Professional Documents
Culture Documents
Virginia Woolf Perde Arası İletişim Yayınları
Virginia Woolf Perde Arası İletişim Yayınları
E
ÇEVIREN: TO RiS UYAR
T 1 Ş t M
VIRGINIA WOOI.I' 25 Ocak 18fl2'de Londra'da doAdu Roman turüne yaptıgı ozgun
katkılarla edebiyat tarihine adını yazdırdı. Aynı zamanda döneminin en onemli eleş
tirmenlerinden biri olarak kabul edilir. 1 925'te yayımlanan Mrs . Dalloway (Iletişim
Yayınlan, 1 999) unlu yazann adıyla birlikte anılacak "bilinç akışı" tekniginin en ba
şarılı omegidir. Virginia Woolf, 28 Man 194l'de içine duşıu�u ruhsal bir bunalım
50nrasında evlerinın yakınlanndaki bir nehrc atlayarak ıntihar etti. Iletişim Yayınlan
yazann 20. yıizyılın en iyi romanlan arasında yer alan Mrs. Dalloway, Dmi<: Frncri,
Orlando, jcu:ob'un Odası, Dalgalar, FIU5h, Pmk Arası, Kmdint Aiı Bir Oda, Gece >t
GOndııı, Dısa Yolculuk, Bir Yaıann Guncesi ve Yıllar adlı kiıaplannı "1oplu Eserleri"
başlı�ı alunda yayımlıyor.
Iletişim Yayınları
Binbirdirek Meydanı Sokak Iletişim Han No. 7 Cagaloglu 34122 Istanbul
Tel: 212.516 22 60-61-62 • Faks: 212.516 12 58
e-mail: iletisim@iletisim.com.tr • web: www.iletisim.com.tr
VIRGINIA WOOLF
Perde Arası
Between the Acts
e t ' m
Perde Arası'nın elinizdeki baskısında, 17 Temmuz 1941 'de
Hogarth Press tararından gerçekleştirilen özgün baskı te
LEONARD WOOLF
Bir Yazarın Son Serüveni
TOMRIS UYAR
7
"Üç gün önce, Onümüzdehi Savaş, çılgın bir heyecana sü
rükledi beni . Brighton'da dinledigim L.P'nin kitapla aram
daki engeli yıktıgını söylemiş miydim; dayanarnayıp kale
me sarıldım, bir bölümünü çiziktirdim, sonra tuttum ken
dimi, yine de her şeyiyle hazır, elimin altında -formu da
iyi- yeter ki uygun zaman bulayım, mı?"
Iki yıl sonra, 6 Agusıos 193 7'de, "Acaba bir roman daha
çıkar mı su yüzüne? Çıkarsa, nasıl çıkar? " sorusuna yanıt
ararken, üç yıl önceki form kavramına dönüyor yine:
17 Agustos 1 938:
B
havasıyla verdigi haberlerde savaş çıkabilecegini çıtlauyor.
Bu yalnızca Avrupa'daki uygarlıgın degil, son dönemde al
dıgımız yolun da tam anlamıyla bilimidir. Quentin askere
alınmış vb. Anık düşünmekten vazgeçiyorsunuz, o kadar.
Yeni odayı taruşıyorsunuz, yeni kollugu, yeni kitapları. Çi
men yapragındaki bir tatarcık başka ne yapabilir ki? P. H.
(Pointz Hall) u yazmak isterdim ve daha neler neler."
'
1 6 Agustos 1 9 40:
9
mişli Charloue Bronte. Bugün ona katılıyorum. Çok agı
rım, sersem ve ıslak. Bunu hemen aliatmalı. Alarm bini.
5'ten 7'yeydi. Dün gece, 144 tanesi düşmüş."
10
toplumu odaga alıyor Woolf. M r Oliver. , M rs Swithin ve
Isabe lla, yani yazarın bir ölçüde tu ttugu roman kişileri
(hatta Isabella, Woolf'un bir yarısı ysa, Miss La Trobe <>teki
yarısıdır diyebiliriz) bile HamJet ile Macbeth'i birbirine ka
rıştıracak kadar yarı bilgilidirler. Tam anlamıyla dor..mmış
larsa, M iss La Trobe ve William Dodge gibi, zaten toplu
mun dışına itilmiş kişilerdir. Yazar, mantıgıyla pek tutmasa
da 'doganın vahşi çocugu' Mrs Manresa ile 'yakışıklı, so
mu rtkan kahraman' Giles'ın yarı düzmece dogallıklarına
imrenir zaman zaman. Soylu çiftçi Rupert Haines'den sıgırt
maç Bond'a uzanan çizgideyse toprak insaniarına duydugu
saygıyı imler.
Woolf'un tarih ve bugünle (o günle) giriştigi hesaplaşma
da edebiyat düşkünü okurlar, nice evrensel edebiyatçıdan
izler bulacaklar. Onların bazen oldugu gibi alıntılanmış, ba
zen degiştirilm iş dizeleriyle tü mcelerine, rastlayacaklar.
Çünkü amaç, yalnızca Elizabeth dönemi tiyatro anlayışını,
ulusal müsamere estetigini ( ! ) taşlamak degil; günlük ko
nuşmaların arasına da o oyunların, o manzumelerin gü
lünç , uyduruk uyaklarıyla vezinleri serpiştirilmiş. Eninde
sonunda bu romanı okuyacaklar, bu kitleyi oluşturanlardır,
bir de yeni kuşak: Gazeteyi kitap belleyenler. Oysa bu ro
manın tadını çıkartmak için alıntıların kaynaklarını bilmek,
yani iyi bir edebiyat okuru olmak, baş koşul. Ola ki Woolf,
daha önce yazdıgı romanlara pek benzemeyen bu romanda
bile isteye giriştigi bu eglencenin okurca yanlış anlaşılma
sından, uyakların c iddiye alınması olasılıgından tedirgindir.
12
masını saglayarak aldım. Woolf okusaydı, çok hoşlanırdı,
eminim.
Çeviride degilse de roman üstüne bilgi edinme aşamasın
da, joan Bennett'in Virginia Woolf, Her art as a Novelist
(Cambridge, At the University Press, 1964) incelemesinden
yararlandım.
TOMRIS UYAR
13
Yaz gecesiydi, o nlar da pencereleri bahçeye açılan geniş sa
landa lagım çukurundan söz ediyorlardı. Belediye, köye su
ge tirmeye söz vermişti ama tutmaınıştı sözünü.
Yörenin soylu çiftçisinin karısı Mrs Haines, bataklıkta
midesine indirecek bir av görmüş gibi yuvalarından ugra
mış patlak gözleriyle kaz suratlı kadının teki, yapınacıktı
bir sesle, "Tam da böyle bir gecede açılacak konu ya ! " dedi.
Sessizlik oldu: Bir inek tıksırdı; kadın da bu boşluktan
yararlanıp ne tuhaf diye girdi söze, çocukken i neklerden
hiç korkmamışll, yalnızca atlardan. Ama astma bakılırsa,
puseue gezdirildigi günlerde, koca bir at arabası burnunun
dibinden geçmişti. Söze ailesiyle başlayıp koltukta oturan
ihtiyara, yüzyıllardır Liskeard do laylarında yaşadıklarını
belirtti. Kilise avlusundaki mezar taşlarına bakmak yeterdi.
Dışarıda, bir kuş kikirdedi. "Bülbül mü? " diye sordu Mrs
Haines. Yok canım, bülbüller bu kadar kuzeye çıkmazlardı.
Bir gündüz kuşuydu bu, günün cevherinin, özsuyunun ta
dını çıkarıyor, solucanların, salyangozların, tahıl tanecikle
rinin - uykusunda bile.
15
Ko l tugunda o tu ran ihtiyar - H i nd is ta n Genel Va l i l i
gi'nden emekli Mr Oliver - yanlış duymadıysa, çukur için
Romalılar yolu nu seçtiklerini söyled i . Bugün bile uçaktan
bakınca, her şeyi açık seçik görebiliyordunuz; Britanyalılar
dan, Romalılardan, Elizabeth dönemi malikanesinden, ayrı
ca Napoleon savaşları sırasında bugday ekim alanı olarak
seçilen tepede sahandan kalan izleri de.
"Ama unuttugunuz . . . " diye atıldı Mrs Haines. Yok canım,
o degil . O hatırındaydı ihtiyarın-tam söyleyecekken dışarı
dan sesler geldi ve gelini Isa, oglunun karısı, örgülü saçla
rıyla girdi içeri ; soluk tavuskuşlarıyla bezenmiş bir sabahlık
giymişti. Kendi bildigi suda ilerleyen bir kugu gibi süzüldü
içeri; önü kesilince durdu; odada birilerinin bulunmasına,
ışıkların yanmasına şaştı. Rahatsızianan küçük oglu nun ba
şındaydı da, özür diledi. Ne konuşuyorlardı?
"Lagım çukurunu tartışıyorduk," dedi Mr Oliver.
"Tam da böyle bir gecede açılacak konu ya ! " diye haykır
dı Mrs Haines ikinci kere.
Acaba o bu konuda ne demişti ya da herhangi bir konu
da? lsa, soylu çiftçi Rupert Haines'e çevirdi başını. Onunla
bir kere bir kermeste karşılaşmışlardı; bir kere de bir tenis
maçında. Isa'nın eline bir fincanla bir raket tutuşturmuştu
hepsi bu. Ama bu adamın yıpranmış yüz çizgilerinden her
keresinde gizem duymuştu, suskunlugundansa, tutku. Te
nis maçında da kermeste de. Şimdi, üçüncü karşılaşmada
daha da agır yokluyorrlu bu duygu.
"Aklımda kaldıgı kadarıyla, annem . . . " diye atıldı ihtiyar.
Annesinden aklında kalan, çok iriyarı oluşuydu; çay kutu
sunu kilit altında tuttugu; ama asıl, kendisine şu odada bir
Byron cildi verdigi. En az altmış yıl oluyordu derligine gö re
annesi bu odada ke ndisine Byron'un yapıtlarını armagan
edeli. Sustu.
"Gece gibi süzülüyor güzelligiyle," dizesini mırıldandı.
16
Sonra da:
"Demek gezinmek yok artık ay ışıgında. "
Isa başını kaldırdı. Sözcüklerin oluşturdugu iki kusursuz
halka, kendisiyle Haines'i iki kugu gibi sürükledi ırmagın
akıntısında. Ne var ki Haines'in kar beyazı gögsüne çamur
lu yosunlar dolanmıştı; lsa da perdeli ayaklarıyla kocasını n ,
borsa simsarı nın agına yakalanmıştı. Üç köşeli koltugunda
otururken, koyu kumral örgüleri omuzlarına sarkmış, uçuk
sabahlıgının kılıfına yastık gibi tıkılmış bedeniyle iki yana
saliandı hafifçe.
Mrs Haines ikisini kuşatıp kendisini d ışarıda bırakan
halkanın farkındaydı. Kiliseden çıkmadan önce orgun son
çırpınışının erimesini bekleyen bir dinleyici tavrıyla bekle
di. Otomobilde, mısır tarlalarının arasındaki kırm ızı viila
ya giderken, yolda bitirecekti bu işi, bir ardıç, kelebegin
kanatları n ı nasıl didiklerse öyle. On lara on saniyel ik bir
süre tanıdıktan sonra ayaga kalktı, durdu, sonra son nota
nın da eriyip gittigini duymuşçasına, Mrs G il es Oliver'a
uzattı elini.
Ama lsa, Mrs Haines'in kalktıgı anda ayaga kalkması ge
rekirken, otu rmayı sürdürdü. Mrs Haines, ateş saçan kaz
gözleriyle ona bakıp yutkunuyordu. "Lütfen Mrs Giles Oli
ver, varlıgını kabul etme nezaketini gösterin bana . . . " ki za
ten zorundaydı lsa; soluk sabahlıgı, iki omzuna düşen ör
güleriyle sonunda kalktı ister istemez.
18
kış, tam bir ay kar altında kalmıştı ev. Agaçlar yıkılmıştı. O
yüzden her yıl, kış bastırdıgında, Mrs Swithin, Hastings'e
dönerdi.
Ama şimdi yazdı. Kuş sesleriyle uyanınıştı uykusundan.
Ne güzel şakıyorlardı! Kremalı pastaya üşüşen oglanlar ko
rosu gibi saldırıyariardı tan ışıgına. Onları dinlemek zorun
da kalınca, en sevdigi kitaba uzanmış u -Tarihin Anahatları
ve üç ile beş arasındaki saatleri Piccadilly'deki rodendron
agaçlarını düşü nerek geçirmişti; anladıgı kadarıyla, o dö
nemde daha kanalla bölünmemiş anakara bir bütündü; an
ladıgı kadarıyla, fil gövdeli, ayıbalıgı enseli, inildeyen, iç ge
çiren, karada usulca sürünen, büyük bir olasılıkla kükreyen
canavarlar yaşıyordu burada o zaman; dev kelerler, mamut
lar, mamutsu filler; herhalde diye düşündü pencereyi açar
ken, onların soyundan geliyoruz biz.
Gerçek zamana göre beş saniyeydi ama beynindeki zama
na göre kim bilir ne kadar uzun sürdü tam o sırada mavi
porselenler dizili bir tepsiyle kapıdan giren Grace'i, bir ilk
çag ormanının bugu tüten yeşil ö rtüsünde kocaman bir
agacı devirmek üzere olan deri postlu, ateş saçan canavar
dan ayırt edip yerli yerine oturtması. Grace tepsiyi masaya
dayayıp, "Günaydın Hanımefendi," deyince sıçradı tabii ki
yerinden. l htiyarın yüzündeki parçalanmışlıgı, yarısı bir ba
taklık canavarına, öbür yarısı basma giysili, beyaz önlüklü
bir hizmetçiye bölünmüş çifte anlatımı fark eden G race,
"Kaçık," dedi içinden.
"Ne güzel şakıyor kuşlar!" dedi Mrs Swithin laf olsun di
ye. Pencere açıktı şimdi; kuşlar da ötüyariardı ötmesine. Bir
ardıç kuşu, tarhta sekerek yardıma koştu; gagasında pembe
bir kauçuk bitkisiyle. Bu görüntünün yüreklendirmesi so
nucu düş gücüyle geçmişi yeniden yaratma çabasına girişen
Mrs Swithin duraladı; anın sınırlarını, geçmişe ya da gele
cege uçarak ya da geçitlere, yan sokaklara dalarak genişlet-
19
me hevesindeyken annesi -tam da bu odada kendisini azar
layan annesi geldi aklına. "Agzın bir karış açık durma Lucy,
sinek kaçar. . . " Bu odada kim bilir kaç kere azar işitmişti an
nesi nden- " evet bu odada ama annemiz öbür dünyada,"
derdi agabeyi duysa. Sabah çayının başına geç ti , burnu ke
merli, yanakları çökük herhangi bir ihtiyar hanımefendi gi
bi; parmagında yüzügü, oldukça ilerlemiş yine de soylu bir
yaşın bildik giyim kuşarnı ve takılarıyla; yalnız onun gög
sünde ayrıca ışı! ışı!, altın bir haç vardı.
22
Aynadaki gözlerinde, geçen gece o yıpranmış yüzlü, sus
kun, romantik, soylu çiftçiye duyduklarını okudu. Gözle
rinde, 'aşık oldum' yazıyordu. Ama aynanın dışında, lava
boda, tuvaJet masasında, gümüş kutuların, diş fırçalarının
arasında öteki aşk duruyordu: Borsa simsarı kocasına duy
dugu aşk-. " N e de olsa çocuklarımın babası , " diye ekledi,
basmakalıplıgın rahatlıgına sıgınarak. Iç-sevgi, gözlerindey
di; dış-sevgiyse tuvaJet masasının üstünde. Ama şu anda ay
nanın ucundan baktıgında ne tür bir duygu kımıldam ıştı
içinde, çimenlikte sürülen çocuk arabasını, iki dadıyı, hele
küçük oglu George'un geriden geldigini gördügünde?
Sapı kakmalı fırçasıyla cama vurdu. Ne var ki o nlar, rlu
yamayacak kadar uzaktaydılar. Kulakları, agaçların ugultu
suyla, kuşların cıvıltısıyla doluydu , kendisinin yatak oda
sından duyamadıgı, göremedigi, bahçede olup biten ne var
sa, onlarla doluydular. Kar taneleriyle kuşatılmış, ipek örtü
nün kırışıklarına gömülmüş, ıssız, yeşil adasından baktıgın
da, o çocuk saflıgındaki ada, penceresinin altında yüzüyor
du. Yalnız George, geride kalmıştı.
Aynadaki gözlerine döndü. 'Aşık' olsa gerekti; dün akşam
o adamın odadaki varlıgından böyle etkilendigine göre;
onun çay fincanını uzatırken, tenis raketini verirken söyle
digi sözler benliginin ta derininde bir noktaya böylesine ça
kıldıgına göre; ikisinin arasında titrek, titreşimli, çapraşık
bir tel gibi gerildigine göre-aynanın derinliklerini yoklaya
rak, bir zamanlar Croydon'da gö rdügü bir uçak pervanesi
nin alabildigine hızlı titreyişine uygun düşecek bir sözcük
aradı. Daha hızlı, daha da, daha da hızlı vızıldamış, vızla
mış, bütün sesler tek bir vızıltıya döndügünde vız diye ha
valanmıştı uçak. . .
"Neymiş, nereyeymiş, umurumuzda mı neyin nesi," diye
mırıldandı şarkıyı. "Çarparken kanatianınıza havanın ak
kor, yaz yorgunu . . . "
23
Evet, 'nefesi'ydi uyak. Fırçayı bıraktı. Alınacı kaldırdı.
"Üç, dört, sekiz, Pyecombe," dedi.
"Ben Mrs Oliver. . . Bu sabah hangi balıklar var? Morina
mı? Kalkan? Dilbalıgı? Pisi ? "
"Bu baglardan orada kurtulmak hevesi ," diye mırıldandı
içinden. "Dilbalıgı. Fileto lütfen. ögle yemegine yetiştirin ,"
dedi yüksek sesle. "Mavi bir tüyle, mavi bir tüy. . . kanalları
mızda havanın nefesi. .. şu baglardan orada kurtulmak heve
si. .. " Giles'in kuşkusunu uyandırmamak için hesap defteri
gibi cilllenmiş defterine yazmaya degmezdi bu sözcükler.
'Yarım yamalak' sözü çok iyi anlatıyordu onu. Hiçbir zaman
sözgelim i , bir magazadan begendigi giysilerle çıkmamıştı;
bir vitrindeki koyu kumaş toplarına yansıyan bedeninden
hoşlanmamıştı. Beli kalın, hacakları iriydi, günün modasına
uygun sımsıkı taranmış saçları dışında ne Sappho'ya benzer
yanı vardı ne de fotografları haftalık dergileri süsleyen genç
güzel erkeklere. Oldugu gibi görünüyordu: Sir Richard'ın kı
zı; O'Neil olmalarıyla, Irianda krallarının soyundan gelmele
riyle çok övünen Wimbledonlu iki ihtiyar hanım ın yegeni.
24
acısını ya da kral falan canın kahramanlıgını yansıttıgına
inanmış görünemezdi.
Haziran sabahının bu erken saatinde kitaplık boştu; Mrs
Giles, mutfaga bakmak zorundaydı. Mr Oliver, taraçada do
laşıyordu . Mrs Swithin kilisedeydi tabii ki. Hava tahmin ra
porunu dogrulayan hafif ve degişken rüzgar, sarı perdeyi
kımıldatıyor, bir ışık, derken bir gölge salıyordu içeri. Ateş
söner gibi olup bozlaştı, sonra yine yalazlandı; üç-renkli
kelebek, pencerenin alt camına vurup duruyordu; pat, pat,
pat; biri çıkıp gelmezse, hiç, hiç , hiç ugramazsa, kitaplar
çürüyüp gidecek, ateş sönecek, üç-renkli kelebek de cama
yapışıp kalacak, diyordu durmadan.
Afgan lazısının çılgın ö ncülügünde ihtiyar girdi içeri.
Gazetesini okumuştu; gözlerinden uyku akıyordu, hemen
basma kılıf geçirilmiş koltuguna çöktü, köpegi de -Afgan
tazısı- ayakucuna kıvrıldı. Bumunu patHerine yaslamış, kı
çı tortop, taştan oyulmuş bir köpegi andırıyordu, ölümün
hüküm sürdügü beldelerde bile efendisinin başında nöbet
tutan bir haçlı askeri köpegini. Ne var ki efendisi ölmem iş
li; düş görüyordu yalnızca; yarı uykuda-yarı uyan ık, sırı
aşınmış bir aynada migfer giymiş genç bir adam olarak
kendisi ni ve bir çavlanın akışı nı. Su yoktu ama; tepeler,
boz çuha kıvrımları gibiyd i; kum larda, kaburgalardan bir
çember; güneşte, kurtçukların didikledigi bir öküz )eşi; ka
yan ın giri ntisinde barbarlar; kendi elinde de b i r tü fek .
Düşteki el , sıkı sıkı yapıştı; gerçekteki e l , koltugun kenarı
nı kavradı, damarları kabarmış bir el , ama artık kahveren
gimsİ bir sıvıyla.
Kapı aç ıldı.
"Şey," diye özür diledi Isa, "zamansız mı geldim!"
Tabii ki zamansız gelip gençligini de, Hindistan'ı da yok
etmişti. Yine de suç kendisindeydi. Bu kız, onun yaşam çiz
gisini ne inceliklerle nerelere kadar uzatmakta direnm işti
25
hep. Onun odada gezinmesini izlerken, teşekkür etmek ge
liyordu içinden aslında, bu çabayı hala sürdürdügü için.
Bir sürü ihtiyarı n, kala kala Hindistan'ları kal mıştı - ku
lüplerde , Jermyn Sokagı'nın arkalarındaki odalarda oturan
ihtiyarları n. Oysa şu genç kadın, yollu giysisiyle kitap raf
ları nın arasında duralayarak onun izini sürüyordu: "Avlak,
ay ışıgında karanlık, telaşlı bulutlar, içip bitirdiler bile son
soluk . . . Balık ısmarladım," dedi I sa yüksek sesle, yüzünü
ona dönerek, "ama taze mi degil mi, bilemem o kadarı nı.
Her neyse, dana eti hem pahalı hem de evdekilere dana
dan da kuzu etinden de gına geldi . . . Sohrab ," ihtiyarla kö
"
peginin önünde du ralayarak sordu, onun günü nasıl geçti
bari ? "
Sohrab'ın kuyruk salladıgı görülmemişti. Evcillik bagları
na yüz vermezdi. Ya siftinir ya ısırırdı. O anda da, yırtıcı sa
rı gözleriyle bir I sa'ya bakıyordu, bir ihtiyara. I kisini de ba
kış-altı edebilirdi istese. O sırada Oliver'ın aklına sabahki
olay geldi:
"Senin oglan tam bir ana kuzusu," dedi aşagılarcasına.
"Yaa," diye içini çekti Isa; bir koltugun kenarına ilişmişti,
görünmez incelikte binlerce iplikle ev içine tutturulup ha
vasız kalmış bir balon gibi. "Ne oldu ki?"
"Gazeteyi şöyle bükmüştüm," diye açıkladı ihtiyar, "şöy
le . . . "
Gazeteyi dürüp bumuna yerleştirdi. "Böö ," diye bir aga
cın arkasından fırlamıştı çocukların üstüne.
"Bir hüngürdedi, görecektin. Ödlegin teki se nin sulu
göz."
Isa'nın kaşları çatıldı. Hayır, oglu ödlek degildi. Kendisi
de. Yalnızca evCİmenlikten nefret ediyordu, sahip çıkılmak
tan, anaçlıktan. Ihtiyar da biliyordu da, sırf onu kızdırmak
için özellikle böyle davranıyordu inatçı keçi, kayınbabası.
Gözlerini ondan kaçırdı.
26
"Mutfaktan sonra evin en güzel odası kitaplıktır her za
man ," diye bir alıntı yaptı, kitaplara göz gezdirdi. "Ruhun
aynası"ydı ya onlar. The Faerie Queene ile Kinglake'in Cri
mea sı , Keats ile Kreutzer Sonata. Durdukları yerde yansıtıp
'
28
Her yaz, yedi yazdır ayn ı sözcükleri duymuştu lsa; çekiç
le çivi, temsille hava durumu . Her yıl, hava yagışlı mı ola
cak, açık mı sorusunu sorarlar, her yıl da birinden biri olur
du. Bildik çan sesi, bildik çanı izlerdi, yalnız bu yıl çan sesi
nin altından başka bir ses erişti l sa'nın kulagına. "Kız. bir
çıglık atarak adamın yüzüne çekici indirdi."
"Hava tahmin raporu," dedi Bay Oliver, gazeteyi karıştırıp
köşeyi buldu, "diyor ki: Rüzgar, degişik yönlerden esecekmiş;
hava sıcaklıgında degişiklik olmayacakmış, yer yer yagış."
Gazeteyi elinden bıraktı; üçü de gögün meteoroloji uz
man ının dediklerine uyup uymayacagı nı anlamak için ha
vaya baktılar. Gerçekten de hava degişkendi. Bahçe bir an
yeşilleşiyor, sonra kararıyordu. Derken güneş çıkıyordu-her
çiçegi, her yapragı tek tek sarmalayan sonsuz bir coşku fış
kırtısıyla. Sonra sevecenlikle geri çekiliyordu, yüzünü örte
rek, insan acılarını görmekten kaçınırcasına. Seyrelip seyre
lip kabaran bulutlarda bir başıboşl uk, sime tri ve düzen
yoksunlugu göze çarpıyordu. Uydukları kendi yasaları mıy
dı, yasasızlık mı? Bazıları, dagınık beyaz saçlar gibiydi. Ta
tepede, çok uzaktaki bir bulut, sertleşip altın kaymaktaşına
dönüşmüştü; ölü msüz mermerdendi. Onun ö tesinde ne
varsa maviydi, masmavi, mürekkep mavisi; renk ayrımına
ugramamış, kaçak mavi. Ne güneş ne gölge ne de yagmur
gibi süzülüyordu yeryüzüne; ta m tersine, o küçük, renkli
yeryuvarlagını hepten yok sayıyordu. Ne bir çiçek farkın
daydı onun varlıgının ne bir tarla ne bir bahçe.
Mrs Swithin'in gözleri ışı! ışıldı o maviye bakarken. I sa'ya
kalırsa, yengesi , onda Tanrıyı gördügü için ayıramıyordu
bakışlarını, tahtına kurulmuş Tanrıyı. Ama ertesi an bahçe
yi gölge kaplayınca yere indirdi bakışlarını.
"Çok kararsız bir hava ," dedi . "Yagacak korka rım. Dua
etmekten başka bir şey gelmez elimizden," diye ekledi boy
nundaki haçı yoklayarak.
29
"Bir de şemsiye ayarlamak tabii," dedi agabeyi.
L u c y k ı z a rd ı . I na n c ı n a y i n e taş a t m ı ş t ı a g a b e y i . O
'dua'dan söz ederken, 'şemsiye'yi yapıştırıvermişti. Haçını
azıcık gizledi parmaklarıyla. Sindi, pustu; gelgelelim bir da
kika sonra neşeyle haykırdı:
"Bakın geliyorlar, bizimkiler-caniarım benim!"
Çocuk arabası çimenlikten geçiyordu.
lsa da o yana baktı. Ne sevimliydi şu ihtiyar kadın! Ço
cukları böyle candan karşılayışıyla; bütün bu belirsizlikleri;
ayrıca ihtiyarın densizliklerini cılız yumrukları, gülen göz
leriyle dize getirişiyle ! Bart'a ve havaya meydan okuma ce
saretiyle!
"Oglanın yanaklarından kan damlıyor," dedi Mrs Swithin.
"Nasıl da kilo alıyorlar şaşılacak şey," dedi l sa.
"Kahvaltı etti, degil mi?" diye sordu Mrs Swithin.
"Silip süpürdü tabagını," dedi lsa.
"Bebek nasıl peki? Kızamık falan?"
l sa başını hayır anlamında sallayınca, "Aman tahtaya
vur," dedi masaya vurarak.
"Söylesene Bart," dedi sonra, agabeyine döndü. "Tahtaya
vurmak nereden çıkmış . . . Antaeus'un uguru topraga bas
mak degil miydi? "
Pekala çok zeki bir kadın olabilirdi, diye düşündü agabe
yi, dikkatini belli bir konuda toplayabilseydi. Ama biraz
şundan, biraz bundan derken. Bir kulagından giren öbü
ründen çıktı. Sonra hepsi gelip gelip, yetmiş yaştan sonra
görüldügü üzere, aynı soruda dügümlendi. Onun sorusu,
Kensington'da mı Kew'da mı oturacagı. Yine de her yıl, kış
bastırdıgında, ikisinden de cayıyordu. Hastings'de oturu
yordu .
"Tahtaya vur; topraga has; Antae u s , " diye m ı rıldandı
Bartholemew, dagınık parçaları toparlayarak. Ya Lempriere
çözerdi bu soruyu ya da ansiklopedi. Gelgelelim kendi so-
30
rusunun yan ıtı ki taplarda bulunamazdı neden Lucy'nin ,
kendisininkine bu kadar benzeyen kafatasının içinde dua
edilebilir bir varlık yatıyordu? Kız kardeşinin bu varlıga
saç, sakal , diş ya da ayak parmagı yakıştırdıgını sanmıyor
du. Daha çok, bir güce ya da ışıl tıya benzese gerekti, ardıç
kuşuyla solucanı, Iateyle tazıyı denetleyen bir şey, tabii bu
arada damarları fırlak bir ihtiyara dönmüş agabeyini de. Bu
varlık, soguk bir sabah saatinde kadıncagızı yataktan ugra
tıyor, kendisine tapması için çamurlu bir patikadan yürü
tüp Streatfield'deki vekiline yolluyordu. Vekilin de-kilise
nin vestiyerinde puro teliendiren sevimli bir adam-astımlı
ihtiyarlara vaaz yetiştirmek, habire yıkılan çan kulesini çift
lik arnbariarına iliştirilen afişler aracılıgıyla habire onarmak
çabaları içinde olduguna göre, biraz huzura gereksinimi
vardı dogrusu. Kanlı canlı insan yapısına beslemeleri gere
ken sevgiyi, kiliseye arlıyorlar bu i nsanlar, diye düşünüyor
du ki . . . Lucy, parmaklarını masaya vurup sordu:
"Bu nereden çıkmış peki? "
"Boş inançlardan," dedi ihtiyar.
Lucy kızardı, agabeyi inancına b ir darbe daha indirirken
tuttugu so lugun fısıltısı duyuldu. Yine de kardeşlik, kan ba
gı, bir engel degildi, bir sisti olsa olsa. Aralarındaki sevgiyi
hiçbir şey degiştirmezdi; hiçbir tartışma; hiçbir gerçek; hiç
bir dogru. Onun agabeyinde gördügü eksiklik, agabeyinin
onda gördügü vb. sonsuza kadar giderdi.
" Cindy, " diye homurdandı ihtiyar. Ve tartışma kesildi.
32
yurt bilen ailelerden geldiklerinden, üç yüz küsur yıllık gö
renegin şaşmaz mührünü taşıyorlardı. O yüzden de gülseler
bile saygıda kusur etmezlerdi. Bu ihtiyar inci taktı mı, haki
kisini takardı.
"ihtiyar Çı tkırıldım işbaşında , " dedi David. Yirmi kere
bir içeri bir dışarı koştuktan sonra kocaman bir kase limo
natayla bir tabak dolusu sandviç getirecekti onlara. Jessie,
çelengi tuttu; David duvara çaktı. Bir tavuk daldı içeri; ka
pının önünden tek sıra halinde inekler geçti; sürünün arka
sından gelen sıgırtmaç Bond, eşikte durdu.
Çatı kirişleri arasına güller asan gençleri süzdü. Kimse
urourunda degildi, ne köylüler, ne toprak sahipleri, Sessiz
ce, alaycı bakışlarla kapıya yaslanmış dururken, bir ırmaga
sarkm ış, bütün yapraklarını dökmüş kuru bir sögütü andı
rıyordu, gözlerindeyse, akan suların delişmenligi.
"Hössst!" diye bagırdı birden. lneklerin anladıgı bir dil
olmalıydı ki kap ı aralıgı ndan başını uzatan a lacalı inek,
boynuzlarını indirdi, kuyrugunu sallayıp agır agır yola ko
yuldu. Bond da onun peşinden yürüdü.
34
"Demek Mr Batty sana firavunlar zamanında takma diş
kullanıldıgını söyledi ha?" dedi Mrs Swithin düşüneeli bir
sesle.
"Batty mi? Yok canım Batty degil, Bates," diye düzeltti Isa.
Batty, yaln ızca kraliyelten söz ederdi agzını açtıgında.
Batty'nin hastalarından biri prensesmiş, dedi Mrs Swithin'e.
"Beni bir saatten fazla bekletti o yüzden. Çocuklara o bir
saat ne kadar uzun gelir, bilirsiniz."
"Kardeş çocuklarıyla evlenmek, diş saglıgına iyi gelmese
gerek," dedi Mrs Swithin.
Bart, parmagını agzına sokup ü st dişlerini dışarı itti. Tak
maydı dişleri. Ama Oliverlar kardeş çocuklarıyla evlenme
mişlerdi ki. Oliver ailesi , soyagaçlarını belirlerken iki üç
yüzyı ldan geriye gidemezlerd i . Ama Swithinlar öyle mi.
Swithinlar, fetihten önce de oradaydılar.
"Swithinlar," diye söze başladı Mrs Swithin . Sonra sustu.
Bu fırsatı verirse, Bart 'Azizler' konusunda tatsız bir şaka
yapardı mutlaka. Şimdilik iki tatsız şaka canına yetmişti, bi
ri şemsiye ü stüne olan; öteki, boş inançlar üstüne.
O yüzde n sözünü yarıda kesti, sonra " Peki bu konuya
nereden geldik ? " dedi parmaklarıyla sayarak. "Firavunlar.
Dişçiler. Balıklar. . . Ha sahi lsa, sen balık ısmarladıgını söy
lüyordun; taze olmamasından korkuyordun. Ben de, "So
run bu işte . .. n demişti m.
36
Sun ny, bahgını bitirmişti. Bayan Sands, kahverengi yu
murta sepetinden bir yumurta aldı; bazılarının sarıları ka
buklarına yapışmıştı; çatlakları sıvamak üzere bir tutarn un
ald ı sonra; kıtır ekmeklerin durdugu büyük toprak çanak
tan da kıtır kıtır bir kabuk. Mutfaga dönüp ocak başında
hızla işe sarıldı; külleri eşelerken, ateşe kömür atarken, su
serperken çıkarttıgı gürültülerin garip yankıları yayıldı bü
tün eve ; evdekiler, ister kitapl ıkta , ister salonda, ister ye
mek odasında ya da çocuk odasında olsunlar, ne yapıyor,
ne düşünüyor ya da ne konuşuyor olurlarsa olsunlar, kah
valtı, ögle yemegi ya da akşamı yemeginin birazdan hazır
oldugunu bu seslerden anlarlardı.
"Sandviçler... " dedi Mrs Swithin mutfaga girerken. "Mrs
Sands," diye eklemekten kaçındı; "Sand" ve 'sandviç' söz
cükleri hoş kaçmıyordu bir arada söylenince. Annesi , 'in
sanların adlarıyla sakın eglenme' demişti . Trixie adı da bu
cılız, ekşi suratlı, kızıl saçlı, huysuz, titiz kadına Sands ka
dar uymuyordu zaten, gerçi tadına doyulmaz yemekler ko
tarmazdı ama hiç degilse fırketelerini çorbaya düşürmüyor
du. Bir keresinde Bart, "Bu da neyin nesi!" diye kükreyerek
kaşıgındaki firketeyi göstermişti, çok eskiden, on beş yıl
önce, daha Sands gelmeden , j essie Pook'un zamanında.
Mrs Sands ekmegi getirdi; Mrs Swithin de domuz pastır
masını. Biri ekmegi kesti; öbürü pastırmayı, birlikte elle
riyle giriştikleri iş dinlend iric iyd i , birleşti riyordu onları.
Aşçının elleri habire işliyor, kesiyor, kesiyordu. Oysa Lucy
ekmege dokunur dokunmaz b ıçagı havada kaldı. Acaba
hayat ekmek neden tazeden daha kolay kesiliyor, diye dü
şündü. Çagrış ım yoluyla da mayadan alkole; oradan da
mayalanmaya yanlamasına kaydıktan sonra içkicilige da
yandı; oradan da Baküs'e; l talya'daki bir bagda, mor ışıkla
rın altına uzamverdi sık sık yaptıgı gibi; bu arada Sands,
saatin tik takını duyuyor, kediyi gözlüyor, bir sinegin vızıl-
37
tısını fark ediyor ve dudaklarından anlaşıldıgı kadarıyla,
birileri arnbarı yapma güllerle süsleyip keyif çatarken mut
fakta iş görenlere içerlernemesi gerektigini düşünüp çene
sini tutuyordu.
"Hava açacak mı dersin?" diye sordu Mrs Swithin, bıçagı
havadaydı daha. Mutfakta çalışanlar ihtiyar Swi thin Ana'yı
hoş tutariardı hep.
"Öyle görünüyor," dedi Bayan Sands, mutfak penceresin
den dışarıyı kısık gözlerle inceleyerek.
"Geçen yıl kapalıydı," dedi Mrs Swithin. "Nasıl telaşa ka
pılmıştık yagrnur boşaldıgında, aklında mı? Koltukları içeri
taşıyalım derken . . . " Yine durdu. Sonra Mrs Sands'in yegeni
Billy'yi sordu, kasabın çıragını.
"Çıraklara yasaklanan muzırlıklar yapmadan duramıyor,"
dedi Mrs Sands, " ustasına takılıyor."
"O kadarı idare eder, " dedi Mrs Swith i n , hem oglanı
hem de pürüzsüz bir üçgen şekl inde kesilmiş sandviçi kas
tederek.
"Mr Giles gecikebilir," diye ekledi son sandviçi tepsideki
lerin en üstüne keyifle koyarak.
l sa'nın borsa simsarı kocası, ta Londra'dan gelecekti çün
kü. Ekspresi karşılayan banliyö treni asla zamanında yetiş
mezdi. Giles, bir önceki trene atiarnaya kalkışsa, onun saati
de belli degildi ki. Bu haberin Mrs Sands'in gözünde ne de
mek oldugunu kimse bilmezdi-insanlar treni her kaçırdık
larında, kendisinin canı gitse de eli kolu baglı , bir an bile
işinin başından ayrılmaması, ocagı harlatması, eti sıcak tut
ması demekti bu.
" lşte oldu," dedi Mrs Swithin, sandviçleri inceleyerek,
bazıları düzgündü de bazıları eh işte. "Tepsiyi ambara götü
reyim . " Aşçı yamagı Jane'in Ji manatayı ardından yetiştirece
ginden kesinlikle emindi.
38
Candish, yemek odasının ortasında duralayıp sarı bir gü
lün yerini degiştirdi. Sarı, beyaz, karanfil kırmızısı sırası gö
zeterek d izmişti çiçekleri. Çiçekleri severdi, çiçek düzenle
meyi de, yeşil bir kılıç ya da yürek şeklinde bir yapraga
rastgeldi mi onu hemen hazırladıgı demetin arasına sıkıştır
maktan da hoşlanırdı. Ne tuhaftı bu işi sevmesi, kumarbaz
lıgı ve içkiciligi hesaba katıldıgında. Sarı gül, yerini bul
muştu . Her şey hazırdı artık; gümüşlerle beyaz ketenler, ça
tallarla peçeteler, tam ortada renk renk güllerden gösterişli
bir çanak. Son bir bakış attıktan sonra odadan çıktı.
Pencerenin tam karşısındaki duvarda iki resim asılıydı.
Gerçek yaşamda şu uzun boylu kadınla, atını dizginlerin
den kavrayan şu adam, asla karşılaşmamışlardı. Kadın, yal
nızca bir resi mdi, Oliver sevdigi için satın almıştı; adamsa
kendi atalarından biriydi. Bir adı sanı vardı. Dizginleri sıkı
sıkı tutuyordu. Anlaşılan ressama demişti ki:
" llle de benzetme peşindeyseniz, agaçların yapraklarla
dolu oldugu bir mevsimde benzetin lütfen beni ! " Agaçlar,
yapraklarla doluydu. " Colin de Buster'la birlikte sıgamaz
mı resme?" diye sormuştu. Colin, ünlü tazısıydı. Ne yazık
ki yalnızca Buster'a yer vardı. Sanki ressama degil, odadaki
lere sesleniyordu. 1 750'lerden; kendi mezarına, ayaklarının
dibine gömmelerini vasiyet ettigi Colin'i resmin dışında bı
rakmak düpedüz ayıptı canım; leş kargası kılıklı rahip bil
memkim karşı çıkmıştı vasiyetine , o başka.
Bu ata laf üretmekte birebirdi. Oysa kadın, bir resimdi, o
kadar. Sarı giysisiyle, yaslandıgı sütunla, elinde gümüş bir
ok, saçında kuştüyü, bakanın gözünü bir yukarıya bir aşa
gıya bir kıvrımdan, bir düz çizgiye çekiyordu, yeşil ışıltılar
la gümüş gölgelerden bir bozluga ve yukarıdaki sessizlige
kaydırıyordu. Oda bomboştu.
Bomboş, bomboş, bomboş, sessiz, sessiz, sepsessiz. Za
man öncesinin şarkısını söyleyen bir deniz kabuguydu oda;
39
evin tam yüreginde bir vazo duruyordu, kaymaktaşından,
pürüzsüz, serin, boşlugun kıpırlısız, damıtılmış özsuyuyla
dolu, sessizlikle.
40
dilerneler ve yeniden hoş geldinlere, gözü genç adama takı
lan l sabella'nın kauıgı bir suskunluk ögesi vardı. Elbette bir
centilmendi genç adam; çoraplarıyla pantolonuna bakmak
yeterdi: Kültürlü biri-boyunbagı benekli , yeleginin dügme
leri çözük, tam bir kentli, profesyonel, yani donuk yüzlü,
sarı benizl i, aşırı gergin, bu beklenmedik tanışma sırasında
segiren yüzü nden anlaşılıyor; temelde, inanılmaz kertede
burnu büyük. Mrs Manresa'nın aşırı coşkusunu alabildigine
küçümsese de şu anda onun konugu ne de olsa.
l sa'nın içinde ona karşı düşmanlık duyguları uyandı yine
de merak etmekten kendini alamadı. Gelgelelim Mrs Man
resa konuyu baglamak için "Kendisi sa natçıdır," dediginde,
William Dodge da onu, "Bir devlet dai resinde çalışıyorum,"
diye düzelttiginde -Egitim Bakanlıgı ya da Somerset Konagı
demişti galiba- l sa, genç adamın yüzünü çatiatacak kadar
geren, en azı ndan segi rten o sım sıkı dügüme parmagını
basmıştı bile.
Sonra hep birlikte yemek odasına geçtiler, bu küçük çap
taki vartayı -sofraya iki yer eklemek- kılı kıpırdamadan at
latmayı beceren Mrs Manresa'nın sevinçten içi içine sıgmı
yordu. Etli canlı insan yapısına kesinkes inanmamış mıydı
öteden beri? Hepi miz etle kandan yogrulmamış m ıydık?
Derimizi azıcık sıyırdın mı aynı etle kan ortaya çıkıyorken
ufak tefek kılçıkları abartmak ne demek oluyordu? Erkek
ler de birdi kadınlar da! Ama kendisi erkekleri yegliyordu
besbelli.
"Yoksa şu yüzüklerinizin, boyalı tırnakla rınızın, şu ger
çekten sevimli küçük hasır şapkanızın ne amacı olabilirdi?"
diye sordu l sabella, Mrs Manresa'ya içinden-konuşmaya
dikkat çekici bir suskunlukla katılarak. Şapka, yüzükler,
gülkurusuna boyanmış, deniz kabugu kadar pürüzsüz tır
naklar, herkes görsün diyeydi. Oysa yaşamı gizliydi. Herkes
ucundan kıyısından bir şeyler ögrenmişti; belki herkesin
41
içinde 'Bill' dedigi William Dodge daha fazlasını biliyordu.
Yine de onun bildiklerinin bir bölügünü -Mrs Manresa'nın
geceyarısı bahçede ipek pijamayla dolaştıgın ı , hoparlörü
açıp caz dinledigini, evinde bir Amerikan barı oldugunu
onlar da biliyorlardı . Ama gizli saklı yanlarını asla; yaşamı
na ilişkin kesin bir bilgi yoktu.
Dedikodulara bakılırsa, Tasmanya'da dogmuştu; dedesi,
Kraliçe Victoria döneminin ortalarında patlayan bir yolsuz
luk skandalı yüzünden o raya yollanmıştı; görevi kötüye
kullanma gibi bir şey. Ne var ki I sabella'nın ilk duydugu
günden bu yana 'yurtdışına sürütm ek'ten bir adım öteye
gitmemişli hi kaye; Grange kökenli çe nebaz Mrs Blenco
we'un kocası 'sürülmek' yerine 'sürgün edilmek' deyimi da
ha uygun olur demişti ama asıl sözcük o da degildi, dilinin
ucundaydı , çıkaramıyordu. Hikaye böylece unu tulmuştu .
Mrs Manresa, arada bir piskopos bir amcasından söz açardı.
Bu amcanın ancak bir kolani piskoposu olabilecegi görüşü
yaygındı. Kolonilerde yaşayan halklar, çabuk unutup çabuk
bagışiayan takımındandılar ya. Bir başka söylenti de, taktıgı
elmaslarla yakutları kocasının kendi elleriyle kazıp toprak
tan çıkardıgı , yalnız o 'koca'nın Ralph Manresa olmadıgıy
dı. Yahudi kökenli Ralph, birtakım kent şirketlerini yönet
mekten eline geçen tonlarla parayla -orası kesindi işte- bir
toprak sah ibinin kusursuz kisvesine bürünmüştü zamanla;
çiflin çocukları yoktu. Şurası da kesindi ki, Altıncı Geor
ge'un tahtta oldugu dönemde insanların geçmişlerini eşele
mek, güve yenigi kürkler, kesme boncuklar, işlemeli akik
ler, kenan siyah çizgili bloknotlar kadar taponluk, rüküşlük
kokmuyor m uydu?
"Tek eksigim ," dedi Mrs Manresa , Candish'i sıradan bir
hizmetkar degil de özel bir erkekmiş gibi süzerek, 'bir tir
buşon . ' Bir şişe şampanya vard ı yanında, ama tirbuşon
yoktu.
42
"Hadi Bill," dedi sonra, başparmagını kıvırarak -şampan
yayı açıyordu- "resimlere baksana. Tam bir göz ziyafeti de
memiş miydim sana? "
Üstünden, bayagılık akıyordu; b i r piknige göre aşırı ka
çan cinsel ışıltısı , süsü püsüyle. Yine de çok çekici, en azın
dan yarayışlı bir özellikti bu-herkes bu kad ı n ı n sözünü
esirgemediginin farkındaydı. "O dedi, o yaptı, ben degil ,"
özrüyle onun sizl i bizliligi bozmasından yararlanabil iyor,
buzları yaran bir teknenin yedeginde sıçrayan yunuslar gibi
ardından gidebiliyorlardı. Ihtiyar Bartholomew'ya baharat
kokulu adaları, gençligini geri vermiyor muydu?
"Bill'e söyledi m," dedi şimdi de Bart'a göz süzerek, "sizin
sofranızı gördükten sonra bizim yanımızda getirdikierimize
(daglar kadar yiyecek getirmişlerdi) yüz vermeyecegini. Bir
de, senin ona şeyi gösterecegine söz verdim-şeyi canım . . . "
Şampanya o sırada patladı, Mrs Manresa önce Bart'ın kade
hini daldurmakta diretti. "Siz okumuş erkekleri zıvanadan
çıkaran nedir sahi? Tarihi bir kemer mi? Normandiya'dan
mı? Saksonya'dan mı? Okulu en son bitiren kim? Aramızda
yani? Mrs Giles mi?"
Şimdi de I sabella'yı yan gözle süzüyor, ona gençlik bagış
lıyordu; gelgelelim kadınlarla ne zaman konuşsa, gözlerini
kaçırırdı, ne de olsa suçortaklarıydılar onlar, içini okuyabi
lirlerdi.
Şampanya ve göz süzme eşliginde giriştigi peş peşe saldı
rılardan sonra doganın vahşi bir çocugu oldugunu ileri sür
dü, bu korunmalı limana -hınzırca gülümsedi- doludizgin
dalışıyla; Londra'dan sonra dudak büktügü bir Jimandı bu,
yine de Londra'ya meydan okuyordu; onlara oradaki yaşa
mından örnekler vermeye girişti hemen; ufak tefek dediko
dular; laf ola beri gele; ama anlatligının hakkını verdigi ke
si ndi; geçen salı, falaneayla yan yana otururlarken, sözün
burasında önce adamın küçük adını söyledi, sonra da tak-
43
ma adını; adamcagız başlamıştı anlatmaya -tabii kendisi, sı
radan biri oldugundan ona açılmakta sakınca görmüyorlar
dı- "aramızda kalsın, tabii söylememe gerek bile yok," de
mişti adam. Hepsi kulak kesildiler. Mrs Manresa, için için
kaynayan igrenç Londra kazanını o anda bir savuruşta kü
peşteden fırlatırcasına, "Işte!" diye haykırd ı , "buyurun . . .
Peki buraya gelir gelmez ne yaptım dersiniz? " Daha dün
gece gelmişlerdi, June yolundan, Bill ile birlikte anlaşılan,
Londra'nın bogaza kadar yükselen çirkefine dayanarnayıp
so lugu burada, şu yemek masasının başında alm ışlardı.
"Peki gelir gelmez ne yaptım dersiniz? Yüksek sesle söyle
yebilir miyim? Izin var mı, Mrs Swithin? Evet, bu evde her
şey açıkça söylenebilir. Korsemi çıkardıgım gib i , " (sözün
burasında, kalçalarını elleriyle bastırd ı , epey şişmandı)
"başladım çimenierde yuvarlanmaya. Yuvarlanmaya-inanır
mısınız . . . " Içten bir kahkaha attı. Kilosunu sorun etmekten
vazgeçeliberi özgürlügüne kavuşmuştu.
"Yapmacıksız bir insan," diye düşündü Isa. Oldukça yap
macıksız. Sayfiyeye duydugu sevgi de öyle. Sık sık, Ralph
Manresa' nın kentte kalmak zorunda oldugu günlerde, bura
ya tek başına gelirdi; partal bir bahçıvan şapkası geçirirdi
başına, köy kadıniarına turşu kurma ve uzun süre dayan
masını saglama yöntemlerini degil, renkli hasırdan çılgın
sepetler örmeyi ögretirdi. Tek istedikleri, keyiflenmek, der
di. Kapısından ugradıgınızda, onu gülhatmilerin arasında
" ta ta ra ta tam . . . " diye mınidamrken duyardınız.
Pırıl pırıl bir insandı. Ihtiyar Bart'ı gençleştiriyordu. Bart,
kadehini kaldırırken, göz ucuyla beyaz bir ışık çakıntısı
gördü bahçede. Biri geçiyordu.
46
açık mı? Hepsi pencereden dışarı baktılar. O anda kapı açıl
dı. Candish, Mr Giles'in geldigini haber verdi, Mr Giles bir
kaç dakikaya kadar aşagıda olacaktı.
52
ölmüştü- iki çocuk dogurmuştu. Biri Kanada'daydı, öbürü
evliydi, Birmingham'da oturuyordu. Giles, sevgili babasını
bu yargıları n dışında tutuyordu - kendisine gelince. . . şu bu
derken nereden nereye, eleştirdigi eski kafalarla manzara
seyrediyordu işte.
"Gerçekten çok güzel," dedi Mrs Manresa, "çok . . . " diye
mı rılda ndı. Bir sigara yakmak üzereydi. Rüzgar, kibritini
söndürdü. Giles avcunu siper edip bir kibrit daha yaktı. Bu
kadını da yargılarının dışında tutuyordu - her nedense.
"Resme ilgi duydugunuza göre, bana söyler misiniz lüt
fen?" dedi Bartholomew susku n konuga dönerek, " neden
biz bir ırk olarak bu soylu sanata karşı bu kadar hevessiz,
kayıtsız ve duyarsızız?" - şampanyanın etkisi sonuca açılan
diliyle alışılmadık üç heceli sözcükleri peş peşe sıralamıştı -
"oysa Mrs Manresa bile, patavatsızlıgımı ihtiyarlıgıma ver
sin, Shakespeare'i ezbere bilir. "
"Shakespeare'i ezbere bilmek m i ? " diye karşı çıktı Mrs
Manresa. Yapmacıklı bir tavır takındı hemen. "Var olmak
mı, olmamak mı asıl sorun bu. Daha soylu olan . . . Hadi!"
diye dürttü yanı başında oturan Giles'ı.
"Eriyip gitmek uzaklarda ve yapraklar arasında asla bula
madıgını da silivermek belleginden . . . " Isa kocasına yardım
amacıyla aklına ilk gelen sözcükleri sıraladı.
"O bezginlik, işkence ve çalkantı. .. " diye ekledi William
Dodge, sigarasını iki taşın arasındaki boşluga bastırarak.
"Buyurun işte!" diye haykırdı Bartholomew, işaret parma
gını salladı . "Apaçık ortada! Hangi tel titred i , hangi gizli
çekmece açıyor hazineleri ni? Reynolds! Muhafız! Crome!
dedigimde?" Birkaç parmagını daha salladı.
"Ne anlamda ihtiyar?" diye ekledi Mrs Manresa.
"Sözler aklımızda kalmamış, kalmamış," diye karşı çıktı
Mrs Swithin. " Gözümüzün önünde de dudakla r ı m ı z ı n
ucunda degil, hepsi bu."
53
"Söze dökülmemiş düşünceler," dedi agabeyi dalgın dal
gm. "O dize olabilir mi aradıgımız? "
"Bana sormayın lütfen!" diye patladı Mrs Manresa başını
sertçe sallayarak. "Benim çok öternde bunlar! Biraz daha
alabilir miyim? Zararlı , biliyorum a ma canımın çektigin i
yapacagırn yaşa d a eriştirn, kiloya da. "
Küçük, gümüş krerna çanagına uzandı, kahve fincanına
usulca döktügü kaygan sıvıya bir kaşık tepelerne yanık şe
ker koydu . Kaşıgını ara ara hazla döndürerek karıştırdı
kahvesini.
"Izin seni n ' Keyfine bak ! " diye haykırdı Bartholomew.
Şampanyanın etkisi azalıyordu, içte nligin son kırıntısı da
yi tip gitmeden önce elinden geleni yapmaya çalıştı, yatma
dan önce bol ışıklı bir odaya son bir bakış atarcasına.
Doganın vahşi çocugu, ihliyarın cömert akıntısına bir ke
re daha kapılarak fincanın kıyısından, suçortagı gibi gördü
gü Giles'ı süzdü. Sonbaharda, tan agarrnadan önce titreyen
yaprakları birleştiren görünür-görü nmez , bir gözüküp bir
gözükrneyen ipliklerden biri baglıyordu onları. Onunla yal
nızca bir kere, bir kriket maçında karşılaşrnıştı. Sonra da
aralarında sabahın erkenci bagı , gerçek dostlugun dallarıyla
yaprakları daha filizlenmeden atılıverrnişti. Içmeden önce
kahvesini i nceledi . Bakmak, içmenin bir parçasıydı. Du
yurnları neden saçıp savurmalı, diye soruyordu sanki, şu
olgun, sulak, agızda eriyen dünyanın tadını son damlasına
kadar çıkarmak varken, tek damlasını bile neden saçıp sa
vurrnalı ki? Neden sonra içti kahvesini. Ve çevresindeki ha
va, duyurola doldu birden. Bartholornew hissetti o havayı,
Giles da. At olsaydı, ince, esrner derisi, üstüne sinek kon
muşçasına segirirdi. I sabella'nın teni de segirdi . Kıskançlık
ve öfke yokladı içini.
"Söyleyin bakalım," dedi Mrs Manresa, fincanını eli nden
bırakarak, "şu gösteri, hani şu baliandıra baliandıra bitire-
54
medigimiz temsil ," - temsil de balarılannın didikledigi ka
yısılar gibi olgun ve sulu çıkıyordu agzından - "nasıl bir
şeymiş?" Döndü: "Bu da ne? " dedi. Kulak kabarttı. Taraça
nın çalılıga dimdik indigi düzlükten gelen kahkaha sesleri
ni duydu.
56
run bu yetenegin nasıl gün ışıgına çıkarılacagı. Miss La Tro
be , bunda usta işte. Tabii elinin altında bütün Ingiliz edebi
yatı var, isterligini seçebilir. Ama seçmek o kadar kolay mı?
Yagmurlu havalarda sık sık oturup sayarım, neleri okumu
şum, neleri okumamışı m . "
"So nra d a kitapları halıdan kaldırmazsın," dedi agabeyi.
"Ünlü hikayedeki öküz gibi, yoksa eşek miyd i ? "
Mrs Swithin, b i r kahkaha atarak agabeyinin dizini okşadı.
"Eşek, samanla şalgam arasında karar kılamayınca açlık
tan ölmüş," diye açıkladı l sabella, yeter ki yengesiyle bu
ikindi bu tür konuşmaları hiç mi hiç kaldıramayan kocası
nın aralarını bulsun. Kitaplar açılır; hiçbir sonuca varılmaz;
kocası, seyirci kalır.
"Bizler yerimizden kalkmıyoruz," - "Bize düşen rol, seyir
cilik." Bu ikindi kullanılan sözcükler, düz anlamlarınla kal
mıyordu. Tırmanıyor, gözdagı vererek yumruklarını göste
riyorlardı. Bu ikindi kocası, köyün yıllık seyirlik oyununu
izlemeye gelen Giles Oliver degildi; kelepçelendigi kayada,
eli kolu baglı, anlatılmaz bir işkenceye katlanmak zorun
daydı. Y üzünden anlaşılıyordu , ne diyecegini şaşıran lsa,
biraz da bile isteye kahve kahve fincanını deviriverdi.
William Oodge, düşmeden yakaladı fincanı. Bir an elinde
tuttu. Ters çevirdi. Alttaki çatılmış hançerleri andıran uçuk
mavi cam mühürden, fincanın Ingiliz yapımı oldugunu an
ladı. Nottingham işçiligi sanki, 1 760 filan. Hançerleri ince
leyip bu sonuca vanrken yüzünde beliren anlam , Giles'a,
öfkesini paltosu kadar rahatça asabilecegi bir çengel daha
sundu. Dalkavugun teki ; çanak yalayı cısı; dürüst degi l ;
kaypak; kaytarmacı; duygularla oynamakta usta; saglamcı;
saman altından su yürüten kalleş; bir kadına dürüstçe aşık
olabilecek bir erkek degil; -başını Isa'nın burnunun dibine
sokmuş- " düpedüz bir. . . " Herkesin içinde söyleyemeyecegi
bir sözcük dilinin ucuna gelince dudaklarını büzdü; serçe
57
parmagındaki mühür-yüzük daha da kırmızılaştı, şezlon
gun koluna kapışan elinin kanı çekilmişti çünkü.
"Ne eglenceli ! " diye haykırdı Mrs Manresa kıvrak sesiyle.
"Hepsinden b irer tadımlık; bir şarkı , bir dans, sonra da
köylülerin oynayacakları bir oyun. Ne var ki," başını yana
egip Isabella'ya döndü. "Bence oyunu yazan o. Yoksa siz de
gil misiniz Mrs Giles?"
Isa kıpkırmızı kesilerek karşı çıktı.
"Bana gelince," diye sürdürdü Mrs Manresa, "açık söyle
yeyim. Iki kelimeyi bir araya getiremem. Nasıl oluyor bil
miyorum -dilim hiç durmazken, elime bir kalem almayagö
reyim-. " Yüzünü buruşturdu, parmakları nın arasında bir
kalem tutuyor gibi yaptı. Gelgelelim küçük masanın üstüne
dayadıgı kalem kıpırdamamakta diretiyordu .
"Ayrıca elyazım o kadar iri, çarpuk çurpuk ki." Yüzünü
bir daha buruşturduktan sonra hayali kalemi bıraktı.
William Dodge , fi ncanı k ıvrak bir hareke tle tabagına
oturttu. "Oysa, o," dedi Mrs Manresa, Dodge'un bu inceli
ginden yola çıkıp O'nun aynı beceriyi elyazısında da göste
recegini kastetmek istercesine, "bir yazı ustası. Her harfi
kusursuz."
Yine genç adama baktılar. Dodge ellerini hemen cebine
soktu.
Isabella, Giles'in agzına almadıgı sözcügün ne oldugunu
kestirm işti. Peki o biçim olsa ne çıkardı? Neden yargılıyoruz
birbirimizi? Birbirimizi tanıyor muyuz? Hayır, şu anda, bura
da asla. Ama bir yerde, bu toz, bu bulut, bu sis, bu kilit- Bir
uyak aradı , aklına gelmedi, ama bir gün bir yerde bir tek gü
neş parlayacaktı mutlaka ve her şey aydınlıga kavuşacaktı.
lrkildi. Uzaktan, yine kahkaha sesleri geldi kulagına.
"Galiba oyuncular," dedi "Hazırlanıyorlar. Çalıların ara
sında giyiniyorlar."
ss
Miss La Trobe, yan yatmış huş agaçlarının arasında bir
yukarı , bir aşagı gidip geliyordu. Bir eli cebindeydi sımsıkı;
öbür elinde bir tabaka kagıt vardı. Kagıttaki metni okuyor
du. Gemisindeki hazırlıkları gözden geçiren bir kaptanı an
dırıyordu bu haliyle. Gümüş gövdelerinin çevresindeki si
yah bileziklerle yana yatmış, zarif agaçlar, aşagı yukarı bir
gemi boyu uzaktaydılar.
Yagacak mıydı, açacak mıydı? Derken güneş yüzünü gös
terdi; Miss La Trobe da gemisinin kıç güvertesinde duran
bir amirale yaraşır biçimde gözlerini kısarak, görevin açık
havada yürütülmesi sorumlulugunu üstlenmeye karar ver
di. Kuşkuya yer yoktu artık . Bütün sahne donatımı ambar
dan çalılıga taşınacak, diye komutunu verdi. O, güvertesin
de dolaşırken, bütün sorumlulugu alıp zarını yagışlıya degil
apaçıga atarken, oyuncular çalılıkta giyiniyorlardı. Kahka
halar ondandı.
Giysiler, çi menlere saçılmıştı. Kartondan taçlar, yaldızlı
kagıttan kılıçlar, tabak bezl erinden türba nlar, çimen lere
atılmış, çalılara fırlatılmıştı. Gölgelikte kırmızı, mor renk
öbekleri göze çarpıyordu; güneş ışın larına tutulmuş gü
müşsü çıkıntılar. Giysiler, kelebekleri çekiyordu. Kırmızı,
gümüşsü, mavi, sarı renklerden sıcaklık ve tat yayılıyordu.
Kırmızı kelebekler, tabak bezlerini oburca emiyor; beyazlar,
parlak yaldızlı gümüşlü kagıttan buz gibi bir serinlik içiyor
lardı. Uçuşarak, tadarak, geri dönerek renklerden renk be
geniyorlardı.
Miss La Trobe, volta atmaktan vazgeçip karşısındaki sah
neye baktı. "Tam öbürünün malzemesi . . . " diye mırıldandı.
Yazıp bitirdigi her oyunun ardından başka bir oyun yü rür
dü aklında. Gözlerini kısarak baktı. Dönenip duran kele
bekler, degişen ışık, sıçraya n çoc uklar, gülen anneler -
"Yoo, bana bir şey demiyor bunlar," diye mırıldandı, volta
atmayı sürdürdü.
59
Mrs Swithin'e kendi aralarında Çıtkırıldım dedikleri gibi
Miss La Trobe'a da "Patroniçe, " adını takmışlardı. Serı hare
ketleri, kunt gövdesi, kalın ayak bilekleri, hantal pabuçları;
gırtlaktan çıkan sesi - hepsinin 'kafasını bozuyordu.' Ama
işleri düştü mü ona koşuyorlardı. Birinin başı çekmesi ge
rek. Hem sonra, suçu ona yükleyebilirlerdi pekala. Ya yag
mur boşanırsa birden?
"Miss La Trobe ! " diye sesleniyorlardı şimdi de. "Bu ne
olacak? "
Miss La Trobe duraladı. David ile Iris gramofona yapmış
lardı. Saklamak gerek, yine de sesinin duyuiabilmesi için
seyircilere yakın bir yerde olmalı. Daha önce söylememiş
miydi ne yapılacagını? Yaprak kaplı çitler neredeydi? Geti
rin çabuk. Mr Streatfield üstüne alm ıştı o işi. Neredeydi Mr
Streatfield? Papaz kılıklı biri görünmüyordu ortalıkta. Am
barda mı acaba? "Tommy, koş çagır onu . " "Tommy'nin ilk
sahnede rolü var. " "Beryl öyleyse . . . " Anneler aralarında tar
tışıyorlardı. Çocukların biri seçilmiş, öbürü seçilmemişti .
sarı saçın siyah saça yeglenmesi düpedüz haksızl ıktı. Mrs
Ebury, kurdeşen döktügü için Fanny'nin oynamasına izin
vermemişti. Köyde, başka bir şey diyorlardı kurdeşene.
Mrs Bali'un kır evi pek temiz sayılmazdı dogrusu. Geçen
savaşta, kocası siperlerde çarpışırken, Mrs Bali, bir erkekle
birlikte yaşamıştı. Miss La Trobe bütün bunları biliyor, ama
dedikoduya karışmaktan kaç ı n ıyordu. Bu seyrek dokulu
söylenti agına foş diye daldı, nilüferli havuza yuvarlanan
koca bir taş gibi . Çapraz fiskoslar kesildi. Zaten yalnızca
suyun altında kalan kökler yarardı işine, yarasa yarasa. Söz
gelimi gösteriş budalalıgı, hepsini cıvıklaştırmıştı. Oglanlar,
önemli roller peşindeydiler, kıziarsa şatafatlı giysiler. Bütçe
düşüktü. En fazla, on paund. Böylelikle, gelenekler açıkça
çignenmiş oluyordu. Gözleri görenekten başka şey görme
digi için, başa sarılan bir tabak bezinin, açık havada gerçek
60
ipekten çok daha alımlı gözüktügünü göremiyorlardı. Bir
birlerini yesin varsınlard ı , kendisi dışarıda kalıyordu. Mr
S treatfield'i beklerken, huş agaçlarının arasında dalandı
durdu.
Öteki agaçlar, ulu ve dimdiktiler. Çok düzgün aralıklı sa
yılmazlardı, ancak bir kilisenin sütunlarını andıracak kadar,
çatısız bir kiliseni n , bir açık hava katedralinin; kırlangıç
uçuşlarının, agaçların düzeni yüzünden bir çizim oluştur
dugu bir mekanın sütunları kadar düzgündüler; tıpkı Rus
lar gibi, yalnızca müzige degil , sanki kendi yabanıl yürekle
rinin duyulmayan atışma da ayak uyduran kırlangıç uçuşla
rının.
62
Hiçbirine dogrudan seslenrnernişti. Yine de William Dod
ge, onun kendisini kastettigini anladı. Birdenbire ipi çekil
miş bir kukla gibi sendeteyerek ayaga kalktı.
"Ne enerji ! " dedi Mrs Manresa iç çekmekle esneme k ara
sı bir sesle. "Benim de onlarla gitmeye cesaretim var mı?"
diye sordu Isabella kendine. Gidiyorlardı işte, onun tek is
tedigiyse soguk suydu , bir sürahi dolusu soguk su , öyley
ken başkalarına karşı duydugu sorumlulugun agır kelleme
siyle seyreldi istegi. Ikisinin odadan çıkışlarını -Mrs Swit
hin'in aksayarak , Dodge'un onun yanı başında duvarın kız
gın tuglaları boyunca gevşek adımlarla, sırtını dikleştirerek
yürüyüşlerini, evin gölgesine varışlarını gözledi.
Yere bir kibrit kutusu düştü - Bertholomew'nun kutusu.
Parmakları gevşeyince kayrnıştı. Ihtiyar, direnmekten vaz
geçti; urnurunda degildi artık. Başı yana kaykılrnış, bir eli
köpegin başının üstüne sarkar dururnda uyuyakaldı; horla
maya başladı.
64
Dogrusu Dodge da içeride çıplak, yarı soyunuk ya da çö
melmiş dua eden biri görmeyi ummuştu biraz. Gelgelelim
oda boştu, tertipli, temizdi, aylardır yatan olmamıştı orada -
kullanılmayan yedek bir odaydı. TuvaJet masasının üstünde
mumlarıyla. Yatak örtüsü kırışıksızdı. Mrs Swithin, yatagın
yanında durdu.
"Işte burada - evet bu yatakta," örtüyü patpatladı hafifçe,
"dogmuşum ben. Burada. "
Sesi hafiflemişti. Yatagın kenarına ilişti. Yorgun düşmüştü
besbelli, merdivenlerden, sıcaktan.
"Ama bence başka hayatları mız da vardır bizim, umarım
vardır," diye m ırıldandı. "Başkalarında yaşarız, Mr. . . Eşya
larda yaşarız."
Içinden geldigi gibi konuşuyordu. Büyük bir çaba harca
yarak. Bir yabancıya, bir konuga sevecenlik gösterme adına
yorgunlugunu ü stünden atmak zorundaymış gibi . Genç
adamın adını unutmuştu. Iki kere 'Mr' demiş, gerisini geti
rememişti.
Mobilyalar, orta Victoria dönemindendi, kırklardan belki,
Maples'dan alınmıştı. Halı, küçük mor beneklerle kaplıydı.
Lavabonun yanına düşen bölümdeki yuvarlak beyaz leke,
bir zaman orada duran çöp kovasından kal mıştı.
"Ben William'ım," diyebilir miydi ona. Içinden geliyordu.
Bu kadın, ih tiyar, güçsüz bedeniyle, merdivenleri çıkmıştı.
Karşısındakinin kendisini mantıksız, duygusal, budala bu
lacagına -ki William öyle düşünmüştü- aldırmadan içinden
geçenleri söylemişti. William'ın dik merdiveni tırmanması
na yardımcı olmuş, ona el uzatmıştı. Içini kemiren derdi
keşfetmişti. Onun küçük bacaklarını yatagın kıyısı ndan
sarkılıp söyledigi şarkıya kulak verdi William, "Gel de yo
sunlarımı gör, deniz kabuklarımı, yaramaz kuşumun nasıl,
nasıl hop d iye havalandıgını" - küçük bir çocugu yüreklen
d irecek türden bir şarkı. Köşedeki dolabın yanında durur-
65
ken, Dodge onun yansısını gördü aynada. Bedenlerinden
bagımsız kalan gözleriyle aynada birbirlerine gülümsediler.
Mrs Swithin yataktan kaydı, kalktı.
"Şimdi sırada ne var bakalım?" diye söylenerek koridora
yürüdü. Kapıların biri açıktı. Herkes dışarıda, bahçedeydi.
Oda, terk edilmiş bir gemiye benziyordu. Çocuklar oyun oy
namışlardı az önce - halının ortasında benekli bir at duru
yordu. Dadı, dikiş dikmişti - masanın üstünde dikişi duru
yordu. Bebek, yatagında yatmıştı demin; şimdi yatak boştu.
" Çocuk odası ," dedi Mrs Swithin.
Sözcükler yekinip simgesel bir a nlam kazandılar. Mrs
Swithin, 'ırkımızın beşigi' diyor gibiydi.
Dodge şömineye dogru yürüdü, duvara iliştirilmiş Noel
yıllıgındaki Newfoundland Köpegi'ne baktı. Odanın koku
su ılık, tatlıydı; kuruyan çamaşır, süt , b isküvi ve ılık su.
Resmin adı "Has Dostlar" dı. Açık kapıdan bir koşuşturma
sesi geldi. Döndü. I htiyar kadın, koridora çıkmış, pencere
ye yaslanmıştı.
Dodge, odanın kapısını, dönecek olanlar için açık bırakıp
onun yanına gitti.
Pencerenin altı na, aşagıdaki avluya arabalar doluşmaya
başlamıştı. Yan yana dizilişleri, yukarıdan bakıldıgında par
ke döşeli bir yolu andırıyordu. Şoförler arabalardan atlıyor
lardı; ihtiyar hanımlar, gümüş tokalı pabuçları, siyah çarap
lı bacaklarıyla sakınarak yürüyorlardı; yaşlı beylerin panto
lonları çizgiliydi. Şort giymiş delikanlılar, bir kapıdan fırh
yorlardı, çarapiarı ten rengi genç kıziarsa öbür kapıdan. Sa
rı çakıllarda bir tıkırtı, bir ç ıtırudır gidiyordu. Seyirciler
toplanıyordu işte. Oysa ikisi, pencereden bakan, kayıtsız
okul kaçaklarıydılar. Birlikte, yarı bellerine kadar egildiler
pencereden.
Sonra bir rüzgar esti ve müslin güneşlikler uçuştu; sanki
görkemli bir Tanrıça, huzurundakilerin önünde tahtından
66
kalkıp kehribar rengi giysisini savurmuş, onun kalkıp gitti
gini gören öbür Tanrılar da kahkahalar atarak onu yolcu et
mişlerdi.
Mrs Swithin ellerini saçiarına götürdü, rüzgarda karış-
mıştı saçları.
"Mr. . . " diye girdi söze.
"William . . . " diye kesti William.
Bunu duyunca , büyüleyici bir genç kız gülüşü belirdi
Mrs Swithin'in yüzünde, sanki güneş gözlerindeki kış ma
visini ısıtıp ışıtmıştı.
"Sizi arkadaşlarınızdan ayırdım, William ," diye özür dile
di, "başım çatiayacak sandım da . . . " Kemikli alnına dokun
du, mavi bir damar, solucan gibi kıvrıhp segiriyordu. Ama
gözleri, oyuklarında ışıldıyordu hala. Dodge, yalnızca onun
gözlerini görüyordu. O yüzden de ö nünde diz çökmek, eli
ni öpüp şöyle demek geliyordu içinden: "Okuldayken bir
kova pis su dökmüşlerdi başımdan aşagı Mrs Swithin; başı
mı kaldırıp baktıgımda, dünya da pis göründü Mrs Swithin;
ben de evlendim; ama çocugum benden degil, Mrs Swithin.
Yarım yamalak bir erkegim ben Mrs Swithin; otlarda çırpı
nıp duran, bocalayan titrek bir yılan yavrusuyum Mrs Swit
hin, Giles'ın sezdigi gibi; yine de siz beni iyileştirdi niz . . . "
Bunları demek istiyordu; ama hiçbir şey demedi; esinti,
tembel tembel dalandı koridorları, güneşlikleri savurdu.
Dodge, bir daha baktı ona, M rs Swithin, aşagıya, kapının
eşiginde bir yarımay oluşturan sarı çakıliara kaydırdı bakış
larını. Pencereden egilirken, zincirinden kurtulan haçı boş
lukta sallanıyordu, güneş üstüne vuruyordu. Bu kof simge
nin kendisini aşagı çekmesine nasıl razı oluyordu? Böylesi
ne ele avuca sıgmaz bir kişilikteyken, nasıl oluyor da o im
genin mührünü taşıyordu? Görebildigi kadarıyla artık okul
kaçakları degildiler. Araba tekerleklerinin mırıltısı , duyula
bilir bir sese dönüştü. "Çabuk, çabuk, çabuk," diyordu gali-
67
ba, "yoksa gecikeceksiniz. Çabuk, hadi çabuk, yoksa en iyi
koltuklar kapılacak!"
"Aaa," diye haykırdı Mrs Swithin , "işte Mr Streatfield ! "
Yapraklarla örülü bir çit taşıyan bir papaz, iriyarı bir din
adamı gördüler aşagıda. Yolu gözlenen bir yetkili havasıyla
geçiyordu arabaların arasından , gelmişti ya.
"Sizce," dedi Mrs Swithin, "artık gidip . . . " Türncesini ya
rım bıraktı, sanki verebilecegi iki karar aynı agırlıktaydı da
bir saga, bir sola uçuşuyordu kafasında , çimenierden hava
lanan güvercinler gibi.
Seyirciler toplan maya başlamıştı. Ara yollardan üşüşüp çi
menlige yayılıyorlardı. Bazıları ihtiyardı; bazıları ilk gençlik
lerinde. Aralarında çocuklar da vardı. Aralarında, Mr Fig
gis'in de saptayabilecegi gibi en saygıdeger ailelerin temsilci
leri vardı, Denton'dan Dyces'lar; Owlswick'ten Wickham'lar
vb. Kimileri , yarım dönüm toprak bile satmadan yüzyıllardır
yaşamışiardı burada. Öte yanda, Manresa'lar gibi yeni gelen
ler, eski evleri modernleştirip banyo odaları ekleyenler var
dı. Bir de, Cobbs Cornerlı Cobbet gibi kılıç artıkları. Çay
Çiftliginden emekli olmuş, ikramiye falan. Bir mülk sayıl
maz tabii . Evini kendi yapmış, bahçesini kendi çapalıyor.
Çevrede bir otomobil fabrikasıyla bir hava limanı inşaatının
başlaması, yöreden kopuk, yüzer gezer çevre sakinlerinin
bazılarının da geri dönmesini saglamıştı. Ayrıca, yerel gaze
teyi temsilen, muhabir Mr Page de vardı. Kabaca özetlersek,
Figgis burada bulunup bir yoklama yapsaydı, hazır bulunan
bay ve bayaniann yarısı: "Adsum; ben burada dedemi ya da
büyük dedemi temsilen bulunmaktayım," derdi, artık duru
ma göre. Şu anda, 1 939'un bir haziran gününün saa t üç bu
çugunda hepsi selamlaşıyor, ye rlerine o tu rurken bakınıp
birb irlerine yakın koltuklara düş tüklerinde , " P yes Cor
ner'daki yeni yapı ne igrenç ! " diyorlardı, "Göz zevkini boz
makta birebir! Ya şu derme çatma evler! Gördünüz di mi?"
68
Figgis köy kökenlilerin yoklamasını yapsa, onlar da söz
lerini esirgemezlerdi dogrusu. Mrs Sands, Iliffe dogumluy
du; Candish'in annesi, Perrygillerdendi. Kilisenin avlusun
da biten yeşillikleri onların yüzyıllardır topragı çapalamala
rına, altüst etmelerine borçluydular. Mr Streatfield , kilisede
yoklama yaptıgında kaçak sayısı hiç de az sayılmazdı. Ah
şu taşıtlar, şu sinemalar yok mu, Mr Streatfield, bütün suçu
onlara atıyordu.
Sıra sıra iskemleler, şezlonglar, yaldızlı koltuklar, kiralık
hasır koltuklar, bahçede işe yarayabilecek her çeşit iskemle
çıkartılınıştı taraçaya. Herkese bol bol yer vardı. Ama bazı
ları, topraga çökmeyi yeglemişti. Miss La Trobe, "Tam tem
sillik bir yer! demekte haklıydı kuşkusuz: Çimenlik, bir ti
n
70
Şimdilik çdimsiz ve ufak
Hepinizin görduga gibi . . .
71
Dedigime inanın çocuklar;
Yoksa kalmaz bu işin tadı . . .
72
Bu arada köylüler, agaçları n arasına girip çıkıyorlard ı .
B i r agızdan söyledikleri şarkının sıcak b i r i k i sözcügü seçi
lebiliyordu: çimeni ezip geçtik . . . düzlükte yuva kurduk . . . Şar
kının baglantı sözcükleri rüzgardan duyul m uyordu; so
nunda , agacın dibine vardıklarında hep birlikte yükseltti
ler seslerini:
Ortada toplaştılar.
Derken bir kıpırdanma, bir duralama oldu. Iskemieler ge
riye çekildi. lsa arkasına baktı. Yolda geciken Mr ve Mrs
Ruport Haines, ancak gelmişlerdi. Gri takımlı adam , ta ar
kadaki sıralardan birinde, sag taraftaydı.
Bu arada hacılar, türbeye yüz sürmüş , ellerindeki tırpan
larta otları biçer gibi yapıyorlardı.
75
(kaslı, esmer kolunu uzattı)
Sevinip kucak açtı
Adalardan sılaya
Dönen denizcilere.
76
Baştanharanın yuvası, diye okudu ezberini
Bilirim, fundalıhta.
Bilmedigim ne mi var?
Sırlarınız bayanlar
Sizin de, sayın baylar. .. -
77
Çünkü sahne yardımc ıları, çalıların arasından fı rlamış.
Kraliçenin tahtının çevresine, duvar izlenimi vermek üzere
kagıtla kaplanmış paravanlar yerleştiriyorlardı. Topraga saz
lar saç mışlardı. Sahne gerisinde uygun adım yürümeyi ve
bu arada şarkı söylemeyi sürdüren hacılarsa şimdi sabun
sandıgının üstünde duran Eliza'nın çevresinde oyunun se
yircileri kimligiyle kümelenmişlerdi.
Kraliçe Elizabeth'in huzurunda bir oyun mu sahneleye
ceklerdi yoksa? Globe Tiyatrosu olmasındı şu?
"Programda ne yazıyor?" diye sordu Mrs Herbert Winth
rop opera dürbününe davranarak.
El indeki si l i k ko pyaya bakarak b i lgi verd i . Eve t ; bir
oyundan alınmış bir sahneydi.
"Oyun, sahte bir dük ile oglan kılıgına girmiş bir prense
sin öyküsüymüş; nicedir kayıplara karışmış gerçek varisin,
dilenci oldugu anlaşılıyormuş; tabii kolundaki benden, Ca
rinthia da -yani dükün kızıymış aslında ama bir magarada
yanlışlıkla unutulmuşmuş- bebekl iginde bir kocakarı nın
sepete soktugu Ferdinando'ya aşık oluyormuş. Evleniyor
larmış." "Aşagı yukarı böyle bir şey işte," dedi başını prog
ramdan kaldırarak.
"Oyunun uz başlasın, " buyurdu Kraliçe hazretleri. Ihtiyar
bir kocakarı, sarsak adımlarla öne çıktı.
("End House'tan Mrs Otter," diye fısıldadı biri.)
Kadın bir sandıgın üstüne çöktü . Ocak başında oturan
bir cadı gibi saçlarını yolmaya, iki yana sallanmaya başladı.
("Gerçek varisi kurtaran kocakarı bu," diye açıkladı Mrs
Winthrop.)
78
Elsbeth için hepsi bir; yaz da kış da,
Ocak başında tespihini çeker o,
Nasıl çehmeyeyim ?
Tanderin her biri (tespihi parmaklarının arasında tutar)
Bir suçun cezasıysal
Bir kış gecesiydi, sabahın hörü
Ama horoz, adam hapımdan çıkmadan öttü
Yüzü peçeli, elleri hanlıydı
Bebek de sepette.
"Ingaa ıngaa, " diye aglıyordu, oyuncagını ister gibi.
Zavallı maskarai
"Ingaa ıngaa l " Oldürmeye elim varmadıl
Meryem Anamız bagışlasın beni
Kör karanlıkta işledigim günahlan i
Tanl a birlikte hoya süzüldüm
Martının avlagına, balıhçılın
Kazıgını hahtıgı batahlıga. . .
K i m var orada?
(Üç genç, kabadayı yürüyüşüyle sahneye çıkıp onun kolia
rına yapıştılar.)
Bana işkence etmeye mi geldiniz Beyler?
Bu koldan fazla han çıkmaz,
(cılız kolunu, lime lime giysisinden uzattı)
Cennetteki azizler; esi rgeyin ben i /
79
"Kolumdan fazla kan çıkmaz," diye yineledi I sabella.
Duyabildigi tek türnce buydu. Yaygara sürüp gidiyordu,
kocakarının sagırlıgı , gençlerin bagırtıları, konunun karı
şıklıgı derken hiçbir şey anlayamamıştı.
Konunun önemi var mıydı? Dönüp sag omzunun ü stün
den geriye baktı. Konunun tek işlevi, duygu üretmekti. Ye
yalnızca iki tür duygu vardı; aşk ve nefret. Entrikayı çöz
meye gerek yoktu . Ola ki Miss La Trobe kördügümü orta
sından keserken bunu demek istemişti.
Konuyu boş verin: Konunun hiçbir önemi yoktur.
Yine de neler olup bitiyordu? Prens gelmişti işte.
Onun gömlegini sıyıran kocakarı, kolundaki beni gördü,
sendeledi, i skemiesinden düşecekti neredeyse, bir çıglık
koyverdi:
Yavrum benim ! Yavrum !
Tanışıklık faslı epey uzadı. Genç Prens (Albert Perty) ko
cakarının cılız kolları arasına kıstırılmış, az kalsın bogulu
yordu ki son anda ku rtardı kendini, sıyrıldı.
"Geliyor, bakın ! " diye haykırdı.
Herkes gelene çevirdi bakışlarını - beyaz sateniere bürün
müş Sylvia Edwards göründü.
Gelen de neyin nesi? Isa bakındı. Bülbülün şarkısı mı?
Gece karanlıgının ince küpesi mi yoksa ? Somu tlanmış
aşk.
Bütün kollar havaya kalktı, bütün yüzler o yana döndü.
"Selam sana, tatlı Carinlhia ! " dedi Prens, şapkasını yana
savurarak. Kız da başını kaldırıp onun gözlerine baktı:
"Aşkım benim ! Biricik efendim ! "
"Yeter ama. Yeter. Yeter," dedi I sa içinden.
Gerisi hep aynı laf salatasıydı.
Bu arada gerçekten yetmiş olacak ki, kocakarı yine is
kemlesine çökmüştü, tespihi parmaklarından sarkıyordu.
80
"Yetişin - ihtiyar Elsbeth fenalaşt ı !
(Başına toplandılar)
Olmüş, beyler! "
81
yüleyici bir ışık ve gölge gösterisi. Avuçlarını ç�tlatırcasına
alkışladı.
Mrs Manresa da alkışladı. Her nedense o kraliçeydi; ka
valyesi de (Giles) samurtkan erkek kahraman.
"Brava! Brava ! " diye haykırdı: Bu taşkınlıgı, samurtkan er
kek kahramanın tüylerini diken diken etti . O anda, tekerlekli
iskemiesine kurulmuş yaşlı hanımefendi, yörenin asilzade
siyle evlenerek onun uyduruk unvanından epeski bir soyadı
nın, şimdi kilisenin yükseldigi alanda daha bögürtlenlerin ,
fundalıkların bittigi dönemden kalma eski bir adın silinmesi
ne yol açan kadın -öylesine özgündü ki eklem yangısından
eciş bücüş olmuş gövdesi bile soyu tükenıneye yüz tutmuş,
ayrıksı bir gece hayvanını andırıyordu- el çırptı, kahkahalar
attı ürkütülmüş bir alakarganın şaşkın cayırtısıyla.
"Ha! ha ha! " diye güldü, eldivensiz, çarpık çurpuk elle
riyle koltugunun koliarına yapıştı .
"Haydin şen li ge, haydin, " çıghkları yükseliyordu, "bir sa
ga, bir sola, biz dönelim kol hola . . .
"
82
işte. Tam duyguları kıvamına getirmişken kesip bitirmişti.
Hemen elini salladı : Phyllis! Komutu alan Phyllis bir çırpı
da hasırın üstüne fırladı yine.
84
"Gel gör ki sevgili Cindy'cik," -şapkasını eline aldı- "bi
zim için oyun çoktan bitti . " Tam tarnın inatçı, ateşli güm
bürtüsünü kastediyordu. Kolunu kardeşine uzattı. Birlikte
yürüdüler. Gazeteci Mr Page, hemen not aldı, "Mrs Swithin
ile Mr B. Oliver," sonra dönüp uşagının sürdügü tekerlekli
iskemleyle geçit alayının sonunda yer alan ihtiyar hanıme
fendiye gözü takılınca, HasJip Malikanesinden Lady Has
lip'i de ekledi notlarına.
Çalıların arasına gizlenmiş gramofonun veda çagrısına
uyarak dagıldı seyirciler. Darmadagınıgız, diye i niidiyorrlu
hala. Darmadagınıgız hepimiz.
Miss La Trobe, siperinden çıktı. Şimdi hepsi çimenlere,
çakıl döşeli yollara akın akın koşsa da bir anlıgına birleştir
miştİ o nları -dagılan kalabalıgı. Yirmi beş dakikalıgına da
olsa onların gözlerini aç mamış m ıydı? Vicdan azabından
kurtulunabilecegi hayaliyle . . . bir anlıgına. . . bir an. Derken
müzik son bir hepimiz sözcügüyle eridi. Miss La Trobe, dal
larda hışırdayan rüzgarın sesini duydu. Sırtı seyircilere dö
nük duran Giles Oliver'ı gördü. Cobbs Cornerlı Cobbet'i
de. Onların gözlerini açam a m ıştı. Başaramamıştı. Allah
kahretsin, yine ! Her zamanki gibi. Hayali uçuvermişti. Ar
kasına dönüp soyunan oyunculara dogru yürüdü; kelebek
lerin yaldızlı kagıttan kılıçlarla kendilerine şölen çektigi ,
bulaşık bezlerinin gölgeye sarı renk öbekleriyle vurdugu
çukur alana.
Cobbet, saatini çıkarmıştı cebinden. Yediye üç saat var
daha , diye düşündü; bitkilerin sulanma saati. Yoldan saptı.
Şezlongunu katiayan Giles de saptı, ama ters yöne. Am
bara tarlaların arasından giden kestirme yolu seçti. Bu ku
rak yazda patika, tugladan yapılmış gibi kaskatı uzanıyordu
tarlaların arasında. Bu kurak yazda, ufalanmış taşlarla kap
lıydı. Önüne çıkan sivri, sarı bir taş parçacıgını tekmeledi;
bir vahşinin ok yapmak üzere sivrilttigi bir taştı sanki. Bar-
BS
bar bir taş; tarih öncesinin taşı. Taş tekmelemece, çocukla
rın gözde oyunuydu. Kuralları anımsadı. Oyunun kuralları
na göre hep aynı taş, bir tek taş tekmelenecekti kaleye. Di
yelim hedef, bir bahçe kapısı olsun, tekme sayısı da on. Bu
durumda i lk patiatış Manresa'ydı (şehvet) . Ikinci, Dodge'da
(sapıklık) . Üçüncü de kendi (ödlegin teki). Dördüncü, be
şinci ve geri kalanların birbirinden farkları yoktu .
Onuncuda vardı hedefe. Tam orada, zeytin yeşili halka
sıyla çöreklenmiş bir yılan çıktı karşısına. Ölü müydü? Ha
yır, bogazına bir kara kurbaga takılmışu. Ne yılan kurbaga
yı yutabiliyordu ne kurbaga ölebiliyordu. Kaburgalar kasıl
dı birdenbire, dışarı kan sızdı. Dogumun tersyüz edilişiydi
bu korkunç bir çarpıtmaydı. Ayagı nı kaldırdıgı gibi olanca
gücüyle bastı üstlerine. Kütle ezildi , cıvıdı. Tenis pabuçları
nın beyaz bezine kan bulaşmıştı yapış yapış. Yine de bir ey
leme girişmişti. Eylem, içini rahatlattı. Kan lekeli pabuçla
rıyla yürüdü ambara dogru.
Yedi yüzyılı aşkın bir süre ö nce yapılmış, kimilerine bir
Yunan tapınagını, kimilerine ortaçagı, çogunluga kendi dö
nemlerinden daha eski bir çagı anımsatan, ama hemen hiç
kimseye şimdiyi amınsatmayan koca ambar bomboştu.
Koca kapıları açıktı. Sarı bir sancagı andıran bir ışık dili
m i , çatıdan zemine vuruyordu egiklemesine. Taç G iyme
Töre ninden kalma yapma güller, kirişlerden sarkıyordu.
Üstünde bir semaver, tabak çanak, kekler, ekmek dilimle
riyle tereyagının durdugu uzun masa, bir duvarı boydan
boya kaplıyordu. Ambar boştu . Oyuklardan sıçanlar girip
çıkıyor, bazen de iki ayak ü stünde dikilip şundan bundan
tırtıklıyorlardı. Kırlangıçlar kirişler arasına, oyuklara dol
muş, toprakta saman didikliyorlardı. Sayısız hamamböcegi,
her türden börtü böcek kuru tahtayı oyup duruyordu. So
kak köpeginin biri , çuvalların durdugu karanlık köşeye
yavrulamıştı. Bütün bu iri iri açılan, kısılan, kimi ışıga, ki-
86
mi karanlıga ayarlı gözlerin hepsi farklı açılardan, degişik
kenar-köşelerden bakıyordu. U facık tıkırtılarla h ış ırtılar,
sessizligi bozuyordu. Şeker ve yag kokulu esintiler yarıyar
du havaya. Bir mavi sinek, kekin üstüne konmuş, kısacık
delgisini ortadaki sarı şeker topagına geçirmeye çabalıyor
du. Kelebegin biri, güneşin vurdugu sarı bir tabaga yayılmış
keyifle güneşleniyordu.
Ama Mrs Sands yoldaydı. Kalabalıgı yararak ilerliyordu.
Köşeyi dönmüştü bile. Kanatları açık koca kapıyı görebili
yordu. Oysa kelebekleri a sla görmezdi; sıçanlar, mutfak
çekmeederinde biriken kara pisliklerdi gözünde; pervane
leri yakalayıp avuç avuç pencerenin dışına salardı. Kancık
köpeklerse yalnızca hizmetçi kızların oynaklıgını getirirdi
aklına. Bir kedi olsaydı, görürdü mutlaka - herhangi bir ke
di , kıçında uyuzumsu bir döküntü olan, açlıktan tiridi çık
mış bir sokak kedisi , çocuksuzlugun da kışkırtısıyla bir
duygu seli boşaltırdı yüregi nden. Ama kedi falan yoktu.
Ambar bomboştu. O yüzden de koşarak, soluk soluga, çag
rılılar gelmeden önce yetişmek, semaverin başındaki yerini
almak kararlılıgıyla vardı ambara. Kelebek havalandı tabii,
mavi sinek de.
Ardından, koşa koşa, hizmetçiler ve yamaklar o rdusu sö
kün etti - David , John, I rene, Lois. Su kaynıyordu. Bugu
yükseliyordu. Kek dilimlendi. Kırlangıçlar, kirişten kirişe
uçuşuyorlardı. Kalabalık, kapıda göründü.
"Şu güzelim ambar. . . " dedi Mrs Manresa eşikte duralaya
rak Köylülerin önüne geçmek yaraşmazdı ona. Ona yara
şan, arnbarın güzelligi karşısında duygulanıp kıpırdamadan
durmaktı; kenara çekilmekti , bakmaktı öylece, ötekilere yol
vermekti.
"Buna çok benzeyen bir tane de Lathom'da, bizim orada
var," dedi Mrs Parker, aynı nedenlerden ötürü duralayarak
"Bu kadar büyük olmasa da," diye ekledi.
87
Kasabalılar, arkadan geliyorlardı. Biraz bocaladıktan son
ra adımlarını hızlandırdılar, öne geçtiler.
"Hele süslemeleri . . . " dedi Mrs Manresa, kutlayacak birini
arayarak. Gülümseyerek durdu , bekledi. O sırada Mrs Swit
hin girdi içeri. O da tavana bakıyordu, ama süslemelere de
gil. Besbelli, kırlangıçlara.
"Her yıl gelirler," dedi, "hep aynı kuşlar." Mrs Manresa
tatlı bir gülüşle ihtiyarın gönlünü aldı. Yoksa kuşların aynı
kuşlar oldugu su götürürdü.
"Bu süslemeler, Taç Giyme Töreninden kalmış herhalde,"
dedi Mrs Parker. Biz de bizimkileri sakladık
Mrs Manresa güldü. Aynı kutlamalar kapsamında açılan
bir genel helaya ilişkin bir fıkra dilinin ucuna gelmişti. Vali
nin nasıl. . . Anlatsa mıydı? Ama yoo . . . Kırlangıçları gözle
yen ihtiyar kadın fazla inceydi. " lncelikten koptu kopacak."
Mrs Manresa inceligi kendince böyle tanımladıktan sonra,
doganın vahşi çocugu olmaktan ne kadar hoşlandıgının al
tını bir kere daha çizdi, " dogal i nsan yapısıydı onunki,"
ama her nasılsa bir ihtiyarın incelikten koptu kopacaklıgını
da barındırıyordu içinde, bir delikanlının gırgırını da. Sahi
neredeydi şu sevimli genç, Giles? Ne onu görebiliyordu or
tal ıkta ne de Bill'i. Köylüler hala çekingenliklerinden sıyrı
lamamışlardı. Birinin önayak olması gerekiyordu.
" Çaysızhktan ölüyorum ! " dedi kalabahga seslenirkenki
resmi ses tonuyla; birkaç adım öne çıktı. Kaba porselenden
kocaman bir çay fincanına uzandı. Eşraftan birine elbette ön
celik tanıyan Mrs Sands, hemen doldurdu fincanını. David
kek uzattı. Ilk yudumu ve ilk lokmayı Mrs Manresa yutmuş
oldu böylece. Köy sakinleri, hala çekingen davranıyorlardı.
Onun "Demokrasiden bunu anlanm ben," yargısına Mrs Par
ker de fincanını alarak katıldı. Herkesin gözü onlardaydı.
Onlar başı çekiyorlar; ötekiler arkalarından geliyordu.
"Ne lezzetli çay bu böyle ! " diye haykırdılar aynı anda;
88
çay berbattı oysa, suda kaynatılm ış pas tadındaydı, kekin
yumurtası çürüktü. Yine de onların topluma ödenecek bir
borçları vardı.
"Her yıl geliyor kuşlar," dedi Mrs Swithin, bir boşluga
konuştugunu umursamadan. "Afrika'dan." Arnbarın bulun
dugu yerde bataklık varken bir zamanlar, nasıl geliyorlar
dıysa öyle herhalde.
Ambar dolmuştu. Bugu yükseliyordu. Çanak çömlek şın
gırtısı; dedikodu ugultusu . l sa , kalabalıgı yararak masaya
yanaştı.
"Darmadagınıgız," diye mırıldanıyordu bir yandan. Fin
canını uzattı, çay koysunlar diye. Doldurulan fincanı aldı.
Kalabahga sırtını dönerek, "Bırakın," diye mırıldandı için
den, "bırakın da görmeyeyim şu dalaşı" -hüzünlü bakışlada
süzdü çevresini- "şu camsı, sert ışıltısını kaskatı yüzlerin.
Yokuş aşagı inmeli, badem agacının, mayıs tomurcuklarının
kuytusuna giden yoldan, ta dilek kuyusuna varıncaya ka
dar, çamaşırcının küçük oglu-" fincanına iki kesme şeker
attı, "bir igne atmıştı kuyuya. Diledigi ata kavuşmuş dedik
lerine göre. Ama ben nasıl bir dilek a tacagım kuyuya ? "
Çevresine bakındı. Ne gri takımlı adamı, soylu çiftçiyi gö re
bildi; ne de başka bir tanıdık. "Üstümü örtmesini suları
nın," diye ekledi, "o dilek kuyusunun."
Çanak çömlek ş ıngırtısıyla gevezelik edenle rin sesleri,
Isa'nın fısıltısını bastırdı. "Şeker ister misin? " diyorlardı.
"Bir yudumcuk süt koyayım mı? Ya size? " "Sütsüz, şekersiz
olsun. Çayı öyle severim." "Azıcık koyu mu? Biraz su ekle
yeyim."
"lgnemi kuyuya auıgımda, dilegim buydu," d iye e kledi
Isa. "Su. Sular. . . "
Tam arkasındaki ses, "Dogruyu söylemek gerekirse," di
yordu, "Kral ile Kraliçe cesurmuşlar. Hindistan'a gidecek
lermiş. Kraliçe çok sevimli. Bir tanıdık, Kralın saçının . . . "
89
"Işte," d iye düşündü Isa, "yapraklar döküldügünde, ölü
yaprak acaba düşer mi suya, sorun bu. Mayıs, tomurcukla
rını, badem agacını bir daha görmemek umuru mda degil
mi? Titreyen bahar dallarında ardıçkuşunun şakıdıgını, sarı
agaçkakanın havanın dalgalarında sekercesine hatıp çıkışını
bir daha duymamak, görmemek?
Taç Giyme Töreninden kalma kanarya sarısı süslemelere
bakıyordu.
Arkasındaki ses, "Galiba Kanada'ya gidiyorlar, Hindis
tan'a degil ," dedi . Öbür ses, onu yanıtladı: "Gazetelerin her
yazdıgına i nanıyor musunuz? Sözgelimi Wind sor Dükü ,
güney sahil ine gitmişti. Kraliçe Mary, onu orada karşılamış.
Mobilya alıyormuş - orası dogru. Oysa gazetelere göre, Kra
liçeyle buluştugunda neredeymiş . . . "
"Tek başına, bir agacın altında, gün boyu denizin sesini
mırıldanan, atlının nal seslerini dinleyen kurumuş agacın
altında . . . "
Diye tümceyi tamamladı l sa. Birden irkildi. William Dod
ge yanında duruyordu.
Dodge gülümsedi. O da. Suçortaklarıydı onlar; i kisi de
amcaların ögrettigi bir şarkıyı mırıldanıyordu.
"Oyu n , " dedi lsa. "Aklımdan çıkmıyor bir türlü. "
"Selam sana , tatlı Carinthia. Aşkım. Hayatım," dedi Dod
ge, oyunun sözcükleriyle.
" Efendim benim, lordum," dedi l sa; inceden alay ederek
egildi önünde.
Alımlı bir kadındı. Şu anda Dodge onu semaverin önünde
degil, cam yeşili gözleri, kunt gövdesiyle -boynu bir sütun
kadar kalındı- ya bir yılanyastıgının ya bir asmanın önünde
görmek isterdi. Keşke, "Hadi gel de sana limonlugu göstere
yim," deseydi, " istersen domuz agılını ya da ahırı." Gelgele
lim Isa agzını açmadı; ellerinde çay fincanlarıyla kaldılar
yerlerinde, oyunu anımsayarak. Sonra Dodge onun yüzü-
go
nün degiştigini gördü, sanki eski giysisini çıkarıp yenisini
giymişti. Bir oglan çocugu, kalabalıgı yarmaya çalışıyordu,
eteklere, pantolonlara çarpa çarpa, kör kulaçlar atarak.
"Buradayım ! " diye bagırdı lsa, kolunu ona dogru salladı.
Oglan, kestirme çıkış yolunu gösteriyordu ona. Küçücük
oglu olsa gerekti, biricigi, George'u . Ona kek uzattı l sa ,
sonra d a bir fincan süt. O sırada dadı göründü. lsa yeniden
degiştirdi kılıgını. Bakışlarından anlaşıldıgı kadarıyla, dar,
üstüne sıkı sıkı oturan bir yelek giymişti bu kere. Gür saçlı,
yakışıklı, mavi ceketi madeni dügmeli, tozlu bir ışık dilimi
nin altında duran şu genç adam, kocasıydı anlaşılan. lsa da
onun karısı. Dodge'un yemek sırasında gözünden kaçma
mıştı; aralarındaki ilişki, roman kişilerinin 'çalkantılı' diye
tanımladıgı türdendi. Oyun sırasında da gözünden kaçma
mıştı . l sa dönüp geriye baktıgında, çıplak kolu sinirli bir
hareketle omzuna gitmişti - kimi arıyordu gözü? Kocası ya
n ındaydı işte ve karşısındaki erkegin gergin kasla rı , gür
saçları, cinsel dirimi, iler tutar yanı olmayan bir duygu seli
ne sü rükledi D odge' u . lsa ' n ı n l i monlukta, bir a smanın
önünde nasıl görünecegini unuttu . Gözleri, Giles'dan başka
bir şey gö rmüyordu; gözlerini o ndan ayıramadan baktı,
baktı. Giles, yüzünü öte yana çevirmiş, kimi düşünüyordu
acaba? l sa'yı degil. Mrs Manresa'yı olmasın?
94
"Elbette," dedi Mrs Parker, sonra Giles'a delinin -"Bizim
orada da bir tane var"- tüylerini nasıl ürperttigini anlattı.
"Bizler onlardan daha uygar insanlarız, degil mi Mr Oli
ver? "
"Bizler m i ? " dedi Giles. "Bizler? " William'a gitti gözü.
Gerçi onun adını bilmiyordu, ama sol elinin ilettigi anlamı
biliyordu. Aslında işler yolunda gidiyor sayılırdı - kendisini
küçümseyecegine bu adamı küçümseyebilirdi pekaliL Mrs
Parker'ı da. Oysa l sa'yı, karısını asla. Karısı, hiç konuşma
mıştı onunla, tek söz etmemişti. Yüzüne de bakmamıştı.
" Elbette ," dedi Mrs Parker ikisine de bakarak. "Elbette
uygarız, degil mi?"
O sırada Giles, l sa'nın deyişiyle küçük numarasını yaptı,
dudaklarını kıstı; kaşlarını çattı; karısı nın harcayabilecegi
parayı kazanmak adına dünyanın bütün yükünü sırtiayan
koca pazunu takındı.
"Hayır," diyordu l sa'nın bakışları apaçık. "Sana bayıldı
gım falan yok." Üstelik kocasının yüzüne degil, ayaklarına
bakıyordu. "Aptal oglan, pabuçları kana bulanmış."
Giles, tedirgince aynattı ayaklarını. Peki öyleyse kirndi
karısının bayıldıgı? Dodge olamaz. Orası kesin. Peki k im?
Tanıdıgı bir erkek olmalı. Şu anda ambarda bulunan biri
mutlaka. Hangisi? Çevresine baktı.
O sırada papaz, Mr Streatfield sökün etti. Kadehlerle fin
canları taşıyordu.
Yakışıklı kırçıl başını sallayarak, "Sonunda menzile sag
salim ulaştım, aferin bana!" diye haykırarak elindekileri gü
venli bir köşeye yerleştirdi.
Mrs Parker, bu övgüden kendine pay çıkardı.
"Mr Streatfield ! " diye haykırdı. "Demek bütün işler sizin
üstünüze kaldı! Biz de burada durmuş gevezelik ediyoruz ! "
Ansızın, "Limonlugu görmek ister misin?" dedi l sa , Wil
liam Dodge'a dönerek.
95
Dodge'un içinden, şimdi olmaz, diye yalvarmak geldi. Ne
var ki o anda içeri giren Manresa'ya dogru koşan Giles'ı bı
rakıp onun peşinden gitmesi gerekiyordu; kadının agına
düşmüştü Giles, besbelli.
Şarkıyı dinlediler. Başka , üçü ncü bir ses, basit bir şey
söylüyordu . Onlarsa limonlukta, tepelerinde asma yaprak
larıyla tahta sıraya oturmuş Miss La Trobe ya da her kimse
onun ses temrinini dinliyorlardı.
99
Çık da gel, ölene kadar sevecegim sevgili
1 00
salınırken bir Tanrıçayı andırıyorrlu Mrs Manresa , sereser
pe, bereket saçan bir Tanrıçayı. Onun ardından yürüyen
Bartholomew, topragı verimli kılan insan bedeninin bu gü
cüne övgüler yagdırdı içinden. Bu kadının çekimine uydu
gu sürece Giles, yörüngesinden şaşmazdı. Kendi ihtiyar yü
reginin durgun suyunu bile kıpırdatıyordu - nice kemikle
rin gömülü durdugu havuzda n , yusufçuklar havalanıyor,
otlar serpiliyordu Mrs Manresa çimenierden geçip gramo
fon sesine dogru yürürken.
Çakıllar çatırdıyordu ayakların altında. lnsan sesleri cıvıl
daşıyordu. lç ses, öbür sese: Çalılardan kalkıp gelm iş bu
gözü pek müzigin , içsel bir uyumu dile ge tirdigini nasıl
yadsıyabiliriz? diyordu. "Sabah uyandıgımızda (diye düşü
nüyordu içlerinden bazıları) gün , çekicini indiriyor başımı
za. " " lşyeriyse ," (diye düşünüyordu bazıları) "parçalanmış
Iıgı şart koşuyor. " Bölünmüş, parçalanmış halde zilin sesiy
le oraya buraya koşuşturmak. " Zır-zır-zır" telefonun sesi.
"Hadi koş ! " "Bir dakika ! " - tezgah bu. "Böyle koşuyoruz,
tepeden inme, yüzlerce yıllık, bitimsiz zebani buyruguna."
Boyun egiyoruz. "Bunca çaba, hizmet, koşuşturma, emek
karşılıgında kazanılan ücret - şurada mı harcanacak peki?
Yok can ım. Şu anda mı? Yoo zamanla. Kulaklar duymaz
olup yürekler çoraklaştıgında. "
Sözün burasında, yere egilen Cobbs Cornerlı Cobbet -bir
çiçek görmüştü de- kalabalıgın arkadan itiştirmesiyle sıkı
şıp kaldı.
Çünkü m üzigi duyuyorum diyordu hepsi. Müzik, diriltir
bizi. Müzik, gizliyi görmemizi saglar, kopugu onarmamızı.
Bak, dinle. Şu çiçeklere, kırmızılarını, beyazlarını, gümüşle
rini, mavilerini ışınlarla nasıl saçtıklarına baksana. Agaçlar
da engin dil dagarc ıklarının bol heceleriyle , yeşilli sarılı
yapraklarıyla, bizi iteliyor, tıpkı sıgırcıklar ya da ekin karga
ları gibi bir araya gelmemizi, kümeleşmemizi , geveze lik
101
edip neşelenmemizi buyuruyorlar, varsın alacalı inek yürü
sün, kara inek yerinden kıpırdamasın.
Seyirciler yerlerine geçmişlerdi. Kimi oturdu, kimi bir an
ayakta durup, geriye dönüp manzarayı seyretti. Sahne boş
tu; oyuncular hala çalıların arasında giyiniyorlard ı. Seyirci
ler birbirlerine dönüp konuşmaya başladılar. Agacın arka
sında elinde oyunun metniyle duran Miss La Trobe'un ku
lagına bölük pörçük konuşmalar geliyordu.
"Daha hazır degiller. . . Gül üşüyorlar, duyuyorum ," (di
yordu seyirciler) " . . . Giyiniyorlar. Oyunculugu n en can alıcı
kısmı da bu, giyinmek Hava da güzelleşti şimdi, güneş o
kadar yakmıyor. . . Savaşın bize tek yararı da bu oldu ya -
günler uzad ı. . . Nerede kalmıştık sahi? Aklınızda mı? Eliza
beth döneminde . . . Belki günümüze kadar gelebilir yazar,
biraz atiarsa tabii. .. Sizce insanlar degişir mi? Kılıkları, tabii
degişir de . . . Ben bizlerden söz ediyordum . . . Dolabı te miz
lerken, babamın eski silindir şapkasını buldum da . . . Peki
bizler degişiyor muyuz dersiniz?"
"Hayır ben politikacıları hiç tutmam. Bir arkadaşım Rus
ya'ya gitmişti de. Dedigine göre . . . Kızım Roma'dan yeni dön
dü, dedigine göre kafelerdeki kalabalıklar, diktatörlerden nef
ret ediyorlarmış. . . Tabii, her kafadan başka ses çıkıyor. . . "
1 02
nini aştı, bellegi hala yerinde . . . Evet, evet, gözlük takmıyor
okurken . . . I nanılır gibi degil! Demezler mi, sekseninden
sonra . . . Işte geliyorlar... Yok canım, ne önemi var. . . Ben ol
sam yere çöp atanları hapse tıkardım hemen. Ama kocam, o
zaman para cezasını kim kesecek diyor. . . Işte Miss La Trobe
orada, şu agacın arkasında . . . "
105
Aşıkzadelerin ogluna tutulmuştur. Sir Spanyel Ödlekzade de
yegen Tomurcuk'a: Allah -sizden- razı olsun, asık suratlı bir
din adamıdır. Hoppazadelerin lordu ve hanımı da hazırdır
lar. Aşıkzadelerin oglu, Tomurcuk'a aşıktır. Ne adlar yakış
tırmışlar gerçek kişilere? Baksa na, geliyorlar işte ! "
Çalılıktan çıkmış geliyorlardı - beyaz yelekieri çiçekli, pa
buçları tokalı erkekler; bedenlerine sımsıkı oturmuş bro
karlarıyla kadınlar; camdan yıld ızları incik-boncukları ,
yapma incileriyle, gerçek lordlarla hanımefendilerin burun
larından düşmüş gibiydiler.
"Bu ilk sahne," diye fısıldadı Mrs Elmhurst kocasının ku
lagına. "Lady U macı'nın odasındayız . . . bu da o . . . " diye gös
terdi parmagıyla. "Galiba End House'taki Mrs Otter, ama
çok güzel boyanmış dogrusu . Şu da hizmetçisi, Haspa .
Onun kim oldugunu çıkaramıyorum.
"Şşşt, şşşt," diye uyardı seyircilerden biri.
Mrs Elmhurst programı elinden bıraktı. Oyun başlamıştı.
Lady Umacı Külyutmaz, hizmetçisi Haspa eşliginde oda-
ya girdi.
(Göğsünü yumruklar.)
(Bir agızdan.)
( Sarılırlar)
AŞIKZADE. . . Tomurcuğum, ah ah !
TOMURCUK. . . Sevgilim, ah ah !
( Kucaklaşırlar.)
Saat dokuzu vurur.
115
lip geçer ama biz... hiç mi hiç degişmeyiz. . . (Rüzgar, sözcük
lerin arasına boşluklar üf!edi.)
116
kuyruklarını kırbaç gibi saliayarak başlarını havaya kaldır
dılar, bögürerek allldılar ileri, sanki Eros'un oku bögürleri
ne saplanmıştı, onları çileden çıkarmıştı. Aradaki kopuklu
gu giderdiler inekler, köprüyü kurdular, boşlugu doldurup
duygunun sürmesini sagladılar.
Miss La Trobe, çılgın bir sevinçle el salladı ineklere.
"Şükürler olsun ! " diye haykırdı.
lnekler birdenbire durdular; başlarını egip otlamaya baş
ladılar. Aynı anda seyirciler de başlarını egip programiarına
daldılar.
"Oyunun yöneticisi," diye okudu Mrs Elmhurst yüksek
sesle, kocası duysun diye, " seyircilerden anlayış bekliyor
muş. Zaman darlıgı yüzünden bir sahne atlanmış; o da, se
yircilerin, verilecek ara sırasında Sir Spanyel Ödlekzade'nin
kendisiyle evlenıneye rıza gösteren Tomurcuk'la nişanlandı
gını varsaymalarını istiyor, ama sarkaçlı saatin içine gizle
nen Aşıkzade birden gizlendigi yerden fırlıyormuş; Tomur
cuk'un kendisiyle evlenecegini söyleyip kızın mirasını elin
den alma planını bildigini açıga vuruyormuş, o kargaşada
aşıklar, Lady Uroacı'yla Sir Spanyel'i baş başa bırakıp kaçı
yorlarmış."
"Bütün bunları gözlerimizin ö nüne getirmemiz gereki
yor," dedi gözlügünü çıkararak.
Mrs Swithin'e dönen Mrs Manresa, "Akıllı kadın dogru
su," dedi. "Hepsini sokuştursaydı, geceyarısına kadar bura
da kalacakllk. Demek varsaymamız gerekiyor, Mrs Swit
hin." Ihtiyar hanımın dizine vurdu hafifçe.
"Varsaymak ha?" dedi Mrs Swithin. "Ne kadar dogru !
Oyuncular gereginden çok şey gösteriyorlar bize. Biliyorsu
nuz, Çinliler masanın üstüne bir hançer koydular mı, kav
ga var demektir. Racine de . . . "
" Evet , eve t, insanı sıkıntıdan ça tlatıyorlar," diye allldı
Mrs Manresa kültür kokusu alır almaz, yaşama sevinciyle
117
dolu insan yüregini köstekleyen her şeye duydugu nefretle.
"Geçen gün yegenimi -ne sevimli bir oglan, Sandhurst'te
Çakal Çakal Çat Dedi'ye götürdüm onu. Sen gördün mü?"
Giles'a döndü.
Giles, yanıt yerine bir şarkı mırıldandı: " Çat şurada, çat
burada. "
"N inen m i söylerdi bunu yoksa ! " diye haykırdı Mrs Man
resa. "Benimki söylerdi de. Çat dediginde mantan atan bir
şişe sesi çıkarırdı. Çat!"
Çat sesi çıkardı.
"Şşşt, şşşt," diye fısıldadı seyircilerden biri .
"Halan benim bu uçarılıgıma çok bozulacak şimdi," dedi.
"Uslu uslu oyunu seyretmemiz gerek. Bu, Üçüncü Sah
ne'ymiş. Lady U macı Külyutmaz'ın odası. Uzaktan nal ses
leri duyulur. "
Köyün delisi Allıert'ın tahta bir kaşıgı bir tepsiye canını
dişine takmışçasına vurarak çıkarttıgı nal sesleri, uzaklaştı.
SIR S.Ö. Bana 'moruk, ' dedi . . . saatten guguk gibi fırlayıp . . .
Kız da benimle alay niyetine bacagını gösterip 'Küpidon'un
ohları, Sir Spanyel, Küpidon'un oh ları, " diye bagı rdı. Ah onla
rı elime bir geçirsem de bir havanda dövüp un ufak ettikten
sonra kısık ateşte pişi rip dumanı tüte tüte Tanrı lara, ah gu
tum, ah gutum !
LADY U . K . Bu tür konuşmalar Sir, sagduyulu bir adama
yaraşmıyor. Galiba geçen gün şeyden -ehem- Takımyıldızlar
dan, Koltuk Takımyı ldızından, Eldebaran'dan, Aurora Bore
alis'ten söz ediyordunuz... Hiç kuşku yok onlardan biri yörün
gesinden çıkmış, fırlamış, daha dogrusu bir saatin iç aksamın
dan birine kaçmış, bir büyükbaba saatin basit sarkacına. Ama
bazı yıldızlar vardır Sir Spanyel -ehem- hep yerlerinde durur
lar, daha kısa özetleyecek olursak, diriitici sabah serinliginde
deniz kıyısında yanan usul bir ateş parlahlıgıyla.
SIR S.Ö. Ah yirmi beşirnde olacaktım, belimde de keskin hı
lıcım!
119
LADY U.K. (yatıştırırcasına) Ne demek istediginizi anlamı
yorum Sir. Hem de nasıl. Ben de hayıjlanıyorum sizin gibi el
bette. Ama gençlik her şey degildir. Size bir sır vereyim, ben de
yarı yolu aştım. Iniş başladı. Geceleri, saga sola dönmeden de
liksiz uyuyorum. Ateşli günler geride kaldı. . . Yine de Sir, bana
sorarsanız, vasiyet varsa, vaziyet kurtulur. .
SIR S . Ö. Orası kesin, Madam . . . ah ayagım nas ı l sızlıyor,
şeytanın örsünde dövülmüş kızgın bir nal gibi ah ! - ne demeye
getiriyordunuz siz?
LADY U.K. Ne demek m i istiyorum Sir? Ille de onurumu
çignemem, soylu lordum kurşundan tabutuna gireli beri -yi rm i
yıl oluyor- lavanta çiçeklerine sarıp kaldırdıgım iffetimi göz
önüne sermem şart m ı ? Sözün kısası, Tarnurcuk yuvadan uçtu.
Kafesi boş kaldı. Ama bir zamanlar, bileklerini çuhaçiçekleriy
le baglamış olan bizler, daha saglam bir bagla birleştirebiliriz
ellerim izi. Bu kadar tumturaklı laf, ince benzetme yeter. Ben
Asphodilla, karşınızdayım işte - asıl adım Sue. Ama adım ne
olursa olsun, -ister Asphodilla, ister Sue- karşınızdayım ya ve
canla başla hizmetinizdeyim. Gizli plan ortaya çıktıgına göre,
Bob agaheyin serveli bakirelere kalacak. Orası açık. Işte avu
kat Quill'in yorumu. "Bakireler. .. ara vermeksizin sonsuza ka
dar. .. Ilahi �öyleyecekler ruhu için. " "Bana sorarsanız, ihtiyacı
da var. .. " Her neyse. Her ne kadar pamuklara sarıp özenle
saklayacagımızı balıkiara yem ettiksek de düşünmeyin artık
üstünde. Kimseye avuç açacak halim yok. Gayrimenkuller
var; apartmanlar; sofra takımları; davar; çeyizim; hepsi kayıt
lı. Gösterecegim size, parşömene i ri harflerle kopya edilmişini,
önümüzde uzanan karı kocalık döneminde bizi rahatça geçin
direcek bir mal varlıgı, inanın bana.
SIR S.Ö. Karı kocalık m ı ! Demek huymuş dilinizin altında
ki! Ama ben, bu durumda bir katran fıçısına bagları m kendim i
daha iyi, kış ayazında kaktüslere sarılırımi Aman yahu !
LADY U . K . Katran fıçısıymış, lafa bak ! Kaktüsmüş lafa
1 20
bak! Sen ki Takımyıldızlardan, Samanyollarından söz ediyor
dun ! Benim hepsinden parlak olduguma yemin ediyordu n ! La
yıgını bul, alçak ! Köpekbalıgı kılıklı ! Seni çizmeli yılan ! De
mek beni islemiyorsun? Önerimi geri çeviriyorsun, öyle m i ?
1 22
nişanları takınmış soylu lordlarla leydiler peşinden gittiler;
Sir Spanyel , yılışık yılışı k gülü mseyen Lady Külyu tmaz'a
eşlik ediyordu aksayarak; Aşıkzade ile Tomurcuk, kol kala
selam verdiler.
"Allah biliyor ya ! " diye haykırd ı Bartholomew oyunun
diline kaptırara k. "Ders diye buna denir ! "
Koltugunda kaykıldı, kişneyen bir beygir gibi güldü.
Ders mi? Ne dersi? Giles'a göre: Yeter ki istek olsun, bir
çıkar yol bulunur. Sözcükler, aşagılarcasına parmak salladı
lar. Oglan sevdigi kızla Gretna Green'a gitti ya, işi bitirdi.
Sonuçları boş ver.
"Limon lugu görmek ister miydiniz ? " dedi ansızın Mrs
Manresa'ya dönerek.
"Hem de nasıl ! " diye haykırdı Mrs Manresa , ayaga fırladı.
Yine bir ara mı vardı? Programa göre öyle. Çalılıklar ara
sındaki gramofon çuf çuf çuf ediyordu. Peki ya sonraki
sahne?
"Victoria dönemiymiş , " diye okudu Mrs Elmhurst yük
sek sesle. Herhalde arada bahçelerde gezinecek, konagı do
laşacak vakit vardı. Yine de bir biçimde -nasıl söylese- za
man ve mekan dışıydılar. Sanki oyun, bir şeyi zıvanasından
çıkarmıştı; sanki herkesin 'ben' diye bildigi , hiçbir tutamak
bu lamadan havada uçuşuyordu, yerine oturmuyordu bir
türlü. Tam kendileri degilmişler gibi geliyordu. Yoksa giysi
- şaşkını mıydılar? Eski püskü, günü geçmiş incecik giysi
ler; pamuklu pantolonlar, panama şapkaları , Kraliyet Düşe
sinin Asco t'ta giydigi şapka tarzı nda ahududu tuvallerle
süslenmiş şapkalar, biraz aykırı görünüyordu nedense.
"Giysiler ne güzeldi," ded i bir ses, sahneden çıkmak üze
re olan Tomurcuk'a son bir bakış atarak. "Çok yakışıyordu,
keşke . . . "
Çalıların arasındaki gramofon, çuf çuf'unu aksatmadan
sürdürüyordu.
1 23
Gökten bulutlar geçiyord u. Hava kararsızdı. Hogben'in
Fantezisi bir an kül beyazı kesild i . Derken gü neş, Bo l
ney'nin yaldızlı yelkovanma vurdu.
"Hava kararsız gibi," dedi biri .
"Hadi kalk . . . Bacaklarımızı çalıştıralım azıcık," dedi bir
başka ses. Çok geçmeden ç i m tarhları, kıpır kıpır, renk
renk giysi adacıklarıyla doldu laştı. Ama seyircilerden bazı
ları yerinden kalkmamıştı.
"Binbaşı Mayhew i le karısı ," diye not aldı gazeteci Page,
kurşunkalemini tükürükleyerek. Oyuna gelince, Mrs Bil
mem neyi kafa kola alıp ön-metni isteyebilirdi. Gelgelelim
Miss La Trobe görünürde yoktu .
Aşagıda, çalılıklar arasında köle gibi çalışıyordu. Tomur
cuk, iç etekligiyleydi. Akıl, pelerinini çobanpüsküllerinin
üstüne fırla tmıştı . Sir Spanyel, çizmelerini çekiştiriyordu .
Miss La Trobe hepsine koşuşturuyordu.
"Etegine boncuk geçirilmiş Victoria dönemi pelerini . . .
Nerede o zımbırtı? Fırlatın buraya . . . Şimdi sıra favoride . . . "
Egilip kalkarken bir yandan da çalıların arasından kaça
mak bakışlarla seyircileri süzüyordu. Seyirciler ayaklanmış
lardı. Çimenierde geziniyorlardı. Soyunma odasından uzak
durmaya özen gösteriyorlardı; gelenege saygı. Ama ya fazla
uzaklaşırlarsa, çevreyi dolaşmaya, evi gezmeye kalkışırlar
sa, o zaman . . . Gramofon çuf çuf ediyordu boyuna. Zaman
geçiyordu. Zaman, ne süreyle b ir arada tutahilirdi o nları ?
Bir kumardı bu , bir risk . . . Miss la Trobe saga sola koşuştu
ruyor, giysileri çimenlere fırlatıyordu .
Çalılıgın tepesinden rastgele sesler geliyordu kulagına,
yarım yamalak duydugu , sahiplerini görmedigi gövdesiz,
handiyse simgesel sesierdi bunlar, yine de uzaktaki bu göv
desiz sesler arasındaki görünmez bagları sezebiliyordu.
"Neresinden baksa n, karanlık."
"Hiç kimse istemiyor Allahın belası Almanlardan başka. "
1 24
Bir kopukluk.
"Ben olsam şu agaçları keserdim . . . "
"Şu gülleri nasıl yetiştirebiliyorlar ı "
"Dediklerine göre, beş yüz yıldır bir bahçe varmış burada."
"ihtiyar Gladstone bile, şimdi hakkını verelim . . . "
Sonra bir sessizlik oldu . Sesler, çalılıktan çıktı. Agaçlar
hışırdadı. Şu anda bir sürü göz , biliyordu Miss La Trobe,
bedeninin bütün hücreleri ayaktaydı çü nkü , manzarayı sey
rediyordu . Gözucuyla Hogben'in Fantezisi'ni seçebiliyordu
uzaktan, sonra yelkovan parladı.
"Ayna düşüyor, dikkat," dedi bir ses.
Miss La Trobe, onların manzaraya bakarken parmakları
nın arasından kaydıklarını duyuyordu derinden.
"Şu Allahın cezası Mrs Rogers da nerede? Gören var mı?"
diye bagırdı, Victoria pelerinierinden birini kaparak
O sırada bir baş, gelenegi çigneyerek titreyen bahar dalla
rının arasından uzandı: Mrs Swithin.
"M iss La Trobe ! " diye haykırdı, sustu. Sonra yine, "Miss
La Trobe , sizi yürekten kutlarım!"
Bir an duraksadı. "Bana öyle bir duygu tanırdınız ki . . . "
Ne diyecegini bulamadı bir an, son ra buldu - " Çocuklu
gumdan beri hep . . . " Gözlerinin ö nüne bir perde çekilmiş,
şimdiki zaman silinmişti. Çocuklugunu amınsamaya çalıştı,
vazgeçti , bu zor du rumdan kurtulmak için M i ss La Ira
be'dan yard ım istercesine elini hafifçe saliayarak sözünü
sürdürdü: "Hep bu gündelik hayhuy, derim kendi kendime;
merdivenleri inip çıkmak, 'Ne arıyordum sah i ? ' demek,
"Gözlügümü mü yoksa? Gözlügüm gözümde ama' . . "
Yaşlılara özgü dupduru bir bakışla Miss La Trobe'un göz
lerine dikti gözlerini. Ortaklaşa bir anlamın dogması adına
ortak bir çabayla buluştu bakışları. Olmadı; Mrs Swithin,
içinden geçenlerin bari bir kırıntısına umutsuzca sarılarak,
"Rolüm küçücüktü aslında!" dedi. "Ama siz öyle bir duygu
125
aşıladınız ki bana, sanki istesem Cleopatra'yı da oynayabi
lirdim ! "
Titrek bahar dallar arasından başını saliayarak uzaklaştı.
Köylüler birbirlerine göz kırplllar. Çahlara dalan ihtiyar
Çıtkırıldım'a dense dense "Çatlak," denirdi.
" I stesem Cleopatra olabit i rdim pekala," diye yineledi
Miss La Trobe. "Oynanmadan kalmış rolümü kıpırdattınız
içimde," anlamında.
"Şimdi eteklige bakalım, Mrs Rogers," dedi.
Mrs Rogers, siyah çoraplarıyla ucubeyi andırıyordu. Miss
La Trobe , Victoria dönemine özgü kat kat farbelalarla örttü
onun başını. Uçlarını bagladı. Ihtiyar Swithin'in demek is
tedigi, "Yüregimin tellerini titrettiniz,"di; Teller ti treyince
de -nereden nereye- Cleopatra çıkmıştı! Miss La Trobe'un
içini bir utku dalgası sardı. Yine de yalnızca bazı bireylerin
yüreklerini titretmekle kalmıyordu ki; yüzen gezen beden
lerle sesleri bir potada eriten, bu şekilsiz çamurdan yepyeni
bir dünya yoguran bir yaratıcıydı o. Işte bekledigi an gelip
çalınıştı - utku anı.
"Oldu işte ! " dedi siyah kurdelderi Mrs Rogers'ın çenesi
n i n altında baglarken. " Ta m am ! S ı ra beylerde - Ham
mond ! "
Hammond'a el etti. Genç adam, utana sıkıla çıktı öne, şa
kaklarına siyah favorilerin yapıştınlmasına boyun egdi. Yarı
kısık gözleri, hafifçe geriye kaykılmış başıyla Kral Arthur'a
benziyordu Miss La Trobe'a göre, soylu, şövalyevari sırım
gibi.
"Binbaşının frakı nerede? " diye sordu Miss La Trobe , bu
sorunun genç adamı rolüne ısındıracagını umarak.
Tık tık tık . . . Gramofon çalışıyordu. Zaman geçiyordu. Se
yirciler geziniyor, dagılmaya başhyorlardı. Onları bir arada
tutan , yalnızca gramofonun tık tıkıydı. Çiçek tarhlarının
arasında tek başına dolaşan Mrs Giles, savuşmak üzereydi.
1 26
"Müzik başlası n ! " diye buyurdu Miss La Trobe. " Çabuk!
Müzik başlasın! Ötek i ! On Numaral ı ! "
1 28
Ses, "Lavanta , mis gibi lavanta çiçegi, müşterisi var mı la
vanta çiçegim in?" diyerek, titrek sesiyle kendini acındıra
rak çevresinde toplamaya çalışıyordu seyircileri boşu boşu
na. Bazı seyirciler, sesi duymazdan geldi. Bazıları gezinip
dalaşmayı sürdürdü. Bazıları yürümeyi kesti, ama otu rma
dı. Albay Mayhew ile karısı gibi yerlerinden hiç kalkmamış
olanlarsa, ellerine tutuşturulmuş silik kopyadan bilgi edin
meye çalışıyorlardı.
"On Dokuzuncu Yüzyı l . " Gerçi Albay Mayhew, oyunu
sahneleyenin iki yüzyılı on beş dakikadan az bir süreye sı
kıştırmaya hakkı olup olmadıgını tartışmıyordu. Ama sah
nelerin seçimi kafasını karıştırmıştı.
"Britanya Ordusu neden yoktu oyunda? Ordu olmadan
tarih olur m u , ha?" diye dile getirdi görüşünü. Mrs May
hew, kocasının kulagına dogru egilerek karşı çıktı, çok fazla
şey beklememek gerekirdi. Ayrıca, oyunun sonunda, büyük
bir olasılıkla bütün oyuncular, bayragın çevresinde toplana
caklardı. Finalde. Ayrıca , şu güzel manzara uzanıyordu göz
lerinin önünde. Manzaraya baktılar.
"Lavanta . . . mis gibi lavanta çiçegi . . . " Mount'dan ihtiyar
Mrs Lynn Jones, iskemielerden birini ön sıraya itti şarkıyı
mırıldanırken. " Geldim işte Etty," dedi. Etty Springen'in ya
nına pat diye çöktü, dul kalalıberi ikisi aynı evi paylaşıyor
lardı.
"Hiç u nu tmadım," dedi parçaya başıyla tempo tutarak.
"Sen de unutmamışsındır ya sokaklarda nasıl bagıra çagıra
söylerlerdi bu şarkıyı." Bugü n gibi gözlerinin önündeydi
uçuşan perdeler ve ikisi, sardunya, hüsnüyusuf saksılarıyla
sokaktan aşagı yürürken erkeklerin: "Tomurcuklar çatlıyor,
boy atıyor fidanlar," diye çıgrışmaları.
"Bir kupamsı araba vardı, aklımda kaldıgı kadarıyla, bir
tane tek atlı, bir de çekçek. Sokak ne kadar sessiz miş o
günlerde. Tek atlıya ç iftler mi binerdi? Öbürüne tek kişi
12i
mi? Ya Ellen' ın aşçı takkesiyle, önlügüyle sokakta ıslık çal
ması? Hatırında mı sahi? Ya o kapkaççılar, birimizin elinde
yük görünce istasyondan ta eve kadar peşi sıra koşan ha
mallar? "
Parça degişti. "Satılık demir, azıcık hurda demirin var
m ı ? " Hatırında mı? Siste böyle haykırırdı adamlar. Seven
Dials'dan gelirlerdi. Kırm ızı mendil baglarlard ı . . . Mengene
ciler mi derd i k onlara sahi? Tiya trodan eve yürü mek -
Aman Allahım- başlı başına bir işti. Regent Sokagı, Picca
dily, Hyde Park Corner'dan geçilmezdi. Oy n ak kadınlar. . .
Nereye gitsen, çöplükler, atılmış ekmek doluydu tepeleme.
Covent Garden'ın orada biliyorsu n , lrlandalılar. . . Bir balo
dönüşünde Hyde Park Corner'dan geçerken hani, o beyaz
eldivenin anısı aklında mı? . . Hani babam, dükün parktan
geçişini anlatırdı. Iki parmagıyla -şöyle dokunurmuş şapka
sına . . . A n n e m i n albüm ü b e n d e . Bir göl ve iki sevg i l i .
Byron'un b i r şiirini kopya etmiş altına; galiba, o zaman l tal
yan yazısı denilen bir tür elyazısıyla. "
" O da ne? 'Eski Kent Yolu üstünde hakiadım hepsini.' Bi
zim boyacı çocuk, ı slıkla söylerdi bu parçayı , hiç u nu tmam.
Şekerim, ya hizmetçiler. . . Ihtiyar Ellen . . . Bir yıllık ücreti on
altı pa und, düşün . . . Ya o sıcak su torbaları ! Tel çemberli
etekler! Korseler! Crystal Palace'ı, itfaiye binasını anımsı
yor musun, Mira'nın pabucunun teki, çamura saplanmıştı
hani? "
" Ş u genç hanım Giles'ın karısı . . . Annesi, gözümün önün
de; Hindistan'da ölmüştü . . . Biz, o sıralar kat kat iç etekler
giyiyorduk herhalde. Saglıksız mı? Mutlaka. . . Kızıma bak
sana, sagda , tam arkanda. Kırkına geldi, ama hala saz gibi
ince. Her katın buzdolabı ayrı . . . A nnemin ögle yemegini
hazırlatması neredeyse ögleyi bulurdu . . . On iki kişiydik biz.
Hizmetçileri de sayarsak, on sekiz kişilik bir aileydik . . . Şim
di, marketiere telefonla sipariş veriyorlar, tamam . . . lşte Gi-
1 30
les geliyor, yanında Mrs Manresa. O tip kadından pek hoş
lanınam kendi adıma. Yanılıyor olabilirim . . . Albay Mayhew
da her zamanki gibi iki dirhem bir çekirdek . . . Cobbs Cor
ner'dan Mr Cobbet de gelmiş, orada, maymu n agacının al
tında. Yüzünü kırk yılda bir görürüz . . . Işin güzel yanı da bu
ya; insanların bir araya gelmesi. Günümüzde, hepimizin işi
başından aşkınken, başka ne isteyebiliriz. . . Program nere-
de? Sende mi? Bakalım şimdi ne varmış . . . On Dokuzuncu
Yüzyıl . . . Bak bak, köylüler agaçların arasında göründüler.
Başlarken bir öndeyiş . . . "
1 34
ELEANOR ... Aşagıda, yaprakların arasında kalan kilise ne
küçük görünüyor buradan !
EDGAR. . . Gezginler Kuyusu, aşıkların buluşma yeri de öy
le.
ELEANOR. .. Lütfen, onlar gelince yarım kalan sözlerinizi
bitirin, Mr Thorold. Şey diyordunuz. "Hayaltaki tek amacı
mız. ..
"
m izin ölümü o kadar güzel olsun (Kenan, siyah işli bir men
dille gözlerini siler.) Her yıl, birimiz ayrılıyor aramızdan. Şu,
jambon . . . Şu da orman tavugu . . . Şu pakette de av etinden
sandviçler var. . . (Yiyecekleri atların üstüne serer.) Dedigim
gibi, zavallı sevgili Mr Beach . . . Ay, bari k rema kesilmemiş ol
sa. Bordo şarabını Mr Hardcastle getirecek. Bu işi ona bırakı
rım hep. Ama Mr Hardcastle, Mr Piggot'la Romalılar konusu-
1 36
nu tartışmaya başladı m ı . . . Geçen yıl hüfürleşiyorlardı nere
deyse . . . Yine de beylerin boş zamanlarını degerlendi rmeleri
çoh hoş, toza topraga bulansalar da şu kuruhafaları falan top
larken . . . Ne diyordum sahi -ha, zavallı Mr Beach'imiz . . . Aslın
da size sonnah istedigim bir şey var da (sesini alçaltır) bir ai
le dostunuz olarak tabii, yeni papazımız hakkında ne düşünü
yorsunuz- bizim honuşmalarımızı duyamazlar degil mi ? Yok
canım, çalı çırpı topluyorlar. . . Geçen yıl, hevesimiz hursagı
mızda kaldı. Tam yiyecekleri çıhartmıştıh . . . yagmur boşandı.
Size yeni papazımızı soracahtım, sevgili Mr Beach'in yerine
geleni . Duyduguma göre, adı Sibthorp'muş. Sanırım yanılmı
yorum, çünkü huzenlerimden biri bu adı taşıyan bir hızla ev
lenmişti, aile dostu olarak aramızda sizli bizli olmaya gerek
yoh . . . Insanın h ızları varsa dogrus u size imreniyorum Sir
john, bir tanecik hızınız var, beni mse tam dört adet hızımi Işte
o yüzden -laf aramızda- sizden adı Sibthorp mudur nedi r, o
genç hakkında neler bildiginizi söylemenizi istiyorum, çünkü
daha evvelsi gün Mrs Patts, bizim çamaşırları getiri rken, yol
da, papaz evinin önünde denhlerin açıldıgını gönnüş; gardıro
bun üstünde ne varmış dersiniz? Bir çaydanlık örtüsü ! Tabii
yanılmış da olabilir. . . Yine bir aile dostunuz sıfatıyla size sor
mak geçti içimden - laf aramızda. Acaba Mr Sibthorp'un harı
sı var mı?
O sırada, Victoria modası pelerinierine sarınmış, favorili
ve silindir şapkalı köylülerden oluşan koro, şarkıya başladı:
Acaba Mr Sibthorp evli mi? Acaba harısı var mı ? Beyni oyan
eşeharısı bu, içe düşen kurt, mantara sapianan burgu; delgiyle,
burguyla ana yüregindehi kurgu hat hat açılıyor sonsuza ha
dar; çünkü anaya düşen sonnahtır, hızları varsa, hele dört di
rehli geleneksel haryolada, kabarık döşehte peydahlanmışlarsa.
Acaba dua hitaplarının yanı sıra; cüppesinin ve degneginin ya
nı sıra; hamışıyla altasının yanı sıra; aile albümüyle çiftesinin
de; eşyalarını çözerhen, o saygıdeger dügün andacını, hanıme-
1 31
liler işlenmiş çaydanlık örtüsünü de serdi mi gözler önüne? Mr
Sibthorp'un karısı var mı? Evli mi Mr Sibthorp sahi ?
Koronun şarkısı sırasında piknikçiler toplandılar. Man
tarlar patladı. Orman tavukları , jambonlar, piliçler dilim
lendi. Agızlar işled i . Kadehler boşaldı . Agız şapırtısından,
kadeh şangırtısından başka ses duyulmaz oldu.
"Tıka basa doydular," diye fısıldadı Mrs Lynn jones, Mrs
Springett'e. "Orası öyle de. Bence mideleri bozulacak."
MR HARDCASTLE. . . (bıyıgında kalmış et kırıntılarını si
lerek) Şimdi. . .
"Şimdi ne? " diye fısıldadı Mrs Springett eglencenin abar
tılacagı umuduyla.
Içimizdeki insanı doyurdugum uza göre, gelin artı k ruhun
gıdasını harşılayal ım. Genç kızlardan birinden bir şarkı rica
ediyorum.
GENÇ KIZLAR KOROSU . . . Benden istemeyin . . . yapa
mam . . . hakihalen yapamam . . . Seni zalim seni, sesin kalmadı
biliyorsun ... Saz olmazsa olmaz. . . vb. vb.
GENÇ ERKEKLER KOROSU . . Zırvaya bak! Hadi "Yazın
.
Son Gülü "nü söyley in. "Ben hayatımda gözleri ahü sevme
dim"i istiyoruz.
MRS H. ( sert bir sesle) Eleanur ile Mi ldred şimdi "Bir kele
bek olsaydım"ı söyleyecek/er.
(Eleanor ile Mildred, ses etmeden ayaga kalkarlar ve "Ke-
'
"Bu kadarı da fazla, çok fazla ," diye karşı çıktı Mrs Sprin
gett.
MR H . . Yüce Tanrım, verdigin bütün nimetler için şükredi
.
139
"Yuva, biricik yuvamız. "
Ara verilmişti.
"Yine de çok güzeldi , " diye karşı çıktı Mrs Lyn n jo nes.
Yuvayı demek istiyordu, aydınlık oda, kıpkırmızı perdeler,
yüksek sesle kitap okuyan babacıgı.
Sahne yardımcıları , çarşaftan gölü sarıp topluyor, sazları
1 40
söküyorlard ı . Gerçek kırlangıçlar, gerçek otların arasında
sekip duruyorlardı. Ama onun gözü yuvadan başka bir şey
görmüyordu hala.
" Çok. . . " diye yineledi evini anarak.
"Bence ucuz ve kasıtlı," diye çemkirdi Etty Springett oyu
nu kastederek; Dodge'un yeşil pantolonuna, sarı benekli
boyunbagına, iliklenınemiş yelegine pis pis baktı sonra.
Gelgelelim Mrs Lynn Jones, hala eve takılı kalmıştı. Bud
ge'ın kırmızı çuha halısı dürülüp kaldırılırken, acaba diye
düşündü -bozukluk degil hayır, o degil- ama bir 'saglıksız
lık' mı vardı babaevinde, yuvada? Azıcık ekşimiş et gibi,
hizmetçilerin deyişiyle koktu kokacak mıydı? Yoksa neden
kalmasındı yerli yerinde? Zaman , mutfak saatinin akrebiyle
yelkovanı gibi ilediyordu boyuna. (Çalılar arasındaki gra
mofon çuf çufluyordu.) Herhangi bir direnişle karşılaşma
dıkları sürece, diye düşündü , sorun yoktu, bildigi gibi dö
necekti çark. Yuva kalacaktı yerli yerinde, babacıgının saka
lı, daha da daha da uzayacaktı, diye düşündü; anneciginin
örgüsü de -sahi ne yapıyordu bütü n o ördüklerin i? - Bir de
gişimin olması kaçınılmazdı , dedi kendi kendine, yoksa ba
bacıgımın sakalıyla annecigimin örgüleri uzadıkça uzardı,
kilometrelerce. Şimdilerde damadı, sinekkaydı tıraş oluyor
du. Kızının bir buzdolabı vardı... Kafam nasıl da daldan da
la atlıyor, diyerek topadanmaya çalıştı. Aslında demek iste
digi, düzen tıkır tıkır işlemiyorsa degişimin mutlaka gelip
çatacagıydı , ama işliyorsa zamana karşı dayanıklı olunabile
cegini varsayıyordu. Degişmezlik, Tanrı katına özgüydü.
"Böyle m iydiler gerçekten ? " diye sordu l sa birdenbire.
Mrs Swithin'e, bir dinozora ya da minik bir mamuta bakar
gibi baktı. Kraliçe Victoria dönemine yetiştigine göre soyu
tükenmiş olsa gerekti ihtiyarın .
Çalılıktaki gramofon tık tık tık ediyordu.
"Victoria dönem i insanları ha," diye düşündü Mrs Swit-
141
hin. "Böyle bir ırkın varl ıgına , " dedi o garip buruk gülüm
semesiyle, "hiç i nanm ıyorum dogrusu . Yalnızca sen ben ve
William gibiler o nlar; kılık degişti rm iş olarak. "
"Tarihe inan mıyorsunuz siz," dedi William.
Sahne hala boştu. Tarlada inekler dolaşıyordu. Agaçların
altındaki gölgeler koyulaşmıştı.
Mrs Swithin , boynundaki haçı okşadı. Başladıgı noktaya
dönecek bir hayal yolculuguna çıktı herhalde dediler içle
rinden, yine bütünsellik peşinde. Koyunlar, inekler, çimen
ler, agaçlar, bizler hepimiz bir bü tünüz. Sesler çatlaksa, bi
zim kulagı m ıza öyle geliyordur, ama dev bir kafanın dev
kulagına göre uyumludur m utlaka. O yüzden de -gönül yü
celigiyle gülümsedi- tek bir koyunun, i negin ya da i nsanın
acı çekmesi kaçınılmazdır; böylece -uzaktaki yaldızlı yelko
vana bakarken meleksi bir gü l ü m seme bel irdi yüzünde
hepsinin bir bütün içinde uyumlu oldukları sonucuna varı
yoruz, tabii biz duyabilseydik. Duyacagız da. O anda gözle
ri, bir bulutun beyaz ucuna takılmıştı. Böyle düşünmek ona
avuntu veriyorsa, William ile l sa o na belli etmeden gülüş
tüler, düşünsün varsın.
Gramafonun tık tık tık'ı sürüyordu hala .
"Yazarın demek isterligini anladınız m ı ? " dedi Mrs Swit
hin, birdenbire ayagın ı yere basarak. "Miss la Trobe'un yani? "
Bakışları dalda n dala konan l sa, hayır anlamında salladı
başını.
"Ama aynı şey S hakespeare için de söylenebil ir," dedi
Mrs Swithin.
"Shakespeare ile müzikli aynalar yan yana ha ! " diye araya
girdi Mrs Manresa. " He piniz bir olup barbarlıgımı yüzüme
vuruyorsunuz, hem de nasıl ! "
Giles'a döndü. Pırıl pırı l , can ı m insan yüregine yapılan
saldırıya karşı destek istedi.
"Saçma," diye homurdandı Giles.
1 42
Sahnede en ufak bir kıpırtı yoktu.
M rs Manresa'nın parmaklarındaki yüzükler, kırmızılı ye
şilli ışıklar saçıyordu. Giles, yüzüklerden Lucy Hala'ya çe
virdi bakışlarını. Sonra William Dodge'a. Ondan sonra da
ı sa'ya , l sa, onunla göz göze gelmemeyi yegledi. Giles, kan
lekeli tenis pabuçlarına indirdi gözlerini.
"Kahredici bir mutsuzluk çekiyo rum ," dedi ( içinden) .
"Ben de," yankısı geldi Dodge'dan.
"Ben de, ben de," diye düşündü l sa.
Hepsi yakalanmış, bir kafese tıkılmışlardı; tutukluydu\ar,
bir gösteri seyrediyorlardı. Hiçbir şey yoktu ortalıkta. Gra
mofonun tık tık'ı çıldırtıcıydı .
" Hadi , küçük sıpa ," diye m ı rıldandı l sa, " geç ş u çöl
den . . . " "Sırtında yükünle . . . "
Dudakları kıpırdarken, Dodge'un bakışlarını duydu üs
tünde. Ne zaman olsa soguk bir göz, bir kış sü rüngeni gibi
sürünürdü yüzeyde! Bir fiskede silkeledi attı onu.
"Ne kadar uzun sürüyor hazırlanmaları ! " diye haykırdı
sinirli bir sesle.
"Bir ara daha var," diye okudu Dodge programdan.
"Ondan sonraki neymiş? " dedi Lucy.
"Günümüz. Bizler." William, programdan okudu yine.
"Dua edelim de arkası gelmesin," diye tersiendi Giles.
"Şimdi de sen şımarıklık ediyorsun." Mrs Manresa, kü-
çük oglunu, sornurıkan kahramanını azarladı.
Kimse yerinden kıpırdamadı. Bomboş sahneye, ineklere,
çayırlara ve manzaraya bakarak öylece oturdular yerlerinde,
çalılar arasındaki gramofonun tık tıkları sürüyordu.
" N eymiş yani?" d iye silkindi Bartholomew birdenbire,
"bu eglentinin amacı neymiş yani?"
" Elde edilen gelirle," diye okudu Isa silik kopyadan , "ki
liseye elektrik tesisatı yapılacakmış . "
" Zaten köyümüzde düzenlenen bütün şenliklerin," diye
1 43
homurdandı Mr Oliver, Mrs Manresa'ya dönerek, "ucu pa
raya dayanır. "
"Tabii, bilmem mi," diye mırıldandı içinden Mrs Manresa
ihtiyarın katılıgını yadırgayarak; boncuklu çantasındaki de
mir paralar şıngırdadı.
"lngiltere'de, karşılık beklemeden hiçbir şey yapılmaz,"
diye sürdürdü ihtiyar. Mrs Man resa karşı çıktı. Belki Victo
ria döneminde yaşayanlar için evet, ama kendileri için olur
mu hiç? Yani bizlerin gerçekten çıkar gözetmed igimize mi
inanıyorsun? Mr Oliver hesap soruyordu.
"Ah, sen kocarnı tanımadın ! " diye haykırdı doganın vahşi
çocugu, bambaşka bir havaya girip.
Aferin kadına ! Saatin her çalışında, kurulmuş gibi guguk
demesi, zil sesi duydu mu otobüs beygiri gibi durması ga
rantiyd i . Oliver yanıt vermed i. Mrs Manresa, aynasını çı
kartıp yüzünü inceledi.
Hepsinin sinirleri gergindi. Ortalıkta kalmışlardı. Makine
tık tıklıyordu. Müzik yoktu. Tepedeki anayoldan korna ses
leri geliyordu. Agaçların hışırtısı. Ne biriydiler, ne öbürü, ne
Victoria dönemindendiler ne de kendileri. Iki arada kalmış
lardı, var olmaksızın , bir arafta. Gramofon tık tık tıklıyordu.
Isa, huzursuzdu; omzunun üstünden saga sola bakıyordu
boyuna.
"Tam yirmi dört karatavuk, bir iplige dizilmiş," diye mı-
rıldandı.
"Bir devekuşu inmiş gökten, karta! ve cellat.
'Hanginizin sırası evlat?'
Çarbarnda hanginizin tuzu olacak, hanginiz hazır?
Hazır hazırken kapkacak delikanlı, gel hadi.
Hadi sen de, dünya güzeli . . . "
Daha ne kadar bekletecekti yazar onları? "Günümüz. Biz
ler." Programda okumuşlardı. Sonrasını da: "Elde edilen ge
lir, kilise elektrik tesisatı fonuna aktarılacakmış . " "Kilise
1 44
nerede peki? Şurada. Agaçların arasında sivri kule::.i görü
nüyor. "
"Demek, Bizler. . . " Programa baktılar yine. Ama şu yazar
ne bilebilir ki bizim hakkımızda? Elizabeth döneminde ya
şayanlar hakkında peki de, hadi Victoria dönemindekiler
belki de, ama bizler, l 939'un bir haziran gününde burada
oturanlar - saçma, gülünç. Hele "ben" asla, belki . . . Cobbs
Cornerlı Cobbet; Albay; ihtiyar Bartholomew; Mrs Swithin
- onları, belki. Ama beni kavrayamaz - beni kesinlikle. Se
yirciler kıpırdanıp duruyorlardı. Çalılıktan kahkahalar yük
seliyordu. Sahnede hiçbir kıpırtı yoktu.
"Bizi neden bekletiyor bu kadın, ne adına ? " diye sordu
Albay Mayhew sinirlenerek. "Günümüz söz konusuysa kı
lık degiştirmeleri gerekmez. n
1 46
sonu gelebilecekse, biriktirdigi hazineyi , oldugu gibi bu se
se bagışlamaya hazırdı. Küçücük bir tını degişikligi, her şe
yine el koyabilirdi . Yagmurla ısianmış topragın sunagına bı
rakll adagını.
"Bak ın ! " diye bagırdı.
Şu bir merdivendi. Şu da (kabaca boya geçilmiş bir bez)
bir duvar. Şu da, sırlma bir teneke harç yüklenmiş bir
adam. Mr Page, kurşunkalem ini tükürükleyerek not aldı:
"Elinin altındaki çok kısıtlı olanakları kullanarak, Miss La
Trobe seyirciye yıkıntıya dönmüş uygarl ıgın (duvar) insan
çabasıyla yeniden kuruluşunu ( sırlında harç taşıyan adama
dikkat) iletmeyi başardı; tuglaları uzatan kadınlar da dikka
te deger. Kim olsa anlar bu iletiyi. Şimdi de kıvırcık peruka
lı bir Zenci çıktı ortaya, si mli sarıgıyla çikolata renkli bir
adam daha, herhalde Birleşmiş Mill . . "
Kendim ize dö ktürdügümüz b u övgü çılgınca al kışlarla
bagra basıldı. Biraz ucuz belki. Ne var ki kadıncagız harca
maları düşük tutmak zorunda. Boyalı bez de o sabah Ti
mes'la Telegraph'ın ortak manşetlerini iletse gerek.
Ezgi hafiften duyuluyordu.
1 48
Bir ara Bart . . . yansıdı birine. Bir ara, Manresa. Derken bir
burun . . . Şuradan bir etek . . . Sonra bir sürü pantolon . . . Şu
bir yüz mü? .. Bizler mi? Düpedüz hainlik bu. Bizi oldugu
muz gibi yakalamak, daha nasıl bir tavır takınacagımızı
kestirmeye . . . Üstelik parça parça . . . Asıl çarpıtıcı, sinir bozu
cu, ayıp olan da bu.
Aynalar, geze-yoklaya, süpüre-fırçalaya atıldılar ileri , ışık
larını tuttular, göz önüne serdiler seyircileri. Arka sıralarda
oturanlar, ayaga kalkıp eglentiyi daha iyi görmek istediler.
Kendi yansılarıyla karşılaşınca yerlerine oturdular hemen . . .
N e çirkin bir gösteri bu ! Artık dış görünüşlerine önem ver
mediklerini düşündügümüz yaşlılar için bile . . . Hay Allah !
Ya o patırtıya, ugu ltuya ne demeli! lnekler de katıldılar üs
tümüze saglık, tam bir kör dövüşü ı Debelenmeler, kuynık
şakırtıları arasında doganın gizleri bir bir çözüldü, Dünya
nın Efendisi lnsan'ı , yabaniden ayırması gereken baglar da
var. Derken köpekler de katıldılar şenlige. Gürültüden kızı
şıp telaşla koşup geldiler! Baksanıza ! Afgan tazısı da içle
rinde . . . ona bakın!
Bu sı rada , iş iyice çıgrından çıkmışken, M i ss Falanca,
agacın arkasından çalılıktakilere el etti, -yoksa onlar kendi
istekleriyle mi uzaklaşmışlard ı onun yan ı n dan- Kraliçe
Bess; Kraliçe Anne; pazar yerindeki Tomurcuk; Akıl Çagı,
Polis Müdürü Budge; hepsi sahnede yerlerini aldı lar. Hacı
larla aşıklar da. Büyükbaba saat de. Sakallı ihtiyar da. Hepsi
oradaydılar. Dahası , her biri kendi konuşmalarından bir
tümceye ya da bir paragrafa sahip çıkıyordu. Aklımı kaçır
mak üzereyim, dedi biri. .. Bir başkası, Akıl'ım ben . . . Ya ben ?
Ben eski silindir şapkalıyım . . . Avcıdır ev, tepede görünen ev...
Yuva mı ? Madenciye ter döktürten, genç kızın yuvasını yapan
anayurt olmasın ?. . Tatlı sesle, usulca, tatlı sesle, usulca, ey ba
tı denizi rüzgarı ... Karşımda gördügüm bir hançer mi yoksa ? . .
Baykuş ıslıklıyor, sannaşık tıp tıp tıp vuruyor cama. . . Ölen e
149
kadar sevecegim sevgili, çık odandan gel bana . . . Ipekböceginin
kozasını sannaladıgı yere . . . Keşke kelebek olsaydım, keşke ke
lebek . . . Senin elindedir bizim barışımız. . . Hadi babacıgım, al
şu kitabı da yüksek sesle oku . . . Bakın bakın, köpekler havlı
yoı; dilenci/er. . .
Boy aynası çok agır çekiyordu. Bantharp adındaki deli
kanlı , şu mereti sürükleyemiyordu artık, istedigi kadar güç
lü kuvvetli olsun. Yerinde kalakaldı. Ötekiler de -yani el ay
naları, teneke kutular, kiler dolaplarının, koşum odasının
buzlu camları, agır kakmalı gümüş aynalar- hepsi kalakaldı.
Seyirciler de kendilerini asla bütün olarak degilse de, hiç
degilse yerlerinde sus pus otururken gördüler.
Saat, şu anda durmuştu. Şimdiydi. Bizlerdik
Demek huymuş kadının bize oynadıgı oyun! Bizleri şu an
da nasılsak öyle göstermek. Seyircilerin hepsi kıpırdandı, saç
larını düzeltip, sırtlarını dikleştirdiler, eller havaya kalktı, ba
caklar degiştirildi. Bart bile, Lucy bile sırtlarını döndüler sah
neye. Hepsi ya kaçınıyar ya gizleniyordu. Yalnız Mrs Manre
sa, camda yüzünü görünce aynayı akıl etti. Aynasını çıkardı,
bumunu pudraladı, rüzgarın dagıttıgı lülesini düzeltti.
"Harika ! " d iye haykırd ı Bartholomew. Yalnız bu kad ın
hiç gocunmaksızın sahip çıkıyordu kim ligine; kılı bile kı
pırdamadan kendi imgesiyle yüzleşiyordu. Mrs Manresa,
serinkanlılıkla rujunu tazeledi.
Aynaları taşıyan oyuncular yere çöktüler, hınzır, tetikte,
külyutmaz, sır tutmazdılar.
"Tam onlar," diye kikirdiyordu arka sıralarda oturanlar.
Ön sıranın sorusuysa, "Bu kıyıcı aşagılamaya boyun egmek
zorunda mıyız? "dı. Öbürle rinin gö rebilecegi bir biçimde
birbirlerine sokulup - o anda içlerinden geleni söylediler.
Hepsi, tek tek , o sorgulayıcı , aşagılayıcı gözün erimi dışın
da kalmak için yana kaydırdı koltugunu. Bazıları, kalkar gi
bi yaptı.
1 50
"Anladıgım kadarıyla oyun bitti , " diye homurdandı. Al
bay Mayhew, şapkasını aldı. "Artık . . . "
1 56
kadın yazar için alkış istiyorum sizlerden . . . " Bu tanıma uy
gun bir nesne arandı gözleri. Yoktu öyle bir şey. " . . . anlaşı
l a n , b aya n ı m ı z kendini gizlemekten yan a . " D u ra k sadı.
"Böylece ... " Yine duraksadı .
Zor b i r andı dogrusu. Sözünü nasıl bi tirseydi? Kime te
şekkür etseydi ? Dogadaki her ses kulak tırmalayıcıydı şu
anda: Agaçların hışırtısı, bir inegin tıksırıgı , hatta çimenier
de seken kırlangıçların pıtırtısı bile duyuluyordu. Gelgele
lim kimse agzı nı açmadı. Sorumlulugu kime yükleyebilir
lerdi? Bu eglenti için kime teşekkür borçluydular? Hiç kim
se yok muydu ortalıkta?
Derken çalıların arasında bir İtişme oldu, sonra da belir
gin, uyarıcı bir c ızırtı duyuldu. Bir ignenin plagı çizişi ve
çuf çuf çuf, neden sonra dogru dü rüst dönmeye başlayan
plaktan ilk türncenin habercisi titrek, telaşlı bir ugultu: Tan
rı ... (hepsi ayaga kalktı) Kralı Korusun.
Seyirciler ayakta, oyunculada yüz yüzeydiler; oyuncular
da bagış kutularını kıpırdatmadan, aynalarını arkalarma
gizleyerek, hazıroldan yer yer kaskatı kesilmiş giysileriyle
dikiliyariard ı.
1 58
bir çift süet eldiven mi, artık neyse-Budge ile Kraliçe Bess'i,
agaçları , bembeyaz yolu, Bolney Manastı rı'n ı , Hogben'in
Fantezisi'ni alkışladılar son bir kere. Vedalaştıktan so nra
dagıldılar, çimen tarhlarından geçip patikalardan inip kona
gın önünden dosdogru otomobillerin, bisikletlerin, moto
sikletlerin yıgıldıgı çakıl döşeli , yarımay şeklindeki park ye
rine üşüştüler.
Birbirlerini selamlıyorlardı yolda.
"Bence," diyordu biri. "Şu Bayan Adı neyse, sahneye ken
di çıkmalıydı , papaza bırakmamalıydı bu görevi. .. Ne de ol
sa yazar kendisi. .. Bence çok zekice kaleme alınmış . . . Yok
şekerim, bence zırvalık. Peki siz ne demek istedigini anladı
nız mı? Papazın dedigine göre, hepimizin rol yaptıgını söy
lemek istemiş yazar. . . Ayrıca, yine papazın dedigini yanlış
anlamamışsam, Doga da sözünü söylüyormuş. . . Bir de kö
yün delisi vard ı . . . Ayrıca, kocam haklı, konu tarihse, ordu
neden yok? Üstelik, her şeye can veren bir tek ruh varsa,
uçaklar ne demeye geliyor? .. Sen de kı lı kırk yarıyorsun
dogrusu. Unutma ki ne de olsa bir seyirlik oyun bu . . . Bana
sorarsan, ev sahiplerine topluca teşekkür edilmeliydi. Bizim
oradaki gösteriden sonra çimenler sonbalıara kadar iflah ol
mamıştı. .. Çadırlar kurmuştuk. . . Işte şu, Cobbs Corner'dan
Cobbet, bütün yarışmalarda bütün ödülleri toplayan adam.
Bana sorarsan, ödül almış çiçekleri de sevmem, ödül kazan
mış köpekleri de . . . "
1 60
herhalde . . . Acele etmesi şart, yoksa üstünü degişecek zama
nı kalmayacak. .. Yazar, hepimiz rol yapıyoruz diyor, demek
istedi papaz ama kimin rolünü? Işte, asıl soru ! Ayrıca so
nunda kafamıza birtakım sorular takılı kalmışsa , oyunun
başarısızlıgını göstermez mi bu? Dogrusunu söyleyeyim, ti
yatroya gittigimde, oyunun anlamını tam tarnma kavradı
gımdan emin olmak isterim ben . . . Yoksa bu muydu yazann
kafasında yatan . . . Dan, dan . . . yani acele kararlar vermeden
önce ayrı ayrı düşünürsek, siz ayrı, ben ayrı, gün gelir, degi
şik düşüncelerdeyken aynı sonuca varacagımızı mı?
"Işte sevgili dost Mr. Carfax ... Sizi aralıayla bırakalım mı,
bulmacaya varsanız ... Oyun hakkında bazı sorular soruyor
duk da birbirimize, Mr Carfax. Sözgelimi, şu aynalar, dü
şüncenin düş, müziginse -Bach mı, Hendel mi, yoksa sıra
dan biri miydi- asıl gerçek oldugunu mu kastediyorlardı?
Yoksa tam tersi mi?
Üstüme saglık bu ne keşmekeş! Kimse kendi arabasını
bulamıyor! Ben o yüzden ufak bir maskot astım benimkine ,
bir maymun. Yine de göremiyorum ortalıkta. Hazır şurada
beklerken söyleyin bana, saganak boşaldıgında birinin he
pimiz için gözyaşı döktügü duygusuna kapıldınız mı? Bir
şiir vardır, hani Gözyaşları . . . gözyaşları ... gözyaşları . . . diye
başlar. Ve o zaman zincirlerinden boşalmış okyanus diye sü
rer. . . Gerisi aklımda kalmamış.
"Mr Streatfield, her şeye can veren ruhtan söz ederken,
uçaklar girdi araya. Açıkhavada temsil vermenin en kötü
yanı da bu . . . Tabii yazarın asıl demek istedigi buysa, baş
ka . . . Öff buradaki araba parkı yeterli degil . . . Ama bu kadar
çok Hispano-Seiza görecegimi de sanmazdım dogrusu . . . Ş u
radaki Ro lls . . . Şu Bentley. . . Şu da Ford'un yeni modeli ol
malı . . . Yine oyuna dönersek. Makineler, şeytanın simgesi
m iydi yoksa yalnızca kargaşayı mı körüklüyorlar? .. Dan,
dan, dan. . . Hah, maymun maskotlu araba şuracıkta ... Hadi,
1 61
atlayın . . . Hoşça kalın Mrs Parker... Bir telefon etseniz artık.
Gelecek buluşmada unutmayın da . . . Gelecek sefere . . . Gele
cek sefere . . . "
Tekerlekler çakılların üstünde gıcırdadı. Arabalar uzak
laştı.
Grarnofon, Bütünleşme-Dağı lmışlık diye gurulduyordu?
Bir kere daha Bütün ... dağı ! diye guruldadı ... Sustu.
1 68
"Aslında seyircileri buraya yerleştirsem," diye mırıldandı,
"şuracıga . " Geceyarısı bir kayanın girintisinde kalan iki ka
raltı açıga çıkarken perde kalksa. lik sözcükler ne olurdu
peki? Sözcükleri bulamadı.
Agır valizi yine sırtlandı. Çimenligi geçti boydan boya.
Ev, uykuya dalmıştı; ince bir duman şeridi agaçlara vurup
kahnlaşıyordu. Ne tuhaftı dünyanın bütün bu ışıltıh yumu
şacık çiçekleriyle - nilüferler, güller, öbek öbek beyaz zam
haklar, hardal yeşili sazlar - hala bu kadar agır gelmesi. Top
raktan fışkıran yeşil sular, bogazına kadar yükseldi sanki . . .
Kıyıya yaptıgı yolculuktan saparak elini kaldırdı, demir
bahçe kapısının mandalını yokladı.
Valizini mu tfak penceresinden içeri attıktan sonra hana
gidecekti . Yatagını ve parasını paylaştıgı kadın oyuncuyla
aralarında çıkan çıngardan sonra içki susuzlugu gitgide art
mıştı. Yalnızlıgın verdigi ürpertiyle ürkü de. Şu günlerde te
pesi bir atarsa-atarsa şu köylü toplumunun hangi kuralını
çigneyecekti sahi? Ölçülülügü mü? Namuslulugu mu? Yok
sa aslında sahip olmadıgı bir şeye mi el atacaktı?
Köşede, mezarlıktan dönen ihtiyar Mrs Chalmers'la kar
şılaştı. Ihtiyar, elindeki ölü çiçeklere bakıp onu görmezden
geldi. Kırmızı sardunyalı köy evinde oturan ihtiyar hanım,
ne zaman karşılaşsalar, böyle yapardı. Evet, toplum dışı bi
riydi kendisi. Doga ne yapmışsa yapmış, o nu türdeşlerin
den ayn bir yere koymuştu. Oysa oyun metninin kıyısına,
"Seyircilerimin kulu kölesiyim ben, " diye yazmamış mıydı?
Kiler penceresinden fırlattı valizi, yürümeyi sürdürdü. Bir
köşe ileride, bar penceresinin kırmızı perdesini görüneeye
kadar. Orada bir sıgınak vardı en azından; sesler, unutuş.
Içkievi kapısının tokmagını çevirdi. Bayat bira kokusu bu
yur etti onu, konuşan insan sesleri. Birden sustular. Onun
hakkında konuşuyorlardı besbel l i . - Patro niçe de m eleri
urourunda degildi. Içkisini söyledi, duman bulutunun ara-
1 69
sından cama boyanmış kaba saha bir resme, ahırdaki inek
resmine baktı; bir horozla bir tavuk da vardı. Kadehini rlu
claklarına götürdü. Içti. Kulak kesildi. Tek hecelik sözcük
ler, çamurun dibine çöktü. Uyuşmuş başını salladı agır agır.
Çamur, bitekleşti birden. Sözcükler, bataklıkta debelenen,
aşırı içki yüklü budala öküzlerin arasından sıyrıldı, yüksel
di. Anlamsız sözcükler - harika sözcükler.
Ucuz duvar saatinin tik takları duyuluyordu, duman bu
lutu resmi bulandırıyordu. Damagında bir katran tadı bı
rakmıştı duman. Duman, haki ceketleri bulanıklaştırmıştı.
Onları görmüyorrlu artık, yine de kolları nı kavuşturmuş,
önünde içki bardagıyla otururken kendisinden desteklerini
esirgemediklerini biliyordu. Işte geceyarısının uç noktası ,
şuracıkta deminki kaya v e belli belirsiz seçilen karartılar.
Birdenbire agaca sıgırcıkların üşüşmesi. Kadehini bıraktı
elinden . Ilk sözcükleri duydu.
1 70
Puroyu yaktıktan sonra ekledi: "Hele elindeki olanaklar he
saba katıldıgında. "
Evet oyun bütün öbür oyunların arasına gömülmek üze
re gitgide uzaklaşıyordu; görünmezleşiyordu. Dumanın ara
sından Isa'nın gördügü, oyun degildi, seyircilerin dagılışıy
dı. Kimi araba sürüyordu, kimi bisikletliydi. Bir bahçe kapı
sı, ardına kadar açıldı. Bugday tarlalarındaki kırmızı viiiaya
giden yolu hızla aştı bir otomobil. Akasyanın sarkan dalları,
arabanın çatısını süpürüyordu, öyle ki eve yanaşırken akas
yalarla donanmış oluyordu.
"Aynalar, çalılıktan erişen sesler," diye mırıldandı. "Ne
demek istiyordu yazar sizce ? "
" M r Streatfield açıklamasını rica ettiginde, olmaz dedi ,"
Mrs Swithin.
O anda Giles, kabugu dörde soyulmuş, içinden ucu görü
nen bir muz uzattı karısına. lsa almadı. Giles, kibritini ta
bagına attı. Kibrit, ahududu suyuna degince hafifçe cızırda
yarak söndü.
Peçetesi ni katlarken, "Asl ında şükretmeliyiz ya," dedi
Mrs Swithin, "havaya tabii, nefisti, küçük bir saganak, o
kadar. "
Ayaga kalktı. lsa da onun arkasından kalktı, sofadan ge
çip salona yürüdü.
Ortalık iyice kararana kadar perdeleri asla çekmezler, ha
va iyice soguyana kadar pencereleri örtmezlerdi asla. Gün
daha bitmemişse, son ışıklarını neden engelleyelim? Çiçek
ler hala ışıl ışıldı, kuşlar hala cıvıldaşıyordu. Dikkatini dagı
tacak bir şey çıkmazsa, akşamüstü daha iyi görürdü göz;
balık ısmarlamak, telefona cevap vermek yokken. Mrs Swit
hin, kocaman bir Venedik manzarası önünde duraladı - Ca
naletto Okulu. Gondolun çıkıntısı altında kalmış bir kuytu
da küçük bir karaltı seçiliyorrlu galiba, yüzünü peçeyle ört
müş bir kadın mı, yoksa bir erkek mi?
1 71
Isa, dikişini masasının üstünden alıp pencerenin yanın
daki koltuga çöktü, ayagını altına aldı. Odanın kozamsı ka
bugundan dışarıdaki yaz gecesine baktı. Lucy de resmin içi
ne yaptıgı yolculuktan döndü, çıt çıkarmadan durdu öyle
ce. Güneşin kızılı , gözlük camiarına vuruyordu. Siyah şah
nın simleri parlıyordu. Bir an, başka bir oyundan çıkagel
miş trajik bir oyun kişisi gibiydi.
Sonra olagan bir sesle, "Papazın derligine göre," dedi "bu
yıl daha çok bagış toplamışız geçen yıla kıyasla. Ama geçen
yıl, yagmur yagmışt ı . "
"Bu y ı l , geçen y ı l , gelecek y ı l , a m a asla . . . " diye mırıldandı
lsa. Pencere pervazındaki eli güneşten yanmıştı. M rs Swit
hin, örgüsünü masanın üstünden aldı.
"Papazın sözleri iliklerine işledi mi?" diye sordu. "Degi
şik roller oynuyoruz ama hepimiz aynıyız aslında deyişi?"
"Evet," dedi Isa. "Hayır," dedi ardından. Evet'ti. Hayır.
Evet, evet, diyen gelgit kollarını açarak geldi. Hayır, hayır,
hayır, diyerek geri çekildi. Kıyıdaki çakıllarda, o eski postal
göründü yine.
"Bölük pörçük, kılık kırtık hurda parçalar," diye mırıl
dandı, anısı silikleşen oyundan aklında kalanları.
Lucy, tam agzını açmış ona bir şey söyleyecekti, bir yan
dan boynundaki haçı usulca okşuyordu ki erkekler içeri
girdiler. Her zamanki küçük kuş cıvıltılarıyla karşıladı onla
rı. Ayaklarını toplayarak yer açmaya çalıştı. Aslına bakılırsa,
bol bol yer vardı, ayrıca koltuklar kocamandı.
Erkekler, batan güneşin soyluluguna bürünerek koltukla
rına gömüldüler. Ikisi de kılık degiştirmişti. Giles'ın üstün
de profesyonel işadamlarına özgü siyah ceketle beyaz bo
yunbagı vardı şimdi, tek eksigi - Isa, kocasının ayaklarına
baktı, bagcıksız rugan pabuçlardı. "Bizim temsilcimiz, söz
cümüz," diye güldü alayla. Yine de kocası olaganüstü yakı
şıklıydı. " Çocuklarımın babası , hem aşık oldugum he m
1 72
nefret euigim erkek. " Şu aşk ve nefret ikilemi nasıl param
parça ediyordu kişiligini . Birinin yepyeni bir olay örgüsü
keşfetmesinin ya da yazarın çalılıklarda gizlendigi yerden
çıkmasının zamanı gelmiş geçiyordu artık . . .
O anda Candish girdi içeri. G ümüş b i r tepside ikindi
postasından çıkanları getirdi. Mektuplar vardı, faturalar, bir
de sabah gazetesi - dünü silip yok eden. Bartholomew, bir
bisküvi kırıntısını kapmak için su yüzeyine çıkan bir balık
telaşıyla kaptı gazeteyi. G iles, içinde iş evragı bulundugu
anlaşılan bir zarfı açtı. Lucy, Scarborough'daki bir arkadaşı
nın gönderdigi bulmacalı mektubu okumaya başladı. Isa'ya
düşen, faturalardı yalnızca.
Günlük seslerin titreşimleri sızıyorrlu kozaya: Sands'in
ateş yakışı, Candish'in ocaga kömür atışı. Isa faturaları göz
den geçirmişti. Odanın güvenli kazasında, oyunun silinip
yok oluşunu izledi. Çiçekler, kapanmadan önce ışıldadılar
bir daha. Isa, onların son ışımaların ı izledi.
Gazete hışırdadı. Saniye ibresi ilerliyordu. M. Daladier
frankı sabit tutmuştu. Kızcagız, askerlerle gönül eglendiri
yordu. Bir çıglık koparıp adamın yüzüne bir tokat indirmiş
ti. .. Ya sonrası?
Isa bir daha bakugında, çiçekler kapanmıştı.
Bartholomew, salondaki okuma lambasının d ügmesini
açtı. Yazılı - kagıta düşkün o ku r çevresi aydınlandı. Şura
cıkta güneşte kavrulmuş tarlanın kuytusunda çekirge, ka
rınca, börtü böcek bir araya toplanmış, parıltılı anızlıktan
güneş kavrugu toprak misketleri yuvarlıyorlardı dışarı. Gü
neş kavrugu tarlanın günlük güneşlik bir köşesinde Giles
ile Lucy kınntıları gagalarıyla parçalıyor, cilalıyorlardı. Isa
gözledi onları.
Derken, gazete yere düştü.
"Bitti mi işi?" dedi Giles, gazeteyi babasının elinden alarak.
Ihtiyar, gazetesinden vazgeçti. Kendini koyverdi. Bir eliy-
1 73
le ensesindeki köpek derisi kalınlıgındaki kat kat buruşuk
ları sıvazlayarak.
Saatin tik takı sürüyordu. Ev, çok kırılgan, çok gevrekmiş
gibi çıtırtılar çıkarıyordu. lsa'nın pencerede duran eli üşüdü
birden. Bahçeyi gölgeler kaplamıştı. Güller, gece uykusuna
çekilmişlerdi.
Mrs Swi thin, mektubunu katlayarak, "lçeri baktım da , "
dedi, "çocuklar, yapma güller altında mis gibi uyuyorlar. "
"Taç Giyme Töreninden kalma güller," diye homurdandı
Bartholomew yarı uykuda.
"Yine de süslemeler ugruna bu kadar zahmete girmemiz
gerekmezmiş," diye ekledi Lucy, "Bu yıl yagmur yagmadı."
"Bu yıl , gelecek yıl, geçen yıl, asla," diye mırıldandı lsa.
"Usta, terzi, asker, denizci ," diye degişti rdi nakaratı Bart
holomew. Uykusunda konuşuyordu.
Lucy, mektubu zarfına koydu. Artık, Tarihin Anahatları'nı
okuma zamanı gelmişti. Ama nerede kaldıgını u nutmuştu.
Resimlere bakarak çevirdi sayfaları - mamutlar, mamutum
su filler, tarih öncesi kuşlar. Aradıgı sayfayı buldu.
Karanlık koyulaştı. Rüzgar dalandı odada. Mrs Swithin,
hafifçe ürpererek, simli şalını omuzlarına aldı. Pencerenin
kapatılmasını rica etmeyecek kadar dalmıştı okudugu öy
küye. "Ingiltere o zamanlar, bir bataklıktı ," diye okuyordu.
"Ülke, balta girmez ormanlada kaplıydı . Onların iç içe geç
miş dallarının üstünde kuşlar şakırdı. . . "
Açık pencerenin geniş dörtgen inden yalnızca gökyüzü
görünüyordu şimdi. lşıgı çekilmişti, katıydı, taş gibi soguk
tu. I çeri gölgeler düşüyordu. Gö lgeler, Bartholomew'nun
geniş aln ına tırmandılar koca b u m u n u aşıp. Ba rtholo
mew'nun canı çekilmişti, hayalete benziyordu, koltuguysa
sanki bir anıtın altlıgıydı. Korkudan tüyleri ürperen bir kö
pegin de risi gibi segiriyordu teni. Ayaga kalktı , silkind i ,
hiçbir şeye bakmadan agır adımlarla odadan çıktı. Arkasın-
1 74
dan giden köpegin halıya gömülen patilerini duydu lar.
Lucy, hızla çevirdi sayfayı, okudugu bölümü bitirmeden
yatagına yatması emredilecek bir çocugun suçluluguyla.
"Tarih öncesi adam," diye okudu, "yarı insan, yarı may
mundu, yarı çömelik durumundan dogruldu ve koca koca
kayaları oynattı yerinden."
Scarborough'dan gelen mektubu sayfaların arasına, bölü
mün bittigi yere sıkıştırarak kalktı, gülümsedi, parmak uç
larını basarak çıktı odadan.
I htiyarlar yatmışlardı. Giles, gazeteyi buruşturdu, ışıga
yaktı. lsa'yla gün boyu ilk kere baş başa kaldıklarından, ko
nuşmadılar. Yalnızken, düşmanlık ç ıkıyordu ortaya, ama
aşk da çıkıyordu. Uyumadan önce kavga şart, kavga ettik
ten sonra birbirlerine sarılacaklardı. O sarılışmadan bir baş
ka hayat dogabilirdi. Ama önce kavga şart, tıpkı dişisiyle
kapışan yırtıcı erkek tilki gibi , karanlıgın yüreginde, gece
nin tarlalarında.
lsa, dikişini elinden bıraktı. Kocaman koltuklar daha da
kocamanlaşm ışlardı. Giles da. Pencerenin başında duran
lsa da. Pencere renksiz bir gök kesilmişti tepeden tırnaga.
Evin korunması kalmamıştı. Yolların ya da evlerin yapılı
şından bir önceki geceydi bu. Magara insanlarının, kayala
rın tepesinde bir yerden seyrettikleri geceydi.
Sonra perde kalktı. Konuştular.
1 75
VIRlıiNIA WOOLFPERDE ARASI
katl anabile n l e re .
Tom
l lET1 Ş1 M 966
ÇAGDAŞ D Ü NYA
E D E B I YATI 1 8 9