Professional Documents
Culture Documents
Tansu Sayıner
Her ne kadar psikanaliz ve sinema aynı çağda ortaya çıkmış, gelişim süreçleri,
bu bağlamda akran alanlar olsa da; Freud'un sinema filmleri ile ilintili herhangi bir
çalışması olmamış, aksine sinemanın kitle psikoloji üzerindeki gücünden çekinerek,
psikanalizin sansasyonel amaçlarla sömürülme olasılığı nedeniyle, kendisine yapılan
danışmanlık tekliflerini reddetmiştir (Terbaş, 2013: 4-5). Psikanalitik geleneğin
içerisinde Freud'la olan bağı ortodoks bir takipçi olduğu dönemde Otto Rank,
1
psikanalizi ilk kez bir sinema filmini çözümlemek adına kullanmıştır. Rank, 'Imago'
(1914) adlı eserinde, sessiz sinema döneminin korku filmi örneklerinden 'Prag'ın
Öğrencisi' (Der Student von Prag, 1913) adlı yapıtı incelemiş; buradaki figürleri,
ölümsüzlük arzusunun bir narsistik uzantısı, egonun yaratığı; yansıma, gölge
kişiliklerin ilkel animizm ürünleri olarak ele almıştır (Berman, 1993: 115).
2
film eleştirisinde psikanalitik teori çerçevesinde bir yöntembilimi erken
benimseyenler, Lacan'ın ilk dönem çalışmalarına; 'Ecrits' ve ilk seminerlerine
odaklanmışlardır. Christian Metz de dahil olmak üzere, Laura Mulvey, Jean-Louis
Baudry ve Jean-Pierre Oudart gibi İngiliz ve Fransız kuramcının ortaya koyduğu
teorilerin ortak noktası; bu bağlamda Lacan'ın İmgesel ve Simgesel düzeyleri
açıkladığı çalışmaları referans almalarıdır. Bu teorilerde; Lacan'ın kendi
düşüncelerini açınma edimi ile geliştirdiği ve değişiklikler yaptığı; Seminer VII
miladındaki dönemde ortaya koyduğu; 'gerçek', 'nesne a', 'jouissance' ve arzu gibi
kışkırtıcı kavram alanları üzerine odaklanılmamıştır. Bu erken dönem teorisyenler,
Lacancı psikanalize, sinemada seyir deneyiminin dolayında bir ideolojik anlam
arayışı içerisinde, kavramsal modeller oluşturmak amacıyla başvurmuşlardır. Ortaya
konan az sayıdaki girişim hesaba katılmazsa -Metz'in arzu kavramına yönelik yaptığı
göndermeleri gibi- ideolojik olanı açığa çıkarma emelindeki film teorilerinin
Lacan'ın düşüncelerine uyarlandığını, Lacan'cı film okumasından çok, sinemasal
Lacan'cı okumaların söz konusu olduğu bir yöntemin ortaya konduğunu söylemek
yanlış olmaz.
Ayna ve Sinema
3
Sinema teorilerinde Lacanyan söylemin ağırlık kazandığı 1970'li yıllarda
sinemanın birbiriyle etkileşim içerisinde iki kutbu mevcuttur: klasik anlatı
tekniklerine bağlı tecimsel çıkarlar dolayında kullanan, üretken bir Amerikan film
sektörü, bunun yanında yazarcılığa, yani auteur sanatsal kimliğe önem veren Avrupa
sinema çevresi. Özellikle bu dönemde Chaiers du cinéma adlı Fransız dergisi;
François Truffaut, Jean-Luc Godard, Eric Rohmer gibi film yapımcılarını ve
eleştirmenlerini bir araya toplamış, auteur anlayışın ilk örneklerini ortaya koymuştur.
Bu ekolde sanatçı olarak yönetmenin ayrımlaştırılması ve film yapıtının estetik
meşruiyetiyle bir bütün olarak ele alınması kapsamak hedeflenmiştir. Chaiers
kuramcıları sinemanın kitle iletişimdeki rolü esasıyla ve 1968 yılındaki kültürel
karışıklardan etkilenerek; filmleri "sanat yapıtını estetik bir bütün olarak görmekten
çok daha büyük bir kültürel yapının parçası olarak" görme edimi göstermişlerdir. Bu
yeni yöntembilimi ABD'de Camera Obscura, Fransa'da Communications ve en
önemlisi İngiltere'de Screen gibi dergiler benimsemiş ve devam ettirmiştir. Film
teorilerine getirilen yapısalcılığın mirasındaki bu yeni perspektifin üslubu; hiç
şüphesiz, göstergebilim ve psikanaliz birlikteliğine dayanmaktadır (Gabbard ve
Gabbard, 2001: 301-3).
4
ortaya koyduğu teorik çerçeve; filmin semiyolojik bir çalışma alanı haline getirilmesi
kadar psikanalitik bir okumayı da kapsamaktadır.
5
sadıktır. Bu açıdan imgeleme dayanan bir simgeler kümesinden ibarettir. Metz, bu
bağlamda; sinema filminin üretiliş dinamiği ile, düşü yaratan zihinsel süreçler
arasında bir benzerlik olduğunu iddia eder (Metz, 1983 : 30-32).
Metz'in görüşleri kısaca, seyirci öznesinin sinematik deneyim ile özne olarak
seyirci varlığının; yeni bir özne ile karşılaştığı ve bu özneye dönüştüğü, bu bağlamda
suni bir öznelik kazandığını iddia etmektedir. Bu yapay öznelik ideolojinin temelinde
6
var olan bir edimdir; bu bağlamda sinema kuramları özne-sinema-ideoloji üçgenin
kavramsal alanları arasında bir bağ kurarlar. Bu bağın en güçlü referansı kuşkusuz
Lois Althusser'in görüşleridir.
7
Baudry'nin teorisine göre film tanımı gerçek hareketin bir izdüşümü değil,
"yanlış anlama" üzerine kurulu ve algıyı kıran, temelde ideolojik etkiye dayanan
aygıtların ürünüdür. Baudry'in açıkladığı üzere, filmdeki ideolojik etkenlerin ancak
filmi bitmiş bir ürün olarak ele aldığımızda görebilmekteyizdir; fakat bu ürünün
teknik alt yapısında yer alan, nesnel gerçeklik aygıtları, kamera, set ve projeksiyon
aslında filmi ortaya çıkaran materyali oluşturmaktadırlar. Film bu aygıtları gizil hale
getiren bir yapıdadır, çekimlerin birbirine bağlandığı, dekupe edildiği, kurgulandığı
bir dönüşümden geçmektedir. Ürün olarak film bu süreçler vasıtasıyla, özellikle
kameranın işgal ettiği yer sayesinde gösterenleri kodlamaktadır. Bu dekupaj
eylemseli dilin yapısına benzemektedir; imgeler bu kamera aygıtından geçerek
gösterenlere dönüştürülmüş, daha sonra bu materyal diğer post prodüksiyon
aygıtlarıyla düzenlenerek tekrar düzenlenmiş, diziselleşmiş ve nihai ürün haline
gelmiştir. Bu dönüşüm filmin meta haline geldiği yere, projeksiyonda yansıtılıp
tüketime sunulduğu ana değin sürdürülmüştür. Bitmiş bir film kameranın var ettiği
nesnel bir gerçekliği sunarken aslında aynı zamanda bir illüzyonu da yaratmış olur.
Film yaratımıyla sonlanan bu gösteren dönüşümü, izleyiciden gizlenen asıl
gerçekliktir ve doğal olarak ideolojiktir (Baudry, 1975: 40).
Kamera aygıtı, Baudry'in "yaşamın kaynağına hem yakın hem de uzak tüm
unsurlar arasındaki ilişkinin eşit bir şekilde var olduğu bir alan anlayışı" olarak
tanımlandığı, gerçekmiş gibi olanı değil, ikon olanı öne çıkaran bir Rönesans
perspektifinin modern üreticisi konumundadır. Bu alanın merkezinde ise, kamera
dolayısıyla özne ve onun bakışı bulunmaktadır. Baudry, Japon ya da Çin kültürüne
ait resimlerin aksine Batılı şövalye resimlerinin sonsuzluğun durağanlığını, bir
manada ölümsüzlüğün doygunluğu taşıdığını, homojenik-model anlayışa karşılık
gelen idealist ve aşkın bir vizyon yarattığını söylemektedir (Baudry, 1975: 42).
Projeksiyonun görevi ise transforme görüntülerin hareketini, arka arkaya sıralanmış
bu neredeyse birbirinin aynısı; lakin küçük değişiklerin bulunduğu görüntülerin,
oluşturduğu illüzyonu kullanarak yansıtmaktır. Bilindiği üzere sinema projeksiyonu
yirmi dört sabit fotoğraf karesinin bir saniye içerisinde yansıtılarak gözü yanıltan bir
animasyon yaratımına dayanmaktadır.
8
bağlamda Batı sanat geleneğine göre kamera aygıtıyla gözün uyumu; hareketi ve
dolayısıyla anlamı var eden transandantal özneyi üretmektedir (Baudry, 1975: 43).
Sinemadaki hareket bir diğer açıdan göze sahte bir dolaşım özgürlüğü sunmaktadır;
lakin görüntüler stabildir. Görüntü yalnızca bir hiyerarşi var etmek adına doğal olanı
yansıtmaktadır; doğal olanın varlığı yalnızca aşkın olanın etki alanını yüceltmek için
oradadır. Bu hareket öznenin bir niteliğidir; ideoloji, anlatının bu sürekli yapısı
nedeniyle transandantal odağı, doğal olanın üzerinde sentetik bir birlik olarak
korumaktadır (Baudry, 1975: 44).
Bakış ve Film
9
246), "Sinema ve Psikanaliz" adlı makalesinde Mulvey'in feminist yaklaşımını şu
şekilde özetlemektedir:
Erkeğin Bakışı
10
Mulvey çalışmasında 'ben'in inşasını tanımlamak adına Lacan'ın ayna evresine
başvurmaktadır. Filmsel görüntü ile öznellik arasındaki uyumsuzluk neticesinde
gelişen skopofilik narsizmi, aynada kendi bedenini gören çocuğun bu ideali
benliğinin içine yerleştirme ediminin bir uzantısı olarak görmektedir. Sinematik
deneyim bir manada seyircilerde geçici bir 'ben' gerçekliği yaratmaktadır, böylece
izleyici kendini film yıldızlarını taklit eden yüceltici bir yanılsama içerisinde bulur.
Çocuğun bedeni üzerine olan hakim bakışı aynı seyircinin kamera, ölçek, filmsel
uzay ve öykü üzerindeki kontrol sahibi bakışa dönüşür. Seyirci, libidinal
güdülenmelerinin ve kişiliğin yüceltici savunma mekanizmalarının zevk kutupları
arasındaki git gelin sonucunda, simgesel düzende erotikleşmiş fallosantrik bir
anlamlanma barındıran arzu nesneleri ve fantezi malzemeleri var eder. Lakin yine de
seyirci kastrasyon karmaşasından kaçamaz, kadın formunu erkek bakışın paradoksal
olarak ürettiği bir tehdit ve zevk odağında sabitler. Hadım tehdidi erkek bakışıyla;
dikizleme ya da fetişist skopofilik içtepiyle giderilmeye çalışılır. Bu tehditle başa
çıkma yöntemi olarak röntgencilik; kadını etkileyici bir suçluluk nesnesi, fetiş
nesnesi haline getirmektedir. Sinemada seyirci bu sebeple filmlerdeki erkek
kahramanlarla özdeşleşmekte ve erkek bakışı kadına yöneltmektedir (Mulvey, 1997:
20-3).
Erkek bakışı medyanın tüm alanlarında görülse dahi, sinemada daha etkindir,
Mulvey, sinema salonunu bu bakışın yetiştirildiği mekan olarak görmekte; bu
bağlamda sinema erkek kontrolündeki röntgenci bakış için en uygun yerde
durmaktadır. Seyirci loş bir ortamda, birbirinden ayrı ve bir anlamda bu "teşhirin"
baskısı altındadır ve savunmasızdır. Erkek bakışın baskıladığı bu narsistik özdeşleme
filmdeki erkek kahraman üzerinedir; çünkü kadın kastrasyon tehdidinin
yansıtıcısıdır. Bu sebeple seyirci ancak erkek bakışı ve erkek kahraman dolayında
filmle özdeşleşme sağlayabilir; filmdeki kadın nesnel gerçekliğini yitirmiş, izlenen
erotik bir nesne, ikonik bir haz nesnesi haline gelmiştir. Bu bağlamda filmin anlatım
uzayı tamamen erkek hakimiyetindedir, kamera erkeğin bakışına dönüşmüştür,
seyircinin bu hakim söylemden kaçınması olanaksızdır. Kastasyon karmaşası
nedeniyle erkek seyirciye filmde süreğen bir haz imkanına sahip olmakta, kadın
seyirci ise ya fallus arzusuyla bu deneyime ortak olmakta ya da pasifize edilmiş
kadın fetişiyle özdeşleşmektedir (Mulvey, 1997: 23-4).
11
Mulvey'in görüşleri feminist sinema kuramlarının önünü açmış, Hélène
Cixous, Julia Kristeva ve Lucie Irigaray gibi düşünürler Lacanyan okumalara
girişerek erkek bakışı kavramını geliştirmişlerdir. Bu sonraki dönem feminist
perspektifin en dikkat çekici yanı; simgesel düzenin, dilin erkeğe ait olduğunun
ortaya atılmasıdır. Bu bağlamda erkeğin diline sahip olan erkek çocuk, Oedipus
kompleksinin bir sonucu olarak simgesel düzenin içine rahatça girebilmektedir. Kız
çocuk ise dile bir türlü adapte olamamakta ve bebek dilinde kalmaktadır. İmgesel bir
mevhum olarak filmsel alan dişil bir dil yaratımına imkan verebilecek simgesel bir
düzen sağlayabileceği düşüncesiyle bu feminist yazarlar psikanalizi ataerkil
hegemonyaya alternatif yaratmak amacıyla kullanımına girişmişlerdir (Butler,
2011:95). Hali hazırda ortada simgesel düzeyin iktidarı olan erkek dili, sinema
dilinin varlık alanını oluşturmaktadır. Bu bağlamda erkek bakışı, erkek dilini
işlemekte ve ideolojik olana hizmet vermektedir.
Dikiş Modeli
12
Oudart, sinema deneyimi sırasında gösterenin kanunu nedeniyle açılan bu
boşluğun seyircide sinematik söylemin konumu kovuşturmasına neden olduğunu
iddia eder. Sinemada filmsel alan bu eksikliğin alanına dönüşmektedir, bir izleyicinin
kendini yerleştirdiği yer, var olmayan birinin yeridir. Filmsel alanda bu çerçeveyi
fark eden izleyicinin imgesel olana ait olma deneyimi yok olur, seyirci kameranın
gizlediği bu eksik alanları fark eder. Haz deneyime son veren izleyici bu filmsel
uzama aidiyetin bir illüzyon olduğunu fark eder (Oudart, 1996 : 47-9).
13
(2004) adlı makalesinde; Oudart'ın işaret ettiği figüratif ideolojik kodlamayı şu
şekilde açıklar:
Dikiş sisteminin çekim düzeyi de eksik olanın ideolojik olanın öteki sahnesi
ortaya koyduğu gibi, ötekinin alanını seyirciye kodlamaktadır. Bir çekim açısı, amors
ya da omuz plandan ele aldığı figürü izleyici için bir gerilim malzemesine
dönüştürür. Seyirci, eksik olan bu figürü ortaya çıkaracak ve temsil edilmesini
sağlayacak karşı açının arayışına girmiştir. Eksik olanın varlığı izleme deneyiminin
düzenleyicisidir, Dayan'a göre dikiş sistemiyle birlikte bilinçli bir şekilde seyircinin
14
görsel alanla özdeşleşmesi kısıtlandırılmaktadır, bu edim sinemanın tutor-kodunu
oluşturmaktadır:
Gerçek ve Film
15
gerçekdışılığı inkar edinimi vardır (Copjec, 1989: 53-71). O halde sinematik olana
dair ortaya konan psikanalitik bakış açıları aslında gerçek kavram alanı
tanımlamalarının bir tür uzantılarıdır.
16
ideolojinin arzusunun ne olduğu değil, arzunun hangi ideolojide biçim kazandığı
gerçeklik mefhumunun dışavurum alanını oluşturmaktadır.
17
tesadüfi bir şekilde yerleşmekte, bir "sahtekarlık" olarak var olmaktadır. Lakin
gerçek bu doldurulmayan boşlukta, tanıma ihtiyaç duyanın içkin varlığında gizlidir.
Žižek (2012:244) bu durumu gösterenin yapısına bağlar:
Gerçek; bu uzlaşma gerekliliği nedeniyle arka planda kalır ve görme alanı işte
bu yanlış anlamanın bir uzantısı olarak kaygıyı tetikleyen ve anomaliler meydana
getiren algısal kategorik sistemler içerisinde bakış kavramını var eder. O halde algı
ve bilinç arasındaki bu yırtılma alanı fenomenolojik bir olgudur. McGowan'a
(2012:43) göre izleyicinin seyir deneyimi içerisinde büyüleniş hali bir tür bilinçsizlik
halidir; çünkü ideolojik olana bilinçle karşı çıkılamamakta, aksine özneyi ideolojiye
dahil eden bilincin kendisi olmaktadır, bilinç namevcudiyeti kapsayacak bir kavram
olmadığından gerçeği kapsayamamamaktadır:
18
olumsallık gibi görünen şeyin patlak verişiyle karşılaştığımız yerde bile
çoktan işbaşındadır.”
19
“Gerçek, atıl mevcudiyetin, pozitifliğin doluluğudur; Gerçek'te hiçbir
şey eksik değildir - yani eksiği yalnızca simgeselleştirme getirir; eksik,
Gerçek'te bir boşluk, bir yokluk açan bir gösterendir. Ama aynı zamanda
Gerçek kendi başına da simgesel düzenin ortasındaki bir delik, bir
boşluk, bir açıktır - simgesel düzenin etrafında yapılandığı eksiktir. Bir
kalkış noktası olarak, bir temel olarak Gerçek, eksiksiz bir pozitif
doluluktur; oysa simgeselleştirmenin bir ürünü, bir artığı olarak,
simgesel yapı tarafından yaratılan, kuşatılan boşluktur da.” (Žižek,
2011a:184)
20
başarısız olduğu' nihai sınırı atayan gerçeklikte bir çukur olmayı
sürdürür.”
21
bir hakimiyet alanından söz edemiyorsak, ötekinin cazibesinin eril arzuyu var ederek,
bu bağlamda özneyi koşullandırıcı rolünün olduğunu söyleyebiliriz:
22
Her film kendi algılanış biçimini öngörür ve onu kendine çağırır Bu
algılanış, metnin inşasından "sonra" değil tam da metnin inşası
sırasında ortaya çıkar.”
23
ANAYURT OTELİ FİLMİNE LACAN'CI BİR METİN ANALİZİ
Sinema yeni ve etkili bir anlatım yolu olarak tarih sahnesine çıktığından beri
edebiyatla güçlü bir bağ kurmuştur. Özellikle tecimsel bir kaygı taşıyarak üretilen
filmlerin sayısı arttıkça, yeni bir öykü bulmak için edebiyata başvurma gereksinimi
de artmıştır. Genelde bu tür sinema filmlerine yönelik, uyarlandığı eserlerin doğasını
tam anlamıyla yansıtamadığı için, adaptasyon metinlerin asla orijinal kaynağın
ortaya koyduğu anlatı evrenini karşılamadığına dair genel bir kanı söz konusudur. Bu
argümanın dayandığı bariz fark, edebiyatın birimi olan sözcüklerin; okuyucunun
imgesel esasta zihinsel süreçlerle metni kavramasına olanak vermesi, sinemanınsa bu
24
imgelemi temel birimi olan görüntülerle sabitlemiş olmasıdır. Bu açıdan iyi bir
uyarlama, yönetmenin metni imgesel olarak ne denli okuyucunun perspektifiyle
uyumlu yorumladığı ve yansıttığıyla ilişkilidir. Bu anlamda çalışmanın odaklandığı
örnek olarak Atılgan-Kavur ortaklığındaki Anayurt Oteli'nin, eşine az rastlanır bir
uyarlama olduğunu söylemek yanlış olmaz. Burada Ömer Kavur'un sinema anlayışı
şüphesiz kilit rol oynamaktadır.
25
da, Kavur'un bu filmde bir descripteur (betimleyici) görevinde olduğunu, Atılgan'ın
ortaya koyduğu metin alanının bu yolla genişletildiğini ve bu bağlamda güçlü bir
anlatım ortaklığı kurulduğunu söyleyebiliriz.
Film olarak Anayurt Oteli filmi, yönetmenin bağımsız bir kimlikle sinema
dilini oluşturmaya başladığı döneminin ilk eseri olarak künyesinde; auteur kimliğe
uygun bir biçimde, senaristliğin ve yönetmenliğin Ömer Kavur'a ait olduğu
görülmektedir; lakin senaryonun bazı kısımlarında sansürden geçirebilmek amacıyla
Turgut Özakman ile düzenleme yapıldığı bilinmektedir. Filmin oyuncu kadrosu ise
yapımın gücü arttıran etkin faktörlerden bir diğeridir; Macit Koper (Zebercet), Serra
Yılmaz (ortalıkçı kadın, Zeynep), Şahika Tekand (gecikmeli Ankara Treni ile gelen
26
kadın), Orhan Çağman (emekli subay), Osman Alyanak, Yaşar Güner, Aslan Kaçar,
Ülkü Ülker, Cengiz Seçici gibi geniş bir kadroyu barındıran film, bu noktada
özellikle oyuncu seçiminde yapılan ustalıkla örnek bir yapımdır. Macit Koper'in
romanda tanımlanan Zebercet karakteri ile fiziksel uyumu gibi, Şahika Tekand'ın
80'ler Türk sinemasında genelde arzulanan kadın rolleriyle oluşturduğu imajın,
anlatımı desteklemek amacıyla kullanımı, preprodüksiyon aşamasının ne denli özenli
olduğunu ortaya koyar.
Ömer Kavur'un sinema üslubunda, felsefi tartışma alanı olarak bir filmik
metin oluşturma gayesi yatmaktadır. Yönetmenin bu üslubu yansıtırken kendine
özgü belirleyicisi kuşkusuz mekan kullanımlarıdır. Filmleri, işlenen temaya uygun
psikolojik etkileri arttırmak üzere seçilmiş özel mekanlarda geçmektedir. Bu
mekanların, gerçekliği sağlamak ve temayı tam anlamıyla yansıtması adına en ince
detaylarına kadar işlendiği görülmektedir. Mekan, anlatımda bu yönüyle, bir tür
protagonist görevi üstlenmekte, bir karaktere dönüştürülmüş olarak öyküde yer
almaktadır. Anayurt Oteli filmi de bu üsluba uygun olarak güçlü bir mekana değgin
olarak işlenir. Metinsel bazda Kavur'un anlatım yolunun romanla uyuştuğu bir diğer
özellik, yönetmenin filmlerinde sıklıkla mekan olarak kasabaları kullanmasıdır.
Toplumun geneline ait olan sorunları; yerel üzerinden, statü kaygısının baskıladığı
bireyler üzerinden aktarmaktadır.
27
“Filmi romandan ayıran şey, roman 1960'lı yıllarda, 1963'te geçen bir
hikayedir. Ben istedim ki filmi günümüze taşıyayım. Ve üç tane darbe
görmüş bir ülkede yaşayan, iletişim kuramayan bir adamın hikayesi.
Nitekim adamın, Zebercet'in filmin başında bir monologu vardır. Önemli
tarihleri söyler. Şu yaşta ilkokula gittim, şu yaşta sünnet oldum. Şu yaşta
annem öldü. O tarihlerin her birinin bizde bir darbe tarihi olduğu
görülebilir. Dikkatli de bir seyirci o ilişkiyi kurabilir. Ve aslında yapmak
istediğim, o baskıcı bir anlamda gizli fakat faşizan bir dünyayı
anlatabilmek; bir taşra dünyasını anlatabilmek. O iletişim sıkıntısı içine
olan ve yalnızlık çeken ve tek isteği belki bir insan sıcaklığı olan o
adamın, o yalnızlığı verebilmek” (akt. Esen, 2014:234).
28
perspektiften yararlanan, geleneksel psikanalitik metin analizinin izinde bir
okumanın örneklendirilmesi hedeflenmektedir. Sonraki bölümlerde Zebercet
karakterinin psişizması üzerinden simgesel-imgesel düzen kavramsallığı; gerçek
alanı üzerinden incelenecektir.
29
Zebercet ortalıkçı kadının odasına onu cinsel anlamda istismar etmek üzere
girmesi sebebiyle, bu odayı "id"in varlık alanı olarak düşünebiliriz. Zebercet, id'in
hakimiyetinde, Zeynep ile birlikte olmak için, kendisinin de mağdur olduğu
ötekiliğin batiskafına girerek, otelin zeminine; adeta yeraltına, günahkarlığın alanına
inmektedir. Metinde belirgin bir dini söylemden söz etmek doğru olmasa da, ortaya
çıktığı kültürel koşullar göz önünde bulundurularak; uyanma sekanslarında sıklıkla
tekrarlanan Zebercet'in ayaklarını yıkama etkinliğini, "Üst ben"in baskıladığı;
günahtan arınmak adına bir abdest ritüeline benzetilebilir, bir çeşit arınma ihtiyacının
duyulması olarak yorumlamamız mümkündür. Kaldı ki filmin sonunda intihar eden
Zebercet'in duyduğu son ses, arındığı lavabodan damlayan suyun sesidir. Lakin bu
yorumun kuşkulu olduğunu tekrar belirtmek gerek, aşikar olan Zeynep ile yaşanılan
cinsel ilişkinin, "id" alanından taşan güdülerin, bilinçdışının kontrolünde, bir
yineleme zorlantısına dönüşmüş olduğudur. Metinde, anlatının iskeleti olarak ortaya
konan bu bilinçdışı malzemeler, şüphesiz arzu kavram alanına işaret etmektedirler.
30
ortaya koyduğu ölüm isyanı, bu anlamda yaşadığı tek düze yaşamın sorumlusu olan
babasına karşıdır da.
31
müşterinin iki yıl önce otelde kalıp ücretini vermeden gittiğini anımsadığı bölümle
devam eder. Bu olay üzerine Emekli Subay, Zebercet'i takdir eder, yakınına sokulur
ve "Çok sağlamsınız." der, ardından merdivenlerden yukarı odasına yönelir. Zebercet
adamın ardından "Gitmeyin daha" diyerek iç geçirir. Ötekinin bakışına, fark
edilmeye ihtiyacı vardır Zebercet'in. Kendi dünyasının anlamlandıramadığı,
isimlendiremediği, çözüm bulamadığı gerçekliğin eksikliğinde, ötekinin bakışının
kendine dönmesine ve öznesinin bir nevi raportörlüğünün yapılmasına muhtaçtır.
“Ömer Kavur'un sözü edilen resmin dayının aşık olduğu Semra Hanıma
ait olduğunu söylemesinin aslında hiç önemi yoktur. Çünkü, filmin
başından beri verilen ipuçları seyirciyi, Zebercet’in ruhsal durumunun
anneden kopma / kopamama sorunsalına bağlı olduğu ilişkisini kuran
seyirci, kaçınılmaz biçimde finalde Zebercet’in sallandığı beşiğin kendi
beşiği, başucunda bulunan resmin de annesine ait olduğu bağlantılarını
kurmuştur (beşiklerin başında genellikle anneler bekler).”
32
gerekmektedir. Arzu ancak bu anlamda cinsel arzunun ötesinde bir tanıma
kavuşabilmektedir. Bu cinselliğe ait göndergeleri, bir çeşit varoluşçu, aşkın bir
belirsizliğe dair "kendini bilme" arzusunun dışavurumların nesnelere yapıştığı ölçüde
işlevsel olarak düşünebiliriz.
Film açılış sahnesi yani gizemli arzu nesnesinin gelişi, film boyunca sürecek
gergin bekleyişin bir emaresi gibidir. Uzun bir merdiven çıkış sekansı gelenin kim
olduğu hakkındaki belirsizlikle bütünleşerek, filmde sürekli eksik kalacak olan
gerçekten taşan arzu alanına, gecikmeli Ankara treniyle gelen, Kafkaesk fantastik bir
realite gibi işlenen kadının varlık alanına gönderme yapar. Bu sahnede karanlık bir
gecenin umutsuz atmosferiyle tanımlanan adeta Zebercet'in psişizmasıdır. Seyirci
kameranın konumunda, yalnızca camdan yansıyan ışıkla özdeşim kurabilmekte; bu
kadına kimin baktığını merak etmektedir. Film işte bu noktada ilk dikişini
atmaktadır, sonraki sahnede sanki karşısında o kadın varmışçasına konuşan Zebercet
seyircinin özdeşim odağı olarak belirlenmektedir. Lakin film boyunca bir tür arzu
kavramının temsili olarak eksik kalan bu alımlı, orta yaşlı ve gizemli kadın
görüntüsü, anlatımın genelinde namevcut olana, bir boşluğa dönüşerek filmik metnin
tamamına yayılır.
33
“Yunan Sophokles'in oyununda... Kahramanın öldürme eyleminde
önceden tasarlanmışlık ve görünürde kadın etkisi yoktur; ancak, babayı
simgeleyen canavar üzerinde aynı eylemi bir kez daha yineleyip kraliçe
olan annesini ele geçirebildiği anlatılarak gerek babayı öldürme amacı,
gerek öldürme eyleminde kadının rolü açığa vurulur.”
34
Anayurt Oteli'nde Gerçek Kavram Alanı Üzerine
Burada Zebercet'in ismi ile; yani ötekinin çağırdığı öznesi ile, Zeynep'e olan
bakışı dolayında, aslında kendisiyle kurduğu bu toplumsal anlamda yetersizlik bağı
görünür kılınır. Zeynep de aynı Zebercet gibi bu otele, simgesel düzene hizmet eden
biridir, yılgınlığını derin uykulara dalarak dışavurmaktadır. Gerçekliğe kaçış yolu
olarak Zeynep, gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının beklenişi gibi; belki de onu
aynı Zebercet gibi istismar eden dayısının -dayısının Zeynep'i çalışmak için otele
getirdiğinde Zebercet'e ağır uykusu üzerinden yaptığı gönderme ile Zeynep'in öldüğü
gece ona sahip olan Zebercet'i dayısı sanması manidardır- gelişini beklemektedir;
35
lakin dayısı asla gelmeyecektir. Metin, Zebercet ve Zeynep karakterini birbirine
ölümle, gerçekliğe ulaşma metaforuyla bağlamaktadır.
Bir gece öğretmen çiftin cinsel ilişkisini kapıdan dinleyerek, bir tür skopofilik
edimle soluğu Zeynep'in odasında alan Zebercet, onunla birlikte olur. Lakin bu
birliktelik arzu nesnesine ulaşma yolunda onu görünür kılmaz, uyuyan kadın için
Zebercet babası gibi güçlü bir erkek değildir, "Hoşt köpek" denecek denli
hiçleşmiştir:
36
Zebercet, arka masasında oturan adamla aynı anda senkronize içer rakısını. Bu
aslında Zebercet'in bizler gibi biri olduğuna, bu gerçeklik boğuntusunun toplumun
geneline yayıldığına dair anlatım içerisindeki yaratıcı bir detaydır. Bir başka deyişle,
birey kasabanın megafonuyla çağrılan öznelerden başka bir şey değildir aslında. Bir
anlamda kasaba meydanındaki megafon, iktidarın bakışının bir sembolü gibidir.
Bireyleri ideolojik olanın çağrısıyla özneleştirmektedir. Bir sahnede megafondan sela
okunmakta, ve herkes hareketsiz durmaktadır, Zebercet dışında. Cumhuriyet
bayramında geçen bando ekibi ile bu anlamda bir bağ kurulur anlatımda. İdealin
uğrundadır yaşam, iktidarın kontrolündedir. Lakin bu kusursuz gibi duran tablo
aslında yozlaşmıştır, arkadaşını "kancıklayan", oteli dolandıran, sokak ortasında
öldüren, umarsız ve bu yönüyle özgürlüğü ve özneyi yok sayan bir tablodur.
37
konağı yakabilirdi. Dayanılacak gibi değildi bu özgürlük. Ayaklarıyla
masayı itip aşağıya yuvarladı; bir boşluğa düşerken durdu.”
38
alınmıştır. Bir sinema filmi olarak Anayurt Oteli psikanalitik okuması yapılırken,
Lacan'cı sinema teorilerinden bu bağlantı düzeyinde yararlanılmıştır.
Metz'in ortaya koyduğu senaryo düş bağı bu açıdan öncü konumdadır. Teorisi
film ile zihinsel süreçlerin bir tutulabileceği, geleneksel psikanalitik çözümlemenin
bir uzantısı gibidir. Baudry'nin perspektifi özne-ideoloji bağı üzerinden simgesel
düzenin ideolojik olanla, bu dolayda psikanalitik ile toplumbilimsel eleştirinin
kaynaşma alanında söylem geliştirmiştir. Mulvey'in erkek bakışı kavramı ile ortaya
koyduğu görüş; aynı zamanda ötekinin bakışı ve ışık gibi Lacan'cı kavramları
simgesel düzenin tafsilatı içerisine dahil edilmesinin önünü açmıştır. Oudart ve
Dayan'ın teorisi ise sinematik olana dair dikiş uygulamalarını kapsamaktadır, burada
sinema deneyimini beyazperdeden çıkarmış, bir nevi günümüzün mobil seyir çağı
için işlevsel hale getirilmiştir. Žižek ve McGowan'ın ortaya koyduğu hakikat arayışı
ise bu bağlamda çalışmamızın metin analiz örneğine hakim olan yaklaşımı oluşturur.
39
kaçışta bulur Zebercet. Karakterin haksızlığa uğrayandan bir çeşit katile dönüştüğü
sembolik anlatım nedeniyle, bir anti-kahraman olarak özdeşleşmeye kapalı,
izleyenler için acınası, rahatsız edici ve şizoid görülse de aslında Zebercet karakteri
birçok yönüyle modern yaşamın projeksiyonudur. Geleneksel psikanaliz için insan
yalnızdır, tek başına analistin karşısındadır; lakin Lacan'ın ortaya koyduğu gibi,
burada semptomlar arası bir bağ söz konusudur; aslında karşılıklı iki insan
oturmaktadır. Ancak bu noktada Zebercet karakterinin yalnızlığını, arayışını
anlamlandırabiliriz. Meyhane sahnesinde arkasındakilerin sohbetine kulak kabartan
Zebercet şu sözleri işitir; "güvensizlik, kuşku, yalan hiç yalnız bırakmıyor. Arada
isteniyor yakınlık, insanca bir sıcaklık". Zebercet'in gerçekliğin eksikliğiyle dolu, bir
şekilde üstesinden gelemediği, yaşamını yalnızlık ve yabancılaşmayla savaş haline
sokan geçmişin yaraları, Lacan'cı bir yorumlamayla anlam kazanmaktadır.
Jouissance'ın hakimiyet alanında öznelerimiz, aynı Zebercet gibi ötekinin bakışı
nedeniyle, görülme istencinin fallusa dönüştürdüğü, yaşadığımız ödipyen süreçlerin
yarattığı arzu nesnelerine, nesne a'ya odaklanmaktadır. Bu yönüyle Zebercet
karakteri, ışığın sardığı özne olarak, aslında hiç de yabancı değildir.
Tansu Sayıner
40
KAYNAKÇA
Althusser, L. (2011). "İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları": Zizek, S. İdeolojiyi
Haritalamak. Ankara: Dipnot Yayınları, 153-210.
Atılgan, Y. (2004). Anayurt Oteli. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Bakır, B. (2008). Sinema ve Psikanaliz. İstanbul: Hayalet Kitap.
Barkot, Z. (2013). 1990 Sonrası Anaakım Hollywood Sinemasında Özne, Arzu ve
Temsil İlişkisi: Temsil Krizinin Sınırları ve Alternatif Arayışları. Doktora,
Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
Bauidrillard, J. (2013). Amerika. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Baudry, J. L. (1975). "Ideological Effects of the Basic Cinematographic Apparatus".
Film Quarterly, Sayı:2, Kış 1974/5, s. 39-47.
Berman, E. (1993). Essential Papers on Literature and Psychoanalysis. New York:
NYU Press.
Boileau, L. D. (2007). Psikanaliz ve Dilbilim. Ankara: De Ki Basım Yayım.
Butler, A. M. (2011). Film Çalışmaları. İstanbul: Kalkedon Yayıncılık.
Copjec, J. (1989). "The Orthopsychic Subject: Film Theory and the Reception of
Lacan", October 49, s. 53-72.
Dayan, D. (2011). "Klasik Sinemanın Tutor-Kodu": Yılmaz, E. Filmde Yöntem ve
Eleştiri. Ankara: De Ki Basım Yayım, 79-93.
Elsaesser, T., Hagener, M. (2011). Film Kuramı; Duyular Yoluyla Bir Giriş. Ankara:
Dipnot Yayınları.
Erdoğan, N. (2015). Seyirci. http://www.neziherdogan.net/neziherdogan/seyircive
%20sinema.pdf Erişim Tarihi: 25. 12. 2015
Erdoğan, N. (1996). "Sinema ve Psikanaliz". Toplum ve Bilim , Sayı: 70, Sonbahar ,
1996, s. 241-249.
Esen, K. Ş. (2014). Ömer Kavur, Sinemamızda Bir 'Auteur'. İstanbul: Agora
Kitaplığı.
Foucault, M. (2012). İktidarın Gözü. İstanbul : Ayrıntı Yayınları.
Freud, S. (2012). Cinsiyet Üzerine. İstanbul: Say Yayınları.
41
Freud, S. (1996). Düşlerin Yorumu I. İstanbul: Payel Yayınevi.
Freud, S. (2012a). Espriler ve Bilinçdışı ile İlişkileri. İstanbul: Payel Yayınevi.
Freud, S. (2006). "Psikanaliz". Cogito, Sayı:49, Kış 2006, s. 59-63.
Freud, S. (2014). Sanat ve Sanatçılar Üzerine. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Freud, S. (2013). Yaşamım ve Psikanaliz. İstanbul: Say Yayınları.
Gabbard, G. ve Gabbard. K. (2001). Psikiyatri ve Sinema. İstanbul: Okuyan Us
Yayın.
Geçtan, E. (2002). Psikanaliz ve Sonrası. İstanbul: Metis Yayınları.
Göka, E. (1997). "Psikanalizin Son Döneminde İki Kıtadan İki Büyük Kutup: Kohut
ve Lacan". Defter 29, Kış 1997, s:107-31.
Gürbilek, N. (2007). Mağdurun Dili. İstanbul: Metis Yayınları.
Hilav, S. (1995). "Lacan Üzerine": Felsefe Yazıları. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları,
229-30.
Horney, K. (1991). Ruhsal Çatışmalarımız. İstanbul: Öteki Yayınevi.
Kugler, P. (1992). "Modernizmden Postmodernizme: Rüyaların Derinlik Psikolojisi
için Göndermeler": Göka, E., Sayar, K. Bir Bilim Olarak Psikiyatri. İstanbul:
Ağaç Yayıncılık, 179-190.
Levi-Strauss , C. (2012). Yapısal Antropoloji. Ankara: İmge Kitapevi Yayıncılık.
Lacan, J. (2014). Baba'nın Adları. İstanbul: MonoKL Yayınları.
Lacan, J. (2012). Benim Öğrettiklerim. İstanbul: MonoKL Yayınları.
Lacan, J. (2013). Fallus'un Anlamı. İstanbul: Altıkırkbeş Yayın.
Lacan, J. (2011). " Özne-Ben'in İşlevinin Oluşturucusu Olarak Ayna Evresi ": Zizek,
S. İdeolojiyi Haritalamak. Ankara: Dipnot Yayınları, 143-153.
Lacan, J. (2014). Psikanalizin Dört Temel Kavramı. İstanbul: Metis Yayınları.
Lacan, J. (2012a). Televizyon. İstanbul: MonoKL Yayınları.
McGowan, T. ve Kunkle, S. (2014). Lacan ve Çağdaş Sinema. İstanbul: Say
Yayınları.
McGowan, T. (2012). Gerçek Bakış. İstanbul: Say Yayınları.
Mencütekin, M. (2014). Lacan ve Sinema Sanatı. İstanbul: Arı Sanat Yayınları.
Metz, C. (1983). Psychoanalysis and Cinema the Imaginary Signifier. London :
Macmillan Press London.
Metz, C. (2012). Sinemada Anlam Üstüne Denemeler. İstanbul: Hayalperest
Yayınevi.
42
Mulvey, L. (1997). "Görsel Haz ve Anlatı Sineması" 25. Kare, Sayı: 5, s. 18-24.
Nasio, J. D. (2007). Jacques Lacan'ın Kuramı Üzerine Beş Ders. Ankara: İmge
Kitapevi Yayıncılık.
Odak Film - Alfa Film (Yapımcı), Kavur, Ö. (Senarist) ve Kavur, Ö. (Yönetmen).
(15 Nisan 1987). Anayurt Oteli. Türkiye.
Oudart, J. P. (1996). "Cinema and Suture". Cahiers du Cinema Vol III, London:
Routledge. s. 45-58.
Oudart, J. P. (1974). "Kusurlu Söylev". Çağdaş Sinema, Sayı: 1, Şubat-Mart 1974, s.
37-49.
Rothman, W. (2011). " Dikiş Sistemine Karşı": Yılmaz, E. Filmde Yöntem ve
Eleştiri. Ankara: De Ki Basım Yayım, 95-103.
Silverman, K. (1983). The Subject of Semiotics. New York: Oxford University
Press.
Somay, B. (2007). Bir Şeyler Eksik. İstanbul: Metis Yayınları.
Şerbetçi, B. (2010). Lacan'ın Nazar Kavramı ve Benlik İnşaasına Körlük Üzerinden
Bir Bakış. Yüksek Lisans, Bilgi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
İstanbul.
Terbaş, Ö. (2013). Sinema ve Psikanaliz: Filmler ve Bilinçdışı. İstanbul: Bilgi
Üniversitesi Yayınları.
Tura, .S. M. (1996). Freud'dan Lacan'a Psikanaliz. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Tüzünoğlu, M. (2004) "Lacan'da Anne ve Oğul'un Baba ve Oğul'a Dönüşmesi"
Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2004, s. 335-63.
Wollen, P. (2004). Sinemada Göstergeler ve Anlam. İstanbul: Metis Yayınları.
Žižek, S. (2011a). İdeolojinin Yüce Nesnesi. İstanbul: Metis Yayınları.
Žižek, S. (2011). Kırılgan Temas. İstanbul: Metis Yayınları.
Žižek, S. (2012). Lacan Hakkında Bilmeyi Hep İstediğiniz Ama Hitchcock'a
Sormaya Korktuğunuz Her Şey. İstanbul: Agora Kitaplığı.
Žižek, S. (2005). Yamuk Bakmak. İstanbul: Metis Yayınları.
Zupančič, A. (2011). Neden Psikanaliz?. İstanbul: Metis Yayınları.
43
44