Professional Documents
Culture Documents
GİRİŞ
Toplumsal değişme, toplumun kültürünün ve toplumsal davranışların zaman içinde farklı etkilerle ve
farklı amaçlar doğrultusunda farklılaşmasıdır. Toplumlar genellikle ilerleyerek ve genişleyerek
değişirler.
Değişim bireysel, toplumsal ve evrensel bir kanun olarak bu varlık aleminde bulunan ve var olan her
varlığın mukadderatıdır. Değişim, bir İlahi kanun olarak, şu kâinat hamurunun mayasıdır. Değişkenler
dünyasına gönderilen her varlık değişimin etkisinden kendisini kurtaramaz. Sinekten semeğe,
zerreden (atomdan) şemse (güneşe), hatta galaksilere değin tüm varlıklar değişimin zorunluluğuna
karşı koyamaz. İnsan gibi şuurlu varlıklar, bilinçli bir şekilde değişiyorsa yatay, bilinci olmayan diğer
tüm varlıklar ise dikey biçimde, coğrafi değişimlerin zorlamasıyla zaman içinde değişime maruz
kalırlar. Coğrafi, sosyal ve beşeri açılardan her tür (nev’), değişimin tezgâhına uğrar; gerekli
uygulamalardan sonra kendi türünün farklı formlarına dönüşür. Değişim (tebeddülat – tahavvülat -
tagayyurat) kaçınılmazdır. Darwin’in Evrim Teorisi düşüncesi gibi, farklı düşünürler bu değişimleri ve
değişim sonucunda ortaya çıkan sonuçları kendi temel düşünceleri doğrultusunda yorumlamışlardır.
Genelde bilim tarihinde, özelde felsefe tarihinde bu konuda yoğun tartışmalar yaşanmıştır.
Bediüzzaman Said Nursi de, kâinattaki değişimlerin (tahavvülatın), nevilerin (türlerin) çeşitlenmesini
sonuç verdiğini; bu sonucun temel nedeninin ise Esma-i Hüsna’nın tenevvüü (çeşitlenmesi) olduğu
şeklinde değerlendirir.
Batı medeniyetinin kurucusu olarak kabul edilen Aristoteles, “Her tür var olan, bir nedenden dolayı
değişim ya da değişmeme durumu içerisindedir.” Öyleyse, değişim nedensiz olmaz. Değişim
olgusunun 4 kabulü vardır:
1. Değişime uğrayan bir özne vardır: Buna değişken denir. Değişkenler bağımlı veya bağımsızdırlar.
Risale-i Nur’a göre, Cenab-ı Hak dışında her şey (mâsiva) bağımlı değişkendir. “O ‘ol’ dediğinde her
şey oluverir”.
2. Değişimin kendisine göre gerçekleştiği bir form (kalıp) vardır: Aristo’nun değişim kabulündeki form
ya da kalıp, değişkenin alacağı yeni formdur. Bu form Risale-i Nur’a göre, değişimin onunla
gerçekleştiği Esma-i Hüsna’nın gerekleridir. Mesela, canlının ölümü o değişkenin Muhyî isminden
Mümît ismi formuna değişmesidir. Aynı şekilde, açken, O’nun verdiği rızıkla beslenenin bir canlının
“Rezzak” ismi formuna tebeddül etmesi gibi…
3. Değişimi sağlayan bir etkinlik (nedenler) vardır: Değişim bir etkinlikle gerçekleşir. Etkinlik
değişkenin alacağı formun türü ve cinsine göre belirlenir. Dünyadaki etkinlikler İlahi yasalardır. Tabiat,
Allah’ın isimlerinin tecelli ettiği yasalar formudur. Bu yasalar dünyada yatay ve dikey olarak tecelli
edebilir. Deprem, sel, yangın vb. İlahi musibetlerle gelen değişimler dikey değişime sebep olurken,
savaş, barış vb. beşeri etkinlikler ise yatay değişime neden olmaktadır.
4. Değişimin belli bir amacı vardır: Her değişken kendi amacına uygun bir şekilde değişir. Tabiattaki
değişimlerdeki amaçlar İlahi irade tarafından ilm-i İlahide saklıdır; insan mutlak gereceği bilemez,
sadece yorumlayabilir. Sosyal ve siyasal hayattaki amaçlar ise, iktidarın veya hâkim gücün bağımsız
değişken konumunda bulunup, bağımlı değişkenleri, yani yönetilenleri, siyasi, sosyal, ekonomik ve
kültürel bir plan ve program doğrultusunda değişime maruz bırakmasıdır.
Toplumsal değişmede müsbet hareket yönteminin önemini anlamak için birey-toplum ilişkilerine
bakmakta yarar vardır.
Bireyin, sosyal hayata dâhil olmasıyla karşılaştığı hayır-şer, iyi-kötü, güzel-çirkin gibi zıtlar arenasında,
doğru kararlar verebilmesi için her zaman sosyal desteğe ihtiyacı vardır. Sosyal dünya ile bireyler ayrı
olgulardır. Her ikisi de birbirinden ayrı birer varlıktır. Sosyal bir dünya vardır ve insanlar bu dünyanın
içinde hareket edenlerdir. Her insanın kendi zihninde psikolojik süreçler (motivasyonları, istekleri,
öğrenme becerileri, hatırladıkları, unuttukları, kişilik eğilimleri) sürüp giderken, zihinlerinin dışında da
bir sosyal dünya vardır. Bu sosyal dünyanın kurallar, âdetler, kurumlar gibi sosyal güçleri vardır. İşte
insanın kendi zihinsel/psikolojik süreçleri ile sosyal dünyanın sosyal süreçleri etkileşim halindedir. Bu
etkileşim insanların yapıp ettiklerini biçimlendirir (sözgelimi düşüncelerinizi nasıl ifade edeceğiniz
toplumun değerlerine bağlıdır, gibi.). Ama bu şekillendirmenin ana merkezi sosyal dünya değil bireyin
zihni ve zihninde işleyen süreçlerdir (algı, dikkat, hafıza, düşünce, tutumlar vb.). Dış dünya adı da
verilen sosyal dünya, bu etkileşime ancak bir biçim vermektedir. Bireyin zihni ve zihninde işleyen
psikolojik süreçler evrenseldir, her yerde aynı kurallarla işler (öğrenme gibi). Ama bu zihinsel
psikolojik süreçlerin sosyal dünya ile (ki kültürden kültüre değişir) etkileşimi, bu süreçlerin sonuçlarına
farklı farklı biçimler, görüntüler verir. Böylece, birey, sosyal dünyayı hem etkileyen bir bağımsız
değişken, hem ondan etkilenen bir bağımlı değişken olarak, zaman içerisinde kendisini bekleyen bir
forma kavuşur. Ancak bu form da statik değil, dinamiktir; sürekli değişim vardır; bu sürekliliğin nedeni
ise insanın sürekli olarak imtihan içinde olmasıdır.
Kur’an-ı Kerim’e göre, insan fıtratına derç edilen en yüce form, insan-ı kâmil olmaktır. Tüm bu
etkileşimin amacı da sosyal hayat-birey arasındaki davranışlar bağlamında insana bir etiket
yapıştırmaktır. Mükemmel olma formunun oluşumunda en temel kavram ise “iman”dır. Bu konu
Risale-i Nur’da şu şekilde belirtilmiştir:
Değişimin amacı ile ilgili olarak, Aristoteles, tüm canlıların bir amaca göre değişime uğradığını savunur
ve bu amacı “en yüksek iyi” (Eudaimonia) olarak tanımlar. Sosyal hayatta en yüksek iyiyi kimler
yakalayabilir, sorusuna cevap vermek amacıyla insanların sosyal yaşamlarına girer ve insanların hayat
algısını dört grupta toplar:
1. Hazzı amaçlayan yaşam: Köleler (Eski zamanda gerçek köleler, günümüzde nefsin veya başka
güçlerin kölesi olanlar) ve hayvanlar böyle bir yaşam sürer.
4. Felsefi yaşam.
Aristo, en yüksek iyiye / mutluluğa “felsefi yaşam” sürenlerin ulaşacağını savunur. Hocasının (Eflatun)
hocası olan Sokrates’in dediği gibi, “Sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez!” düşüncesinde
olanların ulaşabileceğini belirtir. Bu yargının günümüzde ve yaşadığımız inanç temelli hayat
tarzımızda Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Hayatın zevkini ve lezzetini isterseniz hayatınızı iman ile
hayatlandırınız!” tavsiyesinde olduğunu görmekte yarar vardır.
Bediüzzaman Said Nursi, Aristo’nun 4 kategoride ifade ettiği sınıflandırmayı iman-küfür ikilemine
indirir ve hazcılığın, egoizmin, mal mülk müptelası olmanın, bir zehirli bal olan şöhretin, riyakarlığın
vb. tüm olumsuzluklar davet eden söz konusu sıfatların ilacının “Allah’a iman ve Allah sevgisi”
olduğunu belirtir. Aynı zamanda haz, şöhret, onur gibi vazgeçilmezleri yok saymak yerine, onların
yüzünü hayra, doğruya ve olması gereken düzeye çekebilmektir. Bediüzzaman bunu şu şekilde ifade
eder:
“Hayatta ya tozu dumana katarsın veya tozu dumanı yutarsın” kaidesince, her insan, parçası olduğu
toplumsal yapının içerisinde oynadığı rollerden dolayı ya etkilenen veya etkileyen olacaktır. Ya
bağımsız bir değişken olarak rol alacak ya da bağımlı değişken olarak sosyal deneylerin aracı olacaktır.
Bu makalede, toplumsal değişme tiplerinden olan “Serbest toplumsal değişme” nin müsbet hareket
dinamikleri ile, “Müdahale yoluyla toplumsal değişme” de müsbet hareket kurallarının nasıl
işletilmesi gerektiğine dair konunun Risale-i Nur’daki karşılıkları üzerinde duracağız.
İkinci tür değişme ise, -e rağmen bir değişmedir ki, buna Baskı Yolu ile Toplumsal Değişme diyoruz.
Bu, toplumun yapısının zorla değiştirilmesidir. Genellikle diktatoryal ve otokratik yönetimlerde
gerçekleşir. Halk için halka rağmen dayatmasıdır. Baskı yolu ile değiştirmenin amacı, değişimi kısa
sürede elde etmektir. Gücü elinde tutanlar tarafından merkezi planlama ile yapılır. Halkın bu
planlamaya müdahale etmesi veya planlamayı denetlemesi mümkün değildir. Dünyada en sık görülen
örnekleri, ırkçılık, din veya dinsizlik adına, baskın mezhep adına dayatmalar bağlamında yapılan tüm
zoraki değişimler bu tarz değişime örnektir.
Özetle, müsbet hareket yönteminin birey-toplum ilişkilerinde olduğu kadar, birey-devlet ilişkilerinde,
sosyal ve siyasal yönlendirmelerde müsbet hareket koruması altına girmenin tarafların tamamı için ne
kadar sağlıklı olduğunu bir gerçektir. İnsanların bireysel ve kitlesel olarak, sosyal ve toplumsal
değişimler karşısında kendi kimliğini, kurumsal aidiyetini, inanç yapısını bozmadan koruma altına
almasını sağlayan yaşam tarzı veya yaşam tavrı üzerinde durulacaktır. Müsbet hareket olarak
kavramsallaştırılan bu anlayış, sosyal ve toplumsal değişimlerden zarar görmeden çıkabilme
yeteneğine sahip olmanın; hatta değişimlere kendi değerlerine göre liderlik yapmanın; tüm
davranışların sosyal psikoloji temelinde etken, etkin ve etkili olabilme becerilerine dair bir algılayıştır.
Müsbet Hareket
“Müsbet hareket” kavramı Risale-i Nur’un en önemli terminolojilerinden biridir. Kavram olarak
“Değişimin amacına ve değişimden beklenene uygun davranmak, hakta sebat etmek, prensiplerinde
sabit kalmak, ispat etmek, pozitifdüşünmek” gibi manalara gelmektedir. Bediüzzaman Said Nursi’nin
pek çok konuda olduğu gibi, kişileri, toplumları, olayları gruplandırma ve ona göre etiketlendirme
metodolojisini “müsbet” kavramında da görebiliriz.
Risale-i Nur’da geçen konularda müsbet kavramı bazen mecazi anlamıyla, çoğunlukla da gerçek
anlamıyla kullanılmıştır. Said Nursi’nin çıkış kavramı “iman” olduğu ve hizmetinde karşılaştığı her
durumu anlamak için, uzakları yakınlaştıran “müsbet dürbününü” kullandığından, bireysel ve
toplumsal hizmetini, hareketini, prensiplerini tamamen müsbet kavramında toplamıştır.
Risale-i Nur’a “Tutum ve davranış boyutunda temel yaklaşımınız nedir?” diye sorsak, müsbet
düşünmek (Batıl şeyleri iyice tasvir, safi zihinleri idlaldir.), müsbet tutum takınmak ve müsbet
davranış göstermektir, cevabını almak mümkündür. Said Nursi’nin tarihçe-i Hayatına bakıldığında,
daha küçüklüğünde tabiattaki canlılara zarar vermekten sakındıran, karıncalara çorbasının tanelerini
verip, suyu ile yetinen, tüm olumsuz düşünce ve davranışlardan (münker) kaçınan, doğru bildiğini
söylemekten asla sakınmayan, en zalime bile hakikati haykıran bir insan “müsbet” kavramının somut,
mücessem bir hali, bir prototipidir.
Bediüzzaman Said Nursi “müsbet” kavramının gerektirdiği yaşam tarzının hürriyetle mümkün
olduğunu; insanları her tülü menfi davranışlara iten ortamların baskıcı ve despotik yönetimler
olduğunu vurgulayarak müsbet kavramı ile sosyal-siyasal yapı arasında ilişkiler kurar. Bu bağlamda,
Hürriyeti “Ne kendine ve ne de başkalarına zarar vermemek” teması üzerine kurgularken, konuyu
hürriyet-müspet hareket ilişkisine dönüştürdüğümüzde 2 türlü müsbet hareket algısı ortaya
çıkarabiliriz:
Birincisi; kişinin kendisine karşı müspet davranmasıdır. Yani kendini her türlü maddi-manevi
zararlardan korumasıdır. İkincisi ise başkalarına karşı müsbet harekettir ki, kimseye maddi-manevi
zarar vermemektir.
Bediüzzaman bu ikilemli müsbet davranışın kaynağının İman ve amel-i salih olduğunu vurgular.
İşaratul İ’caz’da şu şekilde bahseder:
“Akaidîve imanî hükümlerikavîve sabit kılmaklamelekehaline getiren, ancak ibadettir. Evet, Allah'ın
emirlerini yapmaktan venehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdanî ve aklî olan imanî
hükümlerterbiyevetakviyeedilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hale,âlem-i İslâmınhâl-i
hazırdaki vaziyeti şahittir. Vekeza, ibadet, dünya veâhiretsaadetlerine vesile olduğu gibi,maaşve
maâde, yani dünya veâhiretişlerinitanzime sebeptir ve şahsî venev'î kemâlâta vasıtadır
veHâlıkileabdarasında pek yüksek birnisbetve şerefli birrabıtadır.” (İşaratu’l-İ’caz. www.erisale.com)
Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatı incelendiğinde, uzun bir ömrün tamamının “müsbet” yaşandığı
görülecektir. Onu, yapacağı hizmetlerin yetenekleriyle donatan Cenab-ı Hak, yaşadığı netameli asrın,
helaket ve felaket asrının adamının her hareketini kontrol altında tutmuş, onun hayatında menfilik
adına hiçbir davranış görülmemiştir.
Tüm bu felaketlerden ve helaketlerden kurtulmanın tek yolu müsbet hareketten başkası değildir.
Bediüzzaman Said Nursi’yi çağdaşlarından ayıran en büyük özellikte budur.
18.yy sonu ve 20.yy sosyal ve toplumsal değişmelerin yaşandığı hızlı bir çağdır. Bediüzzaman’ın
önünde iki seçenek vardır: Ya, değişime liderlik etmek ya da değişime tabi olmak. Yakın tarihi
incelediğimizde, değişime tabi olmanın yıkılmak ve yok olmak anlamı olduğu açıktır. Serdengeçti’nin
deyimiyle “Herkes yıkıldı; yıkılmayan bir tek Said Nursi ve Nur talebeleri!”
Bediüzzaman, iman ve akaidin temel konularında tahribat yapmadığı sürece değişimi yönlendirmeye
çalışmıştır. Değişim konusuna alternatifler getirerek daima müsbeti tercih etmiştir. Bu ister imani
konularda olsun, ister sosyal ve siyasi konularda, fark etmiyor.
Bediüzaman’ın tarzı tanımlamaya önem vermesi açısından sokratiktir. Yani, yeni terminolojiyi isme
takılmaksızın öncelikle tanımlar. Tanımlayarak, o kavramla ilgili bir düşünce çerçevesi çizer. Onun
prensiplerinden biri de “Tebeddül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez”dir.
Mesela, Osmanlı devletinin son çeyreğinde tartışılan “Meşrutiyet” “Hürriyet” “İstibdat” gibi
kavramların anlatıldığı Münazarat kitabına müracaat edildiğinde bu apaçık görülmektedir.
Bediüzzaman’ın anladığı ile diğer insanların anladığı arasındaki fark ortaya çıkar. Bu terminolojiye yeni
İslami tanımlar getirir. Bediüzzaman, tanımlama yöntemiyle anlamı yönetir. İnsanları (düşünürleri)
kendisi gibi düşünmeye iteler. Aynı şekilde, “Adalet”, “Hukuk”, “Cumhuriyet”, “Laiklik” gibi
kavramlarda da benzer bir yaklaşım görürüz. Sözgelimi, adalet kavramını “izafi” ve “mahza” olarak
ikiye ayırır ve tanımlar. Hukuk sistemlerinin özellikle insan hakları boyutundaki görüşleri mahkeme
müdafaalarından incelenebilir. “Laiklik” kavramını ise “Eğer lâikcumhuriyetsoruyorsanız, ben
biliyorum ki, lâik mânâsı,bîtarafkalmak, yani hürriyet-i vicdandüsturuyla, dinsizlere vesefahetçilere
ilişmediği gibi, dindarlara vetakvâcılara da ilişmez bir hükûmettelâkkiederim.” (Denizli Hayatı 14/74
www.erisale.com) görüşleriyle laikliği olması gereken mecrasına çeker.
Avrupa tahlillerinde müsbet hareketi gösterir. Bu tahlillerde o yine adaletlidir; Avrupa’yı tümden
reddeden bir tavır göstermez. “Birinci” ve “İkinci” Avrupa’dan söz ederken, Birincisi olan dindar
Avrupa’ya taraf, dinsizliğin kaynağı olan İkinci Avrup’yı ise reddeder.
Çok partili sisteme geçildiğinde başta Adnan Menderes ve Celal Bayar’a yazdığı mektuplarda Kur’an’ın
“birisinin hatasıyla akrabası ve yakınları mesul olmaz!” düsturunu sıkça hatırlatır. Demokratik ve çok
partili siyasal sistemde hürriyetlerin genişletildiği bir ortamda en çok ihtiyaç duyulan “adalet” ve
“hukuk” düşüncesi üzerinde durur.
Bediüzzaman, “cebr-i keyf-i küfri” olarak tanımladığı topluma ters, toplumun inanç ve geleneklerine
aykırı kanunlara uymamıştır. Uymamam eylemini kendisini bir “Münzevi bir muhalif” olarak
tanımlayarak makulleştirmiş; kanunların münzevilere uygulanamayacağını belirtmiştir. Kendi
dünyasında bir tür pasif direniş göstererek müsbet davranmıştır. Şapka giymemesi, kılık ve kıyafetini
değiştirmemesi vb. davranışları örnek olarak göstermek mümkündür.
Bediüzzaman Said Nursi, tüm sosyal ve siyasal kararlarda “yönlendirici” rolü oynar ve kişilere, olaylara
ve olgulara müsbet tarafından yaklaşır. Bu konuda Şerif Mardin şunları kaydeder:
“Said Nursi'nin yapmakta olduğu ise, Osmanlı’daki "gündelik olan" içinde önemli bir yer tutan kültürel
kaynaklara -dini söylem- sahip çıkmak, ancak bunu yaparken de söz konusu kaynakları modern bir
toplumun gereklerine uyum sağlayacak tarzda zenginleştirmekti.” (Şerif Mardin, Bediüzzaman Said
Nursi Olayı. www.altinicizdiklerim.com)
Bediüzzaman müsbet hareket tarzının İslam aleminde meydana gelecek toplumsal değişmelerde de
yer alması için meşhur Şam hutbesini verir. İslam âleminin hastalıklarına yönelik olarak sunulan bir
reçetedir. Bediüzzaman bu hutbenin girişinde sunduğu 6 hastalıktan şu şekilde bahsetmektedir:
Birincisi:Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi. İlacı: Müspet hareketi - Ümit, el-Emel.
Müsbet düşünme yaklaşımının en bariz örneği ise, fenlerle ilgilidir. Pozitivizmin çürütücü takıntılarını
eğitim sistemine adapte ederek, dinsiz bir nesil yetiştirme politikalarına karşı, pozitivizmin kendine
alet ettiği fenleri Allah’ın varlığı ve birliğinin delilleri olarak kullanması; esma-i hüsnanın tecelliyatı
olarak değerlendirmesi müsbet ilim kavramına dönüştürmesi enteresan olduğu kadar en güzel bir
müsbet hareket yaklaşımıdır.
Bediüzzaman Said Nursi, toplumsal değişime yol açan olaylarda öncelikle asayişi muhafaza, sosyal
barış ve sükunet taraftarıdır. Çünkü karmaşa, kaos ve anomik davranışlar menfi birer hareket olup,
böyle ortamlar kör döğüşüne benzediğinden doğru fikirlerin ölü doğmasına sebep olmaktadır.
Bediüzzaman Said Nursi, tüm hayatında “hukuk” anlayışının, özellikle “adalet-i mahza” düşüncesinin
hayata geçirilmesini amaçlamıştır. Onun “Muhabbete muhabbet” ilkesi ya da “adavet sıfatına adavet”
ilkesi sosyal kardeşliğin en güzel temelidir. “Medenilere galebe çalmak ikna iledir; söz anlamayan
vahşiler gibi icbar ile değildir” düsturunu müsbet hareketin en güzel bir yol haritası olarak
nitelendirebiliriz.
Bediüzzaman’ın hiç hoşlanmadığı hatta hayatında sürekli mücadelesini verdiği olgular; zorbalık, baskı,
diktatorial yönetimler ve bunların doğurduğu zorla değişimdir. O bu tarz değişimlere, şekil
değiştirmiş, meşru kavramlara sığınılmış bile olsa karşı çıkar. Mesela Meşrutiyet kavramının arkasına
sığınıp, meşrutiyeti baskı aracı olarak kullananlara şu cevabı verir:
Biz ki hakikî Müslümanız; aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için yalanatenezzületmeyiz. Zira,
biliyoruz ki,“En büyük hile hileyi terketmektir.” fakat,meşru, hakikî meşrutiyetin müsemmâsınaahd ü
peymanettiğimden, istibdatneşekildeolursa olsun,meşrutiyetlibası giysin ve ismini taksın, rast
gelsemsillevuracağım.
Bediüzzaman, değerli kavramların hakkını vererek uygulamak yerine onu kendi çıkarlarına kullanan,
bu nedenle de bu kavramları çarpıtarak veya su-i istimal ederek inanılmaz zulümlere yol açanları
eleştirir.
Bediüzzaman, sosyal değişmelerin fıtriliği taraftarıdır. Amacı ne olursa olsun, tepeden inme
değişimlere karşıdır; bu dini de olsa geçerlidir. İslam fıkhına yaptığı atıfta, “harbi kafirin münafık
olması”nın sebebi, inanç üzerinde baskıcı zorlamadır. Münafık ise harbi kafirden daha tehlikelidir.
Bediüzzaman bu nedenle değişimin zorlamayla yapılmasına karşıdır. O, fıtriliği savunur; değişim tabii
mecrasında ve ihtiyaç nisbetinde oluşmalıdır. Hayırlı sonuçlar fıtriliktedir; yapay ve dayatma yoluyla
gerçekeleşen değişimler fıtri değildir ve olsa da geçici ve zarar vericidir. Bunu şu veciz cümlesi ile ifade
etmektedir:
“Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğerkâinattakikanun-u fıtratamuvafıkhareket etmezse,
hayırlı işlerde veterakkîdemuvaffakolamaz. Bütün hareketişervetahriphesabına geçer.” (22. Lem’a 2.
İşaret)
Nebevi Metod
Bediüzzaman’ın hayatının müsbet hareket prensibi, aslında bir “Nebevi metod”tur. Zayıfken de
güçlüyken de menfi hiçbir tutum ve davranış sergilememiş olan Peygamber Efendimiz (sav) hayatı
müsbet hareket örnekleriyle doludur. Tebliğe başladığı 610 yılından son hutbesine değin mesajları
Kur’an’ın ona öğrettiği davranışla şekillenmiştir. 40 sahabesiyle Kâbe’yi tavafta sıkıştırılması, Taif’te
taşlanması sonrası kan revan içinde kalması, öz amcası Ebu Leheb ve karısının şiddetli eziyetine maruz
kaldığı halde “Allah’ım affet! Onlar bilmiyorlar.” Düşüncesini dillendirmesi en güzel müsbet hareket
örnekleridir. Onca zulüm, eziyet ve işkencelere rağmen davasından dönmeyen; en cazip dünyevi
teklifleri “Bir elime ayı bir elime güneşi verseniz ben bu davamdan vazgeçmem!” diyerek reddeden
bir Resulü Ekrem, sabır ve metanetiyle, tahammül ve gayretiyle; hatta hicretiyle müsbet harekette
mü’minlere en güzel örnektir. Bu konuda, Bediüzzaman Said Nursi’nin Mektubat eserinden 19.
Mektub’u, Sözler isimli eserinden 19. Söz‘ü ve Lem’alar isimli eserinden 11. Lem’ayı okumak anlamı
olacaktır.
Nebi (as)’ın “en güzel ahlakla” yaratılmış olması, “Kur’an ahlakı”nı yaşaması müsbet hareket
düşüncesinin temelidir. O halde “Müsbet hareket nedir?” sorusunun cevabının “Resul-u Ekremin,
Kur’an’da övülen güzel ahlakıdır” diyebiliriz. Bediüzzaman, O’nun kısa zamanda, 23 yılda
gerçekleştirdiği toplumsal değişmeyi 19. Sözdeki şu cümleyle tarif etmektedir:
“YEDİNCİ REŞHA: İşte, bak: Şucezire-i vâsiada vahşî ve âdetlerinemutaassıpve inatçı muhtelif akvâmı,
ne çabukâdâtveahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerinidef'atenkal' ve ref'ederek, bütünahlâk-ı
haseneileteçhizedip bütün âlememuallimve medenî ümeme üstad eyledi. Bak, değilzahirîbirtasallut,
belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih veteshirediyor.Mahbub-u kulûb,muallim-i ukul,mürebbi-i
nüfus, sultan-ı ervaholdu. (Sözler, 19. Söz, Yedinci Reşha)
Ana akım sosyal psikolojinin tanımına göre, tutum, kişideki zihinsel yapının davranış yoluyla kendini
görünür kılmasıdır. Tutumlar, ortaya çıkacak olan davranışı etkilemektedir. Davranışların önceden
kestirilebilmesi amaçlandığında, tutumların bilinmesi önem kazanmaktadır. Çünkü tutumunu
bildiğimiz kişinin, grubun, kitlenin belli ortamlarda nasıl davranacağını tahmin etmek mümkün
olabilir. Davranışta farklılıklar meydana getirmek için tutumları değiştirmek önem kazanmaktadır.
Müsbet hareketi bir tutum olarak değerlendirdiğimizde, Said Nursi’nin yaptığı tam da budur: Yani
tutumları değiştirmek. Hem de sadece bireysel değil, kitlesel tutumları da… Risale-i Nur Külliyatı,
bilişsel düzeyde ondan istifade edenlerin bilişlerini değiştirerek tutumlarına olumlu etki etmesiyle
bilinir.
Bu konuda, Ankara Üniversitesi’nde bir konferans veren Zübeyir Gündüzalp, “Konferans” ismini
taşıyan eserinde, Risale-i Nur’un tutumlar üzerindeki etkisini şu şekilde belirtmektedir:
Risale-i Nur’un verdiği bilgiler, bilişsel öğe olarak, olumlu tutum oluşturan veya olumsuz tutumu
olumluya dönüştüren bilgilerdir. Bu bir ham veri değil, işlenmiş bir bilgidir (information). Risale-i Nur
bilgisi, müellifin “Tefekkür metodu” olarak gündemde tuttuğu üst düzey düşünsel becerileri
içermektedir. Bunlar, problem çözme, analiz, sentez, değerlendirme, karar verme, çevirme,
yorumlama gibi becerilerdir. Bu bağlamda müsbet hareketi, pedagoji açısından, üst düzey zihinsel
becerilerin toplamı olarak da tanımlayabiliriz.
Tutumu etkileyen ikinci öğe ise, duyuşsal öğedir. Bilişsel düzeyi anlamlı kılacak ve işlenmiş bilginin
kalıcı olmasını sağlayıp, alma, sahiplenme, organize etme, savunma gibi düzeylerde gönüllülük
oluşturmadır. Said Nursi’nin buradaki müsbet yaklaşımı, insana verilen duyuların yönünü hakka ve
hakikate çevirmektir. Bunu şu şekilde ifade eder:
***
Bediüzaman Said Nursi tutumlar üzerinde doğrudan bir duyuşsal etki bırakmaktadır. Dinin getirdiği
özellikler Risale-i Nur’un temel yapısına hakimdir. Bu konuda Zübeyir Gündüzalp Konferans isimli
eserinde şunları söylemektedir:
Bediüzzaman Said NursîHazretleri diyor ki: "Risale-iNur başka kitaplar gibi yalnız ilim vermiyor, onun
mânevî dersi de vardır." İşte bu mânevî dersin tesiridir ki,Risale-iNur'u okuyanlarınruh ve kalbleri,
vicdan velâtifeleri ofeyyazdersten hisselerini ve gıdalarını alıyorlar. Bu mânevî dersinnüfuzu değil
midir ki, Nur Risaleleriniokuyanlarınmânevî âlemleriİlâhîNurlarla yıkanıyor. Veİlâhîbir câzibeveilâhîbir
tesirle imanhakikatlarına müsahharvemeftunvemeclûpbir hale gelerek Allah ve Resulullah yolunda
yükseliyorlar. İlm-i imanâşıklarıRisale-i Nur okuyor. DinîmalûmatmeraklılarıRisale-iNur okuyor.
Hakikatarayıcıları Risale-iNur okuyor. MücadelecimücahidfıtratlarRisale-iNur okuyor. Hamâset,
bahadırlık ve kahramanlığınşâhikasına erişmek isteyen
Görüldüğü gibi, Said Nursi’nin kişilerin tutumlarına yönelik bir değişim hedefi vardır. Sosyal psikoloji
bilimi davranışların temelinde tutumlar olduğunu belirtmektedir. Tutum değiştirmek kolay değildir.
İnsanların kanaatlerini etkilemek bilişsel ve duyuşsal öğeler yoluyla insanların davranışlarını müsbete
yönlendirmek bir liderlik özelliğidir.
Günümüzde sosyal medya başta olmak üzere, yazılı ve görsel medyanın tüm amacı tutumlara etki
etmektir. Algı operasyonları oluşturmak da tutum değişimi politikasıdır. İletişim araçlarının
çeşitlenmesi ve hızlanması, sonuçta insanlar arasında iletişimi hızlandırması, insanlarda anlık
değişimlerine neden olabilmektedir. Bu da ikna psikolojisini gündeme getirmektedir.
İknaın en önemli esaslarından olan “güven” duygusu toplumsal bir dinamik olarak öne çıkmaktadır.
Çünkü insanlar güvenmek ve güvenilmek isterler. Güven duyulan ve güven duyan arasındaki ilişki,
toplumsal değişmede çekim gücü ve çekim alanı oluşmasına sebep olmaktadır. Bu da topluluklar
üzerinde müsbet bir etki yapmaktadır. Bediüzzaman’ın Müslüman toplumların en büyük
ihtiyaçlarından birinin de “aralarındaki emniyetin (güven) tesisi”dir (Lem’alar, 17. Lem’a, 7. Nota) Bu
ne ile olabilir? Müsbet hareket sınırları içinde müsbet iman hizmeti ile gerçekleşebilir.
Nitekim Şerif Mardin Bediüzzaman Said Nursi Olayı kitabında, Said Nursi’nin tutumlar üzerindeki
etkisini şu şekilde ifade etmektedir:
“Said Nursi’nin yazdıklarında din ve ibadet kuralları konusunda pek az şey vardır. ... Said Nursi'nin
vurgusu İslami ahlakın şekil-ibadet yönü üzerinde değil, mana yönü üzerindedir. Bu durumda Said
Nursi'nin idrak kabiliyeti, iletişimin yoğunlaştığı bir çağda anlam'ın (mana) merkezi bir yer işgal ettiğini
kavramasında ortaya çıkmaktadır.”
Her şeyden önce, girişte de bahsettiğimiz üzere, şu kâinat içindeki her varlık değişim kanununa
tabidir. Değişme kaçınılmazdır. Toplumlar da mutlaka değişir. Değişme, durağan değil, süreklidir.
Öte yandan, toplumların değişme hızı birbirlerinden farklı olabilir. Bu onların sosyal yapılarından,
kurumların işlevlerinden, coğrafyasından kaynaklanabilir.
Her zaman ve zeminde, ister olumlu olsun, isterse olumsuz yönde olsun, maddi özellikler manevi
özelliklere göre daha hızlı değişmektedir. Toplumun farklı öğelerindeki değişimler, toplumsal yapıdaki
her kurumu etkilemektedir.
O halde, Bediüzzaman’ın yaptığı gibi bireyde tutum değişiminden başlayarak, toplumsal davranışlara
doğru bir seyir içinde, değişimin gerçekleşeceğini varsaymamız daha doğru olacaktır. Tutumların
değişimi, davranışın değişimini, o da toplumsal müsbet değişimi sonuç verecektir.
Bediüzzaman Said Nursi bu değişimi en güzel bir şekilde İslam medeniyeti ile Felsefenin önerdiği
yaşanan medeniyeti karşılaştırmalarında gösterir. Bu iki medeniyeti ve doğurdukları sonuçları şu
şekilde açıklar:
ÜÇÜNCÜ ESAS
Ammahikmet-i Kur'âniye ise,nokta-i istinadı, kuvvete bedel "hakkı" kabul eder. Gayede menfaate
bedel "faziletverıza-i İlâhîyi" kabul eder. Hayattadüstur-u cidal yerine "düstur-u teâvünü" esas
tutar.Cemaatlerinrabıtalarındaunsuriyet, milliyet yerine "rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî" kabul
eder.Gayâtı,hevesat-ı nefsâniyenin tecavüzâtınasedçekip ruhumaâliyâta teşvik vehissiyat-ı ulviyesini
tatmin eder ve insanıkemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan eder.
“İslam tarihinin bir özelliği olarak sık sık karşımıza çıkan karizmatik önder aranışı, Said Nursi
döneminde de merkezi önemde bir yer tutmaktadır. Bu, aynı zamanda, düzensizlik dönemlerinde
düzene yönelik bir arayışı temsil eder. Bu, muhtemelen evrensel geçerlilikte bir özelliktir: karizmatik
önderler, tanımları gereği, düzensizlik dönemlerinin ardından yeni bir düzen getiren kişilerdir. ...
Bediüzzaman, Osmanlı İmparatorluğu ile Türkiye Cumhuriyeti'nde gerçekleştirilen laikleşmenin
sillesini yiyen takipçilerine yeni bir İslami çözüm önermekteydi. Buradaki vurgu, İslami olan kadar,
yeni olana yöneliktir. Nihayet, Bediüzzaman'ın yeni düzeni, yaşamın gündelik sorunlarının çözümü
açısından da bir paradigma oluşturuyordu.
Said Nursi, dini lehçeyi yeniden canlandırarak, toplumsal yaşamın diline hayat veriyordu. Said Nursi
çeşitli düzeylerde yeni bir düzen oluşturma adına yola çıkmıştı. … Risale, gündelik yaşamın pek çok
alanında İslami bir görüş oluşturmanın aracıydı.
Burada sağlanan içselleştirme, Kuran’ın gündelik dünyada bir eylem kılavuzu olarak yorumlanmasıdır.
Toplumsal değişimin incelenmesinde toplumsal iletişimin gelişmesini daha genişlemiş bir dünya
görüşüyle ilişkilendirenler, bu değişimin bir parçası olarak manevi ihtiyaçların da genişlediğini unutur
görünmektedirler. Bu genişleme, aynı zamanda yeni bir popülist silkinişin görüldüğü bir dönemde
ortaya çıkmaktadır. Gerçekten de, Nurculuğun doğup yükselişinde demokratlaşmış bir yön
bulunmaktadır; çünkü bu yükseliş, alt sınıflardan insanlara, dini mesajları kendi bildikleri yollardan
yorumlama olanağı tanıyordu.” (Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı)
“Baskı Yolu ile Toplumsal Değişme”nin işletildiği ülkelerde, toplumun yapısının zorla değiştirilmesi söz
konusudur. Diktatöral ve otokratik yönetimlerde gerçekleşen bu deneme, baskı yolu ile değiştirme,
değişimi kısa sürede elde etmek için yöneticiler tarafından merkezi planlama ile yapılmakta olduğu
bilinmektedir. Halkın bu planlamaya müdahale etmesi veya planlamayı denetlemesi mümkün
değildir.
Baskıcı otokratik iktidarlar, iktidarlarını sürdürmek için bahane üretmek veya bulmak zorundadırlar.
Türkiye bu deneyimi çoğu kez yaşadı. Başta 1924-1950 arasında tek parti rejiminde, bundan sonra da
her 10 yılda bir yapılan askeri ihtilal ve darbelerde deneyimledi. Bediüzzaman Said Nursi, bu deneyimi
defalarca yaşadı. O, kendisine yapılan baskı, zulüm ve sürgünleri, başkaldırması, ayaklanmaya yol
açması için bir kışkırtma aracı olarak kullanıldığını söyler. Nitekim bu tuzağa düşerek binlerce insanın
hayatına mal olan benzer tezgâhlar kurulmuş ve amacına ulaşmıştır da. 31 Mart Olayı Şeyh Said Olayı,
Menemen Olayı, Dersim Olayı, Ticani Olayı vb.
Bediüzzaman Said Nursi bu tarz baskıcı yönetimlerin taktiğini mükemmel bir şekilde çözmüştür. Onun
bir kurşun kalemi, otoritenin silahlarını yenmiştir. Kendisine “Neden böyle zulüm, baskı ve sürgünlere
menfi yollarla (yeter artık!) karşı koymadığı sorulduğunda, bu soruya aşağıdaki sosyolojik analizle
cevap vermektedir:
Bir toplumda kültürün maddi ve manevi öğelerinin birlikte işleyen bir bütün oluşturacak şekilde
birbirini tamamlayamaması durumda bir toplumsal çözülmeden söz edebiliriz. Toplumsal çözülme,
toplumsal bütünleşmenin tersi bir durumdur. Toplumsal çözülme ile toplumsal kurumlar arası işbirliği
azalır, toplumun manevi değerlerine olan inanç zayıflar, toplumsal sorunlar artar.
İş bölümü yetersizliği: Toplumda cinsiyet, yaş, eğitim düzeyi, meslek vs. özelliklere göre işlerin verimli
bir şekilde paylaşılamamasıdır. Bediüzzaman Said Nursi, 1930’ların başında dünyevileşmeyi esas alıp,
dinden tecrit etme yoluyla toplumsal değişmeyi esas alan politikalara karşı, Müslümanların ihtiyaç
duyduğu konunun işbölümü olduğunu savunur:
Doğru örgütlenme yetersizliği veya ırkçı örgütlenmeler: Toplumsal yapıyla uyumlu örgütlerin
oluşturulamaması, toplumsal ayrılıkçı ve kurumların çözülmesi, toplumu zor sorunlarla karşı karşıya
bırakır ve çözülmeye sebep olur. Bunun en yalın örneği II. Meşrutiyet sonrası İstanbul’da kurulan ve
ırk üstünlüğünü kanıtlama peşine düşen “Kulüpler” veya “Cemiyetler”dir. Bediüzzaman meşrutiyet
döneminde hürriyeti su-i istimal ederek, ırkçılığı körüklemeye çalışan bu kulüpleri zararlı olarak
nitelendirmektedir:
Genelde dinin muhafaza etme özelliği nedeniyle sosyal değişmelere katkısı zayıf bulunurken, öte
yandan gelişi güzel ve karmaşık, geleceği belli olmayan değişmeleri durdurması veya yavaşlatması
açısından önemli bir etki olarak görülmüştür. Okumuşun (2009; 5-6-7) aktardığına göre, Durkheim’in
din ile toplumsal bütünleşmenin yan yana var olduklarını ileri sürmesinden ve dinde gevşemenin
toplumdaki dayanışma bağlarını da çözerek anomiye yol açtığına işaret etmesinden (Durkheim 1923)
beri sosyolojik literatürde din, bildiğimiz kadarıyla hemen herkesçe bir istikrar faktörü olarak
değerlendirilmekte, bu nedenle de toplumsal değişmeye set çeken etkin bir toplumsal güç olarak yer
almaktadır. Din ayrıca, dünyevi düzenin anlam yoksunluğunu gideren, toplumsal gerçekçiliği
kutsallaştırılmış bir düzene dönüştüren bir model olarak da kavramsallaştırılmıştır. Din, Clifford’un
deyişiyle (1968; 1987: 66-75) toplumda karşılaşıla gelen olayların yorumunun yapılabilmesini
kolaylaştıran, davranışlar için yol yordam sağlayan bir çeşit “algılama çerçevesi” de teşkil etmektedir.
Osmanlı gibi İslamiyet’in (hilafetin) temsilcisi durumunda olan bir devletin çöküşü, dünya savaşları ile
medeniyetlerin tahribatı, öte yandan beşere zararı dokunan farklı ideoloji, felsefi akımlar ve ırkçılık
boyutlu karmaşaların zarar verdiği çağda yaşayan Bediüzzaman dinsiz bir milletin yaşayamayacağını
vurgulamaktadır. Hatta Rusya (SSCB) gibi ülkelerin de dinsiz kalamayacağını, eski dinlerine
dönmelerinin de imkansızlığı nedeniyle İslamiyet’e gireceklerini belirtmektedir.
Toplumu bir arada tutan vatan sevgisi, tarih bilinci, din gibi değerlere olan inancın zayıflaması&