You are on page 1of 334

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANA BİLİM DALI

ELEŞTİREL TEORİ ÇERÇEVESİNDE


HEGEMONYA VE ALT-HEGEMONYA:
ALMANYA VE JAPONYA ÖRNEĞİ

Doktora Tezi

Ali Ercan Su

Ankara-2006
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANA BİLİM DALI

ELEŞTİREL TEORİ ÇERÇEVESİNDE


HEGEMONYA VE ALT-HEGEMONYA:
ALMANYA VE JAPONYA ÖRNEĞİ

Doktora Tezi

Ali Ercan Su

Tez Danışmanı
Prof.Dr. Mustafa Aydın

Ankara-2006
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANA BİLİM DALI

ELEŞTİREL TEORİ ÇERÇEVESİNDE


HEGEMONYA VE ALT-HEGEMONYA:
ALMANYA VE JAPONYA ÖRNEĞİ

Doktora Tezi

Tez Danışmanı : Prof. Dr. Mustafa Aydın

Tez Jürisi Üyeleri


Adı ve Soyadı İmzası
Prof. Dr. Mustafa AYDIN ........................................
Prof. Dr. Ersin ONULDURAN ........................................
Prof. Dr. Burcu BOSTANOĞLU ........................................
Doç Dr. İlhan UZGEL .........................................
Doç Dr. Çağrı ERHAN .........................................

Tez Sınavı Tarihi ....04.09.2006..............................


İÇİNDEKİLER

İÇİNDEKİLER i

ÖNSÖZ iv

KISALTMALAR vi

GİRİŞ 1

BÖLÜM I 20

HEGEMONYA VE ALT-HEGEMONYA_____________________________ 20

1.Hegemonya ve Uluslararası İlişkiler 20

2. Realist Paradigma ve Hegemonya 22

i. Hegemonik İstikrar Teorisi 28

ii. Uluslararası Rejim Teorisi__________________________________________39

3. Eleştirel Teori ve Hegemonya ______________________________________ 47

i. Gramsci ve Hegemonya ____________________________________________49

ii. Uluslararası İlişkilerde Gramşici Hegemonya __________________________ 54

4. Eleştirel Teori ve Alt-Hegemonya 62

5. Yirminci Yüzyıl Dünya Politikasında Hegemonya ______________________ 79

i. İki Savaş Arası Dönemde ABD ve Dünya Politikası: Hegemonyaya Doğru 79

ii. II. Dünya Savaşı Sonrasından 1980’e kadar ABD Hegemonyası 82

iii. 1980’lerden 2000’e Hegemonya: Yeni Bir Tarihsel Blok Arayışı 94

BÖLÜM II 109

ALT-HEGEMONYA VE ALMANYA________________________________ 109

1. Eleştirel Teori Çerçevesinde Almanya ________________________________109


2. Almanya’nın Maddi Yeterlikleri ____________________________________ 111

3. Almanya’nın İçsel Hegemonyasının Fikirsel Temellerinin Oluşumu ________ 121

4. Almanya’nın Uluslararası Alanda Fikirsel Temellerinin Kurumsallaşması 131

A. I. Dönemdeki Alman Dış Politikasının Genel Nitelikleri 132

i. Weltpolitik _______________________________________________ ______ 135

ii. Lebensraum 141

B. Alman Dış Politikasının II. Dönemi (1945-Günümüze kadar) 147

i. Geçiş Dönemi (1945-1949) 148

ii. Sivil Güç 153

iii. Batı Avrupa’ya Yeniden Entegrasyon 158

a. Avrupa Birliği’nin Desteklenmesi 160

b. AB’nin Derinleşme Süreci ve Almanya 163

c. AB’nin Genişleme Politikası ve Almanya 171

d. Uluslararası ve Kıtasal Güvenlik Örgütlerine Destek 179

5. Almanya ile ABD arasındaki İlişki (Alt- Hegemon ile Hegemon İlişkisi) 191

BÖLÜM III 204

ALT-HEGEMONYA VE JAPONYA_________________________________ 204

1. Eleştirel Teori Çerçevesinde Japonya ________________________________ 204

2. Japonya'nın Maddi Yeterlikleri 206

3. Japonya’nın İçsel Hegemonyasının Kurulması 220

4. Japonya'nın Uluslararası Alanda Fikirsel Temellerinin Kurumsallaşması 241

A. Japonya ve Uluslararası Politika 241

i. Japonya'nın I. Dönem Dış Politikası (1868-1945) 242

a. Emperyalist Dış Politika 243

ii
ii. Japonya’nın II. Dönem Dış Politikası (1952-2005) 255

a. Yoşida Doktrini 255

b. Asya-Pasifik Politikası 261

c. Çoktaraflı Örgütler 274

5. Japonya ile ABD arasındaki İlişki (Alt- Hegemon ile Hegemon İlişkisi) 278

SONUÇ 289

TÜRKÇE ÖZET 295

İNGİLİZCE ÖZET 296

KAYNAKÇA 297

iii
ÖNSÖZ

Genelde tüm bilim alanlarında özelde ise sosyal bilimlerde yaşanan gelişmeler
uluslararası ilişkiler disiplininde teori çalışmalarını doğrudan etkilemiştir. Bu
kapsamda eleştirel teori, uluslararası ilişkiler disiplinine önemli bir katkı sağlamıştır.
Bunun nedenlerinden biri uluslararası ilişkiler disiplinine sosyoloji, tarih, ekonomi,
siyaset bilimi, felsefe gibi sosyal bilimlerin bir çok alanını eklemesi ve böylece alanı
genişletmesi oluşturmuştur. Disiplinin bu şekilde genişlemesi ise uluslararası
ilişkileri daha iyi açıklama imkanı sağlamıştır.

Uluslararası ilişkiler bölümünü okurken fark etmediğim bu teorik konular


daha sonra yaptığım iki yüksek lisans tezi çalışmaları sırasında yavaş yavaş
belirmeye başlamıştır. Uluslararası ilişkileri bu çerçevede sadece realist teorinin bir
yansıması şeklinde tasarladığımı ikinci yüksek lisans tezimi yazdığım sırada
anlamama rağmen yine de bu konuda çok fazla üzerinde durmamıştım. Ankara
Üniversitesi’nde yapmaya başladığım doktora çalışmalarında teoriye önem vermem
gerektiğini kavramıştım fakat gerçekte ne yapacağımı tam bilemediğimi itiraf etmem
gerekiyor. Fakat bu konuda benim önümü aydınlatan üç gelişmeyi zikretmem
gerekmektedir. İlk olarak tez danışmanım Prof. Dr. Sayın Mustafa AYDIN’ın
özellikle birinci bölüm ile ilgili olarak bana gösterdiği yol önemli olmuştur. İkincisi
ise Prof. Dr. Sayın Ersin ONULDURAN’ın doktora derslerinde “Uluslararası
İlişkiler Teorileri” adlı dersi vermesi olmuştur. Üçüncü olarak Doç. Dr. Sayın Burcu
BOSTANOĞLU’nun gerek Tez İzleme Komitesinde yer alması gerekse eleştirel
teoriyi anlattığı kitabı uluslararası ilişkilerin teorileri konusunda çalışmayı
önemsememi ve bunun üzerinde daha fazla çalışmam gerektiğini ortaya koymuştur.
Bu nedenlerle her üç hocamıza da müteşekkirim.

Tez çalışmam sırasında bana gösterdiği sabır ve destek için tez danışmanım
Prof. Dr. Sayın Mustafa AYDIN’a ayrıca teşekkür ederim.

iv
Tez çalışmam boyunca bana büyük desteğini esirgemeyen eşim Betül’e ve
kızım Elifnaz Merve’ye de teşekkürlerimi sunmak istiyorum.

Çalışmadaki tüm hatalar doğal olarak bana aittir.

v
KISALTMALAR

AB : Avrupa Birliği
ABD : Amerika Birleşik Devletleri
ABF : ASEAN Bölgesel Forumu
AGİT : Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı
AET : Avrupa Ekonomi Topluluğu
AGİK : Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı
AKÇT : Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu
APEC : Asya Pasifik Ekonomik Topluluğu
ASEAN : Güneydoğu Asya Milletler Topluluğu
AT : Avrupa Toplulukları
ATAD : Avrupa Toplulukları Adalet Divanı
BAB : Batı Avrupa Birliği
BDT : Bağımsız Devletler Topluluğu
BM : Birleşmiş Milletler
CDU : (Almanya) Hıristiyan Demokrat Partisi
CENTO : Merkezi Antlaşma Örgütü
CSU : (Almanya) Sosyal Birlik Partisi
COMECON : Karşılıklı Ekonomi Yardımlaşma Konseyi
DP : Alman Partisi
DTÖ : Dünya Ticaret Örgütü
EURATOM : Avrupa Nükleer Topluluğu
FDP : (Almanya) Hür Liberaller Partisi
FED : ABD Merkez Bankası
GATT : Genel Tarife ve Ticaret Anlaşması
GSMH : Gayri Safi Milli Hasıla
GSYİH : Gayri Safi Yurtiçi Hasıla
IFOR : Uluslararası Güç
ILO : Uluslararası Çalışma Örgütü
IMF : Uluslararası Para Fonu

vi
ITO : Uluslararası Ticaret Örgütü
KEDO : Kore Enerji Geliştirme Örgütü
Keidanren : Japon Ekonomik Örgütler Federasyonu
KEO : Kapsamlı Ekonomik Ortaklığı
KOBİ : Küçük ve Orta Ölçekli İşletme
LPD : (Japonya) Liberal Demokrat Partisi
MDYK : Müttefik Devletler Yüksek Komutanlığı
MİTİ : (Japonya) Uluslararası Ticaret ve Sanayi Bakanlığı
NATO : Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü
NSÖ : Nükleer Silahların Önlenmesi Antlaşması
OGDP : Ortak Güvenlik ve Dış Politika
OEEC : Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü
OECD : Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü
OPEC : Petrol İhraç Eden Ülkeler Birliği
PfP : Barış için Ortaklık
SALT : Stratejik Silahların Sınırlandırılması Görüşmeleri
SEATO : Güneydoğu Asya Savunma Antlaşma Örgütü
SDR : Özel Çekme Hakları
SII : Yapısal Engeller İnisiyatifi
SPD : Alman Sosyal Demokrat Partisi
TRIPS : Ticaretle Bağlantılı Fikri ve Sınai Mülkiyet Hakları
Anlaşması
WIPO : Dünya Fikri ve Sınai Mülkiyeti Örgütü
UAEK : Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu
UÇK : Kosova Özgürlük Ordusu

vii
GİRİŞ

Bilgi1, bütün toplumlarda tarih boyunca merkezi bir konuma sahip olmuştur. Bilginin
önemi, aslında gücüyle ilişkilidir. Bunun çeşitli sebepleri bulunmaktadır. Birincisinin
insanoğlunun bilme isteğinden ileri gelmekte olduğu iddia edilebilir. Imre Lakatos,
bu durumu “insanın bilgiye saygı duyması ona özgü niteliklerden biridir” şeklinde
ifade eder.2 İkinci olarak bilginin günlük hayatın bir parçası olması nedeniyle, bu
hayatın düzenlemesinde bilginin yararından söz edilebilir. Bununla bağlantılı bir
başkası ise hayatın düzenlenmesinde bilginin iktidara sağladığı avantajlarla ilgilidir.3
20. yüzyılın önemli düşünürlerinden Michel Foucalt ile uluslararası ilişkilerin
teorik incelenmesine önemli katkılarda bulunan Robert Cox’a göre bilgi ile güç
arasında her zaman doğrudan bir ilişki vardır.4 Cox, bilginin “baskın formlarının
baskın güç tarafından yaygınlaştırıldığını” ileri sürerek, iktidarda olanın bilgiyi
istediği şekilde yönlendirdiğini savunmaktadır. Böylece bilgi, toplumun kontrolü için
bir araç haline gelmektedir.5 Bu sayede, tarih boyunca bilgiyi elinde tutan iktidar,
toplum üzerindeki meşruiyetini sağlamakta elindeki bu güçlü kozu kullanmış ve bu
bilgi aracılığıyla toplumun iktidara itaat etmesini istemiştir.
Ortaçağ’da bilginin kaynağını dinsel bilginin/ilahiyatın oluşturması nedeniyle
din adamları genellikle ya iktidara ya da iktidar içinde güçlü pozisyona sahip
olmuşlardır.6 Bu dönemlerde kurulan ilk üniversitelerin eğitimlerinin de ilahiyat
merkezli olması bu sürecin doğal bir sonucu olmuştur. Bu durum her şeyden önce
Avrupa tarihi için daha geçerli olmuştur. Kilisenin toplum üzerindeki hakimiyeti,
dinsel bilgiye sahip olmasından ve bu bilgiyi iktidarını pekiştirmek için
kullanmasından kaynaklanmıştır. Bu hakimiyetin Avrupa’da 17. yüzyılda yaşanan
ekonomik, sosyal ve siyasi gelişmelerle sarsılmaya başlamasıyla bilginin kaynağına

1
‘Bilgi’, bu çalışmada İngilizce bilgi toplama ve bilgi verme anlamındaki “information”dan daha
geniş bir anlam içeren “knowledge” bağlamında kullanılmıştır.
2
Imre Lakatos, “Bilimle Sözdebilim”, Cemal Güzel (der.), Çoğulculuğun Kuramcısı: Lakatos,
Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları, 1999, s. 25.
3
Ömer Demir, Bilim Felsefesi, 2. Baskı, Ankara, Vadi Yayınları, 2000, s. 12.
4
Robert W. Cox, “Some Reflections on the Oslo Symposium”, Stephen Gill (der.), Globalization,
Democratization and Multilateralism, Tokyo, New York, Paris, United Nations University Press,
1997, s. 245; Mark Philip, “Michel Foucalt”, Quentin Skinner (der.), Çağdaş Temel Kuramlar, (Çev.
Ahmet Demirhan), 2. Baskı, Ankara, Vadi Yayınları, 1997, s. 90-96.
5
Cox, “Some Reflections on the Oslo Symposium”, s. 245.
6
Demir, Bilim Felsefesi, s. 28.
ilişkin tartışmalar farklı bir mecraya taşınabilmiştir. Bu dönemin önemli düşünürleri
arasında olan Francis Bacon, kilisenin bilgiye hakimiyetine ve bilgiye ulaşmada
kullandığı yöntemlere eleştiriler getirmiş, fakat daha önemli eleştiriler, fizik ve
gökbilim alanlarında çalışan Galileo ve Kopernik’ten gelmiştir.7 Imre Lakatos,
kilisenin iktidarda olduğu dönemde “neyin bilimsel sayılıp yayımlanabileceğine,
neyin sözde bilimsel sayılıp cezalandıracağına karar vermesini”8 örnek göstererek,
kilisenin bilginin nihai belirleyici otoritesine karşı çıkmanın tehlikelerine dikkat
çekmiştir.9 Buna bağlı olarak kilise Thomas Kuhn’un kullandığı anlamda bilgi
felsefesi alanındaki devrimlere, gücünü kaybetmemek için sert cevap vermiş ve hatta
devrimsel dönüşümlere yönelenlere ağır yaptırımlar uygulamıştır.
Daha sonraki yüzyıllarda, özellikle 18. yüzyıldan itibaren gelişen Aydınlanma
süreci ve kapitalist ekonomi ile din felsefesinin tek bilgi kaynağı olmaktan çıktığı bir
döneme girilmiştir. Dönemin gelişen felsefi akımı, din felsefesinin yerine geçen
bilim felsefesi olmuş ve bilginin hakimiyeti ulus-devlete geçmeye başlamıştır. Artık
bilgi, devleti yöneten yeni sınıf burjuvazinin ve kralın hizmetine girmiştir. Böylece
bilim felsefesinin gelişimi aynı zamanda yönetimde de bir dönüşüme işaret etmiştir.10
Bu döneme özelliğini veren Newton fiziği ile pozitivizm teorisi, bilimin yasaları ve
metodolojisini oluşturmuş, bilimsel felsefenin gelişim süreci ise artık meşruiyetinin
kaynağı sorgulanan kralın iktidardan uzaklaştırılması ile tamamlanmıştır.
Tüm bunlar, bizi bilginin oluşumunun, iktidar, seçkinler ve toplum arasındaki
ilişkilerden bağımsız olmadığı sonucuna götürülebilir.11 Ayrıca bilginin oluşumu,
gelişimi, yaygınlaşması ve baskın hale gelmesinin toplumun ve üretim süreçlerinin
geçtiği tarihsel aşamalara işaret ettiği de söylenebilir. Fakat, bugün gelinen noktada,
özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bilgi bilimi ile bilgi felsefesinin yanı

7
Doğan Özlem, Bilim Felsefesi: Ders Notları, İstanbul, İnkılap Yayınevi, 2003, s. 73.
8
Lakatos, kilise ile SSCB Komünist Partisinin Merkez Örgütünü aynı kapsamda değerlendirmektedir.
Kopernik’in aforoz edilmesi ile Mendel’in çalışmalarının da “sözde bilimsel” olarak kabul edilip, bu
görüşü savunanların toplama kamplarına gönderilmelerini eşdeğer tutar ve bilginin iktidar ile
ilişkisine çarpıcı bir örnek olarak bizlere sunar. Lakatos, “Bilimle Sözdebilim”, s. 25.
9
Cemal Güzel, “Çoğulculuğun Kuramcısı: Lakatos” Cemal Güzel, (der.), Çoğulculuğun Kuramcısı:
Lakatos, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları, 1999, s. 7.
10
Tevfik Erdem, “Postmodernizmin ‘Öteki’si Hangi ‘Öteki’?”, Düşünen Siyaset Dergisi, Sayı:21,
Aralık 2005, s. 101-104.
11
Mert Gökırmak, “Bilgi, İktidar ve Üniversite”, Http://iktisat.uludag.edu.tr/dergi, (Erişim Tarihi: 12
Haziran 2004).

2
sıra, bilimsel felsefenin ilk baskın haline karşı da eleştiriler gündeme gelmektedir.12
Bu eleştiriler, temelde pozitivizmin baskın hale gelmesi ve bilim alanında başka bir
bilimsel felsefesiyi reddetmesinden kaynaklamıştır. Aslında bu eleştiriyi Kant’a
kadar geri götürmek de mümkündür.13 Günümüzde ise eleştirel yaklaşım kendisini
Einstein’in görecelik teorisi ile Kuhn’un bilimsel devrimlere ilişkin görüşlerinde
temellendirmektedir.
Yeni ortaya çıkan bu eleştirel bilgi bilimsel felsefenin ve özellikle toplum ile
bağlantılı disiplinler içinde bir kırılma ile bağlantılandırılabilir. Bu yeni durumda
bilimsel felsefenin meşrulaştırdığı iktidar-bilgi yapısının sorgulanması ve
eleştirilmesi gereği ortaya çıkmaktadır. Diğer bir deyişle, eleştirel bilginin temelinde
bugünkü hâkim bilim anlayışının iktidarın amaçlarını meşrulaştıran bir araç olmaktan
uzaklaşması ve bilimin yeni bulgular ışığında tekrar değerlendirilmesi talebi
yatmaktadır.14 Aslında bilgi ve bilimsel felsefenin kaynağında insan bulunmaktadır.
Aydınlanma’nın ortaya çıktığı dönemde, insanın zihni yönleriyle bazı olgulara somut
bir anlam kazandırabileceği veya açıklayabileceği kabul edilmişti. Bugün de bilimsel
alanda yaşanan karşı paradigmaların oluşumunun merkezinde yine insan
bulunmaktadır. Diğer bir ifadeyle, eleştirel teorilerinin arkasında, Aydınlanma ile
bilginin ve bilimin merkezine yerleşen insanın, günümüz dünyasında sadece “obje”
olduğu ileri sürülmektedir.15 Bu görüşü paylaşanlara göre insan, artık bilimde özne
olmaktan çıkmış, sadece yöntembilgisinin bir aracı konumuna getirilerek, bilim için
önemsiz bir konuma sürüklenmiştir. Yeni bilgi programı bu durumu tespit etmekle
kalmamakta ve buradan hareketle ne nesne ne de öznenin tek başına doğa ve sosyal
olayları açıklayamayacağını ileri sürmektedir. Böylece nesne ile özne arasındaki
zıtlık yerini birliktelik kavramına bırakmaktadır.16
17. yüzyıldan itibaren, bilimsel alandaki gelişmelerle birlikte pozitivizm,
sosyal bilimler için temel paradigma haline gelmiştir. İlkay Sunar, pozitivizmin ‘salt
algılama’ (empirisizm) varsayımına dayandığı için bilginin dış dünya çıkışlı

12
Şennur Özdemir, “Bilgi Sosyolojisi Açısından ‘Doğu’ ve ‘Batı’ ”, Uluslararası İlişkiler, Cilt: 1,
Sayı:1, Bahar 2004, s. 71.
13
Demir, Bilim Felsefesi, s. 76.
14
Aylin Görgün Baran, “Postmodernizmin Özne ve Akıl Kavramlarına Yönelttiği Eleştirelere
Eleştirel Bir Bakış”, Düşünen Siyaset Dergisi, Sayı: 21, Aralık 2005, s. 117-119.
15
Philip, “Michel Foucalt”, s. 91.
16
Baran, “Postmodernizmin Özne ve Akıl Kavramlarına Yönelttiği Eleştirelere Eleştirel Bir Bakış”, s.
129.

3
olduğunu (dış dünyadan türetildiğini) veya dış dünyayı olduğu gibi temsil ettiğini
öne sürmektedir. Bu nedenle, bilginin (söz, kavram, sembol) kendi dışında “somut”,
“gerçek” dünya ile bağımlı olduğu ve bilgi ile dünya arasında bir denklik
(correspondence) bulunduğu belirtilmektedir.17 Ayrıca, toplum bilimlerinde etkisini
gösteren bu yeni bilgi arayışı, toplumu “doğal dünya gibi ‘birincil düzey’ gerçeklik
değil, ‘ikincil düzey’ bir gerçeklik” olarak kendisini göstermektedir. Bu durumda
toplum daha önceden ‘sembolik bir bağlam içinde yaratılmış” bir olgu olarak
karşımıza çıkmaktadır.18
1960’larda başlayan fakat özellikle 1980’den itibaren pozitivizme yöneltilen
eleştiriler bilim felsefesinin pozitivist paradigma dışında yeni arayışlara girmesini
sağlamıştır. Bu eleştirilerden biri, bir bilim felsefesi olarak pozitivizmin Batı
uygarlığının üstünlüğüne hizmet ettiğini ileri süren görüş olmuştur. Başta Paul Karl
Feyerabend gibi bilim felsefecileri, pozitivizmi kastederek, “Batı biliminin
yeryüzündeki tartışılmaz egemenliğinin onun sahip olduğu sağlam ilke ve mantıktan
yahut yöntemden değil, hizmet ettiği uygarlığın egemenliğinden” kaynaklandığını
iddia etmişlerdir.19
Bir başka eleştirel görüş ise pozitivizmin öngördüğü evrensellik fikrine
tepkiden kaynaklanmaktadır. Bu görüşü paylaşanlara göre pozitivizmin zaman
dışılığı, bütün zamanları kapsadığını ima etmesine yol açmakta ve tarihi böylece bir
bütün olarak ele alarak, içindeki dönüşümleri, farklılıkları ve çeşitlilikleri
açıklayamamaktadır. Örneğin devletin geçtiği değişik evreleri bir bütün halinde
gören pozitivizm, Yunan şehir-devletleri ile ulus devletin inşa edilmeye başlandığı
16. yüzyıldaki devletleri ve bugünkü modern devletleri aynı kefede değerlendirmekte
ve aralarında benzerlikler olduğunu ortaya koyarak, devletin bütün bu süreç içinde
değişmeden aynı kaldığını açık veya zımnî bir şekilde iddia etmektedir. Ayrıca elde
edilen bilgilerin bütün mekânlar için geçerli olduğunun iddia edilmesi de
sorgulanması gereken diğer bir durumdur. Üçüncü eleştiri kaynağı ise gözlem ve
deney yoluyla elde edilen bilginin objektif olduğu ve böylece hakikati yansıttığı
iddiasından kaynaklanmaktadır. Bu durumda elde edilen bilgi, pozitivistlere göre

17
İlkay Sunar, Düşün ve Toplum, 3.Baskı, Ankara, Doruk Yayınları, 1999, s.15.
18
İbid, s.39.
19
Demir, Bilim Felsefesi, s.121; Erdem, “Postmodernizmin “Öteki”si Hangi “Öteki”?”, s.105.

4
ideolojiden arındırılmış olmaktadır.20 Pozitivizmin bu unsurları dikkate alındığında
tüm zaman ve mekâna hükmettiği, yani evrensel olduğu iddiası bilim dünyasında
artık sorgulanan bir durumdur. Pozitivizmin evrenselliği iddiası ile sosyal yapılarda
herhangi bir dönüşümü veya değişimi açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Çünkü
pozitivizm, bütün yapıları, aktörleri ve diğer unsurları statik olarak ele almakta ve
dinamik bir süreçte bunların değişimini zımnî olarak kabul etmemektedir.
Bilimsel dünyada pozitivizme yönelik eleştiriler kadar paradigma alanında
yaşanan gelişmeler de pozitivizmi derinden etkilemiştir. Özellikle, doğa bilimlerinde
pozitivizmin etkisinin son yıllarda ortaya konulan yeni teoriler çerçevesinde azaldığı
görülmeye başlanmıştır. Werner Karl Heisenberg’in “Belirsizlik Teorisi” doğa
bilimlerinin pozivitist paradigmasını sarsmıştır. Sözkonusu teori, “ ‘makro-evren’in
doğrudan gözlenen olgularını açıklama tarzı atomlar alanında, ‘mikro-evren’de
geçerli olmadığını” ortaya koymuş ve gerçeklik kavramının sorgulanmasına yol
açmıştır.21 Bu şekilde pozitivizmi etkileyen değişimlerin başında, Albert Einstein’ın
hareket, zaman ve mekân arasındaki ilişkilerin göreceli olduğunu gösteren
“Görecelik” veya “Kuantum Teorisi” gelmiştir. Bu teori sayesinde doğa bilimlerinde
olgu ile teori arasındaki “denklik” ilişkisi ortadan kalkmış ve tek bir mantık ve
matematik değil, “mantıklar” ve “matematikler”in varlığından söz edilmeye
başlanmıştır.22 Yine matematikçi ve meteoroloji ile ilgilenen Edward Lorenz, hava
tahminleri konusunda istikrarlı bir düzenin bulunduğunu fakat bir kere küçük bir
olayın başlaması ile sonucu asla kestirilemeyecek yeni bir dengeye gidileceğini ileri
sürmüştür. “Kaos Teorisi” olarak adlandırılan bu teoriye göre “Kelebek Etkisi”
denilen küçük bir ivmenin yol açacağı sonuçların bile önceden kestirilemeyeceğini
ortaya koymuştur.23 David Hume, kesin olarak kabul edilen bütün gözlemlerin ve
deneylerin sadece geçmişe ait olduğunu ifade ederek, buradan sonsuzageçerli
yasaların oluşturmanın imkansız olduğunu söylemiştir.24 Böylece özellikle fizik ve

20
Sunar, Düşün ve Toplum, s. 23.
21
Gert König, “Doğa Felsefesi”, Doğan Özlem (der.), Günümüzde Felsefe Disiplinleri, 2. Basım,
İstanbul, İnkılap Yayınevi, 2001, s. 244-245.
22
Özlem, Bilim Felsefesi, s. 86-87.
23
James Gleick, Kaos: Yeni Bir Bilim Teorisi (Çev. Fikren Üçcan), Ankara, TÜBİTAK Yayınları,
2003, s. 1-29.
24
Özlem, Bilim Felsefesi, s. 90.

5
mantık alanlarındaki bu teoriler, bilimin kesin “doğru”larını sorgular hale
getirmiştir.25
Burada ortaya çıkan önemli nokta, her hareketin sonunda yeni fakat önceden
kestirilemeyen bir dengenin oluştuğudur. O nedenle, bir olgu hakkında ne kadar bilgi
toplanırsa toplansın, yani ne kadar deney ve gözlem yapılırsa yapılsın ve eldeki tarihi
bilgi ne kadar çok olursa olsun, geleceğin nasıl olacağını öngörmenin imkansız
olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır.26 Pozitivizmin genel özelliklerine getirilen doğa
bilimi kaynaklı bu eleştirilerle birlikte, sosyal bilimler alanında da 1960’lardan
başlayarak bilimsel paradigma yeni eleştirilerle çeşitlenmekte, farklı paradigmaların
yanı sıra farklı teorik çerçevelerin de olabileceği kabul edilmektedir. Özellikle Paul
Feyerabend’in Yönteme Hayır başlıklı çalışmasında belirttiği “bilimin tek bir
yönteminin olmadığı” ve farklı yöntemlerin bilgiye ulaşımda kullanılabileceği
görüşü sosyal bilimlerde çığır açtığı söylenebilir.27
Sosyal bilimler alanında yaşanan gelişmeler sadece bununla da kalmamış,
Thomas Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı başlıklı eseri bu alana büyük katkılar
sağlamıştır. Kuhn’a göre bilimsel ilerleme sadece bir tarihsel birikim değildir, ancak
büyük dönüşümlerle veya devrimlerle mümkün olabilir.28 Yani, Kuhn, “bilimsel
devrimleri eski bir bilim yapma geleneğinin bir yenisiyle değiştirilmesi olarak”
tanımlamaktadır.29 Kuhn’un bilimsel bilgi dünyasına katkılarından biri de
“paradigma” kavramıdır. Her ne kadar ünlü eserinde paradigma kavramını çok çeşitli
anlamlarda kullansa da, Kuhn, paradigma kavramını bilim geleneğinde “yasaları,
teorisi, uygulaması ve araçları ile benimsenmiş, tutarlı bilimsel araştırma praksis
gelenekleri yaratan kurgular sistemi” olarak nitelendirmektedir.30 Bu bağlamda,
“birbiriyle yarışan farklı bilimsel yaklaşımlar” paradigma olarak kullanılmaktadır.
Sosyal bilimlerde bilginin kaynağını araştıran paradigmalar ve bunların teorileri,
yasaları ve araçları bir şekilde çeşitlenmektedir. Böylece bilgiye farklı teoriler
kullanarak ulaşılabileceği fikri yaygınlık kazanmaya başlamaktadır. Çoğulculuğun
öncüsü sayılan Lakatos, rakip kuramların çoğalmasının doğru bilgiye ulaşmada

25
Özlem, Bilim Felsefesi, s. 130-154.
26
İbid, s. 47.
27
Demir, Bilim Felsefesi, s. 119.
28
Thomas S. Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı (Çev. Nilüfer Kuyaş), 5. Baskı, İstanbul, Alan
Yayıncılık, 2000, s. 9.
29
İbid, s. 9.
30
İbid, s. 204-205; Bostanoğlu, Türkiye-ABD İlişkilerinin Politikası, s. 27.

6
önemli bir yeri olduğunu savunmaktadır.31 Bir bilgi anarşisti olarak görülen
Feyerabend’ın “her şey uyar” (anything goes) görüşü ise bilim felsefesinde yeni bir
döneme işaret etmektedir. Feyerabend, “hiçbir görüşü ‘saçma’, ‘ahlâk dışı’
bulmamakta ve hiçbir yöntemi kullanmaktan da kaçınmamaktadır. Mutlak olarak
karşı çıktığı tek şey evrensel ölçülerdir.”32
Bu eleştirilerden sonra bilgiye ulaşımda pozitivizmin dışında başka araştırma
programlarının da olduğu ve bunların kullanılabileceği artık daha kuvvetli bir şekilde
dillendirilmektedir. Bunlardan biri olan yorumsamacılık33, “genelde bilginin, özel
olarak da bilimsel bilginin nihai belirleyicisinin doğa” olmadığını ve bilginin
toplumun doğaya yüklediği anlamlardan oluştuğunu ileri sürmektedir.34 Bu akımı
savunanlar, bilginin nihai belirleyicisinin bilgiyi inşa eden insanlar ve toplum
olduğunu öne sürerler. Sunar, yorumsamacılığı benimsendiğini ifade ederek, “bilgi
ile dünya çok farklı bir ilişki içinde” olduğunu ve aralarındaki ilişkinin bir denklik
ilişkisi olmadığını, bir kuruluş (constitution) ilişkisi olduğunu belirtmektedir.35 Bir
diğer grubu oluşturan realistler ise “bilginin nihai belirleyicisinin bizim onu
kavrayışımızdan bağımsız varolan reel bir dünya olduğunu varsayarlar.”36 Diğer
yandan pozitivistler, bilginin nihai belirleyicisinin olguları açıklamaya yarayan
gözlemler ve deneyler olduğunu, rasyonalistler ise akıl ve mantık olduğunu
savunurlar.37 Eleştirel teorinin akademisyenlerinin bahsedilen bu görüş ve tutumları,
gerçekte sosyal bilimlerde yeni bir duruma işaret etmektedir. Sosyal bilimler de bu
bağlamda özellikle son 20-25 sene içindeki gelişmelerle yeni bir safhaya doğru
yönelmiş bulunmaktadır. Bu yeni yönelim, sosyal bilimlerin temel paradigması olan
“pozitivizm”e getirilen eleştirilerle şekillenmektedir.

31
İmre Lakatos, “Yanlışlama ile Bilimsel Araştırma İzlencelerinin Yöntembilgisi”, Cemal Güzel
(der.), Çoğulculuğun Kuramcısı: Lakatos, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları, 1999, s. 71-72.
32
Cemal Güzel, “Bir Bilgi Anarşisti: Paul K. Feyerabend”, Cemal Güzel (der.), Bir Bilgi Anarşisti:
Paul K. Feyerabend, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları, 1996, s. 9.
33
İngilizce’de “hermenuetics” olarak kullanılan yorumsamacılık çeşitli Türkçe kitaplarda
“conventionalism” (Hüsamettin Arslan’ın Epistemik Cemaat: Bir Bilim Sosyolojisi Denemesi adlı
kitabı ile Nilgün Çelebi’nin çevirdiği Russel Keat ve John Urry’nin Bilim Olarak Sosyal Teori adlı
kitabı) ve Ömer Demir’in Bilimsel Felsefe kitabında uylaşımcılık olarak adlandırılmıştır. Bu
çalışmada İlkay Sunar’ın Düşün ve Toplum kitabında kullandığı üzere, yorumsamacılık yeğlenmiştir
34
Hüsamettin Arslan, Epistemik Cemaat: Bir Bilim Sosyolojisi Denemesi, İstanbul, Paradigma
Yayınları, 1999, s. XII.
35
Sunar, Düşün ve Toplum, s. 15.
36
Arslan, Epistemik Cemaat, s. XII.
37
İbid, s. XII.

7
Aslında pozitivizme getirilen eleştiriler pozitivizmin gelişiminin
başlangıcından beri mevcuttur. Eleştirel teorilerin mimarlardan biri 18. yüzyıl
filozoflarından Immanuel Kant’tır. Özellikle yorumsamacılığın kökeni Kant’ın
felsefi anlayışına dayanmaktadır. Kant’ın kategorilerini kullanan yorumsamacılar,
“insan deneyimlerinin ancak zihinsel kategorilerin deneyiminden geçerek bilgiye
dönüşebileceği, yani insan zihninin deneyime bir çerçeve çizeceğini
savunmaktadırlar.”38
20. yüzyılın son çeyreğinde ivme kazanan farklı karakter taşıyan bu
epistemolojik süreç henüz tamamlanmamıştır. Fakat bu yaklaşım, kendi teorilerini ve
araçlarını ortaya koyma yolunda da büyük adımlar atmıştır. Öte yandan, pozitivist
paradigmanın sahip olduğu bütün zamana ve mekâna şümûl yasalar fikrine karşı
çıktıklarından, pozitivist paradigma anlamında yasalara sahip değildirler. Yine de bu
eleştirilerle birlikte, sosyal bilimlerde pozitivizmin özellikle “zaman” ve “mekân”
anlayışının doğa bilimlerindeki güncel gelişmeler ışığında yeniden değerlendirilmeye
ihtiyacı olduğu fikri, bilim dünyasında henüz çok güçlü olmasa da artık bir kabul
görmektedir.
O zaman “pozitivizmin bilime bakışı nasıldır ve avantajları nelerdir?” soruları
gündeme gelmektedir. Pozitivizm, bilimi, olguları “kestirimci” ve “açıklayıcı” bir
şekilde ifade etmesi olarak nitelendirmektedir. Böylece pozitivizme göre bilgi,
olgular arasındaki düzenli ilişkiler sonucunda üretilen teoriler vasıtasıyla
oluşturulmaktadır.39 Bu sayede pozitivizm, kanuna benzeyen ve asla değiştirilemez
nitelikte bilgiye ulaşmaktadır.40 Bilimsel bilgiye ise bir pozivitist için sadece gözlem
ve deney yoluyla ulaşılır ve bu da ampirik bilginin tek kaynağıdır.41 Aslında bu
unsurlar pozitivizme göre sadece ampirik bilginin değil, bilimsel bilginin de tek
kaynağıdır. Bu nedenle pozitivizm, “metafiziğin açıklamalarının ilkece doğrulanıp
sınanmaya açık olmadıklarından ötürü anlamsız olduklarını” ileri sürer.42 Bu

38
Demir, Bilim Felsefesi, s. 76.
39
Russel Keat ve John Urry, Bilim Olarak Sosyal Teori, (Çev. Nilgün Çelebi), 2. Baskı, Ankara,
İmge Kitabevi, 2001, s. 15.
40
Tony Porter, Postmodern Political Realism and the Third Debate”, Wayne S. Cox and C. Turenne
Sjolander (derl.), Beyond Positivism: Critical Reflections on International Relations, Boulder and
London, Lynne Rienner Publishers, 1994, s. 125.
41
İbid, s. 16.
42
A. Baki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Ümit Hüsret Yolsal, Felsefe Sözlüğü, Ankara, Bilim ve
Sanat Yayınları, 2002, s. 1060.

8
durumda da pozitivizmin ölçüm aracılığıyla elde ettiği verilerin öznellikten arınmış
nesnel bilgi olduğunu ileri sürmesine yol açacak bir mantık zinciri gündeme gelir.
Pozitivizm, deney ve gözlemle desteklenerek açıklanan bir olgunun tüm
zamana yaygın ve bütün mekânlar için geçerli olacağını ileri sürmekte ve böylece
evrenselliğe ulaşıldığını iddia etmektedir. Halbuki, Batı veya gelişmiş dünyanın
geçirdiği süreçle Doğu veya azgelişmiş dünyanın yaşadığı süreç ve toplumsal
değerler aynı değildir. Pozitivizm, bu paradigma içinde bulunan akademisyen,
politikacı ve entelektüelleri, Doğu’nun gelişiminin ancak Batı’nın geçirdiği süreçleri
yaşaması koşuluyla sağlanabileceğini iddia etmelerine kadar götürmektedir. Hatta,
bu durum, Fransızların “uygarlaştırma misyonu”, İngiltere’nin “beyaz adamın yükü”
ile Amerikanın “kaçınılmaz yazgı” kavramıyla siyaseten tarih içinde meşrulaştırıldığı
görülmektedir.43
Fakat yukarıda da bahsedildiği gibi, zaman ve mekân fikri, pozitivist
paradigmada en çok eleştirilen konulardan biridir. “Toplum, değerleri de dahil olmak
üzere, bütün yapı ve süreçleri ile zaman içinde sabit ve veri bir olgudan ibaret
sayılmaktadır.”44 Bu durumda da “sosyal bilimler özellikle toplumsal olayları
değişmez ilke ve kurallar olarak ele alma eğilimine girip, doğal bilimlere ilişkin
bilme yöntemlerini temel aldıklarında artık toplumsal yaşam mühendisliği”ne
yönelmektedir.45
Braudel’in “History and the Social Sciences: The Longue Durée” başlıklı
çalışmasında kullandığı “longue durée” gibi nitelikleri ortak olan dönemler için
pozitivist araçların kullanılabilir yönü bulunmaktadır.46 Daha önce de değinildiği
gibi, Yunan şehir devletleri ile ulus-devletler arasında bazı ortak özellikler
bulunabilir fakat bunları devletlerin ortak yönleri olarak aynı şekilde değerlendirmek
mümkün değildir. Bir başka olumlu yön ise deney ve gözlem, amaç haline gelmemek
koşuluyla bir çok konuda bilgi sahibi olunmasını sağlamaktadır. Özellikle ortak
özellikler taşıdığı belirlenen dönemlerin karşılaştırılabilir olması nedeniyle, bu

43
Bostanoğlu, Türkiye-ABD İlişkilerinin Politikası, s. 124.
44
İbid, s. 48.
45
Fuat Ercan, Modernizm, Kapitalizm ve Azgelişmişlik, 3. Basım, İstanbul, Bağlam Yayınları,
2001, s. 50.
46
Robert W. Cox, “Realism, Positivism, and Historicism”, Robert W. Cox with Timothy J. Sinclair,
Approaches to World Order, Cambridge, Melbourne, Cambridge University Press, 1996, s. 55.

9
dönemlere yönelik gözlem ve deneyler bilgiye ulaşımda birçok avantajlar
sağlamaktadır.
Genel olarak sosyal bilimlerde yaşanan gelişmeler doğal olarak uluslararası
ilişkiler alanını da etkilemiştir. Her ne kadar disiplinin, çok geriye götürmeden esas
olarak İngiltere’de 1919’da Galler Üniversitesi’nde, “Uluslararası İlişkiler” adıyla bir
kürsünün kurulmasıyla “Uluslararası Hukuk”, “Diplomasi Tarihi” ve “Siyaset
Bilimi”nden farklı bir akademik alan olarak başladığı kabul edilse bile47 bu dönemin
uluslararası ilişkilerinin daha çok I. Dünya Savaşı’nın etkisiyle, bilimsel bir
paradigmadan ziyade idealist ve dolayısıyla “devletlerin arasında ilişki ile barışın
korunması” konularında normatif bakış açısına sahip bir yaklaşım olarak ele
alınmasında yarar olduğu düşünülmektedir.48 Bilimsel bir alan olarak ise Uluslararası
İlişkilerin genelde II. Dünya Savaşı sonrası Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD)
geliştiği kabul edilmektedir.
Uluslararası İlişkiler aslında disiplinlerarası bir alandır. Uluslararası
İlişkilerin bir disiplin özelliği taşıyıp taşımadığı konusuyla ilgili olarak çalışan
akademisyenlerden Quincy Wright’a atıfta bulunulabilir. Ona göre bir alanın disiplin
olarak tanımlanabilmesi için- ilk olarak bu alanda çalışanların bir bilincinin olması
gerekmektedir. İkinci ön şart ise alanının sınırlarının belli olması gerekmektedir.
Bunların yanı sıra alt-uzmanlık dalları ve bölümleri üzerinde bir uzlaşmanın olması
ile uzmanların ve uzmanlık kriterlerinin herkes tarafından kabulü diğer şartları
oluşturmaktadır.49 Nuri Yurdusev ise bu tanıma uyan bir disiplin bulmanın zor
olduğunu ileri sürmektedir. Ona göre disiplin, Kuhncu anlamdan hareketle, “belli bir
konuda veya alanda kendilerini sözkonusu alanın çalışanları olarak tanımlayan
kişilerin yapmış oldukları faaliyetlerin ve ürünlerin tümü” anlamına gelmektedir.50
Bilimsel alanda bir olguyu açıklamada tek bir disiplin içinde hareket etme
bugün için geçerli değildir. Böylece Uluslararası İlişkiler alanı sosyal bilimler
içindeki psikoloji, ekonomi, sosyoloji veya tarih gibi disiplinlerden yararlanabileceği

47
Graham Evans ve Jeffrey Newnham (derl.), Dictionary of International Relations, London,
Penguin Books, 1998, s. 275.
48
James E. Dougherty ve Robert L. Pfaltzgraff, Contending Theories of International Relations, 3.
Baskı, New York, Harper Collins Publishers, 1990, s. 6-7; Deniz Ülke Arıboğan, Kabileden
Küreselleşmeye: Uluslararası İlişkiler Düşüncesi, İstanbul, Sarmal Yayınevi, 1998, s. 9.
49
A. Nuri Yurdusev, “Uluslararası İlişkiler Öncesi”, Atila Eralp (der.), Devlet, Sistem ve Kimlik:
Uluslararası İlişkilerde Temel Yaklaşımlar, İstanbul, İletişim Yayınları, 1996, s. 23-24.
50
İbid, s. 24.

10
açıktır. Diğer yandan belirtilen disiplinler Uluslararası İlişkiler açısından incelemede
bulunulan konunun dışında tutulduğunda, Uluslararası İlişkilerin çok fazla hareket
etme serbestisi kalmamaktadır. Tüm bu söylenenlere ilaveten, Uluslararası İlişkiler,
sadece yukarıdaki disiplinleri değil, artık ekoloji konusu gibi doğa bilimlerinin
disiplinlerini de çalışma alanı içinde değerlendirmektedir.
Uluslararası İlişkilerin geliştirdiği ve bir paradigma olarak kabul edilebilecek
tek teorisi ise aslında “realizm”dir. Bilim dünyasındaki 20. yüzyılın ilk yarısında
hakimiyetini devam ettirmekte olan pozitivist paradigmanın ABD açısından bir
yansımasından başka bir şey değildir. Diğer bir deyişle, realizm, ABD’nin dış
politikaya bakış açısını yansıtan bir paradigmaya işaret etmektedir.51
Öte yandan, 1980’li yılların başından itibaren pozitivizme getirilen eleştiriler,
Uluslararası İlişkiler alanında da eleştirel teorilerin geliştirilmesine katkıda
bulunmuştur. Eleştirel teorinin kurucusu Robert Cox, özellikle pozitivizmin zaman
ve mekân anlayışına bağlı olarak üretilen ve evrensel olduğu iddia edilen teorilere
karşı çıkmıştır. Sözlük anlamında her dönemin kendine has özellikleri olduğunu
kabul eden ve sosyal ve kültürel gelişmeler, inançlar ve değerlerin o dönem
tarafından belirlendiğini ileri süren bir doktrin olan tarihselcilik (historicism) Cox’un
kullandığı diğer bir yöntem olmuştur.52 18. yüzyılda yaşamış, tarihselcilik
konusundaki önemli düşünürlerden biri olan Giambattista Vico’nun tarihe ilişkin
görüşlerinden etkilenen Cox, “tarihin bir döngü değil, sarmal (spiral) bir diyalektik
içinde oluştuğu; kendisini hiçbir zaman yinelemediği; dolayısıyla önceden
kestirilemeyeceği görüşünü benimsemiştir.”53 Özellikle pozitivizmin Kuhncu
anlamda geliştiği bir ortamda Vico, tarihin evrensel kurallarla yönetildiğini
söylemenin tarih üzerine araştırma yapmanın anlamını ortadan kaldıracağını ileri
sürmüştür. Buradan Vico, Descartes’ın rasyonel kesinlik hakkındaki görüşlerinin

51
Stanley Hoffman, “An American Social Science: International Relations”, James Der Derian (der.),
International Theory: Critical Investigations, New York, New York University Press, 1995, s. 216
ve devamı; Wayne S. Cox and C. Turenne Sjolander, “Critical Reflections on International Relations,
Wayne S. Cox and C. Turenne Sjolander (derl.), Beyond Positivism: Critical Reflections on
International Relations, Boulder and London, Lynne Rienner Publishers, 1994, s. 2-3; Steve Smith,
“Paradigm Dominance in International Relations: The Development of International Relations as a
Social Science”, Hugh C. Dyer and Leon Mangasarian (derl.), The Study of International Relations:
The State of the Art, London, Macmillan, 1989, s. 3.
52
Iain McLean (der.), The Concise Oxford Dictionary of Politics, Oxford, New York, Oxford
University Press, 1996, s. 221.
53
Cox, “Realism, Positivism, and Historicism”, s. 51, 54; Bostanoğlu, Türkiye-ABD İlişkilerinin
Politikası, s. 177.

11
“bize ait bir bilme olanağından çıkan kesinlik” olduğunu ve “cogitare ve
matematiksel idelerin çıkış yerinin toplumsal dünya”dan kaynaklandığını ileri
sürerek karşı çıkmıştır.54
Vico’nun ileri sürdüğü tarihselciliğe ilişkin görüşlerinin uluslararası ilişkilere
uygulandığında, Tukidides zamanında eski Yunan şehir-devletleri arasında
uygulandığı kabul edilen “güç dengesi” politikası ile 1815’de Viyana Kongresi ile
kurulan Metternich Düzeni’nin “güç dengesi” politikasının aynı kapsamda
değerlendirilmesini mümkün kılmamaktadır. Aynı şekilde adlandırılsa bile, bu iki
güç dengesi arasında zaman ve mekân açısından büyük farklılıklar bulunmaktadır.55
Cox, bu iki farklı dönemde uygulandığı ileri sürülen güç dengesi politikaları arasında
benzerlik kuranları ise indirgemeci olarak nitelendirmektedir. Herşeyden önce,
Tukidides zamanında en azından devlet kavramının ortada olmadığını veya varolan o
zamanki yapıların bugünkü anlamdan çok büyük farklılıklar taşıdığını ileri süren
Cox, bu nedenle iki durumun birbirinden çok farklı dönem ve özelliklere işaret
ettiğini belirtmektedir. Cox, Vico’nun yanı sıra, İslam dünyasının 14. yüzyıl
düşünürlerinden İbn-i Haldun’un tarihe ilişkin görüşlerini de benzer şekilde
56
kullanmaktadır. İbn-i Haldun’a göre tarih, sonsuz bir gelişme ve düşüş eğilimi
göstermektedir. İbn-i Haldun, her ne kadar tekrar eden bir davranış gibi gözükse bile
tarihteki bir değişimin aslında yeni bir dünyaya işaret ettiğini ileri sürmektedir.57
Cox, ayrıca Vico’nun da çalışmalarında belirttiği şekilde, sosyal bilimlerdeki
bilginin insan tarafından elde edildiğini, doğal dünyada araştırma ve gözlem yoluyla
elde edilen bilgiden farklı olduğunu ileri sürmektedir. Cox bu ayrımı Latince’den
yararlanarak ortaya koyarak, datum ve fact arasındaki ayrıma vurgu yapmaktadır.
Cox, Latince’de datum kelimesinin “vermek” anlamında kullanıldığını, fact
kelimesinin ise “yapmak-imal etmek” anlamında kullanıldığını ileri sürmektedir.
Başka bir deyişle, Cox’a göre pozitivizm, dış dünyadan algılanan verili bilgilerle
uğraşırken, tarihselcilik bir olayın veya kurumun “yapılan-imal edilen” boyutuyla

54
Doğan Özlem, Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi, İstanbul, İnkılap, 2000, s. 64-67.
55
Cox, “Realism, Positivism, and Historicism”, s. 54.
56
Cox’un “Towards a Posthegemonic Conceptualization of World Order: Reflections on the
Relevancy of Ibn Khaldun” adlı makalesinin 37 numaralı dipnotunda konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi
vermektedir. Robert W. Cox, “Towards a Posthegemonic Conceptualization of World Order:
Reflections on the Relevancy of Ibn Khaldun”, Robert W. Cox with Timothy J. Sinclair, Approaches
to World Order, Cambridge, Melbourne, Cambridge University Press, 1996, s. 172.
57
İbid, s. 158-159.

12
ilgilenmektedir.58 Böylece bilgi, tarihsel süreçte imal edilen bir yapıya işaret
etmektedir. Daha açık bir deyişle, bir olayı doğru bir şekilde bilmek için onu imal
eden tarihi şartları ve yapıyı bilmek gerekmektedir. Yine Vico, Descartes’ı eleştirdiği
bir başka eserinde, “anlama”yı (understanding)” “algılama”dan (perception)
ayırarak, herhangi bir şeyi gerçekten bilmek için, algılamanın karşısında anlamak
için, bilici kişi bunu kendisinin imal ettiğini bilmelidir” demektedir. Aynı şekilde
“tarihin de empatik olarak insan aklı tarafından imal edildiğini” ileri sürmektedir.59
Susan Strange de Cox’un teori için belirttiği, özellikle teorinin bir amaca ve
birilerine yönelik olduğuna ilişkin görüşlerini dolaylı da olsa kabul etmektedir.60
Strange, teorinin olumlu ve olumsuz yönleri olduğunu ileri sürmekte ve özellikle
uluslararası sistem, siyasi ve iktisadi konularda yapılan bir çok teorik çalışmanın
aslında teorik olmayan bir şekilde sonuçlandığına inanmaktadır.61 Teorik
çalışmaların daha çok bir tanımlanma veya bilinenleri yeniden düzenlemeden ibaret
olduğunu ifade eden Strange, özellikle uluslararası sistem ile ilgili çalışmalarda
kullanılan prisoners’ dilemma, demand curve veya marjinal fayda gibi kavramların
bir teoriden çok bir konuyu açıklamaya yarayan öğretici kavramlar olduğunu
belirtmektedir. Bunlar, Strange için “basitleştirici araçlardır, sosyal davranışı
açıklayan teoriler değildir”.62 Strange’ın bu tür çalışmalarda gözlemlendiği bir başka
eksiklik ise uluslararası politik ekonomi çalışmalarına uygulanan sayısal tekniklerin
bir teori oluşturmadığına ilişkin görüşüdür. Ayrıca Strange, neyin sayılıp
sayılmayacağına daha çok keyfî bir şekilde karar verildiğini iddia etmektedir.
Strange’e göre bir teori, kolaylıkla anlaşılamayacak olan uluslararası sistemin bazı
yönlerini açıklamaya çalışmalı, fakat geleceğe yönelik tahminlerde bulunmaya
heveslenmemelidir. Strange için doğa bilimleri ile sosyal bilimler arasındaki fark
buradan kaynaklanmaktadır. Çünkü sosyal bilimlerde insan ilişkilerinde varolan çok
sayıdaki irrasyonel davranış böyle bir girişimde bulunulmasını engellemektedir.

58
Cox’un “Realism, Positivism, and Historicism” başlıklı makalesinin 5 numaralı dipnotunda konuyla
ilgili daha detaylı bilgi verilmektedir. Robert W. Cox “Realism, Positivism, and Historicism”, s. 58.
59
Cox’un “On Thinking about Future World Order” adlı makalesinin 8 numaralı dipnotunda özellikle
R. G. Collingwood’un The Idea of History başlıklı kitabından alıntı yapılarak verilmektedir. Robert
W. Cox “On Thinking about Future World Order”, Robert W. Cox with Timothy J. Sinclair,
Approaches to World Order, Cambridge, Melbourne, Cambridge University Press, 1996, s. 79.
60
Susan Strange, States and Markets, London, Pinter Publishers, 1988, s. 12.
61
İbid, s. 12.
62
İbid, s. 10.

13
Diğer yandan Strange, teorinin bilimsel erdeme saygı göstermesi anlamında bilimsel
olması gerektiğini de ileri sürmektedir.63
Uluslararası İlişkiler disiplininin bilimsel anlamda II. Dünya Savaşı
sonrasında oluşan yeni dünya düzeninin lideri konumundaki ABD’den geliştiği ve bu
nedenle ABD kökenli bir bilim dalı olduğu bir çok akademisyen tarafından da kabul
edilmektedir.64 Uluslararası ilişkilerde eleştirel teorinin öncüsü olan Cox, günümüzde
uluslararası ilişkiler alanında kullanılan teorilerin, özellikle realizm teorisinin
ABD’nin çıkarlarını yansıtan bir ‘ideoloji’ olduğunu iddia etmektedir.65 Strange, bu
alandaki akademik çalışmaların ilk olarak Amerikalı akademisyenler tarafından
domine edildiğini ifade ederek, günümüz uluslararası ilişkilerinin Amerikan
deneyimlerine dayandığını ve Amerikan ulusal çıkarlarını yansıtan bilinçsizce değer
yargılarını içerdiğini ileri sürmektedir.66
Aslında bir çok Amerikalı akademisyen de dolaylı bir şekilde de olsa
çalışmalarında benzer görüşleri dile getirmektedirler. Hatta Stanley Hoffmann
uluslararası ilişkileri doğrudan Amerikan siyaset bilimi olarak nitelendirmektedir.67
Diğer yandan Robert Keohane, After Hegemony başlıklı çalışmasında, gelişmiş
piyasa ekonomileri arasındaki ilişkileri incelediğini açıklarken, gerçekte Amerikan
hegemonyasının erozyona uğramasından sonraki düzeni araştırdığını ifade
etmektedir.68 Robert Gilpin ise The Political Economy of International Relations’da,
çokuluslu şirketlerin genişlemesinin Amerikan ekonomik politikasının yanı sıra dış
politikasının bir parçası olduğunu vurgulayarak, çokuluslu şirketlerin bu şekilde
gelişmesinin, ABD’nin II. Dünya Savaşı sonrasında oluşturduğu dünya sisteminin bir
ürünü olduğunu belirtmekte ve çalışmasındaki esas amacının, Keohane’nin
çalışmasının amacına benzer şekilde, azalan Amerikan gücünün dünyada yol

63
İbid, s. 11-12.
64
Barry Buzan, “The Timeless Wisdom of Realism?”, Steve Smith, Ken Booth, Marysia Zalewski
(derl.), International Theory: Positivism and Beyond, Cambridge, Melbourne, Cape Town,
Cambridge University Press, 1996, s. 48; Stanley Hoffman, “An American Social Science:
International Relations”, James Der Derian (der.), International Theory: Critical Investigations,
New York, New York University Press, 1995, s. 216 ve devamı.
65
Bostanoğlu, Türkiye-ABD İlişkilerinin Politikası s. 178.
66
Strange, States and Markets, s. 12.
67
Hoffman, “An American Social Science: International Relations”, s. 216 ve devamı; Bostanoğlu,
Türkiye-ABD İlişkilerinin Politikası, s. 15; Faruk Yalvaç, “Uluslararası İlişkiler Kuramında
Yapısalcı Yaklaşımlar”, Atila Eralp (der.), Devlet, Sistem ve Kimlik: Uluslararası İlişkilerde Temel
Yaklaşımlar, İstanbul, İletişim Yayınları, 1996, s. 131.
68
Robert O. Keohane, After Hegemony: Cooperation and Discord in the World Political
Economy, Princeton, New Jersey, Princeton University Press, 1984, s. 6-9.

14
açabileceği değişikliklerinin araştırılması olduğunu ifade etmektedir.69 Burcu
Bostanoğlu, Hegel’in “düşünce asla boşlukta gelişmez” sözüne atıfla, bu durumu
“her hangi bir bilimsel disiplinin ortaya çıktığı toplumsal ortamdan kopuk biçimde
var olacağını söylemek olanaksızdır” diyerek açıklamaktadır. 70 Cox ise bu durumu
“teori, her zaman birileri için ve bir amaç içindir” diyerek açıkladığı bu çerçevede, 71
pozitivizmin araştırma programından etkilenen realizm,72 alanın ilk ve tek önemli
“paradigma”sını oluşturmaktadır.73 Bununla bağlantılı olarak bu çalışmada, realist
paradigmanın sadece geleneksel veya klâsik olarak adlandırılan realizmi değil, aynı
zamanda davranışçılık ekolü, neorealizm ve neoliberal kurumsalcılık gibi teorileri de
içerdiği kabul edilmektedir. Çünkü neorealistlerle neoliberallar, dünya politikasını
açıklama öncelikleri arasında farklılıklar olmasına rağmen, aslında aynı
paradigmanın farklı türevleridirler. Gerek amaçları ve yöntemleri gerekse pozitivist
araştırma programı içinde hareket etmeleri, Uluslararası İlişkiler disiplinindeki farklı
teorilerin sadece bir paradigmanın ürünü şeklinde değerlendirilmelerine yol
açmaktadır. Hatta bu durum, bu paradigma içinde yer alan akademisyenlerin
sınıflandırmasında da açıkça görülmektedir. Bazı akademisyenler, Keohane, Gilpin,
Nye gibi yazarları neoliberal olarak nitelendirirken, diğerleri, bu yazarları neorealist
teorisyenler kapsamında değerlendirmektedir.
Gilpin çalışmalarında Marksizm’in etkilerinin olduğunu kabul etmekle
birlikte esas olarak realizmin varsayımlarını temel almaktadır. Gilpin, bu durumu,
Richard Ashley’in The Poverty of Neorealism başlıklı makalesine verdiği cevabi
“The Richness of the Tradition of Political Realism” makalesinde şöyle
açıklamaktadır:
“Her ne kadar Tukidides, Hans Morgenthau ve E. H. Carr gibi realist
yazarlardan gerçekten etkilendiğimi hemen kabul etsem bile,
kendimi hiç bir zaman realist olarak tanımladığımı hatırlamıyorum
ve bu adlandırmaya özellikle bir itirazım yoktur. Fakat ben, Marksist

69
Robert Gilpin, The Political Economy of International Relations, Princeton, New Jersey,
Princeton University Press, 1987, s. xii-xiv.
70
Bostanoğlu, Türkiye-ABD İlişkilerinin Politikası, s. 15-17, 73.
71
Robert W. Cox, “Social Forces, States, and World Orders: Beyond International Relations Theory”,
Robert W. Cox, Approaches to World Order, Cambridge, Melbourne, Cambridge University Press,
1996, s. 87.
72
Steve Smith, “Positivism and Beyond”, Steve Smith, Ken Booth, Marysia Zalewski (derl.),
International Theory: Positivism and Beyond, Cambridge, Melbourne, Cape Town, Cambridge
University Press, 1996, s. 31.
73
Bostanoğlu, Türkiye-ABD İlişkilerinin Politikası, s. 73.

15
ve liberal yazarlardan da güçlü bir şekilde etkilendim. Eğer üzerime
gelinirse (if pressed), kendimi, realist dünyada ve hatta daha sık
olarak Marksist sınıf mücadelesi dünyasında yer alan bir liberal
olarak tanımlarım.”74
Keohane ile ilgili yapılan çalışmalarda da Keohane’nın bir sınıfa koymanın
zor olduğu belirtilmektedir.75 Fakat Keohane’nın tarih, zaman ve mekân gibi
konulardaki görüşü ile positivizmin uluslararası ilişkilerdeki temel
akademisyenlerinden biri olma özelliğine sahip olduğu söylenebilir. Keza
pozitivizme yönelik eleştiriler karşısında Keohane, bilimin pozitivizm olmadan
anlamsızlaşacağını söylemekte ve hatta diğer arayışların “test edilebilir teorileri”
bulunmaması sebebiyle değerlendirmenin imkansız olacağını iddia etmektedir.76
Keohane, ayrıca çalışmalarında esas olarak ABD sonrası düzenin sorunsuz işleyişini
araştırdığını ifade etmesi, onun ABD merkezli bir uluslararası ilişkiler kurgusu içinde
yer aldığının açık bir göstergesidir.77

Amerikalı akademisyenlerden özellikle Gilpin ve Keohane’nın kendilerinin


belirttiği görüşleri, uluslararası ilişkiler içinde sınıflandırma çalışmalarını
zorlaştırmaktadır. Bununla birlikte ortak özelliklerine bakıldığında bu yazarların
realist paradigmanın genel hususlarını benimsedikleri görülmektedir. Diğer bir ortak
noktaları ise Gill ve Law’a göre bu kişilerin ekonomik anlamda liberal perspektife
sahip olmalarıdır.78 Bu nedenlerle bu çalışmada Gilpin, Keohane ve Nye gibi
akademisyenlerin realist paradigmanın içinde yer aldığı kabul edilecektir. Yine bu
çalışmada bu akademisyenlerin ortak kaygılarının realist teorinin yetersizliklerini
giderme ve özellikle ABD’nin uluslararası düzendeki rolünü belirleme ve
sürdürmeye yönelik politikalar üretmek olduğu iddia edilmektedir. Çalışmanın
konusunu teşkil eden hegemonya kavramının uluslararası ilişkiler alanına daha çok
Amerikalı akademisyenler tarafından gündeme getirildiği görülmektedir. Bu
bağlamda, uluslararası ilişkiler ile hegemonya çalışmaları arasında bir ilişki olduğu

74
Robert G. Gilpin, “The Richness of the Tradition of Political Realism”, Robert O. Keohane (der.),
Neorealism and Its Critics, New York, Columbia University Press, 1986, s. 304.
75
Michael Suhr, “Robert O. Keohane: A Contemporary Classic”, Iver B. Neumann and Ole Waever
(derl.), The Future of International Relations: Masters in the Making?, London and New York,
Routledge, 1997, s. 110.
76
Smith, “Positivism and Beyond”, s. 12-13.
77
Keohane, After Hegemony, s. 6-15.
78
Stephen Gill and David Law, The Global Political Economy: Perspectives, Problems, and
Policies, New York, London, Toronto, Sydney, Tokyo, Harvester, Wheatsheaf, 1988, s. 41.

16
ileri sürülebilir. Hatta daha da ileri giderek, bu konunun uluslararası ilişkiler alanının
gelişimi ile doğrudan bağlantılı olduğu da ifade edilebilir. Çünkü ABD’nin başat bir
güç haline gelmesiyle uluslararası ilişkilerin bir bilim alanı olması aynı zamana denk
gelmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi bilgi ile iktidar arasında kurulan doğrudan
ilişkinin burada uluslararası ilişkiler alanına aktarılması mümkündür. Uluslararası
ilişkiler alanındaki bilgi ile dünya lideri konumundaki ABD arasında doğrudan bir
ilişki olduğu ve bu bilginin aslında ABD’nin kendisi için geliştirilen ve kullanılan
bilgi olduğu ileri sürülebilir. Bununla bağlantılı olarak uluslararası ilişkilerin
ABD’nin dış politika yaklaşımlarını ele alan bir bilimsel alan olduğu da tartışılabilir.
Hoffman ise “Amerikan dış politikasını çalışmak, uluslararası sistemi çalışmaktır”
diyerek bu durumu aslında açık bir şekilde dile getirmektedir. 79
Sosyal bilimlerin uluslararası ilişkiler alanında da farklı teorik girişimler başta
Robert Cox ve Stephen Gill olmak üzere, Susan Strange, Immanuel Wallerstein,
Samir Amin, Gunther Frank, Giovanni Arrighi, David Law, Alexander Wendt,
Andrew Linklater gibi akademisyenlerin öncülüğünde gelişmeye başlamıştır.
Sözkonusu akademisyenler, uluslararası ilişkilerde sosyolojinin daha yaygın bir
şekilde kullanılmasını sağlamışlar ve böylece uluslararası ilişkilere yeni bir boyut
kazandırmışlardır. Bunların bazıları kendilerini sol olarak tabir edilebilecek alan
içinde tanımlayan akademisyenler olsa da, bazıları da sol alanda olmamalarına
rağmen yukarıda da bahsedildiği üzere bir olgunun açıklamasında başka teorilerden
yararlanmanın daha açıklayıcı olacağı varsayımından hareketle çeşitli Marksist teori
ve yorumlarını kullandıkları görülmüştür. Bunlar içinde en sık kullanılan
açıklamalardan biri Gramsci’nin “Hegemonya” kavramı olmuştur. Gramsci’nin bu
kavramı orijinal olsa da, aslında Karl Marx’ın üretim süreçleri ve üretim araçlarına
sahip sınıf yorumunun bir ülkenin iç politikasına (özellikle İtalya’ya)
uygulanmasıdır. Fakat bilhassa Cox, Gramsci’nin bu açıklamasını disipline
uygulayarak, uluslararası ilişkilere farklı bir boyut katmıştır.
Bu çalışma, hegemonya kavramını Cox’un kullandığı anlamda
değerlendirerek, uluslararası siyaset alanında ABD’nin pozisyonunu “global
hegemonya” olarak ele almaktadır. Burada Cox, hegemonyayı, “devletlerle birlikte
devlet dışı kuruluşların da yer aldığı, uluslararası sistemin tümüne nüfuz eden bir

79
Hoffman, “An American Social Science: International Relations”, s. 222.

17
düzene ilişkin değerler yapısı”nı tanımlayacak biçimde kullanmaktadır.80 Bu
bağlamda, bilginin hakimiyeti ile uluslararası alanda Batı’nın, özellikle günümüz
ABD’nin hegemonyası arasında bir bağlantı olduğu savlanmaktadır.
Uluslararası ilişkileri açıklarken, “hegemonya” kavramını kullanan
Gramsci’ye göre siyasal yapıları tek başına açıklamak yeterli değildir. Hegemonya,
siyasal yapıların toplumsal kuvvetlerle etkileşimidir. Temelde belirleyici olan üretim
süreçlerinin de hegemonyanın oluşumunda etkili olduğunu savunan Gramsci,
hegemonyanın unsurları olarak maddi olanaklar, kurumsallaşma ve fikirler olduğunu
ileri sürmektedir.81 Bu çerçevede, eleştirel teori, Gramşici anlamda hegemonya
kavramını ve unsurlarını uluslararası ilişkilere uygulayan ilk teoridir. İlk unsur olarak
ele alınabilecek maddi olanaklar, “teknolojik ve örgütsel birikimlerle, doğal
kaynakları kapsar.”82 Fikirler ise eleştirel teoride öznelerarası ve kolektif imajlar
olarak iki kategoride ele alınmaktadır. Öznelerarası anlamlar, “davranış alışkanlık ve
biçimlerini kalıcı kılan toplumsal ilişkilere dair ortak kavramlar” olarak
tanımlanırken, kolektif imajlar, “değişik grupların toplumsal düzene ilişkin
görüşlerinden”83 oluşmaktadır. Üçüncü unsur ise kurumlardır. Bunlar, kurulan
düzenin istikrarlı devamını sağlaması açısından önem kazanmaktadırlar. Böylece
sosyal bilimlerde açılım sağlayan Eleştirel Teori, uluslararası ilişkilere de büyük
katkı sağlamaktadır. Cox’un uluslararası ilişkiler teorisi içinde öncülü olduğu
eleştirel teorinin sosyoloji, siyaset bilimi, tarih, hukuk, ekonomi ve kültür gibi diğer
disiplinlerle geliştirilen yapısı, bugünkü uluslararası sistemi açıklamada geniş bir
perspektif sunmaktadır.
Bu çerçevede çalışmanın birinci bölümünde, ilk olarak realist teori ile
eleştirel teorinin hegemonya konusuna yaklaşımları üzerinde durulacaktır. İkinci
olarak alt-hegemonya kavramı tanımlanacaktır. Birinci bölümün sonunda eleştirel
teori bağlamında hegemonyanın tarihsel gelişimi ile günümüz dünya politikasında
hegemonik bir kültürün gelişip gelişmediği, oluştuurlmaya çalışılan “sınıraşan bir
tarihsel blok” kavramı etrafında tartışılacaktır. İkinci ve üçüncü bölümde alt-
hegemonya olarak nitelendirilen Almanya ve Japonya’nın maddi yeterlikleri, fikirsel

80
Bostanoğlu, Türkiye-ABD İlişkilerinin Politikası, s. 189.
81
Burcu Bostanoğlu, “Türkiye’nin Ulusal Çıkar Kavramlaştırmasının ABD İle İlişkileri Çerçevesinde
Epistemolojik Bir Eleştirisi”, Araştırma Dergisi, Sayı 2, Aralık 1997, s. 7.
82
Bostanoğlu, Türkiye-ABD İlişkilerinin Politikası, s. 184.
83
İbid, s. 184-185.

18
ve kurumsallaşma konuları tarihselci bir yorumla irdelenecek ve özellikle bu
devletlerin dış politika kapsamında alt-hegemonya olarak nitelendirilmesine yol açan
unsurlar ele alınacaktır. Daha sonra sözkonusu iki devletin global hegemon olarak
nitelendirilen ABD ile ilişkileri incelenecektir. Sonuç bölümünde eleştirel teori
çerçevesinde tartışılan alt-hegemonya kavramının elde edilen bulgular ışığında
geçerli olup olmadığı tartışılacaktır.

19
BÖLÜM I
HEGEMONYA VE ALT-HEGEMONYA

1. Hegemonya ve Uluslararası İlişkiler


Hegemon kavramı ilk olarak eski Yunan’da lider, hegemonya ise bir şehir-devletinin
diğer şehir devletleri üzerindeki üstünlüğü anlamında kullanılmıştır.84 Hegemonya
kavramını siyaset biliminde ilk kullanan ise Rus Marksistlerinin öncüllerinden biri
olan Georgy Plekhanov (1856-1918) olmuştur. Plekhanov, hegemonya kavramını
1905’deki Rus Devrimi’nin ardından, Bolşeviklerin proletarya ile ilişkisini
anlatmakta kullanmıştır.85 Bundan sonra, yine siyaset bilimi bağlamında İtalyan
Komünist Partisi’ni kuran düşünür Antonio Gramsci (1891-1937) hegemonya
kavramı, hâkim sınıfa ait egemen ideolojinin bütün sınıflara yayılması anlamında
kullanmıştır. Bu anlamda hegemonya, ekonomiden ziyade ideolojinin ve kültürün ön
plana çıktığı bir yapı olarak nitelendirilmiştir.
Hegemonya kavramı siyaset biliminin yanı sıra ekonomi politik alanda da
yansımasını bulmuştur. Bu alanda hegemonya kavramını kullanan ilk çalışma
Charles Kindleberger’in The World in Depression 1929-1939 kitabı olmuştur. Bu
çalışmada Kindleberger, doğrudan hegemonya kavramından bahsetmemesine
rağmen, 1930’larda yaşanan ekonomik bunalımın nedeninin hegemonya olarak
adlandırılabilecek bir önder gücün eksikliği olduğunu savunmuştur.86 Kindleberger
ayrıca çalışmasında, uluslararası önder bir ülkenin varlığı halinde o dönemde
yaşanan ekonomik bunalımın yaşanmayacağını ve dolayısıyla II. Dünya Savaşı’nın
ortaya çıkmayacağını iddia etmiştir.87
Uluslararası ilişkilerde hegemonya kavramının kullanımının özellikle II.
Dünya Savaşı sonrası arttığı görülmektedir. Bunun ABD’nin dünya politikasında
artan etkinliği ile bağlantılı olduğu söylenebilir. Nitekim Robert Keohane, Robert

84
Safa Kılıçlıoğlu, Nezihe Arz, Hakkı Devrim (derl.) Meydan Larousse Ansiklopedisi, 5. Cilt,
İstanbul, Meydan Yayınevi, 1979, s. 747.
85
Andrzej Walicki, A History of Russian Thought: From the Enlightment to Marxism,
(Lehçe’den İngilizce’ye Çev. Hilda Andrews-Rusiecka), Stanford, California, Standford University
Press, 1979, s. 406-427; Iain McLean, Oxford Concise Dictionary of Politics, Oxford, New York,
Oxford University Press, 1996, s. 218.
86
Charles P. Kindleberger, The World in Depression, 1929-1939, London, Allen Lane, 1973, s. 28,
290-305.
87
İbid, s. 291-308.

20
Gilpin, Joseph Nye, Paul Kennedy ve Stephen Krasner gibi Amerikalı
akademisyenlerin başını çektiği grubun 1970’lerden itibaren hegemonya kavramına
çalışmalarında daha sık atıfta bulundukları gözlemlenmektedir. Sadece maddi olarak
ölçülebilen unsurlarla araştırma yapan bu akademisyenlerin temel kaygısı, sözkonusu
maddi unsurlarda ABD'nin azalan üstünlüğünün uluslararası sistemde yaratacağı etki
üzerine olduğu görülmektedir.88 Diğer yandan özellikle 1980’lerden itibaren
pozitivizme karşı artan eleştirilerle birlikte, uluslararası ilişkilerdeki teorilerin
amaçları, kullandıkları yöntemler ve dolayısıyla bilimsellikleri sorgulanmaktadır.
Böylece uluslararası ilişkilerdeki hegemonya kavramının Gramsci’nin yüklediği
anlamla bağlantılı çalışmaların sayısında artış gözlenmiştir. Uluslararası ilişkilerdeki
eleştirel teorinin mimarlarından olan Robert Cox, sözkonusu çaba sarf eden
akademisyenlerin başında gelmektedir.89
Uluslararası ilişkilerin ilk ve tek paradigması olan “realizm” bağlamında
hegemonya, ekonomik gücü gelişmiş, askeri yeteneği fazla ve uluslararası sistemde
önder rolü bulunan devlet şeklinde algılanmıştır. Realist paradigma içinde yer alan
akademisyenlerin ve geliştirdikleri teorilerin temeli ilk olarak ABD’nin dünya
politikasının önderliğinin devam ettirilmesi olmuş ve bu kapsamda klâsik realist teori

88
Uluslararası İlişkiler literatürde hegemonya teorisine örnek verilebilecek pek çok kitap
bulunmaktadır. Bunun başlıcaları şunlardır: Robert O. Keohane, After Hegemony: Cooperation and
Discord in the World Political Economy, Princeton, New Jersey, Princeton University Press, 1984;
Robert Gilpin, The Political Economy of International Relations, Princeton, New Jersey, Princeton
University Press, 1987; Robert Gilpin, War and Change in World Politics, Cambridge, Cambridge
University Press, 1981; Robert O. Keohane and Joseph S. Nye Jr., Transnational Relations and
World Politics, Cambridge, Massachusetts, Harvard University Press, 1973; George Modelski’nin
Long Cycles in World Politics, Seattle and London, University of Washington Press, 1987; Robert
O. Keohane and Joseph S. Nye, Power and Interdependence, New York, Harper Collins Publishers,
1989; Joseph S. Nye Jr., Amerikan Gücünün Paradoksu, (Çev. Gürol Koca), İstanbul, Literatür
Yayınları, 2003; Paul Kennedy, Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri: 1500’den 2000’e
Ekonomik Değişme ve Askeri Çatışma, (Çev. Birtane Karanakçı), Ankara, İş Bankası Yayınları,
1996; Stephen D. Krasner (der.), International Regimes Ithaca, London, Cornell University Press,
1982.
89
Robert W. Cox’un başlıca makalelerini topladığı Approaches to World Order başlıklı kitabı ile
Production, Power, and World Order: Social Forces in the Making of History başlıklı bir eseri
bulunmaktadır. Cox’un dışında, Stephen Gill’in derlediği Gramsci, Historical Materialism and
International Relations, kitabının yanı sıra, American Hegemony and the Trilateral Commission,
başlıklı kitabı bulunmaktadır. Yine Gill’in David Law ile birlikte yazdığı The Global Political
Economy: Perspectives, Problems and Policies kitabı da örnekler arasında verilebilir. Bunların
dışında eleştirel teoriye katkı yapanlardan Andrew Linklater’in adı sayılabilir. Linklater’in özellikle
Beyond Realism and Marxism: Critical Theory and International Relations başlıklı çalışması
eleştirel teori açısından önemli kitaplar arasında yer almaktadır. Immanuel Wallerstein’ın The
Modern World System adlı çalışmaları da bu kapsamda değerlendirelebilecek teorik bir katkı olarak
nitelendirilebilir. Bunların yanı sıra Wallerstein ile aynı ekolü oluşturan Giovanni Arrighi’nin The
Long Twentieth Century başlıklı eseri sayılabilir.

21
ortaya çıkmıştır. 1970’li yıllarda ise realist akademisyenlerin temel amacı dünya
politikası (Vietnam Savaşı ve yumuşama dönemi) ile ekonomisinde (ABD dolarının
altına bağlı yapısının değişmesi) yaşanan gelişmeler çerçevesinde azaldığı düşünülen
ABD liderliğinin daha sancısız bir şekilde sürdürülmesi için gereken mekanizmaların
kurulması olmuştur. Bu bağlamda yine realist paradigmanın içerisinde yer alan
teorisyenler tarafından “Hegemonik İstikrar Teorisi” geliştirilmiştir.
Eleştirel teoriyi geliştiren Cox ise hegemonyayı, “belli bir güç yapısının
geçici biçimde evrenselleştirilmesi sureti ile bir baskınlık olgusu gibi değil, fakat
doğanın gerekli düzeni olarak görüldüğü sistemik ve hegemonik güç” olarak
tanımlamaktadır.90 Bu iki hegemonya kavramının birbirinden farklılaşması ve
uluslararası politikanın daha iyi anlaşılabilmesi amacıyla hegemonya kavramının
realist paradigma ve eleştirel teori çerçevesinde daha ayrıntılı olarak tartışılmasında
yarar bulunmaktadır.

2. Realist Paradigma ve Hegemonya


Realist paradigma, uluslararası ilişkileri temel olarak devletler ekseninde yürütülen
bir ilişkiler ağı olarak görmek eğiliminde olmuştur. Fakat özellikle 1970’lerden
itibaren başlayan süreçte, uluslararası alanda sadece devletlerin olmadığı, bunların
yanında şirketler, uluslararası örgütler, sivil toplum, bürokrasi gibi farklı aktörlerin
de yer aldığı neorealist ve neoliberal akademisyenler tarafından da kabul edilmiş ve
uluslararası ilişkiler alanı genişletilmeye çalışılmıştır. Buna rağmen uluslararası
sistemin anarşik olduğu, yani bir üst otoritenin bulunmadığı ve devletin en son
aşamada en güçlü aktör olmaya devam ettiği de bu dönemde genel kabul görmeye
devam etmiştir.91
Devletin bir başka özelliği ise realistlere göre “güç” kavramının toplandığı ve
kullanıldığı bir niteliğe sahip organ olmasıdır.92 Realistlere göre devlet, özerk olan
rasyonel bir yapıdır. Realistler tüm sosyal, ekonomik, ahlâki ve hukuki bağlar ile

90
Bostanoğlu, Türkiye-ABD İlişkilerinin Politikası, s. 190.
91
Mustafa Aydın, “Uluslararası İlişkilerin “Gerçekçi” Teorisi: Kökeni, Kapsamı, Kritiği”,
Uluslararası İlişkiler, Cilt:1, Sayı:1, Bahar 2004, s. 37, 40.
92
Barry Buzan, “The Timeless Wisdom of Realism?”, Steve Smith, Ken Booth, Marysia Zalewski
(derl.), International Theory: Positivism and Beyond, Cambridge, Melbourne, Cape Town,
Cambridge University Press, 1996, s. 50.

22
ilişkilerden bağımsız bir şekilde hareket etme yeteneğine sahip olan devletin dış
politikada özerkliğe da sahip olduğunu vurgulamaktadır.93
Waltz, uluslararası politikada devletin temel aktör olduğunu a priori kabul
etmektedir. Diğer bir deyişle, Waltz’a göre neorealizmde bir devlet teorisi
bulunmasına gerek yoktur.94 Gilpin ise devleti “gelir karşılığında güvenlik ve refah
sağlayan örgüt” olarak nitelendirmektedir.95 Böylece devlet, toplumun istediği
“kamu malları”nı (public goods)96 sağlayan ve “beleşçiliği” (free-rider)97 engelleyen
yegâne “otonom” bir mekanizma olarak algılanmaktadır. Burada Gilpin, devlet ile
toplumu birbirlerinden ayrı fakat birbirlerini etkileyen kavramlar olarak gördüğünü
ifade etmektedir. Devlet, bazı insanların yetkileri elinde tuttuğu ve bu insanların
kendi çıkarlarının da bulunduğu bir yapıyı yansıtmaktadır. Gilpin, bazı güçlü
grupların devletin hareket alanını kısıtlayabilmekte ve hatta devletin hareket tarzını
belirleyebilmekte olduğunu düşünmektedir. Toplum ile devlet arasındaki ilişkiyi bu
şekilde açıklayan Gilpin’e göre esas olan mülkiyet haklarıdır. Çünkü, mülkiyet
hakları, bir insanın diğer insanlarla ilişkilerinde beklentilerini belirleyen bir durumu
göstermektedir. Bu beklentiler kanunlar, gelenekler ve toplumun ahlâk
kavramlarında kendisini göstermektedir. Böylece Gilpin için devletin içerideki temel
işlevi, bu tür ilişkileri belirlemesi ve bireylerin ve grupların haklarını korumasının
yanı sıra, devleti hüküm sürdüğü toprak içinde meşru güç kullanma hakkını elinde
tutan ve bunu herkese eşit bir şekilde uygulayan bir otorite olduğunu
belirtmektedir.98

93
Burak Ülman, “Uluslararası İlişkiler Kuramı ve Realizm”, Ayhan Kaya ve Günay Göksu Özdoğan
(derl.), Uluslararası İlişkilerde Sınır Tanımayan Sorunlar: Göç, Yurttaşlık, İnsan Hakları,
Toplumsal Cinsiyet, Küresel Adalet ve Güvenlik, İstanbul, Bağlam Yayınları, 2003, s. 36.
94
Kenneth Waltz, “Reflections on Theory of International Politics: A Response to My Critics”, Robert
O. Keohane (der.), Neorealism and Its Critics, New York, Columbia University Press, 1996, s. 338-
339.
95
Gilpin, War and Change in World Politics, s. 15.
96
Gilpin, “kamu malları” kavramını Samuelson’nın tanımına atıfta bulunarak açıklamaktadır.
Samuelson, kamu mallarını herhangi bir bireyin tükettiği bir malın, diğer bir bireyin tüketmesinde
hiçbir çıkarı olmadığı ve herkesin ortak bir şekilde yararlandığı mal olarak tanımlamaktadır. Gilpin,
“beleşçilik” kavramını ise bir kimsenin tükettiği kamu malını hiçbir harcama yapmadan elde etmesi
veya çok az bir masraf ile elde etmesi anlamında kullanmaktadır. İbid, s. 15-18.
97
Songül Sallan Gül, free rider kavramının Türkçe karşılığının beleşçilik, bedavacılık veya bedava
yararlanma isteği olarak ifade edilebileceğini yazmaktadır. Songül Sallan Gül, Sosyal Devlet Bitti,
Yaşasın Piyasa: Yeni Liberalizm ve Muhafazakârlık Kıskacında Refah Devleti, İstanbul, Etik
Yayınları, 2004, s. 44-45.
98
Gilpin, War and Change in World Politics, s. 16-17.

23
Gilpin’e göre devletin dış işlevi bireyin mülkiyet haklarının yanı sıra
güvenliğini sağlamasıdır. Gilpin, devletin bu hem iç hem de dış işlevlerinin yanı sıra
içeride nihai otorite olması nedeniyle, uluslararası sistemin temel aktörü olduğunu
düşünmektedir. Ayrıca devlet, bu hususları tanımlarken ve uygularken, uluslararası
alanda hiçbir yüksek otoriteye bağlı olmamaktadır. Devlet, Gilpin’e göre sadece
fiziki sınırları içerisinde meşru güç kullanım hakkına sahip olmakla birlikte sınırları
dışında böyle bir hakkı bulunmamaktadır. Bu şekilde Max Weber’in klâsik devlet
tanımı realizmin temel argümanını oluşturmaktadır.99 Diğer yandan Gilpin,
uluslararası ilişkilerde sadece devletin temel aktör olmasının bireysel ve kolektif
aktörlerin varlığının inkâr edilmesini gerektirmediğini de vurgulamaktadır.
Uluslararası ilişkilerin doğası ve ilişki modellerinden kaynaklanan sebeplerle
devletin temel aktör olarak belirdiğini ileri süren Gilpin, devletin doğasının her
zaman aynı kalmayabileceğini ve günümüz ulus-devletinin de nihai siyasi
örgütlenme modeli olamayabileceğini ima etmektedir.100 Gilpin, devlet kavramını
kullanırken bir duruma daha dikkat çekmektedir: Devlet denilen mekanizmanın
içinde yer alan bireylerin veya bu mekanizmayı yöneten kişileri etkileyen grubun
çıkar kavramı çerçevesinde birleştiğini ileri süren Gilpin, bu yüzden devletin bir
“koalisyonlar koalisyonu” şeklinde görülmesinin daha uygun olacağını
101
belirtmektedir.
Uluslararası örgütlerin, uluslararası ilişkilerdeki önemine işaret eden ve
ileride ayrıntılarıyla açıklanacak olan ve realist paradigmanın bir türevi olarak
nitelendirilebilecek “rejim teorisi”ni geliştiren Keohane, başka aktörlerin varlığını
kabul etmekle beraber, uluslararası ilişkilerin temel aktörünün devlet olduğunu ileri
sürmektedir. Zaten Keohane rejim teorisini de hegemonik güç olan ABD’nin (yani
bir hegemonik devletin) gücünün azalması karşısında, uluslararası düzeni korumak
için geliştirdiğini açıkça ifade ettiği görülmektedir.102 Buna ilaveten Keohane, en

99
Faruk Yalvaç, “Devlet”, Atila Eralp (der.), Devlet ve Ötesi: Uluslararası İlişkilerde Temel
Kavramlar, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005, s. 35-37.
100
Gilpin, War and Change in World Politics, s. 17-18.
101
İbid, s. 18-19.
102
Richard Little ve Michael Smith tarafından uluslararası ilişkilerdeki temel makaleleri derledikleri
Perspectives on World Politics başlıklı kitabın Robert O. Keohane tarafından yazılmış olan After
Hegemony: Cooperation and Discord in the World Economy adlı kitaptan aldıkları bölümün özet
kısmında belirtilmektedir. Robert O. Keohane, “Cooperation and International Regimes”, Richard
Little ve Michael Smith, (derl.) Perspectives on World Politics, London and New York, Routledge,
1991, s. 102.

24
mühim çalışmalarından biri olan After Hegemony başlıklı kitabında uluslararası
ilişkilerde bağımsız aktörlerin bulunduğunu fakat devletin bu aktörler arasında en
önemlisi olduğunu ifade etmektedir.103
Realist paradigmanın teorisyenlerinin önemli bir kısmının Amerikalı olması
ve kendilerini liberal olarak tanımlamaları, daha önce bahsedilen liberal perspektifin
açılımını gerektirmektedir. Gill ve Law, özellikle neorealist ve neoliberal
teorisyenlerin daha çok ekonomik anlamda liberal olduklarını savunmaktadır.104
Ekonomik olarak liberalizm ise siyasi liberalizm ile bağdaşabileceği gibi de otoriter
rejimlerle birlikte hareket de edebilmektedir.105
Liberaller analiz birimi olarak bireyleri görmek eğilimindedirler. Diğer
yandan liberaller tarafından ekonomiyi motive edici gücün piyasada tatmin veya
yararlılık düzeylerini maksimize etmeye çalışan bireyler arasındaki “rekabetçi
etkileşim” olduğu düşünülmektedir. Piyasa, talep tarafını oluşturan bireyler ile arz
tarafını oluşturan ve kâr arayan şirketleri birbirlerine bağlamaktadır. Başta Hayek
olmak üzere, Kamu Tercihi Okulu’nun (Public Choice School) liberal ekonomistleri
piyasanın insanın kurgulayıp ürettiği bir kurumdan ziyade, kendiliğinden doğal bir
şekilde gelişen bir kurum olduğunu savunmaktadırlar.106 Piyasasının yapısı ile ilgili
olarak ekonomik liberaller “ideal-tipik” olayları kullanırlar. Müdahale olmadan
çalışması durumunda, sayısız alıcı ve satıcının bulunduğu piyasa, kendi kendine
düzeltici işlemleri yapacak ve istikrar içinde hareket edecektir. Bu yüzden, devletin
müdahalesi tehlikelidir. Böylece aslında, ekonominin kendi kendine işleyen kuralları
olduğu ve ekonomi ile politikanın birbirinden ayrılması gerektiği savunulmaktadır.
Bir diğer aşırı durum, tek alıcı (monopsoni) veya tek satıcının (monopol) bulunduğu
piyasa yapılarıdır. Bu durumda, tek olarak bulunan alıcı veya satıcı, şirket veya
tüketici üzerinde mutlak güce sahiptir.
Gill ve Law gerçekte bütün piyasaların ve sanayilerin bu aşırılıkların tam
ortasında bulunduğunu belirtmektedirler. Az sayıda şirketin bulunduğu oligopol
piyasasında, şirketler, piyasa üzerinde ortak çıkarlarını yansıtabildikleri ölçüde,
tüketicinin aleyhine güçlü olmaktadırlar. Bunun da aşırı bir örneği karteller

103
Keohane, After Hegemony, s. 18.
104
Gill and Law, The Global Political Economy, s. 41.
105
İbid, s. 41-42.
106
İbid, s. 42.

25
olmaktadır. Oligopol piyasası üreticiler arasında karşılıklı bağımlılık yaratmaktadır.
Üreticiler arasında oluşan bu karşılıklı bağımlılık, baskın veya ‘fiyat lideri’
konumundaki bir şirketin varlığına bağlı olarak asimetrik veya simetrik
olabilmektedir. Eğer dünya piyasalarına hakim, mücevher ticaretinde De Beers
şirketi gibi bir baskın şirket varsa, üreticiler arasındaki ilişki asimetrik olmaktadır.
Bu ilişkinin asimetrik olması tüketicilerin olumsuz şekilde etkilenmelerine de neden
olmaktadır. Diğer yandan oligopol piyasasında rekabetin ana özelliği, bir şirketin
davranışının, rekabet halinde bulunduğu diğer şirketlerin muhtemel davranışlarından
etkilenmesidir. Gill ve Law hükümetlerin dış ekonomik politikalarında da benzer
durumlar içinde hareket ettiklerini ifade etmektedirler.107
Waltz’un geliştirdiği neorealizmin birim-yapı kavramının bu ekonomik
teoriden hareket ettiği görülmektedir. Waltz mikro ekonomiden ödünç aldığı
kavramlarla, 1945 sonrasında uluslararası politikanın bir düopol piyasası
oluşturduğunu, savaş yılları arasında ise oligopole benzediğini düşünmektedir.
Ayrıca güç dengesi teorisi de yine liberal ekonomi teorisinin piyasanın dengede
bulunması kavramıyla özdeşleştirilmiş halidir. Waltz’a göre uluslararası politikanın
dengede olması ancak “maddi gücün yüksek derecede yoğunlaşması” ile
mümkündür. Bunun örneği olan II. Dünya Savaşı sonrasında, özellikle 1960’lar ile
1970’lerde, gücün iki süper güç etrafında konsolide olduğu uluslararası sistemdir.
Hatta bu dönem “barış içinde bir arada yaşama” dönemi olarak
nitelendirilmektedir.108 Waltz, gücün çok fazla devlet arasında eşit oranlarda
dağılması durumunda, uluslararası sistemin istikrarının bozulacağını söylemesinin
temel nedenlerinden birini de yine liberal ekonomi teorisine dayandırmaktadır.
Ekonomik liberalizmin uluslararası ilişkilerde önemli etkisi olan
kavramlarından biri de “kamu malları”dır. Gilpin, “kamu malları” kavramını,
Samuelson’nın tanımına atıfta bulunarak açıklamaktadır. Samuelson, kamu mallarını
herhangi bir bireyin tükettiği bir kamu malının diğer bir bireyin tüketmesinde hiçbir
çıkarımının bulunmadığı ve herkesin ortak bir şekilde yararlandığı mal olarak
tanımlamaktadır. Gill ve Law ise kamu mallarını bireyleri dışlamanın herhangi bir
temelde mümkün olmadığı ve devlet tarafından sunulması gereken hizmet ve mallar

107
İbid, s. 42-43.
108
Kenneth N. Waltz, Theory of International Politics, New York: Random House, 1979; Gill and
Law, The Global Political Economy, s. 43.

26
olarak tanımlamaktadır. Çünkü özel sektöre bırakıldığında bu kamu malları ya
üretilmeyecek ya da üretilse bile, herkesin yararlanması gereken bu mal ve
hizmetlerden sadece uygun miktarda para ödeyenler yararlanabilecektir. Bu nedenle,
kamu mallarının üretiminde devletin sorumluluk alması gerekmektedir. Gill ve Law
burada “ulusal güvenlik” konusunu kamu malı olarak örnek göstermektedirler.
Hükümet tarafından vatandaşların güvenliğinin sağlanması bir zorunluluktur. Bu
zorunluluk devlet tarafından vatandaşlardan toplanan vergilerle yerine
getirilmektedir. Fakat bazı vatandaşlar vergi vermekten kaçınacaklardır. Bu durum
“beleşçilik” problemi yaratmaktadır. Buna rağmen, vergi vermeden imtina eden
kişilere de aynı şekilde güvenlik hizmeti sunulması gerekmektedir.109 Gilpin,
“beleşçilik” kavramını ise bir kimsenin tükettiği kamu malını hiçbir harcama
yapmadan elde etmesi veya çok az bir masraf ile elde etmesi anlamında
kullanmaktadır.110
Uluslararası alanda ise bu tür kamu mallarının sağlanması, bir anlamda pozitif
toplamlı bir oyun olduğu şeklinde düşünülmektedir. Dünya çapındaki ekonomik
ilişkilerde de aynı şekilde uluslararası kamu mallarını sağlayacak bir düzene ihtiyaç
bulunmaktadır. Bu düzeni ancak uluslararası alanda bir önder devletin sağlayacağı
düşünülmektedir. Bununla birlikte Snidal, bu kamu mallarının üretilmesinde bazı
koşulların mevcut olması gerektiğine inanmaktadır. Bunlardan ilki, kamu malının
üretimi için, farklı devletlerin aynı anda, bu malı tüketmeye ihtiyaçlarının bulunması
gerektiğini ifade etmektedir. Snidal, ikincisini, bu uluslararası kamu malının
üretiminde hiçbir rol ve maddi külfet üstlenmeyen devletlerin, bu malın tüketiminden
dışlanmanın mümkün olmaması olarak açıklamaktadır.111
Realist paradigma, kamu mallarının bir hegemon tarafından sağlanabileceğine
inanmaktadır. Buna yönelik olarak realist akademisyenler, dünya politikasının
gerisinde yatan sebeplerini açıkladıklarını düşündükleri iki önemli teori
geliştirmiştirler. Bunlardan birincisi “Hegemonik İstikrar Teorisi”, diğeri ise
“Uluslararası Rejim Teorisi”dir. Bunlardan ikincisi olan uluslararası rejim teorisi

109
Gill and Law, The Global Political Economy, s. 44-45.
110
Robert Gilpin, The Political Economy of International Relations, Princeton, New Jersey,
Princeton University Press, 1987, s. 74.
111
Duncan Snidal, “The Limits of Hegemonic Stability Theory”, International Organization, Vol.
39, No:4, Autumn 1985, s. 590-592.

27
aslında birinci teorinin eksikliklerini gidermeyi amaçlamakta ve hegemonya sonrası
yeni düzenin altyapısını oluşturmaya çalışmaktadır.

i. Hegemonik İstikrar Teorisi


Hegemonya ile ilgili olarak ilk ortaya atılan teori hegemonik istikrar teorisidir.
Ekonomist ve tarihçi Charles Kindleberger’in The World in Depression 1929-1939
başlıklı çalışmasıyla öne sürdüğü teorinin temel olarak uluslararası ekonomi alanına
yönelik olmasına rağmen, uluslararası ilişkiler disiplini tarafından referans kaynağı
olarak kullanıldığı görülmektedir. Kindleberger, Britanya’nın özellikle 1929’daki
ekonomik bunalım sırasında uluslararası parasal istikrarı koruma için istekli olmakla
birlikte, yeterince ekonomik gücünün bulunmadığını ve Britanya’nın da yerini alacak
bir gücün belirmediğini ileri sürmektedir. Bundan dolayı, Kindleberger krizin başlıca
nedeni olarak uluslararası politikada ekonomiyi yönlendirecek bir önder gücün
bulunmamasını göstermektedir.112 Kindleberger bu durumda artık İngiltere’nin
yerine büyük bir ekonomik güce sahip olan ABD’nin devreye girmesi gerektiğini
iddia etmektedir. Diğer bir ifadeyle, Kindleberger eğer 1929’daki ekonomik
buhranda ABD üzerine düşen ekonomik ve siyasi rolü üstlenmiş olsa, böyle bir
krizin ortaya çkmayacağına inanmaktadır.
Hegemonik istikrar teorisinin Keohane’a göre iki temel varsayımı vardır: İlk
olarak dünya politikasında düzen tek bir baskın güç tarafından yaratılır. İkinci olarak
düzenin devamı ve korunması bu hegemonyanın devamına bağlıdır.113 Keohane
hegemonik istikrar teorisinde hegemonyayı “maddi kaynaklarda üstünlük” olarak
tanımlamakta ve hegemonyanın özellikle hammadde, sermaye ve piyasalar üzerinde
kontrolü sağlaması gerektiğini ifade etmektedir. Ayrıca hegemonyanın üretimde
rekabet avantajını koruması gerektiğini de vurgulamaktadır. Hammaddeler
üzerindeki kontrolün emperyalist teorideki yerinin bilindiğini ifade eden Keohane,
sermaye konusunun ise güç kavramında daha az etkili olduğunu ama Hollanda’nın
17. yüzyılda ekonomik ve politik gücünü sermayeden çıkardığını dile getirmektedir.
Benzer şekilde Keohane, İngiltere’nin 18. yüzyılda ve 20. yüzyılda da ABD’nin
sermayeleri sayesinde belli bir güce ulaştığını kabul etmektedir. Piyasaların da
önemli bir ekonomik güç olduğunu belirten Keohane, özellikle büyük nüfuslara sahip
112
Kindleberger, The World in Depression, s. 305.
113
Keohane, After Hegemony, s. 31.

28
devletlerin piyasalarına girişe izin verilmesini önemli bir etki aracı olarak
nitelendirmektedir.114 Hegemonik istikrar teorisinin “ekonomik gücün dördüncü
kaynağı olarak öne sürdüğü devletin en fazla mal üretimini ve satımını
gerçekleştirmesi gerektiği” fikrine karşı çıkan Keohane, ABD’nin 1960’larda, tekstil
ve konfeksiyon gibi temel imalat sektörlerinde gerilerde bulunmasına rağmen,
üstünlüğünü kaybetmediğini anlatmaktadır. Bu nedenle Keohane, üretimde ve
ihracatta önemli olanın her şeyi üretmek ve satmak değil, bunun yerine en çok kâr
getirecek ürünlerin üretilmesi ve satılması olduğunu ileri sürmektedir. Bu durum,
ABD’nin teknolojik üstünlüğe dayanmasını zorunlu kılmaktadır. Böylece bu son
faktör Keohane’a göre yüksek değerdeki malların üretiminde rekabet avantajının
korumasını sağlamaktadır. Bu sayede şirketler yüksek kâr oranı ile birlikte işçilere
yüksek ücret sağlamış olacaktır.115
Hegemonik istikrar teorisi, uluslararası politikada güçlü baskın bir aktörün
varlığının uluslararası sistemde bütün devletler için kolektif olarak arzulanan bir
durum olduğunu ve böyle bir aktörün mevcudiyetinin uluslararası politikada ve
ekonomide daha fazla işbirliğine yol açtığını kabul etmektedir.116 Tam tersi
düşünüldüğünde ise böyle bir aktörün eksikliği durumunda uluslararası sistemde
kaos olacağı ve bu durumun devletler için arzu edilen bir husus olmayacağı ima
edilmektedir. Keohane, Nye ile birlikte 1977’de yayımladıkları Power and
Interdependence: World Politics in Transition başlıklı çalışmalarında hegemonik
istikrar teorisinin yerine başka bir öneri getirmektedirler. Keohane ve Nye,
hegemonyanın “bir devletin devletler arası ilişkileri yönetecek gerekli kuralları
korumak için yeteri kadar güçlü olması veya istekli olması” olarak tanımlanmasının
daha rafine olacağını öne sürmektedirler.117
İkinci karakteristik, Kindleberger’in teorisinde kullandığı hegemonun kamu
mallarını temin edecek “hayırsever-iyi (benevolent) bir despot” veya iyi hegemon
olması şeklinde açıklanabilir. Snidal ise iki tür hegemon kavramından
bahsedilebileceğini belirterek, bunlardan ilkinin Kindleberger’in kullandığı
hayırsever-iyi hegemon olduğunu, ikincisinin ise “belli dönemlerde uluslararası

114
İbid, s. 32.
115
İbid, s. 33-34.
116
İbid, s. 34; Duncan Snidal, “The Limits of Hegemonic Stability Theory”, s. 579.
117
Robert O. Keohane and Joseph S. Nye, Power and Interdependence: World Politics in
Transition 2.Baskı, New York, Harper Collins Publishers, 1989, s. 11.

29
kamu mallarını ve hizmetlerini sağlamak için katkıda bulunmaktan çekinmeyecek”
anlamında kullanılan “zorlayıcı hegemon” olduğunu ifade etmektedir.118
Hegemonik istikrar teorisinin öne sürdüğü argümanlardan biri iyi hegemonun
mutlaka liberal bir devlet olması gerekliliğidir. Ekonomik anlamda liberal hegemon
yine bir kamu malı olan serbest ticaretin devam etmesini sağlayacak düzeni
hedeflemelidir. Çünkü serbest ticareti ancak liberal bir devlet savunabilir.119
Sözkonusu teorinin bir diğer argümanı ise liberal hegemon devletin sağladığı
uluslararası düzenin dominant güce net kazançlar sağlamasına rağmen esas olarak
bundan yararlanan devletlerin küçük devletler olduğuna ilişkin görüştür. Çünkü bu
devletler, kamu malının üretilmesinde hiç bir maliyet üstlenmezler ama bu kamu
malının yararlarından tam olarak faydalanırlar. Böylece “küçük, büyüğü
120
sömürmektedir.” Bu argümana ilaveten, dominant devletin ürettiği düzenin sadece
kendisine değil, sistemdeki daha zayıf olan devletlerin lehine işleyeceği
düşünülmektedir. Zayıf devletler gücü azalsa bile hem hegemonu destekleyecekleri
hem de beleşçilik eğilimine girmeyeceklerdir. Fakat dominant devlet zorlayıcı
hegemon seçeneğini takip ederse, sistemdeki diğer devletler her şeyden önce
düzenden yararlanamayacaklar ve hegemonun hareketlerini tehditkâr bulacaklardır.
Bu nedenden ötürü, hegemonun dağılmasını hızlandırıcı şekilde hareket
121
edeceklerdir. Snidal, hegemonik istikrar teorisinde gizli bir başka varsayımın
olduğunu düşünmektedir. Snidal’a göre uluslararası politikada kolektif eylemin
imkansız olduğunu ileri süren bu teorinin uluslararası alanda işbirliğinin imkansız
olduğuna dair klâsik realist görüşe yakınlığına dikkat çekmektedir.122
Gilpin ise hegemonya kavramını tarihsel döngülerle açıklamakta ve Keohane
ve Nye tarafından ABD’nin “eriyen hegemonyasının” gözlenebilir olduğunu kabul
etmektedir. Diğer yandan Gilpin, bunun yeni bir duruma işaret etmediğini, iki dünya
savaşı arasında da Britanya’nın eriyen gücüne karşılık, ABD’nin de isteksiz
davrandığını ve hegemon rolünü üstlenmediğini ifade etmektedir. Fakat bu yeni
durumda, Gilpin’e göre Pax Americana’nın yerini alacak bir düzenleme henüz
görülmemekte veya süreç çok yavaş işlemektedir. Gilpin ayrıca tarih boyunca

118
Snidal, “The Limits of Hegemonic Stability Theory”, s. 579.
119
Gill and Law, The Global Political Economy, s. 47.
120
Snidal, “The Limits of Hegemonic Stability Theory”, s. 581.
121
İbid, s. 582.
122
İbid, s. 593.

30
hegemonik gücün ancak bir savaşla değiştiğini ama bu yeni durumda savaş
ihtimalinin azaldığını ifade etmektedir. Gilpin tarihte çift kutuplu yapının
istikrarsızlığa yol açacak neden olarak görmesine rağmen, burada Waltz’un çift
kutuplu politikasının istikrarlı yapısına atıfta bulunmaktadır.123
Öte yandan, neorealist güç kavramına dayalı düzen açıklamasını temel alan
hegemonik istikrar teorisi Gill ve Law’a göre maddi güç kaynaklarının dağılımına ve
bunların kullanımına dayanmaktadır.124 Güç dağılımının çok dengesiz olması
durumunda teori, hegemon devletin diğer ast devletler üzerinde güç kullanma
potansiyeli bulunduğunu ve bundan dolayı diğer devletlerin hegemonun karşılık
verebileceği düşüncesini dikkate alarak, fayda-zarar hesabı yapacaklarını iddia
etmektedir. Gill ve Law, bunu oligopol piyasasında önder şirket ile ast şirketler
arasındaki ilişkiye benzetmektedir. Çünkü önder şirket, ast şirketlerin davranışlarına
karşılık verebilecek güçtedir. Şirket, fiyat indirimi gibi karşılıklarda bulunarak, diğer
şirketleri piyasadan silebilir.125
Maddi kapasiteler ise teoride, temel olarak askeri ve ekonomik anlamda ele
alınmaktadır. Askeri güç, askeri harcamalar, ordunun büyüklüğü, sahip olunan silah
kapasitesi ile ölçülürken, ekonomi, ticaret kapasitesi (ihracat ve ithalat), GSYİH,
finansal kapasitesi, imalat kapasitesi gibi alt kollarda istatistiki verilerle birlikte
değerlendirilmektedir. Böylece hegemonik istikrar teorisi, maddi güçleri kontrol
eden bir yapı olarak kabul ettiği hegemonyayı realist anlamda bir baskınlık
(dominance) olarak görmektedir.
Bruce Russett kullandığı verilerin doğruluğunun tartışılır olduğunu kabul
etmesine rağmen, 1830 ile 1983 arasındaki bu maddi güç kaynaklarını karşılaştırmalı
olarak incelemekte ve ilginç sonuçlara varmaktadır. Mesela Britanya’nın hegemonik
güç varsayıldığı 19. yüzyılın hiç bir döneminde gerek GSYİH’sı, gerekse askeri
harcamalarının dönemin en büyüğü olduğunu ortaya koymamaktadır. Keza imalat
üretiminde de Britanya’nın sadece 1870’de dünya liderliğini ele geçirdiği
görülmektedir. Diğer yandan yine aynı üç konuda, ABD’nin hegemon olarak
nitelendirildiği dönemlere (II. Dünya Savaşı sonrası) ilişkin rakamlarda ise ABD’nin
sadece bir kez (1950’de) askeri harcamalardaki üstünlüğünü Soğuk Savaş

123
Gilpin, War and Change in World Politics, s. 234-235.
124
Gill and Law, The Global Political Economy, s. 77.
125
İbid, s. 77-78.

31
dönemindeki bir numaralı rakibi Sovyetleri Birliği’ne kaptırdığı görülmektedir.
ABD’nin bu üç alandaki üstünlüğünü hiçbir zaman kaybetmediği ancak
üstünlüğünün büyük farklara rağmen sadece kısmen gerilediği anlaşılmaktadır.126
Isabelle Grunberg ise hegemonik istikrar teorisinin hiyerarşik bir dünya
düzeni ile dönüşümsel bir tarih anlayışına sahip olduğunu belirtmektedir.127 Özellikle
Gilpin’in “uluslararası sistemin yönetiminin 1000 yıl üzerinde yükselen ve düşüşe
geçen imparatorluklar, hegemonyalar ve büyük güçler tarafından sağlandığını”
cümlesinin bu dönüşümsel zaman kavramına işaret ettiğini söyleyen Grunberg,
tarihin değişmez bir zaman anlayışı içinde değerlendirildiğini ifade etmektedir.128
Buna rağmen, uluslararası politikada hegemonya, düopoli ve güç dengesi gibi 3 çeşit
kontrol şeklinin bulunduğunu ve 19. yüzyılda Avrupa’daki güç dengesi politikasının
daha sonra hegemonlara dönüşen bir yapıyı yarattığını söyleyerek, Gilpin’in tarihin
bir döngü içinde oluşmadığı şeklindeki görüşünü aslında kabul etmiş olmaktadır.129
Gilpin, diğer yandan yine hegemonik istikrar teorisinin temellerinden biri olan
hegemonya ile ekonomik liberalizm arasında her zaman için geçerli bir bağın
olmayabileceğini de kabul etmektedir. Hatta Gilpin, “tarihsel olarak hegemonya veya
siyasi baskın yapıların, merkezi bir ekonomik yapıya sahip olan imparatorluklar ile
özdeşleştirilmesinin daha uygun” olduğunu düşünmektedir. 130
Grunberg, hegemonik istikrar teorisinin temel varsayımlarından biri olan
serbest ticaretin ancak bir hegemonun varlığı halinde ilerleyebileceği fikrinin de
yanıltıcı olduğunu, Stephen Krasner’in hegemonya ile serbest ticaret arasında bir bağ
kurulamayacağına yönelik çalışması ile kanıtlamaya çalışmaktadır. Krasner,
sözkonusu çalışmasında, 20. yüzyılda ABD’nin baskın güç olduğu dönemlerde dahi
korumacılığa yaygın olarak başvurduğu dönemler olduğunu ortaya koymaktadır.131
Bu dönemlerden birinin ABD’nin baskın bir güç olarak kabul edildiği II. Dünya
Savaşı sonrasının hemen ertesinde (Eisenhower zamanında) olduğunu ve bu
126
Bruce Russett, “The Mysterious Case of Vanishing Hegemony; or Is Mark Twain Really Dead?”,
International Organization, Vol:32, No:2, Spring 1985, s. 218.
127
Isabelle Grunberg, “Exploring the Myth of Hegemonic Stability”, International Organization,
Vol: 44, No:4, Autumn 1990, s. 434.
128
İbid, s. 434-435.
129
İbid, s. 434.
130
Robert G. Gilpin, “The Richness of the Tradition of Political Realism”, Robert O. Keohane (der.),
Neorealism and Its Critics, New York, Columbia University Press, 1986, s. 295.
131
Stephen D. Krasner, “State Power and the Structure of International Trade”, Richard Little and
Michael Smith (derl.), Perspectives on World Politics, London and New York, Routledge, 1991, s.
128-129.

32
dönemde ABD’nin bilhassa tarım ve sanayide önemli oranda korumacı politikalar
izlediğini ifade etmektedir.132 Aynı dönemde dünya ticaretinin serbestleştirilmesini
öngören Uluslararası Ticaret Örgütü’nün kurulmasına ABD Kongresi’nin destek
vermediği de bilinmektedir. Krasner’in verdiği bir başka örnekte ise 1919-1939 arası
dönemde Amerika’nın o dönemlerde bir baskın güç haline gelmiş olmasına rağmen,
dünya ekonomisinde korumacılığın çok yaygın olduğunu kanıtlamaktadır. Diğer
yandan bu dönemde ABD Gramşici anlamda bir hegemon değildir, aynı zamanda bir
çok realiste göre de hegemon olarak nitelendirilmemelidir çünkü en azından
ABD’nin dünya politikasında öncü rolünü oynayacak isteği bulunmamaktadır.
Uluslararası ilişkilerde özellikle neoliberal kurumsalcı teorisyenler, devletler
arasında artan ilişkilerin savaşı engellediğine inanmakta ve bunu kanıtlamaya
çalışmaktadırlar. Keohane ve Nye’ın Power and Interdependence başlıklı
çalışmalarında, dünya politikasının sadece güvenlik ve askeri konulardan oluşmadığı
ve “konu-alanları” (issue-areas) olarak nitelendirilen ticaret, enerji, çevre, sağlık,
nüfus gibi konuların artan önemi vurgulanmaktadır. Özellikle gelişmiş büyük
devletler arasında bu konu alanları nedeniyle işbirliğinin geliştiğini ve bu durumun
uluslararası politikada askeri gücün önemini azaltarak, başta ticaret olmak üzere,
devletlerin çatışma içine girmelerini önleyen hususların geliştiği savunulmaktadır.133
Diğer yandan Gill ve Law, Barry Buzan’a atıfta bulunarak, I. Dünya Savaşı sonrası
artan dünya ticaretinin II. Dünya Savaşı’nın çıkmasını engelleyemediğini örnek
vermektedir.134 Marksistler ise ticaretin uluslararası politikada özellikle azgelişmiş
ülkelerin bağımlı olmalarına yol açtığı ifade etmektedirler. Gill ve Law, ticaretin
ulusal veya uluslararası düzeyde sosyal etkileşimi arttırdığını fakat bunun da çeşitli
düzeylerde eşitsizlik ortaya çıkardığını ifade etmektedirler. Böylece Gill ve Law’a
göre uluslararası alandaki serbest ticaret ulusların ve sınıfların hiyerarşik bir yapıya
dönmesine yol açmaktadır.135
Günümüz açısından bakıldığında ticaretin artık gelişmiş ülkelerin GSYİH
oranı içindeki payının azaldığı veya sabitlendiği görülmektedir. Gill ve Law, ticaretin

132
Grunberg, “Exploring the Myth of Hegemonic Stability”, s. 437.
133
Robert O. Keohane ve Joseph S. Nye, “Güç ve Karşılıklı Bağımlılık”, (Çev. Zana Çitak), H.
Williams, M. Wright, Tony Evans, (derl.), Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Teorisi Üzerine Bir
Derleme, Ankara, Siyasal Kitabevi, 1996, s. 354, 362.
134
Gill and Law, The Global Political Economy, s. 224.
135
İbid, s. 224.

33
uluslararası politik ekonomideki rolünün tartışılması gerektiğini belirterek, ticaretin
yerini gelişmiş ülkelerde finansın aldığını ileri sürmektedirler.136 Hirst ve Thompson
da benzer şekilde “1945-1973 döneminde dünya ekonomisini yönlendiren baskın
etken uluslararası ticaretteki büyümeydi… 1980’lerin başından bu yana doğrudan
yabancı yatırımın büyümesi” olduğunu savunmaktadırlar. Ayrıca Hirst ve Thompson
verilerin, 1950-1973 arasında dünyadaki ticaret hacminin her yıl ortalama % 9’un
üzerinde genişlediğini ve 1973’ten 1980’e kadar % 3 civarına kadar düştüğünü
gösterdiğini ifade etmektedirler.137 Gelişmiş ülkelerin ticaret rakamlarının azalması
ile ilgili bir başka husus ise üretimin liberallerin bahsettiği kadar olmasa bile,
özellikle sınıraşan şirketlerce maliyetlerin daha düşük olduğu Uzakdoğu ülkelerine
kaydırılmasında yatmaktadır.
Ticaret alanını ilgilendiren bir başka husus ise korumacılık konusudur.
Uluslararası ekonomide korumacılık, günümüz açısından daha çok azgelişmiş ülkeler
ile özdeşleştirilen bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Azgelişmiş ülkelerin
yanı sıra yeni kurulan devletlerin iç pazarlarını korumak için ilk olarak başvurdukları
yöntem gümrük tarifelerinin yükseltilmesi olmaktadır. Bu tür ülkelerin ticarette
uyguladığı korumacılık politikasının uluslararası ekonomide dengesizlikler
yarattığını ima eden liberaller, serbest ticaretin kalkınmadaki yararları üzerinde
durmaktadırlar. Öte yandan, Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) yayımladığı World
Trade Report-2003, ticaretin hâlâ en önemli gelişme aracı olmaya devam ettiğini
göstermektedir. Rapor açıkça ayrıca ticaretin gelişme üzerindeki bu olumlu
katkısının sürekli olması için korumacılık ile ticaretin önündeki engellerin
kaldırılmasını ve ticarette tam bir serbestleştirilmenin sağlanmasını
savunmaktadır.138 Diğer yandan aynı raporun korumacılık kısmında azgelişmiş
ülkelerin ticaret rejimlerini serbestleştirmelerinin gerektiği belirtilmekle beraber,
gelişmiş ülkeler ile ilgili ilginç sonuçlar da açıklanmaktadır. Sözkonusu rapor
gelişmiş ülkelerin, azgelişmiş ülkelerin en hassas olduğu tekstil ve tarım alanında
büyük oranlarda korumacı politikalar izlediğini ortaya koymaktadır.139 Gill ve Law
ise Üçüncü Dünya Ülkelerinin tarımda korumacılığı kaldırmalarına rağmen, gelişmiş

136
İbid, s. 224.
137
Paul Hirst ve Grahame Thompson, Küreselleşme Sorgulanıyor, 2. Baskı, (Çev. Çağla Erdem, Elif
Yücel), Ankara, Dost Kitabevi, 2000, s. 47-48, 78.
138
World Trade Organization, World Trade Report-2003, Geneva, WTO Publications, 2003, s. 78.
139
İbid, s. XIX.

34
ülkelerin tam tersi bir şekilde tarımda korumacı politikalar benimsediklerine vurgu
yapmaktadırlar.140 Özellikle tarım konusundaki korumacılığın kaldırılması veya en
azından azaltılması için yapılan girişimlere ABD, AB ve Japonya yanaşmamaktadır.
2004’de DTÖ’nün Amerikan pamuk çiftçilerine verdiği sübvansiyonun yasal
olmadığını dair kararı bir örnek oluşturmaktadır.141 Tarımda serbestliğe
yanaşmamanın sebepleri arasında tarım lobilerinin ABD ve AB’nin yanı sıra,
Japonya’da da çok güçlü olması, bunları destekleyen muhafazakâr partilerin varlığı
ve tarım alanına yönelik çalışan kimya ile gıda şirketlerinin tarım lobileri ile ortak
hareket etmesi bulunmaktadır.142
Genel olarak korumacılık politikasının gelişmiş ülkelerde belli ölçüde
özellikle üretim kapasitesi fazla endüstriler tarafından talep edildiği görülmektedir.
Üretim kapasitesinin fazla olması dışarıya karşı uygulanan korumacılık politikalarını
doğrudan etkilemektedir. Gill ve Law ise hegemonik istikrar teorisinin hegemonun
serbest ticareti savunmasını ve korumacılığa karşı politikalar benimsemesini şart
koşmasına rağmen, korumacılık politikasını bir koz olarak kullanabileceğini ifade
etmektedirler. Ayrıca uluslararası ilişkiler literatürü tarandığında özellikle ABD’li
akademisyenler 1980’lerde Japonya’nın ABD piyasalarını ele geçirmesinden
bahsederlerken, 1990’ların sonundan itibaren ABD'nin ekonomisinde “Sarı Tehlike”
olarak adlandırılan Çin tehlikesi ile karşılaşıldığını ifade ettikleri görülmektedir.143
Bir başka iddia ise ulusal endüstriyi korumanın bedelinin ulusal gelir dağılımının
bozulmasına yol açtığına ilişkindir. ABD içinde bunlara karşı önlem olarak
korumacılık politikasını savunanların temel tezi ise şu olmuştur: Düşük maaşla
çalışan azgelişmiş ülke işçilerinin ve devletin sağladığı desteklerin sayesinde bir

140
Gill and Law, The Global Political Economy, s. 246.
141
Ashley Seager, “WTO rules American cotton subsidy illegal”, Guardian, Http://www.guardian.co.
uk/wto/article/0,2763,1204996,00.html, (Erişim Tarihi: 28 Nisan 2004); Nick Mathiason and Faisal
Islam, “West wins trade war in secret”, Guardian, Http://www.guardian.co.uk/wto/article/0,2763,
1046268,00.html, (Erişim Tarihi: 28 Nisan 2004).
142
Gill and Law, The Global Political Economy, s. 246.
143
Robert Gilpin’in 1987’deki yayınladığı The Political Economy of International Relations
başlıklı çalışmasında Çin’e hiç atıfta bulunmadığı ve sadece ABD-Japonya ilişkisini incelediği
görülmektedir. Diğer yandan, 2001’de yayınlanan Global Political Economy: Understanding
International Order başlıklı çalışmasında ise Çin’in önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. Ayrıca,
Gilpin, Çin’in ABD ile ticaretinde yıllık olarak 40-50 milyar ABD Doları seviyesindeki fazlasının
esas nedeninin ABD’nin bu ülkeye tanıdığı ve ABD Kongresi’nde her yıl yenilenen “en çok kayrılan
ülke” olmasından kaynaklandığını ifade etmekte ve bunun ABD siyasetinde büyük tartışmalar
yaratılarak yenilendiğini işaret etmektedir. Robert Gilpin, The Challenge of Global Capitalism: The
World Economy in the 21st Century, Princeton, New Jersey, Princeton University Press, 2000, s.
285-287.

35
malın üretiminin maliyeti aşağılara çekilmekte iken, gelişmiş ülkelerde maliyet daha
yüksek olmaktadır. Böylece düşük maliyetli üretim yapan ülkelerden gelen mallarla
maliyeti yüksek malı üreten gelişmiş ülkelerin rekabet etmesi imkansız hale
gelmektedir. Bu durum gelişmiş ülkelerin piyasalarını olumsuz etkileyerek ithalatı
arttırmakta ve işsizliği körüklemektedir. ABD’de özellikle Ross Perot ve Pat
Buchanan gibi muhafazakârlarla birlikte sendikalar, iş güvencesinin olmadığı ve
düşük maaşlı işçi çalıştıran ülkelerden gelen mallara karşı kısıtlamalar talep
etmektedirler.144
Gerçekte, 1970’lerde yaşanan hegemonik kriz, yeni bir dönemin çabalarının
başlangıcına işaret etmektedir. Keohane, ABD’nin hegemonyasının temelini
oluşturan ekonomik kapasitesinin azaldığını belirterek, 1950’ler ile 1970’ler arasında
ABD’nin ekonomik kapasitesindeki değişimleri örneklerle ortaya koymaktadır.
ABD’nin 1950’deki uluslararası para rezervleri dünya rezervlerinin % 49’u iken,
1966’da bu oranın % 21’e, 1976’da ise % 7’ye düşmüştür. Diğer yandan 1950’de
dünyadaki toplam ihracatın % 18’i ABD tarafından yapılırken, bu oran 1960’da %
16’ya, 1976’da ise % 11’e inmiştir. Dünya petrol üretiminde ABD’nin payı 1950’de
% 53 iken, 1960’da % 33’e, 1976’da ise % 14’e gerilemiştir.145 Keohane, ayrıca
ABD’nin toplam ihracat ve ithalatının, ABD, Japonya ve AET’nin toplam ticareti
içindeki payının da her 10 sene içinde (1950’de % 33.3, 1960’da % 27.0, 1970’de %
23.5 ve 1980’de ise % 22.1 olarak gerçekleşmiştir) düzenli olarak azaldığını
kanıtlamaya çalışmaktadır. Fakat Keohane’nın göz ardı ettiği hususlardan biri,
Japonya ve AET’nin II. Dünya Savaşı sonrasında, ekonomik kapasitelerinin hemen
hemen sıfırlandığı ve Marshall Planı sayesinde Avrupa ülkelerinin ekonomilerinin
güçlendiğidir. Diğer bir deyişle, tamamen ABD’nin güdümünde olan bu devletlerin
dünya ticaretindeki paylarını zaman içerisinde arttırmaları ve buna bağlı olarak
toplam ihracat, uluslararası para rezervleri ve ticaret içerisindeki ABD’nin paylarının
istatiksel olarak düşmesi doğaldır.
İstatistiklere başvurulduğunda ABD’nin dünya ticareti içindeki payının
azaldığını gösteren verilere rastlanılmamaktadır. 2000 yılı verilerine göre dünyadaki
toplam mal ihracatının 6.364 trilyon ABD Dolarına ulaştığı hesaplanmaktadır.

144
Robert Gilpin, Global Political Economy: Understanding International Order, Princeton and
Oxford, Princeton University Press, 2001, s. 204.
145
Keohane, After Hegemony, s. 198.

36
ABD’nin bu toplamdaki payının 780 milyar ABD Doları ile % 12’nin üzerinde
olduğu görülmektedir. Yine aynı yılda, toplam mal ithalatının 6.669 trilyon ABD
doları olduğu dünyada, ABD’nin ithalatının 1.216 trilyon ABD Doları bulduğu
hesaplanmakta ve ABD’nin payının yaklaşık % 20’lik bir dilime denk geldiği
görülmektedir.146 Dünya ihracatının boyutu, 1913’ü temel alan Hirst ve Thompson’a
göre ABD’nin 1973’deki ihracatının 1913’e göre tam 9 kat ve 1984’e kadar 11 kattan
fazla bir artış sağlamış olduğunu ortaya koymaktadır.147 Yani, dünya genelinde mal
ticaretinde ihracatın boyutunda artış yaşanmasına rağmen, ABD’nin bu konuda bir
düşüş içinde olduğunu söylemek zordur. Üstelik, üretimin bir kısmının Uzakdoğu’ya
kaydığı göz önüne alındığında, ABD’nin gerek ihracat gerekse ithalat rakamları
ticarette olumsuz bir süreç içine girdiğine işaret etmemektedir. Bir başka husus ise
üretimini kaydıran sınıraşırı şirketlerin, ABD’ye yaptıkları kâr transferleridir. Bu kâr
transferleri ticaret rakamları içinde gözükmemektedir. Sadece 1993’de Amerikan
şirketlerinin ABD’ye yaptığı kâr transferlerinin 27 milyar ABD Doları civarında
olduğu hesaplanmaktadır.148
Hegemonik istikrar teorisine karşı getirilen eleştirileri arttırmak mümkündür.
Her şeyden önce, realist paradigma bağlamında kullanılan “hegemonya” sadece
baskın bir güce işaret etmektedir. Bu gücün özellikleri, askeri ve ekonomik
kapasitesinde aranmakta, uluslararası politikada toplumun etkisi göz ardı
edilmektedir. İkinci olarak hegemonyanın kurulmasında kültürel boyutun etkin
olabileceği ihmal edilmekte ve hatta önemsenmemektedir. Snidal ve Russett’in
tarihsel incelemelerinin de gösterdiği üzere, hegemonik güç olarak ele alınan
Britanya ve ABD’nin aslında her zaman yukarıda sayılan maddi unsurlarda önderlik
ettiğine dair bulgulara da rastlanılmamaktadır.
Hegemonik istikrar teorisinin ileri sürdüğü bir diğer varsayım, hegemonun
uluslararası ekonomide serbest ticareti savunacağı fikri de tartışmalıdır. Nitekim,
incelenen dönemlerde savaş dönemleri haricinde de korumacılık politikasının yaygın
bir şekilde kullanıldığına şahit olunmaktadır. Strange, liberal ekonomik doktrinin

146
İsmail Cem Ay, “Küreselleşme Sürecinde Bölgeselleşme Eğilimlerinin Dinamikleri”, Alkan Soyak
(der.), Küreselleşme: İktisadi Yönelimler ve Sosyopolitik Karşıtlıklar, İstanbul, Om Yayınevi,
2002, s. 78-84.
147
Hirst, Thompson, Küreselleşme Sorgulanıyor, s. 48.
148
Gülsüm Özlem Akalın, “Dünya Ekonomisinde Yönetim Anlayışı: WTO”, Uğur Selçuk Akalın
(der.), Globalizasyonun Yansımaları, İstanbul, Don Kişot Yayınları, 2002, s. 76.

37
sadece teoride kaldığını ileri sürmektedir. Bu kapsamda liberal ekonomi teorisi
uluslararası ticaret ile ilgili olarak hükümetlerin piyasalara daha az müdahale
etmeleri durumunda ticaretin ve dolayısıyla ulusal ve küresel düzeyde refahın daha
fazla gelişeceğini savunmaktadır. Korumacılığın ise tersine verimsizliği teşvik
edeceği ve dolayısıyla bireylerin ve toplumun yoksullaştıracağını iddia eden teoriye
karşı Strange, tarihten örnekler vererek, teorinin dayanaklarını eleştirmekte ve
sorgulamaktadır.149 Hatta liberal teorinin ileri sürdüğü 1930’lardaki kriz sırasında
korumacılığın II. Dünya Savaşı’na yol açtığı şeklindeki savını ise Strange, bir mit
olarak nitelendirmekte ve kabul etmemektedir. Diğer yandan Strange, yeni
uluslararası iş bölümü çerçevesinde, özellikle imalat sektörünün gelişmekte olan
ülkelere kaydığını ve bu sayede bu ülkelerin gelişmiş ülkelere yaptıkları ihracatın
arttığını ifade ederek, 1980’lerde gelişmiş ülkelerin bu durumu dengelemek için artan
oranlarda korumacılığa başvurduklarını söylemektedir.150
Strange ise güç kaynağı açısından değerlendirildiğinde teoriyi eksik
bulmaktadır. Strange, devletler arası “oyunun” siyasetten ziyade artık ekonomi
üzerinden oynandığını ve uluslararası ilişkilerde ilişkisel güçten ziyade yapısal gücün
daha fazla belirleyici olduğunu belirterek, ABD’nin bu alanlarda bir gerileme
içerisinde bulunmadığını ifade etmektedir.151 Russett de benzer bir şekilde teorinin
sadece gücü temel almasının yerine, sonuçlar üzerinde kontrolüne odaklanılması
gerektiğine değinmektedir.152 Bunlara ilaveten, Braudel’in belirttiği gibi, uzun
dönemli incelemeler sırasında, dönemler arasında ortak özelliklerin bulunması
durumunda yapılan karşılaştırmaların daha sağlıklı sonuçlar ürettiği savı dikkate
alınarak inceleme yapılabilir. Bu nedenle, Britanya ile ABD’nin hegemonya olarak
ele alındığı dönemler arasında çok büyük farklar bulunduğu görülmektedir. Şüphesiz
ki, Britanya ve ABD’nin hegemon olarak nitelendiği dönem, eski Yunan şehir-
devletleri dönemindeki hegemonya kavramı kıyaslandığında pek çok ortak noktaya
işaret etmektedir. Fakat gerek üretim, ekonomi ve toplumsal ilişkiler açısından
gerekse devletlerin sahip olduğu askeri kapasite açısından, 19. yüzyıl ile 20. yüzyıl

149
Susan Strange, “Protectionism and World Politics”, International Organization, Vol:39, No:2,
Spring 1985, s. 234-235.
150
İbid, s. 246-248.
151
Susan Strange, “The Persistent Myth of Lost Hegemony”, International Organization, Vol:41,
No:4, Autumn 1987, s. 553-555.
152
Russett, “The Mysterious Case of Vanishing Hegemony”, s. 209.

38
arasındaki farklılıklar da çok büyük boyutlara ulaşmaktadır. Bu nedenlerle Britanya
ile ABD’yi aynı kavramlarla değerlendirmemek daha yerinde bir uygulama olacaktır.
Zaten, Patrick O’Brien’in New Left Review’de yayımlanan makalesinde bu iki dönem
arasındaki farkın boyutu ortaya konmaktadır. O’Brien, örnek olarak Britanya’nın
baskın gücünün daha çok diplomasi, güç kullanımı ve ikna metoduna dayandığını,
buna karşın ABD’nin hegemonyasının ideoloji, kültür ve ABD Dolarının üstünlüğü
ile bağlantılı olduğunu göstermeye çalışmaktadır.153 Bu çerçevede O’Brien,
Britanya’nın bu dönemdeki rolünü realist anlamda üstünlük olarak nitelendirirken,
ABD’nin rolünü Gramşici anlamda hegemonya olarak değerlendirmektedir.154

ii. Uluslararası Rejim Teorisi


Uluslararası rejim teorisi daha önce bahsedildiği gibi, hegemonik istikrar teorisinin
devamı niteliğindedir. Bu teoriyi geliştirenler arasında Keohane ve Krasner gibi
neorealist akademisyenler bulunmaktadır ve bu teorinin geliştirilmesinin temel
nedeni, Amerika’nın özellikle 1970’lerden sonra gücünün azaldığı ve hegemonik
gücünün erozyona uğradığı varsayımından yola çıkarak, Amerika’dan sonra
uluslararası sistemde düzenin nasıl korunacağı arayışıdır. Özellikle Keohane’nın
1984’de After Hegemony başlıklı kitabı aslında bu problemi çözmeye yönelik adımın
örneklerinden birini oluşturmaktadır.
Rejim teorisi, hegemonya sonrasında düzeninin nasıl olacağını araştırırken,
klâsik realistlerin önemsemediği veya göz ardı ettiği “işbirliği” kavramı üzerinde
yoğunlaşmaktadır. Klâsik realizm, uluslararası sistemin anarşik yapısı gereği,
uluslararası alanda işbirliğinin imkansızlığını veya önemsenmeyecek derecede
olduğunu savunmaktadır. Anarşiyi dünya politikasında bir merkezi otoritenin
bulunmaması olarak tanımlayan Keohane, uluslararası sistemde anarşi durumlarında
bile işbirliğinin devletler arasında mümkün olabileceğini savunmaktadır.155 Bu

153
Patrick O’Brien, “The Myth of Anglophone Succession: From British Supremacy to American
Hegemony”, New Left Review, Vol:24 November-December 2003, s. 120-125.
154
İbid, s. 113-115.
155
Robert Axelrod, Robert O. Keohane, “Achieving Cooperation under Anarchy: Strategies and
Institutions”, David A. Baldwin (der.), Neorealism and Neoliberalism: The Contemporary Debate,
New York, Columbia University Press, 1993, s. 85-86.

39
nedenle rejim teorisi, uluslararası sistemde ilk olarak işbirliğinin mümkün
olduğundan hareket etmektedir.156
Keohane ve Axelrod, bu işbirliğinin özellikle bazı sektörlerde (issue-areas)
157
olma ihtimalinin daha fazla bulunduğunu kabul etmektedir. Lipson, mahkûmun
ikilemi adlı oyunun genişletilmiş bir versiyonunun uluslararası politikaya
uygulanması halinde ekonomi konularında daha fazla normlar, kurallar ve kurumlar
ağı ile karşılaşıldığını, ancak güvenlik konularında bunun pek ender olduğunu ifade
etmektedir.158 Bu sayede daha fazla kural, norm ve kurum olan konularda işbirliği
ihtimalinin yükseldiğine ve buna bağlı olarak uluslararası politikada işbirliği için
kural, norm ve kurum yaratılmasının önemine dikkat çekilmektedir.
Keohane ve Axelrod’a göre askeri-güvenlik konuları ile siyasi-ekonomik
alanlarında işbirliği imkanı, “çıkarların karşılıklığı”, “geleceğin gölgesi” ve
“oyuncuların sayısı” ile doğrudan bağlantılıdır. Bu işbirliği imkanlarının
araştırılmasında oyun teorisi, geyik avı (stag hunt), mahkûmun ikilemi gibi
davranışsalcıların çok fazla önem yükledikleri çeşitli oyunlarla işbirliği düzeylerini
ölçmektedirler. Hatta Andrew Kydd ve Duncan Snidal, rejim teorisinin oyun
teorisinin devamı olduğunu ileri sürmektedirler.159 Axelrod, karşılıklılık ilkesine
dayanan mahkûmun ikilemi oyununun özellikle askeri-güvenlik konularında yeterli
etkiyi gösterememesine rağmen, uluslararası politikada işbirliğinin arttırılması
imkanı olduğunu gösterdiğini düşünmektedir.160 Axelrod’a göre bu oyun teorilerinin
uluslararası ilişkilere uygulanmasında olayın geçtiği bağlam ile aktörler arasında
etkileşimin olmasının veya olmamasının yarattığı algılama önem kazanmaktadır.
Böylece aktörlerin davranışları etkilenmekte ve değişebilmektedir. Axelrod ve
Keohane, sonuç olarak işbirliğinin ancak kurumsallaşma ile geliştirilen normlar ve
kurallar yoluyla mümkün olabileceğini ileri sürmektedirler.

156
Keohane, After Hegemony, s. 31.
157
Axelrod, Keohane, “Achieving Cooperation under Anarchy”, s. 86.
158
Charles Lipson, “International Cooperation in Economic and Security Affairs”, David A. Baldwin
(der.), Neorealism and Neoliberalism: The Contemporary Debate, New York, Columbia
University Press, 1993, s. 70-71.
159
Andrew Kydd and Duncan Snidal, “Progress in Game-Theoritical Analysis of International
Regimes”, Volker Rittberger (der.), Regime Theory and International Relations, Oxford,
Clarendon Press, 1993, s. 112-113.
160
Axelrod, Keohane, “Achieving Cooperation under Anarchy”, s.92; Gill and Law, The Global
Political Economy, s. 36-37.

40
Axelrod ve Keohane, rejim tanımını Krasner’in “uluslararası ilişkilerin belirli
bir alanında aktörlerin beklentilerinin çakıştığı zımnî veya açık ilkeler, normlar,
kurallar ve karar-alma usulleri seti” olarak belirlediği şekilde kullanmaktadırlar.161
Rejimlerin işbirliğini kolaylaştıran davranışlar olarak algılanması gerektiğini
söyleyen Haggard ve Simmons, rejim olmadan da işbirliğinin mümkün olduğunu
belirtmektedirler. Sözkonusu akademisyenler, ayrıca rejimlerin doğrudan
kurumsallaşmayı sağlamadığına dikkat çekerek, rejimlerin uluslararası hayatın
kurumsallaştırılmasına yardım ettiklerini düşünmektedirler.162 Uluslararası rejimler
daha çok uluslararası ekonomik düzenin devam ettirilmesini sağlayacak uluslararası
kurumlara ve uluslararası alışkanlıklara dikkat çekmektedir.163 Böylece rejimler,
uluslararası alanda devletler arası ilişkilerin ve dolayısıyla müzakerelerin çatışmaya
dönmesini engelleyecek ve hatta yumuşatacak bir araç olarak görülmektedir. Bu
sayede, devletlerin politikaları kısıtlanmakta ve uluslararası bağlama daha fazla
önem atfetmelerini gerektirmektedir.
Axelrod ve Keohane’nın işbirliğine yönelik açıklamalarından uluslararası
politikada devletlerin tüm davranış modellerinin belirlenmesi ile aykırı davranışlarda
bulunabilecek devletlerin rejimlerin çalışmasını engellememesinin hedeflendiği
görülmektedir. Eleştiri getirilebilecek bir başka konu ise bu rejimlerin belirlediği
norm, kural ve usullerin sadece büyük devletler tarafından belirlendiğine ilişkindir.
Bu durumda, göreceli olarak azgelişmiş devletler, rejimin yararlarından ancak büyük
devletlerin belirlediği ölçülerde faydalanabileceklerdir. Strange, yine bu noktada
rejimlerin daha çok Amerikalı akademisyenlerinin bir ürünü olduğunu belirterek,
teoriye yönelik çeşitli eleştiriler getirmektedir. Keohane da bu görüşü
doğrulamaktadır.164 Amerikalıların rejim konusuna bir anda önem atfetmelerini ise
Strange, 1970’lerde ABD’nin yaşadığı bir dizi dış şoka bağlantılandırılan Amerikan
hegemonyasının eridiğine yönelik tezler ile ilgisini kurarak, özellikle Keohane ve

161
Krasner, International Regimes, 1983, s. 3.
162
Stephan Haggard and Beth A. Simmons, “Theories of International Regimes”, International
Organization, Vol:41 No:3 Summer 1987, s. 495-496.
163
Gill and Law, The Global Political Economy, s. 37.
164
Robert O. Keohane, “The Analysis of International Regimes: Towards European-American
Research Programme”, Volker Rittberger (der.), Regime Theory and International Relations,
Oxford, Clarendon Press, 1993, s. 44-45.

41
Nye’ın Power and Interdependence başlıklı çalışmalarının bu amaca yönelik
olduğunu iddia etmektedir. 165
Keohane gibi Amerikalı akademisyenler ise “19. yüzyılda Britanya’nın
üstünlüğü ve II. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan baskınlığı”nın bulunduğu
istikrarlı ve barışçıl dönemin artık bittiğini ve o eski dönemleri 1980’lerden itibaren
“nostalji” ile andıklarını ifade ederek, bunları aslında psikolojik olarak Amerikan
gücünün azaldığının işareti olarak nitelendirmektedirler.166 Strange ise daha geniş bir
açıdan bakıldığında yani kendisinin yapısal güç tanımı çerçevesinde incelendiğinde
ABD’nin gücünün azaldığına dair bir işaretin bulunmadığına dikkat çekmektedir.
Özellikle küresel güvenlik ve küresel finans yapıları ile küresel refah (yardımlar gibi
diğer kaynak transferleri), küresel bilgi üretimi ve iletişimi alanlarında böyle bir
durumun gözlenmediğini ifade etmektedir.167 Strange, ayrıca rejim teorisinin yine
arka planında yer alan başka bir unsurun uluslararası düzenlemelerin ve örgütlerin
yetersiz kaldığına dair görüş olduğunu düşünmektedir. ABD açısından başta
Birleşmiş Milletler (BM) olmak üzere, uluslararası örgütleri artık eskisi gibi domine
edemediğini ileri süren Strange, bunun nedeni olarak üyelerin sayısındaki hızlı artış
ile zenginler ve fakirler arasında ortaya çıkan derin görüş farklılıklarını
zikretmektedir.168 Diğer eleştirileri ise Strange’in daha çok rejim terminolojisi,
kullanılan rejim kavramının durağan olması ve devleti temel olarak el alması olarak
sıralanabilir.169 Benzer şekilde, Haggard ve Simmons ile Gill ve Law, rejim
teorisinin iç politikayı dikkate almadığını, devlet merkezli bir yaklaşım gösterdiğini
ve bu nedenle yetersiz bir sistemik teori olduğunu ileri sürmektedirler.170
Rejim kavramının yol açtığı artan işbirliği ve dolayısıyla uluslararası alanda
kurulacak “istikrar” kavramı da tartışmalıdır. Rejimlerin artması uluslararası
ilişkilerde işbirliğinin ve düzenin olacağı anlamına gelmemektedir. Bu duruma örnek

165
Susan Strange, “Cave! Hic Dragones: A Critique of Regime Analysis”, Stephen D. Krasner (der.),
International Regimes, Ithaca and London, Ithaca University Press, 1982, s.338-340.
166
Keohane, After Hegemony, s. 31.
167
Strange, “Cave! Hic Dragones: A Critique of Regime Analysis”, s. 341.
168
İbid, s. 342.
169
İbid, s. 342-349.
170
Haggard and Simmons, “Theories of International Regimes”, s. 512; Gill and Law, The Global
Political Economy, s. 38-39.

42
olarak uluslararası ekonomide krizleri önleme amacıyla kurulan Bretton Woods
rejiminin 1970’lerde çöküşü verilebilir.171
Başta Keohane ve Nye gibi rejim teorisini savunanların uluslararası örgütlerin
rollerine büyük önem atfetmesine ve devletlerin fonksiyonlarının azaldığını
düşünmelerine rağmen, realist paradigma içinden de tepkiler gelmektedir. Grieco, bu
“sınıraşan hükümet ağları”nda çalışan görevlilerin hükümetlerine, dolayısıyla
devletlerine bağlı kalmaya devam ettiğinin görüldüğünü ifade etmektedir. Grieco,
ayrıca devletin rolünün azalmadığını göstermek için 1970’ler ve 1980’lerde dünya
politikasında rastlanan güç kullanımına ilişkin örnekleri vermektedir. Uluslararası
örgütlerin ise hâlâ devletlerin çıkarlarını yeniden şekillendirmekte yetersiz kaldığını
ileri sürmektedir.172 Rejim teorisine getirilebilecek son bir eleştiri ise oyun teorisinin
bir olgunun bütününün izahını gerçekleştirmesinin zor olduğuna ilişkin görüştür. Bu
eleştiriye göre oyun teorisi birimden hareket etmektedir ve birimlerin algılamaları ve
eylemlerin toplamı yapıyı açıklayamaz.173
George Modelski’nin geliştirdiği hegemonya teorisi ise bu alanda
sayılabilecek diğer önemli bir teoriyi oluşturmaktadır. Dünya Sistemleri Teorisi
ekolünden gelen Modelski, pozitivist olduğunu açıkça ifade etmesine rağmen,
tarihsel tecrübeden yola çıktığını ifade etmesi ile tarihselci bir bakış açısına da sahip
olduğunu da ortaya koymaktadır.174 Bu nedenle Modelski’nin teorisini
sınıflandırmak zor olmakla birlikte, pozitivist-realist paradigmanın içinde
değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Çünkü “uzun çevrim teorisi” nihai olarak
tarihsel deneylerden yola çıkarak, evrensel bir sonuca ulaşmayı hedeflemektedir.
Modelski, Long Cycles in World Politics başlıklı çalışmasına şu şekilde
başlamaktadır: “Uzun çevrimler, dünya politikasında yeni bir perspektif sunmakta,
dünya savaşlarının tekrar tekrar olmasını ve Britanya ve ABD gibi lider devletlerin
düzenli bir şekilde birbirlerinin yerlerini almalarının yollarının keşfedilmesine izin
vermektedir.”175 Modelski, ayrıca büyük savaşlar ile önde gelen güçlerin bugün

171
Haggard and Simmons, “Theories of International Regimes”, s. 496.
172
Joseph M. Grieco, “Anarchy and the Limits of Cooperation: A Realist Critique of the Newest
Liberal Institutionalism”, David A. Baldwin (der.), Neorealism and Neoliberalism: The
Contemporary Debate, New York, Columbia University Press, 1993, s. 120.
173
Gill and Law, The Global Political Economy, s. 39.
174
George Modelski, Long Cycles in World Politics, Seattle and London, University of Washington
Press, 1987, s. 1.
175
İbid, s. 1.

43
modern dünyayı yaratan keşifler çağı veya sanayi devrimi gibi temel buluşlar
dalgasına bağlı olduğuna dikkat çekmektedir. Modelski, çalışmasında hegemonya
kavramına atıfta bulunmakta ve bu kavramın yerine “liderlik” kavramını tercih
ettiğini ifade etmektedir. Bunun sebebi olarak Modelski, hegemonya kavramının
literatürde daha çok sahip olunan üstün kaynaklar olarak ele alındığını ve bunun arz
yönlü bir kavramı işaret ettiğini, halbuki liderlik kavramının bunun ötesine geçtiğini
düşündüğünü belirtmektedir. Global siyasi sistem içerisinde dünya gücü olarak da
tanımlanan liderliğin global siyasi sistemde ortaya çıkışını ise Modelski, 3 nedene
dayandırmaktadır:
1. Çünkü bütün sistemler bir lidere sahiptir.
2. Çünkü liderlik global düzeyde temel fonksiyonları icra eder.
3. Çünkü en azından 500 yıldır modern dünyada bu rol başarılı bir şekilde
yerine getirilmiştir.176
Modelski bu görüşleri ile gerçekte liderin nasıl ortaya çıktığını değil, daha
ziyade uluslararası politikada ortaya çıkan sonuçtan hareket ederek, liderin
gerekliliğini ortaya koymaya çalışmakta olduğunu göstermektedir. Modelski, liderin
global siyasi sisteme sunduğu hizmetlerin gündem yaratma; seferberlik (uluslararası
sorunlar için koalisyonlar oluşturma); karar verme (periyodik olarak siyasi sistemler
güç sınavından geçmeleri); yönetim (dünya düzeninin korunması); yenilik (bütün
dünya güçlerinin sanayi devrimi gibi tahmin edilemeyen büyük bir yenilik
getirmeleri) olduğunu ileri sürmektedir.177
Dünya güçlerinin ortaya çıkmasında deniz gücünün önemine özel bir önem
atfetmekte olan Modelski, liderin karşısında her daim bir “meydan okuyan” gücün
bulunduğunu ileri sürmektedir. Bu gücün okyanuslarda bir üstünlük kurmadan global
siyasi sistemde etkin bir konuma gelemeyeceğini ifade eden Modelski, bunlara örnek
olarak, Osmanlı İmparatorluğu ile Habsburg İmparatorluğu’nu vermektedir. Bu
imparatorlukların okyanuslara hâkim olamaması nedeniyle asla liderlik konumuna
yükselemediklerini ve bu nedenle sadece “bölgesel güç” olarak
nitelendirilebileceklerini ileri sürmektedir.178 Modelski’nin “uzun çevrim teorisi”nin
bir başka hâkim unsuru ise liderin global bir savaş sonucunda el değiştirdiği tezidir.

176
İbid, s. 12-18.
177
İbid, s. 14-15.
178
İbid, s. 11.

44
Modelski, ayrıca dünya siyasi sisteminin 4 aşamalı bir çevrimden geçtiğini ifade
etmektedir. Talcott Parsons’un süreçlerinden yola çıkan Modelski, global savaşın
ardından, adaptasyon sürecinin başladığını ve bunun sonucunda “dünya gücü”nün
oluştuğunu, bunun ardından kültür-yeniden üretim sürecini takiben düzende sistemin
kurucu merkezinin yasallığının tartışılmaya başlandığını ileri sürmektedir. Son
aşamada ise tarih boyunca barışçıl bir şekilde atlatılamayan nihai safhaya geçildiğini
ifade eden Modelski, bu sürecin uzun çevrimi oluşturduğunu iddia etmektedir.179
Sonuçta Modelski’ye göre 16. yüzyılın başından itibaren günümüze kadar sırasıyla
Portekiz, Hollanda, Britanya (iki kez) ve ABD global güç olarak ortaya çıkmışlar ve
dünya sisteminin yönetilmesinde başat rol üstlenmişlerdir.
Realist paradigma kapsamında hegemonyanın esas olarak maddi güçler
etrafında şekillendirildiği görülmektedir. Maddi güçler, GSYİH, GSMH, ihracat,
ithalat, imalat kapasitesi, tüketim başta olmak üzere, özellikle ekonomik terimlerle
ifade edilmektedir. Ekonomik kapasitenin kazandığı önemin yanı sıra, realistler
tarafından 1980’lerden itibaren finansın bir güç faktörü olarak değerlendirilmeye
başlandığı görülmektedir. Böylece finansın serbest dolaşımının önündeki engellerin
kaldırılması yönündeki taleplerin global hegemon ABD’nin öncelikleri arasına
girmesi de bu döneme rastlamaktadır. Diğer bir güç unsuru olarak askeri kapasite
görülmektedir. Orduya yapılan toplam harcamalar, elde bulunan silah miktarı ve
asker sayısı ve nükleer silahlar askeri kapasiteyi oluşturmaktadır. Tüm bu güç
faktörlerini elinde tutan devletlerin hegemonya olabileceğini savunan realist
paradigma akademisyenleri üretim ilişkilerini, toplumsal bağlamı, bilgi-iktidar
bağlantısını ve bunların ürettiği kültürü göz ardı etmektedirler.
Güç faktörleri açısından bir diğer sorun ise güç faktörlerinin ölçümü ile
ilgilidir. Güç kavramı, durağan, değişmez bir kavram değildir. Özellikle teknolojik
gelişimin çok hızlı bir hale geldiği günümüzde bu faktörlerin bileşenlerinin kısa bir
süre içinde önemini yitirdiği gözlenmektedir.180 Bu nedenle, bu güç faktörlerini
yaratan esas etken günümüz açısından teknoloji olmaktadır. Hegemonyanın ve hatta
kapitalizmin yeniden üretiminde teknolojinin önemi, durağan kavramlarla
açıklanamaz.

179
İbid, s. 117-120; George Modelski “The Evolution of Global Politics”, Journal of World-
Systems Research, Volume:1, No:7, 1995.
180
Mustafa Aydın, “Uluslararası İlişkilerin “Gerçekçi” Teorisi”, s. 53.

45
Realist paradigmanın tarih dışı tutumunun sonucu olarak eski Yunan’dan
başlayarak, günümüze kadar Portekiz, Birleşik Eyaletler, Britanya ve ABD’nin
hegemonik güçler olarak algılandığı görülmektedir. Diğer yandan tarihin bir döngü
içinde oluşmadığı ve burada zikredilen “devletsel” yapıların farklı dönemlerin
özelliklerini taşıdığının belirtilmesinde yarar görülmektedir. Çünkü eski Yunan şehir-
devletlerinin günümüzdeki anlamıyla devlet kavramından farklılıklara sahiptir. Keza,
Birleşik Eyaletler olarak adlandırılan Hollanda’nın hegemonyası ile Britanya’nın
hegemonya olarak farz edildiği dönemler arasında da büyük farklılıklar
bulunmaktadır. Son olarak ABD ile Britanya’nın hegemonik güç olarak kabul
edildikleri dönemler arasında da çok büyük farklılıklar bulunduğu göze
çarpmaktadır. Özellikle O’Brien’in bu konudaki makalesi bu konuda
181
aydınlatıcıdır.
Genel olarak incelendiğinde, realist paradigmada hegemonya kavramı, her
şeyden önce, bu çalışmanın bir çok yerinde bahsedildiği üzere, ABD’nin dünya
politikasındaki üstünlüğü anlamında kullanılmaktadır. ABD’nin bu üstünlüğünün
sağlamlaştırılması açısından hegemonya kavramı bir araç haline gelmektedir.
Özellikle hegemonik istikrar teorisi ile rejim teorisi, Amerikalı akademisyenlerin de
açıkladığı üzere ABD’nin üstünlüğünü devam ettirmeye yarayan birer proje
şeklindedir. İlk olarak mutlak bir gücün uluslararası düzeni sağlamasının uluslararası
politikada yaşanabilecek sorunları engelleyebileceğini savunan hegemonik istikrar
teorisi, özellikle 1970’lerde yaşanan Vietnam Savaşı, uluslararası mali piyasalarda
yaşanan dalgalanmalar, petrol krizi gibi gelişmeler karşısında yerini rejim teorisine
bırakmıştır. 1970’lerin sonunda ve 1980’lerin başında uluslararası rejimlerin
oluşturulması yoluyla “hegemonya sonrası”nda da uluslararası sistemde işbirliğinin
sağlanabileceği ve düzenin korunabileceği görüşü ilk bakışta ABD’den ziyade başka
bir güç tarafından ortaya atılmış gibi gözükse bile, Keohane ve Strange’in de
belirttiği üzere, orijinal olarak Amerikalı akademisyenlerin bir ürünüdür. Zaten
uluslararası rejimler vasıtasıyla uluslararası örgütlerin artan rolleri ile devam etmesi
talebi, yine ABD’nin gerek gündem ve normlar üzerindeki hakimiyeti, gerekse
uluslararası kuruluşlar üzerindeki personel ve bütçe gibi konularda dahil olmak üzere
hakimiyeti şeklinde algılanabilir. Diğer yandan yine realist paradigma çerçevesinde,

181
O’Brien, “The Myth of Anglophone Succession”.

46
hegemonyanın güç ile bağlantılı olduğu görülmektedir. Bu güç kavramı ise daha çok
kümülatif maddi güçler anlamına gelmektedir. Sayılan bu güç unsurlarındaki artışlar
bir devletin hegemonya olmasını veya hegemonyasını sürdürmesini kolaylaştırmakta,
aksine durumlarda ise hegemonik devletin gücünün azaldığı düşünülmektedir.

3. Eleştirel Teori ve Hegemonya


Eleştirel teori, uluslararası ilişkilerde devlet konusuna realist paradigmadan farklı bir
şekilde yaklaşmaktadır. Her şeyden önce devlet, uluslararası politikanın a priori bir
gerçeği olarak incelenmemektedir. Sosyolojik teorilerin uluslararası ilişkilere
aktarılmasıyla birlikte uluslararası ilişkilerdeki devlet tanımında farklılaşma
yaşanmakta ve konu sadece devlet bağlamında değil, aynı zamanda yapı kavramı ile
birlikte değerlendirilmektedir. Çünkü eleştirel teorinin teorisyenleri devlet ile yapının
birbirinden farklı bir şekilde değerlendirilmesini yanlış bulmakta ve bu iki olgunun
birbirlerini sürekli bir zeminde yeniden ürettiklerini ifade etmektedirler. Buna
ilaveten, Linklater için devlet tarihsel ve toplumsal olarak üretilmektedir.182
Eleştirel teorinin bir türevi olan konstrüktivist teorinin öncüsü Wendt,
uluslararası ilişkilerin temel sorunlarından biri olan aktör ve yapı konusunda farklı
bir bakış açısı sunmaktadır. Wendt, konstrüktivizmi uluslararası politikanın “yapısal
bir teorisi” olarak nitelendirmekte ve teorinin genel niteliklerini şu şekilde
vermektedir:

“(1) Devletler sistemdeki temel aktörlerdir; (2) Devletler


sistemindeki temel yapıların maddi yeterliklerden ziyade
öznelerarası anlamlardan oluşmaktadır; (3) Devlet
kimlikleri ve çıkarları insan doğası veya iç politika
tarafından sistemin dışından belirlenmesinden ziyade,
büyük çoğunlukla bu yapılarla inşa edilmektedir.”183
Bu şekilde Wendt, Anthony Giddens’in “Yapılanma Teorisi”ni (Theory of
Structuration) kullanmaktadır. Buna göre, yapı ve aktörler “bir paranın iki yüzü
olarak “ olarak görülmektedir. Diğer bir deyişle, sosyal yapılar aktörler tarafından
inşa edilirken, aktörler de benzer şekilde oluşturulan sosyal yapılardan yeniden

182
Faruk Yalvaç, “Devlet”, Atila Eralp (der.), Devlet ve Ötesi: Uluslararası İlişkilerde Temel olan
Kavramlar, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005, s. 50.
183
Alexander Wendt, “Identity and Structural Change in International Politics”, Yosef Lapid and F.
Kratochwil (derl.), The Return of Culture and Identity in International Relations Theory,
Boulder and London, Lynne Rienner Publishers, 1996, s. 48.

47
oluşmaktadır.184 Wendt, bu durumu “karşılıklı oluşturma” (mutual constitution)
olarak tanımlamaktadır.185 Bundan dolayı, Wendt’in teorisinde ne aktörün ne de
yapının birbirini dışlaması sözkonusudur, tam tersine sürekli bir şekilde birbirlerini
yeniden oluşturdukları görülmektedir.
Buradan hareketle Wendt, yapıların aktörler, aktörlerin de yapılar üzerinde
sosyal etkileşim sayesinde etkili olduğunu ifade ederek, realist paradigmada devlet
ile yapı arasında sosyal etkileşimin dikkate alınmadığını belirtmektedir. Çünkü
realist akademisyenlerin yapı kavramından sosyal etkileşim yoluyla ortaya çıkan
norm veya kurumlardan ziyade, maddi yeterlikler ile ilgilendiklerini ileri süren
Wendt, aktörlerin davranışlarını bu değişmez veriler etrafında değerlendirdiklerini
söylemektedir. Halbuki, aktörlerin davranışlarla norm ve kurumları
oluşturabildiklerini, değiştirebildiklerini veya yeniden üretebildiklerini savunan
Wendt, daha çok kimlik ve çıkarların üzerinde durmaktadır. Wendt’e göre, kimlikler
ve çıkarlar ilk olarak devlet tarafından belirlenmekte fakat daha sonra bu kimlik ve
çıkarlar devletin kendisi bağlayan bir faktör olarak karşısına çıkmaktadır. Diğer
yandan, bu kimlik ve çıkarlar öznelerarası bir temelde öğrenilmekte ve
yaygınlaşmaktadır. Bununla bağlantılı olarak, Wendt, uluslararası ilişkilerde anarşi
söyleminin toplumlar tarafından üretilen bir kavram olarak ortaya çıktığını iade
etmektedir.186 Böylece uluslararası ilişkiler ve devletler kendilerini, çıkarlarını ve
kimliklerini bu süreçte toplumsal olarak yeniden üretmektedir.
Konstrüktivist teori realist paradigma ile eleştirel teori arasında bir arabulucu
olarak ortaya çıkmaktadır.187 Devleti uluslararası ilişkilerin esas aktörü olarak kabul
etmekle birlikte, realist paradigmadan, devletin etkileşim sonucunda sosyal bir inşa
ürünü olduğunu ileri sürmesi ile ayrılmaktadır. Bu sayede konstrüktivizmi eleştirel

184
Andreas Bieler and Adam David Morton, “The Gordion Knot of Agency-Structure in International
Relations: A Neo-Gramscian Perspective” European Journal of International Relations, Vol:7,
No:1, March 2001, s. 7-8.
185
Alexander Wendt, “The Agent Structure Problem in International Relations Theory”,
International Organization, Vol:41, No:3, 1987, s. 360.
186
Alexander Wendt, “Anarchy is What States Make of it: The Social Construction of Power
Politics”, International Organization, Vol:46, No:2, Spring 1992, s. 396-398; Maja Zehfuss,
“Constructivism and Identity: A Dangerous Liason”, European Journal of International Relations,
Vol:7, No:3, September 2001, s. 316-318.
187
Steve Smith, “The United States and the Discipline of International Relations: Hegemonic
Country, Hegemonic Discipline”, International Studies Review, Vol:4, No:2, Summer 2002, s. 74-
75; Jeffrey T. Checkel, “The Constructivist Turn in International Relations Theory”, World Politics,
Vol:50, No:2, 1998, s. 327.

48
teorinin bir parçası şeklinde değerlendirmenin daha doğru olduğu kabul
edilmektedir.188 Yapılandırma teorisiyle aktör-yapı sorununa bir orta yol bulmasına
rağmen, sosyal değişimi açıklamada konstrüktivist teori yeterli olarak
189
değerlendirilmemektedir.
Cox ise devleti, yine tarihsel süreç içerisinde kapitalizmin ürettiği bir yapı-
aktör olarak değerlendirmektedir.190 Bu tarihsel süreç, üretim ile bağlantılı olarak
toplumsal kuvvetler, devlet/toplum yapısından ortaya çıkan devlet formları ve
bunların her ikisi ile bağlantılı olarak gelişen dünya düzenleri ile etkileşim
halindedir. Devlet formları da benzer şekilde toplumsal kuvvetler tarafından
şekillenmektedir. Bununla beraber, üretim ilişkileri ile şekillenen toplumsal
kuvvetler, sadece devletin egemenliği alanında ortaya çıkmayabilir, devletin
sınırlarını da aşabilir. Böylece devlet, dünya düzenleri ile toplumsal kuvvetler
arasında arabulucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda bir yapının içindeki
üretim şeklindeki değişim, toplumsal kuvvetleri değiştirmekte ve bu durum da
devletin formunu değiştirmektedir.191

i. Gramsci ve Hegemonya
Gramsci, “tarihsel değişimin şekillenmesinde bilincin ve insan öznesinin rolünü
vurgulamakta, pozitivizme ve ekonomik determinizmin her biçimine karşı”
durmaktadır.192 Eleştirel teori, Gramsci’nin hegemonya kavramını temel olarak ele
almaktadır. Bunun yanı sıra eleştirel teori, tarihselcilik kavramı ile pozitivizme ve
ekonomik determinizme karşı durmayı benimsediği görülmektedir.
Gramsci, “tarihin sürekli bir şekilde yapıldığını ve bu nedenle kestirilemez
olduğunu” düşünmektedir.193 Tarihin gelişigüzel geliştiğini savunan Gramsci,

188
Richard Price and Christian Reus-Smit, “Dangerous Liasons? Critical International Theory and
Constructivism”, European Journal of International Relations, Vol: 4, No:3, 1998, s. 264-266.
189
Eric Ringmar, “Alexander Wendt: A Social Scientist Struggling with History”, Iver B. Neumann
ve Ole Waever (derl.), The Future of International Relations: Masters in the Making, London,
New York, Routledge, 1997, s. 281.
190
Robert W. Cox, Production, Power and World Order: Social Forces in the Making of History,
New York, Columbia University Press, 1987, s. 6.
191
Robert W. Cox, “Social Forces, States and World Orders”, Robert W. Cox, Approaches to World
Order, Cambridge, Cambridge University Press, 1996, s. 100-110.
192
Alan Swingewood, Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, (Çev. Osman Akınhay), Ankara, Bilim
ve Sanat Yayınları, 1998, s. 244.
193
Walter L. Adamson, Hegemony and Revolution: A Study of Antonio Gramsci’s Political and
Cultural Theory, Berkeley, Los Angeles, London: University of California Press, 1980, s. 34-35.

49
tarihsel göreliliğin değil, tarihsel özgüllüğün üzerinde önemle durmaktadır.
Gramsci’nin Vicocu tarih anlayışını benimsediği görülmektedir. Böylece Gramsci,
nesnelliğin esas olarak tarih dışı bir tutum yerine, tarihin özgüllüğünden doğduğuna
inanmaktadır.
Gramsci’nin ayrıca yapı ile ilgili görüşleri de önemlidir. Ona göre yapı,
“insanı ezen, onu kendisinde özümseyip, pasifleştirmesine” neden olan bir duruma
işaret etmektedir. Böylece hegemonyayı Gramsci, “bilincin, toplumsal eylemin ve
iradenin dışsal koşullar karşısındaki zaferinin bir simgesi”194 olarak
nitelendirmektedir. Diğer bir deyişle, Gramsci, insanın hareket alanını ve bilincini
kısıtlayan yapı kavramını eleştirmekte, hegemonya kavramının insana bu türden bir
özgürlük alanı açtığını savunmaktadır.
Eleştirel teoride hegemonya kavramı, temelini Gramsci’nin tanımladığı
“hegemonya” kavramından almıştır. İtalyan Komünist Partisi’nin lideri olan Gramsci
1920’lerin ortalarından itibaren Batı Avrupa’da, Rusya’da olduğu gibi sosyalist
devrimlerin neden yapılamadığını veya başarısızlığının sebebinin ne olduğunu
araştırmaya çalışmıştır. Bu nedenle, Gramsci, kapitalist toplumların siyasi ve
ideolojik kaynaklarının yeni bir analizinin gerektiğini ifade etmiş ve aynı zamanda
bir uygulayıcı olarak sosyalist devrimin başarısı için yeni bir strateji belirlenmesine
çalışmıştır.195 Günümüze uygulandığında da geçerliliğinin devam ettiği görülen bu
düşünceye göre Marksizm’in açıkladığı kapitalist devlet burjuvazinin ürünü olarak
değerlendirilmektedir. Fakat bu durum, “kapitalizmin kültürel ve ideolojik boyutta
kendisini nasıl sürekli yenileyebildiğini açıklayamamaktadır.”196
Gramsci’nin hegemonyanın oluşturulmasında büyük önem verdiği bir diğer
kavram ise sivil toplumdur. Gramsci’ye göre sivil toplum, “özel” alan olarak
nitelendirilebilecek bir alanda hareket etmektedir. Sivil toplum, sadece siyasi partiler,
sendikalar ve medya gibi kurumları değil, aynı zamanda ideolojik ve ekonomik
işlevleri bulunan kiliseyi ve aileyi de kapsamaktadır. Sivil toplum alanı, “sınıfların

194
Swingewood, Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, s. 255.
195
David Forgau (der.), The Gramsci Reader: Selected Writings 1916-1935, New York, New York
University Press, 2000, s. 189.
196
Serpil Sancar Üşür, İdeolojinin Serüveni: Yanlış Bilinç ve Hegemonyadan Söyleme, Ankara,
İmge Kitabevi, 1997, s. 25.

50
(ekonomik, siyasal ve ideolojik) güç için çekiştiği bir savaş alanıdır.”197 Bu sayede,
Gramsci’nin yönetici blok olarak adlandırdığı sınıf, toplumu sadece zor kullanarak
değil, sivil toplumun değerlerini ve geleneklerini kullanarak dönüştürmekte ve bu
şekilde toplumun üretim süreçlerine rıza göstermesini sağlamaktadır.198 Böylece sivil
toplum, hegemonyanın uygulandığı alana işaret etmektedir. Gramsci, ayrıca devletin
siyasi toplum ve sivil toplumun toplamından oluştuğunu, siyasi toplum denilen
devletin, sadece burjuvazinin önderliğindeki yönetici sınıftan oluşmadığını
belirtmektedir.
Devlet içinde hegemonya, yönetici sınıfın kültürünün ve ideolojisinin sivil
topluma aktarılması ile gerçekleştirilir. Burada hegemonya, medya, okullar, kilise
aile gibi sivil toplumun temel birimleri üzerinden sağlanır. Sivil toplum, kendisine
sunulan bu kültür ve ideolojiyi kendi rızasıyla onaylar. Gramsci, teorisyenliğinin
yanı sıra aynı zamanda bir uygulayıcı olmuştur. Gramsci, bu hegemonik yapının
değiştirilmesinin ancak karşı hegemonik değerler sisteminin oluşturulması ile
mümkün olabileceğine inanmıştır. Buna bağlı olarak Gramsci, Torino’da işçi
konseyleri kurarak, bir proletarya kültürü yaratmaya çalışmış ve bu kültürün daha
sonra diğer toplumsal sınıflarla yapılacak olan bir “tarihsel blok” sayesinde kendi
hegemonyasını kuracağını savunmuştur.
Tarihsel blok tarihin sadece bir kesitinde oluşan bir sınıflar ittifakıdır. Bu
tarihsel bloğun gelişiminde ilk olarak aydınlar önemli rol oynarlar. Her şeyden önce,
toplumda iki tür entelektüel bulunmaktadır. Bunlardan birincisi geleneksel
entelektüellerdir. Bu entelektüeller, toplumdaki mevcut düşünceleri ve kavramları
bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde yaygınlaştırmaya çalışmaktadırlar. Doktorlar,
memurlar, öğretmenler ve avukatlar bu gruba dahildir. Gramsci’ye göre bu grup
entelektüeller, “toplumsal hegemonyanın ve siyasi iktidarın alt kademedeki
görevlerini yerine getirirler.”199 Diğer grup ise Gramsci’nin “organik” olarak
nitelendirdiği entelektüellerdir. Bunlar kendilerini toplumdan ve diğer öğelerden
soyutlayabilmekte ve bir üst kültür yaratabilmektedirler. Organik entelektüeller,

197
Stuart Hall, Bob Lumley, Gregor McLennan (derl.), Siyaset ve İdeoloji: Gramsci, (Çev. Sadun
Emrealp), Ankara, Birey ve Toplum Yayınları, 1985, s. 8-9.
198
Adamson, Hegemony and Revolution, s. 170.
199
Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri:Felsefe ve Politika Sorunları, 3. Baskı, (Çev. Adnan
Cemgil), İstanbul, Belge Yayınları, 1997, s. 29; Christine Buci-Glucksmann, Gramsci and the State
(Fransızca’dan İngilizce’ye Çev. David Fernbach), London, Lawrence and Wishart, 1980, s. 25-26.

51
Gramsci’ye göre sivil toplum içinde ve hükümet ile sivil toplum arasında fikir
ileticileridir.200 Farklı bir sınıf oluşturmayan bu entelektüeller, böylece rızanın
örgütleyicisi ve uzlaştırıcısı olarak nitelendirilmektedirler.201 Bu yarattıkları üst
kültür, geleneksel entelektüellere geçmekte ve halk ile içiçe bulunan geleneksel
entelektüeller aracılığıyla bu kültür halk yığınlarına ulaşabilmektedir. Tarihsel blok,
böylece değişik sınıflar arasında organik ve geleneksel entelektüellerin aracılığıyla
kurulan bir ittifaka işaret etmektedir. Örneğin, burjuvazinin hegemonyayı
oluşturduğu bir toplumda burjuva entelektüelleri ortak bir kimlik yaratarak, tarihsel
bloğun oluşumuna katkıda bulunmaktadırlar.202
Tarihsel bloğun hegemonyanın kurulmasında oynadığı rol, üç farklı bilinç
düzeyini göstermektedir: Özgül bir grubun kendi çıkarlarının bilincinde olduklarını
gösteren ekonomik-korporatif düzey; bütün bir sosyal sınıfa yayılan fakat sadece
ekonomik düzeyde kalan dayanışma veya sınıf bilinci; ast konumunda bulunan
sınıfları uyum içinde bulunan önde gelen sınıfın çıkarlarını getiren ve evrensel
terimlerle ifade edilen ideolojisine çıkarlarını entegre eden hegemonik düzeyi.203
Ayrıca Gramsci, hegemonyanın kurulmasında toplumun yapısına göre iki tür
savaşım olduğunu belirtir. Bunlardan ilkini cephe savaşı (war of movement) olarak
nitelendirmektedir. Bolşevik Devrimi’ni cephe savaşına örnek veren Gramsci, sivil
toplumun Rusya’da gelişmemesi nedeniyle, disipline edilmiş küçük bir işçi sınıfıyla,
çok güçlü olarak gözüken devlet mekanizmasını ele geçirebildiğine işaret etmektedir.
Sivil toplum, bu duruma bir direniş göstermemiştir. Yeni yaratılan devlette, devleti
ele geçiren yeni grup, zorlama yoluyla bir hegemonya yaratmaya çalışmıştır. Halbuki
Batı’da, böyle bir durum olsa bile, ancak kısa bir süreliğine iktidara bir grubun
gelmesi mümkün olabilmektedir. Fakat sivil toplum bu durumdan çabuk sıyrılır ve
uzun dönemde böyle bir hareketi başarısız hale getirir. Bu yüzden, Batı Avrupa’da
mücadelenin ilk olarak sivil toplumu ele geçirmek için yapılması gerekmektedir. Bu
tür mücadeleyi Gramsci, mevzi savaşı (war of position) olarak adlandırmaktadır.

Gramsci, bu durumu şöyle ifade etmektedir:

200
Adamson, Hegemony and Revolution, s. 143.
201
Buci-Glucksmann, Gramsci and the State, s. 35.
202
Robert W. Cox, “Gramsci, Hegemony and International Relations”, Robert W. Cox, Approaches
to World Order, Cambridge, Cambridge University Press, 1996, s. 132.
203
İbid, s. 133.

52
“Rusya’da devlet her şeydi, sivil toplum ilkel ve jelatinseldi;
Batı’da devlet ile sivil toplum arasında düzgün bir ilişki vardı ve
ne zaman devlet sallansa, katı ve kararlı sivil toplum bir kez daha
ortaya çıkıyordu”.204
Böylece Batı Avrupa’da hegemonya, her ne kadar tarihsel bloğun hakim
unsurunun bir ynsıması şeklinde ortaya çıksa bile, yine de farklı sınıflar arasında bir
sentez durumu olarak algılanmaktadır. Diğer yandan ideoloji, entelektüellerin
sayesinde sivil topluma aktarılmakta ve önder ekonomik sınıfın dünya görüşü, sivil
toplum tarafından herhangi bir itirazla karşılaşmadan kabul edilmektedir.205
Kees van der Pijl, Gramsci’nin bu şekilde sınıflamasını, siyaset biliminin iki
önemli ismine atıfta bulunarak yapar. Bunlardan biri Thomas Hobbes, diğeri ise John
Locke’dur. Hobbes’in (1588-1679) temel düşüncesi, o dönemde Britanya’da süre
giden karmaşadan rahatsız olması nedeniyle “düzen”in sağlanması üzerinedir.
Hobbes için despotik bir rejim tiranlıktan daha iyidir.206 Locke (1632-1704) ise
Hobbes ile birbirine yakın dönemlerde yaşamış olmasına rağmen monarşi rejiminin
kısıtlandığı, yönetimde burjuvazinin hakim olduğu, mülkiyet hakkının garanti altına
alındığı liberal bir düzen kurulması yönünde görüşlerini ifade etmektedir. Her
ikisinin insan doğası anlayışı, çalışmalarının temel noktasını oluşturmaktadır.
Hobbes insan, doğası gereği çatışmacı olarak nitelendirirken, Locke’a göre insan,
özünde iyi olan bir yaratıktır. Pijl, böylece iki tür devlet-toplum kompleksinin ortaya
çıktığını savunmaktadır: Hobbescu ve Lockecu. Hobbescu devlet-toplum kompleksi,
Gramsci’nin cephe savaşını andırırken, Lockecu devlet-toplum kompleksi ise mevzi
savaşına tekabül etmektedir.207
Hatırlatılması gereken bir başka önemli husus ise aslında hegemonyanın
durağan niteliklere sahip olmadığıdır. Üretim ilişkileri temelinde yeni sınıfların ve
alternatif fikirlerin ortaya çıkabileceği kabul edilmektedir. Hegemonyanın ast
sınıfların rızası ve onayı sonucu oluştuğu kabul edilmekteyse de, bu rıza ve onay
bazen güç kullanarak da sağlanabilmektedir.208 O yüzden, Gramşici anlamda

204
İbid, s. 128.
205
Üşür, İdeolojinin Serüveni, s. 35.
206
Arıboğan, Kabileden Küreselleşmeye, s. 86.
207
Kees van der Pijl, “The Second Glorious Revolution: Globalizing Elites and Historical Change”,
Björn Hettne (der.), International Political Economy: Understanding Global Disorder, London
and New Jersey, Zed Books, 1995, s. 111.
208
Perry Anderson, “Force and Consent”, New Left Review, No: 17, September-October 2002, s. 7-8.

53
hegemonyanın, her ne kadar rıza daha önemli ise de, rızanın ve zorlamanın bir
sentezi olduğu ileri sürülebilir.

ii. Uluslararası İlişkilerde Gramşici Hegemonya


Gramsci’nin İtalya’nın iç politikasına yönelik olarak kullandığı hegemonya
kavramını Robert Cox uluslararası ilişkilere uygulayarak, uluslararası ilişkilerde yeni
bir yaklaşımın benimsenmesini sağlamıştır. Gramsci de benzer şekilde bu
hegemonya kavramının uluslararası ilişkilerde de kullanılabileceğini söylemektedir.
Uluslararası güç ilişkileri ve dünya düzenindeki temel değişimler, sosyal ilişkilerdeki
temel değişimleri takip etmektedir.209 Gramsci için uluslararası ilişkilerde temel
aktörün devlet olduğu söylenebilir. Çünkü, “sosyal eylemlerin vuku bulduğu” ve
“sosyal sınıfların hegemonyalarının inşa edildiği” yer devlettir. Fakat bu devletin
realist teori bağlamında belirtildiği gibi, sadece bürokrasi ve askeri kapasiteden
oluşan bir yapı olarak algılanmaması gerekmektedir. “Gramsci ve Hegemonya”
başlığı altında açıklandığı üzere, Cox’un devlet anlayışının Gramsci’nin sivil
toplumu da içine alan genişletilmiş devlet şeklinde düşünülmesini gerektirmektedir.
Cox’un uluslararası ilişkilerde kullandığı “hegemonya”, doğal olarak realist
paradigmanın akademisyenleri tarafından kullanılan “hegemonya” kavramından
büyük farklılıklar taşımaktadır. Realistlerin hegemonyayı sadece bir baskınlık-
dominant olma hali olarak ele almalarını eleştiren Cox, dünya politikasını üretim
ilişkileri temelinde tarihsel materyalizm kavramını kullanarak, açıklamaya
çalışmaktadır.
Cox, tarihsel materyalizmin özellikle neorealizmi dört noktada düzelttiğini
düşünmektedir: Bunlardan birincisi, iki anlamda kullandığı diyalektik kavramıdır.
Diyalektiği, mantık düzeyi (level of logic) ve gerçek tarih düzeyi (level of real
history) olarak tanımladığını belirten Cox, mantık düzeyinin zıtlıkların keşfedilmesi
sayesinde gerçeği (truth) araştıran diyalog olarak açıklamaktadır. Gerçeğin sürekli
değişmesiyle, temsil edildiği düşünülen ve bu yeni duruma göre yeniden uyarlanan
gerçeğin sürekli kavramsal çatışma içinde olduğunu ileri süren Cox, gerçeğin aynı
zamanda, kendi içinde zıddını da barındırması ve sürekli değişimi nedeniyle, asla
tanımlanıcı bir form içinde bulunamayacağını iddia eder. İkincisinin ise yani gerçek

209
Cox, “Gramsci, Hegemony and International Relations”, s. 128.

54
tarih düzeyi kavramının Cox’a göre diyalektiğin her zaman için alternatif kalkınma
formlarını içerdiğini düşünmektedir. Çünkü sosyal tarafların çatışmasından yeni bir
potansiyel doğabilmekte ve bu yeni potansiyel, yeni bir sosyal ilişkiyi ortaya
çıkartabilmektedir.210 Cox, neorealizmin ve tarihsel materyalizmin çatışma fikrini
temel aldığını kabul etmektedir. Neorealizm, insan doğasının çatışmacı olduğundan
hareket etmekte ve çatışma, yapının aynı sonucu ürettiği bir durumu göstermektedir.
Diğer yandan Cox, tarihsel materyalizmin insan doğasının bu devam eden çatışma
ortamında sürekli yeniden üretimini açıklayabildiğini ve bu çatışmalardan yeni
sosyal ilişki modellerinin doğabileceğini ifade etmektedir. Böylece tarihsel
materyalizm, çatışmayı yapısal değişimin muhtemel sonucu olarak
211
nitelendirmektedir. Tarihsel materyalizmin ikinci düzeltme fonksiyonu Cox’a
göre, “en güçlü devletler arasındaki rekabetin yatay boyutuna gücün dikey bir
boyutunun eklemesidir… Bu boyut, dünya politik ekonomisinde, hinterland üzerinde
metropolün baskınlığını ve üstünlüğünü, çevre üzerinde merkezin gücünü”
göstermektedir.212
Üçüncü olarak Cox, tarihsel materyalizmin, devletin yanına sivil toplum
kavramını eklemesi sayesinde realist paradigmanın ufkunu genişlettiğini
düşünmektedir. Tarihsel materyalizm, “siyasi eylemin etik ve kültürel etkinliğini”
kabul ederek, sivil toplum kavramının önemine dikkat çekmekte iken, neorealizm,
sivil toplumun devletin bir politika belirlemesinde sadece kısıtlayıcı faktör olarak
ortaya çıkan bir parça olarak değerlendirmektedir.213
Dördüncü düzeltme ise tarihsel materyalizmin devlet-sivil toplum yapısı
çerçevesinde, üretim sürecine özel bir önem atfetmesiyle ilgilidir. Cox’a göre bir
toplumun zenginliği ve devletin gücünün temeli üretimdir. Tarihsel materyalizm ise
bu süreçte üretim üzerinde kontrol sağlayanlar ile üretim hedeflerini yerine getirenler
arasındaki güç ilişkilerini incelemektedir. Cox, neorealizmin üretim sürecini
tamamen es geçtiğini ve üretim ile güç ilişkilerinin ulusal çıkar kavramının içinde
değerlendirdiğini belirtmektedir. Halbuki, tarihsel materyalizmin üretim sürecine
duyarlı olmasının temel sebebi, bu alanda yaşanan bir değişimin devlet ve dünya

210
Cox, “Social Forces, States and World Orders”, s. 95.
211
İbid, s. 95.
212
İbid, s. 95-96.
213
İbid, s. 96.

55
düzeni gibi diğer alanları da etkilemesinin muhtemel olduğunu kabul etmesidir.214
Böylece Cox, tarihsel materyalizmi kullanarak, dünya politikasında hegemonyanın
nasıl oluştuğunu açıklamaya girişir.
Cox’un “tarihsel yapı” olarak açıkladığı kavram, belli bir zaman dönemi
içinde kolektif insan eylemleri ile kurulan yapıya işaret etmektedir.215 Cox, her hangi
bir dönemde ve yapıda üç kuvvet faktörünün etkileşim halinde bulunduğunu belirtir.
Bu kuvvet faktörleri, maddi kapasite, fikirler ve kurumlardır. Bunlar arasındaki ilişki,
tek taraflı olmayıp, karşılıklılık üzerine kuruludur.216 Maddi kapasite, “üretim ve yok
edici potansiyel” olarak tanımlanmaktadır. Cox, dinamik formlarında bu
kapasitelerin teknolojik ve örgütsel biçimde bulunduklarını, diğer durumlarda ise
doğal kaynaklar, sanayi, silahlanma gibi formlar şeklinde görülmekte olduğunu
söylemektedir.217 Diğer bir ifadeyle, maddi kapasite, o devletin tüm zenginlikleri
anlamındadır. Bu zenginlik, sadece görülebilen değil, aynı zamanda teknoloji
sayesinde dönüştürülebilen zenginliklerdir.
Cox, fikirlerin iki biçimde var olduğunu belirterek, bunların öznelerarası
anlamlar (intersubjectivity) ile kolektif imajlar olduğunu ifade etmektedir.
Öznelerarası anlamlar, insanlığın uzun dönemler boyunca varlığının maddi
koşullarına verilen insani ortak cevaplar tarafından sürekli olarak yeniden
üretilmektedir. Cox, örnek olarak devleti vermekte ve devletin tarihin belli bir
döneminin cevabı olan tarihsel bir tasarım olduğunu belirtmektedir.218 Bu
öznelerarası anlamların fiziksel bir karşılığı bulunmamaktadır ama insanoğlunun
kolektif tecrübeleri ile sanki bunlar fiziksel bir varlık olarak bulunuyormuş gibi
düşünülmesine yol açmaktadır. Fikirlerin ikinci biçimi, kolektif imajlardır. Kolektif
imajlar, farklı insan gruplarının sahip olduğu görüşler olup, güç ilişkilerinin doğası
ve meşruiyeti ile adaletin ve kamu yararının anlamı gibi konularda farklılıklar
göstermektedir. Bu nedenle, öznelerarası anlamlar ortak özellikler taşımalarına
rağmen, kolektif imajlar çeşitli ve birbiriyle rekabet halinde olan görüşleri işaret

214
İbid, s. 96-97.
215
Robert W. Cox, “Critical Political Economy”, Björn Hettne (der.), International Political
Economy: Understanding Global Disorder, London and New Jersey, Zed Books, 1995, s.33.
216
İbid, s.98.
217
Cox, “Social Forces, States and World Orders”, s.98.
218
Cox, “Critical Political Economy”, s.34.

56
etmektedir. Cox, ancak insanların kolektif imajlar konusundaki farklı görüşlerinin
alternatif modeller üretiminde etkili olabileceğini ileri sürmektedir.219
Cox’un kuvvet faktörleri bağlamında vurguladığı üçüncü kavram,
kurumsallaşmadır. Kurumsallaşma, “belli bir düzenin istikrarı ve devam ettirilmesi
için araç” olarak görülmektedir. Kurumlar, güç ilişkilerini yansıtmakta ve farklı
niteliklere sahip kolektif imajların bu güç ilişkileri ile uyumlu hale getirilmesini
sağlamayı amaçlamaktadır. Cox’a göre bu kurumlar, en sonunda, kendi hayatlarını
idame ettirmeye başlarlar. Kurumlar, aslında belli bir tarihsel yapının ürünü olmakla
beraber, yine de farklı fikirlerin ve maddi kapasitelerin gelişimini de etkilerler.220
Cox, kurumsallaşma ile hegemonya arasında yakın bir bağ olduğunu ve kurumların
güç kullanmayı en aza indirecek mekanizmalar oluşturduğunu ifade etmektedir.
Çünkü, aslında güçlü, zayıfı her zaman için yok edecek potansiyele sahiptir fakat
zayıfın güçlünün üstünlüğünü “meşru” olarak kabul etmesi halinde, güç kullanamaya
gerek kalmamaktadır.221 Kurumlar da gerçekte bu işlevi üstlenmektedirler. Diğer bir
ifadeyle, kurumlar kolektif imajları öznelerarası anlamlara çevirerek, belli bir
düzenin korunmasını ve istikrar içinde kalmasını sağlamaya çalışan aracı yapılar
olarak belirmektedirler. Öte yandan bu kurumlar, başka fikirlerin yani kolektif
imajların yeniden üretilebileceği alanlar haline de gelmeleri mümkündür.222
Kurumlar hegemonyanın oluşumunda çevre ülkelerinin elitlerini sisteme çekerek ve
karşı-hegemonik fikirlerin gelişmini engelleyerek olumlu rol oynamaktadırlar.223
Hegemonya, sadece kurumlar düzeyinde gerçekleşmemektedir. Cox, tarihsel
yapıların tarihsel bağlamda insan eyleminin sonucunda ortaya çıkan yapıları
yansıttığını belirtmekte ve bu yapıların üç düzeyde incelenmesinin gerektiğini ifade
etmektedir. Bu yapılar, üretim sürecinin sonucunda ortaya çıkan sosyal kuvvetler,
devlet-toplum kompleksinden çıkarılan devlet şekilleri ve dünya düzenleridir. Bu üç
düzey birbirleriyle yakından bağlantılıdır. Üretim sürecinde meydana gelen bir
değişiklik, yeni fikirlerle birlikte Cox’un tabiriyle “yeni sosyal kuvvetler” ortaya
çıkarmakta ve daha sonra bu durum devletlerin yapılarında değişime neden

219
Cox, “Social Forces, States and World Orders”, s. 98-99.
220
İbid, s. 99.
221
İbid, s. 99.
222
İbid, s. 99
223
Cox, “Gramsci, Hegemony and International Relations”, s. 62.

57
olmaktadır.224 Cox, şimdiye kadar oniki çeşit sosyal üretim ilişkisi modeli
bulunduğunu, bunların da farklı yönetim şekillerine denk geldiğini söylemektedir.225
Geçen yüzyıl açısından, bu yönetim şekilleri, liberal devlet formu, sonrasında refah
devleti ve ardından neo-liberal devlet formudur. Doğal olarak devletlerin
yapılarındaki bu değişim, dünya düzeninde de değişikliklere yol açmaktadır.226
Cox, hegemonyaların daha çok bir dizi sosyal ve ekonomik devrimler
yaşamış olan devletler tarafından kurulduğunu, bunun sebebi olarak bu yaşanan
devrimlerin sadece devletin içindeki ekonomik ve siyasi yapıları değiştirmediğini,
ayrıca bu yapı değişiklikleri ile birlikte, devletin kendisinin boyutlarını aşan bir
enerjinin doğmasından kaynaklandığını ileri sürmektedir.227 Böylece global
hegemonya, ilk olarak yaşanan ekonomik, siyasi ve sosyal devrimlerin etkisi ile
ortaya çıkan lider sınıfın önderliğinde içsel hegemonyasının gerçekleştirilmersinden
sonra dışarı doğru ilerleyerek oluşmaktadır.
Bugün teknolojide yaşanan değişimin boyutu üretim ilişkilerini
değiştirmektedir. Bu süreç içinde sınıraşan-ulusaşırı sosyal kuvvetlerin ortaya çıktığı,
devletin ise uluslararasılaştırıldığı görülmektedir. Buna bağlı olarak dünya düzeninin
de bir değişim içine girmekte olduğu kabul edilebilir. Fakat bu durum yeni bir
hegemonik gücün ortaya çıktığı anlamına gelmeyebilir. Hegemonik kriz durumunda
yeni bir hegemonik kültür oluşturma çabaları da eş zamanlı olarak başlamaktadır.
1970’lerdeki hegemonik krizin ardından, ABD, bugün yeniden kendisinin
önderliğinde yeni bir kültür üretmeye çalışmaktadır.
Cox, uluslararası ilişkilerde 1845 ile 1990 arasını dört döneme ayırmakta ve
bunların 1845-1875 ve 1945-1965 arası dönemin hegemonik, 1875-1945 arası ile
1965 sonrasından 1990’lara kadar uzanan dönemlerinin ise hegemonik olmayan bir
döneme işaret ettiğini savunmaktadır. Cox, 1845-1875 dönemini Britanya’nın
hegemonik dönemi olarak nitelendirmekte ve Britanya’nın başta ekonomik gücü
olmak üzere, ekonomik doktrinlerin (altın standardı ve serbest ticaret gibi) ve askeri
gücünün bunu desteklediğini belirtmektedir. 1875 ile 1945 arası dönemi hegemonik
olmayan bir dönem olarak nitelendiren Cox, bunun başlıca sebeplerinin Avrupa’da

224
Cox, “Social Forces, States and World Orders”, s. 100-101.
225
Cox, Production, Power and World Order, s. 32.
226
Bostanoğlu, Türkiye-ABD İlişkilerinin Politikası, s. 187.
227
Cox, “Gramsci, Hegemony and International Relations”, s. 61.

58
Britanya’ya karşı artan meydan okumalarla korumacılığın gelişmesine ve altın
standardının terk edilmesinin yanı sıra, Britanya’nın fikri üstünlüğünün ortadan
kalkmasına bağlamaktadır. 1945-1965 dönemi arası ise ABD’nin, Britanya’nın
hegemonik güç olduğu döneme benzer bir şekilde hegemonik güç olarak ortaya
çıktığını kabul etmekte, fakat daha karmaşık hale gelmiş olan dünya ekonomisinde
kurumlar ve doktrinlerin bazı farklılıklar taşıdığını belirtmektedir. Cox, 1965’den
sonra gerek altın-dolar standardının terk edilmesi, gerekse Vietnam savaşı ABD’nin
bu hegemonik gücünü azalttığını ifade ederek, daha sonra, ABD’nin hegemonyasını
yeniden inşaya yönelik olarak adımlar attığını ileri sürmektedir.228
Giovanni Arrighi ise tarih boyunca 3 hegemonun varlığından söz etmektedir.
Arrighi, Hollanda, Britanya ve ABD’nin sırasıyla 17. yüzyıldan günümüze kadar
hegemon olarak tarih sahnesinde rol oynadıklarını ileri sürmektedir. Dünya
sistemleri teorisyenlerinden olan Arrighi çalışmalarında kapitalizmin Wallerstein’in
modern dünya sistemleri ile bağlantısı üzerinde durmaktadır. Bugünkü dünya
sisteminin Avrupa’da 16. yüzyılda kapitalizmin gelişmesiyle ortaya çıktığını savunan
Wallerstein, modern dünyayı anlamanın yolunun kapitalizmin “değişim ilişkileri”
çerçevesinde anlaşılmasından geçtiğini ifade etmektedir.229 Arrighi’ye göre modern
dünya sisteminin gelişimi “kapitalizmin dünya ölçeğinde bir birikim sistemi olarak
gelişmesi ile doğrudan bağlantılıdır.”230
Arrighi, modern dünya sisteminin kapitalist “hegemonyacı devletler”
tarafından geliştirildiğini ve yönetildiğini iddia etmektedir. Siyasi ve idari sistem
açısından en gelişmiş devlet olan Çin’in dünya siyasetine yön vermediğini ifade eden
Arrighi, bunun sadece kapitalizmin merkezi Avrupa’da mümkün olabildiğini
vurgulamaktadır.231
Cox, günümüzde hegemonyanın sürekliliği için kullandığı mekanizmalardan
birinin uluslararası örgütler olduğunu ifade etmektedir. Çünkü uluslararası örgütler,
hegemonik dünya düzeninin oluşturulmasında kuralların benimsenmesi ve dünya
düzeni normlarının meşru olarak nitelendirilmesini sağlamakta; çevre ülkelerinin
elitlerinin bunları benimsemelerini sağlayarak uyumlaştırmakta; karşı hegemonik

228
İbid, s. 60-61.
229
Atila Eralp, “Sistem”, Atila Eralp (der.), Devlet ve Ötesi: Uluslararası İlişkilerde Temel
Kavramlar, İstanbul, İletişim Yayıncılık, 2005, s. 144.
230
Giovanni Arrighi, Uzun Yirminci Yüzyıl, Ankara, İmge Kitabevi, 2000, s. 63.
231
İbid, s. 64.

59
güçlerin düşüncelerini emmekte; ve böylece kendileri de hegemonik dünya düzeninin
bir parçası haline gelmektedirler.232 Uluslararası örgütlerin ve bunların kurallarının
hegemonik devlet tarafından belirlendiğini ileri süren Cox, diğer devletlerin de bunu
kural olarak kabul etmesi gerektiğini söylemekte ve diğer devletlerin en azından
görüşüne başvurulduğunu ifade etmektedir. Böylece hegemon bu ikincil devletlerin
rızasını almakta ve daha sonra da bu devletlerin uluslararası platformlarda desteğini
elde etmektedir. Özellikle IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası örgütlerin
rollerine dikkat çeken Cox, bu tür örgütler aracılığıyla, hegemonyanın kendi
ekonomik doktrinlerini ast konumundaki devletlere yaygınlaştırdığını ileri
sürmektedir. Devletin uluslararasılaşması, aynı zamanda, Cox’a göre üretimin ve
finansın uluslararasılaşması ile birlikte gitmektedir. Uluslararası üretim, günümüzde
doğrudan yatırım adı altında sermaye hareketleri ile birlikte hareket etmektedir.
Doğrudan yatırım kavramı, sanayi kapitalinin finans kapitali üzerinde hakim
olduğunu ima etmesine rağmen, Cox’a göre durum aslında böyle değildir. Özellikle
1970’lerden itibaren, finans kapitalin “snıraşan bankalar” aracılığıyla eski “rantiyeci
emperyalist” şeklinde çevre ülkelerine krediler sağlayarak geri döndüğünü
savunmaktadır.233
Dünya genelinde bilhassa Amerika kıtası, Avrupa ve Japonya’da üretimin ve
finansın uluslararasılaşması sonucunda devletin uluslararasılaşması sürecinin Cox,
Pijl, Robinson ve Gill tarafından sınıraşan bir sınıfın ortaya çıkmasına imkan
verdiğini iddia etmelerine yol açmaktadır.234 Ulusal sınıflar, örneğin ekonomide
korumacılığı savunurlarken, bu yeni ortaya çıkmakta olan sınıf ise ticaret ve kapitalin
önündeki bütün engellerin kaldırılmasını talep etmekte ve devletleri bu şekilde
yönlendirmektedir. Cox, bu durumun farkındadır ve bu uluslararası kapitalin
önderliğinde gelişen grubun, nüfusun 1/3’ünün yoksul olduğu bir dünyada
hegemonyasını kurmasının problematik olduğunu kabul etmektedir. Fakat siyasiler,
ekonomistler, bürokratlar ve şirketlerin sahipleri ile üst düzey yöneticilerinden

232
İbid, s. 62.
233
Cox, “Social Forces, States and World Orders”, s. 109-111.
234
İbid, s. 109-111; Stephen Gill, American Hegemony and Trilateral Commission, Cambridge,
Cambridge University Press, 1990; Kees van der Pijl, The Making of an Atlantic Ruling Class,
London, Verso, 1984, s. 1-34; Kees van der Pijl, “Restructuring the Atlantic Ruling Class in the 1970s
and 1980s”, Stephen Gill (der.), Atlantic Relations: Beyond the Reagan Era, New York, St.
Martin’s Press, 1989; William I. Robinson, A Theory of Global Capitalism: Production, Class, and
State in a Transnational World, Baltimore, The Johns Hopkins University Press, 2004.

60
oluşturulmaya çalışılan bu yeni tarihsel blok, işçileri ve yoksulları dışlayarak dünya
siyasetine ve ekonomisine yön vermeye çalışmaktadır.
Yukarıda belirtildiği üzere, yeni hegemonik kültürün sınıraşan tarihsel blok
etrafında yeniden oluşturulmaya çalışıldığı savı tartışılması gereken yeni bir duruma
işaret etmektedir. Eleştirel teori çerçevesinde Cox’un üç kuvvet potansiyeli ve
Strange’in yapısal gücü bağlamında incelenilmesi sonucunda ABD’nin gerilediğine
ilişkin bir görüş belirmemektedir. ABD’nin maddi gücü konusunda çok büyük
boyutlarda bir gerileme yaşanmamaktadır. 1980’lerin ortalarından itibaren ABD’nin
cari açığı gittikçe büyüme eğilimine girmiştir. 2004’de dış ticaret açığı 600 milyar
ABD Dolarını geçmiş ve toplam cari açık yine aynı yıl 1.3 trilyon ABD Doları
civarında gerçekleşmiştir.235 Buna rağmen dünyanın en büyük ekonomisi niteliğine
sahip olan ABD, dünya ticaretinin ve finansının merkezi olmaya devam
etmektedir.236 Immanuel Wallerstein, ABD’nin maddi gücünde bir gerileme
olduğunu belirtmekle birlikte, bunun hâlâ sonuçlanmadığını ve ABD’nin maddi
gücünün önemli bir boyut oluşturduğunu kabul etmektedir.237 Amerikan ekonomi
dergisi Forbes’in 2000’de dünyanın en büyük iki bin şirketini listelediği
çalışmasında ilk on şirket arasında yedi ABD şirketi, iki bin şirket arasında ise
altıyüz yetmiş beş ABD şirketi bulunmaktadır. İlk on içinde yer alan yedi ABD
şirketinin beş tanesi doğrudan finans alanında faaliyet göstermektedir. Bu kapsamda
New York dünyanın finansal merkezi olma niteliğini korumaktadır.238 Sonuç olarak
ABD’nin maddi gücünde nispî bir gerileme olduğu genel olarak kabul edilmesine
karşın, bu nispî gerileme, ABD’nin dünya üzerinde kontrolü elinden kaçırmasına yol
açacak boyutlarda olmadığı, hatta bu yapıyı devam ettirecek bir şekilde yeniden
yapılanmaya başladığı ileri sürülebilir.239

235
Osman Ulagay, “Dolar Depremi Yakın Mı?”, Milliyet, Http://www.milliyet.com.tr/2005/03/14/
yazar/ulagay.html, (Erişim Tarihi: 14 Mart 2005).
236
Gill and Law, The Global Political Economy, s. 341-345.
237
Immanuel Wallerstein, Amerikan Gücünün Gerileyişi: Kaotik Bir Dünyada ABD (Çev. Tuncay
Birkan), İstanbul, Metis Yayınları, 2004, s. 11-12.
238
Saskia Sassen, “Global Financial Centers”, Foreign Affairs, Vol:78, No:1, January-February
1999, s. 75-76. Sassen, Japonya’nın elinde 10 trilyon ABD Doları bono, mevduat ve sigorta fonu
bulunmasına rağmen New York ile Londra’nın dünyanın mali piyasaları açısından birinci ligini,
Frankfurt’un ikinci ligini, Tokyo ile Hong Kong’un ise üçüncü ligini oluşturduğunu ifade etmektedir.
239
Örneğin Japonya elinde bulundurduğu 840 milyar ABD Doları döviz rezervinin 720 milyar ABD
Dolarını ABD hazine bonosunda tutmaktadır. Böylece Japonya’nın bu büyük maddi gücü, ABD’nin
doları ile bağlantılı hale gelmekte ve Japonya'nın manevra imkanı sınırlanmaktadır.
Http://www.milliyet.com.tr/2005/03/14/yazar/ulagay.html, (Erişim Tarihi: 14 Mart 2005).

61
Bir başka durum ise ABD hegemonyasının kurmuş olduğu kurumlar ve
fikirlerde de bir devamlılığın bulunduğuna ilişkin görüştür. ABD’nin 1970’lerde
karşılaştığı ve neoliberal politikalar ile gayri-resmi platformlar aracılığıyla yeniden
oluşturma sürecine girdiği hegemonik kültür, ABD hegemonyasının yeniden
üretilmesine imkan tanımaktadır. II. Dünya Savaşı sonrası kurulan NATO, BM ve
BM’nin uzmanlık kuruluşları IMF, Dünya Bankası, UNDP ve UNCTAD gibi
kurumlar halen dünyanın gündemini belirlemeye devam etmektedir.240 Bunların
dışında 1970’lerde yaşanan krize paralel olarak kurulan G-7/G-8, Trilateral
Commission ve Pinay Circle gibi resmi ve gayri-resmi platformlar da işlevlerini
sürdürmektedir.241 ABD’nin temel değerleri olan “demokrasi”, “serbest piyasa” ve
“özgürlüğe saygı” konuları da dünya siyasetindeki belirleyici konumlarını
korumaktadır.242 Bilhassa demokrasi ve serbest piyasa, hâlâ günümüz dünyasının
sihirli kelimeleri olmayı sürdürmektedir. Zikredilen sebeplerden dolayı, günümüz
ABD’sinin hegemonik kültürüne karşı çeşitli düzeylerde eleştiriler getirilmiş olmakla
birlikte ABD hegemonyası dünya siyasetinde, ekonomisinde ve kültüründe ağırlığını
korumakta olduğu ileri sürülebilir.

4. Eleştirel Teori ve Alt-Hegemonya


Günümüz uluslararası ilişkilerinde önemli referans noktalarından biri olan eleştirel
teori, dünya politikasını açıklamada Gramşici hegemonya teorisine başvurmaktadır.
Gramşici hegemonya teorisinde de ideoloji ön plana çıkmakta ve bu ideolojinin
kitleler tarafından benimsenmesinin belirleyici nitelikte olduğu savunulmaktadır.
Dolayısıyla Gramsci, yöneten sınıfın kitlelerin onayını almadan meşruiyetini
kazanamayacağını ve böyle bir durumun iktidarın meşruiyetinin sorgulanmasına yol
açacağını düşünmektedir. Bu nedenle, iktidarın kitleleri sadece güç kullanarak değil,
aynı zamanda rızayla yönetmesi durumunda içsel hegemonyayı kurabileceğini ileri
sürmektedir. Bu durumda rızanın alınması süreci ideolojik faktörlere ağırlık
verilmesini gerektirmektedir. Böylece Gramsci’nin hegemonya teorisinde maddi
değerlerin yanı sıra kültürel değerlerin belirleyici olduğu savlanmaktadır.

240
Arrighi, Uzun Yirminci Yüzyıl, s. 119; Gill and Law, The Global Political Economy, s. 341-345.
241
Van der Pijl, “The Second Glorious Revolution”, s. 120.
242
William Kristol and Robert Kagan, “Toward a Neo-Reaganite Foreign Policy”, Foreign Affairs,
Vol:75, No:4, July-August 1996, s. 27.

62
Eleştirel teori çerçevesinde ABD, bahsedilen hegemonya tanımına uyan
yegâne devlet olarak belirmekte ve dünya düzeyinde ABD’nin hegemon pozisyonuna
gerek ekonomik politika gerekse kültürel politika açısından bir alternatifsizlik dikkati
çekmektedir. Bu durum uluslararası ilişkilerde ABD’nin dünya politikasındaki başat
konumu karşısındaki diğer aktörlerin sorgulanmasını gerektirmektedir. Bu açıdan
bakış açıları farklı olsa da gerek realist paradigmada gerekse eleştirel teori
çerçevesinde ABD’nin alternatifi olarak gösterilen Japonya, Almanya, Fransa,
Rusya, Çin ve Hindistan’ın ABD karşısındaki yerinin ne olduğu uluslararası ilişkiler
açısından önem kazanmaktadır. Peki bu devletleri dünya politikası açısından nasıl ele
almak gerekmektedir? Bu devletler, ABD’ye gerçekten bir alternatif oluşturabilirler
mi? Eleştirel teori açısından hangi devletler hegemonya alternatifi üretebilecek
konumdadırlar? Uluslararası ilişkilere sadece devletler temelinde yaklaşılmalı mıdır?
Uluslararası ilişkilerde devlet dışındaki diğer aktörlerin rolleri nelerdir? Söz konusu
devletlerin hegemon güç olan ABD ile olan ilişkisini nasıl değerlendirmek
gerekmektedir? Bu ilişki, sadece bir sistem desteği bağlamında değerlendirilmeli
midir yoksa daha fazla kompleks bir ilişkiler ağını mı işaret etmektedir? Bu devletler,
hegemonik gücün oluşturduğu düzen içerisinde hareket mi etmektedirler? Alt-
hegemonların birbirleriyle ortak ve farklı özellikleri nelerdir? ABD, alt-hegemonlarla
Gramşici anlamda nasıl bir “tarihsel blok” geliştirmektedir? Bu “tarihsel blok”un
oluşturulmasında alt-hegemonların hangi kesimi veya kesimleri ile işbirliği içinde
hareket etmektedir? Global hegemon ile alt-hegemon arasındaki ilişki çerçevesinde,
alt-hegemon nereye kadar ilişkileri etkilemektedir?
Uluslararası ilişkiler disiplininin günümüzde bir çok aktörü içine alacak
şekilde genişlediği gözlemlenmektedir. Uzun zaman için uluslararası ilişkiler
alanında tek aktör olan devletler, artık başka aktörleri de dikkate almak durumunda
kalmaktadır. Bunlar arasında, sınıraşan şirketler, etnik, dinsel, mezhepsel, sınıfsal
dilsel veya kültürel alt-gruplar ile sınıraşan sınıflar gibi bir çok farklı aktör artık
uluslararası ilişkilerde kapsamında değerlendirildiği görülmektedir. Uluslararası
ilişkilerde aktörlerin sadece devletler bağlamında düşünülmemesi gerektiği artık
realist paradigma tarafından da kabul görmektedir. Bu çerçevede, realist paradigma
bağlamında bir ülke içindeki bürokrasi, sivil toplum ve sınıfların yanı sıra,
uluslararası alanda faaliyet gösteren şirketler ile uluslararası toplum örgütlerinin

63
(global society organisations) uluslararası ilişkilerin bir parçası olduğu kabul
edilmektedir.243
Bu çalışmada da dünya politikasında rol oynayan diğer unsurların (sınıraşan
sınıf, küreselleşme karşıtlarının oluşturduğu ittifak, uluslararası ve supranasyonel
örgütler, sınıraşan şirketler vb.) önemi ve etkinliği kabul edilmekle beraber devlet
kavramı üzerinde daha fazla durulmaktadır. Böyle bir yaklaşım, realist paradigmaya
yakın olmakla birlikte, devlet kavramı realist paradigmada kullanıldığı anlamdan
farklı bir şekilde ele alınmaktadır. Çalışma, realist teorisyenlerin monolitik bir yapı
olarak gördükleri devleti eleştirel teori ve konstrüktivist yaklaşımın benimsediği
şekilde değerlendirmekte ve Wendt’in ileri sürdüğü gibi devletin sosyal olarak inşa
edilen bir yapı-aktör olarak ele almaktadır. Devlet kavramı, Gramşici anlamda sivil
toplum ve siyasi toplumun toplamından oluşmaktadır. Siyasi toplum, devletin
organlarının yanı sıra düzen ve güvenlik kavramlarını yansıtırken, sivil toplum,
şirketler, siyasi partiler, eğitim, medya, sendikalar, kiliseler gibi “özel” alan
kurumlarından oluşmaktadır. Bu nedenle, Gramşici devlet sınıraşan şirketler ve
sınıflar da dahil olmak üzere, geniş bir grubu kapsayan bir anlam yüklenmektedir.244
Burada devlet, uluslararası ilişkilerin temel aktörü olmaya devam etmektedir.
Konstrüktivizmin öncülü olan Wendt ile eleştirel teoriyi benimseyen Agnew ve
Corbridge gibi akademisyenler de devleti realist teoriden farklı bir şekilde
tanımlamakta ve nitelendirmektedirler. Wendt, tarihsel ve sosyal bir üretim olarak
gördüğü devleti uluslararası ilişkilerin temellerinden biri olarak
nitelendirmektedir.245 Diğer yandan Agnew ve Corbridge, Wendt’in devleti sosyal
olarak inşa edilmiş bir varlık olarak görmesini kabul ettiklerini belirtmekteler ve
devletin doğal olarak oluşturulmayıp entelektüel açıdan üretildiğini ifade
etmektedirler.246 Ayrıca sözkonusu akademisyenler, günümüzdeki devlet kavramının
tanımına da karşı çıkmakta ve devlet tanımına Gramşici bakış açısıyla yeni bir tanım
getirmektedirler. Onlara göre devlet, günümüz dünya politikasında sadece topraksal

243
Aydın, “Uluslararası İlişkilerin ‘Gerçekçi’ Teorisi”, s. 40.
244
Stephen Gill, “Theorizing the Interregnum: The Double Movement and Global Politics in the
1990s”, Björn Hettne (der.), International Political Economy: Understanding Global Order,
London and New Jersey, Zed Books, 1995 s. 85.
245
Alexander Wendt, Social Theory of International Politics, Cambridge, Cambridge University
Press, 1999, s. 10.
246
John Agnew and Stuart Corbridge, Mastering Space: Hegemony, Territory, and International
Political Economy, London and New York, Routledge, 1995, s. 5.

64
bağlamda düşünülemez. Çünkü devlet, artık üretim, bilgi ve iletişimin sınıraşan
niteliklere sahip olması nedeniyle esaslı bir değişim geçirmekte, yeni özelliklerle
donanmakta ve aslında güçlenmektedir.247 Agnew ve Corbridge, bu duruma örnek
olarak global ekonomi ölçeğinde önemli bir yere sahip olan ve bir sınır içerisinde
hareket eden ABD ekonomisinin başarısız olduğunu ancak ABD’nin sınırları dışında
faaliyet gösteren Amerikan şirketlerinin başarılı ve kârlı bir şekilde faaliyetlerini
devam ettirdiğini belirtmektedirler.248 Agnew ve Corbridge, bu durumu ABD
ekonomisinin etkinliğinin global düzeyde devam etmesinin bir göstergesi şeklinde
değerlendirmektedirler. Böylece ABD, coğrafik bağlamdan farklı bir yapı içinde
algılanmakta ve global bağlam içinde değerlendirilmektedir. Bu şekilde devlet tanımı
sadece coğrafik bağlam ile sınırlandırılamamakta ve ekonomik, siyasi ve kültürel
açıdan daha geniş bir perspektif içinde yorumlanmaktadır. Bu çerçevede devlet,
sadece belli bir toprak parçası içinde sıkışan bir varlık olarak değerlendirilmekten
ziyade, global düzeyde çeşitli araçların vasıtasıyla geniş bir manevra kabiliyetine
erişen ve fikirsel düzeyde de bu durumu destekleyecek bir yapıya sahip varlık olarak
ele alınmaktadır.
Gerek realist gerekse eleştirel teori içerisinde alt-hegemonya kavramına
rastlanmamaktadır. Realist paradigma kapsamında hegemonya teorilerini geliştiren
Gilpin ve Keohane gibi akademisyenlerin alt-hegemonya kavramına şimdiye kadar
atıfta bulunmadıkları görülmektedir. Gerçekte, sözkonusu akademisyenlerin
kaygıları daha çok ABD’nin üstünlüğünün devamının sağlanmasıdır. Diğer yandan
realist paradigmada yer alan yazarların aynı anlama gelmeyen fakat alt-hegemonya
ile bağlantılandırılabilecek “bölgesel güç” gibi kavramları kullandıkları ve bu
kavrama özellikle Soğuk Savaş sonrasında çok sık atıfta bulundukları
249
gözlemlenmektedir.
Daha önce bölgesel politikalar bağlamında çalışmalar olduğu bilinmekteyse
de, Soğuk Savaş sonrasında realist paradigma çerçevesinde çalışma yapan
akademisyenlerin bölgesel çalışmalara daha fazla ağırlık verdikleri görülmektedir.

247
Linda Weiss, “Globalization and the Myth of the Powerless State”, New Left Review, No: 225,
September-October 1997, s. 3.
248
Agnew and Corbridge, Mastering Space, s. 9.
249
Faruk Sönmezoğlu, “Sunuş”, Sabahattin Şen (der.), Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye, 2. Basım,
İstanbul, Bağlam Yayınları, 1992, s.12; Beril Dedeoğlu, “Değişen Uluslararası Sistemde Türkiye-
ABD İlişkilerinin Türkiye-AB İlişkilerine Etkileri”, Faruk Sönmezoğlu (der.), Türk Dış Politikasının
Analizi, 2. Basım, İstanbul, Der Yayınları, 2001, s. 228.

65
Örneğin, realist paradigma çerçevesinde Türkiye’nin Kafkasya, Balkanlar ve
Ortadoğu için bölgesel güç olarak belirdiğini bu tür çalışmalarda ifade edilmektedir.
Diğer bir örnek ise Orta Asya bölgesine ilişkindir. Bu çalışmalar, Rusya
Federasyonu, Türkiye ile İran’ın Orta Asya bölgesinde önemli bölgesel güçler olarak
ortaya çıktığına işaret etmektedir.250 Bu çalışmalarda, daha çok tarihi, etnik, dilsel ve
dinsel ortaklıklara vurgu yapılmakta ve bu ortaklıklardan bahisle ileride sözkonusu
bölgesel güçlerin bölgede oynayacakları siyasi ve iktisadi roller ön plana
çıkarılmaktadır. Fakat daha önceki bölümlerde işaret edildiği gibi, tarihsel analizler
yapılsa bile, realistlerin çalışmalarında daha çok üzerinde durulan konuların bölgesel
bağlamda “materyal yeterliklerin” karşılaştırması olduğu söylenmelidir. Bu nedenle,
sözkonusu çalışmalarda bölgesel güç kavramı, eleştirel teori çerçevesinde kullanılan
alt-hegemonya kavramını karşılamamaktadır. Ayrıca realist paradigma kapsamında
maddi yeterlilikler konusunun ele alınması, sadece alt-hegemon kavramının bir
boyutunun dikkate alındığını ortaya koymaktadır. Eleştirel teori temel alındığı
zaman, fikirler ve kurumlar gibi iki önemli kategorinin söz konusu incelemelerde
kullanılması zorunlu hale gelmektedir. Cox ise Japonya’yı ele aldığı
Middlepowermanship, Japan, and Future World Order başlıklı makalesinde
Japonya'nın bir “orta (ölçekli) güç” olarak ele alınabileneceğini ileri sürmektedir.
Cox bu görüşünü Kanada’nın uluslararası politikadaki yeri için kullanıldığını
belirterek, bu kavramın Japonya’ya uygulanabileceğini ileri sürmektedir. Diğer
yandan orta (ölçekli) güç doğrudan realist paradigmanın kullandığı süper güç, zayıf
güç gibi bir kavramı akla getirmektedir. Ayrıca bu kavram yine materyal
yeterliklerin bir karşılaştırılması sonucunda bir devletin uluslararası politikadaki
yerini belirleyen bir durum olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle orta güç kavramı
sadece maddi kuvvetleri akla getiren bir kavram olarak belirmektedir. Cox’un bu
kavramı kullanması kendisiyle çelişkiye düşmesi anlamına gelmektedir. Bundan

250
Louise Fawcett, “A Comparative History of Regionalism”, International Affairs, Vol: 80, No: 3
May 2004; Andrew Hurrell, “Explaining the Resurgence of Regionalism in World Politics”, Review
of International Studies, Vol:21, No: 4, 1995; Bu konuda yeni bir tartışma başlatan Raimo
Vayrynen, “Regionalism: Old and New”, International Studies Review, Vol: 5, No:1, March 2003;
Larry A. Swatuk and Timothy M. Shaw (derl.) The South at the End of the Twentieth Century:
Rethinking the Political Economy of Foreign Policy in Africa, Asia, the Caribbean and Latin
America, New York, St. Martin’s Press, 1994; Mustafa Aydın (der.), Küresel Politikada Orta Asya:
Avrasya Üçlemesi I, Ankara, Nobel Yayın Dağıtım, 2005.

66
dolayı kültürel etki yaratabilme kapasitesine sahip Japonya ve Almanya için alt-
hegemon kavramının benimsenmesinin yararlı olduğu düşünülmektedir.251
Cox’un belirttiği tarihsel yapıların oluşumu çerçevesinde potansiyeller -
kuvvet kategorileri incelendiğinde, günümüz dünya politikasında hegemonik veya
hegemonik olmayan yapılara rastlanmaktadır. Diğer yandan bir çok akademisyen ve
yazarın uluslararası politikanın artık “imparatorluk”a dönüştüğünü ileri sürmesine
rağmen,252 günümüz dünya politikasında hegemonik yapı oluşturmaya yönelik
faaliyetlerin devam ettiği görülmektedir. Gramsci’nin hegemonya teorisi kuvvete
başvurmayı asla imkansız görmemektedir. Hegemonyanın tesis edilmesinden önce
veya sonra, gerektiğinde zora başvurmanın hegemonik gücün meşruiyetine halel
getirmeyeceği Gramsci’nin hegemonya teorisinde yer bulmaktadır.253 Zora başvurma
sadece “manevra savaşı” durumunda ancak belli bir süre için geçerliliğini koruyabilir
fakat Gramsci’nin kullandığı anlamda bir hegemonyanın güce başvurması kısa
dönem için sorun yaratması ihtimali olmasına karşın hâlâ öznelerarası anlamları
üretmesi ve sürekliliğini sağlaması sayesinde hegemonun en büyük gücünü
oluşturmaktadır. Ayrıca ekonominin uluslararası ve sınıraşan bir niteliğe sahip
olması ile ortaya çıkmakta olan “tarihsel blok” karşısında alternatif bir grup
bulunmamaktadır.
Alt-hegemonya kavramı, günümüz dünya politikasında tarihsel bir yapıya
işaret etmektedir. Bu tarihsel yapının, Cox’un da belirttiği gibi, belli “kuvvetlerin”
veya potansiyellerin etkileşiminden doğduğu ileri sürülebilir. Fakat böyle bir yapının
gelişmiş olması, sonucu otomatik olarak garanti etmemektedir. “Bireyler ve gruplar”

251
Robert Cox, “Middlepowermanship, Japan, and Future World Order”, Robert W. Cox,
Approaches to World Order, Cambridge, Melbourne, Cambridge University Press, 1996, s. 241-
275.
252
ABD’nin hegemonyadan imparatorluğa yöneldiğini savunan gerek Türkiye’de gerekse Avrupa’da
çok sayıda kitabın özellikle 2003 yılında başlayan Irak işgalinin ardından yayınladığı görülmektedir.
Bunlardan sadece birkaçı şunlardır: Michael Cox, “Empire by Denial”, International Affaris, Vol:81,
No:1, January 2005; Michael Cox, “Empire, Imperialism and the Bush Doctrine”, Review of
International Studies, Vol:30, No:4, 2004; Michael Hardt ve Antonio Negri, İmparatorluk, (Çev.
Abdullah Yılmaz), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2001; Michael Parenti, İmparatorluğa Hayır:
ABD’nin Küresel Hegemonyasının İçyüzü, (Çev. Serpil Demirci-İbrahim Yıldız), Ankara, Ütopya
Yayınları, 2002, Emmanuel Todd, İmparatorluktan Sonra: Amerikan Sisteminin Çöküşü, (Çev.
Gülser Çetin), Ankara, Dost Kitabevi, 2004, Toktamış Ateş (der.), Kartal’ın Kanat Sesleri: ABD Dış
Politikasında Yeni Yönelimler ve Dünya, Ankara, Ümit Yayıncılık, 2004, Gökçek Özgür, Mustafa
Erdem Sakınç, Amerika: Rüya Mı? Kabus Mu?: Yankee İmparatorluğu, Ankara: Ütopya
Yayınları, 2001.
253
Buci-Glucksmann, Gramsci and the State, s.97-109; Perry Anderson, “Force and Consent”, New
Left Review, 17, September-October 2002.

67
bu yapının oluşumunda ve dönüşümünde belirleyici bir role sahiptirler ve bu yapıya
karşı direnebilirler. Böylece oluşan bu yapının sürekli bir devinim içerisinde hareket
ettiği varsayılmaktadır.254
Bu noktada eleştirel teori çerçevesinde alt-hegemonya kavramının
geliştirilmesinin tarihsel bağlamda dünya politikasının daha iyi anlaşılması için kilit
rol oynayacağı düşünülmektedir. Alt-hegemonya günümüz dünya politikasındaki
yeni bir durumu göstermektedir. Daha önce tarihte böyle bir durumun vuku
bulduğuna dair bir işaret yoktur. Bu bağlamda, alt-hegemon, global hegemona
meydan okumayan, uluslararası alanda bir çok konuda global hegemon ile birlikte
hareket eden, global hegemon ile aralarında ekonomik, siyasi, kültürel gibi bir çok
konunun yanı sıra gerek resmi gerekse gayri resmi örgütler ve platformlar (G-7/G-8,
BM, NATO, OECD, Trilateral Commission, Mont Pelerin, Dünya Ekonomi Forumu
vb.) aracılığıyla karmaşık bir ilişki ağı oluşturan yapı olarak tanımlanabilir. Global
hegemon ile alt-hegemon arasındaki ilişki zaman zaman gerginliklerden muaf
değildir. Bu tanıma ek olarak, alt-hegemon, maddi yeterliklerinin yanı sıra fikirsel ve
kurumsal düzeyde kültürel bir etki yaratabilecek bir kapasiteye sahiptir. Bu kültürel
etkisini alt-hegemonya dolayımlı olarak bölgelerindeki diğer yapılara yayma imkanı
bulunan yapılardır. Bu kültürü ise alt-hegemonya coğrafi alanda kurduğu karmaşık
ilişki ağları veya oluşturmaya çalıştığı tarihsel blok ile güçlendirmeye çalışmaktadır.
Bu sayede alt-hegemonyalar uluslararası düzeyde olmasa bile bölgesel düzeyde
öznelerarası anlamlar yaratan oluşum olarak belirmektedir. Toplumsal kuvvetler
hegemonik kültür yaratma kapasitelerine sahiptirler. Bununla birlikte uluslararası
politikada bugün sadece Gramşici anlamda devletlerin böyle bir kültürü
yaygınlaştırma imkanına sahip yapılardır.
Bugünkü dünya politikası ise kendine has özellikler taşımaktadır. Her şeyden
önce, günümüz dünyası Gramşici anlamda ABD hegemonyasının ikinci dönemini
oluşturmaya yönelik girişimlerle karşı karşıyadır. ABD’nin birinci hegemonya
dönemi kapandıktan (1945-1970) sonra 1980’de özellikle Ronald Reagan’ın iktidara
gelmesi ile birlikte başlayan ve daha çok yeni bir ekonomik düzen kurmayı
amaçlayan dönem ile bugün özellikle George W. Bush’un 2000’de iktidara

254
Robert W. Cox, “Social Forces, States, and World Orders”, s. 97-98.

68
gelmesiyle siyasi ve uluslararası politikaları ile doruk noktasına çıkan bu neoliberal
dönemde hegemonik kültür oluşturmaya yönelik çabalar devam etmektedir.
İkinci olarak ABD, dünya politikasında alternatifsiz bir konumdadır.
ABD’nin bu hegemonyasına karşı en ciddi tehdit İslam dünyasından ve onun
temsilcisi olduğunu ileri sürdüğü bir terör örgütünden gelmektedir. Buna ilaveten,
Dünya Sosyal Forumu gibi girişimler, yeni hegemonik kültüre karşı bir duruş
sergilemek üzere bir araya gelen örgütlenmeler olarak ortaya çıkmaktadır. Gramşici
anlamda yeni bir kültür yaratma konusunda çok yeni olan bu girişimlerin, milliyetçi,
anarşist, feminist ve eşcinsellik gibi bir çok farklı görüşü temsil ettiği ve şu aşamada
çok zayıf kaldığı görülmektedir.255 Küba, İran, Kuzey Kore ve yakın bir zamana
kadar Libya gibi devletler bu hegemonyaya karşı eleştirilerini dile getirmektedir.
Daha sonra bu gruba, Latin Amerika ülkelerinin bir çoğunun eklendiği
görülmektedir. Fakat bu devletlerin ekonomik, siyasi açıdan zayıf oluşları, ideolojik
farklılıklara sahip olmaları, alternatif bir dünya görüşü yaratmaktan uzak olduklarını
göstermektedir. Sadece eleştirel teori açısından değil, realist paradigma bağlamında
bile bu devletlerin ciddi bir alternatif üretme imkanları olmadığı kabul edilmektedir.
Günümüz dünya politikasında alternatif olarak kastedilen devletler ile
ABD’nin ilişkisi de incelenmesi gereken bir diğer unsuru oluşturmaktadır. Bu
alternatif devletler, ABD ile ekonomik, kültürel, askeri ve siyasi ilişkilerinin
sonucunda karmaşık bir ilişkiler ağı içinde hareket etmektedirler. Bu karmaşık
ilişkiler ağı sonucunda oluşan yapı/durum devletleri sarmalayan bir örümcek ağını
andırmaktadır. Burada Hegel’in “efendi-köle” diyalektiğine ve dolayısıyla bilinç
kavramına atıfta bulunmak gerekmektedir. Hegel’e göre her şey, aslında özgürlük ile
ilintilidir. Bilinç, özgürlüğün yansımasıdır. Eğer birey özgürse, o zaman bilinçlidir.
Ya da tam tersi geçerlidir. Hegel “Fenomoloji” adlı kitabında, bilincin oluşundan söz
ederken, köle-efendi diyalektiğine özel bir önem atfetmektedir. Ona göre insan, insan
olduğunun bilincine sahip olmadan önce zorunlu olarak ya köle ya da efendidir.256
Efendi, köleyle ilişkisinde, başlangıçta güçlü gibi gözükür. Oysa bu durum
“efendinin trajik açmazı”dır. “Efendinin bu varoluşsal açmazına karşılık köle,
seçmediği ama katlandığı bir konum olan köleliği yadsımaya istekli ve hazırdır.”257

255
Michael Hardt, “Today’s Bandung”, New Left Review, No: 14, March-April 2002, s. 112-115.
256
Tülin Bumin (der. ve Çev.), Hegel’i Okumak, 2. Baskı, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 1993, s. 176.
257
İbid, s. 176-177.

69
Hegel’in efendi-köle diyalektiği bağlamında, ABD, nihayetinde “köle” statüsünde
bulunan devletlerle ilişkisinde onların rızalarına ihtiyaç duymaktadır. Aslında
Hegel’in “efendi-köle diyalektiği”nin zaman zaman bu devletlerin ABD ile
ilişkilerinde ciddi bir şekilde işlediği görülmektedir. Günümüzdeki gelişmeler
incelendiğinde, ABD’nin efendi pozisyonunun ağırlığını devam ettirdiği ve
politikalarını buna göre dizayn ettiği anlaşılmaktadır. Fakat nihai aşamada efendi
pozisyonundaki ABD, alt-hegemonyaların desteğine ve onayına ihtiyaç duymaktadır.
2003’de başlayan ve 2005 sonu itibariyle halen devam eden ABD’nin Irak’ı
işgalinin de ortaya koyduğu üzere ABD, kendisinin önderlik ettiği hatta kurduğu
BM’de ilk olarak başta Güvenlik Konseyi’nin yanı sıra Almanya ve Japonya’nın
onayını almaya çalışmış ama bunu başaramayınca İngiltere ve Japonya gibi
devletlerin desteği ile harekete geçmiştir.258 ABD’nin kendisinin kurduğu bir
uluslararası örgütteki diğer önemli devletlerin onayını almadan harekete geçmesi,
Hegel’in belirttiği efendinin açmazını yok etmeye yönelik bir girişim olarak
değerlendirmek mümkündür. ABD’nin bu hareketiyle emperyal politikalara doğru
yöneldiği ve artık rıza kavramının önemsenmediği bir dünya oluşturmaya çalıştığı
iddia edilmeye başlanmıştır. Bununla birlikte ABD, Irak işgalinin tamamlanmasının
ardından yine Hegel’in efendi-köle diyalektiği bağlamında kölelerinin onayına
ihtiyaç duyduğunu göstererek, yeniden uluslararası örgütlerle birlikte hareket etme
sürecini işlettiği görülmüştür.
Özellikle 2004 ortalarından itibaren ABD, yine eleştirel teorinin güç
potansiyellerinden biri olan kurumları devreye soktuğu görülmektedir.259 George
Bush’un Mart 2006’da açıkladığı The National Security Strategy of the United States
of America başlıklı belgenin çeşitli bölümlerinde uluslararası işbirliğine verilen önem

258
Robert Kagan, Cennet ve Güç: Yeni Dünya Düzeninde Amerika ve Avrupa, (Çev. Selim
Yeniçeri), İstanbul, Koridor Yayıncılık, 2005, s. 51-52; Robert Kagan, “America’s Crisis of
Legitimacy”, Foreign Affairs, Vol:83, No:2, 2004, s. 73. Kagan’a göre ABD’nin BM’den destek
almadan hareket ettiği çok fazla örnek bulunmaktadır. Bunun en son örneklerinden biri Kosova’ya
1999’da yapılan müdahaledir. Bu nedenle ABD'nin tek taraflı hareketini normal olarak
nitelendirmektedir. Bununla birlikte, Irak’ın yeniden yapılandırılmasında Kagan, çoktaraflı örgütlerin
devreye sokulduğunu ifade etmektedir.
259
The National Security Strategy of the United States of America, Washington DC. March 2006,
http://www.whitehouse.gov/nsc/nss/2006/nss2006.pdf, (Erişim Tarihi: 21 Mart 2006). Sözkonusu
belgede, ABD Başkanı’nın yazdığı önsözde, ABD’nin ulusal güvenlik stratejisinin 2 sütuna
dayandığını belirterek, bunlardan ilkinin özgürlük, adalet ve insanlık onurunun geliştirilmesi ve
refahın serbest ve adaletli ticaret ile arttırılması olduğunu belirtmektedir. İkinci sütunda Bush,
demokrasi topluluğunun geliştirilmesi gerektiğini ileri sürerek, bunun için çok taraflı çabaya ihtiyaç
olduğunu ifade etmektedir.

70
ifade edilmektedir. Bunun için ikili ilişkilerin yanı sıra, BM ve diğer uluslararası
örgütlerle işbirliğine devam edileceği açıklanmaktadır. BM ve NATO, sözkonusu
belgede bu işbirliğinin başında gelen örgütler olarak ortaya çıkmaktadır. ABD’nin
Irak’a NATO üyelerinin askerlerinin yerleştirilmesine çalışması, ardından NATO
üyelerinin Irak polisi ve askerinin eğitilmesi konusunda görüş birliğine varması,
aslında efendi-köle diyalektiğinin hâlâ devam ettiğini gösteren en büyük delillerden
biridir.260 2005 sonundan itibaren ABD, İran’ı uluslararası alanda daha fazla
sıkıştırma için yine başta BM olmak üzere uluslararası örgütlere daha sık başvurduğu
görülmektedir. Bu bağlamda, Hegel’in efendi-köle diyalektiği başlangıçta klâsik
realizme benzer bir görüş ortaya koymaktadır. Çünkü, Hegel’in devletleri efendi ve
köle diye sınıflandırması güçlü ve zayıf devletler şeklinde bir düşünceyi ortaya
çıkarmaktadır. Diğer yandan Hegel’in normatif yaklaşımı efendinin köleye
bağımlılığı fikriyle birlikte, bir düzen kurulması için Gramsci’nin belirttiği üzere,
sınıfların “onay”ının alınması fikriyle de bağdaşmaktadır. Çünkü efendi devlet, köle
devletler olmadan aslında gücünü göstereceği bir alana sahip değildir ve böyle bir
durumda gücü anlamsızlaşır. Gücün anlamsızlaştığı bir dünya ise efendi için
tehlikelerle doludur. Bunun başlıca sebebi ise köle/köleler için artık sıranın
kendilerine ne zaman geleceğini beklemektense, efendinin oluşturduğu düzenin
sürekli sorgulanması ve bu düzenin değiştirilmesi için efendinin hareketlerine benzer
girişimlerde bulunması ihtimalinin güçlenmesidir.
ABD’nin oluşturmaya çalıştığı hegemonyasına karşı bir çok eleştiri
bulunmasına rağmen, ciddi tek eleştirinin aslında Çin’in önderliğinde kurulan
“Şanghay İşbirliği Örgütü”nden geldiği görülmektedir.261 Rusya’nın da dahil olduğu
bu örgüt, tek bir gücün hegemonyasına dayalı dünyadan duyulan rahatsızlığı dile
getirmektedir.262 Fakat bu örgütün günümüz dünya politikasında yaşanan süreç
bağlamında global hegemona alternatif bir kültür yaratmaktan uzakta olduğu ileri

260
http://www.nato.int/docu/update/2005/07-july/e0725a.htm, (Erişim Tarihi: 21 Mart 2005).
261
David Shambough, “China Engages Asia: Reshaping the Regional Order”, International Security,
Vol:29, No:3, Winter 2004-2005; Nuraniye Hidayet Erdem, “Şanghay Güç Kazanıyor”, Cumhuriyet
Strateji, 14 Kasım 2005, Yıl:2, Sayı:72; Sinan Ogan, “Şanghay İşbirliği Örgütü Küresel Güç Olma
Yolunda”, Http://turksam.org/tr/yazilar.asp?kat=44&yazi=417, (Erişim Tarihi: 9 Temmuz 2005);
Selçuk Çolakoğlu, “Şanghay İşbirliği Örgütü’nün Geleceği ve Çin”, Uluslararası İlişkiler,
Http://www.uidergisi.com/sayi1_7.html, (Erişim Tarihi: 10 Ağustos 2005).
262
Şanghay İşbirliği Örgütü’nün kurulması süreci Nisan 1996’da Jiang Zemin ile Boris Yeltsin’in bir
araya gelmeleri ile başlamıştır. Sözkonusu görüşmeler sonrasında yapılan açıklamalarda ABD’nin
hegemonculuğu (hegemonism) açıkça kınanmıştır.

71
sürülebilir. Diğer yandan Çin, özellikle Konfüçyüs geleneği ile Asya kıtasının
tarihinde Japonya örneğinde de bahsedildiği üzere önemli bir role sahiptir. Diğer bir
deyişle, Çin'in özellikle Asya kıtasında alternatif bir dünya kültürü yaratma gücü
bulunmaktadır.263 Çin’in önderliğinde kurulan Şanghay İşbirliği Örgütü’nün realist
paradigma bağlamında ABD’ye ciddi bir alternatif ve hatta tehdit olabilecek
niteliklere sahip olduğu kabul edilebilir.264 Zaten, başta Gilpin olmak üzere realist
paradigmanın belli başlı akademisyenlerinin Çin’i “Sarı Tehlike” (Yellow Menace)
şeklinde tanımlandırarak, ABD’ye karşı en büyük tehdit olarak algıladıkları
anlaşılmaktadır.265 Fakat Japonya’ya karşı geliştirilen bu eleştirilerin günümüz dünya
politikası açısından geçerliliğinin bulunmadığı genel kabul görmektedir. Hatta
Japonya, çeşitli sorunların varlığına rağmen uluslararası politikada ve ekonomide
ABD ile beraber hareket etmektedir. Benzer şekilde, Çin’e getirilen eleştirilerin
arkasında Çin’i ABD politikaları ile aynı hizaya getirme amacının yattığı ileri
sürülebilir.
Rusya, global hegemon ile karşılaştırıldığında ilk olarak maddi olanaklarının
kısıtlı olduğu şeklinde değerlendirilebilir. Fakat Rusya'nın örgütsel yetenekleri ile
doğal kaynakları ve Soğuk Savaş dönemindeki teknolojik birikimlerini kısmen
devam ettirmesi maddi yeterliliğinin bulunduğunu ortaya koymaktadır. Ayrıca, petrol
ve doğal gaz gibi enerji kaynaklarının ihracına dayanan ekonomisi, 2005’in sonu
itibariyle artan fiyatlar nedeniyle güçlenmeye devam etmektedir. 1999’da 196 milyar
ABD Doları olan GSYİH’sı 2004’de 582 milyar ABD Dolarına yükseldiği
görülmektedir.266 Buna ilaveten, silah satışları da Rus ekonomisi açısından oldukça
önemli bir yer tutmaktadır. Fikri unsurlar açısından ise yüzyıllardır geniş bir
bölgenin Çarlık Rusya, Sovyetleri Birliği ile ardından Rusya Federasyonu tarafından

263
Barry Gills, “The Hegemonic Transition in East Asia: A Historical Perspective”, Stephen Gill,
Gramsci, Historical Materialism and International Relations, Cambridge, Cambridge University
Press, 1993, s. 194-195.
264
Shambough, “China Engages Asia: Reshaping the Regional Order”.
265
Gilpin, The Challenge of Global Capitalism, s.140-148. Bununla birlikte aynı akademisyenlerin
1980’lerde Japonya’yı da benzer şekilde değerlendirmeleri dikkat çekicidir. Gilpin, The Political
Economy of International Relations, s. 328.
266
S. Neil Macfarlane, “The ‘R’ in BRICs: Is Russia an Emerging Power?”, International Affairs,
Vol: 82, No:1, January 2006, s. 43. Macfarlane, Rusya’nın bu güçlenen ekonomik rakamlarına
rağmen, gerçekte 1993 seviyelerini ancak yakaladığını da vurgulamaktadır.

72
yönetilmesi ise Rusya’nın bölgeye yönelik “yakın çevre” politikasının fikirsel
tabanını hazırlamaktadır.267
Günümüzde, her ne kadar bu bölgelerdeki ülkeleri doğrudan yönetmese de
Rusya'nın bu ülkelerin gerek içerdiği Rus azınlıkları gerekse tarihi, ekonomik ve
siyasi bağlantıları nedeniyle, bu devletlerin hem iç hem de dış politikasında birincil
düzeyde belirleyici rolü olduğu ileri sürülebilir. Bu durum, Rusya’nın hegemon olma
potansiyelini ortaya koymaktadır. Kurumsallaşma düzeyinde ise Sovyetler
Birliği’nin yıkılması sonrasında Rusya Federasyonu’nun attığı bazı somut adımlar
bulunmaktadır. Aralık 1991’de kurulan Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT), Mayıs
1992’de Taşkent’te yapılan “Ortak Güvenlik Sistemi Antlaşması”, Eylül 1993’de
Aşkabat Zirvesi’nde kurulan “Ruble Bölgesi/Zonu”, kurumsallaşma yönünde atılmış
adımların sadece bir kaçına işaret etmektedir. Yukarıda sayılan nedenlerden dolayı,
Rusya Federasyonu’nun alt-hegemonya için gerekli unsurlara sahip olduğu
görülmektedir. Bununla birlikte Sovyetler Birliği ve ardılı Rusya Federasyonu
tarihsel olarak ABD’ye meydan okuyan bir konumda bulunmaları nedeniyle alt-
hegemonya olmayı kabul etmeyecek bir devlet olarak nitelendirilmesi daha doğru bir
değerlendirme olacaktır.268 Bundan dolayı, alt-hegemonyaların ortak özelliği olan
hegemonyaya karşı bir meydan okuma içinde bulunmamaları Rusya için geçerli
gözükmemektedir.
Bir başka güç odağının hem eleştirel teori hem de realist paradigma için
Almanya, Japonya ile Fransa gibi devletler olabileceği ileri sürülebilir. Buna benzer
yorumların özellikle Almanya bağlamında Cox ve Waltz tarafından da dile getirildiği
görülmektedir.269 Diğer yandan 19. ve 20. yüzyıl boyunca hegemonya arayışlarına
karşı sürekli bir “revizyonist” çaba içinde bulunan Almanya ile zaman zaman
ABD’ye karşı politikaların başını çeken Fransa gibi devletlerin bile alternatif bir
dünya politikası ortaya koyamadıkları bir dönem hüküm sürmektedir.

267
Roger E. Kanet and A.V. Kozhemiakin, The Foreign Policy of the Russian Federation, London,
Macmillan Press, 1997; Alvin Z. Rubinstein, “Russia Adrift: Strategic Anchors for Russia’s Foreign
Policy”, Harvard International Review, Winter-Spring 2000, Vol:22 Issue: 1; Ronald Grigor Suny,
“Provisional Stabilities: The Politics of Identities in Post-Soviet Eurasia”, International Security,
Winter 1999, Vol:24, Issue: 3; Lev Klepatskii, “Russia’s Foreign Policy Landmarks”, International
Affairs (Moscow), Vol: 45, No:2, 1999.
268
Klepatskii, “Russia’s Foreign Policy Landmarks”, s. 19-21.
269
Kenneth N. Waltz, “The Emerging Structure of International Politics”, International Security,
Vol 18, No.2, Fall 1993, s. 54-60.

73
Eleştirel teorisyenler daha az olmak üzere, her iki gruptaki akademisyenler de
hegemon devlete karşı gelişebilecek alternatif hegemonları yine devlet bağlamında
inceleme konusu yapmaktadırlar. Hegemonya sadece devlet ile sınırlandırmak
mümkün değildir. Hegemonik kültürü geliştirme kapasitesine sahip sınıf, grup veya
örgütlerde inceleme konusu yapılabilir. Bu duruma en iyi örneği Kees van der Pijl’in
The Making of an Atlantic Ruling Class başlıklı çalışmasında vermektedir. Pijl,
anılan çalışmasında Avrupa ve ABD’nin elitleri arasında bir tarihsel blok
oluşturulduğundan hareketle, bu kesimler arasındaki ilişkileri incelemektedir.270
Stephen Gill’in American Hegemony and the Trilateral Commission kitabında da
benzer şekilde Avrupa, Japon ve ABD’nin elitleri arasındaki ilişkinin boyutları
incelenmekte ve böylece hegemonik bir kültürün oluşturulmaya ve
271
yaygınlaştırılmaya çalışıldığı ifade edilmektedir.
Alt-hegemonlar, BM, IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası nitelikteki
örgütlere aktif bir şekilde katılmakta ve hatta bu örgütlere yoğun destek
vermektedirler. Bunun yanı sıra, alt-hegemonların uzantılarının “Trilateral
Commission”, “Bilderberg” gibi gayri-resmi nitelikte olan bu platformlara aktif bir
şekilde katılım sağladıkları görülmektedir. Siyasi, sivil ve askeri bürokrasi ile iş
adamlarından oluşan alt-hegemonların elitleri, bir yandan günümüz “sınıraşan sınıf”
dayanışması içinde yer almaya devam ederlerken, diğer yandan kendileri de hareket
serbestisi içinde bulundukları bölgelerde benzer bağlar geliştirme çabası içindedirler.
Alt-hegemonyaların elitleri uluslararası boyutlardaki örgüt veya platformlarda
“ortak” statüsüne sahip olmakla birlikte bölgesel bazlı kuruluşlarda inisiyatifi
kendileri geliştirmekte ve uygulamayı doğrudan yönlendirmektedirler. Gramsci’nin
geliştirdiği “tarihsel blok” kavramına benzer bir sınıraşan yapı geliştirmeye çalışan
alt hegemonlar, bunu ekonomik unsurların yanı sıra ortak kimlik tartışmalarının yanı
sıra kurumsallaşma yoluyla gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar.
Eleştirel teori çerçevesinde alt-hegemon olarak değerlendirilen devlet,
hegemona alternatif yeni bir dünya düzeni öngörüyorsa, bu devlet, alt-hegemon
olarak nitelendirilemez. Çünkü alt-hegemonun en önemli özelliği hegemona ciddi bir
meydan okuma ile karşı çıkmamasında yatmaktadır. Meydan okumadan ziyade
hegemon ile birlikte hareket eden ve hegemon olma potansiyeli niteliklere sahip
270
Van der Pijl, The Making of an Atlantic Ruling Class.
271
Gill, American Hegemony and the Trilateral Commission.

74
devlet alt-hegemon olarak nitelendirilmelidir. Bu kapsamda 1970’ler sonrasında
oluşturulmaya çalışılan yeni hegemonik kültürü benimseyen alt-hegemonların
elitleri, ABD’nin önderliğinde geliştirilen ve yine bu yeni hegemonik kültürün
yaygınlaştırılması ile sınıraşan sınıf olarak nitelenen bu gruplar arasında dayanışmayı
arttırmayı amaçlayan gayri-resmi platformlara katılmaktadırlar. Global hegemon ile
alt-hegemonların elitleri arasında bir ortak kültürel zemin yaratılmakta ve iki grup
arasında çıkan siyasi ve ekonomik sorunlar bu platformlarda giderilmektedir. Alt-
hegemonyaların elitleri ise kendilerinin üstün olduğu bölgelerde global
hegemonyanın kurduğuna benzer yapılar geliştirmeye çaba sarf etmektedirler. Bu
şekilde alt-hegemon, ikili düzeyde bir yapı içinde yer almaktadır. Birincisinde
inisiyatif daha çok global hegemonyanın elinde iken, ikinci yapıda ise inisiyatif alt-
hegemonyadan kaynaklanmaktadır.
Avrupalılık paydası, AB düzeyinde Alman elitlerinin ortak vurgusu olarak
ortaya çıkmaktadır. Diğer yandan AB’nin bir çok politikasının sözkonusu Alman
elitleri tarafından geliştirilmesi veya inisiyatif alması önemli bir etkiye işaret
etmektedir.272 AB’nin istihdam ve sosyal politikasından, ekonomik ve bölgesel
politikalarına kadar Alman elitlerinin önderliği göze çarpmaktadır. Hatta
Almanya’nın dış politikası 1990’lardan itibaren “sivil güç” teorisi etrafında
tanımlanırken, AB’nin de dış politikası benzer şekilde 2000’lerin başından itibaren
yine aynı teori ile tanımlanmaya başlanması ilgi çekicidir.273
Japonya ise Asyalılık kimliğine daha fazla atıfta bulunmaktadır. Fakat
Asyalılık kimliğinin geliştirilmesi önünde çeşitli engeller mevcuttur. Bunların
başında bölge ülkeleri ile tarihsel sorunların çok kolay bir şekilde su yüzüne çıkması
ve bunları giderecek mekanizmaların henüz oluşturulmamamış olmasından
kaynaklanmaktadır. Japon elitleri de Alman elitlerine benzer şekilde bölgede
geliştirilen politikalar konusunda inisiyatif sahibidirler. Özellikle bu türden
politikalar, 1990’ların sonlarından itibaren daha sık bir şekilde dile getirilmektedir.
1997-1998 Asya krizi sırasında Japon elitlerinin geliştirdiği Asya Para Fonu
kurulması önerisi, Kuzey Kore ile nükleer silahlar konusunda yürütülen görüşmelere

272
Andrei S. Markovits and Simon Reich, “Should Europe Fear the Germans?”, Michael G.
Huelshoff, Andrei S. Markovits and Simon Reich (derl.), From Bundesrepublic to Deutschland:
German Politics after Unification, Ann Arbor, The University of Michigan Press, 1993.
273
Brian White, Understanding European Foreign Policy, New York, Palgrave, 2001, s. 28.

75
Güney Kore, Çin, Rusya gibi devletlerin de katılmasının sağlanması ve G-7/G-8’e
Çin’in katılmasının desteklenmesi verilebilecek örnekler arasındadır.
Eleştirel teori çerçevesinde alt hegemonyaların kültürel ve ideolojik bir cazibe
merkezi olarak görülmeleri ise tarihte hep tartışmalı olmuştur. Almanya, cazibe
merkezi olmaktan ziyade “Avrupa Ahengi” döneminde daha çok ulus-devletini
kurmak üzerine odaklanmış ve enerjisini bu konuya harcamıştır. Bu yüzden
Almanya’nın bu dönemde politikası kültürel bir etki yaratmamıştır. Fakat Almanya
birliğini sağlamak yolunda ilerlerken, Alman entelektüelleri tarafından geleneksel
düşman olarak nitelenen Fransa’nın Rönesans’ına karşılık, Avrupa’da dini alanda
büyük bir etki yaratan ve Hıristiyanlığın yeniden bölünmesi ile sonuçlanan “Reform”
hareketinin merkezi olan Alman toprakları ön plana çıkarılmıştır. Ayrıca Alman
toprakları, Prusya devletinden şiddetli tepki görmesine rağmen, özellikle 1848
devrimleri sırasında Marks ve Engels tarafından yayımlanan “Komünist Manifesto”
ile dünyaya evrensel bir ideoloji sunarak paradoksal biçimde kültürel cazibe noktası
haline gelmişlerdir. Japonya açısından ise tarihsel olarak Çin'in kültürel etkisi her
zaman yoğun bir şekilde hissedilmiş olmakla birlikte, ABD’nin 1850’lerde
limanların açılmasına yönelik zorlamasının ardından dönüşüm geçiren Japon
düşünce sistematiği, artık Çin yerine Batılı devletler ile rekabet edebilmenin
koşullarına odaklanılmasına yönelmiştir. Bu durum sadece Japonya'nın dünya
politikasında ve özelde Asya için bir merkez oluşturabileceğine yönelik görüşlerin
Japon elitleri arasında hâkim olmasını sağlamıştır.
II. Dünya Savaşı’nın ardından gelen yenilgi ve işgal, her iki devlette de
düşünsel bir devrimin gerçekleşmesini zorunlu kılmıştır. Bu dönemden sonra, iki
devletin de dünyada yaşanan tarihsel acıların sebebi olarak görülmesi, barışçı
normlara yönelinmesine neden olmuş ve bu kapsamda “çok taraflılık”
(multilateralism) dış politikada temel unsurlardan biri olarak ortaya çıkmıştır.
Sosyalizasyon olarak da adlandırılan bu devletlerin “eğitim” süreci, sadece elit ve
bürokratik seviyede gerçekleşmemiştir. Halk da bu sürece işgal güçleri tarafından
dahil edilmiştir. Sosyalizasyon süreci, pasifist politikaların Japonya örneğinde daha
az olmak üzere büyük çoğunluk tarafından kabul edilmesine yol açmıştır.
Bu yeni oluşturulan toplumsal yapı ve kimlik ile birlikte her iki devlette
uluslararası politikada ABD ile ilişkilere öncelik vermiş ve onun düzenlediği dünya

76
politikasının temel destekleyicileri olarak belirmişlerdir. Japonya ve Almanya’da
yaşanan düşünsel değişim, uluslararası ilişkilerde özellikle konstrüktivizm teorisinin
gelişiminin esin kaynaklarından biri olmuştur. Bununla bağlantılı olarak
konstrüktivist teorinin özellikle Alman akademisyenler tarafından yoğun bir şekilde
kullanıldığına şahit olunmaktadır. Alman yazarlar sözkonusu teori çerçevesinde
“sivil güç” alt-teorisini geliştirmişler ve Almanya’nın dış politikası kapsamındaki
eylemlerini sivil güç kavramına bağlı olarak açıklama eğilimine girmişlerdir.274 İnsan
hakları, uluslararası antlaşmalara bağlılık, uluslararası ilişkilerde çok taraflılık gibi
kavramlar çerçevesinde Alman dış politikasını izahat getirmek, Alman
akademisyenler için makûl bir mantıksal çerçeve oluşturmaktadır. Bununla birlikte,
Almanya’nın özellikle birleşme sonrası ulusal çıkarlarını daha üstte tuttuğu ve buna
göre dış politikasını formüle ettiği Alman ve Almanya dışından bir çok yazar
tarafından da kabul edilmektedir.275 Diğer yandan bazı sapmalara karşın,
Almanya’nın dış politikasında temel nitelik uluslararası sorunlarda ilk olarak
uzlaşma arayışı içinde olması ve yapılacak uluslararası faaliyetlerde meşruiyet
aramaya devam etmesidir. Keza bu durum Japonya için de geçerlidir. Bununla
birlikte Japonya daha çok global hegemonun tutumuna bağlı olarak hareket ettiği
görülmektedir.
Bir başka nitelik, alt hegemon olarak nitelendirilen bu devletlerin kapitalist
ekonomi içinde hareket etmeleri ve kapitalizmin serbest piyasa doktrinini
benimsemeleridir. Bu nedenle, bu devletler, farklı bir ekonomik dünya görüşü ortaya
koysalar bile, bu görüşün kapitalist ekonomi çerçevesinde olacağı anlaşılmaktadır.
ABD hegemonyasının ekonomik boyutuna alternatif bir düşünce sistematiği
sunmadıkları için ve sadece kapitalist sistem içerisinde kendilerini anlamlandırdıkları
için alt hegemonların dünya geneline yönelik hegemonik bir kültürel alan
oluşturmaları zordur.
Öte yandan, her üç devletin serbest piyasa tanımlamaları ve uygulamaları ile
algılamaları birbirinden önemli oranlarda ayrılmaktadır. ABD için serbest piyasa,

274
Sebastian Harnisch and Hanns W. Maull, “Introduction”, Sebastian Harnisch and Hanns W. Maull
(derl.), Germany as a Civilian Power? The Foreign Policy of the Berlin Republic, Manchester and
New York, Manchester University Press, 2001.
275
Max Otte, A Rising Middle Power: German Foreign Policy in Transformation: 1989-1999,
New York, St. Martin’s Press, 2000; James Sperling, “The Foreign Policy of the Berlin Republic: The
Very Model of a Post-Modern Major Power? A Review Essay, German Politics, Vol: 12, No:3,
December 2003.

77
tüm dünyaya yaymaya çalıştığı bir sistem iken, kendi ülkesinde de piyasası devlet
dışındaki özel kurumlar tarafından belirlenmektedir.276 Almanya “sosyal piyasa
ekonomisi” olarak adlandırdığı bir ekonomik yapıya sahiptir. Bunun tarihsel
kökenlerinde özellikle 1930’lardaki ekonomik buhranının etkilerini yoğun bir şekilde
yaşayan Almanya’da kapitalizme karşı gelişen hissiyatın yanı sıra, komünist
ideolojinin merkezi olması ve Alman halkının büyük çoğunluğunun işçi sınıfı
kapsamında yer alması gibi hususların etkili olduğu görülmektedir. Japonya ise başta
Amerikalı akademisyenler tarafından olmak üzere “merkantilist ekonomi” olarak
nitelendirilen içe dönük ve yabancı sermayenin hoş karşılanmadığı daha kapalı bir
ekonomik yapıya sahiptir. Bu açıdan bu iki devlet de sözde kapitalist ve serbest
piyasa ekonomisini desteklediklerini ileri sürmelerine rağmen, ekonomik sistemleri
ve uygulamaları açısından farklılaşmaktadırlar. Alt-hegemon olarak değerlendirilen
iki devletin kendilerine has ekonomik yapıları aslında ciddi bir cazibe yaratılabilecek
özelliğe sahiptir. Özellikle Almanya’nın sosyal piyasa ekonomisi (soziale
Marktwirtschaft), günümüzde yaşanan ekonomik küreselleşmenin yarattığı olumsuz
etkileri sosyal politikalar ile hafifletmeye çalışan başta AB üyesi devletler olmak
üzere bir çok devlet için ciddi bir alternatif olarak nitelendirilebilir. Japonya’nın
kendine has özelliklere sahip milliyetçi ve merkantilist nitelikteki ekonomisi de
özellikle Güneydoğu Asya devletleri ile gelişmekte olan devletler için alternatif bir
kalkınma programı sunmaktadır.
Eleştirel teori çerçevesinde alt-hegemonya kavramı için Japonya ile
Almanya’nın ABD ile ilişkilerinin incelenmesi yerinde olacaktır. Söz konusu
devletlerin tarihsel açıdan bakıldığında II. Dünya Savaşında ABD tarafından mağlup
edilen devletler olduğu görülmektedir. Bu nedenle, zaten ABD, Japonya ve Almanya
ile farklı bir ilişki biçimine sahiptir. Bu durum, realist akademisyenlerin indirgemeci
bir yaklaşımla savundukları gibi, savaş mağlubu olmanın getirdiği sistem
destekçisi277 bağlamında yorumlanamayacak kadar karmaşık bir ilişki ağını
göstermektedir. Bu devletlerin ABD ile olan ekonomik, siyasi ve kültürel
etkileşimleri, uluslararası politikada ABD hegemonyasını destekleyici politikalar

276
Bununla birlikte çelişkili gözükmesine rağmen ABD'de tarım, savunma ve enerji gibi bir çok
sektörde devletin belirleyici olduğu görülmektedir.
277
Syed Javed Maswood, Japan and Protection: The Growth of Protectionist Sentiment and the
Japanese Response, London and New York, Routledge, 1989.

78
olarak görülebilirse de, kendi bölgelerindeki potansiyelleri bağlamında ABD ile olan
ilişkilerinin varlığı ayrıntılı bir incelemeyi zorunlu kılmaktadır. Yukarıda açıklanan
nedenlerden ötürü, alt-hegemonya kavramının geliştirilmesi, uluslararası ilişkiler
teorisine yeni bir bakış açısı sağlayacaktır. Alt-hegemonya kavramının özellikle bu
çalışmada benimsenen eleştirel teori için de yeni bir açılım getireceği
düşünülmektedir.

5. Yirminci Yüzyıl Dünya Politikasında Hegemonya


1970’lerden sonra, ABD hegemonyasının eridiği ve bu nedenle dünya politikasını
tehlikelerin beklediğini ileri süren realist paradigmanın yazarları, Hobbesçu bir korku
içinde artık hegemonya sonrası bir düzene geçildiğini düşünmekte ve düzenin nasıl
sağlanabileceğini araştırmaktadırlar. Bununla birlikte hegemonyanın uluslararası
sistemde tesis edilebilmesinin genel özelliklerini incelemek için realist paradigmanın
kullandığı maddi yeterliklerin dışında, sosyal kuvvetlerin etkileşiminin incelenmesi
gerekmektedir. Bu etkileşim ticaret, sermaye, teknoloji, enerji ve askeriye alanlar
gibi maddi güçlerin yanı sıra, Gramsci’nin insan bilincinin ve düşüncelerinin yapı
üzerindeki etkilerini gösteren kültür ve ideoloji alanlarını da kapsamaktadır. Bu
nedenle, bu çalışmada Strange’in kullandığı anlamda yapısal güç kavramından yola
çıkılarak, hegemonyanın tesisinde “ampirik gücün” yanı sıra, hegemonik devletin
“egemen kitlelerince benimsenen değer ve anlayış sistemlerinin, yapma ve düşünme
biçimlerinin diğer devletlerin” gerek elit gerekse sivil toplumları tarafından
benimsendiği278 görüşü çalışmada esas alınmıştır. Tarihselci yaklaşım içinde
hegemonya kavramına uygun tek yapı-aktörün ABD olmasından dolayı ABD’nin I.
Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren dünya politikasında benimsediği politikalar VE
hegemonik kültürü geliştirme şekilleri incelenmiştir.

i. İki Savaş Arası Dönemde ABD ve Dünya Politikası: Hegemonyaya Doğru


I. Dünya Savaşı’ndan II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar uluslararası ticaret, sermaye
ve parasal hareketler istikrarsız bir dönemden geçmiştir. Özellikle savaşların
finansmanı için ulusal paraların bağlı olduğu altın standardı terk edilmiş ve para
arzının belirlenmesinde ulusal otoritelerin yetkileri arttırılmıştır. I. Dünya Savaşı’nın
278
Burcu Bostanoğlu, “Türkiye’nin Ulusal Çıkar Kavramlaştırmasının ABD ile İlişkileri Çerçevesinde
Epistemolojik Bir Eleştirisi”, Araştırma Dergisi, Sayı:2, Aralık 1997, s. 7-8.

79
ardından, İngiltere, altın standardına 1925’de tekrar geri dönmüş ama artık gücün
yavaş yavaş toprakları üzerinde savaş yaşanmayan ve savaş nedeniyle üretimini daha
da arttıran ABD’ye geçtiği gözlenmeye başlanmıştır.
Bu dönemde İngiltere’nin altın standardına tekrar dönmesine rağmen, savaş
öncesi kur politikasını aynen devam ettirmesi sterlinin aşırı değerlenmesi sonucunu
doğurmuş ve İngiltere’nin ithalatı artarken, ihracatının azalmasına neden olmuştu. Bu
arada, İngiltere’nin merkez bankası konumunda bulunan İngiltere Bankası, piyasada
fazla sterlinin bozdurularak altına çevrilmesini engellemek istemiş, bu nedenle faiz
oranlarını yükseltmiş ve İngiliz ekonomisine ek yük binmesine neden olmuştu. Bu
sırada ABD, başta Avrupa olmak üzere dışarıya 9.5 milyar ABD Doları borç vererek,
İngiltere’nin ardından dışarıdaki varlığı en fazla olan ikinci ülke haline geldi ve
sermaye ihracında da dünya lideri konumuna yükseldi. Yine 1919-1929 arası
dönemde ABD’nin ulusal gelirinin % 218 arttığı hesaplanmıştı.279
1919-1929 arasında ABD’de yaşanan bu ekonomik gelişmeler, aşırı üretim ve
kredi hacmindeki aşırı artış, Avrupa ülkelerinin dış borçlarını geri ödemeye
başlamaları ile birlikte ABD’nin adeta “bir dünya bankeri” haline gelmesine yol açtı.
Bu arada, içeride de kredi imkanlarının artması özel borçlanmaların ulusal gelire
oranının % 184’e çıkmasına neden oldu. Artan üretim ve kredi imkanlarının yanı
sıra, borsada kazancın büyük spekülasyonlara dayanması çılgınlık boyutuna vararak,
ABD’de 1929 krizinin temelini oluşturdu. Kriz öncesi, borsadaki kazanç oranları 1’e
10, 12 ve hatta 20’lere kadar tırmandı ve kriz, ABD’de üretim ve ithalat oranlarının
gerilemesine sebep oldu.280
Kindleberger, ABD’nin azalan ithalatı nedeniyle zor duruma düşen ülkelerin
başvuracakları sistemin dış kredi imkanı olacağını ancak gerek ABD gerekse
Fransa’nın bunu karşılamamalarının bu ülkelerdeki sorunları ciddi bir şekilde
ağırlaştırdığını savunmaktadır. Bunun yanı sıra, ABD’nin doğrudan dış yatırımlarını
azaltması bu ülkelerdeki sorunların boyutlarının daha da karmaşık bir hal almasına
neden olduğunu belirten Kindleberger, bu nedenden ötürü devletlerin gümrük
vergilerini arttırarak ithalatı düşürmeye çalıştıklarını ileri sürmektedir. Kindleberger
ve Arrighi’ye göre buna iktidardaki Cumhuriyetçi başkan Hoover’in 1930’da
imzaladığı “Smooth-Hawley Gümrük Vergisi Kanunu” ile karşılık vermesi, dünya
279
Sönmez, Dünya Ekonomisinde Dönüşüm, s. 63, 68-73.
280
Kindleberger, The World in Depression, s. 115-127.

80
ekonomisinde tarihi bir dönüm noktasının yaşanmasına yol açtı.281 Çünkü
Kindleberger, sorunun kaynağı teknik değil, aslında hegemonik istikrar teorisine
ilham veren unsur olan “iş başında kimsenin bulunmaması” olduğunu
282
savunmaktaydı.
Bu arada İngiltere’de işsizlik rakamları Mart 1929’dan Mart 1930’a kadar 1.2
milyondan 1.7 milyona yükselmişti. Ekonomik gerilemeyi durdurmak için kurulan
komitenin başına getirilen Keynes, sorunu kamu yatırımlarını artırarak önlemek
gerektiğini belirtmekteydi.283 Keynes’e göre kamu yatırımlarının arttırılmasının
önemi sadece kapitalizmin kötü etkilerinin yok edilmesi ve toplum içinde gelir
paylaşımının yeniden düzenlemesinde değil, fakir kesimlerin istihdamın arttırılması
ve büyümenin teşvik etmesinde yatmaktadır.284 Fakat Keynes’in bu düşünceleri
bulunduğu dönemde hemen kabul görmemiş, ancak II. Dünya Savaşı sonrasında
dünya çapında etkili olabilmiştir. Ayrıca İngiltere’nin başta Almanya pazarına
ihracatını arttıramaması ve Almanya’nın ihtiyaç duyduğu kredileri alamaması, bir
çok devletin ithalatlarını kendi rezervlerinden karşılamasına yol açmış fakat
piyasalardaki İngiliz sterlininin yetersizliği, sterline karşı duyulan güveni azaltmış ve
bunun sonucunda küçük Avrupa ülkelerinin bankalarından çekilen sterlinin altına
çevrilmesi talebine yol açmıştır. Bu arada, Almanya ile Avusturya arasında gümrük
birliği oluşturulmasına ilişkin görüşmeler, Fransa’yı rahatsız etmiş ve ekonomisi
1924’ten beri sürekli küçülen Avusturya’nın kredi talebini Fransa ancak Almanya ile
gümrük birliği yapmama şartına bağlı olarak vereceğini duyurmuştur. Avusturya
hükümetinin bunu reddedip, İngiltere Bankası’na dayalı bir borçlanma içine
girmesinin ardından Fransa, rezervlerindeki sterlinlerinin altına çevrilmesini talep
etmiştir. İngiltere ise Avusturya’dan parasının geri ödemesini istemesi üzerine krizin
ilk tohumları atılmıştır. Fakat bu talebi karşılayamayan ilk olarak bir küçük
Avusturya bankasının iflasının ardından, sterlinden kaçış başlamış ve sterlin karşılığı
altın vermesi gereken İngiltere Bankası talepleri karşılamayarak Eylül 1931’de altın
standardını terk etmek zorunda kalmıştır.285 1933’de de ABD altın standardı

281
Giovanni Arrighi, “Global Market”, Journal of World-Systems Research, Vol:V, No: 2, Summer
1999, s. 230.
282
Kindleberger, The World in Depression, s. 133-134.
283
İbid, s. 135.
284
Cox, Production, Power and World Order, s. 167.
285
Arrighi, “Global Market”, s. 230.

81
sisteminden uzaklaşmış ve dünya ticaretinin ve sermaye ihracının daraldığı bir
döneme girilmiştir.286 1929’da 34.5 milyar ABD Dolarına yaklaşan dünya ticareti,
1930’da 28 milyar ABD Doları, 1931’de 20 milyar ABD Doları ve 1932’de 13.5
milyar ABD Dolarına gerilemiştir.287 Keza, ABD’nin ihraç ettiği sermaye, 1930’da
17.2 milyar ABD Dolardan, 1933’da 14.9 milyar ABD Dolara kadar gerilemiştir.288
Ekonomik bunalım ile birlikte gelişmiş ülkelerin altın standardından
ayrılması ile ulusal paraların birbiri karşısında dönüşümünün ortadan kalkması,
dünya ticaretinde daralmaya neden oldu ve dolayısıyla işsizliğin artmasına yol açtı.
Bu tarihten itibaren Avrupa’da sosyal çalkantılar baş göstermiş ve devlet
korporatizmini benimseyen partiler iktidara gelmeye başladı. 1933’de Almanya’da
Hitler’in iktidara gelmesi bu durumun en somut örneğini teşkil etti. İtalya’da
Mussolini’nin iktidara gelmesi ile Avrupa’da devlet korporatizminin hakim olduğu
bir süreç aslında daha 1922’de başlamıştı. Bu sürece daha sonra Almanya gibi güçlü
bir devletin katılması ile Avrupa’da varolan düzensizliği pekiştirmiş ve II. Dünya
Savaşı’na giden yol açılmıştı.

ii. II. Dünya Savaşı Sonrasından 1980’e kadar ABD Hegemonyası


Özellikle 1930’ların başından itibaren gelişmiş addedilebilecek ülkelerin yaşadıkları
sorunlar, II. Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin önderliğinde kurulan yeni
uluslararası sistem ile farklı bir boyut kazandı. Daha savaş sırasında Gramşici
anlamda ABD’nin önderliğinde bir hegemonik düzenin temelleri atıldı ve bu
hegemonyanın tesisi ABD’nin yine önderlik yaptığı uluslararası örgütler aracılığıyla
sağlandı. ABD’nin Japonya’ya 1945’de attığı 2 atom bombası daha savaş sırasında
ABD’nin rakibi olarak ortaya çıkan Sovyetler Birliği’nin geri adım atmasına yol
açmış ve dünyadaki sistemi tekrar kuran Yalta Konferansı’nda ABD’nin daha rahat
hareket etmesini sağlamıştı. Yalta Konferansı, iki kutuplu sistemi kabul etti ve her
bloğun önderinin kendi nüfuz alanları içinde hareket etmesini bir nevi onaylamış
oldu. Fakat ABD’nin alanları Sovyetler Birliği’ne göre çok daha geniş olduğu

286
Allen, Keseden Bankaya, s. 97-98.
287
Kindleberger, The World in Depression, s. 172-188; Sönmez, Dünya Ekonomisinde Dönüşüm,
s. 80.
288
İbid, s. 76.

82
görüldü. Daha önce sadece Latin Amerika ile sınırlı olan bu alan, İngiltere ve
Fransa’nın devreden çıkmasıyla Ortadoğu’dan Japonya’ya kadar uzandı.289
Bu dönemde, sömürgelere sahip olan İngiltere, Fransa, Hollanda ve Japonya
gibi ülkeler kendi içlerinde ekonomik ve politik sorunlar yaşarken, sömürgelerinde
de otoriteleri sarsılmaya başladı. Sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanması sonrası,
bu devletlerin Sovyetler Birliği’nin nüfuz alanı içine girme ihtimali ABD için bir
tehdit oluşturdu. Diğer yandan, sömürgecilerinden kurtulan devletlerin ABD’nin
kampına katılması durumunda ise ABD’nin hammadde kaynaklarına ulaşma için bir
imkan yarattı.
Savaş sırasında ülkesi yıpranmayan ABD’nin savaşa dayalı üretimindeki
artışla birlikte, sermaye birikimi hızlandı. Bu arada silah teknolojisinde yaşanan
gelişmeler özel sektör tarafından kullanılmaya başlandı. ABD, bu üretim
potansiyelini, yeni pazarlar yaratmak için ilk olarak Avrupa’ya akıtması gerektiği
fikrinden hareketle, belli şartlar altında Marshall Planı’nı uygulamaya koydu. Bu
şartlar, ABD tarafından dış ticarette serbestlik ve hammaddelere serbestçe ulaşma
olarak belirlenmişti.290 II. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde, ABD’nin GSYİH’sı
rakibi Sovyetler Birliği’nin üç katını geçmiş ve Fransa, İtalya, İngiltere ve Batı
Almanya’nın GSYİH’larının toplamı, ABD’nin GSYİH’sının ancak % 42’sine
ulaşabilmişti.291 Fakat ABD’nin bu sermaye ve ticaret fazlası, aynı zamanda
uluslararası ticaretin gelişiminin önündeki en büyük engellerinden birini
oluşturmaktaydı. Çünkü ABD’nin mallarını almak isteyen ülkelerin dolara ihtiyaçları
olmasına karşılık, ABD’nin dış ticaret fazlası vermesi, dünyadaki dış ticaretin
hacmini daraltıyordu.292
II. Dünya Savaşı öncesinde ABD’nin Avrupa ticareti fazla vermekteydi ve
ABD’nin temel hammadde kaynaklarını Ortadoğu, Afrika ve Asya’daki ülkelerden
alması nedeniyle bu fazlalığı eritmekteydi. Diğer yandan Avrupa ülkelerinin
289
Thomas Reifer ve Jamie Sudler, “Devletlerarası Sistem”, Terence Hopkins ve Immanuel
Wallerstein (derl.), Geçiş Çağı: Dünya Sisteminin Yörüngesi (1945-2025), (Çev. Nuri Ersoy, Ender
Abadoğlu, Orhan Akalın, Yücel Kaya), İstanbul, Avesta Yayınları, 2000, s. 25.
290
Sönmez, Dünya Ekonomisinde Dönüşüm, s. 88; Satoshi İkeda, “Dünya Üretimi”, Terence K.
Hopkins, İmmanuel Wallerstein (derl.), Geçiş Çağı: Dünya Sisteminin Yörüngesi (1945-2025),
(Çev. Nuri Ersoy, Ender Abadoğlu, Orhan Akalın, Yücel Kaya), İstanbul, Avesta Yayınları, 2000, s.
92.
291
Robert W. Cox and Harold K. Jacobson, “Power, Polities and Politics: The Environment”, Robert
W. Cox and Harold K. Jacobson (derl.), The Anatomy of Influence: Decision Making in
International Organization, New Haven and London, Yale University Press, 1974, s. 49.
292
Arrighi, “The Global Market”, s. 235.

83
sömürgelerin işlenmiş gıda karşılığında hammadde ve ellerindeki dolarların değişimi
ve sömürge yatırımlarının kârlarının Avrupa’ya geri dönmesi ile ABD, dünya
ekonomisine istediği şekilde yön vermeyi başarabilirdi. Savaşın ertesinde,
Avrupa’nın sömürgelerindeki yatırımları elinden çıkarması nedeniyle, kâr imkanı
ortadan kalkmış ve bu yüzden dolar elde etmek zorunda olan Avrupa ülkelerinin
ihracatını arttırmaları gerekmişti. Yıpranmış durumda bulunan Avrupa ülkelerinin
dünya ticaretinin daraldığı savaş ertesinde, bunu sağlamaları imkansız hale gelmişti.
Ayrıca ekonominin daha kötüye gitmesiyle Avrupa’da komünist partilerin iktidara
gelmesinden korkan ABD, bu ülkelerin dolara sahip olması ve dolar kıtlığını yenmek
için 7 Nisan 1950’de NSC 68 olarak bilinen “Ulusal Güvenlik için ABD’nin
Hedefleri ve Programları” devreye soktu. NSC-68’de de öngörüldüğü üzere Avrupa
İyileştirme Programı (Marshall Planı) ile hayata geçirildi ve böylece bu plan
çerçevesinde mali yardım alan Avrupa ülkeleri ihtiyaçlarını ABD’den karşılaşmaya
başladılar.293 Bu dönemde Avrupa ülkelerinin sanayi ürünlerindeki ithalatının %
60’ını ve tarım ürünlerindeki ithalatının % 78’ini ABD karşıladı.294
Reifer ve Sudler’e göre ABD’nin bu dönemde dünya ekonomisi için uygun
gördüğü üç ayaklı bir ekonomik sistem kurmayı amaçladı.295 ABD, Sovyetler
Birliği’nin güç kazanmasından korktuğu ve dünya politikasındaki üstünlüklerini
arttırma çabası içinde olduğu bu dönemde gerek bölgesel güvenlik gerekse bölgesel
ekonomik örgütlenme modelini de benimsedi. Bu sistemde, ABD, Japonya ile
Almanya’yı “bölgesel atölyeler” şeklinde örgütlemeyi hedefledi.296 Bunun nedeni,
sözkonusu devletlerin Sovyetler Birliği’nin Doğu Avrupa’daki ve Komünist Çin’in
Asya üzerindeki etkilerini azaltarak, “yumuşak ticaret (nakit) bloğu” oluşturmak
oldu.297 Bunun sebeplerinden bir başkası ise bu bölgesel örgütlenmeler aracılığıyla,
Dulles’in ortaya attığı Sovyetler Birliği’nin çevreleme politikasının uygulama
konması ve ABD ile bölge ülkelerinin ekonomik ve siyasi işbirliğinin artması idi.

293
ABD Dışişleri Bakanı Dean Acheson ve ile yardımcısı Paul Nitze tarafından kaleme alınan NSC
68: United States Objectives and Programs for National Security başlıklı metinde ABD’nin dış ticaret
fazlası vermesine yönelik dış ekonomik politikasının dünyadaki dolar açığını arttırdığı ve bu
kapsamda “özgür dünyada siyasi istikrar için bir ekonomik temel yaratılmasına” hizmet etmediği
belirtilmiş ve serbest ticaret için ekonomik politikaların geliştirilmesi gerektiği ifade edilmiştir.
Http://www.fas.org/irp/offdocs/nsc-hst/nsc-68-9.htm, (Erişim Tarihi: 7 Ekim 2005).
294
Sönmez, Dünya Ekonomisinde Dönüşüm, s. 88.
295
Reifer ve Sudler, “Devletlerarası Sistem”, s. 26.
296
Arrighi, “The Global Market”, s. 234.
297
İbid, s. 26-27.

84
ABD, bu amaçla hem askeri hem de ekonomik bölgesel örgütlenmeleri II. Dünya
Savaşı’nın hemen ertesinden itibaren desteklemeye başladı.
Uluslararası politikada düzenin ayrıca BM tarafından sağlanmasına çalışan
ABD Başkanı Roosevelt, bu örgütün hazırlık çalışmalarını, daha savaş devam
ederken İngiltere, ABD ve Sovyetler Birliği arasında Eylül 1944’de Dumbarton Oaks
ve Şubat 1945’de Yalta’da gerçekleştirilen toplantılar aracılığıyla sürdürdü.
Roosevelt, örgütün kurulması aşamasında, kendisi bekleyen iki tehlike olduğunu
düşündü: Kurulacak bu örgütte ABD’nin üstünlüğü nasıl sağlanacaktı?; uluslararası
politikada temel bir rol üstlenecek olan ABD’nin iç politikasının nasıl yeniden
yapılandırılacaktı?298 İkinci sorun, aslında kendiliğinden çözülmüştür. Her ne kadar,
dünya savaşlarının ertesinde, ABD’nin tekrar içe dönüp, izolasyonist politikanın
sürdürülmesini destekleyen gruplar ABD içinde her zaman varlıklarını devam
ettirmiş olsalar bile, artık çok büyümüş olan ve dünyaya açılmayı savunan sermaye
ve iş çevreleri ile ABD bürokrasisi dünya önderliği fikrini savunmuşlardı.
Roosevelt’in kendisinin de böyle bir dünya önderliği fikrine çok daha önceden, 1914
yılında sahip olduğu görülmüştü: ABD’nin ulusal savunmasının “bütün Batı
yarımküresine genişletilmesi gerektiğini” ve “ABD’nin Filipinler’i kucaklamasını ve
ticaretin uzandığı denizlere kadar genişlemesini” dile getirmişti.299
1947’de Türkiye ve Yunanistan’a mali destek vereceğini açıklayarak, kendi
nüfuz alanı içinde olduğunu bildiren Truman Doktrini, ABD’nin ilk girişimini
oluşturdu. 25 Şubat 1948’de Çekoslovakya’da “iyi işleyen bir parlamento”
bulunmasına rağmen, komünist bir darbenin yapılması ile bölgesel planda
örgütlenmeler artmaya başladı. Bu olayın hemen ardından 17 Mart 1948’de Batı
Avrupa ülkelerini kapsayan güvenlik amaçlı Batı Avrupa Birliği örgütü kurularak,
1947’de açıklanan Marshall Planı çerçevesinde sağlanacak yardımları organize
etmek üzere 1948 ortalarında Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü (Organization on
European Economic Cooperation-OEEC) tesis edildi.300 Sovyetler Birliği de bu
girişimlere karşı ise Doğu Bloğu ülkelerini kapsayan bir araya getiren Karşılıklı
Ekonomik Yardım Konseyi’ni (COMECON) 1949’da kurarak cevap verdi.301 Bu

298
Peter Gowan, “US:UN”, New Left Review, Vol:24, November-December 2003, s. 9.
299
İbid, s. 7.
300
Cox, Production, Power and World Order, s. 214.
301
Cox and Jacobson, “Power, Polities and Politics: The Environment”, s. 49.

85
arada, ABD ve Kanada’nın da üyesi olduğu ve Sovyet yayılmasını engellemek
amacıyla Batı Avrupa’nın güvenliğini sağlamak üzere Kuzey Atlantik Antlaşması
Örgütü (North Atlantic Treaty Organization-NATO) 1949’da kuruldu. Arrighi’ye
göre Soğuk Savaş’ın “icat edilmesi” ABD iş çevrelerinin ve ABD bürokrasisinin
kurtuluşu olmuştur.302 Hemen ardından, yine esas olarak amacı Batı Avrupa’da
demokrasiyi geliştirmek olan Avrupa Konseyi’nin kurulmuştur. Avrupa’daki son
örgütlenme ise yine ABD’nin desteğini alan ve 1952’de yürürlüğe giren, Batı
Almanya, Fransa, İtalya ve Benelüks ülkelerinden oluşan Avrupa Kömür ve Çelik
Topluluğu (European Coal and Steel Community-AKÇT) girişimi oldu.
Bu tarihten sonra ABD’nin Sovyetler Birliği’ni “çevreleme politikası”
kapsamında, Avrupa dışında bizzat kendisinin de üye olduğu çeşitli güvenlik
örgütleri kurdurmaya yönelik (Central Treaty Organization-CENTO hariç)
girişimleri başarılı oldu. 1951’de ABD, Avustralya ve Yeni Zelanda arasında
ANZUS Paktı Antlaşması imzalandı ve 1954’de ise ABD, İngiltere, Fransa,
Avustralya, Yeni Zelanda, Filipinler, Tayland ve Pakistan’dan oluşan Güneydoğu
Asya Savunma Antlaşma Örgütü (Southeast Asia Treaty Organization-SEATO)
kuruldu. Çevreleme politikası kapsamında NATO ile SEATO arasındaki “boşluğu
doldurma” amacı taşıyan son örgüt, 1955’de İngiltere’nin girişimiyle İngiltere, Irak,
Türkiye İran ve Pakistan arasında kurulan Bağdat Paktı oldu. Gerçi Pakt 1958’de
Irak’taki askeri darbe sonrasında bu devletin örgütten ayrılmasının ardından, 1959’da
Merkezi Antlaşma Örgütü (CENTO) olarak adını değiştirerek yoluna devam etti.303
Sovyetler Birliği bu örgütlenmeleri 1955’de kendisinin önderliğinde, Arnavutluk,
Bulgaristan, Doğu Almanya, Polonya, Romanya ve Çekoslovakya’nın katılımıyla
Varşova Paktı’nı kurarak dengelemeye çalıştı. Esas olarak 1948’de Berlin Krizi ile
başlayan süreç, 1955’e gelindiğinde artık Soğuk Savaşın kurumsallaşmasıyla
sonuçlandı.
Bu arada, liberal bir devlet formuna sahip ABD’nin ikinci önceliğini
uluslararası ekonomik düzenin sağlam temellere oturması oldu. ABD, Bretton-
Woods olarak adlandırılan ve dolar ile desteklenen bir uluslararası rejim oluşturarak,

302
Arrighi, “The Global Market”, s. 233-234.
303
Baskın Oran (derl.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler,
Yorumlar, Cilt:1 (1919-1980), İstanbul, İletişim Yayınları, 2001, s. 626, 632; Gill and Law, The
Global Political Economy, s. 141.

86
II. Dünya Savaşı sonrası hegemonyasının temellerini daha sağlam bir şekilde attı.304
Fakat bu ekonomik anlamda liberal devletin söylemi ve pratikleri, daha önceki
deneyimlerinden farklı oldu. Bu kapsamda, Bretton Woods sistemi, ABD’nin
hegemonik gücünü sağlamlaştıracak şekilde planlamıştı. Bu sistem aslında üç ayak
üzerine kuruldu. İlk ayak, dünya ticaretinin düzenlemesine yönelik olarak
“Uluslararası Ticaret Örgütü” (International Trade Organization-ITO) kurulması
olmuştu. Fakat ABD başkanı Truman, korumacılar ile serbest ticareti savunanlar
arasında kalmış ve antlaşmayı ABD Kongresi’ne getirmemişti. Böylece ITO,
doğmadan ölü bir girişim olarak kaldı.305 Uluslararası ticaretin serbestleştirilmesi,
örgüt yerine Genel Tarife ve Ticaret Anlaşması (GATT) olarak bilenen müzakereler
aracılığıyla sürdürüldü ve uluslararası ticaretin düzenlenmesi ancak 1995’de Dünya
Ticaret Örgütü’nün (World Trade Organization-DTÖ) kurulması ile somut hale
geldi. İkinci ayak, altının fiyatına bağlı doların dünya ekonomik sisteminin temel
parası olmasını ve ulusal paraların belli marjlar altında hareket etmesini sağlamak
üzere Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) kurulmasıydı. Son ayak ise, 1950’den sonra
amacı ekonomik kalkınmaya yardım etmek ve azgelişmiş ülkelere sermaye çekmek
olan Dünya Bankası’nın kurulması oldu.306
IMF ve GATT’ın uluslararası politik ekonomideki rollerinin ABD’nin
hegemonyasını kurmada belirleyici olduğu görülmektedir. Gilpin, Amerikan
hegemonyasının nükleer güce sahip olmanın yanı sıra, uluslararası para sisteminde
dolara dayandığını da kabul etmektedir.307 Dünya Bankası’nın işlevi ise daha çok
azgelişmiş ülkelerin uluslararası ekonomik sisteme entegre edilmesidir.
GATT’ın temel hedefi ABD’nin önde gelen sanayicilerinin de isteği olan
serbest ticaretin sağlanması ve ticaret önündeki engellerin kaldırılmasıydı. Bu amaca
yönelik olarak GATT, ilk olarak gümrük tarifeleri gibi ticareti kısıtlayan, hatta
engelleyen vergilerin indirilmesine ağırlık verdi. 1960-1962 arasında yapılan Dillon
müzakereleri ile 1962-1967 yıllarını kapsayan Kennedy müzakereleri sayesinde,
gümrük vergileri önemli ölçüde indirildi ve dünya ticaretinde 1950 ile 1975 arasında

304
Arrighi, “The Global Market”, s. 233.
305
Gerard Curzon and Victoria Curzon, “GATT: Traders’ Club,” Robert W. Cox and Harold K.
Jacobson (derl.), The Anatomy of Influence: Decision Making in International Organization,
New Haven and London, Yale University Press, 1974, s. 300.
306
Gill and Law, The Global Political Economy, s. 143-144.
307
Gilpin, The Political Economy of International Relations, s. 134.

87
ortalama % 8’lik büyüme sağlandı. Kennedy müzakereleri bittiğinde, 60.000 üründe
% 35’lik bir gümrük vergisi indirimini gerçekleştirilmişti.308 Diğer yandan bu
müzakereler sırasında üç sorun belirdi. Birincisi, devletlerin gümrük tariflerini
indirirlerken, tarifeler dışındaki engellerin artmaya başladığı gözlemlenmişti.
Böylece korumacılık özellikle gelişmiş ülkelerde başka yöntemlerle devam
etmekteydi. 1985’de GATT müzakerelerini yürüten başkanının hazırladığı rapor,
gelişmiş ülkelerin uyguladığı gümrük tarifesi dışı engellerin 1981’de % 20
civarındayken, 1983’de % 30’a ulaştığını göstermiştir. İkinci ve üçüncü sorun ise
azgelişmiş ülkelerin ticaretleri ile tarım konusu olmuştur.
IMF’nin amacı ise dünyada etkin bir para politikasının geliştirilmesi ve
istikrarın sağlanması idi. Bu gerçekleştirilirken, ABD doları, sabit bir fiyat üzerinden
altına bağlanmıştı. Bir ons altın 35 ABD Dolarına eşitlenmiş ve ABD hükümeti,
kendisine sunulan her doları bu fiyat üzerinden altın ile değiştirmeyi taahhüt etmişti.
Ayrıca her ulusal para, “ayarlanabilir sabit kur sistemi” olarak adlandırılan sistemle
ABD Dolarına endekslenmiş ve ulusal paraların ABD Doları karşısında % 1’lik
marjda dalgalanmasına izin verilmişti.309 Bu düzenlemeler, doların uluslararası
ekonominin başlıca rezerv parası haline gelmesini sağlamıştı. Böylece ABD’nin
ödemeler dengesinin açık vermesi ve ABD Merkez Bankası’nın (FED) fazladan
dolar basması, uluslararası ticaretin gelişimi için hayati bir önem kazanmış ve
1950’lerin başında uluslararası piyasalarda hakim olan dolar kıtlığını 1958’e
gelindiğinde ABD Doları bolluğuna çevirmesinde yardımcı olmuştu. Bu durum, aynı
zamanda, ABD’nin dünyadaki üstünlüğünü ve Asya’da iki büyük savaşın finanse
edilmesini olanaklı kılmıştı.310 Nitekim, 1960’da De Gaulle, “doların
hegemonyası”nın ABD’ne büyük kolaylıklar sağladığını ve sadece para basarak,
Fransız şirketlerini satın aldığını, savaşlarını finanse ettiğini ve rahatlıkla
borçlanabildiğini söyleyerek, eleştirmişti.311
Doların sağladığı bu fayda, 1960’dan sonra tersine dönmeye başladı. ABD
ekonomisinin sürekli açık vermeye başlaması, borç veren ülkeden borçlu ülkeye
dönmesi ve borçlanmada giderek daha fazla Japon kaynaklarına dayanması, “Triffin

308
İbid, s.192.
309
Halil Seyidoğlu, Uluslararası İktisat: Teori, Pratik ve Uygulama, 9. Baskı, İstanbul, Güzem
Yayınları, 1993, s. 635-638.
310
Cox, Production, Power and World Order, s. 277.
311
Gilpin, Global Political Economy, s. 237.

88
Çelişkisi” olarak adlandırılan durumu ortaya çıkardı. ABD’li ekonomist Triffin,
uluslararası alanda likidite yaratımı ile sistemde uluslararası güven arasında temel bir
çelişki bulunduğunu ileri sürdü. Triffen’e göre sistemde likidite, ABD’nin sürekli
açık vermesine dayanırken, uzun dönemde bu durum ABD dolarına duyulan güveni
azaltacak nitelikteydi. Bu nedenle Triffin, yeni bir likidite kaynağının yaratılması
gerektiğini savundu.312 Fakat Soğuk Savaş döneminde ABD’nin müttefiki olan
devletler, doların fazla değerlenmesine ses çıkarmadılar ve dolarları ellerinde
tutmaya devam ettiler.
1963-1969 arasındaki gelişmeler doların değerini tehdit etmeye başlamıştı.
İktidardaki Johnson hükümeti, uyguladığı sosyal nitelikli “Büyük Toplum
Programı”nın yanı sıra, Vietnam savaşının tırmanmaya başlaması ile savaş
masraflarının artışını halktan gizlemiş ve vergileri arttırmadan, enflasyonu arttırıcı
makro ekonomik politikalar izlemeyi sürdürmüştü. Buna bağlı olarak 1960’ların
sonunda IMF, yeni bir rezerv imkanı olarak “özel çekme hakları”nı (special drawing
rights-SDR) oluşturdu. 1969’da iktidara gelen Nixon, Vietnam’daki savaşın bütçe
üzerinde yarattığı etkinin yanı sıra, dolar üzerine yapılan spekülasyonların artması ve
ticaret ile ödemeler dengesi açıklarının büyük boyutlara varması üzerine, 1971
Ağustos’unda ABD’nin artık dolar ile altın değişimini yapamayacağını ilan ederek,
Bretton-Woods sisteminin yıkılmasına gidecek ilk adımı attı. Bu aşamadan sonra,
IMF’nin Bretton-Woods sistemindeki rolü ortadan kalktı ve 1980’lerden itibaren
yeni roller üstlendi. Nixon yönetimi ayrıca diğer ulusal paralara dolar karşısında
değer kazandırılmasını talep etti ve ABD’nin ithalatına % 10’luk bir vergi
uygulamaya başladı.
Aralık 1971’de “Smithsonian Anlaşması” olarak bilinen anlaşmayla, dolar
devalüe edildi ve diğer paralar da çeşitli oranlarda değer kazandı. ABD’nin 1971’de
her ne kadar ABD Merkez Bankası’nda 10 milyar ABD Doları altın rezervi kalmışsa
da, bu dönemde dış alacakları borçlarından fazla olduğu bilinmekteydi. Buna rağmen
piyasalardaki panik sistemin bir anda çökmesinde etkili oldu.313 1976’da “Jamaika
Anlaşması” ile gelişmiş ülkelerin ulusal paraları, piyasalarda serbestçe belirlenmeye
başladı.314 Diğer yandan ABD’nde mali sarsıntıya yol açan bu durum, ABD’nin altın

312
Gilpin, The Political Economy of International Relations, s. 134
313
Sönmez, Dünya Ekonomisinde Dönüşüm, s. 153-154.
314
Gilpin, Global Political Economy, s. 238-239.

89
fiyatına bağlı olan doları Smithsonian Anlaşması sayesinde ortadan kalktı ve
ABD’nin borçlarını altın yerine dolar ile ödemesi imkanı elde etti. “Bunun bir anlamı
da dolar karşılığının artık altın değil, ABD’nin sınai, siyasi ve askeri gücü”ne karşılık
gelmesi oldu.315
1970’ler gerek azgelişmiş ülkelerde gerek gelişmiş ülkelerde sosyal
çalkantıların arttığı bir dönem oldu. Doların devalüe edilmesi ile başlayan süreçte,
dünyada ticaret hacmi daralarak, düşük yatırım oranları, düşük büyüme ile işsizlik
yaşanmaya başlandı ve enflasyon ciddi bir sorun olarak belirdi. Özellikle enflasyon
en büyük sorun olarak değerlendirildi ve gelişmiş ülkelerde bu oran 1970-1972
arasında ortalama % 5.3’ten 1973’te % 8‘e çıkmış ve daha sonra % 10’ları buldu.316
Enflasyonun artmasında özellikle 1973 Arap-İsrail Savaşı sonrasında, Arap
ülkelerinin Batı dünyasına karşı petrol ambargosuna başlamaları nedeniyle artan
petrol fiyatları baş rol oynadı. Gerçi bu dönem, ABD için sahip olduğu petrol
rezervleri nedeniyle büyük bir sorun doğurmamıştı.317 Diğer yandan, Batı
Avrupa’nın enerji gereksiniminin çoğunluğunu petrolden karşılaması Japonya’da ve
Avrupa ülkelerinde büyük bir krize yol açtı. Bu çerçevede, bazı yazarlar, 1973
krizinden önce, ABD’de maliyetlerin içindeki enerjinin payının Avrupa ülkelerine
göre yüksekliğine dikkat çekerek, petrol fiyatlarındaki artışın ABD lehine bir durum
yarattığını ileri sürdüler.318
Petrol gelirleri bir anda büyük artışlar gösteren “Petrol İhraç Eden Ülkeler
Birliği”ne (OPEC) üye Ortadoğu ülkeleri, ilk olarak askeri düzeyde büyük çapta
silahlanma politikaları izlemeye başlamışlar, 1977-1980 arasında dünyada en fazla
silahlanan azgelişmiş ülkeler, Ortadoğu’nun petrol zengini olan ülkelerin olduğu
görülmüştür. Bu dönem içinde İran ve Suudi Arabistan’ın silahlanma için 7 milyar
ABD Dolarına yakın bir harcama yaptığı ve silahlanmanın ABD’den yapıldığı
gözlemlenmiştir.319 Böylece petrodolarlar ABD askeri-sanayi kompleksini
güçlendiren ana unsurlardan biri haline gelmiştir. Diğer yandan elde edilen büyük
miktarlardaki “petrodolar”lar, yine ABD bankalarına yatırılmış ve bu paralar daha

315
Sönmez, Dünya Ekonomisinde Dönüşüm, s. 156.
316
Cox, Production, Power and World Order, s. 275.
317
Gill and Law, The Global Political Economy, s. 266.
318
İbid, s. 268. Gill ve Law, Oysten Noreng’e atıfla, ABD’nin hatta bu dönem öncesinde (1971-
1973), başta İran’a petrol fiyatlarını arttırması konusunda destek verdiğini ifade etmektedirler.
319
İbid, s. 268.

90
sonra, ulusaşırı finans sermayesinin güçlenmesine katkıda bulunmuştur. Bu finans
kapital şirketleri, petrodolarları bir çok azgelişmiş ülkeye kredi imkanı olarak
sunmuşlardır. Azgelişmiş ülkelerin borçlanması, 1980’lerin başından itibaren ciddi
seviyelere varmış ve ABD’nin ideolojik değişiminde vasıta olarak kullandığı temel
unsurlarından biri haline gelmiştir. Petrol krizinden ABD’nin bir başka kazancı,
Japonya ve Batı Avrupa ülkelerini arkasına almak ve “domine ettiği” Uluslararası
Enerji Ajansı ile petrol üreten Ortadoğu ülkelerine de gözdağı vermeyi başarması
olmuştur.320
ABD’nin bu dönemde ekonomideki gücü, gerek dış yardımları ve şirketleri
aracılığıyla gerekse uluslararası finansı denetleyen örgütleri aracılığıyla daha da
artmış ve dolaylı olarak ABD’nin uluslararasılaşmasını sağlamıştır. Öte yandan, bu
süreç, karşılıklı etkileşim neticesinde diğer devletlerin de ABD’ne bağlı olmalarını
sağlayan bir durum yaratmıştır. Bunların yanı sıra, ABD, “tüketim modelini ve
üretim normlarını ihraç ederek, birikim modeli veya rejiminin uluslararasılaşmasını
sağlamıştır”.321 ABD’nin tüketim kültürü, gelişmiş ülkelerdeki orta sınıf ile
azgelişmiş ülkelerdeki elitleri derinden etkilemiş ve ABD’nin hegemonyasının
kabullenilmesinde önemli araçlardan biri haline gelmiştir. Bu durum Arrighi’ye göre
ABD’nin uluslararası politikası için başlangıçta bir sorun yaratmışsa da, 1970’lerin
ikinci yarısından itibaren olumlu bir havaya dönüştü. Özellikle sınıraşan şirketlerde
artışın yanı sıra parasal işlemlerin hacimlerinin büyümesi, 1980’lerde ekonomik
politikanın dönüşümüne yardımcı olmuştur.322
Bu dönemde gelişen devlet, Cox’a göre neo-liberal devlet formudur.323
Çünkü, liberal devlet kavramı 19. yüzyıldaki devlet formunu işaret etmektedir. Bu
devlet formu, liberal devletin dönüşüme uğramış şekli olarak değerlendirilebilir. Bu
dönemdeki devletin, “emek-sermaye arasındaki çelişkileri yumuşatan” bir sosyal
devlet anlayışına sahip olduğu görülmektedir.324 Bu devletin 3 temel özelliği
bulunmaktadır: Birincisi, devlet, özel sektörün kârlı olmadığı gerekçesiyle üretimi
üstlenmediği alanlarda başlıca rolü üstlenmekte veya özel sektörün olduğu alanlarda
ise vergiden muaf olma, sübvansiyon verme ve fiyat desteği gibi doğrudan

320
İbid, s. 269.
321
Sönmez, Dünya Ekonomisinde Dönüşüm, s. 92-93.
322
Arrighi, “The Global Market”, s. 238-239.
323
Cox, Production, Power and World Order, s.218-219.
324
Sönmez, Dünya Ekonomisinde Dönüşüm, s.90-91.

91
yardımlarda bulunmaktadır. İkincisi, piyasasının tehdit ettiği veya edeceği düşük
düzeyde sosyal koruma altında bulunan grupların sorumluluğunu devlet üzerine
almaktadır. Üçüncüsü ise piyasa, 19. yüzyıldan farklı olarak büyük şirketler ile
küçük ölçekli işletmelerin yanı sıra, devlet sektörünün de bulunduğu bir yapıdan
oluşmaktadır. Böylece II. Dünya Savaşı sonrası devlet, daha önceki refahçı-milliyetçi
devlet formundan miras aldığı korporatist kurumları ve Keynes’in talep temelli
ekonomik yaklaşımını kullanmıştır.325
Bu dönemin bir başka özelliği, sermayenin aşırı büyümesinin yanı sıra,
üretkenlikteki artışla birlikte işçi ücretlerinde de artışların yaşanması olmuştur.326 Bu
arada, korporatist yapının gereği, büyük şirketler, devletin sosyal politikalarını
desteklerken, karşılığında sendikalar, sermaye ile uzlaşma yolunu seçmişlerdir.
Devlet de büyük sermaye ile uzlaşarak Keynesçi politikaları uygulamaya devam
etmiştir. Kamu maliyesi, bu dönemde ekonominin düzenleyicisi ve gelişmenin
kaynağı olma özelliğini korumuştur. Devletin talebi canlandırarak, üretimde
doğrudan söz sahibi olduğu bu dönemde, kamu harcamalarının istikrarlı bir şekilde
arttığı görülmüştür. Özellikle gelişmiş OECD ülkelerinde kamu harcamalarının
GSMH’ya oranı, 1938’de % 27.7’den, 1950‘de % 26.7’ye gerilemesine rağmen
1973’de % 37.4’e yükselmiş ve 1986’da % 46.3’e tırmanmıştır.327
Dünya ticaretinde ABD’nin payı bu dönemde önemli artışlar gösterdi. 1930-
1939 arasında, ABD’nin toplam ticaret hacmi ortalama 5 milyar ABD Doları iken,
bu oran 1946-1959 yılları arasında ortalama 24 milyar ABD Dolarına ulaştı. ABD
dışına çıkan özel sektörün varlıkları, 1930’da 17.2 milyar ABD Doları olarak
gerçekleşti, bu miktar 1950’de değişmedi (19 milyar ABD Doları). Fakat 1960’da,
ABD’nin kamunun varlıkları hariç, dışarıdaki özel sektörün varlıklarının toplamı 50
milyar ABD Dolarına yaklaştı.328
Bu arada, dünya siyasetinde ve ekonomisinde çok uluslu şirket (multinational
company) veya sınıraşan (veya ulusaşırı) şirket (transnational company) olarak
tanımlanan şirketler ortaya çıktı. Bu şirketler, sadece ulusal düzeyde değil,

325
Cox, Production, Power and World Order, s.220-221.
326
İkeda, “Dünya Üretimi”, s.92.
327
İbid, s.95.
328
Jeffry A. Frieden, “Economic Integration and the Politics of Monetary Policy in the United States”,
Robert O. Keohane, and Helen Miller (derl.), Internationalization and Domestic Politics,
Cambridge, New York, Cambridge University Press, 1996, s. 115.

92
uluslararası düzeyde de sınıf ve devlet arasındaki güç kaynaklarını etkiledi ve
günümüzde de etkilemeye devam etmektedir.329 Ulusaşırı şirketler, BM Ekonomik ve
Sosyal İşler Dairesi tarafından “iki veya daha fazla ülkede faaliyet gösteren ve
fabrikalar, madenler, hizmetler ve finans gibi varlıkları kontrol eden işletmeler”
şeklinde tanımlanmaktadır. Bu tür şirketler, çokuluslu şirketler olarak
nitelendirilmelerine rağmen, merkezinin bulunduğu ülkenin bir şirketi olarak hareket
etmekte ve gerektiği zamanlarda bu ülkeden destek almaktadır. Gill ve Law,
uluslararası alanda faaliyet gösteren ulusaşırı şirketleri 3 ana başlık altında
sınıflandırmaktadır: Madencilik, imalat ve hizmetler. Bu şirketler Batı’nın, özellikle
ABD’nin ihtiyaç duyduğu hammaddelerin temininde büyük rol oynamakta; ayrıca
imalat alanında büyük etkileri görülmektedir.
1960’ların sonlarından itibaren ulusaşırı şirketlerin sayısının artmasına paralel
olarak dünya çapında üretimde ve emek alanında farklılaşmalar yaşanmaya
başlanmıştır. Yeni uluslararası işbölümü olarak adlandırılan bu düzende, ulusaşırı
şirketler, sermayelerini ve eskiyen teknolojilerini çevre ülkelerine ihraç etmişler ve
imalat sektörü azgelişmiş ülkeler olarak tabir edilen ülkelerde yoğunlaşmıştır. ABD
şirketlerinin yurtdışında üretimi 1971 itibariyle 172 milyar ABD Dolarını bulmuş ve
ihracat ise 44 milyar ABD Dolarına yaklaşmıştır.330
Özet olarak II. Dünya Savaşı’ndan 1980’li yılların başına kadar gelişmiş
ülkelerde tarihsel blok Keynesyen-liberal politikaları benimsemiş ve bunun
karşılığında devletin refah yönü ile birlikte devletlerin uluslararasılaştığı dönem kol
kola gitmiştir. Devletin genişlemeci para politikaları, 1970’lerin sonundan itibaren
ulusaşırı şirketler başta olmak üzere liberal kesim tarafından artık eskisi gibi olumlu
karşılanmamış ve devletin ekonomiye müdahalesinin sona ermesi gerektiği görüşü
giderek yaygınlık kazanmaya başlamıştır.331 Devlet, sınıf mücadelesinin gelişmiş
ülkelerde arttığı bu dönemde sermayenin yanında durmuştur.332 Sermaye ise sosyal
harcamalarının azaltılması ve ücretlerin düşürülmesini talep ederek, II. Dünya Savaşı
sonrası kurulan işçi, devlet ve sermaye arasındaki tarihsel bloğun çözülüşünü
hızlandırmıştır.333 1970 sonlarından itibaren yine ABD önderliğinde artık yeni bir

329
Gill and Law, The Global Political Economy, s. 191.
330
Sönmez, Dünya Ekonomisinde Dönüşüm, s. 99.
331
Arrighi, “The Global Market”, s. 240.
332
Cox, Production, Power and World Order, s. 279-281.
333
İbid, s. 282.

93
kapitalist anlayış ile birlikte yeni bir sosyal yapılanmaya işaret eden bir dönem
başlamıştır.

iii. 1980’lerden 2000’e Hegemonya: Yeni Bir Tarihsel Blok Arayışı


1980’lerin başındaki dünya ile günümüz dünyası arasında büyük farklar olduğu ileri
sürülebilirse de, benzer yönlerinin fazlalığı nedeniyle, bu dönem bir başlık altında
incelenebilir. Soğuk Savaşın bitişi, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve komünizmin
bir ideoloji olarak toplumları kendine artık cezbedememesi ve yerine ABD’nin
simgesi olduğu kapitalist tüketim kültürünün yaygınlaşması, iletişim teknolojisinin
geldiği aşamalar gibi pek çok örnek farklılık olarak sunulabilir. Fakat bugünü
etkileyen politikaların bir çoğunun temeli 1980’leri işaret etmektedir. Hatta,
günümüz dünyasında aynı politikaların etkisinin tüm dünyaya yayıldığı bir döneme
şahit olunmaktadır.
1979’un son günlerinde, ABD Merkez Bankası’nın başına getirilen Paul
Volcker ile 1980’de iktidara gelen yeni ABD Başkanı Ronald Reagan yaptıkları yeni
tercihlerle bir dönemi başlatmışlardır. 1970’lerin başında yıkılan tarihsel blok, bu
sefer devlet ile sermaye sınıfının ortaklığında yeniden kurulmaya çalışılmış ve gerek
toplum ve devlet, gerekse uluslararası ilişkiler yeniden yapılandırılmaya
başlanmıştır. Bu yeni dönemde finans, ekonomi ve siyaset ile ilgili temel politikalar
yine ABD öncülüğünde veya kendisinin domine ettiği uluslararası kuruluşlar
tarafından belirlenmiş ve uluslararası alanda uygulamaya koyulmuştur. Diğer
devletlerin rızası çoğunlukla gönüllü olarak sağlanırken, Irak, Yugoslavya veya
Somali krizlerinde olduğu gibi bazen güce başvurulduğu dönemlerde olmuştur.
Toplumsal açıdan incelendiğinde, işçi sınıfının, özellikle beyaz yakalı ve
mavi yakalılar arasındaki ayrıma bile gerek kalmayacak şekilde tamamen
parçalandığı, uzmanlık gerektiren işlerde çalışanların kendilerini işçi sınıfından
saymadıkları bir dönem başlamaktadır. Diğer yandan, Cox’un tabiriyle yerleşik-
kurulu işçi sayısında azalmayla birlikte, iş güvencesi bulunmayan ve yaygınlaşan
esnek üretime yönelik çalışma şekilleri ile işçinin iş yeri ile bağlantısı en aza
indirilmektedir. Gill, “piyasa medeniyeti” adını verdiği bu dönemde, sosyal dışlanma
ve sosyal parçalanmayı teşvik eden bir yapının hakim olmaya başladığını ileri

94
sürmektedir.334 Bunların sonucunda, Batı’daki işçilerin Marx’ın “sınıf bilinci”
kavramından uzaklaştıkları görülmektedir. Artık, özel sektörde çalışan yerleşik
işçiler, kendilerini “vergi veren vatandaş” olarak değerlendirmeye başladıkları
gözlemlenmektedir. Buna bağlı olarak sendikalar gücünü kaybetmektedir. Bu arada,
işsizlik ile yerleşik olmayan işçiler arasındaki bağlar da çeşitli nedenlerle
zayıflamaktadır. Bunların başında, yerleşik olmayan işçilerin, yasal veya yasal
olmayan göçmenler ile kadınlardan oluştuğu bir ortamda, işsizlerin kentlerin
varoşlarında oturan gençlerden oluşması, bunlar arasında bir bağ kurulmasını
zorlaştırmaktadır.335
Bir çoklarının neo-liberal diye açıkladığı bu devlet formunu Cox, “hiper-
liberal devlet” şeklinde betimlemektedir.336 Cox’a göre bu devlet formunun 19.
yüzyıldaki liberal devlet formuna benzer yönleri bulunsa da, özellikle ABD ve
İngiltere’de iktidara gelen Reagan ve Thatcher hükümetlerinin uyguladıkları
politikaların büyük farklılıklar göstermektedir. Gill ise finans ve üretimin
küreselleşmesi nedeniyle, sadece ABD’nin değil, Japonya ve Avrupa Birliği’nin de
makro ekonomi politikalarında hareket serbestilerini kaybettiğini düşünmektedir.337
Fakat bu merkez ülkelerinin makro ekonomi politikalarındaki kısıtlılık, çevre ülkeleri
için özellikle mali piyasalardan ve IMF’den daha büyük baskı anlamına gelmektedir.
1980’lerde ABD Merkez Bankası’nın başında bulunan Volcker, Milton
Friedman’ın mimarı olduğu sıkı para politikasını devreye soktu ve Keynes
döneminde uygulanan talep yönlü politikaların yerine, “monetarizm ile arz yönlü
iktisadın sentezi niteliğindeki bir iktisat politikasını” benimsedi.338 Volcker, faiz
oranlarını artırarak, başta Almanya ve Japonya olmak üzere, uluslararası
piyasalardan fonların ABD’ye akmasını sağladı.339
Bu arada 1980’lerin başında yaşanan iki önemli olay, dünya siyasetini olduğu
kadar dünya ekonomilerini etkiledi. Ortadoğu kaynaklı gelişmelerden ilki, İran’da
ABD yanlısı Şah’ın iktidardan uzaklaştırılması ve dini lider Humeyni önderliğinde
İslami devrimin gerçekleştirilmesi oldu. Bunun ardından, Saddam Hüseyin

334
Stephen Gill, “Globalisation, Market Civilisation, and Disciplinary Neoliberalism”, Millennium:
Journal of International Studies, Vo: 24, No:3, 1995, s. 399.
335
Cox, Production, Power and World Order, s. 283-284.
336
İbid, s. 285-286.
337
Gill, “Globalisation, Market Civilisation, and Disciplinary Neoliberalism”, s. 412-413.
338
Sönmez, Dünya Ekonomisinde Dönüşüm, s. 219.
339
Gill and Law, The Global Political Economy, s. 181.

95
önderliğindeki Irak’ın İran’a savaş açması, dünya siyasetini olduğu kadar, dünya
ekonomisini de etkiledi. Ortadoğu’daki bu gelişmeler üzerine petrol fiyatları 1979’da
24 ABD Dolarına kadar çıkarken, 1980’de 40 ABD Dolarına yükseldi. Bu durum
azgelişmiş ülkelerin yanı sıra, gelişmiş ülkelerin ekonomilerinin durdunluğa
girmelerne neden oldu. Buna ilaveten, 1982’de su yüzüne çıkan azgelişmiş ülkelerin
dış borçlarını ödeyememesi, bu ülkelere borç veren bankaları ve dolayısıyla
hükümetlerin zor durumda kalmasına yol açtı.
Bu gelişmelere karşılık ABD, yukarıda belirtildiği üzere, sıkı para
politikalarını benimsedi. Bu politikaların uygulanmasında neo-liberallerin önerdiği
yöntemlerden biri 1980’lerin başında GSYİH’nın % 30’larını bulan kamu
harcamalarının düşürülmesiydi. İkinci olarak özel girişimciliğin desteklenmesi ve
kamu yatırımlarının verimsiz olduğundan hareketle kamu yatırımlarının özel sektöre
satılarak özelleştirilmesi diğer öneriler arasında yer aldı. Başta çalışma hayatı olmak
üzere, bir çok alanda “kural koymama” veya mevcut kurallardan kurtulma olarak
açıklanabilecek olan “deregülasyon” (deregulation) yöntemi de talep edilen konular
arasındaydı. Dünya piyasalarında yaşanan rekabet nedeniyle, işçi ücretlerindeki
artışların dondurulması ile vergilerin düşürülmesi, neo-liberallerin öne sürdükleri
diğer önlemlerdi.340 Bu arada, Nixon’ın iktidarı döneminde sermaye hareketleri
üzerindeki kontrollerin kaldırılması, Reagan zamanında tamamlandı ve finans
sektörü, özellikle iletişim alanında yaşanan teknolojik gelişmelerle çok daha güçlü
bir hale geldi.341 Sermaye hareketleri üzerindeki kontrolün başlıca sebebi, ulusal
paranın ülke topraklarında yatırıma dönüşmesi ve istihdamın arttırılmasıydı. Fakat
günümüze kadar kapitalizmin gelişiminde rol oynayan temel etkenlerden biri, kâr
haddinin yüksek olması ve buna bağlı olarak sermayenin gelişmesi olmuştur. Bu
nedenle, merkez ülkelerde kâr haddinin düşmesi sermayenin dış piyasalara
dönmesini sağladı. ABD’nin kâr oranları 1970-1979 arasında % 14 civarında
seyrederken, 1985-1989 arasında kâr oranlarının % 17.6’ya çıktı. Bu arada gelişmiş
ülkelerin yanı sıra, borç sarmalında bulunan azgelişmiş ülkeler de sermaye
piyasalarındaki kontrolleri azalttılar ve sermaye çekebilme yarışına girdiler. Bu

340
Arrighi, “The Global Market”, s. 2342-243; Sönmez, Dünya Ekonomisinde Dönüşüm, s. 222-
223.
341
Gülten Kazgan, Küreselleşme ve Ulus-Devlet: Yeni Ekonomik Düzen, 3. Baskı, İstanbul,
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2002, s. 163.

96
sermaye sadece kredi imkanlarından değil, aynı zamanda portföy yatırımları, kısa
vadeli yatırımlar ve doğrudan dış yatırımlardan oluştu.342
Böylece 1980’lerin ortalarından itibaren, günlük uluslararası para hareketleri,
hemen hemen yıllık dünya ticaretinin hacmine eş değer hale gelmiştir. Gelişmiş
ülkelerinin milli gelirleri içindeki sermayenin payı da bu dönemden itibaren artış
eğilimine girmiştir. Nitekim, ABD’nin milli geliri içindeki sermayenin oranı, 1970-
1979 arasında % 32.3’den 1959-1989 döneminde % 33.7’ye yükselmiştir.343
Azgelişmiş ülkelerin veya diğer bir tabirle gelişmekte olan ülkeler, bu
dönemde gelişmiş devletlerden büyük oranlarda borçlanmışlardır. Fakat 1980’lerin
başından itibaren azgelişmiş devletler bir borç sarmalına girmişlerdir. Borcun geri
ödenememesi nedeniyle rolü değişen IMF’nin politikalarını uygulamak durumunda
kalmışlardır.344 1970’lerin ortalarından itibaren Ortadoğu ülkelerinin elde ettiği
petrodolarlar büyük Batı bankaları tarafından özellikle azgelişmiş ülkelere
akıtılmıştı. Bu rakam 1973’da 130 milyar ABD Doları civarındayken, 1980’da
toplam 572 milyar ABD Dolarına çıkmış, 1982’da 753 milyar ABD Doları ve
1983’de ise 819 milyar ABD Dolarına tırmanmıştır.345 Daha önce uyguladıkları ithal
ikameci politikaların başarısız olması ve gerek borçlarını ödeyecek, gerekse
teknolojik maların ülkeye girişini sağlayacak olan dövize sahip olamamaları, Türkiye
ve Güney Kore gibi ülkelerin 1980’lerin başında ihracata yönelik büyüme modeline
geçmelerine sebep olmuştur. Fakat esas olarak azgelişmiş ülkelerin borç krizi,
Meksika’nın 1982’da borcunu ödemeyecek hale gelmesi ile patlak vermiştir.346
Meksika krizinin ortaya çıkmasıyla, ABD hükümeti hızlı davranarak,
Meksika’ya yardım etmiş ve bu yardım, 1971 sonrasında aslında görevsiz bir örgüt
haline dönüşen IMF’nin bu ülkelerin borçlarının tekrar döndürülmesini sağlamak
üzere yeni bir misyon üstlenmesine yol açmıştır. Gerçekte, IMF’nin rolünün tekrar
belirlenmesinin hemen öncesine denk gelen 1985’de “Baker Planı” olarak bilinen bir
plan ortaya atılmıştı. Fakat bu planın başarısı için IMF’ye verilmesi gerekli olan
parasal desteği sağlayacak olan ABD Kongresinin isteksizliği, planı başarısızlığa

342
İbid, s. 164.
343
İbid, s. 163. Tablo VII.
344
Gill and Law, The Global Political Economy, s. 183-187; Gilpin, Global Political Economy, s.
272-277.
345
Sönmez, Dünya Ekonomisinde Dönüşüm, s. 243.
346
Gill and Law, The Global Political Economy, s. 182.

97
uğratmıştı. Plan, 1987’de Baker’in üçüncü dünya ülkelerinin borçları üzerine yeni bir
girişimde bulunmuş ve IMF ile Dünya Bankası’nın borçlar konusunda izleme
sürecine dahil edilmeleriyle tekrar güç kazanmışlardı.347 Bu süreçte IMF’nin temel
görevi, “yapısal uyum programı” (structural adjustment program) olarak
adlandırılan, gerçekte borçlu ülkelerin borç servislerini düzenlemek üzere makro
ekonomi politikalarını dünya ekonomisinin gereksinimlerine uyarlamak olarak
yeniden belirlenmişti. Bu yapısal uyum programları, azgelişmiş ülkelerin
ticaretlerinin ve sermaye piyasalarının serbestleştirilmesini, özelleştirmeyi ve sıkı
para politikası uygulanması gibi önlemleri içermişti. Bu programların bir başka
etkisinin de emeğin değerinin milli gelir payı içinde düşürülmesi olduğu bir ço yazar
tarafından ileri sürülmüştür.348
Böylece başta ABD olmak üzere, merkez ülkelerinin desteklediği neo-liberal
politikalar, IMF ve daha sonra onunla birlikte hareket etmeye başlayan Dünya
Bankası aracılığıyla çevre ülkeleri olarak da adlandırılan azgelişmiş ülkeler üzerinde
tatbik edilmeye başlandı. Öte yandan, uluslararası ekonominin finans kısmını
düzenleyen bu örgütlerin yanında dünya ticaretini düzenleyen bir örgüt bulunması
gerekiyordu. Gerçi GATT süreci uluslararası ticareti düzenlemekle yetkilendirilmişti,
ama GATT’ın bir müzakereler sürecine işaret etmesi ve nihai bağlayıcılığının zayıf
olması, ABD için yeni bir düzenlemeyi zorunlu kılmaktaydı. Bununla bağlantılı
olarak ABD, dünya ticaretinde karşılaşılan sorunları çözmek için daha güçlü bir
platform olarak DTÖ’nün kurulmasında öncü oldu. Ayrıca sadece imalat ticaretini
değil, aynı zamanda çevre, fikri ve sınai mülkiyet hakları ile hizmetler alanını da
içeren GATT’ın Uruguay Müzakelerinde kabul edilen metinlerin denetim
mekanizması için de böyle bir uluslararası platform gerekli görüldü.349 Buradan
hareketle, 1995’de kurumsallaşan DTÖ, ABD için iki alanda özellikle önem kazandı:
Fikri ve sınai mülkiyet hakları ile hizmetler sektörü. TRIPS olarak bilinen Ticaretle
Bağlantılı Fikri ve Sınai Mülkiyet Hakları Anlaşması (Agreement on Trade Related
Intellectual Property Rights) aslında bu iş için daha uygun olan Dünya Fikri ve Sınai
Mülkiyeti Örgütü (World Intellectual Property Organization-WIPO) çerçevesinde
sürdürülmedi ve azgelişmiş ülkelerin karşı çıkmalarına rağmen, kararlarının

347
İbid, s. 184-185; Akalın, “Dünya Ekonomisinde Yönetim Arayışı”, s. 72.
348
Gill and Law, The Global Political Economy, s. 186.
349
Akalın, “Dünya Ekonomisinde Yönetim Arayışı”, s. 68-69.

98
bağlayıcılığı olan DTÖ’nün kurucu anlaşmasının ekinde yer aldı.350 Daha sonra
1996’da WIPO ile yapılan anlaşma neticesinde, hak ihlalleri ile ilgili konularda iki
örgütün beraber çalışması konusunda anlaşmaya varıldı.351 Bu ortamda, merkez
dışındaki diğer devletler, sermaye hareketlerini kendilerine çekebilmek için sadece
sermaye piyasaları üzerindeki kontrolleri kaldırmamış, aynı zamanda sermayenin
IMF aracılığıyla talep ettiği şartları yerine getirmeye de özen gösterdiler. Aksi halde,
Gill’in ifadesiyle, çok güçlü hale gelen sermaye “yatırım grevi” (investment strike)
yaparak, ülkeden kaçma tehdidinde bulundular.352
Bu dönemin bir başka özelliği yukarıda da bahsedildiği üzere, ulusaşırı
şirketlerin gücünün 1990’lardan itibaren büyük boyutlara ulaşmasıdır. Bu durum bir
çok yazar tarafından bu tür şirketlerin ulus-devleti erittikleri yönünde yorumlara
neden olmaktadır. 1970’lerin başında, ulusaşırı şirketlerin sayısının 10.000 dolayında
bulunduğu ve bunların 30.000 civarında ana ülkenin dışında faaliyet gösteren “yavru
şirkete” sahip olduğu BM’nin istatistiklerince doğrulanmaktadır. İlk zamanlarında
daha çok sınai üretim üzerine yoğunlaşan ulusaşırı şirketler, 1970’lerin sonundan
itibaren hizmetler sektörüne yöneldiği görülmektedir.353 Yine bu dönemde, ulusaşırı
şirketler tarafından gerçekleştirilen doğrudan dış yatırım olarak adlandırılan
yatırımlarda da büyük artışlar gözlemlenmektedir.354 Bir diğer husus ise daha önce
yoğun kâr sağlanan makine-teçhizatın artık kâr oranının düşmesi ve yerine başka
teknolojinin kullanması sebebiyle, bu tür teçhizatların merkezden çevreye
gönderilmesi konusuyla ilgilidir.355 Merkez, teknolojisini geliştirdiği bir üründen
azami ölçüde yararlandıktan sonra, bu teknolojik ürünün çevreye gitmesine izin
vermektedir. Teknoloji, böylece gelişmiş ülkelerde üretilmekte ve azgelişmiş
ülkelere transferi ancak, araştırma-geliştirme (AR-GE) faaliyetlerinin harcamalarının
yanı sıra elde edilen kârın azalmaya başlaması ile birlikte mümkün olabilmektedir.

350
Alkan Soyak, “Küreselleşme, Teknoloji Politikası, Türkiye”, Alkan Soyak (der.), Küreselleşme:
İktisadi Yönelimler ve Sosyopolitik Karşıtlıklar, İstanbul, Om Yayınevi, 2002, s. 119.
351
Http://www.wto.org/english/tratop_e/trips_e/trips_e.htm, (Erişim tarihi: 10 Şubat 2004).
352
Gill and Law, The Global Political Economy, s. 186.
353
Sönmez, Dünya Ekonomisinde Dönüşüm, s. 185-186.
354
Hirst ve Thompson, Küreselleşme Sorgulanıyor, s. 81. Doğrudan dış yatırımlar, makine,
donanım, teknik bilgi şeklinde olup, parasal sermaye biçiminde yapılmamakta, nakdi sermayenin
bankalardan sağladığı kredilerle gerçekleştirilmektedir.
355
Kazgan, Küreselleşme ve Ulus-Devlet, s. 163.

99
Bu sayede, ulusaşırı şirketler, azgelişmiş ülkelerde eskiyen teknolojilerini
kullanmaya devam ederek, kâr etme sürecini sürdürmektedirler.356
Günümüzde uluslararası ticaretin büyük bir kısmının bu ulusaşırı şirketler
tarafından yerine getirildiği görülmektedir. 1977’de 121 milyar ABD Doları olan
ABD’nin ihracatının 94 milyar ABD Doları ulusaşırı şirketler tarafından sağlanmıştı.
Bu miktarın 33 milyar ABD Doları olan kısmını yavru şirketler gerçekleştirmiştir.
Keza ithalatta da benzer rakamlara rastlanılmaktadır. Ulusaşırı şirketlerin 1977’de
yaptıkları ithalatın 152 milyar ABD Dolarının 42 milyar ABD Doları yine yavru
şirketler aracılığıyla yapılmıştır.357 Sönmez’e göre ABD ekonomisi, 1970’lerin
sonlarından itibaren, ulusaşırı şirketlerin “denetimine” girmeye başlamıştır.
Ulusaşırı şirketlerin bir diğer faaliyet gösterdiği alan da bankacılık
hizmetleridir. 1970’de ABD merkezli 7 en büyük ulusaşırı bankanın kârlarının
% 22’si özellikle azgelişmiş ülkelerden gelirken, bu oran 1982’de % 60’lara kadar
yükselmiştir.358 Bu durum, Cox tarafından uluslararası finansın günümüz “dünya-
hegemonik düzeninin” temel belirleyicisi ve “hegemonik dünya ekonomisinin politik
ve üretimsel örgütlenmesinin temel düzenleyicisi” olarak nitelendirilmektedir.359
Daha önce bu rolü serbest ticaret kavramı oynarken, bugün ticaret yerini yavaş yavaş
finansa bıraktığı görülmektedir. Diğer bir deyişle, artık uluslararası finans, sadece
uluslararası ekonomik düzeni değil, devletlerin içindeki toplumun ve hatta sınıfların
yeniden yapılandırılmasında başrolü oynamaktadır. Ayrıca devletlerin temel olarak
halka sorumlu olduğu (accountability) şeklindeki görüşlerde de kaymalar yaşandığı
görülmektedir. Devletlerin sorumluluğunun artık büyük sermayeye sahip olan
ulusaşırı şirketlere yöneldiği gözlemlenmektedir.
Kısaca, 1980’lerin başından beri, 1950’lerde Batı Avrupa ve ABD’de
kurulmuş olan yeni bir tarihsel blok yerini uluslararası sermayenin önderliğinde yeni
bir tarihsel bloğa devretmektedir. Bu tarihsel bloğun ideolojik yaklaşımının dışlanan
gruplar veya sınıflar tarafından kabul edilip edilmemesi önemli görülmemektedir.
Bunun sebeplerinden biri, dışlanmış bulunan grupların ortak bir kimlik bilincine
sahip olmamasıdır. Bu durum, özellikle küreselleşme karşıtı grupların yaptıkları

356
İbid, s. 169.
357
Sönmez, Dünya Ekonomisinde Dönüşüm, s. 191-192.
358
Gill and Law, The Global Political Economy, s. 187.
359
Cox, Production, Power and World Order, s. 267.

100
gösterilerde ortaya çıkmaktadır. Bu gruplar anarşistlerden, ırkçı ve koruma yanlısı
milliyetçi gruplara kadar uzanmaktadır. Bu nedenle günümüz için ortak bir paydası
bulunmadığı görülmekte ve bu hareketlerin şu anda başarılı olması zor
gözükmektedir. Diğer yandan sınıf bilincinin daha önce belirtildiği üzere büyük
ölçüde silindiği ve sendikal hareketin parçalandığı bir dönemden geçilmektedir.
Cox’un ifadesiyle, yerleşik işçilerin kendilerini işçi olarak tanımlamadığı günümüz
çalışma hayatında, sendikalar da ne yerleşik işçileri ne de düzensiz ve iş
güvencesinden yoksun çalışan kesimlerin sesi olabilmektedir. Özellikle çevrede yer
alan devletlerin gerek artan işsizliğe karşı çözüm gerekse iç ve dış borç sorunlarını
aşmak için sermaye girişine ihtiyaç duymaları ellerini bağlamakta, bu durum,
ulusaşırı şirketlerin devletler ile pazarlık yapabilme güçlerini artırmalarına
yaramaktadır.
Uluslararası ekonominin yapısı, daha önce olduğu gibi, teknolojik
gelişmelerle merkez ülkelerince ve yine merkez ülke temelli ulusaşırı şirketlerce
belirlenmektedir. Günümüzde, fikri ve sınai mülkiyet hakları artık gelişmiş ülkelerin
temel birikim yöntemini oluşturmaktadır. DTÖ gibi uluslararası örgütler aracılığıyla,
teknolojik gelişim korunmakta ve bunların transferleri engellenmektedir. Diğer
yandan buna sahip olabilmek için yüksek miktarlarda ödeme yapılmasını gerekli
kılacak mekanizmalar üretilmektedir. Bu sayede, merkez ağırlığını korumaktadır.
ABD açısından değerlendirildiğinde ise durum farklı değildir. Aksine, ABD bugün
için dünyanın bir numaralı teknoloji merkezini oluşturmaktadır.
Diğer yandan ABD’nin günümüz hegemonyası Gill’e göre Gramsci’nin
“pasif devrim”ine benzetilmektedir. Çünkü, başta kendi ülkesi içinde oluşturulmuş
bulunan ve sermaye sınıfı ile devletin birliğine dayanan tarihsel blok, toplumun diğer
kesimlerinin onayını almamaktadır. Dünya üzerinde de benzer şekilde ABD
hegemonyasının günümüzde sapmalar olduğunda zor kullanan bir yapıya sahip
olduğu görülmektedir. Ayrıca Irak olayında gözlemlendiği üzere, bazı devletlerin
yanı sıra, toplumların da bilfiil işgale karşı çıkmasının ABD hegemonyasının kırılgan
bir yapıya girdiğine işaret ettiği söylenebilir. Hatta, Irak olayında ABD’nin rıza
arama sürecini birkaç girişiminin ardından göz ardı ettiği ve hegemonyasını
pekiştirmek üzere kullandığı BM’i bile dikkate almadığı gözlemlenmektedir. Bu

101
nedenle, günümüz uluslararası politikası Gramşici anlamda pasif devrimle
özdeşleştirilmesi mümkündür.
Bir çok yazar, ABD’nin bugün dünya politikasında benimsediği tutumun
hegemonyadan imparatorluğa doğru geçişi ile bağlantılandırmaktadır. Hatta Nye’ın
“Amerikan Gücünün Paradoksu” başlıklı kitabında ABD’nin Roma
İmparatorluğu’nun yerine geçtiğine dair görüşleri bugün realist paradigmanın
akademisyenleri tarafından kabul görmektedir.360 Burada kullanılan “imparatorluk”
kavramının içerik açısından realistlerin hegemonya kavramından çok büyük bir fark
göstermediği anlaşılmaktadır.361 İkisinde de bulunan ortak yön ABD’nin gücünün
belirlenmesinde sadece ekonomik değil, askeri gücünün de temel bir işleve sahip
olmasıdır. Özellikle 2000’nin başından beri iktidarda bulunan George Bush’un 11
Eylül saldırılarından sonra dünya düzeninin yeniden kurulmasında zora başvurmaya
yatkın olması realist paradigmanın akademisyenlerinin daha önceki savları açısından
hegemonya ile imparatorluk kavramları arasında çok büyük bir yenilik
getirmemektedir.
Diğer yandan Bush’un yakın çevresinde bulunan ve “yeni-muhafazakar”
(neo-conservatives) olarak adlandırılan ekibin “Amerika’nın kaosun güçlerini
yenilgiye uğratmak için güç kullanmaya hazır olmalıdır”362 görüşünü benimsedikleri
görülmektedir. Bu nedenle, realist paradigma içinde hareket eden yazarlar ve
akademisyenlerin kullandıkları hegemonya ile imparatorluk aynı kavramlara tekabül
etmektedir. Bu imparatorluğun özellikleri Gramşici hegemonya ile çeşitli konularda
farklılıklar göstermektedir. Mustafa Özel, hegemonya ile imparatorluk arasındaki
farkı şu şekilde ortaya koymaktadır: İmparatorluk, “öteki” güçlere rağmen oluşan bir
durumdur, hegemonya ise “öteki” güçlerin arzusuyla oluşan bir durumu

360
Deniz Ülke Arıboğan, “Güvenliksiz Barıştan, Barışsız Güvenliğe”, Toktamış Ateş (der.), Kartal’ın
Kanat Sesleri: ABD Dış Politikasında Yeni Yönelimler ve Dünya, Ankara, Ümit Yayıncılık, 2004,
s.49-50; Nye, Amerikan Gücünün Paradoksu, s. 1-2.
361
Theo Farrell, “Strategic Culture and American Empire”, SAIS Review of International Affairs,
Vol: XXV, No: 2, Summer-Fall 2005. Niall Ferguson, “The Unconcious Colossus: Limits of (and
Alternatives) American Empire”, Daedalus, Spring 2005.
362
Ahmet K. Han, “Tarafsız Olmayan Savaş, Yeni Muhafazakar Komplo (?) ve Bush Doktrini”,
Toktamış Ateş (der.), Kartal’ın Kanat Sesleri: ABD Dış Politikasında Yeni Yönelimler ve Dünya,
Ankara, Ümit Yayıncılık, 2004, s. 140-141. Burcu Bostanoğlu, “Amerika’da Tarihi Kim Yazacak?”,
Panomara Dergisi, Http://www.panomaradergisi.com/mart2004/index.php?dosya=anakonu, (Erişim
Tarihi: 13 Nisan 2004).

102
yansıtmaktadır. İmparatorluklar, rakiplerini ortadan kaldırmaya çalışırken,
hegemonyalar liderlik etmektedirler.363
Michael Cox ise Amerika’nın emperyal politikalara yöneldiğine ilişkin
görüşlere yönelik olarak ABD’nin 1898’deki İspanya-ABD Savaşı’ndan itibaren
“imparatorluk” olarak görüldüğünü, 1945 sonrasında da “süper güç” şeklinde
değerlendirildiğini ve 1990 sonrasında ise “yeni İmparatorluk” bağlamında ele
alındığını ifade etmektedir.364 Cox, imparatorluğun özellikleri açısından ABD’nin bir
imparatorluk olmadığını ileri sürmektedir. Çünkü tarihte imparatorlukların geniş
topraklara hükmettiğini fakat ABD’nin yeni topraklar işgal etmek arzusunda
olmadığını belirtmektedir. Ayrıca Cox, imparatorluğun bütün dünyayı idare etme
veya kontrol etme gibi bir durumun sözkonusu olmadığını belirterek, imparatorluk
fikrinin esas olarak “algılama” ile ilgili olduğunu vurgulamaktadır.365
Doug Stroke, bir çok yazarın 11 Eylül saldırılarının ardından ABD’nin dış
politikasındaki gelişmeler ile ilgili olarak söylenen Amerikan imparatorluğunun
konusunun yeni bir görüş getirmediğini bildirmektedir. Çünkü sözkonusu yazarların
kanıt olarak sundukları serbest piyasa, insan hakları ve demokrasi fikrini
yaygınlaştırma ile bunları askeri güçle tamamlama gibi görüşlerin zaten uzun bir
zamandan beri ABD tarafından izlendiğini belirterek, 1950 tarihli NSC 68 (National
Security Council 68) olarak bilinen belge ile 1992 tarihli 1992 Defense Planning
Guidance belgesinde bu hedeflerin yazılı olarak ortaya konduğunu örnek olarak
vermektedir.366 Hatta bu belgelere ABD’nin NSS 2006 (National Security Strategy)
başlıklı belgesi de eklenebilir. Sözkonusu belgede ABD, benzer politika hedefleri
koyduğu görülmektedir.367 Stroke, William Robinson’un A Theory of Global
Capitalism başlıklı çalışmasına atıfta bulunarak, kapitalizmin sınıraşan niteliği
nedeniyle ABD’nin sınıraşan sermayenin merkezi kurumu şeklinde hareket ettiğini
ve sınıraşan bir kapitalist gündem izlediğini söylemektedir. ABD ordusunun ise
sadece ABD’nin çıkarlarından ziyade, bu sınıraşan sermayenin çıkarlarını korumak

363
Mustafa Özel, “Kapitalist Hegemonyadan Küresel İmparatorluğa”, Fatma Sel Turhan (der.),
Küresel Güçler, İstanbul, Küre Yayınları, 2005, s. 5-8.
364
Michael Cox, “Empire’s Back in Town: Or America’s Imperial Temptation Again”, Millenium:
Journal of International Studies, Vol:32, No:1, 2003, s. 8-11.
365
İbid, s. 15-21.
366
Doug Strokes, “The Heart of Empire? Theorising US Empire in an Era of Transnational
Capitalism”, Third World Quarterly, Vol:26, No:2, 2005, s. 219-224.
367
National Security Strategy of United States of America, Washington DC, 2006.

103
için hareket ettiğini belirtmektedir. ABD'nin sadece toprakla
bağlantılandırılamayacak bir sınıraşan imparatorluğa döndüğünü ileri süren Stroke,
bu sayede eski imparatorluklardan farklılaştığını düşünmektedir. Bununla beraber,
sınıraşan kapitalizmin küresel piyasalardaki ABD’nin üstünlüğü nedeniyle ABD
çıkarlarına da hizmet ettiğini ilave etmektedir.368
Eleştirel teoriyi savunan akademisyenler ise ABD’nin Yugoslavya,
Afganistan ve Irak olaylarında görüldüğü gibi dünya politikasında zora başvurmasını
hegemonyadan imparatorluğa geçiş olarak yorumlarlarken, realist paradigmanın
benimsediğinden farklı noktalara vurgu yaptıkları görülmektedir. Özellikle eleştirel
teoriyi benimseyen yazar ve akademisyenlerin yaptıkları bu vurgu, Gramşici
anlamda ABD’nin hegemonyasının yıkıldığı ve artık güç kullanmaya daha eğilimli
olan imparatorluğa özendiğini ileri sürmektedirler.369 Sözkonusu yazarlar tarafından
ABD'nin Gramşici hegemonya bağlamında “olmazsa olma koşul” olan onay ve rıza
gibi kavramları dikkate almadığı ve sadece kaba kuvvet ile ilişkilerini düzenlediği
ileri sürülmektedir. Tek taraflı politikaları benimsemeye yöneldiği için ABD'nin dış
politikasının artık hegemonik bir güçten ziyade imparatorluk kavramı ile daha rahat
anlaşılacağı ileri sürülmektedir.
Diğer yandan, ABD yönetiminin özellikle 2000’den itibaren doğrudan güce
başvurmasına ve devletlerin onayını almadan hareket etmesine rağmen, ABD
günümüz dünya politikasını şekillendirmede hâlâ hegemonik bir kültür yaratmaya
yönelik politikalar geliştirmeye çalıştığı ileri sürülebilir. Bu kültürel etkiyi sınıraşan
bir sınıf yaratarak oluşturma ABD’nin hedefi olarak ortaya çıkmaktadır. 1970’lerde
yıkılan tarihsel blok, bugün yerini bir başka oluşuma bırakmaktadır. Bu tarihsel
bloğun ABD’nin hegemonyasını da yenilemeye yönelik olarak fikirsel ve kurumsal
düzeyde çalıştığı görülmektedir. Fikirsel düzeyde yeni-muhafazakârların arkasında
esas olarak Robert Kagan ve William Kristol gibi yazarlar yer almaktadır. ABD’nin
dış politikada gelişmelere paralel olarak nasıl yönlenmesi gerektiği hususunda
görüşlerin ifade edildiği Foreign Affairs dergisinde bu ikilinin yazdıkları Toward a
Neo-Reaganite Foreign Policy başlıklı çalışmalarında 3 temel ilkenin ABD’nin yeni
dış politikasında belirleyici olması gerektiğini ifade etmişlerdir. Buna göre ABD’nin
global hegemonyasının korunması için ilk olarak 1990’larda ABD’nin yıllık 260
368
Strokes, “The Heart of Empire?”, s. 227-228.
369
Wallerstein, Amerikan Gücünün Gerileyişi.

104
milyar ABD Doları civarında olan savunma bütçesinin 60-80 milyar ABD Doları
civarında arttırılması gerektiği olmuştur.370 İkinci koşul ise Amerikan vatandaşlarının
ABD’nin dışarıda yaptığı askeri operasyonlara gittikçe kayıtsız kalmasının
engellenmesi ve bu kapsamda vatandaşların dış politikaya aktif katılımının (citizen
involvement) sağlanması olduğunu ifade etmişlerdir. Üçüncü koşulun ahlâki açıklık
(moral clarity) olduğunu ifade eden Kristol ve Kagan, ABD’nin ulusal çıkarları ile
uyumlu dış politikasının ahlâki bir temele dayanması gerektiğini savunmuşlardır.
Kristol ve Kagan, bu ahlâki hedefleri ise demokrasi, serbest piyasa ve özgürlüğe
saygı olarak dile getirmişler ve böyle bir dış politikanın benimsenmesinin sadece
muhafazakârlar ve ABD için değil, aynı zamanda dünya için de yararlı olacağını
vurgulamışlardır.371
William Robinson ise benzer şekilde ABD’nin hegemonyasının demokrasi
kavramına daha sık atıfta bulunduğunu ileri sürmektedir. Robinson’a göre ABD,
bütün dünyada aktif bir şekilde demokratikleşmenin gerekliliğini dünya
toplumlarının önüne koymaktadır. Fakat ABD’nin bu demokratikleşme politikası
sadece Wallerstein’ın kullandığı “çevre” (periphery) ve “yarı-çevre” (semi-
periphery) bölgelerinde “düşük yoğunluklu demokrasi” (low-intensity democracy)
talebini içermektedir. Robinson, bu politikanın benimsenmesinin arkasında elit ve
demokratik olmayan yönetimler tarafından üretilen sosyal ve ekonomik
372
gerginliklerin yatıştırılması yattığını ifade etmektedir. Düşük yoğunluklu
demokrasi politikası çerçevesinde çevre ülkelerinde iktidara gelen elitler ise özellikle
küresel finans, küresel üretim, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası örgütler ve
Trilateral Commission gibi gayri resmi platformlar yoluyla sınıraşan elitler grubuna
dahil edilmekte olduğunu iddia eden Robinson, ABD’nin hegemonyasının kalıcı hale
gelmeye çalıştığını vurgulamaktadır.373
Robinson bir başka çalışmasında küreselleşmeden hareket ederek, ulusal ve
uluslararası düzeyde sermayenin sosyal üretim ilişkileri temelinde bir araya geldiğini
370
William Kristol and Robert Kagan, “Toward a Neo-Reaganite Foreign Policy”, Foreign Affairs,
Vol:75, No:4, July/August 1996, s. 20-28; Robert Kagan, “Power and Weakness”, Policy Review,
June 2002. Http://www.policyreview.org/JUN02/kagan.html, (Erişim Tarihi: 12 Haziran 2003).
Kagan, bu miktarın ABD’nin toplam GSYİH’sının % 3’üne tekabül ettiğini, bunun 1980’lerde %
7’lerde seyreden oranlar ile karşılaştırıldığında düşük kaldığını ifade etmektedir.
371
Kristol and Kagan, “Toward a Neo-Reaganite Foreign Policy”, s. 20-28.
372
William I. Robinson, Promoting Polyarchy: Globalization, US Intervention, and Hegemony,
Cambridge, Cambridge University Press, 1996, s. 6.
373
İbid, s. 31-38.

105
ve küresel finansal kapitalin artık ekonominin her alanında belirleyici hale geldiğini
ileri sürmektedir. Bu finansal kapitalin Marksist anlamda bir sınıfsal niteliğe
büründüğünü kaydeden Robinson, sınıraşan şirketlerin sayısındaki artış, sınıraşan
şirket birleşmeleri veya satın almaları, sınıraşan şirketlerdeki stratejik işbirlikleri gibi
durumları örnek olarak vermektedir. BM Ticaret ve Kalkınma Konferansı
(UNCTAD) raporlarına göre, 1970’de sayısı 2.000 olan sınıraşan şirketlerin sayısının
2000’de 60.000’e ulaştığı, bu şirketlerin 800.000 şubesiyle birlikte 7 trilyon ABD
Doları değerinde üretim ve hizmet ürettiği, toplam yıllık satışlarının 15.7 trilyon
ABD Doları olduğu, ellerinde tuttukları varlıkların değerinin ise 21.1 trilyon ABD
Doları olarak gerçekleştiği görülmektedir. Şirket birleşmeleri ve satın almalarının
incelendiğinde, 1991-1998 arasında ABD’ye 520 milyar ABD Doları civarındaki
doğrudan dış yatırımın % 85’inden fazlasının şirket birleşmesi veya satın alınması
yoluyla geldiğini göstermekte ve sadece 1999’daki şirket birleşmesi veya satın
alınması için harcanan miktarın 1 trilyon ABD Dolarını aştığı ortaya koymaktadır.
Yine sınıraşan şirketlerde stratejik işbirliği sayısında özellikle 1990’ların ikinci
yarısından itibaren hızlı bir artış yaşandığı görülmektedir.374
Robinson’un sözkonusu çalışmasında van der Pijl’in The Making of an
Atlantic Ruling Class ve Gill’in American Hegemony and Trilateral Commission
çalışmaları ile benzer şekilde ileri sürdükleri sınıraşan sınıf kavramına atıfta
bulunduğu görülmektedir. Robinson, küresel kapitalizmin yeni bir tarihsel blok
oluşturulma yolunda olduğunu dile getirmektedir. Bu tarihsel bloğun ulusal düzeyde
değil, küresel düzeyde birikim ve üretim ilişkileri temelinde belirlendiğini ifade
etmektedir. Robinson, sınıraşan şirketlerinin sahiplerinin ve yöneticilerinin ile
sınıraşan finansal piyasaları yöneten kapitalistlerin yanı sıra, IMF, Dünya Bankası,
DTÖ gibi uluslararası örgütlerin bürokrasisi ve elitleri, dünyadaki belli başlı siyasi
partileri, medya organları, merkez ve çevrenin devlet yöneticilerinden oluşan bu yeni
tarihsel bloğun bir sınıraşan hegemonya kurma yolunda önemli mesafe kaydettiğini
açıklamaktadır.
Bugün yaşanan durumun hegemonik bir krize işaret ettiği kabul edilebilir.
Fakat bu hegemonik krizinin tamamen ABD’nin liderlik ve kültürel gücünün bittiği
şeklinde açıklamak tartışmalıdır. ABD’nin günümüz politikası, 1970’lerde yaşanan
374
William I. Robinson, A Theory of Global Capitalism: Production, Class, and State in
Transitional World, Baltimore and London, The John Hopkins University Press, 2005, s. 37-73.

106
kırılmanın ardından, 1980’lerde Reagan’ın iktidara gelmesiyle başlayan neoliberal
politikalar etrafında şekillendiği görülmektedir. 1980 ve 1990’lar boyunca ABD, bu
neoliberal politikaların özellikle ekonomi alanındaki politikaların öncüllüğünü
üstlendiği ve buna göre yeni bir tarihsel bloğun liderliğini yaptığı
gözlemlenmektedir. ABD’nin Kosova örneğinin de gösterdiği üzere 1990’ların ikinci
yarısından itibaren BM gibi uluslararası örgütlerde meşruiyet gibi onay süreçlerini
aramadan harekete geçtiği görülmektedir. Bu dönemde yine de merkez ülkeleri ile
danışma sürecini devam ettiren ABD’nin 2000’lerde özellikle Bush iktidarında ise bu
tek taraflı askeri operasyonlarını sürdürdüğü fakat bu sefer merkez ülkelerinin de
onayını almadan hareket etme eğilimindedir. Kagan, bunun nedeni olarak BM gibi
çoktaraflı örgütlerin karar alma sürecini yavaşlatmasından kaynaklandığını ifade
etmekte ve bu nedenle ABD ile Avrupa arasında anlayış farkının doğduğunu ileri
sürmektedir.375 Fakat Robinson’un da ifade ettiği gibi ABD, yeni yeni belirmeye
başlayan sınıraşan tarihsel bloğun liderliğini yapmakta ve bu tarihsel bloğun
desteğini ise BM gibi resmi kurumlardan ziyade Trilateral Commission, Bilderberg,
Mont Pelerin, Dünya Ekonomik Forumu gibi gayri-resmi platformlar aracılığıyla
elinde tutmaya devam etmektedir.
Fakat bu arada bu yeni tarihsel bloğun kültürel etkisini yaygınlaştırma
amacıyla BM ve uzmanlık örgütlerinde de reform çalışmaları ile dönüşüm süreci
devam etmektedir. Bu bağlamda, Dünya Bankası, UNDP ve UNCTAD gibi BM’nin
uzmanlık kurumlarındaki dönüşüm çabaları ön plana çıkmaktadır. Robinson, bu
kurumların küresel eşitsizliklere sürekli vurgu yapmalarına rağmen, bunun
çözümünün ekonomik liberalizasyondan geçtiğini zımnen ileri sürdüklerini ifade
etmektedir. Özellikle UNDP’nin kendisinin tanımladığı şekliyle kalkınmakta olan
ülkelerde özel sektörün gelişeceği bir yapı inşa etmek ve bunun da küresel iş dünyası
ile bağlantılarını arttırmak olduğunu belirtmesini Robinson, çevre ülkelerin elitlerinin
bu sisteme entegrasyonu amacına uygun düştüğünü belirtmesine yol açmaktadır.376
Bunlara ilaveten Dünya Bankası’nın başına Irak savaşının başlamasında etkili
isimlerden biri olan yeni-muhafazakâr Paul Wolfowitz ile UNDP’nin başına
neoliberal politikaları savunan ve Türkiye’de uygulama imkanı bulan Kemal

375
Kagan, “Power and Weakness”.
376
Robinson, A Theory of Global Capitalism, s. 115-116.

107
Derviş’in getirilmesi bu dönüşüm çabalarının önemli bir göstergesi şeklinde
değerlendirilebilir.
Bundan dolayı ABD’nin 1970 sonrasında hegemonyası tartışılır hale
gelmesine rağmen, günümüz dünyasında hâlâ fikrî, siyasi, sosyal ve ekonomik
anlamda liderliğini sürdürmekte ve Strange’in belirttiği gibi ABD'nin yapısal gücü
2000’lerde artmaktadır. ABD’nin NSC 68 belgesi ile başlayan süreçte serbest ticaret
ve demokrasinin genişletilmesi kavramları yine ABD’nin önderliğinde dünyayı
şekillendirmeye devam etmektedir. Fikri dünyaya hakimiyetini ABD “beyin göçü”
ile yön vermeyi sürdürdüğü görülmekte ve bilgiye hakimiyeti bu sayede azalmadan
ziyade güçlenmektedir. Neoliberal politikalar dünyanın çeşitli yerlerinde büyük
eleştirilere yol açmasına rağmen, ABD'nin önderliğindeki tarihsel blok, içerdiği sınıf
ve elit gruplarla güçlenerek, kendi kültürünü yaygınlaştırma yolunda büyük
mesafeler kaydetmektedir.

108
BÖLÜM II
ALT-HEGEMONYA VE ALMANYA

1. Eleştirel Teori Çerçevesinde Almanya


Almanya, özellikle 1990’daki “birleşme”sinin ardından, realist paradigmanın bir çok
yazarı tarafından ABD’ye alternatif olarak görülmeye başlandı. Gerçekten de
Almanya birleşme sırasında gösterdiği isteklilik ve karşılığında gerek kendi
ekonomisine zararı gerekse birleşmenin önündeki Sovyetler Birliği engelini parayla
aşması bir çok akademisyen ve politikacının kafasında soru işaretlerinin belirmesine
yol açmıştır. Ardından da Sovyetler Birliği’nin 1991’in son günlerinde yıkılmasıyla
Almanya’nın tarih sahnesine revizyonist eğilimleriyle tekrar güçlü bir şekilde
dönebileceğine ilişkin görüşlerin arttığı görüldü.377
Almanya’nın eleştirel teori çerçevesinde alt hegemonya olarak
nitelendirilmesi, kendi kültürünü hakim olduğu çevresinde yaygınlaştırması ile ilgili
unsurlar açısından incelenmesi gerekmektedir. Burada kültür kavramı Gramşici
anlamda kullanılmaktadır. Diğer bir deyişle, Almanya, kültürel hegemonyasını AB
düzeyinde kurmaya ve yaygınlaştırmaya başlayan bir devlet olarak ele alınmaktadır.
Bu açıdan Almanya’nın hegemonyası AB düzeyinde uygulanan politikalar
aracılığıyla genişlemektedir. AB’nin genişlemesi ve derinleşmesi ise Alman
hegemonyasının yaygınlaşması anlamına gelmektedir. Bununla birlikte bu Alman
hegemonyasının kasıtlı bir irade sonucu ortaya çıktığı anlamına gelmemektedir.
Almanya’nın siyasi, ekonomik ve sosyal politikalarının ve uygulamalarının AB
düzeyinde yansıma bulması ve diğer üye devletler tarafından uygulanmaya
başlanması (AB Komisyonu’nun zorlaması ile olsa bile), bu hegemonik kültürün
oluşmasına ve yaygınlaşmasına katkıda bulunmaktadır.

377
John J. Mearsheimer, “Back to the Future: Instability in Europe after the Cold War”, International
Security, Vol:15, No:1, Summer 1990; Waltz, “The Emergent Structure of International Politics”, s.
62-64.

109
Almanya’nın alt hegemonik gücünü belirleyen unsurlar arasında AB ve AB
üyesi ülkeler düzeyindeki federalist siyasi sistem modeli ve hukuki sisteminin yanı
sıra, göç ve mülteciler için merkezi konumunda olması, sosyal market ekonomik
modeli378 özellikle AB’ye yeni katılan bölge ülkeleri için model oluşturması olarak
sayılabilir. 379
Almanya’nın birleşmesinin ardından, AB kapsamında 1991’de imzalanan
Maastricth Antlaşması ve 1992’nin ilk günü yürürlüğe giren “Tek Pazar” (Single
Market) ile Almanya’nın dış politikadaki ağırlığının arttığına ilişkin görüşler
özellikle realist paradigmanın akademisyenleri arasında yaygınlık kazanmaya
başlamıştır. 1990’ların ikinci yarısından itibaren gündeme gelen AB’nin genişleme
politikasının tamamen Almanya’nın tarihsel bağlamı ile ekonomik çıkarları
doğrultusunda geliştiği de dile getirilmiştir.380 Bütün bu gelişmelere rağmen
1990’ların başlarındaki dünya politikasını değiştiren bu olayların ardından yaklaşık
15 yıl geçmesine rağmen Almanya’nın dünya politikasında kendi üstünlüğünü
empoze edecek bir dünya düzeni kurma yolunda olduğuna veya revizyonist
politikalar izlediğine dair gelişmelerin olduğunu ileri sürmek çok iddialı bir yaklaşım
olarak değerlendirilmektedir.
Almanya, dünya politikasında söz sahibi devletler içinde en önemlilerinden
biridir. O zaman Almanya’nın dünya politikasındaki durumu nasıl
değerlendirilmelidir? Buna bakmak için yine Cox’un kullandığı ve birbirleriyle
etkileşim içinde bulunan ve birbirlerini sürekli olarak değiştirebilme kapasitesine
sahip üç kategori (maddi yeterlikler, fikirler ve kurumlar) ve üç düzlem (üretim şekli,
devlet ve dünya düzenleri) ile açıklamak gerekmektedir.

378
Markovits and Reich, “Should Europe Fear the Germans?”, s. 284. Markovits ve Reich,
Almanya’nın bu ekonomik modelinin özellikle 1 Mayıs 2004 tarihinde AB’ye katılan ülkeler başta
olmak üzere, Fransa gibi Batı Avrupa ülkelerinin çoğunun taklit ettiği bir ekonomik model olarak
görüldüğünü ifade etmektedirler.
379
İbid, s. 279-281. Özellikle Gramsci’nin hegemonya teorisinden yola çıkan Markovits ve Reich, bu
hegemonik yapının doğmasının Almanya’nın siyasi liderlik üstlendiği veya üstleneceği anlamında
düşünülmemesi gerektiğini ısrarla belirtmektedirler. Bu durumun sadece Almanya’nın uyguladığı
politikaların başarısından ortaya çıkan bir durum olduğunu ifade etmektedirler. Ayrıca, sözkonusu
yazarlar, günümüz Almanya’sının geçmişteki Almanya’dan farklı nitelikler taşıdığını belirterek,
günümüz Almanya’sının “iyi” olarak nitelendirmenin yerinde olacağını savunmaktadırlar.
380
Bu konuda çok sayıda makale bulunmaktadır. Bunların önemli bir bölümü German Politics
başlıklı dergide yer almaktadır. Thomas Banchoff, “German Policy Towards the European Union: The
Effects of Historical Memory”, German Politics, Vol: 6, No:1, April 1997; Ann L. Phillipps, “The
Politics of Reconciliation: Germany in Central-East Europe”, German Politics, Vol: 7, No:2, August
1998; Wolfang Wessels, “Germany in Europe: Return of the Nightmare or towards an Engaged
Germany in New Europe?”, German Politics, Vol: 10, No:1, April 2001.

110
2. Almanya’nın Maddi Yeterlikleri
Almanya, 2004 sonu itibariyle 82.5 milyon nüfus ve 350 bin kilometre karelik bir
yüzölçümüne sahip, Avrupa kıtasının tam ortasında yer alan bir devlettir. Ekonomik
göstergeler açısından dünyanın üçüncü büyük ekonomisine sahiptir.381
Almanya, II. Dünya Savaşı’nın ardından ABD’nin “Marshall Yardımları”nın
yanı sıra, aldığı ekonomik kararlarla birlikte ekonomik kalkınma temel alınarak
yapılan reformlar sayesinde kendi ekonomisini toparlama imkanı bulmuştur. Döviz
kuru-yeni para birimi reformu gibi sanayi lehine olan “güdülü” (organized) arz
yönelimli politikaların esas amacı uygun bir yatırım iklimi yaratma ve ekonomik
altyapının tekrar inşası olmuştur.382 Enflasyonu da 1952’de % 2’lerin altına
indirmeyi başaran Almanya, 1950’ler boyunca ekonomik kalkınmasını % 8’lerin
üzerinde tutmayı başarmıştır. Bu dönem Alman ekonomik mucizesi
(Wirtschaftswunder) olarak adlandırılmıştır.
Kapitalizmin altın çağı olan 1960’larda Almanya, reel GSYİH’sı ortalama
olarak yılda % 4.5 oranında artarken, 1970’lerde petrol krizi ile birlikte bu oran
% 2.8’e düştü. 1980’lerde yaşanan II. petrol krizi ile birlikte Almanya’nın GSYİH
artış oranı yıllık % 2.3 olarak gerçekleşirken, 1990’larda Doğu Almanya
Cumhuriyeti ile birleşmenin ekonomiye getirdiği ek yük ile yıllık büyüme ortalama
% 1.6’ya geriledi. Almanya’nın 2000’lerin başındaki ekonomik performansında
düşüşün devam ettiği görüldü. 2001’de Almanya’nın reel GSYİH büyüme oranı
% 0.8 olarak gerçekleşmiş, 2002’de % 0.2 civarında olan bu düşüş eğiliminin devam
ettiğini göstermiştir. 2003’de GSYİH’sı -% 0.1 oranında küçülmüştür.383 Bütün
bunlara rağmen 2003 itibariyle GSYİH’sı 2 trilyon 400 milyar ABD Doları ile
dünyanın üçüncü büyük ekonomisi olarak global ekonomi içindeki yerini almıştır.
Bunlara ilaveten, Almanya 2003’deki 750 milyar ABD Doları civarındaki ihracatı ve

381
(Http://www.destatis.de/basis/e/vgr/vgrtab1.htm (Erişim Tarihi: 21 Mart 2005). İstatistik ve veriler,
Federal Almanya İstatistik Bürosundan alınmıştır.
382
Christopher S. Allen, “From Social Market to Mesocorporatism to European Integration: The
Politics of German Economic Policy”, Michael G. Huelshoff, Andrei S. Markovits, Simon Reich
(derl.), From Bundesrepublik to Deutschland: German Politics After Unification, Ann Arbor,
University of Michigan Press, 1993, s. 62.
383
Jens Dallmeyer, Antje Stobbe, Reviving The German Economy: A Domestic Imperative and A
Windfall Gain for the Transatlantic Partnership, AICGS Policy Report 12, American Institute for
Contemporary German Studies, Washington, The John Hopkins University, 2004, s. 17.

111
600 milyar ABD Doları geçen ithalatı ile yine dünyanın üçüncü büyük ticari devleti
olmuştur.384
Almanya’nın ekonomik durumu ABD ile karşılaştırıldığında, alternatif
oluşturacak ekonomik bir büyüklüğe sahip olduğu görülmektedir. Bununla beraber
Almanya’nın hegemonya bağlamında düşünüldüğünde alternatif bir ekonomik
sisteme sahip olmadığı görülmektedir. Almanya, ekonomik sistem olarak kapitalizm
ve serbest ticaret kavramını benimsemiş bir devlettir. ABD’nin hegemonik kültürünü
yaygınlaştırmasında kullandığı en önemli araç olan kapitalizm, Almanya için de
temel bir role sahiptir. Bu nedenle ekonomik sistem olarak ABD’nin ekonomik
sistemine Almanya yeni bir alternatif getirmemektedir. Bununla birlikte Alman
ekonomik sistemi kapitalizm içinde farklı bir niteliğe sahiptir. Bu nitelik,
Almanya’nın 19. yüzyıl içinde gerek Alman devletlerinin siyasi birleşmesi ve Alman
kimliğinin yaratılması gerekse sanayileşmiş ülkeleri yakalama amacıyla ulusal bir
ekonomi oluşturulması düşünceleri çerçevesinde gelişen ve hâlâ Almanya’nın
ekonomik konulardaki temel mantığını yansıtan ekonomik kültürüdür. II. Dünya
Savaşı sonrası “sosyal market ekonomisi” olarak adlandırılan kavram çerçevesinde
gelişen bu ekonomik kültür, kapitalizmi kökten reddetmemekle birlikte kapitalizmin
bireyselci ve “herşeyin kendi akışına bırakıldığı serbest piyasa” anlayışına karşı
durmaktadır. Bununla birlikte sosyal piyasa ekonomisi daha çok serbest piyasa
kavramını devletle birleştiren bir orta yol olarak algılanmaktadır.385
Modell Deutschland,386 “güdümlü kapitalizm” (managed capitalism),387
“örgütlü kapitalizm” (organized capitalism) ve “Ren ekonomisi” gibi çeşitli
kavramlarla tanımlanan Alman sosyal market ekonomisinin gelişimi ancak
Almanya’nın tarihsel perspektifi içinde açıklanabilir. Almanya’nın ulusal birliğini
Britanya ve Fransa örneklerine göre geç kurmasının entelektüel kesimi ve devleti
kuran hakim unsur Prusya bürokrasisini derinden etkilediği açıktır. Alman birliğini

384
Http://www.destatis.de/basis/e/vgr/vgrtab1.htm, (Erişim Tarihi: 21 Mart 2005).
385
Kenan Dağcı, Avrupa Birliği ve Kapitalizm: Almanya, İngiltere ve Türkiye Perspektifleri,
İstanbul, Tasam Yayınları, 2005, s. 46.
386
Bazı yazarlar, Modell Deutschland kavramını sosyal piyasa ekonomisi ile özdeşleştirirken, bazıları
sadece Schmidt döneminin ekonomik modeli olduğunu savunmaktadır. Bakınız Allen, “From Social
Market to Mesocorporatism to European Integration”, s. 61-76. Yazarların büyük çoğunluğu yine de
Alman sosyal piyasa ekonomisini günümüzde hâlâ etkisini sürdüren bir model olarak
nitelendirmektedirler.
387
Susanne Lütz, “From Managed to Market Capitalism? German Finance in Transition”, German
Politics, Vol.9, No:2, August 2000, s. 149.

112
kurmanın yegâne yolunun korumacı esaslara dayanan bir kapitalist sistemin Alman
prensliklerinde gerçekleştirilmesini savunan entelektüeller ve bürokrasi, bu amaca
yönelik olarak politikalar geliştirmişler ve uygulamışlardır. Buna ilaveten,
Almanya’da özellikle 19. yüzyılın ortalarından itibaren Avrupa’daki çalışma
koşullarının ağırlığıyla birlikte gelişen ve özellikle 1848 devrimiyle beliren işçi sınıfı
arasında yaygınlaşan Marksizm düşüncesi etrafında oluşan grubun yanı sıra, 1830 ve
1848 devrimlerinin de yarattığı kaosun etkisiyle kendilerini muhafazakâr ve
milliyetçi olarak tanımlayan kesimin de benzer şekilde kapitalizme karşı oldukları
belirtilmelidir.388 Hatta Almanya’daki liberallerin kapitalizmi benimsememeleri
nedeniyle Marx tarafından “gerici” olarak tanımlanmaya maruz kaldıkları
görülmektedir.389 Aslında Almanya’daki liberallerin tarihsel olarak güçsüz
olmalarının yanı sıra 1848 devrimleri ile ortaya çıkan komünist tehdit nedeniyle bu
kesimin farklı bir tutum içine girmek zorunda kaldığı kabul edilmektedir. Bu görüşe
göre Almanya’da liberaller bu dönemde serbest ticaret gibi öğeleri desteklemekten
ziyade, kendilerini devletle özdeş olarak nitelendirmişlerdir.390 Diğer yandan
kapitalizmden “nefret” ile bahsedilmesine rağmen, Alman entelektüelleri tarafından
Alman milletinin “yaratılması” için temel kavramlardan biri olarak kullanıldığı da
görülmektedir.391
Görüşleri ile sadece o günkü Alman devletlerini değil, İngiltere ve Fransa gibi
devletleri de etkileyemeyi başarmış olan Friedrich List, Alman ekonomik
milliyetçiliğinin oluşturulmasındaki temelindeki isimlerin başında gelmektedir.392
List’e göre Almanya’nın ekonomik olarak gelişmesi için önünde iki strateji vardı:
Bunlardan biri koruyucu gümrük tarifeleri ile imalat sanayinin gelişmesinin
sağlanması idi. Eğer bu strateji uygulanmazsa, İngiltere’nin çıkarına olan serbest
ticaretin Alman ekonomisini olumsuz etkilemesi kaçınılmaz olacaktı. İkinci strateji
ise milliyet kavramının gelişmesinin temel unsurlarından biri olan ulaşım ile

388
Mark Allison with Jeremy Leaman, Stuart Parkes and Barbara Tolkiehn, Contemporary
Germany: Essays and Texts on Politics, Economics and Society, Edinburgh, Pearson Education,
2000, s.149; Harold James, Alman Kimliği: 1770’den Bugüne, (Çev. İsmail Türkmen), İstanbul,
Kızıl Elma Yayınları, 1999, s. 202-203.
389
James, Alman Kimliği, s. 202-203.
390
Baskın Oran, Atatürk Milliyetçiliği: Resmi İdeoloji Dışı Bir İnceleme, 3. Basım, Ankara, Bilgi
Yayınevi, 1988, s. 33.
391
James, Alman Kimliği, s. 67.
392
İbid, s. 67.

113
ilgiliydi.393 Esas mesleği demiryolu işletmeciliği olan List, bunun önemini şöyle dile
getirmekteydi: “Biz Almanlar için yaygın bir demiryolu sisteminin en önemli tarafı
ne finansal, hatta ne de ekonomiktir, en önemlisi siyasal yönüdür.”394
Alman tarihçisi Harold James, milliyet bilincinin geliştirilmesi ve milli
birliğin sağlanması için sadece 19. yüzyıl içinde değil, 20. yüzyılda da sık sık
“ekonomik gelişme” kavramına atıf yapıldığını söylemektedir.395 Bu nedenle
kapitalizmin ABD versiyonu ile olmasa da, Alman entelektüellerince ulusal birliğin
ve kimliğin gerçekleştirilmesi için temel bir araç olarak algılandığı görülmektedir.
Almanya’da kapitalizmin gelişiminin 18. yüzyılın sonlarından itibaren
başladığı ileri sürülse bile, 1830’lardan itibaren ulaşımın ucuzlaması ile birlikte hız
kazandığı ve esas olarak 1840’dan itibaren gerçek anlamda başladığı kabul
edilmektedir.396 Bu dönemde, özellikle Saksonya’daki tekstil fabrikaları ile demir ve
kömür üretimi sayesinde başlatılan iddialı demiryolu politikası çerçevesinde
endüstrileşmenin hız kazanmaya başladığı görülmektedir. Fakat Almanya’nın gerek
sermaye oluşumu gerekse imalat üretimi ile teknoloji bakımından tam bir kapitalist
ekonomiye sahip olması, Prusya önderliğinde 1870’de kurulan birleşik Almanya
dönemine rastlamaktadır.397
Aynı dönemlerde tarım üretiminde de düşüşler göze çarpmıştır. Aslında bu
durum, eski düzenin yerini yeni bir düzen alması sayesinde gerçekleşmiştir. Kırsal
kesimde dönüşen sosyal ve üretim ilişkileri özellikle 1848’de Avrupa’yı baştan başa
saran devrim hareketleri neticesinde oluşmuştur. Diğer yandan Alman birliğinin
kurulmasının hemen ardından patlak veren 1873 ekonomik buhranı korumacılığın
önemini göstermiştir. List’in kitapları artık bu dönemde gözdeler arasında yer almaya
başlamıştır. 1879’da Bismarck, ekonomik hayatta yaşanan bu gelişmeler karşısında
gümrük tarifelerini yükseltmiş ve içeride çok fazla olan üretimi Geoff Eley’in
tabiriyle “sosyal emperyalizm”e yönelerek dışarıya aktarmaya çalışmıştır. Bunu

393
Oran, Atatürk Milliyetçiliği, s. 31-32. Oran, çalışmasında doğrudan ulaşım kelimesini
kullanmamaktadır. Ancak, Oran’ın kullandığı “pazar birliği” kavramının geniş bir coğrafik düzeyde
ele alınması gerektiği açıktır. Bu sayede pazar birliği ancak ulaşım ağlarının kurulması ile mümkün
olabilir.
394
Friedrich List’ten aktaran James, Alman Kimliği, s. 68.
395
David Blackbourn, The Long Nineteenth Century: A History of Germany (1780-1918), New
York and Oxford, Oxford University Press, 1998, s. 177.
396
James, Alman Kimliği, s. 67.
397
Blackbourn, The Long Nineteenth Century, s. 177-178.

114
yaparken Bismarck, içeride yükselen gerginliği dizginlemek ve sosyal-siyasi
statükoyu korumak için Avrupa dışında toprak kazanmanın yollarını aramıştır.398
II. Dünya Savaşı’nın ardından Merkez Partisi’nin (Zentrum) yerine kurulan
ve muhafazakârların ve merkez sağın partisi konumundaki Hıristiyan Demokrat
Birliği (Christlich Demokratische Union-CDU) kapitalizmin serbest piyasa ilkesinin
yerine, daha farklı bir söylem geliştirmiştir.399 1947’de “Ahlen Programı” olarak
bilinen ve anti-kapitalist bir program üreten CDU, 1949 yılında yapılan ilk
seçimlerde Ahlen Programı’nın yerine “üçüncü yol” veya “orta yol”
adlandırılabilecek bir söylemle seçime katılmak durumunda kalmıştır. Bu tarihten
itibaren “sosyal piyasa ekonomisi” olarak bilinen bu yapı, Hıristiyanlık dayanışması,
medeni haklar, anti-kollektivizm, anti-tekelcilik ile devletin rolünün kısıtlı ama
hayati olduğu temel ilkeleri üzerine kurulmuştu.400 Özellikle Katolik kilisesinin
dayanışmanın ekonomik liberalizm ile ters düştüğünü ve Protestan etiğinin ise
sosyalist fikirlerle benzerlikleri taşıdığı ileri sürülmüş ve bu nedenle yeni Alman
Anayasasına muhafazakârların talepleri ile sosyal politika maddeleri eklenmiştir.401
1973’de CDU’nun başkanlığına seçilen muhafazakâr Helmut Kohl’un
1982’de iktidara gelmeden önce ve iktidarı boyunca söylemlerinde sosyal piyasa
ekonomisine çok değer verdiği görülmektedir. Ona göre sosyal piyasa ekonomisi, iş
yaratıcı, işsizlik azaltıcı, çevre koruyucu, vatandaşlarına sosyal güvenlik sağlayıcı ve
uluslararası rekabetçi bir ekonomide hareket kabiliyetini artırıcı bir ekonomik model
anlamına gelmektedir. Dönemin Cumhurbaşkanı Weizsaecker ise bu ekonomik
model sayesinde Almanya’nın AB içinde en fazla sosyal refaha pay ayıran devlet

398
Geoff Eley, “Bismarckian Years”, Gordon Martel (der.), Modern Germany Reconsidered:1870-
1945, London and New York, Routledge, 1992, s. 3-5.
399
CDU’nun parti başkanı Angela Merkel, Almanya’nın dünya ile rekabette artık sosyal unsurların ek
bir yük getirdiğini ileri sürmüş ve seçim öncesi yaptığı konuşmalarda bu yüklerin azaltacağına dair
ifadeler kullanmıştır. Kullandığı üslup ile Merkel, Avrupa’nın Reagan’ı olmaya aday olmaktadır.
Fakat, 18 Eylül 2005 tarihinde gerçekleşen seçimlerde Alman toplumu üzerinde çok etkili olmadığı
görülmüş ve SPD ile “Büyük Koalisyon”a zorlanmıştır. Merkel’in ileri sürdüğü “neoliberal”
görüşlerin Almanya’nın hem kendi ülkesinde ve hem de AB üye ülkelerinde yaydığı sosyal ilkelerle
çeliştiği görülmektedir. Bu nedenle CDU’nun, koalisyonun ana ortağı olmakla birlikte çalışanların
kazanılmış haklarında gerilemeye yönelik düzenlemelerden ve Alman ekonomisine özellikle
işverenlerine yeni ilave yükler getirmekten kaçınacağı düşünülmektedir (CDU’nun bir de Bavyera
kolu vardır. Bu parti, Hıristiyan Sosyal Birlik (Christlich Soziale Union-CSU) olarak
adlandırılmaktadır ve temel olarak Katoliklerin partisi olmakla birlikte CDU ile benzer görüşlere
sahiptir).
400
Allison, Contemporary Germany, s. 149-150
401
Eric Owen Smith, The German Economy, London and New York, Routledge, 1994, s. 5.

115
olduğunu ifade etmektedir.402 Sosyal piyasa ekonomisi kavramının bir çok yazar
tarafından çok iyi bir marka olarak nitelendirildiği görülmektedir. Esasında
Roosevelt’in geliştirdiği New Deal politikasına karşı oluşturulduğu ileri sürülen
sosyal piyasa ekonomisinin özellikle rekabet politikası ve kartelleşme ile mücadele
de çok yetersiz kaldığı ifade edilmektedir. Bu nedenle sosyal piyasa ekonomisinin
daha çok retorikte kaldığı bir çok yazar tarafından ileri sürülmektedir.403 Özellikle
kartelleşme konusunda sosyal piyasa modeli çerçevesinde ileri sürülen tezlerin
aksine hareket edildiğini ileri süren görüşe göre 1960’lar ile 1970’ler ülke içinde ve
1990’lar ise global düzeyde çok sayıda şirket birleşmesinin yaşandığı yıllar olarak
tarihe geçmiştir. Diğer yandan bu birleşmeler, 1990’ların küreselleşen ekonomisinde
Alman şirketlerinin global düzeyde rekabet gücünü daha da artıran bir unsur olarak
belirmiştir.404
Bu durumda Alman ekonomisinin sahip olduğu genel özelliklerinin
incelenmesi yararlı olacaktır. En başta Alman ekonomisinde karar alma süreci bir
çok devletten farklı gelişmektedir. Altı aktör ekonominin planlamasında rol
almaktadır: Federal hükümet, eyaletler (Lander), Alman Merkez Bankası
(Bundesbank), bankacılık sektörü, şirketler ve sendikalar.405 Burada en önemli
gruplardan birinin bankacılık sektörü olduğu bilinmektedir. Almanya’da bankacılık
sektörü ile sanayi ve yatırım politikaları arasında çok yakın bir ilişki bulunmaktadır.
Çünkü bankacılık sektörü bir çok büyük şirketin aynı zamanda sahibi olarak hareket
etmekte ve Alman ekonomisini yönlendirmektedir. Bankacılık sektörünün
Almanya’da üç temel özelliği bulunmaktadır: Alman bankacılığı üç büyük ticari
banka tarafından domine edilmektedir: Deutsche Bank AG, Dresdner Bank AG,
Commerzbank AG. Bununla birlikte her ne kadar özel sektör bankaları piyasanın
önemli bir kesimine hitap etseler bile, bir çok bankanın sahibi aslında kamu otoritesi
ile kooperatif bankacılık sistemidir. Diğer yandan bu üç büyük bankaya bağlı
kurumlar geniş bir ticari ve yatırım bankacılığı hizmeti sunmaktadır. Son olarak bu
üç büyük banka Alman ekonomisinin ve bilhassa sanayisinin belirleyicisi
niteliğindedir.406

402
İbid, s. 18-19.
403
İbid, s. 5.
404
Allison, Contemporary Germany, s. 151-152.
405
Smith, The German Economy, s. 12.
406
İbid, s. 319.

116
Her ne kadar Alman akademisyenlerin bir çoğu sosyal piyasa ekonomisinin
bir dünya görüşü (Weltanschauung) olmadığını kabul etseler de, bu ekonomik
modelin bireylere daha çok kişisel sorumluluk ve özgürlük verdiğini iddia ettikleri
görülmektedir.407 Alman ekonomisiyle ilgili olarak söylenebilecek bir başka husus
ise Alman ekonomisinin aslında Christopher Allen’in “makro korporatizm”, William
Graff’ın ise “yarı-korporatizm” (quasi-corporatism) olarak adlandırdığı ve
Avrupa’da çok yaygın bir şekilde uygulama alanı bulan bir tür korporatist yapının
ürünü olduğudur.408
Özetle, Almanların ürettikleri bu sosyal piyasa modeli, serbest piyasa
kavramının tam hakim olmadığı fakat bu sayede Almanya’da farklı bir ekonomik
kültür yarattığı ileri sürülebilir. Böylece üretilen ekonomik kültürün tarihsel
kökenlerinden ayrı olarak düşünmenin imkansız olduğu görülmektedir. Bu tarihsel
çerçevede devlet, temel bir fonksiyona sahiptir. Devlet ekonomiye kendi çıkarları
doğrultusunda müdahale ederek, sosyal sorumluluğu birey ve şirket ile kendisi
arasında paylaştırmaktadır. Alman ekonomisi bu şekliyle korporatist bir ekonomik
model olarak algılanabilir. Bu nedenle Almanya’nın ekonomik gücünün altındaki
fikri temellerin önemi daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Diğer bir deyişle,
Alman ekonomisinin tarihsel süreç içerisinde kendi toplumsal yapısının ve gerek
entelektüel gerekse devlet adamları gibi ileri gelenlerinin düşüncelerinin bir sentezi
olarak bugünkü gücünü elde ettiği ifade edilebilir.
Peki, bu durumda Alman ekonomisinin alt-hegemonya açısından Avrupa
Birliği üyesi ülkelerdeki etkisi nedir? Bunun için ilk olarak AB mevzuatını
incelemek yerinde olacaktır. Her şeyden önce, korporatist ekonomik anlayış zaten
kıta Avrupa’sının temel özelliklerinden birini oluşturmaktadır. AB düzeyinde
çıkarılan AB mevzuatı ile “ekonomik ve parasal birlik” bu anlayışı çok iyi
yansıtmaktadır.409 Maastricht Antlaşması’nın ardından parasal birliğin sert koşulları
nedeniyle 1996 yılında benimsenen “İstikrar ve Büyüme Paktı”nın daha önce
Almanya’da aynı adla bir kanun şeklinde düzenlendiği görülmektedir. Bu kanunun

407
İbid, s.18.
408
Allen, “From Social Market to Mesocorporatism to European Integration”, s. 61-76; William D.
Graff, “Introduction”, William D. Graff (der.), The Internationalization of the German Political
Economy: Evolution of A Hegemonic Project, London and New York, Routledge, 1994.
409
Eric Owen Smith, “The German Model and European Integration”, Klaus Larres (derl.), Germany
Since Unification: The Domestic and External Consequences, Macmillan Press, London, 1998, s.
152-153.

117
çıkmasında, Federal Alman Merkez Bankası Bundesbank’ın rolünden özellikle
bahsedilmelidir. Özerk bir yapısı olan Bundesbank, sıkı para politikasının baş
uygulayıcılarından biridir. Bunun tarihsel sebepleri bulunmaktadır; II. Dünya Savaşı
sonrasında Merkez Bankası’nın sıkı para politikası sayesinde Almanya’nın
enflasyonist baskıdan kurtularak, düzlüğe çıkması bundan sonraki politikaların da
yönünü belirleyen temel etken olmuştur.410
Alman ekonomik yapısının etkisi sadece ekonomik değil sosyal politikaya
yönelik olarak düzenlenen AB mevzuatında da görülmektedir. Almanya’nın en
övünç duyduğu konulardan biri olan işletme düzeyinde çalışanların bilgilendirilmesi
ve onlara gerekli görülen konularda danışılması hususunun AB çapında da çeşitli
direktiflerde yer aldığı ve benimsendiği görülmektedir.411 Bunların başında gelen ve
görece yeni 2002/14/AT sayılı direktif doğrudan çalışanların bilgilendirilmesini ve
danışılmasını öngörmektedir.412 Bir diğer benzer olan direktif ise 1994’de çıkmış
olan 94/45/AT sayılı Avrupa çapındaki işletmelerde örgütlenmesi gereken çalışma
meclisine ilişkindir.413 Bir başka konu ise AB düzeyinde “yumuşak hukuk” (soft law)
olarak nitelendirilen ve daha çok bir strateji bağlamında ele alınan yoksulluk ile
istihdam konularıdır. Özellikle istihdam ve işsizlik konusunun Kohl tarafından başta
Almanya’nın AB dönem başkanlığını yaptığı Essen Zirvesi olmak üzere, bir çok AB
Zirvesi’nde gündeme getirilmiş olduğu görülmektedir.414 En sonunda 1997’de
Lüksemburg’da düzenlenen “Olağanüstü AB Zirvesi”nin temel konusu yine istihdam
ile işsizlik olmuş ve AB Komisyonu nihayet bu konuda “Avrupa İstihdam Stratejisi”
olarak bilinen stratejiyi geliştirmiştir.415
Almanya’nın ekonomik kültürünü yansıtan bir başka konu ise artık sosyal
politika ile ekonominin birbirinden ayrı olmadığına ilişkin görüşün tüm AB üyesi

410
İbid, s.151-153. Bundesbank’ın internet sitesinde özellikle İstikrar ve Büyüme Paktı”nın
delinmemesi yolunda yaptığı uyarılar için bakınız, Http://www.bundesbank.de/download/
volkswirtschaft/monatsberichte/2005/200504mb_en.pdf, (Erişim Tarihi: 28 Kasım 2005).
411
İbid, s.153.
412
Http://eur-lex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=CELEX:32002L0014:EN:NOT, (Erişim
Tarihi: 28 Kasım 2005).
413
Http://eur-lex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=CELEX:31994L0045:EN:NOT, (Erişim
Tarihi: 28 Kasım 2005).
414
European Council Meeting on 9 and 10 December 1994, Presidency Conclusions,
Http://www.consilium.europa.eu/ueDocs/cms_Data/docs/pressData/en/ec/00300-1.EN4.htm, (Erişim
Tarihi: 28 Kasım 2005).
415
Extraordinary European Council Meeting on Employment, Luxembourg 20 and 21 November
1997, Presidency Conclusions, Http://www.consilium.europa.eu/ueDocs/cms_Data/docs /pressData/en
/ec/00300.htm, (Erişim Tarihi: 28 Kasım 2005).

118
ülkelere yayılmasına ilişkin oluşan genel kanaat ve uygulamadır. AB Komisyonu
artık sosyal veya ekonomik herhangi bir alanla ilgili olarak hazırlanan bütün taslak
metinleri ilgili tüm sosyal ve ekonomi birimlere ve komitelere göndererek görüş
almakta ve bunun ardından oluşan uzlaşmayla birlikte yayınlamaktadır.
Görüldüğü üzere Almanya kendine has özellikler taşıyan ekonomik kültürünü
Avrupa Birliği aracılığıyla bütün üye ülkelere yaygınlaştırmıştır ve halen
yaygınlaştırmaya devam etmektedir. Hür Demokrat Parti’nin (FDP) genel sekreteri
olan Otto Count Lambsdorff, 1992’de yaptığı bir konuşmasında, “Askeri tehdit
geçmişin bir konusudur. Yeni güç temel olarak ekonomiktir. Ve Almanya ekonomik
terimlerle güçlüdür” demektedir 416 Bu konuşma, her ne kadar tipik bir realist bakış
açısına göre basit olsa bile, eleştirel teorinin temel bir rol yüklediği ve daha sonra
detaylıca incelenecek olan “fikirler” bağlamında önem taşımakta ve Almanya’nın
değişen dünya koşullarını algılamasına yönelik bir örnek oluşturmaktadır.
James Sperling de AB’yi Alman üstünlüğünü ekonomik terimlerle
sağlamlaştıracak bir mekanizma olarak gördüğünü ve bu sayede Almanya’nın esas
olarak ekonomik olan dört hedefini gerçekleştirmeye çalıştığını ifade etmektedir: (1)
Avrupa ekonomik güvenliğinin yönünü belirlemek ve şekillendirmek; (2) Komşuları
üzerinde Almanya’nın kendi ekonomik tercihlerini empoze etmek; (3) Almanya’nın
ekonomideki karşılaştırmalı üstünlüğünü korumak; (4) Alman ekonomisinin
tamamlayıcısı olan Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile tercihli ticaret anlaşmaları ile
imzalayarak sömürmek.417 Sperling, bu hedefleri ve stratejiyi gerçekleştirmek için
Almanya’nın uluslararası ilişkilere “sivil güç” kavramını kazandırdığını fakat bunun
gerçekte bir maske olduğunu dolaylı olarak savunmaktadır. Sperling’in savları
aslında sivil güç teorisinin arkasında yer alan Alman akademisyenlerine karşı ciddi
bir meydan okuma olarak nitelendirilebilir. Fakat Sperling’in bu ifadeleri daha çok
Alman bürokrasisinin veya devletinin yeknesak bir şekilde hareket ettiği
varsayımından yola çıkmakta olduğunu görülmektedir. Böylece Spengler, devleti
sadece bürokratik bir mekanizma olarak nitelendirmektedir. Bu nedenle Spengler’in

416
Gerald R Kleinfeld, “Partners in Leadership?: The Future of German-American Relations”, Peter
H. Merkl (der.), The Federal Republic of Germany at Forty-Five: Union without Unity, New
York, New York University Press, 1995, s. 69.
417
James Sperling, “The German Architecture for Europe: Military, Political and Economic
Dimensions”, John S. Brady, Bevely Crawford, Sarah Elise Wiliarty (derl.), The Postwar
Transformation of Germany: Democracy, Prosperty and Nationhood, Ann Arbor, University of
Michigan Press, 1999, s. 361, 373.

119
Alman ekonomisinin hedeflerine yönelik bu ifadelerinin indirgemeci olduğu ve
toplumsal boyutu göz ardı ettiği şeklinde kabul etmek daha yerinde olacaktır.
Devleti geniş olarak tanımlayan Gramşici anlamda değerlendirildiğinde,
Almanya’nın AB vasıtasıyla yakın çevresine kendi ekonomik düzenini ve araçlarını
bilerek veya bilmeyerek ihraç ettiği görülmektedir. Almanya’nın gerek bürokrasisi
gerekse sınıraşan şirketleri de dahil olmak üzere kapitalist sistem içerisinde hareket
etmekle birlikte, kendine münhasır özellikleri olan bir ekonomik yapı oluşturduğu ve
bunu alt-hegemonya bağlamında yakın coğrafyasına yaymakta olduğu ileri
sürülebilir.418 Buna karşın, gerek eski AB üyesi ülkelerden gerekse 1 Mayıs 2004’de
üye olan ülkelerden ciddi bir tepki gelmemektedir. Özellikle 29 Mayıs 2005’de
Fransa’da ve 1 Haziran 2005’de ise Hollanda’da yapılan AB Anayasası
referandumlarında Fransız ve Hollanda halkları olumsuz oy vermelerinin
nedenlerinden birinin neoliberal ekonomik politikaların benimsenmesinden duyulan
endişe olduğu görülmektedir. En ciddi tepki, kıta Avrupa’sının ekonomik modeline
karşı kendisinin de farklı bir ekonomik modele sahip olan İngiltere’den gelmektedir.
İngiltere, Anglo-Sakson ekonomik modeli ile AB düzeyinde Almanya’nın
ürettiği ve yaygınlaştırdığı modele karşı durmaya devam ettirmektedir.419 Yukarıda
sayılan bir çok AB düzenlemesine İngiltere katılmamakta veya sonradan iştirak
etmektedir. Özellikle 1990’ların başında yaşanan parasal kriz sırasında,
Bundesbank’ın sert tutumu nedeniyle dönemin Avrupa para birimi (ECU) sepetinden
ayrılmak durumunda kalan İngiltere, Euro alanına hâlâ katılma konusunda
tereddütlüdür Benzer durum Almanya’dan çekinen Danimarka için de geçerlidir.
İngiltere ayrıca AB’nin sosyal alandaki düzenlemelerini de ya geç kabul etmekte ya
da iç hukukuna aktarma konusunda direnç göstermektedir. Avrupa Topluluğu’nun
(AT) 1989’da kabul ettiği “İşçilerin Temel Sosyal Haklar Bildirgesi”ni Thatcher
hükümeti imzalamamıştır. Ardından söz konusu bildirge, Maastricht Antlaşması’na
ek protokol olarak kabul edilmiştir. 1997’de imzalanan Amsterdam Antlaşması’nda
Blair hükümeti bu protokolü kabul etmiş ve sözkonusu antlaşmanın içine alınmasını
onaylamıştır.
Diğer yandan Almanya’da da model tartışmalarının arttığı görülmektedir.
Schröder hükümeti döneminde başlayan ekonomi politikanın Anglo-Sakson
418
Markovits and Reich, “Should Europe Fear the Germans?”, s. 284-286.
419
Kenan Dağcı, Avrupa Birliği ve Kapitalizm, s. 25.

120
modeline yaklaşmaya başladığı yolunda görüşler bulunmaktadır. Üniversite
eğitiminin paralı hale getirilmesi, deregülasyon eğilimlerinin artması, bankacılık ile
sanayi sektörü arasındaki ilişkinin sorgulanması, bireysel emeklilik sigortasının
hükümetçe teşvik edilmesi, Alman şirketlerinin Amerikan pazarına girmek için
muhasebe ve bilanço kayıtlarını bu modele göre düzenlemeye başlamaları, kamu
(Lander olarak söylenen eyaletlerin bankaları bulunmakta ve bu bankalar genellikle
eyalet hükümeti tarafından sübvanse edilmektedir) bankalarına aktarılan kaynakların
eleştirilmesi gibi hususlar günümüz Alman ekonomik modelinin değişimine işaret
etmektedir.420 2005 sonunda göreve gelen Merkel hükümetinin de benzer şekilde
ekonomik modeli tartışmaya açtığı gözlemlenmektedir. Bunlara rağmen
Almanya’nın yine de hakim pozisyonda bulunduğu Avrupa’ya kendisinin ürettiği
ekonomik modeli başarılı bir şekilde ihraç ettiği görülmektedir. Almanya’nın bu
çabasında bazı ekonomik kayıplarına karşın bu modelini uygulamaya ve AB üyesi
ülkelere aktarmaya devam edeceği beklenmektedir.
Sonuç olarak Almanya, alt-hegemonya olabilmek için kapitalist ekonomik
sistemi içinde hareket etmesine rağmen kendisinin ürettiği ekonomik modeli ve
kurumları ile büyük bir maddi yeterliliğe sahiptir. Almanya’nın bu model ve maddi
yeterliklerini Avrupa’ya başarılı bir şekilde ihraç ettiği ve yaygınlaştırdığı
görülmektedir.

3. Almanya’nın İçsel Hegemonyasının Fikirsel Temellerinin Oluşumu


Almanya’nın birliğini 19. yüzyılın sonuna kadar kuramaması, entelektüel ve
bürokratik kesimde bir tepki doğmasına yol açmış ve bu durum, 18. yüzyılın
sonlarından itibaren Alman birliğinin sağlanmasına ilişkin görüşlerin yanı sıra
Almanya’nın tarih sahnesindeki rolünün de tartışıldığı bir ortam yaratmıştır. Bu
tartışmaların ardından özellikle 1848 devrimlerinin etkisiyle yoğun bir şekilde
iktisadi tartışmaların yaşandığı bir dönem başlamıştır. Diğer bir deyişle, 19. yüzyılın
hemen hemen tamamında birleşik Almanya konusunda ilk olarak siyasi ve kültürel
düzeyde tartışmalar yapılmış, daha sonra bu tartışmalar ekonomik boyuta
taşınmıştır.421

420
Lütz, “From Managed to Market Capitalism?”, s. 149.
421
James, Alman Kimliği, s. 12.

121
Alman fikriyatı, tarihsel olarak ordunun her aşamada belirleyici rolü, devletin
ve sivil bürokrasinin güçlü olması gerekliliği, Alman kimliğinin bütün Germen
halklarını kapsaması, özellikle kendi dönemi sonrası inşa edilen Bismarck kültü ve
Fransa karşıtlığı temelinde gelişme göstermiştir. Bütün bunlar, aslında Gramşici
anlamda hegemonya kavramı açısından Batı Avrupa’nın, özellikle Britanya ile
Fransa’nın tersine gelişmeler olarak nitelendirilebilir. Böylece Almanya’nın Batı
Avrupa’da kendine has niteliklere sahip bir şekilde içsel hegemonyasını kurmuş bir
devlet olarak değerlendirilmesini gerektirmektedir. Bu çerçevede, burjuvazi ve
liberal düşüncenin yanı sıra, işçi sınıfı da Alman fikriyatının gelişmesi konusunda
önemli bir role sahip değildir.
Eleştirel ve konstrüktivist teori çerçevesinde Alman İmparatorluğu’nun inşa
edilmiş sosyal bir ürün olduğunu kanıtlamaktadır. Ekonomik yapıdan ziyade,
entelektüel düşüncenin ürünü olarak ortaya çıkan Almanya, Gramsci’nin sosyal
yapıların kuruluşunda fikriyatın önemi konusundaki bakış açısı ile uyum halindedir.
Tarihsel olarak Alman siyasi yaşantısının önemli bir unsuru olan Kutsal
Roma Germen İmparatorluğu (Heiliges Römisches Reich Deutscher Nation) kültürel,
dilsel ve geleneksel olarak birbirine benzeyen grupların üst yönetimini
oluşturmaktaydı ve 962’den beri devam etmekteydi. İlk başlarda İtalyan ve
Bourgogne (bugünkü Fransa’nın Almanya sınırında bulunan yerler) topraklarını da
kapsıyordu. Bu imparatorluk özellikle 1648’de imzalanan ve Almanya’yı 360 kadar
küçük şehir devletine bölerek 200 yıla yakın bir süre için Fransa’nın etkisine
girmesine yol açan Vestfalya Antlaşması ile paradoksal bir biçimde sadece
Germenlerin topraklarını kapsar hale geldi. 1789’da gerçekleşen Fransız Devrimi ve
ardından Napolyon’un orduları ile Kutsal Roma İmparatorluğunun toprakları da dahil
olmak üzere Avrupa’yı fethetmesinin ardından, 16. yüzyıldan itibaren 1803’e kadar
Habsburg İmparatoru’nun başında olduğu Kutsal Roma İmparatorluğu dağılmıştır.
Francis II’nin 1803’de artık kendisini sadece Avusturya imparatoru olduğunu ilan
etmesi ve ardından 1806’da Kutsal Roma İmparatorluğu tahtından da feragat ettiğini
açıklaması sonrası Kutsal Roma İmparatorluğu tarihe gömülmüştür.422

422
Blackbourn, The Long Nineteenth Century, s. 61.

122
Bu dönemden sonra Fransız devriminin etkisiyle Alman kimliği ve devleti
tartışmalarının daha yoğun bir şekilde yaşandığı görülmektedir.423 Napolyon’a ve
Fransa’ya hayranlık duyan dönemin ünlü Alman düşünürü Hegel, “ulus-devlet”
kavramının insanın özgürleşmesinin en önemli göstergesi ve en üst boyutu olduğunu
düşünmektedir.424 Hegel, bireyin ancak devlet ile anlam kazandığını savunmaktadır.
Hegel’in düşüncesinde Rousseau’nun izlerinin olduğu açıktır. Fakat Fransa’nın bu
entelektüel üstünlüğü karşısında Alman düşünürleri de ciddi bir şekilde Fransa’ya
karşı bir yarış içine girmişlerdir. 1789 Fransız devrimine karşılık olarak Alman
entelektüellerinin “Reformasyon” hareketini ön plana çıkarmışlar ve Reformasyon
hareketinin gerek entelektüel gerekse uygulama düzeyinde Alman milletinin bir
ürünü olduğunu iddia etmişlerdir.425 Bu kapsamda Herder (1744-1803) devletten
ziyade millet kavramı üzerinde durmuştur. Çünkü millet inşa edildikten sonra
devletin üretimi daha kolaydı. Bu nedenle Alman milletinin yaratılması siyasetten
daha önemliydi. Yine diğer bir ünlü Alman düşünür olan Ranke, çalışmalarında da
bunu sağlamak için Fransa’ya karşı bir ittifakın geliştirilmesi gerektiğini savunmuş
ve böylece Alman milletinin yaratılması konusuna ağırlık vermişti.426
Hegel’in çağdaşları olan Kant, Hölderlin, Novalis, Goethe, Schiller ve
Schelling gibi kişiler dönemin ünlü Alman düşünür, yazar ve şairler de ulus-devlet ve
ulus kavramlarına müthiş bir ilgi göstermişler ve Alman milletinin oluşturulması
yolunda büyük adımlar atmışlardır. Fakat en başta, önemli bir sorunla
karşılaşmışlardır. Kuzeyde yaşayan Almanların çoğunluğunun Protestan olmasına
karşın güneyde yaşayanların çoğunluğunun Katoliklerden oluşması birleşik Almanya
için bir temel sorun olarak belirmiştir.427 Bu nedenle, ulus bilincinin en önemli
unsurlarından olan din, entelektüel kesim tarafından Almanya’nın birliğinin
sağlanmasında ve oluşturulmasında en büyük engellerden biri olarak görülmüştür.
Hatta, Adolf Hitler “Kavgam” başlıklı kitabında bu konuda duyduğu rahatsızlığı dile
getirmekte ve en sonunda I. Dünya Savaşı sırasında Katoliklerin ve Protestanların
423
James, Alman Kimliği, s. 18.
424
Gordon A. Craig, Germany: 1866-1945, New York, Oxford, Oxford University Press, 1981, s. 47-
48.
425
Hatta bu durum 19. yüzyılda da devam etmiş ve Fransız pozitivizmine karşılık Alman
entelektüelleri “tarihselcilik” bakış açısını geliştirmiş oldukları ileri sürülmüştür. Büşra Ersanlı Behar,
İktidar ve Tarih: Türkiye’de “Resmi Tarih” Tezlerinin Oluşumu (1929-1937), İstanbul, Afa
Yayınları, 1992, s. 23-24, 35.
426
İbid, s. 35.
427
James, Alman Kimliği, s. 19.

123
Alman devletine hizmet etmek için ellerinden geleni yaptıklarını belirterek, Protestan
veya Katolik olsun, önemli olanın Alman olmak olduğunu ifade etmektedir. Aslında
Hitler’in sözleri, 1920’lerin Almanya’sında bile hâlâ Katolik ve Protestan sorununun
devam ettiğini göstermesi bakımından önemlidir.428 Bir başka örnek ise Weimar
Cumhuriyetinde kurulan ve bugünkü CDU’nun öncüsü olan Merkez Partisi’nin
sadece Katoliklerin partisi olmasıdır. Bismarck’ın Katoliklere karşı giriştiği ünlü
Kültürkampf’ı sırasında kurulan Merkez Partisi’nin etkisi II. Dünya Savaşı
sonrasında bile devam ettiği bilinmektedir.
Özellikle Napolyon’un Prusya’ya 1813’de yenilmesinin ardından Alman
milliyetçiliği ve Alman ulus-devletinin kurulması yolundaki görüşler Alman
entelektüelleri arasında yaygınlaşmaya başlamıştı. Madame dë Stael bu dönemde
siyasal kurumların böyle bir birlik geliştirebilmeleri için gerekli olduğunu ileri
sürmüştü.429 Stael’in ileri sürdüğü görüşlerin gerçekte bürokrasinin dolayısıyla
devletin gerekliliği üzerine olduğu açıktır. Diğer yandan bu dönemde entelektüeller
ile bürokrasi arasında büyük bir İngiliz ve Fransız hayranlığı göze çarpmıştır. Fransız
ihtilalinden 100 yıldan fazla bir süre sonra bile Thomasius adında bir Alman düşünür
ve dilbilimci kitabında, günlük Fransız hayatının bütün unsurlarının taklit edilmesi
gerektiğini belirtmesi ilgi çekicidir. Fransız hayatının özelliklerinin 19. yüzyılda
Prusya’da sadece dilin değil, aynı zamanda kültürel hayatın da bir parçası olmuştur.
Bu duruma müthiş bir kompleksin eşlik ettiği görülmüştür. Bu durum, Alman
milliyetçisi tarihçi Treitschke’nin Almanları kozmopolit düşünceleri nedeniyle
eleştirmesine ve onları ulusal gururları olmayan bir grup olarak tanımlamasına yol
açmıştır.430
Fransa’nın Alman düşünürler arasında bir model olarak algılanması rastlantı
değildir. 1789’da yaşanan Fransız devriminin ardından Hegel’in Prusya ordusunun
1806’da Jena’da yapılan savaşta Napolyon’un ordusuna yenilgisini büyük bir
sevinçle karşıladığı bilinmektedir. Özellikle Napolyon’un büyük ordular
toplamasının başta Prusya gibi Alman devletleri ve prensliklerini etkilediği açıktır.
Prusyalı ünlü savaş teorisyenlerinden Clausewitz, Napolyon’a atıfta bulunarak, ilk

428
Adolf Hitler, Kavgam (Çev. Ö. Kenan Yalıtaş), İstanbul, Emre Yayınevi, 2005, s. 85-90.
429
James, Alman Kimliği, s. 19.
430
İbid, s. 22-28.

124
defa halkın savaşa doğrudan katıldığını belirtmekte ve böylece bir ulusun tüm
gücünün savaş meydanlarında gözüktüğünü ifade etmektedir.431
Fransa egemenliği altında geçen 1806-1814 arası dönem Alman düşüncesi
için bir reform dönemi olmuştur.432 Berlin Üniversitesi bu işgal dönemi sırasında
1810’da kurulmuştur. Fransız işgali aynı zamanda Alman siyasal ve toplumsal
yapısının da değişmesini sağlamıştır. En başta, prenslikler el değiştirmiş veya yeni
prenslikler kurulmuştur. Bunun yanı sıra Prusya ile Avusturya’yı dengelemek için
“Ren Konfederasyonu” adı altında Napolyon tarafından üçüncü bir Almanya ortaya
çıkarılmıştır. Siyasette yaşanan gelişmelere paralel olarak sosyal alanda da
değişimler yaşanmıştır. Özellikle senyoraj ile öşür gibi bazı vergilerin köylülerden
toplanmasının yasaklanması Alman köylüler tarafından sevinçle karşılanmıştır.433
Almanya’da eski feodal düzen 1848 devrimlerine kadar devam etmişse de, bu eski
düzenin büyük ölçüde ortadan kalkmasında Napolyon idaresinin etkisi büyük
olmuştur.
Bu dönemin diğer önemli bir sonucunun Prusya liderlerinin ve
entelektüellerinin “yukarıdan reform” hareketine girişmeleri olduğu ileri sürülebilir.
Dönemin Prusyalı bakanlarından birinin Fransız büyükelçi ile bir görüşmesinde,
Prusya’da devrimin aşağıdan yukarıya doğru değil, yukarıdan aşağıya doğru
olacağını ifade etmesi ve bunun yollarının araştırıldığını söylemesi bu durumun en
büyük kanıtlardan birini oluşturmaktadır.434
Yukarıdan aşağıya devrimin yanı sıra “ordu” kavramına da Prusya’da özel bir
önem atfedilmiştir. Prusya ordusunun modernize edilmesi yine bu dönemde
başlamıştır.435 Buna ilaveten yine bu geçiş döneminin önemli bir katkısı bürokrasinin
Prusya çapında kurulması olmuştur. Ayrıca bu dönemin sonlarında, her ne kadar
Fransız kültürünün cazibesine olan ilgi azalmamış olsa da, daha önce Fransız siyasi
modeline karşı duyulan ilgi azalmaya başlamıştır. Böylece Alman devletleri içinde
Fransız işgalinden olumlu olarak en çok Prusya’nın yararlanmış ve bu sürede

431
Blackbourn, The Long Nineteenth Century, s. 60.
432
Peter Singer, Düşüncenin Ustaları: Hegel (Çev. Bahar Öcal Düzgören), İstanbul, Altın Kitaplar
Yayınevi, 2003, s. 14.
433
Blackbourn, The Long Nineteenth Century, s. 60-63, 72.
434
İbid, s. 163.
435
Gregg Kvistad, The Rise and Demise of German Statism: Loyalty and Political Membership,
Providence and Oxford, Berghahn Books, 1999, s. 37.

125
Prusya’da bürokrasi dolayısıyla devlet gerek teorik, gerekse pratikte yavaş yavaş güç
kazanmıştır.
Alman devletinin ve kimliğinin gelişiminde ikinci önemli olay ise 1848
devrimleri ve onun etkileri olmuştur. Avrupa’yı bir baştan bir başa saran 1848
devrimleri, milliyetçilik ve liberal ideolojilerin yanı sıra endüstrileşme ile ortaya
çıkan işçi grubunun içinde bulunduğu çalışma koşullarının ağırlığı yine 1848 yılında
Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından yayınlanan “Komünist Manifesto”nun
etkisiyle sosyalist ve komünist fikirlerle de bezenmiştir. 1848-1849 yılları sadece
Prusya ve Avusturya’da değil, bütün Alman devletlerinde siyasi, sosyal ve ekonomik
karmaşaya sebep olmuştur. Napolyon işgali sonrasında modernize edilen Prusya
ordusu, ülkenin bir çok yerinde patlak veren ayaklanmaları bastırmayı başarmıştır.436
Bu arada, Marx, Prusya devletinin çok büyük kargaşaya sebep olmakla suçlanmış ve
Prusya’dan uzaklaştırılarak sürgüne gönderilmiştir. 1848’de içerisinde Kral IV.
Frederick William, bir anayasa kabul ederek duruma hakim olmaya çalışmıştır.
Gerçekte, anayasa bir dizi özgürlük içerse de esas kontrol kralın dolayısıyla yeni yeni
güçelenen devletin elinde kalmaya devam etmiştir.
Ciddi sarsıntılar geçirse de Prusya’nın bu süreçten gerek siyaset gerekse
ekonomik açıdan da güçlü çıktığı görülmektedir. Zaten 1820’lerden itibaren giderek
güçlendiği görülen devlet bürokrasisinin bu dönemde artık kendisini Prusya
devletinin ruhunun (Geist) bekçisi ve koruyucusu olarak gördüğü bir dönemin
başladığı anlaşılmaktadır.437 Bu dönemin sonunda ortaya çıkan diğer bir önemli
husus ise siyasi kargaşa nedeniyle, siyasi partilerin ve görüşlerinin halk katında
itibarının sorgulanır hale gelmesi ve devlet otoritesinin gücünün halk katında daha da
pekiştiği ileri sürülebilir. Almanya’da liberallerin muhafazakârlar ile aynı görüşü
paylaştıkları ve ciddi bir sorun olarak gördükleri işçi sınıfına karşı devletin güçlü
olması gerektiğini savundukları görülmektedir.438 Böylece özellikle İngiltere’nin
tersine bir şekilde liberallerin görüş birliği içinde oldukları konu, Almanya’da
devletin yetkilerinin kısılması değil, aksine devletin yetkilerinin daha güçlendirilmesi
üzerinde bir fikir birliğine varılmasıdır.

436
Blackbourn, The Long Nineteenth Century, s. 163.
437
Kvistad, The Rise and Demise of German Statism, s. 38.
438
İbid, s. 41.

126
Almanya’nın bir başka özelliği, bütün bu geç oluşumlara karşı Alman
devletinin kurulmasından sonra, milliyetçiliğin çok güçlü bir şekilde kendini
tanımlaması ve ortaya koymasıdır. Alman birliğinin sağlanmasından çok önceleri de
Germen toplulukları arasında “diğer” üzerinden bir politika güdülmüştür. Fakat 19.
yüzyılın başından itibaren milliyet ve milliyetçilik gibi kavramlar daha güçlü bir
şekilde belirmiş ve İngiltere ve Fransa’ya oranla yapılan bütün bu geç tartışmalar,
Alman kimliğinin oluşmasında doğal olarak “diğer” üzerinden oluşturulmasını
gerekli kılmıştır.439 Alman kimliğinin inşasında “diğer”lerinin başında Fransa
gelmiştir. Özellikle 1648’de imzalanan Vestfalya Antlaşması ile Fransa, Alman
prenslikleri üzerindeki etkisini artmıştır. Buna ilaveten, Fransızların 1674 ve 1688’de
Palatinate’de gerçekleştirdiği yağmalar, Alman halkları üzerinde bir “Frankofobi”
yaratmıştır. Aslında bu Fransız fobisine daha önce bahsedildiği üzere gizli bir
hayranlık ve kıskançlık eşlik etmiştir. Bunun izlerine günlük hayattan ve konuşma
dilinden güzel sanatlara, hukuki düzenlemelere ve entelektüel hayata kadar uzanan
bir çok alanda rastlanılmıştır.440 Fransa, özellikle 1790’lardan itibaren sadece
Prusya’da değil, işgal edilen diğer prensliklerde de ciddi tehdit ve düşman olarak
değerlendirilmeye başlanmıştır. Fransa’nın işgalinin bittiği 1814’den sonra bile
Fransız düşmanlığı Alman milliyetçiliğinin simgelerinden birini oluşturmuştur.
Fransız tehdidi, Bismarck zamanında da ustaca kullanılmış ve gerek ulusal birliğin
sağlandığı dönemde gerekse sonrasında Fransız tehdidi kullanılmaya devam
edilmiştir. Hatta Alman toplumumundaki Fransız karşıtlığı ile birlikte hareket eden
Fransız hayranlığı Hitler için de temel eleştirilerinden birini teşkil etmiştir.441
Bismarck’ın siyaset sahnesine girişi 1862’de Prusya devletinin
başbakanlığına getirilmesiyle başladı. İlk olarak gerçekleştirdiği reform içeride
ordunun yeniden yapılanması oldu. Daha sonra, ağırlığını dış politikaya veren
Bismarck, ilk olarak Avusturya ile olan sorunu askeri ve diplomatik yollarla çözerek,
Kuzey Alman Konfederasyonu’nu kurdu. Yine diplomatik bir ustalıkla başlatılan

439
Regine M. Feldman, “German by Virtue of Others: The Search for Identity in Three Debates”,
Cultural Studies, Vol:17, No:2, 2003, s. 252-254.
440
James, Alman Kimliği, s. 24-25.
441
Hitler, Kavgam, s. 41.

127
Fransa-Prusya savaşı sonucunda442 ise Prusya Kralı I. William, Versay Sarayında
imparatorluk tacını giydi ve Alman birliği Prusya önderliğinde kuruldu.
Yine Alman düşünce sistematiğinin gelişiminde önemli noktalardan birisi
Bismarck’ın bizzat kendisi ve ondan da önemlisi ona atfedilen “Bismarck
kültü”dür.443 Hatta, Bismarck’ın Alman liberal yazarlar tarafından Herkül, Jüpiter,
Prometheus, Samson ve Atlas olarak adlandırıldığı görülmektedir.444 Koyu bir
muhafazakâr Protestan olan Bismarck’ın Britanya elçisi ile bir konuşmasında içeride
devrimci bir hareketten ziyade dışarıdan bir düşman saldırısına maruz kalmanın daha
evlâ olduğunu ifade ettiği bilinmektedir.445 Böylece Bismarck, birleşme sonrası
tehlike olarak addettiği gruplar nedeniyle iç politikaya yönelmiştir. Üç büyük
düşman olarak nitelediği Katolikler, Sosyalistler ve Demokratlara karşı ülke
genelinde sert tedbirler uygulamış ve ancak Prusya’nın Alman birliğini
sağlamasından sonra içerideki tehditleri etkisiz hale getirmeyi başarabilmiştir.446
Bismarck, sınırları genişleyen ve nüfusu 60 milyona dayanan imparatorluğun
içinde yine yaşanabilecek 1848 devrimlerine benzer olayları engellemek ve Prusya
ordusu ile bürokrasisinin hegemonyasını kurabilmek için farklı olanları, yani Prusya
devletinin temel ilkeleri ile bağdaşmayan kişi veya grupları ya ülkeden zorla
çıkarmaya yöneltmiş ya da eğitim ve dini baskılar aracılığıyla bunları eritmeye
çalışmıştır. Bismarck’ın nihai hedefi aslında açıktır: Homojen bir Alman toplumu
yaratmak. Bismarck, ilk olarak Polonyalıların ülkeden çıkarılmasına yönelik
politikaları uygulamaya koymuştur. Etnik ve mezhepsel olarak Prusya
Almanya’sından farklı karaktere sahip Polonyalılar ile Ruslar ilk kurban olarak
seçilmiştir. Ardından, resmi dilin Almanca olarak ilan edilmesi ile Danimarka
asıllıların yaşadığı Schleswig ile Alsace-Lorraine’de yaşayan ve Fransızca konuşan
topluluklar büyük baskılara maruz karşılaşmışlardır.447

442
Savaşın çıkışında Bismarck, İspanyol tahtı konusunu kullanarak Fransızların saldırgan olduğunu
göstererek Alman prensliklerini Prusya’nın arkasında toparlamayı amaçlamıştır. Hohenzollern
hanedanlığının İspanya tahtına aday gösterilmesi üzerine Fransa’nın buna karşı çıkmış ve İspanyol
tahtına hiçbir Hohenzollern üyesinin çıkmayacağına dair garanti istemiştir. Bunun üzerine Bismarck,
Kral Wilhelm ile Fransız elçisi arasındaki konuşmayı ustaca kısaltarak basına sızdırmış ve Prusya’nın
Fransa’ya saldırması için bunu provokasyon aracı olarak kullanmıştır.
443
Richard Frankel, “From the Beer Halls to the Halls of Power: The Cult of Bismarck and the
Legitimization of a New German Right”, German Studies Review, Vol: XXVI, No:3, October 2003.
444
Blackbourn, The Long Nineteenth Century, s. 157-158.
445
İbid, s. 156.
446
Frankel, “From the Beer Halls to the Halls of Power”, s. 551.
447
James, Alman Kimliği, s. 100-101.

128
Bismarck, daha sonra ciddi bir şekilde Katolik sorununu çözmeye
yönelmiştir. 1866’da Katolik olan Avusturya’nın yenilgisi ile sonuçlanan savaşın
ardından Katolikler, Prusya’ya karşı ayaklanmışlardır. Birleşmenin tamamlanmasının
ardından Prusya’nın hakimiyetindeki topraklarda artan Katolik nüfusuna karşı
Bismarck, Kültürkampf olarak bilinen ve 1871 ile 1878 arasında uygulanan kültürel
bir savaş başlatmıştır. Almanya’daki Katolik kilisesinin başı ve diğer papazlar
hükümet tarafından atanmış, Cizvitler ülke dışına gönderilmiş, papazlar hapse atılmış
veya soruşturmaya tabi tutulmuşlardır. Böylece Katoliklerin birlikteliği kırılmaya
çalışılmıştır. Bismarck bu politikaların uygulanmasında bir yandan başarılı olurken
diğer yandan Merkez Partisi’nin Katoliklerin partisi olarak yükselmesine mani
olamamıştır.448 Alman Katoliklerinin yanı sıra, Alsace-Lorraine bölgesinde işgalle
Almanya’ya katılan Fransız Katolikler ile Polonyalı Katoliklerin Merkez Partisi’ni
desteklemeleri Bismarck’ın endişelerini daha da arttırmıştır.
Sosyalistler, Bismarck için diğer bir tehdit unsuru olarak değerlendirilmiştir.
Liberallerin desteğini de alarak, Bismarck özellikle 1879’dan itibaren anti-sosyalist
tedbirlere başvurmuştur. Bu kapsamda, sosyalist liderler tutuklanmış ve sosyalistlerin
örgüt ve toplantıları yasaklanmıştır. Bu sert tedbirlere rağmen Reichstag’daki –
bağımsız ve partisiz olarak seçimlere katılan- sosyalistlerin sandalye sayılarının ve
etkilerinin büyümesi engellenememiştir. Bu başarısızlık üzerine Bismarck,
sosyalistlerin etkisi ve popülerliliğini halk arasında azaltmak için 1883’de sağlık
sigortası, 1884’de kaza sigortası ve 1889’da emeklilik ile malûllük sigortası gibi
dünyadaki ilk sosyal güvenlik kanunlarını çıkarmış ve uygulamaya koymuştur.
Böylece Bismarck, Alman toplumunun mevcut değerleri ile gelişen ekonomik güncel
olaylara karşı bir karma politika geliştirmiş ve korporatist yapının tohumlarını
atmıştır.
Bismarck, her zaman Prusya bürokrasinin bir yansıması olarak hareket etmiş
ve içsel hegemonyayı kurmak için farklı sınıflar ve gruplarla işbirliği yapmaktan
kaçınmamıştır. İlk olarak aristokrasiyi burjuvaziye karşı sonrasında ise her iki kesimi
proleteryaya karşı kullanmış ve ihtiyaç duyduğunda sınıf veya gruplarla geçici bir

448
İbid, s. 100-101.

129
işbirliğine dayalı bir ilişki kurmuştur.449 Fakat bu işbirliğine dayalı süreç hep geçici
olmuş, Bismarck, istediği sonuçları elde ettikten sonra yine Prusya bürokrasinin
emelleri doğrultusunda Alman milletini inşa etmeye ve Alman milliyetçi hareketini
geliştirmeye yönelik politikalarını uygulamaya devam etmiştir. Sonuçta 1860 ve
1870’lerde uygulanan politikalar ile Alman halkı, “topraksal ve anayasal açıdan
olduğu kadar sosyal ve kültürel açıdan da yeniden inşa edilmiştir.”450
Kvistad, Alman halkının bu devletçi tutumunun önemini yitirmeye
başlamasına ve devletin bunu özellikle 1960’lardan itibaren desteklemesine rağmen,
hâlâ devletçi anlayışın Almanya düzeyinde önemli bir güç olduğunu belirtmektedir.
1990’larda “Yeşiller” hareketini örnek olarak veren Kvistad, Alman halkının devletçi
tutumunda bir değişiklik yaratmadığını ve “Yeşiller”in Alman toplumunda genel
olarak anarşist ve siyaseten meşru olmayan aktör olarak görüldüğünü ifade
etmektedir.451 Richter ise Alman halkının siyasi partilere karşı antipatisinin kültürel
bir gelenek olduğunu ve desteğinin ise “demokratik parti devleti”ne olduğunu
belirterek, bu görüşün günümüz Almanya’sında hâlâ geçerli olduğunu ileri
sürmektedir.452 Allison, Leaman, Parkes ve Tolkiehn ise Almanya’nın geçmişindeki
Prusya modeline dayanan otoriter devletin günümüzde olmadığını kabul ettiklerini
belirtmelerine rağmen, yine de bu konunun göz ardı edilmemesi gereken bir husus
olduğunu da vurguladıkları görülmektedir. Çünkü Alman halkının temel olarak
devlete baktıklarını dile getirmektedirler.453 1870’lerde kurulmuş bulunan bu sosyal
yapı, 1945 sonrasında çeşitli sarsıntılar ve dönüşümler geçirmesine rağmen hâlâ
ayakta kalmayı başarabilmiştir. Bunun başlıca sebeplerinden biri, bürokrasinin temel
işlevi olan Alman içsel hegemonyasını devam ettirmesindeki başarısıdır.

449
Colin Mooers, Burjuva Avrupa’nın Kuruluşu:Mutlakçılık, Devrim ve İngiltere, Fransa,
Almanya’da Kapitalizmin Yükselişi, (Çev. Bahadır Sina Şener), Ankara, Dost Kitabevi Yayınları
1997, s. 162.
450
Eley, “Bismarckian Germany”, Gordon Martel (der.), Modern Germany Reconsidered: 1870-
1945, London, New York, Routledge, 1992, s. 26.
451
Kvistad, The Rise and Demise of German Statism, s. 237-238.
452
Michaela Richter, “From State Culture to Citizen Culture: Political Parties and the Postwar
Transformation of Political Culture in Germany”, John S. Brady, and Et al, (derl.), The Postwar
Transformation of Germany: Democracy, Prosperty and Nationhood, Ann Arbor, University of
Michigan Press, 1999, s. 122.
453
Mark Allison, Contemporary Germany, s. 282.

130
4. Almanya’nın Uluslararası Alanda Fikirsel Temellerinin Kurumsallaşması
Almanya’nın uluslararası politikası, başta Alman akademisyenler olmak üzere
günümüz akademisyenleri tarafından “sivil güç” kavramı etrafında tartışılmaktadır.
Sivil güç kavramı ise daha önce değinildiği gibi, konstrüktivist teori bağlamında ele
alınmaktadır. Bu kavram, ileride de tartışılacağı üzere daha çok kimlik, tarihsel
bellek ve âhlaki değerler bağlamında kullanılmaktadır.454 Bu anlamda, sivil güç
kavramı tarihsel olaylardan ders çıkararak sadece uluslararası ilişkiler çerçevesinde
değil, her türlü sosyal, kültür ve siyaset kapsamında devletin yeniden yorumlandığı
ve Kantçı daha barışçıl bir düzeni savunan bir bakış olarak ele alınmaktadır.455
Uluslararası ilişkilerde ise sivil güç, çok taraflılık bağlamında hareket eden ve
uluslararası örgütleri güçlendirmeye çalışan devlet olarak nitelendirilmektedir.
Devletin yeniden yorumlanmasında böyle bir değişikliğin en önemli nedeni olarak
20. yüzyıl içinde Avrupa’da büyük çöküntülere yol açan ve istikrarı bozan iki dünya
savaşını başlatan devletin Almanya olmasında yattığı kabul edilebilir.
Bu çerçevede Almanya’nın uluslararası politikasının iki tarihsel süreç
bağlamında değerlendirilmesi gerekmektedir: Alman İmparatorluğu’nun
kuruluşundan II. Dünya Savaşı sonrasına kadar ki dönem ve II. Dünya Savaşı
sonrasından günümüze kadar olan dönem. Bu dönemlerin Alman uluslararası
politikasında birbirinden gerek teorik gerekse uygulama açısından keskin farklılıklar
ile ayrıldığı görülmektedir. Bu politika değişikliklerinin özünde ise II. Dünya
Savaşı’nı çıkartan Nazi Almanya’sının yarattığı tehlikenin bertaraf edilmesine
yönelik olarak özellikle ABD tarafından uygulanan politikaların birincil derecede
etkili olduğu görülmektedir. İkincil derecede önemli olan etkenin Alman halkının bu
istikrarsızlık sürecini üreten halk olarak suçlanması nedeniyle, Alman halkı üzerinde
oluşturulan psikolojik baskı ve suçluluk kompleksi ile pasifize politikaların
sonucudur.
Almanya’nın uluslararası politikasının her iki ayrı dönem içinde tek ortak
noktası ise Fransa ile olan ilişkilerin merkeziliği olmuştur. Fransa’nın Almanya’nın
dış politikasındaki merkezi rolü hep önemini korumuştur. 1870’de Fransa’nın

454
Tom Dyson, “Civilian Power and ‘History-Making’ Decisions: German Agenda-Setting on
Europe”, European Security, Vol:11, No:1, Spring 2002, s. 27.
455
İbid, s. 28; Hanns Maull, “Germany and Japan: The New Civilian Powers”, Foreign Affairs, Vol:
69, No:5, Winter 1990/91, s. 91-106.

131
yenilgisi ile sonuçlanan savaş sonunda kurulan Alman İmparatorluğu ile Fransa’yı
karşısına almamaya gayret gösteren Bismarck’ın 1870’lerin sonunda Fransa’nın
Tunus’u işgal etmesi için teşvik edilmesi birinci dönem açısından bir örnek teşkil
etmektedir. İkinci dönem için en iyi örneğini günümüzde AB düzeyindeki ilişkiler
vasıtasıyla kurulan ve Alman Şansölyesi ile Fransız devlet başkanının katıldığı ikili
zirve toplantıları oluşturmaktadır.
I. dönem sonrası Alman dış politikası yukarıda da işaret edildiği üzere Alman
halkının suçluluk kompleksine dayandırılarak geliştirilmiştir. Avrupa’da barışı
getirmekle yükümlü olduğunu düşünen Alman halkı bu süreç içerisinde daha barışçıl
bir dış politika benimsemek zorunda kalmıştır. Bunun sonucu olarak 1990’larda
özellikle Doğu Almanya ile birleşmenin ardından Alman akademisyenlerinin
“konstrüktivist teori” ile onun bir alt kolu olarak değerlendirilebilecek “sivil güç”
kavramlarını uluslararası politika çalışmalarının temel direği olarak şekillendiği
görülmüştür.
Almanya’nın uluslararası alanda üstünlüğünün oluşturulması zorunluluğu
fikriyatının ise esas olarak Hitler öncesine dayandığı görülmektedir. Devleti
yönetenler açısından bakıldığında Bismarck ile başlayan süreç ve sonrasında
yönetimi devrettiği genç ve hırslı kral II. Wilhelm’in benzer şekilde Almanya’nın
üstünlüğü konusunda görüşlere sahip olduğu bilinmektedir. Diğer yandan Alman
entelektüellerinin incelenmesinden de görüleceği üzere, benzer şekilde Alman siyasi
ve ekonomik üstünlüğünün oluşturulması yolundaki görüşlerin çok daha önceden
başladığı ve buna dair görüşlerin yaygın olarak tartışıldığı anlaşılmaktadır.
Almanya’nın siyasal ve ekonomik üstünlüğünün anlamı 19. yüzyılın sonu ve 20.
yüzyılın başında girişilecek savaşlar veya emperyalist faaliyetler aracılığıyla Alman
İmparatorluğunun topraklarının genişletilmesidir.

i. Alman Dış Politikasının I. Dönemi (1871-1945)


A. I. Dönemdeki Alman Dış Politikasının Genel Nitelikleri
Almanya’nın birinci dönem (1871-1945) dış politikasının inşasında, temel olarak
siyasi ve bürokratik elitler işbaşında olmuşlardı. Bismarck’la birlikte Prusya
bürokrasisi, dış politikayı, Alman İmparatorluğu’nu ve milletini şekillendirmek için
kullandıkları gibi aynı zamanda iç siyasette yaşanan gelişmelere karşı da

132
kullanmışlardır.456 Yine bu dönemde Almanya’nın uluslararası politikaya bakışını
belirleyen temel etkenlerin başında jeostratejik konumu gelmekteydi.457 Rusya ve
Fransa ile çevrili olan Almanya’nın politikası temel olarak bu iki güçlü ülkenin bir
araya gelmesini engellemek üzerine kurulmuştu. Bunun yanı sıra, hemen yanı
başında sınırı bulunan ve yüzyıllarca Kutsal Roma İmparatorluğu’nun merkezi olan
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Alman dış politikasının formüle edilmesinde
önemli bir etken olmuştur. Sözkonusu imparatorluğun hitap ettiği Alman halkının
ana unsuru olması Alman İmparatorluğu’nun bu imparatorluk ile ilişkilerini
yapılandırması da etkili oluşturmuştur.
Almanya’nın dış politikasının I. dönemini aslında iki alt bölümde incelemek
gerekir. İlk kesit, Bismarck’ın yönetimde kaldığı dönemdir. 1890’da görevden
azledilene kadar Bismarck, Alman dış politikasının ana belirleyicisi konumdaydı.
Tarihin bu kesitinde Bismarck bir yandan Alman milletinin inşası ile uğraşırken,
diğer yandan uluslararası politikadaki dengeleri gözeterek “Metternichvari”
politikalarla Alman İmparatorluğu’nun bekasını sağlamaya çalıştığı
görülmekteydi.458 1871’de Alman İmparatorluğu’nun ilanıyla pragmatik bir lider
olan Bismarck Almanya’nın topraksal genişlemesine yönelik politikasını dondurdu.
Bu süreç içerisinde daha çok elde edilen toprakların konsolidasyonunu ve Avrupa’da
beliren düşmanlıkların azaltılmasını hedefleyen Bismarck, bu kapsamda çeşitli ittifak
sistemlerinin geliştirilmesi için çaba sarf etti. Bu düşmanlıkların başında Fransa’nın
bulunması sebebiyle de özellikle Fransa’yı çevreleyecek bir ittifaklar sistemi
oluşturmaya çalıştı.459 “Üç İmparatorlar Ligi” olarak adlandırılan ittifak sistemi, içsel
istikrarı bozulan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile bu yakınlaşmasından
çekinen Rus İmparatorluğu arasında 1872’da Bismarck’ın inisiyatifle
oluşturulmuştur. Bununla birlikte, Balkanlarda Rusya ile Avusturya’nın mücadelesi
ile kurulan bu sistem bozulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle

456
Woodruff D. Smith, The Ideological Origins of Nazi Imperalism, Oxford and New York, Oxford
University Press, 1986, s. 54, 65.
457
Harald Müller, “German Foreign Policy after Unification”, Paul B. Stares (der.), The New
Germany and the New Europe, New York, The Brookings Institution, 1992, s. 126.
458
İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, İstanbul, İletişim Yayıncılık, 1998, s.
19.
459
Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789-1914), 2. Basım, Ankara, Türk Tarih Kurumu
Basımevi,1999, s. 334-336.

133
Balkanlardaki topraklarını bu iki imparatorluk arasında paylaştırmaya arabuluculuk
yapan Bismarck, 1881’de yeniden bu imparatorlar ligini kurmuştur.460
I. dönemin ikinci alt bölümü ise 1890’da başlayan ve II. Dünya Savaşı sonuna
kadar devam eden tarihsel süreci işaret etmektedir. 1890’da Bismarck’ın
Şansölyelikten ayrılmasının ardından dış politikada İmparator II. Wilhelm’in
Weltpolitik (dünya hakimiyeti) kapsamında bir dış politika benimsediği ve bu
politikanın çerçevesinde hareket ettiği ileri sürülebilir.461 1890’a kadarki bu dönemde
Bismarck, özellikle işçi sınıfı arasında sosyalist hareketin güç kazanmasının ardından
ilk olarak işçilere sosyal güvenlik hakkı tanımış, ardından da Avrupa dışında
emperyal politikalara yönelmiştir.462 Fakat emperyal politikalar özellikle 1890’da
Bismarck’ın II. Wilhelm tarafından azledilmesinden sonra ağırlık kazanmıştır.
Weltpolitik çerçevesinde bir dünya imparatorluğu kurma hayalinde olan genç
imparator II. Wilhelm emperyalist politikalar çerçevesinde ilk olarak Afrika’ya el
atmıştır. Fakat Afrika’nın çoğu daha evvelden Britanya ve Fransız imparatorlukları
arasında paylaşılmıştı. Bu nedenle Almanya da Afrika’da henüz işgal edilmemiş olan
Kamerun, Togo ve Kongo’nun bir bölümünü ele geçirmeye yönelmiştir. Dünya
imparatorluğunun en önemli nedeni olan ekonomik desteğin bu bölgelerden
sağlanamayacağını anlaşılınca Almanya, bu sefer gözünü Çin topraklarına çevirmiş
ve Hankow, Tientsin, Tsingtao kentlerinde imtiyazlar elde etmiştir. Yine de bu
durum, Almanya’nın dünya imparatorluğu kurmasına yetecek maddi koşulları
oluşturmadığını düşünen II. Wilhelm, İran’ın Ruslar ve İngilizlerin nüfuz alanına
girmesi, Balkanların Rusya, Avusturya-Macaristan ve yeni birliğini sağlamış olan
İtalya’nın çekişme alanı olması nedeniyle gerek emperyal politikalar sonucu işgal
edilmemiş olan gerekse nüfuz alanlarına bölünmemiş olan, tek toprak parçası olarak
Osmanlı İmparatorluğu’nu yeni açılım sahası olarak belirlemiştir.463
Alman dış politikasını I. dönemde açıklamak için jeostratejik konumunun
yanı sıra, esas olarak iki önemli Weltanshauung (spesifik bir dünya görüşü) kavramı
üzerinde durulmasını gerekli kılmaktadır. Bunlar, Weltpolitik ile Lebensraum
kavramlarıdır. Bu kavramlar Nazi Almanya’sından çok önce geliştirilmiş kavramlar

460
İbid, s. 338-340, 348-352.
461
Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, s. 19.
462
Blackbourn, The Long Nineteenth Century, s. 400.
463
Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, s. 20; Blackbourn, The Long Nineteenth
Century, s. 335. Blackbourn, bu yeni emperyalizmi enformel emperyalizm olarak adlandırmaktadır.

134
olup, Alman dış politikasını bu dönemde şekillendiren ve yönlendiren temel
nosyonlar olarak genel kabul görmektedir.464

i. Weltpolitik
Almanya’nın dünya üzerinde hakimiyeti anlamında kullanılan Weltpolitik
kavramının 19. yüzyılın sonlarından itibaren özellikle 1890’larda yoğun bir şekilde
kullanılmaya başlanmıştı. Max Weber, 1895’de Freiburg Üniversitesinin açılış
konuşmasında dünya politikasında Almanya’nın yerini alması için Almanya’nın
birleşmesinin bir son değil, yeni bir başlangıç olması gerektiğini ifade etmişti.465
1900’da Alman dış politikası Bernhard von Bülow’un Şansölyeliğe
getirilmesi ile birlikte, bürokrasi ve Kayser’in işbirliği ile I. Dünya Savaşı başlayana
kadar değişmeyecek şekilde belirlenmişti. Bu politika, dünya politikasında
Almanya’nın uygulayabileceği politikalar ve ittifakları kesinleştirmiş ve
Almanya’nın karşısındaki rakip bloğun da belirlenmesini sağlamıştı. Bu dönemden
itibaren beliren gruplaşmalar etrafında savaş beklenmeye başlamıştı. 1894’de Fransa
ile Rusya, 1904’de Britanya ile Fransa ve ardından 1907 yılında Britanya ile Rusya
arasında “Üçlü İtilaf”ın kurulması Almanya’nın “çevrelenme” korkusunu da
arttırmıştı. Aslında yüzyılın sonlarına doğru 1898’de iki emperyalist imparatorluk
olan Britanya ile Fransa’nın Afrika’da Faşoda krizi ile birbirlerine karşı şüpheleri
yoğunlaşmıştır. Ayrıca Rusya ile Britanya’nın gerek Afganistan gerekse İran ile
Hindistan konularında ortaya çıkan anlaşmazlıkları nedeniyle birbirlerine olan
güvenleri azalmıştı. Almanya, ilk olarak bu ittifakları kendisine yönelik olarak
nitelendirmiş ve bu ittifakları Fransızların “intikam”, Rusların Pan-Slavizm
eğilimleri ile Britanya’nın Almanya’nın ticaretini güçlenmesini kıskandığı şeklinde
değerlendirmiştir.466 Almanya Üçlü İtilaf’ın oluşması sürecinde, bu birlikteliği
bozmak için bazı politikalar üretmişse de bunlar ters etki yaratmıştır. Almanya’nın
gümrük tarifelerini yükseltmesi, Orta ve Doğu Avrupa’daki varlığını arttırması ve
Bismarck zamanında Rusya-Almanya arasında imzalanan antlaşmayı yenilememesi
gibi olaylar, Rusya’nın bu politikaları saldırgan olarak nitelemesine ve sonuçta

464
Smith, The Ideological Origins of Nazi Imperalism, s. 52-82, 83-111.
465
Matthias Zimmer, “Return of the Mittelage: The Discourse of the Centre in German Foreign
Policy”, German Politics, Vol:6, No:1, April 1997, s. 25.
466
Blackbourn, The Long Nineteenth Century, s. 443.

135
Britanya’ya daha da yakınlaşmasına yol açmıştır. Almanya ise daha önceden
oluşturduğu ittifak sistemine güvenmiştir. Fakat, 1879’de Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu ile 1882’de daha az güvenilir olsa da İtalya ile bir ittifak oluşturmuş
olan Alman İmparatorluğu, Üçlü İtilaf karşısında bir denge arayışına girmiş ama
arzuladığı dengeyi kuramamıştır.467
Almanya’nın yine 1890’larda yönlendiği bölge Osmanlı İmparatorluğunun
yönetimi altındaki bugünkü Anadolu ve Ortadoğu bölgeleri olmuştur. Bunun en
önemli nedeni, emperyalist politikalar sonucu dünyanın paylaşımına geç katılan
Almanya’nın henüz paylaşılmamış olan ve kârlı sayabilecek tek alanının Osmanlı
İmparatorluğu toprakları olmasıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nu 1898’de ikinci kez
ziyaret eden II. Wilhelm (ilk ziyareti 1889), Protestanların doğal lideri olarak kendini
görmesine karşın, Fransa’nın engeliyle karşılaşmıştır. Bölgedeki Katoliklerin
koruyuculuğu rolünü üstlenen Fransa bölgede liderliği de üstlenmeye çalışmıştır.
Fakat II. Wilhelm, Şam’da yaptığı konuşmayla kendisini Müslümanların “en iyi
dostu” olduğunu ilan etmesine yol açmış ve dolayısıyla Müslümanların desteğini
almaya çaba sarfetmiştir. II. Wilhelm bu ziyaretlerden esas olarak İstanbul-Bağdat
demiryolunun yapımı için Deutsche Bank’a verilen bir imtiyaz elde etmiştir. Bu
sayede bölgenin hammadde kaynaklarının Alman ekonomisi için kullanılabilir hale
gelmesi planlanmıştır. Öte yandan, Bağdat demiryolu inşaatı Britanya ile ilişkilerin
kötüleşmesini göze alan planlı bir politika olarak göze çarpmaktadır.468 Ayrıca
Almanya, Osmanlı İmparatorluğu’nda giriştiği bu türden faaliyetleri ile emperyalizm
kavramının değişmesine yardımcı olmuştur. Bu dönemdeki faaliyetleriyle Almanya,
emperyalizmin sadece askeri işgaller ile değil, aynı zamanda ekonomik faaliyetler
aracılığıyla da gerçekleştirilebileceğini göstermiştir.469
Weltpolitik çerçevesinde 1898 yılı Almanya’nın Britanya’nın denizlerdeki
üstünlüğüne son verme yolunda Amiral Tirpitz’in görüşlerinin etkili olduğu yıl
olmuştur. Tirpitz’in görüşleri çerçevesinde Alman donanmasına ilişkin Reichstag’da
biri 1898, diğeri 1900’da olmak üzere iki kanun kabul edilmiştir. Britanya’nın
üstünlüğünün karasal ordudan ziyade denizlerdeki üstünlüğünden kaynaklandığını
ileri süren Tirpitz, Almanya’nın denizlerde hakim olması ile Britanya’nın

467
İbid, s. 445.
468
İbid, s. 447.
469
Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, s. 101.

136
etkinliğinin kırılacağını ve bu sayede Almanya’nın dünya imparatorluğu
hakimiyetine kavuşacağını savunmuştur. Fakat, çok sayıda savaş gemisinin inşası ile
Britanya’ya meydan okumaya başlayan Almanya, sadece Britanya’nın değil, aynı
zamanda Fransa ve Rusya’nın da tepkisini çekmiştir.470
Tirpitz’in planlarının uygulamaya konulmasının en önemli nedeni, Kayser II.
Wilhelm’in bu politika ile ağır sanayiciler, orta sınıf ve milliyetçileri cezbedeceği
düşüncesinden kaynaklanmıştır.471 Fakat sonuçta Tirpitz planı, sadece düşmanlık
üretmiş ve Fransa, İngiltere ile Rusya’nın “Üçlü İtilaf”ın temelini ortaya atmalarını
sağlamıştır. Bu planın bir başka olumsuz etkisi de Alman ekonomisini
taşıyamayacağı bir yük yüklemiş olarak tarihe geçmiştir. Bütün bu gelişmelerin
sonucunda Tirpitz’in donanmaya ilişkin planı başarısızlıkla neticelenmiştir.472
Weltpolitik’in esas olarak devlet kademeleri tarafından kapsamlı bir şekilde
1900-1909 arasında Şansölye olan Bülow döneminde kullanıldığı kabul edilmektedir.
Bülow, 27 Mart 1900’de Alman parlamentosu Reichstag’da yaptığı konuşmada,
Weltpolitik kavramının Alman sanayisinin, ticaretinin, işgücünün ve Alman halkının
zekasının genişlemesinden doğduğunu ve bu kapsamda elde edilen hayati çıkarların
korunmasına yönelik olduğunu belirtmektedir. Bülow, bu politikanın saldırgan
genişlemeci bir politika olmadığını da özellikle vurgulamaktadır. Diğer yandan
Woodruff Smith, bu politikanın geliştirilmesinin daha çok Almanya sanayisinin
dışarıda genişlemesi için bir destek politikası olduğunu iddia etmektedir.473 Böylece
Weltpolitik, daha çok Alman bürokrasinin Alman kapitalist sınıfı ile işbirliğine dayalı
bir şekilde oluşturulan bir kavram olarak ortaya çıkmaktadır. Ayrıca Weltpolitik’in
temel felsefesi Almanya’nın geri kaldığı emperyalist yarışta Alman sanayisine ucuz
hammadde kaynaklarına sahip bölgeleri kontrol altına almak ve Alman sermayesine
yeni kârlı alanlar yaratmaktır.
Yine yukarıda belirtildiği üzere bürokratların özellikle Dışişleri Bakanlığı
yetkililerinin yanı sıra, Weltpolitik kavramının şekillendirilmesinde II. Wilhelm’in
etkisi büyük olmuştur.474 Bunun yanı sıra, Weltpolitik kavramının formülasyonunda
iş çevreleri ile gazeteci ve akademisyenlerin de yer aldığı görülmüştür. Metal

470
Blackbourn, The Long Nineteenth Century, s. 448.
471
İbid, s. 449-450.
472
İbid, s. 451.
473
Smith, The Ideological Origins of Nazi Imperalism, s. 52-53.
474
Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, s. 19.

137
endüstrisinin en önemli firması olan Krupp’un yönetici Alfred Hugenberg, hem
Dışişleri hem de 1890’larda Deutsche Bank’ın yöneticilerinden Bernhard Dernburg
gibi isimler iş dünyasının temsilcileri olarak bu kavramın inşasında etkili
olmuşlardır.475 Fakat bu politikaya destek sadece kapitalist sınıftan ve bürokrasiden
değil,aynı zamanda sosyalistlerin de bir kısmından gelmiştir.476
Weltpolitik, bu şekilde formüle edilirken, dışsal ekonomik üstünlüğün
kurulmasında iki temel rol üstlenmiştir: Almanya’nın sınırları dışında piyasaların ve
yatırımların oluşturulması ve dengeli fiyatlarla hammadde kaynaklarının kontrol
altında tutulması. Bu sayede ekonomide yaşanacak herhangi bir kriz veya fazla
üretim durumunda bu pazarların alternatif imkanlar yaratması düşünülmüştür.477
Daha önce bahsedildiği gibi, Bismarck önderliğindeki Alman İmparatorluğu,
1873 ve 1896 yıllarında Almanya’da daha az hissedilse de Avrupa’da yoğun bir
şekilde yaşanan ekonomik krizle birlikte 1890’ların sonundan itibaren Avrupa dışına,
özellikle Doğu Afrika, Güneybatı Afrika, Kamerun ve Togo gibi paylaşılmamış
Afrika bölgelerini ele geçirmiştir. Ayrıca Çin’de Hankow, Tientsin, Tsingtao
kentlerinde imtiyazlar elde etmiş olan Alman İmparatorluğu yine henüz diğer
emperyalist devletler tarafından ele geçirilmeyen ve nüfuz alanlarına bölünmemiş
olan Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortadoğu’daki topraklara yönelen emperyalist
politikalar benimsemiştir.478 Bu sayede iç politikadaki siyasi gerginliği de engelleyen
Almanya, Afrika’da çeşitli topraklar elde etmişse de, Almanya emperyalist
sömürüden ziyade esas olarak Afrika’daki İngiliz ve Fransız kontrolündeki bölgelerle
ticaretini geliştirerek büyük kârlar elde etmiştir.479
Weltpolitik kavramının daha sonra Lebensraum kavramının açıklandığı
kısımda da görüleceği üzere, Alman ekonomik emperyalizm nosyonu ile ele alınması
gerekmektedir. Friedrich Naumann tarafından ileri sürülen Orta Avrupa ile bir
ekonomik birlik kurulması -Mitteleuropa- fikri, List’in Alman sanayi ürünleri ile
merkezi ve doğu Avrupa ülkelerinin tarımsal ürünlerinin değişimine dayanmaktaydı.
Böyle bir ekonomik birliğin Almanya için önemi, bu bölgenin ekonomisinin tüm

475
Smith, The Ideological Origins of Nazi Imperalism, s. 61, 63.
476
Yıldırım Koç, Batılı İşçi Sömürüye Ortak: Burjuva Proletarya, Ankara, Bilgi Yayınevi 2005;
James, Alman Kimliği, s. 96.
477
Smith, The Ideological Origins of Nazi Imperalism, s. 65.
478
Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, s. 28-30.
479
Blackbourn, The Long Nineteenth Century, s. 335-337.

138
yönleriyle ele geçirilmesi ve kontrol edilmesi, yabancı rekabet karşısında istihdamın,
yatırımların ve kâr düzeylerinin korunması ile hammadde kaynaklarının
480
kontrolüdür. Mitteleuropa’nın ekonomik üstünlüğün yanı sıra önemli olan noktası
Alman kültürel ve siyasi etkisinin bu bölgede artmasıdır.481 Diğer yandan
Mitteleuropa’nın sınırları konusunda net bir bilgi yoktur. Bununla birlikte
Mitteleuropa’nın arka planında Rusya ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun
Alman İmparatorluğuna sıkıca bağlanmasına yol açacak bir ekonomik örgütlenme
olduğu düşünülmektedir. Mitteleuropa’nın içine dahil olduğu kesin olan bölgelerin
Polonya, Baltıklar ile Balkanlar olduğu açıktır.482 Bununla birlikte özellikle
Balkanlar Rusya ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çekişme alanı olduğu
için Almanya’nın bu bölgede iki İmparatorluk arasında uzlaştırmacı bir politika
benimsediği görülmektedir.
Mitteleuropa fikri özellikle sanayi çevrelerinden yoğun destek almış ve
Bismarck’ın yerine Şansölyeliğe atanan Caprivi ve hükümeti ile Dışişleri Bakanlığı
tarafından benimsenerek 1892’de uygulamaya konmuştur. Junkerlerin483 tepkisine
rağmen tarımsal ürünlerde gümrük tarifeleri indirilerek, başta Avusturya-Macaristan
ile Rus İmparatorluğu olmak üzere Orta ve Doğu Avrupa’nın tarıma dayalı
ekonomilerinin Almanya’nın yörüngesine çekilmek istenmiştir. Fakat yüzyılın
başında Mitteleuropa teorisi içindeki devletlerinden biri olan Rus İmparatorluğu ile
ticaret Rusya’nın bu dönemde Almanya’ya daha fazla sınai mallar ihraç etmesine yol
açmış ve dış ticaret haddinin Rusya lehine gelişmesine neden olmuştur.484
Weltpolitik dönem dönem içerik değiştirse de I. Dünya Savaşı’nın
başlamasına kadar Almanya’nın dış politikadaki temel unsurlarından birini
oluşturmuştur. Bürokrasinin sermaye sınıfı ile birlikte hareket etmesine olanak
tanıyan Weltpolitik, 1912’de Şansölye Theobold Bethmann Hollweg tarafından
özellikle 1905 ve 1911 yıllarında yaşanan “Fas Buhranı” olaylarının ardından
başarısız olarak değerlendirilmiştir. 1905’de başlayan ve 1911’de tekrar eden Fas
Buhranı, Alman dış politikasına ağır darbe indirmiş ve bir yıl sonra ilan edileceği

480
Smith, The Ideological Origins of Nazi Imperalism, s. 77-78; Harold James, Alman Kimliği, s.
118-119.
481
Blackbourn, The Long Nineteenth Century, s. 337.
482
İbid, s. 337.
483
Junkerler, Almanya’daki toprak sahibi olan soylu kişilerdir.
484
Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, s. 20.

139
üzere Weltpolitik’in sonunu hazırlamıştır. Diğer yandan Weltpolitik’in başarısızlığa
uğraması Alman halkında derin etkiler yaratmış ve bu dönemden itibaren Bismarck
kültünün yerleşmesine katkıda bulunmuştur. Esas olarak Fas Buhranı, 1904’de
kurulan “Fransız-İngiliz” ittifakı sonucu oluşan dengeyi bozmaya yönelik bir girişim
olmuştur. Faşoda krizinden sonra, Fransa ve İngiltere arasında Afrika’yı ikiye bölen
Berlin Anlaşması’nın imzalanmasının ardından Fas üzerinde Fransa’nın çıkarları
olduğu genel olarak kabul görmüştür. Fakat 31 Mart 1905’de Fas’ın Tanca bölgesini
Şansölye Bülow’un oldu-bittiye getirmesi ile ziyaret eden II. Wilhelm’in Fas’taki
Alman çıkarlarını korumaya kararlı olduğunu açıklaması ile Fransa ile Almanya
arasındaki ilişkiler gerginleşmiştir. Bununla birlikte Fransa, gerginleşen ilişkilere
rağmen riske girmemiş ve II. Wilhelm’in Fas üzerine bir toplantı yapılması isteğini
kabul etmiştir. Toplantı sonucunda imzalanan Algésiras Anlaşması ile Fas’ın
bağımsızlığı tanınmış ama güvenlik Fransızlara bırakılmıştır. Diğer yandan Fransa,
Fas konusunda geri adım atmakla birlikte, Fransız yönetimi ve kamuoyu artık savaş
hazırlıklarına başlayarak orduya ayrılan bütçenin miktarı arttırmış ve Britanya ile
ilişkileri bu dönemden sonra artarak gelişmiştir.485
İkinci Fas Buhranı ise 1911’de yaşanmıştır. Fransa’nın Fas’a güvenliği
sağlama gerekçesiyle asker çıkarması üzerine, Almanya, Fas’ın Agadir limanına
Panther adlı savaş gemisini yollayarak gerginliği tırmandırmıştır. Bunun üzerine
Britanya’nın Fransa’ya 1904 Anlaşması çerçevesinde yükümlülükleri olduğunu
açıklaması ile gerginliğin büyümesi üzerine Almanya savaş gemisini geri çekmiştir.
Nihayetinde Fas’ın Fransa’ya teslim edilmesi Alman kamuoyunda şiddetli bir tepki
çekmiştir.486 Bu olaydan bir süre sonra 1912’de Şansölye Benthmann-Holweg’in
Weltpolitik başarısız olduğunu açıklamıştır. Fas Buhran’ının diğer bir önemli sonucu
ise Alman siyasetinde Bismarck kültünün yükselişi olmuştur.487 Bu krizin ardından I.
Dünya Savaşına giden yol açılmıştır.488 Bununla birlikte Weltpolitik’in temel
özelliklerinden biri olan Mitteleuropa kavramları II. Dünya Savaşı’na kadar süren
dönemde başatlığını korumuş ve Alman dış politikasını yönlendiren başlıca kavram
olmuştur.

485
Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi, s. 459-464.
486
İbid, s. 477-481.
487
Frankel, “From the Beer Halls to the Halls of Power”, s. 548.
488
Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi, s. 481.

140
ii. Lebensraum
I. dönemde Alman dış politikasını yönlendiren ikinci kavram olan Lebensraum’nun
(hayat sahası) Weltpolitik ile bazı benzerlikleri bulunmasına rağmen, Weltpolitik
kavramının dışında bırakılan Alman Junkerlerine ve daha geniş bağlamda
değişmeden Alman saflığını koruduğu iddia edilen Alman köylülerine yönelik olarak
üretildiği ileri sürülebilir. Hitler’in de sık sık atıfta bulunduğu Lebensraum, ilk olarak
jeopolitik teorisyenlerden Friedrich Ratzel tarafından 20. yüzyılın başlarında
geliştirilmiş ve I. Dünya Savaşı sonrasında genişlemeci politikalar bağlamında
Alman politikacılar tarafından kullanılmıştır. Özellikle muhafazakâr kesimin ve
onların sözcüleri bu kavrama büyük önem atfetmişlerdir.489 Ekonomik ve sosyal
değişimin yarattığı endişe, sosyalizm korkusu ile inanç sistemlerinin sorgulanması
gibi nedenler Alman muhafazakârlarında gerilim yaratmıştır. Lebensraum aslında bu
korkulara ve endişelere karşı gelişen bir kavram olmuştur. Bu sayede çeşitli ve
birbirinden farklı ideolojiler bir potada toplanmış ve korkuların giderilmesi için bir
araç olarak algılanmasına yol açmıştır. Sadece muhafazakâr kesimden değil, işçi ve
burjuvazi kesimlerden de destek almıştır.490
Köylülük, Lebensraum nosyonunun temel özelliklerinden birini
oluşturmuştur. Çünkü köylüler, “bozulmamış doğaları” ile Alman kültürünü
taşıyacak yegâne kesim olarak değerlendirilmiştir. Bu sayede Lebensraum
“sanayileşmenin saldırısına karşı geleneksel Alman toplumunun korunması ile
özdeşleştirilmiştir”. Lebensraum çerçevesinde bu grupların Alman İmparatorluğunun
maddi desteğiyle Orta ve Doğu Avrupa’ya yerleşmeleri öngörülmüştür. Böylece bu
bölgelerin Almanlaştırılmasıyla Almanya İmparatorluğuna ekonomik olarak ilave
yararlar sağlaması amaçlanmıştır.491 1890-1900 arasında Alman Şansölyesi olan
Caprivi, “Ya mal, ya insan ihraç etmek zorundayız. Bu kadar artan nüfusla
yaşayamayız” diyerek Lebensraum politikasını siyaseten haklı çıkarmaya yönelik
görüşler ortaya atmıştır.492
Irkçılık, Lebensraum kavramının altında yatan etkenlerden en önemlilerinden
biridir. Daha önce İngilizlerin “beyaz adamın yükü” ve Fransızların “medenileştirme

489
Smith, The Ideological Origins of Nazi Imperalism, s. 83.
490
İbid, s. 84-85, 89.
491
İbid, s. 93.
492
Caprivi’den aktaran Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, s. 41.

141
misyonu” kavramlarına benzer görüşler Lebensraum ile Almanya tarafından da
kullanılmıştır. Orta ve Doğu Avrupa topraklarında yaşayan ve “ırksal açıdan daha
düşük olan” (yani Alman ve Avrupalı olmayan halkların) Almanlaştırılması
sayesinde bu bölgenin üstün Alman ırkına tabi olması ve geliştirilmesi savlardan
birini teşkil etmiştir. Bu şekilde Lebensraum adı altında bu bölgeye yönelik Alman
emperyalizmine haklılık kazandırılmaya çalışılmıştır.493
Bu özellikleri ile Lebensraum başlangıçta sanayileşmenin etkilerinden
endişelenen sosyal gruplar için ortak bir politik zemin oluşturmakla birlikte daha
sonraları bu görünüşünü kaybetmiştir. Yine de Ulusal Liberal Parti ile Serbest
Muhafazakârlar adlı siyasi örgütlenmelerin içinde bazı gruplar kendilerini
Lebensraum ile özdeşleştirmişlerdir. Almanya’da 1890’larda Bismarck’ın ilk önce
görevden ayrılması ve ardından ölmesi ile ortaya çıkan Bismarck kültü etrafında
örgütlenen Alman aşırı sağının ve bu radikal sağ içinde Pan-German Ligi adlı siyasi
örgütü kendisini Lebensraum ile daha fazla özdeşleştirdiği görülmüştür.494
Alman dış politikasının I. dönemindeki bu genel nitelikleri sadece Weimar
Cumhuriyetinde belli bir dönem için kesintiye uğramak durumunda kalmıştır.
Bununla birlikte sözkonusu genel nitelikler toplum, siyasiler ve bürokrasi içinde
hakim olan düşüncesini devam ettirmiştir. Hitler’in iktidara geldiği 1933’den itibaren
bu niteliklerden Lebensraum ön plana çıkarılmış ve buna uygun biçimde dış politika
yapılandırılmaya çalışılmıştır. Böylece Almanya’nın dış politikası II. Dünya Savaşı
sonuna Weltpolitik ve Lebensraum kavramları çerçevesinde yönlendirilmiştir. Fakat
uygulamada gerek Weltpolitik gerekse Lebensraum başarılı olamamıştır. Weltpolitik
daha 1912’de Şansölye Hollweg tarafından da kabul edildiği üzere büyük bir
başarısızlık ile sonuçlanmıştır. Lebensraum ise pratikte tam olarak uygulanamamış,
II. Dünya Savaşı’nın sonucunda doğal olarak başarısızlığı ortaya çıkmıştır. Rusya,
Ukrayna ve Balkanlar’a yerleşen Alman köylülerinin sayısı büyük rakamlara
ulaşamadığı gibi bu yerleşim sonucunda bölge üzerinde doğması planlanan
ekonomik, kültürel ve siyasi üstünlük de sağlanamamıştır.
I. Dünya Savaşı’nın dördüncü yılında savaş kilitlenmiş görünürken,
Almanya’da baş gösteren genel grev ve işçi ayaklanmaları, Alman ordusuna lojistik

493
Smith, The Ideological Origins of Nazi Imperalism, s. 90-91; Blackbourn, The Long
Nineteenth Century, s. 334.
494
Smith, The Ideological Origins of Nazi Imperalism, s. 94-97.

142
desteğin kesilmesine sebep olmuştu. Bunun Alman cephesi üzerinde çok büyük
etkileri olmuş, Almanya’nın savaşı kaybetmesinde önemli bir rol oynamıştı.495 Bu
arada Almanya çapında sosyalist hareket güç kazanırken Alman sağı ve orduda
“arkadan bıçaklanma” efsanesi yaygınlaşmıştır.496 3 Ekim 1918’de Alman
İmparatoru tahttan feragat ederek Şansölyeliğe Baden Prensi Maximilian’ı atamış
ama o da yerine sosyal demokrat ve halk komiserleri geçici konseyi başkanı
Friedrich Ebert’i atamıştır. Savaşın hemen ardından ilan edilen Weimar Cumhuriyeti,
yeni oluşturulan hükümet yeni bir Almanya yaratmaya çalışırken, İtilaf devletlerinin
antlaşma baskısı ile karşılaşmıştır. Gerek ordudan gerekse siyasetçilerden gelen
yoğun eleştiriler ve istifalara rağmen 28 Haziran 1919’da başta Fransa olmak üzere
İtilaf devletlerinin baskısı ile imzalanan ve yeni oluşturulan Parlamento tarafından da
onaylanmak zorunda bırakılan Versay Antlaşması, Alman halkında büyük tepki
yaratmıştır. Alman halkı tarafından Diktat olarak adlandırılan bu antlaşmanın
Almanya üzerinde yarattığı gerek psikolojik gerekse maddi baskılar II. Dünya
Savaşının çıkmasının başlıca sebebini de oluşturmuştur.
Weimar Cumhuriyeti bu şartlar altında hegemonik bir siyasi kültür
oluşturamamış, Alman halkı da keskin ideolojik kamplara bölünmüştür. Alman
toplumun kamplaşması daha çok komünist ve ırkçı ideolojilerin hakim olduğu bir
siyasi arena çerçevesinde gerçekleşmiştir.497 Daha önceki Bismarck ve Wilhelm
tarafından şekillendirilen Alman toplumu, “Prusyalı-Protestan, muhafazakâr, askeri
ve otoriter devlet yanlısı” olarak anılırken, yeni Weimar Cumhuriyeti’nde başat olan
ve etrafında uzlaşma sağlanan siyasi bir kimlik ortaya çıkarılamamıştır.498 Bununla
birlikte sosyalist devrimci hareketler Alman ordusu önderliğinde kurulan Freikorps
denilen ve çoğunlukla eski askerlerden oluşan gönüllülerle bastırılmıştır. Fakat
sosyalist hareket yok olmamış, yeraltında faaliyet göstermeye devam etmiştir.
Bununla birlikte Weimar Cumhuriyeti’nde ırkçı eğilimler baş göstermiş,
üniversitelerde “ırk hijyeni” adı atlında akademik dalların kurulmuş ve bu tür

495
James, Alman Kimliği, s. 128; Hitler, Kavgam, s. 148.
496
James, Alman Kimliği, s. 128.
497
Detlef Lehnert, Klaus Megerle, “Problems of Identity and Consensus in a Fragmented Society:
Weimar Republic”, Dirk Berg-Scholesser and Ralf Rytlewski (derl.), Political Culture in Germany,
New York, St. Martin’s Press, 1993, s. 43-45.
498
İbid, s. 46.

143
gelişmeler ırkçılığın Alman toplumunda daha da yaygınlaşmasına katkıda
bulunmuştur.499
Alman halkını özellikle daha ılımlıları ve ortada olanlarını bir araya getiren
bağ ise Versay Antlaşması’nın dayattığı yükümlülükler olmuştur. Almanya’nın
savaşın tek suçlusu olarak gösterilmesi (231. madde), Fransa’ya bırakılan topraklar
ve ödenen savaş tazminatı gibi Almanya’ya yüklenen sorumluluklar, Alman halkı
tarafından antlaşmanın Diktat olarak nitelendirilmesine yol açmıştır. Bunların
ardından tazminatların ödenmesinde yaşanan sorunlar bahane edilerek, sanayi
bölgesi olan Ruhr’un 1923’de Fransız ve Belçika askerleri tarafından işgal edilmesi
ile aynı yıl yaşanan hiper enflasyon krizi başta Bavyera olmak üzere Alman sağının
tüm ülkede güçlenmesine yardımcı olmuştur. Bütün bunlar Weimar Cumhuriyeti’nin
aslında daha tam doğmadan ölmesine yol açmıştır. 1924’de tazminat komisyonu
başkanı Charles Dawes’in adıyla anılan plan çerçevesinde Almanya’ya kredi desteği
sağlanmış ve bu sayede eski üretim gücüne tekrar kavuşmuştur.
1925’de ölen Ebert’in yerine geçen Hindenburg’la birlikte dış politikada daha
uzlaşmacı bir politika izlenmeye başlanmıştır. Dışişleri Bakanı olan Stresemann,
Locarno barış döneminin mimarlarından biri olmuş ve 1925-1930 arasında Almanya,
Fransa ile Belçika’ya sınır garantisi sunmuş ve ardından Polonya ile
Çekoslovakya’ya sınır sorunlarını uluslararası tahkime götürmeyi önermiştir.
1926’da Almanya’nın Milletler Cemiyeti’ne kabul edilmesi ve 1928’de Briand-
Kellog Savaşmazlık Paktı’nın imzalanması ile bu dönemin bir barış dönemi olmasını
sağlamıştır.
1930’da ABD’de başlayan ve ABD’li işadamlarının büyük krediler verdiği
Almanya’dan bu kredilerin çekilmesiyle hemen etkisini gösteren “Büyük
Depresyon” ise Weimar Cumhuriyeti’nin sonunu hazırlamıştır. Bu şartlar altında
borçların yeniden düzenlenmesini öngören “Young Planı” da aşırı sağın kullandığı
bir malzeme olmuş ve Alman halkı da bu planlara tepki göstererek, Alman sağının
fikirlerine iştirak ettiği görülmüştür.
Weimar Cumhuriyeti 1933’de Hitler ve Nasyonal Sosyalist Parti’nin iktidara
gelmesinin ardından tarihe karışmıştır. Nasyonal Sosyalist Parti aslında Versay

499
Richard J. Evans, “Alman Tarihinde Toplumdan Dışlananlar”, Robert Gellately ve Nathan
Stoltzfus (derl.), (Çev. Bilge Tanrıseven, Funda İşbuğa Erel, S. Nihad Şad), Nazi Almanya’sında
Toplumdan Dışlananlar, Ankara, Phoneix Yayınları, 2002, s. 45-46.

144
Antlaşması’na karşı oluşan tepkiyi iyi kullanarak Alman halkı arasında
yükselmiştir.500 Bu dönemde Almanya artık Aryan ırkının üstünlüğüne dayalı ırkçı
bir ideolojinin hakimiyetin altına girmiş ve toplum totaliter devlet temelinde yeniden
yapılandırılmıştır. Anti-semitizm gibi kavramların ise sadece Nazizm ile
bağlantılandırılmasının yanlış olacağı bir çok akademisyen tarafından dile
getirilmiştir. Bu görüşlere göre genelde Avrupa’da, özelde ise Almanya’da anti-
semitizm, Ortaçağ’dan başlayıp 1890’larda ırkçılık ve soy ıslahı gibi teorilerle
desteklenen ve II. Dünya Savaşı’na kadar uzanan bir geçmişe sahip bir düşünce
olarak sivrilmiştir.501
Özellikle sınıfsız bir Almanya söylemi ile birlikte istihdam politikası
sayesinde ekonomik kriz dönemlerinde 3 milyona varan işsizlik problemini çözerek
işçileri yeniden Alman toplumunun hakim ideolojisine entegre etmeyi başarmıştır.
Hitler, başta bürokrasi olmak üzere burjuvazi ile işbirliği halinde Alman toplumunu
Weimar Cumhuriyeti’nden beri oluşan gerginlikleri kontrol ederek yeniden inşa
etmiştir.502 Bu yeniden inşa sürecinde Bismarck kültü ve Bismarck’ın şekillendirdiği
Alman İmparatorluğu’nun temel özellikleri kullanılmıştır.
Gramşici anlamda Almanya Kayserist bir politika benimsemiştir. Bu politika
ile Almanya, Gramsci’nin bahsettiği Rusya ve Batı arasındaki temel fark olan sivil
toplum kavramı bağlamında değerlendirildiğinde, Almanya’nın o dönemde Rusya’ya
daha yakın bir devlet yapısına sahip olduğu ve Batılı anlamda bir sivil toplum
yapısına sahip olmadığı görülmüştür. Bu nedenle Almanya’da sivil toplumun zayıf
olması, Alman faşizminin iktidara gelmesinde ve en önemlisi iktidarda kalmasındaki
faktörlerin başında gelmiştir. Gramsci’ye göre bu türden bir iktidarın Batı’da uzun
süre iktidarda kalması imkansız olmasına rağmen, II. Dünya Savaşı sonuna kadar
iktidarda kalmayı becerebilmiş ve ancak yenilginin ardından zorla iktidardan
uzaklaştırılmıştır. Bu bağlamda ele alındığında, iki Batılı devlet olan Almanya ve
İtalya, Gramsci’nin söylediklerinin tersine bir eğilim göstermişlerdir. Özellikle
Almanya için devletin önemi ortaya çıkmış ve böylece Batılı devletler içinde de sivil

500
Peter Reichel, “Culture and Politics in Nazi Germany”, Dirk Berg-Scholesser and Ralf Rytlewski
(derl.), Political Culture in Germany, New York, St. Martin’s Press, 1993, s. 60.
501
Evans, “Alman Tarihinde Toplumdan Dışlananlar”, s. 28.
502
Reichel, “Culture and Politics in Nazi Germany”, s. 68-70.

145
toplumun ekonomik, siyasi veya sosyal krizler sırasında devletin gerisinde
kalabileceği ve devlete tabi olabileceği kanıtlanmıştır.
Batı’da devletin hakim olduğu bir yapıda kurulabilecek hegemonyanın ise
tarihsel kökleri bulunmaktadır. Bunun doğal olarak ulus-devleti daha geç kuran
Almanya ve İtalya gibi devletler için daha geçerli olduğu ileri sürülebilir. Fakat ABD
gibi devletlerde dahi devletin ön plana çıktığı ve hegemonyayı belirlediği durumların
olması, bunu sadece ulus-devletini geç kuran devletler ile sınırlamanın doğru
olmayacağını ortaya koymaktadır. Özellikle Soğuk Savaş sırasında ABD’de
komünizme ve komünistlere karşı yürütülen McCarthycilik ile 11 Eylül 2001’de
ABD’ye karşı yapılan saldırı sonrasında oluşan yapıda sivil toplumun devletin
yanında konumlandığı ve ona göre şekil aldığı görülmektedir. Bununla birlikte
Almanya’da kurulan Kayserist hegemonyanın daha somut ve tarihsel dayanakları
bulunmaktadır. Bunların başında güçlü bir burjuvazinin olmaması, devletin kuruluş
biçiminin daha çok bürokrasiden kaynaklanması ve bu bürokrasinin Alman
toplumunu biçimlendirmesi gibi durumlar gelmektedir. Bu nedenle Alman tarihinde
özellikle 1871 sonrasında Bismarck, Wilhelm ve Hitler gibi kişisel kültlerin ortaya
çıkması tesadüfi değildir.
Alman dış politikası da Hitler döneminde ırkçı kavramlarla formüle edilmeye
başlanmıştır. Bu çerçevede 1890 ve 1900’ların temel dış politika kavramlarını
oluşturan Mitteleuropa ve Lebensraum teorileri tekrar gündeme gelmiştir. Irkçı
yaklaşımın dış politikaya eklemlenerek doruğa tırmandığı bu dönemde Versay
Antlaşması’nın Alman halkı üzerinde yarattığı psikolojik baskı da kullanılmış ve bu
antlaşmanın değiştirilmesi gerek iç gerekse dış politikada esas hedefi oluşturmuştur.
Hitler döneminin dış politikada revizyonist yaklaşımı daha çok iç politikaya hizmet
amacı taşımış ve Alman milleti kavramının yeniden diriltilmesiyle Almanya’nın
yenilenmesi ve güçlenmesi hedeflenmiştir.503 İlk olarak 1935’da silahlanma hakkını
genişleten Almanya, ardından askerden arındırılmış Ren bölgesine girerek Versay’ın
yarattığı psikolojik baskıyı Alman toplumu üzerinden atmıştır.504
Hitler, Mitteleuropa kavramı çerçevesinde Orta ve Doğu Avrupa’da
güçlenmek gerektiğine inanması sebebiyle bu bölgelerde yayılmacı politikalar
izlemeye koyulmuştur. Çekoslovakya’nın Südet bölgesi veya Versay Antlaşması ile
503
James, Alman Kimliği, s. 153-154.
504
İbid, s. 154.

146
serbest şehir ilan edilen ve Polonya sınırları ile çevrili olan Danzing ile Polonya’nın
çeşitli bölgelerinde yaşayan Alman halkının örgütlenmesini sağlamış ve bunları
kullanarak Mitteleuropa’yı ele geçirmeye çalışmıştır. Hitler, 1938’da ilk olarak
Avusturya’yı ilhak etmiş ve ardından da Çekoslovakya’nın Südet bölgesinde yaşayan
Alman halkını bahane ederek “Münih Düzenlemesi” olarak bilinen Fransa, İngiltere
ve İtalyan devlet başkanlarının katıldığı bir toplantıda bu bölgenin Alman idaresine
bırakılmasını sağlayan uluslararası bir anlaşmanın gerçekleştirilmesini sağlamıştır.
1939’da Alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop ile Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı
Molotov arasında imzalanan ”Saldırmazlık Paktı”nda esas olarak içerdiği gizli bir
protokol ile Finlandiya, Romanya, Polonya, Letonya, Litvanya ve Estonya’yı iki
devlet arasında nüfuz alanlarına bölünmüştür. Bunun ardından Polonya’ya karşı
başlayan Alman saldırısı ile İngiltere, Almanya’ya savaş ilan etmiş ve böylece II.
Dünya Savaşı başlamıştır.

B. Alman Dış Politikasının II. Dönemi (1945’den Günümüze kadar)


II. Dünya Savaşı’nın 1945 yılında Almanya’nın teslimi ile sonuçlanması karşısında
galip ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği, Almanya’ya maddi ve manevi
yükümlülükler yüklemişlerdir. Versay Antlaşması ile II. Dünya Savaşı sonrasında
yapılan barış antlaşmasının ortak yönü, Almanya’yı savaşın başlatılmasından
sorumlu tutmaları ve Alman askeri örgütlenmesinin yeniden düzenlenmesi olmuştur.
Diğer yandan yeni bir Versay Antlaşması izlenimi yaratılmaktan özellikle kaçınılmış
ama Almanya’nın tarihsel bazı sorumluluklar üstlenmesi de öngörülmüştür. Gerçekte
II. Dünya Savaşı sonrası Almanya’ya yüklenen yükümlülükler Versay
Antlaşması’nın da ötesine geçmiştir. Bunlardan en önemlileri Almanya’nın ikiye
bölünmesi, bu savaşın galipleri tarafından Almanya’nın işgal altında tutulması ve
Avusturya ile Almanya’nın birleşmesinin antlaşmalar yoluyla yasaklanması
olmuştur.
Yeni kurulması planlanan Almanya Cumhuriyeti’nin Hitler dönemini
sembolize eden III. Reich ile benzerliklerinin ortadan kaldırılması işgalci güçlerin
temel hedefi olmuştur. Bu bağlamda, Alman bürokrasisinin toplumu belirleyici olma
işlevinin üzerine giden işgalci güçler, bu sayede Alman devletinin ve toplumunun
yeniden yapılandırılmasına çalışmışlardır. Diğer bir konu ise eğitim yoluyla Alman

147
toplumunun tarihinde bulunduğu ileri sürülen saldırgan yapısının barışçıl yapılması
hedefi olmuştur.505 Almanya’yı işgali altında tutan İngiltere, ABD ve Sovyetler
Birliği’nin ortak çıkarı Alman saldırganlığının dizginlenmesi olmuştur.506 Alman
toplumu yine bu süreç ile bağlantılı olarak psikolojik baskı altına alınmış ve II.
Dünya Savaşının sorumluluğu Alman halkına mal edilmiştir. Alman halkı savaş
sırasında işlenen soykırımın bir numaralı suçlusu olarak nitelendirilerek eğitilmesi
veya sosyalizasyonunun gerçekleştirilmesi yönünde işgal güçleri çaba sarf
etmişlerdir. Örnek olarak Prusya’da geçerli olan “ordu, milletin okuludur” atasözü
yerini “millet, ordunun okuludur ve tersi geçerli değildir” sözüne bırakmıştır.507

i. Geçiş Dönemi (1945- 1949)


Savaşın ardından Sovyetler Birliği, Almanya’nın savaş öncesi topraklarının yaklaşık
yarısını ele geçirmiş, ayrıca Doğu Prusya’nın bir kısım toprağını ise Polonya’ya
bırakmıştır. Bu sayede, Sovyetler Birliği Polonya’dan daha önceden ilhak ettiği
toprakları da korumayı başarmıştır. Sovyetler Birliği’nin ve Polonya’nın kazandığı
bu topraklarda etnik Alman nüfusun yaşaması, bu grupların zorla Almanya’ya
gönderilmesini zorunlu kılmıştır. Böylece Almanya’da mülteci sorunu ortaya
çıkmıştır.
1945-1949 arasında süren işgal, aynı zamanda Sovyetler Birliği ile ABD
arasındaki Soğuk Savaşın da başladığı yıllara rastlamıştır. Bu nedenle Almanya, kısa
bir süre içinde Sovyetler Birliği ile Batılı devletler arasında ikiye ayrılmıştır. 1946’da
ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerin gerginleşmeye başladığı görülmüş,
Churchill, açıkça bir komünist tehlikesinden söz etmiş ve ABD ile İngiltere arasında
bir savunma antlaşmasının tesis edilmesini önermiştir. 1947’de gerçekleştirilen
Moskova toplantısında Amerikan Dışişleri Bakanı Marshall, ABD’nin yardımına
karşılık Almanya’nın en azından 25 yıl süre ile silahsızlanma politikası izlemesi
koşulunu getirmiş ama öneri, Sovyetler Birliği tarafından reddedilmiştir. Bununla

505
Rainer Baumann and Gunther Hellmann, “Germany and the Use of Military Force: ‘Total War’,
the ‘Culture of Restraint’ and the Quest for Normality”, German Politics, Vol: 10, No:1, April 2001
s. 61.
506
Rolf Steininger, “German Question, 1945-1995”, Klaus Larres (der.), Germany Since
Unification: The Domestic and External Consequences, Houndmills, Basingstoke, Hampshire and
London, Macmillan Press, 1998, s. 9.
507
Max Otte, A Rising Middle Power: German Foreign Policy in Transformation: 1989-1999,
New York, St. Martin’s Press, 2000, s. 32.

148
birlikte toplantılar devam ederken aynı yılın Mart ayında Yunanistan ve Türkiye’yi
komünist tehdide karşı korumak için ekonomik ve askeri destek içeren “Truman
Doktrini” ilan edilmiştir. Yine aynı yılın Haziran ayında “Avrupa İyileşme
Programı” olarak adlandırılan Marshall yardımı başlatılmıştır. Bu yardım paketi tüm
Avrupa ülkelerine önerilmiş ama Sovyetler Birliği nüfuzu altındaki Doğu Avrupa
ülkeleri tarafından kabul edilmemiştir.508
1948, ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki çekişmelerin arttığı bir yıl
olmuştur. Bu durum, özellikle Almanya’nın yönlenmesinde önemli bir rol
oynamıştır. Çekoslovakya’daki Komünist Parti’nin iktidarı ele geçirmesinin
ardından, Şubat-Haziran 1948 tarihleri arasında Londra’da yapılan “Altı Güç
Konferansı” (Six Power Conference- ABD, İngiltere, Fransa ve Benelüks ülkeleri)
sonucunda Batı Almanya devletinin kurulmasına karar verilmiş ve Ocak 1949’da
Sovyetler Birliği tarafından COMECON’nun (Çok Taraflı Ekonomik Yardım
Konseyi) kurulmasını ABD önderliğinde NATO’nun (Kuzey Atlantik Antlaşması
Örgütü) aynı yılın Nisan ayında kurulması izlemiştir. Bu arada, 12 Mayıs 1949’da
ABD, İngiltere ve Fransa birlikte hareket ederek, Almanya’da bir işgal statüsü
kurduklarını ilan etmişlerdir. 23 Mayıs 1949’da ise anayasadan ziyade “Temel
Kanun” (Grundgesetz)509 olarak adlandırılan kanun ile Federal Almanya
Cumhuriyeti, işgal altında kısıtlı bir devlet olarak kurulmuştur.510 Diğer taraftan,
Sovyetler Birliği tarafından işgal edilen bölümde 7 Ekim 1949’da Doğu Almanya
Cumhuriyeti ilan edilmiştir.
Alman toprakları üzerinde Sovyetler Birliği’nin işgal ettiği bölüm ile Batılı
devletlerin işgal ettiği bölüm Soğuk Savaşın ilk yaşandığı yerler olmuştur. Böylece
parçalanmış Almanya siyasi anlamda liberal demokrasi ile proletarya diktatörlüğü ve
ekonomik anlamda kapitalizm ile komünizmin ilk karşılaştığı bölge olmuştur.
Almanya’nın yeniden hızlı bir şekilde yapılandırılması Batı Avrupa ekonomilerinin
Batı Almanya’nın kaynakları ve düzgün işleyen ekonomisi olmadan çalışamayacağı
düşüncesinden de kaynaklanmıştır.511 I. Dünya Savaşı’ndan önce başlayan süreçte

508
İbid, s. 18.
509
Çalışmada “Temel Yasa”, Alman Anayasası ile aynı anlamda kullanılmıştır.
510
İbid, s. 19; Rolf Steininger, “German Question”, s.12; Hans Peter Schwarz, “Kurucu Başbakan
Konrad Adenauer”, Türkiye Cumhuriyeti ve Almanya Federal Cumhuriyeti: Fikri Temeller ve
Siyasi Yönelim, Ankara, Konrad Adenauer Vakfı, 2002, s. 23.
511
İbid, s. 23.

149
Batı Avrupa ekonomileri Alman ekonomisine bağlı hale gelmiştir. Özellikle Ruhr
kömürü, yine bu bölgedeki demir-çelik fabrikaları ile kimyasal tesisleri sayesinde
gelişen ağır sanayi çerçevesinde başta Hollanda, Belçika ve Lüksemburg ekonomileri
bu yapı içinde bağımlı hale gelmiştir.512
Almanya’da toplumun yeniden değişiminin sağlanması amacıyla, Nazi
dönemi ile anılan siyasiler ve bürokratlar takibata uğramış ve cezalandırılmıştır.
Böylece Nazi döneminin etkin kişilerinin Alman toplumunda yeniden önemli
mevkiler işgal etmeleri ve topluma önderlik etmeleri engellenmiştir.513 Bununla
birlikte yıkılmış Almanya’nın toplumsal yapısı gerçekte değişmeden devam etmiştir.
Toprak sahipleri ve kapitalist-burjuvazi ile işçi sınıfı savaş sonrasında da Alman
toplumunun geçmişten gelen yapısını sürdürmüşlerdir. Özellikle Prusya devletinin
1815 sonrasındaki gelişiminde önemli olan bürokratik yapı aynen bu özelliğini savaş
sonrasında da korumuştur. Hatta yine toprak sahibi Junkerler’in ailesinden gelenlerin
bürokrasinin içinde ayrıcalıklı konumlarını korudukları görülmüştür.514
Almanya, bu toplumsal formasyon içerisinde işgal güçleri tarafından yeniden
yapılandırılmaya çalışılmıştır. Bununla birlikte Soğuk Savaşın özellikle Almanya
üzerinden başlayarak beklenenden de hızlı bir şekilde gelişmesi karşısında ABD,
Almanya’daki varolan yapılar üzerinde büyük bir değişikliğe gitmemiştir. Buna
rağmen, Alman devletinin yeniden inşası sürecinde ABD çok etkili olmuştur.
Bununla birlikte ABD, daha önce de bahsedildiği gibi, sosyal yapıda köklü bir
dönüşümden çok toplumun yeniden eğitimine önem vermiştir. Diğer bir deyişle,
Alman toplumunda başat olan ve devlet yönetiminde söz sahibi olan ekonomik ve
bürokratik güçlerde bir değişiklik olmamıştır.515 Bunun yerine ABD tarafından
Alman toplumunun güce başvurmasını önleyecek bir eğitim süreci üzerinde
durulmuştur.

512
Hans Peter Schwarz, “Adenauer’in Almanya’nın Batıya Entegrasyonu ve Avrupa’daki Uzlaşmaya
Katkısı”, Türkiye Cumhuriyeti ve Almanya Federal Cumhuriyeti: Fikri Temeller ve Siyasi
Yönelim, Ankara, Konrad Adenauer Vakfı, 2002, s. 86.
513
Thomas U. Berger, “The Past in the Present: Historical Memory and German National Security
Policy”, German Politics, Vol:6, No:1, April 1997, s. 46. Berger, özellikle savaş sonrasında Almanya
ile Japonya’yı kıyaslayarak, Almanya’da Nazi dönemi ile anılan bürokrat ve siyasilerin devlette yer
almadığını, sadece bir iki istisna olduğunu ifade etmektedir. Diğer yandan, bu durum Japonya’da daha
farklı seyretmiştir.
514
Stuart Parkes, Understanding Contemporary Germany, London and New York, Routledge,
1997, s. 33-37.
515
İbid, s. 35.

150
Alman siyaseti ise Nazi döneminin ırkçı görüşlerini terk ederek, muhafazakâr
ve sosyal demokrasi temelinde yeniden yapılandırılmış ve ırkçı ideolojilerin tekrar
Alman siyasetine girmesini önleyecek mekanizmalar üretilmiştir. Siyasi kültürün
yeniden yapılanması çerçevesinde, ilk olarak Anayasa olarak nitelendirilebilecek
olan Temel Kanun’dan başlanmıştır. Temel Kanun’un 87. maddesinin (a) fıkrası ile
Federal Almanya Cumhuriyeti’nin bir saldırgan savaş başlatması yasaklanmıştır.
Bu yeni siyaset yapılandırılmasının diğer bir yansıması siyasi partiler
üzerinde olmuştur. Buna göre Katoliklerin partisi konumunda bulunan Merkez
Partisi, Hıristiyan Demokrat Parti (CDU) altında Protestanlara da açılarak Alman
muhafazakârlarının partisi durumuna yükselmiştir. Bunun yanı sıra, Bavyera’da
Katoliklerin partisi durumuna yükselen ve bu özelliğini günümüze kadar sürdüren
Hıristiyan Sosyal Parti (CSU) de gerek seçimlerde gerekse seçim sonrasında CDU ile
beraber hareket etmişlerdir. Diğer yandan Sosyal Demokrat Parti (SPD) ise Soğuk
Savaş döneminde komünist söylemden uzak durarak varlığını devam ettirme fırsatı
elde etmiştir.516 Bu özelliği ile uluslararası politikanın Soğuk Savaş nedeniyle
gerginleştiği zamanlarda bile iktidara yükselebilmiştir. Bunun yanında Almanya’da
Hür Liberaller Partisi (FDP), Alman seçim sisteminden kaynaklanan nedenlerle
CDU/CSU’nun koalisyon ortağı olarak yerini almıştır. Bunun karşısında ise sosyal
demokratların iktidara geldiği yıllarda özellikle 1980’lerin sonundan itibaren güç
kazanan Yeşiller Partisi, Sosyal Demokrat Parti (SPD) ile 1998’den 2005’e kadar
koalisyon ortağı olmuştur.
Almanya’da seçim sistemi ise Weimar Cumhuriyeti ve sonrasındaki Nazi
deneyimi nedeniyle koalisyonları mecbur kılan bir yapıya dönüşmüştür.517 Bu sistem
tek parti iktidarını engellemiş ve çoğunlukla büyük bir partinin küçük bir parti ile
koalisyon kurmasını zorunlu kılmıştır. Bu bağlamda, denklemin CDU önderliğinde
FDP ile SPD önderliğinde FDP veya 1983’den itibaren Meclise giren Yeşiller ile
kurulduğu gözlenmiştir.518 Federal Almanya Cumhuriyeti’nin ilanından beri, biri
2005’de olmak üzere sadece iki kez CDU ile SPD’nin koalisyona gittiği görülmüştür.
“Büyük Koalisyon” olarak adlandırılan bu koalisyonun ilk deneyimi başarılı

516
William M. Chandler, “The German Party System since Unification”, Klaus Larres (der.),
Germany Since Unification: The Domestic and External Consequences, Houndmills, Basingstoke,
Hampshire and London, Macmillan Press, 1998, s. 88.
517
Parkes, Understanding Contemporary Germany, s. 36-37.
518
Chandler, “The German Party System since Unification”, s. 88.

151
olamamıştı. 18 Eylül 2005’de Almanya’da gerçekleşen erken seçimler sonucunda
Alman tarihinde ikinci kez 10 Ekim 2005’de CDU-SPD koalisyonu CDU
önderliğinde kurulmuş, 18 Kasım 2005’de koalisyon hükümeti ve programı
açıklanmıştır.
II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan Federal Almanya Cumhuriyeti modeli
tarihten gelen deneyime göre şekillenmiştir. 1990’da Doğu Almanya ile gerçekleşen
birleşmeyle beş yeni Lander ile Almanya’ya katılmıştır. Böylece onaltı federal
devletten oluşan Almanya, gücü Lander ile federal kurumlar arasında dağıtmıştır.
Federal devlet dışişleri, savunma, vatandaşlık ve göçmenlik, para, gümrükler, ticaret,
posta ve iletişim ile iç güvenlik konularındaki yetkileriyle Bundestag olarak
adlandırılan ve federal düzeyde seçimle oluşturulan Parlamento çerçevesinde
düzenlenirken, Landerler eğitim, kültür, polis gibi konularda tam yetkiye sahip
olmuşlar ve bir çok alan da “paylaşılmış yetki” çerçevesinde şekillenmiştir. Bu
durumun daha çok federal devletin yasama yetkisini kullanması, Lander’lerin ise bu
mevzuatı uygulaması temelinde gerçekleştiği görülmüştür. Böylece federal hükümet
ile Landerler arasında bir karşılıklı bağımlılık yaratılmıştır. Bu karşılıklı bağımlılık,
Lander düzeyindeki hükümetlerin federal düzeyde yasama organı olan ve Lander
düzeyinde etkisi olan mevzuatlarda veto yetkisi bulunan Bundesrat ile vücut
bulmuştur.519
Almanya’nın işgal altında gerçekleştirdiği 1949 seçimleri, CDU/CSU
önderliğinde FDP ve muhafazakâr Alman Partisi (DP) ile bir koalisyon kurulması
sonucunu doğurmuştu. Gerek seçimlerde gerekse Almanya’nın diğer sorunlarında
(silahlanma, Batı ile entegrasyon, Doğu Almanya ile birleşme, Doğu Bloğuna karşı
mesafeli politika gibi) iş çevreleri, Katolik kilisesi, emekliler ile Çekoslovakya ve
Polonya’dan sürülen mülteciler, Hıristiyan Demokratların yanı sıra siyasi ittifak
içinde yer alan Hür Demokratları desteklemişti. Sosyal Demokrat Parti etrafında
örgütlenen Alman solu ise sendikacılar, Alman entelektüelleri ve Alman Evangelik
kilisesinden destek almıştı.520

519
Charlie Jeffrey, “German Federalism in the 1990s: On the Road to a Divided Polity”, Klaus Larres
(der.), Germany Since Unification: The Domestic and External Consequences, Houndmills,
Basingstoke, Hampshire and London, Macmillan Press, 1998, s. 108-109.
520
Thomas U. Berger, “The Past in the Present: Historical Memory and German National Security
Policy”, German Politics, Vol:6, No:1, April 1997, s. 47.

152
Bu çerçevede, İngiltere ve ABD’nin işgal ettiği ve “Bizonia” olarak
adlandırılan Batı bölgesinde 1949’da kurulan Almanya’da iktidara muhafazakâr ama
Nazi politikalarını desteklememiş ve bu nedenle tahkikata uğramış bir şahsiyet olan
Konrad Adenauer gelmişti. Adenauer, Prusya’nın ikinci büyük şehri Köln’ün
belediye başkanlığını yapmış ve Katolik olmasına rağmen uzun yıllar Prusya Devlet
Konseyi Başkanlığı görevini yürütmüştü. Özellikle Prusya bürokrasinin içinden
yükselen bir kişilik olması, Prusya bürokrasisi devletçi geleneğinin Adenauer’da da
etkisini göstermiştir. Katolik olmasına rağmen kökeninin Prusya’dan gelmesi,
Prusya’ya atfedilen temel meziyetlerin Adenauer’in kişiliğine yansıdığı şeklinde
değerlendirilmiştir.521
Federal Almanya Cumhuriyeti’nin Adenauer figürü olmadan esaslı bir şekilde
anlaşılamayacağı Alman akademisyenleri arasında genel kabul görmektedir.522
Özellikle dış politikada belirlediği unsurların ve yönelimlerin Adenauer’un
iktidardan ayrılmasından sonra bile Alman dış politikasının temel belirleyicisi olarak
kaldığı (Doğu politikası hariç) ve Alman dış politikası ile bu politikayı
yönlendirenlerin dünya politikasındaki gelişmelere rağmen kendilerini Adenauer
zamanında belirlenen bu çerçeveye göre ayarladığı ifade edilmektedir.

ii. Sivil Güç


II. Dünya Savaşı sonrası Alman dış politikası konstrüktivist teori temelinde ele
alınmaktadır. Konstrüktivist teori, daha önceki bölümde de açıklandığı üzere, devlet
başta olmak üzere sosyal yapıların bir inşa olduğunu ileri sürmektedir. Bu kapsamda,
Alman dış politikası Alman akademik çevreleri tarafından konstrüktivizm teorisi
çerçevesinde Almanya’ya uyarlanmış şekli olarak değerlendirilebilecek “sivil güç”
kavramı bağlamında ele alınmaktadır.
Sivil güç kavramının öncülü olan Hanns Maull ve Sebastian Harnisch, bu
kavramı, “dış politika yapıcıları tek taraflı olarak güç ve zenginliği (power and
plenty) sağlamaktan uzak kılan devletler arasında ve devletler ile toplumlar

521
Schwarz, “Kurucu Başbakan Konrad Adenauer”, s.21, 26; Konrad Adenauer, “Bir Sivil Olarak
Adenauer”, Türkiye Cumhuriyeti ve Almanya Federal Cumhuriyeti: Fikri Temeller ve Siyasi
Yönelim, Ankara, Konrad Adenauer Vakfı, 2002, s. 44.
522
Otte, A Rising Middle Power, s. 20.

153
arasındaki karşılıklı bağımlılık” olarak tanımlamaktadır.523 Bu şekilde sivil güçlerin
uluslararası ilişkilerin aktif bir şekilde “sivilleştirilmesini” (civilising) sağlayan
devletler olduğunu ifade eden Maull ve Harnisch, demokratik toplumlarda güç
kullanımının evcilleştirilmesinin mümkün olduğunu ileri sürmektedirler. Sivil güçler,
güce veya askeri kuvvet kullanımına dayalı politikanın “sosyal olarak kabul edilmiş
normların uluslararasılaştırılmasıyla”, diğer bir deyişle, meşruiyete dayalı politika
aracılığıyla yer değiştirmesini sağlamaktadırlar.524 Maull ve Harnisch, özellikle
Kant’ın “ebedi barış” (eternal peace) ve Karl Deutsch’nin güvenlik topluluklarındaki
pasifize ilişki kavramlarına atıfta bulunarak, buradan hareketle sivil gücün
birbirleriyle bağlantılı altı objektifi bulunduğu ileri sürülmektedir:
1. İşbirliği veya ortak güvenlik düzenlemeleri başlatarak devletler içinde ve
devletler arasındaki siyasi çatışmalarda güç kullanımını kısıtlama çabaları;
2. Çok taraflı işbirliği, entegrasyon ve egemenliğin bir kısmının devri
aracılığıyla uluslararası rejim ve uluslararası örgütler yoluyla hukukun
üstünlüğünün güçlendirilmesi çabaları;
3. Devletler içinde ve devletler arasında katılımcı karar verme şekillerinin teşvik
edilmesi;
4. Çatışmaların yönetimi ve çatışmaların çözümü konularında şiddete
başvurmayan şekillerin teşvik edilmesi;
5. Uluslararası düzenin meşruiyetini arttırmak için sosyal adalet ve
sürdürülebilir kalkınmanın teşvik edilmesi,
6. Karşılıklı bağımlılığın ve iş bölümünün geliştirilmesi.525
Sivil güçlerin rol kavramı için ayrıca 3 temel normun gerekli olduğu Maull ve
Harnisch tarafından ileri sürülmektedir:
a. Bir uluslararası faaliyeti geliştirici veya başlatıcı olarak uluslararası
ilişkileri sivilleştirme isteği ve yeteneği olmak;
b. Ortak güvenlik destekçisi ve tek taraflı faaliyetlerin muhalifi olarak
ulus üstü örgütlere egemenlik veya otonominin devrine istekli olmak;

523
Sebastian Harnisch and Hanns W. Maull, “Introduction”, Sebastian Harnisch and Hanns W. Maull
(derl.), Germany as a Civilian Power? The Foreign Policy of the Berlin Republic, Manchester and
New York, Manchester University Press, 2001, s. 3.
524
İbid, s. 3-4.
525
İbid, s. 3-5.

154
c. Her ne kadar kısa dönemli ulusal çıkarın aleyhine bile olsa
sivilleştirilmiş uluslararası düzenin sağlanması konusunda gönüllü
olmak.
Görüldüğü üzere Maull ve Harnisch’in modeli, konstrüktivizmi çıkış noktası
olarak kullanmaktadırlar. Bununla birlikte sivil güç teorisinin arka planında realist
paradigmanın temel teorilerinden birini teşkil eden neoliberal kurumsalcı teoriyi de
içerdiği anlaşılmaktadır.526 Konstrüktivist teori çerçevesinde sadece devletlerden
bahsedilmemekte ve devlet içindeki oluşumlardan da söz edilmektedir. Buna göre
uluslararası ilişkiler sadece devletler arası değil, aynı zamanda devlet ve devlet içi
öğelerin ilişkisi olarak görülmekte ve uluslararası ilişkilerin tanımı
genişletilmektedir. Ayrıca uluslararası ilişkiler alanında sosyal konulara daha fazla
ağırlık kazandırıldığı görülmektedir. Özellikle sosyal adalet ve sürdürülebilir
kalkınma ifadeleri dikkat çekicidir. Bu ifadeler ile eleştirel teorinin üretim temelinde
uluslararası ilişkilere kazandırdığı sosyal alanın bu teoride daha normatif bir nitelik
kazandığı anlaşılmaktadır. Zaten konstrüktivistler “aktörlerin kimliklerinin
oluşumunda ve bu aktörlerin çıkarları konusunda bilgilendirilmesinde” normlara özel
bir önem atfetmektedirler.527
Maull ve Harnisch’in kullandığı “karşılıklı bağımlılık”, “uluslararası rejim”,
“uluslararası örgütler”, “işbirliği” ve “ortak güvenlik” kavramları ise realist
paradigmanın neoliberal kurumsalcı teorisine gönderme yapmaktadır. Bu kapsamda,
karşılıklı bağımlılık fikri, neoliberal kurumsalcı teorinin dünya politikasının sadece
güvenlik ve askeri konulardan oluşmadığından hareket ederek, ekonomi gibi
konuların da uluslararası ilişkilerin temel objesi haline geldiğini savunmaktadır.
Karşılıklı bağımlılığın devletler arasında özellikle ticaretin gelişmesi sayesinde
olacağını savunan neoliberal kurumsalcılar, böylece devletler arasında güç
kullanımının da azalacağını iddia etmektedirler. Ayrıca neoliberal kurumsalcılar,
demokratik toplumlara sahip devletlerin birbirleriyle savaşmayacaklarını tarihsel
örneklerle açıklamaktadırlar. Yine neoliberal teori çerçevesinde, Keohane ve Nye,
uluslararası örgütlere üyelik yoluyla devletlerin kendi çıkar algılamalarını

526
Henning Tewes, “The Emergence of a Civilian Power: Germany and Central Europe”, German
Politics, Vol:6, No:2, August 1997, s. 98-100.
527
Volker Rittberger, Wolfang Wagner, Germany’s Post-Unification Foreign Policy in Search of
an Explanation: Realist, Liberal and Constructivist Approaches, 16-20 February 1999,
International Studies Association 1999 Annual Convention, Washington, 1999.

155
genişletebileceklerini ifade etmektedirler. Bu durumda ise egemenlik kavramının
yanı sıra ulusal çıkarların peşinde koşmanın anlamsızlaşacağını ileri sürmektedir.528
Burada Keohane ve Nye’ın ifadeleri ile Maull ve Harnisch’in sivil gücü tanımında
kullandıkları ikinci ve altıncı maddede belirttiği özellikler uyum halindedir.
Bunun dışında, neoliberal kurumsalcıların amaç olarak belirledikleri evrensel
olarak takip edilecek ahlâki normların geliştirilmesi hususundaki görüşleri ile Maull
ve Harnisch’in sivil güç rol kavramının geliştirilmesinde üç temel normun gerektiği
ifadesi örtüşmektedir. Neoliberallere yöneltilen eleştirilerin Batı’nın normlarının
diğer devletler üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanılacağı fikri, benzer şekilde
Maull ve Harnisch için de getirilebileceği görülmektedir.529
Neoliberallerin bu görüş çerçevesinde bölünmüş ve çözüm üretememişken,
Maull ve Harnisch’in uluslararası ortak normların oluşturulması yolunda önerdikleri
“temel normlar”, neoliberallerin açmazlarını giderecek nitelikler taşımaktadır. Söz
konusu normlardan özellikle ikincisi çok somut bir öneri olarak belirmektedir. Diğer
yandan “sivilleştirme” konusunda belirtilen diğer iki norm ile ilgili olarak açıklanan
yetenek, istek ve gönüllü olma durumlarının daha fazla açıklamaya ihtiyacı
bulunmaktadır. Sivilleştirme, devletin özellikle içeride askeri unsurları demokratik
süreçlere tabi kılması ve uluslararası ilişkilerde de askeri konuların daha çok sivil
idarenin tasarrufuna bırakılması anlamında kullanıldığı görülmektedir. Sivil gücün
altı objektifi arasında yer alan unsurlarda bu temel normları destekleyici
mahiyettedir. Bununla birlikte sivilleşme, güç kullanımını kısıtlama ve katılımcı
yapıları sisteme katma konusunda olumlu katkılar yapacağı aşikar olmakla birlikte,
bu süreçlerde yer alan tarafların aksi yönlerde karar alabileceği de muhtemeldir.
Maull ile Harnisch, sivil güç kavramı ile uluslararası ilişkilere yön verecek
normatif bir yapı oluşturmaya çalışmaktadırlar. Diğer yandan neoliberal teorinin
kendisi de zaten benzer normatif öğeler ile oluşturulmuş bir teoridir. O yüzden
neoliberal teori ile sivil güç teorilerinin normatif yönden kesiştikleri bir çok yön
bulunmaktadır. Bu benzer yönler, özellikle çok taraflı işbirliği, entegrasyon ve
demokrasi ile ülkeler arasında serbest ticaretin geliştirilmesinin savaşı ortadan
kaldıracağına dair görüşlerdir.

528
Scott Burchill, “Liberal Institutionalism”, Scott Burchill and Andrew Linklater (derl.), Theories of
International Relations, New York, St. Martin’s Press, 1996, s. 37.
529
İbid, s. 38.

156
Sivil güç teorisinde en önemli özellik, “çok taraflı işbirliği, entegrasyon ve
egemenliğin bir kısmının devri aracılığıyla uluslararası rejim ve uluslararası örgütler
yoluyla hukukun üstünlüğünün güçlendirilmesi çabaları” kısmında öngördükleri
egemenliğin devri konusudur. Her ne kadar uluslararası örgütlerin ve rejimlerin
geliştirilmesi konusunda neoliberal teori de destekleyici mahiyette görüş
belirtmekteyse de, bu örgütlere egemenliğin devri konusunda sessiz kalmaktadır.
Diğer devletlerin egemenliğin devri konusunda çok nakıs davrandıkları bilindiğinde,
Almanya’nın sivil güç bağlamında tutumunun önem kazandığı ortadadır. Sivil güç
teorisinin neoliberal kurumsalcı teoriden farklılık arz ettiği bir başka özellik ise
devletlerin hükümranlığını elde tuttukları ve yasal olan içerideki güç kullanımının
siyasi çatışmalarda kısıtlanmasına yönelik çabalara yapılan atıflardır. Fakat
neoliberal kurumsalcı teori, devletin varlığını sorgulamamakta ve doğal olarak kabul
etmektedir. Buna ilave olarak devletin egemenlik hakkının devri konusu gündeminde
bulunmamaktadır. Sadece neoliberal kurumsalcı teorinin içinde yer alan “rejim
teorisi” bağlamında, zayıflayan hegemonyaya karşı uluslararası düzenin ve
işbirliğinin sorunsuz bir şekilde devamının temini için çeşitli sektörel (insan hakları,
çevre, ticaret gibi) alanlarda ortak normların geliştirilmesi ve devletlerin bu tür
normlara uyması anlamında ele alınmaktadır.530 Devletlerin geliştirilen normlara
uymamasına karşı yaptırım gücü bulunmakla birlikte bunların etkinliği tartışmalıdır.
Uluslararası rejimlerle oluşturulan normlar özellikle ABD veya AB üyesi ülkeler
üzerinde çok fazla yaptırım uygulayamamaktadır. GATT ile başlayan ve DTÖ
bünyesinde devam eden görüşmelerde azgelişmiş devletlerin tarımda uyguldıkları
sübvansiyon politikaları eleştirilirken tarıma ayrılan sübvansiyonların azaltılması
hususunda AB ve ABD ise kendi üzerilerine düşen konularda farklı tutum
benimseyebilmektedirler.
Genel olarak değerlendirildiğinde, Maull ve Harnisch’in ürettikleri sivil güç
kavramının gerçekte çok yeni bir teoriye işaret etmediği ileri sürülebilir. Sözkonusu
ikilinin çalışmalarında açıkladıkları sivil güç teorisinin sosyal unsurlara ağırlık
verdiği ve bu nedenle konstrüktivist teori kapsamında yer aldığı görülmektedir.
Bununla birlikte anılan teorinin neoliberal kurumsalcı teoriye de yakın bir teorik
çerçeve oluşturduğu söylenebilir. Uluslararası örgütlere egemenliğin devrini
530
Tayyar Arı, Uluslararası İlişkiler Teorileri: Çatışma, Hegemonya ve İşbirliği, İstanbul, Alfa
Yayınları, 2002, s. 443-445.

157
desteklemeleri, devletlerin içeride daha katılımcı bir yapıyı önermeleri ve devletin
içeride güç kullanmasının kısıtlanmasına yönelik çabaların desteklenmesine ilişkin
fikirleri ile neoliberal teorinin ötesine geçmeye yönelik bir çaba içerisinde oldukları
izlenimini vermektedir.
Alman akademisyenleri arasında ise sivil güç teorisinin artık Almanya’nın dış
politikasını açıklamada başvurulan temel bir kaynak haline geldiği görülmektedir.
Özellikle iki Almanya’nın birleşmesi ve Soğuk Savaşın bitişi sonrasında,
Almanya’nın realist bağlamda ekonomik üstünlüğü ile hegemonya olarak ortaya
çıkacağı; dış politikasında yeni arayışlara gireceği; veya Alman dış politikasının
“ulusal çıkar” kavramı etrafında normalleşeceği yönündeki Avrupa’da ortaya çıkan
endişelerin yersiz olduğunu bu sivil güç teorisi ile kanıtlandığını savunan Alman
akademisyenler, bu dönem sonrasında Almanya’nın dış politikasındaki bazı minör
değişikliklere karşın, II. Dünya Savaşı sonrası belirlenen temel unsurların devam
ettiğini ifade etmektedirler. Özellikle hâlâ AB entegrasyonuna bağlı kalmaları ve çok
taraflı güvenlik örgütleri içinde hareket etmeleri, Alman akademisyenlerinin
verdikleri örnekler arasında yer almaktadır.
Bu eğilimler, Alman dış politikasında temel nitelik göstermeye devam
etmektedir. Özellikle 2003’deki Irak krizinde uluslararası meşruiyet aranmasındaki
ısrarının yanı sıra, OGDP ile NATO’nun genişlemesi konularında Almanya’nın
uzlaşıya dayalı bir dış politika anlayışını ortaya koyması önemli bir gösterge olarak
ortaya çıkmaktadır.

iii. Batı Avrupa’ya Yeniden Entegrasyon


Adenauer, Almanya’nın uluslararası politikaya diğer devletlerle eşit seviyede
dönmesinin yegâne yolunun Batı Avrupa ile entegrasyonun sağlanması olduğu
düşüncesinden hareket etmiştir. Buna göre Adenauer, Almanya’nın Batı Avrupa ile
ilişkilerini geliştirmesi ve Sovyetler Birliği tehlikesi karşısında güvenliğini ABD
temelinde işbirliği ile sağlanması gerektiğini düşünmüş ve dış politikasını buna göre
düzenlemiştir. Bu nedenle, Adenauer döneminin dış politika doktrini esas olarak Batı
Avrupa ve ABD ile ilişkilerin güçlendirilmesi ve sıkı sıkıya birbirine bağlanması
temelinde gelişmiştir.

158
Adenauer’un 1949 sonrasında belirlediği ve formüle ettiği dış politikası
ayrıca iç politika hesaplarına da dayanmıştı. Kademeli olarak Almanya’nın
egemenliğini tekrar kazanması için Batı Avrupa ile entegrasyonun (Westbindung)
yeniden sağlanmasını ve silahlanma hakkının tekrar elde edilmesini amaçlayan
Adenauer, bu süreçte Alman devletlerinin birleşmesini askıya alarak Doğu Bloğu ile
ilişkilerin dondurulması temelinde bir politika belirlemişti.531 Bu politika, Alman
devletlerinin birleşmesinin feda edilmesi karşılığında -Alman kamuoyunda özellikle
Sosyal Demokrat Parti’nin sert eleştirileri ile birlikte infiale yol açmasına rağmen-
Almanya’nın Batı’ya tekrar kabulünü sağlamıştır. Hatta, Sovyetler Birliği 1952
başlarında inisiyatifi ele alarak birleşik Almanya oluşturulması yolunda bir öneri
getirmişti. Söz konusu öneriye göre kurulması planlanan birleşik Almanya’nın
ABD’nin içinde yer aldığı herhangi bir askeri ittifaka girmemesi önkoşuluyla
oluşturulması gündeme gelmişti. Adenauer, bu teklifi Almanya’yı Batı’dan
koparabileceği endişesiyle yeni bir öneri olmadığını ileri sürerek hiçbir işgalci güce
ve kendi hükümetine danışmadan doğrudan reddetmişti.532
1950’de başlayan Kore Savaşı’nın uluslararası politikada yarattığı etkiyi de
Adenauer, Almanya’nın Batı ile entegrasyon fikrinin gerçekleşmesi için kullandı.
Batı ile entegrasyon düşüncesini 1950’lerdeki anlamının NATO’ya Almanya’nın üye
olması şeklinde yorumlayan Adenauer, 1955’de bu düşüncesini gerçekleştirme
imkanı buldu. Almanya’nın tekrar Batı devlet sistemine girmesini sağlayan bu
durum, gerçekte Almanya’nın ABD’yi ilişkilerinde temel olarak kabul etmesini de
beraberinde getirdi.533 Almanya, bu politika sayesinde yeniden silahlanma imkanını
da elde etti.
Adenauer, II. Dünya Savaşının müsebbibi olarak görülmesine karşın
Almanya’nın yine milliyetçi ama dizginlenmiş ve uluslararası topluma entegre olmuş
bir devlet olarak ortaya çıkmasını sağlamış ve böylece Almanların kırılan gururunu
tekrar kazandırmayı başarmıştır. Bu çerçevede, II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan
ABD ve onun hegemonik gücü karşısında Almanya, bu ülkeyle ilişkilerine
Adenauer’dan beri özel bir önem atfetmiş ve dünya siyasetine yeniden bir güç olarak

531
Steininger, “The German Question”, s. 12.
532
İbid, s. 12.
533
Alister John Miskimmon, “Recasting the Security Bargains: Germany, European Security Policy
and the Transatlantic Relationship”, German Politics, Vol: 10, No:1, April 2001 s.84.

159
dönmesi bu ilişkiler bağlamında gerçekleşmiştir. ABD ile Almanya’nın bu ilişkisinin
belirleyiciliği, alt-hegemon bağlamında önemli olmuştur. Alman halkının bu politik
ilişkiler ağındaki yeri ise geleneksel çizginin devamı niteliğinde gelişmiştir. Alman
halkının tarihsel bağlamda siyasete karşı düşük ilgisi ve sadece ekonomik gelişmeler
bağlamında siyaset ile ilgilenmesi, siyasi ve bürokratik elitlerin elini güçlendirmiş ve
dış politikaya istedikleri şekli vermelerini sağlamıştır.534

a. Avrupa Birliği’nin Desteklenmesi


Alman dış politikasının temel unsurlarından biri çok taraflı örgütlere üyelik ile bu
örgütlerin gelişmesi ve derinleşmesini desteklemek olmuştur. Zaten Avrupacı olan
Adenauer, bu politikasını Batı’ya bağlanma politikası içerisinde değerlendirmiştir.
Bu çerçevede, Almanya, o zamanki adıyla Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü’ne
(OEEC, daha sonra OECD) 1949’da ve Avrupa Konseyi’ne ortak üye sıfatıyla
1950’da katılmıştır.
Almanya genel olarak AT ve sonra AB’yi desteklemesinde iki açıdan yarar
görmüştür. Birincisi siyasi nedenlere dayanmaktadır: Avrupa entegrasyonunu
destekleyen politikalarla Almanya, uluslararası topluluğuna yeniden giriş yapma
imkanı bulmuştur. Bu durum daha sonraları Almanya’ya Avrupa üzerinden dünya
politikasında söz sahibi olma fırsatını sağlamıştır. İkinci neden ise ekonomiktir:
Temel odaklanmasının ekonomik gelişme olan Alman halkı ile siyasi ve bürokratik
elitine Avrupa, hızlı ekonomik gelişme imkanı sunmuştur. Özellikle Almanya’nın
ihracatının gelişimi dikkate alındığında, Almanya için AT ve AB’nin temel bir rol
oynadığı rahatlıkla görülebilir.
Adenauer, Batı ile entegrasyon fikrini daha sonra somut bir öneri ile
perçinlemiş, Temel Kanun’un 24. maddesinin Avrupa’da barış için Alman devletinin
egemenlik yetkilerinin ulus-üstü organlara devredilebileceğini öngördüğünü ileri
sürerek birleşik Avrupa konusunu gündeme getirmiştir.535 Böylece Almanya,
1951’de gerçekleşen ve savaşların esas nedeni olarak gösterilen kömür ve çelik
üretiminin kontrol altında tutulmasını öngören Avrupa Kömür ve Çelik
Topluluğu’nun (AKÇT) kuruluşuna katkıda bulunarak Batı içindeki yerini almaya

534
Parkes, Understanding Contemporary Germany, s. 55.
535
Otte, A Rising Middle Power, s. 22.

160
başlamıştır. Adenauer, kamuoyundan ve başlıca siyasi rakibi SPD lideri Kurt
Schumacher’den yükselen tepkilere rağmen bu politikasına devam etmiştir.
Özellikle Alman akademisyenleri tarafından “sivil güç” (Zivilmacht) olarak
adlandırılan kavram çerçevesinde bu durum, ulus üstü örgütlere belirlenmiş alanlarda
egemenlik hakkının devri anlamında kullanılmaktadır. Böylece Adenauer’un teklifi
sivil güç teorisi içerisinde yerini bulan bir tutum olarak değerlendirilebilir. Adenauer
sonrasında da iniş ve çıkışlara rağmen Alman elitleri AB kurumlarına ve
politikalarına sıkı sıkı bağlanma ve bir çok alanda devletin tekelinde bulunan
egemenlik hakkının Brüksel’deki yetkililerle belirlenecek hukuka tabi olması kabul
edilmiştir. Bu politikanın izlenmesi ve uygulanması Helmut Kohl döneminde en üst
seviyesine çıkmıştır. Kohl’un böyle bir tutum içinde olmasının temel nedenlerinden
biri, 1990’ların başında uluslararası politikada Soğuk Savaş’ın bitişi ve Alman
devletlerinin birleşmesi gibi yaşanan gelişmelerin etkisiyle başta Fransa ve Polonya
olmak üzere Avrupa ve dünyada Almanya’nın büyük bir güç olarak ortaya
çıkmasından duyulan korku veya endişe olmuştur.
1950’de Fransız Dışişleri Bakanı Schumann, kömür ve çelik üretiminin ulus
üstü bir örgütün denetimine alınması önerisini getirmiş, ardından 1951’de Paris
Antlaşması’yla, Fransa, Almanya ve Benelüks ülkeleri arasında AKÇT kurulmuştur.
Bu sayede savaşların itici gücü olarak nitelendirilen kömür ve çelik üretiminin
kontrol altına alınması ile Fransa’ya göre Almanya dizginlenmişti. Burada
Fransa’nın hâlâ tek amacı, Almanya’nın tekrar eski gücüne kavuşmasını engellemek
veya en azından kontrol altında tutabileceği bir mekanizmanın kurulması olmuştur.
Antlaşma 1952 başlarında Bundestag tarafından onaylanmış ve yine 1952’de Jean
Monnet ilk başkanı olarak AKÇT yürürlüğe girmiştir.
1955’den beri müzakere edilen Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile
Avrupa Nükleer Topluluğu (EURATOM) antlaşmaları ise 1957’de Fransa, Almanya,
İtalya ve Benelüks ülkeleri tarafından imzalanarak, 1958’de yürürlüğe girmiştir. Söz
konusu fikir, Adenauer’un 1949’da hükümet içinde yayınladığı bir belgeden
esinlenmişti. Adenauer, belgede Fransızların korkusunun ancak yakın ekonomik
işbirliği ile giderilebileceği görüşünü ortaya atmıştı.536

536
İbid, s. 35.

161
Tüm bu olumlu gelişmelere rağmen 1958’de Charles de Gaulle’ün tekrar
iktidara gelmesi ile birlikte Fransa, Avrupa’daki pozisyonunu güçlendirme hedefine
yöneldi ve Avrupa serbest ticaret alanının oluşturulmasını tamamen engellemese
bile, hızlı bir geçişin karşısında yer aldı. De Gaulle, ulusüstü bir entegrasyondan
ziyade bir Avrupa konfederasyonu konusundaki ısrarlı tutumunu devam ettirerek,
İngiltere’nin 1961’da AET’ye katılma talebini Almanya desteğine rağmen, “Fransız
nüfuzunun sulanacağı” varsayımıyla reddetti.537
1957’de Fransa’nın çok istekli olmamasına rağmen Fransız işgali altındaki
kömür ve çelik sanayisinin hakim olduğu Saar bölgesinin Almanya’ya geri verilmesi
Fransa-Almanya arasındaki ilişkilerin normalleşmesi yolunda önemli bir adım oldu.
Diğer yandan 1961’de Berlin duvarının inşası ve 1962’de Küba füze krizi ile birlikte
Soğuk Savaşın tekrar yoğunlaşması ABD ile Avrupa arasındaki güvenlik ilişkilerine
yeniden önem kazandırdı. ABD, 1963’ün ilk aylarında Batı Bloğu içindeki ülkelere
NATO komutası altında çok taraflı askeri bir kuvvet oluşturulması yolunda bir teklif
götürdü ve Almanya’nın da bu kuvvet içinde yer alması için davette bulundu. De
Gaulle başkanlığındaki Fransa teklifi reddederek, “Öncelikli Fransa” (France first)
politikasına geçmesiyle Almanya’nın “Fransız dostluğu” ile “ABD desteği” arasında
kaldığı görüldü. Hatta dış politikada ABD’ye kıyasla Avrupa’ya daha fazla öncelik
veren Adenauer, CDU/CSU içinde görüş ayrılıklarına yol açan bu gelişmeler
karşısında istifa etmek zorunda kaldı. Atlantik ilişkilerine öncelik veren ekonomi
bakanı Ludwig Erhard, Adenauer’un yerini alarak yeni Şansölye olarak atanmıştır.
Erhard, Fransa yer almasa bile Almanya’nın bu çok taraflı NATO kuvvetinde yer
alacağını açıklayarak, ağırlığının Atlantik olacağını ortaya koydu.538
1963, aynı zamanda Fransa-Almanya ilişkileri açısından bir dönüm noktası
idi. II. Dünya Savaşı’nın bitişinden beri Fransa ile Almanya’nın eski düşmanlıkları
yok etme veya en azından kontrol altında tutma çabaları, Elysée Antlaşması ile
normalleşme dönemine girdi. Almanya, bu antlaşmanın NATO açısından olumsuz
bir sonuç doğurmayacağı konusunda daha önceden ABD’ye güvence vermişti.
Elysée Antlaşması sayesinde Almanya’yı dizginleme konusundaki inisiyatifi elinde

537
İbid, s. 36.
538
İbid, s. 37.

162
tutmayı hedefleyen Fransa’nın temel politikası başarılı oldu.539 Bu antlaşma ile
birlikte Fransa-Almanya ilişkileri kurumsal bir yapı çerçevesinde ele alınmaya
başlandı ve düzenli toplantılar aracılığıyla Almanya’yı kontrol etme mekanizmasına
sürekli bir nitelik kazandırıldı. Antlaşma, iki devlet başkanının yılda en az iki defa,
dışişleri, savunma ve eğitim bakanlarının yılda dört defa ve genelkurmay
başkanlarının ise yılda altı kez bir araya gelmelerini öngörmüştü. Savunma
bakanlarının ve genelkurmay başkanlarının toplantılarının amacı, savunma
konularında ortak tavırların benimsenerek savunma politikalarının yakınlaştırılması
ile ortak silahlanma projeleri üretilmesi iken, devlet başkanları düzeyindeki
toplantılar, AT başta olmak üzere uluslararası örgütler ve Doğu-Batı ilişkilerini
görüşmek ve bu konularda ortak politikalar geliştirmek üzerine yoğunlaşmıştır.540
Elysée Antlaşması, bir çok konuda ileri düzeyde bir işbirliğinin kurumsallaşması
yolunda önemli bir adım olmasına rağmen, Adenauer’un istifası ve ardından
Şansölyeliğe getirilen Erhard’ın ABD’yi daha ön planda tutma isteği, antlaşmanın
etkisinin azalmasına yol açtı ve etkin bir şekilde uygulamaya konulamamasına neden
oldu.541

b. AB’nin Derinleşme Süreci ve Almanya


Fransa-Almanya ittifakı ancak 1982’de iktidara gelen Helmut Kohl’un Fransa’da
iktidarda bulunan François Mitterrand ile ilişkileri yeniden canlandırması ile gelişme
imkanı buldu. Almanya-Fransa ilişkilerinde yaşanan bu canlanma, Avrupa
Birliği’nin derinleşmesi olarak nitelendirilebilecek gelişmesi için de önemli bir etki
yarattı. Fransa-Almanya ilişkisinin 1982-1992 arasında kurumsallaşmaya başladığı
gözlemlenmiş, sadece devlet başkanları düzeyinde 115 toplantı gerçekleştirilmiştir.
Teknik düzeyde de ikili ilişkiler önemli ölçüde gelişmiş ve konu bazında iki ülkenin
ilgili teknik bakanlıkları sık sık bir araya gelerek AB düzeyinde politikalar üretmeye
başlamışlardır. Gerçekleştirilen bu toplantılar sonucunda Fransa’nın talepleri
karşısında zaman zaman ödünler vermek zorunda kalan Almanya, özellikle
Fransa’nın tarım gibi “hayati konu” olarak nitelendirdiği alanlarda “korumacı” hatta

539
Günhan Emre Ersoy, II. Dünya Savaşından Günümüze Kadar Avrupa Güvenlik Kimliğinin
Gelişimi ve Türkiye Üzerinde Etkileri, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, Ankara
Üniversitesi, 1997, s. 58.
540
İbid, s. 58.
541
İbid, s. 58-59; Otte, A Rising Middle Power, s. 37.

163
“milliyetçi” olarak değerlendirilebilecek politikalarını kabul etmiş ve AT’ye yaptığı
maddi katkıları devam ettirmiştir. Bu duruma ilave olarak Fransa’nın milliyetçi ve
ulusal çıkarı ikili ilişkilere yeğleyen tutumuna karşın, Almanya’nın bürokratik ve
siyasi elitleri masa başında kalmaya devam etmiştir.542
Kohl hükümeti, AT konusunda, Adenauer’in görüşleri doğrultusunda hareket
ederek, Avrupa entegrasyonuna hız kazandırmayı hedeflemişti. Bu kapsamda Kohl,
Almanya’nın “Batı ile entegrasyon” politikasına daha fazla bağlanacağını ifade
etmişti. Böylece 1980’lerin başında iktidara gelen Kohl, Federal Almanya
Cumhuriyeti’nin temel politikasında herhangi bir değişikliğe gitmeyerek “özel bir
yol” (Sonderweg) politikası olarak bilenen Almanya’nın gizli bir gündem ile hareket
ettiği düşüncesini silmeye çalışmıştır. Aksine, AB’nin derinleşme politikasının daha
güçlenmesi konusunda 1998’e kadar süren iktidarı boyunca çaba sarf etmiştir.543
Kohl’un politikasının ilk etkisi, o zamanki adıyla AET düzeyinde 1980’de
tamamlanması öngörülen fakat gerçekleşmeyen “Ekonomik Birlik”in ikinci
aşamasının önündeki engellerin kaldırılması ve “Ortak Pazar’ın kurulmasına yönelik
çalışmalar üzerine olmuştur. Bunun üzerine ilk olarak Alman ve Fransız dışişleri
bakanları Genscher ile Colombo’nun adları ile anılan inisiyatif başlatılmış,544 bu
girişim ile bağlantılı olarak AT Komisyonu tarafından hazırlanan “Beyaz Kitap”,
1986’da imzalanacak olan “Tek Pazar Senedi”nin oluşumunu hızlandırmıştır.545
Bu arada, 1987’de Avrupa Para Sistemi’nde yaşanan kriz sırasında
Bundesbank’ın uyguladığı politika, Fransa ile Almanya arasındaki ilişkilerin kolayca
olumsuz yönde etkilenebileceğini gösterdi. Bunun üzerine Genscher, 1988’de AT
düzeyinde Almanya’nın dönem başkanı olduğu sırada, Avrupa para alanı ile Avrupa
Merkez Bankası konusunda bir memorandum yayınladı.546 Oluşturulması planlanan

542
Simon Bulmer, Andreas Maurer and William Paterson, “The European Policy-Making Machinery
in the Berlin Republic: Hindrance or Handmaiden?”, German Politics, Vol:10, No:1, April 2001, s.
199.
543
Thomas Banchoff, “German Policy Towards the European Union: The Effects of Historical
Memory”, German Politics, Vol:6, No:1, April 1997, s. 62-63.
544
Bulmer, Maurer and Paterson, “The European Policy-Making Machinery in the Berlin Republic”,
s. 182.
545
Beril Dedeoğlu, Adım Adım Avrupa Birliği, İstanbul, Çınar Yayınları, 1996, s. 82.
546
Dyson, “Civilian Power and ‘History-Making” Decisions”, s. 32-33. Bu memorandumu Genscher,
Bundesbank yetkililerinden destek alarak hazırlamıştır. Böylece, Avrupa Para Birliği sisteminin
kurulmasından önce Bundesbank bürokratlarının bu birlik ile ilgili gelişmeleri hazırlık aşamasından
itibaren kontrol altında tutma isteği ile birlikte birliğin oluşturulması sırasında aktif katılımı
hedefledikleri ileri sürülebilir.

164
Avrupa para alanında fiyat istikrarının Alman modeline dayanacağı ifade edilen söz
konusu memorandumda bu konuda çalışmak üzere bir akil adamlar komitesinin
Hannover’de gerçekleştirilmesi planlanan Avrupa Konseyi Zirvesi’nde atanması bir
öneri getirdi. Bu öneri, Kohl tarafından kabul edilmekle beraber, değişikliğe uğradı.
Kohl’ün önerisi AT Komisyonu başkanı Jacques Delors başkanlığında ve üye
devletlerin merkez başkanlarının yer alacağı bir komite kurulması idi. Kohl, böylece
Bundesbank’ın da yer alacağı ve etkin olacağına inandığı bir komitenin kurulmasını
amaçlamıştı. Bu sayede 1970’lerin sonunda dönemin Şansölyesi Helmut Schmidt
tarafından başlatılan Avrupa Parasal Birliği, esas olarak Almanya tarafından AB
gündemine getirilmiş ve parasal birliğin kurulmasına ilişkin kararlar, Almanya’nın
belirlediği koşullar çerçevesinde gelişmiştir.547
1989’da Doğu Bloğu’nda yaşanan gelişmeler, Federal Almanya
Cumhuriyeti’ni gündemin ortasına çekti. Doğu Almanya’da hükümet karşıtı
gösterilerin artması ve ardından iki ayrı bloğun ayrılığının simgesi olan Berlin
Duvarı’nın gösterilerle yıkılması ve iki farklı Alman devletini ayıran sınırların
ortadan kalkması, uluslararası politikada köklü değişimlere sebep oldu. Bu durum,
Avrupa’da savunma ve güvenlik konusunda yeni politikaların belirlenmesini
gerektirmesinin yanı sıra, Almanya’nın tutumunda olası değişiklikler ile bağlantılı
olarak AT konusunda da şüpheler uyanmasına neden oldu. Özellikle Almanya’nın
birleşmesiyle artık Avrupa’nın tek büyük gücü olduğu ve dolayısıyla uluslararası
politikaya bakışının da bu şartlar altında değişebileceği öne sürülmeye başlandı.
Almanya’da daha önce “sivil güç” teorisi altında dış politikasının temel
unsurlarından sayılan toplumun “devletler içinde katılımcı karar verme şekillerinin
teşvik edilmesi” yönteminin göz ardı edileceği ve böylece siyasi liderlerin Avrupa
çapında ortaya çıkan üstünlüklerini “çıkar temelli” politikalarla kurmaya
yönelebileceklerine dair görüşlerin yaygınlaştığı görüldü.548
Bütün bu gelişmeler karşısında Kohl, Avrupa sürecine bağlılığını yineleyerek,
bu konuda doğan şüpheleri gidermeye çalıştı. Kohl hükümeti başta ekonomik ve
parasal birlik konusunda Avrupa entegrasyonu politikasına devam edeceğini

547
İbid, s. 34-35; Bulmer, Maurer and Paterson, “The European Policy-Making Machinery in the
Berlin Republic”, s. 181.
548
İbid, s. 183-184; Banchoff, “German Policy Towards the European Union”, s. 63.

165
açıkladı.549 1990’da gerçekleştirilen Maastricht Zirvesi ve ardından imzalanan
“Maastricht Antlaşması” sonrasında gerekli olan onay süreçlerinde bu desteğini Kohl
açıkça ortaya koydu.550 Bunun yanı sıra, Almanya’nın birleşmesi ile ortaya çıkan
maliyetin büyük çoğunluğu Alman hükümeti tarafından üstlenilmiş olmakla birlikte,
birleşme sorunu AB düzeyine taşındı. Bosna’daki savaşın şiddetlendiği dönemde de
Kohl, bir konuşmasında Avrupa’da “milliyetçiliğe, şovenizme ve ırkçılığa karşı en
etkili sigortanın Avrupa entegrasyonu” olduğunu ifade ederek, Avrupa ve dünyada
izolasyona yol açacak şekilde Alman dış politikasının yeni bir Alman Sonderweg’i
temelinde yürütülmemesi gerektiğini ifade etti. Ayrıca, Avrupa kimliğinin Alman
kimliği ile özdeş hale geldiğini ileri süren Kohl, bu nedenle bu alandaki çabaların
birlikteliği güçlendireceğini vurguladı.551
Kohl, Maastricht Zirvesi’nde bu tutumunu pekiştirmek için AB’nin
derinleşmesi konusunda 3 hedef belirlemişti: 1990’ların sonunda Avrupa’da para
birliğine geçiş; adalet ve içişlerinde daha fazla işbirliği; ve Ortak Dış ve Güvenlik
Politikası’nın (OGDP) geliştirilmesi. 1993’de AB’nin Avrupa Para Mekanizması
içinde yaşanan kriz, Bosna krizi ve Avrupa çapında ekonomik alandaki düşük
büyüme, çeşitli siyasi ve ekonomik sorunları ortaya çıkarttıysa da, Kohl, AB’nin
derinleşmesine yönelik politikasını uygulamaya devam etti. Özellikle Alman halkının
hassas olduğu D-Mark ile Bundesbank konusunda Kohl’un AB düzeyinde parasal
birliği savunması önemli bir işaretti. Bununla birlikte Kohl, Genscher’in 1987’de
başlattığı girişim temelinde Avrupa parasal sistemi içinde Alman merkez bankasının
güçlü bir rol oynamasını ve inisiyatifin Alman merkez bankasında kalmasını
sağladı.552
Maastricht’in öngördüğü konular, sadece siyasi parti düzeyinde CDU, SPD ve
FDP’den değil, aynı zamanda daha geniş bir şekilde işçi ve işveren örgütlerinden de
yoğun bir destek aldı. Bununla birlikte konu bazında çeşitli farklılıklar oluştu.
Örneğin işçi ve işverenler parasal birliği desteklemelerine rağmen, siyasi partilerin
aynı konuya bakışları daha şüpheci bir şekilde gelişti. Hatta, SPD başkanı Gerhard
Schröder, milliyetçi bir söylemle Avrupa parasal birliğine karşı çıktı ama 1994

549
Bulmer, Maurer and Paterson, “The European Policy-Making Machinery in the Berlin Republic”,
s. 185.
550
Banchoff, “German Policy Towards the European Union”, s. 62-63.
551
Helmut Kohl’un konuşmasından aktaran Banchoff. İbid, s. 63.
552
İbid, s. 68.

166
seçimlerinde bunu sonuca çeviremedi. Diğer yandan Kohl, 1992 başından itibaren
AB düzeyinde gerçekleşen “Tek Pazar”ın mantıksal sonucunun Avrupa parasal
birliği olduğunu ve bu pazarın Alman ihracatına ve ekonomik gelişmesine olumlu
katkı yapacağını savundu. Bu şartlar altında girilen 1994 seçimleri Kohl’un
Şansölyeliğini devam ettirmesini sağladı. Bununla birlikte siyasi partiler özellikle
OGDP ile güçlendirilmiş AB Parlamentosu konularında alınan kararları destekledi.
Bütün bu taraflar, Maastricht Antlaşması’nın ekonomik açıdan bir yarar
getirmeyeceğini bilmelerine rağmen, söz konusu projeyi, sadece dışarıya yönelik bir
mesaj olması açısından değil, aynı zamanda içeride de tekrar eski ortama
dönülebileceğine dair endişeleri gidermek için desteklediler.
Her ne kadar Kohl, Avrupa entegrasyonu fikrine ve AB’nin derinleşmesine
bağlı kalacağını sürekli ifade etmesine rağmen, Fransa’nın Almanya’nın
birleşmesinden doğan kaygılarını gidermek için böyle bir politikanın gerekli olduğu
kabul edilebilir. Kohl’un 1991’de gerçekleşen Maastricht Zirvesi sonrası dönüşünde
Bundestag’da yaptığı konuşmada Almanya’nın Avrupa’ya yönelik yükümlülüklerini
yerine getirmeye devam etmesi ve bu alanda aktif bir şekilde sorumluluk
üstlenmesinin Almanya’nın genişlemesinden duyulan endişeleri giderme yolunda bir
kanıt oluşturacağını ifade etti. Böylece Kohl, AB üyesi ülkeler ile Orta ve Doğu
Avrupa ülkelerine Almanya’nın “saklı bir gündemi” olmadığını göstermeye çalıştı.553
Kohl’un AB’ye bağlılık politikasına ilişkin diğer bir görüş ise Almanya’nın
ekonomik anlamda gündemini Avrupa üzerinden gerçekleştirdiğidir. Bunun yanı
sıra, Avrupa parasal birliği konusundaki gelişmelerde Alman siyasetçileri ile
bürokratlarının hakimiyeti ve kendi ekonomik gündemlerinin AB düzeyinde diğer
üye devletlere aktarılması, diğer şartların yanı sıra, 1990’larda Gramşici anlamda
dolayımlı olarak ekonomik hegemonyanın gerçekleştirilmesi yolunda önemli adımlar
atıldığının bir göstergesidir.
Almanya’nın Avrupa çapında özellikle 1990’ların başından itibaren kurmaya
başladığı hegemonyasının AB’nin derinleşmesi bağlamında sosyal boyutunun da
eklendiği görülmektedir. Çünkü Almanya’nın ekonomik modeli sadece ekonomik
unsurlara değil aynı zamanda sosyal unsurlara da ağırlık vermektedir.554 Almanya’da

553
Anthony Glees, “Building a New Europe: Britain, Germany and the Problem of Russia", German
Politics, Vol:8, No:1, April 1999, s. 161.
554
Dağcı, Avrupa Birliği ve Kapitalizm, s. 22-25.

167
yasal olarak düzenlemiş bulunan sosyal alanın AB düzeyinde de benzer şekilde yasal
düzenlemeye tabi olduğu görülmektedir. Bunların başında sadece Almanya’ya özgü
olan ortak yönetim (Mitbestimmung) ve çalışma konseyleri (özel sektördeki işçilerin
kurduğu Betriebsrat ile kamu sektöründeki işçilerden oluşan Personalrat)
gelmektedir. Ortak yönetim, I. Dünya Savaşı sonrası gündeme gelmiş ve 1920’de
şiddetli çatışmaların ardından Weimar Cumhuriyeti tarafından yasallaştırılmıştı. Nazi
döneminde yürürlükten kaldırılan bu uygulama, II. Dünya Savaşı sonrasında yeniden
yasalaştırılarak, beş işçiden fazla işçi çalıştıran işverene diğer kapitalist ülkelerde
rastlanılmayan belli sorumluluklar yüklemiştir. Bu sorumlulukların başında, şirket ve
şubeleri düzeyinde, işverenin sosyal konularda işçi temsilcilerini bilgilendirme ve
çizilen şartlar altında danışma zorunluluğu bulunmaktadır. Daha kısıtlı da olsa, belli
ekonomik ve mali konularda da çalışma konseyleri benzer haklara sahiplerdir.555
Almanya’nın işçilere tanıdığı bu danışma ve bilgilendirmeye yönelik haklar,
aynı şekilde AB düzeyinde de işçilerin bilgilendirilmesi ve onlara danışılmasını 1957
yılında imzalanan AT Kurucu Antlaşması’nın (Roma Antlaşması) yanı sıra bir dizi
direktif ile diğer AB üyesi ülkelerde de zorunlu olarak uygulanmaya başlanmıştır.556
Nice Antlaşması’na da dahil edilen Kurucu Antlaşma’nın 137. maddesinde işçilerin
bilgilendirilmesi ve danışılması gibi hususların bulunduğu sosyal politika alanının bir
çok noktasında üye devletlerin birbirlerinin faaliyetlerini tamamlamaları öngörülmüş
ve yine aynı Antlaşmanın 138. ve 139. maddelerinde işveren ile işçiler arasında
danışma mekanizmasının kurulmasına yönelik düzenlemeler getirilmiştir. AB,
1970’lerin ortalarından itibaren direktifler çıkarmaya başlamıştır. İlk olarak 1975’de
toplu işten çıkarmalar konusunda oluşturulan 75/129/AET sayılı direktif ile
şirketlerin toplu işten çıkarma durumunda işçi temsilcilerini uygulamayı
düşündükleri mekanizma hakkında bilgilendirmesi ve onların görüşlerini almasını
zorunlu hale getirmiştir.557 Bu direktif, gerek Almanya’da gerekse Avrupa
Toplulukları Adalet Divanı (ATAD) kapsamında alınan kararlarla değişikliğe

555
European Commission, Employee Representatives in Europe and Their Economic
Prerogatives, Luxembourg, Office for Official Publications of the European Communities, 2001, s.
39-41.
556
Smith, “The German Model and European Integration”, s. 153, 164.
557
Sözkonusu direktif, ATAD’daki davalar nedeniyle 1998’de yeniden düzenlenmiştir. Council
Directive 98/59/EC of 20 July 1998 on the approximation of the laws of the Member States relating to
collective redundancies, Http://eur-lex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=CELEX:
31998L0059:EN:NOT, (Erişim Tarihi: 12 Mart 2005).

168
uğramış ve en son olarak 98/59/AT direktifi olarak tüm AB üyesi ülkelerde
uygulamaya konulmuştur. Almanya’daki işçi temsilcilerini bilgilendirme ve danışma
konusunun AB düzeyinde bir başka yansıması ise işyerinin veya bir bölümünün devri
halinde işçilerin hakların korunmasına ilişkin 77/187/AET sayılı direktifidir. Yine bu
kapsamda, işyerinin devri halinde işçilerin gerek kıdem tazminatı ve sosyal güvenlik
hakları gerekse yıllık izinleri gibi konularda hak kaybına uğramamaları için devreden
ile devir alanın işçi temsilcilerine bu konularda bilgi vermeleri zorunluluğu
getirilmiştir. Bu direktifte benzer şekilde Almanya’da ve ATAD düzeyinde alınan
kararlarla değişikliğe uğramış ve 2001/23/AB direktifi olarak yeniden
558
şekillenmiştir. İşçi temsilcilerinin bilgilendirilmesi ve danışılması konusundaki
Alman örneğinin diğer bir yansıması, “Avrupa Çalışma Konseyler”ine ilişkin
94/45/AT sayılı direktiftir. Bu direktif, en az iki AB üyesi ülkede faaliyet gösteren ve
150’den fazla işçi çalıştıran şirketlerin Avrupa çalışma konseyleri kurmalarını
düzenlemektedir. Bu direktif, işverenlerin işçi temsilcilerine bir dizi bilgi sunmalarını
ve gerekli görülen hallerde danışılmalarını zorunlu hale getirmektedir.559 İşçi
temsilcilerinin bilgilendirilmesi konusu sonraları Almanya’daki uygulamanın
ilerisine geçmiştir. Böylece işçilerin doğrudan işveren tarafından bilgilendirilmesi ve
danışılması konusunda AB düzeyinde düzenlemeler yapılmıştır. 2002/14/AB sayılı
direktif, en az yirmi işçi çalıştıran işyerlerinde uygulamaya konulmuştur.560 Bütün bu
direktiflerin ortaya koyduğu üzere Almanya, sosyal politika düzenlemelerini AB
düzeyinde yansıtma imkanı bulmuş ve dolayısıyla sosyal politikasını AB üyesi
ülkelere ihraç ederek, rekabet açısından işçilik maliyetlerinin diğer ülkelerde de
artmasına yol açmıştır. Diğer önemli bir nokta ise Almanya’nın sosyal politikası AB
üyesi ülkelerde ortak kültürel bir zemin yaratmıştır.

558
Sözkonusu direktif, ATAD’daki davalar nedeniyle 2001’de yeniden düzenlenmiştir. Council
Directive 2001/23/EC of 12 March 2001 on the approximation of the laws of the Member States relating to
the safeguarding of employees' rights in the event of transfers of undertakings, businesses or parts of
undertakings or businesses, Http://eur-lex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=CELEX:
32001L0023:EN:NOT, (Erişim Tarihi: 12 Mart 2005).
559
Council Directive 94/45/EC of 22 September 1994 on European Works Council, Http://eur-
lex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=CELEX:31994L0045:EN:NOT, (Erişim Tarihi: 12
Mart 2005).
560
Directive 2002/14/EC of the European Parliament and of the Council of 11 March 2002
establishing a general framework for informing and consulting employees in the European
Community - Joint declaration of the European Parliament, the Council and the Commission on
employee representation, Http://eur-lex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=CELEX:
32002L0014:EN:NOT, (Erişim Tarihi: 12 Mart 2005).

169
Almanya’nın AB düzeyinde yansıttığı diğer bir sosyal konu da istihdamdır.
İki Alman devletinin birleşmesinin ardından özellikle yeni eklenen beş Lander’de
kamu sektörünün tasfiyesi ile yaşanan işsizlik ve Alman ekonomisinin durgunluk
içine girmesi ile 1990’ların ortalarından itibaren istihdam ve işsizlik konuları
Almanya’nın gündeminde ön sıralara taşınmıştır. 1994’de AB dönem başkanı olma
sıfatıyla Almanya lideri Kohl, Essen Zirvesi’nde istihdam konusunu gündeme
getirerek, bu konuda AB düzeyinde bir önlem alınmasını ve üye ülkelerin de bu
önlemlere katılmasını talep etmişti. Zaten Essen Zirvesi’nin sonuç bildirisi Kohl’un
bu taleplerini açıkça yansıtmaktadır. Sözkonusu sonuçların “Ekonomik Konular”
başlıklı birinci bölümünde ilk olarak “istihdam durumunun iyileştirilmesi” hususuna
değinilmiştir. Buna ilaveten, AB Komisyonu, Aralık 1995 tarihinden itibaren
istihdam piyasasındaki gelişmeleri AB Konseyi’ne bildirmesi konusunda
561
görevlendirilmiştir. 1997’de Avrupa Birliği Kurucu Antlaşması’nı değiştiren
Amsterdam Antlaşması’na “İstihdam” başlığı eklenmiş ve istihdam konusunda üye
ülkelerin yetki devri olmasa bile, istihdamın bazı boyutlarında Komisyonun aktif
önlemler alması sağlanmıştır. İstihdam konusunun yasal bir zemin kazanmasının
hemen ardından Lüksemburg’da gerçekleşen “Olağanüstü Zirve”de “Avrupa
İstihdam Stratejisi” AB düzeyinde kabul edilerek, uygulamaya konulmuştur.562
Sosyal alanda Almanya’nın liderliğini yaptığı ve AB düzeyine kabul ettirdiği
bir başka konu ise “işçilerin geçici süreyle görevlendirilmesi”ne ilişkin 96/71/AB
sayılı direktiftir.563 AB düzeyinde hizmet arzının serbestleştirilmesine bağlı olarak
Almanya’da ihale kazanan özellikle inşaat sektöründeki yabancı şirketler daha ucuz
olması sebebiyle kendi ülkelerinden işçi getirmişler ve bu süreçte Alman inşaat
sektöründeki işçiler ciddi bir tehdit ile karşı karşıya kalmışlardır. Bu durum, Alman

561
Avrupa Konseyi Toplantısı Başkanlık Sonuçları, (9-10 Aralık 1994, Essen),
Http://www.consilium.europa.eu/ueDocs/cms_Data/docs/pressData/en/ec/00300-1.EN4.htm, (Erişim
Tarihi: 14 Ekim 2005).
562
İstihdam konusunda Olağanüstü Avrupa Konseyi Toplantısı (Lüksemburg, 20-21 Kasım 1997),
Http://www.consilium.europa.eu/ueDocs/cms_Data/docs/pressData/en/ec/00300.htm, (Erişim Tarihi:
17 Ekim 2005).
563
Directive 96/71/EC of the European Parliament and of the Council of 16 December 1996
concerning the posting of workers in the framework of the provision of services, Http://eur-
lex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=CELEX:31996L0071:EN:NOT, (Erişim Tarihi: 12
Mart 2005).

170
hükümetinin anılan direktifin çıkarılmasında inisiyatifi üstlenmesine ve AB üyesi
ülkeleri de bağlayacak şekilde yeni bir düzenlemeye yol açmıştır.564

c. AB’nin Genişleme Politikası ve Almanya


1990’ların başlarında Kohl liderliğinde Almanya’nın bir başka gündemini AB
düzeyinde “genişleme” konusu oluşturmuştur. Kohl’un AB’nin derinleşmesine
yönelik görüşleri, 1990’nın başından itibaren genişleme konusunun da gündeme
taşınmasına yol açmıştır.565 Özellikle Almanya’nın birleşmesi AB düzeyinde
genişleme politikasının dolaylı olarak başlangıcını oluşturmuştur. Almanya’nın
birleşmesi ile birlikte Kohl hükümetinin dışişleri bakanı olan Klaus Kinkel,
Avusturya, İsveç ve Finlandiya’nın AB’ye katılmasını desteklediklerini ifade etmiş
ve bu devletler 1995’de çok uzun sürmeyen görüşmelerin ardından AB üyesi ülkeler
olmuşlardır.566
Almanya’nın AB’nin genişleme gündemi ile politikasını sürüklemesi ve
sınırlarını belirlemesi Avrupa kıtasında alt-hegemonyasını kurma yolunda önemli
adımlardan birini oluşturmaktadır. Almanya’nın Gramşici anlamda alt-
hegemonyasını kurmak için özellikle Doğu Avrupa üzerinde sadece ekonomiyi değil
aynı zamanda kültür ve siyaseti de kullandığı görülmektedir. Bununla birlikte bu alt-
hegemonyanın realist bağlamda sadece Doğu Avrupa değil aynı zamanda tüm
Avrupa üzerinde askeri bir üstünlük peşinde olmadığı açıktır. Bu durum,
Almanya’nın alt-hegemonya olarak ortaya çıkmasına engel olmamaktadır.
Almanya’nın uyguladığı politikaların belirli nitelikleri bulunmasına rağmen, alt-
hegemonya olarak yükselmesi, bilinçli bir tasarımdan ziyade kendiliğinden gelişen
tarihsel yapı içinde açıklanabilecek bir duruma işaret etmektedir.
Özellikle AB’nin Orta ve Doğu Avrupa’ya doğru genişlemesi Alman alt-
hegemonyasının gelişimini göstermek için uygun bir çalışma alanı oluşturmaktadır.
564
European Commission, The Regulation of Working Conditions in the Member States of the
European Union, Luxembourg, Office for Official Publications of the European Communities, 1998,
s. 51.
565
Adrian Hyde-Price, “The New Pattern of International Relations in Europe”, Victoria Curzon
Price, Alice Landau and Richard G. Whitman, The Enlargement of the European Union: Issue and
Strategies, Routledge, London and New York, 1999, s. 116; Michael Calingaert, European
Integration Revisited: Progress, Prospects and US Interests, Boulder, Colorado, Westview Press,
1996, s. 92-94.
566
Tom Buerkle, Britain and Germany Head for a Showdown on the EU’s Future”, International
Herald Tribune, 14 March 1994, Http://www.iht.com/articles/1994/03/14/douze_2.php, (Erişim
Tarihi: 20 Mart 2005).

171
Bu kapsamda, sadece Almanya’nın izlediği politikalar değil, aynı zamanda diğer
Orta ve Doğu Avrupa devletlerinin algılamalarının da önemi büyüktür. Çünkü
“Almanya ve Doğu Avrupa birbirlerinin ulusal hayalini oluşturmaktadırlar”.567 Diğer
yandan özellikle Doğu Avrupa, tarihsel olarak Almanya ile Rusya arasında yer alan
bir bölge olarak belirmektedir. Almanya’nın bölge üzerindeki siyasi, ekonomik ve
kültürel etkisinin tarihsel boyutuyla incelenmesi bu yapının gelişimini
açıklamaktadır. Almanya’nın tarihsel olarak gerek Polonya gerekse Çekoslovakya ile
toprak ve azınlık meseleleri bulunmaktadır. Bu konularda günümüzdeki
Almanya’nın tutumu, II. Dünya Savaşına giden yola benzememektedir. Tersine,
Almanya bugün barışçıl yöntemlerle hareket etmektedir. Bununla birlikte yine AB
üzerinden söz konusu ülkelere bazı gündemlerin ve politikaların dayatıldığı
gözlemlenmektedir. Böylece AB gündemi Almanya gündemiyle örtüşmektedir.568
Çek Cumhuriyeti’nin AB genişleme politikası çerçevesinde AB ile tam üyelik
görüşmelerine başlaması, 1938 tarihli “Münih Düzenlemesi” ile ortaya çıkan Südet
Almanları meselesini tekrar gündeme getirmiştir. AB, Südet Almanlarının tarihsel
topraklarına dönmesi ve yerleşmesi konusunda Çek Cumhuriyeti’ne çeşitli
dayatmalarda bulunmuştur. Bu tarihsel sorunu çözmek, her ne kadar AB tarafından
getirilen bir durum olarak ortaya çıkmışsa da, sorun daha çok ikili düzeyde Almanya
ile Çek Cumhuriyeti yetkilileri arasında ele alınmıştır. Fakat Çek yetkililerinin
algılamaları Almanya’nın bu konudaki tutumunu sorgulamalarına yol açmıştır.
Bununla birlikte Alman-Çek Deklarasyonu569 ise her iki tarafın farklı bir şekilde
yorumladığı bir metin haline dönüşmüştür.570 Çek Cumhuriyeti’nin AB’ye 2004’de
yılında katılmasının ardından sorun bugün için rafa kalkmıştır.
Bölgede bir başka tarihsel sorun Polonya ile Almanya arasındaki etnik
Almanlar konusudur. II. Dünya Savaşı sonrası özellikle bugünkü Polonya’dan (Doğu
Prusya, bugünkü Polonya sınırları içinde kalmaktadır) göç etmek zorunda kalan
Alman nüfusu, güçlü “göçmen” dernekleriyle Federal Almanya Cumhuriyeti’nin
567
Jonathan P.G. Bach, “Germany After Unification and Eastern Europe: New Perspectives, New
Problems”, Http://www.columbia.edu/cu/sipa/REGIONAL/ECE/vol3no1/bach.pdf, (Erişim Tarihi: 14
Nisan 2005).
568
İbid.
569
German-Czech Declaration on Mutual Relations and Their Future Development of 21 January
1997, Http://www.mzv.cz/servis/soubor.asp?id=1873, (Erişim Tarihi: 17 Mart 2005); Alman Dışişleri
Bakanı Fischer’in anlaşma hakkındaki yorumu için bakınız, Http://www.auswaertiges-
amt.de/www/en/ausgabe_archiv?archiv_id =2611, (Erişim Tarihi: 14 Mart 2005).
570
Bach, Germany After Unification and Eastern Europe.

172
kurulmasından beri siyaseti etkilemektedir. Polonya, bu sorunu tarihsel boyutundan
ziyade Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) çerçevesinde belirlenen
“azınlık hakları” bağlamında ele almakta ve buna göre çözümler üretmeye
çalışmaktadır. Almanya, bu tarihsel sorunun çözümüne yönelik olarak daha çok “dış
yardım” politikasını kullanmaktadır. 1989 ile 1996 arasında Almanya’nın Doğu
Avrupa ülkelerine yardım olarak yaptığı harcamaların toplam miktarının 56.5 milyar
Alman markını geçmiş olduğu görülmektedir.571 Diğer yandan bir başka unsur, bölge
ülkelerinin Alman ekonomisine artan bağımlılığıdır. Almanya’nın toplam ihracatı
içindeki payları 2004 itibariyle % 8 iken Doğu Avrupa ülkelerinin ihracatlarının
% 40’ı Almanya’ya gitmektedir.572 Almanya’nın hegemon olup olmadığını Germany
and Central Europe: Hegemony Re-examined başlıklı makalesinde tartışan Michael
Baun, Orta Avrupa ülkelerinin (Macaristan, Slovakya, Çek Cumhuriyeti ve Polonya)
ihracatlarının yaklaşık % 30’unun doğrudan Almanya’ya gittiğini ifade etmektedir.573
Benzer oranlar doğrudan dış yatırım bazında da görülmektedir. Almanya, bölgeye
yapılan yatırımların yaklaşık yarısını (% 46) tek başına gerçekleştirmektedir.
Bundesbank’ın derlediği Haziran 2003 tarihli verilere göre, sözkonusu bölge
ülkelerine Almanya’nın doğrudan yabancı yatırımı 68 milyar euro civarında
gerçekleşmiştir.574
Siyasi açıdan ise Almanya’nın Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin AB’ye
katılımını destekleyen hatta sürekleyen devlet olması, bölge ülkeleri için Soğuk
Savaş sonrası geçiş döneminde duydukları endişeye rağmen Sovyetler Birliği
mirasının etkisi ile olumlu olarak nitelendirilmiştir. Bununla birlikte Doğu Avrupa
devletlerinin AB’nin genişleme politikasına dahil edilmeleri ile Almanya’nın siyasi

571
İbid.
572
Deutsche Bundesbank, “Effects of Eastward Enlargement of the EU on German Economy,
Monthly Report, May 2004, s.3, Http://www.bundesbank.de/download/200405mb_en_effects.pdf,
(Erişim Tarihi: 20 Mart 2005).
573
Michael Baun, “Germany and Central Europe: Hegemony Re-examined”, German Politics,
Vol:14, No: 3, September 2005, s. 376.
574
Doğrudan yabancı yatırım konusunda hesaplamalar, tanımdan kaynaklanan nedenlerden dolayı
farklılık gösterebilmektedir. Bu hesaplamalar konusunda bakınız, Neille Paterson, (et al.), Foreign
Direct Investment: Trends, Data, Availability, Concepts, and Recording Practices, Washington
DC, International Monetary Fund, 2004. Sözkonusu çalışmaya göre doğrudan yabancı yatırımların
karşılaştırılmasında büyük zorluklar bulunmaktadır. Bunun başlıca sebepleri ülkelerin tanımlarında ve
uyguladıkları metodolojideki farklılıktan kaynaklanmaktadır. Sabine Hermann and Axel Jochem,
Trade Imbalances of the Central and East EU Member States and the Role of Foreign Direct
Investment, Deutsche Bundesbank, 2005, s. 11-14, Http://www.bundesbank.de/download/vfz/
konferenzen/20050617_18_potsdam/vfz_ws_kleistvilla_jochem.pdf, (Erişim Tarihi: 25 Mart 2005).

173
ağırlığı daha fazla görünür olmuştur. Bach, Almanya’nın bu üstünlüğünü
“Realpolitik yerini ‘EUPolitik’e bırakmıştır” şeklinde ifade etmiştir.575 Bu durum,
1990’lar boyunca Almanya’ya AB Komisyonu aracılığıyla aday ülkelerin içişlerinde
doğrudan söz sahibi olma imkanını getirmiştir. Baun da benzer şekilde Almanya’nın
Orta Avrupa ülkeleri ile ilişkileri geliştirme ve AB’nin genişlemesi konusunda temel
savunucularından biri olduğunu belirtmekle birlikte, Bach’ın aksine Almanya’nın
bunu kendi lehine kullanmadığını söylemiştir.576
Kültürel boyutta ise sadece Orta ve Doğu Avrupa değil, aynı zamanda bugün
Güneydoğu Avrupa olarak nitelendirilmeye başlanan Balkanlar’da da Almanya’nın
etkin olarak faaliyet gösterdiği görülmektedir. Söz konusu bölgelerin tarihsel olarak
gerek Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gerekse 1871’de kurulan Alman
İmparatorluğu bağlamında her şeyden önce Almanca’nın bölgede etkili olmasını
sağlayan ilk etkenlerden birini oluşturmaktadır. Bu bölgelerde Almanca, tarihin uzun
bir süresi kültürel ve idari dil olarak işlev görmüştür. Bununla birlikte Brandt’ın
tabiriyle Almanya’nın dış politika yaklaşımında üçüncü ayağı oluşturan “dış kültürel
politika”577 ile bölge ülkelerinde özellikle Begegnungsstatte ile Goethe Enstitüleri
aracılığıyla Almanca kursların ve Almanca öğrenenlerin sayılarında önemli artışlar
olduğu gözlemlenmektedir. Kültürel boyut ile ilgili diğer önemli bir husus ise
özellikle Çek Cumhuriyeti’nde yaşanan medyanın hızlı bir şekilde Alman
şirketlerinin eline geçmesi sürecidir. Baun ise kültürel boyutu geniş bağlamda ele
almakta ve kurumsal yapıda meydana gelen değişiklikler çerçevesinde
incelemektedir. Baun’a göre Orta Avrupa ülkeleri Almanya’nın bir çok kurumunu
taklit etmektedir. Bunların başında Almanya sosyal piyasa ekonomi modeli
gelmektedir. Seçim sistemleri ve Anayasa mahkemelerinin oluşturulması gibi
hususlarda da Orta Avrupa ülkeleri, Alman sistem ve kurumlarını taklit etmekte
olduğu görülmektedir.578
Yukarıda açıklananlar ışığında, Almanya, Avrupa bölgesinde Gramşici
anlamda kendi alt-hegemonyasını kurma yolunda önemli adımlar atmaktadır.

575
Bach, Germany After Unification and Eastern Europe.
576
Baun, “Germany and Central Europe”, s. 378-381.
577
Federal Foreign Office of Germany, “Principles and Concept of Cultural Policy”,
Http://www.auswaertiges-amt.de/ dipl/en/Aussenpolitik/Kulturpolitik/Ziele.html, (Erişim Tarihi: 12
Mart 2005).
578
Baun, “Germany and Central Europe”, s. 381-384.

174
Almanya’nın bu adımlarının realist paradigma bağlamında bir güç politikası ile
doğrudan baskınlık kurma şeklinde olmadığı açıktır. Bunun yerine, Almanya,
Avrupa ülkelerinin rızasına dayalı bir politikaya dayanmaktadır. Bu politika, zaman
zaman taraflar arasında tarihten kaynaklanan endişeler nedeniyle ilişkilerin
gerginleşmesine yol açabilmektedir. Bununla birlikte özellikle AB’ne yeni katılan
ülkeler dikkate alındığında Almanya’nın belirlediği gündeme ve bu kapsamda
AB’nin politikalarını yönlendirmesine çok büyük itirazlar gelmemektedir. Diğer
yandan Almanya, zaten AB’nin genişleme politikasını finanse eden en büyük ülke
olmasına rağmen diğer AB üye ülkelerinin de genişleme politikasının gerektirdiği
finansmana ortak olmalarını sağlamıştır.
Almanya’nın bu politikasını engellemeye yönelik olarak tek çaba Fransa’dan
gelmiştir. Klâsik olarak 19. yüzyıldan beri dünya siyasetinde hegemonik eğilimleri
olan ve realizm bağlamında “prestij peşinde” koşan Fransa, genişleme politikasını
Almanya’nın üstlenmesine ve inisiyatifi eline geçirmesine zaman zaman karşı çıkmış
zaman zaman ise sessiz kalarak mecburen onay vermiştir. Hatta Fransız yetkililer,
AB içinde Almanya’nın giderek genişleyen gücünden şikayette bulundukları ve
Alman dış politikasını eleştirdikleri görülmüştür.579 Diğer yandan, AB düzeyinde
“Akdeniz Politika”sının geliştirilmesini savunarak, Fransa, Almanya’yı dengelemeye
çalışmıştır. Akdeniz politikası kapsamında yer alan Fas, Tunus, Cezayir, Lübnan ve
Suriye gibi bir çok ülkenin eski sömürgesi olmasını Fransa kendisi için bir avantaj
olarak değerlendirmiştir. Bunun yanı sıra ekonomik ve kültürel ilişkilerin de olumlu
rol oynayacağını düşünen Fransız elitleri, Akdeniz politikası üzerinden Almanya’nın
genişleme politikasını dengeleyebileceğini düşünmüşlerdir.580 Hatta 1994’de
gerçekleşen AB Konseyi’nin Essen Zirvesi’nde Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile
genişlemenin yanı sıra, özellikle Akdeniz ülkeleri ile AB’nin bir özel ilişki
geliştirmesi konusunda paralellik kurulmuştur.581 Bununla birlikte, yardım oranları

579
Otte, A Rising Middle Power, s. 145-147.
580
Yves Boyer, “Mediterranean Uncertainties and French Concerns”, Bo Huldt, Mats Engman,
Elisabeth Davidson (derl.), Euro-Mediterranean Security and the Barcelona Process, Stockholm,
Swedish National Defence College, 2002, s. 255-256; Richard Gillespie, “Northern European
Perceptions of the Barcelona Process”, Http://www.cidob.org/castellano/publicaciones/Afers/
37gillespie.cfm, (Erişim Tarihi: 5 Mart 2006); Fred Tanner, North Africa: Exceptionalism and
Neglect”, Occasional Papers Series, No:38, s. 4.
581
Avrupa Konseyi Toplantısı, Başkanlık Sonuçları, (9-10 Aralık 1994, Essen),
Http://www.consilium.europa.eu/ueDocs/cms_Data/docs/pressData/en/ec/00300-1.EN4.htm, (Erişim
Tarihi: 14 Ekim 2005).

175
konusunda Almanya’nın baskısıyla Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine nüfuslarına
oranla büyük yardım yapılması kararlaştırılmış ve Fransa’nın çabalaraına rağmen,
Akdeniz ülkeleri ise daha düşük bir oranla yetinmek durumunda kalmışlardır. 27-28
Kasım 2005 tarihleri arasında Akdeniz Politikası’nın 10. yılı nedeniyle
gerçekleştirilen konferans ise sözkonusu politikanın başarısızlığı olduğu yolundaki
iddiaları güçlü çıkararacak şekilde sonuçlanmıştır.582
1 Mayıs 2004’de 10 yeni ülkenin (iki Akdeniz ülkesi hariç, tümü Orta ve
Doğu Avrupa ülkeleri) AB’ye katılması ile AB’nin genişleme politikası başarılı bir
şekilde devam ettirilmiş olmasına rağmen, diğer AB’nin güney ülkelerinin yanı sıra,
Fransa’nın inisiyatifi üstlendiği Akdeniz politikasının ise başarılı olmadığı ileri
sürülebilir.583 Bunun yerine AB düzeyinde “Avrupa Komşuluk Politika”sı olarak
nitelendirilen bir politikanın geliştirildiği gözlemlenmektedir. Bu politikanın
genişleme ile artan Almanya’nın dengelemesi için Fransa’nın politika önceliği
konusu ise tartışmalıdır. Diğer yandan, sözkonusu politika kapsamında yer alan
konular, başta Fransa olmak üzere AB’nin güney ülkelerinin öncelikleri ile
örtüşmektedir.584
Sonuç olarak Almanya’nın oluşturduğu ve yönlendirdiği AB genişleme
politikası alt-hegemonyanın gelişimine iyi bir örnek oluşturmaktadır. Almanya’nın
bu politikayla Avrupa kıtasındaki düşmanlıkların bitirilmesini ve bu sayede
Avrupa’nın barış içinde yaşayan bir kıta olmasını sağlamayı hedeflediği
görülmektedir. Bununla birlikte bu birlikteliğin derinleşmesiyle Almanya’nın kıta
üzerindeki Gramşici hegemonyası ekonomik, siyasi, kültürel ve sosyal düzeyde daha
da gelişmektedir. Bu kapsamda, tarihsel olayların özellikle Almanya bağlamında
yaşanan gelişmelerin daha detaylı bir şekilde incelenmesini gerekmektedir.

582
Renwick McLean, “EU-Israeli-Arab Talks Yield Limited Results”, International Herald
Tribune, 28 November 2005, Http://www.iht.com/articles/2005/11/28/news/summit.php, (Erişim
Tarihi: 12 Aralık 2005).
583
Carl-Einer Stalvant and Lars Bjorme, “A Cricital Assessment of the Barcelona Process”, Bo Huldt,
Mats Engman, Elisabeth Davidson (derl.), Euro-Mediterranean Security and the Barcelona
Process, Stockholm, Swedish National Defence College, 2002.
584
AB Komisyonu tarafından hazırlanan ve kabul edilen Bildiriye (Communication) göre, “Avrupa
Komşuluk Politikası” kapsamında yer alacak ülkeler, Kopenhag kriterleri gibi bir çok siyasi ve
ekonomik kriterlerin yanı sıra, güvenlik ve karşı terörizm konularında eylem planları
hazırlayacaklardır. Bu eylem planlarının yürürlüğe konulmasına göre AB’den yardıma hak
kazanmaları öngörülmektedir. Communication from the Commission, European Neighbourhood
Policy, Strategy Paper, Brussels, 12.04.2005, COM (2004) 373 Final.

176
1990’ların ortasında “Batı Avrupalı” devletlere doğru yaşanan genişleme
dalgasını takiben, Kohl’un AB’nin kademeli olarak genişlemesi gerektiğini ifade
etmeye başladığı görülmüştü. Bu yeni genişlemenin yönünün Orta ve Doğu Avrupa
ülkelerine yönelik olması gerektiğini belirten Kohl, özellikle Vizegrad ülkeleri olarak
bilinen Çekoslovakya, Polonya ile Macaristan’a açıkça desteğini sunmuştu. Bu
devletlerin başkanları AB’nin dönem başkanlığının Almanya’da olduğu 1994’deki
Essen Zirvesi’ne Kohl’un inisiyatifi ile davet edilmişti. Fakat Kohl tarihsel sebeplerle
özellikle 1900’lerin ilk yarısında Alman dış politikasına hakim olan Lebensraum
siyasetinin yarattığı olumsuz durum nedeniyle bu konudaki gelişmeleri Fransa ile
birlikte planlamaya özen göstermiştir.585
Kohl, ayrıca Alman birliği ile Avrupa birliğini “aynı madalyonun iki yüzü”
olarak nitelendirerek, bu durumun bir bütün oluşturduğunu savunmuştur. Bu nedenle,
Kohl, Avrupa’nın genişlemesinin Almanya’nın birleşmesinden farklı düşünülmemesi
gerektiğini ifade ederek, Alman toplumunu AB’nin genişleme politikasını
desteklemesini hedeflemiştir. Diğer bir deyişle, AB’nin genişleme politikasına
meşruiyet kazandırmak için Kohl Almanya’nın birleşmesi ile Avrupa’nın
birleşmesini bir olarak nitelemesine yol açmıştır. 11 Kasım 1992’de Oxford
Üniversitesi’nde yaptığı “United Germany in a Uniting Europe” konulu
konuşmasında bunun ilk örneğini vermiştir.586
Kohl’un Bundestag’da Mayıs 1994’de yaptığı tarihi konuşmada, Avrupa’nın
birleşmesini “bir savaş ve barış meselesi” olarak değerlendirmiştir. Tarihte daha önce
böyle bir yaklaşımın benimsenmemesi sebebiyle Avrupa kıtasında savaşların
yaşandığını vurgulayan Kohl, Balkanlardaki ‘etnik temizlik’ konusunun bir daha
yaşanmaması ve Balkanlardaki savaşın çözümlenmesinin Avrupa için bir sınav
niteliğinde olduğunu savunmuş ve Balkanlardaki savaşın Avrupa’ya
587
yayılmayacağının bir garantisi olmadığını da ilave etmiştir. Kohl, AB’nin
genişleme politikasını bu temellere dayandırırken, genişleme kapsamındaki bölgeleri
Orta ve Doğu Avrupa ile sınırlandırmamış ve “Güneydoğu Avrupa” olarak
nitelendirdiği Balkanları da bu politikanın içine dahil etmiştir. Kohl’un 1990’ların
başında çizdiği bu genişleme politikasının çerçevesinin hâlâ geçerli olduğu

585
Banchoff, “German Policy Towards the European Union”, s. 70-71.
586
Glees, “Building a New Europe ", s. 159.
587
Banchoff, “German Policy Towards the European Union”, s. 70-71.

177
görülmektedir. 1998’de iktidara gelen Schröder hükümeti, AB’nin genişleme
politikasında çok büyük değişiklik yaratmamıştır. Bu çerçevede, Orta ve Doğu
Avrupa artık AB’nin bir parçasıdırlar. Güneydoğu Avrupa bağlamında Slovenya da
tam üye olmuş, Hırvatistan ise AB Komisyonu ile tam üyelik müzakerelerine
başlamıştır. 2005’de gerçekleşen Avrupa Zirvesi’nde ise Makedonya aday ülke
statüsünü elde etmiştir.588 2007’nin başında Bulgaristan ve Romanya AB’nin yeni
üye olmaları kararlaştırılmış ve üyelik anlaşmaları AB üye ülkeleri tarafından
onaylanmıştır.589 Bununla birlikte bu politika kapsamında yer alan ülkeler açısından
durumun tek istisnası olduğu görülmektedir. Kohl, AB içinde Türkiye’ye yer
olmadığını, 1997’de gerçekleşen Hıristiyan Demokratlar Zirvesi’nde ifade etmiş ve
bu politikayı diğer grup içinde yer alan siyasi partilere de kabul ettirmiştir. Bununla
birlikte çeşitli zikzaklara rağmen Schröder hükümeti 1999’da aday ülke statüsü
verilen Türkiye’yi özellikle 11 Eylül 2001’de ABD'ye karşı gerçekleştirilen
saldırının ardından desteklemeye başlamıştır. 2004’de Türkiye’ye AB’ye “tam üye”
olması yolunda verilen “müzakere tarihi” konusunda Schröder hükümetinin yoğun
çabaları olmuştur. Bununla birlikte 18 Eylül 2005’de yapılan seçimlerin ardından
CDU lideri Merkel önderliğinde CDU/CSU ile SPD arasında kurulan “Büyük
Koalisyon”un ardından Almanya, Türkiye’nin AB üyesi olması konusunda Kohl’un
belirlediği eski politikaya geri dönüldüğünün işaretini vermiştir.590
Alman dış politikası AB'nin genişleme politikası bağlamında ele alındığında,
AB'nin genişleme politikasının Almanya tarafından formüle edildiği ve yönetildiği
görülmektedir. Genişleme politikası, her şeyden önce, iki Almanya’nın birleşmesinin
yarattığı korkuyu giderme üzerine kurulmuştur. Ardından Balkanlar’da yaşanan
savaşlarla birlikte yine Kohl önderliğinde genişleme konusu daha ciddi bir şekilde
AB gündemine taşınmıştır. Bu politika, AB Komisyonu aracılığıyla belli kriterlere

588
Avrupa Konseyi Başkanlık Sonuçları, (15-16 Aralık 2005, Brüksel), s.8. Http://www.consilium.
europa.eu/ueDocs/cms_Data/docs/pressData/en/ec/87642.pdf, (Erişim Tarihi: 4 Şubat 2006).
589
Bulgaristan ve Romanya’nın 2007’de AB’ye tam üye olması beklenmekle birlikte, bu ülkelerin
reform sürecinde yaşadığı sorunlar ile AB içinde genişlemeye karşı duyulan tepki nedeniyle tam
üyeliğin ertelenmesi sözkonusudur. AB Komisyonu’nun Avrupa Konseyi’ne sunacağı rapor bu
çerçevede belirleyici olacaktır. Diğer yandan, Güneydoğu Avrupa politikası bağlamında, Sırbistan,
Karadağ, Bosna-Hersek ve Arnavutluk (muhtemelen Kosova da bağımsızlığını kazanması sonrası bu
sürece dahil olacağı ileri sürülebilir) bu genişleme politikası kapsamında aday ülke statüsüne sahip
olması beklenmektedir. Glees, “Building a New Europe”, s. 159.
590
18 Kasım 2005’de Bundestag’da güven oyu alarak göreve gelen ve CDU/CSU ile SPD’den oluşan
koalisyon hükümetinin lideri olan Merkel, Türkiye’nin AB üyeliği konusunun iktidarları sırasında
çözümlenmeyeceğini ifade etmektedir.

178
bağlanarak günümüze kadar devam ettirilmiş, fakat Kohl Almanya’sının belirlediği
gündemin dışına çıkılmamasına -Türkiye hariç- özen gösterilmiştir. Böylece bir
yandan Avrupa kıtasında Almanya’nın yarattığı endişe giderilmiş, diğer yandan
Almanya’nın ekonomik ve siyasi olarak Avrupa kıtası üzerinde alt-hegemon olarak
ortaya çıkmasına yardımcı olunmuştur.

d. Uluslararası ve Kıtasal Güvenlik Örgütlerine Destek


II. Dünya Savaşı sonrası, iki kutubun yavaş yavaş keskin çizgilerle ayrışmaya
başlaması üzerine Batı Avrupa düzeyinde güvenlik temel bir sorun olarak belirmişti.
Bu durum Sovyetler Birliği, ABD, Fransa ve İngiltere tarafından işgal altında
bulunan Almanya’da daha somut bir sorun olarak ortaya çıkmıştı. ABD, bu güvenlik
konusuna özellikle tarihe “Prag Darbesi” olarak geçen olay sonrası
Çekoslovakya’nın Sovyetler Birliği oluşturmaya başladığı bloğa dahil olmasının
ardından Batı Avrupa devletlerini içerecek şekilde Kuzey Atlantik Antlaşma
Örgütü’nü (NATO) kurarak cevap vermişti.
Bir güvenlik örgütü olarak NATO’nun gelişimi başından itibaren doğrudan
doğruya Avrupa’nın güvenliği ile bağlantılı olmuştur. Her ne kadar NATO, Avrupa
ile Amerika kıtası arasında bir güvenlik mekanizması olarak örgütlenmişse de,
Amerika kıtasının komünist tehditten daha uzak oluşu ve tehdidin esas olarak
Avrupa’da ciddi bir şekilde algılanması nedeniyle Avrupa’nın güvenliği konusu
NATO’nun önceliği olarak gelişmiştir. Bu sebepten dolayı, Almanya’nın güvenliğine
ilişkin olarak NATO’dan önce birincil düzeyde Avrupa’da güvenlik ile ilgili
gelişmelerin etkisi daha fazla olmuştur.
1950 ile 1955 arasında Almanya’nın kurulan güvenlik örgütleri aracılığıyla
uluslararası politikaya kabulünde Prag Darbesi ve Kore Savaşı ile ortaya çıkan
komünist tehdidinin önemli etkisi olmuştur. Diğer yandan bu dönemde Almanya’nın
uluslararası politikaya yeniden dönüşünün Fransa’nın kaygılarının giderilmesi
etrafında da şekillendiği görülmüştür. Komünist tehdit konusunda inisiyatifin
Almanya’nın elinde olmadığı açıktır. Bununla birlikte Fransa’nın Almanya’ya karşı
güvenlik endişesi ile ilgili olarak özellikle Adenauer liderliğindeki Almanya,
Fransa’nın kaygılarını gidermeye yönelik politikaları desteklemiş ve sonuçta Fransa
ile ilişkiler bu süreçte belirleyici olmuştur. Fransa, bu nedenle Almanya karşısında

179
yalnız kalmaktan kaygılanarak, ilk olarak ABD ve İngiltere’den güvenlik konusunda
güvenceler elde etmeye çalışmış, ardından Almanya’yı güvenlik örgütlenmelerinin
içine alarak buradan daha iyi bir şekilde kontrol altında tutabileceğini
düşünmüştür.591
Kore Savaşı ile bağlantılı olarak Avrupa’da gelişebilecek bir komünist
tehdide karşı Almanya’nın da silahlanması ve Avrupa savunmasına katılması
gerektiği görüşünün ABD’li yetkililerce dile getirilmeye başlanmış olması ve bunun
Almanya’nın tekrar silahlanması anlamına gelmesi Fransız yetkilileri
endişelendirmiştir.592 Bu nedenle inisiyatifi ele alan Fransa, 1950’nin sonlarında Jean
Monnet tarafından taslağı hazırlanan ve dönemin Fransız Başbakanın da adıyla
anılan “Pleven Planı” ortaya atılmış ve 1951’den itibaren NATO üyeleri ile
Almanya’nın katılımıyla toplantılar aracılığıyla ele alınmaya başlanmıştır. Söz
konusu planı özellikle Hollanda, Avrupa’ya yönelik ABD yükümlülüklerinin devam
etmesi koşuluyla desteklemiştir. Zaten Fransa’da plan kapsamında öngörülen Avrupa
ordusunun Atlantik ittifakının bir parçası olarak nitelendirmek zorunda kalmıştır.
1952’de Batılı devletlerle Almanya’nın da katılacağı bir “Avrupa Savunma
Topluluğu” kurma çabaları hız kazanmış ve 27 Mayıs 1952’de Avrupa Savunma
Topluluğu’nu kuran antlaşma Paris’te imzalanmıştır. Antlaşma metninde İngiltere ve
ABD’nin Avrupa’ya yönelik yükümlülüklerine de atıfta bulunularak, Fransa ve
Benelüks devletlerinin endişesi giderilmeye çalışılmıştır. Yine Paris’te imzalanan ve
işgal statüsünü sona erdirmeyi kararlaştıran başka bir antlaşma ile Almanya, Batı ile
ilişkilerini daha sağlam bir zemine oturtmaya çalışmıştır. Fakat bu antlaşmanın
yürürlüğe girmesi Avrupa Savunma Topluluğu Antlaşması’nın yürürlüğe girmesine
bağlanmıştır. Bu durum karşısında üstünlüğünü kaybeden Stalin önderliğindeki
Sovyetler Birliği, tarafsız bir birleşik Almanya ile sonuçlanacak nihai barış
antlaşması için öneri götürmüştür. Bu öneri, Almanya’yı bağlanmak istediği Batı’dan
koparacağı gerekçesiyle Adenauer tarafından şiddetli bir tepki görmüş ve

591
Ersoy, II. Dünya Savaşından Günümüze, s. 4-7.
592
Federal Almanya Amerikan Yüksek Komiseri John McCloy, bunu ifade eden ilk Amerikalı yetkili
olmuştur. Fakat bu görüş daha sonra diğer ABD’li yetkililer tarafından desteklenmiştir. Hatta ABD
Dışişleri Bakanı Dean Acheson 1950 sonbaharında Fransız ve İngiliz dışişleri bakanlarıyla yaptığı
toplantıda “1951 sonbaharına kadar üniformalı Almanları görmek istiyorum” ifadesini kullanmıştır.
İbid, s. 13.

180
reddedilmiştir.593 Alman meclisi Bundestag ise Avrupa Savunma Topluluğu’na
ilişkin tartışmalarda işgal statüsünün sona ermesi, Saar ve Ruhr bölgelerinin
Almanya’ya geri dönmesi ve Almanya’nın egemenliğini tekrar kazanması üzerinde
durmuştur. Bu konularda kesin bir çözüm sağlanmasından önce 1953’ün başlarında
Bundestag, Avrupa Savunma Topluluğu kurulmasına ilişkin kararı onaylamıştır.594
1954’de ise sözkonusu antlaşma Fransız Parlamentosu’na sunulmuştur.
Sovyetler Birliği ile gergin ilişkilerin gevşemesinin yanı sıra, ABD ve İngiltere
tarafından verilen güvencelerden tatmin olmayan Fransız Parlamentosu, Avrupa
Savunma Topluluğu’nu kuran antlaşmayı üstelik Fransız önerisi olmasına rağmen
reddetmiştir. Bunun üzerine, Avrupa güvenliği konusunda inisiyatifi İngiltere
üstlenmiş ve 23 Ekim 1954’de Paris’te toplanan konferans sonucunda üç antlaşma
imzalanmıştır. Bunlardan ikisi, Almanya üzerindeki işgal durumun ortadan kaldıran
antlaşma ile Almanya’nın NATO’ya kabul edilmesini sağlayan antlaşma olmuştur.
Üçüncü antlaşma, Brüksel’de 17 Mart 1948’de kurulan ve İngiltere ve Fransa’nın
yanı sıra Benelüks devletlerinin dahil olduğu savunma amaçlı Brüksel
Antlaşması’nın Almanya ve İtalya’yı da içerecek şekilde genişletilmesi üzerine
olmuştur. Bunun üzerine Brüksel Antlaşması ile kurulan güvenlik örgütü Batı
Avrupa Birliği (BAB) adını almış, BAB’ı tamamlayan protokoller ile Almanya’nın
silahlanmasına izin verilerek sınırlandırılmıştır.595 Ayrıca Almanya’nın yeniden
silahlanması konusunda BAB üye ülkelerinin onayının alınması şart koşulmuştur.596
Böylece bu dönemde Fransa, Almanya’nın dış politikasında özellikle güvenlik
konusunda temel belirleyici ülke olarak ortaya çıkmıştır. Gerçekte ise Fransa,
Avrupa Savunma Topluluğu’nu kuran antlaşmayı redderek, hem inisiyatifi elinden
kaçırmış hem de Almanya’nın Fransa’nın kontrolü altına girmesini kendisi

593
Otte, A Rising Middle Power, s. 24-25.
594
Ersoy, II. Dünya Savaşından Günümüze, s. 16-17; İrfan Kaya Ülger, “Avrupa Güvenlik ve
Savunma Politikasının Arkaplanı, Oluşumu ve Temel Anlaşmazlık Konuları”, Refet Yinanç ve Hakan
Taşdemir (derl.), Uluslararası Güvenlik Sorunları ve Türkiye, Ankara, Seçkin Yayınları, 2002, s.
96-97.
595
Söz konusu protokolde, Almanya’nın en fazla 12 tümenlik bir askeri güce sahip olması kabul
edilmiş ve nükleer, biyolojik ve kimyasal silahlar ile 32 km menzil üzerinde füzelere sahip
olamayacağı kararlaştırılmıştır. Bunun yanı sıra Almanya’nın 3000 ton üstünde savaş gemisi ile 350
ton üstünde denizaltına da sahip olmaması da karar altına alınmıştır.
596
Ersoy, II. Dünya Savaşından Günümüze, s. 18-22.

181
engellemiştir. Bu sayede Almanya egemenliğini tekrar elde etmiş ve Batı’ya
entegrasyon fikrini gerçekleştirme imkanı bulmuştur.597
Uluslararası ilişkilerde gerek NATO’ya üyeliğinin kabul edilmesi gerekse
OECD ve Avrupa Konseyi gibi Avrupa örgütlerinde yer alması Almanya’nın
yeniden kendine güvenini kazanmasını sağlamıştır. Bunun yanı sıra ekonomide
görülen iyileşmelerle birlikte istihdamın artması ve işsizliğin azalması sayesinde
CDU’nun 1953’de yapılan genel seçimlerde oylarını % 45’e çıkardığı görülmüştür.
Adenauer’un politikalarına verilen destek artarken, Adenauer’a Alman halkı
arasındaki desteğin de yükseldiği gözlemlenmiştir. Özellikle 1955’de Sovyetler
Birliği’ni ziyaret ederek, 10 bin civarındaki Alman savaş esirini geri getirmesi
Adenauer’un popülaritesini daha da arttırmıştır.
Almanya’nın NATO’ya ve BAB’a üyeliği 1954’de kararlaştırılmasına
rağmen Bundestag’ın onayına ihtiyaç vardı. Özellikle Almanya’nın NATO’ya
üyeliği ile egemen bir devlet olduğu kabul ediliyordu. Diğer yandan yeniden teşkil
edeceği savunma gücünün (Bundeswehr) tümünü NATO kumandasına entegre
etmesi gerekiyordu. 1955’in başlarında gerçekleşen Bundestag’daki oturum
neticesinde, Almanya’nın NATO’ya ve BAB’a üyeliğini öngören antlaşmalar kabul
edildi.598 Alman Anayasası niteliğindeki Temel Yasa’nın 24. maddesi, Almanya’nın
barışın korunması için ortak güvenlik sistemlerine egemenlik hakkının
devredilebileceğini ifade etmesi antlaşmaların Bundestag tarafından onayında etkili
oldu.
1953’de Stalin’in ölmesinin ardından Kruşçev’in Sovyetler Birliği’nde
iktidara gelmesiyle “barış içinde bir arada yaşama” ilkesinin hayata geçirilmesi
Doğu-Batı blokları arasındaki gerginlikler nispeten azalmıştı. Bu durumdan en fazla
yararlanan ülke Almanya olmuştur. Buna rağmen Adenauer iktidarı, Sovyetler
Birliği’ne karşı ihtiyatlı politikasını değiştirmemiş, Batı ile ilişkilerin artarak devam
etmesi ve Batı ile entegrasyonun sağlanması yolundaki temel politikasını takip
etmiştir. Bu politikanın devamı olarak 1955’de Doğu Almanya’yı tanıyan devletlerle
diplomatik ilişkilerin kesilmesini öngören “Hallstein Doktrini” ile Almanya’nın
Varşova Paktı üyeleri ile diplomatik ilişkilerin kesilmesine yol açmıştır. Adenauer,
Alman Temel Yasası’nın Alman halkının yasal tek temsilcisi olarak Federal
597
Otte, A Rising Middle Power, s. 24-25.
598
İbid, s. 29.

182
Almanya Cumhuriyeti’ni gördüğünü ve bu nedenle Demokratik Almanya
Cumhuriyeti’ni tanıyan devletlerin bu duruma aykırı hareket ettiğini ileri sürerek
Hallstein Doktrini’ni savunmuştur. 1957’nin son günlerinde Federal Almanya
Cumhuriyeti’nin ilk dışişleri bakanı Von Brentano, bu nedenle Alman Demokratik
Cumhuriyeti’ni tanıyan devletler ile Almanya’nın ilişkilerini keseceğini
599
açıklamıştır.
1960’ların başlarında iki bloğun silahlanma ve gerginliği tırmandırma
politikaları Almanya’nın politikalarında özellikle güvenlik ve savunma alanlarında
bir değişikliğe gitmemesine yol açmıştır. 1961’de Berlin duvarının inşası ve 1962’de
Küba Krizi, bloklararası gerginliğin tırmanmasında önemli rol oynamıştır. Bu sırada,
ABD’nin NATO kumandası altında “Çok Taraflı Kuvvet” önerisi getirmesi Batı
bloğu içinde çatlaklara sebep olmuştu. Fransa, öneriyi geri çevirmiş, Almanya ise
zaten NATO kumandası altında yer alan ordusunun bu “Çok Taraflı Kuvvet”e de
katılmasını kabul etmiştir. Bu durum, Almanya’nın ABD ile Fransa arasında
kalmasının yanı sıra hükümet ve partiler içinde de Atlantikçi ve Avrupacı kanatların
çatışmasına yol açmıştır. Yine bu süreç devam ederken, 22 Ocak 1963’de Almanya
ile Fransa arasındaki işbirliğini arttırmaya hedefleyen Elysée Antlaşması
imzalanmıştır. Alman hükümeti, antlaşmanın ABD ile ilişkileri olumsuz
etkilemeyeceğini bildirmiştir. 1963 sonunda ise Atlantikçi-Avrupacı kanat arasındaki
çekişme Adenauer’un istifası ile sonuçlanmış ve yerine ekonomi bakanı Erhard
atanmıştır. Bu çekişme, 1966’nın başlarında Fransa’nın NATO’nun siyasi kanadında
kalmasına rağmen askeri kanadından ayrılması ile bir kez daha gündeme gelmiştir.
Almanya, gerek Fransa gerekse ABD’ye karşı yükümlülüklerini aynı şekilde
sahiplenmeye devam edeceği mesajını göndermiştir.
1970’lerin ilk yarısında Almanya önceliğini Brandt’ın girişimi “Doğu
Politikası”na (Ostpolitik) verdi. Bununla birlikte Brandt’ı takiben 1974’de iktidara
gelen ve Brandt hükümetinde de savunma bakanlığı görevinde bulunmuş olan
Helmut Schmidt, NATO bağlamında ilişkileri istikrarlı bir şekilde götürmeye çalıştı.
Stratejik Silahların Sınırlandırılması Görüşmeleri I’in (Strategic Arms Limitation
Talks-SALT I) sonuçlanmasının ardından SALT II’nin görüşmelerinin başlaması,
Schmidt tarafından olumlu olarak nitelendirilerek desteklendi. SALT II görüşmeleri

599
İbid, s. 39.

183
devam ederken NATO’nun belirlediği “ikili yol” (double track) politikası
kapsamında, Sovyetler Birliği ile silahsızlanma görüşmelerinin devam etmesi ile orta
menzilli nükleer füzeler konusunda bir anlaşmanın olmaması halinde, bu silahların
1983 itibarıyla Almanya’ya yerleştirilmesi fikri gelişti. Fakat Sovyetler Birliği’nin
Afganistan’ı işgali sonrasında, ikili yol politikası terk edildi ve ABD silahlanma
politikalarına ağırlık vermeye başladı.
Schmidt hükümeti, ABD’de o sırada işbaşında bulunan Carter hükümeti ile
iyi ilişkilere sahip olmamasına rağmen bu öneriyi destekledi.600 Fakat bu durum,
Schmidt’in kişisel popülaritesinin sorgulanmasına yol açtı. SPD’nin içinden bir çok
kimse öneriye karşı çıktı. 1982’de iktidarın küçük ortağı FPD, hükümet ile ilgili
kararını değiştirerek, koalisyon hükümetinden çekildi ve Helmut Kohl önderliğinde
bir CDU/CSU-FDP hükümetini mümkün kıldı.
1983’de gerçekleştirilen seçimler sonrası Kohl hükümeti görevine devam etti.
Kohl, bu dönemde ABD’de iktidarda olan Reagan hükümetinin güvenlik
politikalarını desteklemeye de devam ettiğini gösterdi. Bu durum, Almanya’nın ABD
gözünde “güvenilir ittifak” özelliğinin artmasına katkıda bulundu. Bu kazanç, daha
sonra Reagan’ın yerine iktidara yine Cumhuriyetçi Parti’den gelen Bush zamanında
iki Almanya’nın birleşmesi döneminde de kullanıldı. Kohl, böylece 1983 sonlarına
doğru, Almanya’ya “cruise” ve orta menzilli füzelerin yerleşmesine izin verdi fakat
bu dönem ayrıca savaş karşıtı cephenin ciddi bir biçimde siyasete müdahil olduğu
dönem oldu. Alman halkının siyasete ender müdahil olduğu bu süreç sırasında
Kohl’un popülaritesi de sarsıldı. Bununla birlikte Reagan, Sovyetler Birliği’ni
ekonomik olarak zorlayacak “Stratejik Savunma İnisiyatifi” olarak adlandırılan ve
bir füze saldırısı sırasında ABD’yi koruyacak bir kalkan oluşturma yoluna gitmesi
Sovyetler Birliği’nin baş edemeyeceği bir yarışı başlattı. Bu süreçte, 1985’de
Sovyetler Birliği’nde Mikhail Gorbaçov’un iktidara gelmesi ve Batı ile ilişkileri
yumuşatmaya yönelmesi Alman halkında umutların artmasına yol açtı. 1989’dan
itibaren ABD, Sovyetler Birliği’ni “dünya sistemine entegre etme”ye yönelik bir
politikaya yönelmiş ve bu politikada Almanya, Bush’un ifade ettiği şekliyle
“liderlikte ortaklık” rolü üstlenmiştir. Bu politika kapsamında ABD, Almanya’dan
dünya politikasında daha fazla sorumluluk üstlenmesini talep etmiştir. Fakat

600
İbid, s. 45.

184
Almanya doğrudan askeri faaliyetlere katılma yerine “çek diplomasisi” ile dünya
politikasında rol almıştır. Yine aynı yıl, Gorbaçov’un Doğu Almanya’yı ziyareti
Alman halkı tarafından büyük bir umuda yol açtı. 1989 sonbaharında ise Berlin
Duvarının yıkılması ve ardından Almanya’nın birleşme konusunun gündeme gelmesi
ise Alman halkı için sürpriz bir gelişme oldu.
İki Almanya’nın birleşme konusu, sadece Sovyetler Birliği ile ABD için değil
aynı zamanda Batı Bloğu içinde yer alan devletler arasında bile kaygı yaratmıştı. Bu
konudaki gelişmeler daha önce AB genişlemesi bölümünde açıklanmıştı. Fakat
Almanya’nın birleşmesinin ardından Doğu Bloğu’nun çözülmesi ile başlayan süreç,
Almanya için Sovyetler Birliği’nden kaynaklanacak genel güvenlik tehlikesini
ortadan kaldırmış olmasına rağmen, özellikle bu bölge için yeni güvenlik kaygıları
yaratmıştı. Diğer yandan başta Polonya, Macaristan ve Çekoslovakya olmak üzere
bölge ülkelerinin NATO’yu güvenlikleri için temel bir örgüt olarak
nitelendirmelerine yol açmıştı. Hatta, bölge ülkelerinin liderleri NATO’ya tam üye
olmayı öncelikleri olarak gördüklerini ifade ettiler. Vaclac Havel 1991 Mart’ında
NATO’yu ziyaretinde bunu açıkça dillendirdi. Havel’in bu görüşlerini zamanın
Polonya ve Macar yetkilileri ve politikacıları da tarafından da tekrarlandı.
Almanya, NATO’nun genişlemesi konusunda hem lehte hem de aleyhte
görüşler içinde bulunmasına rağmen özellikle zamanın Savunma Bakanı Volker
Rühe, bu konuda Almanya’nın inisiyatifi üstlenmesinden yana bir tavır koydu. Rühe,
Mart 1993’de Londra’da Uluslararası Stratejik Çalışmalar Enstitüsü’nde yaptığı
konuşmada NATO’nun genişlemesi konusunu gündeme getiren ilk politikacı oldu.
Rühe söz konusu toplantıda bu genişlemenin gerekliliğini demokrasi ve istikrar ile
askeri güvenlik arasında doğrudan bir ilişki olduğunu savunmuş ve “geleceğin AB
üyesi olacak ülkelerinden NATO’nun geri adım atması için geçerli bir sebep
görmüyorum” diyerek NATO’nun genişlemesi gerektiği yönünde fikrini açıkça
ortaya koydu.601
NATO’nun genişlemesi konusunda NATO üyesi ülkeler arasında herhangi bir
uzlaşma bulunmamasına ve NATO’nun temel önceliğinin Rusya ile iyi ilişkilerin

601
Henning Tewes, “How Civilian? How Much Power? Germany and the Eastern Enlargement of
NATO?”, Sebastian Harnisch and Hanns W. Maull (derl.), Germany as a Civilian Power: The
Foreign Policy of the Berlin Republic, Manchester and New York, Manchester University Press,
2001, s. 12-13.

185
devam ettirilmesi olmasına rağmen, Rühe’nin bu tutumu kendi hükümetince bile
ihtiyatla karşılandı. Bunun temel sebepleri arasında ilk olarak Rusya’nın
gücendirilmesinden duyulan kaygı ve ikinci olarak ABD’nin takınacağı tavrın
bilinememesi vardı. Fakat zamanın NATO Genel Sekreteri olan Alman Manfred
Wörner, bu konuda Rühe’ye destek verdi. ABD, NATO’nun genişlemesinden ziyade
Rusya ile ilişkilerin devamlı bir zeminde yürütülmesi için başka formüller üzerine
odaklanmıştı. ABD, en sonunda Ocak 1994’de Brüksel’de düzenlenen NATO
Zirvesi’nde eski Doğu Bloğu ülkelerine yönelik olarak “Barış için Ortaklık”
(Partnership for Peace-PfP) politikasını açıkladı. Hemen öncesinde Kohl
hükümetinin genişlemeyi desteklemeye başladığı ve bu çerçevede Brüksel Zirvesi
öncesi Kohl’ün NATO genişlemesi konusunda açık bir takvim talep ettiği görüldü.
Bununla birlikte Rusya’dan genişleme konusunda sert mesajların gelmesinin
etkisiyle NATO-Rusya arasında işbirliğinin geliştirilmesi için mekanizmalar
üretilmeye başlandı.
Almanya, birleşmeye yönelik olarak çalışmalarını başlatmış ve “İki Artı Dört
Antlaşması”nın602 teknik detayları üzerine yoğunlaşmışken, yeni bir durumla karşı
karşıya kaldı. 2 Ağustos 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgali üzerine ABD öncülüğünde
kurulan askeri koalisyona ve “Çöl Fırtınası” operasyonuna katılma konusu Almanya
için yeni bir imtihan konusu olarak ortaya çıktı. Kamuoyunda büyük tartışmalar
yaratan Irak’a karşı operasyon konusu, Alman hükümeti tarafından sivil güç kavramı
etrafında şekillendirilmeye çalışıldı. Daha önce sivil güç konusunda da belirtildiği
üzere, Almanya, alan dışı operasyonlara katılmak için, ulusal meşruiyetin yanı sıra
uluslararası alanda da meşruiyetin sağlanmasının gerekli olduğunu savunmaktaydı.
Bu kapsamda uluslararası meşruiyetin BM, NATO veya BAB çerçevesinde alınacak
kararlar olacağı zımnen kabul edildi. BM bağlamında, söz konusu kararın 51. madde
çerçevesinde olması gereği üzerinde Alman toplumu arasında bir uzlaşma
sağlanmıştı. NATO bağlamında alınacak kararın ise 5. maddenin işletilmesi ile
gerçekleşeceği anlaşılmıştı.
Alan-dışı operasyonlar özellikle Soğuk Savaş sonrası daha fazla ağırlık
kazanmıştır. 1990’daki Körfez Krizi uluslararası meşruiyeti olan ve BM yetkisi
altında gerçekleştirilecek bir alan dışı operasyon niteliğine sahip olmasına rağmen,
602
Sözkonusu antlaşma (Treaty on the Final Settlement with Respect to Germany) 12 Eylül 1990’da
Moskova’da imzalanmıştır.

186
Alman hükümetinin küçük ortağı olan FDP’nin dışarıdaki askeri bir operasyonun
Anayasa’ya aykırı olacağını ileri sürmesi ile Kohl geri adım attı. FDP, Anayasa’nın
87. madde 2. fıkrasının Alman ulusal ordusu olan Bundeswehr’in sadece savunma
amaçlı veya NATO topraklarını korumak için savaş yapma imkanı verdiğini iddia
etti. Almanya’nın bu konuda geri adım atmasının başka sebepleri ise iki
Almanya’nın birleşmesi ile Avrupa’da ortaya çıkan kaygının yanı sıra, Rusya’nın
kendisinin tecrit edilmeye çalışıldığı düşüncesinin giderilmesinden
kaynaklanmıştır.603
Almanya’nın sivil güç teorisinden farklı bir politika ürettiği ve uyguladığı bir
başka konu Yugoslavya’nın parçalanması konusu oldu. 1991’de Slovenya ve
Hırvatistan’ın tek taraflı olarak Yugoslavya Federasyonu’ndan ayrıldıklarını ve
bağımsızlıklarını ilan etmelerinin ardından Almanya, başlarda uzlaşmaya dayalı bir
politika izlerken, daha sonra bu politikasını terk etti. Bu durum, Alman
akademisyenlerinin Alman dış politikasını açıklamada kullandıkları teorik çerçeveye
ters bir tutum oluşmasına neden olarak tartışmalara yol açtı. Almanya’nın takındığı
tavır, AB üyesi ülkelerde büyük rahatsızlık yaratmasına ve ABD çeşitli eleştiriler
getirmesine rağmen, çok net bir şekilde sesini Almanya’ya karşı yükseltmemiştir.604
Böylece bu bölgede Almanya, bir alt-hegemon olarak istediği politikaları AB üyesi
ülkeler arasında uzlaşma yerine global hegemonun iradesi ile uygulama imkanı
bulmuştur.
Almanya, Yugoslavya krizinde ilk olarak sivil güç kavramının unsurlarından
biri olan çok taraflılık ilkesini devreye sokarak sorunu AB düzeyine taşıdı. Bu
kapsamda, Slovenya ve Hırvatistan’da 1990’nın sonunda gerçekleşen bağımsızlık
referandumları sonucu bu yerlerin bağımsız olabilmesi için azınlıklar ile ilgili
durumun bü ülkelerin anayasalarında belirtilmesine ilişkin AT Komisyonu kararı ile
“Lord Carrington Planı”nın Almanya tarafından dikkate alınmadan bu ülkelerin
tanınması, sivil güç teorisinin uygulanması açısından savunulamayacak bir durum
yarattı. Özellikle Alman Dışişleri Bakanı Genscher’in diğer ülkelerle süren danışma

603
Nina Philippi, “Civilian Power and War: The German Debate about Out-of-Area Operations, 1990-
1999”, Sebastian Harnisch and Hanns W. Maull (derl.), Germany as a Civilian Power: The Foreign
Policy of the Berlin Republic, Manchester and New York, Manchester University Press, 2001, s. 50-
52; Otte, A Rising Middle Power, s. 93.
604
Erhan Yarar, “Türk-Alman İlişkilerinde Ortak Çıkar ve Çatışmaları ile Olası Çözümler”, Erhan
Yarar (der.), Çıkarlar, Çatışmalar, Çözümler: Tarihten Geleceğe Türk-Alman İlişkileri, Ankara,
Ajans-Türk, tarihsiz, s. 57.

187
sürecinin bitişini beklemeden bu iki ülkeyi tanıması, bir çok Avrupa ülkesi özellikle
Fransa tarafından şüphe ile karşılanmasına yol açtı. Sonuçta, Almanya’nın bu iki
devleti 23 Aralık 1991’de tanımasının ardından, 15 Ocak 1992’de AT üyesi ülkeler
de Hırvatistan ile Slovenya’yı tanımak durumunda kaldılar.
Almanya’nın bu tanıma kararının arkasında dini, siyasi ve tarihsel faktörlerin
olduğu iddia edilmektedir. Söz konusu iki devletin eski Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu’nun yönetimi altında bulunması, bu devletlerin toplumunun esas
olarak Katolik olması ve elit düzeyinde Almanca’nın temel dil olması gibi konular,
Almanya’nın dış politikasını değiştiren temel faktörler olarak
605
değerlendirilmektedir. Diğer bir deyişle, Almanya’nın artık “ulusal çıkar”
merkezli bir dış politikaya yöneldiği akademik ve siyasi çevrelerde tartışılmaya
başlanmaktadır. Bununla beraber Genscher, dış politikadaki bu yeni tutumu, iç
politika ile açıklayarak, Almanya’da bulunan yarım milyonu aşkın Hırvat lobisinin
etkisinin büyük olduğunu kabul etmektedir.606
Genel olarak ele alındığında, Almanya’nın bu farklı tutumu, alt-hegemon
bağlamında daha iyi açıklanabilir. Alt-hegemon, dünya politikasına yön veren
hegemonun liderliği altında hareket etmekle birlikte, kendi coğrafi bölgesinde daha
özgür bir biçimde politikasını uygulamaya koyabilmektedir. Fakat bu dış politika
uygulamaları daha çok uzlaşmaya dayalı bir şekilde gelişmektedir. Global hegemon
ile ilişkiler bu bağlamda genel olarak istikrarlı bir şekilde düzgün işlemektedir.
Bununla beraber zaman zaman iki devlet arasında gerginlikler de ortaya
çıkabilmektedir. ABD’nin Yugoslavya konusunda Almanya’yı bu tanımayı hemen
gerçekleştirmemesi hususunda daha önceden uyardığı bilinmektedir. 1993’de
dönemin ABD Dışişleri Bakanı Warren Christopher Yugoslavya’nın dağılmasının
temel sorumlusu olarak Genscher’in uyguladığı politikaları göstermiş olmasına
karşın, Almanya’nın kendi bölgesi olarak nitelendirdiği bu bölgede politikalarını
uygulaması, ABD’nin Almanya’ya karşı ciddi bir eleştiri getirmemesinden ve örtülü
bir şekilde durumu kabul etmesinden kaynaklanmaktadır.
Yugoslavya’nın parçalanması sürecinde tanınma sorununun AB düzeyine
taşınması, sivil güç teorisi bağlamında ele alınmış ve bu durumun Almanya’nın

605
Hüseyin Bağcı, “Hırvatistan ve Slovenya’nın Yugoslavya’dan Ayrılmalarında Almanya’nın Rolü”,
Avrasya Dosyası, Cilt:1, Sayı:1, İlkbahar 1994, s. 92-93.
606
Yarar, “Türk-Alman İlişkilerinde Ortak Çıkar ve Çatışmaları ile Olası Çözümler”, s. 61.

188
çoktaraflı örgütlere bağımlılığı çerçevesinde değerlendirilmiştir. Öte yandan,
Almanya, inisiyatifi elinde tuttuğu bu konuda AB’yi tanıma konusunda ikna etmeye
çalışmış ama sürecin hedeflediği şekilde sürmemesi üzerine tek başına hareket
etmekten kaçınmamıştır. Yugoslavya krizi bu bakımdan Almanya’nın AB içinde
kendi arzuladığı politikanın benimsenmemesi durumunda takınacağı tavrı göstermesi
bakımından önemli bir sınav niteliği taşımış ve eleştirel teori bağlamında,
Yugoslavya olayı Almanya’nın farklı yönelimler içinde olabileceğini göstermiştir.
Bununla birlikte Almanya süreç içerisinde uzlaşıya dayalı bir karara varmaya
çalışmıştır. Böylece Almanya, belirlediği temel dış politika nitelikleri çerçevesinde
kalmaya özen göstermiş ve dış politikada farklı uygulamalar durumunda çok
taraflılık, müzakelerin sürdürülmesi ve uluslararası faaliyetlerde meşruiyet aranması
gibi hususları ön planda tutmaya devam etmiştir.
2002’de başlayan Irak krizi, gerek Almanya’nın ABD ile ilişkisi gerekse
NATO üyeleri ile ilişkisi açısından diğer bir önemli konuyu oluşturmuştur. Irak’ın
Kuveyt’i işgali ile başlayan süreç sırasında Almanya, ilke olarak ABD’yi desteklemiş
olmakla birlikte asker gönderme veya verilecek desteğin niteliği ve boyutu
konusunda politikalarını net bir şekilde belirleyememiştir. Türkiye’nin Irak’tan
gelebilecek bir saldırıya karşı korunmak için NATO’dan bir hava gücünü talep
etmesi ile başlayan süreç sonucunda, Almanya, NATO kapsamında Türkiye’ye uçak
gönderilmesi kararını almıştır. Bu durum NATO ittifakı içerisinde şüpheler
doğurmuştur. Alman kamuoyunda ise bu karara karşı yükselen tepkilerin yanında
Almanya’nın hem NATO içinde hem de AB’nin OGDP kapsamında güvenilir
olduğunun gösterilmesi gerektiğine dair görüşler de belirmiştir. Almanya, bu
güvenirliliğini tekrar kazanmak için “Çöl Fırtınası” harekatının 16-17 milyar dolarlık
kısmını doğrudan kendisi karşılaşmıştır.607
Kohl liderliğindeki Alman hükümeti, bu alan dışı operasyonlara Somali ve
Kamboçya’da başvurulması nedeniyle ileride daha fazla karşılaşacağını anlamış ve
bu kapsamda Anayasa’nın 87. maddesi yerine 24. maddeye daha fazla atıfta yapmaya
başlamıştır. Bu arada “Kohl Doktrini” olarak adlandırılan ve kısa bir süre için geçerli
olan görüş çerçevesinde Kohl, II. Dünya Savaşı sırasında Alman ordusunun
(Wehrmacht) işgalci olduğu topraklara asker gönderilmemesini bir politika olarak

607
Philippi, “Civilian Power and War”, s. 53.

189
benimsendiğini ilan etmiştir. Bununla bağlantılı olarak Yugoslavya krizi sırasında
Alman uçakları ilk olarak Adriyatik üzerinde ambargoyu gözetleme ile
görevlendirilmiş ve böylece sözkonusu doktrin çok kısa bir süre uygulanabilmiştir.
Diğer yandan Bosna-Hersek olayı çerçevesinde Almanya’nın Bosna üzerinde uçuşa
yasak bölgeyi kontrol amacıyla AWACS uçaklarını kullanması konusu ise koalisyon
ortaklarının bölünmesine yol açmıştır. Bu uçuşların savaşan güçler (combatant
forces) çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği savıyla FDP, bu durumu Anayasaya
aykırı olarak nitelendirmiş ve Anayasa Mahkemesine başvurmuştur.608 Alman
Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın 24. maddesi çerçevesinde verdiği karar ile
uluslararası bir meşruiyet temelinde barışı sağlamak veya desteklemek için,
Bundestag’dan onay alınmak şartıyla Alman silahlı kuvvetlerinin barış ve insani
müdahalelerde bulunmak üzere kolektif (çoktaraflı) ve alan-dışı hareketlere
katılabileceğini onaylanmıştır.609
Bosna-Hersek’te savaş sürerken, BM denetimdeki Srebrenica’da Müslüman
Boşnakların Bosnalı Sırplar tarafından öldürülmeleri, Alman kamuoyunun farklı bir
tutum takınmasına yol açmıştır. İnsani temelde bir askeri müdahale, genelde Alman
toplumu ile Alman siyasi partileri tarafından (Demokratik Sosyalizm Partisi hariç)
desteklenmiş ve gerekli olarak değerlendirilmiştir. Böylece BM yetkisi altında
oluşturulan “Uluslararası Güç”e (International Force-IFOR) Almanya katılma kararı
almıştır.
2000’li yıllarda Almanya’nın askeri alanda aktif rol oynamaya başlaması,
daha önce Almanya’nın “dönüşünden” bahsedilmesine karşın, 1990’ların başındaki
görüşlerin tersine artık realist paradigma tarafından da sert bir tepki ile
karşılanmamış ve desteklenmeye bile başlanmıştır. Hatta Almanya’nın Avrupa
düzeyinde geliştirilen OGDP ile BAB ve NATO’yu birbirine entegre etmeyi temel
hedef olarak seçmesi konusunda bile çok fazla eleştiri getirilmemiştir.610 Bu sayede
Almanya, bilhassa Avrupa’da kendisinin bir tehdit olarak algılanmasını en alt
seviyeye çekmiştir. Bununla beraber AB düzeyinde geliştirilen OGDP, güvenlik ve

608
Adriyatik Denizi üzerinde uçuş yapmayı engellemek için SPD, FDP’den önce bunun doğrudan
savaş içinde yer alma anlamına geldiği savıyla Alman Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştur.
609
Otte, A Rising Middle Power, s. 89; Sperling, “The Foreign Policy of the Berlin Republic” s. 25-
26.
610
Adrian Hyde-Price, “Germany’s Security Policy Dilemmas: NATO, the WEU, and the OSCE”,
Klaus Larres (der.), Germany Since Unification: The Domestic and External Consequences,
Houndmills, Basingstoke, Hampshire and London, Macmillan Press, 1998, s. 216-217.

190
uluslararası barış gibi hususların yanı sıra Almanya’nın sivil güç teorisi kapsamında
ön planda değerlendirdiği “insan hakları ve temel haklar” gibi hususlar üzerine vurgu
yapmıştır. Böylece Almanya, NATO’yu kendi güvenliğinin temel unsuru olarak
görmeye devam ederken, BAB’ı, “AB’nin gelişiminin entegre bir parçası” olarak
değerlendirmiştir. 1992’de Bonn’da gerçekleştirilen toplantılar sonucunda,
“Petersberg Bildirisi” olarak açıklanan hedefler doğrultusunda BAB’ın askeri gücün
kurulması ve bu gücün “insani müdahale ve barış koruma” kapsamında kullanılması
kabul edilmiştir.611
Almanya, yukarıda sayılan bazı politik sapmalara karşın, güvenlik politikasını
da benzer şekilde Avrupa düzeyinde kurumsallaştırmaya çalışarak, birbirlerinden
ayrı olan süreçleri entegre etmeye yönelik çabalarını arttırmaktadır. Her şeyden
evvel, Almanya bu askeri yapıların entegre edilmesine yönelik çabasında ilk olarak
Fransa’yı dikkate almaktadır. Almanya, ABD’den bağımsız ve Avrupa düzeyinde bir
askeri yapının oluşmasını isteyen Fransa’nın Almanya’nın giderek artan “alan-dışı
operasyonlar”ından endişe duymasını önlemeye çalışmaktadır. Almanya, bununla
beraber ABD’nin Avrupa’ya güvenlik taahhütlerinin devam etmesini talep
etmektedir. Diğer yandan Almanya, AB üyesi devletleri bu güvenlik yapılarının
içerisine çekmekte ve bu sayede Almanya’nın Soğuk Savaş sonrası oluşan yeni
düzende güvenliğini daha sağlamlaştırmaya çalışmaktadır. Fakat özellikle AB
düzeyinde güvenlik konularında uzlaşmaya dayalı dış politika anlayışı, Almanya’nın
alt-hegemonya bağlamında önemini ortaya koymaktadır. Bunlara ilaveten, Avrupa
düzeyinde güvenlik konularında ikna yöntemini uygulaması ve sürekli diyalog içinde
bulunması Almanya’nın alt-hegemon bağlamındaki rolüne daha fazla imkan
tanımaktadır.

5. Almanya ile ABD Arasındaki İlişki (Alt- Hegemon ile Hegemon İlişkisi)
ABD ile Almanya arasındaki ilişki, doğrudan hegemon ve alt-hegemon ilişkisini
yansıtmaktadır. Her şeyden önce, ABD'nin dünya üzerindeki politik, askeri,
ekonomik ve kültürel hegemonyasını Almanya kabul etmekte ve bu hegemonyanın
işleyişine meydan okumamaktadır. Hatta Almanya, ABD’nin oluşturmaya çalıştığı
düzeni kolaylaştırmaya yönelik olarak destek sağlayan temel ülkelerden birini

611
Http://europa.eu.int/comm/external_relations/espd/chrono.html, (Erişim Tarihi: 12 Aralık 2005).

191
oluşturmaktadır. Bu arada, ABD, söz konusu devletler ile güvenlik, ekonomi, siyasi
ve kültürel ilişkilerinden meydana gelen karmaşık bir ilişkiler ağı oluşturmaktadır.
ABD, bu devletlerin bu ilişki ağı içinde kalmasına özen göstermekte ve
hegemonyasını güçlendirmektedir. Bunun yanı sıra, her ne kadar İngiltere, ABD’nin
Avrupa’da en yakın müttefiki gibi algılansa da, Almanya, ABD için Avrupa
kıtasındaki en önemli müttefiki olarak değerlendirmek mümkündür. ABD ayrıca
teşekkül ettirmiş olduğu dünya politikasını ve dolayısıyla Gramşici hegemonyasını
Cox’un ileri sürdüğü gibi BM, IMF ve Dünya Bankası gibi örgütlerin yanı sıra,
Almanya ve Japonya gibi devletlerin sayesinde devam ettirebilmektedir.

Almanya ile ABD arasındaki ilişki Alman Dışişleri Bakanlığı’nın internet


sitesinde şöyle açıklanmaktadır:

“Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri paylaşılan tecrübe,


değerler ve çıkarlar temelinde çok güçlü bir dostluk ile
bağlıdır. Almanya, ABD’ye çok şey borçludur: Savaş sonrası
dönemde, ABD, Batı Almanya’ya başlangıçta Marshall Planı
altında siyasi destek ve ekonomik yardım sağladı. Soğuk
Savaşın sürdüğü on yıllar boyunca özgürlüğün garantörü olarak
ABD olmadan, Almanya özgür bir ülke millet olarak ulusal
birliğini tekrar kazanmazdı.”612
Almanya ile ABD arasındaki ortak noktalardan biri, Alman Dışişleri
Bakanlığı’nın internet sitesinde açıklandığı üzere, iki devletin de Batı’nın liberal
siyasi ve ekonomik değerlerini paylaşmaları nedeniyle ortak bir ideolojiye sahip
olmalarıdır. Bu ortak ideoloji, sözkonusu devletlerin birbirlerini tehdit olarak
algılamamalarını sağlamakta ve uluslararası politikada ortak hareket etmeleri için
zemin yaratmaktadır.613

Almanya’ya diğer yandan Avrupa kıtasında ABD tarafından serbest bir


şekilde davranma imkanı verilmektedir. Bu sayede, Almanya, Avrupa kıtasındaki
politikaların belirlenmesinde ve uygulanmasında daha fazla bağımsız hareket etme
serbestisi ve yeteneği kazanmaktadır. Bu durum ise Almanya’ya hegemon ile
istikrarlı bir ilişkiye bağlı olarak kendi bölgesinde alt-hegemon olmasına yardımcı

612
Federal Foreign Office, “Relations between the United States of America and Germany”,
Http://www.auswaertiges-amt.de/www/en/laenderinfos/laender/laender_ ausgabe html, (Erişim Tarihi:
2.Mart 2005).
613
John W. Owen, “Why American Hegemony is Here to Stay”, Internationale Politik und
Gesellschaft, Vol: 1, 2003, Http://fesportal.fes.de/pls/portal30/docs/FOLDER/IPG/IPG1_2003/
ARTOWEN.HTM, (Erişim Tarihi: 10 Mart 2004).

192
olmaktadır. Bu nedenle Almanya ile ABD arasındaki ilişki özel bir ilişkiyi
yansıtmaktadır. Bunun başında, Almanya’nın II. Dünya Savaşı sonunda ABD’ye
yenilmesi ve bu devletin işgaline uğraması gelmektedir.
ABD’nin işgali Almanya’nın uluslararası politikaya bakışında köklü bir
değişime yol açmıştır. Alman halkının yeniden eğitimi ile siyasi ve bürokratik
elitlerinin II. Dünya Savaşı sonrası yeni oluşan düzende Almanya’nın dış politika
yaklaşımlarının askeri üstünlükten ziyade, özellikle daha fazla kendi çevresinde
olmak üzere ekonomik ve siyasi ilişkilerin geliştirilmesi üzerine odaklanmasına yol
açmıştır. Böylece tarihsel özelliklerden kaynaklanan sebeplerle Alman elitleri
ekseriyetle ABD’nin uluslararası alanda takındığı tutumları benimsemiş ve buna
uygun bir biçimde hareket etmişlerdir. ABD’de II. Dünya Savaşı sonrası tarihsel
süreç içerisinde Almanya’nın uluslararası sisteme yeniden entegrasyonunu
sağlamıştır. Bunun için ABD birkaç yol izlemiştir: Alman halkının yeniden eğitimi;
Alman siyasi sisteminin yeniden yapılandırılması; Almanya’nın Batı Bloğu içine
dahil edilmesi; ve son olarak Avrupa kıtasında yükselen komünist tehdide karşı
Avrupa’nın güvenliğinde Almanya’nın silahlandırılması olmuştur.
Global hegemon-alt hegemon ilişkisini gösteren önemli tarihsel olayların
başında Willy Brandt’ın Ostpolitik’i gelmektedir. 1969’da Şansölyeliğe gelen
Brandt’ın 1970’lerin başından itibaren geliştirdiği Ostpolitik kavramını ayrı bir dış
politika unsuru olarak ele almaktan ziyade “detenté” döneminin bir sonucu olarak
değerlendirmek daha yerinde olacaktır.614 Realist paradigma içinde yer alan
akademisyenler, Ostpolitik’i Alman dış politikasında temel bir değişiklik olarak
değerlendirmektedirler. Hatta, bu politikanın Alman dış politikasında ilk büyük bir
revizyon olarak ele alındığı da görülmektedir.615 Brandt’ın başlattığı bu sürecin
Almanya ile ABD arasında kısa süreli bir gerginliğe yol açmasına rağmen
Almanya’nın ABD’den bağımsız bir şekilde hareket ettiği şeklinde yorumlanmaması
gerekmektedir.616 Batı Bloğu içerisinde yaşanan bazı gelişmelerin Almanya’nın
Ostpolitik’i geliştirip uygulamaya koymasına yardımcı olduğu belirtilmelidir. İlk
olarak 1967’de NATO üyesi ülkelerin Batı Bloğu’nun temel güvenliğini
sarsmayacak şekilde, Doğu Bloğu ülkeleriyle ilişkilerini geliştirebileceğini öngören

614
James, Alman Kimliği, s. 212.
615
Otte, A Rising Middle Power, s. 41.
616
Parkes, Understanding Contemporary Germany, s. 39.

193
“Harmel Raporu” ile yine aynı yıl ABD ile SSCB arasında başlayan SALT
görüşmelerinin yanı sıra, 1975’de gerçekleştirilen Avrupa Güvenlik ve İşbirliği
Konferansı (AGİK) süreci bağlamında yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu
görüşme ve konferans sürecinin yarattığı detenté döneminin etkisi altında
Ostpolitik’in daha uygun koşullarla uygulanabildiği görülmektedir.617
Brandt, 1970’de Ostpolitik çerçevesinde ilk olarak Sovyetler Birliği ile
Moskova Antlaşması’nı imzaladı. Antlaşma, karşılıklı olarak güç kullanımından
vazgeçilmesini ve antlaşma tarihi itibariyle Avrupa sınırlarının tanınmasını
öngörmekteydi. Daha sonra Brandt, Oder-Neisse hattını Alman-Polonya sınırı olarak
tanıyan bir saldırmazlık antlaşmasını (Varşova Antlaşması) imzalayarak, bu sınırların
kuvvet kullanarak veya revizyon yoluyla değiştirilmeyeceğini de kabul etti. Bu
açılımların ardından, Almanya ile Berlin’in statüsünü belirleyen “Dörtlü Güçler
Antlaşması” olarak bilinen antlaşma Almanya’yı işgal eden devletler arasında
imzalanmış ve 1972’de Federal Almanya Cumhuriyeti ile Demokratik Almanya
Cumhuriyeti arasında imzalanan antlaşmaya zemin hazırladı. Ana Antlaşma
(Grundlagenvertrag) olarak bilinen antlaşma ile iki ülkenin birbirlerini de facto
olarak tanıması sağlandı.618 Böylece Hallstein doktrini tarihe karışmış ve artık iki
Alman devletinin varlığı kabul edildi. Bu antlaşmanın ardından iki Alman devleti
1973’de BM üyesi oldular.
Doğu Bloğu ile Batı Bloğu arasında yeni gelişmekte olan detenté döneminin
güçlenmesini sağlayan Ostpolitik AGİK sürecinin gelişimine katkı yaptı. Ostpolitik,
aynı zamanda Federal Almanya Cumhuriyeti’nin askeri güvenliğinin güvence altına
alınmasında olumlu bir rol üstlendi. Bunun yanı sıra, tarih boyunca Alman siyasi
liderlerinin temel hedefi olan ekonomik gelişmişlik, Brandt için de geçerliliğini
koruduğundan Almanya’nın Doğu Bloğu ile ekonomik ilişkileri de gelişti. Ostpolitik
sonrası Almanya’nın bu bloğa ihracatının hızla arttığı gözlemlendi. Bunlara ek olarak
Almanya’nın Ostpolitik’i uygulamaya konmasını Batı Bloğu içinde başlangıçta yeni
bir “Rapallo Antlaşması” olarak algılanmasına yol açmasına rağmen, Almanya’nın
böyle bir düşünceyi önleyecek hareketlerde bulunması, güvenirliliğinin artmasına yol
açtı. Fransa için olduğu kadar ABD için de bu güven sorununun aşılması de geçerli

617
İbid, s. 118.
618
James, Alman Kimliği, s. 212.

194
oldu.619 Özellikle AGİK süreci bağlamında Ostpolitik’in bir katalizör rolü üstlenmesi
nedeniyle Almanya-ABD ilişkileri açısından ilişkilerde baştaki gerginlik yerini daha
sonra ortak politikalara yönelttiği görüldü. Bu yüzden Ostpolitik döneminde
Almanya-ABD ilişkilerinde sorun olmadan işlemeye devam etti.
1974’de iktidara gelen SPD’nin lideri Helmud Schmidt de benzer şekilde
Washington ile yakın ilişkileri sürdürme konusunda kararlı politikalar izledi. Hatta
Schmidt, Doğu Avrupa’daki Sovyet füzelerine karşılık orta menzilli nükleer
füzelerin Avrupa’ya yerleştirilerek, Transatlantik ilişkilerinin güçlendirilmesi
gerektiği yönünde görüşleri ile dikkat çekti.620 1982’de başlayan ve 1998’e kadar
devam eden Kohl dönemi de ABD ile ilişkilerde daha önceki dönemler ile
benzerlikler gösterdi. Bunların arasında gergin dönemler de yaşandı. Özellikle
1991’de Genscher’in tek taraflı olarak Yugoslavya’yı tanıması ile başlayan süreçte
ABD ile Almanya’nın ilişkileri gerginleşmişti. Bununla beraber Kohl dönemindeki
Almanya-ABD ilişkilerinin genel seyri incelendiğinde, gerginlikten ziyade işbirliğine
yönelik politikaların daha fazla geliştiği görüldü.621 Bu dönemde Almanya’nın
birleşmesi, NATO’nun genişlemesi, NATO ve AGİK gibi örgütlerin geliştirilmesi, I.
Irak Krizi, Balkanlar’da yaşanan iç savaş gibi konular Almanya ile ABD’nin
gündemini teşkil eden ana konular olarak belirdi.
1990’larda Almanya’nın ABD ile ilişkisinin geliştiği gözlemlendi. Berlin
Duvarının yıkılmasından önce, 31 Mayıs 1989’da George Bush’un Almanya ziyareti
sırasında ortaya attığı “liderlikte ortaklık” fikri, Kohl hükümeti tarafından da
desteklendi. AB, NATO, AGİK ve Sovyetler Birliği ile ilişkiler açısından Almanya
zaten liderdi.622 Bu ziyaretin sonra sadece birkaç ay içinde Berlin Duvarının
yıkılması üzerine Kohl, iki Almanya’nın birleşmesi konusunda çok istekli davrandı.
Bununla beraber Fransa ve İngiltere başta olmak üzere Avrupa’daki bir çok devlet bu
konuya ihtiyatlı hatta endişeli yaklaşırken, ABD’nin işbirliği yönündeki destekleyici
tavrı önemli bir katkı olarak değerlendirildi.623 NATO’nun genişlemesi konusunda da
Almanya hükümeti inisiyatifi üstlense de, son aşamada ABD ile müzakere etmeden

619
İbrahim S. Canbolat, Değişen Dünya ve Alman Dış Politikası: Ulusal Birlik, Ulusal Çıkar ve
Kamuoyu Tercihi Açısından Bir İnceleme, Bursa, Ezgi Kitabevi Yayınları, 1995, s. 75.
620
Steininger, “German Question, 1945-1995”, s. 19.
621
Gerald R Kleinfeld, “Partners in Leadership?: The Future of German-American Relations”, s. 55-
60.
622
İbid, s. 60.
623
Steininger, “German Question, 1945-1995”, s. 23.

195
ve ABD’nin onayını almadan politikalarını uygulamaya zorlamadı. NATO
çerçevesinde “Barış için Ortaklık” fikrinin geliştirilmesi ve Orta ve Doğu Avrupa
ülkelerinin sonunda NATO üyesi olmalarında Almanya’nın etkisi büyük oldu.624
1990’daki I. Irak Krizi’nde ABD’nin uluslararası ittifaka katılma çağrısına Alman
hükümeti tereddüt gösterse de çek diplomasisi yoluyla katılmaktan geri durmadı.
Bosna-Hersek krizi kriz sırasında da Almanya, ABD’yi destekleyici bir rol üstlendi.
Kohl döneminde ABD ile ilişkiler bazı iniş ve çıkışlara rağmen, düzgün bir şekilde
seyrettiği görüldü.
Global hegemon-alt hegemon ilişkisinin diğer bir test alanı Sırbistan’a bağlı
özerk Kosova bölgesindeki gelişmeler oldu. Bu arada 28 Eylül 1998’de
Almanya’daki seçimler sonucunda Kohl hükümeti yerini Schröder önderliğindeki
SPD ile Fischer liderliğinde bulunan Yeşiller Partisi almış ve hükümet güvenoyu
almadan hemen önce ilk ziyaretlerini ABD’ye yaptılar. Kosova konusunda yeni
koalisyon, NATO’nun hava saldırılarını destekleyeceğini bildirmiş ve Clinton ise bu
açıklamalar karşılığında yeni koalisyon hükümeti Bundestag’dan güvenoyu alana
kadar nihai kararın bekleyeceğini belirtmiştir. Clinton’un taahhütlerine rağmen üç
gün sonra, Clinton, Almanya’dan BM kararı olmadan NATO operasyonlarında
bulunması konusunda karar vermesini talep edince, Almanya harekatı destekleme
kararı aldı.625 Gerçekte, Kohl hükümeti daha önce 14 ECR-Tornado ile 500 askeri
Yugoslavya’da kullanmak üzere NATO emrine vermişti. Bunun Bundestag’da
onaylanması ise yeni SPD-Yeşil Parti koalisyonu hükümeti döneminde oldu. Böylece
Almanya, ABD ile ilişkilerinin temel olması nedeniyle sivil güç kavramı
çerçevesinde tanımladığı dış politikasından farklı bir tutum takınmak zorunda kaldı.
Almanya’nın dış politikasında takındığı bu tavır değişikliği konstrüktivist
teori bağlamında Alman akademisyenleri tarafından açıklanılmaya çalışılmaktadır.
Temel olarak iki görüş etrafında yoğunlaşma vardır. Bunlardan ilki Almanya’nın bu
operasyona katılma kararının kendi dış politikası açısından geçici bir sapma olarak
nitelendirilmesi gerektiğini ileri sürerken, bir diğeri ise 1990’lardan itibaren dünya

624
Hyde-Price, “Germany’s Security Policy Dilemmas: NATO, the WEU, and the OSCE”, s. 218-
220.
625
Maull, Germany’s Foreign Policy, Post-Kosova, s. 107-108. Fischer, karar için kendilerine Clinton
yönetimi tarafından sadece 15 dakika verildiğini ve nihayetinde mecburen böyle bir harekatı
destekleme kararı aldıklarını ifade etmiştir.

196
politikasında gelişen bu tür olayların bir sonucu olduğunu savunmaktadır.626
Almanya’nın Kosova’daki müdahaleye BM’in bir kararı olmaksızın katılması aslında
daha çok global hegemon-alt hegemon ilişkisi çerçevesinde açıklamak yerinde
olacaktır. Almanya, dış politikasını sivil güç ile bağlantılı olarak uluslararası
meşruiyet ve insan hakları temelinde açıklamaktadır. Kosova olayının sürecinin
başlangıcında operasyona uluslararası alanda meşruiyet sağlayacak bir karar
olmaması nedeniyle Almanya’nın askeri operasyona katılmaması yönünde görüşlerin
belirmesine yol açtı. Bununla beraber özellikle Jürgen Habermas ve Günther Grass
gibi entelektüellerin tartışmalarıyla insan hakları temelinde müdahalenin mümkün
olduğu şeklindeki görüşler yaygınlık kazanmaya başladı. Fakat Alman hükümeti için
bunlar yeterli görülmedi ve Rusya’nın da kararda etkisinin olmasını sağlamaya
çalıştı.627
Bu dış politikanın uygulanmasında esas olarak ABD’nin dünya siyasetini
yönlendirmede uzlaşmacı bir tavır içerisinde bulunup bulunmadığı daha belirleyici
olmaktadır. Bu nedenle Alman dış politikasının sivil güç kavramının yanı sıra,
ABD’nin uluslararası politikada başvurduğu yöntemler çerçevesinde hareket ettiği
ileri sürülebilir. Diğer bir deyişle, ABD’nin dünya politikasında genel olarak
dayatmacı politikalar izlediği ve danışma, ikna ve dayanışma yöntemlerine
başvurmadığında Almanya, karşı tutum takınabilmektedir. Bununla birlikte Kosova
örneğinin de gösterdiği üzere ABD'nin Almanya’yı zorla koalisyona dahil etmiş olsa
bile, Clinton dönemindeki dünya siyasetine yönelik ABD politikalarının onaylandığı
bir dönemde Almanya, sivil güç kavramını bir kenarda bırakarak, yasal bir zemini
bulunmayan operasyonlara katılma kararı alabilmektedir.
II. Irak Krizi ise ABD ile Almanya arasındaki transatlantik ilişkilerinin
sorunlu hale gelmesine yol açan ikinci bir test sahası olmuştur. Almanya, bununla
beraber dış politikasında tutarlı davranmaya özen göstermiştir. “Irak Krizi” sırasında
sivil güç kavramı doğrultusunda dış politikasını yürütmeye devam etmiş ve Irak’a
müdahale edilmesi için BM nezdinde meşru bir kararın olması gerekliliğini
savunmuştur. Bununla birlikte Bush liderliğindeki ABD’nin dünya politikası

626
İbid, s. 110.
627
İbid, s. 118-120. Maull, Almanya’nın Kosova’ya müdahaleye katılma kararı almasında geliştirilen
normlardan çoktaraflılık gibi normatif unsurların yanı sıra mülteci sorunu gibi pratik sorunlarla
karşılaşmamak isteği de önemli rol oynamıştır.

197
üzerinde uzlaşmayı bırakması ve bir “imparatorluk” gibi hareket etmesi, dünya
genelinde olduğu gibi, Almanya içinde rahatsızlık yaratmıştır.628 Uluslararası
meşruiyetten yoksun hareket eden ABD’nin bu politikasının onaylanmaması
nedeniyle Almanya, Irak’a müdahaleyi desteklememiştir. Hatta Schröder, Irak’a
müdahale olduktan sonra 3 Ağustos 2003’de verdiği bir demeçte, BM’den bir karar
alınsa bile, Almanya’nın Irak’taki herhangi bir operasyona katılmayacağını
bildirmiştir.629 ABD ile Almanya arasında gerginliğe yol açan bu gelişmelere
rağmen, Almanya’nın ABD’nin Irak işgaline destek vermemesi kendi tutumuyla
tutarlı olarak görülmüştür.630
Almanya ile ABD arasında yaşanan bu gerginlik, global hegemon ile alt-
hegemon ilişkisi açısından sadece kısa bir süre için geçerli olan geçici bir sapmaya
işaret etmektedir. Yine Irak krizi sonrası görülen diyalog sürecinin işaret ettiği gibi,
belli bir süre sonra bu ilişkiler ağı yine eski seviyesine çıkarılmaya çalışılmakta ve
kısa bir süre için bile olsa bozulan ilişkiler yeniden tamir edilmektedir. 2003’ün
başından itibaren gelişen bütün bu olaylara rağmen ABD-Almanya ilişkisinin
istikrarlı bir zeminde gelişmeye devam ettiği görülmektedir. Hemen aynı yılın
sonlarına doğru, Alman Dışişleri Bakanlığı müsteşarı ve aynı zamanda Alman-
Amerikan İşbirliği–Transatlantik İlişkiler Koordinatörü Karsten Voigt’in Berlin’de
yaptığı konuşma çok dikkat çekicidir. Voigt, konuşmasında, ABD ile Avrupa
arasında bir “dostane boşanma”dan söz edildiğini ama böyle bir durumun söz konusu
olmadığını ifade etmektedir. Ona göre ABD ile Avrupa’nın birbirlerine rakip olarak
çıkması dünyada demokrasiyi ve güvenliği tehlikeye atabilecek bir durumdur. Voigt,
böyle bir durumun ortaya çıktığına dair kanıtların bulunmadığını, tersine yeniden bir
yönlenme ve ayarlama durumunun tam ortasında durduklarını ifade ederek,

628
Ludger Kühnhardt and Walter Russels Mead, Power and Principle: Prospects for Transatlantic
Cooperation, Washington, The Johns Hopkins University, 2004, s. 25; Http://www.aicgs.org/
documents/polrep02.pdf, (Erişim Tarihi: 21 Mart 2005).
629
İbid, s.25.
630
Bununla beraber, Almanya, 8 Haziran 2004 tarihli ve 1546 sayılı BM Güvenlik Konseyi Kararı ile
BM çatısı altında çoktaraflı bir güç Irak’a gönderilmesini desteklemiştir. Christian Schaller, The
Multinational Force in Iraq and Its Status under International Law after the Transfer of Power,
German Institute for International and Security Affairs, Berlin, July 2004, s. 1. Ayrıca, Almanya,
NATO çerçevesinde Iraklı polis ve askerlerinin eğitimi konusunu da kabul etmiş ve bu konudaki
çalışmalara destek vermiştir. Http://www.nato.int/docu/pr/2004/p04-098e.htm, (Erişim Tarihi: 21
Mart 2005). Ayrıca, Marco Overhaus, “German Foreign Policy and the Shadow of the Past”, SAIS
Review of International Affairs, Vol:XXV, No:2, Summer-Fall 2005, s. 30-31.

198
Avrupa’da ABD’ye muhalefetin yükselmesinin Almanya’nın çıkarına olmayacağını
dile getirmektedir.631
Almanya Dışişleri Bakanı Joschka Fischer’in 7 Şubat 2004’de Münih’te
güvenlik politikasına ilişkin olarak yaptığı konuşmada Eylül 2001 olaylarının
Atlantik’in iki tarafını bir araya getirdiğini ve 21. yüzyılda her iki tarafı bekleyen
meydan okumalar ışığında transatlantik ilişkilerin vazgeçilmezliğini gösterdiğini
ifade etmesi önemlidir.632 4 Mart 2005’de de ABD Başkanı Bush’un Almanya
ziyaretinde Schröder, iki ülke arasındaki ilişkilerin “dostça temelde” “çok iyi olarak”
ilerlediğini belirterek, ABD’nin Avrupa ile diyalog kurmaya hazır olduğunu
gösterdiğini ifade ettiği görülmektedir.633 Almanya’da 18 Eylül 2005’de gerçekleşen
seçim sonucunda CDU/CSU ile SPD’nin kurduğu “Büyük Koalisyon” hükümetinin
lideri Merkel’in verdiği mesajlar, iki ülke arasında Irak krizinin aşıldığına dair bir
gösterge niteliğindedir. Ayrıca, koalisyonun SPD’li yeni Dışişleri Bakanı Frank
Walter Steinmeier, Bakanlık görevine başlamasının ilk günü verdiği mesajında,
sadece geçmişten gelen nedenlerle değil, ortak çıkarlar nedeniyle ABD’nin
Almanya’nın yakın dostu ve ittifakı olduğunu belirterek, geçmişteki aralarındaki
farklılıkların dostlar arasında sadece bir farklılık olarak nitelendirmekte ve artık
geleceğe bakmanın zamanı geldiğine inandığını dile getirmektedir.634
Almanya’nın ABD’nin bu tek taraflı hareket etme ve ittifak ettiği ülkelere
danışmama politikasına karşı olduğu çeşitli düzeylerdeki toplantılarda çok sık bir
şekilde vurgulanmaktadır. Özellikle eski Alman Dışişleri Bakanı Fischer’in bir çok
konuşmasında bunu açıkça dile getirdiği ve ABD’nin tutumunu gözden geçirmesini
ima ettiği görülmektedir. Fakat Alman Dışişleri Bakanlığı tarafından gündeme
getirilen bu görüşler aslında ciddi bir meydan okuma anlamında olmadığı

631
Http://www.auswaertiges-amt.de/www/en/ausgabe_archiv?archiv_id=5055, (Erişim Tarihi: 14
Mart 2005).
632
Http://www.auswaertiges-amt.de/www/en/ausgabe_archiv?archiv_id=5338, (Erişim Tarihi: 14
Mart 2005).
633
Eckart Lohse, “A Bottom Up Line Approach to the US”, Frankfurker Allgemeine Zeitung,
Http://www.faz.net/s/Rub5BF9715CCE50423B88F813D52470B641/Doc~EDC18DBE79C374B709
A24F9695C5C55A4~ATpl~Ecommon~Scontent.html, (Erişim Tarihi: 4 Mart 2005).
634
Merkel, koalisyon hükümetini kurduktan hemen sonra ilk gezilerinden birini ABD’ye
gerçekleştirerek, Almanya ile ABD arasında ilişkilere verdiği önemi ortaya koymuştur Bu konuda
ABD’den olumlu sinyaller gelmiştir. Viola Herms Drath, “German Role in Refreshing Ties”
Washington Times, Http://www.washingtontimes.com/commentary/20060502-093642-2334r.htm,
(Erişim Tarihi: 3 Mayıs 2006); Http://www.auswaertiges-amt.de/www/en/ausgabe_archiv?archiv id
=7856, (Erişim Tarihi: 26 Ocak 2006).

199
anlaşılmaktadır.635 Bütün bu gergin ilişkilere rağmen, Almanya, ABD’nin güvenlik
politikasında temel aktörlerden biri olmaya devam ettiği açıktır. İran’ın nükleer
enerji ve ileride nükleer silah elde etmesine yönelik çabaları karşısında ABD, tek
taraflı davranabileceği izlenimini vermekle beraber, BM düzeyinde Güvenlik
Konseyi üyelerinin yanı sıra Almanya gibi ülkelerle müzakere sürecine devam
etmektedir. Ayrıca, Almanya, ABD’nin Afganistan’a müdahalesi sonrası oluşturulan
uluslararası güce asker göndermeye ve zaman zaman bu güce komuta etmeyi
sürdürmektedir. Özellikle Irak savaşının bitişinin ardından Almanya, Afganistan’da
bulunan güçlerin süresini uzatma kararını rahatlıkla aldığı gözlemlenmektedir.636
Almanya ile ABD ilişkilerinin ikinci boyutu ekonomik alanda
gerçekleşmektedir. Özellikle bu ilişki ağı, sınıraşan şirketler aracılığıyla
geliştirilmektedir. Bundesbank raporlarına göre 2002 itibariyle, 3.375 adet Alman
şirketi ABD’de faaliyette bulunmaktadır. Bu şirket sayısı yurtdışındaki toplam
Alman şirketlerinin % 17’sine tekabül etmektedir. Alman şirketlerinin ABD’de
yarattığı istihdam 767.000 civarındadır. Sözkonusu şirketlerin ABD’deki yıllık
cirosu 388 milyar ABD Doları olarak gerçekleşmiş ve bu rakam yurtdışındaki Alman
şirketlerinin elde ettiği toplam cironun % 28’ine karşılık gelmiştir. Almanya’da yer
alan Amerikan şirketlerinin sayısının toplamı 2002’de 1.397 olduğu belirlenmiştir.
Bu Amerikan şirketleri Almanya’daki toplam istihdamın % 23’üne karşılık gelen bir
istihdam (457.000 kişi) yaratmışlardır. Almanya’da faaliyet gösteren Amerikan
şirketlerinin 2002 cirosu 148 milyar ABD Doları olmuştur. 637
2002 sonu itibariyle Alman şirketlerinin ABD’de bulunan doğrudan yabancı
sermayesi yıldan yıla büyük değişiklikler göstermekle birlikte 157 milyar euro olarak
tespit edilmiştir. Bu rakam, Almanya’nın toplam doğrudan yabancı sermayesinin
% 27’sine tekabül etmektedir. ABD’nin Almanya’ya doğrudan yabancı sermaye
ihracı ise yine 2002 itibariyle 74 milyar euro olmuştur. Bu miktar Bundesbank’ın

635
Http://www.auswaertiges-amt.de/www/en/ausgabe_archiv?archiv id =3202, (Erişim Tarihi: 14
Mart 2005); Http://www.auswaertiges-amt.de/www/en/ausgabe_archiv?archiv id =4234, (Erişim
Tarihi: 14 Mart 2005); Http://www.auswaertiges-amt.de/www/en/ausgabe_archiv?archiv id =5338,
(Erişim Tarihi: 14 Mart 2005); Http://www.auswaertiges-amt.de/www/en/ausgabe_archiv?archiv id
=6171, (Erişim Tarihi: 14 Mart 2005).
636
Http://www.auswaertiges-amt.de/www/en/ausgabe_archiv?archiv id =5076, (Erişim Tarihi: 14
Mart 2005).
637
Http://www.bundesbank.de/stat/download/stat_sonder/statso10.pdf, (Erişim Tarihi: 15 Ekim 2005).

200
hesaplamalarına göre Almanya’ya giren doğrudan yabancı sermaye miktarının
% 15’ine denk gelmektedir.638
Almanya’nın ihracatında da ABD’nin önemli bir payı bulunmaktadır.
2003’de Almanya’dan ABD’ye yapılan ihraç miktarı 66.5 milyar ABD Dolarını
aşmış olduğu tahmin edilmektedir. Bunun büyük bir kısmının 22.5 milyar ABD
Doları ile otomotiv sektöründen ve 12.5 milyar ABD Doları ile makine sektöründen
kaynaklandığı görülmektedir. Bunun dışında tıbbi ve optik araçlar, elektrik aletleri,
ecza ve kimyasallar Almanya’nın ABD’ye ihraç ettiği mallar olduğu anlaşılmaktadır.
2003 itibariyle ABD’nin Almanya’nın toplam ihracatındaki payı % 9.3’dür.
1999’dan beri bu oran sabit bir şekilde gelişmektedir. Almanya’ya ABD’den gelen
malların toplamı ise 2003’de 26 milyar ABD Doları olduğu hesaplanmaktadır. İthal
malların incelenmesinden yine benzer ürünlerin Almanya’ya ABD’den ithal edildiği
ortaya çıkmaktadır. Almanya’nın ABD’den ithalat payı 1999’dan beri % 8 civarında
sabit bir düzeyde seyretmektedir. ABD’nin ticaret partnerleri arasında Almanya,
gerek ihracatta gerekse ithalatta 5. sırada yer almaktadır. Diğer yandan ABD,
Almanya’nın toplam ihracatı açısından 2. sırada, ithalatı açısından ise 3. sırada
bulunmaktadır. Almanya ile ABD arasındaki mal ticaretinin 40 milyar ABD Doları
civarında olup, Almanya lehine olduğu görülmektedir. Bununla birlikte hizmetler ile
faiz ödemelerinin de dahil edildiği iki devlet arasındaki cari hesap ise 25 milyar ABD
Doları ile Almanya’nın lehinedir.639
Almanya ile ABD arasında oluşan bu güvenlik, siyaset ve ekonomik bağlar,
başta iki devletin uluslararası politikalarında birbirlerini önem vermelerini
gerektirmekte ve danışma sürecini beraberinde getirmektedir.
Soğuk Savaş boyunca Almanya, ABD’nin Avrupa kıtasında komünizmi ve
dolayısıyla Sovyetler Birliği’ni çevreleme politikası çerçevesinde temel fonksiyona
sahip devlet olarak algılanmıştı. ABD’nin 11 Eylül 2001’de saldırıya uğramasından
sonra Almanya, yine ABD’nin terörizm ile savaşını bütün yönleriyle desteklediğini
bildirdi. Bununla birlikte 2002’den itibaren ABD’nin nükleer silah ve El-Kaide
bağlantısı olduğu gerekçesiyle Irak’a karşı bir operasyon yapmak istemesine
Almanya, böyle bir operasyonun BM nezdinde alınacak meşru bir karar çerçevesinde

638
Http://www.bundesbank.de/stat/download/stat_sonder/statso10.pdf,(Erişim Tarihi: 15 Ekim 2005).
639
Http://www.usembassy.de/germany/img/assets/9336/us-german-econ-factsheet.pdf, (Erişim Tarihi:
11 Mart 2005).

201
destekleyeceğini ifade etti. Bu kapsamda, ABD’nin BM’den meşru bir karar
çıkaramaması nedeniyle Almanya, Fransa ile birlikte olan işbirliğini bu konuda da
devam ettirerek, ABD’nin Irak’ı işgal etmesine karşı çıktı. Böylece Almanya
tarafından ABD’nin politikalarına karşı bir duruş gibi algılanan durum hasıl oldu.
Ostpolitik’in geliştirilmesi ve uygulanması sırasında da Almanya’nın ABD’ye karşı
olduğu ileri sürülen bir politika içinde olduğu ifade edilmişti. Fakat ilişkilerde
gerginliklerin varlığına rağmen, şimdiye asla tam bir kopuş yaşanmadı.640
Irak’ın işgali sürecinde de gerginleşen ilişkiler de 2004’de NATO’nun
İstanbul Zirvesi’nde alınan karar ile Almanya ile ABD arasındaki ilişkilerin
yumuşaması sürecine girildiği şeklinde değerlendirilmektedir.641 Eylül 2005’de
Almanya’da yapılan seçimler sonucunda hükümeti kuran Merkel, uluslararası alanda
ilk görüşmelerinden birini Bush ile gerçekleştirdiği ve ilişkilerin daha sağlıklı
olmasına yönelik bir çaba içinde olduğunu göstermektedir. Özellikle Merkel
hükümetinin Bush yönetimi ile ilişkilerinde daha ılımlı hareket edeceği fakat
Fransa’nın ABD'nin gücünün dengelenmesi yönündeki görüşlerine de katılmayacağı
düşünülmektedir.642
İlişkilerin bir başka boyutu, Alman bürokrasi, siyasi ve iş adamları elitlerinin
ABD’li elitleri ile aynı kavramsal çerçeveye sahip olmalarını sağlayan platformlar
Gramşici anlamda tarihsel bir bloğun oluşumunda etkili olması global hegemonya ile
alt-hegemonya ilişkilerinin düzenli seyretmesinde önemli faktörlerden birini
oluşturmaktadır. Bu bağlamda, Kees van der Pijl bir transatlantik sınıfının
oluşumundan söz etmektedir.643 Benzer şekilde Stephen Gill’de böyle bir sınıfın
oluşturmaya yönelik olarak kurulan Trilateral Commission’dan bahsetmektedir.644
Pijl ve Gill, II. Dünya Savaşı sonrası gelişmiş ülkeler arasında üretimin sınıraşan
şirketler nedeniyle uluslararası hale gelmesiyle birlikte başlayan süreç sonucunda
finansal konuların ABD, AB ve Japonya olarak nitelenen “Trilateral ülkeler”de
belirleyici konuma yükseldiğini belirtmektedirler. 1970’lerdeki tarihsel bloğun ise
dünya ekonomisinde yaşanan gelişmelere paralel olarak dağıldığı ve 1980’lerde

640
Peter Gowan, “Pax Europea”, New Left Review, 34, July-August 2005, s. 136-142.
641
Http://www.nato.int/docu/pr/2004/p04-098e.htm, (Erişim Tarihi: 21 Mart 2005).
642
Regina Karp, “The New German Foreign Policy Consensus”, The Washington Quarterly,
Vol:29, No:1, Winter 2005-2006, s. 74-75.
643
Kees van der Pijl, The Making of an Atlantic Ruling Class, London, Verso, 1984.
644
Stephen Gill, American Hegemony and the Trilateral Commission, Cambridge, Cambridge
University Press, 1990.

202
neoliberal politikaların benimsenmesi ile yeni bir tarihsel bloğun oluşturulması
ihtiyacının doğduğunu ileri süren Gill, bu aşamada siyasiler, bürokrasi ile yeni-
muhafazakâr kuruluşların yanı sıra, bankacılık ve finansal hizmetlerin ileri
gelenlerinin önderliğinde yeni bir oluşuma gidilmeye başlandığını ifade etmektedir.
Bunun en iyi örneğinin Trilateral Commission olduğunu belirten Gill, gayri resmi bir
platformda işleyen mekanizması ile bu üç bölge arasında bir dayanışma ve ortak
kültür yaratmayı hedeflediğini iddia etmektedir. Gill, söz konusu platformda yer alan
Amerikan ve Alman üye sayısının 1973-1985 dönemleri arasında sırasıyla kümülatif
olarak 160 ve 40 kişi olduğunu belirtmektedir.645
Almanya’nın II. Dünya Savaşı sonrası ABD’nin başını çektiği hegemonya
tarafından oluşturulan tarihsel blok kapsamında yerini aldığını savunan Pijl, 1970
sonrası dağılma sürecine giren hegemonik kültürün yerini alan neoliberal ideolojinin
yine ABD tarafından dünyaya sunulduğunu ve hegemonyasını oluşturmak için yeni
tarihsel bloğun kurulması yolunda gayri resmi platformaların üretildiğini ifade
etmektedir. Buna göre Trilateral Commission’ın 1970’lerin başında oluşturulmasına
rağmen 1979 yılına kadar etkili bir doktriner yapı oluşturmadığı ve daha çok Kuzey
Amerika, Avrupa ve Japonya’nın devlet adamları arasında ekonomik konularda bir
ara yol oluşturmaya çalıştığını ileri süren Pijl, neoliberal ideolojinin esas olarak
1979’da Amerikan Merkez Bankası’nın başına Paul Volcker’in getirilmesiyle
hegemonik bir kültürün oluşturulmaya başlandığını vurgulamaktadır. Bu hegemonik
kültürün oluşturulmasına Alman devlet adamları, daha çok finans ve bankacılık
sektöründen oluşan iş adamları, bürokrasisi ve akademisyenleri aktif bir şekilde yer
almaktadır.646

645
İbid, s. 96-100, 232.
646
van der Pijl, “The Second Glorious Revolution” s. 112-121.

203
BÖLÜM III
ALT HEGEMONYA VE JAPONYA

3.1. Eleştirel Teori Çerçevesinde Japonya


1980’lerin başından itibaren Japon ekonomik gücü, özellikle ABD’de endişe kaynağı
olmuş ve bu durumun yakın bir gelecekte ABD’yi ekonomik olarak zor durumda
bırakacağına ve bunu engellemek için Japonlara baskı yapılmasının gerekliliğine
ilişkin görüşlerin yaygınlaşmasına neden olmuştur. Keohane ve Gilpin gibi
Amerikalı akademisyenler o dönemki çalışmalarında bu hususa işaret ettikleri
görülmüştür. Özellikle Gilpin, 1987’de yazdığı The Political Economy of
International Relations başlıklı kitabının ana temasının ABD-Japonya’nın ekonomik
ilişkisinin uluslararası politik ekonomide yaşanan gelişmeleri belirlemesi nedeniyle
Japon-ABD ilişkileri olduğunu ifade etmiştir.647 Sözkonusu çalışmasında Gilpin,
Gilpin, 2000’de yazdığı The Challenge of Global Capitalism: The World Economy in
the 21st Century başlıklı çalışmasında ise ABD’nin iç politikasında 1980’lerde
yaşanan Japonya ile ilgili tartışmaları çarpıcı bir şekilde anlatmıştır.648
Japonya genel olarak “ekonomik dev, siyasi cüce” benzetmesi ile uluslararası
ilişkiler literatüründe tanımlanan bir devlet olarak yer almaktadır. Bu görüşlere
karşın, Japonya’nın ekonomik gücünün yükselişine paralel olarak siyasi gücünün de
artacağı ve ABD hegemonyasına karşı bir alternatif oluşturabileceği yönündeki
görüşler özellikle 1980’ler ile 1990’ların başında akademik camiada kabul gördüğü
ileri sürülebilir. Bütün bu görüşlere karşın, Japonya, son 20-25 yıldır ABD’nin
hegemonyasına karşı ciddi bir alternatif olarak ortaya çıkmadığı gibi, bu yolda bir
çaba içinde olmadığı da görülmektedir. Japonya, dünya politikasının global
hegemonuna karşı ciddi bir rakip olarak çıkmaktan ziyade, onunla ilişkisini ticari
konularda gerginlikler yaşanmasına rağmen istikrarlı bir düzeyde tutmaya özen
göstermektedir. Realist teorilerin daha çok ekonomik gücün yanı sıra askeri güce
önem vermelerine rağmen, Japonya’nın hegemon konumuna yükseleceğine dair

647
Gilpin, The Political Economy of International Relations, s. 3-7.
648
Gilpin, The Challenge of Global Capitalism. Ayrıca, Gilpin’in Global Political Economy başlıklı
kitabında da benzer şekilde iç politika tartışmalarına değinmektedir. Gilpin, özellikle Ross Perot ve
Pat Buchanan gibi milliyetçi ve korumacı ekonomik politikaları savunan kişilerin görüşlerini detaylı
bir şekilde açıklamaktadır. Gilpin, Global Political Economy, s. 204-205.

204
görüş realist paradigmanın kendi içinde çeliştiğini ortaya koymaktadır. Diğer yandan
eleştirel teori çerçevesinde incelendiğinde Japonya’nın temel olarak bir alt-hegemon
özelliklerine sahip olduğu görülmektedir. Japonya’nın alt-hegemonyasını dünyanın
genelinden ziyade bulunduğu bölgede yaygınlaştırmaya çalıştığını söylemek daha
doğrudur. Bununla beraber eleştirel teori çerçevesinde Japonya’nın alt-
hegemonyasının yaygınlaşmaya çalışmasının ABD ile birlikte şekillendiği
söylenebilir.
Japonya’nın alt-hegemonik gücünün ortaya çıkışında ABD ile ilişkisi temel
rol oynamaktadır. Japonya'nın alt-hegemonyasının unsurları ise Cox’un ileri sürdüğü
güç potansiyelleri açısından değerlendirildiğinde güçlü ticari ve mali yapısı Asya
kıtasında kurumsallaşmaya öncülük etmesi ve inisiyatif üstlenmesi ile Asyalılık bağı
ve Batı emperyalizmi karşıtlığı gibi fikirlerin yaygınlaştırılmasıdır. Bunun dışında
Japonya’nın bölgesinde kendine karşı düşmanlıkları giderememesi ve yine bölgedeki
Rusya ile Çin'in Japonya’nın alt-hegemon olma yolundaki en büyük engelleri olarak
ortaya çıkmaktadır. Buna ilaveten Japonya, kültürel ve dilsel açıdan Almanya ile
karşılaştırılmayacak şekilde daha düşük bir cazibe merkezi olmakta ve çevresinde
kurumsallaşma yolunda çok fazla mesafe kaydedememesi Japonya’nın alt-hegemon
olma konumu için dezavantaj oluşturmaktadır.
Japonya, özellikle 2003’den itibaren Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği
(ASEAN) çalışmalarına daha aktif bir şekilde katılmasının yanı sıra, Güneydoğu
Asya ülkeleri ile serbest ticaret bölgesi kurma yolunda önemli adımlar atmıştır.
ASEAN üyesi ülkelerle yapılan görüşmeler sadece ticaret üzerinde gerçekleşmemiş
aynı zamanda siyasi ve güvenlik boyutları da söz konusu görüşmelerde ele
alınmıştır.649 Japonya’nın bölgeye yönelik uyguladığı diğer bir politika aracı ise
yardımlardır. Bu kapsamda Japon Başbakanı Junichiro Koizumi, 2003’ün son
günlerinde yapılan toplantıda bölgeye 3 milyar ABD Doları yardım yapma sözü
vermiştir. Bunun yanı sıra, Japonya, ekonomik ilişkilerini daha çok ikili düzeyde
götürme eğiliminde olduğu görülmektedir. 2003’de gerçekleşen Japon-ASEAN
Zirvesi’nde Koizumi, Singapur ile serbest ticaret bölgesi anlaşmasının tesis

649
Http://www.asahi.com/english/world/TKY200312130165.html, (Erişim Tarihi: 13 Aralık 2005);
Asean: Japan Refreshes Ties, Http://yaleglobal.yale.edu/display.article?id=2967, (Erişim Tarihi: 12
Aralık 2005).

205
edildiğini, bundan sonra Malezya, Tayland, Filipinler ve Güney Kore ile
görüşmelerin başlayacağını açıklamıştır.650
Bu bilgiler ışığında, Almanya’nın alt-hegemonyasının incelemesinde
kullanıldığı üzere Japonya’nın alt-hegemonya olarak değerlendirilmesinin aracı
olarak Cox’un kullandığı üç kategori benzer şekilde kullanılarak, bu çalışmada
Japonya'nın eleştirel teori kapsamında alt-hegemon olup olmadığı
değerlendirilecektir.

2. Japonya'nın Maddi Yeterlikleri


Japonya, 127 milyon civarındaki nüfusu ile Asya’nın ucunda 4 ana adadan oluşan bir
devlettir. Gerek GSMH gerekse ihracat yapısı açısından, ABD’nin ardından
dünyanın ikinci büyük ekonomisine sahiptir.
II. Dünya Savaşının ardından başlayan ABD işgali sırasında 1946’da yapılan
seçimlerde iktidara gelen muhafazakâr Yoşida Şigeru, Japon ekonomisini korumacı
duvarlar etrafında yeniden inşa etmeye çalışmıştır. Diğer yandan Japon ekonomisinin
yeniden canlanmasında sadece bu korumacı politikalar değil, ABD'nin Japonya'ya
yaptığı ekonomik yardımlar da önemli rol oynamıştır. 28 Nisan 1952’de resmen
biten ABD işgali süresince ABD yönetimi 4 milyar ABD Doları harcamış, 1957’ye
kadar bu harcamalarının toplamı 7 milyar ABD Dolarını bulmuştur.651
II. Dünya Savaşı öncesi sahip olduğu kolonilerin elinden çıkması ve savaş
süresince ekonomik altyapısının bozulması gibi nedenlerle Japon ekonomisi savaştan
sonra çeşitli sorunlar yaşamış, savaş öncesi ihracat oranlarını ancak 1955’de tekrar
yakalayabilmiştir. Bu tarihten itibaren, Japon ihracat rakamlarının hızlı bir şekilde
arttığı gözlemlenmiştir. Bu artışın sebeplerinden biri ABD’nin kendi teknolojisini
Japonya ile paylaşması olmuştur.652 Bunun dışında patent hakları ve yeni ekipmanlar
gibi ABD ile bağlantılı bir çok husustan Japon ekonomisi yararlanmayı bilmiştir.
1950’lerde Japon ekonomisinin büyümesi % 7’nin üzerinde gerçekleşmiştir.
1960’larda bu oran daha da artmış ve ilk yarıda ortalama % 9.7 ve ikinci yarıda
ortalama % 13.1’lik bir büyüme sağlanmıştır. 1970’de Japonya’nın GSYİH’sı 202

650
Http://www.asahi.com/english/world/TKY200312120177.html, (Erişim Tarihi: 12 Aralık 2003).
651
James I. Matray, Japan’s Emergence as a Global Power, Wesport, Connecticut and London,
Greeenwood Press, 2001, s. 9-10.
652
İbid, s. 10.

206
milyar dolara ulaşmış ve böylece dünyanın üçüncü büyük sanayi ülkesi konumuna
yükselmiştir. Bu arada nüfusu da hızlı bir şekilde artmış ve 1965’de 98 milyona
ulaşmıştır. İhracat açısından incelendiğinde ise Japonya’nın 1950’deki toplam
ihracatı 820 milyon ABD Doları iken, 1969’da bu rakamın 17 milyar ABD Dolarına
yaklaştığı görülmüştür. Bununla beraber ücretler 1950-1968 arasında ortalama % 10
artarken, enflasyon yine aynı dönemde ortalama % 5.7 olarak gerçekleşmiştir. İşçilik
ücretlerinin enflasyonun üzerinde artması ile hayat boyu istihdam garantisi verilmesi
bu dönemde Japon şirketleri ve işçileri için olumlu bir hava yaratmıştır. 1969’da 4
milyar ABD Doları ticaret fazlası veren Japonya’nın ihracatında bu tarihten itibaren
otomobil, elektrik aletleri gibi teknoloji gerektiren ürünlerin önemli pay almaya
başladığı görülmüştür.653 Bu ekonomik yapı 1970’ler boyunca da devam etmiştir.
Bununla birlikte 1973 ve 1980’de yaşanan petrol krizleri Japonya’nın ekonomik
büyümesinde sorunlar ortaya çıkarmıştır. 1980’den itibaren ekonomi tekrar istikrara
kavuşmuştur. Bu arada 1975’de gelişmiş ülkelerin oluşturduğu gayri resmi bir forum
olan Grup-7 (G-7)’ye katılan Japonya, 1985 yılında ABD ve Sovyetler Birliği’nin
ardından 1.329 milyar ABD Doları olan GSYİH’sı ile dünyanın üçüncü büyük
ekonomisi olarak dünya ekonomisindeki yerini sağlamlaştırmıştır. 1990’larda ise
Japon ekonomisi durgunluğa sürüklenmiştir. 2003’den beri Japon ekonomisinde
olumlu bir eğilim gözlenmeye başlanmış ve tekrar ekonomik olarak büyümeye
dönülmüştür. 2004’de ekonomi % 2’nin üzerinde büyüme gerçekleştirmiştir.
Japonya’nın II. Dünya Savaşı sonrası kısa bir süre içerisinde böyle bir
ekonomik güce ulaşması, bir çok az gelişmiş ülke için model olarak
nitelendirilmesine yol açmaktadır. Japonlardan çok özellikle Amerikalı
akademisyenler Japon ekonomisini “kalkınmacı kapitalizm”, “kalkınmacı devlet
kapitalizmi” veya “neomerkantilist ekonomi” olarak adlandırılmaktadırlar.654
Bunların dışında, Japon ekonomik sisteminin kolektif korporatizm, refah
korporatizmi, Şinto kapitalizmi, rekabetçi komünizm, kabile kapitalizmi veya “Japan
İnc.” olarak da ifade edildiği görülmektedir. Gilpin, II. Dünya Savaşı sonrası
başlayan Amerikan işgali ile birlikte Amerikalı yetkililerin Japonya’ya emek-yoğun
üretim modeli benimsemelerini önerdiğini ve bunun üzerinden ekonominin yeniden
yapılanmasının daha kolay gerçekleşeceğini savunduklarını ileri sürmektedir. Fakat
653
İbid, s. 12, 14-15.
654
Gilpin, Global Political Economy, s. 156-168.

207
Japon yetkililer ise bu öneriyi Japonya’ya yetersiz ekonomik ve teknolojik bir yapı
öngördüğü savıyla geri çevirerek, 1900’ların başlarında belirledikleri yoldan
kalkınma politikasını devam ettirme yolunu seçtikleri görülmektedir.655
Japon ekonomisinin yeniden yapılanması 1868’den itibaren başlayan “Meici
Restorasyonu” sonrası kurulan yeni yönetimin 19. yüzyıl sonlarında belirlediği
ekonomik hedefler çerçevesinde gelişmiştir. Bu kapsamda, “ekonomiyi kendi
kendine yeterli kılmak” ve “Batı’yı yakalamak”, 1868’den beri Japonya’nın temel
ekonomik hedefleri olarak ortaya çıkmıştır.656 Bu hedefler sanayinin ve teknolojik
yapının güçlendirilmesi şeklinde uygulamaya konulmuştur. Bu politikanın
uygulaması Uluslararası Ticaret ve Sanayi Bakanlığı (Ministry of International Trade
and Industry-MITI) aracılığı ile gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle, Batı akademik
dünyasında olduğu kadar azgelişmiş ülkelerde de MITI, bir çok çalışmanın başlıca
konusunu oluşturmuştur.657 MITI’nin en başarılı politika örneklerinden birini
otomobil politikası teşkil etmiştir. 1956’da başlatılan “her vatandaşa otomobil
projesi” çerçevesinde, otomobil üretimi temel politikalardan biri haline
getirilmiştir.658 Bununla beraber MITI, aslında tek başına hareket etme özgürlüğüne
sahip bir yapı olarak ele alınmamalıdır. Maliye Bakanlığı ile Ekonomik Kalkınma
Kurumu gibi diğer önemli bürokratik kurumların da ekonomi alanındaki politikaların
belirlenmesinde ve uygulanmasında birlikte ele alınması gereklidir. Maliye
Bakanlığı, bütün parasal ve finansal konulardan sorumlu iken, Ekonomik Kalkınma
Kurumu bütün bakanlıklar tarafından uygulanan politikaların çerçevesini
belirlemektedir.659 Japon bürokrasisi, genel olarak kendi alanlarını yaratması ve bir
konuda yer alan diğer ilgili kurumlarla sürekli bir çekişme içinde bulunmasıyla
dikkat çekmektedir.660 Bu durum nedeniyle bir politika üzerinde sadece bir tek
kurumun üstünlüğünden bahsedilmesi imkansız hale gelmektedir. Ekonomi
politikalarının da bu bürokratik çekişme ortamından bağımsız bir şekilde
oluşmadığının özellikle bahsedilmesinde yarar görülmektedir.
655
İbid, s. 156-157.
656
Rainer Kensy, Keiretsu Economy-New Economy? Japan’s Multinational Enterprises from a
Postmodern Perspective, Houdsmills, Basingstoke, Hampshire and New York, Palgrave, 2001, s.
143.
657
William R. Nester, Japanese Industrial Targeting: Ther Neomercantilist Path to Economic
Superpower, London, Macmillan, 1991, s. 31.
658
Matray, Japan’s Emergence as a Global Power, s .33-34.
659
Kensy, Keiretsu Economy-New Economy?, s. 137-138.
660
Gilpin, Global Political Economy, s. 160.

208
MITI'’nin ticaret politikası, ticaret idaresi, sanayi politikası, bölgesel sanayi
yapısı, temel sanayiler, mühendislik, bilgilendirme ve tüketim malları gibi
profesyonel organları bulunmaktadır. Bununla birlikte MITI, doğal kaynaklar, patent
ofisi, küçük ve orta ölçekli işletmeler (KOBİ) ve sanayi teknolojisi olarak
adlandırılan kendisine bağlı kurumlara da sahip bulunmaktadır. Her bölümün
başında, Çin geleneğinden kaynaklanan ve Tokugava dönemi boyunca devam
ettirilen bürokratik gelenek gereği, iki yetkili kişi bulunmaktadır. Bunun temel
amacı, iki kişinin birbirlerini sürekli kontrol etmesi ve böylece performansın
arttırılmasıdır. Bu bürokratik mekanizma içinde yapılan çalışmaların ve raporların
özel sektör tarafından üstlenilmesini sağlayamaya yönelik politikalara
dönüştürülmesi ile hükümetlerin ekonomi politikaları alanında etkinliği artmaktadır.
Diğer yandan bu politikaların belirlenmesi sürecinde özel sektörün de önemli
katkıları olmaktadır. Böylece her alanda olduğu gibi özellikle ekonomi alanındaki bir
politika hususunda hiçbir kurumun, sektörün veya lobinin tek başına hareket
etmediği görülmektedir.
Japon ekonomisinin başarısını, yukarıda bahsedildiği üzere sadece MITI’ye
bağlamak yeterli değildir. Devlet organlarının yanı sıra, Japon siyasi sisteminin temel
faktörü haline gelen Liberal Demokrat Parti (LDP) ve büyük iş çevreleri ile
oluşturulan yapının da etkisi değerlendirilmesi gereken diğer unsurlarıdır. Batı’yı
yakalamak için bürokrasi, siyasi partiler, büyük iş çevreleri ve işçi kesimi arasında
bir ittifak bulunmakta ve ülke içi üretimi dışarıya karşı koruyucu bir sistem
çerçevesinde ihracata yönelik bir kalkınma politikası ile desteklenmektedir.661
Politikaların formülasyonunda esas olan ilke, taraflar arasında uzlaşma
sağlanmasıdır. Uzlaşma sağlanmadan bir ekonomik politikanın uygulamaya konması
Japon ekonomik sisteminde imkansız olarak değerlendirilmektedir.662
MITI ve diğer ekonomi ile ilgili kamu kurumları aslında Japon devletinin
tarihsel olarak uyguladığı ekonomik politikanın yansımasıdırlar. Japonya'da
ekonomik sistemin gelişiminde devlet, tarihsel olarak başat bir fonksiyona sahiptir.
Bir Japon devlet adamına atfedilen şu söz gayet açıklayıcıdır: “Japonya için
sanayinin gelişimi ekonominin arz ve talep kanunları ile serbest teşebbüse

661
Hwang Suk-man, Lim Hyun-Chin, “Restructuring Revisited: Flexible Korea and Rigid Japan”,
Development and Society, Vol:32 No:2 December 2003, s. 231.
662
Gilpin, Global Political Economy, s. 160.

209
bırakılamayacak kadar önemlidir.”663 Bu durum, özellikle Anglo-Sakson modelinin
temsilcileri olan İngiltere ve ABD’nin uyguladığı ekonomik sistemlerden büyük
farklılık arz etmektedir. ABD’de devlet ekonomi sahasında daha çok düzenleyici bir
role sahiptir. Burada ABD, teoride özel sektörün hareket edeceği çerçeveyi
belirlemekte ve özel sektöre eşit mesafede durmaya çalışmaktadır.664 Bununla
birlikte Japon ekonomik modeli, kıta Avrupa’sında özellikle Alman ekonomik
sistemi ile benzerlikler göstermektedir. Bu benzerliklerin başında devletin ekonomik
sistemde oynadığı önemli rol, yine devletin yasal düzenlemelerin varlığına rağmen
kartelleşmeye izin vermesi ve hatta desteklemesi ile şirketlerin sosyal sorumlulukları
olan yapılar olmaları gelmektedir. MITI’nin çok başarılı bir örnek olduğuna dair
görüşlerin yanı sıra bir çok kaynağı heba ettiği ve tahminlerinin her zaman başarılı
olmadığı gibi görüşler de mevcuttur. Başarısız olduğu alanlardan biri olarak Gilpin,
beşinci nesil bilgisayarların geliştirilememesini göstermektedir. Ayrıca Gilpin,
Honda otomobil markasının dünya pazarında tutunamayacağına dair MITI’nin ileri
sürdüğü tahminlerin de tutmadığını örnek olarak vermektedir.665
Ekonomi aktörlerinin başarısının nedenleri arasında uygulanan ithalatı
caydırıcı, özel sektörü sübvanse edici veya maliyeti düşürücü politikalar aracılığıyla
destekleyici olmaları bir çok akademisyen ve araştırmacı tarafından ifade
edilmektedir. Her ne kadar otomobil, elektronik ve tıbbi malzemeler gibi alanları
“bebek endüstriler” diye adlandırsalar da, artık çok güçlü olan bu alanlarda ilgili
şirketlere Japon hükümeti ciddi destek sağlamaya devam etmektedir. Özel sektör
alanları;
- “yüksek tasarruf ve yatırım oranlarını teşvik edecek vergi ve finansal
politikaları,
- özellikle yabancı malların tüketimini caydıracak tüketici fiyatlarını yüksek
tutacak ve şirketlerin kazançlarını yukarıda tutacak kamu maliyesi politikaları,

663
Kensy, Keiretsu Economy-New Economy?, s. 144.
664
Gilpin, Global Political Economy, s. 160.
665
Robert Gilpin, “The Japan Problem: Economic Challenge or Strategic Threat”, Armand Clesse,
Takashi Inoguchi, E. B. Keehn and J. A. A. Stockwin (derl.), The Vitality of Japan: Sources of
National Strength and Weakness, Houdsmills, Basingstoke, Hampshire and London, Macmillan
Press, 1997, s. 63.

210
- Japonya’nın henüz gelişme arifesinde bulunan endüstrilerini ithalata karşı
koruma politikalarının yanı sıra yabancı şirketlerin ülke içinde şube açmalarına karşı
stratejik ticaret politikaları ve ithalat kısıtlayıcı politikalar,
- çelik gibi temel endüstri alanlarına ve materyal araştırmaları gibi jenerik
teknoloji alanlarına hükümet desteği ve
- Keiretsu ve şirket içi ticaret lehine rekabet (antitröst) ve diğer politikalar”
aracılığıyla desteklenmeye devam edilmektedir.666
1868 sonrasında, ekonominin yeniden yapılandırılması sırasında, belli
prestijli aileler etrafında oluşturulan iş çevresi Zaibatsu olarak adlandırılmıştır.
zaibatsu, farklı alanlarda bir çok şirketlere sahip olan ve esas olarak aile holdingleri
niteliğindeki örgütlenmedir. Bu ailelerin en ünlüleri arasında Mitsui, Mitsubishi,
Fuyo, Sumitomo ve Yasuda yer almaktadır.667 Hemen Meici Restorasyonunun
ardından gelişen ticari gemicilik alanında Japonya, “Posta Buharlı Gemi Şirketi”ni
kurmuş fakat hükümetin kendi gemilerinin yetersiz olması nedeniyle, Mitsubishi
şirketiyle anlaşma yapmak durumunda kalmıştır. Böylece devlet kapitalistleri olarak
o dönem adlandırılan “Seişo”ların gelişmesi devlet eliyle sağlanmıştır. Mitsubishi
şirketinin büyük bir ticaret ve sanayi devi olmasının temelini bu gemicilik sektöründe
elde ettiği kârlar oluşturmuştur. Mitsui şirketi ise hükümetin mali işlerini üstlenmiş
bir şirket olarak ortaya çıkmış ve buradan büyüme imkanı sağlamıştır.668
I. Dünya Savaşı sırasında ve II. Dünya Savaşı başlayana kadar zaibatsular,
Japon ekonomisinin büyük bir bölümüne hakim olmuşlardı. I Dünya Savaşı’na
kadar, tekstil, cam, tuğla, çimento, finans gibi alanlarda büyük ilerleme kaydeden
Japon ekonomisi, 1919-1939 döneminde ağır sanayiye doğru kaymaya başlamıştır.
Ağır sanayinin ekonomideki ağırlığı arttıkça, hammadde açısından yoksul olan
Japonya, Asya’daki hammadde kaynaklarına yönelmiştir. Bu yönelme, başlangıçta
barışçıl yöntemler içermesine rağmen, daha sonra saldırgan bir nitelik kazanmıştır.
Yine bu dönemde, savaş sırasında kimya sanayisinin Almanya’ya dayanması
nedeniyle zor duruma düşen Japon şirketleri, 1930’ların başlarından itibaren ağır
sanayi, kimya, madencilik ve taşıt sektörlerinde yönelmeye başlamışlar ve bu yeni

666
Gilpin, Global Political Economy, s. 160.
667
Kensy, Keiretsu Economy-New Economy?, s. 6.
668
Janet E. Hunter, Modern Japonya’nın Doğuşu: 1853’ten Günümüze (Çev. Müfit Günay),
Ankara, İmge Kitabevi, 2002, s. 161-162.

211
alanlarda da eski şirketlerin yanı sıra yeni şirketlerin geliştiği görülmüştür. Nissan bu
tür şirketlerden birisi olmuştur. Bu yeni zaibatsular, yine devletin mali ve siyasi
desteğini alarak hareket etmişlerdir. Bununla beraber devletin Çin’le 1937’de
başlayan savaşın ardından askeri üretime geçmesine ve hammadde ihtiyacının
karşılanması amacıyla Mançurya, Endonezya ve Kore’nin işgal edilmesi, bu yeni
zaibatsuların kârlarının artmasına yol açmıştır.669
II. Dünya Savaşı sonrası ise Japonya’yı işgal eden ABD’nin getirdiği ilk
düzenlemelerden biri, zaibatsuların malvarlığının dondurulması ve bu büyük aile
holdinglerin şirketlerinin küçük iştirakçiler arasında paylaştırılması amacıyla anti-
tröst kanunlarını gündeme getirmek olmuştur. Bunun nedeni olarak işgal güçleri
Japonya’nın yayılmacılığının arkasında zaibatsuların varlığına işaret etmişlerdir.
Fakat işgal güçlerinin bu çabaları başarılı olamamıştır. 1947’de çıkarılan anti
temerküz kanunu çerçevesinde Holding Şirketi Tasfiye Komisyonu kurulmuş ve bu
Komisyon ülke çapında 325 zaibatsu saptayarak, tasfiye sürecini başlatmıştır. Bu
tasfiye süreci Japonya’da büyük protestolara neden olmuş ve söz konusu Komisyon,
çalıştığı süre içerisinde sadece 19 büyük zaibatsuyu tasfiye edebilmiştir. Yine
1947’de çıkarılan anti-tekel kanunu ile birlikte, Japonya’da tekelleşme
yasaklanmıştır. Bununla birlikte bankacılık ve finans kurumlarının kanunun
uygulama alanından çıkarılması ile zaibatsuların çözülmesi engellenmiştir.670
Zaibatsuların bir çoğu II. Dünya Savaşı sonrasında tesis edilen işgal yönetimi
sırasında ekonomik faaliyetlerine farklı bir yapı altında devam etmiştir.671
Zaibatsuların devamı niteliğinde olan fakat farklılaşan yeni şirketler şeklindeki bu
yeni örgütlenme modeli Keiretsu olarak adlandırılmıştır. Keiretsu, zaibatsunun
“hiyerarşik örgütlenmiş şirketleri”nden ziyade “ağ şeklinde örgütlenmiş” bir
ekonomik yapıya sahip şirketlerden oluşmuştur.672 Keiretsu, “ortak firma üyelerini ve
onların taşeronlarını örgütleyen ve kısmen finanse eden, yükümlülüklerin toplandığı
büyük bir şirketin dikey hiyerarşine sıkı sıkıya bağlı” şirketler topluluğu olarak da
tanımlanmakla birlikte, bu tanımın zaibatsudan çok fazla bir farklılık içermediği
şeklinde değerlendirmeler mevcuttur. Günümüzde Sony, Honda, Toyota, Toshiba,

669
İbid, s.178-179.
670
İbid, s.184.
671
Matray, Japan’s Emergence as a Global Power, s. 6.
672
Kensy, Keiretsu Economy-New Economy?, s. 6.

212
Matsushita, NEC ve Nomura adlı şirketler keiretsu olarak ortaya çıkan yeni
örgütlenmenin içinde bulunan kuruluşlar olmuştur.673
Japon ekonomik sisteminde yer alan keiretsular, esas olarak elde ettikleri
kazançlar ile kendi şirketlerine bağlı bankalardan oluşan bir yapıya sahiptirler.
Bankadan alınacak krediler ise doğrudan veya dolaylı olarak ilgili şirketlere
aktarılmakta ve bu sistem hükümetin garantisi altında işlemektedir. Bu sayede Japon
şirketleri çok düşük sermaye maliyetleri ile çalışmaktadırlar. Bunun dışında şirketler
arasında da gayri resmi ilişkiler geliştirilmektedir. Bunun yöntemleri arasında şirket
yöneticilerinden birinin diğer bir şirkette de yönetim kurulunda bulunması, diğer
şirketlerde ortak sermaye veya hisse senedi bulundurma gibi hususlar yer almaktadır.
Bu şirketlerin yöneticileri sık sık bir araya gelerek stratejik planlamalar yapmakta ve
ekonomik faaliyetlerini yeniden düzenlemeye tabi tutmaktadırlar. Şirketler
arasındaki bu bağlar sayesinde yabancı firmaların Japonya’da şirket satın almaları
engellenmektedir.674 Bu arada Japon şirketlerinin hedefi şirket kârını arttırmaktan
ziyade piyasadaki hakimiyetlerini arttırmaktır. Bu sayede şirketler üretimini sürekli
arttırma imkanı bulmakta ve dünya pazarında bu sayede daha güçlü hale gelmektedir.
Diğer bir husus ise Japon şirketleri fiyat farklılaştırmasından ziyade, Japon hükümeti
tarafından da büyük imkanlarla desteklenen AR-GE faaliyetleri aracılığıyla ürünün
farklılaşmasını sağlamaları ve piyasadaki hakim pozisyonlarını devam ettirmeyi
başarmalarıdır.675
Yukarıda da ifade edildiği üzere, yabancı şirketlerin Japon piyasasına
erişimleri yönünde bir çok engel bulunmaktadır.676 Bu engeller gelişmiş ülkeler ile
Japonya arasında tartışmalara neden olmaktadır. Yabancı şirketler gerek piyasaya
erişim gerekse yatırım veya şirket hissesi satın alımı hususlarında da benzer
düşmanca tavırlarla karşılaşmaktadır. Diğer yandan yabancıların Japon ekonomik
sisteminde yer alması için gerekli düzenlemeler yapılmış bulunmaktadır. Özellikle
yatırım alanında 1960’larda yapılan mevzuat değişiklikleri ile yabancıların piyasaya
yasal olarak girişlerinde bir sorun olmamakla birlikte, esas sorun yabancıların
piyasaya girmek veya şirket almak istemeleri durumunda yaşanmaktadır.

673
Kensy, Keiretsu Economy-New Economy?, s. 6.
674
Nester, Japanese Industrial Targeting, s. 6.
675
Gilpin, Global Political Economy, s. 165-167.
676
Dennis J. Encarnation and Mark Mason, “Neither MITI nor America: The Political Economy of
Capital Liberalization in Japan”, International Organization, Vol:44, No:1, Winter 1990, s. 25.

213
Yabancıların Japonya’da aldığı şirket sayısı bazı ipuçları vermektedir: 1996 ile 1997
arasında 40 civarında Japon şirketi yabancı şirketlere satılmış iken, sadece 1999’da
100 civarında Japon şirketi yabancı şirketlerin eline geçmiştir.
1995’de yapılan bir çalışmadan yabancıların imalat sektöründeki paylarının
Japon şirketlerine kıyasla çok düşük kaldığı görülmektedir. Mesela yabancı payının
gıda sektöründe % 0.6, tekstilde % 0.2, kağıt ve basım sektöründe % 0.1 iken, aynı
çalışmada sadece ilaç (% 21.9) ve petrol rafinerisinde (% 43.8) yabancı paylarının
yüksek olduğu görülmektedir. Finans sektörü ise hâlâ yabancı şirketler için kapalı bir
alan olmak özelliğini korumaktadır. 2001 itibariyle yabancıların toplam bankacılık
sektöründeki payları % 1.7’yi geçmemektedir. Bu durum özellikle 1990’larda
bankacılık sektöründe kredilerin dönmemesi üzerine bankaların içine girdiği finansal
zorluklara rağmen, bankaların Japonların elinde kalmaya devam etmesi nedeniyle
önemli bir noktaya işaret etmektedir. Merrill Lynch’in iflas eden Yamaichi
Securities’in 50 şubesini satın alınmasına izin verilmesi ABD tarafından olumlu
karşılanmış olmakla birlikte bu durumun devam edip etmeyeceğinin soru işareti
olduğu bir çok akademisyen tarafından dile getirilmektedir.677 Fakat yabancı şirketler
için sorun sadece şirket satın alınması ile bitmemektedir. Piyasaya girme hakkı elde
etmelerinin ötesinde, piyasada tutunabilmeleri ve eleman istihdam etmelerinde
sorunlar yaşanmaktadır.678
Japon ekonomisinin özellikle Amerikan ve İngiliz ekonomisinden, yani
liberal ekonomiden farklı nitelikler sergilemesi nedeniyle bir çok araştırmacı, devlet
adamı ve akademisyen tarafından Japonya’nın gerçek bir kapitalist olup olmadığı
bile sorgulanır hale gelmiştir.679
Tarihsel açıdan Japon ekonomik sisteminin yeniden dirilmesinde dünya
politikasında yaşanan kriz dönemlerin etkisi açıkça görülmüştür. 1950’lerin başında
Japonya, ilk olarak Kore Savaşının yarattığı talep patlaması ile karşılaşmış, bu
kapsamda özellikle kamyon, lastik ile demir ve çelik üretiminde büyük artışlar
yaşanmıştır. Bu durum ihracata doğrudan yansımış ve Japonya’nın ihracatında

677
Edward J. Lincoln, “Whitter Trade Policy with Japan”, The Japanese Economy, Vol:30, No:2,
March/April 2002, s. 31-33.
678
Richard Katz, “Selected Updates to Japan-The System that Soured: The Rise and Fall of Japanese
Economic Miracle”, The Japanese Economy, Vol:29, No:5-6, November/December 2001, s. 162-
166.
679
Nester, Japanese Industrial Targeting, s. 4.

214
önemli sıçramalar yapmasına olanak sağlamıştır. Dünyada kapitalizmin “altın çağı”
1960’lar boyunca ise bürokrasideki ekonomik birimlerinin planlamalarının ve
politikalarının da etkisiyle Japon ekonomisinin daha da güçlendiği görülmüştür.680
1970’ler ise petrol krizi yılları olmasına rağmen, Vietnam Savaşı’na bağlı
olarak gelişen Japon mallarına Amerikan talebi artmıştır. Aynı zamanda Japon
şirketlerinin teknolojilere erişiminde Amerikan şirketlerinden destek görmüştür. Bu
sayede aynı dönemde Batılı devletlerin ekonomilerinin büyümesinin önemli
oranlarda yavaşlamasına rağmen, Japonya ekonomik kalkınmasını ve ihracata dayalı
ekonomisini geliştirmeye devam ettirebilmiştir. Bu dönemde, artan enerji fiyatlarına
karşı MITI, sanayide kullanılan enerji tüketimini sınırlandırma kararı almış ve petrol
yerine başka enerji kaynaklarının kullanılmasına yönelik yeni politikalar
681
düzenlemiştir. Böylece MITI, dünya genelinde yaşanan enerji krizini aşma
yolunda önemli adımlar atmış ve Japonya’nın rekabeti bu kriz döneminde Vietnam
Savaşı’nın yarattığı ihracat potansiyelinin yanı sıra enerji politikalarıyla Japon
ekonomisi 1970’leri sorunsuz bir şekilde geçirmiştir. Bununla birlikte 1970’lerden
itibaren MITI’nin ekonomiyi yönlendirmedeki gücünün azaldığı gözlemlenen diğer
bir olgu olmuştur. Bunun nedenleri, Japon şirketlerinin artık herhangi bir politik
yönlendirmeye ihtiyaç duymamaları, finansal açıdan sıkıntı içinde olmamaları, dış
pazar bulmakta ve piyasaya girmekte zorlanmamaları olmuştur.682
1980’lerde uluslararası politikada yaşanan krizler, Japon ekonomisi üzerinde
ne olumlu ne de olumsuz bir etki yaratmamıştır. Bunun sebeplerinin başında
Japonya’nın artık dünyanın başlıca ekonomilerinden biri haline gelmesi yatmıştır.
Japonya’nın ürün ihracındaki büyük başarılarının ardından dünyanın en büyük borç
veren ülkesi konumuna yükselmesi bu dönemde gerçekleşmiştir. 1985’de verdiği
borç 130.9 milyar dolara civarında gerçeklemiş, 1988’de bu miktar 300 milyar dolara
yaklaşmıştır. Finansal kapasitesinin büyüklüğü Japonya’yı dünyanın bankeri
konumuna getirmiştir. Dünyanın en büyük 10 bankasının 6’sı Japonya’ya aittir. 1988
itibariyle toplam uluslararası finansal varlıkların % 36’sı Japon mali kurumlarının

680
Encarnation and Mason, “Neither MITI nor America”, s. 28.
681
Gilpin, The Political Economy of International Relations, s. 329.
682
Barry Gills, “The Hegemonic Transition in East Asia: A Historical Perspective”, Stephen Gill
(der.), Gramsci, Historical Materialism and International Relations, Cambridge, Cambridge
Univeristy Press, 1993, s. 208; Matray, Japan’s Emergence as a Global Power, s. 37-38; Chikara
Higashi, G. Peter Lauter, The Internationalization of the Japanese Economy, 2. Baskı, Boston,
Dordrecht, London, Kluwer Academic Publishers, 1990, s. 334.

215
elinde iken, bu oran ABD kurumları için % 14 civarında gerçekleşmiştir. Bunun
yanında Japon posta tasarrufları sistemi, Japonya’daki 13 ticari bankanın toplam
varlıklarından 4 kat daha fazla mali kaynağa sahiptir. Nippon Life şirketi ise
dünyanın en büyük hayat sigortası şirketidir. Nomura şirketi de yine dünyanın sayılı
menkul kıymetler şirketlerinden biridir.683
1985’de Plaza Anlaşması olarak bilinen Amerikan dolarının dünya
piyasalarındaki değerinin düşürülmesi ve bunun karşılığında Japon yeni ile Alman
markının değerinin yükseltilmesini amaçlayan anlaşma ile Japon yeninin değeri
dolara göre arttırılmış ve bu durum Japon ekonomisini doğrudan etkilemiştir.
Japonya’da üretim maliyetlerinin artmasına yol açan bu gelişme paralelinde Japon
şirketleri, Güneydoğu Asya ile Uzak Doğu Asya’ya yatırımlara yönelmişlerdir.
1996’nın sonunda Japonya’nın özellikle Güneydoğu Asya’da yatırımları 50 milyar
doları bulmuştur. Bu sayede Güneydoğu Asya, Japon şirketleri için Avrupa ve
Amerikan pazarına yönelik üretim üssü haline gelmiştir. Bununla birlikte içeride de
ithalatın pahalı hale gelmesi ile ithal malı tüketimi azalmış ve Japon perakendecilik
sektöründeki şirketler gibi iç piyasaya çalışan şirketler ile büyük Japon şirketleri bu
durumdan memnun olmuşlardır. Bunlara ilaveten Japon bürokratları tarafından
ödemeler dengesinde ortaya çıkan tablo olumlu olarak değerlendirilmiş ve bürokrasi
bu politikanın sürdürülmesine yönelik önlemler almaya çalışmıştır.684 Bununla
beraber doğrudan yatırım konusunda Japonya’nın yine aynı dönemlerde toplam
ekonomik değerler açısından incelendiğinde dünyanın en büyüğü haline geldiği
görülmüştür. Gerek ihracattan elde ettikleri fazlalar gerekse tasarrufların hem kişisel
hem de kurumsal olarak yüksek düzeylerde seyretmesi Japonya’nın mali kurumlarını
ülke içinde ve yurtdışında yatırımlara yönelmelerine neden olmuştur. 1988’de Japon
Merkez Bankası’na göre bu miktar 526 trilyon Yene (yaklaşık 5 trilyon dolar)
ulaşmıştır. 1980’lerin ortalarında ABD’de gerçekleşen şirket alımı veya şirket
birleşiminin % 40’ını Japon bankaları finanse etmiştir.685

683
Nester, Japanese Industrial Targeting, s. 207.
684
Karel von Walferen, “Sorting out the Conceptual Muddle: The Role of the Japanese Economy in
the Asian Financial Crisis, Cambridge Review of International Affairs, Vol:16, No:1, 2003, s. 53-
54; Yoichiro Sato, “Diplomacy of the Ministry of Finance: Promoting or Handicapping the Yen?”,
Akitoshi Miyashita and Yoichiro Sato (derl.), Japanese Foreign Policy in Asia and the Pacific:
Domestic Interests, American Pressure, and Regional Integration, Houndsmills, Basingstoke,
Hampshire and New York: Palgrave, 2001, s. 186-188.
685
Barry Gills, “The Hegemonic Transition in East Asia”, s. 209.

216
1980’lerin Japon ekonomisi ile ilgili olarak söylenmesi gereken diğer bir
husus ise Japonya’nın ABD’nin özel sektöründen ziyade devletinin başlıca finansörü
haline gelmesi olmuştur. 1981’de son kez cari fazla veren ABD, bu tarihten itibaren
borçlanmaya ihtiyaç duymuş ve “1914’den beri ilk kez ciddi oranlarda borçlanan bir
ülke haline gelmiştir”.686 Japon bankacılık sektörü, Japon bürokrasisi ile birlikte
hareket etmiş ve büyük oranda yatırımlarını Amerikan hazine bonosuna
yöneltmişlerdir.687 Bu tarihsel dönüşümün arkasında, Reagan’ın yönetiminin
ABD’de uygulamaya koyduğu yeni ekonomik politikaları yer almıştır. Bu dönemde
neoliberal bir ekonomik düzen tesisi için Reagan ilk olarak vergi indirimlerine gitmiş
ve siyaset alanında Sovyetler Birliği’ni çökertme planı ile askeri harcamalarını
artmıştır. ABD, 1980’lerin sonunda artan bütçe açığını borçlanma ile kapamış ve bu
borç esas olarak Japonya’dan sağlanmıştır.688
1990’lar ise Japon ekonomisi açısından sıkıntılı bir dönem olmuştur. 1990 ve
1991’de sırasıyla % 5.6 ve % 4 olan büyüme hızı, sonraki yıllarda % 1’den daha az
olarak gerçekleşmiştir. Sadece 2000 ile 2004 yıllarında sırasıyla % 2.4 ve % 2.7
büyüme oranları elde edilebilmiştir. Bu arada Japon Yeni özellikle Amerikan Doları
karşısında değer kazanmış ve 1990 Nisan’ında 1 ABD Doları 158 Yen iken, 1995
ortalarında 1 ABD Doları 85 Yen olmuştur. 1996’da ABD ile Japon yetkililer
arasında gerçekleşen toplantılar sonucunda Japon Yeninin değerinin ABD Doları
karşısında düşürülmesi kararlaştırılmış ve 2 yıl içerisinde bu hedef tutturulmuştur.
Daha sonraki yıllarda da döviz kurlarına yönelik müdahaleler görülmüş ve dolar-yen
ilişkisinin dengede olmasına özen gösterilmiştir. Japonya’nın 1990’lar ekonomisine
sıfıra yakın enflasyon oranı damgasını vurmuştur. Bunların yanında, her zaman
Japon toplumunda rastlanan tasarruf eğiliminin devam ettiği görülmüş, tüketim
eğilimlerinde çok büyük değişiklikler olmamıştır.689
1990’ların Japon ekonomisi için en önemli olay bankacılık sektöründe
yaşanan çöküş olmuştur. İlk olarak bazı küçük bankalar iflaslarını açıklamış,
ardından Eylül 1995’de iki orta büyüklükteki bankanın zor durumda olduğu ortaya
çıkmıştır. Bunun üzerine Maliye Bakanlığı, geri ödenmesi zor olan banka

686
Gilpin, The Political Economy of International Relations, s. 330.
687
İbid, s.329.
688
İbid, s.330.
689
Kazuo Sato, “The Japanese Economy-A Primer: Historical Perspectives”, The Japanese
Economy, Vol:30, No:4-5, July/October 2002, s. 170.

217
kredilerinin bulunduğunu açıklamak durumunda kalmıştır.690 Mart 1999’da Maliye
Bakanlığı bankacılık sektöründe yaşanan krizin bittiğini ilan etmiştir. O zamana
kadar açıkların kapatılması için ya bankalar millileştirilmiş veya ödeme aczi içine
düşen bankalara hükümet yeni sermaye enjekte etmiştir. Aralık 2000 itibariyle bu
kapsamda bankaları kurtarmak için harcanan para 226 milyar ABD Dolarını
geçmiştir. Fakat gerçekte sorunun devam ettiği gözlemlenmiştir. Eylül 2000’de resmi
olarak kabul edilen borç miktarının 620 milyar ABD Dolar civarında olduğu
açıklanmıştır.691 Bununla birlikte tahmini olarak borcun 1 trilyon ABD Dolar
civarında olduğu ileri sürülmüştür.692
1995 ve 1996 arasında Japon Maliye Bakanı ile ABD Hazine Bakanı arasında
yapılan görüşmelerde Japon Yeni’nin değerinin iki yıl içinde % 60 civarında
düşürülmesi öngörülmüştür. Görüşmelerin ardından Tayland piyasasındaki “sıcak
para” olarak tanımlanan kısa-vadeli sermayenin çıkmaya başlaması ile Tayland
ekonomisi krize sürüklenmiştir. Fakat bu olayların başlamasından sonra Japon
şirketlerinin Güneydoğu Asya ile Uzak Doğu’dan çekildiği ve tekrar Japonya'ya geri
döndüğü görülmüştür.693 Bu durum, Güneydoğu Asya’da bir krize yol açmış,
1997’de Tayland’da 3 senedir artarak devam eden cari işlemler açığı Tayland ulusal
parası “Baht”ın devalüe edilmesi ile sonuçlanmış ve buradan tüm Asya’yı
etkileyecek kriz başlamıştır.694 Hatta Japon bankalarının bölgeden hızlı bir şekilde
paralarını çekmeleri Japonya'nın suçlanmasına yol açmış ve krizin arkasında esas
olarak Japon bankalarının bu hareketi olduğu ileri sürülmüştür. Tayland’da başlayan
kriz, daha sonra Güney Kore ve Endonezya gibi ülkelere yayılmış, bölge ülkeleri ile
olan mali ve ticari ilişkilerinin önemi nedeniyle Japonya krize müdahale etme gereği
duymuştur. Bu arada Japonya'nın ilk önerisi Asya Para Fonu kurulması olmuş ama
bu teklif Çin ve ABD’nin yanı sıra, bölge ülkeleri tarafından reddedilmiştir. Bu
görüşün ardından, Japonya, “Miyazawa İnisiyatifi”ni gündeme taşımıştır. IMF’nin
bölgeye yönelik yardım paketini tamamlama amacı güden inisiyatif, 1999 sonu
itibariyle 80 milyar ABD Doları geçen bir para yardımı taahhüdünde bulunmuştur.

690
Kazuo Sato, “The Japanese Economy-A Primer: Historical Perspectives”, The Japanese
Economy, Vol:30, No:4-5, July/October 2002, s. 171.
691
Katz, “Selected Updates to Japan”, s. 70-71.
692
von Walferen, “Sorting out the Conceptual Muddle”, s. 54.
693
Robert Wade, “Showdown at the World Bank”, New Left Review, Vol:7, January-February 2001,
s. 124-125.
694
İbid, s. 55.

218
Fakat IMF’nin önerilerini sert bulan Japonya, şartlara karşı çıkmış ve IMF ile
Japonya arasında tartışmalar yaşanmıştır. Asya’daki krize yönelik olarak bir başka
öneri, Japon Yeninin uluslararasılaştırılması olmuştur. Özellikle iktidardaki LDP bu
öneriyi Güneydoğu Asya’da bölge içi döviz kuru sisteminin daha istikrarlı
olabileceği gerekçesiyle savunmuştur. Miyazawa da benzer şekilde Asya ülkelerinin
döviz kurlarının Yen ve Euro’nun bulunduğu bir sepete bağlamalarını teklif etmiştir.
Bu sayede Japonya, yaşlanan nüfusu dikkate alındığında gelecekte yaşaması
muhtemel cari açıkların finanse edilmesinde de büyük yarar sağlayacağını
düşünmüştür. Bununla birlikte sözkonusu öneriye Tokyo menkul kıymetlerinin
serbestleştirilmesini, ekonomide deregülasyonun gündeme geleceği ve bürokratların
ekonomiyi kontrol etme gücünü azaltacağı gerekçeleriyle Japon bürokrasi tarafından
karşı çıkılmıştır.695
2000’li yıllarda Japon ekonomik sisteminde üretimin yerini gittikçe artan
oranda finansal sektörün almasından başka büyük değişiklikler yaşanmadığı
görülmektedir. Ekonomik durgunluktan çıkmaya yönelik olarak kamu yatırımlarına
ayrılan pay arttırılmakla birlikte, bankacılık sektöründe geri dönmeyen kredilerin
toplam miktarı hâlâ yüksek düzeyde seyretmektedir. Dış ticarette büyük oranlarda
Japon ekonomisi ticaret fazlası vermeye devam etmektedir. ABD’nin baskıları ile
piyasanın yabancı şirketlere açılımı hususunda Japon bürokrasisinin ve özel sektörün
direnişi ise sürmektedir. Japon elitlerinin ekonomideki etkinliği de benzer şekilde
ağırlığını korumaktadır. Bununla birlikte, piyasasının korunması ve aşırı şekilde
yasal düzenlemeye tabi tutulması ile bürokrasi ve keiretsular arasında güçlü
koordinasyonun devam etmesi gibi konularda ABD’nin itirazlarına rağmen, Japonya
direniş gösterme konusunda kararlıdır.696
Japon ekonomisi, dünyanın sayılı ekonomilerinden birini oluşturmaktadır.
Gerek üretim gerekse ihracat kapasitesi ile dünyada ABD’nin ardından gelmektedir.
Finans sektöründe Japonya, dünyanın en büyük on bankasından altısına sahiptir.
Buna ilaveten Japonya, dünyanın bankeri konumuna sahiptir. Maddi yeterlikler
açısından Japonya’nın en temel sorunu hammadde kaynaklarına sahip olmamasıdır.

695
Michael Jonathan Green, Japan’s Reluctant Realism: Foreign Policy Challenges in an Era of
Uncertain Power, Houdsmills, Basingstoke, Hampshire, New York, Palgrave, 2001, s. 256-261.
696
Bai Gao, Japan’s Economic Dilemma: The Institutional Origins of Prosperity and Stagnation,
Cambridge, Cambridge University Press, 2001, s. 22-38.

219
Hammadde ihtiyacını Japonya, özellikle Uzak Doğu ve Güneydoğu Asya bölgesinde
kurduğu ekonomik, sosyal ve siyasi ilişki ağları ile elde etmeye çalışmaktadır.
Dünyanın sayılı ekonomilerinden biri olmasının dışında kendisinin uyguladığı
ekonomik sistem, gelişmekte olan ve azgelişmiş ülkeler için bir model niteliğini
taşımaktadır. Zaten Güney Kore ile “Asya Kaplanları” olarak anılan devletlerin esas
olarak Japonya’nın bu ekonomik politikasını taklit ettikleri görülmektedir. Bu
ekonomik modelin sözkonusu devletler için cazibesi herşeyden önce ekonomiyi
sadece piyasaya terk etmemesi ve devletin aktif bir şekilde katılımını ve
müdahalesini öngörmesi ile bağlantılıdır. Bu durum, bölgenin kültürel yapısı ile
uyum halindedir. Ayrıca, Batı dünyasıyla rekabette bu devletlerin geriden geldikleri
için devletin ekonomi konularında daha aktif bir politika benimsemesini zorunlu
kılmaktadır.697

3. Japonya’nın İçsel Hegemonyasının Kurulması


Japonya’da içsel hegemonyanın kurulması Batı’daki örneklerinden çok farklı
nitelikleri olan bir durumu yansıtmaktadır. Gerek sosyal ve kültürel gerekse siyasi ve
ekonomik olarak Japonya, tarihsel açıdan farklı bir toplum yapısına ve özelliklerine
sahiptir. Bu nedenden dolayı, Batı toplumlarına has olan sınıf kavramı ile Japon
toplumunun açıklanamayacağı bir çok yazar tarafından belirtilmektedir.698 Bu
nedenle, tarihsel açıdan Japon toplumu ile devletinin kendine has kimliğinin ve
gelişiminin açıklanması daha yerinde olacaktır.
Japon kimliğinin gelişiminde Asya anakarasından ayrı bir şekilde bir adalar
topluluğu üzerinde bulunmalarının başlıca rolü oynadığı açıktır. Japonya, bir çok
küçük adanın yanı sıra Hokkaido, Honşu, Şikoku ve Kyuşu adı verilen dört temel
adadan oluşmaktadır. Tarih boyunca Asya kıtasından bu adalara yapılan göçler,
bugünkü Japon toplumunun temellerini oluşturmaktadır. Asya kıtası ile bu ilişkisi
bugün bile bir çok alanda kendini hissettirmektedir. Entelektüel, kültürel, siyasi ve
dini bir çok görüş ve kurum doğrudan Asya kıtasının izlerini taşımaktadır.
Japonya’nın fikri temellerinin gelişiminde Çin’in etkisi çok belirgindir.699 Hatta

697
Kenneth B. Pyle, “Regionalism in Asia: Past and Future”, Cambridge Review of International
Affairs, Vol:16, No:1, 2003, s. 20-21; von Walferen, “Sorting out the Conceptual Muddle”, s. 49-53.
698
Robert Cox, “Middlepowermanship, Japan, and Future World Order”, s. 262.
699
Bob Tadashi Wakabayashi, “Introduction”, Bob Tadashi Wakabayashi (der.), Modern Japanese
Thought, Cambridge, Cambridge University Press, 1998, s. 2.

220
Japonlar, yüzyıllar boyunca Çin’i uygar dünyanın merkezi olarak nitelendirdikleri
görülmektedir. Japonya’nın çoğu kurumsal yapısı da bu çerçevede Çin’den
ithaldir.700 Bunlara ilaveten, eğitim, kültür, din ve dünya anlayışı esas olarak yine
Çin’den kaynaklanan Konfüçyüsçülükten etkilenmektedir.701
Devletin siyasi otoritesinde yine Çin modelinden kaynaklanan imparator ve
imparatoriçe (Tenno) unvanları kullanılmakla beraber, sistem daha çok Japon
toplumunun kendi örgütlenmesine göre düzenlenmiştir. Yüzyıllardır Yamato
klanından gelen bir aile, Japonya’nın imparatoru olarak kabul edilmiştir. Esas olarak
Güneş Tanrıçası Amaterasu tarafından yeryüzüne gönderilen bir lider olarak
algılanan imparatorların ruhani olduğu kadar cismani özelliklere de sahip olduğu
Japon toplumu tarafından kabul edilmiştir.702 İmparatorluk ailesinin ülkenin
oluşmasından önce geldiği ve ülkeyi kurduğu Japon halkının üzerinde uzlaştığı bir
başka konu olmuştur.703
Japonya’da devlet, tarihsel olarak imparator tarafından yönetilmiştir.
1185’den itibaren yönetim gerçek anlamda askeri yöneticilerin eline geçmiş ve
imparator sembolik bir liderlik görevi üstlenmiştir. Bu süreç, 1868’de gerçekleşen
Meici iktidarına kadar devam etmiştir. İmparatorluğun gücü ise II. Dünya Savaşı
sonuna kadar devam etmiştir. Her ne kadar imparatorun günümüzde sembolik önemi
devam etmekteyse de, savaşın bitişi ile siyasi sistem parlamenter demokrasi üzerine
inşa edilmiştir. 1185-1868 arasında “Şogun” olarak adlandırılan askeri yöneticiler,
“Bakufu” denilen bir askeri yönetimi idare etmişlerdir. Fakat “Daimyo” denilen yerel
güçlerin de kendi bölgelerindeki hakimiyeti nedeniyle, şogunlar ile daimyolar
arasında yüzyıllar boyu süren bir mücadele ortaya çıkmıştır. 1600’da Tokugava
İeyasu adlı daimyo, iki daimyo ile birlikte Japonya’da birliği sağlamış ve 1868 tarihli
“Meici Restorasyonu”na kadar yeni bir siyasi sistem kurmuştur.

“Tokugava iktidar üzerindeki nüfuzunu, beylikleri (han)


ülkenin geri kalan topraklarını oluşturan yüzlerce derebeyi
(daimyo), onların refakatindeki Samuray (savaşçı) sınıfı ve

700
Hunter, Modern Japonya’nın Doğuşu, s. 66.
701
İbid, s. 67.
702
Pierre Lavelle, Çağdaş Japon Siyasal Düşüncesi (Çev. Galip Üstün), İstanbul, İletişim Yayınları,
1993, s. 10-11.
703
İbid, s.10-11.

221
bu topraklarda yaşayan halk üzerinde fiziksel, politik ve
ekonomik denetimi içeren bir yapıyla güçlendirmiştir.”704
Tokugava döneminde, imparatorun rolü üzerinde din adamı Yamaga Soko
tarafından 17. yüzyıl ortalarında bir doktrin geliştirilmiştir: Kokutai doktrini. “Ulusal
yönetim” olarak da açıklanabilecek bu doktrin, Japon imparatorlarına gökyüzünden
kendilerine verilen yetkinin dünyada değiştirilemeyeceğini öngörmüştür. Çin’de
hanedanlarının dünya işleri sırasında bu yetkiyi kaybetmeleri doğal olarak
karşılanırken, Japonya’da böyle bir hak bulunmadığı özellikle siyasi elit olarak
nitelendirilebilecek daimyo ve şogunlar tarafından tartışmasız benimsenmiştir.705
Tokugava sisteminin en önemli özelliği, Batı ile 1500’lerin ortalarında
başlayan yakınlaşmadan rahatsızlık duyması sebebiyle, büyük bir inziva politikasının
(sakoku) benimsenmesi olmuştur. Buna ilaveten, ülke içindeki sosyal, siyasi ve
ekonomik değişimlerin önüne geçilmesi hedeflenmiş ve teknolojik gelişmeler de arzu
edilmemiştir. Böylece Japonya, dünya ile ilişkilerini sınırlandırmış bir ülke niteliğini
elde etmiş ve içeride de “kast” sistemine benzer bir toplumsal yapının değişmeden
ayakta kalması sağlanmıştır.706
1850’lerin ortalarına gelindiğinde gerek uluslararası politikadan kaynaklanan
gerekse iç politikada yaşanan gelişmeler doğrultusunda daimyoların güçlenmesi ile
ilgili olarak sistemin değişmesi yönünde baskılar artmaya başlamıştır. Fakat bunların
içinde en önemlisi Haziran 1853’de Commodore Matthew Perry’nin Japonya’nın
Tokyo Körfezine gelip, ABD “gemilerinin gereksinimlerinin karşılanmasını,
Amerikalı denizcilerin kazalarıyla ilgilenilmesini ve resmi ilişkilerin
geliştirilmesini”707 içeren bir ültimatom sunması olmuştur. Ardından 1854’de
Perry’nin tekrar Japonya’ya gelmesi ve bazı limanların sığınma limanı olarak
Amerikalılara açılması ile Amerikalı konsolosların Japonya’ya atanması gibi
talepleri Japonya’da siyaset sisteminin sorgulanmasına yol açmıştır. Bu yeni siyasi
düşünceler, Japonya’nın çalkantılı bir döneme sürüklenmesine yol açmıştır. 1858’de
ABD ile Japonya arasında imzalanan “Dostluk ve Ticaret Anlaşması” Japonlar
arasında “eşitsiz anlaşmalar” olarak anılmış ve hoşnutsuzluğun boyutlarını

704
Hunter, Modern Japonya’nın Doğuşu, s.19.
705
Lavelle, Çağdaş Japon Siyasal Düşüncesi, s.10-11; Wakabayashi, “Introduction”, s.11; Hunter,
Modern Japonya’nın Doğuşu, s. 237.
706
İbid, s. 20-21.
707
İbid, s. 36.

222
arttırmıştır. 1858’de Tokugava ailesinin başına geçen Keiki’nin şogunluğunun kabul
edilmemesi ve Satsuma ile Çöşü daimyolarının Bakufu yönetimine karşı çıkmaları
ile başlayan süreç bu iki daimyonun Bakufu yönetimini dağıtmaları ve imparatorluğu
yeniden siyasetin merkezine yerleştirmeleri ile sonuçlanmıştır. Özellikle Satsuma ve
Çöşü daimyolarının 1863-1864 yıllarında Batılı güçlere yenilmelerinin ardından,
imparatorluk kurumunun yeniden güçlendirilmesinin gerekliliğine inanmaya
başlamışlar, aksi takdirde Batı ile mücadele edilemeyeceğini savunmuşlardır.
İktidara getirilen Meici, merkezleştirmeyi güçlendirerek, Japonya’nın siyasal,
sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan yukarıdan dönüşümünü başlatmıştır.708
1868’den 1912’ye kadar iktidarda kalan Meici’nin ilk işi iki başlı yönetime son
vermek olmuş ve daimyoların güçlerini ellerinden alarak, merkezi yönetimini
güçlendirmeye çalışmıştır. Batılı devletler ile imzalanan “eşitsiz anlaşmaları” kabul
etmemiş ve bunları değiştirmek için çaba sarf etmiştir. Bunun dışında, Meici,
Japonya’yı Batılı devletlerle eşit bir seviyeye çıkarmak için sanayinin gelişimini
amaçlayan bir program yürütmüştür.709 Bu zorlamalar karşısında, Batı ile başa
çıkabilmek için Meici’nin esas hedefi, modern anlamda ulus-devleti kurmak
olmuştur.710
Meici iktidarının ilk yıllarında önemli fikirler Batı ağırlıklı olmuş ve
liberalizm, sosyalizm ve aydınlanma gibi yaklaşımlar Meici dönemine damgalarını
vurmuşlardır. Bu dönem boyunca Japon elitler, kendilerini Batı karşısında “geri” ve
“vahşi” olarak nitelendirmişler ve bu duruma “aşağılık duygusu” eşlik etmiştir. Fakat
özellikle 1881’den itibaren bu görüş değişmeye başlamış ve Meici iktidarının
sonlarında Japonya’nın üstün niteliği daha çok vurgu konusu olmaya başlamıştır.711
İçeride rejimini güçlendirdikten sonra Meici’nin ilk giriştiği reform hareketi 1871’de
eğitimin Batılılaştırılması olmuştur. Bu kapsamda Hıristiyanlık yasağı kaldırılmış,
aynı yıl, Meici, “eşitsiz anlaşmaları” gözden geçirmek amacıyla Avrupa ve
Amerika’ya üst düzey yetkililerden oluşan bir heyet gönderilmiş ama heyet
arzuladığı sonuçları alamadan geri dönmek zorunda kalmıştır. Bununla birlikte

708
Kosaku Yoshino, Cultural Nationalism in Contemporary Japan: A Sociological Enquiry,
London and New York, Routledge, 1992, s. 85.
709
Hunter, Modern Japonya’nın Doğuşu, s. 24.
710
Hirakawa Sukehiro, “Japan’s Turn to the West” (Japonca’dan İngilizce’ye Çeviren: Bob Tadashi
Wakabayashi), Bob Tadashi Wakabayashi (der.), Modern Japanese Thought, Cambridge,
Cambridge University Press, 1998, s. 30-31.
711
Lavelle, Çağdaş Japon Siyasal Düşüncesi, s. 14-15.

223
1873’de geri döndüklerinde saraya verdikleri rapor ile Batının ekonomik, siyasal ve
yasal sistemlerine benzer bir sistemin Japonya’da uygulanması halinde Batı ile başa
çıkabileceklerini iletmişlerdir. 1873’de bu Japon heyetinin Avrupa-Amerika
ziyaretinin ardından Batı hakkında bilgilendirilen Meici, Japonya’da köklü bir
değişim programını uygulamaya koymuştur. Başlarda Meici’nin etrafında sadece
muhafazakâr değil, aynı zamanda liberal, pozitivist, materyalist ve yararcı
(utilitarianism) görüşler de yer bulmuş ve Meici bu farklı görüşlere iktidarında yer
vermiştir.712 Nakamura Masanao, John Stuart Mill’in Özgürlük Üzerine adlı kitabını
1871’de çevirmiş ve yayımlamış, Ueki Emori ve Nakae gibi Japon liberaller ise
Halkın Hakları Hareketi’ni kurarak, Japon toplumu içerisinde liberalizmi
yaygınlaştırmaya çalışmışlardır. Hatta 1880’lerde Japon entelektüellerinden
Tokutomi Soho, Japon toplumunun tamamen Batılılaşmasını talep ettiği
713
görülmüştür. Bunların yanında Nişi, Kato, Fukuzava gibi önemli düşünürler, Batı
kültürünün özümsenmesi gerektiğini ifade etmişlerdir.714 Liberal görüşlü
düşünürlerin yanı sıra Nişi Amane, Kato Hiroyuki, Mori Arinori gibi bürokratlar
aydın despotizmi ile nasyonal sosyalizme benzer görüşleri gündeme getirmişler ve
bu görüşlerin savunuculuğunu yapmışlardır.715 1890’larda Japonya’da milliyetçi
görüşlerin yaygınlaşması sürecinde sosyalist, liberal ve aydınlanmacı görüşler ise
Batı’nın emperyalist politikaları karşısında geri adım atmak zorunda kalmışlardır.
1880’lerde liberaller iktidar çevresinden tasfiye edilmişlerdir.716 Benzer şekilde,
Meici döneminin başlarında Hıristiyan olmak, diğer dönemlerin aksine tepki ile
karşılanmamıştır. Fakat muhafazakâr ve milliyetçi görüşlerin yaygınlaştığı
dönemden itibaren Hıristiyan olmak, itaatsizlik ve sadakatsizlik olarak
nitelendirilmiştir. Batı’nın emperyalist politikalarının yoğunlaştığı dönemlerde ise
misyonerler ile bağlantıları olanlar şüphe ile karşılanmıştır.717
Meici, 1890’ların başlarından itibaren daha muhafazakâr ve milliyetçi bir
programa yönelmiştir.718 Meici’nin böyle bir programa yönelmesinde Yamagata

712
Kenneth B. Pyle, “Meici Conservatism”, Bob Tadashi Wakabayashi (der.), Modern Japanese
Thought, Cambridge, Cambridge University Press, 1998, s. 100.
713
İbid, s. 100.
714
Lavelle, Çağdaş Japon Siyasal Düşüncesi, s. 18.
715
İbid, s. 19-24.
716
Pyle, “Meici Conservatism”, s. 121.
717
İbid, s. 112.
718
İbid, s. 98-100.

224
Aritomo, Motoda Nagazane, Nişimura Şigeki ile Anayasanın mimarlarından ve daha
liberal olarak nitelendirilebilecek bir kişi olan İto Hirobumi’nin etkisi olmuştur.
Yamagato, militarizmin savunucusu olarak ortaya çıkarken, Nişimura, pozitivizm ile
Konfüçyüsçülüğü bağdaştırarak ahlâk ile ilgili politikanın düzenlenmesinde önemli
rol oynamıştır. Eğitim politikasının oluşturulmasında ise Motoda’nın etkisi çok
büyük olmuştur. Konfüçyüsçülüğe dayanan Motoda’nın temel ilkeleri; “ana-baba
sevgisi ve ailede saygı, toplum içinde doğruluk, ülke hizmetinde sadakat ve içtenlik”
olmuştur.719
Japonya’da muhafazakâr ve milliyetçi görüşler, statükoyu koruma anlamında
değil, modernleşme sürecinde Batı’nın kültürüne karşı bir tepki olarak ortaya çıkmış
ve ulusal bilincin gelişmesine katkı yapmıştır. Japonya’nın eğitim, bürokrasi ve
sanayi politikası tamamen yeniden inşa edilmiştir. Bürokrasiye eleman alımı
hususunda Çin’in zorlu ve maraton niteliğindeki sınav sistemi Japonya’da
uygulanmaya başlanmış ve ciddi bir bürokratik devlet olma yolunda sistemli bir
yaklaşım benimsenmiştir. Eğitim sistemi, yeniden yapılandırılmış ve Japonya
çapında geçerli ve tek bir eğitim sistemi oluşturulmuştur. Mesleki eğitim ve yüksek
öğrenim kurumları da eğitim sisteminin içine eklenmiştir. Ülke çapında altyapı
yatırımlarına ağırlık verilmiş ve bu bağlamda başta demiryolu olmak üzere ulaşım ile
posta sektörleri geliştirilmiştir.720
Sanayinin geliştirilmesi ise Japonya’nın bir başka hedefi olarak ortaya
çıkmıştır. Bu bağlamda, daha önceki kısımda açıklandığı üzere bürokrasinin gücü
ortaya çıkmış ve sanayi politikaları bürokrasi tarafından yönlendirilmiştir. Özellikle
Almanya’nın sanayi politikası dahil ekonomik politikalarından Japon liderler
oldukça etkilenmişler ve ekonominin doğal ve sabit kanunlardan ziyade her ülkede
değişikliğe sahip olduğu fikri yaygın bir görüş olarak kabul edilmiştir. Böylece
serbest ticaret kavramlarına karşı çıkılmış ve sanayi politikası bu çerçevede
oluşturulmuştur.721
Bütün bunlar olurken, siyaset de bu değişim programının dışında kalmamıştır.
1885’de Batılı anlamda bir kabine hükümeti oluşturulmuş, 1889 Şubat’ında bir
anayasa ilan edilmiş ve nihayet 1890’da seçimlerin ardından parlamento

719
Lavelle, Çağdaş Japon Siyasal Düşüncesi, s. 25-32; Pyle, “Meici Conservatism”, s. 106.
720
Hunter, Modern Japonya’nın Doğuşu, s. 40-41.
721
Pyle, “Meici Conservatism”, s. 131-132.

225
oluşturulmuştur. Parlamentonun ilk görevi bir anayasa hazırlamak olmuştu. Japon
Anayasası, dönemin Prusya temelli Alman Anayasası esas alınarak hazırlanmıştır.
Alman Anayasası’nın esas alınmasının sebebi, Fransız Anayasası’nın çok fazla
“demokratik” bulunması ve 1871’de gerçekleşen Fransa-Prusya savaşını Prusya’nın
kazanması olmuştur. Meici daha önceleri Alman Anayasasını temel olarak almaya
karar vermesine rağmen, Japon Anayasası’nın kurucusu olan İto Hirobumi’yi
Avrupa’ya göndermiş ve temaslarda bulunmasını sağlamıştır. Bu bağlamda ilk
gidilen yer Alman İmparatorluğu olmuş ve Berlin’de ünlü hukukçu Rudolf von
Gneist ile görüşmeler yapılmıştır. Gneist, bir anayasanın sadece yasal bir belge
niteliğinden ziyade yöneten ile yönetilen arasındaki ilişkiyi yansıtan, o ülkenin tarihi,
gelenekleri ve halkın duygularını yansıtan bir belge olduğunu ifade ederek, Japonya
hakkında hiçbir şey bilmediğini söylemiş, bu nedenle Japonya’nın Anayasası için
yardım edemeyeceğini bildirmiştir.722
Gneist’in ifadeleri yine de yol gösterici olmuş ve Japon Anayasası’nın
Batı’dan alınan fikir ve kurumlar yoluyla yasal bir metin olduğu kadar halkın
duyguları, tarihi ve geleneklerinin de metni olmasına özen gösterilmiştir.723 1889
tarihli Japon Anayasası bu şekilde Tenno’nun Japon halkına bağışladığı bir anayasa
niteliğinde olmuştur. Tenno, anayasa ile yürütme ve yasama üstlenmiştir ama
Tenno’nın bu görevleri ifa etmesinde parlamento, hükümet ve mahkemelerin
yardımcı olacak şekilde düzenlenmesi sağlanmıştır.724 Böylece imparator,
anayasasının merkezinde yer almış ve kutsallığını güçlendirmiştir.
1890’da Meici, eğitim konusunda temel bir buyruk yayınlamıştır. Buyruktaki
ahlâki değerler esas olarak Konfüçyüs ile Şinto’dan esinlenilmişti. Buyruk, ilk ve
orta öğretim kurumlarında dini bir seviyeye kadar çıkarılmış ve II. Dünya Savaşı
sonuna kadar okullardaki temel kutsal metinlerden biri haline getirilmişti. Buyruk her
ne kadar Motoda’nın düşüncelerinden esinlenmişse de, 1885’de başbakan olan
Hirobumi ile Motoda’nın görüşlerinin bir uzlaşmasını yansıtmıştır.725 Buyruk, ayrıca
Tenno’nun sadece imparator olmadığını, Japonya’nın tüm ailelerinin reisi olduğunu

722
Sukehiro, “Japan’s Turn to the West” s. 32-33.
723
İbid, s. 32-33.
724
Lavelle, Çağdaş Japon Siyasal Düşüncesi, s. 38.
725
Pyle, “Meici Conservatism”, s. 107-108.

226
da ifade etmiştir. Bu sayede imparator ile halk arasındaki bağın güçlendirilmesi
amaçlanmıştı.726
Gerek 1889 tarihli Anayasa gerekse 1890 tarihli eğitim konusunda çıkarılan
İmparatorluk Buyruğu, “kokutai”yi kutsamış ve Japonya’da yasal ve ahlâki sınırları
belirlemiştir. Bu tarihten evvel, Japon entelektüelleri arasında görüş farklılıklarına
artık izin verilmemeye başlanmış ve özgür ortam daha kısıtlayıcı olmaya başlamıştır.
Yine bu tarihten önce, Japonya’nın uluslararası politikadaki rolünün yanı sıra
İmparator’un ve devletin rolü konusundaki görüşlerin tartışıldığı ortam kalkmıştır.727
Eğitim ve siyasette başlatılan bu reform hareketleri, sanayinin ve ordunun
güçlendirilmesi ile el ele gitmiştir. Japon elitleri özellikle orduya özel bir önem
atfetmişlerdir. Batı ile mücadelenin ve eşitsiz anlaşmaların değiştirilmesinin yegâne
koşulunun ancak ordu ile mümkün olacağını düşünen Japon elitleri, ilk olarak
samurayları ortadan kaldırarak ordunun değişimine başlamışlardır. Bu elitler, sadece
savaşçı sınıfını oluşturan samuray geleneğinin Batı’nın yüksek teknolojik savaş
mekanizması ile başa çıkmasının imkansız olduğunu ve yapılması gerekenin ordunun
Batı teknolojisi ile yine Batı askeri örgütlenme modeli çerçevesinde yeniden
kurulması gerektiğini ileri sürmüşlerdir.
1871’de samurayların daimyoların maaşlı elemanı olması engellenerek
merkezi hükümetten maaş almaları sağlanmıştır. Bunun ardından Meici iktidarı
1872’nin sonunda düzenli bir ordu kurma yolunda samurayların yanında halktan
asker alınmasını kabul etmiştir. Bu durum, samuraylar ile iktidar ilişkilerinin
gerginleşmesine yol açmıştır. Bunun üzerine 1873’de Kore’ye bir sefer düzenlenmiş
ve samurayların huzursuzlukları giderilmeye çalışılmıştır. Fakat Meici iktidarı,
samurayların sorun yaratmaması için dış sefer düzenlemek yerine onları sistem
içerisinde farklı kanallara sevk etmeye yönelmiştir. Bazı samuraylar bürokrasiye
alınırken, bazılarının tüccar olmaları teşvik edilmiştir. Bu durumu kabul etmeyen
samuraylar ise siyasi iktidara karşı birkaç kez ayaklanmışlar ve en sonunda bu yeni
sisteme entegre olmayan samuraylar milliyetçi düşüncenin kaynağı haline
gelmişlerdir.728

726
Lavelle, Çağdaş Japon Siyasal Düşüncesi, s. 39-41.
727
Wakabayashi, “Introduction”, s. 11.
728
Hunter, Modern Japonya’nın Doğuşu, s. 364-365.

227
Japon ordusunun güçlendirilmesi konusunda, 1872’de düzenli ordu
oluşturulması yolunda adım atıldıktan sonra ilk olarak Fransız, sonra Prusyalı askeri
subaylar Japonya’ya getirilmiştir. Japon ordusu 1877’de artık kendi kendine yeterli
hale gelmiş ve 1890’ların başından itibaren hareket yeteneği güçlü bir ordu haline
dönüşmüştür. Silah ve askeri gemi üretimi hususunda ise eski Bakufu yönetiminin
üretim mekanizmasının yanı sıra, sanayileşme politikasının etkisi ile özellikle
1900’lerin başından itibaren yerli üretim tüm ihtiyaçları karşılayacak duruma
gelmiştir. 1894’de Çin’e karşı yapılan savaşta kazanılan başarı ile bu yeni
oluşturulan ordu halk arasında kısmen itibar kazanmıştır. Bu tarihten itibaren
Japonya sömürgeci bir devlet olma yoluna girmiş ve uluslararası ekonomide de
ağırlığını arttırmaya başlamıştır. Yine aynı dönemde Japonların “eşitsiz anlaşmalar”
olarak nitelendirdikleri Batılı devletler ile yaptıkları anlaşmalar yürürlükten
kaldırılmıştır. Rusya ile ilişkilerin savaşa dönüşmesi ihtimali nedeniyle, ordunun
savaş mekanizması daha da güçlendirilmiştir. 1904’de Rusya’ya karşı yapılan
savaşta kazanılan başarı ise ordunun halkın gözündeki itibarını daha da arttırmıştır.729
1890-1900 döneminde artık Japonların Batı’ya karşı komplekslerinin ortadan
kalktığı, hatta kendilerini onlardan daha üstün gören bir anlayışın yerleştiği dönem
başlamıştır.730 Ayrıca aynı dönemde iktidar çevrelerinde muhafazakâr ve milliyetçi
görüşler artık hakim olmuştur. Bu görüşlerin hakimiyeti, gerek Anayasa’da gerekse
eğitim hakkındaki İmparator Buyruğu ile daha net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bu
tarihten sonra özellikle eğitimde “Yamato Ruhu” ve “Buşido” gibi kavramların ön
plana çıkarıldığı gözlemlenmiştir. Samurayların efendi için kanlarının akıtılması da
dahil efendiye mutlak itaati öngören bir ahlâki kurallar bütünü olan bu kavramlar,
1900’lerin başlarından itibaren tüm öğretim sistemine yaygınlaştırılmış ve II. Dünya
Savaşı sonuna kadar bu ilkelere dayanan eğitim sistemi devam ettirilmiştir.731
İmparatorluk yönetiminin içsel hegemonyasını kurmasını takiben Japonya’da
ekonomik ve siyasi düzen değişmiş ve bu içsel hegemonyanın yeniden
yapılandırmasını gerektirmiştir. 1900’lerin başından itibaren, sanayi politikaları ile
sanayinin güçlendirilmesine paralel olarak sosyal politikaların da geliştirilmesi

729
İbid, s. 366-367.
730
Lavelle, Çağdaş Japon Siyasal Düşüncesi, s. 34.
731
Wakabayashi, “Introduction”, s. 14-15; Marius B. Jansen, The Making of Modern Japan,
Cambridge, Massachusetts, London, The Belknap Press of Harvard University Press, 2000, s. 487.

228
zorunluluğu tartışılmaya başlanmıştır. Bismarck’ın Almanya’sı dikkatle incelenmiş
ve oradaki gelişmeler yakından takip edilmeye çalışılmıştır. Eğitimini Almanya’da
alan ve Japonya’nın ilk akademik ekonomisti Kanai Noburu, Alman ekonomi
ekolünü benimsemiş ve bunu Japonya’da yaygınlaştırmayı hedeflemiştir. Devletin
ekonomiye müdahalesini zorunlu gören Kanai, sanayileşme için bunun gerekli
olduğunu savunmuştur. Kanai, ayrıca ekonomik politikaların toplum üzerindeki
etkisini gördüğü için 1896’da Gakkai (tam adı shakai seisaku gakkai-Sosyal Politika
Çalışmaları Derneği) adlı derneği kurmuştur. Gakkai, bir süre sonra bürokrasi,
üniversite ve iş adamlarının çalışmalarına katıldığı en önemli dernek haline
gelmiştir.732
Gakkai, sosyalizm ile liberalizm arasında bir orta yol önermiş ve her iki
ideolojinin aşırılıklarından kaçınılmasının zorunluluk olduğunu savunmuştur.
Kapitalist değişim toplum içerisinde daha önce görülmeyen büyük ekonomik
farklılıklar ortaya çıkaracağı için buna karşın bir önlem alınmasını öngören Gakkai,
Alman sosyal politikasının uygun olabileceğini de çözüm olarak ortaya koymuştur.
Bu kapsamda, Gakkai’nin kurucularından Kuwata Kumazo, hükümetin çalışma
hayatına yönelik mevzuatı en kısa sürede düzenlemesi gerektiğini ileri sürmüştür.
Kuwata, çalışma süreleri ve çalışma koşullarıyla çocuk ve kadın işçiliğinin yanı sıra
fakirlere yönelik düzenlemeler ile zorunlu işçi sigortası, küçük çiftçileri koruma ve
yardım için kooperatiflerin desteklenmesine yönelik yasal metinlerin çıkarılmasını
önermiştir.733
Batı sanayi toplumlarının yaşadığı ve toplumu bölen bu kamplaşmalar, Japon
bürokratları ve entelektüelleri tarafından medeniyet hastalığı (bummei byo) olarak
nitelendirilmiş, bu gelişmelerin Japonya’ya da sıçramasıyla “kokutai”yi dolayısıyla
sosyal uyumu bozacağından kaygı duyulmuştur. Batı sisteminin yanlışlıklarından
ders alınması gerektiğini ileri süren Okuma Şinegobu, aile dayanışmasının
Japonya’da işçi ile kapitalist kesimler arasındaki çatışmayı engelleyebileceğini iddia
etmiştir.734
1890’larda sosyalist görüşler, Japonya’da ilk kez yayınlanmaya ve
tartışılmaya başlanmıştır. 1898’de Tokyo’da entelektüeller tarafından daha çok

732
Pyle, “Meici Conservatism”, s. 131-132.
733
İbid, s. 133.
734
İbid, s. 135.

229
Avrupa’daki sosyalist görüşlerin tartışıldığı bir forum kurulmuştur. Bu arada Kamu
Barışı Gözetleme Kanunu 1900’de çıkarılmış ve sendikal örgütlenme ve toplantılar
yasaklanmıştır. Nihayet 1901’de Sosyal Demokrat Parti kurulmuş fakat aynı gün
kapatılmıştır. Partinin eleştirileri sadece ekonomik alana yönelik olmamış aynı
zamanda ahlâki değerlerin erozyonu da dile getirilen konular arasında yer almıştır.735
Bununla birlikte 1906’da yeni kurulan hükümet çerçevesinde sosyalistlerin parti
kurmalarına tekrar izin verilmiş ve bu çerçevede Şubat 1906’da Japon Sosyalist
Partisi kurulmuştur. Daha çok orta sınıf entelektüellerinden oluşan parti, işçilerden
yoğun destek alamamıştır 1907’de kapatılan Japon Sosyalist Partisi’nin taraftarları
üzerinde hükümet kontrolünü sıklaştırmış, 1910’da Meici’nin yerine iktidara gelen
Taşo döneminde (1910-1926)736 sosyalistlere yönelik kontrol devam ettirilmiştir.
Özellikle Aşyo bakır madeninde işçilerin yarattığı ortam nedeniyle sosyalistler
suçlanmış ve sosyal uyumun bozulmaması için 1911’de İş Kanunu kabul edilmiştir.
Bu arada Japonya’da sosyalizmin öncüllerinden olan Kokutu ve arkadaşları
imparatora suikast planladıkları gerekçesiyle asılmışlardır.737 Sosyalistlerin siyasi
arenaya tekrar çıkmaları 1917’de Rusya’da gerçekleşen Bolşevik devriminin yanı
sıra, 1918’de ortaya çıkan “pirinç ayaklanmaları” ile olmuştur. 1920’lerde nüfusun
büyük bir kısmının kırsal kesimde yaşaması nedeniyle kentlerde sosyalist ve
komünist düşünce işçilerle birlikte öğrenciler tarafından yaygınlaştırılmaya
çalışılmıştır. 1922’de Japon Komünist Partisi kurulmuş ve Sovyetler Birliği’ndeki
gelişmelerden destek bulmayı arzulaşmıştır. Fakat kendi içlerinde bölünmeleri
nedeniyle, önemli bir entelektüel girişim olmalarına rağmen II. Dünya Savaşı sonuna
kadar Japon toplumu arasında çok büyük bir destek bulamamışlardır.738 Liberaller
ise sistem için ciddi bir tehdit olarak algılanmamışlardır. Liberallerin en büyük
eleştirileri bürokratik hükümete (kanryo seiji-hanbatsu seiji) yönelmiştir. Liberaller,
demokrasinin imparatorluk sistemi ile bağdaşabilecek bir sistem olduğunu ve
“kokutai”ye bir tehdit olarak algılanmaması gerektiğini iddia etmişlerdir. Hatta

735
Peter Duus and Irwin Scheiner, “Socialism, Liberalism, and Marxism, 1901-31”, Bob Tadashi
Wakabayashi (der.), Modern Japanese Thought, Cambridge, Cambridge University Press, 1998, s.
151-159.
736
Japon tarihi 1868’den itibaren 3 dönem içerisinde ele alınmaktadır: Meici dönemi (1868-1910),
Taşo dönemi (1910-1926) ve Şova dönemi (1926-1945).
737
Duus and Scheiner, “Socialism, Liberalism, and Marxism”, s. 163; Lavelle, Çağdaş Japon Siyasal
Düşüncesi, s. 58-61.
738
Duus and Scheiner, “Socialism, Liberalism, and Marxism”, s. 190-206.

230
liberaller, 1904’de Rusya ile Japonya arasındaki savaş sırasında demokrasinin
emperyalizm ve militarizm ile bağdaşabileceğini kabul etmişlerdir.739
Genel olarak değerlendirildiğinde II. Dünya Savaşı öncesi Japon toplumunda
gerek sosyalist gerekse liberal düşünce büyük bir taban bulamamıştır. Sosyalistler ve
daha sonra komünistler bununla birlikte daha fazla bir kesimi kendilerine çekmeyi
başarmışlarsa da, esas hedefleri olan işçi kesiminden aldıkları destek kısıtlı kalmıştır.
1910 sonrası ile 1941 arasında Japonya’da temel siyasi güç, milliyetçilik olmuştur.
1919’dan itibaren ise doruk noktasına çıkan milliyetçilik, I. Dünya Savaşını esas
olarak Batı’nın bunalımının ürünü olarak değerlendirmişlerdir. Japon milliyetçileri,
Batı’nın ürettiği kapitalizm, sosyalizm ve liberalizm ideolojileri ile Doğu’nun ahlâki
ideolojisinin nihai olarak karşılaşacağına inanmışlardır.740
Doğu ile Batı’nın bu nihai karşılaşmasını siyasi parti düzeyinde ilk örgütleyen
Nakano Seigo olmuştur. Nakano, faşizmi benimsediğini açıkça ilan ederek, “Doğu
Toplumu” adlı partiyi kurmuştur. Bunun dışında diğer önemli bir hareket Kita İkki
tarafından ideolojisi çizilen İmparatorluk Yolu Hizbi olmuştur. Eskiden bir sosyalist
olan Kita, Asya’yı İngiltere ve Sovyetler Birliği’nden kurtaracak tek ulusun
uluslararası proletarya rolüne soyunacak olan Japonya tarafından mümkün olduğunu
iddia etmiştir. Hindistan’ın bağımsız olmasını ve Çin’in ya Japonya tarafından işgal
edilmesini ya da silahlı ulus rolünü üstlenmesini savunan Kita’nın görüşleri daha
sonraları ordu içinde örgütlenen ve kapitalizme düşman olan Genç Subaylar Hareketi
tarafından kısmen değiştirilerek benimsenmiştir. Bir başka hareket ise kendilerine
Nazi kurumlarını esin kaynağı olarak alan Yenilikçi Bürokratlar adı altında örgüt
radikal teknokrat yönetimi savunmuşlardır. 1930’lar ile yönetim ve ordu içinde aşırı
milliyetçi akımlar daha da güçlenmiştir. 1940’da İmparatorluk Egemenliğine Destek
Verenler Derneği, İçişleri Bakanlığı’na bağlı ve meslek derneklerini denetim altında
tutan bir örgütlenme II. Dünya Savaşı döneminin bir yansıması olarak ortaya
çıkmıştır.741
Japonya’daki aşırı milliyetçi örgütlenmeler de diğer sosyalist ve liberal
örgütlenmelere benzer şekilde toplum katından ziyade, sivil ve askeri bürokrasi ile
entelektüel düzeyde taban bulmuştur. Bununla birlikte II. Dünya Savaşı öncesinde

739
İbid, s. 173-175.
740
Lavelle, Çağdaş Japon Siyasal Düşüncesi, s. 69.
741
İbid, s. 69-76.

231
Japonya’nın dış politikasına ciddi etkileri olmuş ve hatta dış politikayı bu gruplar
yönlendirmişlerdir. Diğer yandan imparatorluğun temel felsefesi niteliğinde olan
“kokutai”nin önemi ise eğitim sistemi yoluyla halka aktarılmaya devam edilmiştir.
1941’de Eğitim Bakanlığı, “Tebaanın Sesi” (Şimmin no minşi) adlı kitapçığı
yayınlamıştır. Kitapçık, dünyanın Batılı devletlerin açgözlülüğü nedeniyle
parçalandığını, “Mançurya’nın olaylarıyla dünya tarihinde yeni bir sayfa açıldığını”
ve Japonya’nın “ahlâk temeli üstüne kurulu yeni bir dünya düzeninin temeli
kurduğunu” iddia etmiştir. Bu kapsamda tebaanın manevi uygulamalara önem
vermesi gerektiği ve yapması gereken tek şeyin “İmparatorluk Ülkesinin tarihi
görevinin yerine getirilmesi” olduğu ileri sürülmüştür.742
Askeri ve sivil bürokrasinin yanı sıra zaibatsulardan oluşan Japon elitleri ise
19. yüzyılın sonlarında daha çok imparatora yakın bir konumda iken, imparator,
politikanın geliştirilmesinde ve uygulanmasında daha fazla inisiyatif sahibi olmuştur.
Bununla birlikte Japon elitleri arasında hizipsel çekişmeler az da olsa yaşanmıştır.
Özellikle 1930’lardan sonra askeri bürokranin etkisi gittikçe artmış, Japonya'nın dış
politikası konusunda anlaşma sağlanamaması üzerine ordu içinde hizipleşmeler ve
tasfiyeler vuku bulmuştur. Bunların ardından emperyalist politikaları savunan aşırı
milliyetçi ve orta düzeydeki subayların Tokyo’da sık sık ayaklanmaları ile
karşılaşılmıştır. Ayrıca hükümet üyelerine karşı düzenlenen suikastlar ile askeri
bürokrasi iktidarı eline geçirmiştir. Bu kapsamda, 1937’den itibaren Japon
ekonomisi, savaş ekonomisine göre yeniden yapılandırılmış ve bu sürecin sonunda
General Toco Hideki 1941’de başbakanlığa getirilmiştir.743
1945 sonrası Amerikan işgal gücünün Japonya’daki temel hedefi bu aşırı
milliyetçi bürokrasiyi yeniden yapılandırmak ve toplumun barışçıl görüşler
benimsemesini sağlamak olmuştur. Bu amaç doğrultusunda, Japon toplumunun
sosyalizasyonu için ilk olarak eğitim politikasının değiştirilmesi gündeme gelmiştir.
Bu çerçevede, Japon toplumunun ve bireyinin üzerine özellikle Batı
akademisyenlerinin yoğun çalışmaları bulunmaktadır. Bu çalışmalarda, Batılı
akademisyenler Japon toplumunun kendine özgülüğünden bahsetmekte ve Japonları
“hâlâ cemaatlere bağımlı, bireycilikten yoksun” bir grup olarak

742
İbid, s. 82.
743
Hunter, Modern Japonya’nın Doğuşu, s. 376-381.

232
tanımlamaktadırlar.744 Japonların kendileri de bu türden tanımlamaları kabul
etmektedirler. Batı toplumlarının bireyciliklerinin tersine Japonya’nın toplumsal
yapısı, grupçuluk (groupism) veya kişiler arasıcılık (interpersonalism) ile bağımlılık
kavramları etrafında karakterize edilmektedir.745 Bu çerçevede, “amae” kavramının
Japon kimliğinin özünü oluşturan temel kavramlarından birini oluşturduğu ileri
sürülmektedir. Amae, Japonya’da bağımlı olmak ve birinin niyetine dayanmak
anlamında kullanılmaktadır. Bu kapsamda toplumda birisinin iyiliğine bağımlı
olmak, sosyalleşme süreci boyunca teşvik edilmektedir. Böylece yetişkin bir Japon
bireyi ailesi dışında da duygusal bir bağımlılık aramaya devam etmektedir. Bu
durumun günümüz Japonya’sında yansıması şirkette çalışma sırasında
karşılaşılmaktadır. Şirkette çalışma Japonların grup eğilimli çalışma ve hareket etme
tercihini ortaya koymaktadır. Buna ilaveten, şirkette çalışmaya başladıktan sonra bir
Japon bireyinin ast-üst ilişkisi daha çok paternalist bir ilişkiyi andırmaktadır.746
Bazı antropologlar, Japonya’nın bu bireyselci olmayan sosyo-kültürünün arka
planında pirinç yetiştirme kültürünün yattığını vurgulamaktadırlar. Özellikle pirinç
yetiştirme kültürünün işbirliğini gerektiren bir emek gerektirdiği ve burada sağlanan
uyumun aile sistemini geliştirdiği ifade edilmektedir. Böylece işbirliğinin ve uyumun
erdemi, Batı toplumlarından farklı olarak Japon toplumlarında daha ön plana
çıkmaktadır.747 Japon toplumunun bir başka yönü ise Japon entelektüellerinin Japon
kültürünün ancak Japonya’da doğan ve Japon kanı taşıyan bir kişi tarafından
anlaşılabileceğini konusundaki inanışlardır. Her ne kadar bu söylemi Batıda ırkçı bir
bakış açısı olarak değerlendirmek mümkün ise de Japonya’da bu konunun daha
detaylı bir şekilde incelenmesini gerekmektedir. Böyle bir söylemin arkasında
Japonya'nın bir ada devleti ile etnik olarak yeknesâk bir toplum olması yatmaktadır.
Japon kültürünün Japonlar tarafından “ Japon kanı” ile bağlantılı bir şekilde
kullanıldığı görülmektedir. Bir kişi Japonca konuşsa bile bunun arkasında yatan
mantıksal çerçeveyi anlamasının imkansız olduğu genel olarak Japonlar arasında
kabul görmektedir.748

744
İbid, s. 99.
745
Yoshino, Cultural Nationalism in Contemporary Japan, s. 17.
746
İbid, s. 18.
747
İbid, s. 21.
748
İbid, s. 24-32.

233
Japon toplumunun bu özelliklerine karşın, II Dünya Savaşı sonrası işgalci
güçlerin temel politikası, Almanya’da olduğu Japon toplumunun yeniden eğitiminin
sağlanması olmuştur. Özellikle militarist ve milliyetçi sembollere karşı bir saldırı
başlatan ABD’li işgal güçleri, bu çerçevede eğitim ve devlet dini olan Şintoculuğu
zorla değiştirmeye çalışmışlardır. İlk olarak işgal güçleri tarafından eğitim sistemi
sorgulanmıştır. Çünkü aşırı milliyetçi ve militarist fikirlerin yayılmasına sebep olan
başlıca kurum olarak eğitim kurumları olduğu düşünülmüştür. Bu kapsamda,
milliyetçi öğreti ile ilgili bütün ders kitapları ve öğretmenler işgal güçleri tarafından
yasaklanmıştır. Ahlâk dersleriyle birlikte Japon tarihi yasaklanan dersler olmuştur.
Yarı dini bir nitelik kazanmış olan 1890 tarihli “Eğitim hakkındaki İmparatorun
Buyruğu” yasaklanan metinlerden biri olmuştur.749
Japon milliyetçiliğinin ikinci sembolü olarak görülen “Devlet Şinto” dini
işgal güçlerince ele alınmıştır. İşgal güçleri, Devlet Şinto dininin Japonları ultra
milliyetçi ve militarist bir toplum yapmada önemli bir araç olduğunu ileri sürmüşler
ve bu bağlamda Şinto dininin icrası, ritüelleri ve izlenmesi sırasında milliyetçi
propaganda yapılmasını yasaklanmıştır. Özellikle Amaterasu ile Yasukuni Şinto
tapınaklarına imparator-tenno tarafından ölen Japon askerlerinin “Tanrılaştırılmış
ruhlarına saygı” amacıyla daha önceleri yapılan ziyaretler bu dönemde işgal güçleri
tarafından hoş karşılanmamıştır.750 Özellikle hükümetin Şinto dinini, kurumlarını ve
öğretilerini desteklemesi de kesin bir şekilde yasaklanan konular arasına katılmıştır.
Ayrıca Şinto doktrinleri okul müfredatından çıkarılmıştır.751
Şinto ile bağlantılı olarak imparatorluk müessesesi de işgal güçleri tarafından
sorgulanan kurumlardan biri olmuştur. Şinto dini ile devletin birbirinden ayrılması
gündeme gelmiş ve böylece Tokugava döneminde inşa edilen “Kokutai” doktrini de
işgal güçleri tarafından ağır eleştirilere uğramıştır. Bu doktrin çerçevesinde,
imparatorun kendi benliğinde olduğu kabul edilen ilahi güçleri bırakması
gerekmiştir. MÖ. 660’da ulusu kurduğu düşünülen İmparator Jimmu’nun onuruna
1873’de kurumsallaştırılan ulusal bayram kanun dışı ilan edilmiştir. Bunun dışında
yine saldırı altındaki bir başka sembol, yine imparatorluğu simgeleyen “Yükselen

749
İbid, s. 205.
750
Lavelle, Çağdaş Japon Siyasal Düşüncesi, s. 37.
751
Yoshino, Cultural Nationalism in Contemporary Japan, s. 205.

234
Güneş” bayrağı ile milli marş olmuş, okullarda bayrağın dalgalandırılması ve milli
marş yasaklanmıştır.
İşgal güçlerinin bu yasaklama çabalarına karşın bir süre sonra ulusal bayram
yeniden kutlanmaya başlanmış, bayrak ve milli marş konularında da işgal öncesine
dönülmüştür. Bunun yanı sıra Japonlar ve siyasi liderler, işgal güçlerince hoş
karşılanmayan ve Japonya’nın militarist ve milliyetçi geçmişi ile bağdaştırılan
Amaterasu ve Yasukuni Şinto tapınaklarını ziyaret etmeye de başlamışlardır.
Özellikle son zamanlarda Nakasone ve bugünkü başbakan Koizumi’nin sık sık
Yasukuni tapınağını ziyaret etmesi, Koizumi’nin ve dışişleri bakanlığının bunu II.
Dünya Savaşı ölen herkes için yaptığını ifade etmesine rağmen, başta Asya
ülkelerinde olmak üzere dünya kamuoyunda büyük tepki yaratmıştır.752 Böylece
işgal güçlerinin milliyetçi ve militarist olarak nitelendirdiği sembolleri yasaklamaya
çalışması sonuç vermemiştir.753 Özellikle 1950’de Kore Savaşının başlaması ile
ABD, komünizmin yayılmasını durdurmak için Japonya’ya daha fazla ihtiyaç
duymuş ve Japon toplumunun yeniden eğitimi konusunda geri adım atmıştır.
Müttefik Devletler Yüksek Komutanlığı (MDYK) tarafından kaleme alınan
ve 3 Kasım 1946’de Japon Meclisi’nde kabul edilen Japon Anayasası’nın önsözünde
“Biz Japon halkı, Ulusal Meclisimize usulüne uygun olarak seçilmiş olan
temsilcilerimiz nezdinde, kendi geleceğimiz için tüm milletlerle barışçıl işbirliğimizi
korumaya ve özgürlüğün bu ülke toprakları üzerine yayılmasına karar verdik ve bir
daha, hükümetin kararları doğrultusunda savaş denen korkuyu asla yaşamak
istemediğimizi belirttik” cümlesinin yanı sıra, “… her zaman için barışı arzuluyoruz
ve insan ilişkilerini kontrol eden yüksek ideallerin bilincinde olup; güvenlik ve
varlığımızı, dünyanın barışsever milletlerinin adalet ve inancına inanarak korumayı
hedefliyoruz. Biz, tiranlığı, köleliliği, baskıyı ve anlayışsızlığı dünya yüzeyinden
kaldırmış olan ve dünya barışını korumaya kararlı uluslararası toplumda, şerefli bir

752
Özellikle Çin ve Güney Kore, Japon başbakanların Yasukuni Tapınağı’nı “resmi” ziyaretlerini
Uluslararası Uzakdoğu Askeri Mahkemesi’nin kararıyla “A Sınıfı Savaş Suçluları” olarak tanımlanan
25 politikacı ve askeri liderinin anısına yaptıkları gerekçesiyle karşı çıkmaktadırlar. Her ziyaret
bölgesel tansiyonu daha da arttırmaktadır. Yasukuni Tapınağı bir mezarlık olmamasına ve ziyarete
açık olmasına rağmen, 1978’de tapınak yetkilileri tarafından 14 “A Sınıfı Savaş Suçlular”ını
kutsadığını ilan etmesiyle Japon milliyetçiliğinin simgesi olarak nitelendirilmesine yol açmıştır. Daiki
Shicuichi, “Yasukuni Shrine Dispute and the Politics of Identity in Japan: Why All the Fuss?”, Asian
Survey, Vol:XLV, No: 2 March-april 2005, s. 197-198.
753
İbid, s. 207.

235
yer edinmeyi arzuluyoruz” ifadesi yer almıştır.754 Böylece II. Dünya Savaşı’nın
sorumluğunun bir nevi Japon halkına yüklendiğinin göstergesi metinde yer almıştır.
Japon Anayasası’nın 1. maddesi, imparatoru Japonya’nın ve Japon halkının
birliğinin sembolü olarak nitelendirmiştir. Anayasanın 3. maddesinde, imparatorun
tavsiyeleri ve onaylamalarından doğacak sorumlulukların hükümete ait olduğu ifade
edilmiş ve böylece imparatorun etkisi azaltılmıştır. 4. maddede ise 3. maddeye
benzer şekilde, imparatorun hükümet ile ilgili konularda herhangi bir gücünün
bulunmaması öngörülmüştür. İmparatorun hediye alması ve vermesi de dahil olmak
üzere bir çok hareketi “Diet” olarak adlandırılan Japon Meclisinin iznine
bağlanmıştır.755 Böylece imparator, daha çok sembolik bir görev üstlenmiş ve
sorumluluk esas olarak hükümete yüklenmiştir. Yeni Japon Anayasası’nın 20.
maddesinin 3. fıkrası, devletin ve devlet organlarının dini eğitim vermesini veya
herhangi bir dini faaliyete katılmasının yasaklanmasını düzenlemiştir. Bu konuyla
bağlantılı olarak imparatora kayıtsız bağlılık öngören Japon ahlâk dersleri de
müfredattan kaldırılmıştır. Anayasanın 20. maddesinin 2. fıkrası ise hiçbir bireyin
dini faaliyet, kutlama, ritüel veya uygulama için zorlanamayacağını öngörmüştür.
İşgal güçlerinin Japon Anayasası’na koydukları diğer bir önemli madde ise savaştan
kaçınmaya yönelik maddedir. Tek maddelik bu düzenleme Anayasa içinde ayrı bir
bölüm olarak yer almıştır:

“Adalet ve düzene dayalı bir uluslararası barış ortamının oluşmasına


kesin olarak bağlıyız ve buna bağlı olarak; Japon halkı savaşı
reddetmekte ve uluslararası sorunların açıklığa kavuşturulmasında
güç kullanımı tehdidini de reddetmektedir. Yukarıdaki paragrafta yer
alan amaca ulaşmak için diğer savaş potansiyellerinin yanı sıra kara,
deniz ve hava güçleri asla oluşturulmayacaktır. Devletin savaşma
gücü hakkını kabul etmiyoruz.”756
Anayasa ile imparatora dayanan siyasi sistem yerini parlamenter demokrasiye
bırakmıştır. Anayasa’nın 41. ile 64. maddeleri arasında düzenlenen parlamenter
rejim, ikili bir sistem üzerine oturtulmuştur. Anayasa’nın 41. maddesinde, devletin
en yüksek organının Diet olduğu ifade edilerek Diet’in tek kanun yapıcı organ
olduğu belirtilmiştir. 42. maddede ise Diet’in iki meclisli yapısı, Temsilciler Meclisi
754
A Mete Tunçoku, Japonya-Çin Halk Cumhuriyeti İlişkileri 2. Baskı, Ankara, Avrasya Stratejik
Araştırmalar Merkezi Yayınları, 2002, s. 143.
755
Http://www.solon.org/Constitutions/Japan/English/english-Constitution.html, (Erişim Tarihi: 11
Mart 2005).
756
Tunçoku, Japonya-Çin Halk Cumhuriyeti İlişkileri, s. 144.

236
ile Danışmanlar Meclisi olarak belirlenmiştir. 43. madde bu iki mecliste yer alacak
kişilerin seçilmiş olmasını zorunlu hale getirmiştir. Anayasa’nın 65. ile 75. maddeleri
arası hükümetin sorumluluklarını düzenlemiştir. 66. maddenin 2. fıkrası, hükümette
yer alacak kişilerin sivil olmasını bir zorunluluk olduğunu ve 68. maddenin 1. fıkrası,
başbakanın hükümet üyelerini atayabileceğini ancak bunların çoğunluğunun Diet’ten
olması gerektiğini ifade etmiştir.
Japon Anayasası’nda ayrıca işgal güçleri yerel hükümetlerin otonomiye sahip
olmalarını düzenlenmiştir (Madde 92). Fakat uygulamada merkezi hükümet bu
konuyu çok fazla dikkate almamış ve pratikte uygulama imkanı olmamıştır. İşgal
yetkililerinin düzenleme yaptıkları bir başka alan ise bireysel haklar olmuştur. Bu
kapsamda, medeni haklar ve eğitim ve öğretimde eşit haklar yeniden düzenlenmiştir.
Hane reislerinin üstünlüğü ile kadınların düşük konumlarının değiştirilmesini
öngören Medeni Kanun, Anayasa’nın yürürlüğe girmesinin ardından kabul
edilmiştir. söz konusu kanun ile birlikte kadınlara her alanda eşit haklar tanınmış ve
kadınların toplumdaki konumları güçlendirilmeye çalışılmıştır. Eşit haklar
konusunda ise işgal güçleri tarafından özellikle eğitime önem verilmiş, eğitimin
demokratik toplum yapısını destekleyeceği düşünülmüştür.757
Esas olarak işgal gücü ABD’nin tarafından hazırlanan Anayasa ve diğer
kanunlar ile Japon toplumunun sosyalizasyonu ve demokratikleştirilmesi
hedeflenmiştir. Bununla birlikte II. Dünya Savaşı sonrası yeniden yapılandırılan
Japon toplumunun elit ailelerinin gerek eğitim gerek siyaset ve ekonomideki başat
pozisyonlarının değişmediği görülmüştür. Buna ilaveten, Japon toplumu içinde dikey
hareketlilik konusunda çok büyük bir değişim de yaşanmamıştır.758
Japon toplumunda beklenen değişimin gerçekleşmemesinin çeşitli
sebeplerinin bulunduğu ileri sürülebilir. Bunlardan birini “aile-devlet” ilişkisinin hâlâ
devam ettiğine ilişkin görüştür. Bu görüş ile bağlantılı olarak türdeşliğin Japon
toplumunda en makbul değer olarak algılandığı genel olarak kabul edilmektedir.
Örnek olarak başbakan ile sıradan bir Japon vatandaşının aynı gazeteyi okuması
verilmektedir.759 Bununla birlikte bir başka görüşte dünya siyasetinde yaşanan

757
Hunter, Modern Japonya’nın Doğuşu, s. 115-116.
758
İbid, s. 116.
759
İbid, s. 118. Japon toplumunun türdeş olduğuna dair inanç ve görüşler, farklılıkları yadsımaktadır.
Buna rağmen Japonya’da çeşitli azınlık gruplarının varlığı kabul edilmektedir. “Mezra halkı” olarak
adlandırılan ve Tokugava döneminden beri gelen “burakimunlar” ile Koreli göçmenler Japon

237
gelişmeler ile paralellik kuran görüştür. Bu görüşü savunanlara göre bu hedef
ABD’nin kendisi tarafından göz ardı edilmiş ve 1940’ların sonundan itibaren ABD
için esas tehdit, Sovyetler Birliği ve temsil ettiği komünist düşünce olmuştur. Buna
ilaveten, 1950’de başlayan Kore Savaşı bu tehdit algılamasının boyutlarını daha da
arttırmıştır. Bu nedenle, Japon siyasetinde ve toplumunda yaşanan gelişmeler,
komünist tehdidin Japonya’da güçlenmesi dışında, ABD’li yetkililer için önemini
kaybetmiştir.
Günümüze kadar gelen Japon toplumunun esas olarak Tokugava döneminin
yanı sıra Meici döneminden gelen özellikleri yansıtmaya devam etmekte olduğu
kabul edilmektedir. Sadece köylüler açısından farklı bir Japon toplumu ortaya
çıkmıştır. Meici döneminde köylüler “Japon değerlerinin bekçisi” ilan edilmiştir.
Ayrıca yine bu dönemden başlayarak ordu ile kırsal kesim arasında önemli bir bağ
kurulmuştur. Liberal Demokrat Parti ise iktidarlarının geleceklerini köylünün
özellikle pirinç üretiminin desteklenmesinde görmüşlerdir. Her ne kadar büyük bir
sermaye ve ihraç kaynağı olmasa da Japonya’nın kendi tarımına bağlı kalması
dışarıya bağımlığı azaltmakta olduğu görüşü de etkili bir rol oynamıştır. Bu nedenle
köylülerin desteklenmesi Japon siyasetinin önemli unsurlarından biri olmaya devam
etmiştir. Fakat siyasi güç artık kırsal kesimden ziyade kentsel kesimden daha fazla
belirlenmeye başlamış ve köylülerin etkisi sınırlanmıştır.760
Köylülerin giderek azalan güçleri karşısında, Japon toplumunda diğer
unsurları açısından gerek siyaset ve ekonomi gerek eğitim ve medeni haklar
konusunda esaslı bir değişim yaşanmadığı ileri sürülebilir. Diğer yandan Japon
elitlerinin toplum üzerindeki siyasi ve ekonomik gücü hâlâ devam etmektedir. Elitler
ise geçmişten gelen suçlamaları sessizce kabul etmekte ve buna göre davranışlarını
ayarlamaya çalışmaktadırlar. Fakat geçmişten gelen fikirlerin etkisi Japon halkı
üzerinde ne kadar devam ettiği bilinmemektedir. Bununla birlikte II. Dünya
Savaşı’nı yaşamamış olan Japon neslinin bu suçluluk duygusunu kabul etmeye

toplumundan farklılıklar taşıyan ve ciddi bir şekilde dışlanan gruplar olarak ortaya çıkmaktadır Bkz.
Hunter, Modern Japonya’nın Doğuşu: 1853’ten Günümüze adlı kitabının özellikle “Birey ve
Toplum” adlı bölümü.
760
İbid, s. 149-150.

238
yanaşmadıkları artık Batı basınında özellikle ABD basınında sıklıkla dile getirilen
konulardan biri olduğu görülmektedir.761
Savaş sonrası dönemden günümüze kadar olan dönem içerisinde Japon
toplumunun daha önce sahip olduğu temel niteliklerin değişmediği görülmektedir.
Toplum, hâlâ siyaset, sivil bürokrasi ile keiretsuların hâkim olduğu yapı tarafından
idare edilmektedir. “Demir üçgen” olarak adlandırılan bu yapıya, II. Dünya Savaşı
sonrası köylüler ile küçük esnafta katılmıştır. Fakat zamanla kentler göç ile bu
kişilerin kentleşmesi sayesinde seçimlerde ağırlıklarını kaybetmeye başlamışlardır.762
Yeni Japon toplumunun imparatorluk döneminden tek farkı, toplumun ve Japon
elitlerinin anti-militarizm konusundaki ortak tutumları ile askeri bürokrasinin karar
verme mekanizmasında etkinliğinin azaltılmasıdır.763 Özellikle bürokrasinin
politikaları ile oluşturulan uzlaşma Japon toplumu tarafından kabul edilmektedir. Son
yıllarda bürokrasiye olan güven azalmasına rağmen ekonomik mucizedeki payları
nedeniyle bürokrasi hâlâ Japon toplumunca önemli bir konuma sahiptir.764 Siyaset,
ortaya çıkan büyük rüşvet skandalları ile kirlenmiş bir yapı içinde olduğu toplum
tarafından kabul edilmektedir. Özellikle LDP’nin Japonya’yı aralıksız 40 yıl
yönetmesi ile bu yozlaşmada en büyük paya sahip parti olduğu yönünde toplumda
varolan kanıya rağmen, 2005 sonlarında gerçekleştirilen seçimlerde tek başına büyük
bir oy farkıyla iktidara gelmesi Japon toplumunun siyasi ve ekonomik istikrar ile
sadakate verdiği önemi ortaya koymaktadır.
İşçi kesimi de kendilerine sunulan hayat boyu istihdam olanağı ile – Japon
Sosyalist Partisi ile Japon Komünist Partisi’nin etkinliği, 1994’de Sosyalist Parti
önderliğinde koalisyon hükümetlerinin kurulmasına rağmen, işçi kesimi arasında
zayıftır- bu yapıyı desteklemeye devam etmektedir. Hayat boyu istihdam garantisinin
yanında 2000’li yıllara kadar işsizlik rakamları % 2’nin altında tutulmuştur.
1990’larda başlayan ekonomik kriz ile birlikte işsizlik rakamları % 3’ü geçmişse de,
761
Http://www.iht.com/articles/2005/08/14/news/VJ-Japan.php, (Erişim Tarihi: 14 Ağustos 2005);
Http://www.iht.com/articles/2005/08/14/news/vj-korea.php, (Erişim Tarihi: 15 Ağustos 2005);
Http://www.iht.com/articles/2005/08/14/news/vj-china.php, (Erişim Tarihi: 15 Ağustos 2005); Wolf
Mendl, Japan’s Asia Policy: Regional Security and Global Interests, New York and London,
Routledge, 1995, s. 26.
762
Yoichiro Sato, “Modeling Japan’s Foreign Policy with the United States”, Akitoshi Miyashita and
Yoichiro Sato (derl.), Japanese Foreign Policy in Asia and the Pacific: Domestic Interests,
American Pressure, and Regional Integration, Houndsmills, Basingstoke, Hampshire, New York,
Palgrave, 2001, s. 14.
763
Mendl, Japan’s Asia Policy, s. 26.
764
Suk-man, Hyun-Chin, “Restructuring Revisited”, s. 233.

239
hâlâ bir tehdit niteliğinde değerlendirilmemektedir. Bu duruma ilaveten, ekonomik
kriz Japon ekonomisinin yeniden yapılandırılmasını beraberinde getirmiş ama
KOBİ’ler ile keiretsuların şirketlerini aynı zamanda sosyal bir yapı olarak görmeleri
nedeniyle istihdam boyutunu dikkate alarak yeniden yapılanma sürecine
765
girişmişlerdir.
Böylece Japon toplumu, genel olarak Meici Restorasyonu döneminde
hedeflenen itaat ve sadakate dayalı yapısını bazı değişimlere karşı korumakta ve
Japon toplumu hâlâ kendisini büyük bir ailenin bir parçası olarak
değerlendirmektedir. Japon elitleri açısından da durum çok farklı bir nitelik arz
etmemektedir. Japon bürokrasisi, iş çevreleri ve siyasetçileri, gerek eğitim ve aile
gerekse bölgesel açıdan birbirlerine bağlı olmaya devam etmektedirler. Böylece
Japon devleti ile toplumu arasındaki ilişki korporatist bir yapıyı işaret etmektedir. Bu
korporatist yapının Japonya'da politikaların istikrarlı ve tutarlı olmasını sağladığı
düşünülmektedir.766
Cox, medeniyetlerin öznelerarası bir düzene sahip oldukları ve üç düşünsel
boyut ile birbirlerinden farklı olduklarını ileri sürmektedir: Birincisi zaman ve mekân
ilişkisi; ikincisi birey ile toplum arasındaki ilişki; son olarak insanın doğa ve evren
ile ilişkisi yani ruhani ilişki.767 Bu çerçevede, Cox, Japon medeniyetinin tarihsel
süreçte özellikle Batı dünyasından farklı bir algılama ve anlama kurgusuna sahip
olma potansiyelini olduğunu kabul etmektedir.768 Cox’a göre Batı daha çok
bireyselcilik üzerine kurulu bir medeniyeti işaret ederken, Doğu toplumlarının sahip
oldukları medeniyetlerin daha çok dayanışmayı ve toplumu ön plana çıkarması
nedeniyle Batı dünyasından farklılık göstermektedir.769
Cox’un Japon toplumu ve medeniyeti için ileri sürdüğü görüşler bugün için
hâlâ geçerliliğini korumaktadır. Bununla beraber Japon toplumunda beklenen
değişimin gerçekleşmemesine rağmen kısmen de olsa II. Dünya Savaşı öncesi
Japonya’ya hâkim olan ve günümüzde de etkinlikleri devam eden Japon elitlerinin

765
İbid, s. 231, 244-245.
766
İbid, s. 241.
767
Robert W. Cox, The Political Economy of a Plural World: Critical Reflections on Power,
Morals and Civilization, London and New York, Routledge, 2003, s. 177.
768
Robert W. Cox, “Structural Issues of Global Governance: Implications for Europe”, Stephen Gill
(der.), Gramsci, Historical Materialism and International Relations, Cambridge and Victoria,
Cambridge University Press, 1993, s. 265.
769
Cox, The Political Economy of a Plural World, s. 177.

240
ABD tarafından dolaylı olarak empoze edilen değerler sistemi içinde hareket ettiği
görülmektedir. ABD’nin sosyalizasyon hedefi, Kore Savaşının etkisiyle kısıtlı bir
süre için uygulamaya konulmuş olsa bile, Japon elitlerinin bu değerleri benimsemesi
açısından başarılı olduğu şeklinde değerlendirilebilir.770 Gramşici anlamda içsel
hegemonya için bir tarihsel blok oluşturan Japon elitlerinin günümüz Batı değerleri
dünyasına da entegre oldukları görülmektedir.771 Pijl’in görüşü çerçevesinde,
günümüz dünyasında kapitalizmin geldiği aşama itibariyle sınır aşan elit ağlarının
oluştuğu ve Japon elitlerinin de bu ağ içinde yer aldığını ileri sürmek mümkündür.
Bu ağlar, oluşturulan normların yanı sıra kurulan gayri-resmi yapılar aracılığıyla
işlemektedir. Bu gayri-resmi yapılar, özellikle neoliberal fikirlerin hâkim olduğu
Mont Pélerin, Trilateral Komisyonu ve Pinay Circle gibi konferans dizilerinden
oluşmaktadır. Pijl, Japonya elitlerinin de bu gayri resmi yapılar içine yer aldıklarını
ifade etmektedir.772 Japon elitlerinin bu konferans dizilerine katılmaları ve ortak bağ
oluşturulması yolunda görev almaları önemli olmakla birlikte, Japon elitlerinin tam
anlamıyla neoliberal değerleri benimsediklerini göstermeyeceği ileri sürülebilir.
Japon elitleri bu anlamda Alman elitleri gibi korporatist liberalizme daha yakın
durmaktadırlar.

4. Japonya'nın Uluslararası Alanda Fikirsel Temellerinin Kurumsallaşması


A. Japonya ve Uluslararası Politika
Japonya, 1600’da tesis edilen Tokugava döneminden yaklaşık 40 yıl sonra,
uluslararası politikada yaklaşık 200 yıl sürecek bir inziva politikası izlemeye başladı.
Bu inziva politikası, 1853’de Perry’nin gemileri ile Tokyo limanına gelmesi son
buldu ve Japon dış politikası, iç politikada yaşanan gelişmelere paralel bir biçimde
bu dönemden itibaren köklü bir dönüşüme uğradı. Japonya’nın uluslararası
politikada “Batılı” kavramlarla hareket etmeye başlaması ve sömürgeciliğe
yönelmesi ile Perry’nin donanması ile Japonya’ya baskı yapması ve ardından Batılı
devletler ile Japonya arasında halk tarafından “eşitsiz anlaşmalar” olarak

770
G. John Ikenberry and Charles A. Kupchan, “Socialization and Hegemonic Power”, International
Organization, Vol:44, No:3, Summer 1990, s. 304-307.
771
Van der Pijl, “The Second Glorious Revolution”, s. 120.
772
İbid, s. 120-121.

241
nitelendirilen anlaşmalar imzalanması doğrudan bağlantı olduğu genel kabul
görmektedir.773
Japonya’nın uluslararası politikaya girişi sürecini ülkede iç hegemonyanın
kurulması süreciyle birlikte değerlendirmek gerekmektedir. 1853’de ABD’nin
zorlaması, Japonya’nın ilk olarak iç politikada büyük bir dönüşüm yaşamasına yol
açtı. Bu dönüşüm, kendisini Tokugava rejiminin çöküşü ve yerine Meici iktidarının
kurulması ile gösterdi. Meici’nin icraatları ise siyasi otoritenin yanı sıra bürokratik
ve ekonomik yapının yeniden düzenlemesi ile sonuçlandı.

i. Japonya'nın I. Dönem Dış Politikası (1868-1945)


Japonya’nın 1868-1945 yıllarındaki dış politikasını tek bir dönem içinde incelemek
mümkündür. Başta ABD olmak üzere Batılı devletlerin zorlaması, 1868’de Japon
İmparatorluğu’nun ve Japon toplumunun yeniden yapılanmasına yol açtı. Japon
İmparatorluğu bu dönemin başlangıcında, iç politikasında yaşadığı tartışmalara
benzer bir süreç içerisinden geçti. Batılı devletler ile baş etmenin yollarını arayan
Japon elitleri, bunun için ilk olarak düzenli ordu oluşturulması ve ordunun
modernizasyonunun sağlanması üzerinde görüş birliğine vardı. Ayrıca Japon elitleri
arasında dış politikanın yönü konusunda tartışmalar başladı. Batılı devletlerle baş
etmenin yolunun sanayileşme politikası ile mümkün olabileceğine inanan Japon
elitleri, dış politikasıyı buna göre uyarladılar. Hammaddeye ulaşım için 1870’li
yılların ortalarında Kore’nin bazı limanlarının Japonya'ya açılması yolunda yapılan
baskı ile 1894-1895 yılında gerçekleşen Çin-Japon savaşı Japonya’nın emperyalist
politikaya doğru yönelmesine neden oldu. II. Dünya Savaşı sırasında bile devam
eden dış politika yönelimi konusundaki tartışmalar, bu emperyalist süreci
destekleyici bir mahiyette gelişmeye devam etti. Emperyalist politikanın arka
planında Asyalı hakların “birlikte yaşaması ve ortak refahı”, “Büyük Doğu Asya
Refahı” gibi argümanlar Japon sivil ve askeri bürokrasisi ile entelektüelleri
tarafından yoğun bir şekilde kullanıldı. Fakat Asyalı halklara yönelik bu argümanlar,

773
Shogo Suzuki, “Japan’s Socialization into Janus-Faced European International Society”, European
Journal of International Relations, Vol:11 (1), 2005, s. 138; Hunter, Modern Japonya’nın
Doğuşu, s. 36-38; Tetsuo Najita and H. D. Harootunian, “Japan’s Revolt against the West”, Bob
Tadashi Wakabayashi (der.), Modern Japanese Thought, Cambridge, Cambridge University Press,
1998, s. 209-210. Shogo, makalesinde 19. yüzyılda Japonya’nın uluslararası politikaya yani Avrupa
sistemine girmesini Japonya’nın sosyalizasyonun gerçekleşmesi olarak ele almaktadır.

242
yine Asyalı halklar tarafından Japon yayılmacılığının sloganı olarak değerlendirilmiş
ve günümüze kadar uzanan Japon karşıtlığının tohumlarını attı.

a. Emperyalist Dış Politika


1853 sonrasında Japonya iç politikada olduğu gibi uluslararası politika açısından da
kendini yeniden tanımlama durumunda kalmıştır. Okukara Tenşin, bu değişimi 20.
yüzyılın başlarında yazdığı “Çayın Kitabı” (Cha no hon) başlıklı eserinde gerek iç
politika gerekse dış politika açısından oldukça anlamlı şu çarpıcı ifadelerle
anlatmıştır: “Japonya barışçıl sanatlarla uğraştığı zamanlarda Batılılar, Japonya'yı
gayri-medeni bir ülke olarak düşünürlerdi. Japonya Mançurya’daki savaş alanlarında
binlerce insanı öldürmeye başlamasıyla, Batılılar onu medeni ülke diye adlandırmaya
başladılar.”774
Batılı güçlerle baş edebilmenin yolunu arayan Japonya, yeni bir dış politika
anlayışı geliştirmek durumunda kalmıştır. 1868’de iktidara geçen Meici’nin ilk
hedefi Batılı devletlerle yapılan eşitsiz anlaşmaları değiştirmek ve Japonların
onurunu tekrar kazanmaktı. Bu amaçla Batılı devletlerle bu anlaşmaları kaldırmak
üzere Prens İvakura Tomomi’nin yanı sıra 1890 tarihli Japon Anayasası’nın mimarı
olan Hirobumi ile yine Meici iktidarında önemli rol üstlenmiş olan Toşimiçi ile
Koin’den oluşan bir heyet Batılı devletlere gönderildi. İstediği sonucu alamadan
dönmek zorunda kalan heyet, imparator Meici’ye Batılı devletler ile aradaki farkın
büyüklüğü nedeniyle bu anlaşmaların ancak Japonya’nın bu farkı kapatmasının
ardından ortadan kaldırılabileceğini düşündüklerini ilettiler. Japonya'daki yabancılara
uygulanacak hukuki süreçleri de içeren anlaşmalar 1890’ların ortalarına kadar büyük
bir tartışma konusu olmaya devam etti ve ancak 1895’de ilk olarak İngiltere ardından
diğer Batılı devletler anlaşmaları kaldırdıklarını ilan etmeleri ile son buldu.
Güçlü bir silahlı kuvvetlerin oluşturulması, Meici iktidarının temel
hedefinden biriydi. Batılı devletlerle baş etmenin ancak silahlı kuvvetlerin gerek
örgütlenme gerekse silah sistemleri açısından modernize edilmesi ile mümkün
olacağını düşünen Meici elitleri, Japonya’nın savaşçı sınıfını oluşturan samurayların
tepkisini çekmesine rağmen, ilk olarak 1872’de merkezi bir ordu kurmaya başladılar.
Japon ordusunun modernizasyonu için ilk önce Fransız subaylar getirildi, sonra

774
Aktaran Suzuki, “Japan’s Socialization into Janus-Faced European International Society”, s. 137.

243
Prusya-Fransa savaşını Prusya’nın kazanmasının ardından Prusyalı subaylar Japonya
ordusu için görevlendirildi. Donanma konusunda ise Japon hükümeti İngilizlerden
destek alındı.775 Samurayların tepkisini önlemek için düzenli ordunun kurulmasının
ardından Formoza (Tayvan) seferi düzenlendi fakat samuray grubu bu tarihten sonra
ortadan kaldırılmıştır. Bununla birlikte samuraylar ortadan kalksa bile, yine de Japon
devletinin geleceği konularında söz sahibi olmaya devam ettiler. Bir kısmı
bürokrasinin yeniden yapılanmasında görev aldı, bir kısmı da devletin özellikle
gelecekte ihtiyaç duyacağı ekonomik konulara el attılar.776
Japon siyasi ve bürokrasi elitleri, Batılı devletlere karşı direnmenin tek çıkış
noktasının Asya kıtasında oluşturulacak birliktelik ile “beyazların emperyalizmine”
karşı direnmenin mümkün olabileceğine inanmışlardı.777 İki kez başbakanlığa
getirilen Yamagato Arimoto, bu görüşün önderliğini üstlenmiş ve bu çerçevede Çin
başta olmak üzere Kore ve Tayvan haklarının kazanılmasının baskı aracılığıyla
mümkün olmayacağını, aksine bu ülkelerin halklarının refahını da olumlu yönde
etkileyecek bir modelin kurulmasını önermişti. Yamagato, ilk olarak bölge halkları
ile ırksal ve kültürel yakınlık konusunu gündeme getirmiş, bu kapsamda Çin ile
Japonya'nın ittifakının beyazların üstünlüğünü dengeleyebilecek bir girişim olarak
nitelendirmiştir. Yamagato’nun görüşleri, özellikle 1915 sonrasında netleşmiş ve
Japon elitlerinin temel görüşlerini belirlemiştir.778 Bu dönemde sadece bürokrasi ve
siyasi çevrelerden değil, aynı zamanda entelektüel çevrelerden de Asya hakları ile
dayanışmanın gerekliliğine ilişkin görüşler dile getirilmiştir.
1875’de Kore'nin bazı limanlarının baskı ile Japon ticaret gemilerine açılması
ve Japonya’nın Kore üzerindeki siyasi etkisini güçlendirmesi üzerine Çin ile
ilişkilerde gerginlik yaşandı. Çin’in temel kaygıları arasında 1880’lerin başlarında
Fransız ve İngiliz ordusu ile savaşmak zorunda kalması ve bu ordulara karşı
yenilmesi vardı. Bunun yanında, tarihin uzun bir dönemi boyunca Kore ve Japonya
ile ilişkilerinde üstün bir pozisyona sahip olan Çin’in bu pozisyonunu kaybetme
ihtimalinin belirmesi ve Japonya'nın Çin ile benzer bir statüye yükselmesi rahatsız
edici oldu. Kore'nin ekonomik olarak Japonya’nın eline geçmesi Çin’in ekonomik

775
Hunter, Modern Japonya’nın Doğuşu, s. 366.
776
W. G. Beasley, Japanese Imperalism: 1894-1945, Oxford, Clarendon Press, 1991, s. 38.
777
İbid, s. 5.
778
İbid, s. 111-112, 158.

244
ilişkilerini tehlikeye düşürme ihtimalini de beraberinde getirdi. Böylece ortaya çıkan
Japonya ile Çin arasındaki anlaşmazlık 1894’de savaşa dönüşmesine yol açtı.779 Çin’i
yenerek, Formoza, Pescador Adaları ile Liaodong yarımadası (Mançurya ile
Kore’nin batısı) gibi yerleri ele geçiren Japonya, böylece Asya’daki ilk sömürgelerini
elde etti. Fakat bu durum Avrupa’da büyük yankı uyandırdı ve Rusya başta olmak
üzere Almanya ve Fransa, Japonya’nın Liaodong yarımadasından çekilmesi için
ültimatom verdiler.780 Asya kıtasında emperyalizm yarışında bulunan Batılı
devletlerin bu sert tutumu karşısında Japonya geri adım atmak zorunda kaldı ve
Liaodong yarımadasından geri çekildi. Buna rağmen Japonya özellikle Formoza’yı
alarak, ilk sömürge toprağını elde etmişti. Japon sanayisinin gelişmesi için gerekli
hammaddelerin Mançurya bölgesinde yer alması, Japonya’nın emperyalist nitelik
kazanan dış politikası için bu bölgenin önemini arttırmıştı. Kore ise Japon elitleri
tarafından Japon güvenliğinin temel noktası olarak değerlendirilmiş Japon dış
politikası Kore'nin bu jeostratejik önemi çerçevesinde yapılandırılmıştı.
1900’da Batılılara tepki olarak Çin’de gizli bir örgüt olarak kurulan
“Boksörler” ayaklanarak, Batılılara ve Batılı şirketlere saldırdılar. Alman
büyükelçisinin öldürülmesi üzerine Pekin, Batılı devletler tarafından işgal edildi. Bu
arada Rusya Mançurya’yı da işgal etti. Rusya’nın Mançurya’yı işgalinin ardından
Haziran 1901’de Japon başbakanı olan Katsura Taro, Rusya’nın ilerlemesi
Mançurya’nın işgali ile bitmeyeceğini düşündüğünü ifade ederek, bunun devamının
beklenmesi gerektiğini dile getirdi. Yine dönemin dışişleri bakanı Komura Jutaro
benzer şekilde, Mançurya’nın Rusya’nın “bir mülkü” olması halinde, Kore’nin
bağımsızlığını koruyamayacağını ileri sürerek, bunun Japonya için hayati öneme
sahip bir mesele olduğunu belirtti. Kore'nin Japonya için bu önemi sadece ekonomik
açıdan değil, aynı zamanda Japonya'nın güvenliğinin Kore’den başladığı fikrinden de
kaynaklanmaktaydı.781
Mançurya’nın Rusya tarafından işgal edilmesi bu nedenlerden dolayı
Japonya-Rusya ilişkilerinin gerginleşmesine yol açtı. İngiltere, bu dönemde
Rusya’nın yayılmacılığına karşı çıkması sebebiyle Japonya'ya yaklaştı ve
nihayetinde Ocak 1902’de Japonya ile İngiltere arasında ittifak anlaşması imzalandı.

779
İbid, s. 42-45.
780
Hunter, Modern Japonya’nın Doğuşu, s. 43-45.
781
Beasley, Japanese Imperalism, s. 77-78.

245
Bu anlaşma ile İngiltere ve Japonya, Çin ve Kore’nin bağımsızlıklarının ve toprak
bütünlüğünün korunmasını üstlendiler. Ayrıca “Açık Kapı” politikası çerçevesinde,
diğer Batılı devletlerin bu iki ülke ile eşit fırsatlar temelinde ticaret ve sanayiden
yararlanma imkanlarını da garanti ettiler. İngiltere, bu anlaşmayla Japonya'nın
Kore’deki ticari ve sanayi çıkarlarını kabul etmesinin yanı sıra, siyasi olarak
ilgilenmesine de izin vermiş oldu.782 Japonya, böylece Rusya’ya karşı Avrupalı ve
güçlü bir devletten destek bularak, Asya kıtasında gerek çıkarlarını koruma gerekse
etki alanını arttırma yolunda önemli bir mesafe kaydetmiş oldu. 1902 tarihli bu
Japon-İngiliz ittifakı, Japonya’nın artık Batılı terimlerle dış politikasını yürüttüğünü
ve Batılı devletler sistemine entegre olduğunu ortaya koymaktaydı.
Japonya’nın Kore’ye yönelik talepleri, Çin ile savaşın başından itibaren ve
Asya’da emperyalist politikaya yönelmesinden sonra değişmeden kaldı. Bu talepler,
“etkili bir idari sisteminin kurulması”, “yargı sisteminin güçlendirilmesi”, “vergi
sisteminin yeniden yapılandırılması”, “ulusal para birimini reforme etmesi”, “etkili
bir ordu ve polis teşkilatı kurması” ve “ulaşım ve iletişim hizmetlerinin
kolaylaştırılması” idi. Ayrıca Kore'nin bu reformları yerine getirmek için Japon
danışmanlardan yararlanması gerektiği Japon hükümet tarafından Kore'ye bildirildi.
Japonların Kore'nin yapmasını istediği bu reformlar ve politikalar, Batılı devletler
tarafından Çin ve Japonya'ya da empoze edildiği dikkate alındığında, Japonya’nın
emperyalist politikalara yöneldiğini açıkça ortaya koydu.783
Meici iktidarı, Rusya’nın Mançurya’dan çıkmaması üzerine Japon-İngiliz
anlaşmasına da güvenerek 1904’ün ilk günlerinde Rusya ile diplomatik ilişkileri
keserek savaş ilan etti. Japonya’nın kısa bir sürede Mançurya’yı ve Liaodong
yarımadasının bir kısmını ele geçirmesi Batı’da büyük yankı uyandırdı. Rusya’da
devrim ihtimalinin ortaya çıkması ve ardından 1905 tarihli devrim ile ekonomik
olarak savaşı sürdürememesi, Rusya’nın savaşı bitirmesine neden oldu. Benzer
şekilde, Japonya’da da ekonomik ve askeri kayıplar nedeniyle savaşın bitmesi
yönünde irade belirmişti. ABD başkanı Roosevelt’in girişimleriyle Ağustos 1905’de
Japonya ile Rusya arasında barış antlaşması imzalandı. Japonya'nın Kore’deki
çıkarları tanınırken, Rusya, Mançurya’dan askerlerini çekti ve Japonya, Mançurya’da

782
İbid, s. 77.
783
İbid, s. 47.

246
Rusya’nın haklarına sahip oldu. Ayrıca Sahalin adasının güney bölümünün
Rusya’dan alınıp Japonya'ya verilmesi de kabul edildi.784
İlk defa beyaz ve Avrupalı bir devletin Uzakdoğu’daki bir Asyalı devlete
yenilmesi Batı dünyasında yankı uyandırdı. Bu savaş sonrası Japonya, Batılı
devletler sisteminde yer alarak, emperyalist devletlerden biri haline geldi. Asya
anakarasında Kore üzerinde tamamen serbest hareket etme imkanını elde eden
Japonya, Mançurya’da bazı limanların kendisine açılmasını sağlayarak, bölgedeki
demiryollarının haklarını elde etti.785 Japonya'nın iç politikasında ise Ruslara karşı
zafer, başlangıçta olumlu olarak karşılansa da, aşırı milliyetçiler, taleplerinin
yeterince karşılanmadığını ileri sürmelerine yol açtı. Bu söylentiler bir süre sonra
Tokyo’da subaylar önderliğinde büyük bir ayaklanmaya dönüşerek, sonunda
başbakanın istifası ile neticelendi.786
Japonya, gerçekte Kore ile ilgili hükmü söz konusu antlaşma metnine
koydurmadan çok daha önce Kore’yi kendi güdümü altına almıştı. Mayıs 1904’de
gerçekleşen bir hükümet toplantısında Kore ile ilgili bir dizi karar alınarak, Kore'nin
güvenliği Japonya'ya bağlandı. Maliyesi bir Japon uzman tarafından yönlendirilen
Kore’nin dışişleri bakanlığı ise Japon hükümeti tarafından atanan bir uzman
aracılığıyla yürütülmeye başlandı. Ayrıca iletişim ve ulaşım hizmetleri konusunda da
Japon yetkililer Kore’de görevlendirildiler. 1904 sonunda iç güvenlik konusunda da
Japonya tam yetkili konuma geldi. Rus-Japon savaşının sonunda ise Japonya,
Kore'nin kendi rızasıyla Japonya’nın koruması altında bir devlet olma talebini kabul
etti.. Japonya’nın Kore üzerindeki siyasi ve ekonomik baskısı, 1907’de Kore
ordusunun yasaklanması ve basın üzerindeki kontrolün Japon yetkililerin eline
geçmesi ile daha da arttı. Yine aynı yıl, Japonlara karşı başlayan ayaklanma ile bu
baskı şiddet kullanılmasına yol açtı. 1909’da Japon başbakanı Hirobumi’nin Kore’yi
ziyareti sırasında öldürülmesini bahane ederek, Japonya gerek İngiltere ile ittifakının
yenilenmesi sayesinde gerekse ABD’nin onayı sayesinde siyasi desteği ile Kore’yi
ilhak ettiğini açıkladı.787 Japonya'nın ilk emperyalist toprağı Formoza olmuşsa da,
Kore Japonya'nın ilk emperyalist yönetimi gerçekleştiği toprak olmuştu. Batılı

784
Hunter, Modern Japonya’nın Doğuşu, s. 46-47.
785
Beasley, Japanese Imperalism, s. 83-84.
786
Hunter, Modern Japonya’nın Doğuşu, s. 48.
787
Beasley, Japanese Imperalism, s. 86-90.

247
devletlerin 1850’lerde Japonya'ya dayattığı ve halk arasında “eşitsiz anlaşmalar”
olarak nitelendirdiği anlaşmaların benzerlerini 19. yüzyılın sonlarından itibaren artık
Japonya’nın kendisi uygulamaya başladı. Japonya'nın Kore'ye yaptığı başta tekstil
olmak üzere ihracatı ile Kore’den hammadde ithali Japon ekonomisi için temel bir
önem olmakla beraber, Japon güvenliğinin Kore’den başladığına dair inanç
nedeniyle ilhakı gibi politikalar, Japonya’nın Batılı devletler sisteminin bir parçası
olarak nitelenmesinde önemli bir rol oynadı.
Japonya’nın Mançurya politikası ise Kore politikasından daha çok tartışma
yaratmış ve uluslararası politikada daha çok etki doğurmuştur. Bunun sebepleri Kore
üzerinde Batılı devletlerin emperyalist politikalarının bulunmayışından,
Mançurya'nın Çin’in bir parçası olmasından ve Batılıların bölgeye yönelik bir
emperyal politika dizaynı içinde bulunmalarından kaynaklanmıştır. Rusya’nın
1900’de bölgeyi işgal etmesi Japon siyasi ve ekonomik elitleri tarafından Japon
ekonomik çıkarları açısından kabul edilemez bulunmuştu. 1904’de Rusya ile Japonya
arasında gerçekleşen savaşın ardından Rusya’nın bölgeden çekilmesi sağlanmış ve
Japonya limanlarda kendi işadamları için imtiyazlar elde etmişti.
1905’den itibaren Japon siyasi yöneticileri ile bürokratik ve ekonomik elitleri,
Japonya'nın bundan sonraki Mançurya politikası konusunda uzlaşma sağlayamadılar.
Özellikle Mançurya'da Japon işadamlarının rahatça hareket etmesine rağmen başta
İngiliz ve Amerikalı işadamları olmak üzere Batılı işadamlarının engellenmesi
üzerine İngiltere ve ABD’nin durumu protesto ettiklerini Japon hükümet bildirmesi
üzerine Japon elitleri ikiye bölündü. Başbakan Hirobumi ve yakın çevresinin
Japonya'nın ekonomik çıkarlarının Batılı emperyalist devletlerle işbirliğini
gerektirdiğini ve özellikle ABD ve İngiltere’nin Japonya'nın yanında yer almalarının
önemini sürekli olarak vurguladığı görüldü. İşadamları da bu görüşe
katılmaktaydılar. Bununla birlikte Japon Genelkurmay Başkanı Kodamo Gentaro
başta olmak üzere ordu, Mançurya'nın Japonya için sadece ekonomik değil, aynı
zamanda stratejik bir önemi olduğunu ileri sürmekteydi. Kodamo, bu stratejik
önemin ise ilk olarak Kore'nin güvenliğinin Japon güvenliği ile olan ilgisinden
kaynaklandığını ifade etmekteydi. İkinci olarak ekonomik açıdan bölgenin Japonya
için önemine dikkat çeken Kodamo, bu nedenlerden dolayı Japonya'nın bölge

248
üzerindeki kontrolünün ulaşım ve iletişimin içine alacak şekilde genişletilmesi
gerektiğini dile getirmekteydi.788
1911’de Çin’i yöneten Mançu hanedanlığının düşmesiyle birlikte, Çin çeşitli
derebeylerin hâkim olduğu bir yapıya sürüklendi. Japon askeri elitleri bu durumda
Mançurya’da devrim ile birlikte Japon çıkarlarının korunması gerektiği fikrinden
hareketle 1912’den itibaren bölgeye askeri birlikler göndermeye başladılar. Bu arada
Mançu hanedanlığının Pekin’i terk etmesi ile iktidara geçen Yüin Şikai ve Sun Yat-
sen de Japon hükümeti ile Mitsui, Okura ile Mitsubishi gibi zaibatsular tarafından
desteklendi. Özellikle zaibatsular Sun Yat-sen hareketini finanse etmekte önemli rol
oynadılar.789
Çin'de siyasi karmaşanın hakim olduğu bu dönemde Avrupa’da da savaş
başlamıştı. Japonya, İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya’dan bağımsız bir şekilde
Asya’da hareket etme imkanı elde etti. Japonya, İngiltere ile olan ittifakı nedeniyle
Almanya aleyhine savaşa katılmışsa da, askeri birliklerini Asya dışına
göndermeyerek, Almanya’nın Asya’daki sömürgelerine ele geçirmeye yönelik askeri
faaliyetlerde bulundu. Bunun dışında Japon elitlerinin bu uluslararası ortamda yine
kendi içlerinde bölündüğü görüldü. Bir kısmı, Mançurya’dan başka Moğolistan ve
Çin’in tümünün ele geçirilmesine yönelik emperyalist politikaların devamını
savunurken, bir kısmı da “kültürel olarak gelişmiş beyaz ırk ile rekabet etmek için”
“kültürel ve ırksal açıdan benzer” Japonya ve Çin’in dostane ilişkilerini devam
ettirmesi gerektiğini ileri sürdüler.790 Japon elitleri arasında fazla taraftar toplayan bu
görüş çerçevesinde, Japon elitleri ABD'nin eline düşmemesi için Çin’e mali yardım
önerilmesini ve Almanya’nın ele geçirmiş olduğu Şandong’u geçici bir süreliğine
kiralanmasını savundular. Böylece Çin yönetiminin Japonya İmparatorluğu’na karşı
güven duyması hedeflenmekteydi. Öte yandan askeri bürokrasi, Çin’e yönelik bu
önerilere Japonya'nın Mançurya ve Moğolistan’daki üstün pozisyonunun Çin
tarafından tanıması, idari reform konusunda Japonya’dan destek alınması, kredi ve
kiralama durumlarında Japonya’ya danışılması ve Japon demiryolları ile madencilik
alanındaki haklarının tanınmasını taleplerini de ekledi. Toplam yirmi bir adet olan bu
talepler daha sonra Çin’e empoze edilmeye çalışılan ilave “Grup 5” olarak

788
İbid, s. 96-97.
789
İbid, s. 101-106.
790
İbid, s. 108-110.

249
adlandırılan yeni önerilerle birlikte, 1915’de Japon İmparatorluğu tarafından Çin’e
iletildi. “Grup 5” önerilerini reddederek, I. Dünya Savaşı nedeniyle İngiltere ve
ABD’den yardım alamayacağını bilen Çin, dili hafifletilen “Yirmi-bir Talepleri”nin
çoğunluğunu ufak değişikliklerle kabul etmek zorunda kaldı. Böylece Kore ve
Mançurya’da yaşanan gelişmelere benzer bir biçimde, Japonya’nın Çin’in iç
politikasına daha fazla karışmaya başladığı ve hakim pozisyonunu güçlendirdiği
görüldü. Çin’in iç işlerinde giderek artan Japon ağırlığına karşı, özellikle Yüen
hükümetinin merkezi yönetiminin güçlendiğinin fark edilmesiyle birlikte Yüen
hükümetinin karşısında yer alan muhalifler, zaibatsulara tarafından desteklenmeye
başlandı.791 Japon İmparatorluğu’nun yayılmacı politikaları Kore ve Mançurya ile
başladı ve Çin üzerindeki kontrol politikası ile daha da genişledi. Japon askeri ve
sivil bürokrasisi bu emperyalist politikaların formüle edilmesinde ve uygulanmasında
zaibatsularla beraber hareket ederek, bu politikalar için zaibatsulardan yoğun mali
destek buldular.
Özellikle “Yirmi-bir Talep” ve anlaşmanın Yüen hükümeti tarafından kabul
edilmesi, Japonya'nın Çin üzerinde artan etkisinin önemli bir kanıtı olmuştur. Bu
durum, Çin'in iç politikasında da büyük etkiler yaratmıştı. Çin'de Japon karşıtlığı
artmış ve bu duygular Çin milliyetçiliğini beslemeye başlamıştır. Yine aynı dönemde
Japon elitlerin Çin'de ileride kullanmak üzere Japonya'da eğitim verdikleri Çinli
öğrencilerin toplu bir şekilde geri dönüşleri Çin toplumunda Japonya'ya yönelik öfke
giderek büyümesine yol açtı. Avrupa’daki savaşın bitmesiyle Versay
Konferansı’nda, Japonya kazananlar safında yer almış ve Almanya’nın sömürgesi
olan Şandong’u kalıcı olarak elde etmiştir. Şandong’un Japonya'ya verilmesi ile
Çin'de Japonya aleyhtarı gösteriler başlamış ve gösteriler, Japon mallarının boykotu
ile devam etmiştir. 1920’ler boyunca Japonya'nın siyasi, askeri ve ekonomik olarak
etkisi altına giren Çin'de milliyetçilik güçlenmiş ve Japonya'nın Çin politikalarını
tehdit eder hale gelmiştir.
Japonya’nın Asya üzerinde etkisini arttıran bu politikası, 1915’de imzalanan
anlaşma öncesinde Savaş Bakanlığı ve Başbakanlık görevini iki kez üstlenen
Yamagato Arimoto ile 1916’da Başbakan olan Terauşi Masatake tarafından farklı bir
şekilde formüle edilmeye çalışıldı. Yamagato ve Terauşi, “birlikte yaşama ve ortak

791
İbid, s.113-115.

250
refah” olarak adlandırdıkları durumun hem Japonya'ya hem de Çin'e yarar
getirmesinin ve Çin'in bu süreçte marjinalize edilmemesinin gerektiğini
savunmalarına yol açtı. Özellikle alt ve orta düzey askerler arasında Kokuryukai veya
Kara Dragon Toplumu olarak bilinen örgüt ise benzer şekilde bu görüşü savunarak,
Japonya'nın Mançurya ve İç Moğolistan’ı ele geçirmesini üst kademelere kabul
ettirmeye çalıştılar. Onlara göre Kore ve Mançurya örneklerinin de gösterdiği üzere
bu bölgelerde asayişin sağlanması ve bir siyasi düzenin kurulması sayesinde
“gelişmiş bir hayat standardı”na sahip olmak mümkündü.792
Japonya’nın emperyalist politikaları savunması 1919’da kurulan Milletler
Cemiyeti’nin kuruluş görüşmelerinde de şiddetlenerek devam etti. Özellikle Milletler
Cemiyeti’nin kuruluş antlaşmasında, Japonya, ırkların eşit olduğuna dair bir hükmü
kurucu antlaşmaya eklenmesini talep etmesine rağmen, Avrupalı devletlerin bu
öneriyi reddetmesi Japon elitleri arasında Batılı devletlere karşı hayal kırıklığının
yanı sıra öfkenin yaygınlaşmasına ve güçlenmesine sebep oldu. “Wilson idealleri” ile
savaşlara neden olabilecek nedenlerin ortadan kaldırılmasına yönelik olarak kurulan
Milletler Cemiyeti, Japon elitleri tarafından Batı’nın ikiyüzlülüğünün bir göstergesi
olarak nitelendirildi.793 Milletler Cemiyeti’nin verdiği kararlar daha başından itibaren
Japon elitler tarafından sorgulanmaya başlandı ve kabul edilemez bulundu. Zaten
Çin'in başvurusu ile Mançurya konusunda Milletler Cemiyeti’nin verdiği karar
tanınmayarak Milletler Cemiyeti’nden 1933’de ayrıldı.
1930’lara gelindiğinde Çin’de kurulan milliyetçi hükümet ile Japon ordusu
arasındaki ilişkiler gerginleşmeye başladı. Bu arada Çin ve Kore’de yerleşik Japon
ordusu yetkilileri siyasi otoriteden bağımsız bir şekilde hareket etmeye başladılar.
Çin'de milliyetçiliğin güçlenmesiyle birlikte, Japon ordusundan bu milliyetçiliğe
verilen tepkiler de aynı derecede arttı. Japon ordusunun bağımsız bir şekilde hareketi
her ne kadar Japon hükümetinin emperyalist bir politika izlediği bilinse de,
hükümetin inisiyatifi elinden kaçırmasına neden oldu ve sonuçta Mançurya’daki
Japon subaylarının davranışlarını desteklemekten öteye gidemedi. Bu çerçevede,
Mançurya’da Japon patronajındaki yerel bir liderin gittikçe milliyetçilerle işbirliğine
gitmesi üzerine ordunun orta kademedeki subayları tarafından treni havaya
uçurulması ve öldürülmesi üzerine Mançurya, Mart 1932’de işgal edilerek bağımsız
792
İbid, s. 119.
793
Wakabayashi, “Introduction”, s. 15; Hunter, Modern Japonya’nın Doğuşu, s. 51.

251
“Mançukuo” devleti kurduruldu.794 Mançukuo devletinin başına Mançu
hanedanından Pu Yi getirildi fakat Mançukuo devleti Japon ordusunun denetimi
altında “kukla” bir devlet oldu. Çin, bunun üzerine Japonya'nın müdahalesinin
kınanması ve Mançukuo’nun bir devlet olarak tanınmaması için Milletler
Cemiyeti’ne başvurmak durumunda kaldı. 1933’de Milletler Cemiyeti’nde
Japonya’nın itirazlarına rağmen kabul edilen ve Japonya’yı suçlu gören rapor
üzerine Japonya, raporu tanımadığını açıklayarak Milletler Cemiyeti’nden ayrıldığını
açıkladı. Fakat Mançurya’nın Japonya tarafından işgali, bu sırada gittikçe
güçlenmekte olan Çan Kay-Şek önderliğindeki Çinli milliyetçilerini Mao Zedung
önderliğindeki komünistlerle işbirliğine yöneltti. 1930’ların sonunda direnişin
artması üzerine ise Japon ordusunun Çin halkına karşı sert tedbirlere yönelmesi Çin
tarihinde Japon düşmanlığını körükleyen ve günümüze kadar taşınmasını sağlayan en
önemli olaylarından biri niteliğini kazandı.795
1930’larda Japonya'nın sömürgeleri olan Formoza ile Kore’de uyguladığı
politika, Çin'de uyguladığı şekilde, gençleri eğitim sistemine dahil etmek ve
Japonca’nın resmi dil ilan edilmesi oldu. Kore’de uygulanan Japon eğitim sistemine
katılan genç sayısı az olmuş,796 Kore kültürünün silinmesine yönelik Japon
bürokrasinin çabaları yoğunlaşmasına rağmen asimilasyon gerçekleştirilemedi.
Formoza’da ise eğitim sistemine katılan sayısı daha fazla oldu ve Formozalılar,
Çin'in eski yönetimi ile kıyaslandığında gerek eğitim gerekse çalışma açısından daha
fazla şans buldular. Yerleşik hale gelen Japon nüfusun büyük bölümü bürokraside
yönetici, iş adamı, öğretmen ve din adamı iken, Formoza’da nüfusun büyük bölümü
tarım alanında faaliyet gösterdi, çok az bir kısmı bürokraside görev alabildi. Kore'de
1930’lara gelindiğinde yarım milyonu bulan Japon nüfusunun büyük bölümü
Formoza’daki yapıya benzer şekilde bürokrat, teknik işler, ihracat ve bankacılık
sektöründe çalışırken, bir kısmı da çiftçilik ile uğraştı. Özellikle Kore'de faaliyet
gösteren Japon şirketlerinin büyük çoğunluğu zaibatsular ile bağlantılı olarak
çalışmaktaydılar. Koreli yerli nüfus ise yine Formoza’daki nüfusa benzer işlerde
faaliyet göstermekteydi.797 Bütün bu gelişmeler sonrasında, Kore ve Formoza’daki

794
Beasley, Japanese Imperalism, s. 194-195.
795
İbid, s. 86-91.
796
İbid, s. 148.
797
İbid, s. 150-152.

252
nüfus, sisteme ancak Japon emperyalizmi ile daha fazla işbirliği halinde imkan
bulmaktaydı. Halkların işbirliğine yanaşmadığı durumlarda ise sistemden
soyutlanmaları nedeniyle bölge haklarının milliyetçiliğe daha fazla yönelmesine
neden oldu.
Kore ile ticaret Formoza ile ticaretle kıyaslandığında, Japon İmparatorluğu
için önemli bir yere sahip olmuştur. Japon sanayisi güçlendikçe, sömürgeler ile
Japonya arasındaki ticaretin boyutu ve kompozisyonu değişmiştir. Japonya'nın
emperyalist politikaları boyunca Formoza, Kore, Mançurya ve Çin Japonya’nın
hammadde kaynağı haline gelmişlerdir. Özellikle Kore’nin yetiştirdiği pirincin ana
ithalatçısı Japonya olmuştur. Sadece pirinç gibi gıda maddeleri değil, aynı zamanda
gelişen sanayisi için demir, petrol, kömür ve çelik gibi temel sanayi girdileri
Japonya’nın ithalatında önemli paya sahip olmuşlardır. Japonya’da hammadde
üreticisi konumuna sahip olduğu pamuk ve ipek gibi alanlarda faaliyet göstermeye
devam etmiş fakat tekstil, I. Dünya Savaşı’nın da etkisiyle ihracatın temel
güçlerinden biri haline gelmiştir. Çin, Japonya için özellikle 1915’den sonra
ihracatında önemli bir konuma yükselmiş, Kore de, gerek Japon ithalatında gerekse
ihracatında Çin'in ardından gelmiştir.798
Emperyalist döneminde Japonya'nın ihracat yaptığı bütün ülkeler içinde ABD
önemli bir paya sahip oldu. Bu dönemde Japonya’nın ürettiği malların 1/3’ünden
fazlasını ABD satın aldı. 1890’lardan 1910’lara kadar Japonya'nın sanayileşmesinin
ilk aşamalarında İngiltere, Japonya'nın ithalat gerçekleştirdiği temel ülke oldu. Diğer
yandan Japonya’nın ithalatında 1930’lardan sonra ABD’nin İngiltere’nin yerini
aldığı gözlemlendi.799 Japonya’nın özellikle Çin’de yaptığı yatırımlar, 1900’lerin
başında 1 milyon ABD Doları civarında iken, İngiltere ile Rusya Çin’de yapılan
toplam yatırımların % 70’sini gerçekleştirmekteydiler. 1930 sonrasında ise
Japonya'nın Çin’de yapılan toplam dış yatırımlar içerisindeki payı % 35’i aşarak
toplamda 1 milyar ABD Dolarının üstüne çıktı.800 Bu arada, Japonya'nın ekonomi
politikalarında zaibatsuların sahip olduğu firmalar, bölgede önemli roller oynadılar
fakat Japon ekonomisinin gittikçe gerek hammadde kaynakları açısından gerekse
ihracat politikası açısından sömürgelere bağımlılığının arttı. Bu bağımlılğın

798
İbid, s. 126-130.
799
İbid, s. 126-127.
800
İbid, s. 133.

253
artmasıyla birlikte bölgedeki nüfus içerisinde Japon karşıtı duyguların artması ve
bölgede milliyetçiliğin gelişmesi benzer dönemlere rastladığı görüldü. Bu milliyetçi
hareketler ise Japon ordusunun daha çok şiddete başvurmasına yol açtı ve sonuçta
Japonya, Asya’daki halkları karşısına almak durumunda kaldı.
1915’de Yamagato ile Terauşi tarafından Asyalılar için dile getirilen “birlikte
yaşama ve ortak refah” politikası, 1930’larda Japon elitlerin temel argümanını
oluşturdu. Bu kapsamda, 1936’nın sonunda kurulan ve genellikle sivil ve askeri
bürokrasiden destek bulan Şova Kenkyukai örgütü tarafından Asya’da Japonya'nın
uyguladığı politikanın Batı emperyalizmi ile aynı şekilde değerlendirilmemesi
gerektiği, çünkü Japon emperyalizminin temel hedefinin Asya’yı özgürleştirmek
olduğu ileri sürüldü. Bir başka görüş ise Japonya'nın sanayileşmiş ekonomisi ile
çevresindeki ülkelerin zirai ekonomilerinin birbirlerini tamamladığı fikri oldu.801
Japonya’nın 1941’de ABD ordusuna saldırarak II. Dünya Savaşı’na katılmasından
hemen sonra, 1942’nin başlarında Güneydoğu Asya’da yer alan Endonezya,
Filipinler, Malaya, Singapur, Fransız Çinhindi ve Hollanda Doğu Hint adalarını da
kısa bir süre içinde ele geçiren Japon ordusu, bölgedeki Avrupalı devletlerin
üstünlüğüne son verdi.802 Japon elitleri, bu tarihten sonra “Büyük Doğu Asya Ortak
Refah Bölgesi” fikrini ortaya attılar. Aynı yıl içinde Japon hükümeti “Büyük Doğu
Asya Bakanlığı” kurulmasını onayladı. Ardından 1943’de Tokyo’da gerçekleştirilen
toplantı ile bölgede yer alan devletler ile Japonya arasındaki dayanışmanın
güçlendirilmesi hedeflendi ama umulan sonuçlar alınamadı. Ayrıca yeni işgal edilen
topraklarda yaşayan halkların beklentileri, Avrupalı devletlerin bölgeden
ayrılmasından sonra Japonların kendilerine destek olacağı ve Japon
İmparatorluğu’nun kendilerine bağımsız devletler kurmasına izin vereceği yönündeki
umutlarının da zaman içinde kaybolmasıyla Japon yönetimine ve ordusuna karşı
ayaklanmalar baş gösterdi. Japon ordusunun ayaklanmaları bastırmada kullandığı
şiddet ise bölge hakları üzerinde ters etki yarattı.803
ABD’nin atom bombasını Hiroşima ve Nagasaki’ye atmasının ardından
Japonya, imparatorun radyo konuşması ile teslim olduğunu açıkladı ve yenilgiyi
kabul etmek zorunda kaldı. Böylece Batılı devletlerin 1850’li yılların ortalarındaki

801
İbid, s. 204.
802
Hunter, Modern Japonya’nın Doğuşu, s. 92-93.
803
Beasley, Japanese Imperalism, s. 204.

254
baskısıyla başlayan değişim süreci, devletin merkezileşmesini tamamlanmasını
sağlayarak, iç hegemonyanın kurulmasına yardımcı oldu. Bunun yanı sıra Batılıların
etkisi altındaki süreçte emperyalist nitelik taşıyan bir Japon dış politikası üretildi. Bu
da Asya kıtasında realist paradigma bağlamında bir hegemonik yapı diğer bir deyişle
askeri ve ekonomik anlamda üstünlüğe dayalı bir yapının oluşturulmasına yol açtı.
Gramşici anlamda bir hegemonya kurmak istemiş olmasına rağmen bunu
başaramayan Japonya, 2 Eylül 1945’de Tokyo Körfezi’nde bulunan ABD’nin
Missouri adlı gemisinde imzaladığı ve teslim olduğunu belgeleyen anlaşmanın
ardından ABD tarafından işgal edildi. İşgal döneminde Japonya, General Mac Arthur
tarafından yönetildi. Bununla Japonya, II. Dünya Savaşı’ndaki yenilgisinin ardından
uluslararası politikada ise yeni bir arayış içine girmek zorunda kaldı.

ii. Japonya’nın II. Dönem Dış Politikası (1952-2005)


a. Yoşida Doktrini
Japonya'nın II. Dünya Savaşı’ndan günümüze kadar olan dış politikası esas olarak
Yoşida Şigeru tarafından belirlenen çerçeve etrafında şekillenmiştir. Almanya’nın
yine II. Dünya Savaşı sonrası kurulmasında ve dış politikasının gelişmesinde önemli
paya sahip olan Adenauer sembolüne yakın bir kişilik olarak nitelendirilebilecek
diplomat kökenli bir başbakan olan Yoşida Şigeru’nun dış politika anlayışı, ABD ile
yakın bir ittifak içinde bulunulması, silahlanma politikasının asgari düzeyde kalması
ve Japon ekonomisinin yeniden canlanması konuları üzerinde formüle edilmiştir.804
ABD ise işgal süresince dış politikadan ziyade iç politika ile ilgilenerek, iç
politikaya ve dolayısıyla Japon toplumuna yön vermeye çalışmıştır. ABD, bu
kapsamda, Japonya'nın saldırgan bir dış politikaya sahip olmasına neden olan
unsurları değiştirmeye yönelmiştir. Bununla birlikte işgal süresince Japon dış
politikası ABD tarafından belirlenmiş ve hatta bu dönem boyunca bizzat ABD, Japon
dış politikasını yönetmiştir. ABD’nin daha önce bahsedildiği üzere, Japonya'daki ilk
hedefi belirlediği ilkeler doğrultusunda Japon toplumunu yeniden inşa etmek ve
yeniden sosyalizasyonunu sağlamak olmuştur. İşgal süresince bu konuda atılan
adımların etkisi tartışmalı olmuştur. Özellikle Soğuk Savaş çerçevesinde başlayan
Kore Savaşı, ABD’nin Japonya’da uyguladığı politikalarını rafa kaldırmasına neden

804
Green, Japan’s Reluctant Realism, s. 11.

255
olmuştur. Bu nedenle, Japon dış politikasında işgal süresi sonrasında ABD’nin
doğrudan dış politikayı formüle etmesi ve yönlendirmesi mümkün olmamıştır.
Bunun en iyi örneği Kore Savaşı sırasında ABD’nin Japonya’nın yeniden
silahlanması konusunda yaptığı baskılar sırasında görülmüştür. ABD, Japonya'da
325.000 ile 350.000 arasında bir kara kuvveti kurulmasını önermiştir. Yoşida ise
ABD’den gelen bu baskılarla Anayasa’nın denetimi altında bir silahlı kuvvet
oluşturmuş fakat Anayasanın 9. maddesinin revizyonu konusunda direnmiştir.
1953’de ABD devlet başkanı yardımcısı Richard Nixon, 9. maddenin Japon
Anayasası’na eklenmesinin bir hata olduğunu ifade etmek zorunda kalmıştır.805
Japon dış politikası “Yoşida doktrini” ile birlikte, 1967’de başbakan olan Sato
Eisaku tarafından “nükleer konularda üç ilke” ile “silah ihracatı konusunda üç ilke”
ortaya atıldı. Sato, Japonya'nın nükleer silahlara sahip olmasını, transit ülke olmasını
ve bu tür silahların burada yerleşmesinin yasaklanmasını savundu. Sato ve hükümeti
ayrıca komünist blok üyesi ülkelere, BM Güvenlik Konseyi kararlarına göre silah
ambargosu uygulanan devletlere ve uluslararası bir çatışmada yer alan veya yer
alması muhtemel devletlere silah satışını yine “üç ilke” çerçevesinde yasakladı.
1976’da ise Miki Takeo, bu iki “üç ilkeler” etrafında uygulanan kuralları daha da
sertleştirti ve silah üretiminde kullanılabilecek malzemelerin satışı da bu yasaklara
dahil etti. Sato hükümetinin aldığı diğer bir karar ise Japonya'nın savunmaya ayırdığı
bütçenin GSMH’nın % 1’ini geçmemesi gerektiği üzerine oldu. Daha sonraki
uygulamalarla birlikte bu görüşler, “yarı-anayasal” bir statü kazanarak, 1980’ler
boyunca bunların değiştirilmesine yönelik hareketlerin kabul edilemeyeceği
hususunda toplumda bir mutabakat oluşmasına yol açtı.806
Çeşitli siyasi parti liderleri ve başbakanlar Yoşida, Sato ve Miki’nin norm
oluşturan bu kurallarını değiştirmek için çaba sarf etmişler fakat Japon elitleri
arasında uzlaşma sağlanamamasının yanı sıra, toplumundan gelen sert tepkiler
üzerine geri adım atmak durumunda kalmışlardır. Japonya konusunda önemli
uzmanlardan biri olan Peter Katzenstein, Japon güvenliğinin bu nedenle daha çok

805
Sun-Ki Chai, “Entrenching the Yoshida Defense Doctrine: Three Techniques for
Institutionalization”, International Organization, Vol:51, No:3, Summer 1997, s. 397.
806
Akihiko Tanaka, “Japan’s Security Policy in the 1990s”, Yoichi Funabashi (der.), Japan’s
International Agenda, New York and London, New York University Press, 1994, s. 31-32; Chai,
“Entrenching the Yoshida Defense Doctrine”, s.401; Green, Japan’s Reluctant Realism, s. 15.

256
“sosyal normlar” etrafında belirlediğini ileri sürmüştür.807 Katzenstein’e benzer
şekilde Hanns Maull tarafından geliştirilen “sivil güç” teorisinde de Japonya,
Almanya gibi bir sivil güç olarak adlandırılmıştır. Maull, Japonya’nın dış
politikasının temelinde Japon toplumunun belirgin ve kısıtlayıcı rol oynamasını, güç
kullanılması konusundaki çekincelerini ve bir çok sorunun çözümü için çoktaraflı
örgütlerle birlikte hareket etmesini, Japonya'nın sivil güç teorisine uyduğunu
gösteren nitelikler olarak sunmuştur.808
31 Ağustos 1998’de Kuzey Kore’nin Taepo-dong füzesini Japonya’nın
üzerinden geçirmesinin ardından, Japon toplumunda silahlanma konusunda farklı
görüşler belirmeye başladığı gözlemlendi ve Diet, Japon hükümetini “Japon halkının
güvenliğinin temini” için gerekli önlemleri alması konusunda uyarmasına yol açtı.
Bu kapsamda, Japon hükümeti ABD ile “Balistik Füze Savunma Sistemi”
geliştirilmesi konusunda 1999’da işbirliği yapma konusunda anlaştı.809
1950’de başlayan Kore Savaşı çerçevesinde, ABD’nin baskısı ile Japonya,
askeri ve polis güçlerini oluşturmak zorunda kaldı. 1954’de Meşru-Müdafaa
Kuvvetleri (Self-Defense Forces-Jietai) kuruldu. 1990’lar itibariyle, Japonya, 160 bin
civarında olan kara kuvvetleri ile 14 denizaltı ve 55 savaş gemisinden oluşan deniz
kuvvetleri ve 120 civarında savaş uçağından oluşan bir hava gücüne sahip duruma
geldi. Gerçi, Japon Anayasası’na göre savunma amaçlı bile olsa, Japonya'da silahlı
kuvvet kurulamayacağını ileri sürenler bulunmaktadır. Bununla birlikte hükümet
dahil, bir çok hukukçu, siyasetçi ve akademisyen savunma amaçlı bir silahlı kuvvet
kurulmasının doğal bir hak olduğunu kabul etmektedir.810 Ayrıca II. Dünya Savaşı
sonrası kurulan Japon ordusunun halihazırdaki mevcudiyeti ile sadece küçük ölçekli
bir savaşa karşı savunma yapabilecek bir yapıya sahip olduğu ifade edilmektedir.811
Bunlara ilaveten, “asgari düzeyde gereklilik” ilkesi olarak açıklanan savunma ile
ilgili konularda hükümet yorumları da içtihat özelliği kazanmaktadır. Japon
hükümetleri gerekli olduğu zaman –Japonya, Sato hükümetinin bugün için yarı

807
Peter Katzenstein, Cultural Norms and National Security: Police and Military in Postwar
Japan, Ithaca and London, Cornell University Press, 1996.
808
Maull, “Germany and Japan”, s. 91-106.
809
Gavan McCormack, “Remilitarizing Japan”, New Left Review, Vol:29, September-October 2004,
s. 32-33.
810
İbid, s. 45.
811
Akihiko Tanaka, “Japan’s Security Policy in the 1990s”, Yoichi Funabashi (der.), Japan’s
International Agenda, New York and London, New York University Press, 1994, s. 30-31.

257
anayasal hüküm niteliği taşıyan 1967 tarihli kararının yanı sıra Nükleer Silahların
Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’na taraf olmasına ve Atom Enerjisi Temel
Kanunu’nun barışçıl amaçlar dışında nükleer araştırma, geliştirme ve kullanılmasına
izin vermemesine rağmen- asgari düzeyde gereklilik ilkesi çerçevesinde nükleer
silaha sahip olunabileceği şeklinde hükümet yorumları geliştirilmektedir.812
Silahlanma harcamalarının GSMH’nın % 1’lik oranı geçmemesine yönelik
ilke de, 1986’da rafa kaldırıldı.813 1967’den itibaren uygulanan bu ilke kararının
kaldırılmasının ardından, bütçeden savunmaya ayrılan pay arttı ve GSMH’nın
% 2’sine kadar çıkması sağlandı. Japonya'nın savunma bütçesi, GSMH oranı
açısından düşük olarak görülse de, dünyada savunmaya ayrılan toplam miktar
açısından dünyanın ikinci büyük savunma bütçesi olma özelliğini kazandı.814
2003’de Japonya'nın savunmasına ayırdığı bütçe yaklaşık 43 milyar ABD Doları
civarında gerçeklemiştir. Aynı yıl içinde dünyada yapılan savunma harcamaları
açısından Japonya'nın beşinci sırada olduğu görülmekteydi.815 Japon savunma
sisteminin niteliği konusunda ise değişik bilgiler bulunmaktadır. Bunlardan bir görüş,
savunma sisteminin çok sofistike ve teknoloji bakımdan çok ileri olduğunu
savunurken, diğeri ise silah sisteminin savaş dışında kullanılabilecek niteliğe sahip
olduğunu ileri sürmektedir.
II. Dünya Savaşı sonrası oluşturulan Japonya'nın dış politikası, siyasetçiler
tarafından zaman zaman değiştirilmeye çalışılmışsa da, temel politika değişmeden
sabit kalmaya devam etmektedir. Bu politikanın değişmemesinin temel nedenleri
arasında ilk olarak uluslararası politikada yaşanan değişmelere rağmen Japonya için
temel unsurların çok değişmemiş olması gelmektedir. Sovyetler Birliği’nin
dağılmasının ardından Japonya için tehdit unsurunun kalktığı ileri sürülerek, bu

812
İbid, s. 31.
813
İbid, s. 32.
814
Kent E. Calder, “Domestic Constraints and Japan’s Emerging International Role”, Armand Clesse,
Takashi Inoguchi, E. B. Keehn and J. A. A. Stockwin (derl.), The Vitality of Japan: Sources of
National Strength and Weakness, Houdsmills, Basingstoke, Hampshire and London, Macmillan
Press, 1997, s. 195.
815
Http://www.web-japan.org/stat/stats/04DPL22.html, (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2004). Sözkonusu
internet sitesinde, bu araştırmanın İngiltere’de yerleşik olan Uluslararası Stratejik Çalışmalar
Enstitüsü’nün rakamları olduğu ifade edilmektedir. Aynı araştırma, ABD’nin savunma bütçesinin 405
milyar dolar, Rusya’nın 65 milyar ABD Doları ve Çin’in 56 milyar ABD Doları civarında olduğunu
ortaya koymaktadır. Bununla birlikte, araştırma, bu devletlerin ardından Fransa’nın 45 milyar ABD
Doları, İngiltere’nin 42 milyar ABD Doları ve Almanya’nın ise 35 milyar ABD Doları civarında
savunmalarına pay ayırdıklarını göstermektedir.

258
kapsamda Japonya'nın ABD’nin güvenlik şemsiyesine ihtiyacı kalmadığı ifade
edilmektedir. Bununla birlikte Çin ve Kuzey Kore, Japonya için yeni güvenlik
tehdidi olarak ortaya çıkmaktadır. Yoşida doktrinin ikinci unsuru olan ekonominin
canlandırılması konusunda ise hedeflerin 1960’larda tutturulmuş olması nedeniyle bu
konu gündemden kalktığı ama ekonominin uluslararası alanda pozisyonunu
korumasına yönelik olarak dış politika yeniden yapılandırıldığı ileri sürülmektedir.
Üçüncü konu olan silahlanmanın asgari düzeyde tutulması fikri ise Soğuk
Savaşın bitmesinin ardından bile Sato’nun savunduğu görüşler çerçevesinde aynı
seviyede kalmaya devam etmiştir. Bununla beraber yurtdışına Japon ordusunun
gönderilmesi konusu gündeme gelmiştir. Özellikle 11 Eylül 2001’de ABD’ye
gerçekleştirilen saldırıyı takiben, Japonya’da yurtdışına asker gönderilmesi ve yine
bu çerçevede Anayasa’nın 9. maddesi konusu tartışılmaya başlanmıştır.816 1969’da
Nixon tarafından açıklanan ve Vietnam Savaşı’nın da getirdiği olumsuz etkinin
izlerini taşıyan “Nixon Doktrini” veya “Guam Doktrini” kapsamında, ABD’nin
Soğuk Savaşın yumuşama dönemine girdiği ve iki kutuplu yapının sona erdiği
varsayımıyla müttefiklerin ve dost ülkelerin ABD’nin üstlendiği sorumluluk ve
yükümlülükleri paylaşması gerektiği vurgulanmıştı.817 Bu doktrin esas olarak
Ortadoğu’yu hedef almış ve İngiltere’nin bölgeden 1971’de çekilmesinin ardından
doğacak boşluğun üzerine odaklanmıştır. Bu çerçevede, İran ile Suudi Arabistan’ın
bölgenin güvenliği konusunda yükümlülükleri üstlenmesi talep edilmişti. Bununla
birlikte benzer görüşler Japonya için de geçerli olmuş ve Uzakdoğu’nun güvenliği
konusunda Japonya'nın daha aktif olması istenmiştir. Fakat Japonya, Anayasa’nın 9.
maddesinin böyle bir duruma imkan vermediği gerekçesiyle ABD’nin bu talebini
geçiştirmiştir. 1991’in son günlerinde Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından
1992’de “Barışı Korumaya Yönelik Örgütlenme Kanunu” bağlamında, Japon
askerlerinin barış koruma operasyonlarına katılması Japon Diet’inde kabul edilmiştir.
Bu sayede, Japon askerlerinin Kamboçya, Mozambik, Golan ve Doğu Timor’da
görevlendirilmeleri sağlanmıştır.818 11 Eylül saldırılarının ardından ise yine Diet’te
kabul edilen “Özel Terör Önlemleri Kanunu” sayesinde Japon ordusu Afganistan’a

816
McCormack, “Remilitarizing Japan”, s. 34.
817
Tayyar Arı, Basra Körfezi ve Ortadoğu’da Güç Dengesi: 1978-1996, 2. Baskı, İstanbul, Alfa
Yayınları, 1996, s. 70.
818
McCormack, “Remilitarizing Japan”, s. 33.

259
yönelik operasyona katılmıştır. Son olarak ABD’nin Irak’ı işgali öncesinde, savaşın
meşruiyeti tartışmalı iken Koizumi, ABD’ye koşulsuz destek vermiş ve Bush
tarafından savaşın bittiğine yönelik açıklamadan sonra Diet’teki sert tartışmaların
ardından Ocak 2004’de Japon askerlerinin Irak’ta görevlendirilmesi kabul
edilmiştir.819 Böylece yurtdışına asker gönderilmesi konusundaki tartışmalar, iç
politikada ve toplumda çatlaklar oluşturmasına rağmen özellikle son yıllarda
Koizumi hükümeti, Japon Anayasası’nın 9. maddesine yönelik ABD’nin baskısı
yönünde hareket ederek, Anayasa’yı delmiş ve daha güçlü bir dış politika anlayışı
benimsediğini ortaya koymuştur. 2005’in sonlarında gerçekleşen seçimlerle Koizumi
önderliğindeki LDP, Japon siyasetindeki gücünü arttırmıştır. Bu nedenle,
kamuoyunda tartışmalara ve tepkilere yol açacak olsa bile, Koizumi hükümetinin
2005-2010 yılları arasında dış politikada daha iddialı bir yol izleyeceği tahmin
edilmektedir.
Yoşida Doktrini, günümüze kadar Japonya’nın temel dış politika çerçevesi
olarak kalmaya devam etmişse de, doktrinin unsurlarının her zaman için geçerli ve
değişmez nitelikte olduğu iddia edilemez. Bu doktrinin iki unsuru üzerinde özellikle
formülasyonundan uygulanmasına kadar çeşitli dönemlerde özellikle LDP’nin
içindeki fraksiyonlar tarafından değiştirilmesi yönünde görüşler olduğu ve son
yıllarda bu unsurların yeniden ele alınmasının daha sık bir şekilde dile getirildiği
gözlemlenmektedir. Bunlardan özellikle Japonya'nın kendi savunması konusu
ABD’ye bağımlılığı başta olmak üzere, Anayasa’nın 9. maddesi ve bu bağlamında
savunma harcamalarının arttırılması hususları, Diet’te sürekli bir gerginlik konusu
olmaya devam etmeye devam etmektedir. Bu konuların gelecek yıllarda Japon
kamuoyunda ve hükümet içinde daha çok tartışılacağı ve Anayasa’nın 9. maddesinin
değiştirilmesi yönünde ABD’nin baskısının yanı sıra, hükümet içinden de baskıların
artacağı tahmin edilmektedir. Japon toplumunun reaksiyonu ise 1998’e kadar
kestirilebilir nitelikte olmasına rağmen, 1998 sonrasında Kuzey Kore’nin nükleer
füze sisteminin Japonya’yı vurabileceğinin anlaşılması üzerine muhafazakâr kanat
lehine değişmesi ihtimali güçlü bir ihtimal olarak ortaya çıkmaktadır. Bu olay sonrası

819
İbid, s. 35-39.

260
yapılan kamuoyu anketleri, Japon toplumunun güvenlik konusunda devletin daha
somut adımlar atmasını desteklediğini göstermektedir.820

b. Asya-Pasifik Politikası
Japon Dışişleri Bakanlığı’nın her yıl düzenli olarak İngilizce yayınladığı Diplomatic
Blue Book (Gaiko Seişo)” başlıklı bir belge bulunmaktadır. Bu kitabın ilk kez
1957’de yayınlanan metninde Japonya’nın dünya politikasındaki rolünün üç temele
dayandırdığı görülmektedir: ABD ile ittifak; BM merkezli diplomasi; ve Asya.821
Japonya'nın Asya’ya ilk olarak ekonomik ardından siyasi yönelimi ancak
1980’ler de gerçekleşmiştir. Bunun başlıca sebepleri arasında Eylül 1985’de Plaza
Anlaşması uyarınca Japon Yeninin ABD Doları karşısında değerinin % 30 artması ve
buna bağlı olarak Japon ürünlerinin ihracat kârının azalması yer almıştır. Bunun
sonucu olarak Japon şirketlerinin maliyetleri düşürmek amacıyla Çin'in yanı sıra
Güneydoğu Asya bölgesi ülkelerinde yatırıma yönelmedikleri görülmüştür. Buna
ilaveten, yine 1980’lerin ortalarından itibaren ABD'nin Japon ürünlerine yönelik
uyguladığı ekonomik baskılar, Asya’nın bir seçenek olarak doğmasını sağlayan en
önemli faktörlerden biri olmuştur. Bu faktörlerle birlikte, Japonya, Asya’ya doğrudan
yabancı yatırım yapan en büyük ülke olmuş ve üretiminin önemli bir bölümünü bu
bölgeye kaydırarak, üretim ağları oluşturmuştur. Ayrıca Japonya'nın dış ticaretinin
önemli bir bölümü yine Asya ile doğrudan bağlantılı hale gelmiştir. Böylece
Japonya, kendi ekonomisi ile bölge ekonomilerini birbirine dolaylı olarak entegre
etmeyi başarmıştır.822
Son yıllarda Japon Dışişleri Bakanlığı’nın sözkonusu belgesinde sadece Asya
üzerinde değil, aynı zamanda Pasifik bölgesine de odaklanıldığı gözlemlenmektedir.
Özellikle Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Örgütü’nün (APEC) kurulması ile Pasifik
bölgesinin de Japon dış politikasının önemli unsurlarından biri haline geldiği ifade
edilebilir. Japonya'nın Asya politikasının ekonomi politikasının bir parçası olmasının
yanı sıra tarihsel faktörlerden etkilendiği ve 1870’lerden 1945’e kadar Japon
emperyalizminin bölgede yarattığı kötü izlenimden kurtulmaya yönelik olarak
düzenlenmeye çalışıldığı izlenimini vermektedir.

820
Green, Japan’s Reluctant Realism, s. 13.
821
İbid, s. 13.
822
Gilpin, The Challenge of Global Capitalism, s. 267-268.

261
Japonya, Asya kıtasını coğrafi düzlemde iki alan şeklinde ele almaktadır.
Birinci alan Rusya, Çin, Kore ve Tayvan’dan oluşmaktadır. İkinci alan ise
Endonezya, Filipinler, Malezya gibi devletlerden oluşan Güneydoğu Asya bölgesidir.
Japonya, ilk alanı kendi güvenlik algılamaları ve ekonomik çıkarları nedeniyle
önemsemektedir. İkinci alanı ise yine ekonomik unsurlar hakim olmakla birlikte,
uluslararası politikada yeni bir rol üstlenme arayışı açısından önem kazanmaktadır.
Uzakdoğu Asya’da Rusya, tarihsel olarak bölge üzerinde Japonya gibi
emperyalist politikalara sahip bir devlet olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle Çin'in
Mançurya bölgesi, Japonya ile Rusya’nın bu politikalarında önemli rol oynamış ve
bu iki devlet emperyalist politikaları nedeniyle kendi toprakları dışında bu bölgede
savaşmak durumunda kalmışlardır. Japonya’nın kendi coğrafyasının bir parçası
olduğunu iddia ettiği Sahalin adası ile Kuril adaları ise 20. yüzyıl boyunca Japonya
ile Rusya arasında sorun teşkil etmeye devam etmiştir. Bolşevik İhtilali’nin başarıya
ulaşmasının ardından Japon ordusu, Sovyetler Birliği’nin bazı topraklarını işgal
etmiş ve Soğuk Savaş döneminde Japonya için Sovyetler Birliği ve komünist ideoloji
temel bir tehdit olarak görülmüştür. Bu dönemde, ABD’nin güvenlik
düzenlemelerinde Sovyetler Birliği ön plana çıkmış ve Japonya, güvenliğinin ABD
tarafından sağlanması sebebiyle ilave tedbirler alma gereği duymamıştır. Sovyetler
Birliği’nin yıkılması ile birlikte, Japonya ile Rusya arasındaki ilişkiler daha çok ikili
bir nitelik almıştır. Bununla beraber kuzey Sahalin ile Kuril adaları sorunlarına
yönelik olarak çözüm henüz bulunamamıştır.
Rusya dışında Japonya'nın bölge ülkeleri ile ilişkileri Japonya'nın geçmişteki
emperyalist politikaları çerçevesinde gelişmiştir. II. Dünya Savaşı öncesi Japonya'nın
bölgedeki emperyalist politikaları nedeniyle savaş sonrasında bu bölgelerle yeniden
ilişkiye geçmesi sorunlu olmuştur. Bundan dolayı, Japonya, Kore ve Güneydoğu
Asya ülkeleri ile anlaşmalar imzalamış ve geçmişteki politikalarından ötürü bölge
ülkelerinden özür dileyerek, maddi ve manevi tazminat ödemek zorunda kalmıştır.
Çin, Japonya’nın Asya politikası içinde siyasi ve ekonomik ilişkiler açısından
en önemli ülkedir. Çin’e atfedilen bu önem, Japon Dışişleri Bakanlığı’nın resmi
belgelerinde de açık bir şekilde yer almaktadır.823 1933’de başlayan Mançurya işgali
ve 1937’den itibaren Çin'in Japon İmparatorluk Ordusu tarafından işgali, Japon-Çin
823
Japanese Ministry of Foreign Affairs, Diplomatic Bluebook 2004: Japanese Diplomacy and
Global Affairs in 2003, Tokyo, Ministry of Foreign Affairs, 2004, s. 45.

262
ilişkilerini etkileyen en önemli tarihsel olay olarak günümüze kadar etkilerini
sürdürmüştür. Bunun dışında, Tayvan konusu, balıkçılık sorunu ve Senkaku adası
sorununun yanı sıra, Çin'in nükleer silahları ve yine Çin'in silahlanma konusundaki
şeffaf olmayan politikası iki ülke arasındaki sorunlar olarak ortaya çıkmaktadır.
Bununla birlikte iki ülkenin ticari ve mali ilişkilerinin hacmi 18 trilyon Japon Yenini
(168 milyar ABD Doları) geçmiştir. Çin’in 2004’de Japonya'ya ihracatı 10 trilyon
Japon Yenini geçmiş, Japonya'nın ise Çin’e ihracatı 8 trilyon Japon Yenine
yaklaşmıştır.824
Gerçekte Japonya-Çin ilişkileri 1972’ye kadar ABD gölgesinde kalmıştır.825
Bu tarihe kadar ABD, Çin halkının temsilcisi olarak sadece Milliyetçi Çin (Tayvan)
hükümetini tanımış ve BM Güvenlik Konseyi’nde Çin’in temsil hakkının Tayvan’a
verilmesi gerektiğini savunmuştur. Japonya da bu politikayı destekleyeceğini
açıklamıştır. Japonya'nın ABD'ye bu konuda güvence vermesi bağımsızlığını
yeniden kazanmasında önemli rol oynamıştır.826 Ayrıca Japonya, ABD ile imzaladığı
“Karşılıklı Güvenlik Antlaşması”nın yürürlüğe girdiği tarih olan 28 Nisan 1952’de
Çin Halk Cumhuriyeti ile ilişkilerini koparmayı arzu etmemesine rağmen statüsü
hakkında soru işaretleri bulunan Tayvan’ı tanıdığını gösteren bir barış antlaşmasını
imzalamıştır.827 Bu çerçevede, Çin ve Japonya arasındaki ilişkiler Soğuk Savaş
döneminde ABD-Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerine göre şekillenmiştir. ABD
hükümeti 15 Temmuz 1971’de Japon hükümetine sadece birkaç dakika vererek, Çin
ile görüşmelerin başlayacağını açıklaması ise Japonya elitlerinde büyük bir hayal
kırıklığı yaratmıştır.828 1971’in sonlarına doğru Çin Halk Cumhuriyeti, ABD’nin
desteklemesi ile BM üyesi olmuştur. 24 Şubat 1972’de ABD ile Çin arasında
imzalanan “Şanghay Ortak Bildirisi” ile ABD, hem Çin Halk Cumhuriyeti’ni Çin
halkının tek temsilcisi olarak tanıdığını hem de Tayvan’ı Çin'in bir parçası olarak
kabul ettiğini beyan etmiştir. Japonya ise bu tarihten itibaren Asya politikasında ve
özel olarak Çin’e karşı politikasında güvenlik konusu hariç olmak üzere daha serbest
hareket etme imkanını elde edebilmiştir. Buna bağlı olarak Japonya, 29 Eylül
1972’de Çin ile “Şanghay Ortak Bildirisi” adını taşıyan belgeyi imzalamıştır. Bu

824
Http://www.jetro.go.jp/en/news/releases/20050221305-news, (Erişim Tarihi: 25 Mart 2005).
825
Mendl, Japan’s Asia Policy, s. 77-78.
826
Tunçoku, Japonya-Çin Halk Cumhuriyeti İlişkileri, s. 39.
827
İbid, s. 45.
828
Mendl, Japan’s Asia Policy, s. 80.

263
belgede; Çin ile Japonya arasındaki ilişkinin bu tarihten sonra normalleşmesi
gerektiği ve Japonya'nın “Çin'in tek meşru hükümeti olarak Çin Halk Cumhuriyetini
tanıdığı” belirtilmiş, 8. paragrafında, “Çin-Japonya ilişkilerinin normalleştirilmesi
üçüncü ülkelere karşı gerçekleştirilmemiştir. İki taraf da Asya-Pasifik bölgesinde
hegemon olmayı istememekte ve herhangi bir devlet ya da devletler grubu tarafından
böyle bir hegemonyanın oluşturulmasına karşı çıkmaktadırlar” ifadesine yer
verilmiştir.829
Şanghay Ortak Bildirisi’nin ardından Japonya ile Çin arasındaki siyasi ve
ekonomik ilişkiler ivme kazanmıştır. Gelişen bu ilişkiler neticesinde “Japonya-Çin
Halk Cumhuriyeti Barış ve Dostluk Antlaşması” 12 Ağustos 1978’de 10 yıllık bir
süre için geçerli olacak şekilde imzalanmıştır. Antlaşmanın birinci maddesinin ikinci
fıkrası, tarafların aralarındaki sorunları BM Sözleşmesi’ne uygun bir şekilde ve
barışçıl yollarla çözümü konusunda hareket edeceklerini belirtmektedir. İkinci
maddesi ise tarafların “Asya-Pasifik bölgesinde veya başka bir bölgede hegemonya
kurmaya çalışmayacaklarını, başka bir ülke ya da ülke grubu tarafından böyle bir
hegemonya oluşturulmasına da karşı çıkacaklarını” hükmünü içermiştir.830
1978 sonrası iki devlet arasındaki ilişkiler ekonomik ve siyasi açıdan gelişmiş
olmasına rağmen dönem dönem tarihi düşmanlıkların su yüzüne çıktığına şahit
olunmuştur. Bu tür gerginlikler ise Japonya'nın Asya politikası için ciddi bir tehdit
oluşturmuş ve ekonomik ilişkilerin artan önemine rağmen tarihsel meseleler hâlâ iki
ülkenin ilişkilerini belirleyen faktör olmaya devam ettiğini göstermiştir. 1989’da
Tienanmen’de öğrencilerin daha fazla demokrasi talebiyle ayaklanmalarının şiddetle
bastırılması, Batı Avrupa ve ABD’de Çin’e karşı tepki oluşmasına yol açmıştır. İlk
olarak G-7 ülkelerinin devlet yetkilileri ile Çinli yetkililer arasında görüşmeler askıya
alınmıştı. Bununla birlikte G-7 kararı Japonya tarafından uygulanmamış ve dönemin
ABD Dışişleri Bakanı James Baker tarafından Japonya sert bir dille uyarılmıştı.831
Yine de Japonya, olayları sadece ılımlı bir dille kınamış ve yaptırımların
uygulanması konusunda yavaş davranmıştır. Bu sayede, Japonya, Çin'e uygulanan
ambargoyu delen ilk gelişmiş devlet olarak Çin tarafından takdir edilmiştir.832 Buna

829
Tunçoku, Japonya-Çin Halk Cumhuriyeti İlişkileri, s. 170-171.
830
İbid, s. 173.
831
Mendl, Japan’s Asia Policy, s. 84-85.
832
Nuraniye Hidayet Ekrem, Çin Halk Cumhuriyeti Dış Politikası (1950-2000), Ankara, ASAM
Yayınları, 2003, s. 82.

264
rağmen Japonya'nın dış yardım politikası çerçevesinde Çin'e verdiği yardımları
askıya almıştır. Diğer yandan bazı Japon iş adamlarının olayların bitmesinden on gün
sonra Çin’e geri dönmeleri ise Batı dünyası tarafından “fırsatçılık” olarak
nitelendirilmiştir. Ayrıca Çin'in uluslararası toplumdan tecridi devam ederken,
Japonya'nın dış yardımlarına 1991’de yeniden başlaması Batı dünyasında tepki
yaratmıştır. Çin ise bu jeste karşılık olarak İmparator Akihito’yu Çin’e davet etmiştir.
Bu çerçevede Japonya'nın Kamboçya’ya barışı koruma operasyonuna asker
göndermesini destekleyerek, bölge barışına Japonya’nın katkısını övdüğü
görülmüştür.833
1993’de Japon siyasetinde kısa süreli bir sosyalist iktidarı yaşandı. Bu dönem
sırasında Japon Başbakanı Morihiro Hosokawa ile Dışişleri Bakanı Tsutomu Hata,
Çin'in askeri alanda daha fazla şeffaf olmasını talep ettiler. Hatta, Çin'in bu şeffaflığı
göstermediği gerekçesiyle Diet tarafından yapılacak 75 milyon ABD Doları hibeyi
askıya aldılar. Çin’in ise 1995’de nükleer silah testlerine devam ettiği ve Tayvan
konusunu gündme getirerek, gerginliğin tırmanmasını engellememiştir.834
Kasım 1998’de üst düzey bir Çin yetkilisinin ilk defa Japonya ziyareti Japon
elitleri tarafından oldukça önemli olarak nitelendirilmiştir. Özellikle 31 Ağustos
1998’de Kuzey Kore’nin attığı nükleer füze nedeniyle bu ziyaret Japonya için ayrı
bir anlam kazanmıştır. Komünist Partisi Genel Sekreteri Jiang Zemin’in Japonya’yı
ziyaretine atfedilen öneme rağmen, beklenen “tarihi özür” ifadesinin Çin'in talep
ettiği şekilde düzenlenmemiş olması, Zemin tarafından sert bir şekilde ikili
görüşmelere yansımasına sebep olmuştur. Bu durum, Japonya ile Çin arasında
tarihsel boyutun önemini bir kere daha ortaya çıkarmıştır.
2000’li yılların başlarında ise Japonya, ilk olarak Çin'e yaptığı dış yardımları
gözden geçirmiş ve yardım politikası kapsamında verdiği miktarı arttırmıştır.
MITI’nin planlamaları ile Çin’deki çevre projelerinin dış yardımlarla desteklenmesi
ve bu kapsamda da Japon şirketlerinin bu tür projelerde yer alması hedeflenmiştir.
Bunun yanında karşılıklı bağımlılığı arttıracak projelere yönelik politikaların
geliştirilmesi MITI’nin diğer bir hedefi olmuştur.835 Buna karşılık, Mart 2005’de
Japonya aleyhine gösteriler, çoğunluğu Çin vatandaşı olan 400.000 kişinin

833
Green, Japan’s Reluctant Realism, s. 78.
834
İbid, s. 78.
835
İbid, s. 102.

265
Japonya'nın BM Güvenlik Konseyi’nde daimi üyeliğine karşı imza toplamasının
ardından başlamıştır. Nisan ayında ise Japon Eğitim Bakanlığı’nın Çin'in yeniden
yazılmasına karşı çıktığı Japon tarih ders kitaplarını yeniden yazılmasını onaylaması
üzerine Çin’deki gösteriler daha da büyümüştür. Japon Başbakanı Koizumi ise
Çin’deki Japon şirketlerinin normal bir şekilde işleyişine devam etmesi ve Japon
vatandaşları ile büyükelçilik ve konsoloslukların korunması konusunda Çin
hükümetini uyarması ve ardından Çin ile tartışmalı olan bölgelerde sondaj
çalışmaları için Japon şirketlerine yetki vermesi üzerine protestolar daha da
yoğunlaşmıştır.836
Japonya'nın Kore ile ilişkilerinde de Çin ile ilişkilerine benzer şekilde tarihsel
boyut ön plana çıkmaktadır. Japonya ile Kore arasında tarihsel düşmanlığın ve Kore
yarımadasında iki hükümetin bulunmasının yanı sıra Japonya'da yaşayan Kore
vatandaşlarının durumu, Japon Denizi ismine Kore’nin itirazı, Takeşima adalarının
statüsü ve buna bağlı olarak balıkçılık sorunları gibi bir dizi sorun bulunmaktadır. İki
ülke arasında ekonomik ilişkiler ise gelişmiş bir seviyededir. Japonya'nın gerek
ihracat gerekse ithalat rakamları açısından Güney Kore üçüncü sırayı almaktadır.
Toplam ticaret hacmi 2004 yılı itibariyle 7.5 trilyon Japon Yenine yaklaşmıştır.
Kore’ye Japon ihracatı 5 milyar Japon Yenine yakın olarak gerçeklemişken,
Kore’den ithalat ise 2.5 trilyon Japon Yeni civarında olmuştur.837
Güney Kore’nin sanayileşme politikaları Japonya'nın emperyalist politikaları
döneminde başlamış ve II. Dünya Savaşı sonrası, yine Japonya'nın ekonomik modeli
Kore’nin ekonomi politikasının çizilmesinde temel alınmıştır.838 Güney Kore, Japon
ekonomisine sağladığı ivmenin yanı sıra, Doğu Asya ekonomilerinin
entegrasyonunda itici bir güç niteliği kazanmıştır.839 Bu durum, Japonya için
arzulanan bir dış politika hedefi olarak ortaya çıkmıştır.
Japonya-Kore ilişkisinde ön plana çıkan ilk konu yarımada üzerindeki iki
hükümete ilişkindir. II. Dünya Savaşı’nın sonunda Japonya'dan alınan Kore’nin
güneyinde Kore Cumhuriyeti adı altında Batılı devletler tarafından bir siyasi yapı

836
Http://www.guardian.co.uk/print/0,3858,5173148-108142,00.html, (Erişim Tarihi: 18 Nisan 2005);
Htpp://www.japantimes.co.jp/cgi-bin/makeprfy.p15?nn20050418a1.htm, (Erişim Tarihi: 18 Nisan
2005).
837
Http://www.jetro.go.jp/en/news/releases/20051213109-news, (Erişim Tarihi: 25 Aralık 2005).
838
Suk-man, Hyun-Chin, “Restructuring Revisited”, s. 231, 233.
839
Mendl, Japan’s Asia Policy, s. 68.

266
kurulmuş ve Sovyetler Birliği’ne denetimde kalan bölgede ise Kore Demokratik
Halk Cumhuriyeti ilan edilmiştir. Japonya ile Kore Cumhuriyeti arasında 22 Haziran
1965 tarihinde Tokyo’da imzalanan dört antlaşmadan biri olan “Temel İlişkiler
Antlaşması”nın 3. maddesinde Japonya'nın Kore Cumhuriyeti’ni Kore’deki “tek
yasal hükümet” olduğunu kabul ettiği yönünde hüküm bulunsa da, “tüm Kore’nin”
tek yasal hükümeti olarak ifade edilmemesi nedeniyle bu durum Japonya'nın Kuzey
Kore ile ilişkilerini koparmak istememesi şeklinde değerlendirilmiştir.840
Öte yandan, Kuzey Kore’nin Nükleer Silahların Önlenmesi Antlaşması’nı
(NSÖ) 1985’de imzalamasına rağmen, antlaşmanın gerektirdiği gerek onaylama
işlemlerini gerekse Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK) tarafından denetim
yapılmasını geciktirmesi ve ardından 1993’de NSÖ Antlaşması’ndan çekileceğini
açıklaması ve Japon Denizi’nde geliştirdiği füzeye yönelik test atışları yaptığına dair
istihbarat haberleri Japonya’nın güvenlik kaygılarını arttırmıştır.841 Bu kapsamda
Japonya 19 Ocak 1960’da ABD ile imzaladığı “Karşılıklı İşbirliği ve Güvenlik
Antlaşması” çerçevesinde Japonya’nın güvenliğini üstlenen ABD’nin devreye
girmesini beklemiştir. Kuzey Kore ile yapılan ikili görüşmeler sonrasında ABD,
Kuzey Kore’nin NSÖ Antlaşması’ndan çekilmesini önlemiş, hatta 1994’de ABD'nin
eski başkanı Jimmy Carter ile Kim İl Sung arasında Cenevre’de bir çerçeve anlaşma
imzalanmıştır. Sözkonusu antlaşma ile Kuzey Kore, nükleer silah üretimine yönelik
hareketlerini durdurmayı ve tesislerinin UAEK tarafından denetimini kabul etmiştir.
Bunun karşılığında ABD, Kuzey Kore’ye yılda 500 bin ton ham petrol göndermeyi
taahhüt etmiştir. Ayrıca Kuzey Kore’de hafif bir su reaktörünün 2003 itibariyle
yapılmasına söz vermiştir. Bu girişim, Kore Enerji Geliştirme Örgütünün (KEDO)
nüvesini oluşturmuştur. 1995’de kurulan bu örgüte Kuzey ve Güney Kore’nin yanı
sıra ABD ile Japonya da üye olmuşlardır.
Japonya ile Kuzey Kore'nin ilişkisi, ABD'nin bu tür müdahalelerine rağmen
inişli çıkışlı bir grafik izlemiştir. ABD’nin çabaları ile ABD ve Japonya arasında
dışişleri ve savunma bakanlarından oluşan “iki artı iki” olarak adlandırılan

840
İbid, s. 64.
841
Hidekazu Sakai, “Continuity and Discontinuity of Japanese Foreign Policy toward North Korea:
Freezing the Korean Energy Development Organization (KEDO) in 1998”, Akitoshi Miyashita and
Yoichiro Sato (derl.), Japanese Foreign Policy in Asia and the Pacific: Domestic Interests,
American Pressure, and Regional Integration, Houdsmills, Basingstoke, Hampshire, New York,
Palgrave, 2001, s. 63-64; Mendl, Japan’s Asia Policy, s. 74.

267
görüşmeler başlatılmış fakat 1998 yazında Kuzey Kore tarafından Japon
topraklarının üzerinden füze geçirilmesinin ardından Japonya, ilk olarak Kuzey
Kore’yi kınadığını açıklamış, ardından da KEDO çerçevesinde Kuzey Kore’de
yapılacak reaktöre yapmayı planladığı mali katkı ile birlikte gıda yardımı ve ikili
görüşmeleri askıya aldığını ifade etmiştir. ABD, Japonya'nın ilişkileri dondurmasının
Kuzey Kore’deki sertlik yanlılarının elini güçlendireceğini bildirmiş, Güney Kore ise
KEDO’nun Kuzey Kore ile müzakere etmek için tek açık pencere olduğunu ve bu
nedenle açık tutulmasının önemini Japonya'ya iletmiştir. Bu girişimlerden sonra,
Dışişleri Bakanlığı ile Diet’te yaşanan görüşmeleri takiben 21 Ekim 1998’de
Japonya, Kuzey Kore’ye KEDO çerçevesinde verilmesi planlanan 1 milyar ABD
dolar tutarındaki mali yardımı onaylamıştır.842
2000’lerin başından itibaren ise ilişkilerin normalleştirilmesi hususunda
Kuzey Kore ile Japonya arasında görüşmeler başlamış, fakat Japon donanmasının
Kuzey Kore donanmasına ait bir gemiyi kendisine ateş ettiği gerekçesiyle batırması
üzerine yine gerginleşmiştir.843 2002 ve 2004’de iki kez Başbakan Koizumi, Kuzey
Kore’nin başkenti Pyongyang’a ziyaretler gerçekleştirmiş ve iki ülke arasındaki
ilişkileri normalleştirme yolunda doğrudan inisiyatifi ele almıştır. Bu kapsamda,
siyasi, askeri ve tarihi konularda görüşmeler yapılmıştır. 17 Eylül 2002’de
gerçekleşen ilk zirve sonrasında “Pyongyang Deklarasyonu” imzalanmış ve “iki
taraf, Kore yarımadasında nükleer silah meselesinin tamamen çözümü için ilgili
uluslararası anlaşmalara uymayı” teyit etmişlerdir.”844 Kore yarımadasının nükleer
silahlardan arındırılması hususundaki görüşmeler daha sonra iki Kore, ABD ve
Japonya’nın yanı sıra Rusya ve Çin'in de dahil olduğu “Altı-Taraf Görüşmeleri” (Six-
Party Talks) ile farklı bir zemine taşınmıştır. Altı taraf görüşmelerinin ilki 27-29
Ağustos 2003’de Pekin’de gerçekleştirilmiştir. Bu tarihten itibaren toplam dört tur
görüşmeler yapılmış845 ve Kore yarımadasının nükleer silahlardan arındırılması
konusunda, Pyongyang ile görüşmelerin arkasında bulunan eski Dışişleri Bakanı

842
Sakai, “Continuity and Discontinuity of Japanese Foreign Policy”, s. 65, 69.
843
Http://www.chinadaily.com.cn/english/doc/2004-05/22/content_332901.htm, (Erişim Tarihi: 5
Ocak 2006).
844
Http://www.mofa.go.jp/region/asia-paci/n_korea/pmv0209/pyongyang.html, (Erişim Tarihi: 10
Aralık 2005).
845
Http://www.mofa.go.jp/region/asia-paci/n_korea/6party/index.html, (Erişim Tarihi: 10 Aralık
2005). 2004 yılında 2 tur görüşme yapılmıştır. İlki 25-28 Şubat 2004, ikincisi ise 23-26 Haziran 2004
tarihlerinde gerçekleştirilmiş olan görüşmelerin sonuncusu 14 Eylül 2005 tarihinde düzenlenmiştir.

268
Yardımcısı Hitoşi Tanaka 2005 sonu itibariyle çok az ilerleme sağlanabildiğini
bildirmiştir.846
Japonya’nın Asya politikası çerçevesinde diğer önemli bölge ise ASEAN üye
devletler gelmiştir. Brunei, Kamboçya, Endonezya, Laos, Malezya, Myanmar,
Filipinler, Singapur, Tayland ve Vietnam’dan oluşan ASEAN, sadece ekonomik
ilişkiler için değil, aynı zamanda siyasi ilişkiler için de Japonya’nın Asya politikası
bağlamında önem taşımıştır. ASEAN’ın 1967’de kurulmasından önce Japonya
bölgeye yönelmiş ve bölge ülkeleri ile ikili düzeyde tamirat ve özür anlaşmaları
imzalamıştı. Bu anlaşmaların görüşmelerine, Japon Dışişleri Bakanlığı yetkililerinin
yanı sıra zaibatsuların yerini alan keiretsular ile bu şirketlerin temsil edildiği Japonya
Ekonomik Örgütler Federasyonu olan Keidanren, Japon Sanayi ve Ticaret Odası
yetkilileri de katılmışlardır. İkili anlaşmalarda temel alınan yöntem ise Japonya’nın
tazminatı para yerine mal ve hizmet sunarak karşılaması olmuştur.847 Bölge
ülkelerinin bu teklifi kabul etmesi, Japonya'nın bölgedeki ticaretinin gelişimini
olumlu olarak etkilemiştir.848
Japonya’nın ASEAN ile 1973’de kurduğu gayri-resmi ilişkiler, 1977’de
ASEAN-Japonya Forumunun tesisi ile resmi bir boyut kazanmıştır. Japonya,
özellikle ASEAN Bölgesel Forumu (ABF) çalışmalarına ve ASEAN+1, ASEAN+3
(Japonya, Çin ve Güney Kore) toplantılarına gerek başbakan, dışişleri ve ekonomi
bakanları gerekse uzman düzeyinde katılmaktadır. Bunun dışında Japonya-ASEAN
Forumu, Japon-ASEAN İşbirliği ile Japonya-ASEAN Zirvesi diğer önemli
platformları oluşturmaktadır. Daha çok siyasi konuları ele alan ABF, bölgenin
nükleer silahlardan arındırılması, bölgenin güvenliği, terörle mücadele gibi
konularda adım atmaya çalışmaktadır. 1997’de bölgenin nükleer silahlardan
arındırılması hususunda ASEAN üyesi ülkeler arasında imzalanan anlaşma yürürlüğe
girmiştir.849 Ayrıca 1999’da Japonya-ASEAN Dayanışma Fonu, 2000’de ise
Japonya-ASEAN Genel Değişim Fonu kurulmuştur. Kültürel ve gençler arasında
846
Http://www.japantimes.co.jp/cgi-bin/getarticle.pl5?nn20051230f1.htm, (Erişim Tarihi: 29 Aralık
2005).
847
Japonya, 1954’de, Burma, 1953’de Filipinler, 1958’de Endonezya ve 1959’da Güney Vietnam ile
resmi anlaşmalar imzalamıştır. Ayrıca Laos ve Kamboçya ile anlaşma yapılmamasına rağmen maddi
yardımlarda bulunmuştur. Bunlara ilaveten, Malezya ve Singapur’un İngiliz koloniliğinden kurtulup
bağımsız olmalarının ardından 1967 yılında iki ülke ile de resmi anlaşmalar yapılmıştır. Mendl,
Japan’s Asia Policy, s. 98.
848
İbid, s. 99.
849
Http://www.aseansec.org/5740.htm, (Erişim Tarihi: 2 Aralık 2005).

269
değişim programları ile beşeri sermayenin geliştirilmesi konularında Japonya,
ASEAN üyesi ülkelere destek vermeye başlamıştır.850
Ekonomik alanda ise Japonya ile ASEAN üyesi ülkeleri arasında işbirliği
Japonya’nın önemle üzerinde durduğu bir başka konudur. 5 Kasım 2002’de Japonya
ile ASEAN üye ülkeleri arasında “Kapsamlı Ekonomik Ortaklığı” (KEO) ile 8 Ekim
2003’de “KEO için Çerçeve” imzalanmıştır. Bu anlaşmalara göre 2012’de Japonya
ile ASEAN üyesi ülkeler arasında serbest ticaret bölgesi kurulması hedeflenmiştir.
2003 itibariyle ASEAN üyesi ülkeler ile Japonya’nın ticaret hacmi 100 milyar ABD
Dolarını geçmiştir. Japonya’nın bölge ülkelerinden ithalatı 50 milyar ABD Doları
civarında iken, ihracatı 58 milyar ABD dolara ulaşmıştır.851
II. Dünya Savaşı sonrası Japonya'nın Güneydoğu Asya politikası özellikle
yukarıda sayılan “özür ve tazminat anlaşmaları”nın imzalanmasından itibaren
Güneydoğu Asya bölgesindeki ülkelerle ikili düzeyde esas olarak ekonomik
ilişkilerinin geliştirilmesi temelinde yürütülmüştür. Bu çerçevede, Japonya,
Endonezya’nın toplam ihracatının % 30’dan fazlasını gerçekleştirirken, Malezya ve
Singapur ise Japonya’ya ekonomik model olarak bakmışlar ve Japonya'nın bölgede
daha fazla rol almasını savunmuşlardır. Malezya ile birlikte Filipinler ile Japonya'nın
ekonomik ilişkileri daha çok hammadde kaynaklarının alımı üzerine kurulmuştur.
Brunei’nin petrol ve doğal gaza dayalı ekonomisi içindeki Japon payı ise % 30’ları
geçmiştir.852 Bu sayede Japonya, bir yandan kendisine karşı tarihsel düşmanlıkları
azaltmayı başarırken bir yandan da bölge ülkeleri ile ekonomik bağlarını
güçlendirmiştir. Ayrıca 1977’de “Fukuda Doktrini” olarak adlandırılan ve
Güneydoğu Asya ülkelerine yönelik geliştirilen doktrin ile Japonya, askeri bir güç
olmayacağını, ortak Asyalılık bağını dikkate alacağını ve ASEAN üyesi ülkelere eşit
bir ortak olarak davranacağını beyan etmiştir.853
Japonya'nın ASEAN üyesi ülkeler ile daha çok ikili düzeyde geliştirdiği
ekonomik ilişkileri, kendi inisiyatifi ile kurduğu Japonya-ASEAN Forumu sayesinde

850
Http://www.mofa.go.jp/region/asia-paci/asean/relation/overview.html, (Erişim Tarihi: 2 Aralık
2005).
851
Http://www.aseansec.org/5740.htm, (Erişim Tarihi: 2 Aralık 2005).
852
Mendl, Japan’s Asia Policy, s. 100-104.
853
İbid, s.100-104; Charles E. Morrison, “Japan and the ASEAN Countries: The Evolution of Japan’s
Regional Role”, Daniel I. Okimoto and Thomas P. Rohlen (derl.), Inside the Japanese System:
Readings on Contemporary Society and Political Economy, Standford, California, Standford
University Press, 1988, s. 421.

270
daha aktif bir hale getirme isteği bulunmasına rağmen şimdiye kadarki gelişmeler
ışığında siyasi alanda çok fazla bir ilerleme sağlanamadığı görülmektedir. Diğer
yandan başta Singapur ve Malezya olmak üzere ASEAN üyesi ülkeler (Filipinler ve
Endonezya II. Dünya Savaşı öncesi yaşadıkları Japon emperyalizmi nedeniyle kuşku
ile yaklaşmalarına rağmen), Çin’in bölgedeki gücünün dengelenmesi için
Japonya'nın daha fazla aktif olmasını beklemektedirler.
1990’ların başında MITI’nin başını çektiği ve inisiyatif üstlendiği APEC,
Japonya'nın Asya politikasında kullandığı diğer bir enstrüman olarak öne
çıkmıştır.854 2001 itibariyle Japonya'nın ticaretinin % 70’i ve dış yatırımının
% 41.5’i APEC üyesi ülkelerde gerçekleşmiştir. Fakat APEC’in 1997-1998 Asya
krizinde önemli bir rol üstlenmemesi ve ardından DTÖ’nün Japonya'nın öncelikleri
açısından ön plana çıkması ile APEC’in Japonya için etki ve önemi azalmıştır. 21
üyeli APEC’in oluşumunda Japon etkisi ve inisiyatifi çok belirgin bir şekilde
gelişmiştir. Japonya, Asya-Pasifik bölgesinde ekonomik işbirliğini arttırmayı 1960
ve 1970’lerde hedeflemiş, Pasifik Serbest Ticaret Alanı kurulmasını önermiştir.855
1989’da APEC çerçevesinde ilk bakanlar toplantısı gerçekleştirilmiştir.856 Bu
toplantının ardından 5 yıl sonra “Bogor Deklarasyonu” altında belirlenen hedefler
çerçevesinde, gelişmiş ülkeler arasında 2010’da, gelişmekte olan ülkeler ise 2020’de
serbest ticaret alanının kurulması planlanmıştır.857 1995’de Asya-Pasifik bölgesi
içinde ticaretin liberalleştirilmesine yönelik hedeflerin belirlendiği Osaka Zirvesi’nin
ardından, 1996’da Manila’da gerçekleşen zirvede her ülkenin liberal ticaret için bir
plan hazırlanması kabul edilmiştir. Fakat Japonya hariç, diğer üye ülkelerin
hazırladığı planların yetersiz olması nedeniyle bu konuda bir gelişme
sağlanamamıştır. Bununla birlikte ABD’nin DTÖ’yü öne çıkarması ile APEC
etkisini yavaş yavaş azaltmaya başlamıştır.

854
Green, Japan’s Reluctant Realism, s. 194.
855
İbid, s. 207.
856
C. K. Yeung, “Japan’s Role in the Making of the Asia-Pacific Economic Cooperation (APEC)”,
Akitoshi Miyashita and Yoichiro Sato (derl.), Japanese Foreign Policy in Asia and the Pacific:
Domestic Interests, American Pressure, and Regional Integration, Houndsmills, Basingstoke,
Hampshire and New York, Palgrave, 2001, s. 137.
857
“APEC Sets Busan Roadmap to Achieve Bogor Goals Mid-Way Point in APEC Process Marks
Achievements”, Http://www.apec.org/apec/news___media/2005_media_releases /161105_kor_
busanroadmap.html, (Erişim Tarihi: 21 Aralık 2005); “Mid-term Stocktake Progress Towards the
Bogor Goals: Busan Roadmap to Bogor Goals”,Http://www.apec.org/apec/news___media/fact_sheets/
BusanRoadmap_BogorGoals.html, (Erişim Tarihi: 21 Aralık 2005).

271
Asya’da gelişen ekonomik bağlar, Japonya’nın Çin ve Kore’ye yönelik
politikaları için temel bir zemin oluşturmaktadır. Özellikle Japonya-Çin ekonomik
ilişkilerinin boyutunun Japonya'nın ABD ile ekonomik bağlantılarının boyutunu
geçmesinin dış politikaya da yansıyacağı tahmin edilmektedir. Realist paradigmanın
içinde yer alan Nye ve Keohane tarafından geliştirilen “karşılıklı bağımlılık”
teorisinin de ana unsuru devletler arasındaki ekonomik ilişkilerin bir süre sonra
devletleri bağlayıcı hale geleceği ve bu ilişkileri koparmanın riskli olacağına dair
fikirdir. Bununla birlikte 2005 yazında Çin ve Kore’de gerçekleşen gösterilerin ortak
noktası tarihsel düşmanlıklar çerçevesinde Japonya’ya duyulan öfkedir. Bu durum,
gelişen ekonomik bağların tarihsel düşmanlıkları yok etmek için yeterli olmayacağını
ortaya koymakta ve realist paradigmanın bu teorisini sorgulamaya açmaktadır.
Eleştirel teori açısından Japonya'nın Asya politikasının daha tutarlı olduğu
görülmektedir. Cox’un kullandığı güç potansiyellerinden olan kurumsallaşma ve
fikirler Japonya'nın Asya politikasına da uygulanabilir. Bunun yanı sıra, Japonya’nın
ASEAN ile ilişkilerini kurumsallaştırmaya yönelik kurduğu platformlar, APEC
üyeliği ile Kuzey Kore'nin nükleer silahlardan arındırılması hususundaki “Altı-Taraf
Görüşmeleri” gibi bölgesel inisiyatiflerde gittikçe artan oranlarda rol alması önemli
gelişmeler olarak not edilmesi gereken unsurlardır. Yine bu bağlamda, Asya Para
Fonu kurulması yolundaki önerisi Japonya'nın kurumsallaşma ile dolayımlı olarak
kendi gündemini daha fazla ortaya koyabileceği mekanizmalar üretmeye yönelik bir
çaba içerisinde olduğunu ortaya koymaktadır.
Japonya'nın Asya politikası çerçevesinde, Çin’e yönelik politikasının önemi
nedeniyle Çin’in uluslararası topluma daha fazla entegre olması yolunda Japonya
özel adımlar atmıştır. 1990’ların başında Almanya’nın Sovyetler Birliği’ni G-7’ye
dahil ettirmesinin ardından Japonya da Çin’in benzer bir girişimle G-7 üyesi olmasını
savunmuş ve 2000 yılında Okinava’da gerçekleşen G-7 Zirvesi’ne Çin'i davet
etmiştir. Fakat Japonya'nın bu girişimi Çin tarafından reddedilmiştir. Japonya’nın bir
başka girişimi Çin'in DTÖ’ye üye olması yolunda verdiği destek olmuştur. Bu
konuda iki ülke arasında işbirliği sağlanmış ve Çin Japonya’nın desteği ile DTÖ’ye
üye olmuştur.858

858
Green, Japan’s Reluctant Realism, s. 102-105.

272
Kore ve Çin ile birlikte Japonya'nın Güneydoğu Asya gençlerinin Japonya’da
eğitimi için büyük bütçeler ayırmasını, ileride Asya’da Japon modelinin bu ülkelerde
tekrarlanması ve Japonya'ya daha ılımlı bakan bir yönetici grubun ortaya çıkmasını
sağlamaya yönelik bir çaba olarak görmek mümkündür. Bu kapsamda, Japonya bu
ülkelerin elitleri arasında ilk olarak ekonomik bir ilişki ağının geliştirilmesini
istemektedir. Fakat daha önce de bahsedildiği üzere, kıtadaki ilişkiler henüz
Japonya’nın tahayyül ettiği şekilde gelişmemektedir. Ekonomik ilişkilerin artan
önemine rağmen siyasi ve tarihi konular çok kolay bir şekilde su yüzüne
çıkabilmekte ve taraflar arasındaki ilişkileri olumsuz etkileyebilmektedir. Bu
nedenle, kültürel faaliyetler ile dış yardım politikasını ön plana çıkaran Japonya, bu
politikalardan da beklediği sonucu henüz elde edebilmiş değildir.859 Bölge elitleri
arasındaki ilişkiler hâlâ büyük bir güvensizlik zeminine dayanmaktadır.
Eleştirel teori çerçevesinde Cox’un ileri sürdüğü kuvvet potansiyellerinden
biri maddi yeterliklerdir. Bu bağlamda, Japonya’nın bölge ülkeleri ile ticaretini
geliştirmesi ve yatırımı ile üretiminin önemli bir bölümünü bölgede gerçekleştirmeye
başladığı görülmektedir. Ayrıca 1990’ların sonunda Japon şirketlerinin bölgedeki
yatırım miktarının 100 milyar doları aşması ve bu arada bölgeye 1 milyar ABD
Dolarının üzerinde teknoloji transferi gerçekleştirmesi de dikkate alınması gereken
bir diğer hususu oluşturmaktadır. Bunlara ilaveten, Japon şirketleri bölge ülkelerinde
1 milyondan fazla istihdam yaratmaktadırlar.860 1997’de bölgede yaşanan ekonomik
kriz sırasında, Japonya'nın IMF’nin krize yönelik uyguladığı önlemler ve politika
karşısında eleştirel bir tavır takınması ve IMF’yi sert bir dille uyararak, krizin
etkilerini hafifletmek amacıyla Japonya, bölge ülkelerine yönelik, ilk sene 43 milyar
ABD Doları, ikinci sene 30 milyar ABD Doları civarında yardım paketleri sağlaması
Japonya'nın bölge düzeyinde prestij kazanma girişimleri olarak değerlendirmek
mümkündür.861

859
Akitoshi Miyashita, “Consensus or Compliance? Gaiatsu, Interests, and Japan’s Foreign Aid”,
Akitoshi Miyashita and Yoichiro Sato (derl.), Japanese Foreign Policy in Asia and the Pacific:
Domestic Interests, American Pressure, and Regional Integration, Houdsmills, Basingstoke,
Hampshire, New York, Palgrave, 2001, s. 37-45.
860
Gilpin, The Challenge of Global Capitalism, s. 270-271.
861
Japonya'nın ABD büyükelçisi Kunihiko Saito’nun Nixon Center’de 20 Ekim 1998’de US-Japan
Relations başlıklı konuşması, Http://www.nixoncenter.org/publications/Program%20Briefs/
Vol4no15saito.doc, (Erişim Tarihi: 14 Temmuz 2005).

273
Eleştirel teori çerçevesinde Japonya'nın Asya’da arzu edeceği ve elitler
arasında bir dayanışma bağını ortaya çıkaracak böyle bir yapının ortaya çıkmasının
bahsedilen politikaların bu amaca yönelik bilinçli şekilde planlanması ve
uygulanması anlamına gelmediği söylenmelidir. Fakat bu politikaların sonucunun
doğal olarak gelecekte Japon siyasetine olumlu yansıyacağı açıktır. Bununla beraber
anakarada yer alan Rusya’nın petrol ve doğalgaz gibi enerji kaynakları ihracına bile
dayansa ekonomisini güçlendirmeye başlaması ve Sovyetler Birliği zamanında sahip
olduğu ideolojik çekim merkezi olma özelliğini bugün tarihsel, ekonomik ve kültürel
faktörler aracılığıyla Orta Asya’da devam ettirmesi önemlidir. Orta ve Doğu Avrupa
ile Baltık devletleri üstündeki etkisini Avrupa Birliği aracılığıyla Almanya’ya
kaptıran Rusya’nın yakın dönemde Gürcistan ve Ukrayna’da gerçekleşen ve sadece
elitlerin değişimine işaret eden devrimler ile ABD’nin etkisini kendi “arka
bahçesinde” güçlendirmesine karşı koyamadığı görülmektedir. Bununla birlikte
Rusya ile Çin’in gittikçe Gramşici anlamda hegemonik bir güç olma hevesinin
belirginleşmesi, Japonya’nın alt-hegemon olma yolundaki en büyük sorunlarından
birini oluşturmaktadır. Yakın bir gelecekte bu iki devletin Japonya’nın Asya
politikası yoluyla bölgede hegemonik bir yapı kurmasına meydan okuyacakları
açıktır. Zaten Rusya ve Çin’in inisiyatifi ile geliştirilen “Şanghay Beşlisi” ve daha
sonra “Şanghay İşbirliği Örgütü” adını alan süreç, ABD’nin küresel hegemonyasına
karşı bir oluşum olmasının yanı sıra, ABD’nin hegemonik politikalarına destek veren
ve Asya kıtasında alt-hegemon olarak nitelendirilebilecek Japonya’nın politikalarının
da muhtemelen karşısında yer alınmasını beraberinde getirecektir.

c. Çoktaraflı Örgütler
Sivil güç teorisinin en önemli yönlerinden birini teşkil eden çoktaraflı örgütlere
üyelik ve bu örgütler ile yakın ilişkide bulunmak, diğer unsurların yanında Japonya
açısından geçerli bir duruma işaret etmektedir. Bundan kaynaklanan nedenlerle
Maull, geliştirdiği sivil güç teorisini sadece Almanya’ya değil, aynı zamanda
Japonya’ya da uyarlamıştır.862 Japon dış politikasının temel özelliklerinin belirtildiği
“Diplomatic Bluebook” adlı kitapta BM başta olmak üzere çoktaraflı örgütlerin
çalışmalarının da bu kapsamda değerlendirildiği görülmektedir. Asya’da kurulan

862
Maull, “Civilian Powers”.

274
çoktaraflı örgütlerin dışında, Japonya temel olarak BM, G-8, IMF ve Dünya Bankası
ile DTÖ’ye odaklanmaktadır.863
Japonya'nın çoktaraflı örgütlere desteği global ölçekten ziyade bölgesel
düzeyde gerçekleşmektedir. Japonya'nın “Asya Politikası” adlı bölümün
incelenmesinden anlaşılacağı üzere, ASEAN ve ASEAN ile bağlantılı forumların
yanı sıra, APEC, Japonya için bölgesel planda öne çıkan çoktaraflı örgütlerdir. 1990-
1991 arasında yaşanan I. Körfez Krizi sırasında BM’in uluslararası politikada ortaya
çıkan önemi ile bağlantılı olarak BM, tekrar Japon dış politikası açısından daha ciddi
bir şekilde ele alınmaya başlanmıştır. BM, Japonya ve Japon politikacılar için her
şeyden önce bir prestij alanı olarak değerlendirilmektedir. 1945 yılında imzalanan
BM Sözleşmesi’nin 53, 77 ve 107. maddelerinde Japonya adını doğrudan anmasa da,
Japonya'nın ima edilmesi, Japon elitleri tarafından önemsenmektedir. Bu çerçevede,
Japonya'nın uluslararası topluluğa yeniden katılması ve uluslararası alanda imajının
düzeltilmesi hedeflenmektedir. BM çatısı altında faaliyetlere katılmanın getireceği
prestijin değerli olacağından hareket eden Japon bürokrasisi, “güvenilir müttefik”
olarak nitelendirilmenin yolunun bu türden BM tarafından meşruiyeti sağlanan
uluslararası barışı koruma faaliyetlerine katılmadan geçtiğini düşünmektedir.864
Ayrıca BM’nin ortak güvenlik mekanizmasına dahil olmanın ABD’nin yanı sıra ek
bir güvenlik katkısı sağlayacağı hesaplanmıştır. Özellikle bu durum ABD’nin
Japonya’ya danışmadan Çin ile geliştirdiği ilişkiler nedeniyle sarsılan güven
açısından önemli olarak nitelendirilmektedir. Bunun yanı sıra Japonya, çoktaraflı
örgütler aracılığıyla kendi gündemini etkili bir şekilde dünya kamuoyu ile
paylaşabileceğini ve hatta onların desteğini alabileceğini de hesaplamaktadır.
Çoktaraflı örgütlerle ilişkiler, Japon elitleri tarafından Uzak Doğu Asya ile
Güneydoğu Asya’da liderlik rolünü kolaylaştırıcı olacağı şeklinde
değerlendirilmektedir.
Eylül 2002’de BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın BM Genel Kurulu’na
sunduğu “BM’nin Güçlendirilmesi: Daha İleri bir Değişim için Gündem” adlı
raporda BM’nin iç idaresinin daha düzgün bir şekilde çalışmasına yönelik
önerilerinin yanı sıra, BM Genel Kurulu, Genel Sekreteri ile Güvenlik Konseyi’nin

863
Japanese Ministry of Foreign Affairs, Diplomatic Bluebook 2003: Japanese Diplomacy and
Global Affairs in 2002, Tokyo, Ministry of Foreign Affairs, 2003.
864
Green, Japan’s Reluctant Realism, s. 196.

275
işleyişinde gerekli reform önerilerini iletmiştir. Japonya da BM’nin kurulduğu yıl
sadece 51 üyesi olduğunu, bu rakamın 2003’de ise 191’e ulaştığını ileri sürerek, bu
nedenle BM’de değişikliğin gerektiğini ileri sürmüştür. Buna örnek olarak Japonya,
1965’de BM Güvenlik Konseyi’ndeki geçici nitelikteki üye sayısının 6’dan 10’a
çıkarılmasını vermiştir. Bunlara ilaveten Japonya, Soğuk Savaş sırasında oluşan
BM’nin bu yapısının değişen uluslararası ortama göre uyarlanması gerektiğini
savunarak, BM Güvenlik Konseyi’nin yapısında değişiklik önermiştir. Japonya,
uluslararası toplumun BM’nin kurulduğu zamanki ihtiyaçlardan daha fazlasını talep
ettiğini ve bu bağlamda BM’nin işleyişinde bu yeni ihtiyaçların dikkate alınmasını
talep etmiştir. Son olarak BM’de reform çalışmaları sırasında 1994’da başlayan
Güvenlik Konseyi’nde reform çalışmalarının hızlı bişr şekilde bitirilmesini
savunmuştur. Japonya, bu bağlamda, kendisinin daimi üye olarak Güvenlik
Konseyi’nde yer alması gerektiğini beyan etmiştir.865 Japonya'nın bu talebi ABD’ce
desteklenmiş ve özellikle Bush ile Koizumi arasındaki görüşmelerde bu destek
sürekli bir şekilde teyit edilmiştir.866
Japonya'nın ABD’nin desteğini almasına yönelik çabasının yanında,
Almanya, Brezilya ve Hindistan ile bir platform oluşturmuşlar ve “Grup 4” olarak
adlandırılan bu ülkelerin hepsi BM Güvenlik Konseyi’nde daimi üye olmalarını talep
etmişlerdir. 21 Eylül 2004’de dört ülkenin liderlerinin yaptığı toplantıda;

“Genel Kurulun üye devletlerin iradesini yansıtması


sebebiyle canlandırılması, sosyal ve ekonomik alanlardaki BM
ajansları ile organlarının acil sorunlara karşı etkili bir şekilde
hareket etmesi için etkinliğinin arttırılması, Güvenlik
Konseyi’nin 21. yüzyılda uluslararası toplumun gerçeklerini
yansıtması, uluslararası barışı ve güvenliği sağlama konusunda
iradesi ve kapasitesi olan üye devletlerin daimi bir temelde
sorumluluklar üstlenmesini sağlayacak şekilde yeni üyelerin
alınması, gelişmekte ve gelişmiş üye devletlerde dahil olmak
üzere Güvenlik Konseyi’nin daimi ve geçici nitelikteki üye
sayısının arttırılması, bu kapsamda Güvenlik Konseyi’nde daimi
üyelik için Brezilya, Almanya, Hindistan ve Japonya'nın yasal
adaylar olduğu ve son olarak Afrika’nın da daimi bir temsil
hakkına sahip olduğu”

865
Japanese Ministry of Foreign Affairs, Diplomatic Bluebook 2003, s. 128-129.
866
Http://www.mofa.go.jp/region/n-america/us/meet0409.html, (Erişim Tarihi: 21 Mart 2005).

276
şeklinde karar alınmış ve uluslararası toplumdan destek istemişlerdir.867
ABD desteği ile Grup 4’ün diğer üyelerinin güçlü desteklerine rağmen Çin,
Japonya'nın Güvenlik Konseyi’nde daimi bir statüye sahip olmasına sıcak
bakmamaktadır. Ayrıca Mart 2005’de Çin’deki Japon karşıtı gösterilerin kaynağında
Japonya'nın bu talebine karşı Çin vatandaşları tarafından 400.000’den fazla imza
toplanması ve ardından gösteriler düzenlenmesi, Çin halkının bu öneriye şiddetli bir
direnç göstereceklerini ortaya koymaktadır.
Japonya'nın çoktaraflı örgütlere yönelik politikalarının bir ayağını G-7/G-8
oluşturmaktadır. ABD, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Kanada ve en
son 1998’de Rusya’nın katılmasıyla oluşan G-8, gelişmiş devletlerin liderlerinin
katıldığı zirve toplantıları ile gayri-resmi bir temelde yürütülmektedir. 1975’de
Fransa’da ilk kez toplanan bu oluşum daha sonra süreklilik kazanmıştır. Her yıl G-8
üyesi devletlerin bir şehrinde gerçekleştirilen zirveleri uluslararası politikada güncel
sorunları ele almakta ve çözüm önerilerini tartışmaktadır. Bu bağlamda, Japonya,
G-7/G-8 zirvelerini kendi gündemi için önemli olarak nitelendirmektedir. Özellikle
Kuzey Kore’nin nükleer silah konusundaki adımlarını gündeme taşımakta ve bu
konuda G-7/G-8 desteğini aramaktadır. 2005’de gerçekleştirilen Gleneagles
Zirvesi’nde “Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi” başlıklı açıklamanın 16.
paragrafında doğrudan Kuzey Kore imzalamış olduğu “Nükleer Silahların
Yayılmasının Önlemesi Anlaşması”nın kurallarına uymaya çağrılması ve bu
bağlamda “Altı-Taraf Görüşmeleri”ne verilen desteğin yinelenmesi Japonya için bir
deste anlamına gelmektedir.868
Japonya'nın önem atfettiği bir başka çoktaraflı örgüt ise DTÖ’dür. Japonya,
GATT olarak başlayan ve 1994’de sonuçlanan “Uruguay Görüşmeleri”nin ardından
kurulan DTÖ’nün dünyada serbest ticarete yönelik katkı sağlamasını beklediğini
ifade etmektedir. GATT bağlamında özellikle Tokyo ve Uruguay Görüşmeleri ile
gümrük tarifelerinin dışında ticaret sektörünün yanı sıra dünya ticaretinin önündeki
engellerin kaldırılmasının gündeme gelmesi, Japonya’nın bir “ticari ulus” olması
sebebiyle olumlu olarak karşılamakta ve bu süreci desteklemektedir.869 Yine ticaret

867
Http://kantei.go.jp/foreign/koizumispeech/2004/09/21statement_e.html, (Erişim Tarihi: 18 Mart
2005).
868
Http://www.fco.gov.uk/Files/kfile/PostG8_Gleneagles_CounterProliferation.pdf, (Erişim Tarihi:
21 Aralık 2005).
869
Http://www.mofa.go.jp/policy/economy/wto/round0210.html, (Erişim Tarihi: 21 Mart 2005).

277
ile bağlantılı olarak Japonya, 2001’den beri sürdürülen DTÖ kapsamındaki “Doha
Kalkınma Gündemi”ne özel bir önem verdiğini dile getirmektedir. Bunun nedenleri
arasında, sözkonusu gündemin dünyanın ekonomik bloklar şeklinde bölünmesini
önleyecek bir mekanizma olarak algılanması ile gelişmekte olan devletlerin
çoktaraflı ticaret ve yatırım sistemine entegre edilmelerinin sağlanması arzusu yer
almaktadır. Bunlara ilaveten, Japonya’nın GSYİH’sının % 60’ından fazlasının
hizmetler sektöründen gelmesi sebebiyle Japonya’nın DTÖ kapsamında hizmetler
alanındaki ileri düzeyde liberal politikaların benimsenmesini de desteklediği
görülmektedir.870 Son olarak DTÖ, Japonya'ya karşı gelişmiş devletlerin uygulamaya
koydukları ticareti engelleyici hükümleri önlemek için gerekli mekanizmayı
sağladığı gerekçesiyle desteklemektedir.871
Japonya’nın çoktaraflı örgütlerle ilişkisinin kısıtlı bir alanda geliştiği ve
burada özellikle yine bölgesel politikaları bağlamında çoktaraflı örgütlere yöneldiği
görülmektedir. Bunun sebepleri arasında Japonya'nın Asya kıtasını daha öncelikli
algılaması ve politikalarını buna göre yönlendirmesi ile global düzeyde aktif politika
üstlenme konusunda çekimser olması sayılabilir. Irak’ın işgalinin ardından ABD’ye
BM çerçevesinde verdiği destek, bu konuda bir değişim ihtimali olduğuna dair
işaretler vermektedir. Yine de, güncel gelişmeler ışığında değerlendirildiğinde böyle
bir tutum ancak zaman içerisinde yavaş yavaş ortaya çıkabilecektir.

5. Japonya ile ABD arasındaki İlişki (Alt- Hegemon ile Hegemon İlişkisi)
Japonya-ABD ilişkileri, Almanya-ABD ilişkilerine benzer şekilde karmaşık bir ağ
ilişkisi özelliği göstermektedir. Bu ilişkinin tarihi, iktisadi ve mali boyutları olduğu
kadar siyasi, sosyal ve güvenlik boyutları da bulunmaktadır. Bununla beraber ABD
ile “ortaklık ilişkisi”nin kendisi aynı zamanda Japon dış politikası için temel bir
hedef olarak ortaya çıkmaktadır. ABD ile “ortak değerleri” paylaştıklarını belirten
Japon Dışişleri Bakanlığı yetkilileri, bu ilişkinin ekonomik ve güvenlik alanlarında
devam ettirilmesinin Japon çıkarları ve Asya-Pasifik bölgesi için gerekli olduğunu
ileri sürmektedirler.872

870
Http://www.mofa.go.jp/policy/economy/wto/round0210.html, (Erişim Tarihi: 21 Mart 2005).
871
Http://www.mofa.go.jp/announce/announce/2004/9/0901.html, (Erişim Tarihi: 21 Mart 2005);
Http://www.mofa.go.jp/announce/announce/2003/11/1111.html (Erişim Tarihi: 21 Mart 2005).
872
Japanese Ministry of Foreign Affairs, Diplomatic Bluebook 2004: Japanese Diplomacy and
Global Affairs in 2003, Tokyo, Ministry of Foreign Affairs, 2004, s. 80.

278
Japonya’nın II. Dünya Savaşı sonrası dış politikasının, özellikle Asya ülkeleri
ile ilişkilerinin ABD’nin dış politikasının bir yansıması olarak geliştiği görülmüştür.
Böylece Japon dış politikası temel olarak 1952 sonrası bağımsız bir şekilde hareket
edebilme yeteneğine kavuşmuşsa da, gerçekte, ABD’nin dış politikasının çizgisinin
devamı şeklinde gelişmiştir.873 Japon dış politikasının bu özelliği ABD başkanı
Nixon’un 1972’de Pekin’i ziyaretine kadar değişmeden sürmüştür. ABD’nin
Japonya’ya danışmadan ve haber vermeden bu ziyareti gerçekleştirmesi ve ardından
Çin’i tanıması, Japon elitinde şok etkisi yaratmıştır. Hatta Eisaku Sato hükümeti bu
olayın ardından iktidardan düşmüştür. Bu durum karşısında Japonya, daha bağımsız
bir dış politika anlayışı geliştirmeye çalışmıştır.874 ABD’den bağımsız bir dış
politika anlayışı geliştirmeye çalışmasına rağmen Japonya, özellikle Kuzey Kore’nin
nükleer silah geliştirmesi ve Çin’in askeri gücü nedeniyle güvenlik politikalarında
ABD’ye dayanmaya devam etmesini zorunlu hale getirmiştir.
II. Dünya Savaşı sonrası güvenlik ilişkisi Japonya ile ABD arasındaki en
önemli konuların başında gelmiştir. 8 Eylül 1951’de San Francisco’da imzalanan
“Japonya ile Barış Antlaşması”nın 3. bölümünün 5. ve 6. maddeleri “Güvenlik” ile
ilgili düzenlemeleri içermiştir. 5. maddenin 1. paragrafında, Japonya, BM
Sözleşmesinin 2. maddesine atıfta bulunmuş ve bu kapsamda yer alan
yükümlülüklere uymayı taahhüt etmiştir. Aynı maddenin 2. paragrafında ise ittifak
devletlerinin Japonya ile ilişkilerinde BM Sözleşmesi’nin 2. maddesine dikkat
edeceklerini teyit etmişlerdir. Ayrıca yine aynı maddenin 3. paragrafı ise Japonya’nın
bağımsız bir devlet olarak BM Sözleşmesi’nin 51. maddesine göre bireysel ve toplu
meşru müdafaa hakkının olduğu ve Japonya’nın gönüllü olarak kolektif güvenlik
düzenlemelerine girebileceği ittifak güçleri tarafından kabul edilmiştir. Antlaşmanın
6. maddesi ise işgal kuvvetlerinin Japonya’dan çekilme işlemleri ve Japon
askerlerinin geri dönüşü ile ilgili olarak düzenlenmiştir.875
Japonya ile ABD arasında aynı tarihte imzalanan ve 28 Nisan 1952’de
yürürlüğe giren diğer bir antlaşma ise toplam 5 maddeden oluşan “ABD-Japonya
Karşılıklı Güvenlik Antlaşması” olmuştur. Antlaşmanın dibacesinde, Japonya’nın

873
Tunçoku, Japonya-Çin Halk Cumhuriyeti İlişkileri, s. 3.
874
Mendl, Japan’s Asia Policy, s. 33.
875
Antlaşma metni, Wolf Mendl’den Japan’s Asia Policy: Regional Security and Global Interests
başlıklı kitabının “ekler” bölümünden alınmıştır. Mendl, Japan’s Asia Policy, s. 173-174.

279
aynı gün Müttefik Kuvvetlerle bir barış antlaşması imzaladığı ve antlaşmanın
yürürlüğe girmesiyle silahsızlanan Japonya'nın meşru müdafaa hakkını
kullanamayacağı belirtilmiştir. Ayrıca dünyadan henüz “sorumsuz militarizmin”
silinmemesi nedeniyle Japonya'nın “ABD’nin askeri gücünü Japonya lehine
kullanmasını öngören bir güvenlik antlaşması arzuladığı” ifade edilmiştir. Bu
antlaşmanın 1. maddesine göre “Japonya ABD'nin kara, deniz ve hava kuvvetlerinin
Japon toprakları üzerinde konuşlanmasını kabul etmiştir.” ABD’nin Japonya'daki bu
askeri kuvvetler sadece Japonya'ya gelebilecek bir saldırıda değil, aynı zamanda
Japonya'nın talebi olması halinde, “dış güçlerin kışkırtmasıyla başlamış olan iç
isyanları ve ayaklanmaları bastırmak için de kullanması” öngörülmüştür.
Antlaşma’nın 2. maddesinde, Japon toprakları üzerinde ABD’nin onayı olmadan
başka bir güce askeri üslerin kullandırılması, “manevra yapılması”, “geçiş hakkı
verilmesi” ya da “benzeri haklar ve yetkiler tanınması” kabul edilmeyeceği
vurgulanmıştır. 4. madde ise BM çerçevesinde “Japonya ve bölgenin uluslararası
barış ve güvenliğini sağlayacak bireysel ve kolektif düzenlemeler yapması
durumunda antlaşmanın feshedilebileceğini” öngörmüştür.876
19 Ocak 1960’da Washington’da ABD ile Japonya arasında imzalanan
“Karşılıklı İşbirliği ve Güvenlik Antlaşması”nın dibacesinde, BM Sözleşmesi’ne
atıfta bulunularak, BM Sözleşmesi’nin amaç ve ilkeleri ile yine aynı sözleşmede yer
alan meşru müdafaa hakkından bahsedilmiştir. Antlaşmanın 1. maddesi, tarafların
BM Sözleşmesi’nde belirtildiği üzere, uluslararası sorunları barışçıl yollardan
çözülmesi ve güç kullanımı veya tehdidinden kaçınmalarını üstlenmelerini
sağlamıştır. 2. madde çerçevesinde, tarafların barışçıl ve dostane uluslararası
ilişkilerin geliştirilmesine yönelik olarak demokratik kurumların güçlendirilmesine
katkıda bulunmalarını, 3. maddesinde ise tarafların anayasalarına tabi olarak silahlı
bir saldırıya karşı koymak için “sürekli ve etkili kendi kendine yardım ile karşılıklı
yardım” bağlamında bireysel olarak veya birbirleriyle işbirliğini öngörmüştür.
Sözkonusu Antlaşma’nın 4. maddesinde, “Japonya’nın güvenliği veya Uzak Doğu’da
uluslararası barış ve güvenlik tehdit edildiği” zaman, tarafların birbirlerine
danışmaları düzenlenmiştir. Karşılıklı İşbirliği ve Güvenlik Antlaşması’nın en
önemli maddeleri 5. ve 6. maddeleri olmuştur. 5. madde, Japonya’nın idaresi
876
Antlaşma metninin tercümesi, Tunçoku’nun Japonya-Çin Halk Cumhuriyeti İlişkileri adlı
kitabından alınmıştır. Tunçoku, Japonya-Çin Halk Cumhuriyeti İlişkileri, s. 145-146.

280
altındaki topraklara karşı saldırıyı her bir taraf, kendisine karşı yapılmış olarak
görülmesini ve bunun için, bu silahlı saldırının ve alınan önlemlerin BM
Sözleşmesi’nin 51. maddesi çerçevesinde Güvenlik Konseyi’ne bildirilmesi ile BM
Güvenlik Konseyi’nin uluslararası barışı ve güvenliği koruyacak gerekli önlemleri
alması halinde daha önce alınan önlemlerin durdurulmasını düzenlemiştir. 6.
maddede ise “Japonya’nın güvenliği ile Uzak Doğu’da uluslararası barışın ve
güvenliğin korunmasına katkıda bulunmak için ABD’nin Japonya’daki kara, hava ve
deniz kuvvetlerinin tesislerini ve alanlarını kullanması hakkı tanınmıştır.” Bahsedilen
antlaşmanın 7. maddesinde ise bu Antlaşmanın BM Sözleşmesi’nde belirtilen hakları
ve yükümlülüklerini veya BM’nin uluslararası barış ve güvenlik sorumluluklarını
etkilemeyeceği ifade edilmiştir.877
17 Nisan 1996 tarihli “Güvenlik Hususunda Japonya-ABD Ortak
Deklarasyonu - 21. Yüzyıl için İttifak” adlı belge ile iki ülke arasındaki güvenlik
ilişkilerinin Soğuk Savaş süresince Asya-Pasifik bölgesinde barış ve istikrar getirdiği
ve bu yükü iki devletin halklarının üstlendiği belirtilerek, iki devletin “özgürlüğün
korunması, demokrasi ve insan haklarına saygı” bağlamında işbirliğinin devam
edeceği vurgulanmıştır. Deklarasyonun “Bölgesel Manzara” kısmında, global
düzeyde bir silahlı çatışma olasılığının gerilediği fakat Kore yarımadasındaki askeri
kuvvetlerin fazlalığı, nükleer silahlar ile toprak sorunlarının Asya kıtasının
karşılaştığı en önemli sorunlar olduğu belirtilmiştir. Deklarasyonda ayrıca 1965
tarihli Antlaşma’ya atıfta bulunularak, temel noktaların bu Antlaşma’da düzenlendiği
ifade edilmiştir. Bunlara ilaveten, Japonya’nın 1995’de açıkladığı “Ulusal Savuma
Programı Ana Hatları”, Soğuk Savaş sonrası Japon Meşru Müdafaa Kuvvetleri’nin
uygun savunma kapasitesine sahip olmasını belirlemesine rağmen, 1965 tarihli
Antlaşma’nın Japonya’nın güvenliğini garanti altına alan bir belge olarak kabul
etmeye devam etmiştir.878
Güvenlik sorunu, ABD ile Japonya arasında karmaşık ilişkiler ağının en
önemli unsurları arasında yer almaktadır. Japonya için kısa dönemde Kuzey Kore,
uzun dönemde Çin en önemli tehdit olarak belirmektedir. 1998’de Kuzey Kore’nin
füze denemesi, Japonya’nın bu güvenlik kaygısını ortaya koymaktadır. Bu nedenle,

877
Antlaşma metni, Mendl’den Japan’s Asia Policy: Regional Security and Global Interests adlı
kitabının ek bölümünden alınmıştır. Mendl, Japan’s Asia Policy, s. 167-168.
878
Http://www.mofa.go.jp/region/n-america/us/security/security.html, (Erişim Tarihi: 12 Mart 2005).

281
ABD’nin inisiyatifi ile Cenevre görüşmelerinin yapılması ve ardından “Altı-Taraf
Görüşmeleri”nin başlatılması, ABD’nin Japonya’nın güvenliği konusundaki önemini
göstermektedir. Buna karşılık ABD, Japonya’dan güvenlik konularında özellikle
uluslararası politika açısından daha aktif bir tutum benimsemesini talep etmektedir.
Japonya ise Almanya gibi ABD’nin askeri katkı yapmasını talep ettiği uluslararası
kriz durumlarında genellikle “çek diplomasisi”ne başvurduğu görülmektedir.
Japonya, I. Körfez Krizi (1990-1991) sırasında ABD’nin asker talebine karşı Japon
Anayasası’nın 9. maddesi çerçevesinde asker göndermesinin mümkün olmadığını
ABD’ye bildirmiştir. Fakat ikili ilişkilerde sorun yaşanmaması amacıyla, 12-15
milyar ABD Doları arasında bir parayı ABD’nin savaşını finanse etmek için
kullanmıştır.879 II. Körfez Krizinde ise insani yardım adı altında Irak’ta siyasi
düzenin sağlanması amacıyla askeri birliklerini Irak’a göndermesi Japon
Anayasası’nın 9. maddesi çerçevesindeki tartışmayı daha da alevlendirmiştir.
Yakın gelecekte anayasanın 9. maddesinin değiştirilmesi konusunun daha çok
gündeme geleceği anlaşılmaktadır. Özellikle genç politikacılar arasında yapılan
anketler, sözkonusu maddenin revizyonuna sıcak bakıldığını ortaya koymaktadır.
Fakat bu revizyonun gerek iç politikada gerekse bölgesel ölçekte çok büyük tartışma
yaratacağı açıktır. İç politikada anayasanın değiştirilmesine karşı olan kitlelerin
sonuçta Japon elitlerinin vereceği karara saygı ile karşılamaları muhtemeldir. Diğer
yandan Çin ve Güney Kore böyle bir revizyona şiddetle karşı çıkacaklardır. Bu
durumda bölgesel güvenliğin tehdit edileceği ve ilişkilerin gerginleşeceği muhtemel
bir gelişme olarak değerlendirilebilir. ABD’nin ise yine bu süreçte taraflar arasında
inisiyatifi ele alarak politika geliştireceği ve Altı-Taraf Görüşmeleri”ne benzer
platformların devreye sokulabileceği düşünülebilir.
ABD ile güvenlik konusundaki ittifak hâlâ Japonya'nın dış politikası
açısından temel olma özelliğini korumaktadır. Güvenlik konusunda ABD ile
yaşanabilecek bir sıkıntı, Japon elitlerine göre kendi güvenliklerini tehdit edeceği
gibi, gerek bölgede gerekse dünyada Japonya’ya karşı bakışın değişmesi ihtimalini
de beraberinde getirebilecektir. Bununla birlikte 1972’de Nixon’un Japonya’ya haber
vermeden Çin ile gizlice yürüttüğü diplomasi Japon elitleri ile Japon toplumunda
yarattığı soru işaretleri hâlâ hafızalardadır. Benzer şekilde Sovyetler Birliği’nin
879
Chai, “Entrenching the Yoshida Defense Doctrine”, s. 393; Green, Japan’s Reluctant Realism, s.
17; McCormack, “Remilitarizing Japan”, s. 31.

282
yıkılmasının ardından Rusya’ya Japonya'nın ekonomik yardımı konusunda ABD’nin
sert uyarıları Japon elitleri tarafından endişeyle değerlendirildiği görülmektedir. Bu
olayların ardından Japon politikasında bilhassa LDP içinde Japonya'nın güvenliğinin
kendisi tarafından sağlanması yolunda görüşler artık ciddi taraftar toplamaya
başlamakta ve bu kapsamda anayasanın 9. maddesinin revizyonu daha fazla bir
şekilde gündeme gelmektedir.
ABD ile Japonya arasında güvenlik ilişkileri kadar diğer bir önemli unsur
ticari ve mali boyutları bulunan ekonomik ilişkilerdir. 2004’de ABD ile Japonya
arasındaki ticaret hacmi 20 trilyon Japon Yenini aştığı ve ABD’ye 13.7 trilyon Japon
Yenlik ürün ihraç ettiği istatistiklerden ortaya çıkmaktadır Bunun yanı sıra, 6.7
trilyon Japon Yeni civarında ABD’den mal ve hizmet ithalatının yapılması ve
Japonya’nın ABD karşısında son 20 senedir yıllık olarak yaklaşık 6-7 trilyon Japon
Yeni ticaret fazlası vermesi, iki ülke arasında tartışma konusu olmaktadır.
Japonya'nın elde ettiği bu ticaret fazlası nedeniyle ABD’nin Japonya üzerinde
pazarını açması, finans sektörünü liberal hale getirmesi, Japon Yeninin değerinin
arttırılması ile özelleştirme yoluyla kamu sektörünün küçültülmesi ve kamunun
denetiminin deregülasyon aracılığıyla azaltılması gibi baskılar yapmasına yol
açmıştır.880
Japonya'nın büyük çoğunluğu ABD olmak üzere sadece Kuzey Amerika’ya
yaptığı doğrudan yabancı yatırımın son 12 yılda yaklaşık 60 milyar Japon Yenine
ulaştığı tahmin edilmektedir. Japonya'nın Kuzey Amerika’ya doğrudan yabancı
yatırım miktarı, Avrupa’ya yapılan doğrudan yabancı yatırımla kıyaslandığında
yaklaşık 1/3’üne tekabül etmekte (160 milyar Japon Yeni), Asya ile kıyaslandığında
ise ABD’ye yapılan doğrudan yabancı yatırımın toplamının yarısı kadar (120 milyar
Japon Yeni) olduğu görülmektedir.881 Yine aynı dönemde Kuzey Amerika’dan
Japonya’ya gelen doğrudan yabancı yatırım miktarı ise 60 milyar Japon Yen olarak
görülmektedir. Diğer yandan Japonya’ya gelen doğrudan yabancı yatırımların içinde
en fazla payı ABD oluştururken, Avrupa 20 milyar Japon Yeni, Asya ise 1 milyar
Japon Yeni civarında bir yatırım ile ABD’nin gerisinde kalmaktadırlar.882
Japonya’ya gelen doğrudan yabancı yatırımının düşüklüğünün nedenleri arasında

880
Gao, Japan’s Economic Dilemma, s. 15.
881
Http://web-japan.org/stat/stats/08TRA42.html (Erişim Tarihi: 14 Temmuz 2005)
882
Http://web-japan.org/stat/stats/08TRA52.html (Erişim Tarihi: 14 Temmuz 2005)

283
Japonya'nın maddi yeterlikleri bölümünde incelendiği üzere, Japon şirketlerin
yabancı şirketlere olumlu bakmamaları, bürokrasinin engeller çıkarması
bulunmaktadır.
II. Dünya Savaşı sonrası Japonya'nın ekonomik açıdan yeniden yapılanması
sırasında ABD'nin etkisi büyük olmuştur. 1950’lerde yaptığı toplam 3 milyar ABD
Doları civarındaki yardımın yanı sıra Kore savaşı nedeniyle ABD, bölgede Japon
ekonomisine dayanması nedeniyle doğrudan Japon ekonomisine katkıda
bulunmuştur. Bunlara ilaveten, ABD, Japon şirketlerinin Amerikan teknolojisinden
yararlanmaları konusunda özellikle 1950’ler ile 1960’larda büyük kolaylıklar
sağlamıştır. 1950’ler sonrası Soğuk Savaş nedeniyle güvenlik hususunda iki devlet
arasında güçlü bir ittifak belirmesine rağmen, 1960’ların sonundan itibaren iki
ülkenin ekonomik ilişkileri artan bir şekilde özellikle Amerikan yetkilileri,
sanayicileri ve akademisyenleri arasında tartışma yaratmaya başlamıştır.
Tartışmaların gerekçesi, Japonya'nın serbest ticarete dayalı bir ekonomik sistemi
bulunmaması, yabancı şirketlerin Japon ekonomik sistemine dahil edilmesinde Japon
“demir üçgen”inin engeller çıkarması, Japonya'nın artan bir şekilde ABD’de
lobiciliğe başlaması, Japon mallarının ABD’de işsizliğe yol açtığının işçi ve işveren
temsilcileri tarafından savunulmaya başlanması ve Japonya'nın Amerikan
883
kamuoyunu yanılttığı gibi nedenlere dayandırılmıştır. Ticarette yaşanan başlıca
sorunlar ise yarı-iletkenler, otomotiv sektörü, balina avı, pirinç ve perakendecilik
piyasası alanlarında olmuştur.
1980’lerin ortalarından itibaren, yukarıda sayılan nedenlere dayalı olarak
ABD, Japonya’ya karşı bir dizi ekonomik karar almıştır. İlk olarak yarı-iletkenlerin
ticaretinde sorun yaşanmıştır. Yarı-iletken sanayisi ABD’de doğmasına rağmen,
Japonya ve Avrupa da bu alanda teknolojisini geliştirmiştir. Japonya, yarı-iletken
sanayisini geliştirmek için korumacı politikalar uygulamış ve yabancı şirketlerin
Japon piyasasına girmesini engellemiştir. Bunun karşılığında 1980’lerde Japon
şirketlerinin ABD’de paylarını arttırması ile iki ülkenin sanayileri arasında
tartışmalar yaşanmaya başlamıştır. Japonya'yı temsil eden MITI ile ABD ticaret

883
Yoichiro Sato, “Modeling Japan’s Foreign Economic Policy with the United States”, Akitoshi
Miyashita and Yoichiro Sato (derl.), Japanese Foreign Policy in Asia and the Pacific: Domestic
Interests, American Pressure, and Regional Integration, Houndsmills, Basingstoke, Hampshire
and New York, Palgrave, 2001, s. 14-18.

284
temsilcisi arasında yaşanan müzakerelerde, ABD, Japon piyasasında yabancı payının
% 20’ye yükseltilmesini ve bunun müzakereler sonrasında açıklanan metinde yer
almasını talep etmiştir. MITI yetkilileri, rakamsal hedefler koymaktan kaçınmışlar ve
bunun üzerine ABD, DTÖ’ye şikayette bulunmuştur. 1996 sonrasında ise ABD
şirketlerinin Japon piyasasındaki yarı-iletken payının % 20’yi geçmesi ile ABD, bu
sefer bunun kalıcı olmasına yönelik olarak MITI ile anlaşma yapılmasını önermiş
fakat Japonya bunu reddetmiştir. Böylece MITI, sayısal bir hedef belirlenmesine
884
karşı koymuş ve ABD’nin politikasına direnmiştir.
Yine aynı dönemde Japonya’nın ihraç ettiği başlıca ürün haline gelen
otomotiv sektörü, yarı-iletkenler sektörüne benzer şekilde koruyarak, ABD
piyasasında güçlü konuma yükseldi. Japonya ise yine kendi piyasasını buna karşın
yabancı şirketlere açmadı. Haziran 1980’de Ford ve Birleşik Otomobil İşçileri, Japon
otomotiv sanayine karşı ABD Kongresine şikayet dilekçesi sundular. Reagan
hükümeti bu durum karşısında kendi otomotiv sektörünün baskısıyla Japon
hükümetine “gönüllü ihracat kısıtlaması” önerisini götürdü. Japonya öneriyi kabul
etmekle birlikte kotanın yavaş yavaş arttırılmasını da ABD’ye kabul ettirdi. Kota
uygulamaları gündeme gelince, Japon şirketleri üretimini ABD’ye kaydırarak, daha
lüks model üretimine yöneldikleri gözlemlendi. Bu sayede Japon otomotiv sektörü
kâr marjını korudu. Fakat 1990’ların başından itibaren Amerikan otomotiv
sektörünün önde gelen şirketleri olan Ford, General Motors ve Chrsyler, Japon
otomotiv piyasasına yedek parça ve dağıtımı yoluyla daha fazla giriş imkanı elde
etmek için Bush yönetimini zorlamaya başlamaları ile bir kez daha ilişkiler
gerginleşti. Clinton döneminde de lobi faaliyetlerini sıklaştıran Amerikan şirketleri,
sayısal hedef koymaya çalıştılar ama Japon elitleri yine bu baskıya karşı direnmeyi
başardılar. Bununla beraber Japon bürokrasinin bilhassa MITI’nin şiddetli bir şekilde
ABD baskısına direnişi, Japon otomotiv şirketlerini endişelendirdi ve sayısal hedef
koymak zorunda kaldılar.885
Diğer önemli sorunlu alanlardan birini pirinç konusu oluşturmaktadır.
Japonya, pirinç üretiminde kendi kendine yeterliliğini sağlayan bir ülke konumunu
sürdürmek istemiş ve büyük ölçüde sübvanse ettiği pirinç piyasasını GATT
kapsamından muaf tutmakta ve pirinç ithalatının yasağını devam ettirmmektedir.
884
İbid, s. 19-21.
885
İbid, s. 22-23.

285
Buna karşın, Amerikan pirinç üreticileri zaman zaman Japon hükümetine şikayet
başvurusunda bulunarak Japon piyasasının kendilerine açılmasını talep etmektedirler.
Japon ekonomisini yönlendiren elitler, uluslararası ortam ve baskının yoğunluğuna
göre karar mekanizmalarını işletmektedirler. Pirinç olayı da bu örneklerden birini
oluşturmaktadır.
Japonya, pirinç konusunun GATT’ın Uruguay Görüşmeleri bağlamında
tartışılmasını istemiş ve bu platformda konu 1993’den itibaren ele alınmaya
başlamıştır. Japonya, aynı yıl, iklim şartları ve pirinçte rekoltenin düşüklüğünü ileri
sürerek, pirinç ithalatını 1994’de serbest bıraktığını açıklamıştır. Fakat Japon
ekonomik yönetimi 1999’da ise pirinç ithalatının gümrük tarifesine bağlı olduğunu
deklare etmiştir.886
Ticaret alanında ABD ile Japonya arasındaki diğer bir tartışmalı alan büyük
ölçekli perakendecilik sektörünün Japon piyasasına girmesine izin verilmemesi
üzerine yaşanmıştır. LDP’nin önemli oranda seçimlerde destek aldığı küçük ölçekli
perakendecilik sektörü yıllarca korunmuştur. 1980’lerin sonundan itibaren küçük
ölçekli perakendecilerin sayısının azalması ile büyük ölçekli perakendecilerin
piyasalara giriş yapmalarına izin verilmesi ise tartışmalara neden olmuştur. Bu arada
Amerikalı şirketlerde Japon piyasasında yerini almak için çaba göstermeye
başlamışlardır. Bush’un katıldığı bir törenle Amerikalı şirket Toy’s R Us’ın
Tokyo’da açılışı ile Amerikan şirketlerinin Japon piyasaya girişleri sağlanmış ve
1990’ların sonundan itibaren büyük ölçekli perakendecilik önündeki engeller
kaldırılmıştır.887 Fakat bu sefer başka görünmez engeller ortaya çıkmıştır. Bu
şirketler Japon toplumu tarafından benimsenmemiş ve şirketler Japon eleman
istihdam etmelerinde sorunlar yaşamışlardır.888
1980’lerin ortalarından itibaren özellikle ABD bütçesinin büyük açıklar
vermesi ile finansal alan Japonya ve ABD arasındaki ticaretten daha fazla önem
kazandığını göstermektedir. Japonya, dış ticaretinde büyük miktarda fazla vermesi
nedeniyle para biriminin değerlenmesi riskiyle karşılaşmakta ve bunu engellemek
için giderek artan oranlarda bilhassa ABD’de başta hazine bonosu ile menkul

886
İbid, s. 24.
887
İbid, s. 25-26;
888
Katz, “Selected Updates to Japan”, s. 162-166.

286
kıymetler gibi portfolyö yatırımlarına yönelmektedir.889 Japon şirketlerinin
Amerikan şirketlerini alması ise Amerikan kamuoyu tarafından şüphe ve düşmanca
karşılanmaktadır. Ayrıca Japonya’nın 2004’ün sonu itibariyle 800 milyar ABD Dolar
civarındaki döviz rezervlerinin büyük çoğunluğu da dolar cinsinden tutulmakta ve bu
rezerv ABD’de ya hazine bonosu ya da diğer şekillerde bir şekilde kalmaktadır.890
ABD’nin Japon ekonomik sistemine girememesi, Japon ekonomisine yönelik
eleştirilerin kaynağında yer alan en önemli unsurdur. Özellikle bürokrasinin yanı sıra
LDP ile keiretsuların milliyetçi politikalar izlemesi ve yabancı şirketlerin piyasaya
girmesinin engellemesi, ABD tarafından Japon ekonomisinin serbest ticareti savunan
bir ekonomi niteliğinde bulunmadığı şeklinde eleştirilmesine neden olmaktadır.
Amerikalı ekonomistlerin çözüm önerileri ise Japonya'nın gerçek anlamda serbest
ticareti benimsemesi ve piyasalarını dışarıya açması şeklindedir. Japon ekonomik
sisteminin 1990’larda kötüye gitmesini Amerikalı yetkililer ve akademisyenler,
rekabetçi ve şeffaf niteliğinin bulunmamasına bağlamaktadırlar. Bilhassa finans
sektöründe geri dönmeyen kredilerin Japon hükümeti tarafından 200 milyar ABD
Doları civarında yardım paketine rağmen bu rakamın daha fazla olduğu yönündeki
tahminler bulunmaktadır. Bunların yanı sıra Japon ekonomisinin çok fazla bürokratik
olması ve aşırı derecede yasal düzenlemelerin bulunması gibi nedenlerle finans
sektörü başta olmak üzere Japon ekonomisinin yeniden yapılanmasını öneren
Amerikalı akademisyenler, daha az bürokrasinin hakim olduğu Amerikan tarzı
piyasa odaklı bir ekonomik modele yönlenmesi gerektiğini savunmaktadırlar.891 Bu
bağlamda, 1989’dan itibaren Japon yetkililer ile ABD’li yetkililer arasında başlayan
“Yapısal Engeller İnisiyatifi” (Structural Impediment Initiative-SII) ise halen devam
etmektedir. Fakat gelişmiş bir ekonomik yapıya sahip olması sebebiyle IMF

889
Yoichiro Sato, “Diplomacy of the Ministry of Finance: Promoting or Handicapping the Yen?”,
Akitoshi Miyashita and Yoichiro Sato (derl.), Japanese Foreign Policy in Asia and the Pacific:
Domestic Interests, American Pressure, and Regional Integration, Houndsmills, Basingstoke,
Hampshire and New York, Palgrave, 2001, s.186; Chikara Higashi, G. Peter Lauter, The
Internationalization of the Japanese Economy 2. Edition, Boston, Dordrecht, London, Kluwer
Academic Publishers, 1990, s .335.
890
Wiiliam R. Cline, The Case for a New Plaza Agreement, Policy Briefs in International
Economics No. PB05-4, Washington, Institute for International Economics, 2005, s.8. Sözkonusu
rezerv miktarları, IMF’nin “International Financial Statistics” adlı kitabından derlenmiştir. Bu verilere
göre 2004’ün sonu itibariyle Japonya, 833 milyar ABD Doları, Çin 614 milyar ABD Doları, Hong
Kong 123 milyar ABD Doları, Kore 198 milyar ABD Doları, Malezya 66 milyar ABD Doları,
Singapur 112 milyar ABD Doları, Tayvan 242 milyar ABD Doları ve Meksika 64 milyar ABD Doları
rezerve sahiptir.
891
Gilpin, The Challenge of Global Capitalism, s. 279-281.

287
aracığıyla da baskı yapılamayan Japon ekonomik sistemini açılacağına yönelik
olarak Amerikalı siyasetçilerin ve iş adamları ile akademisyenlerinin ümitlerinin
giderek azaldığı görülmektedir.892
Sonuçta, ABD ile Japonya arasındaki ilişkiler, özellikle güvenlik ve
ekonomik alanında çok boyutlu bir niteliğe sahiptir. İlişkinin bu boyutları artık
giderek artan oranda birbirleriyle entegre ve birbirlerini destekler hale gelmektdir.
I. Dünya Savaşı sonrası ABD işgali ile başlayan süreçte, Japon ekonomisinin
geliştirilmesi ABD’nin ana hedeflerinden biriydi. Bu kapsamda, Güneydoğu Asya,
kaybedilen Kore ve Çin'in yerine bir bakıma “hediye” edildi.893Bununla birlikte iki
devlet arasındaki ilişkiler gerginliklerden muaf değildir. Özellikle ticari alanda iki
ülke arasındaki gerginlik birbirlerini suçlamaları dahil kamuoyu önünde cereyan
etmektedir. Fakat bu konuda Japonya'nın geri adım atmadığı ve ABD’nin taleplerine
direndiği görülmektedir. Bununla birlikte güvenlik ve mali konularda ise işbirliği ise
ciddi bir entegrasyona ve karşılıklı bağımlılığa işaret etmektedir.
Japonya siyasi alanda ABD’nin uluslararası politikasına destek vermekte ve
dünyayı yönlendirmesine yönelik politikalarına onay vermektedir. Hatta bu dünya
politikasının uygulanması aşamasında ilk önceleri “çek” diplomasisini kullanmış
olan Japonya, giderek askeri operasyonlara bizatihi kendi askeri kuvvetleri ile Japon
Anayasasından kaynaklanan engellere rağmen 2004’den itibaren Irak’a asker
göndermesinin de gösterdiği üzere aktif bir şekilde katılmaya başladığı
gözlemlenmektedir. Diğer yandan Japonya, Asya politikasının uygulanmasında
ABD’den aktif bir şekilde destek beklemektedir. Burada ABD’den gerekli desteği
Kuzey Kore örneğinin gösterdiği üzere güvenlik konularında daha yoğun
bulabilmekte iken, ekonomik konularda Japonya'nın kendi inisiyatifiyle geliştirdiği
politikalara, Asya krizindeki gelişmelerin ortaya koyduğu gibi, ABD’den beklediği
desteği her zaman bulamamaktadır.
ABD ise Japonya'nın özellikle ekonomik konularda yalnız başına hareket
etmesini kabul etmemekte ve Japon elitlerini yanına çekmeye çalışmaktadır.
Kapitalist ve gelişmiş ülkelerin elitleri arasında ortak bir düşünce sistematiğini
geliştirmek ve bu sayede Gramşici anlamda bir tarihsel blok oluşturmak amacıyla
dizayn edilen Trilateral Komisyonu bunun en güzel örneğini oluşturmaktadır.
892
İbid, s. 282; Encarnation and Mason, “Neither MITI nor America”, s. 54.
893
C. K. Yeung, “Japan’s Role” s. 138.

288
SONUÇ

Bilgiye nasıl ulaşılacağı sorusu günümüzde önemli sorunlardan biri olarak ortaya
çıkmaktadır. Pozitivizm bilgiye ulaşma konusunda yüzyıllardır üstünlüğünü
sürdürmektedir. Bilgiyi elde etmek için önemli bir kaynak olarak belirmesine rağmen
pozitivizm, sadece sosyal bilimlerde değil, aynı zamanda doğa bilimlerinde yaşanan
gelişmelerle birlikte bu üstünlüğü sorgulanmaktadır. Bu kapsamda elde edilen
bilginin tüm zaman ve mekânlara hükmettiğine ve nesnel olduğuna dair görüş artık
tartışılmaya başlandığı görülmektedir.
Uluslararası İlişkiler de bu tartışmalardan doğal olarak etkilenmektedir.
Uluslararası İlişkilerin tek paradigması pozitivizm çerçevesinde oluşturulan realist
teori ve türevlerinin tarihdışılığı ve teorinin zımnen güçlünün görüşlerini
barındırması gibi hususlar nedeniyle uluslararası politikanın açıklamasında yeterli
olmadığı kabul görmektedir. Günümüz dünya politikasının anlaşılmasında Robert
Cox’un kullandığı Gramşici hegemonya teorisi önemli bir açılım sağlamaktadır. Bu
teorinin gücü realist paradigmanın kullandığı temel unsurları da dikkate alarak,
uluslararası ilişkiler teorisini derinlemesine geliştirmesinde yatmaktadır. Her şeyden
önce, eleştirel teori, tarihin zaman dışılığını kabul etmemekte ve bunun yerine, tarihi
sarmal bir döngü bağlamında değerlendirerek, tarihin asla tekerrür etmediğini kabul
etmektedir. Böylece evrensel teori iddialarını reddetmektedir.
Bilgiye ulaşım sağlandıktan sonra bilginin kendisi sosyal bilimlerde bir sorun
olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü bilginin kendisi bir güç olarak siyasetten
ekonomiye, uluslararası ilişkilerden sanata kadar bir çok alana yön vermektedir. Bu
kapsamda, pozitivizm, bilginin nesnel ve tarafsız olabileceğini ileri sürmektedir.
Çünkü ampirisizme dayanan bu elde edilen bilginin dış dünyayı yansıttığını ve bilgi
ile dünya arasındaki bir denklik ilişkisi olduğunu kabul etmektedir. Diğer yandan
eleştirel teori ise bilginin “inşa edildiğini” ve bilgi ile dünya arasındaki ilişkinin bir
“kuruluş” ilişkisi olduğunu göstermeye çalışmaktadır. Böylece eleştirel teori bilginin
bir amaca yönelik olarak düzenlenebileceğini ortaya koymaktadır. Uluslararası
ilişkiler disiplininin bu bağlamda ABD'nin “sosyal bilimi” veya “dış politikası”nı
açıklamada kullanılan bir alan olarak görülmesi, bilginin bir amaca hizmet ettiği
görüşünü de haklı çıkarmaktadır.

289
Birinci bölümde de bahsedildiği üzere, realist paradigma sadece askeri ve
maddi yeterliklerle teorisini donatmakta ve uluslararası politikadaki değişimi Soğuk
Savaşın bitişi ve Sovyetler Birliği’nin yıkılması örneklerinde de görüldüğü üzere
açıklamakta zorlanmaktadır. Realist paradigmanın temelinde pozitivizmin bulunması
teorinin bütün zaman ve mekân için geçerli olduğu görüşünü beraberinde
getirmektedir. Bu nedenle realizmin tarihi sadece kendi içinde bir dönüşüm olarak
ele alması doğal karşılanabilir. Bununla birlikte günümüz siyasi yapılarının,
ekonomik ilişkilerinin ve toplumunun eski Yunan veya hatta 19. yüzyıl Avrupa’sı ile
benzerlikleri olduğunu ileri sürmek imkansızdır. Dünya dinamik bir değişim
halindedir. Bu değişimi durağan kavramlarla açıklamak artık imkansızdır.
Cox’un hegemonya teorisi sosyal bilimlere bütüncül bir bakış açısı getirmekte
ve Uluslararası İlişkileri sadece bir disiplin olarak ele almaktan ziyade, onun
epistemolojisi ve ontolojisinin yanı sıra sosyoloji, siyaset bilimi, tarih, ekonomi,
coğrafya, kültür, felsefe, psikoloji ve hatta güzel sanatlarla birlikte ele alarak
disiplinler arası bir bakış açısı getirmektedir. Gerçekte Cox, sosyal bilimlerin
içerisinde disiplinlerarası bir ayrıştırma yapılmasını reddetmekte ve onları bütüncül
yaklaşım çerçevesinde değerlendirmeyi uygun bulmaktadır. Bu sayede Cox, sosyal
bilimlerin bütününü uluslararası ilişkiler çerçevesinde değerlendirme imkanı
vermektedir. Bunu yaparken Cox, en başta uluslararası ilişkilerin toplumların sosyal
üretim ilişkileri temelinde yapılandığı ileri sürmektedir. Üretim ilişkileri bir üst organ
olan devlet ile, devlet ise dünya düzenleri ile ilişki halindedir. Bunların yanı sıra
Cox, kuvvet potansiyelleri adını verdiği maddi yeterlikler, fikirler ve kurumların yine
birbirleriyle etkileşim halinde, üretim ilişkilerini, devleti ve dünya düzenini
belirlediğini iddia etmektedir.
Uluslararası ilişkilerde bir çok değişim yaşanmasına rağmen Gramşici
anlamda devlet, temel aktör veya yapı olmaya devam etmektedir. Fakat devlet, realist
paradigmanın sadece maddi yeterlikleri ile açıklanamaz. Bunun yerine Wendt ve
Cox’un devlete getirdiği açılım önemlidir. Devlet, sürekli bir etkileşim halinde
sosyal olarak inşa edilen bir yapı-aktördür. Çünkü kurumlar sadece davranışları
düzenlemez, ayrıca kurumları sürekli bir şekilde oluşturur. Günümüz Almanya’sı
veya Japonya’sı böyle bir devlet tanımında daha rahat açıklanabilir. Aksi takdirde,
realist teori bağlamında Soğuk Savaş sonrasında tarihte geriye dönüp, bu devletleri

290
güç politikası peşinde koşacak ve uluslararası alanda üstünlüğünü kabul ettirmeye
yönelik politikalar izleyen devletler olarak incelemek gerekmektedir. Halbuki Soğuk
Savaş’ın bitmesinden 15 yıl geçmesine rağmen, bu devletler böyle bir heves veya
hareket içinde değillerdir. Çok taraflı örgütlerle işbirliğine devam ettikleri ve hatta bu
örgütlerin geliştirilmesi için yoğun çaba sarf ettikleri görülmektedir. Burada
Wendt’in kimlik ve çıkarların subjektif unsurlar (inançlar ve fikirler) etrafında
belirlendiğini tezi devreye girmektedir. Bu kimlik ve çıkarlar, toplumdaki hakîm
yorumla birlikte şekillenmekte ve güçlenmektedir. Almanya ve Japonya, II. Dünya
Savaşı sonrasında kimlik ve çıkarlarını yeniden ürettiği ve bunların toplumda geniş
kabul gören bir yeni bir durum oluşturduğu kabul edilebilir. Fakat bu sürecin sürekli
bir şekilde yeniden üretildiği de dikkate alınması gereken bir unsur olarak ortaya
çıkmaktadır.
Realist akademisyenler arasında da uluslararası politika alanında ABD,
Almanya ve Japonya’nın oluşturduğu üstünlüğe karşı gelebilecek bir güç unsurunun
bulunmadığı kabul edilmektedir.894 ABD, askeri, ekonomik ve siyasi alanlarda bazı
gerilemeler yaşamasına rağmen, hâlâ bir çok politikanın uygulanmasında belirleyici
niteliktedir. Diğer yandan, 2000’li yılların başından itibaren, ABD'nin uluslararası
politikada tek taraflı davrandığı ve uzlaşma aramadığı görülmektedir. Bu nedenle
ABD’nin emperyal politikalara yöneldiği şeklindeki görüşler uluslararası ilişkiler
literatüründe gün geçtikçe ağırlık kazanmaktadır. Realistlerin kullandıkları
imparatorluk ile hegemonya kavramları açısından çok büyük farklılık
görülmemektedir. Onlara göre zaten ABD, kuruluşundan Soğuk Savaş dönemi
sonrasına kadar bir imparatorluğu temsil etmektedir. Bu nedenle uluslararası
politikada ABD'nin tek taraflı girişimleri yeni bir olay olarak
değerlendirmemektedirler. Hegemonya ise realist paradigma için üstünlük anlamına
gelmektedir. Bu üstünlük maddi yeterliklerin diğer devletler üzerinde baskın bir şekli
olarak ortaya çıkmaktadır. Halbuki Gramşici anlamda hegemonya , diğer devletlerin
kendilerinin rızasıyla oluşturulan bir durumu yansıtmaktadır. Bu durumu fikirler ve
kurumlar güçlendiren unsurlar olarak ortaya çıkmaktadır.
II. Dünya Savaşı’nın ardından ABD, dünya politikasında hegemonik bir güç
olarak belirmiştir. ABD’nin uluslararası alanı düzenleme çabaları, 1945 sonrasında
894
Jeffrey T. Bergner, The New Powers: Germany, Japan, the US, and the New World Order,
New York, St. Martin’s Press, 1991, s. 196.

291
BM ve uzmanlık kuruluşları aracılığıyla gerçekleştirilmiştir. Bu arada Sovyetler
Birliği ile yaşanan Soğuk Savaş, ABD’nin bu politikalarını daha etkili bir şekilde
uygulama imkanını sunmuştur. Bu dönemde Soğuk Savaş’ın da etkisiyle işçi sınıfını
da içerecek şekilde iş çevreleri ile siyaset ve bürokrasinin dahil olduğu tarihsel blok
ile kurulan hegemonya, 1970’lere kadar ABD’nin bu kültürel etkisini devam
ettirmesini sağlamıştır.
1970’de yaşanan gerek dünya çapında gerekse ABD düzeyinde yaşanan
ekonomik ve siyasi krizlerin ardından ABD, hegemonik gücünü yeniden üretmeye
çalışmaktadır. Reagan hükümetinin neoliberal politikaları çerçevesinde işçi-işveren
ve devletten oluşan eski tarihsel blok yerini sınıraşan şirketlerin sahipleri ile üst
düzey yöneticileri, uluslararası örgütlerin memurları (IMF, Dünya Bankası, DTÖ,
UNDP, UNCTAD gibi), merkez ülke siyasetçileri ve bürokrasisi ile çevre
ülkelerdeki siyasetçiler, bürokrasi ve uluslararası alanda faaliyet gösteren
işadamlarından oluşan yeni bir tarihsel bloğa bırakmaya başladığı görülmektedir.895
“Washington Uzlaşması”nda çizilen politikalar çerçevesinde devletin ekonomiye
müdahalesinin asgariye indirilmesi ve kamu harcamalarının azaltılması, ekonominin
kuralsızlaştırılması (deregulation), bütçe açığının düşürülmesi, özelleştirme,
doğrudan yabancı yatırımın teşvik edilmesi, fikrî ve sınaî mülkiyet haklarının
korunması, serbest ticaret ile birlikte sermayenin serbest dolaşımı temel ilkeler haline
gelmesi amaçlanan politikalardır.896 Bu bağlamda uluslararası finansal hareketlerin
devletlerin üzerinde daha belirleyici olması ile hükümetlerin gözü kendi
toplumlarından ziyade bu sınıraşan şirketlerin vereceği kararlara çevrilmeye
başlandığı kabul edilmektedir. Bu dönemde dünya politikasının formülasyonunda ve
uygulanmasında Trilateral Commission, Mont Pelerin, Bilderberg, Dünya Ekonomik
Forumu, G-7/G-8 gibi gayri-resmi platformlar büyük önem kazanmaktadır. Sınıraşan
bir grup oluşturma yolunda dayanışma ve ortak zemin yaratmayı amaçlayan bu
platformlar, sınıraşan tarihsel bloğun lideri konumundaki ABD hegemonyasının
genel ilkelerini yaygınlaştırma da önemli bir araç olarak ortaya çıkmaktadır. Böylece
Gramşici anlamda ABD hegemonyası günümüz dünyasındaki kültürel düzeyde
belirleyiciliğini devam ettirmek için yeni yollar aramaktadır. Bu bağlamda da yeni

895
William I. Robinson, A Theory of Global Capitalism, s. 72-74.
896
Manfred B. Steger, Globalization: A Very Short Introduction, Oxford and New York, Oxford
University Press, 2003, s. 52-53.

292
yeni belirmeye başlayan tarihsel blok çerçevesinde ABD küresel finans kapitalin
liderliğini üstlenmektedir. Bununla birlikte, bu tarihsel blok ise ABD ile etkileşim
halinde birbirlerini desteklediği görülmektedir.
Eleştirel teori bağlamında alt-hegemonya kavramı ise günümüz dünya
siyasetinde özellikle Almanya ve Japonya’nın pozisyonunun anlaşılması için uygun
bir zemin teşkil etmektedir. Alt-hegemonyalar, her şeyden önce global hegemonyaya
meydan okumamakta ve onun dünya politikasını belirlemesine alternatif bir görüş
getirmemektedirler. Almanya ve Japonya'nın ABD ile ilişkisi bununla beraber
tamamen gerginliklerden muaf değildir. ABD’nin Almanya ile Irak Savaşı öncesinde
yaşadığı gerginlik ve Japonya ile ekonomik konulardaki çekişmesi bu duruma örnek
olaylardır. Global hegemon ile alt-hegemonlar arasında yaşanan bu gerginlikler kısa
bir süre sonra özellikle elitler tarafından aşılmakta ve ilişkiler tekrar eski seviyelerine
döndürülmeye çalışılmaktadır. Almanya ve Japonya, ABD’nin inisiyatifi ile 1970’ler
sonrasında geliştirilen bir çok platformda aktif bir şekilde katılım sağlamaktadır.
Özellikle bu platformlardan Trilateral Commission, ortak bağ geliştirme açısından en
önemlisi olarak göze çarpmakta ve alt-hegemonyalar elitleri ile bu bağın
geliştirilmesinde önemli roller üstlenmektedirler. Bu gayri resmi platformlar
ilişkilerin düzenli bir şekilde seyretmesini ve sorunların aşılmasını sağlayacak
tampon bölgeler olarak da işlev üstlenmektedirler.
Global hegemon ile alt-hegemonların ilişkileri sadece siyasi düzeyde değil,
aynı zamanda askeri ve ekonomik konularda da yoğun bir ilişki ağına işaret
etmektedir. ABD, Almanya ve Japonya'nın en önemli ticari ve mali ortakları arasında
yer almaktadır. Bilhassa Japon Merkez Bankası bugün ABD Hazinesi’nin başlıca
finansörüdür. Ticari ilişkilerde de benzer eğilimler görülmektedir. Almanya’nın dış
ticaretinde ilk üç içinde ABD bulunmaktadır. ABD’nin dış ticaretinde ise Almanya
beşinci sırada yer almaktadır. Japonya’nın dış ticaretinde ABD benzer şekilde ilk
sıralarda yer alırken, Japonya, ABD’nin dış ticaretinde dördüncü sırada yer
almaktadır.
Güvenlik konularında alt-hegemonlar, global hegemonun güvencesi
altındadırlar. Bu durum, günümüzde daha çok Japonya için temel olmakla birlikte
Almanya için de devam etmektedir. Japonya’nın Doğu Asya’daki güvenliği tamamen
ABD’ye endekslidir. Almanya’nın güvenliği konusu ise gerek AB düzeyinde

293
savunma politikasının geliştirilmesi konusundaki çabalar gerekse Soğuk Savaş
sonrası Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkması ile nispî olarak büyük bir rahatlama
içine girmiş bulunmaktadır. Bununla birlikte Avrupa’nın sınırında belirsizliklerin
çoğalması ile artan yasadışı göçün yanı sıra Bosna ve Kosova olayları ABD’nin
Avrupa’da güvenlik konusunda hâlâ belirleyici bir role sahip olmasını sağlamaktadır.
Alt-hegemonyalar ise kendilerinin daha güçlü olduğu bölgelerde benzer
inisiyatifler geliştirmeye çalışmaktadırlar. Almanya, Avrupalılık kimliği konusuna
daha fazla atıfta bulunarak, AB’nin geliştirilmesine önem vermektedir. Bu kapsamda
sosyal politikadan bölgesel politikalara kadar hemen hemen bütün politika
alanlarında ortak bir bağ yaratılmaya çaba sarf edilmekte ve Almanya burada
belirleyici bir rol üstlenmektedir. Bu belirleyici rol, gerek ekonomik olarak katkı
gerekse gündemin belirlenmesi ve uygulanması şeklinde olmaktadır. AB sayesinde
Almanya, bölgesel düzeyde bir tarihsel blok oluşturma yolunda önemli adımlar
atmıştır. 1990 yılında Doğu Almanya Cumhuriyeti ile Federal Almanya
Cumhuriyeti’nin birleşmesi Avrupa’da çeşitli korkular uyandırmış olmasına rağmen,
Kohl hükümetinin AB’ye bağlı kalacağını taahhüt etmesi ve günümüze kadar devam
eden politikalarda AB’ye verdiği önemi göstermesi Avrupalı devletler açısından
rahatlatıcı bir unsur olmuştur.
Japonya ise Almanya’ya benzer şekilde kendi bölgesinde kimlik konusunu ön
plana çıkarmaktadır. Gittikçe artan bir şekilde Asyalılık kimliğine vurgu yapan Japon
elitleri henüz Almanya kadar başarılı olamamıştır. Asya bölgesinde tarihi
düşmanlıkların izleri hâlâ silinememiş ve ülkeler arasındaki tarihsel olaylar ve
semboller kolayca büyük çatışmalara yol açtığı görülmüştür. ASEAN ile siyasi,
ekonomik ve kültürel ilişkilerini çeşitli düzeylerde geliştirmiş olan Japonya, benzer
düzeyde ilişkileri Çin ve Kuzey Kore ile kuramamıştır. Japon tarih kitaplarının
yeniden yazılmasını öngören çalışmalar ile Yasukuni tapınağına Japon başbakanları
tarafından yapılan ziyaretler, Çin, Kuzey Kore ile Güney Kore’nin toplumlarının
yanı sıra elitlerinin de sert tepkisiyle karşılanmıştır. Bu nedenle Japonya'nın
Almanya benzeri bir kimlik vurgusu Asya kıtasında henüz şimdiye kadar kabul
görmemiş ve bu kavrama fazla atıflarda tarihsel bağlamda geçmişteki Japon işgali ile
bağlantılandırılmıştır. Japonya'nın bölge ile siyasi ve kültürel düzeyde
geliştiremediği ilişkilerin ekonomik boyutu ise gittikçe arttığına şahit olunmuştur.

294
Ekonomik bağın artmasına karşın siyasi ilişkilerin gerginliğini koruması Japon
elitlerinin sınırlarını ortaya koymuştur.
Sonuç olarak, eleştirel teori çerçevesinde alt-hegemonyaların varlığından söz
edilebilir. Almanya ve Japonya, alt-hegemonya için iki örnek olarak belirmektedir.
Öngörülebilir bir tarihsel sürede bu devletlerin global hegemon ile ilişkilerinde
karmaşık ilişki ağının etkisinin devam edeceği düşünülmektedir. Bununla birlikte
Vico’nun kullandığı anlamda tarihin asla tekerrür etmediği varsayılarak, gelecekte
ilişkilerin ne yönde gelişeceğinin bilinemez olduğunun vurgulanmasına ihtiyaç
duyulmaktadır. Diğer yandan alt hegemonyalar yine kestirilebilir bir süre zarfında
kendi hegemonyalarını bölgesel düzeyde daha da geliştirme yolunda çaba sarf
etmeye devam edecekleri öngörülmektedir. Almanya, bu bağlamda alt-hegemon
olabilme yolunda önemli mesafeler katetmiş iken, Japonya’nın bölgesinde hâlâ
tarihsel sorunlardan sıyrılamadığı ve bu nedenle alt-hegemonyasının özellikle
geçmişten gelen derin güvensizlik problemi ile karşılaştığı görülmektedir.

295
ÖZET

Uluslararası ilişkiler disiplini sosyal bilimlerdeki paradigma açısından yaşanan


gelişmelere paralel bir şekilde değişime uğramaktadır. Disiplinin tek paradigması
olan realist teoriye alternatif teoriler akademik dünyada gittikçe ağırlığını
arttırmaktadır. Robert W. Cox’un öncülü olduğu eleştirel teori, bu alternatif teorilerin
ana kaynağı haline gelmektedir. Cox’un ileri sürdüğü hegemonya teorisi esas olarak
Gramsci’nin hegemonya teorisinin uluslararası ilişkilere uygulanmış halidir. Cox’un
teorisine göre uluslararası ilişkiler üç kategori ve üç düzlem ile açıklanmaktadır. Üç
kategori; maddi yeterlikler, fikirler ve kurumlardır. Üç düzlem; üretim, devlet ve
dünya düzenidir.
Eleştirel teori çerçevesinde sadece hegemonya kavramı üzerinde
durulmaktadır. Buna göre uluslararası alanda hegemonik bir kültür yaygınlaştırabilen
sınıf, devlet veya başka bir yapı dünya üzerinde hegemonyasını kurabilmektedir. Bu
kapsamda eleştirel teori, sadece ABD’nin bu türden bir hegemonik kültür
yaratabileceği kabul edilmektedir. Diğer yandan eleştirel teori bir tarihsel blok
çerçevesinde alternatif bir hegemonik kültürün devletler veya sınıf tarafından
oluşturulabileceğini ve dünya üzerinde hakimiyet kurabileceğini ileri sürmektedir.
Günümüz dünya politikası açısından ABD’nin dünyaya yaydığı ideolojisi ile
bir alternatifi bulunmamaktadır. Diğer yandan, Japonya ve Almanya gibi devletler
realist paradigma bağlamında Soğuk Savaş sonrasında ABD’ye alternatif olarak
sunulmaktadırlar. Bu devletler küresel bağlamda alternatif bir kültür yaratmak
eğiliminde olmadıkları gibi böyle bir güçleri de bulunmamaktadır. Bununla beraber
söz konusu devletler kendi bölgelerinde resmi veya gayri resmi örgütler ve
platformlar aracılığıyla tarihsel bloklar oluşturmaya çalışmaktadırlar. Bu kapsamda
alt-hegemonya olarak ileri sürülebilecek devletler Almanya ve Japonya olarak
belirmektedir. Almanya için Avrupalılık kimliği bağlamında AB bunun için uygun
bir zemin yaratmaktadır. Japonya da benzer şekilde Asyalılık kimliği temelinde
çeşitli platformlar aracığıyla Asya’da benzer kültürel bağlar geliştirme hususunda
çaba göstermektedir. Bu arada alt-hegemonyaların ABD ile ilişkisi de iniş çıkışlarına
rağmen istikrarlı bir şekilde sürmeye devam etmektedir. Sonuç olarak, eleştirel teori
çerçevesinde alt-hegemonyalar varlığından söz edilebilir.

296
ABSTRACT

International relations discipline has been in a transformation in paralel to the


developments occuring within the Social sciences in general. The alternative theories
to the realist theory which is the only paradigm of the discipline has been gaining
ground in the academic world. Critical theory developed by Robert W. Cox has
become the main source of these alternative theories. Cox’s hegemony theory is an
applied theory of Gramsci’s hegemony theory. According to Cox, international
relations can be best explained by three categories and three levels. Three categories
are material capabilities, ideas and institutions. Three levels are production, state and
world orders.
It is only the hegemony concept mentioned within the framework of critical
theory. For this explanation, class, state or another structure can establish its
hegemony through spreading a hegemonic culture in international arena. In this
context critical theory acknowledges only the USA as it can create such a hegemonic
culture. On the other hand, critical theory asserts that an alternative hegemonic
culture can be established by states or classes through historical block.
There is not ideologically an alternative structure of the USA in terms of
current world politics. However, states such as Japan and Germany have been
presented as alternatives to the USA in the post-Cold War era by the realist
paradigm. On the other hand, these states neither have inclined to create such an
alternative culture nor have power to do it. In addition the states in question in the
regions that they are located, through official and non-official organisations and
platforms strive to create historical blocs. In this context sub-hegemonic states
emerges. For Germany, European Union on the basis of Europeanness identity
creates such a base. Japan similiarly tries to enhance cultural ties with Asia on the
basis of Asianess. Although there are ups and downs in the relations of sub-
hegemonies with the USA, the relations remains stable. In conclusion it can be
acknowledged that there are sub-hegemonies within the framework of critical theory.

297
KAYNAKÇA

Acharya, Amitav, (2004), “How Ideas Spread: Whose Norms Matter? Norm
Localization and Institutional Change in Asian Regionalism”, International
Organization, Vol:58, Spring.

Adamson, Walter L., (1980), Hegemony and Revolution: A Study of Antonio


Gramsci’s Political and Cultural Theory, Berkeley, Los Angeles, London,
University of California Press.

Adenauer, Konrad, (2002), “Bir Sivil Olarak Adenauer”, Türkiye Cumhuriyeti ve


Almanya Federal Cumhuriyeti: Fikri Temeller ve Siyasi Yönelim, Ankara:
Konrad Adenauer Vakfı.

Agnew, John and Corbridge, Stuart, (1995), Mastering Space: Hegemony,


Territory, and International Political Economy, London and New York,
Routledge.

Akalın, Gülsüm Özlem, (2002), “Dünya Ekonomisinde Yönetim Arayışı: WTO”,


Uğur Selçuk Akalın (der.), Globalizasyonun Yansımaları, İstanbul, Don Kişot
Yayınları.

Allen, Christopher S. (1993), “From Social Market to Mesocorporatism to European


Integration: The Politics of German Economic Policy”, Michael G. Huelshoff,
Andrei S. Markovits, Simon Reich (derl.), From Bundesrepublik to Deutschland:
German Politics After Unification, Ann Arbor, University of Michigan Press.

Allen, Larry, (2003), Keseden Bankaya: Küresel Finans Sisteminin Öyküsü,


(Çev. Mahmut Tekçe), İstanbul, Kitap Yayınevi.

Allison, Mark and Et al, (2000), Contemporary Germany: Essays and Texts on
Politics, Economics and Society, Edinburgh, Pearson Education.

Anderson, Pery, (2002), “Force and Consent”, New Left Review, 17, September-
October.

Arı, Tayyar, (1996), Basra Körfezi ve Ortadoğu’da Güç Dengesi: 1978-1996, 2.


Baskı, İstanbul, Alfa Yayınları.

Arı, Tayyar, (2002), Uluslararası İlişkiler Teorileri: Çatışma, Hegemonya,


İşbirliği, İstanbul, Alfa Yayınları.

Arıboğan, Deniz Ülke, (1998), Kabileden Küreselleşmeye: Uluslararası İlişkiler


Düşüncesi, İstanbul, Sarmal Yayınevi.

Arıboğan, Deniz Ülke, (2004), “Güvenliksiz Barıştan, Barışsız Güvenliğe”, Toktamış


Ateş (der.), Kartal’ın Kanat Sesleri: ABD Dış Politikasında Yeni Yönelimler ve
Dünya, Ankara, Ümit Yayıncılık.

298
Armaoğlu, Fahir, (1999), 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789-1914), 2. Basım, Ankara:
Türk Tarih Kurumu Basımevi.

Arrighi, Giovanni, (1999), The Global Market, Journal of World-Systems


Research, Vol:V, No: 2, Summer.

Arrighi, Giovanni, (2000), Uzun Yirminci Yüzyıl, (Çev. Recep Boztemur), Ankara,
İmge Kitabevi.

Arrighi, Giovanni, (2000), “Globalization and Historical Macrosociology”, Janet


Abu-Lughod (der.), Sociology for the Twenty-First Century: Continuities and
Cutting Edges, Chicago, Chicago University Press.

Arslan, Hüsamettin, (1999), Epistemik Cemaat: Bir Bilim Sosyolojisi Denemesi,


İstanbul, Paradigma Yayınları.

Ay, İsmail Cem, (2002), “Küreselleşme Sürecinde Bölgeselleşme Eğilimlerinin


Dinamikleri”, Alkan Soyak (der.), Küreselleşme: İktisadi Yönelimler ve
Sosyopolitik Karşıtlıklar, İstanbul, Om Yayınevi.

Aydın, Mustafa, (2004), “Uluslararası İlişkilerin “Gerçekçi” Teorisi: Kökeni,


Kapsamı, Kritiği”, Uluslararası İlişkiler, Cilt:1, Sayı:1.

Axelrod, Robert, and Keohane, Robert O., (1993), “Achieving Cooperation under
Anarchy: Strategies and Institutions”, David A. Baldwin (der.), Neorealism and
Neoliberalism: The Contemporary Debate, New York, Columbia University Press.

Bach, Jonathan P.G., “Germany After Unification and Eastern Europe: New
Perspectives, New Problems”, Http://www.columbia.edu/cu/sipa/REGIONAL/ECE/
vol3no1/bach.pdf, (Erişim Tarihi: 14.04.2005).

Bağcı, Hüseyin, (1994), “Hırvatistan ve Slovenya’nın Yugoslavya’dan


Ayrılmalarında Almanya’nın Rolü”, Avrasya Dosyası, Cilt:1, Sayı:1, İlkbahar.

Barsoc, Cristian, (1997), Kapitalizmin Çarkları: Marksist İktisadi Analiz


Öğeleri, (Çev. Bülent Tanatar), İstanbul, Yazın Yayıncılık.

Baldwin, David A., (1996), “Neoliberalism, Neorealism, and World Politics”, David
A. Baldwin (der.), Neorealism and Neoliberalism: The Contemporary Debate,
New York, Columbia University Press.

Banchoff, Thomas, (1997), “German Policy towards the European Union: The
Effects of Historical Memory”, German Politics, Vol:6, No:1, April.

Banchoff, Thomas, (1999), “The Enduring Transformation of Postwar German


Foreign Policy”, John S. Brady, and Et al, (derl.), The Postwar Transformation of

299
Germany: Democracy, Prosperty and Nationhood, Ann Arbor, University of
Michigan Press.

Baran, Aylin Görgün, (2005), “Postmodernizmin Özne ve Akıl Kavramlarına


Yönelttiği Eleştirelere Eleştirel Bir Bakış”, Düşünen Siyaset Dergisi, Sayı: 21.

Baumann, Rainer and Hellmann, Gunther, (2001), “Germany and the Use of Military
Force: ‘Total War’, the ‘Culture of Restraint’ and the Quest for Normality”, German
Politics, Vol: 10, No:1, April.

Baun, Michael (2005), “Germany and Central Europe: Hegemony Re-examined”,


German Politics, Vol:14, No: 3, September.

Beasley, W. G., (1991), Japanese Imperalism: 1894-1945, Oxford, Clarendon


Press.

Behar, Büşra Ersanlı, (1992), İktidar ve Tarih: Türkiye’de “Resmi Tarih”


Tezlerinin Oluşumu (1929-1937), İstanbul, Afa Yayınları.

Berger, Thomas U., (1997), “The Past in the Present: Historical Memory and
German National Security Policy”, German Politics, Vol:6, No:1, April.

Bergner, Jeffrey T. (1991), The New Powers: Germany, Japan, the US, and the
New World Order, New York, St. Martin’s Press.

Bieler, Andreas and Morton, Adam David, (2001), “The Gordion Knot of Agency-
Structure in International Relations: A Neo-Gramscian Perspective” European
Journal of International Relations, Vol:7, No:1, March.

Blackbourn, David, (1998), The Long Nineteenth Century: A History of


Germany (1780-1918), New York and Oxford, Oxford University Press.

Bostanoğlu, Burcu, (1997), “Türkiye’nin Ulusal Çıkar Kavramlaştırmasının ABD İle


İlişkileri Çerçevesinde Epistemolojik Bir Eleştirisi”, Araştırma Dergisi, Sayı 2.

Bostanoğlu, Burcu, (1999), Türkiye-ABD İlişkilerinin Politikası: Kuram ve


Siyasa, Ankara, İmge Kitabevi.

Bostanoğlu, Burcu, (2004), “Amerika’da Tarihi Kim Yazacak?”, Panomara Dergisi,


Http://www.panomaradergisi.com/mart2004/index.php?dosya=anakonu, (Erişim
Tarihi: 13 Nisan 2004).

Bulmer, Simon and Et al, (2001), “The European Policy-Making Machinery in the
Berlin Republic: Hindrance or Handmaiden?”, German Politics, Vol:10, No:1,
April.

Bumin, Tülin, (der. ve Çev.), (1993), Hegel’i Okumak, 2. Baskı, İstanbul, Kabalcı
Yayınevi.

300
Burchill, Scott, (1996), “Realism and Neo-Realism”, Scott Burchill and Andrew
Linklater (derl.), Theories of International Relations, New York, St. Martin’s
Press.

Burchill, Scott, (1996), “Liberal Institutionalism”, Scott Burchill and Andrew


Linklater (derl.), Theories of International Relations, New York, St. Martin’s
Press.

Buzan, Barry, (1996), “The Timeless Wisdom of Realism?”, Steve Smith, Ken
Booth, Marysia Zalewski (derl.), International Theory: Positivism and Beyond,
Cambridge, Melbourne, Cambridge University Press.

Calder, Kent E. (1997), “Domestic Constraints and Japan’s Emerging International


Role”, Armand Clesse and Et al (derl.), The Vitality of Japan: Sources of National
Strength and Weakness, Houdsmills, Basingstoke, Hampshire and London,
Macmillan Press.

Calder, Kent E., (2005), “Japonya’nın Enerji Sıkıntısı ve Hazar’da Büyük Oyun”
(Çev. Mustafa Aydın ve Sevim Tezel-Aydın), Mustafa Aydın (der.), Küresel
Politikada Orta Asya: Avrasya Üçlemesi I, Ankara, Nobel Yayın Dağıtım.

Canbolat, İbrahim S., (1995), Değişen Dünya ve Alman Dış Politikası: Ulusal
Birlik, Ulusal Çıkar ve Kamuoyu Tercihi Açısından Bir İnceleme, Bursa, Ezgi
Kitabevi Yayınları.

Chai, Sun-Ki, (1997), “Entrenching the Yoshida Defense Doctrine: Three


Techniques for Institutionalization”, International Organization, Vol:51, No:3,
Summer 1997.

Chandler, William M., (1998), “The German Party System since Unification”, Klaus
Larres (der.), Germany Since Unification: The Domestic and External
Consequences, Houndmills, Basingstoke, Hampshire and London, Macmillan Press.

Checkel, Jeffrey T., (1998), “The Constructivist Turn in International Relations


Theory”, World Politics, Vol:50, No:2.

Christine Buci-Glucksmann, (1980), Gramsci and the State, (Fransızca’dan


İngilizce’ye Çev. David Fernbach), London, Lawrence and Wishart.

Cox, Michael, (2003), “Empire’s Back in Town: Or America’s Imperial Temptation


Again”, Millenium: Journal of International Studies, Vol:32, No:1.

Cox, Robert W., and Jacobson, Harold K., (1974), “Power, Polities and Politics: The
Environment”, Robert W. Cox and Harold K. Jacobson (derl), The Anatomy of
Influence: Decision Making in International Organization, New Haven and
London, Yale University Press.

301
Cox, Robert W., (1987), Production, Power and World Order: Social Forces in
the Making of History, New York, Columbia University Press.

Cox, Robert W., (1993), “Structural Issues of Global Governance: Implications for
Europe”, Stephen Gill (der.), Gramsci, Historical Materialism and International
Relations, Cambridge and Victoria, Cambridge University Press.

Cox, Robert W., (1993), “Gramsci, Hegemony and International Relations”, Stephen
Gill (der.), Gramsci, Historical Materialism and International Relations,
Cambridge, Victoria, Cambridge University Press.

Cox, Robert W., (1995), “Critical Political Economy”, Björn Hettne (der.),
International Political Economy: Understanding Global Disorder, London and
New Jersey, Zed Books.

Cox, Robert W., (1996), “Social Forces, States, and World Orders: Beyond
International Relations Theory”, Robert W. Cox, Approaches to World Order,
Cambridge, Melbourne, Cambridge University Press.

Cox, Robert W., (1996), “Towards a Posthegemonic Conceptualization of World


Order: Reflections on the Relevancy of Ibn Khaldun”, Robert W. Cox with Timothy
J. Sinclair, Approaches to World Order, Cambridge, Melbourne, Cambridge
University Press.

Cox, Robert W., (1996), “On Thinking about Future World Order”, Robert W. Cox
with Timothy J. Sinclair, Approaches to World Order, Cambridge, Melbourne,
Cambridge University Press.

Cox, Robert W., (1996), “Middlepowermanship, Japan, and Future World Order”,
Robert W. Cox, Approaches to World Order, Cambridge, Melbourne, Cambridge
University Press.

Cox, Robert W., (1996), “Realism, Positivism, and Historicism”, Robert W. Cox
with Timothy J. Sinclair, Approaches to World Order, Cambridge, Melbourne,
Cambridge University Press.

Cox, Robert W., (1996), “Gramsci, Hegemony and International Relations”, Robert
W. Cox, Approaches to World Order, Cambridge, Cambridge University Press.

Cox, Robert W., (1997), “Some Reflections on the Oslo Symposium”, Stephen Gill
(der.), Globalization, Democratization and Multilateralism, Tokyo, New York,
Paris, United Nations University Press.

Cox, Robert W., (2003), The Political Economy of a Plural World: Critical
Reflections on Power, Morals and Civilization, London and New York, Routledge.

302
Cline, William R. (2005), The Case for a New Plaza Agreement, Policy Briefs in
International Economics No. PB05-4, Washington, Institute for International
Economics.

Cox, Wayne S. and Sjolander, C. Turenne, (1994), “Critical Reflections on


International Relations, Wayne S. Cox and C. Turenne Sjolander (derl.), Beyond
Positivism: Critical Reflections on International Relations, Boulder and London,
Lynne Rienner Publishers.

Craig, Gordon A., (1981), Germany: 1866-1945, New York, Oxford, Oxford
University Press.

Curzon, Gerard, and Curzon, Victoria, (1974), “GATT: Traders’ Club,” Robert W.
Cox and Harold K. Jacobson (derl.), The Anatomy of Influence: Decision Making
in International Organization, New Haven and London, Yale University Press.

Çolakoğlu, Selçuk, “Şanghay İşbirliği Örgütü’nün Geleceği ve Çin”, Uluslararası


İlişkiler, Http://www.uidergisi.com/sayi1_7.html, (Erişim Tarihi: 10 Ağustos 2005).

Dağcı, Kenan, (2005), Avrupa Birliği ve Kapitalizm: Almanya, İngiltere ve


Türkiye Perspektifleri, İstanbul, Tasam Yayınları.

Dallmeyer, Jens, and Stobbe Antje, (2004), Reviving The German Economy: A
Domestic Imperative and A Windfall Gain for the Transatlantic Partnership,
AICGS Policy Report 12, American Institute for Contemporary German Studies,
Washington, The John Hopkins University.

Dedeoğlu, Beril, (1996), Adım Adım Avrupa Birliği, İstanbul, Çınar Yayınları.

Dedeoğlu, Beril, (2001), “Değişen Uluslararası Sistemde Türkiye-ABD İlişkilerinin


Türkiye-AB İlişkilerine Etkileri”, Faruk Sönmezoğlu (der.), Türk Dış Politikasının
Analizi, 2. Basım, İstanbul, Der Yayınları.

Demir, Ömer, (2000), Bilim Felsefesi, 2. Baskı, Ankara, Vadi Yayınları.

Devetak, Richard, (1996), “Critical Theory”, Scott Burchill and Andrew Linklater
(derl.), Theories of International Relations, New York, St. Martin’s Press.

Dougherty, James E., and Pfaltzgraff, Robert L., (1990), Contending Theories of
International Relations, 3. Baskı, New York, Harper Collins Publishers.

Duus, Peter, and Scheiner, Irwin (1998), “Socialism, Liberalism, and Marxism,
1901-31”, Bob Tadashi Wakabayashi (der.), Modern Japanese Thought,
Cambridge, Cambridge University Press.

Dyson, Tom, (2002), “Civilian Power and ‘History-Making’ Decisions: German


Agenda-Setting on Europe”, European Security, Vol:11, No:1, Spring.

303
Ekrem, Nuraniye Hidayet, (2003), Çin Halk Cumhuriyeti Dış Politikası (1950-
2000), Ankara, ASAM Yayınları.

Eley, Geoff, (1992), “Bismarckian Years”, Gordon Martel (der.), Modern Germany
Reconsidered:1870-1945, London and New York, Routledge.

Encarnation, Dennis J., and Mason, Mark, (1990), “Neither MITI nor America: The
Political Economy of Capital Liberalization in Japan”, International Organization,
Vol:44, No:1, Winter.

Eralp, Atila, (1996), “Uluslararası İlişkiler Disiplinin Oluşumu: İdealizm-Realizm


Tartışması”, Atila Eralp (der.), Devlet, Sistem ve Kimlik: Uluslararası İlişkilerde
Temel Yaklaşımlar, İstanbul, İletişim Yayınları.

Eralp, Atila, (2005), “Sistem”, Atila Eralp (der.), Devlet ve Ötesi: Uluslararası
İlişkilerde Temel Kavramlar, İstanbul, İletişim Yayıncılık.

Erdem, Nuraniye Hidayet, (2005), “Şanghay Güç Kazanıyor”, Cumhuriyet Strateji,


Yıl:2, Sayı:72.

Erdem, Tevfik, (2005), “Postmodernizmin “Öteki”si Hangi “Öteki”?”, Düşünen


Siyaset Dergisi, Sayı:21.

Ersoy, Günhan Emre, (1998), II. Dünya Savaşından Günümüze Kadar Avrupa
Güvenlik Kimliğinin Gelişimi ve Türkiye Üzerinde Etkileri, Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Ankara, Ankara Üniversitesi.

Ercan, Fuat, (2001), Modernizm, Kapitalizm ve Azgelişmişlik, 2. Basım, İstanbul,


Bağlam Yayınları.

European Commission, (1998), The Regulation of Working Conditions in the


Member States of the European Union, Luxembourg, Office for Official
Publications of the European Communities.

European Commission, (2001), Employee Representatives in Europe and Their


Economic Prerogatives, Luxembourg, Office for Official Publications of the
European Communities.

Evans, Graham and Newnham, Jeffrey, (1998), Dictionary of International


Relations, London, Penguin Books.

Evans, Richard J., (2002), “Alman Tarihinde Toplumdan Dışlananlar”, Robert


Gellately ve Nathan Stoltzfus (derl.), (Çev. Bilge Tanrıseven, Funda İşbuğa Erel, S.
Nihad Şad), Nazi Almanya’sında Toplumdan Dışlananlar içinde, Ankara, Phoneix
Yayınları.

Feldman, Regine M., (2003), “German by Virtue of Others: The Search for Identity
in Three Debates”, Cultural Studies, Vol:17, No:2.

304
Forgau, David, (der.), (2000), The Gramsci Reader: Selected Writings 1916-1935,
New York, New York University Press.

Frankel, Richard, (2003), “From the Beer Halls to the Halls of Power: The Cult of
Bismarck and the Legitimization of a New German Right”, German Studies
Review, Vol: XXVI, No:3, October.

Freundenstein, Roland, (1998), “Poland, Germany and the EU”, International


Affairs, Vol:74, No:1, January.

Frieden, Jeffrey A. (1996), “Economic Integration and the Politics of Monetary


Policy in the United States”, Robert O. Keohane and Helen Miller (derl.),
Internationalization and Domestic Politics, Cambridge, New York, Cambridge
University Press.

Gao, Bai, (2001), Japan’s Economic Dilemma: The Institutional Origins of


Prosperity and Stagnation, Cambridge, Cambridge University Press.

Gill, Stephen and Law, David, (1988), The Global Political Economy:
Perspectives, Problems, and Policies, New York, London, Harvester, Wheatsheaf.

Gill, Stephen, (1990), American Hegemony and Trilateral Commission,


Cambridge, Cambridge University Press.

Gill, Stephen, (1991), “Historical Materialism, Gramsci, and International Political


Economy”, Craig N. Murphy and Roger Tooze (derl.), The New International
Political Economy, Boulder, Lynne Publishers.

Gill, Stephen, (der.), (1993), Gramsci, Historical Materialism and International


Relations, Cambridge, Victoria, Cambridge University Press.

Gill, Stephen and Law, David (1993), “Global Hegemony and Structural Power of
Capital”, Stephen Gill (der.), Gramsci, Historical Materialism and International
Relations, Cambridge, New York, Victoria, Cambridge University Press.

Gill, Stephen, (1995), “Theorizing the Interregnum: The Double Movement and
Global Politics in the 1990s”, Björn Hettne (der.), International Political Economy:
Understanding Global Order, London and New Jersey, Zed Books.

Gill, Stephen, (1995), “Globalisation, Market Civilisation, and Disciplinary


Neoliberalism”, Millennium: Journal of International Studies, Vol: 24, No:3.

Gilpin, Robert, (1981), War and Change in World Politics, Cambridge, Cambridge
University Press.

305
Gilpin, Robert G., (1986), “The Richness of the Tradition of Political Realism”,
Robert O. Keohane (der.), Neorealism and Its Critics, New York, Columbia
University Press.

Gilpin, Robert, (1987), The Political Economy of International Relations,


Princeton, New Jersey, Princeton University Press.

Gilpin, Robert, (1997), “The Japan Problem: Economic Challenge or Strategic


Threat”, Armand Clesse and Et al (derl.), The Vitality of Japan: Sources of
National Strength and Weakness, Houdsmills, Basingstoke, Hampshire and
London, Macmillan Press.

Gilpin, Robert, (2000), The Challenge of Global Capitalism: The World


Economy in the 21st Century, Princeton, New Jersey, Princeton University Press.

Gilpin, Robert (2001), Global Political Economy: Understanding International


Order, Princeton and Oxford, Princeton University Press.

Gills, Barry, (1993), “The Hegemonic Transition in East Asia: A Historical


Perspective”, Stephen Gill, Gramsci, Historical Materialism and International
Relations, Cambridge, Cambridge University Press.

Glees, Anthony (1999), “Building a New Europe: Britain, Germany and the Problem
of Russia", German Politics, Vol:8, No:1, April.

Gleick, James, (2003), Kaos: Yeni Bir Bilim Teorisi (Çev. Fikren Üçcan),
TÜBİTAK Yayınları, Ankara.

Gowan, Peter, (2003), “US:UN”, New Left Review, 24, November-December.

Gowan, Peter, (2005), “Pax Europea Review”, New Left Review, 34, July-August.

Gökırmak, Mert, “Bilgi, İktidar ve Üniversite”, Http://iktisat.uludag.edu.tr/dergi


(Erişim Tarihi: 12 Haziran 2004).

Gönen, Hakan, (2004), “ABD-Japonya Güvenlik Antlaşmaları: Oluşumu, Evrimi ve


Sonuçları”, Uluslararası İlişkiler, Cilt: 1, No:4, Kış.

Graff, William D., (1994), “Introduction”, William D. Graff (der.), The


Internationalization of the German Political Economy: Evolution of A
Hegemonic Project, London and New York, Routledge.

Gramsci, Antonio, (1997), Hapishane Defterleri: Felsefe ve Politika Sorunları,


(Çev. Adnan Cemgil), 3. Baskı, İstanbul, Belge Yayınları.

Green, Michael Jonathan, (2001), Japan’s Reluctant Realism: Foreign Policy


Challenges in an Era of Uncertain Power, Houdsmills, Basingstoke, Hampshire,
New York, Palgrave.

306
Grieco, Joseph M., (1993), “Anarchy and the Limits of Cooperation: A Realist
Critique of the Newest Liberal Institutionalism”, David A. Baldwin (der.),
Neorealism and Neoliberalism: The Contemporary Debate, New York, Columbia
University Press.

Grunberg, Isabelle, (1990), “Exploring the Myth of Hegemonic Stability”,


International Organization, Vol: 44, No:4, Autumn.

Guzzini, Stefano, (1997), “Robert Gilpin: The Realist Quest for the Dynamics of
Power”, Iver B. Neumann ve Ole Waever (derl.), The Future of International
Relations: Masters in the Making, London, New York, Routledge.

Güçlü, A. Baki, Et al., (2002), Felsefe Sözlüğü, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları.

Güzel, Cemal, (1996), “Bir Bilgi Anarşisti: Paul K. Feyerabend”, Cemal Güzel
(der.), Bir Bilgi Anarşisti: Paul K. Feyerabend, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları.

Güzel, Cemal, (1999), “Çoğulculuğun Kuramcısı: Lakatos” içinde, Cemal Güzel,


(der.), Çoğulculuğun Kuramcısı: Lakatos, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.

Han, Ahmet K., (2004), “Tarafsız Olmayan Savaş, Yeni Muhafazakar Komplo (?)
ve Bush Doktrini”, Toktamış Ateş (der.), Kartal’ın Kanat Sesleri: ABD Dış
Politikasında Yeni Yönelimler ve Dünya, Ankara, Ümit Yayıncılık.

Haggard, Stephan, and Simmons, Beth A., (1987), “Theories of International


Regimes”, International Organization, Vol:41 No:3 Summer.

Hall, Stuart, Et al, (1985), Siyaset ve İdeoloji: Gramsci, (Çev. Sadun Emrealp)
Ankara, Birey ve Toplum Yayınları.

Hardt, Michael, (2002), “Today’s Bandung”, New Left Review, No: 14, March-
April.

Harnisch, Sebastian, and Maull, Hanns W., (2001), “Introduction”, Sebastian


Harnisch and Hanns W. Maull (derl.), Germany as a Civilian Power? The Foreign
Policy of the Berlin Republic, Manchester and New York, Manchester University
Press.

Higashi, Chikara, and Lauter, G. Peter, (1990), The Internationalization of the


Japanese Economy 2. Baskı, Boston, Dordrecht, London, Kluwer Academic
Publishers.

Hirst, Paul ve Thompson, Grahame, (2000), Küreselleşme Sorgulanıyor, (Çev.


Çağla Erdem, Elif Yücel), 2. Baskı, Ankara, Dost Kitabevi.

Hitler, Adolf, (2005), Kavgam (Çev. Ö. Kenan Yalıtaş), İstanbul, Emre Yayınevi.

307
Hiwatari, Nobuhiro, (2006), “Japan in 2005”, Asian Survey, Vol:XLVI, No:1,
January-February.

Hoffman, Stanley, (1995), “An American Social Science: International Relations”,


James Der Derian (der.), International Theory: Critical Investigations, New York,
New York University Press.

Holsti, Ole R. (1996), “Theories of International Relations and Foreign Policy:


Realism and Its Challenges”, Charles W. Kegley Jr. (der.), Controversies in
International Relations Theory: Realism and The Neoliberal Challenge, New
York, St. Martin’s Press.

Hunter, Janet E., (2002), Modern Japonya’nın Doğuşu: 1853’ten Günümüze


(Çev. Müfit Günay), Ankara, İmge Kitabevi.

Huntington, Samuel P. (2004), Biz Kimiz: Amerika’nın Ulusal Kimlik Arayışı,


(Çev. Aytül Özer), İstanbul, CSA Global Yayın Ajansı.

Hurrell, Andrew, (1995), “Explaining the Resurgence of Regionalism in World


Politics”, Review of International Studies, Vol:21, No: 4.

Hyde-Price, Adrian, (1998), “Germany’s Security Policy Dilemmas: NATO, the


WEU, and the OSCE”, Klaus Larres (der.), Germany Since Unification: The
Domestic and External Consequences, Houndmills, Basingstoke, Hampshire and
London, Macmillan Press.

Hyde-Price, Adrian, (1999), “The New Pattern of International Relations in Europe”,


Victoria Curzon Price, Alice Landau and Richard G. Whitman, The Enlargement of
the European Union: Issue and Strategies, Routledge, London and New York.

Ikenberry G. John, and Kupchan, Charles A. (1990), “Socialization and Hegemonic


Power”, International Organization, Vol:44, No:3, Summer.

İsen, Galip B., (2004), “Amerikan Bilgeliğinin Irak Yazı-Turası: Gücün Gerçeği mi,
Gerçeğin Gücü mü”, Toktamış Ateş (der.) Kartal’ın Kanat Sesleri: ABD Dış
Politikasında Yeni Yönelimler ve Dünya, Ankara, Ümit Yayıncılık.

James, Harold, (1999), Alman Kimliği: 1770’den Bugüne, (Çev. İsmail Türkmen),
İstanbul, Kızıl Elma Yayınları.

Jansen, Marius B., (2000), The Making of Modern Japan, Cambridge,


Massachusetts, London, The Belknap Press of Harvard University Press.

Japanese Ministry of Foreign Affairs, (2003), Diplomatic Bluebook 2003: Japanese


Diplomacy and Global Affairs in 2002, Tokyo, Ministry of Foreign Affairs.

Japanese Ministry of Foreign Affairs, (2004), Diplomatic Bluebook 2004: Japanese


Diplomacy and Global Affairs in 2003, Tokyo, Ministry of Foreign Affairs.

308
Jeffrey, Charlie, (1998), “German Federalism in the 1990s: On the Road to a Divided
Polity”, Klaus Larres (der.), Germany Since Unification: The Domestic and
External Consequences, Houndmills, Basingstoke, Hampshire and London,
Macmillan Press.

Kagan, Robert, (2005), Cennet ve Güç: Yeni Dünya Düzeninde Amerika ve


Avrupa, (Çev. Selim Yeniçeri), İstanbul, Koridor Yayıncılık.

Kagan, Robert, (2004), “America’s Crisis of Legitimacy”, Foreign Affairs, Vol:83,


No:2.

Kagan, Robert, (2002), “Power and Weakness”, Policy Review, June.


Http://www.policyreview.org/JUN02/kagan.html (Erişim Tarihi: 12 Haziran 2003).

Kanet Roger E., and Kozhemiakin, A.V., (1997), The Foreign Policy of the
Russian Federation, London, Macmillan Press.

Katz, Richard, (2001), “Selected Updates to Japan-The System that Soured: The Rise
and Fall of Japanese Economic Miracle”, The Japanese Economy, Vol:29, No:5-6,
November/December.

Katzenstein, Peter, (1996), Cultural Norms and National Security: Police and
Military in Postwar Japan, Ithaca and London, Cornell University Press.

Kazgan, Gülten, (2002), Küreselleşme ve Ulus-Devlet: Yeni Ekonomik Düzen, 3.


Baskı, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Keat, Russel ve Urry, John, (2001), Bilim Olarak Sosyal Teori, (Çev. Nilgün
Çelebi), 2. Baskı, Ankara, İmge Kitabevi.

Kennedy, Paul, (1996), Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri: 1500’den 2000’e


Ekonomik Değişme ve Askeri Çatışma, (Çev. Birtane Karanakçı), Ankara, İş
Bankası Yayınları.

Keohane, Robert O. and Nye Joseph S., (1973), Transnational Relations and
World Politics, Cambridge, Massachusetts, Harvard University Press

Keohane, Robert O., (1984) After Hegemony: Cooperation and Discord in the
World Political Economy, Princeton, New Jersey, Princeton University Press.

Keohane, Robert O. and Nye Joseph S., (1989), Power and Interdependence, New
York, Harper Collins Publishers.

Keohane, Robert O., (1991), “Cooperation and International Regimes”, Richard


Little ve Michael Smith, (derl.) Pespectives on World Politics, London and New
York, Routledge.

309
Keohane, Robert O. ve Nye, Joseph S. (1996), “Güç ve Karşılıklı Bağımlılık”, (Çev.
Zana Çitak), H. Williams, Et al, (derl.), Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Teorisi
Üzerine Bir Derleme, Ankara, Siyasal Kitabevi.

Kensy, Rainer (2001), Keiretsu Economy-New Economy? Japan’s Multinational


Enterprises from a Postmodern Perspective, Houdsmills, Basingstoke, Hampshire
and New York, Palgrave.

Keyman, E. Fuat, (1996), “Eleştirel Düşünce: İletişim, Hegemonya, Kimlik/Fark”,


Atila Eralp (der.), Devlet, Sistem ve Kimlik: Uluslararası İlişkilerde Temel
Yaklaşımlar, İstanbul, İletişim Yayınları.

Kılıçlıoğlu, Safa, Et al, (derl.), (1979), İstanbul, Meydan Larousse Ansiklopedisi, 5.


Cilt, Meydan Yayınevi.

Kindleberger, Charles P. (1973), The World in Depression, 1929-1939, London,


Allen Lane The Penguin Press.

Kleinfeld, Gerald R., (1995), “Partners in Leadership?: The Future of German-


American Relations”, Peter H. Merkl (der.), The Federal Republic of Germany at
Forty-Five: Union without Unity, New York, New York University Press.

Klepatskii, Lev, (1999), “Russia’s Foreign Policy Landmarks”, International


Affairs (Moscow), Vol: 45, No:2.

Koç, Yıldırım, (2005), Batılı İşçi Sömürüye Ortak: Burjuva Proletarya, Ankara,
Bilgi Yayınevi.

Köni, Hasan, (2001), Genel Sistem Kuramı ve Uluslararası Siyasetteki Yeri,


Ankara, ASAM Yayınları.

König, Gert, (2001), “Doğa Felsefesi”, Doğan Özlem (der.), Günümüzde Felsefe
Disiplinleri, 2. Basım, İstanbul, İnkılap Yayınevi.

Krasner, Stephen D. (der.), (1982), International Regimes Ithaca, London, Cornell


University Press.

Krasner, Stephen D., (1991), “State Power and the Structure of International Trade”,
Richard Little and Michael Smith (derl.), Perspectives on World Politics, London
and New York, Routledge.

Kristol, William and Kagan, Robert, (1996), “Toward a Neo-Reaganite Foreign


Policy”, Foreign Affairs, Vol:75, No:4, July-August.

Kuhn, Thomas S., (2000), Bilimsel Devrimlerin Yapısı içinde (Çev. Nilüfer Kuyaş),
5. Baskı, İstanbul, Alan Yayıncılık.

310
Kuechler, Manfred, (1993), “Political attitudes and Behavior in Germany: The
Making of a Democratic Society”, Michael G. Huelshoff, Andrei S. Markovits and
Simon Reich (derl.), From Bundesrepublic to Deutschland: German Politics after
Unification, Ann Arbor, The University of Michigan Press.

Kut, Şule, (2001), “Yugoslavya Bunalımı ve Türkiye’nin Bosna-Hersek ve


Makedonya Politikası, 1990-1993”, Faruk Sönmezoğlu (der.), Türk Dış
Politikasının Analizi, 2. Basım, İstanbul, Der Yayınları.

Kühnhardt, Ludger and Mead, Walter Russels, (2004), Power and Principle:
Prospects for Transatlantic Cooperation, Washington, The Johns Hopkins
University, Http://www.aicgs.org/ documents/polrep16.pdf, (Erişim Tarihi: 21 Mart
2005).

Kvistad, Gregg O. (1999), “Building Democracy and Changing Institutions: The


Professional Civil Service and Political Parties in the Federal Republic of Germany”,
John S. Brady, and Et al, (derl.), The Postwar Transformation of Germany:
Democracy, Prosperty and Nationhood, Ann Arbor, University of Michigan Press.

Kvistad, Gregg, (1999), The Rise and Demise of German Statism: Loyalty and
Political Membership, Providence and Oxford, Berghahn Books.

Lakatos, İmre, (1999), “Yanlışlama ile Bilimsel Araştırma İzlencelerinin


Yöntembilgisi”, Cemal Güzel (der.), Çoğulculuğun Kuramcısı: Lakatos, Ankara,
Bilim ve Sanat Yayınları.

Lakatos, İmre, (1999), “Bilimle Sözdebilim”, Cemal Güzel (der.), Çoğulculuğun


Kuramcısı: Lakatos, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları.

Lavelle, Pierre, (1993), Çağdaş Japon Siyasal Düşüncesi (Çev. Galip Üstün),
İstanbul, İletişim Yayınları.

Leavitt, Sandra R., (2005), The lack of secuirty Cooperation between Souteast Asia
and Japan: Yen Yes, Pax Nippon No”, Asian Survey, Vol:XLV, No:2, March-April.

Lehnert, Detlef, and Megerle, Klaus (1993), “Problems of Identity and Consensus in
a Fragmented Society: Weimar Republic”, Dirk Berg-Scholesser and Ralf Rytlewski
(derl.), Political Culture in Germany, New York, St. Martin’s Press.

Lenin, V. İ., (1998), Kapitalizmin Son Aşaması: Emperyalizm, (Çev. Kenan


Somer), Ankara, Bilim ve Sosyalizm Yayınları.

Lincoln, Edward J., (2002), “Whitter Trade Policy with Japan”, The Japanese
Economy, Vol:30, No:2, March/April.

Linklater, Andrew, (1990), Beyond Realism and Marxism: Critical Theory and
International Relations, London, Macmillan.

311
Linklater, Andrew, (1996), “The Achievements of Critical Theory”, Steve Smith,
Ken Booth, Marysia Zalewski (derl.), International Theory: Positivism and
Beyond, Cambridge, Melbourne, Cape Town, Cambridge University Press.

Lipson, Charles, (1993), “International Cooperation in Economic and Security


Affairs”, David A. Baldwin (der.), Neorealism and Neoliberalism: The
Contemporary Debate, New York, Columbia University Press.

Little, Richard, (1985),“Structuralism and Neo-Realism”, Margot Light and A. J. R.


Groom (derl.), International Relations: A Handbook of Current Theory, London,
Frances Pinter Publishers.

Little, Richard, (1996), “The Growing Relevance of Pluralism?”, Steve Smith, Ken
Booth, Marysia Zalewski (derl.), International Theory: Positivism and Beyond,
Cambridge, Cambridge University Press.

Lütz, Susanne, (2000), “From Managed to Market Capitalism? German Finance in


Transition”, German Politics, Vol.9, No:2, August.

McCormack, Gavan, (2002), “Breaking the Iron Triangle”, New Left Review,
No:13, January-February.

McCormack, Gavan, (2004), “Remilitarizing Japan”, New Left Review, No:29,


September-October.

Markovits, Andrei S. and Reich, Simon (1993), “Should Europe Fear the Germans?”,
Michael G. Huelshoff, Andrei S. Markovits and Simon Reich (derl.), From
Bundesrepublic to Deutschland: German Politics after Unification, Ann Arbor,
The University of Michigan Press.

Maswood, Syed Javed, (1989), Japan and Protection: The Growth of


Protectionist Sentiment and the Japanese Response, London and New York,
Routledge.

Matray, James I. (2001), Japan’s Emergence as a Global Power, Wesport,


Connecticut and London, Greeenwood Press.

Maull, Hans, (1990) “Germany and Japan: The New Civilian Powers”, Foreign
Affairs, Vol: 69, No:5, Winter.

Maull, Hanns W., (2001), “Germany’s Foreign Policy, Post-Kosova: Still a ‘Civilian
Power’?”, Sebastian Harnisch and Hanns W. Maull (derl), Germany as a Civilian
Power: The Foreign Policy of the Berlin Republic, Manchester and New York,
Manchester University Press.

McLean, Iain (der.), (1996), The Concise Oxford Dictionary of Politics, Oxford,
New York, Oxford University Press.

312
Mearsheimer, John J., (1990), “Back to the Future: Instability in Europe after the
Cold War”, International Security, Vol:15, No:1, Summer.

Mendl, Wolf, (1995), Japan’s Asia Policy: Regional Security and Global
Interests, New York and London, Routledge.

Miskimmon, Alister John, (2001), “Recasting the Security Bargains: Germany,


European Security Policy and the Transatlantic Relationship”, German Politics,
Vol: 10, No:1, April.

Miyashita, Akitoshi, (2001), “Consensus or Compliance? Gaiatsu, Interests, and


Japan’s Foreign Aid”, Akitoshi Miyashita and Yoichiro Sato (derl.), Japanese
Foreign Policy in Asia and the Pacific: Domestic Interests, American Pressure,
and Regional Integration, Houndsmills, Basingstoke, Hampshire, New York,
Palgrave.

Modelski, George, (1987), Long Cycles in World Politics, Seattle and London, University of
Washington Press.

Modelski, George, (1995), “The Evolution of Global Politics”, Journal of World-


Systems Research, Volume:1, No:7.

Mooers, Colin, (1997), Burjuva Avrupa’nın Kuruluşu:Mutlakçılık, Devrim ve


İngiltere, Fransa, Almanya’da Kapitalizmin Yükselişi, (Çev. Bahadır Sina Şener),
Ankara, Dost Kitabevi Yayınları.

Morrison, Charles E., (1988), “Japan and the ASEAN Countries: The Evolution of
Japan’s Regional Role”, Daniel I. Okimoto and Thomas P. Rohlen (derl.), Inside the
Japanese System: Readings on Contemporary Society and Political Economy,
Standford, California, Standford University Press.

Mouritzen, Hans, (1997), “Kenneth Waltz: A Critical Rationalist between


International Politics and Foreign Policy”, Iver B. Neumann ve Ole Waever (derl.),
The Future of International Relations: Masters in the Making?, London, New
York, Routledge.

Müller, Harald, (1992), “German Foreign Policy after Unification”, Paul B. Stares
(der.), The New Germany and the New Europe, New York, The Brookings
Institution.

Najita, Tetsuo, and Harootunian, H. D., (1998), “Japan’s Revolt against the West”,
Bob Tadashi Wakabayashi (der.), Modern Japanese Thought, Cambridge,
Cambridge University Press.

Nester, William R., (1991), Japanese Industrial Targeting: Ther Neomercantilist


Path to Economic Superpower, London, Macmillan.

313
Nye, Joseph S., (2003), Amerikan Gücünün Paradoksu, (Çev. Gürol Koca),
İstanbul, Literatür Yayınları.

O’Brien, Patrick, (2003), “The Myth of Anglophone Succesion: From British


Supremacy to American Hegemony”, New Left Review, Vol:24 November-
December.

Ogan, Sinan, “Şanghay İşbirliği Örgütü Küresel Güç Olma Yolunda”,


Http://turksam.org/tr/yazilar.asp?kat=44&yazi=417 (Erişim Tarihi: 9 Temmuz
2005).

Oran, Baskın, (1988), Atatürk Milliyetçiliği: Resmi İdeoloji Dışı Bir İnceleme, 3.
Basım, Ankara, Bilgi Yayınevi.

Oran, Baskın, ve Et al, (derl.), (1996), Karşılaştırmalı Zamandizini-2: 1945-1995


(Dünya Gelişmeleri/Türk Dış Politikası), Ankara, Siyasal Bilgiler Fakültesi
Yayınları.

Oran, Baskın, (1997), Azgelişmiş Ülke Milliyetçiliği, 3. Basım, Ankara, Bilgi


Kitabevi.

Oran, Baskın, (2000), Küreselleşme ve Azınlıklar, 3. Basım, Ankara, İmaj


Yayınevi.

Oran, Baskın, ve Et al (derl.), (2001), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından


Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt:1 (1919-1980), İstanbul, İletişim
Yayınları.

Ortaylı, İlber, (1998), Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, İstanbul,


İletişim Yayıncılık.

Otte, Max, (2000), A Rising Middle Power: German Foreign Policy in


Transformation: 1989-1999, New York, St. Martin’s Press.

Overhaus, Marco (2005), “German Foreign Policy and the Shadow of the Past”,
SAIS Review of International Affairs, Vol:XXV, No:2, Summer-Fall.

Owen, John W., (2003), “Why American Hegemony is Here to Stay”,


Internationale Politik und Gesellschaft, Vol: 1, Http://fesportal.fes.de/pls/portal30
/doc /FOLDER/IPG/IPG1_2003/ ARTOWEN.HTM, (Erişim Tarihi: 10.3.2004).

Öniş, Ziya and Şenses, Fikret, (2003), “Rethinking the Emerging Post-Washington
Consensus: A Critical Appraisal”, ERC Working Paper,
http://www.erc.metu.edu.tr, (Erişim Tarihi: 21 Mart 2005).

Özdemir, Şennur, (2004), “Bilgi Sosyolojisi Açısından ‘Doğu’ ve ‘Batı’ ”,


Uluslararası İlişkiler, Cilt: 1, Sayı:1.

314
Özel, Mustafa, (2005), “Kapitalist Hegemonyadan Küresel İmparatorluğa”, Fatma
Sel Turhan (der.), Küresel Güçler, İstanbul, Küre Yayınları.

Özlem, Doğan, (der. ve Çev.), (1997), Günümüzde Felsefe Displinleri, İstanbul,


İnkılap Kitabevi.

Özlem, Doğan, (2003), Bilim Felsefesi: Ders Notları, İstanbul, İnkılap Yayınevi.

Özlem, Doğan, (2000), Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi, İstanbul, İnkılap.

Panitch, Leo, and Gindin, Sam, (2005), “Superintending Global Capital”, New Left
Review, No:35, September-October.

Parkes, Stuart, (1997), Understanding Contemporary Germany, London and New


York, Routledge.

Philip, Mark, (1997), “Michel Foucalt”, Quentin Skinner, Çağdaş Temel Kuramlar
(Çev. Ahmet Demirhan), 2. Baskı, Ankara, Vadi Yayınları.

Philippi, Nina, (2001), “Civilian Power and War: The German Debate about Out-of-
Area Operations, 1990-1999”, Sebastian Harnisch and Hanns W. Maull (derl.),
Germany as a Civilian Power: The Foreign Policy of the Berlin Republic,
Manchester and New York, Manchester University Press.
Porter, Tony, (1994), “Postmodern Political Realism and the Third Debate”, Wayne
S. Cox and C. Turenne Sjolander (derl.), Beyond Positivism: Critical Reflections
on International Relations, Boulder and London, Lynne Rienner Publishers.

Price, Richard, and Reus-Smit, Christian (1998), “Dangerous Liasons? Critical


International Theory and Constructivism”, European Journal of International
Relations, Vol: 4, No:3, 1998.

Pyle, Kenneth B., (2003), “Regionalism in Asia: Past and Future”, Cambridge
Review of International Affairs, Vol:16, No:1.

Pyle, Kenneth B., (1998), “Meici Conservatism”, Bob Tadashi Wakabayashi (der.),
Modern Japanese Thought, Cambridge, Cambridge University Press.

Reichel, Peter, (1993), “Culture and Politics in Nazi Germany”, Dirk Berg-
Scholesser and Ralf Rytlewski (derl.), Political Culture in Germany, New York, St.
Martin’s Press.

Reifer, Thomas ve Sudler, Jamie, (2000), “Devletlerarası Sistem”, Terence Hopkins


ve Immanuel Wallerstein (derl.), Geçiş Çağı: Dünya Sisteminin Yörüngesi (1945-
2025), (Çevl. Nuri Ersoy, Ender Abadoğlu, Orhan Akalın, Yücel Kaya), İstanbul,
Avesta Yayınları.

315
Reus-Smit, Christian, (1997), “The Constitutional Structure of International Society
and the Nature of Fundamental Institutions”, International Organization, Vol:51,
No:4, Autumn.

Richter, Michaela, (1999), “From State Culture to Citizen Culture: Political Parties
and the Postwar Transformation of Political Culture in Germany”, John S. Brady,
and Et al, (derl.), The Postwar Transformation of Germany: Democracy,
Prosperty and Nationhood içinde, Ann Arbor, University of Michigan Press.

Ringmar, Eric, (1997), “Alexander Wendt: A Social Scientist Struggling with


History”, Iver B. Neumann ve Ole Waever (derl.), The Future of International
Relations: Masters in the Making, London, New York, Routledge.

Rittberger, Volker, and Wagner, Wolfang, (1999), Germany’s Post-Unification


Foreign Policy in Search of an Explanation: Realist, Liberal and Constructivist
Approaches, 16-20 Şubat 1999 tarihleri arasında International Studies
Association’nın 1999 Yıllık Konvansiyonunda sunulan tebliğ, Washington.

Robinson, William I., (1996), Promoting Polyarchy: Globalization, US


Intervention, and Hegemony, Cambridge, Cambridge University Press.

Robinson, William I., (2004), A Theory of Global Capitalism: Production, Class,


and State in a Transnational World, Baltimore and London, The John Hopkins
University Press.

Rosenau, James N., (1990), Turbulence in World Politics: A Theory of Change


and Continuity, Princeton, New Jersey, Princeton University Press.

Rubinstein, Alvin Z., (2000), “Russia Adrift: Strategic Anchors for Russia’s Foreign
Policy”, Harvard International Review, Vol:22 Issue: 1.

Russett, Bruce, (1985), “The Mysterious Case of Vanishing Hegemony; or Is Mark


Twain Really Dead?”, International Organization, Vol:32, No:2, Spring.

Saito Kunihiko (1998), “US-Japan Relations” Http://www.nixoncenter.


org/publications/Program%20Briefs/Vol4no15saito.doc (Erişim Tarihi: 14 Temmuz
2005).

Sallan Gül, Songül, (2004), Sosyal Devlet Bitti, Yaşasın Piyasa: Yeni Liberalizm
ve Muhafazakârlık Kıskacında Refah Devleti, İstanbul, Etik Yayınları.

Sakai, Hidekazu (2001), “Continuity and Discontinuity of Japanese Foreign Policy


toward North Korea: Freezing the Korean Energy Development Organization
(KEDO) in 1998”, Akitoshi Miyashita and Yoichiro Sato (derl.), Japanese Foreign
Policy in Asia and the Pacific: Domestic Interests, American Pressure, and
Regional Integration, Houndsmills, Basingstoke, Hampshire, New York, Palgrave.

316
Saskia Sassen, (1999), “Global Financial Centers”, Foreign Affairs, Vol:78, No:1,
January-February.

Sato, Kazuo, (2002), “The Japanese Economy-A Primer: Historical Perspectives”,


The Japanese Economy, Vol:30, No:4-5, July/October.

Sato, Yoichiro, (2001), “Diplomacy of the Ministry of Finance: Promoting or


Handicapping the Yen?”, Akitoshi Miyashita and Yoichiro Sato (derl.), Japanese
Foreign Policy in Asia and the Pacific: Domestic Interests, American Pressure,
and Regional Integration, Houndsmills, Basingstoke, Hampshire and New York,
Palgrave.

Sato, Yoichiro, “(2001), Modeling Japan’s Foreign Policy with the United States”,
Akitoshi Miyashita and Yoichiro Sato (derl.), Japanese Foreign Policy in Asia and
the Pacific: Domestic Interests, American Pressure, and Regional Integration,
Houndsmills, Basingstoke, Hampshire and New York, Palgrave.

Satoshi İkeda, (2000), “Dünya Üretimi”, Terence K. Hopkins, İmmanuel Wallerstein


(derl.), Geçiş Çağı: Dünya Sisteminin Yörüngesi (1945-2025), (Çev. Nuri Ersoy,
Ender Abadoğlu, Orhan Akalın, Yücel Kaya), İstanbul, Avesta Yayınları.

Schwarz, Hans Peter, (2002), “Kurucu Başbakan Konrad Adenauer”, Türkiye


Cumhuriyeti ve Almanya Federal Cumhuriyeti: Fikri Temeller ve Siyasi
Yönelim, Ankara, Konrad Adenauer Vakfı.

Schwarz, Hans Peter, (2002), “Adenauer’in Almanya’nın Batıya Entegrasyonu ve


Avrupa’daki Uzlaşmaya Katkısı”, Türkiye Cumhuriyeti ve Almanya Federal
Cumhuriyeti: Fikri Temeller ve Siyasi Yönelim, Ankara, Konrad Adenauer Vakfı.

Seyidoğlu, Halil, (1993), Uluslararası İktisat: Teori, Pratik ve Uygulama, 9.


Baskı, İstanbul, Güzem Yayınları.

Shambough, David, (2004), “China Engages Asia: Reshaping the Regional Order”,
International Security, Vol:29, No:3.

Sheenan, Michael, (1996), The Balance of Power: History and Theory, London
and New York, Routledge.

Shibuichi, Daiki, (2005), “The Yasukuni Shrine Dispute and the Politics of Identity
in Japan: Why All the Fuss?”, Asian Survey, Vol: XLV, No:2, March-April.

Sinclair, Timothy J., (1996), “Beyond International Relations Theory: Robert W.


Cox and Approaches to World Order”, Robert W. Cox with Timothy J. Sinclair,
Approaches to World Order, Cambridge, Melbourne, Cambridge University Press.

Singer, Peter, (2003), Düşüncenin Ustaları: Hegel (Çev. Bahar Öcal Düzgören),
İstanbul, Altın Kitaplar Yayınevi.

317
Smith, Eric Owen, (1994), The German Economy, London and New York,
Routledge.

Smith, Eric Owen (1998), “The German Model and European Integration”, Klaus
Larres (der.), Germany Since Unification: The Domestic and External
Consequences, Houndmills, Basingstoke, Hampshire and London, Macmillan Press.

Smith, Steve, (1989), “Paradigm Dominance in International Relations: The


Development of International Relations as a Social Science”, Hugh C. Dyer and
Leon Mangasarian (derl.), The Study of International Relations: The State of the
Art, London, Macmillan.

Smith, Steve, (1996), “Positivism and Beyond”, Steve Smith, Ken Booth, Marysia
Zalewski (derl.), International Theory: Positivism and Beyond, Cambridge,
Melbourne, Cambridge University Press.

Smith, Steve, (2000), “The Discipline of International Relations: Still an American


Social Science”, 5 Ekim 2000’de Avusturalya Politika Bilimi Derneği’nin yıllık
konferansına sunlan tebliğ, http://apsa2000.anu.edu.au/Smith.rtf, (Erişim Tarihi: 3
Şubat 2006).

Smith, Steve, (2002), “The United States and the Discipline of International
Relations: Hegemonic Country, Hegemonic Discipline”, International Studies
Review, Vol:4, No:2, Summer.

Smith, Woodruff D., (1986), The Ideological Origins of Nazi Imperalism, Oxford
and New York, Oxford University Press.

Snidal, Duncan, (1985) “The Limits of Hegemonic Stability Theory”, International


Organization, Vol. 39, No:4, Autumn.

Soyak, Alkan (2002), “Küreselleşme, Teknoloji Politikası, Türkiye”, Alkan Soyak


(der.), Küreselleşme: İktisadi Yönelimler ve Sosyopolitik Karşıtlıklar, İstanbul,
Om Yayınevi.

Sönmez, Sinan, (1998), Dünya Ekonomisinde Dönüşüm: Sömürgecilikten


Küreselleşmeye, Ankara, İmge Kitabevi.

Sönmezoğlu, Faruk, (1992), “Sunuş”, Sabahattin Şen (der.), Yeni Dünya Düzeni ve
Türkiye, 2. basım, İstanbul, Bağlam Yayınları.

Sönmezoğlu, Faruk, (1995), Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi, 2. Baskı,


İstanbul, Filiz Kitabevi.

Sperling, James, (1999), “The German Architecture for Europe: Military, Political
and Economic Dimensions”, John S. Brady, and Et al, (derl.), The Postwar
Transformation of Germany: Democracy, Prosperty and Nationhood, Ann
Arbor, University of Michigan Press.

318
Sperling, James, (2003), “The Foreign Policy of the Berlin Republic: The Very
Model of a Post-Modern Major Power? A Review Essay, German Politics, Vol: 12,
No:3, December.

Steger, Manfred B., (2003), Globalization: A Very Short Introduction, Oxford and
New York, Oxford University Press.

Steininger, Rolf, (1998), “German Question, 1945-1995”, Klaus Larres (der.),


Germany Since Unification: The Domestic and External Consequences,
Houndmills, Basingstoke, Hampshire and London, Macmillan Press, 1998.

Strange, Susan, (1998), Mad Money, Manchester, Manchester University Press.

Strange, Susan, (1996), The Retreat of the State, Cambridge, Cambridge University
Press.

Strange, Susan, (1988), States and Markets, London, Pinter Publishers.

Strange, Susan, (1987), “The Persistent Myth of Lost Hegemony”, International


Organization, Vol:41, No:4 Autumn.

Strange, Susan, (1985), “Protectionism and World Politics”, International


Organization, Vol:39, No:2, Spring.

Strange, Susan (1982), “Cave! Hic Dragones: A Critique of Regime Analysis”,


Stephen D. Krasner (der.), International Regimes, Ithaca and London, Ithaca
University Press.

Strokes, Doug, (2005), “The Heart of Empire? Theorising US Empire in an Era of


Transnational Capitalism”, Third World Quarterly, Vol:26, No:2.

Sukehiro, Hirakawa (1998), “Japan’s Turn to the West” (Japonca’dan İngilizce’ye


Çev. Bob Tadashi Wakabayashi), Bob Tadashi Wakabayashi (der.), Modern
Japanese Thought, Cambridge, Cambridge University Press.

Suk-man, Hwang and Hyun-Chin, Lim, (2003), “Restructuring Revisited: Flexible


Korea and Rigid Japan”, Development and Society, Vol:32, No:2 December.

Sunar, İlkay, (1999), Düşün ve Toplum, 3. Baskı, Ankara, Doruk Yayınları.

Suny, Ronald Grigor, (1999), “Provisional Stabilities: The Politics of Identities in


Post-Soviet Eurasia”, International Security, Vol:24, Issue: 3.

Suzuki, Shogo, (2005), “Japan’s Socialization into Janus-Faced European


International Society”, European Journal of International Relations, Vol:11 (1).

319
Swatuk, Larry A., and Shaw Timothy M., (derl.) (1994), The South at the End of
the Twentieth Century: Rethinking the Political Economy of Foreign Policy in
Africa, Asia, the Caribbean and Latin America, New York, St. Martin’s Press.

Swingewood, Alan, (1988), Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, (Çev. Osman


Akınhay), Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları.

Tanaka, Akihiko, (1994), “Japan’s Security Policy in the 1990s”, Yoichi Funabashi
(der.), Japan’s International Agenda, New York and London, New York
University Press.

Tanrısever, Oktay F., (1996), “Yöntem Sorunu: Gelenekselcilik-Davranışsalcılık


Tartışması”, Atila Eralp (der.), Devlet, Sistem ve Kimlik: Uluslararası İlişkilerde
Temel Yaklaşımlar, İstanbul, İletişim Yayınları.

Tewes, Henning, (1997), “The Emergence of a Civilian Power: Germany and Central
Europe”, German Politics, Vol:6, No:2, August.

Tewes, Henning, (2001), “How civilian? How much Power? Germany and the
Eastern Enlargement of NATO?”, Sebastian Harnisch and Hanns W. Maull (derl.),
Germany as a Civilian Power: The Foreign Policy of the Berlin Republic,
Manchester and New York, Manchester University Press.

Tunçoku, A. Mete, (2002), Japonya-Çin Halk Cumhuriyeti İlişkileri 2. Baskı,


Ankara, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları.

Ülger, İrfan Kaya, (2002), “Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasının Arkaplanı,


Oluşumu ve Temel Anlaşmazlık Konuları”, Refet Yinanç ve Hakan Taşdemir (derl.),
Uluslararası Güvenlik Sorunları ve Türkiye içinde, Ankara, Seçkin Yayınları.

Ülman, Burak, (2003), “Uluslararası İlişkiler Kuramı ve Realizm”, Ayhan Kaya ve


Günay Göksu Özdoğan (derl.), Uluslararası İlişkilerde Sınır Tanımayan
Sorunlar: Göç, Yurttaşlık, İnsan Hakları, Toplumsal Cinsiyet, Küresel Adalet
ve Güvenlik, İstanbul, Bağlam Yayınları.

Üşür, Serpil Sancar, (1997), İdeolojinin Serüveni: Yanlış Bilinç ve


Hegemonyadan Söyleme, Ankara, İmge Kitabevi.

Van der Pijl, Kees, (1984), The Making of an Atlantic Ruling Class, London,
Verso.

Van der Pijl, Kees, (1989), “Restructuring the Atlantic Ruling Class in the 1970s and
1980s”, Stephen Gill (der.), Atlantic Relations: Beyond the Reagan Era, New
York, St. Martin’s Press.

Van der Pijl, Kees (1995) “The Second Glorious Revolution: Globalizing Elites and
Historical Change”, Björn Hettne (der.), International Political Economy:
Understanding Global Disorder, London and New Jersey, Zed Books.

320
Vayrynen, Raimo, (2003), “Regionalism: Old and New”, International Studies
Review, Vol: 5, No:1, March.

Wade, Robert, (2001), “Showdown at the World Bank”, New Left Review, Vol:7,
January-February.

Wakabayashi, Bob Tadashi, (1998), “Introduction”, Bob Tadashi Wakabayashi


(der.), Modern Japanese Thought, Cambridge, Cambridge University Press.

Walferen, Karel von (2003), “Sorting out the Conceptual Muddle: The Role of the
Japanese Economy in the Asian Financial Crisis, Cambridge Review of
International Affairs, Vol:16, No:1.

Walicki, Andrzej, (1979), A History of Russian Thought: From the Enlightment


to Marxism, (Polonyaca’dan İngilizce’ye Çev. Hilda Andrews-Rusiecka), Stanford,
California, Standford University Press.

Wallerstein, Immanuel, (1974), The Modern World System I: Capitalist


Agriculture and the Origins of the European World-Economy in the Sixteenth
Century, New York, London, Sydney, Tokyo, Toronto Academic Press.

Wallerstein, Immanuel, (1991), “The Rise and Future Demise of the World Capitalist
System: Concepts for Comparative Analysis”, Richard Little ve Michael Smith,
(derl.) Perspectives on World Politics, London and New York, Routledge.

Wallerstein, Immanuel, (1992), Tarihsel Kapitalizm, (Çev. Necmiye Alpay),


İstanbul, Metis Yayınları, 1992, s.48.

Wallerstein, Immanuel, (1998), Liberalizmden Sonra, (Çev. Erol Öz), İstanbul,


Metis Yayınları.

Wallerstein, Immanuel, (2004), Amerikan Gücünün Gerileyişi: Kaotik Bir


Dünyada ABD (Çev. Tuncay Birkan), İstanbul, Metis Yayınları.

Wallerstein, Immanuel, (2005), Dünya Sistemleri Analizi: Bir Giriş, 2. Baskı,


(Çev. Ender Abadoğlu, Nuri Ersoy), İstanbul, Aram Yayıncılık.

Waltz, Kenneth N., (1959), Man, the State and War: A Theoritical Analysis, New
York, Columbia University Press.

Waltz, Kenneth N., (1979), Theory of International Politics, New York, Random
House.

Waltz, Kenneth N., (1996), “Reflections on the Theory of International Politics”,


Robert O. Keohane (der.), Neorealism and Its Critics içinde, New York, Columbia
University Press.

321
Waltz, Kenneth N., (1993), “The Emerging Structure of International Politics”,
International Security, Vol 18, No.2, Fall.

Wendt, Alexander, (1987), “The Agent Structure Problem in International Relations


Theory”, International Organization, Vol:41, No:3, Autumn.

Wendt, Alexander, (1992), “Anarchy is What States Make of it: The Social
Construction of Power Politics”, International Organization, Vol:46, No:2, Spring.

Wendt, Alexander, (1996), “Identity and Structural Change in International Politics”,


Yosef Lapid and F. Kratochwil (derl.), The Return of Culture and Identity in
International Relations Theory, Boulder and London, Lynne Rienner Publishers.

Wendt, Alexander, (1999), Social Theory of International Politics, Cambridge,


Cambridge University Press.

Weiss, Linda, (1997), “Globalization and the Myth of the Powerless State”, New
Left Review. No:225, September-October.

White, Brian, (2001), Understanding European Foreign Policy, New York,


Palgrave.

World Trade Organization, (2003), World Trade Report-2003, Geneva, WTO


Publications.

Yarar, Erhan (tarihsiz), “Türk-Alman İlişkilerinde Ortak Çıkar ve Çatışmaları ile


Olası Çözümler”, Erhan Yarar (der.), Çıkarlar, Çatışmalar, Çözümler: Tarihten
Geleceğe Türk-Alman İlişkileri, Ankara, Ajans-Türk.

Yalvaç, Faruk, (1996), “Uluslararası İlişkiler Kuramında Yapısalcı Yaklaşımlar”,


Atila Eralp (der.), Devlet, Sistem ve Kimlik: Uluslararası İlişkilerde Temel
Yaklaşımlar, İstanbul, İletişim Yayınları.

Yalvaç, Faruk, (2005), “Devlet”, Atila Eralp (der.), Devlet ve Ötesi: Uluslararası
İlişkilerde Temel Kavramlar, İstanbul, İletişim Yayınları.

Yeung, C. K., (2001), “Japan’s Role in the Making of the Asia-Pacific Economic
Cooperation (APEC)”, Akitoshi Miyashita and Yoichiro Sato (derl.), Japanese
Foreign Policy in Asia and the Pacific: Domestic Interests, American Pressure,
and Regional Integration, Houndsmills, Basingstoke, Hampshire, New York,
Palgrave.

Yoshimatsu, Hidetaka, (2005), “Japan’s Keidanren and Free Trade Agreements:


Societal Interests and Trade Policy”, Asian Survey, Vol:XLV, No:2, March-April.

Yoshino, Kosaku, (1992), Cultural Nationalism in Contemporary Japan: A


Sociological Enquiry, London and New York, Routledge.

322
Yurdusev, A. Nuri, (1996), “Uluslararası İlişkiler Öncesi”, Atila Eralp (der.), Devlet,
Sistem ve Kimlik: Uluslararası İlişkilerde Temel Yaklaşımlar, İstanbul, İletişim
Yayınları.

Zimmer, Matthias, (1997), “Return of the Mittelage: The Discourse of the Centre in
German Foreign Policy”, German Politics, Vol:6, No:1, April.

İnternet Kaynakları

ABD Almanya Büyükelçiliği Http://www.usembassy.de/.

Alman Dışişleri Bakanlığı, Http://www.auswaertiges-amt.de/.

Alman İstatistik Bürosu, Http://www.destatis.de/.

Alman Merkez Bankası, Http://www.bundesbank.de/.

APEC Sekreteryası, Http://www.apec.org/.

Asahi, Http://www.asahi.com/.

ASEAN, Http://www.aseansec.org/.

AB Komisyonu, Http://europa.eu.int/.

China Daily News, Http://www.chinadaily.com.cn/.

Dünya Ticaret Örgütü, Http://www.wto.org/.

G-8 Sekreteryası, Http://www.fco.gov.uk/.

Guardian, Http://www.guardian.co.uk/.

International Herald Tribune, Http://www.iht.com/.

Japonya Başbakanlık, Http://kantei.go.jp/.

Japon Dışişleri Bakanlığı, Http://www.mofa.go.jp/.

Japon Dış Ticaret Kurumu, Http://www.jetro.go.jp/.

Japan Times, htpp://www.japantimes.co.jp/.

Milliyet, Http://www.milliyet.com.tr/.

NATO, Http://www.nato.int/.

The Global Site, Http://www.theglobalsite.ac.uk/.

323
324

You might also like