You are on page 1of 18

Bediüzzaman'ın sosyolojik

tesbitleri
Ali Ferşadoğlu tarafından yazıldı.   
PERŞEMBE, 24 MART 2011 12:15
Bediüzzaman’ın sosyal öngörü ve keşifleri de enteresan ve çarpıcıdır. 90-100 yıl
sonraki içtimâî (sosyal/toplumsal) ve siyasî değişimleri görmüş ve takip edilmesi
gereken stratejileri çizmiştir. Yüzlercesinden birkaçını nazara verelim:
nİnsanlık beş sosyolojik devir geçirmiş/geçiriyor: “Vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet
(kölelik) esâret; şimdi dahi ecîrdir, başlamıştır, geçiyor. Malikiyet ve serbestiyet devri
geliyor.” (Bediüzzaman, Sözler, s. 650)

Marks ve benzeri sosyologlar da dördüncü maddeye kadar Bediüzzaman’la aynı tasnifi


yapar, beşinci maddede ayrılırlar. Onlar, “komün bir hayat olacak, sosyalizm
komünizm olacak, her şeye devlet karar verecek, ferd mülk sahibi olmayacak…”
diyorlardı. Bugün ise, insanlık hak ve hürriyetlere akıyor! Bir işçi, bir emekçi, hisse
senetleri vs. ile çalıştığı fabrikanın, şirketin ortağı!
nBediüzzaman, müthiş sosyolojik karihası ile Meşrutiyet döneminde Osmanlı’nın
Avrupa’ya, Avrupa’nın ise İslâma hâmile olduğunu söyler. Ve 1926’lardan sonra,
Türkiye Cumhuriyeti ile “Avrupa devleti”ne dönüşmüş olunur.
Bugün teslisi terk edip tevhide yaklaşan, insan hak ve hürriyetlerini ikame etmeye
çalışan, sosyal devlet olan, ilim ve tefekkürde ilerleyen, faizi sıfırlama çabası içinde
olan Avrupa İslâma yaklaşmış. Çünkü, bunların hepsi İslâmın değerleridir.
Kilise, Hıristiyanlığı anlatmayı terk etmiş, gönüllü kültür kuruluşu gibi çalışıyor.
Hastalara, yaşlılara, göçmenlere yardım ediyor veya hak ve hürriyetlere öncülük eden
bir kuruluş gibi çalışıyor.
Haçlı Seferlerinden, Kolonicilik-Sömürgecilik-Kapitalizm’e, oradan “Hıristiyanlığın
inanç, ekonomik ve kültür birliğini” hedef alan AET’ye, bugün ise AB olarak “çok
dinli, çok kültürlü, çok toplumlu; hak ve hürriyetlere saygı, demokrasi, serbest piyasa
ekonomisi” kriterlerinde karar kılmış ve Müslüman bir ülke olan Türkiye’yi aday
göstermiş. Onu üyeliğe kabul etmeyi hazmedebileceğini ilân edecek seviyeye gelmiş.
Batının İslâmlaşması gayet açık ve hızlı bir şekilde devam ediyor. Meselâ, Kiliseler,
cemaatleri, müdavimleri kalmadığı için, mesken veya eğlence yeri olmasın diye
Müslümanlara ibadethane olarak veriliyor. “Kiliseleri neden Müslümanların
kullanımına sunmayalım?” diyen batılılar; bunun sayısı hızla artan Müslümanların
ihtiyacını karşılamaya yönelik olduğuna dikkat çekiyor. Avrupa’da üç bin kilisenin
cami veya mescide dönüştüğü ifade ediliyor. Okullarda namaz kılmak isteyenlere her
türlü kolaylık gösteriliyor, mescid açılıyor. Müslümanlara ve İslâmiyete hakaret edenler
yargılanıp ceza alıyor. Spor salonları, yüzme havuzları ve otobüslerde haremlik-
selâmlık uygulamaları çoktan başlamış. Ve Avrupa’da Şeriat mahkemeleri faaliyete
geçti. Kilise lideri, ülkedeki dinî azınlıkların kendi aralarındaki uyuşmazlıklarda, kendi
dinlerinin uygun göreceği çözümler için farklı mahkemelerin kurulabileceğini söyledi.
Dipnot:
1- 29 Eylül 2008 tarihli ulusal basın.

KOLLEKTİF HAFIZA VE ŞUUR


Bediüzzaman'ın sosyolojik derinliği ve başarısı, İslâmın zengin dinîve kültürel
dağarcığınıanlamışolmasında toplanır.

Herşeyden önce Bediüzzaman Said Nursîkonusuna ne şekilde eğildiğimi belirtmek isterim.


Her insan belli bir konuya yaklaşmada bu olaylarıkendine özgübir görüşaçısından
değerlendirir. Bu görüşaçısının özelliklerini önceden ortaya koymak, bir bilimsel âdâb
meselesi olduğu kadar dinleyici ya da okuyucuyu uyarma fonksiyonu da görür. Önce bu
bilimsel ödevi en açık bir şekilde ortaya koymam gerektiğinden bu konuda bir
açıklamayla başlayacağım.

Vahiy ya da ilham yoluyla şekillenen her dinîgirişimde iki eksen bulmak mümkündür. Bir
taraftan İlâhîvarlığın mevcudiyeti ve kâinata koyduğu düzenle ilgili emirler ve bilgiler
sadır olur, diğer taraftan insanların bunlarıyerine getirmeleri istenir. Ancak, genelde
insanlar kendilerine verilen ve bir ideali temsil eden mesajıkusursuz olarak tatbik
mevkiine koyamazlar. Bunun sebeplerinden biri, vahyin nâzil olduğunda anlaşılmasından
çok hatırlanmasının gerektiği keyfiyetidir. Vahiy nâzil olduğu sırada söylenir, duyulur,
ifade edilir ve tekrarlanır. İncelenmesi, anlatılmasıve anlaşılmasıdaha bahis konusu
değildir. Vahiydeki mesajın anlaşılmasıve yorumlanmasıbir ikinci aşamada başlar. Örneğin
Peygamberin Allah kelâmınısöyleyicisi safhasıbirinci safhadır, bu safhadan hemen sonra
daha insânîbir kisveyle kelâmullahın başkalarına anlamını aktarmasıikinci safhadır.
Mesajın mü'minlerce anlaşılmasıüçüncübir safha teşkil eder. Mü'minler mesajıkendi
insanlıklarının sınırlarının içinden anladıklarından zorunlu olarak mesajın hükmüne nüfuz
edemezler. Kısaca, mesajın kendisinin mahiyetiyle insanların onu anlamalarının şekilleri
farklıdır. Bediüzzaman'ın Kur'ân'ın icâzı(yani esrarlıderinlikleri) hakkındaki sözleri ve
diğer taraftan mesajın herkesçe aynıderinlikle anlaşılmadığı konusunda devamlıolarak
söyledikleri mesajla tatbikat arasındaki farkıpek güzel anlatır.

İlâhîmesajın bu safhalarınıhatırda tutarsak, bunların iki ayrıbilim alanıoluşturduğunu


görürüz. Mesajın salt dinîbir söylem olarak taşıdığıanlamlarıtahlil eden bilim dalıbunların
birincisidir. Bu bilim dalının Batıdillerinde adı"teoloji", İslâmi ilimlerde ise-yaklaşık bir
anlamda-bilim dalının adı"fıkıh"dır. Buna karşılık insanların İlâhîmesaja kendilerince
maletmeleri sırasında insanlıklarından ve de topluluklar halinde yaşamalarından
dolayıİlâhîmesaja verdikleri-bazan beklenmedik- şekillerin incelenmesi ikinci bir bilim
dalının alanıdır. Bu bilim dalının adı"din sosyolojisidir." Weber diliyle, din sosyolojisi, "din
taşıyıcılarının" dine getirdikleri şeklin incelenmesidir.

Bir örnek vermek gerekirse, İslâmda "tevhid" konusu teoloji alanına giren bir konudur.
Diğer taraftan medreselerin başlangıçta az çok amatörce bir sistem oluştururken zamanla
gittikçe profesyonelleşmelerinin incelenmesi bir din sosyolojisi konusudur.

Benim Bediüzzaman Said Nursî'ye yaklaşımım kendi akademik alanım olan din sosyolojisi
açısından olmuştur. Örneğin, Bediüzzaman'ın, mücedditlik hareketinin ne oranda bir
yansımasıolduğu, başlangıçta fikirlerini yayan kimselerin toplumsal menşeinin ne olduğu
ve Bediüzzaman'ın fikirlerinin bunlar için aradıklarınasıl yeni bir dünya görüşünütemsil
ettiği, karşılaştığısiyasi ortamın kendisini nasıl etkilediği, bütün bunlar din sosyolojisi
alanıiçine girer ve benim incelediğim konulardır.

En genel anlamda, Bediüzzaman'ın fikirlerinin kendi devrinin ekonomik, sosyal ve siyasi


koşullarıyla nasıl şekillendiği, kendi görüşaçım bakımından önem kazanan problemler
olmuştur. Gene de sanırım bu arayışlarım din âlimleri için tamamen faydasız olmamış, bir
Nur âlemine Bediüzzaman'ın izleyecilerinin davranışlarının bir yönünüaçıklarken, belki de
bu âlemin ulemasına fazladan küçük bir anahtar sunmuşolabilirim.

Mazi ile bağve kimlik sorunu

Açıştoplantımızda ise, Bediüzzaman'ın fikirlerinin önemli bir sosyolojik soruna


getirmişolduğu katkıyıincelemek istiyorum. O da mazi ile olan bağve kimlik sorunudur.

Her topluluk geçmişle olan çizgisini hatırlarda taze tutmak mecburiyetindedir. Dün,
bugünün anlaşılmasıiçin zaruri bir çıkışnoktasıdır. Bu hatırlama ve hatırlatmanın İslâm
âleminde en önemli yollarından biri, geçmişin içinde yaşamaktır. Bunun da en çarpıcıbir
İslâmîşekli, ölülerinin içinde yaşamaktır. İslâmda önemli bir yer tunan ölüziyareti, bunun
İslâmca makbul olan bir şeklidir. Modern İslâmda bazılarınca kınanan bu ziyaretler
aslında tarihin hatırlarda bir nesiller silsilesi olarak yaşamasınısağlar.

Son zamanlarda çıkan bir doktora tezi Kahire'de 11-15. yüzyıllarıarasında Qarafa adıyla
kocaman bir evliyalar şehrinin günlük hayatını derinlemesine incelemektedir. Bu tezden
anladığımız, ölüleri ziyaretin mü'minler için hem soluk alma, dinini hüzünle değil,
sevinçve ümitle yaşama, insanlararasıbağlarıgüçlendirmeyi sağladığıdır.

Ziyaret âdâbı  Müslümanların daha   serbest  bir hava içinde birbirleri ile konuşmalarını 
sağladığı  oranda cemaatin  ve ümmetin devamlılığınısağlayan bir destek olmuştur.

Diğer yönden, ziyaretler kollektif vicdan ve hafızayıfertlerin daha genişbir anlama,


ölülerinin şan ve şerefine bağlamak suretiyle tutmuştur. 20. yüzyıl makine medeniyeti de
İslâmîümmetin kollektif hafızasınıdağıtmakla Bediüzzaman'ın üzerinde devamlıdurduğu
problem ortaya çıkmıştır. O da Müslümanların kimlik problemidir. Makine medeniyetiyle
birlikte gelişen bu tür milliyetçilik de Müslümanların geçmişle olan bağlarını geciktirme
maharetini sergilemiştir. Evliyaların yerine çok daha eskilerde yaşayan Oğuz Kağan'ıkoyan
bu anlayış, çağdaşvatandaşın zengin İslâmî dağarcığının yerine abstre, toplumumuz için
müphem bir mefhum koymuştur.

Bediüzzaman'ın sosyolojik derinliği ve başarısıbu durumda İslâmın zengin dinîve kültürel


dağarcığının yerini hemen anlamış olmasında toplanır. Zira gene Qarafa örneğinde
görüldüğügibi, bu mahallenin sağladığıyalnız bir ziyaret protokolüdeğil, kişi kimliğinin
gizli yapısında yaşayan bediîzenginliği yaratmasıolmuştur. Bu bediîzenginlik bir bütün
olarak Müslümanın günlük hayatıile uyum halindedir.

Vatandaşın "hergün"ü

Qarafa'nın renkleri mü'minin evinde ve sohbetlerde ya da anlatılan halk hikâyelerinde


değer verilen, beğenilen renklerdir. Qarafa'nın kokuları, gene İslam kültüründe verilen
buhurdan, baharat, gül ve karanfil karışımıbir râyihadır. Duvarlarıve kabirleri süsleyen
yazılar tezhibin bir parçasıdır. Önemli olan, kültür, mâşeri vicdan ya da kollektif şuur
adınıverdiğimiz harcın bu gibi bir bediîzemin temin edildiği zaman canlı kalabildiğidir.

Türkiye'de milliyetçilik son elli yıl içinde bir Türklük şuuru telkin ettiği oranda
başarılısayılabilir. Ne var ki milliyetçiliğimizin eksik taraflarından biri, Qarafa'nın 15.
yüzyılda canlıtuttuğu kültür yumağınıve sosyolojik fonksiyonunu ihmal etmişolmasıdır.
Daha genelleştirerek diyebiliriz ki, İslâmın cumhuriyet devrine kadar düzenlediği, fakat
cumhuriyetin fazla ilgilenmediği bir alan, vatandaşın "hergün"üolmuştur. İhmali,
İslâmîkültürün detaylıbir şekilde işlediği bir "hergün"ügenişçapta açık bırakmışolmasıdır.
Burada kullandığım "hergün" tabiri, Michel de Certeau adında bir Fransız sosyoloğunun
sosyolojiye getirdiği bir ıstılâhtır. Şöyle anlatayım: Michel de Certeau'ya göre insanların
çoğunun hayatınıdüzenleyen ıstılâhlar "dışpolitika" ya da "iktisadi sistem" gibi büyük
büyük ve zaten anlaşılmasızor abste konular değildir. İnsanların hayatının harcınımeydana
getiren her günün örüntüsüve her günümeydana getiren yüzlerce mekân, davranış, âdâb,
estetik ahlâk zerrecikleridir. Bunun klâsik özelliklerinden biri Müslümanların günlük
hayatınıgayet iyi bilen İmam-ıGazzali'nin bu detaylarıİhya'sına koyarak bir bakıma bir
Müslüman "âdâb-ımuaşeret" kitabıyazmışolmasıdır.

Bediüzzaman hakkında yazdığım kitabımda Bediüzzaman'ın, Gazzali'nin aksine İslâmın


muamelat, ibadat kısmıüzerinde fazla durmamışolduğu, daha çok Müslümanların kendi
dinini anlamalarınısağlayacak kısımlarıirdelemişolduğunu ifade etmiştim. Meselenin
toplandığıve son derece önemli saydığım bir nokta, artık çağdaşdünyada Müslümanın
kendi günlük hayatında istikamet temin edecek bir "harita"ya muhtaç olmasıve bunun
Said Nursîtarafından anlaşılmışolmasıdır.

Bu "harita" hem geçmişle çizgisini açıklayan, hem de "şimdi"sini düzenleyen bir rehber
mahiyetini taşımak mecburiyetindedir. Mısırlı Seyyid Qutb'un kitaplarınıbu açıdan
değerlendirmek gerekir. Yazılarında Müslümanlara toplumsal harita temin etme
amacıaçıkça görülmektedir. Bediüzzaman'ın fikirlerinde bir tarihsel sosyal gelişme
şemasının mevcudiyetini hepimiz, sanıyorum, az çok biliyoruz. Fakat bunun yanında
fikirlerinin karşılamaya çalıştığınokta, modern Müslümanların modern toplumda
kendilerine bir istikamet bulmasıçabalarıdır.

Said Nursî'nin bu çabalarının yalnız Kemalizmin bir boşluğunu doldurmaya yönelik


olduğunu düşünmek haksızlık olur. Sorun, endüstri medeniyetinin ve rasyonalist felsefi
temelinin genel problemidir. Bediüzzaman'ın devamlıolarak anlam üzerinde durması,
İslâmıanlaşılmasıgereken bir din olarak sunması, bir bakıma bunu kendiliğinden gösterir.
Fakat, yazılarında konunun bir Türkiye problemi olmasıyanında bir dünya problemi
olduğunu anladığınıgösteren bir çok örneğe rastlamak mümkündür.

Kendisini bir biyografi konusu olarak seçmişolmam, İslâmîdüşüncesinin genişboyutlarıiçin


olduğu kadar bu dünya problemini başkalarından önce anlamışolmasıdır.

1. 1927'de İstanbul'da doğdu. 1948'de ABD'nin California eyaletindeki Stanford


Üniversitesini bitirdi. Siyasal Bilgiler Fakültesine asis-tan olarak girdi. Burada profesör
oldu. Boğaziçi Üniversitesine 1973'de geçti.

Din ve İdeoloji, Jön Türkler, Japoncaya ve Türkçeye çevrilmişeserleri ve yabancıdillerde


yayınlanmışçok sayıda makalesi bulunmak-tadır. Ebulula Mardin Hoca'nın yakın
arkabasıdır. On yıldır mütefekkir Cemil Meriç'in tavsiyesi üzerine Bediüzzaman Said
Nursîve Nurculuk üzerinde sosyolojik çalışma ve araştırma yaparak bu eserini Religion and
Social Change in Modern Türkey The Case Bediüzzaman Said Nursîadıyla 1989 Aralık
ayında Amerika'da yayınladı. Bu kitabıEkim 1992'de de Türkçeye çevrilerek Bediüzzaman
Said NursîOlayıModern Türkiye'de Din ve Toplumsal Deği-şim isimiyle neşredildi. Paris,
Londra ve Amerika'da Said Nursîve Nurculukla alâkalıkonferanslar vermektedir. Londra'da
yayınlanan Religious Organization and Religious Experience adlıdergide "Bediüzzaman
Said Nursîve Bir Tavzifin Şekillenmesi" başlıklıbir inceleme yazısıçıkmıştır.

Makale Yazarı: 
Prof. Dr. ŞERİF MARDİN (American Üniversitesi, WashingtonD.C. - ABD)

Yayın Tarihi: 18-08-2010

Sosyolog Bediüzzaman ve Sosyolog Şerif Mardin veya İki Galileo

Ünlü sosyolog Sayın Şerif Mardin ile ilgili olarak 2008 yılının sonunda Doğu-Batı
yayınları bir kitap yayınlar. Şerif Mardin Okumaları, kitapta sosyologun çalışmaları
ve sosyoloji konusunda Türkiye’nin bazı üniversitelerinde ve bağımsız çalışan
yazarlar fikirlerini öne sürerler. 315 sahifelik kitabın editörü Taşkın Takış’tır. Kitabın
Sunuş kısmını yine editör yapar.

Kendi Ülkesinin Şartlariyle Düşünen Sosyolog

Biz Hutbe-i Şamiye isimli eserde Bediüzzaman’ın tarzını anlatırken bir cümlesini
nakletmiştik. Bu cümle, Bediüzzaman’ın birçok kimlikleri içinde bir kimliği olan
sosyolog kimliğinin Batı’ya dayalı değil, bizatihi kendi ülkesinin şartlarına göre
düşündüğünü gösteriyordu. O cümle şuydu: “Ben bu zaman ve bu zeminde beşerin
hayat-ı ictimaiye medresesinde ders aldım ve bildim.” (Hutbe-i Şâmiye, 20) Hayat-ı
ictimaiye medresesi, hayatın kendisidir, hayattır. Şerif Mardin ile Bediüzzaman bu
yönden birleşirler. 
Taşkın Takış, onu anlatırken bir cümle kullanır: “Mardin’e göre Batı’da ortaya çıkan
teorilerin Türk toplumu hakkındaki geçerliliği bir dereceye kadar işlevseldir. Bir
noktadan sonra kendi açıklamalarımızın ihtiyacı derinden hissedilmiştir. Çünkü her
kuram ve her model içeriden bir bakışla kendi tarihsel toplumsal gerçekliğin izlerini
taşır. Mardin, Osmanlı’da ve Türkiye’de nevi şahsına münhasır yapıların yani genel
geçer modellere tekabül etmeyen ve ara katmanların önemini birçok yazısında
vurgulamıştır.“ (Şerif Mardin Okumaları, Sunuş, Taşkın Takış, s. 11) Bu cümleler
Bediüzzaman gibi Şerif Mardin’in de Batı kaynaklı sosyolojik reçetelerin bizim
ülkemiz için çok az veya yerine göre hiç önemi olmadığıdır. 

Hz. Peygamber gördüğü uygulamalara katılmaz

Tarihte bütün değişimciler statükocu değildirler. Onlar belli bir statüko, kanon
içinde bir süre bulunsalar da daha sonra onları aşarlar, yadırganırlar, hırpalanırlar,
ama onlar dayanır ve gelenekten ayrılarak yeni bir gelenek oluştururlar. Hz
Peygamber, gördüğü uygulamalara katılmaz, onları bir gün gelir değiştirir, çok
büyük sıkıntılar çeker ama vazgeçmez. Bilim adamları, felsefeciler de öyledir.
Descartes, skolastiği yıkmak için büyük gayret, sabır sarf eder ve sonunda isteğine
ulaşır. Newton ve daha birçok kişi bu uygulamaya tabidirler. Taşkın Takış, Şerif
Mardin’in de sosyoloji kanonundan ve statükosundan ayrıldığını anlatır. “Bağımsız
bir tavır olarak Şerif Mardin’in yaşamı boyunca birçok çevreyle çeşitli seviyelerde
mesafesini koruduğunu gözlemliyoruz. Mardin, seçkin bir sınıfın üyesi olarak
göründüğü yerlerde bile gündelik hayata inişi toplumun farklı kesimlerindeki ilişki
biçimlerinin nasıl yürüdüğüne dair tesbitleri Cumhuriyet seçkinlerinin çevresine bir
hayli uzak olan yaklaşımından tamamen farklıdır. Ne zaman ki bir mağduriyet
psikolojisi içine girildi o zaman seçkin zümreler halktan güç alma yoluna
başvurmuşlardır. Kuşkusuz ideal manada Şerif Mardin’in bir Cumhuriyet seçkini ve
aydınıdır ama üst kadroların halkla kurduğu bu ikircikli ilişki onda görünmez.
Mardin’in tek başına yarattığı çaba bu sınıfların konformizminden tamamen ayrışır.
“(Şerif Mardin Okumaları, Taşkın Takış, s 14)

Bediüzzaman’la Şerif Mardin’in kişiliklerinin ve ilmi faaliyetlerinin uyuştuğu bir


nokta da bu anlattıklarımızdır. Bediüzzaman da ta küçüklüğünden itibaren önüne
konan ve o devrin ilim kanonlarına göre sıralamacı ve periyodik eserleri kendi
mantığının ve kendisinde mevcut ayıklamacı ve seçici mantığına göre yorumlar.
Onların tamamına teslim olmaz, okur, ayıklar gerekli olanları dehasının arşivine alır.
Bir sıralamaya ve zamana muhtaç olan eğitimin akışına karşı çıkar, bildiği gibi
davranır, eline geçen eserleri kısa sürede okur, gerekli olanı alır, diğer kısımlarını
eler. Aynı tutum felsefe okumalarında, müsbet ilimler dediğimiz fen bilimleri
konusunda da geçerli kuraldır. Bu yüzden belli çevrelerin antipatisini üzerine çekmiş
ama o yolundan vazgeçmemiş, elde ettiklerini ve kimliğini herkesin üstüne
getirecek bir şekilde bağımsızlığını isbat etmiş, kendi imkânlarının ve bakış açısının
istiklaliyetini ilan etmiştir. 
Türk modernleşmesi veya çağdaşlaşması
Şerif Mardin Okumaları isimli kitapta, Türk modernleşmesinin hikâyesi anlatılır.
Şerif Mardin’in sosyolojik faaliyetinin ana hatlarından biridir bu çizgi.
Bediüzzaman’ın da sosyolojik faaliyeti sadece Türk modernleşmesi veya
çağdaşlaşması ile sınırlı değildir. Bediüzzaman bu çağdaşlaşmada batı felsefesini,
bilimi ve tefekkürünün tesirlerini de sosyolojik süzgeçten geçirir. İslam itikadının
ana temalarını gözden geçirirken onların sosyolojik tesirlerini de sadece bizim
ülkemize göre değil genel anlamda bütün insanlığı alakadar edecek biçimde global
bir yorumdan geçirir. Mesela Haşir ile ilgili bir mukaddimede öldükten sonra dirilme
hakikatinin sosyolojik tesirlerinden bahseder: “Haşir akidesinin pek çok ruhi
faidelerinden ve hayati neticelerinden bir tek netice-i camiayı ihtiyar ile beyan ve
hayat-ı insaniyeye hususan hayat-ı ictimaiyesine ne derece lüzumlu ve zaruri
olduğunu izhar” (Haşir, 88) olduğunu ifade eder. Hatta bu bahiste soylologlara,
siyasilere ve ahlakçılara ironik bir göndermede bulunur. “Beşerin idare ve ahlak ve
içtimaiyatı ile çok alakadar olan içtimaiyyun ve siyasiyyun ve ahlakiyyunun kulakları
çınlasın! Gelsinler bu boşluğu ne ile doldurabilirler ve bu derin yaraları ne ile tedavi
edebilirler? “(Haşir, 90)

Bilim aleminde el değmemiş konular ve Nur Hareketi

Şerif Mardin, Türkiye’de insanlarımızın sosyal hayatında büyük değişmelere neden


olan Bediüzzaman üzerinde bir Batılı sosyolog gibi durmuştur. Kitabın sunuş kısmını
yazan Taşkın Takış, eserin ilerleyen bahislerinde yine Şerif Mardin ile Bediüzzaman
bahsine döner. Resmi çevrelerin Türkiye’de dini, bilimsel bir olgu ve sosyolojik bir
olay olarak almadığını, bunu ilk defa bozanın Şerif Mardin olduğunu belirtir. Onun
Said Nursi olayına eğilmesini anlatır. “Türkiye’de din sosyolojisi çalışmaları sosyal
bilimlerin arka bahçesinde el değmemiş konular olarak duruyordu. Said Nursi ve
Nurculuk hareketi bunlardan biriydi. İçeriden ve dışarıdan hazırlanmış incelemeler
sayılmazsa, objektif kaygı güden yapıtların başında Mardin’in B e d i ü z z a m a n S
a i d N u r s i O l a y ı gelir. Aslında etkisi çok geniş bir sahaya yayılan hareket
hakkında bu kadar az sayıda güvenilir kaynağın olması son tahlilde bilim camiasının
içinde yer aldığı “k o r k u“ ları göstermektedir. 

Bediüzzaman Said Nursi Olayı isimli inceleme Türkiye’de modernleşme serüvenini


bildik bir hareket üzerinden değerlendirir. Nurculuk hareketinin yaygınlık kazandığı
dönemlerde Cumhuriyet modernleşmesinin büyük bir mesafe katetmesinin aynı
dönemlere rastlaması tesadüf değildir. Temel bir tez olarak modernleşme
hikâyesine eşzamanlı bir biçimde farklı kesimler tarafından nasıl eşlik edildiği
gösterilmektedir. 

N u r c u l u k hareketi her şeyden önce bir tecdid ve yenilenme hareketiydi.


Mardin, modernleşmenin derinlerine inerek İkinci Abdülhamid’in reform çabalarını
dikkatli bir şekilde tahlil eder. Dönemin İstanbul’undaki fikir hareketleri tüm
canlılığıyla tasvir edilir. Bunun yanında Nursi’nin bulunduğu Bitlis, Van, İsparta gibi
civar illerin kültürel ve demografik özellikleri incelenir. Aşiret ve ağalık gibi
geleneksel kurumlar hakkında ayrıntılı bilgi ve rakamlar verilir. Bu bölgelerdeki yerli
halkın yaşayış şekli ile eşrafın Osmanlı hükümetini temsil eden memurlarla kurduğu
diyaloglar anlatılır. Özellikle bir hareketin hangi koşullar altında ortaya çıktığı etraflı
bir biçimde anlaşılmaya çalışılır.

İslami kimlik doğa bilimleri ve modern dünyaya cevaplar

S a i d N u r si, son derece asi ve inatçı bir kişilikti. Nursi, çocukluğundan beri
müthiş bir aktivizm içinde yer almaktaydı. Toplumun alışılmış gündelik telaşının
dışında yaşıyordu. İyi bir medrese eğitimi almıştı. İlk dönemlerinde İslam
reformizminin tirumvirası Cemalettin Afgani, Muhammed Abduh ve Raşit Rıza’nın
fikirlerinden etkilenmiştir. Geleneksel lehçeyi kendine has üslubu ile
kullanmaktaydı. Risale-i Nur’un mesajının geniş kesimlere ulaşabilmesi için
öğrencileriyle birlikte büyük bir mücadelenin içinde yer almıştı. İmanın milyonlara
yayılması davasını güdüyordu. Said Nursi İslamı uhrevi kimliğinden arındırmaksızın
doğa bilimlerine ve modern dünyaya cevaplar üretiyordu. 

Said Nursi, hareketinin kırsal çevreden derin yankılar bulması çok doğaldı. Zira,
Kemalizm geleneksel kurumların manevi yönlerini doyurabilecek en basit ilmihal
bilgilerinden mahrumdu. Kemalizm’in duygusal yankı yaratacak bir programı yoktu.
Nurculuk hareketi aynı zamanda manevi değerlere vurgu yapan kesimlerin
moderleşme taleplerinin geniş bir projeye katılım aynı zamanda bu, Cumhuriyet
projesine katılımın sancılı bir serüveniydi. “ (Şerif Mardin Okumaları, 89)
Türk edebiyatının Tiplerle verdiği örnekler

Taşkın Takış, bu makalesinde, Said Nursi’nin neden Şerif Mardin’in Türkiye’nin


değişim programındaki sosyolojik hareketlerin en önemli olanı olarak yer almasının
nedenlerini izah etmiştir. Şerif Mardin, Tanzimat’tan günümüze Türk edebiyatının
tiplerle konuşan eserlerinden hareketle sosyal değişime vesikalar üretmiştir.
Bediüzzaman da bu sosyal değişimi hem eserlerindeki tipler hem de o eserleri
okuyarak değişen insan tipleri ile gerçekleştirmiştir. Tanzimat’tan günümüze
edipler, yazarlar, romancılar yeni Türkiye’yi arkalayıp götürecek tipler üretmişlerdir.
Bu tiplerin hepsi uzun uzadıya anlatılabilir. Ama Türkiye’de bütün değişimler
kendilerini sağlayacak veya devam ettirecek tipleri ne hazır bulmuştur, ne de
yetiştirmiştir. 

1918’de Mondros ile Osmanlı tarihteki yerini alırken birkaç sene sonra kurulan
Türkiye Cumhuriyetini oluşturan memurlar Osmanlının memurları idi. Yeni bir
cumhuriyeti götürmekle tarihe karışmış bir devletin icraatını götürecek olan kafalar
aynı idi. 

Ceyhun Atuf Kansu, Yakup Kadri’nin Ankara romanında idealize ettiği dört başı
mamur roman kişisi Selma hanımı eleştirirken Türk inkılâbının bir Selma hanımı
olmadığını söyler. “Anadolu devriminin bir Selma hanımı olsaydı, devrim bu değin
yozlaşmaz, Atatürk’ün ölümü ile birlikte soluğunu da yitirmezdi. Devrimin bir Selma
hanımı olmamıştır. Selma Hanım çatışması yoktur devrimde. Türk devriminin Yakup
Kadri’nin yarattığı bir Selma Hanım’ı yoktur. Bu Selma Hanım’lar İstanbul’dan
gelmişler, iki üç yıl Kurtuluş Savaşı Ankara’sının sıkıntılarını acılarını kocaları ile
paylaşmışlar ve Cumhuriyet Ankara’sı ile birlikte halktan kopmuş bir devrim
burjuvazisinin yaratılmasında kocalarına yardım etmişlerdir. O Selma Hanım’ların
hiçbir iç çatışmaları olmamıştır. Apartmanlar, Galatasaray’da okuyan çocuklar,
balolar, türlü türlü çıkar oyunları, giyim, kuşam, hiçbir soruna kafa yormadan,
Yenişehir dedikoduları içinde yaşamak, kocalarını türlü çıkar işlerine sürmek,
halktan ayrılmak, bu yeni devrim burjuvazisi kadınlarının ortaklık ettiği bir hayatla
belirli öğeleri olmuştur. “(Ceyhun Atuf Kansu, Ankara, Yön Dergisi,
4.12.1964)Ceyhun Atuf, devrimin yazarlar kadrosunu da “İstanbul’dan getirilmiş
oportünüstler alayı” olarak yorumlar. (aynı makale) 19. yüzyılın başından tip
üretmeye çabalayan Türk aydınlarının tiplerinin hiçbiri İmparatorluğu geri
saymaktan kurtaramamıştır.

Şerif Mardin Hoca ve mahalle baskısı

Kurtuluş Kayalı, farklı bir söylemle, sanatlı bir ironiyle Şerif Mardin’in Said Nursi
hakkında yazdığı kitaptan dolayı yazarın mahalle baskısına, hep aynı şeyleri
söyleyen ve dar bir kanonik çevre içinde bunalan aydınların yürek daralmasından
mahalle baskısına yönelen sosyologları eleştirir. “Belki de mahalle baskısı kavramı
ve söylenenler bu nedenle soğuk duş etkisi yapmıştır. Bu durum muhtemelen daha
doğru Şerif Mardin okumalarının yolunu açacaktır. Tabii ki bunun öncelikli şartı Şerif
Mardin’in metinlerine, kendisinin yaklaşımlarına destek aramak yerine onu
anlamaya çalışmak amacıyla yaklaşmaktadır. Aksi halde Şerif Mardin’in körün fili
tarifi çerçevesinde görülmeye devam edilecektir. Zaten devam edilmektedir de.”
(Şerif Mardin Okumaları, Kurtuluş Kayalı, 102)

Galile, Batı bilim ve felsefe tarihinde aykırı düşünceden hakikate giderek büyük bir
yol açmıştır. Copernikci sistemi savununca yüzyılların evren anlayışına,
Aristoteles’in scolastismine karşı olduğundan sapkınlıkla suçlandı. “Deneysel
yöntemin kurucusu ve modern bilimin babası olarak bilinen Galile, kütle çekimi ve
hareket konusundaki öncü çalışmaları ve deneyle matematiksel analizi birleştirmesi
nedeniyle aynı zamanda deneysel fiziğin ve modern mekaniğin de kurucusu olarak
kabul edilir. Onun en önemli başarısı, Aristoteles’in mantıksal sözel nedenleri
bulmayı amaçlayan niteliksel yaklaşımına karşı, matematiksel akılcılığı ve niceliksel
yaklaşımı yerleştirmiş olmasıdır. Onun temel ilkesi ölçmek ve niceliksel olarak
belirlemek olmuştur.” (Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, 742)
Dünyada mazlumlar 

Şerif Mardin Okumaları isimli kitabın yazarlarından Tayfun Atay’ın makalesinin


başlığı anlamlıdır, ironiktir. Geriye dönüş tekniği ile bu kadar yüzyıl sonra Galile’yi
yargılayan mantığın devam ettiğini göstermektedir. Başlık şu: “Şerif Mardin ve
Türkiye’de Galile Olmak.” Dünyada mazlumlar birkaç sınıfa ayrılır; din mazlumları,
bilim mazlumları, zulme karşı çıkan mazlumlar v b. Bediüzzaman din mazlumu
olarak isimlendirilmiştir Necip Fazıl tarafından, onun eserinin adı Son Devrin Din
Mazlumları adını taşır. Ama Bediüzzaman hem ilim, hem din, hem hürriyet, daha
birçok alanda mazlumdur. Onun eserleri temel olarak din şemsiyesi altında
görünürse de o dinden sonra onlarca bilime giden, ama din penceresinin
büyüklüğünden o temalara gidebilen bir büyük dehanın eserleridir. Şerif Mardin de
Bediüzzaman gibi mazlumdur, ilim mazlumudur. Bir mazlumu savunduğu için onu
yargılayan zalimlerin yeni vitrine koyduğu bir başka mazlum. Yani yeni Galileo.

Tayfun Atay, Sayın Şerif Mardin’i Galile yapan nedenler üzerinde durur. Akademik
yaşamındaki tesiri yanında Türkiye’deki sosyolojik çalışmalardaki farklılığını anlatır,
aykırılığını vurgular: “Şerif Mardin, daha genel çerçevede Türkiye’de dine yönelik
bilimsel, entelektüel ve akademik ilginin, yeni, değişik, farklı demek yetmez, aykırı
bir açılım kazanmasında üstüne basa basa söylemek gerekirse ilk tohumu atmış
olan isimdir. Ancak bu aykırılık, Türkiye’de zihin ve duygu dünyaları belli bir
epistemolojik şablona yani bilme biçimine göre tohumlanıp olgunlaşmış pozitivist –
laisist entelijansiya karşısında onun bir lanetli öteki konumuna yerleştirilmesine
neden olmuştur. Bağlantılı olarak ondan etkilenen ve din konusunu ele alırken onun
yaklaşımını benimseyenleri de en kötüsünden ‘beyni yıkanmış zavallılar’ en
iyisinden ‘iki arada bir derede kalmış, kafası karışık biçareler’ olarak etiketlenme
durumunda bırakmıştır.” (Şerif Mardin Okumaları, 104)

Tayfun Atay, iki Galile’ye, Bediüzzaman ve Şerif Mardin’e karşı takınılan tutumu iki
örnek vaka ile biçimlendirir: “Mikropla Uğraşmak. Bu söylenenleri somutlaştırma
yolunda başımdan geçen iki olayı paylaşmak istiyorum. Şerif Hoca’nın Türkiye’de
din konusunda ezber bozucu mahiyetteki aykırı çözümleme ve yorumlarının bu
memlekette Cumhuriyetin başından 1980‘lere kadar rakipsiz olan o dönemden
sonra ise rakipsiz konumunu kaybetse de etkinliğini sürdüren pozitif laisist
entelijansiya tarafından nasıl değerlendirildiğine örnek teşkil eder bunlar. Birincisi
doğrudan Şerif Hoca’nın kendisi ile ilgili, ikincisi ise onun hayli gürültü koparan S a i
d N u r s i çalışmasıyla ilişkilendirilebilecek, böylece dolaylı olarak onun yapıp
ettiklerinin yukarıda belirtilen entelijensiya açısından nasıl anlamlandırılıp
değerlendirildiğine ışık tutacak bir mahiyet taşır. 
İki Sosyal Bilimci

“İlk örneğimiz İngiltere’den Londra’da lisansüstü eğitimimi sürdürdüğüm okul, birer


hafta arayla Türkiye’nin iki duayen sosyal bilimcisini konuk etmişti. Bunlardan biri
Şerif Hoca’ydı. Kendisi bir konuşma yapmak için davetliydi. Konuşmasını dinledik,
sonra sohbet ettik ve uğurladık onu. Bir hafta sonra okulda düzenlenen bir
sempozyum çerçevesinde Türkiye’den saygın bir sosyal bilimci aramızdaydı.
Sempozyumdan sonra onunla da sohbet ederken, ona önceki hafta Şerif Hoca’nın
okulda olduğunu söyledim. Bunu duyar duymaz birden yüzü donuklaştı, kısa bir
süre durakladı ve gergin ‘Ne anlattı?’ diye sordu, sonra da şu sözler döküldü
ağzından;

‘Onu hiç affetmeyeceğim! Cumhuriyetin imkânlarıyla okudu, en çok nimetini o yedi


Cumhuriyetin; ama Cumhuriyet’e en büyük kötülüğü de o yaptı…’

İkinci örnek ise Türkiye’de bir başka tanınmış sosyal bilimcimizle bir akşam
yemeğinde yaşandı. Şerif Hoca’nın o dönemde yeni yayımlanmış olan S a i d N u r s
i çalışmasından konu açılmıştı. Ben bu çalışmanın önce sosyolojik anlamda
çözümleyici gücü üzerinde birkaç söz ettiğimi hatırlıyorum. Sonra da Şerif Hoca’nın
bu çalışmada ki derdinin Said Nursi’den çok, onun üzerinden Türkiye’de Osmanlıdan
Cumhuriyet’e geçişte yaşanan toplumsal değişim sürecinin eleştirel çözümlemesi
olduğunu vurguladım… Nihayet onun araştırma nesne’sinden nasıl bağımsız bir
yaklaşım içinde olduğuna dair birkaç söz daha etmiştim ki sohbet ettiğim sosyal
bilici hocam birden araya girdi ve şunları söyledi.

‘Said Nursi öyle bir mikroptur ki, sen ne kadar iyi niyetli olursan ol, ona
dokunduğunda istesen de istemesen de sana bulaşır.’

Yukarıda ifadelerine yer verilen her iki sosyal bilimci de Türkiye’de çok öğrenci
yetiştirmiş saygın ve değerli insanlar. Şerif Mardin karşıtı çizgilerini bariz kılan
sözlerine yer vermekten muradım onları olumsuzlamak değil. Onların Şerif Hoca’ya
ve onun dolayımıyla din konusuna ilişkin ağır ifadelerine yer vermemin nedeni, bu
ağırlığı var eden ideolojik, daha doğrusu epistemolojik bağlama dikkat çekmek
istemem. Yukarıda zikredilen onlara ait sözler, öncelikle Türkiye’de dine yönelik
anlama ve çözümleme çabası sergileyen bir sosyal bilimciye tipik akademik
yaklaşımın ne olduğunu çarpıcı biçimde örnekledikleri için dikkate değerler. İkinci
ve bağlantılı olarak özellikle bir dini ilmi şahsiyete- Said Nursi – genelde ise
Cumhuriyet Türkiyesi’nde dinin, kültürel, siyasal ve ideolojik anlamda kimliksel dışa
vurumlarına yönelik ortalama enteklektüel tavrı kristal berraklığıyla sergiledikleri
için dikkate değerler. Her iki ifadede de yer alan kavrayış çerçevesinin Türkiye’de
yakın zamanlara kadar bürokratik, akademik ve entelektüel iklimde yaygın ve
hâkim olduğu söylenebilir. Öyle olunca bu memlekette Şerif Mardin olmak da, onun
düşünsel çerçevesinden etkilenen ve onu izleyen bir öğrenci tilmiz olmak da zor
zanaat haline gelmiştir.” (Şerif Mardin Okumaları, s 105)

Bir Anti-kahraman Said Nursi 

Tayfun Atay, roman terminolojisine göre bir benzetme yapar ve Bediüzzaman’ı


yaşadığı dönem içinde bir anti kahramana benzetir. İngiliz roman terminolojisinde
protoganist ve antagonist diye iki tür kahraman sınıflandırılması vardır. Protagonist
romanın bütün olaylarının etrafında yer aldığı merkezi ve odak şahıstır. Antagonist
ise kahramanın, protagonistin karşısında yer alır. Romanın mesajı ve hakikatı bu
ikilinin çatışması ve mücadelesi ile ortaya çıkar. Cumhuriyet ideolojisinin anti
kahramanı yoktur, bütün kahramanlar çatışmayı ortadan kaldırmış, tek kale maç
oynarlar. Zıddıyla kavgalı olan bir demokratik mantık bizde çok sonraları
görülmüştür demokrasimizde. Bediüzzaman’da kimsenin hesab etmediği bir kimlik,
anti kahraman olarak ortaya çıkmıştır. Cumhuriyet bir anti kahramana göre
düzenlenmemiş ve dizayn edilmemiştir. Muhalefetin ayıklayıcı ve hataları gösterici
mantığı görülmez. Cumhuriyete sadık olan bazı kişiler çeşitli vesilelerle ülkeden bazı
görevlerle gönderilmişlerdir. Yakup Kadri, Yahya Kemal elçiliklerle ülkeden
uzaklaştırılmışlardır. Bu yüzden Yakup Kadri kendini Z o r a k i D i p l o m a t olarak
isimlendirir. Anti kahramanlı bir demokrasi fikri bize Menderes idaresi ile gelmiştir.
Halide Edip de mücadelenin ciddi anlamda içinde olduğu halde ülkeyi terk etmiştir,
onun da kendine göre gerekçeleri vardır. Ama bütün bunları bir demokrasi mantığı
içinde muhalefet halinde bir koro halinde götürmek kimse tarafından
düşünülmemiştir. 

Bediüzzaman Milli Mücadelenin içindedir, İngilizlerin İstanbul’u işgali sırasında


İstanbul’dadır. Onlar siyasetleriyle kamuoyunu lehlerine çevirmiş, ulemayı dahi
aldatmışlar, İngiliz Muhibler Cemiyeti İstanbul’un aristokrat kesiminden çok önemli
şahısları bünyesinde barındırmıştır, öyle ki bu adamlar İngiliz himayesinde
ülkesinde daha rahat yaşayacağını kabul edecek kadar hürriyet fikrinden mahrum
marazi derecede rahat adamlardır. Bediüzzaman ise İngilizler aleyhline yazdığı
eserini iki öğrencisi ile İngiliz ve işgalci diğer zaptiyelerin denetimindeki İstanbul’da
dağıtır, kamuoyunu milli mücadelenin lehine çevirirler. İngiliz işgal kumandanı onun
öldürülmesini isterse de bunun çok büyük kargaşaya neden olacağı kendine söylenir
ve vazgeçer. Bediüzzaman büyük bir kahramandır. Milli Mücadele bitip Türkiye
bağımsızlığını ilan edip yeni Türk devleti ortaya çıkıncaya kadar o büyük bir
kahramandır. Van’a gidip bir kenara çekilince, o birden bire bir anti kahraman olur
ve oradan alınır, İstanbul yolu ile Barla’ya sürgün edilir. O Türkiye’nin büyük
romanından alınmış, bir protogoinst iken fon şahıs durumuna düşürülüp bir köye
sürgün edilmiştir. Sahneden tamamen silinmiştir. 

Ama kahramanlık onda asli bir unsurdur, ondan sonra o eserler yazarak ülkesinin
gündemdeki yerini alır, yine kahramandır ama, hâkim düşüncenin istemediği bir
anti kahramandır. Eserleri ülkenin ve her yerin gündemine girip, insanlar tarafından
büyük bir iştiyakla okununca, “biz seni sahneden kovmuştuk sen hala sahnede
duruyorsun” der gibi anti kahraman ile otuz yıl gizli kapaklı, aşikar mücadele
edilmiş, sahneden silmek için bütün cebri yollar kullanılmış ama o bir türlü
sahneden atılamamış, sahnenin ebedi hâkimi gibi görünenler sahneden rolleri
bitince ayrılmışlar, o gün geçtikçe sahnedeki yerini sağlamlaştırmıştır. Bu yüzden
Tayfun Atay‘ın anti kahraman ifadesi yerinde bir kullanımdır. Şimdi Tayfun Atay’ın
yorumlarına dönelim. Onun anti kahraman konusundaki yorumları yüzünden nasıl
aforoz edildiğine bakalım.
Şerif Hoca hep bir boy önde

“Said Nursi kitabında, Türkiye coğrafyasının bu bir numaralı a n t i k k a h r a m


an‘ını sosyo- tarihsel bağlamda çözümlerken İngiliz Simgesel Antropojisinin çığır
açıcı ismi Victor Turner’in kuramsal ve kavramsal dağarcığından beslenir. Yine iddia
edebilirim ki ne Şerif Hoca’nın kitabını yazdığı, ne kitabın Türkçe’ye çevrildiği
dönemde Türkiye antropolojisi Turner’in adından da yapıp ettiklerinden de düşünüp
yazdıklarından da yeterince haberdardır. Kısaca dünyada kuramsal anlamda olup
bitenleri derhal yakalayan ve bu bakımdan Türk sosyal bilimlerinin kuramsal
çözümleme pratiğinde hep bir boy önde olan isimdir Şerif Mardin.

Şerif Hoca yine Türk sosyal bilim dünyasıyla ilişkili ve kanımca hayli dramatik bir
başka özelliğe daha sahiptir. O kendisiyle ortak dili konuşan meslektaş yahut
düşündaşlarının önemli bir kesimi tarafından en ortalama deyişle a f a r o z a
uğramış bir insandır.” (Şerif Mardin Okumaları, s 107)

Tayfun Atay, Nur cemaatinin de Şerif Mardin hoca’yı yeterince anlamadığını belirtir.
Sosyolog ile cemaatin bakış açısını karşılaştırır. “Öte yandan Şerif Hoca’nın dilinden
dökülenlerden hoşlanan çevreler, sözgelimi Nur cemaatinin ileri gelenleri ve üyeleri
ise onun ne dediğini anlamakta zorluk çekerler. Şerif Hoca’nın S a i d N u r s i
çalışmasının bu sözünü ettiğimiz ikinci çevrede, kitap henüz Türkçeye
çevrilmemişken büyük heyecan ve coşku yaratması, ancak Türkçeye çevrilip nüfuz
edilebilir olduğunda ise hayal kırıklığı ve sönüklüğe yol açmış olması üzerinde bu
bakımdan düşünmek gerektir. 

Türkiyede yaşanan ve insanların değer dünyasında meydana gelen


sarsılma ve kırılmalar

Kuşkusuz Şerif Hoca da Nur cemaati üyeleri kadar önemsemiştir Said Nursi’yi.
Ancak sorun şuradadır ki, cemaat üyeleri için özne olan Said Nursi, Şerif Mardin için
nesnedir. Şerif Hoca, esasen Said Nursi üzerinden Osmanlıdan Türkiye’ye yaşanan
siyasal, toplumsal ve kültürel değişme ve süreklilikler ile bunların insanların anlam
ve değer dünyasında yol açtığı sarsılma ve kırılmalar üzerine çözümlemelere
gitmektedir. Said Nursi’yi hayatının öznesi yapmış insanlar açısından, bu öznenin
bir araştırma konusu olarak öne çıkması heyecan yaratmış, ama bu öne çıkışın
nesneleştirme suretiyle olması onların umduklarını bulamamalarına yol açmıştır.

Cemaat onun özneden nesneye indirgenmesini, sosyal bilimciler de Said Nursi’nin


bir kahraman ve bilimin nesnesi olmasını çekememişlerdir.” Öte yandan Said
Nursi’yi bir anti kahraman olarak, ters yönden öznelleştiren laik, Kemalist ve
pozitivist Türk sosyal bilimcileri açısından, onun bir araştırma nesnesi olarak dahi
öne çıkartılmış olması kabul edilemez tahammülfersa bir girişimdir. Çünkü biraz
önce yukarıda denildiği üzere Said Nursi bir miktoptur ve mikropla uğraşmak,
mikrop kapmaya ve mikropun taşıyıcılığına ve bulaşıcılığına yol açacaktır.” (Şerif
Mardin Okumaları, s 108)

Şerif Mardin’i en iyi anlayanlar sosyalist-entelektüel bir çevredir. “Ancak bu


hercümerc içerisinde Şerif Hoca’yı hem anlayan hem de ondan hazzeden bir
çevrenin varlığını ve çevrenin Şerif Hoca’nın yeni kuşaklar nezdinde entelektüel
kredisinin yükseltilmesine olan katkısını es geçmek haksızlık olur. Bu, Murat Belge
öncülüğünde Birikim Dergisi ile İletişim Yayınları bünyesinde şekillenen ve sivil
toplumcu vasfıyla öne çıkan bir sosyalist entelektüel çevredir.“ (Şerif Mardin
Okumaları, s 108)

Diğer Değerlendirmeler

Sosyolog Mustafa Güneri Gök, Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde yaptığı, Türkiye’de Din
Sosyolojisi –Şerif Mardin Örneği isimli tezinde, Şerif Mardin’i Türkiye’deki bazı
sosyologlarla yol ayrımına sokan çalışması olan Türkiye’de Din ve Toplumsal
Değişim – Bediüzzaman Said Nursi Olayı isimli çalışmasının sosyoloji, ülkemizin
sosyoloji çalışmaları içindeki yerini belirler. Güdümlü bir sosyoloji yorumu değil,
bize göre bir sosyoloji değerlendirmesi olduğunu vurgular. “Mardin İslamın da, bu
toplumun da (genellemelerden uzak) kendine özgülüklerini ön plana çıkarmaya
çalışmaktadır. Bu çerçevede kavramların bile yerine göre bir genelleme taşıdığını
düşünür. Bu konuda Türkiye’deki gelişmeleri ilgi odağı haline getirmesiyle, din
sosyolojisi üzerine örnek bir çalışma olan Modern Türkiye’de Din ve Toplumsal
Değişim – Bediüzzaman Said Nursi Olayı onun bu alandaki özgün bir din sosyolojisi
çözümlemesi olarak da görülmektedir. Din sosyolojisinde çok yönlü bir perspektif
kullanmasının temel nedenlerinden biri de budur.“ (Şerif Mardin Okumaları, s 174)

Bediüzzaman, Büyük Millet Meclisi ile ilk buluştuğunda namaz konusundaki


ihmallerden rahatsız olur. Yazdığı birkaç sahifelik metinde namazı anlatmakla
birlikte Milli Mücadeleyi kazanan ve meclisi kuran ekiple düşüncelerini karşılaştırır.
Namaz sadece oradaki birçok bahse bir penceredir. Bediüzzaman büyük bir
geleneksel modernisttir. Meclisin hem saltanatı hem de hilafeti temsil etme
yetkisinin bir şahsın temsilinden daha mantıklı olduğunu söyler. ”Şu inkılab-ı azimin
temel taşları sağlam gerek. Şu meclis-i âlinin şahsiyet-i maneviyesi sahip olduğu
kuvvet cihetiyle mana-yı saltanatı deruhte etmiştir. Eğer şeair-i İslamiyeyi bizzat
istimal etmek ve ettirmekle mana-yı hilafeti dahi vekaleten deruhte etmezse, hayat
için dört şeye muhtaç, fakat an’ane-i müstemirre ile günde laakal beş defa dine
muhtac olan şu fıtratı bozulmayan ve levhiyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini
unutmayan bu milletin hacat-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse, bilmecburiye
mana-yı hilafeti tamamen kabul ettiğiniz isme ve lafza verecek. O manayı idame
etmek için kuvveti dahi verecek. Hâlbuki meclis elinde bulunmayan ve meclis
tarikiyle olmayan böyle bir kuvvet, inşikak-ı asaya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı
asa ise “vatesimubihablillahicemian” ayetine zıttır. Zaman cemaat zamanıdır.
Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevi daha metindir. Ve tenfiz-i ahkâm-ı şeriyeye daha
ziyade muktedirdir. Halife-i şahsi ancak ona istinad ile vezaifi deruhte edebilir.
Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevi eğer müstakim olsa ziyade parlak ve kâmil olur.
Eğer fena olsa pek çok fena olur.” (Mesnevi Nuriye s, 100)
Modern Siyasi dönüşüm

Mustafa Günerigök, Bediüzzaman’ın bu farklı yenilik anlayışını makalesinde


Mardin’in çalışmasına dayanarak anlatmıştır. “Şerif Mardin modernleşmenin önemli
bir kısmının İslamlaşma süreciyle gerçekleştiğini düşünür. Bu konuyu, Nurcu
hareketin kurucusu Bediüzzaman Said Nursi hakkındaki etkileyici çalışmasında
çarpıcı bir biçimde verir. Mardin’e göre İslami gruplar sırf dinsel dönüşümü
sağlamazlar. Başta siyasal hayat olmak üzere her türlü alanın modernleşme
çerçevesinde dönüşümü sağlarlar. Örneğin Said Nursi, kaldırılan halifeliğin TBMM
tarafından temsil edildiğini ve zaten tek kişinin artık böyle bir temsili
üstlenemeyeceği inancını arkasındaki kitleye vererek m o d e r n s i y a s i d ö n ü ş
ü m e katkıda bulunur.“ (Şerif Mardin Okumaları, s, 177)

Bediüzzaman halifeliğin ve saltanatın ilgasıyla Osmanlı tarzı yaşamdan koptukları


için ülkeyi terk eden binlerce muhafazakâr gibi davranmamış, Cumhuriyetin ve
Büyük Millet Meclisinin hem saltanatı hem de hilafeti temsil edebileceğini
meclistekilere anlatmıştır. Bu kadar toplumun düşünen adamlarının, siyasilerinin,
sosyologlarının çok ilerisinde düşünen bir adamı nedense olmadığı şekilde
göstermek bu ülkenin bir takım yarasa mizaçlı aydınlarına has bir garip tutumdur.
Bu yüzden onun Cumhuriyeti, Milli Mücadeleyi kuran ve inşa eden –ki kendisi de
onların içindedir- ekiple bir sorunu olmamıştır, çekilip Van’a gitmiştir.

Adem Çaylak isimli sosyolog Şerif Mardin’in fikirlerinin özellikle Kemalist çevrelerde
nasıl karşılandığı konusunda izlenim ve bilgilerini anlatır. ”Kemalist Söylem
nezdinde Şerif Mardin. Mardin’in özellikle İslam, tarikatla ve Nakşibendîlik üzerine
yaptığı ve siyasal ve toplumsal değişmeyi açıklayabilmek amacıyla ortaya çıkardığı
din eksenli çalışmaları konusunda üçüncü pozisyon alış, Cumhuriyet’in kurucu
kadrolarının din konusundaki yaklaşımlarına paralel bir biçimde davranmayı hala
büyük erdem olarak gören Kemalist zümre içinden gelmektedir. Özellikle Mardin’in
modern Türkiye’de din toplum ilişkilerini ele aldığı ve Türk modernleşme sürecinin
bir parçası olarak nitelediği Nur hareketinin lideri Bediüzzaman Said Nursi‘nin
sosyolojik biyografisi olan Bediüzzaman Said Nursi Olayı, Modern Türkiye’de Din ve
Toplumsal Değişme isimli kitabı yayınlandıktan sonra, Mardin Kemalist kesimin
hiddetini üzerinde toplamış ve dini Cumhuriyet rejimi karşısında meşrulaştıran bir
kişi ve Nurcular olarak bilinen İslami kesimin hayranı olarak sunulmuştur. İlginçtir
ki yıllar önce Said Nursi çalışmasının projesini hazırlarken Mardin, İsmet İnönü’nün
bir görüşme sırasında kendisine; “Bu adam çok tehlikelidir. Seni de ifsad etmesin“
diyerek uyardığını nakletmektedir. 

Şerif Mardin Said Nursi kitabının yazılmasında Cemil Meriç‘in tesirini anlatır; “Cemil
Meriç bana, bu şahsiyetin derinlemesine incelenmesi boşuna yapılacak bir iş
değildir. Orada gerçekten incelenmesi gereken bir cevher vardır. Eğer meseleyi
incelerseniz bu konuda yanlış bir yola girmezsiniz” demişti. 
Mardin, Said Nursi çalışması yüzünden Türkiye Bilimsel Akademisi TÜBA üyeliğinden
hiçbir resmi gerekçe gösterilmeden iki kez veto yediğini anlatmaktadır. Bu bile
Mardin’in Türkiye’de yandaşlık-taraftarlık ya dışlama –görmezlikten gelinme
ekseninde değerlendirildiğine en güzel örnek olmak gerektir.“ (Şerif Mardin
Okumaları, s 219)

Bediüzzaman’ın Meyve Risalesi’ndeki “Üçüncü Ve


Dördüncü Mesele”Lerin Değerlendirilmesi
Yrd. Doç. Dr. Yasin YILMAZ'ın Meyve Risalesi Çalıştayı tebliğidir
GİRİŞ
Bediüzzaman Said Nursi, Eski ve Yeni Said olarak adlandırdığı hayatının iki döneminde de madde ile
mananın sentezini yaparak, Müslümanların yok edilmeye çalışıldığı son sayılan bir devirden, tükenmemiş
olarak yeniden doğuşunun asıl kaynağını gösterme ve ebedî yolun mücadelesini yapmıştır. Çünkü
Bediüzzaman, hayatında, mürşitliğini en mükemmel şekilde yaparak, bütün mesaisini iman üzerinde
yoğunlaştırmış ve imansızlık içerisinde yuvarlanan insanları hakka, hakikate ve kurtuluşa çağırmıştır. Bu
uğurda hiçbir fedakârlıktan da kaçınmamıştır.
Bediüzzaman Saîd Nursî, Osmanlının son döneminden itibaren Müslümanlar için başlatılan zor,
meşakkatli ve çileli bir yolun kenarında yürümemiş, bizzat içinde ve hatta önünde olmuştur. Bundan dolayı
da vatan, millet ve özellikle de mensubu olduğu dinin, saadetlerinin olduğu kadar, felâketlerinin de
muhatabı olmuştur. Daha sonraki hayatında İslâm dünyası ile ilgili gelişmeler onu çok alâkadar etmiş,
İslâm, Kur’ân ve İslâm dünyasının başına gelen olumsuz olaylar onu kalpten vurmuş ve rahatsızlanmasına
sebep olmuştur. Hem meşrutiyet, hem İttihat ve Terakki hem de özellikle Cumhuriyet dönemlerinde bin
yıldır İslam’ın bayraktarlığını bu vatan evladının dinsiz ideolojilerin etkisinde kalarak imansızlığa
düşmemesi için var gücüyle eserler vererek çalışmıştır.
Nursi, formel eğitim almadığı halde, yaşadığı dönemde hem Doğuda hem de Batıda ortaya çıkan akımları
ve ideolojileri bilen son dönemin ender şahsiyetlerinden birisidir. O’nun ortaya koyduğu hizmet anlayışı,
sosyal yaşamı ve eğitim anlayışı ile ruhsal bir liderlik özelliği taşıdığını eserleri ortaya koymaktadır. Ruhsal
liderlik özelliği taşıyan Nursi psikolojik rehberlik yöntemi olarak da ihlâs ve samimiyeti ön plana almış ve
ahlak anlayışını “ihlâs ahlakı” çerçevesine oturtmuştur.
Hz. Peygamber’in (sav) yolundan giden bir mümin olarak Bediüzzaman elli yaşında, belli bir olgunluğa
gelince Risale-i Nur’un temel eserlerini yazmaya başlamıştır. O yaşadığı çağ manevi temelleri sarsılan
Batı cemiyetinden çıkıp, bütün dünyayı sararak İslam toplumunu da tehdit eden inançsızlık ve dinsizlik
akımıyla karşı karşıya kaldığı bir dönemdi. Dinî, peygamberi ve ahireti yok sayan materyalist akımların
yeryüzünü sardığı bir devirde, onların karşısına farklı ve güçlü bir metotla çıkılması gerektiğinin
farkındaydı. Çünkü küfür cehaletten değil de fenden felsefeden yani bilim adına bilim adamlarının görüş ve
araştırmalarından gelmekteydi.
Bediüzzaman, materyalizmin dünyayı kasıp kavurduğu bir dönemde, onların metotlarıyla yani “akıl
yürütme metotlarını” kullanarak, onların argümanlarını tek tek çürütmüştür. Bunu yaparken “büyük cihadın
manevi cihad” olduğunu kabul ederek, maddi kılıçların kınına girmesi gerektiğini ve Kur’ani hakikatlerle
manevi cihat yapılacağını bildiren bir önder olmuştur. Hz. Peygamber’in (sav) Mekke döneminde büyük
cihadı Kur’an’la ve sabırla yaptığı gibi Bediüzzaman da, Kur’an merkezli ve onun asrımıza bakan
yönleriyle yapmıştır.  
Bediüzzaman, bu tahribata karşı dinin gerçek bir hakikat ve paslanmaz bir pırlanta olduğunu, asla yok
edilemeyeceğini ortaya koyan bir mücadelenin, ancak güçlü fikirlerle yapılabileceğini görür. Bundan dolayı
bu güçlü akıma karşı evliya menkıbeleri ve mutasavvıfların tarikat dersleriyle değil, imanı temel alarak
onun dünyada dahi manevi cennet ve imansızlığın da cehennemî bir hayat yaşattığını gösteren mücadele
yolunu seçmiştir. O, eserlerinde bu dünya hayatında da imanlı insanın mutlu olduğunu, inanmayanların da
cehennemi hayat yaşadığını fikri muhakemelerle anlatmaktadır. Bu dünyada aç, sefil ve perişan
yaşadıktan sonra ahirette mutlu olunacak tarzdaki eski anlayışı değiştirmiş, imanî mutluluğun bu âlemdeki
hazzını anlatmıştır.
Bediüzzaman, diğer yandan materyalizm ve modernizm büyük bir saltanat ve fantezilerle geldiğini görmüş,
dünyevîleşmenin (sekülerizmin) getirdiği lüks ve hızlı sosyal yaşantının cazibesinin farkına varmıştır.
Tüketim cazibesiyle gelen bu akıma karşı “dünyayı terk et cennet var” demek yeterli olamayacağını
bildiğinden, Mana-ı harfi ve Mana-ı ismi paradigması ile yaratmanın Allah’a has olduğunu belirtip, O’nunla
bağlantı kurmayı öğreterek bir yaşam tarzı sunmuştur. Bu paradigma ile yaratmanın sadece Allah’a ait
olduğunun bilinmesi ve O’na dayanarak, güvenerek ve emirlerini yerine getirerek mutlu olma yollarını
göstermiştir.
Bu doğrultuda dünyada imanı yaşamanın cennet gibi bir hayatı yaşatacağını dile getirirken, modernizmin
de kötü sonuçlarını ve insanları mutsuz ettiğini göstermiştir. Dinin insanların hayatından çıkması halinde
bunalımların, boşanmaların ve intiharların artacağına vurgu yapmıştır. Aklı kullanarak kötü davranışların
sonuçlarını insanlara göstererek, gençlere elli sene sonraki hallerini hatırlatarak, onların hislerini değil,
akıllarını devreye sokmuştur.
Diğer yandan kader onu hep toplumun imanî yönden terakkiyatına çalışması konusunda zorlamış, o da
“istihdam olunuyoruz” diyerek bu durumun farkına varmıştır. Eserleri, onun kendi iç dünyasındaki keşif
yolculuğu mücadelesinin yazılı hale getirilmiş şeklidir. Eserlerinde günümüzde kötülüğe götüren güçlerin
temsilcisi olan nefis ve şeytanın sorularına cevap verir. Tevazu göstererek “kendi şahsî zaaflarım ve ben
kendi nefsimi daha çok muhtaç görüyorum” diye bir tanımlama yaparak nitelendirdiği konulara karşı ilahî
yardımları ve kendini ikna çabalarını yazmıştır. Bunun yanında gerçekleri de anlama ve çıkarma gayretini
yazılı hale getirerek eserlerini ortaya koymuştur. Nursi, sadece eser yazmayıp, yazdığı eserlerin okunması
için “vatan sathını bir mektep” yapmıştır. Evleri birer Medrese-i Nuriye haline getirmiş ve herkesin
eserlerden istifadesini sağlayan bir aktivist olmuştur.
Nursi bir sosyolog gibi, yüz yıl öncesinden bu günü görüp çözümler üreten müstesna şahsiyetlerden
birisidir. Bundan dolayı bir asır önce Güneydoğu meselesinin ancak eğitimle çözülebileceğini söylemiş ve
ideal olarak da “Medresetü’z-Zehra” projesini koymuştur. 
O yine bir psikolog gibi, insanları düşünmeye çağırmış, sabır gücünü kullanarak Hastalar Risalesi,
Vesvese Risalesieserleriyle koruyucu ve önleyici sağlık metodunu ortaya koyarak çözüm üretmeye
çalışmıştır. Hutbe-i Şamiye eseriyle de toplum psikolojisini ilginç bir şekilde analiz ederek, Müslümanların
zaaflarını maddeler halinde belirtmiş ve onların izalesine çalışarak ümitsizliğe düşmemek gerektiğini
ısrarla tekrar etmiştir.
Bu çalışmamızda daha birçok özelliklere sahip olan Bediüzzaman’ın bazı olaylara bakışını ve bunlar
karşısında nasıl tedbirler alınması gerektiğini gösteren Meyve Risalesi adlı eserindeki “Üçüncü Mesele” ve
“Dördüncü Mesele”yi tarihi, psikolojik ve sosyolojik açılardan incelemeye çalışacağız.
A. ÜÇÜNCÜ MESELE
1.Bediüzzaman’ın Eskişehir Hapishanesinde İken Türkiye’deki Durum
Konunun daha iyi anlaşılması için önce Bediüzzaman’ın bu konuyu ele aldığı dönemin dinî, siyasî ve
sosyal durumuna bakmak gerekiyor. Çünkü tarihi olayları incelerken isabetli bir sonuca ulaşabilmek
açısından dönemin konjonktürünün iyi bilinmesi zorunludur.  Yönünü Batıya dönerek kurulan Türkiye
Cumhuriyeti, yapılan birtakım inkılâplarla dinî ve dinî hayatı öteleyerek, toplumun kolektif şuurundan
çıkarıp yok saymıştır. Bu düşüncesini gerçekleştirmek için de geleneksel olan yani Osmanlıdan tevarüs
eden klasik kurum ve kuruluşları tasfiye etmiştir.
Dönemin konjonktüründen Bediüzzaman da nasibini almış ve Doğuda çıkan Şeyh Said isyanı sonucunda
Türkiye’nin Batısına sürgün edilmiştir. Önce Burdur’a sonra da Isparta’ya getirilen Bediüzzaman, 1926
yılından 1934 yılına kadar Barla denilen yerde mecburi ikamete tabi tutulmuştur. Sonra mürettep planlar
doğrultusunda isyan etmiş kişiler gibi Eskişehir’e mahkemeye götürülmüştür. İki yıla yakın orada hapiste
kaldıktan sonra mahkemeye çıkarılmış ve verilen hapis cezasından fazla yattığı için beraat etmiştir.
Bediüzzaman’ın Eskişehir hapishanesinde kaldığı sürede karşılaştığı bir olayı anlamaya çalışacağız.
Ancak Nursi’nin hapiste olduğu yıllarda Türkiye’nin ve dünyanın durumunu iyi karakterize etmek
gerekmektedir. O’nun; “dünya büyük bir manevi buhran geçiriyor. Manevi temelleri sarsılan Garp cemiyeti
içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felaketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor”[1] dediği ideolojiler siyasî,
sosyal ve ekonomik hayatı esir almıştır.      
 Bu ideolojilerin etkisinde kurulan Yeni Türkiye Cumhuriyeti doğudan ziyade Batıya dönük bakışıyla, siyasî
alanda laikliği kabul ederek dini, mabetlere ve vicdanlara hapsetmiş. Sosyal alanda da sekülerizm
(dünyevîleşme) anlayışını hayata geçirerek, bütün çabaların tamamen dünya merkezli olmasıyla ahlak
başta olmak üzere bütün kutsallar yok edilmeye çalışılmış. Ekonomik alanda kapitalizm anlayışıyla “sen
çalış ben yiyeyim-ben tok olduktan sonra başkası acından ölse bana ne” anlayışını yerleştirilmiş. Hatta
bunu daha da ileri götürerek hayatı maddeciliğin içine gömerek maddeyi her şeyin ölçütü haline getirmiş.
Düşünce alanında modernizm ile vahiy başta olmak üzere metafizik yok sayılmış ve her şey suje-obje
bağlamında değerlendirilmiştir.
Diğer yandan Cumhuriyet Döneminde milli devlet, pozitivist bir anlayışın oluşmasında, eğitimin gücünden
azamî ölçüde yararlanmış. Çünkü bu dönemde eğitim alanında köklü ve müşahhas çalışmalara girilmiş,
ilköğretimden yüksek öğretime kadar bütün örgün eğitim-öğretim kurumlarında Batıda ortaya çıkan felsefî
sistemler doğrultusunda yeniden yapılanmaya gidilmiş. Siyasi alanda laikliği, sosyal alanda skülerizmi,
ekonomik alanda kapitalizmi ve düşünce alanında da modernizmi esas alınarak yapılan eğitimle fert ve
toplum hayatı yeniden farklı bir şekilde dizayn edilmeye çalışılmıştır. Bunu gerçekleştirmede eğitim araç
olarak kullanılmış ve eğitimin her alanına da laiklik, skülerizm, materyalizm ve modernizm hâkim
kılınmıştır. Hatta eğitimdeki bu anlayışa katkı sağlaması için 1930’lu yıllarda edebiyat ve düşünce
alanındaki bütün Batı klasikleri Türkçeye tercüme edilmiştir. Türk toplum hayatındaki bu yapılanma
çalışmaları da, toplumdaki tepkileri asgariye indirmek için tedricen yapılmıştır.
Osmanlı Devletinin mirası üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarından itibaren eğitim
programları, tek tek derslere göre değil, bir bütün olarak geliştirilmiş. Ancak din öğretimi, programları
Cumhuriyet dönemi eğitim felsefesi ve uygulamalarından ayrı tutulmuştur.[2] Çünkü din öğretimi
programları Cumhuriyet Dönemi laiklik anlayışına ters düşmeden, din-devlet, din-siyaset ilişkileri içerisinde
yorumlanmış ve şekillendirilmiştir. Cumhuriyetin kurucuları laik eğitim sistemine bilimsellik, millilik, yerellik,
evrensellik ve herkese eğitim derken din eğitimine de farklı yaklaşmışlar, tamamen ve kasıtlı olarak ihmal
etmişlerdir.[3] Nasıl bir din eğitimi verelim yerine “Neden dini eğitimi verelim” tartışılmıştır. Dolayısıyla söz
konusu bu esasların yanında din önemi olmayan tali bir mesele olarak görülmüştür. Eğitim sistemi
içerisinde din de dâhil olmak üzere tarihî mirasımızın eğitimi yerine, bu mirasın toptan ve yüzeysel
eleştirisi öğretilmiştir. Yani tarihî mirasımızın ne olduğundan çok ne olmadığı öğretilmiştir.[4]
2. Üçüncü Mesele’nin Verdiği Mesajlar
Cumhuriyetin başından günümüze kadar verilen eğitimle gençlik, skülerist ve materyalist yaşam ve
düşünceye sürüklenmiştir. Bu faaliyetlerde, gençlerin vizyonlarını değiştirmek esas alınmıştır. Ego
ideallerinden uzaklaştırılan, vizyonları küçültülen ve materyalist düşünce empoze edilen gençlere hayatın
amacının sadece yiyip içmek, gezip tozmak, karşı cinsle arkadaşlık etmek olduğu öğretilmiştir. Bundan
dolayı Cumhuriyetin ilk yıllarında heva ve hevesi terviç eden kurumlar oluşturulmuş ve gençler oraya
yönlendirilmiş sadece dünya hayatının fantezileri gösterilmiş din, mukaddesat ve ahlak adına ne varsa yok
edilmiştir.
Günümüzde ise alan genişleyerek devam etmiş görsel ve yazılı medya, sosyal paylaşım siteleri ve diziler
yoluyla yani sekülerleşme mantığı farklı anlayış ve şekillerde devam ettirilmektedir. Bireysel ego denilen
kişilikleri ve idealleri yok edildiği gibi, toplumsal ego denilen din, vatan ve millet sevgisi denilen kollektif
şuurları da imha edilmiştir. Bunların sonucunda sadece kendi ego zevklerini tatmin etmeyi, amaçsız ve
bencil olmayı hedefleyen bir gençlik ortaya çıkmıştır.
Bediüzzaman, materyalizmin dünyayı kasıp kavurduğu o dönemde, yine onların metotlarıyla yani “akıl
yürütme metotlarını” kullanarak, onların argümanlarını tek tek çürütmüştür. Bunu yaparken “büyük cihadın
manevi cihad” olduğunu kabul ederek, maddi kılıçların kınına girmesi gerektiğini ve Kur’ani hakikatlerle
manevi cihat yapılacağını bildiren bir önder olmuştur.
Müthiş hafızası, keskin zekâsı ve şaşırtıcı bir muhakemesiyle yaşadığı çağda gençlerin durumunu çok iyi
etüd eden ve gözlemleyen Bediüzzaman, Gençlik Rehberi ve Meyve Risalesi adlı eserleri başta olmak
üzere birçok eserinde ya doğrudan ya da dolaylı olarak mezkûr konuyu ele almıştır. O, eserlerinde ergen
psikolojisini durumunu mercek altına alarak hangi yolda ümitsizlik ve çaresizlik olduğunu, hangi yolda da
huzur, mutluluk ve kurtuluş olduğunu belirtmiştir. 
Bediüzzaman’ın üzerinde durduğu hususlardan birisi de  “ibretli bir hadise” dediği ve Cumhuriyet
Bayramında eğlenen öğrencilerin gelecekteki durumunu müşahede ederek, rahmet Peygamberinin bir
varisi olarak, onların gelecekteki durumlarına muttali olması ve gelecekteki durumlarını görünce
ağlamasıdır. Çünkü neşeyle oynayıp raks eden öğrencilerin elli sene sonraki durumlarının iyi olmadığını
müşahede etmiştir. Raks eden öğrencilerden 40-50 tanesi kabre girmişler ve azap çekiyorlar. Geriye kalan
10 tanesi de 70-80 yaşlarına ulaşmış ve gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği
nazarlardan nefret görüyor.
Gördüğünün hayal değil, hakikat olduğunu söyleyen Bediüzzaman, insan hayatının ister istemez geçirdiği
evreleri sıralayarak sonunda mutlaka kabrin karşılarına çıkacağını belirtmektedir. Sonra hayali bir
animasyon yaparak, geçmişin olaylarının günümüzde sinema ile gösterildiği gibi, geleceğin olaylarını da
gösteren bir sinema olsaydı ve meşru daire dışında yaşamlarını sürdürenlerin 50-60 sene sonraki
durumları o sinema ile gösterilseydi, o kişilerin şimdiki gülmelerine ve gayri meşru yaşantılarına nefret
edip, ne yaptık diye ağlayacaklarını ortaya koyuyor.
Daha sonra bu olaydan hareket ederek insanın nefis ve şeytanla karşı karşıya kaldığı durumu dramatize
ederek, bizlere de örnek olacak iç dünyasında bir mücadele başlatıyor. Bu mücadelede bir tarafta gayri
meşru yaşamı, sefahati ve dalaleti cazip hale getirmeye çalışan bir şeytan bulunuyor. Bunun karşısında da
hakkı, hakikati ve dini hayatı yani dünyada imanı yaşamanın cennet gibi bir hayatı yaşatacağını dile
getiren nebevî taraf bulunmaktadır. Bunlar arasında dünya hayatının cazibeleri ve fantezileriyle ilgili bir üç
aşamalı bir mücadele başlıyor.
Birinci aşamada dalalet ve sefahat için çalışan şahsı manevinin temsilcisi insî şeytanın telkin ettiği ilk iddia
şudur; “Biz hayatın her bir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz, bize karışma!”[5] Yani
biz, dünya hayatında manevi hayat, ruh ve kutsal değerleri tanımıyoruz. Sadece dünyanın şaşaası
içerisinde hayatımızı geçirmek istiyoruz.
Psikoloji eğitimi almadığı halde bir psikolog gibi insan psikolojinin önemli noktalarına parmak basan
Bediüzzaman, ehl-i dalaletin vekili olan insî şeytanın önerilerinin, insanı mutlu edemeyeceğini, aklı
kullanarak örneklerle, ispat ediyor. Bediüzzaman, insanın lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmeyip
dalalet ve sefahate atılması, onu içinden çıkılamayacak manevi buhranlara ve sıkıntılara giriftar edeceğini
bildiriyor.[6]
Çünkü insanda akıl olduğu için geçmiş ve gelecekle irtibatlı bir varlıktır. Dolayısıyla ahirete inanmayan
insan için geçmiş zaman, onun düşünce dünyasında ölmüştür yok olmuş ve içinde cenazeleri çürüten bir
büyük mezaristan hükmündedir. Bütün sevdiklerini içine alan kabrin bir gün kendisini de alacağı düşüncesi
onun dünyasını karartmaktadır. Bundan dolayı da alacağı bütün lezzetleri acıya, üzüntüye ve ümitsizliğe
çevirmektedir.[7]
Aynı şekilde inanmadığı için gelecek de onun için meçhul, karanlıklı, ölü ve dehşetlidir. Yoktan yaratılarak
var olan ve hazır zamana uğrayan bu varlıklar ecel cellâdının satırıyla kesilip hiçliğe atılacağını aklı idrak
ettiğinden, imansız başına üzüntüleri yağdırıyor. Haliyle ölümü düşünmemek için dalalet üzere yaşaması
da ona bir fayda etmiyor.
Bediüzzaman inançsızlığın insana verdiği söz konusu zararlarını saydıktan sonra, imanın insana hem bu
dünya hem de ahirette nasıl mutlu ettiğini ispata geçiyor. Özelde Bediüzzaman’ın genelde ise tahkik-i
imana sahip bütün inananların, iman sayesinde ulaşacağı mertebeleri sıralıyor. Ehl-i dalaletin aksine
geçmiş zamanın insan için, yokluğa, ademe ve çürümeye götüren bir mezaristan olmadığını, bilakis
saadet saraylarına gitmek için bir bekleme salonu olduğu belirtiyor. Gelecek zaman ise, insanın meçhule
doğru gittiğini değil, saadet-i ebediye saraylarına doğru gittiği mesajını vermektedir.
Bediüzzaman iki tarafın argümanlarını ortaya koyduktan sonra, hakiki ve elemsiz lezzetin yalnız imanda
ve iman ile olacağını vurgulamaktadır. Konunun daha iyi anlaşılması için bir teşbih yapmaktadır. “Meselâ,
senin gayet sevdiğin bir tek evlâdın sekeratta ölmek üzere iken ve meyusâne elîm ebedî firakını
düşünürken, birden Hazret-i Hızır ve Hakîm-i Lokman gibi bir doktor geldi, tiryak gibi bir macun içirdi. O
sevimli ve güzel evlâdın gözünü açtı, ölümden kurtuldu. Ne kadar sevinç ve ferah veriyor, anlarsın.
İşte, o çocuk gibi sevdiğin ve ciddi alâkadar olduğun milyonlar sence mahbup insanlar, o mazi
mezaristanında, senin  iken, birden hakikat-i iman, Hakîm-i Lokman gibi, o büyük idamhâne tevehhüm
edilen mezaristana kalb penceresinden bir ışık verdi. Onunla baştanbaşa bütün ölüler dirildiler. Ve  “Biz
ölmemişiz ve ölmeyeceğiz, yine sizinle görüşeceğiz” lisan-ı hal ile dediklerinden aldığın hadsiz
sevinçler ve ferahları iman bu dünyada dahi vermesiyle ispat eder ki, iman hakikati öyle bir çekirdektir ki,
eğer tecessüm etse, bir cennet-i hususiye ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i tûbâsı olur dedim.[8]
Dalalet adına hareket eden kişi ikinci aşamada; ““Hiç olmazsa hayvan gibi hayatımızı keyif ve lezzetle
geçirmek için sefahat ve eğlencelerle bu ince şeyleri düşünmeyerek yaşayacağız”[9] diyerek hayvanî bir
hayatı tercih ediyor. Bediüzzaman bu iddiaya karşı da akıl yürütme metodunu kullanmaya devam ediyor
ve hayvanın mazi ve müstakbeli olmadığından, geçmişten gelen acı çekmediğini ve gelecekten de endişe,
kaygı ve korku hissetmediğini bildirerek insanın hayvan gibi olamayacağını belirtiyor. Bundan dolayı gaybı
bilmeyen hayvanın rahatla yaşayıp lezzetini tam aldığını ortaya koyuyor.
Aklî muhakeme ile dalaletin vekilini susturan Bediüzzaman bir değerlendirme yaparak yine birinci
aşamada olduğu gibi huzur ve mutluluğun nerede ve nasıl olduğunu “Fakat ey insan, senin mazi ve
müstakbelin akıl cihetiyle bir derece gaybîlikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana gelen istirahattan
tamamen mahrumsun. Geçmişten çıkan teessüfler, elîm firaklar ve gelecekten gelen korkular ve
endişeler, senin cüz’î lezzetini hiçe indirir. Lezzet cihetinde yüz derece hayvandan aşağı düşürür. Madem
hakikat budur. Ya aklını çıkar at, hayvan ol, kurtul. Veya aklını imanla başına al, Kur’ân’ı dinle, yüz derece
hayvandan ziyade bu fâni dünyada dahi sâfi lezzetleri kazan,”[10]   diyerek iman yolunu gösteriyor.
Dalaletin vekili olan insî şeytanın bu iddiası da ispat edilince üçüncü aşamada; “Hiç olmazsa ecnebî
dinsizleri gibi yaşarız.”[11] diyerek diğer din mensuplarının yaşamlarını tercih edeceğini söylüyor. Ancak
Bediüzzaman bunun da mümkün olmadığını “Ecnebi dinsizleri gibi de olamazsın. Çünkü onlar bir
peygamberi inkâr etse, diğerlerine inanabilirler. Peygamberleri bilmese de, Allah’a inanabilir. Bunu da
bilmezse, kemâlâta medar bazı seciyeleri bulunabilir. Fakat bir Müslüman, en âhir ve en büyük ve dini ve
daveti umumî olan Âhirzaman Peygamberi Aleyhissalâtü Vesselâmı inkâr etse ve zincirinden çıksa, daha
hiçbir peygamberi, hatta Allah’ı kabul etmez. Çünkü bütün peygamberleri ve Allah’ı ve kemâlâtı onunla
bilmiş. Onlar onsuz kalbinde kalmaz. Bunun içindir ki, eskiden beri her dinden İslâmiyet’e giriyorlar ve
hiçbir Müslüman, hakiki Yahudi veya Mecusi veya Nasranî olmaz. Belki dinsiz olur; seciyeleri bozulur,
vatana, millete muzır bir hâlete girer”[12]  diyerek ispat ediyor.
Bediüzzaman üç aşamada dalalet ehlinin vekilini ilzam ettikten sonra “Medrese-i Yusufiye” dediği
hapishanedeki mahkûmları iman noktasından hareket ederek teselli ediyor. Zamanlarını nasıl
geçireceklerini belirterek hapiste olmalarının kendileri için bir rahmet olabileceğini, namazlarını kılmaları
güzel ahlak sahibi olmaları ve Salih amel işlemeleri şartıyla gerçek olabileceğini bildiriyor.
Nursi bu ifadeleriyle bir şekilde hapse girmiş olan kimselere, hem psikolojik hem de imanî ders vererek
onları rahatlatıyor. Verdiği bu eğitimle onların dünya ve ahretlerinin kurtulmasına vesile oluyor.
B. DÖRDÜNCÜ MESELE
1. İkinci Dünya Savaşı Yılları
Tarihte ve günümüzde görüldüğü üzere toplumlar ve devletlerarasında meydana gelen anlaşmazlıklar sulh
ile sonuçlanmadığında büyük savaşlara sebep olabilmektedir. Bunun sonucunda birçok insan hayatını
kaybetmekte, yuvalar yıkılmakta, güçlü ordular kurmak için maddi kaynaklar heba edilmekte, insanlar açlık
ve kıtlık sıkıntısına düşmekte ve birçok mamur beldeler yaşanmaz hale gelmektedir. Birbirlerine akıl almaz
zulüm, işkence ve ezalar yapılmaktadır. Maddi ve manevi olarak tamiri imkânsız olan büyük yaralar
açmaktadır. Bu da insanlar için huzur değil, mutsuzluk getirmektedir. Bu yönlerden bakıldığında insanlık
için hayatî öneme sahip olmasından dolayı Kur’an ayetleri daima sulhu tavsiye etmektedir. Aynı zamanda
Kur’an’daki barış ayetleri, toplumu tefrika ve çözülmelerden koruma; onlar arasında sulh, adalet ve hakkı
yerleştirme gibi genel kaideleri de içermektedir.[13]
İkinci Dünya Savaşının olduğu yıllar faşizmin ve komünizmin insanlığı etkisi altına almaya, diğer bir ifade
ile her birinin dünya hâkimiyeti kurmaya çalıştıkları dönemdir.  Bir taraftan Adolf Hitler ile Mussolini İtalyan
devlet adamı Makyavel’in“Hükümdar” adlı eserinden ilham alarak dünyada Faşizm hâkimiyetini sağlama
için çalışırken, diğer taraftan Rusya merkezli Stalin Alman kökenli Karl Marks’ın “Kapital” isimle eserinden
etkilenerek, bütün dinleri yok ederek, sadece madde merkezli bir dünya hâkimiyetini düşlüyorlardı ve
bunun için her yolu mubah görüyorlardı. Dolayısıyla dünya iki kampa ayrılmış, artık devletler savaşı değil,
Bediüzzaman’ın yirmi yıl önce haber verdiği ideolojiler ve kamplar savaşı dönemi başlamıştı.
Bediüzzaman, “Rüyada bir Hitabe” dediği ve insanlığa ders verdiği rüya olayında bu konuya şöyle
demiştir: “Devletler, milletler muharebesi, tabakât-ı beşer muharebesine terk-i mevki
ediyor…..”[14] Gerçektende İkinci dünya savaşı öncesinde, bu iki farklı ama amaçları aynı olan kamp
dünyayı ele geçirmek için faaliyete geçmişlerdi ve Hitler bu gayesini gerçekleştirmek için Polonya’ya
saldırarak savaşı başlatmıştır.
1939 yılında başlayan İkinci Dünya Savaşı 1945 yılına kadar altı yıl devam etmiş ve Amerika Birleşik
Devletleri’nin, Japonya’nın iki şehrine atom bombası atması ile durdurulabilmiştir. Geriye maddi ve manevi
olarak her alanda büyük yıkım bırakmıştır. 
2.Dördüncü Mesele’nin Verdiği Mesajlar
Bediüzzaman İkinci Dünya Savaşı’nda tarafların amaçlarını çok iyi bildiği için bazı sebeplerden dolayı
savaşın seyrini takip etmemiştir. Onun bu tutumu yakınında bulunan talebelerinin dikkatini çekiyor. Çünkü
savaşa katılan ve katılmayan bütün ülkeleri etkileyen savaş, dünya ekonomisine de büyük darbe vurmuş,
milyonlarca insan hayatını kaybetmiş, güçlü ordular kurmak ve mütecavizlere karşı koymak için milyarları
bulan büyük harcamalar yapılmış, insanlar açlık ve kıtlığın pençesine düşmüş ve tarihten miras kalan
mamur beldeler yok edilmiştir.  
İşte Bediüzzaman bu kadar önemli olan savaşı takip etmemiş, sormamış ve merak etmemiştir. Bunun
üzerine talebeleri; “Bir kısım âlim ve mütedeyyin insanların cemaati ve camiyi bırakarak radyo dinlemeye
koştuğu dönemde, sen hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun? Yoksa bundan daha büyük bir hadise mi
var? Ya da onunla meşgul olmanın bir zararı var?” diye sormuşlar.[15] 
Nursi ikinci soruya bireyi göz önüne alarak zamanla insanın görevleri arasında bir bağ kurarak cevap
vermeye başlıyor. İnsanın ömrünün kısa olmasının yanında, yapması gereken önemli işlerin de çok
olduğundan hareket ederek, lüzumlu işleri önem sırasına göre sıralamaktadır. İnsanın görevlerini birbiri
içine girmiş dairelere benzeten Nursi, bu dairelerdeki görevlerin, dairenin büyüklük ve küçüklüğüyle ters
orantılı olduğunu belirterek, en küçük dairede en büyük, en büyük dairede ise en küçük görev vardır
diyerek farklı bir yaklaşım getirmiştir. Ancak büyük dairenin cazibedar olmasından dolayı insanların, küçük
dairedeki görevlerini bırakarak büyük daireye yöneldiklerini söylüyor.[16]
Bediüzzaman bu tespiti yaptıktan sonra sonuçlarını da ortaya koyuyor. Bu hususta da “insan küçük
dairedeki ehemmiyetli hizmeti bırakıp, lüzumsuz, malayani ve afakî işlerle meşgul eder. Sermaye-i
hayatını boş yerde imha eder, o kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür”[17] demiştir. Ayrıca bu tarz
olayları takip etmenin manevi boyutunu da nazara vererek, vebal altında kalınacağını şu ifadelerle
belirtiyor “ve bazen bu harp boğuşmalarını merak ile takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur, onun
zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.” [18]  İnsan psikolojini, zaaflarını ve fıtri meyillerini iyi bilen
Bediüzzaman, onun günaha, vebale ve hataya düşmemesi için çok önemli bir ikazda bulunmaktadır.
Bediüzzaman bu soruya cevap verdikten sonra “Yoksa bundan daha büyük bir hadise mi var? Sorusunu
ele alıyor ve“evet, bu cihan harbinden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i amme
davasından daha ehemmiyetli bir dava, herkesin bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle
bir dava”[19] açıldığını belirtiyor. Bu davanın nasıl kazanılacağının reçetesini ortaya koyuyor. Bir
Müslüman’ın dönemin en güçlü devletleri olan Almanya ve İngiltere kadar kuvveti ve servetinin olması
halinde dahi eğer aklını kullanan birisi ise o davayı kazanmak için sarf etmesi gerektiğini vurguluyor.
Bediüzzaman İkinci Dünya Savaşı’nda tarafların dünya hâkimiyeti için bütün güçleriyle savaştığını
belirtirken, özelikle Müslümanların dikkatini çekiyor. Savaş tarafları, devletler olarak fani, geçici, gaddar ve
acımasız dünyayı ele geçirmeye çalışıyor. Bu hâkimiyet de kabre kadar devam edecektir. Ancak
Müslümanların başına asıl hayat olan ebedi hayatı kazanmak, davasının açıldığını belirtiyor. Bu dünya
mücadelesinde milyonlarca kişiye bu dünya verilecek düşüncesiyle savaşlar oluyor. Hâlbuki ahrette
hadisin işaretiyle herkese bu dünya kadar cennet verilecektir. Dolayısıyla ebedi hayat ve herkese dünya
kadar verilecek cenneti kazanmak için çalışmanın daha ehemmiyetli olduğunu ortaya koyarak insanın
dikkatini çekiyor. Ayrıca “herkesin –iman mukabilinde- bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile
müzeyyen ve baki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak ve kaybetmek davası başına açılmış. Eğer iman
vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek”[20] diyor ve maddecilik vebasıyla çok kimsenin bu davayı
kaybettiğini belirtiyor. Hatta bir yerde vefat eden kırk kişiden büyük kısmının bu davayı kaybettiğini
bildiriyor. Sorunun cevabını “Acaba bu kaybettiği davanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse
doldurabilir mi?[21]  sorusuyla bitiriyor. Soruları mukni bir şekilde cevaplandıran Bediüzzaman, insanın
kazanma ve kaybetme ile karşı karşıya kaldığı davayı kazanmanın yolunu da gösteriyor. Başta Risale-i
Nur talebelerine sonra da bütün Müslümanlara çağrıda bulunarak malayani ve afakî işleri bırakarak bütün
gücümüzle imanın ve imanların kurtulmasına çalışalım diyor.        
SONUÇ
Bediüzzaman, kelamî düşüncesi, aydın kişiliği, bir asra yakın süredir okunan eserleri, ilmî ve manevî
şahsiyeti ile etkisini hâlen devam ettiren yönüyle kültürümüzün yapı taşlarından birisi olmuştur.
Bediüzzaman’ın muhatap kitlesi şefkat merkezli imana muhtaç olan insanlık olmuştur. Onun amacı imana
susamış imansızlık içerisinde kalmış ve gönüllere iman ab-ı hayatını vermek, faziletli, huzurlu ve mutlu
bireyler oluşturmaktı. Bu yönüyle o, bütün eza, cefa ve engellemelere rağmen Hz. Muhammed’in (sav)
rahmet yönünü başta Müslümanlar olmak üzere tüm beşeriyete şefkat, merhamet ve insan sevgisi ile
ulaştırmak istemiştir.
Bediüzzaman ilimle hikmeti birleştiren ve dinî ilimlerle pozitif ilimlerin beraberliğini savunmuş, modernizmi
kabul etmemesine rağmen muhataplarını ikna etmek için onların metodunu kullanmıştır. Hareket
noktası “iman-ı billâh ve marifetullah” olmuş ve zamanın, imanı kurma zamanı olduğunu belirtmiştir.
Bediüzzaman Meyve Risalesi’ndeki Üçüncü Mesele ile de toplumun önemli bir yarasına parmak basmıştır.
O birçok eserinde yaptığı gibi burada da akıl yürütme metodunu kullanarak insanın ancak iman yolunda
mutlu olabileceğini belirtmiştir. Muhatap olarak aldığı dalaletin vekili olan insî şeytan(lar)ın, sınır
tanımadan dünyayı kasıp kavurarak, insanı ilahi olandan, ruhî hayattan ve kutsal değerlerinden
uzaklaştırarak hayatı anlamsız hale getirmeye çalıştığını fark etmiştir.
Buna karşılık o, ortaya koyduğu aklî ve mantıkî delilerle Allah ve Peygamber’in (sav) yolunda olanların,
mutlu olacağını ve diğer yolların insanı yokluğa mahkûm edeceğini belirtiyor. Çünkü
Bediüzzaman; “karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor,
imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum”[22] diyerek imansızlık
içerisinde kıvranan ve kurutuluş arayan ve imana susayan insanlara el uzatmıştır.
Dördüncü Meseleyle ise, fertlerin hayatını malayani, afakî ve gereksiz islerle uğraşarak boşa yere
geçirmemelerini tavsiye ediyor. Dünyadaki vazifemizi bilerek hareket etmenin önemini vurgulayarak,
dünyayı ele geçirmeye çalışanlara fikren de olsa lojistik destek olunmaması gereğini ortaya koyuyor.
Bediüzzaman her iki meseleyi anlattıktan sonra, o andaki muhatapları olan mahpuslara dönerek hem
onları teselli ediyor hem de vakitlerini nasıl geçirmeleri gerektiğini bildiriyor. 
[1] B.S. Nursi, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, Almanya 1994, s. 543
[2] Recai Doğan, “1980’e Kadar Türkiye’de Din Öğretimi Anlayışları (1924-1980)”, Din Öğretiminde Yeni
Yöntem Arayışları (Uluslararası Sempozyumu) Bildiri ve Tartışmalar (28-30 Mart 2001 İst.),Ankara 2003,s
628.
[3] MEB, Cumhuriyet Döneminde Eğitim,  Milli Eğitim Basımevi, 1983, s. 257-285.
[4] Mehmet Görmez, Vaha Dergisi, Ankara 2005, S. 2, s. 5.
[5] B. S. Nursi, Meyve Risalesi, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1999, s. 18.
[6] B. S. Nursi, Meyve Risalesi, s. 19.
[7] B. S. Nursi, Meyve Risalesi, s. 19.
[8]  B. S. Nursi, Meyve Risalesi, s. 20.
[9] B. S. Nursi, Meyve Risalesi, s. 20.
[10] B. S. Nursi, Meyve Risalesi, s. 21.
[11] B. S. Nursi, Meyve Risalesi, s. 21.
[12] B. S. Nursi, Meyve Risalesi, s. 21.
[13]Kutup, Seyyid, Fî Zilâli’l-Kur’ân, Dâru’ş-Şurûk, Beyrut,  VI, s. 3343.
[14] B. S. Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. 118.
[15] B. S. Nursi, Meyve Risalesi, s. 23.
[16] Bkz; B. S. Nursi, Meyve Risalesi, s. 23.
[17] B. S. Nursi, Meyve Risalesi, s. 23.
[18] B. S. Nursi, Meyve Risalesi, s. 23.
[19] B. S. Nursi, Meyve Risalesi, s. 24.
[20] B. S. Nursi, Meyve Risalesi, s. 24.
[21] B. S. Nursi, Meyve Risalesi, s. 24.
[22] B. S. Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. s. 543.

You might also like