You are on page 1of 17

FATİH’İN KANUNLARI

Dokuzuncu asrın sonlarında İslam uleması, içtihad kapısının kapanmış olduğunu ve tek
kanun olarak şeri'atı tanıdıklarını söylemişlerdi. Osmanlı Devleti ise şeri'atı aşmış olan bir
hukuk düzeni geliştirmişti; buna imkan veren ise örf idi. Örf, halkın hayrı için hükümdarın
kendi iradesi ile şeri'atın kapsamına girmeyen alanlarda kanun koyma yetkisiydi. Şeri'atın
yanında örfe Osmanlı Devletinden önce Türk İslam devletlerinde de başvuruluyordu.
Örf
Osmanlılar, doğrudan devletin icra yetkisini, siyasal otoritesini temsil edenleri, ehl-i örf
ifadesi altında toplamışlardı.
Ulemalardan bazıları örfi hukuku meşru saymazdı; onlara göre dört mezhep şeri'ata son
şeklini vermişti. Diğerleri ise Kur'an, sünnet, icma ve kıyasın yanında örfü beşinci kaynak
olarak kabul ederlerdi.
Örfi kanun, Kur'an'a aykırı olamazdı.
Örfün 4 unsuru vardı:
1. Şeri'atın dışında kalan bir durum
2. Buna dair adete veya kıyasa konu olacak genel bir durumun varlığı
3. Hükümdarın iradesi
4. Kamu düzeninin bunu gerektirmesi
Türkler ve Örfi Hukuk
İslam hukuku tarihinde örfün önem kazanması Müslüman-Türk devletlerinin kuruluşu ile
aynı zaman denk düşer.
Orhun kitabelerinde dahi; han'ın hakimiyeti öncelikle töre koymak şeklinde belirtilmiştir.
Orta Asya'da da töre anlayışı hakimdi.
Örfler, yasa veya yasakname adı altında toplanmıştır.
Osmanlılarda devlete konu olan unsurlarda adli makam kadıaskerlikti. Askerlerin suçları ya
da miras bölüştürme kadıasker tarafından görülürdü.
Fatih'e göre Örfi Hukuk
Fatih Kanunnamesinin önemli bir bölümü, 1451'den önce kanunların bir araya getirilmesiyle
oluşturuldu.
Osman Gazi zamanında da örfün önemsendiğine dair bilgiler bulunmaktadır. Orhan Bey'in
zamanında da öyle.
Merkezi idarede, örfi vergiler ve toprak tasarrufu hukukuna dayanan tahrir sisteminin en eski
kanıtları Bayezid devrindedir. Tamamen örfi kanunlara dayanan kul sisteminin yaygın
kullanımı da bu devirdedir.
2. Murad devrinde de örfi hukukun kesin bir şekilde yerleştiğine dair belgeler
bulunmaktadır.
Hukuki Gelişimde Fatih'in Yeri
Osmanlı hukukun gelişiminde Fatih devri bir dönüm noktasıdır. Bunun esas nedeni
İstanbul'un fethinden sonra Fatih'in çok geniş bir alanda otorite sahibi olması ve merkezi,
mutlak bir imparatorluğu tam anlamıyla kurmuş olmasıdır. Fatih, yasa ve kanun hükümdarı
olmuştur.
Fatih'in Kanunları
Fatih'in biri devlet teşkilatı diğeri idare, maliye ve ceza alanlarında çıkardığı iki kanunnamesi
vardı.
1. Teşkilat Kanunu
Nişancı Leys-zade, Fatih'ten önceki zamandaki kanunları bir araya getirmişti. Fatih de bunları
kontrol edil, eksikleri tamamlayıp ilan etmişti. Kanunun başındaki emirde de; bu
kanunnamem atam ve dedem kanunudur diyerek bu özelliğine ithafta bulunmuştur.
Bu kanunname doğrudan devlet teşkilatının örfi kanunlarını içermektedir.
Bu kanunname üç bölüme ayrılır;
Birinci bölümde veziriazam, şeyhülislam, sultanın hocası ve vezirler arasındaki hiyerarşi;
padişaha doğrudan arzda bulunmaya yetkili olanlar; terfi şekilleri; kadıların hiyerarşisi ve
devlet büyüklerinin oğullarına verilen hizmet ve tımarlardan bahsediliyordu.
İkinci bölümde divan, sarah hizmetler, sefer sırasındaki hizmetler ve hazine hakkındaki
maddeler bulunmaktaydı.
Üçüncü bölümde has, tımar; defterdar ve kadıların alacakları aidatlar ve vergiler ve bazı
unvanlardan bahsedilmekteydi.
Bu kanunnameyi toplama ve düzenleme görevi Nişancı Leys-zade'nin oğlu Mehmet'e
verilmişti. Şeri'ata göre müftü neyse örf içinde de nişancı o sayılırdı. Bu nedenledir ki
nişancıya "müfti-i kanun" unvanı verilmişti. Örfi kanunlara padişah tuğrasını nişancı çekerdi.
Örfi kanunlar padişah fermanı şeklindedirler ve kanunnamenin en başında padişahın hattı-ı
humayunu bulunur.
Osmanlı'da padişahın çıkardığı hükümler, kanunlar kendisinden sonra gelen padişahları
bağlamaz. Yürürlükte kalmaları için yeni padişahın bunları onaylaması gerekir. Fakat, Fatih
kendi kanunlarının kendisinden sonra gelecek olan padişahları da bağlamasını istemekteydi.
2. Reaya Kanunu
Bu kanunname vergi mükellefi tebaanın vereceği örfi vergileri içerir. Reaya, askeri sınıfın
dışında vergi veren bütün tebaadır.
Bu kanunname de teşkilat kanunnamesi gibi, kendinden öncekileri içerir. Fatihten önce bu
tarz bir kanunnamenin varlığına dair bir belge bulunamamıştır. Fatihin bu kanunnamede
yaptığı değişikler ilkine göre daha azdır. Burada bahsedilen vergileri önceki dönemlerde de
bulunur.
Bu kanunname dört bölümden oluşut. İlk üçü ceza, sonuncusu vergi kanunlarını içerir.
Müslüman çiftçi halkın tımar sahiplerine verecekleri vergiler ve hizmetlerden bahsedilir.
Halkın toprak miktarına, medeni haline ve grubuna göre vergile miktarındaki değişiklikler
sıralanmaktadır. Vergi sistemi çift resmine dayanır. Bu sistem şer'i vergilerin yanında örfi
vergilere dayanır.
Vergiler arazi ve şahıs vergisi niiteliğindeydi.
Bizans idaresindeki halk? s.94
Kanunun müslümanlara ait ilk kısmında çift resmi ve öşrün miktarları ve diğer vergiler yer
almaktadır. İkinci kısmında Rumeli'deki Türkmen göçmenlerin tabii olduğu askeri teşkilat ve
muafiyetler; üçüncü kısımda her yetişkin Hıristiyan erkeğin ödemek zorunda olduğu ve çift
resminin yerini alan ispence anlatılır.
Ceza Kanunu
Osmanlıların ceza kanunu hükümleri bütün imparatorlukta her sınıfa karşı uygulanan tek
genel kanundur. Vergi konusunda öncelikle her sancağın kendi kanunnamesi dikkate alınır
ancak ceza kanunu tektir. Bu islam hukukunun ceza anlayışından doğar; burada müslim ve
gayrimüslim aynıdır.
Ceza kanunnamesi, şer'i esasları uygular ama yanında şeri'atın belirleyemediği alanlarda
sultan örfe dayanarak hükümler koyabilir. Bu yüzden ceza kanunnamesi de ferman şeklinde
ilan edilir ve siyasetname olarak anılır. Cezaların uygulanmasında da tek otorite sultandır.
Kadı sadece hüküm vermekle yetkilidir.
Ferman Kanunlar
Fatih devrinde ve önceleri, örfi kanunlar belli konular üzerine çıkarılmış fermanlardı. Bunlara
ferman kanunlar denir. Bazı fermanlar yalnız bir konuyu işlerken bazı kanunlar oldukça
ayrıntılı kanunnamelerdi. Bunlara da codife kanunnameler denir.
Fatih, büyük oranda iktisadi konularında kanunlar koymuştur.
Beratlar; memurların görevlerine ilişkin
yasaknameler
kanunnameler; ferman hükümler
Tevki: belli kanunları kadı gibi resmi makamlara bildiren hükümler.
Ferman kanunlar genellikle sadece bir sınıfı ilgilendiren idari emirler niteliğindedir. Burada
yine Osmanlı Devleti'nde hukukun şahsiliğini görüyoruz.
Bazı zamanlar kanun maddelerini söylemek yerine olup gelmiş kanuna göre emirler verildiği
bildirilirdi.
Fatih Devrinde Devlet ve Hukuk Görüşü Hakkında
İnsanlar cemiyet halinde yaşayan varlıkladır. Karşılıklı yardımlaşma ve düzen gereklidir. Her
halkın bir padişaha ihtiyacı vardır. Bu nedenle Tanrı bir padişah yetiştirir ve ona güç verir.
İnsanlar arasındaki kargaşayı o kaldırır ve engeller. Buna siyaset denir. Siyaset hikmete
dayalı olursa şeri'attır. Akla dayanırsa örftür. Padişaha itaat farzdır. Padişahın asıl amacı iyi
bir siyaset yürüterek hazineyi halka paylaştırmak, düzeni ve İslamı korumaktır.

MECLİ-İ VALA
Osmanlı İmparatorluğu’nda adâlet ve yargı işleri, kadılar tarafından görülmekteydi. Yargı
örgütü içerisinde, kadının görev yaptığı kazada, kadılar her türlü adlî uyuşmazlığa bakar,
noterlik görevi yapar, örfî hukuka dair konularda merkezden gelen yönergelere göre karar
verirdi.
Osmanlı adâlet sisteminde temyîz görevi yüksek rütbeli kadılar olan, Rumeli ve Anadolu
Kadıaskerlerine aitti. Kadıaskerler, Divân-ı Hümâyûn’da ya da sadrazam divânında temyîz
davalarına bakarlardı.
Ayrıca haftanın belirli günlerinde sadrazam başkanlığında ve adâlet sisteminin en üst kişisi
olan şeyhülislâm gözetiminde "Huzur Murafaası" denilen mahkeme toplanır, yüksek temyîz
görevini yerine getirirlerdi. Huzur Murafaası’nda, Rumeli Kadıaskeri davayı dinler, varsa
yanlış hükümleri düzeltirdi.
Klasik Osmanlı yargı sisteminde Divân-ı Hümâyûn önemli ve merkezi bir işleve sahipti.
Divân-ı Hümâyûn, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan itibaren, hükümdar adına
yasama, yargı ve yürütme fonksiyonlarını, kuvvetler birliği esası içerisinde yürütmekteydi.
Bütün kanunlar, Divân-ı Hümâyûn’da görüşülüp karara bağlandıktan sonra, padişahın onayı
ile fermanlar ya da hatt-ı hümâyûnlar veya XIX. yüzyılda irâdeler yoluyla yapılmakta ve
yürürlüğe konulmaktaydı.
Divân-ı Hümâyûn, Topkapı Sarayı’nın Kubbealtı denilen bölümünde Sadrazam
başkanlığında, Kubbealtı Vezirleri, Rumeli ve Anadolu Kadıaskerleri, Defterdar ve
Nişancı’nın katılımlarıyla toplanmakta, siyasî, idarî, askerî, malî işler ile şer‘î ve örfî hukuk
ilgilendiren konular da görüşülerek karara bağlanmaktaydı.
İmparatorluğun kuruluşundan itibaren varlığı bilinen ve Fatih Dönemi’nde kurumlaşarak, en
gelişmiş klasik halini alan Divân-ı Hümâyûn, İmparatorluğun sonuna kadar sembolik de olsa
varlığını sürdürmüş fakat XIX. yüzyıl başlarından itibaren önemini kaybetmiş, yetki ve
fonksiyonlarını başka kurumlara devretmiştir. Divân-ı Hümâyûn’un önemini kaybetmesinden
sonra, işlevlerini devrettiği kurumlar sadrazamlık, yani XIX. yüzyılın güçlü Bâb-ı Âlî’si ile
özellikle III. Selim (1789-1807) ve II. Mahmud (1808-1839) dönemleri boyunca Meclis-i
Meşveret olmuştur.
Tanzimat Dönemi (1839-1876) kuşkusuz Osmanlı devlet yapısında temel değişim ve
dönüşümlerin yaşandığı, devlet kurumlarının merkezî, modern ve çağın ihtiyaçlarına uygun
olarak yeniden yapılandırıldığı bir süreç olmuştur.
Öte taraftan Tanzimat Dönemi karakteri itibarıyla düalist bir yapı arz eder. Bu eski
kurumlarla yenilerin aynı zaman ve mekânda birlikte var olmuştur.
Tanzimat Fermanı ile haklar ve yükümlülükler yönünden Osmanlı tebaasının devlet ile
ilişkileri belirlenip, padişahın yetkileri kendi rızasıyla sınırlanırken (oto-limitation), bu yeni
prensiplere uygun yeni kurumlar da oluşturulmaya başlanmıştır. İşte bu kurumların başında
Divân-ı Hümâyûn’dan boşalan yeri doldurmak üzere 24 Mart 1838 tarihinde II. Mahmud
tarafından Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâmı Adliye kurulmuştur. Mutlakıyetçi bir sistemde, kuvvetler
birliği esası içerisinde, hükümdarın yasama, yürütme ve yargı erklerini, onun adına
kullanmaktaydı. Özellikle kuruluşundan bir yıl sonra ilan Tanzimat Fermanı’nın temel
prensiplerini hayata geçirecek bir reform meclisi, bir yüksek yargı organı olarak işlev
görmüştür.
Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra Meclis-i Vâlâ ile birlikte çalışacak Meclis-i Âli-i
Umûmî de kurulmuştu. Meclis-i Umûmî, bir senato ya da Meclis-i Ayân gibi çalışacak,
Meclis-i Vâlâ’da alınan kararlar ve yapılan yargılamalar, burada kabul veya red, ya da
değiştirildikten sonra kesinleşmek üzere padişahın onayına sunulacaktı. Böylece Osmanlı
Devleti’nde kararlar kademeli bir şekilde danışma meclisleri süzgecinden geçerek yürürlüğe
giriyordu.
BÖLÜNMELER
Tanzimat Dönemi boyunca Meclis-i Vâlâ monolitik ve standart bir yapı izlememiş çeşitli
nedenlerle bölünüp birleştirilmiştir. Meclis-i Vâlâ’nın 1838-1854 yılları arasındaki, birinci
tek yapılı dönemindeki, başarılı çalışmaları işlerin aşırı derecede artmasına yol açmıştır.
Devlet hayatını ilgilendiren hemen her konuyu görüşüp karara bağlaması, yargı ve yasama
işlerinin yavaş yürümesine neden oluyordu. Öte yandan Tanzimat Fermanı’nın ve
hazırlanması tasarlanan Islahat Fermanı’nın (1856) uygulanması önemli bir ihtiyaç olarak
ortaya çıkmıştı. Ayrıca Meclis-i Vâlâ’nın kurucusu ve koruyucusu Mustafa Reşid Paşa’nın
rakipleriyle çekişmeleri, daha geniş yetkilerle donatılmış, gerektiğinde yüksek rütbeli devlet
adamlarını da yargılayacak (sadrazam, nâzırlar) bir meclisi teşkilini elzem hale getirmişti. Bu
nedenlerle Meclis-i Vâlâ, ikiye ayrılarak, 26 Eylül 1854 tarihinde Meclis-i Âlî-i Tanzimat ve
Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye adıyla iki organ teşkil edildi.
MECLİSİ ALİ TANZİMAT
Meclis-i Âlî-i Tanzimat, yasama ile görevlendirildi. Tanzimat reformlarının gerektirdiği
bütün kanun, nizamnâme, dâhilî nizamnâmeler bundan sonra Meclis-i Tanzimat’ta hazırlanıp
kararlaştırılacaktı. Yeni meclis Bakanlar Kurulu ile eşit güce sahipti.
Meclis-i Vâlâ sadece Sadâret tarafından kendisine sunulan konuları kararlaştırırken Meclis-i
Tanzimat bu konuda bağımsız kılınacak ve kendi uygun gördüğü meseleleri ele alabilecekti.
Meclis-i Tanzimat, üst rütbeli memurları yargılayabiliyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk
kez yasama gücü diğerlerinden üstünsayılarak denetleme yetkisini hâiz kılınmıştı.
Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye ise 1854-1861 arasında bir yüksek yargı organı (appeal
court) olarak varlığını sürdürdü. Bu dönemde Meclis-i Vâlâ, aynı zamanda kanun yapma
işlevini de haizdi. Ancak ağırlıklı olarak yargı fonksiyonu ön plana çıkmış ve bünyesinde
bulunan Deâvî Dairesi yoluyla ceza ve idarî davalara bakmıştır.
9 Eylül 1861’de iki meclisin YENİDEN BİRLEŞTİRME karar verildi
Bunlardan birincisi yasama işlerini yürütecek Kanûn ve Nizâmât Dairesi, ikincisi ülke
yönetiminde sadrazam ve kabineye karar alma sürecinde yardımcı bir kurul olarak
düşünülmüş Umûr-ı İdâre-i Mülkiye Dairesi, üçüncüsü ise bir yüksek temyîz mahkemesi
(appeal court) şeklinde çalışacak olan Muhakemât Dairesi idi.
Böylece Tanzimat Fermanı ile ilan edilen Osmanlı tebaasının can, mal ve ırz masûniyeti yeni
Ceza Kanunnâmesi ile yürürlüğe giriyor, 1839’dan sonra dönem boyunca kurulan ‚Bidâyet‛
ve ‚İstinaf‛ mahkemeleriyle, vilâyet ve sancaklar düzeyinde kurulan Muhasıllık
Meclisleri’nde (vilâyetlerde Büyük Meclis, sancaklarda Küçük Meclis) yapılan yargılamalar,
istanbul’da kurulan Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye’ye, onun yargılama yetkileri
çerçevesinde, temyîze gönderiliyordu.
Tanzimat Dönemi’nin hukuk anlayışı Osmanlı vatandaşlarına kanun önünde, ister vüzerâ
ister çoban, herkese eşit bir yargılama hakkı getirdiği gibi Müslüman olsun olmasın bütün
tebaaya da eşitlik sağlayarak süregelen eşitsizliğe bir son vermekteydi.16 Öte yandan ‚şer‘an
veya kanûnen âleni‛lik ilkesiyle de adil yargılamanın temel unsuru olan duruşmaların
açıklığına vurgu yapılmaktaydı. Ceza sorumluluğunun şahsiliği de tanzimat ile gelmiş.
ŞURAYI DEVLET
Osmanlı Devleti’nde modern yüksek yargı sisteminin doğuş ve gelişiminde Meclis-i Vâlâ’nın
10 Mayıs 1868’de Şûra-yı Devlet ve Divân-ı Ahkâm-ı Adliye iki kısma ayrılmasının çok
önemli rolü olmuştur.
Şûra-yı Devlet’in kuruluşunun ülke yönetiminde yapılan reformlarla yakın ilişkisi
bulunmaktaydı. 1864’te hazırlanıp yürürlüğe konulan Tuna Vilâyeti Nizâmnâmesi’ne göre
vilâyet teşkilatı yeni baştan düzenlenmişti.19 Eski eyalet sistemi yerine nahiye, kaza ve
sancaklardan oluşan ‚vilâyetler‛ kurulmuştu.
Nizâmnâmeye göre, yılda bir kere vilâyet merkezlerinde diğer sancak ve kazalardan gelecek
temsilcilerden oluşan bir Meclis-i Umûmî toplanacak ve vilâyeti ilgilendiren işler bu mecliste
müzakere edilecekti.
Vilâyetlerde uygulanan bu sistemin başarısı merkezde de yeni bir düzenlemeyi gerekli
kılmıştı. Şûrâ-yı Devlet’in kuruluşunu gündeme getiren temel unsurlardan birisi bu olmuştur.
Şûrâ-yı Devlet’in teşkilini gerektiren ve ona model olan diğer bir önemli unsur da Fransa’da
Napoléon tarafından kurulan Conseil d’Etat’dır.
Şûrâ-yı Devlet, her biri bir reis-i sâninin başkanlığında;
1. Umûr-ı Mülkiye ve Harbiye Dairesi
2. Maliye ve Evkâf Dairesi
3. Adliye Dairesi
4. Umûr-ı Nâfiâ ve Ticaret ve Ziraât Dairesi
5. Maarif Dairesi olmak üzere beş daireye ayrılmıştı.
Devlet yönetimini ilgilendiren bütün konuları görüşmek, her çeşit yasa tasarıları ve tüzükleri
(dahilî nizâmnâme) incelemek ve hazırlamak, her türlü idarî konu hakkında karar vermek,
mülkî ve adlî makamlar arasındaki anlaşmazlıklarda mercii tayin etmek, yürürlükteki yasa ve
tüzükler hakkında devlet dairelerinden gelen yazıları oy bildirerek cevaplandırmak, devlet
memurlarını yargılamak, idarî yargı davalarına bakmak, padişah ve nâzırlar tarafından
kendisine sorulacak her türlü mesele hakkında görüş bildirmek, vilâyet meclislerinden gelen
ıslahata ilişkin konuları incelemek. Şûrâ-yı Devlet’e gelen konular öncelikle ilgili oldukları
dairelerde ele alınacak, sonra Şûrâ’nın bütün üyelerinin toplanmasıyla oluşan genel kurulda
yani Heyet-i Umûmîyesi’nde görüşülüp son şekli verildikten sonra Sadâret’e gönderilecekti.
Kararlar Padişah onayından sonra kesinleşerek resmî gazete Takvim-i Vekâyi’de
yayınlanarak yürürlüğe girmekteydi.
MECLİSİ AHKAMI ADLİYE VE ŞURAYI DEVLET BAĞLANTISI
Divân-ı Ahkâm-ı Adliye en yüksek mahkeme olarak kurulmuştu. Şer‘i mahkemeler ile gayr-i
Müslimlerin mahkemeleri dışında kalan, bidâyet ve istinaf mahkemelerinden gelen hukuk ve
cinayet davalarına bakacak ve bir yüksek temyiz mahkemesi olarak çalışacaktı. Divân-ı
Ahkâm-ı Adliye, Mahkeme-i Temyiz ve Mahkeme-i Nizâmiye olmak üzere iki kısma
ayrılmıştı. Özellikle Şûrâ-yı Devlet’in kurulmasıyla Osmanlı İmparatorluğu’nda idarî
yargının daha da belirginleştiği, devlet memurlarının ya da vatandaşların, devletin idarî
tasarruflarından doğan anlaşmazlıkları ve davaları da Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye’de
olduğundan daha belirgin bir niteliğe kavuşmuştur.
Öte yandan 1838’de kuruluşundan itibaren geçirdiği değişiklikler ile parlamenter sisteme
geçişte önemli bir aşama daha gerçekleştirdi.
Şûra-yı Devlet ve Divân-ı Ahkâm-ı Adliye işlevlerini 23 Aralık 1876’da I. Meşrutiyet’in ilanı
ile yürürlüğe giren Kanûn-i Esâsî gereğince ilk Osmanlı Parlamentosunun açılışına kadar
sürdürdü. Bu tarihte yasama yetkilerini Meclis-i Meb‘ûsân’a devretti. Yüksek yargı alanına
giren fonksiyonlarını ise Cumhuriyet Dönemi’ne kadar sürdürmüş ve bu bakımdan ‚Danıştay‛
ve ‚Yargıtay‛ın tarihsel temellerini teşkil etmiştir.
MECLİSİ VALA, MECLİSİ ALİ UMUMİ
Meclis Vâlâ, Tanzimat Dönemi idarî reformlarıyla kurulan Vilâyet Meclisleri’nin
yargılamalarında da Temyiz Mahkemesi görevi yapmaktaydı. Vilâyet ve Sancak
Meclisleri’nde görülen katl, yaralama, hırsızlık ve pranga cezalarında Meclis Vâlâ kararları
inceleyerek karara varıyor, daha sonra karar Meclis-i Âlî-i Umûmî’de görüşülüp Padişaha arz
ediliyor eğer onaylanırsa İradesi alınarak kesinleşiyordu.
Meclis-i Vâlâ’nın yüksek temyiz görevi yalnızca yeni Ceza Kanunu hükümleri ile sınırlı
değildi. Aynı zamanda kadı mahkemelerinde görülen Şer‘î davalarda da eğer karar kendisine
gelmiş ise karar vermekteydi.
MECLİSİ VALA'NIN ÇOK ZAMANINI ALIYORMUŞ
Meclis-i Vâlâ’nın yargılamaya ilişkin mesaisi diğer görevlerinin yanı sıra çok vaktini
almakta, davaların aksamasına ve kararların gecikmesine sebep olmaktaydı. Bu sorunları
çözmek üzere 1850’den sonra Pazartesi ve Perşembe öğleden sonraları, ‚umûr-ı muhâkemât
ve murafaat ve istintak‛ için ayrıldı. Önemli ve uzun sürmesi muhtemel davalarda Meclis-i
Vâlâ bünyesinde komisyonlar oluşturularak muhakemenin yürütülmesine karar verildi.
Komisyonun aldığı karar Meclis-i Vâlâ’da görüşülerek nihaî şeklini alacaktı.
ÖZET VE YARGI ÖZERKLİĞİ
Sonuç olarak Tanzimat Dönemi’nde Yüksek Yargı hakkında Meclis-i Vâlâ’nın merkezî ve
başat bir rol oynadığını söyleyebiliriz. Yargı yetkisi Meclis-i Vâlâ tarafından kullanılmakta
ve Meclis-i Âlî-i Umûmî tarafından bu yetki paylaşılmaktaydı. Ancak mutlakıyetçi bir
monarşi olan Osmanlı İmparatorluğu’nda kararların kesinleşerek yürürlüğe girmesi Padişahın
onayına bağlıydı. Bununla birlikte dönemin bütünü göz önüne alındığında bu kararların
neredeyse tamamına yakınının değiştirilmeksizin onaylanması, Meclis-i Vâlâ ile birlikte
Osmanlı İmparatorluğu’nda yargı özerkliğine ya da bağımsızlığına doğru bir yönelişin
başladığını göstermektedir.

OSMANLI PADİŞAHI
Padişah ve Hakimiyetin Menşei, Hilafet:
Fatih kendi şahsında Osmanlı padişah tipini yaratan ilk padişahtır
Yazıcızade Osman Gazi'nin törelere uygun bir şekilde Türk kabileleri tarafından seçilmiş
olduğunu iddia ede. Bu iddia siyasi amaçlardan doğmuştu.
Osmanlı hükümdarları 14. yy. den beri Han unvanını isimlerine eklemişlerdir.
Hakimiyet tanrıya bağlanmıştı. Osman bir rüya görmüştür ve Şeyh Edebali'nin yorumuna
göre Osman'a tanrı dünyanın hakimiyetini vermiştir. Böylece dini meşruiyet zemini de
oluşturulmuştur.
Hakimiyet, vilaye yoluyla sultanlar ve onlar üzerinden de beylere yönelen islami müessese
olarak görülüyordu. Zamanla Osmanlılarda devlet anlayışı gittikçe daha islami bir karakter
kazanmıştır. Mekke ve Medine'nin de elde edilmesiyle eski hilafet anlayışı osmanlı
padişahlarında canlanmıştır.
Mısır Memluk sultanlarına Mekke ve Medine'yi ellerinde bulundurdukları için güçlü sultanlar
olarak bakılıyordu. Fatih'e kadar Osmanlılar da mısır sultanlarına böyle bakıyorlardı.
13 ve 14. asırlarda bütün islam alemi için tek halife görüşü artık kabul görmüyordu. Onun
yeribe her müslüman sultanı, halife-ullah olarak şeriatın kollayıcısı olarak görülüyordu. 1.
Murat ve Fatih de halife unvanını kullanan padişahlardandır. Selim de kullanmıştır ancak
farklı olan şey eski hilafet alametleri sayılan peygamberin hırkası, bayrağı ve diğer
emanetleri almasıydı. Mısır sultanları Selim'e iki haram ve iki mukaddes bölgenin sultanı
anlamına gelen Hadim'ül-haremeyn-iş-şerifeyn unvanını vermişlerdi. Bu unvanla Selim,
islam aleminin en yüksek sultanı olmak iddiasındaydu.
Abbasilerde olduğu gibi, islam aleminin dini reisi yani imamı olmak için peygamberin
kabilesinden olmak gerekliydi.
Selimden sonra tahta gelen Kanuni Sultan Süleyman da kendisini Mekke ve Medine'nin
hadimi ve en yüksek hilafet makamına sahip olduğunu gönderdiği mektuplarda belirtmiştir.
Mekke şerifi de Kanuni Sultan Süleyman'ı diğer islam hükümdarlarından manevi değer
açısından üstün saydığını kabul etti. Kanuni Sultan Süleyman'dan itibaren de Osmanlı
padişahları için Dünya ve bütün müslümanların halifesi unvanları kullanılmıştır.
Osmanlılar, 1774 yılında Kırım Hanlığının bağımsızlığını tanımak zorunda kaldılar. Bu
bağımsızlığa rağmen Padişah, hanlıkla dini bağın kalmasını şart koştular.
Bütün müslümanların halifesi sıfatını 2. Abdüllhamid siyasi amaçlarla kullanmak istemiştir.
Halife o zamanlarda tüm müslümanların dini lideri olarak görülürdü ve siyasi otoriteden
ayırıldı. Bununla birlikte 1. Selim dönemindeki halife sıfatı, hem abbasi hem de
abdülhamid'inkinden farklı bir anlam ifade ediyordu. Yine de Selim'den sonra padişahın
hükümdarlık ve devlet yönetimi şeriata daha uygun hale getirilmeye çalışılmıştır.
Devletin gücü ve hükümdarın otoritesi arttıkça Osmanlı padişahlığı insan üstü bir nitelik
kazanmaya başlamıştır.
Fatih, hükümet toplantılarına başkanlık etmekten vazgeçmi, tebaa ile ilgili işleri yalnızca
hükümet büyüklerinin kendisine arz edebileceğini kanunlaştırmış ve diğer bazı hakları da
onlara tanımıştır. Bunlara ek olarak kul sistemi ile, devleet hizmetlerinin doğrudan kendi
şahsı hizmetinde bulunanlara tanımıştır. Ama 2. Murad devrinde, padişahın tebaa ile cuma
namazı kıldığına dair belgeler vardır.
Hükümeti kazanmak için, saltanata biat etmek çok önemliydi. Kime biat edilirse tahta o
geçerdi. 1520 yılından sonra yeni tahta çıkacak padişahlar peygamberin hırkasının korunduğu
odada bi'at olunurdu. Biat, İslam anlayışına göre halife ile islam ümmeti arasında bir
sözleşme gibidir. Tanınmış ulemanın ve yüksek makamlı bir grup devlet adamının biat etmesi
tüm islam cemaatini bağlamak için yeterliydi. Biatten sonra tanınmış bir şeyh padişaha kılıç
giydirirdi.
1876 yılına kadar Osmanlılarda saltanatta veraseti kararlaştıran bir kanun yoktu çünkkü eski
türk hükümdarlarında hakimiyetin kaynağı Tanrıdır. Allah'ın iradesi önemlidir.
Hükümdarlığın bir kanunla belirlenmesini mümkün değildi.
Bununla birlikte bazı gelenekler hanedan içinden kimin saltanata sahip olma olasılığının daha
yüksek olduğunu belirlemekteydi. En yakın vilayette bulunan oğlan çocuğun şansı daha
yüksekti. Çünkü o daha önce gelip yeniçerilerin biatını alıp, hazineyi kullanabilirdi. Bu
sebeptendir ki, şehzadelerin hangi vilayetlere gönderileceği rekabetlere ve çatışmalara neden
olmuştur. 16. yy'den sonra bu gelenekten de vazgeçmişlmi ve şehzedeler sarayda yaşamaya
başlamıştır. O zaman da sarayın içinde yapılan entrikalar ve yeniçerilerle yapılan
anlaşmalarla himin padişah olacağı belirlenmeye başlanmıştır.
Beyazid'den itibaren kardeş katli iç harbi önlemek için gelenek haline geldi. Fatih de
kanunnamesinde kardeş katlinin uygun olduğunu ve ulemanın da bunu caiz gördüğünü b
elirtmiştir; sebep olarak da memleketin düzenini göstermiştir. Bölünmez, mutlak ve merkezi
bir oterite diğer düşüncelerden daha önemliydi
Padişah tahta çıkışını vali ve kadılar üzerinden şöyle ilan ederdi: Tanrının isteğiyle sultan
olarak ulemanın ve halkın reyleri(oyları) ile saltanat tahtına geçtim ve camilerde hutbelerde
ve sikke üzerinde ismim alındı, siz de bu belgeyi alır almaz halka culusu ilan edip adıma
okutturun.
2. Padişah ve Tebaası
Osmanlı devleti islam devletidir ve padişah ve tebaa ilişkileri de bu çerçevede belirlenir.
Müslümanlar birdir ve ırk, sınıf gibi farklılıklar şeriat karşısında fark yaratmazlar. Sultana
mutlka itaat gereklidir. Tebaa, oğlun babaya gösterdiği mutlak itaati göstermek zorundadır.
İslam padişahı da halkını esenliğe eriştirmekle görevlidir. Bunun için de mutlaka adalet
gereklidir. Devletin düzeni düşmanlardan devleti korumakla ve halkın üzerindeki zulmü
kaldırmakla olur. Ayrıca kimse de halka zulm etmemelidir, padişah bunu engellemelidir.
Asıl amaç hazineyi iyi bir siyasetle yönetmek ve askerler ile düzeni sağlamak ve İslamı
korumaktır.
Hükümdarlar ne çok sert ne çok yumuşak olmalıdır. Halk korkutulmamalı ama padişah da
acze düşmemelidir. Vergi toplarken de halk düşünülmelidir.
Tursun Bey'e göre düzen için sınıfların kendi içlerinde tutulması gereklidir. Tüm sınıfları
belirleyen ve üsünde iktidar sahibi olan da padişahtır. Nizamülmülk tarafından da sınıflar
anlatılmıştır; önce padişah vardır, tımar sahipleri halkın üzerindeki askeri sınıfı temsil ederler
ve padişaha bağlıdırlar. Üçüncü kademede ulema ve devlet memurları vardır. En son ise
reaya vardır. Orta Asya Türk devletlerinde de benzer bir ayrım vardır.
Kaşgarlı Mahmut Kutadgu Bilik adlı eseri tüm bu anılanları özetler niteliktedir; devletin
yönetimi için ordu gereklidir, ordunun kurulması için zengin olunmalı, hanın zenginliği de
halkın zenginliğine bağlıdır ve halkın zenginliği için de adil kanunlar gereklidir.
Osmanlı imparatorluğunda devlet görüşünde iki ayrı görüş vardır; biri sınıflar düzeni ve
adalet devlerin menfaati içindir. İkinci görüşte de asıl amaç şeriattır. Dönemine göre bu iki
görüşten biri baskın gelmiştir. Ama genelde devletin otoritesi ve şeriatın hakimiyeti esasları
uzlaştırılmaya çalışılmıştır.

AKLAM VE MUAMELAT
1. Tımar Arzları ve Üzerindeki İşlemler
İlk olarak Tımar tayini ve tevcih vesikası ele alınıyor.
Tayin, bir arz ile başlar. Arz yapıldıktan sonra bürokrasi işlemeye başlar. Tayin kararı
verilmeden önce o görevin ve ona bağlı dirliğin boş olup olmadığı ve namzedin
(istenen/istenilen) işi için uygunluğuna bakılmak amacıyla bürokrasi işlemeye başlar.
Arz ile yapılmasının bir sonucu ve nedeni de arzı yapan namzedin bu iş için ehil olup
olmadığını ölçmektir. Örneğin Selanik kalesinde açılan topçuluk için dizdar arz yapar ama
bundan önce kaledeki topçu başı kişiyi imtihan eder.
Eskilik yani kıdem tayin ve terfilerde temel prensiptir bunun yanında istihkak yani ehil olmak
liyakat için, teknik beceri isteyen işlerde baş unsurdur.
Tayinlerin özellikle askerler arasında, aşağı kademedekilerin arzı ile yapılması rüşvet ve
kayırmaya yol açmış.
Cemaatlerin başına getirilen görevlilerde seçim usulü esastır. Bu cemaatleri temsil edenler
devlet memuru değil ama cemaat üzerindeki otoriteleri Sultanın beratıyla belirlenmiş. Sultan
seçilen kişiye yetkiler tanır ve cemaate de bu kişiye uymasını emredermiş.
Tımar arzlarını kural olarak sancağın alay beyi(miralay) yapar ama kişi de doğrudan arz-i hal
sunabilir. Bu durumlarda veziri azam, alay beyine sorulmasını emrede ve alay beyi de
düşüncelerini yazar.
Arzlar çeşitli işlemler için verilir. Başlıcaları: lbtidadan tayin(başlangıçtan tayin, en önemlisi
bu) terakki ve zamn, mübadele, kasr-i yed, yani tımardan başkası için vazgeçme,
tecdid(iyileştirme), mukarrer yani kendisi üzerinde kalmasını üsteleme, tayin işleminin
noksan kalmış aşamalarını tamamlama.
Arzın Unsurları
En başta, tamcid yani Tanrı adının anılması ile başlar. Diğer Bölümleri
1. Hitab ve dua: Sultan karşısında tam itaati ifade eder. "Devletlü ve saadetlü padişahım
hazretleri sağ olsun"
2. Arz-hal: Merkezdeki defter kayıtlarında kolayca bulunması için; istenilen tımarın
hangi sancak, hangi bucakta kim üzerinde olduğu ve miktarı açıklanır. Namzedin de
görünüşü belirtilir. Gereksiz sözler yer akmaz sadece amca uygun gerekli bilgiler
yazılıp belgeler gösterilir.
3. İstida ve rica: İstek açıklandıktan sonra dilek ifadeleri
4. Ferman Sultanındır.: Çeşitli şekillerde ifade edilir. İfadelerin her biri rica edilen şeyin
niteliğinde ve çağın uslubuna uygun yapılır. Örneğin haksızlığın giderilmesi
isteniyorsa Sultanın adaletini hatırlatmak için "der-i adl" ifadesi kullanılıyordu.
5. İmza: İstek ne olursa olsun mutlak itaat ve kulluk belirtilen formülle bitirilir. İmzayı
atan resmi sıfatını belirtir. Bunu yapması tayin kararı için önemlidir.
Arzlarda genellikle arzı yapan görevli kağıdın arkasına arzı özetler ve mührünü basar. Mühür
merkezde benzerleri ile karşılaştırılır ve uygunsa "sahihtir" kaydıyla doğruluğu belirtilir.
Ayrıca arzı yazan kağıdın üst ve yan tarafında hem saygı göstergesi olarak hem de arz
üzerine yapılacak işlemlerin yazılması için geniş bir boşluk bırakır. Bu yazın usulüne
divandaki tüm işlerde uyulduğunu görülmüştür.
Arz Üzerine Yapılan İşlemler
1. "Mahalli Görüle" Arz yapıldığı zaman merkezdeki görevliler dilekçede yazılan
bilgilerin doğru olup olmadığını, defter ve kayıtlardan araştırır. Mahall, resmi
defterlerdir. Bu defterler tahrir sonucunda görevlilerin statüsünü saptayan kütüklerdir
ve işlemler için son ve kesin kararı gösterir. Kadılara bir davayı çözmede, şeriata,
kanuna ve deftere başvurması emredilir. Defter kaydı birçok halde kanundan da üstün
tutulur çünkü padişahın emri üzerine defter kaydı ve sonraki değişikliklerin der-
kenarlarla tespit edilmesiyle bu kayıt son ve kesin statüyü gösterir. Der-kenarlar,
defter kaydının yanlamasına defterdekinin kopyasıdır. Defterdeki bütün kayıt ve der-
kenarlar kopya edilir ki, karar verecek makam bütün ayrıntıları bilsin. Eğer bir
tımarda anlaşmazlık olursa, çözülünceye kadar "mahalline vaz'oluna" kaydı düşülür;
çözülünceye kadar kimseye verilmemesi için ek bir kayıttır.
Tayinlerde, karara götüren araştırmada defter kaydı, kanun gibi son ve kesin belgedir. Bu
nedenle defterler titizlikle saklanır ve onlara yapılacak yeni kayıtar ancak veziriazamın
emriyle bizzat nişancı tarafından yapılır. Özetle, bu defterler görülmeden idarede herhangi bir
işlem yapmaz.
2. Tevcih Der Kenar'ı: Yeni işlemin defterde işlendiğini, der-kenat yapıldığı belgelenir.
Defterde yapılan der-kenar durumu kesin olarak değiştirdiğinden bu işleme kaydın
bozulması denir
3."Buyruldu" Veziriazamın buyuruldusu, sol üste yazılır. Buyruduldu'da emredilen farklı
işlemler olabilir. Büyük bölümü de tımarlılar arasındaki çatışma ve çekişmeler üzerinedir.
Veziriazamın buyuruldusu üzerine tahvil için "emr-i şerif" verilir, buna gmre defterler kayıt
yapılır ve o tımar bağlanır yan başkasına geçmemek üzere namzedin adına yazılır.
Asıl tasarruf vesikası da, özellikle tımarlar "berat-ı humayun". Berat almak için sultanın emri
üzerine ilgiliye tezkire verilir. Tezkireye göre de Sultanın tuğrasını taşıyan berat-ı humayun
veya nişan-ı humayun verilir.

RUZNAMÇE DEFTERLERİNE GÖRE KADILIK


Kazasker rüznamçesi yani kazasker taratından yazılan yevmiye defterleri, kazasker tarafından
yapılan tayinleri gösterir.
16. yy.'den itibaren yüksek müderrislerle, günlük geliri 300 akçayı aşan yüksek kadıların
tayinin şeyhülislam yapardı. Günlük gelir 300 akçadan aşağı olan kadıların tayinini
ise Anadolu ve Rumeli kazaskerleri yapardı. 300 akça bir eşikti.
Defterlerdeki kayıtlar iki kısımlardan oluşur. İlkinde daha önce makamda olan kadının
kimliğ, görev süresi ve makamın neden boş kaldığı; ikinci bölümde de adayım kim olduğu ve
ilmiyyedeki kariyeri belirtilirdi.
2. İlmiyye
İlmiyye, islami ilimlerdeki bilgi seviyesine göre hiyerarşisi belirlenen ayrıcalıklı sınıftır.
Askeri-siyasi otorite ile beraber dini otoriteyi temsil ederler. Hükümdar imam ve padişah
unvanları ile bu iki otoriteyi kendisinde birleştirir.
Bürokrasi yani kalemiyye genel idari alanda hükümdarın otoritesini uygular.
İlmiyye'nin kendi zerre teşkilatı vardır ama son tahlilde hükümdara bağlıdır. Hükümdarın tek
vekili olan sadrazam hem seyfiyeyi hem ilmiyyeyi denetlerdi.
İlmiyye’de öğretim ben kaza birbirini tamamlayan alanlardı.
Kadılar sultanın Emirler’ini uygulama yetkisine sahiplerdi.
Fatih’in ikinci saltanatından başlayarak kadılıklar günlük 300 akçadan aşağı ve yukarı
kadılıklar olarak iki kategoriye ayrılmıştı. Günlük 300 akçadan yukarı olan kadılıklar diğer
gruplardan daha imtiyazlı asil bir sınıftı.
Her müslüman öğrenci ilim almak ve medrese piramidinde en yüksek konuma gelebilme
imkanına sahipti.
Kadılıkların ücretleri hane başına hesaplanırdı. Bu kadar hane olursa, bu kadar davaya bakar
diyerek akça hesabı yapılırdı.
Öğrenciler çalışmalarının her alamadık için müderrislerinden tezkire alırdı. Adaylar defterlere
yeteneklerine ve tarihe göre kaydolurdu.
İlmiyye iki gruba ayrılırdı; ehli menasıb(mansıb) yani üst düzey; diğeri ise ehli cihat(cihet).
İlk grup vazife alırdı diğeri ise cihet. Ehli cihet olanlar cami benzeri küçük yerlerde dini
hizmetler sunanlardı. Menasıb olmak isteyen kişiler medreselerden belirlenmemiş aşamaları
geçmeli ve mevalinin derslerine devam etmek zorundaydı.
İlmiyye ve cihet mensupları vergiden muaflardı.
3. Rotasyon sistemi ve mülazemet
Klasik dönemde kadılıkların sayısı 500-600 ile sınırlıydı. Bu nedenle her istenildiğinde atama
yapılmıyordu. Kadroya geçmek isteyen adayların baskısı rotasyon sistemini zorlamıştır.
İlmiyye sınıfının prestiji ve vergi muafiyeti nedeniyle köylerdeki gençler Anadolu’daki küçük
medreselere akın ediyorlardı hatta kendi medreselerini bile kuruyorlardı. Sınırlı kadrodan
dolayı atanamayan bu öğrenciler suhte isyanları çıkarmışlardı. Bu isyanlar sırasında hükümet
çoğu medreseyi kapattı ve bunları kenar medresesi ve müderrislerini de kenar müderrisi
olarak nitelendirerek buralardan gelen adayları kabul etmeyeceğini açıkladı.
Bu kadar çok talep olmasının bir nedeni de Osmanlı’da bir Türk’ün sınıf atlamasının tek
yolunun askeriye ve ilmiyye olması ve ilmiyye’nin daha kolay bir yol olarak görülmesidir.
Raiyyet oğlu raiyyettir.
Taşradaki medreselerden mezun olanlar, buldukları her türlü görevi kabul ederek daha sonra
mülazemet yani kadı adaylı talep etmek için taşralardan İstanbul, Edirne ve Bursa’ya
yığıldılar.
15. yy’nin ortalarından itibaren baskılar arttıkça ilmiyye sınıfının basamakları daha sıkı
kurallara bağlandı. Bu da ilmiyye sınıfının bürokratikleşmesine yol açtı.
İltimasla bu kademelere gelmeye başlıyorlar. Liyakat önemsenmemeye başlıyor. Mollalar ya
rüşvetle ya da tanıdıkları kişileri ayırıyorlardı. Öyle ki kadılar tayin edilmek için rüşvet
veriyorlar. Bu yüzden de büyük bir borçla gelip halktan zulümle borçlarını kapatmaya
çalışıyorlar.
Bu rüşvet ve kayırmacılık da dini ilim çalışanlarına artık itibar edilmemesine neden oluyor ki
bu da endişe verici bir durum oluyor.
4. Ruznamçe Defteri Verilieri
Kadılıkların görev süreleri sınırlıdır. Yeni adaylar üç yıl tamamlanmadan tayin edilemez ve
küçük kasabalarda da iki yıl görevde kalırlar.
Müddet ya da müddet-i örfiyye, kadılıktan görev süresini belirler. Bu sürenin belirlenmesine
örfi denirdi çünkü padişahın emriyle belirlenirdi.
Kural olarak kazaların sayısı değiştirilemezdi ama ekonomik şartlar nedeniyle bazı
değişiklikler yapılabiliyordu. Kazalar ilga edilip birleştirilebiliyorlardı. İlga edilmelerde
süresi dolmadan kadılıktan alınan kadı için de kayıplar oluyordu. Görev süresini tamamlamak
için boş olan bir gönderilirdi. Belgelere göre kazalar bölgenin refahına ve nüfusundaki
değişime göre ilga ediliyor ya da birleştiriliyordu. Kazanın bölünmesine ifraz,
birleştirilmesine ilhak denirdi.
Görev süreleri tayin bekleyenlerin çok olması nedeniyle kısa tutulmuştur. Görev sürelerini
kazasker ruznamçe defterine bakarak anlamak da mümkündür.
Siyasi etkisi olacak her düzenleme padişahın el yazısıyla yazılırdı.
Bir kadı görev süresini tamamladıktan sonra, istanbul’a gelmeden bir süre açıkta bekler ve
İstanbul’da bulunduğu kazaskere yardımcılık yapardı.
Kadı görev süresini tamamlamadan görevden alınırsa buna azl veya ref’ denir ve kadın
mazullar arasına alınırdı. Halkın şikayetlerine, belli bir kamu işi için adam toplayamama gibi
çeşitli nedenlerden görevden alınabilirdi. Görevdeki başarısına göre görev süresi de padişah
tarafından uzatılabiliyordu.
Hükümet de kadıların görev süresini kısa tutmak istemiştir. Uzun süre aynı yerde görev
yapan kişi nüfuz kazanarak ya kendileri ya da çocukları ayan oluyorlardı.
Tarik veya akdiye defterinde kadıların önceki görevleri, görev dışı kaldıkları süreleri
bulunurdu ve kazaskerler bu bilgilerle matlap yani talep defteri oluştururlar ben padişaha
sunarlardı. Daha sonra padişahın onayladığı belge hazırlarlardı. Bu belgelere buyruldu da
denirdi. Bunların bir kopyası rüznamçe defterlerine kaydedilirdi.
Her kazanın padişah tarafından kadıya verilen sınırları vardı.
Osmanlı devletinde iki kazaskerlik vardı. Biri Anadolu ve Arabistan kadıları sorumlu olan
Anadolu kazaskerlik. Diğeri de Rumeli kazaskerliği. Kural olarak bir kadı kariyeri boyunca
birine tabii olurdu. Padişahın kararı ile geçiş olabilirdi. Rumeli kadılığı daha üsttü.
Kadı yardımcılığı yani mülazemet dönemi eğitim smacıyla vardır. Her tayin için adayın
kabiliyetleri amir tarafından rapor edilirdi. Padişah bir yetenek ve ehliyete bakmadan birisini
aday listesine koyabilirdi ama daha sonra tayin kurallarını çiğneyemezdi. Çünkü padişah dahi
olsa kimse şeri’atı çiğneyemezdi.
Kadıların açgözlülüğü atasözlerine dahi geçmiştir.
Kadılık görevi ayrıca istikrarsızdır. Tayin süresi belli bile olsa görevden alınabilir. Subaşı ya
da haraç tahsildarları kadıyı şikayet edip görevden olmasına neden olabilirdi. Ayrıca padişah
da casus tayin ederdi, rüşvet teklif edilerek denenirlerdi.

SULTAN HAMİD’İN VALİLERİ


İçişleri Bakanlığının tek bir devlet adamının hükmü altında kaldığı en uzun dönem. 2.
Abdülhamid dönemidir.
Osmalı idaresinde Abdülhamid'in adamları etkindir.
Hamidiye ricalleri; ilk etkili atanma makamlarına 2. Abdülhamid'in elinden almış kişilerdir.
1980'lerden 1908 Jön-Türk ihtilaline kadar olan yıllar osmanlı tarihinde üst düzey devlet
adamlarının görev süreleri bakımından en istikrarlı yıldır. Askeriyede de aynı istikrar vardır.
Memduh Paşa'nın sadrazamlık yaptığı on üç yıllık dönemde sadece üç sadrazam görev
yapmıştır.
Taşra imparatorluğunu yöneten valiler de uzun süre görev yapmıştır.
Abdülhamid'in Vilayetleri
Tanzimattan sonra reform amaçlı vilayetlerin sınırları sürekli değiştirilmiştir.
Voyvoda: Slavca “asker” anlamındaki voy ile (voyska) “sürmek” anlamındaki vodadan
(vodity) meydana gelmekte olup “asker sürücü” demektir. Buradan hareketle kelime “bir
memleketin başkumandanı ve idarecisi” mânasını kazanmıştır.
Voyvodalık da voyvodanın yönetiminde olan yer.
Vilayetlerin hiyerarşisi de değişmiştir. Eskiden Rumeli vilayetleri ilk sıralardayken artık Arap
vilayetleri ilk sıralardadır.
Vilayet İdaresinde Yenilikler
2. Abdülhamid, Kardeşi 5. Murat tahtan indirilerek tahta oturtulmuştur. İlk osmanlı
anayasasını Kanun-ı Esasi'yi ilan etmiştir. Birkaç ay sonra Rus savaşı başlamıştır ve
Şubat 1978'den sonra bir daha toparlayamamıştır ve anayasa askıya alınmıştır.
Birinci Meşrutiyet meclisinin ilk işlerinden biri, İdare-i Umumiye-i Vilayet Nizamnamesinni
yerini alacak yeni vilayet kanunu çıkarmaktı. Çıkardılar.
Ermeni Meselesinin Etkisi
1890ların siyasi ortamı vilayet idaresini etkilemiştir. Bu dönemin en önemli sorunu Ermeni
isyanlarıdır.
Müfettişlikler kurulmuş sy 7
1895 yılında komisyon üç devletin tekliflerini değerlendirmiştir ve padişaha sunmuştur. İlk
paragraf valilerin dürüst zeki ve yüksek rütbeli olması gerektiğini söylemiş. Tayinlere zaman
sınır önerilmiş. Anadolu Vilayetleri Umum Müfettişi ŞAkir Paşa, valilerin elini güçlendirmek
gerektiğini yazmış. Kürt aşiretlerin saldırı ve yağmalarını durdurmanın ancak böyle mümkün
olacağını yazmış.
1895
Ermeni olaylarından sonra valiler arasında büyük rotasyon yaşanmıştır.
Bu yıl Jon Türk muhalefetinin de başlangıç tarihidir. İttihat ve Terakki Cemiyetinin bilinen
ilk eylemi 5 Ekim 1985'te Ermenilerin babıali önündeki gösterilerinden sonra bildiri
hazırlamaları ve bunu Yıldız çevresine asmalarıdır.
Babıali'nin gücü kesin olarak kırılmıştır. PAdişah sarayı fiilen hükümetin tek merkezi haline
getirmiştir.
Yıldız Merkeziyet Siyaseti
Saray müdahalesi arttığı için DAhiliye Nezareti'nin vilayet idarecileri üzerindeki otoritesi
artık yarımdır.Avrupa devletleri OSmanlı iç işlerine karıştıkça 2. Abdülhamid de valiler
üzerindeki kontrolünü arttırdı. Dış güçlerin müdahalesini erkenden haber almak isteyen
padişah valiler ile doğrudan iletişim kuracak kanallar oluşturarak Dahiliye Nezaretini aradan
çıkarmıştır.
Padişahın Mabeyn sekretaryası adeta paralel bir dahiliye nezareti gibi çalışmaya başladı.
2. Abdülhamid devrinden önce vilayet memurları sadece valinin kanundışı hareket
ettiğini ya da emirleri çiğnediğini kanıtlayacak bilgisi olduğunda doğrudan Babıali ile
haberleşebiliyorlardı. Bu durum 2. Abdülhamid'in yıldız merkeziyetçiliği ile fiilen
ortadan kakmıştır.
Vilayet Nizamnamesinin gücü vilayette merkezileştirme yoluyla idareyi adem-i
merkezileştirmiş olması 2. Abdülhamid'in işine yaramıştır.
Telgraf sayesinde bütün valiler artık sadareti ya da Dahiliye Nezaretini bilgilendirmeden
doğrudan sarayla iletişim kurabiliyordu.
Vilayet Raporları
Artık valiler devir denilen vilayet teftiş gezilerinden sonra taşradaki durumları, sorunları ve
faaliyet raporlarını İStanbul'a göndermeye başladılar. Bu raporlar valinin vilayetle ilgili
kalkınma programlarını da bildiriyordu.
Hükümet bazen belirli konuda rapor isterdi. Özellikle asayişle ilgili raporlar en çok tercih
edilenlerdi.
Osmanlı bürokrasisi asayiş olaylarının raporlanması için özel muhaberat dökümanları
geliştirmiştir.
Merkezi idarede Şura-yı Devlet'e bağlı olarak istatistik kaleminin açılmasında sonra valiler
yıllık raporlarında vilayette olan biten her şeyi anlatmak zorundaydılar.
Valilerin Görev Süresi
17. yüzyılın ortalarından itibaren valiler eyaletlere bir yıllık tayin edilmiştir. Uzatılabilirdi
am üç yıldan fazla değil.
Vüzera Kanunnamesi valilerin üç yıl görev yapmada azledilmemesini emretmiştir. Valilik
süresini de 5 yıl ile sınırlamıştır.
Abdülhamid döneminden önce çok hızlı yer değiştirmeler oluyordu.
19. yüzyılın eleştirilen bir diğer bürokratik uygulaması da hızlı terfilerdir. Bu kaht-rical
yani ehil yönetici eksikliğinin bir sonucudur. Bunun ilk sebebi 19. yüzyılda devletin
merkezileşme eğilimi kadar hızlı büyüyor olmasıdır. İkinci sebep de savaşlar,
ayaklanmalar ve çatışmalardır.
Genel Değerlendirme
Abdülhamid'in her kesimden ve eğitimden gelen devlet adamları vardır. DAhiliye Nezareti
taşra teşkilatının atamalarında tekel değildir. Taşradaki idarecilerin kariyeri tekdüze değildir.
Valilikte üstün başarı kişiyi sadrazamlığa dahi götürebilmektedir.
1895 yılı Osmanlı idare tarihi açısından kilometre taşıdır. Yıldız merkeziyet siyasetinin
hatları belli olmuştur.
Sultan 2. Abdülhamid'in en büyük korkusu iç konuların uluslararasılaşması ve vilayet
idaresinin avrupa devletlerinin müdahalesine açık hale gelmesidir. Bu yüzden aşırı
merkezileşmiştir saray.
Yıldız Sarayının gücünü kazandığı 1895 yılı ile İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin idarreyi ele
geçirdiği 1908 arasındaki dönemin kendine has problemleri vardı.
Yaygınlaşan jurnal/ihbar sistemi sadece padişah tarafından değil bürokratlar tarafından da
teşvik edilmiştir.
Sultanı kandırma, oyalama yolları açıktır.
Padişah güvenmediği adamları da merkezden uzaklaştırmak için vali olarak atamıştır.

You might also like