncesi yıllarının monarşik geleneklerine bir
bağlılıkları olmayan, sosyalizmi ve komünizmi doğrudan reddeden;
ancak Weimar döneminin ekonomik, sosyal ve ideolojik
anlaşmazlıklarından da bıkmış olan bu kuşak yeni bir şeylerin
arayışındaydı. 96 Alınanlara özgü “Volk” (etnik halk) ve
“Gemeinschaft” (topluluk, cemaat) nosyonlarına ait bütün bu
duygusal yükleri sırtlanmış olanlar için, sınıf ayrımlarının üstesinden
gelecek “milli bir topluluk” amacı oldukça olumlu görünüyordu. 97
Tanımını kendisinden dışladıklarıyla kazanan “milli topluluk”
nosyonuna; ırksal saflık ve homojenlikle kurulacak olan sosyal uyum
kavramına açıkça methiyeler düzülmüyorsa da bunların varlığı
kesindi. Üçüncü Reich kurulduktan sonra şu açıkça görülecekti ki
dışlanan bu gruplara yönelik ayrımcı politikalar oluşturmak, uyumlu
bir “milli topluluk” oluşturmaktan çok daha kolaydı.
Mevcut kamuoyu araştırmalarının olmadığı bu durumda, insanları
NSDAP’ı desteklemeye iten güdülere dair ancak ihtiyatlı tahminlerde
bulunabiliriz. Fakat NSDAP’ın 581 adet sıradan üyesinin yaşam
hikayelerini içeren ve 1933 yılında yapılmış olan bir derlemeden -her
örneğin temsili bir karakter taşıdığını söyleyemesek bile- fikir
edinebiliriz. Bu kişilerin çoğu NSDAP’a Hitler iktidara gelmeden,
hatta 1930’da çoğunluğun oyunu almadan önce katılmıştı. 98
Örneklerin neredeyse üçte birinde en baskın ideolojik tema “milli
topluluk'un sosyal dayanışmasıydı. Üçte birlik başka bir grup ise
milliyetçilik, intikam alma isteği, aşırı-vatanseverlik ve Alman
romantizmiyle yönlendirilmekteydi. Örneklerin ancak sekizde birinin
temel ideolojik görüşleri arasında antisemitizm vardı (bununla
birlikte biyografilerin üçte ikisinde Yahudilerden hoşlanmama durumu
bir şekilde kendini açığa vurmaktadır). Yaklaşık beşte birlik bir
grubu harekete geçiren ise sadece Hitler kültüydü. Farklı bir açıdan
bakılarak düşmanlık duyulan hedeflere göre bir sıralama
yapıldığında, parti üyelerinin üçte ikisi esas olarak Marksizm-
karşıtıydı; yanıt verenlerin yarısından fazlası da “sistem”den
kurtulma ve “milli bir yeniden doğuş”un peşindeydi. 99 Bu rakamlar
sadece bir şeyleri ima etmekten öteye gidemiyorsa da Hitler’in ve
hareketinin cazibesinin belli bir ideolojik doktrine dayanmadığını
göstermeye yeter. 100 Söz konusu olan, temelde Pan-Germenizm’in ve
yeni-muhafazakarlığın ideolojik geleneğinden alınmış farklı fikirlerle
oluşturulmuş bir pastişdir; harç olarak da araya çeşitli fobiler,
önyargılar ve kızgınlıklar karıştırılmıştır. Bunların hepsi şu ya da bu
biçimde başka siyasi partiler ya da hareketler tarafından da
savunuluyordu. Ama onların hiçbirinde Nasyonal Sosyalizmin güç ve
dinamizm imajı, milli bir haçlı seferinin misyon duygusu yoktu. Ayrıca
ham bir kızgınlıktan faydalanma işinde Hitler’in eline kimse su
dökemezdi; bu kızgınlık 1920'lerde güç bela gizlenmiş, fakat
krizlerin tırmandığı ve demokrasinin başarısız görüldüğü bu
dönemde tüm açıklığıyla ortaya serilmişti. Tüm bunlara şunu da
eklemek gerekir ki, çağdaşları Nazizm’in entelektüel zayıflığına
hakir gören bir edayla tepeden bakarken, Hitler Hareketi sağda tek
başına idealistçe bir hayal yaratmış, yeniden doğmuş bir Almanya’da
yepyeni bir toplumun düşlenebilmesini sağlamıştı. Bunun pek çok kişi
için önde gelen bir cazibe unsuru olduğuna şüphe yoktur.
NSDAP bir yandan toplumsal tabakaların çıkarlarının üzerinde
durduğunu iddia ediyordu, ama öte yandan, kriz pençelerini daha da
sıkarken, kurduğu alt-örgütlenmeler aracılığıyla orta sınıfın çıkar
gruplarının tekmilini birden diğer partilerden çok daha başarılı bir
şekilde kullanıyordu. Parti -esas olarak 1930’un başlarında- işçiler,
devlet memurları, doktorlar, eczacılar, öğretmenler, öğretim
görevlileri, öğrenciler, kadınlar, gençler, küçük esnaf, hatta kömür
satıcılarının özel çıkarları için kurulmuş organizasyonlar aracılığıyla
bir ilişkiler ağı oluşturdu. Partinin “Kan ve Toprak’’ (Blut und Boden)
teorisyeni R. Walther Darré’nin Ağustos 1930’da kurduğu “Ziraat
Dairesi” bu özel çıkar gruplarına merkezi bir şekilde ulaşmayı
mümkün kılıyordu ve aynı zamanda onların hepsini, ulusun üstün
çıkan çerçevesinde biraraya getirerek en iyi şekilde temsil etme
iddiasındaydı. 101 Bu anlamda NSDAP giderek “çıkarlar üstü parti”,
olarak işlev göstermeye başlamıştı. Führer kültü ve “milli topluluk”
retoriği, tüm farklı çıkarların yeniden tanımlanacağı yeni bir
Almanya’dan söz ediyordu. Ekonomik ve siyasi durum kötüye gittikçe,
küçük ve zayıf bir çıkar partisindense, -hem çıkarları koruyan hem de
onları aşan- büyük ve güçlü bir milli partiye oy vermek daha rasyonal
bir hal alıyor, Naziler’e oy vermek sağduyulu bir davranış gibi
görünebiliyordu. Bu vesileyle NSDAP Bayerischer Bauembund
(Bavyera Köylü Birliği) gibi çıkar partilerinin destek kitlesine sızıp,
onları kendi tarafına çekmeye ve DNVP gibi geleneksel partilerin
taşradaki zeminini ciddi bir şekilde kaydırmaya başladı. 102 Bu süreç
1930 yazında daha ilk aşamalarındaydı. Fakat 14 Eylül 1930’daki
Nazi zaferinin ardından hızla ivme kazandı.
V

O günlerde yaşanan siyasi bir depremdi. Almanya’nın parlamento


tarihi açısından en önemli sonuç; 1928 Reichstag seçimlerinde yüzde
2.6 oy alarak sadece 12 milletvekili çıkaran NSDAP’ın, bir sonraki
seçimde yüzde 18.3 oy alarak 107 milletvekili çıkarması ve en büyük
ikinci parti konumuna gelmesiydi. Bu seçimlerde neredeyse 6,5
milyon Alman Hitler’in partisine oy vermişti ve bu rakam iki yıl
öncekinin sekiz katıydı. 103 Naziler çoğunluk partisi olma yolunda
ilerliyorlardı.
Parti yönetimi büyük bir başarı kazanacağını zaten umuyordu. En
sonu Haziran ayında yapılan ve Nazilerin yüzde 14.4 oy aldığı
Saksonya seçimlerinde olduğu gibi, eyalet seçimlerindeki başarılar
da bu sonuca işaret ediyordu. 104 Goebbels Nisan ayında, meclis o an
feshedilse kırk kadar milletvekili çıkarabileceklerini hesap
ediyordu. 105 Eylül'deki seçimden bir hafta önce “büyük bir başarı”
(eien Riesenerfolg) bekliyordu. 106 Hitler daha sonra, 100 milletvekili
çıkarabileceklerini düşündüğünü iddia edecekti. 107 Aslında
Goebbels’in de kabul ettiği gibi, kazanılan zaferin büyüklüğü bütün
parti için sürpriz olmuştu. 107 milletvekili çıkarabileceklerini
hiçkimse umut etmemişti. 108 Hitler’in sevinci büyüktü. 109
Siyasi durum bir gecede büyük bir değişim geçirmişti. Naziler’in
yanı sıra, komünistlerin de desteği artmıştı -şimdi oylan yüzde 13.
l’di-. Hâlâ en büyük parti olmakla birlikte SPD bayağı bir destek
kaybetmişti, marjinal Zentrum’un durumu da aynıydı. Fakat en büyük
kayba merkez ve sağ burjuva partileri uğramıştı. DNVP 1924’ten
beri seçimlerde yüzde 20.5’den yüzde 7’ye; DVP ise yüzde 10.1’den
4.7’ye düşmüştü. 110 Esas kâr sağlayanlar Nazilerdi. Tahminlere göre
eski DNVP seçmenlerinin üçte biri NSDAP’a gitmişti; liberal partinin
eski seçmenlerinin dörtte biri için de aynı şey geçerliydi. Hâlâ önem
taşımakla birlikte görece daha küçük kazanımlar diğer partilerden
edinilmişti. Bunların arasında SPD, KPD ve Zentrum/BVP varsa da,
sol partilerin egemen olduğu işçi sınıfı çevreleri ve Katolik alt-kültürü
NSDAP için görece verimsiz zeminler olmuştu ve öyle de
kalacaklardı.111 Seçime katılım oranının artmasının -katılım yüzde
75.6’dan yüzde 82’ye çıkmıştı- Nazilere faydası olduysa da bunun
katkısı genelde varsayıldığından daha azdır. 112
Oylardaki esas kayma Doğu ve Kuzey Almanya’nın Protestan
ağırlıklı taşra bölgelerinde yaşanmıştı. Franken’in koyu Protestan
olan kırsal bölgeleri haricinde büyük oranda Katolik olan Bavyera
seçim bölgeleri şimdi ilk kez ulusal ortalamanın altında kalmıştı. Aynı
şey çoğu Katolik bölge için de geçerliydi. Breslau ve Chemnitz-
Zwickau gibi bazı mühim istisnalar dışında, büyük şehirlerde ve
sanayi bölgelerinde Nazi oylarındaki artış gene göz alıcıysa da ulusal
ortalamanın altındaydı. Fakat Schleswif-Holstein’da NSDAP’ın oylan
1928’de yüzde 4'ken şimdi yüzde 27’ye fırlamıştı. Doğu Prusya,
Pomeranya Hanover ve Mecklenburg, Nazilere yüzde 20’nin üstünde
destek veren diğer bölgeler arasındaydı. 113 Nazilere oy verenlerin en
az dörtte üçü Protestândı (ya da hiç değilse, Katolik olmayan
kişilerdi). 114 Nazilere oy verenler arasında erkekler kadınlardan
ciddi oranda fazlaydı (fakat bu 1930-1933 arasında değişecekti). 115
Nazilerin oylarının en az beşte üçü orta sınıftan geliyordu. Fakat
dörtte biri işçi sınıfındandı (diğer yandan işsizler Hitler’dense
Thâlmann’ın partisine yani KPD’ye oy vermişlerdi). 116 Aslında Nazi
oyları içinde orta sınıfın haddinden fazla bir payı vardı. Fakat NSDAP
genelde düşünüldüğü gibi, yalnızca orta sınıfın partisi değildi. 117
Hitler Hareketi, eşit oranlarda olmamakla birlikte toplumun tüm
kesimlerden oy aldığını iddia edebilirdi. Bütün bir Weimar
Cumhuriyeti'nde bunu öne sürebilecek başka tek bir parti yoktu.
Parti üyelerinin sosyal yapısına bakıldığında da aynı sonuç
çıkmaktadır. 118 Eylül seçimlerinin ardından büyük bir üye akını
gerçekleşmişti. Üyelerin büyük çoğunluğu erkekti ve üye profiline
bakıldığında sadece KPD’nin bu kadar genç bir üye profili vardı. Nazi
seçmenleri arasında Protestan orta sınıflarının da aşırı bir payı vardı.
Parti içinde olmasa da bilhassa SA ve Hitler Gençliği içinde işçi
sınıfının yoğun bir mevcudiyeti vardı. 119 Siyasi ilerleyişin bir anlamı
da, muhitlerinde “saygın” olan vatandaşların kendilerini NSDAP’a
katılmaya hazır hissetmesiydi. 120 Öğretmenler, devlet memurları,
hatta bazı Protestan rahipler eyaletlerde partinin sosyal tabanını
değiştiren “saygın” gruplar arasındaydı. Örneğin Franken’de NSDAP
1930 yılı itibariyle bir “memur partisi” görünüşüne bile
bürünmüştü. 121 Partinin kasaba ve köylerindeki sosyal ağlara nüfuzu
iyice yoğunlaşmaya başlamıştı. 122
Politikacıların hiçbir iletişim çabasına girmediği, temsil ettikleri
farzedilen halkın dilini anlamayı bıraktığı zamanlar vardır ve bu
durum siyasi bir sistem için tehlike çanlarının çaldığına işaret eder.
1930’da Weimar politikacıları da bu aşamaya varma yolundaydılar.
Hitler popülerlik taşımayan bir hükümetle yer almamış, bu açıdan
itibar kaybetmemiş, ayrıca Cumhuriyet’e karşı sarsılmaz bir
radikallikle düşmanlık göstermişti. Bunlar onun lehine olan
unsurlardı. Giderek daha çok Alman’ın anladığı bir dili
konuşabiliyordu. Bu, güvenilirliğini kaybetmiş bir sisteme yönelik
şiddetli bir protestonun, milli canlanmanın ve yeniden doğuşun diliydi.
Alternatif bir siyasi ideolojiye, sosyal çevreye ya da bir mezhebin alt-
kültürüne sağlam bir şekilde bağlı olmayanlar, bunu giderek daha
heyecan verici buluyorlardı.
Seçmenleri hareket geçiren şeyin kısmen mevcut sistemi alaşağı
etme arzusu olduğunu ama asıl olarak ekonomik sefalete duyulan
tepkinin rol oynadığını farkeden Frankfurter Zeitung'un “acı seçim”
diye adlandırdığı şeyin sonuçları bir sansasyondu. 123 Bazı çevrelerin
buna verdiği ilk tepki Nasyonal Sosyalistlerin kanlı bir şekilde
iktidarı ele geçirmesinden korkmak oldu. 124 Otto Strasser’in
dostlarından Herben Blank, Berlin’deki yazı işleri odalarında bir
“bavul toplama havası”nın egemen olduğundan ve herkesin hisse
senetlerini kurtarmaya çalıştığından bahseder. 125 Histeri kısa süre
içinde sakinleştiyse de demokrasinin ağır bir darbe aldığına şüphe
yoktu. Naziler siyasi arenanın kıyılarında, güç dengelerinin
dışındayken şimdi merkeze doğru ilerlemişlerdi. Blank alaycı bir
üslupla, seçimden önce “Naziler” sözcüğünün insanların aklına
hemen tımarhaneyi getirdiğini, ama artık böyle olmadığını
hatırlatıyordu. 126 Brüning şimdi Reichstag’la -artık gözüne o kadar da
kötü görünmeyen- SPD’ye “hoşgörü” göstererek baş edebilirdi. 127
Sosyal Demokratlar onların hoşgörü politikasına iç rahatlığıyla
olmasa da derin bir sorumluluk duygusuyla dahil oldular. Önde gelen
teorisyenleri Rudolf Hilferding hükümete verilecek desteğin,
“parlamento-karşıtı çoğunluğun egemen olduğu bir parlamentoda
demokrasinin mecburen savunulması” için makul bir fedakarlığa
denk düşecek ölçüde olması gerektiğini söylüyordu. 128 Hitler için
önemli olan ise, ister olumlu ister olumsuz bir tarzda olsun herkesin
kendisinden söz etmesiydiki zaten tarafsız ya da kayıtsız olan kimse
kalmamıştı. Artık hesaba katılması gereken bir faktördü. Görmezden
gelinmesine imkan yoktu.
Ama yine de hâlâ çok çok hafife alınıyordu. Münih Râterepublik’e
katılmış olan devrimci anarşist yazar Erich Mühsam, Hitler’in
zaferini işçi sınıfı için “gerçek bir nimet” olarak değerlendiriyordu.
Ona göre gereken tek şey Nazilere belediyeler düzeyinde bazı
sorumluluklar vermekti; bu durumda gerçek gerici yüzleri hemen
ortaya çıkacak ve işçiler iktidardayken Sosyal Demokratlardan nasıl
uzaklaştılarsa Nazilerden de uzaklaşacaklardı. Mühsam’ın kaba ve
yanlış hükmüne göre gerçek tehlike DNVP’nin, özellikle de
“Almanya’daki faşist hareketin gerçek lideri” olan Hugenberg’in
iktidara gelmesiydi. 129 Benzer devrimci dayanaklara sahip olan bir
başka yazar Ernst Toller ise tehlikenin yakınlığını kabul etmesiyle
solda bir istisna teşkil ediyordu. de yayımlanan “Reich ;Şansölyesi
Hitler” adlı yazısında “saat on ikiye yalnızca bir dakika kaldı,” diye
uyarıyordu. 130 “Burjuva” yazarlar arasında Thomas Mann, Nazi
depreminin ardından Berlin’de 17 Ekim’de verdiği ve Nazilerin
tacizleriyle çok sık kesintiye uğrayan bir konferansta, tehlikeyi
kapsamlı bir şekilde analiz etmişti. Bu söylevi “Alman Halkına
Hitabe” (Deutsch Ansprache) adlı eserinde yer almıştır. 131 Ama
Mann’ın, on dokuzuncu yüzyılın insancıl ve idealist değerlerinin kitle
toplumunun vahşi ve ham, kaba ve ilkel duygularına dönüşmesi
karşısında duyduğu dehşet ve kültürel pesimizmi, onu NSDAP’ın
ilerleyişine dair daha basit bir değerlendirme yapmaya itmişti. Ona
göre Nasyonal Sosyalizm’in sunduğu şey, “kurtuluş-ordusunun
cazibeleriyle (Allüren), kitlenin galeyanlarıyla, gösteriyi duyuran çan
sesleriyle, şükür dualarıyla ve monoton sloganların herkesin
ağzından köpükler çıkana kadar biteviye tekrarlanmasıyla yapılan
grotesk tarzda bir siyasetten başka bir şey değildi. 132
Eylül seçimlerinden sonra yalnızca Almanya değil dış dünya da
Hitler’i fark etmişti. Yabancı basın onunla söyleşi yapmanın yollarını
arıyordu. 133 Hitler’in röportaj vermeye dünden razı olduğu
gazetelerden biri, İngilizler’in muhafazakar yayın organı Daily Mail
idi. Gazetenin sahibi Lord Rothermere seçim sonuçlarını alenen
“Almanya’nın bir millet olarak yeniden doğuşu” diye selamlamış;
Nazilerin iktidarı Bolşeviklere karşı bir siper olarak kullanma
hedefini coşkuyla karşılamıştı. 134 Hitler’le röportaj yapan Rothay
Reynolds ona meftun olmuştu. “Hitler büyük bir yalınlık ve
samimiyetle konuşuyor. Davranışlarında, siyasi liderlerin etkileyici
olmak istediklerinde işe koştukları kurnazlıklardan eser yok. Şunun
farkına vardım ki konuştuğum adam, çoğu kişinin düşündüğü gibi
gücünü yığınların dikkatini çekme ve belagat yeteneğinden değil
inançlarından alıyor. Öyle iri kıyım, gürbüz biri değil. Ufak tefek,
zayıf. Geçenlerde mahkemede -tanıklık etmek için iki saatten fazla
ayakta durduğu- yorucu bir günün ardından bir de konferans verince,
akşama yorgunluktan bitap düştü, yüzü bir ölününki gibi sapsarıydı.
Ama konuşmaya başladığı an içinde bir ateşin yandığını ve bu ateşin
bütün bedensel yorgunluğunu alıp götürdüğünü fark ettim. Çok hızlı
konuşuyor ve sesinde, karşısındakine sözlerinin arkasındaki yoğun
inancı hissettiren sinirli bir enerji var.”135
Hitler’in “mahkemede geçen yorucu günü" aslında bir başka
propaganda fırsatının değerlendirilmesinden ibaretti. Bu vesileyle
darbe planladığı şüphelerini yalanlamış ve iktidarı yasal yollardan
almaya kararlı olduğunu bir kez daha vurgulamıştı. Hitler 1930 yılı
boyunca, özellikle de seçim kampanyası sırasında iktidarı yasal
yollardan alacağını defalarca tekrarlamıştı. 136 Söz konusu dava,
seçim zaferinin hemen ardından gündeme gelmişti ve Ulm’daki bir
alaya mensup üç Reichswehr subayıyla ilgiliydi. Bu üç subay Nazi
sempatizanı olmakla; NSDAP’la birlikte askeri bir darbe hazırlığı için
çalışmakla; Reichswehr mensuplarının anayasayı değiştirmeyi
amaçlayan faaliyetlere katılmasını yasaklayan kanunları çiğnemekle
ve sonuçta “Vatana İhanet Suçu İşlemeye Hazırlanmak”la
(Vorbereitung zum Hochverrat) yargılanıyordu. Bu durum Hitler’e
partisinin yasalara bağlılığını bir kez daha ilan etme fırsatı vermişti,
üstelik şimdi artık dünyanın da gözü üstündeydi. Adları Hanns Ludin,
Richard Scheringer ve Hans Friedrich Wendt olan bu üç subayın
davası 23 Eylül’de başladı. Duruşmanın ilk gününde Went’in avukatı
Hans Frank’a Hitler’i tanık olarak çağırma izni verildi. İki gün sonra,
Reichstag’ın en büyük ikinci partisinin lideri, ülkenin en yüksek
mahkemesinin kırmızı cüppeli yargıçlarıyla tanık sandalyesinde
yüzyüze gelmek üzere içeri girerken, mahkeme binasının dışında
büyük bir kalabalık gösteri yapıyor, Hitler lehine sloganlar
atıyordu. 137
Mahkemeyi propaganda amaçlı kullanmasına bir kez daha izin
verilmişti. Reichswehr’a zarar verme niyetinde olmadığını ateşli bir
şekilde savunurken, yargıç, tanıklığını bir propaganda konuşmasına
dönüştürmemesi için onu uyardıysa da bunun hiçbir faydası olmadı.
Hitler, hareketinin iktidarı yasal yollarla ele geçireceğini,
Reichswehr’ın gene “büyük Alman halkının ordusu” olacağını
-“Almanya’nın geleceğinin temeli” olacaktı- vurgulamaktan geri
durmadı. 138 İdeallerine kavuşmak için illegal yollara başvurmayı
hiçbir zaman istememiş olduğunu belirtti. Hareket içinde “‘devrim’
sözcüğüyle oynayanlardan kendini ayırmak için Otto Strasser’in
dışlanması olayını öne çıkardı. Ama başyargıçı temin etti: “Eğer
hareketimiz yasal mücadelesinde muzaffer olursa bir Devlet
Mahkemesi kurulacak, Kasım 1918 suçluları cezalarını bulacak ve
kelleler yuvarlanacak.”139 Bu sözler üzerine mahkeme salonunda
bulunan izleyicilerden “bravo” çığlıkları ve tezahüratlar yükseldi ve
mahkeme başkanı “bir tiyatroda ya da siyasi toplantıda”
bulunmadıklarını hatırlatmak zorunda kaldı. 140 Hitler sözlerine
NSDAP’ın iki ya da üç seçim sonra çoğunluğu kazanacağını umut
ettiğini söyleyerek devam etti. “Ondan sonra Nasyonal Sosyalist
yükseliş (Erhebung) gelecek ve devleti olmasını istediğimiz gibi
şekillendireceğiz.”141 Üçüncü Reich’ı nasıl kurmayı düşündüğü
sorulduğunda Hitler şöyle yanıt verdi: “Nasyonal Sosyalist Hareket
amaçlarına bu devlet içinde anayasal araçlarla ulaşacaktır. Anayasa
bize aracı gösterir amacı değil. Anayasal yoldan yasama
organlarında belirleyici çoğunluğa sahip olmaya çalışacağız ve bunu
başardığımız an devleti fikirlerimizin gerektirdiği kalıba dökeceğiz.”
Bunun ancak anayasal yoldan gerçekleştirilebileceğini bir kez daha
tekrar etti. 142 En sonunda da şahitliğinin doğruluğu üzerine yemin
etti. 143 Goebbels sanıklardan Scheringer’e, Hitler’in yemininin
“muhteşem bir hareket” olduğunu söylemişti. “Şimdi artık tamamen
yasalız,” diye haykırdığı söylenir. 144 Propaganda patronu basına
verilen “efsanevi” röportajdan da çok keyif almıştı. 145 Hitler’in
Yabancı Basın Şefi olarak görevlendirilen Putzi Hanfstaengel davanın
yabancı basında geniş bir şekilde yer almasıyla ilgilendi. Hitler’in
hareketin amaçlarını anlattığı üç makalesinin, makale başına 1000
mark gibi iyi bir ücretle, güçlü bir Amerikan medya kuruluşu olan
Hearks’in yayın organlarında yayımlanmasını sağladı. Hitler, Berlin’e
gittiğinde Kaiserhof Oteli’nde kalabilmesi için bunun artık gerekli
olduğunu söylemişti. Kaiserhof hem hükümet merkezine hem de
1933'e dek başkentteki parti genel merkezine yakın çok lüks bir
oteldi. 146
4 Ekim’de üç Reichswehr subayının onsekizer ay hapis cezası
alması ve Ludin’le Scheringer’in ordudan atılmasıyla sonuçlanan
Leipzig Reichswehr davasında, Hitler’in söylediği hiçbir şey yeni
değildi. Daha önce de belirttiğimiz gibi, aylardır iktidara “yasal”
yoldan yürüyeceğini vurgulamak derdindeydi. Ama basının davaya
gösterdiği büyük ilgi sayesinde açıklamasının artık maksimum
düzeyde etkili olması garantiydi. Hans Frank’ın daha sonra belirttiği
gibi, Hitler’in yasallığa dair bu beyanı onun kanlı bir darbe
planladığından kuşkulanan pek çok kişininin korkusunu dagıtmıştı. 147
Hitler’in devrimci geçmişiyle bağlarını kopardığı inancı, onun
“saygın” çevrelerin desteğini kazanmasına yardım edecekti. 148
Seçimden sonra NSDAP’ı koalisyon hükümetine alması için
Brüning’i teşvik edenler vardı. Bu kişiler hükümet sorumluluklarının
Naziler’i bir sınava tabi tutacağını ve ajitasyonlarını dizginleyeceğini
iddia ediyorlardı. Bruning böyle bir düşünceyi, üzerinde pek
durmadan reddetti; öte yandan eğer parti yasalara bağlı kalırsa
ilerki bir tarihte işbirliğinin gerçekleşebileceğini de göz ardı
etmiyordu. Seçimden hemen sonra Hitler’in resmi görüşme talebini
geri çeviren Brüning, ekim başında diğer parti liderleriyle birlikte
Hitler’i de kabul etti. 149 Şansölye, Hitler’in “vefalı bir muhalefet”
yürüteceğini ve savaş tazminatları ödemelerinin hemen durdurulması
için kopardığı yaygarayı dizginleyeceğini, böylece bir uzlaşmaya
varabileceklerini umut ediyordu. Şu sıra bunun ayrıca bir önemi
vardı; çünkü ekonomik çöküşü önlemek için tek çare olarak görülen
125 milyon dolarlık uluslararası bir borç için hassas görüşmeler
sürmekteydi. Fakat 5 Ekim’de, kamunun gözünden uzak olmak için
Cumhurbaşkanı Treviranus’un evinde yapılan görüşmede hiçbir
işbirliği alameti yoktu. Onları bir uçurum ayırıyordu. Brüning’in
hükümetin dış politikasıyla -savaş tazminatı ödemelerinin tamamen
kaldırılmasına imkan verecek bir soluklanma fırsatı elde etmek
amacıyla tasarlanmış hassas bir stratejiydi bu- ilgili özenli
açıklamasına, Hitler bir saatlik monologla karşılık verdi. Brüning’in
öne sürdüğü sorunları hiçbir şekilde dikkate almıyordu. Şansölyenin
tasarladığı finansal stratejinin inceliklerini anlamadığı açıktı.
Konuşmaya tereddütlü bir tarzda başladığı için Brüning ve
Treviranus ilk etapta onun için üzülüp, cesaretlendirici birkaç laf
ettilerse de, Hitler’in esip gürlemeye başlaması çok vakit almadı. Bir
SA birliğinin marş söyleyerek binanın dışından geçip durması Hitler’i
cesaretlendirmiş görünüyordu. Toplantının gizli olması planlanmasına
rağmen bu olayın önceden ayarlandığı belliydi. Kısa süre içinde,
odada bulunan dört kişiye -Brüning ve Treviranus’in yanısıra Frick ve
Gregor Strasser de oradaydı-, sanki bir mitingde
konuşuyormuşçasına nutuk çekmeye başladı. Brüning Hitler’in
konuşmasında “yok etmek” (vernichten) sözcüğünü bu kadar çok
kullanması karşısında şaşkınlığı düşmüştü. KPD’yi, SPD’yi,
“gericiliği”, Almanya’nın baş düşmanı olarak Fransa’yı ve
Bolşevizm’in yurdu olan Rusya’yı “yok edecekti”. Brüning daha sonra
belirteceği gibi Hitler’in temel prensibinin daima “önce güç, sonra
siyaset” olduğunu açıkça anlamıştı. 150
Toplantının etkili bir sonucu oldu. Hitler, hükümetin dış politika
stratejilerine dair tartışmanın aralarında kalacağına yönelik
Brüning’e söz verdiyse de, toplantıdan çıkar çıkmaz aklında kalanları
dikte ettirdi ve Yabancı Basın Şefi Hanfstaengl bunu Amerikan
Elçiliği’ne sızdırdı. 151
Brüning Hitler’in kaba ama tehlikeli bir fanatik olduğunu açıkça
anlamıştı. Çok gürültü patırtı çıkarmadan ayrıldılarsa da Hitler
maniklige varan boyutlarda heyecanlanmış, Brüning’e karşı derin bir
nefret büyütmüş ve bunu partiye yaymıştı. Albert Krebs’e göre bunun
kaynağı toplantı sırasında şansölye karşısında hissetiği güçlü aşağılık
kompleksiydi. 152
Hitler sisteme karşı dizginsiz ve amansız muhalefetine devam
ediyordu ama bu sefer sistemin sembolik nefret-figürü Şansölye
Brüning’di. Goebbels gibi Hitler’in de tercihi her durumda ajitasyona
devam etmekti. 153 Bu onun içgüdüsüydü. Seçimden hemen sonra
destekçilerine, “artık flamalarınızın üzerine ‘zafer’yazmayın,"
demişti. “Onun yerine bize daha çok uyan ‘mücadele’ sözcüğünü
yazın.”154 Öyle ya da böyle eldeki tek seçenek de zaten oydu. O
dönemde yaşamış birinin söylediği gibi Naziler şu vecizeye bağlı
kalmışlardı: “ ‘Zaferden sonra miğferlerinizi daha da sıkı bağlayın’...
Seçim zaferinden sonra 70 bin toplantı organize ettiler. Bütün bir
Reich’dan gene bir ‘heyelan’geçti... Köy köy, kasaba kasaba bir
fırtına gibi estiler.’’155 Seçim zaferi yüksek düzeydeki bu ajitasyonu
sürdürmelerini mümkün kılmıştı. Partiye yönelik bu yeni ilgi, yeni üye
kayıtlarıyla daha fazla para akışı anlamına geliyor ve bu para daha
fazla propaganda yapılması, yeni faaliyetler yürütülmesi için
kullanılıyordu. 156 Başarı başarıyı besliyordu. Ama bu arada partiye
katılan kitlenin yapısı da değişime uğruyordu. Son katılan üyelerin
çoğu, ilk yıllardaki gibi her şeylerini inançları uğruna feda etmeye
hazır fanatikler değildi. Destekleri bir koşula, başarıya bağlıydı. 157
Çoğu partiden katıldığı gibi hızla ayrılmıştı. Partinin üye sirkülasyonu
yüksekti. 158 Üyeler, -heterojen nitelikteki destekçi kitlesini
uzaklaştıracak olan-özel politikalarla değil ancak ortak sloganlarla
birarada tutulabiliyorlardı: “milli topluluk”, milli yeniden doğuş, “güç,
şan şeref ve gönenç’’. 159 Her şeyden öte zafer umudu şimdi çok daha
gerçek gibi duruyordu. Her şey bu amaca tâbi olmalıydı. Kitlesel ama
yüzeysel, örgütsel anlamda pek bir harap fakat protest olan bu
hareketi -ütopya siyasetiyle bir araya gelmiş farklı çıkarların bu
gevşek kaynaşmasını- ayakta tutabilecek tek şey, nispeten kısa bir
sürede, muhtemelen iki ya da üç yıl içinde iktidara gelecek olan
NSDAP'dı. Bu Hitler’in üzerinde artan bir baskı yaratıyordu. O an
için elinden gelen tek şey, en iyi yaptığı şeydi ajitasyonu yükseltmek.
VI

Bu kamusal karakterin arkasında mahrem bir kişilik bulmak zordu.


1919’dan beri siyaset Hitler’in hayatında giderek daha çok yer
tutuyordu. Siyasi etkinliği ve yalnızca kitle gösterilerinde vecd
halindeki kalabalıklar tarafından değil, çevresindeki kişiler
tarafından da hissedilen bu çekim gücü ile siyasetin dışındaki bomboş
hayatının arasında olağanüstü bir uçurum vardı. O dönemde Hitler’i
bizzat tanıyanlar açısından o bir muammaydı. “Anılarıma bakıyorum
da, orada Hitler’in kişiliğine dair bütünlüklü bir şey bulamıyorum,”
diye açıklayacaktı Putzi Hanfstaengl yıllar sonra. “Kafamda çeşitli
imajlar ve haller var, bunların hepsine de Adolf Hitler denilebilir ve
bunların hepsi de Adolf Hitler idi, ancak bunların bir bütünlük içinde
bir araya gelmesi pek de kolay bir şey değil. Bir bakarsınız sevimli
davranır, bir bakarsınız korkunç bir uzaklığı imleyen laflar ederdi.
Hem büyük fikirler ortaya atabilir hem de banallik derecesinde ilkel
olabilirdi. Milyonlarca kişiyi, zaferin tek garantisinin onun iradesi ve
onun karakter gücü olduğu inancıyla donatabilirdi. Aynı zamanda o
hep, şansölye olduğu zaman bile, güvenilmezliğiyle çalışma
arkadaşlarını umutsuzluğa sürüklüyen bir Bohemyalı’ydı."160
Ağustos 1930’da görevden azledilene dek SA’nın başı olan Franz
Pfeffer von Salomon’a göre Hitler sıradan bir asker ile bir sanatçının
niteliklerini kişiliğinde kaynaştırmıştı. Naziler’in ırksal düşünme
biçimi göz önüne alındığında Pfeffer’in yaptığı niteleme oldukça
sıradışıydı: “O çingene kanı taşıyan bir süvariydi.” Hitler’in siyasete
dair bir tür altıncı hissinin, “doğaüstü bir yeteneğinin” olduğunu
düşünüyordu. Fakat onun aslında sadece bir tür Freikorps lideri, -
hareket iktidara geldikten sonra devlet adamı olmakta zorlanan- bir
devrimci olup olmadığından emin değildi. 161 Pfeffer Hitler’i bir dahi
olarak görüyor, dünyanın yüz yılda bir gördüğü o kişilerden
sayıyordu. Fakat onun bakışına göre Hitler’in insani yanı zayıftı.
Eleştirmek ile yaltaklanmak arasında gidip gelen Pfeffer onu
parçalanmış bir kişi olarak görüyordu; yetiştirilmesinden ve
eğitiminden gelen unsurlar ile içindeki “dahi” arasındaki mücadele
kişiliğinde pek çok ketleme yaratıyor, onu tüketiyordu. 162 Otto
Wagener’in anlattığına göre, şişirilmiş Führer kültüne karşı eleştirel
mesafesini hep koruyan Gregor Strasser bile Hitler’de bir tür “deha”
görmeye hazırdı. 163 Aşağı Bavyera Gauleiter’i Otto Erbersdobler
daha sonraları, Gregor Strasser’in şöyle söylediğini hatırlayacaktı:
“Onunla ilgili hep nahoş şeyler söyleniyor olsa da, büyük siyasi
problemleri doğru bir şekilde okuma ve olağanüstü güçlüklere
rağmen doğru zamanda doğru şeyi yapma konusunda kahince bir
yeteneği var.”164 Öte yandan Strasser’in Hitler’e atfetmeye hazır
olduğu böyle olağandışı bir yetenek, ona göre, sistematik düşünme
yetisinden değil içgüdüsel bir insiyaktan kaynaklanıyordu. 165
1929’da SA’nın Kurmay Şefi yapılan Otto Wagener tamamen
Hitler’in büyüsü altına girmiş kişilerdendi. Bu “nadir şahsiyet”e166
olan tutkunluğu, yıllar sonra bir İngiliz hapishanesinde anılarını
yazarken dahi onu terk etmemişti. Fakat Hitler’in nasıl biri olduğu
konusunda o da emin değildi. Bir gün öfkesi tepesine çıktığında -
mesele SA ile SS arasındaki ilişkilere dair Pfeffer’le yaptığı bir
tartışmaydı- Hitler’in sesinin bütün bir parti binasında yankılandığını
duymuş ve onda “Asyatik bir yok etme arzusu”nu andıran bir şeylerin
olduğunu düşünmüştü (Wagener’in Nazi ırksal klişelerindeki sağlam
yerini savaştan sonra bile ifşa edecek bir terimdi bu). “Deha değil
nefret; her şeyi aşan bir yücelik değil aşağılık kompleksinden
kaynaklanan bir öfke; Germen kahramanlığı değil Hunlar’ın intikama
susamışlığı." Wagener yıllar sonra Hitler’in sözümona Hunlara
dayanan soyunu tanımlarken Nazi dilini işte böyle kullanmış ve
izlenimlerini böyle özetlemişti. 167 Dalkavukça bir hayranlığın ve
dehşetli bir korkunun karışımının yol açtığı bir akıl erdiremezlikle
Wagener, Hitler’in karakterini “yabancı” ve “şeytani” bir şeye
indirgemişti. Hitler onun için tam bir bilmeceydi. 168
Hitler, Pfeffer ve Wagener gibi Nazi hareketinin ileri gelen kişileri
için bile uzak bir şahsiyetti. 1929 yılında Thierschstrasse’deki eski
püskü dairesinden çıkmış ve Münih’in gözde semtlerinden
Bogenhausen’e, Prinzregentenplatz’daki lüks bir daireye
169
taşınmıştı. Bu değişim birahane provakatörlüğünden muhafazakar
görünüşlü bir siyasetçi konumuna sıçramasına tekabül ediyordu.
Konuk kabul ettiği ya da eğlendiği pek enderdi. Böyle bir şey yapsa
bile ortamda her zaman resmi ve gergin bir hava egemen olurdu. 170
Obsesif kişilerin iyi ya da ilginç arkadaşlıklar kurduğu enderdir.
Onlar ancak gözlerinde kendi takıntılarının aynısını gördükleri
kişilerle ya da böyle dengesiz bir kişiliğe bağımlılık veya korkuyla
karışık bir saygı duyanlarla ilişki kurarlar. Hitler her zamanki olağan
alışkanlığını sürdürerek akşamüstleri Café Heck’e gidiyordu. Burada
avanesi ve hayranları etrafını sarıyor, onun monologlarını bazen
kaşlarını çatarak, bazen dikkatle bazen de can sıkıntılarını gizlemeye
çalışarak dinliyorlardı. Bu monologların temaları hep aynıydı; belki
de beşbininci kez partinin kuruluşunu ve ilk dönemlerini naklediyor
ya da “her zaman en gözde konusu” olan savaş hikayelerini
anlatıyordu. 171
Çevresindeki çok az insan ona “sen” diye hitap edebiliyordu. O ise
çoğu Nazi liderine sadece soyadıyla hitap ediyordu. 1933'ten sonra
ona hitap etmenin olağan biçimi olacak “Führerim” sözü o dönemde
henüz yerleşmemişti. Yakın çevresindekiler ise ona sadece “Şef” (der
Chef) diyorlardı. Hanfstaengl ve resmi fotoğrafçısı Heinrich
Hoffmann gibi bazı kişiler ona yalın bir şekilde “Herr Hitler”
demekte ısrar ediyorlardı. 172 Mesafeli biri olması, “Yüce Lider”
olarak konumunu zedeleyecek bir yakınlıktan kaçınma ihtiyacıyla
tamamlanıyor, örtüşüyordu. Çevresindeki aurayı bozmaya kimse
cesaret edemiyordu. Mesafesi ve soğukluğu güvensizliğiyle
uyuşuyordu. Önemli meseleleri sadece küçük -ve üyeleri değişen-
gruplarla ya da kişilerle tartışıyordu. Bu sayede Hitler tüm kontrolü
elinde tutuyor; resmi organların tavsiyeleriyle kısıtlanmıyor ve onun
fikrini savunanlar arasında çıkan anlaşmazlıklarda bir hüküm vermek
durumunda kalmıyordu. Gregor Strasser’in belirttiği gibi, sabit
fikirleri ve baskın kişiliğiyle önüne gelen herhangi bir kişiyi -özellikle
karşısındaki ilk başta kendinden emin olmayan bir tarz sergilediyse-
ezebiliyordu. 173 Sonuçta, kendine olan bu güvenini, yenilmezlik
duygusunu güçlendiriyordu. 174 Öte yandan ona müşkül sorular ya da
karşı argümanlar yöneltenlerin yanında kendini rahat hissetmiyordu.
“Sezgi’si -Strasser bununla Hitler’in taktik esneklik ve oportünizmle
birleşmiş ideolojik dogmatizmini kastediyordu- mantıksal bir
argümanla alt edilemeyeceğinden, Hitler her şeyi bilen dar
kafalılardan gelen itirazları hiç dikkate almıyordu. Fakat
eleştirenlerin kimler olduğunu unutmuyordu ve bu kişiler er ya da
geç gözden düşüyorlardı. Partinin örgütlenme lideri, durumu işte
böyle ifade ediyordu. 175
Önemli meseleleri, tartışacağı tutarsa bunu sadece yakın
çevresindekilerle yapıyordu; bu çevre içinde yaverleri, şoförleri ve
(her işine bakan genel hizmetkarı) Julius Schaub, (fotoğrafçısı)
Heinrich Hoffmann, (daha sonra SS koruma birliğinin başı olacak)
Sepp Dietrich gibi eski kafadarları vardı. 176 Gregor Strasser’in
görüşüne göre Hitler’in liderlik yapma tarzında güvensizlik -ve
kendini beğenmişlik- el ele gidiyordu. Strasser Pfeffer’in görevden
alınmasına gönderme yaparak, tehlikenin, Hitler’in duymak istediği
şeyler doğrultusunda kafasına göre bir seçim yapmasında ve kötü
haberler getiren kişilere olumsuz bir tavır sergilemesinde yattığını
söylemiştir. Strasser Hitler’in dünyevi olmayan bir yönünün de
olduğunu düşünüyordu; insanlara dair bilgiden yoksundu ve onlara
dair sağlam yargılan yoktu. Hitler başka bir insana bağlanmadan
yaşıyor, diye devam ediyordu Strasser. “Sigara içmez, içki içmez,
sebze dışında bir şey yemez, hiçbir kadına dokunmaz! Onu, diğer
insanlara takdim edebilecek kadar anladığımızı nasıl
177
düşünebilirsiniz?”
Hitler’in büyüyen Nazi hareketinin teşkilatlanmasına ve bu
teşkilatın yürütülmesine neredeyse hiç katkısı yoktu. Onun “çalışma-
tarzı” -tabii eğer böyle bir şeyin varlığından söz edebilirsek-,
NSDAP’ın küçük, önemsiz bir völkisch klik olduğu günlerden beri hiç
değişmemişti. Sistematik çalışma yetisinden yoksundu ve zaten
bununla ilgilendiği de yoktu. 178 Eskisi kadar amatör ve kaotikti.
Linz’deki şımartılmış gençlik günlerinden ve Viyana’da işsiz güçsüz
geçirdiği zamanlardan beri hiç değiştirmediği, disiplinsiz,
programsız, tembel hayat tarzını yürütebileceği bir rol biçmişti
kendine. Tuhaf bir şekilde gurur duyduğu, zevksiz bir ihtişama sahip
olan yeni “Kahverengi Ev”de kocaman bir “çalışma odası”
(Arbeitszimmer) vardı. Duvarları Büyük Frederick’in resimleri ve
List Alayı’nın 1914’te Flanders’teki ilk çarpışmasının kahramanca bir
tasviri süslüyordu. Büyük boyutlardaki mobilyaların yanında devasa
bir Mussolini büstü duruyordu. Sigara içmek yasaktı. 179 Burayı
Hitler’in “çalışma odası” diye adlandırmak hoş bir örtmeceydi. Çünkü
Hitler burada pek ender çalışıyordu. Aynı binada kendisine ait bir
odası bulunan Hanfstaengl bu odayı pek anımsamıyordu, çünkü parti
liderini orada gördüğü yoktu. Eski yabancı basın şefinin söylediğine
göre Büyük Frederick’in devasa resmi bile Hitler’i Prusya kralının
görevine bağlılığını taklit etmeye itmiyordu. Düzenli çalışma saatleri
yoktu. Randevular iptal ediliyordu. Parti lideri gazetecilerle
randevusuna gelsin diye Hanfstaengl’in bütün bir Münih’te Hitler’in
peşine düşmesi ender yaşanan bir olay değildi. Ama onu akşamüstü
saat dörtte Café Heck’de hayranlarıyla çevrelenmiş bir halde
bulması şaşmazdı. 180 Bu durum parti merkezinde çalışanları çok
zorluyordu. Çok önemli meseleler söz konusu olduğunda dahi Hitler’i
görebilecekleri belirli bir saat yoktu. Ellerinde birikmiş dosyalarla
onu Kahverengi Ev’e girerken yakalamayı becerseler bile Hitler’in
telefona çağrılması ve sonra da özür dileyerek derhal gitmesi
gerektiğini ama ertesi gün geleceğini söylemesi ender yaşanan bir
durum değildi. Ellerindeki işleri Hitler’in dikkatine sunmayı
becerseler bile bunları ayrıntılarıyla konuşmalarına imkan
olmuyordu. Hitler alışıldık tavrıyla meseleyi bir noktaya çekiyor ve
sonra da odayı arşınlayarak, bir saatlik uzun bir monologla ahkâm
kesiyordu. 181 Genelde dikkatine sunulan şeyi tamamen göz ardı eder
ve bir bağlantı bulup o dönem ilgisini çeken başka bir konuya dalardı.
Pfeffer’in 1930 yılında Wagener’e şöyle dediği belirtilmektedir:
“Eğer Hitler konuşma içinde ilgisini çeken bir şey yakalarsa, ki
ilgisini çeken bu konu hergün değişir, konuşmayı oraya çevirir ve
tartışılan mesele her neyse rafa kaldırılır.”182 Böylece, anlamadığı
konularda ya da acil karar verilmesi gereken durumlarda
tartışmaktan kaçardı. 183
İşlerin bu olağandışı yürüme tarzı elbette ki Hitler’in kişiliğinden
kaynaklanıyordu. Buyurgan ve otoriter ama kararsız ve tereddütlü;
karar almaya gönülsüz ama bir kez hazır olduğunda herhangi
birinden çok daha cüretkar ve kararından öldür Allah geri dönmeyen
biri. Hitler’in tuhaf karakterini oluşturan bilmecenin parçaları işte
bunlardı. Eğer otoriter tavrı ruhunun çok derinlerinde kendinden
emin olamamasının bir işareti, ciddi bir aşağılık kompleksinin
küstahça dışavurumuysa, gizli kişilik bozukluğu çok büyük boyutlarda
olmalıdır. 184 Problemi böyle bir nedene bağlamak, onu açıklamaktan
çok yeniden tanımlar. Her halükarda Hitler’in tuhaf liderlik tarzı, sırf
bir kişilik meselesinden ya da kazananın bir mücadele sürecinden
sonra belli olacağı içgüdüsel bir sosyal-Danvinist eğilimden çok daha
fazlasıdır. Bu durum, lider olarak konumunu korumaya yönelik
bitmeyen bir ihtiyacı da yansıtmaktadır. Lider rolü oynamayı hiç
bırakmamıştır. Ünlü el sıkışı ve çeliksi mavi gözleri de bu rolün bir
parçasıdır. Partinin önde gelenleri bile onun gayet uzun bu el
sıkışında ve insanların gözlerine doğrudan bakmasında samimiyetin,
sadakatin ve yoldaşlığın izlerini bulup etkilenmişlerdir. 185 Bunun çok
temel bir hile, yapmacık bir davranış olduğunu fark edemeyecek
denli Hitler’in etkisi altındadırlar. Yenilmez lider halesi genişledikçe,
hata yapabilen, yanılabilen “insan” Hitler’in görülebilmesi daha da
zorlaşmıştır. Bir “kişi” olarak Hitler, her şeyi bilen ve her şeye gücü
yeten Lider “rolü” içinde 'daha çok kaybolmuştur.
Çok ender olarak maskenin kaydığı da oluyordu. Albert Krebs,
1932’nin başlarında yaşanan ve ona bir Fransız komedisini hatırlatan
bir sahne hatırlamaktadır. Krebs, Hamburg’daki şık Atlantik Oteli’nin
koridorlarından Hitler’in ağlamaklı bir ses tonuyla “çorbam, çorbamı
istiyorum!” diye bağırdığını duyar. Dakikalarca sonra onu odasındaki
yuvarlak bir masanın üzerine eğilmiş çorbasını höpürdetirken bulur;
o anda bir halk kahramanına benzer bir hali yoktur. Yorgun ve
depresif görünmektedir. Krebs ona önceki gece yaptığı konuşmanın
kopyasını getirmiştir ama bununla hiç ilgilenmez ve Gauleiter’i
şaşkınlığa gark ederek vejeteryan beslenme biçimi hakkında ne
düşündüğünü sorar. Sonra da tam ona yakışır bir tarzda, yanıt bile
beklemeden vejeteryanlık üzerine uzun bir söyleve başlar.
Dinleyicisini ikna etmeyi değil ona boyun eğdirmeyi amaçlayan bu
garip patlama Krebs’i şaşkına çevirmiştir. Hafızasında yer eden esas
şey ise Hitler’in, o güne dek kendini “bir insan (Mensch) olarak değil,
yalnızca siyasi bir lider” olarak gösterdiği birinin karşısına aniden bir
hastalık hastası olarak çıkıvermesidir. Krebs Hitler’in onu birden
sırdaş olarak görmeye başladığını düşünmez; bu durumu daha çok
parti liderinin “içsel tutarsızlığının” bir göstergesi olarak alır. Gayet
mantıklı bir şekilde, Hitler’in bu beklenmedik insani zayıflık
gösterisini, dindirilemez güç arzusuyla ve şiddete başvurmak
suretiyle telafi ettiği tahminini yürütür. Krebs’in anlattığına göre
Hitler kendisine rahatsızlık veren ve onu vejeteryan olmaya iten
semptomları açıklamıştır -ter basmalar, sinir, kasların seyrimesi ve
mide krampları-186 Mide kramplarının kanser başlangıcı olduğunu
düşünmektedir, bu durumda önüne koyduğu “devasa işleri” bitirmeye
sadece birkaç yılı vardır. “Çok daha uzun süre önce iktidara
gelmeliydim... bunu yapmalıydım, yapmalıydım,” diye bağırmaktadır
Krebs’in karşısında. Ama bunun sonucunda kontrolünü tekrar
kazanır. Beden-dili geçici bir depresyonu aştığını göstermektedir.
Hemen emrindeki kişileri çağırıp buyruklar yağdırmaya başlar;
edilecek telefonları not ettirir, toplantı tarihleri belirler. “İnsan Hitler
tekrar ‘Lider’ Hitler’e dönüşmüştür.”187 Maske gene yerine
takılmıştır.
Hitler’in liderlik tarzı kusursuz bir şekilde işliyordu, çünkü bütün
astları onun parti içindeki yegane dayanak olduğunu kabul etmeye
hazırdı ve bu tip ayrıksı davranışları karşılarındaki kişinin siyasi bir
dahi olmasına yoruyorlardı. Pfeffer’in şöyle dediği belirtilmektedir:
“Hitler hep ideolojilerini gerçekliğe dönüştürebilecek kişilere ihtiyaç
duyar, böylece bu ideolojiler hayata geçebilir.”188 Aslına bakılırsa
Hitler’in tarzı çevresine önemli karartan biçimlendirecek emirler
dağıtmak değildi. Mümkün olduğunca karar vermekten kaçınırdı.
Dağınık ve inatçı tarzıyla, uzun uzun ve tekrar tekrar üzerinden
geçerek fikirlerini düzenlerdi. Bu durum politika yapmak için
gereken genel rehberliği ve yönelimi sağlıyordu. Diğer insanlar
Hitler’in kendilerinin nasıl düşündüğüne dair açıklamalarından, onun
nasıl davranmalarını istediğini çıkarmalı ve uzak hedefler “için
çalışmalıydılar”. Hitler’in zaman zaman şöyle dediği belirtilmektedir:
“Eğer bu biçimde çalışabilirlerse; uzaktaki ortak hedef için kararlı ve
bilinçli bir azimle çabalayabilirlerse, nihai hedefe bir gün
ulaşılacaktır. Yapılacak hatalar insandan kaynaklanacaktır. Bu acınası
bir durumdur. Ama ortak hedef bir kılavuz olarak kabul edilirse,
bunun da üstesinden gelinecektir.”189 Kökleri Hitler’in sosyal-
Darwinist yaklaşımında bulunan bu içgüdüsel işleyiş tarzı, -önceleri
parti, sonra da devlet içinde- Hitler’in amaçlarını “doğru” bir şekilde
yorumlamaya çalışanlar arasında ateşli bir rekabetin ortayı çıkmasını
sağlamıştır. Fakat bunun bir anlamı daha vardır: O döneme dek
oluşmuş ideolojik ortodoksinin tartışmasız kaynağı otan Hitler daima,
altında süre giden mücadelede üstün çıkacak olanların, yani “doğru
kılavuzu” izlediklerini en iyi şekilde ispat edenlerin yanında yer
alacaktır. Ve buna ancak Hitler karar verebileceğinden, söz konusu
durum iktidarını iyice sağlamlaştırmıştır.
Ulaşılmazlık, düşünmeden yapılan tek tük müdahaleler, ne
yapacağının önceden kestirilememesi, düzenli bir çalışma modelinin
yokluğu, yönetimle ilgili işlere kayıtsızlık ve ayrıntılar üzerinde
durmaktansa uzun monologlara başvurmak; bunlar Hitler’in bir parti
lideri olarak ayırıcı özellikleriydi. Orta vadede iktidarı almayı
amaçlayan bir “parti lideri” için -en azından kısa süreliğine- uygun
olan bu nitelikler, 1933’ten sonra, Alman devleti üzerinde olağanüstü
güce sahip bir diktatör olarak Hitler’in tarzını belirlemeye devam
edince, sofistike devlet aygıtının bürokratik düzeniyle
bağdaşmayarak idari kargaşanın ortaya çıkmasının garanti etti.
VII

1931’in başlarında, uzun süredir ortalıkta görünmeyen tanıdık bir


yaralı yüz tekrar sahneye çıktı. Kendi isteğiyle Bolivya ordusuna
askeri danışmanlık hizmeti vermeye gitmiş olan Ernest Röhm, Hitler
tarafından vatana geri çağrılmış ve 5 Ocak’ta SA’nın yeni Kurmay Şefi
olarak göreve başlamıştı. 190
Otto Strasser olayı 1930 yılı boyunca parti yönetiminin uğraşması
gereken tek kriz değildi. Çok daha ciddi olan, SA’nın içinde gelişen
kriz potansiyeliydi. Bu durum, 1930 yazındaki seçim kampanyası
sırasında patlayana dek, zaman zaman kendini hissettirerek
süregelmişti. Aslında kriz NSDAP içindeki -parti örgütlenmesi ile SA
arasındaki- yapısal bir çekişmenin ortaya çıkmasından ibaretti ve
çekişmenin son kez ortaya çıkışı değildi. Daha önce de belirttiğimiz
gibi bunun kökenleri darbe öncesindeki yıllara dayanıyordu.
1925’den sonra SA’nın partinin paramiliter yapısı değil “ihtiyat
birliği" (Hilfstruppe) olması yönündeki kararlılık, fırtına-birliği
milisleri arasında mevcut ayrı bir esprit de corps'un [dayanışma,
grup ruhu] yok edilmesini tam anlamıyla başaramamıştı. Bu “parti
askerleri”nin, Gau ofislerindeki “siviller"e yönelik değişmez bir
horgörüsü vardı. 191 Parti örgütlenmesine tâbi olduklarının düzenli
olarak hatırlatılması fırtına-birlikçileri açısından her zaman kolay
yutulur bir lokma olmuyordu. En zorlu koşullarda ilerleyenler;
komünistler ve sosyalistlerle yapılan sokak çatışmalarında kayıp
vermiş olanlar onlar değil miydi?
Mesele, 1930’da üç SA liderinin Reichstag aday listesine girmesi
bağlamında gündeme geldi. Fakat bu esas sebep değil bir vesileydi.
SA’nın yaşadığı -özerkliğinin olmamasına, Gau ofislerine bağlı
olmasına atfettiği- finansal zorluklar ve bu konuya acil bir düzenleme
getirilmesi talebi aynı döneme denk geldi. Almanya’nın doğu
bölgelerinin SA lideri olan ve emrindeki adamların çoğu gibi iktidarın
yasal -ve yavaş- yollarla ele geçirilmesi stratejisine tahammülsüz olan
Waiter Stennes, ağustos ayında Hitler’i görmek üzere Münih’e geldi.
Ancak Hitler onu kabul etmedi. Berlin’deki astları görevlerinden
çekildiler, partinin koruma ve propaganda işlerini yürütmeyi
reddettiler. Olayın patlama noktası Stennes’in, Goebbels’in 30
Ağustos’ta Sportpalası’ta yapacağı büyük konuşmayı korumakla
görevlendirilmiş olan SA milislerine Berlin’deki başka bir gösteride
görev vermesiydi. Kısa bir sûra sonra Berlin SA liderlerinin yaptığı
bir toplantı, fırtına-birlikçilerinin parti merkezine yürümesi, (o
dönemde fiili olarak hâlâ SA’nın alımda yer alan) SS’lerin direnişini
kırması ve binaya ciddi bir şekilde zarar vermesiyle sonuçlandı. 192
Goebbels tahribin boyutları karşısında dehşete düşmüştü. Hitler
hemen Berlin’e gitti. Goebbels acil bir anlaşma yapılması gerektiğini
söylemişti, aksi takdirde isyan bütün ülkeye yayılacak ve bir felaketle
sonuçlanacaktı. 193 Önce oradaki kızgın SA milislerine bir konuşma
yapan Hitler gece boyunca Stennes’le iki toplantı yaptı, ama belli bir
başarı elde edemedi. Acil olarak ertesi gün, yani 1 Eylül’de, yaklaşık
2 bin Berlin fırtına-birlikçisine sesleneceği bir toplantı organize
edildi. SA’nın baş lideri Pfeffer üç gün önce istifa etmişti. Hitler
toplantıda SA’nın ve SS’in baş liderliğini kendisinin devraldığını
söyledi; haber büyük bir sevinçle karşılandı. Hareketin büyümesinde
SA’nın başarılarının payını vurguladı. Konuşmasını neredeyse isterik
bir sesle bağlılık ve sadakat çağrısı yaparak bitirdi. 1925’de partinin
yeniden kuruluş toplantısını hatırlatan teatral bir sahneyle seksen üç
yaşındaki savaş kahramın General Litzmann gelerek, bütün SA
milisleri adına Hitler’e bağlılık yemini etti. Sadakat bedelsiz olmazdı.
Stennes Hitler’in artan parti aidatlarından SA’ya ciddi bir finansal
katkı yapılmasını öngören emrini okudu. 194 O andaki kriz sona
ermişti.
Güney Almanya Baş Lider Yardımcısı Obergruppenführer August
Schneidhuber’den gelen 19 Eylül 1930 tarihli bir muhtıra, fırtına-
birlikçileri arasındaki isyan duygusunun ortaya çıkmasında Hitler’in
sorumluluğunu da vurguluyordu. Schneidhuber, SA kendisine mal
edebileceği bu seçim zaferinde pek göz önüne alınmadığını belirtiyor;
Berlin’deki olaylar Hitler’in SA’yla yeteri kadar ilgilenmediğini ortaya
koymuştur, diye devam ediyordu. Olaylar bu noktaya çok uzun bir
sürenin sonucunda gelmişti. SA’nın başarılarının Hitler'tarafından
tanınmasına yönelik talep büyüyordu: “Ne yazık ki Führer onu uyaran
sesleri duymadı.”195
SA’nın günlük yönetim işlerini geçici olarak Otto Wagener devraldı.
Bir işadamı ve eski Freikorps milisi olan Wagener’i bir önceki yıl
kendi kurmay subayı olarak partiye alan kişi Pfeffer idi. Wagener iş
ilişkilerini devreye sokmuş ve bir sigara firmasını SA milisleri için
“Sturm” [Fırtına] sigarasını üretmeye ikna etmişti (hem sigara
firması hem de SA’nın kasası için faydalı bir “sponsorluk” ilişkisiydi
bu). Fırtına-birlikçileri yalnızca bu sigaralardan içmeye teşvik
edildiler. Kârın bir kısmı SA’nın kasasına gidiyordu. Öte yandan Reich
Parti Hâzinesi Pfeffer’in istifasından sonra bile fonlar üzerindeki
kontrolün SA’da değil partinin elinde olmasını garanti etmişti. 196
Hitler Ekim 1930’da, “iktidar mücadelesinde SA’nın “özel
görevlerine” işaret ederek ve iktidarın alınmasından sonra SA’nın
“Almanya’nın gelecekteki milli ordusu için... bir depo" olacağı
umudunu vererek gereken rehberliği Wagener’e sundu. 197 Mamafih
SA liderliği hâlâ parti liderliğinden yüksek düzeyde özerklik istiyordu,
bu talepte bir değişiklik olmamıştı. Çatışma süreceğe benziyordu.
Röhm’ün gelişi beklenirken durum buydu. Hitler 30 Kasım 1930
tarihinde Münih’te SA liderlerini toplamış ve Röhm’ün baş lider
olarak değil kurmay başkanı olarak göreve geleceğini duyurmuştu.
Röhm’ün darbe öncesi dönemdeki itibarlı konumu, ayrıca son
dönemdeki entrikalara karışmamış olması, bu atamayı çok akıllıca bir
karar haline getiriyordu. Öte yandan Röhm’ün liderliğe getirilmesine
gücenen ve yeni kurmay başkanının ayağını kaydırmaya çalışan
astları da, onun meşhur homoseksüelliğini bu yönde kullanmaktan
kaçınmadılar. Hitler 3 Şubat 1931’de “tamamen özel yaşamı
ilgilendiren şeylere” yönelik saldırıları püskürtmek ve SA’nın “ahlaki
bir kuruluş” değil “kabadayı savaşçılar güruhu” olduğunu vurgulamak
durumunda kaldı. 198
Esas mesele Röhm’ün ahlaki standartları falan değildi. Hitler yazın
yaptığı müdahaleyle acil krizi yatıştırmış ama aslında çatlakların
üstünü örtmekten başka bir şey yapmamıştı. Gerilim hâlâ sürüyordu.
SA’nın ne tam olarak rolü ne de özerklik seviyesi açıklığa
kavuşmuştu. Nazi hareketinin karakteri ve SA’nın onun içinde oluşma
biçimi göz önüne alındığında çözülmesi imkansız yapısal bir problem
söz konusuydu ve SA’nın içinde hep mevcut olan darbeci damar
tekrar yüzeye çıkmaya başlamıştı. Reichstag’da koltuk talebi kabaca
reddedilen Stennes’in antiparlamenter stratejiye geri dönmesinde
şaşılacak bir yön yoktu. Fakat iktidarın cebren ele geçirilmesine
yönelik savunusu, partinin Berlin gazetesi Der Angriff'deki
makalelerde işlenmeye başlayınca parti yönetimi giderek
telaşlanmaya başladı. Hitler bir önceki sonbaharda Leipzig’deki
Reichswehr duruşmasında herkesin gözü önünde yasalara bağlı
kalacağına yemin etmiş ve o günden beri fırsat buldukça bu sözünü
tekrarlamıştı. Şimdi bu sözle doğrudan çelişen seslerin duyulması
Hitler’in konumunu şaibe altına sokuyordu. 199 Hitler Şubat’ta
völkischer Beobachter’de bir makale yayımlayarak Stennes’e karşı
atışta bulundu. Yazısında Nasyonal Sosyalistlerin şiddete dayalı bir
hükümet darbesi planladığının “yalan” olduğunu duyuruyor; SA ve SS
içindeki ihtiyaçtan ve kızgınlık duygularını anladığını ama hareket
içindeki, partiye “sıkıntı vermek” için hükümetin meşruiyetine darbe
vuran “provakatörlere” karşı uyanık olunması gerektiğini
belirtiyordu. 200 7 Mart’ta Münih’te SA milislerine yaptığı bir
konuşmada Hitler şöyle diyordu: “Yasadışı yollardan mücadele
edemeyecek kadar korkak olmakla suçlanıyorum. Şu kesin ki bunu
yapamayacak denli korkak değilim. Ama SA’yı makineli tüfeklerin
önüne sürmekten korktuğumu söyleyebilirim. SA’ya çok daha önemli
şeyler için, Üçüncü Reich’ı kurmak için ihtiyacımız var. Anayasaya
bağlı kalacağız ve yine de hedeflerimize ulaşacağız. Anayasa iktidara
gelme hakkını tanıyor. Hangi araçları kullanacağımız bizi
ilgilendirir.”201 Brüning hükümetine politik “aşırılıklar”la mücadele
etmesi için geniş yetkiler veren bir olağanüstü hal kararnamesinin 28
Mart’ta yürürlüğe konmasıyla, partinin üzerine bir yasak korkusu
heyula gibi çöktü. 202 “Parti, ondan da önce SA yasaklanma
tehlikesiyle karşı karşıya görünüyor,” diye yazmıştı Goebbels
günlüğüne. 203 Hitler partinin bütün üyelerine, SA’ya ve SS’e
kararnameye harfi harfine uymalarını emretti. 204 Ama Stennes bu
emre uymaya niyetli değildi. Goebbels’in yorumu, bunun “partinin
baş etmesi gereken en ciddi kriz” olduğuydu. 205
Harakete geçmenin tam zamanıydı. Goebbels, Hitler ve diğer parti
liderleriyle birlikte Weimar'da bir toplantıya çağrıldı ve toplantıya
gittiğinde Stennes’in Doğu Almanya SA liderliğinden alındığını
öğrendi. Çok geçmemişti ki Goebbels Berlin’den gelen bir telefonla
SA’nın Berlin’deki parti merkezini ve Angriff'in ofislerini işgal ettiği
haberini aldı. Hitler çevresindeki insanlara belli etmeyip yüzüne
metin bir ifade oturttuysa da sarsılmıştı. Berlin SA liderliği 2
Nisan’da Hitler’in “Alman olmayan (undeutsche),sınırsız despotizmi
ve sorumsuz demagojisi” hakkında açıkça saldırı niteliğini taşıyan bir
bildiri yayımladı. 206 Buna karşılık olarak Hitler hemen kendisine ait
tam yetkiyi Goebbels’e devretti ve onu gereken tüm acımasızlıkla
partinin Berlin kanadı içindeki tüm “bozguncu unsurları”
temizlemekle görevlendirdi. “[Bu işi] Tamamlamak için neye ihtiyacın
olursa, arkanda olacağım,” diye yazmıştı Hitler. 207
Hitler ve Goebbels tüm Gaue’nun bağlılığını bildirmesi için çok
çalıştılar. Giderek daha devrimci bir söylem geliştiren Stennes Berlin,
Schleswig-Holstein, Silezya ve Pomeranya’daki SA’nın bazı
bölümlerinin desteğini kazanmıştı. Fakat başarısı kısa ömürlü oldu.
Geniş ölçekli bir isyan gerçekleşmedi, İroniktir ki -Goebbels’in
Angriffde insafsız saldırılar yönelttiği- Berlin polisi şimdi partiye
yardım ediyor; parti merkezinde ve gazetenin ofislerinde tekrar
kontrolü ele geçirmesi için çalışıyordu. 208 4 Nisan’da Hitler
völkischer Beobachter’de zekice tasarlanmış uzun bir yazı
yayımlayarak, Stennes’in görevinden alındığını bildirdi ve duygusal
bir tonla tüm SA milislerine sadakat çağrısı yaptı. 209 Yazısında,
hareketin yaratılmasında ve bu hale getirilmesinde “kurucu ve lider”
olarak oynadığı eşsiz rolü vurguluyordu. 210 Kendisinin ve diğerlerinin
hareket için yaptığı fedakarlıklarla kıyaslayarak Stennes’in
katkılarını küçümsüyordu. Stennes’i, SA milislerini “kişi” ile “ülkü”yü
ayırmaya teşvik etmekle -bu ayrımı önceki Mayıs’ta Otto Strasser
olayında da reddetmişti- ve böylece onların kendisine duyduğu
sadakati yok etmeye çabalamakla suçluyordu. “Partiyi devlete karşı
açık bir savaş”a sürüklemeye çalışan kişi “ya budalaydı ya da
suçlu”. 211 1923’te bu yolda yürümüş biri olarak böyle bir girişimin
“delilik” olacağını görebiliyordu. “Bu komployu Nasyonal
Sosyalizm’in içinden kökünden söküp atma” niyetinde olduğunu
açıklıyor ve SA milislerinin, “(emekli) polis çavuşu ile Nasyonal
Sosyalizm’in kurucusu ve SA’nın Baş Lideri Adolf Hitler” arasında bir
seçim yapmalarını istiyordu. 212
Hitler daha bunu yazmadan önce bile isyan sönmeye yüz tutmuş,
Stennes’e verilen destek buhar olup uçmuştu. Kuzey ve Doğu
Almanya’daki SA’dan 500’e yakın kişi atıldı. 213 Kalanlar da hizaya
girdi. Göring Stennes’in bölgesinde kontrolü yeniden kurmakla
görevlendirilmiş, ancak Berlin bunun dışında tutulmuştu. 214
Konumunu kıskanç bir şekilde koruyan Goebbels, Göring’in bu
durumdan faydalandığını, Berlin’de kendisine ait olan yetkilerin bir
kısmını devralmaya çalıştığını fark etmişti. “Göring’in bu yaptığını hiç
unutmayacağım,” diye yazıyordu. “Kişi insanlıktan ümidini
kesebiliyor. İnsanlık kurumuş bir bok parçasından başka bir şey
değil.”215 Hitler onu, tüm Berlin SA milislerini “arkadaşı" Goebbels’e
bağlılıklarını göstermeye çağırarak teskin etti. 216
Kriz sona ermiş, SA tekrar dizginlenmişti. “İktidar ele geçirilene”
kadar güç bela bu konumda tutulacak, fakat bastırılan bu şiddet
1933’ün ilk aylarında tam anlamıyla patlayacaktı. şimdi Röhm büyük
bir enerjiyle ve hiç de azımsanmayacak örgütleme yeteneğiyle SA'yı
ele almış, yeniden yapılandırmaya koyulmuştu. 1931'in ocak ayında
milis sayısı 88 binken aynı yılın aralık ayında 260 bine çıktı. 217 Böyle
hızlı bir artış çok daha sıkı bir örgütlenme tarzı gerektiriyordu. Bir
bakıma SA’nın imajı da değişiyordu. Büyük şehirlerin dışında SA artık
hep sokak kavgacıları ve “siyasi holiganlar” arketipi olarak
belirmiyordu. 218 “Marksistler” kırsal kesimde tabanda ender
görülüyorlardı. SA’nın rolü de buna uygun bir şekilde farklı bir
görünüme bürünüyordu. Yörenin “namuslu” çiftçi ailelerinin oğulları,
Nazi Hareketi’nin kazandığı zaferin cazibesiyle ve genelde
arkadaşlarının da teşvikiyle şimdi atış ya da spor kulüplerinin yerine -
ya da onların yanı sıra- SA’ya katılıyorlardı. Partide yaptıkları iş
genelde geçil alaylarına ve gösterilere katılmaktı. Bazı yerlerde
“dindar” SA her pazar günü üniformaları içinde kiliseye gidiyordu. 219
Böyle bir örgütlenmenin mensubu olmak hiç de itibarsız bir şey
değildi.
Öte yandan Röhm’ün ellerinde SA bir paramiliter oluşum olarak asıl
karakterine dönüyordu ve artık 1920'leıin başlarında olduğundan çok
daha güçlüydü. Röhm, Stennes krizi boyunca Hitler’e karşı örnek
alınacak bir sadakat sergilemişti. Fakat şimdi “askerin önceliği"ne
yaptığı vurgu ve SA’nın popüler bir halk ordusuna dönüşmesine
yönelik tutkularıki 1931'de bastırılan zaten bu tip tutkulardı-,
çatışma tohumlarının ekilmekte olduğunu gösteriyordu. Olayların
akış biçimi daha o zamandan belliydi ve bu akış Haziran 1934’te son
noktasına varacaktı.
VIII

1931 yılında Hitler yalnızca siyasi değil kişisel krizlerle de


kuşatılmıştı. 1929’da Prinzregentenplatz’daki yeni büyük dairesine
taşındığında, Obersalzberg’de Haus Wachenfel'de annesiyle birlikte
yaşamakta olan yeğeni Geli Raubal gelip onunla birlikte kalmaya
başlamıştı. Sonraki iki yıl içinde sık sık ortalıkta Hitler’le birlikte
görülecekti. Geli’nin -ona hitap ettiği biçimiyle- “Alf Dayı”sıyla olan
ilişkisinin niteliğine dair dedikodular almış başını yürümüştü. 19 Eylül
1931 gününün sabahında, yirmi üç yaşındaki Geli Raubal Hitler’in
dairesinde, onun silahıyla vurulmuş olarak ölü bulundu.
Daha önce de belirttiğimiz gibi Hitler’in kadınlarla ilişkisi bazı
açılardan anormaldi. Onlara iltifatlarda bulunuyor, bazen flört de
ediyor, onlara -tepeden bakan Viyanalı küçük burjuva tarzıyla- ‘küçük
prensesim” ya da “benim küçük kontesim” diye hitap ediyordu. 220
Eğer anlatılanlara inanılacak olursa zaman zaman beceriksizce
fiziksel temasta bulunma girişimleri de oluyordu; aynen Helene
Hanfstaengl’le ya da fotoğrafçısının (30 Ekim 1931’den itibaren
NSDAP’ın Reich Gençlik Lideri olan) Baldur von Schirach’la evlenen
kızı Henrietta Hoffmann’la olduğu gibi. 221 Çeşitli zamanlarda isminin,
çok önceki yıllarda şoförünün kızkardeşi Jenny Haug ve Bayreuth
üstadının gelini Winifred Wagner gibi çok farklı kesimlerden
kadınlarla birlikte anıldığı olmuştu. 222 Fakat söylentilerin temeli ne
olursa olsun -çoğu zaman bunlar kötü niyetli kişiler tarafından ortaya
atılıyor, abartılıyor ya da tamamen uyduruluyordu- bu ilişkilerin hepsi
de görünüşte yapaydı. Derin duygular söz konusu değildi. Hitler için
kadınlar bir obje, “erkek dünyası’nın süsleriydi. Viyana’da Erkekler
Yurdu’nda kalırken, savaş sırasında alaydayken, terhis olana dek
Münih kışlasında ve 1920’lerde Café Neumaier veya Café Heck’de
parti kafadarlarıyla düzenli buluşmalarında, çevresinde hep ağırlıklı
olarak erkekler vardı. “Yakın çevremize bir kadının kabul edildiği
çok çok enderdi, kabul edilse bile onun bu çevrenin merkezinde
olmasına asla izin verilmezdi, görülürdü ama sesi duyulmazdı... Ara
sıra konuşmalara biraz katılabilirdi ama söylev çekmesine ya da
Hitler’in söylediğinin altsını söylemesine asla müsade edilmezdi,”
diye belirtmektedir Heinrich Hoffmann. 223 Linz’deki yarı-mitik
Stephanie’den başlamak üzere Hitler’in kadınlarla olan ilişkisi hep
uzaktandı ve coşkuya, heyecana değil şefkate dayanıyordu. Mimi
Reiter’le kısa flörtü de bu kalıbın dışında değildi. Mimi’den çok
hoşlanmasına rağmen, ona deli divane olan 16 yaşındaki kızın aşk
dolu bağlılığı karşılık bulmamıştı. 1929 sonbaharında Hofmann’ın
yanında çalışırken karşılaştığı Eva Braun’la uzun süren ilişkisi de bir
istisna değildir. “Onun [Hitler] için,” diye belirtiyordu Hoffmann “o
[Eva Braun], mantıksız ve kuş beyinli olmasına rağmen -belki de
sadece bu yüzden- küçük, çekici bir şeydi. Onda aradığı huzuru,
sükuneti buluyordu... Ama ne sesinde, ne bakışında, ne de herhangi
bir davranışında ona karşı daha derin bir ilgi duyduğunu
düşündürecek bir şey vardı.”224
Geli’yle farklıydı, ilişkilerin dıştan görünen hali ne olursa olsun -
bütün anlatılar esas olarak tahminlere ve söylentilere
dayanmaktadır- Hitler (annesini hariç tutarsak) hayatında ilk ve son
kez bir kadına duygusal olarak bağlanmıştı. Bazı şüphelerden öteye
Geli’yle ilişkisinde cinsel bir yönün olup olmadığı bilinmiyor. 225
Bazıları gizemli bir şekilde Hitler’in soyunda ensest ilişkilerin
varlığını ima etmiştir -muhtemelen Hitler’in de bunun izinden gittiğini
farz ediyorlardı-. 226 Fakat Hitler’in sapkın ilişkilerine dair Olto
Strasser tarafından yayılan bu korkunç hikayeler, siyasi bir
düşmanının Hitler’e karşı yürüttüğü propagandanın hayal unsuru
parçaları olarak düşünülmelidir. 227 Ayrıca Hitler’in pornografik
çizimlerinin ve bir uzlaşma mektubunun, partinin mali işler sorumlusu
Schwarz tarafından bir şantajcıdan satın alınmak zorunda kalındığı
şeklindeki başka hikayelere de şüpheyle yaklaşmak gerekir. 228 Bütün
bunlar bir yana, aktif cinsellik olsun ya da olmasın Hitler’in Geli'ye
davranışları -en azından örtük olarak- güçlü bir cinsel bağımlılığın
tüm izlerini taşımaktadır. Aşırı kıskançlık ve baskıcı bir sahiplenme
biçiminde kendini gösteren bu durumun, ilişkilerinde bir kriz
yaratması kaçınılmazdı.
Siyah dalgalı saçlarıyla hoş bir görünüşü olan Geli’nin çarpıcı bir
güzelliği yoktu; ama tüm anlatılar onun canlı, dışa dönük, çekici bir
genç kadın olduğunda birleşiyor. Café Heck’deki buluşmalara neşe
katıyordu. Hitler, başka kimseye tanımadığı bir ayrıcalıkla, onun ilgi
merkezi olmasına izin veriyordu. Gittiği her yere -tiyatroya, konsere,
operaya, sinemaya, restoranlara, kırlara yaptığı gezilere, pikniklere,
hatta giysi alışverişlerine- onu da götürüyordu. 229 Onu göklere
çıkarıyor, bunu herkesin gözü önünde yapıyordu. Geli görünüşte
Münih’te üniversiteye gidiyordu, ama üniversitedeki eğitimiyle pek
ilgilendiği yoktu. Hitler ona şan dersleri aldırıyordu, ama büyük bir
opera sanatçısı olmayacağı ortadaydı. Derslerden sıkılıyordu. 230 İyi
vakit geçirmek, eğlenmek daha çok ilgisini çekiyordu. Uçan ve flörtöz
Geli’nin erkek hayrandan yana sıkıntısı yoktu ve onlara cesaret
vermekten de çekinmiyordu. Hitler Geli’nin, şoförü ve koruması Emil
Maurice’le olan ilişkisini fark ettiğinde Maurice Hitler’in kendisini
vuracağından korkmuştur. 231 Nitekim Emil kısa süre sonra işinden
atılmış ve Geli de tutkusu sönsün diye Frau Bruckmann’ın gözetimine
teslim edilmiştir. 232 Hitler’in kıskanç ve sahiplenici tavrı patolojik
boyutlardaydı. Geli yalnız başına dışarı çıkamıyordu ve yanında bir
refakatçiyle çıktığında da eve erken dönmek zorundaydı. 233 Her şeyi
gözetim altında yapıyordu, tam bir kontrol altındaydı. Bir tutukludan
farkı yoktu. Bu durum onu üzüyor ve kızdırıyordu. “Dayım bir
canavar... benden ne istediğini hayal bile edemezsiniz,’’dediği
belirtilmektedir. 234
1931 Eylül ayının ortasında bu durum artık Geli’nin canına tak etti.
Viyana’ya dönmeyi planlıyordu. Daha sonraları çıkan dedikodulara
göre orada yeni bir sevgilisi vardı, hatta söylentilere göre Yahudi bir
sanatçı olan bu gençten hamileydi. 235 Geli’nin annesi Angela Raubal
savaştan sonra Amerikalı gazetecilerle yaptığı bir röportajda, kızının
Linz’li bir kemancıyla evlenmek istediğini ama hem kendisinin hem de
üvey kardeşi Adolf'un, Geli’nin bu kişiyi görmesini yasakladıklarını
söylemiştir. 236 Sonuçta öyle ya da böyle Geli’nin dayısının
pençelerinden kurtulmak için her şeyi göze aldığına şüphe yok.
Hitler’in kıza fiziksel açıdan kötü davranıp davranmadığını
saptamamıza imkan yoktur. Cesedi bulunduğunda burnunun kırık
olduğu ve bedeninde fiziksel şiddet izleri olduğu söylenmiştir. 237
Fakat burada da eldeki kanıtlar çok zayıftır, ayrıca bu hikaye de
Hitler’in siyasi düşmanları tarafından yayımlanmıştır. 238 Geli’nin
bedenini inceleyen adli tabip ve ölüyü gömülmeye hazırlayan iki
kadın, yüzde bir yaraya ya da kanamaya rastlamamışlardır. 239 Ama
Hitler’in yeğenine hiç yoksa yoğun psikolojik baskı yaptığı kesindir.
Hikâyenin olaydan birkaç gün sonra sosyalist Münchener ta
yayımlanan yorumuna göre, 18 Eylül Cuma günü Geli ile Hitler
arasında şiddetli bir tartışma geçmiş ve Hitler onun Viyana’ya
gitmesine karşı çıkmıştır -Hitler bir açıklama yaparak bu iddiaları
şiddetle reddetmiştir. 240 Aynı günün ilerleyen saatlerinde Hitler ve
maiyeti Nuremberg’e gitmek üzere yola çıktılar. 241 Ertesi sabah
telefonla yeğeninin onun dairesinde ve onun silahıyla vurulmuş olarak
ölü bulunduğu haberini alan Hitler otelden hemen ayrıldı. Münih’e o
kadar acele döndü ki arabası aşırı hız yaptığı için yolda polisler
tarafından durduruldu. 242
Hitler’in siyasi düşmanlarına gün doğmuştu. 243 Gazete
haberlerindeki yorumlar almış başını yürümüştü. Şiddet ve bedensel
eziyet hikayeleri cinsel bir kinayeyle harmanlanmıştı, hatta Hitler’in
yeğenini ya kendisi öldürdüğü ya da skandaldan kaçınmak için bir
başkasına öldürttüğü iddiaları ortalıkta dolanıyordu. 244 Yeğeni
öldüğünde Hitler Münih’te değildi. Ayrıca Hitler’in skandaldan
kaçınmak için yeğenini kendi dairesinde öldürtmek istemeyeceği gün
gibi ortadadır. 245 Kopan skandal büyüktü. Partinin açıklaması olayın
bir kaza olduğu, Geli’nin Hitler’in silahıyla oynarken kazara öldüğü
şeklindeydi ama bu açıklamanın da inandırıcı bir yönü yoktur. 246
Gerçeği asla bilemeyeceğiz. Ama en mantıklı açıklama, Geli’nin
dayısının onu boğan sahiplenici tavrından ve -belki şiddet de içeren-
kıskançlığından kaçmak ihtiyacıyla intihar ettiğidir. Belki de bunu
dayısı dunamunun ne kadar içler acısı olduğunun anlasın diye gözdağı
vermek amacıyla planlamış ama bir terslik olmuş ve ölmüştü.
Hitler önce nederedeyse isterik bir tavır gösterdi, sonra da yoğun
bir depresyona girdi. Yakınındakiler onu böyle bir halde ilk kez
görüyorlardı. Bir sinir buhranının eşiğinde gibi görünüyordu. Siyaseti
bırakmaktan, artık her şeyin bittiğinden söz ediyordu.
Çevresindekiler intihara teşebbüs edeceğinden korkuyorlardı. Hans
Frank açıklamasında, o günlerde kopan skandalın ve kendisine karşı
yürütülen basın kampanyasının yarattığı umutsuzluğun kişisel
kederinden daha ağır bastığını ima etmektedir. Hitler, yayımcısı Adolf
Müller’in Tegemsee kıyılarındaki evine sığındı. Frank basının
saldırılarını engellemek için yasal yollara başvurdu. Ve Hitler
cenazeden birkaç gün sonra, Geli’nin Viyana’daki büyük Merkez
Kabristanı'nda bulunan mezarını ziyaretinin ardından birdenbire
depresyondan kurtuldu. 247 Sonunda kriz bitmişti.
Hitler birkaç gün sonra Hamburg’da yaptığı konuşmada normalden
daha büyük bir coşkuyla karşılandı. 248 Orada bulunan birinin
beyanına göre “çok gergin” (angegriffen) görünüyor ama iyi
konuşuyordu. 249 Tekrar işe koyulmuştu. Konuşmalarında aşırı
heyecanlı bu coşkunluğa eskisinden çok daha yoğun bir şekilde
kapılıyor ve onun tabiriyle “dişi kitleden” aldığı yanıt, özel
hayatındaki boşluğun ve duygusal ilişki yokluğunun yerini tutuyordu.
Yakın çevresindekiler Geli’nin onun üzerinde kısıtlayıcı bir etkisi
olabileceğine inanmışlardı. 250 Bu oldukça şüpheli bir teoridir. Niteliği
ne olursa olsun Geli’yle olan ilişkisi, öncesinde ve sonrasında kurduğu
tüm ilişkilerden daha yoğun görünmektedir -durum her yönüyle bunu
gösterir. Geli’nin Haus Wachenfeld’deki ve Prinzregentenplatz’daki
odalarını birer mabede dönüştermesinde insanın içini bayan bir
duygusallık ve takıntı göze çarpmaktadır. 251 Hitler kısa bir süre sonra
Eva Braun’u yedeğine aldıysa da aslında kişisel anlamda Geli’nin
yerini kimse dolduramamıştır. Fakat Hitler açısında bu tamamen
bencilce bir bağlılıktı. Geli’nin kendisi olmasına, kendine ait bir hayat
yaşamasına izin vermemişti. Hitler ona aşırı bir bağlılık duymuş ve
bunun sonucunda onun da kendisine bütünüyle bağımlı olmasını
istemişti. İnsani açıdan bakıldığında, kişilere zarar veren, yıkıcı bir
ilişkiydi bu. Siyasi açıdan ise kısa süren skandal dışında hiçbir önemi
yoktu. Geli’nin, Hitler’in derin, kişisellikten yoksun iktidar takıntısını
başka bir yöne çevirmeyi nasıl başardığını hayal etmek bile güç.
Ölümünün ardından, Hitler’in intikama ve yok etmeye yönelik, tüm
dünyaya nefret kusan o tutkusu hiç değişmeden tekrar kendini
göstermiştir. Geli Raubal yaşamış olsaydı, tarih yine de farklı
olmayacaktı.
IX

Geli’nin ölümünün üzerinden yaklaşık bir hafta geçmişti ki, Naziler


görece az destek gördükleri Hamburg’da belediye seçimlerinde
yüzde 26.2 oy alarak komünistlerin önüne geçtiler, SPD’nin ise
hemen arkasından geliyorlardı. 252 NSDAP önceki mayısta Oldenburg
kırsalında yüzde 37.2’lik yüksek bir oy oranına erişmiş ve ilk kez bir
eyalet parlamentosundaki birinci parti olmuştu. 253 15 Kasım’da
Hessen’de yapılan yılın son seçimlerinde bu başarı tekrarlandı;
seçmen sayısının yüksek olduğu bu bölgede Naziler yüzde 37.1’lik oy
oranıyla, komünistlerin ve sosyalistlerin toplam oyunu aştılar ve daha
önce hiç temsil edilmedikleri Landtag’a yirmi yedi temsilci
gönderdiler. 254 Naziler seçmen kazanmaya devam ediyorlardı.
Olağanüstü hal kararlarıyla yönetilen, kuşatma altındaki Brüning
hükümetinin politikaları -ki Almanya’nın savaş tazminatlarını
ödeyemediğini göstermekten başka bir şeye yaramamıştı- ekonomiyi
bir döngü içinde felakete sürüklüyordu; üretim seviyesi düşüyor, buna
karşılık işsizlik ve toplumsal sefalet artıyordu. Bu koşullar altında
biçare Cumhuriyet’e lanetler yağdıran seçmen sayısı her geçen gün
artıyordu. Temmuz ayında Almanya’nın önde gelen iki bankası,
Darmstâdter ve Dresdner iflas ettiğinde, bu seçmenler arasında
demokrasiyi iyileştirmek ve yaşatmak arayışında olanların sayısı
ancak devede kulak kadardı. Weimar Cumhuriyeti’nin tasfiyesinin
ardından nasıl bir diktatörlük seçeneğinin gelebileceğine dair hiçbir
netlik yoktu. Ne Almanya’nın güçlü elitlerinin ne de halkın bu konuda
ortak bir görüşü vardı.
Nazilerin gittikçe artan popüler desteği göz önüne alındığında, sağ
kanattan gelecek bir çözümün Nazileri saf dışı bırakma ihtimali
yoktu. Temmuz ayı içinde DNVP’nin lideri Hugenberg ve devasa
muharip örgütü Stahlhelm’in başı Franz Seldte -Young Plam’na karşı
mücadele etmek için kurulan eski cepheyi tekrar dirilterek- “Milli
Muhalef” içinde Hitler’le olan ittifaklarını yenilediler. Hugenberg,
Nazilerin hem kabasaba hem de tehlikeli sosyalistler olduklarını
düşünen Cumhurbaşkanı Hindenburg’un tavrını yumuşatmış ve onu
temin etmişti: Nazileri “siyasi olarak eğitip” milli davaya
yönlendirecek, sosyalizme ya da komünizme kaymalarını önleyecekti.
Hitler ise her zamanki gibi pragmatikti. Hugenberg’le ittifak yaparak
kazanılacak propaganda ve ilişki imkanları paha biçilmez değerdeydi.
Ama mesafesini korumayı da ihmal etmemişti. Milliyetçi Muhalefet
güçleri 11 Ekim’de Bad Harzburg’da, propagandasını çok iyi
yaptıkları bir gösteri düzenlediler. Bu gösterinin sonunda “Harzburg
Cephesi” oluştu ve (Hitler’in önemsiz bulduğu) bir manifesto
yayımlandı. Bu manifestoda yeni Reichstag seçimlerinin yapılması ve
olağanüstü hal kararnamelerinin askıya alınması talep ediliyordu.
Hitler gösteri sırasında SA’nın geçişini beklemiş, sonra Stahlhelm
yürüyüşüne başlamadan gayet net bir tavırla alandan ayrılmıştı.
Stahlhelm ise orada yirmi beş dakika daha beklemişti. Milliyetçi
liderlerin birlikte yiyeceği öğle yemeğine katılmayı da reddetmişti.
Daha sonra bu davranışı nedeniyle kendisine yöneltilen eleştirileri
yandaşlarının yoksunluklarını da paylaşan bir lider imajının yararına
kullanacak ve “binlerce yandaşım çok büyük şahsi fedakarlıklarla,
yarı aç yarı tok görevlerini yerine getirirken” böyle yemeklere
duyduğum tiksintiyi gizleyemezdim, diye yazacaktı. 255 Bir hafta sonra
NSDAP’ın bağımsız gücünü öne çıkarmak için Braunschweig’da bir
gösteri düzenlendi; 104 bin SA ve SS milisinin katıldığı yürüyüşte
kortejler Hitler’e selam durdu. Nazilerin gelmiş geçmiş en büyük
paramiliter gövde gösterisiydi bu. 256
Bad Harzburg’a katılmış ve varlığıyla bir heyecan yaratmış olanlar
arasında, artık siyasi maceralara atılan eski Reichsbank Başkanı
Hjalmar Schacht da vardı. En mühimleri olmasa da iş dünyasının
başka simaları da oradaydı. 257 Cumhuriyet yandaşı DDP’nin kurucu
üyelerinden olan mason Schatch’ın tutup Nazi yandaşı olması pek
mümkün görünmüyordu. Ancak Schatch, Young Planı uygulamalarını
protesto ederek Mart 1930’da Reichsbank başkanlığından istifa
etmesinin ardından bayağı bir sağa yanaşmış ve Aralık 1930’da
NSDAP’ın dirimselliğine olan hayranlığını alenen ifade etmişti. 258
Schacht’la arası iyi olan Göring 5 Ocak 1931’de bir öğle yemeği
ayarladı ve burada Hitler’le Schacht’ın buluşmasını sağladı. Yemekte,
Nazi sempatizanı olan başka bir büyük işadamı daha vardı -Birleşik
Çelik İşletmeleri danışma kurulu başkanı Fritz Thyssen-. 259 Hitler
yemeğin bitmesinin hemen ardından parti üniforması içinde teşrif
etti. Her zaman olduğu gibi “sohbet”e hakim oldu, Schacht’ın
düşüncesine göre konuşmanın yüzde 95’i Hitler’in eseriydi. 260 Zeki
olmasının yanı sıra keskin ve eleştirel bir kavrayışa sahip olan
Schacht bile etkilenmişti:

Müthiş bir ifade yeteneği vardı. Söylediği her şey onun


ağzında inkar edilemez bir gerçek haline dönüşüyordu. Öte
yandan fikirleri mantıksız değildi ve propagandif bir dokunaklılık
da içermiyordu. Konuşması ölçülüydü ve daha geleneksel bir
toplumun temsilcileri olarak bizleri dehşete düşürebilecek
şeylerden kaçınmaya gayret ediyordu... Bu adamda beni en çok
etkileyen şey, görüşlerinin mutlak doğruluğuna olan inancı ve bu
görüşleri hayata geçirmedeki kararlılığıydı. Daha ilk
karşılaşmamızda şunu açıkça anlamıştım ki, ekonomik krizin
üstesinden gelmeyi ve kitleleri radikalizmden uzaklaştırmayı
beceremezsek, Hitler’in propaganda gücü Alman halkı üzerinde
büyük bir çekim gücü oluşturacaktı. Hitler kendi sözcüklerine
saplanıp kalmıştı ve bunlar dinleyicisi üzerinde en güçlü etkiyi
yaratan tam bir fanatiğin sözleriydi; boğuk, yer yer inip çıkan ve
sık sık da çatlayan sesine rağmen doğuştan ajitatördü. 261

Schatch, o dönemde Brüning’i NSDAP’ın da yer aldığı bir koalisyon


kurmaya ikna etmeye çalıştı; hükümet sorumluluklarının onları
ehlileştirip yola getireceğini öne sürüyordu. NSDAP’ın programındaki
korporatist unsurlardan etkilenmiş olan Thyssen de aynı şekilde
Şansölye'yi Nazilerle birlikte çalışmaya ikna etme çabasındaydı. 262
Fakat ne Schacht ne de Thyssen büyük sermayenin liderlerinin
temsilcileriydiler.
1920’li yıllarda büyük sermaye NSDAP’a pek ilgi göstermiyordu ve
bu gayet normaldi. O dönemde NSDAP gücü ya da nüfuzu olmayan,
durgun sularda yüzen küçük bir hizip partisiydi. 1930 yılı seçim
sonuçları iş dünyasını Hitler’in partisini fark etmeye zorladı. Bir dizi
toplantı düzenlendi ve bu toplantılarda Hitler önde gelen
işadamlarına amaçlarını açıkladı. 1930 Eylül’ünün sonunda
görüşlerini, o dönem Hamburg-Amerika deniz yollarının başında olan
eski şansölye Wilhelm Cuno’ya aktardı; söylentilere göre Cuno,
1932’de Hindenburg’un görev süresi bittiğinde NSDAP’ın desteğiyle
cumhurbaşkanlığı görevine gelmeyi tasarlıyordu. 263 Cuno Hitler’den
etkilenmişti; Hitler ona kapitalist girişimi gözeten “ılımlı” bir
ekonomik program sunmuş, hatta Nazi yönetimi altında Yahudilerin
şiddete ve kötü muameleye maruz kalmayacaklarını iddia etmişti. 264
Hitler, Hamburg Nationalklub’da da bir konuşma yaptı. Hem bu
toplantıyı hem de uzun süredir Nazilere sempati duyan Ruhr’un yaşlı
kömür kralı Emil Kirdorf'un Mülheim yakınlarındaki evinde yapılan ve
bir grup Ruhr sanayicisinin katıldığı bir başka toplantıyı Cuno
organize etmişti. 265 Ekonomi gazetesi Berliner Börsen-Zeitung'un
eski editörü Walther Funk’un ayarladığı ve birtakım işadamlarının
katıldığı toplantıları, 1931’in başlarında Hitler’in Kaiserhof
Hotel’deki süitinde yapılan bir toplantı izledi ve bu toplantıda soldan
gelecek bir darbe girişimine karşı ciddi miktarda finansman aktarımı
yapılacağı taahhüt edildi. 266 Hitler’in ve (üst düzey işadamlarıyla iyi
ilişkilere sahip olan) Göring’in böyle toplantılarda üst üste verdiği
teminatlara rağmen çoğu işadamının, NSDAP’ın anti-kapitalist
hedeflere sahip sosyalist bir parti olmasından kaynaklı endişeleri
giderilemiyordu. Çoğu Hitler’i bu saiklere haiz “ılımlı” bir unsur
olarak görüyordu. 267 Hitler gerekli imajı oluşturma çabasıyla ne
yaparsa yapsın, pek çok işadamının gözünde partinin “sosyalist”
imajını silmeye yeterli olmuyordu. 1930 sonbaharında NSDAP’ın
Berlin metal işçilerinin grevine destek vermesi ve Nazilerin alternatif
sendikası Nationalsozialistische Betriebszellenorganisation’un
(NSBO, Nasyonal Sosyalist Fabrika Hücre Organizasyonu) bir
sonraki yıl dört greve katılması, ayrıca bazı parti sözcülerinin devam
eden anti-kapitalist retoriği, partinin “tehlikeli” eğilimlerinin canlı
kanıtları olarak görülüyordu. 268
Brüning yönetiminin yarattığı hayal kırıklığının büyümesine
rağmen, “sanayi patronlarının çoğu 1931 yılı boyunca NSDAP’a karşı
haklı şüphelerini bir kenara bırakmadılar. Thyssen gibi istisnalar olsa
da, NSDAP’ın önermelerini giderek daha çekici bulmaya başlayanlar
genelde küçük ve orta ölçekli firma sahipleriydi. 269 Sonraki yıllarda
Hitler’in basın şefi olacak Otto Dietrich’in hatıratında, Hitler’in 1932
yılının ikinci yarısı boyunca büyük Mercedes’iyle Almanya’da oradan
oraya dolaşıp durduğu ve büyük işadamlarına ulaşıp onların NSDAP’a
karşı direncini kırmaya çabaladığı anlatılmaktadır. Fakat bu hikaye
aslında, Hitler’in iktidarı Alman halkının tüm kesimlerinin kalbini ve
zihnini fethederek kazandığı mitinin bir parçasıdır. 270 Nazi
Hareketi’ni büyük sermayenin yarattığı ve NSDAP’ın onun fonlarıyla
ayakta kalan bir parti olduğu şeklindeki, o dönemde solun sahip
olduğu bakış açısını destekleyen sağlam bir veri yoktur. Büyük
sermayenin liderlerinin ve idarecilerinin çoğu, Nazi ilerleyişi
gerçekleştiğinde fonlarını bir tür politik sigorta olacak şekilde
dağıtacak denli akıllıydı. Ama çoğu hâlâ muhafazakar sağda,
Nazilerin muhalifleri arasında yer alıyordu. 271 Büyük sermayenin
önderleri demokrasinin dostu değillerdi. Fakat çoğu açıdan Nazileri
ülkeyi yönetirken görmek istedikleri de yoktu.
Weimar devletini paramparça edip, her şeyi kapsayan bir krizin
kucağına itecek olan, seçim kampanyalarının hakim olduğu 1932
yılının büyük kısmında durum aynen böyle sürüp gitti. Hitler’in 27
Ocak 1932’de Düsseldorf Park Hotel’in büyük balo salonunda,
Düsseldorf Endüstri Cemiyeti’nin 650 üyesine yaptığı konuşma da bir
işe yaramadı. Nazi propagandası daha sonra aksini iddia etse de, yılın
en iyi duyurulan bu etkinliği bile büyük sermayenin NSDAP’a yönelik
şüpheci bakışını değiştirememişti. 272 Konuşma farklı farklı tepkiler
aldı. Fakat çoğu Hitler’in yeni hiçbir şey söylemediğini görerek hayal
kırıklığına uğramıştı. Hitler artık çiğneye çiğneye sakız ettiği her
derde deva siyasi formüllere sığınarak ekonomik sorunların tüm
detaylarından uzak durmuştu. 273 Üstelik partideki işçiler, liderlerinin
patronlarla dostça ilişkiler kurmasından pek de memnun değillerdi.
Hitler’in durdurmayı beceremediği giderek artan antikapitalist
retorik iş dünyasını eskisi kadar tedirgin ediyordu. 274 1932
ilkbaharındaki cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası sırasında çoğu
önde gelen sanayici sağlam bir şekilde Hindenburg’un arkasında
durdu ve Hitler’e pek yüz vermedi. Yazın ve sonbahardaki Reichstag
kampanyası boyunca iş dünyası, -Vestfalya’lı aristokrat bir aileden
gelen, Saarland’lı bir sanayicinin kızıyla evli, toprak sahipleriyle ve
önde gelen sanayicilerle iyi ilişkilere sahip bir Reichswehr subayı
olan- Franz von Papen kabinesinin arkasındaki partileri destekledi.
Papen ağırlığı olan profesyonel bir politikacı olmasa da, kökleşmiş
muhafazakarlığın, gerici eğilimlerin ve Alman üst sınıfının
“geleneksel” otoriter rejimine dönme arzusunun tipik bir
temsilcisiydi. 275 O içerden, oturaklı biriydi; Hitler ise bazı açılardan
ne olduğu belirsiz bir yabancıydı. Doğal olarak büyük sermayenin
favorisi Hitler değil Papen’di. Ancak 1932 sonbaharında Papen, pek
çok siyasi entrikanın tam ortasında bulunan ve hükümetler kurup
yıkan Kurt von Schleicher tarafından saf dışı bırakıldığında, yeni
şansölyenin ekonomiye yaklaşımından ve sendikaları tekrar
açmasından hoşlanmayan önemli işadamlarının çoğunun tavrında
ciddi bir değişim oldu. 276
“İktidarı ele geçirmeden” önce NSDAP’ın finansal kaynağı büyük
oranda hâlâ üyelik aidatlarından ve parti toplantılarına giriş
ücretlerinden oluşuyordu. 277 Büyük sermaye sahibi dostlardan gelen
finansman, bütün olarak partiden çok tek tek Nazi liderlerinin işine
yarıyordu. Yüksek standartta lüks bir hayata düşkün olan Göring bu
tip bağışlardan bilhassa faydalanıyordu. Özellikle Thyssen’den bu tip
cömert yardımlar görüyor ve (Berlin’de şaşaalı bir şekilde döşenmiş
olan dairesinde misafirlerini kafasında kırmızı bir toga ve ayağında
sivri uçlu terliklerle haremindeki bir sultan gibi karşıladığı
düşünüldüğünde) müsrifçe bir hayatı karşılamakta zorlanmıyordu. 278
Hitler’in önde gelen sanayicilerle bağlantısını sağlayan halkalardan
biri olan Walther Funk da bu ilişkileri kendi cebini doldurmak için
kullanmaktan kaçınmıyordu. Gregor Strasser de cebini dolduranlar
arasındaydı. 279 Çürüme her düzeydeydi ve yaygındı.
Bu bağışlardan hiçbiri Hitler’in cebine gitmeseydi doğrusu şaşırtıcı
olurdu. Aslında Göring’in Ruhr sanayicilerinden aldığı finansmanın bir
kısmını Hitler’e verdiğini söylediğine dair iddialar vardır. 280 Daha
önce de belirttiğimiz gibi Hitler “kariyerinin” başlangıcından beri
velinimetlerinin cömert bağışlarıyla desteklenmiştir. 281 1930’ların
başlarından itibaren tek tek hamilerden gelecek bu tip bağışlara
daha az bağımlı hale gelmişti; ama hiç şüphe yok ki şöhretli
konumundan dolayı o dönemde bu tip bağışlar ona daha istemeden
akmaktaydı. Hitler’in gelir kaynakları büyük oranda bilinmemektedir.
Bunlar gizli tutulmuş ve finansmanından tamamen ayrılmıştır. Partinin
mali işler sorumlusu Schwarz’ın, Hitler’in para durumuna dair bilgisi
yoktur. Fakat Hitler’in 1930’da beyan ettiği -Mein Kampf'ın
satışından gelen- vergilendirilebilir geliri, seçim zaferinin ardından üç
kat artmış ve 48,472 marka çıkmıştır; hiç şüphesiz ki gelirinin
çoğunu da beyan etmemiştir. Sırf bu miktar bile Funk’ın Berlin’de
günlük bir gazetenin editörü olarak kazandığı yıllık gelirden fazladır.
Uygun imajı çizmek amacıyla, partiden ne bir maaş, ne de
konuşmaları için kendi hesabına bir ücret almadığını defalarca
vurguladıysa da; aslında, toplantının hasılatına uygun olarak bol
keseden hesaplanan “giderler” kisvesi altında gizli bir ücret almıştır.
Ayrıca völkischer Beobachter'de, 1928-1931 yılları arasında da
Illustrierter Beobachter’de yayımlanmış makaleleri için yüksek
ücretler almıştır. Şimdi ise röportaj yapmak için sıraya girmiş
yabancı gazeteciler yeni bir gelir kapısı açmışlardı. Kısmen partinin -
dolaylı- yardımları, kısmen bir “yazar” olarak kazandığı para ve
kısmen de hayranlarından gelen bağışlar, Hitler’in rahat hayat tarzını
fazla fazla karşılıyordu. Yiyecek ve giyecek konusundaki mütevazı
tercihlerini -halktan, sıradan biri gibi görünmek imajının vazgeçilmez
bir unsuruydu-, özel bir şoförün kullandığı Mercedes’le, pahalı oteller
ve lüks dairelerle, ayrıca çevresindeki korumalar ve hizmetlilerle
birlikte düşünmek gerekir. 282
X

1932 yılı boyunca Weimar’ın hasta demokrasisinin artık son


demlerini yaşadığı kesinleşti. Arkadan gelecek dramanın ilk
perdesinin dekorları ise ilkbahardaki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde
yerli yerine kondu.
Cumhurbaşkanı Hindenburg’un yedi yıllık görev süresi 5 Mayıs
1932’de sona eriyordu. Ekonomik bunalımın ve siyasi karmaşanın
egemen olduğu bu koşullarda cumhurbaşkanlığı için kıyasıya
rekabetin yaşandığı bir seçim görüntüsü pek de cazip değildi Öte
yandan tüm partilerin tek bir aday üzerinde fikir birliğine varma
ihtimali sıfırdı. İlk olarak Papen tarafından başlatılmış olan
manevranın hazırlıkları önceki sonbahardan beri sürmekteydi; bu
plana göre ayrı bir seçim yapılmasına gerek kalmasın diye, seksen
dört yaşındaki savaş kahramanı Paul von Hindenburg und
Beneckendorff'un görev süresi Reichstag tarafından bir dönem daha
uzatılacaktı. Ama bunun için Reichstag’ın en az üçte ikisinin onayıyla
bir anayasa değişikliği yapılması gerekliydi. Yani NSDAP’ın ve
DNVP’nin desteğinin sağlanması şarttı. 283 Hitler 1932 Ocak’ının
başında Berlin’de, aynı zamanda İçişleri Bakanlığı’na da vekalet eden
Reich Savunma Bakanı Wilhelm Groener ve Hindenburg’un
Müsteşarı Otto Meisner’le bir toplantıya çagrıldı ve toplantıda öneri
kendisine sunuldu. Hitler hemen düşüncesini belirtmedi. Fakat Nazi
yönetimi bu hareketin Brüning’in pozisyonunu güçlendirmekten
başka bir işe yaramayacağını anlamıştı. Şansölyenin taktikleri onları
müşkül durumda bırakmıştı. “İktidar için yapılan satranç maçı
başladı,” diye not almıştı Goebbels. 284
Bir hafta sonra Hitler şansölyeye partisinin öneriyi “anayasal ve
ahlaki bir zeminde iç ve dış politikalan gözeterek” reddettiğini
bildirdi. 285 Bunu Brüning’in kindar bir karşılığı izledi. 286 Hitler’in
anayasal çekincelerinin ne kadar sahici olduğu, yaptığı karşı-öneride
açıkça ortaya çıkmıştı; Hindenburg’un görev süresinin uzatılması
önerisini desteklemek için cumhurbaşkanının Brüning’i görevden
alması, yeni Reichstag ve Prusya seçimlerinin yapılacağını ilan etmesi
şanını koşuyordu. Yeni seçilen Reichstag (ki Hitler orada kontrolün
elinde olacağından emindi) cumhurbaşkanının görev süresini
uzatacaktı. 287
Hindenburg’un öneriyi reddetmesi, beklenilen bir durum olmasına
rağmen, Hitler’i açmazda bıraktı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine
katılmamazlık edemezdi. Bu akıl almaz bir tavır olurdu ve
milyonlarca destekçisinde büyük bir hayal kırıklığı yaratırdı.
Mücadeleden kaçman bir lidere yüz çevirebilirlerdi. Diğer yandan bu
şahsi müsabakada Hitler’in galip gelme şansı çok çok düşüktü: bir
tarafta bir çavuş vardı, diğer taraftaysa bir feldmareşal; bir tarafta
siyaset alanında yeni türemiş bir maceracı vardı, diğer tarafta
Tannenberg’in saygın kahramanı ve parti siyasetinin üstündeki milli
değerlerin sembolü olarak görülen kişi. Böyle bir açmazda kalan
Hitler bir ay tereddüt içinde kıvrandı ve sonra cumhurbaşkanlığına
adaylığını koydu. Goebbels bu kararsızlık karşısında neredeyse
umutsuzluğa kapılmıştı. Parti içindeki moral dalgalanıp duruyor,
Hitler ise kendini Berlin’in muhteşem bir şekilde nasıl yeniden inşa
edileceğinin planlarıyla oyalıyordu. 288 Sonunda 22 Şubat’ta
Goebbels’e, aynı akşam Sportpalast’taki büyük mitingte yapacağı
konuşma sırasında Hitler’in adaylığını duyurma izni verildi.
Propaganda şefi duygularını “Tanrıya şükürler olsun!” sözleriyle
belirtmiştir. Goebbels mitingde haberi duyurduğunda alkışlar ve
tezahüratlar en az on dakika kesilmedi. Goebbels’in son haftalarda
Hitler’in liderliğine yönelttiği ve açık açık söylememek için kendini
güç bela tuttuğu eleştirileri bir anda dağılmıştı. “O bizim liderimiz ve
öyle kalacak,” diye hatırlatıyordu kendine. Ve birkaç gün sonra
Führer’in gene “duruma hakim olduğunu” ekliyordu. 289
Fakat çözülmesi gereken teknik bir sorun vardı: Hitler o dönemde
hâlâ Alman vatandaşı değildi. 1929’da Bavyera’da ve ertesi yıl
Thuringia’da Hitler’i Alman vatandaşlığına geçirmek için önerilen
fikirler bir işe yaramamıştı. Hâlâ bir “vatansız”dı. Bu konuda hızla
adımlar atılarak Hitler Braunschweig’de Eyalet Kültür ve Ölçüm
Dairesi’nde (Landeskultur-und Vermessungsamt) Reğierungsrat
(hükümet encümeni) görevine getirildi ve eyalet ataşesi olarak
Berlin’e atandı. Devlet memuru olarak görevlendirilmiş olması
Hitler’in Alman vatandaşı olmasını gerektiriyordu. 26 Şubat 1932’de,
yıkmaya kararlı olduğu Alman devletine bir devlet memuru olarak
yemin etti. 290
Siyasetin ağırlık merkezinin sağa doğru ne ölçüde kaydığını
görmek için cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasındaki çarpıklıklara
bakmak yetecektir. Hindenburg yedi yıl önce en baş muhalifleri olan
sosyalistlerin ve Katolikler’in desteğine muhtaçtı, ayrıca askeri
zümrenin gayet muhafazakar ve sadık Protestan olan kıdemli
kanadıyla tuhaf ve pek de hoş karşılanmayan bir işbirliği geliştirmişti.
Hugenberg’in başını çektiği burjuva sağ Hindenburg’u desteklemeyi
reddetmişti. Harzburg Cephesi -içinde bulundukları birliğin ne kadar
hassas ve zayıf bir yapısı olduğu göstererek- Hitler’i desteklemeyi
reddetmişti. Onların pek de tanınmayan adayı Stahlhelm’in ikinci
lideri Theodor Duesterberg idi. Ancak bu kişinin ciddiye alınacak bir
aday olduğunu söylenemezdi. 291 Sol kanatta komünistler liderleri
Ernst Thâlmann’ı aday gösterdiler; bu kişinin de kendi kampı dışında
hiçkimseden destek alamayacağı kesindi. Sonuçta asıl çekişmenin
Hindenburg ve Hitler arasında olacağı ta başından beri belliydi. Aynı
derecede aşikar olan bir başka şey de Nazilerin verdiği mesajdı:
Hitler’e oy vermek değişime oy vermek demekti, oysa ki
Hindenburg’un yönetimi altında her şey eskisi gibi sürüp gidecekti.
Hitler 27 Şubat’ta, tahminen 25 bin kişinin katıldığı Sportpalast’taki
büyük mitingde şöyle sesleniyordu: “İhtiyar... artık kenara
çekilmelisin.”292
Nazi propaganda makinesi tam gaz çalışıyordu. Bu, o yıl
gerçekleşecek beş büyük kampanyanın ilkiydi ve bütün bir ülke
Nazilerin yaptığı ve her zaman olduğu gibi gayet gösterişli ve patırtılı
olan toplantıların, yürüyüşlerin, gösterilerin altında neredeyse
boğulmuştu. Kararsızlığını aşmış olan Hitler ise bütün enerjisini gene
konuşmalara vermişti. Bütün Almanya’yı bir uçtan bir uca dolaştı ve
on bir gün içinde on iki farklı şehirde büyük kalabalıklara hitap etti.
Breslau’da dört, Stuttgart’ta iki saat geç kaldıysa da kalabalık
dağılmamış, onu beklemişti. völkischer Beobachter -hiç şüphesiz
biraz abartıyla yarım milyon insana hitap ettiğini iddia ediyordu. 293
İnsanlarda bir beklenti oluşmuştu. “Her yerde bir zafer havası
var,” diye yazıyordu Goebbels 13 Mart seçim gününde. Fakat
temkinli bir tavırla ekliyordu: “Ama ben biraz şüpheliyim.” Sonuçlar
açıklandığında Hitler’in destekçilerinin yaşadığı moral bozukluğunu
ve hayal kırıklığını o da paylaşıyordu. 294 Hitler’in aldığı yüzde 30'luk
oy oranı aşağı yukarı beklenen düzeydeydi, fakat NSDAP’ın önceki yıl
Oldenburg ve Hessen’deki eyalet seçimlerinde gösterdiği başarının
altındaydı. Diğer yandan Thâlmann yüzde 13’lük oy oranıyla
beklenenin altında kalmış ve Duesterberg yüzde 7 oranında bile oy
alamamıştı. SPD destekçileri, her ne kadar kendisinden haz
etmiyorlarsa da, Hindenburg’un peşine takılmak zonanda kalmış ve
böylece onun oyunu yükseltmişlerdi. Yaklaşık 38 milyon oyun yüzde
49’unu alan Hindenburg 170 bin oyla mutlak çoğunluğu
sağlayamamıştı. 295 Tekrar seçime gidilmesi gerekiyordu.
Nazi propagandası bu kampanyada dikkat çekecek yeni bir şey
bulmuştu. Hitler kiraladığı Amerikan tarzı uçağıyla Alman
semalarında ilk “Alman Uçuşu”nu (Deutschland flug) gerçekleştirdi;
uçağın üstünde “Führer Almanya’nın üstünde!” solganı yazılıydı.
Kısacık kampanya süresi boyunca Hitler şehirden şehire uçtu ve bir
haftadan daha kısa bir süre içinde, farklı farklı bölgelerde, toplamda
bir milyon kişiye yaklaşan bir dinleyici kitlesi önünde yirmi büyük
konuşma gerçekleştirmeyi başardı. 296 Bu Almanya’da eşi benzeri
görülmemiş müthiş bir seçim performansıydı. Bu sefer Nazi
cephesinde bir hayal kırıklığı yoktu. Hindenburg yüzde 53 oyla
tekrar seçildi. Fakat Thâlmann yüzde 10’lara düşerken Hitler’in
desteği yüzde 37’ye çıktı. Hitler zevahiri kurtarmaktan daha fazlasını
yapmıştı. 13 milyonun üstünde oy almış, ilk seçime oranla 2 milyon
kişi daha ona destek vermişti. 297 Nazi propagandasının yarattığı bir
meta olan ve bir dönem küçük bir fanatikler grubunun sahiplendiği
Führer kültü, şimdi Alman halkının üçte birine satılma yolundaydı.
Daha oylar sayılırken Goebbels bir sonraki karşılaşmaya
hazırlanıyordu. 24 Nisan’da yapılacak bir dizi seçimdi söz konusu
olan: Prusya’da, Bavyera’da, Württemberg’de ve Anhalt’ta yapılacak
eyalet seçimleri ve Hamburg’daki belediye seçimleri. 298 Toplamda
ülkenin dörtte ya da beşte birini kapsıyordu. 299 Çılgınca kampanya
hiç aralıksız devam etti. Hitler 16-24 Nisan arasındaki ikinci “Alman
Uçuşu”nda yirmi beş büyük konuşma yaptı. Bu sefer konuşmalarını
sadece büyük şehirlerle sınırlı tutmamış, daha küçük şehirlere de
ulaşmıştı. 300 Taşranın iç bölgelerindeki küçük kasabalarda Hitler’in
konuşmaları olağanüstü bir etki yaratıyordu. Daha önce hiç böyle bir
şey görülmemişti. Yukarı Bavyera’daki Miesbach’da yerel basın
Hitler’in konuşmasını “eşi benzeri olmayan bir sansasyon” diye
tanımlamıştı. Binlerce insan sağanak yağmurun altında onun gelip
konuşmasını beklemişti. 301 Başka bir yerde ise “Führer havası”
esmişti. 23 Nisan’da Hamburg sınırları içindeki Lokstedt’te, Hitler’in
120 bin kişiye hitap ettiği atmosferi tanımlamak için Hambürg’lu
öğretmen Luise Solmitz’in kullandığı sözler şunlardı: “Nisan güneşi
sanki mevsim yazmışçasına parlıyor ve havayı mutluluk dolu bir
beklentiyle dolduruyor.” insanlar konuşmanın yapılacağı meydana
yürüyerek ya da trenle akın akın geliyorlardı. Çoğu kahramanını
görmek için uzun süredir bekliyordu. Ama devasa kalabalıkta hiçbir
taşkınlık belirtisi yoktu, geri planda duran polisin yanı sıra kontrolü
sadece organizasyon için görevlendirilmiş kişiler sağlıyordu.
Gelenlerin çoğu Nazi davasının cazibesine zaten kapılmışlardı. “Hiç
kimse ‘Hitler’ demiyor, herkes ‘Führer’ hitabını kullanıyordu,” diye
belirtmektedir Frau Solmitz. “Hitler’in söylediklerini ve istediklerini
belirtirken ‘Führer dedi ki', ‘Führer şöyle istiyor’ şeklindeki hitaplar
uygun görülüyordu.” Solmitz’in anlatısı şöyle devam etmektedir:

Saatler geçiyor, güneş parlıyor ve beklenti artıyordu... Saat 3


oldu. “Führer geliyor!” Bütün bir kalabalık heyecanla
dalgalandı. Kürsüyü çevreleyen eller Hitler selamı vermek için
yukarıya doğru kalktı... Hitler orada üzerinde sade siyah bir
paltoyla duruyor, yüzünde bir beklentiyle kalabalığa bakıyordu.
Gamalı haçlı flamalar bir orman gibi kalabalığın üzerinde
dalgalanıyordu. Heyecan ve sevinç öyle yükselmişti ki “Heil!”
bağırışları ortalığı kapladı. Sonra Hitler konuştu. Konuşmasının
ana fikri, partilerin dışında bir halkın (Volk) ortaya çıkmasıydı.
Alman halkıydı bu. ”Sistem”i şiddetle eleştirdi... ama kişisel
saldırılardan, özel ya da genel sözler vermekten sakındı. Sesi
önceki günlerde sanki çok fazla konuşmuş gibi boğuktu.
Konuşma bittiğinde ortalık coşku nidaları ve alkışlarla inliyordu.
Hitler selam verdi, teşekkürlerini bildirdi ve bunun ardından
“Alman Milli Marşı” söylendi. Hitler’in paltosunu tuttular, giydi
ve sonra da gitti. Kimbilir kaç insan ona, bu büyük sıkıntıyı sona
erdirecek bir mesihe, bir yardımcıya, kurtarıcıya duyulan
inançla bakıyordu. Ona, yani Prusya prensini, alimleri, din
adamlarını, işçiyi, köylüyü, işsizi kurtaran kişiye. 302

Yeterli oy sağlanamadığı için yapılan bu ikinci tur cumhurbaşkanlığı


seçiminin sonuçları Hitler’in kazandığı oylarla yakından ilişkiliydi.
Seçmenlerin gözünde parti ve lider ayrılmazdı. Reich topraklarının
üçte ikisini kapsayan geniş Prusya eyaletinde NSDAP aldığı yüzde
36.3’lük oy oranıyla rahatça en büyük parti konumuna gelmiş;
1919’dan beri hakim konumdaki SDP’yi çok gerilerde bırakmıştı.
1928 yılında yapılan önceki seçimlerde Naziler Landtag’da altı
temsilcilik almışlardı. Şimdi ise 162 temsilcilikleri vardı. Oyların
yüzde 32.5’ini aldıktan Bavyera’da, yönetimdeki BVP’nin yüzde 0.1
altında kalmışlardı. Württemberg’de 1928’de oy oranları yüzde 1.8
iken bu oran şimdi 26.4’e fırlamıştı. Hamburg’da yüzde 31.2’ye
ulaşmışlardı. Ve Anhalt’taki yüzde 40.9’luk oy oranlarıyla bir Alman
eyaletinin ilk Nazi başbakanını görevlendirebilmişlerdi. 303
“Bu kazandığımız fantastik bir zafer,” diye belirtiyordu Goebbels
gayet haklı bir yorumla. Ama ekliyordu: “Yakın bir gelecekte iktidara
gelmeliyiz. Yoksa seçimlerde kazandığımız bu zaferi kendi ellerimizle
heba ederiz.”304 Goebbels kitleleri harekete geçirmenin tek başına
yeterli olmayacağını anlamaya başlamıştı. Üç yıl içinde ciddi
kazanımlar elde etmiş olmalarına rağmen, işaretler mobilizasyonun
sınırlarına erişildiğine işaret ediyordu. Hâlâ yapılacak bir şeyler
vardı ama bunun ne olduğu belli değildi. Fakat bir başka kapının
açılması gecikmedi.
XI

Eyalet seçim kampanyası SA ve SS'e konart yasağın ardından


sürdürülmüştü. Şansölye Brüning ve içişleri ve Savunma Bakanı
Groener, eyalet yönetimlerinden gelen baskıyla. ikinci tur
cumhurbaşkanlığı seçimlerinden üç gün sonra Hindenburg'u,
NSDAP'ın "askeri nitelikteki (militärëhn liche) bütün
305
örgütlenmelerini" dağıtmaya ikna etti. Fesih işleminin gerekçesi
Prusya polisinin bulgularına dayanıyordu. Prusya polisi, Reich içişleri
Bakanı Groener'in resmi emriyle, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin
birinci turundan hemen sonra Nazi parti bürolarını basmış ve SA'nın,
Hitler'in seçim zaferinden sonra yapılacak bir darbe hazırlığı içinde
olduğuna dair maddi kanıtlar ele geçirmişti. 306 Hitler'in iktidarı yasal
yollarla ele geçireceklerine dair tekrar tekrar verdiği beyanlara
rağmen, yetkililerin, partide, özellikle de SA içinde darbe yapmaya
niyetlenen unsurlar olduğuna dair kaygıları yatışmamıştı. Bu
kaygıların gerekçesi, önceki sonbaharda bir sansasyon yaratan ve
Naziler'in iktidarı cebren ele geçirme planlarını su yüzüne çıkaran
"Boxheimer Belgeleri" idi -bu belgeler Hessen'de Boxheimer Hofta
bulunduğu için bu isimle anılır olmuşlardı. Aslına bakılırsa
"Boxheimer Belgeleri", Nazilerin iktidarı almasının ardından olası bir
komünist darbe girişimini ezmek için düşünülmüş yarım yamalak bir
önlemler paketinden ibaretti ve partinin Hessen Gau'sunun hırslı
lideri Wemer Best'in inisiyatifiyle hazırlanmıştı. 307 Belgelerin onaya
çıkmasıyla Hitler mahçup olmuş, bu konuda hiçbir şey bilmediğini
iddia etmişti ki durum sahiden de büyleyıdi. Nitekim Hitler'in yasal
yollara bağlılığını tekrar belirtmesi o dönemde Groening'i ikna
etmişti. 308 Fakat cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası süresince -
şimdi 400 bin kişiye yakın bir güce sahip olan-SA’nın kontrolden
çıkmakta olduğuna dair göstergeler belirmişti. 309 Öte yandan, Hitler
zafer kazanacak olursa solun darbe yapacağı söylentileri de ortalıkta
dolaşmaktaydı. 310 SA ülke çapında alarma geçirilmişti. Ama Hitler’in
yenildiği açıklanınca fırtına-birlikçileri moral bozukluğu içinde
yerlerine oturdular. 311 Goebbels 2 Nisan’da yine SA’nın
sabırsızlığından bahsediyor; erken yapılacak bir güç gösterisinin
Naziler'in umutlarının suya düşmesine yol açacağını belirtiyordu. 312
Yasak uygulamaya konmadan iki gün önce Nazi yönetimi yasağın
haberini almıştı. 313 SA’nın parti içinde ayrı bir birim olarak
korunabilmesi için bazı hazırlıklar yapılabilirdi, bunun için yapılması
gereken tek şey fırtına-birlikçilerini sıradan parti üyeleri olarak
kaydetmekti. 314 Fakat solun da paramiliter örgütlenmeleri
bulunduğundan ve bunlar Groener’in tasfiyesinden
etkilenmeyeceğinden, yetkililer Nazilere oldukça etkili bir
propaganda malzemesi sağlamaktan başka bir şey yapmamışlardı.
Nitekim Hitler bunu kullanmakta gecikmedi. 315
Daha da önemlisi SA’ya konan yasak yalnızca Groener’in değil,
Brüning’in de konumunu sarsacak entrikaların başlamasına yol
açacak ve Reich hükümetinin hızla sağa savrulmasına neden olacaktı.
Bu süreçteki esas figür General von Schleicher idi. Reichswehr
Bakanlıgfna bağlı, ordunun siyasi bürosu konumundaki Bakanlık
Bürosu’nun başında olan Schleicher o döneme dek hep Goering’in
adamı olarak görülmüştü. Schleicher’in amacı Nasyonal
Sosyalistlerin desteğiyle, Reichswehr’a dayanan otoriter bir rejim
kurmaktı. Ana fikir Hitler’i “ehlileştirmek” ve Hitler hareketinden
“kıymetli unsurlarda işbirliği yaparak halk desteğine sahip askeri bir
diktatörlük kurmaktı. 316 Schleicher SA’ya yasak konmasına karşı
çıkmıştı, çünkü o SA’yı, savaş tazminatları meselesi çözüme ulaştıktan
sonra genişletilecek olan Reichswehr’ı besleyecek bir örgütlenme
olarak görüyordu. 28 Nisan’da Schleicher’le gizli bir toplantı yapan
Hitler, Reichswehr yönetiminin artık Brüning’i desteklemeyeceğini
öğrendi. 317 Bunu 7 Mayıs’ta Hindenburg’un yakın çevresinden bazı
kişilerin de katıldığı bir toplantı izledi. Goebbels bu toplantıyı
“General Schleicher’le yapılan ve kararı belirleyen tartışma” diye
tanımlıyor ve “Bnüning önümüzdeki günlerde gidecek,” diye de
ekliyordu. “Cumhurbaşkanı güven oyunu çekecek. Plana göre bir
cumhurbaşkanlık kabinesi kurulacak. Reichstag feshedilecek, bütün
zorlayıcı yasalar kaldırılacak. Bize faaliyet özgürlüğü verilecek ve
biz de propagandanın şahını sergileyeceğiz. 318 Hitler’in yeni sağcı
kabineyi desteklemesinin karşılığı SA’ya konan yasağın kaldırılması
ve yeni seçimlerin düzenlenmesi olacaktı. 319 Yeni seçimlere yapılan
vurgu, Hitler’in hep olduğu gibi yine kitlelerin desteğiyle iktidara
gelmeyi düşündüğünü göstermektedir.
Brüning entrikacıların tahmininden daha uzun süre dayanabilirdi.
Ama günlerinin sayılı olduğu belliydi. Bu arada Naziler tarafından
düzenlenen ve amacı Groener’i istilaya zorlamak olan kampanya
başarıya ulaşmıştı. Groener, 10 Mayıs’ta Reichstag’daki konuşması
sırasında yaşanan zorbaca sahnelerden ve Schleicher tarafından
kendisine Reichswehr’ın desteğini kaybettiği bildirildikten sonra 12
Mayıs’ta istifasını verdi. 320 Bunun Brüning için de geri sayımı
başlattığı düşünülüyordu. Hitler “aşırı derecede memnundu”321 Ertesi
gün Goebbels günlüğüne şöyle bir not düşmüştü: “General
Schleicher’den haberi aldık: Kriz planlandığı gibi sürüyor.”322
Brüning’in tutunabileceği son dal, Hindenburg’un Doğu
Almanya’daki büyük toprak sahiplerinin yaptığı lobiden etkilenerek,
iflas etmiş yurtlukları parçalayarak buralara küçük çiftçileri
yerleştirmeyi planlayan olağanüstü hal kararnamesine hoşnutsuzluk
göstermesiydi. Fakat bu faktör Brüning’in düşüşünü
kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramadı. Brüning’in deflasyona
neden olan ve modern bir sanayi toplumunda savaş dışında görülen
en sert ekonomik düşüşe sebep olan politikalan onların amaçlarına
hizmet etmişti. Savaş tazminatları meselesinin sonu yakındı ve bu
mesele birkaç hafta sonra yapılacak Lozan Konferansında ele alınıp
sonuca bağlanacaktı. Bu sayede, Hindenburg’un desteklediği ve
Schleicher’in uğruna çabaladığı sağa yönelme fiilen
başlatılabilecekti. 29 Mayıs’ta Hindenburg gayet açık ve kaba bir
ifadeyle Brüning’den istifasını istedi. Ertesi gün Hindenburg’un
huzuruna çıkan Brüning istifasını verdi. 323
“Sistem çöküyor,” diye yazıyordu Goebbels. Hitler aynı gün
öğleden sonra cumhurbaşkanıyla görüştü. Toplantı iyi gitmişti, akşam
propaganda şefine şöyle diyordu: “SA’ya konan yasak kaldırılacak.
Üniformaya gene izin verilecek. Reichstag feshedilecek. Hepsinden
önemlisi bu. Şansölye olarak v. Papen düşünülüyor. Ama bu çok
önemli değil. Seçim, seçim. Halka başvuracağız ve hepimiz çok mutlu
olacağız. 324
XII

İyi ilişkilere sahip, kent kökenli bir Katolik soylusu olan yeni
Şansölye Franz von Papen, eskiden bir diplomat ve Zentrum’un sağ
kanadındaki baş muhafazakârlardan biriydi. Brüning’in düşüşünden
birkaç gün önce onun ismini telaffuz eden Schleicher olmuştu.
Schlieicher Hindenburg’un Papen’i ataması için zemin hazırlamakla
kalmamış, aynı zamanda kabinede yer alacak bakanların isimlerini
içeren bir liste de oluşturmuş, hatta bunların bazılarıyla Papen görevi
kabul etmeden önce konuşmuştu. 325 Partilerden bağımsız olan bu
“baronlar kabinesiyle Papeu’in parlamenter bir hükümetteymiş gibi
davranmasına gerek yoktu. Reichstag’da çoğunluk sağlama derdi
olmadığından sadece olağanüstü hal kararnamelerine -ve NSDAP’ın
hoşgörüsüne- bağlı olacaktı. Papen göreve gelmesinden bir hafta
sonra ilk defa olmak üzere Hitler’le karşılaştı. Savaştan sonra yaptığı
bir açıklamada “tuhaftır ki onu hiç de etkileyici bulmamıştım,” diye
belirtecekti.

Onda, kitleler üzerindeki olağandışı etkisini açıklayabilecek


hiçbir özellik bulamamıştım. Koyu mavi birtakım elbise giymişti
ve tam bir petitbourgeois [küçük-burjuva) gibi görünüyordu.
Sağlıksız bir kompleks içindeydi. Küçük bıyığı ve tuhaf saç
modeliyle tarifi imkansız bir bohem havası vardı. Hali tavrı
ölçülü ve nazikti, fakat gözlerindeki çekim gücüne dair çok fazla
şey işitmiş olmama rağmen bende öyle bir etki yarattıklarını hiç
hatırlamıyorum... Partisinin amaçlarına dair konuşurken
sunduğu argümanlar üzerindeki fanatikçe ısrarından
etkilenmiştim. Hükümetimin kaderinin büyük oranda bu adamın
ve bana arka çıkan yandaşlarının gönüllülüğüne bağlı olduğunu
anlamıştım. Ve o güne dek karşılaştığım tüm sorunlar içinde en
zoru bu olacaktı. Böyle tâbi bir role uzun süre razı olmayacağını
ve süreç içinde kendisi için tam bir iktidarı hedeflediğini açıkça
ifade etmiş; “kabinenizi sadece geçici bir çözüm olarak
görüyorum. Partimin ülkedeki en güçlü parti konuma gelmesi
için elimden geleni yapmaya devam edeceğim ve o zaman
şansölyelik bana geçecek,” demişti. 326

Daha önceden konuşulduğu üzere, beş gün öncesinde


cumhurbaşkanı Reichstag’ı feshetmiş ve yeni seçimlerin olası en geç
tarih olan 31 Temmuz 1932’de yapılacağını duyurmuştu. Hitler şimdi
seçmen sandığından çıkacak oylarla iktidan alma şansına sahipti.
Mayısın sonunda Oldenburg’da ve 5 Haziran’da Mecklenburg-
Schwerin’da yapılan eyalet seçimleri NSDAP’a sırasıyla 48.4 ve 49.0
oranında oy getirdi. 327 19 Haziran’da Hessen’de Naziler oy
oranlarını yüzde 44’e çıkardılar. 328 Görünüşe göre Reichstag
seçimlerinde mutlak çoğunluğu sağlamak pek de sorun olmayacaktı.
Schleicher’in Hitler’le olan münasebetinin ikinci kısmını SA’ya ve
SS’e konan yasağın kaldırılması meselesi oluşturuyordu ve bu mesele
biraz gecikmeyle ancak 16 Haziran’dan sonra halledilebilirdi. 329 O
döneme dek yasak konusu zaten önemsenmez olmuştu. 330 Yaz
mevsimi süresince bütün bir Almanya’da daha önce hiç görülemiş bir
siyasi şiddet egemen oldu. Weimar Cumhuriyeti boyunca hissedilen
gizli iç savaş, gerçek bir iç savaşa dönüşme tehlikesi içeriyordu. SA
ve komünistler arasındaki sokak kavgaları ve silahlı çatışmalar
günlük olaylar arasına girmişti. Nazi şiddetinin giderek çekicilik
kazanmasının “saygıdeğer” burjuvaziyi rahatsız etmiş olması
gerektiğini düşünülebilir. 331 Ama Nazileri destekleyen bu tip kişiler
tehlikeyi solda gördüklerinden, ulusun çıkarlarına hizmet ettiği
düşünülen bu antikomünist haydutluk çok fazla seçmeni
uzaklaştırmamıştı.
Şiddetin düzeyi korkunçtu. SA’ya konan yasağın kaldırılmasının
ardından, haziranın ikinci yarısında siyasi amaçlı on yedi cinayet
işlendi. Temmuz boyunca esas olarak Naziler ve komünistler
tarafından seksen altı cinayet daha işlendi. Ağır yaralananların sayısı
yüzleri bulmuştu. Silezya Ohlau’da 17 Temmuz’da çıkan bir
çatışmada dört kişi ölmüş, otuz dört kişi yaralanmıştı. En korkuncu
ise 17 Temmuz’daki Altona “Kanlı Pazarı”ydı; SA’nın bir gösterisi
sırasında, kasabalı komünistlerin açık provokasyonu olarak görülen
bir olay sonucu açılan ateş on yedi kişinin ölümüne, altmış dört kişinin
yaralanmasına sebep olmuştu. 332
Papen hükümeti daha önce, -başında Sosyal Demokrat Otto
Braun’un bulunduğu, içişleri Bakanının yine bir sosyalist olan Carl
Severin olduğu- Prusya hükümetini görevden alma planlarını geçici
olarak erteleme kararı aldıysa da şimdi işler değişmişti ve böylece
Almanya’nın en büyük eyaleti bir Reich Komiseri’nin yönetimine
bırakıldı. 20 Temmuz’da Prusya hükümetinin temsilcilerine görevden
alındıkları ve Papen’in Prusya’nın Reich Komiseri olduğu bildirildi.
Almanya’nın en büyük ve en önemli eyaleti, Sosyal Demokrasinin bu
mühim kalesi, hiçbir direniş olmaksızın teslim alındı. Militanca bir
muhalefetin beyhude olacağı neredeyse kesindi. 6 milyon işsizin
varlığı düşünüldüğünde, 1920’de Kapp Darbesi’nin dayanağını yıkan
türde bir genel grevin yapılması da imkansızdı. Bir genel grev
girişiminin askeri diktatörlüğe sebep olabileceğine dair korkular da
vardı. Fakat anayasanın böyle utanmazca çiğnenmesi karşısında
Cumhuriyetin baş savunucusunun pasifliği, SPD destekçilerini
demoralize etmişti. Ayrıca Hitler’in bu cepheden hiç korkusunun
olmadığını da ortaya sermişti. Papen’in Prusya kalesini, kızgınlığın
yarattığı bir hamleyle bile karşılaşmadan yerle bir etmesi Nazilerin
değil muhafazakarların işiydi. Fakat Hitler’in şansölye olmasından
altı ay önce gerçekleşen bu olay eyaletlerde iktidarın nasıl ele
geçirileceğine dair model teşkil ediyordu. 333
Bu arada Hitler’in partisi dört ay içinde dördüncü seçim
kampanyasına girmişti. Goebbels’in nisanın ortasındaki iddiası para
kıtlığının propagandayı engellediğiydi. 334 Diğer yandan propaganda
makinesi tekrar çalışmaya başladığında, ne paradan ne de enerjiden
tasarruf edildiğine dair en ufak bir işaret vardı. Kampanya yoluna
girdiğinde Papen hükümetinin Nazilere gösterdiği hoşgörüyü gözeten
pek kalmamıştı. Fakat esas hedef burjuva hizip partilerine
gidebilecek oyları yok etmek ve Zentrum'un destek kitlesine nüfuz
etmekti. 335 Tantanalı geçit alayları ve gösteriler gırla gidiyordu. 336
Bir propaganda filmi çekip kullanmak ve Hitler’in “Ulusa Seslenişinin
kaydını 50 bin adet çoğaltıp dağıtmak, keşfedilen yeni yöntemler
arasındaydı. 337 Süreklilik kazanmış olan seçim kampanyalarının sıkıcı
olmaya başladığının herkes farkındaydı. 338 Hitler üçüncü “Almanya
Uçuşu” sırasında elli üç şehir ve kasabada konuşma yaptı. 339
Dayanılmaz derecede monoton bir düzeni vardı. Konuşma yapacağı
yere varıyor, konuşmasını yapıyor, eşyası toplanıyor ve bir sonraki
konuşma yerine doğru yola çıkıyordu. Hanfstaengel’in yorumuna
göre yardımcıları, bir boks maçında raundlar arasında boksörü zinde
tutmak zorunda olan görevlilere benziyorlardı, ama bu durumda her
raund bir konuşmaydı. 340 İşlediği tema hiç değişmiyordu: Kasım
Devrimi partileri Alman halkının yaşamını her açıdan bir harabeye
çevirmişlerdi, kendi partisi ise Alman halkını bu sefaletten
kuratarabilecek yegane partiydi. 341
31 Temmuz’da sonuçlar açıklandığında Naziler bir başka zafere
daha imza atmış oldular. Oylarını yüzde 37.4’e çıkarmışlardı. Bu
onları 230 temsilcilikle Reichstag’ın en büyük partisi haline
getiriyordu. 342 1930 yılındaki sonuçlarla kıyaslandığında sosyalistler
oy kaybetmişlerdi; KPD ve Zentrum’un hafif bir oy artışı vardı;
merkez ve sağ burjuva partilerin çöküşü ise devam ediyordu.
Nazilerin zaferi aslında kayıplar içeren bir zaferdi. Bırakın 1928’i,
1930’daki Reichstag seçim sonuçlarıyla karşılaştırıldığında bile
Nazilerin kaydettiği ilerleme şaşırtıcıydı. Fakat kısa dönemli
bakıldığında Temmuz seçiminin sonuçları umut kırıcı olarak
değerlendirilebilirdi. Nisandaki eyalet seçimlerinde ve ikinci tur
cumhurbaşkanlığı seçiminde kazanmış oldukları destekte pek bir
ilerleme yoktu. Goebbels durumu ağırbaşlı bir değerlendirmeyle
şöyle ifade ediyordu: "Azıcık bir şey kazandık... Sonuç: Şimdi iktidara
gelmeli ve Marksizm’in kökünü kazımalıyız (ausrotten). Öyle ya da
böyle! Bir şeyler olmalı. Muhalefet etme zamanı geçti. Simdi eyleme
geçme vakti! Hitler de aynı fikirde. Olaylar kendi kendine gelişiyor ve
karar almak gerekiyor. Bu şekilde mutlak çoğunluğu
sağlayamayacağız.”343
2 Ağustos’da Hitler hâlâ ne yapacağından emin değildi.
Tegemsee’deki seçim kampanyasından yine zaferle çıkarlarken
Goebbels’le olasılıklar üzerinde konuşuyordu. Zentrum’la koalisyon
yapma fikrini şöyle bir gözden geçirip elediler. Bir sonuca
ulaşamıyorlardı. Beklemeye ve olayların nasıl gelişeceğini görmeye
karar verdiler. Müzik, filmler, dinlenme ve Tristan und Isolde’ye
yapılan bir ziyaret Münih’te zamanı dolduruyordu. 344 İki gün içinde,
Berchtesgaden’de bulunduğu bir sırada Hitler kartlarını nasıl
oynayacağına karar verdi. Schleicher’le Berlin’de bir görüşme
ayarladı ve taleplerini dile getirdi: Kendisi şansölye olacak, içişleri
bakanlığı Frick’e, hava kuvvetleri bakanlığı Göring’e, çalışma
bakanlığı Strasser’e, halk eğitim bakanlığı (Volkserziehung)
Goebbels’e verilecekti. “Baronların razı olacağından” emindi. Ama
“yaşlı kurt” Hindenburg’un çaresine nasıl bakacağı sorusunu öylece
yanıtsız bırakmıştı. 345
Hitler’in 6 Ağustos’ta, Reichswehr Bakanı Schleicher’le bir
uzlaşmaya varmak için Berlin’in elli mil kuzeyindeki Fürstenberg’de
yaptığı gizli görüşme saatlerce sürdü. Hitler toplantıdan dönüp de
Berchtesgaden’de kendisini beklemekte olan diğer Nazi liderlerine
durumu aktardığında kendinden emindi. “Birkaç hafta içinde durum
açıklığa kavuşacak,” diyordu Goebbels. “Şef, Reich şansölyesi ve
Prusya başbakanı olacak; Strasser Reich ve Prusya içişleri bakanı
olacak; Goebbels Prusya ve Reich eğitim bakanı, Darré her ikisinin
de tarım bakanı, Frick Reich Sansölyeliği’nde müsteşar, Göring hava
kuvvetleri bakanı olacak. Adalet (bakanlığı) de bizde kalacak.
Warmbold ekonomi’yi, Crosigk [yani Schwerin von Krosigk] mâliyeyi
devralacak. Schact’da Reichsbank’ın başına gelecek. Adam gibi
adamlardan oluşan bir kabine. Eğer Reichstag güven oyu vermeyi
reddederse dertop edilip gönderilecek (nach Hause geschickt)
Hindenburg milli bir kabineyle bir likle ölmek istiyor. Bir daha
iktidarı asla bırakmayacağız. Buradan bizim ancak cesetlerimizi
çıkarırlar.... Hâlâ inanamıyorum, lktidarın eşiğindeyiz.”346
Görünüşe göre Schleicher Hitler’e ne istediyse vermişti. Ama bu
iktidarın tamamı değildi. İçişleriyle ilgili politikalardaki güç ve
kontrolün bir kısmı hariç tutulmuştu. Schleicher’in bakış açısından
Hitler’e verdiği şansölyelik imtiyazı önemli bir ödündü. Ama
Reichswehr Bakanı muhtemelen, ordu onun kontrolünde olduğu
sürece Hitler’i denetleyebileceğini, Hitler’in otoriter bir rejim için
gerekli halk desteğini sağlayacağını ve kendisinin de böylece perde
arkasından ülkeyi yönetmeye devam edebileceğini hesap ediyordu. 347
Reichswehr’in yer alabileceği bir iş savaş ihtimali aniden çok
gerilerde kalmıştı. Naziler kaçınılmaz anlaşmalarla bir noktaya
çekilmişlerdi ve şimdi bu noktada siyasi sorumlulukların gerçeğiyle
yüz yüze kalacaklardı. “Ehlileştirme politikasının sonraki aylarda
ortaya çıkacak tüm varyasyonlarının arkasında böyle bir düşünce
yatıyordu.
Schleicher sonradan, cumhurbaşkanının Doğu Prusya
Neudeck’deki malikanesine giderek Hitler’in taleplerini ona ilettiğini
iddia etmiştir. Hindenburg üzerindeki etkisi ne kadar büyük olursa
olsun Schleicher sert bir şekilde terslenmişti. Cumhurbaşkanı gayet
net bir ifadeyle fikrini belirtmiş, Reichswehr Bakanı’nın beyanına
göre, “ 'değiştirilemez' iradesiyle" Hitler’i şansölyeliğe
atamayacağını bildirmişti. 348 Hindenburg 10 Ağustos’ta Neudeck’den
Berlin’e döner dönmez, Papen ona NSDAP ve Zentrum’un çoğunlukta
olduğu “kahverengisiyah" bir hükümetin başına Hitler’in şansölye
olarak gelme ihtimalini iletmiştir. 349 Hindenburg, sık sık alıntılanan
meşhur küçümseyici ifadesini işte bu toplantıda kullanmış ve
“Bohemyalı bir çavuşu" Reich şansölyesi yapmanın çok dahice bir
fikir olduğunu söylemiştir.”350
Bu gelişmelerden habersiz olan Hitler ve Goebbels ise “iktidarın
ele geçirilmesiyle ilgili sorunlar" üzerinde konuşuyorlardı. Goebbels
“Alman halkının milli eğitimi"ni sağlayarak yerine getireceği “tarihi
görev” karşısında mest olmuştu. 351 Nazi yandaşları zaferin kokusunu
almışlardı. Bütün parti Berlin’den bir telefonla bildirilecek olan
iktidar haberini bekliyordu. Berlin SA lideri Graf Helldorf, iktidarın
ele geçirilmesi için yaptığı büyük planları açıklıyordu. Fırtına-
birlikçileri olacakların beklentisiyle işlerini güçlerini bırakmışlardı.
Parti görevlileri o “büyük saat" için hazırdılar. “Eğer işler yolunda
gitmezse korkunç bir hayal kırıklığı olacak,” diyordu Goebbels. 352
Papen kabinesi iktidarın Hitler’e verilip verilmeyeceği konusunda
bölünmüştü. Maliye Bakanı Krosigk bir iç savaştan kaçınmak için
tutulabilecek en iyi yolun kaçak avcıyı orman bekçisi yapmak
olduğunu söylüyordu, İçişleri Bakanı Freiherr von Gayl böyle bir
fikre tamamen karşıydı. Dışişleri Bakanı Neurath’ın da desteğiyle
Gayl mevcut hükümeti korumayı öneriyor, bunun için anayasayı İhlal
etmek gerekliğini de belirtiyordu. Reichstag dağıtılmalı ama yeni
seçimler için bir tarih verilmemeli ve sınırlı oy hakkı yürürlüğe
konmalıydı. Adalet Bakanı Gürtner çoklu oynayarak kendini
güvenceye alıyordu. Yeni seçimlere gitmeksizin mevcut kabinenin
sürmesi için aslında anayasayı çiğne mek gerekecekti. Devlete dair
fikirlerinin Yahudilerden ve Marksistlerden “öç alma içgüdülerine”
(Vergeltungsinstinkt) dayandığını belirttiği Nasyonal Sosyalist
hükümette yer almaya itirazı yoktu; ama hükümet liderliği onlara
sunulmadığı takdirde söz konusu fikrin işe yaramayacağından
korkuyordu. Diğer bakanlar da mevcut yönetimin sürmesinden
yanaydılar. Papen ve Schleicher net fikir belirtmiyor, seçeneklerini
açık tutuyorlardı. 353 Gayl -ironik bir şekilde, 11 Ağustos’da “Anayasa
Günü”nde yaptığı konuşmada- Weimar Anayasası’nı, hükümetin
Reichstag’a bağlı olmadığı otoriter bir rejimle değiştirme isteğini
açıkça ilan ederken, silahlı SA birlikleri Berlin’de hükümet binasının
çevresinde her an harekete geçmeye hazır bir pozisyonda
konuşlanıyordu. “Beyefendileri çok sinirlendirdi bu,” diye belirtiyordu
Goebbels. “Oysa sadece bir talimdi.”354
11 Ağustos’ta Hitler Münih’in altmış mil doğusunda, Avusturya
sınırı yakınındaki Prien Chimsee’de, Bavyera göllerinin en büyüğünün
kıyısında liderlerine son bir konferans verdi. Şimdi artık şansölyeliğe
giden yolun üzerinde kendisine karşı artan bir muhalefet olduğunu
biliyordu. Zentrum’la koalisyon yapma ihtimali bir tehdit olarak hâlâ
elindeydi. Ama Hitler şansölyelikten aşağısına razı değildi. O günün
geri kalanında Münih’te dairesine çekildi ve ertesi gün arabayla
Berlin’e doğru yola çıktı, yolculuk olabildiğince gizli tutulmuştu. Aynı
gün, yani 12 Ağustos’ta Röhm, Schleicher ve Papen’le görüşmüş,
fakat Hitler’in şansölyeliğine dair net bir şey öğrenememişti. Hitler
akşamın geç bir vaktinde Goebbels’in Postdam yakınlarında
Caputh’daki evine vardı. Orada Röhm’ün yaptığı toplantılardan da bir
sonuç çıkmadığını öğrendi. O halde “ya hep ya hiç” diye ısrar
ediyordu. Ama mesele bu kadar basit değildi; eğer öyle olsaydı,
akşamın geri kalanını odanın içinde volta atarak ve
cumhurbaşkanının kararını neyin engellediğini düşünerek
geçirmezdi. Goebbels tehlikeyi net bir şekilde görüyordu. Hitler’e
geniş bir yetki alanı, yani şansölyelik Verilmezse önerilen konumu
reddetmek zorunda kalacaktı. Bu durumda “hem hareket hem de
seçmenler içinde güçlü bir bunalım baş gösterecekti.” “Ve elimizde
tek bir seçenek kalacak,” diye de ekliyordu. 355
Ertesi sabah, 13 Ağustos’ta Hitler Röhm’ün de eşliğinde
Schleicher’le görüştü. Ardından hemen, bu sefer Frick’in eşliğinde
Şansölye Papen’le bir görüşme yaptı. İkisinin de söylediği şey aynıydı:
Hindenburg onu şansölye olarak atamaya hazır değildi. “İki ay önce
tanışmış olduğum adamdan çok daha farklı biriyle yüz yüze olduğumu
kısa sürede anlamıştım,” diyecekti daha sonra Papen. “O mütevazı,
hürmetkar adam gitmiş, yerine, büyük bir seçim başarısı kazanmış,
talepkar bir politikacı gelmişti.” Papen Hitler’e, hükümete şansölye
yardımcısı olarak katılmasını önerdi. NSDAP’ın desteğinin en yüksek
noktaya zaten çıkmış olduğuna inanan Papen, sürekli muhalefetle
kalmanın partiye zarar vereceğini iddia ediyordu. Oysa ki Papen’in
daha sonra belirteceği üzere, Hitler verimli bir işbirliğine
yanaştığında ve “cumhurbaşkanı onu daha iyi tanımak zorunda
kaldığında” o, Nazi liderinin lehine şansölyelikten istifa etmeye
hazırlanacaktı. Hitler bu öneriyi tereddütsüz reddetti ve bu kadar
büyük bir hareketin lideri olarak ikinci plandaki bir rolü kabul
edemeyeceğini belirtti. En kötü durumda, bağlaşıklarından birinin
şansölye yardımcılığı görevini kabul etmesine izin verir, ama kendisi
muhalefette kalırdı. Papen, zaman zaman hiddetlenen toplantının
sonunda Hitler’e, kararın cumhurbaşkanına ait olduğunu, ama
kendisinin Hindenburg’a tartışmalardan olumlu bir sonuç çıkmadığını
bildireceğini söyledi. 356
Goebbels’in Reichskanzlerplatz’daki evinde toplanan Hitler ve
maiyeti şimdi gayet doğal olarak karamsarlık içindeydi. Beklemekten
başka yapabilecekleri bir şey yoktu. Ve saat üç gibi Devlet Müsteşarı
Planck Reich Şansölyeliği'nden arayıp cumhurbaşkanının Hitler’i
görmek istediğini söyleyince, ona, eğer karar zaten verildiyse
Hitler’in bu görüşmeye gelmesinin hiçbir anlamı olmadığı söylendi.
Müsteşar Hindenburg’un önce Hitler’le konuşmak istediğini söyledi.
Belki de hâlâ bir şans vardı. 357 Hitler 16:15’deki görüşme için
Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na vardığında Wilhelmstrasse’de yüzlerce
insan toplanmıştı. Hindenburg nazik fakat soğuktu. Hindenburg’un
müsteşarı Otto Meisner’in aldığı notlara göre Hitler’e, Papen'in
hükümetinde hizmet vermeye hazır olup olmadığını sordu ve
işbirliğinin hoşnutlukla karşılanacağını belirtti. Hitler, bütün bir
sabah şansölyeye açıkladığı sebeplerden dolayı mevcut hükümete
katılmasının söz konusu olamayacağını bildirdi. Hareketinin önemi
göz önüne alındığında hükümetin liderliğini ve “hem kendisi hem
partisi için tam yetkiyle devletin liderliğini” (die Staatsführung in
vollem Umfange ) talep etmeliydi. Cumhurbaşkanı bunu kesin bir
dille reddetti. Eğer hükümetin tüm yetkilerini tek bir partinin, hem
de diğer tüm görüşlere karşı müsamahasız bir partinin ellerine teslim
ederse, vicdanına, vatanına ve Tanrı’ya hesap veremeyeceğini
söyledi. Ülke içindeki bu huzursuzluktan dolayı üzgündü ve
muhtemelen bu huzursuzluk dış ilişkileri de etkileyecekti. Hitler
kendisi için başka bir çözümün söz konusu olmadığını tekrar
vurguladığında, Hindenburg o halde muhalefetini centilmence (ritter-
lich) yürütmesini tavsiye ederek, tüm terör faaliyetlerinin en katı
şekilde cezalandırılacağını belirtti. “Eski yol arkadaşları” olarak el
sıkıştılar ama bu siyasi bir gerçeklikten çok dokunaklı bir jestti.
Toplantı yalnızca yirmi dakika sürmüştü. Hitler kendini kontrol
etmişti. Ama dışarı çıktığında koridorda patladı. Olayların kaçınılmaz
bir şekilde, öne sürdüğü akıbete, cumhurbaşkanının düşüşüne doğru
gittiğini söyledi. Hükümek çok zor durumda kalacaktı, şiddetli bir
muhalefet olacaktı ve bunun sonuçlarından o sorumlu olmayacaktı. 358
Nazilerin anlattığına göre, cumhurbaşkanının odasının dışındaki kısa
ve ateşli bir konuşma, Reich Şansölyesi Papen’in Reichstag’ın hiçbir
öneminin kalmadığını vurgulayan havalı bir jestiyle ve şu sözleriyle
noktalanmıştı: “Eğer hükümete girmeyi kabul etseydiniz, en çok üç
hafta içinde şu an olmak istediğiniz yerde olacaktınız.”359
“Bir burjuva kabinesinde Führer’in şansölye yardımcısı olacağı fikri
ciddiye alınamayacak denli grotesk,” diye yazmıştı Goebbels,
Hitler’in yarım saat içinde elleri boş geri dönmesi üzerine. 360 Fakat
günlüklerinin yayımlanmış versiyonundaki süslenmiş anlatısında,
hareketin içinde olduğu derin umutsuzluğa dair tek laf etmemiştir. 361
Hitler büyük bir siyasi yenilgi yaşadığının farkındaydı. Dokuz yıl
önceki darbe girişiminden beri en büyük başarısızlığıydı bu. 362 Bütün
bu yıllar içinde izlediği stratejinin, yani kitleleri harekele geçirmenin
-bu zaten onun doğal güdüsü ve yapabildiği en iyi şeydi- iktidarı
almaya yeteceği öngörüsü açıkça başarısız olmuştu. Partisini bir
çıkmaza sokmuştu. İlerleyiş gerçekleştirilmişti; NSDAP ışık hızında
bir yükselişle iktidarın kapılarına dayanmıştı. Ezici bir seçim zaferi
kazanmıştı. Ama tek bir kişi, Weimar Cumhuriyeti Anayasası’na göre
rızasının şart olduğu kişi, Cumhurbaşkanı Hindenburg Reich
Şansölyesi olmasını reddetmişti. “Ya hep ya hiç” kumarı bu sefer
Hitler’in ellerini boş bırakmıştı. Yorgun, moralsiz, korkunç bir hayal
kırıklığına uğramış, serkeş durumdaki bu partiyle muhalefete devam
etmek pek de cazip bir seçenek değildi. Ama geriye bir tek bu
kalmıştı. Yeni seçimler yapılsa bile aynı destek seviyesini tekrar
tutturmak zordu.
13 Ağustos 1932 Hitler’in iktidar teşebbüsünde önemli bir tarihtir.
Bundan sonra 30 Ocak 1933’e dek böyle bir şey bir daha gündeme
gelmeyecekti. Cumhurbaşkanının fikrini değiştirebilecek nüfuzlu
bağlaşıkları olmadığı takdirde Hitler -büyük bir hareketin başı olsa
da, ülkede 13 milyon yandaşı olsa da- iktidara gelemeyecekti. Bir
zafer kazandıktan sonra ona verilmeyen, ancak (kasımda yapılan bir
sonraki Reichstag seçiminde yaşadığı) bozgunun ardından ellerine
teslim edilen bu iktidar, hiçbir şekilde “iradenin zaferi" olarak
değerlendirilemezdi.
X
İKTİDARA ÇIKARILIŞ

"Onu hiz tuttuk."

franz von Papen, 1933 Ocak sonu

"Hitler'i köşeye sıkıştırıyoruz."

Alfred Hugenberg, 1933 Ocak sonu

"Hayır. Her şey düşünüldüğünde. hu hükümetin kaygılanması


için hiçbir sebep yok."

Sebastian Haffner ( 1939)


1932 güzü boyunca Weimar Cumhuriyeti’nin devlet krizi iyice
derinleşti. Ufukta bir çözüm görünmüyordu. 1932-1933 kışının ilk
aylarında hassas döneme girildi. Bu evre boyunca iktidar üzerindeki
manivela giderek birkaç kişinin, özellikle de Papen, Schleicher ve
Hindenburg’un eline geçmekteydi. Onların arkasında güçlü lobiler
vardı; büyük işletmeler, toprak sahipleri ve ordu. Ama bu elit gruplar
sağlam ya da birleşik bir “yönetici sınıf” oluşturmuyorlardı. Aynı
şekilde, uyum içinde davrandıkları da yoktu. Aslında hem ekonomik
çıkarlar hem de tercih ettikleri siyasi stratejiler açısından kendi
içlerinde de bölünmüş durumdaydılar. 1 Bütün istedikleri demokratik
“parti sistemi”ne bir son vermek, (SPD de dahil olmak üzere)
“Marksizm”i ve sendikalizmi yok ederek bir tür otoriter rejime
dönmekti. Bunun ötesinde krize nasıl bir çözüm bulunacağına dair
ortak bir görüşleri yoktu. Elit sınıfın bu farklı kesimleri arasında,
kitlelerin, iktidarın biçimlenmesi sürecinden bir süreliğine
dışlanabileceğine dair bir illüzyon da vardı; ve bu fikri ifade eden
özellikle Papen hükümeti ve destekçileriydi. Kısa dönem için
düşünüldüğünde bu aslında bir illüzyon değildi. O dönem itibariyle
Alman halkının hükümetin kuruluşu üzerinde zaten doğrudan bir
etkisi yoktu. Reichstag’ı saf dışı bırakma ve parti yönetimini dağıtma
girişimi, Brüning yönetimi tarafından krizle başa çıkmanın bir yolu
olarak başlatılmış; Papen yönetimindeyse bu, hükümetin temel
prensibi olmuştu. Fakat harekete geçmiş kitleleri uzaklaştırmak öyle
basit bir iş değildi. Onlar elit sınıfın eseri ya da maşası değillerdi. Ve
sağ içinde, bu kitleleri neredeyse tamamen kontrol edebilen kişi
Hitler idi.
Otoriter bir rejim isteyen ama Nazilerden farklı bir bakışa sahip
olan herkesin ikilemi, Hitler olmaksızın bu rejimi nasıl
getirecekleriydi. Hitler açısından ise problem şuydu: Kitleleri
harekete geçirmişti geçirmesine ama iktidarı ellerinde tutanlar onu
kendisine vermeyi reddetmeyi sürdürürlerse ne yapacak, iktidan
nasıl alacaktı? 1932 güzünün çıkmazı işte buydu. Bu açmazın yok
edilmesinde bizzat kişilerin faaliyetleri çok önemli bir rol oynadı.
Hitler görmezden gelinemezdi. Büyük boyutlarda bir kitle hareketi
yaratmıştı. Bu sayede, isteklerine ters düşen siyasi seçenekleri
engelleyebilecek pozisyondaydı. Ama hareketi, iktidarı tek başına ele
geçirmesine yetecek denli güçlü değildi. Yüksek mevkilerden yardım
almaya ihtiyacı vardı. Aksi takdirde harekelinin dağılmaya başladığını
görebileceği ve kendi siyasi düşüşüne tanık olabileceği kritik bir ana
gelmişti.
Weimar devletinin çok boyutlu krizi büyüdükçe ve alternatif politik
stratejilerin faaliyet alanı daraldıkça, Nazilerin dışındaki
muhafazakar-milliyetçi sağ içinde başına buyruk kişisel
“inisiyatiflere” daha çok yer açılıyordu. Hitler’in nihai zaferi, çok
ciddi yanlış hesaplara dayandığı görülecek olan böyle
“inisiyatifler”den kaynaklandı. Ama yine de durumu bir “iş kazası”
olarak görmek mümkün değildir. Bu tür yanlış hesaplar muhafazakar
sağın uzun süredir sahip olduğu eğilimlerin ürünüydü. 2 Hem
Hindenburg hem de onun üzerinde etki sahibi olanlar sağcı bir çözüm
bulmaya o kadar niyetliydiler ki parlamenter bir çözüm olasığı
üzerinde hiç düşünmüyorlardı. Ve Hitler’i hükümete katına amacında
olan “ehlileştirme sıratejisi”nin farklı versiyonlarında -ki bunları
çeşitli zamanlarda o ya da bu biçimde savunanlar hep Hindenburg’un
çevresindekilerdi- Hitler’e yönelik bir küçümseme ya da hafife alma
durumu vardı. Buna, “doğal” yönetici sınıfların sonradan görmeleri
kontrol etme yeteneklerine dair kökleşmiş bir aşırı güven de eşlik
ediyordu.
Hitler’in iktidara gelmesinde kendi faaliyetleri ikincil bir rol
oynamıştır. Aslında ajitasyonu aralıksız sürdürmek dışında yaptığı tek
şey en yükseğe oynamak -bir başkanlık kabinesinde Şansölye olmak-
ve diğerlerinin onu başka bir konumda hükümete katına önerilerine
şiddetle karşı koymaktı. Bu politika sonunda işe yaramıştı. Fakat
sonuç Hitler’in kendisinden çok diğerlerinin faaliyetlerine bağlıydı.
I

Hitler 13 Ağustos’taki olayları “kişisel bir yenilgi” olarak


görüyordu. 3 Kızgınlığı ve aşağılanmış olma duygusu hükümetin
toplantı hakkında yaptığı kaba bir açıklamayla iyice arttı;
Schliecher’in kışkırtmasıyla yapılan bu açıklamada, Hitler’in tüm
iktidarı talep etmesi karşısında Hindenburg’un onu nasıl reddettiğine
kısaca değinilmişti. Hitler haklılığından emin, çok bilmiş ve gücenik
bir tavırla ancak “tüm” iktidarı talep etmediğini söyleyebilmişti. 4 O
anda öfkesi özellikle Papen’e yönelmişti. 5 Aracılık yapsın diye
Obersalzberg’e gönderilen ve orada birkaç gün kalan Joachim von
Ribbentrop -geleceğin Reich Dışişleri Bakanı olacak, mizah
yeteneğinden yoksun bu kişi Almanya’nın en büyük üreticilerinden
Henkefin mirasçılarından biriyle evlenerek kariyerinde bayağı bir
yukarılara tırmanmış ve kısa bir süre sonra da NSDAP’a katılmıştı-
onu “Her von Papen’e ve Berlin’deki tüm kabineye küskün ve kızgın
bir halde” bulmuştu. 6 Ama Papen 1933 Ocak ayındaki olaylardan
dolayı mazur görülse bile, Schleicher 1932 Ağustosuyla 1933 Ocak
ayı arasında kalan dönemdeki rolü nedeniyle Nazilerin öfkesinin
temel hedefi olacaktı. 7 Ağustos’ta Hindenburg’un. kararına generalin
karşılığı şöyle olmuştu: “Karar doğruydu. Adolf Hitler’e iktidar
verilemezdi.”8 Schlcicher’in perde arkası manevraları, özellikle
Hitler’in aşağılanmasına neden olan ağustostaki “ihanet”i
unutulmamıştı. Nitekim bunları hayatıyla ödeyecekti. 9
Hitler, hep yaptığı gibi, hayal kırıklığını ve moral bozukluğunu açık
ve net bir saldırganlık olarak dışavurdu. Karar almakta ne kadar
zorlanıyorsa da bir kez karar aldı mı, ne bu kararın doğruluğundan
şüpheye düşüyor, ne de dönüp başka bir ihtimal üzerinde
düşünüyordu. 13 Ağustos 1932’den sonra da aynen böyle oldu. 15
Ağustos’ta Münih’te parti liderlerine yapacağı bir konuşmaya
giderken yolda kendi kendine “olaylar nasıl gelişecek, bakalım
göreceğiz,” diye mırıldanıyordu. 10 16 Ağustos’ta, -Ruhr’un büyük
sermayedarlarıyla ve Hitler’in basın şefi Otto Dietrich’le yakın ilişki
içindeki bir gazete olan- Rheinisch-Westfâlische Zeitung’a verdiği
samimi bir röportajda, durumunu kamuya açıklama fırsatını da
bulmuştu. Nefret edilen Papen hükümetine karşı olduğunu şimdi
açıkça ilan ediyordu. Yazınki gölge boksu artık son bulmuştu. Hayal
kırıklığı içindeki fırtına-birlikçileri sakinleşsin ve olası bir yasağın önü
alınsın diye SA’ya iki haftalığına izin verildi. 11 Associated Press’e
verdiği bir röportajda şöyle diyordu: “Mesele benim Berlin’e yürüyüp
yürümeyeceğim değildir. Mesele kimin Berlin’den çıkıp gideceğidir.
Benim fırtına-birliklerim görüp görebileceğiniz en disiplinli kuvvettir
ve illegal bir yürüyüşe teşebbüs etmeyeceklerdir. Zaten Berlin’de
olduğuma göre, niye Berlin’e yürüyeyim ki?”12
İlerleyen günler içinde Hitler dikkatini, Hindenburg’la yaptığı
görüşmenin gerginliğinden başka bir şeye yönlendirme fırsatını
buldu. 10 Ağustos’ta bir grup SA milisi, bir Silezya köyü olan
Potempa’da komünist sempatizanı işsiz bir emekçiyi öldürmüştü. 13
Cinayet maktulün annesinin ve erkek kardeşinin gözleri önünde
olağandışı bir vahşetle işlenmişti. Her zaman olduğu gibi bu olayda
da siyasi ve kişisel faktörler birbirine dolanmıştı. Bu olayda kamu
düzeninin ne derecede bozulduğunun işaretlerini görmek mümkündü.
Cinayet korkunç derecede barbarca işlenmiş olsa da aslında
karşımızdaki, 1932 yazında gerçekleşen sıradan bir terör olayından;
yakında kendini gösterecek olan iç savaş koşullarındaki şiddet
ortamının belirtisinden başka bir şey değildi. Olay ilk etapta kimsenin
dikkatini çekmedi. O dönemde tek bir gün içinde otuz altı siyasi
şiddet vakasının kaydedildiği vakiydi. Potempa olayı göze
çarpmamıştı. Bununla birlikte cinayet Papen hükümetinin terörle
mücadeleye yönelik olağanüstü hal kararnamesini çıkarmasından bir
buçuk saat sonra işlenmişti. Bu kararnamede, siyasi amaçla kasten
işlenen cinayetlere ölüm cezası verilmesi ve kararnamenin yetki
alanına giren davalar çabuk çözümlensin diye özel mahkemeler
kurulması öngörülüyordu. Dava 19-22 Ağustos tarihleri arasında
Beuthen’de, gergin bir atmosferde ve yoğun bir propaganda dalgası
içinde görüldü. Mahkemenin sonunda beş sanık ölüm cezasına
çarptırıldı. Fakat Nazi cephesinde duyguları alevlendiren bu değildi;
onları esas celallendiren, aynı gün, temmuz ayında Ohlau’da çıkan
olaylarda iki SA milisini öldürmekten yargılanan iki Reichsbanner
milisinin daha hafif cezalar almış olmasıydı. O cinayetler kasten
işlenmemişti ve kararnamenin çıkmasından önce gerçekleşmişti. Ama
Nazi yandaşları tabii ki bu tür ayrımları önemsemiyorlardı. Potempa
katilleri birer şehit gibi lanse edildiler. Yerel SA lideri Heines eğer
ölüm cezası infaz edilirse ayaklanma olacağı tehditini savuruyordu.
Demogagca tiradıyla kalabalığı öyle tahrik etti ki kalabalık
Beuthen’de Yahudilerin dükkanlarının camlarını kırdı ve yerel SPD
gazetesinin bürolarına saldırdı. Bu öfkeli atmosferde Göring suçluları
övüyor, ailelerine para gönderiyordu. Röhm, cezaevinde onları
ziyaret etmekle görevlendirilmişti. 22 Ağustosla Hitler bizzat bir
telgraf göndererek sansasyona yol açtı. “Yoldaşlarım!” diye
yazıyordu, “bu canavarca kanlı hüküm (Bluturteil) karşısında,
kendimi size sınırsız bir sadakatle bağlı hissediyorum. Şu andan
itibaren sizin özgürlüğünüz bir onur sorunudur. Bu şiar altında
hükümete karşı mücadele etmek bizim görevimizdir!”14 Almanya’nın
en büyük partisinin başı, alenen, cinayet suçlularıyla dayanışma ilan
ediyordu. Bu Hitler’in göze alması gereken bir skandaldı. 15 Potempa
katillerine sempati göstermese, özellikle hassas bir bölge olan
Silezya’da SA’yı kendinden soğutma ihtimali vardı ve o dönemde
zaten huzursuz olan fırtına-birlikçilerini dizginlemek büyük önem
taşıyordu.
Ertesi gün Hitler Papen kabinesini eleştiren bir beyanat verdi ve
bu beyanatta 13 Ağustos olaylarını tam tersine çevirme fırsatını da
yakaladı. İddiasına göre hükümete katılmayı reddeden esas kendisi
olmuştu: “Siz, ulusun özgürlüğü ve onuru için mücadele etme
hissiyatına sahip olanlar, bu burjuva hükümetine katılmayı niye
reddettiğimi anlayacaksınızdır.” “Sergilediğimiz bu davranışla, milli
kabineye karşı olan tavrımız bir kez daha belli olmuştur ve hep öyle
kalacaktır.”16
Bu olayda Papen geri adım attı ve Prusya Reich Komiseri olarak
yetkisini kullanarak, Potempa katillerinin ölüm cezasını ömür boyu
hapis cezasına çevirdi; Papen bu kararın yasal değil politik kaygılarla
alındığını kabul ediyordu. 17 Katiller kısa süre sonra, Mart 1933’te
Nazilerin çıkardığı afla serbest kaldılar. 18
Potempa davası, perde arkasındaki kişilerin hükümet içinde hâlâ
Hitler'le işbirliği yapma yollarını aradıkları bu kritik noktada,
Nazilerin yasalara karşı olan tavrına çarpıcı bir şekilde ışık
tutmuştur. Aslına bakılırsa Hitler Papen’in 9 Ağustos’taki olağanüstü
hal kararnamesini iyi karşılamış, bu kararnamenin Marksistlerin
“katil çetelerine yönelik çıkarıldığını düşünmüştü. 19 Fakat Nasyonal
Sosyalist bir hükümetin kararnamelerinin daha farklı olacağı
Volhischer Beobachter’de açıkça ilan ediliyordu. Bütün Komünistler
ve Sosyal Demokrat parti görevlileri, “cinayet mahalleri”ni
(Mordviertel) “dumana boğanlar” (konzentrierle Ausrâucherung)
derhal tutuklanıp, hüküm giyecek; “zanlılar ve entelektüel
kışkırtıcılar toplama kamplarına gönderilecekti.”20 Potempa katilleri
hüküm giydikten sonra Alfred Rosenberg aynı resmi parti organında
şöyle sesleniyordu: Beuthen mahkemesi, “burjuva adaletine göre bir
Polonyalı komünistin cephede savaşan beş Alman’a, eşit olduğunu”
göstermiştir. İşte bu yüzden Nasyonal Sosyalizm meselelere ideolojik
olarak bakmak zorundaydı. Böyle bir felsefede, “bir kişi başka birine,
bir ruh diğerine eş değildi.” Nasyonal Sosyalizm için “‘böyle bir yasa'
yoktu. Onun hedefi güçlü Alman insanlarıydı; inancı da işte bu Alman
insanının korunmasıydı. Hukuk, sosyal yaşam, siyaset ve ekonomi bu
amaçla uyum içinde olmalıydı.”21 Hitler’in kuracağı bir hükümetin
neler yapacağına dair gayet açık seçik olan bu ifadelerin hukuk
kurallarıyla yönetilen bir ülkede ne anlama geleceği sorusu bile,
krizden çıkmanın tek yolunun hâlâ Nazilere hükümet mevkilerinde
sorumluluk vermek olduğunu düşünenleri caydırmadı.
Hitler’in Şansölyelikten aşağı bir konumu kabul etmemesi yalnızca
NSDAP için güçlük yaratmakla kalmadı. Bu durumun sonucunda
hükümetin problemleri de iyice şiddetlendi. Schleicher şimdi,
Hindenburg Cumhurbaşkanı olduğu sürece Hitler’i Şansölye yapma
fikrinden vazgeçmişti. 22 Papen’in de buna kararlı bir şekilde muhalif
olması Hindenburg’un muhalefetinin sürmesini garanti altına
alıyordu. Geriye, ikisi de çekici olmayan iki olasılık kalıyordu. İlki
Zentrum ile Nasyonal Sosyalistler arasında -iki partinin renklerinin
birleşmesiyle- “siyah-kahverengi" bir koalisyon kurulmasıydı. 13
Ağustos olaylarının arkasından Zentrum'la böyle bir ihtimal üzerine
yapılan çalışmalar geri çekmişti. Böyle bir çözüm zaten pek ihtimal
dahilinde olmamıştı. Gregor Strasser buna istekliydi ama Hitler’in
desteği olmaksızın bir şey yapamazdı ve ikisi arasındaki gerilim
artmaya başlamıştı. 23 Zentrum NSDAP’a Şansölyeliğin verilmesinin
kabulü konusunda ısrarına devam ediyordu, fakat bu arada Hitler’in
Şansölyeliği bir “onur sorunu” halini almıştı. 24 Brüning, Prusya
Başbakanlığı ve İçişleri Bakanlığı da dahil olmak üzere Hitler’in
partisi için talep ettiği diğer görevleri vermeyi de reddetmişti. 25
Hitler ise şimdi, bu ihtimalin bir kez daha ortaya çıktığı kasım
seçimleri sonrasında olduğu gibi, Reichstag çoğunluğunun desteğine
bağlı bir hükümetin başına geçme konusunda isteksizdi. 26 Her
durumda, parlamenter sisteme geri dönmeyi düşünmek Hindenburg
ve onun akıl hocaları için düşünülemeyecek bir şeydi. 27
İkinci alternatif, Nazilerin ve komünistlerin birlikte “negatif
çoğunluk” oluşturduğu Reichstag’ın desteğinden umudu kesip bir
“çatışma kabinesi”ni (Kampfkabinett) sürdürmekti. Bu alternatif,
ilkin İçişleri Bakanı Gayl tarafından önceki aylarda geliştirilmiş olan
planlarlarla uyum içindeydi. Bu planda amaç Reichstag’ı feshetmek
ve yeni seçimleri de erteleyerek zaman kazanmak; böylece -biri
seçimle başa gelmemiş olan- iki meclisli bir sistemle ve sınırlı oy
hakkıyla Reichstag’ın yetkilerini uzun dönemde kısıtlayabilmekti. 28
Niyetleri “parti yönetimi”ni temelli ortadan kaldırmaktı. Böyle ciddi
bir adım için cumhurbaşkanının ve ordunun desteği şarttı. Ordunun
desteği esas olarak, soldan ve muhtemelen Nasyonal Sosyalistlerden
de gelecek muhalefetle mücadele etmek için gerekiyordu. Papen,
Reichstag’ın feshedilmesi ve -anayasanın çiğnenmesi pahasına- altmış
günlük limitin aşılıp seçimlerin geciktirilmesi yönündeki bu çözümü
30 Ağustos’ta Neudeck'teki bir toplantıda Hindenburg’a sundu.
Toplantıda Schleicher ve Gayl da bulunuyordu. Hindenbug Papen’e
sessizce fesih emrini verdi ve ulusun içinde bulunduğu olağanüstü
hale dayanarak, seçimlerin anayasaya aykırı bir şekilde
geciktirilmesini kabul etti. Önde gelen bazı anayasa hukukçuları -
bunların içinde en göze çarpanı, 1933’te kendini Üçüncü Reich’ın
hizmetine adayacak olan ünlü anayasa teorisyeni Carl Schmitt idi—
böyle bir manevrayla otoriter devletin getirilmesini destekleyecek
yasal argümanları sunmaya hazırdılar. 29
Aslına bakılırsa, Papen böyle bir çözümü riske atmak istemiyorsa,
fesih işlemini yeni meclisin 30 Ağustos’taki ilk oturumunda
gerçekleştirmeliydi. 12 Eylüldeki ikinci oturumda inisiyatif
kaybedilmişti. 30 Hep olduğu gibi Papen açılış oturumuna katılmadı ve
30 Ağustos’ta Reichstag, NSDAP, BVP ve Zentrum’un oylarıyla
Hermann Göring’in Reichstag başkanı seçilmesinin ardından, açılış
formalitelerindeki konuşma hakkı çerçevesinde, Reichstag’ın en yaşlı
üyesi Clara Zetkin’in kapitalizme yönelik saldırısını ve sovyetleşmiş
bir Almanya savunusunu dinledi. 31 Göring hiç vakit kaybetmeden,
kendisinin başkan olarak seçilmesinin de gösterdiği gibi,
Reichstag’da iş görmeye yetecek bir çoğunluğun olduğunu ve
olağanüstü hal yönetimi ilan edilmesinin gerekli olmadığını vurguladı.
NSDAP ve Zentrum’un 1 Eylüldeki ortak beyanları iki parti
arasındaki uzlaşma çalışmalarının başladığını gösteriyor ve
olağanüstü hal ilan edilmesi ihtimalini ortadan kaldırmayı
amaçlıyordu. 32 Nazi tarafından gelen taktiksel bir manevraydı bu. 33
Öte yandan Naziler Reichstag’ın feshedilmesine karşı hazırlıklıydılar.
“Eğer karşı taraf anayasayı çiğnerse,” diye yazıyordu Goebbels, “bizi
durduran tüm yasal yükümlülükleri bir kenara koyarız; bunun
ardından vergi boykotları, sabotajlar ve ayaklanma gelir.”34 8
Eylüldeki Nazi liderleri toplantısında Hitler, yeni seçimlerin
yapılmasının kaçınılmaz olduğunu, bunun ne kadar çabuk olursa o
kadar iyi olacağını belirtti. Gregor, Strasser’in öne sürdüğü bir
seçeneği düşünmeksizin reddetti; Strasser’in, Schleicher tarafından
yönetilen bir kabineyi kabul etme tavrına gittikçe daha şüpheli
yaklaşıyordu. Hitler’in yegane amacı -bağımlı bir koalisyon
ortaklığında değil bir başkanlık kabinesinde- Reich Şansölyesi
olmaktı. 35
Reichstag 12 Eylülde ikinci -ve son- kez toplandı. Gündem
listesindeki tek madde hükümetin mali duruma dair bir
deklarasyonuydu. Ekonomik iyileşmeyi amaçlayan ayrıntılı bir
programdı bu ve üzerine yapılacak tartışmanın birkaç gün sürmesi
bekleniyordu. Bununla birlikte komünist milletvekili Ernst Torgler
gündemde değişiklik için bir önerge sundu. 36 Amacı, -toplu sözleşme
sisteminde ciddi bir yarık açan- 4 ve 5 Eylül olağanüstü hal
kararnamelerinin geri çekilmesine yönelik partisinin tasarısını
sunmak ve bunu hükümete karşı bir güvensizlik oyuyla birleştirmekti.
Böyle bir öneriyi aslında kimse beklemiyordu. Gündemde değişiklik
yapılmaması için tek bir itiraz yeterliydi. Naziler DNVP delegelerinin
itiraz etmesini bekliyordu. Fakat onlardan tek bir kişi bile itiraz
etmedi. Bunu izleyen kargaşa ortamında Frick, Hitler’in ne
yapacağını anlamak için oturuma yarım saatlik ara verilmesini istedi.
Şaşkına dönen Papen hemen Şansölyelik’e birini gönderdi ve 30
Ağustos’ta Hindenburg tarafından imzalanmış olan, yanında
getirmeye zahmet etmediği fesih emrini alıp getirmesini istedi.
Bu arada Zentrum komünistlerin önerisini reddetmesi için
Nasyonal Sosyalistleri ikna etmeye çalışıyordu. Fakat kısa bir
toplantı sonunda Hitler hükümeti utandırma fırsatının kaçırılmaması
gerektiğine karar verdi: Nazi milletvekilleri komünistlerin
güvensizlik oyu önerisini hemen destekleyecek ve Papen’in
getireceğinden hiç kimsenin şüphe etmediği tasfiye emrini boşa
çıkaracaklardı. 37 Reichstag tekrar toplandığında Papen koltuğunun
altında geleneksel olarak tasfiye emirlerinin taşındığı kırmızı
çantayla ortaya çıktı. Kaotik bir ortamda Reichstag Başkanı Göring
hemen komünistlerin önerisini oylamaya geçeceklerini duyurdu.
Bunun üzerine Papen konuşmaya çalıştı. Göring onu görmezden
geliyor, Şansölye’ye değil, uzağa salonun sol tarafına bakıyordu.
Papen’in devlet müsteşarı Planck Göring’e Şansölye’nin konuşma
hakkını kullanmak istediğini anlatmaya çabalarken, Göring oylamanın
başladığını belirtmekle yetindi. Bir kez daha konuşmaya çalışıp hiçbir
sonuç alamayan Papen, Reichstag başkanının kürsüsüne doğru
yürüdü ve elindeki fesih emrini Göring’in masasına fırlattı. Ardından
alaylar arasında kabinesiyle birlikte salondan çıktı. Göring neşeli bir
edayla fesih emrini bir kenara itti ve oylamanın sonucunu duyurdu.
Hükümet 512’ye 42 oyla yenilmişti, beş kişi çekimser kalmış, bir kişi
geçersiz oy kullanmıştı. Sadece DVNP ve DVP hükümeti
desteklemişti. Zentrum da dahil olmak üzere bütün büyük partiler
komünistlerin önerisini desteklemişti. Böyle bir parlamenter yenilgi
daha önce hiç görülmemişti. Karar Reichstag’da çılgınca alkışlar ve
neşeli nidalarla karşılandı.
Göring şimdi Papen’in fesih emrini okudu ve hükümet güven oyu
alamayıp düştüğüne göre emrin de geçersiz olduğunu açıkladı. Bu
teknik açıdan doğru değildi. Göring daha sonra, Papen’in emri
sunmasıyla Reichstag’ın resmen dağılmış olduğunu kabullenmeye
mecbur kaldı. Bu durumda güvenoyunun yasal bir dayanağı yoktu.
Fakat bu sadece prosedür açısından önem taşıyordu. Sonuçta
hükümet yerinde kaldı. Bununla birlikte gerçek şuydu ki halk
temsilcilerinin beşte dördünden daha fazlası hükümeti reddetmiş,
Papen’in neredeyse hiç halk desteğine sahip olmadığı olası en
aşağılayıcı biçimde ortaya serilmişti. 38 Hitler neşe içindeydi. 39 Alaycı
Nazi taktikleri, fırsat bulup iktidara geldiklerinde Nazilerin nasıl
davranacaklarını açıkça gösteriyordu. 40
Bu yıl beşinci kez olmak üzere yeni seçimler ufukta görünmüştü.
Yeni seçim için, anayasanın tanıdığı altmış gün müddetinin aşılmasına
Hindenburg’un verdiği onay hâlâ Papen’in elindeydi. Fakat 12 Eylül
fiyaskosundan iki gün sonra kabine, şimdi böyle bir şeyi deneminin
vakti olmadığına karar verdi. 41 6 Kasım yeni seçim tarihi olarak
belirlendi. Nazi liderliği zorlukların farkındaydı. Burjuva basının tavrı
şimdi tamamen düşmancaydı. NSDAP yayın araçlarını pek
kullanamayacaktı. 42 Halk seçimlerden bıkmıştı. Önde gelen parti
konuşmacıları bile aynı yüksek performansı yakalamanın zor
olduğunu düşünüyorlardı. Goebbels önceki kampanyaların eldeki
bütün parayı tükettiğini belirtiyordu. Partinin kasası boştu. Fon
bulmak zordu. Kampanya süresince örgütünü Münih’ten Berlin’e
taşımış olan propaganda lideri bile bu “mali sefaletle baş etmenin
kolay olmayacağını düşünüyordu. 43
Reichstag’daki sıradışı olaylardan kısa bir süre sonra Münih’e
gitmek üzere Berlin’den yola çıkan Hitler oldukça rahat bir ruh
halindeydi. 44 Parti içindeki şüpheler ne olursa olsun, 6 Ekim’de
Münih’te toplanmış olan propagandistlere iyimserliğini yansıtmayı
başardı. Hitler bu toplantıda talimatları verip, kampanyayı başlatmış
ve “mücadeleye tam bir güvenle atılıyorum,” demişti. “Savaş
başlayabilir. Dört hafta sonunda bu savaştan biz galip çıkacağız.”45
Hitler birkaç gün önce, 2 Ekim’de, Hitler Gençliği tarafından
Postdam’da düzenlenen “Reich Gençlik Gösterisi”ne katılmıştı.
Lüdecke’nin anlatısına göre aslında gitmeyi istemiyordu. Fakat
Schirach seçimden önce böyle bir propaganda olasılığını kaçırmaması
gerektiğini söyleyerek onu ikna etmişti. Kuzey-sınırı geçit töreni
konvoyunu oluşturan korumaların ve türlü yaverlerin arasında
Lüdecke de vardı. Hitler, önceki birkaç yılını ufak tefek işler yaparak
Amerika’da geçirmiş olan Lüdecke’den Amerika’yla ilgili izlenimlerini
dinlemek istemiş; onun, çocukken kendisinin de bayıldığı Karl May’ın
kovboy ve kızılderili hikayelerini sevdiğini duyunca memnun olmuş ve
ona bu hikayeleri hâlâ okuyup, heyecan duyduğunu söylemişti.
Saksonya’daki bir yol tamiratı nedeniyle arabalar, ellerinde kızıl
bayraklarla komünistleri taşıyan kamyonetleri geçmek için
yavaşlamak zorunda kalınca, korumalar alarm durumuna geçtiler.
Ama Hitler ve maiyeti işittikleri küfürler dışında bir tehlikeye maruz
kalmadı. Postdam’a yaklaşırlarken tekrar yavaşladılar, ama bu sefer
yolları üzerindeki Hitler Gençliğine mensup bir kalabalıktı. 46
Bütün bir Almanya’dan, ayrıca Avusturya, Bohemya, Danzig ve
Memel’den kızlı erkekli tahmini 110 bin genç Postdam’a gelmişti; bu
rakam beklenenin iki katıydı. Çoğu günlerdir yoldaydı. Ekim başında
havaların serin olmasına rağmen, yer bulamayanlar açık havada
uyuyordu. Hitler esas gösterinin yapılacağı yer olan stadyuma
girerken büyük bir coşkuyla ve meşalelerle karşılandı. “Onbinlerce
genç alanda belli bir düzen içinde duruyordu,” diye hatırlıyordu
Lüdecke. “Hitler platformda ayağa kalktığında gecenin içinde
fantastik bir bağırış, benzersiz bir sevinç çığlığı yükseldi. Ardından
Hitler elini kaldırınca ortama bir ölüm sessizliği çöktü. Bunu ancak
on beş dakika süren ateşli bir söylev izledi. Gene her zamanki
Hitler’di: doğal, ateşli, baştan aşağı cazibe dolu.”47 İhtişamlı bir
propagandanın odağındayken hep olduğu gibi kendini atmosferin
etkisine, yaptığı gösterinin heyecanına kaptırmıştı. Çok az uyumasına
rağmen bitmez tükenmez bir enerji sergiledi. Hitler Gençliği
kortejleri önünden geçerken, genç destekçilerini önemsediğini
göstermek için tam yedi saat kolunu kaldırmış bir halde ayakta
durdu.
Akşam yemeğini, nezaketle, hatta hürmetle hitap ettiği, Kayzer’in
dördüncü oğlu, parti üyesi Prens August Wilhelm'le -nam-ı diğer
Auwi- yedi ve Goebbels’in evine döndü. Fakat nihayet “sahne
arkası”nda, Münih’e dönüş yolculuğu için tren kompartımanındaki
koltuğa kendini bıraktığında imajı kenara koydu ve yorgunluktan
çöktü. “Onu yalanız bırakın,” dedi yaveri Brückner, Hoffmann ve
Lüdecke’ye. “Oyunu bitirdi.”48
Seçim onu yeniden canlandırdı. Ve yılın beşinci uzun
kampanyasında elinden gelen en iyi şeyi yapmak, yani konuşmak
üzere yola koyuldu. Hareketin baş propaganda odağı olması, bir kez
daha, konuşma ve gösterilerden oluşan ağır bir programa uymasını
gerektiriyordu. 11 Ekim-5 Kasım arasındaki dördüncü “Almanya
Uçuşu” sırasında, bir günde bazen üç, bazen de dört kez olmak üzere
en az elli konuşma yaptı. 49 1 Kasım’da Eva Braun’un silahla intihar
etme girişimini öğrendiğinde kampanyasına kısa bir ara verdi. 50
Hitler’e delicesine âşık olan Eva onu hiç göremiyordu. Âşık olduğu
adam kendini siyasi faaliyetlerine kaptırıyor, onun varlığını bile
unutuyordu ve Eva babasının silahıyla kendini vurdu -söylenene göre
kalbine nişan almıştı. Fakat telefonla bir doktor çağıramayacak
kadar kötü yaralanmamıştı. Hemen hastaneye kaldırıldı. Hitler elinde
koca bir demet çiçekle ve kafasında bu intihar girişiminin sahici olup
olmadığına dair şüphelerle Eva’yı ziyarete geldi. 51 Geçen yaz Geli
Raubal olayındaki gibi bir skandaldan korktuysa da bunu hiç belli
etmedi. 2 Kasım’da Berlin Sportpalas’taki büyük mitingde yapacağı
konuşma için gecikmeden tekrar yollara düştü. 52
Hitler’in saldırılarının hedefi şimdi esas olarak Papen ve
“gericilik”ti. Kendi hareketinin sahip olduğu büyük destek, halk
desteğinden yoksun Papen hükümetini görevde tutan “küçük gerici
çevreyle” karşılaştırıldığında tam bir tezat teşkil ediyordu. 53 “Bir
tarafta, Alman halkının 42’ye 512 oyla mahkum ettiği bir hükümet ve
bu hükümetin küçük bir gerici çevreye bağlı olan başı var; diğer
taraftaysa, halka dayanan, kendi gücüne güvenen, halkın güvenini
kazanmak için çalışan, mücadele eden bir lider var”: Nazi
propagandası müsabakayı işte böyle tanımlıyordu. 54 Hitler bakanlık
rütbelerinin onun için hiçbir anlamı olmadığını vurguluyordu. “O
partisinin lideri olmayı tercih ediyordu.” Bakanlık maaşına da ihtiyacı
yoktu, bir yazar olarak zaten bir geliri vardı. 5 milyon mark
değerinde serveti olan Papen ise Şansölyelik maaşını almaktan
vazgeçmiyor, diye devam ediyordu Hitler. Diğer yandan kendisi
şansölye maaşı talep etme niyetinde değildi: “Onun için önemli olan
halkı için çalışmaktır.”55 Hitler 13 Ağustos’ta “Baronlar Kabinesi”ne
girmeyi reddetme nedeninin çok açık ortada olduğunu söylüyordu. O,
sorumluluk -tam bir sorumluluk- almaya hazırdı, ama hiçbir etkisinin
olmayacağı yerde sorumluluk almak ne işe yarardı. “Bana karşı
olanlar benim o sarsılmaz kararlılığımı bilmiyorlar,” diye galeyana
geliyordu. “Ben yolumu seçtim ve sonuna dek bu yolda
yürüyeceğim.”56
Nazi basını doğal olarak, Hitler’in kampanyasını zafere doğru bir
yürüyüş olarak betimliyordu. “Führer Almanya için yeni
mücadelesine başlıyor,” diye ilan etmişti völkischer Beobachter 13
Ekim’de. Bunu iki gün sonra “Führer’in Bavyera Gaue’sundaki Zafer
Yürüyüşü” izledi. Coburger National-Zeitung, “Hitler Günlerinin
Muhteşem İlerleyişi” diye manşet atmıştı 17 Ekim’de. “Reich’ın dört
bir yanından devasa bir katılım oldu... Hitler kasabası olan Coburg
ise Alman özgürlük hareketinin ortaya çıkışını ve mücadelesini
sembolik olarak yansıtıyor.” “Bir zamanlar Marksizm’in hüküm
sürdüğü yerde halk şimdi Hitler’i destekliyor,” diye belirtiyordu
partinin asıl yayın organı, Hitler’in Aşağı Franken’de
Schweinfurt’taki konuşmasının ardından. 57 Ayın sonuna doğru beliren
bir başka manşet de şöyleydi: “On Dört Yıl Önce Kör Bir Gaziydi
Hastanede - Bugün Milyonların Lideri. Adolf Hitler Pomeranya
Kasabası Pasewalk’da; Alman ruhu için mücadelesine başladığı
yerde”58 Ama tüm Nazi yandaşlarının bile parti basınını izlediği
söylenemezdi. Çok daha yüksek tirajlara sahip olan burjuva
gazeteleri düşmanca tavırlarını aralıksız sürdürüyorlardı. Völkischer
Beobachter'deki muzaffer manşetler partinin içindeki dertlen
gizlemekten başka bir işe yaramıyordu: Partinin desteği düşüyordu,
en inançlı yandaşların bile morali bozuktu, SA birçok yerde
propaganda faaliyetlerine katılmaya isteksizdi, NSDAP seçimlerde
ciddi bir geri düşüşe doğru gidiyordu. 59 Parti basını Hitler’in
mitinglerinin dolup taştığı haberleriyle doluydu -katılım yüksek
görünsün diye özellikle taşradaki toplantılara dışarıdan binlerce
insan getiriliyordu- ve bu haberler seçim yorgunluğunun ve hayal
kırıklığının aleni işaretlerini gizliyordu. Hitler, partisinin oy
kaybetmesinin mümkün olduğunu, belki de çok büyük miktarda oy
kaybedeceğini biliyordu. Ama mantıklı bir fikir olmasa da
karakteristik tavrı dolayısıyla, seçimin “büyük bir psikolojik zafer”
olacağını düşünüyordu. 60 Artık Hitler bile salonları eskisi gibi
dolduramıyordu. 13 Ekim’de Nuremberg’deki konuşmasında
Luitpoldhain Festhall’ü ancak yarı yanya dolmuştu. 61 Hitler’in tek bir
konuşmasının bazı yerlerde seçim sonuçlarını değiştirdiği vakiydi.
Ama daha ekim ayından, Hitler’in propaganda turunun Nazi
desteğindeki beklenen düşüşü engelleyemeyeceği tahmin
62
ediliyordu. Seçimden önceki gün Goebbels de bir yenilgi beklentisi
içindeydi. 63
Oylar sayıldığında Nazilerin korkuları gerçek oldu. Hitler’in
iktidara gelmesinden önceki son seçimde (Weimar Cumhuriyeti’ndeki
son serbest seçimde) NSDAP 2 milyon oy kaybetmişti. Seçime katılım
oranı düşüktü; 1928’den beri görülen en düşük orandı bu (yüzde
80.6). Nazilerin aldığı oy oranı temmuzda 37.4 iken şimdi 33.1’e
düşmüş; Reichstag’da aldıktan temsilcilik sayısı ise 230’dan 196'ya
inmişti. SPD ve Zentrum’un oylarında da hafif bir düşüş vardı.
Oylarını arttıranlar Komünistler ve DNVP idi. Komünistler oylarını
yüzde 16.9’a (yaklaşık yüzde 3’lük bir farkla SPD’nin
arkasındaydılar); DNVP de yüzde 8.9’a çıkarmıştı. 64 DNVP’nin
kazançtan büyük oranda, bir önceki seçimde NSDAP’ın peşine
takılmış olan yandaşlarının geri dönmesinden kaynaklanıyordu.
Naziler açısından olumsuz bir başka faktörde seçime katılımın düşük
olmasıydı, çünkü eski NSDAP taraftarları evlerinde oturmuş, oy
vermeye gelmemişlerdi. 65 Parti, daha önce olduğu gibi, değil
Katolikler’den ve soldan ciddi miktarda oy devşirmek, bu sefer kendi
seçmenlerini bile muhafaza edememişti. Görünüşe göre bu
seçmenler tüm partilere dağılmış ama özellikle de DNVP'ye
gitmişti. 66 Orta sınıflar Nazileri terk etmeye başlamıştı.
Goebbels bu sonuçların kötümserlerin tahmin ettiğinden daha iyi
olduğunu söyleyerek kendini avutuyor ama bunun ciddi bir darbe
olduğunu da kabul ediyordu. 67 Partinin yerel ve bölgesel propaganda
ofisleri bu sonucu yaratan olumsuzluklara dair kendi analizlerini
sundular. Para yokluğu iyi bir kampanya yürütmenin önündeki baş
engel olmuştu. 68 Ama belirtilenler arasında daha gerçek sebepler de
vardı. Önemli bir sebep Hitler’in ağustosta kabineye girmeyi
reddetmesiydi. Bunun hem parti üyeleri hem de seçmenler içinde
bölünme yarattığı belirtiliyordu. Hitler hükümete girme fırsatını
reddedip de iktidara eskisi kadar uzak bir noktaya düşünce,
seçmenler bir daha ona oy vermek istememişti. 69 Bazı parti üyeleri,
“bir programı olmayan ve liderinin ne istediğini bilmediği bir
partiden” artık bıktıklarını söylemişlerdi. 70 Hitler’in ağustosta
Zentrumla vardığı uzlaşma sonucunda uzaklaşan bazı Protestanlar da
vardı. 71
Bu sebeplerin ötesinde, NSDAP’ın kampanya sürecinde yaratmış
olduğu bariz sosyalist imaj -ki asıl hedef Papenin gerici
muhafazakarlığı olduğundan bunlar kaçınılmaz hamleler olmuştu-
orta sınıfı uzaklaştırmıştı. 72 Nazilerin hücumları, komünistlerin sınıf
savaşından pek de farklı görünmüyordu. Seçimden hemen önceki
günlerde, komünistlerin ön ayak olduğu Berlin nakliye işçileri grevini
NSDAP’ın da desteklemesi, Bolşevizmin “kızıl” ve “kahverengi”
yorumları arasındaki benzerliğin kanıtı olarak görülmüştü. 73 Nakliye
grevi partinin sonbahar kampanyasındaki açmazının bir örneğiydi.
Ana burjuva muhafazakar parti olan DNVP şimdi NSDAP’ın açık
düşmanıydı. NSDAP artık tüm seçmen çevrelerini kapsayamaz,
“bütünü kapsayan” heterojen destekçi kitlesinin ya bir ya diğer
kesimini uzaklaştırmaktan kaçınamazdı. 74 Goebbels partinin Berlin
işçilerini desteklemekten başka çaresi olmadığını kabul ediyordu.
Aksi takdirde işçi sınıfından gelecek desteği ciddi oranda kaybetme
tehlikesiyle yüz yüze kalacaklardı. “Pek de imrenilecek bir konumda
değiliz,” diye yazıyordu. “Pek çok burjuva kesim greve katılmış
olmamızdan dolayı korkup uzaklaştı. Ama bu çok önemli değil. Bu
çevreler daha sonra kolayca geri kazanılacaktır. Fakat işçileri bir
kez kaybedersek, sonsuza dek kaybetmiş oluruz.”75 Goebbels’le
sürekli telefon üzerinden bağlantı kuran Hitler onun grevi
destekleme kararını onaylıyordu. “Öyle ya da böyle manasız bir
seçim”de “onbinlerce oyu kaybetmenin” “aktif devrimci mücadeleye”
hiçbir katkısı olmayacak, diyordu propaganda patronu. 76
NSDAP’ın grevi desteklemesinden dolayı şaşkınlığa düşen çoğu
taşra seçmeni -ki bu kitle 1928’den beri partinin temel desteğini
oluşturmuştu- seçime katılmamıştı. 77 Orta sınıflar için de durum pek
farklı değildi. Bir yıl önce Hitler’in heyecanla titremesine sebep
olduğu Hamburglu eski öğretmen Luise Solmitz bu seçimde -
coşkusuz ve hayal kırıklığına uğramış bir halde- DNVP’ye oy
vermişti. Ona göre Berlin grevi Hitler’in Marksizm’in kollarında
olduğunu kanıtlamıştı. Bir tanıdığına Hitler’e iki kez oy verdiğini,
ama bir kez daha vermeyeceğini söylemişti. Hitler’i solda gören
başkaları da vardı. 78 “Berlin nakliyeciler grevini tasvip etmesini
geçtim; tamam, ama bu greve katılmış olması son anda ona binlerce
oya mal oldu,” diye özetliyordu durumu Frau Solmitz seçimden bir
gün sonra. Hitler’in hiçbir çıkar beklemeden kendini milli davaya
adadığı iddiası onun gözünde artık geçerliliğini yitirmişti. “Onun
önemsediği Almanya falan değil, sadece iktidar," diyordu. “Coşkuyla
karşılayacağımız bir geleceği gösterdikten sonra Hitler bizi niye terk
etti? Hitler uyan!”79
II

Kasım seçimi siyasi pata durumunda hiçbir şeyi değiştirmemiş,


hatta belki durumu daha da beter etmişti. Hükümeti destekleyen
partilerin, yani DNVP ve DVP’nin arkasında nüfusun sadece yüzde
10’u vardı. Hem NSDAP’ın hem Zentrum’un oylarındaki düşüşle,
ağustosta tartışıldığı gibi iki parti koalisyon yapsa bile artık
Reichstag’da çoğunluk sağlayamıyorlardı. 80 Eskisi gibi gene tek
çoğunluk, negatif çoğunluktu. Seçimlerdeki bu geri düşüş Hitler’in
gözünü korkutmuştu. Münih’te parti liderlerine hiç ara vermeden
mücadeleye devam edeceklerini söyledi. Goebbels’in Hitler’in
açıklamalarından çıkardığı özet şuydu: “Papen gitmeli. Uzlaşma
olmayacak.”81 13 Ağustos’taki küçük düşürücü tecrübenin ışığında -
bir manevrayla atlatılmış olmanın acısı içinde yer etmişti- Nazi lideri,
16 Kasım’da hükümetle çalışma koşullarını görüşmek üzere
Şansölye’nin kendisine gönderdiği resmi görüşme davetini açıktan
reddetti. Papen’in daveti aslında, Hitler açısından durumun 13
Ağustos’takinden hiçbir farkı olmadığını gösteriyordu. 82 Aynı şekilde
Zentrum’un ve kardeş Katolik partisi BVP’nin, iş görebilecek bir
çoğunluk elde etmek için Hitler’i -daha küçük partilerle- bir
koalisyona ikna etme umutları da boşunaydı. BVP lideri Fritz
Schâffer Papen’e, böyle bir koalisyonda Hitler’in Şansölye olmasına
dahi razı olacağını söylemişti. 83 Üç gün sonra aynı parti lideri
Cumhurbaşkanı Hindenburg’a, Hitler’in şahsına karşı iyi duygular
beslediğini, tehlikenin daha çok onun çevresindekilerden
kaynaklandığını, yoksa Hitler’in güçlü bir karşı-dengeyle kontrol
edilebileceğini söylüyordu. 84 Hitler’in böyle yanlış anlaşılması ve
hafife alınması sırf milliyetçi sağın başına buyruk politikacılarına
özgü değildi. Siyasi Katoliklik’te de bu eğilim vardı.
Diğer partilerin emriyle Reichstag’a bağımlı bir çoğunluk
hükümetinde görev almak, daha önce olduğu gibi şimdi de Hitler’i hiç
ilgilendirmiyordu. Kasım’ın ortaları itibariyle Papen’in hükümetine
destek bulma çabalarının başarısızlığa uğradığı belli oldu. 17
Kasım’da kabinenin tamamı istila etti. Devlet krizine bir çözüm
bulma işi şimdi Hindenburg’a kalmıştı. Bu arada kabine, hükümet
yönetimiyle ilgili günlük işleri yürütmeyi sürdürecekti. 85
Hindenburg’un diğer parti liderleriyle birlikte Hitler’i de toplantıya
kabul ettiği 19 Kasım günü Cumhurbaşkanına, yirmi işadamının
imzasının bulunduğu, Hitler’in Şansölyeliğe atanmasını talep eden bir
dilekçe ulaştırıldı. 86 Bu, bir zamanlar farzedildiği gibi, büyük
sermayenin Hitler’i büyük oranda desteklediğinin ve böylece onu
iktidara getirmeye çalıştığının ispatı değildi. Fikir aslında, Nazi
yanlısı bir grup işadamı ile Hitler’in bağlantısını kuran kişi olan
Wilhelm Keppler’e aitti. Kahverengi Ev’le bağlantıyı sağlayan ve
planı yürüten kişi ise Himmler idi. Keppler ve Schacht dilekçeye imza
atması muhtemel üç düzine isimle işe başlamışlar, fakat kısa süre
içinde bunun kolay bir iş olmadığını anlamışlardı. Schacht’ın ve Kölnlü
banker Kurt von Schroeder’in öncülüğünde “Keppler Çevresi”nden
sekiz kişi imza atmıştı. Sanayicilerden pek umut yoktu. İmza atanlar
arasında tek bir önemli sanayici vardı: Fritz Thyssen. Fakat onun da
Nasyonal sosyalistlere olan sempatisi uzun zamandır biliniyordu.
Aralarına Nazilerin sızdığı büyük toprak sahipleri lobisi,
Reichslandbund’un (Reich Ziraat Birliği) başkanlığına vekalet eden
kişi de imzalayanlar arasındaydı. Kalanını orta çaplı işadamları ve
toprak sahipleri oluşturuyordu. Önde gelen sanayicilerden Paul
Reusch, Fritz Springorum ve Albert Vögler’in de sempatizanlar
arasında olduğu iddia edildiyse de bu dogıu değildi; onlar, dilekçeden
isimlerini çekmişlerdi. Bir bütün olarak bakıldığında büyük
sermayenin umudu hâlâ Papen’deyse de, dilekçe, iş dünyasından
ortak bir ses çıkmadığını gösteriyordu. Göz önünde tutulması
gerekenlerden biri ziraat lobisiydi. 87
Zaten dilekçenin Hindenburg’un Hitler’le yaptığı görüşmeye bir
etkisi olmadı. Kasım ortasındaki karşılıklı görüşmelerin de gösterdiği
gibi Cumhurbaşkanı Nazi liderine hâlâ güvensizdi. Hitler’e gelince, o
da içten içe Hindenburg’u küçümsüyordu. 88 Fakat onun desteği
olmaksızın iktidara gelmesine imkan yoktu.
19 Kasım’da Hitler’le yaptığı bu görüşmede Hindenburg, ağustosta
olduğu gibi, partisinin ve onun hükümete katıldığını görmek istediğini
söyledi. Cumhurbaşkanı, Hitler’in parlamenter çoğunluğa sahip bir
hükümet oluşturma sağduyusuyla diğer partilerle anlaşma
sağlayacağını umduğunu belirtti. Bununla Hitler’in blöfüne meydan
okuyordu. DNVP ile Naziler arasındaki anlaşmazlık düşünüldüğünde
Hindenburg bunun imkansız olduğunu zaten biliyordu. 89 Sonuçta
Hitler başarısız olacak ve konumu sarsılacaktı. Hitler taktiği hemen
anladı.
Goebbels’in “iktidar için satranç maçı” dediği şey işte buydu. 90
Hitler kurulacak bir hükümete dair kararı elinde tutan kişinin, yani
Cumhurbaşkanının güvenini kazanmadan diğer partilerle görüşmeye
hiç niyeti olmadığını belirtti. Eğer bu ihtimal gerçekleşirse,
Reichstag’ın onayıyla hükümetine yetki yasası tanınacağına şüphesi
yoktu. Tek başına Föyle bir vekaleti alabilecek konumdaydı.
Güçlüklerin üstesinden böylece gelinmiş olacaktı. 91
İki gün sonra Hindenburg’a “tek ricası”nı yazılı olarak bildirdi:
Kendisinden öncekilere tanınan otoritenin ona da verilmesini talep
ediyordu. 92 Hindenburg’un ayak dirediği, kabul etmediği şey tam da
buydu. Hitler’i bir cumhurbaşkanlığı kabinesinin başına getirmeye
hâlâ isteksizdi. Öte yandan, Hitler’in başkanlığındaki, iş görebilecek
çoğunluğa sahip bir kabine ihtimaline açık kapı bırakmış ve böyle bir
kabineyi kabul etme koşullarını öne sürmüştü. Bu koşullar şunlardı:
bir ekonomik programın oluşturulması, Prusya-Reich ayrımcılığına
geri dönülmemesi, 48. maddeye sınır koyulmaması, dışişleri ve
savunma bakanlarını resmen Cumhurbaşkanı’nın atayacağı bir
bakanlar listesinin kabul edilmesi. 93 Hitler koşulların açıklığa
kavuşturulması gerektiğini belirten bir yanıt yazdı ama hâlâ bir
cumhurbaşkanlığı kabinesine Şansölye olarak atanması konusunda
bastırıyordu. 94 Hindenburg’un devlet müsteşan Otto Meisner yazdığı
yanıtta Cumhurbaşkam’nın, 48. maddeye bağlı, partiler üstü ve
“Cumhurbaşkanının özel güvenine haiz” bir kişinin liderliğindeki
cumhurbaşkanlığı kabinesi ile Reichstag çoğunluğuna dayanan ve bir
ya da daha çok siyasi partinin hedeflerini izleyen parlamenter
hükümet arasına bir ayrım koyduğunu tekrar belirtmek zorunda
kaldı. Meisner uygun bir dille şöyle devam ediyordu: “Bir parti lideri,
yani her şeyden önce kendi hareketinin ayrıcalığını isteyen bir kişi,
cumhurbaşkanlığı kabinesinin lideri olamaz.” Brüning örneğinde
olduğu gibi Hitler’in, liderlik ettiği parlamenter bir hükümeti
cumhurbaşkanlığı kabinesine çevirmesi de ihtimal dahilindeydi. Ama
durum açıktı ki şu anda Hitler’e ancak parlamenter bir çoğunluk
kabinesinin liderliği sunulabilirdi. 95 Eğer mümkün olsaydı,
Hindenburg’un tercihi Papen liderliğinde bir cumhurbaşkanlığı
kabinesinden yanaydı; eğer Hitler bu kabineye ikincil bir rolde dahil
olursa, hiç olmazsa bu duruma tolerans gösterirse daha da iyi olurdu.
Fakat Hitler liderliğinde bir cumhurbaşkanlığı kabinesi, Ağustos’ta
olduğu gibi şimdi de düşünülemezdi. Hitler hemen Meisner’e yanıt
yazdı. Goebbels bu mektuba “politik strateji şaheseri” diyordu. 96
Hitler, Prusya’daki Reich Komiseri’nin yetkileriyle ilgili olarak
anayasa mahkemesinde (Staatsgerichtshoft) yakın dönemde görülen
ve 48. maddenin ancak özel durumlarda ve belli bir süreliğine
kullanılmak için çıkarıldığını, yoksa genel bir yönetim biçimi
olmadığın vurgulayan bir davaya işaret ediyordu. Parlamenter
prosedürler olağanüstü durumlarda hükümeti engellediğinde,
anayasa, parlamentonun onayladığı bir yetki yasasanın, belli bir
sürenin üzerinde kullanılmasına imkân tanıyordu. Hitler bunları
söylüyor ve böyle bir desteğe ancak onun partisinin sahip
olabileceğini belirtiyordu. Cumhurbaşkanının dayattığı koşulları, bu
kararlar atanmış bir hükümet başkanının yetki alanına girdiğinden
anayasaya aykırı buluyor ve reddediyordu. Bunun yerine,
Şansölyeliği kabul etmek için kendi koşullarını sunuyordu. Kırksekiz
saat içinde siyasi bir programın yanı sıra Cumhurbaşkanının onayına
bir bakanlar listesi sunacaktı. Cumhurbaşkanının “şahsi sırdaşı”
olarak bilinen Schleicher’i savunma bakanı, Neurath’ı da dışişleri
bakanı olarak önerecekti. Son olarak, işin püf noktasına geliyordu:
Cumhurbaşkanı, “böyle kritik ve zor zamanlarda hiçbir parlamenter
Reich Şansölyesi’nden esirgenmemiş olan tam yetkiyi” ona
verecekti. 97 Bu sözlerle Hitler Reichstag’ın feshedilmesini ve -diğer
partilere muhtaç olmaksızın yetki yasasını geçirebileceği bir
çoğunluk elde edebilmeyi umduğu- yeni seçimleri ima ediyordu. 98
Aslında Hitler gene yanıt beklemiyordu.
Cumhurbaşkanının hiçbir sonuç vermeyecek olan görüşleri Hitler’e
24 Kasım’da iletildi. Aslında Hindenburg ağustostaki duygularını
tekrarlamaktan başka bir şey yapmamıştı: “Sizin tarafınızdan
yönetilecek bir cumhurbaşkanlığı kabinesinin bir parti
diktatörlüğüne dönüşmesi ve bu diktatörlüğün, tüm sonuçlarıyla
birlikte Alman halkının içindeki tüm çatışmaları aşırı derecede ortaya
çıkarması kaçınılmazdır.” Cumhurbaşkanı bunun hesabını ne ettiği
yemin ne de vicdanı karşısında veremeyeceğini söylüyordu. 99 Yaklaşık
üç ay arayla Hitler’i ikinci reddedişiydi bu. Hitler ise mevcut
cumhurbaşkanlığı kabinesinin sürmesine yardımcı olacak hiçbir şey
yapmamakta ayak diremeyi sürdürdü. 100 30 Kasım’da Hindenburg’un
başka bir tartışma davetini manasız olduğu gerekçesiyle reddetti. 101
Tıkanıklık devam ediyordu.
Schleicher yavaş yavaş Papen’den uzaklaşıyordu. Hafif hafif perde
arkasındaki rolünden sıyrılıyor, sahne önüne geçiyordu. Meissner’in
Hitler’e yazdığı mektupların taslağına yardım etti. Ve Hindenburg’un
onayıyla 23 Kasım’da Hitler’le görüştü. Cumhurbaşkanının o kadar
hoşuna gitmese de, bir Schiller kabinesini destekleyip
desteklemeyeceği konusunda Hitler’in ağzını arıyordu. Ama Hitler
taviz vermiyordu. 102 1 Aralık’ta Schleicher, sağ kolu olan Yarbay
Eugen Ott’u Weimar’a Hitler’le görüşmeye gönderdi. Görünüşte bu
onu hükümete katılmaya ikna etmek için son girişimiydi. Fakat
yapmayı planladığı şey aslında tâm tersiydi. Hitler’in yanıtından emin
olan Schleicher, Hindenburg’a -ve olasılıkla Gregor Strasser’e- Nazi
liderinin artık hesap dışında tutulması gerektiğini göstermek
istiyordu. Bunun ötesinde Gregor Strasser’i kabinesine dahil etmeyi
ve böylece en azından NSDAP’ın desteğinin bir kısmını arkasına
almayı umut ediyordu. 103 Hitler Schleicher’i hayal kırıklığına
uğratmadı. Ott, olası bir Schleicher kabinesinin aleyhinde üç saatlik
bir monologa maruz kaldı. Ordunun başındakilere iletileceğini bile
bile Hitler ordunun iç politikaya karıştırılmasından kaygılandığını da
ifade etti. 104 Bu arada Schleicher, Hitler ile Hindenburg’un ofisi
arasındaki yazışma trafiğine hiç karışmamış olan ve Hitler’le olan
tartışmalardan bir sonuç çıkmazsa “şahsen yardıma koşmaya hazır
olduğu” düşünülen Gregor Strasser’i bunların dışında tutmaya özen
gösteriyordu. 105
Schleicher 1 Aralık akşamı Papen ve Hindenburg’la yaptığı
görüşme sırasında bu ihtimali ortaya attı. Strasser’e ve onun bir iki
yandaşına hükümette görev teklif edilecekti. Altmış kadar Nazi
milletvekilini kazanmak mümkün olabilirdi. Schleicher, ekonomik
reformları ve iş imkanları yaratılmasını içeren bir paketi
sendikaların, SPD’nin ve burjuva partilerin destekleyeceğinden
emindi. Bunun -Papen’in tekrar gündeme getirmiş olduğu- anayasanın
çiğnenmesi ihtiyacını ortadan kaldıracağını öne sürüyordu, Mamafih
Hindenburg Papen’in tarafını tutuyor, hükümeti onun oluşturmasını,
görevine kaldığı yerden devam etmesini istiyordu; başından beri
niyeti zaten hep buydu. Bununla birlikte Scheleicher perde
arkasından Papen kabinesinin üyelerini uyarıyordu; eğer bir hükümet
değişikliği olmazsa, anayasa olağanüstü hal dahilinde önerilen
şekilde çiğnenecek, bir iç savaş çıkacak ve ordu da bununla başa
çıkamayacaktı. Ertesi sabah 2 Aralık’ta yapılan kabine toplantısında,
Yarbay Ott’un Reichswehr’ın yürüttüğü “savaş oyunları”
tatbikatından bahseden bir rapor getirmesi bu kanıyı daha da
güçlendirdi. Rapor ordunun, grevlerin ve yaşanan kargaşanın
ardından ülkenin sürükleneceği asayişsizlikle başedemeyeceğine ve
sınırları koruyamayacağına işaret ediyordu. Ordu bu yargısında aşırı
derecede kötümserdi. Ama mesaj kabineyi ve Cumhurbaşkanını
etkiledi. Hindenburg bir iç savaş ihtimali karşısında korkuya
kapılmıştı. İstemeye istemeye en gözde adayı Papen’i bıraktı ve
Schleicher’i Reich Şansölyesi olarak atadı. 106
III

Schleicher'in Gregor Strasser'e yaptığı önerinin ardından Hitler'in


hareketi, 1925'te yeniden kurulduğundan beri yaşadığı en büyük
krize girdi. 1930 yılında Gregor'un kardeşi Ouo'nun den ihracıyla
sonuçlanan olaylar ve Stennes'in bir yıl sonraki başkaldırısı içindeki
bir dalgalanmanın en üst noktasını oluşturmuştu. Daha önce
gördüğümüz gibi Hitler bu başkaldırıları otoritesiyle kolayca
bastırıvermişti. fakat şimdi Gregor Strasser'in durumu farklıydı.
Gregor önemsiz bir şahsiyet değildi. Hitler'den sonra NSDAP'ın
gelişmesine en fazla katkısı olan kişiydi. Bilhassa parti örgütlenmesi
büyük oranda onun eseriydi. Parti içindeki ünü büyüktü. Fakat bu ün
ona, bir zamanlar yardımcısı olan Goebbels de dahil olmak üzere
güçlü düşmanlar kazandırmıştı. Genelde Hitler'in sağ kolu olarak
görülüyordu. 107 Parti dışındaki bazı kişiler bile ona hayranlık
besliyordu. Örneğin Der Untergang des Abendlandes (Batı'nın
Düşüşü) adlı çok satan kitabın yazan Oswald Spengler, Hitler'i
küçümsemeyle anıyor, onu şöyle tanımlıyordu: "Bir hayalperest
(Phantast), bir mankafa (Hoflhopf) ... ne bir fikre sahip, ne de güçlü
bir hedefe. Tek kelimeyle bir budala." Fakat "bir gerçeklik
duygusuna" sahip olan Strasser'den hoşlanıyordu. 108 Butün bunların
sonucunda, 8 Aralık l932'de Strasser'in deki bütün görevlerinden
istifa etmesi doğal olarak bir sansasyon yarattı. Üstüne üstlük bu,
desteği azalan ve morali zaten zayıf olan olan parti için ayrı bir
darbe olmuştu. Aralığın ilk günlerinde Thuringian yerel seçimlerinin
sonuçlan açıklandığında oylardaki düşüş bir kez daha gayet canlı bir
şekilde gözler önüne- serilmişti; temmuz Reichstag seçimlerindeki
yüksek oy oranından beri yüzde 40 civarında çok ciddi bir düşüş
yaşanmıştı. 109 Parti içinden gelen raporlar ayrılanların sayısının çok
artığını bildiriyordu. Parti yayını abonelikleri iptal ediliyordu. SA
içindeki huzursuzluk bazı bölgelerde kontrol edilemez bir hal almıştı.
Ve parti aralıksız seçimlerle geçen bir yılın sonunda büyük borca
girmişti. 110 ütün bunlar göz önüne alındığında Strasser olayı partiyi
tam bir güven kriziyle yüz yüze bırakmıştı. Eğer iktidar kısa süre
içinde ele geçirilmezse, partinin tamamen parçalanma riski yabana
atılacak gibi değildi.
Gregor Strasser’in partideki görevlerinden istifa ettiği haberi
bomba gibi patladı ama aslında problem uzun süredir içten içe
gelişmekteydi. Strasser 1920’lerde NSDAP’ın anti-kapitalist ve
sosyalist nitelikli popülist yorumunun radikal bir sözcüsü olarak
ortaya çıktıysa da, 1930’ların başlarından itibaren nüfuzlu
konumlardaki pek çok insan onu Nazi Hareketi’nin “ılımlı” unsuru
olarak görmeye başlamıştı. 111 Parti örgütlenmesini yeniden kurma işi
onu, Nasyonal Sosyalizmin çağrısını yayma konusunda daha
pragmatik yapmıştı. Orta sınıfları ve köylülüğü idare edip onlardan
yarar sağlamakla kalmamış, Young Planı’na karşı düzenlenen
kampanyada diğer sağcı örgütlenmeler arasındaki bağı da koordine
etmişti. 112 1930’da sosyalist eğilimleri nedeniyle partiden atılan
kardeşi Otto’yla alenen bozuşmuştu. 1932 yıh itibariyle önde gelen
Ruhr sanayicileriyle iyi bağlantılar kurmuş ve onların finansal
yardımlarından faydalanmıştı. 113 1932 güzü itibariyle, -eskiden bazı iş
çevreleri tarafından “ılımlı” görülen- Hitler muhafazakar ağırlıklı
sağcı bir hükümetin önünde inatçı bir engel olarak görülürken,
Strasser, muhafazakar bir kabineye kitlesel Nazi desteğini
sağlayabilecek daha sorumlu ve daha yapıcı bir politikacı olarak
görülmeye başlamıştı. 114 Aslında bu dönem itibariyle Hans Zehrer’in
Tat grubunun yeni-muhafazakar fikirlerinden giderek daha çok
etkilenmeye başlamış olan Strasser, sağda daha geniş bir cephe
oluşturmasına dair fikirleri savunuyordu. 115 Birtakım vurgu farkları
olmasına rağmen daha önce olduğu gibi şimdi de Strasser ile Hitler
arasındaki aynın esas olarak ideolojik değildi. Strasser tam bir
ırkçıydı; şiddetten korkmuyordu; “sosyal fikirleri”nin
Hitler’inkilerden daha az kaba olduğu söylenemezdi; eklektik ve
çelişik bir karakter taşıyan ekonomik fikirleri Hitler’in daha zalim ve
daha düşmanca olan kanaatleriyle uyuşmakla birlikte daha
ütopikti. 116 Dış politikaya dair tutkuları en az Hitler’inki kadar
yayılmacıydı; ve o da aynı acımasızlıkla iktidardan başka bir şey
düşünmüyordu. Ama taktik açıdan aralarında önemli farklar vardı. 13
Ağustos’un ardından Hitler’in direngen tavrı iktidara giden yolun
önünde bir engel olma tehlikesi içermeye yöneldikçe, bu ayrımlar
giderek daha çok yüzeye çıkmaya başlamıştı. Führer mitine tam
olarak hiç inanmamış olan Strasser, şimdi olası bir parçalanma
tehlikesi içinde olan partinin sırf Hitler’in eseri olmadığına dair
fikirlerini koruyordu. 117 Hitler’in “ya hep ya hiç” tavrının tersine
Strasser, NSDAP’ın koalisyon yapması, olası tüm ittifakları kullanması
ve gerekiyorsa Şansölyeliği almadan da hükümete dahil olması
gerektiği kanısındaydı. 118 13 Ağustostaki gerilemenin hemen
ardından, Reventlow ve destekçileri Strasser’e Hitler’e karşı
koymasını öğütlediler. Aksi takdirde Hitler’in ödünsüz stratejisinin
hareket için korkunç sonuçlara yol açacağım iddia ediyorlardı. 119
“Tat Çevresi” üyeleri 1932 yazında Strasser’i General
Schleicher’le tanıştırmışlardı. Schleicher bilhassa şu ihtimalle
ilgilenmişti: Gregor Sırasser sendikaların “milli” -yani otoriter- bir
hükümeti desteklemesine yardımcı olabilirdi. “Tat Çevresi”nin
istediği buydu. Sendikalardan hiç hoşlanmamış olan Hitler’in aksine
Strasser’in sendikalara karşı uzlaşmacı bir tavrı vardı. Aşırı sağda ve
aşırı solda gördükleri tehlikelerden kaçınmak için geniş bir
koalisyona eğilimli olan sendika liderleriyle artan bağlantıları göz
önüne alındığında, Strasser’in hükümette yer alarak Scheleicher
kabinesine sendikaların desteğini kazanması ve kapsamlı bir iş-
yaratma programı sunması hiç de göz ardı edilebilecek bir umut
değildi. 120
Sonbahar boyunca Hitler ve Strasser arasındaki mesafe iyice
açıldı. Daha eylülde Hitler, Otto Wagener’in yönetimindeki Siyasi
İktisat Seksiyonu’nu (Wirtschaftspolitische Abreilung) feshederek ve
iktisadi Acil Durum Programı’nın (Wirtschaftliches Sofortprogramm)
dağıtılmasını yasaklayarak Strasser’in ekonomik fikirleriyle arasına
mesafe koymuştu -bunların ikisinin de fikir babası Strasser idi.
Ardından Ekim’de Hitler, Strasser’in sendikalist duygular içeren
NSBO’da konuşma yapmasına onay vermedi. Kasım seçimlerinden
sonra Strasser Hitler’in yakın çevresi içindeki yerini kaybetti. 121
Hitler’in çevresinde olup onu ciddi biçimde etkilediğini düşündüğü
kişileri içten içe hor görüyordu. Göring’in “zalim bir egoist”;
Goebbels’in “dürüstlükten tepeden tırnağa uzak” biri; ve Röhm’ün
tam bir “domuz” olduğunu düşünüyordu. Hans Frank’a durumun
karanlık göründüğünü söylemişti. 122
1920’Ierin ortalarındaki parti içi çatışmalardan beri Strasser’in
düşmanı olan Goebbels, “Strasser kliğini” defalarca eleştirmiş,
Hitler’i Örgüt Liderine karşı galeyana getirmek için tek bir fırsatı
kaçırmamıştı. Goebbels 31 Ağustos’ta günlüğüne şöyle yazmıştı:
“[Hitler] Parti içinde Strasser kliğinin yaptıklarına dair ilk kez açıkça
konuşuyor. Burada da gözleri açık, her şeyin farkında; eğer bir şey
söylemediyse, görmediğinden değil.”123 Dört gün sonra şu sözleri
eklemişti: “Führer’le uzun bir konuşma yaptık. Strasser’e
güvensizliği çok güçlü.”124 Hitler daha eylülün başlarında Strasser’in,
Schleicher kabinesini destekleme önerisi üzerinde düşünmeyi
reddetmişti. Aynı dönemde Strasser, Hitler’in Şansölye olarak
atanmasında direnilmesi aleyhinde konuşan tek Nazi lideriydi. 125
Goebbels eylül sonuna doğru şöyle yazmıştı günlüğüne: “Eğer o
[Strasser] gizli sabotajını açıktan yürütürse büyük bir nimet olacak,
çünkü o zaman Hitler ona karşı harekete geçebilir.”126 Sonbaharda
siyasi durumun ne kadar hassas olduğu düşünüldüğünde parti
yönetimindeki böyle bir bölünme pek de hayırlı olmazdı. Ancak
aralığın ilk haftasında işler artık daha fazla ertelenemeyecek bir
noktaya geldi.
3 Aralık’ta Berlin’deki gizli bir toplantıda Schleicher Strasser’e,
Prusya Başbakanlığı ve Şansölye Yardımcılığı görevlerini teklif etti. 127
İngiliz gazeteci Sefton Delmer ikisinin buluştuğu haberini
Hanfstaengel’e bildirmişti. Hitler toplantının haberini aldığında
hiçbir şey açık etmedi. 128 Bu toplantıda partinin ikinci adamına
Şansölye yardımcılığı teklif edildiği ve onun da bunu reddetmediği,
Hitler ve diğer parti liderleri için ancak iki gün sonra, Kaiserhof'ta
tartışmak için toplandıklarında aşikar bir hal aldı. Bu toplantıda
Strasser ve Hitler arasında ateşli konuşmalar geçti. Goebbels’e göre
Strasser, Schleicher kabinesinin kabul edilmesi için boş yere
yalvarmıştı. Ama bütün bu olanlar, Hitler’in ne olursa olsun bir
uzlaşmaya yanaşmayacağını tekrar göstermişti. 129
Strasser’in seçenekleri şunlardı: Ya Hitler’e geri dönecekti, ya
partinin bir kısmının desteğini kazanma umuduyla ona
başkaldıracaktı, ya da 8 Aralık’ta yapmaya karar verdiği şeyi
yapacak ve parti içindeki tüm görevlerinden istifa ederek, siyasetteki
aktif rolünden geri çekilecekti. 5 Aralık toplantısından sonra
Sırasser’in, Hitler’e karşı bir saray darbesi başlatma şansının
minumum olduğunu fark etmiş olması gerekir. En büyük desteği gene
Nazi Reichstag üyeleri arasında bulabilirdi. Ama burada da olsa olsa,
sıkıca örgütlenmiş bir grup üzerinde kontrol sahibiydi. Prensiplere
dayanan itirazlarından başka gururu da onu geri adım atmaktan,
Hitler’in ya hep ya hiç stratejisini kabul etmekten alıkoyuyordu. Bu
durumda geriye bir tek üçüncü seçenek kalıyordu. Muhtemelen,
partideki arkadaşlarından açık bir destek görmememin hayal
kırıklığıyla Hotel Exzelsior’daki odasına çekildi ve parti
görevlerinden istifa ettiğini bildiren mektubu yazdı. 130
8 Aralık sabahı, partinin Berlin’deki Bölge Müfettişleri’ni
(Landesinspekteure)-kıdemli Gauleiter- Reichstag’daki odasına
çağırdı. Strasser’in yaptığı konuşma sırasında Reich Müfettişi Robert
Ley’in yanı sıra altı müfettiş daha oradaydı -tahmin edileceği üzere
Goebbels yoktu. Orada bulunanlardan biri olan Hinrich Lohse’nin
savaş sonrasında verdiği beyana göre, Strasser Führer’e bir mektup
yazdığını ve parti görevlerinden istifa ettiğini söyledi. Hitler’in
programını eleştirmedi ama Ağustos’ta Hindenburg’la yaptığı
toplantıdan beri iktidarı almak için net bir politikasının olmadığını
vurguladı. Hitler’in yalnızca bir noktada net olduğunu belirtmişti; o
da Reich Şansölyesi olmaktı. Bu görevi istiyordu istemesine ama bu
yolda karşılaştığı sorunların ve karşıtlıkların üstesinden gelemiyordu.
Bu arada parti büyük bir gerilimle ve parçalanma ihtimaliyle yüz
yüze kalıyordu. Strasser legal ya da illegal bir yoldan -yani darbeyle-
iktidarı ele geçirmeye hazır olduğunu belirtmişti. Ama Hitler’in Reich
Şansölyesi yapılmasını beklemeye, bu arada da partinin
parçalanmasını izlemeye hiç hazır değildi. Onun bakışına göre Hitler
Ağustos’ta Şansölye yardımcılığı görevini kabul etmeli ve bu
konumunu iktidarı elde etmek için pazarlık unsuru olarak
kullanmalıydı. Şahsi bir itirafta da bulunmuş ve üst düzey
müzakerelerin dışında tutulmaktan dolayı kırgın olduğunu; Göring,
Goebbels, Röhm ve diğerlerinin ardından gelmeye niyeti olmadığını
belirtmişti. Artık tahammülünün sonundaydı, görevlerinden istifa
ediyor ve kendini toparlamak için ayrılıyordu. 131
Strasser’in mektubu 8 Aralık günü öğle vakti Kaiserhof'ta Hitler’e
teslim edildi. 132 Mektup Strasser’in konumunu yaralanan gururu
bağlamında açıkladığı, onu Hitler’den ayıran temel sorunlara
dokunmadığı zayıf bir savunmadan ibaretti. Mektubun genelinde bir
yenilgi havası hissediliyordu. 133 Strasser’in yaptığı toplantıya katılmış
olan Gauleiter Bemhard Rust böyle bir mektubun geleceği konusunda
Hitler’i uyarmıştı. Hitler Strasser’in konuştuğu aynı parti
müfettişlerini öğle vakti hemen Kaiserhof'a toplantıya çağırdı. 134
Hepsi keyifsiz bir ruh halinde olan müfettişler Hitler’in dairesinde
ayakta dikiliyorlardı; Hitler ise heyecan içinde -önceki toplantıya
katılmış olan Robert Ley’in özetlediği kadarıyla- Strasser’in istifa
gerekçelerini bir bir ele alıp karşı argümanlarını sıralıyordu. Papen
kabinesine girmenin, inisiyatifi partinin düşmanlarının eline vermek
olacağını söylüyordu. Papen’in politikalarıyla ilkesel anlamda
uzlaşamadığından kısa sürede istifa etmek zorunda kalacaktı. Bu ise
kamuoyuna -düşmanlarının hep iddia ettiği gibi- onun hükümette
yeterlilik gösteremediği şeklinde yansıyacaktı. Seçmenler
desteklerini çekeceklerdi. Hareket başarısızlıga uğrayacaktı. İllegal
yol daha da tehlikeliydi. 1923 yılındaki derslerin açıkça hatırlattığı
üzere bunun anlamı, polisin ve ordunun makineli tüfekleri önünde
“milletin erkekliğinin simgesi” (das beste Mannestum der Naiton)
olarak öylece durmaktı. Strasser’in yok sayılmış olmasına gelince,
Hitler samimiyetsizce şunu iddia ediyordu: Yeri geldiğinde onunla her
zaman tartışmıştı, işleri özel durumlara göre dağıtmıştı ve -burada
bulunduğunda- herkesle görüşmeye açıktı. Strasser’in ondan
kaçtığını iddia ediyor, suçu onun üzerine atıyordu.
Söylevi en az iki saat sürdü. Sonuna doğru, artık iyice eskimiş olan
taktiği tekrar kullandı ve kişisel sadakat çağrısı yaptı. Lohse’nin
anlatısına göre “açıklamalarında daha sakin, daha insani, daha dostça
ve daha rica eder” bir hava vardı:

Orada toplanmış olanların bildiği ve gerçekliğine tamamen


ikna oldukları yoldaşça bir tondu bu. Şimdi onların arkadaşı,
yoldaşı ve lideriydi; her birini Strasser’in yarattığı bu kafa
karışıklığından kurtarmış, hem duygusal hem de entelektüel
olarak ikna olmalarını sağlamıştı. O konuşurken, Strasser
karanlık kehanetleriyle uzaklaşıp gölgelere karıştı, oraya ciddi
çekincelerle gelenler ise onun söylediklerinin etkisinde kalarak
düşüncelere daldılar... Dinleyicilerine karşı giderek daha ikna
edici olan ve onları kaçınılmaz biçimde sözlerinin büyüsünün
içine çeken [Hitler] galip geldi ve hareketin bu en çetin
sınavında yalpalasalar da dimdik ayakta olan vazgeçilmez
savaşçılarına kendisinin efendi, Strasser’inse yolcu olduğunu
kanıtladı... Hareketin içinden, merkezinden gelen bu en son ve
en ciddi saldırıda da fatih oydu... Bir el sıkışla ona olan eski
baglılıkları tekrar yerine gelmişti. 135

Öte yandan aynı akşam Goebbels’in evine döndüğünde orada hâlâ


karamsar bir hava egemendi. Hareketin dağılacağına dair ciddi bir
kaygı vardı. Eğer bu gerçekleşirse, dedi Hitler, “her şeye üç dakika
içinde son vereceğim.”136 Dramatik jestlerin ardından, “ihanetin olası
sonuçlarını karşılamaya yönelik hareket planları geldi. Aynı gece saat
2.00’de Goebbels Kaiserhof'ta toplantıya çagrıldı; oraya vardığında
Röhm ve Himmler’in Hitler’le birlikte olduğunu gördü. Strasser’in
davranışının şaşkınlığını üzerinden atamamış olan Hitler otel odasını
arşınlayıp duruyordu. Toplantı şafağa dek sürdü. Çıkan esas sonuç,
Strasser’in kurduğu ve ona bir güç zemini sağlayan örgütsel yapıyı
çözme kararıydı. 137 Stennes olayından sonra SA liderliğini devralan
Hitler, alışıldığı üzere şimdi de siyasi örgüt liderliğini devraldı;
Robert ley de kurmay başkanı oldu. 138 Rudolf Hess yönetiminde yeni
bir Siyasi Merkez Komisyonu kuruldu ve Strasser tarafından
yaratılan iki Reich Müfettişliği kaldırıldı. 139 Strasser’i desteklediği
bilinen kişiler görevlerinden alındı. 140 Ve Almanya’nın her tarafından,
hatta Strasser sempatizanlarından bile, Hitler’e bağlılık bildiren
sayısız deklerasyonun yağdığı büyük bir kampanya başlatıldı. 141
Strasser çabucak hareketin baş haini haline getirilmişti. Hitler
hemen ertesi gün, 9 Aralık’ta Gauleiterlere, Bölge Müfettişlerine ve
Reichstag üyelerine seslenerek sadakat çağrısı yaptı. Völkischer
Beobachter'de yayımlanan habere göre herkes tek tek Führer’le el
sıkışarak ona sadakatini bildirme ihtiyacı hissetmişti. 142 “Strasser
yalnız kaldı. O artık ölü bir adam!” diye belirtiyordu Goebbels
muzaffer bir edayla. 143 Kısa süre sonra Hitler bir konuşma turuna
çıktı; dokuz günde yedi toplantıda konuşarak parti üyelerine ve
görevlilerine seslendi. 144 Bir kez daha kişisel çagrı işe yaramıştı.
Strasser’in istifasının ardından bir bölünme yaşanmadı. Kriz sona
ermişti.
Gregor Strasser şok yaratan istifasının ardından hemen İtalya’ya
tatile gitti. Strasser’in istifası ve ayrılışı Schleicher’in politik
umutlarının suya düşmesi demekti. Umudu kırılmış Strasser ile yıldızı
açıkça sönmekte olan Şansölye arasında ocak başında gerçekleşen ve
ne olduğunu bilmediğimiz tartışmalar, aralık dramına boş bir dipnot
olarak geçti. 145 16 Ocak’ta, (büyük bir propaganda faaliyetinin
ardından) partinin talihinin tekrar açıldığı günden, yani küçük bir
eyalet olan Lippe-Detmond’daki eyalet seçimlerinden sonraki gün
Hitler Weimar’da Gauleiterleri toplayıp Strasser hakkında üç saatlik
zehir zemberek bir konuşma yaptı. 146 “Artık onun payından
bahsedilmeyecek. Sadece gösteri değeri taşıyan kısa bir roldü bu.
Şimdi geldiği hiçliğe geri dönüyor,” diyerek gözden çıkarıyordu
Goebbels Strasser’i günlüğünde süslü üslubuyla. 147 Strasser şimdi
tüm siyasi faaliyetlerden geri çekilmişti, ortalıkta görünmüyordu.
Partiden ihraç edilmemişti. Aslında 1924’ün başında başvurmuş ve 21
Şubat 1925’te partinin yeniden kuruluşundan beri 9 no’lu parti üyesi
olarak NSDAP’ın onur nişanıyla ödüllendirilmişti. 148 Öte yandan ne
bu, ne de 18 Haziran 1934’de Rudolf Hess’e yazdığı ve partiye olan
sadakatini, uzun süren hizmetini vurguladığı ağlamaklı mektubu
postu kurtarmasına yetmedi. 149 Hitler kendisine ihanet ettiğini
düşündüğü kişilere karşı merhametsizdi. Gregor Strasser’le son
hesaplaşması 30 Haziran 1934’te, partinin eski ikinci adamının
“Uzun Bıçaklar Gecesi” denen olayda öldürülmesiyle gerçekleşti.
George Strasser partiyi bölmeyi başarsa, partinin bir kısmının
Schleicher hükümetini desteklemesini sağlasa ve kendisi de kabineye
girseydi, Hitler’in iktidarı almasına fırsat veren durumlar
gerçekleşmezdi. Tarih farklı bir akış izlerdi. Ama işin aslı Strasser
parti içinde bir isyan yaratmaya ciddi bir şekilde hiç teşebbüs
etmedi. 150 İstifasının niteliğiyle protestosunu tamamen şahsi bir olay
haline dönüştürdü. Sonuç olarak Hitler ve Goebbels durumu
düzeltmeye yönelik planlarını hayata geçirirken yapılması gereken
tek şey onu dışlamaktı. Hem istifası hem de istifasını gerçekleştirme
biçimi Schleicher’in planlarını sarsıp, Şansölyeyi daha çok ifşa
ettiğinden, bütün bu olaylar paradoksal bir şekilde, -Strasser de buna
dahil olmak üzere- Hitler’in Şansölyelik yolunu tıkadığı anlaşılan
engelleri ortadan kaldırmıştı. 151
Sonuçta, 1.925’ten beri parti içindeki en ciddi kriz olan Strasser
olayı, Hitler’in parti üzerindeki hakimiyetinin ne kadar güçlü
olduğunu ve NSDAP’ın ne ölçüde bir “lider partisi” halini aldığım bir
kez daha çok canlı bir biçimde gözler önüne sermiştir. Üçüncü
Reich’ın devlet partisi olmasının arefesinde partinin karakterine dair
bu durumun ima ettikleri, Strasser’in ayrılmasının ardından Hitler’in
parti örgütlenmesi için koyduğu kaidelerde ifadesini bulmuştur.
Hitler’in 15 Aralık 1932 tarihli, “harekete daha yüksek bir savaşma
gücü (Schlagkraft) sağlamak için konulan talimatların iç sebeplerini"
açıklayan bildirgesi, onun ve Strasser’in parti kavramları arasındaki
temel farkları açıkça sergiliyordu. 152
“Siyasi bir örgütün temeli sadakattir. Her türden insan
topluluğunun kurulmasının öncülü olarak itaatin gerekliliğinin kabul
edilmesi, burada en soylu duygu ifadesi (Gefühlsausdruck) olarak
tezahür eder, itaatte sadakatin yerini ne teknik önlemler ne kurumlar
ne de bu türden başka bir şey alabilir. Siyasi bir örgütün hedefi,
milletin varlığının ve ona hizmet edecek iradenin korunması için
gerekli görülen bilginin olası en geniş şekilde yayılmasını
sağlamaktır. Dolayısıyla son amaç da milletin bu fikir için harekete
geçirilmesidir (Erfassung). Bizim mücadelemizin gayesi Nasyonal
Sosyalist ülkünün zaferidir ve parti örgütümüz bu gayeye ulaşmak
için sadece bir araçtır.” Böyle ruhani bir dil, Hitler’in parti
tahayyülünün bürokratik bir örgütlenme kanaatinden ne kadar uzak
olduğunu göstermektedir. Pratikte imkansız olmakla birlikte ideal
olan işlerin hiçbir örgüt olmaksızın yürütülebilmesidir, diye devam
ediyordu Hitler. Bir “dünya görüşünün (Weltanschauung) yayılması
için memurlara değil fanatik havarilere ihtiyaç olduğundan”, örgüt
minimum ölçekte tutulmalıydı. Bu “dünya görüşü’’nün devletin içine
sızabileceği günlere hazırlanırken, devletin de kendi başına bir
anlamı olmadığını, “bir milletin varlığının sürmesine ve korunmasına
hizmet eden bir kurum”dan ibaret olduğunu unutmamak lazımdı.
Buna bağlı olarak partinin “en üstün ve en yüce misyonu" “ülkü”nün
yayılmasını sağlamaktı. Bunun yapmak için sürekli olarak partinin
“en büyük ve öncelikli görevine, propagandaya” başvurulmalıydı.
Liderler yukarıdan, tepeden inme gelmezlerdi; yöneticilik
kabiliyetleri sebebiyle, hareketin mücadelesi adına kazandıkları
başarılardan ve yeteneklerinden dolayı aşağıdan gelip, öne
çıkarlardı. Farklı mizaç ve yetenekteki liderler birlikte çalışırken
aralarında problemlerin olması kaçınılmazdı. Ama bunlar aşılmalıydı.
Esas mesele, “koşulsuz parti disiplininin temellerinin bundan
etkilenmemesiydi.” Parti “en zorlu ideolojik mücadele”ye girişmişti.
Bu sebepten dolayı Hitler, “bütün kuruluların bir şekilde fikirlerin
propagandasına hizmet etmesi gerektiğini” bir kez daha önemle
hatırlatıyordu. 153
Bildirinin de açığa vurduğu üzere Hitler açısından parti örgütünün
kendi içinde hiçbir anlamı yoktu. Varlığının tek sebebi, iktidarın ele
geçirilmesinde bir araç olarak propagandanın sonuçlarına hizmet
etmekti. 154 Hitler için partinin amacı propaganda ve kitlelerin
harekete geçirilmesiydi. Strasser’in partiyi, oldukça geleneksel bir
tarzda, özünde devletin yönetsel çatısını yansıtan bürokratik bir
yapıya doğru götürmeye başladığı noktada Hitler, Liderde
cisimleşmiş Nasyonal Sosyalizm “ülkü”sünü korumak için, tamamen
propagandaya adanmış bir aygıt lehinde kökleşmiş bürokratik
rasyonaliteyi bilerek parçalamıştı. Üçüncü Reich’da açıkça ortaya
çıkacak olan, “halka liderlik yapmak” (Menschenführung) ve
“yönetim” (Verwaltung) arasındaki karmaşık çelişki, Hitler’in
bildirgesinin de gösterdiği gibi, Hitler’in parti kavramına ve iktidara
yaklaşımına içkin bir unsurdu. Hitler’in temsil ettiği sınırsızca
kişiselleştirilmiş bu iktidar biçiminde bürokratik örgütten
vazgeçilemiyordu ama yine de ona karşı olunuyordu. Parti sadece
iktidara ulaşmak için mevcut olduğu sürece bu çelişkiyle varlığını
sürdürebilmişti. Ancak hükümet içinde aynı tezat kaosa bir
davetiyeydi.
IV

1932’nin ikinci yarısında Alman halkı üst düzey siyasette dönen


dolaplardan ne haberdardı, ne de bu dolapların bir parçasıydı.
Geleceklerini belirleyecek olan bu politik dramlar karşısında büyük
oranda etkisizdiler. Güz kışa dönerken, bitmediği aşikar olan
Bunalım’ın pençesinde giderek kötüleşen sefaletin dördüncü yılına
giriyorlardı.
istatistikler insanların çektiği acıları ancak soyut terimlerle ifade
ediyor. Sanayi üretimi 1929’dan beri yüzde 42 oranında düşmüştü.
Menkul kıymetler endeksindeki düşüş üçte ikiden fazlaydı. Genel
Bunalım’dan çok önce krizi hissetmeye başlamış ve ağır darbe almış
olan tarım sektöründe çiftlik satışları ikiye katlanmıştı. Talebin,
fiyatların ve gelir düzeyinin düşmesiyle borçlar dağ gibi birikmişti. 155
Hepsinden önemlisi, benzeri görülmemiş boyutlardaki kitlesel işsizlik
ülkenin üzerine kara bir bulut gibi çökmüştü. İş Bulma Kurumu’nun
kayıtları 1932 sonunda 5,772,984 kişinin işsiz olduğunu
gösteriyordu; 1933 Ocak’ında bu rakam 6,013,612’ye çıkmıştı. Kısa
süreli işlerde çalışanların ve gizli işsizliğin varlığı göz önüne
alındığında, toplamdaki gerçek işsiz sayısının 1932 Ekim’inde
8,754,000 kişiyi bulduğu tahmin ediliyordu. 156 Bu, işgücünün yarısına
yakınının tamamen ya da kısmen işsiz olduğu anlamına geliyordu. 157
Şehirlerde aşevleri kurulmuş işsizlere bedava yemek dağıtılıyor,
bedava yıkanma imkanı sağlanıyor ve kışın sığınıp ısınsınlar diye
barınaklar açılıyordu. 158
İşsizler arasında siyasi radikalizme kayanlar esas olarak KPD’ye
gidiyorlardı; parti kelimenin tam anlamıyla genç işsiz erkekler partisi
halini almıştı. 1932 yılının sonlarında 320-360 bin üyesinin büyük
çoğunluğunun işi yoktu. 159 Nazilerin fırtına-birliklerine katmanların
sayısı da az değildi. 160 Hem komünistler hem Naziler genç işsizlere
bir örgüt çatısı, politik aktivizm biçimleri ve daha iyi bir toplum
umudu sunuyorlardı. 161 Fakat radikalleşen işsizlerin yanı sıra, bütün
hükümetlerin başarısız olacağını, hiçbirinin onların hayatını
belirleyen bu sorunlara çözüm getiremeyeceğini düşünerek geri
çekilen ve kayıtsızlaşan büyük bir kitle de vardı. Hitler’in Şansölye
atanmasından birkaç gün önce, Baden’deki küçük Ettlingen
kasabasındaki Nazi gösterisi dondurucu ayazda halkın hiç ilgisini
çekmemişti. Ortalıkta gösteri kıtlığı yok ki, diyorlardı. “Keşke bir o
kadar da ekmeğimiz ve işimiz olsaydı!”162
“Çalışma yaşlarında” olduğu halde hiç işe sahip olmamış daha genç
bir kuşak, -nesnel açıdan her ne kadar gerekli de olsa- Brüning’in
hükümetinde göreve devam etmiş ve iktidarın tekrar Hindenburg’a
verilmesini desteklemiş sözüm ona işçi partisi SPD’ye karşı pek coşku
duyamıyordu. Yıllar sonra omuzlarını silken ve 1933’ten önce işçi
sınıfı partileri bunu beceremezken Hitler’in hiç olmazsa onlara iş
vermiş olduğunu söyleyenlerin sayısı az değildir. Kestirme bir
mantıktı bu. Ama çok fazla insan işte böyle hissediyordu.
Kitlesel işsizlik işçi sınıfını yalnızca parti siyaseti anlamında ve
ideolojik seviyede değil sosyal kaynaklar açısından da bölmüş ve
atomize etmişti. 163 Hâlâ bir işe sahip olacak denli şanslı olanların
kendilerine güveni işlerini kaybetme korkusuyla, sendikaların gücünü
kaybetmesiyle, işverenin saldırgan tavrıyla ve -eğer Sosyal Demokrat
iseler-SPD’nin işçi sınıfınının çıkarlarını koruyamadığını görmenin
yarattığı hayal kırıklığıyla yok olup gidiyordu. Eski SPD
destekçilerinin çoğunun 1933’ten sonra yönünü şaşırması ve içine
düştüğü hayal kırıklığı -yine de bu kişilerin arasında Nazilerin
tarafına geçen çok azdı temel direk olan devletin içine düştüğü krizde
korkunç bir başarısızlık göstermiş olmasından kaynaklanıyordu.
Kırsal kesimde de yaygın bir umutsuzluk duygusu egemendi. 164
Kayıtsızlığın sebebi, yönetime kim gelirse gelsin hiçbir ilerleme
işareti olmamasıydı. 1932 sonbaharında Nazilere yoğun destek
veren bölgelerde, Hitler hükümete girme fırsatını teptikten ve
NSDAP’ın verdiği sözler de boş çıktıktan sonra derin bir kızgınlık ve
küskünlük yayılıyordu. 165 Ocak 1933'ün ilk günlerinde, NSDAP’ın çok
yüksek destek aldığı Franken’in bir bölgesindeki durum raporu
şöyleydi: “Kırsal kesimdeki halk sakin ama insanlar tüm tarım
ürünlerinin fiyatlarındaki devam eden düşüşten dolayı çok karamsar
durumdalar. Belli bir umutsuzluk var. Daha önce umutlarını Hitler'e
bağlamış olanların şimdi şüpheci bir tavır içinde olduklarını ve
iyileşmeye dair ümitlerini kaybettiklerini görmek mümkün.” Raporun
iddiasına göre bu duygular sırf bu bölgeyle sınırlı değildi. 166
Bu teselli edilemez ruh haline büyük bir hoşnutsuzluk ve siyasi
radikalleşme de karışmıştı. Ocak 1933’te Aşağı Bavyera’da
“hükümete yönelik her tür saldırının köylüler arasında büyük bir
yankı bulduğu; ne kadar sert bir dil kullanılırsa o kadar memnuniyet
yarattığı,” belirtiliyordu. 167 Doğu Almanya’daki yoksullaşmış mülklere
tekrar tarımsal zenginlik getirmeyi amaçlayan “Doğu Yardımı”yla
(Osthilfe) ilgili haberlerin duyulması kızgınlığı iyice körüklemişti. Bu
yardım büyük toprak sahiplerinin ceplerini dolduruyor ve lüks
harcamalara gidiyordu. 168 Şehirlerde olduğu kadar kırsal alanda da,
tüm Weimar hükümetlerine ve partilerine karşı, halkı yan yolda
bıraktıklarından dolayı artan bir kızgınlık, sitem vardı. “Bütün büyük
partiler başarısız oldu, hiç kimse parlamenter hükümetin lafını bile
duymak istemiyor.” Aralık 1932’de Bavyera’daki durum böyle
bildiriliyordu ve bu duygu sadece ülkenin bu kısmına has değildi. Bu
tarz eleştirilerden Nazi Partisi de nasibini alıyordu. “Parti liderleri
kararlarında halkı ve vatanı değil kendilerini ve partilerini
gözetmekle suçlanıyor. Özellikle NSDAP’a karşı, sorumluluklarını
yerine getirmediği, bol keseden dağıttığı sözleri hayata geçirmediği
yönünde eleştiriler var.” Bu bölgede kimsenin Hitler’den umudu
yoktu. Rapor bölgenin Katolik ağırlığını vurgular biçimde, “Nasyonal
Sosyalistler'in dışında, neredeyse toplumun tüm kesimleri bir Hitler
diktatörlüğüne hiç de iyi gözle bakmıyor,” diyerek devam ediyor ve
durumu şöyle sonuca bağlıyordu: “Ekonomik krizin etkileri altında ve
diğer partilerin dağınıklığı karşısında KPD gelişiyor.”169 Bu aynı
zamanda öyle bir umutsuzluktu ki, dehşetle anılan Marksistlerin
dışında ekonomik ilerleme sağlayabilecek herhangi bir liderin -hiç
olmazsa kısa dönemde- destek alacağı garantiydi. Şansölye olduktan
sonra bu durum Hitler için bir avantaj oldu. Ne yapabileceğini
görmek için Hitlerie en azından bir şans verme hissi, başta hissedilen
kuşkularla atbaşı gidiyordu. 170
Hitler'in hareketine bel bağlamış diğer toplumsal gruplar açısından
da, onu desteklemelerini ya da antipati beslemelerini sağlayan
olaylar hep Bunalım yıllarına dayanıyordu. Bu yıllar içinde toplumun
ve devletin birbirinden kopması, demokratik sisteme karşı
küskünlüğü arttırmış ve bütün Weimar dönemi boyunca alttan alta
kaynayan milli aşağılanma duygularının taşmasına neden olmuştu.
Bundan sorumlu tutulan kişilere kârşı duyulan kızgınlık tepkinin bir
yanıydı. Tepkinin diğer yanını ise -tehdit unsuru olarak görülenlerin
yok edilmesiyle sağlanacak olan- toplumsal uyum ve birlik arzusu
oluşturuyordu ve bunlar aslen bir biriyle ilintiliydi. 171
Aralık 1932’de Franken’in bir bölgesinden gelen raporda, farklı
farklı şikayetlerin birleşip nasıl genel bir hoşnutsuzluk ortamı
yarattığından söz ediliyordu. Raporda işadamlarının düşük
cirolardan, çiftçilerin düşük fiyatlardan, öğretmenlerin ve devlet
memurlarının maaşlarından, işçilerin işsizlikten, işsizlerin kendilerine
verilen desteğin azlığından, savaş dullarının ve gazilerin aylıklarının
düşmesinden yakındığı belirtiliyordu. Sonuçta, “komünizme olası en
iyi zemini hazırlayan (Wegbereiter) genel bir memnuniyetsizlik”
vardı. 172
Orta sınıfın hoşnutsuzluğunun çizgilerini doğal olarak kendi sınıfsal
konumlarından kaynaklanan çıkarlar çiziyordu. Genel görünüş
karanlıktı. Öte yandan 1932 güzünde, Hitler’in desteğinin
belkemiğini oluşturan grupların Hitler’e olan güveninde bir sarsılma
yaşandıysa da, sağda, ekonomik iyileşme için gereken toplumsal
uyumu sağlayacak ve ulusal canlanma koşullarını yaratabilecek
başka bir siyasi alternatif görünmüyordu. İşadamları, zanaatkarlar
ve küçük üreticiler açısından büyük magazaların, tüketici
kooperatiflerinin, posta ile satış yapan firmaların ve kitlesel üretimin
oluşturduğu ekonomik tehdit karşısında Naziler yine de bir kurtuluş
umudu sunuyordu. Otoriter bir yönetim itici bir öneri olmaktan
uzaktı. Bu yanılsamanın bir kısmını. Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki
“eski iyi günlere” ve “küçük adamı”ın modern, müdahaleci devletin
saldırılarından korunduğu zamanlara dönmeye yönelik bir ima
oluşturuyordu. 173 Brüning’in sızlanma yaratan maaş kesintileri
karşısında devlet memurları, geleneksel itibarlarını iade edecek ve
finansal durumlarını eski haline döndürecek bir devletin hayalini
kuruyorlardı. Öğretmenler ve avukatlar da, demokratik “müdahale”
prangası ortadan kalktığına göre, otoritelerinin iadesini ve
statülerinin yükseltilmesini istiyorlardı. Avukatlar gibi eskiden beri
milliyetçi sağa sempati duyan doktorlar da ücretlerinin düşmesinden,
kariyer ihtimallerinin azalmasından ve Bunalım yıllarında artmış olan
“solcu” sosyal yardım sisteminden şikayetçiydi. 174 Çoğu kurtuluşu
yeni bir diktatörlük rejiminde buluyordu.
Gençler içinse Bunalım yılları hem maddi hem manevi anlamda çok
yıkıcı olmuştu. Ümitleri ve idealleri daha biçimlenmeden yıkılmıştı.
1932 sonuna dek öğrencilerin sersefil umutlarla okulu bıraktığı dört
dalga yaşanmıştı. İş bulabilecek denli şanslı olanlar çok kötü
koşullarda çalışıyorlar ve genelde çıraklıklarının sonunda işten
çıkarılıyorlardı. Gençliği destekleyen sosyal yardım sistemi çökmek
üzereydi. Sırf intiharlardaki artış ve gençlerin suç oranları bile
duruma dair çok şey anlatmaktadır. Daha iyi ailelerden gelenlerinse
tutkularını tatmin edecek şekilde mesleklerinde ilerleme şanstan
azalmıştı. Üniversite öğrencileri arasında Nazilerin ortalamanın
üzerinde bir desteğe sahip olması, orta sınıf gençliğinin Weimar
Cumhuriyeti’ne ne kadar yabancılaştığının bir göstergesidir. Aslında
gençlerin sağın ve solun radikal partilerini -NSDAP ve KPD- cazip
bulması, onların Weimar demokrasisine çeşitli biçimlerde
yabancılaştıklarını ve siyasi radikalizme başvurmaya hazır olduklarını
göstermektedir. Pek çok açıdan, kendilerini yan yolda bırakmış olan
sisteme ve topluma karşı bir kuşak isyanı da söz konusuydu. Ütopik
beklentiler üzerine oynayan militan partiler bu yabancılaşmanın
yarattığı boşluğu doldurabiliyordu. 1932 sonlarında Alman gençleri
büyük oranda, esas olarak sınıfsal ve dinsel ayrımlar çerçevesinde
ifade edilen parti politikalarına göre bölünmüş durumdaydılar.
Sosyalist, Katolik ve tüm burjuva gençlik örgütlenmelerinin toplamı
bütünde Hitler Gençliği’ni gölgede bırakıyordu. Öte yandan hem
ideolojik açıdan hem de idealler bağlamında burjuva gençlik
örgütlenmeleriyle olan ortaklıklar, Nazi gençlik lideri Baldur von
Schirac’a büyük bir potansiyel sunuyordu; nitekim, partisi 1932
sonbaharında yaşadığı gerilemeden kurtulur ve Lideri yakında iktidan
ele geçirirse bu potansiyelden rahatça faydalanabilecekti. 175
Görünüşe göre Alman toplumundaki memnuniyetsizliğin cinsiyetler
bağlamında farklılaşmış ifadeleri yoktu. Bunalım, iş piyasasında
kadınlara karşı -Weimar Cumhuriyetinde de mevcut olan- ayrımcılığı
iyice arttırmıştı. Kadının rolünün “çocuklar, mutfak ve kiliseyle”
sınırlı olması gerektiğini iddia eden geleneksel önyargı şimdi iyice
güçleniyordu. Karı kocanın ikisinin de çalıştığı ve kadının “bir erkek
işi”ni boş yere meşgul ettiğinin düşünüldüğü “çifte maaşlılar”a karşı
yürütülen cadı avı artan hoşgörüsüzlüğün işaretiydi. 176 Nazi
propagandası hem 1933’ten önce hem de sonra böyle bir
hoşgörüsüzlük üzerinde oynamakta hiç zorluk çekmedi. Fakat
feminizm karşıtlığı hiçbir şekilde Hitler hareketiyle sınırlı değildi.
“Maço" imajına rağmen NSDAP’ın kadının rolüne dair fikirleri bütün
muhafazakarların ve mezhep partilerinin görüşleriyle ortaktı.
Bunalım yıllarında kadınların siyasi davranışının üzerinde, ne
feminizm karşıtlığının ne de tam tersine feminizm yanlısı
düşüncelerin bir rolü olmuştu. Görünüşe göre kadınlar erkeklerle
aynı saiklerle oy veriyorlardı. Kadınların büyük çoğunluğu, anti-
feminist olan muhafazakar ve Hıristiyan partilere oy veriyorlardı.
Hem sağ hem sol radikal partilere oy veren kadın sayısı erkeklere
oranla azdı. Kadın haklarını en fazla dillendiren parti KPD, kadınların
oylarını cezbetmekte en başarısız partiydi ve o da en az NSDAP
kadar erkek ağırlıklı bir partiydi. Hitler’in konuşmaları kadınları
kendinden geçirmesine rağmen, 1932’deki cumhurbaşkanlığı
seçimlerinde tercihlerini dinamik Nazi liderinden değil Hindenburg
gibi daha yaşlı bir devlet adamından yana kullanmışlardı. Ama
kasımdaki Reichstag seçimlerinde NSDAP’ı destekleyen kadın ve
erkeklerin oy oranları arasındaki fark bayağı bir kapandı. Kadınlar
da erkekler kadar bir Hitler diktatörlüğünü cazip buluyorlardı.
Nazizmi'in kendini üzerine inşa edebileceği ve kullanabileceği
zihniyetler toplumsal cinsiyet ayrımının ötesine geçiyordu.
Hitler’in yarattığı hayal kırıklığına ve 1932 güzünde NSDAP’ın
oylarındaki düşüşe rağmen, Hitler bir kez iktidara geldikten sonra
Nazi rejiminin faydalanabileceği bu tip zihniyetler varlığını sürdürdü
ve acılı Bunalım yıllarından beslenmeye devam etti. Halkın üçte ikisi
Nazilere oy vermediyse de, bunların çoğu Nazilerin dayanaklarına
tamamen karşı değildi. Nitekim sonraki aylar içinde, Üçüncü
Reich’da onaylayabilecekleri şeyler bulmakta zorlanmadılar.
Toplumun beşte dördünün komünizme karşı duyduğu derin korku ve
nefret önemli bir ortak paydaydı. Nasyonal Sosyalizm ile komünizm
arasında net bir seçim yapmak zorunda kaldıklarında -Hitler iktidara
geldikten sonra durumu böyle ifade edecekti-, orta sınıfların ve hali
vakti yerindeki Almanlar’ın büyük çoğunluğu, hatta işçi sınıfının bir
kısmı bile Naziler’i tercih etti. Komünistler devrimciydi; özel
mülkiyete el koyabilir, bir sınıf diktatörlüğü inşa edebilir ve
Moskova’nın çıkarları doğrultusunda bir yönetim sürebilirlerdi.
Nasyonal Sosyalistler kaba ve nahoştular, ama Alman çıkarlarını
temel alıyorlardı; Alman değerlerine sahip çıkabilirlerdi ve özel
mülkiyete el koymayacaklardı Kabaca ifade edildiğinde yaygın görüş
buydu ve bu düşünce tarzı sırf orta sınıflara has değildi.
Korku, acımasızlık ve radikalleşme siyasi şiddet ortamının
unsurlarını oluşturuyordu. Bunalım yıllarındaki gerilimler, en sakin
yerlerde bile siyasi şiddeti günlük bir olay haline getirmişti. 177
İnsanlar buna alışmıştı. Bu şiddet eğer “Kızıllar”ı hedef aldıysa tasvip
ediliyordu; kamusal hayatta “düzen”in bozulmasını kınayan en
“saygın” kesimler için bile geçerliydi bu. Paradoksal bir biçimde, bu
düzensizlik ve kargaşanın büyük kısmından sorumlu olan parti, yani
NSDAP, kendini, milli çıkarlar doğrultusunda asayiş ve düzen
getirerek şiddeti sonlandırabilecek tek parti olarak tanımlayabiliyor
ve düzenli sıralar halinde yürüyen fırtına-birlikçilerinin imajıyla bu
iddiasını güçlendiriyordu. Weimar Cumhuriyetinin kuruluşunda ve ilk
yıllarında da mevcut olan, ayrıca Bunalım yıllarında tekrar kendini
gösteren, kamusal hayattaki bu açık şiddet düzeyinin kabulü,
“iktidarın ele geçirilmesi”nden sonraki Nazi terörünün
kabullenilmesine giden yolu hazırlamıştı. 178
Bunalım yıllarının getirdiği gerilim ve yoksunlukların teşvik ettiği
bir kincilik de buna eşlik ediyordu. Bu sefaletin bir sorumlusu
olmalıydı. Günah keçilerine ihtiyaç vardı. Düşmanlar hedef gösterildi.
Siyasi düşmanlar bunun için sıraya dizilmişti. Siyasi ve kişisel
düşmanlıklar el ele gidiyordu. Büyük şehirin kalabalığı biraz koruma
sağlıyorsa da küçük kasaba ve köylerde durum hiç de böyle değildi.
Buralarda saklanacak bir yer yoktu. Devlet elindeki gücü şiddeti
desteklemek için kullanmaya başladı mı kan dökmeye istekli
gönüllülerden yana sıkıntı çekmiyordu. Ayrıca Bunalım yıllarının
sosyal ve politik çekişmeleri kişisel hınçların birikmesine yol açmıştı
ve 1933’ten sonra gerçek ya da uydurma siyasi “suçlar”ın ihbarıyla
bunların bedeli ödenecekti.
Günah keçisi olma açısından Yahudiler kolay bir hedefti. Naziler
Yahudileri şeytanileştirerek onları hem açgözlü büyük sermayenin,
hem de zalim ve öldürücü Bolşevizm’in temsilcileri olarak
gösteriyorlardı. Almanların çoğu böyle ham imajlarla düşünmüyordu.
Aynı şekilde bu kişiler, şahsen Yahudilere ya da onların mallarına
yönelik fiziki saldırıları onaylamıyor ve bu eylemlere katılmıyorlardı.
Fakat Yahudilere duyulan antipati sırf Nazi sempatizanlarıyla sınırlı
bir olgu değildi. Hiçbir politik parti, baskı grubu ya da sendika, ne de
ana Hıristiyan mezhebi Yahudi azınlığı savunmayı gündemine
almıyordu. Ve koşullar güçleştikçe, nüfusun içindeki bu küçük azınlığa
karşı -1933’te Musevilerin nüfus içindeki oranı yüzde 0.76 idi-, iş
hayatında, sanat ve meslek alanlarında sayılarıyla ters orantılı bir
şekilde egemen olduklarını vurgulayarak kıskançlık ve kızgınlık
duyguları geliştirmek kolaydı. 179 Örneğin, Nazilerin en şiddetli
antisemitik alt örgütlenmelerinden birinin, Orta sınıf Tüccarlar
Mücadele Birliği (Kamfbund des gewerblichen Mittelstandes) olması
tesadüf değildi; bu örgüt çatısı altında küçük tüccarlar, büyük oranda
Yahudilerin. ellerinde olduğunu iddia ettikleri büyük mağazalara
karşı kampanya yürütüyorlardı. Daha önce de açıkladığımız gibi,
Bunalım yıllarında çoğu insanın NSDAP’a oy verme ya da katılma
sebebi esas olarak partinin antisemitizmi değildi. Fakat Weimar
Almanyası’ndaki yaygın gizil antisemitizm -Yahudiler’in bir şekilde
“Alman olmadıkları”, farklı ve zararlı oldukları hissi-, insanların
Yahudi düşmanı olduğunu bildikleri halde Hitler’in hareketine
coşkuyla destek olmalarını kolaylaştırıyordu. Ve bu düşmanlık,
1930’ların başlarında üye sayısını ciddi oranda arttırmakta olan bir
hareketin -1932’nin sonunda partinin üye sayısı 1,414,975’i
bulmuştu-180 değerlerinin temelini , giderek daha çok insan, harekete
bir kez katıldıktan sonra, Nazi antisemitizminin acımasızlığının ve
şiddetinin etkisi altında kalıyordu. Aynı şey o dönemde sayılan 400
bini bulmuş olan SA için de geçerliydi. 181 SA’nın cazibesine kapılmış
olan ve sayıları giderek artan bu genç kabadayıların çoğu SA’ya
katılmadan önce açıktan antisemitik değildi. 182 Fakat üye olduktan
sonra şu dizeleri içeren “Mücadele Marşı”na sahip bir örgütün
parçası oluyorlardı: “Yahudi kanı bıçaktan damladığında, güzel günler
tekrar bizimle olacak.”183
Yarım milyon nüfusa sahip güçlü Yahudi cemaati içinde -ki büyük
çoğunluğu vatansever, liberal zihniyetteki Almanlardı ve asıl istekleri
aynı vatanı paylaştıktan kişilerden ayrılmak değil, onların içine
asimile olmaktı-, yükselen antisemitizme gösterilen tepki farklı
farklıydı. Ana Yahudi örgütü, Centralverein -Musevi Alman
Vatandaştan Merkez Cemiyeti-tehlikeyi ciddiye alıyor ve Naziler’in
vatandaşlık haklarına yaptıkları tacizlere karşı kararlı bir direniş
sergiliyordu. 184 Diğerleri daha rahattı ve buna bir tür çaresizlik hissi
de karışıyordu. Tehlikenin geçeceğini düşünüyorlardı. Irkçı
saldırılara doğrudan maruz kalmış olanların sayısı çok değildi; bu tip
saldırıların Almanya için değil, Rusya, Polonya ve Romanya için
geçerli olduğunu düşünüyorlardı. Bir tür ayrımcılığı kabul etmek
mümkündü ve tehlike içeren durumlardan kaçınarak beladan uzak
durulabilirdi. 185 Almanya’da kendilerini hâlâ “evlerinde”
186
hissedebiliyorlardı. 1932’nin son günlerinde, Lion Feuchtwanger’in
Geschwister Oppermann adlı romanındaki kahramanların yaptığı
gibi, “Führer”in bu işi bir sigortacı mı yoksa bir pazarlamacı olarak
mı bitireceğine dair şaka yapabiliyorlardı. 187
Hayatı felce uğratan üç Bunalım yılından sonra Almanya çok daha
hoşgörüsüz bir toplum haline gelmişti. Bunalım yıllarında Alman
toplumu sağa kayarken, Cumhuriyet’in dayandığı insancıl
prensiplerin yok olmakta olduğunun bir işareti, birkaç yıl önce
neredeyse yok olmak üzere olan ölüm cezasının 1930’ların
başlarında tekrar gündeme sokulmasıydı. Naziler “düzen”in tekrar
sağlanması için bunun en temel gereksinim olduğunu iddia
ediyorlardı. 188 Liberal değerlerin hızla eriyip gittiği bu ortamdaki
değişimi gösteren bir başka işaret, ırk İslahı ve “ırksal temizlik”le
ilgili tıbbi görüşlerdeki radikalleşmeydi. Akıl hastalarının
tımarhanelerdeki bakımı için kamu harcamalarından ciddi bir pay
ayrılması, kalıtsal sakatlıklara sahip olanların gönüllü bir şekilde
kısırlaştırılmasına yönelik bir yasanın çıkarılması için baskı unsuru
oluşturuyordu. Böyle önlemlerin hekimler, psikiyatristler, avukatlar
ve devlet görevlileri arasında gittikçe daha çok destek bulması,
Alman Doktorlar Birliğinin de desteğiyle Reich Kısırlaştırma
Yasası’na dair tasarıların sunulmasına yol açmıştı. Württemberg ve
Prusya Hekimler Odası, 1932 yılının Kasım ve Aralık aylarında böyle
yasalara desteklerini sunmuşlardı. 189 Arkasında seçmenlerin üçte
birinin desteği olan Hitler’in partisi, daha da ileri gidiyor ve kalıtsal
hastalığı olanların zorunlu kısırlaştırmaya tabi tutulmasını
savunuyordu. 1933’te iktidara gelmelerinin hemen ardından Naziler
böyle bir yasayı çıkarmakta hiç gecikmediler. Ama yasanın zemini
Hitler göreve gelmeden önce “uzmanlar” tarafından zaten
hazırlanmıştı.
1932’nin sonu itibariyle Hitler’in toplum içindeki imajları, hep
olduğu gibi gene Alman toplumunun temel ideolojik ayrımlarını ve alt-
kültürlerini yansıtmaya devam ediyordu. 190 Sosyalist ve komünist sol,
Hitler’i kapitalizmin kodamanlarının tuttuğu biri, emperyalizmin
sözcüsü, işçi sınıfının düşmanlarının siyasi vurucu gücü olarak
tanımlıyordu -ikisi arasında bu açıdan ancak ufak tefek farklar vardı.
Böyle görüşler 1933’ten sonra solun yeraltı direniş örgütlerinde
hakim olmaya devam etti. Hitler’i küçümsemeleri Nazi hareketinin
ideolojik dinamizmini net bir şekilde algılamalarını engelliyordu.
Nazilerin gerek 1933 öncesinde gerekse sonrasında girmekte çok
zorlandıkları bir başka alt-kültür olan Katolikler ise Hitler’i öncelikle,
Hıristiyanlık-karşıtı, “tanrısız” bir hareketin başı olarak
görüyorlardı. Kiliseye bağlı Protestan çevrelerinde Hitler’in bıraktığı
izlenim farklı farklıydı. Kimileri olayı, kitlenin en temel içgüdülerini
uyandıracak yeni bir putperestlik hareketinin ortaya çıkma tehlikesi
olarak görüyorlardı. Kimileri de kiliseye gidenlerin azaldığı, ahlaki ve
dini değerlerin kaybolduğunun iddia edildiği bir dönemde, Hitler’in
“milli; canlanmasının ardından ahlaki ve dini bir canlanmanın
gelebileceğini düşünüyorlardı. Young Planı kampanyası süresince
Hitler’e karşı görece sempatik bir yaklaşımı olan milliyetçi-
muhafazakar sağın tavrı şimdi daha düşmancaydı. Hitler’i genelde bir
devlet adamı olarak değil, uzlaşmaz, sorumsuz, kaba ve yabani bir
demagog, siyasi iyileşmenin önünde bir engel, tehditkar sosyalist
eğilimleriyle aşırılıkçı bir hareketin başı olarak tanımlıyorlardı. Bu
olumsuz imajlara karşın, nüfusun Hitler’e dalkavukça bir hayranlık
duyan üçte birlik kısmı, yaz ve sonbahar boyunca yaşanan gerilemeye
rağmen hâlâ Hitler’i Almanya’nın geleceği için yegane umut olarak
görüyordu. Temmuz seçimlerinde 13.5 milyondan fazla insan Hitler’e
oy vermişti. Bunlar ya Führer kültünün fiili müritleriydi ya da bunun
için potansiyel taşıyorlardı. Kasımdaki kayıplara rağmen yine de
büyük bir destek kitlesi vardı ve bu desteğin, NSDAP’ın olağanüstü
Lideri’nde olabildiğince kişiselleşmiş bir odak noktası vardı. Eğer
Hitler iktidarı almayı başarıp da biraz ilerleme kaydetse, kökleri
keskin bir anti-Marksizm’e dayanan ideolojik konsensüsün dalları
arasında ilerleme şansı vardı; parti siyasetine ve çoğulcu
demokrasiye duyulan düşmanlık, otoriter bir liderliğin yönetimi
altında milli gururun tekrar kazanılmasına duyulan özlemle bir araya
gelip Hitler’in destek zeminini genişletebilirdi. Burada esas anahtar,
bölücü lider imajından sıyrılıp, partinin üstünde ulusun çıkarlarını
gözeten bir lider imajına bürünüp bürünemeyeceğiydi. Ocak 1933’te
Alman nüfusunun üçte ikisi Hitler’e böyle bir nosyonu yakıştırmaktan
uzaktı.
V

Ocak 1933’te yaşanan olaylar olağanüstü bir siyasi oyundan başka


bir şey değildi. Ve bu oyun büyük oranda Alman halkının gözü önünde
oynanmadı.
Schleicher’in Reich Şansölyeliğinden alınmasından on beş gün
sonra Franz von Papen, Berlin Herrenklub’un yemeğinde onur
konuğuydu. 16 Aralık’taki bu yemekte Papen’in -hükümetteki sicilini
değerlendirdiği, Schleicher kabinesini eleştirdiği ve NSDAP’ın
hükümette yer alması gerektiğini belirttiği- konuşmasını dinleyen
300 davetli arasında Köln’lü banker Baron Kurt von Schröder de
vardı. Birkaç hafta önce Schröder, Hindenburg’a verilen, Hitler’i
Şansölye yapmasının talep edildiği dilekçeyi imzalamıştı. Aylar
öncesinden Nazi sempatizanları arasına katılan Schröder “Keppler
Çevresine (bir zamanlar küçük bir işadamı olan Wilhelm Keppler’in
iktisat danışmanlarından oluşan ve Hitler için işe koştuğu bir gruptu
bu) mensuptu. Daha kasım ayında -ortalıkta henüz hiçbir şey yokken-
Keppler Schröder’e, Papen’in Hitler’in Şansölyeliği için
Hindenburg’la arabuluculuk yapabileceğini söylemişti. Papen’in
Herrenklub konuşmasından sonra, eski Şansölyenin söyledikleriyle
ilgilenen Schröder akşamın ilerleyen saatlerinde siyasi durumu
tartışmak üzere birkaç dakikalığına Papen’le bir araya geldi, ikisi
birbirlerini bir süredir tanıyorlardı. Ve Schröder de Hitler’i
tanıdığından, aralan hâlâ buz gibi olan eski Şansölye ile Nazi lideri
arasında ideal bir aracıydı. Emin olmamız mümkün değilse de, Hitler
ile Papen’in görüşeceği bir toplantıya dair konuştuklarını farz
edebiliriz. Aralık bitmeden hemen önce Schröder Papen’i aradı ve
birkaç gün içinde yapılacak bir toplantıya katılıp katılamayacağını
sordu. 4 Ocak 1933’te Schröder’in Köln’deki evinde görüşmeyi
kararlaştırdılar. Papen o gün Saar’daki evinden çıkıp Berlin’e
gidecek, Düsseldorf'ta annesinin evine uğramayacaktı. Hitler ise o
akşam Lippe-Detmond’da seçim kampanyasına başlamak üzere yola
çıkacağından yakın yerlerde olacaklardı. Buluşma yeri ikisinin
karşılaşmasına müsait olacak şekilde seçilmişti. Aslında Keppler, 16
Aralık’ta bankerin Papen’le görüşmesine müteakiben Hitler’e
buluşma yeri olarak Schröder’in evini önermişti. 191
Bu toplantıya dair savaş sonrasında verdiği beyanda Schröder,
hükümette Hitler ile Papen arasındaki bir işbirliği olasılığına dair iş
çevresindeki birtakım kişilerle görüşmeler yaptığını ve bunun gayet
münasip bulunduğunu belirtmiştir. Bu kişileri motive eden unsurlar
şunlardı: Bolşevizm korkusu, iktidara gelen Nasyonal Sosyalizm’in
ekonomik iyileşme için istikrarlı bir ortam yaratacağı ve iş dünyasının
özerkliğini kısıtlayan faktörlerin kaldırılacağı umudu. “Güçlü bir
lider”in iktidara geleceğini ve uzun süre görevde kalacak bir
hükümet kuracağını umut ediyorlardı. 192 Schröder’in ağız
yoklamaları aslında -Hitler’e sempatilerinden şüphe edilmeyen bir
grup işadamından ibaret olan- Keppler Çevresi’nin ötesine
uzanmıyordu. Önde gelen sanayicilere, ne kişisel olarak ne de
sanayicilerin esas cemiyeti Reichsverband der deutschen Industrie
(Reich Alman Sanayi Cemiyeti) aracılığıyla danışmış değildi.
Schröder’in büyük sermayenin ajanı olarak hareket ettiği görüşü,
uzun süre kesin bir gerçek olarak kabul görmüş olmasına rağmen,
dayanaktan yoksundur. Schröder iş dünyasının önde gelen
şahsiyetlerini tanımıyordu; ayrıca onların da, Schröder’in Papen ile
Hitler’i bir araya getirme çabalarından haberleri yoktu. 193 Aslında
büyük sermaye kendi içinde Schleicher hükümetine bakışta
ayrışmıştı. İş dünyasının liderlerinin (gizlisosyalist olarak gördükleri)
“Kızıl General”e ilk dönemde duydukları korku gerçeklik
kazanmamıştı. Nasyonal Sosyalizmle ilişkiler bu dönemde zayıftı. 194
Sanayi alanındaki önemli şahıslarlara bakarsak, onların adamı hâlâ
Papen idi. Onların asıl istediği, Hitler’e ikincil bir rol verip NSDAP’ı
da arkasına alarak Papen’in tekrar Şansölyelik koltuğuna
oturmasıydı. 195 Ocak ayı ilerlerken gerçekleşen olaylar, Hitler’in
Şansölyeliğe yükselmesinde esas rolü oynayanın, “sanayi
şefleri”ndense büyük toprak sahipleri olduğunu ispatlayacaktı. Büyük
toprak sahipleri bunu, Schleicher kabinesinin baş düşmanı olan lobi
örgütlenmeleri Reichslandbund (Reich Ziraat Birliği) aracılığıyla
gerçekleştirdiler. 196
Papen daha sonra hiç de ikna edici olmayan bir iddiada bulunmuş
ve amacının Hitler’i Schleicher kabinesine katılmaya ikna etmek
olduğunu söylemiştir. 197 Asıl amacı yeni bir kabinede Hitler’le
işbirliği yapıp yapamayacağına dair ağız yoklamaktı. Daha sonradan
kendini gayet özverili amaçlar içindeymiş gibi göstermeye çalışsa da
Papen, Schleicher’i devre dışı bırakarak onun yerine geçme planları
yapıyordu. Hitler ise, Hindenburg’un onayının önünü kesen biri varsa
bunun olsa olsa Papen olduğunun farkındaydı. 198
Papen öğle vakti Schröder’in evine geldi. Toplantının gizli olması
planlandıysa da dışarı haber sızmıştı. Taksiden inerken Papen’in
fotoğrafı çekildi. Ertesi gün Çevresi’nin gazetesi olan Tâgliche
Rundschau toplantının konusunun, Papen’in Cumhurbaşkanıyla olan
ilişkisini kullanması suretiyle bir Hitler hükümeti kurulması olduğunu
bildirdi. Hem Papen hem de Hitler, “büyük bir milli siyasi cephe
kurulması ihtimali”nin ötesinde bir şey konuşmadıklarını belirtmek
zorunda kaldılar. 199 Yanında Hess, Himmler ve Keppler olduğu halde
arka kapıdan giren Hitler, Papen’i beklemeye koyulmuştu. Hitler,
Papen ve Schröder özel olarak bir odada konuştular. Schröder
tartışmalara hiç katılmadı. 200 Hitler saldırgan bir tarzda, Papen’in 13
Ağustos’ta kendisine karşı davranışını ve Potempa katillerinin
cezasını onaylamasını gündeme getirerek konuşmaya başladı.
Sakinleşince konuşma yeni bir hükümetin kurulması etrafında
dönmeye başladı. Söylendiğine göre Hitler, “önemli mevkilerdeki”
komünistlerin, Sosyal Demokratların ve Yahudilerin görevlerinden
alınması ve “toplum hayatına yeniden düzen getirilmesi” koşulunu
kabule hazır oldukları sürece, kendi liderliğindeki bir hükümete
Papen’in destekçilerini kabul edeceğini belirtmişti. 201 Fakat
tartışmalar sırasında ilk kez, bir süreliğine de olsa Şansölyelikten
azına da razı olabileceğini ima etmiş gibi görünmektedir. Birkaç gün
sonra Hitler Goebbels’e Papen’in Schleicher’i devirmeye niyetli
olduğunu ve Cumhurbaşkanının da bunu bildiğini söyledi:
“Anlaşmamız hazır. Ya Şansölyelik ya da güçlü bakanlıklar. Savunma
ve İçişleri Bakanlığı. Dahası da var.”202 Muhtemelen Papen Hitler’e,
Hindenburg’un onun Şansölyeliğine karşı olduğunu ve bu engeli
aşmanın hâlâ güç olduğunu hatırlatmıştı -tabii Hitler’in bunun
hatırlatılmasına ihtiyacı olduysa. Yeni hükümeti kimin yöneteceği
sorusu çok büyük olasılıkla toplantıda karara bağlanmamıştı. Papen
genel anlamda yetkilerin eşitçe paylaşılmasından bahsetmiş ve hangi
bakanlığa kimin getirileceği konusu netleştirilmemişti- kaldı ki
Hitler’in kendisi bile bazı meslektaşlarının göreve gelmeye hazır
olmadığını düşünüyordu. İki saat süren tartışmayı, Berlin’de ya da
başka bir yerde toplanarak diğer meseleleri konuşma kararıyla
bitirdiler ve birlikte öğle yemeği yediler. Papen’in aşama
kaydettiklerini düşündüğü kesindi. Birkaç gün sonra sanayicilere
toplantının raporunu verirken, Hitler’in muhafazakarların hakim
olduğu bir kabinede “ast konumdaki partner” rolünü kabul ettiği
izlenimini yarattı. 203 Papen 9 Ocak’ta Şansölye Schleicher’le yaptığı
tartışmada, Nazi liderinin Savunma ve İçişleri Bakanlıklarıyla
yetineceğini ima etmişti. Papen, Hitler’in bir Schleicher kabinesini
devirmeye çalışmayıp ona katılacağını, yaptıkları konuşmaların bu
minvalde olduğunu ima etmişti. Aynı gün Cumhurbaşkanıyla yaptığı
özel bir görüşmede Papen Hindenburg’a, Hitler’in taleplerini
azalttığını ve sağ partilerle bir koalisyona hazır olduğunu bildirmişti.
Açıkça konuşulmasa da bu hükümeti Pappen’in yöneteceği farz
ediliyordu. Cumhurbaşkanı Papen’e Nazi lideriyle görüşmelerini
sürdürmesini söyledi. 204
Hitler’le Papen arasındaki ikinci görüşme kısa bir süre sonra
gerçekleşti. 10 Ocak’ı 11 Ocak’a bağlayan gece yapılan toplantı,
Berlin’in lüks bir banliyösü olan Dahlem’de, Ribbentrop’un evinde
yapıldı. Papen Hitler’e, Hindenburg’un onun Şansölyeliğine hâlâ karşı
olduğunu söylediğinden bu toplantıda bir gelişme kaydedilemedi.
Hitler kızgın bir şekilde, Lippe seçimlerine dek görüşmeleri askıya
aldı. 205
173 bin kişinin yaşadığı minik bir eyalet olan206 Lippe-Delmont’daki
seçimler başka koşullarda Hitler ve partisi için öncelik taşımazdı.
Fakat şimdi bu seçimler NSDAP’a, önceki kasım seçimlerinde
uğradığı kayıplarından beri ve Strasser krizinden sonra hızla
yükselişe geçtiğini ispatlama şansı sunuyordu. Partinin finansal
durumu kötü olmasına rağmen Lippe’de iyi bir sonuç almak için hiçbir
şey esirgenmedi. 207 15 Ocak’taki seçimden yaklaşık on beş gün önce
başlayan propaganda faaliyetleri tüm hızıyla devam etti. Naziler
ellerindeki bütün büyük konuşmacıları iş başına koştular. Göring,
Goebbels, Frick ve Prens Auwi konuşmacılar arasındaydı. 208 Hitler
on bir gün içinde on yedi yerde konuşma yaptı. 209 Ama çabalarının
karşılığını aldılar. Kasım seçimleriyle karşılaştırıldığında NSDAP 6
bin fazla oy aldı ve oy oranını yüzde 34.7’den 39.5’e çıkardı.
Naziler’in fazla oyları muhtemelen, 3 bin oy kaybetmiş olan
DNVP’den geliyordu. SPD 4 bin oy kazanırken, komünistler 3 bin oy
kaybetmişlerdi. Aslında Nazilerin kazandığı başarı lanse edildiği
kadar etkileyici değildi. Partinin bölgedeki desteği, temmuz
Reichstag seçimlerinde aldıkları sonucun 3 bin oy gerisindeydi. 210
Doğal olarak durum abartıldı. Göze görünene inanıldı. Görünüşte
zafere doğru yürüyüş devam ediyordu. 211
Bununla birlikte Hitler’in durumunu esas güçlendiren şey
Lippe’deki seçim sonuçlarından çok Schleicher’in giderek yalnız
bırakılmasıydı. Schleicher açısından durum kötüydü. Ocak ortasında
Gregor Strasser’e bağladığı umutlar ve Nazi partisinin içinden
destek bulma ümitleri yok olmakla kalmamış,212 aynı zamanda,
tarımsal ürünlere yüksek ithalat harçları koymaya gönülsüz olması
nedeniyle Reichslandbund’un hedefi haline gelmişti. Schleicher
yalnızca DNVP’de değil NSDAP içinde de desteği olan böyle bir
muhalefet karşısında güçsüzdü. Büyük ziraatçılarla anlaşması,
sanayinin iki tarafını birden küstürmesi; hem sendikaları hem de
patronları, üstüne üstlük bir de tüketicileri karşısına alması anlamına
geliyordu. Hugenberg birtakım tekliflerle geliyor, kendisine Ekonomi
ve Besin Bakanlıklarının verilmesi koşuluyla DNVP’nin Schleicher’i
destekleyeceğini söylüyordu ama Schleicher bu tekliflere kulaklarını
tıkamak zorundaydı. Ve 21 Ocak itibariyle DNVP de Şansölyeye açık
muhalefetini ilan etti. Ziraatçilerin ithamlarının yanı sıra, hükümetin
kırsal alandaki “Bolşevizm”ine dair keskin ithamlar -ki bunların
kökeni hükümetin doğudaki iflas etmiş mülkleri küçük çiftçilere
dağıtarak işsizliğe çözüm bulma planlarıydı- Brüning’in
düşürülmesine yardım eden lobiyi hatıra getiriyordu. Schleicher’in
konumu ocak ortasında patlayan Osthilfe (Doğu Yardımı) skandalıyla
iyice zayıfladı. Ziraatçiler lobisi hükümetin olayı hasır altı
etmemesinden dolayı iyice öfkelenmişti. Hindenburg'un yakın
arkadaşlarından ve tanıdığı toprak sahiplerinden bazıları da işe
karıştığından, Schleicher’e duyulan öfke doğrudan Cumhurbaşkanına
yönelebilirdi. Ve skandalın ardından, Cumhurbaşkanının beş yıl önce
Alman işadamları tarafından kendisine bağışlanan Neudeck’deki
mülkünü, veraset vergisinden kurtulmak için oğlu üzerine geçirdiği
ortaya çıktığında, Hindenburg Schleicher’i kendisiyle birlikte onun
adını da batağa sürüklemekle itham etti. 213
Lippe’deki seçim sonuçlarının açıklanmasından bir gün sonra, 16
Ocak'taki kabine toplantısında Schleicher güzün Papen’i meşgul etmiş
olan meseleyi tekrar gündeme getirdi: Reichstag’ın feshedilmesi ve
yeni seçimlerin ertelenmesi mümkün olabilir miydi, bir başka deyişle
anayasanın çiğnenmesi riski göze alınabilir miydi? Papen’in son
kabine toplantısının aksine tek bir bakan bile böyle bir hamleye karşı
çıkmadı. Schleicher iyimserliğini koruyordu; bir süre sonra
hükümetinin desteğinin artabileceğini, Papen’in onun işine yarayan
çabalarının ardından Hitler’in şimdi Şansölyelik iddialarından
vazgeçtiğini, Savunma Bakanlığıyla yetindiğini ve Hindenburg’un da
bunu kesinlikle reddedeceğini düşünüyordu. 214 Schleicher’in
anayasayı çiğneme stratejisinin aslında Papen’in önerdiği ve
kendisinin reddetmiş olduğu durumdan hiç farkı yoktu.
Cumhurbaşkanının onayı gerekiyordu. Aralık ayı başında Schleicher
Hindenburg’u, anayasa ihlal edilip de olağanüstü hal ilan edilirse
ülkede bir iç savaş çıkabileceğine ve Reichswehr’ın bu kargaşayla
baş edemeyeceğine ikna etmişti. Şimdi ise, koşullarda pek bir
değişiklik olmamasına rağmen, Hindenburg’u aralıkta olacağını
öngördüğü şeylerin ocakta olmayacağına ikna etmek gibi güç bir iş
vardı önünde. Başarı şansı yüksek değildi.
Ribbentrop’un aracılığıyla 18 Ocak’ta Hitler ile Papen arasında bir
toplantı daha organize edildi. 215 Röhm’ün ve Himmler’in eşliğinde
toplantıya gelen, Lippe sonuçlarından ve Schleicher’in iyice zor
duruma düşmesinden cesaret bulmuş olan Hitler, ay içindeki önceki
toplantılarda olduğundan daha sert bir tavır içine girerek, doğrudan
Şansölyeliği talep etti. Papen, Hindenburg’u buna ikna etmeye
gücünün yetmeyeceğini söyleyerek itiraz ettiğinde Hitler olağan
tarzıyla, bu durumda eski Şansölyeyle daha fazla konuşacak bir
şeylerinin kalmadığını belirtti. Ribbentrop, Hindcnburg’un oğlu
Oskar’la konuşmanın işe yarayabileceğini söyledi. Ertesi gün
Ribbentrop bu önerisini Papen’le daha ayrıntılı bir şekilde konuştu.
Sonuç olarak 22 Ocak pazar akşamı Ribbentrop’un evinde, Oskar von
Hindenburg’un ve Cumhurbaşkanlığı müsteşarı Otto Meisner’in
katılacağı bir toplantı ayarlandı. Hitler’e Frick eşlik edecekti. Daha
geç bir vakitte Göring de onlara katıldı. 216 Hitler bir önceki gün
kendini iyi hissetmiyordu. Goebbels çok az yeyip, çok az uyuduğunu
söylüyordu. 217 Belki kendini hâlâ iyi hissetmediğinden, belki de
aklında aynı günün daha geç saatlerinde Oskar von Hindenburg'la
yapacağı toplantı olduğundan 22 Ocak günü Berlin Sportpalast’ta
parti görevlilerine normal performansının altında bir konuşma
yaptı. 218 Ama saat onda Ribbentrop’un evine vardığında genç
Hindenburg’u etkilemeye kararlıydı. Toplantının esas kısmını, Hitler
ile Cumhurbaşkanının oğlu arasındaki iki saatlik tartışma oluşturdu.
Hitler Papen’le de konuştu. Papen ona Hitler’in Şansölyeliği
konusunda Cumhurbaşkanının fikrini değiştirmediğini ama artık
koşulların değiştiğini ve Nasyonal sosyalistlerle ya mevcut hükümette
ya da yeni kurulacak bir kabinede işbirliği yapmanın gerekliliğini
kabul ettiğini belirtti. Hitler uzlaşmaz bir tavır içindeydi. Nazi
işbirliğinin ancak kendisi Şansölye olursa mümkün olacağını açıkça
belirtti. 13 Ağustos’taki uğursuz toplantının ardından çıkan tebliğin
acısını daha unutmamıştı. Mutlak iktidar arayışında olmadığını, siyasi
partilerin temsilcisi olarak hizmet vermedikleri sürece kabinesinde
burjuva siyasetçilerin bulunmasına itirazı olmadığını ısrarla belirtiyor
ve bu konuda geri adım atmıyordu. 219 Kendisine verilecek
Şansölyeliğin dışında Frick Reich İçişleri Bakanı olacak ve Göring de
başka bir bakanlığın başına gelecekti. Bu talepler geçen ağustosta
Schleicher’den istediklerinden daha mütevazıydı ve zaten böyle de
algılandı. 220 Papen kendisi için Şansölye yardımcılığı görevini
istiyordu. 221 Bu zeminde şimdi Hitler’in Şansölyeliği için bastırmaya
aklı yatmıştı -bu önemli bir adımdı- ama Hitler’in en ufak bir
güvensizliğinde geri çekilecekti. 222 Dahlem’den dönerlerken Oscar
von Hindenburg Meissner’e Hitler’in söylediklerinden etkilendiğini
belirtti. 223 Hitler ise Cumhurbaşkanının oğluna karşı bu kadar
lütufkar değildi. Goebbels’e “genç Oskar ender bulunur bir budalalık
örneği,” diye kestirip atmıştı. 224
Ertesi gün, artık konumunun tehdit altında olduğunu anlamış olan
Şansölye Schleicher Hindenburg’a, bir güvenoyu yoklamasıyla 31
Ocak’ta Reichstag’ın feshedilebileceğini bildirdi. Cumhurbaşkanından
fesih emri vermesini ve yeni seçimleri ertelemesini istedi.
Hindenburg fesih üzerine düşünmeyi kabul etti ama Weimar
Anayasasının 25. maddesini çiğnemeyi reddetti. 225 Beş ay önce Papen
için yapmaya hazır olduğu şeyi şimdi Schleicher için yapmayı
reddediyordu. Ama daha aralığın başında böyle ciddi bir adımın
aleyhinde argümanlar ileri sürüp onu ikna eden Schleicher
olduğundan, Cumhurbaşkanının, o zaman verdiği tavsiyeye bağlı
kalmasını şimdi artık eleştiremezdi.
Aynı zamanda Hindenburg da kendine çok manevra alanı
bırakmamıştı. Hitler’in Şansölyeliğini bir kez daha reddetmişti. 226
Geriye kalan seçenek tekrar bir Papen kabinesi kurulmasıydı. Bu
Hindenburg’un en beğendiği sonuç olurdu ama krizin
çözümlenmesine bir katkısı olmazdı ve Papen’in kendisi bile bu
ihtimale şüpheyle yaklaşıyordu. Berlin’de söylentiler almış başını
giderken, Hugenberg’in esas rolü oynadığı, yine Papen’in
başkanlığındaki bir “mücadele kabinesi"ne geri dönülmesi ve
olağanüstü hal ilan edilmesi ihtimali, -bugün kayda değer bir ihtimal
olarak görülmesine rağmen- Hitler başkanlığındaki bir kabineden
daha kaygı verici görülüyordu. 227 Böyle bir sonuca karşı duyulan
korku, fesih isteği Cumhurbaşkanı tarafından reddedilen
Schleicher’in tüm kabinesiyle birlikte istifasını sunduğu 28 Ocak
tarihinden sonra iyice arttı. 228 İstifanın sunulmasından sonraki saatler
içinde Hindenburg Papen’den, Reichstag’ın desteğiyle ve anayasa
çerçevesinde bir çözüm bulmasını istedi. 229 Papen’in kendi anlatısına
göre cumhurbaşkanı ondan bir Hitler kabinesi olasılığına dair
durumu yoklamasını istemişti. 230 Papen Ribbentrop’a giderek
Hitler’le hemen görüşmesi gerektiğini söyledi. Dönüm noktasına
gelinmişti. Hindenburg’la bu konuşmasının ardından Hitler’in
Şansölyeliğinin artık ihtimal dahilinde olduğunu düşünüyordu. 231
Bu döneme dek Papen Hitler’in hükümetin başına gelmesini zaten
kabullenmişti. Kafasındaki tek sorun, “güvenilir” ve “sorumluluk
sahibi” muhafazakarların Hitler’i frenlemesinin nasıl mümkün
olacağıydı. Schleicher’in istifasından bir gün önce, 27 Öcak’ta Hitler
makul bir müzakere yürütecek halde değildi. Danışmanlarına
Hindenburg’la konuşacak hiçbir şeyi olmadığını söylemişti. Ayrıca
DNVP liderinin, yeni kabinede Prusya İçişleri Bakanlığı’na bir
Nasyonal Sosyalist’in getirilmesini ve -Hitler için büyük önem
taşıyan- yeni Reichstag seçimlerinin yapılmasını reddetmesi üzerine,
büyük bir kızgınlıkla Hugenberg’le olan görüşmeleri de kesmişti. 232
Hitler kızgındı ve hayal kırıklığına uğramıştı. Göring ve Ribbentrop
onu sakinleştirdiler ve Berlin’den hemen Münih’e gitme kararından
vazgeçirdiler. “Hitler’i daha önce hiç böyle bir halde görmemiştim,”
diyordu Ribbentrop. “Ona ve Göring’e, bu gece Papen’le yalnız
görüşeyim,” -Hitler daha önce onunla görüşmeyi reddetmişti- “ve
durumu anlatayım, dedim. Akşam Papen’i gördüm ve onu en mantıklı
seçeneğin Hitler’in Şansölyeliği olduğuna, bunun için elinden geleni
yapması gerektiğine ikna ettim. Papen, Hugenberg meselesinin o
kadar önem taşımadığını, Hitler’in Şansölyeliğine artık tamamen ikna
olduğunu belirtti. Papen’in tavrındaki çok önemli bir değişimdi bu...
İnanıyorum ki dönüm noktası Papen’in bu kabulüydü.”233
Schleicher kabinesinin 28 Ocak’ta istifa etmesinin ardından Papen,
Hitler ve Hugenberg’le görüşmeler yaptı. 234 Hugenberg bir Hitler
kabinesinin tek yol olduğunu kabul etmişti, ama Hitler’in yetkilerini
sınırlandırmanın önemini vurguluyordu. DNVP’nin desteğinin karşılığı
olarak kendisine Reich ve Prusya Ekonomi Bakanlıklarımın
verilmesini istiyordu. Hitler hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde,
ağustostan beri zaten yaptığı gibi, parlamenter çoğunluğa bağlı bir
hükümet fikrini reddederek, Papen ve Schleicher’e tanınan aynı
haklarla bir Cumhurbaşkanlığı kabinesinin başına gelmekteki ısrarını
sürdürdü. Kendisi Şansölye ve Prusya Komiseri olduğu, Reich ve
Prusya İçişleri Bakanlıkları da kendi partisinin elinde olduğu sürece.
Cumhurbaşkanının önerdiği, önceki kabineye mensup kişileri kabul
etmeye hazır olduğunu yineledi. 235 Prusya üzerinde geniş yetki
istemesi sorunlara yol açtı. Ribbentrop ve Göring Hitler’i daha azına
razı etmeyi denediler. Sonunda, Papen’in sözleriyle ifade edersek
“berbat bir letafet”le, Prusya’daki Reich Komiserliği yetkilerini
Şansölye yardımcılığı görevi dahilinde Papen’e bırakmayı kabul
etti. 236
Bu arada Papen bazı eski kabine üyeleriyle, Hindenburg’un itibar
ettiği muhafazakarlarla telefon konuşmaları yapıyor, onların
değerlendirmelerini alıyordu. Hepsi de Papen’in Şansölye yardımcısı
olduğu bir Hitler kabinesinde çalışmayı kabul edeceklerini, ama
Papen-Hugenberg ortaklığındaki bir “çatışma kabinesi”nde yer
almak istemediklerini belirtiyordu. Papen 28 Ocak gecesi geç bir
vakitte bunu Hindenburg’a bildirdiğinde, Cumhurbaşkanı bundan
etkilendi. Hitler’in taleplerinin “makul” bir hale gelmiş olmasından da
memnun kalmıştı. Cumhurbaşkanı ilk kez bir Hitler kabinesi
olasılığına karşı ılımlı yaklaşıyordu. 237 Açmaz kırılmıştı.
Hindenburg ve Papen kabinenin kimlerden oluşacağını tanıştılar.
Cumhurbaşkanı, güvenilir biri olan Neurath’ın Dışişleri Bakanlığını
sürdürmesinden hoşnuttu. Savunma Bakanlığı’na da aynı derecede
sağlam birinin gelmesini istiyordu. Onun önerisi, Doğu Prusya ordu
komutanı olan ve o sırada, Cenova’daki Silahsızlanma
Konferansındaki Alman delegasyonunun teknik danışmanlığını
yürüten General von Bomberg idi. Hindenburg onu son derece
güvenilir ve “tamamen apolitik” buluyordu. General ertesi sabah
Berlin’e çağrıldı. 238
Papen 29 Ocak sabahı Göring ve Hitler’le tartışmalarında perde
arkası rolünü sürdürmeye devam etti. Kabinenin nasıl
oluşturulacağında anlaşmışlardı. Şansölyelik ve iki bakanlık dışındaki
tüm bakanlıklar Nazilere değil muhafazakarlara verilecekti. Neurath
(Dışişleri), Schwerin von Krosigk (Maliye) ve Eltz-Rübenach (Posta
ve Ulaşım) Schleicher kabinesinin üyeleriydi. Adalet Bakanlığı’na
kimin getirileceği o an için belirsiz bırakıldı. Hitler Reich içişleri
Bakanlığı’na Frick’i aday gösterdi. Prusya Reich Komiserliği’yle ilgili
imtiyazın telafisi olarak Papen, Göring’in Prusya içişleri Bakan Vekili
olarak atanmasını kabul etti. 239 Bu önemli bir atamaydı, çünkü Reich
topraklarının üçte ikisini kapsayan büyük Prusya eyaletinde polisin
kontrolünü Nazilere veriyordu. Nazilerin önceki yazki beklentileri
arasında bir Propaganda Bakanlığı’nın kurulup Goebbels’in başına
gelmesi de vardı ama şimdi böyle bir durum sözkonusu değildi. Fakat
Hitler Goebbels’i bakanlığın onu beklediğine dair temin etti. Şu anda
geçici bir çözüm için gerekli taktikleri geliştiriyorlardı. Her şey bir
yana Goebbels’e, Şansölye olarak atanmasından sonra yapılmasında
ısrarlı olduğu seçim kampanyası için ihtiyacı vardı. 240
Papen aynı gün Hugenberg’le, ayrıca Stahlhelm liderleri Seldte ve
Duesterberg’le de görüştü. Hugenberg hâlâ Nazilerin yeni seçim
talebine itiraz ediyordu çünkü kendi partisinin bundan hiçbir kazancı
olmayacaktı. Ama uzun süredir göz koyduğu güçlü Ekonomi
Bakanlığı’nın kendisine sunulmasının cazibesine kapılıp, işbirliği
yapabileceğini belirtti. 241 Önceki Kasım Hugenberg Hindenburg’a,
Hitler’in güvenilmez biri olduğunu düşündüğünü söylemişti.
Hugenberg’in bu dönemki yorumu şöyleydi: “Siyasi meseleleri ele
alma biçimi ona siyasi liderlik verilmesini neredeyse imkansız hale
getiriyor.” Böyle bir adım için çok fazla çekincesi olduğunu da
eklemişti. 242 Fakat şimdi kendi iktidar hırsları nedeniyle bu
çekinceleri unutmuştu. Ocak sonunda Stahlhelm lider vekili Theodor
Duesterberg, Hitler kadar dürüstlükten uzak birine güvenip
Şansölyelik vermenin sonuçları hakkında onu uyardığında,
Hugenberg bu itirizları geçiştirdi. Hiçbir şey olamazdı. Hindenburg
Cumhurbaşkanlığı ve Silahlı Kuvvetler yüksek kumandanlığı
görevlerini sürdürecekti; Papen Şansölye yardımcısı olacaktı; kendisi
tarım da dahil olmak üzere bütün bir ekonomiyi kontrol edecekti;
(Stahlhelm lideri) Seldte Çalışma Bakanı olacaktı. “Hitler’i köşeye
sıkıştırıyoruz,” diye sonlandırdı konuşmasını Hugenberg.
Duesterberg karamsar bir ifadeyle, Hugenberg’in bir gece kendini,
tutuklanmamak için iç çamaşarlarıyla bakanlığın bahçesinden
kaçarken bulabileceği yanıtını verdi. 243
Papen’in muhafazkar dostlarından bazıları bir Hitler kabinesine
dair derin kaygılarını ifade etmişlerdi. Papen onlara anayasa
çerçevesinde başka bir alternatif olmadığını söyledi. 244 Kendini
Hitler’in ellerine teslim ettiği için onu uyaran birine Papen
“yanılıyorsun, onu biz tuttuk,” diye yanıt vermişti. 245
Çözülmesi gereken son bir sorun daha vardı. Hitler Papen’le
görüşmesinde yeni seçimlerin ardından bir yetki yasası
çıkarılmasında ısrar etmişti. Hitler açısından bu çok önemliydi. Yetki
yasası, Reichstag’a ya da olağanüstü hal kararnameleri için
Cumhurbaşkanının desteğine bağlı kalmaksızın ülkeyi istediği gibi
yönetmesine imkan tanıyordu. Ama Reichstag’ın o anki bileşimiyle bir
yetki yasasının çıkarılması umudu hiç yoktu. Papen Ribbentrop
aracılığıyla Hindenburg’un yeni seçim yapılmasına taraftar
olmadığını bildirdi. Hitler Ribbentrop’a, bundan sonra başka seçim
olmayacağını Hindenburg’a iletmesini söyledi. 21 Ocak günü öğleden
sonra Papen, Göring ve Ribbentrop’a her şeyin açıklığa kavuştuğunu
bildirdi. Göring Kaiserhof'a “her şey mükemmel,” diyerek durumu
bildirdi. 246 Ertesi sabah saat 11’de Hitler Şansölyelik yemini etmek
için Cumhurbaşkanının karşısına çıkacaktı. 247
Akşam başka bir k daha yaşandı. Schleicher’in aracılarından
Werner von Alvensleben Goebbels’in evine gelerek, Hindenburg’un
Papen’e bağlı bir azınlık kabinesi kuracağı söylentilerini getirdi. Bu
Reichswehr’in kabul edeceği bir şey değildi. Oskar von Hindenburg
ertesi gün tutuklanacaktı. Neudeck’teki mülküne çekilmiş olan
Cumhurbaşkanı artık bu göreve uygun görülmüyordu. Bunlar hemen
yan odada bulunan Hitler ve Göring’e aktarıldı. Göring zaman
kaybetmeden olacakları Meissner ve Papen’e bildirdi. Goebbels
şüphe içindeydi. Ama Nazi liderliği söylentileri, SA’yı Berlin’de
alarma geçirecek kadar ciddiye aldı. 248 Cumhurbaşkanının maiyeti de
harekete geçmişti. Oskar von Hindenburg ertesi sabah, Cenova’dan
dönen Blomberg’i hemen alıp getirmek üzere Anhalter Bahnhofa
gönderildi. Amaç, tren istasyonunda ordu kumandanlığına götürmek
için Blomberg’i bekleyen ordu genelkurmay başkanı General von
Hammerstein’ın yardımcısından erken davranmaktı. Hemen
Cumhurbaşkanının huzuruna çıkarılan Blomberg iddia edilen darbe
planları hakkında Hindenburg’a bilgi verdi ve yeni Savunma Bakanı
olarak yemin etti. Bakanlar ancak hükümetin başı olan kişinin
onayıyla yemin edebildiğinden bu yemin anayasadaki teknik bir
ayrıntıydı. Hindenburg Blomberg’e, görevinin Schleicher’in planlarını
tersine çevirmek ve Reichswehr’ı politikanın dışında tutmak olduğunu
söyledi. 249
30 Ocak 1933 Pazartesi günü saat 11’de Cumhurbaşkanıyla olan
randevularından on beş dakika önce, bakanlıkların bahçesinden
Cumhurbaşkanlığı Binası’na doğru ağır adımlarla yürüyen -
Cumhurbaşkanlığı Sarayı tamiratta olduğundan Hindenburg burada
ikamet ediyordu- yeni kabine mensupları arasında hâlâ çekişme
sürüyordu. Hitler Prusya Reich Komiseri olarak atanmamış, bu
sebeple de yetkileri kısıtlanmış olduğundan dolayı mutsuzdu. Yeniden
seçime gidilmesi konusunda gene ısrar ediyordu. Hugenberg karşı
çıkıyordu. Hugenberg ve Hitler, Meissner’in odasında
Cumhurbaşkanının huzuruna çıkarılmak için beklerken dahi ateşli
tartışmalarını sürdürmekteydiler. Kabinenin daha yemin etmeden
çökmesi ihtimali vardı. Hitler seçim sonuçlarına bağlı olarak
kabinede hiçbir değişiklik yapılmayacağına söz veriyordu. Ama
Hugenberg’in kulak astığı yoktu. Bu arada toplantı saati geldi. Ama
tanışma devam ediyordu. Meissner Cumhurbaşkanının daha fazla
bekleyemeyeceğini söyleyerek onları uyardı. Papen Hugenberg’den
bir Alman’ın sözüne saygı göstermesini rica, ederek araya girdi.
Papen’in Hitler’den kopardığı son tavizin pek kıymeti yoktu: Papen
hüktümetin desteğini genişletmek için vakit kabetmeden Zentrum ve
BVP’yle görüşecekti. Sonuç olarak yeni kabine, Cumhurbaşkanının
odasına girmeden biraz önce, Hitler’in fena halde istediği fesih
emrini talep etme kararını almıştı. 250
Sonunda, öğle vaktini biraz geçmişti ki yeni kabine üyeleri
Cumhurbaşkanının odasını doldurdu. Bekletildiğinden dolayı
gücenmiş olan Hindenburg, milliyetçi sağın nihayet bir araya
gelmesinden duyduğu memnuniyeti ifade eden kısa bir karşılama
konuşması yaptı. 251 Ardından Papen resmi takdimi yaptı. Hitler
görevlerini parti çıkarlarını gözetmeden yürüteceğine ve bütün
ulusun iyiliği için çalışacağına yemin ederken Hindenburg onaylar bir
ifadeyle başını sallıyordu. Yeni Şansölye beklenmedik bir şekilde kısa
bir konuşma yaparak, anayasaya bağlı kalma çabalarını,
Cumhurbaşkanının haklarına duyduğu saygıyı ve gelecek seçimlerden
sonra normal bir parlamenter yönetime dönme arzularını
vurgularken Hindenburg onaylar tarzda kafa sallamayı sürdürdü.
Hitler ve bakanları Cumhurbaşkanından bir yanıt beklediler; yanıt
geldi ama tek bir cümleyle: “Ve şimdi baylar, gerisini Allah’a havayle
ediyoruz.”252
VI

“Hitler Reich Şansölyesi. Masal gibi bir şey bu,” diye yazmıştı
Goebbels günlüğüne. 253 Aslında imkansız olan bir şey gerçekleşmişti.
Bir yıl öncesinde Nazi fanatikleri dışında pek az kişinin mümkün
olduğunu düşündüğü şey gerçekleşmişti. Tüm tuhaflıklara rağmen,
Hitler’in -başka bir alternatifin olmamasından kaynaklanan- saldırgan
dikbaşlılığı karşılığını almıştı. Kendi başına başaramadığı şeyi,
yüksek mevkilerdeki “dostları” onun adına gerçekleştirmişti. “Adsız
sansız Viyanah”; “meçhul asker”; birahane demagogu; yıllardır
siyasetteki çılgın bir marjinal partinin lideri olmaktan öteye
geçememiş, sofistike devlet aygıtına dair en ufak fikri olmayan biri;
yegane özelliği milliyetçi kitlelerin en adi içgüdülerini olağanüstü bir
yetenekle harekete geçirerek destek toplamak olan bu kişi şimdi
Avrupa’nın önde gelen devletlerinden birinin yönetimini devralmıştı.
Yıllardır niyetlerini hiç de gizli tutmamıştı. İktidara gelmek için her
ne kadar yasal yolları kullandıysa da, kelleler yuvarlanacak, demişti.
Marksizm “kökünden söküp atılacak” demişti. Yahudiler “ortadan
kaldırılacak” demişti. Almanya silahlı kuvvetlerini güçlendirecek,
Versailles’ın zincirleri kırılacak, Almanya ihtiyaç duyduğu “yaşam
alanı”nı “kılıçla” fethedecek, demişti. Pek az insan onun bu sözlerini
dikkate alıp, onun tehlikeli biri olduğuna hükmetmişti. Fakat soldan
sağa siyasi arenanın tüm tonlarında -muhafazakarlar, liberaller,
sosyalistler, komünistler- yer alan çok fazla insan, bir yandan onun
yeteneklerini küçümserken, diğer yandan niyetlerini ve ahlaksızca
iktidar tutkusunu hafifseyip, dikkate almamıştı. 254 Sol onu hafifsemiş,
ama en azından bu duygusuyla Hitler’in iktidara gelmesinde rol
oynamamıştı. Sosyalistler, komünistler, sendikalar aslında 1930’dan
itibaren olaylar üzerindeki etkileri iyice azalan birer seyirciden
başka bir şey değillerdi. Gayet aşikâr olan tehlikeleri görememesi
muhafazakar sağın körlüğünden kaynaklanıyordu. Bu körlüğün
sebebi ise demokrasiyi ortadan kaldırmak ve sosyalizmi yok
etmekten başka bir şey düşünmemeleri; ve nihayetinde, gelişmesine
izin verdikleri hükümet kriziyle, köşeye sıkışmış yaralı bir hayvanın
saldırganlığına sahip bir ulus devletin gücünü siyasi bir gangster
çetesinin tehlikeli liderinin ellerine teslim etmeleriydi.
Hitler’in iktidara gelmesi kaçınılmaz bir şey değildi. Eğer
Hindenburg Papen’e verdiği fesih hakkını Schleicher’e de vermeye ve
Reichstag’ı, anayasanın tanıdığı altmış günlük süreden daha uzun bir
süre tatil etmeye razı olsaydı, Hitler’in Şansölyeliğinin önüne
geçilebilirdi. Ekonomik bunalımın bir dönüm noktasına geldiği ve
iktidarı kısa sürede almadıkları takdirde Nazilerin dağılabileceği bir
momentte, yine otoriter bir rejim söz konusu olsa bile gelecek çok
farklı olabilirdi. 30 Ocak günü saat 11’de Cumhurbaşkanı kabineyi
beklerken ve onlar da kapının önünde tartışırken, Hitler’in
Şansölyeliği gerçekleşmeyebilirdi. Hitler’in mütevazı bir noktadan
başlayarak “iradenin zaferi”yle iktidarı “ele geçirdiği” hikayesi bir
Nazi efsanesinden başka bir şey değildir. Onu Şansölyelik kolluğuna
oturtan şey esas olarak Nazi liderinin kendi edimleri değil, iktidarın
yollarının olağan girişlerini tutanların yaptığı siyasi yanlış hesaplardı.
Ocak 1933’teki son perdeye gelmeden çok önce yolu tıkanmış
olmalıydı. 1923’teki darbe fiyaskosundan sonra ona oturaklı bir hapis
ceza verilmesi çok iyi bir fırsattı, ama bu fırsat değerlendirilmedi. Bu
korkunç ihmale, birkaç ay içinde şartlı tahliye edilerek, yepyeni bir
başlangıç yapmasına müsaade edilmesi de eklendi. Bu yanlış hesaplar
kadar bunalım yılları da ona pek çok fırsat sunmuştu sunmasına, ama
yine de Hitler’in Şansölyeliği rastgele gerçekleşmiş bir olay değildi.
Bunlar, nefret edilen, en iyi ihtimalle tahammül gösterilen yeni
demokratik Cumhuriyet’e elinden gelen zararı vermeye kararlı olan
(ya da en azından onu savunmak için parmağını bile oynatmayan)
siyasi bir sınıfın yanlış hesaplarıydı. Hitler’in Şansölyeliğinin yolunu
açan karmaşık gelişmeleri tetikleyen unsur, Nazileri iktidara getirme
hevesi değil demokrasiyi yıkma kaygısıydı.
Demokrasi kavgasız gürültüsüz teslim edildi. 1930 yılında büyük
koalisyonun çöküşünde bunu en net biçimde görmek mümkündür.
Temmuz 1932’de Papen’in Prusya’ya karşı yaptığı darbede (her ne
kadar bir anlamı olmayacaksa da) hiçbir direnişin olmamasında da
aynı şeyi görebiliriz. İki olay da demokrasinin ne kadar zayıf bir
tabana sahip olduğunu göstermiştir. Bunun sebebi sırf güçlü
grupların yıldızlarının demokrasiyle hiç barışmamış olması ve o
döneme dek demokrasiyi yıkmanın yollarını aramış olmaları değildi.
Kendi sonlarını hazırlayan elit grupların bile isteye demokrasiyi
zayıflatmalarıyla kıyaslandığında, Bunalım sırasında demokrasiden
daha az taviz verilmişti. Siyasi hedefleri her ne kadar gerici de olsa
bunlar endüstri-öncesinin kalıntıları değil, otoriter bir sistemde
kazanılmış çıkarlarını arttırmak için çalışan modern lobilerdi. 255
Oyunun son perdesinde, Hitler’in iktidarı devralmasında etkili olanlar
büyük sermayeden çok ziraatçiler ve orduydu. 256 Ama siyasi açıdan
uzağı göremeyen ve çıkarcı davranan büyük sermaye, demokrasinin
zayıflatılmasına katkıda bulunarak Hitler’in başarısı için şart olan
zemini yaratmıştı.
Demokrasinin çöküşünde kitleler de kendi paylarına düşen rolü
oynadılar. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’daki koşullar,
başarılı bir demokrasinin kurulmasına hiç elverişli değildi.
Demokrasiyi en çok destekleyen partiler 1920'ye dek oyların ancak
çok az bir kısmını alabilmişlerdi. Seçmen yığınlarının tepeden tırnağa
karşı olduğu demokrasi, buna rağmen, ilk yıllarında güç bela da olsa
varlığını sürdürdü. Büyük Bunalım gelip de durumu alt üst etmeseydi,
demokrasinin yerleşmeyeceğini ve sağlamlaşmayacağını kim
söyleyebilir? Ama Bunalım Almanya’yı vurduğunda demokrasi sağlıklı
bir durumda değildi. Ve Bunalım süresince kitleler yığınlar halinde
demokrasiyi terk ettiler. 1932 yılı itibariyle demokrasinin yegane
destekçileri; zayıf düşmüş olan Sosyal Demokratlar (ki bu dönemde
çoğu zaten ılımlı bir yaklaşıma sahipti), (hızla sağa savrulmuş olan)
Zentrum’un içindeki bazı unsurlar ve bir avuç liberaldi. Cumhuriyet
ölmüştü ve şimdi onun yerine nasıl bir otoriter sistem getirileceği
düşünülüyordu.
Hitler klasik bir “Bonapartist" çözümü temsil etmiyordu. 1932’de
“sınıf dengesi” diye bir şeyden söz etmek mümkün değildi. 257 Bunalım
işçi sınıfını sindirmiş ve parçalamış, örgütleri zayıf ve güçsüz
düşmüştü. Ama yönetici gruplar hakimiyetlerini arttırmak ve örgütlü
işçilerin gücünü ebediyen yok etmek için gereken kitle desteğine
sahip değillerdi. Bu işi onlar adına yapması için Hitler’i getirdiler.
Onun bundan fazlasını yapabileceği, tüm tahminlerin ötesine
geçeceği, kendi gücünü sınırsızca genişleteceği ve onları çiğneyeceği
hiç akıllarına gelmemişti; geldiyse bile bunu son derece ihtimal dışı
bir sonuç olarak görmüşlerdi. Hitler’in ve hareketinin perde
arkasındaki kişiler tarafından azımsanması, Hitler’in Şansölye
koltuğuna oturmasını sağlayan dolapların ana temasıydı.
Hem elitlerin hem de kitlelerin davranışını belirleyen ve Hitler’in
yükselişini mümkün kılan zihniyetler, Birinci Dünya Savaşı’nın
öncesine dek uzanan yirmi yıl içinde, Alman siyasi kültüründe kendini
açıkça gösteren eğilimlerin ürünüydü. 258 Benzer eğilimler başka
yerlerde, en belirgin şekilde İtalya’da da görülebilir. Ama
paralellikler, bırakın bir özdeşlik oluşturmayı, yakın benzerlikler bile
taşımıyordu. Nazizm’i besleyen siyasi kültür öğelerinin çoğu
Almanya’ya özgüydü. Özellikle entelektüeller arasındaki, bir ulus
olarak Almanya’nın özgünlüğüne, hatta kültürel üstünlüğüne duyulan
inanç, Hitler’in aynı nosyonun budanmış, çarpıtılmış, şovenist
yorumuna zemin oluşturmuştu. 259 Ama böyle bile olsa, Hitler Alınan
kültürüne ve ideolojisine özgü uzun dönemli eğilimlerin mantıki bir
neticesi, Almanlara “has yol”un kaçınılmaz bir ürünü değildi. 260
Aynı şekilde o, Alman tarihinin akışı içinde salt bir “kaza” da
değildi. Hitler’in ortaya çıktığı, önem kazandığı o eşsiz koşullar
olmasaydı, Hitler bir hiç olacaktı. Başka bir zamanda onu tarih
sahnesinde at koştururken hayal etmek güçtür. Koşullar öyle
olmasaydı tarzının, retoriğinin hiçbir çekiciliği olmayacaktı. Savaşın,
devrimin ve ulusal aşağılanmanın Alman halkı üzerindeki etkisi ve
nüfusun pek çok kesiminde egemen olan Bolşevizm korkusu, Hitler’e
ihtiyaç duyduğu zemini sağladı. Bu koşulları zekice kullandı. Sol
partileri cazip bulmayan ya da Katolik partilere bağlanmamış olan
sıradan insanın önyargılarını, mantıksız derecede yoğun olan
korkularını ve küskünlüğünü çağının hiçbir politikacısı onun kadar iyi
dillendirmedi. Ve yine çağının hiçbir politikacısı böyle insanlara yeni
ve daha iyi bir toplum umudu sunmadı. Üstüne üstlük bu umudu sunan
kişi, özdeşleşebilecekleri “gerçek” Alman değerlerine dayanan biri
gibi görünüyordu. Hitler’in çağrısında, gelecek vizyonu ile geçmişin
suçlanması elele gitmiştir. Bürokratik yönetime ve itibar kaybetmiş
parti siyasetine dayanan bir devlet sistemine güvenin topyekün
çökmesi, nüfusun üçte birinin milli kurtuluş politikalarına itimat edip,
umut bağlamasına yol açmıştır. Hitler’in çevresinde dikkatle inşa
edilen kişi kültü onu böyle umutların somutlaştığı bir kişi haline
çevirmiştir. 261
30 Ocak 1933 akşamı yapılan kutlamalarda Brandenburg Kapısı
boyunca yürüyen SA güruhunun hezeyanını paylaşmayanlar içinse
geleceğin nelere gebe olduğu en iyi ihtimalle belirsizdi. Bir Katolik
gazetesi Hitler’in Şansölye olarak atanmasını “karanlığın içine
atılmak” diye tanımlamıştı. 262
Pek çok Yahudi ve Nazilere muhalif kişi şimdi kendi durumları,
hatta yaşamları- için endişe etmekteydi. Bir kısmı acele içinde ülkeyi
terk etme planları yapıyordu. Yalnızca yenilgiye uğramış solcular
değil, bu kişiler de gelecek felaketi önceden görmüşlerdi. Fakat
geriye kalanlar ilk önsezilerini hızla bastırdılar ve kendilerini
Hitler’in ve Nazilerin uzun süre yönetimde kalmasına imkan
olmadığına inandırdılar. Berlinli genç bir avukatken hükümete daha
fazla dayanamadığı için ülkesini terk eden ve sonra ünlü bir gazeteci,
yazar olan Sebastian Haffner o günlerde görüşlerini şöyle ifade
etmiştir: “Hayır. Enine boyuna düşünüldüğünde bu hükümet üzerine
kafa yormak için bir sebep yok. Önemli olan bundan sonra ne
geleceği ve esas endişelenilmesi gereken bu hükümetin bir iç savaşa
yol açma ihtimali.”263 Ertesi gün ciddi basın organlarının çoğunun
aynı çizgide fikirler beyan ettiklerini de ekliyordu.
Aslına bakılırsa, olayların çok farklı gelişeceği tahmininde bulunan
pek fazla insan da yoktu.
XI
DİKTATÖRÜN YARATILIŞI

“Şu inkar edilemez: O büyüdü. Bir demagog ve parti lideri, bir


fanatik ve ajitatörken, görünen o ki şimdi... gerçek bir devlet
adamı halini alıyor.”

Yazar Erich Ebermayer’in günlüğünden,


21 Mart 1933

“Eski parlamento ve partilerin altmış yıldır beceremediği şeyi


siz, bir devlet adamına yakışır öngörünüzle altı ayda
becerdiniz.”

24 Temmuz 1933,
Kardinal Michael von Faulhaber’in Hitler’e yazdığı mektup

“Liderlik dehanızla ve önümüze koyduğunuz yeni ideallerle


dokuz ay içinde, içten parçalanmış, hiç umudu olmayan bir
milletten birleşik bir Reich yaratmayı başardınız.”

Franz von Papen, 14 Kasım 1933,


Reich Hükümeti üyeleri adına yaptığı konuşmadan
Hitler Reich Şansöyesi! Hem de ne kabine ama!!! Temmuz’da
bunu hayal etmeye bile cesaret edemezdik. Hitler, Hugenberg,
Seldte, Papen!!! Almanya’mın büyük kısmı umutlarını bu kişilere
bağladı. Nasyonal Sosyalizm’in itici gücü, Nasyonal Sosyalizm’in
aklı, siyasi yönü olmayan bir Stahlhelm, ve -o da unutulmadı-
Papen. Hayal edilemeyecek denli muhteşem... Hindenburg ne iş
becerdi ama!1

Hamburglu öğretmen Luise Solmitz, 30 Ocak 1933’te Hitler’in


Şansölye olarak atandığı haberini aldığında işte böyle coşku dolu bir
tepki vermişti. Hitler’e doğru kayan orta sınıf mensubu pek çok
milliyetçi-muhafazkar gibi o da geçen sonbaharda, Hitler’in, parti
içindeki radikal sosyalist eğilimlerin etkisi altında olduğunu
düşünürken tereddüt etmişti. Şimdi ise Hitler görevdeydi, ama etrafı
muhafazakar sağın güvenilir temsilcileriyle çevriliydi ve bir ‘‘milli
temerküz [yoğunlaşma]” hükümetine başkanlık ediyordu; Solmitz’in
keyfine diyecek yoktu. Uzun süredir özlemini çektiği ulusal yenilenme
artık başlayabilirdi. Fanatik Nazi yandaşı kitlenin dışında kalan,
umutlarını ve ideallerini Hitler’e bağlamış pek çok kişinin duyguları
böyleydi.
Ama milyonlarca kişi için durum bu değildi. Korku, endişe, panik,
amansız bir nefret, rejimin ilk dönemlerindeki yanıltıcı bir
iyimserliğin yanı sıra belirgin bir karşı çıkış; kayıtsızlıkla,
şüphecilikle, yeni Şansölyenin ve kabinedeki diğer Nazilerin
beceriksizliğine karşı gösterilen küçümseme ve ilgisizlikle birbirine
karışmıştı.
Verilen tepki siyasi görüşlere ve kişisel eğilimlere göre
değişiyordu. “Bu hükümet ne yapacak?” diye soruyordu, Hitler’in
iktidara getirilmesinden hemen sonraki gece bir grup Nazi haydut
tarafından dövüldükten sonra, dokunulmazlığına rağmen nezarete
atılan SPD Reichstag temsilcisi Julius Leber. “Amaçlarını biliyoruz.
Bir sonraki icraatlarının ne olacağını kimse bilmiyor. Tehlike çok
büyük. Ama Alman işçilerinin kararlılığı sarsılmaz. Bu adamlardan
korkmuyoruz. Onlarla mücadele etmeye kararlıyız.”2 İşçi sınıfının
gücüne ve birliğine bağlanan bu yersiz umutlara, Hitler’in gayet
kaba bir şekilde yanlış değerlendirilmesi de eşlik ediyordu. Bu
anlayışa göre Hitler, iktidarın “esas” sahiplerinin maşasından, büyük
sermayenin hükmü altındaki bir güçten ibaretti ve kabinedekiler de
zaten bu sınıfı temsil ediyordu. Leber’in meslektaşı SPD milletvekili
Kurt Schumacherin yorumu şöyleydi: “Kabine Adolf Hitlerin adıyla
anılıyor. Ama gerçekte Alfred Hugenberg’in kabinesi. Konuşan Adolf
Hitler olabilir, ama icraat Alfred Hugenberg’den gelecek. Bu
hükümetin kurulmasıyla son maske de düştü. Nasyonal Sosyalizm
bizim zaten hep bildiğimiz gerçek yüzünü açıkça gösterdi: sağın
başkapitalist milliyetçi partisi. Bu ortaklığın asıl adı Nasyonal
Kapitalizm!”3 Komünistlerin 30 Ocak’ta yayımladıktan bildirgenin
çarpıcı retoriği duruma daha uygundu: “Utanmazca bir ücret
soygunu ve kahverengi vebanın kanlı terörü, işçi sınıfının elindeki
acınası son hakları da ezip geçiyor. Emperyalist bir savaşa doğru
dolu dizgin gidiyoruz. Her şey doğrudan bunu gösteriyor.”4
Zentrum yönetimi tüm dikkatini anayasaya aykırı önlemlerden
kaçınmayı teminat altına almaya vermişti. 5 Katolik hiyerarşi Hitler’e
ve Hitler hareketinin Hıristiyanlık karşıtı eğilimlerine karşı
sessizliğini aynen sürdürüyordu. 6 Yıllardar ruhban sınıfından gelen
uyanlarla beslenmiş olan Katolik nüfusu tedirginlik ve şüphe
içindeydi. Bir papazın sonradan yayımlanan hatıratına göre, kiliseye
giden Protestan cemaati içinde, ulusal yenilenmenin ruhani ve ahlaki
bir canlanmayı da yanında getireceği konusunda büyük bir iyimserlik
vardı: “Sanki üzerimizde, kaderin yönünü değiştirecek büyük bir talih
rüzgarı esiyordu. Bu yeni bir başlangıçtı.”7 Kısa süre sonra yeni
yöneticilerle anlaşmazlığa düşecek olan Württemberg Eyalet
Piskoposu Theophil Wurm de, Protestan Kilisesinin Hitler’in
Şansölyeliğini nasıl kutladığını hatırlıyordu. Kilisenin bunun için
gösterdiği gerekçe, Nasyonal Sosyalistlerin Marksizm’in “kilise-
karşıtı ajitasyonlan”na karşı savaşmaları, gelecek için yeni bir umut
ve “bütün bir halk için olumlu olacak” bir beklenti sunmalarıydı. 8
“Alman Hıristiyanları”na (Protestan Kilisesi’nin nazileştirilmiş kanadı)
karşı düşmanlığından dolayı, daha sonra Bonn Üniversitesi’ndeki
görevinden alınacak olan önde gelen Protestan ilahiyatçılarından Karl
Barth farklı bir görüş sergiliyor ve Hitler’in bu göreve gelmesinin
hiçbir önemi olmadığını vurguluyordu. 1 Şubat 1933’te annesine
yazdığı mektupta, “bunun her şeyin yönünü değiştirecek, yeni bir
başlangıç noktasına işaret ettiğini düşünmüyorum,” diyordu. 9
Ama pek çok sıradan insan, Bunalım yıllarını yaşadıktan sonra,
Hitler’in Şansölyelik haberini kayıtsız ve duygusuz bir edayla
karşılıyordu. Berlin’deki İngiliz konsolosu Horace Rumbold’a göre
ülkenin dört bir yanında halk “haberleri serinkanlılıkla
karşılıyordu.”10 Taşrada ise Nazi fanatiklerinin ve Nazi karşıtlarının
dışındaki, herkes genelde omuzlarını silkeleyip hayatına devam
ediyor, herhangi bir hükümet değişikliğinin ilerleme sağlayacağına
inanmıyordu. Bazıları Hitlerin Schleicher kadar bile görevde
kalmayacağını ve Nazi vaatlerinin boş olduğu görülünce ortaya
çıkacak hayal kırıklığının Hitler’in popülaritesini silip süpüreceğini
düşünüyordu. 11 Ama Hitler’i daha kavrayışlı bir tarzda eleştirenler,
şimdi onun Şansölyeliğin prestijinden faydalandığını, şüphelerin
çogunu hızla dağıtabileceğini ve kitlesel işsizliğe çözüm bularak
büyük bir destek kazanabileceğini görüyorlardı -bu, aynı koltuğu
daha önce işgal edenlerin kıyısına bile yanaşamadığı bir başarıydı.
“Hitler kabinesi, şu aşamada güven sağlayacak tek şeyin başarı
olduğunu fark edecektir,” diye yazıyordu 31 Ocak 1933’te Nazi
muhalifi bir gazeteci. Ve yazısını şöyle bitiriyordu: eğer bunu
gerçekten başarırlarsa, “hiçbir Alman, yeni kabinenin bu çabasıyla
kazanacağı ilk şeyin teşekkür olacağını inkar etmeyecektir”. 12
30 Ocak 1933 günü, Naziler için elbette ki uğruna savaştıkları
zafer, hayalini kurdukları gündü; cesur yeni dünyanın kapılarını açılışı
ve pek çok kişinin refah, ilerleme ve güç için bir fırsat olarak
gördüğü şeyin başlangıcıydı. Hindenburg’un Şansölyeliğini
onaylamasının ardından Kaiserhofa dönerken sevinç çıglıkları atan
bir kalabalık Hitler’e eşlik ediyordu. Peşi sıra çılgın bir sevinç
dalgasını sürükleyen Hitler, Goebbels’in ve diğer Nazi liderlerinin
yanı sıra hizmetlilerin de elini sıkmak için heyecanla bekleştiği
Kaiserhofun merdivenlerini çıkarken “işte şimdi mat ettik,” diye ilan
etti. 13 Goebbels alelacele, aynı akşam saat yedide yapılacak meşaleli
bir geçit alayı organize etti. SA ve SS milislerinin Berlin merkezine
yürüdüğü gösteri gece yarısından sonra bitti. 14 Hitler eline geçen
yeni olanakları kullanmakta hiç zaman kaybetmemiş ve devlet
radyosundan heyecan yaratan bir bildiri yayınlamıştı. 15 Goebbels
gösteriye bir milyon kişinin katıldığını iddia ediyordu. Nazi basınında
rakam yarıya inmişti. İngiliz büyükelçisinin tahminine göre en fazla
50 bin kişi vardı. Büyükelçinin askeri ateşesinin tahmini ise 15 bin
civarındaydı. 16 Sayı ne olursa olsun unutulmaz bir gösteriydi, coşku
dolu ve sarhoş ediciydi; Hitler’in iktidara gelmesinden korkanlara,
hem Almanya’dakilere hem de yurtdışındakilere, bir gözdağıydı. 17
Gösteriyi izleyen on beş yaşında bir kız gördükleri karşısında adeta
kendinden geçmişti. Melita Maschmann adındaki bu kız yürüyüş
halindeki kortejlerde onu büyüleyen “milli topluluk” fikrinin “büyülü
ihtişamını görmüş ve bunun ardından hemen BDM’ye (Bund
deutscher Mâdel, Alman Kızlar Birliği, Hitler Gençliği örgütünün
kadın kolu) katılmıştı. 18 Aynı idealizm özellikte gençler arasında
yaygındı; onlar için Berlin’in merkezinde gerçekleşen görkemli geçit
alayı yeni çağın şafağının sembolüydü.
Cumhurbaşkanı Hindenburg saatler süren, bitmeyecekmiş gibi
görünen geçit törenini Wilhlemstrasse’den, penceresinden izlemişti.
Berlinliler daha sonra bunun şakasını yapacak, Hindenburg’un
meşaleli geçit alaylarını sevdiğini çünkü o zaman geç vakte kadar
ayakta kalmasına izin verildiğini söyleyeceklerdi. 19 Alay onun
önünden geçerken hürmetkar nidalar yükseliyordu. 20 Ama biraz
ilerde, Hitler’in durduğu pencerenin önüne geldiklerinde, saygı yerini
çılgın bir alkışa bırakıyordu. 21 Hitler’in biraz gerisinde duran Papen
içinse gösteri, “can çekişmekte olan bir rejimden yeni devrimci
kuvvetlere” geçişi simgeliyordu. 22
Hitler’in Şansölye ilan edildiği gün hemen stilize edildi ve Nazi
mitolojisine “milli ayaklanma” günü olarak geçirildi. 23 Hitler “yeni bir
dünya düzeni”ne geçildiğini vurgulamak için (Fransız devrimcilerinin
yaptığı gibi) takvimi değiştirmeyi bile düşünmüştü -en azından, daha
sonra böyle iddia edecekti. 24 Hitler aynı zamanda, darbeye has
imalar taşıyan “iktidarı ele geçirmek” sözcüğünü kullanmaktan
kaçınıyor ve hükümetin bu en üst mevkiine yasal yollardan geldiğini
vurgulamak için “iktidara gelmek” sözcüğünü tercih ediyordu -
genelde diğer Nazi konuşmacıları da aynı şeyi yaptılar. 25 Aslına
bakılırsa iktidar “ele geçirilmemişti”. İktidar, Hitler’i Şansölye olarak
atayan ve bu surette aynı zamanda onu halefi ilan eden
Cumhurbaşkanı tarafından Hitler’in ellerine verilmişti. Yine de,
Hitler’i ve partinin diğer patronlarını çılgınca bir coşkuya boğan26
planlanmış alkışlar, bunun sıradan bir iktidar devri olmadığını
gösteriyordu. Nitekim o günkü olayların ehemmiyetini doğru
değerlendiremeyenler, neredeyse bir gece içinde, ne kadar
yanıldıklarını anladılar. 30 Ocak 1933’ten sonra Almanya bir daha
asla eskisi gibi olmadı.
Bu tarihi gün hem bir sonu hem de başlangıcı gösteriyordu, Weimar
Cumhuriyetinin pek de üzüntü yaratmayan ölümüne ve artık sonuna
gelmiş çok yönlü devlet krizinin doruk noktasına işaret ediyordu.
Hitler’in Şansölye olarak atanması aynı zamanda, savaş ve soykırım
cehenneminin yaşanmasına ve Almanya’nın bir ulus-devlet olarak
kendini mahvetmesine yol açacak sürecin başlangıcıydı. İnsanlık dışı
muamelelerin önünü alan sınırlamalardan şaşırtıcı bir hızla
kurtulmak anlamına gelen bu yolun sonu, isimleri Nazizm’in
dehşetinin simgesi olmuş Auschwitz, Treblinka, Sobibor, Majdanek
gibi ölüm kamplarında bitecekti.
Önceki bölümlerde göstermeye çalıştığımız gibi, Hitler’in zaferini
mümkün kılan etkenlerden biri, Alman siyasi kültüründe varlıkları
Birinci Dünya Savaşı öncesine dek uzanan ve süreklilik arz eden
önemli eğilimlerdi. (Şovenist milliyetçilik, emperyalizm, ırkçılık, anti-
Marksizm, savaşın yüceltilmesi, düzeni özgürlükten üstün tutmak,
güçlü bir otoriye duyulan çekim bunlardan bazılarıydı.) Bir diğer
etkense, Weimar demokrasisini ta en başından beri etkileyen çok
katmanlı krizin daha kısa dönemli ve spesifik sonuçlarıydı. 27 Ama
eğer böyle süreklilikler “Hitler’i mümkün kılmaya” yardımcı olduysa
ve eğer onun zaferi en azından kısmen, süreklilik arz eden bu
eğilimleri “eski Almanya” ile ilişkilendirme konusunda 1933’te
gösterdiği eşsiz kapasiteyle açıklanabiliyorsa,28 sonraki on iki yılda,
rejimin radikalizminin arttırılması suretiyle devam eden bu unsurların
sömürülmesi, çarpıtılması, tanınamayacak hale sokulması, en
sonunda da 1945’te Hitler yönetiminin yarattığı yıkım ve yenilgi
burgacında yok olması söz konusuydu.
Hitler’in 30 Ocak 1933’te iktidara gelmesiyle, 1934 Ağustos’unun
başlarında (Cumhurbaşkanı Hindenburg’un ölümünden ve hemen
akabinde “Röhm meselesi” krizinin son perdesinden sonra) iktidarını
güçlendirip genişletmesi arasında kalan dönemde bütün bir
Almanya’yı kasıp kavuran dönüşümün sürati, o dönemde yaşayan
insanları şaşkınlığa düşürmüştü. Bugünden bakıldığında bizi de aynı
derecede şaşkınlığa düşürmektedir. Bu dönüşüm sözde yarı-legal
önlemlerin, terörün ve manipülasyonun birleşmesiyle ve gönüllü bir
işbirliğiyle gerçekleştirildi. Weimar Anayayasası’yla koruma altına
alınmış olan vatandaşlık hakları bir ay içinde ortadan kaldırıldı. İki ay
içinde en aktif muhalif güçler ya hapise tıkıldı ya ülkeden kaçtı.
Reichstag’ın yetkilen alındı ve yasama yetkisi Hitler’in eline geçti.
Dört ay içinde, bir zamanlar büyük bir güce sahip olan sendikalar
dağıtıldı. Altı aydan daha kısa bir süre içinde bütün muhalif partiler
ya sindirildi ya da kendini feshetti, böylece NSDAP geriye kalan tek
parti oldu. Ocak 1934’te, -aslında önceki Mart’ta zaten ezilmiş olan-
Lânder’in egemenliği yasal olarak da ortadan kaldırıldı. Akabinde,
Hitler’in kendi hareketi içinde büyümekte olan bir tehdit unsuru, 30
Haziran 1934’te “Uzun Bıçaklar Gecesi”yle acımasızca ortadan
kaldırıldı.
Bu döneme dek neredeyse bütün örgütlenmeler, enstitüler, mesleki
temsil organları, klüpler ve cemiyetler kendilerini yeni rejime
çabucak yamamak için uğraşıp durmuşlardı. Çoğulculuğun ve
demokrasinin “kokmuş” kalıntıları hızla yok edilerek, yerlerine
nazileştirilmiş yapı ve zihniyetler getirildi. Bu “koordinasyon” süreci
(Gleichschaltung) büyük oranda gönüllü katılımla ve süratle
gerçekleştirildi.
Hıristiyan kiliseleri bu sürecin dışındaydı. Bölünmüş Protestan
Kilisesini “koordine etme” çabaları büyük bir anlaşmazlığa sebep
olmuş ve nihayetinde bu çabalardan vazgeçilmişti. Katolik Kilisesinin
örgütsel yapısını değiştirmek içinse hiçbir çaba gösterilmedi.
Kiliselerle -özellikle Katolik Kilisesiyle- rejim arasında sonraki
yıllarda ortaya çıkan sürekli gerilimin ve sık sık vuku bulan
çatışmaların kökeninde, Hıristiyan mezheplerinin hükmetmeye
devam ettiği alternatif sadakat kaynakları yatıyordu. Öte yandan, her
bir mezhebin rejimin ilk aylarında yeni yöneticilerle yaptığı siyasi
uzlaşmalar onları savunma noktasına çekmişti ve bu uzlaşmalar şimdi
onları büyük oranda tepkisel olmaya ve kendi içlerine kapanmaya
zorluyordu.
Ordu da “koordine edilmeden” kalmıştı; subay kadrolarını büyük
oranda hâlâ Nazi olmayan milliyetçi-muhafazakarlar oluşturuyordu.
Ordunun desteği olmaksızın Hitler’in yönetimini sürdümesine imkan
yoktu. Genelde aristokratik ailelerden gelen gerici ve muhafazakar
subayların çoğu, şimdi hükümeti yöneten bu zıpçıktı eski çavuşa karşı
her ne kadar horgörü besliyorlarsa da, onun “silahlı kuvvetler için
her şeyi” amade kılması ve kendi [Nazi] hareketi bünyesinde ordunun
konumu için tehdit unsuru olan güçleri tasfiye etmeye dünden hazır
oluşu karşısında ona desteklerini sunmuşlardı. Cumhurbaşkanı ve
savaş kahramanı Feldmareşal Hindenburg’un 2 Ağustos 1934’te
ölümünün ardından, ordunun şahsen Hitler’e ettiği sadakat yemini,
sembolik olarak, ordunun yeni düzeni tamamen kabul ettiğini
gösteriyordu. Bu yeminle Hitler’in diktatörlüğü iyice yerleşmiş,
saglamlaşmıştı.
Hem dönüşümün hızında, hem de ordunun ve geleneksel olarak
güce haiz diğer grupların kendilerini yeni rejimin hizmetine adamaya
hazır oluşlarında, Hitler’i iktidara getiren koşulların payı çok
büyüktü. “Eski düzen”in köklü elitlerinin zayıflığı eninde sonunda
Hitler’in Şansölyeliğe getirilmesine yol açmıştı. Geleneksel iktidar
grupları, son derece nefret ettikleri demokrasinin temellerinin
zayıflamasına ve yıkılmasına yardım etmişlerdi. Ama istedikleri türde
bir karşı-devrimi gerçekleştirmeye de güçleri yetmiyordu. Hitler
iktidarı almak için onlara muhtaçtı. Ama onlar da Hitler’e muhtaçtı,
çünkü istedikleri karşı-devrimi gerçekleştirmek için gereken kitle
desteğini sağlayacak kişi oydu. Hitler’i Şansölyelik koltuğuna oturtan
“anlaşma”nın temeli işte buydu.
Mamafih, Hitler’le “muhafazakar” partnerleri arasındaki
“anlaşma”nın güç dengesinde yeni Şansölyenin tarafı ta en başından
beri ağır basıyordu. Özellikle, ordunun bir iç kargaşadan kaçınma ve
yeniden silahlanmanın ön koşulu olarak iç huzuru koruma kaygısı,
Hitler’in devlet iktidarını zalimce kullanmasını desteklemesine ve
işbirliği yapmasına sebep oluyordu. Arzu edilen karşı-devrimin temeli
olarak “Marksizm’in yıkılmasını ve sokaklara asayiş getirilmesini
sağlayacak yegane unsur, Hitler ve -her ne kadar istikrarsızlık
potansiyelini taşıyor olsa da- onun başını çektiği devasa kitle
hareketiydi. Fakat Hitler’e olan bu bağımlılık ve Hitler’in, yeni
rejimin ilk haftaları ile ilk aylarında getirdiği en acımasız önlemlere
arka çıkma gönüllülüğü aslında şunu garanti altına alıyordu: Gelecek
yıllar içinde geleneksel elit grupların zayıflığı apaçık ortaya çıkacak,
amaçlanan karşı-devrim yerini Avrupa’da ırksal bir devrim girişimine
bırakacak, bir dünya felaketine ve soykırıma giden yol açılacaktı. 29
1933-34’ün deprem gibi yayılan ayaklanmaları, yeni Şansölyenin
iktidarını sağlamlaştırmak ve bu iktidarın kapsamını genişletmek için
çok fazla değil çok az şey yapması gerektiğini ortaya sermişti.
Hitler’in diktatörlüğü kendisi kadar başkalarının da çabalarıyla
kuruldu. Hitler “milli yenilenme”yi “temsil eden şahsiyet” olarak
önemli oranda harekete geçirici bir işlev üstlenebilir ve
zincirlerinden kurtarıp serbest bıraktığı güçlere imkan tanıyabilirdi;
onun isteği olduğunu düşündükleri şeyleri hayata geçirmek için acele
eden diğerleri tarafından ifa edilen faaliyetleri yasallaştırıp, bunlara
yetki verebilirdi. “Führer’in istekleri doğrultusunda çalışmak” en
başından itibaren rejimin en önemli düsturlarından biri olmuştu.
Aslında Hitler 30 Ocak 1933’te göreve geldiğinde tam bir diktatör
olarak faaliyet gösterebilecek pozisyonda değildi. Hindenburg
yaşadığı sürece -en azından ordu için- potansiyel olarak başka bir
sadakat kaynağı vardı. Fakat 1934 yazı itibariyle devlet başkanlığını
hükümet başkanlığıyla birleştirdiğinde, sahip olduğu gücün kullanımı
bakımından resmi anlamdaki kısıtlamalardan kurtuldu. Ve bundan
böyle Hitler’in çevresinde örülmüş kişi kültündeki putperestlik
seviyesi yükseldi; böylece milyonlarca insan, -propagandanın onu
lanse ettiği biçimde- “halkın Şansölyesi”ne yönelik bir inanç
geliştirdi, o artık yalnızca bir parti lideri değil, milli bir lider olarak
görülüyordu. Korkunç bir başarısızlıga uğradığı düşünülen
parlamenter sisteme duyulan horgörü ve nefret, insanların devlet
üzerinde tekelci bir kontrole bel bağlamasına; peşindeki kitle
tarafından kendisine kahramanca, neredeyse mesihçe nitelikler
biçilen ve eşsiz bir misyon iddiasındaki bir lidere güvenmesine neden
olmuştu. Bunun bir sonucu olarak geleneksel hükümet biçimleri,
kişiselleştirilmiş iktidarın keyfi tacizlerine giderek daha çok maruz
kaldı. Ve bu da faciaya davet çıkarmaktan başka bir şey değildi.
I

Başlangıçta bunun ipuçları azdı. Konumunun hiçbir anlamda


güvende olmadığının farkında olan ve “milli temerküz” hükümetindeki
koalisyon ortaklarını uzaklaştırmak istemeyen Hitler, ilk kabine
toplantılarında oldukça temkinliydi; öneriler ortaya atıyor, (en
azından ekonomik ve mali politikalardaki karmaşık meselelerde)
tavsiyelere açık görünüyor, karşıt görüşleri göz ardı etmiyordu.
Ancak bu durum Nisan ve Mayıs aylarında değişmeye başladı. 30 İlk
haftalarda onu hükümet işlerini yönetirken “nazik ve soğukkanlı”,
güçlü hafızasıyla konuya hakim, “bir sorunun özünü hemen kavrayıp”
uzun mütalaaları kısaca özetleyebilen ve konuya yeni bir bakış
getirebilen biri olarak gören tek kişi -Hitler’le ilk kez kabinenin
yemin töreni sırasında karşılaşmış olan- Maliye Bakanı Schwerin von
Krosigk değildi. 31
Hitler kabinesiyle ilk toplantısını 30 Ocak 1933’te saat beşte yaptı.
Reich Şansölyesi konuşmasına, kendi liderliği altında kurulmuş olan
bu kabineyi milyonların sevinçle karşılamış olduğunu belirterek ve
meslektaşlarından destek isteyerek başladı. Daha sonra kabine siyasi
durumu tartıştı. Hitler, -iki aylık bir aradan sonra 31 Ocak’ta
toplanacak olan- Reichstag’ın göreve dönüşünün ertelenmesinin
ancak Zentrum’un da destek vermesiyle mümkün olacağını belirtti.
Reichstag’da çoğunluğu sağlamanın tek yolu KPD’nin
yasaklanmasıydı, ama bu pratik olarak çok mümkün değildi ve bir
genel greve yol açabilirdi. Böyle bir grevin bastırılmasına
Reichswehr’ın karışması konusunda Hitler kaygılıydı; bu görüş,
Savunma Bakanı Blomberg tarafından desteklendi. Hitler en iyi
ihtimalle Reichstag’ın feshedilmesini ve yeni seçimler sonucunda
hükümette bir çoğunluk kazanmayı umuyordu. Olağanüstü hal
kararnamesinin yolunu hazırlayacağı için açıkça KPD’nin
yasaklanmasının lehinde konuşan tek kişi, en az Hitler kadar
Zentrum’a bel bağlamaya isteksiz olan, fakat aynı zamanda yeni
seçimlerin muhtemelen NSDAP lehine sonuçlanacağının da farkında
olan Hugenberg idi. Hugenberg bir genel grevin olacağını
düşünmediğin belirtti. Ama Hitler seçimden sonra kabinenin
değişmeyeceğini söyleyince tatmin oldu. Papen olağanüstü hal
kararnamesini hemen önermekten, Reichstag öneriyi reddederse
başka bir çözüm düşünmekten yanaydı. Zentrum’dan bir destek
ummayan diğer bakanlar da, bir genel grev tehlikesindense yeni
seçimlerden yanaydılar. Toplantı kesin bir sonuca varmaksızın
sonlandı. 32 Ama Hitler Hugenberg’e üstünlük sağlamış ve istediği şey
için destek kazanmıştı: Reichstag olası en kısa süre içinde
feshedilecek ve yeni seçimlere gidilecekti.
Hitler Zentrum’a bağımlı olmamaya kararlıydı. Zentrum
milletvetilleri Prâlat Ludwig Kaas (parti lideri) ve Dr. Ludwig
Perlitius’la (partinin Reichstag grup başkanı) ertesi sabah yapacağı
toplantıdan bir sonuç çıkmayacağı belliydi. 33 Zentrum Reichstag'ın
faaliyetlerinin, Hitler’in öne sürdüğü gibi on iki ay değil, iki ay daha
ertelenmesini uygun buluyordu ve Hitler de bunu gayet iyi biliyordu.
Hitler aslında Zentrum’dan hiç koşulsuz tam destek istiyordu. 34
Karşılığında tüm önerdiği -ki bu önerinin ciddiyetine dair geçerli
şüpheler vardı- Zentrum’un bir üyesinin Adalet Bakanı olarak
kabineye dahil edilmesi ihtimali idi ve Hugenberg buna şiddetle karşı
çıkmıştı. 35 Hitler müzakereleri ciddiye almıyordu ve müzakerelerden
çabucak vazgeçmesi de bunu gösteriyordu. Zentrum’un hükümetin
gelecekte nasıl bir yönetim izleyeceği hakkında verdiği yazılı soru
önergesine hiçbir yanıt gelmemişti. 36 Hitler hemen o gün, yani 31
Ocak’ta kabineye Zentrum’la daha fazla müzakere etmenin bir
anlamı olmadığını bildirmişti. Yeniden seçime gitmek artık
kaçınılmazdı. Ama Hitler’in Zentrum’la olan münasebeti
muhafazakarlar arasında tehlike çanlarının çalmasına sebep oldu:
Hitler seçimden sonra Zentrum’un desteğiyle icraatta bulunabilir,
Alman Milliyetçilerini ve Stahlhelm’i kabineden çıkarabilir, böylece
Hugenberg ve Papen’e olan bağımlılığından kendini kurtarabilirdi. 37
Bu durumda, bir kez daha, en radikal çıkış bir Nazi’den değil, bir
muhafazakardan geldi. Papen, “bu son Reichstag seçimi olacak ve
parlamenter sisteme dönülmekten sonsuza dek kaçınılacak” diyerek
gereken teminatı verdi. 38
Aynı akşam Hindenburg, sadece dört gün önce Schleicher nezdinde
reddettiği şeyi Hitler’e vermeye ikna edilmişti: Reichstag
feshedilecekti. Papen ve Meissner’in de desteğiyle Hitler, halka yeni
hükümete olan desteğini gösterme fırsatı verilmesi gerektiğini ileri
sürmüştü. Bu seçimle Reichstag’da bir çoğunluğa ulaşılabilirdi, yeni
seçimler daha büyük bir çoğunluk sağlayacaktı ve böylece, iyileşmeyi
getirecek önlemler için bir platform teşkil edecek olan Yetki
Yasası’nın geçirilmesi mümkün olacaktı. 39 Fesih, anayasanın ruhuna
uyan bir karar değildi. Seçime gitmek hükümetin oluşturulmasının
nedeni değil, bir sonucu haline dönüşmüştü. Reichstag’a yeni
hükümete güvenini (ya da güvensizliğini) gösterme fırsatı dahi
verilmemişti. Parlamentodan çıkması gereken bir karar doğrudan
halkın önüne konmuştu. Eğilim olarak, referandumla onay almaya
doğru giden bir adımdı. 40
Hitler’in açılış hamlesi, bir Yetki Yasası’nın takip edeceği yeni
seçimlerden öteye gitmedi. 41 Parlamentarizme son vermeye ve
Marksist partilerden kurtulmaya en az Hitler kadar hevesli olan
koalisyon ortakları onun eline göre oynadılar. 1 Şubat sabahı Hitler
kabineye Hindenburg’un fesih kararını onayladığını bildirdi. Seçimler
5 Mart’ta yapılacaktı. Reich Şansölyesi hükümetin sloganını kendisi
belirlemişti: “Marksizm’e Saldırırı." Göring, komünistlerin artan
“terör eylemleri’ni göz önüne alınarak, Berlin nakliyeciler grevi
sırasında Papen yönetimi tarafından hazırlanan, basın özgürlüğüne
kısıtlama ve “ihtiyati tutuklama” hakkını getiren kararnamenin
gecikmeksizin yürürlüğe konulması gerektiğini hemen belirtti. 42
Papen’in kararnamesi birkaç değişiklik yapılarak 4 Şubat’ta “Alman
Halkını Koruma Kararnamesi” adı altında yürürlüğe sokuldu ve seçim
kampanyası boyunca muhalif gazete ve toplantılara yasak koymak
için en önemli silah olarak kullanıldı. 43
1 Şubat günü akşam saat yedide yapılan ikinci kabine toplantısında
Hitler, üç saat sonra yayın organlarından Alman halkına okuyacağı
bildirinin taslağını okudu. 44 Aileye ve Hıristiyanlığa dair ahlaki
değerlerden bahseden bazı bölümler Papen’in eseriydi. 45 Ama
taslağın dili genel olarak Hitler’in damgasını taşıyordu. Aynı akşam
daha geç bir vakitte, Reich Şansölyeliği'ndeki odasında, arkasında
kabinesiyle, üzerinde koyu renk birtakım elbise ve siyah-beyaz
kravatla, gerginlikten terlemiş bir halde ve -olağandışı- monoton bir
sesle, ilk kez olmak üzere radyodan Alman halkına seslendi. 46
Hitler’in okuduğu “Reich Hükümetinin Alman Halkına Seslenişi”
başlıklı bu bildiri tamamen retorikle doluydu ve içeriği bomboştu;
amacı, alınacak siyasi önlemlerin programını açıklamaktan çok seçim
kampanyasının ilk propagandasını yapmaktı. On dört yıl önceki “vatan
hainliği günleri’nden beri, “her şeye kadir olan Tanrı inayetini
halkımızın üzerinden çekti,” diyerek başladı konuşmasına. Milli
çöküş, “komünistlerin, içten sarsılmış ve kökşüz kalmış bir halkı
zayıflatmak ve zehirlemek amacındaki çılgınca yöntemlerinin” yolunu
açmıştı. Komünizmin öldürücü etkisinden hiçbir şey kurtulamamıştı;
aile, bütün bir ulusun onuru ve sadakati, halk ve anavatan, kültür ve
ekonomi, ahlakın ve inancın temellerine dek her şey bundan zarar
görmüştü. “On dört yıl içinde Marksizm Almanya’yı mahvetti. Bir
yıllık Bolşevizm Almanya’yı yok etti,” diye devam etti Hitler.
Cumhurbaşkanı Hindenburg, Almanya’yı kurtarma “misyonu”na sahip
olan milli hükümete güvenmişti. Devralınan miras korkunçtu; bugün
Alman devlet adamlarının yüzyüze olduğu iş, gelmiş geçmiş tüm
devlet adamlarınınkinden daha zordu. “Bütün bir ahlakımızın temeli
olan” Hıristiyanlığın, “milletimizin ve devletimizin özü olan” ailenin
korunmasına dayanan milli birlik yeniden inşa edilecekti. Almanya’nın
Komünist anarşizm batağına saplanmasını engellemek için, bu
hedefle çelişen “ruhani, siyasi ve kültürel nihilizme” acımasızca
saldırılacaktı. Hitler bunun ardından, “ekonominin yeniden organize
edilmesi gibi devasa bir işle” başa çıkmak için hazırlanmış, -Papen’in
Sovyet yöntemlerine benzer bulduğu-47 iki adet “dört yıllık büyük
plan”ı duyurdu. “Dört yıl içinde, Alman köylüleri yoksulluktan
kurtulmalı. Dört yıl içinde işsizlik sona ermeli.” Bunun nasıl
başarılacağına dair mali istikrarın sağlanması (ki tamamen yanıltıcı
bir şekilde ortaya konmuştu), çalışma hizmetinin getirilmesi ve
çiftçilerin iskan politikası dışında- hiçbir ipucu verilmemişti. Kaldı ki
bu fikirlerin hiçbiri yeni değildi. Yeni hükümetin dış politikadaki
hedeflerinin hiçbir kesinliği yoktu. Hükümetin önüne koyduğu “en
yüce misyon”, “yaşam hakkını (Lebensrechte) korumak ve böylece
halkımızın özgürlüğünü yeniden elde etmekti. Hitler hükümet adına
yaptığı ve tamamen acıma duygularına hitap eden bu konuşmada,
halka, sınıf ayrımlarının üstesinden gelmesi ve Almanya’nın yeniden
canlanmasına izin verecek mutabakat kanununu hükümetin yanı sıra
imzalaması için çagrıda bulundu. “On dört yıldır Marksizm’in
partilerinin ve bu partilerin görüşlerini paylaşanların neler
yapabildiğini gördük. Sonuç bir harabeden başka bir şey değil.
Alman halkı, şimdi bize dört yıl verin ve sonra bizi yargılayıp,
gerekirse cezalandırın.” Büyük konuşmalarında genelde yaptığı gibi
konuşmasını sözde dini terimler kullanarak. Her şeye Kadir Olan
Tanrı’nın hükümetin, işlerine inayet göstermesini isteyerek bitirdi. 48
Bununla seçim kampanyası başlamış oldu. Zaten geniş bir desteğe
sahip olan hükümet kendini Weimar Cumhuriyeti’ndeki öncüllerinden
açıkça ayırdığından, bu kampanya önceki seçim kampanyalarından
oldukça farklıydı.
Beyanının sonuna doğru Hitler, ilk kez barış yanlısı bir poz
takınmış, Almanya’nın şanlı geçmişini sırtında taşıyan ve bu geçmişin
sembolü olan orduya olan sevgisine şerh düşerek, “silahlanmaya
getirdiği kısıtlamayla dünya bizi bir kez daha silahlarımızı arttırmak
zorunda bırakmazsa,’’hükümetin çok mutlu olacağını belirtmişti. 49
Oysa ki, 3 Şubat akşamı ordunun başı (Chef der Heeresleitung)
General Kurt Freiherr von Hammerstein-Equord’un evinde toplanmış
olan askeri liderlere hitap etmesi için Blomberg tarafından davet
edildiğinde yaptığı konuşmanın havası tamamen farklıydı. 50
Toplantıda sıcak bir atmosfer yoktu, Hitler uzun konuşmasına
başladığında çoğu subay vakur bir tavır içindeydi. Siyasi amacın,
siyasi iktidan tekrar kazanmak olduğunu belirtti. Her şey bu amaca
yönelik olmalıydı. Ülke içinde, mevcut koşullar tamamen tersine
çevrilmeli ve hiçbir muhalefete hoşgörü gösterilmemeliydi. “Bunu
kabul etmek istemeyenler ezilmeli. Marksizm kökünden sökülüp
atılmalıydı. Gençlik ve genel olarak halk, kurtuluşun sadece bu
mücadeleyle mümkün olacağını anlamalıydı. Her şey bu fikre tabi
olmalıydı. Gençliğin talim terbiyesi ve savaşma isteği mümkün olan
her yolla geliştirilmeliydi. En katı şekilde otoriter bir liderlik ve
“meşum demokrasi kanserinin ortadan kaldırılması”, ülke içindeki
iyileşmenin temeli olacaktı. Hitler bunun ardından konuşmasını dış
politikaya ve ekonomik politikalara yöneltti. Halkın kafasına savaşma
isteği sokulmadıkça, Cenova’da yapılan Silahsızlanma Konferansında
Versailles’a karşı, Almanya’nın eşitliği için mücadele etmenin
anlamsız olduğunu söyledi. Ekonomik alanda ise çözüm, dünyadaki
kapasitenin sınırlı olmasından dolayı, ihracatı arttırmaktı. İskan
politikası köylülüğü korumanın tek yoluydu, böylece pek çok işsiz de
buralarda istihdam edilecekti. Fakat bu zaman alacaktı ve her
koşulda, sahip olduğu “yaşam alanı Alman halkı için çok küçük
olduğundan” yeterli bir çözüm değildi.
Hitler konuşmasını dinleyicilerin en çok ilgisini çeken alana çevirdi.
Söylediklerinin oradakileri cezbetmemesine imkan yoktu. Silahlı
kuvvetlerin büyütülmesi ve güçlendirilmesi temel hedef için, yani
siyasi iktidarın yeniden kazanılması için en önemli koşuldu. Genel
zorunlu askerlik hizmeti tekrar yürürlüğe sokulmalıydı. Ama bundan
önce devlet yönetimi, askerlik hizmetine uygun olan bu kişilerde
pasifizmin, Marksizm’in ve Bolşevizm’in izlerinden eser kalmaması
gerektiğini anlamalıydı. Devlet içindeki en önemli kurum olan silahlı
kuvvetler siyasetin dışında tutulmalı ve partiler üstü olmalıydı. İç
karışıklar onun ilgi alanında değildi ve bunlar Nazi örgütlenmelerine
bırakılabilirdi. Silahlı kuvvetlerin büyütülmesi ve güçlendirilmesi için
yapılacak hazırlıklar hiç vakit kaybedilmeden hayata geçirilmeliydi.
En tehlikelisi bu süreçti ve Hitler Fransa’dan, belki doğudaki
müttefiklerinin de katılımıyla, bunu önlemeye yönelik bir saldırı
gelme ihtimalini göz önünde tutuyordu. “Siyasi iktidar bir kez
kazanıldığında, nasıl kullanılacak,” diye sordu ardından. Bunun
söylemek için henüz çok erkendi. Belki de amaç yeni ihracat
imkanlarının elde edilmesi olmalıdır, diye imada bulundu. Ama zaten
konuşmanın başlarında ihracatı arttırma fikrini Almanya’nın
sorunlarına bir çözüm olarak sunmadığından, dinleyiciler onun asıl
önerisinin bu olduğunu düşünemezlerdi. Belki de alternatif “-ki
muhtemelen bu daha iyi bir seçenekti- Dogu’da yeni yaşam alanları
fethetmek ve buraları acımasızca Almanlaştırmak”tı. 51 Orada hazır
bulunan subaylar hiç şüphe duymadan, Hitler’in tercihinin bu
olduğunu düşünebilirlerdi.
Hitler generallerine bir savaş planı önermemişti. “Yaşam alanı”
elde edilmesi için gereken programı adım adım açıklamış da değildi.
Daha geniş anlamda, en geç 1920’lerin ortalarından beri sahip
olduğu fikri sabitlerini yeniden açıklamıştı. Geçmişte söyledikleri
içinde Dogu’da “yaşam alanı” elde etmek için savaşma fikri açıkça
vardı. Ama bu erken dönemde söylediklerinin ve yazdıklarının
içeriğini ciddiye alan pek az insan vardı. Ve şimdi de generallerin
çoğu “yaşam alanı” kavramını, kendilerinin de karşı olmadığı
yayılmacılık siyasetine yönelik öylesine bir metafor olarak algılamıştı.
Hitler’in Hammersteinların evindeki tek amacı subayların ve
ordunun desteğini kazanmaktı. Büyük oranda başarı da sağlamıştı.
Askeri liderlerin konuşmaya tepkisi farklı farklıydı. General Ludwig
Beck sonradan, konuşmanın içeriğini hemen unuttuğunu iddia etmişti;
eğer doğruysa bu, Hitler’in söyleyecekleriyle ilgilenmediğini
gösteriyordu. Diğerleri, örneğin Werner von Fritsch, Friedrich
Fromm ve Eugen Ott en başta işittiklerinden açıkça kaygı
duymuşlardı. Erich von dem Bussche-Ippenburg orduyla ilgili
meselelere gelene dek bir saat boyunca Hitler’in konuşmasının
saçmalıklarla dolu olduğunu düşünmüştü. Korgeneral Wilhelm Ritter
von Leeb’in yorumu, elinde iyi bir ürün olan işadamının bir işportacı
gibi bağırmasına gerek olmadığıydı. Ama Hitler’in söylediklerine
karşı çıkan yoktu. Ve orada hazır bulunanların çoğu, Amiral Erich
Reader’ın sonradan belirttiği gibi, Hitler’in konuşmasını “olağanüstü
tatmin edici” bulmuşlardı. 52 Bu şaşırtıcı bir sonuç değildi. Kabalıkla
ve gevezelikle yükselmiş bu türediyi her ne kadar horgörüyorlarsa
da, şimdi onun savunduğu şey, yani Alman egemenliğinin ve yayılmacı
siyasetin temeli olarak ordunun yeniden güçlendirilmesi görüşü, -
onların deyimiyle- 1920’lerin ortalarındaki karanlık “ifa politikası”
günlerinden beri feragat etmiş oldukları hedeflere uyuyordu. 53 Ve
Hitler’in orduyu iç politikadan çekip partiler üstü konuma getirme ve
silahlı kuvvetleri, militarize olmuş bir ulusun temel direği olarak inşa
etme sözleri generallerin kulağına müzik gibi gelmişti; nitekim
Blomberg’in günün erken saatlerinde grup komutanlarına ve ordu
bölge komutanlarına söylediği şey zaten tam da buydu. 54 Hitler
aslında bir iç savaşa ordunun karışma ihtimalinin önüne geçiyordu ve
bu 1932'nin sonlarında oldukça ciddiye alınan bir tehlikeydi. 55
Almanya’nın (savaş riskini göze alıp) yayılmacı bir politikayla tekrar
eski güçlü statüsüne gelmesinin aracı olarak (Versailles’ın
zincirlerinin kırılması temelinde) silahlı kuvvetlerin yeniden
silahlandırılıp yapılandırılması, ordu yönetiminin 1920’li yıllar
boyunca gerçek anlamda hiç vazgeçmediği bir hedefti. 1920’lerin
sonuna doğru da bunlar yeni bir aciliyetle tekrar dillendirilmişti. Bu
hedefler, (şimdi artık bayağı bir değişime uğramış, eskisine oranla
daha az “feodal” ve mesleki anlamda daha “modem”, genç ve burjuva
olan)56 subay sınıfının devlet içindeki, Devrim’den önceki geleneksel
yapıda mevcut olan ancak “Marksizm’in ve demokrasinin tehdit edip,
kısmen de zayıflattığı gücünü ve statüsünü tekrar kazanacağı
önermesiyle elele gidiyordu. Generallerin ona dair kuşkuları ne
olursa olsun, Hitler’in arkasındaki kitlesel destek şimdi bu hedeflerin
hayata geçirilebilmesine olanak sunuyordu. Yani, hedefleri birebir
aynı olmasa da Hitler’in ve ordu yönetiminin isteklerinde örtüşen
mühim noktalar vardı. 1933 “pakt’ı bu “kısmi özdeşlik” üzerine
kuruldu. 57
Blomberg’in bakanlığının güçlü adamı, bakanlık bürosu şefi olan, -
zeki, hırslı, aristokratların ve burjuvaların sınıfsal muhafazakarlığını
aşağılamasıyla “ilerici”, uzun zamandır Nasyonal Sosyalizm
sempatizanı- Albay Walther von Reichenau, ordunun Hitler’in
sundukları karşısında nasıl bir reaksiyon göstereceğinden gayet
emindi. “Yeni devlete gir ve bizim sayemizde oradaki konumu koru,”
dediği belirtilmektedir. 58 Silahlı kuvvetler ile devlet daha önce “hiç bu
kadar özdeş” olmamıştı, diye devam ederek Üçüncü Reich’ın
başındaki açık niyete -tabii eğer durum zaten bu değilse- işaret
etmiştir. 59 Orduyu politikanın dışında tutmanın gerçek anlamı -
Göring’in Prusya’da sola karşı uyguladığı dizginsiz polis terörünün
ortasında- Reichenau’nun ordu kumandanları toplantısında sarfettiği
şu sözlerde açıkça ortaya çıkmıştır: “Bir devrimin içinde olduğumuzu
kabul etmek gerek. Devlet içinde çürümüş ne varsa yok edilmelidir
ve bu ancak terörle yapılabilir. Parti Marksizm’e karşı acımasız
davranacaktır. Silahlı kuvvetlerin görevi ise içini rahat tutmaktır.
Zulüm görenler birliklere sığınmak isterlerse destek
60
verilmeyecektir.” Bu sözler orada bulunanların bazılarının ilgisini
çekmişti. Ama mesaj aktarılmış ve bitmişti. Subaylardan sadece biri
karşı çıktı ve onun da komuta yetkisi elinden alındı. 61 Çoğu Reichenau
gibi Nasyonal Sosyalizm’e sempati duymamasın rağmen, 1923 yılında
Hitler’in iktidarı cebren ele geçirme girişimini engellemiş olan ordu
liderleri, şimdi onun Şansölye olarak atanmasını takip eden günler
içinde, devletin en güçlü kurumunu onun hizmetine sunuyorlardı.
Hitler’e gelince, askeri harcamalara mutlak öncelik verileceğini
kabineye bildirmekte hiç vakit kaybetmedi. 8 Şubat’taki kabine
toplantısında Yukarı Silezya’da yapılacak bir barajın finans
kaynaklarıyla ilgili bir tartışmada, kabine arkadaşlarına “önümüzdeki
beş yıl Alman halkının savunma
kapasitesinin(Wiederwehrhaftmachung) yeniden inşa edilmesine
adanmalıdır,” diyerek müdahale etti. Devletin finanse ettiği her tür iş
yaratma projesi, bu amaca hizmet edip etmediğine göre
değerlendirilip, öyle karara varılmalıydı. “Bu fikir daima ve her yerde
ön planda tutulmalıydı.’’62
İş Yaratma Komitesi’nin ertesi günkü toplantısında, Reichkommisar
Gereke’nin Schleicher yönetimi için hazırlamış olduğu yenilenmiş Acil
İş Yaratma Programı’nın 500 milyon RM’lik finansmanının
harcanması meselesi ele alındı. Blomberg, Maliye Bakanının bu
paranın 50 milyon RM’sini silahlanma faaliyetleri için kendisine tahsis
etmesini kabule hazır olduğunu bildirdi. Yeni kurulmuş Havayolu
Reich Komiserliği’ne ise (üç yıllık bir dönem için verilen 127 milyon
RM haricinde) 1933’te 42.3 milyon RM tahsis edilmişti. Hitler
sabırsızlığını bastıramıyordu. Silahlanmaya mutlak öncelik verilmesi
yönünde önceki günkü açıklamalarını hatırlatarak, Acil Program
dahilinde yapılacak kamu harcamalarının tamamen bu açıdan
değerlendirilmesi gerektiğini tekrar belirtti. Toplantı tutanaklarına
göre Reich Şansölyesi sözlerine şöyle devam etti:

Almanya’nın yeniden silahlanması için milyarlar


(Milliardenbeträge) gerekiyor. Havacılıktaki hedefler için
düşünülebilecek minumum miktar 127 milyon RM’dir.
Almanya’nın geleceği sadece ve sadece silahlı kuvvetlerin
yeniden inşa edilmesine bağlıydı. Diğer bütün harcamalar
silahlanmanın yanında tali kalmalıydı. Silahlanma hızı
önümüzdeki yıl birden arttırılamayacagından, Savunma
Bakanının talep ettiği küçük fonlar onu ancak tatmin edecekti.
Her halükarda, gelecekte silahlı kuvvetlerin talepleriyle, farklı
hedefler için öngörülen talepler arasında bir çatışma ortaya
çıkarsa, koşullar ne olursa olsun silahlı kuvvetlere öncelik
verilecekti. Acil Program’ın fonlarının nasıl değerlendirileceğine
de bu anlayışla karar verilmeliydi. İşsizlikle savaşmanın yolu ona
göre, en uygun yardım araçları olan kamu işlerine ödenek
ayırmaktan geçiyordu. 500-Milyon Programı bu tür
programların en büyüğüydü ve silahlanmanın çıkarlarına hizmet
etmek için bilhassa uygundu. En önemlisi, ülkenin savunmasını
güçlendirmek için kamuflaj faaliyetleri yürütmeyi mümkün
kılıyordu. Yakın gelecekte bu kamuflaja özel önem vermek
gerekiyordu, çünkü Almanya’nın eşit askeri, haklarının teorik
olarak tanınması ile belli düzeyde silahlanma sağlanması
arasında kalan dönemin en zor ve en tehlikeli dönem olduğuna
kendisi şahsen ikna olmuştu. Almanya -gerekirse Fransa’ya da
karşı- başka bir güçle ittifak yapabilecek seviyeye ulaştığında,
silahlanmanın önündeki temel engeller ancak o zaman aşılmış
olacaktı. 63

Hitler’in Şansölye olduğu günlerde yapılan bu ilk toplantılar,


silahlanmanın önceliğinin belirlenmesi açısından oldukça önem
taşıyordu. Ayrıca bu toplantılarda, Hitler’in işleri yürütme ve iktidarı
kullanma biçiminin tipik örneğini görmek mümkündür. Blomberg ve
Reichswehr yönetimi, yeni Şansölyenin silahlanma hacarmalarına
dair köktenci farklılıklar taşıyan bu yaklaşımından faydalanmaya can
atıyorlarsa da, bunun önünde pratik engeller vardı. Engellerin
bazıları finansal, bazıları örgütseldi ve önemli bir faktör de
silahlanma görüşmelerinin sürdüğü sırada hâlâ geçerliliğini koruyan
uluslararası kısıtlamalardı. Sonuç olarak silahlanma faaliyetinin ilk
evreleri Hitler’in istediği kadar hızlı yürüyemezdi. Ama Bloomberg
ilk başta şartların elverdiği ölçüde büyümenin gerçekleştirilmesini
öngörürken, Hitler -başlangıç için hiç de gerçekçi olmayan bir tarzda
farklı boyutlarda bir şey tasarlıyordu. Somut önlemler önermiyordu.
Fakat tek bir bakanın bile karşı çıkmadığı, silahlanmaya mutlak
öncelik verilmesi yönündeki dogmatik savıyla faaliyetlere yeni bir
temel kural getiriyordu. Bu kural, tamamen iş yaratmak için
tasarlanmış olan Greke-Programı’nın konseptini değiştiriyor, onu
yeniden silahlanma çerçevesine sokuyordu. Silahlanmanın önünde o
dönemki pratik sınırlamalar ne olursa olsun, silahlı kuvvetlerin
yeniden inşası ve planlanması için doğrudan fırsat sağlıyordu. Nisan
başındaki “İkinci Silahlanma Programıyla harekete geçildi. Bu
programın fonu devlet bütçesinden değil dışardan sağlandı ve
doğrudan ordunun ellerine teslim edildi. Mart ayında Reichsbank
başkanlığına Hans Luther’in yerine Hjalmar Schacht’ı getiren Hitler,
silahlanma için sınırsız ve gizli fonlar yaratacak doğru kişiyi
bulmuştu. Reichswehr’ın yıllık bütçesinin ortalama 700-800 milyon
RM olduğu düşünüldüğünde, Schacht, Mefo Bonoları vasıtasıyla -
Reichsbank hükümet bonolarına gizli bir indirim uyguluyordu- sekiz
yıllık dönem içinde Reichswehr’a 35 milyar RM gibi çok büyük bir
yekünün sağlanmasını garanti etmişti. 64
Biraz sarsak bir başlangıç yapılmış olsa da, bu destek sayesinde
silahlanma programı 1934’te olağanüstü bir aşama kaydetti.
Schacht’ın sonradan kabul ettiği gibi sonuç, silahlanma ile tüketici
harcamaları arasında kaçınılmaz bir çatışmaydı ve bu çatışma eninde
sonunda çok büyük ekonomik sıkıntılara yol açacaktı. 65 Nitekim
bunlar Dört Yıllık Plan içinde birikti ve 1935-1936 yılındaki ilk büyük
ekonomik açmazda su yüzüne çıktı. Ama Plan silahlanmanın mutlak
önceliğinin önemini belirtip, bunu tekrar teyit ettiğinden, sorun barış
yıllarında daha da derinleşti ve sonunda savaş dışında bir çözüm yolu
kalmadı. Devlet mâliyesinin mahvını, Hitler’in -Şansölyeliğinin
başlarında hem ideolojik hem de siyasi temellere dayanarak- aldığı şu
kararda görmek mümkündür: Ekonomi için sonuçları ne olursa olsun
silahlanma için sınırsız fon yaratılacaktır. Şubat 1933’te savaş fiili
olarak planlanmadıysa da, silahlanma politikasının evrildiği yön
ekonomiyi öylesine sarsmıştı ki tek çözüm ya yeniden uluslararası
ekonomiye girmek ya da savaş kumarıyla fetih yapmak ve hakimiyet
kazanmaktı. Hitler hangisini tercih ettiğini o güne dek zaten hiç
saklamamıştı.
Silahlanmaya mutlak öncelik verme kararı Hitler ve ordu
arasındaki karşılıklı yarar ilişkisine dayanan ittifakın temeliydi ve
ordu, sık sık canı sıkılacak olsa da,-Üçüncü Reich’ın temel
kurumlarındandı. Hitler parametreleri Şubat 1933’te oluşturmuştu.
Ama bu parametreler, Şansölye olması üzerine Blombergle vardığı
anlaşmanın ifadesinden başka bir şey değildi. 66 Yeni bir politika
mümkündü çünkü Hitler kendi çıkarlarını ülke içindeki en güçlü
kurumun çıkarlarına bağlamıştı. Ordunun yöneticilerinin de bu işte
çıkarı vardı, çünkü kitleleri millileştirecek ve orduyu ülke içindeki
eski güçlü konumuna getirecek siyasi bir paravana bağlandıklarını
düşünüyorlardı. Ama onlar, subay sınıfının geleneksel güç sahibi elit
kesiminin beş yıl içinde kendisini keşfedilmemiş topraklara süren bir
efendinin hizmetinde tamamen işlevsel bir elit sınıfa dönüşebileceğini
hesaba katmamışlardı. 67
II

Şansölyeliğinin ilk haftalarında Hitler sadece ordu yönetiminin


“ağır topları”nı yeni rejime kazanmak için adım atmakla kalmadı,
aynı zamanda iktisadi alandaki büyük örgütlenmelere de el attı.
Toprak sahiplerinin ikna edilmeye pek ihtiyaçları yoktu. Onların
temel örgütlenmesi, yani -Doğu Elbian’lı mülk sahiplerinin
hakimiyetindeki- Reich Ziraat Birliği (Reichslandbund), Hitler’in
Şansölyeliğe gelmesinden önce de güçlü bir şekilde Nazi yandaşıydı.
Hitler tarım politikasının ilk evresini, Alman Milli Koalisyon ortağı
Hugenberg’e bıraktı. Şubat ayında alınan ilk önlemler borçlu
çiftliklerin alacaklıların eline geçmesini önlemeye, yüksek ithalat
vergileri koyarak yerli tarımsal ürünleri korumaya, tahıl fiyatları için
destek sağlamaya yönelikti ve bu önlemler çiftçileri memnun
etmişti. 68 Görünüşe göre, Hugenberg’in yönetimindeki Ekonomi
Bakanlığı onların çıkarlarını gayet iyi gözetiyordu.
Ziraatçılarla sanayiciler arasındaki, tarımın korunmasıyla ilgili
şiddetli anlaşmazlıktan kaynaklanan gerilim 1890’lardan beri
mevcuttu. Tarım sektörüne gösterilen bu yeni özenin büyük
sermayeyle olan ilişkilerde gerginlik yaratması kaçınılmaz gibi
görünüyordu. Hitler’in Şansölyeliğe gelmesinin hemen akabinde çoğu
büyük işadamının ilk etapta sergilediği şüpheci, tereddütlü ve endişeli
tavır tek bir gecede yok olmadı. Güçlü Krupp demir çelik kuruluşunun
ye Alman Endüstrisi Reich Birliği’nin başı Gustav Krupp von Bohlen
und Halbach ve diğer önde gelen sanayiciler, 20 Şubat’ta Göring’in
resmi konutunda yapılacak ve Hitler’in ekonomi politikasını
anlatacağı toplantıya davet edildiklerinde, iş çevrelerinde hâlâ
düşündürücü bir sessizlik vardı. 69 O güne dek Hitler’e karşı eleştirel
bir tavrı olan Krupp hazırlandı ve daha önceki Şansölyelerle yapılan
toplantılarda olduğu gibi, sanayinin çıkarlarını savunmak üzere
toplantıya gitti. Özellikle, ihracatın yol açacağı bir büyümenin
gerekliliğini vurgulamak ve tarımın korunması yararına alınacak
önlemlerin zararlı sonuçlarını açıklamak niyetindeydi. Fakat toplantı
sırasında bu iki konuyu da gündeme getiremedi, işadamları önce
Göring tarafından bekletildiler, sonra Hitler ortaya çıkana dek bir
kez daha uzunca bir süre beklemek zorunda kaldılar ve akabinde
Hitler’in klasik monologlarından birine maruz kaldılar. Bir buçuk saat
süren konuşmasında Hitler, genel bağlam içindeki değinmeleri
dışında ekonomik konulardan neredeyse hiç bahsetmedi. Daha önceki
toplantılarda da yapmış olduğu gibi, bu sefer işadamlarından oluşan
dinleyicilerine özel mülkiyetin ve özel teşebbüsün korunacağı
konusunda güvence verdi ve ekonomide radikal gelişmeler
planlandığı söylentilerini yalanladı. Konuşmasının geri kalanı büyük
oranda, bildik görüşlerinin tekrarından ibaretti: Ekonomi politikaya
tabi olmalıydı, Marksizm’in kökü kazınmalıydı, içte birlik ve kuvvet
yaratılarak dış düşmanlarla karşılaşmaya hazır olunmalıydı. Yakında
yapılacak seçimler seçmen pusulalarıyla komünizmi reddetmek için
son fırsattı. Eğer böyle olmazsa zor kullanılacağına dair karanlık bir
imada bulundu. Bu, millet ile Komünizm arasında bir ölüm kalım
savaşı, Almanya’nın gelecek yüzyıldaki kaderini belirleyecek bir
mücadele olacaktı. 70 Hitler konuşmasını bitirdiğinde Krupp
hazırladığı konuşmayı yapacak bir durum olmadığını hissetti. Birkaç
sözcükle teşekkür etti ve ülkenin refahına hizmet edecek güçlü bir
devletle ilgili üç beş genel ibare ekledi. 71 Bunun ardından Hitler
toplantıdan ayrıldı.
Toplantının gizli gündemi Göring konuşmaya başladığında açığa
çıktı. Ekonomik gelişmelerden korku duyulması gerekmediğine ve
yapılacak seçimlerin -belki de yüz yıldır süren- güç dengesini
değiştirmeyeceğine dair Hitler’in teminatlarını tekrarladı. Ama seçim
yine de önemli, diye konuşmasını sürdürdü. Siyasi savaşta ön saflarda
olmayanlar maddi özverilerde bulunmalıydılar. 72 Göring de
toplantıdan ayrıldığında, Schacht orada bulunanları bağış yapmaya
davet etti. Üç milyon mark taahhüt edildi ve sonraki haftalar içinde
bu yekûn teslim alındı. 73 Bu bağışla büyük sermaye Hitler’in
yönetiminin sağlamlaşmasına yardım ediyordu. Ama sunulan coşkulu
bir destekten ziyade siyasi bir zorbalığın sonucuydu. 74
Finansal desteklerine rağmen sanayiciler yeni rejime temkinli bir
gözle bakmayı sürdürdüler. Hitler’in 23 Mart’taki konuşmasında
ihracatın desteklenmesi ve para istikrarının korunması yönündeki
muğlak imalarından tatmin olanlar da vardı. Bu konuşmanın ardından
Reich Birliği yeni rejime desteğini bildirdi. Ama birlik üyeleri bütün
bir Almanya’yı kasıp kavuran değişimlerin ucunun kendilerine de
dokunduğunun farkındaydılar. Nisan başında Krupp, Nazi baskısına
teslim olarak Reich Birliği’ni yeni, nazileştirilmiş bir organla
değiştirdi. Krup bütün Yahudi işverenlerin işlerinin ellerinden
alınmasını ve bütün Yahudi işadamlarının ticaret ve sanayi alanındaki
temsilcilik pozisyonlarından geri çekilmesini onaylıyordu. Sonraki ay,
bir zamanların güçlü Reich Birliği kendini tasfiye etti ve yerini
nazileştirilmiş Alman Sanayisi Reich Varlıkları (Reichsstand der
Deutschen Industrie) örgütlenmesi aldı. Bu tip baskılar bir yana,
iktisadi alanın canlandırılması, yüksek kâr oranları, (Yahudi
işadamlarınınki hariç) özel mülkiyetin güvence altında olması,
Marksizm’in ezilmesi, işçi sınıfının baskı altında tutulması büyük
sermayeyi giderek daha çok memnun ediyor ve yeni rejimle
kaynaşmasını sağlıyordu. Üzerlerindeki bıktırıcı bürokratik kontrol
bunlar sayesinde daha çekilir hale geliyordu. 75
Sanayicilerin 20 Şubat’ta gördüğü gibi, Hitler’in tarzı daha önce
aynı koltukta oturmuş olan öncüllerinden oldukça farklıydı.
Ekonomiyle ilgili görüşleri geleneksel değildi. İktisadi ilkelerle ilgili
formel yaklaşımlara hiç önem vermiyordu. Sanayicilere de söylediği
gibi, ona göre iktisat ikincil öneme sahipli ve tamamen politikaya
tabiydi, Hitler’in kaba sosyal-Darwinizmi, tüm bir siyasi “dünya
görüşü”nü olduğu gibi ekonomiye yaklaşımını da belirliyordu.
Milletler arasındaki mücadele o milletin gelecekte hayatta kalıp
kalmayacağını belirleyeceğinden, Almanya’nın ekonomisi önce bu
mücadeleye hazırlanmaya, sonra da bu mücadeleyi yürütmeye tabi
olmalıydı. Bunun anlamı, ekonomik rekabetle ilgili liberal görüşlerin
yerini, ekonominin tamamen ulusal çıkarların direktiflerine tabi
olduğu bir bakışın alması gerektiğiydi. Benzer şekilde, Nazi
programı içindeki herhangi bir “sosyalist” fikir de aynı direktifi
izlemeliydi. Hitler bir sosyalist değildi. Özel mülkiyeti, özel
teşebbüsü ve ekonomik rekabeti koruyor, sendikaları onaylamıyor,
işçilerin, kendi çıkartan doğrultusunda davranan işletme sahiplerinin
ve yöneticilerin özgürlüğüne müdahale etmesine karşı çıkıyordu. Ama
tüm bunlara rağmen yine de ekonomik gelişmenin biçimini
belirleyecek olan pazar değil devletti. Sonuç olarak kapitalizme
dokunulmamıştı, ama işleyişte kapitalizm devlete yardımcı bir
fonksiyon haline getirilmişti. Böyle bir ekonomik “sistem”i
tanımlamak için terimler uydurmaya çalışmanın alemi yok. Bunu
tanımlamak için ne “devlet kapitalizmi”, ne de kapitalizm ile
sosyalizm arasında bir “üçüncü yol” terimi yeterli olacaktır. Hitler’in,
eski sınıf imtiyazlarının yok olduğu, modern teknolojinin
imkanlarından faydalanan, yüksek standartlarda yaşayan, refah
içindeki bir Alman toplumuyla ilgili fikirler üzerinde kafa yorduğuna
şüphe yok. Ama o esas olarak sınıf değil ırk temelinde düşünüyor ve
ekonomik modernizasyonu değil fetihi temel alıyordu. Kurulacak
hakimiyet için her şey istikrarlı biçimde savaşa göre ayarlanıyordu.
Almanya’nın yeni toplumu bir mücadele sonucunda ortaya çıkacak; bu
toplumun yaşam standardı fethedilen halkların köleliği sayesinde
yükseltilecekti. Kökleri on dokuzuncu yüzyıla dayanan ama yirminci
yüzyılın teknolojik potansiyeline göre uyarlanmış bir emperyalizm
kavramıydı bu. 76
İktisadi teorinin temel ilkelerini kavramaktan bile aciz olan
Hitler’in iktisat alanında bir öncü olarak görülmesine pek imkan
yoktur. 77 Hızla Führer mitinin temel bir unsuru haline getirilen
olağandışı ekonomik iyileşme Hitler’in eseri değildir. Hitler çalışma
bakanlığındakilerin hevesle geliştirdikleri iş-yaratma projelerine
başlangıçta hiç ilgi göstermemişti. Schacht (bu evrede) söz konusu
projelere karşı şüpheci bir tavır içindeydi, Hugenberg topyekün
karşıydı, Seldte çok az inisiyatif alıyordu ve sanayiye karşı düşmanca
bir tavır içinde olan Hitler mayısın sonundan önce, projelerin
ilerlemesi için hiçbir şey yapmadı. Bu durumda projelerin
sorumluluğunu Mâliye Bakanlığı müsteşarı Fritz Reinhardt üstlendi
ve bir program dahilinde harekete geçti. Hitler bu evrede bile hâlâ
tereddütlüydü ve programların enflasyonu yeniden
canlandırmayacağına ikna edilmesi gerekmişti. Ekonomi
Bakanlığında yüksek mevkili bir memur olan ve 1931’de Brüning
hükümeti iktidardayken kendi hazırladığı tam kapsamlı programı
hayata geçirme fırsatı bulamamış olan Wilhelm Lautenbach, Hitler’i,
Almanya’nın en güçlü adamı olsa bile mevcut ekonomik koşullarda
enflasyon yaratamayacağına ikna etmek durumunda kalmıştı. 78
Nihayet Hitler 31 Mayıs’ta bakanları ve iktisat uzmanlarını Reich
Şansölyeliği’ne toplantıya çağırdı ve Hugenberg dışında hepsinden
Reinhardt Programı lehinde sözler duydu. Ertesi gün “İşsizliği
Azaltma Yasası” çıkarıldı. Yaklaşık bir ay içinde, Schacht'ın
başlardaki şüpheciliği yerini tam bir coşkuya bırakmıştı. Hükümetin
teminatı altındaki bonoları kullanarak daha önce Papen iktidarı
sırasında Lautenbach tarafından ortaya atılmış olan bu fikir,
silahlanmanın ilk dönemlerini finanse edebilmek için yürürlüğe
sokulmuştu ve Mefo Bonolarının esin kaynağıydı- Schacht, ihtiyaç
duyulan kısa dönemli kredileri sağlayabiliyordu. 79 Gerisi büyük
oranda bankerlerin, devlet memurlarının, planlamacıların ve
sanayicilerin işiydi. 80 Daha önce de belirttiğimiz gibi, Hitler -Papen
ve Schiller hükümetlerinde tasarlanmış projelerin devamı
niteliğindeki- iş-yaratma programlarını tamamen silahlanma planları
bağlamında değerlendiriyordu. Bunun dışında bir de programların
propaganda değerini düşünüyordu. Aslında, başlangıçta kamu işleri
projeleri, ardından da silahlanma Almanya’yı iktisadi durgunluktan
çıkarmaya başlamış ve kitlesel işsizliği, herhangi bir uzmanın
öngörmeye cesaret edebileceğinden çok daha hızlı bir şekilde yok
etmişti. Hitler bütün bunlardan tamamen propaganda amaçlı
faydalandı. 81
Fakat Hitler dolaylı olarak ekonomik iyileşmeye önemli bir katkıda
bulundu, bunu iş faaliyetlerine siyasi bir çerçeve çizerek ve ifade
ettiği milli canlanma imajıyla yaptı. “Mârksizm”e yönelik insafsız
saldırıları, idaresi altındaki sanayi ilişkilerine yeni bir düzen
getirmesi, desteklemiş olduğu iş-yaratma programları ve en başından
itibaren silahlanmaya mutlak öncelik vermesi; bütün bunlar -Şansöyle
olduğu sırada zaten başlamış olan- ekonomik iyileşmenin süratinin
artabileceği bir ortamın şekillenmesine yardım etti. Ayrıca en
azından bir alanda, endüstrinin önemli bir dalı olan araba
sektöründeki ekonomik canlanmaya doğrudan katkısı oldu.
Hitler’i -zaten başlamış olan ekonomik iyileşmeye yardımcı olan,
hem de halkın hayal gücünü harekete geçiren bir girişime yönelten
şey ekonomiye dair bilgisi değil propaganda insiyakıydı. 11 Şubat’ta,
sanayicilerle yapacağı toplantıdan birkaç gün önce, Berlin’de
Kaiserdamm’da yapılacak Otomobil ve Motosiklet Fuarı’nın açılış
konuşmasını -sağlık durumu pek iyi olmayan Cumhurbaşkanı
Hindenburg’un yerine- kendisinin yapma fırsatlarını araştırdı.
Konuşmayı Alman Şansölyesinin yapacak olması bile başlı başına bir
yenilikti ve sırf bu bile bayağı bir heyecan yaratmıştı. Araba
sektörünün fuara katılacak olan liderleri keyif içindeydiler. Hitler’in
araba üretimini geleceğin en önemli sanayi sektörü olarak niteleyen
konuşmasını dinleyince; üstüne üstlük sektörde tedrici bir vergi
indirimi öngören, ayrıca “bol bol karayolu yapılmasını" içeren
programın sözünü işitince keyifleri daha da arttı. Eğer geçmişte
yaşam standardı mevcut demiryollarının kilometresiyle ölçülüyorsa,
gelecekte karayollarının kilometresiyle ölçülecekti; bunlar “büyük
işler"di ve aynı zamanda Alman ekonomisinin inşa programına
dahildi. 82 Konuşma daha sonra Nazi propagandası tarafından
“Almanya’nın motorize olma tarihinin dönüm noktası” olarak lanse
edildi. 83 Führer mitinin bir parçası olan “Autobahn-yapımcısı”
efsanesi de böylece oluşturulmaya başlandı.
Aslına bakılırsa Hitler araba sanayiine özel bir program sunmamış,
birilerinin umutlarına tercüman olmuştu. 84 Araba sektöründeki
vergileri düşürme fikri, gayet doğal olarak, araba üreticilerinden
gelmişti. 85 1933 baharında fiilen yürürlüğe sokulan vergi indirimi,
Nazilerin motorize olma programları doğrultusunda attıkları bir adım
değil, ekonomiyi canlandırmak için düşündükleri geniş kapsamlı
önlemlerin bir parçasıydı. 86 Hitler hangi yol yapım planlarını hayata
geçirmeyi düşündüğünü net bir şekilde belirtmemişti. Ama büyük
ihtimalle söz konusu olan planlar, Münih yol mühendisi Fritz Todt’un
Aralık 1932’de kaleme alıp Hitler’e gönderdiği kısa bir müzekkerede
sözü edilenlerdi. Todt “Nasyonal Sosyalist bir inşa programı”
çerçevesinde yapılacak 5-6 bin kilometrelik karayolundan
bahsediyordu. 87 Bu ölçekteki bir çalışma için özel şirketlere bel
bağlanamazdı; devlet planlaması ve kontrolü gerekliydi. Üstüne
üstlük Todt projesinde 600 bin işsize -bu rakam toplam işsiz sayısının
yüzde 10’uydu- iş sağlamayı ve böylece işsizlikle mücadeleye ciddi
bir katkıda bulunmayı düşünüyordu. Aslında motorize olma projeleri
doğrudan Todt’un eseri değildi. Faşit İtalya’da otoban yapımı zaten
sürmekteydi. Todt’un yaptığı şey aslında, 1920’lerde geliştirilmiş olup
ismi beceriksizce “Hansestâdte-Frankfurt-Basel Otobanı Hazırlık
Cemiyeti” (kısaca HAFRABA) konmuş olan, kuzeyden-güneye 881
kilometrelik bir otoban inşası projesini alıp, daha kapsamlı bir hale
getirmekti. 88 Ama Hitler etkilenmişti ve bunun sebebi sırf Todt’un
projesinin ihtişamı değildi, aynı zamanda işsizliği azaltmayla ilgili
imalar da ilgisini çekmişti. Bu, seçim kampanyası için iyi bir
propaganda oldu.
Yine de Hitler’in 11 Şubat’ta yaptığı konuşmanın önemini
azımsamamak gerekir. Bu konuşmayla araba üreticilerine olumlu
sinyaller göndermişti. Onlar da yeni Şansölyeden etkilenmişlerdi;
arabalara uzun süredir hayranlık besleyen, modellerini ve yapım
biçimlerini ayrıntılarıyla çok iyi hatırlayan Hitler araba sektörünün
patronları üzerinde, arabalara karşı sırf sempati duymakla kalmayıp
aynı zamanda onlara dair bilgi sahibi olan biri izlenimi bırakmıştı. 89
Hitler’in konuşmasının propaganda potansiyelini sonuna kadar
kullanan völkischer Beobachter, okurlarına hemen araba
üreticilerinin beklentilerini, umutlarını anlatmaya girişti. Bu sadece
Rolls-Royce kullanan elit kesim için değil, halk arabası (Volksauto)
sahibi kitleler için de cazip bir olasılıktı. 90 1000 RM’den daha düşük
bir fiyata herkesin araba sahibi olması fikri, Hitler’in araba
sanayiinden çok kendi propaganda çıkartan için ortaya attığı bir
şeydi ve bu fikir 1933’ün başlarında gelişmeye başladı. 91
Hitler’in konuşmasını izleyen haftalarda araba sanayiinin tırmanışa
geçtiğine dair ciddi alametler belirmeye başladı. 1933’ün ikinci
çeyreğinde üretilen dört tekerlekli motorlu araç miktarı önceki yılın
aynı döneminde üretilenin iki katıydı. 92 31 Mart’tan sonra kaydolacak
araçlardan otomobil ruhsat vergisi alınmaması sektöre daha da güç
verdi. Otomobil sanayiinde başlayan canlanma, parça üreten
fabrikaları ve metal sanayiini de etkiledi. 93 Canlanma Hitler’in gayet
iyi düşünülmüş programının bir parçası olarak gerçekleşmemişti.
Aynı şekilde, bu gelişmenin tamamen ya da esasen, söz konusu
konuşmaya bağlanmasına da imkan yoktu. Durgunluk yerini
konjonktürel canlanmaya bırakmaya başladığında bu gelişmelerin
çoğu zaten gerçekleşecekti. 94 Ama mesele şuydu ki, araba üreticileri,
Hitler’in konuşmasından önce hiç de iyi beklentiler içinde değillerdi.
Hitler konuşmasının propaganda etkisine nasıl bir önem atfederse
etsin, bu konuşmayla sanayicilere doğru sinyaller vermişti. Araba
üreticileri ve durumdan çıkan olan diğerleri bu sinyalleri kendi
yararlarına -ve elbette ki rejimin yararına- olacak şekilde
yorumlamakta vakit kaybetmediler. HAFRABA’nın işletme müdürü
mart ayında, daha kendisinden talep edilmeden, Main-Neckar
vadisindeki otoyolun genişletilmesiyle ilgili detaylı planları Hitler’e
göndermişti. Hitler yeni bir çağı başlatacak “dev fikir” diye söz ettiği
planı “büyük bir heyecanla” karşıladı ve hemen hayata geçirmeye
hazır olduğunu belirtti. 95 1 Mayıs'ta yol yapımıyla ilgili “dev
programı” duyurmasının ardından, (Alman Demiryolları,
Reichsbahn’ın da arka çıkmasıyla) Ulaştırma Bakanlığı içinde ciddi
engellerle karşılaştı. Ulaştırma Bakanlığı öncelikle olağan yol ağının
genişletilmesi gerektiğini iddia ediyor ye otoyol inşa planının
faydaları konusunda ilkesel şüphelerini dile getiriyordu. Hitler ise
“Reich Otoyolları Girişimi”nin (Untemehmen Reichsautobahnen)
hayata geçirilmesinde ısrarlıydı. Plan haziran sonunda Alman
Karayolları Genel Müfettişi (Generalinspektor für das deutsche
Strassenwesen) sıfatıyla Fritz Todt’un ellerine teslim edildi. İçişleri
Bakanı Frick’in ve Ulaştırma Bakanı Eltz-Rübenach’ın Todt’un yeni
yetkilerine yönelik itirazlarına Hitler hiç kulak asmadı. Kasım sonuna
dek Todt’a geniş yetkiler tanındı; yol yapım programına dair sadece
Hitler’e hesap verecekti ve projenin finansmanı için gereken yüklü
meblağı Reichsbank Başkanı Schacht sağlayacaktı. 96
Araba ticaretinin ve otoyol yapımının teşvikinde Hitler’in rolü
belirleyiciydi. Amerikan modelinden esinlenilmiş bu iki alan popüler
anlamda büyük cazibeye sahipti ve tekrar kendi ayakları üzerinde
duran “yeni Almanya”ya ve modern teknoloji çağına doğru bir
hamleyi sembolize ediyordu. 97
III

Hitler’in 11 Şubat’ta otomobil sanayinin liderlerine konuşma


yaptığı dönemde, Reichstag seçim kampanyası başlamıştı. Hitler
önceki akşam Şansölye sıfatıyla Sportpalast’ta yaptığı ilk konuşmayla
kampanyayı açmıştı. Devasa salon Nazi yandaşlarıyla hınca hınç
doluydu. Şimdi artık kitle iletişim araçları da Hitler’in emrindeydi,
konuşması radyo yayınıyla bütün ülkede dinlendi. Marksizm’e
saldıran sloganların yazıldığı kocaman pankartların altında Goebbels,
20 milyon kişi olduklarını iddia ettiği radyo dinleyicilerine atmosferi
gayet canlı detaylarla aktarıyordu. Konuşmayı radyodan dinleyen
kitlenin beklentilerini maharetle karşılamıştı:

Şimdi sizden hayal gücünüzü harekete geçirmenizi istiyorum


[dedi Propaganda Bakanı dinleyicilerine]. Hayal edin: Zemin
katta koltukların yer aldığı büyük alanı, yanları çepeçevre
dolaşan koridorları, sahneyi çevreleyen alt ve üst balkonlarıyla
bu devasa bina, bir halk kitlesiyle hıncahınç dolu. Kalabalığın
“Almanya ayağa kalk!” çığlıklarının salonda nasıl çınladığını,
Hareketin Lideri... Reich Şansölyesi Adolf Hitler için atılan
“Heil!” sloganlarının nasıl yankılandığını duyabilirsiniz. SA lideri
-Standarten führer Voss- şimdi flamaların ve bayrakların salona
girmesi için işaret veriyor. Sportpalast’ın ucundan, aşağıya
doğru dört adet Berlin bayrağı ilerliyor, onların arkasından
yüzlerce Berlin parti flaması geliyor. (Alman milli marşı çalınıyor
ve söyleniyor)... Alman milli marşının müziği salonda
yankılanırken geniş salonda bayraklarımız ilerliyor. Bütün bir
kitle coşkuyla milli marşımızı söylüyor... Sportpalast bugün kitle
gösterisinin muhteşem, etkileyici bir örneğini sergiliyor. İnsanlar
kalkıyor, bekliyor ve kollarını uzatarak marş söylüyor. Yalnızca
insanlar görünüyor, insanlar, insanlar. Bütün galeriler gamalı
haçlı bayraklarla dolu. Ortamın havası yoğunlaşıyor, beklentinin
yarattığı gerilim doruğa tırmanıyor... Reich Şansölyesi her an
gelebilir...
Ve Hitler geldi. “‘Heil!’ çığlıklarının giderek yükseldiği ve coşku
dolu bağırışlar” Goebbels’in radyo yayınından bile duyulabiliyordu.
“Siz de duyabilirsiniz, Führer geldi,” diye övünçle belirtti Propaganda
Bakanı. 98
Hitler usulca, neredeyse tereddütlü bir tarzda başladı
konuşmasına. On dört yıldır Weimar partileri ülkeyi mahvetmişti.
Ülke baştan aşağı yeniden inşa edilmeliydi. Bu hükümetin yalan
söylemeyeceğine ve Weimar hükümetlerinin yaptığı gibi halkı
kandırmayacağına söz veriyordu: Ülkenin yeniden inşasını halk ancak
kendi başına, kendi çabası ve kendi iradesiyle, dışarıdan hiçbir
yardım almadan gerçekleştirebilirdi. Canlanmanın temelini sınıf
teorileri değil “ebedi yasalar” oluşturacaktı: amaç. Alman halkının
varlığını sürdürme mücadelesiydi. Ve dünya barışı ancak güçle,
kuvvetle sağlanabilirdi. Tempoyu arttırdı. Sınıf ayrımına dayanan
partiler yıkılacaktı. “Alman Marksizm’inin ve onun uşaklarının kökünü
kazıma işinden asla ve asla vazgeçmeyeceğim,” diye beyan etti
Hitler. “Burada kazanan tek bir taraf olacak: ya Marksizm ya Alman
halkı.” Gelecekteki toplumun temeli -milli topluluğu yeniden kuracak
olan- Alman köylüsüyle Alman işçisine dayanan milli birlik olacaktı.
Kişiliğin değeri, bireyin yaratıcı gücü desteklenecekti. Parlamenter
demokratik sistemin tüm tezahürleriyle savaşılacaktı. Kamusal
hayattaki çürümenin sona ermesiyle “Almanlık şerefi yeniden
kazanılacaktı”. Hiç olmazsa, genç insanlar Alman geçmişinin büyük
geleneklerini içlerine sindireceklerdi. Hitler şöyle devam etti: “Bu,
yaşamın her alanında gerçekleştirilecek bir milli canlanma
(Wiedererhebung) programıdır ve bu program çerçevesinde,
ulusumuzun dirilişi, halkın dirilişi için savaşmak isteyenlere karşı suç
işleyen bir ulusa ya da kişiye, ister kardeş olsun isterse dost,
müsamaha gösterilmeyecektir.” Hitler konuşmasının retorik
zirvesine ulaşmıştı. “Alman halkı, bize dört yıl verin ve bizi sonra
yargılayıp, mahkum edin. Alman halkı, bize dört yıl verin, size yemin
ediyorum ki bu görevlere gelmeyi bildiğimiz gibi, çekip gitmeyi de
biliriz.” Konuşmasının duygulara hitap eden içli finalinde (Protestan
formunda) “Babamız” duasının sonunu kendince uyarlayarak kullandı.
“Kendimi halkıma inanmaktan alıkoyamam, bu milletin bir gün tekrar
ayağa kalkacağı inancından vazgeçemem, bu inanca ve halkıma
duyduğum sevgiyi içimden atamam; ve gün gelecektir ki bizden
nefret eden milyonlar arkamızda duracak ve birlikte yarattığımız,
zorluklarla mücadele ederek, karşılığında bedeller ödeyerek elde
ettiğimiz şeyi; yüceliğin, şerefin, şanın, gücün ve adaletin egemen
olduğu Yeni Alman Reich’mı bizimle birlikte bağırlarına
basacaklardır. İşte o günün geleceği inancını içimde kaya gibi sağlam
tutuyorum. Amin.”99
Goebbels bu konuşmayı “fantastik bir konuşma” diye nitelemişti.
“Baştan aşağı Marksizm’e karşı. Ve o içli sonu. 'Amin’, işte bu
topraklarda kuvvetli ve vurucu olan şey.”100 Konuşma aslında güçlü
bir retorik örneğiydi. Ama biraz daha fazlasıydı. “Program”
Marksizm’le kozların paylaşılması dışında somut hiçbir şey
sunmuyordu. Program, istençle, kuvvetle ve birlikle meydana
getirilecek milli “diriliş”ten ibaretti. Yahudilerden bahsedilmemişti.
Hitler’in dile getirdiği duyguların yalnızca Nazilere değil, bütün
milliyetçilere cazip geleceği kesindi. “Dinleyicileri için tam doğru
karışımı oluşturuyordu: Düşmanlık, tehdit, güç gösterisi ve sonra
gene -onun andığı biçimde- ‘Her Şeye Kadir Olan’ın önünde tevazu.”
Sportpalast’taki kalabalık çılgına dönmüştü, diye yorum yapmıştı,
konuşmayı radyodan dinleyenlerden biri. Nazilerden hoşlanmayan,
kültürlü, Leipzig burjuvasına mensup bu kişi, “üzerine düşen görev
onu gözle görülür biçimde büyüıüyordu,” diye de belirtmişti. 101
Hamburg orta sınıfına mensup, Nazi olmayan, milliyetçi Luise Solmitz
de konuşmayı radyodan dinlemiş ve Hitler’in “bu korkunç on dört
yılın pisliği”yle ilgili paylamalarını, “hissettiğimiz buydu” diye
yorumlamıştı. Hitler’i “yalnızca bir konuşmacı değil, liderlik dehası”
diye tanımlıyordu. 102
Hitler’in bir kez daha yorulmak bilmeden propaganda faaliyetlerine
giriştiği, pek çok şehirde büyük dinleyici kitleleri önünde konuşmalar
yaptığı kampanyaya, Nazilerin kendi yönetimlerindeki eyaletlerde
siyasi muhaliflerine karşı devlet eliyle uyguladıkları eşi görülmemiş
bir terör ye baskı eşlik etti. 20 Temmuz 1932’de Papen’in yönetimi
devirip Reich’a bağladığı Prusya’da da durum buydu. Buradaki işleri
yürüten kişi Prusya İçişleri Bakan vekili Hermann Göring idi. Prusya
polisinin başında ve yönetimde olan kadrolar, onun kontrolünde, yeni
değişim rüzgarının önünde engel oluşturabilecek kalıntılardan
kurtulmak amacıyla bir güzel “temizlenmiş”ti. Bu temizlik harekatı,
Papen darbesinden sonraki ilk tasfiyelerin ardından gelmişti. Göring
seçim kampanyası sırasında polisten ve yönetimden ne beklediğini
halellerine, hataya yer bırakmayacak denli açık bir dil kullandığı
sözlü talimatlarla bildirmişti. 17 Şubat’ta polise yazılı bir emir
göndermiş, “devlete düşman örgütlerin” faaliyetleriyle ellerindeki
bütün gücü kullanarak, “gerekirse acımasızca ateş açarak” mücadele
edebilmek ve “milli propagandayı bütün güçleriyle” destekleyebilmek
için SA, SS ve Stahlhelm “milli birlikleri”yle işbirliği yapmalarını
emretmişti. Sonuçları ne olursa olsun, ateş açan polislerin arkasında
olacağını da eklemişti; “yanlış telakkilere kapılıp” görevini ihmal
edenlerse disiplin cezasına çarptırılacaktı. 103 Böyle bir ortamda, Nazi
terör çetelerinin muhaliflere ve Yahudilere yönelik dizginsiz
şiddetinin iyice kontrolsüz bir hal alması hiç de şaşırtıcı değildi. 22
Şubat’ta, “radikal sol”un uyguladığı şiddetin arttığı bahanesiyle SS,
SA ve Stahlhelm’in “vekil polis” olarak görevlendirilmesiyle bu durum
iyice aşikâr bir hal aldı. Ortada korkunç bir yıldırma harekatı vardı.
Özellikle komünistler çok şiddetli baskı görüyorlardı. İnsanlar
öldüresiye dövülüyor, işkencelere, ağır yaralamalara maruz kalıyor,
öldürülüyordu ve bütün bunlar hep cezasız kalıyordu. Prusya’da ve
Nazi yönetimindeki diğer eyaletlerde komünistlerin toplantıları ve
gösterileri, aynı zamanda gazeteleri de yasaklanmıştı. SPD’nin yayın
organlarına da yasak getirilmiş ve diğer gazetelere, ciddi bir sansür
anlamına gelen kısıtlamalar getirilmişti. Mahkemelerde bu yasakların
yasadışı olduğuna dair başarılı bir mücadele verilip, haklar iade
edildiğinde bile söz konusu sansür yürürlükteydi. 104
Devlet şiddetinin bu ilk evresinde Hitler ılımlı bir rol oynadı.
Aktörlük yeteneğinde hiçbir eksilme yoktu. Kabineye çizdiği manzara
şuydu: Hareketi içindeki radikal unsurlar emirlerine itaat etmiyordu,
ama onları kontrol altına alacaktı ve partisi içinde kontrolden çıkan
bazı kesimleri disiplin altına alana dek kabinenin sabır göstermesini
istiyordu. Papen daha sonra durumu şöyle hatırlayacaktı: “Hitler’in
niyetlerinden şüphe etmek için bir neden göremedik, hepimiz kabine
içinde yaşadığı tecrübelerin ona faydalı olacağını umuyorduk.”105
Zentrum -ki Hitler hâlâ bu partinin desteğine muhtaç olabileceğini
biliyordu- bu “inanılmaz koşullar”a dair Hindenburg ve Papen’e
protestolarını bildirdiğinde, Hitler bir parti bildirgesi yayımladı. Bu
bildirgede Zentrum’un toplantılarını sabote eden “kışkırtıcı
unsurlar”ı suçluyor ve “en üst düzeyde disiplin” emrediyordu.
Kampanyanın tüm enerjisi Marksizm’e yöneltilmeli, diye de
ekliyordu. 106 Aslına bakılırsa, Zentrum’a yöneltilen şiddetin, Hitler’in
bir hafta önce Württemberg’deki Zentrum eyalet hükümetinin başına
yönelttiği zehir zemberek tiradla bir alakası yoktu. Hitler bu
konuşmayı yaparken bilinmeyen kişiler -Hitler’i kızgınlığa gark
ederek- radyo yayınını aniden kesmişlerdi. 107
Hitler’in Şubat 1933’deki bu şiddet dalgasında bizzat yer almasına
gerek yoktu. Harekat Göring’e ve diğer eyaletlerdeki Nazi
liderlerinin ellerine güvenle teslim edilebilirdi. Her halükarda ihtiyaç
duyulan tek şey, şimdi artık devletin korumasından emin olan Nazi
haydutlara, gerek komşuları arasında gerek işyerlerinde uzun
süredir düşman olarak gördükleri kişilere karşı bastırdıkları
saldırganlığı serbest bırakma izni verilmesiydi. Şubat ayında
Prusya’daki terör dalgası, insanlıkdışı uygulamalara dair devletin
koyduğu sınırlamaların birden kaldırılabileceğinin ilk işaretiydi.
Üçüncü Reich’a tarihsel karakterini veren “medeniyet ihlali”nin
ilkgöstergesiydi bu.
Öte yandan şiddet ve vahşet Hitler’in halk içindeki şöhretine gölge
düşürmemişti. Başlangıçta Hitler’e şüpheyle yaklaşan ve onu
eleştiren pek çok kişi şubat ayı süresince Hitler’in “doğru adam”
olduğunu ve ona bir şans verilmesi gerektiğini düşünmeye
başlamıştı. 108 Ekonomideki hafif iyileşmenin de buna katkısı olmuştu.
Ama nüfusun büyük bir çoğunluğunun Marksizm’e ateşli bir şekilde
karşı olması çok daha önemli bir etkendi. Nazi propagandası,
sosyalizme ve komünizme -bu ikisini Marksizm terimi altında
birleştiriyorlardı- duyulan köklü nefret üzerine oynamış ve bu nefret
antikomünist bir paranoyaya dönüşmüştü. Nazilerin pompalamasıyla
ortalıkta komünist bir ayaklanma korkusu hasıl olmuştu. Seçim
yaklaştıkça duyulan sesler daha rahatsız edici, daha tiz bir hal
almaya başladı ve histeriyi arttırdı. Böyle bir durumda sola yönelik
tam gaz saldırıların kitlesel bir destek bulacağı kesindi.
Marksistlerin dinin, düzenin ve ulusun düşmanı olarak görüldükleri
Katolik bir bölgeden gelen tipik bir raporda, Prusya’daki zor
kullanma yöntemlerine övgüler düzülüyor ve Hitler’in şahsında bu
yöntemlere açık kredi veriliyordu. “Hitler Prusya’da hoş bir temizlik
harekatı uyguluyor. Hitler, parazitleri ve asalakları, halkı rahatsız
edemesinler diye yok ediyor. Bu yöntem Bavyera’da, özellikle
Münih’te de uygulanmalı ve benzer bir temizlik harekatı yapılmalı...
Eğer Hitler bugüne kadar yaptığı gibi devam ederse, gelecek
Reichstag seçimlerinde Alman halkının daha büyük bir oranı ona
güvenini sunacaktır.”109
Şiddet ve yıldırma harekatı muhtemelen 5 Mart seçim gününe
kadar aynı damardan beslenerek devam edecekti. Nazi yönetiminin
aklında bundan daha muhteşem bir fikir olduğunu düşünmek için bir
gerekçe yok. 110 Fakat 27 Şubat’ta Marinus van der Lubbe
Reichstag’ı yaktı.
Marinus var der Lebbe, Hollandalı bir işçi ailesinden geliyordu ve
eskiden Hollanda’da Komünist Parti’nin gençlik örgütlenmesinde
faaliyet göstermişti. 1931 yılında Komünist Parti’den kopmuş, 18
Şubat 1933’te Berlin’e gelmişti. Yirmi dört yaşında, zeki, herhangi
bir siyasi örgütle ilişkisi olmayan, yalnız biriydi, ama kapitalist
sistemin pençeleri arasındaki işçi sınıfının yaşadığı sefalete karşı
güçlü bir adalet duygusuna sahipti. İşçi sınıfını baskıya karşı harekete
geçirmek için “Milli Temerküz Hükümeti” aleyhine tek başına,
cüretkar bir protesto eylemi gerçekleştirmeye kararlıydı. 25
Şubat’ta Berlin’de üç farklı bina kundaklanmaya çalışılmış ama bu
girişimlerin hepsi de başarısız olmuştu. 111 İki gün sonra ise Lebbe
istediği protestoyu gerçekleştirdi, mamafih eyleminin sonuçları pek
onun öngördüğü gibi olmadı. 112
27 Şubat akşamı Putzi Hanfstaengl Hitler’le birlikte Goebbels’in
evinde yemekte olacaktı. Fakat ağır bir soğuk algınlığına
yakalandığından ateşlenmiş ve Göring’in resmi ikametgahında
kendisine ayrılan odaya çekilmişti; Reichstag binasına yakın olduğu
için geçici olarak burada kalıyordu. Akşamın ilerleyen saatlerinde
hizmetçilerin bağırışlarıyla uyandı: Reichstag yanıyordu. Hanfstaengl
yataktan seyirtip pencereden baktı ve binanın alevler içinde
olduğunu gördü. Hemen Goebbels’i arayıp nefes nefese Hitler’le
acilen görüşmesi gerektiğini bildirdi. Goebbels meselenin ne
olduğunu sorup, mesajı kendisinin iletebileceğim söyleyince,
Hanfstaengl, “ona Reichstag’ın yandığını söyle,” dedi. Goebbels’in
yanıtı “bu bir şaka mı” oldu. 113 Goebbels en başta bu haberin
“çılgınca bir fantazi” olduğunu düşündü ve Hitler’e bildirmedi. Fakat
araştırınca doğru olduğunu gördü. Bunun üzerine Hitler ve Goebbels
aceleleyle, zaten “olayların tam ortasındaki” (ganz gross in Fahrt)
Göring’i bulmak üzere Berlin’e doğru yola çıktılar. Sonra Papen de
onlara katıldı. Nazi liderleri bu yangının komünist ayaklanma için bir
işaret olduğundan emindiler. Goebbels’in ifadesiyle bu “son bir
çabaydı”; “iktidarı ele geçirmek için terör ve yangınla genel bir
kargaşa ortamının tohumlarını atmaya” uğraşıyorlardı. 114
Komünistlerin pasif kalmayacaklarına ve seçimlerden önce büyük bir
güç gösterisi yapacaklarına dair korkular, hem Nazi liderleri hem de
milli hükümetin Nazi olmayan mensupları arasında çok yaygındı. 24
Şubat’ta Karl-Liebknecht-Haus’da KPD’nin merkez bürolarına
yapılan polis baskını gerginliği arttırmıştı. Aslında kayda değer hiçbir
şey ele geçmediyse de polis, halkı ayaklanmaya teşvik eden bildiriler
de dahil olmak üzere vatana ihaneti belgeleyen çok sayıda
malzemeye el koyduğunu iddia etmişti. Göring bunun üzerine basına
demeç vermiş ve polisin ele geçirdiklerinin Almanya’nın Bolşevizm’in
kaosuna yuvarlanmakta olduğuna ispat teşkil ettiğini bildirmişti.
Dehşet yaratan açıklamaları arasında siyasi liderlerin öldürülmesi,
kamu binalarına yapılan saldırılar, kamuya mal olmuş kişilerin
ailelerinin ve karılarının öldürülmesi vardı. Ama sunulan hiçbir kanıt
yoktu. 115 Bilerek yaratılan bu sahte, korkular bir açıdan,
komünistlerin başını çektiği bir genel greve dair duyulan kaygının
devamıydı. Aynı genel grev korkusu Reichswehr’ın “savaş oyunları”
senaryosuna temel teşkil etmiş ve bu senaryo 1932 Aralık ayının
başlarında Papen hükümetini başa geçirmişti. Hitler’in Kasım 1918
olaylarına dair bitmeyen fobisi de bu durumu iyice alevlendirmişti.
1933 Şubat’ının sonlarındaki anti-komünist histeri bu tip korkulan
iyice kızıştırmıştı. 116 Nazi yönetiminin Reichstag yangınına panik
içinde verilen tepkinin ve komünistlere karşı ivediyetle alman zalim
tedbirlerin kökeninde bu korkular yatıyordu.
Van der Lubbe kendisini sorguya çeken polislere eylemini itiraf etti
ve “protesto”sunu açıkladı. Buna bağlı olarak, Lubbe’nin binayı tek
başına yaktığı ve bu işte başkasının parmağının olmadığı hemen
açıklığa kavuşmuştu. 117 Ama yangın haberini alınca ilk tepkisi
binadaki kıymetli duvar halılarını düşünmek olan Göring, olay
yerindeki görevlilerinin beyanlarını dinleyince bir komünist
komplosunun söz konusu olduğuna inanmıştı. 118 Göring’den yaklaşık
bir saat sonra, akşam 10.30’da olay yerine gelen Hitler de hemen
aynı sonuca vardı. Göring ona yangının hiç şüphesiz komünistlerin işi
olduğunu söyledi. Bir kundakçı yakalanmıştı ve yangın çıkmadan
hemen önce binada pek çok komünist milletvekili görülmüştü. 119
Göring bunun komünist ayaklanmanın başlangıcı olduğunu iddia
ediyordu. Tek bir dakika bile kaybedilmemeliydi. 120 Hitler Papen’e
şöyle dedi: “Herr Şansölye Yardımcısı, bu işaret bize Tanrı’nın bir
lütfü! Bu yangın, benim de inandığım gibi eğer komünistlerin işiyse, o
katil haşeratı demir bir yumrukla ezmeliyiz.”121 Daha sonra
Gestapo’nun Prusya kanadının ilk şefi olacak Rudolf Diels Hitler’e,
van der Lubbe’nin soruşturmasından çıkan sonuçlardan bahsetmeye
çalıştıysa da, Reich Şansölyesinin neredeyse histerik bir halde
olduğunu gördü. Diels yangının bir “deli"nin (einen Verrückten) işi
olduğunu söylemeye çalıştı. Ama Hitler kaba bir tavırla onun sözünü
kesti ve bağırarak, bunun çok uzun bir süredir planlanmakta
olduğunu söyledi. Komünist milletvekilleri hemen o gece asılmalıydı.
Sosyal Demokratlara ve Reichsbanner’a da merhamet
122
gösterilmeyecekti. Hitler’in komünistlere karşı teröristçe bir
misillemeden bahseden öfkeli tiradı, Göring, Goebbels ve Frick’in,
Göring’in resmi ikametgahında acil bir müzakerede bulunma fikrini
bastırdı. Hitler ne kadar iyi bir aktör olsa da o anda rol yapmıyordu.
Hatta, açık seçik emirler verebilecek kadar bile kendini kontrol
edemiyordu. 123 Diels’e emirleri çılgıncasına sıralayan da Goebbels
oldu: Polis tam alarma geçecekti, ateş serbestti, komünistler ve
sosyalistler tutuklanacaktı. Diels’e göre ortam tam bir tımarhaneyi
andırıyordu. 124
Hitler 11.15 civarında Prusya İçişleri Bakanlığındaki acil bir
toplantıya katıldı. Toplantı asıl olarak Prusya’da alınacak güvenlik
önlemleriyle ilgiliydi. Buradan, Goebbels’le birlikte Völkischer
Beobachter’in Berlin bürosuna gitti. Orada zehir zemberek bir
başyazı kaleme alınarak, parti gazetesinin yeni baş sayfası
hazırlandı. 125
Prusya İçişleri Bakanlığı'ndaki toplantıda, Reichstag binasını
komünistlerin yaktığına kendini sıkı sıkıya inandırmış olan Alman Milli
Devlet Müsteşarı Ludwig Grauert, Prusya eyaleti için, kundakçılığı ve
terör faaliyetlerini hedef alan bir olağanüstü hal kararnamesi
çıkarılmasını önerdi. 126 Bununla birlikte Reich İçişleri Bakanı
Wilhelm Frick ertesi sabah elinde, Blomberg’in Hitler’in
soğukkanlılığına atfettiği üzere sadece Prusya’da değil tüm Reich’ta
alınacak tedbirleri kapsayan, “Halkın ve Devletin Korunması İçin”
hazırlanmış bir kararname taslağıyla çıkageldi. Bu kararname Reich
hükümetine (ilk taslakta bu Reich İçişleri Bakanlığıydı), Lânder’e
müdahale yetkisi veriyordu. Frick olağanüstü hal kararnamesi için,
önceki temmuzda Papen’in Prusya darbesi ve aralıkta Albay Ott’un
“savaş oyunları” sırasında hazırlanan taslaktan kendine temel
alabilirdi. 127 Ama Frick’in olağanüstü hal kararnamesi taslağındaki
temel bir fark yürütme yetkisinin Reichswehr’a değil Reich İçişleri
Bakanlığına verilmesiydi (sonradan bu madde Reich hükümeti olarak
değiştirildi). Askeri olağanüstü hal Hitler’in yetkilerini sınırlayacaktı.
Üstüne üstlük, Şansölyenin bel bağladığı seçimlerin yapılmasını da
riske atabilirdi. Ama tek bir hareketle yeni olağanüstü hal
kararnamesi Hitler’in elini güçlendirmişti. Diktatörlüğe giden yol
şimdi iyice açılmıştı. 128
“Halkın ve Devletin Korunması için” çıkarılan olağanüstü hal
kararnamesi, kabinenin 28 Şubat sabahı yaptığı toplantının son
gündem maddesiydi. 129 Kısa bir paragrafla Weimar Anayasasındaki
kişi özgürlükleri -buna konuşma, demek kurma ve basın
özgürlüğüyle, posta ve telefon iletişiminin gizliliği de dahildi- belirsiz
bir süre için askıya; alınmıştı. Başka bir kısa paragrafla Lander’in
özerkliği çiğnenmiş, Reich hükümetine düzeni kurmak için müdahale
hakkı verilmişti. 130 Bu hak, bütün Alman eyaletlerinde Nazi
kontrolünü sağlamak için seçimlerden hemen sonra bol bol
kullanılacaktı. Alelacele hazırlanıp yürürlüğe sokulmuş olan bu
olağanüstü hal kararnamesi, Üçüncü Reich’ın ana nizamnamesi
niteliğindeydi.
Hitler’in önceki akşamki histeriye yakın ruh hali kabine toplantısına
dek yerini daha soğukkanlı bir zalimliğe bırakmıştı. “Manevi açıdan,”
KPD’yle “kozların paylaşılacağı doğru an” gelmişti. Artık daha fazla
beklemenin anlamı yok, dedi kabineye. Komünistlere karşı verilen
mücadele “hukuki meselelere” bağlı olmamalıydı. 131 Bu durumda
buna imkan yoktu. Göring korkunç bir zulmün hakim olduğu gece
baskınlarıyla komünist milletvekili ve görevlilerin tutuklanması işini
başlatmıştı. 132 Esas hedef komünistlerdi. Ama genelde SA ve SS’in
yerel merkezlerinin bodrumlarında acilen oluşturuluvermiş
nezarethanelere tıkılan, burada dövülen, işkence gören, hatta
öldürülenler arasında Sosyal Demokratlar, sendikacılar. Carl
Ossietzky gibi sol görüşlü entelektüeller de vardı. 133 “İhtiyati olarak
tutuklananlar”ın sayısı nisan ayına dek sadece Prusya’da 25 bini
bulmuştu. 134
Baskı ve şiddet çok yaygındı. Bütün kişi özgürlüklerini kaldıran ve
diktatörlük için gereken zemini hazırlayan “olağanüstü hal
kararnamesi” çok sıcak karşılanmıştı. Her ne kadar Nazilere
besledikleri uzun süreli sempatiden NSDAP’a desteklerinin anlık bir
olay olmadığını anlasak da, Bavyera’nın Alp dağları eteklerindeki bir
eyalette çıkarılan gazetede şöyle deniyordu: “Bu olağanüstü hal
kararnamesi, nihayet, Almanları hasta eden şeyin özüne, Alman
kanını yıllardır zehirleyip hasta etmiş olan ülsere, Almanların bu
ölümcül düşmanına, yani Bolşevizm’e ulaştı... Bu olağanüstü hal
kararnamesi, oldukça zalim tedbirlerle gözdağı vermesine rağmen
hiçbir muhalefetle karşılaşmayacaktır. Katiller, kundakçılar ve
insanları zehirleyenlere karşı ancak en katı önlemlerle mücadele
edilebilir, terörün cezası idamdır. Almanya’yı bir haydut yatağı haline
getirmek isteyen fanatikler zararsız hale getirilmelidir.” Makale,
Hıristiyanlığa dayanan bütün bir Batı kültürünün tehdit altında
olduğunu belirterek sona eriyordu. “İşte bu nedenle son çıkarılan
olağanüstü hal karanamesini bağrımıza basmalıyız.”135 Bütün bir yazı
doğrudan doğruya, Göring’in Karl-Liebknecht-Haus’ta ele geçtiğini
iddia ettiği bulgulara dayanıyor du. 136
Ülkenin diğer ucunda, Hamburg’da yaşayan emekli öğretmen Luise
Solmitz de Göring’in yazdığı hikayeyi bütün bütün yutanlar
arasındaydı: “Silahlı çeteleri köylere gönderip cinayet işletmek,
oraları kana boğmak istiyorlardı. Bu arada terör, polisten mahrum
kalmış büyük şehirleri saracaktı. Zehir, kaynar su, en ilkelinden en
gelişmişine bütün aletler silah olarak kullanılacaktı. Bir haydut
hikayesini andırıyor bütün bunlar. Eğer Rusya’da bu Asyatik
metodlar kullanılmamış, işkence âlemleri yaşanmamış olsaydı, bir
Alman zihni, hasta bile olsa bunları hayal edemez, zaten sağlıklıysa
da bunlara inanamazdı.”137
Luise Solmitz aynen arkadaşları ve komşuları gibi, Hitler’e oy
vermeye çoktan ikna olmuştu. O zamana dek NSDAP’ı desteklememiş
olan bir tanıdığı ona şöyle demişti: “Şimdi, her ne yaparsa yapsın onu
desteklemek gerek.”138 Solmitz, “Almanların çoğunun hisleri ve
düşünceleri Hitler’den yana,” diyordu. “Namı yıldızlara yürüyor; zayıf
düşmüş, kederli Alman âleminin kurtarıcısı o.”139
4 Mart’ta Hitler Könisberg’den yaptığı bir radyo konuşmasında
seçmenlere son bir çagrı yaptı. Konuşmasının sonunda büyük bir
duygusallıkla, Doğu Prusya’nın kurtarıcısı Cumhurbaşkanının ve
kendisinin, yani Batı cephesinde görevini yapmış olan sıradan askerin
el ele verdiklerini belirtti. Konuşma bittiğinde, Büyük Frederick’in
1757 yılında Avusturyalılara karşı kazandığı zaferle özdeşleşmiş olan
“Niederlândisches Dankgebet”in, “Leuthen ilahisi”nin sesleri
Könisberg Katedrali’nin çan seslerine karıştı. Goebbels eski ve yeni
Almanya’nın sözde birliği için hiçbir şeyi ihmal etmemişti. “Ulusun
Uyanış Günü”nde ellerinde meşalelerle yürüyen kalabalıkların yurdun
her köşesinde liderlerini dinleyebilmeleri için caddelere hoparlörler
yerleştirilmişti."140
Ertesi gün sonuçlar açıklanınca Naziler’in oyların yüzde 43.9’unu
aldıkları ortaya çıktı; yeni Reichstag’da 647 koltuğun 288’i onlarındı.
Milliyetçi koalisyon ortaklarının oy oranı ise yüzde 8.0 idi. Estirilen
korkunç teröre rağmen KPD yüzde 12.3 ve SPD yüzde 18.3 oranında
oy almayı başarmıştı, o dönemde bile sol partiler toplam olarak
oyların üçte birini almıştı. Önceki kasımla karşılaştırıldığında
Zentrum’un oyu çok düşüktü (yüzde 11.2). Geriye kalan partilerin
desteği ise yok denecek kadar önemsizdi. 141 Goebbels sonucun “şanlı
bir zafer” olduğunu iddia ediyordu, ama aslında o kadar değildi. 142
Ciddi bir oy artışı olduğu kesindi. Reichstag yangınının ardından
gelen dalganın da buna yardımı olmuştu. Hitler’un umudu NSDAP'ın
mutlak çoğunluğu almasıydı. Mutlak çoğunluk almış olsalardı
muhafazakar müttefikleri karşısında daha bağımsız olacaktı. Ama
şimdi en azından Hindenburg yaşadığı sürece onları başında
atamayacaktı -sonuçları duyunca Hitler’in bu sözleri sarfettiği
söylenmektedir. 143 Sola yönelik şiddetli baskı ortamı göz önüne
alındığında bile, Weimar seçim sistemi altında yüzde 43.9 oranında
oy almak kolay değildi. NSDAP öncelikle, yüzde 88.8 katılımın olduğu
bu seçimde, önceki seçimde oy kullanmayan kesimin desteğini
almıştı. 144 Ayrıca, en fazla desteği gene ülkenin Protestan
kesimlerinden almaya devam ediyorsa da, bu sefer, daha önce nüfuz
etmekte zorlandığı Katolik kesimden de ciddi oranda oy çıkarmıştı.
Örneğin Aşağı Bavyera’da Kasım 1932'de Nazi oylan yüzde 18.5 iken
bu seçimlerde yüzde 39.2’ye çıkmıştı; Köln-Aachen’de ise yüzde
17.4’den yüzde 30.1’e artış vardı. 145 Bundan en azından şu sonuç
çıkıyordu: Solu bir kenara bırakırsak, NSDAP dışındaki partilere oy
verenlerin hepsi Hitler’in savunduğu her şeye karşı değillerdi. Hitler
çoğulcu sistemi tasfiye edip de kamusal imajını parti liderinden milli
lider imajına çevirdiğinde, Mart 1933’tekinden çok daha geniş bir
kesimin desteğini alabilecekti.
IV

5 Mart seçimi, gerçek anlamda “iktidarın ele geçirilişini” başlatan


olaydı. Bu seçimi izleyen günlerde, henüz Nazi kontrolü altında
olmayan Lânder de denetim altına alındı. Hitler’in pek bir şey
yapmasına gerek yoktu. Parti aktivistlerinin, Reich Şansölyesi olarak
gücünü haddinden fazla artıracak “spontan” faaliyetler
gerçekleştirmek için cesaretlendirilmeye hiç ihtiyaçları yoktu. 146
Bütün örneklerde izlenen model aynıydı: Nazi olmayan eyalet
hükümetlerine polisin sorumluluğunu bir Nasyonal Sosyalist’e
devretmesi için baskı yapılıyor; büyük şehirlerde SA ve SS birlikleri
tehditkar gösteriler yapıyor; belediye binalarına simgesel olarak
gamalı haçlı bayraklar çekiliyor; seçimle iş başına gelmiş
hükümetlere, pek ender karşı koyulan koşullar dayatılıyor; ve düzeni
inşa etme bahanesiyle ilgili yere bir Reich komiseri atanıyordu.
‘Koordinasyon” süreci Hamburg’da seçimden bile önce başlamıştı.
Bremen, Lübeck, Schaumburg-Lippe, Hessen, Baden, Württemberg,
Saksonya ve son olarak da -Prusya’dan sonra en büyük eyalet olan-
Bavyera’da bu süreç yinelendi. 5 ve 9 Mart tarihleri arasında bu
eyaletler de Reich hükümetiyle aynı çizgiye getirildiler. Özellikle
Bavyera’da, uzun süredir Hitler’in yardımcılığını yapan kişiler vekil
hükümet bakanları olarak atandılar: İçişleri Bakanlığının başına
Adolf Wagner, Adalet Bakanlığına Hans Frank ve Eğitim Bakanlığına
da Hans Schemm getirildi. Bunlardan daha da önemlisi Ernest
Röhm'ün makamı olmaksızın devlet komiseri olarak, Heinrich
Himmler’in Münih polisi komutanı olarak ve Reinhard Heydrich’in
(Parti Güvenlik Servisi’nin [Sicherheitsdienst, SD] başı olan bu uzun
boylu, sarışın adam, ordudan atılmış eski bir denizciydi ve SS
imparatorluğu içindeki hızlı yükselişinin bu ilk evrelerinde -ki
sonunda güvenlik polisinin komutasını ele alacaktı- henüz otuzlarında
bile değildi) Bavyera siyasi polisinin şefi olarak atanmasıydı. Papen’in
darbesiyle ve şubat ayında Naziler’in burada iktidarı bilfiil ele
almasıyla Prusya’nın güçten düşürülmesi, diğer Lânder’de de
kontrolün yaygınlaştırılması için bir zemin ve model teşkil etmişti.
Naziler milliyetçi ortaklarını pek de dikkate almadan, şimdi bu
eyaletlerin hepsini öyle ya da böyle ellerine geçiriyorlardı. Yasallık
görüntüsü verilmesine rağmen, Reich’ın Lander’in yetkilerine el
koyması açıkça anayasanın ihlaliydi. “Düzen’in güya yeniden inşasına
gerekçe oluşturan huzursuzluğunun tek sorumlusu Nazi
örgütlenmelerinin uyguladığı baskı ve şiddet, yani siyasi şantajdı. 28
Şubat tarihli olağanüstü hal kararnamesinin şartlarının hiçbir
gerekçesi yoktu, çünkü ortalıkta “Komünistlerin devleti tehdit eden
eylemlerine” karşı bir savunma gereksinimi yoktu. Bu tip eylemler
sadece Nazilerden geliyordu. 147
Seçimlerin ardından gelen muzafferane ortamda gemi azıya almış
Nazi haydut çetelerinin uyguladığı açık şiddet, seçkin çevrelerden
hem Cumhurbaşkanına hem bizzat Hitler’e şikayetler gelmesine yol
açtı. 148 Papen’in yabancı diplomatlara karşı hakaret içeren
davranışlardan şikayetine Hitler, karakteristik mizacı doğrultusunda,
SA milislerini saldırganca savunarak karşılık verdi. Söz konusu
olayda, hem SA hem SS milislerinin yer aldığı bir Nazi güruhu, önde
gelen diplomatların kanlarına karşı tehditkar tarzda davranmış,
şoförlerden birini dövmüş ve Romanya konsolosunun arabasındaki
bayrağı yırtınıştı. Hitler, burjuvazinin çok erken kaçtığı izlenimini
Edindiğini söyledi. Eğer altı haftalık Bolşevizm tecrübesini yaşamış
olsalardı, “kızıl devrim ile bizim isyanımızın arasındaki farkı
anlarlardı. Ben bu farkı Bavyera’da canlı olarak gördüm ve bir daha
unutmadım. Seçimden önce defalarca ifade ettiğim bu misyondan,
Marksizm’in yok edilmesi ve kökünün kazınması görevinden kimsenin
beni alıkoymasına izin vermeyeceğim.”149 Bu durumda bile şiddeti
karşı tarafa yükleyip, kendi lehine kullanıyordu. 10 Mart’ta Hitler,
yabancılara karşı uygulanan tacizlere doğrudan gönderme yaparak
ama bunu komünist provakatörlerin üzerine atarak bir açıklama
yaptı: O günden itibaren milli hükümet bütün bir Almanya’da yürütme
gücünü kontrol edecek ve “milli ayaklanma”nın gelecekteki gidişatı
“plana göre yukarıdan yönetilecekti”. Kişilere yönelik bütün tacizler,
arabaların engellenmesi ve iş hayatını zorlaştıran tedirginlikler
prensip gereği durdurulmalıydı. 150 İki gün sonra radyoda yaptığı bir
konuşmada aynı fikirleri tekrarladı. 151 Uyanların az bir etkisi
olmuştu.
Şubat ayında Pursya’da yaşanan baskı ve terör şimdi Almanya’nın
geri kalanının başına musallat olmuştu. Eski bir köylü lideri olan Dr.
Georg Heim Hindenburg’a, Bavyera’daki koşulların “komünistlerin
terör rejimindekinden” daha korkunç olduğunu yazıyordu. 152
Himmler ve Heydrich’in sultası altında Bavyera’daki tutuklamaların
oranı Prusya’dakinden bile fazlaydı. Mart ve Nisan aylarında 10 bin
civarında komünist ve sosyalist tutuklanmıştı. Haziran ayı itibariyle,
“ihtiyati tutuklama”ya maruz kalanların sayısı iki katına çıkmıştı ve
bunların çoğunu da işçiler oluşturuyordu. 153 Tutuklananların ciddi bir
kısmı komşularının ya da iş arkadaşlarının ihbarlarının kurbanıydı. 21
Mart 1933 tarihli Fesat Faaliyetler Yasası’nın ardından öyle büyük
bir ihbar dalgası gelmişti ki polis bile yasayı eleştirmişti. 154 22
Mart’ta, Münih’ten yirmi mil uzaktaki Dachau kasabasının hemen
dışında, eski bir barut fabrikasında ilk toplama kampı kuruldu.
Kampın varlığı gizli tutulmuyordu. Hatta Himmler iki gün
öncesinde bir basın toplantısı yapıp haberi duyurmuştu. Kamp 200
tutukluyla açıldı. Ama 5 bin kişilik kapasitesi olduğu belirtilmişti.
Himmler kampın komünistler ve gerekirse Reichsbanner milisleriyle
Marksist (örneğin Sosyal Demokrat) memurlar için kurulduğunu
söylemişti. Kampın kuruluşu gazetelerde duyuruldu. 155 Bunun anlamı
kampın yıldırıcı bir işlev görmesiydi, nitekim gördü de. Korku salan
ismi kısa sürede, duvarları arasında gerçekleştiği bilinen ya da farz
edilen ve büyük oranda dillendirilmeyen dehşetli olayların simgesi
halini aldı. “Çeneni tut, yoksa Dachau’yu boylarsın,” sözü halk
arasında yaygın bir tabir oldu. Ama Nazilerin siyasi düşmanları ve
ırksal hedefleri dışında pek az kişi kampın kuruluşundan dolayı bir
endişe içindeydi, çoğunluk gayet memnundu. Dachau’nun orta sınıf
halkı, komünist kasaba sakinlerinin sıralar halinde siyasi tutuklu
olarak kampa doğru götürülüşünü izlerken; bunların baş belaları,
devrimciler, “sınıf ayrımcılığı” yapanlar olduğunu düşünüyor, onları
basitçe kendi dünyalarının parçası olarak görmüyorlardı. 156
Himmler’in Dachau toplama kampının kuruluşunu duyurmasından
sonraki gün rejim öteki yüzünü gösterdi. Hitler kendini bu terör
gösterilerinin dışında tutmak istediğinden, bu niyetine gayet uygun
olarak başka bir propaganda gösterisinin merkezindeydi. Söz konusu
olay, yeni atanmış Reich Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanının,
yani Joseph Goebbels’in ustaca bir tertibi olan “Postdam Günü” idi.
Bu olayda Nasyonal Sosyalizm, sola karşı hunharca güç
gösterisindeki hayvani iğrençliklerle hiç alakası yokmuş gibi en güzel
kostümlerini kuşanmış, Prusya muhafazakarlığıyla birliğini ilan
ediyordu. Fransız elçisinin adlandırdığı biçimiyle bu “Postdam
komedisi” Alman kamuoyunun pek hoşuna gitti. Dikkatleri, önceki
haftaların yakışıksız olaylarından uzaklaştırdı ve hiç yoktan, yeni
rejim ile ordunun ittifakının biraz daha pekişmesine yardım etti. 157
Yeni Reichstag’ın açılış töreninin Postdam’da yapılması kararı, 7
Mart’ta Hitler, Papen, Frick, Blomberg ve Göring’in
Cumhurbaşkanıyla yaptığı bir toplantıda alındı. Yapılacak törenin
genel hatları bu toplantıda kararlaştırıldı. Açılış tarihi olarak 3 ve 8
Nisan arasındaki hafta belirlenmişti. 158 Ama sonra tarih 21 Mart
olarak değiştirildi. Bu hem baharın başlangıcına denk geliyordu hem
de Bismarck’ın Reich’ı kurmasının ardından yapılan ilk Reichstag
toplantısının tarihiydi. 159 Reichstag’ın sembolik bir şekilde şenliklerle
açılmasını öngören bu “büyük plan", olaydan beş gün önce Goebbels
tarafından en ince ayrıntılarına dek tasarlandı. 160 “Postdam Günü",
eskinin ihtişamı üzerine kurulan yeni Reich’ın başlangıcını temsil
ediyordu. Aynı zamanda yeni Almanya ile Prusya gelenekleri
arasındaki bağların pekişmesini ifade ediyordu. Esas törenin
yapılacağı yer olan Postdam’daki Garnisonkirche (garnizon kilisesi),
onsekizinci yüzyılın başlarında Prusya’nın Hohenzollem kralları
tarafından kurulmuştu. Buradaki muhafızlar kendilerini Tanrı’nın ve
kralın hizmetine adamıştı ve “Asker Kral" I. Frederick Wilhelm ile
oğlu Büyük Frederick kilisenin mahzenine gömülmüştü. Kilise Prusya
askeri monarşisiyle, yani devletin gücü ile Protestan dini arasındaki
bağı simgeliyordu.
21 Mart 1933 günü, Prusya feldmareşal üniformasını kuşanmış
halde sürgün Kayser'in boş tahtına yerleşen Cumhurbaşkanı
Hindenburg, taht, ahar ve Prusya’nın şanlı askeri geleneğiyle olan
bağları temsil ediyordu. O, geçmiş ile bugün arasındaki bağdı. Hitler
ise bugün ve gelecekti. Parti üniforması değil koyu renk birtakım
elbise giymiş olan Hitler alçakgönüllü hizmetkarı oynuyor; yaşlı ve
muhterem Cumhurbaşkanının elini sıkmadan önce önünde
eğiliyordu. 161 Hitler’in konuşmasının teması, birlik sayesinde milli
canlanmanın yaratılmasıydı. Bu birliğin parçası olmayanlara sadece
tek bir göndermede bulundu: Bunlar “zararsız" addedilmeliydi.
Hindenburg “halkımızın bu yeni isyanının” koruyucusu konumuna
yükseltilmişti. “30 Ocak’ta bu genç Almanya’nın Reich yönetimine
güvenini sunmuş" olan kişi oydu. 162 Nazi olmayan gözlemcilerden biri,
Hitler’in konuşmasındaki “ılımlılığın" etkileyici olduğu “inkar
edilemez" diye yazıyordu. “O büyüdü. Bir demagog ve parti lideri, bir
fanatik ve ajitatörken, görünen o ki şimdi -muhaliflerini şaşkınlığa
gark ederek- gerçek bir devlet adamı halini alıyor."163 Törenin
sonunda Prusya krallarının mezarlarına çelenk koyularak, Prusya
geleneğiyle Nasyonal Sosyalist rejimin harmanlanmasına vurgu
yapıldı, bu arada kilisenin içi “Niederlândisches Dankgebet”le
çınlamaya başladı ve dışarıda yirmi bir adet selam atışı yapıldı. 164
Bunun ardından Hindenburg, ordunun, SA, SS ve Stahlhelm “milli
birliklerinin" saatlerce süren resmi geçidi sırasında selama durdu.
Hitler bakanlarıyla birlikte mütevazı bir şekilde askeri şeref
konuklarının birkaç sıra gerisinde duruyordu. 165
İki gün sonra, önceki kasımdan beri istediği Yetki Yasası’nı
önermek için, sıra sıra dizilmiş üniformalı Nazi milletvekillerinin
tezahüratları arasında, gene kahverengilere bürünmüş olarak,
Reichstag toplantısının yapılacağı Berlin Kroll Opera Binası’na giren
buyurgan Hitler başka bir Hitler idi. Nazi muhalifleri, özellikle de
SPD vekilleri için çok tehditkar bir ortam vardı. Salona dev bir
gamalı haçlı bayrak asılmıştı. SA, SS ve Stahlhelm’in silahlı adamları
oradakileri korumak üzere hem salonu hem binayı çevirmişti. Onlar
bir gözdağıydı, muhalif vekillere, eğer Yetki Yasası yeterli desteği
bulmazsa neler olabileceğini hatırlatıyorlardı. Seksen bir komünist
vekil ya tutuklandığından ya kaçtığından toplantıda değildi, bu
durumda Naziler şimdi Reichstag’da çoğunluktaydı. Ama Yetki
Yasası’nın geçebilmesi için üçte iki çoğunluk gerekliydi. 166
Muhafazakar bakanlar arasında şimdi artık çok daha kendinden
emin duran Hitler, daha 7 Mart'ta kabineye, komünistlerin
tutuklandıkları için toplantıya katılamayacaklarını ve bu nedenle
Yetki Yasası için gereken üçte ikilik çoğunluğu sağlayacaklarını
umduğunu söylemişti. 167 Hemen bir hafta sonra 15 Mart’ta
bakanlarına siyasi durumun açıklığa kavuştuğunu belirtti. “Milli
devrim büyük şoklara gerek olmadan gerçekleşmişti.” Alaycı bir
tavırla, “ekonomik kararlar hâlâ beklemek zorunda olduğundan,
halkın tüm faaliyetini tamamen siyasi bir alana (auf das rein
Polilische abzulenken) çekmek” şart diye devam etmiş, sonra da
meseleyi Yetki Yasasına getirmişti. Onun fikrine göre, üçte ikilik
çoğunluğu sağlamada güçlük çekmeyeceklerdi. Frick, Zentrum'un
Yetki Yasası fikrine olumsuz yaklaşmadığını ama öncelikle
Şansölyeyle bir görüşme yapmak istediklerini belirtmişti. Frick -
yasanın arkasındaki niyetlerden hiç bahsetmeden-, Reich
Anayasasından sapmalarına imkan tanıyacak kadar geniş çerçeveli
bir yasanın savunusunu yaptı; ve yeterli olmadığı takdirde son
versiyonunun ciddi oranda uzun olacağını da belirterek üç bölümlü
bir taslak önerdi. Frick’in hesaplarına göre, eğer komünist vekiller
Reichstag’ın toplam üye sayısından düşülecek olursa, üçte ikilik
çoğunluğu sağlamak için 432 değil sadece 378 oy gerekecekti.
Bunun üzerine Göring, eğer gerekirse bazı Sosyal Demokratların da
meclisten ihraç edilebileceğini belirtti. Nazilerin “yasal devrimi”nin
yasallıkla ilgisi işte bu kadardı. Ama muhafazakarlardan hiçbir itiraz
gelmedi. Aynı şekilde Meissner’in, Yetki Yasası’nın maddeleri
arasında Cumhurbaşkanına yer verilmesine artık gerek olmayacağını
belirten açıklamasına da itiraz etmediler. 168 20 Mart itibariyle Hitler,
görüşmelerinin ardından Zentrum’un Yetki Yasası’nın gerekliliğine
ikna olduğunu kendinden gayet emin bir tarzda beyan edebiliyordu.
Yasa kapsamında alınacak tedbirleri denetlemek için küçük bir
komite talep etmişlerdi ve bu talepleri kabul görmüştü. Zentrum’un
desteğinden şüphe etmek için bir neden yoktu. Olayların
propagandayla ilgili etkilerini hiçbir zaman ihmal etmeyen Hitler,
“Yetki Yasası’nın Zentrum tarafından da kabul görmesi, yabancı
ülkeler karşısındaki prestijimizi arttıracaktır,” diye yorum
yapıyordu. 169 Frick bunun ardından, nihayetinde kabul edilecek olan
bir kanun tasarısı sundu. Reich İçişleri Bakanı, üçte ikilik çoğunluğu
garantiye almak için Reichstag prosedürlerinde utanmazca bir
manipülasyona gitmeyi de önerdi. Gerekçe bildirmeden oturuma
katılmayan vekiller, oradaymış gibi muamele göreceklerdi. 170 Böylece
yeterli sayı sağlanabilecek ve bir protesto biçimi olarak toplantıya
katılmama durumu yok sayılacaktı. Muhafazakarlardan gene bir
itiraz gelmedi. 171
Yol gayet açıktı. 23 Mart 1933 öğle üstü Hitler Reichstag’da
konuşma yaptı. Devraldığı koşulların korkunç bir tablosunu çizdikten
sonra başladığı, taktik olarak zekice tasarlanmış, programın ana
hatlarını açıklayan iki buçuk saatlik konuşmasıyla olası en genel
çerçeveyi çizmişti. Eğitimin, kitle iletişim araçlarının ve sanatın
bütün alanlarında yapılacak değişimin desteğiyle “geniş kapsamlı bir
ahlaki yenilenme” vaat ediyordu. Milli hükümet, “ulusumuzu ayakta
tutan en önemli faktörler” olarak iki Hıristiyan mezhebini de
gözetecek, diye beyan etti. Haklarına dokunulmayacaktı. Bir Alman
Şansölyesinin ağzından dökülen bu sözler Zentrum vekillerini
etkileme niyetiyle sarfedilmiş ve nitekim etkilemişti. Yargıçlar
toplumun iyiliği için “yargıda esneklik” göstermek zorundaydılar;
liberal yasal ilkelere yönelik bu saldırı içten alkışlarla karşılandı. İş
dünyası da sermayenin çıkarlarına değil halka hizmet edecekti. Para
birimi üzerinde oynamaktan kaçınılacaktı. Köylünün ve Mittelstand’ın
kurtuluşu -ilk etapta çalışma hizmetleri ve işyaratma projeleriyle
çözümlenecek olan- işsizlik sorunu öncelikli ekonomik hedeflerdi.
Orduya eski şerefli konumu iade edilecekti. Ama dünyanın geri
kalanında radikal bir silahsızlanmaya gidilirse, hükümetin, ordunun
sayısında ve silah miktarında artışa gitmeye niyeti yoktu. Almanya
herkesin sahip olduğu benzer hak ve özgürlüklerden başka bir şey
istemiyordu. Konuşmasının sonunda önemli tavizler olarak görülen
meselelere geldi. Ne Reichstag’ın ne de Reichsrat’ın varlığı tehdit
altındadır, diye belirtti. Cumhurbaşkanının haklarına ve konumuna
dokunulmayacaktı. Lânder feshedilmeyecekti. Kiliselerin hakları
kısıtlanmayacak, devletle olan ilişkileri değişmeyecekti. 172
Verilen bütün bu sözler kısa süre içinde çiğnendi. Ama o an için işe
yaradılar. Zentrum’un Hitler’le müzakereleri sırasında talep ettiği,
Katolik Kilisesi’nin pozisyonunun korunmasına dair bağlayıcı
deklarasyon yapılmış gibi görünüyordu. Oylamadan önce bir toplantı
yapan Zentrum milletvekilleri bu durumda bile bölündüler. Eğer Yetki
Yasası geçmezse bir iç savaşın çıkacağı, zora başvurulacağı
konuşuluyordu. Hitler’in zımni şantaj tekniği yine işe yaramıştı. Parti
lideri Prâlat Kaas, “anavatan büyük tehlike içinde. Başarısızlığı göze
alamayız,” diye iddia etti. Sonuç olarak, (eski Şansölye) Heinrich
Brüning, (partinin en önemli sendikacılarından) Joseph Ersing gibi
partinin diğer önemli şahsiyetleri büyük çekincelerle ve ulusa karşı
hissettikleri sorumluluk duygusunu açıkça ortaya koyarak Hitler’i
desteklediler ve geri kalan vekiller de onları izledi. 173
Reichstag toplantıya döndüğünde saat altıyı biraz geçiyordu. SPD
lideri Otto Wels tehditkar ortama rağmen cesur bir konuşma yaptı.
Konuşmasının büyük kısmı ılımlı bir hava taşıyorsa da, son kısımda
insanlık, adalet ve özgürlük prensiplerine ve Sosyal Demokratların
sevgiyle bağlı olduğu sosyalizme dair coşkulu bir çıkış yaptı. 174 Wels
konuşurken notlar alan Hitler kürsüye çıktığında NSDAP vekillerinin
alkış tufanıyla karşılandı ve Wels’in konuşmasına, her cümlesi
destekçileri tarafından coşku nidalarıyla karşılanan olası en vahşi
yanıtı verdi. Önceden hazırladığı konuşmada değişiklikler yapan
Hitler asıl şimdi gerçek rengini göstermişti. Adalet duygusu ve
yasalar tek başına yeterli değildi; aslolan güce kimin sahip
olduğuydu. Geçerli bir yasa tasarısını Reichstag’ın önüne koymaya
ihtiyaç yoktu: “Şu saatte biz Alman Reichstag’ını, öyle ya da böyle
zaten alacağımız şeyi garantilemeye çağırıyoruz.” Muhaliflerini yok
etmek veya ıslah etmek yerine onları sırf kızdırmakla yetinmek
hatasına düşmeyecekti. Kendisinden farklı düşünen ama varlığını
Almanya’ya adamış olanlara elini uzatacaktı. Fakat bu Sosyal
Demokratlar için geçerli değildi. Sosyal Demokratlar onu yanlış
anlamamalıydılar. O, Entemasyonal’in emirlerini kabul etmiyordu.
Sosyal Demokratların zihniyeti Yetki Yasası’nın arkasında yatan
niyetleri kavrayamazdı. Onlardan yasa tasarısına oy vermelerini bile
istemiyordu. “Almanya özgür olacak, ama bu sizin sayenizde
olmayacak,” diye konuşmasını bitirdiğinde tezahüratlarla yer gök
inliyordu. 175 ’Zentrum adına konuşma yapan Kaas, elinde Hitler’in
konuşmasındaki sözlü vaatlerden başka bir garanti olmaksızın, yasa
tasarısını onayladığını açıkladı ve onu diğer parti liderleri izledi. 176
Ardından oylamaya geçildi ve Sosyal Demokratların doksan dört
oyuna karşı 441 oyla, demokratik bir organ olan Reichstag varlığına
son verdi.
“Halkın ve Reich’ın Sıkıntısına Son Verme Yasası” -Yetki Yasası-
hemen ertesi gün yürürlüğe kondu. 177 Hitler’in külhanbeyi taktikleri
ne ilk ne de son kez olmak üzere gene işe yaramıştı. İktidar ve güç
şimdi Nasyonal Sosyalistlerin ellerindeydi. NSDAP dışındaki siyasi
partiler için sonun başlangıcını gösteren saat işlemeye başlamıştı.
Zentrum’un rolü bilhassa alçaltıcıydı. Aleni baskı ve terörden
korkarak Hitler’in sözdeyasal taktiklerinin yolunu açmış ve bunu
yaparken, Hitler’in yetkisi üzerindeki neredeyse tüm anayasal
kısıtlamaların kalkmasına yardımcı olmuştu. Böylece Hitler gelecekte
ne Reichstag’a ne de Cumhurbaşkanına minnet etmek zorunda
kalacaktı. Hitler mutlak iktidara sahip olmaktan hâlâ uzaksa da,
diktatörlüğünü sağlamlaştıran hayati adımların atılması çok uzun
zaman almadı.
V

1933 ilkbaharı ve yazı boyunca Almanya, arkasındaki yeni


yöneticilerin çizgisine girdi. Siyasi ya da sosyal olsun, örgütlü
faaliyetin hiçbir alanı kurumluların ve örgütlerin Nazi kontrolündeki
“koordinasyonundan, yani Gleichschaltung sürecinden kaçamadı.
Nazi aktivistlerinin uyguladığı aşağıdan gelen baskı “koordinasyonun
temel itici gücüydü. Ama pek çok örgütlenme sürece uyumlanmakta
gayet istekli davranarak, yeni çağın beklentileri doğrultusunda
kendisini “koordine” etmeye hazır olduğunu ortaya koydu. Sonbahar
mevsimiyle birlikte Nazi diktatörlüğü -ve diktötörlüğün başındaki
Hitler- büyük bir güç kazanmıştı. Bu noktada çarpıcı olan şey,
Hitler’in bunu gerçekleştirmek için çok çaba sarfetmesi değil, tam
tersine neredeyse parmağını bile oynatmamış olmasıydı. Hitler,
propagandanın manipülatif potansiyeline ve iktidarın gerçekliğine
dair insiyaki tavırlarının dışında pek az inisiyatif göstermişti.
Bununla birlikte Hitler’in önemli bir girişimi, Lânder’de “Reich
Şansölyesinin koyduğu siyasi çizginin” desteklenmesi amacıyla Reich
Valiliği (Reichsstatthalter) kurumunun yaratılmasıydı. 178 Başlarda
bunlardan “Eyalet Başkanlan” diye söz eden Hitler, 29 Mart’taki
kabine toplantısında bunların Lânder’de görevlendirilmeleri için
bastırdı. 179 Nisan 1933 tarihinde “Lânder’in Koordinasyonuna Dair
ikinci Reich Yasası”nın alelacele geçirilmesiyle, eyalet devletlerinin
bağımsızlığı büyük oranda zarar gördü. 180 Bütün göstergeler, Reich
Valiliği’nin bir an önce kurumsallaşması konusunda Hitler’in çok
endişeli olduğunu göstermektedir. Hitler bu sayede Lânder’de
güvenebileceği yöneticilere sahip olacak ve bu yöneticiler, kontrol
dışında gelişebilecek ve nihayetinde onun konumunu tehdit edecek
herhangi bir “parti devrimi” tehlikesine karşı dayanak
oluşturacaklardı. SA ve SS’in merkezlerinin bulunduğu ve
radikallerin mart seçimlerinden beri iktidarın bilfiil “ele
geçirilmesinde” ciddi faaliyetler gösterdiği Bavyera’daki konum
özellikle hassastı. Reich Valiliği sistemi alelacele Bavyera’da
uygulamaya kondu; amaç, Berlin’e karşı bir parti devrimi ihtimalinin
önünü kesmekti. Râterepublik’in ezilmesinde rol oynamış olan eski
Freikorps “kahramanı” Ritter von Epp, 10 Nisan’da Reich Valisi
olarak atanmıştı bile. Mayıs ve haziran aylan içinde Prusya hariç
Lânder’in geri kalanında on Reich valisi daha görevlendirildi ve bu
kişiler en güçlü ve kıdemli Gauleiter’ler arasından seçildi. Onlar
Hitler’e ne kadar tabiyse, Hitler de onlara o kadar tabiydi. Bu
sebeple, aşağıdan gelecek bir devrimi önlemede Reich hükümetine
hizmet edeceklerine güvenilebilirdi. 181 Bununla birlikte varlıklarının,
bölgelerdeki bağdaşık hükümet yönetimlerine pek bir faydası yoktu.
Mevcut yapıların üzerine gelen, ayrıca parti ve devlet arasında
nerede durdukları pek belli olmayan Reich valileri, kısa süre içinde
tam görevlerinin ne olduğunu kendileri de ayıramaz oldular. Ocak
1934’te Lânder’in özerkliğinin kaldırılması teoride Reich
temsilcilerine olan ihtiyacı da yok edince, konumları iyice belirsiz bir
hal aldı. 182 Ama tabii ki Reich Valiliği görevi bir kez yaratılmıştı ve
feshedilmedi. Burada da hesaba katılan, her zamanki gibi yine
“dirsek gücü”ydü. Hitler’in onların rolüne dair karakteristik
açıklaması şuydu: Reich “naipleri”nin her biri elinden geleni
yapacaktı ve görevleri işte böyle oluşacaktı. 183 “Özel siyasi öneme
sahip sorunlar”la ilgili olarak Reich valileri ile Reich bakanları
arasında bir tartışma çıkarsa, son söz Hitler’in olacaktı. “Böyle bir
yönetim onun Reich Şansölyesi olarak liderlik konumuna uyuyor,”
denmişti Frick’e. 184
Hitler Prusya’nın Reich valiliği konumunu kendine ayırdı. Böylece
Papen’in Prusya’da Reich komiserliği konumunu işgal etmesi için bir
gerekçe kalmamıştı. 185 Muhtemelen Hitler, Bismarck’ın yaptığı gibi,
Prusya’da hükümet başkanlığı görevi ile Reich Şansölyeliği görevini
birleştirme niyetindeydi. Eğer öyleyse, Göring’in iktidar tutkusunu
hesaba katmamıştı. Papen’in önceki Temmuz’da yaptığı darbeden
beri Prusya’da bir Başbakan yoktu. Göring, 5 Mart’taki Prusya
Landtag seçimlerinin ardından bu görevin kendisine verileceğini
umuyordu. Ama Hitler onu atamadı. Göring bunun üzerine, yeni
seçilmiş Prusya Landtag’ının 8 Nisan’daki toplantısının gündemine
Başbakanlık seçimini soktu. Hitler daha bir gün önce Prusya Reich
Valiliği haklarını kendi üzerine almış olmasına rağmen bu durumu bir
oldu bitti olarak kabullenmek zorunda kaldı. Göring 11 Nisan’da
(Prusya İçişleri Bakanı olarak yetkilerini de muhafaza ederek)
Prusya Başbakanı olarak atandı ve 25 Nisan’da Prusya’daki Reich
Valisinin yetkileri kendisine aktarıldı. “İkinci Koordinasyon Yasası”
doğrudan olmasa da gayet etkin bir şekilde Göring’in Prusya’daki -
eyaletlerin en önemlisinde polisin kontrolünün onun eline verilmesiyle
inşa edilen- kapsamlı iktidar zeminini güçlendirmeye yaramıştı. Hiç
şüphe yok ki Göring buna, “en sadık hizmetkarı” olarak Hitler’e
taşkın bağlılık gösterileriyle karşılık verdi. 186 Bu olay, Lânder’in
baştan aşağı kendiliğinden gelişen “koordinasyonumun arkasında
telaş ve karmaşanın hakim olduğunu ortaya sermektedir. Fakat
Prusya’da Göring’in ve başka yerlerde güvenilir Gauleiter’lerin
güçlenmesi pahasına, Lânder’in tamamında Hitler’in kendi gücü de
artmış ve sağlamlaşmıştı.
1933 bahar ve yazı boyunca Hitler birbirine denk güçler arasında
durdu. “Uzun Bıçaklar Gecesi”ne dek bu ikilem çözülmedi. Bir
yandan, Hitler’in iktidarı almasından önce, uzun süredir bin bir
güçlükle engellenen ve bastırılan unsurlar mart seçimlerinden sonra
kontrolsüzce patlamıştı. Hitler muhaliflere, Yahudilere ve Nazi
devriminin yolunda duran herhangi bir unsura yönelik tabandan gelen
tacizlere sırf sempati duymakla kalmıyor; yerleşik siyasi düzenin ak
üst edilmesi ve engel gibi görünenlerin gözünün korkutulması için
radikallere bizzat ihtiyaç duyuyuyordu. Diğer yandan ise, Reich
valiliği konumunun yaratılmasının da gösterdiği gibi, eğer radikal
ayaklanma kontrolünden çıkarsa kendi konumunun da tehlikeye
düşeceğinin farkındaydı. Ayrıca şunu da biliyordu ki, önemli iş
sektörlerinde ve ordu içinde Nasyonal Sosyalizm’e şüpheyle bakan,
ama şiddet sosyalist ve komünistlere yöneldiği sürece itiraz etmeyen
unsurlar kadar, iktidarın geleneksel muhâfazakar-milliyetçi kaleleri
de, kendi çıkarları tehdit altına girerse olaylara çok farklı bakarlardı.
Bu durumda Hitler’in başka bir seçeneği yoktu; tümden kontrolü
altında gelişmesine imkan olmayan bir parti devrimiyle, onlarsız
hiçbir şekilde yapamayacağı ordu ve iş dünyasının desteği arasında
rahatsız bir pozisyonda bir süre idare etmek zorundaydı. Yapısal
olarak bir biriyle çelişen bu güçlerden dolayı, SA’yla er geç bir
hesaplaşma yaşanacaktı. Diğer yandan, Üçüncü Reich’ın devam eden
tavrının ne olacağına dair açık sinyaller vardı: Parti içindeki
radikallerin uyguladığı ve Hitler tarafından en azından
cesaretlendirilip, onaylanan baskı, devlet bürokrasisinin yasamaya
yönelik radikalizmiyle sonuçlanacak ve polis de bunu yürütmeye
yönelik önlemlere aktaracaktı. “Topyekün radikalleşme”nin izleri
rejimin ilk haftalarında bile açık seçik görülebiliyordu. 187
Hitler’in 10 Mart’ta pek de istemeden yaptığı disiplin çağrısı,
devlet yönetiminin emirlerine direnişin hemen kırılmasını istiyor ve
yandaşlarına “Marksizm’in kökünün kazınması’’ işini bir an olsun
ihmal etmemelerini öğütlüyordu. 188 Elbette ki bu çağrıya uyan pek
olmadı; Frick ve Göring’in “bireysel eylemleri’’(Einzelaktionen)
yasaklama ve parti üyelerinin “aşırılıklarına” (Übergriffe) sert
cezalar verme çabaları da aynı akıbete uğradı. 189
Nazi yönetiminin ilk haftalarında sola yönelik tam tekmil
saldırılardan ayrı olarak Nazi radikalleri, Yahudilere karşı saldırı ve
hakaret içeren pek çok “bireysel eylemin de failiydi. Antisemitizm ta
başından beri Nasyonal Sosyalist hareketin “ideolojik zamkı’’
olduğundan, bunun aktivizm için bir araç haline getirilmesi ve
toplumun yapısını tehdit eden devrimci eğilimlerin yerine konması, bu
suretle bir taşla iki kuş vurulması hiç de şaşırtıcı değildi. Baş-
antisemitist Hitler’in iktidarı alması, Yahudilere yönelik şiddetin
üzerindeki kısıtlamaları bir lahzada kaldırıvermişti. Yukarıdan bir
emir almaksızın ve herhangi bir koordinasyon olmaksızın Yahudilerin
işyerlerine saldırılar yapılıyor ve Yahudiler Nazi çeteleri tarafından
dövülüyordu. Bunlar sıradan olaylar halini almıştı. Bu tip çok sayıdaki
olaylardan birine örnek olarak, 12 Mart’ta Frankfurter Zeitung'da
verilen bir haberi gösterebiliriz: Beş SÂ milisi Breslau’da Yahudi bir
tiyatro yönetmenini güpegündüz bir arabanın içine sokmuş, sonra
giysilerini çıkarıp lastik coplarla dövmüş ve köpek kırbacıyla
kırbaçlamıştı. Mağdur bu olayın ardından sinirsel çöküntü
yaşamıştı. 190 Aynı şehirden Yahudi bir görgü tanığı altı-sekiz kişilik
gruplar halinde dolaşan, tabanca ve cop taşıyan SA milislerinin,
varlıklı Yahudilerin evlerine zorla girip onlardan büyük miktarda para
aldığını bildirmişti. Hatta duruşmaları basarak Yahudi avukat ve
yargıçları dışarı çıkarıyor, sokakta dövüyorlardı. 191 Bazı Yahudilerin
başına çok daha korkunç şeyler geliyordu. Manchester Guardian'ın
muhabirlerinden birinin verdiği habere göre, 16 Mart’ta silahlı dört
kişi, iki yıl önce Bavyera Landtag vekillerinden birine karşı açtığı
iftira davasını kazanmış olan ve Straubing’de (Aşağı Bavyera)
tefecilik yapan bir Yahudi işadamının evine zorla girip, adamı
yataktan çıkarmışlar, sonra bir arabaya tıkarak uzaklaşmışlardı.
Adam daha sonra ölü bulunmuştu. 192 Hitler’in iktidarı gaspetmesini
izleyen haftalarda bu tarz sayısız mezalim yaşandı.
Bunları yapanların çoğu, Orta sınıf Tüccarların Mücadele Birliği
(Kampfbund des gewerblichen Mittelstandes) denen bir cemiyetin
üyeleriydi. Bu cemiyette hem şiddetli bir antisemitizm hakimdi, hem
de (sahipleri genelde Yahudi olan) büyük mağazalara karşı aynı
derecede şiddetli bir muhalefet vardı. 193 Yahudi-karşıtı şiddetin
boyutu yurtdışında, özellikle ABD’deki Yahudi entelektüellerini ve
finans sahiplerini harekete geçmeye itiyor; bunun sonucunda onlar da
kamuoyunda Almanya aleyhinde duygular uyandırmaya ve Alman
mallarına karşı boykot örgütlemeye çabalıyorlardı -Alman
ekonomisinin zayıflığı göz önüne alındığında bu gerçek bir tehditti.
Mayıs’ın ortalarında başlayan boykot yavaş yavaş hız kazandı ve pek
çok Avrupa ülkesine yayıldı. Kampfund des gewerblichen
Mittelstandes’in öncülüğünde Almanya’nın buna verdiği yanıt, tahmin
edilebileceği üzere, saldırgandı. Bütün Almanya’da Yahudi dükkan ve
mağazalarına yönelik bir “karşı-boykot” başlatılması talep ediliyordu.
Çagrı, parti içindeki önde gelen antisemitistler tarafından
çıkarılmıştı; baş rolde Franken Gauleiter’i ve patolojik antisemitist
Julius Streicher vardı. Boykot çığırtkanları; uluslararası boykotun
durdurulması için Yahudilerin rehine işlevi göreceğini iddia ediyor
lardı. 194
Hitler’in insiyakları parti radikallerinden yanaydı. Fakat üzerinde
baskı olduğundan dolayı kendisi harekete geçemiyordu. “Yahudi
Meselesi”ne dair sık sık, bağıra bağıra vaaz ettikten sonra şimdi
iktidara gelmişti ve parti içinde ciddi bir itibar kaybı yaşamaksızın
aktivistlerin talep ettiği şeylerden geri adım atmasına imkan yoktu.
26 Mart’ta, diplomatik bağlantılar aracılığıyla, Amerikan Yahudi
Kongresi’nin Alman mallarına karşı dünya çapında bir boykot çağrısı
yapmaya hazırlandığını öğrenince harekete geçmek zorunda kaldı. 195
Köşeye sıkıştığında yanın önlemler almak onun karakterine uygun bir
tavır değildi. Goebbels’i Obersalzberg’e çağırdı. Goebbels’in
yazdığına göre Führer “dağların ıssızlığında”, “yabancı ajitasyonunu”
planlayanların ya da en azından bunu destekleyenlerin, yani Alman
Yahudilerinin çaresine bakılması gerektiği sonucuna varmıştı: “Bu
nedenle, Almanya’nın dört bir tarafında tüm Yahudi işyerlerine karşı
geniş kapsamlı bir boykot yapmalıyız.’’. 196 Streicher boykotu
organize etmek üzere on üç parti görevlisinden kurulan komitenin
başına getirildi. Partinin 28 Mart tarihinde yayımladığı, Reich
Şansölyesinin desteğini ve damgasını taşıyan bildirge, Reich’ın en
küçük köyünde bile Yahudi işletmelerine, onların ürettiği mallara,
doktorlara, avukatlara karşı kapsamlı bir boykotu yürütecek eylem
komiteleri oluşturulmasını istiyordu. 197 Boykotun ne kadar süreceği
belli değildi. Propaganda hazırlıkları Goebbels’e bırakıldı. Bütün bu
sürecin arkasında, Kampfbund des gewerblichen Mittelstandes’in
baskısı vardı. 198
Hitler, Almanya’nın dışardaki itibarı ve ekonomisi üzerinde korkunç
etkileri olabilecek bu eylemi durdurması için başta Schatch ve
Dışişleri Bakanı Neurath olmak üzere karşı taraftan da baskı
görüyordu. İlk başta geri adım atmayı reddetti. Boykota dair
Cumhurbaşkanının ifade ettiği söylenen kuşkulara bile Hitler’in yanıtı
şöyle olmuştu: “Boykotu yapmak zorundaydım, tarihi engelleyecek
konumda değildim.”199 Fakat 31 Mart’ta Neurath kabineye İngiliz,
Fransız ve Amerikan hükümetlerinin, Alman mallarına yönelik
ülkelerinde uygulanacak boykota karşı olduklarını bildirdi.
Almanya’daki boykotun da iptal edilebileceğini umuyordu. 200 Bu
durumda Hitler’in tam bir geri adım atması gerekiyordu. Aktivistler o
ana dek iyice celallenmiş durumdaydı. Boykottan vazgeçilmesi
sadece Hitler’in itibar kaybetmesine sebep olmakla kalmayacak,
muhtemelen, “eylem”in iptal edildiğine dair bir emir çıksa bile artık
kimse buna uymayacaktı. 201 Bununla birlikte Hitler, İngiliz ve
Amerikan hükümetlerinin boykota karşı olduklarını tatminkar bir
şekilde beyan etmeleri için, Almanya’daki boykotun başlangıcını 1
Nisan’dan 4 Nisan’a ertelemeye hazır olduğunu belirtti. Eğer böyle
bir beyanda bulunmazlarsa, 1 Nisan’da başlayacak olan boykot 4
Nisan’da başlayacaktı. 202 Batı hükümetlerindeki telaşlı diplomatik
faaliyetlerin sonucunda ve mevcut baskılar altında, Yahudi lobi
grupları Alman mallarına dönük bir boykot fikrine mesafe aldılar.
Hitler’in talepleri büyük ölçüde karşılanmıştı. Ama şimdi de Hitler
kendi fikrinden caymıştı: Alman boykotunun yapılmasında ısrar
ediyordu. Schatch’ın yaptığı baskılar sonucunda boykotun sadece tek
bir günle sınırlı kalması sağlandı. Ama propaganda için yazılan
senaryoya göre, yurtdışında Almanya’ya karşı yürütülen “yıldırma
ajitasyonu" tamamen sona ermediği takdirde boykot ertesi çarşamba
günü, yani 5 Nisan’da tekrar başlayacaktı. 203 Ortada böyle bir niyet
falan yoktu. Aslına bakılırsa Streicher boykotun yapıldığı 1 Nisan
günü öğle sonrasında, boykotun ertesi çarşamba tekrar
başlamayacağını duyurmuştu. 204
Boykot Nazi propagandasının iddia ettiği kadar başarılı olmadı. 205
O gün, Yahudilerin sahip olduğu çoğu dükkan zaten kapalıydı. Bazı
yerlerde müşteriler, büyük “Yahudi” mağazalarının kapısında
bekleyen ve oradan alışveriş yapılmaması uyarısında bulunan SA
milislerini dikkate almamışlardı, insanların tavrı farklı farklıydı. Bazı
işlek caddelerde, ne olacağını merak eden kalabalık insan gruplarının
toplaşmasıyla neredeyse bir tatil havası esiyordu. İnsanlar gruplar
halinde boykotun olumlu ve olumsuz yönlerini tartışıyorlardı. Boykota
karşı olan ve beğendikleri dükkanlardan gene alışveriş edeceklerini
söyleyenler de az sayıda değildi. Diğerleriyse omuzlarını silkiyordu.
O gün içinde, Yahudi olmayan birinden duyulacak tipik bir söz
muhtemelen şuydu: “Bütün bu olanlar delilik, ama bunlarla canımı
sıkamam.”206 Bazı yerlerde SA milisleri bile bu işe pek gönüllü
görünmüyordu. Fakat geri kalan kesim için boykot; talana ve şiddete
bir kılıftı. 207 Yahudi mağdurlar içinse o gün travmatik bir gündü;
bunun en açık işareti, Almanya’da artık kendilerini “evlerinde,
yurtlarında” hissedememeleri, rutin ayrımcılığın yerini devlet destekli
zulmün almış olmasıydı. 208
Yabancı basın hiç istisnasız boykotu mahkum etti. Zararı
olabildiğince azaltmak için ilk eylem yeni Reichsbank Başkanı
Schatch’dan geldi: Schatch boykottan hemen sonra yabancı
bankerlere Almanya’nın iktisat politikası konusunda güvence verdi. 209
Ama Almanya’da, sonraki yıllarda da defalarca görüleceği üzere,
Hitler ve Nazi yönetimi tarafından desteklenen ve parti
aktivistlerinden gelen Yahudi-karşıtı baskının dinamiği devlet
bürokrasisine aktarıldı, ardından yasamadaki ayrımcılığa kanalize
edildi. Yahudileri devlet memurluğundan ve mesleklerden ihraç
etmek 1933’ten önce de Nazilerin hedefiydi. Şimdi böyle hedefleri
hayata geçirebilmek için kapı açılmıştı. Yahudilere karşı önerilen
ayrımcı yasalar farklı farklı menşelerden geliyordu. Kamu görevi
haklarının revize edilmesine yönelik hazırlıklar, Mart ayının sonunda
yeni bir Yahudi-karşıtı dönüşüme yol verdi; bu dönüşüm (kesin
olmamakla birlikte) muhtemelen Hitler’in müdahalesiyle gerçekleşti.
7 Nisan’da alelacele hazırlanıp sunulmuş olan “Profesyonel Devlet
Memurluğunu Düzenleme Yasasında -Yahudilerin adını anmayan-
meşhur “Ari Paragrafa dayanarak hem muhalifler hem Yahudiler
kamu hizmetinden men edildi. Ama tek bir istisna tanındı ve
Hindenburg’un müdahalesiyle, cephede hizmet vermiş olan Yahudiler
yasanın dışında tutuldu. Nisan ayında, Yahudilerin mesleklere kabul
edilmesiyle ilgili kısıtlamalar getiren, Yahudi doktorları ulusal sigorta
kapsamındaki hastalara bakmaktan men eden ve üniversitelere kabul
edilecek Yahudi öğrenci sayısına kısıtlama getiren Yahudi karşıtı üç
yasa daha geçirildi. Bu yasalar sırf aşağıdan gelen baskıya yanıt
vermek amacıyla alelacele oluşturulmamıştı, bunlar aynı zamanda
ülkenin çeşitli yerlerinde zaten uygulamaya konmuş olan de facto
önlemlerdi. Yahudileri mesleklere girmekten men eden yasalar,
Prusya ve Bavyera Adalet Bakanları Hans Kerrl ve Hans Frank
tarafından zaten atılmış olan adımların arkasından geldi; Reich
Adalet Bakanı bunları uyarladı ve Hitler de onayladı. Hitler’in “hekim
sorunu”na dair yasal düzenlemelerin bir aciliyeti olmadığını
belirtmesinin ardından Reich Çalışma Bakanı Franz Seldte
doktorlarla ilgili olan yasayı geri plana çekti. Yahudi çocuklarının
gidebileceği okulların sayısının sınırlanması girişimi Reich İçişleri
Bakanı Frick’ten geldi. Frick yasamanın birliği ilkesine öyle değişken
bir hal verdi ki aynı eyaletin farklı bölgelerinde dahi keyfi ayrımcı
önlemler doğabiliyordu. Hitler’in rolü, büyük oranda, parti
aktivistleri tarafından illegal olarak zaten uygulanan ve -sahip
oldukları idelojik motivasyon neyse ona göre- zaten kazanılmış olan
ve haklarda ayrımcılık gözeten önlemlerin yasallaşmasını
onaylamaktan ibaretti. Bunların zaman zaman, taktik açıdan şimdilik
en radikal ayrımcı önlemlerden daha azına razı olmaya hazır olan
Reich Şansölyesi’ni hazırlıksız yakaladığı bile olmuştu. 210
Reichstag yangınını izleyen aylarda siyasi arenada gerçekleşen
büyük değişim, Yahudileri Nazilerin şiddetine, ayrımcılığına ve
sindirme eylemlerine açık bıraktı. Aynı zamanda Hitler’in siyasi
muhalillerinin konumunu da kökünden zayıflattı. Daha önce yasal
olarak hiç kapatılmamış olan KPD’nin acımasızca dağıtılmasının
ardından geriye, olası bir direniş gösterebilecek şu güçler kalıyordu:
SPD, Bağımsız Sendikalar, (Zentrum temelinde) siyasi Katoliklik ve
(kabinede hâlâ çoğunlukta olan) muhafazakarlar. Mayıs ve haziran
ayları içinde bu güçlerin her biri teker teker ortadan kaldırıldı.
Sindirmenin büyük rolü olduğu kesindi. Ama muhalif partiler içinde
mücadele eden de yoktu. Uzlaşmaya hazır olmak kısa süre içinde
teslimiyete hazır olmak halini almıştı.
Daha Mart ayında, Sendikalar konfederasyonu ADGB’nin başkanı
Theodor Leipart esen rüzgara göre yön değiştirmiş, SPD’den
uzaklaşarak yeni rejime bağlılığını bildirmişti. 211 O döneme dek SA ve
NSBO adamlarından oluşan çetelerin sendikacıları dövdüğü ve
sendika binalarını bastığı pek çok olay yaşanmıştı. Ama her şeyden
önce örgütlenmeyi korumak isteyen ve tüm sektörlerdeki işçi sınıfını
kapsayan birleşik, tek bir sendika oluşturma kaygısında olan ADGB,
“Marksist” görevlileri işyeri konseylerinden atmak için görece
önemsiz olan NSBO’yla işbirliği yapmaya hazırdı. 212 Sendikaların yok
edilmesi planı, NSBO patronu Reinhold Muchovv tarafından
yürütüldü ve NSDAP’ın Örgüt Lideri Robert Ley sürece giderek daha
çok dahil oldu. Hitler başlarda tereddütlüyse de, fikrin bir
propaganda darbesiyle birleştirilmesi önerisi tereddütlerini yok
etti. 213 Goebbels 1 Mayıs için, “Postdam Günü” çizgisinde devasa bir
gösteri planladı. Böylece uluslararası düzeyde kutlanan bu
geleneksel gün Nasyonal Sosyalistler tarafından gasp edildi ve “Milli
Emek Günü”ne dönüştürüldü. ADGB tüm gösteri ve yürüyüşlerde yer
aldı. 10 milyonun üstünde insanın katıldığı ve bunların çoğunun
fabrikada çalışan işçiler olduğu düşünüldüğünde, katılımın gönüllü
olduğunu düşünmek zordur. Hitler, Berlin’de havaalanının yanındaki
geniş bir açık alanı kapsayan Tempelhofer Feld’de -önceki başka
olaylarda da olduğu gibi- yarım milyon insana seslendi. Hitabın
konusu, sınıf ayrımlarının geride bırakıp, birleşmiş bir milli topluluk
oluşturmanın gerekliliğiydi. 214 insanların çoğu Nasyonal Sosyalizme
sempati duyduklarından değil, sırf etkinliğin kendisi için
gelmişlerdi. 215
Törenin bitmesinin, o gürültü patırtının ardından, hemen ertesi gün
SA ve NSBO ekipleri, Sosyal Demokrat sendika hareketinin
bürolarına ve banka hesaplarına el koydu ve görevlilerini tutukladı.
"Eylem” bir saat içinde tamamlandı. Dünyanın en geniş demokratik
sendika hareketi sona erdirilmişti. Üyelerinin, 10 Mayıs’ta Robert
Ley’in önderliğinde kurulan devasa Alman Emek Cephesi’ne
(Deutsche Arbeitsfront, DAF) katılmaları çok uzun sürmedi. 216
Sonbahar itibariyle, -bir Nazi sendikası bile olsa- DAF’ın sendika
olarak gücü zayıflatıldı ve Alman işgücünün faaliyetlerini rejimin
çıkarları doğrultusunda organize eden devasa bir propaganda
makinesine dönüştürüldü. Propagandanın arkasında, işyerlerindeki
ilişkilerin Reich Çalışma Bakanlığı’nın bürokratik emirleri
doğrultusunda katı bir şekilde yeniden düzenlenmesi vardı. İşçiler
şimdi, arkasında devlet iktidarının olduğu çok daha insafsız ve daha
saldırgan bir işyeri idaresiyle karşı karşıyaydılar. 217
Almanya’nın bir zamanlar kudretli olan Sosyal Demokrat Partisi,
Avrupa’nın bilinen en büyük işçi hareketi de bitmişti. Weimar’ın son
yıllarında, yasallığa dayanan gelenekleri savunma çabalarıyla birbiri
ardına kötü uzlaşmalara zorlanmış ve bu arada en beterinden
kaçabilmeyi ummuştu. En beteri gelip kapıya dayandığında ise çok
hazırlıksızdı. Bunalım yılları ve ülke içindeki moralsizlik sonucunda
çok hırpalanmıştı. Otto Wels’in 23 Mart’taki konuşması cesaretinin
kanıtıydı. Ama hem bu cesaret yeterli değildi, hem de artık çok geçti.
Destek aşırı derecede kan kaybediyordu. SPD’nin paramiliter ordusu,
devasa Reichsbanner man ve nisan ayları içinde dağılmaya zorlandı.
Parti şubeleri kapatılıyordu. Aktivistler ya tutuklanmış ya da
yurtdışına kaçmışlardı. İllegal mücadele hazırlıklarına çoktan
başlamış olanlar da vardı. Az sayıda da olsa varlıklarını hâlâ koruyan
iyimserler faşist kasırganın kendi kendine geçip gideceğini
umuyorlardı. Parti 1880’lerde Bismarck baskısı altında bile
yaşamıştı, bu dönemi de atlatacaktı. Parti üyelerin çoğu ise
kötümserdi. Bunun kellelerini korumaları gereken bir dönemde
olduğunun farkındaydılar. Korkunun ötesinde sosyal demokrasiye dair
yaygın bir düşkırıklığı vardı. Çoğu parti liderinin -her ne kadar
zorunlu da olsa- yurtdışına kaçması terk edilmişlik duygusunu
yoğunlaştırıyordu. SPD şimdi artık gelişigüzel sürüklenen dümensiz
bir gemi gibiydi. Hitler’in 17 Mayıs’ta Reich Şansölyesi sıfatıyla
yaptığı ve Avrupa’nın sorunlarına çözüm olarak savaştan vazgeçip,
Batı güçlerini silahsızlanmaya çağırdığı “barış konuşması”nı218
destekleme kararı -ki baskı altında alınmıştı- parti yönetimi içinde
bölünmeye neden oldu. Bu olay üzerine Otto Wels ve diğer parti
liderleri Prag’a giderek, burada bir parti merkezi kurdular.
Sürgündeki partinin Prag’da çıkarmaya başladığı haftalık gazete
Neuer Vorwärts’ın 18 Haziran’daki ilk sayısı, dört gün sonra
Reich’da partinin bütün aktivitelerinin yasaklanmasına,
parlamentodaki temsilcilerinin görevlerinden alınıp, mal varlıklarına
el konmasına bahane oldu. 219
Bunun ardından, kalan partiler birbiri ardına yıkıldı. Önceki Mart
SPD ile seçim ittifakı yapmış olan Staatspartei (eski DDP) 28
Haziran’da kendini feshetti, onu bir gün sonra DVP izledi. Nazilerin
muhafazakar koalisyon ortağı, mayısta ismini Alman Milli Cephesi
(Deutschnationale Front, DNF) olarak değiştirmiş olan DNVP 27
Haziran’da teslim bayrağını çekti. DNVP giderek artan oranda
üyelerini NSDAP’a kaptırmış; taban örgütlenmeleri baskı ve yıldırma
harekatına maruz kalmış; -üyelerinin pek çoğu DNVP’yi destekleyen-
Stahlhelm nisan sonunda Hitler’in yönetimine verilip, haziran ayı
içinde de SA’ya dahil edilmiş; ve parti lideri Hugenberg kabinede,
muhafazakar meslektaşları tarafından bile tam bir tecrite uğramıştı.
Fiugenberg’in 26 Haziran’da -başlarda pek çok kişinin onun bizzat
hakim olacağını düşündüğü- kabineden istifası, önceki ay Londra’da
yapılan Dünya iktisat Kongresi’nde Alman hükümetini zor duruma
sokan davranışıyla artık kaçınılmaz olmuştu. Hugenberg Hitler’e,
kabineye veya Dışişleri Bakanına danışmadan konferansın iktisat
komitesine, serbest ticareti reddeden, Dogu’da yerleşmesi için
Almanya’ya koloni ve toprak verilmesini talep eden bir diplomatik
nota göndermişti. Kabineden ayrılması partisinin sonu oldu. 220 Pek
çok kişinin hayal ettiğinin aksine, Almanya’nın “gerçek” lideri olarak
fonksiyon gösteremeyen ve Hitlerin “içine hapsolacağı” kabinede
muhafazakar meslektaşlarıyla uyum sağlayamayan Hugenberg,
hemen ıskartaya çıkartılıverdi. Buna pek karşı çıkan olmadı. Ateşle
oynayan Hugenberg hem kendini hem partisi DNVP’yi yakmıştı.
Katolik partiler biraz daha uzun dayandılar. Ama Papen’in
Başkanlığındaki bir Reich Konkordatosunun Vatikan’la yürüttüğü
görüşmelerde, Vatikan’ın, ruhban sınıfının Almanya’da siyaset yapma
yasağını kabul etmesiyle konumları zayıflamış oldu. Almanya’daki
Katolik Kilisesi’nin pozisyonunu korumayı amaçlayan bu adım, aslında
siyasi Katolikliğin kurban edilmesi anlamına geliyordu. Öyle ya da
böyle, Zentrum bu evrede hızla üye kaybediyordu ve bu kişilerin
çoğu yeni döneme uyum sağlama derdindeydi. Partinin lideri Prâlat
Kaas nisan ayından önce Almanya’dan ayrıldı ve Konkordato
müzakerelerinde önemli bir rol oynadı. Üstüne üstlük Katolik
hiyerarşisi, Hitler’in “Yetki Yasasının geçirilmesinden önce yaptığı
konuşmada kilisenin konumunun korunacağına dair verdiği sözlerden
safça etkilendi ve 28 Mart’ta hızla yön değiştirerek, yeni rejime
sadakat çağrısı yaptı. 221 Bunun ardından Katolik piskoposları, rejimle
ilgili meselelerde Zentrum liderlerini kilisenin başsözcüleri
konumuna getirdi ve liderler, siyasi Katolik partilerin konumunun
zayıflamasından çok, kilisenin kurumlarının, örgütlenmelerinin ve
okullarının korunmasıyla ilgilendiler. Geri kalanını da baskı ve
gözdağı halletmişti. Haziranın sonunda, Himmler’in başında olduğu
Bavyera siyasi polisi tarafından iki bin parti görevlisinin tutuklanması
akılların başa gelmesini sağladı ve 4 Temmuz’da BVP için son dualar
hızla okunuverdi. Bir gün sonra, NSDAP dışında geriye kalan yegane
siyasi parti olan Zentrum da kendini feshetti. 222 Hemen hemen bir
hafta sonra “Partilerin Yeniden Kurulmasına Karşı Yasa” çıkarıldı ve
böylece NSDAP Almanya’daki tek yasal parti haline geldi. 223
VI

Siyasetin merkezinde olan biten her şey -sadece siyasi hayatta


değil sosyal faaliyetin her alanında olmak üzere- tabanda da
yaşanıyordu. Engel olarak görülenlerin yıldırılması ve ilerleyen trene
atlamak için fırsat bekleyenlerin oportünizmi bir araya gelince
tahammül edilemez bir ortam doğmuştu. Sayısız küçük kasaba ve
köyde yerel yönetimler Nazilerin eline geçmişti. 224 “Marksist”
partilere üye olan belediye başkanları ve meclis üyeleri hızla
avlanmıştı. Burjuva ve Katolik partilerin temsilcilerinin faaliyetlerine
devam etme oranı daha yüksekti. Bazı yerlerde Bürgemeister
görevini işgal edenler zorla görevden alınmış; bazı yerlerdeyse, daha
önce burjuva ya da Katolik partisi mensubu olan eşraftan saygın
kişiler gömlek değiştirip, görevlerine devam etmişlerdi. 225 Nazilere
katılmakta acele edenler arasında devlet memurları ve öğretmenler
bilhassa göze çarpıyordu. Yeni rejimden paylarına düşeni kapma
derdine düşenlerin kitlesel akınıyla NSDAP üye kayıtları öyle şişti ki
-“Eski Tüfekler” alaycı bir ifadeyle bunlara “Mart Kazazedeleri”
(Mârzgefallene) adını takmıştı- 1 Mayıs’ta yeni kayıtlar belli bir
tarihe dek durduruldu. O ana dek iki buçuk milyon Alman partiye
kaydolmuştu ve bunların 1.6 milyonunun giriş tarihi Hitler’in
Şansölye olmasından sonraydı. 226
“Koordinasyon” -ki anlamı nazileştirmekten başka bir şey değildi-
her kasaba ve köyün sosyal yapısına işleyecek denli derindi. Ülkenin
dört bir yanında şehirlerdeki sosyal ilişki ağını oluşturan çok sayıdaki
klüp ve cemiyetten dokunulmadık pek azı kaldı. Yukarı Franken’de
675 nüfuslu küçük bir yerleşimden gelen “faaliyet raporu” pek çok
şeyi açıkça göstermektedir:“Koordinasyon (Gleichschaltung):
Theisenort’da 6.8.33’te Muharipler Cemiyeti, 7.8.33’te Koro
Cemiyeti koordine edildi. Theisnort’daki Atıcılık Klübü’nün koordine
edilmesine gerek yoktu, çünkü yönetim kurulunun ve komitenin yüzde
80’i parti üyesiydi.”227 Birkaç ay önce Hanover’de “Bahçeciler
Birliği” üyelerine, “milli ayaklanma hükümetinin iradesine uygun bir
şekilde, gerçek milli topluluğun bahçelerde de ortaya çıkması
gerektiği” söylenmişti. 228 Sektör ve meslek birlikleri, spor klüpleri,
koro toplulukları, atış klüpleri, vatanperver cemiyetler ve örgütlü
faaliyet alanına giren daha pek çok oluşum, Üçüncü Reich’ın ilk
aylarında Nasyonal Sosyalistlerin kontrolüne geçti daha doğrusu
çoğu koşa koşa bu kontrolü Nazilere kendi elleriyle verdi-. 229 “Sosyal
hayat diye bir şey kalmamıştı; koordine edilmemiş bir bowling klübü
bile bulamazdınız,” diye hatırlıyordu Aşağı Saksonya’daki Northeimin
sakinlerinden biri. 230
Sol kanat partilerle ilişkili olan eski klüp ve cemiyetlerin bir kısmı
kapatılmış, baskıyla dağıtılmış ya da zorla devralınmıştı ama yeni
koşullara göre gönüllü olarak “ayarlama” yapanların sayısı hiç de az
değildi.
Aynı şey kültürel alan için de geçerliydi. Goebbels büyük bir coşku
ve -enerjiyle basın, radyo, tiyatro, film yapımı, müzik, görsel sanatlar,
edebiyat alanlarını ve akla gelebilecek her türlü kültürel aktiviteyi
Hitler’in marttaki sözü doğrultusunda yeniden organize etmeye
girişmişti. 231 Propaganda Bakanı olarak yaptığı ilk konuşmada hedefi
şöyle belirtmişti: “Halk bize teslim olana kadar onlar üzerinde
çalışmak”, “milli devrim fikrinin arkasında halkı birleştirmek” ve
böylece “ruhu [topyekün] harekete geçirmek”. 232
Alman kültür hayatının Nazi çizgisi doğrultusunda yeniden organize
edilmesi aslında çok geniş kapsamlı bir operasyondu. Fakat kültürün
“koordinasyonunda en göze çarpan nitelik, entelektüellerin,
yazarların, sanatçıların, oyuncuların, gazetecilerin, Alman kültürünü
sonraki on iki yıl içinde yoksullaştırıp, dar boğaza sokmakla
kalmayıp, bu kültürün en parlak unsurlarından bazılarını -
entelektüelleri, yazarları, sanatçıları, oyuncu ve gazetecileri- yasadışı
ilan edecek olan hareketelere katılmak için gösterdiği atiklik ve
istekti.
Ortada, çoğu kısa sürede paramparça olacak pek çok yanılsama ve
çarptırılmış idealizm vardı. Ama idealizm çoğu yerde kariyerizmle
karışmıştı. Gustav Gründgens, Werner Krauss ve Emil Jannings gibi
dönemin önde gelen aktörleri yeni rejimin lütfuna mahzar olduklarını
düşünüyor ve tüm güçleriyle ona hizmet ediyorlardı. 233 Dünyaca ünlü
besteci Richard Strauss, meşhur orkestra şefi Wilhelm Furtwângler
rejimin saygısına mazhar oluyor ve yıldızı yükselmekte olan orkestra
şefi Herbert von Karajan müzik alanındaki Alman yükselişini
sürdürüyordu. Ancak Arnold Schönberg veya Kurt Weill’in müziği
artık kabul göremezdi, önde gelen orkestra şefleri Bruno Walter ve
Otto Klemperer’in yanı sıra pek çok besteci ve -esas olarak Yahudi
olan- yüzlerce müzisyen yurtdışına sürüldü. 234 Yazar Gerhart
Hauptmann 1922 yılında altmışıncı doğum günü sebebiyle Weimar
Cumhuriyeti tarafından onurlandırılmıştı. Ama 1933 yılında yeni
rejime yanaşmakta çok eli çabuk davrandı; açıkça Nazi selamı
veriyor ve kamusal toplantılarda “Horst-Wessel-Lied”ini bağıra
bağıra söylüyordu. 235 ’Ekspresyonistler kuşağına mensup yetenekli
deneme yazan ve şair Gottfried Benn de Nasyonal Sosyalizm’i
desteklediğini açıkça beyan etmişti. Yüce beklentiler, hayaller ve
idealizm kendi payına düşen rolü oynamıştı. “Yeni devleti şahsen
desteklediğimi açıklıyorum, çünkü onun yolunu döşeyen benim
halkımdır... Zihinsel ve iktisadi varlığımı, dilimi, hayatımı, insan
ilişkilerimi ve aklımın tamamını bu halka borçluyum,” diyordu
heyecanla. 236 Nisan 1933’teki bir radyo konuşmasında Benn,
Weimar’ın entelektüel özgürlüğünü (Geistesfreiheit) “yıkma
özgürlüğü” (Zersetzungsfreiheit) olarak nitelemiş ve sıra sıra
yürüyen “kahverengi taburlarda yeni kültür çagınının şafağını
gördüğünü söylemişti. 237 Naziler’in “ırk ıslahı” ve “ırksal hijyen”
fikirlerinden çok etkilenmişti. Prusya Güzel Sanatlar Akademisi’ne
atanıp, buranın “koordinasyonunda aktif rol oynamaktan çok memnun
olmuş, böylece artık arkadaşlık yapmaktan vazgeçtiği yazarları bir
kenara fırlatmaya ne kadar istekli olduğunu da gösterebilmişti. 238
Bu tip “zengin ve ünlü kişiler”in oluşturduğu örneği, “milli yeniden
doğuş” afsununa ve kariyerlerini kaybetme ya da kazanma riskinin
akıntısına kapılmış olan daha az parlak kişiler izlemişti. 1933
ilkbaharında “Halkın Şansölyesi Adolf Hitlere Alman Şiirleriyle
Sadakat Yemini”, halkın “kendi kendini koordine etmeye”
(Selbstgleichschaltung) ne kadar istekli ve meraklı olduğunun
karakteristik bir ifadesiydi. 239
Üniversitelerdeki önde gelen entelektüellerin de durumu aynıydı.
En mühim filozoflardan Martin Heidegger ve meşhur anayasa
hukukçusu Carl Schmitt rejimi destekliyordu. Heidegger 27 Mayıs
1933’te Freiburg Üniversitesi rektörü sıfatıyla, “ilerleyiş halindeki”
Alman öğrencilerine dair verdiği bir konferansta, olumsuz akademik
özgürlüğü arkasında bıraktığını ve kendini volkisch devletin
hizmetine adadığını söylemişti. Onun bu tavrı diğer profesörlerin,
sadece bir hükümet değişikliği getirmekle kalmayıp “bir Alman
olarak varoluşumuzu (Dasein) yükselten” “Adolf Hitler’e ve Nasyonal
Sosyalist devlete” bağlılıklarını ilan etmelerini kolaylaştırdı. 240 O
kadar ünlü olmayan akademisyenler, muhtemelen Heidegger'den
daha tipik birer örnektiler. Ama onların da havası aynıydı. 3
Mayıs’taki bir konferansta Germen uzmanı Ernst Bertram, “hayata
ters olan (lebensfeindlich) rasyonaliteye (ratio), yıkıcı aydınlanmaya,
yabancı politik dogmatizme, '1789 fikirleri’nin her türlüsüne, germen
karşıtı tüm eğilimlere, aşırı yabancı etkilerine (überfremdungen)
başkaldırmaktan,” bahsediyordu. Böyle eğilimlerle “mücadele”de
başarılı olunamazsa, “beyaz dünyanın sonu gelecek, kaos hakim
olacak veya bir termitler gezegeni onaya çıkacak”tı. 241 Berlinli
profesör Julius Petersen aylar sonra, “yarının artık bugün olduğunu”,
“dünyanın sonu geldiği havasının (Weltuntergangsstimmung) bir
uyanışa (Aufbruch) dönüştüğünü,” beyan ediyordu. “Nihai hedef
bugünün vizyonuna giriyor... Yeni Reich’ın temelleri atılıyor. Özlemle
beklenen ve geleceği müjdelenen Lider ortaya çıktı." 242
Ocak 1933’ten sonra NSDAP’a katılmakta acele edenler arasında
entelektüeller de yerlerini almıştı. Ama onların arasında Nazi
fikirlerini tamamen savunanlara nispeten daha az rastlanıyordu.
Entelektüeller çoğunlukla, Wilhelm döneminde ortaya çıkmış
“eğitimli burjuvazimin (Bildungsbürgertum) entelektüel
geleneklerine tabi olan milliyetçi-muhafazakar bir kesimdiler. 1918
Devrimi’ne duyulan yaygın nefret ve parlamenter demokrasinin
Batı'dan ihraç edilmiş “Alman olmayan" biçimi, onları 1933'te yeni bir
başlangıç yapmanın cazibesine açık hale getirmiş; kendi
mesleklerinin entelektüel açıdan kısırlaştırılmasına; siyasi ya da
ırksal açıdan yeni efendileri tarafından kabul edilemeyecek olan
meslektaşlarının katledilmesine kör ya da lakayt olabilmelerinin
yolunu açmıştı. Hatta Thomass Mann Nazileri öylesine
küçümsüyordu ki, Nisan 1933’te Yahudi-karşıtı yasaların
onaylanmasını ima ederek, yeni rejime dair başlarda ifade edilen
şüphelerin doğruluğunu kabul etmişti. Hitler’e ve 1 Nisan’da
Yahudilere karşı yapılan boykota karşı olduğu aşikârdı. 243 Ama o bile
9 Nisan’da günlüğüne şöyle yazmıştı: “... Her şeye rağmen, şu anda
Almanya’da olan biten kadar devrimci ve önemli bir şey daha önce
yaşanmış olabilir mi? Yahudiler... Ne de olsa ortalıkta bir felaket
yok... Yahudilerin yasal sistemdeki egemenliği sona erdi."244
Büyük bir liderin geleceği yolunda uzun süredir beslenen umutlar
pek çok entelektüelin eleştiri melekelerini yok etmiş; bağırlarına
bastıkları şeyin hem düşünce hem eylem özgürlüğüne yönelik
saldırısının büyüklüğünü görmelerini engellemişti. “Bu lider, nereden
gelirse gelsin, ancak milliyetçi bir lider olabileceğinden, onun yolu
doğru olacaktır çünkü o yol ulusun yolu olacaktır," yeni muhafazakar
Tat gazetesinin itibarlı editörü Ekim 1931’de köşesinde işte böyle
yazıyordu. “Şu anda olayların gidişatı, her ne kadar liberalizm bunu
umutsuz bir kölelik (dumpfe Knechtschaft) olarak tanımlama
isteğindeyse de, bize özgürlük getirecektir. Çünkü bu gidişatın bir
anlamı vardır ve liberalizmin yanıtlayamadığı şu sorulara bir yanıt
üretmektedir: niye, ne sebeple ve hangi sonuç için?"245
Fikirleriyle Üçüncü Reich’ın yollarının döşenmesine yardım eden
yeni-muhafazakar entelektüellerin çoğunun ayakları kısa zaman
içinde suya erecek; Hitler, onların rüyalarında yaşattığı, özlemle
beklediği mistik lider olmadığını fiiliyatta ortaya koyacaktı. Ama
Führer kültünün oluşturulacağı zeminin yaratılmasına katkıda
bulunmuşlardı bir kere ve bu kült başka pek çok kişi tarafından
sayısız forma sokulmuştu. Alman entelektüel elit sınıfını, Hitler’in
Üçüncü Reich'ının ilkel popülizmine ve anti-entelektüelizmine
bağlayan zemin bu entelektüellerin düşünme biçimlerindeydi; yani
şuurlu bir irrasyonalizme bile isteye batmak için liberal düşüncenin
göreceliliğini, rasyonaliteyi ve “1789 fikirleri"ni reddetmeleri; anlamı
ferdiyette değil “milli topluluk" içinde aramaları ve “milli uyanışla”
gelecek olan bir kurtuluşa inanmaları. 246
Nisan 1933'te çıkarılan yeni devlet memurluğu yasasıyla üniversite
profesörlerinin tasfiye edilmesini, Almanya’nın en önemli
akademisyenlerinin işten çıkarılıp, iltica etmeye zorlanmasını
protesto eden kimse çıkmadı. Kendi “temizliğini” zaten yapmış olan
Prusya Sanat Akademisi, kalmayı seçen bütün üyelerinden rejime
bağlılıklarını ilan etmelerini istedi. Thomas Mann ve Alfred Döblin
bunu yapmayı reddedenler arasındaydı. 247 Eserleri yeni düzen
tarafından kabul görmeyen yazar ve düşünürlerin isim listeleri
hazırlanıp yayımlandı. Yazıları “kültürel Bolşevizm'in veya “ahlaki
çöküş”ün temsilcisi olarak materyalist ya da ahlaksız bulunduğu için
yasaklananlar arasında Einstein, Freud, Brecht, Döblin, Remarque,
Ossietzky, Tucholsky, Hofmannsthal, Kâstner ve Zuckmayer vardı.
Alman entelektüellerinin 1933’ün “yeni ruhu”na teslimiyetinin
sembolik anı ise rejim tarafından kabul görmeyen yazarların
kitaplarının 10 Mayıs’ta yakılması oldu. 248 Berlin’de Opernplatz’daki
görkemli sahnede, filozoflara, şairlere, yazar ve düşünürlere ait yirmi
bin kitap alevlere atılırken Goebbels “Kasım Devrimi’nin entelektüel
zemini işte burada yok oluyor,” diye ilan ediyordu. 249 Fakat, “Alman
Olmayan Ruha Karşı Eylem”in -o utanç gecesinde Almanya’nın bütün
üniversitelerinde gerçekleşen kitap yakma eylemininin- mimarı
Goebbels değildi; tasarı, Alman Öğrenci Birliği (Deutsche
Studentenschaft) yönetimi tarafından, rakip Nasyonal Sosyalist
Alman Öğrenci Federasyonu’na (NSDtB) galebe çalmak amacıyla
onaya atılmıştı. Eyleme katılanlar sadece Nazi öğrenci
örgütlenmeleri değildi. Milliyetçi sağda yer alan başka öğrenci
dernekleri de işin içindeydi. Yerel yönetimler ve polis yakılacak
kitapların halk kütüphanelerinden toplanması işine canı gönülden
yardım etmişti. Üniversite fakülteleri ve senatolar “eylem”e karşı
çıkmadı, birkaç istisna dışında üyeleri bu şenlik ateşlerine katıldı. 250
Kitapları alevlere atılanlar arasında olan şair Heinrich Heine (1797-
1856) zamanında şöyle yazmıştı: “Kitapların yakıldığı bir yerde,
sonunda insanlar da yakılır.”251
VII

1933 yazı ve baharı boyunca Almanya’nın dönüştürülmesini


sağlayan bu faaliyetlerin hiçbiri doğrudan Reich Şansölyeliği
tarafından emredilmedi. Hitler’in bizzat katıldığı ise çok enderdi.
Ama eylemlerin baş destekleyicisiydi. Bu aylar içinde yeni Şansölyeye
yönelik hayranlık duyguları zirveye tırmanmıştı. Führer kültü yeni
Almanya’nın temeli olarak, şimdi artık yalnızca parti içinde değil,
devlet ve toplum içinde de inşa edilmişti. Buna bağlı olarak Hitler’in
mevkii ve gücü, hem yurtiçinde hem de giderek artan oranda
yurtdışında inanılmaz ölçüde destek görüyordu.
Daha 1933 baharında Hitler’i çevreleyen kişi kültü filizleniyor ve
kendine olağandışı tezahürler buluyordu. Onuruna “şiirler”
yazılıyordu; bunlar, zaman zaman sözde-dini bir havanın da verildiği,
yazınsal hiçbir değeri olmayan samimiyetsiz koşuklardı. Almanya’nın
dört bir yanındaki köy ve kasabalara “Hitler-Meşeleri” ve “Hitler-
Ihlamurları” dikiliyordu -ıhlamur ve meşe antik pagan
sembolizmindeki yerleri nedeniyle milliyetçileri ve Kuzey Avrupa
kültistleri tarafından özel önem atfedilen ağaçlardı. 252 Kasaba ve
kentler yeni Şansölyeye fahri vatandaşlık vermek için birbiriyle
yarışıyordu. Cadde ve meydanlara onun adı veriliyordu. Tarihi cadde
ve meydanların artık yerleşmiş, geleneksel isimleri söz konusu
olmadıkça, Hitler’in bu isim değişikliğine izin verdiği biliniyordu.
Mesela Strausberg’deki yedi yüz yıllık Marktplatz’ın isminin
değiştirilmesine karşı çıkmıştı. Diğer yandan, eski ve tarihi yerlerin
isimlerinin değiştirilmemesi kararını almadan önce, Nuremberg’deki
tarihi Hauptmarkt’ın isminin Adolf-Hitler Platz olarak değiştirilmesini
kabul etmişti. Franken’deki “Hauptmarkt”ın asıl isminin
değiştirilmesi yönünde Deutsch-völkische Freiheitsbewegung’un
(Alman Etnik Özgürlük Hareketi) örgüt liderinden gelen ricayı ise
geri çevirmişti. Bir keresinde bütün bir köyün -Doğu Prusya’daki
Sutzken’in- adını değiştirerek kahramanın adını almasına ve “
Hitlershöhe” olmasına izin vermiş; Yukarı Silezya’da Oppeln
yakınlarındaki bir göl ise “Hitlersee” olmuştu. Ama Bad Godesberg’in
belediye başkanı, zarif Ren Bölgesi tatil yerini “Reich Şansölyesi
Adolf Hitler’in en sevdiği yer” olarak tanıtabilmek için gereken izni
alamamıştı. Hitler kültünü kendi çıkarları için kullanmak isteyen
açıkgöz tüccarlara da izin verilmemiş, diyelim bir kafe ya da gül
çeşidine Şansölyenin adını koyamamışlardı. 253 Gene de Führer
kültünün ticari olarak kullanımı, Mayıs 1933’te Goebbels ticari
ürünlerde Hitler’in imajının kullanılmasını yasaklamak zorunda
kalana dek, geniş bir kitsch endüstrisinin -resimler, büstler, rölyefler,
kartpostallar, heykelcikler, çakılar, rozetler, ışıklı düğmeler, çinko
şiltler- ortaya çıkmasına neden oldu. 254
Almanya’da bu düzeyde bir kahraman tapıncı daha önce
görülmemişti. Reich’ın kuruluşunun son yıllarındaki Bismarck kültü
bile bununla yarışamazdı. Hitler 20 Nisan 1933’te kırk dördüncü
doğum gününde, “Yeni Almanya’nın Lideri” onuruna bütün bir ülke
çapında gerçekleştirilen kutlamalarla olağandışı bir hayranlık
gösterisine maruz kaldı. 255 Propaganda her ne kadar iyi organize
edildiyse de, ifade edilen popüler duygular ve dini bir hava taşıyan
sadakat duyguları zorlama ve yapay değildi. Hitler artık bir parti
lideri değil, milli birliğin sembolü olma yolundaydı.
Ve bütün bunlara seyirci olanlar, yani yeni tanrıya sınırsız
hayranlığı en azından dışsal emarelerle göstermeyen ve fanatik birer
mümin olmayanlar için işler giderek zorlaşıyordu. En sıradan kabul
biçimi, şimdi hızla yayılmakta olan “Heil Hitler” selamıydı. Hitler’in
partisinin Almanya’daki tek yasal parti ilan edilmesinden önceki gün,
bu selam devlet memurlarına zorunlu kılınmıştı. Fiziksel engelleri
nedeniyle sağ kollarını kaldıramayanların sol kollarını kaldırmaları
emredilmişti. 256 “Alman Selamı” -“Heil Hitler!”-ülkenin bir “Führer
devletine” dönüştüğünün dışsal göstergesiydi. 257
İyileşmenin gerçekleştiği duygusu; umutsuzluğun egemen olduğu
Bunalım yıllarının ardından gelen faaliyet, enerji ve dinamizm
izlenimi; yeni hükümetin sorunları çözmek ve milli gururu onarmak
için bir şeyler yapmakta olduğu hissiyatı; bütün bunlar yaz ayına dek
doğrudan Hitler’e yaradı. Eyalet gazetelerinden biri bu durumu şöyle
ifade ediyordu: “O tarihi ellerine aldığından dolayı işler yürüyor... En,
azından bir şeyler oluyor. 258 Hitler yaz boyunca Obersalzberg’deki
evinde kaldığında, burası “bir tür hac merkezice dönüşmüştü. Reich
Şansölyesini en azından göz ucuyla görüvermek isteyen hayran kitlesi
o kadar kalabalıktı ki Himmler, Bavyera siyasi polisinin başı olarak,
Berchtesgaden bölgesine giriş çıkışla ilgili özel önlemler almak ve
dürbün kullanarak “Halkın Şansölyesinin her hareketini” izlemeye
kalkışanları uyarmak zorunda kalmıştı. 259
Peki, bu şaşkınlık verici tapınmanın muhatabı olan adam ne yapar,
ne ederdi? Şimdi artık Propaganda Bakanlığı Yabancı Basın
Seksiyonumun başı olan Putzi Hanfstaengl, “yakın çevre”ye dahil
olmamasına rağmen, bu dönemde Hitler’i hâlâ sık sık ve yakından
görebiliyordu. Daha sonraları, Şansölyeliğinin ilk dönemlerinde bile
Hitler’i görmenin ne kadar zorlaştığından bahsedecektir. Hitler uzun
zamandır yanında olan Bavyeralı maiyetini -Hanfstaenglin taktığı
isimle “Chauffeureska”sını- Reich Şansölyeliği’ne de beraberinde
götürmüştü. Yardımcıları ve şoförleri, Brückner, Schaub, (Geli
Raubal'la flört etmesi üzerine 1931’de şoförlükten atılan Emil
Maurice’in yerine işe alınan) Schreck ve resmi fotoğrafçısı Heinrich
Hoffmann her yerde devamlı Hitler’in yanındaydı. Bu kişiler sık sık
ilişkilere engel oluyor, bir konuşmanın ortasında müdahale edip
dikkati başka bir yere çekiyor, Hitler’in bütün fikirlerini ve
önyargılarını önce dinleyip, sonra onaylıyorlardı. Dışişleri Bakanı
Neurath ve Reichsbank Başkanı Schacht bile, “Chauffeureska”
üyelerinden birinin müdahalesi olmaksızın Hitler’in dikkatini bir iki
dakikadan fazla çekebilmenin ne kadar zor olduğundan
bahsediyorlardı. Hanfstaengl’e göre yalnızca Göring ve Himmler her
istediklerinde Hitler’le kısa bir özel görüşme yapabiliyorlardı.
Hanfstaengl’in kısa listesine en azından Goebbels’in de eklenmesi
gerekir. Hitler’in ne yapacağının belli olmaması ve belli bir rutinine
sahip olmaması işleri daha da zorlaştırıyordu. Adeti olduğu üzere
gene geç yatıyor, yatmadan önce rahatlamak için özel sinemasında
bir film -en sevdiklerinden biri King Kong’du- seyrediyordu. Reich
Şansölyeliği başkanı Hans Heinrich Lammers’in verdiği raporları
dinlemek ve Goebbels’in. Propaganda Bakanlığındaki sağ kolu
Walther Funk’la birlikte gazeteleri incelemek işi dışında sabahları
ortalıkta pek ender görünüyordu. Günün doruk noktası öğle
yemeğiydi. Münih’teki Kahverengi Ev’den Reich Şansölyeliği’ne
getirttiği aşçısı saat l’de hazır olması emredilen yemeği yetiştirmek
için dişini tırnağına takıyor, ama genelde yemek ancak iki saat sonra,
Hitler nihayet teşrif ettiğinde servis edilebiliyordu. Basın şefi Otto
Dietrich yemeğini önceden Kaiserhof'da yiyor ama her olasılığa
karşın 1.30’da Şansölyelikte hazır bulunuyordu. Hitler’in sofrasında
her gün değişik konuklar yer alıyorsa da güvenilir parti yoldaşlarının
varlığı hiç değişmiyordu. Hatta ilk aylarda muhafazakar bakanlar bu
yemeklerde pek ender görülüyordu Misafir grubuna bakıldığında
Hitler’in kendisiyle çelişmediği açıkça görülüyordu. Bununla birlikte
herhangi bir ibare uzun bir tiradı başlatabiliyordu; bunlar siyasi
muhaliflerine karşı ilk propaganda ataklarını andırıyor ya da
kazandığı savaşların anılan oluyordu.
Hitler’in hergün çevresini saran, ona ulaşan bilgilerin türünü
değiştiren ve onu dış dünyadan izole eden bu şakşakçılıktan
etkilenmemesine imkan olmadığı gün gibi ortadadır. Bu süreç onun
gerçeklik duygusunu bozuyor, çarpıtıyordu. Olayları tamamen farklı
bir ışıkta gören kişilerle olan bağlantısı esas olarak önde gelen
kişilerle, yabancı gazeteciler ve diplomatlarla yaptığı röportajlarla
sınırlıydı. Alman halkı kimliksiz bir hayran kitlesinden fazlası değildi,
Hitler’in onlarla tek ilişkisi artık daha ender yaptığı hitaplar ve radyo
konuşmalarından ibaretti. Ama halktan gördüğü popüler tapınma ve
şakşakçılık ona ilaç gibi geliyordu. Kendine olan güveni çoktan
beridir şahlanmıştı. Bismarck’la ilgili orda burda yaptığı küçültücü
yorumlar, Hitler’in Reich’ın kurucusunu kendinden aşağıda
gördüğünü açıkça gösteriyordu. 260 Sonunda, kendisinin asla yenilmez
biri olduğu duygusuna, o ölümcül duyguya dönüşecek olan şey
embriyon olarak o dönemde de mevcuttu. 261
1933’te bütün bir topluma hızla yayılan Hitler tapmanın ne
kadarının gerçek, ne kadarının oportünistçe ve yapay olduğunu
bilmek zordur. Her durumda sonuç aynıdır. Hitler’in bir yan-tanrı
konumuna getirilmesi Şansölyeye öyle bir statü sağlamıştı ki bütün
kabine bakanları ve parti patronları gölgede kalmıştı. Hitler’in
desteklediği bilinen önlemlere bırakın karşı çıkmayı, bunlara dair
soru sormak bile ihtimal dahilinde değildi. Goebbels daha nisan
ayında, Führer’in kabinedeki otoritesinin tam olarak yerleştiğini
belirtebiliyordu. 262 Hitler’in otoritesi, daha önce kapalı olan radikal
faaliyetlerin kapısını artık açabilir, kısıtlamaları kaldırabilir, 30 Ocak
1933’ten önce akıl ve mantık dahilinde düşünülmesi zor olan
önlemlerin üzerindeki sınırlamaları yok edebilirdi. Hitler’in
amaçlarıyla uyumlu olduğu düşünülen girişim ve emirler yukarıdan
iletilmesi beklenmeden hayata geçirilebiliyordu ve başarı şansları da
yüksek oluyordu.
Bunlardan biri, 14 Temmuz 1933’te kabine tarafından kabul edilen
“kısırlaştırma yasası”ydı -“Kalıtımsal Hastalıkları Olanların
Üremesini Engelleme Yasası” (Gesetz zur Verhütung erbkranken
Nachwuchses). 263 Daha önceki bölümlerde belirttiğimiz gibi tıbbi
alandaki anlayış, Hitler’in iktidara gelmesinden çok önce de “ırk
ıslahı”yla ilgili hakim görüşlerin etkisi altındaydı. Bununla birlikte,
Temmuz 1932’de Prusya hükümetine sunulan Reich Kısırlaştırma
Yasa tasarısına dair önergeler de dahil olmak üzere, tasarılar, kalıtsal
hastalıklara sahip olanların gönüllü olarak kısırlaştırılmasından
ileriye gitmemişti. Ama Hitler’in Şansölye olmasını izleyen aylar
içinde, Prusya hükümetinde özel olarak tıbbi konularla ilgilenecek
yeni bir komiser atandı. Önde gelen Nazilerden olan bu kişi -Dr.
Leonardo Conti- Reich içişleri Bakanlığının tıbbi departmanındaki
nüfuzlu bir göreve dışardan birini, Dr. Arthur Gütt’ü getirdi. Daha
1923’te Nazi bölge lideri olan ve ertesi yıl “hasta ve aşağı insanların
kısırlaştırılmasına dair “ırk-politikası talimatnamesini yazıp Hitler’e
gönderen Gütt, nüfus ve ırk sorunlarıyla ilgili “uzmanlardan oluşan
bir komite kurdu. 264 Gütt ve komitesi temmuzun başında, önceki yıl
Prusya Sağlık Ofisi tarafından hazırlanan bir tasarıyı gündeme
getirdi. Fakat tasarının orijinal halinde önemli değişiklikler
yapmışlardı, artık kalıtımsal hastalıkların yanı sıra fiziksel ve zihinsel
rahatsızlıklardan (ki bu hastalık tanımı, kronik alkolizme dek uzanan
çok geniş bir alanı kapsıyordu) müzdarip kişilerin zorunlu
kısırlaştırılması söz konusuydu. Hitler -genelde toplumun, ayrıca o
andaki mevcut ailelerin yararına olduğu iddia edilen- yasanın
hazırlanmasına bilfiil katkıda bulunmamıştı. Fakat yasanın
hazırlığında Hitler’in ifade ettiği bilinen duyguları dikkate alınmıştı.
Yasa kabineye sunulmadan önce Hitler yasaya tam onay verdi;
Şansölye yardımcısı Papen ise Katolik duyguları gözeterek yasaya
itiraz etti. Papen’in, kısırlaştırmanın ancak insanın kendi rızasıyla
mümkün olabileceği yönündeki itirazlarını Şansölye elinin tersiyle bir
kenara itivermişti. Hitler’in veciz yanıtı şuydu: "Bütün önlemler,
millet olma halinin (Volksturm) korunması saikine göre
değerlendirilmiştir.” Ayrıca bu önlemlerin küçük çaplı
düşünülmediğini belirtmiş ve tuhaf bir mantıkla da eklemişti:
“Kalıtımsal hastalığa sahip kişiler ciddi oranda (in erheblichem
Masse) çoğaldığı takdirde, milyonlarca sağlıklı çocuğun doğma
şansına sahip olamayacağını düşünürsek, bu önlemlerin ahlaki açıdan
doğruluğunun tartışılamaz olduğunu görürüz.”265
Bir Nazi’nin bakış açısından ırk mühendisliği için mütevazı bir
başlangıç da olsa, yasanın sonuçları hiç de azımsanacak gibi değildi:
Bu yasa doğrultusunda Üçüncü Reich sona erene dek 400 bin kişi
zorunlu olarak kısırlaştırıldı. 266
Papen kabine toplantısında Katolik Kilisesi’nin kısırlaştırma
yasasının çıkarılmasını zorlaştırabileceğini ima ediyorsa da, buna
imkan olmadığını herkesten daha iyi biliyordu. Yaklaşık bir hafta önce
Reich hükümeti tarafından Vatikan’la bir Reich konkordatosu
imzalamakla görevlendirilmişti ve bu konkordatonun
267
oluşturulmasında bizzat yer almıştı. Anlaşma 20 Temmuz’da
Roma’da büyük bir ihtişamla imzalanacaktı. 268 Katolik din adamlarına
yönelik devam eden saldırılara, Nazi radikallerinin kiliseye ve onun
örgütlenmelerine karşı tüm diğer rezilliklerine rağmen Vatikan yeni
hükümetle bir anlaşmaya varmakta kararlıydı. Konkordatonun
imzalanmasından sonra bile şiddetli tacizlerin sürmesi Vatikan’ı 10
Eylül’de anlaşmayı onamaktan alıkoymadı. 269 Hitler Şansölyeliğinin
başından beri bu konkordatoya büyük değer vermişti; öngörüsü tabii
ki “siyasi Katolikliği” Almanya’nın siyaset sahnesinden
çıkarabilmekti. Daha önce gördüğümüz gibi, Temmuz’un başında
BVP’nin ve Zentrum’un tasfiyesiyle bu hedefine ulaşmıştı. Papen’in
beyanına güvenecek olursak, Hitler kiliseyle yapılacak uzlaşmaya
yönelik parti radikallerinin itirazlarına kulak asmamış, “dini
meselelerde bir uyum atmosferi” oluşturmanın önemini
vurgulamıştı. 270 Anlaşma taslağının incelenmesi sürecine katılmış,
Papen ve diğer bakanların üzerinde müzakere edeceği koşulların
oluşturulması işinde bizzat yer almıştı. 271 Kısırlaştırma yasasının da
onaylandığı aynı kabine toplantısında, konkordatonun rejimi için bir
zafer anlamına geldiğini vurgulayarak, anlaşmanın ayrıntılarına dair
tartışma islemediğini, her şeyden önce bunun bir zafer olduğunun
unutulmaması gerektiğini belirtti. Bu anlaşma “Almanya’ya büyük bir
şans vermiş”, “uluslararası Yahudiliğe karşı verilecek ivedi
mücadelede, özel bir öneme haiz olan güven ortamını yaratmıştı."
Anlaşmadaki eksiklikler ilerki bir tarihte, dış politikadaki vaziyet
daha iyi olduğunda düzeltilebilirdi. Kısa süre öncesine dek, “kilisenin
piskoposları devlete hasretmeye hazır olacağına" ihtimal vermemişti.
Böyle olması tabii ki mevcut rejimin kayıtsız şartsız kabul görmesi
demekti. 272
Aslında Hitler açısından o kadar büyük bir zafer değildi bu. Alman
piskoposluğu Yetki Yasası’nın geçmesinin ardından rejime karşı
tavrını aniden değiştirmiş ve 1933 Haziranının başlarında pek çok
piskoposluk bölgesinde okunan bir piskoposluk bildirisiyle -parti
içindeki Katolik-karşıtı eylemlere dair çekincelerine rağmen- olumlu
tutumunu pekiştirmişti. Şimdi yaptığı coşkuyla Hitler’e teşekkürlerini
ve kutlamalarını sunmaktan ibaretti. 273 Münih’te uzun süredir
Nasyonal Sosyalistlerin tarafında bir diken olan, Bavyera’nın Katolik
lideri Kardinal Faulhaber, Hitler’e kendi el yazısıyla bir mektup
yazmış ve şöyle demişti: “Eski parlamento ve partilerin altmış yıldır
beceremediği şeyi siz, bir devlet adamına yakışır öngörünüzle altı
ayda becerdiniz.” Mektup, “halkımızın esenliği için Tanrı Reich
Şansölyesi’ni korusun," cümlesiyle bitiyordu. 274
İlginçtir ki, Hitler Şansölyeliğinin ilk aylarında Protestan
Kilisesi’yle başa çıkmakta daha çok zorlanmıştı. Onun kişileri ve
sosyal grupları olduğu gibi kurumları da sahip oldukları güce göre
değerlendirdiğine hiç şüphe yoktur. Öte yandan, Katolik Kilisesi’nin
uluslararası düzeyde üniter bir yapı olarak sahip olduğu güce ve
Alman halkının üçte birini elinde tutmasından doğan kuvvete saygı
duymasına rağmen. Alman Evanjelik Kilisesini de küçümsemiştir.
Sayısal olarak nüfusun üçte ikisinin desteklediği Alman Evanjelik
Kilisesi ülke içinde yirmi sekiz ayrı bölgeye ayrılmıştı ve bu bölge
kiliselerinin doktrinel vurgulan farklıydı. 1918 Devrimi’nin ardından
kilise içindeki karmaşanın onaya çıkardığı teolojik ve ideolojik
ayrılıklar, 1933 yılı itibariyle iyice ayyuka çıkmıştı.
Hitler’in birleşik bir Reich Kilisesi yaratma çabasıyla nüfuzunu
koyarak girdiği, din ile politikanın birbirine karıştığı bu mayın
tarlasını küçümsemesine yol açan şey muhtemelen bu alana pek saygı
göstermemesiydi. Böyle meselelerde hep olduğu gibi ilgisi tamamen
oportünistçeydi. Başlangıçta sebep kısmen, kiliseyle ilgili meseleleri
eyalet devletlerinin kontrolüne almaya çalışan Nazi radikallerinin
Mecklenburg-Schwerin’deki eylemleriydi. 275 Ama bir sebep daha
vardı: Eğer merkezi bir kilise oluşturulacaksa, kilisenin çok fazla
parçalanmış olmasından dolayı yenilenme ve birleşme, için Hitler’in
otoritesine ihtiyaç vardı. Hitler’in bakış açısından milli bir kilisenin
varlığının tek amacı kontrol ve manipülasyondu. Açıkça öneride
bulunmadıysa da Reich Piskoposu olarak Ludwig Müller’i
düşünüyordu. Eskiden deniz kuvvetlerinde papazlık yapmış olan,
şimdiyse Doğu Prusya’daki “Alman Hıristiyanlarının başı olan elli
yaşındaki bu adamın, kendi konumunun önemine dair inancından,
ayrıca Reich Şansölyesine ve onun hareketine coşkun bir hayranlık
beslemekten başka bu göreve uygun hiçbir özelliği yoktu. Hitler
Müller’e talebini iletti: Bir sorun yaşanmadan birleşme hızla
gerçekleşmeli ve Hitler karşısında Nazi yönetimini kabul eden bir
kilise bulmalıydı.
Bununla birlikte Müller’in korkunç bir tercih olduğu ortaya çıktı.
Evanjelik kilisesi liderleri tarafından 26 Mayıs’ta yapılan Reich
Piskoposluğu seçimlerinde Müller, nazileşmiş Alman Hıristiyan
kanadının desteğini aldı ama diğer tüm tarafların reddiyle karşılandı.
Westphalia, Bethel’deki sosyal yardım merkezinin müdürü olan ve
kilisenin özerkliğinin baş savunucularından Friedrich von
Bodelschwingh, Hitler’in adayının on sekiz oyuna karşı elli iki oy
alarak Reich Piskoposu seçildi. 276 Hitler Bodelschwingh’le görüşmeyi
reddetti ve sonuçtan duyduğu memnuniyetsizliği açıkça ifade etti.
Kızışmış olan bu ortamda Prusya Kilisesi (Altpreussische Birliği)
liderleri istifa etti ve yönetim Prusya hükümeti tarafından zalimce
devralındı. Bu durum kilise yönetimlerini ortadan kaldırıyor ve
Bodelschwingh,i Reich Piskoposluğundan istifaya zorluyordu. Bu olay
Hindenburg’un doğrudan müdahalesine, Hitler’in Prusya’daki devlet
komiserliklerinin kaldırılmasına yönelik baskı yapmasına ve kilise
yönetimlerinde boşalan görevlerin doldurulması için kilise
seçimlerinin yapılması kararına yol açtı. Eğer görevlere “doğru”
insanlar gelirse, Evanjelik Kilisesi’nin yeniden inşası için gereken
desteğin sağlanabileceği varsayılıyordu. Nazi propagandası Alman
Hıristiyanlarını destekliyordu. Hitler bu göreve Müller’i istediğini
açıkça belirtiyordu. Nitekim seçimden önceki gün yaptığı radyo
konuşmasında, devletin yeni politikalarının arkasında duracak bir
kilisenin güçlerini destekleyeceğini duyurdu. 277
Alman Hıristiyanları 23 Temmuz’da tatminkar bir zafer kazandılar.
Ama büyük kayıplar pahasına kazanılmış bir zaferdi bu. Berlin’in
müreffeh bir banliyösü olan Dahlem’in papazı Martin Niemöller
papazları, Kutsal Kitap’a ve Reform lkran’na geleneksel bağlılığı
yaşatmak amacıyla kurulacak “Papazların Acil Durum Birliği”ne
katılmaya davet eden bir bildiri yayımlamış ve eylül ayına dek 2 bin
papazdan yanıt almıştı. 278 Bu, sonunda “İkrar Kilisesi” haline
dönüşecek ve bazı papazlar açısından sadece devletin kilise
politikasına değil devletin ta kendisine muhalefetin aracı halini alacak
olan bir sürecin başlangıcıydı.
Lüdwig Müller 27 Eylül’de nihayet Reich Piskoposu seçildi. Ama bu
andan itibaren Naziler’in, -Müller’in aldığı desteğin temel dayanağı
olan- Alman Hıristiyanlarına desteği azalmaya başladı. Hitler artık
kendini, faaliyetleri giderek daha çok ters tepen Alman
Hıristiyanlarından ve kilise içi çatışmalardan uzak tutmaya
hevesliydi. Alman Hıristiyanlarının kasımın ortasında Berlin
Sportpalast’ta yaptığı ve yirmi bin kişinin katıldığı miting, Eski Ahit’e
ve “Haham Pavlus”un teolojisine edepsizce saldıran ve daha
“kahraman” İsa betimlerinin gerekliliğini vaaz eden bir konuşmanın
ardından öyle bir skandalla sonuçlandı ki Hitler kendini kilise
işlerinden tamamen uzaklaşmaya mecbur hissetti. “Gleichschaltung"
tecrübesi başarızlıkla sonuçlanmıştı. Artık bir kenara konmasının
zamanıydı. Hitler Protestan Kilisesine olan ilgisini derhal
kaybediverdi. 279 Gelecekte birçok kez müdahale etmesi gereken
zamanlar olacaktı ama kilise mücadelesi artık onun için rahatsız edici
bir konu değildi.
VIII

1933 sonbaharı itibariyle, Protestan Kilisesi içindeki ihtilaf


Hitler’in gözünde artık sadece tali bir meseleydi. O anda esas öneme
haiz olan Almanya’nın uluslararası arenadaki konumuydu. 14 Ekim’de
etkileyici bir manevrayla Almanya’yı Cenevre’deki silahsızlanma
görüşmelerinden ve Milletler Cemiyeti’nden çekti. Almanya’nın
uluslararası ilişkileri bir gece içinde yeni bir zemine oturmuştu. Dış
politikada Stresemann dönemi kesin olarak sona ermiş, Avrupa’da
“diplomatik devrim” başlamıştı. 280
Üçüncü Reich’ın ilk aylarında Hitler dış politikada sınırlı bir rol
oynamıştı. Tutkulu bir revizyonizm içeren yeni yönelim -Almanya’nın
1914’teki sınırlarına geri dönmesi, eski kolonilerin tekrar ele
geçirilmesi (ve yenilerinin kazanılması), Avusturya’yla birleşme,
Doğu’da ve Güneydoğu Avrupa’da Alman hakimiyeti kurma gibi
hedefleri vardı- Dışişleri Bakanlığındaki uzmanlar tarafından
oluşturulmuş ve Mart 1933’te kabinenin önüne konmuştu. 281
Cenevre’deki silahsızlanma görüşmelerine katılan Alman delegesi
Rudolf Nadolny, nisan sonunda yaptığı bazı özel görüşmelerde 600
bin kişilik büyük bir ordunun kurulma niyetinden bahsediyordu:
Nadolny, İngiltere ve Fransa’nın kendi silahlı güçlerini minimum
seviyeye indirerek, 300 bin kişilik küçük bir orduda karar kılması ya
da esas olarak silahsızlanma kararı alıp Almanya’nın silahlanmasını
reddetmesi durumunda Almanya’nın silahsızlanma görüşmelerinden
ve belki de Milletler Cemiyeti’nden çekilebileceğini belirtiyordu. 282
Bu arada, savaş taraftan olan yeni Reichswehr Bakanı Blomberg
Cenevre görüşmelerinden hemen ayrılınması ve mümkün olduğunca
hızlı bir silahlanma programının tek taraflı olarak yürütülmesi
konusunda sabırsızlanıyordu. Ama o dönemde Hitler çok daha
temkinli bir çizgi izliyordu. 3 Şubat’ta askeriyeye hitaben yaptığı
konuşmada belirttiği gibi, Alman savunması bu kadar zayıfken
dışarıdan gelebilecek bir müdahaleden korkuyordu. 283
Cenevre’deki görüşmeler çıkmaza girdi. İngiltere, Fransa ve İtalya,
Almanya’ya sunmak üzere çeşitli planlar geliştirdiler. Bu planlarda
Versailles Anlaşması’nın koşulları dışında bazı imtiyazlar tanınıyor
ama silahlanmadaki açık üstünlüğün Batı güçlerinde kalması
gözetiliyordu. Hitler taktik olarak Neurath ve Blomberg’den daha
ılımlı bir çizgi izlemeye hazırlanıyorsa da, bu ülkelerin hiçbirinin
Almanya’nın söz konusu şartları kabul edeceğine dair umudu yoktu.
Ordu silahlanmada -pek de mümkün olmayan- bir eşitliğin hemen
sağlanması için sabırsızlanırken, açıkgöz taktik ustası tam tersine,
bekleme oyunu oynamaya hazırlanıyordu. 284 Bu noktada umut
edebileceği tek şey, silahsızlanma sorunu konusunda İngiltere ile
Fransa arasındaki net görüş ayrılıklarını koz olarak kullanabilmekti.
Sonunda böyle de oldu. İki büyük Batılı güç Almanya’nın yeniden
silahlanma ihtimali nedeniyle kaygılıydı, Berlin’den gelen ve saldırgan
bir hava taşıyan açıklamalardan dolayı endişeleniyor, Avusturya’da
Nazilerin estirdiği terör dalgasını kaygıyla izliyorlardı; ama tüm
bunlara rağmen aralarında mühim görüş ayrılıkları vardı. Bunun
anlamı Hitler’in gerçekten korktuğu askeri müdahalenin aslında
ihtimal dahilinde olmamasıydı. 285 İngiltere Almanya’ya daha fazla
taviz vermeye hazırdı. Küçük tavizlerle Almanya’nın silahlanmasını
geciktirebilmeyi umut ediyordu. Ancak İngilizler bir yandan
Fransa’nın sert politikasının kendilerini sınırladığını hissediyor, diğer
yandan da bunun Almanya’yı Milletler Cemiyeti’nden çekilmeye
zorlayacağından korkuyorlardı. 286
Bununla birlikte 28 Nisan’da Fransa’nın da desteğiyle ipleri eline
alan İngiltere, küçük bir tavizle Almanya’ya 200 bin kişilik bir orduya
sahip olma hakkı sundu, ama karşılığında bütün paramiliter
örgütlenmeleri yasaklamasını istedi. Blomberg ve Neurath kamuoyu
önünde buna kızgın bir yanıt verdiler. Batılı güçlerin
müeyyidelerinden ve doğuda Polonyalıların savaş tehditlerinden kaygı
duyan Hitler, üstün olan güce boyun eğdi. 287 Kabineye, silahlanma
meselesinin konferans masası başında çözülemeyeceğini söyledi. Yeni
bir yönteme ihtiyaç vardı. Şu an için “normal yöntemlerle”
silahlanmaya imkan yoktu. Silahlanma meselesinde Alman halkının
tek vücut olduğu “dünyaya" gösterilmeliydi. Dışişleri Bakanı
Neurath’ın Reichstag’daki konuşmasıyla kabinenin önüne sürdüğü bir
öneriyi vurguladı; nitekim bu öneri daha sonra hükümet politikası
olarak onaylanacaktı. Silahlanma konusunda çok temkinli olunması
gerektiğini tekrarladı. Kabine toplantısı, Blomberg ve Neurath’ın
Almanya’nın Cenevre’deki müzakerelerden çekilmesini savunan
konuşmalarıyla sona erdi. 288 Hitler onları önemsemedi. Temkinli
yaklaşımı onu, konuşmasını hazırlarken eski danışmanı Heinrich
Brüning’den tavsiye almaya itti ve Brüning de, ABD ve İngiltere’nin
hiçbir şey yapmama yönünde hemfikir olduğunu, ancak Fransa ve
Polonya’nın müdahalesinden korkulabileceğini belirtti. 289 Hitler
Brüning’e, Reichstag yangınının ardından kişi özgürlüklerine getirilen
kısıtlamalarda değişikliğe gitme yollarını onunla tartışacağına dair
söz verdi (elbette ki bu sözün hiçbir anlamı yoktu). Hitler’in hükümet
içinde bir mevki sunduğu Brüning. 290 hükümetin deklarasyonunu
desteklemeleri için Zentrum’daki meslekdaşlarını, hatta SPD
vekillerini bile ikna etmeye hazır olduğunu söyledi. 291
Nitekim desteklediler de. Yaklaşık on yıldır Hitler’e uzlaşmazca
karşı olan, ama Şansölyenin bu önergesi lehine oy kullanan SPD vekili
Wilhelm Hoegner daha sonra, “Stresemann bile bundan daha ılımlı,
daha barış yanlısı bir konuşma yapamazdı,” diye yorum yapacaktı. 292
Aslına bakılırsa Hitler 17 Mayıs’ta Reichstag’daki konuşmasında,
kendi ülkesinin ve bütün Avrupa’nın refah ve barışını güvence altına
almak isteyen bjr devlet adamının ağzıyla konuşmuştu. “Diger
halkların ulusal haklarına da saygı duyuyoruz,” diye belirtmiş ve
“onlarla barış ve dostluk içinde yaşamak en içten dileğimiz,” diye de
eklemişti. Pilsudski’nin Polonya’sında gözü olan biri olarak,
“Almanlaştırma [germenleştirme] kavramını” bile açıkça
293
reddetmişti. Silahsızlanma meselesinde Almanya’ya eşit
muamelede bulunulması talebi hem Almanlar’a hem de Almanya
dışındakilere gayet haklı görünmüştü. Hitler, uzlaşmaya yanaşmayan
Fransa’nın sahip olduğu üstünlüğün tersine, Almanya’nın silahlanma
açısından zayıflığını vurgulamayı kendine görev bilmişti. Eğer diğer
ülkeler de aynını yaparsa, Almanya’nın saldırı silahlarından
vazgeçmeye hazır olduğunu açıklamıştı. Hitler’in iddiasına göre,
Almanya’ya silahsızlanmaya yönelik bir düzenlemeyi dayatma
çabaları olsa olsa ülkeyi silahsızlanma müzakerelerinden çıkmaya
yöneltirdi. Örtülü bir tehdit savurarak, sürekli karalanan bir halk
olarak Milletler Cemiyeti içinde kalmak bizim için zor olacaktır, diye
de belirtmişti. 294 Retoriğinin zekice düzenlenmiş parçalarından
biriydi bu. Siyasi inançları ne olursa olsun, Reichstag’ın vatansever
mensupları için böyle duygulara karşı oy kullanmak zordu. Hitler aynı
şekilde yurtdışında da mantığın sesi olarak algılanıyor, Batı
demokrasileri içindeki düşmanlarına karşı propaganda niteliğindeki
bu savunuyla karşı koyuyurdu. Hitler her yerde popülarite ve prestij
kazanmıştı.
Çıkmaza girmiş Cenevre görüşmeleri Haziran’a, sonra da Ekim’e
dek ertelendi. Bu süre içinde Almanya’nın Milletler Cemiyeti’nden
çıkma konusunda somut bir planı yoktu. Blomberg savaş yanlısı
sesler çıkarmaya devam ediyor, Almanya’yı görüşmelerden çekmek
ve Reichswehr’ı ağır silahlarla tam tekmil donatmak için yaygara
kopanyordu. Blomberg’in sağ kollarından biri olan Albay Karl-
Heinrich von Stülpnagel, eylülün başlarında Fransız ataşesine,
Almanya’nın yakın gelecekte silahsızlanma konferansından
çekileceğini söylemişti. Ama aynı ayın sonlarına doğru bile ne
Hitler’den ne de Dışişleri Bakanı Neurath’dan bu yönde bir açıklama
geldi. 295 4 Ekim’de dahi Hitler hâlâ anlaşma ihtimalleri üzerinde
düşünüyormuş gibi görünüyordu. 296 Fakat o günlerde Almanların
silahsızlanmasına dair İngilizlerin tutumunun çok daha katılaştığını,
Fransızların desteğinin iyice pekiştiğini gösteren ve eşitlik
talepleriyle hiçbir ilgisi olmayan haberler geldi. Aynı günün öğle
sonrası Blomberg Reich Şansölyeliği’nde Hitler’le resmi bir görüşme
talep etti. Neurath daha sonra, eylül ayının sonunda kendisinin de
Hitler’e artık Cenevre’den kazanabilecekleri bir şey kalmadığını
söylediğini kabul edecekti. 297 Bu sırada, Dışişleri Bakanlığında devlet
müsteşarı olan ve yapılan harekeli destekleyen Bemhard Wilhelm von
Bülow -kendisi, II. Wilhelm’in en beğendiği Şansölyenin yeğeniydi-,
Hitler’le görüştü; silahsızlanma görüşmelerinden çekilme ve Milletler
Cemiyeti’nden çıkma kararı alınmıştı. Detayları halletme işi Bülow’a
bırakıldı. 298 Hitler, Almanya’nın sanki mağdur durumdaymış gibi
göründüğü bu koşullarda Cemiyet’ten ayrılmak için uygun vaktin
geldiğini kabul etmişti. Özellikle yurt içinde kitlesel bir destek
kazanacağı kesin olan bu propaganda fırsatı kaçırılmamalıydı. Karar
bir kez alındıktan sonra -karar tam anlamıyla sadece iki bakana,
Neurath ve Blomberg’e, ayrıca yedi kişiye daha bildirilmişti-, Batılı
güçlerden herhangi bir uzlaşma ya da imtiyaz teklifi gelmesini
kışkırtacak her tür hareketten kaçınıldı. 299
Kabine karardan nihayet 13 Ekim tarihinde haberdar edildi. Gözü
sürekli halk oylamasından çıkacak kabulün yaratacağı propaganda
etkisi üzerinde olan Hitler bakanlarına, Reichstag’ın feshedilip yeni
seçimlerin yapılmasının Almanya’nın konumunun güçlendireceğini
söyledi ve şöyle devam etti: “Bir halk oylamasıyla Alman halkının,
Reich hükümetinin barış politikasını onayladığını kendisinin ifade
etmesi gerekiyor. Bu önlemlerle dünyanın Almanya’yı saldırgan bir
politikayla suçlamasının önüne geçebiliriz. Bu süreç aynı zamanda
dünyanın ilgisini yepyeni bir şekilde çekme ihtimalini de taşıyor.”
Karşı çıkan bakan olmadı. 300
Ertesi gün Cenevre Konferansına Almanya’nın görüşmelerden
çekildiğini bildiren resmi bir tebliğ geldi. 301 Bu adımın gayet geniş
kapsamlı sonuçları vardı. Silahsızlanma görüşmeleri artık anlamını
kaybetmiş, bir önceki yıl Japonya’nın da çekilmiş olduğu Milletler
Cemiyeti şimdi artık iyice zayıflamıştı. Batılı güçlerin içinde olduğu
atalet Pilsudski’yi harekete geçmeye itti; o da Polonya ataşesini
Berlin’de, Almanya’yla diplomatik bir anlaşmanın ihtimallerini
araştırmakla görevlendirdi. Polonya ile Almanya arasında on yılı
kapsayan saldırmazlık paktı, Dışişleri Bakanlığının geleneksel
Polonya-karşıtı eğilimine Hitler’in karşı durması sayesinde, nihayet
26 Ocak 1934’te imzalandı. Bu pakt Fransa’nın Doğu Avrupa’daki
ittifak sistemine ciddi bir darbe vuruyor ve Almanya’yı kuşatmadan
kurtarıyordu. 302 Bütün bunlar doğrudan ya da dolaylı olarak Hitler’in
Milletler Cemiyeti’nden çıkma kararının bir sonucuydu. Bu kararının
zamanlaması ve propaganda açısından kullanımı Hitler’in eseriydi.
Ama daha önce de belirttiğimiz gibi, Hitler çekilmenin Almanya
açısından en avantajlı olacağı anın geldiğine ikna olana dek,
Blomberg ve özellikle de Neurath bu konuda baskı yapmayı
sürdürmüştü. Şansölyeliğinin başlangıcında Hitler Avrupa
diplomasisinin kaygan zemininden yararlanabilecek durumda değildi.
Dünya ekonomik krizi, Stresemann’ın startejisinin temelini oluşturan
“ifa politikası’nın ve bunun üzerine kurulmuş olan Avrupa güvenliğinin
temelini zayıflatmıştı. Buna bağlı olarak, Hitler’in göreve geldiği
dönemde Avrupa’daki mevcut diplomatik düzen en fazla, iskambil
kağıtlarından yapılmış bir ev kadar sağlamdı. Almanya’nın Milletler
Cemiyeti’nden çekilmesi evden çekilen ilk kağıttı. Sonradan çekilecek
diğer kartlarla da ev çökecekti.
Hitler, 14 Ekim akşamı bütün bir ülkede milyonlarca kişinin olumlu
duygularla dinleyeceği kesin olan, gayet zekice tasarlanmış bir radyo
konuşmasıyla, Reichstag’ın feshini duyurdu. 303 Yeni seçimler 12
Kasım’da yapılacaktı. Bu sayede, feshedilmiş partilerin
kalıntılarından kurtularak, tamamen Nasyonal Sosyalist bir Reichstag
oluşturulabilecekti. Seçimlere sadece tek bir parti katılıyordu ama
Hitler yine de ülkeyi uçakla baştan başa dolaştı ve seçim konuşmaları
yaptı. 304 Bir keresinde uçağın pusulasının bozulması üzerine pilotu
Hans Baur’a yardım etti ve daha önce konuşma yaptığı Wismar
kasabasındaki bir binayı tanıyarak nirengi noktası sağladı. Baur
sonunda, kalan azıcık benzinleriyle Travemünde yakınlarında bir
yere indi. 305 Propaganda kampanyası Hitler’in şahsına karşı bir
sadakat gösterisine dönüştürülmüştü ve şimdi, Nazi olmayan basında
bile ondan sadece “Führer” diye bahsediliyordu. 306 Halk oylaması için
hazırlanan oy pusulasındaki hileli soruda Hitler’in adı geçmiyordu:
“Siz Alman erkekleri ve siz Alman kadınları Reich hükümetinin bu
politikasını onaylıyor musunuz? Bu politikayı kendi isteğiniz ve kendi
görüşünüz olarak beyan etmeye, ona desteğinizi vermeye hazır
mısınız?”307 Diğer yandan “Reich hükümeti” ile “Hitler” sözcüğünün
aynı anlama geldiği herkes tarafından aşikârdı.
Seçimlere uygulanan manipülasyon henüz 1936 ve 1938 halk
oylamalarındaki kadar incelikli değildi. Ama manipülasyon olmadığı
da söylenemezdi. Her tür hile gayet yaygındı. Oy sandığındaki gizlilik
hiçbir şekilde garanti altında değildi. 308 Açık seçik bir baskı ortamı
vardı. 309 Her halükarda -halk oylamasında yüzde 95.2, “Reichstag
seçimleri”nde yüzde 92.1 olarak açıklanan- resmi sonuçlar, Hitler’in
kazandığı zaferi gösteriyordu. 310 Parti çıkarlarının üstünde milli bir
lider olarak statüsü muazzam derecede güçlenmişti.
Şansölye yardımcısı Papen’in halk oylamasının ardından yapılan ilk
kabine toplantısında kullandığı yaltakçı dil, Hitler’in Şansölyeliğinin
ilk aylarında ele geçirdiği topyekün egemenliği doğruluyordu. Papen
“bir ulusun mümkün olan en ezici çoğunlukla liderine verebileceği
eşsiz destekten (Bekenntnisses)” söz etti. “Liderlik dehanızla ve
önümüze koyduğunuz yeni ideallerle dokuz ay içinde, içten
parçalanmış, hiç umudu olmayan bir milletten birleşik bir Reich
yaratmayı başardınız.” Konuşmasına Hitler’i, Alman halkının gönlünü
kazanmış “Almanya’nın adsız askeri” olarak tanımlayarak devam etti.
“Belki de ulusların tarihinde bu ölçüde coşkuyla itimat edilen bir
devlet adamı hiç olmamıştır. Böylece Alman halkı değişen çağın
anlamını kavradığını ve bu yolda liderini izlemeye kararlı olduğunu
ortaya sermiştir.” Kabine üyeleri Şansölyelerini selamlamak üzere
yerlerinden kalktılar. Hitler aldığı destekle şimdi önlerindeki işleri
halletmenin çok daha kolay olacağı karşılığını verdi. 311
Bununla birlikte Hitler’in Almanya fethi hâlâ tamamlanmamıştı.
Halk oylamasının sonucunun yarattığı aşırı heyecanın arkasından
şimdi rejimi, çok uzun süredir varlığını sürdüren başka bir sorun
tehdit ediyordu: Bu sorun SA’nın ta kendisiydi.
XII
MUTLAK İKTİDARIN
ELE GEÇİRİLİŞİ

“Bu ihanette en çok suçu olanların vurulmasını emrettim;


ayrıca içimizdeki... sağlığımızı zehirleyen o çıbanlı etlerin
yakılıp yok edilmesini emrettim...”

Hitler, 13 Temmuz 1934’teki Reichstag konuşmasından

“Reich Şansölyesi, dostumuz Röhm’ün SA’yı Reichswehr’a dahil


etme çabasının önünü keserek sözünü tuttu. Onu seviyoruz,
çünkü gerçek bir asker olduğunu gösterdi.”

Walther von Reichenau,


Birliklerin siyasi eğitimi için hazırlanmış kılavuzdan bir bölüm,
28 Ağustos 1934
Diktatörün yaratılma süreci 1933'ün sonunda henüz tamamına
ermemişti. Siyasi arenada, pek az kişinin öngörebileceği bir hızla
gerçekleşen ve Hitler’in konumunu aşırı derecede güçlendiren
şaşırtıcı dönüşüme rağmen, devlet iktidarının sınırsızca
kullanılabilmesinin önünde iki mühim engel daha vardı; ve bu engeller
birbiriyle yakından bağlantılıydı.
Hitler’in ele avuca sığmaz parti ordusu SA, kuruluş amacını yerine
getirmişti. Bu amaç iktidarın alınması, gücün ele geçirilmesiydi. Her
şey bu tek hedefe göre ayarlanmıştı. İktidar alındıktan sonra
arkasından ne geleceği, yeni devlet içinde SA’nın amacının ve işlevinin
ne olacağı, sıradan fırtına-birlikçilerini şimdi hangi çıkarların
harekete geçireceği gibi soruların yanıtları hiçbir zaman
verilmemişti. Şimdi, iktidarın ele geçirilmesinden” sonraki aylar
içinde, SA’nın “sokak serseriliği siyaseti”1 devlet için parçalayıcı bir
güçtü. Bilhassa lideri Ernst Röhm’ün askeri tutkularıyla SA giderek
daha çok denge bozan bir faktör oluyor ve Reichswehr’le olan
ilişkilerde bu durum iyice göze batıyordu. Fakat SA’nın ortadan
kaldırılması ya da etkisiz hale getirilmesi basit bir mesele değildi.
Partiden çok daha büyük, devasa bir örgütlenmeydi söz konusu olan.
Hareket içindeki en ateşli (kelimenin tam anlamıyla) “eski tüfeklerin
çoğu SA’nın içindeydi. Ve SA, Hitler’in Şansölye olmasından beri Nazi
devriminin ilerleyişini sağlayan şiddete dayalı aktivizmin belkemiği
olmuştu. Önceki bölümlerde gördüğümüz gibi Röhm’ün ve Hitler’in
tutkuları hiçbir zaman örtüşmemişti. Partinin siyasi kanadına tabi
olmayı reddeden bu büyük paramiliter organizasyon, 1920’lerden
beri gerilime neden olmuş, zaman zaman da isyan çıkarmıştı. Fakat
tüm krizlerde Hitler SA’nın bağlılığını korumayı becermişti. SA
yönetimiyle çatışmak bu bağlılığı kaybetme riski demekti. Bu kolayca
yapılabilecek ya da hafife alınabilecek bir durum değildi. Bu ikilem
içinde SA’ya ne yapacağını bilemeyen Hitler aylardır eli boş duruyor,
büyüyen bu gerginliği çözmek için hiçbir şey yapmıyordu. Genel
davranış özelliğine uygun olarak en sonunda, artık -mutlak zalimlik
dışında- hiçbir seçenek kalmadığında harekete geçti.
SA sorunu, Hitler’in iktidarının sağlamlaştırılmasının önündeki bir
diğer tehditle göbekten ilişkiliydi. Cumhurbaşkanı Hindenburg
yaşlıydı ve sağlığı yerinde değildi. Halefinin kim olacağı sorunu yakın
bir gelecekte ortada belirecekti. “Eski” Almanya’nın, “eski”
Prusya’nın sembolü olan Hindenburg, yeni devlete sadakat
konusunda ikircikli olan güçlü odakların arkasındaki göstermelik
figürdü. Bu odaklardan en önemlisi, Devlet Başkanı Hindenburg’un
yüce kumandanı olduğu ordu idi. SA’nın askeri bir hava takınması
karşısında Reichswehr yönetiminin endişesi giderek artıyordu.
Hitler’in SA problemini çözememesi, Devlet Başkanı Hindenburg’un
ölümü durumunda ordu liderlerinin başka bir alternatif düşünmesinin
önünü açacaktı; bu durum monarşinin yeniden kurulmasıyla veya de
facto bir askeri diktatörlükle sonuçlanabilirdi. Böyle bir gelişme
çeşitli çevrelerin hoşuna gidebilir; sadece askeri kesimin değil,
otoriter, anti-demokratik bir devlet yönetimi isteyen ama Hitler
rejiminden hoşlanmayan bazı milliyetçi-muhafazakar grupların da
desteğini kazanabilirdi. Şansölye yardımcılığı görevindeki Papen,
ağır ağır, Nazi devrimindeki keskinliğin köreltilmesi umutlarının odak
noktası olma yolundaydı. Papen hâlâ cumhurbaşkanının favorisi
olduğundan, sayılan az da olsa böyle “reaksiyonerler” iktidar siyaseti
bağlamında göz ardı edilemezlerdi. Ayrıca iş dünyası liderleri
arasında, tırmanan ciddi ekonomik problemler dolayısıyla artan bir
kaygı söz konusuydu. Bu durum Hitler’in iktidarını, böylece de
rejimin kendisini sağlamlaştırması önünde gerçek bir tehditti.
Hitler artık harekete geçmek zorunda olduğu ana dek hiçbir şey
yapmadı. Reichswehr’ın baskısı, ayrıca Göring, Himmler ve
Heydrich’in entrikaları 1934 yazında meselenin artık bir karar
noktasına gelmesinde önemli rol oynadı. Ardından beş hafta içinde,
Uzun Bıçaklar Gecesi’yle SA yönetimi yok edildi (buna “reaksiyon”
içindeki önde gelen kişilerin öldürülmesi eşlik etti) ve Hindunburg’un
ölümü üzerine Hitler devlet başkanlığı görevini hızla devraldı (bunun
için kabine Hindenburg daha hayattayken bir yasa çıkarmıştı). Bu
beş hafta, mutlak iktidarın ele geçirilmesinde belirleyici bir evreydi.
I

Ernst Röhm’ün SA’sı 1933’ün ilk aylarında Nazi devriminin öncü


gücüydü. Örgütün içinde var olan yapısal şiddetin patlaması için
yukarıdan bir emir gerekmemişti. SA uzun süredir dizgin altında
tutulmuş, hesap gününü beklemesi söylenmişti. Şimdi artık
zaptedilmesi zordu. Siyasi düşmanlara yönelik nefret dolu intikam
orjileri, Yahudilere yönelik dehşet verici zalimlikteki saldırılar günlük
olaylar olmuştu. Bu çalkantılı aylar içinde gözaltına alınan takribi
100 bin kişinin büyük kısmı geçici SA hapishanelerine ve kamplara
tıkıldı. Sadece Berlin’de bunlardan yüzlerce vardı. Çoğu kurban,
insanlıkdışı işkencelere maruz kaldı. Nazilerin kendilerinin karısız ve
yasal bir devrim diye ilan ettikleri bu süreç içinde en az 500-600
kişinin öldürüldüğünü SA’nın beyanlarından anlamak mümkündür. 2 İlk
Gestapo şefi Rudolf Diels savaştan sonraki anlatısında, Berlin SA
hapishanelerinin birindeki koşulları şöyle betimlemiştir: “‘Sorgular’
dayakla başlıyor ve dayakla bitiyordu. Ara verildiğinde bir düzine
adam kurbanın üzerine çöküyor, demir çubuklar, lastik coplar ve
kırbaçlarla sille tokat girişiyordu. Kırık dişler ve kemikler yapılan
işkencenin kanıtıydı. Biz içeri girerken, cerahatlanmış yaralarıyla bu
canlı cenazeler çürümüş samanların üzerinde sıra sıra
uzanıyorlardı...”3
Cumhurbaşkanı Hindenburg, 1933 sonbaharında kendisine
gönderilen ve “sizin yöneliminiz altındaki Alman Reich'ında
gerçekleştirilen bu şiddet dolu faaliyetler ve yasa tanımazlık
(Wilkür)”la ilgili olduğu belirtilen mektuplardan birinde, şimdi artık
sıkıntı kaynağı olan sabık yoldaşı Erich Ludendorff “korkunç bir
şekilde tırmanan” “inanılmaz olaylar”ı bildiriyor ve Hindenburg'un
Cumhurbaşkanlığı döneminin son evresini “Alman tarihinin en
karanlık dönemi” diye tanımlıyordu. Mektuplar Hitler’e iletildi4 ama
Hitler’in disiplin çagrısı dikkate alınmadı. Röhm’ün emirleri bile
dinlenmiyordu. 5 Bu çağrılar gönülden değildi ve sadece taktik
amaçlıydı. Sahne arkasında ise Hitler, çoğu SA milisleri tarafından
işkenceye ya da kötü muameleye maruz kalmış tutukluların açtıktarı
davaları -genelde yönetiminden ve Reich Adalet Bakanı Günner'den
gelen ricaların ardından- birbiri ardına reddediyordu. 6
Terör esas olarak komünistlere, sosyalistlere ve Yahudilere
yöneldiği sürece, büyük ihtimalle, çok yaygın olarak tepki
çekmeyecek ve “milli kalkışma”nın “aşırılıkları” olarak
hafifsenecekti. Ama SA milislerinin zorba ve kaba davranışlarıyla boy
gösterdiği olayların sayısı öyle arttı ki, yaza dek Nazi yanlısı
çevrelerde bile açık bir hoşnutsuzluk baş göstermeye başladı. Bu
döneme dek, endüstri ve ticaret çevrelerinden, ayrıca yerel
hükümetlerden gelen şikayetler sel gibi akmıştı; hepsi de fırtına-
birlikçilerinin hoşgörülemez faaliyetlerinden ve yarattıkları
huzursuzluktan bahsediyordu. Dışişleri Bakanlığı da aşağılanan veya
kötü muamele gören yabancı diplomatlarla ilgili olarak kendi
şikayetlerini bildirmişti. SA bütünüyle kontrolden çıkma tehditi
içeriyordu. Adım atılması şarttı. 7 Kendisi Protestan Kilisesi içindeki
kargaşayla meşgul olan Cumhurbaşkanı Hindenburg, Hitler’den
düzeni inşa etmesini istedi. 8
Röhm Haziran 1933'te Nationalsozialistische Monatshefte’de
(Aylık Nasyonal Sosyalist) program bildiren bir makale
yayımladığında Hitler’in harekete geçmesi artık kaçınılmaz oldu.
Röhm bu makalede SA’nın amacının, devrim sürecinde yer almış ama
şimdi onu zayıflatmak ve ehlileştirmek isteyen gericilerin,
muhafazakarların ve oportünistlerin çabalarına karşı “Alman
Devrimi"ni sürdürmek olduğunu açıkça belirtiyordu. “SA ve SS,
Alman Devrimi’nin uykuya dalmasına ya da yan yolda, savaşçı
olmayanların ihanetine uğramasına izin vermeyecektir.” Makale
şöyle bitiyordu: “Hoşlarına gitsin ya da gitmesin, biz mücadelemizi
sürdüreceğiz. Eğer sonunda anlamını kavrarlarsa bu mücadeleyi
onlarla birlikte veririz! Yok, katılmak istemezlerse onlarsız veririz!
Ve eğer gerekirse: Onlara karşı veririz! ”9
Röhm Almanya’nın yeni yöneticilerine, devrimin onun için sadece
bir başlangıç olduğunun; kendisi ve yönettiği güçlü örgüt için -şimdi
milis sayısı yaklaşık olarak 4,5 milyondu- önde gelen bir rol
istediğinin sinyallerini açıkça veriyordu. 10
Şimdi ilk kez olarak, partinin paramiliter kanadının talepleriyle,
düzen için bastıran “büyük taburlar” arasında bir seçim yapmak
zorunda kalan Hitler, 6 Temmuz’da Reich valilerini Reich
Şansölyeliğinde toplantıya çağırdı. “Devrim sürekli bir durum
değildir,” diye açıkladı konuşmasında; “sürekli bir duruma da
dönüştürülmemelidir. Devrim ırmağının yönünü değiştirip onu evrimin
güvenli ırmağında özgürce akmaya bırakmalıyız.”11 Diğer Nazi
liderleri -Frick, Göring, Goebbels ve Hess ilerki haftalarda mesajı
iyice anladılar.12 Yanılgıya mahal vermez bir değişim süreci
yaşanıyordu.
Diğer yandan Röhm tutkularından vazgeçmemişti. Bu tutkular polis
ve asker üzerinde, ayrıca kamu yönetiminde geniş yetkilere sahip bir
“SA devleti” yaratılmasına denk düşüyordu. 1933’ün sonuna dek
bunların pek azı gerçekleşmişti. Göring yazın SA’yı Prusya’daki vekil
polislik görevinden almıştı. Ekim ayı itibariyle SA toplama
kamplarındaki kontrol görevinden de uzaklaştırıldı. 13 Ordu yönetimi
Röhm’ün, Reichswehrdan ayrı olarak büyük bir halk ordusu kurma
niyetlerine karşı en hassas duyargalarını açmıştı. Buna ek olarak,
özellikle Bavyera ve Prusya’da Lânder’deki hükümet dairelerine
bağlanan SA “Özel Komiserlikleri” (Sonderbeauftragte). önemli bir
rahatsızlık kaynağıydı; bu rahatsızlığın sebebi kontrolle ilgili işlevleri
değil danışmanlık rolleriydi. Yine de bunlar giderek sayılan anmakta
olan SA düşmanlarını kaygılanmaya yetecek düzeydeydi. Aralık
1933’te Röhm’e kabinede, belli bir bakanlık görevi olmaksızın Reich
Bakanı ünvanı verildiğinde, bu sadece diğer büyük yetkiler ve
görevler karşılığında onu avutmak anlamına gelmişti. Fakat Röhm’ün
tahayyülleri başkaydı: Bu atama, kurulacak “SA Bakanlığı” için bir
adım olabilir ve sonunda, neden olmasın, pek de gizleyemediği arzusu
gerçekleşip Savunma Bakanlığı ona verilebilirdi. Röhm’ün bu yöndeki
imaları Reichswehr yönetiminin sinirlerini iyice geriyordu. 14 SA’yla
işbirliğini sınırlamak ve onu askeri konuların dışında tutmak için ivedi
adımlar atılmalıydı. 15
Mesele sadece Röhm’ün tutkularından ibaret değildi. Nasyonal
Sosyalizm’in iktidara geldiği günden beri harikalarla dolu bir dünya
cennetinin beklentisinde olan, devasa Kahverengi Gömlekliler ordusu
içinde de büyük bir hayal kırıklığı vardı. Şu anda öfkelerini siyasi
düşmanlarına yöneltiyorlarsa da, mevkilerin, maddi ödüllerin ve
gücün önlerine serileceğine safça inanıyorlardı. Örgütün üst düzey
yöneticileri, şimdi kapsamlı bir devlet desteğine bel bağlayabilecek
olan bir organizasyonun önüne gelen finansal imkanlardan hiç şüphe
yok ki fazlasıyla faydalanıyordu. 16 Bu düzeydekilerin yaşam standartı
oldukça yüksekti. Fontainebleau şatosundan gelmiş maun iskemleleri
ve onaltıncı yüzyıl Floransa’sına ait duvar aynalarıyla Röhm’ün Münih
Prinzregentenplatz’daki yeni villasının dillere destan ihtişamı bunun
sadece tek bir örneğiydi. 17 Ama ne yazık ki bu fonlardan tabana pek
bir şey sızmıyordu. SA içinde işsizlik oranı ülke ortalamasının
üstündeydi. Çalışma disiplinlerinin olmadığı herkesçe biliniyordu ve
Nasyonal Sosyalistler iktidarda olmasına rağmen işverenler bir SA
üyesini işe almak istemiyorlardı. 18 SA içindeki “eski tüfeklerin
“burjuva” yetkililere veya parti oportünistlerine yönelik kızgınlıkları
çok derindi ve bu kızgınlığın, hakları olduğu düşünülen görevlere ve
maddi imkanlara ulaşma şanslarını engellediği düşünülüyordu. Buna
bağlı olarak, her ne kadar temelinde net bir sosyal değişim programı
yoksa da, “ikinci devrim” lafları sıradan fırtına-birlikçileri içinde
güçlü bir destek buluyordu.
Bu koşullar altında Ernst Röhm, 1934’ün başlarında bol bol
savurduğu, “milli kalkışmanın" başaramadığı şeyi yaratmak için
devrimin sürdürülmesi gerekliliğini ileri süren müphem tehditleriyle,
SA milisleri arasındaki popülaritesini arttırmakta hiç güçlük çekmedi.
Görünüşte Hitler’e sadakatini koruyordu. Ama kişisel olarak,
Hitler’in Reichswehr’a yönelik politikasını, ayrıca Blomberg ve
Reichneau’ya bağımlılığını kıyasıya eleştiriyordu ve onu SA liderliğine
yükselten kişi kültünün büyümesini engellemek için hiçbir şey
yapmıyordu. 19 1933’teki Reich Parti Zafer Gösterisi’nde Hitler’den
sonra en göze çarpan parti lideri o idi ve açıkça Führer’in sağ kolu
olarak tanımlanıyordu. 20 1934’ün başlarında Hitler SA’nın gazetesi
SA-Mann’ın sayfalarından sürüldü ve onun yerini büyüyen Röhm-kültü
aldı. 21
En azından görünüşte sadakatleri karşılıklıydı. 22 Hitler, 1934’ün ilk
aylarında da yapmaya devam edeceği gibi, SA ile Reichswehr
arasında salınıp duruyordu. Değil Röhm’ü görevden almak, kendisi
disiplini bile sağlayamıyordu. Siyasi olarak vereceği kayıpların yanı
sıra itibar ve popülarite kaybı da böyle bir hareketi riskli kılıyordu.
Ama iktidarın gerçekleri onu Reichswehr yönetimin tarafına geçmeye
zorladı. 23 Bu durum ancak şubatın sonunda netleşti. Bundan önce
Reichswehr yönetimini sakinleştirmeye çalışmış ama SA’nın askeri
alandaki iddialarının haksız olduğunu açıkça belirtmemişti. 24 Fakat
bundan sonra bile, bu siyasi tercihi hayata geçirmekte tereddüt
etti. 25 Sonuç ilkbaharda ve yazın başlarında krizin daha da
yoğunlaşması oldu.
2 Şubat 1934’te, Gauleiter’iyle yaptığı bir toplantıda Hitler SA’yı
isim vermeden gene eleştiriyordu. Yalnızca “budalalar” (Narren)
devrimin sona ermediğini düşünebilir; hareket içindeki bu kişiler
“devrim”i “sürekli bir kaos durumu” sanıyorlar. 26
Önceki gün Röhm Blomberg’e SA ile ordu arasındaki ilişkiler
hakkında bir anlaşma taslağı göndermişti. Aslına uygun bir
kopyasının elimizde olmadığı bu taslakta Röhm, görünüşe göre en
azından, ulusal savunmayı SA’nın sorumluluğuna almayı, ayrıca SA’ya
eğitimli kadro sağlamak için silahlı kuvvetlerin işlevinin azaltılmasını
talep ediyordu. 27 Talepler o kadar dangalakça olmalıydı ki, Blomberg,
ordu bölge kumandanlarının 2 Şubat’ta Berlin’deki toplantısında
konuşurken bu talepleri büyük ihtimalle bilerek çarpıttı veya yanlış
yorumladı. Tahmin edilebileceği üzere talepler dehşetle karşılandı. 28
Şimdi artık Hitler karar vermek zorunda, diye belirtti Blomberg. 29
Ordu Hitler’le lobi yaptı. SA’ya karşı Hitler’in desteğini kazanmak
için gayet bilinçli bir manevra yaptı ve Nazi yönetiminin hiçbir
baskısı olmaksızın, askeri giysilere Nazi amblemini ve subayların
yeminine “Ari Paragrafı” ekledi. Bu manevralar silahlı kuvvetlerin 70
üyesinin ordudan atılmasına yol açtı. 30 Aynı şekilde Röhm de Hitler’in
desteğini sağlamaya çalışıyordu. Ama Reichswehr'le, Hindenburg’un
desteği ile, kendi parti ordusu arasında bir seçim yapmak zorunda
olan Hitler için olası tek bir seçenek vardı.
Ordu kumandanları 27 Şubat’a dek çalıştılar ve Hitler’in ertesi gün
yapacağı konuşmaya temel teşkil edecek ve onun tarafından hiç
şüphesiz kabul görmüş olan “SA’yla işbirliğinin ilkeleri” adlı tasarıyı
hazırladılar. 31 28 Şubat’ta Reichswehr bakanlığında yapılan,
Reichswehr, SA ve SS liderlerinin katıldığı toplantıda Hitler, Röhm’ün
bir SA halk ordusu yaratma planlarını açıkça reddetti. SA
faaliyetlerini siyasi meselelerle sınırlı tutmalı, askeri konulara
karışmamalıydı. 32 Hitler gidişatı nasıl gördüğünü açıkladı. NSDAP
işsizliği ortadan kaldırmıştı, fakat fazladan nüfus için bir yaşam alanı
yaratılmadığı sürece yaklaşık sekiz yıl içinde bir ekonomik
çöküntünün (Durchschlag) gerçekleşmesi kaçınılmazdı. Bu tipik,
Hitler’e has bir retorikti, işsizlik ani bir düşüş göstermişti ama o
dönem de yok edildiği kesinlikle söylenemezdi. Ayrıca ciddi ekonomik
sıkıntılar kendini hâlâ şiddetle hissettiriyordu. Fakat Hitler her
zaman yaptığı gibi dinleyicilerine gene siyah-beyaz bir senaryo
çizmişti: Bu senaryoya göre, onun tanısı doğrultusunda ya “yaşam
alanı” ele geçirilecekti ya da geleceği kesin olan ekonomik çöküşle
yüzyüze kalınacaktı. Askeri sonuçlardan da bahsetti. “Buna bağlı
olarak, Batı’ya ve sonra da Dogu’ya karşı ani kararlı saldırılar
yapılması gerekecekti.” Fakat Röhm’ün varsaydığı gibi bir halk
ordusu, asgari düzeydeki bir ulusal savunmayı gerçekleştirmeye bile
uygun değildi. Reichswehr içinde, en modern silahlarla donanmış ve
iyi eğitilmiş bir “halk ordusu” (Volksheer) oluş turmaya kararlıydı. Bu
ordu beş yıl içinde savunma konusundaki tüm olasılıklara hazır
olmalı, sonraki sekiz yıl içinde de saldırıya geçecek potansiyele sahip
olmalıydı. “İç politikada verilen sözler tutulmalıydı, ama dış politikada
sözlerden dönmek mübahtı.” SA’dan emirlerine itaat etmesini
istiyordu. Planlanmış Wehrmacht’ın oluşturulmasından önceki bu
geçiş sürecinde, Blomberg’in, SA’nın fonksiyonunu sınırları korumakla
ve askeriye öncesi eğitimle sınırlama önerisine katılıyordu. Fakat
“ulusun silahlarını sadece Wehrmacht taşımalıydı.”33
Röhm ve Blomberg “anlaşma”yı imzalayıp, el sıkışmak zorunda
kaldılar. Hitler toplantıdan ayrıldı. Şampanyalar patlatıldı. Fakat
atmosfer hiç de dostluk kokmuyordu. 34 Subaylar gittiğinde, birileri
Röhm’ün şöyle dediğini duydu: “Bu komik onbaşının söyledikleri bizi
bağlamaz. Hitler hiç de sadık davranmıyor ve en azından onu
uğurlamamız gerekir. Eğer onunla olmuyorsa, o zaman her şeyi
Hitler’siz düşünürüz.” Bu kayda değer açıklamalan aklına yazıp
Hitler’e ileten kişi SA-Obergruppenführer'i Viktor Lutze idi.
Hitler’den alabildiği yanıt ise “bırakalım olaylar olgunlaşsın,” oldu. 33
Fakat 30 Temmuz olaylarından sonra yeni bir SA şefi gerektiğinde
Hitler’in adamı Lutze idi.
II

Hitler, aşırı bir güce sahip olan tebaası Kurmay Başkanı Ernest
Röhm’e haddini bildirmekten başka seçeneği olmadığını 1934’ün
başlarından beri biliyor gibidir. Ama Röhm’ün icabına nasıl
bakacaktır? İşte bu net değildir. Hitler sorunu erteleyip, olayların
akışına bırakır. 36 Aynı şekilde Reichswehr yönetimi de uygun zamanın
gelmesini beklemekte; olayların ağır ağır kızışacağını ve son bir
hesaplaşmayla işin biteceğini düşünmektedir. 37 Bu süreçte ordu ile
SA arasındaki gerilim iyice artar. Hitler SA’nın faaliyetlerinin takip
edilmesini emretmiştir. Gestapo şefi Rudolf Diels’in iler ki
dönemlerde yaptığı bir açıklamaya göre, Hitler Ocak 1934’te, ondan
ve Göring’den SA’nın aşırılıklarıyla ilgili bilgi toplamalarını
istemiştir. 38 Ocak ortalarından itibaren Reichswehr yönetimi kendi
gizli servisini SA’nın faaliyetlerini izlemekle görevlendirir, bu bilgiler
Hitler’e aktarılacaktır. 39 Nisan ayında Himmler ve Heydrich Prusya
Gestaposu’nun sorumluluğunu üstlenince, SA’nın dosyası gözle
görülür ölçüde kabarır. Bu dosyada Röhm’ün hem yurt dışındaki hem
de yurt içindeki bağlantıları vardır; yurt içindeki bağlantıları
arasında, eski Şansölye Schleicher gibi rejime uzak durduğu bilinen
birtakım şahsiyetler göze çarpmaktadır. 40
Bu döneme dek Röhm kendine bayağı güçlü düşmanlar edinmişti;
bunlar sonunda, SA’ya karşı bir kötülük birlikteliği olarak bir araya
geleceklerdi. Göring SA’nın Prusya’daki alternatif güç tabanını -ki
Şubat 1933’te SA’yı vekil polis yaparak bu tabanın oluşturulmasına
bizzat kendisi çok katkıda bulunmuştu- yok etmeye çok istekliydi.
Öyle ki 20 Nisan itibariyle Prusya Gestaposunun sorumluluğunu
Heinrich Himmler’in ellerine vermeye, böylece SS’in kontrolünde
merkezi bir polis devletinin oluşturulmasının yolunu döşemeye bile
hazırdı. Hem Himmler, hem de ondan çok daha soğukkanlı ve
tehlikeli hempası Reinhard Heydrich, -Üçüncü Reich’ta gücün ve
kontrolün temel çatısını oluşturacak- böyle bir imparatorluk kurma
hevesinin, elit SS’in üst organını, yani SA’yı. yok etmesine ve Röhm’ün
elindeki güç tabanını yok etmesine bağlı olduğunun farkındaydılar.
1933 Nisan’nında parti içinde, (parti meselelerinde) Führer Vekili
gibi gösterişli bir ünvanla örgütlenmenin başına getirilen Rudoir
Hess ve sahne arkasında giderek daha güçlü bir figür haline gelen
Martin Bormann, Röhm’ün adamları tarafından desteklenen siyasi
örgütlenme içindeki horgörünün ve SA’nın partinin yerini alma ya da
onu lüzumsuz hale düşürme tehditinin fazlasıyla farkındaydılar. 41
Daha önce de belirttiğimiz gibi ordu, Röhm’ün Reichswehr’ı bir halk
ordusuna bağımlı konuma düşürme niyetinden dolayı ona cephe
almıştı. SA’nın askeri tatbikatları yoğunlaştırması, büyük yürüyüşler
düzenlemesi, elinde ciddi oranda silah ve cephane bulunması ordu
yönetiminin sinirlerini iyice geriyordu. 42
Yegane ortaklığın SA belasından kurtulma kaygısı olduğu, birbiriyle
çatışan çıkar ve entrikalardan oluşan bu ağın merkezindeki Hitler,
iktidarın reel koşullarına yönelik keskin içgüdüleriyle, Röhm’den
kopmak zorunda olduğunu o ana dek açıkça anlamış olmalıydı. Bu
kopuşun ne kadar radikal olacağı o aşamada henüz net değildi. İngiliz
hükümetinde Lord Privy Seal’ın olduğu dönemde, şubat ve nisan
aylarında, Anthony Eden’e, SA’yı üçte iki oranında küçültmeye ve
kalanını da askeri amaçlar için kullanılmasını önlemek amacıyla
uluslararası denetime bırakmaya hazır olduğunu söylemişti. Eden’e,
sağduyusunun ve siyasi içgüdüsünün devlet içinde ikinci bir ordu
oluşturulmasına izin vermeyeceğini belirtmiş, “asla ve asla” diye de
yinelemişti. 43 Bu ibareler Batılı güçler açısından hem silahsızlanma
görüşmelerinde uzlaşmaya hazır olduğunun, hem de SA problemine
dair gelişmekte olan fikirlerinin ipuçlarını içeriyordu. Bu aşamada
Röhm’ün öldürülmesi komplosuna ve modern bir Saint-Barthelemy
Gecesi Katliamı planlandığına ilişkin bir işaret yoktu. Bunlar büyük
oranda son anda spontane gelişecek olaylardı. 44
Bu arada, 1934 ilkbaharı bitip de yaza girilirken SA problemi
rejimin varlığıyla ilgili beliren ilk krizin parçasıydı. Hitler durumun
gayet farkındaydı. Alman ekonomisinin durumu -hammadde
yetersizliği kronik bir sorundu, ihracat düşüyor ithalat büyüyordu,
para birimindeki hızlı düşüş korkunç bir seviyeye doğru gidiyordu-
büyük bir sallantı içindeydi. Yabancı basın Hitler hükümetinin
zamanından önce düşeceği tahminlerinde bulunuyordu. 45 22 Mart
1934’te Reich valileri ve partinin diğer üst düzey yetkilileriyle yaptığı
toplantıda Hitler meseleyi “bir felaketi önlemek” olarak koymuş;
partinin ve SA aktivistlerinin ekonomiye sürekli müdahalelerini
eleştirmişti. Büyük mağazalara yönelik boykotun sürmesi bir banka
krizine yol açabilir ve bu da ekonomik iyileşmeye yönelik tüm
umutları öldürebilirdi. Sunduğu bu karanlık tablo, iktisat
danışmanlarının dobra dobra yaptığı durum değerlendirmelerine
dayanıyordu. 46
1933’ün nefes kesen kalkışması sırasında ülkeyi baştan aşağı
heyecana boğan beklenti dolu “milli uyanış” havası, sıradan halk
kitleleri düzeyinde, yerini yaygın bir hoşnutsuzluğa ve eleştirellige
bırakmış, hayal kırıklığı ve maddi hüsran hakim olmaya başlamıştı.
“Sızlananlarla” mücadele etmek için mayıs ayında Goebbels
tarafından bütün bir ülkede başlatılan propaganda kampanyası büyük
bir başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Ülkenin dört bir yanından gelen
raporlar insanların ruh halinin kötüye gittiğini bildiriyordu. Eylül
1933’te Alman tarımını her açıdan yönlendirmek için, Tarım Bakanı
Walther Darré’ye bağlı olarak Reich Besin Varlıkları organizasyonu
kurulmuştu. Büyük ve hantal olan bu kurumun bürokratik
kontrollerinin getirdiği yüklere kızgın olan köylüler öfkelerini,
yalnızca “kodamanların” kâr ettiği sistemin çürümüşlüğüne,
rüşvetçiliğine ateş saçarak gösteriyorlardı. Korkutulmuş ve
yıldırılmış olan sanayi işçileri ise duygularını nisan ayındaki, yeni
kurulmuş “Mutemet Konseyleri” (Vertrauensräte) seçimlerinde açığa
vurmuştu. “Mutemet Konseyleri” Ocak 1934’te, büyük firmalarda
hem işverenlerin hem işçilerin çıkarlarını gözetme iddiasıyla eski “İş
Yeri Konseyleri'nin (Betriebsräte) yerine kurulmuştu. İşçiler bu
konseyleri -tam da oldukları gibi- işverenin kontrolünü sağlayan
araçlar, düzmece örgütlenmeler olarak görüyordu. Konsey seçim
sonuçları rejim için öylesine utanç vericiydi ki, hiçbir zaman
yayımlanmadı. Orta sınıf tüccarlar ekonomik açıdan önlerinde bir
umut olmamasından, para tedavülündeki ve kredilerdeki
kısıtlamalardan, hammadde azlığından ve hükümetin ticareti
canlandırmadaki başarısızlığından yakınıyorlardı. 47 Sayılan hâlâ
milyonları bulan işsizler açısından ise Üçüncü Reich, yapılan
propagandadaki tahayyüllerine hiç benzemiyordu. Hitler kitlesel
popülerliğini yine koruyordu. Fakat rüşvetçi ve zorba parti
görevlilerine yönelik eleştiriler çok yaygındı. SA’nın kibirli,
mütehakkim ve zorbaca davranışları pek çok kişi açısından Nazi
yönetiminin en tahammül edilemez tezahürleri arasındaydı. Kaldı ki
bu davranışlar Nazi sempatizanları tarafından bile ancak
komünistlere, sosyalistlere, yahudilere ve sevilmeyen diğer
azınlıklara yöneltildiği müddetçe kabul görüyordu.
Toplumun çok çeşitli kısımlarını kapsayan bu açık
memnuniyetsizlik, elbette ki, köklü bir muhalefet şeklinde kendini
göstermiyordu. Sosyal Demokratların sürgündeki liderlerinin de
kabul ettiği gibi, durum daha çok, “memnuniyetsizlikleri sırf
ekonomik nedenlere bağlı olanların" homurdanmalarından ibaretti.
Orta sınıfların ve köylülerin büyük çoğunluğu, eksiği gediği ne olursa
olsun Nazizm’i, -Hitler’in başarılı bir şekilde yegane alternatif olarak
ortaya koyduğu- Bolşevizm’e tercih ediyordu. Sürgündeki SPD'li bir
analistin yaptığı değerlendirme şöyleydi: “Özellikle Mittelstand'a
[orta sınıfa] ve köylülüğe mensup büyük kitlelerin zihninde, Hitler'in
düşüşünü izleyecek olan kaosa ve Bolşevizm’e yönelik kaygılar,
rejimin negatif kitlesel zeminini oluşturmaya devam etmektedir.”48
Pek çok kişi, kendini sadece Nazi yönetiminin başlangıç aşamasında
fazlasıyla ifşa etmiş olan rejimin “karanlık yüzü”nü işte bu anlayışla
değerlendiriyordu. Bu kötüydü, evet, ama Bolşevizm daha da kötü
olacaktı. Rejimin en fazla eza ettiklerinin -komünistlerin,
sosyalistlerin ve Yahudilerin-, bunu hak ettiğini düşünenler de az
değildi. Başka bir kesim ise, Cumhurbaşkanı Hindenburg’un
görüşlerini paylaşarak, böyle siyasi bir isyan ortamında, üç beş
istisna hariç, olan bitenin kaçınılmaz olduğunu, ancak belli bir süre
sonra düzenin tekrar oturacağını düşünüyordu. Dalkavuklarının
yapabilecekleri ne olursa olsun, çoğu kişi Hitler’in en iyi seçenek
olduğunu düşünüyordu. Hitler’e sadık milyonlarca kişinin coşkusunun
ve devam eden idealizmin yanı sıra, 1934 ilkbaharında Nasyonal
Sosyalizmin halk desteği anlamında zemin kaybettiği de bir
gerçektir. Fakat, ancak kısmen SA’nın tutumuna atfedilebilecek olan
bu durum, kendi içinde, rejim için bir tehlike olduğu anlamına
gelmiyordu.
Daha tehlikelisi, milliyetçi-muhafazkar elit kesimin, açılmasına
bizzat katkıda bulunduğu Pandora’nın Kutusu’ndan duyduğu artan
kaygı ve korkuydu. İçlerinden bazıları, kriz koşullarının bir parti
diktatörlüğü yaratmak için kullanılabileceğinin farkındaydı. Onlar
bunun düşüncesinden bile iğreniyorlardı çünkü hep istedikleri
partisiz ve kendi kontrolleri altında bir otoriter devlet olmuştu.
Hitler’in “ehlileştirilmesi” projesi 1933 yılında korkunç bir
başarısızlığa uğramıştı. Röhm’ün soytarılıkları ve “ikinci devrim”le
ilgili atılan vahşice çığlıklar ikinci bir alternatifi daha gündeme
getiriyordu. Muhafazakar sağın entelektüellerinden, Papen’in
konuşma metinlerini yazan Edgar Jung, Hitler için şöyle diyordu: “Bu
adamın iktidara gelmesinden hepimiz bir parça sorumluyuz.” “Onu
başımızdan gene biz def etmeliyiz.”49 Papen çevresinden bir başka
kişi, Papen’in basın sekreteri Herbert von Bose, rejime eleştirel
yaklaştığı bilinen çok sayıda generalle ilişkiye geçmek için şansölye
yardımcısının basın ajansı üzerindeki kontrolünü kullanıyordu. Onun
umudu, SA krizini Hitler’i zayıflatmak için kullanmaktı.
Hindenburg’un sağlık durumu göz önüne alındığında,
Cumhurbaşkanının yerini alacak kişiyi belirlemek acil bir ihtiyaç
olarak kendini gösteriyordu. Muhafazakarların umudu, ilk etapta
muhtemelen naip konumundaki bir Hohenzollern prensini öne
sürerek, monarşinin yeniden kurulmasıydı. Bu durumda Hitler’in
mutlak iktidara sahip olma şansı engellenecekti. Gerçekçi bir açıdan
bakıldığında bu stratejinin başarı kazanma şansı sınırlıydı, ama
Nasyonal Sosyalist rejiminin doğruluğu bu dönemde masaya
yatırılmış, sorgulanıyordu. 50
Nisan ayında Hindenburg’un ağır hasta olduğu biliniyordu. 51
Hitler’e ve Blomberg’e sonunun çok uzakta olmadığı zaten
söylenmişti. 52 Cumhurbaşkanı haziranın başında emekli oldu ve Doğu
Prusya’da Neudeck’teki malikanesine çekildi. Muhafazakarların en
önemli desteği şimdi artık faaliyet sahası dışındaydı ve yerine gelecek
kişinin pek yakında belli olması gerekiyordu. Üstüne üstlük Hitler,
batılı güçlerle silahsızlanma görüşmelerine yeniden başlamak için
SA’nın oluşturduğu engeli kaldırmak amacıyla, Mayıs sonunda SA’ya
askeri talimleri bırakmasını emretmiş; ve birkaç gün sonra Röhm’le
yaptığı son görüşmelerde SA’yı bir aylığına izine çıkardığını
söylemişti. 53
Durumu yatıştırmaya yönelik bu girişimler, Hindenburg’un
yokluğuyla birleşince, muhafazakarlar açısından vaziyeti
kolaylaştırmaktan çok güçleştirmişti. Bose inisiyatifi kaptırmak
istemiyordu. Jung’un aralık ayından beri Papen için, yeni devletin
“dejenerasyonu" (Entartung) konulu bir konuşma metni üzerinde
çalıştığını biliyordu. Tesadüf buya, Papen 17 Haziran’da Marburg
Üniversitesi’nde bir konuşma yapacaktı. Jung tarafından hazırlanan
ve tasarlanandan sekiz gün önce biten konuşma metni, bu olaya göre
uyarlandı. Konuşmanın tarzına dair müdahaleleri Papen’in sekreteri
yaptı. Ama konuşmanın bir kopyası Papen’e ancak Marburg’a gitmek
için yola çıkarken verildi ve herhangi bir değişiklik yapması önlendi. 54
Papen, bir sansasyon yaratarak, açıkça meydan okuyan konuşmasını
yaptı; bu konuşma, Alman devrimi kisvesi altında gerçekleştirilen
“bencilce, karaktersiz, samimiyetten ve şövalyece niteliklerden
yoksun, küstahça” eyleme karşı şiddetli bir saldırı ve “ikinci
devrim”in tehlikelerine karşı ateşli bir uyarıydı. Konuşmada “sahte
kişi kültü” bile eleştiriliyordu. “Büyük adam propagandayla
yaratılmaz, eylemleriyle kendiliğinden ortaya çıkar.” “Hiçbir ulus
sürekli devrim koşulunda yaşayamaz,” diye devam ediyordu
konuşmasına. “Sürekli dinamizm, sağlam bir temelin oluşturulmasına
izin vermez. Almanya, hiçkimsenin sonunu görmediği sürekli bir
huzursuzluk ortamında yaşayamaz.”55 Konuşma coşkulu alkışlarla
karşılandı. Goebbels dışarıda, konuşma metninin yayımlanmasını
yasaklamak için hemen harekete geçtiyse de, Almanya’nın en saygın
gazetelerinden biri olan ve Nazilerin basın üzerindeki yoğun
baskısından hâlâ kaçabilen Frankfurter Zeitung'da konuşmanın bazı
kısımlarının yayımlanmasını engelleyemedi. Konuşma metninin
kopyaları hem yurt içinde hem yurt dışında basına sızdı. 56 Her yerde
konuşmanın lafı ediliyordu. Üçüncü Reich, rejimin tam kalbinden ve
önemli bir şahsiyetten gelen böyle sert bir eleştiriye bir daha maruz
kalmayacaktı. Ama Papen ve arkadaşları yaptıkları eylemin, Hitler’i
“ehlileştirmek” amacıyla Cumhurbaşkanı tarafından destekleneceğini
ve ordudan teşvik göreceğini umut ediyorlarsa çok yanılıyorlardı. 57
Marburg konuşması, ayın sonunda gerçekleştirilecek olan kanlı
eylemin kararının alınmasını sağlayan tetikleyici unsur oldu.
Hitlerin “reaksiyonerler”e bakışında gözle görülür bir kötümserlik
görülmeye başlamıştı. Papen’in konuşmasıyla aynı günde, 17
Haziran’da, Thuringian Gau’sundaki Parti Kongresi sırasında Gera’da
yaptığı konuşmada isim vermeksizin Papen çevresinin faaliyetlerine
karşı öfkesini açıkça belirtmişti. Onları “cüceler” diye aşağılamış ve
görünüşe göre Papen’i de “küçük bir solucan”a benzetmişti. Ardından
da tehdit gelmişti: “Eğer herhangi bir anda, en ufak şekilde bile olsa,
eleştirilerinden öteye geçip yeniden yalan beyana (Meineidstat)
başvururlarsa, karşılarında 1918’in korkak ve çürümüş burjuvazisini
değil, bütün bir halkı bulacaklarından emin olabilirler. Halkın sımsıkı
kenetlenmiş yumruğudur bu ve en ufak bir sabotaj girişimine cüret
edenleri bile un ufak edecektir.”58 Bu ruh hali, 30 Haziran’da
muhafazkar “reaksiyon”un önde gelen üyelerinden bazılarının
öldürülmesi olayının habercisiydi. Aslında Papen’in konuşmasından
hemen sonra, SA’yla bir hesaplaşmadan daha olası görünen
“reaksiyonerler"e bir darbe gelmesiydi. 59
Konuşmanın yayımlanmasına konan yasak üzerine Papen Hitler’le
görüşmeye gitti. Goebbels’in bu davranışının ona istifa etmekten
başka bir alternatif bırakmadığını söyledi. Eğer yasak kaldırılmazsa
durumu Cumhurbaşkanına bildirmek niyetindeydi. Bunun üzerine
Hitler de kendisinin, konuşmada belirtilen politikaları hayata
geçirmeye hazır olduğunu bildirdi. Hitler parti üyeleri önünde attığı
tiraddakinden tamamen farklı bir tarzda, gayet zekice davrandı.
Goebbels’in bu davranışının yanlış olduğunu kabul etti, yasağın
kaldırılmasını emredecekti. SA’nın itaatsizliğini de eleştirdi; bu
konuyla ilgilenecekti. Bunlara karşılık Papen’den, tam bir durum
değerlendirmesi yapmak üzere birlikte Cumhurbaşkanıyla bir
görüşme yapana dek istifasını ertelemesini istedi. 60 Papen bu teklifi
kabul etti ve o anda tüm şansını yitirdi.
Hitler hiç zaman kaybetmedi. 21 Haziran için Hindenburg’la yalnız
bir görüşme ayarladı. Resmi kayıtlara göre görüşmenin amacı, birkaç
gün önce Venedik’te Mussolini’yle yaptığı konuşmayı tartışmaktı. 61
Savaş sırasında Belçika ve Fransa’da bulunmuş olduğu zamanları
saymazsak Hitler’in yurtdışına bu ilk seyahati Avusturya sorununu
dile getirmek için ona bir fırsat vermişti. Fakat hasta
Cumhurbaşkanını görmeye giderken Hitler’in aklında Mussolini ve
Avusturya yoktu.
Hindenburg’un konutunun, Schloss Neudeck’in merdivenlerini
tırmanırken Blomberg’le karşılaştı. Papen’in konuşmasının ardından
ortaya çıkan hezeyan içinde Cumhurbaşkanı tarafından görüşmeye
çağrılmış olan Blomberg, Hitler’e gayet dolaysız bir şekilde, ülke
içinde huzuru sağlamak için hemen önlem alması gerektiğini söyledi.
Eğer Reich hükümeti şu andaki gerginliğe bir çözüm bulamazsa,
Cumhurbaşkanı sıkıyönetim ilan edecek ve yönetimi orduya
devredecekti. 62 Meissner’in sonraki beyanına göre, Cumhurbaşkanı
Hitler’e “baş belası devrimcileri akla mantığa uygun bir zemine
getirmesini,” söylemişti. 63 Hitler artık daha fazla kaçamak
davranamayacağını anlamıştı. Harekete geçmeliydi. Ordunun
arkasında Cumhurbaşkanı vardı ve bu durumda orduyu
yatıştırmaktan başka çare yoktu. Bunun anlamı ise hiç gecikmeksizin
SA’nın gücünü yok etmekti.
Her ne yapılacaksa, SA’nın izinden döneceği 1 Ağustos gününe dek
yapılmalıydı. Muhtemelen, Hitler’in Hindenburg’la görüşmesinden
dört gün sonra, bir radyo konuşmasında Hess netameli bir şekilde
“bir ayaklanmayla devrime hizmet edeceğine inanarak sadakatinden
vazgeçen kişiye ne yazık!” şeklindeki tehdidi savurduğunda, SA’nın
tasfiye edilme kararı zaten alınmıştı. 64
Bu evrede Hitler’in tam olarak ne düşündüğünü bilmiyoruz.
Görünüşe göre, Röhm’ün görevden alınmasından ya da
tutuklanmasından bahsetmektedir. 65 Öte yandan, Heydrich’in SD’si -
labirentvari SS örgütlenmesinin dahili gözetimden sorumlu olan
bölümü- ve Gestapo bu dönem içinde, bir SA darbesinin eli kulağında
olduğuna dair uyan niteliğindeki raporları hazırlamakla meşguldü. SS
ve SD liderleri 25 Haziran’da gibi Berlin’de toplantıya çağrıldılar ve
bu toplantıda, her an gerçekleşebilecek olan bir SA ayaklanmasında
alınacak önlemler konusunda bilgilendirildiler. 66 Başına buyruk tüm
davranışlarına rağmen SA böyle bir girişimi hiç düşünmemişti. SA
yönetimi hâlâ Hitler’e sadıktı. Ama SA’nın, Röhm’ün bir darbe
planladığına inanmak için hevesle bekleyen tüm güçlü düşmanları
şimdi bu fikri coşkuyla kucakladı. Mayıs ve haziran aylarında SA
yönetiminin hırslarına dair giderek daha fazla şüphe içine düşen
Reichswehr, (küçük ölçekte bir örgütlenme olması ve -o dönemde-
işinin denetlemekle sınırlı olması nedeniyle askeriyeye tehdit arz
etmeyen) SS’e silah ve ulaşım imkanları sağladı. SA darbesinin yazın
veya sonbaharda olacağı düşünülüyordu. Bütün bir Reichswehr
yönetimi, -en önemli şahsiyetleri Blomberg ve Reichenau, onların
yanı sıra Fritsch ve Beck idi- Röhm’a karşı eli kulağında bir harekatın
hazırlığı içindeydiler. 67 SA’ya vurulacak bir darbe için uygun
psikolojik atmosfer hızla oluşturulmaktaydı. 26 Haziran günü alarm
çanları en yüksek sesle çalınmaya başlandı; sebep, Röhm’ün güya
Reichswehr’a yönelik bir saldırı hazırlığı için SA’nın silahlanmasını
emretmiş olmasıydı. Sahte olduğunu neredeyse kesinlikle
söyleyebileceğimiz ve kimin tarafından verildiğini asla
saptayamadığımız “emir”, her nasılsa bir şekilde yolunu bulup
Abwehr şefi, Yüzbaşı Conrad Patzig’in eline geçmiştir. Ertesi gün
Blomberg ve Reichenau Hitlere bu “kanıtı” sunarken Lutze de
oradaydı. Hitler iki gün öncesinden Blomberg’e, SA liderlerini
Tegemsee’de, Münih’in yaklaşık elli mil güney doğusunda -Röhm’ün
kaldığı ve ardından tutuklanacağı- Bad Wiessee’de toplantıya
çağıracağını çıtlatmıştır. Bu karar, görünüşe göre, 27 Haziran’da
Blomberg ve Reichenau’yla yaptığı toplantıda teyit edilmiştir. 68 Aynı
gün, Hitler’in ev korumalarının kumandanı (Leibstandarte-SS Adolf
Hitler,) SS-Obergruppenführer Sepp Dietrich, “Führer’in gizli ve çok
önemli bir görevi” için ihtiyaç duyulan silahlı güçleri toparlamak için
Reichswehr’la anlaştı. 69
III

“Harekatın zamanı, Hitler, Göring ve Lutze ile birlikte 28 Haziran


akşamı, Gauleiter Terboven’in düğünü için Essen’deyken belirlenmiş
gibi görünmektedir. 70 Düğün töreni sırasında Hitler Himmler’den bir
mesaj aldı. Mesajda üskar von Hindenburg un, babasının Papen’i
muhtemelen 30 Haziran’da kabul edeceğini bildirdiği belirtiliyordu.
Toplantıyı ayarlayanlar Herben von Bose ve Şansölye yardımcısının
özel sekreteri Fritz Günther von Tschirschky und Boegendorff idi. Bu
girişim, Edgar Jung’un Gestapo tarafından tutuklandığı haberinin
işitilmesi üzerine, yalnızca Röhm’ün ve SA’nın değil, bizzat Hitler’in
de yetkilerinin kısıtlanması için Cumhurbaşkanının onayını
kazanmaya yönelik son bir çabayı yansıtıyordu. 71 Hitler düğün
törenini hemen terk etti. Sigara ve içki içmeyen biri olarak bu tip
eğlencelerden zaten pek haz etmiyordu (aynı şekilde konuklar da bir
yandan onun varlığından onur duyuyor, bir yandan da yanında rahat
davranmıyorlardı). Oteline geri döndü. Lutze’ye göre, kaybedecek
hiç zamanı olmadığına karar vermişti: Darbeyi vurmak zorundaydı. 72
Röhm’ün yaverine telefonla, bütün SA liderlerinin 30 Haziran
sabahı geç vakitlerde, Bad Wiessee’de Hitler’le yapılacak olan
toplantıya katılmaları emri bildirildi. 73 Bu arada ordu alarma
geçmişti. Göring olayların kontrolünü ele almak üzere hemen
Berlin’e döndü; tek bir sözle, yalnızca SA’ya değil Papen grubuna da
saldırmaya hazır bekliyordu. 74 29 Haziran sabahı Elitler, olağandışı
bir duruma dair hiçbir şey belli etmeksizin, Westphalia’daki Reich
Çalışma Hizmeti (Reichsarbeitscdients) kamplarını teftiş etti. Ama
öğleden sonra, Rheinhotel Dreeşen’de, Berlin’den gelecek olan
Goebbels ve Seep Dictrich’le buluşmak üzere Bad Godesberg’e geçti.
Goebbels, Hitler’in “reaksiyon” konusuyla ilgilenmeyi geciktirmesi
karşısında çoktandır sabırsızlanıyordu. 75 Godesberg’e gelirken,
Papen ve grubuna vurulacak olan darbenin nihayet gerçekleşeceğini
düşünüyordu. Esas hedefin Röhm olduğunu ancak geldikten sonra
öğrendi. Hitler ona durumun ne kadar ciddi olduğunu açıkladı. Kanıt
olarak da, Röhm’ün Fransız sefiri François-Poncet, Schleicher ve
Strasser’le birlikte gizli bir komplo kurduğunu ileri sürdü (buna
inandığı açıktı). Bu yüzden hemen ertesi gün “Röhm’e ve onun
isyancılarına” karşı harekete geçmeye kararlıydı. Kan akacaktı.
İnsanlar, isyan edince kellerini de kaybedeceklerini anlamalıydılar.
Gerekli hazırlıklar büyük bir gizlilik içinde gerçekleştirilmeliydi. 76
Bu arada SA içindeki huzursuzlukla ilgili söylentiler Hitler’e
ulaştırılıyordu, Hitler’in ruh hali her dakika daha da
kötümserleşiyordu. Telefon çaldı. Berlin’de “isyancıların harekete
geçmeye hazırlandığı bildirildi. 77 Aslında ortalıkta bir darbe girişimi
falan yoktu. Ama SA’ya yönelik bir darbenin eli kulağında olduğuna
veya Röhm’ün görevden alınacağına dair söylentiler ortalıkta
dolaşıyordu ve Almanya’nın farklı yerlerindeki SA milis grupları bu
söylentiler nedeniyle çılgınca davranıyorlardı. Sepp Dietrich’e derhal
Münih’e gitmesi emredildi. Gece yarısından hemen sonra Münih’ten
Hitler’i aradı ve emirleri aldı: yanına Leibstandarte’nin iki bölüğünü
alacak ve sabah saat on bire dek Bad Wiessee’de olacaktı. 78 Sabah
iki sularında Hitler uçakla Münih’e gitmek üzere yola çıktı. Yanında
Goebbels, Lutze ve basın şefi Dietrich’in yanı sıra yaverleri
Brückner, Schaub ve Schreck vardı. 79 Münih’e girerken şafağın ilk
ışıkları söküyordu. Münih’te Gauleiter Adolf Wagner ve iki
Reichswehr subayı tarafından karşılandı ve kendisine, Führer’i
rencide edecek şekilde bagırıp çağıran Münih SA’nın şehirde silahlı
bir gösteriye kalkıştığı söylendi. Aslında ciddi bir kargaşa çıkmıştı
ama umutsuzluk içindeki fırtına-birlikçilerinin protesto eylemlerinin
en büyüğü de epi topu buydu; 3 bin silahlı SA milisi erken saatlerde
Münih’te oraya buraya saldırmış, SA’ya karşı “ihaneti” lanetleyerek
şöyle bağırmıştı: “Führer bize karşı; Reichswehr bize karşı; SA
sokaklarda.” Bununla birlikte Hitler Münih’te çıkan kargaşayı,
sabahın erken saatlerinde Münih’e varmadan önce duymamıştı.
Haberi alınca, Röhm’ün ihaneti olarak yorumladığı bu durum
karşısında -“hayatımın en karanlık günü” dediği işitilmişti- öfkeden
öyle gözü döndü ki ertesi sabaha dek beklemeyip hemen harekete
geçmeye karar verdi. 80
Hitler maiyetiyle birlikte hemen Bavyera İçişleri Bakanlığı’na gitti.
Yerel SA liderleri Obergruppenführer Schneidhuber ve
Gruppenführer Schmid derhal oraya çağrıldı. Onları beklerken
Hitler’in öfkesi iyice artmıştı. Şimdi artık, Reichstag yangını gecesini
andırır bir şekilde, neredeyse histerik bir hale girmişti. Schneidhuber
ve Schmid geldiğinde, hiçbir açıklama yapmalarına izin vermeden
omuzlarındaki rütbeleri söktü ve şöyle bağırdı: “Tutuklandınız ve
kurşuna dizileceksiniz.” Şaşkınlıktan ve dehşetten donakalmış olan
SA liderleri Stadelheim hapishanesine götürüldüler. 81
Hitler Dietrich’in SS’lerinin gelmesini beklemeden hemen Bad
Wiessee’ye gitmek istedi. Tegemsee’deki sayfiye yerinde Hotel
Hanselbauer’in önünde üç araba durduğunda saat 6 buçuğu biraz
geçiyordu. Röhm ve diğer SA liderleri gece kafaları çekmiş hâlâ
uyumaktaydılar. Hitler peşinde maiyeti ve bir grup polis olmak üzere,
elinde silahıyla Röhm’ün odasına daldı ve onu hainlikle suçladı
(şaşkınlığa uğramış olan Kurmay Başkanı bu ithamı şiddetle
reddediyordu) ve tutuklandığını bildirdi. Breslau SA lideri Edmund
Heines yakındaki bir odada genç bir erkekle aynı yatakta bulundu.
(Goebbels sonraları propagandasında SA’nın içinde bulunduğu ahlaki
rezilliği ifade etmek için bu sahneden fazlasıyla yararlanacaktı.)
Ardından Röhm’ün kadrosunun diğer üyeleri tutuklandı.
Tutuklananlar, Bad Wiesse’deki bir otobüs firmasından apar topar
kiralanan otobüsle Münih’teki Stadelheim hapishanesine götürülene
dek otelin bodrumunda tutuldular. Tutuktular bodrumda
bekletilirken, Hitler’in vereceği konferansa katılmak için Münih’ten
gelen bir kamyon dolusu SA milisi otele vardığında tehlikeli
olabilecek bir an yaşandı. Hitler dışarı çıkarak onlara bir söylev
verdi ve SA’nın liderliğini kendisinin devraldığını onlara Münih’e geri
dönmelerini emrettiğini söyledi. Gelenler itiraz etmeden emre
uydular. 82
Hitler ardından maiyetiyle birlikte Kahverengi Ev’e geri döndü.
Gün ortasında, “Senatörler Salonu’’nda toplanmış olan parti ve SA
liderlerine bir konuşma yaptı. Tehlikeli bir atmosfer vardı. Hitler
çılgınca bir öfke içindeydi. Orada bulunanlardan biri daha sonra,
konuşmaya başladığında Hitler’in tükürükler saçtığını hatırlayacaktı.
“Dünya tarihindeki en büyük ihanet”ten bahsetti. İddiasına göre
Röhm onu tutuklatmak ve öldürmek, Almanya’yı düşmanlarına teslim
etmek için Fransa’dan 12 milyon mark rüşvet almıştı. SA şefi ve
işbirlikçileri ibret olsun diye cezalandırılacaklardı. Hepsi de kurşuna
dizilecekti. 83 Nazi liderleri birbiri ardına, SA “hain”lerinin
öldürülmesini talep ettiler. Hess Röhm’ü kendi elleriyle vuracağına
yemin etti. 84
Odasına dönen Hitler, hapishane yönetiminin gönderdiği listede
isimlerini işaretleyerek Stadelheim’deki altı SA milisinin hemen
kurşuna dizilmesini emretti. 85 Tutuktular derhal cezaevinden
alındılar ve Dietrich’in adamları tarafından kurşuna dizildiler.
Göstermelik bir yargılama bile yapılmadı. Milislere kurşuna
dizilmeden önce tek söylenen şuydu: “Führer tarafından ölüm
cezasına çarptırıldınız! Heil Hitler!”86
Hitler’in derhal öldürülmeleri için listede işaretlediği altı isim
arasında Röhm’ünki yoklu. Bir tanık sonradan verdiği beyanında,
Hitler’in harekete olan önceki hizmellerinden dolayı Röhm’ü ayrı
tutacağını söylediğini işittiğini anlatmıştır. 87 Benzer bir ifade Alfred
Rosenberg’in günlüğünde de vardır. Rosenberg “Hitler, Röhm’ün
kurşuna dizilmesini istemiyordu.” diye yazmıştır. Hitler, Nazi ceza
imparatorluğunun başı Max Amann’a “Halk Mahkemesi’nden önce
bir zamanlar benim tarafımdaydı,” demişti. (Amann’ın bakış açısı
basitti: “Koca domuz gitmeliydi.” Hess’e Röhm’ü kendi elleriyle
vurmaya hazır olduğunu söylemişti. Hess hiç tereddütsüz, hayır,
ardından vurulacak olan ben olsam bile, bu iş bana düşer, diye yanıt
vermişti.)88
Hitler’in Röhm’e ölüm emri çıkarmaktaki tereddütünün asıl nedeni
büyük olasılıkla, dayanaksız bir isyan lafı ortaya atarak sağ kolu olan
bir adamı öldürmenin kendisine kaybettireceği itibardı. O an için
gene de, Röhm’ü öldürtme kararında duraksamışım Bu arada
Berlin’de böyle bir tereddütten eser yoktu. Bad Wiessee’den döner
dönmez Goebbels Göring’e telefon açtı ve şifreyi söyledi: "Kolibri”.
“Sinek kuşu” demek olan bu söz, başkentte ve ülkenin diğer
yerlerinde ölüm-mangalarının harekete geçmesi işaretini verecek
şifreydi. 89 Bavyera’da olduğu gibi olaylar büyük oranda spontane
gelişti. Göring daha sonra basın konferansında, verdiği görevi “bu
memnuniyetsizlere” darbe vuracak şekilde genişlettiğini duyurdu. 90
Esas olarak Papen grubundaki “reaksiyonerler”i ve eski Şansölye
Schleicher’i kastediyordu. Herbert von Bose, başbakanlık binasının
SS’lerce alt üst edilmesinden sonra bir Gestapo hücum taburu
tarafından hunharca öldürüldü. 25 Haziran’dan beri “ihtiyati olarak
tutuklu” bulunan Edgar Jung da öldürüldü; cesedi 1 Temmuz’da
Oranienburg yakınlarında bir hendeğin içinde bulundu. Papen’in
kadrosu tutuklandı. Öldürülmesinin diplomatik bir utanç olacağı kesin
olan Şansölye yardımcısı ise evine hapsedildi. Cinayetler, SA
yönetimiyle hiç ilgisi olmayanlara da uzanmıştı. Bir zamanlar Prusya
İçişleri Bakanlığında polis departmanının başında bulunan, "Katolik
Hareket”in başı Erich Klausner, Heydrich’in emriyle, bir SS suikast
timi tarafından hunharca katledildi. Eski hesaplar görülüyordu.
Gregor Strasser Gestapo merkezine götürüldü ve orada bir hücrede
öldürüldü. General Schleicher ve karısı evlerinde öldürüldüler.
Schleicher’in sağ kollarından biri olan Tümgeneral Bredow da
kurbanlar arasındaydı. Münih’le, Hitler’in eski danışmanı Ritler von
Kahr SS’ler tarafından alıp götürüldü ve cesedi daha sonra Dachau
yakınlarında bulundu. Müzik eleştirmeni Wilhelm Edüard Schmid
yanlışlıkla öldürüldü; SS’ler onu, bir zamanlar Otto Strasser’in
sempatizanı olan Dr. Ludwig Schmitt’le karıştırmışlardı. Münih ve
civarında, daha çok “yerel inisiyatifle” işlenen yirmi iki cinayetin
kurbanları arasında, Hitler’in ilk destekçilerinden, Mein Kampf’ın
yayıma hazırlanmasına yardım etmiş olan Pater Bernhard Stempfle
de vardı. Bu cinayetin hangi nedenle işlendiği bilinmiyor. Bu olayda
da bir isim karışıklığı söz konusu olabilir. Heines’ın idaresi altında SA
terörünün siyasi yaşama damgasını vurduğu Silezya’da da, cinayetler
merkezi bir yönerge olmaksızın tamamen hınç duygularıyla işlendi. 91
Kan dökme şehveti kendi seyrini yaratmıştı. Genel olarak "harekat”
kontrolden çıkmaya başlamıştı.
Hitler 30 Haziran akşamı on gibi, yorgun, süzgün ve traşsız bir
halde Berlin’e geri döndü. Göring, Himmler ve bir şeref muhafız
kıtası tarafından karşılandı. 92 Aynı akşam daha geç vakitlerde Göring
“harekat”ı sonlandırmayı önerdi. 93 Savaştan sonra Nuremberg’de
tutuklu oldukları sırada, Göring’in Papen’e kişisel bir konuşma
sırasında söylediğine göre, Hitler bu öneriyi, öldürülmeyi hak eden
daha pek çok kişinin olduğunu söyleyerek, istemeye istemeye kabul
etmişti. 94 Bununla birlikte Röhın hâlâ hayattaydı. Hitler, eski SA
Kurmay Şefi’nin kaderinin ne olacağı hakkında ertesi sabahın geç
vakitlerine dek tereddüt etti. Savaştan sonra verilen bir tanıklıkta,
göstermelik bir dava yapılmasından bahsedildiği belirtilmektedir. Bu
beyana göre, fikre sadece Hitler karşı çıkmıştır, sebep Röhm’ün
Fransız sefiri François-Poncet’le olan ilişkilerinin ifşasının
verebileceği zararlardır. 95 Hikâye pek inandırıcı görünmüyor.
Röhm’ün hemen öldürülmeme sebebi ne olursa olsun, Hitler Röhm’ün
ortadan kaldırılması yönünde Himmler ve Göring’den baskı görüyor
gibi görünmektedir. Hitler 1 Temmuz Pazar günü öğleden sonra,
Reich Şansölyeliği’nde kabine üyeleri ve eşleri için verilen garden
parti sırasında kararını verdi. O aşamada bile, Röhm’ün “cezasının
infaz edilmesi”ndense, onun hayatına kendi elleriyle son vermesini
istiyordu. Dachau toplama kampının komutanı Theodor Eicke’ye,
Stadelheim’a gitmesi emredildi; Röhm’e, kendini öldürerek
davranışının alçaklığını kabul etme şansı verilecekti. Eğer kabul
etmezse kurşuna dizilecekti. Eicke, yardımcısını, SS-Strumv
bannführer Michael Lippert’i ve kamptan üçüncü bir SS’i yanına
alarak Stadelheim’a gitti. Röhm’ün yanına bir silah ve völkischer
Beobachter'in son sayısı-“Röhm Darbesi”nin ayrıntılarını içeren özel
sayı- bırakıldı. Muhtemelen bunun Röhm’ü kendini öldürmekten
başka şansının kalmadığına ikna edeceğini umuyorlardı. Ama on
dakika geçtiği halde içerden bir silah sesi gelmemişti; silah, hücrenin
kapısının hemen yanındaki küçük masanın üzerinde, konulduğu yerde
öylece duruyordu. (Röhm’ün hayattaki bu son dakikalarını völkischer
Beobachter’i okumakla geçirip geçirmediği kayıtlarda
belirtilmemiştir.) Silah hücreden alındı. Eicke ve Lippert orada
ayakta, göğsü çıplak olarak duran ve konuşmaya çalışan Röhm’e
artık daha fazla bekleyemeyeceklerini belli edecek şekilde silahlarını
çekmiş olarak hücreye girdiler, dikkatle nişan aldılar ve ateş ettiler. 96
Hitler’in olayla ilgili duyurusu kısa ve özlüydü: “Eski kurmay subayı
Röhm’e ihanetinin sonuçlarına katlanma şansı verilmiştir. Bunu kabul
etmeyince kurşuna dizilmiştir.”97
2 Temmuz’da Hitler “temizlik harekatının bittiğini resmen
duyurdu. 98 Aynı gün Göring polise olayla ilgili tüm dosyalan yakmasını
emretti. 99 Bununla birlikle bütün dosyalar yok edilmemişti. Seksen iki
kurbanın ismini bilmemize yetecek kadarı kalmıştı. Bunlardan sadece
ellisi SA milisiydi. 100 Öte yandan bazı tahminlere göre işlenen toplam
cinayetlerin sayısı 150-200 arasındadır. 101
SA hâlâ şok ve belirsizlik durumundayken, Hitler’e sadık biri olan
yeni SA lideri Viktor Lutze yönetimi altında, geniş üye kitlesi içinde
tasfiyeler başladı. Bir yıl içinde üye sayısı yüzde 40 oranında azaldı.
İkincil konumdaki pek çok lider disiplinle ilgili meşelerden dolayı
görevden alındı. Röhm’ün örgüt içindeki gücünün temeli olarak inşa
ettiği yapılar birer birer çözüldü. SA askeri sporlarla ilgilenen bir
eğitim organı haline geldi. 102 Alternatif fikirler besleyen birileri hâlâ
kaldıysa, Hitler’in acımasız güç gösterisi onlar için hataya mahal
bırakmaz bir mesaj bırakmıştı.
IV

Katliamlar, hatta daha çok, devlet liderleri tarafından kullanılan


gangster yöntemleri Almanya dışında, dehşet ve korku yaratmıştı. 103
Almanya içinde ise durum farklıydı. Halkın Hitler’e yönelik minnet
duygularını açıkça ifade etmesi de artık pek uzakta değildi. Daha 1
Temmuz’da, Savunma Bakanı Blomberg silahlı kuvvetlerin bir
bildirgesinde, Führer’in “hainlere ve isyancılara” saldırıp, onları
ezmede gösterdiği “askerce kararlılığı ve örnek alınacak cesareti”
övüyordu. Silahlı kuvvetler minnettarlığını “bağlılık ve sadakatle
gösterecektir diye de ekliyordu. 104 Ertesi gün Cumhurbaşkanı
Hitler’e bir telgraf göndererek, “Alman halkını ciddi bir tehlikeden
kurtaran” “cesur kişisel müdahalesi” ve “kararlı girişimi” için “derin
şükranlarını” ifade etti. 105 Çok daha sonraları, ikisi de Nuremberg’de
hapisteyken, Papen Göring’e Cumhurbaşkanının kendi adına bir
kutlama telgrafı gönderip göndermediğini sordu. Göring yanıt olarak,
Hindenburg'un genel sekreteri Otto Meissner’in yarı şaka yarı ciddi
ona "metinden hoşnut kalıp kalmadığını” sorduğunu söyledi. 106
Elitler 3 Temmuz sabahı bakanlar kumlu toplantısında, Röhm’ün
“komplo"su hakkında uzun bir açıklama yaptı. Hareketinin hukuk dışı
olduğunu ileri sürecek savların varlığını düşünürek, davranışını
gemisindeki isyanı bastıran bir kaptanının davranışlarına benzetti; bu
durumda isyanı bastırmak için hemen harekete geçilmesi gerekirdi
ve resmi bir davanın görülmesine imkan olmazdı. Aynı şekilde
akabinde görülecek bir dava da olmazdı. Kahverengi Ev’in
Senatörler Salonu’nda çektiği tiraddaki dilin neredeyse aynını
kullanarak, bu olayın bir isyanın bastırılması anlamında yalnızca
asilere ibret olmakla kalmayıp, kellelerini riske attıklarını artık
bileceklerinden, rejime karşı komplo kuranlar için de caydırıcı
olacağını söyledi. “Verdiği bu örnek bütün bir gelecek için sağlıklı bir
ders olacaktı. Hükümetin otoritesine kalıcı bir denge getirmişti.”
Suçun varlığı her olayda tam olarak kanıtlanmamış olsa bile ve her
ölüm emri onun ağzından çıkmamış olsa da tüm sorumluluğu üzerine
alıyordu, çünkü atılan tüm kurşunlar Reich’ı korumuştu. Kabineden,
önlerine koyduğu Devletin Acil Savunma Yasa tasarısını kabul
etmesini istedi. Tek ve kısa bir paragraftan oluşan yasayı okudu:
“Vatana ihanetin ve devlete ihanet içerebilecek saldırıların
bastırılması için 30 Haziran’da, 1 ve 2 Temmuz’da alman önlemler,
devletin acil savunma gereksinimi çerçevesinde, yasaldır.” Reich
Adalet Bakanı, muhafazakar Franz Gürtner tasarının yeni bir yasa
yaratmadığını, sadece mevcut yasayı sağlamlaştırdığını açıkladı.
(Kabine tutanaklarında böyle bir kayıt olmamakla birlikte, resmi bir
bültene göre Gürtner, Hitler’in eylemlerinin yasal olmakla kalmayıp,
aynı zamanda “bir devlet adamının vazifesi” olarak görülmesi
gerektiğini eklemişti.)107 Reichswehr Bakanı Blomberg kabine adına
Şansölyeye “Alman halkını bir iç savaştan kurtaran cesur ve kararlı
eylemi" için teşekkürlerini sundu. “Reich Şansölyesi, Reich hükümeti
üyelerini ve bütün bir Alman halkını bu zor zamanda bağlılık ve
sadakat sözü vermeye çağıran bir ruhla, bir askerin ve devlet
adamının davranması gerektiği gibi davranmıştır.” Silahlı kuwetlerin
başının destek veren beyanıyla ve yargı sisteminin başının bu
acımasız şiddetin yasallığını kabul ettiğini bildiren açıklamasıyla,
Hitler’e devlet yararına cinayet işleme hakkı veren yasa oy birliğiyle
kabul edildi. Yasa Hitler, Frick ve Gürtner tarafından imzalandı. 108
Kabineye sunulan rapor, özünde, Hitler’in 13 Temmuz’da
Reichstag’da yaptığı uzun konuşmada öne sürdüğü gerekçelerin
temelini oluşturuyordu. Reichstag da bu konuşmayı yapmak için
yaklaşık iki hafta niçin beklediğini bilmiyoruz. Sebep zihinsel ve
fiziksel yorgunluğu olabilir. 4-5 Temmuz’da Flensburg’da yapılan ve
bu koşullarda bir konuşma yapmasının beklendiği Reichsleiter ve
Gauleiter’lerin toplantısında da görünmemişti. 109 Hindenburg’a rapor
vermek üzere Neudeck’de bir gece kaldı. 4 Temmuz’da geri
döndüğünde üzerindeki tek devlet görevi, iki gün sonra Ankara’daki
Alman sefirini kabul etmekti. 110 Hitler aynı gün, yani 6 Temmuz’da,
eskiden Polonya ve Finlandiya’da Amerikan sefiri olarak bulunmuş, o
andaysa ABD’de bir beşeri bilimler akademisinin başında olan
Profesör J. Pearson ile New York Herald'da yayımlanmak üzere bir
röportaj yapacaktı. Yabancı ülkelerdeki reaksiyonlarla ilgilendiğinin
bir işaretiydi bu. Pearson Hitler’e Schacht tarafından takdim edildi.
Schacht bu röportajı büyük olasılıkla, yurtdışında, özellikle iş
çevrelerindeki tepkileri yumuşatmak amacıyla ayarlamıştı. 111
Hitler’in Reichstag’ın önüne çıkmayı bu kadar geciktirmesinin
nedenleri arasında ortalığın biraz yatışması, Gestapo tarafından hâlâ
sürdürülen soruşturmalar doğrultusunda “komplo”ya dair ortaya
çıkabilecek başka açıklamaların beklenmesi,112 ayrıca bugüne kadar
yapacağı en güç konuşmayı hazırlamak için zamana ihtiyaç duyması
gösterilebilir. 113
Hitler’in 13 Temmuz’da Reichstag’da yaptığı iki saat süren bu
konuşma, eğer onun en iyi retorik performanslarından biri değilse,
hiç kuşkusuz en dikkate değer ve en etkili olanları arasındadır.
Atmosfer gergindi. Öldürülenler içinde Reichstag’ın on üç üyesi de
vardı; SA liderlerinin eski silah arkadaştarı ve dostları oradaydı.
Kürsünün çevresinde ve salonun çeşitli noktalarında mevzilenmiş
olan silahlı SS’lerin varlığı, Hitler’in parti üyeleriyle dolu bu salonda,
onların arasında bile ne kadar ihtiyatlı olduğunu gösteriyordu. 114
“İsyan”a dair tamamen uydurma, uzun bir anlatı sunduktan ve
General Schleicher’in, Tümgeneral Bredow ve Gregor Strasser’in
güya komploda oynadıktan rolü anlattıktan sonra, konuşmasının en
olağandışı bölümlerine geldi. Bu bölümlerde, Alman hükümetinin
başı, kitlesel bir cinayetten başka bir şey olmayan eylemin tüm
sorumluluğunu kabul ettiğini açıkça bildirdi. Savunmayı saldırıya
dönüştürmüştü. “İsyanlar ezeli, güçlü yasalarla bastırılır. Eğer
durumu mahkemeye götürmemekle suçlanacaksam, söyleyeceğim tek
bir şey vardır: O anda Alman ulusunun kaderinden ben sorumluydum
ve Alman halkının en yüksek yargıcı da (oberster Gerichstherr)
bendim... Bu ihanette en çok suçu olanların vurulmasını emrettim,
ayrıca içimizden ve dışarıdan sağlığımızı zehirleyen o çıbanın etlerin
yakılıp yok edilmesini emrettim.”115 Salon gürültülü tezahüratlarla
inliyordu. 116 Hitler’in raison d’etat [varlık nedeni] adına hukuk
düzeninin yerine acımasızca cinayetleri koyması yalnızca Nazi
Reichstag vekilleri arasında değil tüm ülkede alkışlandı. Nazilerin
özel dilinin “halkın sağlıklı duygularına” tercüman olması denilen şey
tam da buydu.
Halk sahne arkasında dönen iktidar oyunlarından, komplo ve
entrikalardan bihaberdi. Onların gördüğü, büyük oranda, kendilerine
ıstırap veren bir unsurun yok edilmiş olmasıydı. SA’nın solu ezip, yok
etme vazifesini tamamladıktan sonraki zorbalığı, kendini beğenmiş
küstahlığı, uyguladığı açık şiddet, yarattığı günlük huzursuzluklar ve
bu fırtına birlikçilerinin bir türlü zaptolunamazlığı, yalnızca orta
sınıfların değil tüm halkın düzen duygusunu zedeliyordu. Hitler’in bu
unsurları mahkemeye başvurmadan öldürmesi bir şok var atmadığı
gibi, tam tersine, pek çok insan, öne sürülen resmi darbe
senaryosunu da kabul ederek, bu davranışı liderlerinin hızlı ve kararlı
bir inisiyatifi olarak görüp alkışlamıştı. Führer bunu bilseydi,” sözü
Üçüncü Reich’ın ilk evrelerinde halkın ağzından eksilmeyen bir
sözdü. 13'ü sözle, olumsuz duygular yaratan durumlardan Hitler’in
haberi olmadığı farz ediliyor, böylece Führer bu olayların dışında
tutuluyordu. Ve bu olay, Hitler’in olan biteni öğrendiğinde, hiç
imtinasız fırtına gibi geldiğini, acımasızca ve kararlı bir şekilde
ulusun yararına gerekeni yaptığını gösteriyordu. Prag’da sürgündeki
SPD örgütlenmesi Sopade’nin basiretli bir şekilde belirttiği üzere,
yalnızca despotik SA’ya duyulan tiksinti değil, aynı zamanda Üçüncü
Reich’ın başından beri yasal normları sistematik olarak zayıflatmış
olan şiddetin kabulü de “alelacele ifa ediliveren adalete güçlü bir
sempati” beslenmesinin yolunu açmıştı. 117
Kanlı 30 Haziran 1934 günü olarak bilinen Uzun Bıçaklar Gecesi’ni
takip eden günlerde yetkililer “Führer’in enerjisinin, zekasının ve
cesaretinin tartışmasız kabul gördüğünü” belirtiyorlardı. 118
Saygınlığının, önceden Nasyonal Sosyalizm’e sempati duymayan
kişiler arasında bile arttığı iddia ediliyordu. Kuzeybatı Bavyera’nın,
1933’ten önce KPD’nin baskın olduğu küçük bir kasabasından gelen
raporda şöyle deniyordu: “İnsanlar Führer’e... yalnızca hayranlık
duymakla kalmıyor, ona resmen tapıyorlar.”119 Almanya’nın dört bir
yanındaki manzara aynıydı. 120 Hitler’in müdahalesi “kuvvetle
hissedilen baskıdan kurtuluş” olarak görülüyordu. 121 Bu fikir
ortamında Hitler 13 Temmuz’daki konuşmasıyla hedefi tam on ikiden
vurdu. Aldığı tepki çok büyük oranda olumluydu.
Aşırı güçlü SA yönetimi “küçük adam”a karşı yetkisini kötüye
kullanmış ve Hitler de “küçük adam”ın yanında yer alarak onları bu
zulümden kurtarmıştı. Halk duruma işte böyle bakıyor ve Hitler’e
hayranlık duyuyordu. Dahası, Hitler’in konuşmasında SA liderlerinin
içinde bulunduğu çürümüşlüğe ve ahlaksızlığa yaptığı vurgunun
halkın tepkisi üzerinde büyük etkisi olmuştu. 122 Hitler’in, yeni kurmay
subayı Viktor Lutze’ye 30 Haziran’da verdiği on iki maddelik emir
ağırlıklı olarak, SA içinde homoselesüelliğin, sefahatin, sarhoşluğun
ve lüks yaşamın engellenmesi üzerinde duruyordu. Hitler büyük
miktarda paranın ziyafetlere ve limuzinlere harcanarak kötüye
kullanıldığından açıkça bahsediyordu. 123 Röhm’ün, Heines’ın ve diğer
önde gelen SA liderlerinin homoseksüelliği -ki Hitler ve diğer Nazi
liderleri bunu yıllardır zaten biliyordu- Goebbels’in propagandasında
şok etkisi yaratacak şekilde özellikle öne çıkarılmıştı. Sopade gayet
isabetli bir şekilde, propagandanın başarısını “kitlelerin dikkatini
eylemin siyasi arka planından başka bir yöne çekmesine ve aynı
zamanda Hitler’i hareketi temizleyen kişi konumuna çıkarmasına”
baglıyordu. 124 Her şey bir yana, Hitler düzeni sağlayan kişi olarak
görülüyordu. "Düzenin sağlanması”nın temelinde hükümet başkanının
verdiği cinayet emirlerinin olduğu ya göz ardı ediliyor ya da -daha
büyük bir çoğunluk tarafından- onaylanıyordu. Hitler’in temizlik
harekatını partinin geri kalanında da uygulaması bekleniyordu.
Hitler’in kitlesel popülaritesiyle, partinin "küçük Hitlercikleri”
(ülkenin dört bir yanındaki köy ve kasabalarda rastlanan güç
manyağı önemsiz görevlileri) imajı arasında oluşmuş mesafenin bir
göstergesiydi bu. 125
Hitler’in devlet adına işlediği bu cinayetlere hiçbir çevreden itiraz
gelmedi. Katolik Hareketin başı Erich Klausener kurbanlar arasında
olmasına rağmen iki Kiliseden de ses çıkmadı. 126 İki de general
öldürülmüştü. Birkaç subay o an için bu olayın soruşturulması
gerektiğini düşündüyse de, çoğu SA’nın yok edilmesine kadeh
kaldırmakla meşguldü. Blomberg subayların Schleicher’in cenazesine
katılmasını yasaklamıştı. Bu emre yalnızca bir kişi, General
Hammerstein-Equord karşı geldi. 127 Buna göz yumulabilirdi.
Hammerstein Nazilere antipatisinden dolayı önceki şubatta ordu
kumandanlığı (Chef der Heeresleitunğ) görevinden istifa etmişti.
Artık çok önemsenen biri değildi. Açıkça yasadışı olan bu eyleme
hukukçulardan, gelen tepkinin iyi bir örneği, ülkenin önemli
hukukçusu Carl Schmitt’in Hitler’in konuşmasıyla ilgili 13 Temmuz’da
yayımlanan makalesiydi. Makalenin ismi şöyleydi: “Führer Yasayı
Koruyor". 128
SA’nın ezilmesiyle, rejimin dengesini ciddi bir şekilde bozan ve
Hitler’in konumunu doğrudan tehdit eden bir örgütlenme yok edilmiş
oldu. Kısırlaştırılmış SA artık hareketin sadık bir parçasından
ibaretti; (1938 Kasım pogromunda olduğu gibi) uygun zaman
geldiğinde aktivizmi Yahudilere ve diğer çaresiz hedef-gruplara
yönlendirilebilirdi. SA’nın güçsüzleştirilmesinde fazlasıyla çıkarı olan
ordunun desteği olmadan Hitler’in bu eylemi yapması imkansızdı. SA
artık ordu için bir tehdit oluşturmayacak, silahlanma planlarının
önünde bir engel olarak durmayacaktı. Ordu yönelimi rakibini alt
edişini ve Hitler’in devlet içinde onların gücüne arka çıkışını
kutlayabilirdi. "Reich Şansölyesi, dostumuz Röhm’ün SA’yı
Reichswehr’a dahil etme çabasının önünü keserek sözünü tuttu,” diye
yazıyordu Reichnau birkaç hafta sonra. "Onu seviyoruz, çünkü
gerçek bir asker olduğunu gösterdi.”129 Bununla birlikte ordunun
zaferi sahte bir zaferdi. 30 Haziran 1934 günü yaşanan olayların
karmaşıklığı orduyu Hitler’e daha yakından bağlamış, ama bunu
yaparken, Hindenburg’un ölümünün ardından Hitler’in gücünün daha
da arttırılması yönündeki yaşamsal adımın kapısını ardına dek
açmıştı. 30 Haziran’dan sonra generaller Hitler’in onların adamı
olduğunu düşünebilirlerdi. Gerçek ise farklıydı. Sonraki birkaç yıl,
“Röhm olayının” ordunun Hitler’in efendisi değil, maşası olma
yolundaki önemli bir aşama olduğunu gösterecekti.
Bu olaydan ciddi çıkar sağlayan ikinci unsur da SS idi. Hitler “SS’in,
özellikle 30 Haziran olaylarındaki büyük hizmetlerini göz önüne
alarak,” onu SA’ın emrinden çıkardı. 20 Temmuz 1934 gününden
itibaren SS sadece Hitler’e karşı sorumluydu. 130 Devasa ve
güvenilmez SA ya bağlı olmasındansa, kendi gücünün efendisi olarak,
sadakatinden şüphe edilmeyen, liderleri polis üzerinde tam yetki
hakkına sahip, daha küçük, elit bir muhafız birliği haline getirildi.
Hitler devletinin cephaneliğindeki en önemli ideolojik silah
oluşturulmuştu.
SA liderliğinin ezilmesi hiç yoktan Hitler’in göstermek istediği bir
şeyi göstermişti: Rejime karşı olanlar kellelerini kaybetme tehlikesini
göze almalıydılar. Potansiyel muhalifler, Hitler’in iktidarını korumak
için her şeyi yapabileceğini, onları yok etmek için en zalim yöntemleri
kullanmakta duraksamayacağını artık büyük bir kesinlikle
biliyorlardı. Yurtdışından durumu gözleyenler ise, bu aleni barbarlık
gösterisinden iğrenmelerine rağmen, Hitler’in gelecekte dış
politikada izleyeceği olası yöntemler bakımından bir ders
çıkarmadılar. Çoğu, her ne kadar zalimce de olsa SA’ya uygulanan
temizliği bir iç mesele olarak görüyordu - Al Capone’nin Saint
Valentine katliamındakine benzer bir kan gölü bu sefer siyasi
gangsterlerin ülkesinde ortaya çıkmıştı. Diplomaside Hitler’i hâlâ
ciddi bir devlet adamı olarak muhatap alabileceklerini
düşünüyorlardı. Sonraki yıllarda acı bir ders alacak ve Hitler’in dış
politikada işleri. 30 Haziran 1934’te olduğu gibi aynı vahşilik ve sinik
acımasızlıkla yürüttüğünü anlayacaklardı.
V

Bir hükümet başkanı olarak, kendinden bir önceki Şansölyeyi,


General von Schleicher’i öldürtmesi yurt dışında da şiddet
uygulamaktan çekinmeyebileceğini ima eden ilk olaylardandı.
Nitekim 25 Temmuz’da, Hitler Bayraeuth Festivali’ndeyken,
Avusturya SS’lerinin başarısız bir darbe girişiminde Avusturya
Şansölyesi Engelbert Dolfuss’u öldürmesi bunu kanıtladı.
Hitler, NSDAP’ın Avusturya kanadının başına atamış olduğu Alman
Reichstag vekili Theo Habicht’i, Dollfuss hükümetine baskı
uygulaması için aylardır serbest bırakmıştı. Dollfuss yönetimi altında
Avusturya faşist uygulamalarla yürüyen baskıcı bir tek parti
diktatörlüğü altındaydı. Siyasi parti yasağı yalnızca sosyalist ve
liberaller için geçerli değildi. Haziran 1933’ten beri Avusturya
NSDAP da yasaklanmıştır. 1934 ilkbaharından beri, yasaklı partinin
terör kampanyası hükümetten sert tepki almış ve bir karşı-terör
sarmalı yaratmıştı. Yeraltında mücadele veren, hiziplere bölünmüş
Avusturya Nazileri Berlin tarafından kendi kaderlerine terk edilmiş
olduklarını düşünüyorlardı ve Hitler’in 14-15 Haziran’da Venedik’le
Mussolini’yle buluşması üzerine bu duyguları iyice yoğunlaştı.
Mussolini İtalya’nın Dollfuss’u desteklediğini açıkça ifade etmişti.
Hitler seçim yapılmasını ve Nasyonal Sosyalistlerin Avusturya
hükümetine alınmasını istiyordu. Ama İtalya’yı karşısına almayı da
göze alamazdı ve durumu yakın bir gelecekte tekrar ele almak üzere
kendi haline bırakmaya hazırlanıyordu. Avusturya’nın bağımsızlığına
saygı duyacağına söz verdi. Fakat Avusturya’daki astları o kadar
sabırlı değildi, üstelik Berlin’in onları sattığından şüpheleniyorlardı.
Bombalı saldırılar arttı. Hitler’e durumun çok gergin olduğu söylendi,
her an her şey olabilirdi. Yeraltındaki SS liderleri ve parti görevlileri
darbe planları yapıyordu. 131
Hitler’in bu işlerdeki rolünü ve darbe planlarından ne ölçüde
haberdar olduğunu net olarak bilmiyoruz. 132 Darbe girişimini
başlatanların Avusturya Nazileri olduğu kesindir. Görünüşe göre
Hitler planın farkındadır ve onay vermiştir, ama bu kararı Avusturya
Nazilerinden gelen yanıltıcı bilgiler doğrultusunda almıştı. Hitler
önceki sonbaharda darbe fikrini reddetmişti. Mussolini’yle
görüşmesinden hemen sonra böyle riskli bir maceraya atılmaya
istekli olması pek muhtemel değildir. Bununla birlikte Habicht onu
yanlış bilgilendirmiş, Avusturya ordusundaki subayların bir darbe
planladığını söylemiş ve Nasyonal Sosyalistler’in Dollfuss
hükümetinin düşürülmesini destekleyip desteklemeyeceğimi
sormuştu. Hitler bu hareketin desteklenmesini kabul etti. 133 Habicht
Hitler’i bilerek mi kandırdı yoksa Hitler onun söylediklerini yanlış mı
anladı, bunu bilmiyoruz. Fakat Hitler’in, yanlış bir bilgilendirme
zemininde de olsa, olan bitenden haberdar olduğunu, o dönemde
Münih’teki VII. Ordu’nun Bölge Komutanı olan, eski Chef des
Truppenamts, General Adam’ın savaş sonrasında yayımladığı
hatıratından biliyoruz. 25 Temmuz sabahı yapılan bir toplantıda
Hitler Adam’a, Avusturya federal ordusunun o günlerde hükümeti
devireceğini söyledi. Adam bunu şüpheyle karşılayınca Hitler
ordunun hareketi başlatacağı ve bunun da sürgündeki Naziler'in
hemen geri dönmesinin yolunu açacağında ısrar etti. Adam’dan
Avusturya’ya onlara silah göndermek için hazırlık yapmasını
istiyordu. Adam’a Viyana’daki gelişmelerden onu haberdar edeceğine
söz verdi ve aynı günün daha ilerki saatlerinde telefon açarak
olayların gayet iyi gittiğini, Dollfuss’un yaralandığını bildirdi. 134
Aslında Avusturya ordusunun darbe planladığı falan yoktu. Olan
sadece Nazi aktivistlerinin kafasızca bir darbe girişimiydi. Nazi
hareketi içinde SA tarafından bile sabote edilen darbe girişimi hemen
bastırıldı. 135 Öldürülen Dollfuss'un ardından başa geçen Kurt
Schuschnigg yönetimi altında Avusturya otoriter rejimi, İtalya ve
Almanya’nın yırtıcı güçleri arasındaki gergin telin üzerinde yürüyerek
-o dönem için- varlığını sürdürdü.
Hitler’in uluslararası camiadaki utancı büyüktü, İtalya ile ilişkileri
ise ciddi oranda zarar görmüştü. 136 Bir süre için, İtalyanlardan
gelebilecek bir müdahale bile olası göründü. 137 Papen Hitler’i
neredeyse histerik bir hal içinde buldu, onu böyle bir belaya
sardıkları için Avusturya Nazilerinin budalalığına sövüp sayıyordu. 138
Alman hükümeti darbe girişimiyle bir ilgisi olmadığını göstermek için
ne yapsa ikna edici olmayacaktı. 139 Habicht görevden alındı.
Avusturya NSDAP’ın Münih’teki merkezi kapatıldı. Avusturya’da
Nazileri gemleyici yeni bir politika izlenmeye başlandı. 140 Ama en
azından bu talihsiz olayın Hitler’i memnun eden bir sonucu olmuştu.
Söylendiği üzere Göring’in belirttiği gibi ‘Röhm olayından beri
yolumuzun üzerindeki bir engelden başka bir şey olmayan Papen’e ne
yapacağı sorusunun yanıtını bulmuştu. 141 Onu Viyana’ya yeni Alman
sefiri olarak atadı. 142
VI

Bu arada Neudeck’te Hindenburg ölmek üzereydi. Önceki


haftalardan beri durumu gittikçe kötüleşmekteydi. İfa ettiği son
resmi görev Papen’in Viyana’ya atanmasıyla ilgili belgeyi imzalamak
oldu. Temmuz’un sonunda Cumhurbaşkanının ölüm döşeğinde olduğu
kamuoyuna açıklandı. 143 1 Ağustos’ta Hitler Neudeck’e uçtu.
Hindenburg onu Kayzer sanarak “Majesteleri” diye hitap etti. 144
Hitler o akşam kabineye doktorların Hindenburg’a yirmi dört saatten
daha az bir vakit biçtiklerini söyledi. 145 Ertesi sabah Cumhurbaşkanı
ölmüştü.
Mutlak iktidar hedefine bu kadar yaklaşmış olan Hitler hiçbir şeyi
şansa bırakmak istemiyordu. Yetki Yasası’nda Cumhurbaşkanlarının
haklarına dokunulmaması şartı açıkça belirtilmişti. Fakat 1
Ağustos’ta, Hindenburg hâlâ hayattayken Hitler, altında bütün
bakanlarının imzasının olduğu bir yasayla, Hindenburg’un ölümünden
sonra Reich Şansölyeliği görevi ile Cumhurbaşkanlığı görevinin
birleşmesini sağladı. 146 Bu hareket için belirtilen sebep,
“Cumhurbaşkanı” ünvanının merhumun “büyüklüğüyle” sadece ona
has bir şekilde bütünleşmiş olmasıydı. Hitler o andan itibaren
kendisine resmi karar doğrultusunda “daima”, “Führer ve Reich
Şansölyesi” olarak hitap edilmesini istiyordu. 19 Ağustos’ta “serbest
halk oylaması” yapılacak ve yetkilerindeki bu değişiklikler Alman
halkının onayına sunulacaktı. 147
1 Ağustos 1934’te çıkarılan “Alman Reich Devletin’in Başı Yasasını
imzalayanlar arasında Reichswehr Bakanı Blomberg de vardı.
Yasanın anlamı, Hindenburg’un ölümüyle birlikte Hitler’in otomatik
olarak silahlı kuvvetlerin başkomutanı konumuna gelecek olmasıydı.
Böylece Cumhurbaşkanının Başkomutan olması için ordunun hükümet
başkanına başvurması ihtimali ortadan kalkıyordu. 148 Reichsvvehr
yönetimi bu durumla pek ilgilenmedi. Blomberg ve Reichenau her
koşulda daha ileriye gitmeye kararlıydılar. Hitler’i silahlı kuvvetlere -
hayal ettikleri biçimde- daha fazla bağlamak için bu momentten
faydalanmak istiyorlardı. Fakat anıkları bu belirleyici adım tam tersi
bir etki yarattı. Blomberg’in daha sonra açığa vurduğu gibi, Killerden
böyle bir talep gelmeden ve ona danışmaksızın, o ve Reichenau
alelacele Führer’in şahsına yönelik koşulsuz bir sadakat yemini
tasarladılar; ve 2 Ağustos’la, neredeyse Hindenburg’un naaşı daha
soğumadan, silahlı kuvvetler mensubu tüm subay ve askerler
törenlerde bu yemini ettiler. 149 Blomberg büyük bir olasılıkla yemin
meselesini Hindenburg’un ölümünden hemen önce, muhtemelen 1
Ağustos’ta Hitler’le konuşmuştu (nitekim Hitler bu konudaki
teşekkürlerini sonradan kamu önünde bildirecekti). 150 Ülkenin dört
bir yanındaki birliklerin aynı günde yemin etmesindeki hız ve
koordinasyon önceden bir hazırlık yapıldığını göstermektedir. 151 Ama
Blomberg’in kendisinin bizzat ifade ettiği üzere inisiyatif Hitler’den
değil, Reichswehr yöneliminden gelmişti. Reichenau emrindeki iki
görevliden taslağı hazırlamalarını istemiş, sonra hızla kendi taslağını
dikte ettirmişti. Reichswehr bakanı olarak Blomberg’in yasal olarak
yemin üzerinde değişiklik yapma yetkisinin olmaması ve daha
önceden Cumhurbaşkanının şahsına değil anayasaya yemin etmiş
olması basitçe göz ardı ediliverdi. 152
Chef der Heeresleitung Wemer von Fritsch de dahil olmak üzere
ordu içindeki bazı gelenekçiler yeminin, Kayzerin yönelimi altında var
olan ilişki tarzını geri getirdiğini düşünüyorlardı. Ama Blomberg ve
Reichenau’nun düşünme tarzı daha modern ve iktidar siyaseti
bağlamındaydı. Onlar kişiselleştirilmiş bu sadakat gösterisiyle
Hitler’le özel bir ilişki geliştireceklerini ve bu ilişkinin Hitler’i Nazi
partisinden ayıracağını, Üçüncü Reich’ın “güç merkezi” olarak
ordunun hakimiyetini saglamlaştıracagını umut ediyorlardı.
Blomberg’in daha sonraki açıklaması şöyleydi: “Biz bayrak üzerine
ettiğimiz bu yemini Hitler’e Nasyonal Sosyalist Parti’nin başkanı
olarak değil. Alman halkının Führer’i olarak ettik.”153 Yemine karşı
subayların tepkisi farklı farklıydı. Bazıları şüphe veya tereddüt
içindeydi. Beck’in bu gün için “hayatımın en karanlık günü,” dediği
belirtilmektedir. 154 “Çok önemli bir yemin. Tanrı’ya dua edelim ki
Almanya’nın selameti için iki taraf da yemine aynı sadakada bağlı
kalsın,” diye yazıyordu Guderien. 155 Ama çoğunluk, bu yeminin yol
açabileceği durumlar üzerinde pek kafa yormadı. 156 Yemin devlete ve
Hitler’e bağlılık arasındaki ayrımı yansıtıyordu, bu ayrım tamamen
göz ardı edildi. Yemin karşı çıkmayı zorlaştırıyordu. İlerde Hitler’e
karşı bir komploya katılmakta tereddüt edenler için bir bahane de
oluşturacaktı. Reichsvvehr’ın hesapladığı gibi, Hitler bu yeminle
orduya bağımlı kılınmadı, tam tersine bu ordunun kendini Führer’e
zincirlerle bağladığı sembolik bir andı. 157
4 Ağustos’ta bir gazete sürmanşetten “Bugün Hitler tüm
Almanya’dır” diye ilan ediyordu. 158 Cumhurbaşkanının Doğu
Prusya’da, Birinci Dünya Savaşı’ndaki büyük zaferini kazandığı
yerde, Tannenberg Anıtı’nda düzenlenen debdebeli resmi cenaze
töreninde, sadece eşit güçte bir sadakat kaynağını temsil eden
Hindenburg’un, Hitler’in deyişiyle, “Valhalla’ya* girdiği” görüldü. 159
Hindenburg Neudeck’e gömülmek istemişti. Kendisine propaganda
fırsatı yaratma derdinde olan Hitler onun Tannenberg Anıtı’na
gömülmesinde ısrar etti. 160 Ayın ilk günlerinde yapılan sessiz darbe,
19 Ağustos’ta, adet yerini bulsun diye yapılan halk oylamasıyla
gereken onayı aldı. Resmi rakamlara göre seçmenlerin yüzde 89.9 u,
Hitler’in devlet başkanı, hükümet başkanı, parti lideri ve silahlı
kuvvetlerin Başkomutanı olarak şimdi artık sınırsız olan anayasal
yetkisini kabul etmişti. 161 Aslında sonuç Nazi liderliği açısından hayal
kırıklığı yaratıcıydı,162 onca baskı ve manipülasyon göz önüne
alındığında tahayyül edilebileceği kadar haşmetli bir destek gösterisi
olmamıştı ama yine de Alman halkının büyük çoğunluğunun, üstelik
çoğu coşkuyla olmak üzere, Hitler’in arkasında olduğu kanıtlanmıştı.
* İskandinav mitolojisinde, savaş alanında ölen kahramanların gittiği varsayılan yer. (Ç.N .)
Röhm olayını ve Hindenburg’un ölümünü izleyen haftalarda, Hitler,
1934 ilkbaharında ve yaz başlarında hayal etmesi bile güç olan bir
rahatlıkla, geriye kalan, konumunu tehdit edebilecek tüm unsurları
yok elti. Nüfusun büyük kısmının hayranlık beslediği “büyük
taburların desteğiyle artık kurumsal olarak karşı çıkılamaz bir
konumdaydı. Mutlak iktidarı ele geçirmiş, führer devleti kurulmuştu.
Almanya kendi yarattığı diktatörlüğe bağımlı hale gelmişti.
Krizlerle geçen yazın ardından eylül ayı itibariyle Hitler gene
Nuremberg Kongresindeki büyük propaganda sahnesinin
163
ortasındaydı. Geçen yılki gösterinin aksine bu yılki bilinçli olarak
Führer kültünün bir aracı olarak tasarlanmıştı. Hitler şimdi, ona
saygılarını sunmak için toplanmış olan hareketinin çok
üzerlerindeydi. Yetenekli ve cazibeli yönetmen Leni Riefenstahl
gösteriyi bir film haline getirdi ve bu film, gösterinin ardından
Almanya’nın dön bir yanında, insanların tıkış tıkış doldurduğu evlerde
izlenerek, Hitler’in yüceltilmesine kendi mühim katkısını yaptı. Filmin
ismini Hitler koymuştu: İradenin Zaferi. 164 Gerçekte, Hitler’in
zaferinde iradenin rolü pek azdı. Bu zafer, daha çok, yazınki iktidar
mücadelelerinde Alman devletini Hitler’in kullanımına sunarak çıkar
sağlayanların -ya da çıkar sağladığını düşünenlerin- sayesinde
gerçekleşmişti.
Diktatörün yaratılma süreci 1933’ün sonunda henüz tamamına
ermemişti. Siyasi arenada, pek az kişinin öngörebileceği bir hızla
gerçekleşen ve Hitler’in konumunu aşırı derecede güçlendiren
şaşırtıcı dönüşüme rağmen, devlet iktidarının sınırsızca
kullanılabilmesinin önünde iki mühim engel daha vardı; ve bu engeller
birbiriyle yakından bağlantılıydı.
Hitler’in ele avuca sığmaz parti ordusu SA, kuruluş amacını yerine
getirmişti. Bu amaç iktidarın alınması, gücün ele geçirilmesiydi. Her
şey bu tek hedefe göre ayarlanmıştı. İktidar alındıktan sonra
arkasından ne geleceği, yeni devlet içinde SA’nın amacının ve işlevinin
ne olacağı, sıradan fırtına-birlikçilerini şimdi hangi çıkarların
harekete geçireceği gibi soruların yanıtları hiçbir zaman
verilmemişti. Şimdi, “iktidarın ele geçirilmesinden” sonraki aylar
içinde, SA’nın “sokak serseriliği siyaseti” 1 devlet için parçalayıcı bir
güçtü. Bilhassa lideri Ernst Röhm’ün askeri tutkularıyla SA giderek
daha çok denge bozan bir faktör oluyor ve Reichswehr’le olan
ilişkilerde bu durum iyice göze batıyordu. Fakat SA’nın ortadan
kaldırılması ya da etkisiz hale getirilmesi basit bir mesele değildi.
Partiden çok daha büyük, devasa bir örgütlenmeydi söz konusu olan.
Hareket içindeki en ateşli (kelimenin tam anlamıyla) “eski tüfeklerin
çoğu SA’nın içindeydi. Ve SA, Hitler’in Şansölye olmasından beri Nazi
devriminin ilerleyişini sağlayan şiddete dayalı aktivizmin belkemiği
olmuştu. Önceki bölümlerde gördüğümüz gibi Röhm’ün ve Hitler’in
tutkuları hiçbir zaman örtüşmemişti. Partinin siyasi kanadına tabi
olmayı reddeden bu büyük paramiliter organizasyon, 1920’lerden
beri gerilime neden olmuş, zaman zaman da isyan çıkarmıştı. Fakat
tüm krizlerde Hitler SA’nın bağlılığını korumayı becermişti. SA
yönetimiyle çatışmak bu bağlılığı kaybetme riski demekti. Bu kolayca
yapılabilecek ya de hafife alınabilecek bir durum değildi. Bu ikilem
içinde SA’ya ne yapacağını bilemeyen Hitler aylardır eli boş duruyor,
büyüyen bu gerginliği çözmek için hiçbir şey yapmıyordu. Genel
davranış özelliğine uygun olarak en sonunda, artık -mutlak zalimlik
dışında- hiçbir seçenek kalmadığında harekele geçti.
SA sorunu, Hitler’in iktidarının sağlamlaştırılmasının önündeki bir
diğer tehditle göbekten ilişkiliydi. Cumhurbaşkanı Hindenburg
yaşlıydı vc sağlığı yerinde değildi. Halefinin kim olacağı sorunu yakın
bir gelecekle ortada belirecekti. “Eski” Almanya’nın, “eski”
Prusya’nın sembolü olan Hindenburg, yeni devlete sadakat
konusunda ikircikli olan güçlü odakların arkasındaki göstermelik
figürdü. Bu odaklardan en önemlisi, Devlet Başkanı Hindenburg’un
yüce kumandanı olduğu ordu idi. SA’nın askeri bir hava takınması
karşısında Reichswehr yönetiminin endişesi giderek artıyordu.
Hitler’in SA problemini çözememesi. Devlet Başkanı Hindenburg’un
ölümü durumunda ordu liderlerinin başka bir alternatif düşünmesinin
önünü açacaktı; bu durum monarşinin yeniden kurulmasıyla veya de
Facto bir askeri diktatörlükle sonuçlanabilirdi. Böyle bir gelişme
çeşitli çevrelerin hoşuna gidebilir; sadece askeri kesimin değil,
otoriter, antidemokratik bir devlet yönetimi isteyen ama Hitler
rejiminden hoşlanmayan bazı milliyetçi-muhafazakar grupların da
desteğini kazanabilirdi. Şansölye yardımcılığı görevindeki Papen,
ağır ağır, Nazi devrimindeki keskinliğin köreltilmesi umutlarının odak
noktası olma yolundaydı. Papen hâlâ cumhurbaşkanının favorisi
olduğundan, sayılan az da olsa böyle “reaksiyonerler” iktidar siyaseti
bağlamında göz ardı edilemezlerdi. Ayrıca iş dünyası liderleri
arasında, tırmanan ciddi ekonomik problemler dolayısıyla artan bir
kaygı söz konusuydu. Bu durum Hitler’in iktidarını, böylece de
rejimin kendisini sağlamlaştırması önünde gerçek bir tehditti.
Hitler artık harekete geçmek zorunda olduğu ana dek hiçbir şey
yapmadı. Reichswehr’ın baskısı, ayrıca Göring, Himmler ve
Heydrich’in entrikaları 1934 yazında meselenin artık bir karar
noktasına gelmesinde önemli rol oynadı. Ardından beş hafta içinde,
Uzun Bıçaklar Gecesi'yle SA yönetimi yok edildi (buna “reaksiyon”
içindeki önde gelen kişilerin öldürülmesi eşlik etti) ve Hindunburg’un
ölümü üzerine Hitler devlet başkanlığı görevini hızla devraldı (bunun
için kabine Hindenburg daha hayattayken bir yasa çıkarmıştı). Bu
beş hafta, mutlak iktidarın ele geçirilmesinde belirleyici bir evreydi.
XIII
FÜHRER İÇİN ÇALIŞMAK

“Führer’in ruhuna uygun olarak çalışmak tek tek her bireyin


vazifesidir.”

Werner Willikens, 21 Şubat 1934

“Führer dış politikayı düşünerek Yahudilere yönelik bireysel


eylemleri görünüşte yasaklamıştır. Ama gerçekte, her bireyin
kişisel inisiyatifiyle en sert ve en radikal biçimde Yahudilikle
mücadeleye devam etmesinde tam bir mutabakat vardır.”

Hessen'in aktardığı bir görüş, Mart 1936

"Takdiri ilahinin benim için çizdiği yolda bir uyurgezerin


eminliğiyle yürüyorum."

Hitler. 14 Mart 1936


Führer’in er ya da geç yapmaya niyetlendiği şeyleri yukarıdan
emir olarak pek ender gönderdiğini, bunu gözlemleme fırsatı
bulmuş olan herkes bilir. Tam tersine, bugüne kadar yeni
Almanya’da, deyim yerindeyse, Führer için çalışan herkes onun
namına en iyisini yapmıştır.

Prusya Tarım Bakanlığı müsteşarı Werner Willikens’in 21 Şubat


1934’te, Berlin’de, Lânder tarım bakanlıklarından gelen temsilcilerin
katıldığı toplantıda yaptığı konuşmanın ana teması buydu. Willikens
konuşmasına şöyle devam etti:

Önceki yıllarda bireyler, pek çok yerde ve sık sık yukarıdan bir
emir ya da komuta beklerdi. Ne yazık ki gelecekte de durum
böyle olacak gibi görünüyor. Ama bugün, Führer’in ruhuna
uygun olarak çalışmak tek tek her bireyin vazifesidir. Hata
yapanlar bunu gecikmeden fark edecektir. Ama Führer’in
çizgisinde ve amaçları doğrultusunda onun için doğru biçimde
çalışan kişi, evvelce olduğu gibi gelecekte de en büyük ödülü
alacak, bir gün aniden çalışmasının yasal olarak onaylandığını
görecektir. 1

Sıradan bir konuşmada geçen bu yorumlar, Üçüncü Reich’ın nasıl


işlediğini gösteren bir anahtarı bize sunmaktadır. 1934 Ağustos’unun
başında Hindenburg’un ölümü ile 1938’in ocak sonuyla şubat
başlarında yaşanan Blomberg-Fritsch krizi arasında kalan dönemde,
Führer devleti biçimini almıştır. Bunlar -daha o zamanlarda sayıları
gittikçe artan Nazi kurbanlarının değilse de- o dönemde yaşayan
çoğu insanın aklında Üçüncü Reich’ın “iyi” yılları olarak kalan
“normal” yıllardır. 2 Fakat bunlar aynı zamanda, Nazi rejiminin
karakteristik bir özelliği olan “topyekûn radikalleşme”nin3 hız
kazandığı yıllardır. Bu sürecin bir özelliği, Hitler’in kişiselleştirilmiş
yönetim biçiminin, bir yandan idari mekanizmayı bozarken, diğer
yandan “Führer’in iradesine" farklı biçimlerde bağlı, birbiriyle
rekabet içinde ve işlevleri örtüşen çok sayıda etkin kurum yaratarak,
hükümeti parçalara bölmesiydi. Aynı zamanda. Hitler’in kendi
Weltanschauung’unun merkezindeki ırkçı ve yayılmacı hedeflerin,
ağır ağır, çok daha göze batar biçimde odak noktasına gelmesi de
yine bu yıllar içinde olmuştur. Fakat bu hiçbir şekilde doğrudan
Hitler’in eylemlerinin bir sonucu değildir. En önemlisi, Hitler’in 1934
yazından sonra kurumsal olarak karşı çıkılamaz hale gelmiş olan
prestij ve iktidarının yine bu yıllar içinde mutlak bir hal almış
olmasıdır. Bu sürece son noktayı koyan şey ise, 1938’in başlarında,
ordu içindeki üst düzey iki liderin özel yaşamlarıyla ilgili bir skandalın
ardından, bir zamanlar güçlü olan subaylar sınıfının otoritesinden ve
bağımsız güç tabanından geriye kalanı kendi elleriyle teslim
etmesidir. 4
Bu üç eğilim -kolektif hükümetin erozyonu, çok daha net ideolojik
hedeflerin ortaya çıkması ve Führer’in mutlakiyeti- birbiriyle
yakından ilişkiliydi. Hitler’in özellikle dış politikadaki şahsi eylemleri
bu gelişmenin yaşamsal adımlarıydı. Ama belirleyici unsur, Werner
Willikens’in konuşmasında bilmeden öne çıkardığı şeydi. Hitler’in
kişiselleştirilmiş yönetim biçimi, aşağıdan gelen radikal inisiyatifleri
iş başına davet ediyor ve böyle girişimlere, onun geniş kapsamlı
olarak tanımladığı hedeflerine bağlı kaldıkları sürece destek
sunuyordu. Bu durum, rejimin bütün düzeylerinde, birbirine rakip
etkin kurumlar ve bu kurumlar içindeki bireyler arasında şiddetli bir
rekabeti kışkırtıyordu. Üçüncü Reich’ın Darwinist cengelinde gücün
ve başarının yolu, “Führer’in iradesini” önceden tahmin etmekten,
onun hedefi ve isteği olduğu farz edilen şey için direktif beklemeden
inisiyatif almaktan geçiyordu. Parti görevlileri ve ideologları, SS’in
“iktidar teknokratları”, “Führer için çalışmak” ibaresine kelimesi
kelimesine bir anlam yüklüyor olabilirlerdi. Ama, metaforik olarak,
komşusunu SS’e ihbar eden sıradan vatandaşlar, başkalarına siyasi
iftiralar atarak kişisel husumet ve kızgınlıklarını doyuranlar, Yahudi-
karşıtı yasalar sayesinde Yahudi rakiplerinden kurtuldukları için
memnuniyet duyan işadamları ve günlük olaylarda başkalarının
zararına olacak şekilde rejimle ufak tefek işbirliğine giren çok
sayıdaki insan -itkileri ne, olursa olsun- dolaylı olarak “Führer için
çalışıyordu”. Bunlar sonuç olarak, Führer’in “misyonunda cisimleşmiş
siyasi hedeflerin ağır ağır somut şekillerini aldığı, durdurulamaz bir
radikalleşme sürecinin devam etmesine yardım ediyordu.
“Führer için çalışarak” inisiyatifler konuyor, baskılar uygulanıyor,
yasalar çıkartılıyor ve bütün bunlar Hitler’in amaçları olarak
düşünülen bir çizgiye denk düşecek biçimde, yukarıdan direktif
beklemeksizin yapılıyordu. Sonuç, siyasetin sürekli bir şekilde
radikalleşmesi ve böylece Hitler’in ideolojik dayatmalarının,
uygulanabilir siyaset seçenekleri olarak daha açık şekilde gözler
önüne serilmesiydi. Hükümetin resmi mekanizmasının parçalanması
ve buna eşlik eden ideolojik radikalleşme, kaçınılmaz bir şekilde ve
doğrudan doğruya Hitler’in bu kişiselleştirilmiş özel yönetim
biçiminden kaynaklanıyordu. Öte yandan bu iki faktör, Hitler’in
kişiselleştirilmiş iktidarının kendini tüm kurumsal kısıtlamalardan
kurtarabilmesini ve mutlak bir hal alabilmesini sağlayan süreci kesin
bir şekilde biçimlendiriyordu.
Bu süreç içinde Hitler’in kendine olan güveni artarak zaten şişkin
olan egosunu iyice şişirdi (bu güven kazandığı her uluslararası
“zafer’le daha da artıyordu; fakat bu “zaferleri diğerlerinin
korkaklığı karşısında kendi cüretkarlığı sayesinde kazanıyor gibi
görünse de, gerçekte, olsa olsa iskambil kağıtlarından yapılmış bir ev
kadar sağlam olan Avrupa devlet sistemini ittirip kaktırmadan başka
bir şey yapmıyordu), megalomanca eğilimlere dönüştürdü, askeri
yönetimde ve dışişlerinde daha temkinli davrananlara karşı açık bir
horgörü beslemesine neden oldu. Kazanılan her başarı aynı zamanda,
Hitler’in halktan gördüğü desteğin artmasını garanti altına alıyor,
muhalefetin umutlarını azaltıyor ve siyasi elit sınıf içinde hâlâ
tereddüt eden kişiler kaldıysa onları Hitler’in açık üstünlüğünü
tereddütsüz kabul etmeye itiyordu. Führer kültü doruğa ulaşırken,
Hitler’in de ona yenik düştüğü daha açık görülüyordu. Ren
Bölgesi’nin işgaliyle dış ilişkilerde tırmanan gerilim, bu süreçteki
önemli bir evreye işaret ediyordu. Ren Bölgesi krizinin başarılı
sonucu Hitler’in o güne kadarki en büyük zaferiydi. Bu noktadan
itibaren kendi “mitine” çok daha büyük bir imanla inanmaya başladı.
I

Hitler’e yakın olan kişiler daha sonraları, Hindenburg’un ölümünün


ardından onda önemli bir değişiklik hissettiklerini ileri sürmüşlerdir.
Basın Şefi Otto Dietrich’e göre, “artık mutlak bir yönetici olarak yeni
icraatların arayışında olan” Hitler için 1935 ve 1936 yılları, “yurt
içinde reformlar yapan ve halkın toplumsal lideri olan birinden,
uluslararası siyasetteki bir kumarbaza ve dış ilişkilerde gaddar bir
eşkiyaya” dönüşüm sürecindeki “en önemli” yıllardır. “Bu yıllar
içinde,” diye devam eder Dietrich, “Hitler’in tavır ve davranışlarında
belli bir değişim fark edilmeye başlamıştı. Kendisi tarafından
çağrılmadığı sürece, politik meseleleri konuşmaya gelen ziyaretçileri
kabul etmekte giderek daha isteksiz davranıyordu. Aynı şekilde,
maiyetiyle arasına ruhsal açıdan ne büyük bir mesafe koyduğunun da
farkındaydı. Bu kişiler, Hitler iktidara gelmeden önce farklı siyasi
fikirlerini ona açma şansına sahipken, şimdi devlet başkanı ve
saygıdeğer bir kişi (Respektsperson) olarak, kendisi istemedikçe
önünde siyasi tartışmalar yapılmasına izin vermiyordu... Hitler
görüşlerine itiraz edilmesinden ve yanılmazlığına yönelik şüphelerden
nefret etmeye başlamıştı... Konuşmak istiyordu, dinlemek değil.
Çekiç olmak istiyordu, örs değil.”5
Ağustos 1934’de iktidarını sağlamlaştırma süreci sona erdiğinde,
Hitler’in yurtiçi politikadan giderek çekilmesi, Dietrich’in sözlerinin
de düşündürdüğü gibi, yalnızca bir karakter vc tercih meselesi
değildi. Bu doğrudan lider olarak konumuyla ilgiliydi; prestijinin ve
imajının benimsenmeyen politik tercihlerle ilişkilendirilip
lekelenmesine veya bu sebeplerle mahçup edilmeye izin veremezdi.
Hitler, rejimin bütünleyici merkezi mekanizmasının yapması gerektiği
gibi, milli birlik imajını temsil ediyordu. Ülke içindeki günlük siyasi
çatışmaların içinde yer alamazdı. Bunun ötesinde, giderek artan
uzaklığı, iç politikanın etkili bir şekilde propaganda ve beyin yıkama
sürecine dönüştürülmesini de yansıtıyordu. Seçenekler ve karar
üzerine yapılan tartışmalar (yani siyasetin özü) artık kamunun
önünde yapılmıyordu (sahne arkasında çok şiddetli tartışmalar ve
anlaşmazlıklar devam etse bile dışarıya hiçbir şey yansıtılmıyordu).
“Koordine” edilmiş bir Almanya’da “siyaset” şimdi artık, Hitler’in
1920’lerin başlarından beri yegâne amaç olarak koyduğu şeye
denkti: Dış düşmanlara karşı büyük ve kaçınılmaz mücadeleye
hazırlanmak için “kitlelerin millileştirilmesi”. Ama bu amaç, yani
güçlü, birlik olmuş ve zaptedilemez bir “milli topluluk”
(Volksgemeinschaft) yaratılması, öyle her şeyi kapsayan, öyle
kapsamlı etkileri olan bir amaçtı ki, sonuç olarak denk düştüğü şey,
rejimin faaliyet gösterdiği her alanda siyasi inisiyatifleri formüle
etmeye yönelik, hayatın tüm alanlarını etkileyen aşırı derecede güçlü
bir duygusal tahrikti. Hitler bu türden inisiyatiflerin tümünü, değil
yönlendirmek, denetleyemezdi bile; ve bu sadece onun için değil,
daha etkin ve idari anlamda daha deneyimli bir devlet başkanı için de
geçerliydi. Onun, -milli uyanış, Yahudilerin “yok edilmesi”, ırksal
“İslah”, Almanya’nın dünyadaki gücünü ve saygınlığını yeniden
kazanması misyonlarında- somutlaştırdığı geniş “faaliyet
6
yönergeleri” ile bağlantılı olarak liderlik yapma tarzı, siyaset yapılan
tüm mecralarda sonsuz bir dinamiği serbest bırakmaktı. Willikens’in
de belirttiği gibi, en büyük başarı şansı -ve kişisel itibarı yükseltecek
en iyi fırsatlar-, kişilerin “Führer için [ne kadar etkili bir şekilde]
çalıştıklarını” gösterebilecekleri yerlerde ortaya çıkıyordu. Ama
Hitler’in tartışmaya girmekten kaçınması nedeniyle, bu faaliyet
çılgınlığı koordine edilmemişti -ve zaten koordine edilmesi mümkün
değildi-, bunun sonucunda (Führer’in “iradesi”ni izleme anlayışı
çerçevesinde) kaçınılmaz olarak bölgesel çatışmalar ortaya çıktı. Bu
durum, Hitler’in kişisel olarak çatılmaların çözümüne katılmasını
daha da imkânsızlaştırdı. Hitler hem bütün bir rejimin zaruri dayanak
noktasıydı, hem de hükümetin resmi işleyişinden büyük oranda
bağımsızdı. Sonuç, kaçınılmaz olarak, hem hükümet düzeyinde hem
de idari düzeyde ortaya çıkan büyük bir karmaşaydı.
Hitler’in mizacı, işleri bürokratik olmayan bir tarzda yürütmesi,
daha güçlü olanın yanında yer almasına sebep olan Darwinist
eğilimleri ve Führer olarak rolünün gerektirdiği uzaklık; bütün bu
faktörlerin hepsi bir araya gelerek olağandışı bir fenomen
üretiyordu: Merkezi bir koordinasyon organından yoksun, hükümetin
başının hükümet mekanizmasıya ilgisini büyük oranda kestiği,
oldukça modern, gelişkin bir devlet. Benito Mussolini ve (1939’dan
sonra İspanya’nın diktatörü olan) Francisco Franco, her ne kadar
hakim konumda olup, kabinelerini sadece istişari organlar olarak da
kullansalar, yine de işleri kabineleriyle birlikte yürütmeye devam
etmişlerdi. Josef Stalin (zaman zaman üyelerini vurdurduysa da)
politbürosunu muhafaza etmişti. Bu üç şahsiyet de merkezi hükümet
mekanizmasına hakim olmaya ve bu mekanizma üzerinde sıkı bir
kontrol uygulamaya çalışmıştı. Fakat Almanya’da, (Hitler’in
yönetmekten hiçbir zaman hoşlanmadığı) kabine toplantıları artık
önemini kaybetmişti. 1935 yılında sadece on iki bakanlar kurulu
toplantısı yapıldı. 1937 yılına dek yapılan toplantı sayısı altı idi. 5
Şubat 1938’den itibaren kabine bir daha toplanmadı. Savaş sırasında
Hitler kabine bakanlarının bir bardak bira içmek için bile bir araya
gelmelerini yasaklamıştı. 7 Öncelikleri belirleyecek kabine
tartışmaları yapılmadığından, hantal ve çok verimsiz bir süreç
formüle edilmek zorunda kalınmıştı; ayrı ayrı her bakanlıktan gelen
yığınla yasa önerisi, bir fikir birliğine varılana dek bakanlar arasında
tekrar tekrar dolaştırılıyordu. Hitler ancak bu aşamada, o da eğer
içeriği kendisine kısaca özetleniveren yasayı onaylarsa (tasarıyı
okuma zahmetine katlandığı pek enderdi) imzalıyor ve tasarı yasa
haline geliyordu. Bakanlar ile Führer arasındaki tek bağlantı Reich
Şansölyeliği şefi Hans Heinrich Lammers idi ve doğal olarak bu kişi
Hitler’e sunulan yasalar üzerinde (ve bakanların diğer işlerinde)
önemli bir nüfuza sahipti. Lammers, Führer’in diğer acil devlet
işleriyle çok meşgul olduğuna karar verirse, hazırlanması aylar almış
olan yasa tasarıları gözardı ediliyor veya bazen süresiz
ertelenebiliyordu. Ya da tam tersine, Hitler’e sunduğu tek taraflı bilgi
parçacıklarıyla onun duruma anında müdahale etmesini
sağlayabiliyordu. Hitler’in hayli kişiselleştirilmiş yönetim biçimi,
bürokrasinin net bir şekilde tanımlanmış prosedürlere ve
düzenlenmiş normlara duyduğu ihtiyaçla kaçınılmaz -ve nihayetinde
uzlaşma imkanı olmayan- şekilde çatışırken, sonuç keyfiyetin giderek
artması oluyordu. Hitler’in kökleşmiş ketumluğu, astlarıyla
(kolaylıkla egemenlik sağlayabildiği) teke tek yapılan toplantıları
tercihi ve devlet içinde olduğu kadar parti içinde de liderler ve
bakanlar arasında gözettiği güçlü iltimasçılık, resmi hükümet ve
idare modellerinin altını oyan diğer etkenlerdi.
Hitler’i anlamak, doğal olarak, rejim içinde süregiden iktidar
mücadelesini anlamak için bir anahtardır. Herhangi bir nedenle
Hitler’in gözünden düşen bakanlar, onunla bir daha hiç konuşma
fırsatı bulamayabiliyorlardı. Örneğin Tarım Bakanı Walther Darré
1930’ların sonlarında, ülkenin giderek kötüleşen tarımsal sorunlarını
tartışabilmek için iki yıldan daha uzun bir süre Hitler’le görüşebilmek
için boş yere çabalamıştı. Yaverleri, Goebbels gibi “saray
gözdeleri”nin ve hayli hırslı genç bir mimar olan Albert Speer’in -
Hitler’in bina planlarına olan takıntısını maharetle kullanmış ve Nazi
semalarında hızla yükselen bir yıldız oluvermişti- onunla görüşmesini
engelleyemiyorlarsa da, Führer’in kabul edeceği kişilerin kontrolü
sayesinde oldukça büyük bir gayri resmi güce sahip olmuşlardı. 8
Birinci Dünya Savaşı sırasında Hitler’in amiri olan ve 1930’ların
ortalarında ise onun yaverlerinden biri olarak görevlendirilen Fritz
Wiedemann, daha sonradan, yetkilerini ne kadar keyfi ve gelişigüzel
kullanarak şahsi bir hükümranlık kurduğundan bahsedecektir.
Wiedemann, 1935’te Hitler’in nispeten bir rutine sahip olduğunu
belirtmektedir. Sabahları 10 ile öğlen 1 veya 2'de yediği öğle
yemeğine dek olan sürede Lammers’i, genel sekreteri Meissner’i,
(Propaganda Bakanlığından) Funk’ı ve bakanları ya da acil işleri
konuşacağı diğer önemli şahsiyetleri kabul ediyordu. Öğleden
sonraları, aslında Speer’le bina planlarına dair sohbet etmeyi tercih
ediyorsa da, askeri alandaki ve dış politikadaki danışmanlarıyla
münazaralarda bulunuyordu. Fakat yavaş yavaş ortalıkta resmi bir
rutin kalmadı. Hitler, gençliğinde Linz’de ve Viyana’da sürdüğü,
Gottfried Feder’in serzenişte bulunduğu üzere 1920’lerin başlarında
bir parti lideri olarak da devam ettirdiği özentici yaşam biçimine geri
döndü. “Sonraları” diye hatırlamaktadır Wiedemann, “Hitler sadece
öğle yemeğinden önce yönetim işleriyle ilgilenir oldu; Reich Basın
Şefi Dr. Dietrich’in sunduğu basın raporlarını çabucak okuyor ve
yemeğe gidiyordu. Bu durumda, bir devlet başkanı olarak sadece
Hitlerin alabileceği kararları ondan almak durumunda olan Lammers
ve Meissner’in işi giderek güçleşiyordu.” Hitler Obersalzbergdeki
ikametgâhındayken her şey daha da zorlaşıyordu. “Odasından ancak
öğleden sonra 2 gibi çıkıyor, sonra da yemeğe oturuyordu. Öğleden
sonraları yürüyüş yapıyor, akşamları da yemekten hemen sonra film
gösterimleri yapılıyordu.”9
Yürüyüşleri hep yokuş aşağı yapıyor, aşağıda bekleyen bir araba
Hitler’i ve yanındakileri alarak tekrar tepeye çıkarıyordu. Hitler’in
fiziksel egzersizlerden nefreti ve atletik bir yapısının olmamasından
dolayı utanç duyma korkusu ciddi boyutlardaydı. Yürüyüş yaptığı alan
kordon altına alınıyor, Führer’i uzaktan da olsa şöyle bir görüvermek
isteyen kalabalıklar böylece uzak tutuluyordu. Bunun yerine
ziyaretçilerin “resmi geçit”i gelenek olmaya başlamıştı. Almanya’nın
dört bir yanından gelen, her yaştan iki bin kadar kişi, ona duydukları
bağlılıkla Obersalzberg’in dik yollarını tırmanıyor ve genelde
saatlerce, yaverlerinden birinin vereceği işareti bekliyor, sonra da
sessiz bir kortej halinde Hitler’in önünden yürüyüp geçiyorlardı.
Wiedemann’a göre bu hayranlıkta yarı dini bir hava seziliyordu. 10
Hitler’in akşam gösterilen filmleri kaçırdığı pek enderdi. Her gün
yeni bir filmin gösterilmesi yaverlerin sorumluluğu altındaydı; o
dönemde yapılan film sayısı düşünüldüğünde bu pek de kolay bir iş
değildi. Ciddi belgesellerdense hafif eğlencelik filmlerden
hoşlanıyordu ve Wiedemann’a göre, diğer ulusların kültürüne yönelik
bazı önyargılarını muhtemelen bu tip filmlerden ediniyordu. 11
Reich Şansölyeliğinde çalışanların neredeyse hepsi erkekti.
Ortama, bir erkek kulübü ile subay mahfili arası bir atmosfer
egemendi (fazladan bir de gangsterler batakhanesi gibi kokuyordu).
“Dağ” diye adlandırılan Obersalzberg’de kadınların varlığı (Eva
Braun'un yanı sıra Hitler’in maiyetindekilerin eşleri veya hanım
arkadaşları da bulunuyordu) atmosferin daha yumuşak olmasına
yardımcı oluyordu, ayrıca onların yanında siyasi konuşmalar yapmak
yasaktı. Hitler misafirlerine, özellikle kadınlara karşı kibar, hatta
beceriksizce soğuk ve resmi bir tarzda da olsa sempatik
davranıyordu. Sekreterleri, yaverleri ve personelindeki diğer
görevlilerle ilişkilerinde her zaman özenli ve ölçülüydü. Bu kişilerin
çoğu onu hem seviyor hem ona saygı duyuyordu. 12 Maiyetindekilerin
doğum günü ve noel hediyelerini seçerken nazik ve düşünceli olduğu
kadar bonkör de olabiliyordu. Yine de, ister Reich Şansölyeliği’nde
olsun ister Obersalzberg’de Hitler’in yakın çevresinde yaşam ciddi
oranda sıkıcı ve boğucuydu. Hitler’in yanında gerçekten rahat ve
samimi olmak zordu. Bulunduğu her yerde ortama hakim oluyordu.
Sohbetlerde kendisine karşı çıkılmasına tahammülü yoktu.-
Yemekteki konukları genelde sinirli oluyor, ağızlarından onu
hoşnutsuz edecek bir söz kaçırma kaygısıyla diken üstünde
oturuyorlardı. Yaverleri, konuklardan biri budalaca davranıp, gecenin
geç vakitlerinde Hitler’in gözde konularından birini -genelde bu
Birinci Dünya Savaşı ya da donanma oluyordu- açmasın diye özel
çaba gösteriyorlardı, çünkü bu durumda Hitler saatlerce süren bir
monologa başlayıp, sabahın ilk saatlerine dek herkesi orada oturmak
zorunda bırakabiliyordu. 13
Hitler’in, dikkatine sunulan ve sayıları hiç de az olmayan ciddi
hükümet meselelerini sistemsiz, hatta rastgele ele alına tarzı idari
kargaşanın varlığını kaçınılmaz kılıyordu. “Dosya okumaktan
hoşlanmıyordu,” diye belirtmektedir Wiedemann. “Çok önemli
konularda dahi ilgili dosyalan benden istemez, ben de kararları onun
ağzından zorla alırdım. işlerin kendi haline bırakıldığında öylece
düzelivereceğini düşünüyordu.”14
Hitler’in yazı işlerindeki tembelliğinin bilinen tek bir istisnası
vardır. İş konuşmaların hazırlamaya geldiğinde odasına çekilir, gece
geç vakitlere dek çalışır, üç sekretere bunları anında dikte ettirir ve
sonra da taslakları dikkatle düzeltirdi. 15 Kamusal imaj çok önemliydi.
O her şeyden önce mükemmel bir propagandistti.
Eğer Hitler çok daha titiz, çalışkan ve daha az tuhaf biri olsaydı;
liderlik yapma tarzı bu kadar gelişigüzel olmasaydı; modern bir
devletin karmaşık ve çeşitli meselelerinin böylesine kişiselleştirilmiş
bir yönetimle idare edilmesinin onu aştığını görebilirdi. Fakat kötü
yönetimin ve rüşvetçiliğin kapısı her düzeyde sonuna kadar açılmıştı
bir kere. Hitler finansal konulardaki yetersizliğine ve ilgisizliğine,
kamu fonlarının tamamen sömürüye yönelik ve düşüncesizce
kullanımını da eklemişti. “Eski tüfekler” için görevler bulunuyordu.
Görkemli binaların yapımına su gibi para akıtılıyor, mimarlar ve
müteaahitler müsrifçe ödüllendiriliyordu. Hoşuna giden bir bina ya
da sanat projesi için para asla bir engel teşkil etmiyordu. 16 Rejimin
önemli şahsiyetleri çok yüksek maaşlar alıyor, vergi indiriminden
yararlanıyor, saray yavrusu evlerinde savurgan zevklerini, incelikli
giyim kuşamlarını, sanat eserlerini ve -gösterişli bir limuzinin elzem
olduğu- diğer lükslerini karşılamak için hediyelerden, bağışlardan ve
rüşvetten bol bol faydalanıyorlardı. Emek Cephesi’nin patronu
Robert Ley -kendisi besin kimyası konusunda doktora sahibi eski Ren
Bölgesi Gauleiter’i, ayrıca “Reich Ayyaşı” (Reichstrumkenbold)
lakabını hakkıyla kazanmış meşhur bir zamparaydı- buzdağının
görünen ufacık kısmını temsil ediyorsa da, durumun göze çarpan bir
örneğiydi. Ley’in aşikâr rüşvetçiliği ve lükse boğulmuş yaşam tarzı,
ağır işlerde acınası ücretlerle çalıdan çoğu işçi sınıfı mensubu için
utanmazca bir hakaretti. Ama sıradan Almanlar onun, örneğin Alman
İşçi Bankasından (Bank der deutschen Arbeit) gelen fonları, Hitler’in
koruma birliğinin kumandanı Sepp Dietrich’in Berlin’deki villasını
(başkentteki lüks villasından kısa sürede bıkan Dietrich onu
Münih’teki başka bir villayla değiştirme arzusuna kapılmıştı) iki kat
fiyatına satın almak için kullandığını bilmiyordu. Aynı şekilde, sıradan
halk, bankanın Hitler’in yaveri Fritz Wiedemann’a yüklü bir rüşvet
teklif ettiğini de bilmiyordu. 17 Rüşvetçilik rejimin her seviyesinde
salgın halindeydi. 18 Hitler, astlarının başarı ve iktidarın maddi
cazibeleri için duyduğu bu bitmez tutkuyu doyurmaktan gayet
memnundu. Üçüncü Reich, kişisel bağlılığın kişisel zeametlerle
ödüllendirildiği modern bir feodal sistem şeklinde gelişirken,
muazzam düzeydeki rüşvetçiliğin sadakati sağladığının farkındaydı. 19
Mein Kampf'ın devam eden satışlarından sağladığı gelirle bir
milyoner olan kendisi ise, aslında hesapsız bir lüks içinde yaşarken, -
yiyecek ve giyecek anlamındaki tercihlerine dayanarak- dünya aleme
gayet sade bir hayat sürdüğünü ilan ediyordu. Gösterişli dairelerinin
-resmi olanı Berlin’de, özel olanı Münih’teydi- yanı sıra, ilk başlarda
daha mütevazı olan Alp dağlarındaki konutu -Obersalzberg’deki Haus
Wachinfeld- büyük paralar harcanarak, üst düzey yabancı konukların
resmi ziyaretlerine müsait, görkemli Berghof ikametgâhına
dönüştürülmüştü. 20 Huzursuz enerjisi, onun ve hatırı sayılır bir
kalabalık teşkil eden maiyetinin Almanya içinde neredeyse sürekli
hareket halinde olması demekti. Bunun için, yataklı vagonlar da dahil
olmak üzere on bir vagondan oluşan özel bir treni, bir limuzin filosu
ve emrine amade üç adet uçağı vardı. 21
Rüşvetçi parti despotlarının sonsuz gibi görünen kamu fonları
denizinden istedikleri gibi faydalanmalarından çok daha ciddi olan
şey ise siyasi sistemin kendisinin yozlaşmasıydı. Siyasi kararların
resmi bir prosedüre bağlı kalınmaksızın alındığı bu ortamda, Hitler’le
görüşebilen gözde parti patronları öğle yemeğinde veya kahve
içerlerken öneriler getiriyor ve bir onay ibaresini kendi çıkarlarına
manipüle edebiliyorlardı. 22
Hitler’in altındaki liderlerden gelen önerilere fevri bir şekilde
verdiği sözlü onaylar utandırıcı olabiliyordu. Robert Ley’in Ekim
1934’te, işverenlerin ve devlet otoritelerinin zararına Emek
Cephesi’nin elini güçlendirecek bir kararnameye, işçi Mutemetleri
kararnamesine, Hitler’den imza almış olması daha sonra güçlüklere
yol açmıştı. Bu kararnameyle ilgili olarak ne Çalışma Bakanlığı’na ne
de Ekonomi Bakanlığı’na danışılmıştı. Ley’le arası açık olan parti
başkanı Rudolf Hess bunu şiddetle protesto etmişti. (Ley, Emek
Cephesi patronluğuna ek olarak Hitler tarafından partinin
organizasyonel işlerinden sorumlu kılınmış ve böylece Hess’le
doğrudan, tekrar tekrar çatışmaya girebilecek bir konuma gelmişti.)
Ekonomiden sorumlu olan Schacht’ı ve sanayi kesimini karşısına
almaya cesaret edemeyen Hitler, baskıya boyun eğmek zorunda
kaldı. Prestijini sarsmamak için kararnameyi kaldırmadı ama -Ley’in
kararnameden faydalanma yönündeki tüm çabalarına rağmen-
kararname yokmuş gibi davranıldı ve uygulanmadı. 23
Birkaç ay sonra, 1935'in başlarında başka bir olay yaşandı. Bu
sefer Hitler, Reich hükümet bakanlarından birinden gelen ve ilk
başta onay verdiği bir öneriyle ilgili olarak parti baskısına boyun
eğmek zorunda kaldı. Çalışma Bakanı Seldte, inşaat işçilerinin
bölgesel olarak belirlenen ücret sisteminin yerine bütün bir Reich’ta
geçerli tek bir ücret sistemi konulması planında Hitler’in desteğini
kazanmıştı. Bu durum, bazı bölgelerde ücretlerdeki düşüşün işçilerin
moralini kötü etkileyeceği gerekçesiyle partinin bölgesel reisleri olan
Gauleiter’den şiddetli protestoların gelmesine yol açtı (protesto
edenler arasında Hamburg Gauleiter’i Kaufmann’ın sesi özellikle
duyuluyordu). 24 Hitler geri adım attı. Gene prestij kaygısıyla, ilk
kararı hata oldu deyip geri çekmek olmazdı. Bunun yerine Hitler
ücret revizyonu yürürlüğe sokulmadan önce başka müzakerelerin
yapılmasını emretti ama müzakerelerin ne kadar süreceğini
belirtmedi. Bunun anlamı meselenin rafa kaldırılıp, unutulacağıydı. 25
Yukarıda belirttiğimiz iki örnekte de, belli siyasi inisiyatifler, rejim
içindeki güçlü grupların kazanılmış haklarıyla çatışmış ve geri
çekilmek zorunda kalmışlardı. Bu olaylarda Ley ve Seldte, sonuç
itibariyle “Führer için çalışıyor” olmadıklarını anlamışlardı. Diğer
yandan, Hitler'in 1930’ların ortalarında ve sonlarında ülke içi
politikayı belirlemek için yaptığı tek tük müdahaleler ve siyasetin
formüle edildiği merkezi yapıyı dağıtması, kitlelerin millileştirilmesi
ve “milli topluluğa” ait olmadığı düşünülenlerin dışlanması şeklindeki
bedellerin denk düştüğü alanlarda baskı yapabilecek olanlara geniş
bir faaliyet alanının açıldığına işaret ediyordu. Bu baskı her şeyden
öte iki kaynaktan geliyordu: partiden (hem merkez bürodan, hem
bölgesel patronlardan, yani Gauleiter’lerden) ve elit SS
örgütlenmesinden (SS şimdi artık polisle kaynaşmış, ideolojik olarak
güdülenen, sonsuz güce sahip bir devlet güvenlik gücü haline
gelmişti). Hitler’in ulusun yeniden doğuşu ve ırksal saflıkla
güçlendirilmesi şeklinde alenen (ve sınırsızca) ortaya attığı hedefleri,
faaliyetlerini ve taleplerini meşrulaştırmak için kullanıyorlar ve
böylece, iktidarın alınmasıyla serbest bırakılmış bir dinamiğin
şiddetini korumasını sağlıyorlardı.
1933’te iktidarı ele geçirdiğinde üyeleri arasına yüz binlerce
oportünisti katmış olan NSDAP, özünde, gevşekçe koordine edilmiş
bir propaganda ve sosyal kontrol aracına dönüştü. Hitler, öyle ya da
böyle, Aralık 1932’de, George Strasser tarafından kurulan örgütsel
yapıyı yıkarak, kendi şahsında cisimleşmiş olan “Nasyonal Sosyalist
ülkü”nün arkasındaki mobilizasyonun partinin işi olduğuna zaten
karar vermişti. 26 Şansölye olduktan sonra partiye bir kurum olarak
pek az ilgi gösterdi. Zayıf ve etkisiz biri olmakla birlikte Hitler’e
sadakatle bağlı olan Rudolf Hess, Nisan ayında Hitler’in parti
içindeki vekili oldu. Daha önce belirttiğimiz gibi partinin
organizasyonel işleri Robert Ley’in sorumluluğuna bırakıldığından,
başlangıçtan itibaren Hess’in yetkisi tam değildi. 27 Aynı şekilde Hess,
çoğu, eyaletlerdeki güç zeminlerini korumak için Hitler’le uzun
dönemli kişisel bağlarına güvenen Gauleiter’lerle ilişkilerinde de
güçlü bir konumda değildi. Partinin tepesinde gerçek bir hiyerarşik
idari yapı oluşturulmadığı gibi, parti politikasını belirleyen kollektif
bir organ da yoktu. Partinin “Reich Başkanlığı”, bir tür politbüro
olarak hiç toplanmamış bir grup bireyden ibaretti; Gauleiter
konferansları yalnızca Hitler’in buyruğuyla düzenleniyordu ve
bunlarda politika tartışılmıyor sadece Hitler’in yaptığı konuşmalar
dinleniyordu; bir parti senatosu ise hiç oluşturulmamıştı,28 Buna bağlı
olarak partinin ne tutarlı bir yapısı, ne de devlet içinde uygulayacağı
sistemli bir politikası vardı. Partinin temel özelliği, yani Führer
kültünün bir arada tuttuğu ve Führer’in şahsında somutlaşmış,
gevşekçe tanımlanan fakat güçlü duygulara hitap eden genel
amaçlara bağlı bir “Führer partisi” olma niteliği, bu ikisinin de yerine
geçiyordu. Gene de Hess’e 1934 yılında, hükümet bakanlarından
gelen yasa nişanları üzerinde, ertesi yıl da üst düzey devlet
görevlilerinin atanması konusunda veto hakkı verildiğinde, parti
tamamen hükümetin alanında kalan işlere ciddi oranda girmiş oldu. 29
Her ne kadar sistematik olmasa da müdahale ihtimalleri, partinin, en
önemlisi kritik ideolojik alanlar olarak görülen yerlerdeki etkisini
arttırdı. Irk politikası ve “kilise mücadelesi” bunların en
önemlilerindendi. 30 Bu iki alanda da parti, radikalizmleri sonradan
hükümeti yasa çıkarmaya zorlayacak olan aktivistlerini harekete
geçirmekte hiç zorluk çekmedi. Aslında parti yönetimi sık sık
aşağıdan gelen baskılara yanıt vermek zorunda kalıyordu; bu durum
bazen, kendi oyunlarını oynayan Gauleiter’lerin ortalığı
karıştırmasından, bazen de yerel düzeydeki radikal aktivistlerden
kaynaklanıyordu. Kaynağı ne olursa olsun, sonuçta bu sayede
Führer’in amaçlarıyla ilgili konulardaki radikalleşmenin kesintisiz
sürekliliği korunmuş oluyordu.
1930’ların ortaları itibariyle Hitler partinin çalışmalarına artık pek
ilgi göstermiyordu. “Parti hayatına kişisel katılımı bundan böyle
Münih’te, Nuremberg’de ve bunun gibi yerlerde önemli temsili
olaylarda görünmekten, kasım ve şubat aylarında ‘eski muhafız
birliği’nin önünde düzenli olarak yaptığı konuşmalardan ibaretti,”
diye belirtmektedir Otto Dietrich. 31 Parti ve devlet düalizmi hiçbir
zaman çözüme ulaşmadı ve zaten çözüme ulaşmasına imkan da
yoktu. Hitler yetkiler arasındaki örtüşmelerden ve bir netlik
olmamasından memnundu. Kendi gücünü kısıtlayabilecek örgütsel bir
çerçeveye karşı her zamanki gibi hassas olduğundan, Frick’in daha
rasyonel bir otoriter devlet yapısı ortaya koymayı amaçlayan “Reich
reformu” için gösterdiği tüm çabaların altını oydu. 32
Hitler’in iktidar ilişkilerine olduğu gibi devlete yaklaşımı da
tamamen sömürüye yönelik ve oportünistçeydi. Mein Kampf'ta
açıkça ifade etmiş olduğu gibi, onun için devlet tamamen bir araçtı;
“fiziksel ve zihinsel açıdan benzer varlıkların bir topluluk oluşturması
ve bu topluluğu savunması”, “kültürün yaratıcıları olarak, daha
yüksek bir insan türünün güzelliğini ve saygınlığını vücuda getiren bu
ırksal temel unsurların korunması” ihtiyacından kaynaklanan muğlak
bir nosyondu. 33 Bunu, yapılar ve biçimler üzerinde hiç durmayıp,
sadece etkiler üzerinde kalfa yorması izliyordu. Nosyonunun kaba ve
ham hali şuydu: Eğer hükümetin bir bakanlığı siyasetin belli bir
sahasına en iyi şekilde hizmet edemez ve orada bürokrasi ağır
basarsa, o sahayı, bürokratik bir işleyişten olabildiğince uzak başka
bir organizasyon yönetmeliydi. Yeni organlar genelde doğrudan
Hitler’e bağlı olarak kuruluyor ve devlet ile parti arasında duruyor,
ama ikisine de ait olmuyorlardı. Todt Örgütü, Hitler Gençliği ve
-1936’dan itibaren- Dört Yıllık Plan böyle kurumlardı. Gerçekte ise
elbette ki bu süreç, yetki alanları zaman zaman birbiriyle örtüşen,
birbirine rakip yeni bürokrasiler yaratmaktan ve bitmeyen sınır
tartışmalarına yol açmaktan başka işe yaramıyordu. Bunlar Hitler’in
canını sıkmıyordu. Fakat etkileri hükümetin ve yönetimin istikrarını
engelliyor, ayrıca rejim içinde Hitler’in Führer olarak pozisyonunun
giderek daha çok özerklik kazanmasına yardım ediyordu.
Bunların içinde en önemli -ve ideolojik açıdan radikal olan- tam
yetkili yeni kurum ise doğrudan Hitler’e bağlı olan ve tam olarak
teşekkül etmesi 1936’nın ortalarını bulan birleşik SS-polis aygıtıydı.
Daha “Röhm Darbesi” olmadan önce Himmler, birbiri ardına
eyaletlerde polisin kontrolünü elde etmek için Bavyera’da başta sahip
olduğu güç zeminini, genişletmişti. Nisan 1934’te “Gestapo
Müfettişi” olarak görevlendirilmesi ve Reinhard Heydrich’in Prusya
Gizli Polisi’nin (Gestapa) başına getirilmesiyle gücü doruk noktasına
çıktı. Haziran’ın sonunda SA’nın gücünün yok edilmesinde SS’in başat
bir rol oynamasının ardından Himmler, eyaletlerin en büyüğünde
güvenlik kuvvetleri üzerindeki tüm kontrolü Göring ona teslim edene
dek, kendi çıkarları doğrultusunda istediği gibi at koşturabildi.
Etkinlik alanı genişleyen toplama kamplarının kontrolünü elinde tutan
ve ihtiyati tutuklama”yı (Schutzhaft) sınırsızca kullanan özerk polis
kuvvetinin gücü giderek artıyordu. İçişleri Bakanı Frick’in ve Adalet
Bakanı Gürtner’in bunu gemlemek için gösterdiği tüm çabalar da,
tahmin edilebileceği üzere, başarısızlıkla sonuçlandı. Polisin yetkileri
üzerindeki yasal kısıtlamaların tartışma konusu olduğu her yerde
Himmler Hitler’in desteğine dayanıyordu. 1935’te Gürtner, toplama
kamplarındaki ölümlerin sayısından şikayet edip, “ihtiyati
tutuklamalarda bir avukatın bulunmasını talep ettiğinde, Himmler
Hitler’e gitti; avukat görüşmesinin yasaklanması ve “kampların titiz
yönetimi” dolayısıyla, alınacak herhangi bir “özel önlem”in önüne
geçilmesi konusunda Hitler’in desteğini aldı. 34 Frick “ihtiyati
tutuklama” kararının kötüye kullanıldığına dair protestolarından
hiçbir sonuç alamadı. 35 Aslında Himmler, toplama kamplarının toplam
3500 tutsakla bütün bir Üçüncü Reich dönemindeki en küçük
boyutlarında olduğu ve görünüşe göre asıl amacına çoktan ulaşmış
olduğu 1935 yazında, toplama kampı sisteminin genişletilmesi için
Hitler’den yetki almıştı. Bunu 1935 Ekim’inde, Hitler’in desteğiyle
Gestapo’nun “ulusun iç düşmanlarına karşı mücadelede” belirleyici
unsur olması kararı izledi. 36
Himmler’in 10 Şubat 1936 tarihli Prusya Gestapo Yasası’nı kabulü
sadece görünüşteydi. Yasanın bir maddesi Gestapo’yu İçişleri
Bakanlığı’na bağlarken, diğeri nihayetinde Gestapa’ya sorumlu
olduğunu vurguluyordu. 37 Bir anlaşmazlık durumunda hangi maddenin
baskın çıkacağına hiç şüphe yoktu. Bir sonraki adımın gelmesi çok
gecikmedi. Hitler 17 Haziran’da bir kararname çıkararak
Himmler’in emri altında birleşik bir Reich polisi yarattı. 38 Böylece,
devletin en güçlü baskı kurumu, Nazi hareketi içindeki en dinamik
ideolojik güçle birleştirildi. Himmler yeni edindiği Alman Polis Şefi
ünvanıyla Frick’e bağlı gibi görünüyorsa da, bu sadece kağıt
üzerinde geçerliydi. SS’in başı olarak Himmler kişisel olarak sadece
Hitler’den emir alır, üstü olarak sadece onu görürdü. Bir hafta sonra,
yeni oluşturulmuş “güvenlik polisi” içinde cezai ve siyasi davalara
bakan polis departmanlarının birleştirilmesiyle geleneksel “cezai”
edimler politize edildi; böylece, Üçüncü Reich’ın ideolojik enerji
deposu ve “Führer iradesi”nin yürütme organı esas itibariyle şeklini
almış oldu.
Araç, Führer’in Waltanschauung’unun gerçekleştirilmesini temel
amaç olarak görecek şekilde biçimlendirilmişti. Himmler, SS’le
polisin birleşmesinden oluşan bu örgütlenmenin baş işinin, “insanlık
tarihinin en büyük mücadelelerinden birinde”, “Bolşevizm’in yıkıcı
evrensel gücüne karşı” “halkı içten savunmak” olduğunu
düşünüyordu. 39 Heydrich’in yardımcısı Werner Best’e göre polis,
ulusun “siyasi saglığı”nı tehdit eden yıkıcı hastalık ve mikropların tüm
semptomlarını temizleyecek bir “mücadele teşekkülü” idi. 40 Böyle
önermelerden yola çıkan bir polis gücünün, “devletin düşmanları” ya
da “halka zararlı olanlar” diye adlandırılan hedef grupları
genişletmek için Hitler’den gelecek talimatlarla cesaretlendirilmeye
ihtiyacı yoktu. Liste keyfe keder uzatılabiliyordu. Çalışkan polis
kariyeristleri ve SS ideologları enerjilerini birleştiriyorlar; baş ırksal
kurbanlar olan Yahudilerin ve ön sıradaki ideolojik düşmanların, yani
komünistler, sosyalistler ve masonların (beynelminel fesat cemiyetine
bağlı Yahudilerle ilişki içinde oldukları ve uluslararası bir güç ağına
sahip oldukları iddiasıyla yoğun şüphe altında olan bu gizli cemiyetin)
yanı sıra, savaşacak “yeni düşmanlar” yaratıyorlardı. Bunların çoğu
çingeneler, homoseksüeller, dilenciler, “antisosyaller”, “işten kaçan
tembeller” ve “mutat suçlular” gibi, toplum tarafından pek
sevilmeyen, zayıf, marjinal sosyal gruplardı. 41 Buna ek olarak,
herhangi bir “kurumsal alan”ı bertaraf etme güdüsü, (Yehova
Şahitleri ya da hakim Hıristiyan mezheplerinin “aktif siyasi”
temsilcileri gibi) Nazi devletinin külli iddiasında yer alacaklarını hiç
düşünmeyenler kadar, (Mormonlar veya Yedinci Gün Adventistleri
gibi) Nasyonal Sosyalizm’e uyum sağlamak için elinden geleni yapmış
olan küçük Hıristiyan mezheplerinin katline de yönelmişti. 42
Radikalizmin yoğunlaşması, zulmün etkinliğini ve acımasızlığını
ideolojik bir amaç ve dinamizmle birleştirmiş olan böyle bir polis
gücünün yapısının ayrılmaz bir parçasıydı. Hitler’den gelecek direktif
ve yönlendimelere ihtiyaç yoktu. SS’in ve polisin içinde, ayrımcılığın
sürekli artmasını sağlayacak çok daha muktedir bireyler ve
departmanlar vardı. Adolf Eichmann’ın, Siyonizm üzerine bilgi
toplayan önemsiz bir figürken, kısa sürede “Nihai Çözüm”ü
“yöneten” temel bir departman halini alıverecek olan SD’nin
Berlin’deki “Yahudi Masası’nda görevlendirilmesi, kişilerin
kendilerine güç ve rütbe getirecek olan fırsatları yakalamaya ne
kadar hazır ve girişken olduklarının, ayrıca bu sayede, Hitler’in kendi
ideolojik saplantılarıyla yakından bağlantılı bu alanlardaki
radikalleşme sürecine nasıl hız verdiklerinin iyi bir örneğidir.
1930’ların ortalarında bu süreç hâlâ ilk evrelerindeydi. Fakat
Nasyonal Sosyalizm’in esası olarak görülen ideolojik meselelerde
partiden gelen eylem baskısı ve bu meselelerin polisin baskı aygıtının
genişletilmesi sureliyle araçsallaştırılması, -Mussolini’nin İtalya’sında
ve Franco’nun İspanya’sında okluğu gibi- iktidar iyice sağlama
alındıktan sonra ideolojik momentte bir düşme yaşanmadığı anlamına
geliyordu. Rejimin idelolojik güdüyü koşullara uydurma çabası
içindeki farklı failleri tarafından, farklı seviyelerde inisiyatifler
formüle edilirken, Führer’in şahsında somutlaşmış olan Nasyonal
Sosyalizm “ülkü”sü, ağır ağır, ütopik bir “hayal”den
gerçekleştirilebilir siyasi hedeflere tercüme ediliyordu.
II

Bu sürecin başlangıcı Almanya’nın dış ilişkilerinde de


görülebiliyordu. Avrupa “diplomatik devrimi”ndeki başarılı darbeleri
kadar Hitler’in kendine güvenini arttıran az olay vardır. 43 Bu
darbelerden en dikkat çekenleri Mart 1935’te zorunlu askerliğin
tekrar yürürlüğe sokulması ve neredeyse bir yıl sonra Ren
Bölgesi’nin yeniden işgal edilmesiydi. Bu eylemlerin yurt dışındaki
sonuçları, savaş sonrası diplomatik uzlaşmanın kalıntılarının yok
olması, Avrupa’daki düzenin tersine dönmesi, ölümcül bölünmenin
kesinleşmesi ve Batılı güçlerin zayıflaması, ayrıca Almanya’nın askeri
gücü üzerindeki kısıtlamaların çok büyük oranda gevşemesiydi. Yurt
içinde ise sonuç, Hitler’in sonsuz popülaritesinin ve aldığı takdirin
ulaşılmaz noktalara varmasıydı. Dışarıdan bakıldığında, cesaretin
temkinlilik üzerinde kazandığı bu zafer, dış politikadaki ve askeri
alandaki danışmanlarının ölçülü ve ihtiyatlı tavırları karşısında onun
elini güçlendirmişti. Otto Dietrich’in saptadığı gibi, bu zafer Hitler’in
kendi yanılmazlığına olan inancını da arttırmıştı. Hitler’in çok önemli
sonuçları olan bu olaylara en büyük katkısı, kumarbaz önsezisinde,
blöf yapmasında ve hasımlarının zayıf noktalarını sezmedeki keskin
algısında yatıyordu. Temel kararları o aldı. Zamanlamaya tek başına
karar verdi. Ama geriye kalan kısımda Hitler’in pek bir rolü yoktu.
Versailles’in revize edilmesi ve yeniden silahlanma hedefleri -her
nosyonun arkasında farklı farklı yorumlar olmasına rağmen- Dışişleri
Bakanlığı ve askeriye içinde siyaset yapanları ve güç gruplarını, farklı
vurgularına rağmen, birleştirmişti.
Almanya’nın Ekim 1933’ie Milletler Cemiyetinden çekilmesini
çevreleyen dramadan ayrı olarak, Hitler’in Şansölyeliğinin ilk iki
yılma büyük oranda ülke içi meseleler hakimdi. Almanya’nın (hem
doğu hem de batı sınırlarında) savunmasının zayıflığı ve diplomatik
tecridi göz önüne alındığında, bu ilk yıllarda dış ilişkilerde tedbirli
olmaktan başka bir alternatif zaten yoktu. Polonyalılardan veya
Fransızlardan gelecek bir askeri müdahale tehlikesi çok ciddiye
almıyordu. Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Bernhard von Bülow'un 13
Mart 1933 tarihli müzekkeresinde belirttiği gibi, Almanya’nın
“tehlikeli zayıflığı”, onu “tekrar güç kazanana dek dış çatışmalardan
olabildiğince uzak durmaya” yönelik bir politika izlemeye
zorluyordu. 44 Gizli silahlanma, açık bir uzlaşmacı tavırla yan yana
gitmeliydi. Almanya, savaş sonrasında yapılan uzlaşmada kendisine
adil davranamadığını tekrar tekrar vurgulayarak, İngiltere ve Fransa
arasındaki aşikar anlaşmazlıkları yoklama çabalarını sürdürdü. Bu
anlaşmazlıklar, iki ülkenin Versailles’ın sertliği konusundaki görüş
farklılıklarından; dış politikadaki farklı çıkarlarından (İngiltere
örneğinde bunlar açıkça daha globaldi); yeniden güç kazanan bir
Almanya’nın bu çıkarlarla ilgili olarak yaratacağı olası tehlikelerden;
ve Almanya’nın yeniden silahlanmaya ve revizyona yönelik
iddialarıyla ilgili yöntemlerden kaynaklanıyordu. 45 Bu arada, Milletler
Cemiyeti’nden çekilmesiyle Almanya’nın diplomatik tecridi iyice
kesinleştiğinden, Doğu Avrupa’da Fransızların uğrunda çabaladığı ve
Almanların ihtiraslarını engelleyebilecek çok taraflı paktlara karşı iki
taraflı paktlar yapma fırsatları yakalanmalıydı. 46
Böyle bir hareketin ilk işareti Polonya’yla yapılan saldırmazlık
anlaşmasıydı. Almanya’nın Milletler Cemiyeti’nden çıkması, gelişen
ilişki içinde iki tarafın karşılıklı çıkarlarını yoğunlaştırmıştı. Anlaşma
Doğu Avrupa’daki Fransız etkisini zayıflatarak (bu suretle, Fransa ve
Polonya’nın Almanya’ya karşı ortak bir askeri saldırı yapması
ihtimalini yok ederek) Almanya’nın işine yarıyordu. Polonya açısından
ise, Almanya’nın çekilmesiyle Milletler Cemiyeti’nin sunduğu
güvenliğin azaldığı düşünüldüğünde, en azından geçici bir güvenlik
ihtiyacını karşılıyordu. 47
İlk hareket Polonya’dan geldi. Bülow, yabancı politika seçeneklerini
değerlendirmek üzere mart ayında çıktığı tour d'horizon’da [ufuk
turunda], Polonya’yla bir anlaşmaya varmanın “ne mümkün olduğunu,
ne de böyle bir şeyin arzulandığını” belirterek, Dışişlerinin
Polonya’ya karşı geleneksel düşmanlığını açığa sermişti. 48 Bununla
birlikte Pilsudski hükümeti sonraki ay içinde, daha iyi bir ilişki
beklentisi içinde olduğuna dair sinyaller gönderdi. Dışişleri
Bakanlıginm bakışı ne olursa olsun, Hitler’in farkında olduğu üzere
böyle bir anlaşma doğu sınırındaki gerilimi azaltarak Almanya’nın da
işine yarayacaktı. 1933 yazı boyunca süren diplomatik faaliyet (şimdi
artık Nasyonel Sosyalistler’in hükümetle egemen olduğu) Danzig ile
Polonya arasındaki ilişkilerin gelişmesini sağladı. 49 Danzig, savaştan
sonraki barış anlaşmasından beri Almanya ile Polonya arasında bir
sürtüşme noktasıydı. Yeni Polonya devletinin talep ettiği üzere denize
ulaşımı sağlayan, Almanya’dan alman ve Polonya’ya verilen
topraklarla çevrili olan Danzing’in nüfusunun ağırlıklı olarak Alman
olması, Versailles’ın toprak bütünlüğü ve ulusların kendi kaderlerini
tayin hakkı ilkelerine bağlı kalmayı güçleştirmişti. Sonuç olarak ara
bir formüle gidilmiş ve Danzig Milletler Cemiyeti’nin denetimi altında
özerk bir “serbest kent” ilan edilmişti. Polonya’nın deniz kıyısı vardı
ama kendi limanı yoktu. Almanlar Danzing’i Polonya’ya
bırakmamışlardı ama Reich için de alıkoyamamışlardı. Hiç kimse
memnun değildi, özellikle de Danzig halkı. Bu çözümün uzun ömürlü
olması pek mümkün değildi. Ama o dönem için, Reich’taki katı
milliyetçi hükümete Danzig içinde kaçınılmaz bir destek dalgası
yükselmesine rağmen, hem Berlin’de hem Warsaw'da hissedilen
detant [yumuşama] ihtiyacı nedeniyle, Serbest Kent ile Polonya
hükümeti arasındaki ilişkiler gelişiyordu. 50 Atılan adımlar aynı
zamanda, Almanya ile Polonya arasında uzun süredir devam eden
ticaret savaşını sonuna doğru götürüyordu. 51 Hitler bir saldırmazlık
anlaşması şeklinde genişleyecek -çözüme ulaşması için iki ülkenin de
dikkatle çabaladığı- bir ticaret anlaşması için bastırıyordu. Onun
bakış açısından anlaşmalar tamamen menfaate dayayanıyordu; ve
amaçlarına hizmet etlikleri sürece varlıklarını sürdüreceklerdi.
Hitler Polonya’yla ilişkilerinde cömert görünmeye hazırdı.
Müzakerelerde şimdi yeni bir aciliyet baş göstermişti. Başlangıçta
farklı bir rotada seyreden Neurath ve Dışişleri, dümeni hızla yeni
rüzgara göre ayarladılar. 3 Aralık 1933’te Berlin’e gelen Polonyalı
bakan Jözef Lipski, “tepeden emir gelmişçesine, tüm hat boyunca
bize karşı bir tavır değişimi var. Hitler cephesinde şimdi yeni
Polonya-Almanya dostluğundan bahsediliyor,” diye belirtiyordu. 52 On
yıllık saldırmazlık anlaşması büyük bir gizlilik içinde hazırlandı ve 26
Ocak 1934’te, şaşkınlıktan gözleri dışarı uğramış Avrupa’ya
açıklandı. 53 Alman dış politikasındaki bu ani dönüşüm açıkça Hitler’in
damgasını taşıyordu. “1920-1933 yılları arasında hiçbir parlamenter
bakan bu kadar ileri gidememişti," diye belirtiyordu o dönemde
Bern’de Alman sefiri olan Ernst von Weizsâcker. 54
Polonya’yla bu yakınlaşma, zaruri olarak, Sovyetler Birliği’ne karşı
yeni bir yönelim anlamına geliyordu. Weimar Cumhuriyeti’nin son
yıllarında kötüleyen ilişkilere; 1922’deki Rapallo ve 1926’daki Berlin
anlaşmalarından beri var olan ideolojik antipatiye rağmen, başlarda,
karşılıklı çıkarlara dayanan modus vivendi’yi* değiştiren pek bir şey
olmamıştı. Sovyetler’in Hitler rejimine yönelik kaygıları Alman sefiri
Herbert von Dirksen tarafından yatıştırılıyor ve Dirksen’in kendi
kaygıları da devlet müsteşarı Bülow’un teminatları ile teskin
oluyordu: “Nasyonal Sosyalistler şimdi tabiatıyla farklı bir halkla ve
daha önce beyan ettiklerinden başka bir politika izlemek
sorumluluğuyla yüz yüzedir." Bülow gönül rahatlığıyla şöyle devam
ediyordu: “Bu hep böyle olmuştur ve bütün partiler için aynı şey
geçerlidir."55 Öte yandan yazın başlarından beri, Nazi hareketinin
kopardığı yaygarayla uyumlu, ama Dışişleri Bakanlığı’nın ve (artan
kaygılara rağmen) Sovyet muhatabının arzusuna ters olarak,
diplomatik ilişkiler önemli oranda kötülemişti. 1933 sonbaharında,
ilişkilerin onarılması ihtimalini Hitler bizzat yok saydı. 56 1934 yılı
boyunca, (önceki yılın sonbaharında Dirksen’in yerini almış olan)
Alman sefiri Rudolf Nadolny’nin çabalarına ve daha iyi ilişkiler
kurmak için Sovyetler’in girişimlerine rağmen kötüleme devam etti.
Hitler Nadolny’nin istifasına yol açarak olası bir ilerlemenin önünü
kesti. 57 Bu durumun kaçınılmaz sonucu Sovyetler Birliği’nin
Fransa’ya yanaşması ve Nazi propagandasının üstünde seve seve
oynadığı kuşatılmışlık heyulasının büyümesiydi.
* Lat: Birlikte yaşama yolu ya da biçimi; güçlüklere karşı geçinme yöntemi; geçici anlaşma.(Ç.N.)
1935’in başlarında Sovyetler Birliği hâlâ Alman dış politikasında
tali bir sorundan fazlası değildi. Asıl mesele batılı güçlerle olan
ilişkilerdi. Anlaşmazlıklar, zayıflık, Batı demokrasilerinin içişleriyle
ilgili genel kanaatlerine yanıt verme ihtiyacı Hitler’in yakın dönem
içinde oynayacağı kartlardı. Ama dış politikada bir adım almadan
veya -giderek ivediyet kazanan- silahlı kuvvetlerin büyütülmesi
meselesini ortaya koymadan önce, Hitler’in ordu ile Nazi hareketi
arasında gelişmiş olan iç gerilimi sakinleştirmesi elzemdi; bu gerilim
1934’ün son aylarında öne çıkmış ve Hitler’in askeri yönetimle
arasındaki ilişkileri tehdit eder bir hal almıştı. Gerilimin nedeni,
Hitler’in Röhm meselesi sırasında -sonradan Waffen-SS’leri haline
dönüşecek olan- SS birimlerini askeri silahlarla donatacağını vaad
etmesi ve böylece, Reich’ta silah taşıyan tek gücün ordu kuvvetleri
olacağı yolunda Genelkurmay’a verdiği sözden dönmesiydi. 58 Bunun
ardından SS, Genelkurmaya karşı, SA’nın ve hareketin diğer
birimlerinin de dahil olduğu pek de gizlenmeyen bir saldırı dalgasının
ön saflarında yer almış, bu durum 1934 sonbaharında noktalandıysa
da Genelkurmayın Hitler’e veya partisine güven duyması için hiçbir
şey yapılmamıştı. SA liderlerinin öldürülmesinin ardından parti içinde
daha büyük bir temizlik yapılmamasının yarattığı hayal kırıklığıyla
yerel parti liderlerine yöneltilen sürekli eleştiriler ve kilise
mücadelesinin halkın morali üzerindeki olumsuz etkileri gibi, ülke
içinde huzursuzluk yaratan unsurlar da buna katkıda bulundu.
Genelkurmay kendi konumunu, Nazi hareketinin “külli iddiası” olarak
gördüğü şeyin tehditi altında hissediyordu. 59 Nazi aktivistleri ise
himaye altındaki statüsüyle gericiliğin kalesi olarak gördükleri bu
kurumun sahip olduğu güce kızgındı.
Hitler sonunda daha fazla geri planda duramadı ve müdahale
etmek zorunda kaldı. Aşırı derecede kısa bir bildirim süresiyle
(sadece bir gün) 3 Ocak 1935 tarihinde Berlin Devlet Opera
Binası’nda yapılacak olan “Alman Liderliği” (Deutsche Führerschaft)
toplantısına -bu isim altında bir toplantı ilk ve son kez yapılıyordu-
çağrı çıkardı. Başkanlık görevini Rudolf Hess üstlenmişti. Parti
Reichsleiter ve Gauleiter’leri yerlerini almıştı. Keza silahlı
kuvvetlerin üst düzey yetkilileri de oradaydı. Hitler bir buçuk saat
süren konuşmasında, askeriyenin Nasyonal Sosyalist yönetime olan
güveninin yeniden kazanılması konusunu işledi. Almanya’yı,
savunması güçlü bir Wehrmacht’ın güvencesi altında büyük bir güç
haline getirme arzusunu vurguladı. Bu amaca ancak tam bir birlikle
ulaşılabilirdi. Nasyonal Sosyalist devletin iki temel dayanağı
olduğunu, bunların Parti ve Wehrmacht [Ordu] olduğunu belirtti. İkisi
arasında karşılıklı güvenin tekrar inşa edilmesini istiyordu. Orduyu
onların tarafında olduğu konusunda temin ediyordu. Genelkurmayın
onu eleştirdiğini ya da ona karşı olduğunu iddia eden, partiden
gelecek herhangi bir raporu yırtacak ve bu tip iddialara
inanmayacaktı, “çünkü Wehrmacht'a inancım sarsılmaz,” diye
açıkladı. Gözlerinde yaşlarla, parti liderlerine, Almanya’yı yeniden
inşa edebilmesinin ancak birlik içindeki bir topluluğun ona mutlak
bağlılık ve sadakatiyle mümkün olduğunu görmeleri için yalvardı.
1932’deki Strasser krizinde olduğu gibi gösterisinin doruk noktası,
eğer bu birlik sağlanamazsa kendi canına kıyacağı tehdidiydi.
Konuşmasındaki yapmacık drama tutmuştu. Ortalık alkışlarla inledi.
Hitler, silahlı kuvvetlere dokunaklı bir sadakat ilanı olarak gördükleri
bu sözlerden etkilenmiş olan ordu liderlerini kazanmıştı. Göring
partinin, devletin ve genelkurmayın birliğini şahsında temsil eden
Hitler’e bir teşekkür oylamasıyla toplantıyı bitirdi. 60 Hitler bir kez
daha kendini, “misyonu”yla ”iktidar-karteli”nin farklı seksiyonlarının
çatışan çıkarlarını uzlaştıran ve birliği sağlayan vazgeçilmez kişi
olarak sunmayı başarmıştı. 61
Bu arada, 13 Ocak 1935’te Saar’ın Almanya topraklarına geri
katılması için yapılacak olan halk oylamasıyla Hitler’in kucağına
zengin bir propaganda fırsatı düşmek üzereydi. Versailles Anlaşması
Saar’ı Alman topraklarından ayırmış, on beş yıllığına Milletler
Cemiyetinin kontrolüne bırakmış ve kaynaklarından faydalanma
hakkını da Fransa’ya vermişti. On beş yıl sonra Saar sakinlerinin
kabaca yarım milyon seçmen nüfusu vardı- Almanya’ya geri katılmak,
Fransa’nın parçası olmak ya da statükolarını koruma konusunda
karar almaları öngörülmüştü. Büyük kısmı Almanca konuşan ve
1919’daki anlaşmaya kızgınlıkları geçmemiş olan nüfusun
çoğunluğunun tekrar Almanya’ya bağlanmak istemesi her zaman için
olasıydı. Alman hükümeti bunun yolunu hazırlamak için bayağı bir
çalışma yaptı. Oylama günü yaklaşırken Goebbels Saar sakinlerini
büyük bir propaganda dalgasına boğduğu gibi Almanya içinde de
konuyu gündeme soktu. 62 Berlin, oylamadan Saar’ın tekrar
Almanya’ya katılması yönünde bir karar çıkacağından emin olabilirdi.
Öte yandan Fransız sefiri Andre François-Poncet’ye göre, Fransa
Saar topraklarını kendi topraklarına katarak ya da oylamanını
tarihini erteleyerek Alman zaferini engellemeye kalkışsaydı, Hitler
buna şaşırmayacaktı. 63 Kaldı ki Saar ağırlıklı olarak Katolik’ti ve
nüfusun önemli bir kesimini sanayi işçileri oluşturuyordu; Almanya’da
bu iki sosyal grup da Nazizm’e pek coşkulu yaklaşmamıştı. 64
Saar’daki Hitler rejimi karşıtları, Almanya’da solun gördüğü
şiddetli baskıya ve Nazilerin iktidara gelmesinin ardından tek tük de
olsa- Katolik Kilisesi’nin zulüm tehditi altında kalmasına dayanarak,
oylamadan Nazi-karşıtı bir sonuç çıkacağı yanılsamasına bel
bağlamışlardı. 65 Ama Katolik yetkililer ağırlıklarını Saar’ın tekrar
Almanya’ya bağlanması yönünde koydular. Saar’lı pek çok Katolik,
Hitler’i onları Bolşevizm’den kurtaracak lider olarak görüyordu. 66
Solda ise partinin kan kaybı halk oylamasından çok önce başlamıştı.
Bütün propaganda çabalarına rağmen, sayılan azalan Sosyal
Demokrat ve komünist görevlilerin verdiği mesaj kitlelere etki
etmiyordu. Nazi propagandası ise devam eden kitlesel işsizliği,
Fransızların ekonomik sömürüsünü ve siyasi bir sesin eksikliğini öne
sürerek tekrar Almanya’ya bağlanma alternatifinin propagandasını
yapmakta hiç güçlük çekmiyordu. 67 Geri kalanını da, “mücadele
dönemi”nde Reich’ta olduğu gibi, gözdağı vermeye yönelik eylemler
halletti. Nüfusun büyük çoğunluğu -işçiler ve Katolikler, orta sınıf ve
benzer şekilde refah içinde olan kesimler- için üzerinde konuşacak
başka bir seçenek yok gibiydi. Gelecek Hitler Almanyası’ndaydı.
Milliyetçi duygular ve maddi çıkarlar el ele gidiyordu.
Oylar sayıldığında, Saar seçmenlerinin yaklaşık yüzde 91’inin özgür
kararlarıyla diktatörlüğü seçtikleri ortaya çıktı. 68 İki sol partinin eski
destekçilerinin en az üçte ikisi, tekrar Almanya’ya bağlanma lehinde
oy vermişti. 69 Hitler’in Alman halkının desteğine gerçekten sahip olup
olmadığıyla ilgili şüpheler giderilmişti.
Hitler bu zaferinden sonuna kadar faydalandı. Aynı zamanda,
kamuoyunun gözünü boyamak için barış yanlısı biri gibi konuşmaktan
geri durmuyordu. “Anavatana tekrar bağlandığınızda,” diyordu Saar
halkına, Alman Reich’ı “Fransa’dan bir daha toprak talebinde
bulunmayacak.”70 Daily Mail muhabiri Ward Price’a halk
oylamasından dört gün sonra verdiği röportajda, “Almanya kendi
isteğiyle (von sich naus) barışı asla bozmayacaktır,” diyordu. 71 Saar
topraklarının resmi olarak Reich’a katıldığı 1 Mart günü Hitler
Saarbrücken’de konuşma yaptı. “Tüm Avrupa’nın” ve “tüm ulusun
bugünkü mutluluğunun” parçası olmaktan “alabildiğine mutlu”
(überglücklich) olduğunu bildirdi. Saar meselesinin çözümlenmesinin
sonucu olarak “Almanya ile Fransa arasındaki ilişkilerin hemen
düzelmesini ve hep öyle kalmasını,” umut ediyordu. “Umut edelim ki,
bizim barış istediğimiz kadar büyük komşularımız da bu barış için
bizimle birlikte çabalamaya hazır ve istekli olsunlar.”72
Hitler’in gerçek düşünceleri farklıydı. Saar zaferi elini
güçlendirmişti. Bunun avantajlarından faydalanmalıydı. Batılı
diplomatlar bir sonraki adımını beklediler. Çok fazla beklemeleri
gerekmedi.
Saar kampanyasını riske atacak bir şey yapmama kaygısıyla, gerek
Hitler’in gerek Dışişleri’nin emirlerinde yeniden silahlanma konusu
özel bir ihtimamla ele alınmıştı. Buna bağlı olarak, genelkurmayın -
siyasi ve askeri mülahazaları aynı anda içeren- silahlanmayı
hızlandırma taleplerinin, Saar zaferinin ardından yeni bir ivme
kazanması beklenebilirdi. Saar, silahlanma meselesiyle başka bir
açıdan da bağlantılıydı. Cenova’daki silahsızlanma görüşmeleri,
Almanya’nın çekilmesinden dolayı önemini yitirmiş olduğundan, Kasım
1934’e ertelenmiş; silahlanmaya uluslararası kabul görmüş sınırlar
koymak için yeni bir çaba göstermeden önce, Saar halk oylamasının
sonucunun beklenmesine karar verilmişti. Hitler’in bununla
ilgilendiği yoktu, o ikili anlaşmaların peşindeydi. 73 Fakat bu durum
General Beck’ten, ordunun o dönemki bakışını çok güzel bir şekilde
ortaya seren, 6 Mart tarihli bir muhtıranın gelmesine yol açtı.
Muhtıra “yaşam alanımızın güvenliği”nin garanti altına alınması
fikri etrafında dönüyordu ve bu ibare “Lebensraum” teriminin geniş
ve çeşitlilik gösteren kullanımlarına işaret ediyordu. Beck, Reich’ın
komşularından -Fransa, Çekoslovakya, Polonya ve Belçika-
gelebilecek bir saldırı ihtimali üzerinde duruyor, diğer yandan bir
Sovyet müdahalesinden pek endişelenmiyordu. Onun bakışına göre
ihtimal dahilinde olan, İngiltere’nin sadece seyirci olacağı sınırlı bir
orta Avrupa savaşıydı. Almanya’nın savunma gücü olası en kötü
senaryo çerçevesinde değerlendirilmeliydi. Beck, yeniden
silahlanmayla ilgili tüm konularda Almanya’ya tam bir eşitlik
tanınmasını ve -Reich’ın batı sınırlarıyla ilgili olanlar da dahil olmak
üzere- tüm sınırlamaların kaldırılmasını istiyordu. Ren Bölgesi’nin
askerden arındırılmış olma statüsüne son verilmesi asgari bir talepti.
Beck’in verdiği muhtıranın da açığa vurduğu gibi, Genelkurmay
Aralık 1933’ten beri, barış zamanı için yirmi bir tümenlik bir ordu
planlamaktaydı. 74 Beck şimdi barış zamanındaki ordunun yirmi üç
tümenden oluşmasını, 1939’a dek, savaş durumunda bu rakamın hızla
altmış üçe çıkarılmasını, yani ordunun yaklaşık olarak 1914’teki
boyutlarına erişmesini tasarlıyordu. Ordu komutanı (Chef der
Heeresleitung) Fritsch ile Beck arasında birkaç gün sonra gidip
gelen muhtıralar, Beck’in yirmi üç tümeni üç ya da dört yıllık geçici
bir düzenleme olarak gördüğünü, bu sürecin sonunda barış
zamanında otuz altı tümenlik bir orduyu hedeflediğini açığa
vuruyordu. Almanya’ya önleyici bir saldırı olması ihtimalinden daha
çok endişe duyan Fritsch ise, hedeflenen otuz altı tümenlik savaş
dönemi ordusu için yirmi üç tümenin yetersiz bir zemin teşkil ettiğini
ileri sürüyor ve otuz altı tümene hızla çıkılmasını savunuyordu.
Bununla birlikte, çok aceleci bir büyümenin dış politikada tansiyonu
yükseltebileceğinden ve belki de askeri bir tehlike
yaratabileceğinden Fritsch de kaygı duyuyordu. Nitekim Savunma
Bakanı Blomberg de bu görüşteydi. 75
Ordu liderleri büyümenin temposu konusunda bölündülerse de,
sonuç olarak barış dönemi için otuz altı tümenlik bir ordunun
hedeflenmesi ya da bunun gerekliliği konusunda anlaştılar ve bu
rakam Mart 1935'te Hitler tarafından karara bağlandı. Zorunlu
askerlik hizmeti, Beck’in ortaya attığı Aralık 1933 programında
zaten öngörülmüştü ve 1 Ekim 1934’te başlatılması düşünülen askeri
planın önemli bir parçasıydı. 76 Planın bu tarihte başlatılmasının hayal
olduğu anlaşılmıştı. Ama askeri liderler yine de, 1935 yazına dek
zorunlu askerlik hizmeti çerçevesinde bir ordu toplamanın gerekli
olduğunu düşünüyorlardı. Geriye bir tek, dış politikadaki duruma
göre zamanın belirlenmesi kalmıştı. 77
1935’in başlarında bu konuda gene bir gerilim baş gösterdi. 3
Şubat’ta Fransızlar ve İngilizler ortak yayımladıkları bir tebliğle
Almanlara tek taraflı silahlanma suçlaması gerilmiş, silahlanma
düzeyine genel bir sınırlama getirme ve hava saldırısına karşı
uluslararası bir savunma paktı kurma önerisi sunmuşlardı. 78
Almanlar’ın biraz gecikmeyle 15 Şubat'ta verdiği yanıtta, konuya
daha fazla açıklık getirmek için İngiliz hükümetiyle görüşme isteği
dile getiriliyordu. 79 İngiliz Dışişleri Bakanı Sir John Simon ve Lord
Privy Seal Anthony Eden görüşmeler için 7 Mart’ta Berlin’e
çagırılıyordu. 80 Planlanan ziyaretten üç gün önce İngiliz hükümetinin
yayımladığı bir rapor, Book, Alman basınında kızgın bağrışmalara
sebep oldu. Raporda, Almanlar’ın silahlanmasının Avrupa’da yarattığı
artan güvensizliğin ve Reich’taki saldırgan atmosferin bir sonucu
olarak askeri harcamalarda artış olduğu bildiriliyordu. 81 Hitler
hemen “diplomatik” bir soğuk algınlığı ve boğaz agnsı icat ederek -
güya ayin başında yağmurlu bir günde Saarbrücken’e yaptığı
yolculuk sırasında üşütmüştü- Simon’un ziyaretini erteledi. 82
Rosenberg, “ses kısıklığının baş gösterdiği gün” onu gayet iyi bir ruh
halinde buldu, görüşmenin iptalinden dolayı pek neşeliydi. Hitler,
“biraz daha zaman kazanıldı yine,” diyordu. “Ingiltere’yi yönetenler
bizi kendilerine eşit görmeye alışmalılar.” “Almanya’nın konumunu
santim santim düzelteceğini” de ekledi. “Bir yıl sonra hiç kimse bize
saldırmaya cesaret edemeyecek! Şu birkaç yıl içinde bu
gerçekleşmeli. Eğer silahlanmaya 1936’da başlayacak olsaydık, çok
geç olacaktı.”83
Ziyaretin yapılmasının planlandığı tarihten üç gün sonra, 10
Mart’ta, Göring Alman hava kuvvetlerinin varlığını ilan etti.
Versailles Anlaşması’nın açıkça ihlaliydi bu. 84 Diplomatlara yaptığı
açıklamada, etkili olsun diye, o dönemde Almanya’nın elindeki uçak
sayısını neredeyse iki kat fazla söylemişti. 85 Bunun hemen öncesinde
Fransa Belçika’yla 1921’de yaptığı askeri anlaşmayı yenilemişti. 86 15
Mart’ta Fransa Millet Meclisi askerlik hizmetinin bir yıldan iki yıla
çıkarılmasını onayladı. 87 Baş düşman Fransa’nın bu hareketleri
Hitler’i tepki vermeye itti. Bahane eline geçmişti. 88 Hem siyasi
anlamda hem de propaganda anlamında hasımlarının eylemlerinden
kazanacağı avantajlar konusunda her zamanki gibi tetikte olan
Hitler, yakın bir gelecekte atacağı adımı hemen atmaya karar verdi.
13 Mart’ta, Hitler’in Wehrmacht yaveri Yarbay Hossbach’a ertesi
sabah Münih’te Hotel Vier Jâhreszeiten’de olması emredildi. Oraya
vardığında Hitler hâlâ yataktaydı. Askeri yaver ancak öğlenden biraz
önce huzura kabul edildi ve kendisine Führer’in yakın gelecekte
zorunlu askerlik hizmetini yeniden yürürlüğe sokmaya karar verdiği
söylendi; Almanya’nın özerkliğini yeniden kazandığını ve Versailles
Anlaşması’nın kısıtlamalarını kenara attığını bütün dünyaya açıkça
gösterecek bir hareketti bu. 89 Hitler iki saat boyunca bunun
sebeplerini izah etti. Hazır diğer Avrupa devletleri askeri güçlerinde
ayarlamalar yaparken ve özellikle Fransa önlemler alırken, dış
politikadaki bu avantajlı durum kaçırılmamalıydı. Ardından
Hossbach’a yeni ordunun ne büyüklükte olması gerektiğini sordu.
Şaşırtıcıdır ki, bu kadar önemli bir konuda Hitler Fritsch veya Beck’e
doğrudan danışmayı düşünmemişti. Hossbach’ın genelkurmayın
fikirleri hakkında bilgi sahibi olacağını düşünüyordu. Hossbach,
Savaş Bakanı Blomberg’in ve Ordu Başkomutanı Fritsch’in onayına
tabi olarak otuz altı tümenlik bir ordu şart koştu. Bu genelkurmayın
gelecekteki bir hedef olarak tasavvur ettiği barış dönemi ordusunun
nihai büyüklüğüne denk düşüyordu. 90 Versailles sonrasındaki ordunun
beş buçuk ve dokuz gün önce Beck’in muhtırasında belirttiğinin üç
katı büyüklüğünde, 55 bin kişilik bir orduydu söz konusu olan. Hitler
Hossbach’ın verdiği rakamı hiç itirazsız kabul etti. Bunun anlamı
şuydu: Ordu komutanlarının yavaş yavaş ulaşılacağını düşündükleri
boyutta bir ordu hemen kurulacaktı.
Hitler’in propagandadaki düsturu hep şu olmuştu: Ne kadar
şaşırtıcıysa o kadar iyidir. Hem azami düzeyde hayret duygusu
uyandırmak hem de tehlikeli sonuçlar doğurabilecek sızmaları
engellemek için her şeyi gizlilik içinde yürütmek ise bir diğer
ilkesiydi. Hitler bu kararı alırken ne genelkurmaya ne de konuyla
ilgili bakanlara danıştı. 91 Dış politikayla ilgili ciddi bir meselede bu ilk
kez oluyordu ve yine ilk kez olmak üzere Hitler silahlı kuvvetler
komutanlarının muhalefetiyle karşılaştı. 92 Hitler ancak Hossbach’ın
yalvarmalarıyla 14 Mart’ta, Blomberg’i, Fritsch’i ve seçilen bazı
kabine bakanlarını iki gün sonra olacaklar konusunda bilgilendirmeye
ikna oldu. Başlangıçta, gizlilik riske girebilir diye, yapmaya
niyetlendiği şeyi onlara açmaya isteksizdi. 93 Savaş Bakanlığı ve
genelkurmay şaşırmış, dış politikada böyle hassas bir durum
yaşanırken Hitler’in adım atmaya hazırlanmasından dolayı dehşete
düşmüştü. Onların karşı çıktığı silahlı kuvvetlerin büyütülmesi ya da
kararlaştıran boyutları değil, hareketin zamanlaması, bu kadar
sorumsuzca ve riskli bir şekilde yapılmasıydı. 94 Dışişleri Bakanlığı
olayın içerdiği riskler konusunda daha iyimserdi, askeri bir müdahale
tehlikesini pek hesaba katmıyordu. 95 Sonucu belirleyecek olan
İngiltere’nin tepkisiydi; ve Berlin’e ulaşan pek çok gösterge,
İngiltere’nin, Almanlar’ın yeniden silahlanmasını kabul etmeye
giderek daha çok meylettiğine işaret ediyordu. 96 Bu durumda, askeri
erkan geri çekilirken kabinenin sivil üyeleri Hitler’in bu hareketini
destekliyordu. 97
Kabinenin diğer üyelerinin nispeten daha sakin olması, Blomberg’in
sinirlerinin yatışmasına yardımcı oldu. Dış politikaya olan
yansımaların yaratacağı sıkıntıların yanı sıra bu hareketin ordunun
oluşumuna sağlayacağı fırsat ve avantajlar da göz önüne alınmalıydı.
Ertesi gün, yani tebliğin yapılacağı gün, Blomberg’in ilk baştaki karşı
çıkışı yok olmuştu. 98 Tebliğin yapılmasından hemen önce, kabine
toplantısının öğle tatilinde, Führer’in bu “büyük icraatı”ını överek
diğer bakanların Hitler için üç kez “Heil!” diye bağırmasına ön ayak
oldu ve ardından ona sadakat yemini etti. 99 Fritsch de onayını
sunmakta gecikmemişti. Hitler’in yıllar sonra da hatırlayacağı
itirazları artık, planlanan silahlanma hızından kaynaklanan teknik
sorunlarla sınırlıydı. 100
Aynı gün, yani 16 Mart cumartesi günü öğleden sonra Hitler,
yanında Neurath’la, hemen yakın dönemde gerçekleştireceği icraatı
yabancı elçilere duyurdu. 101 Hitler’in beyanına göre, İtalyan sefiri
Vittorio Cerrutı (yazın Hitler’in ricası üzerine yerine başkası
gelecekti) öfkeden bembeyaz olmuş; Fransız sefiri Andre François-
Poncet sözlü olarak hemen durumu protesto etmiş; İngiliz sefiri Sir
Eric Phipps ise haya kuvvetlerinin ve donanmanın göreceli
büyüklükleri konusunda Almanya’nın İngiltere’ye sunduklarının hâlâ
geçerli olup olmadığını sormakla yetinmişti. 102 Sonra dramatik
haberlere geçildi. Hitler; otuz altı tümenlik yeni Wehnnacht’ın
kurulacağını ve zorunlu askerlik hizmetinin yeniden yürürlüğe
sokulacağını bildirdi. Bu hareketleri diğer ülkelerin silahlanma için
attığı adımlarla, Almanya’nın eşit koşullarda silahlanma için yaptığı
tekliflerin reddedilmesiyle gerekçelendirdi ve hükümetin bu “gücü
Reich’ta ve bütün bir Avrupa’da barışı koruyabilmek üzere” istediğini
söyledi. 103
Gazeteler hemen özel baskılar yaparak, yenilginin utancını silmek,
Almanya’nın askeri itibarını iade etmek ve “Versailles’ı etkisiz hale
getirmek için alınan ilk büyük önlemi övdüler. Reich Şansölyeliği’nin
dışında “Hitler” diye bağıran, tezahürat yapan çılgın bir kalabalık
toplanmıştı. 104 “Versailles’a açıkça karşı çıkarak mecburi askerliğe
dayalı bir ordu kurması, Hitler’in iç işlerindeki konumunu da
güçlendirecektir,” diye yazıyordu, Berlin’deki manzaraya tanık olan
Amerikalı gazeteci William Shirer. “Naziler’den ne kadar nefret
ederse etsin onu tüm yüreğiyle desteklemeyecek pek az Alman
vardır. Büyük bir çoğunluk, hepsinin içerlediği Versailles'a burun
kıvırma tarzından hoşlanacaktır.”105
Bundan böyle “Kahramanları Anma Günü” olarak adlandırılacak
olan ertesi gün, gümüşi ve siyah renklerde kocaman bir demir haçla
süslenmiş devasa bir sahne perdesinin asılı olduğu Berlin Devlet
Opera Binası’nda, askeri üniformalar ve bayraklardan oluşan bir
denizin ortasında ve Beethoven’in “Cenaze Marşı”nın (büyük Eroica
senfonisinin ikinci ölçüsü) kederli ezgisi eşliğinde General Blomberg
konuşmasını yaptı. “Dünya Savaşındaki yenilginin Almanya’yı
öldürmediğini bütün dünya anladı,” diye başladı konuşmasına.
“Almanya milletler arasında hak ettiği yeri tekrar alacaktır. Söz
veriyoruz: Almanya bir daha asla teslim olmayacak ve yerine
getirilemez bir arılaşmayı imzalamayacaktır.” Hitler kraliyet
locasından onaylayarak bakıyordu. 106 Bunu, seremoninin en önemli
unsuru olarak Alman ordusunun yenilenmiş geleneğinin sergilendiği
görkemli askeri gösteri izledi. 107 Hitler, sağında eski ordunun
sembolü. Birinci Dünya Savaşı’nda Romanya’daki Alman birliklerine
kumanda etmiş yaşlı Feldmareşal August von Mackensen, solunda ise
yeni orduyu temsilen Blomberg olduğu halde ortada duruyordu. 108
28. Hitler SA üniforması içinde (reddedilmiştir), 1928/9

29. Hitler konuşma pozu veriyor. Ağustos 1927'den kalma bir kartpostal. Alttaki
yazıda şöyle yazıyor: "Önümüzdeki yüzyıllar içinde, dünya savaşındaki Alınan ordusunu
anımsamadan kimse kahramanlıktan söz edemeyecek."

30. Hitler NSDAP yönetimine konuşma yapıyor, 30 Ağustos 1928. Soldan sağa: Alfred
Rosenberg, Walter Buch, Franz Xaver Schwarz, Hitler, Gregor Strasser, Heinrich
Himmler. Kapının yanında, ellerini birbirine kenetlemiş olarak oturan Julius Streicher,
onun solundaki de Robert Ley.

31. Geli Raubal ve Hitler, yaklaşık. 1930.


32. Eva Braun, Heinrich Hoffmann’ın stüdyosunda, 1930'ların başları.

33. Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg.


34. Reich Şansölyesi Heinrich Brüning (solda) Benito Mussolini'yle birlikte, Roma,
Agustos 1931.

35. Yıllık Reich Anayasası kutlamalarında Reich Şansölyesi Franz von Papen (önde,
sağda) ve Devlet Müsteşarı Dr. Oııo Meissner, 11 Ağustos 1932. Von Papen'in
arkasındaki Reich içişleri Bakanı Wilhelm Freiherr von Gayl. Kendisi o gün, Weimar'ın
liberal anayasasını daha otoriter hale getirecek bir öneri sunmuştu.
36. Gregor Strasser ve Joseph Goebbels, Hitler’in önünden geçen SA yürüyüşünü
izliyorlar, Braunschweig, 18 Ekim 1931.

37. Ernst Thâlmann, KPD lideri, Weimar demokrasisinin krizi büyürken "Kızıl
Cephe"nin bir gösterisi sırasında, yaklaşık 1930.
38. Nazi seçim afişi, 1932, SPD'yi ve Yahudiler'i hedef alarak hazırlanmıştır.
Üzerindeki slogan şöyledir: "Marksizm Kapitalizmin Koruyucu Meleğidir. Nasyonal
Sosyalistlere Oy Verin, Liste l".

39. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde adayların afişleri, Berlin, Nisan 1932.


40. Neudeck’te, Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg’un evindeki bir tartışma, 1932.
Soldan sağa: Reich Şansölyesi Franz von Papen, Devlet Müsteşarı Otto Meissner
(arkası kameraya dönük), Reich İçişleri Bakanı Wilhelm von Gayl, Hindenburg ve
Reichswehr Bakanı Kurt von Schleicher.

41. Reich Şansölyesi Kurt von Schleicher Berlin Sportpalast’ta konuşma yapıyor, 15
Ocak 1933.
42. Hitler. Ocak 1933’te, şansölye olarak atanmasından hemen önce, resmi kıyafet
içinde nasıl göründüğünü kontrol etmek için çekilmiş bir fotoğraf, Berlin, Hotel
Kaiserhof.

43. “Postdam Günü”, 21 Mart 1933: Hitler itaatkar bir tavırla Cumhurbaşkanı von
Hindenburg’un önünde eğiliyor.
44. Chemnitz’de SA Komünistlere şiddet uygulanırken, Mart 1933.

45. Yahudi doktorlara yönelik boykot, Nisan 1933. Tabelaların üzerine yapıştırılmış
etiketlerin üzerinde şöyle yazıyor: “Dikkat, Yahudi! Vizite Yasaktır.”
46. Yaşlı bir Yahudi Berlin’de polis tarafından gözaltına alınıyor, 1934.

47. Hindenburg ve Hitler Berlin Lustgarden’deki “Milli Emek Günü” kutlamalarına


giderken, 1 Mayıs 1933. Ertesi gün sendika hareketi tamamen yok edilmiştir.
48. SA ile problemlerin belirmeye başladığı 1933 yazında, Hitler Ernst Röhm’le
birlikte SA’nın bir gösterisini izliyor.

49. Führer kültü: 1933’te Hans von Norden tarafından hazırlanmış, Hitler’i Büyük
Frederick, Otto von Bismark ve Paul von Hindenburg ile aynı sırada gösteren bir
kartpostal. Alttaki yazıda şöyle deniyor: “Kral fethetti, Prens biçimlendirdi, Feldmareşal
savundu ve Asker koruyup, birleştirdi.”
50. Führer kültü: “Hayvansever Führer”, kartpostal, 1934.
51. Hitler Reichstag’da “Röhm Tasfiyesi”ni açıklıyor, 13 Temmuz 1934.

52. Hitler, Profesör Leonhard Gall ve mimar Albert Speer ile birlikte, Münih’te yarısı
tamamlanmış "Alman Sanat Evi"ni denetliyor. Üzerinde tarih olmayan bir sigara paketi,
yaklaşık 1935.

53. Hitler genç Bavyeralılar ile birlikte. Arkasında (sağda) yerel Bavyera kostümü
içinde Hitler Gençliği Lideri Baldur von Schirach. Tarih atılmamış bir fotoğraf.
54. Lenbachplatz'daki Mercedes-Benz galerisi, Münih, Nisan 1935.

55. Hitler 1935 yılında Ruhr’a yaptığı bir ziyaret sırasında, yanındakiler (soldan
sağa): uşağı, Karl Krause ve önde gelen sanayicilerden Albert Vögler, Fritz Thyssen ve
Walter Borbet, Birleşik Çelik İşletmelerinin tüm önemli idarecileri.
56. “Hitler Dağında”: 1935 yılında Heinrich Hofmann’ın yayımladığı, Führer’in
pitoresk ortamlarda çekilmiş 88 fotoğrafının yer aldığı bir albümün kapağı.

57. Darbenin yıldönümünde, Odeonsplatz Feldhermhalle’de yemin eden acemi


askerler, Münih, 7 Kasım 1935.
58. Hohenzollern Köprüsü üzerinden, askerden arındırılmış Ren Bölgesine giren
Alman birlikleri, Köln, 7 Mart 1936.

Alman halkı Hitler’in yaptığı şeye tamamen hazırlıksızdı: İlk etapta


çoğunun reaksiyonu aşırı bir şaşkınlık, bunun yurt dışında doğuracağı
sonuçlardan, hatta yeni bir savaş ihtimalinden duyulan kaygıydı. 109
Ama Batılı güçlerin hiçbir şey yapmayacağı fark edilince -en azından
büyük bir çoğunluk için- bu gerginlik yerini hızla keyfe bıraktı.
Fransa silahsızlanma için bir şey yapmadığına göre Almanya’nın
yeniden silahlanmaya hakkı olduğu düşünülüyordu. Hitler’in prestiji
arttı. Halk onun soğukkanlılığına ve cüretkarlığına hayrandı.
Fransızlara gereken dersi vermiş ve on dört yıldır “diğerlerinin”
beceremediği şeyi yapmıştı. 110 Bavyera’dan Prag’daki Sopade genel
merkezine gönderilen karşıt görüşlü kaynaklardan birinde, “17
Mart’taki coşku çok büyüktü,” diye belirtiliyordu. “Bütün Münih
ayaktaydı, insanlara zorla şarkı söyletilebilir, ama böylesine coşkuyla
şarkı söylemek zorla olmaz. 1914 günlerine tanık oldum ve şunu
söyleyebilirim ki, savaşın ilanı bile benim üzerimde Hitler’in 18
Mart’ta karşılanışı gibi bir etki bırakmamıştı... Hitler halk arasında
olağandışı bir destek kazanmayı yine başardı; siyasi becerilerine ve
dürüst iradesine duyulan güven şimdi her zamankinden daha büyük.
Çoğu kişi tarafından seviliyor.”111
Hitler’in bu hareketi yabancı hükümetleri de şaşırtmıştı. Fransız ve
Çek diplomasisi yoğun bir hareketlilik içine girdi. Moskova’yla
yapılan ve gayet ağır yürüyen müzakereler hızlandı. İtalya’da
Mussolini Almanya’ya karşı savaş tehditleri savuruyor, 1915’tekine
benzer bir atmosfer yaratmaya çalışıyor ve Fransa’yla daha yakın bir
ittifakı düşünüyordu. 112 Ama anahtar İngiltere’nin elindeydi.
İngiltere’nin hem Bolşevizm tehdidiyle ilgili öncelikli kaygıları, hem
de imparatorluk içindeki ve huzursuz Uzak Dogu’daki denizaşırı
çıkarları, onu Alman yanlısı bir tutuma teşvik ediyordu. Nitekim bu
durum Fransız diplomasisiyle arasını açıyor ve Hitler’in doğrudan
işine yarıyordu. İngiliz hükümeti 18 Mart’ta, Fransa’ya
danışmaksızın, Almanya’ya bu tek taraflı hareketi protesto eden düz,
resmi bir nota gönderdi. Aynı notada, Alman diplomatlarını da
şaşkınlığa gark ederek, Reich hükümetinin Simon ve Hitler arasında
yapılacak görüşmeyle hâlâ ilgilenip ilgilenmediği soruluyordu. 113
Fransız sefiri François-Poncet toplantının terk edilmesini, elçilerin
Berlin’den çağrılmasını ve Almanya’ya karşı ortak bir savunma paktı
kurulmasını istemişti. 114 Ama İngiltere kendi yoluna gidiyordu,
İngiltere’ninkinden daha keskin bir dille kaleme alınmış olan Fransız
ve İtalyan resmi protesto notaları, Berlin’e, Almanya’nın tecridinin
kırılmakta olduğunu sezdiriyordu. 115
Genelkurmay askeri bir müdahalenin olası sonuçlarına dair panik
içinde savaş tatbikatı için toplanırken, Hitler Rosenberg’e
“sanıyorum, üstesinden geleceğiz,” dedi. 116 Hitler’in gözünde, gerek
yurt içinde gerek yurt dışında alınan tepkiler, cüretkarlığın
temkinliliğe olan zaferi anlamına geliyordu, ayrıca yargılarının ne
kadar doğru olduğu işte bir kez daha ortaya çıkmıştı.
Simon’un ertelenmiş olan ziyareti 25 Mart’ta Reich
Şansölyeliği’nde gerçekleştiğinde Hitler gayet rahat ve kendinden
emindi. Hitler’le ilk kez karşılaşan ve onun tercümanlığını üstlenen
Paul Schmidt konuşmanın başlangıcındaki samimi atmosferden
bahsetmektedir. Karşısında radyoda dinlediği o “öfkeli demagog”u
bulmayı beklerken, Hitler’in görüşmeyi idare etmedeki maharetinden
ve zekâsından etkilenmiştir. 117 Anthony Eden, Hitler’in hal ve
tavırlarında Şubat 1934’teki ilk karşılaşmalarından bu yana bir
değişim olduğundan bahsetmektedir. “Hitler bir yıl öncesine oranla
kesinlikle daha otoriter ve daha az kaygılıydı," diye belirtir. “Bir
diktatörün gücüne sahip olarak ve onu destekleyecek askeri gücün
artışını görerek geçirdiği on iki ayın sonuçlarıydı bunlar." Konuşmalar
süresince, “nereye gitmek istediğini bilen bir adama yakışır şekilde
hiç duraksamadı ve not almadı."118 Hitler duruma tamamen hakimdi.
Yaklaşık dört saat süren ilk sabah oturumunda, Simon ve Eden
Hitler’in Bolşevizm’in tehdidi üzerine -Schmidt tarafından yirmi
dakika aralıklarla tercüme edilen- monologları sırasında tek tük
sorular sormaktan öteye gidemediler. Eden, Almanya’nın da
katılmasının düşünüldüğü, tasarı halindeki “Doğu Paktının bir üyesi
olarak Litvanya’dan bahsettiğinde, Hitler birden öfkeye kapıldı,
gözleri çakmak çakmak yanıyor, R’leri yutuyor, çenesi kasılıyordu.
“Aniden başka bir insan oluvermişti," diye belirtmektedir Schmidt.
“Biz Memel’de Alman azınlığını ezen böyle bir devletle hiçbir koşulda
aynı pakt içinde yer almayacağız," diye gürledi; 128 Alman’ın vatana
ihanetten yargılandığı, sonuçlanması yakın bir mahkemeden
bahsediyordu. 119 Bu öfke patlaması başladığı gibi aniden bitiverdi.
Hitler müzakere yeteneğini bir kez daha göstermiş, Almanya’yı çok
taraflı anlaşmaların içine çekme çabalarına başarıyla karşı
koymuştu. Simon, Almanya’nın silahlanma düzeyiyle ilgili anlaşma
maddelerinden tek taraflı olarak vazgeçmesini eleştirdiğinde, Hitler
ironik bir şekilde yanıt verdi: Blücher Waterloo’da onun yardımına
geldiğinde, Wellington, Prusya ordusunun gücü anlaşma maddelerine
uygun mu diye Dışişleri’ndeki avukatlara sormuş muydu? Eden
Hitler’in darbeyi böyle ustalıkla -ve mizaha böyle yakın durarak-
savuşturması karşısında şaşkına dönmüştü. 120
Sovyetler’in yayılmacı maksatlarına karşı tekrarladığı saldırılarının
yanı sıra Hitler’in asıl teması, anlaşmalarda Almanya’ya silahlanma
seviyesinde eşitlik tanınmasıydı. Almanya’ya hava kuvvetlerinde
İngiltere ve Fransa’yla eşitlik tanınması konusunda Simon’a ısrar etti.
Alman hava kuvvetlerinin o andaki mevcut gücü sorulduğunda Hitler
bir an duraksadı ve sonra şöyle dedi: “İngiltere’yle eşitliği zaten
yakaladık."121 Simon ve Eden pek inanmamışlardı ama yine de bir şey
demediler. Hitler, Almanya’nın İngiliz deniz kuvvetlerinin yüzde 35’i
oranında bir deniz gücü talep ettiğini söylediğinde de bir şey
demediler; ama Hitler, hemen itiraz etmemelerinden buna karşı
olmadıklarını anlamıştı. Hitler Almanya’nın taleplerine dair ödünsüz
savlarını sıralarken İngiliz bakanların sabırla dinlediğini gören
Schmidt, Dışişleri Bakanlığındaki meslektaşlarının yanılıp
yanılmadığını düşünüyordu; belki de Hitler geleneksel müzakere
manevralarındansa emrivaki yöntemiyle çok daha fazlasını
becerebilirdi. Silahsızlanma görüşmelerinde tercüman olarak
bulunduğu dönemle kıyaslayarak şöyle düşünüyordu: “İki yıl önce
Cenova’da Alman delegeleri, Hitler’in burada dünyanın en aşikâr
şeyiymiş gibi ileri sürdüğü taleplerle ortaya çıkmış olsalardı, kıyamet
kopardı.”122
İki taraf da birbiri üzerinde iyi bir izlenim bırakmak istiyordu.
Schmidt’e göre Hitler, görüşmelerin sonunda Reich Şansölyeliği’nde
verilen resepsiyonda “cana yakın bir ev sahibi” idi. Aynı günün daha
erken saatlerinde Hitler’in elçiliğe yaptığı ilk ziyarette, İngiliz
Büyükelçisi Sir Eric Phipps’in çocukları Şansölyeye takdim
edildiklerinde sağ kollarını kaldırarak “Alman Selamı” vermişlerdi. 123
Resmi tavırların arkasında tepkiler farklıydı. Hitler, haklı olarak
diplomatik bir zafer olarak gördüğü bu durumdan sevinç
duyuyordu. 124 Konuşmalar sırasında, Hitler’in yapmacık samimiyetine
rağmen aslında tüm önerileri reddedeceğini anlayan İngiliz bakanlar
giderek daha kötümser bir tutum içine girmişlerdi. Eden, Hitler’le
Şubat 1934’te yapılan ilk görüşmelerle karşılaştırarak, “sonuçlar
kötü... bütün hal tavır ve hava bir yıl öncekinden çok farklı,” diye not
etmişti günlüğüne. 125 Hitler görüşmelerde sert ve becerikli olduğu
kadar, kurnaz ve açıklıktan da uzak, diye ifade etmişti
izlenimlerini. 126 Ama İngiliz hükümetinin benimsediği zayıf bir
pozisyondu. İngilizler kendilerini esnek, anlaşmaya istekli, barışın
korunmasında ısrarlı, ama Fransızlarla dayanışma pahasına da olsa
taviz vermeye hazır bir konumda göstermişlerdi. Diğer yandan
Almanya’nın tutumu ise tüm asli noktalarda sert ve ödünsüzdü.
Görünüşe göre İngiltere ilerleme kaydetmek için kur yapıyordu.
Avrupa’nın savaş sonrasında oturttuğu düzen göz göre göre
bozuluyordu. Hitler’in bütün ihtiyacı sağlam durmaktı, tüm işaretler
İngiltere’nin uyum sağlayacağını gösteriyordu. Uzlaşmanın tohumları
atılmıştı.
İngiltere’nin uluslararası dayanışma beyanları devam ediyorsa da,
çok fazla lafı edilen Stresa Cephesi sadece kağıt üzerinde geçerliydi.
(Bu cephe, 11 Nisan 1935’te İngiliz, Fransız ve İtalyan liderlerin
Stresa’da yaptığı toplantının bir sonucuydu. Bu toplantıda liderler,
Reich’ın batı sınırlarını garanti altına alan ve Avusturya’nın
bütünlüğünü destekleyen 1925 Locamo Paktı’na sadık kalacaklarına
söz vermişlerdi.)127 Hitler’in Stresa’yı pek kafaya taktığı yoktu.
Goebbels 15 Nisan’da, Hitler’le konuştuktan sonra günlüğüne
“Stresa sallanıyor. Tehlike yok,” diye not etmişti. 128 Propaganda
Bakanı iki gün sonra birazcık daha karamsardı. Cenova’daki Milletler
Cemiyeti toplantısında, Almanların zorunlu askerlik hizmetini
yürürlüğe sokması kınanmış ve Fransızlar Sovyetler Birliği’yle
karşılıklı yardımlaşmaya dayanan bir pakt oluşturma çabalarına
girmişti (nitekim bu çabalar 16 Mayıs’ta bir sonuca bağlanacaktı).
Bütün bu gelişmeler doğrultusunda Goebbels askeri tehlikelerin
azımsanmaması gerektiğini belirtiyor ve şöyle devam ediyordu:
Bunun anlamı, “bizim için tek çözümün güçte yattığıdır.” Yapılacak
şey çok belliydi: Silahlanmayı sürdürmek ve cesur bir duruş
sergilemek. “Ah Tanrım, bu yazı bir atlatalım!”129
Stresa’dan kaynaklanan tecrit, Milletler Cemiyçti’nin Almanya’ya
yönelik suçlamalan ve Fransızların Sovyetler Birliği’yle olan paktı
yok edilmeliydi. Hitler’in 21 Mayıs 1935’te Reichstag’da yaptığı
ikinci “barış konuşması”nın -ilkini 17 Mayıs 1933’te yapmıştı- arka
planında bunlar vardı. “Ben huzur ve barıştan başka ne isteyebilirim
ki,” diye soruyordu tipik retorik tarzıyla. “Almanya’nın barışa ihtiyacı
vardır ve barış istemektedir.”130 Avusturya üzerindeki çatışmadan
dolayı İtalya’yla ilişkilerde kötüleşme olduğunu reddediyordu.
“Almanya’nın Avusturya’yı kendi topraklarına katmaya ya da ilhak
etmeye ne niyeti ne de isteği vardır.”131 Mussolini’nin, doğu
komşusundan uzak durması için Stresa aracılıgıyla Almanya’ya
gönderdiği sinyale açık bir yanıttı bu. 132 Kendini gemlemesine
rağmen Fransa’ya karşı çok daha düşmanca bir tavır içindeydi.
Fransa ile Sovyetler Birliği arasında 2 Mayıs’ta imzalanan anlaşmayı
eleştirdi; Almanya’nın ancak diğer taraflar da aynını yaptığı sürece
Locamo Paktı’na sadık kalacağını belirtti ve Ren’in askerden
arındırılmış olmasına Almanya’nın gösterdiği müsamahanın ancak
kısa bir süre daha devam edebileceğini açıkça ima etti. Bununla
birlikte konuşma esas olarak İngiltere’ye yönelikti. 133 Almanya’nın
silahlanmada eşit haklar istediğini yinelerken makul ve mantıklı
görünmek istiyordu. Silahlanma programının bir tehdit
içerebileceğine dair imaları reddetti. Daha önce Simon ve Eden’e
söylediği gibi, istediğinin sadece hava kuvvetlerinde eşitlik ve İngiliz
donanmasının tonajının yüzde otuz beşine eşit bir deniz gücü
olduğunu belirtti. Bunun koloni sahibi olma talebine yol açacağı
yolunda basında çıkan iddiaları küçümsedi. Almanya’nın deniz
kuvvetlerinde Büyük Britanya’yla rekabet edecek kapasitesi olmadığı
gibi, böyle bir isteği de yoktu. “Alman Reich hükümeti, mevcudiyetin
(Lebenswichtigkeit) karşı konulamaz önemini kabul ediyor ve bu
suretle Britanya İmparatorluğumun kendini korumak içinde denizde
hakimiyet kurmasını anlayabiliyor; fakat aynı şekilde biz de kıta
sınırları içerisindeki mevcudiyetimizi ve özgürlüğümüzü korumak için
gereken her şeyi yapmaya kararlıyız.”134 İngiltere’yle ittifak yapma
arzusunun çerçevesi çizilmişti.
Filoların nispi büyüklüğünü ayarlamak için İngiltere ve Almanya
arasında iki taraflı bir donanma anlaşması yapma fikri, ilk kez
1933’ün başlarında İngiliz Deniz Bakanlığı tarafından ortaya
atılmıştı. 135 Hitler Aralık 1933’te iktidara gelmeden önce, bu fikir
Almanya’da bazı milliyetçi-muhafazakar politikacılar ve donanma
subayları arasında destek bulmuştu. 136 Hitler 1934 yılı boyunca,
filoların hızla oluşturulması konusunda donanma komutanı Amiral
Raeder’in baskısına boyun eğdi. Raeder’in donanmanın rolü
konusundaki görüşleri, Kayzer yönetimi altında Amiral Tirpitz
döneminin geleneklerine dayanıyordu. Buradaki temel düşünce
Fransa’yla eşitlikti. İngiltere’yle donanmaların nispi büyüklüklerinin
ayarlanmasını içeren bir anlaşma ancak geçici bir düzenleme olarak
görülüyordu. Raeder, ilerki bir tarihte İngiltere’nin savaş filosunu
büyütme ihtiyacı duyabileceğini tasavvur ediyordu. 137 Aslına
bakılırsa, Fransa’yla eşitlik demek, İngiltere’nin 3’te 1 gücüne sahip
olmak demekti (ve buna yuvarlak hesap yüzde 35 denmişti). Raeder
yayılmacı tutkularla bu oranı yüzde 50’ye çıkarmak istese de Hitler
daha gerçekçi bir bakışla buna itiraz etti. İki ülkenin Dışişleri
Bakanlıkları da donanmayla ilgili anlaşma tasarılarına eleştirel
yaklaşıyordu. Fakat İngiliz Deniz Bakanlığı, daha büyük bir tehdit
olarak görülen Japon donanmasının karşısında İngiltere’nin
konumunu zayıflatmaması şartıyla, yüzde 35’lik sınırı makul
bulmuştu. İngiliz kabinesi bunu kabul etti. Daha nisanın ortasında
Almanya Milletler Cemiyeti tarafından Versailles’ı ihlal etmekle
suçlanmışken, şimdi İngiltere, Hitler’in 21 Mayıs’taki “barış
konuşmasının ardından -Simon’un mart ayında Berlin ziyareti
sırasında ilk kez gündeme getirdiği üzere- bir deniz anlaşmasının
müzakereleri için Almanlar’ın Londra’ya gelmesini kabul ediyordu. 138
4 Haziran’da görüşmeler başladığında Alman delegasyonunun
başında Joachim von Ribbentrop vardı. Son derece çalımlı ve kibirli
biri olan bu eski şampanya satıcısı partiye 1932’de katılmıştı. Fakat
partiye böyle geç katılmış olmasının verdiği hırsla Hitler’e fanatikçe
bir bağlılık ve sadakat gösteriyordu; öyle ki, onunla defalarca yakın
çevrelerde bulunmuş olan tercüman Schmidt’e göre hali Sahibinin
Sesi gramafonlarının amblemindeki köpeği andırıyordu. 139 1934’te
“Silahsızlanma Sorunu Komiseri” olarak atanmasının hemen ardından
Hitler tarafından, bir tür gezici elçi olarak ilişkileri geliştirmesi için
Roma’ya, Londra’ya ve Paris’e gönderilmiş, sonuçta pek bir başarı da
sağlayamamıştı. 140 Bu açık başarısızlığına rağmen Dışişleri
Bakanlığındaki diplomatlara güvenmeyen Hitler bu konuda onu
desteklemeye devam etti. 1 Haziran 1935’te Ribbentrop’a haşmetli
bir ünvan bağışlandı ve kendisi “Özel Misyonun Tam Yetkili,
Olağanüstü Temsilcisi” oldu. 141 Londra’da zafer anı onu bekliyordu.
Görüşmelere White Hall’daki görkemli Dışişleri Bakanlığı
binasında başlandı. 142 Ribbentrop yanı sıra yeni tür bir diploması
getirmişti. Sir John Simon’un yaptığı açılış konuşmasından sonra
hemen ültimatomunu ortaya koydu: Almanya’nın şartları (yüzde 35
oranı) bağlayıcı ve son koşul olarak kabul edilecekti, aksi takdirde
görüşmeleri sürdürmeye gerek yoktu. Bu oran, “Alman tarafının ileri
sürdüğü bir talep değil, Alman Şansölyesinin son kararı” idi. Simon
soğuk bir ifadeyle, “Alman delegasyonunun talebinin müzakerelerin
başında değil tam olarak sonunda konuşulması gerektiğini” belirtti ve
başka bir toplantıya katılmak üzere oradan ayrıldı. 143 'Ribbentrop’un
daha başlangıçta yaptığı bu çıkıştan sonra ortama öyle soğuk bir
hava hakim olmuştu ki, tercüman Schmidt Berlin’e hemen geri
dönmeleri gerekeceğini düşünmüştü. 144 Hiç de yılmış görünmeyen
Ribbentrop ise ertesi sabah İngiliz hükümetinin, “Şansölye’nin 100’e
35 oranını açık ve resmi bir şekilde kabul edip etmediği”ne dair
hemen bir yanıt vermesini istedi. Aksi takdirde görüşmeler
ertelenebilirdi. 145 Sonuçta tercüman Schmidt’i bile şaşırtan bir
durum oldu: Ribbentrop’un kaba diplomasisini ve aşikâr saldırısını
sineye çeken İngiliz Dışişleri Müsteşan Sir John Simon, 6 Haziran
akşamı İngiliz Deniz Bakanlığındaki toplantının açılışında, İngiliz
hükümetinin Hitler’in önerisini kabul etmeye niyetlendiğini Alman
delegasyonuna resmen açıkladı. 5 Haziran sabahı özel bir toplantı
yapan İngiliz delegeler kabineye “eğer bu fırsatı
değerlendiremezsek, pişman olabiliriz,” demişler ve Hitler önerisini
geri çekerse Almanlar’ın daha sonra yüzde 35’den daha yüksek bir
oran öne sürebileceğini belirtmişlerdi. 146
Şantaj tekniği gene işe yaramıştı. Schmidt bir kez daha, Naziler’in
müzakere tekniklerine dair görüşlerini gözden geçirmek zorunda
kalmıştı. Bu kadar kısa süre içinde böylesine bir teslimiyet
gösterdiklerine göre İngilizler, Almanya'yla bir anlaşmaya varmayı
umutsuzca istiyor olmalıydılar. 147 İngiliz-Alman Deniz Anlaşması
nihayet 18 Haziran’da sonuca bağlandı. Almanya artık İngiliz
donanmasının yüzde 35’i büyüklüğünde bir donanma ve
İngiltere’ninki kadar bir denizaltı filosu oluşturabilirdi. Ribbentrop
büyük bir şeref kazanmış, övgülere boğulmuştu. Hitler büyük bir
diplomatik zafer kazanmış ve söylediğine göre hayatının en mutlu
gününü yaşamıştı. 148 Alman halkının gözünde Hitler inanılmaz olanı
başarıyordu. Bu arada dünya onu şaşkınlıkla izliyordu. Almanya’nın
anlaşmaları çiğnediği suçlamasında taraf olan İngiltere Stresa
Cephesi’ni zayıflatmış, bağlaşıklarını yarı yolda bırakmış ve Hitler’in
Versailles Anlaşması’na ciddi bir darbe vurmasına yardım etmişti. 149
Bunun sonucunda barışın daha mı güvende olacağı sorusu ise zaten
ciddi bir şüphe altındaydı.
Bu olayın üzerinden üç ay geçmişti ki Avrupa diplomasisi daha da
büyük bir kargaşa içine yuvarlandı. Mussolini’nin Habeşistan’ı işgali
3 Ekim’de başladı. (İtalya’nın bir dünya gücü olma hedefinin yanı sıra
ulusal gururunu ve bir diktatörün hırslarını doyurmak için
tasarlanmış olan ve eski kuşaklardan gelen bir emperyalist
maceraydı bu). Basit bir olay değildi. Mussolini’nin “tarihteki en
büyük koloni savaşı” diye adlandırdığı hedefe kenetlenmiş devasa bir
ordu, sonraki aylar boyunca Doğu Afrika’nın geniş topraklarını dört
bir koldan bombalayacak, köyleri kasabaları yerle bir edecek ve gaz
bombaları atacaktı.”150 Milletler Cemiyeti üyeleri oybirliğiyle işgali
kınadı. Ama ülkelerin gayet ağır ve gönülsüz bir şekilde uyguladıkları
ve en temel ticari ürünün, yani petrolün hariç tutulduğu ekonomik
müeyyideler. Milletler Cemiyeti’nin etkisizliğini bir kez daha gözler
önüne sermekten başka işe yaramadı. 151 İki batı demokrasisi
arasındaki ayrımlar bir kez daha kendini belli etti. Fransa aslında
önceki ocakta Dışişleri Bakanı Pierre Laval aracılığıyla Mussolini’nin
Habeşistan işgaline yeşil ışık yakmıştı. 152 Fransa İtalya’ya rıza
göstererek Mussolini'yi Hitler’in yörüngesinden uzakta tutabilmeyi
umuyordu. İşgalin başlamasından bir hafta sonra, Londra'daki Alman
elçisi Leopold von Hoesch'un Lammers’e açıkladığı gibi, İngiltere’nin
çizgisi ise farklıydı. Şöyle demişti Hoesch: “Ingiltere açısından şu an
için öncelikli olan emperyalist amaçlar değil, ‘kolektif güvenlik’tir.
Mussolini’nin Habeşistan’daki macerasını, Hitler’in atılacağı benzer
bir maceranın izleyeceği fikri genel olarak kabul edilmiştir. Bu
açıdan öncelikle yapılması gereken, Avrupa’nın sürprizlerle
karşılaşmasını engellemektir."153
Mussolini’nin bu adımı Milletler Cemiyeti'ni bir kez daha krize
sokmuş, Stresa’da varılan anlaşmayı paramparça etmişti. Avrupa
hareket halindeydi. Hitler bunun sonuçlarından rahat rahat
yararlanabilirdi.
III

1935 ilkbaharı ve yazı boyunca diplomatik cephedeki olaylar


Hitler’in lehine dönerken, 1933’ün son aylarından beri süregelen
görece sessizliğin ardından, mayıs ve eylül aylan arasında Yahudilere
karşı yeni bir şiddet dalgası yükselerek, Hitler’in temel ideolojik
takıntısını teşkil eden bu alanın daha da radikalleşmesini sağladı.
Eylül ayındaki Parti Kongresi’nde meşhur Nuremberg Yasaları
alelacele uygulamaya kondu. Dış politikayla fazlasıyla meşgul olan
Hitler önceki aylarda bu sürece pek katılmamıştı. Çok daha ileriki bir
tarihte şöyle diyecekti: “Yahudiler konusunda da uzun süre atıl
kalmaya mecburdum.” Atıllığı mizacından değil taktik nedenlerden
kaynaklanıyordu. Nitekim, “fazladan suni zorluklar yaratmanın
manası yok,” diye de eklemişti. “Ne kadar zekice ilerlersen, o kadar
iyidir.”154 Ama zaten onun harekete geçmesine pek de ihtiyaç yoktu.
Tek yapması gereken parti radikallerine arka çıkmak, en azından
(faaliyetleri zararlı olana dek) onları engellememek ve ajitasyon
desteğiyle ayrımcı yasaları yürürlüğe koymaktı. Yahudileri “ortadan
kaldırmakla ilgili faaliyetlerin Hitler’in amaçlarına uyduğunu ve onun
tarafından onaylanacağını bilmek gereken ivmeyi sağlıyordu.
Nazi yönetiminin ilk aylarına damgasını vuran Yahudi-karşıtı şiddet,
1934 yılı boyunca rejim tarafından dizginlenmişti. Bunun sebebi asıl
olarak dış politikadaki hassas durum ve ekonomideki istikrarsız
şartlardı. Ama barbarlık sadece sakinleşmişti, bütünüyle ortadan
kalkmış değildi. Şiddetli ayrımcılık hiç ara vermeksizin devam ediyor,
yıldırma harekatı aman vermiyordu. Streicher’in yönetimi altındaki
Franken’de olduğu gibi bazı bölgelerde ekonomik boykot eskisi gibi
şiddetle sürüyor, nefret dolu ortam insanlıktan uzak eylemleri teşvik
ediyordu. O döneme dek yaşanan en korkunç olaylardan biri, 1934
ilkbaharında SA’nın ön ayak olduğu yerel bir pogromdu. En az bin
kişilik bir güruh SA tarafından tahrik edilmiş ve otuz beş Yahudi’nin
üzerine saldırmıştı. Korkuya kapıları iki Yahudi intihar etmişti. 155 Bu
kadar korkunç bir şiddet patlaması o dönemde Franken için bile
olagandışıydı. Ama uygulanan zulmün şiddetinin ancak nispi olarak
azaldığının, bunun genel bir karakter taşımadığının ve muhtemelen
de geçici olduğunun iyi bir göstergesiydi. Yine de Almanya’dan kaçan
Yahudilerin göçü gözle görülür ölçüde yavaşlamıştı; hatta en
beterinin geçtiğini düşünüp geri dönenler bile vardı. 156 Ardından
1935 başlarında Saar halk oylaması bitip de bir engel olmaktan
çıkınca, antisemitik faaliyetin dizginleri gevşemeye başladı. Yazılı ve
sözlü propaganda, şiddet ateşini körüklüyor; Hitler Gençliği, SA, SS
ve küçük tüccarlar örgütlenmesi NS-Hago’nun birimleri de dahil
olmak üzere teşvik edilmeye hiç ihtiyaçları olmayan parti
örgütlenmelerini harekete geçmeye sevk ediyordu. Parti liderleri
içindeki en azılı ve en ilkel antisemitik, Franken Gauleiter’i Julius
Streicher ön saflardaydı. Berlin Gauleiter’i Joseph Goebbels,
Kurmark’ınki Wilhelm Kube, Hesse’ninki Jacob Sprenger ve Köln-
Aachen Gauleiter’i Josef Grohe gibi diğer Gauleiterler de antisemitik
tiradlarıyla geri kalmıyorlardı. 157 Parti organları -bilhassa, yeni
çıkarılmaya başlanan De judenkenner'i (Yahudi Uzmanı) ve
Goebbels’in Der Angriff'i (ki ikisi de Der Stürmer’in tarzını taklit
ediyordu)- Yahudilere karşı hiddetli duyguları kışkırtıyor ve parti
programını hayata geçirmek için hemen eyleme geçilmesi yönünde
baskı yapıyorlardı. 158 Streicher’in pornografik bir yayını andıran
gazetesi Der Stûmmer ise Nazi yetkililerden bile aldığı ikazlara
rağmen zehirini saçmayı hiç bırakmamıştı. Şimdi kendini “ırksal
kirlenme”yle ilgili sayısız hikaye çerçevesinde yeni ve yoğun bir
ahlaksızlık kampanyasına adamıştı. Gazete, şehirlerin, kasabaların
cadde ve meydanlarında, hatta ücra köylerde ünlü “Stürmer
Panoları”nda sergileniyordu. Gazetenin reklamını yapan posterlere
her yerde rastlamak mümkündü. Esas olarak yerel parti
örgütlenmelerinin desteğiyle gazetenin satışı 1935 yılında dört kat
artmıştı. 159
En tepedeki hava değişiyordu. Hess Mart 1934’te, Hitler’in
otoritesinin herhangi bir boykot için gerekli olduğu gerekçesiyle NS-
Hago’nun Yahudi-karşıtı propaganda yapmasını yasaklamıştı. 160 Fakat
1935 Nisan ayının sonunda, Wiedemann Bormann’a, Hitler’in yol
kenarlarında, köy girişlerinde ve kamusal alanlarda yer alan
(üzerlerinde en az tehditkar haliyle “Yahudiler burada istenmiyor”
yazılı olan) Yahudi-karşıtı işaret levhalarının yasaklanmasına karşı
olduğunu söyledi. 161 Bunun sonucunda bu tip işaret levhaları pıtrak
gibi çoğalmaya başladı. Tabandaki radikaller, parti ileri gelenlerinin
konuşmalarından ve genel propagandadan açık mesajı anlamışlardı;
artık uygun gördükleri her şekilde Yahudilere saldırabilirlerdi, yeşil
ışık yanmıştı.
Aslında parti liderleri hareketin tabanındaki radikallerden gelen
baskılara tepki gösteriyor ve bu baskılarla mücadele ediyorlardı.
“Röhm meselesi”nden beri pek de azalmamış olan SA içindeki devam
eden memnuniyetsizlik, Yahudilere yönelen yeni şiddet dalgasının
temel itici gücünü oluşturuyordu. Kendilerine ait olduğunu
düşündükleri cesur yeni dünyadan kazık yediklerini hisseden,
yabancılaşmış, demoralize olmuş genç SA kabadayılarına yeni bir
amaç, bir görev duygusu lazımdı. 162 SA’nın dahili raporlarının da
gösterdiği gibi ideolojik düşmanlarıyla -Yahudiler, Katolikler ve
kapitalistler- dövüşmek için deli oluyorlardı. SA’ya göre Nazi
devrimini yolundan çıkaranlar muhafazakarlardı ve Saar seçimleri
yoldan çekildiğinde gerçek Nazi devrimi kendini gösterecekti. 163
Ekonomik gücü elinde tutanlar karşısında parti radikallerinin ve
SA’nın nihilistik fanatizminin pek şansı yoktu ve zaten iki unsur da bu
açıdan yakın kontrol altında tutuluyordu. Geniş ülke toprakları içinde
Nazizm’in önündeki, geriye kalan en güçlü ideolojik engel Katolik
Kilisesi idi ve radikaller Katolik Kilisesi’ne karşı uzun bir yıpratma
savaşma girebilirlerdi; ancak hem köklü bir kurumun esnekliğiyle
hem de tabanda kendilerine karşı beslenen yaygın
memnuniyetsizlikle yüz yüzeydiler. Ama esas ideolojik hedef olan
Yahudiler karşısında, yukarıdan yakılan yeşil ışık da düşünüldüğünde,
hiçbir engelle karşılaşmadılar, aksine teşvik gördüler. 1935
ilkbaharında bir Gestapo raporunda özetlendiği gibi, parti
aktivistlerinin ve özellikle fırtına-birlikçilerinin ruh hali, “Yahudi
sorunu”nun çözümü için “hareketi biz aşağıdan başlatmalıyız”,
“hükümet de bizi takip etmek zorunda kalacaktır,” şeklinde ifade
edilebiliyordu. 164
Köln-Aachen Gauleiter’i Grohe’nin Ren Bölgesinden gönderdiği
raporlar yeni şiddet ve ajitasyon dalgasının araçsal değerini ortaya
koyuyordu. Bu raporlarda, 1935’in mart ve nisan aylarında
Yahudilere yönelik saldırıların arttırılmasının ve yeni bir boykota
gidilmesinin “aşagı-orta sınıflar (Mittelstand) içindeki bezgin ruh
halinin yok olmasına katkıda bulunacağı” vurgulanıyordu. 165 “Yahudi
Sorunu” konusunda ateşli bir radikal olan Grohe, parti aktivizmi
canlandırıldığı ve Yahudiler’e yönelik yeni saldırılarla aşagı-orta
sınıfların morali yerine geldiği ölçüde kendini kutlamaya devam
edeceğini belirtiyordu. 166 Bu tarz açıklamaların da işaret ettiği
üzere, Yahudi-karşıtı bu yeni dalga öncelikle, hareketin devrimci güdü
ve amaçlarının yok olup gitmesinden dolayı hayal kırıklığına uğramış
ve yabancılaşmış olan aktivistlerin rahatlamasını sağlıyor; bunun
bedelini de sevilmeyen, korumasız ve zulme maruz kalan azınlık
ödüyordu.
Nazi programının hedeflerine rağmen, hareketin radikallerinin
gözünde, 1935’in başlarından beri Yahudileri Alman toplumundan
söküp atma yolunda pek az şey yapılmıştı. Fanatik antisemitistler
devlet bürokrasisinin partiyi hedefinden saptırdığını ve Yahudilerin
nüfuzunu yok etmek için yasama aracının yeterince kullanılmadığını
düşünüyorlardı. Buna bağlı olarak yeni şiddet dalgası, Yahudilere
karşı ayrımcı yasaların çıkarılmasını, böylece parti programının
hayata geçirilmesinin yolunun açılmasını talep eden seslerin
yükselmesine yol açtı. Devlet bürokrasisi Gestapo’nun faaliyetlerinin
baskısını da hissediyordu. Gestapo (kendi insiyatifiyle Şubat 1935’te
çıkardığı ve Yahudileri gamalı haçlı bayrak çekmekten men eden
yasak gibi) bizzat aldığı ayrımcı önlemlere yasal müeyyideler
getirilmesini istiyordu. 167
Parti örgütlenmelerinin kayıtsız kitleleri antisemitik şiddet
kampanyasının peşine takma çabaları yanıtsız kaldı. Kendini davaya
adamış Naziler’in dışında genel ruh hali pek de parlak değildi;
Gestapo’nın raporlarının yanı sıra, hem yurt içindeki raporlar hem de
sürgündeki Sosyal Demokratların (Sopade) yeraltı ağından gelenler
bunu gösteriyordu. Saar’ın ülke topraklarına katılması ve zorunlu
askerlik hizmetinin geri getirilmesi gibi ulusal zaferlerin yarattığı
coşku kısa ömürlü olmuş; sıradan vatandaşların çoğu günlük yaşamın
sıkıntılarına hızla geri dönüvermişti. Nüfusun farklı kesimlerini
etkileyen ekonomik sıkıntılar, kiliselere yönelik artan saldınların hem
Protestan hem de Katolik çevrelerde yarattığı kızgınlık ve partinin
yerel temsilcilerine beslenen düşmanlık; bütün bu faktörler geniş
kapsamlı hoşnutsuzluğa katkıda bulunuyordu. 168 Antisemitik dalga,
değil hoşnutsuz kitleleri galeyana getirmek, tam tersine partiye
yönelik zaten mevcut olan eleştirileri alevlendirmişti. Parti
örgütlenmelerine üye olmayanların eylemlere katılımı çok düşüktü.
Yahudi dükkan ve mağazalarının boykot edilmesine yönelik tembihler
çoğu kişi tarafından önemsenmedi. “Boykot hareketi” eşliğinde
sergilenen kamusal şiddet gösterileri -Yahudilerin Nazi çeteleri
tarafından dövülüp, mallarının tahrip edilmesi- geniş oranda
kınamayla karşılandı. 169 Bu eleştirilerin çoğu insancıl bir temele
dayanmıyordu. Daha çok ekonomik çıkarlar ön plandaydı. Keza, bu
şiddetin kiliselere uzanabileceği kaygısı da vardı. Amaçlardan çok
yöntemler eleştiriliyordu. Yahudilere karşı uygulanan ayrımcılığa
ilkesel düzeyde itirazlar çok azdı. İnsanları ilgilendiren her şeyden
önce serserilik, çete şiddeti, nahoş sahneler ve kargaşanın
varlığıydı. 170
Nitekim yaz boyunca uygulanan şiddet sonunda geri tepmeye
başladı; yetkililer önlem almak ve düzeni tekrar inşa etmek için adım
atmak zorunda kaldılar. Mayıs ortasında Münih şehir merkezinde
yapılan gürültülü Yahudi Karşıtı “gösteriler”in ardından şehirdeki
ortam o kadar kızıştı ki, Münih-Yukarı Bavyera Gauleiter’i Adolf
Wagner ve Bavyera İçişleri Bakanı radyoya çıkıp sorumlu “terör
gruplarını itham etmek zorunda kaldılar. Aslında Wagner eylemi
gizlice tahrik etmişti. 171 15 Temmuz 1935’te Berlin
Kurfürstendamm’da Yahudilerin Nazi çetelerince dövüldüğü ve
dükkanlarının tahrip edildiği olaylar izleyenleri şoke etmiş ve Berlin
Emniyet Müdürü Magnus von Levetzow’un derhal görevden
alınmasına -bu partinin Berlin şubesinin ve Goebbels’in uzun süredir
arzuladığı bir şeydi- yol açmıştı. Buna son noktayı koyan olay ise bir
grup Yahudi’nin bir Berlin sinemasında karanlıkta antisemitik bir filmi
protesto etmesiydi. Hitler Propaganda Bakanı ile Baltık kıyısında bir
sayfiye kasabasında, Heiligendamm’daki tatilinden yeni dönmüştü ki,
Goebbels Hitler’i başkentin emniyet müdürünün değiştirilmesi
gerekliliğine ikna etti. Yerine, o dönemde Postdam Emniyet Müdürü
olan Wolf Heinrich Graf von Helldorf getirildi. Sakson aristokrasisi
mensubu olan Helldorf, Berlin SA’nın eski şefiydi, ayrıca finansal
konulardaki ve özel hayatındaki çirkin skandallarla meşhurdu. Ancak
tüm bunları telafi edecek bir özelliği vardı: Propaganda Bakanı'nın
hesaplarına göre Helldorf “Berlin’in tekrar temiz bir hale
getirilmesinde’’ona yardım edecek radikal bir antisemitistti. 172
Helldrof göreve gelir gelmez hemen Kurfürstendamm’daki Yahudi
dükkanlarını kapattı. Bir hafta sonra, şiddet hareketlerinden
“provokatörleri” sorumlu tutarak, başkentteki “bireysel eylemleri”
(Einzelaktionen) yasakladı. 173 Sokaklardaki terör şimdilik üzerine
düşeni yapmış, ayrımcılığı daha da arttırmıştı. Şimdi artık
radikalleşme için yukarıdan icraat gelmesi gerekiyordu.
Bütün yaz boyunca bu konuda suskun kalmış olan Hitler sonunda
tavır almak zorunda kaldı. Schacht 3 Mayıs’ta verdiği bir
müzekkereyle onu, Yahudilerle illegal araçlarla mücadele etmenin
yaratacağı ekonomik zararlara dair uyarmıştı. 174 Hitler o dönemde
buna, olaylar geliştikça her şeyin halledileceğini söyleyerek yanıt
vermişti. Ama şimdi 8 Ağustos’ta bütün “bireysel eylemler”in
durdurulmasını emrediyordu; Hess emri ertesi gün partiye iletti. 175
20 Ağustos’ta İçişleri Bakanı Frick böyle eylemlerde bulunmaya
devam edenlerin katı cezalara çarptırılacağı tehditiyle Hitler’in
yasağını destekledi. 176 Gelinen aşamada, Hitler’in istediğini
düşündükleri şeyi ve parti doktrininin temel prensibini hayata
geçirmeye çalışan parti üyeleri devlet yetkililerinden baskı görmeye
başlamıştı. Yahudilere karşı şiddet eylemlerinde bulunan parti
aktivistlerine giderek daha çok müdahale etmeye zorlanan polisin,
kamusal alandaki kargaşaya bir son vermek istediğine de şüphe
yoktu. 177 Hitler çekişmenin uzağında duruyordu ama radikaller ve
muhafazkarlar arasında rahatsız bir konumdaydı. İçgüdüleri, her
zaman ki gibi, Nazi prensiplerine ihanet olarak gördükleri durum
karşısında apaçık düşkırıklığı yaşayan radikallerden yanaydı. 178 Ama
siyasi sezgileri muhafazakarları dikkate alması gerektiğini
söylüyordu. Schacht’ın öncülüğünde bu kişiler antisemitik
faaliyetlerin yasalarla düzenlenmesini istiyorlardı. Bu istek her
koşulda, parti içindeki, bilhassa “ırksal kirlenme”ye karşı sert
önleyici tedbirler alınması için artan talepleri besliyordu. Birbiriyle
çatışan bu durumları uzlaştırma ihtiyacından Nuremberg Yasaları
doğdu.
Yahudilere karşı sert yasalar çıkarılmasını isteyen tiz sesler 1935
ilkbaharı ve yazı boyunca iyice yükselmişti. Reich İçişleri Bakanı
Frick nisan ayında eyalet vatandaşlık haklarıyla ilgili ayrımcı yasaları
gündeme getiren yeni bir tasarı sunduysa da bu, Nazi yönetimi
altında geçen iki yıla rağmen parti programının temel bir unsurunun
hala hayata geçirilmediğini düşünenleri hiç tatmin etmedi. 179 Haziran
ayında parti organları Yahudilerin eyalet vatandaşlığından
çıkarılmasını; “Arilere” mülk kiralayan, onları uşak olarak çalıştıran,
onlara doktorluk, avukatlık hizmeti veren ya da “ırksal kirlenme”
yaratan “Yahudiler”in ölümle cezalandırılmasını talep etti. 180
Yahudiler ile “Ariler” arasındaki evliliklerin ve gayrimeşru ilişkilerin
yasaklanması, o döneme dek radikallerin taleplerinin başında
gelmişti. Irksal saflığın, ırkların fiziken birbirinden tamamen
ayrılmasıyla sağlanabileceğini iddia ediyorlardı. Bir Yahudi ile “Ari”
arasında tek bir cinsel ilişki bile kadınların “safkan Ari” bir çocuk
doğurmasını engellemeye yeter, diye beyan ediyordu Streicher. 181
İğrenç Stürmer’in ve taklitçilerinin sürekli iddia ettiği şey, yani
fırsatçı Yahudilerin ağına düşen “Alman” kızlarının “kirlenmesi”
konusu şimdi artık Yahudi Karşıtı ajitasyonun ana teması olmuştu.
Frick daha 1930 yılında Reichstag’da “Alman Ulusunun Korunması
için” bir yasa tasarısı önermişti; bu tasarı çerçevesinde Yahudilerle
“renkli ırklar”a mensup olanlar arasındaki cinsel ilişkiye korkunç
cezalar verilmesi öngörülüyordu. 1933’ten sonra bu fikir Nasyonal
Sosyalist avukatlar tarafından ele alındıysa da Haziran 1934
tarihinde Reich Adalet Bakanı Gürtner “ırksal koruma” yasasının
uygulanabilirliğini reddetti. 182 Fakat yargı otoriteleri ilkesel değil
ancak taktiksel argümanlar ileri sürebilmişlerdi.
1935 yılında, yasa çıkarılması için kopanları yaygara pek de sürpriz
değildi. Nazi doktorlar, Reich Doktorlar Lideri Gerhard Wagner
önderliğinde ön saflardaki yerlerini aldılar. Aralık 1934’te
Nuremberg’deki bir hekimler toplantısından Frick’e çekilen
telgrafta, bir Yahudi ile “Alman kadını” arasındaki cinsel ilişkiye “en
ağır cezanın” verilmesi isteniyordu. Germen ırkının saflığı ancak
böyle korunabilir, “Alınan kanının kirlenmesi ve Yahudilerin ırksal
zehirinin daha fazla yayılması ancak böyle engellenebilirdi.”183
Streicher Mayıs 1935’te, Yahudiler ile Almanların evlenmesinin
yakında yasaklanacağından bahsediyordu. Ağustos başında Goebbels
böyle evliliklerin yasaklanacağını duyurdu. Bu arada aktivistler
meseleyi bizzat ele almaya başlamışlardı. SA milisleri, eşlerden
birinin Yahudi olduğu yeni evli çiftlerin evinin önünde gösteri
yapıyorlardı. 184 Henüz bir yasa çıkmamış olmasına rağmen bazı nikah
memurları böyle “karma evliliklerde” nikah kıymayı
185
reddediyorlardı. Ama yasal açıdan bir engel olmadığından başka
memurlar da törenleri gerçekleştiriyordu. Bazılarıysa bu tip evlilikler
yapmaya niyetlenenleri Gestapo’ya bildiriyordu. Gestapo ise bu
karışık durumun hemen bir düzene sokulması için Adalet Bakanlığı’na
baskı yapıyordu. İvme sağlayan başka bir etken de, yeni oluşturulmuş
Wehnnacht üyelerinin “Ari kökenli olmayan kişiler”le evlenmesini
yasaklayan, 21 Mayıs 1935 tarihli yeni Savunma Yasası idi. Frick
temmuz ayında, hareketten gelen baskılara artık boyun eğdi ve
“karma evlilikleri” yasaklayan bir kanunu yürülüge koymaya karar
verdi. Adalet Bakanlığı bir yasa tasarısı üzerinde zaten
çalışmaktaydı. Yasanın çıkarılmasındaki gecikme büyük oranda,
“Mischlinge"lerin, yani soyunda kısmen Yahudilik olanların nasıl
muamele göreceği sorunundan kaynaklanıyordu. 186
Frick Ağustos’un başında parti üyelerine, “Yahudi Sorunu”nun legal
yollardan yavaş ama kesin bir şekilde çözümleneceğini söyledi. 187
Schacht 18 Ağustos’ta Könisberg’de yaptığı bir konuşmada, parti
programıyla uyumlu olan Yahudi-karşıtı yasaların “hazırlanmakta”
olduğunu ve bu yasaların hükümetin temel hedefi olarak
görülebileceğini belirtti. 188 (Yayımlanmış resmi versiyonunda,
antisemitik şiddeti eleştiren kısımları sansürlenmesine rağmen,
konuşma hem yurt içinde hem yurt dışında geniş bir dolaşıma girdi.)
Schacht 20 Ağustos’ta, parti ve devlet liderlerini “Yahudi
Sorunu”nu tartışmak üzere Ekonomi Bakanlığı’nda toplantıya
çağırdı. Yaklaşık iki saat süren gayet kalabalık toplantıda Frick, parti
programı çizgisinde çıkarılacak yasalarla ilgili olarak bakanlığında
yapılmakta olan çalışmaları anlattı. Hess’i temsilen konuşan Adolf
Wagner, yasalarla ilgili halktan gelen bir baskının varlığından söz etti
ve kendisinin de (Münih’te bizzat teşvik ettiği) “aşırılıkları”
onaylamadığını belirtti. 189 Yine de devlet, “tedrici de olsa yasal
önlemler” ile Yahudilerin ekonomik hayattan çıkarılmasını isteyen
genel antisemitik duyguları dikkate almak zorundaydı. Öncelikle,
huzursuzluğu yatıştırmak için hazırlık niteliğinde önlemler alınmasını
talep ediyordu: Yahudilerin devletle olan sözleşmeleri feshedilecek ve
yeni Yahudi firmalarının kurulması yasaklanacaktı. Schacht böyle
önlemleri prensip düzeyinde kabul ettiğini belirtti. 190 Gürtner,
yönetimin siyasi kaygılar sebebiyle istediği icraatları
gerçekleştiremediği ve bu sebeple yasanın ihlaline göz yumduğu
izleniminin yok edilmesi gerekliliğinden bahsetti. Prusya Maliye
Bakanı Johannes Popitz hükümetten, Yahudilere nasıl muamele
edileceğine dair bunun hangi alanda olduğunun bir önemi yoktu- belli
bir sınır belirlenmesini ve buna bağlı kalınmasını rica etti. Schacht,
hem ekonomiye hem de silahlanma davasına zarar verdiği için
partinin şiddet içeren yöntemlerini ateşli bir şekilde eleştirdi. Parti
programını uygulamanın yaşamsal öneme haiz olduğunu, ancak bunun
yasal yollardan yapılması gerektiğini söyleyerek konuşmasını bitirdi.
Wagner’in önerisine o da katılıyordu: Mischlinge sorunu nedeniyle
daha fazla gecikme yaşanmasına izin verilmemeli ve böyle bir yasa
ancak “tamamen Yahudi” (Volljuden) olanlara uygulanmalıydı.
Toplantı, parti ve devletin bir araya gelerek Reich hükümetine “arzu
edilir önlemler”le ilgili öneriler sunmasında mutabakatla bitti. 191
Toplantıya dair Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlığı için hazırlanmış bir
raporda şöyle belirtiliyordu:

Yapılan tartışmalardan çıkan sonuca göre, Yahudilerle ilgili


olarak partinin genel programına esasen bağlı kalınacağı, ancak
kullanılan yöntemler konusunda eleştirilerin olduğu anlaşılmıştır.
Antisemitik faaliyetlerin gerek sorumsuz örgütlenmelerce gerek
şahıslarca yaşamın her alanına dizginsizce yayılması yasal
önlemlerle durdurulmalıdır. Aynı zamanda Yahudiler, öncelikle
ekonomik alanda olmak üzere belli alanlarda özel yasalara tabi
tutulmalıdır, fakat bunun haricinde hareket özgürlükleri
korunmalıdır.
Tartışmalar sonucunda Almanya’nın Yahudilere karşı
politikasında bütünü kapsayan, tek bir gaye saptanamamıştır.
Farklı bakanlıklar tarafından ileri sürülen argümanlar, Yahudi
sorununun onlar için siyasi görevlerini yerine getirmelerinin
önünde bir engel teşkil ettiğini göstermiştir... Bakanlık
temsilcileri esas olarak kendi çalışma alanlarındaki fiili
olumsuzluklara dikkat çekmiş; parti ise siyasi-duygusal ve soyut
ideolojik kaygılarla Yahudilere karşı radikal eylemin gerekliliğini
vurgulamıştır... 192

Argümanlarının bütün hararetine rağmen Schacht, Yahudilerin


dışlanması prensibine karşı koymak ya da karşı koyabilirmiş gibi
görünmek istememişti. Dışişleri Bakanının raporunda şöyle
deniyordu: “Herr Schacht argümanlarını mantıksal bir sonuca
vardırmadı ve ne partinin Yahudi programında ne de bu programın
uygulanma yöntemlerinde, örneğin Der Stûnner yasağı gibi radikal
bir değişim talep etti. Aksine Yahudi programına yüzde yüz bağlı
kalma görüşü doğrultusunda konuştu.”193 Schacht’ın toplantısı parti
ile devlet, pragmatikler ile radikaller, fanatikler ile muhafazakarlar
arasındaki farkları net bir şekilde ortaya sermişti. Amaçlarda temel
bir anlaşmazlık yoktu, tüm anlaşmazlıklar yöntemlere dairdi. Bununla
birlikte meselenin sürüncemede kalmasına müsaade edilemezdi.
Yakın gelecekte bir uzlaşma sağlanmalıydı.
Toplantı Hitler’e dakikası dakikasına iletildi ve kendisi meseleyi 9
Eylül’de Schacht ile tartıştı. 194 Görüşme, Hitler’in Nuremberg’deki
yıllık törene, partiye sadık yüzbinlerce seçmenin toplandığı “Reich
Özgürlük Parti Kongresi”ne -Goebbels’in adlandırdığı biçimiyle
"partimizin Yüce Kitlesi”ne- katılmak üzere yola çıkmasından bir gün
önce gerçekleşmişti. 195 Parti Kongresinden on bir gün önce,
Londra’da yayımlanan haftalık gazete Jewish Chronicle, "Alman
vatandaşlığı sorununu düzenleyen, karma evlilikleri yasaklayan ve
‘ırksal tahkire’ ağır cezalar getiren” bir yasama programının
planlandığı haberini vermişti. Haberde yeni Vatandaşlık Yasası’nın 10
Eylül’de Nuremberg’deki Nazi Kongresinde resmen açıklanacağı da
bildiriliyordu. 196 Haber çok güvenilir bir kaynaktan gelmiyordu ve
spekülasyonlara yol açtı. Schacht’ın yaptığı ve ekonomik taleplerin
temel hedefi oluşturduğu toplantı, hazırlık nevinden yapılan tüm
görüşmelere rağmen, ağustos ortasında, Jewish Chronicle'da
haberin çıkmasından on gün önce, ortada henüz bir şey olmadığını
gösteriyordu. Nuremberg Kongresi sırasında ivediyetle bir taslak
oluşturulması ihtiyacı da yasanın hazır olmadığının işaretiydi. Jewish
Chronicle'daki yazı açıkça öngörülere dayanmakla birlikte, Nazi
liderleri tarafından hazırlanmış olan yasanın yakında çıkacağına dair
ipuçlarını bir araya getiriyor ve ayrımcı yasaların Nuremberg’de ilan
edileceği tahmininde bulunuyordu. Nitekim bunun zekice bir tahmin
olduğu ortaya çıktı. Fakat Hitler Nuremberg’e gitmek üzere yola
çıktığında, Yahudi-karşıtı "vatandaşlık” ve “soy" yasalarını Parti
Kongresi sırasında ilan etmek niyetinde değildi. Bunda gene
propagandayla ilgili kaygılar rol oynuyordu. Öte yandan, Yahudiler ile
Almanlar arasındaki cinsel ilişkiye konacak yasağın en fanatik
savunucularından biri olan ve “Ariler” ile Yahudiler arasındaki
evliliklerin yasaklanmasını 1933’ten beri savunan Reich Doktorlar
Lideri Dr. Gerhard Wagner’in Nuremberg’deki lobi faaliyetinin de
etkisi büyüktü. 197
Parti Kongresi’nin iki günü geride bırakılırken, Wagner 12
Eylül’deki bir konuşmasında, kısa bir süre içinde “Alman Soyunu
Koruma Yasası”yla Alman halkının daha fazla “yozlaşmasının” önüne
geçileceğini duyurdu. Bir yıl sonra Wagner, bunu söylerken Führer’in
birkaç gün içinde Nuremberg Yasaları’nı yürürlüğe sokacağını iddia
edecekti. Muhtemelen Hitler Wagner’e “Soy Yasası’nın ne zaman
yürürlüğe sokulacağına dair net bir şey söylememişti. Ama Wagner
böyle bir yasanın uzakta olmadığını net bir şekilde belirttiğine göre,
Hitler yasanın yakında çıkacağına dair ona bir imada bulunmuş
olmalıdır. 198 Her halükarda, Reich İçişleri Bakanlığı’nda “Yahudi
Sorunu”yla ilgili yasaların hazırlanmasından sorumlu olan Dr.
Bemhard Lösener, kendisi de şaşkınlığa gark olarak, 13 Eylül akşamı
geç bir vakitte, hemen ertesi gün Nuremberg’e gitme emri aldı. Ona
ve meslektaşı Ministerialrat [Bakanlık Baş Danışmanı] Franz
Albrecht Medicus’a 14 Eylül sabahı Nuremberg’de olma emrini
bildirenler, bir gün önce Hitler’den “Ariler” ile “Ari olmayanlar"
arasındaki evlilikleri düzenleyecek bir yasayı hazırlama konusunda
talimat almış olan İçişleri Bakanlığı’ndaki üstleri, müsteşar Hans
Pfundtner ve Wilhelm Stuckart idi. Varır varmaz bir yasa taslağı
üzerinde çalışmaya başladılar. 199 Uzun süredir arzulanan yasanın
derhal hayata geçirilmesinde, kritik bir zamanda Hitler’le saatler
geçiren ve şüphesiz diğer Nazi liderleri tarafından da desteklenen
Wagner’in teşvikinin etkisi var gibi görünmektedir. Hitler ile yasayı
hazırlama işi verilen diğer kişiler arasındaki halka Wagner idi ve bu
kişiler yazılı bir emir almadıkları için, emirlerin ne kadarının
Doktorlar Lideri’nden ne kadarının da bizzat Hitler’den geldiğinden
tam olarak emin değillerdi-.200 Her şey bir yana, Hitler böyle hareket
etmeyi hem propaganda açısından hem de siyasi yönden avantajlı
bulmasaydı Wagner'in teşviki doğrultusunda davranmazdı.
Hitler’in bakış açısından böyle bir hareketin tam zamanıydı.
Zorunlu askerlik hizmetinin çıkarılmasından bu yana yeni
Wehrmacht’ın ilk kez lanse edildiği Parti Kongresi’ni süslemek için
Reichstag’ı şehirde sembolik bir toplantı yapmaya çağırmıştı. Bu
toplantıda gamalı haçlı flamanın yegane Reich bayrağı ilan edilmesini
öneren bir yasa onaylanacaktı. Kayzer dönemine ait siyah-beyaz-
kırmızı enine çizgilerden oluşan geleneksel milli bayrağın
değiştirilmesi anlamına gelen bu hareket, askeri ve muhafazakar
çevrelerin çok hassas olduğu bir konuya dokunuyordu. 201 Diplomatik
heyetler de oradaydı. Bunun sebebi belli ki Hitler’in yükselen
Habeşistan krizinden faydalanarak, Almanya’nın revizyonist
taleplerini öne sürmeyi planlamış olmasıydı. (İtalya’nın açık
tehditleriyle bölünmüş olan Milletler Cemiyeti, üyelerinden birinin
yani İtalya’nın, bir başka üyesine yani Habeşistan’a olası bir
tecavüzüne -aslında olası falan değildi, yaklaşık on beş gün sonra
bilfiil gerçekleşecekti- nasıl tepki verecekti?) Sonuçta Neurath 13
Eylül’de Hitler’i bu fikirden caydırdı. 202 Hitler bunun üzerine
Reichstag yasama programını “dolduracak bir, şeylere” ihtiyaç
duydu; bayrağın değiştirilmesini öngören Bayrak Yasası’nı tek başına
yeterli bulmuyordu. 203 Wagner’in isteklerini karşılayan ve parti
içindeki pek çok kişinin de hislerine tercüman olan, Alman-Yahudi
“karma” evliliklerini yasaklayan kanun probleme çok tatminkar bir
çözüm sundu.
Koşullar zaten olgunlaşmıştı. Yahudilere yönelik şiddet ve yıldırma
harekatıyla geçen yaz mevsimi bunu gösteriyordu. Partinin
yüzbinlerce destekçisi bu zirve yılında Nuremberg’e akıp gelmişti.
Surları, kuleleri, gamalı haçlı flamalarla süslenmiş evleriyle şehir,
“Reich Özgürlük Parti Kongresi” adı verilen olay çerçevesinde
muhteşem bir şey görme beklentisi içindeydi. “Yahudi Sorunu”yla
ilgili artık harekete geçilmesini talep eden tiz sesler bu ortam içinde
tehdiktâr bir fon oluşturuyordu. Tarihi Nuremberg şehrinin güzel dar
sokakları, önceki iki yılda olduğu gibi, “parti yoldaşları”yla, Hitler
Gençliği mensubu delikanlılarla, fırtına-birlikçileriyle ve siyah
üniformalı elit SS muhafızlarıyla hınca hınç doluydu. Hitler şehre
girdiğinde yine bir fatih gibi karşılandı. Şehrin güneydoğusunda
yapımına bir önceki yıl başlanan, stadyum, kongre salonu ve gösteri
alanlarından oluşan, Albert Speer’in planladığı 300 bin kişi kapasiteli
Zeppelinfeld’in yapımı hâlâ sürüyordu. Burası da gamalı haçlı
bayraklarla donatılmıştı ve geceleri ışıklandırılıyordu. Manzara Nazi
estetiğinin doruğunu temsil ediyordu. 204
Her zamanki gibi gene Adolf Wagner’in okuduğu Hitler’in açılış
bildirgesi kongreye nasıl bir havanın egemen olacağını belli etmişti.
Hitler “ulusun iç düşmanlarıyla yapılacak kavganın” “resmi devlet
bürokrasisinden veya yetersizlikten dolayı asla başarısızlığa
uğramayacağı”nı belirtiyordu. Devletin çözemediği ne varsa, onu
parti çözecekti. Hitler’in sözünü ettiği bu iç düşmanlar listesinin
başında “Yahudi Marksizmi” vardı. 205 Yazın Komintern’in Moskova
Konferansında Nasyonal Sosyalizm'e yöneltilen eleştirilerden
faydalanılarak, “Yahudi Marksizmi”ne yönelik sert saldırılar bütün
gösteri boyunca bir laytmotif olarak işlendi. 206
Binlerce kişinin kaderini belirleyecek olan bu meşum yasalar
neredeyse bir kaos içinde hazırlandı. Lösener ve Medicus
Nuremberg’e 14 Eylül Pazar günü geldiler. Reichstag toplantısı
ertesi sabah saat 8’de yapılacaktı. 207 Zaten yorgun olan görevlilerin
gerekli yasayı hazırlamak için çok az vakitleri vardı. Yahudi karşıtı
yasalar konusunda İçişleri ve Adalet Bakanlıklarında yapılan ön
çalışmaların daha başlangıç evresinde oldukları aşikârdı. Ortak bir
Yahudi tanımı bile yoktu. Parti (yani karma soydan gelenlerin) de
tanıma dahil edilmesi için bastırıyordu. Ama bu ciddi boyutlarda bir
karmaşa yaratacaktı. Hızla çalışmaya başladılar. Gün boyunca
Lösener defalarca, kalabalığı yararak, meseleye pek de ilgi
göstermeyen Frick’in şehrin diğer yanında bulunan villasına gidip
gelmek zorunda kaldı. Hitler, Wagner’in ısrarıyla, Frick’in getirdiği
ilk versiyonları çok yumuşak olduğu gerekçesiyle reddetti. 208 Gece
yarısına doğru Frick Hitler’in yanından şu emirlerle döndü: İhlal
durumunda suçlara verilen cezaların sertliğine göre Soy Yasası’nın
dört ayrı versiyonunun, ayrıca bir de yasama programını
tamamlayacak bir Reich Vatandaşlık Yasası taslağının hazırlanmasını
istiyordu. 209 Yalnızca Almanlar ya da Almanlarla akraba olanlar için
uygun görülen Reich vatandaşlığı konumunu, eyalet uyruğundan
ayıran bir yasayı olası en özet haliyle yarım saat içinde
hazırladılar. 210 Yasanın içeriği neredeyse boştu ama sonraki yıllarda
Alman Yahudiler’ini toplum dışına itecek, kendi yurtlarında onları
mahkum konumuna düşürecek ek hükümler toplamı için bir çerçeve
sağlıyordu. Sabah 2.30 gibi Frick Hitler’in onayıyla döndü. 211 Yasayı
hazırlayanlar, Hitler’in “Soy Yasası”nın dört taslağından hangisini
seçtiğini ancak sabahki Reichstag toplantısında öğrendiler. En
yumuşak olanı seçmişti, bunda muhtemelen ya Neurath’ın, daha
büyük bir ihtimalle de Gürtner’in etkisi vardı. Öte yandan yasaların
sadece “tam Yahudileri” kapsaması şartına kendi eliyle bir darbe
vurdu; üstüne üstlük Alman Haber Ajansı (Deutsches
Nachrichtenbüro) tarafından yayımlanan versiyona bu şartın dahil
edilmesini emrederek bir karışıklık yarattı. 212 Yahudiler ile Almanlar
arasındaki evlilikler ve gayrimeşru ilişkiler yasaklanmış, ihlal
edenlere katı cezalar getirilmişti. Ayrıca Yahudilerin kırk beş yaşın
altındaki Alman kadınları hizmetçi olarak işe alması da yasaktı. 213
Hitler’in 15 Eylül’de Reichstag’da yaptığı, ona göre oldukça kısa
olan ve üç yasanın (Bayrak Yasası, Vatandaşlık Yasası ve Soy Yasası)
kabul edilmesini önerdiği konuşma, Şansölye olduğundan beri önemli
bir hitapta “Yahudi Sorunu” üzerinde ilk kez yoğunlaşmasıydı.
Almanya’ya karşı boykotların yenilenmesinden ve Almanya aleyhtarı
ajitasyondan, yurtdışındaki Yahudilerin sorumlu olduğunu belirtti.
Moskova’daki Komintem Kongresi’ni izleyen “devrimci Bolşevik
ajitasyon”un ve New York’ta “Alman bayrağının aşağılanması”nın
(liman işçileri Bremen buharlısının gamalı haçlı bayrağını yırtarak
uluslarası boyutlarda bir hadise yaratmışlardı) sorumluları da
“Yahudi unsurlar”dı. 214 “Uluslararası huzursuzluk” Almanya’daki
Yahudileri örgütlü “provakatif eylemlere” itiyordu. Eğer bunların
‘öfkeli kitlelerin savunmaya yönelik [kontrol edilemez] faaliyetleri”ne
yol açması istenmiyorsa, geriye bir tek “soruna yasal düzenleme
getirme” seçeneği kalıyordu. Buna bağlı olarak Alman hükümeti, “ilk
ve son kez uygulanacak seküler bir çözümle, Alman halkının Yahudi
halkıyla makul bir ilişki geliştirmesine zemin yaratılabileceği fikrine
ikna olmuştu.” 1919 yılında ilk siyasi yazılarından birinde hükümet
politikasının nihai hedefinin “Yahudilerin tamamen ortadan
kaldırılması” olması gerektiğini belirten215 ve iğneleyici Yahudi
nefretiyle kendine kariyer yaratan biri için, yurtdışını hedef alan
utanmazca bir açıklamaydı bu. 216 Hitler bunun ardından daima elinin
altında olan tehditi savurdu. Eğer umutlar gerçekleşmez de
uluslararası ajitasyon devam ederse durum tekrar gözden
geçirilecekti. “Soy Yasasını” öven tehditkar bir ifadeyle dişlerini iyice
gösterdi. Bu, “soruna yasal bir düzenleme getirme çabasıdır; başarı
sağlanamadığı takdirde durum kanun yoluyla Nasyonal Sosyalist
Parti’nin nihai çözümüne devredilecektir.”217
Hitler’in “Yahudi Sorunu”na dair radikal önlemlerle ilgili gerçek
hisleri bu sözlerde gizliydi. Ama Hitler’in Yahudi aleyhtarı yasaları
alelacele yürürlüğe sokmak için baskılara boyun eğmeye hazır
olmasının, propaganda avantajlarının dışındaki sebebi aynı akşam
yaptığı başka açıklamalarda kendini gösterdi. Reichstag Başkanı
Göring’in yasaları resmen ilanının ardından,218 yasalar oy birliğiyle
kabul edildi ve Hitler tekrar kürsüye çıktı. Milletvekillerini, “ulusun
kanun prensibinden ayrılmadığını” ve “bu yasanın bütün bir Alman
halkının emsalsiz disipliniyle ulvilik kazandığını kabul etmeye”
çağırdı. 219 Hitler aynı gün, bu sefer parti liderlerine yaptığı dördüncü
konuşmada, yasaların önemini bir kez daha vurguladı ve partiye
“Yahudilere karşı tüm bireysel eylemlerden” vazgeçilmesi emrini
yineledi. 220 Nuremberg Yasaları hiç şüphesiz, Hitler’in kendi
içgüdülerine ters düşerek, partinin Yahudi-karşıtı ajitasyonunu etkisiz
hale getirmek için kabul ettiği bir uzlaşmaydı. Yaz süresince bu
ajitasyon yalnızca nüfusun geniş kesimlerini rahatsız etmekle
kalmamış, aynı zamanda zararlı ekonomik etkileri sebebiyle
yönetimin muhafazakar kesimlerinde de rahatsızlık yaratmıştı.
Uzlaşma parti radikallerini hoşnut etmedi. 221 Ama yine de, bilhassa
“ırksal kirlenme”yle ilgili yasalar çıkarılması için parti içinde baskı
yapanları teskin etti. Üstelik bir yandan açık şiddet ve ajitasyonun
önünde bir engel oluştururken, diğer yandan ayrımcılığı başka bir
alana taşıyordu. Yahudilerin doğrudan tacizinden vazgeçilmesi parti
aktivistlerinde hayal kırıklığı yarattıysa da, bir rapordaki şu sözlerin
gösterdiği gibi bu duygular da teskin ediliyordu: “Führer dış
politikayı düşünerek Yahudilere yönelik bireysel eylemleri görünüşte
yasaklamıştır. Ama gerçekte, her bireyin kişisel inisiyatifiyle en sert
ve en radikal biçimde Yahudilikle mücadeleye devam etmesinde tam
bir mutabakat vardır.”222
1935 yılında “Yahudi Sorunu”ndaki radikalleşmenin diyalektiği şu
çizgileri izliyordu: Aşağıdan gelen baskı; yukarıdan yakılan yeşil ışık;
aşağıdan gelen şiddet; yukarının ayrımcı yasalarıyla radikallerin
yatıştırılıp frenlenmesi. Aradaki pek çok dişlinin imhasıyla çark daha
hızlı dönüyordu.
Nuremberg Yasaları, yaza damgasını vuran, Yahudilere yönelik
şiddetli saldırıları yumuşatmış ve bu açıdan üzerine düşeni
yapmıştı. 223 Parti fanatikleri arasında yer almayan sıradan Almanların
büyük çoğunluğu şiddeti onaylamıyor, fakat Yahudi aleyhtarı
politikanın amaçlarını benimsiyordu. Bunlar Yahudilerin Alman
toplumundan dışlanması ve en sonunda da Almanya’dan ihracıydı.
Onların şimdi esas olarak onayladığı ise uygunsuz bir şiddet
olmaksızın ayrımcılık için kalıcı bir zemin yaratan ve Almanlar ile
Yahudileri ayıran yasal çerçeve idi. 224 Hitler kendini “yasal” çözüm
arayışındaki biri gibi göstermiş, popülaritesi bundan pek
etkilenmemişti. 225
Bir Yahudi’nin nasıl tanımlanacağıyla ilgili belalı soru ise hâlâ
açıklığa kavuşmamıştı. Hitler “Soy Yasası”nı “tam Yahudilerce sınırlı
tutmayı reddettiğinden, İçişleri Bakanlığındaki görevliler, yasa
kapsamında tanımlanması gereken kısmi “Yahudilik” ölçütünün ne
olacağını parti temsilcileriyle haftalarca tartışmak durumunda
kaldılar. 226 Reich Vatandaşlık Yasası kapsamında bir Yahudi’yi resmen
tanımlayan ilk yürütme karar taslakları, Hitler’in farz edilen
görüşlerine uyma kaygısıyla formüle edildi. 227 Fakat, Hitler
gerektiğinde en ufak ayrıntılara dahi müdahale etse de, sürece ara
sıra katıldığı için, hızlı bir neticeye varmak amacıyla Hess’in dairesi
ile İçişleri Bakanlığı arasında vuku bulan ateşli rekabete
yetişemiyordu. Bakanlık dede veya ninelerinden en az üç kuşağı “Ari
olmayan” kişileri “Yahudi” olarak sınıflamak istiyordu. Reich
Doktorlar Lideri Wagner’in baskısı altındaki parti ise “dörtte bir
Yahudiler”in sınıflamaya dahil edilmesinde ısrar ediyordu. Yapılan
sayısız toplantı hiçbir sonuç vermedi. Bu arada bazı bakanlar, bir
tanımlamanın yapılmasını beklemeden, “karma” bir soydan gelenlere
farklı kriterlere göre çeşitli ayrımcı tedbirleri uygulamaya
başlamışlardı. 228 Acil bir karara varılması şarttı. Ancak Hitler iki
taraftan yana da çıkmıyordu. 24 Şubat’ta Münih’teki, Stuckart ve
Lösener’in de davet edildiği bir Gauleiter’ler toplantısında konuşması
sırasında net bir karar bildirmesi bekleniyordu. Fakat Hitler,
Vatandaşlık Yasası’nın uygulanması doğrultusunda planlanan
tedbirlerle Alman kanının saflığının sağlama ihtiyacı üzerine bir
diskur çekmekle, daha sonra da Goebbels’in tabiriyle “devasa bir dış
politika özetine”ne dalmakla yetindi. 229 Yahudi tanımı üzerinde
çalışması gerekenin parti ve İçişleri Bakanlığı olduğunu söyledi. 230
Temel soru gene yanıtlanmadan kalmıştı. “Yahudi Sorunu hâlâ bir
karara bağlanmadı,” diye yazmıştı Goebbels günlüğüne 1 Ekim’de.
“Uzun süredir bu konuyu tartışıyoruz, ama Führer hâlâ tereddüt
içinde.”231
Kasım başı geldiğinde ortalıkta hâlâ bir çözüm ışığı görünmüyordu.
Schacht ve Reichsbank Genel Müdürü, belirsizliğin ekonomiye ve
döviz kur oranlarına zarar verdiğini ileri sürerek, bu tartışmaya bir
son vermesi için Hitler’e baskı yapmaya başladılar. Hitler’in
Reichsbank istedi diye Yahudilerin haklarını yasayla güvence altına
almayı kabul etmek gibi bir niyeti yoktu. Son bir karara varmak için
5 Kasım’a konmuş olan toplantıyı kısa bir açıklamayla iptal etti; bu
toplantı parti temsilcileriyle eyaletlerin İçişleri, Ekonomi ve Dışişleri
Bakanları arasında açık bir yüzleşme ihtimaliydi ve muhtemelen parti
bu mücadeleden yenik çıkacaktı. 232 Hitler bir uzlaşma arayışındaydı.
“Führer nihayet bir karar istiyor,” diye yazmıştı Goebbels 7
Kasım’da, “Öyle ya da böyle bir uzlaşma gerekli, mutlak memnuniyet
sağlayacak bir çözüm imkansız.”233 Bir hafta sonra Reich Vatandaşlık
Yasası’nın Birinci Ek Kararnamesi nihayet belirsizliğe son verdi.
Çoğu noktada Wagner baskın çıkmıştı. Fakat Yahudilik tanımında
İçişleri Bakanlığı da biraz başarı sağlamıştı. Soyunda dörtte üç
Yahudilik olanlar Yahudi sayılıyor; yarı yarıya Yahudilik olanlar ise
(yani dede veya ninelerinden ikisi Yahudi, ikisi “Ari” olanlar) ancak
Yahudi inancını uyguluyorsa, (Nuremberg Yasalarının yürürlüğe
konduğu tarihten sonra) bir Yahudi’yle evlendiyse, Yahudi bir çiftin
yasal çocuğuysa veya bir Yahudi ile “Ari”nin gayrimeşru çocuğuysa
Yahudi kabul ediliyordu. 234 Goebbels sonucu şöyle tanımlıyordu: “Bir
uzlaşma, evet, ama olası en iyi uzlaşma.” Hoşnutsuzluğu aşikârdı.
“Dörtte bir Yahudiler bizden sayılıyor. Yan Yahudiler ise ancak istisnai
koşullarda bizden sayılıyor. Tanrı aşkına, böylece artık huzur içinde
olabiliriz. Basında kaypakça ve pek göze batmayacak şekilde yer
aldı. Hakkında çok fazla gürültü çıkarılmadı.”235 Goebbels’in kişisel
kanaati ne olursa olsun, bir küçümseme hissi de vardı. İçişleri -
Bakanı’nın da kabul ettiği üzere Yahudi tanımı meselesi bir çelişkiyle
sona ermişti. Kanuni hedefler açısından, kan tiplerine bağlı biyolojik
bir ırk tanımına ulaşmak imkansızdı. Bu nedenle kimin ırksal olarak
Yahudi olduğunu belirlemek için dini inanca başvurmak şart oluyordu.
Sonuç olarak, Museviliği benimsemiş “saf Ari” ebeveynlerin
çocuklarının bu nedenle ırksal açıdan Yahudi sayılacaklarını tahayyül
etmek mümkündü. 236 Saçmaydı bu, ama aslında olan biten her şeyin
ne kadar saçma olduğunu açıkça gösteriyordu.
Garmisch-Partenkirchen’de yapılacak Kış Olimpiyatları’nın
yaklaşması, ardından Berlin’de yapılacak olan yaz oyunları, dış
politikadaki hassas durumla birlikte düşünüldüğünde, rejimin 1935
yazı boyunca herhangi bir şiddet hareketinin duyulmasından
kaçınmak isteyeceği anlamına geliyordu. Sonraki iki yıl boyunca
ayrımcılık çarkının tekerlekleri dönmeye devam ettiyse de, “Yahudi
Sorunu” siyasetin ön saflarından geri çekildi. NSDAP’ın İsviçre’deki
baş temsilcisi (Landesgruppenleiter) Wilhelm Gustloff Şubat
1936’da bir Yahudi genci tarafından öldürüldü, ancak koşullar
hiddetli bir misillemenin önünde engeldi. 237 Fless’le yakın işbirliği
içinde olan Frick “bireysel eylemleri” katı bir şekilde yasakladı. 238
Hitler içinden gelen duyguları bastırdı ve Gustloffun cenazesinde
Yahudiliğe karşı nispeten ölçülü genel bir eleştiri ile yetindi. 239
Almanya sessiz kaldı. Gustoff cinayetini şiddet eylemlerinin
izlememesi, 1935 yılındaki Yahudi aleyhtarı dalgadaki düşmanlık
boyutunun, istense rejim tarafından parti radikallerinin eylemlerine
baskı yapmak suretiyle kontrol edilebileceğinin açık bir kanıtıydı.
1935 yılında böyle baskıları teşvik etmek ve bunlara yanıt vermek
faydalıydı. 1936’da ise bunları kontrol altında tutmak münasipti.
Taktik kaygıları ne olursa olsun Hitler açısından Yahudileri yok
etme amacı hiç değişmedi -kaldı ki 1919’dan beri temel siyasi fikri
zaten buydu. 1937 Nisan ayının sonunda parti bölge liderlerinin
toplantısında, Yahudilere yönelik yorumlarının hemen ardından
yaklaşımını açıkladı: “Ben şimdi karşımda hemen savaşacak bir
düşman yaratmak istemiyorum. ‘Savaşmak’lafını kullanmıyorum,
çünkü savaşmak istiyorum. Onun yerine şöyle diyorum: ‘Seni yok
etmek istiyorum!’ Ve şimdi bana yardım et ki, seni hiçbir hamle
yapamayacağın o köşeye sıkıştırayım, sonra da hançerini çek ve
kalbine sapla.”240
Bununla birlikte fiiliyatta Hitler’in, Nuremberg Kongresi’nden önce
1935 yazında olduğu gibi, şimdi de “Yahudi Sorunu”nu
radikalleştirmek için bir şey yapmasına gerek yoktu. 241 Bu ana kadar
merkezi bir koordinasyon olmamasına rağmen, “Yahudi Sorunu”
hükümetin tüm temel organlarına hakim olmuştu; partinin yeni
ayrımcılık türleri için yaptığı baskı her yerde devam ediyordu; devlet
memurları “Reich Vatandaşlık Yasası”nın hükümleri altında çok daha
katı sınırlamalara riayet ediyorlardı; mahkemeler Nuremberg
Yasaları’nın hükümlerine dayanarak Yahudilere zulmediyordu; polis,
Yahudileri ortadan kaldırmak ve onların Almanya’dan ayrılışlarını
hızlandırmak için her tür yola başvuruyordu; ve genel olarak
kamuoyu, ayrımcılığı doğrudan teşvik etmediği veya katılmadığı
yerde onu sessizce kabulleniyordu. Antisemitizm yaşamın bütün
alanlarına yayılmıştı. “Naziler aslında Yahudiler ile halk arasındaki
uzaklığı iyice açtılar,” diye belirtiliyordu, Berlin’den gelen 1936 Ocak
ayına ait bir Sopade raporunda. “Yahudilerin başka bir ırk olduğu
hissi artık oldukça yaygın.”242
IV

Hitler Nuremberg’de 1935 yılındaki Parti Kongresi’nde yaptığı on


yedi konuşmadan birinde, kendi büyük popülaritesi ile partinin kötü
imajı arasındaki aşikâr orantısızlığı reddetmeye yeltendi -her şeyden
önce partiye sadık kişilerden oluşan bir kitleye konuşuyordu.
“Burada, özellikle burjuvazi içinde pek sık duyulan bir yoruma karşı
tavır almalıyım...: ‘Führer, evet; ama Parti, o başka bir mesele!’ Ben
buna şu yanıtı veriyorum: ‘Hayır, baylar! Führer Partidir, parti de
Führer’dir.’”243 1920’lerin ortalarından beri Lider ve Parti kimliği her
ikisine de gayet iyi hizmet eden bir mitti. Bu mit partiye normalde
sahip olmadığı uyum ve disiplini sağlamıştı. Partinin Kutsal Kâse’sinin
yegane sahibi olarak Hitler’in üstün gücüne zemin sağlayan da
buydu. Fakat, miti yaşatmak için Hitler’in çabalaması her ne kadar
gerekliyse de, şu bir gerçekti ki iktidara geldikten sonra popüler
imajlarda kaçınılmaz bir değişme olmuştu.
Hitler 1935’in sonlarına doğru, arkasındaki yorulmaz propaganda
makinesinin de yardımıyla, parti çıkarlarının üstünde ulusal bir lider
olarak konumunu inşa etme işine zaten koyulmuştu. Rejimin
başarılarının, gelişmelerin simgesi olmuştu. Propagandanın ilan ettiği
ve çoğunluğun da inandığı üzere üç yıl içinde dehasıyla ekonomide
iyileşme sağlamış, işsizlik belasını ortadan kaldırmış ve (kendi SA
liderlerinin öldürülmesini emrederek de olsa) düzen ve asayişi
sağlamıştı. Versailles’ın zincirlerini tek yanlı olarak kırmış, askeri
onuru kurtarmış ve Almanya’yı eskisi gibi uluslararası meselelerde
hesaba katılması gereken bir güç haline getirmişti. Hem de tüm
bunları maharetle, çatışmadan kaçınarak ve Almanya’nın barışçı
amaçlarından ödün vermeden gerçekleştirmişti. “Başarıları”nda
“Nazi’lere özgü olan hiçbir şey yoktu. Vatansever bir Alman bunlarda
hayran olunacak bir şey bulabilirdi. Sonuç olarak, başka yönlerden
Nasyonal Sosyalizm’i eleştirenler arasında da popülaritesi artmıştı.
Parti ise başka bir husustu. Hitler milli birliği temsil ediyor gibi
görünürken, parti görevlileri genel olarak rüşvetçi, keyfiyetle
hareket eden ve kendi çıkarlarına hizmet eden kişiler olarak
görülüyordu. Onlar “milli topluluğu’’oluşturmaktan çok nifak
tohumları ekiyordu. Günlük yaşamda devam eden tüm
rahatsızlıklardan, beklentiler ile gerçeklik arasındaki uçurumdan -bu
uçurumun sebebi, Üçüncü Reich’ta ilk etaptaki hızlı maddi
gelişmelerin yarattığı abartılı umutların ardından gelen hayal kırıklığı
idi- dolayı parti suçlanabilirdi ve zaten genelde öyle oldu.
Sadece Hıristiyan Kiliselerine yönelik saldırılar bile partinin
imajının ağır bir darbe almasına yeterliydi. “Yahudi Sorunu”nda
olduğu gibi bu alanda da itici güç parti tabanından, yerel liderlerden
veya eyalet liderlerinden geliyordu. 1933’ten önceki “mücadele
dönemi”nde birikmiş olan köklü düşmanlıkların, partinin iktidarda
olduğu şu dönemde kontrol altında tutulması artık çok kolay değildi.
Bavyera ve Württemberg’deki Protestan kiliselerinin özerkliğine
yönelik saldırılar bu konuda önem taşıyan olaylardı. Söz konusu
bağımsız kiliselerin, “koordine edilmiş” yeni bir “Reich Kilisesi”ne
katılmalarına karşı direnişin başını çekmiş, halk tarafından sevilen iki
piskoposun, Meiser ve Wurm’un yerine 1934 güzünde Reich
Piskoposu olarak Ludwig Müller’in getirilmesi (ki zora dayalı
taktiklerle yardakçıları tarafından gerçekleştirmişti). Nasyonal
Sosyalizm’in en sadık taraftarları arasında bile rahatsızlık yarattı. 244
NSDAP’ın kalelerinden biri olan Franken’in sofu köylüleri partiyi
acımasızca suçluyordu. 245 Hitler’e bu utançtan bir pay düşmedi.
Şahsına yönelik sadakat lekelenmedi. Ekim sonunda Meiser ve
Wurm’a mevkilerini iade ederek duruma müdahale etmesi aslında
şunun göstergesiydi: Bilerek astlarının ardında kalıyor, böylece onun
onayı olmaksızın gerçekleştirilen bir şeyin farkına vardığında
müdahale ederek adaleti yerine getirdiği imajını yaratabiliyordu.
Ama tabii ki bu müdahale aslında halktan gelen yoğun baskı
karşısında verilen bir ödün; huzursuzluğa son vermek için, zararın
neresinden dönülse kârdır mantığıyla atılan gerekli bir adımdı.
Meiser ve wurm’a verdiği duygulu teminatlar, birkaç ay önce onlara
yönelttiği “vatan hainleri, halk düşmanları, Almanya’yı mahvedenler”
ithamlarıyla çelişiyordu. 246
Kilisenin uygulamalarına ve kurumlarına yönelik bir yıpratma
savaşı Katolik nüfusu içinde de sürdürülüyor ve bu savaş NSDAP’ın
ve temsilcilerinin katı Katolik bölgelerdeki pozisyonunu
zayıflatıyordu. Ayrıca NSDAP bu bölgelerde zaten hiçbir zaman
Protestan bölgelerindeki kadar güçlü olmamıştı. Hitler bu utançtan
da büyük oranda paçasını sıyırdı. Popülaritesi zedelenmiyor
değildi. 247 Fakat kilisenin ileri gelenlerinin Hıristiyanlık-karşıtı en
habis radikal diye tanımladığı Alfred Rosenberg gibi “umacıları” ya
da yerel parti görevlilerini eleştirmek daha kolay ve tabii ki daha az
tehlikeliydi. 248 “Kilise mücadelesi’nin yarattığı huzursuzluğun
artmasına paralel olarak Hitler, hâlâ rayına oturmamış olan dış
politikadaki yaşamsal meseleleri de göz önüne alarak, 1935 yazında
Goebbels’e “en azından belli bir süre için” “Kiliselerle sulh içinde
olmak” istediğini söyledi. 249 “Katoliklik sorunu”nu “çok ciddiye”
alıyor, diye yazıyordu Goebbels. 250 Ama “Yahudi Sorunu”nda olduğu
gibi bu konuda da partinin tabanındaki ve yönetimindeki radikalleri
kontrol etmek pek kolay değildi. Katolik bölgelerdeki “kilise
mücadelesi” yoğunlaştı. Ve 1935-1936 kışı boyunca bu bölgelerde
moral iyice düştü. 251
Bilhassa kiliselere yönelik saldırıların etkisiyle ülkenin bu
bölgelerindeki karamsar ruh hali, 1935-1936 kışı boyunca rejimin
popülaritesindeki yaygın düşüşün sadece bir parçasıydı. Hitler’in
şahsi saygınlığı hâlâ büyük ölçüde zarar görmemişti. Ama Führer bile
giderek eleştirilere dahil edilmeye başlamıştı. 1918 Kasım’ının
sonuçlarını yok etme ve gelecekte halkın ayaklanması için hiçbir
gerekçe kalmayacağını garanti eune doktrini üzerine kurulmuş bir
rejimin -ve özellikle rejimin liderinin- bu huzursuzluk tezahürlerini
göz ardı etmesine imkan yoktu. 252
Hitler ülke içindeki politik durumun kötüye gittiğinin ve halkın
genel ruh halinin kötüleşmesine yol açan maddi koşulların
farkındaydı. Goebbels Ağustos’un ortasında “Führer siyasi durumu
gözden geçiriyor ve bir düşüş görüyor,” diye belirtiyordu. 253 Hitler
için hazırlanan 4 Eylül 1935 tarihli fiyat ve ücret seviyeleri özeti,
Alman işgücünün yaklaşık yarısının haftalık brüt ücretinin 18 RM
veya daha az olduğunu gösteriyordu. Bu rakam yoksulluk sınırının
oldukça altındaydı. İstatistikler, okul çağında üç çocuğu olan beş
kişilik bir ailenin, kentte çalışan tipik bir işçinin haftada kazandığı 25
RM gibi düşük bir ücretle, aşırı derecede tutumlu bir şekilde
beslenseler bile geçinmelerinin mümkün olmadığını belirtiyordu.
Ücretler 1932 yılındaki seviyede kalmıştı. Bu oran, yerin dibine
batırılan Weimar Cumhuriyetinde depresyondan önceki son yılın, yani
1928’in oranlarının bile bayağı altındaydı. Öte yandan resmi
rakamlara göre yiyecek fiyatları 1933’ten beri yüzde 8 oranında
artmıştı. Geçim masraflarında yekünde yüzde 5.4 oranında artış
gerçekleşmişti. Ama resmi rakamlar tablonun tamamını
resmetmiyordu. Bazı yiyecek maddelerinin fiyatında yüzde 35, yüzde
50, hatta yüzde 150 artış olmuştu. 254 Yazın sonlarına doğru “yiyecek
krizi” (Emährungkrise) ve “erzak krizi” (Versorgungsferiese)
terimleri yaygın bir şekilde kullanılıyordu.
Azalan döviz rezervi ve devam eden döviz kıtlığı, daha 1934’te
Schacht’a ekonomi üzerinde neredeyse diktatörce yetkiler
verilmesine yol açmıştı. Schacht’ın o yılın eylül ayındaki “Yeni Plan”ı
ithalatta döviz tahsisatına katı kontroller getirdi. Planın amacı
güneydoğu Avrupa ülkeleriyle yapılacak çift taraflı anlaşmalarla,
özellikle Almanya’dan mamul ihracatını müteakip krediyle hammadde
kaynağı sağlamak ve böylece Almanya’nın dış ticaretine yeni bir yön
vermekti. 255 Bununla birlikte problemler sürdü. Silahlanmaya verilen
öncelik bu problemleri kaçınılmaz kılıyordu. Silahlanma
harcamalarındaki artış ve pahalı malların ithali, para
devalüasyonuyla ilgili bir kaygının gözetilmediği de düşünüldüğünde,
kaçınılmaz güçlükler yaratıyordu. Hem silah sanayiini büyütmek için
gereken hammaddelerin, hem de tüketici fiyatlarını düşürmek için
gerekli yiyecek maddelerinin ithalatını sağlamak imkânsızlaşıyordu.
Darré’nin Reich Besin Varlıkları kurumunun etkisizliği, aşırı
bürokrasisi ve kötü idaresinin toplamdaki sonucu, 1934’teki kötü
hasatla birleştiğinde yapısal ekonomik sorun iyice kötüleşti. Darré
tarafından Kasım 1934’te ilan edilen “üretim savaşı”
(Erzeugungsschlacht), Reich Besin Varlıklarının hatalı bazı
bürokratik müdahaleleriyle, azalan ithalata rağmen başlamıştı.
Sonuç; ülke içinde üretilen yemde ciddi bir kıtlık, hayvancılıkta düşüş
ve yiyecek kıtlığıydı. 1935 güzü itibariyle kesim hayvanı ve yumurta
rezervleri neredeyse tamamen tükenmişti. 256 Fakat ithalat için
gereken döviz ancak sanayiden -özellikle de silah üretiminden- ödün
vererek sağlanabilirdi.
Bütün yiyecek dükkanları birden boşalıverdi. Yiyecek kuyrukları
büyük şehirlerde günlük hayatın sıkıntılarının bir parçası oldu. Yağ,
tereyağı, yumurta ve sonra da et ender bulunmaya ve pahalı
satılmaya başladı. Çiftçiler “milli topluluk"a olağan hamiyetlerini
gösterdiler ve azami kâr elde edebilmek için ürünlerini geri çektiler.
Büyük şehirlerde zaten kötü durumda olan yaşam standartı aniden
düştü. Sanayi işçi sınıfı -rejimin en çok şüphe ve temkinle yaklaştığı,
ayrıca “yiyecek krizi”nden en fazla etkilenmiş olan bu kesim- bilhassa
memnuniyetsizdi.
Berlin polisi 1935 güzünde, yağ ve et kıtlığına, artan yiyecek
fiyatlarına ve işsizliğin yeniden artış göstermesine bağlı olarak halkın
moralinin ciddi oranda düştüğünü belirtiyordu. Yiyecek için kuyrukta
bekleyenler büyük bir kızgınlık içindeydi. Tereyağı satışları polis
gözetiminde yapılıyordu. Stokçulara hınç besleniyordu. Ama en büyük
hınç, fiyatları kontrol edemeyen hükümete yönelmişti. 257 Başka bazı
büyük şehirlerde durum daha da beterdi. Her şeyden öte Başkent’e
iltimas yapılması dikkat çekiyordu. 258 1936 Ocak ayına dek durum
daha da kötüleşti. Berlin’de “nüfusun şok edici derecede yüksek bir
yüzdesinin”, “devlete ve harekete doğrudan negatif yaklaştığı”
söyleniyordu. Eleştiriler artık “kontrol edilemez bir alana doğru
kayıyordu”. Ücretlerdeki ve yiyecek fiyatlarındaki artış abartılı
derecede oransızdı. Huzursuzluğun esas kaynağı yiyecek
fiyatlarındaki artıştı; örneğin donmuş etin fiyatındaki artış yüzde 70
idi. Duruma dair resmi açıklamalar ile gerçeklik arasında ciddi
çelişkiler vardı. Moabit ve Charlottenburg marketlerindeki yiyecek
tezgahları hoşnutsuzluk kaynağıydı. Ortalıkta komünist fikirler
dolanıyor ve bunlar işitmeye hazır kulaklara giderek daha çok
ulaşıyordu. 259 Mart ayı itibariyle halkın ruh hali “büyük bir kaygı”
yaratıyordu. Nüfusun geniş kesimlerinde “belirgin bir umutsuzluk ve
kızgınlık” vardı. “Heil Hitler!” selamı kayboluyordu. “Silahlı
kuvvetlerin hakimiyeti altında temiz bir devlet yönetimi ve idaresi”,
bir askeri diktatörlük getirecek olan ikinci bir “30 Haziran”dan
(Uzun Bıçaklar Gecesi) bahsediyorlardı. Yiyecek kıtlığı, kitlelerin
yoksulluğu ile parti patronlarının utanmazca rüşvetçiliği ve şatafatlı
zenginliği arasındaki uçurumu iyice meydâna çıkarmıştı. Hitler ise
böyle bir duruma müsamaha gösterdiği için ateş altında kalıyordu.
Berlin polisinden gelen bir raporda, “halkın Führer’in şahsına olan
güveni de sarsılma yolunda” denmekteydi. 260
Yaveri Fritz Wiedemann Hitler’in dikkatini halkın moralinin
bozukluğuna çekmeye çalıştığında, “halkın ruh hali kötü değil, iyidir.
Bunu gayet iyi biliyorum. Halkın ruh halini kötüleştiren böyle
raporlardır. İlerde böyle şeyleri yasaklayacağım,” diyerek öfke
saçmıştı Hitler. 261 Ama böyle irrasyonel bir yanıtın kendisi, maddi
kıtlığın rejimin popülaritesini nasıl etkilediğini Hitler’in gayet iyi
bildiğini göstermektedir. Aslında durumun vehametinin tam anlamıyla
farkındaydı.
Eylül 1934 gibi erken bir tarihte, yag içeren ürünlerin fiyatlarıyla
ilgili olarak toplumun yoksul kesimlerinden gelen şikayetlerden
haberdardı. Darré’ye şikayetlerin haklılık taşıyıp taşımadığı
sorulmuş; süt ve yag ürünlerindeki fiyat eğilimleri hakkında bilgi
vermesi istenmişti. 262 Bunu üst düzeyde geçen bir dizi tartışma
izlemiş; parti Gauleiterlerinin katıldığı tartışmalardan birinde Hitler
de bulunmuştu. 263 İki ay sonra Hitler, Leipzig belediye başkanı Carl
Goerdeler’in Fiyat Denetimi Reich Komiseri olarak atanmasını
emretti. Goerdeler 5 Kasım 1934’teki bir bakanlar kurulu
toplantısında, “[Hitler] işçi sınıfına fiyatlarda başka artışa izin
vermeyeceğine söz verdi. Artan fiyatlar karşısında bir şey yapmazsa
ücretli çalışanlar onu sözünü tutmamakla suçlayacaklar. Bunun
sonucunda halk arasında devrimci koşullar ortaya çıkacak. Bu
sebeple Hitler fiyatların hızla yükselmesine müsaade etmeyecektir,”
dedi. 264
Bununla birlikte Gordeler’in konumu, tersi bir görüntü çizse de,
fiyat artışlarını enrgelleyecek gerçek bir yetkiden yoksundu. Frick
1935 Temmuzuna kadar, ülkenin dört bir yanından gelen üzücü
raporların kopyalarını Reich Şansöfyeliği’ne gönderdi. Fiyat
artışlarının işçi sınıfı üzerindeki etkisini açıklayan bu raporlardaki
“ciddi tehlike”den Hitler’in hemen haberdar edilmesini istemişti. 265
27 Ağustos’da Berlin’de toplanan İşçi Sınıfı Mutemetleri de aynı
tabloyu çiziyordu. 266 Hitler, daha önceden belirttiğimiz ücret ve fiyat
artışı seviyelerinin istatistiki raporlarını istedi. 4 Eylül tarihli rapor
yaşam standartlarının düşüklüğünü, reel ücretlerin düşüşünü ve bazı
ihtiyaç maddelerindeki hızlı fiyat artışlarını gösteriyordu. 267 “Üçüncü
Reich’ın alımlı ön cephesi”nin arkasındaki kederli gerçek buydu. 268
Aynı ay içinde Hitler’e besin kıtlığının silahlanma programı
üzerindeki etkileri anlatıldı. Kıtlığın üstesinden gelmek için yağ
(özellikle ucuz margarin) ithalatında kullanılmak üzere döviz
rezervinden alınması gereken asgari miktarın günlük 300 bin RM
olduğu tahmin ediliyordu; kaldı ki bu bile Darré’nin istediği miktarın
altındaydı. Bunun anlamı şuydu: “Yağ tedariki için [harcanan] döviz
miktarı, hammadde ithalatında düşmeye sebep olacak, böylece
işsizlik artacaktı. Fakat halka yag tedarik etmek şu anda tüm
ihtiyaçların önünde geldiğinden, bu bile kabul edilmeliydi.”269
Silahlanma şimdilik ikinci plana atılmalıydı. Schacht o zamana dek
Gauleiter’leri, silahlanmaya ancak 5 milyar RM ayrılabileceği, hatta
bundan da kesintiler yapılabileceği, “aksi takdirde her şeyin
çökebileceği” konusunda zaten uyarmıştı ve bu uyarıyı yaparken
Hitler de oradaydı. 270 Fiyat Komiseri Goerdeler içinse silahlanmaya
verilen önceliğin geçici olarak ertelenmesi yeterli değildi, o daha
fazlasını istiyordu. Ekim 1935’in sonuna doğru Hitler’e gönderdiği,
Almanya’nın ekonomik durumunu kapsamlı olarak analiz eden
raporda, “halka yeterli miktarda yağ tedarik edilmesinin,
silahlanmaya olan etkilerine rağmen, siyasi önceliği olduğunu,”
belirtiyordu. Pazar ekonomisine dönülmesini, ihracatın yeniden öne
çıkarılmasını ve -onun bakışma göre ekonomik problemlerin
kökeninde yatan- silahlanmada yavaşlamaya gidilmesini öngörüyordu.
Kahince bir edayla, tek alternatifin her Alman’ın yaşam standardını
esaslı şekilde düşürmesi ve sanayi dışı bir ekonomi kurulması
olduğunu belirtiyordu. Eğer her şey olduğu gibi devam ederse, Ocak
1936'dan sonra ancak kıt kanaat yaşamak mümkün olabilecekti. 271
Hitler bu tahmini reddediyordu. 272 Goerdeler’e göre bu durum,
sonunda açık isyana varacak olan yolun başlangıcına işaret
ediyordu. 273 Öte yandan, acil olarak getirdiği öneri, -onun bakışına
göre- hiçbir işe yaramayan Fiyat Denetimi Reich Komiserliği’nin
feshedilmesiydi. Kasım 1935’te ve Şubat 1936’da iki kez gündeme
getirildiyse de, Hitler -sırf görüntüyü kurtarma kaygısıyla- “yeni bir
talimata kadar” Fiyat Komiserliği’nin feshi konusunun açılmasını
reddetti. 274
Bu arada Hitler ekimde duruma müdahale ederek, Schacht’ın
kıymetli döviz stogundan, margarin yapılacak yağlık tohum ithalatı
için 12.4 milyon RM’lik ekstra bir ödenek çıkarmasını sağladı. 275
Hitler döviz savaşında Schacht ve Darré arasında hakemlik yapsın
diye Göring’i vazifelendirmişti. O güne kadar Schacht’ın sıkı kontrolü
altında olan iktisat alanına Göring’in ilk çıkışıydı bu. 276 Göring
Darré’den yana çıktı; Schacht’ı ve iş dünyasının bazı liderlerini
şaşırtan bir karardı bu. Ama Hitler açısından asıl ivedi ihtiyaç,
yegane alternatifin, yani yiyeceği vesikaya bağlamanın zararlı
psikolojik etkilerinden kaçınmaktı. Basın ajansı kasım ayında Hitler’in
kararını gizlice öğrendi: “Yağ için kart çıkarılmayacak, bunun yerine
yiyecek maddeleri ithalatı için Ekonomi Bakanı tarafından yeterli
döviz sağlanacaktı.” Silahlanma etkilenmişti. Savaş Bakanlığı yiyecek
maddesi ithal edilebilmesi için kendi döviz tahsisatlarının
bazılarından ilkbahara dek vazgeçmeye hazırdı. 277 Yaygın
huzursuzluk rejimin mutlak önceliğini çiğniyordu. Hitler’in durumla
ilgilenmesi için bir sebep vardı. 278
Yurt içindeki sorunlar derinleşirken, Milletler Cemiyeti’nde
karışıklığa neden olan Habeşistan krizi Hitler’e dış politikada başarı
sağlamak için yeni fırsatlar sundu. Hitler Almanya’nın uluslararası
tecridini kırma, Stresa Anlaşması’nı imzalayan ülkeler arasına nifak
sokma ve Versailles’ın yeniden düzenlenmesini sağlama ihtimaliyle
hemen harekete geçti. Ülke içindeki durum göz önüne alındığında, dış
politikadaki bir zafer olabilecek en iyi şeylerden biriydi. Hitler daha
ağustos ayında, Habeşistan’da çıkacağına kesin gözüyle baktığı
savaşı büyük bir hevesle beklediğini belirtmişti. Dış politikada
gelişmekte olan planlar hakkındaki fikirlerini Goebbels’in yanında
şöyle ifade etmişti: “İngiltere’yle sonsuza dek ittifak. Polonya’yla iyi
ilişkiler... Doğuya doğru yayılma. Baltık bize ait... İtalya-Habeşistan-
İngiltere, sonra da Japonya-Rusya arasındaki çatışmaların eli
kulağında.” Birkaç yıl içinde “bizim için büyük tarihi an” gelecek,
“buna hazır olmalıyız.” “Görkemli perspektif," diye ekliyordu
Goebbels, “Hepimizi derinden heyecanlandırdı.”279 Daha iki ay
geçmeden İtalyanların Habeşistan’daki savaşının patlaması üzerine
Goebbels, Hitler’in bakanlara ve askeri erkana da ifade ettiği
görüşünü şöyle aktarıyordu: “Her şey beklediğimizden üç yıl önce
gerçekleşti." Öte yandan Almanya’nın o anda elinde olan fırsatı da
vurguluyordu: “Silahlan ve bekle. Avrupa hareket halinde. Eğer
zekice davranırsak, biz kazanırız.”280
Fakat yiyecek krizi silahlanma hedefini ciddi anlamda riske
sokuyordu. 1936 ilkbaharında Hitler gene şahsen müdahele etti ve
Schacht’ın şiddetli itirazlarına rağmen, yağlık tohum ithalatı için
Darré’ye azıcık daha döviz tahsis etti -bu seferki yekûn 60 milyon
RM idi. 281 Silahlanma konusu umutsuz bir hal alıyordu. Schacht aralık
ayında Blomberg’e, hammadde ithalatında bir artışın söz konusu
olamayacağını açıklamıştı. 1936 yılma girilirken, silahlanma için
mevcut hammadde kaynakları çok azalmıştı. Yalnızca bir ya da iki
aylık kaynak kalmıştı. Schacht silahlanma hızında yavaşlama talep
ediyordu. 282
Hitler Şansölyeliğinin dördüncü yılına girerken, ekonomik durum
silahlanma planları için ciddi bir tehdit oluşturuyordu. Uluslararası
arenadaki gelişmelerin olası en hızlı yayılmaya fırsat yarattığı
koşullarda, yiyecek krizi -ve krizin kışkırttığı toplumsal huzursuzluk-
silahlanmanın hızını ciddi oranda kesiyordu. Umut kinci başka
göstergeler de vardı. İşsizlik korkusu yeniden hortlayacakmış gibi
görünüyordu. Ocak 1936’da Reich Çalışma Bakanı kasvetli bir tablo
çiziyor, 2.5 milyon kişinin hâlâ işsiz olduğunu ve bu oranın düşmesinin
beklenmediğini belirtiyordu. 283 Goerdeler ve Schacht’ın savunduğu
gibi, silahlanmadaki herhangi bir yavaşlama ardından işsizlik
getirecekti. Siyasi açıdan, kışın yaşanan sorunlar yeraltındaki KPD’ye
yeni bir yaşam soluğu üflemişti; aynı dönemde NSDAP içinden gelen
raporlarda ise parti üyelerinin moralinin çok bozuk olduğu tekrar
tekrar vurgulanıyordu. 284 Hitler ve diğer Nazi liderleri hiç şüphe yok
ki, besin kıtlığının, fiyat artışlarının ve toplumsal gerilimin egemen
olduğu bu sürecin, hem içteki istikrara hem de dış politikadaki
hedeflere olası etkileriyle yakından ilgileniyorlardı. Yaklaşık iki yıl
sonra Hitler, başa çıkacak yeterli döviz olmaksızın yiyecek krizi
yinelenseydi, bu “rejimin sonu (Schwâchungsmoment)" olurdu
diyecekti. Bütün bunlardan çıkardığı sonuç, “yaşam alanı” elde etmek
için hızla yayılmak gerektiğiydi. 285
1936 başlarında, Hitler’in bir sonraki büyük kumarını oynayacağı
zamana karar vermesinde, yurt içi meseleler kadar dış politikayla
ilgili sorunlar da rol oynadı. Plan, askerden arındırılmış Ren
Bölgesi’ni işgal ederek Versailles ve Locamo anlaşmalarından geriye
kalanları da yok etmekti.
Bunun Dışişleri Bakanı Neurath’ın fikri olduğuna şüphe yoktur.
Roma’daki Alman elçisi Ulrich von Hassell 18 Şubat’ta (birkaç gün
içinde ikinci kez olmak üzere) Ren sorununu tartışmak için alelacele
Berlin’e çağrıldı. Hassell'le konuşan Neurath’ın fikrine göre, “Hitler
için önceden beri hep ülke içi meseleler belirleyici (massgebend)
olmuştu” ve şimdi “ruh halininin rejimin aleyhine kötüye gittiğini
hissederek, kitleleri tekrar canlandıracak yeni bir milli slogan
arayışına girmişti”. Dışişleri Bakanı’na göre araç, halk oylamasının
yanı sıra olağan seçimler olacaktı. 286 Hitler ülke içi meselelerle ilgili
fikirlerini aynı akşam Hassell’le yaptığı toplantıda dile getirdi ve
“çağrısını kendi ulusuna olduğu kadar yurt dışına da" duyurabilmeyi
ne kadar istediğinden bahsetti. 287 Haftalar sonra Hassell, Hitler’in
kafasında ülke içi meselelerin önceliğe sahip olduğundan ve
zamanlamanın 8 Mart “Kahramanları Anma Günü”ne denk
getirilmesinin nedeninin propaganda etkisini azami dereceye
çıkarmak olduğundan hâlâ emindi. 288
Dramatik bir milli zaferin propaganda sermayesi ve ülke içinde
sağlayacağı avantajlar konusunda Hitler’in ikna edilmeye hiç ihtiyacı
yoktu. Ayrıca, dikkatleri önceki yazın sorunlarından -yiyecek krizi,
tırmanan “Kilise Mücadelesi”- başka yöne çekmek için fırsat olacağı
kesindi. Çöken moral bir gecede yükseltilebilir, rejimin konumu yurt
dışında olduğu gibi yurt içinde de güçlendirilebilir ve Hitler’in
popülaritesi daha da arttırabilirdi. Gelen raporların, bilhassa olumsuz
ekonomik koşullara dair karamsar bir tablo çizdiği; Katolik kilisesi
ile parti arasındaki çatışmaların rejimi ciddi bir şekilde zayıflattığı
Ren Bölgesi’nde -kaldı ki rejim bu bölgede zaten hiçbir zaman güçlü
olmamıştı-, bölgenin askerden arındırılma maddesini Almanya’nın tek
taraflı lağvetmesinin çılgınca bir coşkuyla karşılanacağı kesindi. 289
Dışişleri Bakanlığı’nın da bildiği gibi, bir ya da iki yıl içinde sabırlı bir
diplomasiyle başarılabilecek olan şey, en azından kısmen, Hitler’in
ani bir darbe olarak gördüğü edimden sağlayacağı propaganda
kazancı sebebiyle, bütün riskler göze alınarak, askeri bir darbe
görüntüsünde gerçekleştirildi. Neuraht’ın öngördüğü gibi hemen 29
Mart’a konan halk oylaması ve seçimler yurt içi meselelerdeki
kaygıların önemini belirtiyordu. Dağılmış parti üyeleri ve kendilerine
tekrar yapacak bir iş bulmuş aktivistler arasında moralin
yükselmesiyle kitleler tekrar canlandırılabilirdi. 290
Başka olaylarda olduğu gibi bunda da, iç ve dış politikayı
ilgilendiren konular Hitler’in kafasında birbiriyle yakından ilişkiliydi.
Hitler’in kaçırılmaması gereken fırsatlar yarattığını düşündüğü
Habeşistan krizinin şekillendirdiği uluslararası koşullar olmasaydı,
ülke içinde kazanacağı avantajlar Hitler için o kadar önemli
olmayacaktı.
V

1919 yılı barış anlaşması koşullarına göre, Alman Reich’ı Ren’in sol
kıyısı boyunca ve sağ kıyısında 50 kilometrelik hat içinde tahkimat
yapmaktan, birlikleri mevzilendirmekten veya askeri hazırlık
yapmaktan men edilmişti. Ren Bölgesi’nin askerden arındırılmış olma
statüsü Almanya’nın da imzaladığı 1925 Locamo Paktı’yla tekrar
onaylanmıştı. Almanya’nın bu statüde tek taraflı olarak değişiklik
yapması, savaş sonrasında kurulan düzeni yerle bir etmesi ve
uluslararası bir anlaşmada sözünden dönmesi demekti. Ayrıca söz
konusu edimiyle, bu düzenin oluşturmaya çalıştığı Batı güvenliğinin
temelini de tehdit ediyordu. Bununla birlikte bir Alman milliyetçisinin
bakışından Ren Bölgesi’nin o anki durumuna müsamaha
gösterilemezdi.
Ren’in yeniden silahlandırılması, herhangi bir milliyetçi Alman,
hükümetinin gündeminde olacak bir maddeydi. Ordu bunu hem
Batı’daki savunması, hem de Aralık 1933’te yaptığı silahlanma
planları için elzem bir adım olarak görüyordu. 291 Dışişleri Bakanlığı,
askerden arındırılma statüsünün yapılacak anlaşmalarla bir noktada
sona ereceğini düşünüyordu. Diplomatlar, Almanya zorunlu askerlik
hizmetini yürürlüğe koyduğunda ardından bu adımın geleceğinin
farkındaydılar, ama bu statü hem Versailles Anlaşması’yla hem de
Locama Paktı’yla güvence altına alındığından bir uyarı yapma
gereksinimi duymadılar. 292 Hitler daha 1934’te gizli kapaklı
konuşmalarda, askerden arındırılmış bölgenin lağvedilmesinden
bahsedediyordu. 1935 yazında, geniş bir vade öngörerek gene aynı
konudan söz ediyordu. Yılın sonunda Fransızlar yakında Ren
Bölgesi’nde bir oldu bittiyle karşılaşabileceklerini hesap ediyorlardı.
Hitler 13 Aralık’ta İngiliz büyükelçisiyle yaptığı bir görüşmede
askerden arındırılmış bölgenin bu statüsüne bir son verilmesi
gerekliliğine işaret etmiş, önceki Mart’ta zorunlu askerlik hizmetinin
yürürlüğe konarken bu adımın da atılmamış olmasından pişmanlık
duyduğunu belirtmişti. Aynı dönemde Hitler askeri danışmanlarıyla
bölgenin işgalinin yaratabileceği problemleri tartışıyordu. 293 Fırsat
kendini göstermeye başlamıştı. İşgal sonraki bir iki yıl içinde de
gerçekleştirilebilirdi, fakat Hitler bu fırsatı kaçırmak istemedi,
darbenin zamanlamasına ve tarzına karar veren bizzat oydu. Bunlar
her bakımdan Hitler’in damgasını taşıyordu.
Fırsatı sağlayan kişi ise Mussolini’ydi. Daha önce belirttiğimiz gibi,
Mussolini’nin -Milletler Cemiyetini, ortada kışkırtma yokken bir üye
devlete saldırma suçlaması yapmaya ve ekonomik müeyyide
uygulamaya iten- Habeşistan macerası, hassas Stresa Cephesini
parçalamıştı. Askeri açıdan kötümser bir manzarayla karşılaşan,
müeyyedilerden zarar görmeye başlayan ve kendine dostlar arayan
İtalya, Fransa ve İngiltere’den uzaklaşarak, yüzünü Almanya’ya
döndü. 1933’ten beri, Almanya ile İtalya arasında iyi ilişkiler
kurulmasının önündeki engel Avusturya sorunuydu. 1934 yılı
ortasında Dollfuss’un öldürülmesiyle ilişkiler iyice soğumuştu. Bu
durum şimdi hızla değişiyordu. Mussolini Ocak 1936’da,
Avusturya’nın Almanya’nın uydusu haline gelmesine karşı olmadığının
sinyallerini verdi. 294 “Mihver"e giden yolun önü açılmıştı. Mussolini
aynı ay içinde tüm dünya önünde, Fransa ve İngiltere’nin Akdeniz’de
İtalya’ya karşı olası bir askeri ittifaka dair görüşmeler yaptığını -bu
aslında hiç olası değildi-, bunun Locamo dengelerini bozduğunu ve
Locamo sisteminin çökmesinden başka bir işe yaramayacağını iddia
etti. Hitler dikkatle izliyordu. Mussolini daha sonra, Büyükelçi
Hassell’le yaptığı bir görüşmede İtalya için “Stresa’nın artık
öldüğünü” ve daha katı müeyyideler söz konusu olursa İtalya’nın
Milletler Cemiyeti’nden çıkarak Locamo Anlaşması’nı da bizzat
kendisinin sona erdireceğini belirtti. Hassell’e şunu da açıkça
belirtti: Eğer Hitler, Fransız Dışişleri Bakanlığının üzerinde çalıştığı
ve Berlin tarafından Locamo’nun ihlali olarak görülen Fransız-Sovyet
karşılıklı yardımlaşma anlaşmasının kabul edilmesine tepki olarak
harekete geçmeye karar verirse, İtalya, Fransa ve İngiltere’ye
destek vermeyecekti. 295 Mesaj açıktı: İtalya’nın bakış açısından
Almanya’nın Ren Bölgesi’ne girmesinde hiçbir sakınca yoktu.
Habeşistan krizi İngiliz-Fransız ilişkilerini de zedelemiş ve bu iki
demokrasiyi iyice ayrı uçlara itmişti. Önerileri Hoare-Laval Plam’nın
Aralık 1935'te duyulmasını izleyen protesto fırtınasından sonra bu
durum kendini iyice belli etti. Adını İngiltere ve Fransa’nın Dışişleri
Bakanları Sir Samuel Hoare ve Pierre Laval’dan alan bu plan,
Habeşistan topraklarının üçte ikisini sunarak İtalya’nın
saldırganlığını ödüllendiriyor ve 1938’de Münih’te farklı bir
bağlamda gerçekleşecek olanın işaretlerini taşıyordu. 296 Fransız
hükümeti Ren’in yeniden silahlandırılması yönünde bir hareketin
kaçınılmaz olduğunu fark etmişti. Çoğu gözlemci bunun 1936
sonbaharında, Olimpiyatlar bittikten sonra gerçekleşeceğini tahmin
ediyordu. Geleneksel diplomasinin eninde sonunda başarılı olacağı
bir durumda, Hitler’in Ren Bölgesi üzerinden büyük bir risk alacağını
pek az kişi düşünüyordu. Bakanlar, Almanların aşikâr şiddetine karşı
bağımsız bir askeri eyleme girişmeyi reddettiler. Zaten her durumda,
-Almanların askeri gücünü çok fazla abartan- Fransız
genelkurmaylığı askeri bir missillemeye karşı olduğunu ve oldu
bittiye getirilen herhangi bir eyleme verilecek tepkinin tamamen
siyasi olması gerektiğini açıkça ortaya koymuştu. 297 Gerçek şuydu ki
Fransızların Ren için savaşmaya istekleri yoktu. Hitler ve Alman
Dışişleri Bakanlığı bunu hissetmişti. 298 Yapılan yoklamalar, Hitler ve
Neurath’ın bir darbe durumunda İngiltere’nin de askeri müdahaleden
kaçınacağını düşünmeye itiyordu. O dönem için İngiltere’yi askeri
açıdan zayıflamakta olan, siyasi açıdan daha çok ülke içi meselelerle
ve Habeşistan kriziyle meşgul, Ren’in askerden arındırılmış
konumunun sürmesini önemli bir çıkarı olarak görmeyen ve
Almanya’nın taleplerine bir ölçüde sempatiyle yaklaşan bir güç
olarak görüyorlardı. 299 Bu durumda, Ren’in tekrar silahlandırılmasına
yönelik hızlı bir hareketin başarı şansı yüksekti; Fransa’dan ya da
İngiltere’den askeri bir missilleme gelme ihtimali nispeten düşüktü.
Tabii bu senaryo ancak Avrupa güçlerinin olası reaksiyonuna dair
Berlin’in değerlendirmeleri doğruysa geçerliydi. Hiçbir şey kesin
değildi. Hitler’in bütün danışmanları risk almaktan yana değilse de
Hitler gerekli hazırlıklara hemen başladı. Hitler 1933’te Milletler
Cemiyeti’nden çıkarken ve 1935’te de zorunlu askerlik hizmetini
yürürlüğe sokarken gözü kara davranmakla ne kadar haklı olduğunu
göstermiş, güven kazanmıştı. Ren krizindeki rolü daha da iddialıydı;
askeriyeden ve diplomatlardan gelen uyanlara boyun eğmeye pek
niyeti yoktu. 300
Şubat başında Berlin’de, Hitler’in yakın zamanda Ren Bölgesi’ne
girmeyi planladığı söylentileri almış başını yürümüştü. 301 O dönemde
Hitler hiçbir şeye karar vermiş değildi. 6 Şubat’ta Kış
Olimpiyatlan’nın açılışı için Garmisch-Partenkirchen’deyken meseleyi
kafasında tartıyordu. 302 Bilhassa Dışişleri Bakanlığı’ndan gelen
itirazları değerlendiriyordu. Şubat boyunca meseleyi Neurath,
Blomberg, Fritsch, Ribbentrop, Göring’le, sonra da Roma elçisi
Hassell’le enine boyuna tartıştı. Dışişleri Bakanlığı ve genelkurmay
içindeki geniş bir çevre, kararın muallakta olduğunun farkındaydı.
Fritsch ve Beck karşıydı, Blomberg her zamanki gibi Hitler’den
yanaydı. Dışişleri Bakanı Neurath’ın çok ciddi şüpheleri vardı. Eylemi
“hızlandırmak” için risk almaya değmeyeceğini düşünüyordu.
Almanya’nın askeri bir misillemeyle karşılaşması pek olası değildi,
ama sonuç uluslararası tecridin artması olacaktı. Hassell, askerden
arındırılmış bölgenin bu statüsünü değiştirmek için ilerde nasılsa
fırsat çıkacağını, aceleye gerek olmadığını düşünüyordu, ikisinin de
görüşü, Hitler’in en azından Fransız-Sovyet Paktı’nın Paris’te Senato
tarafından onaylanmasını beklemesiydi. Bu güya Locamo’nun ihlali
anlamına gelecek ve bir bahane sağlayacaktı. Hitler Senato’yu
beklemeden, parlamentonun onayından sonra harekete geçmeyi
tercih etti. 303 Diplomatların tüm uyanlarına karşın, Hitler her zaman
olduğu gibi, şakşakçı Ribbentrop tarafından gene en riyakâr şekilde
doldurulmuştu. 304
Hitler Hassell’e Ren’in işgalinin “askeri açıdan mutlak bir ihtiyaç”
olduğunu söyledi. Böyle bir adım atmayı ilk kez 1937’de düşünmüştü.
Ama şimdi uygun uluslararası koşullar oluşmuştu; (İngiltere ve
Fransa’daki Sovyet-karşıtı hisler düşünüldüğünde) Fransız-Sovyet
Paktı’nın sağladığı avantajın yanı sıra, diğer güçlerin, özellikle
Rusya’nın askeri kuvvetinin artması ve yakında askeri dengeyi
değiştirecek olması, hemen harekete geçmeyi gerektiriyordu. Askeri
bir misilleme olacağına inanmıyordu. En kötüsü ekonomik
müeyyideler olabilirdi. 305 19 Şubat’taki tartışmalarda Hassell,
İtalya’nın, Habeşistan’daki durumdan daha iyi faydalanma ve
kendisine uygulanan petrol müeyyidesini düşürme umuduyla destek
vermeyebileceğini belirtti. Hitler buna gecikmenin yaratacağı
olumsuzlukları vurgulayarak yanıt verdi. Karakteristik tavrıyla ve
“Ribbentrop’un heyecanlı onayıyla” “bu durumda, saldırı daha iyi bir
stratejidir” dedi. Fransa-Rusya Paktı’nı bahane edecek ve Batılı
güçlere, gayet cömert görünen bir öneri paketi götürecekti. Pakette
şu öneriler olacaktı: Askerden arındırılmış bölge uygulamasının iki
tarafta da sürmesi, üç gücün bir araya gelip bir hava paktı kurması
ve Fransa’yla bir saldırmazlık anlaşması yapılması. Bunların kabul
edilme ihtimali çok düşüktü. Hassell bunu zaten öngörmüş, Hitler’in
harekete geçme kararı verme olasılığının “yüzde ellinin üzerinde
olduğunu” söylemişti. Kuşku içinde olan Fritsch de ayın ortasında
artık kararın verilmiş olduğunu düşünüyordu. Neurath da çekinceleri
ne olursa olsun, harekete geçmeyi kabullenmişti. 306
Ama Hitler tereddüt içinde gidip gelmeye devam etti. Argümanları
diplomatları ve askeri liderleri ikna etmemişti. Dalkavuk Ribbentrop
onu onaylıyor, Blomberg de tedirginlik içinde desteğini sunuyordu.
Bunun dışında ona önerilen cüretkarlık değil, temkinli olmaktı. Şubat
sonunda durum işte bu minvaldeydi. Hitler her ne kadar hemen
harekete geçilmesinde kararlıysa da, tam olarak zamanı henüz
belirlememişti. 27 Şubat’taki öğle yemeğinin konusu Ren Bölgesi’nin
yeniden silahlandınlmasıydı. Yemekte Göring ve Goebbels vardı. “Bir
bakıma hâlâ çok erken,” diyerek durumu özetliyordu Goebbels. 307
Hitler’in kararsızlığı ertesi gün de sürdü. Goebbels’in önerisi, “Rus
paktı tamamlanana”, yani Fransız Senatosu tarafından onaylanana
kadar beklemekti. 308 Aynı günün ilerleyen saatlerinde Goebbels
Münih’e giderken Hitler’e eşlik etti ve trende bu konuyu tartıştılar.
Goebbels günlüğünde “Hitler hâlâ tereddüt içinde (unschlüssing)”
diye belirtiyordu. Kendisi ise Senato’nun onayının beklenmesi
gerektiğini ileri sürmeye devam ediyordu. Ertesi gün de
konuşacaklar ve Hitler öyle karara varacaktı. 309 29 Şubat’taki öğle
yemeğinde Hitler hâlâ bir karara varmamıştı.
Ama ertesi gün, Münih’te baharı andıran nefis bir havanın hüküm
sürdüğü 1 Mart Pazar günü, Hitler otele döndü, morali gayet yerinde
olan Goebbels de oradaydı. Karar verilmişti. “Yine kritik bir an, fakat
şimdi harekete geçme zamanı,” diye yazmıştı Goebbels. “Talih
cesaretten yanadır. Bir şeyleri göze almayan hiçbir şey
kazanamaz.”310
Goebbels ertesi gün, 2 Mart sabahı 11’de Raeder Şansölyeliği’nde
bir toplantıya katıldı. Silâhlı kuvvetlerin liderlerinin - Göring,
Blomberg, Fritsch ve Reader- yanı sıra Ribbentrop da oradaydı.
Hitler onlara kararını verdiğini söyledi. Reichstag 7 Mart Cumartesi
günü toplantıya çagrılacak ve bu toplantıda Ren Bölgesi’ne tekrar
asker sokulacağı ilan edilecekti. Aynı zamanda Almanya’nın Milletler
Cemiyeti’ne yeniden girmesini, bir hava paktı kurulmasını ve
Fransa’yla bir saldırmazlık anlaşması imzalamasını teklif edecekti.
Böylece ivedi tehlikenin önü alınacak, Almanya’nın siyasi tecridi
engellenecek ve ulusal egemenlik tekrar inşa edilecekti. Reichstag
feshedilecek ve dış politikanın sloganlarıyla yeni seçimlere
gidilecekti. Fritsch cuma gecesi birliklerin nakliyesini sağlamalıydı.
“Her şey bir şimşek hızıyla olup bitmeli.” Birliklerin hareketi SA’nın
ve Emek Cephesi’nin tatbikatı gibi gösterilecekti. Askeri liderlerin
şüpheleri vardı. 311 Kabine üyeleri ertesi gün öğleden sonra tek tek
haberdar edildiler, Frick ve Hess ise haberi ancak akşama aldılar.
Reichstag üyelerininin davetiyeleri çoktan gönderilmiş, ancak bir
aldatmaca yapılarak davetiyelerin üzerine bir bira gecesine
çağrıldıkları yazılmıştı. 312 Hitler çarşamba akşamı itibariyle
Reichstag konuşması üzerinde çalışıyordu; Goebbels seçim
kampanyasının hazırlıklarına çoktan girişmişti. Dışişleri Bakanlığı’nın
ikazları perşembe günü hâlâ sürüyordu. Cuma akşamı Hitler
konuşmasını tamamladı. Kabineye ilk kez toplu olarak neyin
planlanmakta olduğu açıklandı. Goebbels Reichstag’ın ertesi gün öğle
vaktinde toplanacağını duyurdu. 313 Gündemdeki tek madde
hükümetin bir deklarasyonuydu. 314 Bir sızma olmasın diye, seçim
kampanyası planlarına son hali verildi. Propaganda Bakanlığı’nın
çalışanlarının o gece binadan çıkmasına izin verilmedi. “Başarı
sürprizde yatıyor,” diye belirtmişti Goebbels. “Berlin bir tel gibi
gergin,” diye eklemişti ertesi sabah. 315
Hitler konuşmak için bir alkış yağmurunun içinde ayağa kalkarken
Reichstag da gergindi. 1933’te yanan parlamento binasının
yıkıntılarının yakınındaki, Reichstag’ın toplandığı Kroll Operası
destekçilerle hınca hınç doluydu. Yüzlerce gazeteci locaları
doldurmuştu. Olacakları tahmin eden İngiliz ve Fransız elçileri
gelmediyse de çok sayıda diplomat oradaydı. Kürsüde, kabine üyeleri
arasındaki Blomberg gerginlikten kireç gibi olmuş yüzüyle
seçiliyordu. Hitler’in arkasında oturan ve kibirle çevresini süzen
Göring’in yüzünden bir şey anlamak mümkün değildi. Hitler
konuşurken Goebbels konuşmanın daktiloya çekilmiş bir kopyasından
takip etti. Hepsi de Nazi üniforması içinde olan vekiller onları neyin
beklediğinden hâlâ habersizdi. 316
Konuşmayı sadece Kroll Operası’nda hazır bulunanlar değil,
milyonlarca radyo dinleyicisi de dinliyordu. Versailles’a verip
veriştiren uzun bir girişten, Almanya’nın eşitlik ve güvenlik
taleplerinin, barışçı hedeflerinin tekrar belirtilmesinden, Bolşevizme
yönelik çığlık çığlığa bir saldırıdan sonra çılgınca alkışlar geldi.
Bunun ardından Hitler, Fransız-Sovyet Paktı’nın Locamo’yu geçersiz
kıldığı argümanını açıkladı. Neurath’ın o sabah, Locama anlaşmasını
imzalayan ülkelerin elçilerine verdiği ve Locamo’nun artık anlamını
yitirdiğini belirten memorandumu okudu. Kısa bir an durakladı ve
sonra devam etti: “Buna bağlı olarak Almanya artık kendini bu
bozulmuş anlaşmanın bağlıyıcılığında görmüyor... Bir halkın en asli
hakları olan sınırlarını ve savunma gücünü korumak adına Alman
Reich hükümeti bugünden itibaren, askerden arındırılmış olan Ren
Bölgesi’nde Reich’ın tam ve sınırsız egemenliğini yeniden inşa
etmiştir.”317 Olaya bizzat tanık olan William Shirer bu sahneyi şöyle
anlatır: 600 Reichstag vekili, “iri yarı, kalın enseli, saçları dibinden
kazınmış, göbekli, kahverengi üniformalar ve ağır botlar giymiş olan
bu küçük adamlar, onun [Hitler’in] elinde birer kukla olan bu küçük
adamlar, sanki kurulmuş gibi hep birlikte ayağa fırladılar, sağkollarını
uzatarak Nazi selamına durdular ve ‘Heill’diye bağırdılar.”318 Ortam
sakinleşince, Hitler Avrupa için “barış teklifleri”ni açıkladı: Belçika
ve Fransa’yla bir saldırmazlık paktı; her iki tarafın ortak sınırlarının
askerden arındırılması; Polonya’yla yapılana benzer saldırmazlık
anlaşmalarının diğer doğu komşularıyla da imzalanması; ve
Almanya’nın Milletler Cemiyeti’ne dönüşü. 319 Bazıları Hitler’in çok
fazla şey sunduğunu düşünüyordu. 320 Onların bunu dert etmelerine
gerek yoktu. Gayet makul olan bu “teklif’te en ufak bir değişiklik bile
yapılmayacaktı. Doruk noktasına gelmişti. “Baylar, Alman
Reichstag’ının vekilleri! Reich Alman birliklerinin batı eyaletlerinde
geleceğin barış dönemi garnizonlarına doğru harekete geçtiği bu
tarihi anda, şu iki kutsal yemini hep birlikte etmeliyiz. ’’Vekillerden
yükselen sağır edici bir gürültü Hitler’in konuşmasını kesti. “Ayağa
kalkmış, bağırıp çağırıyorlardı,” diye belirtiyor Shirer. “Birkaç
diplomatın ve muhabirlerin yarısının dışında, localardaki herkes aynı
durumdaydı. Ellerini köleler gibi hep beraber havaya kaldırmışlardı.
Yüzleri histerik bir ifadeyle çarpılmış, ağızlarım sonuna kadar açmış,
bağırıyor, bağırıyorlardı. Bağnazlıkla yanan gözlerini yeni
tanrılarına, Mesih’lerine çevirmişlerdi. Mesih de rolünü çok iyi
oynuyordu.”321 Sabırla susmalarını bekledi ve sonra iki yemin etti:
Halkın şerefi tehlikede olduğunda zora asla boyun eğmeyecekler di
ve Almanya’nın Avrupalı komşularıyla bir anlaşmaya varması için
çabalayacaklardı. Önceki yılki vaadini, Almanya’nın Avrupa’dan
toprak talep etmediğini yineledi. 322 Ama Almanya’nın dışında,
Hitler’in verdiği sözlere duyulan güven zedelenmeye başlamıştı. 323
Öğlen 1 civarında, Hitler uzun hitabesinin doruğuna ulaşırken,
Alman birlikleri Köln’deki Hohenzollern Köprüsü’ne yaklaşıyordu. 324
Goebbels’in tek tek seçtiği iki uçak dolusu gazeteci de bu tarihi anı
kaydetmek üzere oradaydı. 325 Haber o sabah Köln’de hızla yayılmıştı.
Binlerce kişi Ren’in kıyılarına doldurmuştu, köprünün yakınındaki
caddelerde iğne atılsa yere düşmezdi. Köprüyü geçen askerler
çılgınca bir sevgi gösterisiyle karşılandı. Kadınlar yollarına çiçekler
serpiyor, rahipler onları kutsuyordu. Kardinal Schulte “ordumuzu
geri gönderdiği” için Hitler’e övgüler düzüyordu. 326 “Kilise
Mücadelesi” bir süreliğine unutulmuştu.
Askerden arındırılmış bölgeye gönderilen askeri güç, Landespolizei
birlikleriyle güçlendirilmiş 30 bin muvazzaftan fazla değildi. Bölgenin
içlerine ise sadece 3 bin kişi girecekti. Kalanlar büyük oranda Ren’in
doğu kıyısının arka kısmında konuşlanacaklardı. Fransızlarla bir
çatışma olursa kalan birlikler bir saat içinde geri çekileceklerdi. 327
Ama zaten buna imkan yoktu. Daha önce belirttiğimiz gibi, Fransız
askeri liderleri bunu peşinen reddetmişlerdi. Fransız istihbaratı -SA,
SS ve diğer Nazi teşekküllerini de asker olarak hesaba katarak- Ren
Bölgesi’ne giren Alman askeri gücüne 295 bin kişi gibi olağanüstü bir
rakam biçmişti. 328 Aslında Hitler’in bu macerasını sona erdirmek için
tek bir Fransız tümeni bile yeterliydi. Hitler’in ilerki bir tarihte
birden çok kez şöyle dediği söylenmektedir: “Eğer Fransızlar Ren
Bölgesi’ne yürümüş olsalardı, kuyruğumuzu kıstırıp geri çekilmek
zorunda kalacaktık (mit Schimpf und Schande). Elimizdeki askeri
güç sınırlı bir mukavemete bile yetmezdi.’’Hitler, Alman birliklerinin
Ren Bölgesi’ne girmesini izleyen kırk sekiz saatin hayatının en gergin
saatleri olduğunu söylemiştir. 329 Her zamanki gibi bu sözleri de
insanları etkilemek için sarf ediyordu. Hans Frank da benzer
ibarelerden bahseder. Hitler’in, “eğer Fransızlar sahiden ciddi
olsalardı, bu hayatımın en büyük politik yenilgisi olacaktı,” dediğini
hatırlamaktadır. 330 Ama diktatörün tahminleri doğru çıktı ve ne
Fransızlar ne de İngilizler savaşma isteği gösterdiler. 7 Mart akşamı
erken vakitlerde, darbenin tam bir başarı sağladığı belli olmuştu.
“Führer sayesinde” diye vurgulamıştı Goebbels günlüğünde. “Yurt
dışından gelen yorumlar mükemmel. Fransa Milletler Cemiyeti’ni
[soruna] dahil etmek (befassen) istiyor. Bu iyi. Bu durumda harekete
geçmeyecektir. Esas önemli olan bu. Gerisinin önemi yok... Dünyanın
tepkisi tahmin edildiği gibi oldu. Führer’in mutluluğu sonsuz... [Ren
Bölgesi’ne] Giriş, plana göre gitti... Führer’in gözlerinin içi gülüyor.
İngiltere pasif kalıyor. Fransa tek başına harekete geçmeyecektir.
İtalya hayal kırıklığına uğradı ve Amerika ilgisiz. Kendi topraklarımız
üzerinde gene egemenlik sahibiyiz.”331
Aslında risk o kadar fazla değildi. Batı demokrasileri olası bir
müdahale için gereken isteğe ve birliğe sahip değillerdi. Ama Hitler
paha biçilmez bir zafer kazanmıştı. Büyük güçlere galebe çalmıştı ve
bu büyük güçler, geleneksel diplomasi kurallarıyla oynanmayan bir
iktidar politikasına ayak uyduramadıklarını göstermişlerdi. Ayrıca
ülke içinde de hem askeriye hem Dışişleri içindeki muhafazakarlara
karşı bir zafer daha kazanmıştı. Mart 1935’te olduğu gibi,
genelkurmayın ve diplomatların ikazlarının, gösterdikleri titizliğin
yersiz olduğunu bir kez daha kanıtlamıştı. Bu cüretkarlığın en büyük
ödülü de Ren Bölgesi’ydi. Ne askeriyeden ne de Dışişleri
Bakanlığı’ndan bir itiraz gelmişti. Ren’in yeniden militarize edilmesini
hepsi istiyordu. İtirazlar daha çok zamanlama ve yönteme dair
kaygılarla ilgiliydi. Hitler’in bakış açısından ise bu “korkaklık”tan
başka bir şey değildi. Ordu içindeki ve Dışişleri'ndeki
“profesyonellere” yönelik horgörüsü artıyordu. Sınırsız
benmanyaklığı kendine büyük bir destek daha bulmuştu.
Londra’daki Alman elçisi Leopold von Hoesch’un, birkaç gün sonra,
bir savaşın çıkmasının an meselesi olduğuna dair uyarıları ve
Blomberg’in tüm cesaretini yitirmesi de bu duygusunu etkilemedi. 332
Artık böyle ikazları kulak ardı edebilirdi. Milletler Cemiyeti’nin 19
Mart’taki kınamasıyla da hiç ilgilenmedi. 333 Locamo yıkılmış,
Versailles paramparça olmuştu. Kriz geçmişte kalmıştı. “Mutluyum,
Tanrım nasıl mutluyum, bu işten böyle tereyağından kıl çeker gibi
çıktık ya!” Ayın sonunda Köln’e yaptığı muzaffer ziyaretten özel
treniyle Berlin’e dönerken, Ruhr’da gecenin içinde parlayan çelik
imalat fırınlarına bakarak, yanında oturan Hans Frank’a işte böyle
demişti Hitler. 334
VI

Ren Bölgesi işgalinin yarattığı coşku, 1933 ve 1935’teki milli


zaferlerin ardından gelen coşkuyu geçmişti, insanlar sevinçten çılgına
dönmüştü. Hitler’in bu davranışının bir savaşın çıkmasına neden
olacağına dair ilk başlarda duyulan korku hemen kayboluvermişti. 335
Bu neşeli ruh halinin etkisine kapılmamak neredeyse imkansızdı. Söz
konusu olan yalnızca sadık Nazi destekçileri değildi. Muhalif gruplar
demoralize olmuştu. 336 Sopado’nun gözlemcilerinin zaman zaman
hasetle aktardığı üzere Hitler’e karşı yeni bir hayranlık doğmuş,
onun batıya meydan okumasına, Versailles’a saldırmasına, Alman
toprakları üzerinde ulusal egemenliği yeniden sağlamasına ve barış
vaatlerine destek artmıştı. 337 Soyunda Yahudilik olan subay emeklisi
kocasını bulma umudunu 1935’te yitirmiş ve Nuremberg Yasaları
doğrultusunda kızlarının Alman vatandaşlığı reddedilmiş ateşli bir
muhafazakar milliyetçi olan Hamburg orta sınıfından ev kadını Luise
Solmitz Hitler’e duyduğu şükranı gizlemiyordu. “Bu olaylar
karşısında tamamen alt üst oldum... askerlerimizin [Ren bögesine]
girişi, Hitler’in büyüklüğü, konuşmasının gücü ve bu adamın kuvveti
beni sevince boğuyor.” Birkaç yıl önce “manevi çürümenin
(Zersetzung) egemen olduğu zamanlarda, böyle işleri tasarlamaya
cesaret edemezdik. Führer bir kez daha dünyayı bir oldu bittiyle
yüzyüze bıraktı. Bütün dünya nefesini tutuyor. Hitler nereye doğru
gidiyor, son ne olacak, konuşmasının doruğa çıktığı o an, arkasından
hangi cüret, hangi sürpriz gelecek? Ve ardında darbe üstüne darbe,
onun cesaretiyle korkusuzca belirttiği gibi eylem geliyor. İnsana nasıl
güç veren bir şey bu... Führer’in yaradılışındaki derin ve anlaşılmaz
sır bu... Ve şans hep ondan yana.”338
Şaşaalı Ren Bölgesi olayını izleyen “seçim” kampanyası -yeni
seçimler 29 Mart’a konmuştu-, Hitler için muzaffer bir tören
alayından başka bir şey değildi. Ona tapan vecd halindeki
kalabalıklar Almanya’nın dört bir yanında o geçerken selama
duruyordu. Goebbels propagandasını olabilecek en uç noktalara
taşımıştı; Führer’in yaptıklarını duyuran aktivist orduları en ücra
kasabalara bile ulaşıyordu. Bir Sopade ajanı, “diktatör kendi istediği
politikayı halkın ona yakıştırmasını sağlıyor,” diye özetliyordu
durumu. 339 “Seçim” sonuçları -“Liste ve dolayısıyla Führer için” yüzde
98.9’du- Hitler’e istediğini verdi: Alman halkının ezici bir çoğunluğu
onun arkasında birleşti. Yurt içinde ve yurt dışında konumu için
muazzam bir destekti bu. 340 Gerçi resmi rakamlar seçimlerdeki
“usulsüzlüklere” ayrıca daha fazlasıyla baskı ve yıldırmaya da bir
şeyler borçluydu ama Hitler’in ezici bir çoğunluğun desteğini aldığı -
ve Ren darbesiyle muazzam bir popülarite kazandığı- gerçeği inkar
edilemezdi. 141 Sonbahar ve kış mevsimi boyunca süren problemler,
endişeler, şikayetler ve homurdanmalar -kısa süreliğine de olsa-
aniden buhar olup uçuvermişti.
Ren zaferi Hitler üzerinde önemli bir iz bıraktı. Dietrich,
Wiedemann ve başkalarının onda gördüğü değişiklik yaklaşık olarak
bu döneme denk geliyordu. O andan itibaren, kendi yanılmazlığına
her zamankinden daha çok inanmaya başladı. Sahte bir dinsellik
taşıyan sembolizmi artık retoriklerine sızıyordu. Birkaç ay sonra
Nuremberg “Parti Şeref Kongresi”nde parti görevlilerine yaptığı
konuşma Yeni Ahit’ten mesihçe imalarla doluydu: “Şu anda, bizi bir
araya getiren mucizeyi nasıl derinden hissediyoruz! Bir kez o sesi
duydunuz ve o ses sizin kalbinizden geliyordu; o sizi uyandırdı ve siz
de onu izlediniz... Şimdi burada karşılaştık, hepimiz bu buluşmanın
mucizesiyle doluyuz. Hepiniz beni göremeyebilirsiniz ve ben de tek
tek hepinizi görmüyorum. Ama sizi hissediyorum ve siz de beni
hissediyorsunuz. Bizi, bu küçük halkı büyük yapan şey, ulusumuza
duyduğumuz inançtır.., Bu hissi bir kerecik yaşamak için, günlük
didinmelerin küçük dünyasının, Almanya ve ulusumuz için verdiğiniz
mücadelenin dışına çıkıyorsunuz: Şimdi birlikteyiz, onunla birlikteyiz
ve o da bizimle; ve şimdi biz Almanya'yız!”342 İki gün sonra, yine
mesihçe bir havada, Alman halkı ile onu birleştiren şeyin mistik bir
kader olduğunu söylüyordu: “Milyonlarca kişi arasında, sizin beni
bulmanız.., çağımızın mucizesidir. Ve benim sizi bulmuş olmam,
Almanya’nın talihidir!”343
Kendi büyüklüğüne olan bu inancı hayranları ona 1920’lerin
başlarından beri telkin ediyordu. Ona yapıştırılan bu aurayı hevesle
benimsemişti. Zaten baş göstermiş olan doymaz ben-manyaklığına
bitmez bir besin bulmuştu. 1933’ten beri ülke içinde, en önemlisi de
dış politikadaki başarılan, Führer’in dehasına inananları milyonlara
çıkarmış ve bu eğilimi aşırı derecede büyütmüştü. Hitler bu sınırsız
hayranlığı, dalkavukluğu içine çekti. Kendi Führer kültünün önde
gelen mümini oldu. Hubris, yani felakete davetiye çıkaran kendini
beğenmiş küstahlık, kibir kaçınılmazdı. Nemesis’in idareyi eline
aldığı noktaya ise 1936 yılı itibariyle ulaşıldı.
Almanya fethedilmişti. Bu yeterli değildi. Yayılma hedefi orada
davetkar bir şekilde duruyordu. Dünya barışı kısa süre sonra tehdit
altına girecekti. O ise her şeyin sadece kendisinin öngördüğü şekilde
geliştiğini düşünüyordu. O Tanrı tarafından görevlendirilmişti. 14
Mart’ta Münih’te toplanmış büyük bir kalabalığa şöyle seslendi:
“Takdiri İlâhinin benim için çizdiği yolda bir uyurgezerin eminliğiyle
yürüyorum.”344 Rejimin tüm diğer güç odakları üzerindeki hakimiyeti
neredeyse tamamlanmıştı; kimse ona karşı çıkamaz, konumunu
sorgulayamazdı, popülaritesi sonsuzdu. Bu aşamada, Tanrı’nın açtığı
bu yolun bir uçuruma gittiğini fark edecek kadar öngörülü pek az
insan vardı.
Kısaltmalar Listesi

AdR Akten der Reichskanzlei


Allgemeiner Deutscher Gewerkschaftsbund (Genel
ADGB
Alman Sendikalar Federasyonu)
AG Arbeitsgemeinschaft (Çalışma Cemiyeti)
Auslandsorganisation (Nazi Partisinin Yurtdışındaki
AO
Örgütlenmesi)
BAK Bundesarchiv Koblenz (Alman Federal Arşivleri)
Bayern in der NS-Zeit, der. Martin Broszat vdğ., 6
Bayern
cild., Münih, 1977–83
BDC Berlin Doküman Merkezi
Bund Deutscher Mädel (Alman Kızlar Birliği; Hitler
BDM
Gençliği Hareketinin kızlar örgütlenmesi)
Bayerisches Hauptstaatsarchiv (Bavyera Ana Eyalet
BHStA
Arşivi)
BVP Bayerische Volkspartei (Bavyera Halk Partisi
Documents on British Foreign Policy, 1919–1939, 2
DBFP
Series, 1930–1937, London, 1950–57
DAF Deutsche Arbeitsfront (Alman Emek Cephesi)
DAP Deutsche Arbeiterpartei (Alman işçi Partisi)
Deutschland-Berichte der Sozialdemokratischen
DBS Partei Deutschlands, 1934–1940,7 cild., Frankfurt am
Main, 1980
Deutsche Demokratische Partei (Alman Demokrat
DDP
Partisi)
DGFP Documents on German Foreign Policy, 1918–1945,
Series C (1933–1937) The Third Reich: First Phase,
London, 1957–66
DNF Deutschnationale Front (Alman Milli Cephesi)
Deutschnationale Volkspartei (Alman Milliyetçi Halk
DNVP
Partisi)
Max Domarus (ed.), Hitler. Reden und
Domarus Proklamationen 1932–1945, 2 cild., in 4 bölüm içinde,
Wiesbaden, 1973
Das Deutsche Reich und der Zweite Weltkrieg, 6 cild,
DRZW yayımlanmıştır, der. Militärgeschichtliches
Forschungsamt, Stuttgart, 1979–
DSP Deutschsozialistische Partei (Alman-Sosyalist Partisi)
Deutschvölkische Freiheitsbewegung (Alman Halkçı
DVFB
(=etnikmilliyetçi) Özgürlük Hareketi)
Deutschvölkische Freiheitspartei (Alman Halkçı
DVFP
Özgürlük Partisi)
DVP Deutsche Volkspartei (Alınan Halk Partisi)
Gestapo Geheime Staatspolizei (Gizli Devlet Polisi)
GS Gendarmerie-Station (polis karakolu)

Großdeutsche Volksgemeinschaft (Büyük Alman Milli


GVG
Cemiyeti)
NSDAP-Hauptarchiv (Nazi Partisi arşivi, mikrofilm
kolleksiyonu: bkz. ΝSDAP-Hauptarchiv. Guide to the
HA
Hoover Institution Microfilm Collection, compiled by
Grete Heinz and Agnes F. Peterson, Stanford, 1964)
Der Hitler-Prozess 1924. Wortlaut der
Hitler- Hauptverhandlung vor dem Volksgericht München I,
Prozess Teil I, ed. Lothar Gruchmann and Reinhard Weber,
yardım eden Otto Gritschneder, Munich, 1997
HJ Hitlerjugend (Hitler Gençliği)
HMB Halbmonatsbericht (Onbeş Günlük Rapor)
Institut für Zeitgeschichte, München (Çağdaş Tarih
IfZ
Enstitüsü, Münih)
Institut für Marxismus-Leninismus, Zentrales
IML/ZPA
Parteiarchiv (Doğu Berlin, GDR)
Trial of the Major War Criminals before the
IMT International Military Tribunal, 42 cild., Nuremberg,
1947–9
Eberhard Jäckel ve Axel Kuhn (der.), Hitler.
JK
Sämtliche Aufzeichnungen 1905–1924, Stuttgart, 1980
JMH Journal of Modern History
Kommunistische Partei Deutschlands (Alman Komünist
KPD
Partisi)
LB Lagebericht (Durum Raporu)
MB Monatsbericht (Aylık Rapor)

Mittelfranken/Oberfranken (Bavyera idari bölgeleri,


MF/OF
Orta ve Yukarı Franken)
Adolf Hitler, Mein Kampf, 876–880th reprint, Münih,
MK
1943
Adolf Hitler, Mein Kampf, Londra, 1969, çev. by Ralph
MK Watt Manheim, with an introduction by D. C. Watt, önsözüyle,
cep kitabı baskısı, Londra, 1973
Adolf Hitler: Monologe im Führerhauptquartier
Monologe 1941–1944. Die Aufzeichnungen Heinrich Heims, ed.
Werner Jochmann, Hamburg, 1980
NA Ulusal Arşivler, Washington
Nbg Nürnberg (Nuremberg)
Nazi Conspiracy and Aggression, ed. Office of the
NCA United States Chief of Counsel for Prosecution of Axis
Criminality, 9 cild,ve 2 ek cilt., Washington D.C., 1946–8
NB/OP Niederbayern/Oberpfalz (Aşağı Bavyera/Yukarı
Palatinate, Bavyera’nın idari bölgeleri)
Nationalsozialistische Betriebszellenorganisation
NSBO
(Nazi Fabrika Hücre Örgütlenmesi)
Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei (Nazi
NSDAP
Partisi)
Nationalsozialistischer Deutscher Studentenbund
NSDStB
(Nasyonal Sosyalist Alman Öğrenci Federasyonu)
Nationalsozialistiche Freiheitsbewegung (Nasyonal
NSFB
Sosyalist Özgürlük Hareketi)
Nationalsozialistische Freiheitspartei (Nasyonal
NSFP
Sosyalist Özgürlük Partisi)
Nationalsozialistische Handwerks-, Handels-und
NS-Hago Gewerbeorganisation (Nazi Zenaat, Mübadele ve
Ticaret Örgütlenmesi)
OB Oberbayern (Yukarı Bavyera)
Pd Mü. Polizeidirektion München (Münih Polis İdaresi)
PRO Ingiliz Devlet Arşivi Reichsgesetzblatt
RGBl Reichsgesetzblatt
Revolutionäre Gewerkscharts-Opposition (Devrimci
RGO
Sendika Muhalefeti; Komünist sendika örgütlenmesi)
Regierungspräsident (Hükümet Başkanı, eyalet bölge
RP
yönetiminin başı)
Hitler. Reden, Schriften, Anordnungen: Februar
1925 bis Januar 1933, ed. Institut für Zeitgeschichte, 5
RSA
vols., in 12 parts, Munich/London/New York/Paris,
1992–8
SA Sturmabteilung (Fırtına Birliği)
SD Sicherheitsdienst (Gizli Servis)
Sozialdemokratische Partei Deutschlands(Yönetimi
Prag’da (1933-8), sonra Paris’te (1938-1940) ve
Sopade 1940’ların başından itibaren Londra’da olan sürgündeki
SPD)

SS Schutzstaffel (Koruma Mangası)


Sozialdemokratische Partei Deutschlands (Alman
SPD Sosyal Demokrat Partisi)

StA Staatsarchiv (Devlet Arşivi)


StdF Stellvertreter des Führers (Führer Vekili)
Die Tagebücher von Joseph Goebbels. Sämtliche
TBJG Fragmente, Teil I, Aufzeichnungen 1924–1941, 4 Bde.,
ed. Elke Fröhlich, Munich etc., 1987
Joseph Goebbels. Tagebücher 1924–1945, 5 Bde., ed.
Tb Reuth
Ralf Georg Reuth, Munich/Zurich, 1992.
UF Unterfranken (Lower Franconia)
VB Völkischer Beobachter
VfZ Vierteljahrshefte für Zeitgeschichte
Vaterländische Vereine Münchens (Münih
VVM
Vatanperver Cemiyetleri)
Vereinigte Vaterländische Verbände Bayerns (Bavyera
VVVB
Birleşik Vatanperver Cemiyetleri)
NOTLAR

HİTLER ÜZERİNE DÜŞÜNMEK

1) Bu ibare, Eric Hobshawm’ın ustaca yapılmış bir analiz içeren


eserinin başlığıdır: Age of Extremes [Aşırılıklar Çağı]. The Short
Twentieth Century, 1914-1991, Londra, 1994.
2) Hitler 1930 yılında bir araba kazası geçilmiş, içinde olduğu
arabaya bir kamyon çarpmış tır. Bu kazada eğer Hitler ölmüş olsaydı
dünya tarihinin nasıl farklı bir gelişim izleyebileceği üzerine
spekülatif bir karşı-gerçeklik oluşturma çabasını sunan eser: Henry
A. Turner, Geibel des Jahrhunderts. Hitler und seine
Hinterlassenschaft, Berlin, 1989. Kazanın anlatıldığı eser: Otto
Wagener, Hitler aus nâchster Nahe. Aufzeichnungen eines
Vertrauten 1929-1932, der. Henry A. Turner, 2. baskı, Kiel, 1987,
155-156.
3) Karl Marx, The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte,
Moskova, 1954, 10.
4) Üçüncü Reich tarihine dair son yıllarda yapılan genel analizler,
çok sayıdaki kapsamlı araştırmayı yorumlama ve sentezleme
açısından etkileyici gelişmeler sergilemektedir. Bunlar
arasında.şunları sayabiliriz: Hans-Ulrich Thamer, Verführung und
Gewalt. Deutschland 1933-1945, Bedin, 1986; Norbert Frei,
National Socialist Rule in Germany: the Führer State 1933-1945,
Oxford/Cambridge Mass .. 1993 (Bu kitap. orjinal Almanca baskının
genişletilmiş lngilizce versiyonudur. Orjinal Almanca eser: Der
Führerstaat. Nationalsozialistische Herrschaft 1933 bis 1945,
Münih, 1987); jost Dülffer, Deutsche Geschichte .1933-1945.
Führerglaube und Vernichtungshrieg. Stuttgart/Berlin/Köln, 1992
(lng. : Nazi Germany 1933-1945: Faith and Annihilation, londra,
1996); Karlheinz Weibmann, Der Weg in denAbgmnd 1933-1 945,
Berlin, 1 995; Klaus P. Fischer, Nazi.Germany: a New History,
Londra, 1995; ve, bilhassa değerli bir yorum getiren, senteze dayalı
bir eser, Ludolf Herbst, Das nationalsozialistische Deutschland
1933-1 945, Frankfurt am Main, 1996.
5) Wolfgang Sauer’in düşündürücü yorumu için bkz. ‘National
Socialism: Totalitarianism or Fascism?’, American Historical Review,
73 (1967-1968), 404-424; aynı yerde s. 408’de: Tarihçiler, Nazizm
konusunda, kişisel konumları ne olursa olsun reddetmekten başka
çıkar yollarının olmadığı bir fenomenle yüz yüze kalıyorlar. Bu
meseleye dair karşı fikir ileri sürüp de dinlemeye değecek tek bir ses
bile mevcut değildir... Böylesine temelden bir reddediş bir anlayış
eksikliğine işaret etmez mi?’
6) Joachim C. Fest’in özlü değerlendirilmesinin eleştirildiği temel
nokta budur: Hitler Eine Biographie, Frankfurt am
Main/Berlin/Viyana, 1973, Hermann Graml’ın, ‘Probleme einer
Hitler-Biographie. Kritische Bemerkungen zu Joachim C. Fest’, VJZ,
22 (1974), 76-92. Graml, bir Hitler biyografisi yazmanın -Alman
toplumu üzerindeki etkisinin analiziyle birleştirerek bir şahsın
tarihini yazmanın- getirdiği problemleri “çözümsüz” olarak
görmektedir (78, 84). Hitler’in gücünün sosyal kaynağına yönelik
düşündürücü ve ilginç bir yaklaşım sergileyerek, Hitler
biyografilerinin genel anlamda sert bir muhakemesini yapan bir
başka eser de Michael Kater’e aittir: ‘Hitler in a Social Context,
Central European History, 14 (1981), 243-272, özl. 243-246. Daha
iyimser bir değerlendirme içeren eser: Gregor Schöllgen, ‘Das
Problem einer Hitler-Biographie. Überlegungen anhand neuerer
Darstellungen des Falles Hitler’, Neue politische Literatür,23
(1978), 421-434, tekrar basıldığı yayın: Karl Dietrich Bracher,
Manfred Funke ve Hans-Adolf Jacobsen (der.), alistische Diktatur
1933-1945. Eine Bilarız, Bonn, 1983,687-705.
7) Gerhard Schreiber, Hitler Interpretationen 1923-1983.
Ergebnisse, Methoden und Probleme der Forschung, Darmstadt,
1984,13.
8) Guido Knopp, Hitler. Eine Bilanz, Berlin, 1995, 9.
9) Temel inceleme Schreiber’ın incelemesidir: Hitler,
Interpretationen; Hitler biyografisi yazan kişilerin geliştirdiği
yorumlara dair, daha yakın zamanda yapılmış düşündürücü ve
eleştirel bir değerlendirme John Lukacs’a aittir: The Hitler of
History, New York, 1997. Ayrıca bkz. Ron Rosenbaum, ‘Explaining
Hitler’, Nevv Yorker, 1 Mayıs 1995, 50-70. Farklılaşan yaklaşımların
değerlendirmeleri için, bkz. Klaus Hildebrand, Das Dritte Reich,
Münih/Viyana, 1979, 132-146, ve lan Kershaw, The Nazi
Dictatorship. Problems and lives of Interpretation, 3. baskı, Londra,
1993, bölüm 4-6. ‘Hitler faktörü’meselesini ele alma çabalarına ve
tarihyazımıyla ilgili daha önceki analizlere şu eserde yer verilmiştir:
Klaus Hildebrand, ‘Der “Fail” Hitler', Nene politische Literatür, 14
(1969), 375-386; Klaus Hildebrand, ‘Hitlers Ort in der Geschichte
des Preubisch-Deutschen Nationalstaates’, Historische Zeitschrift,
217 (1973), 584-631; Wolf-Rüdiger Hartmann, ‘Adolf Hitler:
Möglichkeiten seiner Deutung’, Archiv fûr Sozialgeschichte,15
(1975), 521-535; Eberhard Jâckel, ‘Rückblick auf die sogenannte
Hitler-Welle’, Geschichte in Wissenschaft und Unterricht, 28
(1977), 695-710; Andreas Hillgruber, ‘Tendenzen, Ergebnisse und
Perspektiven der gegenwârtigen Hitler-Forschung’, Historische
Zeitschrift, 226 (1978), 600-621; Wolfgang Michalka, ‘Wege der
Hitler-Forschung', Quaderni di storia, 8 (1978), 157-190, ve 10
(1979), 125-151; John P. Fox, ‘Adolf Hitler; the Continuing Debate’,
International Affairs (1979), 252-264; ve William Carr, ‘Historians
and the Hitler Phenomenon’, German Uf e and Letters,.34 (1981),
260-272.
10) Alan Bullock, Hitler: a Study in Tyranny, gözden geçirilmiş
baskı, Harmondsvvorth, 1962, 804. Bullock önceki görüşlerini daha
sonra bütünüyle gözden geçirmiştir (bkz. Rosenbaum, 67). Hitler’in
ideolojisinin merkezi niteliği, Alan Bullock’un analizinde tüm
boyutlarıyla ele alınmıştır: Hitler and Stalin. Parallel Lives, Londra,
1991.
11) Örneğin Karl Dietrich Bracher’in yorumuna bakınız: Role of
Hitler: Perspectives of İnterpretation’, içinde Waiter Laqueur (der.),
Fascism. A Reader's Guide, Harmondsworth, 1979, 193-212, ayrıca
201: İşin doğrusu, Hitler’in Yahudileri planlı bir şekilde
katletmesindeki ırksal antisemitizmin korkunç sonuçlarından da
anlaşılacağı üzere, sonunda önemseyeceğimiz tek şey Hitler’in
Weltanschauung’udur, başka bir şey değil.’ Dış politikada Hitler’in
ideolojisinin programladığı itici gücü en iyi şekilde vurgulayan
araştırma: Klaus Hildebrand, Deutsche Aubenpolitik 1933-1945.
Kalkül öder Dogma?, 4. baskı, Stuttgart/Berlin/Köln, 1980, 188-189.
Hitler’in ideolojisinin içsel tutarlılığı tam anlamıyla ilk kez Eberhard
Jâckel tarafından ortaya konmuştur: Hitlers Weltanschauung.
Entwurf einer Herrschaft , Tubingen, 1969, genişletilmiş ve gözden
geçirilmiş 4. baskı, Stuttgart, 1991.
12) Akt. H. R. Trevor-Roper, The Last Days of Hitler, 3. baskı,
Londra, 1962, 46.
13) DAC uygun [Demokratik Almanya Cumhuriyeti] tarihyazımının
bu standart çizgisini en açık şekilde ortaya koyan eser Wolfgang
Ruge’ye aittir: ‘Monopolbourgeoisie, faschistischer Massenbasis und
NS-Programmatik’, içinde Dietrich Eichholtz ve Kurt Gossweiler
(der.), Faschismusforschung. Positionen, Probleme, Polemik, Berlin
(Doğu), 1980, 125-155; Ruge (141), Mein Kampf'ın, ‘endüstriyi
yöneten kişilere (Wirtschaftshapilâne) verilmiş bir takdirname
(Enıpfelılungsschreiben) rolü” oynadığını düşünmekte ve Hitler’den,
büyük sermayeli kuruluşların ‘en tekelci olanlarının
(Monopolherren)' ‘yıldız ajanı’(Staragenten) diye bahsetmektedir
(144). Bu yorumun tamamı için bkz.: Wolfgang Ruge, Das Ende von
Weimar. Monopolkapital und Hitler, Berlin (Doğu), 1983, Aynı eserde
Hitler’den, büyük sermayenin ‘hamilerinin’(Hintermanner)‘şikayetçi
kuklası’(willfahrige Kreatur) diye de bahsedilmektedir (334, 336).
Böyle bir önermenin resmi devlet ideolojisinde yer aldığı
düşünülürse, DAC’de bir Hitler biyografisinin yazılabilmesinin
imkansız olduğu görülür. DAC’nin var olduğu süreçte yayımlanmak
üzere Nazi Partisi’nin sadece genel tarihini yazmış olan iki tarihçi
(Kurt Pâtzold ve Manfred Weibbecker, Geschichte der NSDAP, Köln,
1981; özgün olarak Hahenhreuz und Totenkopf Die Partei des
Verbrechens, Berlin (Doğu), 1981), daha sonra Alman Diktatörü’nün,
önceki devlette yapılması imkansız olan, daha şahsi bir incelemesini
ortaya koymuşlar ve burada ‘faşist Lider’in bir kukla
olmadığını’(589) açıkça vurgulamışlardır (Kurt Pâtzold ve Manfred
Weibbecker, Adolf Hitler. Eine politische Biographie, Leipzig, 1995).
14) John Toland, Adolf Hitler, Londra, 1976, 1035 sayfalık bu eser
şu açıklamayla başlar (p.xiv): ‘Kitabımın hiçbir tezi yoktur.’Helmut
Heiber’in kitabı (Adolf Hitler. Eine Biographie, Berlin 1960) çok
daha kısa olmasına rağmen Hitler’in hayatını ‘beşikten mezara’
anlatmaktadır, fakat göründüğü kadarıyla çalışma belli bir yorumu
içeren iskeletten yoksundur.
15) Joshua Rubenstein, Hitler, Londra, 1984, 87; Wulf
Schwarzwâller, The Unknown Hitler, Bethesda, Maryland, 1989, 9.
Guido Knopp’un, Hitler’i ‘hasta bir domuz’(kranker Schweinehund)
olarak nitelemesi (Hitler, Eine Bilanz, 13) aynı noktaya işaret ediyor
gibi görülebilirse de, aslında bu tanım, Hitler’i anlama sorunuyla
başa çıkmak için verilen çok yönlü bir çabanın sınırları içinde
kalmaktadır.
16) Buradaki ifadeler sırasıyla şu kaynaklardan alınmıştır: Norman
Rich, Hitler's War Aims, 2 c. Londra, 1973-1974, i. II, ve Hans
Mommsen, Beamtentum im Dritten Reich, Stuttgart, 1966, 98, n.
26. Bu yorumların uyuşmazlık içinde olduğu noktalar şu yayında
incelenmiştir: Manfred Funke, Starher oder schwacher Diktator?
Hitlers Herrshaft und die Deutschen: Ein Essay, Düsseldorf, 1989.
Ayrıca bkz. Wolfgang Wippermann (der.), Kontro versen um Hitler,
Frankfurt am Main, 1986, ve Kershaw, Nazi Dictatorship, bölüm 4.
17) Eberhard Jâckel çok sayıdaki yayınında, Hitler’in yönetiminin
bir 'monarşi' ve 'tek kişi nin mutlak yönetimi (Alleinherrschaft)
olduğu görüşünden hiç ayrılmamıştır. Örneğin bkz. Eberhard Jâckel,
Hitler in History, Hanover/Londra, 1984, 28-30; Hitler's Herrschaft,
(1986) 2. baskı, Stuttgart, 1988, 59-65; ve -güçlü biçimde ima edidiği
yer- Das deutsch Jahrhundert. Eine historische Bilarız, Stuttgart,
1996, 164. Hitler’in ‘monarşisini’hafifleten yorumlara karşı dikkate
değer bir argüman Klaus Flildebrand tarafından ortaya konmuştur:
'Monokratie oder Polykratie? Hitlers Flerrschaft und das Dritte
Reich', Gerhard Hirschfeld ve Lothar Kettenacker (der.). Der
'Führerstaat': Mythos und Realitat. Studien zur Struhtur und Politik
des Dritten Reiches, Stuttgart , 1981, 73-97.
18) Bu yönde bir yorum esas olarak Hans Mommsen’in çok
sayıdaki çalışmasında ve bir ölçüde de Martin Broszat’ın
çalışmalarında mevcuttur. Özellikle bkz. Hans Mommsen, ‘Hitlers
Stellung im nationalsozialistischen Herrshaftssystem', Hirschfeld ve
Kettenacker, 43-72, ve aynı yazarın daha kısa bir makalesi Adolf
Hitler als 'Führer' der Nation’Deuts ches Institut für Femstudien,
Tubingen, 1984; ayrıca bkz. Martin Broszat, Der Staat Hitlers,
Münih, 1969, ve ‘Soziale Motivation und Führer-Bindung des
Nationalsozialismus’, VJZ, 18(1970), 392.-409.
19) Bkz. Ernst Noke’un. makaleleri, ‘Zvvischen Geschichtslegende
und Revisionismus?' ve 'Vergangenheit, die nicht vergehen will',
içinde 'Historiherstreit'. Kontroverse um die Einzigartigheit der
nationalsozialistischen ]udenvemichtung , Münih, 1987, 13-35, 39-
47, ve aynı yazarın Der europâische Bûrgerkrieg 1917-1945.
Nationalsozialismus und Bolschewismus, Berlin, 1987, özl. 501-502,
504, 506, 517.
20) Rainer Zitelmann, Adolf Hitler Eine politische Biographie,
Gottingen/Zürih, 1989, 9; ve genellemenin dayandığı, Hitler’in yıllar
içindeki beyanlarının tamamı için bkz.: Rainer Zitelmann, Hitler.
Selbstverstândnis eines Revolutionars, Hamburg/Leamington
Spa/New York, 1987. Eleştirel bir değerlendirme için ayrıca bkz.
Reinhard Bollmus, 'Ein rationâler Diktatör? Zu einer neuen Hitler-
Biographie', Die Zeit, 22 Eylül 1989, 45-46.
21) Hitler’in bilinç düzeyindeki amacının Almanya’yı
modernleştirmek olduğu tezi Rainer Zitelmann’ın makalelerinde
geliştirilmiştir: ‘Nationalsozialismus und Modeme. Eine
Zwischenbilanz',içinde Wemer Süb (der.), Ûbergânge.
Zeitgeschichte zwischen Utopie und Machbarkeit, Berlin, 1990,
195-223, ve 'Die totalitâre Seite der Moderne' , Michael Prinz and
Rainer Zitelmann (der.), içinde Nationalsozialismus und
Modernisierung, Darmstadt, 1991, 1-20.
22) Fest, Hitler, (karton kapaklı baskı, 1976), 25.
23) Tarihteki büyük şahsiyetlerin güdülerini, amaçlarını ve
fikirlerini tarihi anlayışın çerçe vesi olarak öne çıkaran ve tarihsel
figürleri (bilhassa Luther, Büyük Frederick ve Bismarck’ı) idealize
etme eğiliminde olan Alman “tarihselci” geleneğinde, -‘tarihi yapan
insandır” fikrinden çıkan- bireyin rolü kavramı vazgeçilmez bir
özelliktir. Bu ‘büyüklük' geleneksel ahlak kurallarını hiçe saysa bile
yine de karakterin -tanımlanamaz- bir soyluluk taşıdığı kabul
edilir.'Ne kadar kusurlu da olsa büyük bir adamı biz tam anlamıyla
değerlendirenleyiz',diye yazmaktadır, Büyük Frederick’in İngiliz
biyografi yazan ve bir Almansever olan; Goebbels ve Hitler’in ‘ondan
hiçbir kazançları olmaksızın' kendisine büyük hayranlık besledikleri,
“canlı bir ışık pınarı olan; insanı... içten gelen, doğal bir sezgiye,
insanlığa ve kahramanca soyluluğa... yaklaştıran' Thomas Carlyi
(Akt. Carlyle. 'Lecture One’‘On Heroes, Hero-Worship, and the
Heroic in Flistory’, içinde Fritz Stem (der.), The Varielies of History.
From Voltaire the Present , 2. Macmilları baskısı, Londra, 1970,
101.) Goebbels Üçüncü Reich’ın son günlerinde Carlyle’ın Büyük
Frederick biyografisini okumakta ve bazı kısımlarını -Propaganda
Bakanı’nın iddiasına göre kitabı zaten çok iyi bilen- Hitler’e
aktarmaktadır (TB]G, II. 15, 384 (28 Şubat 1945)).
24) Fest’in vurguladığı, ahlaki olmaktan çok ‘estetik’ şüpheler için,
bkz. 19-20. Fest’in kendisinin ortaya attığı bu soruya yanıtı şöyledir ,
17): ‘ona “büyük” denebilir mi?’sorusu, bundan dolayı, çelişkilidir.
Bununla birlikte, başka bir noktada Hitler bu kadar muğlak değildir.
‘Adolf Hitler’in karakteri ve kariyeri üzerine uzun süre düşünen kişi
ahlaki bir öfke duymaktan kendini alamaz. Buna rağmen o tarihsel
bir büyüklüğe sahiptir’ (Joachim Fest, ‘On Remembering Adolf
Hitler’, Encounter, 41 (Ekim, 1973), 19-34, burada 19). Fest’in
biyografisi, Almanya’da biyografi türü yazının, tarihselci geleneğin
genel olarak reddedilmesi ve 1960’ların başlarından itibaren onun
yerini ‘yapısal tarih’in ve ‘tarihsel sosyal bilim’in almasının bir
parçası olarak itibar kaybettiği bir dönemde yazılmıştır. Biyografinin
giriş kısmı, dönemin kuşkuculuğuna karşı, en azından kısmen, bilinçli
bir savunma içermektedir. ‘Yapısal tarih’in gelişimiyle biyografi
türünün yüzyüze kaldığı güçlükler için bkz. Imanuel Geib, ‘Die Rolle
der Persönlichkeit in der Geschichte: Zwischen Überbevverten und
Verdrângen’, ve Dieter Riesenberger, ‘Biographie als his
toriographisehes Problem’, iki makale de şu kitabın içindedir:
Michael Bosch (der.), Per sönlichkeit und Struktur in der
Geschichte, Düsseldorf, 1977, 10-24, 25-39. Biyografiye
-‘büyük’şahsiyetlerin değil- ‘sosyal’tarihin ve ‘zihniyet’ tarihinin bir
parçası olarak hakkını iade etme çabaları için bkz. Andreas Gestrich,
Peter Knoch, ve Helga Merkel, Biographie - sozialgeschichtlich,
Gottingen, 1988.
25) Fest, ‘On Remembering Adolf Hitler’, 19. Fest burada,
Hitler’de “büyüklük” olarak gördüğü şeyin esas olarak, ‘döneminin
olaylarının, o olmaksızın tüm boyutları ve tüm ayrıntılarıyla
anlaşılamamasına’ dayandığını açıklamaktadır.
26) Churchill bu ifadeyi, 1 Ekim 1939'da yaptığı bir radyo
konuşmasında, Sovyet faaliyetlerinin belirsizliğinden bahsederken
Rusya’nın karakterini belirtmek için kullanmıştır‘ (Winston S.
Churchill, The Second World War, c. 1: The Gathering Storm,
Londra, 1948, 403). Bu referansı bana sağladığı için Gitta Sereny’ye
müteşekkirim.
27) Fest, Hitler, 697-741, kitabın bir bölümü, ‘ne yaşar ne yaşamaz
bu kişiye bir göz atmaya' (Blick auf eine Unperson) ayrılmıştır.
28) Akt. Dmitri Volkogonov, Stalin :Triumph and Tragedy, Londra,
1991, xxvi. Orjinal eserde Büyük İskender’in erdemini ve
kahramanlığını savunan bölümün serbest bir çevirisinden alınmıştır;
orjinal eser için bkz. Plutarch, M Loeb baskısı, c. 4,
Londra/Cambridge, Mass., 1936, 443f. Metni benim için bulan
Richard Winton’a müteşekkirim.
29) Sebastian Haffner’in olağanüstü bir kavrayışa sahip bir ilk
dönem çalışmasının sunduğu anlayış için bkz: Germany :Jekyll and
Hyde, Londra, 1940,16. Bu esere dair bir değerlendirme için bkz.
Hans Mommsen, 'Ein sclecht getarnter Bandit. Sebastian Haffners
historische Einschâtzung Adolf Hitlers' , Frankfurter Allgemeine
Zeitung, 7 Kasım 1997.
30) Bkz. Max Weber. Wirtschaft and Gesellshaft, gözden geçirilmiş
5. baskı, Tubingen, 1972, 140 vdğ. Hans-Ulrich Wehler, Max
Weber’in ‘karizmatik yönetim' kavramını, Hitler’in tarihsel olarak
değerlendirilmesi sorunundaki bazı derin ayrımların üstesinden
gelecek kavrayışta bir model olarak önermektedir: ‘30 January 1933
- Ein halbes Jahrhundert danach' , Aus Parlament und
Zeitgeschichte, 29 Ocak 1983, 43-54, burada 50. Ayrıca bkz.
Schreiber, Hitler. İnlerpretationen, 330.
31) Bkz. Franz Neumann, Behemoth: the Structure and Practice
of National Socialism Londra, 1942, 75.
32) Haffner, Germany: JekyII and Hyde, 24. Sebastian Haffner’in
bir sonraki çalışması çok etkileyici yedi adet tematik makale
içermektedir ve bunlardan biri Nazi diktatörüyle ilgili mevcut en
etkileyici çalışmalardan biridir: Anmerkungen Hitler, Münih, 1978.
33) Bu, Alan Bullock’un erken ve kapsamlı biyografisinin başında
belirttiği amaçla (13) çelişmektedir: “Ben burada diktatörlükle değil,
diktatörün kendisiyle, yani bir insanın şahsi gücüyle ilgileniyorum.'
34) Terimin kendisi ve olası etkileri için bkz. Flans Mommsen,
‘Cumulative Radicalisation and Progressive Self-Destruction as
Structural Determinants of the Dictatorship' , lan Kershaw ve Moshe
Lewin (der.), Stalinism and : Dictatorships in Comparison, Cam
bridge, 1997, 75-87.
35) 13. Bölüm’ün 1. dipnotuna bkz. Bu alıntıya referans olan
metnin İngilizce çevirisinin ilk baskısı, içinde Jeremy Noakes ve
Geoffrey Pridham (der.), Nazism 1919-1945. A Documentary
Reader, c. 2, Exeter, 1984, 207.
36) Klasik biyografi ile sosyal (veya yapısal) tarih arasında
yöntemsel açıdan bir gerilimin varlığı inkar edilemez olmakla
birlikte, araştırmanın merkezine “güç” konduğu takdirde bir
uzlaşmanın mümkün olmadığını söylemek inandırıcı değildir; özellikle
önde gelen bir sosyal tarihçinin, “iktidardın, bir toplumun
incelenmesinde -her şeyden öte- bir anahtar kavram olduğu görüşü
kabul edilirse' (Tony Judt, ‘A Clown in Regal Purple: Social Flistory
and the Flistorians', History Workshop Journal 7 (1979), 66-94,
burada 72).
37) Gerhard Schreiber, farklılaşan Hitler yorumlarına dair
mükemmel tarihyazımı araştırmasını, bir inceleme arzusuyla
sonlandırır; bu inceleme, yöntemlerin çoğulluğu aracılığıyla, -
karizmatik yönetim’ fikrinin bir çerçeve sunduğunu düşündüğü-
diktatöre ve rejime dair. Nasyonel Sosyalist dönemin [bir] tasviri’
temelinde, bir anlayış geliştirmeyi hedeflemektedir (Schreiber, Hitler.
Interpretationen, 329-335). Ayrıca bkz. Gerhard Schreiber, ‘Hitler
und seine Zeit-Bilanzen, Thesen, Dokumente", Wolfgang Michalka
(der.), Die Deutch Frage in der Weltpolitik,Stuttgart, 1986, 137-164,
burada 162: ‘Hitler’e ve dönemine dair, Nasyonel Sosyalist sistemin
tüm temel bileşenlerini kaynaştıran, yöntemsel yaklaşımların
çoğulluğunu önyargısız bir tarzda kabullenip -bunları gerektiğince
kullanan- bir yorum hâlâ eksiktir.’
38) ibare için bkz. Mommsen, ‘Hitlers Stellung’, 70.
39) Jürgen Kocka’nın belirttiği gibi (‘Struktur und Persönlichkeit
als methodologisches Problem der Geschichtsvvissenschaft’, Bosch
(der.) Persönlichkeit und Struktur, 152-169, burada 165), ‘Nasyonal
Sosyalizm’e dair dikkata değer her açıklama, yalnızca yapısal
koşullara indirgenemeyecek bir faktör olan Hitler’in şahsiyetiyle
ilgilenmek durumundadır.’

I HAYAL VE BAŞARISIZLIK
1) August Kubizek, Adolf Hitler.Mein Jugendfreund, Graz (1953),
5. baskı, 1989, 50.
2) Hans-Jürgen Eitner, Der Führer’. Hitlers Persönlichkeit und
Charahter, Münih/Viyana, 1981, 12.
3) Franz Jetzinger, Hitlers Jugend, Viyana, 1956, 16-18.
4) Bradley F. Smith, Adolf Hitler. His Family, Childhood, and Youth,
Stanford, 1967, 19. Tho mas Orr, ‘Das war Hitler’, Revue, No 37,
Münih (13 Eylül 1952), 4: bir kaynak gösterilmemekle birlikte
burada, Maria Anna’nın (adı yanlışlıkla Anna Maria diye
geçmektedir) akrabalarının da katkısıyla onbeş inek parasına denk
bir miktar olan 300 guldeni çeyiz olarak getirdiği ve Hiedler’in
onunla evlenmeye hazır olmasının sebebinin muhtemelen bu olduğu
belirtilmektedir. Thomas Orr, NSDAP-Hauptarchiv’in eski bir
memurunun takma ismidir (Werner Maser, Adolf Hitler. Leğende,
Mythos , Wirhlichheit, karton kapaklı 3. baskı, Münih, 1973, 541).
5) Smith, 19 7. dipnot; Jetzinger, 19.
6) Görünüşe göre ilk fırsatı, taşradan düşük mevkide devlet
memuru alınmasını öngören bir program çerçevesinde elde etmiştir.
(Orr, Revue, No 37, 5).
7) Smith, 23; Jetzinger, 21, 44-6.
8) Smith, 20; Maser, Hitler, 43-44.
9) Smith, 30-31; Jetzinger, 21-2; Kubizek, 59.
10) Anton Joachimsthaler, Korrektur einer Biographie, Münih,
1989, 12-13.
11) Jetzinget, 16, 22.
12) Jetzinger, 22; Smith, 30.
13) Jetzinger, 22; Rudolf Koppensteiner (den), Die Ahnentafel des
Führers, Leipzig, 1937, 39.
14) Maser, Hitler,47; Jetzinger, 19-20.
15) Yasallaştırma işleminin şüpheli niteliği için bkz. Jetzinger, 22-
25, ve Smith, 29; ayrıca bkz; Joachimsthaler, 12-13.
16) Maser, Hitler, 41-42; Smith, 48.
17) Bkz. Maser, Hitler, 34-35. Bu varsayımdan Konrad Heiden da
söz etmiştir: Der Führer, Londra (1944), 1967 baskısı, 38-39. Orr
(Revue, No 37, 4), Nepomuk’un gerçek babasıyla ilgili köydeki
söylentilere gönderme yapmaktadır.
18) Adolf Hitler, Mein Kampf, Münih, 1943 baskısı, 2:‘eines armen,
kleinen Hâuslers'.
19) Bkz. Koppensteiner, 39-44. Jetzinger’in (10-12), ‘Hitler’isminin
Çek kökenli olduğu id diasının sağlam bir temele oturmadığı
kanıtlanmıştır. Küçük çiftlik sahibi veya kırda yaşayan kişi anlamına
gelen ‘Hüttler’, Avusturya’da ender rastlanan bir isim değildir. Bkz.
Anton Adalbert Klein, ‘Hitlers dunkler Punkt in Graz?’, Historisches
Jahrbuch der Stadt Graz, 3 (1970), 27-9; Orr, Revue, No 37, 6;
ayrıca Brigitte Hamann, Hitlers Wien. Lehrjahre eines Diktators,
Münih, 1996, 64. İsmin çeşitli biçimleri onlarca yıl birbirinin yerine
kullanılabildiği halde, (bizzat kendisi ismin birden çok formunu
kullanmış olan) Nepomuk’un, yasallaştırma sürecinde kendi ismi
‘Hüttler’e daha yakın olan “Hiedler”i değil de, ‘Hitler’i tercih ettiği
iddiasında Maser’in (Hitler , 131) bu kadar ısrarlı olmasının nedeni
belli değildir.
20) Koppensteiner, 46.
21) Joachimsthaler, 12-13.
22) Kubizek, 50.
23) Maser, Hitler, 12-15. Bu sansasyonel haberlere bir örnek
olarak, 14 Ekim 1933 tarihli British Daily Mirror’da yayımlanan ve
Bükreş’deki bir mezarlıkta ‘Hitler’in büyükbabasının Yahudi
mezarının’ortaya çıkarıldığının iddia edildiği bir haberi gösterebiliriz
(îfZ, MA-731 (= NSDAP, Hauptarchiv, Reel 1)). 1932 yazında, Neue
Zûrcher Zeitung'un, Hitler’in bizzat onayladığı resmi soy kütüğünde
onsekizinci yüzyılda ‘Salomon’isimli birinin var olduğunu ortaya
çıkarması üzerine, Hitler’in sözümona Yahudi atalarına basının
gösterdiği ilgi had safhaya çıkmıştır. İşin aslı, ‘Salomon’isminin
oradaki varlığı, Viyanalı soykütük uzmanı Dr. Karl Friedrich von
Frank’ın yaptığı ve acilen de düzelttiği bir hatanın sonucudur. Fakat
yine de olan olmuş, bu yanlışlık bir zarara yol açmıştır. Bkz. Hamann,
68-71.
24) Hans Frank, Im Angesicht des Galgens, Münih/Grâfelfing,
1953, 330-331.
25) Bu hikayenin yayılmasının esas sebebi, Frank’ın bu hatırasını
Jetzinger’in sorgusuz sualsiz kabulüdür (bkz. 28-32). ‘Kanıtlardan
biri, Hitler’in babasının Yahudi’ye benzeyen bir fotoğrafıdır ve bu
fotoğrafın Alois Hitler’e ait olmadığı apaçık ortadadır. Bkz. Jetzinger,
s. 16’nın karşısındaki fotoğraf; Smith, s. 24’den sonra gelen, 5. levha.
Jetzinger’in kitabına dair erken dönemde yazılmış eleştirel bir
değerlendirme için ve Avusturyalı bilim adamı Dr. Nikolaus
Preradovic’un bulguları ışığında, Hitler’in büyükbabasının bir Yahudi
olduğuna dair Jetzinger’in iddilarının reddi için, bkz. Nikolaus
Preradovic, ‘Hitler. Kein Ariemachweis’, Der SpiegeI, 12 Haziran
1957, 54-59, özl. 57-58.
26) Klein, 10, 20-25.
27) Smith, 158-9.
28) Patrick Hitler,.‘Mon oncle Adolf, Paris soir (5 Ağustos 1939), 4-
5. Bu yazı, büyük oranda kıymet taşımayan bir yergiden başka bir
şey değildir. Ayrıca bkz. Maser, Hitler, 18.
29) Robert G.L. Waite, The Psychopathic God: Adolf Hitler, New
York, 1977, 129. dipnot; Maser, Hitler, 15 ve dipnotu.
30) Smith, 158. Frank’ın hikayesini dikkate almayan Brigitte
Hamann’ın tahminine göre, bizzat kendisi uzun süredir Yahudi-
düşmanı olan bu kişinin böyle bir iddiada bulunmasının sebebi, sözde
‘Yahudi bir Hitler’yaratmanın suçunu da Yahudilere atmak olabilir
(Hamann, 73-77, burada 77).
31) Başka bir iddiaya göre, Hitler’in paranoid antisemitizminin
nedenleri açısından önemli olan Hitler’in büyükbabasının gerçekten
Yahudi olup olmaması değil, Hitler’in buna inanıp inanmadığıdır
(Waite, 126-131). Hitler’in Yahudilere karşı düşmanlığının kökenleri
ve kaynakları konusuna daha sonra döneceğiz. Fakat Hitler’in Yahudi
kanı taşıdığı fikrinin, 1920’lerde siyasi düşmanlarının birtakım
söylentiler yaymaya başlamasından önce de var olduğunu kanıtlayan
hiçbir veri yoktur. Halbuki Hitler’in antisemitizmi 1920’lerden çok
öncesine dayanmaktadır. Bu durumda sözkonusu iddiayı
destekleyecek kanıt bulmak zordur. Her durumda, kanında Yahudilik
olup olmadığıyla ilgilenmesi Hitler’in zaten antisemitik olduğu
anlamını taşır. Bkz. Waite’in kitabına dair Rudolph Binion’un
değerlendirmesi, Journal of Psychohistory, 5 (1977), 297.
32) Maser’ın anlatısında yer verilen, Adolfun, savaştan sonra hâlâ
Spital’da bulunan akrabalarının tanıklığına göre, Adolf 1917 yılında
ordudayken izne çıktığında Spital’e gelmiş ve akrabaları ile Adolf
arasında, baba tarafından dedesinin Nepomuk olduğuna dair bir
konuşma geçmiştir (Maser, Hitler, 35) Mamafih bu tanıklığın bir
değeri yoktur, çünkü Hitler 1917 yılında Spital’e hiç gitmemiştir. Bkz.
Joachimsthaler, 171; ve Rudolph Binion, ‘Foam on the Hitler Wave'.
JMH, 46 (1974), 522-528, burada 523.
33) Maser, Hitler, 35.
34) Smith, 39; Jetzinger, 39, 54.
35) Smith, 28, 35; Jetzinger, 50.
36) Rudolf Olden’ın açıklaması, Hitler the Pawn, London, 1936, 16.
37) Jetzinger, 48; Smith, 28; Orr, Revue, No 37, 5.
38) Jetzinger, 49; Smith, 28,47; Orr, Revue, No 37, 5. Orr’a göre,
(Anna Glasl-Hörer ismiyle andığı) Anna, Alois’in Braunau’daki yakın
komşularından, Hörer isimli bir devlet memurunun üvey kızıdır.
39) Jetzinger, 51; Smith, 29, 32-33; Orr, Revue, No 37, 6.
40) Smith, 32-33; Jetzinger, 52-53; Orr, Revue, No 37, 6, No 38. 2.
41) Jetzinger, 44; Smith, 35-37.
42) Jetzinger, 56-57; Smith, 40-41.
43) Maser, Hitler, 9.
44) Doğum belgesinin bir kopyası: içinde HA, Reel 1; IIZ, MA-731;
Koppensteiner, 18.
45) MK, 1.
46) MK , 2.; Smith, 53.
47) Waite’in işaret ettiği bir nokta, 145. Ayrıca bkz. Smith, 51 ve
5. dipnot.
48) Smith, 46-49.
49) Smith’e dayanarak, 43-48; ve Jetzinger, 58-63. Jetzinger’in,
Hitler’in babasına dair verdiği bilgi, Alois’in eski bir mesai arkadaşı
olan Emanuel Lugert’le yaptığı röportaja dayanmaktadır. Aynı bilgi şu
kaynakta da tekrarlanmaktadır: Orr, Revue, No 39, 14, 35.
Hitlerlerin evinde aşçılık yapmış olan Rosalia Horl (kızlık soyadı
Schichtl), daha sonra NSDAP-Hauptarchiv’e, onun iyi karakterli
(gemütlicher) olmakla birlikte katı bir beyefendi’ olduğunu
söylemiştir. Gümrük Dairesi’nde 1880’lerde birlikte çalıştığı bir iş
arkadaşı onu ‘hiçbirimizin hoşlanmadığı, oldukça katı, bildiğinden
şaşmaz, iş konusunda ukala, yanına yaklaşılmaz bir insandı’ diye
tanımlarken bu kadar nazik değildir, iki beyan da şu kaynaktan
alınmıştır: HA, Reel 1 (112, MA-731).)
50) Smith, 51.
51) Smith, 45-48.
52) Smith, 43.
53) Kubizek, 46.
54) Eduard Bloch, ‘My Patient, Hitler’, Collier’s (15 Mart 1941),
35.
55) Psikolojik etkilerle ilgili spekülasyon için, bkz. Alice Miller, Am
Anfangwar Erziehung, Frankfurt am Main, 1983, 213-215.
56) Smith, 41-43; Jetzinger, 62, 71-72; Kubizek, 38-45; Bloch, 36.
57) Bloch, 36.
58) MK, 16; ve bkz. Albert Zoller, Hitler privat. Erlebnisbericht
seiner Geheimsehretarin, Düs-
seldorf, 1949, 46.
59) Waite, 141.
60) NA, NND/881077, Bayan Paula Wolfla (yani Paula Hitler)
röportaj, Berchtesgaden, 5 Haziran 1946 (yalnızca İngilizce
transkripsiyon). Hicler’in baba aynı anne ayrı kızkardeşi Angela
Hammitzsch (önceden Raubal) de savaştan sonraki beyanında,
Hitler’in babasından sürekli dayak yediğinden bahsetmiştir (Akt.
Christa Schroeder, Er war mein Chef Aus dem Nachlab der
Sehretârin von Adolf Hitler, Münih/Viyana, 1985, 336 139. dipnot.)
61) Schroeder, 63. Hitler 1932 yılında Goebbels’e, babasını evin
tiranı (Haustyrann)', annesini ise ‘iyilik ve sevgi kaynağı’olarak
tanımlamıştır (TBJG , 1.2, 219 (9 Ağustos 1932)). Aynca bkz. TBJG,
1.2, 727 (15 Kasım 1916), burada Hitler’in, babasından ‘fanatik
biri’diye bahsettiği beyan edilmektedir.
62) MK, 32-33. Ayrıca, Helm Stierlin’in yorumlarına da bakınız:
Adolf Hitler. Familienperspektiven, Frankfurt am Main, 1976, 24-25;
ve Miller, 190-191. Hans Frank’a göre, Hitler ona, çocukken,
geceleri eve sarhoş gelen babasının çıkardığı patırtıdan nasıl
utandığını anlatmıştır (Frank, 331-332). Bununla birlikte, Passau’da
bir süre Alois Hitler’le birlikte çalışmış olan Emanuel Lugert,
Jetzinger’e, Hitler’in babasının normalde günde en fazla dört şişe
bira içtiğini, kendisinin onu hiç sarhoş görmediğini ve akşamları eve
tam yemek saatinde gittiğini söylemiştir (Jetzinger, 61). Aynı tanık
Orr’a da, Alois’in bazen gecede altı şişe yüksek alkollü bira içtiğini
söylemiş, ama kendisinin onu hiç sarhoş görmediği beyanını
tekrarlamıştır (Orr, Revue, No 39, 35). Hitler’in alkole olan
tahammülsüzlüğü muhtemelen babasının içki alışkanlığından
kaynaklanmaktadır.
63) Psikologlar ve ‘psikotarihçiler’, Adolfun yalnızca babasıyla değil
annesiyle olan ilişkisini de, normal sınırların dışında, aşırı derecede
tediğinlik verici bir ilişki olarak değerlendirmektedirler. Hitler’in
annesiyle olan sevgi-nefret ilişkisi üzerinde duran kaynaklar arasında
şunları sayabiliriz: Waite, özl. 138-148; Miller, 212-228; Eitner, özl.
21-27; Stierlin, özl. bölüm 2 (Stierlin aile terapisinden yola çıkarak,
çocuğun aşırı durumlarda annesiyle ilgili doyurulmamış düşlerini
başka bir şeye ‘transfer edebileceği’ fikri üzerinde durmaktadır, bu
örnekte annenin kurtarılması Almanya’nın kurtarılmasına tekabül
etmektedir); Walter C. Langer, The Mind of Adolf Hitler Londra,
1973, özl. 150-152; Rudolph Binion, Hitler among the Germans, New
York, 1976 (Bininon, Hitler’in Yahudiler’i öldürme güdüsünün,
annesinin Yahudi bir doktorun ellerinde ölmesine karşı geliştirdiği
bilinçaltı bir tepkiyle ilişkili olduğunu düşünmektedir); Rudolph
Binion, ‘Hitler’s Concept of “Lebensraum": the Psychological Basis’,
Hisloty Childhood Quarterly, 1 (1973), 187-215 (varsayımına dair
bir tartışmayla birlikte, 216-258), burada, Hitler’in
‘anavatanı’‘beslemek’diye değerlendirilen misyonu, -Almanya ile
özdeşleştirdiği- annesini koruma ve onun intikamım alma ihtiyacına
bağlanmaktadır; Erich Fromm, Ancıtomie der menschlichen
Destruktivât, Stuttgart, 1974, özl. 337-338; ve Erik H. Erik son, The
Legend of Hitler’s Youth’, içinde Robert Paul Wolff (der.), Man and
Social Man, New York, 1966, 370-396, burada özl. 381-383.
Hitler’in psikolojik yaklaşımlarla çözümlendiği araştırmalar için bkz:
NVilliam Carr, Hitler: a Study in Personality and Politics, Londra,
1978, özl. 149-155; Wolfgang Michalka, ‘Hitler im Spiegel der
Psycho-History’, Francia, 8 (1980), 595-611; Schreiber, Hitler, 316-
327; ve en kapsamlı biçimde, Thomas Kombichler, Adolf-Hitler-
Psychogramme, Frankfurt am Main, 1994. Hitler’in yetiş kinlik
dönemindeki kişiliğiyle ilgili bilimsel bir değerlendirmeye ulaşmakta
yaşanan güçlükler için bkz. Desmond Henry ve Dick Geary, ‘Adolf
Hitler; a re-assessment of his personality status’, Irish Journal of
Psychological Medicine, 10 (1993),148-151.
64) Waite’den yaptığımız alıntı, 1992 baskısının önsözünde yer
almaktadır; özl. bkz. bölüm 3. Wake’in kitabını eleştirel bir gözle
değerlendiren en önemli çalışma, başka bir ‘psikotarihçi’ye, Rudolph
Binion’a aittir: Journal of , 5 (1977), 295-300. Binion’un bu
makaledeki yorumu için ayrıca bkz., ‘Foam on the Hitler Wave’, JMH,
46 (1974), 522-528, burada 525: ‘ilk elden kanıtlara bakarsak
Hitler’in gençliğinde aşikar bir nefretin varlığından söz edemeyiz.’
65) Smith’in işaıet ettiği bir nokta, 8.
66) Smith, 55.
67) Max Domarus, Hitler. Reden und Proklamationen 1932-1945,
Wiesbaden, 1973, 1935 (8 Kasım 1942).
68) Smith, 56.
69) Smith, 58.
70) MK, 3.
71) MK, 3-4; Smith, 61; Jetzinger, 73.
72) Smith, 62.
73) Bkz., Tb Reuth, iii.1254 (19 Ağustos 1938): Hitler burada,
gençliğinde Leonding’de ve Lambaeh’da geçirdiği mutlu günlerden
bahsetmektedir.
74) Bkz. Hermann Giesler, Ein anderer Hitler, Leoni am
Starnberger See, 1977, 96, 99, 215-216, 479-480; Zoller, 57; Evan
Burr Bukey, Hitler’s Hometown, Bloomington/Indianapolis, 1986, özl.
196-201; ve Hamann, 11-15. Hitler savaş sırasında, Linz’i bir ‘Alman
Budapeştesi’haline getirmekten bahsetmektedir ve görkemli
yapılardan oluşan -Goebbels’in ifadesiyle ‘parayla
gerçekleştirilebilecek’ olan- planını hayata geçirmek için 120 milyon
mark ayırmaya hazırdır. Örneğin bkz, TBJÇj, 11.5, 367 (20 Ağustos
1942), 597 (29 Eylül 1942), 11.8, 265 (10 Mayıs 1943); M 284 (19-
20 Şubat 1942), 405 (25 HazİTan 1943).
75) MK, 3.
76) Jetzinger, 92.
77) Jetzinger, 92.
78) MK, 4. 1912 yılında Viyana’da Erkekler Yurdu’nda kainken -bir
hazine gibi koruduğu- iki ciltlik bir kitabı vardı (Hamann, 562).
79) MK, 173; Hugo Rabitsch, Aus Adolf Hitlers Jugendzeit, Münih,
1938,'12-13; Smith, 66.
80) Smith, 66-68; Waite, 11-12, 60. 1912’de Viyana’da -barışsever
bir tema üzerine dahi olsa- Karl May’ın konuşmasını dinledikten
sonra Hitler’in duyduğu coşku için bkz. Hamann, 544-548.
81) Walter Görlitz, Adolf Hitler, Göttingen, 1960, 23.
82) MK, 6.
83) Smith, 64; Maser, Hitler, 62. İnanması güç olmakla birlikte,
1950’lerde Leondng’de yaşayan yaşlı kişiler, Edmund’un anne
babasının oğullarının cenazesine katılmadığını iddia etmişlerdir. Bk2.
Orr, Revue, no. 40, 36; Waite, 160-170.
84) Bkz. Smith, 68-69.
85) MK, 5.
86) Kubizek, 57.
87) Jetzinger, J05-106; Smith, 76, 79.
88) Jetzinger, 105-106. Huemer’in Hitler’le ilişkisi için, bkz. Smith,
79 34. dipnot, Huemer’in Hitler’i ziyareti için ayrıca bkz. Rabitsch,
57-65. Hitler’in okul dönemi için ayrıca bkz. Zoller, 47. Hitler daha
sonraları, Karl May okumaya başladığında okuldaki notlarının
düştüğünü söylemiştir (Monologe, 281 (17 Şubat 1942)).
89) Jetzinger, 107, 109-11; Rabitsch, 72.
90) Kubizek, 61; Monologe,185-188 (8-9 Ocak 1942.); Henry
Picker, Tischesprache im im Hauptquartier, Stuttgart, 1963, 273
(12 Nisan 1942); Smith, 79; Eitner, 30-31; Maser, Hitler, 68-70;
Zoller, 47-49.
91) MK, 12-13; Linz’deki Alman milliyetçiliği için, bkz. Jetzinger,.
110, 113; ayrıca bkz. Bukey, 77 vdg. Hamann (23-27), okuldaki
Alman milliyetçisi politik eğilimleri anlatmaktadır ve Jetzinger de aynı
şeyden bahseder (99, 110, 113).
92) MK 5-8.
93) Picker, 324 (10 Mayıs 1942).
94) MK, 6 (çev., MK Watt, 8).
95) MK. 7.
96) Jetzinger’in itirazlarının geçersiz kılınmasıyla ilgili olarak bkz.
Smith, 70-73; Ayrıca, devlet memuru olmasıyla ilgili babasıyla
arasındaki sürtüşmeye dair Hitler’in beyanı için bkz. 98-97.
97) MK, 10. Bkz. Hamann, 23.
98) MK, 8-14; Smith, 81-85; Olden, 21; Hamann, 22-23.
99) MK, 15.
100) Jetzinger, 72-73. Ayrıca bkz. Olden, 21. Ölüm sebebi
ciğerlerindeki bir kanamadır. Bir önceki Ağustos ayında da
ciğerlerinde bir kanama olmuştur (Jetzinger, 72).
101) Jetzinger, 122-129; Smith, 91, 97.
102) Adolfun, cenaze töreninde ağladığına dair Kubizek’in
açıklaması (54), sonradan rastgele işittiği bir söylentiye
dayanmaktadır ve güvenilir değildir.
103) Kubizek, 46, 61-62.
104) Jetzinger, 102; Smith, 92.
105) TBJG, 1.3, 447 (3 Haziran 1938). Steyr’da geçirdiği döneme
dair anılarında, Katolik din adamlarının çokluğu ve Linz’le
karşılaştırıldığında milliyetçi duyguların yeterince güçlü olmaması
nedeniyle buradan hoşlanmadığını iddia etmiştir ( Monologe, 188 (8-
9 Ocak 1942)).
106) Smith, 95-96.
107) MK. 8.
108) Bunu Heiden da doğrulamakta ve 16 Eylül 1905’de okul
tarafından verilen karneye uygun olarak, 1904-1905 öğretim yılının
iki sömestri notlarını (geometriden ikmale kalındığı da dahil olmak
üzere) listelemektedir (Der Führer, 46); Smith ise aynı sonuçları özet
olarak vermektedir (96). Maser yalnızca, 11 Şubat tarihli ilk sömestr
karnesinin sonuçlarına yer. verir ve Hitler’in Fransızca dersinden
‘yetersiz’ bulunduğunu belirtir (Hitler, 70), halbuki Heiden’ın
listesinde bundan bahsedilmemektedir. Orr’un ( , No 42, 1) ve
Jetzinger’in (130) yer verdiği bilgiler, 16 Eylül 1905 tarihli karnenin
sonuçları olup, Jetzinger’in ilk sömestr için belirttiği notlarla ve
Maser’in kullandığı 11 Şubat tarihli karnenin bilgileriyle (Fransızca
dersi hariç) uyuşmaktadır. Ayrıca bkz. Waite, 156.
109) Sonradan anlattığı hikayeye göre, okulun bitişini kutladıkları
bir gece Adolf, Steyr’daki okuldan aldığı bu karnelerden birini
yanlışlıkla tuvalet kağıdı olarak kullanmıştır (Monologe, 189-190 (8-9
Ocak 1942); karnenin üzerine kustuğuna dair bir başka versiyon için
bkz. Zoller, 49. Maser, karnenin Şubat 1905 tarihli olduğunu öne
sürerken (Hitler, 70), Smith 1905 yazında verilen bir karnenin söz
konusu olduğunu öne sürmektedir (99). Anekdotta Hitler o gece
dışarıda uyuduğunu ve bir sütçü kadın tarafından uyandırıldığını iddia
etmektedir. Bu durum şubat ayı olasılığını ortadan kaldırmaktadır.
Yazın ise Hitler sadece, eylül ayında girmesi gereken bütünleme
sınavına dair bir belge almıştır ve bir arkadaş toplantısı falan
olmamıştır. Zoller’in anlatısı en azından bir noktada geçersizdir;
çünkü güya Hitler karneyi babasına göstermek zorunda kalmıştır
oysa ki o dönemde babası hayatta değildir. Hitler’in hikayesinin bir
gerçekliği olup olmadığına şüpheyle yaklaşılmalıdır.
110) Smith, 95-99; Jetzinger, 99-103.
111) Smith, 98.
112) Jetzinger (148-151), güçlü bir kanıta dayanmamakla birlikte,
hastalık ihtimalini tamamıyla dışlamaktadır. Smith (97-98), o
dönemde solgun ve hasta görünüşüne dayanarak 1905 yazında
Hitler’in hasta olduğu fikrine daha olumlu yaklaşsa da sonbahardaki
durumu bilinmediğinden, söz konusu hastalığın okulu bırakması için
yeterli bir neden olup olmadığından haklı olarak şüphe etmektedir,
113) MK, 16; Smith, 97-98. Hitler’in bu dönemde çekilmiş, oldukça
zayıf ve bitkin göründüğü bir fotoğrafı için bkz., Smith, resim 13.
114) MK, 16-17; bkz. Jetzinger, 130.
115) Paula Hitler’in tanıklığı, NA, NND-881077, 3; IfZ, MA-731
(=HA, Reel 1), ‘Notizen für Kartei’, 8 Aralık 1938.
116) Kubizek, 63; IfZ, MA-731 (=HA,Reel 1), ‘Adolf Hitler in
Urfahr’ (Hitler ailesiyle aynı binada oturmuş olan posta müdürünün
dul karısının anılarına dayanarak 1938-1939 tarihinde verdiği
beyan.)
117) MK, 16.
118) Hamann, 80. 1938’in sonlarında NSDAP-Hauptarchiv’den bir
görevli Kubizek’e müracat etmiş ve ‘Hitler’in gençliğinde de açıkça
görülebilen büyüklüğünü’ortaya çıkarmak için “merkezi bir arşivde
önem taşıyacak olan’, genç Hitler’le ilgili anılarını yazmasını
istemiştir (IfZ, MA-731 (= HA, Reel 1), ‘Notizen für Kanei’, 8 Aralık
1938, ve Kubizek’le yapılan görüşmenin raporu).
119) Bkz. Jetzinger, 117-122, 133-181; Smith, 101 30. dipnot.
Jetzinger’in, Kubizek’e karşı kişisel bir nefreti vardır ve Hitler’in
gençliğiyle ilgili -başkalarının beyanlarına dayanan kendi
çalışmasında, Kubizek’in hatıratına bilinçli bir güvensizlikle
yaklaşmaktadır. Bkz. Hamann, 83-86.
120) Bkz. Hamann, 77-86.
121) Kubizek, 17; Jetzinger, 140-141.
122) MK, 15; Paula Hitler’in tanıklığı, NA. NND-881077, 3-4.
123) Kubizek, 22.
124) Kubizek, 18-25.
125) Kubizek, 22-23.
126) Kubizek, 17, 19, 112.
127) Kubizek, 75-86.
128) Smith, 103. Adolf, Wagner’in ilk operalarından biri olan (on
dördüncü yüzyılda yaşamış Romalı bir popülistin İtalya’yı birleştirme
çabalarını ve sonunda önderlik ettiği halk tarafından alaşağı
edilmesini anlatan) Rienzi’nin temsilinde öylesine heyecanlanmıştı ki
Kubizek’i, Linz’in dışındaki bir dağa, Freinberg’e doğru gece vakti
bir yürürüyüşe çıkarmış ve neredeyse vecd halinde, önemli gördüğü
şeye dair ona bir diskur çekmişti. Kubizek’in anlatısı (III-18) hayli
düşseldir ve mistik bir tarzda bunu, Hitler’in kendi geleceğini
gördüğü bir hayal haline sokmuştur. Bu tuhaf akşamın Kubizek
üzerinde silinmez bir iz bıraktığına şüphe yoktur. 1939 yılında
Bayreuth’da karşılaştıklarında Hitler’e bu olayı hatırlatmıştır. Hitler
hemen kendisini ağırlayan Winifred Wagner’e dönerek hikayeyi,
önceden beri sahip olduğu geleceği görme yetisinin bir kanıtı olarak
anlatmış ve anlatısını şu sözlerle bitirmiştir: ‘işte her şey o andan
itibaren başladı’ (Kubizek, 118). Bütün bunlardan aşırı derecede
etkilenmiş olan Kubizek’in savaş sonrasında yazdığı anılan fazlasıyla
düş gücüne dayanmaktadır. Ama bu, sonradan bazı yazarların
Freinberg’de görülen hayal olayını ciddiye almasını engellememiştir.
Örneğin bkz. Joachim Köhler, Wagners Hitler Der Prophet und sein
Vollstrecher, Münih, 1996, b. 2, özl. 34-35.
129) Köhler, Wagners Hitler adlı eserinde bütün bunları farklı bir
plana oturtmuş; abartılı bir iddiayla, Hitler’in Wagner’in hayallerini
gerçekleştirmeyi ve fikirlerini hayata geçirmeyi kendi görevi gibi
görmeye başladığını ileri sürmüştür.
130) Kubizek, 83.
131) Kubizek, 18-19.
132) Kubizek, 97-110.
133) Kubizek, 64-74; bkz. Jetzinger, 142-148; ve Hamann, 41-42.
134) Kubizek, 106-109; bkz. Jetzinger, 166-168.
135) Hitler’in kendi beyanına göre seyahat iki hafta sürmüştür
(MK, 18). Kubizek’in’hatırladığına göre ise (121-124) yaklaşık dört
hafta sürmüştür ve Smith de bu bilgiyi kullanmıştır (104). Jetzinger’e
göre Hitler’in hatırladığı süre muhtemelen doğrudur (151-155).
Kesin tarihi belirlemenin tek yolu, Adolfun Kubizek’e gönderdiği
kartpostalların üzerindeki posta damgalarına (bazılan çok belirsizdir)
ve tarihlere (bazılarında tarih yoktur) bakmaktır. Bkz. Hamann, 42-
44. Hitler’in bu seyahatinin süresi tarihsel açıdan çok da büyük bir
öneme sahip değildir.
136) Kubizek, 129; Hamann, 43-44.
137) Kubizek, 129.
138) Kubizek, 127-130. Esas itirazlar Adolfun baba bir anne ayrı
kızkardeşi Angela’nın kocası Leo Raubal’den gelmektedir. Leo,
Klara’yı, Adolfun artık işe yarar bir şeyler öğrenmesinin zamanı
geldiğine ikna etmeye çalışmıştır. Adolf öfkesini Kubizek’e
küsmüştür: ‘Şu riyakar evimi bana zindan ediyor’(Kubizek, 128).
Fakat savaşı Adolf kazanır. Bir komşunun daha sonraki tanıklığına
göre, Hitler sanatçı olmaya öylesine kararlıdır ki annesini»
Akademi’ye girmesi için onu Viyana’ya göndermeye razı eder (UZ,
MA-731 (= HA, Reel I), ‘Adolf Hitler in Urfahr’).
139) Gerhart Marckhgott, “Von der Hohlheit des gemâchlichen
Lebens”. Neues Material über die Familie Hitler in Linz’. Jahrbuch
des Oberösterreichiscben Musealvereins 138/1 (1993), 275-276.
Johanna Teyze’nin aile hesap defterine girdiği kayıt tarihsizdir fakat
diğer olaylardan, Adolfun Linz’deki son günlerine denk geldiği
görülebilir. Brigitte Hamann (196), tarihin 1908 Ağustos’una denk
düştüğünü ve Adolfun teyzesini, yazın Waldviertel’e gitmek için
kendisine borç para vermeye razı ettiğini ileri sürmektedir. Bu
durumda Johanna Teyze’nin bu miktarı niye Urfahr’daki aile hesabına
kaydettirdiği ise belirsizdir. Marckhgott’un da belirttiği gibi, söz
konusu borcun bir önceki yıl, Klara hâlâ hayattayken ve Adolfun
Viyana’daki Güzel Sanatlar Akademisi’nin giriş sınavlarına gitmeden
önce paraya ihtiyacı varken verilmiş olması muhtemeldir.
Marckhgott, borcun Johanna Pölz’ün hesabındaki tüm paranın
yaklaşık beşte birine eşit olduğuna işaret etmektedir. Leo Raubal’ın,
Adolfun hayatını kazanmaktansa Viyana’ya gidip sanat eğitimi
almakla oyalanmasına karşı çıkmasının nedeni bu olabilir. Fakat
Hitler bir kez gerekli parayı aldıktan sonra, annesinin onun Viyana’ya
gitmesini engellemesinin daha zor olduğunu düşünebiliriz.
140) Binion, Hitler among the Gennuns, 138-143; Binion, ‘Hitler’s
Concept of Lebensraum’, 196-200; Bloch, 56; Jetzinger, 170-172;
Smith, 105; Hamann, 46-48.
141) Hamann, 46-47.
142) Bloch, 36.
143) Bloch, 39.
144) Hamann, 47.
145) MK, 18.
146) Hamann, 51-52. Maser, sınavların düzenini tersine çevirir ( ,
75-77,114). Hamann (kaynak göstermeksizin), 112 adayın
varlığından söz eder (51); Maser, Akademi’den aldığı bilgiye
dayanarak 113 adaydan bahseder (75, 77, 114).
147) Maser, Hitler, 77. Hitlerle birlikte başarısız olanların
arasında, Akademi’nin sonraki rektörü de bulunmaktadır. Ayrıca bkz.
Hamann, 52.
148) MK, 18-19 (çev., MK Wau, 18).
149) MK, 19 (çev., MK Watt, 18-19); ve bkz. Smith, 108-110. Orr,
Güzel Sanatlar Akademisi’ne başvurusu reddedildikten sonra
Hitler’in mimarlık okuluna da başvurduğunu ileri sürer (Revue, No
43, 40-41), fakat iddiası kanıttan yoksundur (onun bu iddiasını izleyen
yazarlar: Maser, Hitler, 78, ve L.Sydney Jones, Hitlers Weg begann
in Wien. Frankfurt am Main/Berlin, 1990, 64). En kabaca yapılmış
bir araştırma bile, onun böyle bir başvuru için gerekli asgari
niteliklere dahi sahip olmadığını ortaya çıkaracaktır; ve Hitler’in
kendisinin de bu durumu bildiğine şüphe yoktur.
150) Kubizek, 133. Hitler’in antisemitizminin, Akademi’de onu
reddeden hocaların Yahudi olmasından kaynaklandığı iddiaları doğru
değildir. Hem Waite (190), hem de Jones (317) sınav jürisi içinde dört
Yahudi’nin varlığından bahsetseler de, gerçekte, Hitler’in
reddedildiği sınava katılan Akademi profesörleri arasında tek bir
Yahudi bile yoktur (Hamann, 53).
151) Hamann, 53; Binion, Hitler among the Germans, 139; IfZ,
MA-731 (= HA, 1), ‘Adolf Hitler in Urfahr.’
152) NA, NND-881077,3; Bloch, 39. Ayrıca bkz. Kubizek, 138-41.
Jetzinger’in, Hitler’in annesinin ölümünden önce Linz’e dönmediğini
öne süren açıklaması (176-181), en azından kısmen Kubizek’in
güvenilirliğini sarsmayı amaçlamaktadır. Oysa ki hem Paula Hitler
hem de Dr. Bloch, ayrı ayrı, Adolf'un annesi ölürken yanında olduğunu
doğrulamış ve böylece Kubizek’in anlatısını desteklemişlerdir.
Kubizek’in anlatısında gerçekle uyuşmayan pek çok noktanın varlığı
ise ayrı bir konudur. Smith, Jetzinger’in bilgisine yer vermiştir (110
ve 54. dipnot). Bkz. Waite, 180-183, ve Hamann, 84-85
153) Jetzinger, 179; Hamann, 54. iki tanığın beyanına göre, Adolf,
ölüm döşeğindeki annesinin eskizlerini çizmiştir (Bloch, 39; IfZ, MA-
731 (= HA, Reel 1), ‘Adolf Hitler'in Urfahr’).
154) Bloch, 39. Dr. Bloch, Adolf'un ona karşı hissettiği sonsuz
gönül borcundan söz etmeye devam eder. Hitler sonrasında ona
kartpostallar göndermiş ve kendi resimlerinden birini armağan
etmiştir (Bloch, pt.ll, Colliers, 22 Mart 1941, 69-70; Hamann,56).
Anschluss’dan sonra, Dr. Bloch Hitler’e başvurmuş ve görece daha iyi
bir muamele görmüştür. Buna rağmen gene de yaşam enerjisini
kaybetmiş, ABD’ye göç etmeye zorlanmış ve 1954’te New-York’ta
sıkıntı içinde ölmüştür (Bloch, pt.ll, 72-73; Hamann, 56-57).
155) MK, 16 (çev., MK Watt, 17).
156) Jetzinger, 181.
157) MK, 16-17 (çev., MK Watt, 17).
158) MK, 19-20 (çev., MK Watt, 19).
159) Jetzinger, 180; Hamann, 55; Marckhgott, 272.
160) Hamann, 58, 85.
161) Söz gelimi Maser, Hitler,81. Bkz. Hamann, 58. 162.
Jetzinger, 180-182, 185-189; Smith, 111-112.
162) Jetzinger, 180-82, 185-89; Smith, 111-12.
163) NA, NND-881077, 4; Jetzinger, 182, 186-187.
164) Jetzinger, 187.
165) Marckhgott, 271.
166) Kubizek, 146-155; Jetzinger, 189-192; Smith, 114-115.
167) 112. MA-731 (=HA, Reel I), ‘Adolf Hitler in Urfahr’.

II TUTUNAMAYAN

1) Alıntılar: MK, 20-21 (çev., MK Watt, 20-21).


2) MK, b. 2-3, 18-137.
3) MK, 137.
4) Bu dönemi en iyi anlatan kaynak: Brigitte Hamann, Hitlers
Wien. Leh jahre eines Diktators, Münih, 1996.
5) Bu anlatıların güvenilirliği için bkz. Hamann, 77-83, 264-275.
6) Josef Greiner, Das Ende des Hitler-Mythos,
Zürich/Leipzig/Viyana, 1947. Şu eserlerdeki anlatılar çok kıymet
taşımamaktadır: Jetzinger, 225, 294; Waite, 427-432; Hamann, 275-
280. Smith’in beyanı ise nispeten daha dikkate değerdir (165-166).
7) Bkz. Carl E. Schorske, Fin-de-Siecle Vienna. Politics and
Culture, New York, 1979, xviii, 3.
8) Bkz. William A. Jenks, Vienna and the Young Hitler, New York,
1960, 219.
9) Bkz. Schorske, 6, 12, 15,19, 22.
10) Sehorske, 129.
11) Hamann (b. 2-5, 9-10), Hitler’in yaşadığı Viyana’nın sosyal ve
politik dokusunu mükemmel bir şekilde betimler.
12) Jenks, 38-39.
13) Jenks, 39.
14) Jenks, 118.
15) Bkz. Jenks, 119-121.
16) Bkz. Peter Pulzer, The Rise of Political Antisemitism in
Germany and Austria, gözden geçirilmiş baskı, Londra, 1988, özl.
b.14-15; Hamann, 470-471.
17) Schorske, s. 146-180; Hamann, 486-488.
18) Jenks, 118.
19) MK. 135 (çev., MK Wau, 113). 1
20) Bkz. Hamann, 128-129; Joachimsthaler, 39-40.
21) Jenks, 53.
22) Jenks, 107.
23) Schorske, 130-131.
24) Hamann, 177-179.
25) Jenks, 54-55, 101.
26) MK, 80-101.
27) Jenks, 73-78.
28) Schorske, 129.
29) Schönerer için bkz. Hamann, 337-364 (burada özl. 362); ve
Andrew G. Whiteside, The
Socialism of Fools. George von Schönerer and Austrian Pan-
Germanism, Berkeley/Los Angeles, 1975.
30) Jenks, 106.
31) Schorske, 128.
32) Jenks, 91-96, 103-110.
33) MK, 106-130; ve bkz. Jenks, 110.
34) MK, 106-110, 130-134. Hitler, o dönemin üzerinden otuz
yıldan daha uzun bir süre geçmiş olduğu halde hâlâ Lueger’e övgüler
dizmektedir (Monologe, 152-153, 17 Aralık 1941). Lueger’le ilgili
olarak, özl. bkz. Hamann, 395-435, vejohn W. Boyer, Political
Radicalism in Late Imperial Vienna. Oriğins of the Christian Social
Movement, 1848-1897, Chicago, 1981, özl. b.4.
35) MK, 108, 130.
36) Schorske, 139; Jenks, 88.
37) Akt. Hamann, 417; Schorske, 145.
38) Schorske, 145.
39) Jenks, 50.
40) Schorske, 140.
41) Hamann, 411.
42) Hamann, 413.
43) Hamann, 412.
44) Hamann, 412, ve bkz. 490.
45) MK, 132-133; ve bkz. Hamann, 431-432.
46) MK, 133-134.
47) MK, 108, 130.
48) Jenks, 168, 175.
49) Jenks, 158.
50) Jenks, 181-182.
51) Jenks, 178-179.
52) Jenks, 181.
53) Jenks, 168-169.
54) Jenks, 158 Jenks,158.
55) Jenks, 179-180.
56) Jenks, 180.
57) Alıntılar: MK, 43-44 (çev., MK Wau, 38-39); ve bkz. Hamann,
254-257.
58) Marckhgott, 271.
59) Jetzinger, 206.
60) NA, NND-881077, 4, Paula Hitler’in tanıklığı (1946).
61) Marckhgott, 273,175.
62) NA, NND-881077, 4; Jetzinger, Adolfun 1911 yılında Johanna
teyzesinden yüklü bir miktar mirasa konduğu tahmininde bulunur
(230-232). Fakat Johanna 1908 yılından önce (muhtemelen 1907
yılının sonuna doğru) Adolf'a bütün parasının yaklaşık beşte birine
denk düşen 924 kroneni borç vermiştir ve olasılıkla bu miktar
mirastan Adolf'a düşen payı oluşturmaktadır (Marckhgott, 275-276;
Hamann, 196, 250). 1911 yılında Hitler’in yaşam tarzında yüklü bir
mirasa konduğuna işaret edebilecek hiçbir değişiklik olmamıştır.
63) Kubizek, 128, 148.
64) NA, NND-881077, 4.
65) Kubizek, 148-149.
66) Odanın, 1907 yılının Eylül ayının sonunda veya Ekim’in başında
kiralanması için bkz. Smith, 108; Viyana’ya dönüş tarihi olarak 14-17
Şubat 1908’i gösterir. Kubizek’in aldığı kartın üzerindeki tarih 18
Şubat’tır; Hitler 14 Şubat’ta hâlâ Urfahr’dadır (Jetzinger, 187-188).
Hamann (49), Kubizek’in de işaret ettiği gibi (157), Maria Zakreys’in
Polonyalı değil, Çek olduğunu belirtir. Ayrıca adresin Stumpergasse
29 değil, 31 numara olduğunu belirterek Kubizek’in hatasını da
düzeltir (132, 156).
67) Kubizek, 152.
68) Kubizek, 153-154 (çev., August Kubizek, Vbtmg Hitler, Londra,
1973, 1999).
69) Kubizek, 157-158.
70) Kubizek (150), Adolfun Viyana’da aşağı yukarı aynı tarz bir
hayatı sürdürdüğünü belirtiyor.
71) Kubizek, 159.
72) Kubizek, 159, 161.
73) Kubizek, 159, 160.
74) Kubizek, 160.
75) Kubizek, 161-167; alıntılar 167 (çev., Young 113).
76) Kubizek, 167 (çev., Young Hitler, 114).
77) Jetzinger, 187-188.
78) Kubizek, 163.
79) Kubizek, 165 (çev., Young Hitler, 111, ‘aldatmış’- und betrogen-
sözcüğü burada atlanmıştır).
80) Kubizek, 182 (çev., Young Hitler, 129).
81) Kubizek, 163 (çev., Young Hitler, 109).
82) IfZ, F19/19 (yazışmanın kopyaları). Bkz. Jones, 33-37; Smith,
113; Joachimsthaler, 35; Maser, Hitler, 81-84; Hamann, 59-62.
83) Monologe, 200. Bir anlatıya göre, Hitler defalarca Roller’i
görmeye çalışmış, fakat en sonunda vazgeçmiş ve tavsiye mektubunu
yırtıp atmıştır (John Toland, AdolJ Hitler, Londra, 1977, 31, 929;
fakat bu bilgi, 1971 yılında, yani onlarca yıl sonra yapılmış bir
röportaja dayanmaktadır. Ayrıca bkz. Jones, 51).
84) Maser, Hitler, 84-85; Jones, 33, 121 (fakat 311. sayfada 65.
dipnotta kanıtın zayıflığını kabul eder). Ve bkz. Joachimsthaler, 35.
85) Kubizek’in hatıralarına yer yer hayal gücü katına eğilimine
rağmen (bkz. Jetzinger, 117-121, 135 vdg.), Hitler’in ‘projeleri’ne
dair anlattığı episodların tuhaflığı, Kubizek’in kişiliğine özgü bir
gariplikten ya da hayalgücünden öte bir durumun varlığını ve ortaya
koyduğu Hitler tasvirinin bir sahicilik taşıdığını düşündürür. Bkz.
Hamann, 80-82. Savaş dönemi monologlarında Hitler bizzat, on beş
yaşındayken bir piyes yazmayı düşündüğünden bahseder
(Monologe,187, 188-189 Ocak 1942). İngilizce çeviri Table Talk,
1941-1944, Londra, 1953, 191) ilgili cümleyi atlar.
86) Kubizek, 164-165.
87) Kubizek, 184-185.
88) Kubizek, 200-208, alıntı, 208 (çev., Young , 153).
89) Kubizek, 179 (hayali planlar); 172, 176-178 (Viyana’nın
iskanı); 178-179 (yeni popüler içecek); 209-218 (gezici orkestra);
174, 197 (Linz’in yeniden inşası).
90) Kubizek, 176-178. Jones (62-63, 68-69), Kubizek’in hikayesini
kabul eder, fakat Hitler’in barınma sorununa olan ilgisini, toplumun
alt tabakasındakilere duyduğu insani bir sempatiye değil,
Stumpergasse’deki kendi barınma koşullarının kötülüğüne yorar.
91) Kubizek, 211.
92) Jones, 52-58, 63-67. Hitler daha sonraları, beğendiği
ressamlardan biri olan, Klimt’in Münihli benzeri Franz von Stuck’un
bazı erotik resimlerini edinmiştir (Jones 57; Waite, 66-69).
93) Viyana’da Klimt’in ve Kokoschka’nın eserlerine yönelik şiddetli
muhalefet için bkz. Schorske, b. 5, 7.
94) Kubizek,186-187.
95) Kubizek. 173-174.
96) Kubizek, 173.
97) Kubizek, 188.
98) Kubizek, 153.
99) Kubizek, 188. Hitler, Linz Landesmuseum’a ve kütüphanesine
girmesine imkan tamyan Linzer Musealverein üyeliği almak için 7
Ocak 1908’de 8,40 kronenlik görece yüksek bir kayıt ücreti ödemiş;
Mart 1909’da ise üyeliğini sonlandırmıştır (Hamann, 57, 197).
100) Kubizek, 188, 191.
101) Kubizek, 189-190.
102) Jetzinger, 216.
103) Kubizek, 190; Jetzinger, 217. Hitler sonraları, Kant’ın,
Schopenhauer’in ve Nietzsche’nin niteliklerine dair sohbetler
etmiştir, fakat bu onların eserlerine okumuş olduğuna kanıt teşkil
etmez (TBJG, 11.7, 181, 21 Ocak 1943). Aslında, Viyana’da Erkekler
Yurdu’ndayken Schopenhauer’a dair ‘diskur çekerken’ hatası ortaya
çıkarılmış, o da bunun üzerine, Schopenhauer’in ancak bazı eserlerini
okuduğunu kabul etmiş ve ‘anladığı konularda konuşması’ yönünde
azarlanmıştır (Reinhold Hanisch, ‘1 Was Hitler’s Buddy: III',New
Republic, 19 Nisan 1939, 297). Hans Frank’a göre Hitler ona,
Birinci Dünya Savaşı sırasında Schopenhauer’i ve 1924 yılında
Landsberg’de hapisteyken de Nietzsche’yi okuduğunu söylemiştir
1924 (Frank, 46).
104) Hitler MK'da (43, 56, 58), Sosyal Demokrat
Arbeilerzeitung'un, Liberal Freiese’in ve Wiener Tagblatt’ın, ayrıca
Hıristiyan Sosyalist Deutsches Volksblatt'un adını açıkça anar.
Günlük gazete okumasına muhtemelen Schönerer hareketinin yayın
organı Das Alldeutsche Tagblatt'la başlıyordu. Bu gazete Hitler’in
yaşadığı yer olan Stumpergasse’nin çok yakınında basılıyordu
(Hamann, 50). Bunların yanısıra kafelerde diğer gazeteleri, dergileri
ve politik bildirileri de okuyordu (MK, 42-43, 65).
105) MK, 35-36. Maser (Hitler, 179-182), Hitler’in bu önceki
dönem okumalarıyla ilgili kaynakları güvenilmez kabul eder; fakat bu
onun Greiner’den, tamamıyla hayale dayanan uzun bir bölümü
alıntılamasına engel olmaz. Hitler’in sözümona yoğun okuma
süreciyle ilgili Maser’in görüşlerine dair Billion’ın iğneli yorumları
için bkz. ‘Foam on the Hitler Wave JMH, 46 (1974), 522-524.
Jones’in (312 12. dipnot.), Hitler’in Holbibliothek’i kullanıyor
olmasına dair şüpheleri vardır.
106) NA, NND-881077,4.Linz’i terk etmeden önce genç Hitler’in
bir kitap kurdu olduğuna dair imaları komşularının ve akrabalarının
tanıklıklarından derleyebiliriz; fakat bu tanıklık bilgilerinin 1938
yılında toplandığını da unutmamak gerekir (HA, Reel 1 (IfZ, MA-731),
‘Adolf Hitler'in Urfahr’, ve Johann Schmidt’in aktardığı hatıraları).
107)MK, 36-38 (çev., MK Watt; 33-34).
108) Maser, Hitler, 110; M onologe, 198; Jenks, 14; Zoller. 18.
109) Kubizek, 198.
110) Kubizek “Viyana Saray Operası’nın Gustav Mahler
yönetiminde sergilediği Wagner müzikli dramlarının mükemmel
yorumlar” olduğunu yazar (196) ve operanın ’o dönemki orkestra şefi
olan Mahler’e Hitler’in beslediği hayranlıktan bahseder. Hitler’in
Viyana’daki ilk iki kalışında Mahler’in yönetimindeki bir eseri dinleyip
dinlemediğini saptamak mümkün değildir fakat Mahler’i Kubizek’le
birlikte görmüş olmaları imkansızdır çünkü Mahler, New York
Metropolitan Opera’sında 15 Ekim 1907’de yöneteceği konser için
Viyana’dan ayrıldığında, Kubizek’in Viyana’ya gelmesine daha beş ay
vardır (jones, 40, 48; Maser, Hitler, 264; Hamann, 44, 94-95).
111) Kubizek, 196. Hiüer’in kızkardeşi Paula, Linz’deyken onun
Gôtterdammerung'u on üç kez gördüğünü hatırlıyor (NA,NND-
881077,4). Hitler’in kendisi ise Viyana yıllarında, (Wagner’in en
büyük operası olduğunu düşündüğü) Tristan’ı ‘otuz ya da kırk kez
izlediğini söylemiştir ( Monologe,224, 294 (24-25 Ocak 1942, 22-23
Şubat 1942)).
112) Kubizek, 195.
113) Schorske, 163.
114) Jenks, 202; ve bkz. Hamann, 89-95.
115) Kubizek, 195 (çev., Young Hitler, 140).
116) Monologe, 234 (25-26 Ocak 1942; çev., Table , 251).
117) Joachim Fest’in üzerinde durduğu bir nokta,Hitler. Eine
Biographie, Frankfurt am Main/Berlin/Viyana, 1976 baskısı, 75.
118) Heiden, Der Führer,52-53.
119) Hitler’in sözümona bir Wagner kahramanı olarak abartılı bir
betimi için bkz. Köhler, özl. b.13; ve ayrıca, Waite, 99-113.
120) Bkz. Carr, 155; Waite, 184-186.
121) Çok yerinde olarak, onsuz, Üçüncü Reich’da siyasetin
dramaya ve şatafatlı bir gösteriye indirgenişini hayal etmenin zor
olacağı söylenmiştir (Fest, 74-77). Fakat yine de (Köhler’in Wagners
Hitler’de yaptığı gibi) Üçüncü Reich’ı, Hitler’in, Wagner’in hayalini
gerçekleştirmek yönünde güya üstlenmiş olduğu bir misyonun sonucu
olarak görmek olayı fazlasıyla basitleştirmek ve çarpıtmak olur.
122) Kubizek, 162, 238.
123) Kubizek, 163.
124) Kubizek, 162.
125) Kubizek, 193.
126) Kubizek, 230.
127) Hanisch, 297.
128) Hamann, 523-524.
129) Hanisch, 297-298.
130) Bkz. Hamann. 519-521.
131) Hanisch, 297.
132) Akı. Waite, 51 (‘Eine Frau mub ein niedliches, molliges, sein:
weich, süb und and dumm’).
133) MK, 44 (çev., MKWatt, 39).
134) Kubizek, 231.
135) Maser, Hitler, 527-529.
136) Heiden bu nokta üzerinde durur (Der Führer, 63-64).
137) Hitler’in yalnızca bir testisinin olduğu bilgisi, Rusların yaptığı
otopsiye dayanmaktadır(Lev Bezymenski, The Death of Adolf Hitler,
Londra, 1968, 46, 49). Bu bilgi, Hitler’in farklı zamanlarda çeşitli
doktorlar tarafından yapılan detaylı tıbbi muayenelerinin sonuçlarıyla
doğrudan çelişmektedir; söz konusu doktorların hepsi de Hitler’in
cinsel organlarının normal olduğunu ısrarla belirtmektedir. Sunday
Tımes’ın 29 Eylül 1968 tarihli baskısında yer alan eleştirel bir
değerlendirmede Hugh Trevor-Roper, Bezymenski’nin raporunun
genel olarak güvenilirliğinden şüphe etmek için ikna edici sebepler
ortaya koymuştur. Maser (Hitler, 517-519), Hitler’in kendi doktorları
tarafından yapılan tıbbi muayenelerini özet olarak vermekte ve
Sovyetlerin otopsi yaptığı cesedin Hitler’e ait olmama ihtimalini
ortaya atmaktadır. Waite (150-162), Hitler’in tek testisinin var
olmadığıyla ilgili şüpheli kanıtı kabul etmekte ve bunu Hitler’in
psikolojik anormalliklerinin ayrıntılı bir açıklamasının parçası haline
getirmektedir. Binion, iğneli bir tarzda Waite’i değerlendirdiği
yazısında (Journal of Psychohistory, 5 (1977), 296-297), Hitler’e
hayattayken yapılan ve hiçbirisi de genital bir anormalliğe işaret
etmeyen çeşitli muayeneleri destekleyerek -kanıtın değerinin ve
doğasının gerektirdiği biçimde- çok daha uygun bir şüphecilik
göstermektedir.
138) Greiner, 54-67; Fest (63), Greiner’in hikayesini tekrarlar ve
bunu Hitler’in antisemitizminin mantıklı bir sebebi olarak görür.
Greiner’in kitabının kıymetsiz bir kanıt olarak değerlendirilmesi ve
bütünüyle göz ardı edilmesini gerektiren sebepler için bkz. Waite,
427-432.
139) Bkz. Schorske, b. I, 5.
140) Jenks, 123-125; Jones, 72-79; Hamann, 519-522.
141) Jones, 73; Kubizek, 158-159.
142) Kubizek, 237.
143) Kubizek, 228-229.
144) Kubizek, 237.
145) Kubizek, 237.
146) Kubizek, 239. Hitler’in Yahudi bir fahişeden frengi kaptığına
dair sonradan çıkan söylentilerin hiçbir temeli yoktur. 1940 yılında
yapılan tıbbi testler Hitler’in frengi olmadığını göstermektedir (Bkz.
Maser, Hitler, 308, 377, 528).
147) Kubizek, 235-236.
148) MK, 63. Viyana’da o dönemde sayılan çok fazla olan
fahişelere dair güvenilir rakamlara erişmek imkansızdır. Bu fuhuşun
esas olarak Yahudiler tarafından yürütüldüğü savı ise antisemitik
mühimmatın standart silahlarından biridir ve hep olduğu gibi bu da
büyük bir çarpıtmadır. Fakat bu tür iddialarla başa çıkmak için
Yahudi cemaati, Doğu Avrupa’nın yoksul bölgelerinden Viyana
kerhanelerine genç Yahudi kızların aktanlması suretiyle doğuda
yaşayan bazı Yahudilerin de içinde yer aldığı bu suç ticaretini yok
etme çabalarını desteklemiş ve bu çabalarını halka duyurmuştur.
(Bkz. Hamann, 477-479, 521-522.)
149) Hitler’in Linz’deki balmumu heykeller müzesinin yetişkinler
kısmına ergen yaşlardayken girmesi (bkz. Monologe,190), şüphesiz
ergenlik çağındaki bir çocuğun olağan merakına verilebilir.
150) Kubizek, 233-235, 237; ve bkz. Waite, 241.
151) Bkz. Kubizek, 170-171: Burada,‘bedeniyle ilgili her şeye
patolojik derecede duyarlıydı’ve ‘insanların ona fiziksel olarak temas
etmesinden hoşlanmazdı’denmektedir (çev., Young Hitler, 116-117).
152) Bkz. referanslara, b. 1, 63. dipnot.
153) Tüm bunlar, NA’ya, The Hitler Source Book’a, OSS savaş
dönemi derlemesine ve Walter C. Langer’in esas olarak bunu temel
alan kitabına (The Mind of Adolf Hitler, Pan Books baskısı, Londra,
1974, özl. 134, 165 vdg.) dek gerilere uzanmaktadır. David Lewis’in
The Secret Life of Adolf Hitler (Londra, 1977) adlı eserindeki
sansasyonalizm aynı materyale dayanmaktadır ve yeni bir şey
söylememektedir. Waite (237-243) bir sapkınlığın var olduğu
sonucuna vanr fakat “kanıt parçalarının kendi içinde [böyle bir
sonucu desteklemek için] yetersiz olduğu”nu kabul eder (239). Asıl
olarak Langer ve Waite’e dayanarak, Jones (91-94, 308), aynı
sapkınlıkları tanımlar (oysa ki söz konusu iki yazar Hitler’in Viyana
yıllarıyla ilgili kendi anlatısına fazladan hiçbir şey katmazlar). Bu tarz
hikayelerin bir kaynağı Hitler’in eski yoldaşı, sonradan da düşmanı
olan Otto Strasser’dir.
154) MK, 20.
155) MK, 17 (çev., MK Watt, 17).
156) Hmann, 58, 85; Maser, Hitler, 81; Smith, 108; Jetzinger,
172,180-183. Hitler’in bu dönemdeki maddi durumuna dair başka
tahmin yürütme çabaları için bkz. Smith, 112; Toland, 19, NA’dan,
The Hitler Source Book, 925-926, William Patrick Hitler’le röportaj;
ve Jones, 300-301 35. dipnot. Hitler 1921 yılında, Viyana’ya
gittiğinde yalnızca 80 kroneni olduğunu iddia etmiştir (29 Kasım
1921 tarihli mektup, içinde UZ, MA-731 (= HA, Reel 1),
Joachimsthaler’de tekrarlanmıştır, 92.
157) Kubizek, 156 (çev., Young Hitler, 101).
158) Kubizek, 158.
159) Odanın ve çevrenin tasviri için Kubizek, 157, 160, 162, 170,
223, 247, 258.
160) Kubizek, 161.
161) Kubizek, 157, 161-162, 178, 273 (yeme, içme alışkanlıkları
için).
162) Kubizek, 178. Bir beyana göre, Erkekler Yurdu’ndayken çok
ender olarak sigara içerdi (HA içinde Honisch’in tanıklığı, Reel 1,
Dosya 17 (IfZ, MA-731), Joachimsthaler, 58’de yazılmıştır). Hitler
çok sonraları, Viyana’dayken günde yirmi beş-kırk sigara içtiğini,
yiyeceğe parası yokken bu yaptığının ne kadar aptalca olduğunu fark
edince de bu alışkanlığını bıraktığını öne sürmüştür. Fakat bu gerçek
bir hikayeden çok bir ahlak vaazı gibi durmaktadır (Monologe,
317,11-12 Mart 1941).
163) Kubizek, 192.
164) Kubizek, 193.
165) Smith (119), Hitler’in aylık harcamasının 80-90 kronen
civarında olduğunu, bunun da ayda yaklaşık 60 kronen tasarruf ettiği
anlamına geldiğini anımsamaktadır. Mamafih bu sonuca nereden
vardığını belirtmemiştir.
166) Monologe, 294 (22-23 Şubat 1942).
167) Kubizek, 192-193.
168) Smith, 123.
169) Kubizek, 253-255.
170) Kubizek, 272-278.
171) Kubizek, 256-261.
172) Smith, 121. 1938 yılında iki akrabası NSD AP-Hauptarchiv’e,
Hitler’i en son 1907 yılında Waldviertel’de gördüklerini
söylemişlerdir (Binion, 'Foam' 523). Fakat Kubizek’in kartpostalları
1908 yılının Ağustos ayında Hitler’in burayı ziyaret ettiğini
göstermektedir (Kubizek, 260-261; Jetzinger, 204-206).
173) Kubizek, 261-162.
174) Jetzinger, 218; Smith, 122.
175)Heiden, 49.
176) Smith, 122. Hitler’in başarısızlığından duyduğu utanç hiç
yakasını bırakmamıştır. 1912 yılında, onunla aynı dönemde Erkekler
Yurdu’nda kalmış olan adı bilinmeyen bir tanığın beyanına göre Hitler
Güzel Sanatlar Akademisi’ne birkaç sömestr devam ettiğini fakat
politik öğrenci olaylarına çok fazla katıldığı ve eğitim görmek için
daha fazla imkana sahip olmadığı için okulu bıraktığını söylemiştir
(Yazan meçhul, ‘My'Friend Hitler’, 10 - tam referans için aşağıda
253. dipnota bkz.). Eğer bu beyan doğruluk taşıyorsa, Hitler’in daha
o zamanlardan yalan söylemeye alışkın olduğu sonucunu çıkarabiliriz.
177) Bkz. Smith, 8-9.
178) Kubizek, 246. Kubizek’in Hitler’le birlikte izlediğini iddia
ettiği işçi gösterisi için bkz. Jetzinger, 210-211 ve Hitlerdin o
dönemdeki politik görüşlerine dair Kubizek’in beyanının diğer
bölümlerinin eleştirisi için 210-214. ‘Barışseverlik’, Hitler’in
Flabsburg ordusundan ve 1908’de Bosna’nın ilhakından duyduğu
hoşnutsuzluğun Kubizk tarafından çarpıtılarak yapılmış bir yorumu
olabilir.
179) Mein Kampf'taki aşağılamalarla dolu bu uzun açıklamanın
sonunda (MK, 80-100), Hitler iki yıl boyunca Viyana
parlamentosunun oturumlarına katıldığını (100) iddia eder.
180) Kubizek, 249.
181) MK, 135 (çev., MK Watt, 113).
182) Bkz. MK, 14.
183) MK, b. 3.
184) MK, 59. Adı meçhul ‘Flerr Doktor’a yazdığı 29 Kasım 1921
tarihli mektupta (IfZ, MA-731 (=FIA Reel 1, basıldığı yer
Joachimsthaler, 92) Hitler Viyana’ya geldikten sonra ‘aşağı yukarı bir
yıl içinde antisemitist olduğunu’söylemektedir. Fakat mektup çeşitli
kronolojik hatalar içermektedir. Bu nedenle Waite’in (187) ve Marlis
Steinert’in (Hitler, Münih, 1994, 50) yaptığı gibi, tarihi tam
belirtildiği gibi kabul etmek akıllıca değildir. Smith (148) ise Hitler’in
‘ihtida’sının 1908 yılında, Kubizek’le birlikte oldukları dönemde
gerçekleştiğine dair haklı bir şüphecilik gösterir.
185) Kubizek, 251.
186) 18 Kasım 1908’den 22 Ağustos 1909’a dek burada ikamet
etmiştir (Smith, 122-123, 126).
187) Marie Fellinger’in tanıklığı (kızlık soyadı Rinke), IfZ, MA-731
(= HA, Reel 1), Marie Fellinger’in ve Maria Wohlrab’ın (kızlık soyadı
Kubata), Hitler’in Viyana dönemiyle ilgili hatıraları, 11 Haziran
1940’ta parti arşivi için derlenmiştir. Bu anılar, Hitler’in müdavimi
olduğu ‘Kaffee Kubata’ile ilgilidir; söz konusu kahvenin 1912 ile 1919
yılları arasındaki sahibi Frau Wohlrab’dır ve Maıie Fellinger de
burada çalışmaktadır. Kahve Felberstrabe bölgesindedir, ancak Frau
Wohlrab kahvenin işletmesini aldığında Hitler çoktan bu bölgeden
ayrılmıştır. Bu bayan, Hitler’in -onun andığı biçimiyle ‘Dolferl’in-Wetti
ya da Pepi adında bir hanım arkadaşımn olduğunu iddia etmektedir;
hatırladığına göre Hitler Almanya’ya giderken ona uğrayıp, nazikçe
veda etmiş ve bayan arkadaşına Avusturya’ya dönmesini
beklememesini iletmesini söylemiştir. Hitler 1913 yılında üç yıldır
kentin kuzeyinde Brigittenau’da yaşamaktadır ve bu durumda şehrin
güneyindeki küçük bir kahveye sık sık geliyor olması pek mümkün
görünmemektedir. Görünüşe göre hikaye bütünüyle uydurmadır.
Jones (133, 271, 283, 344 92. dipnot) hikayeyi doğru kabul eder (ve
Hitler’in varsayılan bu hanım arkadaşını bir erkeğe çevirir). Bkz.
Joachimsthaler, 20, 161.
188) Örn. Smith, J48; Jones da bunu ima etmiştir (135-138), ve
Fest, Hitler, 59-65; bu zamanlama Wilfried Daim’in temel
argümanıdır, Der Mann, der Hitler die Ideen gab, Viyana/Köln/Graz,
1985.
189) Derginin 100,000 adet dağıtıldığı ve öğrenci çevrelerinde
tanındığı iddia edilmektedir. Mamafih, Lanz’ın iddia ettiği kadar geniş
bir dağıtımın varlığından şüphe edilebilir. (Bkz Daim, 47, 127.)
190) Daim, 48; ve bkz. Flamann, 308-319.
191) Flamann, 293-308, burada 293, 299, 303-305.
192) Flamann, 300-303.
193) Flamann, 309.
194) Daim (48-207), Lanz’ı ve olağanüstü fikirlerini uzun uzadıya
anlatır. Ayrıca bkz. Nicholas Goodrick-Clarke, The Occult Roots of
Nazism, Wellingborough, 1985, 90-105.
195) Daim, 25.
196) Daim’in kitabının başlığı.
197) Ûm. bkz. Fest, 59-60; Steinert, 56, 109; Hamann, 317.
198) MK, 59-60 (çev., MK Watt, 52).
199) Lanz’ın çılgınca ideolojisinde bu noktanın tuttuğu yerin
açıklaması için bkz. Daim, 190-207. Ostara’nın 25. sayısında
(Temmuz 1908), ‘Aryanizm ve Düşmanları’adlı bir makalenin içindeki
bir kısım ‘Yahudi Sorununun Çözümü’ne ayrılmış fakat burada ‘bütün
Yahudilerin aryanizmin düşmanı olmadığı’, nihayetinde ‘bütün
Yahudilerin aynı şekilde değerlendirilmemesi’gerektiği belirtilmiştir
(7). 26. Sayı’daki ‘Irksal Bilgiye Giriş’adlı makalede ‘Yahudi
Sorunu’na özel olarak değinilmemiş, esas olarak kafatası tiplerinin
değerlendirilmesi gibi temalar üzerinde durulmuştur. Ostara’nın bu
iki sayısını edinmemi sağlayan Gerald Fleming’e minnettarım.
200) Daim, 25-26, 269-270 8. dipnot.
201) Rudolph Binion, ‘Hitler’s Concept of Lebensraum’(History of
Childhood Quarterly, 1(1973), 251) adlı makalesinin yayımlanmasını
izleyen sempozyumda bu noktaya işaret etmiştir. Müphem okültist
Lanz’ın tarihte kendine “Hitler’e fikirlerini veren kişi” olarak yer
edinmek istediğinden şüphe edilmelidir. Genç Hitler’e dair anılarının
canlılığı göz önüne alındığında, Lanz’ın, darbeden sonra
Landsberg’de Hitler’le birlikte olan ve güya yine kendisinin etkilemiş
olduğu bir gazetecinin ismini anımsayamaması ilginçtir (Daim, 270 8.
dipnot). Diğer yandan Lenin’le karşılaştığını; onun kendisinin
fikirlerini incelemiş olduğunu ve onayladığını da iddia etmektedir
(Daim, 110-111). Lanz’ın kendini, düşünceleri önemli tarihsel
şahsiyetleri etkilemiş biri olarak sunmaya çalıştığı ortadadır.
202) Daim, 36-37, 274-275 39. dipnot.
203) Daim, 40, 275 42. dipnot; Üçüncü Reich’ta Lanz’ın eserlerine
yasak konduğunun ispat edilememesiyle ilgili olarak bkz. Hamann,
318.
204) George Mosse tarafından belirtildiği üzere (The Crisis of
German Ideology, Londra, 1966,295).
205) Binion, ’Hitler’s Concept of Lebensraum’, sempozyum, 251.
206) Bkz. Hamann, 318-319.
207)Akt. Hamann, 318.
208) Adres kaydı: lfZ, MA-731 (HA, Reel 1); Smith, 126; Hamann,
206.
209) Smith, 127; Hamann, 206. Polis kayıtlarında tekrar ortaya
çıkması üç ay almıştır. Bu dönemde neler yaptığına dair doğrudan
hiçbir beyan yoktur.
210) Eberhard Jâckel ve Axel Kuhn (der.), Hitler. Samtliche
Aufzeichnungen 1905-1924, Stuttgart, 1980 (=JK), 55 (der Stadt
Linzof sulh yargıcına yazılmış, 21 Ocak 1914 tarihli mektup). Hitler
hiçbir gelirinin olmadığını iddia etmeye devam etmektedir. Oysa ki
1911 yılına dek yetim aylığını almayı sürdürmüştür (Jetzinger, 220).
211) Hitler sonradan, bu dönemde süt ve kuru ekmek yiyerek
yaşadığını ve 'aylarca 1 sıcak yemek yemediğini söylemiştir (
Monologe, 317 (11-12 Mart 1942)).
212) Heiden, Der Führer, 50; Jetzinger, 2,19; Smith, 127.
213) Hanisch, 239
214) Heiden, Der Führer, 50; Smith, 127 33. dipnot;
Joachimsthaler (48-49), Hitler’in bu dönemde mobilyalı bir oda
tutmaya parasının olmadığını belirtmektedir; Hamann (206-208),
Anschluss’dan sonra Naziler tarafından, Hitler’in Viyana’da bu
adreste yaşadığının farzedildiğine dair verilen bilginin, şehirde o
dönemde Hitler’e dair yapılan herhangi bir soruşturmayı gizleme
amacını taşıyor olabileceğine işaret etmiştir.
215) Hitler’in dış görünüşü için bkz. Joachimsthaler, 49, 51
(Hanisch’in tanıklığı). Bu tür hostel’lerdeki koşullar ve o dönemde
Viyana’daki serserilerin hayatı için bkz. Heiden, Der Führer, 60;
Jenks, 31-39; Jones, 157-161; Hamann, 222-225. Kişisel temizliği
konusunda her zaman çok titiz olan ve enfeksiyon kapma korkusu
taşıyan Hitler’e pislik ve sefalet koşullarına katlanmak çok zor gelmiş
olmalıdır ve sonradan gelişen temizlik fetişizmine bunun da katkısının
olduğuna şüphe yoktur. Mein Kampf'ta şöyle yazmaktadır: 'O sefil
inleri, içi kalabalık, süprüntü ile dolu, pis sığınakları düşündükçe
bugün bile titriyorum.’(MK, 28, (çev., MK Waıt, 26-27)).
216) Bkz. MK, 22.
217) Reinhold Hanisch, ‘Meine Begegnung mit Hitler!’, HA, Reel 3,
Dosya 64 (1933’te verilmiş iki sayfalık bu beyanın basıldığı yer
Joachimsthaler, 49-50); Reinhold Hanisch, ‘I Was Hitler’s Buddy’, 3
b., New Republic, 5,12, 19 Nisan 1939, 239-242, 270-272, 297-300.
New Republic’de yalnızca İngilizce olarak yayımlanan daha uzun bir
versiyonun ortaya çıkması Hanisch’in ölümünden iki yıl sonrasına
denk düşmektedir. Sonraki pasajlar, uzunlukları farklı olsa da
esasında birbirleriyle çelişmeyen bu tanımlara dayanmaktadır. (Bkz.
Smith, 161 vdğ.; bir kaynak olarak Hanisch’in ve anlatılarını kaleme
aldığı genel ortamın değerlendirilmesi için bkz. Hamann, 265-271.
Hanisch’le ilgili biyografik ayrıntılar Joachimsthaler tarafından
sağlanmıştır (268 115. dipnot). Heiden’ın erken dönemde yazdığı
biyografi için Hanisch önemli bir kaynaktır. Bkz. Heiden, Der , 51
vdğ.).
218) Joachimsthaler, 268. Hitler 1910 yılında polise, Hanisch ile
Meidling’deki Yoksullar Evi’nde karşılaşmış olduğunu ve onu hep
Fritz Walter olarak tanıdığını söylemiştir (Jetzinger, 224).
219) Polis kayıtlarının ortaya attığı şüphelere rağmen, Hitler’le
nasıl karşılaştıklarına dair Hanisch’in hikayesi için bkz. Smith, 129
39. dipnot.
220) HA, Reel 3, Dosya 64 (basıldığı yer Joachimsthaler, 49);
Hanisch, 240; Heiden, Der Führer, 51. Hanisch, 21 Aralık 1909’da
gene bir evde iş bulmuştur (Joachimsthaler, 268 115. dipnot).
221) Hanisch, 240; Heiden, Der Fûhrer, 51; ve bkz. Smith, 130-
131 ve 41. dipnot.
222) Bkz. Kubizek, 183-185.
223) Hanisch’e göre, hendek kazma işi üzerine bayağı bir düşünüp
taşınmış fakat insan bir kez böyle bir işe başladığında ”yukarı
tırmanmasının” zor olacağı fikrine dayanarak vazgeçmiştir (Hanisch,
240).
224) Joachimsthaler, 70.
225) MK, 40-42. 1921 tarihli bir beyanında (IfZ, M A-731,
yayımlandığı yer Joachimsthaler, 92), Hitler onsekiz yaşından önce
bir inşaatta işçi olarak çalıştığını iddia etmektedir. Bu, Viyana’ya
gitmesinden bile öncedir.
226) Hanisch, 240.
227) Bkz. Hamann, 208-211. Heiden’in ifade ettiği şüphe (Der ,
60), yâni bunun ‘küçük değişikliklerle’Nazi Partisi’nin ilk liderinin
otobiyografisinden (Anton Drexler, Mein poilitisches Envachen,
Münih, 1919) ‘kopya edilmiş’olabileceği şüphesi temelsiz
görünmektedir. Drexler’in metnindeki hiçbir kısım böyle yakın bir
benzerliği taşımamaktadır.
228) Smith, 131-132; Jetzinger, 223; Hamann, 227. Hanisch’in
(HA, 3/64; Nevv Republic, 5 Nisan 1939, 240), Hitler’in kızkardeşine
yazdığı ve ondan para aldığı şeklindeki varsayımı muhtemelen doğru
değildir.
229) Hanisch (HA, 3/64; New Republic, 5 Nisan 1939, 240),
Hitler’in 1909 Noel’inde bir palto satın aldığını belirtmektedir.
NSDAP-Hauptarchiv’deki beyanında Hitler’in ‘o dönemden
itibaren’Meldemannstrabe’deki Erkekler Yurdu’nda yaşamaya
başladığını belirtmektedir ve bu doğru değildir. New Republic’de
daha sonra yayımlanan yazısında durumu daha doğru bir şekilde
ifade etmekte ve Hitler’in (9 Şubat 1910’da yerleştiği)
Meldemannstrabe’ye daha sonra taşındığım ifade etmektedir
(Hamann, 227).
230) Hanisch, 242; Heiden, Hitler, 15; Heiden, 61; Smith, 136.
231) Hanisch, 241. Hanisch, 11 Şubat 1910 tarihinde Favoriten
semtinde Herzstrasse’deki bir adrese kaydolmuştur. Aynı zamanda,
Meldemannstrasse’deki Erkekler Yurdu’na taşındığını da iddia
etmektedir (240). O dönemde burada yaşadığına dair hiçbir kayıt
yoksa da buraya sık sık gelip gittiğine şüphe yoktur ve zaten
sonrasında, 1912 Kasım’ından 1913 Mart’ma dek Friedrich Walter
takma ismiyle burada ikamet etmiştir (Joachimsthaler, 268 115.
dipnot; Hamann, 542).
232) Hanisch, HA, 3/64 ve New Republic, 5 Nisan 1939, 241; ve
Karl Honisch, ‘Wie ich im Jahre 1913 Adolf Hitler kennen lemte’, HA,
Reel 1, Dosya 17, bazı küçük hatalarla basıldığı yer Joachimsthaler,
50-55; ikinci tanım 1913 yılıyla ilgili olmakla birlikte, 1910’dakinin
bundan pek bir farkı olmayabilir. Ayrıca bkz. Smith, 132-133; Jenks,
26-28; Hamann, 229-234.
233) Hanisch, 272.
234) Hanisch, 241, 271-272. Bkz. Joachimsthaler, 67-69, 270 161.
dipnot; Smith, 137-138; Hamann, 499-500.
235) Hanisch, HA, 3/64; ve New Republic, 5 Nisan 1939, 240-241;
Honisch, HA, 1/17; Smith, 135-136. Joachimsthaler (58-76), Hitler’in
resimleri ve bu resimlerin taklitleriyle ilgilidir, bazılarına Hanisch de
yer vermiştir (58-61). Ayrıca bkz. Hamann, 234-237.
236) Hanisch, HA, 3/64; ve New Republic, 5 Nisan 1939, 241-242.
Ayrıca bkz. Smith, 137-140.
237) Hanisch, 297. Ve bkz. Smith; 139.
238) Hanisch, HA, 3/64. Karl Hermann Wolf için bkz. Hamann,
375-393. Hanisch’in bu dönemle ilgili anlatısına göre (ayrıca içinde
New Republic, 5 Nisan 1939, 242), Hitler, Bemhard Kellermann’ın
bir romanından uyarlanmış olan ve bir demagog tarafından kitlelerin
harekete geçirilmesini konu edinen Tünel isimli bir sessiz filmden çok
etkilenmiştir. Daha sonraları filmden olumlayan bir tarzda bahsettiği
söylenmekle birlikte (bkz. Albert Speer, Spandau, The Secret ,
Fontana baskısı, Londra, 1977,328), Hitler’in söz konusu filmi Viyana
yıllarında görmediği kesindir. Film 1915 yılında tamamlanmıştır
(Hamann, 238,605 20. dipnot).
239) Hanisch, 241-242.
240) HA, 3/64; New Republic, 12 Nisan 1939, 271; Smith, 136-
137.
241) Hanisch, 241, 271-272, 297-298. Ayrıca bkz. Smith, 137,
139.
242) HA, 3/64; New Republic, 5 Nisan 1939, 241; 19 Nisan 1939,
298-299; Smith, 140.
243) Hanisch, 299.
244) Hanisch, 241.
245) Bkz. Joachimsthaler, 69; Smith, 138. Waldviertel’e olası bir
ziyarete dair tahminde bulunan (tahminden daha fazlası olamaz)
yazar, Hamann, 245.
246) Smith, 137; Hanisch ve Greiner’in (39-41) ortaklaştıkları bir
hikayedir bu; ve, verdiği geçersiz bütün bilgilere ve uydurmalara
rağmen Greiner’in Erkekler Yurdu’ndayken Hitler’i tanıdığının ve
kendi anlatısını, Hanish’in anlatısından habersiz bir şekilde yazmış
olduğunun kanıtı olarak kabul edilir. (Bkz. Smith, 165-166.) Hitler’in
Erkekler Yurdu’ndaki durumuna dair Greiner’la Hanisch’in örtüşen
diğer anekdotları -Hitler’in giysilerinin döküklüğü, Schönerer
hareketini destekliyor oluşu, Sosyal Demokrasiye karşı sözlü
saldırganlıklarının neden olduğu rahatsızlık- ara ara hayal gücü
kullanılmış olsa da, gerçeğe dayanıyor olabilir. Bununla birlikte en
olası açıklama Greiner’in Hanisch’i tanıyor olması ya da en azından,
Hanisch’in 1930’larda Viyana’da ortalığa yaymakta olduğu bazı
hikayeleri duymuş ve bunları fırsatçı bir tarzda kendi amaçları
doğrultusunda süslemiş olmasıdır.
247) Hanisch, 298-299; Hanisch’deki sahte Hitler resimleriyle ilgili
olarak bkz. Joachimsthaler, 59-61; Smith, 140; Heiden, 61-63;
Hamann, 265-271.
248) Honisch, içinde HA, 17/1 (basıldığı yer Joachimsthaler, 54,
58).
249) Hanish 1909’da gelecek planlarını sorduğunda, Hitler
bilmediğini söylemiştir (Hanisch, 240).
250) Honisch, HA, 17/1 (Joachimsthaler, 55).
251) Bkz. Christa Schroeder, Erwcırmein Chef, 134.
252) HA, 17/1 (Joachimsthaler, 55, 57-58); Smith, 141-142;
Br.Anon. (Hamann, 541).
253) Yazarı bilinmiyor, ‘Muj Prftel Hitler’(‘Arkadaşım Hitler’),
Moravshy ilustrovany zpravodaj, 40 (1935), 10-11 (Çekçe). Bu metni
bana çevirisiyle birlikte ulaştırdığı için Neil Bermel’e teşekkür
borçluyum.
254) Hanisch, 242, 272.
255) Smith, 141.
256) Jetzinger, 230-232; Smith, 143.
257) Jetzinger, 231.
258) Jetzinger, 226-227; Smith, 143.
259) Marckhgott, 273, 275-276; Hamann, 250-251.
260) Hamann, 251.
261) Smith, 9.
262) Smith, 140-141; Honisch, HA, 17/1 (Joachimsthaler, 54-55).
Hitler, 1944 yılında fotoğrafçısı Heinrich Hoffmann’la konuşurken -
mimari çizimleıiyle gurur duymakla beraber- resimlerini küçümsemiş
ve insanların bu resimlere o kadar büyük paralar ödemesini
‘delilik’olarak değerlendirmiştir. 1910 civarında Viyana’dayken bir
resim için yaklaşık 12 Reich Markı’na denk düşen bir ücretten
fazlasını hiçbir zaman almadığını da belirtmiştir. Sırf yaşayacak
parayı kazanmak için resim yaptığını ve ‘tahsilini sürdürmeşinin'
böyle mümkün olduğunu söylemiştir. Samimiyetsizce, sanatçı olmak
istemediğini iddia etmiştir (1907-1908 yıllarında bunu tutkuyla
arzuladığı gerçeğini atlamıştır) (Schroeder, 134).
263) Honisch, HA, 17/1 (Joachimsthaler, 54).
264) M K,35 (çev., MK Watt, 32). Ve bkz. Honisch, HA, 17/1
(Joachimsthaler, 54).
265) Honisch’in tanıklığına dayanmaktadır, içinde HA, 17/1
(Joachimsfhaler, 54-57).
266) Hitler’in kiliselere karşı tavrı ve Schönerer’de gördüğü
hatalar için bkz. MK, 117-121. Bohemya’da 1904 yılında ortaya
çıkmış olan Nasyonal Sosyalist hareketin Hitler üzerinde bir etkisinin
olmamasına dair bkz. Smith, 146-147.
267) MK, 40-42.
268) Greiner, 43-44.
269) 1869 yılında Viyana’da oldukça mütevazı koşullarda doğmuş
olan Franz Stein, ateşli bir Schönerer hayranıdır; yürüttüğü
ajtasyonun amacı, kuzey Bohemya’nın endüstri bölgesindeki Almanca
konuşan işçileri, milliyetçi -Alman- bir sosyalizme kazanmaktır. Bkz.
Hamann, 354-375, burada 367; ve Çek karşıtı duygular için, b. 9.
Çek karşıtı milliyetçi duyguların işçiler arasında yaygınlaşması için
bkz. Andrevv Whiteside, Austrian National Socialism before 1918,
The Hague, 1962, b.4.
270) Bkz. Heiden, Der Führer,53.
271) MK, 30 (çev., MK Wau, 28).
272) MK, 22 (çev., MK Watt, 21).
273) MK, 40 (çev., MK Watt, 36).
274) Bkz. Kubizek, 30 (kırışıksız olsun diye pantalonunu yatağın
altına koyması); 156 (Kubizek’le karşılaştıklarında dış görünüşü);
170 (iç ve dış giysilerinin hiç lekesiz, tertemiz olması kaygısı).
275) Bkz. Heiden, Der Führer, 60; bu noktaya Alan Bullock da
işaret etmiştir (Hitler. A Study in Tyranny, Harmondsworth, 1962
baskısı, 36).
276) MK, 22 (çev., MK Watt, 21-22).
277) MK, 24 (çev., MK Watt, 23).
278) MK, 43.
279) MK, 46 (çev., MK Watt, 41).
280) Bkz. Joachimsthaler, 45; ve yorumu: ‘Hitler’in 1920/1921
yıllarındaki politik argümanlarına Viyana yıllarında da sahip olduğu
savı güvenilirlik taşımaz.’
281) MK, 55-59 (çev., MK Watt, 48-51). Adı bilinmeyen Tlerr
Doktor’a yazdığı 29 Kasım 1921 tarihli mektupta Hitler ‘ihtida’sından
bahsetmektedir: ‘Daha kozmopolitan görüşlere yatkın bir aileden
geldiğimden, antisemitist olmak için hayatın bu acı okulunda aşağı
yukarı bir yıl geçirmem gerekti 1 (IfZ, MA-731 (HA, Reel 1), basıldığı
yer Joachimsthaler, 92).
282) MK, 59 (çev., MK Watt, 52).
283) MK, 60 (çev., MK Watt, 52).
286) MK, 65-66. Hitler işçi sınıfının dört Yahudi önderinin adını
seçip ayırmıştır: Viktor Adler, Friedrich Austerlitz, Wilhelm
Ellenbogen ve Anton David. İlk üçü sık sık Viyanalı antisemitistlerin
saldırılarına konu olmuş; dördüncüsü ise 1911 yılında enflasyona
karşı yapılan işçi gösterilerinde önder rolü oynamıştır (Hamann, 258-
259).
287) MK, 66 (çev., MK Watt, 57).
288) MK, 69.
289) Kubizek, 94.
290) Kubizek, 62 (Mensa’daki Yahudi öğrencilere duyulan tiksinti);
249-250 (Yahudi gazeteci).
291) Kubizek, 250-251. Kubizek’in hikayesi muhtemelen Hitler’in
Mein Kampf'daki (59) anlatısına dayanmaktadır. Ve Kubizek’in
anlatısına dair Jetzinger’in eleştirisi (214).
292) Hamann, 83.
293) Bkz. Hamann, 82-83.
294) Hamann, 22.
295) Hamann, 28-29. Hitler (MK, 55), Linz’deyken antisemitist
olmadığını iddia etmektedir. Hitler’in Linz’deki okulunda mevcut
antisemitizme; Schönerer’in antisemitik programının okulda ve
kasabada gördüğü desteğe daha çok vurgu yapılmıştır: Friedrich
Heer, Der Glaube des Adolf Hitler, Munih/Eblingen, 1968, 25, 72;
Friedrich Heer, Gottes erste Liebe, Munih/Eblingen, 1967, 355.
Fakat Bukey (8-9), Linz’deki antisemitizmin, her ne kadar yaygınsa
ve olumsuz etkilere sahipse de, Çek karşıtı duygulardan daha
önemsiz olduğuna işaret eder.
296) Albert Speer, Erinnerungen, Frankfurt am Main/Berlin,
1969, 112; Hamann, 29-30. Hitler Viyana’da antisemitist olduğunu
Goebbels’e de söylemiştir (Tb Reuth, iii. 1334 (17 Ekim 1939)).
297)Schönerer’in ırkçı antisemitizmi için bkz. Hamann, 344-347.
298) IfZ, MA-731 (HA, Reel l), 8 Aralık 1938 tarihli ‘Notizen für
Kartei’, Bloch’un, birinin üzerinde özenle yapılmış bir Yeni Yıl
kutlaması resmi (tahminen 1908) olan ve diğerinin de üzerinde en
içten teşekkürlerimle(’herzlichem Dank')’) yazan iki kart almış
olduğunu belirtmektedir. Mart 1938’de iki karta da Gestapo
tarafından el konulmuştur. Bloch (69-70), kendi anlatısında
kartlardan bahseder. Ayrıca bkz. Binion, Hitler among the Germans,
19.
299) MK, 59.
300) Daim, 25-26, 270.
301) MK, 59-60.
302) Hanisch, 271.
303) Hamann, 242.
304) Hanisch, 271-272, 299. Ve bkz. Hamann, 242, 246-247, 498.
305) Smith, 149.
306) Yazan bilinmiyor, “My Friend Hitler’, 11.
307) Hanisch, 272.
308) Greiner, 75-82. Greiner (79), Hitler’in Linz’den Viyana’ya
geldiğinde zaten antisemitist olduğunu iddia etmektedir.
309) Binion, Hitler among the Germans,2, 19; Binion, ‘Hitler’s
Concept of Lebensraum’, 201-202.
310) Bkz. Binion, ‘Hitler’s Concept of Lebensraum’, 189; Binion,
Hitler among the Germans, 2. Joachimsthaler (44), 1919 Haziran
ayına dek Hitler’de dikkate değer bir Yahudi düşmanlığı görmez.
311) Hitler’in hiç değişmeyen politik felsefesinin, otuz yaşında
politikaya girmesinden önce biçimlendiğiyle ilgili imalar için bkz. MK,
71.
312) Jones, 129. Viyana’daki tehditkar Yahudi karşıtı atmosfer için,
bkz Hamann, 472-482.
313) Pulzer, 202.
314) Jenks, 127-133.
315) Hitler daha sonra, Theodor Fritsch’in Handbuch der
Judenfrage adlı eserini gençliğinde Viyana’dayken “derinlemesine
incelediğini’ iddia etmiştir (Hitler. Reden, Schriften, Anordnungen.
Februar 1925, bis januar 1933, Münih vb., 1992-(= RSA), 1V/1,
133).
316) Carr, 123; Waite, 188.
317) Langer, 187. Ve bkz. Çare, 121-122
318) Bkz. Fest, Hitler, 65.
319) Hanisch, 272. Hitler Mein Kampf'da (61) ‘kaftan giyen bu
kişilerin kokusundan’bahsetmiştir.
320) Hitler’in kız kardeşi Paula’nın savaştan sonra ifade ettiği
düşüncesine göre: ‘gençliğinde Viyana’da geçirdiği zor yıllar onda
Yahudikârşıtı bir kanaat yaratmış olabilir. Viyana’da aç biilaç
yaşıyordu ve resim alanındaki başarısızlığının, sanat işlerinin
Yahudilerin ellerinde olmasından kaynaklandığına inanıyordu.’Fakat
bu sadece onun kendi tahmini gibi görünmektedir, Hitler’in ona böyle
bir açıklamada bulunduğuna dair kanıt yoktur (NA, NND-881077).
321) Hanisch, 272.
322) Hanisch, 271-272.
323) Hamann, 246.
324) Smith, 149-150.
325) Honisch’in tanıklığı, HA, 17/1 (Joachimsthaler, 54).
326) Yazarı bilinmiyor, ‘My Friend Hitler’, 10.
327) Langer (185-186), Hitler’in uzun süre Viyana’dan ayrılmaya
isteksiz olmasının açıklamasının yapılmadığı yorumunu yapar (halbuki
daha önce de söz ettiğimiz gibi, Almanya’ya karşı eskilerden gelen
bir hayranlığı ve Münih’e gitmek istediğine dair kayıtlı konuşmaları
vardır). Hitler’in beklediği bu miras gerekli yanıtı sağlamaktadır.
328) Hamann, 85, 568.
329) Jetzinger, 254.
330) Joachimsthaler, 25.
331) Smith, 150-151.
332) Jetzinger, 250.
333) Joachimsthaler, 15, 257-258. Daha önceden bilinmeyen bir
noktayı açığa çıkarmış, Hitler’in yol arkadaşının Hâusler olduğunu
saptamıştır. Hausler’le ilgili olarak özl. bkz. Hamann, 566-568.
334) MK, 137.

III KIVANÇ VE GÜCENME

1) Şu kitabın 4. bölümünün başlığı: Ralf Dahrendorf, Society and


Democracy in Germany, Londra, 1968.
2) Almanya’nın moderniteye giden “kendine özgü yolu” temasının,
Hans-Ulrich Wehler’deki klasik ifadesi için bkz., Das Deutsche
Kaiserreich 1871-1918, Göttingen, 1973. Hitler’in yükselişini sosyal
yapıların, geleneksel ve modern değerlerin çatışması çerçevesinde
inceleyen yazar: Ernst Bloch, .'Der Faschismus als Erscheinungsform
der Ungleichzeitigkeit’, içinde Ernst Nolte (der.), Theorien über den
Faschismus, 6. baskı, Königstein/Ts., 1984, 182-204.
3) Olasılıklar üzerinde en belirgin şekilde duran yazar: Manfred
Rauh, Parlamentarisierung des deutschen Reiches, Düsseldorf, 1977,
burada özl. 13-14, 363-365; Kaiserreich’ın gelecekteki bir gelişime
ne kadar açık olduğu üzerinde duran yazar: Thomas Nipperdey,
Deutsche Geschichte 1866—1918, c. ii, Münih, 1992, 755-777, 890-
893. ‘Sondenveg’ yorumunun reddini en açık şekilde, Nipperdey’in
(891), ‘1871’den 1914‘e dek Reich tarihi, ortak Avrupa normalliğinin
tarihidir’ şeklindeki açıklamasında görebiliriz.
4) Bu argümanı en kuvvetli şekilde ortaya koyan yazar Hans-Ulrich
Wehler, Deutsche Gesellschaftsgeschichte 1849-1914, Münich,
1995, özl. 460-486, 1279-1295, aynı argüman Hans-Ulrich Wehler’in
şu yazısında özet bir şekilde ve özlü olarak yinelenmiştir: 4
Wirtsçhaftliche Entwicklung, sozialer Wandel, politische Stagnation:
Das Deutsche Kaiserreicham am Vorabend des Ersten Weltkriegs’,
içinde Simone Lâssig ve Karl Heinrich Pohl (der.), Sachsen im
Kaiserreich, Dresden, 1997, 301-308.
5) Nipperdey’in İmparatorluk Almanyası’yla ilgili iki ciltlik kapsamlı
çalışması şu yorumla biter: Tarihin esas renkleri siyah ile beyaz
değildir ve bu renklerin oluşturduğu modeller bir satranç tahtasının
kontrastlığını taşımazlar; tarihin esas rengi, sonsuz varyasyonları
içinde gridir’(Nipperdey, ii.905).
6) Gerhard Ritter’in, 'tek bir delinin iradesinin’ Almanya’yı ikinci
Dünya Savaşı’na nasıl sürüklediği üzerine düşünmek 'tahammül
edilemez’bir şeydir şeklindeki açıklamasında bunu hissedebiliriz
(Gerhard Ritter, Das deutsche Problem. Grundfragen deutschen
Staatslebens gestern und heute, Münih, 1962, 198). Hitler’i, Alman
tarihinin sürekliliğinde keskin ve tahmin edilemez bir kırılma olarak
tanımlamak için ‘iş kazası’ metaforunun kullanılmasını analiz eden
yazar: Jürgen Steinle, ‘Hitler als “Beıriebsunfall in der Geschichte” \
hichte in Wissenschaft imci Unterricht, 45 (1994), 288-302.
Eberhard Jâckel olağan argümanı değiştirerek, Hitler’in toplum için
bir nükleer kazaya eşdeğer olduğunda ısrar eder (Jackel, Das
deutsche ]ahrhundert,, b.4, 153-182, ve “L’arrivee d’Hitler au
pouvoir: un Tschemobyl de rhistoire’, Gilbert Krebs ve Gdrard
Schneilin, Weimar ou de la Democratie en Allemagne içinde, Paris,
1994, 345-358). Ben aynı metaforu şu eserimde kullanmıştım: The
Nazi Dictatorship. Problems and Perspectives of 215-216, fakat,
nükleer bir kazanın olabilmesi için insanların yaptığı hataların ve
yanlış hesapların yanı sıra, yapısal sistematik sebeplerin de
bulunması gerektiğini vurgulamıştım -bu nokta Jâckel’in argümanında
da yer almaktadır.
7) Bkz. Geoff Eley, Reshaping the German Right, Nevv
Haven/Londra, 1980, b.10.
8) George Mosse’nin kitabının başlığı, The Nationalisation of the
Masses, New York, 1975.
9) Nipperdey, ii.265; milliyetçi akademisyenler için ayrıca bkz.
Thomas Nipperdey, Deutsche Geschichte 1866-1918, c. i, Münih,
1990, 599-600.
10) Akı. Pulzer, 242.
11) Bkz. Lothar Kettenacker, ‘Der Mythos vom Reich’, içinde K. H.
Bohrer (der.), Mythos and Moderne, Frankfurt am Main, 1983, 261-
289.
12) Mosse, Nationalisation, 62-63 ve lev. 9; Nipperdey, i.739,
ii.599.
13) MK, 180. Anıtlar için bkz. Nipperdey, i.738-741, ii.261.
14) Mosse, 36-37; Nipperdey, ii.599.
15) Elisabeth Fehrenbach, ‘lmages of Kaiserdom: German attitudes
to Kaiser Wilhelm II, içinde John C.G. Röhl ve Nicolaus Sombari
(der.), Kaiser Wilhelm 11 New Interpretations, Cambridge, 1982,
269-285, burada 276.
16) Nipperdey, ii.289; Leon Poliakov, The History of Anti-Semitism,
c.iv, Oxford, 1985, 23-24,31,83 vdğ.
17) Bkz. Fıitz Stem, The Politics of Cultural Despair, Berkeley,
1961; George Mosse, The sis of German İdeology, pts. I-II; ve -
bilhassa Paul de Lagarde’nin etkisi için- Nipperdey, i.825-826.
18) Nipperdey, ii.256.
19) Pulzer, 231.
20) Pulzer, 236 (akt. August Julius Langbehn).
21) Bkz. Nipperdey, ii.290.
22) Nipperdey, ii.299, 305; Mosse, Crisis, özl. 93-97,112.
İngiltere’de doğmuş olmakla birlikte bir Almansever olan Houston
Stevvart Chamberlain, Richard Wagner’in kızıyla evlenerek Alman
vatandaşı olmuş ve ırkçı teorilerini Bayreuth’da Wagner çevresi
içinde geliştirmiştir. Chamberlain, tarihi, iyiliği temsil eden Alman ırkı
ile şeytani Yahudi ırkı arasındaki bir ırklar mücadelesi olarak
görüyordu. 1927 yılında ölümünden kısa bir süre önce onu ziyaret
elmiş olan Hitler’i övüyordu. Theodor Fritsch en acımasız antisemitik
yazarların ilklerindendi ve düşüncelerini yaymak için radikal ırkçı
‘Hammerbund’u kurmuştu; ırkçılığı kentleşmeye ve endüstrileşmeye
karşı sert bir muhalefetle ilişkilendirmişti. 1933 yılında yetmiş dokuz
yaşında öldüğünde Naziler tarafından çok saygı görmüştü.
23) Jeremy Noakes, ‘Nazism and Eugenics: the Background to the
Nazi Sterilisation Law of 14 July 1933’, içinde R.J. Bullen, H. Pogge
von Strandmann ve A.B. Polonsky (der.), İdeas into Politics,
Londra/Sydney, 1984, 79-80.
24) Hans Grimm’in popüler romanının ismi, Volk Münih, 1926.
25) Çift yönlü yayılma fikrinin gelişimi için, bkz. Woodruff D. Smith,
The İdeological Oriğins of Nazi Imperialism, Nevv York/Oxford,
1986.
26) Nipperdey, ii.601.
27) Eley, Reshaping, 218-223. Eley (230-231), İmparatorluk
Birliği’nin 1904 ile 1914 yılları arasında Sosyal Demokrasiye saldıran
50 milyon broşür ve el ilanı dağıttığını belirtmektedir.
28) Nipperdey, ii.601; Roger Chickering, We Men Who Feel Most
German. A Cultural Study of the Pan-German League, 1886-1914,
Londra, 1984, 191.
29) Nipperdey, ii.602-9; Chickering, özl. b.4, 6; Eley, , 337-343.
30) Nipperdey, ii.607-608.
31) Daniel Frymann (Heinrich Class), Wenn ich der Kaiser war!, 5.
baskı, Leipzig, 1914, 227.
32) Bkz. Axel Schil dı, ‘Radikale Antworten von rechts auf die
Kulturkrise der Jahrhunderl wende' Jahrbuch für
Antisemitismusforschung,4 (1995), 63-87.
33) Bkz. Geoff Eley, The German Right, 1860-1945: How it
Changed’, makalelerinin derlemesi içinde, From Unification to
Nazism, Londra, 1986, 231-253, ve aynı çizgideki bir sonraki
makale, ‘Conservatives and radical nationalists in Germany: the
production of fascist potentials, 1912-1928’, Manin Blinkhom (der.),
Fascists and Conservatives. The Radical Right and the
Establishment in Twentieth-Centuıy Europe içinde, Londra, 1990,
50-70.
34) 27 Ocak 1859’da Potsdam’da doğan 11. Wilhelm, 1888 yılında
Almanya ve Prusya kralı oldu. Çocuksu toyluğu, aşırı huzursuzluğu,
çabuk parlayan, hükmetmeyi seven ve en ufak bir fikir ayrılığını hoş
görrmeyen karakteri, aşırı kibri, kendini dev aynasında görmesi ve -
Hitler’den pek de aşağı kalmayan- takıntılı düşmanlıkları, otuz yıl
boyunca Almanya’yı yönetmiş olan bu kişinin karakter sorunlarının
şaşmaz göstergeleriydi. 4 Haziran 1941’de Hollanda’da Doom’da
sürgünde öldü. Bkz. John C.G. Röhl, ‘Kaiser Wilhelm 11. Eine
Charaktrerskizze', aynı yazarın şu kitabının içinde Kaiser, HoJ und
Staat, Münih, 1987, 17-34; ve esas incelemesi, Wilheim JJ. Die
Jugend des Kaisers 1859-1888, Münih, 1993- burada, gelişmemiş sol
kolunun ve doğum travmasının, ‘son Alman İmparatorunun sorunlu
bir kişilik geliştirmesine’ katkıda bulunan faktörler olduğu ısrarla
belirtilmiştir (38).
35) MK, 138 ve (139) ‘Kalbimin derinliklerinde gerçek bir
hoşnutluğunun bahtiyarlığını hissettim.’(çev., MK Watl, 116-117).
36) MK, 138.
37) MK, 135-136 (çev., MK Watt, 113).
38) MK, (çev., MK Watt, 150). Reich shandbuch der detschen
Gesellschaft, c.i, Berlin, tarih belirtilmemiş (1931?), 771: bu kitapta,
Hitler’in -hem tarih hem de saik olarak yanıltıcı olan- beyanı temel
alınmıştır: ‘1912 ilkbaharında, politik faaliyetlerini daha geniş ve
daha çok imkana sahip bir alanda sürdürebilmek için Münih’e
taşındı.’Aynı bilgiye Fest de yer vermiştir, i.91.
39) MK, 139 (çev.,MK Watt, 117).
40) Akt. Max Spindler, Handbuch der ba yerischen Geschichte,
c.iv, kısım 2, Münih, 1975, 1195. Lovis Corinth (1858-1925), Doğu
Prusya’dan gelmiş olmasına rağmen, Munchner Sezession’u
oluşturan Münihli modern sanatçılar grubunun bir parçası olarak,
1890’larda Münih’te sanata damgasını vurmuştur; önceki döneminde
de Jugendstil’in önde gelen savunucularından biridir. Bkz. Spindler,
iv.1196. Ayrıca Deutsche Biographische klopadie,c.2, Münih vdğ.,
1995, 373. Yüzyılın dönemecinde Münih’teki sanat ve edebiyat
çevrelerinin bütünlüklü bir tasviri için şu kitabın giriş kısmına ve 1.
bölümüne bakınız: David Clay Large, Where Ghosts Walhed. Road to
the Third Reich, New York, 1997.
41) MK, 139. Hitler Bavyera lehçesinin kendi lehçesiyle
benzerlikler taşıdığını da iddia etmiştir, muhtemelen, çocukken Aşağı
Bavyera’da Passau’da geçirdiği kısa süreyi kastetmektedir (MK, 135,
138). Passau’ya dair çok fazla anısı olamaz çünkü Hitler orada
toplam iki buçuk yıl kalmıştır ve buradan ayrıldığında altı
yaşlarındadır (Jetzinger, 58, 64, 66; Smith, 53, 55).
42) MK, 139.
43) Monologe, 201 (15-16 Ocak 1942).
44) Heinz A. Heinz, Germany's Hitler, Londra (1934), 2. baskı,
1938, 49. Hitler’in iktidara gelmesinden kısa bir süre sonra, Hitler’i
tasvir etmek için yazılmış olan ve bir İngiliz okuru olası en iyi şekilde
aydınlatma amacındaki bu eserin söz konusunu bölümünün (Münih’e
taşınma tarihi olarak 1912 yılını vermesi de dahil olmak üzere) Mein
Kcımpf a dayandığı açıktır. Fakat Hitler’in, Münih’in bu görkemli
binalarına hayranlık duyduğundan şüphe etmeyi gerektirecek bir
neden yoktur.
45) Monologe, 400 (13 Haziran 1943).
46) Münih’in görkemli bir şekilde yeniden inşa edilme planları için
bkz. Hans-Peter Rasp, ‘Bauten und Bauplanung für die “Hauptstadt
der Bewegung” içinde München - stadt der Bewegung Münchner
Stadtmuseum der., Münih, 1993, 294-309.
47) MK, 136.
48) Heinz, 56, Hitler’in evsahibesi Frau Popp’un 1930’larda
verdiği övgü dolu beyan (Frau Popp, Hitler’in Münih’e gelişine dair,
aynen Mein Kampf'ta belirtildiği gibi, doğru olmayan 1912 tarihini
vermiştir). Münih’teki polis kaydında Hitler kendini ressam
(Kuntstmaler) olarak tanıtmıştır (Joachimsthaler, 17, 32).
49) JK 54, ‘Architektur Maler’ olarak yazılmıştır; Werner Maser,
Hiters Briefe und Notizen, Düsseldorf, 1988,40; Jetzinger, 262.
50) IfZ, MA-731 (= HA, Reel 1), basıldığı yer Joachimsthaler, 91-
92.
51) Der Hitler-Prozeb 1914. Wortlaut der Hauptverhandlung vor
dem Volksgericht I, Teil I, der. Lothar Gruchmann ve Reinhard
Weber, Otto Gritschneder’in yardımıyla, Münih, 1997, 19; JK,1062.
Joachimsthaler’ın (31), Der Hitler-Prozeb vor dem Volksgericht in
München’e (Münih, 1924) dayanan anlatımı, yer yer orjinal metinden
sapma gösterir.
52) Monologe, 115 (29 Ekim 1941). Hitler’s Table Talk’daki (97-
98) çeviri hem tam değildir, hem de fazla serbest bir tercüme söz
konusudur.
53) Heinz, 49-50.
54) Orr, Revue, No 46 (1952), 3; Joachimsthaler, 16, 81; Hamann,
570-574. Hâusler, Hitler’in aksine, savaş patladığında Viyana’ya geri
dönmüştür (Joachimsthaler, 81). 1 Mayıs 1938’de Avusturya’da
NSDAP’a katılma başvurusu yaptığında Hâusler’in Hitler’le tanışıyor
olduğundan bahsetmemiş olması ilginçtir (BDC, Parteikorrespondenz,
Rudolf Hâusler, geb. 5 Aralık 1893, Kişisel-Fragebogen, 1 Mayıs
1938).
55) Heinz, 50.
56) Joachimsthaler, 84-89.
57) Obersalzberg’de, 12 Mart 1944 tarihli öğle yemeğindeki
tartışmanın raporu, HA, Reel 2, Dosya 3, basıldığı yer Schroeder,
134 (bkz b.2,262. dipnot).
58) JK 54; Schroeder, 134 (HA Reel 2, Dosya 3’den).
59) Heinz, 51.
60) Heinz, 50-52 (Frau Popp un beyanı).
61) MK, 139.
62) MK 169-170.
63) Heinz, 51. Bkz. Franz Georg Kaltwasser, ‘Hitler als Benutzer
der Königlichen Hof-und Staatsbibliothek in München 1913/14’,
Bibliotheksjorum Bayern, 27 (1999), 46-49.a
64) Heiden (Der Führer, 65), Hitler’in, Schwemme Holbrâuhaus da
dahil olmak üzere birahanelerde insanlara nutuk çektiğinden
bahseder (fakat kaynak gösterilmemiştir).
65) MK, 171 (çev., MKWatt, 142).
66)MK, 139-142.
67) Jetzinger, 254-257; Joachimsthaler, 25-26.
68) Jerzinger, 259-262.
69) Jetzinger, 262-264 (271-273 arası kısmen alıntıdır); Maser,
Hitlers Briefe, 40-42; 53-55. Hitler’in mektubuyla ilgili Jetzinger’in
değerlendirmesi (265-272) fazla ukalacadır.
70)Jetzinger, 258-265.
71) Joachimsthaler, 27-31.
72) Jetzinger, 284-292.
73) MK, 173 (çev., MKWatt. 145).
74) MK, 173-174, 177 (çev., MKWatt, 145-146, 148).
75) David Lloyd George, War Memoirs,c.i, Londra, 1933, 52.
76) J.P. Stern, Hitler: the Führer and the People, Londra, 1975.
12.
77) Fritz Wiedemann, Der Mann, der Feldherr werden wollte,
elbert/Kettwig, 1964, 29.
78) Joachimsthaler, 159-160.
79)MK, 179 (çev., MK Watt, 150).
80) Monologe, 79 (13 Ekim 1941).
81) M onologe,46 (24-25 Temmuz 1941).
82) Heinrich Hoffmann, Hitler Was My Friend, Londra, 1955, 34.
83) Ernst Toller, I Was a German, Londra, 1934, 54.
84) Wolfgang J. Mommsen, Der autorilare Nationalstaat,
Frankfurt, 1990, 407. Savaş coşkusunun kaynaklandığı farklı
güdülerin ve değişen ruh halinin dengeli bir anlatımı için bkz. Richard
Bessel, Germany after the First World War, Oxford, 1993, 2-4.
85) Akt. Adrian Lyttelton (der.), Italian Fascisms from Pareto to
Gentile, Londra, 1973, 211.
86) Mommsen, Der autoritâre Nationalstaat, 407.
87) Werner Abelshauser, Anselm Faust ve Dietmar Petzina (der.),
Deutsche Sozialgeschidite 1914-1945. Ein historisches Lesebuch,
Münih, 1985, 215, akt. Soziale Praxis, 23 (1913-1914), Sp. 1241-
1244.
88) Bir Alman askeri, 7 Ekim 1915 tarihinde babasına yazdığı bir
mektupta şöyle demektedir: 'İnsanların “vatanseverlik” dediği şeyden
(den Klimbin) ben de hiç mi hiç yok. Aziz Alman halkının durumuna
karşı duyulan zavallıca bir sempatiden, onun zayıflıklarını ve
hatalarını anlama ve ona yardım etme arzusundan başka bir şey değil
bu. Tam da bu nedenle zihnen ve kalben halkımdan kaçmak
istemiyorum. Hayır, bunun yerine, kendimi bu büyük sefaletin ve
felaketin ortasına atacağım ve halkım için savaşacağım’ (Philipp
Witkop (der.), Kriegsbriefe gefallener Studenten, Münih, 1928, 22).
89) MK, 177 (çev., MK Watt, 148).
90) Joachimsthaler, 101. Aktarılan pasaj, Hoffmanın’ın anılarının
İngilizce versiyonunda yoktur-Heinrich Hoffmann, Hitler Was My
Friend, Londra, 1955, fakat Hitler’in daire içine alınmış resmi 16.
syf.’nın karşısına basılmıştır. Söz konusu resim, Birinci Dünya
Savaşfnın çıkmasının on ikinci yıldönümünde pek çok yerde
yayımlanmıştır (bkz. Daily Telegraph, 3 Ağustos 1934). Aynı resmin
Hitler’in daire içine alınmadığı hali için bkz. Rudolf Herz, Hoffmann
und Hitler. Fotoğrafie als Medium des Führer-Mythos, Münih, 1994,
29. 1943 yılıyla birlikte, Hoffmann’ın sahip olduğu yıllık gelir 3
milyon marktan; sahip olduğu gayıi menkulün değeri de 6 milyon
marktan fazladır (Herz, 37-38).
91) MK, 179.
92) Joachimsthaler, 102, 104.
93) Joachimsthaler (108), Hitlerin Bavyera ordusuna kabulünü, l 2.
Piyade Alayı’ndaki bazı subayların dikkatsizliğine ve özensizliğine’
bağlar.
94) Joachimsthaler, 103-108.
95) Joachimsthaler, 107. Bkz., Hitler’in adı meçhul ‘Herr Doktora
yazdığı 29 Kasım 1921 tarihli mektup (112, MA-731 (= HA, Reel 1),
basıldığı yer Joachimsthaler, 93).
96) Joachimsthaler, 106-107, 109-114, 116. Hitler, (tamamı 16 bin
kişiden oluşan) Altıncı Bavyera Yedek Birliği’nin Onikinci Piyade
Tugayı’na bağlı 16. Yedek Piyade Alayı’nın (List Alayı), Birinci Tabur,
Birinci Bölük’üne atanmıştır. List Alayı esas olarak Yukarı ve Aşağı
Bavyera’dan alınan askerlerden oluşmuştu. Alaya gerekli üniforma ve
teçhizatın sağlanmasında karşılaşılan zorlukları, sivri uçlu miğferleri
Kasım 1914’te, tamamen çelik miğferleri ise Somme Savaşı’ndan kısa
bir süre sonra, yani ancak 1916 yılında edindiklerini söyleyerek
tasvir edebiliriz.
97) JK. 59.
98) JK, 59 (Joseph Popp’a Ulm’dan Antwerp’e giden rota üzerinde
gönderilmiş kartpostal); Joachimsthaler, 117.
99) JK, 60,68.
100) Joachimsthaler, 120-121, 124.
101) Monologe, 71 (25-26 Eylül 1941.)
102) Joachimsthaler, 159-160,
103) Wiedemann, 26.
104) Joachimsthaler, 159-160.
105) Joachimsthaler, 126-127, 135, 277 339. dipnot; Heinz, 65.
106) M K, 181-182; bkz. Joachimsthaler, 129.
107) Örneklerden, Joachimsthaler, 125, 125, 152-3, 155-6’da söz
edilmektedir.
l08) Askeri operasyonların yönetildiği yer olan Fromelles’deki alay
karargahı cephenin üç kilometre gerisindeydi. Yönetimle ilgili destek
veren alay personelinin yerleştirildiği yer, Foumes’e bir saatlik
yürüyüş mesafesindeydi. Hitler ve diğer ulaklar, Fromelles’de üç gün
dönüşümlü olarak çalışıyor ve sonra üç gün Fournes’de
dinleniyorlardı (Hitler’in burada geçirdiği zaman için, bkz.
Joachimsthaler 123, 126-127, 135-140) Hitler 1944 yılındaki bir
beyanında, Birinci Dünya Savaşı sırasında Schopenhauer’in beş
kitabını gittiği her yere götürdüğünü iddia etmiştir 411 (19 Mayıs
1944)). Hans Frank onun aynı şeyi söylediğini hatırlamaktadır
(Frank, 46).
109) Wiedemann, 24-25.
110) Balthasar Brandmayer, Meldegânger Hitler 19M-18', 2.
baskı, Münih/Kolbermoor, 1933, 51-52. Brandmayer, Hitler’e
yakınlık ifade eden ''sözcüğüyle hitap etmesine izin verilen az
sayıdaki insandan biridir. Fakat bu, 1939 yılında, parti meşelerine
burnunu soktuğu ve Bavyera’daki memleketi Bruckmühl
kasabasında, bir Katolik kreşinin kapatılmasıyla ilgili yakınmalarıyla
“insanların arasına hoşnutsuzluk tohumları ektiği” için Kanzlei des
Führers tarafından bir uyan almasını engellememiştir, iki yıl önce,
ReichsschrifttumskammerMn Münih kolu, Brandmayer’in kiLabının
başlığında Hitler’e bir gönderme yapılabilmesi için izin almaya
çalışmıştır (BDC, Balthasar Brandmayer’in Kişisel Dosyası, Kanzlei
des Führers’in mektupları, 18 Ekim 1939; ve
Reichsschrifttumskammer München-Oberbayem, 12 Kasım 1937).
111) JK, 68; Joachimsthaler, 130-131. İngiliz gazeteci Ward Price
sonradan, Hitler’in hikayeye yaptığı karakteristik katkıları
kaydetmiştir; buna göre Hitler içinde askeri bir komutmuşçasına net
bir ses işittiğini ve bu sesin ona siperi hemen terk etmesini
söylediğini iddia etmektedir (G. Ward Price, I Know These Diclators,
Londra, 1937, 38).
112) JK, 60.
113) JK, 68.
114) JK,61.
115) Wiedemann, 25-26; Brandmayer, 61, 68; Joachimsthaler, 140-
144, 155-156. Hitler’i savaş sırasında tanıyanlardan ve sonradan da
pek övgü dolu olmayan anılar yayımlayacak olan ikisi -Hans Mend ve
Korbinian Rutz- 1933 ten sonra Dachau toplama kampını boylamıştır.
Bkz Joachimsthaler, 113, 143, 152-154, 271 193. dipnot, 284 430.
dipnot. Rutz, Hitler’e danışıldıktan sonra öğretmenlik görevinden
alınmıştır; Hitler eski silah arkadaşı için araya girmeyi reddetmiş ve
onun ‘aşağı sınıftan’(minderwertig) olduğunu belirtmiştir (BDC,
Kişisel Dosya, Korbinian Rutz, Hans-Heinrich Lammers, Bavyera
Reich Yöneticisi’nin dikkatine, 17 Mart 1934).
116) Brandmayer, 105. Orduda olduğu sırada Hitler’in Jean-Marie
Loret isimli bir oğlan çocuğu sahibi olduğu varsayımı için, bkz.
Werner Maser, ‘Adolf Hitler: Vater eines Sohnes’, Zeitgeschichte, 5
(1977-1978), 173-202. Bunun hiçbir şekilde mümkün olamayacağını
vurgulayan yazar: Joachimsthaler, 161-164. Hitler’in sözde oğlu
Jean-Marie Loret, (Rene Martot’ın yardımlanyla) ‘anılarını’ yazmıştır,
Ton pere s'appelait Hitler, Paris, 1981. Kitapta, Jean-Marie’nın
annesinin Hitler’le olan ilişkisine dair yaptığı varsayılan açıklamalara
(107-116) ve Jean-Marie’nın, ‘Hitler’in oğlu’nun peşinde olan Alman
tarihçi Wemer Maser’le olan kişisel ilişkisinin anlatısına (127-149)
yer verilmiştir. M. Loret, 1980’de Berlin müzeleriyle yaptığı
yazışmalarda kendini göstermiş ve Hitler’in eseri olduğu için
annesinde kalmış olan bir dizi resmin orjinalliğini saptamak istemiştir
(112, ZS 3133, Jean-Marie Loret).
117) Joachimsthaler, 144-146, 167. Esas kariyerlerini Üçüncü
Reich’ta yapan Max Amann ve Fritz Wiedemann, elbette ki bundan
daha fazlasını becermişlerdi. Amann’ın 1943 yılındaki mal varlığının
değeri 10 milyon marktan fazlaydı; bu birlik içinde olmamasına
rağmen Wiedemann Hitler’in yazı işleri sorumlusu yapılmış, ayrıca
altı koltuklu bir Mercedes, çeşitli ‘borçlar’ve Üçüncü Reich süresince
10 bin mark ederinde başka hediyeler almıştı (Joachimsthaler, 150).
118) Brandmayer, 72, 105; Joachimsthaler, 133, 156-158.
119) Bkz. Joachimsthaler, 128, 129, 161.
120) Brandmayer, 52-56.
121)Brandmayer, 43-44.
122) Brandmayer, 102.
123) Monologe, 219 (22-23 Ocak 1942).
124) Hitler 1943 güzünde Albert Speer’e, yakında elinde sadece iki
arkadaşının, Frâulein Braun’un ve köpeğinin kalacağını söylemiştir
(Speer, 315). Aynı dönemde, Goebbels günlüğüne şöyle yazmıştır:
‘Führer, ona gerçek bir arkadaş olan köpeği Blondi’yle çok mutlu
oluyor... Führer’in, etrafında sürekli bulunacak en azından bir canlı
varlığa sahip olması iyi bir şey.'(TBJG, 11.9, 477 (10 Eylül 1943)).
125) Monologe, 219.
126) Heinrich Lugauer’in tanıklığı, içinde HA, Reel 2, Klasör 47;
özet olarak basıldığı yer Joachimhaler, 134.
127) Brandmayer, 66-68.
128) JK, 69; Maser, Hitlers Brieje, 100-101.
129) Fakat bakınız, Hitler’in silah arkadaşlarından biri olan lgnaz
Westenkirchner’in, Heinz’ın kitabında yer alan (66) açıklaması:
‘Çoğu zaman hep politikadan bahsederdi'.
130) MK, 182 (çev., MK Watt, 152), 192.
131) Joachimsthaler, 159. Muhtemelen Hitler’in en yakın silah
arkadaşı olan Ernst Schmidt’in sonraki beyanı da şöyledir: ‘O
dönemde beni politik olarak etkilemeye çalışmıyordu’(Heinz, 98).
132) Toland, 66.
133) Brandmayer, 115. Ayrıca bkz. Westenkirchner’in
1930’lardaki hatıraları: ‘Onu çıldırtan iki şey vardı; savaş hakkında
gazetelerde yazanlar, Yahudilerin ve Marksistlerin hükümete ve
bilhassa Kayzer’e çıkardığı engeller’(Heinz, 66). Westenkirchner
savaş sonrasında yapılan bir röportajda Hitler’in Yahudilerden
‘garezle’ bahsettiğini inkar ederek beyanını değiştinmştir (Toland,
66).
134) Brandmayer, 91-92.
135) MK, 209-212.
136) Joachimsthaler, 135.
137) MK, 209; Joachimsthaler, 164.
138) Hitler yaralandığı tarihi 7 Ekim olarak belirtmektedir (MK,
209). Fakat bu olayın iki gün önce gerçekleşmiş olması daha olası
görünmektedir (bkz. Joachimsthaler, 164-166, 286 487. dipnot;
ayrıca bkz. Brandmayer, 81, 89; Wiedemann, 28-29).
139) MK, 209-212. (Aktarılan kısımlar, 211, çev., MK Watt, 175);
ve bkz. Joachimsthaler, 166. Sivil halkın önde gelen kızgınlıklarından
biri olan, Bavyera’da Prusyalılara karşı duyulan garez için, bkz. Karl-
Ludwig, Die Entstehung einer Revolution. Die Volhssıimmung in
Bayern wahrend des Ersten Weltkrieges, Berlin, 1968, 134-448.
140) Nipperdey, i.412; Wemer Jochmann, ‘Die Ausbreitung des
Antisemitismus’, Wemer Mosse (der.), Deutsches Judentum in Krieg
und Revolution , içinde Tubingen, 1971, 425-427; Toland, 933;
Wiedemann, 33.
141) Joachimsthaler, 174; Binion, Hitler among the Germans, 2;
Toland, 66.
142) Bkz. yukarıda 133. dipnot.
143) Bavyera’da, güya askerlik hizmetinden kaçtıkları için
Yahudilerle ilgili şikayetlerin artmasıyla ilgili olarak bkz. Ay, 32-33.
Daha savaşın başlangıcında ântisemitizmin Münih’in popüler
kültürünün ne ölçüde parçası olduğu Robert Eben Sacken tarafından
incelenmiştir: ‘lmages of the Jew: Popular Joketelling in Munich on
the Eve of World War T, Theory andSociety, 16 (1987), 527-563, ve
aynı yazara ait olan, Popular Entertainment, Classand Politics in
Munich, 1900-1923, Cambridge, Mass., 1982. Ayrıca bkz. Large,
Where Ghosts Walked, b.l. Savaşın ikinci yarısında Yahudi karşıtı
duyguların şiddetinin ve yaygınlığının artması için, özl. bkz., Saul
Friedlânder, ‘Die politischen Verânderungen der Kriegszeit und ihre
Ausvvirkungen auf die Judenfrage’, ve Werner Jochmann, ‘Die
Ausbreitung des Antisemitismus’, Mosse, Deutsches judentum in
Krieg und Revolution içinde, 27-65, 409-510.
144) JK, 78,80; MK,212.
145) Joachimsthaler, 169.
146) MK, 219-220; Joachimsthaler, 170.
147) Joachimsthaler, 170-171; Monologe,100(21-22 Ekim 1941).
148) JK, 82. Joachimsthaler (170-171), Hitler’in Spital’e
akrabalarını ziyarete gittiği ya da Berlin’den önce Dresden’e gittiği
şeklindeki literatüre girmiş varsayımları çürütmüştür.
149) Joachimsthaler, 172.
150) Wiedemann, 25-26. Wiedemann, kendisinin ve Max Amann’ın
önceki bir olayda Hitler’i aday gösterdiklerini, fakat bu girişimin
başarısız olduğuna işaret eder. Gutmann genel olarak askerler
arasında: tutulan biri değildir -bunun sadece Yahudi olmasından mı
kaynaklandığı belli değildir- ve Hitler de ondan nefret etmektedir.
Bkz. Brandmayer, 55; Monologe, 132; (10-11 Kasım 1941); Toland,
932-933; Joachimsthaler, 173-174.
151) Sayı kaynaktan kaynağa değişmektedir. 1933 yılında Berlin
gazetelerinin yazdığına göre yirmi askeri ve bir subayı esir almıştır
(Daily Telegraph, 4 Ağustos 1933). Westenkirchner’in Heinz’ın
kitabındaki beyanına göre (80-81), Hitler 4 Haziran 1918’de on iki
Fransız askerini esir almıştır, ama anlatıda bu olay Demir Haç
madalyasıyla ilişkilendirilmez. Toland (69), (kaynak göstermeksizin)
Hitler’in Haziran’da görevli subaya dört tutsak teslim ettiğinden ve
bu nedenle övgü aldığından bahseder.
152) 4 Ağustos 1961’de Eugen Tanhauser’in, Schwabach’da
Landrat’dan Nurnberger Nachridıten’e gönderdiği bir mektuba göre
bu ona, yıllardır tanıdığı ve güvendiği Gutman tarafından bizzat
söylenmiştir (lfZ, ZS 1751, Eugen Tanhauser). Akt. Joachimsthaler
175-176; Joachimsthaler, bu olayı Hitler’in silah arkadaşı Johann
Raab’ın savaş sonrasında yaptığı açıklamalar ve Alay Kumandan
Vekili Freiherr von Godin’in aday göstermesine (HA, Reel 2, Dosya
47’den) dair 31 Temmuz 1918’deki yorumlarla birlikte anlatısına
temel almıştır.
153) Joachimsrhaler, 176. Maser’in belirttiği gibi akrabalarının
yaşadığı Spital’a gitmemiştir (Maser, Hitler, 142 ve Toland, 71).
154) MK, 220; Joachimsthaler, 176-177.
155) Gaz saldırısından dolayı ikisi de kör olan Johann Raab ve
Heinrich Lugauer’in NSDAP-Hauptarchiv’e (HA, Reel 2, Klasör 47)
verdikleri tanıklığın basıldığı yer: Joachimsthaler, 177-178. Hitler
1921 tarihli mektubunda (bkz. Joachimsthaler, 93) ‘ilk önce
tamamıyla kör olduğunu’ söylemektedir; 1924 yılında Münih’teki
mahkemede de aynı sözcükleri kullanmıştır - Hitler-Prozess, i. 19.
(joachimsthaler tarafından belirtilen (177), bir süre için 'hemen
hemen kör olduğu’şeklindeki ifade biçimi doğru değildir.) Mein
Kampf'taki anlatısında, ilk önce kısmen kör olduğunu, ‘gözleri
yanarak’geriye doğru sendelediğini, birkaç saat sonra yanmanın
arttığını ve ‘etrafının tamamen karardığını ’söylemektedir (MK, 220-
221 (çev., MK Watt, 183).
156) Nipperdey, ii.861-862.
157) Adolf Hitler, Mein Kampf Bd.l, Eine Abrechnung, Münih,
1925, 213 (çev., MK Watt, 183). Mein Kampf'ın tek ciltlik
‘Volksausgabe’ baskısında (Halk Baskısı), ‘yüzyılın en büyük alçaklığı’
sözleri ‘devrim’olarak değiştirilmiştir (MK, 221; Hermann Hammer,
‘Die deutschen Ausgaben von Hitlers “Mein Kampf' VfZ, 4 (1956),
161-178, burada 173).
158) Nipperdey, ii.865-866.
159) Bessel, 46-47.
160) Bessel, 5-6, 10.
161) Toller, 100-101 ve ayrıca bkz. 95: ‘Bizim için tek bir yol
vardır. Ayaklanmalıyız!’
162) Bkz. Bessel, 257.
163) Bessel, 258.
164) Nipperdey, ii.855.
165) Bessel, 33.
166) Ay, 101-102.
167) Nipperdey, i.412.
168) Poliakov, iv.148-149.
169) Nipperdey, ii.413.
170) Akt. Poliakov, iv. 150, 152.
171) Poliakov, iv.150, 152.
172) Poliakov, akt iv.153.
173) MK, 218-219.
174) Savaşın son iki yılında Münih’teki askerlerin haleti ruhiyesi
için bkz. Ay, 106-109.
175) MK, 213-214, 217.
176) Brandmayer, 92.
177) MK, 213-214, 218-219.
178) MK, 219.
179) MK, 219-220.
180) Brandmayer, 67.
181) MK, 222.
182) MK, 222-223.
183) MK, 223-225 (çev., MK Watt, 185-187).
184) Binion’da özetlenmiştir, Hitler among the Germans, 136-138.
185) JK,1064.
186) Akt. Binion, Hitler among theGermem, 137.
187) Binion, Hitler among the Germans ,özl. 3-14; Toland (Binion’ı
takip eder), 71, 934.
188) Binion, Hitler among the Germans, 14-35.
189) Ernst Günther Schenck, Patient Hitler. Eine medizinische
Biographie, Düsseldorf, 1989-298-299, 306-307. Dr. Martin
Dresse’in, güya Pasevvalk’taki hasta kayıtlarını gördükten sonra
1952 yılında yaptığı açıklamaya gönderme yapar; bu açıklamaya
göre, Hitler kör olmamıştı ama ‘gözlerinde [çok ciddi bir]
yanma’vardı ve bu, Hitler’in Mein Kampf'taki kendi beyanına uyan
bir tanımdır. Schenck, tıbbi bilgiler açısından, Binion’un yorumunu,
bilhassa Bloch’a ve uyguladığı tedaviye dair görüşlerini eleştirir
(Schenck, 515-533, özl. 523-529).
190) Bkz. Albrecht Tyrell, Wie er der “Führer” wurde’, içinde
Guido Knopp (der.), Hitler heute. Gesprâche überein deutsches
Trauma, Aschaffenburg, 1979, 20-48, burada 25-26.
191) Bkz. Axel Kuhn, Hitlers aubenpolitisches Programm
Stuttgart, 1971, özl. b.5.
192) MK, 225; ]K, 1064; Hitler-Prozeb,i.20.
193) Ernst Deuerlein, Hitler. Eine politisehe Biographie, Münih,
1969, 40.
194) Terhis programının uygulanma sürati ve başarısı üzerinde
duran yazar: Richard Bessel, ‘Unemployment and Demobilisation in
Germany af ter the First World War'. içinde Richard J. Evans ve Dick
Geary (der.), The German Unemployed, Londra/Sydney, 1987, 23-
43.
195) Joachimsthaler, 187, 203.
196) Joachimsthaler, 255.

IV BİR YETENEĞİN KEŞFİ


1) Ernst Deuerlein, ‘Hitlers Eintritt in die Politik und die
Reichswehr'.VJZ,7 (1959), 177-227, burada 200.
2) Bu hikayeyi destekleyecek hiçbir kanıt yoktur. Ernst Schmidt’in
anlatısı (Heinz, 92), Hitler’in MK, 226’daki anlatısını
tekrarlamaktadır. ‘Merkezi Konsey’ bu tarihte artık mevcut bile
değildir. 13 Nisan’da dağıtılmıştır ve onun yerini alan Komünist
Yürütme Konseyi, Nisan’ın son günlerinde tam bir kargaşa içindedir.
(Bkz. Wemer Maser, Die te der NSDAP. Hitlers Weg bis 1924,
Frankfurt am Main/Bonn, 1965, 131-132 (Ernst Niekiseh’in sağladığı
bilgilerden aktarılmıştır); Joachimsthaler, 212.) Ernst Schmidt’e göre
(bkz. Maser, Frühgeschichte, 132; Maser, Hitler, 159; Wemer
Maser, Adolf Hitler. Das Ende der Fûhrer-Legende,
Düsseldorl/Viyana, 1980, 263. dipnot), Hitler, Freikorps Epp’in
‘beyaz’birlikleri tarafından kısa süreliğine tutuklanmış ve serbest
bırakılmıştır (Aynca bkz. Heinz, 95-96; Joachimsthaler, 218; ve
Heiden, Hitler, 54.) Eğer hikaye doğruysa Hitler’i başlangıçta ‘Kızıl
Ordu’yandaşı olarak gördüklerini düşünebiliriz. Mein Kampf'ta Hitler
hikayeyi tersine çevirmeye çabalamış ve ‘Kızıl Ordu’nun askerlerinin
onu tutuklama çabalarına karşı koyduğu şeklinde anlatmıştır.
3)MK, 226-227 (çev., MK Watt, 188-189).
4) Eberhard Kolb, Die Weimerer Republik, 3. baskı, Münih, 1993,
4.
5) Ernst Toller, / Was a German, 133.
6) Bkz. WolfgangJ. Mommsen, ‘Die deutsche Revolution 1918-
1920’, Geschichte und Gesellschaft, 4 (1978), 362-391. Konseylerin
amaçlarıyla ilgili farklı bir yorum için, bkz. Reinhard Rürup,
‘Demokratische Revolution und “dritter Weg” ’,Geschichte und
Gesellschaft, 9 (1983), 278-301. Konseylerle ilgili en önemli
incelemelerden biri: Eberhard Kolb, Die Arbeiterâtte in der
deutschen Innenpolitik 1918-191Düsseldorf, 1962; ve Reinhard
Rürup, Probleme der Revolution in Deutschland 1918/19,
Wiesbaden, 1968.
7) Anthony Nicholls, The Bavarian Background to National
Socialism’, Anthony Nicholls ve Erich Matthias (der.), German
Democracy and the Triumph of Hitler içinde, Londra, 1971, 105-106.
8) Çoğunluktaki Sosyal Demokratlar’ın taraftan olan göstericilerin
büyük kısmı, liderleri Erhard Auer’in konuşmasının ardından şehir
merkezine yönelmişlerdi. Sayıca daha az olan Bağımsızlar ise Münih
garnizonundaki birliklerin desteğini kazanmak için kışlalara
yönelmeden önce, Eisner’i dinlemek için arkalarda duruyorlardı
(Joachimsthaler, 180).
9) Abelshauser, Faust and Petzina (der.), Deutsche
Sozialgeschichte 1914- 1945, 247.
10) Monologe, 64 (21 Eylül 1941).
11) Bunu Hitler de kabul etmiştir; fakat, 1918 devriminde Sosyal
Demokratlarla daha radikal güçler arasında bir ayrım olduğunu
kabul ettiği çok daha ileri bir tarihe dek böyle bir argümanı kabul
etmek onun açısından uygun değildi ( , 248 (1 Şubat 1942)).
12) Eisner’in katledilmesi haberi şiddetli bir tepkiye neden oldu;
radikalsol görüşlü bir grup işçi haberi alır almaz doğruca Bavyera
Landtag’a yöneldi ve meclisin iki üyesini öldürerek, Eisner karşıtı
olan Bavyera İçişleri Bakanı Erhard Auer’i kurşunla ağır yaraladı
yaraladı. (Wilhelm Hoegner, Die verratene Republik Münih, 1979,
87; Spindler, i.425-426). Durum giderek kötüleşirken Bavyera
hükümeti ve Landtag mensupları Bamberg’e kaçarak, Münih’i, 7
Nisan’da Râterepublik’i ilan edecek olan radikal güçlere bıraktılar.
13) Toller, 151.
14) Spindler, i.429; Gerhard Schmolze (der.), Revolution und
Râterepublik in Mûnchen 1918/19 in Augenzeugenbericbten,
Düsseldorf, 1969, 263-271; Allan Mitchell, Revolution in Bavaria
1918-1919. The Eisner Reğimeand the Soviet Republic, Princeton,
1965, 299-311.
15) Heinrich August Winkler, Weimar 1918-1933. Die Geschichte
der ersten deutschen Demokratie, Münih, 1993, 80. Ayrıca bkz.
Joachimsthaler, 299 675. dipnot; Schmolze, 298 vdğ.; Mitchell, 317-
319.
16) Yukarıdaki anlatının kaynağı, Spindler, i.430-434; Schmolze,
349-398; Mitchell, 329-331; Joachimsthaler, 219-220; Toller, 191
vdğ.; ve Ernst Deuerlein (der.), Der Aufstieg der NSDAP in
Augenzeugenberichten, Münih, 1974, 54-55. Ölenlere ve
yaralananlara dair verilen rakamlarda bazı farklılıklar vardır.
17) Josef Karl (der.), Die Schreckensherrschaft in München und
Spartakus und bayrischen oberland 1919. Tagebuchblâtter und der
Zeit der ‘bayrischen und der München Kommune im Frûhjahr 1919,
Münih, tarih belirtilmiyor (1919?), 45-48 (kayıt tarihi, 19 Nisan
1919).
18) Josef Karl’ın kitabının ismi.
19) Münchner Neueste Nachrichten, 3 Mayıs 1919.
20) Bkz. Hoegner, 87.
21) Sözde ‘Ordunun gszelle Bayern’için, bkz. Hoegner, 109 vdğ.
22) Joachimsthaler, 14, 184.
23) Joachimsthaler, 187, 189-90, Traunstein’de
görevlendirilmelerinin alaydan gelen bir emir üzerine olduğunu
belirtmektedir. Fakat bu önerme, alayda Traunstein’de görev
yapacak gönüllüler aranmış olması ihtimalini dıştalamaktadır.
24) Heinz, 89.
25)Akt. Joachimsthaler, 192.
26) Heinz, 90; Joachimsthaler, 193.
27) MK, 226; Joachimsthaler, 193-194.
28) Bkz. Bessel, Germany after the First World War, b. 2-7, ve
Bessel, ‘Unemployment and Demobilisation’.
29) Joachimsthaler, 224.
30) Joachimsthaler* 198199.
31) Heinz, 90.
32) Joachimsthaler, 195.
33) BHStA, Aht.lV, 2.I.R., Batl. Anordnungen, BI.1504. Hitler’in
katıldığı toplantının amacı ‘Almanya’da ve Bavyera’da
sosyalleştirme’yi ve ‘konseylerin varlığını’ tartışmaktı (Bl. 1503).
Hitler’in bu toplantıya tabur temsilcisi olarak katıldığını ortaya
çıkaran yazar, Joachimsthaler, 200-204, 211. Aralık 1918’de tabur
temsilciliği sisteminin inşası için bkz. s. 188. Alay kayıtlarında
Hitler’in ismi ‘Hittler’, ‘Hüttler’ve ‘Hietler’olarak geçmektedir; fakat
2. Terhis Bölüğü’nün o dönemki ‘Gesamtreğister’ine baktığımızda
farklı telafuzlarla aynı kişinin kastedildiği ortaya çıkmaktadır
(Joachimsthaler, 213, 217, 223, 296 641. dipnot).
34) BHStA, Abt.1V, 2.I.R., Batl. Anordnungen, Bl. 1505, 1516;
Joachimsthaler, 212-213, 217.
35) Akt. Joachimsthaler, 201-202, 204.
36) 20 Ekim 1930’da Berliner Tagblatt'daki ve 12 Mart 1932’de
‘daki yorumların referansları için bkz. Joachimsthaler, 205-2Ö6.
37) Toller, 256. Hitler’in devrim sırasında sessiz olduğunu
söylemektedir. Toller o dönemde Hitler’in ismini duymamıştır.
38) Heiden, Hitler, 54; Joachimsthaler, 203. Deuerlein’e göre
(Hitler, 41), Münchener Post sonraları, Hitler’in 1918-1919 kışında
SPD’ye girmeyi düşünmüş olduğunu haber yapmıştır, fakat haberi
destekleyecek ne bir kanıt ne de referans göstermiştir. Hitler‘in
temkinli oportünizmi, savaş öncesinde Viyana’da ve Münih’te
herhangi bir siyasi partiye ya da örgütlenmeye katılmadaki
gönülsüzlüğü, devrim sırasında Çoğunluktaki SPD’ye katılmaya
çalıştığı yönündeki söylentilere şüpheyle yaklaşılmasını
gerektirmektedir.
39) JK, 448.
40) Joachimsthaler, 189.
41) Walter Görlitz ve Herberı A. Quint, Adolf Hitler. Eine
Biographie, Stuttgart, 1952, 120; Robert Wistrich, Wer war wer im
Dritten Reich, Münih, 1983,66. Esser, Allgatter Volk swach’da
çalışmıştır.
42) Albrecht Tyrell, Vom , Trommler' zum , Führer Münih, 1975,
23.
43) Brandmayer, 114-115.
44) Bu joachimsthaler’in kendi iması gibi görünmektedir (184-185,
200-206). Bununla birlikte Joachimsthaler başka bir yerde, 1918-
1919 yılı olaylarının yol açtığı gizli nefretin açığa çıkması şeklinde
çok daha olası bir önerme geliştirir. Bkz. 179-180, 200, 234, 240.
45) Bkz. Rainer Zitelmann, Hitler. Selbstverstcindnis eines,
Revolutionürs, Hamburg/Leamington Spa/New York, 1987, 22-26.
46) Heiden, Hitler, 35. Heiden’ın şu eserinde de tekrarlanmıştır:
Der Führer, 75.
47) Joachimsthaler, 188, 197-198, 215; Maser, Hitler, 159; Maser,
Ende der Führer-Legende, 263. dipnot (aktardığı bu açıklamalar
ona, 1950 lerin başlarında Otto Strasser ve Herman Esser
tarafından yapılmıştır); Eitner, 66.
48) Joachimsthaler, 189; Deuerlein, Hitler, 41 (kaynak
gösterilmeksizin).
49) Heiden, Hitler, 54.
50) Heinz, 92.
51) BHStA, Abt.IV, 2.I.R., Bati. Anordnungen, Bl. 1516;
Joachimsthaler, 213, 217.
52) Joachimsthaler, 201, 214, 221.
53) Maser, Hitler, 159.
54) BHStA, Abt.IV, 2.I.R., Batl. Anordnungen, Bl.1535; Regt.
Anordnungen, Stadtkommandatur München, ‘Auflösung der Gamison’,
7 Mayıs 1919, Zusâtze des Reğiments zur
Stadtkommandaturverfügung, 9 Mayıs 1919; Joachimsthaler, 221,
223.
55) Joachimsthaler, 224.
56) Deuerlein, ‘Hitlers Eintritt’, 178.
57) Bkz. Oswald Spengler’in şehir merkezini tasviri, içinde
Deuerlein, Aufstieg, 83.
58) Deuerlein, ‘Hitlers Eintritt’, 178; Joachimsthaler, 224-228.
59) 25 Temmuz 1919'da kurs lideri Kari Graf von Bothmer
tarafından hazırlanan özet bir rapora göre, ilk üç kursa 500’den fazla
subay ve er katılmıştır: BHStA, Abt.IV, Bd.307. Joachimsthaler (235-
240), (içerdiği rakamlar da dahil olmak üzere) bazı kısımlarını
atlayarak raporu yayımlamıştır.
60) Helmuth Auerbach, ‘Hitlers politische Lehrjahre und die
Münchener Gesellschaft 1919-1923’, VfZ, 25 (1977), 1-45, burada
18.
61) Deuerlein, ‘Hitlers Eintritt’, 179; Joachimsthaler, 228, 304
744. dipnot; Ernst Röhm, Die Gcschichte eines Hochverraters, 2.
baskı, Münih, 1930, 99-101.
62) Karl Mayr (= Anon.), ‘I Was Hitler’s Boss'. Current History,
Cilt l No.3 (Kasım 1941), 193.
63) Deuerlein, ‘Hitlers Eintritt’, 179-180,182 ve 19. dipnot, 191-
192; Joachimsthaler, 230-234, 242; MK, 228-229, 232-235; ve bkz.
Albrecht Tyrell, ‘Gottfried Feder and the NSDAP’, Peter Stachura
(der.), The Shaping oj the Nazi State içinde, Londra, 1978, 49-87,
özl. 54-55.
64) Karl Alexander von Müller, Mars und Venüs. Erinnerungen
1914-1919, Stuttgart, 1954, 338-339.
65)MK, 235; Joachimsthaler, 229-230, 250.
66) Deuerlein, ‘Hitlers Eintritt’, 179, 182-183, 194, 196;
Joachimsthaler, 241. ‘Eğitim’işinde kullanmaları için eğitmenlere çok
sayıda anti-Bolşevik broşür sağlanıyordu.
67) Deuerlein, ‘Hitlers Eintritt’, 197-200; Joachimsthaler, 247; JK,
87-88. Kapitalizm üzerine de ders veriyordu.
68) MK, 235 (çev., MK Watt, 196). Hitler‘ konuşabildiğini' nasıl
keşfettiğini, DAP’ta ‘konuşmacı' olarak kazandığı ilk gözle görülür
başarısına gönderme yaparak aynı abartılı tarzda anlatmıştır (MK,
390).
69) Deuerlein, ‘Hitlers Eintritt’, 200. Raporlar, içinde BHStA,
Abt.lV, RW GrKdo 4, No 309.
70) 1920 yılının başlarında ordudaki antisemitizm için bkz.
Joachimsthaler, 248. O dönemdeki yaygın, ruh haline dair rapordan
aktarılan yorumlar, içinde BHStA, Abt.lV, RW GrKdo 4, Bd.204,
‘Judenhetze’.
71) Deuerlein, ‘Hitlers Eintritt’, 199; Joachimsthaler, 247; 88.
72) Deuerlein, ‘Hitlers Eintritt’, 184-185, 201-202; Joachimsthaler,
243-247. Mayr Hitler’e ‘sehr verehrter Herr Hitler’ diye hitap
etmiştir; bir yüzbaşının bir onbaşıya bu derecede saygıyla hitap
etmesi olağandışıdır.
73) JK, 88-90; Deuerlein, ‘Hitlers Eintritt’, 185, 202-205;
Joachimsthaler, 243-249. Hitler’in mektubunun daktilo edilmiş ve
kendisi tarafından imzalanmış bir kopyası bugün elimizdedir (BHStA,
Abt.lV, RW GrKdo 4, No 314). Aslının el yazısıyla mı yazıldığı, yoksa
dikte mi edildiği bilinmemektedir. Mayr Hitler’in yanıtını, ‘faiz
boyunduruğu’yla ilgili yorumlar içeren bazı kısımları dışında
onaylamıştır.
74) Tyrell, Trommler, 25-26.
75) Deuerlein, ‘Hitlers Eintrirt’, 186, 205.
76) Deuerlein, ‘Hitlers Eintritt’, 187. V-Man’lar raporlarını bir kod
numarasıyla yazıyorlardı. Hitler’in yazdığı hiçbir rapor bugüne
ulaşmamıştır fakat DAP’ın ilk toplantılarına dair, Hitler’in de adının
geçtiği çok sayıda rapor dosyalarda mevcuttur (BHStA, Abt.lV, RW
GrKdo 4, No 287). DAP/NSDAP’la ilgili olanlar Deuerlein tarafından
yayımlanmıştır: ‘Hitlers Eintritt’, 205-27; JK, 129-298.
77) Tyrell, Trommler, 195 77. dipnot. Tyrell'ın da işaret ettiği
üzere yanında askeriyeden başka kişiler de vardır; Mein Kampfta
(236-237) ima ettiği gibi yalnız gitmediği ortadadır. 12 Eylül 1919
tarihli katılımcılar listesinde otuz dokuz isim vardır; Hitler ise kişi
sayısını yirmi ila yirmi beş arasında diye belirtmektedir.
78) MK. 237-238. İlk katılım listelerine dayanarak bu toplantıya
dair bir tartışma için bkz. Tyrell, Trommler, 195 77. dipnot. Bu
listelere göre Baumann 12 Eylül’deki toplantıya katılmamıştır, fakat
tarih sonradan eklendiğinden yanlış olabilir. Listeler DAP/NSDAPin
(1919-1926) ilk dönem kayıtlarıyla ilgili dosyanın parçasıdır: içinde
BDC ve içinde BAK, 26/80.
79) Akt. Georg Franz-Willing, Die Hitlerbewegung. Der Ursprung
1919-1922, Hamburg/Berlin,' 1962, 66-67: DAP’ın asıl üyelerinden
biri olan Michael Lotter tarafından ona yapılan bir açıklamayı
aktarmaktadır; ayrıca bkz. Tyrell, Trommler, 196 99. dipnot.
Lotter’in, 1935 yılı tarihli, NSDAP-Hauptarchiv’e gönderdiği önceki
beyanının da ana hatları aynıdır, sadece ifade tarzında bazı küçük
farklılıklar vardır (IfZ, Fa 88/Fasz.78, ‘Vortrag des
Gürundungsmitglied der D.A.P. und I. Şehriftführer des politisehen
Arbeiterzirkels Michael Lotter am 19. Oktober 1935 vor der
“Stemeckergruppe” im Leiberzimmer des “Stemeckers”’(ayrıca HA,
3/78), Fol. 6). Buradaki anlatıda Lotter Drexler’e, Hitler’den tekrar
gelmesini rica ettiğini söylemiş, ‘çünkü böyle insanları kullanabiliriz’
demiştir. Drexler de lafa şöyle devam etmiştir: ‘Şimdi artık bir de
Avusturyalımız oldu. Onda ne çene var ama.’(‘Jetzt haben wir einen
Österreicher der hat eine solehe Goschen') (Lotter, Fol. 6; kısmen
tekrarlandığı yer, Joachimsthaler, 251-252). Drexler, 1940 yılında
Hitler’e yazdığı ama göndermediği bir mektupta, ‘en az 80 kişinin
katıldığı’ toplantıdaki tartışmadan sonra yaptıkları görüşmede Mein
politisches Envachen adlı broşürün bir kopyasını Hitler’in eline
tutuşturduğundan ve ona “partiye katılmalısınız, çünkü böyle
insanlara ihtiyacımız var" diye ısrar ettiğinden bahsetmektedir
(dringendst bat, sich doch ımserer Partei anzuschlieben, denn
solche Leule könnten wir notwendig gebrauchen) (BHStA, Abt.V,
P3071, Slg. Personen, Anton Drexler, Abschrift, Drexler to Hitler,
'Endejanuar 1940’, 1-2). Hitler kendi anlatısında (MK, 238),
Drexler’in tekrar gelmesi ve partiya katılması için ısrar ettiğinden hiç
bahsetmemektedir.
80) Lotter, Hitler’in partiye giriş tarihini 16 Eylül 1919 olarak
belirtmektedir (IfZ, Fa 88/Fasz.78, Lotter Vortrag, 19 Ekim 1935,
Fol. 6). Drexler, Hitler’e sekiz gün içinde, mesela 2 Eylüle dek tekrar
gelmesini rica ettiğini iddia etmektedir. Hitler’in kendi anlatısı, ilk
parti toplantısına katılmasıyla komite toplantısına gitmesi arasında
bir buçuk haftalık bir zaman olduğunu ve Hitler’in partiye katılma
kararını da bunu izleyen dört gün içinde aldığını düşündürmektedir
(MK, 239-244; Joachimsthaler, 251-252).
81) MK, 240. Max Amann savaştan sonra Nazilikten arındırma
mahkemesinde verdiği tanıklıkta, 1920’nin başlarında Hitler’in
katıldığı bir toplantıdan ve Hitler’in, işçileri Bolşevizm’den
çekebilmek için ‘Sosyal Devrimciler Partisi’ isimli yeni bir parti
kurmak istediğinden bahsetmiştir (Joachimsthaler, 230-231, 252-
253). Böyle bir durum, 1920 ilkbaharında, Hitler’in DAP’ın (yeni
ismiyle NSDAP) parti programım oluşturmaya girişmesinden sonra
söz konusu olamaz. Bu beyanı yıllar sonra veren Amann,
muhtemelen, Hitler’in ibarelerini (ki bunları Mein Kampf'tan almış
olabilir) daha geç bir tarihe atfetmektedir. Hitler’in kendisi ise böyle
fikirlere 1919 yazında, Münih’teki kurstan sonra sahip olduğunu
yazmaktadır ve bu beyan, kronolojik dizine daha çok uymaktadır
(MK, 227).
82) MK, 241 (çev., MK Watt, 201).
83) MK, 243 (çev., MK Watt, 202-203).
84) MK, 144. Bkz. Maser, Hitler, 173, 553 225. dipnot. Hitler’in,
partinin idare komitesine katıldığı tarih tam olarak
belirlenememiştir. (Tyrell, 198 118. dipnot).
85) BHStA, Abt.V, P3071, Slg. Personen, Anton Drexler, Abschrift,
Drexler to Hitler, ‘Ende Januar 1940’, 2, kısmen basıldığı yer,
Deuerlein (der.), Aufstieg, 97-8. Ve DAP’ın ilk sekreteri Michael
Lotter’in, 17 Ekim 1941’de NSDAP Hauptarchiv’e gönderdiği
mektuba bkz.; bu mektupta Lotter, -‘imaj’la ilgili nedenlerden dolayı-
üyelik numaralarının 510’den başladığını ve sonra da alfabetik olarak
sıralandığını belirtmektedir. Lotter, 7 numaralı bir üyelik kartının
bulunmadığını teyit etmiştir. 7 numarasının Hitler’in 'Politischer
Arbeiterzirkel’ üyeliğini belirttiğini (ki Lotter de buraya üyedir),
fakat ona 7 numaralı üyelik sertifikasını ( Mitgliedschein) kimin
verdiğini bilmediğini kabul etmiştir (IfZ, Fa 88/Fasz.78, Fol.11-12
(ve HA 3/78); Joachimsthaler, 252). 1941’de yazdığı üzere Rudolf
Schüssler, Hitler’in Eylül 1919’da komitenin (Arbeitsausschub)
yedinci üyesi olarak kaydedildiğine dair küçük bir kart aldığını, ama
bunun 555 numaralı DAP üyelik kartından farklı bir şey olduğunu
hatırlamaktadır (IfZ, MA-747, NSDAP-Hauptarchiv’e mektup, 20
Kasım 1941). Schüssler 1919’un ilk yarısında Hitler’le aynı alaydaydı
ve yeni kurulmuş DAP’ın ilk ‘idari yöneticisi’(Geschaftsfiıhrer) idi
(Tyrell, Trommler, 28, 33; Joachimsthaler, 301 705. dipnot).
86) Mayr, 195. 62 ve 64 no’lu dokümanlar, içinde JK, 90-91; 3
Ekim’deki bir parti toplantısını rapor etmesinin ardından Hitler’in 19
Ekim 1919 tarihli, DAP’a katılma ricasıyla ilişkili bu dokümanlar.
Prof. Eberhard Jackel’ın nazikçe bildirdiği üzere, sahte olarak
değerlendirilmelidir.
87) Joachimsthaler, 255.
88) Joachimsthaler, 14.

V BİRAHANE AJİTATÖRÜ

1)MK,388.
2) Tyrell, Trommler, 174 151. dipnot.
3) Hoffmann, 46.
4) Bu stratejik çerçeve MK'da (364-388) kapsamlı bir şekilde
belirtilmiştir; ayrıca bkz. Tyrell, Trommler, 171; ve Tyrell, ‘Wie er
der “Führer" wurde'.27-30.
5) Mektubun metni, JK içinde, 88-90.
6) Bu konuda çok ciddi farklılıklar taşıyan görüşler için Klaus
Hildebrand’ın ve Hans Mommsen’in katkılarına bkz,
‘Nationalsozialismus öder Hitlerismus?’, Bosch (der.), Persönlichkeit
und Struktur in der Geschichte, 55-71.
7) Stem, Hitler, 12.
8) Tyreli, Trommler, 19-20.
9) Whiteside, özl. b.5; ve bkz. Karl Dietrich Bracher, The German
Dictatorship, Harmondsworth, 1973, 74-80.
10) Hitler-Prozeb, 19; JK,1062; ve bkz. Tyreli, 187-188 29. dipnot.
11) RSA, 11, 49, Dok.24 ve 2. dipnot; Bracher, 80; geçmişteki
deneyimler şu eserde ana hatlarıyla verilmiştir: Bruce F. Pauley,
Hitler and the Forgotten Nazis. A Histoıy of Austrian National
Socialism, Londra/Basingstoke, 1981, b.3.
12) Bkz. özl. Mosse, Crisis of German Ideology, kısım I; ve George
L. Mosse, Germans and Jews, Londra, 1971, Giriş.
13) Bkz. Kurt Sontheimer, Antidemokratisches Denken in der
Weimarer 3. baskı, Münih, 1992, özl. b. 11; Mosse, Crisis of German
, b.16.
14) Bkz. Sontheimer, 271-272.
15) Weimar koalisyon partileri, 1919 yılı Millet Meclisi
seçimlerinde aldıkları yüzde 78’in üzerindeki oyla (423 koltuğun
331’i) karşılaştırıldığında, ancak yüzde 44.6 (459 koltuğun 205'ini)
oranında oy alabilmişlerdi (Kolb, Die Weimarer Republih, 41).
16) MK, özl. 415-414; ve bkz. Martin Broszat, Der
Nationalsozialismus. Weltanschanung, rammund Wirklichheit,
Stuttgart, 1960, 29.
17) Broszat, Nationalsozialismus, 23.
18) Tyreli, Trommler, 191 53. dipnot. Hitler’in siyasi arenaya
adımını attığı dönemde Münih'teki atmosferin iyi bir tasviri için bkz.
Large, Where Ghosts Walhed, b.4.
19) Helmuth Auerbach, ‘Nationalsozialismus vor Hitler', içinde
Wolfgang Benz, Hans Buchheim ve Hans Mommsen (der.), Der
Nationalsozialismus. Studien zur Ideologie und chaft, Frankfurt am
Main, 1993, 13-28, burada 26; Jeremy Noakes, Hıe Nazi Party in
Lower Saxony, 1921-1933, Oxford, 1971, 9. Bu örgütlenmenin
kapsamlı bir analizi için bkz. Uwe Lohalm, völkischer Radikalismus.
Die Geschichte des Deutschvölkischen Schutzund Trutz-Bundes,
1919-1923, Hamburg, 1970.
20) Noakes, Nazi Party, 9-10.
21) Lohalm, 89-90; Noakes, Nazi Party, 11.
22) Tyreli, Trommler, 20, 186 21. dipnot; Lohalm, 283-302.
23) Bkz. Tyrell, Trommler, 72-89; ve Noakes, Nazi Party, 12-13.
24) Auerbach, ‘Hitlers politische Lehrjahre', 6-8. Lehmann, Gary
D. Stark’ın incelemesinin temel unsurlarından biridir: Entrepreneurs
of Ideology. Neoconservative Publishers in Germany, 1890-1933,
Chapel Hill, 1981.
25) Bkz. Rudolf von Sebottendorff, Bevor Hitler kam, 2. baski,
Münih, 1934 (Cemiyetin önde gelen şahıslarından birinin beyanı);
Reğinald H. Phelps’in ustalıklı analizi, “Before Hitler Game’’: Thule
Society and Germanen Orden’, Journal of Modern History, 35 (1963),
245-261; Goodrick-Clarke, 135-152; ayrıca Tyrell, 22 ve 188-189
38. dipnot; Auerbach, ‘Hitlers politische Lehrjahre’, 8-9; ve Noakes,
Nazi , 13. Thule Cemiyeti ismini, antik Yunanlıların en kuzeydeki
varlığını bildikleri topraklara verdikleri addan alıyordu. Kuzey
Avrupa kültlerine inananlar için ismin mistik bir önemi vardı.
26) (Hitler’in ilk kez 16 Kasım 1919’da katıldığı) Arbeiterzirkel ile
DAP’ın komitesi Arbeitsausschuss arasında net bir ayrım yapmak
zordur. Harrer tarafından kontrol edilen ve açıkça onun damgasını
taşıyan Arbeiterzirkel, gizli bir cemiyetin çekirdek grubunun
kalıntısıdır ve esas olarak küçük bir tartışma grubuna benzemektedir
(Reğinald H. Phelps, ‘Hitler and the Deutsche Arbeiterpartei’, içinde
Henry A. Turner (der.), Nazism and the Third Reich, New York,
1972, 5-19, burada 11). Komite resmi olarak partinin idari işlerinden
sorumluydu ama fiili olarak gerek personel gerekse uğraşılan
meseleler açısından bir çakışma söz konusuydu (Tyrell, Trommler,
24-25, 190 48. dipnot).
27) BHStA, Abt.V, Slg. Personen, Anton Drexler, ‘Lebenslauf von
Anton Drexler, 12.3.1935’, 3 (kısmi olarak basıldığı yer, Deuerlein,
Aufstieg, 59); Drexler’in ilk önerisi ‘Deutsche Sozialistische
Arbeiterpartei’idi, fakat Harrer ‘sozialistische’kısmına itiraz edince
bu sözcük çıkarıldı (IfZ, Fa 88/Fasz.78, Fol.4 (Lotter Vortrag, 19
Ekim 1935)). Harrer DAP’ın temellerinin atıldığı toplantıda yoktu ve
olasılıkla bir ‘parti’kurulması fikri onu çok etkilemiyordu.
Sebottendorffa göre, 18 Ocak 1919’da, Thule Cemiyeti’nin kurulduğu
odalarda Deutscher Arbeiterverein’ın 1. Başkan’ı olarak kendisi, 2.
Başkan’ı olarak da Drexler belirlenmişti (Sebottendorff, 81; ayrıca
bkz. Tyrell, Trommler, 189 42. dipnot).
28) BHStA, Abt.V, Slg. Personen, Anton Drexler, ‘Lebenslauf von
Anton Drexler, 12.3. 1935’, 3; Deuerlein, Aufstieg, 56-59; IfZ, Fa
88/Fasz. 78, Fol.4 (Lotter Vortrag, 19 Ekim 1935); Phelps, ‘Hitler’,
8-9; Tyrell, Trommler, 22; Drexler otuz kadar kişi olduğunu
belirtmektedir (Deuerlein ise elli kişiden bahsetmektedir: Aufstieg,
59). 1935 yılında verdiği konferansda Lotter (Fol.4), muhtemelen o
dönemde aldığı notlara dayanarak daha kesin konuşmaktadır: ‘Esas
olarak demiryolu işçilerinden oluşan 24 kişi vardı’(Anwesend
waren24, übenviegend Eisenbahner’). Altı yıl sonra 17 Ekim
1941’de (Fol. 10) NSDAP Hauptarchiv’e gönderdiği mektubunda
Lotter yirmi ile otuz kişi arasında bir mevcuttan bahsetmektedir.
29) Phelps (‘Hitler’, 10), 12 Eylül’deki toplantıya katılan kişi
sayısını kırk iki olarak vermektedir. Tyrell (Trommler, 195 77.
dipnot), en sona eklenmiş dört komite üyesinin adıyla birlikte otuz
dokuz imzadan bahsetmektedir. Elle yazılmış katılımcılar listesinde
(BDC, DAP/NSDAP Dosyası) ise otuz sekiz imza mevcuttur -
katılımcılardan biri ismini ve adresini iki kişilik yeri kaplayacak
şekilde yazmıştır- ve bu isimlerin arkasına aynı el yazısıyla
(Harrer’inki de dahil olmak üzere) üç isim daha eklenmiştir; bu
kişilerin tanınan üyeler olup toplantıya katıldıkları fakat isimlerini
kendilerinin yazmadığı varsayılabilir.
30) MK, 388-389, 659-664, 669.
31) MK, 390-393; JK,91. Hitler bu dönemde hâlâ üniformasıyla
çıkıp konuşmaktadır. Başlangıçta yarattığı etkiyi bir ölçüde, kendini
savaştan gelen sıradan askerlerin sözcüsü olarak tanımlamasına,
onların dünyevi dilini kullanmasına ve eski silah arkadaşları
arasındaki yaygın ihanet duygusunu dillendirmesine borçludur. Onu
ilk kez ‘Deutsches Reich’da dinleyen Ulrich Graf, daha sonra onun
baş koruması ve -1921‘de SA haline dönüşecek olan kolluk birimi-
Saalschutz’un lideri olacaktır. Graf önceki yıl yaşanan yenilgiye,
devrime ve özellikle Münih’teki Sovyet ‘Konseyler
Cumhuriyeti’sırasında gerçekleşen olaylara karşı hâlâ öfke doluydu.
Daha sonraki bir beyanına göre Hitler’den büyülenmesinin sebebi,
onun ‘güvenilir bir komutan ve asker’gibi konuşması ve öyle
davranmasıydı (IfZ, ZS F14, Ulrich Graf, ‘Wie ich den Führer kennen
lernte’, 2),
32) MK, 400-406.
33) MK, 406 (çev., MK Watt, 336).
34)Phelps, ‘Hitler’, 7-8.
35) MK. 658-661.
36) Tyrellin da işaret ettiği gibi, Trommler, 10-11.
37) Tyrell, Trommler, 29-30, eleştiren Franz-Willing,
Hitlerbewegung, 68, 73, Maser’le birlikte, Frühgeschichte, 170; ve
Fest, Hitler, 175.
38) BHStA, Abt. V, Slg. Personen, Anton Drexler, Drexler’in
Hitler’e yazdığı (ama göndermediği) mektubun daktiloyla yazılmış
kopyası, ‘Ende Januar 1940’, 7 (basıldığı yer, Deuerlein, Aufstieg,
105).
39) Tyrell, Trommler, 30-31; Phelps, ‘Hitler’, 12; Maser,
Frühgeschichte, 169.
40) MK, 390-391.
41) ReğinaldH. Phelps, ‘Hitler als Parteiredner im Jahre 1920’, 11
(1963), 274-330, burada 276.
42) Auerbach, ‘Hitlers politische Lehrjahre’, 10; ayrıca bkz.
Phelps, ‘Hitler’, 13.
43) JK, 101.
44) MK, 405; BHStA, Abt. V, Slg. Personen, Anton Drexler,
Drexler’in Hitler’e yazdığı (ama göndermediği) mektubun daktiloyla
yazılmış kopyası, ‘Ende Januar 1940’, 7 (basıldığı yer, Deuerlein,
Aufstieg, 105); Phelps, ‘Hitler’, 13 (burada, Dingfelder’in
Heimatdienst için daha önce beş kez konuşma yapmış olduğundan
bahsedilmektedir).
45) Phelps,‘Hitler’, 12-13.
46) Tyrell, Trommler, 76-83. 31 Mayıs 1919’da Münchener
Beobachter'de de yayımlanan ve olasılıkla DSP’nin amaçlarının ilk
bildirgesi olması niyetiyle hazırlanan on iki maddelik völkisch
programla örtüşen kısımları da vardır (Auerbach, ‘Hitlers politische
Lehrjahre’, 9-10 ve 34. dipnot).
47) Basıldığı yer, Deuerlein, Aufstieg, 108-112.
48) Bkz. Tyrell, Trommler, 84-85.
49) Bkz. Phelps, ‘Hitler’,13.
50) JK, 447, 29 Temmuz 1921.
51) BHStA, Abt. V, Slg. Personen, Anton Drexler, Drexler’in
Hitler’e yazdığı (ama göndermediği) mektubun daktiloyla yazılmış
kopyası, ‘Ende Januar 1940’, 7 (çev., Phelps, ‘Hitler', 13).
52) Polis raporu 2 binden fazla kişinin varlığından bahsetmektedir,
basıldığı yer Phelps, ‘Hitler als Parteiredner’, 292-296. Dingfelder
daha sonra NSDAP-Hauptarchiv’e bunların 400’ünün “Kızıllardan
olduğunu belirtmiştir (Phelps, ‘Hitler', 14).
53) Phelps, ‘Hitler als Parteiredner', 293-294.
54) Phelps, ‘Hitler als Parteiredner’, 294-296.
55) MK. 405 (çev., MK Watt, 336).
56) Phelps,‘Hitler’, 15.
57) VB, No 17, 28 Şubat 1920, 3, ‘Aus der Bevvegung’(çev., Phelps,
‘Hitler’, 14).
58) Mart başı itibariyle yeni isim kullanılmaya başlanmıştır; fakat
partinin kendi arşivinde isim değişikliğinden hiç bahsedilmiyor olması
ilginçtir. Bunun sebebi, Avusturya ve Çekoslovakya’daki nasyonal
sosyalistlerle daha yakın bir bağ içindeymiş gibi görünmeme kaygısı
olabilir (Phelps, ‘Hitler’, 13 ve 37. dipnot). Polis raporlarında partinin
ismininde ‘nasyonal sosyalist’ ibaresine rastlanması ilk kez, 6 Nisan
1920’deki (Hitler’in katılmadığı) bir toplantıdan sonra olmuştur
(Phelps, ‘Hitler als Parteiredner', 277).
59) MK, 544 (çev., MKWatt, 442).
60) MK, 538-551.
61) MK, 551-557. Hitler partinin rütbe işaretlerini ve iki yıl sonra
da SA sancaklarını tasarlamıştı. Hitler’in bayrak dizaynı, Starnberg’li
bir diş hekimi olan Friedrich Krohn’un sunduğu tasarı ma
dayanıyordu. Partinin varlıklı destekçilerinden olan Krohn 1921
yılında partiden ayrılmıştı. Hitler Mein Kampf'ta Krohn’dan ancak
dolaylı olarak bahseder ve ismini vermez.
62) MK, 543.
63) MK, 549-551; ve bkz. Heinrich Bennecke, Hitler und die SA,
Münih, 1962, 26-27. ‘Jimnastik Birliği’(Turnabteilung) ismi en son 5
Ekim 1921’de kullanılmış ve bu tarihten sonra onun yerini artık
‘Fırtına Birliği' (Sturmabteilung).ismi almıştır (Tyrell,Trommler,137,
266 25. dipnot).
64) Toplantı, DAP’ın önceki toplantılarından tarz olarak bir farklılık
taşımasa da, normalde yüzden fazla kişinin katılımını sağlayan olağan
duyuruların dışında ilk kez bir gazetede de duyurulmuştu. Hitler
(MK, 390), 111 kişinin katıldığını bildirmektedir oysa ki katılım
listesinde 131 isim vardır (Tyrell, Trommler, 27-28, 196-197, 100-
101. dipnotlar).
65) MK, 390 (çev., MK Watt, 323).
66) Oskar Maria Graf, Gelcichter vonaıtben. Aus Leben Münih,
1966, 114-115
67) Frank, 38-42.
68) Tyrell, Trommler, 33; Phelps,‘Hitler als Parteiredner’, 284,
burada sayılar biraz farklıdır.
69) MK, 561.
70) Phelps, ‘Hitler als Parteiredner’, 279-280; Tyrell, Trommler,
33.
71) Örneklerin verildiği kaynak: JK, 126, 205-213, 271-276.
Hitler’in koruması Ulrich Graf, konuşma başlamadan önce notların
yerine konmasından sorumlu olan kişiydi. Hitler’in bu notlardan yola
çıkarak doğaçlama konuştuğunu o da teyit etmiş, bunun yanı sıra
Hitler’in notlara bakmaya pek ender ihtiyaç duyduğunu ileri
sürmüştür. Grafın Ağustos 1934’te kaleme aldığı anlatısının,
Führer’in olağanüstü yeteneklerini her fırsatta yüceltme çabalarının
bir ürünü olduğuna şüphe yoktur. Konuşma notları ve konuşmanın
içeriğini belirten raporlar arasında bir karşılaştırma yapmak,
Hitler’in bu küçük notlardan Grafın ima ettiğinden daha fazla
yararlandığını düşündürür. Sonraları Reich Şansölyesi olarak yaptığı
konuşmalar, söylediklerini sözcüğü sözcüğüne yorumlayan dünya
basını ve diplomatlar tarafından dikkatle kaydedilmiş ve yazıya
dökülmüştür.
72) Toplantıların süresi genelde iki saat otuz dakika ila üç saat
onbeş dakika arasında değişirdi (Phelps, ‘Hitler als Parteiredner’,
275). Hitler Mein Kampf'ta, 3 Şubat 1921’de Circus Krone’deki ilk
konuşmasının iki buçuk saat sürdüğünden bahseder (MK, 561).
73) MK. 565.
74) Hitler, ‘Kasım suçluları’ibaresini aslında ilk kez Eylül 1922’de
kullanmış ve dakikalarca süren bir alkış yağmuruna tutulmuştur (JK
692). Aynı yılın Aralık ayından itibaren bu ibare konuşmalarında
sürekli belirmiş ve bir daha yok olmamıştır.
75) Phelps, ‘Hitler als Parteiredner’, 283-284.
76) JK, 126-127.
77) Phelps, ‘Hitler als Parteiredner’, 286.
78) Örneğin, JK,179, 204, 281-282, 302, 312.
79) Carr, Hitler,5.
80) Hitler’in Darbe’den önce yaptığı konuşmaların derlemesini
içeren JK'da sözcüğü bir kez bile geçmez. ‘Lebensraum’sözcüğünün
gelişimine dair daha geniş malumat almak için ayrıca bkz. Karl
Lange, ‘Der Terminus ‘Lebensraum’in Hitlers Mein Kampf, VJZ.13
(1965), 426-437.
81) JK, 113.
82) Phelps, ‘Hitler als Parteiredner’, 278, 288; JK, 126-127.
83) Milliyetçi zihniyetteki lider kişilikler' ya da ‘iktidara ve
otoriteye sahip [bir] hükümet’gibi konulan ele aldığı daha genel
konuşmalarında, bireysel liderlikten çok kolektif bir liderliği ima eder
gibi görünmektedir. Bkz Tyrell, Trommler, 60; Phelps, ‘Hitler als
Parteiredner’. 299,319,321.
84) JK, 126-127 (27 Nisan 1920), 140 (Haziran başı 1920), 163
(21 Temmuz 1920).
85) Phelps, ‘Hitler als Parteiredner', 288. Hitler’in kaynakları için,
bkz. Reğinald H. Phelps, ‘Hitlers “grundlegende” Rede über den
Antisemitismus’, VJZ, 16 (1968), 390-420, burada 395-399.
86) Bkz. Phelps, 'Hitler als Parteiredner’, 284.
87) JK, 200.
88) JK, 119-120.
89) JK, 119, 128, 184.
90) JK 348.
91) JK 115, 148, 215, 296.
92) JK201.
93) JK, 119.
94) Hitler’in 1920 Haziran’ının sonlarında yaptığı bir konuşmayı
izleyen karşıt görüşlü bir eleştirmen, ‘Yahudilerin öldürülmesini
defalarca talep ettiğini’ rapor etmiştir ('Aujforderung um
Auffordenıng zur Ermordung der Juden'), Der Kampf 28 Haziran
1920 (JK 152). Öte yandan böyle açık bir cinayet çağrısına başka bir
konuşmasında rastlamayız. Bu durumda, Hitler’in bire bir kullandığı
sözcüklerden çok aktaran kişinin yorumu söz konusu olmalıdır.
95) Akt., içinde Alexander Bein, ‘Der modeme Antisemitismus und
seine Bedeutung für die Judenfrage’, VJZ, 6 (1958), 340-360, burada
359. Ayrıca bkz. Alexander Bein, “Der judische Parasit”.
Bemerkungen zur Semantik der Judenfrage’, VJZ, 13 (1965), 121-
149.
96) JK176-177.
97) Phelps, ‘Hitler als Parteiredner’, 286; ve bkz., örneğin, JK,
201.
98) 13 Ağustos 1920’de yaptığı antisemitizm konulu bir
konuşmanın düzenlenişi ve dinleyicilerin reaksiyonu için, bkz. Phelps,
‘Hitlers “grundlegende” Rede’, 393-395.
99) Phelps, ‘Hitlers “grundlegende” Rede’, 395. Phelps’in de
belirttiği gibi (391), tam metin (400-420; JK, 184-204) bugüne
kalabilmiştir; Hitler’in erken dönem konuşmaları için ender olan bu
durum muhtemelen, konuşmanın programatik bir bildirim olarak
taşıdığı önemden kaynaklanmakadır.
100) Deuerlein, ‘Hitlers Eintritt’, 215; JK, 231 7. dipnot. Hitler 3
Temmuz 1920 tarihli bir mektubunda, sanayi kesiminde çalışan işçi
sınıfının desteğini kazanmanın zorluğunu teslim etmiştir ( JK, 155-
156).
101) MK, 722 (çev., MK Watt, 620).
102) JK 337 (6 Mart 1921 tarihli konuşma); Phelps, ‘Hitlers
“grundlegende” Rede’, 394, 398.
103) Hitler’in Yahudiler’e karşı soykırım arzusu içeren bir
düşmanlığı sahip olmasını -Rus iç savaşında ve sonrasında yaşanan
barbarlığa dair dehşet hikayeleriyle beslenen- Bolşevik teröründen
korkusuna bağlayan görüşü geliştiren kişi Ernst Nolte’dur;
yorumları, 1980’lerin sonlarındaki ‘Historikerstreit’i (Tarihçiler
Tartışması’) başlatan unsurlardan biridir. Bkz Ernst Nolte, ‘Zwischen
Geschichtslegende und Revisionismus’, ve 'Vergangenheit, die nicht
vergehen will',‘Historikerstreit’Die Dokumentation der Kontroverse
um die Einzigcırtigkeit der national sozialistischen
Judenvernichtung içinde, 13-47, Nolte’un kitabıyla birlikte, Der
europâische Burgerkrieg 1917-1945.
104) JK, 88-90.
105) JK 126-127 [27 Nisan 1920), 140 (Haziran başı 1920), 163
(21 Temmuz 1920).
106) JK231.
107) Phelps, ‘Hitlers “grundlegende” Rede 1 , 398.
108) Nolte, Bûrgerkrieg, 115, 564 24. dipnot, Rus iç savaşı
sırasında Çeka’nın, açlıktan deliye dönmüş fareleri yüzlerine tutmak
suretiyle mahkumları itirafa zorladığı türünde hikayelerin VB’de
yayımlandığına işaret eder.
109) USPD’nin radikal kanatının eski mensuplarının akın etmesi
suretiyle 1920 güzünde Almanya’da KPD’nin üye sayısının birden
artması, bu durumu daha da teşvik etmiştir (Tyrell, Trommler, 49-
50), fakat 'Yahudi Bolşevizmi vurgusu o döneme dek zaten oturmuştu.
Dolayısıyla Yahudi finans kapitaline yönelik saldırılar azalmamıştır.
Buna bir de, Sovyet Rusya’da Almanya’nın milli çıkarlarına karşı
uluslararası bir unsurun ve uluslararası finans kapitalin birlikte
çalıştığı kanısı eklenmiştir (Bkz. 337).
110) Phelps, ‘Hitlers “grundlegende" Rede’, 398 ve 33. dipnot.
Hitler’in, bunların özgün metinler olduğunu kabulü için bkz. MK,
337.
111) Mayr, 195-196.
112) Phelps, ‘Hitler’, 11; JK, 106-111.
113) Dirk Stegmann, 'Zwischen Repression und Manipulation:
Konservative Machteliten und Arbeiter- und Angestelltenbevvegung
1910-1918. Ein Beitrag zur Vorgeschichte der DAP/NSDAP’, Archiv
für Sozialgeschichte,12 (1972), 351-432, burada 413. Mayr,
General Lüttwitz ve General von Oldershausen’le bağlantıyı sağlayan
kişi olarak Kapp’la zaten iki kez görüşmüştü; bir keresinde yanında
Eckart vardı, diğerinde ise yalnızdı. Ernst Röhm’e göre, Mayr
‘Bavyera’da Kapp girişimine önayak olan en önemli kişiydi’(Röhm,
Die Geschichte eines Hochverrâters, 100-101).
114) Stegmann, 413-414. Tyrell gayet yerinde bir yorum yapmış
(Trommler, 296) ve bunun, Hitler’in bu tip dış güçlerin maşası
olduğunu değil, Hitler’in manipüle edilme çabalarını ispatladığını
belirtmiştir.
115) Röhm, 100-101, 107.
116) Tyrell, Trommler,27-8,61,19711.104; Auerbach, ‘Hitlers
poiitischc Lehrjahre’, 16, 18.
117) Eckart’la ilgili olarak, bkz. Margarete Plevvnia, Auf Weg zu
Hitler. Der völkische Publizist Dietrich Eckart, Bremen, 1970; ve
Tyrell, Trommler, 190-191 49. dipnot, 194 70. dipnot. Tyrell,
Eckart’ın ölümünden (1924) sonra yayımlanan kitabının (Der
Bolschevvismus von Moses bis Lenin. Zwiegesprâch zwischen Adolf
Hitler und mir, Münih, 1924), Hitler’le yaptığı tartışmaya dayandığı
görüşünü oldukça ikna edici bir tarzda çürütür; bu görüş ilk olarak
Ernst Nolte tarafından ileri sürülmüştür, 'Eine frühe Quelle zu
Hitlers Antisemitismus’, Historische Zeitschrift, 192 (1961), 584-
606, ve Ernst Nolte, Three Faces of Fascism, Mentor baskısı, New
York, 1969, 417-421. Eckart’ın Hitler’e verdiği finansal desteğe
değinen eser, Franz-Willing, Hitlerbewegung, 180 vdg. ve Plewnia,
66-71.
118) Tyrell, Trommler, 23.
119) 1923 yılıyla birlikte Eckart artık gözde değildir ve Mart
ayında völkischer Beobachter'in editörlüğünden alınınca hayata
küsmüştür. Bu olaydan sonra Hitler’i çok nadir görmüş ve darbeye
katılmamıştır. Hastalanmış, durumu giderek kötüleşmiş ve yılın
sonuna doğru ölmüştür. Mein Kampf'ın Eckart’a ithaf edilmesi,
Hitler’in ilk dönemlerinde ona ne kadar çok şey borçlu olduğunu
bilen çok sayıda insana yönelik biçimsel bir jestten ibarettir (Tyrell,
Trommler,194 70. dipnot).
120) Franz-Willing, Hitlerbewegung, 179-180. 190.
121) Tyrell, Trommler, 110, 177. Tyrell (Trommler, 110),
Grandel’in, Ağustos 1920’de partiye katıldıktan sonra, Augsburg’da
kurmuş olduğu Schutz- und Trutzbund’dan NSDAP’a destekçiler
getirdiğine işaret eder.
122) BHStA, Abt.V, Slg. Personen, Anton Drexler, Drexler’in
Hitler’e yazdığı bir mektubun müsvettesinin kopyası, 1940 yılı Ocak
ayının sonu, 3 (kısmen basıldığı yer, Deuerlein,
Aujstieg, 128-129). (Ayrıca bkz. Tyrell, Trommler, 175-177.)
123) JK, 277-278.
124) Tyrell, Trommler, 38, 42, 206 189. dipnot.
125) Deuerlein, Aujstieg, 136.
126) Gustave Le Bon’un Fransa’da 1895 yılında yayımlanan ve bir
yıl sonra The Crowd adıyla İngilizce baskısı yapılan araştırmasının
Almanca baskısı, 1908 yılı içinde Psychologie der Massen adıyla
çıkmıştır. Eylül 1919’da Hitler’in DAP’a üye olmasından birkaç gün
önce VTTde çıkan uzun bir makale, dikkatleri, Münihli bir sinir
mütehassısı olan Dr. J.R. Rossbach adında birinin, ‘Kitlelerin Ruhu.
Popüler Kitle Hareketlerinin Ortaya Çıkmasıyla ilgili Psikolojik
Mütalaalar” (Die Massenseele, Psychologische Betrachtungen über
die Entstehung von Volks-(Massen)-Bewegungen (Revolutionen))
adlı yayımlanmış bir seminerine çekmiştir. Rossbach, Le Bon’dan sık
sık alıntılar yapmış ve onun bulgularını özlü bir dille özetlemiştir.
Rossbach’ın anlatım biçimi ile Hitler m kitle psikolojisne dair
yorumlarındaki anlatım biçimi arasında çarpıcı benzerlikler
mevcuttur. Hitler Rossbach dolayımıyla Le Bon’un eserini okumuş
olabilir. Ama daha olası görünen, Rossbach’ı okuyup ondan etkilenmiş
olmasıdır. (Bkz. Tyrell, Trommler, 54-56.)
127) Tyrell, Trommler, 42-64.
128) Savaş Tazminatları Komisyonu Nisan ayında, 132 milyar altın
mark yekünündeki ödemeleri yeniden değerlendirdi (Kolb, Weimarer
Republik,44); Hitler Mein Kampf ta ‘yüzmilyar altın marklık deli
para’derken bunu kastediyor olmalıdır (MK, 558).
129) Circus Krone’nin müdürünün parti üyesi olduğu ve salon
kirasında ciddi bir indirim yaptığı söylenmiştir (Toland, 109, fakat bir
kanıt gösterilmemiştir).
130) MK, 558-562; JK, 311-312. Hitler kendi anlatısında, Circus
Krone zaferinden sonraki iki hafta İçinde salonu iki kez daha
kiraladığını ve gayet başarılı iki toplantı daha yaptığını
belirtmektedir. NSDAP bu salonu giderek daha geniş katılımlı
toplantılar için kullanmaya devam edecek, fakat burada yapılan bir
sonraki toplantı ancak 6 Mart 1921’de, ondan sonraki de 15 Mart’ta
gerçekleşecektir. Öte yandan bunlar Hitler’in sözünü ettiği
toplantıdan sonraki iki toplantıdır ( JK,335 vdğ., 353 vdğ.). Hitler
Circus Krone’deki ilk toplantılara dair o dönemde ne kadar kaygılıysa
da, ikinci Dünya Savaşı sırasında o günleri parti tarihinin ‘iyi günleri’
olarak sık sık anacaktır. Söz gelimi, Heydrich’a düzenlenen resmi
cenaze töreni münasebetiyle Goebbels’e söylediği sözlere bkz.
(TBJG, 11, 4, 492 (10 Haziran 1942)).
131) JK,312; Deuerlein, Aufstieg,129-130.
132) MK, 562.
133) Şu kaynağa dayanarak: JK, 279-538.
134) Ernst Hanfstaengl, 15 Jahre mit Hitler. Zwischen Weibem
und Braunem Haus, 2. baskı, Münih/Zürih, 1980, 52-53.
135) Tyrell, Trommler, 40-41.
136) Hoffmann, 50.
137)Auerbach, ‘Hitlers politische Lehrjahre’20-21.
138) Hanfstaengl, 15 Jahre, 49.
139) Hanfstaengl, 15 Jahre, 49-52.
140) Hanfstaengl, 15 Jahre, 52.
141) Deuerlein, Hitler, 53.
142) Deuerlein, Aufstieg, 132-134.
143) Tyrell, Trommler, 208 215. dipnot, akt. VB, 9 Eylül 1920.
144) Tyrell, Trommler, 40 (Şubat 192l’de Deutschsozialistische
Partei mensubu iki kişinin Münih’e yaptıkları ziyaretin raporu);
Deuerlein, Aufstieg, 139 (Temmuz 1921’de Hitler’in parti içindeki
düşmanları tarafından dağıtılan, ‘Adolf Hitler-Verrâter’başlıklı, yazarı
bilinmeyen bir broşürden özet).
145) JK, 529-530. 1921 yılında VB’de yazdığı makalelere karşılık
aldığı ücretten hiç bahsetmemiştir ama öte yandan Temmuz 192 l’de,
hayatını ‘yazar ( olarak kazandığını iddia etmiştir (JK, 448).
146) Tyrell, Trommler, 216 209. dipnot, akt. Münchener Post, 5
Aralık 1921; Heiden, Hitler,97.
147) Heiden, Hitler, 100, burada ismi yanlışlıkla ‘Carola’ diye
geçer. Doğru isim konusunda beni bilgilendiren Martha Schad’a ve
Anton Joachimsthaler’e teşekkür borçluyum.
148) Auerbach, ‘Hitlers politische Lehrjahre', 22; Tyrell,
Trommler, 267 54. dipnot.
149) Destekleyici kanıtlar bulunmamakla birlikte Heiden’a göre
(Hitler, 116), Hitler Berlin’de olmadığı o uzun süreyi Bechsteinlarda
hitabet dersleri alarak geçirmiştir. Bir yandan diksiyonunu düzeltiyor
olup olmaması bir yana, ziyaretinin asıl sebebi hitabet derslerinden
çok daha önemlidir: -büyük bir başarı sağlayamadıysa bile- parti
gazetesi için para bulmayı denemiş ve bunun için muhtemelen, çok
sayıda Pan-Germenİe şahsi ilişkisi olan, Pan-Germen gazetesi
Deutsche Zeitung'un editörü Max Maurenbrecher’in sağladığı
bağlantıları kullanmıştır (Tyrell, Trommler, 117-118).
150) Tyrell, Trommler, 96.
151) Tyrell, Trommler, 103-104.
152) JK, 436 (Hitler’in 14 Temmuz 1921 tarihli istifa mektubu).
153) Tyrell, Trommler, 99-100, 105.
154) Tyrell, Trommler, 101-103.
155) Yukarıdaki bilgiler Tyreirın bulgularına dayanmaktadır
(Trommler, 106-109, 122).0
156) JK,417; Tyrell, Trommler, 118-119.
157) Tyrell, Trommler, 110-116, 119-120.
158) JK, 437-438; Franz-Willing, Hitlerbewegung, 11(7.
159) Tyrell’a dayanarak, Trommler, 120-122.
160) JK, 438.
161) JK, 277. Dok. 198 (JK, 320), Hitler’in 16 Şubat 1921’deki
istifasının kayıtları sahte olarak değerlendirilmelidir.
162) Tyrell, Trommler, 123.
163) JK, 438.
164) Tyrell, Trommler, 126-128, 130. Hitler’in 26 Temmuz 1921
tarihli parti komitesinde verdiği ültimatom (basıldığı yer, JK, 445
(Dok.266)) sahtedir.
165) JK,446.
166) Deuerlein, Aufstieg, 138-141; JK,446-447; Tyrell, Trommler,
128-130.
167) JK, 439-444; Tyrell, Trommler, 129 ve 264 506. dipnot.
168) Yeni tüzüğe dair bir inceleme için bkz. Tyrell, 130-150.
169) VB, 11 Ağustos 1921,3.
170) VB, 4 Ağustos 1921, 3.

VI “BORAZANCI”

1) Rudolf Pechel, Deutscher Widersland, Erlenbach/Zürih, 1947,


280.
2) Akt. Auerbach, ‘Hitlers politische Lehıjahre’, 29; Tyrell,
Trommler, 117.
3) Bernd Weisbrod, 'Gewak in der Politik. Zur politischen Kultur in
Deutschland zwischen den beiden Weltkriegen', Geschichte in
Wissenschaft und Unterricht, 43 (1992), 392-404, burada özl. 392-
395. Ayrıca bkz. George L. Mosse, Fallen Soldiers, New York/Oxford,
1990, b. 8; ve Robert G.i... Waite, Vanguard of Nazism. The Free
Corps Movement in Postwar Germany 1918- 1 923 , Cambridge,
Mass., 1952.
4) Weisbrod, 393; Peter Longerich, Die braunen Bataillone.
Geschichte der SA, Münih, 1989, 12. Einwohnerwehr'in ayrıntılı
beyanlarının sunulduğu eser, Hans Fenske, musund
Rechlsradikalismus in Bayern nach 1918, Bad
Homburg/Berlin/Zürih, 1969, b. 5, 76-112; Karl Schwend, Bayern
zwischen Monarchie und Diktatur, Münih, 1954, 159-170; ve özl.,
David Clay Large, The Politics of Law and Order: A History of the
Bavarian Einwohnenvehr, 1918-1921, Philadelphia, 1980.
5) ‘Konsey’ için bkz. Fenske, 148-159; Hoegner, Die verratene
Republik, 131; ve Longerich, Die braunen Bataillone, 14. Siyasi
cinayetlere dair rakamların alındığı kaynak, Ralf Dreier and
Wolfgang Sellert (der.), Recht und Justizim ‘Dritten Reich' Frankfurt
am Main, 1989, 328; cinayetlerin çoğu mahkemeler tarafından
hoşgörülü bir şekilde ele alınmış ve sol görûşlû partilerin üyeleri
tarafından işlenen çok daha az sayıdaki (toplamda yirmi iki) cinayetle
kıyas edilmiştir.
6) Deuerlein, Aufstieg, 143-144.
7) Deuerlein, Aufstieg, 142; Fenske, 89-108.
8) Georg Franz-Willing, Ursprungder Hitlerbewegung, 1919-
1922, 2. baskı, Preubisch Oldendorf, 1974, 62-63 ve 15a dipnotu.
9) Longerich’e dayanarak, Die braunen Bataillone, 12-14, 23-24;
Hoegner, 129-133; Harold, J. Gordon, Hitler and the Beer Hail
Putsch, Princeton, 1972, 88-92; Spindler, i.462-464; Fenske, 143-
172; Large, Where Ghosts Walked, 142-146.
10) Bkz. Auerbach, ‘Hitlers politische Lehrjahre", 35.
11) Longerich, Die braunen Bataillone, 22; Bennecke (26), ‘salon
kolluk birimi’nin 24 Şubat 1920’de yapılan Holhrâuhaus toplantısıyla
faaliyet göstermeye başladığını ima eder; Franz-Willing (Ursprung,
206) ise teşkilatın faaliyetinin Ekim 1919‘daki Eberlbrâu toplantısına
dek geri gittiğini öne sürer. Ancak bu tarihler, siyasi muhaliflerden
şiddete dayalı tepkilerin beklendiği büyük toplantılarda, müdahale
etmeye hazır güçlü kuvvetli taraftarların bulundurulması gibi olağan
önlemlerin dışındaki bir oluşumdan bahsetmek için çok erkendir.
12) Longerich, Die braunen Bataillone, 23; Tyrell, 137.
13) Tyrell, Trommler,266 25. dipnot; Longerich, Die braunen
Bataillone, 25-26.
14) Franz-Willing, Ursprung, 205; bkz. Auerbach, ‘Hitlers
politische Lehrjahre’, 35 158. dipnot; Longerich, Die braunen
Bataillone, 23, 25.
15) Bkz., özl., Klaus Thevveleit, Mdnnerphantasien, Rovvohlt
baskısı, 2 c., Reinbek bei Hamburg, 1980.
16) Tyrell, Trommler, 28, 197 104. dipnot.
17)Röhm’e dayanarak, Die Geschichte eines Hochverrâters, özl.
Kısım 11, b. 13-20, 75-145; ve Longerich, Die braunen Bataillone,
15-22. Ayrıca Conan Fischer’in sunduğu biyografik şemaya da bkz,
‘Ernst Julius Röhm - Stabschef der SA und Aubenseiter’, içinde Ron
Smelser and Rainer Zitelmann (der.), Die braune Elite, Darmstadt,
1989, 212-222, ve karakter incelemesi için bkz. Joachim C. Fest, The
Face of the Third Reich, Pelican baskısı, Harmondsvvorth, 1972,
107-115.
18) Heiden, Hitler, 124.
19) Yukarıdaki bilgilerin esas olarak dayandığı kaynak, Longerich,
Die braunen Bataillone, 24-26; ve Bennecke, 28-30. Partinin kendi
paramiliter örgütlenmesini oluşturduğuna dair Hitler’in 3 Ağustos
1921’deki bildiriminin basıldığı yer, Deuerleln, Au fstieg, 144.
20) Ehrhardt’la işbirliği, Klintzsch’in 11 Mayıs 1923‘te bahriye
birliğine dönmek için SA’dan istifa etmesiyle son bulmuştur
(Bennecke, 28-29).
21) Bkz. Heiden, Hitler, 121-122.
22) Auerbach, ‘Hitlers politische Lehrjahre’, 35 158. dipnot.
23) Longerich, Die braunen Bataillone, 26-28.
24) Spindler, i.464; Franz-Willing, Ursprıtng, 244.
25) Dietmar Petzina, Wemer Abelshauser ve Anselm Faust (der.),
Sozialgeschicbtliches itsbuch, Band III. Materialen zur Statislik des
Deutschen Reicbes 1914-7945, Münih, 1978, 83.
26) Deuerlein, Aufstieg,145-146.
27) Fleiden, Hitler, 125.
28) Deuerlein, Aufstieg, 150-151, 154; Heiden, Hitler, 125.
29) Deuerlein, Aufstieg, 147-149.
30) Deuerlein, Aufstieg,147. 25 Ekim 1921’deki bir SPD
toplantısında konuşmacı Erhard Auer’in canına kastedilmiş ve Sosyal
Demokratlar bu işte Nazilerin parmağı olduğundan şüphelenmişlerdi
(Maser, Frühgeschichte,301; bkz. Hitlerin yorumları, MK, 562-563).
31) Deuerlein, Aufstieg, 147.
32) MK, 563-567; ve Heinz, 117-120, kavgayı överek anlatan Nazi
yandaşı bir görgü tanığının beyanı. Toplantıdan önce Hitler’in
SA’lılara söylediklerinin ve ‘Katiller Kim?’başlıklı konuşmasının
içeriğiyle ilgili raporun yayımlandığı eser JK, 513.
33) Hanfstaengel, 15 Jahre,59; ve bkz. Kurt G.W. Ludecke
(=Lüdecke), I Knew Hitler. The Story of a Nazi Who Escaped The
Blood Purge,’Londra, 1938, 123.
34) Spindler, i.466-468.
35) Franz-Willing, Ursprung, 247-249 (alıntı, 248). Eylül 1922’de,
bir Nasyonal Sosyalistin tutuklandığı bir olayda, bombaları yapan
parti mensubu Münihİi bir saatçi ustası Mannheim borsasından
atılmıştı.
36) Deuerlein, Aufstieg, 153-154.
37) JK, 578-580.
38) JK, 625. Hitlerin sınır dışı edilmesi durumunda partinin
yapabileceği misillemeye dair Esser ve Eckart müphem ve tehditkar
bir yaygara koparmıştı (Franz-Willing, Ursprung, 246-248).
39) JK, 679 ve 1. dipnot.
40) Bennecke, 42; Auerbach, ‘Hitlers pülitische Lehrjahre’, 36.
Yılın sonunda SAİıların sayısı bin kişiye ulaşmıştı ve bunların yaklaşık
dörtte üçü Münih’teydi (Bennecke, 45).
41) JK,687.
42) Ernst Deuerlein, Der Hitler-Putsck Bayerische Dokumente
zum 879. November 1923-, Stuttgart, 1962, 42-44; Deuerlein,
Aufstieg, 155-156; Auerbach, ‘Hitlers politische Lehrjahre’, 36 ve
160. dipnot; Maser, Frûhgeschichte, 353-354; Fenske, 182-184.
Deuerlein (Putsch, 43) Karolinenplatz’da yapılan, Fenske (184) ise
Königsplatz’da yapılan bir gösteriden söz eder. Meydanlar neredeyse
birbirine komşu olduğundan gösteri ikisine birden taşmış olabilir.
43) Lüdecke, 59-61 (bu kaynakta, olayların tarihi 20 Eylül 1920
olarak yanlış verilmiştir ve aynı hata Toland (118) tarafından da
tekrarlanmıştır). 1925 yılında yapılan bir duruşmada Hitler
Pirtinger’in aleyhinde iftiralar savurmuş; 1922 yılında onun da aynı
şeye kalkıştığını ve başarısız olduğunun ertesi yıl ortaya çıktığını
iddia etmiştir (RSA, 1,10-14, burada 11).
44) Wolfgang Benz (der.), Politikin Bayertı. Berichte Gesandten
Carl Moser von Filsech,Stuttgart, 1971, 108; Deuerlein, PtiLsch, 44;
Deuerlein, 156.
45) Hitler’in beyanı için bkz. MK, 614-618; Sonderarchiv Moscovv
(1355-1-38), çıkan kargaşaya dair Bezirksamt Coburg Vorstan’ın, 16
Ekim 1922’de Yukarı Franken Reğierungsprâsidiurn una ve 27 Ekim
1922’de Münih’teki İçişleri Bakanlığı’na verdiği raporları
içermektedir (alıntı, ikinci raporun 5. sayfasındandır); ayrıca bkz.
Franz Willing, Urspnıng, 249; Ludecke, 85-92.
46) Sebep, Werkgemeinschaft’ın Nuremberg şubesinin iflasın
eşiğinde olması ve borçları nedeniyle Dickel’le hınç dolu bir
anlaşmazlık yaşaması idi. NSDAP Streicher’e 70 bin mark sağlayarak
kendini göstermiş, borcu ödemeyi kabul etmiş ve Deutscher
Volkswille'ye gereken krediyi sağlamıştı (Robin Lenman, ‘Julius
Streicher and the Oriğins of the NSDAP in Nuremberg, Nicholls ve
Matıhias içinde, 129-159, burada 135).
47) Monologe, 158, 293, 430-431 175. ve 176. dipnot.
48) Lenman, 129; Maser, Frühgeschichte, 355-356.
49) Auerbach, ‘Hitlers politische Lehrjahre’, 36 ve 162. dipnot;
Tyrell, 33. Partinin ilk dönemlerdeki sosyal yapısı için, bkz. Michael
Kater, l Zur Soziographie der frühen NSDAP’, VfZ, 19 (1971), 124-
159.
50) MK, 375. Hitler, Streicher’in kendini geri plana çekerek ve
Nuremberg’in desteğini kazanarak partiye verdiği 'sonsuz hizmet’ten
yıllar sonra dahi heyecanla bahsedecek; ‘Eğer Julius Streicher
olmasaydı Nuremberg’de tek bir Nasyonal Sosyalist olmayacaktı’diye
iddia edecektir (Monologe; 158 (28-29 Aralık 1941)).
51) Lenman, 144-146, 149, 159.
52) Francis L. Carsten, The Rise oj Fascism, Londra, 1967, 64-65.
53) Maser, Frühgeschichte, 156 ve .570. dipnot, Esser’in sözlü
tanıklığına gönderme yapar. VB, 8 Kasım 1922, 2, mantıksız bir
formülasyon sunmaktadır: ‘ltalya’nin Mussolini’sinden bizde de var.
Onun adı Adolf Hitler’dir.’(Den Mussolini Italiens haben auch wir. Er
heibt Adolf Hitler.')
54) Günter Scholdt, Autoren über Hitler. Deutschsprachige
Schriftsteller 1919- 1945 und ihr Bild vom 'führer' Bonn, 1993, 34.
55) Scholdt, 35.
56) Akı. Sontheimer, 217. Stapel’in biyografisinin kısa bir tasviri
için, bkz. Wolfgang Benz ve Hermann Graml (der.), Biographisches
Lexikon zur Weimarer Republik, Münih, 1988, 325-326.
57) Sontheimer, 214-222, alıntı 218.
58) Bkz. Tyrell, Trommler, 274 151. dipnot.
59) Tyrell, Trommler, 161-162.
60) Tyrell, Trommler, 62.
61) Tyrell, Trommler, 274 152. dipnot.
62) JK, 729.
63) Comelia Berning, Vom 'Abstammungsnachweis' zum
'Zuchtwart'. Vokabular des Nationalsozialismus, Berlin, 1964, 82.
64) Maser, Frühgeschichte, 382; Georg Franz-Willing,Krisenjahr
der Hitlerbewegung 1923, Preubisch Oldendorf, 1975, 73-74, 127-
129 ve 128 23. dipnot. 1923 yılı boyunca, Hitler’e Almanya’nın
‘kurtarıcısı’ olarak hitap eden mektuplar kuzeyden olduğu kadar
güney Almanya’dan da sel gibi yağmıştır. Hitler, şahsını bir sır
halesiyle çevirmek için fotoğraflarına koyduğu yasağı kaldırınca
(bkz. Hoffmann, 41-49), portrelerinin satışa sunulması kültünün
yaygınlaşmasına katkıda bulunmuştur. Göring’le ilgili olarak, şu eser
içindeki karakter tahlillerine bkz.: Fest, The Face of the Third Reich,
113-129; ve Ron Smelser ve Rainer Zitelmann (der.), Die braune ,
Darmstadt, 1989, 69-83. Göring, eskiden Ehrhardt Brigade mensubu
olan Yüzbaşı Johann Klintzsch’in ardından, Şubat 1923’de SA’nın
lideri olmuşfu. Göring’in bir savaş kahramanı gibi görünüşü, liyakat
madalyasıyla -Pour le Meritel- süslü göğsü SA için biçilmiş kaftandı ve
eski liderin indirilip yerine onun getirilmesinin sebebi de muhtemelen
buydu (bkz. Bennecke, 54). Lüdecke’ye göre Hitler şöyle demişti:
‘Muhteşem! Pour !e Merite’e sahip bir savaş yıldızı, tek kelimeyle bir
numara - bunu hayal edin! Mükemmel bir propaganda! Üstüne üstlük
parası da var, bana tek kuruşa bile mal olmayacak’(Lüdecke, 129).
65) Franz-Willing, Krisenjahr, 74, Pittinger’in küçümsemesinden
bahseder; Heiden (Der Führer, 102) ise, ‘solun gözünde Hitler’in
‘sıradan bir demagog’dan başka bir şey olmadığına işaret eder.
66) Hanfstaengel, 15 Jahre, 109.
67) Oron James Hale, ‘Gottfried Feder calls Hitler to Order: An
Unpublished Letter on Nazi Parry Affairs’, JMH,30 (1958), 358-362.
68) JK, 723-724 (8 Kasım 1922).
69) JK,729 (14 Kasım 1922).
70) Bkz. Tyrell, Trommler, 60-62.
71) JK,837 (26 Şubat 1923).
72) ]K,916 (17 Nisan 1923).
73) JK, 933 (1 Haziran 1923).
74) JK, 923 (4 Mayıs 1923). Hitler, Ruhr’daki pasif direnişi ve ‘ifa
politikası’ felaketini Şansölye Cuno’nun Fransızlara ‘kapitülasyon’
vermesi olarak değerlendirmiş ve konuşmasını bu çerçevede
yapmıştı.
75) JK,923-924.
76) JK 946 (6 Temmuz 1923). Ayrıca bkz. 973 (14 Ağustos 1923);
burada, -aynen orduda olduğu gibi galibiyeti ya da mağlubiyeti bizzat
elinde tutan- liderin sorumluluğuna vurgu yapmış ve suçu partilere
yıkmanın söz konusu olamayacağını belirtmiştir. 12 Eylûl’de yaptığı
bir konuşmada kahramanlık, şahsiyet ve liderlik temalarına tekrar
dönmüş, fakat liderlerden toplu olarak söz etmiştir. (JK, 1012-1013).
77) JK, 984 (21 Ağustos 1923).
78) Hanfstaengl’in kendisine aktarıldığını ileri sürdüğü bir
açıklamaya göre, Hitler -eğer aktarılan sözcüğü sözcüğüne doğru
hatırlanıyorsa- ‘borazancı rolü oynamak niyetinde değilim' demişti.
Bu açıklama, Hitler’in güçlü muhafazakar çevrelerin maşası
olabileceğinin ipuçlarını belirtme amacı taşımaktadır. (Hanfstaengl,
47-8).
79) JK , 1027, akt. Daily Mail, 3 Ekim 1923, A Visit to Hitller (!)
başlığı altında.
80) Anlaşıldığı kadarıyla Hitler Lossow’un yanında kendini
Mussolini’yle karşılaştırmıştır (Georg Franz-Willing, Putsch and
Verbotszeit der Hitlerbewegung Kasım l923-Şubat 1925,Preubisch
Oldendorf, 1977, 56.)
81) JK, 1034 (14 Ekim 1923).
82) JK, 1043 (23 Ekim 1923).
83) JK, 1034 (14 Ekim 1923). Hitler duruşmada Kahr’ın bir
‘kahraman olmadığını, bir kahramanlık simgesi olmadığını
tekrarlamıştır (kein Held, heldische Erscheinung’) , 1212).
84) JK, 1032; Deuerlein, Putsch, 220.
85) Tyrell’ın da işaret ettiği gibi, Trommler, 162.
86) Tyrell, Trommler, 163.
87) JK, 1268.
88) Bkz. Tyrell, Trommler,158-165.
89) JK, 939 (Ragensbıtrger Neueste Nachrichten, 26 Haziran
1923).
90) Lüdecke, 17, 20. Hitler’in konuşması (içinde JK, 679-681),
Lüdecke’nin (20) belirttiği gibi 1 Ağustos’ta değil 16 Ağustos’ta
gerçekleşmiştir. Lüdecke’nin, abartılı anlatımların yanı sıra yanlışlar
da içeren hatıratının genel anlamdaki güvenilirliğini destekleyen
yazar, Roland V. Layton, ‘Kurt Ludecke |= Lüdeckel and I Knew
Hitler: an Evaluation' Central European History, 12 (1979), 372-
386.
91) Lüdecke, 22-23.
92) Lüdecke, 69-70, 83-84. Ludendorff'un ve Pöhner’in Hitler’e
destek vermesini kendisinin sağladığı iddiası abartılıdır ve şahsi
önemini ortaya sürme çabasının ürünüdür. Hitler ile Ludendorff
arasındaki ilk bağlantı Mayıs 192Tde Hess tarafından kurulmuştu
(Auerbach, ‘Hitlers politische Lehrjahre 1 , 30). Pöhner Frick’le
yakın ilişki içindeydi,4?u nedenle Lüdecke aracılığıyla Hitler'le
tanıştırılmasına zaten ihtiyaç yoktu ve kendisi 1921’den önce, Münih
Emniyet Müdürü olduğu dönemde, NSDAP’a sempati duyuyordu.
93) Ludecke, 71-74, 126-127.
94) Ludecke, 108, ve ayrıca bkz. 103; Maser, Fn'ıhgesclıichte,
402-403. Hitler 1925 yılında, Lüdecke’nin Hareket’e 7-8 bin mark
verdiğini söylerken hiç şüphe yok ki onun maddi katkılarının gerçek
hakkını vermemektedir (RSA; l, 12).
95) Lüdecke, 101-106, 111-122; Franz-Willing, Ursprung, 286-
287 ve 73. dipnot.
96) Lüdecke, 156.
97) Hanfstaengl’in beyanına göre bu toplantı, Hitler’in ABD askeri
ataşe yardımcısı Truman Smith’le karşılaştığı sabahın ileriki
saatlerinde Kindlkeller’de yapılmıştır (Hanfstaengl, 15 Jahre, 32-33,
35, 39). Fakat Hitler’in Truman Smith’le tanışması 20 Kasım’da
öğleden sonra gerçekleşmişti ve Hitler’in bir sonraki konuşması da
22 Kasım’da Salvatorkeller’de idi (/K, 733-740). Hanfstaengl (35,
39), Hitler’in Ballerstedt olayında huzuru bozmaktan dolayı
tutuklanmasından sonraki ilk konuşmasının bu olduğunu söylerken de
yanılmaktadır. Hitler, 24 Haziran-27 Temmuz tarihleri arasındaki
hapis cezasının ardından ilk konuşmasını 28 Temmuz’da yapmıştır
(/K, 656-671; Deuerlein,Aufstieg, 114).
98) Hanfstaengl, 15 Jahre, 41 ve ayrıca bkz. 84-87.
99) Hanfstdengl’in Hitler tasviri için, bkz. 15 Jahre, 35, 44.
100) Hanfstaengl, 15 Jahre, 71-74; Berlin müzelerini ziyaret.
101) Ernst Tutzi’Hanfstaengl, ‘1 was Hitler’s Closest Friend’,
Cosmopolitan, Mart 1943, 45.
102) Hanfstaengl, 15 Jahre, 41.
103) Hanfstaengl, Cosmopolitan, 45.
104) Hanfstaengl, 15 Jahre, 43-44.
105) Hanfstaengl, 15 Jahre, 61.
106) Hanfstaengl, 15 Jahre, 37, 61.
107) Hanfstaengl, 15 Jahre, 55.
108) Lüdecke, 97.
109) Bkz. Hanfstaengl, 15 Jahre, 47 vdg.
110) Lüdecke, 97; Auerbach, ‘Hitlers politische Lehrjahre’, 33-34.
111) Baldurvon Schirach, leh glaubte an Hitler, Hamburg, 1967,
66-67.
112) Hanfstaengl, 15 Jahre, 48.
113) Tanım için, bkz. Karl-Alexander von Müller, İm Wandeleiner
Welt Erinnerungen 1923, Münih, 1966, 129.
114) Gerhard Rossbach, Mein Weg durch die Zeit. Erinnerungen
und Bekenntnisse, Weilburg/Lahn, 1950, 215. Rossbach 1951 yılında
verdiği bir röportajda, Hitler’i ‘kafasında sanattan başka bir şey
olmayan ve daima geç kalan, kötü bağlanmış kravatıyla zavallı bir
sivil’olarak tanımlamakta, ama ‘bıraktığı etkiyle muhteşem bir
konuşmacı’diye de eklemektedir. CErbârmlicher Zivilist mitsehleeht
sitzender Krawatte, der nichts wie Kunst Kopfhatte, immerzı ispat
kanı Glâzender Rednervon suggestiver Wirkung.’) (112, ZS 128,
Gerhard Rossbach).
115) Hanfstaengl, 15 Jahre, 48-49; Fıanz-Willing, Urspnıng,T89-
190; Auerbach, ‘Hitlers politische Lehrjahre’, 33-34 ve 150. dipnot.
116) Friedelind Wagner, The Royal Family of Bayreuth, Londra,
1948, 8-9; Friedelind Wagner’le röportaj, içinde NA, Hitler Source
Booh, 933. Hitler o vesileyle, 1923 Eylül’ünün sonunda Wagner’in
üvey oğluyla, o dönemde artık yaşlanmış olan ırkçı yazar Houston
Stevvart Chamberlain’le de tanışmıştı. Chamberlain bu tanışıklığın
ardından Hitler’e coşkulu bir mektup yazmış ve bu mektupta,
Hitler’in ruhsal durumunu bir lahzada değiştirdiğini’ ‘en ihtiyaç
duyduğu anda Almanya’nın Hitler gibi birini ortaya
çıkarabilmesinin’bir millet olarak canlılığının devamının kanıtı
olduğunu belirtmişti. (IfZ, MA-743 (= HA, 52/1210), Chamberlain’in
Hitler’e 7 Ekim 1923 tarihli mektubu. Ve bkz. Auerbach, 34 ve 151.
dipnot.) Hitler savaşın ortasında hâlâ, Wagner ailesine, özellikle
Winifred’e olan hayranlığından bahsediyor ve Richard Wagner’in, -
Hitler’in Bayreuth’a ilk ziyaretinden sonra bir süre daha yaşamış
olan- yaşlı ve kör dul eşi Cosima’yla hiç tanıştırılmadığını
vurguluyordu (TBJG, II/4, 408 (30 Mayıs 1942)).
117) Fonlar ve hamiler için, bkz. Maser, Frühgeschichte 396-412;
Franz-Willing, Ursprung, 266-299; ve Nazilerin o dönemdeki gelir
kaynaklarına dair en güvenilir değerlendirmeyi yapan yazar, Henry
Ashby Tumer, German Big Business and Rise of Hitler, New
York/Oxford, 1985, 59-60. Franz-Willing (266-268, 280, 299) ve
Tufner (59-60) sıradan üyelerin katkılarına vurgu yapar. İktidara
gelmeden önce partinin kendi üyelerinden fon sağlayacağına devam
eden güveni için, bkz. Hetıry A. Tumer ve Horst Matzerath, ‘Die
Selbstfinanzierung der NSDAP 1930-32’, Geschichte und
Gesellschaft, 3 (1977), 59-92.
118) İktidara gelmeden önceki dönem için bunu vurgulayan yazar,
Richard Bessel, The Rise of the NSDAP and the Myth of Nazi
Propaganda’, Wiener Library Bulletin, 33 (1980), 20-29, özl. 26-27.
119) Hanfstaengl, 15 Jahre, 70, 76.
120) Lüdecke, 78-79.
121) Hanfstaengl, 15 Jahre, 65.
122) Hanfstaengl, 15 Jahre, 60. Hanfstaengl’e göre, gazete 29
Ağustos 1923’ten itibaren bu formatta çıkmaya başlamıştır. 1921’in
ikinci yarısında hâlâ ciddi finansal sorunları olan VB, 8 Şubat
1922’den itibaren Nazi hamilerinin finansal desteğiyle -Bechsteiri iki
ya da üç kez maddi destek vermişti- günlük olarak çıkmaya başladı.
(Hanfstaengl, 15 Jahre, 60; Oron J. Hale, The Captive Press in the
Third Reich, Princeton, 1964, 29-30; Franz-Willing, Ursprung, 277-
278, 289).
123) Otobiyografik açıklamalar için, bkz. Franz-Willing, Ursprung,
197.
124) Franz-Willing, Ursprung, 266 214. dipnot, 281-288; ve bkz.
Maser, Frûhgeschichte, 397-412.
125) Tumer, 50-55; Franz-Willing, Ursprung, 288. Tumer (54),
Thyssen’in takma isimle yayımladığı hatıratındaki şüpheli bir pasaj
dışında kanıtların, bağışın Ludendorff'a yapıldığını ve Hitler’in büyük
olasılıkla diğerlerine veıilen kadar bir pay aldığını gösterdiğine işaret
eder.
126) Franz-Willing, Ursprung, 291.
127) Deuerlein, Putsch, 63.
128) Deuerlein, Putsch, 62.
129) Franz-Willing, Ursprung, 296-297. Gansser’le ilgili olarak,
bkz. Tumer, 49, 51-52, ve 374-375 4. dipnot.
130) Franz-Willing, Urspnıng, 297.
131) Auerbach, ‘Hitlers politische Lehıjahre’, 31-32; Franz-Willing,
Ursprung, 281.
132) JK, 725-726.
133) Lüdeckce, 110.
134) Auerbach, ‘Hitlers politische» Lehrjahre’, 36 162. dipnot;
Maser, 376; Michael Kater, The Nazi Party. A SociaJ Profile of
Members and Leaders, 1919-1945, Oxford, 1983, 19-31, 243; ve
bkz. Kater, ‘Soziographie’, 39.
135) Bkz. Hanfstaengl, 15 Jahre, 85.
136) Franz-Willing, Urspnıng, 357-378.
137) Winkler, Weimar, 194; Franz-Willing, Krise 102.
138) Winkler, Weimar, 189; Hans Mommsen, Die verspiehe Der
Wegder Republik von Weimar in den Untergang, Frankfurt am
Main/Berlin, 1989, 143. Sabotaj eylemlerinin faillerinden biri olan
Albert Schlageter’in, 26 Mayıs 1923’te ölüm cezasına çarptırılması
bütün Almanya’da milliyetçi gösterilerin yapılmasına neden olmuştu
ve Nazi propagandası bu olayı, ‘hareket, dava için bir şehit verdi’
şeklinde kullanmıştı. Bkz. Franz-Willing, Krisenjahr, 102, 139-141.
Hitler ilk başta bu konuyla pek ilgilenmemişti. Eckari ve Drexler’le
birlikte Berchtesgaden’de tatildeydi ve ‘başka sıkıntıları’vardı
(Hanfstaengl, 15 Jahre, 108). Kendi beyanına göre Hanfstaengl,
bundan büyük bir propaganda malzemesi çıkarabileceklerini
söyleyerek Hitler’i katılmaya ikna etmişti. Hitler’in
Berchtesgaden’deki sıkıntıları içinde şüphesiz, huzuru bozmaktan
dolayı aldığı cezanın uygulamaya konulmak üzere olmasının da payı
vardı; çünkü, bir kısmı Ocak 1922’ye dek ertelenmiş olan cezasını
tamamlamak için en az iki aylığına tekrar demir parmaklıklar
arkasına konuması ihtimali söz konusuydu.
139) Deuerlein,Aufstieg, 163-164.
140) MK, 768. Hitler’in Ruhr işgaliyle ilgili beyanı için, bkz. MK,
767-780.
141) Bu terimi ilk kez 18 Eylül 1922’de kullanmıştır, bkz. JK, 692;
ayrıca bkz. Maser, Frühgeschichte, 368 11. dipnot.
142) JK, 783.
143) JK, 781-786.
144) Maser, Frühgeschichte, 368-369.
145) Deuerlein, Aufstieg, 164.
146) JK, 802-805.
147) JK, 805-826; Franz-Willing, Ursprung, 362-364; Maser,
Fnıhgeschichte, 375.
148) Röhm, 2. baskı, 150-151. Ayrıca bkz. Franz-Willing,
Ursprung, 361-362; Maser, Frühgeschichte. 375-376; ve Hans
Mommsen, ‘Adolf Hitler und der 9. November 1923’. içinde Johannes
Willms (der.), Der 9. November. Essays zur deutschen Geschichte,
Münih, 1994, 33-48, burada 40.
149) Wolfgang Hovn, Der Marsch zıtr Machtergreifung. Die
NSDAP bis 1933, Königstein/Ts./Düsseldorf, 1980, 102.
150) JK, 811.
151) Bkz. aşağıda 191. dipnot.
152) Müller, Wcmdel, 144-148.
153) Maser, Frühgeschichte, 374, 376-377; Bennecke, 69.
154) Röhm, 2. baskı, 158-160; Maser, Frühgeschichte, 376-378;
Franz-Willing, Krisenjahr, 36-76. Röhm’ün Ocak sonunda, Pittinger’in
Bund Bayem und Reich örgütlenmesinden ayrılması, eski VVVB’nin
‘beyaz-mavi’ve milliyetçi bileşenleri arasında bir bölünme anlamına
geliyordu (Röhm, 2. baskı, 152-153; Franz-Willing, Krisenjahr, 37-
39).
155) Auerbach, ‘Hitlers politische Lehrjahre\ 38; Franz-Willing,
Krisenjahr, 42. ismini lideri Georg Escherich’den alan ‘Orgesch’
örgütlenmesi, Bavyera içinde ve dışında Einvvohnenvehren’le gevşek
bağlara sahipti.
156) JK, 1109-1111; Bennecke, 66-70; Franz-Willing, Krisenjahr,
55, 59-61; U. Theodor Endres, darbe girişiminin yapıldığı yılla ilgili
anılarında, -kendisi o dönemde Vll.Wehrkreiskommando’da
Lossow’un altında yarbay ve I. Genel Kurmay Subayı idi-,
Bavyera’daki Reichsvvehr ile Hitler Hareketi arasındaki yakın
ilişkilerden ve Hitler harekelinin birlikler arasında ciddi bir destek
kazanmış olduğundan bahseder. Subaylar mesai saatleri dışında
zaman harcayarak milliyetçi paramiliterleri eğitmeye isteklidirler
(BHStA, Abt. IV, HS-925, Theodor Endres, ‘Aufzeichnungen über den
Hitlerputsch 1923’, 10).
157) Franz-Willing, Krisenjahr, 43. 25 Mart 1923’de Münih
yakınlarında yapılan ve yaklaşık 3 bin paramiliterin katıldığı askeri
tatbikatlara yaklaşık 1300 SA milisi de katılmıştı (Röhm, 2. baskı,
170; Bennecke, 57-58). Röhm, Reichswehr subaylarını tatbikatın
önderleri olarak adlandırmış ve Sosyal Demokratlar da Munchener
Post'ta bunu haber yapmışlardı. Bu haberin ardından Reichsvvehr
mensuplarının vatanperver örgütlenmelere üye olması yasaklandı.
Röhm Münih’teki Reichsflagge’nin önderliğinden istifa etmek zorunda
kaldı (Röhm, 2. baskı, 177; Franz-Willing, Krisenjahr, 75-76).
158) Franz-Willing, Krisenjahr, 43, 65.
159) Franz-Willing, Krisenjahr, 59.
160) Röhm’ün Çalışma Birliği’nin siyasi proğramı olarak
değerlendirdiği, Hitler’in bildirisinin tarihi 19 Nisan 1923’tür (Röhm,
2. baskı, 175-177).
161) JK, 1136; Franz-Willing, Krisenjahr, 43; Feuchtvvanger, 124.
162) Röhm, 2. baskı, 164-166.
163) Auerbach, ‘Hitlers politische Lehrjahre’, 30.
164) JK, 1111; Franz-Willing, Krisenjahr, 53-54; Maser,
Frühgeschichte, 383.
165) JK, 1136; Franz-Willing, Krisenjahr, 55. Seeckt ile Lossovv
arasındaki fikir ayrılığı sonbahara dek sürdü. 7 Nisan’da Berlin’de
yapılan bir toplantıda Seeckt Lossovv’dan siyasi partilerin ve
paramiliter örgütlenmelerin bağımsızlığını korumasını talep
edince/Lossow Bavyera’daki silahların yüzde 51’ini kontrolünde tutan
vatanperver cemiyetler’den vazgeçemeyeceğini söylemişti (Franz-
Willing, Krisenjahr, 68).
166) JK, 1111.
167) JK, 1110.
168) Deuerlein, Putsch, 56.
169) Akt. Franz-Willing, Krisenjahr, 76.
170) Gordon, 194, 196,
171) Deuerlein, Putsch, 56; Benz, Politik in Bayern 125; Franz-
Willing, Krisenjahr, 81.
172) Gordon, 196-197; Franz-Willing, Krisenjcıhr, 80.
173) Maser, Frühgeschichte, 393.
174) Gordon, 196-200; Deuerlein, Putsch, 56-60; Franz-Willing,
Krisenjcıhr, 79-83; BHStA, Abt.1V, FIS-925, Endres Aufzeichnungen,
19-23. Obenviesenfeld’deki gösterinin polis raporu için, bkz.
Deuerlein, Aufstieg, 170-173; ayrıca bkz. Maser, Frühgeschichte
394.
175) JK, 918.
176) Akt. Deuerlein, Putsch, 61. Münih’teki ABD elçisi Robert
Murphy’nin de görüşü budur. Halkın, Hitler’in ‘hiçbir sonuç
vermeyen ve yapıcı bir şey vaat etmeyen kışkırtıcı ajitasyonundan
bıktığını belirtmiştir (akt. Toland, 142).
177) Akt. Gordon, 194. Benzer bir yorum - düşman sağda duruyor-,
1922 yazında Walter von Rathenau’nun öldürülmesinden sonra
Reichstag’da, Reich Şansölyesi Joseph Wirth tarafından yapılmıştır
(Peter D. Stachura, Political Leaders in Weirmar Germany, Hemel
Hempstead, 1993; 187).
178) Diğer eyaletler, Hitler hareketinin başını çektiği, apaçık
belirivermiş olan bir darbe girişimi tehlikesinin önüne geçmek için
daha coşkuyla harekete geçtiler. NSDAP bir önceki sonbahardan beri
Prusya’da ve (Bavyera dışında) başka pek çok eyalette yasaktı. Bu
yasağın sebebi devam eden ve yaygaracı ajitasyonuyla -1922’de
Rathenau’nun öldürülmesinin ardından ilan edilen ve radikal sağdan
gelen tehlikeyle mücadele etmeyi hedefleyen- Cumhuriyetin
Korunması Yasasını savunan devleti zayıflatmayı amaçlamasıydı
(Deuerlein, Aufstieg, 158, 166-170). Kahr 30 Mayıs 1924’te, eğer
Bavyera hükümeti yapmak isteseydi, Hitler’in 1 Mayıs’ta güvenlikle
ilgili yasakları hiçe sayması NSDAP’ın Bavyera’da da bastırılması için
gereken fırsatı sağlardı, başarısızlığın ardından yandaşları arasındaki
moral bozukluğu bile yeterdi, diye açıklayacaktı. Kahr sözlerine
şöyle devam etmişti: ‘Kasım 1923 felaketi ve Hitler’in mahkemede
yarattığı daha da büyük felaket böylece önlenmiş olurdu.’Öte yandan
geçmişe yönelik bu yargılama, Kahr’ın bir önceki yıl NSDAP’a yönelik
tavrından oldukça farklıydı (Deuerlein, Aufstieg, 17).
179) Bkz. Maser, Frühgeschichte, 394-395.
180) Lothar Gruchmann, ‘Hitlers Denkschrift an die bayerische
Justiz vom 16. Mai 1923’, VfZ, 39 (1991), 305-328; Maser,
Frühgeschichte, 394; Franz-Willing, Krisenjahr, 86-89; Hitler-
Prozeb, LIV. Eğer kovuşturma sürseydi, Hitler Ocak 1922’de
çarptırıldığı ama iyi davranışları dolayısıyla tecil edilen cezası
nedeniyle hiç şüphesiz en az iki ay hapis yatacaktı. Bu da onu 1923
yazının sonuna ya da sonbaharına dek faaliyet göstermekten
alıkoyacak ve Kampfbund’da önder rolü oynama şansını elinden
alacaktı. Bu koşullarda, bir darbe olma ihtimali önemli oranda
azalacaktı. Aslında Hitler’in şantajına rağmen, -eğer siyasi bir irade
olsaydı- Gûrtner olayın üzerine gidebilir ve mahkemeden tüm
izleyicilerin çıkarılmasını sağlayabilirdi. Bu olasılığı değerlendirmedi;
çünkü bakanların onu tanık sandalyesine oturmaya zorlayacağından
ve böylece sorguya çekileceğinden korkuyordu. Hitler’in şantaj
girişiminden daha önemlisi, Bavyera’daki önde gelen güçlerin Berlin-
karşıtı hedefleriyle ilgili siyasi gerekçelerinin olmasıydı (Gruchmann,
‘Hitlers Denkschrift’, 306-313).
181) Bkz. Franz-Willing, Krisenjahr, 159.
182) JK, 918-116; Milan Hauner, Hitler. A Chronology of his Life
and Time, Londra, 1983, 40.
183) Franz-Willing, Krisenjahr, 110.
184) Deuerlein, Aufstieg,,177-179; Maser, Frühgeschichte 414-
416.
185) Maser, Frühgeschichte ,412-414.
186) Bkz. Maser, Frühgeschichte,421.
187) Bkz. Bennecke, 78,1923 yılında Ağustos sonu ile 6 Kasım
arasında Münih alayının yaklaşık 400 kişiden 1,560 kişiye çıktığını
belirtir.
188) Hanfstaengl, 15 Jahre, 108. Ayrıca bkz. Auerbach, ‘Hitler’s
politische Lehrjahre’, 38-39; ve Toland, 142-143.
189) Bkz. Franz-Willing, Krisenjahr, 117.
190) Deuerlein, Aufstieg, 181-183.
191) Deuerlein, Aufstieg, 182. Sağ eli kaldırarak verilen Nazi
selamı fotoğraflara ilk kez bu gösteride yansımıştır. 1927’de
Nuremberg’deki parti gösterisinde, bu selamlama biçimi NSDAP
içinde standart bir hal almıştır (Gerhard Paul, Aufstand eler Bilder.
Die NS-Propaganda vor 1933, 2. baskı, Bonn, 1992,175-176; RSA,
fil.3, 382-383 3. dipnot).
192) Franz-Willing, Krisenjahr, 118; Maser, Frûhgeschichte. 411.
193) Auerbach, ‘Hitlers politische Lehrjahre’, 39; Franz-Willing,
Krisenjahr, 119-121; Maser, Frûhgeschichte, 424.
194) Bennecke, 79; Longerich, Die braunen Bataillone, 39.
195) Longerich, Die braunen Bataillone, 39. Örgütün lideri Heiss’e
yönelik itirazlar nedeniyle Reichsflagge içinde yaşanan bölünmenin
arka planında, Hitler’in liderliği devralması vardır (Horn, Marsch,
123-125).
196) Mommsen, ‘Adolf Hitler und der 9. November 1923’, 42.
197) Deuerlein, Putsch, 202-204 69. dipnot.
198) 23 Ekim 1923’de Kampfbund liderlerinin bir toplantısında
Hitler’in yaptığı açıklamaların aktarımı için bkz. Deuerlein, Aufstieg,
188; 4 Mart 1924’te yapılan duruşmadaki bir tanık tarafından
özetlenmiştir: ‘Kampfbund birliklerinin bağımsız bir şekilde harekete
geçmesinin hiçbir anlamı olmayacaktı ve böyle bir hareket kabul
görmeyecekti. Milli ayaklanma ancak Bavyera ordusu ve eyalet
polisiyle yakın bir işbirliği içinde gerçekleşebilirdi’(‘Ein
selbstândiges Handeln seitens der Truppen des Kampjbundes sei
ein Unding undsei ausgeschlossen. Die nationaîe Erhebung hönne
nur in engster Vereinigung mit der bayerischen Reichswehr und
der Landespolizei erfolgen.')
199) Deuerlein, Aufstieg, 176; Winkler, Weimar, 207; Franz-
Willing, Krisenjahr, 158.
200) Winkler, Weimar,225-226. Hamburg’daki atmosfer,
isyancılara sempati duyan Larissa Reissner’in aynı döneme ait
anlatısında betimlenmiştir, Hamburg at the Barricades, Londra,
1977.
201) Kolb, Weimarer Republik, 51-52; Winkler, W 213-216,224-
228; Mommsen, pielte Freiheit, 160-164; Peter Longerich, 1918-
1931, Hanover, 1995, 140-143. Radikal Sağ o döneme dek ilk
amatörce darbe girişimini zaten yapmıştı. 1 Ekim’deki bu girişim,
ordunun ihtiyat birlikleri içinde gizlice eğitilmiş olan ‘Siyah
Reichsvvehr’gönüllüleri tarafından gerçekleştirilmişti. Birliklerin
başında Binbaşı Bruno Ernst Buchrucker vardı ve genel
ayaklanmanın işareti olarak Berlin yakınlarındaki Küstrin ve Spandau
kalelerini ele geçirmeyi planlamıştı. Fakat Düzenli Reichsvvehr’ın
derhal müdahalesi üzerine girişim başladığı gibi çabucak bitivermişti
(Bkz. Franz-willing,Krisenjahr, 117, 300, 307-310.)
202) Winkler, 224-225; Kolb, Weimarer Republik, 51-52.
203) Deuerlein, Putsch ,70-71. Aynı zamanda, hoşlanmadığı ve
güven duymadığı bir kişi olan Kahr’a popüler olmayan politikaların
sorumluluğunu yüklemeyi de umut etmişti (Gordon, 217).
204) Deuerlein, Putsch, 72-73; Gordon, 220.
205) JK, 1017 (Kahr’a protesto); Deuerlein, Putsch, 74. Hitler
yasağa karşın, Kampfbund’un toplantılarından birinde konuşmacı
olarak kürsüye çıkmıştı (JK, 1017-1018).
206) Maser, Frûhgeschichte, 417, 422-423, 425-426. Hitler’in 29
Eylül ile 8 Kasım’daki birahane darbesi girişimi arasında kalan
dönemdeki konuşmalarında, Kahr’ın yetersizliklerine ilişkin çok
sayıda eleştiri yer almaktadır (JK,1019-1050).
207) Deuerlein, Putsch, 71-72, 164-165 (alıntı, 165).
208) Gordon, 242.
209) Gordon, 241.
210) Deuerlein, Putsch, 162.
211) Deuerlein, Putsch, 164 (8 Eylül 1923).
212) Hitler, Ludendorff ve Kahr’ın katıldığı bir darbenin eli
kulağında olduğuna dair Ekim’in ortasında Avusturya Sol basınında
dolaşan söylentiler için bkz. Deuerlein, 185-186.
213) Akt. Gordon, 243.
214) Akt. Gordon, 244.
215) Akt. Gordon, 255.
216) Akt. Otto Gritschneder, Beyvâhrungsfrist für den Terroristen
adolf H, Der Hitler-Putsch und die bayerische Justiz, Münih, 1990,
42. Çok da farklı olmayan duygulardan Hanfstaengl de bahsetmiştir:
15 Jahre, 167.
217)Yukarıdaki bilgiler Gordon’a dayanmaktadır (246-249, 251-
253, 256-257); ve bkz. Franz-Willing, Putsch, 57.
218) Deuerlein, Putsch, 258; Hitler-Prozess, LXl ve 23. dipnot.
Ama raporun güvenilirliğiyle ilgili olarak Gordon’un açıklamalarına
da bkz., 253.
219) Bkz. Gordon, 253-255.
220) Gordon, 255.
221) Deuerlein, Aufstieg,189-190.
222) Franz-Willing (Putsch, 57-59), eylemin Kahr ve Kampfbund
arasında fikir birliğiyle planlandığını ve Kahr’ın, toplantıda hazır
bulunan Veliaht Prinz [prens] Rupprecht’i Bavyera kralı ilan etmeye
niyetli olduğu öne sürmüştür. Öte yandan Bavyera monarşisinin
yeniden inşasıyla hiç ilgilenmeyen milliyetçi Kampfbund’un böyle bir
kararı kabul etmesi için pek bir neden yoktur. Ve eylem
hazırlıklarıyla ilgili emirleri monarşi yanlısı L beyazmavf paramiliter
organizasyonlar değil, milliyetçi SA ve Bund Oberland vermiştir.
223) Bkz. Hanfstaengl, 15 Jahre, 126-127; Gordon, 259.
224) Deuerlein, Aufstieg, 190-191; Franz-Willing, Putsch, 59-60;
Gordon, 248.
225) Deuerlein, Aufstieg, 191-192; Gordon, 255-256.
226) Franz-Willing, Krisenjahr, 386-387; ayrıca bkz. Deuerlein, ,
99. Münih’te Kasım başında, yakında bir darbenin olacağı söylentileri
vardı. Bir söylentiye göre 9 Kasım’da yeniden monarşi ilan edilecekti;
bir başka söylentiye göre ise Yüzbaşı Ehrhardt’ın örgütlenmesi 15
Kasım’da Berlin’i vurmayı planlıyordu. Gerçekte ise Lossovv’un
kafasındaki planlara göre, 15 Kasım Bavyera Reichswehr’ın Berlin’e
yürüyeceği gündü (Hans Hubert hlofmann, Der Hi.tlerputsch.
Krisenjahre deutscher Geschichte 1920-1924, Münih,
1961,135,141).
227) Franz-Willing, Putsch, 63-64, 68. O gün Kahr, Seisser ve
Lossovv, Ludendorff'la bir toplantı yapmış ve bu toplantıda ciddi fikir
ayrılıkları ortaya çıkmıştı (Franz-Willing, Putsch, 68).
228) Gordon, 259.
229) Gordon, 259-260; Franz-Willing, Putsch, 66.
230) Gordon, 260. Münih’te 4 bin civarında silahlı darbecinin,
eyalet polisi ve ordu birliklerinden oluşan yaklaşık 2,600 kişilik bir
güçle karşı karşıya geleceği tahmin edilmişti. (Gordon, 273).
231) Hofmann, 146; Franz-Willing, Putsch, 66 (1958 yılında verilen
sözlü bir tanıklığa dayanarak). Gordon (259 63. dipnot), 10 ya da 11
Kasım’da harakete geçmeye dair alternatif bir planın var
olabileceğinden söz eder ama daha fazla açıklama getirmez.
Deuerlein, Putsch, 99; Deuerlein, Aufstieg, 192, sadece 8 Kasım
planından bahseder.
232) Franz-Willing, Putsch, 64, 67-69, monarşiyi yeniden inşa
edecek böyle bir ilandan korku duyulduğunu kabul eder; Hofmann
(147), Kahrın Berlin’e karşı bağımsız bir hareket tasarlıyor
olmasından korktukları varsayımına şüpheyle yaklaşır. Lossow’un
açıklaması için, bkz. Deuerlein, Putsch, 99, 258.
233) Deuerlein, Putsch, 99; Höfmann, 147. Hanfstaengl’e göre
Hitler daha sonra, Kahr’ın manevralarının ‘durumu tekrar kontrol
altına almak için’onu hemen harekete geçmeye zorladığını ve her
durumda, yandaşları arasında yükselen beklentileri karşılamak için
zaten harekete geçmek zorunda olduğunu kabul etmiştir
(Hanfstaengl, 167-169).
234) VB, 10 Kasım 1937, s. 2: 1 ...Unsere gegnerische Seite
beabsichtigte, um den 1 2. November herum eine Revolution, und
zwar eine bajuvarische, auszurufen . . . Da setzte ich den Entschlub,
vier Tage zuvor loszuschlagen. Franz-Willing, Putsch, 64 166.
dipnot, buradaki ifade tarzı biraz farklıdır.
235) Graf'ın tanıklığı, IfZ, ZS-282/52, 60.
236) Hanfstaengl, 15 Jahre, 129.
237) Franz-Willing, Putsch,71, 73-74.
238) Franz-Willing (Putsch, 71), Esser’in hiç haberi olmadığını
belirtir; Maser ise ( -
hichte, 443-444) sabah haber verildiğini ileri sürer.
239) Franz-Willing, Putsch, 72-73.
240) Franz-Willing, Putsch, 74
241) JK 1052. Polis raporu Hitler’in bizzat ateş ettiğini
belirtmektedir. Müller, Hitler’in davasındaki tanıklığında (Deuerlein,
Aufstieg 193) ilki Hitler’in koruması tarafından, İkincisi ise
hemen'sonra Hitler tarafından olmak üzere iki el ateş edildiğinden
bahseder. Muhtemelen Müller yanılmaktadır, ikinci el ateş edildiğini
kimse hatırlamamaktadır ya da iddiaya göre Hitler’in ateşlediğinden
başka bir silah sesini fark eden olmamıştır
242) JK, 1052. Hanfstaengl (15 Jahre, 133) de, Hitler’in bu
açıklamayı salona ilk girişinin ardından yaptığını belirtmektedir.
Müller (Deuerlein, Aufstieg, 194), açıklamanın Hitler’in salona
tekrar girişinden sonra yapıldığını belirtmektedir.
243) JK, 1052.
244) Hanfstaengl, 15 Jahre, 134; Deuerlein, Aufstieg, 193-194.
245) JK, 1053.
246) JK, 1054-1055. Toplantıda bulunan polis muhbiri, Ludendorfra
Reich Başkanı pozisyonu verildiğini açıkça anlamıştır (JK,1054),
fakat Hitler’in bu sözcükleri kullanmış olması pek olası
görünmemektedir.
247) JK, 1054-1055; Müller, Wandel, 162-163 (çev., Gordon, 288).
248) Müller, Wandel, 162 (ein rednerisches Meisterstück): ayrıca
bkz. Müller’in mahkemedeki tanıklığı, içinde Deuerlein, Aufstieg, 194
Crednerisch ( rednerisches ein Meisterstück).
249) Gordon, 288-289.
250) Deuerlein, Aufstieg, 195-196; Gordon, 288-289.
251) Yukarıdaki bilgiler Gordon’a dayanmaktadır, 290-294,
252) Gordon, 289-290.
253) Deuerlein, Aufstieg, 196-197.
254) JK, 1056-1057.
255) Maser, Frühgeschichte, 454. Bildirge, Münchner Neueste
Nachrichten’in 9 Kasım’daki sabah baskısında, ‘Milli Yönetimin
Kuruluşu’ manşetiyle yayımlandı (MNN, 9 Kasım 1923, basıldığı yer,
içinde Hellmut Schöner (der.), im Spiegel Münih, 1974, 34-37).
256) JK, 1058 (Dok.600); yanındaki Dok. 599’un (1057-1058)
orijinal olup olmadığı konusunda ciddi şüpheler vardır. Hitler’e tam
yetki verilmesinin tarihi 8 Kasım’dır. Streicher Nuremberg’deki
duruşmasında, yetkinin gece yarısından sonra verildiğini ve
başarısızlık durumunda Bitlerin istifa edeceğinin ima edildiğini
belirtmiştir (bkz. Maser, Frühgeschichte, 453). Diğer yandan 8
Kasım tarihi, tam yetkiyi alırken Hitler’in başarılı olacağına
inandığını düşündürmektedir.
257) Gordon, 316-320; Toland, 164,
258) Frank, 60; Gordon, 324-327.
259) Gordon, 327.
260) Graf'ın tanıklığı, IfZ, ZS - 282/52, 63.
261) Gritschneder, Bewâhrungşfrist, 41.
262) Frank,61.
263) Gritschneder, Bewâhrungsfrist, 21-22.
264) Maser, Frühgeschschte, 454; Franz-Willing, 109. Kesin tarih
bilinmemekle birlikte ya 8 ya 9 Kasım’da özel bir elçi Veliaht Prens’i
ziyaret etmiştir (Gordon, 445-446).
265) Frank, 60; Gordon, 330-332.
266) Gordon, 351-352. Hanfstaengl (15 Jahre, 141) ve Frank (60),
ortalığın çamurlu ve karlı olduğundan bahseder.
267) Gordon, 333; Hanfstaengl, 15 Jahre, 141. Darbecilerin her
birine 2 milyar mark verilmiştir (Frank, 61).
268) Maser, Frühgeschichte, 457. Frau Ludendorff'a göre yürüyüş
önerisi General’den gelmiştir (Margarete Ludendorff', My Married
Life with’Londra, tarihi bilinmiyor, yklş. 1930, 251; ayrıca bkz.
Franz-Willing, Putsch, 110).
269) JK, 1117 (28 Şubat 1924); Deuerlein, Aufstieg 214.
270) Gordon, 350-352. Frau Ludendorff'un izlenimine göre
yürüyüşün -onun adlandırdığı biçimiyle ‘halkın geçit gösterisi’nin-
amacı Cumhuriyet’in yıkılmasına ve monarşinin'yeniden inşasına karşı
halkın duygularını, desteğini ölçmekti (Margarethe Ludendorff',
251). Yarbay Endres’e göre amaç, Reichswehr’ı darbenin tarafına
çekmek için Ludendorff'u kullanmaktı (BHStA, Abt.1V, HS-925,
Endres Aufzeichnungen, 51).
271) Bkz. Deuerlein, Aufstieg, 199.
272) Gordon, 357-358; Deuerlein, Aufstieg, 197-198. Öte yandan,
olaylara bizzat tanık olmuş Yarbay Endres’in görüşüne göre Münih
halkının çoğunluğu coşkuluydu (BHStA, Abt.1V, HS-925, Endres
Aufzeichnungen, 52).
273) Frank, 61.
274) Frank, 61-62.
275) Deuerlein, Aufstieg, 197; Frank, 61-62.
276) Deuerlein, Aufstieg, 198-199 (Godin’in beyanı); Gordon, 360-
365; Deuerlein, 331; Maser, Frühgeschichte, 459-460 (ilk ateşi
polisin açtığını ima eder).
277) Deuerlein, Aufstieg, 200; Franz-Willing, Putsch, 116 182.
dipnot, 119; Gordon, 364. Başka iki darbeci de
Wehrkreiskommando’da öldürülmüş, böylece Üçüncü Reich’ta Nazi
Hareketi’nin kahramanları olarak anılacakların sayısı toplam on altıyı
bulmuştur. Ûlen polis memurunun anısına ise, daha yakın bir
zamanda, Münih Odeonsplatz’da Feldhermhalle yakınlarında bir anıt
dikilmiştir.
278) Hanfstaengl, 15 Jahre, 147; Gordon, 353 ve 124. dipnot, 364
ve 152. dipnot; Endres Aufzeichnungen, BHStA, Abt.1V, HS 925, 56
(Hitler’in darbe sırasındaki davramşlarını çeşitli açılardan eleştiren
Endres, ateş başladığında Hitler’in kendini yere attığından emindir
ve bu davranışın ‘oldukça yerinde’ olduğunu düşünmektedir).
279) Hitler’in gözaltına alındığı Landsberg’de, doktorun ilk teşhisi
kolun üst tarafında bir kemiğin kırıldığıdır, fakat bu teşhisin yanlış
olduğu ortaya çıkmıştır (Schenck, 299-300).
280) Gordon, 467.
281) Hanfstaengl, 15 Jahre, 144-145; Maser, F460; Gordon, 469-
471. Ludendorfrun karısı ilk etapta, kocasının da öldüğü haberini
almıştır (Margarethe Ludendorff', 251-252).
282) Hanfstaengl, 15 Jahre, 146-149; Toland, 174-176, Helene
Hanfstaenğl’in yayımlanmamış notlarına dayanarak.
283) Hanfstaengl, 15 Jahre, 149.
284) Hanfstaengl, 15 Jahre, 147.
285) Gordon, 465. Hanfstaengl’e göre, Hitler ‘her şeye bir son
verme’tehditi savururken karısı Helene tabancayı elinden çekip
almıştır (Hanfstaengl, ,45).
286) Gritschneder, Bewâhrungsfrist, 33-34, akt. Yukarı Bavyera
Hükümet Başkanı’nın Hitler’in tutuklanmasıyla ilgili raporu; Gordon,
465-466.
287)Deuerlein, Aufstieg, 201; ve bkz. Hanfstaengl, 15 Jahre, 146;
Gordon, 413-415, 442-443.
288) Deuerlein, Aufstieg, 202.
289) Akt. Deuerlein, Aufstieg, 202, DieWelt vonden, Stockholm,
1942, 441.
290) Auerbach, ‘Hitlers politische Lehrjahre’, 42. Bavyera
Landtag’daki 129 koltuğun yirmi üçüne sahipti (Deuerlein, Aufstieg,
231).
291) Dietrich Thrânhardt, Wahlen und politische Strahturen in Bay
er n 1848-1953, Düsseldorf, 1973, 173; Meinrad Hagmann,
DerWeğins Verhcingnis, Münih, 1946, 14-20.
292) Deuerlein, Aufstieg, 427.
293) Gordon, 495-503.
294) Gordon, 486-495; Seisser tekrar bu göreve getirildiyse de,
bir daha öyle güçlü bir şahsiyet olmamıştır.
295) Bkz. Tyrell, Trommler, 166; ve ayrıca bkz. Mommsen, ‘Adolf
Hitler und der 9. November 1923’, 47.
296) Gritschneder (Bewahrungsfrist) o dönemde Landsberg’de
hapishane psikologu olan Alois Maria Ott’un, 1988 yılında doksan
sekiz yaşındayken kendisine yaptığı açıklamaları aktarmaktadır.
297) Röhm, 2.. baskı, 272; Deuerlein, Aufstieg, 203; Hanfstaengl,
154; Heiden, ler, 175; Tyrell, Trommler, 277 178. dipnot; Hitler-
Prozeb, XXX-XXXI; ve bkz. Gordon, 477. Hapishane psikologu Ott,
saatler süren tanışma süresince Hitler’i sakinleştirdiğini ve onu açlık
grevini bırakmaya ikna ettiğini de iddia etmiştir (Gritschneder,
Bewâhrungsfrist, 35).
298) Akt. Gritschneder, Bewâhrungsfrist, 37-42, Ehard’ın kişisel
belgelerinden.
299) Akt. Gritschneder, Bewâhrungsfrist, 43.
300) Deuerlein, Aufstieg, 203; Gordon, 455, 476. Gritschneder 49-
52), yasal durumu açıkça belirtir: 21 Temmuz 1922 tarihli
Cumhuriyetin Korunması Yasası’nın 13. Maddesi uyarınca,
Leipzig’deki Reichsgericht’in (Reich Mahkemesi) koruması altında
bulunan ‘Staatsgerichtshof' (Eyalet Mahkemesi) devlete ihanet
davalarına bakmakla yetkili kılınmıştı. Bununla birlikte, Bavyera
hükümeti bu mahkemenin yargı yetkisini kabul etmeyi reddetti ve üç
gün sonra, Bavyera’daki devlete ihanet davalarına bakması için bir
Halk Mahkemesi (Volksgerichte) kurulmasıyla ilgili bir kararname
çıkarttı. 1919 yılında kabul edilen Reich Anayasası'na göre Reich
yasası teker teker eyalet hükümetlerinin çıkardığı yasaların
üstündeydi. Buna rağmen Bavyera, Leipzig’deki Staatsgerichtshof'un
emrine uymayı reddetti; darbenin hemen ardından çıkan bu emre
göre, Hitler, Göring ve Ludendorff tutuklanacaklar ve haklarında
soruşturma açılacaktı. Fiiliyatta Bavyera hükümetini düşürmenin
apaçık ve yegane yolu güç kullanmaktı ve Reich hükümeti bu yolu
kullahma konusunda kaygılıydı. Tam da bu kritik dönemde Bavyera ve
Reich arasındaki karmaşık, hassas ilişkileri ve -Bavyera Adalet
Bakanı Gürtner’in yaptığı baskıların ardından- Reich kabinesinin
mahkemenin Münih’te görülmesini kabullenmeye hazır oluşunu açığa
çıkaran kişi, Bemd Steger, ‘Der Hitlerprozess und Bayerns Verhâltnis
zum Reich 1P23/24’, VfZ.25 (1977), 441-466, burada özl. 442-449,
455.
301) Gordon, 476.
302) Hanfstaengl, 15 Jtıhre, 156; ve bkz. Heiden, Hitler, 176-177.
303) Deuerlein,'Aufstieg I 1203-204.
304) Deuerlein, Aufstieg, 215; Gordon, 480.
305) Deuerlein, Aufstieg, 205-206, akt. Hans von Hülsen.
306) Deuerlein, Aufstieg, 215-216, 217-220.
307) Deuerlein, Aufstieg, 225.
308) Monologe, 260 (3-4 Şubat 1942) ve 453 168. dipnot.
309) Deuerlein, Aufstieg, 227.
310) Deuerlein, Aufstieg, 227-228.
311) Gritschneder, Bewâhrungsfhst, 22, 48-54; ve Hitler-Prozeb,
özl. XXX-XXXVll.
312) Gritschneder, Bewâhrungsfrist, 58-60.
313) I. urence Rees, The Nazis. A Warning from Londra, 1997, 30.
Yargıç Neithardt daha önceki davada, gerçekte uygulanan hafif hapis
cezasından daha da hafif bir ceza -hapis yerine para cezası- talep
etmişti.
314) Deuerlein, Aufstieg, 234-236; Tyrell, Trommler, 277 180.
dipnot; Heiden, Hitler, 184-185; Hanfstaengl. 15 Jahre, 156-157;
Gritschneder, 98. Landsberg’de tembel tembel geçirilen günlerle
ilgili olarak Hermann Fobke’nin tasvirine bkz., içinde Werner
Jochmann (der.) Nationalsozialismus und Revolution, Frankfurt am
Main, 1963, 91-92.
315) Deuerlein, Aufstieg, 232.
316) MK, 603-608, 619-620; Longerich, Die br braunen
Bataillone, 47.
317) Bkz. Tyrell, ‘Wie er der “Führer” wurde,34-35.
318) JK, 1188.
319) JK, 1210.
320) JK, 1212. ‘Görünen o ki, Alman ordusunun karşısında
silahlarını indireceği ve barış zamanında ihtiyacımız olan şeyi
yaratabilecek tek bir kişi vardır’ ('Es gibt einen einzigen, der in
meinen Augen befahigt erscheint, dass das deutsche Herr die
Waffeu senkt vor ihm und dab im Frieden das erjolgt, was wir
brauchen.')
321) Deuerlein, Aufstieg, 188 (23 Ekim 1923).
322) JK, 1056-1057.

VII LİDERİN ORTAYA ÇIKIŞI

1) Georg Schott, Das Volksbuch vom Hitler, Münih, 1924, 18, 229.
2) MK, 362.
3) Bkz. Flom, Marsch, 174-175.
4) Flom, Marsch, 172 ve 56. dipnot; Franz-Willing, , 193; David
Jablonsky, The Nazi Party in Dissolution. Hitler and the Verbotzeit
Londra, 1989, 43 ve 189 99. dipnot.
5) Özyaşam öyküleri için, bkz. Fest, Face of the Third Reich, 247-
264; ve Smelser/Zitelmann, 223-235.
6) Alfred Rosenberg, Letzte Aufzeichnungen ideale und Idole der
nationalsozialistischen Revolution, Göttingen, 1948, 107.
7) Bullock, Hitler, 122.
8) Bkz. Flom, Marsch, 172.
9) Jablonsky, 44.
10) Flom, Marsch,173-175.
11) Jablonsky, 50.
12) Jablonsky, 46-47; Albrecht Tyrell, Führer befielıl... aus der' 9
der NSDAP, Düsseldorf, 1969, 68, 72-73; Franz-Willing, 197.
13) Tyrell, FCıhrer ,73.
14) Roland V. Layton, The Völhischer Beobachter, 1920-1933: The
Nazi Party Newspaper in the Weimar Era\ Central European History,
4 (1970), 353-82, burada 359.
15) Tyrell, Fûhrer,68.
16) Jablonsky, 192 1. dipnot.
17) Tyrell, Führer,81-82.
18) Jablonsky, 10, 22, 179 16. dipnot, 181-182 67. dipnot.
19) Jablonsky, 58-63, 175.
20) Sonderarchiv Moscow, 1355/1/2, Fol. 75, Privatkanzlei Adolf
Hitler, Rudolf Hess’den Kurt Günther’e, 29 Temmuz 1925.
21) Tyrell, Führer, 76; Franz-Willing, Putsch, 231.
22) Lüdecke, 218; ve bkz. Jablonsky, 85.
23) Sonderarchiv Moscow, 1355/1/2, Fol.286. Rudolf Fleden
Wilhelm Sievers’e, 11 Mayıs 1925.
24) Tyrell, Führer, 76.
25) Erich Matthias ve Rudolf Morsey (der.), Da Ende der Parteien
1933, Königstein, Ts/Düsseldorf, 1969, 782; Hagmann, 15-16.
Nazizm’in Franken bölgesindeki can damarları völkisch Blok’a daha
yüksek oranda destek vermişti: Blok’un aldığı oy oranı Yukarı
Frankende yüzde 24.5 ve Orta Franken’de yüzde 24.7 idi (Hagmann,
18).
26) Jablonsky, 85.
27) Jochmann (der.), Natiomilsozialismus und Revolution, 77, 114.
28) Jablonsky, 87-88.
29) Franz-Willing, Putsch, 252; Jablonsky, 89.
30) Tyrell, Führer, 77-8, aktarıldığı kaynak: Der Pommersche
Beobachter, 11 Haziran 1924; Franz-Willing, Putsch, 253,
31) Franz-Willing, Putsch, 256-257; Noakes, Nazi , 45.
32) Jablonsky, 93.
33) Jochmann, 77-78; Deuerlein, Aufstieg, 234; Jablonsky, 94-95;
ve bkz. Hitler’in Albert Stier’a 23 Haziran’da yazdığı mektup, içinde
Tyrell, Führer, 78.
34) Jochmann, 91; Jablonsky, 95.
35) Deuerlein, Aufstieg, 235-236; Jablonsky, 96. Çekilme kararını
Ludendorff'a Haziran’ın başında bildirmiş ama kendisinden bunu
kamuya açıklamasını ertelemesini istemişti.
36) Jablonsky, 96.
37) Tyrell, Führer, 77-78.
38) Jochmann, 90. Görünüşe göre, söz konusu basın açıklamasının
yapılmasından sonraki gün, yani 12 Haziran’da Hitler, G'raefe’ın da
katıldığı bir toplantıda kararını Ludendorff'a belirtmiştir (jablonsky,
96 ve 203 19. dipnot).
39) Böyle bir yorum için bkz Lüdecke, 222.
40) Lüdecke, 222-224 (alıntı, 224).
41) Jablonsky, 90-91, 99-101.
42) Tyrell, Führer,79. Basın açıklamasında tarih Ağustos değil 15-
17 Temmuz olarak yanlış verilmiştir.
43) Tyrell, Führer, 80; Jablonsky, 101-102.
44) Jochmann, 96-97.
45) Franz-Willing, Putsch, 261-265; Jablonsky, 103-107.
46) Jochmann, 120-121.
47) Jochmann, 122-124; Jablonsky, 111; Franz-Willing, Putsch,
266. Fobke’nin belirttiğine göre Hitler çok Fazla umut bağlamış
olduğu kitabıyla uğraşıyordu. Kitabın Ekim ortası gibi çıkması
planlanmıştı. Hitler 1 Ekim’de serbest kalacağını umuyordu, Fakat
Fobke onun bu iyimserliği için bir neden göremediğini belirtmektedir
(Jochmann, 124).
48) Jochmann, 125-127 (alıntı, 126).
49) Jablonsky, 118-123, 210 189. dipnot, akt. völkischer Kürler, No
165, 19 Ağustos 1924.
50) Jochmann, 130-137; Jablonsky, 124-125.
51) Jablonsky, 125-128.
52) Jochmann, 154, 165; Tyrell, Tromnıler, 167; Jablonsky, 135-
139.
53) Tyrell, Führer, 86-87.
54) Jablonsky, 142-145.
55) Tyrell, Führer, 76; Deuerlein, Aufstieg,241, 427; Hanfstaengl,
Jahre, 163; Franz-Wil ling, Putsch, 276.
56) Deuerlein, Aufstieg, 241; Hanfstaengl, 15 Jahre, 163;
Jablonsky, 150.
57) Gritschneder, Bewâhrungsfrist, 97-98.
58) Deuerlein, Aufstieg, 238-239.
59) Münih polisi 16 Eylül’de, Münih SA’nın eski lideri Wilhelm
Bruckner’in ve eski Reichskriegsflagge lideri Karl Osswald’ın evinde
suç unsuru içeren yazışmalar ve üye dosyaları bulmuştu (Jablonsky,
132).
60) Gritschneder, Bewâhrungsfrist, 101-102.
61) Gritschneder, Bewâhrungsfrist, 103-110.
62) Bu duruşmadan bir gün sonra 26 Eylül tarihli bir raporda
Hapishane Müdürü Leybold, dışarıya çok sayıda mektup kaçırarak
güvenin ciddi bir şekilde ihlal edildiğini kabul etmektedir; ancak
burada suçlamasını Hitler’e değil Kriebel ve Weber’e yöneltmiştir
(Gritschneder, Bewâhrungsfrist, 109-110).
63) Jablonsky, 132-133.
64) Gritschneder, Bewâhrungsfrist, 114-116.
65) Gritschneder,Bewâhrungsfrist, 116-118.
66) Hitler, Kriebel ve Weber 26 Eylül tarihli bir deklarasyonla,
kendilerini Röhm’ün Frontbarın planının dışında tutmaya ve Röhm’ün
Faaliyetlerini onaylamadıklarını göstermeye çabalamışlardı. Hitler
politik liderliği bıraktığını ve Röhm taraFından kurulan savunma
örgütüne katılmayı reddettiğini vurgulamıştı (Gritschneder, 110-112;
ayrıca bkz. Jablonsky, 133 ve Hanfstaengl , Jahre, 160-161).
67) Jablonsky, 150.
68) Deuerlein, Aufstieg,239-240.
69) Jetzinger, 276-277; Donald Cameron Watt, Die bayerischen
Bemühungen um Ausweisung Hitlers 1924\ VJZ,6 (1958), 270-280,
burada, 272; Jablonsky, 91 ve 202 190. dipnot; Deuerlein, Aufstieg,
239. Hitler’in sınır dışı edilmesine ilişkin Bavyera polisinin Mart
1924’teki ilk soruşturması, Ludendorl'la birlikte beraat edebileceği
endişesinden kaynaklanmıştı. Bu endişeyi Bavyera Başbakanı Knilling
de dillendirmişti
70) Gritschneder, Bewâhrungsfrist, 101. Daha önce belirttiğimiz
gibi Münih polisinin 23 Eylül tarihli raporu bu fikri destekliyordu.
71) Watt, ‘Die bayerischen Bemühungen’, 273.
72) Jetzinger, 277.
73) Deuerlein, Aufstieg, 240. Savaşta Alman ordusunda hizmet
verdiğinden dolayı Hitler’in artık Avusturya vatandaşı sayılmadığını
iddia ediyorlardı (Watt, ‘Die bayerischen Bemühungen’, 274).
74) Watt, ‘Die bayerischen Bemühungen’, 276-277; Jetzinger, 278.
75) Genelde kabul gördüğü üzere (bkz. Bullock, 127; Toland, 203)
Gürkner’in Avusturya’nın Hitler’i geri almama tavrından etkilenerek,
Hitler’in sınır dışı edilmesinin engellenmesinde önemli bir rol
oynadığı iddiası, Watt’ın kanıtlar üzerinde yaptığı inceleme ışığında
şaibeli bulunmuştur. Bkz. Watt, ‘Die bayerischen Bemühungen’, 270-
271, 279.
76) Deuerlein, Aufstieg, 250-252; Jetzinger, 272, 279.
77) Jetzinger, 280.
78) Gritschneder, Bewâhrungsfrist , 119-130 (alıntı, 130).
Leybold, 13 Kasım tarihli bir raporda Hitler’in iyi hal ve tavır
gösterdiğini zaten belirtmişti.
79) Bkz. Jablonsky, 150.
80) Gritschneder, Bewâhrungsfrist, 130.
81) Monologe, 259-260. Müller için, bkz. Monolog 146 ve
Heiden,Hitler, 199-200.
82) Gritschneder, Bewâhrungsfrist, 130.
83) Monologe, 259-60; Hoffmann, 60-61; Franz-Willing, PutscJı,
278-279, akt. 25 Aralık 1924 tarihli Der Nationalsozialist ve 23
Aralık 1924 tarihli völkischer Kurier.
84) Monologe, 261.
85) Frank, 46-47.
86) Fobke’nin/Hitler’in Landsberg’deki olağan bir gününe dair
betimi için, bkz. Jochmann, 91-92.
87) Bkz. MK,36.
88) Frank, 47.
89) Frank, 45.
90) Eitner, 75. Eitner (75-82), Hitler’in Landsberg’de geçirdiği
dönemi hayatındaki önemli bir dönüm noktası, bir “Ürdün tecrübesi”
olarak görmeye hazırdır; Hitler burada Almanya’nın Vaftizci Yahya”sı
değil gerçek mesihi olduğunu, bir mesih misyonuna sahip olduğunu
anlamıştır.
91) Önceleri sadece sezgiyle anladığı pek çok şeyi bu dönemde ilk
defa düşünsel olarak kavradığı şeklindeki açıklaması, bu yorumla
uyuşmakta; ayrıca kendi “sezgisel deha”sını öne çıkarmasına da izin
vermektedir (Monolog 262).
92) Monologe; 262.
93) Otto Strasser, Hitler und ich, Buenos Aires, tarih belirtilmemiş
(1941?), 56.
94) Franz-Willing, Putsch, 251; Jochmann, 92. Fobke, “şefle
birlikte yapılan, daha doğrusu şefin verdiği bir saatlik ders”ten
bahseder (Vortrag beim besser vom Chej). Daha sonra SS-
Sturmführer olacak gardiyanlardan birinin beyanına göre (bu beyan
1933’te yayımlanmıştır), Hitler cumartesi akşamları yüksek sesle
kitabından bölümler okuyordu (Otto Lurker, Hitler hinler
Festungsmauern, Berlin, 1933, 56). Ayrıca bkz. Wemer Maser,
Hitlers Mein Kampf, Münih/Esslingen, 1966, 20-21 ve Hammer, l
Die deutschen Ausgaben\ İ61-178, burada 162.
95) Bunu Heiden ima etmektedir (Der Führer226). Akla yakın
gelmesine rağmen, -Heiden’ın 1936 yılında yayımladığı Hitler
biyografisinde yer almayan- bu sonucu destekleyen hiçbir kanıt
yoktur. Hitler’in 1922 yılında, düşmanları ve rakipleriyle
hesaplaşmayı amaçladığı “Hesaplaşma” adlı (Mein Kampf'ın ilk
cildinin başlığı) bir kitap üzerinde çalışmaya başladığı fikrinin
kaynağı da Heiden gibi görünmektedir ( Führer, 226)
96) Hanfstaengl, 15 Jahre, 172.
97) Heiden, Hitler, 206; Heiden, Der Führer, 226.
98) Franz-VVilüng, Putsch, 251.
99) Destekleyici kanıt olmamakla birlikte Heiden bunu güçlü bir
şekilde ima etmektedir: Der Führer, 226.
100) Otto Strasser, Hitler und ich, 59; Frank, 45; Heiden, Hitler,
188-190; Hans Kallenbach, Mit Adolf Hitler auf 'Festung Landsberg,
Münih, 1933, 56. Ayrıca bkz. Hammer, ‘Die deutschen Ausgaben’,
161-162; Lurker, 56; Maser, Frühgeschichte, 304 ve 325. dipnot;
Maser, Adolf Hitler, 192. İlse Hess savaştan sonra, metnin dikte
edilmesi işinde kocasının yer almadığını; 'Hitler’in iki parmağıyla eski
bir daktiloda yazdığını ve serbest bırakılmasından sonra ikinci cildi
bir sekretere dikte ettiğini iddia etmiştir (Maser, Mein Kampf', 20-
21). Hitler’in yazmaktan hoşlanmadığı ve (Hess de dahil olmak
üzere) Landsberg’de yazmaya hevesli kişilerin bulunduğu
düşünülünce, bu iddia pek olası görünmemektedir.
101) Otto Strasser, Hitler und ich, Constance, 1948, 78.
102) Heiden, Hitler,.206; Hanfstaengl, 15 Jahre, 172-173.
103) Hammer, 'Die deutschen Ausgaben’, 163; Görlitz-Quint, 236-
243. İlse Hess savaştan sonra, pek ikna edici olmamakla birlikte,
Hitler’in metni üzerinde biçimsel düzenlemeler yapanların sadece
kendisi ve kocası olduğunu iddia etmiştir (Maser, Mein Kampf, 22-4).
104) Hanfstaengl, 15 Jahre, 173-174,
105) Frank, 45-46. Frank’a göre, 1924 yılında Reich Şansölyesi
olacağını bile tahmin edebileceğini ama kitap yazacağının hiç aklına
gelmediğini söylemişti.
106) Heiden, Hitler, 206; Maser, Mein Kampf', 24; Oron James
Hale, ‘Adolf Hitler: Taxpayer\ American Historical Revievv, 60(1955),
830-842, burada 837.
107) Hammer, ‘Die deutschen Ausgaben’, 163; Maser, Mein 26-27,
29; (Yazar belirtilmemiştir), The Story of Mein Kampf, Bulletin, 6
(1952), no. 5-6, 31-32, burada 31.
108) Otto Strasser’e göre (Hitler und ich, 60-61), partinin önde
gelen üyeleri 1927 yılı Nuremberg Gösterisi sırasında, şahsi
konuşmalarında kitabı okumamış olduklarını kabul etmişlerdi. Ayrıca
bkz. Karl Lange, Hitlers unbeachtete Maximen: l Mein Kampf and
die feiUlichkeil, Stuttgart, 1968. Christian Weber gibi Hitler‘i
partinin kuruluşundan beri tanıyan bu kişilerin zaman zaman Mein
Kamın içeriğiyle dalga geçtikleri de oluyordu (bkz. Hanfstaengl, 15
Jahre, 188).
109) Hitler’in büyük oranda Mein Kampf'ın satışından gelen beyan
edilmiş vergilendirilebilir brüt geliri şöyleydi: 1925 yılında 19,843
RM; 1927 yılına dek, en düşük oran olan 11,494 RM; 1929 yılında
15,448 RM; ertesi yıl ani bir yükselişle 48,472 RM ve ardından 1933
yılında 1,232,335 RM. Hitler 1933 yılında vergisini ödemeyi ihmal
etti, ama maliye görevlileri bunun üzerine ilk olarak ödeme tarihini
ertelediler, ardından vergi muafiyeti ilan edildi. Böylece Üçüncü
Reich sırasında Mein Kampf'tan elde ettiği büyük gelirden hiç vergi
ödemedi (Hale, ‘Adolf Hitler: Taxpayer\ 839-841).d
110) Önemli analizlerden biri: Eberhard Jâckel, Hitlers
Weltanschanung. Entwurf einer Herrschat, Tübingen, 1969;
eklemeler yapılmış ve gözden geçirilmiş 4. baskı, Stuttgart,1991.
111) Bkz. MK,317-318.
112) MK, 372 (çev., MKWatt, 308).
113) MK, 358.
114) Bkz. MK, 742-743, 750-752. ‘Lebensraum’ fikrinin, 1894
yılında Pan-Germenler’in yaptığı programatik bir deklarasyondaki ilk
kullanımına ve sonraki gelişimine dair, bkz. Lange, ‘Der Terminus
“Lebensraum" 426-437, özl. 428 vdg.
115) Bkz. Martin Broszat, ‘Soziale Motivation’, 392-409, burada
özl. 403.
116) O dönem geçerli olan yoruma karşı 1953 yılı kadar erken bir
tarihte geliştirilen yorum için, bkz. Hugh Trevor-Roper, The Mind of
Adolf Hitler’, Hitler’s Table a yazdığı önsöz (1941-1944, Londra,
1953, vii-xxxv). Trevor-Roper şu makalesinde bu argümanı
güçlendirmiştir: ‘Hitlers Kriegsziele’, VJZ, 8 (1960), 121-133. Fakat
Hitler’in fikirlerinin tutarlı ve birbirine bağlı bir yapısının olduğunun
genel kabul görmesi ancak, Jackel’in 1969 yılında yayımlanan Hitlers
Weltanschauung adlı kitabındaki ustaca yapılmış Mein Kampf
analizinin ışığında mümkün olmuştur.
117) Frank, 45. Mein Kampf'ın 1939’a kadar yapılan sonraki
baskılarında, çoğu ufak tefek olmak üzere 2,500 adet biçimsel
düzeltme yapılmıştır (Hammer, 164; Maser, Hitler, 188).
118) Bkz. Jâckel, Hitlers Wehanschauung, özl. 152-158.
119) Deutschvolkischer Schutz- and Trutzbund’un, aşırı antisemitik
fikirlerin devamlılığı açısından Pan-Germenlerle Naziler arasında
nasıl bir bağlantı oluşturduğunu Lohalm, Volkischer Raclikalismus’da
mükemmel bir şekilde ortaya koymuştur.
120) JK, 176-177.
121) MK, 372 (çev., MK Watt, 307).
122) MK, 372 (çev., MK Watt, 620).
123) Başlığından da anlaşılacağı gibi Nazilerin Yahudi-karşıtı
politikalarına dair önemli bir analiz içeren kaynak: Karl A. Schleimes,
Twisted Road Nazi Policy ward GermemJem 1933-1939,
Urbana/Chicago/Londra, 1970.
124) JK, 646.
125) JK, 703-704.
126) JK, 1210.
127) JK, 1226.
128) JK, 1242 ve 2-3 no’lu dipnotlar.
129) Wolfgang Hom, ‘Ein unbekannter Aufsatz Hitlers aus dem
Fnühjahr 1924’, VJZ, 16 (1968), 287, 288. 1920'lerin başlarında
Hitler’in dış politikaya dair görüşlerinde geleneksel Pan-Germen
fikirlerinin ağırlığı için, bkz. Günter Schubert, alistischer Auenpol
Uik,Köln, 1963, özl b.l-2;Jâckel, Hitlers Wehanschauung, 31-38; ve,
bilhassa, Kuhn, Hitlers auenpolitisches Programm, 31-59, 56.
130) Jâckel, Hitlers Wehanschauung, 33-34.
131) Horn, ‘Ein unbekannter Aufsatz Hitlers’, 283, 291; Jâckel,
Hitlers , 35-36; Geoffrey Stoakes, Hitler and the Quest Jor World
Dominion, Leamington, Spa, 1987,137.
132) Horn, ‘Ein unbekannter Aufsatz Hitlers’, 284-291; Jâckel,
Hitlers Weltanschauung, 35.
133) Horn, ‘Ein unbekannter Aufsatz Hitlers’, 285, 289-290;
Stoakes, 122-135.
134) JK, 96; Jâckel, Hitlers Weltanschauung, 39.
135) JK, 427. Ayrıca bkz. Binion, Hitler among the Germans, 59.
Mayıs 1921’deki konuşma Hitler’in Ludendorfru ziyaretinden hemen
sonra gerçekleşmişti; fikri kafasına Ludendorff sokmuş olabilir
(Auerbach,‘Hitlers politische Lehrjahre’, 50 127. dipnot). Rusya
Brest-Litovsk Anlaşmasıyla Almanya’ya geniş bir toprak parçası
bırakarak savaştan çekilmişti.
136) JK, 505; Stoakes, 96.
137) Bkz. Stoakes, 120-121.
138)Stoakes, 118-120.
139) Ludendorff'un görüşleri ve Hitler üzerindeki olası etkilerine
dair, bkz. Stoakes, 135.
140) JK, 773 (çev., Stoakes, 137).
141) Bkz. Horn, ‘Ein unbekannter Aufsatz Hitlers’; metnin
basıldığı yer, içinde JK, 1216-1227.
142) Bkz. Heiden, Hitler, 188
143) Woodmff Smith, 110-111, 164.
144) Bkz. Woodruff Smith, özl. b.6.
145) Woodruff Smith, 224-230. Mübalağalı bir tarzda yazılmış
olmasına rağmen roman 1926-1933 yılları arasında 265 bin adet
satmıştır (Lange, ‘Der Terminus “Lebensraum" 433).
146) Woodruff Smith, 223, 240; Lange, ‘Der Tenninus
“Lebensraum" 30-433. Hitler’in o dönemki dış politikayla ilgili
değişen fikirlerinde rolünü Kuhn açığa çıkarmıştır, b.5, k.3, 104-121,
özl. 115-117.
147) Hom, ‘Ein unbekannter Aufsatz Hitlers 293 ve 67. dipnot.
148) Haushofer’un Nuremberg’de, Hitler’in eserlerini anlamış
olduğunu inkarı için bkz. Lange, ‘Der Terminus “Lebensraum”, 432
(burada iddia çok şaibeli karşılanmaktadır).
149) Jâckel (Hitlers Wehanschautung, 37), Landsberg’de olduğu
süreçte Hitler’in düşüncelerinin gelişiminde doğrudan bir etkinin
varlığını tespit etmenin imkansızlığı üzerinde durur. Maser ( Hitler,
187), Mein Kampf'tâki yorumlarına dayanarak Hitler’in Haushofer,
Ratzel ve -İngilizce bilmemesine rağmen- İngiliz Sir Halford
Mackinder’in teorilerini bildiğine kesin gözüyle bakar. Haushofer,
Landsberg’deyken Hess’i ziyaret etmiştir. Sonradan Hitleri
gördüğünü de kabul etmiş, ama yalnız görüşmediklerinde ısrar
etmiştir (Toland, 199). İsmi, Hitler’i ziyarete gelenler listesinde
yoktur (Hom, Ein unbekannter Aufsatz Hitlers’, 293, 68. dipnot).
150) Jâckel, Hitlers Weltanschanung,37; Kuhn, 104-121.
151) Jâckel, Hitlers Weltanschanung, 38-41.
152) MK, 741-743 (çev., biraz değiştirilmiştir, MK Watt, 597-598).
Mein Kampf'ın ilk baskısında ‘dev İmparatorluk’(Riesenreich) olarak
değil, ‘Pers İmparatorluğu’(Perserreich) olarak geçmektedir
(Hammer, 175; Jâckel, Hitlers 45 32. dipnot).
153) Hitlers Zweites Buch. Ein Dokument aus dem Jahr 1928, der.
Gerhard L.Weinberg, Stuttgart, 1961; ‘Auenpolitische
Standortsbestimmung nach der Reichstagswahl Juni-Juli 1928’, içinde
RSA, IIA.
154) Monologe, 262.
155) JK, 1210; Tyrell, Führer, 64; Hanfstaengl, 15 , 155.
156) Tyrell, Trommler, 166-167.
157) Bkz. Eitner, 75-84.
158) Bkz. Tyrell, Trommler, 167.
159) MK, 229-232 (alıntılar 231-232).
160) MK, 650-651 (çev., MKWau, 528).
161) MK, 70.
162) Bullock’un (Hitler, 804), ‘ırk doktrini süsü verilmişse de
[teması] egemenlik’olan bir sistem içinde ‘prensipsiz bir oportünist’
şeklindeki yorumunun yolunu açan kişi Hermann Rauschning’dir, Die
Revolution des Kulisse and Wirklichkeit im Dritten Reich,Zürih/New
York, 1938, özl.. pt.l.
163) Tyrell, Führer, 85.
164) Jochmann, 134 (Fobke’den Haase'ye, 21 Ağustos 1924).
165) Bkz. Tyrell, Trommler, 174.
166) Bkz. Broszat, Der Nationatsozialismus, 21- ‘Sosyalist;
ideolojiden karışık bir maya, karmakarışık bir yığın, bir fikirler
curcunası diye söz ediyorlar, (‘Man hat mit Recht von der
Weltanschanung des Nationalsozialismus als von einem
Mischkessel, einem Konglomerat, einem “Ideenbrei” gesprochen’.)
167) Yukarıda 162. dipnota bkz.

VIII HAREKET ÜZERİNDE HAKİMİYET


SAĞLAMAK

1) BAK, R43 1/2696, Fol.528. Ayrıca bkz. Thomas Childers (der.),


The Formation of the Nazi Constitnency, 1919-1933, Londra/Sidney,
1986, 232.
2) Bkz. Jürgen Falter, Thomas Lindenberger ve Siegfried
Schumann (der.), Wahlen und Abstimmungen in der Wetmarer
Republik. Materialien Wahlverhalten, Münih, 1986, 45.
3) Bkz. Detlev J. K. Peukert, Die Weimarer Republik, . Moderne,
Frankfurt am Main, 1987, 125, 132 vdg., 141-142, 176; Petzina,
Abelshauser ve Faust (der.), Sozialgeschichtliches Arbeitsbuch,
Band, 61. 98, 114-115, 125, 137. Sosyal refah devleti çerçevesinde
kaydedilen ilerlemelere yer veren eser; Ludwig Preller, Sozialpolitik
inder Weimarer Republik,Düsseldorf (1949), 1978.
4) Bkz. Peter Gay, Weimar Culture, Londra, 1969.
5) Peukert, Die Weimarer Republik, 175-176.
6) Weimar Cumhuriyetinde cazın yayılması için, bkz. Michael
Kater, Different Drummers. Jazz in the Culture of Nazi Germany,
New York/Oxford, 1992, 3-28.
7) BHStA, MA 102 137, RPvOB, HMB,
8) 18 Şubat 1928, S.l.
9) Tyrell, Führer, 352. Parti tarafından verilen rakamlar, ayrılan bu
kişiler hesaba katılmadığından aşırı derecede yüksektir.
10) Dietrich Orlow’un işaret ettiği bu nokta, The History of the
Nazi Party, c. 1, 1919-1931, Newton Abbot, 1971, partinin 1926
yılındaki durumuna dairdir.
11) Tyrell, Trommler, 171.
12) Hanfstaengl. 15 Jahre, 163; Lüdecke, 252.
13) Hanfstaengl Landsberg’deyken Hitler’i ziyaret etmiş, aldığı
kiloları vermesi için onu spor yapmaya teşvik etmiştir. Hitler ise ‘bir
liderin ne fiziksel egzersizlerde ne de oyunlarda yandaşları
tarafından yenilmeyi kaldıramayacağımı söyleyerek öneriyi
reddetmişti (Hanfstaengl, 15 Jahre, 157).
14) Hanfstaengl, 15 Jahre, 164. Hitler’in bu dönemden sonra
izlediği katı vejetaryen rejime, ayrıca bununla ilgili olarak kendinin
ve başkalarının yaptığı açıklamalara dair bkz. Schenck, 27-42.
15) Hanfstaengl, 75 Jahre, 166-167.
16) Monologe, 260-261, 453, 170. dipnoı. Hitler Noel’de
Hanfstaengl’e serl’diye sızlandığında hâlâ cezaevindeydi
(Hanfstaengl, 15 Jahre, 165).
17) Monologe, 261 (Hitler Held’in toplantıda ona çok nazik
davrandığını ve bu yüzden daha sonra ‘ona hiçbir şey yapmadığını’
belirtmiştir); Karl Schvvend, Bay em hie und Diktatur, Münih, 1954,
298; Hanfstaengl, Jahre, 169; Lüdecke 255; Margarethe Ludedorff,
271-274.
18) Jochmann, Nationalsozialismus und Revolulion,193-194.
19) Schvvend, 298. Ve bkz. Jablonsky, 155 ve 218-219 166 ve 167.
dipnotlar.
20) Hanfstaengl, 15 Jahre, 170. Bavyera eyaletinde olağanüstü hal
ilanının kaldırılmasıyla yasak otomatik olarak kalkmıştı (Deuerlein,
245).
21) Tyrell, Führer, 89-93, sonradan (1927-1930 yılları arasında)
Pomerania Gauleiter’i olacak Wahher von Corsvvant-Cuntzovv’un
mektubu. Ayrıca bkz. Deuerlein, 242-243, Münchemr Post 1 tâki (4
Şubat 1925) bir beyana dayanmaktadır; ve Jablonsky, 156.
Reventlow’un‘ Preuentagung’dan hemen sonra Hitlere yönelik aleni
saldırıları için. bkz. Horn, Marsch, 213.
22) Tyrell, Führer, 92.
23) Horn, Marsch, 216 ve no. 23.
24) Horn, Marsch, 212 6. dipnot.
25) Jochmann, Nationalsozialismus und Revolution,193-194.
Temmuz 1925 tarihli şahsi bir mektupta Rudolf Hess, Hitler’in
Ludendorff'a ilişkisine dair şöyle yazıyordu: ‘Herr Hitler,
Ekselansları Ludendorff'a Nasyonal Sosyalist Hereket’in liderliğini
hiçbir zaman vermemiştir. Herr Hitler, Ekselanslarından,
mahkemeden hemen sonra ortaya çıkan siyasi münakaşadan
çekilmesini defalarca rica etmiştir. Ekselansları Ludendorff adını
ortaya atıp, küçük bir parti yararına saygınlığını tüketmemeli ve adını
ulus için muhafaza etmelidir (Sonderarchiv Moscovv, 1355-1-2,
Fol.75, Hess’den Kurt Günther’e, 29 Temmuz 1925).
26) Tyrell, Führer, 93-94..
27) Horn, Marsch, 213 ve 13. dipnot, 214 ve 14, dipnot; Jablonsky,
158; Deuerlein eg, 245. The DNVP hemen DNVB (Deutsch völkische
Freiheitsbevvegung) olarak yeniden kurulmuştu
28) Tyrell, Führer, 104.
29) Tyrell, Führer, 71.
30) Hitler ‘volkisch’ terimini belirsizlik taşıdığı için reddetmişti. -
RSA, 1,3. Hitler’in açıklamasına rağmen, hareketin bazı
sempatizanları dine yönelik tavrın ne olacağı konusunda hâlâ net
değildiler. Rudolf Hess Mayıs 1925Te, Chemnitz’den, Frâulein İlse
Harff adlı bir bayandan gelen mektuba Hitler adına verdiği yanıtta
şöyle demişti: ‘Herr Hitler Hıristiyan dininin herhangi bir mezhebine
hiçbir zaman karşı olmamıştır; o sadece, kendine Hıristiyan diyerek
dini siyasi emellerine alet eden partilere karşı
olmuştur’(Sonderarchiv Moscovv, 1355/1/2, Fol. 127).
31) RSA, 1, 1-6.
32) Lüdecke, 248.
33) RSA, 1, 9.
34) Longerich, Die braunen Bataillone, 51-52; Hom, Marsch, 226-
227. Hitler SA’nın yeniden örgütlenme işini 1926 güzünde Franz
Pfeffer von Salomon’un ellerine bırakana dek bir yıl beklemişti.
35) RSA, l, 9.
36) Lüdecke, 256.
37) Heiden, Hitler, 198.
38) Jablonsky, 168, toplantının polis raporuna dayanmaktadır.
39) Rosenberg hatıratında, cezaevinde olduğu süreçte Hitler’in
Esser ve Streicher kliğine verdiği destekten dolayı küskün olduğunu
ve bu nedenle toplantıdan uzak durduğunu açıkça belirtmektedir.
Hitler’in herkesin gözü önünde, olan bitenden dolayı birbirlerini
affedecekleri bir gösteri planladığını biliyordu ama bu teatral
gösteride yer almak istemiyordu (Rosenberg, Letzte Aufzeichnungen,
114, 319-320).
40) Lüdecke, 257.
41) Lüdecke; 275.
42) Jablonsky, 168, 210 9. dipnot. Volkisch Blok’un feshedileceği,
Münih’te mart ayında yapılan toplantıda Drexler’in, Esser’le birlikte
çalışmanın imkansız olduğunu söylediği bildirilmektedir. Onu
Hitler’den ayıran bir şey yoktu ama Esser orada olduğu sürece
Hitler’le devam edemezdi (BHStA, Slg.Personen, Anıon Drexler,
Miesbacher Anzeiger, 19 Mayıs 1925).
43) Lüdecke, 255.
44) RSA, 1,14-28.
45) Önceki gün yayımlanan ‘Eski Üyelere Çağrı’metninde şu sözü
veriyordu: Bir yıl içinde’ya parti tekrar bir hareket halini alacak ya
da hareketin bir parti olarak varlığı yok olacak.’İki durumda da
sorumluluk ona aitti (RSA,1,6).
46) BHStA, MA 101235/1, Pd. Mü., Nachrichtenblatt, 2, Mart
1925, S.16.
47) BHStA, MA 101235/1, Pd, Mü., Nachrichtenblatt, 2. Mart
1925, S.16; RSA, I, 28 9. dipnot; Lüdecke, 258.
48) RSA, 1,446, 448.
49)RSA, 1, 5, 28 9. dipnot; Hom, Marsch, 216-217 ve 25-26.
dipnot.
50) Lüdecke’ye göre (253), Ludendorf söz konusu olduğunda Hitler
generallerin devlet adamı olarak yetersizliği karşısında öfkeye
kapılıyordu
51) Horst Möller, Weimar, Münih, 1985, 54.
52) Ludvvig Volk, Der bayerische Episkopal under
Nationalsoziahsmus 1930-1934, Mainz, 1965, 5, 7.
53) RSA, 1,36.
54) Hanfstaengl, 15 Jahre, 179-180; Horn, Mcırsch, 217.
55) Bkz. RSA, I, 38 2. dipnot.
56) Lüdecke, 255.
57) Margarethe Ludendorff', 277-278.
58) Winkler, Weimar, 279; Horn ( Marsch,218), Jarres’in
Ludendorff'un utanç içine düşmesini engelleme seçeneğinin olduğunu
belirtir. Ama bu tabii ki gerçek bir neden değil bahanedir.
59) Julius Streicher seçimden iki gün önce 27 Mart’ta yaptığı bir
konuşmada seçimin anlamının, Almanya’nın başına Hitler gibi birinin
geçmesine ihtiyacı olduğunu göstermek olduğunu belirtmiştir (akt.
Horn, Marsch, 217 28. dipnot).
60) Falter vdg., Wab1en, 76. Weimar Cumhuriyeti’nde siyasetin
radikalleşmesi durumu -geçici bir süre- tersine döndüğünden
komünistler de ciddi bir oy kaybına uğramışlardı.
61) Hanfstaengl, 15 lahre, 180.
62) Tanrıenbergbund 1933’te yasaklandı. Öte yandan sırf imaja
dayalı nedenlerle Ludendorff'ların yayınlarına devam etmelerine izin
verildi, 1937’de Hitler ile Ludendorff arasında resmi bir uzlaşma
vardı ve aynı yılın aralık ayında generalin ölümü üzerine resmi bir
cenaze töreni düzenlendi. Ludendorff'un karısıyla birlikte kurduğu
völkisch dini harekete -Deutsche Gotterkenntnis (Alman Tanrı
Bilgisi)- resmi bir statü dahi tanınmıştı (Benz ve Graml (der.),
Biographisches Lexikon 212-213; Wistrich, Werwar wer im Dritten
Reich, 180).
63) DVFB 1933’e dek can çekişmeye devam etti, ama bundan
sonra bir güç haline asla gelemedi (Horn, Marsch, 218 ve 32.
dipnot).
64) Horn, Marsch, 215-216; Nyomarkay, 72-73. NSFB (völkisch
Blok) 8 Mart’ta Bavyera’da feshedildi ve çoğu üyesi NSDAP’a geri
döndü. Dört gün sonra GVG, Hitler’e ve NSDAP’a bağlılık yemini
ederek kendini feshetti.
65) Tyrell, Führer,107-108; Deuerlein, Aufstieg,246-247; Hom,
Marsch, 222 ve 43. dipnot. Konuşma yasağı süresince Hitler’in
sadece özel toplantılarda-Şubat 1926’daki Hamburg Milliyetçiler
Klubü toplantısı bunlardan biridir- ve kapalı parti toplantılarında
konuşmasına izin verilmişti (Bavyera’da bu toplantılarda
konuşmasına izin verilmediği bile oluyordu).
66) Deuerlein, Austieg, 247; Reinhard Kühnl, l Zur Programmatik
der Nationalsozialistischen Unken. Das Strasser-Programm von
1925/26’, VJZ, 14 (1966), 317-333, burada 318.
67) Albert Krebs, Tendenzen uncl Gestalten der NSDAP, Stuttgart,
1959, 183, 185. Strasser’in NSDAP için taşıdığı önemi kapsamlı bir
şekilde inceleyen eserler: Peter D. Stachura, gor Strasser and the
Rise oj Nazisrn, Londra, 1983 ve Udo Kissenkoetter, Gregor
Strasser unddie NSDAP, Stuttgart, 1978. Kissenkoerter şu eser
içinde kısa biyografilere yer verir: Ronald Smelser ve Rainer
Zitelmann (der.), Die braune Elite, Darmstadt, 1989, 273-285.
68) Nyomarkay, 72-73. Güney Almanya’da ise durum tam tersiydi.
Burada darbe öncesinde 222 yerel şube varken (otuz yedisi dışında
hepsi Bavyera’daydı), 1925’in sonları itibariyle sadece 140 şube
kalmıştı.
69) Tyreli, Führer,97-99.
70) Bkz.Jochmann, Nationahozialismus und Revolution, 207; Tyreli,
, 113; Nyomarkay, 71-89; Jeremy Noakes, ‘Conflict and Development
in the NSDAP 1924-1927’, Contemporary History, 1 (1966), 3-36.
71) Noakes, Nazi Party, 65.
72) Jochmann, Nationalsozialismus und Revolution, 207.
73) Jochmann, Nationalsozialismus und Revolution, 210-211;
Noakes, Nazi Party, 84-85.
74) Bkz. Krebs, 187. Goebbels’in radikal, ‘nasyonal’lik
‘milliyetçi’lik damgası taşıyan ‘sosyalizmi üzerinde duran eser: Ulrich
Höver, Joseph Goebbels - ein nationaler Bonn/ Berlin, 1992.
75) TBJG, I. i, 99 (27 Mart 1925). Goebbels’in üç önemli
biyografisi 1990’larda yayımlanmıştır: Ralf Georg Reuth, Goebbels,
Münih, 1990; (yalnızca 1933’ten önceki dönemi ayrıntılarıyla ele
almış olan) Höver; ve David lrving, Goebbels. Mastermind of the
Third Reich, Londra, 1996. Elke Fröhlich daha kısa karakter
tahlilleri yapmıştır, içinde Smelser-Zitelmann. Die braune Elite, 52-
68; ve Fest, Face of the Third Reich, 130-151.
76) Peter Hüttenberger, Die Gauleiter. Studie eunı Wandel des in
der NSDAP, Stuttgart, 1969, 33, 223; Shelley Baranowski, Life.
Nobility, Protestantism, and Nazism in Weimar Prtssia,New
York/Oxford, 1995, 136.
77) TBJG, 1.1, 127 (11 Eylül 1925).
78) En azından halkın önünde Hitler o dönemde bu düşünceye karşı
bir şey söylememişti. Hess 4 Haziran 1925’te bir parti sempatizanın
yönelttiği soruya Hitler adına yanıt verirken Hareket’e bağlı
sendikaların olmamasından dolayı özür dilemiş ve bunu yeterli fon
olmamasına bağlamıştı (Sonderarchiv Moscovv, 1355-1-2, Fol.22,
Hess’den Alfred Barg’a, Kohlfurt-Dorf).
79) Noakes, Nazi Party. 85-86.
80) Bkz. Krebs, 119.
81) Krebs, 187.
82) Bu ve sonraki paragraf şu esere dayanmaktadır: Jochmann,
Nationalsozialismus und Revolution, 207-211. Ayrıca bkz. Noakes,
Nazi Party, 71.
83) TBJG, 1.1, 126 (11 Eylül 1925). Fobke’nin Strassere dair
yaptığı betimleme için, bkz. Jochmann, Nationalsozialismus und
Revolution, 208.
84) Toplantı tüm amaçlarına ulaşamadıysa da Goebbels
memnuniyetini belirtmiştir: ‘Her şey tam istediğimiz gibiydi’( TBJG,
1.1, 126 (11 Eylül 1925)).
85) Göttingen Grubu, Cemiyet’i hareket içinde görüşlerini temsil
edecek, seçime katılmayı engelleyecek ve partiyi Esser’le kliğinden
temizleyecek bir araç olarak görüyordu (Jochmann,
Nationalsozialismus und Revolution, 211).
86) Jochmann, Nationalsozialismus und Revolution, 212-213.
Briefe ilk kez 1 Ekim 1925’te çıktı. Tüzük, Cemiyet’in 22 Kasım
1925’te Hanover’de yapılan ikinci toplantısında onaylanmıştı
87) Tyrell, Führer, 116-117; Nyornarkay, 80-81; Kühnl, 321 vdg.
Gregor Strasser Goebbels’e, Esser ve Streicher olayında tüm şahsi
faktörleri bir kenara bırakmasını tavsiye etmişti. İkisi de kuzey
Gaue’da tutulan ve talep gören konuşmacılardı.
88) Tyrell, Führer, 115-116; Nyomarkay, 80-81; Noakes, Party. 74.
89) Tyrell, Führer, 119; Noakes, ‘Conflict’, 23 vdg.; Orlow, i.67-68.
90) Noakes, Nazi Party, 74-75.
91) Jochmann, Nationalsozialismus und Revolution,223.
92) Jochmann, Nationalsozialismus und Revolution, 220; 1.1, 157
(21 Ocak 1926); Noakes, Nazi Party, 76; Tyrell, ‘Gottfried Feder and
the NSDAP’, 48-87, burada 69; Hom, Marsch, 237.
93) Jochmann, Nationalsozialismus und Revolution, 222. Hitler’in
doğrudan eleştirilmiş olması mümkündür. Fakat -olaydan yıllar sonra
konuşan- iki tanığın, Otto Strasser ve Franz Pfeffer von Salomon’un
beyanları güvenilirlik taşımaz (Bkz. Noakes, Nazi Party, 76-78.)
94) Flom, Marsch, 237-238; Gerhard Schildt, Die
Arbeitsgemeinschaft Nord-West. Untersuchungen zur Geschichte der
NSDAP 1925/6’, Felsefe Doktora Tezi, Freiburg, 1964, 148 vdg.
1925’te partinin yeniden kuruluşunun ardından Reich’ın Gaue’lere
ayrılması işine ön ayak olan Hitler’di. 1920’lerin sonlarında partinin
bölgelerdeki örgütsel yapısı oturmadan önce epey bilim birleştirildi
ve yeniden adlandırıldı. (Bkz. Flüttenberger, Gauleiter, 221-224; ve
Wolfgang Benz, Flermann Graml ve Flerman Wei (der.), Enzy
klopadie des Nationalsozialismus, Stuttgart, 1997, 478-479.) Hitlerin
bu alanlarda şeflik göstermesi, eyaletler içinde liderliğini
desteklemesi ve genişletmesi için yaşamsal öneme sahipti.
95) Jochmann, Nationalsozialismus und Revolution, 221.
Referandum önerisi 20 Flaziran’da geri çevrildi, öneri için yeterli
çoğunluk sağlanamamıştı (RSA, 2964. dipnot, 451 26. dipnot).
96) Jochmann, Nationalsozialismus und Revolution, 220; Tyrell,
‘Feder’, 69-70 ve 85 105. dipnot; RSA, 294 1. dipnot.
97) Orlow, i.68-9; Nyomarkay, 83-84 ve 45. dipnot.
98) Tyrell,‘Feder’, 70.
99) TBJG, 1.1, 161 (15 Şubat 1926). Goebbels (161-162), dört
saatlik bir konuşmadan sonra yarım saatlik bir tartışmadan
bahseder. Polis raporuna göre konuşma beş saat sürmüştür (RSA, l,
294 1. dipnot).
100) RSA içindeki VB raporu, 1, 294-296. Ayrıca bkz. FIStA, MA
101235/11, Pd. Mü., LB, 8 Mart 1926, S. 16.
101) Orijinalinde ‘sic!' diye geçmektedir İTBJG, 1.1, 161).
102) Çalışma Cemiyeti’nin üyelerinden biri olan Ley -Cemiyet’in ilk
toplantısının raporunda Fobke tarafından ‘entelektüel açıdan
sıfır’diye tanımlanmıştır- kendini ‘Hitler’in şahsına koşulsuz bağlı
kalacak biri’diye niteliyordu (Jochmann, Nationalsozialismus und
Revolution, 209).
103) TBJG, 1.1, 161-162. Bamberg Toplantısı’nın ardından
Goebbels’in şöyle dediği rapor edilmektedir: ‘Adolf Hitler 1923’te
sosyalizme ihanet etmiştir’(Tyrell, 128). Bamberg toplantısına dair
(ayrıntılarda yanlışlıklar olabilse de) ayrıca bkz. Krebs, 187-188.
104) Jochmanri, Nationalsozialismus imci Revolution, 225; Kühnl,
323.
105) Horn, Marsch,243 ve 119. dipnot; Noakes, Nazi 83.
106) Orlow, i.72. Kafasında birtakım çekinceler olduğu kesindi.
Goebbels Nisan’da Münih’teyken, Hitler Kaufmann’la onu Çalışma
Cemiyeti’ndeki ve Ruhr Gau’sundaki rolleri nedeniyle şiddetle
eleştirmişti (TBJG, 1.1, 172 (13 April 192,6)).
107) Stachura, Strasser, 50.
108) Horn, Marsch,243; Longerich, Die braunen Bataillone, 53.
109) Bkz. Hom, M arscb,242 117. dipnot; Orlow, i.72.;
Nyomarkay, 88. Goebbels l $am’iddialarına kamu önünde yanıt
vermek zorunda kalmıştı (TBJG, 1.1, 204 (25 Ağustos 1926)).
110) TBJG, 1.1, 134-135 (14 Ekim 1925).
111) TBJG, 1.1, 141 (6 Kasım 1925), 143 (23 Kasım 1925).
112) Nyomarkay, 87.
113) TBJG, 1.1, 167 (21 Mart 1926): ‘Julius en azından
dürüst,’yazmıştır. Strasser temkinli olmasını önermişti (Noakes, Ntızi
Party, 82).
114) TBJG, 1.1, 169 (29 Mart 1926).
115) TBJG, 1.1, 171 (13 Nisan 1926).
116) Tyrell, Führer, 129; TBJG, 1.1, 171-172 (13 Nisan 1926).
Goebbels günlüğünde konuşmanın içeriğinden hiç bâhsetmemektedir.
Pfeffer Kaufmann’a, daha önceden onun ve Goebbels’in sosyalizme
dair fikirlerinde çok ileri gittiklerini düşündüğünü, Goebbels’in
yaptığı konuşmalardan etkilenerek kendini neredeyse sosyalizme
adamayı düşündüğünü söylemiştir. Bu ibarelerden Goebbels’in
Münihli dinleyicilere uyacak şekilde eski fikirlerini sulandırdığını
öngörebiliriz.
117) TBJG, 1.1, 172-173 (13 Nisan 1926).
118) TBJG, 1.1, 175 (19 Nisan 1926).
119) Hom, Marsch, 247. Martin Broszat, 'Die Anfânge der
Berliner NSDAP, 1926 / 27’, V/Z, 8 (1960), 88 vdğ.; Hüttenberger,
Gauleiter, 39 vdg.
120) TBJG, 1.1, 244 (13 Temmuz 1928).
121) Hanfstaengl, 15 Jahre, 190.
122) Tyrell, Führer, 103.
123) RSA, 1, 430; polis raporu 2,500 üyenin varlığından
bahsetmektedir. (RSA, 430 18. dipnot).
124) RSA, 1,431.
125) RSA,1,437.
126) RSA,1,430.
127) RSA, 1,461-465; Tyrell, Führer, 104,136-141, 216; Horn,
278-279; Orlow, 72-73.
128) RSA, 1, 461; ve bkz. Noakes, Nazi Party, 83 1. dipnot.
129) RSA, Il/i, 6-12 (alıntılar, 6, 7).
130) RSA, 11/i, 15 1. dipnot. Katılımcıların gösterdiği şiddet ve
yaptıkları haydutluklar Weimar belediye meclisinin kızgınlık içinde
bir oturumunu buna ayırmasına neden olmuş ve tartışma Thuıingia
Landstag’ında iyice kızışmıştı. Aynı zamanda NSDAP’ın adından bol
bol söz edilmiş ve bu da NSDAP’ı gayet memnun etmişti (RSA, 11/i,
17 3. dipnot).
131) 1934’e dek SA’nın yönelimi altındaydı. 1926’daki Weimar
Parti Gösterisi sırasında sayılan 200 kişiden fazla değildi. (Bkz.
Heinz Höhne, The Order of the Head, Londra, 1969, 17-23.)
132) RSA, 11/i, 16 ve 5. dipnot.
133) Orlow, i.76; konuşmanın metni, RSA, 11/i, 17-25. Dinter
nüfuzunu kullanmış ve parti kongresi için Ulusal Tiyatro’nun
kullanılmasını sağlamıştı (Tyrell, Führer, 149).
134) TBJG, 1.1, 191 (6 Temmuz 1926).
135) Orlow, i.76. Bu dönemde partinin 35 bin üyesi olduğu tahmin
edilmektedir. 1926-1927 yılında pek çok yerde yeni üye kayıtları
durmuştu. (Bkz. Orlow, i.111.)
136) Orlow, i.75.
137) Bkz. Lüdecke, 250-252.
138) Bkz. Tyrell, Führer, 196.
139) Hitler’in 1927 Ekim’inin başında Hamburg’da yaptığı
konuşmaya dair bkz. Krebs, 126-127.
140) Bkz. Krebs, 128.
141) Bkz. Hanfstaengl, 183; Krebs, 134-135.
142) Bu tanım şu kaynağa dayanarak yapılmıştır: Krebs, 126-135.
143) Krebs, 133.
144) Krebs, 132.
145) Krebs, 135.
146) Müller, Wandel, 301.
147) Krebs, 128-129.
148) Tyrell, Führer, 212, Walter Buch’un mektubu, 1 Ekim 1928.
Doküman elle yazılmış bir mektup taslağıdır ve söz konusu mektup
hiç gönderilmemiş olabilir.
149) Hanfstaengl, 15 Jahre, 183. ‘Kahvehane tiradları’
muhtemelen, Hitler’le avanesinin Münih kahvehanelerindeki düzenli
toplantıları sırasında Hanfstaengl’in sık sık tanık olduğu
patlamalardı.
150) Hanfstaengl, 15 Jahre, 183-184. Benzer bir olay Hermann
Esser ile karısı arasında da sorun yaratmıştı. Hanfstaengl’e göre
Hitler, Berlinli bağışçılarından -sonradan Haberleşme Bakanı olacak-
Wilhelm Ohnesorge’nin evinde kalırken bu kişinin kızına dokunaklı
itiraflarda bulunmuş, onunla evlenemeyeceğini ama onsuz da
yaşayamayacağını söylemiş ve bu olay üzerine o evde bir süreliğine
personel nougrata (istenmeyen kişil olmuştu. Hikayenin
doğruluğundan şüphe edilebilir. Benzer bir şekilde, Hitler’in ünlü
besteci Wagner’in oğlu Siegfried’in karısı Winifred Wagner’le olan
ahbaplığının da (Heiden’in ima ettiği gibi, Hitler, 349) platonik bir
durumdan öteye geçtiğini düşünmek için bir neden yoktur
151) Bkz. yazar Hans Carossa’nın izlenimleri, içinde Deuerlein,
Hitler, 86.
152) Müller, Wandel, 301.
153) Hanfstaengl, 15 Jahre, 157.
154) Krebs, 126.
155) Lüdecke, 252; Hanfstaengl, 15 Jahre, 163.
156) Krebs, 129; Münih polisi Mart 1925’te, Hitler’in ikinci bir
araba olarak siyah bir Mercedes aldığını not etmiştir (BHStA, MA
101235/1 ,PD Mü., Nachrichtenblatt, 2 Mart 1925, S. 17). Arabının
fiyatı 20 bin Reich Markı idi ve bu miktar Hitler’in 1925 yılında gelir
beyannamesinde açıkladığı rakamın üstündeydi. Vergi memurlarına
arabayı banka kredisiyle aldığını söylemişti (Hale, ‘Adolf Hitler:
Taxpayer\ 831, 837).
157) Hitler’in geleneksel kısa Bavyera pantolonunu tercihi için,
bkz. 282-283.
158) Heiden, Hitler, ,184.
159) Hanfstaengl, 15 Jahre, 185.
160) Müller, Wandel, 301.
161) Yukarıdaki bilgiler için bkz. Krebs. 127-179, 132, 134.
162) Hanfstaengl, 15 Jahre, 176.
163) Hitler 18 Temmuz’dan ayın sonuna dek Berchtesgaden’deydi (
1.1, 194-198 (18 Temmuz-1 Ağustos 1926)).
164) Monologe, 202-205. Esasında Mein Kampf'ın ilk cildinin mart
ayında yayımlanması amaçlandıysa da -yayıncılar Hitler’e
elyazmasının son halinin şubat ayında ellerinde olmasının hiçbir işe
yaramayacağını belirtmişlerdi (Sonderarchiv Moscovv, 1355-1-2,
Fol.223)- kitap ancak 18 Temmuz 1925’te basılabildi. Buna bağlı
olarak Hitler öteki yaz, Toland’ın (211) düşündüğü gibi birinci cildi
değil ikinci cildi yazdırma işini bitirmiş olmalıydı. Rudolf Hess’in 11
Ağustos 1925 tarihli bir mektubu da bunu doğrulamaktadır. Hess
mektubunda, Hitler’in ‘kitabının ikinci cildini yazmak üzere dört
haftalığına Berchtesgaden’e çekildiğini’ belirtmektedir (Sonderarchiv
Moscow, 1355-1-2, Fol.101). İkinci cilt 11 Aralık 1926 yılında
yayımlandı (Maser, Mein Kampf, 272, 274).
165) Monologe. 206-207. Editör Wemer Jochmann düştüğü bir
dipnotta (439 60. dipnot) kaynak belirtmeksizin kiralama tarihini
1925 olarak belirtmektedir. Heiden de (Hitler, 205) tarihi 1925
olarak belirtir. Toland (229) da aynı tarihi öngörür. Öte yandan Hitler
yılın 1928 olduğundan hiç şüphe etmemektedir. Onun için önem
taşıyan böyle bir olayda, gayet güçlü olan hafızasının ona oyun
oynaması pek mümkün görünmemektedir. Söz konusu işadamı
Hamburg yakınlarındaki Buxtehude’dan Kommerzienrat Winter idi.
Haus Wachenfeld’i 1916 yılında yaptırmıştı (Hitler’e göreyse bu tarih
1917’dir, Monologe, 202) (Josef Wei, Obersalzberg. Berchtesgaden
(tarih belirtilmemiş, 1955), 59, 67). Ev., Platterhof'a eski Moritz
Pansiyonu’nun yeni adı buydu- yakındı. Hanfstaengl evin satın
alınmasında Bechsteinların finansal yardımı olduğunu düşünmektedir,
fakat buna dair elde bir kanıt yoktur (Hanfstaengl, 15 Jahre, 186).
166) Heiden, Hitler, 205: 'Büyülü Dağda Yedi Yıl'. Münih Gauleiteri
Giesler’in Obersalzberg’den ‘Kutsal Dağ’ diye söz ettiği ileri
sürülmektedir (Wei, 65).
167) Berghorun tarihöncesi ve Hitler yönetimindeki sembolizmi
için, bkz. Ernst Hanisch, Der Obersalzberg: das Kehlsteinhaus und
Adolf Hitler, Berchtesgaden, 1995.
168) Heiden, Hitler, 207-208.
169) Monologe, 206; TBJG, 1.1, 195-197 (23-24 Temmuz 1926).
170) TBJG, U, 194-197 (18-26 Temmuz 1926), alıntılar, 196, 197.
171) Bu davet olasılıkla, Hitler’in Berchtesgaden’de 9 ve 13 Ekim
1926 tarihlerinde konuştuğu iki toplantıdan biri içindi (RSA, 11/1,
71). Miminin annesi eylül ayında ölmüştü. Hitler ve Mimi eylülün
sonunda veya ekimin başında karşılaşmış olmalılar.
172) Günter Peis, ‘Hitlers unbekannte Geliebte’, Der Stern, 13
Temmuz 1959; ayrıca bkz. Maser, Hitler, 312-313, 320-321; Ronald
Hayman, Hitler and Geli, Londra, 1997, 93-96; Nerin E. Gun,
EvaBraun - Hitler. Leben Schicksal, Velbert/Keuwig, 1968, 62-64.
173) Knopp, 135 ve ayrıca bkz. 143-144. Hitler’in mektubunun
kaynağı belirtilmemiştir.
174) RSA, 1, 297 1 ve 2. dipnotlar (konuşma metni, 297-330).
Süren yasağa rağmen, kapalı bir topluluk söz konusu olduğundan
Hitler’in konuşmasına izin verilmişti.
175) Falter vdğ., Wahlen, 70; Edgar Feuchtwanger, From Weimar
to Hitler. Germany, 1918-1933, 2. baskı, Londra, 1995, 191.
176) RSA, 1,318.
177) Yukarıdaki alıntılar, RSA, 1, 323.
178) RSA, 1,324.
179) RSA. 1, 325.
180) RSA, 1,315.
181) RSA. I, 320.
182) RSA, 1, 330.
183) Başka örnekler için: RSA, I, 362
('Marksistdemokratünansörler tarafından desteklenen uluslararası
Yahudi menkul kıymetler borsası ve finans kapitali’); RSA, f, 457
(‘uluslararası Yahudi kan emicilere’karşı Alman halkını savunma
misyonu); RSA, l, 476 (‘Yahudiler’in ceplerine giden kâr’); RSA,
11/1,62 (‘ırk sorununa bir çözüm’getirilmeksizin ulaşılamayacak olan
ve ‘ancak Marksizm’in kökünün kazınmasıyla gerçekleşebilecek
Alman dirilişi’); RSA, 11/1, 105-106 (Hitler’in, ‘insanlığın düşmanı
olan Yahudilere karşı 1 İsa’nın) mücadelesini’tamamlama iddiası’);
RSA, ll/l, 110 (vatanımızın dizginsiz yöneticilerinin Yahudi dünyasının
kapitalizmini besleyen ve halkımızı uluslararası menkul kıymetler
borsasına teslim eden politikalarına karşı mücadele etme
gereksinimi; ayrıca ‘basınımızı ve gazetelerimizi zehirleyen Yahudi
vebasına karşı mücadele etme gerekliliği); RSA, ll/l, 119
(‘uluslararası Yahudi dünyası Almanya’nın efendisidir’).
184) Ûrn. RSA, 11/2, 567, 742, 848, 858.
185) RSA, 11/1, 158. Ayrıca bkz. RSA, 1, 20.
186) ‘Lebensraum'terimini yalnızca tek bir olayda, 30 Man
1928’de kullanmıştı (RSA, 11/2, 761).
187) RSA, 1, 240-241.
188) RSA, 1, 295.
189) RSA, 11/1, 17-25, özl. 19-21.
190) MK, 726-758.
191) RSA, 11/2, 552.
192) RSA. 1, 137.
193) RSA, I, 25.
194) RSA, 1, 100.
195) RSA, 1, 102, 11/1,408.
196) Ûm., RSA, 1. 37, 472.
197) RSA, 1, 426.
198) TBJG,,1.1, 172. (13 Nisan 1926), 196 (23 Temmuz 1916).
199) Hitler’in az çok içsel tutarlılığa sahip bir sosyal devrim
programının olduğu ve bilinçli olarak Alman toplumunu modernize
etmeyi hedeflediği fikrini Rainer Zitelmann şu çalışmalarında
geliştirmiştir: Hitler. Selbstverstâ eines Hamburg/Leamington
Spa/New York, 1987; Adolf Hitler, Göttingen/ Zürih, 1989; ve ‘Die
totalitâre Seite der Modeme’, içinde Michael Prinz ve Rainer
Zitelmann (der.), und Modernisienıng. Darmstadt, 1991, 1-20,
burada özl. 12 vdg.
200) RSA,/, 62.
201) RSA, 11/1,674.
202) Weinberg (der.), Hitlers Zweites Buch. Kitabın dikte edilme
tarihi 1928 haziranının son haftaları ve temmuzun ilk haftası olabilir
(RSA, HA, XIX). Gerhard VVeinberg’in kitabın yeni baskısına yazdığı
önsöz (RSA, 11A) -pek kısa olmasa da durumu tam olarak betimleyen
bir ismi vardır: ‘Auenpolitische Standortsbestim -mung nach der
Reichstagswahl’(Reichstag Seçimi’nden sonra Dış Politikanın
Durumu)- kitabın arka planını, zamanlamasını ve içeriğini ustaca
açıklamaktadır. Ayrıca bkz., Hitlers , 7, 20; RSA, 111/1, xi. Kitabın
içeriğinin analizi için, bkz Martin Broszat, ‘Betrachtungen zu
“Hitlers Zvveitem Buch” ’, Vjz, 9 (1961), 417- 429.
203) Hitlers Zweites Buch, 21-26; RSA, HA. 1-3.
204) Hitlers Zweites Buch, 21-22; RSA, 1, 269-293; JWK, 684-725
(ufak tefek biçimsel değişiklikler yapılmıştır).
205) Hitlers Zweites Buch, 23; RSA, 11A, XVI. 1928’in başlarında
Güney lyrol’dia dini eğitimin İtalyanca verilmeye başlanması
ajitasyonun yeniden canlanmasını desteklemişti.
206) Hitlers Zweites Buch, 36. Mein Kampf1928’de toplam 3,015
adet sattı; ilk baskıdan beri en düşük satış oranı buydu (RSA, IIA,
XXI).
207) RSA, IIA, XXl-XXll.
208) RSA, IIA, 182-187.
209) RSA, IIA, XXIII. Bunun tam tersini savunan Toland’ın
yorumuna bakınız. Toland ikinci Kitap’ın önemini gözle görülür
derecede abartır; ona göre bu kitap Hitler’in ‘ışığı gördüğünü' ve
‘sonunda en ivedi iki kanaatini -Yahudilerden gelecek tehlike ve
Almanya’nın yeterli yaşam alanı ihtiyacı- hayata geçirmeye
başladığım' göstermektedir (Toland, 230-232).
210) Bu görüşün kabul görmesi biraz geç olmuş ve 1969’da
Jâckel’in kitabının (Hitlers Weltanschaunung) yayımlanmasından
sonra gerçekleşmiştir. Hitler’in ilk biyografilerinden birini yazan Alan
Bullock sonradan, Hitler. A Study in Tyranny adlı kitabının ilk
baskısında Hitler’in fikirlerinin önemini abartarak hata ettiğini kabul
etmiştir (Ron Rosenbaum, Explaining Hitler’, 50-70, burada 67).
Bullock’un sonraki eseri Hitler’in ideolojisini çok güzel bir şekilde
ortaya koymaktadır, Hitler and Stalin. Parallel Londra, 1991.
211) Tyrell, Führer,107-108; Deuerlein, Aufstifg, 267-268. Yasak
ilk önce 22 Mayıs 1926’da, küçük bir eyalet olan Oldenburg’da
kaldırıldı.
212) RSA, 11/1, 165-179; Deuerlein, Au fstieg,268-269.
213) Deuerlein, Aufstieg,269-275.
214) RSA, 11/1, 179-181.
215) Heiden, Hitler, 221.
216) RSA, 11/1,221 2. dipnot.
217) RSA, 11/1, 235, 2. dipnot.
218) BHStA, MA 102 137, RPvOB, HMB, 21 Mart 1927, S.3.
219) BHStA, MA 101 235/11, Pd. Mü., LB, 19 Ocak 1928, S. 11.
220) BHStA, MA 101 238/11, Pd. Nbg.-Fürth, LB, 22 Kasım 1927.
S.l, 4.
221) Tyrell, Führer, 108 (Prusya, 29 Eylül 1928; Anhalt, Kasım
1928).
222) Tyrell, Führer, 129-130, 163-164. Aslında bu selamın (Rudolf
Hess’in iddia ettiği gibi) 1921 yılı kadar erken bir tarihte ara sıra
kullanılıyor olması muhtemeldir; fakat Hess de Faşist İtalya’nın
etkisini reddetmemiştir. ‘Heil’ise Schönerer Pan-Germen Hareketi
içinde, ayrıca hem Alman gençlik gruplarında hem de Avusturyalılar
arasında yüzyılın başından önce de kullanılan bir selamlama
biçimiydi. (Heil-Hitler selamının ve Führer kültünün parti içindeki
yayılımı için, bkz. Hamann, 347, 349; Klaus Vondung, Magie und
Manipulation, Ideologischer Kult und politische Reliğion des
Nationalsozialismus, Göttingen, 1971, 17; ayrıca bkz. Hanfstaengl,
Jahre, 181-182.)
223) Tyrell, Führer, 163-164.
224) Hess’in büyük liderliğe düzdüğü ve bir diktatörün lazım
olduğunu iddia eden methiyesi için, bkz. Theodore Abel, Why Hitler
came inlo Cambridge, Mass. (1938), 1986, 73. Hess’in 1921 yılında
yazdığı bu makale, ‘Alman halkının çektiği çilenin sebebi konulu
sponsorluğunu Amerikalı bir Alman’ın yaptığı yarışmada ödül almıştı.
225) Tyrell, Führer, 171.
226) Tyrell, Führer, 169.
227) Tyrell, Führer, 173.
228) Joseph Goebbels, Die zweite Revolution. Brieje Zeitgenossen,
Zwickau, tarih belirtilmemiş (1926), 5 (çev., Ernest K. Bramsted,
Goebbels and National Socialist Propaganda 1925-1945, Michigan,
1965,199).
229) Abel, 70.
230) Abel, 152-153.
231) Peter Merkl, Political Violence under theSwastik Princeton,
1975, 106.
232) Dincklage için, bkz. Tyrell, Führer, 167; Hüttenberger,
Gauleiter, 19.
233) Tyrell, Führer, 186-188; ve bkz. Russel Lemmons, Goebbels
and Der Angriff, Lexington, 1994, 23-24.
234) RSA, 11/1, 309-311 (18 Mayıs 1927), ve ayrıca 320-322 (25
Mayıs 1927); Orlow, i.106; Longerich, Die braunen Bataillone, 64.
235) Bkz. Tyrell, Führer, 147-148.
236) Bkz. Tyrell, Führer, 388 ve şekil 5.
237) Tyrell, Führer, 145; Orlow, i.96-97 ve 86. dipnot.
238) Albrecht Tyrell, III. Reichsparteitag der NSDAP, 19-21 1927,
Filmedition G122 des İnstituts für den wissenschaftlichen Film, Ser.4
N0.4/G122, Göttingen, 1976, özl. 20-21, 23-25, 42-45. Katılım
umulandan düşüktü.
239) Tyrell, Führer, 149, 202-203. Dinter’in kitabı, Die Simden
wider die Zeit (Çağı Karşı İşlenen Günahlar), 1917 yılında ilk
basılışından beri yüzbinlerce adet basılmıştı ve milliyetçi-ırkçı
çevrelerde en çok satan kitaplardan biriydi. Dinter Hitler’le
mektuplaşmalarını Geistchhstentum (Ruhani Hıristiyanlık) adlı
dergisinde yayımlamıştı.
240) Tyrell, Führer,149, 208-210; Orlow, i.135-136, 143. Hitler
temmuz ayında Dinter’e sert ama uzlaşmacı bir üslupla yazarak onu
tartışmaya davet etmişti. Dinter eylül ayındaki Parti Liderleri
Konferansına telgrafla davet edildiyse de davete karşılık vermedi.
241) Tyrell, Führer, 210-211.
242) Tyrell, Führer, 203-205.
243) Tyrell, Führer, 225-226.
244) Bkz. Tyrell, Führer, 170 (Hess’den Hewel’e, 30 Mart 1927);
ve Krebs, 127 (Hamburg konuşması, Ekim 1927).
245) Tyrell, Führer, 225. 1928 yılında 300 civarında parti hatibi
tarafından toplam 20 bin konuşma yapıldığını bilmek, Hitler’in yaptığı
konuşmaların -etkisini değilse desayısını daha iyi değerlendirmemize
yardım edecektir (Tyrell, Führer, 224). Konuşma yapma sıklığındaki
düşüşün nedeni kısmen sağlık problemleri olabilir. Hitler’in
1929’daki şiddetli mide spazmlarıyla ilgili olarak daha sonraki
açıklamaları için, bkz David Irving, The Secret Diaries oj Hitler’s
Doctor, paperback baskı, Londra, 1990, 31-32.
246) Partinin finansal sorunlarıyla ilgili olarak, bkz. Tyrell, Führer,
225 ve 219-220; ayrıca bkz.Orlow, i. 109-110.
247) Tumer, German Big Business, 83-99; Orlow, i.l 10 137.
dipnot.
248) Orlow, i.l09.
249) Hitler Goebbels’e dokuz yıl sonra, tipik abartılı tarzıyla, o
dönemde partinin finansal sorunları nedeniyle kendini vurmayı
düşünecek kadar çok gerildiğini söylemiştir. Sonra Kirdorf yapacağı
bağışla birlikte çıkagelmiştir ( 1.2, 727 (15 Kasım 1936)). Turner (
German Big Business, 91), bu armağanı ‘olanakdışı’ görmektedir,
ancak başvurduğu kaynaklar (cf. 386 nn. 15, 17) August
Heinrichsbauer’un savaş sonrasında yazdığı hatıratından ve Hitler’in
açıklamalarına dair Albert Speer’in yaptığı derlemeden ibarettir,
Goebbels’in günlüğünü kaynak edinmemiştir. Elsa Bruckmann’ın
aracılığı için, bkz. Deuerlein, Aufstieg, 285-286. Kirdorf Hitler’den
sadece sanayicilere dağıtılacak bir kitapçıkta görüşlerini dile
getirmesini istemiştir (Adolf Hitler, Der Weg zımı Münih, Ağustos
1927; basıldığı yer, RSA, 11/2, 501-509). Eski bir DNVP üyesi olan
Kirdorf, Nazi partisine katıldıktan yaklaşık bir yıl sonra 1928’de
partiden istifa etti, sebep partinin ‘sosyalist’amaçlarının olmasıydı.
Fakat 1929’daki Parti Gösterisinde şeref konuğuydu ve 1934 yılında
NSDAP’a yeniden katıldı.
250) Partinin üyelik kartı basımına göre Aralık 1926’da partinin
üye sayısı 50 bin -bu rakam hâlâ darbe öncesindeki üye sayısından
düşüktür-, Kasım 1927’de 70 bin, 1928 seçimi arefesinde 80 bin ve
1928 ekimi itibariyle 100 bindi (Tyrell, Führer, 352). Bu rakamlarda
ayrılan üyeler ve basılan ama kullanılmayan kartlar hesaba
katılmamıştır, bu nedenle gerçek üye sayısı çok daha düşük olmalıdır.
Yerel örgütlerdeki üyelik rakamları ciddi bir durgunluğa işaret
etmektedir (Orlovv, 1.110-11). 1927 yılı sonuna dek (bu yıl içinde üye
sayısı 23,067’den 72,590’a fırlamıştı) dağıtılan üyelik kartlarına dair
daha kesin rakamlar için, bkz. Deuerlein, Aufstieg, 291.
251) Tyrell, Führer, 196.
252) Tyrell, Führer, 222.
253) Orlow, i.58-59. 1925’de yeniden kuruluşunun ardından
partinin işletme müdürü (Reichsgeschâfts- führer) olan Philipp
Bouhler, NSDAP mevkilerinde hızla yükselerek nihayetinde Chef der
Kanzlei des Führers ve ‘Ötenazi Progrâmı’nın başı olmuştur.
Bouhler’in genel hal ve tavnlarının tasviri için, bkz. Wistrich, 29.
254) Stachura, Strasser, 62-65, 67 vdğ.; Tyrell, Führer, 224.
255) Deuerlein, Aufstieg, 287.
256) Peter Stachura, ‘Der kritische Wendepunkt? Die NSDAP und
die Reichstagsvvahlen vom 20. Mai 19.28’, VfZ, 26 (1978), 66-99,
burada 79-80.
257) Tyrell, Führer. 188.
258) Tyrell, Führer, 150.
259) Bkz. Bradley F. Smith, Heinrich Himmler1900-1926. Sein
Weg in den deutschen Faschismus, Münih, 1979; Peter Padfield,
Himmler. Reichs fûhrer-SS, Londra, 1990; Himmler’in karakter
tasvirlerinin bulunduğu eser: Fest, 171-190; ve Josef Ackermann,
içinde Smelser-Zitelmann, Die Elite, 115-133.
260) Tyrell, Fûhrer, 224.
261) Deuerlein, Aufstieg, 292; Tyrell, Fûhrer, 193.
262) Orlow (i. 151), başarısız olmuş ‘şehir planı’nın yerine konacak
‘yeni propaganda stratejisinden, taşraya yönelik milliyetçi plan’dan
bahseder. (Ayrıca bkz. i. 138.) Stachura, Wendepunkt? 93 (ilgili
literatürün tartışılması, 66 2. dipnot), önemli bir dönüşüm olduğunu
tespit eder ama bunu kötü seçim sonuçlarına bağlar.
263) Frankfurter Zeitung, 26 Ocak 1928, akı. içinde Philipp W.
Fabry, Mutmaungen fiberler. Urteile von Zeitgenossen, Diisseldorf,
1979.
264) Bkz. Deuerlein, Aufstieg, 249-250, akt. 17 Mart 1925 tarihli
yer alan ve völkisch hareketin ‘öldüğü’ saptamasını yapan bir yorum.
265) Örneğin bkz., BHStA, MA 102 137, RPvOB, HMB, 19 Mayıs
1928, S.l: "Daha geniş çevrelerde parti liderliği seçimine karşı bir
kayıtsızlık vardır’. Nazi kampanyası büyük oranda kasabalar ve
şehirlerle sınırlı kalmıştı (Geoffrey Pridham, Hitler’s Rise to The Nazi
Movementin Bavaria, 1923-1953, Londra, 1973, 80.) Weimar
döneminde yapılan tüm Reichstag seçimleri arasında en düşük oy
kullanma oranıydı bu (yüzde 75.6) (Falter vdğ., Wahlen, 71).
266) Örneğin, Hitler’in Nisan 1929’da dile getirdiği, ‘20, 30 kadar
parti’ve siyasallaştırılmış ekonomik çıkar grupları, bütün alanlardaki
bölünmenin güzel bir örneğini teşkil ediyor tarzındaki eleştirisi için,
bkz. RSA, 111/2, 202.
267) Falter vdğ., Wahlen, 44.
268) Völkisch-Milliyetçi Blok 1928’de kendi adaylarını çıkarmış ve
oyların yalnızca yüzde 0.9’unu (266,430 oy) alıp, tek bir milletvekili
bile çıkaramayarak NSDAP’ı memnun etmişti (Stachura,
‘Wendepunkt?’, 91).
269) Stachura, ‘Wendepunkt?’, 85-87. Parti daha sonra, ‘kırsal
bölgeden elde edilen seçim sonuçlarının, büyük şehirlerdekinden
daha az enerji, para ve zaman harcanarak daha iyi sonuçlar elde
edilebileceğini’kanıtladığını açıkça kabul etmişti (VB, 31 Mayıs 1928,
akt. içinde Noakes, NaziParty, 123).
270) Noakes, Nazi Party, 121-123.
271) Doğu bölgelerinde NSDAP’ın desteğinin ne kadar düşük
olduğunu görmek için, bkz. Falter vdğ., Wahlen, 71; ve Stachura,
‘Wendepunkt?’, 85-86. DNVP’nin oylarındaki düşüş için, ayrıca bkz.
Baranovvski, Sanctity, 127-128.
272) Goebbels’in dokunulmazlığın önemini takdir edişi için, TBİG,
1,226 (22 Mayıs 1928). Flanfstaengl, 15 Jahre, 192, Göring’in
Reichsbahn’da birinci mevkide yaptığı ilk bedava seyahatten ve
milletvekili olmanın getirdiği diğer maddi avantajlardan aldığı keyfi
hatırlamaktadır. Hanfstaengl’e göre Göring Hitler’i bir ültimatomla
tehdit etmişti: Aday listesinde onun da adı olmalıydı, aksi takdirde o
ve Hitler birbirlerine muhalif olacaklardı. Hitler kabul etmek
zorunda kalmıştı.
273) Der Angrifften (30 Mayıs l928) akt. Stachura, ‘Wendepunkt?
81.
274) Orlaw, i. 132.
275) Deuerlein, Aufstieg, 293; ve bkz. Stachura, ‘Wendepunkt?\
91.
276) Orlow, i.l 37-38; RSA, 111/1, 22,35. Hitler’in pasifliği ve
konferansla ilgili işlere karşı kûçûmsercesine kayıtsızlığı; konferansa
katılanları Hitler’den hiç gelmeyecek kararları beklemekten başka
bir şey yapmamakla itham etmesi için, bkz. Krebs, 131-132 (Ekim
diye yanlış tarihlenmiştir).
277) RSA, lll/i, 56-62. Gregor Strasser’in örgütsel planı için, bkz.
Stachura, ‘Wendepunkt?,94; Orlow, i. 139-141.
278) Stachura, l Wendepunkt? 95.
279) RSA, 11/2, 847.
280) RSA, 111/1, XI; ayrıca bkz. RSA, 11 A, XIV, XIX.
281) Tyrell, Führer, 289.
282) RSA, 111/1, 3.
283) Wilhelm Hoegner, Der sclnvierige Auenseiter. eines
Abgeordneten, ten und Ministeryrâsidenten, Münih, 1959, 48;
Stachura, Wende punto?', 90.
284) Yasak 28 Eylül 1928’de sona erdi (RSA, 111/1, 236 2. dipnot).
Hitler 13 Temmuz’da Berlin’de 5 bin kişi önünde konuşmuştu, ama bu
kapalı bir parti toplantısıydı. (RSA, III/1, 11-22; TBJG, 1.1. 245 (14
Temmuz 1928)).
285) RSA, IH/2,236-40; TBJG, l.T,29r (17 Kasım 1928). Goebbels,
polisin içerdeki 16 bin kişiyle birlikte salonu kapattığını açıklamıştı.
VB’snin tahmini (bkz. RSA, III, 236 n.2) 18 bin idi.
286) RSA, lll/l,238-239.
287) RSA, m/1,239.
288) Bkz. Sefton Delmer, Trail Sinister, Londra, 1961, 101-102.
289) Bemd Weisbrod, Schwerindustrie in der Weimarer Wuppertal,
1978, 415-456.
290) Deuerlein, Au/stieg, 297-298; Kolb, Die Weimarer Republik,
90. 1929’da 2 milyonun biraz altında olan yıllık ortalama, bir önceki
yıldan yaklaşık yarım milyon fazlaydı. Ayrıca mesai saatleri düşürülen
işçi sayısında ciddi bir artış olmuştu (Petzina vdğ., 119, 122).
291) Joseph P. Schumpeter, Aufsâtze zur Soziologie, Tübingen,
1953, 225.
292) Deuerlein, Au/stieg, 196.
293) Bkz. Winkler, Weimar, b.10; Peukert, Die Weimarer Republik,
b.7.
294) 1926 yılında, çalışma çağındaki nüfusun yüzde 10 u ve
sendika mensubu işçilerin yüz de 18’i işsizdi (Petzina vdğ., 119). İşçi
sınıfı gençliğinin yabancılaşması için, bkz. Peter D. Stachura, The
Weintar Republic and the Younger Proletariat, Londra, 1989.
işsizliğin bilhassa gençlik üzerindeki derin etkisini inceleyen eser,
Dick Geary, ‘Jugend, Arbeitslosigkeit und politischer Radikalismus am
Ende der Weimarer Republik’, - Gewerkschafıliche Monaıshefte..4/5
(1983), 304-309.
295) Bkz. Larry Eugene Jones, The Dying Middle: Weimar
Germany and the Fragmentation of Bourgeois Politics’, Central
European History, 5 (1969), 23-54; ve Larry Eugene Jones, Ger man
Liberalism and the Dissolution of the Wei Party , 1918-1933, Chapel
HiII, 1988.
296) Bkz. Heinrich August Winkler, ‘Extremismus der Mitte?
Sozialgeschichtliche Aspekte der nationalsozialistischen
Machtergreifung’, V/Z, 20 (1972), 175-191. Harold James,
‘Economic Reasons for the Collapse of the Weimar Republic, içinde
lan Kershaw (der.), Weimar. Whydid German Democracy Fail?,
Londra, 1990, 30-57, özl. 47. Burada James, 1928 seçimlerinde
toplam oyun dörtte bilinin yüzde 5’in altında oy alan partilere
gittiğine işaret eder.
297) James, ‘Economic Reasons 1 , 32-45. Knut Borchardı, Weimar
Cumhuriyeti’nin yapısal ekonomik zayıflığını şu eserinde somut
verilerle özetlemiştir: Wachstum, Krisen, handlungsspielr âlimeder
Wirtschaftspolitik, Göttingen, 1982.
298) Deuerlein, Aufstieg, 297.
299) RSA, lll,245-253.
300) Bkz. Baldur von Schirach, 17-25, 58-61, 68; Fest, The Face of
the Third Reich, 332-354; ve Michael Wortmanni genel hatlarıyla
betimleyen eser: Smelser-Zitelmann, Die braune Elite, 246-257.
Öğrenci birliği seçimlerinde Nazilerin kazandığı başarının
rakamlarını veren eser, Tyrell, Führer, 380-381.
301) Deuerlein, Aufstieg, 299-301; Hitler’in VB’de yayımlanan
makalelerindeki kendi anlatılarının basıldığı yer: RSA, 111/2,105-
114. Orlow(i.l54) bunlardan, [Hitler'in] yazdığı insani etkiler taşıyan
ender makaleler’diye bahseder. Fakat bu yazılardaki canlı, zengin ve
betimsel ifade biçimi Hitler’in olağan yazı diliyle uyuşmaz ve bu
durum yazıların ciddi bir editoryal düzeltme gördüğünü düşündürür.
‘Kanlı Wöhrden Gecesi* (Blutnacht von Wöhrden) için, ayrıca bkz.
Gerhard Stoltenberg, Politische Strömungen im
schlesmgholsteinischen Landvolk 1918-1933, Düsseldorf, 1962, 147;
ve Rudolf Heberle, Blutnacht von völkerung und
Nationalsozialismus. Eine soziologische der politischen bildung in
Schleswig-Hoîstein 1918 bis1932, Stuttgart, 1963, 160.
302) ‘Kriz üstüne kriz’teriminin kullanımı için, bkz. Dietmar
Petzina, ‘Was there a Crisis before the Crisis? The State of the
German Economy in the 1920s\ Jürgen Baron von Kruedener (der.),
Economic Crisis and Political Collapse, The Weimar Republic
1933,içinde New York/Oxford/Münih, 1990, 1-19.
303) RSA. 111/2, 202-213, 233-236, 238-239, 260-261.
304) RSA, 111/2, 210.
305) RSA, 111/2, 238.
306) Orlow, i. 161-162; Stachura, Strasser, 69. Gauleiter Kube’nin
Himmler’e 23 Haziran ve 4 Kasım 1928’de yazdığı iki mektupta,
‘konuşmacıların [belli bir bölgede] yoğunlaştırılması’ taktiğinden
Himmler'in sorumlu olduğu varsayımını destekleyen ibareler
mevcuttur, içinde BDC, Parteikanzlei, Yazışmalar, Heinrich Himmler.
307) Bkz. Ellsworth Faris, ‘Takeoff Point for the National Socialist
Party: The Landtag Election in Baden, 1929’, Central European Histo
8 (1975), 140-171, burada 168. Naziler tarafından kurulan sosyal
agların etkisi üzerinde duran eser, Rudy Koshar, Sociaıl Life, Local
Politics, and Nazism: Marburg,1880-1935, Chapel Hill, 1986; ve
Kara Orman’daki Katolik bölgeler için, bkz. Oded Heilbronner, The
Failure that Succeeded: Nazi Party Activity in a Catholic Reğion in
Germany, 1929-1932’, of Contemporary History, 27 (1992), 531-549;
ve ‘Der verlassene Stammtisch. Vom Verfall der bürgerlichen
Infrastruktur und dem Aufstieg der NSDAP am Beispiel der Reğion
Schwarzwald\ hichte und Gesellschaft, 19 (1993), 178-201.
308) Orlow, i. 162.
309) Bkz. Faris, 168.
310) Falter vdğ., Wahlen, 108.
311) Falter vdğ., Wahlen, 98; Deueriein, Aufstieg, 302.
312) RSA, 111/2, 275-277, 277 3. dipnot, Pridham, 85-86.
313) Falter vdğ., W aklen, 90; Faris, 144-146.
314) RSA, 111/2, 291 10. dipnot.
315) Winkler, Weimar, 346 vdğ.
316) RSA, 111/2, 290 1. dipnot; Winkler, Weimar, 354. Hitler
katılma kararını partinin önde gelenlerine danışmadan almıştı
(Orlovv, i. 173).
317) RSA, 111/2, 292 1. dipnot.
318) Orlow, i. 173. Goebbels bu işte Otto Strasser ve yandaşlarının
parmağı olduğu, 1929 ağustosunun başlarında bu kişilerin Hitler’e
karşı bir komplo kurdukları fikrindedir. Ama bu olsa olsa Goebbels’in
paranoyasıdır. Hitler’in ‘reaksiyon’a olan ilgisini arttıran şey aslında,
Otto Strasser çevresinde toplanan ‘milliyetçi devrimci’ grupla
arasındaki uzlaşmazlığın giderek bûyûmesiydi (TBJG, 1.1, 405 (3
Ağustos 1929); Tb Reuth, i.393-394, 54. not).
319) Winkler, Weimar, 354-356. Otuz beş seçim bölgesinin
dokuzunda oyların beşte biri referandum önerisinin lehineydi.
320) VB’nin tirajı hâlâ 18,400’dü (150 bin civarında abonesi vardı)
(Tyrell, 223).
321) Albrecht Tyrell, IV. Reichsparteitag der NSDAP, Nurnberg
1929, Filmedition G140 des Instituts fûr den wissenschaftlichen Film,
Ser.4, No.5/G140, Göttingen, 1978, 6-7; Orlow, i.173; RSA, 111/2,
313-355, 357-361.
322) Otto Wagener, Hitler mis nâchster Nâhe. Aufzeichnungen
eines Vertrauten 1929-1932. Flenry A. Tumer, 2. baskı, Kiel,
1987,16-17 (Gösterinin tasviri ve Wagner üzerinde bıraktığı derin
etki için, bkz 7-21). Ayrıca şu kaynak içindeki tasvire de bkz. TBJG,
l.i, 403-406 (1-6 Ağustos 1929).
323) Tyrell, Reichsparteitag 1929, 6, 14.
324) Orlovv, i. 167, 169.

IX ilerleyiş

1) Abel, 126-127.
2) Abel, 126.
3) Parti üyelerinin sosyal yapısı için, kapsamlı literatür içinden bkz.
Kater, Party ve Detlef Mühlberger, Hitler’s Followers. Studies in
Sociology oj Nazi Londra, 1991 (1. bölümde ayrıntılı bir tarihyazımı
araştırması mevcuttur).
4) Abel, 119.
5) Bkz. Juan J. Linz, ‘Political Space and Fascism as a Late-Corner:
Conclitions Conducive to the Success or Failure of Fascism as a Mass
Movement in lnter-War Europe\ içinde Stein Ugelvik Larsen, Bernt
Hagtvet ve Jan Petter Myklebusı (der.), Who Bergen/Oslo/Tromso,
1980, 153-189.
6) Orlow, i. 175 ve 166. dipnot.
7) Kapsamlı literatür içinden bkz. Harold James, The German
Silinip. Politics and Econonıics, 1924-1936, Oxford, 1986; ve Dieter
Petzina, ‘Germany and the Great Depression’, of Contemporary
History, 4 (1969), 59-74; Petzina 84, ekonomik krizin ve sosyal
sefaletin çıplak istatistiki endekslerini verir. Ayrıca bkz. Peucert, Die
Weimarer 245-246. Wilhelm Treue (der.), Deutschland in der in
ricbten, 2. baskı, Düsseldorf, 1967, özl. 245-253, sosyal gerilimin o
dönemki bazı yansımalarını verir.
8) Deuerlein, Aufstieg,305-306.
9) RSA, III/3, 63.
10) Tyrell, Führer, 383; Falter vdğ., Wapen t 90, 97, 107, 111;
Martin Broszat, Die greifung. Der Aufstieg der NSDAP und die
Zerstörung der Weimarer republik Münih, 1984, 103.
11) RSA, III/3, 59-60; Früz Dickmann, 'Die Reğierungsbildung in
Thüringen als Modeli der Machtergreifung’, VfZ, 14 (1966), 454-
464, burada 461.
12) Bkz. Dickmann, 460-464.
13) RSA, III/3, 60.
14) RSA, III/3, 61-62. Günther 1930’da Jena’da Sosyal Antropoloji
Kürsüsü’ne atandı.
15) Broszat, Die Machtergreifung, 108. Frick’in görev süresi için,
bkz. Donald R. Tracy, The Development of the National Socialist
Party in Thuringia 1924-30 1 , Central European History, 8 (1975),
23-50, özl. 42-44.
16) Tyrell, Führer, 352; RSA, III/3, 62 22. dipnot. Gerçek üye
sayısının, partinin verdiği rakamın yaklaşık yüzde 10-15 altında
olduğu tahmin edilmektedir. Bkz. b. 8, 250. dipnot.
17) Bu beyan için, bkz. William Sheridan Ailen, The Nazi Seizure of
Power, gözden geçirilmiş baskı, New York, 1984, burada özl. 28-34.
18) Ailen, 32.
19) Ailen, 33.
20) Ailen, 84. Bu iddiayı destekleyen incelemeler için, bkz. Donald
L. Niewyk, the Jem in Weimar Germany, Louisiana/Manchester,
1980, b.3, özl. 79-91 ve Sarah Gordon, Hitler, Germans, and the
‘Jewish Question\Princeton, 1984, b. 2, özl. 88-90,
21) Tyrell, Führer, 308.
22) Bkz. Ailen, 32-33 ve 8. bölüm 307. dipnotta bahsedilen Koshar
ve Heilbronner’ın çalışmaları.
23) Rudolf Heberle, From Democracy to blazism. A Reğional Case
Study on Political in Germany, Baton Rouge, 1945, 109-111.
24) Bkz. Bessel, The Rise of the NSDAP, 20-29, özl. 26-27.
25) RSA., 111/3, 63.
26) Tyrell, Führer, 327.
27) Wagener, 126-127.
28) Tyrell, 310, 327-328 (Hierl Denksctırir, 22 Ekim 1929).
29) Gregor Strasser’in aktarılan beyanları için, bkz. Wagener, 127.
30) Winkler, VVeimar, 366-371.
31) Broszat, Die Machtergreifung, 109-110; Winkler, 367, 371.
32) Winkler, Weimar,368-371.
33) Winkler, Weimar, 363.
34) QueIlen zur Geschichte das Parlamentarisnnısı der der. Karl
Dietrich Brachervdğ., Bd.4/1, Politik und Wirtschaft in der Krise
Qnellen zur Ara Bruning, Teill, Bonn, 1980, 15-18, Doc. 7, burada 15
(Aufzeichnung von Graf Westarp über eine Unterredung mit
Reichsprâsident v. Hindenburg, 15 Ocak 1930); Broszat, Die
Machtergreifung, 110-111.
35) Kolb, Die Weimarer Republik, 127-128; Winkler, Weimar, 378-
381; Broszat, Die tergreifung, 111.
36) Bkz Mommsen, Die verspielte Freiheit,320.
37) Tyrell, Führer, 383. Seçim 22 Haziran 1930’da yapıldı. Naziler
Sakson Landtag’mdaki doksan altı koltuğun on dördünü aldılar.
38) TBJG, 1.1, 577-582 (18-19 Temmuz 1930).
39) Nyomarkay, 98 67. dipnot; Tyrell, Führer, 312. Gregor
Strasser NSDAP’ın örgüt liderliği göreviyle çok yoğun meşgul olunca,
yayınevinin başına fiilen Otto geçmişti.
40) Tyrell, Führer, 312-313; Nyomarkay, 96-98.
41) TBJG, 1.1, 492-493 (30-31 Ocak 1930), 496-503 (6-22 Şubat
1930). Ayrıca bkz. Lemmons, 44-47; Reuth, 163-165.
42) TBJG, 1.1, 492 (31 Ocak 1930).
43) Hükümetin içinde bulunduğu kriz göz önüne alındığında,
Hitler’in muhtemelen ilkbahardaki seçimleri düşünerek böyle
davrandığı varsayımı için, bkz. Reuth, 164-165 ve Tb Reuth, ii.451
14. dipnot.
44) TBJG, 1.1, 507 (2 Mart 1930). VVessel’in ölümü hakkında, bkz.
Thomas Oertel, Florst Wessei. Untersuchung einer Leğende, Köln,
1988, özl. 83-105. Hitler’in Horst Wessel’in 'Mart’taki cenazesine
katılmayı reddetmesi üzerine Goebbels’in duyduğu rahatsızlık için,
bkz. TBJG, 1.1, 507 (1-2 Mart 1930); ayrıca bkz. Reurh, 161.
Goebbels’in ısrarlarına rağmen Hitler’i cenazeye katılmaktan Göring
vazgeçirmiş, gerekçe olarak da şiddet tehlikesi taşıyan gerilimli
ortamı öne sürmüştü. (Hanfstaengl, 15 Jabre, 204). Gerçekten de,
yoğun polis kordonuna rağmen komünistler ile .Naziler arasında
çatışmalar çıktı ve çok sayıda kişi ağır yaralandı (Oertel, 101-103;
TBJG, 1.1, 507-508 (1-2 Mart 1930)). ‘Horst-Wessel-Liedl (aslında
parçanın müzikal kalitesinin düşük olduğu fikrinde olan) Goebbels’in
etkisiyle partinin marşı oldu ve bilhassa 1933’ten sonra pek çok
resmi kutlamada milli marşın (Deutschland, Deutschland über alles’)
ardından söylendi. Horst Wessel sadece marşın sözlerine kaynaklık
etmişti, melodi eski bir askeri marşa aitti (Oertel, 106-113).
45) TBJG, 1.1, 507 (2 Mart 1930), 515 (16 Mart 1930).
46) TBJG, 1.1, 515 (16 Mart 1930).
47) TBJG, 1.1, 524 (5 Nisan 1930).
48) TBJG,1.1, 528 (13 Nisan 1930).
49) TBJG, 1.1, 538 (28 Nisan 1930); RSA, III/3, 168-169; Tyrell,
331-332.
50) TBJG, 1.1, 538 (28 Nisan 1930).
51) Strasser, Hitler und ich, 101.
52) Strasser, Hitlerund ich, 105-106. Tartışmaların özetlendiği
kaynak: Fatrick Moreau, Nationalsozicılismus von links, Stuttgart,
1984, 30-35.
53) Strasser, Hitler und ich, 106.
54) Strasser, Hitler und ich, 104-107. O dönemde alınmış notlara
dayandığı ve Naziler tarafından reddedilmediği için gerçek olduğu
düşünülebilecek daha erken döneme ait bir versiyon, Strasser
tarafından toplantıdan hemen sonra basılmış polemik tarzındaki bir
broşürde yer almaktadır: Otto Strasser, Mini Berlin, 1930. Bkz.
Moreau, 205, 48. dipnot. Broşürde Otto Strasser’in Hitler’le mayıs
ayındaki diyaloguna yer verilmiştir; bu broşür Strasser’in daha sonra
yayımlayacağı Hitler und ich adlı kitabına temel oluşturacaktır.
Hitler’in sosyalizmle ilgili yorumları, 27 Nisan’da Münih’teki parti
liderleri toplantısında yaptığı açıklamalarla benzerlik göstermektedir
(RSA, III/3, 168 4. dipnot). Otto Strasser’le yapılan bu görüşmede,
Hitler’in Britanya ile ittifak fikrini savunduğu dış politikaya dair ciddi
anlaşmazlıklar da vardır (Otto Strasser, Hitler und ich, 108-109;
Nyomarkay, 99). Gregor Strasser’in Sudeten lideri Rudolf Jung’a 22
Temmuz 1930 tarihinde yazdığı mektuptaki yorumlarına bkz. (Tyrell,
Führer, 332-333). Bu yorumlarda kardeşini ve toplantıya dair
kardeşinin tekyanlı anlatısını da eleştirmektedir.
55) Strasser, Hitler und ich, 104. Parti programının dağınıklığı, ki
Lidere mutlak itaat anlamına geliyordu, parçalanmayı engelleyecek
yegane araçtı. Baldur von Schirach’ın bu döneme gönderme yaparak
belirttiği gibi “önde gelen her Nasyonal Sosyalistin kendi Nasyonal
Sosyalizm’i vardı” (B. v. Schirach, 87).
56) Strasser, Hitler und ich, 107.
57) Strasser, Hitler und ich, 112-114.
58) TBJG,1.1, 550 (22 Mayıs 1930).
59) Tyrell, Führer,333.
60) TBJG, 1.1, 561 (14 Haziren 1930).
61) TBJG,1.1, 568 (30 Haziran 1930); Otto Strasser’in
yayımlanmış beyanı kendi yazdığı şu broşürün içindedir:
Ministersessel öder Revolu
62) TBJG, l.l. 564 (23 Haziran 1930).
63) TBJG, 1.1, 565-566 (26 Haziran 1930).
64) TBJG, 1.1, 567 (29 Haziran 1930). Goebbels Hitler’den Berlin
Gau’su üyelerinin bir toplantısına katılmasını istemişti, burada
düşmanlarına bir gövde gösterisi planlıyordu. (Bkz. Reuth, 167-168;
TbReuth, ii.493 54. dipnot.)
65) RSA.lll/3, 250 15. dipnol.
66) TBJG, 1.1, 568 (30 Haziran 1930).
67) RSA, III/3, 249-250; TBJG, 1.1, 568 (1 Temmuz 1930); Tb
Reuth, ii.493 54. dipnot.
68) RSA, III/3, 264 4. dipnot; Moreau, 41 ve 35-40, ihracın gelişimi
için.
69) TBJG, 1.1, 569 (1 Temmuz 1930).
70) TBJG, 1.1, 570 (3 Temmuz 1930).
71) TBJG, 1.1, 572 (6 Temmuz 1930).
72) TBJG, 1.1, 576 (16 Temmuz 1930), burada Gregor Strasser’in
Saksonya içişleri ve Çalışma Bakanı olacağından bahsedilmektedir
ancak böyle bir şey gerçekleşmemiştir.
73) TBJG, l.l, 582 (29 Temmuz 1930). NSDAP 26 Mayıs 1930’da
Briennerstrasse’deki eski Barlow-Palais’ı satın aldı -
Sçhellingstrasse’de bulunan daha önceki parti merkezi çok sıkış
sıkıştı- ve bir süre sonra burası “Kahverengi Ev” diye anılır oldu.
Binanın satın alınabilmesi için (SA ve SS üyeleri hariç) üye başına en
az iki Marklık özel bir aidat konmuştu. (Bkz. RSA, III/3, 207-209 ve
209 17. dipnot.)
74) TBJG,l.l, 581 (28 Temmuz 1930).
75) RSA, Ul/3, 249 4. dipnot.
76) Orlow, i.210-211; Tyrell, Führer, 312; Nyomarkay, 102.
77) RSA, III/3, 264; TBJG, 1.1, 566 (26 Haziran 1930).
78) Tyrell, Führer, 332-333. Bkz. TBJG, 1.1, 571 (5 Temmuz
1930): 'Gregor ist aujseinen Bruder' (‘Gregor kardeşine çok kızgın).
79) Strasser’in siyasi kariyerinin sonraki gelişiminin kısa bir özeti
için, bkz. Benz/Graml, Biographisches Lexikon, 333.
80) Thomas Childers, The Nazi Voter. The SodI Foundations of in
Germany, 1933, Chapel Hill/London, 1983, 138-139, 317 72. dipnot,
akt. VB, 20-21 Temmuz 1930; Orlow, i. 183.
81) Savaştan önce Doğu Afrika’daki Alman sömürge birliklerinin
haki gömlek ve pantalon giymesinden esinlenilen kahverengi
üniforma, Fırtınabirlikleri tarafından 1921’den beri giyilmekteydi.
1926’da bu giysinin resmi üniforma olarak kabul edilmesinin
ardından, özellikle Nazi karşıtları NSDAP için “kahverengi
gömlekliler” terimini kullanır oldu (Benz, Graml ve Wei, Enzyklopadie
des Nationnlsozialismus, 403).
82) Wilfried Boehnke, Die NSDAP im Ruhrgebiet, 1920- Bad
Godesberg, 1974,147, akt. Dortmunder General-Anzeiger,5 Mayıs
1930.
83) Rainer Hambrecht, Der Aufslieg der NSDAP in M und (1925 -
1933), Nuremberg, 1976, 201.
84) Hambrecht, 186-187.
85) Childers, Nazi Voter, 139; RSA, III/3, 114 9. dipnot, 322;
Gerhard Paul, Aufstand der Bilder. Die NS-Propaganda vor 1933,
Bonn, 1990,125.
86) Orlovv, i. 183; RSA, III/3, Vlll-X. Aşağıdaki konuşma analizleri,
1930 yılında 3 Ağustossan 13 Eylül’e dek yapılan yirmi toplantının
metinlerine dayanmaktadır. Metinlerin bulunduğu kaynak: RSA, III/3,
295-418.
87) RSA 111/3,408 2. dipnot. Katılanların sayısına dair tahmini bir
rakam veren polis raporuna göre Hitler en azından konuşmanın ilk
kısmında yorgun bir izlenim vermiş ve dinleyicileri de sıkıntı
alametleri göstermişti. Goebbels in notu ise çok farklıdır. ‘Berlin’de
ilk kez gerçekten büyüktü’diye yazmıştı ( TBJG, 1.1, 601 (11 Eylül
1930)). Hitler aynı akşam yapacağı başka bir toplantıyı yorgunluk
nedeniyle iptal etmek zorunda kalmıştı.
88) RSA, III/3, 413 1. dipnot.
89) Bkz. Thomas Childers, The Middle Classes and National
Socialism’, David Hlackboum ve Richard Evans (der.), The German
Bourgeoisie içinde, Londra/New York, 1193, 328-340; ve Thomas
Childers, The Social Language of Politics in Germany. The Sociology
of Political Discourse in the Weimar Republic, American Historical
Revievv, 95 (1990), 331-358.
90) RSA, III/3, 368, örneğin. Ayrıca bkz. 391.
91) RSA, III/3,317.
92) RSA, III/3,411.
93) RSA, III/3, 355, örneğin. Ayrıca bkz. 337, Hitler burada tek
çıkış yolunun yabancı siyaset gücünün tekrar inşa edilmesi olduğunu
belirtir.
94) RSA, III/3, 410.
95) Deuerlein, Aujstieg, 314. Carl von Ossietzky Weimar
Cumhuıiyeti’nin son yıllarında Reichswehr’a saldırıları nedeniyle
hapse atıldı. Şubat 1933’ün sonunda Naziler tarafından tutuklandı ve
üç buçuk yıl toplama kampında kaldı. Uluslararası bir kampanyanın
ardından 1936nın sonunda, hâlâ Gestapo’nun elle rindeyken 1935.yılı
Nobel Barış Ûdülü’ne layık görüldü. 1938 Mayıs’ında toplama
kampında maruz kaldığı kötü koşullar nedeniyle veremden öldü.
(Bkz. Benz/Graml, Biographisches Lexikon, 244; Elke Suhr, Carl von
Ossietzky. Eine Biografie, Köln, 1988.)
96) Örneğin bkz. Martin Broszat, ‘Zur Struktur der NS-
Massenbevvegung’, V/z, 31 (1983), 52-76, özl. 66-67; Michael H.
Kater, ‘Generationskonflikt als Entvvicklungsfaktör in der NS-
Bewegung vor 1933’, Geschichte und Gesellschft, 11 (1985), 217-
243; Jürgen Reulecke‘“Hat die Jugendbewegung den
Nationalsozialismus vorbereitet?” Zum Umgang mit einer falschen
Frage’, Wolfgang R. Krabbe (der.), PolitischeJugend der Weimarer
lik, Bochum, 1993, 222-243; Ulrich Herbert, “Generation der
Sachlichkeit". Die völkische Studentenbewegung der frühen
zwanziger Jahre in Deutschland’, içinde Frank Bajohr, Werner Johe
ve Uwe Lohalm (der.), Zivilistiön und içinde, Hamburg, 1991, 115-
144.
97) Bkz. Karl Epting, Generation der Mitte, Bonn, 1953, 169. Nazi
ideolojisi içinde ‘milli topluluk’a (Volksgemeinschaft)yapılan vurgu
için, bkz. Bemd Stöver, Volksgemeinschaft Dritten Reich, Düsseldorf,
1993, b.2.
98) Merkl, 12.
99) Merkl, 32-33, 453, 522-523.
100) NSDAP’ın ‘eski tüfekleri ve S A milisleri arasında ideolojik bir
düşüncenin eksikliğini vurgulayan eser: Christoph Schmidt, ‘Zu den
Motiven “alter Kâmpfer’in der NSDAP’, Detlev Peukert ve Jürgen
Reulecke (der.), Die geschlossen içinde, Wuppertal, 1981, 21-43,
burada 32-34; ve Conan Fischer, Stormtroopers. Economic, and
Ideological Analysis 1925-35, Londra, 1983, b. 6.
101) Bkz. Noakes, Nazi Party, 162-182; Orlow, i. 193; Tyrell,
Fithrer, 310.
102) Zdenek Zofka, Die Ausbreitung des Nationalsozialismus dem
Lande, Münih, 1979, 89-90, 96, 105-116, 154, 341-350;
Baranovvski, Sanctity, 150 vdg. Nazi desteğini ekonomik
rasyonaliteye bağayan ve ekonominin belirleyiciliğine aşırı vurgu
yapan bir bakış açısı için, bkz. William Brustein, The Logic oj Evil.
The Social Oriğins of the Nazi Party 1925-1933, New Haven/Londra,
1996. Fakat bu durum çarpık bir bakış açısı ortaya çıkarmaktadır.
103) Falter vdg., Wahlen, 41, 44.
104) Falter vdg., Wahlen, 108.
105) TBJG,1.1, 522 (1 Nisan 1930).
106) TBJG, 1.1, 600 (9 Eylül 1930).
107) Monoioge, 170. 20 Ağustos’taki bir konuşmasında 50-100
koltuk gibi bir rakam telaffuz etmişti, fakat bunu seçim sonuçlarını
kimsenin önceden bilemeyeceğini ve önemli olanın seçim biter bitmez
mücadeleye devam etmek olduğunu vurgulamak için söylemişti (RSA,
III/3, 359). Hanfstaengl'e göre Hitler şahsen otuz-kırk koltuk
arasında bir rakam bekliyordu (Hanfstaengl, 15 Jalıre, 207).
108) TBJG, 1.1, 603 (15-16 Eylül 1930).
109) TBJG, l.l, 603 (16 Eylül 1930); Monoioge, 170.
110) Falter vdg., Wahîen,44; Broszat, Machtergreifung, 112-113.
111) Jürgen W. Falter, Hitlers Wdhler, Münih, 1991, 111, 365 ve
Nazi seçmen desteğinin detaylı bir analizi için bkz. 5. bölüm.
112) Falter vdğ., Wahlen, 44; Falter, Hitlers Wâhle 81-101, 365.
Ayrıca bkz. Jûrgen W. Falter, The National Socîalist Mobilisation of
New Voters’, Childers, Formation içinde, 202-231.
113) Falter vdğ., Wahlen,71-72.
114) Falter, Hitlers Wdhler, 287.
115) Falter, Hitlers Wâhler,145-146.
116) Winkler, Weimar. 389; Jûrgen W. Falter, ‘Unemployment and
the Radicalisation of the German Electorate 1928-1933: An
Aggregate Data Analysis with Special Emphasis on the Rise of
National Socialism’, Peter D. Stachura (der.), Unemployment and the
Greal Depression in Weimar Germany içinde, Londra, 1986, 187-
208.
117) Falter, Hitlers Wâhler 287-289; Childers, Nazi Voter, özl.
268; yazar burada NSDAP’ı ‘Alman seçim politikasında eşi benzeri
olmayan bir fenomen, her şeyi kapsayan bir protesto partisi’ olarak
betimlemiştir.
118) Mühlberger ve Kater’in bu bölümdeki 3. dipnotta bahsedilen
araştırmalarına bilhassa bakınız.
119) Mühlberger, 206-207.
120) Broszat, ‘Struktur 1 , 61.
121) Hambrecht, 307-308.
122) 8. bölüm 307. dipnotta ve yukarıda 102. dipnotta gönderme
yapılan Koshar, Heilbronner ve Zofka’nın araştırmalarına bkz.
123) Deuerlein, Aufstieg, 318.
124) Scholdt, 488.
125) Weigand von Miltenberg (= Herbert Blank), , Berlin, 1931, 7
Fabry 30 Schreiber, Hitler. fnterpretationen, 44 64. dipnot.
126) Miltenberg (= Blank), 7.
127) Bkz. Deuerlein, Aufstieg, 323; Fleinrich August Winkler, Der
Weğin die Katastrophe. beiter und Arbeiterbewegung in der
Weimarer Republik 193 bis 1933, Berlin/Bonn, 1987, b. 2, k. 3, 207
vdg.; Gerhard Schulz, Von Brüning zu Hitler. Der Wandel des
Systems in Deutschland 1930-1933, Berlin/New York, 1992, 202-207
128) Akt. Winkler, Der Weg in die Katastrophe, 209.
129) Scholdt, 480-481.
130) Scholdt, 494.
131) Winkler, Weimar, 391: TBJG, 1.1, 620 (19 Ekim 1930).
132) Deuerlein, Aufstieg, 325; ve bkz. Fabry, 39-40.
133) RSA, III/3, 452/68 ve 454 1. dipnot; RSA, 1V/1, 3-9.
134) RSA, III/3, 452 4. dipnot; Deuerlein, Aufstieg, 322-323;
Makale 24 Eylül 1930 tarihli Daily Mail’de ve ertesi gün de
Almanya’da VB’de yayımlandı. 135)
135) RSA, III/3, 452 2. dipnot, akt. Daily Mail, 27 Eylül 1930.
136) E.g., RSA, Ul/3, 177 (2 Mayıs 1930), 320 (10 Ağustos 1930),
338 (15 Ağustos 1930), 159 (20 Ağustos 1930).
137) Konuşmanın metni, R5A içinde, 111/3, 434-451; Peter Bucher,
Der Hochverrat der Ultner ReichsmhroJJiziere 1929-1930, Boppard
Rhein, 1967,237-280; ve bkz. Deuerlein, Aufstieg, 328-336; Frank,
83-86. Suçlananların kişisel detay lan için, bkz RSA, III/3, 450 86.
dipnot.
138) RSA, III/3, 439.
139) RSA, III/3,441.
140) RSA, III/3,441.
141) RSA, III/3, 442.
142) RSA, III/3, 445. Hitler kendisi açısından devletin sadece sona
erdirilecek bir araç olduğunu açıkça belirtmişti (Bucher, 275).
143) Bucher, 296-298.
144) Richard Scheringer, Dasgrosse Los. Unter Soldaten, Bauern
and Rebellen, Hamburg, 1959, 236. Scheringer sonradan
komünistleri destekledi.
145) TBJG, 1.1, 608 (26 Eylül 1930).
146) Hanfstaengl, 15 Jahre, 213-216. Aslında Bunalım yıllarında
Kaiserhof'taki lüks süitlerin fiyatı bile bayağı düşmüştü. Bugün
elimizde olan fatura Hitler ve maiyetinin 1933 yılı içinde burada üç
gün kalışının, yemek ve hizmet de dahil olmak üzere 650.86 Reich
mark gibi mütevazı bir fiyata denk düştüğünü gösteriyor (Tumer,
German Big Business, 155).
147) Frank, 86.
148) Goebbels Leipzig davasının Nazilere “büyük bir sempati
’kazandırdığını düşünüyordu (TBJG, 1.1, 609 (27 Eylül 1930)). Ayrıca
bkz. Reuth, 176.
149) Deuerlein, Aufstieg, 340-342; Heinrich Brüning, Memoiren
1918-1934, dtv baskısı, 2 c., Münih, 1972, i.200 vdğ.; Winkler,
Weimar, 394,
150) Yukarıda Brüning’den, i.203-207 (alıntı, 207); ayrıca bkz.
Krebs, 140: Deuerlein, tieg, 342; Winkler, Weimar, 393.
151) Brüning, i.207.
152) Krebs, 141.
153) TBJG, 1.1, 614 (6 Ekim 1930): 'Es bleibt bei unserer
Opposition Gottlob’(Tanrıya şükür, muhalefetimiz sürüyor').
154) RSA, III-3, 430.
155) Friedrich Franz von Unruh, Der National-Sozialismus,
Frankfurt am Main, 1931, 17. Ayncabkz. Broszat, Der
Nationalsozialismus, 43-44.
156) Bessel, ‘Myth 1 , 27.
157) Broszat, ‘Struktur 1 , 69-70.
158) NSDAP içindeki yüksek üye dalgalanması için, bkz. Hans
Mommsen, ‘National Socialism: Continuity and Change 1, Walter
Laqueur (der.), Fascisnı: A Reader’s Guide içinde, Harmondsworth,
1979, 151-192, burada 163; ve Hans Mommsen, l Die NSDAP als
faschistische Partei’, Richard Saage (der.), Scheitern diktatorischer
Leğitimationsmuster und dit Zukunftsfâhigkeit der Demokrlie içinde,
Berlin, 1995, 257-71, burada 265.
159) Deuerlein, Aufstieg, 319, akı. Frankfurter ZeiUıng, 15 Eylül
1950.
160) Hanfstaengl, 15 Jahre, 218.
161) Wagener, 24.
162) Wagener, 59, 73, 83-84.
163) Wagener, 128.
164) Tyrell, Fîıhrer, 348.
165) Wagener, 128. 1930’da Hitler’in konuştuğu bir mitinge
katılmış olan eski teğmen Scheringer’in anılarına bkz.: ‘Orada net bir
şekilde gördüm ki onu dinleyenlerin hepsi tüm söyledikleıine
inanıyorlardı ve söyledikleri birer slogan kadar basit şeylerdi. Orada
yerden üç metre yüksekte kendi düşünceleri içinde yüzüyordu.
Konuşmuyor, vaaz veriyordu... Bir ajitatör olarak her ne kadar
maharetliyse de net politik analizler yapamıyordu (Scheringer, 242).
166) Wagener, 59.
167) Wagener, 84.
168) Wagener, 96.
169) Wagener, 98. Wagener’e göre iki katta on oda vardı.
Hanfstaengl, 231, ‘dokuz odalı bir daire’den bahseder. Schroeder,
153, Wagener gibi, iki katlı bir daireden söz eder. Lüdecke, 454,
‘bütün ikinci katı kaplayan 8-9 güzel ve geniş odasıyla... lüks, modern
bir daire'tanımlar.
170) Wagener, 98.
171) Hanfstaengl, 15 Jahre, 223; TBJG, 1.1, 578 (20 Temmuz
1930); Hoffmann, 49-50.
172) Hanfstaengl, 15 Jahre, 182; Hoffmann, 70.
173) Wagener, 127.
174) Hitler’in kendini yenilmez biri olarak görmesi, Hitler’in
Münih’te parti liderleriyle yaptığı bir toplantıda Albert Krebs’i çok
etkilemişti (Krebs, 138-140). Krebs’e göre, konuşma Haziran
1930’un sonunda olmuştu. Ama tarihte bir hata olmalıdır, çünkü
Hitler Haziran 1.930’da Münih’te hiç konuşma yapmamıştır. Krebs,
‘Kahverengi Ev’yeni tamamlanmışken, bu konuşmadan önce yaptığı
bir ziyaretten bahseder. Evin satın alınmasıyla ilgili kontrat 26 Mayıs
1930’da imzalanmıştır. Ama eski ‘Barlovv-Palais’ın tadilatı, 1 Ocak
1931’de parti görevlileri binayı doldurmadan önce yapılmıştı (R5A,
II1/3, 209 17. dipnot; IV/1, 206-218).
175) Wagener, 127-128.
176) Wagener, 119-120.
177) Wagener, 128.
178) Frank, 93.
179) Frank, 91-92. Wagener, 107, Hitlerin odasındaki sigara içme
yasağından bahseder. Belirttiği tarih -1930 yazının başı-, partinin
‘Kahverengi Ev’e taşınmadan önce, Söhellingstrasse’de olduğu
zamana işaret eder.
180) Hanfstaengl, 15Jahre,223.
181) Frank, 93-94.
182) Wagener, 72.
183) Bkz. Wagener, 111-112 (Wagener , in iktisadi önerileri).
184) Hitler’in kendine olan inancının, bu imaj başkalarına
sunulduktan sonra daha az dillendirildiği önermesi için, bkz. Tyrell,
Führer, 311. Böyle bir ihtimal varsa da ispatlanması imkansız bir
iddiadır bu.
185) Wagener’de tekrarlanan göndermeler için bkz., örneğin 43,
48, 56, 96-97, 111-112.
186) Wagener Hitler’in et yemeyi Geli Raubal’ın ölümünden sonra
bıraktığını belirtir (Wagener, 362). Bu iddia Hanfstaengl’in daha az
dramatik açıklamasıyla çelişir. Hanfstaengl’e göre Hitler
Landsberg’de kilo aldıktan sonra eti (ve alkolü) yavaş yavaş azaltmış,
en sonunda da bunu bir dogmaya dönüştürmüştür (Hanfstaengl, 15
Jahre, 164). Krebs’in öne sürdüğü sağlık sebepleri böyle bir
açıklamayla uyuşur, öte yandan yeğeninin ölümünün yarattığı travma
Hitler’in tam bir vejeteryanlığa nihai geçişine yol açmış olabilir.
187) Krebs, 136-137.
188) Wagener, 72; Wagener ve Gregor Strasser’in benzer
açıklamaları için ayrıca bkz. 127.
189) Wagener, 301.
190) Deuerlein, Aufstieg, 346; Longerich, Die brun Bataillone,
108-109.
191) Bkz. OSAF-Stellvertreter Süd Schneidhuber’in şu kaynaktaki
ifadeleri: Longerich,
braunen Bataillone, 106.
192) Longerich, Die braunen Bataillone, 102-104.
193) TBJG, 1.1, 596-597 (1 Eylül 1930).
194) Longerich, Die braunen Bataillone, 104; RSA, III/3, 377-381.
195) Tyreil, Fîıhrer, 338; Longerich, Die braunen Bataillone, 106.
196) Tyreil, Führer, 314; Wagener, 60-62. Hider’in sigaraya
duyduğu kişisel nefret elbette ki partinin sigara firmalarıyla bağlantı
kurup çıkar sağlamasının önünde engel değildi.
197) Longerich, Die braunen Bataillone, 107.
198) RSA, IV/1, 183; Longerich, Die braunen Bataillone, 108-110.
199) Longerich, Die braunen Bataillone, 106.
200) RSA, IV/l, 200.
201) RSA, IV/1, 229-230. İktidara yasal yoldan yürümenin ne
anlama geldiğini, Reichstag’da 5 5ubat’taki konuşmasında bu sefer
Goebbels açıkça ifade etmişti. ‘Anayasaya göre biz sadece yolumuzun
yasallığından sorumluyuz, yoksa hedefimizin yasadığından değil.
İktidarı yasal yollardan almak istiyoruz. Ama iktidarı ele geçirdikten
sonra onunla ne yapacağımız bizi ilgilendirir’(Deuerlein, Aufstieg,
347). Hitler’in bahsettiği ‘Üçüncü Reich’, bugün Nazilerin yönetimde
olduğu dönemle eşanlamlıdır. Terimin kökeni on ikinci yüzyılda
yaşamış mistik, Fiore’li Joachim’in -Baha’nın, Oğul’un ve
(gelecekteki) Kutsal Ruh’un çağı olmak üzere üç çağın mevcut olduğu
şeklindeki- apokaliptik fikirlerine dayanmaktadır. Terim,
yenimuhafazkar Arthur Moeller van den Bruck’un 1923’te
yayımladığı, aynı başlığı taşıyan ve korkunç Weimar demokrasisinin
yerini alacak yeni bir devleti -Kutsal Roma İmparatorluğunun ve
Bismarck devletinin ardından gelecek olan üçüncü büyük Reich
devletini- savunan kitabıyla popülerlik kazanmıştır. Hitler 1933’te
‘Üçüncü Reich’ın bin yıl süreceğini ilan etti. Ama daha 1939’da
basına terimi kullanmaktan kaçınması söylenmişti (Benz, Graml ve
Wei, Enzyklopadie des National sozialismus, 435).
202) Komünistler tutuklamaların üçte ikisine yakınının bu
kararnameyle yapıldığını hesap, ediyorlardı (Winkler, Weimar, 401).
Hitler’in kararnameye tepkisi için, bkz. RSA, IV/1, 736-738. Önceki
yıl SA’ya üniforma yasağı getirilme girişimi olmuştu (Longerich, Die
braunen Bataillone, 100).
203) TBJG, 1.2, 41 (30 Mart 1931).
204) RSA, IV. 1, 236-238.
205) TBJG, 1.2, 42 (31 Mart 1931).
206) TBJG, 1.2,42-43 (2 Nisan 1931); Tb Reuth, ii.575 25. dipnot,
akt. Deutsche Allgemeine Zeitung, 2 Nisan 1931; RSA, 1V/1,248 2.
dipnot; Longerich, Die braunen Bataillone, 111.
207) RSA, 1V/1, 246-248.
208) Longerich, Die braunen Bataillone, 111.
209) RSA, 1V/1, 248-259.
210) RSA, IV/1, 251.
211) RSA, IV/1, 256.
212) RSA, lV/1,258.
213) Longerich, Die braunen Bataillone, 111.
214) RSA, IV/1,260.
215) TBJG, 1.2, 44 (4 Nisan 1931).
216) RSA, IV/1, 263-264; TBJG, 1.2, 44 (4 Nisan 1931).
217) Longerich, Die braunen Bataillone, 111.
218) ‘Holiganlık siyaseti 1 teriminin SA’ya yönelik olarak
kullanılması için, bkz. Richard Bessel, Political Violence and the Rise
o/Nazism The Storm Troopers in Eastern Germany 1934, New
Haven/Londra, 1984, 152.
219) Longerich, Die braunen Bataillone, 97-98; Broszat, ‘Struktur
1. Doğu bölgelerinin sosyal yapısı için, bkz.. Bessel, Political
Violence, 33-45.
220) Hanfstaengl, 15 Jahre, 243; Wagener, 98.
221) Hanfstaengl, 15 Jahre, 181-184; Toland, 204, 236.
222) Heiden, Hitler, 347-349.
223) Hoffmann, 147-148.
224) Hoffmann, 161. Hitler’in Eva Braun’la ilk karşılaşması için,
bkz. Gun, Eva Braun-Hitler, 46. Gun, bu ilişkinin 1932’nin ilk
aylarından sonra cinsel bir nitelik kazandığını, ancak Eva’nın
duyduğu delicesine aşka Hitler’in karşılık vermediğini ileri sürer
(55). Fritz Wiedemann’a göre Hitler bu dönemde öylesine yaptığı bir
sohbette, bir bekar olmanın nimetlerinden faydalandığını belirtmiş ve
‘aşk var olduğu müddetçe Münih’te kendim için bir kız
bulunduracağım,’( Und für die Liebe hake ich eben in München ein
demiştir (Gun, 57). Eva Braun’la ilgili olarak ayrıca bkz. Henriette
von Schirach, Der Preis der Herrlichkeit. Erlebte Zeitgeschichte,
Münih/Berlin, 1975, 23-25.
225) Christa Schroeder, Hitler’in önce kahyası, sonra da sekreteri
olan Anni Winter’la yaptığı görüşmelere dayanarak, Hitler’in Geli’yle
cinsel ilişkisi olmadığı kanaatine varmıştır (Schroeder, 153). Ama
tüm diğer iddialar gibi onunki de sadece bir tahmindir.
226) Heiden, Führer,304.
227) Strasser, Hitler und ich, 74-75, Hitler’in yeğenine cinsel
açıdan sapkın şeyler yaptığını ima eder. Mayıs 1943’te Amerikan
OSS ile yaptığı bir röportajda çok daha açık konuşmuştur (NA, Hitler
Source Book, 918-919). Ayrıca bkz. Toland, 252; Hayman, 145;
Lewis, The Secret life of Adolf Hitler, 10,136. Bu beyanda (132-146)
Hitler’e, -spekülasyonlara dayanarak ve inandırıcı kanıtlardan yoksun
olarak- sadomazoşistik faaliyetler atfedilmekte, ayrıca Geli’yi, Yahudi
bir öğrenciden hamile olmasından dolayı çıkacak skandali önlemek
maksadıyla SS’in öldürdüğü iddia edilmektedir.
228) Heiden, Hitler, 352; Heiden, Der Führer, 304-306;
Hanfstaengl, 15 Jahre, 254-255. Ve bkz. Hayman, 154.
229) Hoffmann, 148-149; B.v. Schirach, 106; Henriette von
Schirach, 205. Hitler Temmuz 1930’da Goebbels’le birlikte onu
Oberammergau’ya Tutku isimli bir oyunu görmeye götürmüştü
(TBJG, l.i, 578 (20 Temmuz 1930)).
230)Hanfstaengl, 15 Jahre; 236.
231) Hoffmann, 151-152.
232) Hanfstaengl, 15 Jahre, 232-233.
233) Hoffmann, 150; B.v. Schirach, 107.
234) Hanfstaengl, 15 Jahre, 233. Hayman, 119-48, bu ifadeyi
Hitler’in yeğeninden cinsel açıdan sapkın birtakım faaliyetler talep
ettiği şeklinde yorumlar.
235) Hanfstaengl, 15 Jahre, 242; Hoffmann, 151. Hitler’in üvey
kardeşi Alois’in ilk karısı olan Bridget Hitler durumu, oğlu William
Patrick’e güya Alois’in ikinci karısı Maimee’nin anlattığı bir hikayeyle
birleştirir (The Memoirs of Bridget Hitler, Londra, 1979, 70-77). Bu
‘hatırat’ın (ki içinde Hitler’in güya 1912 yılında Liverpool’da
kalışından da uzun uzun bahsedilmektedir) güvenilmez bir kaynak
olduğu bilinmektedir. Levvis, 145, 1975 yılında eski bir SS subayıyla
yaptığı röportaja dayanarak başka bir hikaye anlatır; buna göre,
Münih’teki Yahudi bir öğrenciden hamile olduğu anlayan Geli, kürtaj
olmak için Viyana’ya gitmek istemiştir. Lewis bunu SS’in Geli’yi
öldürmesine bir sebep olarak görür. Hans Frank’ın versiyonunda ise
Geli’nin ilişkisi olan kişi genç bir subaydır (Frank, 97),
236) Schroeder , 154, 296 34. dipnot, 364-366 280-282. dipnotlar.
237) RSA, 1V/2, 109 1. dipnot, akt. MP, 22 Eylül 1931;
Hanfstaengl, 15 Jahre, 239, 242.
238) M ünchener Post’da 22 Eylül 1931’de yayımlanan bir
makalenin içinde geçmektedir (RSA, 1V/2, 109 1. dipnot).
239) Hayman, 164, 166.
240) RSA, IV/2, 109-110.
241) Hanfstaengl, 15 Jahre, 238; Hoffmann, 152; B.v. Schirach,
108.
242) Daha dramatize edilmiş bir versiyon için, bkz. Hoffmann, 152-
153;.Hanfstaengl, 15 Jahre, 238. Bazı yanlış bilgiler içermekle
birlikte, Geli’nin Hitler’le olan ilişkisi ve intiharı için ayrıca bkz. Gun,
17-28. Birbiriyle çelişen kanıtlar Hayman tarafından
değerlendirilmiştir, 160-201. Hayman Hitler’in yeğeninin
öldürülmesiyle doğrudan ilişkisi olduğunu ima eder. 174. sayfada
aşırı hızdan dolayı kesilen cezadan söz eder.
243) Frank, 97; Hanfstaengl, 15 Jahre,239.
244) Hanfstaengl, 15 Jahre, 239. Heiden, Der Führer, 307-308,
Geli’nin annesi Engela Raubal’ın (Hitler’i temize çıkarma
kaygısındaki, hatta Hitler’in Geli’yle evlenmek istediğini belirten)
iddialarına dayanarak, bu işten Himmler’in sorumlu olduğu tahminini
yürütür.
245) Toland’ın işaret ettiği bir nokta (255). Adli tabip raporunda
ölüm sebebinin intihar olduğu ve ölümün 18 Eylül 1931 akşamı
gerçekleştiği belirtilmiştir (Hayman, 164).
246) Hanfstaengl, 15Jahre, 239, 241; Wagener, 358-359; Hayman,
162-163.
247) Frank’a dayanmaktadır, 97-98; Hoffmann, 156-159 (oldukça
süslenmiş bir anlatıdır); Hanfstaengl, 15 Jahre, 240; Heiden, Der
Führer, 307; R5A, IV/2, 110 5. dipnot.
248) Konuşmanın metni, RSA içinde, IV/2, 111-115. Hitler’in
Hamburg’daki kabulü için, Frank, 98.
249) RSA, IV/2,1111. dipnot. Hitler önde gelen Nazilerin
konuştuğu iki mitingte görünmez. Belirtilen sebep hastalıktır.
250) Bkz. Hanfstaengl, 15 Jahre, 242-243; Hoffmann, 159; ayrıca,
zımni olarak, Wagener, 358; ve H. v. Schirach, 205. Savaştan uzun
bir süre sonra Hitler’in kızkardeşi Paula, eğer Hitler Mimi Reiter ile
evlenseydi her şeyin farklı olabileceğini ileri sürmüştür (Peis, l Die
unbekannte Geliebte’).
251) Hoffman, 155-156; Hanfstaengl, 15 Jahre, 243-244.
Hanfstaengl bunu siyasi amaçlı bir hareket olarak görür; patetik bir
yanı olmakla birlikte bu davranışta gerçek bir yas duygusu görmez.
252) Falter vdğ., Wahlen, 94. Tyrell, Führer, 383, yüzde 25.9
olarak belirtir.
253) Falter vdğ., Wahlen, 100; Deuerlein, Aufstieg, 352.
254) Falter vdğ., Wahlen, 95.
255) Deuerlein. Aufstieg, 357; RSA, IV/2, 123-132.
256) Deuerlein, Aufstieg, 352-358; RSA, IV/2, 159-164; Turner,
German Big Business, 189.
257) Turner, German Big Business, 167-171.
258) Turner, German Big Business , 144.
259) Turner, German Big Business, 144-145.
260) Hjalmar Schacht, My First Seventy-Six Years Londra, 1955,
279.
261) Schacht, 279-280.
262) Tumer, Ga man Big Business, 145.
263) Destekçilerinin bazıları (ki güçlü Ruhr sanayicisi Paul Reusch
da bunların arasındaydı) Curio’yu, siyasete geri dönme ve
cumhurbaşkanliğı seçimlerine katılma konusunu düşünmeye ikna
etmişti. Cuno’yu desteklemeye hazır görünenlerden biri olan Emekli
Amiral Magnus Levetzovv, NSDP’ın desteğini kazanması umuduyla
Berlin’de ona Hitler’le bir toplantı ayarlamıştı (Tumer, German Big
Business, 129).
264) Tumer, German Big Business, 129-130.
265) Tumer, German Big Business, 130-132.
266) Tumer, German Big Business, 146, 150; Wagener, 368-374.
267) Turner, German Big Business, 142, 187.
268) Tumer, German Big Business, 128, 181-182.
269) Tumer, German Big Business, 191-203.
270) Otto Dietrich, Mit Hitleran die Macht. Persönliche Erlebnisse
Führer, 7. baskı, Münih, 1934, 45-46; Turner, German Big Business,
171-172.
271) Henry Ashby Turner, ‘Big Business and the Rise of Hitler’,
içinde Turner, Nazism and Third Reich, 93-97 (ilk olarak
yayımlandığı yer, American Historical içinde, 75 (1969), 56-70).
272) Turner, German Big Business, 204-219. Pek çok önde gelen
sanayici öyle ya da böyle onlara karşı şüpheciydi. Dietrich, Mit
Hitler, 46-49, Hitler’in başlangıçta gayet mesafeli görünen
dinleyicilerinin kalbini ve zihnini nasıl kazandığını betimler. Savaş
sonrasında yayımladığı hatıratında Dietrich, 1933’ten önce büyük
sermayenin partiye finansal katkılarının ne kadar kısıtlı olduğunu
vurgulamıştır (Otto Dietrich, Zwölf Jahre mit Hitler, Köln (tarih
belirtilmemiş, 1955?), 185-186).
273) Tumer, German Big Business, 208-210, 213-214; konuşmanın
metni, RSA, IV/3, 74-110; ve Domarus içinde, 18-90.
274) Tumer, German Big Business, 217-219.
275) Su kaynak içindeki karakter tahliline bkz. Henry Ashby
Tumer, Hitler’s Thirty Days to Povver; January 1933, Londra, 1996,
39-41.
276) Tumer, ‘Big Business and the Rise of Hitler’, 94, 97.
277) Tumer, German Big Business, 111-124; Henry Ashby Tumer
ve Horst Matzerath, ‘Die Selbstfinanzierung der NSDAP 1930-32',
59-92.
278) Wagener, 221-222.
279) Tumer, German Big Business, 148-152, 157; Wagener, 226-
229.
280) Wagener, 227; Tumer, German Big Business, 152.
281) Bkz. Tumer, German BigBusiness, 47-60.
282) Yukarıdaki veriler şu kaynağa dayanmaktadır: Turner,
Gernuın Big Business, 155-6. Hitler’in geliri 1930’da üç katına
çıkmıştı; vergi kayıtlarına göre vergilendirilebilir brüt geliri 48,472
Reich Markı idi. 1932 yılında bu miktar 64,639 Reich Marka çıktı
(Hale, ‘Adolf Hitler: Taxpayer\ 837). Hitler’in bu dönemki kazancı
için ayrıca bkz. Hanfstaengl, 15 Jalıre, 216; ve B.v. Schirach, 112-
113.
283) Franz von Papen, Mvmoirs, Londra, 1952,142-143; Otto
Meissner, unter
Ebert - Hindenburg- Hitler, Hamburg, 1950, 216.
284) TBJG, 1.2, 106 (7 Ocak 1932); Deuerlein, 570-572; Papen,
146.
285) Deuerlein, Aufstieg, 372; Walther Hubatsch, Hindenburg und
der Staat, Göttingen, 1966, 309-310.
286) Naziler tartışmayı bir broşür halinde yayımladılar: Hitlers
Auseinandersetzung Brüning. Kampfschrift, Broschürenreihe der
Reichspropaganclaleitung der NSDAP, Heft 5, Münih, 1932, 73-94.
Hitler’in Brüning’e açık mektubunun tarihi 15 Ocak 1932’dir. Yeniden
basıldığı yer: RSA 1V/3, 34-44.
287) Meissner, 216-217.
288) TBjG, 1.2, 120-121 (3 Şubat 1932). Bkz Fest, Hitler, 439-
440.
289) TBJG, 1.2, 130-131 (22 Şubat 1932), 134 (27 Şubat 1932).
290) Rudolf Morsey, ‘Hitler als Braunschweiğischer Rcgierungsrat
1 , VfZ, 8 (1960), 419-448; Deuerlein, Aufstieg, 373-376.
291) Bkz. Papen, 147.
292) RSA, IV/3, 138-44 (alıntı, 144); Domarus,95; , 1.2. 134 (27
Şubat 1932).
293) Domarus, 96.
294) TBJG, 1.2, 140-141 (13 Mart 1932).
295) Deuerlein, Aufstieg, 381; Faker vdğ., Wahlen, 46.
296) RSA, V/l, 16-43; Domarus, 101-103.
297) Falter vdğ., Wapen, 46.
298) TBJG, 1.2, 152-153 (8-11 Nisan 1932).
299) O günkü seçime katılmayan Saksonya, Baden, Hessen ve
Thuıingia en büyük eyaletlerdi ye nüfusları toplamda 10 milyonu
buluyordu. 24 Nisan’daki Landtag seçimlerine katılmayan daha
küçük eyaletlerde yaşayanların sayısı .da kabaca 2 milyonu
buluyordu. Seçime katılacak olan eyaletlerin o günkü toplam nüfusu
50 milyona yakındı. Rakamların alındığı kaynak: Falter vdğ., Wahlen,
90-113.
300) RSA, V/l, 59-97; Deuerlein, Aufstieg,385-386; Domarus, 106-
107.
301) Miesbacber Anzeiger, 19 Nisan 1932.
302) Jochmann, Nationalsozialismus und Revolution, 404-405;
Deuerlein, Aufstieg, 386-387; RSA, V/l, 97 ve Doc..61 1-2. dipnotlar
(ve konuşma için 92-96, Doc.60).
303) Falter vdğ., Wapen, 89, 91, 94, 101; Deuerlein, Aufstieg, 387-
388.
304) TBJG, 1.2, 160 (23 Nisan 1932).
305) Domarus, 105; Longerich, Die braunenBataillone, 154.
306) Karl Dielrieh Bracher, Die Auflösung der W Republik. Eine
Studie zum Problem des Machtverfalls in einer Demokratie,
Stuttgart/Düsseldorf, 1955, 481 ve 2. dipnot; Longerich, Die
brannenBataillone, 153-154.
307) Ulrich Herbert, Best. Biographische Studien Radikalismus,
Weltanschanung und nunft 1903-1989, Bonn, 1996, 111-119.
308) Deuerlein, AuJstieg, 363.
309) 1932 nin başlarındaki üye artışı için, bkz. Longerich,
Diebraunen Bataillone, 159.
310) TBJG, 1.2, 139 (11 Mart 1932).
311) Longerich, Diebraunen Bataillone, 153.
312) TBJG, 1.1, 150 (2 Nisan 1932).
313) TBJG, 1.2, 154 (11 Nisan 1932). Goebbels 17 Mart’ta
günlüğüne, Prusya İçişleri Bakanlığının ev baskınlarının ardından
SA’ya yasak koymayı planladığını yazmıştı (TBJG, 1.2, 144).
314) Longerich, Die braunen Bataillone, 154.
315) RSA, V/l, 54-56; Domarus, 105-106. Hindenburg
komünistlere konan yasağın uzatılmasını istemişti (Papen, 149).
316) Kolb, Die Weimarer Republik, 136-137.
317) TBJG, 1.2, 162 (28 Nisan 1932); Winkler, 461-462.
Schleicher, Berlin SA lideri Graf Helldorfve Röhm’le zaten
konuşmuştu. Ayrıca bkz. Thilo Vogelsang, Reichswehr, Staat und
NSDAP, Stuttgart, 1962, 188-189.
318) TBJG, 1.2, 165 (8 Mayıs 1932).
319) Papen, 153; bkz. Winkler, Weimar, 462-3.
320) TBJG, 1.2, 166-167 (10-11 Mayıs 1932); Schulz, Von Brüning
zu Hitler, 821. 321.
321) TBJG, 1.2, 168 (12 Mayıs 1932); bkz. Winkler, Weimar, 465.
322) TBJG, 1.2, 169 (13 Mayıs 1952).
323) Brüning, Menıoiren, ii.632-638; Winkler, 470-472.
324) Joseph Goebbels, Vonı Kaiserhof zur Reichskanzlei. Eine
historische Darstellung in Tagebuchblâttern (Vom l.Januar 1932. bts
zum Mai 1933), 21. baskı, Münih, 1937, 103-104(10 Mayıs 1912);
TBJG, 1.2, 177.
325) Papen, 150-156.
326) Papen, 162.
327) Falter vdğ., Wahlen, 98,100.
328) Falter vdğ., Wahlen, 95.
329) Papen, 163; Winkler, Weimar, 404.
330) Bkz. Goebbels, Kaiserhof, 111 (14 Flaziran 1932); TBJG, 1.2,
185.
331) Hali vakti yerinde olan orta sınıfların NSDAP’a güçlü
desteğinin kanıtları için. Temmuz 1932’de tatil yerlerinde ve deniz
yollarındaki sandıklardan çıkan oyları inceleyen şu araştırmaya bkz.,
Richard F. Hamilton, Who Voted Jor Hider içinde?, Princeton, 1982,
220-228.
332) Deuerlein, Aufstieg,192-193; Winkler, W, 490-493. Ve
şiddetin yerel zemini için bkz., Altona, Anthony McElligott, ... und so
kam es zu einer sch\veren Schlâgerei ’.
Straenschlachten in Altona und Hamburg am Ende der VVeimarer
Republik\ Maike Bruns vdğ. (der.), ‘Hier wardochaUes nicht so
şeklinim Wie die Nazis in Hamburg den -tag eroberten içinde,
Hamburg, 1984, 58-85.
333) Winkler, Weimar,495-503; Broszat, Machter 148-150.
334) TBJG, 1.2, 155 (15 Nisan 1932).
335) Childers, Nazi Voter, 203.
336) Aşağı Saksonya’daki Northeim kasabasında Nazi
toplantılarına olan yüksek katılım için, bkz Ailen, 322.
337) RSA, V/l, 216-219; Domarus, 115; Z.A.B, Zeman, Nazi
Propaganda, 2. baskı, Londra/New York, 1973, 31.
338) Hamilton, 326.
339) RSA, V/l, 210-294; Deuerlein, Aufstieg, 394; Domarus, 114-
120.
340) Hanfstaengl, 15 Jahre, 167.
341) RSA, V/l, 216-219; Domarus, 115-117 (Adolf-Hitler-
Schallplatte: ‘Appell an die Nation’).
342) Falter, vdğ., Wahlen, 44. Yüzde 84.1’lik katılım, Weimar
demokrasisi süresince yapılan Reichstag seçimlerinde en yüksek
katılımla gerçekleştirilmiş olandı.
343) TBJG, 1.2, 211(1 Ağustos 1932). Yayımlanmış ‘Kaiserhof
versiyonunda daha iyimser bir hava vardır: Goebbels, KaiserhoJ,
135-136 (31 Temmuz 1932). Goebbels ertesi gün, 2 Ağustos’ta
günlüğüne yazdığı ve yayımlanmamış olan bir kısımda, iktidarı alma
vaktinin geldiğini Hitlerin de kabul ettiğini tekrar belirtir. Tek
alternatif ‘en sert şekilde muhalefet etmektir’. Papen hükümetine
daha fazla müsamaha gösterilmesi söz konusu değildir (TBJG, 1.2,
112-113).
344) TBJG, 1.2, 214 (3 Ağustos 1932).
345) TBJG, 1.2, 215 (5 Ağustos 1932).
346) TBJG, 1.2 217 (7 Ağustos 1932).
347) Bkz. Winkler, Weimar, 509.
348) Thilo Vogelsang, 'Zur Politik Schleichers gegenüber der
NSDAP 1932’, VJZ, 6 (1958), 86-118, burada 89.
349) Hubatsch, Hindenburg, 335-338, No 87 (Meissner’in 11
Ağustos 1932’deki tutanaklan).
350) Winkler, Weimar, 509.
351) TBJG, 1.2, 218 (9 Ağustos 1932).
352) Goebbels, KaiserhoJ, 140 (8 Ağustos 1932); TBJG, 1.2, 218.
353) Vogelsang, ‘Zur Politik Schleichers’, 93-98; Winkler, Weimar,
509-510.
354) TBJG, 1.2, 221 (11 Ağustos 1932). Gayl’in konuşması için,
bkz. Eberhard Kolb ve Wolfram Pyta, ‘Die Staatsnoıstandsplanung
unter Papen und Schleicher’, Heinrich August Winkler (der.), Die
deutsche Staatskrise 1930-1933 içinde, Münih, 1992, 155-181,
burada 160.
355) Goebbels, KaiserhoJ,142-144 (11-12 Ağustos 1932); TBJG,
1.2, 222-223; ayrıca bkz. Papen,195.
356) Papen, 195-197; Goebbels, Kaiserhof, 144 (13 Ağustos
1932); 1.2, 224.
357) Goebbels, Kaiserhof, 144-145 (13 Ağustos 1931); TBJG, 1.2,
224.
358) Hubatsch, 338-339, No 88; Deuerlein, 397-398; Papen, 197.
Hitler Meissner’in resmi tebliğdeki ifadelerini reddetti ve birkaç saat
içinde kendi tebliğini dağıtmaya başladı. Söylediğine göre bu tebliği,
Frick ve Röhm toplantıdan döner dönmez birlikte hazırlamışlardı. Bu
tebliğde Hitler, eğer kendisine liderlik verilseydi kabinedeki bütün
koltukları kendi partisi için talep edeceğini inkar ediyordu. Ûte
yandan raporda, koridordaki konuşmalara yer verilmiş ve Hitler’in,
karar Hindenburg tarafından alındıktan sonra kendisinin toplantıya
çağrılmasına içerlediği üzerinde durulmuştu. Doğal olarak, ne Papen
ne de Cumhurbaşkanı yayımlanmış olan resmi tebliğde herhangi bir
değişiklik yaptılar. (lfZ, Fa 296, Bl. 165-171).
359) 1(2, Fa 296, B1.169, ‘Besprechung in der Reichskanzlei am
13.8.32’, belgenin altında Röhm, Frick ve Hitler’in imzası vardır.
360) Goebbels, Kaisfrhof, 145 (13 Ağustos 1932); TBJG, 12, 225.
361) Bkz. Lüdecke, 351-352.
362) Bkz. Winkler, Weimar, 511-512.

X İKTİDARA ÇIKARILIŞ

1) Weimar Cumhuriyetinin son evresinde elit sınıfın stratejileri ve


hedefleri arasındaki ayrımlar için şu yazarların katkılarına bkz.:
Henry Ashby Tumer, Jürgen John ve Wolfgang Zollitsch (akabindeki
tartışmayla birlikte) Heinrich August Winkler (der.), Die deutsche
Staatskrise 1930-1933 içinde, Münih, 1992, 205-262.
2) Bu nokta James tarafından vurgulanmıştır, ‘Economic Reasons
for the Collapse of the Weimar Republic’, Kershavv (der,), Weimar;
Why dici German Fni! içinde?, 30- 57, burada 55; ayrıca Gerald D.
Feldmann’ın kavrayışlı analizine de bkz., ‘Der 30 Januar. 1933 und
die politische Kültür von Weimar’, Winkler, Staatskrise içinde, 263-
276. Eberhard Jâckel, Hitler’in iktidarı ele geçirmesini bir ‘iş
kazası’olarak değerlendirmekte ısrarlıdır, öte yandan milliyetçi
muhafazakar, monarşizm yanlısı elitlerin tavrına dair analizinde (
Dasdeutsche Jahrhundert, 126-158) bu kazanın en azından
beklendiğini belirtir.
3) Wilhelm Keppler’den Kurt von Schröder’e mektup, 16 Aralık
1932, aktarıldığı kaynak Vogelsang, ‘Zur Politik Schleichers’, 86.
4) Winkler, Weimar, 511; Schulz, Von Bruning zu Hitler, 964;
Domanıs, 123-124.
5) Vogelsang, ‘Zur Politik Schleichers’, 86-87.
6) Joachim von Ribbentrop, The Ribbentrop Memoirs, Londra,
1954, 21. Bu Ribbentrop’un Hitler’le ilk karşılaşmasıydı. Hitler ona
başka siyasi güçleri kullanmaya hazırlandığını söylemiş ama
Şansölyelik konusunda ısrar etmişti. Ribbentrop bu karşılaşmadan
çok etkilendi, Almanya’yı komünizmden kurtarabilecek yegane gücün
Hitler ve partisi olduğuna ikna olarak derhal NSDAP’a katıldı.
7)Vogelsang, ‘Zur Politik Schleichers’, 87-88.
8) Vogelsang, ‘Zur Polttik Schleichers’, 99-100 29. dipnot; Wemer
Freiherr von Rheinbaben, Viermal Deutschland. Aus dem Erleben
eines Seemanns, Diplomaten, Politikers 1954, Berlin, 1954, 303-
304.
9) Böyle bir çıkarsama için, bkz. Domarus, 123.
10) Hanfstaengl, ,15 Jahre, 279. Hanfstaengl’in hatıratında,
Hitler’in söylediklerini sözcüğü sözcüğüne hatırlamıyor
olabileceğinden haklı olarak şüphe edilebilir. Amerikan OSS’ye savaş
sırasında verdiği bir röportajda, Fiillerin şöyle dediğini belirtmiştir:
’Bakalım, göreceğiz. Belki böylesi daha iyi olur’(‘Wir vverden ja
sehen.. Es İst vielleicht besser so’) (NA,Hitler Source Book, 911).
11) RSA, V/l, 304-309; Domarus, 125-129.
12) RSA,V/l, 316.
13) Dayandığı kaynak: Paul Kluke, 'Der Fail Potempa’, 5 (1957),
279-297 ve Richard Bessel, The Potempa Murder’, Central European
History, 10(1977), 241-254.
14) RSA, V/l, 317; Domarus, 130 (telgraf basında yayımlandığında
tarihi 23 Ağustos olarak belirtilmişti).
15) Goebbels kamu oyunun partiye karşı olduğunu kabul etmişti (
1/2, 230 (25 Ağustos 1932)).
16) RSA, V/l 318-320 (alımı, 319); Domarus, 130; Kluke, 284-285
17) Papen, 200. Öte yandan Flindenburg, 30 Ağustosla Papen, Gayl
ve Schleicher ile Neudeck’te yaptığı bir toplantıda siyasi değil
yalnızca yasal kaygılarla hareket ettiğini ileri sürmüştür.
Flindenburg, olay kararın çıkmasından bir buçuk saat sonra
gerçekleştiğinden faillerin karardan haberinin olduğunun farz
edilemeyeceğini öne sürmüştür. Bu şaibeli argüman Papen tarafından
kabul görmüş ve olaya hoşgörüyle yaklaşmanın gerekçesi olarak öne
sürülmüştür (Winkler, Weim 514).
18) Kluke, 286.
19) Kluke, 281.
20) Kluke, 281-282, akt. VB (11 Ağustos 1932).
21) Kluke, 285, akt. VB (26 Ağustos 1932).
22) Vogelsang, ‘Zur Politik Schleichers V89, 110.
23) Brüning, ii.658; bkz. Goebbels, Kaiserhof, 154-155, TBJG, 1.2,
235-236 (31 Ağustos 1932, 2 Eylül 1932), Hitler Strasser ve
‘kliğinden’kaynaklandığını düşündüğü dolaplardan ve muhalefetten ilk
kez burada söz etmiştir.
24) Goebbels, Kaiserhof, 160, TBJG, 11.2, 239 (9 Eylül 1952).
25) Brüning, ii.657-679.
26) Winkler, Weimar, 519-520; Papen, 215-216.
27) Vogelsang, ‘Zur Politik Schleichers’, 101.
28) Eberhard Kolb ve WQİfram Pyta, 'Die Staatsnotstandsplanung
unter den Reğierungen Papen und Schleicher’, Winkler, Staatskrise
içinde, 155-181, burada 161.
29) Winkler, Weimar, 518-519; Kolb ve Pyta, 165-166. Anayasal
düzenlemenin değiştirilmesine bağlanan ve geniş bir alanı kapsayan
ümitler için, bkz. Hans Mommsen, ‘Reğierung ohne Parteien.
Konservative Plâne zum Verfassungsumbau am Ende der Weimarer
Republik’, Winkler, Staatskrise içinde, 1-18, burada özl. 3-4.
30) Kolb ve Pyta, 166.
31) Deuerlein, Aujstieg, 401; Papen, 207; Winkler, Weimar, 521;
Mommsen, Freiheit, 474. Goring’in milliyetçi muhafazakar elit
kesimle olan ilişkileri Hitler açısından önem taşıyor, ayrıca bu
ilişkiler (hiçbir zaman tam bir 'parti adamı'olmadıysa da) Nazi Partisi
içinde ve 1928’de milletvekili olarak dahil olduğu Reichstag’da
ilerlemesine de katkı sağlıyordu.
32) Winkler, Weimar,521.
33) Goebbels, KaiserhoJ. 159-160 (8 Eylül 1932,10 Eylül 1932),
1.2, 239-240.
34) Goebbels, KaiserhoJ, 152 (28 Ağustos 1932), ve ayrıca 153 (30
Ağustos 1932), TBJG, 1.2, 233-234.
35) Goebbels, KaiserhoJ, 159 (8 Eylül 1932), TBJG, 1.2, 238.
Goebbels, Hitler’in şansölye olmasına yönelik talebi 9 Eylülde gene
belirtmiştir. ‘Yalnızca Strasser bunun aleyhinde konuşuyor'
(Goebbels, KaiserhoJ, 160, TBJG ,1.2, 239 (9 Eylül 1932)).
36) Papen, 208.
37) Goebbels, KaiserhoJ, 162 (12 Eylül 1932), TBJG, 1.2, 241;
Papen, 208.
38) Yukarıdaki beyanın dayandığı kaynak: Akten der Reichshanzlei.
Das Kabinett von Papen, der. Karl-Heinz Minuth, Boppard am Rhein,
1989, ii. 543-545; Papen, 208-209; Goebbels. KaiserhoJ, 162-163
(12 Eylül 1932). TBJG, 12, 241-242; Lüdecke, 433-434; Winkler,
Weimar, 522-524; Schulz, Von Brüning zu Hitler, 993-994; Bracher,
Aujlösung, 627-629; Mommsen, Die verspielte Freiheit, 475-476.
39) Goebbels, KaiserhoJ, 163 (12 Eylül 1932), TBJG, 1.2, 242.
40) Mommsen, Die verspielte Freiheit, 476.
41) Kolb ve Pyta, 166; Winkler, Weimar, 528.
42) Radyo yayınları hükümet tarafından kontrol ediliyordu ve
hükümet siyasi yayınlara çok az bir zaman ayınyordu. 1932 yazına
dek Nazilerin radyodan yayın yapması söz konusu değildi (Zeman,
31).
43) Alıntı için, Goebbels, KaiserhoJ, 165 (16 Eylül 1932), 167 (20
Eylül 1932); TBJG, 1.2, 243-244, 246-247. Kampanya sürecine zarar
veren finansal sıkıntılara dair yerel ve bölgesel parti
örgütlenmelerinden gelen kapsamlı raporlar için, bkz. Childers,
‘Limits’, 236-238.
44) Lüdecke, 438.
45) Domarus, 137. Goebbels, KaiserhoJ 176 (4 Ekim 1932); TBJG,
1.2, 254-255 (5 Ekim 1932). Hitler’in iyimserliğini diğerlerine
yansıtması için, ayrıca bkz. Goebbels, KaiserhoJ, 174 (2 Ekim 1932),
TBJG, 1.2, 252; ve Goebbels, KaiserhoJ, 187 (28 Ekim 1932), TBJG,
1.2, 265, burada Hitler’in ‘zaferden çok emin’olduğu söylenmektedir.
46) Lüdecke, 461-462, 469, 475-476.
47) Lüdecke, 476.
48) Lüdecke, 479. Yukarıdaki beyanın dayandığı kaynak; Lüdecke,
475-479; Goebbels, Kaiserhoj, 174 (2 Ekim 1932), TBJG,1.2, 252.
49) Deuerlein, Aufstieg, 402-403, kırk dokuz konuşmadan
bahseder, ama 5 Kasım’da Regensburg’daki konuşma bunlara dahil
değildir; Domarus, 138-142, Regensburg da dahil olmak üzere kırk
yedi konuşma olduğunu belirtir, ancak Gummersbach, Betzdorf-
Wa!menrot ve Limburg’u atlar; Hauner, 85, kırk yedi konuşmadan
bahseder fakat Schweinfurt, Würzburg ve Betzdorf-Walmenrot'u
dahil etmez.
50) Maser, Hitler,317 ve dipnot.
51) Gun, Evci Braun-Hitler, 55-57. Hoffman, 161-162, olayın
tarihini 1932 yazı olarak belirtir. Hitler’in tanıdığı kadınların diğer
intiharları için, bkz. Maser, Hitler, 313.
52) Domarus, 141.
53) VB, 14 Ekim 1932, lfZ, MA-731, HA Reel 1 Folder 13.
54) VB, 14 Ekim 1932, lfZ, MA-731, HA Reel 1 Folder 13.
55) lfZ, MA-731, NSDAP-HA, Reel 1 Folder 13, PdHof, 15 Ekim
1932.
56) Domarus, 138.
57) Yukarıdaki alıntılar şu kaynaktan yapılmıştır: lfZ, MA-1220,
HA, Reel İA Folder 13.
58) lfZ, MA-731, HA Reel 1 Folder 13.
59) Bkz. Childers, ‘Limits’, 236, 246-251.
60) Goebbels, KaiserlıoJ, 191 (2 Kasım 1932), TBJG, 1.2, 268.
Goebbels, Hitler gibi, toplantılarında aldığı tepkiye bağlı olarak
yanılıp aşırı bir iyimserliğe kapılmış olabilir. 31 Ekim’de Stettin’deki
bir konuşmadan sonra günlüğüne şöyle yazmıştı: ‘Her yerde
mükemmel bir ruh hali var. Güçlü baskınlar yapıyoruz.’Ûte yandan
bir sonraki yorumu asıl fikrini ortaya serer: ‘Eğer böyle giderse, 6
Kasım hiç de kötü olmayacak.’Ve bir sonraki gün yakındaki yenilgiye
dair kendini teselli etmektedir: ‘Birkaç milyon oy kaybetsek bile, yine
de o kadar kötü sayılmaz.’(Goebbels, Kcıiserhof, 190 (31 Ekim 1932,
1 Kasım 1932), TBJG, 1.2, 267).
61) tfZ, MA-731, HA Reel 1 Folder 13, Pd Nbg, 14 Ekim 1932.
62) BHStA, MA 102144, RPvNB/OP, 19 Ekim 1932.
63) Goebbels, Kcıiserhof, 195 (5 Kasım 1932), TBJG, 1.2, 271.
Daha ekimin başında Gregor Strasser kırk koltuk kaybedeceklerini
tahmin ediyordu (Stachura, 104).
64) Falter vdğ., W aklen, 41, 44.
65) Falter, Hitlers Wâhler, 109.
66) Falter, ‘National Socialist Mobilisation’, 219.
67) Goebbels, KaiserlıoJ, 196 (6 Kasım 1932), TBJG, 1.2, 272.
68) Bkz. Goebbels, KaiserlıoJ, 192 (2 Kasım 1932), TBJG, 1.2, 269,
Goebbels burada kampanyanın yeterli fonu olmamasını ‘kronik bir
hastalık’olarak tanımlamaktadır. Seçimden hemen önceki gün, ‘son
dakikada’10 bin marklık bir fon sağlamanın mümkün olduğunu ve
bunun hemen son propaganda faaliyetlerine aktarıldığını belirtmiştir
(Goebbels, Kaiserhof, 195 (5 Kasım 1932), TBJG, 1.2, 271).
DNVPnin propaganda için daha fazla fonu vardı ve bu durum
niceliksel açıdan üstün bir sonuç elde edileceği şeklinde
yorumlanıyordu (Childers, ‘Limits 1 , 238).
69) Childers, ‘Limits' , 243-244; ve bkz. Goebbels, 196 (6 Kasım
1932), 1.2,272.
70) BHStA, MA 102151, RPvUF, 21 Eylül 1932.
71) Goebbels. Kaiserhof 196 (6 Kasım 1932), TBJG, 1.2, 272.
72) Childers, ‘Limits 1 , 238-242.
73) KPD’nin fabrika-hücre organizasyonu olan Devrimci Sendika
Muhalefeti (Revolutionâre Gewerkschafts-Opposition (RGO))
tarafından desteklenen grev Berlin nakliye işçilerine uygulanan maaş
kesintilerini protesto etme amacını taşıyordu. Başlangıçta çok yüksek
olan kesintiler sonra daha makul bir düzeye getirildiyse de
komünistler bunu yeterli bulmamış ve SPD bağlantılı sendikaların
muhalefetine rağmen grevi başlatmıştı. NSBO tarafından da
desteklenen grev 3 Kasım’da başladı ve dört gün sonra grevciler
tarafından sonlandırıldı. Metro neredeyse tamamen durmuş,
garajdan çıkmaya çalışan tramvay ve otobüsler grev gözcüleri
tarafından durdurulmuştu. Kamu düzeni ciddi anlamda bozulmuş,
grevciler ile polis arasında çıkan çatışmalarda polisin açtığı ateş
sonucu üç kişi ölmüş, sekiz kişi yaralanmıştı, Bkz. Winkler, Weimar,
533-535. Goebbels, etekleri zil çalarak ‘devrimci' bir ruh halinin
mevcut olduğunu söylüyordu (Goebbels, Kaiserhof, 194 (4 Kasım
1932), TBJG, 1.2, 270. KPD) açısından ise grev muhtemelen kasım
seçiminde aldığı oyun artmasında rol oynamış, ayrıca partinin
Nasyonal Sosyalist bir hükümetle başa çıkma becerisine karşı zaten
mevcut olan güveni daha da sağlamlaştırmıştı (Christian Striefler,
Kampfum die Macht. Kommımisten Nationalsozialislen anı Ende der
Weimarer Republik,Berlin, 1993, 177-186).
74) Childers, ‘Limits' , 238.
75) Goebbels, Kaiserhof 192 (2 Kasım 1932), TBJG, 1.2, 268-269.
76) Goebbels, Kaiserhof 194 (4 Kasım 1932), TBJG, 1.2, 270.
77) Childers, ‘Limits 1 , 240.
78) Jochmann, Nationalsozialismus und Revolution, 416 (3 Kasım
1932, 6 Kasım 1932).
79) Jochmann, Nationalsozialismus und Revolution, 17 (7 Kasım
1932, 9 Kasım 1932).
80) Winkler, Weimar, 536-537.
81) TBJG, 1.2, 274 (9 Kasım 1932).
82) IMT, vol.35, 223-230, Docs. 633-D ve 634-D; Domarus, 144-
148; AdR, Kabinett von Papen,ii.952-960; Goebbels, Kaiserhof 199
(9 Kasım 1932), TBJG, 1.2, 276; Papen, 212-213; Bracher,
Auflösung. 659-660 ve 31. dipnot; Winkler, , 543.
83) AdR, Kabinett von Papen, ii.951-2 (Papen ve Schaffer’in
toplantısı, 16 Kasım 1932). Ayrıca bkz. Winkler, Weimar, 541, 543.
84) Hubatsch, Hindenburg, 353.
85) Papen, 214; Winkler, Weimar,543.
86) Basıldığı yer: Eberhard Czichon, Wer verhalf Hitler Anteil der
deutschen Industrie an der Zerstörung der Weimarer Republik
içinde, Köln (1967), 3. baskı, 1972, 69-71.
87) Dayandığı kaynak: Turner, German Big Business, 303-304;
ayrıca bkz. Winkler, Weimar, 540-541.
88) Lüdecke, 413.
89) Hubatsch, 350-352; Goebbels, Kaiserhof, 206 (20 Kasım
1932), ,1.2, 282.
90) Goebbels, Kaiserhof,207 (20 Kasım 1932), TBJG, 1.2, 282.
91) Hubatsch, 350-352, burada 352; Domarus, 149; Goebbels,
Kaiserhof, 207-208 (20 Kasım 1932, 21 Kasım 1932), TBJG, 1.2,
282-283.
92) Domarus, 150 (21 Kasım 1932).
93) Hubatsch, 353-356; Domarus, 151: Hindenburg ve Hitler’in 21
Kasım 1932 sabahında yaptığı ikinci tartışmanın resmi tebliği.
94) Hubatsch, 354-355; Domarus, 152 (21 Kasım 1932);
Goebbels, Kaiserhof, 208 (21 Kasım 1932), TBJG, 1.2, 283.
95) Hubatsch, 356-357; Domarus, 153-154 (22 Kasım 1932);
Goebbels, 208 (23 Kasım 1932), TBJG, 1.2, 283.
96) Goebbels, Kaiserhof, 209 (23 Kasım 1932), TBJG, 1.2, 284.
97) Hubatsch, 358-361; Domarus, 154-157 (23 Kasım 1932).
98) Domarus, 157 274. dipnot.
99) Hubatsch, 361-362; Domarus, 158 (24 Kasım 1931).
100) Domarus, 159, Hitler’in bu mesele üzerine 24 Kasım tarihli
son mektubu; Goebbels, Kaiserhof, 209-210 (24 Kasım 1932), TBJG,
1.2, 284.
101) Hubatsch, 365-356.
102) Vogelsang, ‘Zur Politik Schleichers’, 104-105; Goebbels,
Kaiserhof, 209 (23 Kasım 1932), TBJG ,1.2,284.
103) Stachura, Strasser, 107. Tumer, Hıtler’s Thirty Days to 25,
Schleicher’in umudunun NSDAP’ı bölmek değil, böyle bir strateji için
tüm partinin desteğini kazanmak olduğunu belirtir. Bununla birlikte
Schleicher, Hitler’in onayı olmaksızın bunun mümkün olmadığını fark
edecek kadar gerçekçidir.
104) TBJG, 1.2, 288 (2 Aralık 1932); Domarus, 161. Thuringian
yerel seçimlerinden (Gemeindewahlen) dolayı Weimar’da olan Hitler,
Schleicher ile görüşmek için Berlin’e gitmeyi reddetmişti.
105) Vogelsang, ‘Zur Politik Schleichers’, 105 ve 44. dipnot.
106) Papen, 216-223; Vogelsang, ‘Zur Politik Schleichers’, 105-
107, 110-111 ve 65. dipnot; Winkler, Weimar, 547-550, 553-555;
ayrıca bkz. Kolb ve Pyta, 170-177. Schleicher’in SPD’nin desteğini
kazanma beklentisi, SPD onu Papen veya Hitler’den daha iyi bir
seçenek olarak değerlendirmesine rağmen, muhtemelen boşa
çıkmıştı. Bununla birlikte Schleicher Reichsbanner’la iyi ilişkiler
kurmuştu; ve sendikalar ona bir şans tanıma eğilimindeydi.
107) Peter D. Stachura, 1 “Der Fail Strasser”: Strasser, Hitler, and
National Socialism, 1930-1932’, Stachura, Shaping içinde, 88-130,
burada 88.
108) Hanfstaengl, 15 Jahre, 281. Spengler’in burada alıntılanan
yorumları, Hitler’in sağkanat entelektüelleri tarafından tehlikeli bir
tarzda önemsenmemesine misal teşkil eder. Batı uygarlığının
çöküşüne dair yazdığı kitapla ün kazanmış olan Spengler, kültürel bir
kötümserlik içindeki antidemokratik sağın filozofu olmuştu. Nazilerin
bayağılığına yönelik hoşnutsuzluğu, 1936 yılında ölene dek varlığını
korudu.
109) Goebbels, KaiserhoJ, 217-218 (6 Aralık 1932), 1.2, 294.
110) Stachura,'“Der Fail Strasser” ’, 103, 108.
111) Tumer, Ger man Big Business,311-312.
112) Stachura, ‘ “Der Fail Strasser” ’, 90-91.
113) Stachura, ‘ “Der Fail Strasser’”, 94-95; Tumer, Big , 148-149.
114) Tumer, German Big Business, 311-312.
115) Krebs, 191-192; Stachura, ‘ “Der Fall Strasser”,96-97.
Otuzlarının başında politik bir gazeteci olan Hans Zehrer, benzer
görüşteki pek çok meslektaşıyla birlikte 1929’dan beri, Weimar
krizinin arındıcı niteliğine dair görüşlerini açıklamak için Die Tat
isimli bir dergiyi kullanıyordu, Zehrer, krizin kapitalizmin sonunu
getireceğini ve yerine yeni bir ‘nasyonal sosyalist’sistem ikame
edilmesini sağlayacağını düşünüyordu. Bu anlamda fikirleri Gregor
Strasser’inkilere yakındı. 'Tat Çevresi’ 1932 yazında General
Schleicher’le ilişkiye geçti. (Kurt Sontheimer, ‘Der Tatkreis’, VJZ, 7
(1959), 229-260; Benz-Graml, Biographisches Lexikon, 375-376;
Winkler, , 525, 551; Mommsen, ‘Reğierung ohne Parteien.
Konservative Plâne zum Verfassungsumbau am Ende der Weimarer
Republik' içinde Winkler, Staatskrise, 5-9, 15-17; Sontheimer,
Denken,205-206, 268-269).
116) Strasser’in, Amerikalı gazeteci H. R. Knickerbocker’in
ekonomiye dair fikirleriyle ilgili soruları karşısındaki yetersizliği için,
bkz. Flanfstaengl, 15 Jahre, 281-282.
117) Tyrell, Führer,316.
118) Brüning’le iyi ilişkilerinin de desteğiyle Strasser, 1932 yılı
ağustos sonuyla eylül başında, Zentrum’la bir anlaşmaya varılması
için NSDAP içinde baskı yaptı. (Stachura, ‘ “Der Fail Strasser’”,101),
23 Mart 1932’de, (her ne kadar açıktan savunamasa da) partinin
koalisyon yapmaya hazır olması gerekliğinde ısrar eden Graf
Reventlow’a yazdı. Daha erken bir tarihte, Eylül 1931’de
Brandenburg Gauleiter’i Sehlange’e, iktidara ulaşmanın bir
‘sağkanat kabine’yle mümkün olduğunu ileri süren bir mektup yazdı
(Tyrell, Führer, 316, 343-345).
119) Stachura, Strasser, 103.
120) Stachura,’“Der Fail Strasser”, 97-100.
121) Wagener, 477-480; Stachura, Slrasser, 103-104.
122) Frank, 108.
123) Goebbels, Kaiserhof, 154 (31 Ağustos 1932), TBJG, 1.2, 235.
124) Goebbels, Kaiserhof, 156 (3 Eylül 1932), TBJG, 1.2, 236.
125) Goebbels, Kaiserhof 159-160 (8 ve 9 Eylül 1932), TBJG, 1.2,
238-239.
126) Goebbels, Kaiserhof 169-170 (25 Eylül 1932), TBJG, 1.2,
248.
127) Stachura, Slrasser, 108.
128) Hanfstaengl, 15 Jahre, 282.
129) Goebbels, Kaiserhof 216 (5 Aralık 1932), TBJG, 1.2, 292-
293; Stachura, Slrasser, 108.
130) Stachura, Strasser, 108-112; Stachura, ‘ “Der Fail Strasser” l
, 108-109.
131) Flinrich Lohse, ‘Der Fail Strasser’, yayımlanmamış temiz
kopya, yklş. 1960, Forschungsstelle für die Geschichte des
Nationalsozialismus, Flamburg, b. 20-22.
132) Goebbels, Kaiserhof 218 (8 Aralık 1932), TBJG, 1.2, 295.
133) Mektubun metni Stachura içinde, “Der Fail Strasser”,113-
115.
134) Lohse, b. 23.
135) Lohse, b. 23-28. Bkz. Goebbels, Kaiserhof 219 (8 Aralık
193Z), TBJG, 1.2, 295. n
136) TBJG, 1.2 295 (yayımlanmamış kayıt, 9 Aralık 1932);
yayımlanmış versiyonda (Goebbels, Kaiserhof, 220 (8 Aralık 1932),
TBJG, 1.2, 296-297) ‘silah ile’ibaresi eklenmiştir.
137) Goebbels, Kaiserhof, 220(8 Aralık 1932), TBJG, 1.2, 297-
298.
138) Domarus, 166.
139) Lohse, b. 30; Orlow, i.293-296.
140) Stachura, “Der Fail Strasser” 112.
141) Lohse, b. 30-33, Domarus, 165; Stachura,'“Der Fail Strasser”
112; Orlow, i.293.
142) Domarus, 165; TBJG, 1.2, 299 (10 Aralık 1932,
yayımlanmamış).
143) TBJG, 1.2, 299 (10 Aralık 1932, yayımlanmamış).
144) Domarus, 166-167; Orlow, i.293; bkz. Goebbels, Kaiserhof
226 (16 Aralık 1932), TBJG, 1.2, 309; Lohse, b. 31.
145) Stachura, Slrasser, 116, 118-119.
146) Lohse, b. 33; TBJG, 1.2, 340 (17 Ocak 1933); Domarus, 180.
147) Goebbels, Kaiserhof, 243, (16 Ocak 1933), TBJG, 1.2, 340-
341. Günlükteki yayımlanmamış kayıt daha bayağıdır: ‘Artık başka
yok... Flak ettiği gibi bir hiç olarak bitirecek’(TBJG, 1.2, 340-341, 17
Ocak 1933).
148) BDC, Gregor Strasser, Parteikorrespondenz, Antragsschein
zum Erwerb des Ehrenzeichens der alten Parteimitglieder der
NSDAP, 29 Ocak 1934; Besitzurkunde, 1 Şubat 1934.
149) BDC, OPG-Akte Albert Pietzsch, Gregor Strasser’den Rudolf
Fless’e, 18 Flaziran 1934.
150) Bkz. Stachura, ‘ “Der Fail Strasser” 110.
151) Bkz. Stachura, ‘ “Der Fail Strasser’“, 113.
152) BAK, NS22/110, ‘Denkschrift über die inneren Gründe für die
Verfügungen zur Herstellung einer erhöhten Schlagkraft der
Bewegung'. bkz. Orlow, i.294-296. Bu bildirgenin ardından, Ley
tarafından tasarlanan, parti organının yeniden düzenlenmesi
talimatları doğrultusunda, (9 Aralık’ta belirlenmiş olan) örgütsel
yapıya yönelik değişimler uygulamaya kondu (Orlow t i.293 ve dipnot
293, 294 ve dipnot 239). Goebbels, Ocak 1943’te, savaşın bir kriz
noktasında Hitler e bildirgenin bir kopyasını göstermiş ve bildirgenin
herhangi bir değişikliğe tabi tutulmaksızın o anda da kullanılabilecek
‘böyle klasik argümanlar’ içerdiğine dikkat çekmişti. Hitler belgeyi
bütünüyle unutmuştu.ÇTBJG, 11.7, 177 (13 Ocak 1943)).
153) Yukarıdaki bilgilerin tümü şu kaynaktan alınmıştır: BAK, NS
22/110.
154) Bkz. Orlow, i.296.
155) Abelshauser, Faust ve Petzina (der.), Deutsche
Sozialgeschichte 1914-1945, 327-328; Petzina vdğ.,
Sozialgeschichtliches Arbeitsbuch 61, 70,84.
156) Deuerlein, Aujstieg, 411.
157) Abelshauser vdğ., Deutsche Sozialgeschichte, 328.
158) Bkz. Ailen, 136-137; Abelshauser vdğ., Deutsche
Sozialgeschichte, 343-344.
159) Siegfried Bahne, Die Kommunistische Partei Deutschlands',
Erich Matthias ve Rudolf Morsey (der.), Das Ende der Pcırteien 1933
içinde, Königstein/Ts., 1979, 655-739, burada 662. İşsizlerin
radikalleşmesi için, bkz. Anthony McElligott, ‘Mobilising the
Unemployed: The KPD and the Unemployed Workers’Movement in
Hamburg-Altona during the Weimar Republic’, Evans ve Geary, The
German Unemployed, 228-260; ve Eva Rosenhaft, Becıting the
Fcıscists? The German-Communists and Political Violence, 1929-
1933 içinde, Londra, 1983.
160) Bkz. Fischer, Stormtroopers, özl. 45-48 ve b. 8.
161) Bkz. Detlev Peukert, The Lost Generation: Youth
Unemployment at the End of the Weimar Republic’, Evans ve Geary,
The Gennan Unemployed içinde, 172-193, burada özl. 188-189; ve
Peter D. Stachura, The Social and Welfare Implications of Youth
Unemployment in Weimar Germany’, Stachura, Unemployment
içinde, 121-147, burada 140.
162) Comelia Rauh-Kühne, Katholisches Milieu und
Kleinstadtgesellschaft. Ettlingen 1918-1939, Sigmaringen, 1991,
270.
163) Bu noktayı vurgulayan yazar: Dick Geary, ‘Unemployment and
Working-Class Solidarity: the German Experience 1929-33’, Evans
ve Geary, The German Unemployed içinde, 261-280; ayrıca aynı cilde
Eva Rosenhaft’ın yaptığı katkıya da bkz. (194-227), The Unemployed
in the Neighbourhood: Social Dislocation and Political Mobilisation in
Germany, 1929-1933’.
164) Pek çok örnek arasında: BHStA, MA 102151, RPvUF, 5 Ocak
1933; MA 102138, RPvOB, 5 Aralık 1932.
165) Ûmeğin bkz., BHStA, MA 102154, RPvMF, 19 Ekim 1932.
166) BHStA, MA 102154, RPvOF/MF, 5 Ocak 1933 (Ansbach
Bölge Ofisi’nin (Bezirksamt) bir raporundan alınmıştır).
167) BHStA, MA 106672, RPvNB/OP, 19 Ocak 1933.
168) BHStA, MA 106672, RPvNB/OP 3 Şubat 1933.
169) BHStA, MA 102144, RPvNB/OP 6 Aralık 1932.
170) BHStA, MA 106672, RPvNB/OP, 3 Şubat 1933, 20 Şubat
1933.
171) İdeolojik tercihlerin, memnuniyetsizliğin seviyesinin ve
önyargının boyutlarının analizi için bkz., Merkl içinde, 450-527.
172) BHStA, MA 102155/3, RPvNB/OP 16 Aralık 1932 (akt.
Bezirksamt Ebermannstadt).
173) Heinrich August Winkler, 'German Society, Hitler, and the
lllusion of Restoration 1930-33’, Journal of Contemporary History, 11
(1976), 10-11; Heinrich August Winkler, Mittefstand, Demokratie
und Nationalsozialismus, Köln, 1972, 166-179.
174) Bkz. Michael H. Kater, ‘Physicians in Crisis at the End of the
Weimar Republic’, Stachuta, Unemployment içinde, 49-77; ayrıca -
Üçüncü Reich’da Weimar yıllarının tıbbi uygulamalara etkilerini ve
Nasyonal Sosyalizmin doktorlar için taşıdığı cazibeyi çok canlı bir
şekilde ortaya seren inceleme- Michael H. Kater, Doctors under
Hitler, Chapel Hill/Londra, 1989, burada 12-15.
175) Dayandığı kaynak; Peukert, The Lost Generation’; Elizabeth
Harvey, ‘Youth Unemploy ment and the State: Public Policies tovvards
Uriemployed Youth in Hamburg during the World Economic Crisis’,
Evans ve Geary, The German 142-171; Stachura, The Social and
Welfare lmplications of Youth Unemployment’; Elizabeth Harvey,
Youth and the Wel[areState in Weimar Germany, Oxford, 1993;
Abelshauser vdğ., Deutsche Sozialgeschichte, 332-334; Stachura,,
TheWeimar Republic and the Younger Proletariat; Peter D. Stachura,
The German Youth Movement 1900-1945. An Interpretative and tary
History, Londra, 1981; Peter Loevvenberg, The Psychohistorical
Oriğins of the Nazi Youth Cohort’, American Historiccul Revievv, 76
(1971), 1457-1502; Peter D. Stachura, Nazi Youth in the Weimar
Republic, Santa Barbara/Oxford, 1975; ve Kater,
‘Generationskonflikt als Entwicklungsfaktor in der NS-Bewegung vor
1933’, 217-243.
176) Karin Hausen, ‘Unemployment Also Hits Women: the New
and the O İd Woman on the Dark Side of the Golden Twenties in
Germany’, Stachura, Unemployment içinde, 78-120, burada özl. 112;
Helgard Kramer, ‘Frankfurt’s Working Women: Scapegoats or
Winners of the Great Depression?’, Evans ve Geary, The German
Unemployed içinde, 108-141, burada özl. 134; Renate Bridenthal,
‘Beyond Kinder, Küche, Kirche: Weimar Women at Work’, Central
European History, 6 (1973), 148-166; Tim Mason, ‘Women in
Germany, 1925-1940: Family, Welfare, and Work’, History Workshop
Journal, 1 (1976), 74-113; Richard J. Evans, ‘German Women and the
Triumph of Hitler’, of Modern History, 48 (1976, özel ek), 1-53;
Helen L. Boak, ‘Women in Weimar Germany: the “Frauenfrage” and
the Femaie Vote\ Richard Bessel ve E. J. Feuchtwanger (der.), Social
Change and Political Deveiopment in the Weimar Republic içinde,
Londra, 1981, 155-173, burada 165-168.
177) Bkz Ailen, 146.
178) Bkz. Ailen, 147.
179) Alman Yahudilerinin sosyal ve demografik yapısına dair
isıatisıiki veriler içini bkz. Werner Mosse (der.), Entscheidungsjahr.
Zur Jud der Endphase der lik, Tübingen, 1965, 87-131 (toplam nüfus
içinde Yahudilerin oranı için bkz. 94). Ayrıca bkz. Helmut Genschel,
Die Verdrângung der Juden aus der Wirtschaftim Drittenich
,Göttingen, 1966, 20-28.
180) Deuerlein, Aufstieg, 411. Ayrıca bkz. Tyrell, Fûhrer, 352, 30
Ocak 1933’de üye sayısının 1,435,530 olduğu belirtilmiştir. Üyelik
numarası birbirini takip eden seriler halinde verildiğinden ve
ayrılanların numarası iptal edilip yeni bir sıralama yapılmadığından,
partinin gerçek üye sayısı bunun bayağı bir altında olmalıdır.
181) Fischer, Stormtroopers, 6.
182) Fischer, Stormtroopers, b. 6, burada, SA’ya yeni üye kaydında
ideolojinin rolü hafifsenmektedir.
183) Akt. Niewyk, 82 ve 2. dipnot.
184) Amold Paucker, Der judische Abwehrkampf gegen und in den
letzten Jahren der Weimarer Republik, Flamburg. 1968; Niewyk, 86
vdğ.
185) Nievvyk, 82-86.
186) Bkz. Peter Gay, ‘in Deutschland zu Hause... Die Juden der
Weimarer Zeit’, Amold Paucker (der.), Die Juden im
Nationalsozialistischen Deutschland i 933-1943 içinde, Tübingen,
1986, 31-43.
187) Lion Feuchtwanger, Die Geschmster Oppermann,Fischer
baskısı, Frankfurt, 1983, 116. Roman kaygıları çok başarılı bir
şekilde ortaya serdiği gibi, Hitler’in iktidarı almasından hemen
önceki aylarda Yahudi toplumunun gönül rahatlığınım da ortaya
koyar. Örneğin, bkz. 15-16,69,119-132. ’
188) Richard J. Evans, ‘Die Todestrafe in der Weimarer Republik 1
, Bajohr und Barbarei içinde, 156-161; ve Richard J. Evans, Rituals oj
Retribution; Capital in Germany, 1600-1987 ,Oxford, 1996, b.13, özl.
604-610.
189) Noakes, ‘Nazism and Eugenics’, 84-85.
190) Hitler’in o dönemki farklı farklı algılanma biçimleri şu eserde
mükemmel bir şekilde incelenmiştir: Schreiber, Kısım 1.
191) Tumer, German Big Business, 314-315 ve 460 2. dipnot;
Papen, 225-226. Schröder’in evindeki Papen-Hitler toplantısı için,
bkz. Tumer, Hitler’s Thirty Days to Power, 42-52.
192) Geschichte der deutschen Arbeiterbevvegung, der. İnstitut für
Marxismus-Leninismus beim Zentralkomitee der SED, Doğu Berlin,
1966, iv.604-607.
193) Tumer, German Big Business, 315-317.
194) Tumer, German Big Business, 311-312.
195) Tumer, German Big Business, 321-322.
196) Winkler, Weimar, 570-572; Tumer, German Big Business,
324.
197) Papen, 227-278.
198) Bkz Winkler, Weimar,568.
199) Domarus, 175; Papen, 227; Winkler, Weimar, 569; bkz.
Goebbels, KaiserhoJ, 235 (5 Ocak 1933), TBJG,1.2, 328 (6 Ocak
1933, yayımlanmamış).
200) Geschichte der deutschen Arbeiterbewegımg, iv. 604-607;
yeniden basıldığı yer, Deuerlein, Aujstieg, 411-414, burada 412.
201) Deuerlein, Aujstieg, 412.
202) TBJG, 1.2, 332 (10 Ocak 1933, yayımlanmamış).
203) Papen, 228; Deuerlein, Aujstieg, 412-413; Winkler, 568.
204) Meissner, Staatssekretâr, 261-262; Tumer, Hitler's Thirty
Povver, 50-51.
205) Ribbentrop, 22 ve 1. dipnot.
206) Faltervdğ., Wahlen, 96.
207) Lippe kampanyasını finanse etmek için büyük sermayeden
ödenek alındığına dair o dönem çıkan ve sonraki beyanlarda sık sık
tekrarlanan söylentilerin doğru olmadığı ortaya çıkmıştır. Kampanya
kendi kendini finanse etmek zorundaydı. Hitler’in ve diğer ünlü
kişilerin konuşma yaptığı toplantılarda normalin üstünde bir giriş
ücreti alındı. Elde edilen gelir hemen tekrar kampanyaya aktarıldı.
Kredi sağlayanların parasını ödemekte ve toplantılar için salon
kiralamakta karşılaşılan mali sıkıntılar pek çok kez güç bela
aşılabilldi. Bkz. Tumer, Ger man Big Business, 318 ve 463 25. dipnoı.
208) Winkler, W eimar,573. Kampanyanın tam bir analizi için, bkz.
Jutta Ciolek-Kümper, Wahlkampjin Lippe, Münih, 1976; Lippe’deki
Nazi propagandası için, ayrıca bkz Paul, Aujstand derBilder, 109-
110.
209) 4 Ocak 1933’de başlayıp 14 Ocak 1933’te bitti: Domarus,
175-180; Ciolek-Kümper, 318-364. Hitler’in konuşma yaptığı
yerlerde Nazilerin oy oranı ortalamanın üstündeydi (Ciolek-Kümper,
264).
210) Falter vdğ., Wapen, 96; Deuerlein, Aujstieg, 415; Winkler,
Weimar, 574. Lippe seçimi, olası en üst düzeydeki propagandaya
rağmen, Nazilerin çoğulcu sisteme sızmasının sınırları olduğunu
gösteren iyi bir örnektir. Son zamanlarda ele geçen amprik bulgular
şu görüşü doğrulamıştır: propaganda başarısı, daha önceden bu
kişilerde o tür görüşlere bir eğilim olup olmamasına bağlıdır. (Bkz.
Dieter Ohr, Propaganda und Weimarer Waklen.Empirische Analysen
zur Wirkung von NSDAP-Versammlungen, Opladen, 1997.)
211) Goebbels’in günlüğündeki 16 Ocak 1933 tarihli
(yayımlanmamış) kışıma bkz.: ‘Parti gene ilerliyor. Yani, gene
başardı.’(TBJG, 1.2, 339).
212) Ne Schleicher ne de destekçileri, 16 Ocak’taki kabine
toplantısına dek Strasser’i kazanma umudundan tamamen
vazgeçmediler. Onların bu çabaları ve Strasser’in Cumhurbaşkanı
Hindenburg’la görüştüğü haberleri, Hitler ve maiyetinin zihinlerine
ciddi güvensizlik tohumları ekmişti. (Tumer, Hitler's Thirty Days to
60-61.
213) Papen, 234; Winkler, \Veimar, 571-572, 578-580, 606-607;
Turner, German Big Business, 324.
214) Winkler, W eimar,574-575.
215) Ribbentrop, 22-23, Hitler’le görüşmeler yaptıktan sonra,
toplantıyı önceki iki günden biri için ayarlamaya çalışmış, fakat hem
Hitler’in hem Papen’in tavırları bunu imkansız kılmıştı. Papen
hatıratında, Hitler’le 4-22 Ocak arasındaki bir tarihte görüşmediğini
belirtmektedir. (Papen, 236). Frau Ribbentrop’un dikte ettiği notlar,
10-18 Ocak tarihleri arasındaki dönemde iki toplantı olduğunu
göstermektedir (Ribbentrop, 22-23).
216) Ribbentrop, 23; Papen, 235.
217) TBJG, 1.2, 346 (22 Ocak 1932, yayımlanmamış), görünüşe
göre toplantıdan iki gün öncesine, yani 24 Ocak’a dek Goebbels’in
toplantıdan haberi olmamıştı , 1.2, 349 (25 Ocak 1933,
yayımlanmamış).
218) Domarus, 181-182; TBJG, 1.2, 348 (23 Ocak 1932,
yayımlanmamış). Goebbels Hitler’in bu kötü performansını, oğlunun
öldürülüşünün yıldönümünde Horst’un annesi Frau Wessel’in kibirli
tavrına bağlamıştı (TBJG, 1.2, 347-348).
219) Papen, 235.
220) Hans Otto Meissnerve Harry Wilde, DieMach, Stuttgart,
1958,148 vdğ., özl. 162-163; Domarus, 183 (hatalı bir şekilde
taleplerin aynı olduğunu, ayrıca Goring’in bir bakanlığın başına
gelmesinin karara bağlanmadığını belirtir). Ayrıca bkz. Winkler,
Weimar, 580.
221) TBJG, 1.2, 349 (25 Ocak 1933, yayımlanmamış).
222) Ribbentrop, 23.
223) Winkler, Weimar, 580. Otto Meissner, Sta, 263,
Ribbentrop’un evindeki görüşmeden kısaca bahseder ancak bu
diyalogun sözünü etmez. Oğlu Hans Otto Meissner’in ve Harry
Wilde’ın yorumları ise Otto Meissner’in anlatısına dayanmaktadır.
Wilde, Oskar von Hindenburg’un Hitler’in pek çok tavizini ve verdiği
ciddi sözleri istemeye istemeye kabul etmesi sonucunda, onun
$ansölyeliğini reddedemediğini belirtmiştir (Meissner-Wilde, 163,
291 37. dipnot).
224) TBJG, 1.2, 349 (25 Ocak 1933, yayımlanmamış).
225) Papen, 236; Winkler, Weimar, 581. Sebebi net bir şekilde
bilinmemekle birlikte, Schleicher, Savunma Bakanlığı’ndaki bir
görevlinin kendisine getirdiği öneriyi Hindenburg’a sunmamıştır;
anayasadaki bir açıktan faydalanan bu öneriye göre, güven oyu
alamamış bir hükümet, diğer partiler alternatif bir kabine ve
Şansölyede fikir birliğine varmadığı sürece geçici hükümet olarak
görevde kalabiliyordu. (Tumer, Hitler’s Thirty Dcıys to Power, 118-
121, 124-125).
226) Ribbentrop, 23.
227) Winkler, W eimar,581-583, 587-589.
228) Aklen der Reichskanzlei. Das Kabinen von Schleicher, der.
Anton Golecki, Boppard am Rhein, 1986, 306-311, Nr. 71-2; Papen,
237-238; Winkler, 584-586.
229) Schulthess’Europcı iseher Geschichts kalender 1933, Bd. 74,
Münih, 1934, 28-30; AdR, Knbinett von Schleicher, 316-319, Nr.77.
Ve bkz. Winkler, 586.
230) Papen, 239. Ve bkz. AdR., Kabinen von Schleicher, 318.
231) Ribbentrop, 25.
232) Winkler, Weimar, 584.
233) Ribbentrop, 24-25.
234) Papen, 239; Winkler, Weimar, 589. Üçüncü toplantıda,
muhtemelen kendi partisi lehine olduğu kadar Zentrum lehine de
konuşan BVP’nin başı Fritz Schâffer, Hitler yönetimi altında
parlamenter bir hükümeti savunmaya hazırdı. Fakat daha önce de
olduğu gibi şimdi de, bu önerinin Nazi lideri tarafından kabul görmesi
olası değildi.
235) Papen, 239.
236) Ribbentrop, 25; Papen, 241; 29 Ocak’ta Hitler’e
Cumhurbaşkanının onu Prusya Reich Komiseri olarak atamayacağı
söylenmişti.
237) AdR, Kabinett von Schleicher, 318; Papen, 240; Winkler,
Weimur, 589.
238) Papen, 240; Winkler, Weimar, 590.
239) Papen, 241; Deuerlein, Aufstieg, 417; Winkler, 590-591.
240) TBJG, 1.2, 355 (30 Ocak 1933, yayımlanmamış); 357 (31
Ocak 1933, yayımlanmamış).
241) Papen, 241.
242) Hubatsch, 347 (18 Kasım 1932). Theodor Duesterberg, Der
Stahlhelmund Hitler, Wolfenbürtel/Flanover, 1949, 38-39.
Muhariplerin muhafazakar örgütlenmesi Stahlhelm’in desteği hâlâ
kesin değildi. Seldte kazanılmıştı fakat Duesterberg, “Ari olmayan”
kökeni sebebiyle Nazilerden gördüğü önceki aşağılanmaları
dolayısıyla uzak duruyordu; Hükümete destek verdiğini ancak 30
Ocak sabahı açıkladı. Bunun sebebi, Hitler’in partinin Duesterberg’e
yönelik saldırılarından pişman olduğunu açıklaması ve gözlerinde
yaşlarla, onları bir daha böyle bir şeye teşvik etmeyeceğine dair söz
vermesiydi (Duesterberg, 40; Winkler, Weimar, 592).
243) Hugenberg’in tuttuğu yolun yanlış olduğunu anlaması uzun
sürmedi. Hitler’in Şansölye olarak atandığının hemen ertesi günü
şöyle dediği söylenmektedir: 4 Dün hayatımın en aptalca hareketini
yaptım. Dünya tarihinin en büyük demagogunu destekleyen güçler
arasına katıldım.’(akt. içinde Gerhard Ritter, Carl Goerdeler und die
deutsche tandsbewegung, Stuttgart, 1956, 64. Ve bkz. Lany Eugene
Jones,’“The Greatest Stupidity of My Life”. Alfred Hugenberg and the
Formation of the Hitler Cabinet, January 1933’, Journal of
Contemporary History, 27 (1992), 63-87).
244) Papen, 242.
245) Lutz Graf Schwerin von Krosigk, Es geschahin Deutschtand,
Tübingen/Stuttgart, 1951, 147. Papen, Nazilerin muhafazakarlar
içindeki baş muhalifine, bu ilkesel muhalifliğini hayatıyla ödeyecek
olan Evvald von Kleist-Schmenzin’e, iki ay içinde Hitler’i köşeye
sıkıştıracağı iddiasında bulunmuştu. Kleist-Schmenzin böyle bir
öngörüyü acımasızca eleştirmişti (Bodo Scheurig, Ewa1d von K. Ein
Konservativer gegen Hitler, Frankfurt am Main, 1994, 121).
246) TBJG, 1.2, 355 (30 Ocak 1933, yayımlanmamış).
247) Ribbentrop, 26; Winkler, Weimar, 590-591.
248) TBJG, 1.2, 355-356 (30 Ocak 1933, yayımlanmamış). Hitler,
iktidan alış hikayesinde, 21 Mayıs 1942’de Berlin yolundaki ‘Özel
Treninde’Alvensleben’in ona ilettiği haberleri hâlâ canlı bir şekilde
hatırlamaktadır (Picker, 364).
249) Papen, 242-243; Duesterberg, 39; Winkler, Weimar, 591-592.
250) Papen, 243-244; Duesterberg, 40-41; M eStaatssekretâr,
269-270; Winkler, Weimar, 592.
251) AdR, Kabinett von Schleicher, 322-323; Meissner,
Staatssekretâr, 270. .Maliye Bakanı Schvverin von Krosigk’in Hitler’i
ilk görüşüydü bu. Şansölyeliğe varmasından yarım saat önce
Şansölyelik yemini edecek olanın Hitler değil Papen olacağını
düşünüyordu (AdR, Kabinett von Schleicher, 321-323. Krosigk,'Es in
Deutschland, 193; Turner, Hitler’s Thirty Days to Povver, 156-157.
252) Meissner, Staatssekretâr, 270; Papen 244; Hans Otto
Meissner, 30 Ocak 1933. Hitlers Machtergreifung, Münih 1979,
275-276 (Hindenburg’un yanıtı - bkz. 388 31. dipnot, Otto
Meissner’in sözlü bir anlatısına dayanmaktadır); Winkler,Weimer,
593.
253) TBJG 1.2, 357 (31 Ocak 1933, yayımlanmamış).
254) Nasyonal Sosyalizm’in entelektüel açıdan hafifsenmesine bir
örnek olarak, Thomas Mann’ın, 12 Ocak 1933 tarihinde Prusya
Eğitim Bakanı Adolf Grimme’e yazdığı bir mektuptaki yorumlarına
bkz.: ‘Benim kanaatim şudur ki, sosyal ve demokratik Almanya,
mevcut seçkin kişiler topluluğunun göçüp gitmekte olduğuna fakat
her şeye rağmen geleceğin de bu yönde olacağına güvenebilir.
Milliyetçi tutkuların ortaya serdiği öfke, çoktan yanıp geçmiş bir
ateşin közlerinin yaydığı, göz kırpan bir ışıktır ancak; sönmekte olan
bu yalaz, yanlışlıkla, yeni bir hayat ateşi olarak
değerlendirilmektedir.’(Deuerlein, Aufstieg,414).
255) Arazi sahibi elit sınıf için, bkz., Wolfgang Zollitsch, ‘Adel und
adlige Machteliten in der Endphase der Weimarer Republik.
Standespolitik und agrarische lnteressen’, Winkler, Staatskrise
içinde, 239-256; Horst Gies, ‘NSDAP und landvvirtschaftliche
Organisationen in der Endphase der Weimarer Republik’, VJZ, 15
(1967), 341-376; Dieter Gessner, Agrarverbânde in der Weimarer
Republik, Düsseldorf, 1976; Gustavo Comi ve Horst Gies, Brot,
Butter, Kanonen: Die Ernâhrungsmrtschajt in Deutschland unter der
Diktatur Hitlers, Berlin, 1997, Kısım 1. Askeriyenin elit sınıfı için
geliştirilen en ikna edici argüman Michael Geyer’in şu eserinde
mevcuttur: öder Sicherheit. Die Reichswehr in der Krise der
Machtpolitik (1924-1936, Wiesbaden, 1980, aynı yazarın daha genel
bir incelemesi, Deutsche Riistungspotitih 1860-1980, Frankfurt am
Main, 1984, 188-39, ve makaleleri, ‘Etudes in Political History:
Reichswehr, NSDAP, and the Seizure of Povver’, Peter D. Stachura
(der.), The Nazi Machtergreifung içinde, Londra, 1983,101-123,
‘Professionals and Junkers: German Rearmamenı and Politics in the
Weimar Republic’, Bessel ve Feuchtwanger içinde, 77-133.
256) Büyük sermayenin 1933 ocağı sonundaki bakış açısı için, bkz.
Tumer, Germem Business, 318-328; ayrıca, Reinhard Neebe,
Grobindustrie, Stcıat und NSDAP 1930-1933, Göttingen, 1981.
257) Hitler’in iktidarı ele geçirişim açıklamak için Karl Mavx’ın ve
Fıiedrich Engels m ‘Bonapartist’modelini kullanma çabasını gösteren
yazar: Eberhard Jâckel, ‘Wie kam Hitler an die Macht? içinde Karl
Dietrich Erdmann ve Hagen Schulze (der.), Weimar. isgabe einer
Denıokrcıtie, Düsseldorf, 1980, 305-321.
258) Örneğin, bunun Friedrich Meinecke tarafından kabulü için,
bkz. Die deutsche he, 3. baskı, Wiesbaden, 1947, özl. 11-12, 39-40.
259) Bu uzlaşmanın tüm boyutları için, bkz. Mosse, Crisis, özl.
Kısım Bir.
260) David Blackbourn ve Geoff Eley’in kapsamlı eserine özl. bkz.,
The Peculicırities Germem History, Oxford, 1984, ve ‘Sondenveg'
meselesine dair tartışma: weg- Mythosöder Realilât, Kolloquien des
înstituts für Zeitgeschichte, Münih/Viyana, 1982. Alman tarihi içinde
Nasyonal Sosyalizm’i ve bir Hitler diktatörlüğünü mümkün kılan -ama
hiçbir şekilde kaçınılmaz olmayan- farklı sürekliliklerin karmaşıklığı,
Thomas Nipperdey’in sofistike incelemesinde vurgulanmıştır, ‘1933
und Kontinuitât der deutsehen Geschichte’, Historische Zeitschrift,
227 (1978), 86-111.
261) Bkz. Lothar Kettenacker, ‘Sozialpsychologische Aspekte der
Führer-Fterrschaft’, içinde Gerhard Flirschfeld ve Lothar
Kettenacker (der.), Der und Recılitât. Studien zur Struktur und
Politik des Dritten Reiches, Stuttgart, 1981, 98-132.
262) Regensburger Anzeiger, 31 Ocak 1933.
263) Sebastian Flaffner, Geschichte eines Deutschen. Die
Erinnerımgen 19M-1933, Stuttgart-Münih, 2000, 104-106 (alıntı,
106).

XI DİKTATÖRÜN YARATILIŞI

1) Jochmann, Nationalsozialismus und Revolution, 421.


2) Julius Leber, Ein Mann geht seinen Weg, Berlin, 1952, 90.
3) Josefve Ruth Becker (der.), Hitlers Machtergreifung
Dokumentevom Machtantritt Hitlers 30. Januar 1933 bis zur
Besiegelung des Einparteienstaates Juli 1933, 2. baskı, Münih, 1992,
45, akt. Schwâbische Volkszeitung, 1 Şubat 1933.
4) Becker, Hitlers Machtergreifung, 32.
5) Becker, Hitlers Machtergreifung, 34-35.
6) John Convvay, The Nazi Persecution of the Churches 1933-45,
Londra, 1968, 9.
7) H. Röbler, ‘Erinnerungen and den Kirchenkampf in Coburg’,
desstiftung(1975), 155-156.
8) Theophil Wurm, Erinnerungen aus meinem Leben, Stuttgart,
1953, 84.
9) Akt. içinde Klaus Scholder, Die Kirchen und das Dritte Reich,
Frankfurt am Main/Berlin/Viyana, 1977, i.279-280.
10) DBFP, 2.Ser, iv.401.
11) StA München, GS Ebersberg, 11 Şubat 1933; ayrıca bkz.
BHStA, MA 106672, RPvNB/OP, 3 Şubat 1933.
12) Mûnchner Neueste Nachrichten, 31 Ocak 1933. Bu yorumu
yapan gazeteci, birkaç hafta sonra ‘ihtiyaten 1 tutuklanacak olan
Envein Freiherr von Aretin adlı bir monarşistti.
13) Hanfstaengl, 15 Jahre, 288; TBJG, 1.2, 357 (31 Ocak 1933,
yayımlanmamış).
14) Goebbels’in kısa bir duyuruyla böyle bir gösteri ortaya
koyabilmesine yönelik Hitler’in övgüsü ve şaşkınlığı için, bkz.
Hoffmann, 69.
15) TBJG, 1.2, 358 (31 Ocak 1933). İngiliz elçisinin anlatısı
şöyledir: ‘Reichstag Başkanı Herr Göring gösteri sırasınca mikrofonu
elinden bırakmadı ve olağan abartılı tarzıyla bir konuşma yaptıktan
sonra mikrofonu yandaşlarına verdi. Olayı Berlin’de radyodan
dinleyenler gösteriye bizzat tanık olamadılar, dolayısıyla meşaleli
geçit alayının ve Nasyonal Sosyalist Hareket’in nihai zaferinin aşırı
derecede duygusal bir anlatısına maruz kaldılar. 1 (DBFP, 2. Ser.,
iv.402).
16) TBJG, 1.2, 358, 31 Ocak 1933; DBFP, 2. Ser., iv.402.
17) Bkz. Melita Maschmann, Fcızit. M einW eg5. baskı, Münih,
1983, 7-3; Andr£ François-Poncet, Soıtvenirs d’une ambassade d
Berlin, Septembre 1931-Octobre 1938, Paris, 1946, 70; Frank, 111;
Harry Graf Kessler, , Frankfurt am Main, 1961, 704.
18) Maschmann, 8, 17-19.
19) Hans-Jochen Gamm, Der Flüsterwitz iniDritten Reich, Münih,
1963, 8. Sir Horace Rumbold, Cumhurbaşkanının normalde akşam
7’de odasına çekildiğini ama o gece tezahürat yapan kalabalığı
selamlamak için gece yarısını geçene dek pencerede durduğunu
söylemişti (DBFP, 2. Sev., iv.401). (Aslında, fotoğraflarda da
görüldüğü gibi Cumhurbaşkanı ayakta durmuyor, oturuyordu. Şu
kaynak içindeki fotoğraflara bkz. Hans Otto Meissner, 3o Januar
1933. Fliders Machtergreifung, Münih, 1979, 178 ve 179 arasında.)
20) Papen, 264.
21) Papen, 264; TBJG, 358 (31 Ocak 1933); Frank, 111.
22) Papen, 264.
23) Norbert Frei, “Machtergreifung". Anmerkungen zu einem
historischen Begriff, VJZ, 31 (1983), 136-145, burada 139, 142.
24) M onologe, 155; Frei, ‘ “Machtergreifung”', 136.
25) Frei, “Machtergreifung” , özl. 141-142. Frei’nin eserinde (143)
geçen ’(‘iktidarın ele geçirilmesi') terimi, Üçüncü Reich’ta yaygın
olarak kullanılan bir terimden çok, 1950’lerde yazılmış tarihsel bir
metnin ürünüdür.
26) Papen, 264.
27) Bkz. Nipperdey, ‘1933 und Kontinuitâl der deutschen
Geschichte, özl. 94-101. Nipperdey’in işaret ettiği gibi (93), Alman
tarihinde -demokrasi ve liberalizm fikirleri gibi, uzun süreli -varlığını
sürdürmüş, karşıt nitelikte önemli süreklilikler de vardır, ancak bu
eğilimler 1933 yılında aniden darbe almış ve uzun süreliğine ortadan
yok olmuştur.
28) Nipperdey, l 1933 und Kontinuitât der deutschen Geschichte’,
100-101.
29) Bkz. Richard Bessel, 1 1933: A Failed Counter-Revolution’, E.
E. Riche (der.), and Counter Revolution içinde, Oxford, 1991, 109-
227, özl. 120-121; ve Martin Broszat vdğ. (der.), Deutschlands Weg
in die Diktatur, Berlin, 1983, 95 (Richard Lövventharm yorumu).
Ayrıca bkz. Horst Möller, ‘Die nationalsozialistische
Machtergreifung. Konterrevolution öder Revolution?’, V/Z, 31
(1983), 25-51; Jeremy Noakes, ‘Nazism and Revülünün’, Noel
O’Sullivan (der.), Revolutionary Theory and Political içinde, Londra,
1983, 73-100; ve Hitler’in devrimle ilgili görüşleri için, Zitelmann,
Hitler. Selbstvers nis eines Revolutionârs, 44-86.
30) Akten der Reichskanzlei. Die Reğierung Hitler. Teil I: 1933/34,
der. Karl-Heinz Minuth, 2 cilt, Boppard am Rhein, 1983, i.XVII.
31) Lutz Schwerin von Krosigk, Staatsbankrott, Göttingen, 1974,
185; Krosigk, Es geschah, 199; ayrıca bkz. Papen, 260 ve John L.
Heinemann, Hitler's First Foreign M Berkeley, 1979, 65.
32) AdR, Reg. Hitler, 1-4.
33) Bkz. Rudolf Morsey, ‘Die deutsche Zentrumspartei,’Matthias
ve Morsey, Ende der parteien içinde, 281-453, burada 340-343; ve
Rudolf Morsey, ‘Hitlers Verhandlungen mit der Zentrumsführung am
31. Januar 1933’, VJZ, 9 (1961), 182-194. Ayrıca bkz. Karl Dietrich
Bracher, Gerhard Schulz ve VVolfgang Sauer, Die
nationalsozialistische Machtergreifung (1960), ciltsiz baskı,
Frankfurt am Main/Berlin/Viyana, 3 cilt, 1974, i. 85.
34) Bracher vdğ., Machtergreifung, i.89.
35) Brüning, Memoiren, ii.684; AdR, Reg. Hitler, 2 Şubat’ta
görevinde kalması onaylanan tek kişi Reich Adalet Bakanı Franz
Gürtner idi. Ama Gürtner’in görevinde kalması kararı, 29 Ocak’ta
Cumhurbaşkanı tarafından zaten onaylanmıştı. Gecikmenin tek
sebebi Hitler’in Reich Adalet Bakanlığı mevkiini Zentrum’la
müzakerelerinde pazarlık unsuru olarak elinde tutmak istemesiydi
(Lothar Gruchmann, im Dritten Reich 1933-1940. Anpassung und
Untenverfung in der Ara Gürtner, 2. baskı, Münih, 1990, 9-10, 64).
36) AdR, Reg. Hitler, 5-7 ve 6. dipnot; Becker, Hitlers
Machtergreifung, 34-35.
37) Bracher vdğ., Machtergreifung, i.85.
38) AdR, Reg. Hitler, 6. Bir diğer muhafazakar, Hugenberg,
Prusya’da ‘Braun’un sözde egemenlik hükümeti’nin en kısa sürede
görevden indirilmesi için baskı yapıyordu. Cumhurbaşkanlığı Genel
Sekreteri Meissner bunu kabul etti ve ‘Braun’un sözde egemenlik
hükümetinin yakın zamanda ortadan kalkmasını gerektiren bir durum
olursa’, gerekirse 48. Maddenin kullanılması suretiyle, Prusya
Landtag’ınm feshedilmesini önerdi (AdR, Reg. Hitler, 7-8 ve 10.
dipnot). (Yüce Divan -Staatsgerichtshof- 25 Ekim 1932’de aldığı bir
kararla, 20 Temmuz 1932’de göreve gelmiş olan Prusya hükümetinin
görevden alınmasını onaylamış fakat hükümetin Reich’la ve diğer
eyaletlerle olan münasebetlerde Prusya’yı temsil yetkisine
dokunulmamıştı.)
39) Meissner, Staatssekrelâr, 225; Bracher vdğ., i.86; Meissner ve
Wilde, Machtergreifung, 197-198.
40) Bracher vdğ.’nin işaret ettiği bir nokta,. Machtergreifıi.86.
41) Ekonomik iyileşjne açısından Hitler’in ilk hareketi, en azından
ulusun bir kısmının taleplerini karşılama gerekliliğine işaret ederek,
zorunlu çiftlik satışlarını askıya almaktı (AdR,Reg. Hitler, 7-8, 11).
42) AdR, Reg. Hitler, 9 ve 3. dipnot.
43) AdR, Reg. Hitler, 29 ve 7. dipnot, 30, 34-35 ve 7. dipnot.
44) AdR,Reg. Hitler, 15.
45) Papen, 265.
46) Heinz Höhne, Die Zeit der lllıtsionen. Hitler und die Anfânge
des 3. Reiches 1933 bis 1936, Düsseldorf/Viyana/New York, 1991,
13-14; ayrıca bkz. Schacht, 300: ‘Alman halkına radyodan ilk kez
seslendiğinde, maiyetinden bir avuç insanla birlikte ben de odanın
içindeydim... Yeni sorumluluklarının ağırlığı sanki omuzlarına
çökmüştü. Muhalefetin propaganda saflarından ayrılıp da hükümetin
sorumluluğunu taşıyan bir göreve gelmenin ne anlama geldiğini, işte
o anda açıkça hissetmişti.
47) Papen, 265.
48) Domarus, 191-194.
49) Domarus, 193,
50) Thilo Vogelsang, ‘Neue Dokumente zur Geschichte der
Reichsvvehr 1930-1933’, VJZ, 2 (1954), 434, 127. dipnot; Bracher
vdğ., Machtergreifung, i.88; Höhne, Zeit der lllıtsionen, 55.
Blomberg günün daha erken saatlerinde, Reichswehr Bakanlığı’nda
bölge komutanlarıyla görüşmüştü. Vogelsang, Hammerstein’ın
Hitler’i önde gelen subaylarla tanıştırma girişimi olarak
değerlendirdiği bu davetle önceki toplantı arasında ilişki kurar ve
John W. Wheeler-Bennett’i ( TheNemesis ofPower. The Ger man
Army in Politics, Londra, 1953, 291) takip ederek bunu, Hitler’in 31
Ocak sabahı Berlin’deki askeri kışlalara yaptığı ve 1918 ruhunu
hatırlattığı için alarma sebep olan ani ziyarete bir yanıt olarak
değerlendirir. Hammerstein’ın evindeki etkinliğe başka bir sebep
daha gösteren -Neurath’ın altmışıncı doğum günü kutlamasıeser:
Wolfgang Sauer, Bracher vdğ., Machtergreifung, iii.55, 387 107.
dipnot. Muhtemelen bu iki sebep birbiriyle çelişmekten çok birbirini
tamamlıyordu.
51) Vogelsang, ‘Neue Dokumente', 434-435 (General Liebmann’ın
notları). Toplantıda bulunan Binbaşı von Mellenthin’in notlarına göre,
Hitler pazar ve koloni olmak üzere iki alternatif sunmuş ve ikinci
alternatifi desteklediğini belirtmişti (akt. Höhne, Zeit der lllıtsionen,
55). Öte yandan Mellenthin muhtemelen Hitler’in yaşam alanı’
kavramını yanlış anlayıp ‘koloni’ olarak değerlendirmişti.
52) Bracher vdğ., Machtergreifung, iii.75-76, 393 183-191.
dipnotlar; Höhne, Zeit der lllusionen, 56.
53) Truppenamt’da Abteilungschef olan Otto Stülpnagel, 6 Mart
1926 tarihli bir müzekkerede, Almanya’nın Versailles Anlaşmasıyla
kaybettiği toprakları kazanmasını, (Fransa pahasına) Avrupa’daki
üstünlüğünü tekrar kurmasını ve Anglo-Sakson güçlerine karşı
üstünlük sağlamak için verilecek nihai global mücadeleye
hazırlanmasını amaçlayan yayılmacılığın temeli olarak silahlı
kuvvetlerin güçlendirilmesinden bahsetmektedir (Klaus-Jürgen
Müller, ‘Deutsche Militâr-Elite in der Vorgeschichte des Zvveiten
Weltkrieges’, içinde Martin Broszat ve Klaus Schvvabe (der.),
Deutsche Eliten und der Weg in den Zvveiten Weltkrieg, Münih,
1989, 226-290, burada 246-247).
54) Vogelsang, ‘Neue Dokumente’, 432-434; Klaus-Jürgen Müller,
Armee und Drittes Reich 1933-1939. Dcırstelhmg und Döküme
ntation, Paderbom, 1987, 158-159. Kolay etki altında kalan duygusal
Blomberg tamamen Hitler’in safına geçmişti (Klaus-Jürgen Müller,
Das Heeruncl Hitler. Armee und nationdlsozialistisches Reğime
1933-1940, (1969) 2. baskı, Stuttgart, 1988, 51).
55) Geyer, 'Reichswehr, NSDAP, and the Seizure of Povver' , 118.
56) Geyer, ‘Reichsvvehr, NSDAP, and the Seizure of Povver’, 111;
ve Geyer, ‘Professionals and Junkers’, özl. 86-87, 116-123.
57) Klaus-Jürgen Müller, Armee, Politikund Gesellschaft in
Deutschland 1933-1945, Paderbom, 1979, 11-33; Wilhelm Deist, The
Wehrmacht and German Rearmament, Londra, 1981, b.l; Geyer,
‘Reichsvvehr, NSDAP, and the Seizure of Povver’, 101-123.
58) Müller, Heer, 53. Reichenau, Hitler’le ilk kez 1932
ilkbaharında karşılaşmış ve uzun süren özel bir konuşma yapmıştı.
Albay, Hitler ve hareketinde, aradığı devrimci canlanmayı başlatacak
potansiyeli görmüştü. Hitler ise, kendi radikal yaklaşımına,
Reichenau’nun içgüdüsel bir desteğinin olduğunu anlamıştı.
Reichenau’nun sempatisinin farkına varan Hitler (aynı zamanda,
Polonyalıların saldırısı durumunda Doğu Prusya’yı nasıl savunacağı
sorusuna da bir yanıt olarak), Aralık 1932’de, mektup yazmaktan
duyduğu olağan antipatiyi aşarak uzun bir bildirge kaleme aldı.
Burada, ulusal savunmanın temeli olarak şunların gerekli olduğunu
belirtiyordu: ‘köklü bir yeniden canlanma süreci’, Marksizm’in
‘kökünün kazınması’ve 'bu yeni ideolojik birliğin temeli olarak ulusun
genel psikolojik, etik ve ahlaki donanımı’(Thilo Vogelsang, ‘Hitlers
Brief an Reichenau vom 4. Dezember 1932’, V/Z, 7 (1959), 429-437,
burada özl. 437).
59) DRZW, i.404; Deist, Wehrmacht, 26.
60) Akt. Vogelsang, ‘Hitlers Brief an Reichenau’, 433; Bracher., M
iii.68; Müller, Armee, 160; Blomberg’in orduyu politikanın dışında
tutma anlayışı için, Müller, Heer, 61 vdğ.
61) Bracher vdğ., M achtergreifung, iii.68. Subay yarbay Ott idi.
62) AdR, Reg. Hitler, 50-51.
63) AdR, Reg. Hitler, 62-63, bkz. DRZW, i.234.
64) Yukarıdaki bilgiler için bkz., DRZW, i.234-235, 404-405; Geyer,
Rüstungspolitik, 140; Höhne, Zeit der lllusionen. 58.
65) IMT, xxxvi.586, Doc. 611-EC.
66) Deist, Welırmacht, 24-26; Mûller, Heer; Bracher vdğ., iii.41
vdg.; DRZW, i.403; Peter Hüttenberger, ‘Nationalsozialistische
Polykratie', Geschichte u Gesellschajt, 2 (1976), 417-442, burada
423-425.
67) Müller, Armee, Politik ımd Gesellschajt, 44-45.
68) Dietmar Petzina, Die deutsche Wirtschaftin Wiesbaden,
1977,114-115; Dieter Petzina, ‘Hauptprobleme der deutschen
Wirtschaft 1932-1933'. VfZ, 15 (1967), 18-55, burada 41-43, 53-55;
Gustavo Corni, Hitler and the Peasants, New York/Oxford/Münih,
1990, 41 vdg.; Turner, German 328.
69) Toplantı için, bkz. Turner, German Big Business, 328.
70) İM T, xxxv.42-7, Doc. 203-D.
71) İMT, xxv.48, Doc. 204-D.
72) İMT, xxxv.47-8, Doc. 203-D.
73) Turner, German Big Business, 330-331. 2 Şubat’taki kabine
toplantısında Frick, bir milyon Reich Markın hükümetin seçim
propagandasını sübvanse etmek için ayrılması önerisini ortaya attı.
Maliye Bakanı Krosigk buna itiraz etti ve Hitler de onu destekledi.
Öte yandan, 21 Şubat’ta yapılan bir sonraki kabine toplantısında,
propaganda malzemesinin dağıtılması işi için Reichspost’un
kullanılması kabul edildi (AdR, Reg. Hitler, 30-31,102).
74) Turner, German Big Business, 332.
75) Bkz. Turner, German Big Business,333-339.
76) Tumer’a dayanarak, German Big Business, 71-83; Henry Ashby
Turner, ‘Hitlers Einstellung zu Wirtschaft und Gesellschaft vor 1933',
Geschichte und Gesellschajt, 2 (1976), 89-117; Avraham Barkai,
‘Sozialdanvinismus und Antiliberalisraus in Hitlers
Wirtschaftskonzept’, Geschichte und Gesellschajt, 3 (1977), 406-
417; James, The German Slump, 345-354; Hitler’in sosyal ve
ekonomik fikirleri için, ayrıca bkz. Avraham Barkai, Das
Wirtschajtssystem des Nationalsozialismus, Fischer baskısı,
Frankfurt am Main, 1988, b. 1, ve Zitelmann, Hitler.
Selbstverstândnis eines Revolutionârs, b.4.
77) James, The German Slump, 344.
78) Höhne, Zeit der lllusionen, 109-113, burada 113.
79) Schacht, 317-319; Höhne, Zeit der lllusionen, 131-132;
Richard J. Overy, Wnomy in the Third Reich, Oxford, 1994, 56. 1924
yılında, para birimine istikrar sağlandığı dönemde çıkarılan yasaların
ardından, hükümetin para basmasıyla ilgili katı kısıtlamalar
getirilmişti. Bonolara indirim uygulaması -ki Schacht tarafından
kapsamı çok genişletilmişti- bu kısıtlamaları atlatmanın bir yoluydu.
80) Richard J. Overy, The Nazi Economic Recovery 2. baskı,
Cambridge, 1996, 37.
81) Barkai, Das Wirtschajtssystem des Nationalsozialismus, 151;
James, The German Slump, 344; Overy, War and Economy, 60.
82) Domarus, 208-209; Höhne, Zeit der lllusionen, 59.
83) Akt Heidrun Edelmann, Vom Luxusgut zum
Gebrauchsgegenstancl Die Geschichte der Verbreitung von
PersonenkraJtwagen in Deutschland, Frankfurt am Main, 1989, 173.
84) AdR, Reg. Hitler, xliii; Edelmann, 173.
85) Edelmann, 189 141. dipnot; Höhne, Zeit der 62-63.
86) Hansjoachim Henning, ‘Kraftfahrzeugindustrie und Autobahn in
der Wirtschaftspolitik des Nationalsozialismus 1933 bis 1936’, Vi
und hichte, 65 (1978), 217-242, burada, özl., 228.
87) AdR, Reg. Hitler, xliii. Otoyol inşasına Todt’un katkısı için, bkz.
Franz W. Seidler, Fritz Todt. Bcıumeister desDriUen Reiches,
Münih/Berlin, 1986, Bölüm 3, burada 97 vdğ.
88) Kurt Kaftan, Der Kampfum die Autobahnen, Berlin, 1955, 81-
83; ve bkz. Höhne, Zeit der lllusionen, 60, 62-63.
89) Höhne, Zeit der lllusionen, 59, 62. Hitler’in arabalara olan özel
ilgisi ve Mercedes’ten Jakob Werlin'le olan arkadaşlığı için, bkz.
Overy, W 72 17. dipnot.
90) Höhne, Zeit der lllusionen, 60, akt. VB, 12-13 Şubat 1933.
91) Hans Mommsen, Das Volkswagenwerk und seine Arbeiter im
Dritten Reich, Düsseldorf, 1996, 56-60.
92) Henning, 226 37. dipnot.
93) Henning, 221-227.
94) Bkz. Overy, War and Economy, 70-71.
95) AdR, Reg. Hitler, xliii.
96) AdR, Reg. Hitler, xliiiv. Aslına bakılırsa, otoyollarla
kıyaslandığında normal yollara yapılan harcama çok daha fazlaydı.
(Bkz. Overy, W ar and Economy, 60, 85.)
97) Edelmann, 174-175. Otoyollar ilk başta, işsizliğin azalmasında
temel bir faktör değildi (Höhne, Zeit der lllusionen, 129-131).
98) Helmut Heiber, Goebbels-Reden, Bd.l: 1932-1939, Düsseldorf,
1971, 67-70; yeniden basıldığı yer Becker, Hitlers Machtergreifung,
57-60, burada 58-59.
99) Domarus, 204-208.
100) TBJG, 1.2, 371 (11 Şubat 1933).
101) Erich Ebermayer, Denn heute gehörtuns Deutschland,
Hamburg/Viyana, 1959, 21.
102) Jochmann, Nationalsozialismus und Revolution,, 424-425.
103) Becker, Hitlers Machtergreifung, 74-75; Martin Broszat, Der
Staat Hitlers. Grundlegung und Entmcklung seiner inneren
Verfassung, Münih, 1969, 93.
104) Broszat, Der Staat Hitlers, 90-95.
105) Papen, 260.
106) Domarus, 213; Broszat, Der Staat Hitlers, 95.
107) Domarus, 210-211; Broszat, Der Staat Hitlers, 98.
108) BHStA, MA 106672, RPvNB/OP, 20 Şubat 1933.
109) Staatsarchiv München, LRA 76887, GS Anzing, 24 Şubat
1933.
110) Broszat, Der Stncıt Hitlers, 99.
111) Hans Mommsen, ‘Van der Lubbes Weg in den Reichstag - der
Ablauf der Ereignisse', içinde Uwe Backes vdğ,, Reichstagsbrand.
Aujklarung einer historischen Leğende, Münih/Zürih, 1986, 33-57,
burada 33-42.
112) Reichstag yangınını kimin çıkardığı sorusu garez dolu
tartışmaları alevlendirdi. Naziler olayı bir komünist entrikası olarak
açıklıyorlardı ama eleştirel bir bakışa sahip olanların çoğu buna
inanmıyordu. Hatta bu görüş, 1933 sonbaharında Leipzig’de Reich
Yüce Divanı’nda görülen göstermelik davada, önde gelen
komünistlerin ceza almasını sağlayacak denli bile ikna edici
bulunmamıştı. Yangını, bu işten en kârlı çıkanların, yani Nazilerin
çıkardığı görüşü Almanya’daki liberal çevrelerde, diplomatlar ve
yabancı gazeteciler arasında çabucak benimseniverdi (bkz. François-
Poncet, 94-95). Willi Münzenbergin Hitler Terörünün ve Reichstag
Yangınının Kahverengi Kitabı (The Brown Book of the Hitler Terror
and the Burning of the Reichstag), Paris, 1933, kitabında açıkça
ifade ettiği ve komünist karşı-propagandanın ileri sürdüğü gibi, olayın
Naziler tarafından tasarlandığı görüşü uzun süre geçerliliğini
korudu. Fakat 1960’larda Fritz Tobias’ın kapsamlı bir değerlendirme
içeren dokumenter çalışmasında (Der. Leğende und Wirklichkeit,
Rastatt/Baden, 1962) bir araya getirdiği bulgular doğrultusunda,
ayrıca Hans Mommsen’in güvenilir çalışmasıyla desteklediği (‘Der
Reichstagsbrand und seine politischen Folgen’, VfZ, 12. (1964),
351-413) üzere, bugün artık Marinus van der Lubbe’nin tek başına
hareket etliği görüşü, Klaus P. Fischer bu görüşü desteklemese de (
Nazi Germany: A New History, Londra, 1995, 272), büyük oranda
kabul görmektedir. Luxemburg Komitesi’nin (bkz. Walther Hofer
(der.), Der Reichstagsbrand. Eine wissenschaftliche Dokumentation,
2 cilt, Berlin, 1972, Münih, 1978), olayı azmettirenlerin Naziler
olduğu yönündeki karşıtsavları çoğu uzman tarafından asılsız kabul
edilmektedir. Elbette ki yangını kimin çıkarttırdığından çok daha
önemli olan Reichstag yangınının sonuçlandır. Ama yine de, Naziler’in
totaliter bir yönetim getirmek için dikkatle tasarladıktan bir planı mı
izledikleri, yoksa ummadıkları olaylar karşısında verdikleri ani
tepkilerin mi söz konusu olduğu sorusuna yanıt teşkil edeceğinden,
olayı tasarlayanın kimliği önem taşımaktadır. (Tartışmanın tekrar ele
alınıp değerlendirilmesi için, bkz. Backes vdğ., Reichstagsbrand. Ele
geçen son kaynakların dikkatle incelenmesinin ardından tartışma
yeniden alevlenmiş ve van der Lubbe’nin tek başına hareket ettiği
sonucuna varılmıştır. -Bkz. Klaus Wiegrefe, ‘Flammendes Fanal’, 15
(2001), 38-58; burada, Jürgen Schmâdeke, Alexander Bahar ve
Wilfried Kugel, ‘Der Reichstagsbrand in neuem licht’, Historische
Zeitschrift, 269 (1999), 603-651, tarafından bir kez daha
geliştirilmiş olan, bir Nazi komplosunın söz konusu olduğu yönündeki
tezlere karşı Tobias’ın açıklaması ikna edici bir şekilde
savunulmaktadır.)
113) Hanfstaengl, 15 Jahre, 291-295.
114) Goebbels, Kaiserhof 269-270 (27 Şubat 1933), TBJG, 1.2,
383.
115) Heiden, Führer,434-437; Bracher vdğ., Machtergreifung, i.
123-124.
116) Mommsen, ‘Van der Lubbes Weg’, 44-47.
117) Mommsen ‘Van der Lubbes Weg’, 40-41.
118) Mommsen ‘Der Reichstagsbrand’, 382-383.
119) Mommsen 'Van der Lubbes Weg’, 47-48; Mommsen, l Der
Reichstagsbrand’, 384. Öte yandan Hitler ilk başta bunun
komünistlerin işi olduğundan çok da emin görünmemektedir (Sefton
Delmer, Trail Sinister, Londra, 1961, 187-189).
120) Rudolf Diels, Lucifer cınte Portas, Stuttgarr, 1950, 194;
Mommsen, ‘Der Reichstagsbrand’, 116.
121) Delmer, Trail, 189; Mommsen, ‘Der Reichstagşbrand’, 384.
122) Diels, 194-195; Mommsen, ‘Der Reichstagsbrand’, 362, 385
ve 143. dipnot. Göring’in bütün Sosyal Demokrat görevlilerin
tutuklanması için verdiği emir, teleks gönderilirken atlanmıştı.
123) Goebbels’in günlüğündeki bu açıklama yayımlanmış beyan
olmakla birlikte (Goebbels, Kaiserhof, 270), TBJG, 1.2, 383 (27
Şubat 1933), tam tersi bir izlenim verir.
124) Diels, 195;.Mommsen, ‘Der Reichstagsbrand’, 362, 386.
125) TBJG, 1.2, 383 (Goebbels, Kaiserhof’ 270); Mommsen, ‘Der
Reichstagsbrand’, 390.
126) Mommsen, ‘Der Reichstagsbrand’, 389-390.
127) Mommsen ‘Van der Lubbes Weg’, 51; AdR, Reg. Hitler, 130 ve
12. dipnot. Frick, Papen’in 20 Temmuz 1932’de, ‘Brandenburg’da ve
Büyük Berlin’de Kamu Güvenliğini ve Düzeni Sağlamak’için çıkardığı
kararnameye dayandığını açıkça belirtmiştir.
128) Mommsen ‘Van der Lubbes Weg\ 51-53.
129) AdR,Reg. Hitler, 130-131.
130) RGB!, 1933. 1. Nr.17, 83.
131) AdR, Reg. Hitler, 128.
132) Örneğin bkz. Kessler, Tagebıtcher, 710.
133) Hans-Norbert Burkert, Klaus Matubek ve Wolfgang
Wippermann, ‘ Berlin 1933, Berlin, 1982, 65.
134) Hans Buchheim vdğ., Anatomie des SS-Staates, 2 cilt,
Olten/Freiburg im Breisgau, 1965, ii.20.
135) Miesbacher Anzeiger, 2 Mart 1933.
136) VB, 2 Mart 1933; ve bkz. Bracher vdğ., Machtergreifung, i.
124-125, 515 17. dipnot.
137) Jochmann, Nationalsozialismus und Revolution, 427-428.
138) Jochmann, Nationalsozialismus und Revolution, 427.
139) Jochmann, Nationalsozialismus und Revolution, 426.
140) Domarus, 216-217; Goebbels, Kaiserhof, 273-274 (4 Mart
1933), TBJG, 1.2, 386.
141) Falter vdğ., Wahlen, 44. (Ayrıca şu kaynak içindeki analizlere
bkz. Bracher vdğ., Mtergreifung,i. 143-190.)
142) Goebbels, Kaiserhof, 275 (5 Mart 1933), TBJG, 1.2, 387.
143) Martin H. Sommerfeld, leh wardabei. Die 1933-1919.
genzeugenbericht, Darmstadt, 1949, 32.
144) Falter vdğ., Wahlen, 44; Falter, Hitlers Wahler, 111-112.
145) Falter vdğ., Wahlen, 74-75. Ve bkz. Falter, Hitlers Wahler,
186-188. Bavyera’nın Katolik taşra bölgesinde Nazi oylarının ikiye,
bazen üçe katlanması yaygın bir olaydı (Hagmann, 12-27 ve
Thrânhardt, 181-183).
146) Broszat, Der Staat Hitlers, 133-134. Bununla birlikte, Hitler
edilgen değildi. ‘Koordinasyonun Bavyera’yı da kapsaması karan 8
Mart’ta onun huzurunda alınmıştı. Dört gün sonra ‘Bavyera’yla ilgili
acil meseleleri’parti liderleriyle görüşmek üzere Münih’e uçtu
(Goebbels, Kaiserhof, 277 (8 Mart 1933), 280 (12 Mart 1933),
TBJG, 1.2, 389, 391).
147) Yukarıdaki bilgilerin dayandığı kaynak, Broszat, DerStaat
Hitlers, 130-140; Bracher vdğ., Machtergreifung, i. 190-202.
148) AdR, Reg. Hitler, 188-192.
149) AdR, Reg. Hitler, 204-208; burada 207.
150) Domarus, 219.
151) Domarus, 221.
152) AdR, Reg. Hitler, 190.
153) Martin Broszat, Elke Fröhlich ve Faik Wiesemann (der.),
Bayern in c.i, Münih, 1977, 209 30. dipnot, 240-241.
154) BHStA, MA 106682, RPvS, 6 Nisan 1933; MA 106680,
RPvUF, 20 Nisan 1933. Yine de şu eserde -büyük oranda Aşağı
Franken’den toplanan materyale dayanarak- polisin ihbarlara itibar
etme zorunluluğunu vurgulanmıştır: Robert Gellately, The Gestapo
and German Society: Political Denunciation in the Gestapo Case
Fileş’, Journal Modern Histoty, 60 (1988), 654-694, ve The Gestapo
and German Society. Enjorcing Racial Policy 1933-1945, Oxford,
1990, bölüm 5.
155) Becker, Hitlers Machtergreifung, 149-150.
156) Tony Barta, ‘Living in Dachau, 1900-1950’, yayımlanmamış
belge, 14.
157) Francois-Poncet, 103-107; Ebermayer, 45-47; Bracher vdğ.,
Machtergreifung i.212; Höhne, Zeit der Hhtsionen,74; Hans-Ulrich
Thamer, Ver/Cıhrung und Gewa1t. utschland 1933-1945, Berlin,
1986, 270-272; Klaus-Jürgen Müller, ‘Der Tag von Potsdam und das
Verhâltnis der preubischdeutschen Militâr-Elite zum Nationals
sozialismus\ Bemhard Kröner (der.), Potsdam - Stadt, Armee,
Residenz içinde, Frankt am Main/Berlin, 1993, 435-449, burada 435,
439, 448.
158) AdR, Reg. Hitler, 157-158.
159) Müller, ‘Der Tag von Potsdam’, 435.
160) Goebbels, Kaiserhof, 283-284 (16-19 Mart 1933), TBJG, 1.2,
393-395. Goebbels’in o günkü olaylara dair kendi betimi için bkz.:
TBJG, 1.2, 395-396 (Goebbels, Kaiserhof, 285-286, 22 Mart 1933).
161) Müller, ‘Der Tag von Potsdam’, 435-438; Wemer Freitag,
‘Nationale Mythen und kirchliches Heil: Der “Tag von Potsdam’’,
Forschungen, 41 (1991), 379-430, olayın törensel yönünü iyi bir
şekilde betimler (özl. 389-404) ve bu törensel yönün, dini motiflerle
Prusya-Germen devletinin yüceltilmesi arasında bir bağ kurulması
suretiyle, özellikle Protestan Kilisesi için taşıdığı sembolik önemi
vurgular (bkz. özl. 427-430).
162) Domarus, 227-278.
163) Ebermayer, 46.
164) Müller, ‘Der Tag von Potsdam 1 , 438.
165) Domarus, 228.
166) Bracher vdğ., Machtergreifung, i.213-215.
167) AdR, Reg. Hitler, 160.
168) AdR, Reg. Hitler, 213-214, 216.
169) AdR, Reg. Hitler, 239.
170) AdR, Reg.Hitler, 239-240.
171) Bracher vdğ., Mcıchtergreifung, i.221-224. Yetki Yasası’nın
meydana getirilişi için, ayrıca bkz. Hans Schneider, ‘Das
Ermâchtigungsgesetz vom 24. Mârz 1933. Bericht über das
Zustandekommen und die Anwendung des Gesetzes 1 , VfZ, I (1953),
197-221.
172) Domarus, 229-237; Rudolf Morsey (der.), Das vom 24. Mârz
1933, Dûsseldorf, 1992, 55-62; Bracher vdğ., i.229-233.
173) Josef Becker, 'Zentrum und Ermâchtigungsgesetz 1 , 9
(1961), 208-210; Morsey, ‘Ermâchtigungsgesetz 1 , 63, 69-71.
174) Domarus, 239-241; Morsey, ‘Ermâchtigungsgesetz 1 , 64-66.
175) Domarus, 242-246; Morsey, 'Ermâchtigungsgesetz 1 , 66-69.
Hitler’in yanıtının bir eleştirmen üzerindeki etkisi için, bkz.
Ebermayer, 48: bu eleştirmen Hitler’in ‘zavallı Wels’i paramparça
ettiğini’düşünmüştü (Dann zerrib erden armen in denarmen
Wels.förmlich in der Luft)
176) Becker, Hitlers Machtergreifung, 176-177; Domarus, 246-
247; Morsey, ‘Ermâchtigungsgesetz’, 69-75; Bracher vdğ.,
Machtergreifung, i.234-235.
177) RGBl, 1933, Teil 1, Nr.25, S.141. Süresi dört yıldı. Fakat
1937’de, aynen 1939’da da olacağı gibi, herhangi bir tartışma
olmaksızın yenilendi ve sonunda, 10 Mayıs 1943 tarihli Führer
kararnamesiyle süre kısıtlaması kaldırıldı (Broszat, Der Staat
Hitlers, 117 ve dipnot).
178) RGBl, 1933, Teil 1. Nr.33, S.173; Broszat, Der Staat Hitlers,
143.
179) AdR, Reg. Hitler, 273.
180) RGBl, 1933, Teil t. Nr.33. S.173; Broszat, Der Staat Hitlers,
143.
181) Broszat, Der Staat Hitlers, 144-150.
182) Peter Diehl-Thiele, Partei und Staat im Dritten Reich.
Untersuchungen zum Verhâltnis von NSDAP und allgemeiner innerer
Staatsvenvaltung, Münih, 1969, 61-69.
183) Broszat, Der Staat Hitlers, 150.
184) Broszat, Der Staat Hitlers, 153.'
185) Broszat, Der Staat Hitlers, 145.
186) Alfred Kube, Pour le merite und Hakenkreuz. Hermann
Göring im Dritten Reich, Münih, 1986, 31-33; Höhne, Zeitder
Illusionen, 96-97.
187) Terim için, bkz. Hans Mommsen, ‘Kumulative Radikalisierung
und Selbstzerstörung des Reğimes’, Meyers Enzyklopâdisches
Lexikon, Mannheim 1976, 785-790.
188) Domarus 219; Broszat, DerStaat Hitlers, 249.
189) Höhne, Zeit der illi ısionen,84-85; ‘Einzelaktionen’için, bkz.
Die Lage der Juden in Deutschland 1933. Das Schwarzbuch -
Tcıtscıchen und Dakumente, der. Comit des Dddgations Juives, Paris,
1934, yeniden basıl. Frankfurt am Main/Berlin/Viyana, 1983, 93 vdg.
190) Die Lage der Juden, 495-496.
191) Walter Tausk, Breslauer Tagebuch 1933-1940, Doğu Berlin,
1975, 32-37.
192) Die Lage der Juden, 496.
193) Bkz. Höhne, Zeit der Iluısionen, 76-79.
194) Hans Mommsen, ‘Die Realisierung des Utopischen: Die
“Endlösung der Judenfrage” im “Dritten Reich’”, Geschichte und
Gesellschaft, 9 (1983), 381-420, burada 390. Ayrıca bkz. Genschel,
46-47; Höhne, Zeit der îlhısionen, 86-87.
195) Höhne, Zeit der Iluısionen, 87.
196) Goebbels, Kaiserhof, 288(26 Mart 1933), TBJG, 1.2, 398.
197) AdR, Reg. Hitler, 271 ve 3. dipnot; Domarus, 248-251.
198) Höhne, Zeit der Iluısionen, 87-88.
199) Jûrgen Hagemann, Die Presselenkung im Dritten Reich, Bonn,
1970, 139 2. dipnot; Uvve Dietrich Adam Judenpolitikim Dritten
Reich, Düsseldorf, 1972, 63 196. dipnot.
200) AdR, Reg. Hitler, 277.
201) Höhne, Zeit der Iluısionen, 91.
202) AdR, Reg. Hitler, 277.
203) Goebbels, Kaiserhof, 290 (31 Mart 1933), TBJG, 400; Höhne,
Zeit der Iluısionen, 91-92.
204) Schleunes. The Tmsted Road to Aaschmtz, 1970, 87.
205) Goebbels, Kaiserhof, 291-292 (1-2 Nisan 1933), TBJG, 400-
401; Höhne, Zeit der Iluısionen, 92-93; Die Lage der Juden, 292-314;
Rumbold’un 5 Nisan 1933 tarihli raporu, içinde DBFP, V, N0.22, 24-
25, No.30, 38-44.
206) Tausk, 52; Schleunes, 88-89.
207) Tausk, 58; Ailen, 219; Höhn e, Zeit der Iluısionen,92-93.
208) Ailen, 220-221. Öte yandan, Gay’in l ln Deutschland zu
Hause', 32-33’te belirttiği üzere, pek çok Yahudi, antisemitik
dalganın kendi kendine sönümleneceği; başlarına gelenlerin
Almanlara özgü şeyler olmadığı; ve Yahudi olmayan komşularıyla
paylaştıktan Alman kültürünün uygarlıkla bağdaşan güçlü
geleneklerinin eninde sonunda galip geleceği illüzyonuna sığınmaya
devam ediyordu.
209) Schleunes, 88.
210) Adam, 61 ve 190. dipnot, 63-71; Schleunes, 101-103. 7 Nisan
1933 tarihli Devlet Memurluğu Yasasındaki ‘Ari Paragrafın arka planı
için, bkz. Hans Mommsen, Beamtentum im Dritten Reich, Stuttgart,
1966, 48-53.
211) Erich Matthias, ‘Die Sozialdemokratische Partei
Deutschlands’, Matthias ve Morsey, Ende der Parteien içinde, 101-
278, burada 177-178.
212) Matthias, 178-180.
213) Höhne, Zeit der lllusionen,101-102, 105-107; Thamer, 284-
286; Bracher greifung, i.254-259.
214) Domarus, 259-264.
215) Höhne, Zeit der lllusionen, 105.
216) Emek Cephesi’nin oluşumu için, bkz. Ronald Smelser, Robert
Ley: Lahor Front Lender, Oxford/New York/Hamburg, 1988, b.5.
217) Timothy W. Mason, Arbeiterklasse und Volksgemeinschafi
Dokumenle und zar deatschen Arbeiterpolitik.1936-1939, Opladen,
1975, 78-81. 1933 bitip de 1934'e geçilirken NSBO fiili olarak tüm
etkisini yitirmişti, fakat tam olarak dağılması 1934'ün ortalarında
oldu.
218) Domarus, 270-279.
219) Broszat, Der StaatHitlers, 119-120; Thamer, 286-287.
220) Broszat, Der Staat Hitlers, 121-123; Höhne, Zeit der
lllusionen, 114-115.
221) Hans Müller, Katholische Kirche and Nationalsozialismus,
Münih, 1965, 88-89.
222) Broszat, Der Staat Hitlers, 123-126; Thamer, 289-290.
223) RGBl 1933, Teit 1, Nr.81, S.479; Broszat, Der Staat Hitlers,
126.
224) Yerel hükümetlerde yapılan üst düzey personel değişikliği
devasa boyutlardaydı: 1933 yılı sonu itibariyle, yirmi bir nüfuslu
kasaba ve şehirlerin Oberbürgermeister ve Bürgermeister’lerinin
beşte üçü görevinden alınmıştı. Şehirler büyüdükçe oran da
büyüyordu: 1933 sonunda, yirmi sekiz şehirden sadece dördünde
Oberbürgermeister görevinden alınmamıştı (Hdrst Matzerath,
Nationalsozialismus and kommunale Stuttgart, 1970,79-80). Ayrıca
bkz. Jeremy Noakes, ‘Oberbürgermeister and Gauleiter. City
Government between Party and State’, ve Horst Matzerath,
‘Oberbürgermeister im Dritten Reich\ iki metin de Hirschfeld ve
Kettenacker, Der i Fuhrerstaat, içinde, 194-227, 228-254.
225) Örnekler için bkz. Zofka, 238-286.
226) Martin Broszat ve Norbert Frei (der.). Dos Dritte Reich im
Ûberblick. Chronik, Ereignisse, Zusammenhânge, Münih, 1989, 195,
212; Kater, Nazi Party, 262 (Şekil 1).
227) Broszat vdğ., Bayern in derNS-Zeit, i.494.
228) Akt. Thamer, 299.
229) Örneğin bkz. Ailen, 222-232; Koshar, 253 vdğ.
230) Ailen, 222.
231) Thamer, 305. Hitler, eğitim, tiyatro, film, edebiyat, basın ve
radyo da dahil olmak üzere ‘kamusal alanda kapsamlı bir ahlaki
yenilenme (Sanierung)’sözü vermişti (Domarus, 232 (23 Mart
1933)).
232) Paul Meier-Benneckenstein, Dokamente der deatschen
Politik, Bd.I, 2. baskı, Berlin, 1937, 263-264; Heiber, Goebbels-
Reden, i.90.
233) Thamer, 301.
234) Kapsamlı literatür içinden Michael H. Kater’in öne çıkan şu
eserinebkz., The Mitse. Musicians and their Music in the Third
Reich, New York/Oxford, 1997.
235) J. M. Ritchie, German Literatüre under National Socialism,
Londra/Canberra, 1983, 9-10. Nasyonal Sosyalizm’e bağlılığının
samimi olmadığı fark edilince rejim Hauptmann’a karşı soğuk bir
tavır içine girdi.
236) Akt. Thamer, 300-301.
237) Akt. Hans Mommsen, ‘Der Mythos des nationalen Aulbruchs
und die Haltung der deutschen lntellektuellen und funktionalen
Eliten’, içinde i 933 in Gesellschaft und VVissenscha/t, der.
Pressestelle der Universitât Hamburg, Hamburg, 1983, 127-141,
burada 132.
238) Ritchie, 48-49.
239) Akt. Thamer, 301.
240) Akt. Mommsen, ‘Mythos’, 132.
241) Akt. Mommsen, ‘Mythos’, 129, 132.
242) Akt. Mommsen, ‘Mythos’, 131.
243) Bkz. Thomas Mann, Diaries, 1918-1939, ciltsiz baskı, Londra,
1984, 141-151 (1-13 Nisan 1933).
244) Mann, Diaries, 150 (9 Nisan 1933). Ve bkz. Thamer, 302.
245) Akt. Mommsen, ‘Mythos’, 134..
246) Bkz. Mommsen, ‘Mythos’, 132-135.
247) Thamer, 303.
248) Bkz. Gerhard Sauder, Die Bıtcherverbrennung, Münih/Viyana,
1983.
249) Akt. Sauder, 181 (ve ayrıca bkz. 177).
250) Mommsen, ‘Mythos’, 128; Thamer, 304.
251) Akt. Thamer, 305.
252) lan Kershaw, The 'Hitler Myth’. Image and Reality in the
Third Reich, Oxford (1987), ciltsiz baskı, 1989, 53, 55.
253) Beatrice ve Helmut Heiber (der.), Die Rückseite des
Hakenkreuzes. Absonderliches aus den Akten des Dritten Reiches,
Münih, 1993, 119-120 ve 1. dipnot, 181-183.
254) Rolf Steinberg, Nazi-Kitsch, Darmstadt, 1975.
255) Kershaw, The ‘Hitler Myth’, 57-59.
256) BAK, R431I/1263, Fols. 93, 164.
257) Broszat, Der Staat Hitlers, 126-127.
258) Kershavv, The ‘Hitler Myth’, 61, akt. Schvvdbisches
Volksblatt, 9 Eylül 1933.
259) BHstA MA-106670, RPvOB, 19 Ağustos 1933; Heiber,
Rückseite, 9.
260) Yukarıdaki bilgiler Hanfstaengl’den, 15 Ja, 309-317.
261) Bkz. Papen, 261.
262) TBJG, 1.2, 410 (23 Nisan 1933, yayımlanmamış).
263) RGBÎ,1933, Teil l, Nr.86, 529-531.
264) Gürt’le ilgili olarak, bkz. Wistrich, Wer war wer, 106; Gisela
Bock, Zwangssterilisation Nationalsozialismıts. Studien zur
Rcıssenpolitik und Opladen, 1986, 25.
265) AdR, Reg. Hitler, 664-665; Noakes, ‘Nazism and Eugenics',
84-87.
266) Bock, 8, 238.
267) Levvy, 77; b.3, Konkordatonun arka planıyla ve Kaas’ın
oynadığı önemli rolle ilgilidir. Ayrıca bkz. Convvay, 24-28.
268) Convvay, 41.
269) Levvy, 88-89.
270) Papen, 281; Levvy, 77-78.
271) Levvy, 72-77.
272) AdR, Reg. Hitler, 683; Levvy, 78. Söylediğine göre, Vatikan’ın
Hıristiyan sendikalarından ve siyasi partilerinden bu kadar kolay
vazgeçeceğini de düşünmemişti.
273) Levvy, b.4, özl. 99, 103-104. Mektubun metninin basıldığı
kaynak: Müller, Katholische Kirche, 163-173.
274) Alfons Kupper (der.), Staatliche Aklen iiberd 1933, Mainz,
1969, 293-294, Nr.117.
275) Conway, 33.
276) Kurt Meier, Kreuz und Hakenkreuz. Die Kirche im Dri Uen
Reich, Münih, 1992, 42.
277) Brachcr et al, Machtergreifung, i.452; Domarus, 290-291.
278) Conway, 49.
279) Yukarıdaki bilgiler Conway’dan, 34-55.
280) Terim Gerhard L. Weinberg’in güvenilir incelemesinin ilk
cildinin alt başlığıdır, The Foreign Policyof Hitler's Germany.
Diplomatic in Europe 1933-36, Chicago/Londra, 1970.
281) Günter Wollstein, ‘Eine Denkschrift des Staatssekretârs
Bemhard von Bülow vom Mârz 1933’, Militârgeschichtliche
Mitteilungen, I (1973), 77-94; AdR, Reg. Hitler, i.313-318; Bemd-
Jürgen Wendt, Grobdeutschland. Aubenpolitik und
Kriegsvorbereitung des gimes, Münih, 1987, 72-79; Höhne, Zeit der
Iluısionen 149. Bülovv’un sunduğu memorandum, Üçüncü Reich’ın
başlarında Dışişleri Bakanının düşünme tarzına dair açık ipuçları
vermektedir. Bu memorandum, genel olarak, dikkatle oluşturulacak
çift taraflı ittifakların ve ülke içindeki yeniden yapılanmanın
gelecekteki revizyonizmin ve yayılmacılığın yolunu açabileceği böyle
bir evrede, dış çatışmalardan kaçınma ve temkinli olma ihtiyacını
yansıtmaktadır. Wilhelm döneminde geliştirilmiş olan yayılmacı dış
politika kavramına derinden bağlı olan bu taslak, -Rusya ve Polonya
örneklerinde görüldüğü gibi, bakış açısı Hitler’in nosyonlarından
farklılaştığında dahi- Hitler’le yakın işbirliğinin çok geniş bir
platformda mümkün olduğunu gösterir. Dışişlerinin yapısını ve
Hitler’in yönetimi altında bu birimin nasıl bir değişime maruz
kaldığını kapsamlı bir şekilde inceleyen eser: Hans-Adolf Jacobsen,
Aubenpolitik 1933-1938, Frankfurt am Main, 1968.
282) Weinberg, i.161. Hitler Şansölye olduktan kısa bir süre sonra
Nadolny’ye, dış politika ya dair hiçbir şey bilmediğini, Almanya’yı
Nasyonal Sosyalist yapmanın dört yılını alacağını ve ancak bundan
sonra dış meselelerle ilgilenebileceğini söylemişti. Dışişlerinin
geleneksel kurallara göre yönetileceğini ve bu konuda
Cumhurbaşkanının isteklerinin gözetilmek zorunda olduğunu da
belirtmişti (Rudolf Nadolny, Mein Beitrag. Erinnenıngen eines
Botsehafters des Deutschen Reiches, Köln, 1985, 239).
283) Höhne, Zeit der lllıtsionen,150, 152, 158.
284) Höhne, Zeit der lllıtsionen,154-155, 161.
285) Weinberg, i. 164. Ayrıca bkz. Gerhard Meinck, Hitler und die
deutsche AufriısLung, Wiesbaden, 1959, 22-26, 35-51.
286) Höhne, Zeit der lllıtsionen, 158, 166-168.
287) Höhne, Zeit der lllıtsionen,158-159.
288) AdR, Reg. Hitler, 447-448.
289) Brüning, ii.706-707.
290) Morsey, ‘Die Deutsche Zentrumspartei’, 388.
291) Brüning, ii.707.
292) Wilhelm Hoegner, Flucht vor Hitler, Münih, 1977, 203.
293) Domarus, 273.
294) Domarus, 278: konuşma metni için, 270-279.
295) Höhne, Zeit der Jllusionen, 161, 168, 169-170. Eylülün
sonunda Cenevre’yi ziyaret eden Goebbels, gördüğü her şeyi
aşağılamasına rağmen barışsever, uysal bir diplomat görüntüsü çizdi
(Paul Schmidt, Statist aufdiplomatischer Bitline 1923-45, Erlebnisse
des Chejdolmetschers im Auswârtigen Amt mit den Staatsmânnern
Europas, Bonn, 193, 283-286; TBJG, 1.2, 465-466 (25 Eylül 1933,
27 Eylül 1933)). Ûte yandan, görüşmeleri terk etmek için
müzakerelerin girdiği açmazı kullanmak istemiş olması muhtemeldir
(Weinberg, i. 165 ve ref. içinde 28. dipnot).
296) Weinberg, i. 165 ve 29. dipnot.
297) NCA, Ek B, 1504; Bracher vdğ., Machtergreijung, i.338.
298) Höhne, Zeit der Jllusionen, 171; Weinberg, i. 165 (farklı
vurgularla); Papen, 297-298.
299) Höhne, Zeit der lllıtsionen, 172. Neurath hareketi
desteklemesine rağmen, ancak karar alındıktan sonra haberdar
edilmişti. 4 Ekim akşamı Büllow ona, Hitler ve Blomberg’in Milletler
Cemiyeti’nden çıkma niyetinde olduklarını söyledi (Günter Wollstein,
Von Weimarer Revisionismus zıt Hitler, Bonn/Bad Godesberg, 1973,
201 ve 39-40. dipnotlar).
300) AdR, Reg. Hitler, ii,903-907, burada 904-905.
301) Weinberg, i. 166. Cemiyetten çekilme kararını bildiren resmi
bildirge 19 Ekim’de verildi (DGFP,C, 11, 2 2. dipnot).
302) Höhne, Zeit der lllıtsionen, 173, 178-179; Jost Dülffer, ‘Zum
“decision-making process” in deutschen Aubenpolitik 1933-1939’,
içinde Manfred Funke (der.), Hitler, Deutschland und die Mâchte.
Materialienzur Aubenpolitik des Dritten Reichs, 186-204, burada
188-190.
303) Domarus, 308-314.
304) Domarus, 323-330.
305) Hans Baur, leh Jîog Mâchtige der Erde, Kempten (Allgâu),
1956, 108-110; Domarus, 325 ve 293. dipnot.
306) Kershavv, The 'Hitler Myth’, 62.
307) Domarus, 331.
308) BAK, R18/5350, Fols. 95-104,107-122, seçimlerdeki
usulsüzlüklere dair şikayetlerle ilgili yapılan soruşturmaları içerir.
Ayrıca bkz. AdR, Hitler, ii.939 1. dipnot; ve Bracher vdğ.,
Machtergreifung, i.480-485.
309) Eğer açıkça belirtmek gerekirse, Dachau toplama kampında
kalanların oylarının yüzde 99.5’inin lehte çıkması pek çok şeyi ortaya
sermektedir (Mü Neueste 13 Kasım 1933). Bu koşullara rağmen,
bazı yerlerde destek vermeyi reddedenler yüksek orandaydı.
Seçimlerdeki ret oranı, halk oylamasına göre daha yüksekti ve
seçimlerde aleyhte oy kullananlar Hamburg ve Berlin’de yüzde 21’in,
Köln-Aachen’de ise yüzde 15’in üzerindeydi. Aleyhte oy kullanan
kesimler, büyük oranda, sosyal yapılan ve dinsel bağlantıları
nedeniyle 1933’deki ilerleyişlerinden önce Nazilere görece kayıtsız
kalmış olan kesimlerle örtüşüyordu (bkz. Bracher vdğ., i.486-497).
310) AdR, Reg. Hitler, ii.939 1. dipnot.
311) AdR, Reg. Hitler, ii.939-941.

XII MUTLAK İKTİDARIN ELE GEÇİRİLİŞİ

1) Terimin ilk kez kullanıldığı eser: Richard Bessel, Poîitical


Violence, 152.
2) Longerich, Die braunen Batcıillone, 165-176.
3) Diels, 254 vdğ.
4) Sonderarchlv Moscow, 1235-V1-2, Fol.2-28, burada 19-21.
5) Longerich, Die braunen Bataiîîone, 166, 198.
6) Meissner’in Sonderarchiv Moscovv’daki Prâsidialkanzlei
dosyasında (1413-1-6), 1933-1935 arasındaki bu tip davalarla ilgili
460 yaprak vardır. Yargı sisteminin ve şahsen Gtimier’in böyle
hunharca eylemlerde bulunan SA milislerine verilen cezaları
kaldırarak suça iştirakini kapsamlı bir şekilde inceleyen eser:
Gruchmann, b. 4.
7) Longerich, Die braunen Bataillone, 177-179.
8) Heinz Höhne, Mordsache Röhm. Hitlers Durchbnıch zur
Alleinherrschaft 1933-134, Reinbek bei Hamburg, 1934, 46,
Hindenburg’un 29 Ocak 1933’te Hitler’e söylediklerine atıfta
bulunur. Açıklamalar Protestan Kilisesi içindeki anlaşmazlık
çerçevesinde yapılmıştır ve SA’dan açıkça bahsedilmemektedir.
Bununla birlikte Hindenburg’un ‘aşırılı klar’a bakış açısı şudur: Hitler
‘iyi niyetli ve tüm kalbiyle adalet için çalışıyor,’ ama ‘altındakiler ne
yazık ki gemi azıya almış dürümdalar’- bu da zaman içinde düzene
sokulacaktır (Sonderarchiv Moscovv, 1235-V1-2, Fol. 271, burada
Hindenburg ile Hugenberg arasındaki bir tartışmadan
bahsedilmektedir , 17 Mayıs 1933).
9) Nationalsozialistische Monatshefte,4 (1933), 251-254,
alıntılanan kısımlar, 253-254.
10) Longerich, Die braunen Bataillone, 184. Rakam, en önemlisi
Stahlhelm olmak üzere SA’ya bağlı paramiliter organizasyonların da
dahil edilmesiyle şişmiştir. SA milislerinin ancak üçte biri kadarı parti
üyesiydi.
11) Domarus, 286.
12) Longerich, Die braunen Bataillone, 182-183; Höhne, M Röhm,
46-49.
13) Shlomo Aronson, Reinhard Heydrich und die von und SD,
Stuttgart, 1971,71,92.
14) Longerich, Die braunen Bataillone,184-187.
15) Höhne, Zeit der Iluısionen, 143-148.
16) Longerich, Die braunen Bataillone, 185, 188.
17) Höhne, Mordsache Röhm, 127-128.
18) Longerich, Die braunen Bataillone, 188-190. Nazizm’in
iktidara yükselişi sırasında ve 1933, 1934 yılları boyunca SA
üyelerinin önemli bir oranını hep işsizler oluşturmuştur (Fischer,
Stormtroopers, 45-48).
19) Longerich, Die braunen Bataillone, 200-205; Hermann Mau,
'Die “Zvveite Revolution” der 30. Juni 1934’, VJZ, 1 (1953), 119-137,
burada özl. 124-127; Otto Gritschneder, Ver Führer hat Sie zum
Tode verurteih. . .’. Hitlers vor Gericht, Münih, 1993, 30, Prusya
Staatsministerium’da genel sekreterlik yapmış olan Paul Korner’in
1953 yılında verdiği tanıklıktan alıntı yapar; Höhne, Mordsache
Röhm, 218-219.
20) Bkz. Martin Loiperdinger ve David Culbert, 'Leni Riefenstahl,
the SA, and the Nazi Party Rally Films, Nuremberg 1933-1934; “Sieg
des Glaubens” and “Triumph des Willens”', Historical Journal of Film,
Radio, and Television, 8 (1988), 3-38, burada özl. 12-13.
21) Longerich, Diebraunen Bataillone, 201.
22) Hitler’in 31 Aralık 1933’te, harakete katkılarından dolayı
Röhm’e ettiği teşekkürler için, bkz Domarus, 338. Nazi liderlerine
gönderilen bu tip on iki mektuptan sadece Röhm’e yazılanda 'du’
(‘sen’) hitabı kullanılmıştır (Domarus, 338-342).
23) Bkz. lmmo v. Fallois, Kalkul und Ulıtsion. Der MachtkampJ
Reichswehr und SA wâhrend der Röhm-Krise 1934, Berlin,
1994,101: Zorunlu askerlik hizmetine dayanan bir Wehrmacht’ın
kurulması karan prensip olarak alınmıştı. Hitler 30 Ocak 1934‘te
yaptığı bir konuşmada, devletin iki temel direği olarak görülen partiyi
ve silahlı kuvvetleri övmüştü (Domarus, 355-356; ve bkz. Müller,
Heer, 95).
24) Fallois, 105-106, 117.
25) Fallois, 123 ve 560. dipnot.
26) Hans-Adolf Jacobsen ve Wemer Jochmann (der.), Dokumente
Geschichte des Nationalsozialismus, 3 cilt, Bielefeld, 1961, sayfaları
numaralandırılmamış, c.l, C, 2 Şubat 1934. Hess hemen hemen aynı
tarihte VBeobachterve he Monatshefte’de yayımlanan bir makalede
SA yönetimini açıkça uyarmıştı (Longerich, Die braunen Bataillone,
203).
27) Höhne, Mordsache Röhm, 200.
28) Höhne, Zeit der lllusionen, 181.
29) Fallois, 105, 117.
30) Bracher vdğ, Machtergreifung, iii.336; Fallois, 106-108.
31) Fallois, 117-118.
32) Höhne, Zeit der lllusionen, 183.
33) Fallois, 118-119, akt. NL Weichs, BA/M A, Freiburg, N19/12,
S.12.
34) Bracher vdğ., Machtergreifung, iii.337; Mordsache Röhm,
205; Toland, 330 (Weich’in tanıklığına dayanarak).
35) Höhne, Mordsache Röhm, 206.
36) Fallois, 123, 131 ve 602. dipnot, fakat Hitler’in psikolojik
olarak doğru anın gelmesini beklediğini iddia etmektedir; Zitelmann,
eines 77, Hitler’in tereddütünün SA ve Reichsvvehr arasındaki
çatışmada bir karara varamaıhasına bağlar. Nihayetinde (hem de en
acımasızından) bir karara vardığına göre, ilk açıklama daha olası
görünmektedir.
37) Fallois, 125-126.
38) Diels, 379-382.
39) Fallois, 125, 131.
40) Longerich, Die braunen Bataillone, 205, 209; Bracher vdğ.,
Machtergreifung, iii.343.
41) Bkz. Höhne, Mordsache Röhm, 218, 223-224.
42) Höhne, Mordsache Röhm, 210; Longerich, Die braunen
Bataillone, 205; Fallois, 124. Röhm krizinin ardından SA’nın
silahlarının alınması sonucu toplanan silah miktarı şöyleydi: 177,000
tüfek, 651 ağır ve 1250 hafif makineli tüfek.
43) Anthony Eden, The Eden Memoirs. Facing the Dictators,
Londra, 1962, 65.
44) Bkz. Höhne, Mordsache Röhm, 221-222; Longerich,
Diebraunen Bataillone, 213-214.
45) Kurt Gossvveiler, Die Röhnı-Atfâre. Hintergrund
Zusamnıenhânge, Ausmrkungen, Köln, 1983, 76, akt. 11 Haziran
1934 tarihli Evening Standardın (Londra) manşetinde, eğer başarısız
olursa Reichsvvehr’ın devreye gireceği ima edilerek Hitler’in
felaketin kıyısında olduğu söyleniyordu.
46) AdR, Reg. Hitler, 1197-1200 (alıntılan sözler 1197); Norberı
Frei, Der Führerstaat. onalsozialistische Herrschaft 1933 bis 1945,
Münih, 1987, 13.
47) Bkz. Frei, Führerstaat, 14-15; lan Kershaw, Popular Opinion
and Political Dissent in the Third ReicJı. Bavaria. 1933-1945,Oxford,
1983,46-47, 76,120-121; Timothy W. Mason, Sozialpolitik im Dritten
Reich. Arbeiterklasse und Volhsgemeinschajt, Opladen, 1977, 192;
Longerich, Die braunen Bataillone, 207.
48) DBS, i. 172 (26 Haziran 1934).
49) Akt. Hölme, M ordsache Röhm, 232. Jung’un 1933’ün
sonlarından itibaren Hitler’e esaslı bir şekilde direnişi, eski bir
tanıdık ve sempatizan olan Edmund Forschbach’ın yazdığı hatıratta
vurgulanmaktadır, Edgar J. Jung. Ein , Pfullingen, 1984. Öte yandan
Fallois (114 522. dipnot) Jung’un rejimi değiştirmek değil, İslah
etmek istediğini ileri sürer. Papen’in Marburg konuşmasını müteakip,
-Hitler’in emriyle (Hans-Günther Seraphim (der.), Das politische
Tagebuch Aljred Rosenbergs 1934/35 und 1939/40, Münih, 1964,
42-43)- Jung’un tutuklanmasından sonra bile, Papen’in Hindenburg’u
harekete geçirmesi için Bose ve Tschirschky’nin tasarladığı plan,
‘ehlileştirme anlayışının bir parçası olarak, Fritsch, Papen, Brüning
ve Goerdeler’in de bulunduğu bir Direktörlük’te Hitler ve Göring’in
üye olmasını öngörüyordu (Kari Martin Grab, Edgar Jung, Papenkreis
und Röhmkhse 1933-34, Diss., Heidelberg, 1966, 264-266).
50) Bkz. Höhne, Mordsache Röhm, 233-234; Longerich, braunen
Bataillone, 208. Gestapo onların faaliyetlerini yakından takip
ediyordu; Reichswehr yönetimindeki Blomberg ve Reichenau, SA’nın
pençesinden kurtulmuş olan Hitler’in orduya sağlayacağı avantajların
farkındaydı (Frei, Führerstaal,23-25). Hitler rejimine bir alternatif
getirme ihtimaliyle ilgili olarak, -bilhassa ordunun yeniden
silahlanması planına sağladığı fırsatlar temelinde- Fallois’in kötümser
değerlendirmesine de bkz. 112-16.
51) Heinrich Brüning savaştan sonra yazdığı bir mektupta, 1934
Nisan ayında, Hindenburg’un ağustosa kadar yaşamasının mümkün
olmadığını duyduğunu ve üç hafta sonra da, Cumhurbaşkanının
ölümünün ardından Hitler’in devlet başkanı olmasını sağlayacak
planları öğrendiğini söylemektedir. Belirttiğine göre, Papen’in yanı
sıra Schleicher, Strasser ve daha sonra öldürülen diğerlerinin
isimlerinin yer aldığı bir “yasaklılar listesi’’nden Brüning’in de haberi
vardı (Heinrich Brüning, und Gesprâche 1934-1945, der. Claire Nix,
Stuttgart, 1974, 26-27). Hindenburg’un doktoru Ferdinand
Sauerbruch, Das war mein Leben, Bad Wörishofen, 1951, 511,
Hindenburg’un 1934 ilkbaharında hasta olduğunu belirtir, başka bir
açıklama yapmaz. Meissner, Staatssekretâr, 375, Cumhurbaşkanının
ilkbaharda mesanesinden rahatsızlandığını belirtir (Ayrıca bkz.
Andreas Dorpalen, Hindenburg and the W eimarRepublic, Princeton,
1964, 478.)
52) Wheeler-Bennett, Nemesis, 311-313, herhangi bir kaynak
göstermeksizin -Hitler ve Blomberg’in Cumhurbaşkanının çok fazla
yaşamayacağını öğrenmelerinden yaklaşık iki hafta sonra- 27
Nisan’da Hindenburg’un sağlığıyla ilgili bir tebliğden bahseder.
53) Höhne, M ordsache Röhm, 228-229; Höhne, der îllusionen,
207-208; Longerich, Die braunen Bataillone, 120.
54) Grab, 227 ve 570. dipnot; Forschbach, 115-116.
55) Jacobsen ve Jochmann, Ausgewâhlte Dokumente, sayfa
numarası verilmemiş, c.l, CJ, 17 Haziran 1934; Papen, 309.
56) Papen, 310-311.
57) Brüning 9 Temmuz’da, Berlin’deki eski İngiliz büyükelçisi Sir
Horace Rumbold’a yazdığı bir mektupta, Reichswehr ve
Cumhurbaşkanıyla müteakip eylemde hemfikir olmadan konuşmayı
yapmanın ‘büyük bir hata’(ein riesiger Fekler) olduğunu belirtir.
Brüning, güvenilir bir kaynaktan duyduğuna göre Papen’in konuşma
metnini Marburg’daki konuşmasından sadece iki saat önce
okuduğunu da eklemektedir. (Bu nokta için, bkz. Forschbach, 115-
116.) Brüning savaştan sonra, Edgarjung’un hazırladığı metnin bir
kopyasının nisan veya mayıs ayında ona da ulaştığını ve metnin
Papen’in eline verilmesine şiddetle karşı çıktığını söylemiştir
(Brüning, Briefe und Gesprache,25, 27).
58) Domarus, 390-391.
59) Fallois, 132.
60) Papen, 310-311.
61) Höhne, Mordsache Röhm, 237.
62) Wheeler-Bennett, Nemesis, 319-320.
63) Meissner, Staatssekretâr, 363.
64) Akt. Longerich, Die braunen Bataillorıe, 212.
65) Höhne, Mordsache Röhm, 239; Höhne, Zeit der Illusionen,
211.
66) Longerich, Die braunen Bataillone, 215.
67) Fallois, 126-130, 135-136, 138-139; Müller, Heer, 113-118.
68) Grab, 260-261; Höhne, M ordsache Röhm, 239-242.
69) Höhne, M ordsache Röhm, 242.
70) Domarus, 394, 399.
71) Grab, 264-268; Höhne, M ordsache Röhm, 247-251, 256.
72) Höhne, M ordsache Röhm, 256.
73) Grab, 263 ve 728. dipnot; Höhne, M ordsache Ro 257.
74) Grab, 269; Longerich, Die braunen Bataillone, 216; Höhne, M
Röhm, 256-257.
75) TBJG, 1.2, 472-473 (29 Haziran 1934). Hitler’in Çalışma
Hizmeti kamplanru ziyareti için, bkz. Hartmut Heyck, The Reich
Labour Service in Peace and War: A Survey of the
Reichsarbeitsdienst and its Predecessors’, yayımlanmamış yüksek
lisans tezi, Carleton University, Ontario, 1997, 69.
76) Tb Reuth, ii.843 (1 Temmuz 1934); ve bkz. Reuth, Goebbels,
314.
77) Tb Reuth, ii.843 (1 Temmuz 1934).
78) Höhne, M ordsacheRöhm, 265.
79) Domarus, 394-395; Longerich, Die braunen Bataillone, 216.
80) Domarus, 399; Höhne, M ordsache Röhm, 260-266 (alıntılanan
sözler, 266).
81) Höhne, M ordsache Röhm, 266-267; Gritschneder, Ver 18.
82) Höhne, M ordsache Röhm, 267-268; Höhne, Zeit der 214;
Domarus, 396, 399-400; Kongre Kütüphanesi: Adolf Hitler
Koleksiyonu, C-89, 9376-88A-B, Erich Kempka röportajı, 15 Ekim
1971. Tutuklananlar arasında arabayla götürülen tek kişi Röhm’dü;
diğerleri otobüse bindirildiler.
83) Höhne, M ordsacheRöhm, 271, akt. Schreiben von Karl
Schreyer an das Polizeiprâsidium München, 27 Mayıs 1949,
Prozebakten Landgeıichı Mûnchen I. Reichspressestelle der NSDAP
tarafından hazırlanan resmi toplantı raporu için, bkz. UZ, Fa 108,
SA/OSAF, 1928-45, B1.39.
84) Höhne, M ordsache Röhm, 273.
85) Domarus, 397; Gritschneder, Ver Führer’, 21-28. Belli ki Hitler
sakinleşmiş ve bir dizi basın açıklamasıyla, Lutze’nin yeni SA Kurmay
Şefi olarak atandığını belirten mektubu kaleme aldırmıştı (Domarus.
397-402).
86) Gritschneder, Ver Führer’, 24, 26.
87) Höhne, M ordsache Röhm, 274.
88) Seraphim, Das politische Tagebuch Alfred Rosenbergs, 46, (7
Temmuz 1934).
89) Domarus, 396; Höhne, M ordsache Röhm, 270-271.
90) Longerich, Die braunen Bataillone, 218.
91) Yukarıdaki bilgiler için, bkz. Papen, 315-318; Hans Bemd
Gisevius, Bis zum bittern de , 2 cilt, Zurih, 1946, i.225-281;
Gritschneder, Ver 36-44, 135 (Edgar Jung’la ilgili); Longerich, Die
braunen Bataillone, 219; Höhne, M ,271, 281-282, 284-289.
Klausener’in ismi (Schleicher, Bredovv ve Bose’un isimleriyle
birlikte), Edgar Jung tarafından özel olarak hazırlanan -ve.herhangi
bir komplo planıyla ilgisi olmayanlistelerde görülmüştür; bu listeler
ilerde kurulacak bir hükümetin üyeleriyle ilgili olabilir (Höhne, M
ordsache Röhm, 251-252).
92) Hans Bemd Gisevius, Adolf Hitler. Versuch einer Deutung,
Münih, 1963, 291; Frei, Fuhrerstaat, 32.
93) Gritschneder, ‘Der Führer \ 30.
94) Papen, 320.
95) Gritschneder, Ver Führer\32, Kömer’in 1953’teki tanıklığına
dayanmaktadır.
96) Gritschneder, Ver Führer, 32-36.
97) Domarus, 404.
98) Domarus, 405.
99) Gisevius, Bis zum bittern Ende, i.270.
100) Höhne, Mordsache Röhm, 296, 319-321; Longerich, Die
braunen Bataillone, 219.
101) Bracher vdğ., Machtergreifung, iii.359. Mau, l Die “Zweite
Revolution" 134, kurbanların sayısının, yetmiş yedi olarak açıklanan
resmi rakamın en az iki, belki de üç katı olduğunu tahmin eder. Daha
sonradan resmi olarak yapılan bir açıklamayla, ‘Röhm Isyanı’yla ilgili
olarak sadece Göring’in emriyle 1,124 kişinin gözaltına alındığı
bildirilmiştir (Domarus, 409).
102) Longerich, Die braunen Bataillone, 220-224.
103) Yabancı basındaki tepkiler için, bkz. AdR, Reg.Hitler, 1376 3.
dipnot, 10 Temmuz 1934 tarihinde Goebbels’in radyodan yaptığı
açıklamayı, ertesi gün VB’de çıkan haberden aktarır.
104) Domarus, 405.
105) Domarus, 405.
106) Papen, 320.
107) Domarus, 406. Gürtner’in bu kanlı eylemleri makabline şamil
olarak yasallaştırması, Üçüncü Reich’ta hukukçuların izlediği
umutsuz stratejiyi yansıtmaktadır: Keyfi ve yasadışı bir gücü yasal
ilan ederek hukuk ilkelerini -akıllarınca- o güce karşı korumak.
Gürtner’in yasaya çizdiği çerçevenin arkasında nasıl bir zihniyetin
yattığına dair, bkz. Gruchmann, Justiz, 448-455 ve ‘Röhm
meselesi’nde işlenen cinayetlere yasal yönetimin tepkisi için, bkz.
433-484.
108) AdR, Reg. Hitler, ii. 1354-1358. Lammers’in savaştan sonra
verdiği tanıklığa göre, kabinedeki pek çok bakan (kendisini ve
Gürtner’i de bunlara dahil etmiştir) eylemleri yasal ilan etmekten çok
affetmeyi tercih etmiştir. Ama Hitler bir yasa çıkarılmasında ısrar
etmiş ve kabinenin geri kalanı da bunu kabul etmiştir. Lammers’e
göre pratikte zaten değişen bir şey yoktur (Gütschneder, Ver F 47-
49).
109) Dietrich Orlow, The History of the Nazi Party, cilt , Newton
Abbot, 1973, 114-115.
110) Domarus, 406.
111) AdR, Reg. Hitler, 1375-1377. Hükümetin şimdi sağa mı yoksa
sola mı savrulacağına dair Pearson’ın sorusu -Hitler, tahmin
edilebileceği üzere, planlananın dışında hiçbir yöne gitmeyeceği
yanıtını vermişti-, olayları ekonomiyi etkileyecek bir kargaşanın
izleyebileceği korkularını sakinleştirme yolunda beceriksizce bir
girişim olarak düşünülebilir.
112) Papen, 321.
113) Domarus, 407, konuşmanın hazırlanmasının zaman alacağına
işaret eder. Baştaki niyetin halka bir açıklama yapmayıp, meseleyi
örtbas etmek ve olayların unutulmasını beklemek olması pek mümkün
değildir. Böyle bir şey Hitler’in bütün propaganda içgüdülerine ters
düşer. Tereddüt içinde olduğu varsayımları da pek makul
görünmemektedir (Fest, Hitler, ii.643-644). Olayın gerekçesi,
Hitler’in olaylardan hemen sonra hem kamusal açıklamalarında hem
de önce Münih’te parti liderlerine, sonra da kabineye yaptığı
açıklamalardaki genel çizgilerle tutarlı bir şekilde oluşturulmuştur.
'Hitler’in kendine gelebilmek için Goebbels ve ailesiyle önce Baltık
kıyısındaki Heiligendamm’a, sonra da Berchtesgaden’e gittiği
iddiaları da geçerlilik taşımaz (Höhne, Röhm, 298-299; Orlow, ii.
114; Frei, Führerstaat, 33). Bu açıklamalar Hanfstaengl’in
kitabındaki bölümlerden (15 Jahre, 341 vdğ.) esin almış gibi
görünmektedir, ancak Hanfstaengl’in, Amerika’ya yaptığı yolculuktan
dönerken İngiliz Kanalı’nı geçtiği sırada Hitler’in konuşmasını gemide
duyduğu ve bundan sonra Goebbels ve Hitler’i Heiligendamm’da
ziyaret ettiğinini kendi beyanından açıkça anlamaktayız. Her
durumda, Hitler’in 6 Temmuz’daki angajmanları göz önüne
alındığında, dinlenmek için bir yerlere gidebilmesi ancak 7-13
Temmuz arasındaki dönemde mümkün olmaktadırki bunlar da
kesinlikle, Hitler’in Baltık’ta tatil yaptığı değil, konuşmasını
hazırlamakla meşgul olduğu günlerdir.
114) Domarus, 410; Gritschneder, ‘Der Führer’, 52.
115) Domarus, 421.
116) Gritscheder, ‘Der Führer', 54.
117) DBS, i.250 (21 Temmuz 1934).
118) BHStA, MA 106670, RPvOB, 4 Temmuz 1934.
119) BHStA, MA 106675, Arbeitsamt Marktredwitz, 9 Temmuz
1934.
120) Prusya eyaletinden gelen raporlara bkz., içinde BAK,
R4311/1263, Fols. 238-328.
121) BHStA, MA 106691, LB ol“ RPvNB/OP, 8 Ağustos 1934.
122) BAK, R43I1/1263, Fols. 238-328; DBS, i.198-201 (21
Temmuz 1934).
123) Domarus, 401-402. S A liderlerinin yaklaşık beşte biri uzun
süren bir tasfiye süreci için de görevlerinden alındı (Mathilde Jamin,
‘Zur Rolle der SA im nationalsozialistischen Herrschaftssystem’,
içinde Hirschfeld ve Kettenacker, Der 329-360, bura da 345).
124) DBS, i.249 (21 Temmuz 1934).
125) BAK, R4311/1263, Fols.235-7, Göring’in Hess’e yazdığı
mektup, 31 Ağustos 1934. Mektubun bir kopyası Hitler’e verilmiştir.
126) Gritschneder, Ver Führer', 71-72; Levvy, 169-170.
127) Höhne, M ordsache Röhm, 303-305; Müller, Heer, 125-233.
Hammerstein arkadaşının cenazesi için Lichterfelde Mezarlığfna
geldiğinde, Schleicher’in ve karısının gece defnedildiği ortaya çıktı.
128) Gritschneder, Ver Führer 72-73.
129) Akt. Fallois, 9.
130) Mau, ‘Die “Zweite Revolution" \ 137.
131) Weinberg, i.87-101, özl. 99-101; Höhne, Zeit 223-224; Bruce
F. Pauley, H itler and the Forgötten Nazis, b. 7-8.
132) Domarus, 426, bağımsız olarak davranmaya cesaret
edemeyecek olan Habicht’e emri Hitler’in verdiğinden emindir.
Weinberg, i. 104, ‘darbenin Hitler’in bilgisi dahilinde, en azından
taktik onayıyla başladığı farz edilebilir,'der. Pauley, 133-137, bu tip
görüşleri büyük oranda yumuşatarak, Hitler’in sorumluluğunun,
Avusturya’da net bir çizgi belirlemeyip, fevri yerel güçlerin politikayı
sürükleyip, baskın olmasına izin vermesinde yattığı sonucuna varır.
Hermann Graml, Europa den Kriegen, Münih, 1969, 298,
Avusturya’daki Nazi yönetiminin Hitler’in pasifliğini yanlış
yorumlamasının, Röhm'meselesinin ardından yerel durumun
belirsizliğinin de teşvikiyle, darbe girişimini tahrik ettiğini ileri sürer.
Reinhard Spitzy, So haben wir das Reich Bekenntnisse eines legalen,
Münih (1986), 4. baskı, 1994, 61-66, Avusturya’daki darbe
planlarının içinde yer almış birinin anlatısına yer verir, ancak
darbenin Hitler’in bilgisi ve onayı dahilinde gerçekleşip
gerçekleşmediğine ışık tutmaz.
133) Pauley, 134; Jens Petersen, Hitler-Mussolini: Die Entstehung
Berlin-Rom, 1933-1936 , Tübingen, 1973, 338; Höhne, Zeit der
Ulusionen, 224. Bununla birlikte, Weinberg, i. 104 89. dipnot, bunun
Göring’in Nuremberg’deki tanıklığına OMT, ix.294-295) dayandığını
ve sorgulanabilir olduğunu ileri sürer.
134) Anton Hoch ve Hermann Weib, ‘Die Erinnerungen des
Generalobersten Wilhelm Adam’, içinde Wolfgang Benz (der.),
Misceîla Festschrift Jür Helmut Stuttgart, 1980, 32-62, burada 47-
48, 60 40. dipnot.
135) Höhne, Zeit der llhısionen, 223.
136) Weinberg, i. 105.
137) Hanfstaengl, 15 Jahre, 353-354.
138) Papen, 339.
139) Dietrich’in basınla ilgili talimatları için, bkz. Hanfstaengl, 15
Jahre, 352; Pauley, 134-136.
140) Domarus, 427; VVeinberg, i. 106.
141) Hanfstaengl, 15 Jahre, 354. Bir Katolik, deneyimli bir
diplomat ve öldürülen Dollfuss’un şahsi bir dostu olarak Papen
Hitler’e Almanya’nın niyetlerine dair Avusturya’nın şüphelerini
sakinleştirip, ortalığı yatıştıracak doğru kişi olarak görünmüştü.
Papen’in olaylara dair kendi beyanına baktığımızda, onun bu
atamadan durumu anlayabileceğini görüyoruz (Papen, 340-341;
Pauley, 135).
142) Papen, 337 vdg.; Domarus, 428; VVeinberg, i. 106.
143) Domarus, 429. Cumhurbaşkanının yakında öleceğinin Hitler’e
tam olarak he zaman söylendiği belli değildir. Hanfstaengl’in
beyanında, Hitler’in Meissner’den aldığı ve Cumhurbaşkanıyla ilgili
kötü haberler veren telefonun ardından Papen’i Viyana’ya
göndermeye karar verdiği ve sonra da Hindenburg’u ziyaret etmek
için Doğu Prusya’ya uçtuğu belirtilmektedir. Bununla birlikte
kronoloji uymaktadır. Hitler’in Papen’den, sınırlı bir süre için
Viyana’da “özel bir misyonla sefirlik görevini üstlenmesini rica eden
mektubu 26 Temmuz tarihlidir. Hindenburg’un durumu kamuoyuna
31 Temmuz’da açıklanmıştır; Hitler’in bundan biraz daha önce
bilgilendirildiği farz edilebilir. Hitler’in Neudeck ziyareti 1
Ağustos’ta gerçekleşmiştir (Hanfstaengl, 15 Jahre, 354; Domarus,
429).
144) Sauerbruch, 520. Sauerbruch, son hastalığı sırasında
Hindenburg’un baş doktoruydu. Hitler’in Hindenburg’u son ziyareti
için, ayrıca bkz. Papen, 334. Sauerbruch, 519 ve açıkça onu izleyen
Meissner, Staatssekretar, 377, Hitler’in ziyaretini 31 Temmuz’a
tarihler. VB’deki -1 Ağustos 1934 tarihli- bir bildirim, Hitler’in,
birkaç saat içinde dönmek üzere o sabah Neudeck’e uçtuğunu
belirtir. Akşam 9.30’da bir kabine toplantısına katılır (AdR, Reg.
Hitler, ii. 1384). Hanfstaengl’in hikayesi (15 Jahre, 355); Hirier ve
maiyetinin, Hindenburg’un ölüm haberini Bayreuth’ta alıp, hemen
Neudeck’e geldiği ve Bayreuth’a geri dönmeden önce geceyi
Neudeck’te geçirdikleri -Hider’in burada güya Napoleon’un
kullandığı odada kalmayı reddettiği- temelsiz görünmektedir.
145) AdR., Reg. Hitler, ii. 1384. Hindenburg 2 Ağustos’ta sabah
9.00’da öldü.
146) AdR, Reg. Hitler, ii.1384; Domarus, 429; Gritschneder, ‘Der
Führer’, 75-76; Müller, Heer, 133.
147) AdR, Reg. Hitler, ii.1387; Domarus, 431.
148) Müllfer, Heer, 134; Fallois, 161.
149) Müller, Heer, 135.
150) Domarus, 444. Bu, plebisitten bir gün sonra, 20 Ağustos’ta
oldu. Hitler teşekkür demecinde ‘3 Ağustos yasası’na göndermede
bulundu, oysa ki yasa devlet başkanlığı tarafından 1 Ağustos’ta kabul
edilmişti ve bu, Hindenburg’un ölümünden sonra değil, önceydi.
151) Müller, Heer, 134; Papen, 335-336.
152) Müller, Heer, 134; Gritschneder, ‘Der Führer’, 76.
153) Akt. Müller, Heer, 135.
154) Akt. Müller, Heer, 136.
155) Akt. Müller, Heer, 157.
156) Müller, Heer, 138.
157) Müller, Heer, 139 ve 313-314. dipnot.
158) Münchner Neneste Nachrichten, 4 Ağustos 1934.
159) Domarus, 438.
160) AdR, Reg. Hitler, ii. 1385-6, 1388-9 ve 8. dipnot; Meissner,
377-378.
161) Statistisches Jahrbuch fiirdas Deutsche Reich, , Berlin, 1935,
537. İşçi sınıfının ve Katoliklerin hakim olduğu bazı bölgelerde, üçte
bir gibi ciddi oranda oy kullanmama durumu vardı.
162) TBJG, 1.2, 475 (22 Ağustos 1934).
163) Domarus, 447-454.
164) Loiperdinger ve Culbert, 17-18; David Welch, Propaganda
and the German 1933-1945, Oxford, 1983, 147-159. Leni
Riefenstahl’daki beyan, A M New York, 1993, 156-166, Loiperdinger
ve Culbert’in (15-17) de işaret ettiği üzere ihtiyatle ele alınmalıdır.

XIII FÜHRER İÇİN ÇALIŞMAK

1) Niedersâchsisches Staatsarchiv, Oldenburg, Best. 131 Nr.303,


Fol. 13 İv.
2) Bkz. Ulrich Herbert,‘“Die guten und die schlechten Zeiten".
Überlegungen zur diachronen Analyse lebensgeschichtlicher
lnterviews', içinde lutz Niethamrner (der.), 'Die jahre weib man
nicht, wo man sie heute hinsetzen soll'. Faschismuserfahrtungen im
Ruhrgebiet, Berlin/Bonn, 1983, 67-96, burada özl. 82, 88-93.
3) Terimin ima ettiği amaçlar için, bkz. Mommsen, ‘Kumulative
Radikalisierung’; ve Hans Mommsen, ‘Cumulative Radicalisation and
Progressive Self-Destruction as Structural Determinants of the Nazi
Dictatorship', lan Kershavv. ve Moshe Lewin (der.), Stalinism and
Nazism içinde, 75-87.
4) Bkz. Müller, Armee, Politik und Gesellschaft , 39-47.
5) Dietrich, Zwölf Jahre, 44-45.
6) Broszaı, ‘Soziale Motivation und Führer-Bindung’, 403.
7) Lothar Gruchmann, Die “Reichsreğierung” im Führerstaat.
Stellung und Funktion des Kabinetts im nationalsozialistischen
Herrschaftssystem’, içinde Günther Doeker ve Winfried Steffani
(der.), Klassenjustiz und Pluralismu Hamburg, 1973, 192, 202.
8) Bkz. Wiedemann, 69, 71.
9) Wiedemann, 68-69.
10) Wiedemann, 80-82.
11) Wiedemann, 78. Berghof, film gösterim olanakları da dahil
olmak üzere 1936 yılında tamamlandığında sık sık gecede iki film
izleniyordu (BBC Arşivleri, Berghof Müdürü (Verwalter) Hemiann
Döring’le röportaj, 1997, ses kaydı, Roll 243, 31).
12) Wiedemann, 79, 90-91. Bkz. Schroeder, 60,81,84, ve özellikle
sonraki yıllarla ilgili olarak bunu teyit etmek için, 1971 yılında
(Library of Congress, Washington DC, Adolf Hitler Collection, C-63,
64, 9376 63-64 ve C-86, 9376 85) Gerda Dananowski ve Traudl
Junge ile yapılan röportajlara bakınız. Hitler’in Luftwaffe yaverinin
dul eşi Marta von Below’un (ilerki yıllara da gönderme yapan)
açıklamaları için, ayrıca bkz. Gitta Sereny, Albert Speer: his Bdttle
with the Truth, Londra, 1995, 113-114.
13) Wiedemann, 76, 78, 95; Percy Ernst Schramm, Picker’e
Giriş’te, 54; (daha sonraki bir dönemle ilgili olmakla birlikte) ayrıca
bkz. Spitzy, 126-127, 130.
14) Wiedemann, 69.
15) Wiedemann, 85; Schroeder, 53, 78-82.
16) Hitler’in böyle görkemli sanat projelerine hamilik yapma
tutkusu için, örn. bkz. Friedelind Wagner, 93, 124-125.
17) Wiedemann, 194 vdg.; Smelser, 166.
18) Hamburg’daki, yerel ve bölgesel düzeyde karakteristik
örnekler teşkil eden, özel rüşvet örnekleri için, bkz. Frank Bajohr,
‘Gauleiter in Hamburg. Zur Person und Tâtigkeit Karl Kaufmanns’,
VfZ, 43 (1995), 269-295, burada 277-280.
19) Robert Koehl, Teudal Aşpects of National Socialism’, American
Political Science w, 54 (1960), 921-933.
20) Bkz. Hanisch, 13 vdg.; Geib, 65-95.
21) Wiedemann, 72, 74-76, 94-96.
22) Wiedemann, 69-70.
23) Kararname metninin basıldığı eser: Walther Hofer (der.), Der
Nationalsozialismus Dökumente 1933-1945, Frankfurt am Main,
1957, 87.
24) Kaufmann’ın Hamburg’daki işçilerin ücretlerinin düşmesini
engelleme çabaları için, bkz. Bajohr, 286.
25) BAK, R4311/541, Fols. 36-95; BAK, R4311/552, Fols.25-50; ve
bkz. Mason, Sozialpolitik, 158-159.
26) BAK, NS22/110, Denkschrift, 15 Aralık 1932; bkz. Mommsen,
‘Die NSDAP als faschistische Partei\ 267-268.
27) Orlow, ii.67-70; Peter Longerich, Hitlers Parlei Kontrolle des
Staatsapparates durzh den Stab Hess und die Purtei-Kcınzlei
Bormann, Münih/Londra/New York/Paris, 1992, 16 (Führer Vekilliği
görevindeki operasyonlar için, bkz 1-1V. Bölümler).
28) Orlow, ii.74-75; Mommsen, ‘Die NSDAP als faschistische
Partei’, 262-263; ve Hess yönetimi altında partinin tepeden belirsiz
ve anlık müdahalelerle gelişen yapısına dair vurgular için, bkz.
Longerich, Hitlers Stellvertreter, 24.
29) Longerich, Hitlers Stellvertreter, 18-20 ve Kısım 11. Fakat
Longerich (257), devletin bakış açısından, devlet memurluğu
atamaları için StdF dairesinin onayının yasal açıdan bağlayıcı kabul
edilmediği, ancak pratikte buna bağlı kalındığına işaret eder.
30) Bkz. Longerich, Hitlers Stellvertreter, b.8, pts. 2, 4 210 vdğ.,
234 vdğ.
31) Dietrich, Zrvölf Jahre, 45.
32) Bkz. Diehl-Thiele, 69-73.
33) MK, 433-434.
34) Anatomic, ii.46. ‘ihtiyati tutuklamalarda avukat bulunmasıyla
ilgili Gestapo ve Reich Adalet Bakanlığı arasındaki çatışma Ekim
1934 tarihine dek uzanıyordu. Bunu müteakip Himmler 1935 Nisan
ayında Gestapo şubelerine, siyasi çıkarları ve polisin çıkarlarını
tehlikeye atabileceğinden bu tarz temsil ilişkilerinin yasaklandığını
bildirdi. Gürtner, Hitler’in sonbahardaki müdahalesinden sonra bile
yasal hakların korunması için çabalamaktan vazgeçmedi. Fakat
Himmler meseleyi sürüncemede bıraktı ve Reich Adalet Bakanı
yaptığı tüm hazırlıklara rağmen bir ilerleme kaydedemedi. Gestapo
Hitler’in otoritesine dayanarak, gücünü keyfi olarak kullanmasını
kısıtlayacak tüm girişimlerin önünü kesebilmişti (Bkz.
Gruchmannjustiz, 564-573.) Gürtner ise siyasi menfaatçilik
karşısında yasal prensipleri koruyabilmek açısından acınacak
derecede güçsüzdü. Ocak 1934’te Berlin’deki bir SA Evi’nde altı
komüniste işkence yapmakla suçlanan bir SA milisinin davasına dair 8
Ekim 1935’te Hitler’e yazdı. Gürtner, ‘açık bir sadizm duygusuyla
yapılmış ciddi bir kötü muamelenin varlığına rağmen, iddianamenin
bozulmasını önermeye hazırdı (Sonderarchiv Moscow, 1413 1-6,
Fol.36).
35) Anatomie, ii.39-40.
36) Johannes Tuchel, Konzentrationslager, Boppard am Rhein,
1991, 314-315. Hitler’in 11 Eylül 1935’deki Parti Kongresi’nde
kullandığı slogan ‘Kampf gegen die inneren Feinde der Nation’idi.
Ayrıca bkz. Robert Gellately, Allwissend und allgegemvârtig?
Entstehung, Funktion und Wandeldes Gestapo-Myıhos, Gerhard Paul
ve Klaus-Michael Mallmann (der.), Die Gestapo: Mythos und Realit
içinde, Darmstadt, 1995, 47-70, burada 54-55.
37) Anatomie , i.50-54.
38) RGBl, 1936, Teil 1, 487-488.
39) Anatomie, i. 118.
40) Anatomie, ii.50-51. Ayrıca bkz. Herbert, Best, 163-168.
41) Gestapo’nun faaliyet alanının genişlemesi için, bkz. Herbert,
Best, 168-180. Örneklerden biri homoseksüellere de eziyet edilmeye
başlanmasıdır. Halbuki Röhm meselesinin bunu açıkça tahrik
etmesinden önce bu çok fazla rastlanan bir durum değildir. Berlin’de
Gestapa içinde yeni kurulmuş bir departman, Ekim 1934’ten itibaren
homoseksüellerin isimlerinin yer aldığı listeler oluşturmaya
başlamıştı (Günter Grau (der.), in der NS-Zeit. Dokumente einer
Diskriminierung und Verfolgung, Frankfurt am Main, 1993, 74).
‘Homoseksüellik ve Kürtajla Mücadele Reich Merkezi’nin
koordinasyonuyla, bölgesel Gestapo şubeleri uygulanan zulmü daha
da genişlettiler (Burkhard Jellonnek, ‘Staatspolizeiliche Fahndungs-
und Ermittlungsmethoden gegen Homosexuelle\ Paul ve Mallmann,
Die Gestapo içinde, 343-356, burada 348-349. Ayrıca bkz. Burkhard
Jellonnek’in monografisi, Homosexueîlen unter dem HakenDie
Verfolgung. von Homosexuellen im Dritten Reich , Paderbom, 1990).
42) Bkz. Christine Elizabeth King, The Nazi State and the w
Reliğions: Five Case Studies in Non-Conformity, Nevv York/Toronto,
1982.
43) Weinberg’in, 1933 ve 1939 yılları arasında Alman dış
politikasıyla ilgili iki ciltlik analizinin ilkinin alt başlığı.
44) AdR, Reg. Hitler, i.313-318, burada 318. Ayrıca bkz. Wollstein,
‘Eine Denkschrift des Staatssekretârs Bemhard von Bülow vom
Mârz. 1933’, 87, 93; ve Wendt, 75, 79.
45)Bkz. Weinberg, i.46, 166-170.
46) Bkz. Wendt, 85; Weinberg, i. 171.
47) Weinberg, i.60-61, 69-73.
48) Akt. Wendt, 78.
49) Herbert S. Levine, Hitler’s Free City. A History of the Nazi
Party in Danzig, 1 , Chicago/Londra, 1973, 56-57.
50) Bkz. Levine, 9-17, 61-67.
51) Weinberg, i.63-68, 71.
52) Jozef Lipski, Diplomat in Berlin, 1933-1939 , New York/Londra,
1968, 105.
53) Weinberg, i.73.
54) Leonidas E. Hill (der.), Die Weizsâcker-Papiere , Frankfurt am
Main/Berlin/Viyana, 1974, 78.
55) Bayerische Staatsbibliothek, ANA-463, Sammlung Deuerlein,
E200263-9, Dirksen’den Bülow’a, 31 Ocak 1933; Bülow’dan
Dirksen’e, 6 Şubat 1933 ve E49696r, Dirksen’in Neurath’a telgrafı,
28 Şubat 1933.
56) Weinberg, i.81.
57) Weinberg, i. 180-183.
58) Müller, Heer, 147 vdğ.
59) Müller, Heer, 155-157.
60) Domarus, 468 ve 8. dipnot; Orlow, ii. 138-139; Müller, Heer,
158-161.
61) Terim için, bkz. Hüttenberger, ‘Nationalsozialistische
Polykratie’, 423 vdğ., 432 vdğ.
62) Patrik von zur Mühlen, ‘Schlagt Hitler an T
Abstimmungskampf, Emigration Widerstand im Saargebiet, 1933-
1945, Bonn, 1979, 230, kampanya kapsamında basılan 80 binden
fazla afişten, 1 500 toplantı ve gösteriden bahseder. Saar’daki
propaganda yayınını organize edebilmek için halk oylamasından aylar
önce çalışmalara başlanmıştı, buna halka ucuz radyo (
Volksempfânger ) dağıtılması ve Saar’ın Almanya’nın bir parçası
olduğu mesajını çeşitli yollarla işleyen programların Almanya’da
dinlenebilmesi de dahildi (Zeman, 51-4).
63) François-Poncet, 221-222; Weinberg, i. 173-174, 203.
64) Bkz. Gerhard Paul ve Klaus-Michael Mahlmann, und Eine
geschichte der Gesellschaft im Nationcılsozialismus, Bonn, 1995, 60-
77, 203-223, 152-171. Ayrıca bkz. Gerhard Paul, ‘Deutsche Mutter -
heimzu !*es miblang, Hitler an der Saar zu schlagen. Der
Saarkampf1933 bis 1935, Köln, 1984.
65) Höhne, Zeit der lllusionen, 284.
66) Paul ve Mahlmann, Milieus, 66, 73-77.
67) Höhne, Zeit der Ulusionen, 283.
68) Schultheb 1 Europâischer Geschichtskalender, Bd. 76 (1936),
Münih, 1936, 14 (yüzde 90.76).
69) Paul ve Mahlmann, Milieus, 222.
70) Domanıs, 472.
71) Domarus, 476. Ward Price ikna olmuştu, röportajdan sonra
völkischer Beobachter’de Hitler’in barış aşkından bahsediyordu (akt.
Domarus, 474 19. dipnot). Hitler’in ’barış arzusu’nda samimi
olduğuna 1937’de bile hâlâ inanıyordu (G. Ward Price, I Knovv these
tators, 143).
72) Domarus, 485.
73) DRZVV, i.415 ve 62. dipnot, 416.
74) Klaus-Jûrgen Müller, General LudmgBech Studien und
Dokumente zur -. ben Vorstellungswelt und Tâtigkeit des
Generalstabsche/s des deutschen Boppard am Rhein, 339-342; ve
Hans-Jürgen Rautenberg, ‘Drei Dokumente zur Planuiıg eines
300.000-Mann-Friedensheeres aus dem Dezember 1933’, M
itteilungen, 22 (1977), 103-139.
75) DRZVV, i.403-410, 416; Müller, Bech, 192-194, 341; Müller,
Heer, 208.
76) Müller, Bech, 189, 339-344.
77) Müller, Bech, 190.
78) François-Poncet, 224-225; Höhne, Zeit der lllusionen, 294-
295; Domarus, 481; Müller, Bech, 195; Weinberg, i.205.
79) Domarus, 482.
80) Höhne, Zeit der lllusionen, 295.
81) Schmidt, 295-296; François-Poncel, 225; Höhne, Iluısionen
297.
82) Domarus, 489.
83) Seraphim, Dos poîitische Tagebuch Rosenbergs, 74-75.
Almanya’nın yeni askeri gücününün açıklanmasını zamanlama
konusunda Hitler’in karşılaştığı güçlükler için, bkz. Höhne, Zeit der
lllusionen, 295-296.
84) Domarus, 489; Müller, Beck, 195; François-Poncet, 226;
Höhne, Zeit der lllusionen, 298. Kabine 26 Şubat’ta -Simon ve Edenin
ziyaretinin duyurulmasından önce- hava gücüyle ilgili gizli
kararnamenin 1 Mart’ta yürürlüğe konmasına ve birkaç gün sonra
kamuya ilan edilmesine karar verdi (Weinberg, i.205).
85) Höhne, Zeit der lllusionen , 298. Göring, İngiliz Hava
Ataşesi’ne Almanya’nın 1500 uçağı olduğunu söylemişti, oysa ki
gerçek rakam 800 idi. İngiliz ataşe Ekim 1936 yılına dek Almanya’nın
1 300 uçaklık bir Alman hava gücüne sahip olduğunu farzediyordu.
86) Schmidt, 296.
87) Müller, Beck, 195; Höhne, Zeit der lllusionen, 287-288.
88) François-Poncel, 229.
89) Friedrich Hossbach, Zmschen Wehrmcıcht und Hitler 1934-
1938, WoIffenbüttel/Hanover, 1949, 94-95.
90) Hossbach, 95.
91) Müller, Heer , 208; ordu komutanlarının şaşkınlığı için, ayrıca
bkz. Esmonde M. Robertson, Hitler’s Pre-Wcır Policy and Military
Plans, 1933-1939, Londra, 1063, 56.
92) Müller, Heer, 209.
93) Hossbach, 96
94) Müller, Heer, 208-210; Müller, Beck, 196; Höhne, Zeit der
lllusionen, 287-289.
95) Müller, Heer, 208. Buna rağmen, Dışişleri’ndekiler Hitler’in bu
hareketiyle yarattığı duruma karşılıklı görüşmelerle de
gelinebileceğini düşünüyorlardı (Schmidt, 296). Fritsch de zorunlu
askerlik hizmetinin ilanının ‘daha az dramatik’olabileceği
görüşündeydi (akt. Müller, Heer, 209).
96) Höhne, Zeit der lllusionen, 303-304. Rosenberg’in İngiliz Hava
Bakanlığından aldığı bilgi için, bkz. Seraphim, Dos poîitische
Tagebuch Rosenbergs, 75.
97) Hossbach, 96.
98) Hossbach, 96; Müller, Heer, 209.
99) Domarus, 491; Höhne, Zeit der lllusionen, 299.
100) Hossbach, 96; Müller, Heer, 209; Höhne, Zeit der lllusionen,
299; Hitler, M 343 (16 Ağustos 1942).
101) François-Poncet, 228-229.
102) Seraphim, Dos poîitische Tagebuch Rosenbergs, 77. Bkz.
DGFP, C, III, 1005-1006, No.532, 1015, No.538. Resmi kayıtlarda
Fransız sefirinin protesto ettiği, İtalyan sefirinin yorum yapmaktan
kaçındığı, İngiliz sefirinin ise 3 Şubat tarihli İngiliz-Fransız ortak
tebliğinde dile getirilen tartışmaların sürüp sürmediğini sorduğu
belirtilmektedir.
103) Domarus, 491'495, burada 494.
104) François-Poncel, 230; William Shirer, Berlin 1934-1941,
(1941) Sphere Book baskısı, Londra, 1970, 32.
105) Shirer, 33.
106) Shirer, 53-54.
107) Domarus, 491-495; Höhne, Zeit derllhısionen,
108) François-Poncel, 230.
109) DBS, ii. 275-282.
110) DBS, ii.277-279.
111) DBS , ii.279.
112) Jens Petersen, Hitler-Mussolini, 397-400.
113) Schmidt, 296; Höhne, Zeit der llhısionen , 304; Weinberg,
i.206.
114) François-Poncet, 231 .
115) Schmidl, 297.
116) Seraphim, Das politische Tagebuch Rosenbergs, 77; Höhne,
Zeit der llhısionen, 302.
117) Schmidt’in beyanına dayanarak, 298-308.
118) Eden, Facing the Dictators, 133 (Eden’in 20 Şubat 1934’te
Hitler’le ilk karşılaşmasındaki izlenimleri için, bkz. 61). Winston
Churchill’in 1935 yılındaki yayımlanmış ifadesine de bkz., ‘Hitler and
his Choice, 1935’, bu ifade şu eserde tekrar geçmektedir, Great
Conlemporcıries , Londra, 1941, 223-231, burada 230: ‘Herr
Hitler’le umumi bir iş için ya da sosyal bir münabesetle yüz yüze
gelmiş olanlar onu latif tavırları, sakin gülümsemesiyle oldukça
liyakatli, soğukkanlı ve bilgili bir kamu görevlisi olarak
değerlendirirler, bu incelikli kişisel çekime kapılmadan edemezlerdi.’
119) Schmidt, 301-302 (burada verilen rakam 128 değil, 126’dır,
Memellânder).
120) Eden, Facing the Dictators, 135.
121) Schmidt, 306.
122) Schmidt, 307. Müzakerelerin resmi tutanağı, içinde DGFP, C,
111, 1043-80, No.555.
123) Schmidt, 306-308.
124) Friedelind Wagner, 128-129, annesi Winifred Wagner’in
anlattıklarını aktarır. Buna göre Hitler, Simon ve Eden onuruna
verilen yemekte, kazandığı diplomatik zaferin sevinciyle ‘bir okul
çocuğu gibi ellerini çırpıp, dizlerini birbirine vurmuştur’. Ûte yandan,
bu toplantıda Hitler’in İngiltere’yle arzuladığı ittifaka İngilizlerin
direnişinin umduğundan daha güçlü olabileceğini fark ettiği ye
toplantının bunun ilk işaretini taşıdığı savları için, bkz. Josef Henke,
England in Hitler's politischem Kalkul 1935-1939, Boppard am
Rhein, 1973, 38-39. Hitler’in İngiliz konuklarıyla tartışınalarında
beliren yeni iddiacı tavrının bir kanıtı, kolonilerin geri verilmesi
talebini öne sürmesiydi. Hitler bunu İngilizleri dostça bir işbirliğine
‘ikna etme’çabası olarak görüyordu. (Bkz. Klaus Hildebrand, Vom
Reich zum Wei treich.Hitler, NSDAP und koloniale Frage 1919-1945,
Münih, 1969, 447 vdg.; Klaus Hildebrand, The Foreign Policy of the
Third Reich, Londra, 1973, 36-37; Klaus Hildebrand, Das
vergangene Reich Deutsche Aubenpolitik von Bismarck bis Hitler -
1945, Stuttgart, 1995, 598.)
125) Eden, Facing the Dictators, 136.
126) Eden, Facing the Dictators, 135-134, 139.
127) Weinberg, i.207; A. J. P. Taylor, The Oriğins ojtheSecond
World War, (1961) gözden geçirilmiş baskı, Harmondsvvorth, 1964,
116-117.
128) TBJG, 1.2, 485 (15 Nisan 1935).
129) TBJG, 1.2, 486 (17 Nisan 1935).
130) Domarus, 506.
131) Domarus, 511.
132) Mussolini Temmuz 1934’teki Dollfuss olayından sonra,
Avusturya’nın istikrarsız durumunun devam ettiğini de göz önüne
alarak, Almanların burada tekrar bir darbe girişimini önleme
çabasındaydı; özellikle kendisi gözünü Habeşistan’a diktiğinden bu
kaygısı ön plandaydı. Ayrıca, önerdiği bu riskli maceraya karşı ülke
içinde güçlü bir muhalefet olduğunun da farkındaydı. Söylendiğine
göre Neurath, Mussolini’nin Stresa’da kabul ettiği Batı yanlısı ve
Alman karşıtı tutumdan endişe duyuyordu -hiç şüphesiz İtalyan liderin
amacı da zaten onu endişelendirmekti (William E. Dodd ve Martha
Dodd (der.). Ambassador Dodd’s Diary , 1933-1938 , Londra, 1941,
236-245). Ayrıca bkz. Robert Mallett, The Italian Navy and Fascist E
1935-40, Londra, 1998, 28-29.
133) Domarus, 505-514. Durumun Almanya’da nasıl karşılandığı
için, bkz. Kershavv, The ‘Hitler Myth’, 125-126. The Times
konuşmayı ‘mantıklı, açık ve anlaşılır’diye tanımlamıştı (akt. Toland,
372).
134) Domarus, 512-513.
135) Jost Dülffer, Weimar, Hitler und die Marine. Reichspolitik
Flottenbau 1920-1939, Düsseldorf, 1973, 256-257.
136) Dülffer, Weimar, Hitler uncl die Marine, 1973, 266-267.
137) DRZW, i.455-458.
138) Dülffer, Weimar, Hitler und die Marine, 280,291, 301; ve bkz.
319-320; Höhne, Zeit der lllusionen, 308-309; Weinberg, i.212.
139) Schmidt, 317. Ribbentrop’un kişiliğinin ve Londra’da bir
Alman sefiri olarak tarzının iğneleyici bir betimi için, bkz. Spitzy, 92-
122. Ribbentrop’uri dış politikaya dair -Hitler’inkilerden farklı
vurgular taşıyan, fakat nihayetinde kaçınılmaz olarak bağımsız bir
duruşu olmayan- fikirlerinin gelişimini inceleyen eser, Wolfgang
Michalka, Ribbentrop und die deutsche Weltpolitih 1933-1940.
Aujsenpolitische Konzeptionen und prozesse im Dritten Reich, Münih,
1980.
140) Michael Bloch, Ribbentrop, cep kitabı baskısı, Londra, 1994,
54-58. Ribbentrop’un İngiltere’deki ‘sağcı yol arkadaşlarıyla’la iyi
ilişkiler geliştirmek için gösterdiği çabaları ve karşılıklı yanlış
anlamaları ayrıntılı bir şekilde inceleyen eser, G. T. Waddington, 1
“An idyllic and unruffled atmosphere of complete Anglo-German
misunderstanding”: Aspects of che Operations of the Dienststelle
Ribbentrop in Great Britain, 1934-1939’, History, 82(1997), 44-72.
141) Bloch, Ribbentrop, 69; Domarus, 515; DGFP C, IV. 253, 2.
dipnot.
142) Görüşmeler ve sonuçları için, özl. bkz.. Dülffer, Weimar,
Hitler und die 325-354.
143) DGFP f C, IV, 257.
144) Schmidt, 318.
145) DGFP.C, IV, 250.
146) DGFP, C, IV, 277-278; Bloch, Ribbentrop, 73.
147) Schmidt, 319.
148) Ribbentrop, 41. Fakat 1936’ların başlarında Berlin’deki
İngiliz kaynakları, Hitler’in Deniz Anlaşmasının İngiltere’yle istediği
yakınlıkta bir ilişki yaratmamasından dolayı hayal kınklığı içinde
olduğunu, sonuca varmak için acele ettiğinden dolayı pişmanlık
duyduğunu iddia etmektedir (Geoffrey T. Waddington, ‘Hitler,
Ribbentrop, die NSDAP und der Niedergang des Britischen Empire
1935-1938’, 40 (1992), 273-306, burada 277).
149) Sir John Simon’un Alman delegasyonuna söylediğine göre,
diğer güçlere sadece, İngiliz hükümetinin ‘Alman Reich
Şansölyeliğinin önerisini kabul etmeye karar verdiği’ bildirilmişti
(DGFP, C, IV, 280).
150) Denis Mack Smith, Mussolini, Londra, 1983, 228-235, alıntı
232.
151) Habeşistan krizi ve etkileri için, bkz. Taylor, 118-129.
İtalyanların saldırganlığına karşı İngilizlerin güçsüz tepkisi Hitler’de
şu kanaatlerin oluşmasına sebep olmuştu: İngiltere zayıftı ve onun
Avrupa’daki toprak taleplerine karşı durma niyetinde değildi. Ayrıca
bu durum, Ren Bölgesi’ne yeniden asker sokmak için harekete
geçtiğinde İngiltere’nin müdahale etme ihtimalinin pek olmadığına
ikna olmasında da rol oynamıştı (Henke, x 40-47).
152) Bkz. Donald Cameron Watt, The Secret Lav’al-Mussolini
Agreement of 1935 on Ethiopia’, içinde Lesmonde M. Robertson
(der.), The Oriğins of the Second World War, Londra, 1971, 225-242.
153) Sonderarchiv Moscow, 1235-V1-2, Reichskanzlei, Lammers,
Vermerk, 16 Ekim 1915.
154) Monologe, 108 (25 October 1941).
155) Bkz. Kershaw, Popular Opinion and Political Dissent, 236-237.
156) Schleunes, 116.
157) Kurt Pâtzold, Faschismus, Rassenwahn, Judenverfolgung.
Einegie und Taktik desfaschistischen deutschen Imperialismus 1935,
Berlin (Doğu), 1975, 194-195; lan Kershaw, ‘The Persecution of the
Jews and German Popular Opinion in the Third Reich’, Yearbook of
the Leo Baeck, 26 (1981), 261-289, burada 264-265; David Bankier,
The Germans and the Final Solution: Public Opinion under Nazism,
Oxford/Cambridge, Mass., 1992, 35; Saul Friedlânder, Nazi
Germany and the Jews. The Years of Persecution, 1933-39, Londra,
1997, 137 vdğ.
158) Adam, 114-115, 119-120; Bankier, The Gthe Final Solution,
35.
159) ‘Hovv Popular was Streicher?’, (Yazarın ismi yok), Wiener
Library , 5/6 (1957),48; Bankier, The Germans and the Final
Solution, 35.
160) David Bankier, ‘Hitler and the Policy-Making Process on the
Jevvish Question\ Holocaust and Genocide Studies, 3 (1988), 1-20,
burada 9.
161) Akten der Partei-Kanzlei, 4 Bde., der. Institut für
Zeitgeschichte Helmut Heiber (Bde.l-2) ve Peter Longerich (Bde.3-
4)], Münih ete., 1983-92, Teil I, Regesten, Bd. 1, 98, No. 10807,
Microfiche, 12405038, Wiedemann’dan Bormann’a, 30 Nisan 1935:
‘Führer’e Olimpiyatlardan dolayı işaret levhalarıyla ilgili
çekincelerden bahsettim. Führer’in karan değişmedi, levhaların
önünde herhangi bir engel yok (lch habe dem Führer den Bedenken,
die weğen der Olympiade in Bezug auf diese Schilder geltend
gemacht mirden, erzâhlt. An der Entscheidung des Führers, dass
gegen diese Schilder nichts İst, hat sich dadurch nichts geandert)-
Ayrıca bkz. Bankier, ‘Hitler and the Policy-Making Process on the
Jevvish Question’, 9.
162) Bankier, The Germans and the Final Solution, 28-35.
163) Bankier, The Germans and the Final Solution, 33.
164) Otto Dov Kulka, 4 Die Nümberger Rassengesetze und die
deutsche Bevölkerung im Lichte geheimer NS-Lage- und
Stimmungsberichte’, V/Z, 32 (1984), 582-624, burada 609.
165) Akt. Marlis Steinert, Millers Krieg und die Deutschen.
Stimmung und Haltung der deutschen Bevölkerung im Zweiten
Weltkrieg, Düsseldorf, 1970, 57; Bankier, The Germans and the Final
Solution, 38.
166) Bankier, The Germans and the Final Solution, 38.
167) Adam, 118 (burada başka örnekler de verilmektedir). 6 Mart
1935’de Bavyera Siyasi Polisi tarafından Bavyera da çıkarılan ek
yasak için, bkz. Hans Mommsen, ‘Der nationalsozialistische
Polizeistaat und die Judenverfolgung vor 1938’, VJZ 10(1962), 73,
84, Dok. Nr.ll.
168) Bankier, The Germans and the Final Solution, 38-41;
Kershavv, Popular Opinion and tical Dissent, 50, 127-130, 205-206;
Kershavv, The ‘Myth\ 101-102.
169) Bankier, 77 Germans and the Final Solutio 70-76;
Kershavv,’Tha Persecution of the Jews’, 265-72.
170) Bankier, The Germans and the Final Solution, 70-76;
Kershavv, The Persecution of the Jews‘, 265-270.
171) Bayern, i.430, 442-447; Bayern ii.293-294; Kershaw, Popular
Opinion and Political Dissent, 234 28. dipnot; Pâtzold, Faschismus,
216-221.
172) TBJG, 1.2, 493-494 (15 Temmuz 1935); Adam, 120; Ted
Harrison, ‘“Alter Kâmpfer" im Widerstand, VJZ, 45 (1997), 385-423,
burada 400-401; Reuth, Goebbels, 330-331; Irving, Mflstermınd,
206-207. Yazın ve sonbaharda boykotun başka pek çok yere
dağılmasıyla ilgili olarak, bkz. Helmut Genschel, Die Verdrangung
der Juden, 109-110.
173) Adam, 120.
174) Schacht, 347; Adam, 123; Genschel, 111. Hess’in 1 Nisan
1935’te, ’Yahudilere karşı bireysel terör faaliyetlerini engellemek
için’parti içinde çıkardığı nafile emrin arkasında, polisle çatışmaktan
kaçınma gerekliliğinin yanı sıra ekonomik sorunlar da vardı. Parti
disiplinini sağlamak için haziranda çıkarılan bir başka emir de de
aynı şekilde etkisiz oldu (Longerich, Hitlers Stellvertreter, 212).
175) Longerich, Hitlers Stellvertreter, 212.
176) Adam, 121; ayrıca bkz. Bankier, The Germans the Final 37.
177) Lothar Gnıchmann, “Blutschutzgesetz" und Justiz. Zu
Entstehung und Auswirkung des Nümberger Gesetzes vom 15.
September 1935’, VJZ, 3 (1983), 418-442, burada 430; Mommsen
‘Polizeistaat’, 70-71.
178) Bankier, The Germans and the Final Solution, 36-37.
179) Adam, 115, 119.
180) Adam, 120.
181)‘Das Reichsministerium des lnnem und die Judengesetzgebung.
Aufzeichnungen von Dr. Bernhard Lösener’, VJZ, 9 (1961), 262-311,
burada 277-278.
182) Gruchmann, 4 “Blutschutzgesetz” und Justiz’, 418-423.
183) Akt. Gruchmann, 4 “Blutschutzgesetz” und Justiz’, 425.
184) Bankier, The Germans and the Final Solution, 44.
185) Frick 26 Temmuz’da evlendirme dairelerine bu tarz nikah
başvurularının belirsiz bir süreliğine askıya alınması talimatını verdi
(Adam, 122). Süresiz erteleme emri ağustosta Württemberg’de
resmen çıkarıldı (Bankier, The Germans and the Final 44).
186) Gruchmann, ‘ “Blutschutzgesetz” und Justiz’, 426-430; Adam,
122; Jetemy Noakes, Thedevelopment of Nazi Policy tovvards the
German-Jewish “Mischlinge” 1933-1945’, Yearbook of the Leo Baeck
Institute, 34 (1989), 291-354, burada 307-308.
187) Adam, 122.
188) Kurt Pâtzold (der), Verfolgung, Vertreibung, Vernichtung.
Dokumente des faschistischen Antisemitismus 1933 bis 1942,
Leipzig, 1983, 103; Adam, 123; Schacht, 349-352; Bankier, The
Germans and the Final Solution f 44-45; IMT, xii, 638 (Schacht
çıkmasını umduğu yasaların, iddiasına göre Hitler’den talep ettiği
çizgide Yahudilere yasal bir koruma sağlayacağını öne. sürmektedir).
189) Bayern, i.430.
190) DGFP, C, IV, 569.
191) Kulka, Die Nümberger Rassengesetze’, 615-618; Adam, 123-
124; Longerich, Hitlers Stellvertreter, 212-213; Schacht, 356,
toplantının tamamen dolu olduğunu ve yaklaşık iki saat sürdüğünü; ve
Frick’in onun ‘aşın sert konuşma tarzım’protesto ettiğini belirtir.
192) DGFP , C, IV, 570.
193) DGFV, C, IV, 570. Aslında, Nuremberg Kongresi sırasında
Hitler Streicher’ı Stıirmer’deki hataları nedeniyle nazik bir tazda da
olsa azarlamıştı. Goebbels Streicher’ın bundan ders aldığım
düşünüyordu, ancak sonuçta değişen bir şey olmadı (TB/G, 1.2, 513
(11 Eylül 1935)).
194) Kulka, "Die Nümberger Rassengesetze, 618-619 ve 126.
dipnot; Adam, 124.
195) TBJG, 1.2, 515 (17 Eylül 1935).
196) Kulka, ‘Die Nümberger Rassengesetze’, 620 128. dipnot,
aktarıldığı yer, ]ewish Chronicle, 30 Ağustos 1935. Ayrıca bkz.
Bankier, The Germans andthe Final Solution, 44.
197) Schleunes, 119.
198) Adam, 126 66. dipnot.
199) IfZ, MA-1569/42. Frame 1081, Nuremberg’deki ABD Savaş
Suçlan Mahkemesi’nde Dr. Bemhard Losener’in sorgulaması; l Das
Reichsminîsterium des Innem und die Judengesetzgebung’, 273;
Adam, 126-127. Bu açıklama, yasanın hazırlanmasıyla ilgili olarak
bundan önce pek bir hazırlık yapılmadığını gösterir.
200) IfZ, MA-1569/42, Frames 1081-1082, Losener’in tanıklığı:
‘Das Reichsministerium des Innem und die Judengesetzgebung’, 274.
201) Max Domarus, Der Reichstag und die M , Würzburg, 1968,
101-102; Bankier, The Germans and the Final Solution, 45.
202) Mommsen, ‘Realisierung’, 378 ve 20. dipnot.
203) 112, MA-1569/42, Frame 1081, Lösener’in tanıklığı; ‘Das
Reichsministerium des Innem und die Judengesetzgebung’, 273;
Domarus, Der Reichstag und die Macht, 102 21. dipnot.
204) Bkz. Peter Reichel, Der sehöne Schein des Dritten Reiches.
Faszination und Gewalt des Faschismus, Frankfurt am Main, 1993,
116-138, özl. 126-131.
205) Domarus, 525.
206) Bankier, The Germans andthe Final Solution, 45.
207) Domarus, 534.
208) UZ, MA-1569/42, Frames 1081-2, Lösener’in tanıklığı; ‘Das
Reichsministerium des Innemund die Judengesetzgebung’, 274;
Schleunes, 124; Adam, 127.
209) IfZ, MA-1569/42, Frame 1082, Lösener’in tanıklığı; ‘Das
Reichsministerium des Innem und die Judengesetzgebung, 275.
210) Yasa metni şu eser içinde yayımlanmıştır: Pâtzold, 114.
211) Adam, 128.
212) Gruchmann, “Blutschutzgesetz” und Jusüz’, 431-432; Adam,
128 ve 74. dipnot.
213) Metnin yayımlandığı eser: Pâtzold, Verfolgung, 113-114.
214) Olay 26 Temmuz’da gerçekleşti. Olaya karışan altı liman
işçisine 12 ve 14 Ağustos tarihlerinde hafif cezalar verildi, ancak sulh
hakimi Louis Brodsky Nazizm’e saldırıp, -men’i bir ‘korsan gemisi’ne
benzetince, 7 Eylül’de beş işçinin serbest bırakılması emredildi.
Alman basının geniş yer verdiği olay Alman-Amerikan ilişkilerini
bozmuştu. 4 “Bremen”in etrafında kargaşa çıkaran ve gamalı haçlı
bayrağı indiren provokatörler hakkında New York’ta verilen karar
bütün Almanya’da öfke yarattı,’diye not etmişti Louise Solmitz 7 Eylül
1935 tarihinde günlüğüne (Forschungsstelle für die Geschichte des
Nationalsozialismus, Hamburg, Louise Solmitz, Tagebuch, Bd.I,
1932-1937, Fol. 248). Hitler’in kızgınlığından gamalı haçlı bayrağı
hemen yeni Alman bayrağı ilan etmeye karar verdiği söyleniyordu
(Bankier, The Germarıs the Final Solution, 45; Domarus, 534 ve 201.
dipnot).
215) JK, 89-90.
216) Hitler kasımın sonunda American United Press’e verdiği bir
röportajda ‘Almanya’daki Yahudi yasalarının temel sebeplerinden biri
Bolşevizm’le savaşma gerekliliğidir’ şeklindeki iddiasını yineledi.
Yasaların Yahudileri korumak için çıkarıldığını ve Almanya’da Yahudi-
karşıtı ajitasyonun azalmasının bunun kanıtı olduğunu iddia ediyordu.
Ona göre Reich hükümetinin niyeti, ‘kendini ancak tehlikeli
patlamalarla yatıştırabilen halkın şahsi gayretlerini yasal önlemlerle
engellemek...’idi (Domarus, 557-558).
217) Domarus, 536-537.
218) Domarus, 537-538. ‘Yahudi Sorunu’konusunda radikal olan
Goebbels, Göring’in konuşmasını ‘neredeyse dayanılmaz’bulmuştu. Ya
tesadüfen ya da planlı olarak konuşmanın yayını kesildi (TBJG, 1.2,
515(17 Eylül 1935)).
219) Domanıs, 538.
220) Domarus, 538-539; ve bkz. Gruchmann,‘ “Blutschutzgesetz”
und Justiz', 432; TBJG, 1.2, 515 (17 Eylül 1935), Goebbels bu kısmı
yanlışlıkla ‘Sonntag’değil, ‘Samstag’bölümüne yazmıştır. Hitler 17
Eylül’deki Gauleiterler toplantısında bütün ‘aşırılıklar’ı yasakladığını
yineledi, halbuki Goebbels bunun yaratacağı etkiden kuşkuluydu
(TBJG, 1.2, 516 (19 Eylül 1935)).
221) Hitler’in kendi tereddütünün bir işareti ve kanuniyetle
sınırlanmamaya kararlı oluşu, Frick’in ‘Yahudi Yasası’yla ilgili bir
yorum yayımlamasına izin vermemesinde görülebilir (TBJG, 1.2, 517
(21 Eylül 1935)).
222) ZStA, Potsdam, RMdl, 27079/71, Fol. 52, Kassel’de RP’nin
LB’si, 4 Mart 1936.
223) Kongreden önceki haftalarda şiddet olaylarında zaten bir
azalma olmuştu (Adam, 124).
224) Kulka, ‘Die Nümberger Rassengesetze’, 622-623; Bankier,
The Germans and the Final Solution, 76-80.
225) Kershaw, The ‘ HitlerMyth\ 237.
226) Gruchmann,'“Blutschutzgesetz” und Justiz’, 433-434; Adam,
134; ‘Das Reichsministerium des Innem und die Judengesetzgebung’,
279-282; IfZ, MA-1569/42, Frames 1082-3, Lösener’in tanıklığı.
‘Mischling sorunu’yla ilgili olarak özl. bkz. Noakes, The Development
of Nazi Policy tovvards the German-Jevvish “Mischlinge” 1933-1945’,
306-31.5.
227) Bankier, ‘Hitler and the Policy-Making Process on the Jewish
Question’, 14.
228) Adam, 132-135.
229) TBJG, 11.2, 518 (25 Eylül 1935). Lösener (Das
Reichsministerium des Innern und die Judengesetzgebung’, 281)
parti yönetiminin 29 Eylül’de Münih belediye binasında bir toplantıya
çağrıldığından bahseder. Hafızası onu yanıltıyor olmalıdır, çünkü
Goebbels’in günlüğünde toplantının 24 Eylül’de yapıldığı açıkça
belirtilmektedir.
230) ‘DasReichsministerium des Innem und diejudengesetzgebung’,
281. Güvenilir bir kaynağın basın temsilcilerine bildirdiğine göre,
Hitler toplantıda bakanlık görevlilerini destekleme eğilimdeydi
(Mommsen, ‘Realisierung’, 387-388, 20. dipnot).
231) TBJG, 1.2, 520 (1 Ekim 1935).
232) Adam, 139-140.
233) TBJG , 1.2, 537 (7 Kasım 1935).
234) Adam, 140-141; Schleunes, 129; Friedlânder, Jevvs, 148-151
ve (ırksal tanımın pek çok kişisel davada yol açtığı sonuçlar için) 155-
161; bilhassa bkz., Noakes, The Development of Nazi Policy tovvards
the German-Jevvish “Mischlinge", 1933-1945’, 310-315, vejeremy
Noakes, 'Wohin gehören die “Juden-mischlinge’? Die Entstehung der
ersten Durchführungsverordnungen zu den Nümberger Gesetzen’,
Ursula Büttner (der.), Das Unrechtsreğinre. Exil, Belasteter
Neubeğinn içinde, Hamburg, 1986, 69-90. Nine veya dedelerinden
bir ya da ikisi ‘Ari olmayan’, fakat bu tanım çerçevesinde Yahudi
sayılmayanlara ‘Mischlinge’adı verilmişti. Fiili olarak,. ‘1. Derece
Mischlinge’olanlar (nine veya dedelerinden ikisi ‘Ari olmayan’kişiler)
‘Soy Yasası’kapsamında ‘tam Yahudi’muamelesi gördüler (bkz. Adam,
143-144).
235) TBJG, 1,2, 540 (15 Kasım 1935).
236) Adam, 142-143 ve 142 130. dipnot.
237) Gustlofrun ölümüne dek Isviçre’de NSDAP’ın
Auslandsorganisation (AO) örgütlenmesinin farklı şehirlerde bir
Landesgruppenleiter’i ve seçmen grupları (Ortsgruppen) vardı.
Gustlofrun öldürülmesinin ardından, İsviçre hükümeti yerine başka
birisinin gelmesine izin vermedi, ancak pratikte Landesgruppenleiter
görevleri Bern’deki Alman konsolosluğu tarafından üstlenildi (Benz,
GramI ve Weib, , 724).
238) Bay ern,ii.297.
239) Domarus, 573-575.
240) Hildegard von Kotze ve Helmut Krausnick (der.), ‘Es spricht
der Führer'. 7 exemplarische Hitler-Reden, Gütersloh, 1966, 148.
241) 1936-1937 yıllarında Hitler’in bazı müdahaleleri için, bkz.
Bankier, 'Hitler and the Policy-Making Process on the Jewish
Question.15.
242) DBS, iii.27.
243) Der Parteitag der Freiheit vom 10.-16. September 1935-
Offizieller Bericht über den Verlauf des Reichsparteitageş mit
sâmtlichen Kongrebreden, Münih, 1935, 287; ayrıca içinde: Parteitag
der Freiheit. Reden des Fıthrers und ausgewahlte Kongrebreden am
Reichsparteitag der NSDAP, 1935 , Münih, 1935, 134-135.
244) E. C. Helmreich, The Arrest and Freeing of the Protestant
Bishops of Württemberg and Bavaria, September-October 1934’,
Central Furopean History, 2 (1969), 159-169; Paul Sauer,
Wûrttemberg in der Zeit des Nationalsozi, Ulm, 1975, 185-189;
Kershaw, Popular Opinion and Political Dissent, 164-179.
245) Kershavv, Popular Opinion and Political Dis ,170, 172, 178.
246) Alındığı kaynak, Convvay, 76-77.
247) Bkz. Kershaw, The ‘Hitler Myth’, 119.
248) Kershavv, Popular Opinion and Political Dis 205 vdğ.
249) TBJG. 1.2, 504 (19 Ağustos 1935). Ayrıca bkz. 505 (21
Ağustos 1935): ‘Rosenberg, Himmler ve Darré bu kültist
saçmalıklarından vazgeçmeliler'(Rosenberg, Himmler und Darré
müssen ihren kultischen Unfug abstellen').
250) TBJG , 1.2, 511 (6 Eylül 1935): Tührer, Katoliklik sorunuyla
ilgili konulan çok ciddiye alıyor.’
251) ‘Kilise Mücadelesi’nin Bavyera’daki Katolik nüfusun tavırları
üzerindeki etkisi için, bkz. Kershaw, Popular Opinion and Political
Dissent, b. 5.
252) Hitler’in ve Nazi yönetiminin ‘1918 sendromu için, bkz.
Mason, b.l.
253) TBJG, 1.2, 504 (19 Ağustos 1935): Tührer giÜberblick
politische Lage. Siehl Verfall.
254) BAK, R43II/318, Fols.205-13, 28, 61-62 (ve ayrıca Fols.195-
203, 214-215); R431l/318a, Fols.45-53. Ayrıca bkz. Mason,
Arbeiterklasse, 72 ve 102. dipnot.
255) DRZW, i.254-259. Almanya’nın Balkan ülkelerini ekonomik
açıdan kullanmada ne ölçüde başarılı olduğunu tartışan yazar: Alan S.
Milward, The Reichsmark Bloc and the International Economy’,
Hirschfeld ve Kettenacker içinde, 377-413, Bemd-Jürgen Wendt’den
gayet yerinde bir cevap aktarır, ‘Südosteuropa in der
nationalsozialistischen Grobraumwirtschaft’, aynı cilt içinde, 414-
428.
256) John E. Farquharson, The Plough and the Swastika. The
NSDAP and , 1928 1945, Londra. 1976, 166-168.
257) BAK, R58/535, Fols.91-6, Stapo Berlin, Ekim 1935.
258) TBJG, 522 (5 Ekim 1935); ayrıca bkz. BAK, R4311/863,
Fols.69-83; R4311/ 318a, Fol. 15.
259) BAK, R58/567, Fols.84-93, Stapo Berlin, January 1936. Polis
raporlarında sık sık 1935-1936 kışında yasadışı KPD’nin
faaliyetlerinin canlandığından bahsedilmektedir. Huzursuzluğun
büyük kısmının komünistlerin örgütlü ajitasyonuna atfedilip
atfedilemeyeceği ise şüphelidir. Aslına bakılırsa, yeraltındaki muhalif
grupların toplum içinde zaten egemen olan huzursuzluktan
faydalanabilmeleri oldukça kolaydı (Detlet J. K. Peukert, Die KPD im
Widerstand. Verfogung und Untergnmdarbeit an Rhein und Ruhr
1933 his 1945, Wuppertal, 1980, 204-250). Canlanan komünist
faaliyet muhtemelen Gestapo’nun yoğun bir şekilde saldırıya
geçmesine sebep olmuş; KPD rejime karşı kitlesel bir hareket
yaratma umudunun hiç olmadığını, yapılanların gereksiz kurban
vermekten başka bir işe yaramadığım kabul edene dek bu durum
sürmüştü. 1936 ilkbaharı itibariyle, Nazi baskısının şiddeti KPD
direniş gruplarını küçültmüş ve yeraltındaki aktivistlerin birbirleriyle
iletişim kurma imkanlarını büyük oranda azaltmıştı (Allan Merson,
Comnunist Resistance in Nazi Germany, Londra, 1985, 186-187).
260) IML/ZPA, St.3/44/1, Fols. 103-7, Stapo Berlin, 6 Mart 1936.
Ayrıca bkz. DBS, iı.1013, 1251-5 (16 Ekim 1935, 12 Kasım 1935).
1935-1936 yıllarında grevlerin sayısı giderek artıyordu ve illegal
muhalif grupların canlandığına dair raporlar yaygındı. Grevler hep
küçük ölçekteydi ve ancak birkaç saat sürüyordu. Bu tip çok sayıdaki
küçük ölçekteki grevin ayrıntıları için, bkz. 381-folio dosyası,
Streikbewegung içinde IML/ZPA, St.3/463.
261) Wiedemann, 90.
262) BAK, R54II/193, Fol. 157, Lammers’den Darré’ye, 30 Eylül
1934. Prusya’nın farklı bölgelerinden gelen ve Göring’in Reich
Şansölyeliği’ne ilettiği şikayetler dosyanın içindedir.
263) BAK, R43II/193, Fols. 122-245.
264) BAK, R43II/315a, Fol.31.
265) BAK, R43II/318, Fol.2; raporlar Fols.l-29'un içindedir.
266) BAK, R43II/318, Fols.62-4.
267) BAK, R43II/318, Fol.31, 205-13; R43Il/318a, Fols.45-53.
268) Reicherin, Nazi imgeleminde ve propagandasında baskı ve
cebrin estetiğini ve bunların düzenlenmesini konu alan çalışmasının
başlığı: Der schöne Shein des Dritten Reiches.
269) BAK, R43I1/318, Fols.219-22, Lammers için Hitler’in
dikkatine sunulan ‘Vermerk’; (aynca, Fols.205-13 ve R4311/318 a,
Fols.45-53).
270) TBJG, 1.2, 516 (19 Eylül 1935).
271) BAK, R431I/318a, Fols. 11-31. Ayrıca bkz. Ritter, 79. İş
çevrelerinin o dönemde nasıl düşündüğünü bilen Alfred Sohn-
Rethel’in sonraki bir beyanına göre, Goerdeler’in verdiği müzekkere
bazı sanayi çevrelerinden ciddi destek görmüş ve bir darbe olasılığı
da dahil olmak üzere bayağı bir tartışma yaratmıştı (Alfred Sohn-
Rethel, Ökonomie und Klassenstruktur des deutschen Faschismus,
Frankfurt am Main, 1975, 177).
272) Goerdeler tarafından birkaç ay sonra, dörtyıllık planın
hazırlandığı dönemde ileri sürülen benzer fikirler, 1936 Eylül ayının
başında Göring tarafından (hiçbir işe yaramaz’(völlig unbrauchbar’)
diye reddedilmişti (Dieter Petzina, Dritten Reich. Der
nationalsozialistische Vierjahrespları, Stuttgart, 1968, 47; ve bkz.
Ritter, 80).
273) Ritter, 80. Goerdeler’in rejimin ilk yıllarındaki -yavaş yavaş
rejime daha çok muhalif oluşunu şekillendiren- faaliyetleriyle ilgili
daha eleştirel ve derinlikli bir analiz şu makalede bulunabilir:
Michael Krüger-Charle, ‘ Carl Goerdelers Versuche der
Durchsetzung einer altemativen Politik 1933 bis 1937’, içinde Jürgen
Schmâdeke ve Peter Steinbach (der.). Der Widerstand gegen den
Netionalsozialismus. Die deutsche Gesellschaft und der Widerstand
gegen Hitler, Münih, 1986, 383-404.
274) BAK, R43II/318a, Fols.35, 66.
275) Petzina, Autcırkiepolitik, 32-33; Farquharson, 168.
276) Petzina, Autarkiepohtik, 32-33.
277) BAK, ZSg. 101/28, Fol.331,‘lnformationsbericht Nr.55’, 7
Kasım 1935.
278) Goebbels günlüğünde bunu pek çok kez belirtmiştir: TBJG,
1.2; 501 (11 Ağustos 1935); 503-504 (19 Ağustos 1935); 505 (21
Ağustos 1935); 506-507 (25 Ağustos 1935); 507 (27 Ağustos 1935);
522 (5 Ekim 1935).
279) TBJG, 1.2, 504 (19 Ağustos 1935).
280) TBJG, 1.2, 529 (19 Ekim 1935).
281) Petzina, Autarkiepohtik, 33-34.
282) Petzina, Autarkiepohtik, 35.
283) BAK, R4311/533, Fols.91-96.
284) Daha önce belirttiğimiz gibi Gestapo’nun KPD hücrelerine
sızabilmek ve bu hücreleri ezebilmek için uyguladığı vahşice baskının
anlamı, illegal komünist faaliyetteki herhangi bir canlanmanın
çabucak yok edilmesiydi. İnsanları bu faaliyetlere katılarak çok
büyük riskler almaya iten şey ideolojik bağlılıktan çok maddi
sorunların yarattığı memnuniyetsizlikti. Şehirlerdeki işçi sınıfı içinde
komünistlerin sözlü propagandasının kısa süreli bir çekim gücü
yaratmasına imkan tanıyan da buydu. 1936 başlarından itibaren Batı
Almanya'daki koşullar KPD’nin kendini toparlaması için çok daha
elverişsiz bir hal aldı, bkz. Peukert, Die KPD im Widerstand, 252 vdg.
1936 başlarında Nazi partisi üyeleri arasındaki moral bozukluğunu
ele alan eser, Orlow, ii. 170-175.
285) IMT, xxv, 402-413 (burada 409), Doc. 386-PS.
286) Esmonde Robertson, 'Zur Wiederbesetzung des Rheinlandes
1936’, VJZ, 10 (1962), 178-205, burada 203. Ülke içi meselelerin
belirleyici olduğu görüşünü desteklemek amacıyla yaygın
memnuniyetsizliğin öne sürülen kanıtları için, bkz. Bankier, The mans
and the Final Solution, 50-55.
287)Robertson, ‘Zur Wiederbesetzung des Rheinlandes 1936\ 204.
288) Robertson, ‘Zur Wiederbesetzung des Rheinlandes 1936’,
204-205; Manfred Funke, 7. Mârz 1936. Fallstudie zum
aubenpolitischen Führungsstil Hitlers’, içinde Wolfgang Michalka
(der.), Nationalsozialistische Aubenpohtik, Darmstadt, 1978, 277-
324, burada 279.
289) Bkz. BAK, R58/570, Fols. 104-8, Gestapo Köln’e gönderilen
rapor, 6 Şubat 1936; ve BAK, NS22/vorl. 583, askerden arındırılmış
bölgede ekonomik durumun kötülüğüne ve Katolik kilisesinin ne
kadar güçlü bir konumda olduğuna dair Köln-Aachen Gauleiter’i
Grohe’nin 8 Haziran, 6 Temmuz ve 10 Ekim 1935 tarihli raporları.
Ayrıca bkz. TBJG, 1.2, 374 (19 Şubat 1936).
290) 1936 Nisan’ında gerçekleştirilecek olan İş Yeri Konseyi
seçimlerinin son dakikada ertelenmesinin sebebi belki de, sonuçların
halk oylamasındaki kadar iyi olmayacağının düşünülmesiydi (Mason,
Sozialpolitik, 206). Seçimlerin ertelendiğini akşam gazetelerinden
öğrenen Çalışma Bakanı Seldte’ye seçimlerin ertelenmesini Hitler’in
talep ettiği; Hitler’in Reichstag seçimlerinden hemen sonra nüfusun
büyük bir çoğunluğunu tekrar sandık başına göndermek istemediği
söylendi (BAK, R431l/547b, Fols. 2, 19).
291) DRZW, i.42.4.
292) Robertson, ‘Zur Wiederbesetzung des Rheinlandes 1936,
195; DGFP, C, IV, 1166.
293) Wcinberg, i.240-242; James T. Emmerson, The Rhineland
Crisis, 7 March 1936. A Study tn Muhüateral Diplomacy, Londra,
1977, 63.
294) Petersen, 466-471.
295) Robertson, ‘Zur Wiederbesetzüng des Rheinlandes 1936’,
196-199; Funke, 7. Mârz 1936’, 298-299; Petersen, 468.
296) Höhne, Zeit der llhtsionen, 320; Emmerson, 46; Taylor, 126-
127.
297) Emmerson, 39-41, 47-48, 51-52; Weinberg, i.243.
298) Emmerson, 77; Funke, 7. Mârz 1936’, 287-289.
299) Emmerson, 57, 80; Funke, 7. Mârz 1936’, 283-286;
Wdnberg, i.244-245; DRZIV, i.604.
300) Bkz. Dülffer, ‘Zum “decisionmaking process” \ 194-197.
301) Marquess of Londonderry (Charles S.H. Vane-Tempest-
Stewart), Otırselves and - many, Londra, 1938, 114.
302) Hossbach, 97.
303) 2 Mayıs 1935’te imzalanan pakt millet meclisinin onayına 11
Şubat’ta sunuldu. Meclisteki son oylama 27 Şubat’ta yapıldı. Tasarı
Senato’nun onayına 3 Mart’ta sunuldu (DGFP.C , IV, 1142 4. dipnot,
1145 dipnot).
304) Robertson, ‘Zur Wiederbesetzung des Rheinlandes 1936,
192,194-196,203-204; Funke, 7. Mârz 1936’, 279-282; Höhne, Zeit
der 323-324; C. IV, 1164-1166. Paris’teki Alman Maslahatgüzarı
Dirk Forster da tek taraflı olarak harekete geçmeye karşı çıkmış ve
Hitler’den sarkastik bir yanıt almıştı (Emmerson, 83-84 ve 285 106.
dipnot).
305) Robertson, 'Zur Wiederbesetzung des Rheinlandes 1936’,
192. Hitler’in bölgeye yeniden asker sokma işini 1937 yılı içinde
gerçekleştirmeyi düşündüğü, fakat uygun koşulların ortaya çıkması
sebebiyle tasarısını bir yıl erkene aldığına dair sonraki beyanları için,
bkz. Wolfgang Michalka (der.), Dos Dritte Reich. Dökumente zur
Innen- und Atıbenpolitifc, 2 c., Münih, 1985, i.267-268 (Hitlers
Geheimrede vor den Truppenkommandeurem, 10 Şubat 1939).
306) Robertson, ‘Zur Wiederbesetzung des Rheinlandes 1936’,
194-196, 203-204; DGFP , C, IV, 1165.
307) TBJG, 1.2, 575 (29 Şubat 1936).
308) TBJG, 1.2. 576 (29 Şubat 1936).
309) TBJG. 1.2, 576 (29 Şubat 1936).
310) TBJG, 1.2, 577 (2 Mart 1936).
311) TBJG, 1.2, 578 (4 Mart 1936). Askeri kaygılar için, ayrıca
bkz. NCA, v. 1102, Doc. 3308-PS, Paul Schmidt’in tanıklığı;
Hossbach, 97; Emmerson, 98.
312) TBJG, 1.2, 579 (4 Mart 1936), 580 (6 Mart 1936). Goebbels
Reichstag’ın 13 Mart’ta tekrar toplanacağı söylentisini (580)
yayıyordu.
313) TBJG, 1.2, 579-581 (6-8 Mart 1936).
314) Domarus, 582.
315) TBJG, 1.2, 581 (8 Mart 1936); Hofrmann, 83; ve bkz. Shirer,
46-47. Fransız ve İngiliz kabine üyelerinin hafta sonu dağılacağı
düşünülerek darbe bir cumartesi gününe planlanmış ve şaşırtma
unsuru iyice sağlama alınmıştı (Emmerson, 100). Ve bkz. Shirer, 51.
316) Shirer, 48; TBJG, 1.2, 581 (8 Mart 1936). Konuşmanın metni
için, Domarus, 583-597; ve Reichstag’daki atmosferin tasviri için,
Shirer, 48-50; Dodd, 325.
317) Domarus, 594.
318) Shirer, 49.
319) Domarus, 595.
320) Robertson, l Zur Wiederbesetzung des Rheinlandes 1936\
195,205; ve bkz. Emmerson, 95.
321) Shirer, 49-50.
322) Domarus. 596.
323) Eden, Facing the Dictcıtors, 343-345; Robertson, ‘Zur
Wiederbesetzung des Rheinlandes 1936’, 205.
324) Emmerson, 102.
325) TBJG, 1.2, 581 (8 Mart 1936); Höhne, Zeit Ulusionen, 325.
326) Shirer, 51, 54; Höhne, Zeit der Ulusionen, 526. Münster
Piskoposu Galen ve Speyer Piskoposu Sebastian da asker sokma
eylemini taşkın bir çoşkuyla karşıladılar (Lewy, 202).
327) Höhne, Zeit der Ulusionen, 325, Emmerson, 97-98;
Hossbach, 97. D. C. Watt, ‘German Plans for the Reoccupation of the
Rhineland. A Noie' JCH, 1 (1966), 193-199, Alman birliklerinin
çekilme değil direnme emri almış olduğunu ileri sürer, ancak Reni
zaten geçmiş olan birliklerin Roer-Rhine-Kara Ormanındaki savunma
hattına geri çekileceğini kabul eder (199). Düşman birliklerinin
Alman sınırlarını ihlali durumunda çatışılacaktı. (Aynca bkz. Max
Braubach, Der Einmarsch deutscher Tnıppen in die risierte Zone am
Rhein im Mârz 1936, Köln/Opladen, 1956, 19.)
328) Emmerson, 106.
329) Schmidt, 327; ayrıca bkz. Hoffmann, 84.
330) Frank, 211. Bu, o dönemde Berlin’de olan Batılı gazetecilerin
ortak görüşüydü (Shirer, 51-52).
331) TBJG, 1.2. 581-582 (8 Mart 1936).
332) Emmerson, 162; Höhne, Zeit der Ulusionen, 329-330; TBJG,
1.2, 585-586 (15 Mart 1936); Hossbach, 98.
333) Höhne, Zeit der Ulusionen, 330.
334) Frank, 211-212; Hitlerln Köln’deki konuşmasının metninden
özetler için, bkz Domarus. 6İ4-616.
335) DBS, iii.300 vdg.; 460 vdğ.
336) DBS. iii.460.
337) Bkz. DBS, iil.303, 310, 468.
338) Forschungsselle für die Geschichte des Nationalsozialismus,
Hamburg, Louise Solmitz. Tagebuch, Bd.I, Fols. 282-283 (7 Mart
1936).
339) Archiv der sozialen Demokratie (Friedrich-Eben-Stiftung),
Bonn, ES/M33, Hans Dill’den Otto Wels’e, 20 Nisan 1936.
340) Statistisches Jahrbuch für das Deutsche Reich, der.
Statistisches Reichsamt, Berlin, 1936, 565. Bkz. TBJG, 1.2, 594 (31
Man 1936).
341) Seçim sandıklarındaki usulsüzlükler için, bkz. Shirer, 55; ve
TheodoT Eschenburg, ‘Streiflichter zur Geschichte der Wahlen im
Dritten Reich’, V/Z, 3 (1955), 311-316.
342) Domanıs, 641 (çev., Stem, Hitler:the Fûhrethe 90).
343) Der Parteitag der Ehre uom 8. bis 14. September 1936.
Münih, 1936, 246-247; Domarus, 643.
344) Domarus, 606.
Ad Dizin

Adam, General: 523


Adler, Viktor: 59, 640
Alexandra, Prenses: 202
Altenberg, Jacob: 78, 58
Alvensleben, Werner von: 431, 745
Amamı, Max: 109, 110, 112, 173, 191, 199 f 221, 235, 250, 289,
293, 312, 313, 321, 515, 650, 652, 659, 660
Arco-Valley, Graf Anton von: 130, 221
Aretin, Erwein Freiherr von: 747
Arminius, bkz. Hermann (Cherusker)
Auer, Erhard: 655, 672
August Wilhelm, Prens: 401
Austerlitz, Friedrich: 640

Bach, İsidor: 161


Ballerstedt, Otto: 189, 676
Barth, Kari: 440
Baumann, Profesör: 142, 659
Baur, Hans: 497, 762
Bechstein, Carl: 201, 305, 320, 669, 677, 705
Bechstein, Frau Helene: 201, 305, 320, 669, 7055
Beck, General Ludwig: 65, 325, 552
Beethoven, Lıkhvig van: 65, 325, 552
Bellini, Vincenzo: 65
Bendt, Üsteğmen: 141
Benn, Gottfrird: 480
Bemste Ân, Eduard: 39
Bertram, Ernst: 194.484
Best, Wemen 381, 542
Beysddag, Rndolf: 140, 142
Bismarck, Prens Otto von: 21, 54. 93, 95, 96,97, 248, 311,470,
474, 480.489,613
Blank, Herbert: 354, 720
Blaue, Reiter, Der: 101
Bloch, Dr. Eduard: 37, 47, 48,85, 121
Blomberg, General Werner von: 431, 445, 448, 450, 451, 452.
453, 465, 470, 493, 494, 495, 496, 505, 506, 510, 512, 513, 518,
521, 524, 525, 531,549, 551,552, 598, 599, 600, 602, 749, 750,
761, 765
Blûcher, Gebhard Leberecht von: 570
Bluml, Johann: 137
Bodelschwingh, Friedrich von: 492
Boehm, Max Hildebert: 152
Bolle, Ewald: 140
Bormann, Martin: 507 Borsig, Ernst von: 202
Bose Herbert von: 510, 513, 516, 765
Bouhler, Philipp: 294, 321
Boxheimer Hof, Hessen: 381
Brahms, Johannes: 65
Brandmayer, Balthasar: 112, 113, 114, 119, 136, 649
Braun, Eva: 21, 306, 369, 372, 401, 536
Braun, Otto: 385
Brecht, Bertolt: 266, 486
Bredow, Tümgeneral Ferdinand von: 516, 519
Brodsky, Louis: 782
Broszat, Martin: 7, 14, 61
Bruckmamı, Frau Elsac 200,201,304, 320,370,709
Bruckmamı, Hago: 200
Bruckner, Anum: 65
Bndmer, WUhdm (H’nin Yaveri): 401,488,514
Brüning, Heinrich 342, 343. 344, 357. 358, 366, 372, 374, 375,
377, 381, 382, 383, 393, 397,406,416, 418, 426. 456,472, 494. 737
Branner, Alfred: 154
Buch, Binbaşı Walter: 236, 346
Büchner, Frau: 201, 305
Bûdıner, Hern 305
Buchrucker, Binbaşı Bruno: 682
Bullock, Alan: 7, 9
Bulow, Bemhard Wilhelm von: 496, 544. 545. 760
Bussche-Ippenburg, Erich Freiherr von: 449
Buttmann, Rudolf: 290
Büyük Frederick, Prusya Kralı: 101, 172, 198, 260, 311, 361, 466,
470, 613

Castro, Fidel: 21 Cemıti, Vittorio: 552


Chamberlain, Houston Stewart: 98, 151, 166, 200, 248, 644
Churdıill, Winston S.: 21, 777
Class, Heinrich CDaniel Frymann’): 256, 330
Clausewitz, Karl Marie von: 172
Conti, Dr. Leonardo: 490
Corinth, Lovis: 101, 646
Corswant-Cuntzow, Walther von: 271, 697
Cramer-Klett, Theodor Freiherr von: 270
Cuno, Reich Şansölyesi Wilhelm: 204, 207. 212, 374, 674, 727

Darré, R. Walther: 351, 386, 508, 535, 591, 592, 593


David, Anton: 640
Delmer, Sefam: 470. 711. 754
Deuerleiu, Emse 654, 655,657,658
Dickd, Dr. Otta: 176,186
Dlels, Rndolf: 464, 502, 507, 754, 762
Dietrich, Dr. Otta: 375, 395, 488, 514, 515, 533, 536, 540, 543,
727, 770
Dietrich, SS-Obergruppcnfuhrer Sepp: 365, 506, 513, 514
Dincklage, Kari: 317, 708
Dingfelder, Dr. Johannes: 160,161, 162, 663, 664
Dinter, Artur: 243, 272, 290, 319, 320, 703, 708
Dirisen, Herbert van: 545, 546
Dix, Otto: 266
Döblin, Alfred: 486
Dollfuss, Engelbert: 522, 523, 597, 770, 778
Donizetti, Gaetano: 65
Dressel (Moritz Pansiyonu’nun sahibi): 305
Drexler, Anton: 125,142,143,154,155,156,157,158.159,160.
170,171,175,176, 178, 195, 217, 224, 279, 289, 637, 659. 660, 662,
663, 664, 668. 678
Duesterberg, Theodor: 330, 378, 379, 430, 744, 745
Ellenbogen, Wilhelm: 640
Eltz-Rübenach, Ulaştırma Bakanı: 430, 458
Endres, Yarbay Thcodor: 679
Engelhardt, Yarbay Philipp: 110
Engels, Friedrich: 103, 746
Epp, General Ritter von: 137, 324, 474
Erbersdobler, Otto: 359
Ersing, Joseph: 472
Erzberger, Matthias: 161, 189
Escherich, Georg: 206, 208, 679
Esser Hermann: 136, 149, 170, 173, 178, 191, 193, 217, 218,
235, 236, 237, 241, 242, 243, 271, 272, 289, 290, 292, 293, 294,
295, 296, 298, 299, 672, 673, 684, 698
Faulhaber, Kardinal Michael von: 291, 436, 491
Feder, Gottfried: 136, 139, 142, 154, 160, 167, 169, 173, 176,
190, 296, 536, 658, 674, 701
Fest, Joachim: 7, 9, 609, 610
Feuchtwanger, Lion: Geschmster Oppermann 421, 741
Fobke, Hermann: 239, 240, 241, 242, 243, 260, 295, 688
Forster, Dirk: 788 Franco, Francisco: 534
François-Poncet, Andre: 514, 517, 547, 552, 569, 747, 753
Frank, Hans: 33, 34, 154,163, 221, 248, 250, 355, 357,
371,410,468,479, 602,603, 616, 618, 629, 649. 725
Frank, Lorenz: 141
Frankenreiter, Leopold: 34
Franz Ferdinand, Arşidük: 106, 107
Franz Joseph, Avusturya İmparatoru: 55, 56, 58, 60
Frederick I Barbarossa, Kutsal Roma İmparatora: 96, 304
Freud, Sigmund: 55, 486
Frick, Wilhelm: 290, 339, 465
Fritsch, Theodor: 98, 151, 166, 642, 644
Fritsch, Chef der Heeresleitung Wemer von: 449, 512, 525, 531,
549, 550, 551, 598, 599, 600, 765, 776
Fromm, Friedrich: 449, 619
Frymann, Daniel, bkz. Class, Heinrich
Funk, Walthen 374, 376, 488, 536
Funk, Wilhelm: 269
Furtwângler, Wilhelm: 483
Galen, Clemens August Graf von, Mûnster Piskoposu: 789
Gansser, Dr. Emil: 203, 677
Gayl, Freiherr Wilhelm von: 387, 388, 397, 398, 730, 732
Gemlich, Adolf: 141, 150, 166
George, Stefan: 101
Gereke, Reichskommissar Günther: 451
Giesler, Hermann: 39, 620
Glassl, Anna, bkz. Hitler, Anna
Godin, Kumandan Vekili Freiherr von: 114, 652, 686
Goebbels, Joseph: 9, 294, 295, 296, 297, 298, 299, 301, 305,
311,316, 317, 318, 323, 324, 327, 344, 345, 346, 347, 348, 352,
356, 358, 365. 367, 368, 377, 378, 379, 381, 382,383, 385, 386,
387, 388, 389, 390, 398, 400, 401, 402, 403, 404, 405, 406, 408,
410, 411, 412, 4,13, 414, 425, 426, 427, 428, 430, 431, 432, 441,
459, 460, 463, 464, 466, 467, 469, 470, 477, 480, 483, 486, 487,
488, 489, 504, 508, 511, 513, 514, 515, 516, 521, 535, 547, 571,
575, 576, 579, 580, 582, 586, 587, 590, 594, 599, 600, 601, 602,
603, 608, 613, 618, 6220, 614, 650, 669, 700, 701, 702, 708, 709,
710, 711, 713, 716, 717, 718, 721, 723, 729, 730, 731, 732, 733,
734, 735, 736, 737, 739, 742, 743, 747, 754, 755, 761, 768, 781,
783, 784, 788
Goerdeler, Carl: 592, 593, 595, 765, 786
Goethe, Johann Wolfgang von: 61
Golz, Count von der: 330
Göring, Hermann: 196, 216, 217, 218, 221, 324, 346, 367, 368,
373, 374, 376, 386, 396, 398, 399, 410, 411, 426, 427, 428, 429,
430, 431, 446, 450, 453, 454, 461, 462, 463, 464,465, 466, 470,
471, 475, 476, 488, 502, 504, 507, 513, 516, 517, 518, 524, 527,
541, 547, 500, 585, 594, 598, 599, 600, 674, 687, 710, 716, 747,
765, 767, 769, 770, 776, 783, 786
Graefe, Albrecht 236.237.238.241.242. 243, 271. 318. 689
Graf, Ulrich: 173.190.191.216.219.663.665
Gnmdd, Dr. Gottfricd: 170.668 Granat, Ludwig: 465
Greina, Josef: 54. 74.80.86.626, 630. 632.639. 640.641
Grili (eski Katolik rahibi): 74
Grimin, Hans: Volk okne Raum (Yeri Olmayan Halk) 256, 645
Groener, Wilbelm: 343. 377, 381. 382, 383
Grohe, Josef: 575, 577
Grosz, George: 266
‘Gruko’see Bayerische Reichswehr Gruppenkommando Nr: 138
Grûndgens, Gustav: 483
Gûnther, Dr. Hans: 339
Gürtner, Franz: 210, 270, 388, 503, 518,519.541.579.
580,584,681,687,748.768, 773
Gustloff, Wilhelm: 587, 588, 784
Gutmann, Teğmen Hugo: 114, 652
Gütt, Dr. Artlıur: 490
Haase, Ludolf: 237, 239, 240, 250, 260, 295
Habicht, Theo: 522, 523, 524, 569
Haffner, Sebastian: 391, 435, 614, 746
Hammerstein-Equord, General Kurt Freiherr von: 431, 448, 449,
521, 749, 769
Hammitzsch, Angela (kızlık soyadı Hitler, sonra Raubal; H’in üvey
kız kardeşi): 30,
35, 36, 38, 48, 79, 305, 370, 618, 624, 726
Hanfstaengl, Egon: 269
Hanfstaengl, Ernst, ‘Putzi’: 173, 199. 200, 202, 217, 221, 225,
269. 303, 304, 356, 357, 359, 360, 361, 463, 469. 488, 675, 676,
677, 678,682, 684, 686, 696, 697, 703, 704, 705, 710, 719, 723,
726, 732, 759. 768, 770
Hanfstaengl, Helene: 200, 303,304, 369, 686
Hanisch, Reinhold: 51, 54. 67. 74. 75, 76. 77, 78. 79, 85, 86, 88.
89, 629, 636, 637, 638, 639, 642
Harrer, Kari: 145, 154, 155, 156, 158, 159, 662
Hasscll, Ulrich von: 595, 597, 598, 599
Haug, Jcnny: 369
Hauptmann, Gerhart: 483, 759
Haushofer, Profesör Kari:, 174, 256, 257, 695
Heidegger, Martin: 484
Heiden, Konrad: 136, 616
Heim, Dr. Georg: 469
Heine, Heinrich: 486
Heines, Edmund: 515
Heinrichsbauer, August: 222, 709
Heiss, Kaptan: 207
Held, Dr. Heinrich: 223, 270, 271, 697
Helldorf, Wolf Heinrich Graf von: 387, 578, 729
Henning, Wilhelm: 236
Hepp, Ernst: 114
Herder, Johann Gottfried: 64
Hermann (Cherusci): 96
Herzl, Theodor: 56
Hess, ilse: 692
Hess, Rudolf: 137, 145, 154, 172, 174, 179, 207, 238, 250, 256,
257, 260, 270, 301, 305, 315, 413, 507, 539, 546, 558, 689, 697,
704, 707, 738
Hewel, Walter: 316
Heydrich, Reinhard: 468, 469, 502, 507, 512, 516, 527, 541,
541,542,668
Hiedler, Eva Marie (wife of Johann Nepomuk’un karısı): 32
Heidler (Hüttler), Johann Nepomuk: 29, 31, 32, 33, 34, 35, 37,
616, 617
Hiedler, Johann Georg: 29, 30, 31, 32, 34, 615
Hiedler, Maria Anna (kızlık soyadı Schicklgruber; H’nin
babaannesi): 29, 30, 31,
32, 33, 34, 615
Hilferding, Rudolf: 354
Himmler, Heinrich: 22, 73, 321, 322, 329, 405, 413, 425, 468.
469, 482, 488, 502, 507, 513, 516, 517, 527, 541, 542, 709, 712,
726, 773
Hindemith, Paul: 266
Hindenburg, Oskar von: 427, 428, 431, 513, 543
Hitler, Alois (Aloys) (H’nin babası): 29, 30, 31. 32, 33. 34, 35, 36,
37. 38. 39, 40, 42, 43, 84, 275, 616, 617, 618, 619
Hitler, Alois (H’nin üvey erkek kardeşi): 30, 35, 36,38,39,40, 725
Hitler, Angela, bkz. Hammitzsch, Angela Hitler, Anna (kızlık soyadı
Glassl): 30, 35, 617
Hitler, Bridget: 30, 725
Hitler, Edmund (H’nin erkek kardeşi): 30, 36, 37, 38, 39, 40
Hitler, Franziska (Fanni; kızlık soyadı Matzelberger): 30, 35
Hitler, Gustav: 30, 35, 36
Hitler, 1da (H’nin kız kardeşi): 30, 36
Hitler, Johanna (H’nin halası): 30, 34, 35, 36, 44, 47, 48, 60, 76,
77, 79, 624; 627
Hitler, Klara (kızlık soyadı Pölzl; H’nin annesi): 30, 34, 35, 36, 37,
38, 44, 47, 48,
275, 624
Hitler, Otto: 30, 36
Hitler, Paula see Wolf, Paula: 30. 618, 622, 623, 625, 627
Hitler, William Patrick (H’nin yeğeni): 30, 33, 633, 725
Hoare, Sir Sanrael: 597 Hoegner, Wilhelm: 495
Hoesch, Leopold von: 574, 602
Hoffmann, Heinrich: 103,108,149,172,
217,224,248,305,360,361,369,401,488, 639, 648
Hoffmann, Henrietta: 369
Hoffmann, Frau Hermine: 174
Hofmannsthal, Hugo von: 55, 486
Hohenzöllernler: 470, 510
Honisch, Kari: 54, 79, 80, 86, 633
Hossbach, Yarbay Friedrich: 550, 551
Huemer, Dr. Eduard: 41, 620
Hugenberg, Alfred: 256, 330, 338, 339, 345, 354, 372, 373, 378,
426, 428, 429, 430, 431, 432, 445, 446, 453, 456, 481, 744, 748,
763
Ibsen, Henrik: 64
Jannings, Emil: 483
Jarres, Kari: 291
Jawlensky, Alexej von: 101
Joachim Fiore’li: 723
Joachimsen, Paul: 168
Jung, Edgar: 152, 510, 513, 516, 766, 767
Jünger, Ernst: 194
Kaas, Prâlat Ludwig: 446, 472, 482
Kahr, Başbakan Gustav Rittcr: 198, 215, 217, 218, 516, 680, 683
Kandinslty, Wassily: 101, 266
Kapp, Wolfgang: 138, 144, 168, 170, 173, 185, 202, 298, 385. 667
Karajan, Herbert von: 483
Kâstner, Erich: 486
Kaufmann, Kari: 298
Kellerbauer, Walthcr: 193
Kellermann, Bernhard: 638
Kemnitz, Mathilde von: 292
Kcnncdy, John F.: 15, 21
Keppler, Wilhelm: 405, 423, 424, 425, 731
Kerrl, Hans: 479
Kirdorf, Emil: 330, 374, 709
Klausener, Erich: 521, 767
Klee, Paul: 101, 266
Kleist, Heinrich von: 119
Kleist-Schmenzin, Ewald von: 744
Klimt, Gustav: 55, 64, 68, 629
Klintzsch, Teğmen Johann: 173, 188, 671, 674
Knilling, Engen tod; 209, 213
Kimden, Gnnner Has 140
Korner, Oskan 170,767
Ktanss, 'Wemer: 483
Krdts, Albert: 303.358, 362. 363, 699
Kriebel, Yarbay Hermann:
206,211.214.215.216.220,225.226,245,246,247,
Krohn, Friedrlch: 664
Krosigk, Schwerin von: 386, 387, 430,445, 744. 745, 748, 751
Krûgrr, Paul: 76
Krupp von Bohlen und Halbach, Gustav: 453, 454
Lehmann, Julius F.: 154, 170
Leipart, Thcodor: 479
Lenin, Vladimir Ilyich: 19, 103, 636
Lerchenfeld-Koefering, Hugo, Graf von: 190, 191
Levetzow, Emekli Amiral Magnus: 578, 727
Levfen, Max: 132
Levine, Eugen: 411, 412, 413, 480, 537, 538, 539, 758
Ley, Robert: 411, 412, 413, 480, 537, 538, 539, 758
Leybold, Oberreğierungsrat Otto: 244, 247, 690, 691
Liebknecht, Kari: 129, 463, 466
Lippert, SS-Sturmbannfuhrer Michael: 517
Lipski, Josef: 545, 774
List, Albay: 109
List, Guido von: 72
Liszt, Franz: 65
Litzmann, General: 365
Lloyd-George, David (Daha sonra I. Ehvyfor Kontu): 106
Löffher, Siegfried: 78, 85, 88
Lohse, Hinrich: 411, 412, 738
Loret, Jean-Marie: 650
Lösener, Dr. Bemhard: 582, 584, 586, 781, 782, 783
Lossow, General Otto Hermann von: 205, 206, 207, 208, 209, 214,
215, 216, 217, 218, 219, 223, 224, 225, 228, 675, 679, 683, 684
Lotter, Michael: 659, 660
Lüdecke, Kurt: 199, 200, 238, 240, 289, 400, 401, 672, 674, 675,
698, 722
Ludendorff', Eridi: 161, 202, 207, 210, 211, 214, 215, 216, 217,
218, 219, 220, 221, 223, 225, 226, 228, 237, 238, 239, 240, 241,
242, 243, 255, 259, 270, 271, 272, 289, 290, 291, 292, 317, 328,
503, 675, 677, 682, 683, 684, 687, 689, 691, 694, 697, 699
Ludendorff', Margarete: 685, 686
Ludin, Hanns: 355, 356
Ludwig 1, Bavyera Kralı: 101
Ludwig 111, Bavyera Kralı: 108, 130
Ludwig Ferdinand, Bavyera Prensi: 211
Lueger, Kari: 55, 58, 59, 77, 82, 87, 627
Lugauer, Heinrich: 651, 652
Lugert, Emanuel: 618, 619
Luther, Hans: 452
Luther, Martin: 198, 199, 260, 289, 311, 613
Lutze, SA-Obergruppenfuhrer Viktor: 506, 507, 513, 514, 517,
520, 767
Luxemburg, Rosa: 129
Macke, August: 101
Mackensen, Feldmareşal August von: 552
Maddnder, Sir Haldorf: 695
Mahler, Gustav: 46, 55, 630
Makart, Hans: 49
Mandela, Nelson: 15
Marnı, Heinrich: 101
Mann, Thomas: 101, 354, 485, 486, 745, 759
Marc, Franz: 101
Marx, Kari: 17, 55, 103, 248, 609, 746
Marx, Wilhelm: 292
Maschmann, Melita: 441, 747
Matzelberger, Franziska (Fanni), bkz. Hitler, Franziska
Maurenbrecher, Max: 669
Mauricc, Emil: 250, 305, 306, 370, 488
May, Kari: 40, 41, 400, 620
Mayr, Yüzbaşı Kari: 138, 145, 203, 658
Mayrhofcr, Joscf: 60, 61
Medicus, Ministerialrat Franz Albrecht: 582, 584
Meiser, Piskopos Hans: 589, 590
Meissner, Otto: 407, 428, 431,432,446, 471, 512, 518, 536, 728,
730, 731, 742, 743, 745, 748, 762, 765, 770, 771
Mellenthin, Majör von: 749
Mend, Hans: 650
Mergenthaler, Christian: 318
Moeller van den Bruck, Arthur: 152, 181, 183, 195, 724
Möhl, Tümgeneral von: 138
Mozart, Wolfgang Amadeus: 65
Muchow, Reinhold: 480
Mühsam, Erich: 132, 354
Müller, Adolf: 248, 371
Müller, Hermann: 326, 342
Müller, Profesör Karl Alexander von: 168, 206, 218, 658
Müller, Reich Piskoposu Ludwig:
Münchmeyer, Ludwig: 324
Münter, Gabriele: 101
Murphy, Robert: 680
Mussolini, Benito: 15, 193, 195, 196, 197, 199, 215, 304, 311,
312, 361, 512, 523, 534, 543, 569, 572, 574, 597, 673, 675, 778
Nadolny, Rudolf: 493, 546, 761
Napoleon Bonaparte: 20, 21, 770
Naumann, Friedrich: 150
Neithardt, Judge Gcorg: 225, 226, 688
Neunumm, Fnunz: 15,22,614
Neumann, Josef: 77,85,88
Neurath, Konstantin Frciherr von: 387, 406, 430, 477, 488, 494,
495, 496, 545, 5511, 583. 584, 595, 598, 599, 600, 749, 778
Niemöller, Martin: 492
Nietzsche, Fricdrich Wilhcbn: 64, 248,629, 630
Nortz, Emniyet Müdürü Eduank 205
Noske, Gustav: 148
Offenbach, Jacques: 86
Ohnesorge, Wilhelm: 704
Ossietzky, Carl von: 350, 465, 486, 718
Osswald, Kari: 690
Ott, Alois Maria: 687
Ott, Yarbay Eugen: 407, 449
Panholzer (Viyana’da Heykeltraş): 63
Papen, Franz von: 376, 377, 383, 385, 387, 388, 389, 391, 393,
394, 395, 396, 397, 398, 399, 401, 403, 404, 405, 406, 407, 408,
412, 423, 424, 425,427, 428, 429, 430, 431, 432, 433, 437, 439,
441, 445, 446, 447, 456, 461, 462, 463. 464, 465, 468, 470, 474,
475, 481, 490, 491, 497, 502, 510, 511, 512, 513, 514, 516, 518,
524, 527, 728, 729, 730, 731, 732, 733, 737, 743, 744, 745, 754,
765, 766, 770
Patzig, Yüzbaşı Conrad: 513
Pearson, Profesör Alfred J.: 519, 768
Perlitius, Dr, Ludwig: 446
Petersen, Julius: 484
Pfeffer von Salomon, Franz: 298, 299, 317, 359, 360
Pfordten, Theodor von der: 216, 227
Pfundtner, Hans: 582
Phipps, Sir Eric: 552, 571
Pilsudski, Jözef: 495, 496, 544
Pittinger, Dr. Otto: 186, 191, 206. 674, 679
Planck, Devlet Müsteşarı: 389, 399
Pöhner, Ernst: 199, 217, 218, 221, 225, 226. 269, 270. 675
Pölzl, Johann Baptist (H’nin anne tarafından dedesi): 30, 35
Pölzl, Johanna (H’nin teyzesi): 30, 79
Pölzl, Johanna (kızlık soyadı Hüttler; H’nin anneannesi): 30
Pölzl, Klara, bkz. Hitler, Klara: 30. 34, 35
Pölzl, Theresia (H’nin teyzesi): 35
Popitz, Johannes: 580
Popp, Frau (H’nin Münih’teki ev sahibi): 102, 103, 104, 105, 109,
646, 647
Popp, Joseph: 102, 104, 105, 109, 649
Pötsch, Dr. Leonard: 41
Price, G. Ward: 548, 649, 650, 775
Puccini, Giacomo: 65
Raab, Johann: 652
Raeder, Amiral Erich: 572, 599
Ranke, Leopold von: 248
Rathenau, Walter: 188, 680
Ratzel, Friedrich: 256, 695
Raubal, Angela (‘Geli’; H’nin yeğeni): 30, 48, 61, 305, 306, 307,
368, 370, 372, 401, 488, 618, 723, 726
Raubal, Leo (H’nin üvey kız kardeşi Angela’nın ilk kocası): 30, 48,
61, 624
Rauschning, Hermann: 10, 696
Reichenau, Albay Walther von: 450, 499, 512, 513, 524, 525, 750,
765
Reinhardt, Fritz: 456
Reiter, Anni: 306
Reiter, Maria (‘Mimi’): 306, 369, 726
Remarque, Erich Maria: 486
Reusdı, Paul: 405, 727
Reventlow, Ernst Graf zu: 263, 318, 409, 697, 737
Reynolds, Rothay: 355
Ribbentrop, Joachim von: 316,394,425, 427,428,429,431, 573,
574, 598, 566, 731, 743, 778, 779
Riefenstahl, Leni: 526, 763, 771
Rilke, Rainer Maria: 101
Rinke, Marie (daha sonra Fellinger): 72, 634
Robinson, Simon: 85, 88
Röhm, Yüzbaşı Ernst: 137, 169, 186, 187, 188, 191, 194, 203. 205,
206, 207, 208, 211, 218, 221, 225, 227, 240, 241, 246, 276, 289,
322, 324, 364, 366, 368, 396, 410,
411, 413, 427, 442, 468, 499, 501, 502, 503, 504, 505, 506, 507,
508, 510, 512, 513,
514, 515, 516, 517, 518, 521, 522, 524, 526, 527, 541, 546, 576,
658, 667, 671, 679,
690, 729, 731, 763, 767, 768, 769, 774
Roller, Profesör Alfred: 63, 628
Roosevelt, Franklin D.: 15
Rosenberg, Alfred: 154,167, 169, 173, 191, 217, 221, 235, 236,
237, 241, 254, 282,
289, 319, 396, 515, 550, 569, 590, 698, 776, 785
Rossbach, Gerhard: 201, 676
Rossbadı, Dr. J. R.: 668
Rossini, Gioacchino: 65
Rotbermere, Lord: 355
Rothschild, Baron: 33
Rubens, Peter Paul: 49
Rumbold, Horace: 440, 747, 757, 76b
Rupprecht, Veliaht Prens: 220, 270, 683
Rust, Bernhard: 305, 412
Rutz, Korbinian: 650
Schacht, Hjalmar: 373, 374, 405, 452, 454, 456, 458, 488, 519,
538, 578, 579, 580, 581, 582, 587, 591, 593, 594, 595, 727, 751,
781
Schâffer, Fritz: 404, 744 Scharrer, Eduard: 255, 256, 257 Schaub,
Julius: 301, 361, 488, 514
Schemm, Haas: 468
Scheringen; Richard: 355,356.721.722
Scheubner-Richter, Max Emin m 173.202.211. 214. 216.221. 235,
254
Schichtl, Rosalia (daha sonra Hörl): 36, 618
Schicklgruber, Alois (Aloys). bkz. Hitler, Alois
Schicklgruber, Johann (H’nin baha tarafından deden): 29
Schicklgruber. Maria Anna, bkz. Hiedler. Marta Anna
Sebiller. Johann Cristoph Friedrcih nm: 64, 407,456
Schirach, Baldur von: 327, 328. 369, 400.676, 712, 716, 726
Schirach, Karl von: 328
Schlageter, Albert: 678
Schleicher, Tümgeneral Kurt von: 343, 376, 382, 383, 384, 386.
387, 388, 393, 394, 395, 397, 398, 406, 408, 410, 411, 413, 414,
413, 424, 425, 426, 427, 428,429. 430, 431,433,440,446, 451,407,
514, 516, 519, 521, 522, 729, 732, 736, 737, 7422, 743, 765, 767,
769
Schmid, Gruppenfuhrer: 514
Schmid, Wilhelm Eduard: 516
Schmidt, Ernst: 127,133,134, 137, 651, 654
Schmidt, Paul: 569, 570, 573, 574, 761, 788
Schmidt-Falks, Elsa: 74
Schmitt, Carl: 398, 484, 521
Schmitt, Dr. Ludwig: 516
Schneidhuber, Obergruppenführer August: 365, 514
Schnitzler, Arthur: 55, 68
Schönberg, Amold: 55, 266, 483
Schönerer, Georg Ritter von: 42, 57, 58, 60, 67, 68, 72, 74, 77, 80,
82, 84, 85, 87,
151, 626, 630, 639, 640, 641, 707
Schopenhauer, Artur: 64, 110, 629, 630, 649
Schott, Georg: 231, 233, 234, 688
Schreck, Julius: 136, 488, 614
Schröder, Baron Kurt von: 423, 424,425, 731, 741
Schroeder, Christa: 618, 639, 725
Schulte, Karl Joseph, Kardinal: 601
Schultze, Dr. Waltcr: 221
Sdıumacher, Kurt: 440
Schumpeter, Joseph: 326, 711
Schuschnigg, Kurt: 523
Schüssler, Rudolf: 143, 660
Schwarz, Franx Xaver: 321, 370, 376
Sebastian, Ludwig, Spcycr Piskoposu: 789
SebotendorfF, Rudolf Freihcrr von: 154
Scdgwick-Heinc Ailesi: 199
Seeckt, General Hans von: 206, 207, 215, 679
Seidlitz, Frau Gretrud von: 202
Seipel, lgnaz: 246
Seisser, Albay Hans Ritter von: 214, 215, 217, 218, 219, 223, 224,
226
Seldte, Franz: 330, 372, 430, 439, 456, 479, 539, 744, 787
Semper, Gottfried: 77
Severing, Carl: 385
Shirer, William: 552, 601, 777
Simon, Sir John: 550, 569, 570, 572, 573, 776, 777, 779
Smith, Truman: 676
Solmitz, Louise: 403, 461, 466, 603, 783
Spann, Othmar: 152
Speer, Albert: 18, 84, 535, 536 ( 583, 638, 641, 650, 709
Spengler, Oswald: 172, 408, 657, 737
Sprenger, Jacob: 575
Springorum, Fritz: 405
Stalin, Josef: 10, 15, 19, 21, 534
Stapel, Wilhelm: 152, 194
Stein, Franz: 64, 80
Steinert, Marlis: 9, 634, 780
Stempfle, Pater Bernhard: 250, 519
Stenglein, Ludwig: 245, 246, 247
Stennes, Walter: 364, 365, 366, 367, 368, 408, 413
Stöhr, Franz: 318
Strasser, Grcgor: 236, 241, 242, 243, 263, 268, 289, 293, 294,
295, 296, 298, 300, 305, 315, 317, 319, 321, 322, 324, 341, 346,
347, 357, 359, 360, 361, 376, 386, 397, 398, 407, 408, 409, 410,
411, 412, 413, 414, 415, 426, 514, 516, 519, 539, 547, 699, 700,
701, 702, 711, 715, 716, 717, 723, 732, 733. 734, 737. 738, 742,
765
Strasser, Otto: 249, 250, 330,344. 345, 346. 347, 354, 356, 364,
367, 369, 516, 633, 657, 692, 693, 701, 713, 716, 717
Strauss, Johann: 65
Strauss, Richard: 483
Streicher, Julius: 192, 193, 219, 221, 235, 236, 241, 242. 243,
271, 272, 290, 293, 295, 296, 297, 298, 299, 477, 478, 575, 576,
579, 580, 673, 685, 698, 699, 701, 782
Stresemann, Gustav: 212, 265, 326, 327, 330, 331, 342, 493, 495,
496 Stuck, Franz von: 629
Stuckart, Wilhelm: 582, 586 Stülpnagd, Otto: 495. 750
Tenner, Oberreğierrungsrat Friedrich: 244
Terboven, Gauleiter: 513
Thâlmann, Ernst: 292, 353, 378, 379
Thyssen, Fritz: 202. 330, 373. 374, 375. 376, 405, 677
Tirpitz, Amiral Alfred von: 572
Todt, Fritz: 457, 458
Toller, Ernst: 116, 132, 135, 354, 648, 655. 656
Torgler, Ernst: 398
Treitschke, Heinrich von: 96, 248
Troeltsch, Ernst: 185
Troçki. Lev: 103
Tschirsdıky und BoegendorfF, Fritz Günther von: 513, 765
Tubeıif, Majör von: 114
Tucholsky, Kurt: 486
Vahlen, Theodor: 294, 295
Van der Lubbe, Marinus: 463.464, 753
Verdi, Giuseppe: 65, 66
Viktor Emmanuel III, İtalya Kralı: 193
Vogler, Albert: 405
Volck, Dr. Adalbert: 239, 241, 242, 295
Wachenfeld, Frau: 305
Wagener, Otto: 359, 360, 362, 365, 410, 609, 713, 722, 723
Wagner, Adolf: 468, 514, 578, 580, 583
Wagner, Cosima: 677
Wagner, Dr. Gerhard: 579, 582
Wagner, Otto: 55, 64
Wagner, Richard: 45, 46, 63, 65,66, 77, 198, 200, 201, 259, 260,
269, 623, 630, 631, 644, 677, 704
Wagner, Siegfried: 201, 704
Wagner, Winifred: 201, 330, 369, 623, 677, 704, 777
Wahrmund, Adolf: 166
Walter, Bruno: 483
Warmbold, Hermann: 386
Weber, Christian: 173, 191, 693
Weber, Dr. Friedrich: 215, 216, 224, 226, 245, 246, 247, 690
Weber„Max: 9, 614
Wedekind, Frank: 68, 101
Weill, Kurt: 483
Wellington, Arthur Wellesley: 570
Wels, Otto: 472, 473, 480, 481, 756, 790
Wendt, Hans Friedrich: 355
Wessel, Horst: 345, 715, 716, 743
Westarp, Graf: 343
Westenkirchner, Ignaz: 114, 651, 652
Wiedemann, Fritz: 110, 535, 536, 537, 538, 576, 592, 604, 648,
650, 652, 724, 780
Weizsâcker, Ernst von: 545
Wilhclm II, Kayzcr: 58, 97, 485, 496, 644, 645
Willikens, Wcrncr: 529, 531, 532, 534
Wilson, Woodrow: 128
Wintcr, Anni: 725
Wirlh, Reich Şansölyesi Joseph: 173, 680
Wohlrab, Maria (kızlık soyadı Kubata): 634
Wolf, Karl Hermann: 77, 638
Wolf, Paula (kızlık soyadı Hitler; H’nin kız kardeşi) 36, 37, 39, 44,
47, 48, 61, 64, 79, 618, 622, 623, 625, 630, 642, 726
Wulle, Reinhold: 236, 270, 271, 318
Wurm, Piskopos Theophil: 440, 589, 590, 746
Young, Owen: 329
Zakreys, Frau (Viyana’daki ev sahibi): 61, 67, 70, 71
Zehrer, Hans: 409, 737
Zetkin, Clara: 398
Ziegler, Hans Sevenis: 328
Zuckmayer, Carl: 486
Zweig, Stefan: 222
FOTOĞRAF LİSTESİ

Fotoğrafların yayım hakkı sahipleriyle iletişime geçmek için


gereken her tür çaba gösterilmiştir. Yayıncılar, olası herhangi bir
hata veya atlamanın dikkatlerine sunulmasından ve ilerki baskılarda
bunları düzeltme fırsatı bulmaktan memnunluk duyacaklardır.
Fotoğrafların kaynakları parantez içinde belirtilmiştir.
1. Leonding’deki okulda çekilmiş fotoğrafta Adolf Hitler
(Bayerische Staatsbibliothek, Münih)
2. Klara Hitler (Ullstein Bilderdienst, Berlin)
3. Alois Hitler (Ullstein Bilderdienst, Berlin)
4. Karl Lueger (Hulton Getty, Londra)
5. August Kubizek (Wiener Kütüphanesi, Londra)
6. 2 Ağustos 1914’de, Münih, Odeonsplatz'daki kalabalık
(Bayerische Staatsbibliothek, Münih)
7. Hitler. Ernst Schmidt ve Anton Bachmann ile birlikte (Bildarchiv
Preussischer Kulturbesitz, Berlin)
8. Batı Cephesinde Alman askerleri (Hulton Getty, Londra)
9. KPD Neuhausen Seksiyonu’nun silahlı üyeleri (Bayerische
Staatsbibliothek, Münih)
10. Karşıdevrimci Freikorps birlikleri Münih’e girerken
(Bayerische Staatsbibliothek, Münih)
11. Anton Drexler (Hulton Getty, Londra)
12. Ernst Röhm (Bayerische Staatsbibliothek, Münih)
13. Hitler’in DAP üyelik kartı (Bayerische Staatsbibliothek, Münih)
14. Hitler Marsfeld’de konuşma yaparken (Bayerische
Staatsbibliothek, Münih)
15. NSDAP mitingi, Münih, 1923 (Rudolf Herz Koleksiyonu, Münih)
16. M Alman Günü”nde paramiliter örgütlenmeler, 1923 (Rudolf
Herz Koleksiyonu, Münih)
17. Alfred Rosenberg, Hitler, Friedrich Weber ve Christian Weber
(Bildarchiv Preussischer Kulturbesitz, Berlin)
18. Bir barikatın arkasındaki silahlı SA milisleri (Süddeutscher
Verlag, Münih)
19. Münih civarındaki bölgelerden gelen silahlı darbeciler
(Stadtsmuseum, Landeshaupstadt Münih)
20. Darbe davasının sanıkları (Bayerische Staatsbibliothek, Münih)
21. Hitler, tahliye edildikten hemen sonra (Bayerische
Staatsbibliothek, Münih)
22. Hitler Landsberg’de (Bibliothek für Zeitgeschichte, Stuttgart)
23. Hitler Bavyera kostümüyle (Bayerische Staatsbibliothek,
Münih)
24. Hitler trençkotla (Bayerische Staatsbibliothek, Münih)
25. Hitler Alman kurt köpeği Prinz ile (Rudolf Herz Koleksiyonu,
Münih)
26. Parti Kongresi, Weimar, Temmuz 1926 (Ullstein Bilderdienst,
Berlin)
27. Parti Kongresi, Nuremberg, Ağustos 1927 (Bayerische
Staatsbibliothek, Münih)
28. Hitler SA üniformasıyla (Bayerische Staatsbibliothek, Münih)
29. Hitler konuşma pozunda (Kari Stehle, Münih)
30. Hitler NSDAP yönetimine konuşma yapıyor (Bildarchiv
Preussischer Kulturbesitz, Berlin)
31. Geli Raubal ve Hitler (David Gainsborough Roberts)
32. Eva Braun (Bayerische Staatsbibliothek, Münih)
33. Cumhurbaşkam Paul von Hindenburg, (AKG Londra)
34. Reich Şansölyesi Heinrich Brüning, Benito Mussoliniyle birlikte
(AKG Londra)
35. Reich Şansölyesi Franz von Papen, Devlet Müsteşarı Dr. Otto
Meissner ile birlikte (Bundesarchiv, Koblenz)
36. Gregor Strasser ve Joseph Goebbels (Bayerische
Staatsbibliothek, Münih)
37. Ernst Thâlmann (Hulton Getty, Londra)
38. Nazi seçim afişi, 1932 (AKG, Londra)
39. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde adayların afişleri
(Bundesarchiv, Koblenz)
40. Neudeck‘teki tartışma (AKG Londra)
41. Reich Şansölyesi Kurt von Schleicher (AKG Londra)
42. Hitler resmi kıyafet içinde (Bayerische Staatsbibliothek,
Münih)
43. Hider Cumhurbaşkanı von Hindenburg'un önünde eğilirken
(AKG Londra)
44. SA komünistlere şiddet uygularken (AKG Londra)
45. Yahudi doktorlara yönelik boykot (AKG Londra)
46. Yaşlı bir Yahudi gözaltına alınırken (AKG Londra)
47. Hindenburg ve Hitler “Milli Emek Günü" kutlamalarında (AKG
Londra)
48. Hitler Ernst Röhm ile birlikte (Süddeutscher Verlag, Münih)
49. Hans von Norden tarafından hazırlanmış bir kartpostal (Kari
Stehle, Münih)
50. Kartpostal: “Hayvansever Fûhrer" (Kari Stehle, Münih)
51. Hiüer “Röhm Tasfiyesi"ni açıklarken (Bildarchiv Preussischer
Kulturbesitz, Berlin)
52. Hider, Profesör Leonhard Gali ve mimar Albert Speer ile
birlikte (Bayerische Staatsbibliothek, Münih)
53. Hitler genç Bavyeralılar ile birlikte (Bayerische
Staatsbibliothek, Münih)
54. Lenbachplatzf daki Mercedes-Benz galerisi, Münih
(Stadtardıiv, Landeshauptstadt Münih)
55. Hider, Karl Krause, Albert Vögler, Fritz Thyssen ve Walter
Borbet ile birlikte (AKG Londra)
56. “Hider Dağında": Heinrich Hofmann’ın yayını (Bayerische
Staatsbibliothek, Münih)
57. Feldhermhalle’de yemin eden acemi askerler, 1935 yayını
(Bayerische Staatsbibliothek, Münih)
58. Ren Bölgesi'ne giren Alman birlikleri (AKG Londra).
İÇİNDEKİLER

Çevirenin Notu
Önsöz
Teşekkür
Hitler Üzerine Düşünmek
I HAYAL VE BAŞARISIZLIK
I
II
II TUTUNAMAYAN
I
II
III
IV
V
VI
III KIVANÇ VE GÜCENME
I
II
III
IV
V
IV BİR YETENEGİN KEŞFİ
I
II
III
IV
V BİRAHANE AJİTATÖRÜ
I
II
III
IV
V
VI
VII
VI "BORAZANCI"
I
II
III
IV
V
VI
VII
VII LİDERİN ORTAYA ÇIKIŞI
I
II
III
IV
VIII HAREKET ÜZERİNDE HAKİMİYET SAĞLAMAK
I
II
III
IV
V
IX İLERLEYİŞ
I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
XI
XII
X İKTİDARA ÇIKARILIŞ
I
II
III
IV
V
VI
XI DİKTATÖRÜN YARATILIŞI
I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
XII MUTLAK İKTİDARIN ELE GEÇİRİLİŞİ
I
II
III
IV
V
VI
XIII FÜHRER İÇİN ÇALIŞMAK
I
II
III
IV
V
VI
Kısaltmalar Listesi
NOTLAR
Ad Dizin
FOTOĞRAF LİSTESİ
lan Kershaw
lan Kershaw

Sheffield Üniversitesi’nde modern tarih profesörü olan lan


Kershaw, Hitler konusunda dünyanın önde gelen
otoritelerindendir. Nazis: A Warning from History ve War of the
Centruy adlı BBC dizilerinin tarih danışmanlığını yapmıştır. “The
Hitler Myth”: Image and Reality in the Third Reich, Popular
Opinion and Political Dissent in the Third Reich, Bavaria 1933-
45 ve The Nazi Dictatorship: Problems and Perspectives
İniterpretation adlı kitapların yazarıdır. Weimar: Why Did
German Democracy Fail? ve Hitler: A Profil in Power adlı
kitapların yanı sıra, Moshe Lewin ile birlikte Stalinism and
Nazism: Dictatorships in Comparison adlı eserin editörlüğünü
yapmıştır. Hitler 1889-1936: Hubris adlı eseri, 1998 yılında
Whitbread Biyografi Ödülü’ne ve araştırma dalındaki ilk Samuel
Johnson Ödülü'ne aday gösterilmiştir. Hitler 1936-1945:
Nemesis adlı eseri 2000 yılında Whitbread Biyografi Ûdülü’ne
aday gösterilmiş; aynı yıl içinde Avusturya’da Yılın Siyasi Kitabı
dalında Bruno Kreisky Ödülü’ne ve Tarih dalında Wolfson
Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüştür.

You might also like