You are on page 1of 166

Ahmet Nacar & Ahmet Şerif İzgören

Sarı Siyah©
Ahmet Nacar & Ahmet Şerif İzgören

Editör / Didem Özyürek


Düzelti / Elif Özcan, Tuğba Yıldırım
Mizanpaj / Düş Mühendisleri, Yüksel Ünsal
Kapak Düzeni / Düş Mühendisleri
Yayın Ekibi / Ahmet Şahin, Demet Uyar, Gül Balcı, Sanem Su Anıl,
Seyra Erdaloğlu, Timuçin Karakuş
Ba​sı​me​vi / Korza Yayıncılık Basım Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti.
Yayıncı Sertifika No / 12437 • Matbaa Sertifika No / 13548
1. Basım Nisan 2005 • 6. Basım Nisan 2012
ISBN: 978-975-6093-01-6

tem​sil​ci​lik​le​ri​miz
Akdeniz Bölgesi / CDR Eğitim ve Danışmanlık • Gökçe Ateş • Tel: (242) 247 72 72 • gokceates@izgorenakademi.com
Bursa / MGK Eğitim Hizmetleri • Zafer Erbaşlar • Tel: (224) 243 99 15 • zafererbaslar@izgorenakademi.com
Kayseri / OAG Eğitim Danışmanlık • Gökçen Acuner • Tel: (555) 819 06 35 • gokcenacuner@izgorenakademi.com
Kocaeli /Özel Batı Karadeniz Eğitim Danışmanlık • Yasemin Kaya • Tel: (507) 783 48 32 • yaseminkaya@izgorenakademi.com
Her tür​lü ki​tap ta​le​bi​ni​zi tem​sil​ci​lik​le​ri​miz​den, www.el​ma​ya​yi​ne​vi.com ad​re​si​miz​den, te​le​fon ve​ya
faks ara​cı​lı​ğıy​la ya​yı​ne​vi​miz​den ya​pa​bi​lir​si​niz. Ki​tap​la​rı​mız​la il​gi​li gö​rüş​le​ri​ni​zi www.el​ma​ya​yi​ne​
vi.com
ad​re​sin​de​ki web si​te​miz​de be​lir​te​bi​lir​si​niz.

İZGÖREN YAYINLARI©
Kitabın tüm yayın hakları ELMA YAYINEVİ ©’ne aittir. Yazılı izin alınmadan kısmen veya
tamamen alıntı yapılamaz, kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz. Türkiye’de basılmıştır.
“ELMA”, AKADEMİ ARTI YAY. A.Ş.’nin bir markasıdır. Copyright © 2005, ELMA Publishing House
Kır​lan​gıç​la​rı hep çok sev​dim.
Ay​va​lık’ta bir açık ha​va ote​lin​de​yim, re​sep​si​yon da açık​ta. Re​sep​si​yo​nun kö​şe​sin​de bir kır​lan​gıç yu​va​sı var; üç yav​ru, ka​fa​lar dı​şa​rı​-
da, ga​ga​lar açık. An​ne ve ba​ba gi​dip ge​lip yi​ye​cek ge​ti​ri​yor​lar ve ay​rı za​man​lar​da gel​dik​le​ri için bir​bir​le​ri​ni gör​mü​yor​lar. An​ne bi​rin​ci yav​-
ru​ya yem ve​ri​yor, bi​raz​dan ba​ba ge​lip ikin​ci​ye, an​ne tek​rar gel​di​ğin​de üçün​cü​ye, ba​ba ge​lip bi​rin​ci​ye. İna​nı​lır gi​bi de​ğil, sı​ra​yı hiç şa​şır​-
ma​dı​lar:
ADA​LET.
Ak​şa​ma doğ​ru su​dan çık​tım, bak​tım yu​va​ya si​yah bir ke​di yak​laş​mış. O ufa​cık ana ba​ba can​hı​raş bir şe​kil​de da​lıp, çı​kıp ke​di​yi uza​ğa
ka​dar ko​va​la​dı​lar:
CE​SA​RET.
Otel sa​hi​bi şun​la​rı an​lat​tı: Ba​har baş​la​rın​da göç​ten dön​dük​le​rin​de yu​va​nın bu​lun​du​ğu bö​lü​mün ka​pa​lı ol​du​ğu​nu gö​rün​ce, re​sep​si​yon
gö​rev​li​si​nin kal​dı​ğı oda​ya gi​rip çı​kıp onu uyan​dır​mış​lar; son​ra da re​sep​si​yo​na uçup ke​penk​le​ri kal​dırt​mış​lar:
AKIL.
Sa​bah su iç​mek için fıs​ki​ye​nin üze​rin​de do​la​şıp çığ​lık​lar atı​yor​lar​dı, ta ki fıs​ki​ye açı​la​na ka​dar:
İLE​Tİ​ŞİM.
Yu​va​la​rı​nı öy​le bir ya​par​lar ki yıl​lar​ca da​ya​nır:
KA​Lİ​TE.
Yaz​la​rı sı​cak ül​ke​le​re göç eder​ler:
YE​Nİ​LİK.
On​la​rın yap​tı​ğı yu​va, di​ğer kuş​la​rın sa​man çöp​le​ri​ni üst üs​te ko​ya​rak yap​tı​ğı din​gil​dik yu​va​la​ra hiç ben​ze​mez. Ben​zer bir yu​va ya​pa​-
bi​len baş​ka kuş yok​tur:
FARK​LI​LIK.
Hiç kır​lan​gıç​la​rı bir yer​de pi​nek​ler​ken ha​tır​lı​yor mu​su​nuz? De​vam​lı uçar​lar:
ÇA​LIŞ​KAN​LIK.
İna​nıl​maz hız​lı​dır​lar, su zer​re​si​ni ha​va​da ya​ka​lar​lar:
HIZ.
Bin​ler​ce mil uzak​tan hep ay​nı yu​va​ya dö​ner​ler. Ömür​le​ri​nin so​nu​na ka​dar yu​va​la​rı​na bağ​lı​dır​lar:
YURT SEV​Gİ​Sİ.
Kır​lan​gıç​la​rı hep çok sev​dim.
Ahmet Şerif İzgören
Doğ​ma​dan adı​nı seç​ti​ğim,
sev​di​ğim,
öz​le​di​ğim,
dü​şün​dük​çe gü​lüm​se​yip
iyi ki var​sın
de​di​ğim kı​zım Oya için...
Ahmet Nacar
Be​nim Tat​lı Kar​de​şim,
Ye​di ya​şı​mın tüm aza​me​tiy​le, üç te​ker​lek​li bi​sik​le​ti​min ar​ka kol​tu​ğun​da mah​vo​la​rak se​ni ta​şır​ken
be​nim​le gu​rur du​yu​yor ol​man​dan bü​yük gu​rur du​yar​dım.
Pı​rıl pı​rıl bir yü​zün ol​du hep.
Ba​zen sa​na bak​ma​ya kı​ya​maz, ne ka​dar gü​zel bir kar​de​şim ol​du​ğu​nu dü​şü​nür​düm.
Sen ol​du​ğun için ağa​bey ol​dum.
Al​lah be​ra​ber yaş​lan​ma​yı na​sip et​sin.
Ne gü​zel bir kal​bin ol​du​ğu​nu,
el​le​ri​nin kü​çük​lü​ğü​nü,
mi​nik kal​bi​ni hep ru​hum​da his​se​de​ce​ğim.
Ba​na son​su​za dek ve​ril​miş en ina​nıl​maz he​di​ye​sin.
Bu ki​ta​bı​mı sa​na it​haf edi​yo​rum kü​çük cim​ci​me

Ahmet Şerif İzgören


21 Nisan 2005
Bozcaada
ÖN​SÖZ

En ba​şın​dan be​ri “Ha​di ar​tık za​ma​nı​dır, bir ön​söz yaz da bit​sin, se​ni bek​li​yo​ruz” de​ne​ce​ği​ni bi​li​-
yor​dum. Can dos​tum, en son te​le​fon ko​nuş​ma​mız​da, “Ben ön​sö​zü yaz​dım, sen​den ne ha​ber?” di​ye sor​-
muş​tu. “Ağa​bey, iyi​lik sağ​lık ne ol​sun, ha​ber​ler sen​de?” de​yip ge​çiş​tir​miş​tim. Te​le​fo​nu ka​pat​tı​ğım​da
ken​di ken​di​me, “Bi​li​yor​dum, ön​söz yaz​ma ko​nu​su​nu unut​ma​ya​cak​la​rı​nı bi​li​yor​dum!” di​ye söy​len​dim.
Şe​ri​fim, ki​tap​ta​ki kü​çük eba​dın​da kal​ma​dı; ço​cuk​ken, za​ten ko​ca​man olan yü​re​ği​ne, yıl​lar son​ra
tüm dü​şün​ce​le​ri ve duy​gu​la​rı da ye​tiş​ti. Yaz​dık​la​rı ve söy​le​dik​le​riy​le her ge​çen gün, da​ha faz​la sa​yı​da
in​sa​na ya​şam fel​se​fe​le​ri​nin çı​ta​sı​nı da​ha üs​te koy​ma​la​rı ko​nu​sun​da ce​sa​ret ver​di.
Yıl​lar bo​yun​ca pek çok şe​yi pay​laş​tı​ğım ar​ka​da​şı​mın yü​rek​len​dir​me​siy​le, ak​lı​mız​da yüz​ler​ce anı
ve yü​re​ği​miz​de bir küp sev​giy​le yo​la çık​tık ve bu sa​tır​la​ra ulaş​tık. Bu ki​tap sa​ye​sin​de, kar​deş öte​si
bir dost ve öğ​ret​me​ne bin​ler​ce anı or​ta​ğı ol​dum.
Pek çok in​sa​nın gıp​ta ede​ce​ği bir ço​cuk​luk dö​ne​mi ya​şa​dık can dos​tum Şe​rif’le. Yol​la​rı​mız he​nüz
al​tı ya​şın​day​ken ke​siş​miş​ti. Ba​ba​la​rı​mı​zın işi ge​re​ği pek çok ken​te bir​lik​te “ta​yin ol​duk” ve ya​şa​ma
da​ir bir o ka​dar şe​yi pay​laş​tık. So​nuç​ta bu ki​ta​ba ko​nu ol​duk.
Ço​cuk​luk anı​la​rı de​nin​ce, şüp​he​siz he​pi​mi​zin ak​lı​na pek çok şey ge​lir. Ki​mi​ni ha​tır​la​dı​ğı​mız​da bu​-
gün bi​le mut​lu olur, “İyi ki ya​şa​mı​şız!” de​riz. Ba​zı​la​rı​nı ise ha​tır​la​dı​ğı​mız​da, “Keş​ke yap​ma​say​mı​-
şız!” de​mek için za​ten ar​tık geç kal​mı​şız​dır.
Şe​rif de ben de çok ama çok şans​lı olan​lar​dan​dık. Pek çok ço​cuk, ya​şa​na​cak gü​zel yer​le​re, gü​zel
or​tam​la​ra has​ret bü​yür ve pek ço​ğu ço​cuk​luk​la​rı​nı bi​le ya​şa​ma fır​sa​tı bu​la​ma​dan ço​cuk​la​rıy​la kar​şı​-
la​şır. Bi​zim en bü​yük şan​sı​mız, her ne ya​par​sak ya​pa​lım, ya​nı ba​şı​mız​da bi​ze sev​gi do​lu göz​ler​le ve
sa​bır​la ba​ka​bi​len ai​le​le​re sa​hip olu​şu​muz​du. Ço​cuk​lu​ğu​mu​zu bi​ze su​nu​lan sı​cak at​mos​fer​de so​nu​na
ka​dar ya​şar​ken, za​man za​man biz​den de da​ha ço​cuk ola​bi​len ve ya​şa​mı bi​zim​le pay​la​şan ba​ba​la​rı​mı​zı
hep ya​nı​mız​da bul​duk. Biz​den da​ha faz​la üs​tü​nü ba​şı​nı kir​le​ten ve oyun son​ra​sı biz​den da​ha faz​la ter
için​de, bi​zim​le eve dö​ne​bi​len ço​cuk gö​nül​lü ba​ba​la​rı​mı​zı, ka​pı​da, sa​bır ta​şı​nı sev​mez an​ne​le​ri​miz
kar​şı​lar​dı.
O yıl​lar​da te​le​viz​yon​la​rı​mız si​yah be​yaz, ama dün​ya​la​rı​mız renk​liy​di. Ön​lük​ler sim​si​yah, ama dü​-
şün​ce​ler pı​rıl pı​rıl​dı. De​ni​ze açı​lan da​ha az in​san var​dı bel​ki; ama de​niz yem​ye​şil ko​kar ve gök​yü​zü​-
nün ma​vi bu​ğu​su​na ka​rı​şır​dı. Kom​şu kom​şu​yu gör​dü​ğü za​man ba​şı​nı çe​vir​mez​di; te​bes​süm ise he​nüz
ka​ra​bor​sa​ya düş​me​miş​ti. Kuş​lar, bel​ki inan​ma​ya​cak​sı​nız ama, in​san​dan kaç​maz​lar​dı. Ger​çi ben ve ci​-
va​nım kuş​la​rı ka​çırt​mak için eli​miz​den ge​le​ni yap​mı​şız​dır.
Za​man ço​cuk​lar için ya​vaş akar. Ço​cuk​luk ça​ğı​mı​zın bit​mez tü​ken​mez yaz ta​til​le​ri​ni ya​şa​dı​ğı​mız
gün​ler​den, za​ma​nın an ol​du​ğu gün​le​re gel​dik. Dü​nü bi​le zor ha​tır​la​dı​ğım şu gün​le​rim​de, yıl​lar ön​ce​si​-
nin gü​zel ka​re​le​ri​ni göz​le​ri​min önü​ne ne​yin ge​tir​di​ği​ni bil​mi​yo​rum. Bu​nu yal​nız​ca geç​mi​şe du​yu​lan
öz​lem​le açık​la​mak, sa​nı​rım en baş​ta geç​mi​şe hak​sız​lık olur​du. Bu​gün​ler​de ço​cuk​la​rın mut​lu ola​cak​la​-
rı ve ile​ri​de ha​tır​la​ya​cak​la​rı da​ha az şey​le​ri ol​du​ğu​nu gör​mem, geç​mi​şi ka​le​me al​ma​ma ne​den ol​muş
ola​bi​lir. Ni​san ve Oya’nın oku​ya​cak​la​rı faz​la​dan bir ki​tap​la​rı da​ha ol​sun is​te​dik bel​ki de. Bu gün​ler​-
de ise sa​tın ala​bi​le​ce​ği​miz da​ha çok şe​yin ol​ma​sı, el​de et​tik​le​ri​mi​zi da​ha de​ğer​li kıl​mı​yor ne ya​zık
ki!
Gö​zü​mü açıp ha​tır​la​ya​bil​di​ğim en es​ki si​yah be​yaz re​sim​den, Kıb​rıs Sa​va​şı son​ra​sın​da, Bur​sa’ya
ta​şın​dı​ğı​mız gün​le​re ka​dar olan bi​te​ni an​lat​ma​ya ça​lış​tık. Şe​rif de, ben de yaz​dı​ğı​mız on​ca say​fa​da
tek bir söz​cük​ten ka​çın​ma​dık, ak​lı​mız​dan ge​le​ni ka​le​mi​miz​den esir​ge​me​dik. Anı​la​rı​mı​zı siz​ler​le pay​-
laş​tık.
En es​ki dos​tum​la, Ha​ci​vat’la Ka​ra​göz’ün, Ka​vuk​lu’yla Pi​şe​kâr’ın dün​ya​sın​da, siz​ler için bir sa​rı,
bir si​yah ol​duk. O za​man da bir​lik​te gü​ler​dik, bu​gün de siz​ler için bir ol​duk. Ne ya​şa​dıy​sak, ne​le​re
şa​hit ol​duy​sak alt al​ta di​zip ai​le​le​ri​mi​zin sev​gi​si ve ar​ka​daş​la​rı​mı​zın gü​lü​şüy​le süs​le​yip sof​ra​ya koy​-
duk. Ba​zen kar​deş do​ğu​lur, ba​zen pay​la​şı​lan zor​luk​lar ve tüm ya​şa​nan​lar​la kar​deş olu​nur. Bu ki​ta​bı
ka​le​me al​ma​ya baş​la​dı​ğı​mız gün​ler​de, hem Şe​rif hem de ben, o gün​kü he​ye​ca​nı​mı​zı sa​tır​la​rı​mı​za yan​-
sıt​ma​ya ça​lış​tık. Şe​rif bu​gü​ne ka​dar ya​zıp in​san​la​ra sun​duk​la​rıy​la pek çok kez bu mut​lu​lu​ğu ya​şa​ma
fır​sa​tı bul​du; ar​tık bu dün​ya​da, dü​şün​ce​le​rin​den sü​zü​lüp top​ra​ğa düş​müş, to​hum​lar​dan gür​le​miş pek
çok di​ki​li ağa​cı var. İçi​niz​den ba​zı​la​rı bu sa​tır​la​rı oku​du​ğu es​na​da, sa​hip ol​duk​la​rı kıy​met​li ar​ka​daş​-
la​rı​nı ha​tır​la​ma fır​sa​tı bu​lu​yor​dur. Oy​sa ben, bu sa​tır​la​rı za​ten çok kıy​met​li ar​ka​da​şım​la pay​laş​tık​la​rı​-
mı​zın ve on​dan öğ​re​ne​bil​dik​le​ri​min ışı​ğın​da ya​zı​yo​rum. Bu ki​tap ya​zı​lır​ken, ben klav​ye​min ba​şı​na
otur​du​ğum her anım​da, onun tec​rü​be ve sev​gi​si​ni ya​nım​da his​set​tim. So​nuç​ta ben​zer bir ağa​cı di​ke​bil​-
me​nin mut​lu​lu​ğu​nu, ar​ka​da​şım sa​ye​sin​de bu​gün ben de ya​şa​ma fır​sa​tı bu​lu​yo​rum.
Ki​ta​bın ken​di​me ait bö​lüm​le​ri​ni ya​zar​ken, za​man za​man ken​di​mi yor​gun his​set​ti​ğim ve yaz​dık​la​rı​-
mın oku​nur olup ol​ma​dı​ğı​nı sor​gu​la​dı​ğım an​lar​da, ya​nım​da bul​du​ğum çok kıy​met​li ağa​be​yim Dr. Ümit
Ko​çak’a da bu sa​tır​lar​la te​şek​kü​rü bir borç bi​li​rim.
An​ne​le​ri​mi​ze, ba​ba​la​rı​mı​za ve kar​deş​le​ri​mi​ze, kı​sa​ca​sı biz​le​re bu ki​tap​ta bah​se​de​bil​dik​le​ri​mi​zi
ya​şa​tan tüm sev​dik​le​ri​mi​ze, Şe​rif ve ben en iç​ten duy​gu​lar​la bir ömür bo​yu te​şek​kü​rü borç bi​li​riz. İyi
ki on​lar var​dı​lar. İyi ki en ya​kın dos​tu​ma ve ba​na sa​hip çık​tı​lar. Yi​tip git​me​mi​ze en​gel ola​cak pek çok
şey​le biz​le​ri do​na​tıp ya​şa​ma ha​zır​la​yan sev​gi​li öğ​ret​men​le​ri​mi​ze, ar​ka​daş​la​rı​mı​za, kar​deş​le​ri​mi​ze ve
el​bet​te Er​do​ğan-Gül​ten İz​gö​ren ve Ali-Gü​ler Na​car’a son​suz min​net duy​gu​la​rı​mız​la ne ka​dar te​şek​kür
ede​bi​lir​sek...
Ahmet Nacar
ah​met​na​car@gma​il.com
Ül​ke​nin da​ha te​miz za​man​la​rı. Te​le​viz​yon ev​le​re da​ha pek gir​me​miş. Cu​mar​te​si öğ​le​ye ka​dar okul
var; in​san​lar da​ha ça​lış​kan. He​nüz di​zi​ler yok; dost​luk​lar var. Her​kes bir​bi​ri​ne mi​sa​fir​li​ğe gi​di​yor.
İz​mir nem, bi​zim loj​man çi​men ko​ku​yor. En sev​di​ğim şey ben​zin​lik​ler​de​ki o kes​kin pet​rol ko​ku​su.
Bir ab​lam, bir kü​çük kız kar​de​şim var. Arı​la​rı ko​va​lı​yor, kü​çük iğ​ne ku​tum​da çe​kir​ge bes​li​yo​rum.
Ker​ten​ke​le​le​ri ko​va​lı​yor, ku​la​ğı​ma si​nek ka​çar da “Bü​yük İs​ken​der gi​bi ölür mü​yüm?” di​ye kor​ku​yo​-
rum. Ge​ce​le​ri ja​lu​zi​yi ara​la​yıp “Uzay​lı var mı?” di​ye ba​kı​yo​rum. Bir de an​nem​le ba​ba​mın ba​kış​ma​la​-
rın​dan doğ​du​ğu​mu zan​ne​di​yo​rum.
Al​tı ya​şın tüm bi​lim​sel​li​ği üze​rim​de.
Mis​kin bir yaz ak​şa​mı evi​mi​ze sa​rı bir şey gel​di.
Bir in​sa​nın ha​ya​tı​na ge​le​bi​le​cek en gü​zel şey: Bir dost.
Şim​di ya​şım 40. Hâ​lâ ar​ka​da​şız.
Ah​met’le her gün mu​ci​ze gi​biy​di. Ya​şa​na​bi​le​cek her ma​ce​ra​yı ya​şa​ya​bi​lir​di​niz. Kov​boy da olur​du​-
nuz, kor​san da. Da​yak yer​ken hep ya​nım​day​dı; arı​lar bi​zi so​kar​ken de.
Ah​met müt​hiş bir adam​dır. Or​tao​kul bo​yun​ca, li​se​de Ah​met’in an​ne ve ba​ba​sı ba​na hep gaz ver​di:
“Oğ​lum şu​na söy​le, ders ça​lış​sın!” Ben za​ten av​da, kuş​ta tem​bel bir ada​mım. Ba​bam ve​li top​lan​tı​sı​na
gi​de​ce​ği za​man mi​de​me kramp​lar gi​ri​yor. Ba​na, “Se​ni bi​raz ör​nek al​sın, Ab​dur​rah​man Çe​le​bi yav​-
rum!” di​yor​lar.
Ben Ah​met’e, “Ça​lış​sa​na oğ​lum!” di​yo​rum; tık yok.
Ah​met li​se son sı​nı​fa ka​dar hım​bıl hım​bıl sü​rün​dü, sırf ke​yif yap​tı. Ki​tap aç​tı​ğı​nı gör​me​dim.
Li​se son sı​nıf​ta, “Ağa​bey, üni​ver​si​te sı​na​vı gel​di, ben ça​lı​şa​yım!” de​di. Bir ça​lış​tı ve Ege Tıp Fa​-
kül​te​si’ni ka​zan​dı; bü​tün ho​ca​la​rı şok​ta.
Ay​nı şo​ku bir ke​re de TRT’de ka​tıl​dı​ğı bil​gi ya​rış​ma​sın​da, su​nu​cunun göz​le​rin​de gör​müş​tüm.
Bir ara​ya gel​dik mi kı​kır kı​kır gü​le​riz.
Ah​met, be​nim için, cu​mar​te​si öğ​le​ye ka​dar oku​lun ol​du​ğu ve kim​se​nin şi​kâ​yet et​me​di​ği, do​ma​tes​le​-
rin do​ma​tes, in​san​la​rın in​san gi​bi ol​duk​la​rı, yol​lar​da in​san​la​rın bir​bir​le​ri​ni öl​dür​me​di​ği, kap​ka​çın ol​-
ma​dı​ğı, her​ke​sin bir​bi​ri​ne say​gı gös​ter​di​ği o si​yah be​yaz gün​ler​den ka​lan sa​yı​lı ha​tı​ra​lar​dan bi​ri.
Şim​di bir göz has​ta​lık​la​rı uz​ma​nı.
Bu ya​şa gel​di​ği​niz​de, o gün​le​rin ve dost​la​rın de​ğe​ri​ni da​ha iyi an​lı​yor​su​nuz.
Her şey için sağ ol sa​rı saç​lı ar​ka​da​şım.
Ahmet Şerif İzgören
Mart 2005
An​ka​ra
KIZ KARDEŞİM GELDİ; VALLA BEN ÇAĞIRMADIM, KENDİ GELDİ

“Yahudi yolsuz kaldığında eski defterleri kurcalarmış!”


Annem bu cümleyi bana en son ne zaman söylemişti? Hatırlamıyorum. İlk söylediğinde dokuz
yaşlarındaydım. Bana öğrettiği pek çok şeyden biriydi bu aslında. Bu deyişi hak etmeme yol açan şey
ise, sanırım, annemde olduğunu iddia ettiğim bozukluklarımdı. Daha doğrusu tüm bozukluklarım zaten
ondaydı; ben bir şekilde harcadığım, ama unuttuğum ve hâlâ annemde olduğunu sandığım üç beş
kuruşu anneme soruyordum ve annem de eski defter örneğini veriyordu.
“Pek çok şeyden biriydi” dememe bakmayın; belki de en önemlilerinden biri: para disiplini.
Annemin adını aile içinde “banka”ya çıkaran önce memur kızı, sonra da memur hanımı olmasının
verdiği “ay sonuna” olan saygısıydı. Bugün, pek çokları için yalnız eşlerden diğerinin düşünmesi
gereken şeyi, annem, her nedense kendi meselesi kabul ederdi. Ne olur, ne olmaz! Doğru; ne olur, ne
olmaz. Kabul be kadın da... “Ne olur ne olmaz” ve “Bir kenarda dursun” tek senin sorunun mu bu
evde! Yo, değil! Aklım erdiğinden beri annemin can yoldaşı olan benim de sorunum oldu. Aman anne,
ne olur, ne olmaz! Bu terbiyenin bende kalan, “Kenara koyalım aman, ne olur, ne olmaz” refleksi
gereği annemde bir miktar param hep dururdu. Ancak haftalık hesap sonunda bir miktar eksik çıkınca,
sanırım bir şekilde harcamışım, annemde hortumculuk olmazdı, “Hani falanca zamanda sana verdiğim
filanca kuruşlar ne oldu peki?” dediğimde, “Yahudi yolsuz kaldı mı eski defterleri kurcalarmış”
demişti ve ben dokuzumdaydım. Nereden hatırladığım konusu akıl karıştırır çoğu zaman; ancak
hatırladığım otun mokun hesabı olmadığını anlayanlarsa vazgeçerler sorgulamaktan.
Kalem elimde, elimde dediğime bakılmasın, bir şekilde klavyemin başındayım. Ufak tefek çizikler
bile bana sayfalar yazdırır. Artık oramın buramın çizilmesinden korktuğumdan mı, yoksa yoğurtların
eskisi kadar sıcak olmayışı mı, bana yazacak bir şey bırakmıyor. Yahudi misali eski defterler
hayalimde dans etmeye başladı. Sarı sayfalarında binlerce resim, binlerce ses ve binlerce ben.
Kız kardeşimin doğumunu hatırlıyorum yavaştan. Anneannem bizim evde; bizim ev Balçova’da.
Bayağı bir beklemiştim orada burada ve içeriden gelen sesleri dinlemiştim. Ebenin adını unutmam:
Gülderen. Aslında, isim duyulduğunda bir kadını direkt güzelmiş gibi hatırlatacak bir isim, ama
nerede! Ben çocuk hâlimle “nerede” diyorum; artık gerisini siz düşünün. Ebelik kurumu 1960’larda
bayağı sıkı bir kurumdu. Evde doğumlarla hastanede doğumların göğüs göğüse sabahlara kadar
çarpıştığı günlerdi. Biz evi seçen taraftayız, hatırlıyorum. Bir yandan evin bahçesine çıkıyorum, arada
bir neler olup bitiyor, “Bu kadar ıkıntı sıkıntı boşa gitmese, Allah vere!” diyorum; öte yandan
meraklanıyorum ve henüz üç buçuk yaşımdayım.
Neyse ebenin tüm güzelliğine rağmen, kız kardeşim geri gitmiyor ve doğuyor. O zaman doğum
öncesi cinsiyet tayini de yok. Beklenen yazı turanın diğer şekli; kız ya da oğlan. Annem ilk doğumda
oğlan hakkını başarıyla kullandığı için, sanırım rahattı. Ne de olsa tutup koparmayanlar için oğlan bir
şekilde makbuldür. En azından ilki olsun, sonra gereğine göre kaç kız lazımsa olabilir. O devirde,
zengin de fakir de aynı şeylere güler, ağlardı. Paran olsa da en fazla yapacağın iki plak fazla alırdın;
çocuk da öyle. Kız kardeşim doğduğunda, ben oğlan olarak evde “ne olur, ne olmaz” hazır
bulunduğumdan pek bir sıkıntı olmadığını iyi hatırlıyorum.
Anneannem bir kundağa sarılı kız kardeşi bana gösterdiğinde, tahmin ettiğiniz gibi, fazla bir tepkim
olmadı. Sanırım, nasılsa bir süre bizimle kalır ve gider, diye bekliyor insan. Üstelik ben bayağı da
umutluydum. Altına yapıyor ve ağlıyordu. Gerçi ben de üç buçuk yaşımda hâlâ altıma yapıyordum;
ama ağlamıyordum. Bu farklılığın evden gitmesine yeteceğini sanmıştım. Benim aksime çirkindi.
Gerçi sonradan bir günlük çocukların, özellikle de kendi çabalarıyla doğduklarında, genelde çirkin
olduklarını öğrendim; hatta bizzat şahit de oldum. Bizimkisi de kurala uymuş ve gereğini yapmış,
bumburuşuk bir suratla, kaşı gözü şiş gelmişti. Ona ilk baktığımda, başımı kaldırıp anneanneme “Alır
evine götürürsün artık!” der gibi bakmış olmalıyım ki rahmetli, “Bak ne güzel bir kardeşin oldu”
demişti bana.
Babam öğretmendi, askerî okulda ders verirdi. Adam haklı olarak sabahın erken saatinde resmî
elbiselerini giyer, kendini servise doğru evden dışarı atardı. Sınav zamanları destelerle yazılı
kâğıtları eve getirir ve okurdu. O zamanlar anlamazdım, diğer branşların da bir yazılı kâğıdını yirmi
dakikada okuduğunu düşünürdüm. Biraz daha aklım erince, çok sevdiğimiz ve babamın askerî bir
öğretmen meslektaşı ki o matematikçiydi, babamın bir sayfa okuduğu sürede, sınıfın yarısına bir veya
iki verebiliyordu. Tek yapması gereken, yazılmış sayıların üzerine elindeki tükenmez kalemle çizgi
çekmekti. Üstelik çektiği çizgilerin düzgün ya da aynı boyda olması gerekmiyordu. Zavallı babamın,
bir iki verebilmek için anası ağlardı. Gerçi, nadiren yedinin üzerinde notu olurdu. Ancak çizgi çeken
branşların aksine, babamın branşında öğrencinin ağzıyla kuş tutsa tam not alamayacağını da zamanla
öğrendim. “Ben bunu mu anlatmak istedim?” falan derdi kendi kendine. Yani asker olması okurken
esnekliğine engel olmazdı.
Kız kardeşe ne oldu? Ne olacak şükür yaşadı. Birçoğunun aksine, doğrudan şiddet uygulamazdım
kardeşime. Görünce, ödünün koptuğu ve nefret ettiği, kırmızı renkte, şekilsiz bir oyuncak fil vardı
evde; kız kardeşimin onu görmesiyle bez değişme saatleri genelde çakışırdı. O zamanlar hazır bez de
yok. Biraz önce dediğim gibi, zengini ve fakiri benzer şeyler yedikleri gibi, benzer şeyler de
yaparlardı. Tabii yegâne fark, zengin ve hâli vakti yerinde memurların üzerinde olanları, bir ihtimal
kendileri yıkamazlardı. Annem kendi yıkaması gerekenlerdendi. Bu nedenden fil bir şekilde ortadan
kalkmalıydı ve beklendiği gibi, bir süre sonra oyuncak fil Afrika ya da Hindistan’a doğru yola çıktı
ya da bana öyle söylediler. Dört yaş civarında olduğumdan, o kadar uzaktan fili geri getirme şansım
da olmadı.
Nereden nereye, kız kardeşim bir keresinde, annem mutfaktayken, iyi hatırlıyorum, bana yakın bir
yerlerde unutulmuştu. O zamanlarda da talk pudrası kullanılırdı. Ben pudranın nereye kullanıldığını
iyi hatırlayanlardanımdır. Üç buçuk yaşlarıma kadar bilfiil altım bağlanmıştır. Pudra, ben ve kardeşim
bir müddet birbirimize bir şey yapmadık. Sonra, artık pudra mı beni dürttü, yoksa kardeşim yattığı
yerden bir şey mi dedi, tam olarak hatırlamıyorum. Sırt üstü yatmakta olan kardeşim ki aslında benden
bayağı bir esmerdir, ilk kez bana yakın bir renk aldı. Unutmadığım ise, pudraya rağmen gözlerini koca
koca açmış, bana bakıyor oluşuydu. Yeterli görmüş olmalıyım ki ya da “Pudra bir süre sonra bezim
değişirken bana da gerekir” diye düşündüğümden serpmeyi kestim. Demiştim, doğrudan hiç şiddet
uygulamadım diye. Annem, kız kardeşimle tatlı tatlı oynarken bizi pek yalnız bırakmazdı. Bize
katılmak istediğinden falan da değil üstelik; ama huy işte! Mutfaktan geldiğinde, “Uy! Bu da ne?”
dediğini daha dün gibi hatırlıyorum, inanın. Esmer kızın yeni rengini beğendiği hissine ben de sizler
gibi bir an kapılmış olmalıyım ki “Nasıl olmuş?” der gibilerinden annemi kesiyorum bir yandan.
Annemin, çocuğu kaptığı gibi mutfağın hemen yakınındaki lavaboya gittiğini ve şakır şukur yüzünü
yıkadığını inkâr etmiyorum; ancak bunu neden yapmış olduğunu o an için tam olarak anlayamadığımı
da söylemeliyim. Çünkü neticede, harcanan az buz bir pudra değildi. Tamam, paranın bir bereketi var
ve bitince pudra almak bir dert konusu olmuyordu; ama sanırım bendeki bir çeşit “mal ziyan olmasın”
bilinciydi o yaşımda.
ANANIN OKULU MU OLURMUŞ? OLUYOR Kİ YOLLUYORLAR

Evde olmamın millî servete ve ahaliye ki özellikle kız kardeşime bir çeşit tehdit olması, evde
anaokulu günlerimi sorgulatır oldu. Bu konunun açılacağını, yazmaya ilk başladığımda düşünmedim
değil; ama bir şekilde sıyrılırım umudundaydım, ağzımdan kaçtı bir kere. El mahkûm yazacağız,
unutmazsınız çünkü. Neyse, hiç unutmam bir cumartesi günü babamla beraber bir dolmuşa bindik ve
Balçova’dan bugünkü Hatay semti taraflarına gitmeye başladık. Ben başıma geleceklerden habersiz,
elimde simit, camdan bakıyorum. Geçtiğimiz yerler tek katlı Rum evleri ve çoğunun da önü denizin
dibi. Neredeyse kendi iskeleleri var. Şehircilik konusunda bugünlerdeki kadar gelişmiş
olmadığımızdan, çoğunun bahçeleri vardı ve neredeyse tüm bahçelerde ılıman İzmir ikliminde biten
limon ağaçları olurdu. Elbette, deniz de evlerin burnunun dibine kadar tüm pervasızlığıyla
gelebiliyordu. Sonra denizi doldurmayı öğrendik de evler su almıyor artık. Bir yandan evlere
bakıyorum, bir yandan radyoda çalan baygın sesli kadın şarkıcının sesi kulaklarımda, gidiyoruz.
Sırayla yolcular iniyor ve biniyor.
Sonunda bizim de sıramız geldi; indik. Babam elimden tuttu, büyükçe bir kapıdan içeri girdik.
Geniş sayılabilecek bir bahçeden geçtik ve sarı, üç katlı bir binaya girdik. Geniş bir giriş kısmında
birçok raf, renkli kitaplar ve bu giriş kısmına açılan odalar, odaların içinde de akranlarım ve
rengârenk, değişik boyutta, ilgi çekebilecek nesneler... Çocukları bunlarla kafaladıkları belli; tabii
ben sonradan uyanıyorum. O anda oynanacak pek çok oyuncak ve maraza çıkarılabilecek bir sürü
yaşıtını görüyorsun ve insanın içini bir umut kaplıyor. Her neyse, sonradan öğretmenim olacak yirmi
beş civarında bir kadın bizi karşılıyor. Bana ve babama bir şeyler anlatıyor. Babam annemden
tembihli, “Ne yap et, yazdır!” falan demiş olmalı ki çok fazla uzun sürmüyor; kadın başımı okşuyor.
Ben oyun odasına gidiyorum; çocukların bir kısmı benim kadar, bir kısmı daha büyük. Yaş grupları
oluşturulmuş. Öğretmen hanım, babama “İsterseniz kalsın; akşam servis eve kadar getirir, hem de
alışmış olur” diyor, ben duyuyorum. Oyunun ortasında olmama rağmen bu bana pek de cazip gelmiyor.
“Neyse, inşallah bir dahaki sefere!” falan diyecek yaşta olansa ben değilim, babam; ama o da bunu
söylemiyor. Bu kez ben elini sıkıca tutunca anlıyor; şansını zorlayıp ilk günden nefret ettirmemek için
birlikte çıkıyoruz okuldan. Aylığı peşin verdiğinden, “gitmezsem para yanar” tedirginliği babamda hiç
bir zaman olmadı. Bu konudaki tedirginlikler annem içindi genelde.
Eve geldiğimizde annem pencereden bakıyordu. İkimizi birlikte görünce, aslında anaokulu fikri
onun olmasına rağmen, gözlerinin parladığını hatırlarım. İçeri girdik, ben ilk iş “Kız kardeşim hâlâ
evde mi?” diye yatağına baktım; duruyordu. Beni görünce her şeye rağmen gülücükler attı; sonra,
huyundan mı, suyundan mı, her yıl büyüdükçe daha zor güler oldu. Anladım ki pudra konusu çoktan
kapanmıştı.
Anaokulu konusunda bir süre annem ve babam konuştular; orada ne yapılıyor, ne yeniyor, ne
giyiliyor falan filan. Annemin belini ilk büken, orada herkes için çıkan yemekleri yemeyeceğim
konusuydu. Şimdiki yemek seçme özelliğimi, sanırım o günlere borçluyum. Bazı çocuklara, neredeyse
acınır bu konuda ya da yetişkinler bile önüne konan her şeyi yememeleriyle övünürler. Yemek için en
küçük bir tat farkını ve malzemeyi titizlenerek anlatıp lokanta seçenler bile, bana hep “Aaa, bu da
yenmez mi?” derlerdi. “Yenmez kardeşim ya da ben yemem!” demek zamanımı aldı; ama olsun.
Gerçekten de okul başladıktan sonra, neredeyse her iki günde bir aç gelirdim. Allah var, “Aman illa
sevdiğim bir şey çıksın, ben de şöyle ağız dolusu yesem!” dediğimi de hatırlamam. Hiç unutmam,
Belgin diye bir kız vardı; bu kadar mı olur, tabakta ne varsa, neredeyse yalama derecesinde yerdi.
Askerî bir disiplinle yerdi; hem de inadıma yemekte karşıma otururdu. İnanmayacaksınız belki, ama
benim tabağımdan da tek lokma almazdı ya da başka bir tabaktan. Kız, tabaktaki son lokması
bittiğinde Nuh ve peygamber sözünü hatırlatırdı. Görevi gereği yediğini düşünürüm şimdi bile. Ama
bir görevin de böyle ibadet eder gibi yapılışını ilk o zaman görmüşümdür.
Annem ve babam evde, uzun uzun anaokulu ve benden söz ettiler; sanki ben duymuyormuşum gibi.
Arada bir, okulun çok iyi bir şey olduğunu, yaşı gelen her Türk gencinin gitmesi gerektiğini ve bundan
dolayı çok mutlu olunacağını söylüyorlardı. O zaman da olgunluğumdandı sanırım, bizimkiler ilk
heves nasılsa vazgeçerler falan diye, hemen konuşmadım. Kendilerince, akıllarına bir şey gelmiş ve
mutlu olmuşlardı. Akıllarına gelen ve mutlu olacağımıza inandıkları son projenin kız kardeşim
olduğunu iyi bildiğimden, ben hafiften tedirgindim. Daha kız kardeşime bile bir çözüm
bulamamışlardı ve hâlâ evdeydi; “Anlaşılan daha bir süre bizimle” diye düşündüğümden, aklımı
anaokuluna çok da fazla veremiyordum.
Okulda ihtiyacım olabilecek şeyler üzerinde konuştular bir süre. Pijama, terlik, çamaşır gibi
alınması gerekenler üzerinde durdular biraz. Günlerden cumartesi olduğundan babam da evde;
okuldan birlikte dönmüşüz, ama sanki okulu yalnız kendi görmüş gibi anneme anlatıyor. Daha sonraki
günlerde, yemekte karşıma oturacak Belgin’den kimsenin haberinin olmadığı zamanlar, bir ara beni
yanlarına çağırdılar. Okuldaki yeni arkadaşlarımla oyun oynamamdaki binbir türlü yarardan
bahsettiler. Sanki oradaki çocuklarla daha önce oyun oynamışlıkları varmış gibi ballandıra ballandıra
anlattılar bir süre. Evde canımın sıkılması, benim yeni arkadaş edinmem ve bunlardan doğacak
mutluluk, belli ki işin promosyonuydu. Okulu veren Allah bir şekilde sabrını da veriyor olmalı ki
doğrusu pek de sesim çıkmadı o gün.
Ertesi gün, pazar ve pazartesi günü ben evdeyim. Yarın anaokulu başlıyor; ama ben tam olarak
yarın olsun istemiyorum. Kız kardeşimin bile gözüme sevimli geldiği saatler yaşanıyordu evde.
Okulda, sonradan da öğreneceğim üzere, öğleden sonraları uyku saati vardı. Bu nedenle annem,
üzerime örtmem için benim boyutlarımda bir yorganı pijamalarımla beraber bir paket yaptı. “Bu nasıl
olur, şu olur mu ki?” cinsinden her evde olabilecek laflar kulağıma doluştu bir süre; anlıyordum artık
bu okul işi ciddiye binmişti. Kökten reddedip, “Gitmiyorum!” demenin bir anlamı olmayacağını
hissedip itiraz etmedim, desem yalan olmaz. Sanırım biraz da orada olabilecek şeyleri merak etmem
ve canımın sıkılmayacağına olan inancımdan pek ses etmedim. O sıralar, annemle uyuduğum yaşları
sürüyorum hâlâ. Gece oldu. “Yarın mı gidiyorum?” dedim; annem de “Evet” dedi, “Yaşıtlarından pek
çoğu gidip bir sürü şey öğreniyorlar” gibisinden bir şeyler söyledi. Anneme kalsa söylemeyeceği
şeyler. Anlıyorum ki babamın öğretmen fikirleri ona da bulaşmıştı. İçimden itiraz etmek de
geçmediğinden uyumuşum.
Sabahın körü ya da yıllardır uyanmadığım saatlerden birinde, annemin omzumdan uyanacağım
kadar bir şiddette sarstığını anladığımda, gene yatağa olmadık bir şeyler yaptığımı düşündüm önce.
Gerçi annem tedbirli kadındır; dört yaş için hazırlanmış naylon, çarşafımın altında duruyordu.
Yavaşça gözlerimi araladığımı hatırlıyorum. Çarşafa ve bir tarafıma dokundum, kuru. Altıma
kaçırmadığıma mı sevineyim, sabahın köründe uyandırıldığıma mı yanayım anlayamadan, annem
“Bugün okula gidiyoruz” gibisinden şirinleşmeye çalışan bir cümleyle beni kendime getirdi. “Doğru
ya!” dedim kendime, anaokulu. “Allah vere de fazla sürmese. Bir an önce mezun olsak!” falan da
diyorum içimden. Gene efendiliğimden, “ilk günden maraza olmasın” diye de sessizce kalktım
yataktan. İlkbahar başlarıydı, unutmuyorum. İzmir’de, bu mevsimde sabahları tatlı bir serinlik olur.
Üşüme telaşım olmadı; bir şeyler sütle beraber ağzıma tıkıldı. Öğleye doğru yediğim şeyleri, sabahın
köründe yemem beklenemezdi. Tabii, hâliyle iştahım da yok. Anladılar kabahatlerini, yemem
konusunda pek de ısrar etmediler. Annem babamı ya da tersi, “Okulda nasılsa arkadaşlarına bakıp
yer” diye teselli ediyor bir yandan. Anaokulu tahsilim boyunca, arkadaşlarıma bakıp da yaptığım tek
şey, gürültü yapmak oldu. Daha bunu bilmedikleri için kahvaltı konusunda telaşları da yok.
Babamın elinde gelin evine gider cinsten bir bohça, yanında daha gözlerini uykudan açamamış olan
ben, evden çıktık. Sokak serin, meraklı gözler biraz daha açıldı. Mavi bir Chevrolet, kuyruklu
cinsinden. Hatırlayanlar olur diye; Amerikan arabaları pek meşhurdur o zamanlar, onlardan birini
yollamışlar. Tabii yalnız beni almak için değil. İçinde beş tane kader arkadaşım daha var. Onlar
benim gibi uykulu değiller. Aralarına yeni katılacak olan çocuğa, şoför artık onlara nasıl anlattıysa,
fıldır fıldır gözleriyle bakıyorlardı. “Ulan sizin ilk günkü hâliniz işte! Ne var?” denecek yaşlar
olmadığından, sessiz sedasız oturduk arka koltuğa. O zamanlar, şimdiki gibi kapısı yandan, oradan
buradan açılan minibüsler çocukları almıyordu. Ön koltukta iki, arka koltukta dört kişiydik. Ama
okula gidiyorduk sonuçta, dört köşe değildik.
Yol boyunca çocuklarla birbirimizi tartıyoruz. Malum, ilk tanışıklık çok önemlidir o yaşlarda;
“Kimi döverim kimle arayı iyi tutmam lazım? “ çabuk karar vermek gerekir. Aslında, arkadaşlarım
benden tecrübeliler. Biri dövülecekse, okulda daha rahat karar verildiğini bildiklerinden sakince
bakıyorlar bana. Önde, saçları örgülü, iki yana doğru kurdeleli bir kız vardı. Yanımdaki erkek
çocuksa tombul bir şey, İlkay. İlkay öndeki örgülü kızı daha önceden tanıdığı için, yeni gelen bana
tanıtma gereği duydu; hâlâ altına işiyor diye. Kız itiraz etmedi. “Ne olmuş? Olabilir!” falan demek
var; ama neticede yanlış anlaşılma korkusu susturuyor insanı. “Bu anaokulunda gizlimiz saklımız yok!
Kim ne yapıyorsa bilinir” gibisinden bir anlatım İlkay’ınki. Bu cümle o andan sonra aklımdan hiç
çıkmadı: Hâlâ altına işiyor! Gerçi İlkay açıklık getirmedi; yani karpuz yiyince, çok koşturup yorgun
düşünce ya da her zaman mı, pek açıklamada bulunmadı. Ben de bu konuyla ilgim var gibi
görünmemek için pek de üstelemedim. “Allah kurtarsın bacım!” denecek bir şey ya da ortam değil
tabii, sustum hâliyle.
Okula geldik, arabadan sırayla indik. Her yeni gelene yapılıyor olmasından sanırım, öğretmen
bahçe kapısında karşıladı. Şoför, yanına gelen hademeye benim yatağı, yorganı verdi. Örgülü kız da
orada; ben gururla kuru yorgana bakıyorum bir yandan. Öğretmen iki yanağımı sevdi; âdet olduğu
üzere ve ufaktan binaya vardık. Oyun odalarından birine girdik; tanıtıldık ve her gelene bakıldığı gibi
bana da bakıldı. Masalardan birine oturdum, yanımda üç beş çocuk. “Birazdan resim yapacağız”
dediler bana. “Hayırlısı!” deyip olayı soğukkanlılıkla karşıladığımı hatırlıyorum. Belli ki ben de
ucundan, kıyısından işin içindeydim artık.
Anaokuluna başlamıştım artık. Daha sonra, ilkokul birinci sınıfa giderken anaokulu konusu
açıldığında, “Ben gitmiştim!” deyip gitmeyen çoğunluğa karşı horozlandığımı bilirim. Aslında
anaokuluna iki ay kadar devam ettim. Her neyse, ilk gün herkesin bildiği gibi tanışmayla geçer. Her
nereye başlanırsa, daha önceden bir araya gelmiş ve kaynaşmış çocukların aralarına sızmak zordur.
Genelde, o grubun nispeten zeki, oyunbaz ve “koydu mu oturtan” çocuklarının etrafında bir küme
oluşmuştur. Kılıç artıkları ise, genelde diğerleriyle kaynaşma güçlüğü olan, oyunlara etkileri olmayan
ve konulduğunda oturup kalan arkadaşlar olurlar. Şaşkın hâlde bir süre etrafıma baktım ve anında hiç
sevmedim. Ya, bir yer insana bu kadar mı itici gelir! Geliyor işte.
Bizim ev, Balçova’nın genelinde olduğu gibi, bahçe içindeki evlerden biriydi. Üst katta ev
sahibimiz otururdu. Adam, tütün eksperi ve evin üç çocuğu var. Bilge, diye bir ablaları, orta sırada
benden büyük Ali, alt kadroda Mehmet Can vardı. Kadıncağız, yanlış hatırlamıyorsam, annem gibi ev
hanımı. O zamanlar, ev sahipleri de kiracılar da birbirlerini tanıyan ve selamlaşan insanlardan
oluşurdu; hatta arada bir misafirliğe giderdik. Mahalle arkadaşlarım ise, benden büyük olsun, küçük
olsun genelde anlaştıklarımdı. Sevimli mi bulunurdum, yoksa gözümü açtığımda onları gördüğümden
mi, bir sıkıntı olmadan kaynaştığım bir sürü arkadaşım vardı. İşin güzeli, hepsi anaokuluna gitmeyen
ve gidenle de gezmeyen mert çocuklardı.
Hemen yanı başımızda geniş bir arsa vardı. Diğer tarafımızda, evimize otuz metre kadar uzakta,
üzerinde tahta bir köprünün olduğu dere akardı. Bir yerde akan bir su olduğunda, kenarında oturup
ona bakan çocuklar olur ya, onlar da bizlerdik. Babam, o dereye bakmam konusunda tarafsızdı; ancak
dereyle birlikte akmam konusunda fena hâlde tedirgin olduğundan, yaklaşmam yasaktı. Her yasak gibi
usulünce çiğnenmeliydi ve usulüne uygun yakalanan her çocuk gibi, gereğinde hakkı kötekti. Bir de
mahallenin bakkalı vardı, adı Mesut. Anası tahmin ettiğinden mi ya da ismini koymak için beş on sene
beklediklerinden mi, adam gerçekten mesuttu. Öyle böyle değil. O zamanlar, mahallece gidilen
piknikler ve deniz kıyısı gezileri olurdu. Otobüs tutulurdu. Yıl 1970’in başı. En kabadayısının
eğlencesi ortaktı; insanlar idrarıyla herhangi bir yarışa girmezlerdi; bunun yerine, mümkün olduğunca
çocuklarının peşlerinden koşarlardı. Tahmin ettiğiniz gibi, mahallenin gezilerini Mesut organize
ederdi. Bakkal olmasaymış Ahmet San olacak adamdı. Hiç unutmam, tüm mahalle gezilerinde,
otobüsün koridorunda, giderken ve dönüşlerde her şarkıyı hem söyler, hem ellerini çırpar hem de
oynardı. Mahallede, veresiyenin azlığıyla açıklanamayacak kadar büyük bir neşe ve enerji vardı
adamda. O günlerin meşhur şarkıları “Duyduk duymadık demeyin, doğru söyleyin, işte bir şeyler olur,
benden gizlemeyin” ile “Dağlar Kızı Reyhan” sanki bizim bakkal için bestelenmişlerdi. Adam bir
söyler, bir oynardı, sormayın. Gezilere gidilirken ayakta olurdum, dönüşlerde yarı aralık gözlerimden
bakardım otobüse.
Babam asker ve öğretmendi. O da, bakkalımız Mesut gibi, asıl mesleği dışındaki şeylere de zaman
ayırırdı: futbol. Yaşım dört civarında, oynatılmadığım ve iyi bir yedek olduğum günler. Babamsa
mutlaka ilk on birde sahaya çıkıyor. Top, bizzat babamın olmasa bile mutlaka oynatıldığına göre “iyi
oynuyor” diye düşünürdüm. Sonralarıysa, adamın aslında gerçekten iyi oynadığını öğrenecektim.
Böylesine neşeli ve futbolu iyi oynayan bir adamın iyi bir uçurtma tasarımcısı olduğunu ve çoluk
çocukla uçurmaktan zevk aldığını gözünüzün önüne bir getirin, bir de bizim evin kapısını. Yaşıtlarım
ya da benden büyükler, aslında öncelikle onun arkadaşıydılar. Böyle bir evde yıllar geçirmiş olan
benim, anaokuluna uygunluğumsa yoruma açıktır hâliyle.
Yaşadığı yerin civarında, yıllarını paylaştığı arkadaşları, arabaların geçmediği arsaları ve altında
oturabildiği ağaçları olan çocuklar için anaokulu, bence, sonradan askerlikten düşülmesi gereken bir
süredir. Artık iki aylık, gerçekten bedelli olan askerliğim başlamıştı. Başlamak bitirmenin yarısıymış.
Gerçekten de öyle oldu; iki ay sonra bitti. Okulda uyanık olduğum süreler, harala gürele bir şekilde
geçiyordu. Uyumak zorunda olduğum sürelerse bugün bile gözümün önündedir.
Satırları okuyanların, “tam tersi” diye düşündüğünü biliyorum. Benim gibi akşam yatmaz, sabah
kalkmaz takımındaysanız ve milletle uyuyamıyorsanız gerçektir. İki koğuş vardı, kibarca yatakhane.
Hayır, öyle düşündüğünüz gibi “altına işeyenler ve işemeyenler” diye değil. Yatakhanelerden birinde,
yaklaşık kırk kadar çocuk yatıyor, diğerindeyse biz. Kız, oğlan karışık uyunuyor. Ben altılık
kısımdayım. Geliş sırasına göre son altı. Kaçımız erkekti hatırlamıyorum; o yıllarda, bunun pek de
önemi yoktu zaten. Ama istisnasız, beşi de kafayı koyar koymaz uyurlardı. Ya bir taneniz bile
konuşmaz mısınız be kardeşim! Yok, öldür Allah yok. Daha yastığı gören uyurdu. Hadi Belgin’in
yemek yemesini anlıyorum, uyuması da öyle olsun; insanlık namına bir tane geç uyuyan yoktu bizim
odada. Tavana bak olmaz, yana dön olmaz, hayal kur, zaten hepten canım sıkılır. Öyle, böyle derken
öğleden sonra uyumamız gereken iki buçuk saatlik uykunun iki saati giderdi. Ben, düşünecek bir şeyim
kalmadığından mıdır nedir, uyur gibi olurum; vay sen misin uyuyan! Alkışlar ve çocuk gürültüleri
arasında gözlerim aralanır. “Ne oluyor?” demeye kalmadan, milletin pijamalarını değiştirip
gündeliklerini giymeye başlamaları bir olurdu. “Ya sabır!” çekip yarı uykuyla kalkarım artık; çare
yok, etrafta çocuk gürültüsü almış başını gidiyor. Öyle bir zırıltı patırtı ki bana bile fazla. Çocuklar da
haklı, ikindi kahvaltısı yenip evlere gidilecek.
İkindi kahvaltısında ne olurdu? O gün sıra hangi çocuktaysa, onun evinde annesinin hazırladığı
börek, çörek ya da kısacası, çocukların sütün yanında severek yiyebilecekleri her ne olursa o olurdu.
Mesela benim günümde, annemin evde fırında hazırladığı poğaça getirilmişti. Annem çok iyi yemek
yapardı. En iyi yemeği herkesin annesi yapar genelde; çünkü kendi damak zevkimizin şekillendirdiği
bir mutfaktır. Ancak yemek konusunda o kadar iyi olan annem, poğaça dışında börek cinsinden hiçbir
konuya fazla yatkın değildi. Bulgura dayalı börek, çörek çeşitleri de olmadığından, biz de iddialı
olduğumuz dalda yarışmaya katılmıştık.
Çocuklar uyanır uyanmaz, derhal üstlerini değiştirir ve artık, tüpten çıkmış diş macunu misali, asla
yatakhaneye dönmezlerdi. Çocukların sayımında bir eksik çıkınca, önceleri bu durum yadırganırken
on gün kadar sonra benim uyanmam ve giyinmem için yerimin tespiti daha kolay olmaya başlamıştı.
İkinci ayın ortalarındaysa görevlilerden biri uyanış saatimde yanımda oluyordu. “Nasılsa uyandırmak
zorundayız, bari büyüklük bizde kalsın!” diyorlardı sanırım.
Kahvaltı saatinde bir kez olsun tam uyanık olduğumu ve getirilen her neyse mutlu mesut yediğimi
hatırlamıyorum. Annemler, düzenli uyumam ve yemek konusunda kesinlikle kazıklanıyorlardı. Evde
olmadığım zamanların, onlara getirdiği sessizlik ve huzur, özellikle kız kardeşim için iyi olmuştu
sanırım. Aslında, gerçekten de hiçbir zaman ve şekilde direkt olarak kardeşimi incitmememe rağmen,
bu okul kaçınılmaz olmuştu.
Bir sabah, artık bu iş ne kadar canıma tak etmiş olmalı ki beni almaya gelen güzelim arabanın
camına kocaman bir taş fırlattığımı hatırlıyorum. İkincisini atmama ise babam engel olmuştu. Sanki
gecekondu yıkımına ekip geliyor ve şanlı bir direniş yapıyorum. Feryat figan ağlıyorum. Demek, o
güne kadar kendimi tutmuşum ki mahalleli camlarda. Onlar da şaşkın. Annem babam mahcup, “Çocuk
işte!” falan diyorlar, bense “Tamam çocuğum; ama ağlarken ne yaptığımı biliyorum!” dercesine
ağlıyorum. Aklınıza sıradan bir çocuk mızıldanması gelebilir; ama beni her sabah almaya gelen şoför
bile, “Ağabey, bu sefer kesin gelmeyecek!” falan demeye başlamıştı. O zamanlar, halkta anaokulu
bilinci tam oturmadığından, nereye gönderildiğim konusu da millette bir tedirginlik yaratmıyor
değildi. “Tamam adı okul da, ne menem bir yer? Çocuğun anası varken okul da ne ola? Üstelik adam
kendi öğretmen, çok istiyorsa çocuğu yanında okula götürsün!” gibilerinden mırıltılar da yükseliyor
bir yandan. Bu iş bana o kadar dokunmuş olacak ki “Gene mi gideceğim?” falan deyip ağlıyorum.
Neyse, sabahları yaşanmakta olan bu yolcu etme ve karşılama festivali, her festival gibi yaklaşık
bir hafta kadar sürmüştü. Bense, gittikçe daha zor alışılır bulduğum bu yerde, gerçek anlamda sıkılır
olmuştum. Uyumsuzluğum had safhaya ulaştıkça, okuldakiler de bunu fark etmeye başladılar. Aslında,
can sıkıntımın kimseye bir zararı yoktu; ama mutlu değildim. Günlerden bir gün, artık gürültü mü
yapıyordum ya da biriyle bir maraza mı olmuştu, bizden sorumlu yirmili yaşlardaki kadının bana sıkı
bir tokat patlattığını hatırlıyorum. Çevremdeki çocuklarla beraber, ben de donup kaldım. Aslında ben
yanarken, onlar donup kaldılar. Daha önceden bir örneğini, ben oradayken kimse için görmemiştim.
Sanki benim için, özellikle hazırlanmış bir şamar gibi gelmiştir hep bana. Artık kadın sabrını mı
yitirmişti, yoksa hayalindekini mi gerçekleştirdi bilmiyorum; ama yanağımın ateş gibi yandığını hiç
unutamam. Doğru değil tabii, üstelik adı anaokulu olan bir yerde. İlla tokat olacaksa anamı çağırın; o
benim sevdiğim gibisinden ya da alışık olduğumdan bir tane aşk etsin. Dedim ya, oldum olası yemek
seçerim; başka bir elden olunca daha fazla gücüme gitti. Ha, bir de şu yalan vardır: “Anam, babam
bir fiske vurmadan büyüttü beni” ya da “Ben çocuğumun kılına dokunmadım”. Tamam, olabilir; binde
bir olur da, bu yalanı, dokuz yüz doksanı söylüyor. Ben evdeyken, yaşıma ve yaptığıma uygun, benim
de sonuna kadar hak ettiğimi bildiğim şaplaklar yemiştim. Ama bu okuldaki durum, iki şeyden dolayı
gücüme gitmişti: ilki, o kadar çocuk gürültü yaparken şamarı ben yemiştim; ikincisiyse, hani top ayağa
oturur ya, benim yanak da ele tam oturmuştu.
Her neyse, akşam oldu; bende ses seda yok. Eve gelir gelmez, o gün okulda her ne yapamadıysam
eve saklayan ben, sus pus oturuyordum. Aslında iyi bir şey; ama yapılmasına alışık olmadıkları bir
şey olduğu için anam babama, babam anama bir süre baktılar. Ben ise olayı gurur yaptım, bir süre ser
verdim, sır vermedim; neyi koruyorsam artık. Dört yaş civarında olmama rağmen, içime ne kadar
oturmuş olmalı ki yutkunuyorum ve gıkım çıkmıyor. Sanki eve bir yanağım kıpkırmızı gelmişim ve tüm
yol boyunca, herkes parmağıyla beni göstermişçesine oturdum saatlerce.
Uyuma zamanım geldiğinde, ne itirazım oldu ne de konuştum. Yatağa uzandım, annem bana yakın
uyuyordu. Ona masal anlatırdım uyumadan önce ve anlattığım masalın özellikle korkutucu olmasına
çalışırdım ve kendimce korkuturdum. Bu kez masal da zayıftı. Annem, ufaktan hastalığıma yormaya
başlamıştı. Gerçekte de sık hasta olurdum. Canımın sıkıntısı benim için bile inkâr edilemez noktaya
gelince, annemin sorularına dayanamadım ve olayı anlattım. Annemin, o ana kadar, aklına böyle bir
şey gelmemiş olmalı ki buna şaşırdı. Ama inanmazlık etmedi; babamla salonda bir şeyler
konuşulduğunu dün gibi hatırlarım. Sonra babam sessiz bir şekilde odaya girdi. Kendilerince,
“anaokulunda bir şeyler öğreneceğim” düşüncesiyle bir iş yapmışlardı; ama sonuç hüsrandı.
Hüsrandı; çünkü orada böyle bir şeyin olabileceğine inanmamışlardı. Aslında, belki de binde bir
olacak bir şey beni bulmuştu. Hepsinden öte, her ana baba, “dövülecekse biz gereğini yaparız”
felsefesiyle yaşarlar ve mümkünse dövmezler. Ama bu kez karizma feci çizilmişti. Üstelik bu sopayı
evde bedava yiyebilecekken bu kadar seremoniye ne gerek vardı. İşin trajedisi bir yana, yapılan
ayıptı. Babam işin doğruluğunu ve gerekçesini bana uzun uzun sordu. Aynı şeyi kız kardeşim
sorabilecek yaşta olsa, hani zevk alıyor falan diyeceğim, o da değil. Gerçekten, bu konu o akşam uzun
uzun konuşuldu. Sonuçta kimseye sövmediğim ve kimsenin tavuğuna “kışt” demediğim ve anaokulunun
bölünmez bütünlüğüne bir saldırım olmadığı ortaya çıkınca babam kararını verdi.
Ben, o günkü çocuk aklımla dahi biliyordum ki bugün sıradan bir gün olmayacaktı. Ne olup bittiği
öğrenilmişti ve hiç kimse bu durumdan memnun olmamıştı. Sabah olduğunda, bu kez okula
gitmeyeceğimi düşünüyordum. Sadece babamın gideceğini, bu durumu onlarla konuşacağını ve bir
daha benzer bir şeyin tekrarlanmayacağını umuyordum. Hadi benim yaşım dört; fakat annem de benzer
şeyleri düşündüğünü bana sonrasında anlatmıştır. Allah kimseyi anasız babasız bırakmasın; gün
geliyor bir şey oluyor ve bunu çok daha iyi anlıyor insan. Ama benim başıma yıllar boyunca benzer
vukuatlar gelecek ve sanki bu cümle benim için söylenmiş olacaktı. Sabah servis geldi; adamın şaşkın
bakışlarıyla bu kez, ben ve babam bindik. Doğrusu bu ya, gitmeyi hiç, ama hiç istemiyordum. Babam
bir şekilde gidip konuşur, daha sonra ben gittiğimde her şey olumlu olarak sürer diye aklımdan
geçiriyorum. Babam da arabadaydı; ön koltukta oturuyordu, bense, arkadaşlardan bazılarıyla arkada.
İki ay öncesinde, bir dolmuş yolculuğunda babamla birlikte gittiğim anaokuluna, bu kez servis bizi
götürüyordu. Şoförümüz “Hayırdır ağabey?” falan deyip konu açınca, babam bir şey demedi.
Şoförümüz de, “hayırlı bir iş olsa benden saklayacak değil ya, koskoca asker adam” demiş olmalı ki
konuyu deşmedi. Yol boyunca, ne babam ne de ben konuştuk. İnsan, ailesiyle birlikte yaşadıkça
zamanla bir şeyleri daha iyi öğreniyor ve yaş, yaşayana sürekli bir şeyler öğretiyordu. Ben de yarım
saat kadar sonra göreceklerimle aslında, bazı şeyleri öğrenmenin o kadar da kolay olmadığını
öğrenecektim.
Babam, Urfa gibi, haritadaki yeri coğrafyacıların yarısı tarafından yakın gözlüğü yardımıyla
bulunabilen bir kentte, en son yapması gereken şeyi yaparak büyümüş bir insandı; okumuştu. Ama o
günkü şartlar ne zorluklar sunduysa, birisi bile babamı es geçmeden yoldaşlık etmişti. Her ne elde
ettiyse ve başardıysa pek çok arkadaşı gibi, kendi çalışması ve zekâsıyla olmuştu. Türlü zorlukları
gören ve soluyan, mahrumiyetleri yaşayan her insan gibi bunları da unutmamıştı. Ve huyu gereği,
tepesinin tası attığı zaman, elde ettiği her ne varsa elinden alınıyormuşçasına bakardı. Tüm sahip
olduğu ve sevdiği şeylerin sorgulanır olduğuna inanan insanlarda, bir bakış vardır. Bu bakışı, benimle
ilgili bir konuda ilk kez görüyordum babamın gözünde ve küçücük yaşıma rağmen bunun
farkındaydım.
Okula girdiğimizde ben de yanındaydım. Ne için geldiğimi anlamam çok uzun sürmedi. Babam beni
anaokulunun sorumlularının olduğu odaya götürdü. Böyle durumlarda çocuklar ıkınır, utanır, sıkılırlar.
Tüm olan biten kendi suçlarıymışçasına, orada olmak istemezler. Ben de farklı hissetmiyordum. Ama
artık ok yaydan çıkmış ve boka gidiyordu. Babam, “Oğlum evde bir şey anlattı” dedi. Hem şaplağı
atan, hem sorumlu kadın hem de hademe vardı odada. Sabahın köründe benzer bir şeyle
karşılaşmamış olduklarından, önce anlamaya çalıştılar. Dillerinin döndüğünce bir şeyler anlatmaya
başladıklarında, alışık olunmayan tabloya okulun bekçisi ve bizi getiren şoför de tanıklık etmeye
başlayacaklardı. Ben babamın “Sen dışarıda bekle!” dediğini hatırlıyorum. Gözlerindeyse, elinden
sevdiği bir şeylerin ona rağmen alınmaya çalışıldığında olabilecek bir bakış vardı.
Bir süre karşılıklı konuşmalar sonunda, tek bir ses tüm koridorlara hâkim oldu. Ve o ses yükseldi,
oyun oynadığım arkadaşlarımın meraklı bakışlarına yapıştı. Sesi en çok tanıyan belki bendim; ama
onlardan daha az şaşkın değildim. Hiç unutmadığım bir andır yaşamımda. Bir hayal kırıklığını
yaşayan adam, geldiği yerlerdeki tüm mahrumiyetleri sesinin tonunda ve gözlerinin karasında taşıyıp,
kollarında benimle gelen yorganım ve eşyalarım olduğu hâlde, okuldan çıkıyordu. Belinin hizasında
başım, okulun bahçesinden çıktık ve bir taksiye bindik.
Gelin evine giden bohça, bu kez damatla beraber evine dönüyordu. Aslında okuldan alınışımın
böylesine bir şenlikle olacağını düşünmüyordum. İki ay kadar süren anaokulu maceramın bitişine,
okulun tüm çalışanları da istemeden şahit olmuşlar ve pencereden sonuna kadar açık onlarca göz,
bindiğimiz taksiye bakıyorlardı.
Taksi evimizin önüne geldiğinde, olan biteni anlamak isteyen bir kişi bile pencerede yoktu ya da
ben hatırlamıyorum. Öğlen olmuş ve ben aylar sonrasında, pazar günü hariç bir günde, bu saatte
evimdeydim. Bizim oturduğumuz mahallenin her sokağı bir anaokuluydu ve ben artık kaldığım yerden
devam edecektim.
AHMET BAK TIRR, TÜLİN BAK PIRR

Dört yaşım bitmiş, beşin içinde yuvarlandığım günler... Gene babamın askerî öğretmen
arkadaşlarından birinin akranım olan kızı, arkadaşım olmaya başladı. Babalarımızın aynı okulda
okuyup aynı yurtta kaldıkları eski bir arkadaşlıkları vardı ve şimdi ikinci kuşak tanışıyordu. Kız
benden hafif irice ve kiloluydu. Canım her istediğinde görebileceğim kadar yakında oturmuyorlardı;
ama aynı semtteydik. O zamanın radyodan sonraki en büyük eğlencesi, iki dudak arasında olurdu;
insanlar çene çalarlardı. Bizim ailelerimiz de çene çalacaklardı hâliyle. Ya biz Tülinlere giderdik, ya
da onlar bize gelirlerdi. Bizim evin bahçesi çok hoştu; değişik meyve ağaçlarının olduğu ve
çocukların bisikletlerine rahatlıkla bindiği bir yerdi. Bizim ev onlarınkine göre daha cazipti. Tülin’le
oynamayı çok sevdim. Onu itip kakmayı canım hiçbir zaman istemedi; hoş isteseydim fiziksel olarak
mümkün olur muydu, bilmiyorum. Her kız çocuğu gibi “r”leri söyleyebiliyordu. Ve ben ona
bakıyordum. Bana arada bir bakıp “tırr” diye sesler çıkararak “Sen de yap!” derdi. O zamanlarda
bile kızı itip kakmayı istememişimdir; varın siz düşünün gerisini. Ve ben, Tülin ve annesi sayesinde,
alfabede söyleyemediğim harf bırakmamaya karar verdim. Annesi de diyorum; hadi Tülin bacak
kadar kız, sana ne oluyor koskoca kadın! “Hadi sen de yap, bak ne kadar kolay!” demenin ne manası
var! Biraz önce her kız gibi “r”leri söyleyebildiğini belirtmiştim. Kız kardeşim, bırakın “r”yi, bazı
kelimeleri söylemek için benim tercümanlığıma beş yaşına kadar ihtiyaç duymuştu; zamanı gelince
anlatırım.
Çocukluk çağında, ilerleyen yaşlardakinin aksine, sanki günler geçmek bilmez. Ne büyük tezattır!
İleri yaşlarda okul ya da iş güç zamanlarının her biri, neredeyse birbirinin aynısı olan günler, saat
kadar kısa olurken, çocukluk çağının her günü başka bir neşeye gebe saatleri, hafta olur. Her biri bir
mutluluğa gebe günler demekte kastım, evimizin arka bahçesiydi. Birkaç değişik meyve ağacından
başka, duvarın dibine babamın kondurduğu bir de tavuk kümesimiz vardı. Artık yumurtalar bedavaya
gelsin diye mi, yoksa merakından mı yaptı, tam bilemiyorum. Hatırladığım, bir ara civcivlerimizin
yumurtadan çıktığıydı.
Yirmi gün boyunca beklerken, anneme sürekli, “Hani gelmediler!” falan da diyorum, sonunda
beklenen oldu ve geldiler; on tane kadardılar. Bir gün yumurtaların başında maaile bekliyorduk.
Civcivlerin, gelmeden önce, babama haber verdiklerini sanıyorum. Önce küçük çıtırtılar duydum,
ardından çatlayan kabuklar ve uçları görünen gagalar. Hasat sonlandı ve sapsarı tomurcuklar açıverdi
kümeste. Tüm bahçeye cıvıltılar yayıldı. Canları istediklerinde, istedikleri yerde durmadan dönen
sarı topaçlar gibiydiler çevremde. Akran olduğumuzdan, benden de korkmazlardı. Aramızda, adı
konmamış, ancak yürürlükte olan bir dostluk anlaşması vardı. Onların hatırına, sokağa bile daha az
çıktığım günler yaşanıyordu. Olur olmaz uykuları gelmediğinden ve oynamayı çok sevdiklerinden,
kafama uyan bir arkadaşlıkları vardı. Bir ara sokağa çıkıp arkadaşlarla koşuştursam da fazla uzun
sürmez, civcivlerin hatırına eve dönerdim. Böyle günlerden biriydi. Mutfaktan annemin sesinin
yükseldiğini, bugün bile hatırlarım: “Kedi, kedi!” Ben, odadan bu sesi duyduğumda, annemin bir kedi
gördüğü için niçin bu kadar sevindiğini anlamamıştım. İşin rengi birazdan ortaya çıktı. Bir kedi
kümese girmiş ve civcivlere saldırmıştı. En son hatırlayabildiğim, kümesin içinde hareketsiz duran üç
tane sarı benek ve kedinin ağzında kümesten kaçırdığı bir civcivdi. Bu kedi baskınından sonra,
bahçemizdeki civcivler bir şekilde görünmez oldular. Babamın, kalanları kime verdiğini
hatırlayamıyorum.
Kedinin ardından donuk gözlerle bakakaldım. Arkadaşlarımdan dördü artık yoktu. Ağladığımı tam
hatırlamıyorum. Tek hatırladığım, civcivler keşke bizim kümese hiç gelmeselerdi ve kedi onları
burada bulamasaydı. Artık, evimizde ya da bahçemizde cıvıltısı çıkan tek şey, babamın özenle kafes
temizliği yaptığı kanaryasıydı.
Yaz aylarının sonu yaşanıyordu. Arka bahçemize üç tane koyun getirdiler. Ev sahibimizin koyunları.
Birinin adı Karagözdü. Gözlerinin etrafında siyah bir halka vardı; diğer ikisi adlarını söylemediler.
Arada bir, mahalleden arkadaşlar da bize gelir ve onlarla oynarlardı. Sanırım, civcivlerin gidişine
karşı sıkılmamam için bunlar gönderilmişti. Yoncaları ellerimle yedirip tüylerini okşayacak kadar
alıştım onlara. Bir süre sonra onlar benim, ben onların huyunu suyunu bilir olduk. Neredeyse yeni
mahalle arkadaşlarım onlardı. En çok Karagöz’le anlaşırdık. Günler sonra bir sabah, evimize, ev
sahibimiz olan Necdet Amca’yla iki amca daha geldiler. Bahçeye çıktılar, koyunların boynuzuna birer
ip bağladılar. Oynamaya geldikleri belliydi; bir süre sağa sola çekiştirdiler. Gerçi çekiştirmelerine
gerek yoktu; yonca elimdeyken ben nereye gitsem gelirlerdi.
Koyunların sıkıca bağlandığını görünce, sahiplerinin alıp götüreceğini sandığımdan anneme
döndüm, “Verecek miyiz? “ diye. Annem ise, hayatında belki de hiç böyle boş bulunmamıştır:
“Yavrum bugün bayram!” dedi. Hani arada bir, resmî bayramlarda yoldan ellerinde bayraklarla geçen
çocukları hatırlamıyor değilim; ama o bayramlarda kimseye ip bağlayıp çekiştirmezlerdi. İnsanlar
mutluluklarını başka yoldan gösterirlerdi. “Bize ne şimdi bayramdan!” dedim. Benim aklım, gidecek
koyunlarda.
Yarım saat sonra, kocaman olmuş gözlerimde okunan en son şey, “bayram”dı. Anladım ki ne bana
ne de bahçedeki arkadaşlarıma bayram gelmişti. Birkaç saat sonra, tabağıma konan şeylerin ne
olduğunu küçücük beynim bile anlıyordu. Uzun yıllar herhangi bir dostumun etini yemedim.
Arkadaşlarımın yokluğuna alışmam birkaç günümü aldı. Annemler bile orada bulunmama izin
vermekle ne büyük bir hata yaptıklarını anlıyorlardı, bunu yıllarca hiçbirimiz unutmadık.
Civcivlerimden sonra, bahçemize giren koyunlarımız da yaşamamışlardı.
Koyunlar ve civcivlerin başına gelenler, hâliyle çevreye nam salıyordu. O günden sonra, ömrünü
huzur içinde tamamlamak isteyen birkaç hayvan dışında, bizim bahçeye gelen olmadı. Ama bazı kedi
ve köpeklerin tedirgin bakışlarla bizim bahçenin yakınlarından geçtiği hâlâ söylenir. Mecburen, sokak
arkadaşlığımın yeniden alevleneceği günlere gelindi.
Günler, yetişkinlikte olmadığı bir yavaşlıkta sürerken kız kardeşim de yürümeye başladı. On bir
aylık falandı yürümeye başladığında. Ayağım, bir yaşına doğru karıştığım elim bir çaydanlık kazası
sonucunda yandığı için yürümem geç olmuştur. Kız kardeşimin benden önce yürümesi belimi bükmedi;
ama benden önce bezden kurtulması canımı sıkmıyor değildi. Erken yürüyememiş olmama karşın
erken konuştum. “Nasılsa kalkamıyorum, bari derdimi anlatayım” telaşıyla konuşmuş olmalıyım. Buna
karşın, kız kardeşimin dediklerinin anlaşılması ve yasal olarak anlam kazanması beş yaşını bulmuştur.
Abartmıyorum, arada bir çıkardığı sesleri, annemler bana sorarlardı. Ben de tamamına yakınını
doğrulukla çevirirdim. Mesela “Hemimi” demesi, “İyi mi?” anlamına geliyordu. Bu en çok
benzettiğiydi ki kalanı siz düşünün. O zamanlar, dil tazminatının yokluğu en çok beni vurmuştur. Kuş
dili benzeri bir dili, o dönemden iyi bilirim.
Kardeşimin erken yürümesinden çok, bezi erken bırakması evde itibarımı bir hayli sarstı tabii.
Elde yıkanan bezimin sayısı elbette büyük bir koz oldu elinde. Çişini benden önce söylemesi hâlâ
içimde ukdedir. Bir buçuk yaşında bir çocuk “cis cis!” diye uyanıyor, düşünebiliyor musunuz? Tabii,
üç harfli bir kelimeyi bile yanlış söylediği dikkatinizden kaçmamıştır.
Gecenin bir körü ve kardeşim sıkıştığını fark edip uyanıyor, “cis” diye. Gerçi ben, Allah var, o
güne kadar böyle ucuz bir mesele için annemleri o saatte asla rahatsız etmemiştim. İnsanoğlu nankör
tabii; yıllardır sayemde mışıl mışıl uyuyanlar, kardeşimin sesiyle uyanmalarına rağmen, annemin
yüzünü bir gülücük kaplardı. Bu yetmezmiş gibi, bir de tutar, o saatte onu tuvalete götürürdü. Uyanık
olarak altıma yapmanın bir tadı kalmadığından, arkalarından mecburen ben de giderdim, bütün evin
çektiği eziyete bakıyorsunuz tabii.
Kardeşimin yürümesi iyi bir şey elbette; ancak sokağa çıktığımızda peşimden gelirdi. Bir tek beni
tanıdığı için düşerdi ardıma. Ben de arkadaşlarla bir yere doğru yürürken yolun ortasından onunla
geri döner, eve geri getirirdim. Millet, erkek kardeşini bile peşinde dolaştırmazken ben ne
yapabilirdim ki? Onu eve bıraktıktan sonra arkadaşlarıma yetişmek için tekrar aynı yolu var gücümle
koşardım. Anlamadığımsa, kardeşimi neden eve geri getirdiğimdi? Sanırım artık bizim evin bir
parçası olduğunu kabullenmeye başlamıştım.
Bu arada Tülin’le de arkadaşlık devam ediyordu. Onun en büyük avantajı, eve geri getirmek
zorunda olduğu bir kardeşinin olmamasıydı. Birlikte bisiklete biner, konuşurduk. Kardeşinin
olmamasıysa tek üstünlüğüydü; artık “r”leri söyleyebiliyordum. Allah ondan ve anasından razı olsun.
İş inada binmeseydi, belki söylemem gerektiğini bile fark etmezdim. Tülin neyse de annesinin “r”leri
söylemesinden duyduğu gurur, bugün bile tüm annelere örnek olacak yoğunluktaydı. Arkadaştık; ama
bisikletin üstünde bile arada bir beni sınıyordu Tülin. “Tırr!”, ben de aynı ciddiyetle ama biraz daha
uzatarak “Tırr!” diye yanıtlıyordum. O “Tırr!” ve “Pırr!”lar yaşamımdaki ilk sözlüye kalkışım
olmuşlardır; “Ahmet bak tırr!”, “Tülin bak pırr!”...
DAĞLARIN KIZI REYHAN, FUAR BENİM DÜNYAM, BİR DE ARAP
HASAN

Zenginin ve yoksulun sınırlarını benzer şeylerin çizdiği yıllar, beş lirayı yolda düşürmenin hüzün
olduğu zamanlar… İnsanların “Ne olacak bizim hâlimiz?” ya da “Bizden bir halt olmaz!” demeye
başlamaları yetmişlerin sonunu bulacaktı ve bu kader asla değişmez gelecekti sonraki kuşaklara.
Bizim evimizde radyodan başka bir de küçük pikabımız vardı. İğnesi benim için altın değerinde
olan pikabımız. Onlarca plağın arasından, bir an düşünmeden bulduğum ve saatlerce dinlediğim ise
iki taneydi. Biri Mahsunî Şerif’in söylediği “Kiziroğlu Mustafa Bey”, diğeri Kamuran Akkor’un
“Dağlar Kızı Reyhan”ı. Nerede olursam olayım, çocukken hışım gibi geçme âdetinde olduğumdan
mıdır bilmem, Mustafa Bey’in bir hışımla gelip geçişine bayılırdım. “Bir hışımla geldi geçti, peh peh
peh!”. Bu, sonda söylenen “peh peh” kısmı, zamanı geldiğinde benim için de söylenecekti; ama daha
çocuk olduğum günler. Bir yandan dinler, bir yandan da şanıma uygun bu türküyü kendimden
geçercesine söylerdim: “Bir hışımla geldi geçti peh” diye. Sonraları bir şey dikkatimi çekti; yahu bu
adam nereye böyle peh peh peh gidiyor diye. Babama sordum; adam öğretmen, Kiziroğlu’nun yakın
arkadaşı Köroğlu’nu ders diye okutuyor ki konulara en hâkim olduğu zamanlar. Artık, girdiği
mağarada piknik yapacak kadar duymuşluğum var Köroğlu’nu. Ama babam bu konuya pek açıklık
getirmedi; “peşine düşer, giderim” diye korktuysa günahım boynuna, bana gülmekle yetindi.
Köroğlu’nun yakın arkadaşını bulmama yardım etmeyen babam, dağ tepe gezen Reyhan’ı bulabilir
miydi? Bulamadı tabii. Ben dinlerken mest oluyorum, belli, hoş bir kadın bulsam muhtemelen talibim.
Talibim; ama kadının dağlardan sokaklara ineceğini de aklım kesmiyor, hepten ümitsizim. Şarkıda
“Bir tanesin ay kız!” dediğinden, eşine rastlama umudum da yok. Artık pikaba yakın bir yerde yan
gelip yatar, dünya güzeli Reyhan’ın hayaliyle gözüm plağımla birlikte dönerdi; “Bir tanesin ay kız!”.
Altı yaşıma doğru bir başka eğlencem de İzmir Fuarı olurdu. Fanatik düzeyde gitmekten zevk
aldığım bir yer var fuarda. Lunapark ve hayvanat bahçesine babam da gidiyor, benimki o değil. Ben
Çin pavyonuna deliriyorum. Fuarın açıldığı gün başlardım gidelim diye, aileme yaptığım tam bir
ıstırap. Ben fuara, diğer çocukların aksine, sokaklarda göremediğim bu sarı renkli, çekik gözlü
adamları görebilmek için giderdim. Hem tırsardım, hem de ufaktan kıçım kıçım yanlarına giderdim.
Her seferinde, ne yapar, ne eder yaklaşır ve dokunurdum onlara. Artık, onlar kadar sarı benizli
olmamın bu konuda bana yararı oldu mu, bilmiyorum. Ellerine dokunur ve yüzlerine bakardım, başımı
kaldırıp tebessüm ederdim. Genelde, onlar da bana gülümserlerdi; hatta saçımı okşayanlar da olurdu
ve ben, onlar için gidiyordum fuara.
Hayvanat bahçesine gitmesi hoştur elbet. Birçok çocuk gibi ben de severdim. Yalnız bir olay,
hayvanlarla fazla yüz göz olmamayı öğretti bana. Bir gün Ankara hayvanat bahçesindeyiz.
Anneannemler için Ankara’ya gelirdik. Dedemler için, diyeceğim adamın ruhu sızlayacak. Beni
gördüğünde adam, “Kaç gün kalacaksınız kızım?” derdi. Annem de ne cevap vereceğini bilemezdi.
Neyse konuya saygımdan dedemleri erteliyorum. Hayvanat bahçesi kalabalık ve biz ailecek
maymunlar kafesinin önündeyiz. Başımda, hiç unutmuyorum, mavi, yün bir bere var. Maymunlara dik
dik bakıyorum. Bizim millet de paylaşmayı sevdiğinden, kafese izmarit falan atmış. İşin garibi, bazı
maymunlarla, zekâları eş olduğundan, sigara arkadaşlığı yapanlar da var. Anne ile yavrusu da kafesin
kenarında yerde oturmuş, beni kesiyorlar. Ben de tüm dikkatimi yavruya vermişim; hâlâ altına yapıp
yapmadığını da merak ediyorum. Artık, anne maymun, ondan önce çişimi söylemediğimi mi anladı,
bilmiyorum, elini parmaklıklardan çıkardı ve bana bir tokat aşk etti. Takdir edersiniz ki hayvanat
bahçelerinde sıkça rastlanan bir dostluk gösterisi değil. Ben de ne olduğuna anlam veremediğimden
biraz durdum; sonra ne kadar gücüme gitti ki bastım feryadı. Belliydi zaten, elinde sigara, kucağında
yavrusu olandan da bu beklenirdi. O günden sonra, hâliyle İzmir Fuarı’ndaki Çin pavyonu en büyük
tercihimdi. Fuara gidip, kaybolmamak da şanımıza yakışmadığı için her seferinde bir maraza da öyle
çıkardı. Sonunda tüm aile eve dönerdik yorgun argın. Benimse, uçmasın diye bileğime bağlanmış uçan
balonum olurdu her seferinde.
Bunca şey yazılıp okunduktan sonra akla şu geliyor tabii: “Peh peh mahalleye bak! Maşallah bir
Perihan Abla eksik! Ne mübarek adamlar, bir tane bile delisi yok”. Olmaz mı; o zamanlar da her
mahallenin eşrafı tarafından sevilen, şimdiki gibi tiner çekmeyen, “deli” kadrosundan zatları olurdu.
Birisi gerçek deliydi, Deli Mehmet. İncesi, bayağı bir tanınmıştır romanı sayesinde; bizimkisi deli
olandı. Mükremin Çıtır’ın palası kadar çenesi düşük olmasa da arada bir ağzından sesler çıkaran ve
başını iki yana sallayan bir adamdı. İri kıyım, pehlivan kesimli, bıyıklı, zamanında yaşasaydı yeniçeri
olacak bir adamdı yani. Ben ondan pek korkmazdım. Zarar vermediğinden ya da bizi korkutmak için
pek çabası olmadığından olsa gerek, yanımızdan geçip gitse de, bizi oynarken seyretse de arada bir,
biz ona takılır; ama ondan korkmazdık.
Benim ayıp olmasın diye korktuğum ise Arap Hasan’dı. Araplığı doğuştan değil, sonradan.
Üçkuyular’daki bir tamirhanede, sabahtan akşama o günkü şartlarda kim çalışsa ve ardından eve
gitmek için İzmir sıcağının altında kim yürüse ona benzerdi. Hergele gerçekten deli değilmiş,
sonradan babam anlattı. Beni korkutmak için ellerini iki yana açıp dilini bir karış kadar dışarıya
çıkarır, içeriye girdirirdi ve yüksek sesle adımı söyler, bir yandan “alalalala” diye sesler çıkarırdı.
Uzaktan görenler, iki Budist keşiş birbirini görmüş, sevgiyle selamlaşıyorlar sanır. Tipini anlatmak da
kolay değil, bizim Arap’ı Hindistan’daki bir pazar yerine bırakın, cebinden de kimliğini alın, birini
inandırıp ülkeden çıkması altı ayını alır. Tabii bizimkiler sınırdan tekrar sokar mı, garanti veremem.
ŞİMDİ SEVMESİN, RAHMETLİ NE ÇOK SEVERDİ BENİ

Babam askerî öğretmendi, söylemiştim. Üç aylığına Tuzla Piyade Okulu’na kursa gidecek. “Paranı
koynuna, karını kaynına emanet edeceksin” sözünden hareketle Ankara’nın yolunu tuttuk. Annem, kız
kardeşim ve mümkünse babamla Tuzla’ya gitmesi istenen ben, Ankara’ya gitmek zorundayız. Günler
öncesinden hazırlıklar başlamıştı. Annem tedirgin. Ben, bahçeli bir evde otururken bile sabıka
dosyası kabarık biriyken yalnızca adı Bahçelievler olan bir semtte bir apartman dairesine gidecektik.
Üç aylığına kalınacak; ama dedeme belki üç yıl gelecek bir sürece yolculuk başlıyordu. Yalnızca
annem değil, babam da tedirgin. Kolay değil, ne de olsa bir başka ev ve üç ay. Babam zaten kimsenin
evinde rahatı olmayan bir adam. Kendisi İstanbul’da, biz Ankara’da olacaktık; ama buna rağmen yine
de pek keyifsizdi. “Sana ne! Bırak dedem düşünsün” diyeceğim; evlat yüreği dayanmıyor; susuyorum.
Garajlara geldik; iki otobüs yan yana, özellikle istesen olmaz. Biri İstanbul’a, biri Ankara’ya iki
otobüs. Önce bizim otobüs hareket etti. Babam oturduğu koltuktan el salladı bize. Biz de ona el
salladık, annem tedirgin ve sessiz. Kadın haklı, gözünün önüne son bayramda dedemin evinde olanlar
geliyor; bir yandan da beni tembihliyor. Son bayramda olanları anlatayım da çatlamayın.
O bayram, uzun zamandır annesi ve babasını görmediğinden, annem için Ankara’ya gidiyorduk.
Gerçi dedem, “Sen zahmet etme, ben sizi ziyaret ederim” demek için bir mektup yazmak istemiş; ama
anneannem izin vermemiş. Demek kadın beni ne kadar özlemiş ki!
Dedem yaşadığı çağın çok ötesinde, eve ve ev eşyasına meraklı bir adamdı. Rahmetli, “ilerde
değer kazanır nasılsa” diye tavana birbirinin aynı iki tane avize asmıştı. Salonu daha bir heybetli
gösteren bu avizelerin özelliği ise bir tükenmez kalem cesametinde kristal çubuklardan oluşmasıydı.
Ayrıca, ailenin ne kadar camı çerçevesi varsa içine alabilecek boyutta, iki tane vişneçürüğü büfe
salonun duvarlarına yaslanmıştı, tüm heybetiyle. Koltuklarsa, o güne kadar üzerinde zıplayan
olmadığı için iyi görünümdeydi. Dikkat buyrun, evde TV de var. O zaman biz, eve buzdolabını alalı
bir yıl olmuş. TV de tahta bir kutunun içinde. Dükkânların önünde vitrinleri korumak için kepenkler
olur ya, onun tahta olanı. Ve kapanınca öyle kalmasını sağlayan küçük bir küpe kilidi de var. Benim
için olduğunu sanmıyorum; rahmetli, o salona anneannemin bile yalnız girişinden hoşlanmıyordu,
eminim.
Uzun bir otobüs yolculuğu. Uzun diyorum, anaokulundan beri uyku sorunum aynıdır, huy işte. Yol
boyunca şoför ve benden başka sürekli uyanık kalan oldu mu, bilmiyorum. Muavin bile, arada ortadan
kayboluyordu. Bayrama gidiyoruz, tabii bütün otobüs dolu. Her neyse, sabahın gözünü açmadığı
saatlerde, ailecek Ankara’ya indik. Bir yıl sonra aynı yolu, babam İstanbul’a, Tuzla Piyade Okulu’na
giderken annem, kardeşim ve ben aşındıracaktık. Babam garajlardan bir taksi tuttu. Sabahın yedisi
gibi dedemlerin evine vardık. Ben dört yaşımdayım, kız kardeşim kucakta. O evi, o güne kadar ilk
görüşüm.
Kapıdan girdik; ninem sevinçli, o zamanlar evlenmemiş dayım da evde. Neyse ayakkabılar
çıkarıldı; beni sevdiler ve yavaştan salona girdik. Benim bir huyum vardır: Bir yere ilk girdiğimde
etrafımı çok çabuk gözden geçiririm. Böyle bir salona daha önce girmediğimizden, benim ilk işim
tavana bakmak oldu. Gözlerim, on beş saniye kadar avizeye takılı kaldı. Babamlar ve dedem koltuğa
henüz oturmuşlardı. Çok soğukkanlı olmasaydım ya da yaptığım işin doğallığına inanmasaydım,
sanırım engel olunurdu. Antreye çıktım, babamın ayakkabılarından bir tekini alıp salona girdim.
Dedem, ayakkabıyla ne yapacağım konusunda bir şeyler düşündüyse de ayakkabıyı, hakkımı almak
için kullanacağımı düşünmemiş olmalıydı ki koltukta bir bacağı altına alınmış şekilde oturuyordu.
Yaradana sığınıp, ayakkabıyı avizeye savurduğumu ve tükenmez kalem cesametindeki kristallerden
beş, altısının yere düştüğünü hatırlıyorum. Kocaman olmuş gözlerle bana baktıklarını sanıyorum;
çünkü benim gözüm bileğimin hakkıyla indirdiğim ganimette. Ben, kristaller için yere eğildiğimde,
aynı şeyi bir daha tekrarlayacağımdan korkuldu ki beni yakaladılar. Oysa benim niyetim, düşenlere
dokunabilmek. “Bırakın, bunlar benim!” diye de bağırıyorum bir yandan. Neyse, gerçekten de onlar
benim oldu. Bu olaya dedemden başka üzülen olduğunu hiç sanmam. Anneannem ve dayım bile,
“Çocuktur, elinden almayın!” falan diyorlardı, bir yandan da gülmemeye çalışıyorlardı. Dedemi asıl
üzenin, “önceden benim için kenara, kendi isteğiyle, iki kristal parça koymamak” olmasıdır, diye
düşünürüm her zaman. Salona girişim ikinci bir emre kadar yasaklandı.
Bu bayram ziyaretinden yaklaşık bir yıl sonra, bu kez babam yok ve biz Ankara’ya dedemlere
gidiyoruz. Bu kez evin erkeği olarak yollara düşmüşüm ki uyumak hiç olmaz. Yolda ne kadar kesik
çizgi var, nerede, hangi araba sollanır, nerede çay içilir, ne makbuldür biliyor olmam, o günlere kadar
gider.
İlk ziyaretin seneyi devriyesi. Antredeyiz; kadro, babam hariç aynı. Salonun kapısı kapatılmış. Yeni
bir avize aldıysa bilmem; eski avizenin kristallerinden zaten bende var; dedemin tedirginliğini
anlamam mümkün değil bu nedenle. Her neyse, bu kez oturma odasına geçiyoruz. Aile reisi olmam
dolayısıyla daha dikkatliyim. Bu odada bir balkon var. Balkona çıkıyorum. Balkonun demirlerine
kadar yaklaşan bir ağaç var. Meyveleri bir yetişkinin kol mesafesinde. Ankara armudu. Öldür Allah,
yetişebileceğim gibi değil. Dedem, olgun ve yaşadıklarından ders çıkaran adamdı. İçerden dayıma
seslendiğini duydum: “Git birkaç tane kopar da ağaca bir şey atmasın!” Bu yaşanmış olay namımın
yürüdüğünü göstermiştir ki tüm alçakgönüllülüğüme rağmen duygulanmışımdır.
O evde pek çok şeyi ilk kez gördüm; yani yaşıma uygun. Ev kaloriferliydi. Demir peteklerin
üzerlerindeki saksılar kışın kalkıyordu ve ev kaloriferle ısınıyordu. TV’nin de aslında eve alınır bir
şey olduğunu ilk bu evde görmüşümdür. Evde pikap yoktu; ama iki tane radyo vardı. Pikap olmadığı
için canım istediğinde “Reyhan”ı dinleyemiyordum; ama istediğimde koridorlardan ya da apartmanın
bahçesinden bir hışımla gelip geçebiliyordum: “Peh peh peh”. Bir de bizim banyoda olmayan iki şey
vardı: biri küvet, diğeriyse hava gazıyla çalışan şofben. Bu havagazı lafını duyduğumda, “Ulan
madem öyle, biz neden evimizde bundan istifade etmedik ki!” diye de düşünmüşümdür; üstelik
adından belli, bedava olmalıydı. Sonradan dedemin banyo yapışına şahit oldum ki hava ve gaz
bedava bile olsa adam millî servete olan saygısından çok dikkat ediyordu.
Günlerden bir gün anneannem, ben ve annem mutfaktayız. Ben mutfak balkonundan bahçeye
bakıyorum. Dedemin koridordan sesi geldi, anneanneme seslendi: “Hatice ben yıkanıyorum!” O
yaştaki bir adamın, eve saygısıyla bile kolay açıklanır bir bilgi verişi değildi bu. “Ben yıkanıyorum.”
Hadi ben yıkansam tamam, yalnız yıkanamıyorum. Ya sabır çekip balkondan bakmaya devam
ediyorum. Ninem, anneme: “Kızım, baban seslendiğinde şofbeni açar, kaparsın” dedi. Bu gerçekten
yaşanmış bir olaydır. Dedemin sesi tekrar duyulduğunda annem şofbeni açtı. İki dakika sonra “Kapa
kızım!” Neyse, kapadı. Bir dakika sonra, “Açabilirsin!”, “Tekrar kapa!”, böyle dört, beş sefer oldu.
Annem, babasını benden iyi tanıyor; ama ben bazı şeyleri yeni öğreniyorum. Adam, başını
sabunlarken şofbeni kapattırıyor; bunun o esnada yanan hava gazına saygısından olduğunu sonradan
öğreniyorum. Sonra, başındaki sabunu giderecek kadar bir zaman için açılıyor ve yine kapanıyor.
Kristallerin anlam ve önemi, gözünüzde çok daha iyi canlanmaya başladı sanırım.
Dedemlerin evindeyiz ve yaşam bir şekilde sürüyor. Bazen, dayım arkadaşlarıyla dışarı çıkmadığı
zamanlarda, okul sonrası beni de gezdirmeye götürürdü. Evin selameti açısından çok önemli olduğunu
hissettiğim gezilerin dayıma büyük bir manevi huzur sunduğunu düşünürüm. Gerçi, “Dışarıda
harcarsınız” denip dayıma verilen paralar işin maddi mutluluğunun da yabana atılmadığını gösterirdi.
Gittiğimiz çocuk bahçesinde kaynamış mısır, dondurma falan alınırdı. Ben bir yandan oyuncaklarla
zaman geçirir, bir yandan da dayım bir haltlar karıştırıyor mu diye bakardım. Çok efendiydi; bir
yanlışını hiç görmedim.
Dayımın olmadığı günler, apartmanın diğer sakinlerinden doğma çocuklarla bahçede oynardım. Üst
katımızda, biri yaşıtım diğeri onun bir yaş küçüğü iki oğlan otururdu. Babaları polisti. Aralarına
karbon kâğıdı koymuşlar mıydı yaparken ya da benzer duygular mı hâkimdi bilmem, çocukların yüzü
birbirinin aynıydı. Sakin çocuklardı; çoğu zaman, bahçeye niçin indiklerini bile anlamazdınız.
Oyundan anladıkları, iyi bir izleyici olmak üzerine kuruluydu. Alt katımızda, kuaförün oğlu İbrahim
otururdu. Benim gibi sarı saçları vardı; benden bir yaş büyüktü, yaşıtım olan bir kız kardeşi vardı, adı
Nilgün, çok güzeldi. O zamanlar da İbrahim’e, İbo denirdi; büyüyünce, şarkıcı oldu mu, bilmiyorum.
İbo hareketi ve oyunu severdi; üstelik bahçedeki kayısı ağacına tırmanabiliyordu. Bir gün, inişi
çıkışına göre çok kısa bir zaman aldı ve çok ağladı. Neyse ki öncesinde kayısıları bize atmıştı. Bir de
Barba vardı; Barbaros’un kısaltılmışı olan adını, severek söylerdik. Ben onunla tanışmadan önce, bu
ismi almıştı; benim olaya bir katkım olmadı. Barba’nın boyu, yaşına göre çok uzundu; incecik, çekik
gözlü, sakin, kirpi saçlı bir çocuktu. Rabbim, bir bitkiye “Çocuk ol!” deyip sokağa salsaymış, bizim
Barba olurmuş. Okuldan eve gelişini, evden oyun için çıkışını, oyun sırasındaki tepkilerini, oyun
bitişi eve gidişini, neresine takıldığını bugün bile kestiremediğim bir çip yönetmiştir. Babası
mühendisti; günahı boynuna o yapmıştır. Barba’nın, bir de on yaş büyük ablası vardı. Barba on yıl
yaşasa ne olur, diye sorabilecekler için, babasının önceden “Aha bu olur!” demek için hazırladığı bir
şeydi kız.
Apartmanın bir de kapıcısı vardı; adı Selahattin’di, oğlu vardı, adı Aslan’dı. Bakkal Mesut gibi,
muhtemelen isim önceden hazırlanmış, çocuk ona göre peydahlanmıştı. Geçtiği yere çalı gibi takılan,
zarar veren tipte katli vacip bir şeydi. Artık düşünün, doğarken annesine nasıl bir hasar verdiğini.
Tüm mahalle için haşerat gibi zararlı bir şeydi. Bizden beş yaş kadar büyüktü; ama babamdan
küçüktü. Babam, bir hafta sonu, İstanbul’dan üç günlüğüne bizi ziyarete geldiğinde, Aslan’la ve
babasıyla tanıştılar. Tanışmak demem insanlığımdan, anaokuluna benzer bir seremoniydi. Kapıcı
Selahattin, oğlu doğduğundan beri, belki ilk kez bu kadar pişman olmuştu. Babam, özellikle
hanımlara, hürmette kusur etmeyen, gerçekten nazik biriydi. Bu nedenle, Aslan’ın annesine ve tüm
kadın akrabalarına tek tek iltifat ettiğini, bizzat o gün görüp duygulanmışımdır. O günden sonra
Aslan’ın hayatında, yanından görmeden geçtiği ilk insan olduğumu hatırlıyorum.
Dedem eve bir şey aldığı zaman, “el altında bulunsun” diye üçer beşer alırdı. Özellikle yeme içme
konularında titizdi. Karpuzları da toptan almış ve salondaki büyük koltuğun arkasına sıralamıştı.
Babamın, İstanbul’dan üç günlüğüne, ziyaret için geldiği güne rastlar, karpuzları keşfim. Babam yol
yorgunu, salonda uzanmış; ben de kız kardeşimle babamın yanındayız, “Yediğin, içtiğin senin olsun;
gördüğünü anlat!” hesabıyla. Bir yandan salona bakınıyorum, bir yandan sohbet sürüyor. Duvarda
tutunup çıkacak bir yer var mı ya da düzken şansımı mı denesem, diyorum bir yandan da kendi
kendime. Diğer yandan da “Hazır yanındayım; ne yapsam da babam sıkılmasın?” derdindeyim. Ne de
olsa evlat yüreği! Kardeşimin öyle bir derdi yok, sakin oturuyor kız. Büyük olarak anladım ki iş başa
düşüyor. Gözüm karpuzlara ilişti; kız kardeşime, “Manavcılık oynayalım!” dedim.
Kardeşim, yaratıcı değildi oyun konusunda; ama uyardı bana. “Bari fikir üretemiyorum, olana
saygılı olayım” gibisinden kabul etti. O, bir yeri mahsustan tezgâh yaptı; ben bir bir karpuzları elimde
taşıyıp tezgâha yığıyorum. Henüz para işine girmemişiz. Bir, iki derken, üçüncü karpuz yeterince
olgun yapıda değildi ki elimden yere güm. Ben, karpuzdan böyle bir hareket ummadığım için hâliyle
tedbirsizim. Karpuz da bilirsiniz haşarı bir sebzedir, pek öyle düştüğüyle kalmaz. Tabii, düşünce
gerçek ortaya çıktı; günahını almışım, karpuz olgun mu olgun, kan kırmızı bir şey. Belki dedemin en
güvenip aldığıydı. Kabuk bir yana, içi bir yana dağıldı. En çok da çekirdekler günlerin verdiği
esaretten kurtulmanın verdiği sevinçle nasıl oraya, buraya dağılıyorlar, anlatamam. O çekirdeklerin
duası, bir adama ömür boyu yeter. Babam, üçe beşe bakan adam değildi; ama ev kendinin olmayınca,
anladım ki giden karpuza biraz bozuldu ya da onu oyuna almayışımıza.
Dedem, bir işte çalışıyordu, o yaşına rağmen. Hem de hatırı sayılır bir hukuk firmasında. O
nedenle, karpuz zayiatında evde yok. Salon, salon olalı öyle bir temizlik görmemiştir. En çok
anneannem yorulmasına rağmen temizlik sırasında neşesinden hiçbir şey kaybetmedi. “Çocuktur, ne
olacak!” falan diyor; dedemin yokluğunda, yanında diyemeyeceği şeyleri zevkle söylüyordu. Dedem
anladı mı? Adam yıkanırken “Aç kızım, kapa kızım” diyen bir adam, karpuzları da sayıyla almış
tabii... Dede Korkut’taki Tepegöz gibi, nerede kaç karpuzu var, hangisi kaç kilo, koyunları sayar gibi
sayan adam, ayağına bir iki çekirdek de yapışınca…
Bir gün Cebeci semtine gidiyoruz; orada teyzemler var. Annemin büyüğü. Benden büyük iki de kızı
var. Beni de severlerdi. Onlarda canım hiç sıkılmazdı; o nedenle, babamla gidişimiz beni çok mutlu
etmişti. Yalnız ben ve babam. Annemle kardeşim, dedemlerde kafa dinliyorlar. Ben, öyle her yere
emanet edilecek biri olmadığımdan, teyzem de babam gibi tedbirli olduğundan, babam içi rahat beni
ona bıraktı. Kızlar sokaktalar, eve gelseler belki onlarla oynayacağım. Balkondayım; tanımadığım
muhit, insanlar hırlı mı hırsız mı bilinmez. Alt katta bir kadın, yeni yıkadığı çamaşırları asıyor, hepsi
kar gibi koca koca çarşaflar. Biraz bakındım; artık sıkılmışım ki “Ne yapsam?” falan diyorum.
Teyzem de içeride. Baktım ki ufaktan sıkışıyorum. Uyuyor olsam işim kolay. Uyanık olmak, hâliyle bir
sorumluluk yüklüyor insana. “Hadi!” dedim, “Kimseyi yormadan şu iş hallolsun” Nezaketen balkonun
kenarına gittim; hâliyle, erkek olunca daha kolay. Artık, rüzgâr mı sapıttı yoksa ben mi açıyı tam
ayarlayamadım, aşağıdan meraklı bir bakış, ardından bir bağırış, çağrış. “Be kadın! Onca mesafeden
oncacık şeyi nasıl da gördün?” Nasıl bağırıyor! Hayır, bir yandan görüp bağırması, elbette hoş bir
şey. Neyse, patırtıya teyzem geldi. Kızları benzer şeyleri yapamayacağı için, belli ki bu durumlara
hazırlıksız, aklı almadı kadıncağızın. “Olur mu canım öyle şey? Biri yukarıdan su falan atmıştır”
diyor. Aşağıdan kadın, “Gördüm, Yıldız hanım!” falan diyor. Kadın madem gördün, bırak aramızda
bizim sırrımız olsun el âleme niye anlatıyorsun! Maksat gurur yapıp övünmek, baktım kadın işi
ballandırıyor, mahalleye rezil olacak teyzeme gördüğü şeyin doğru olduğunu söyledim.
Teyzem dondu kaldı, ne yapsın aşağı kata inip namus meselesini tatlıya bağlayacak sözde, artık
kadın göreceğini görmüş; ama komşusu ya illaki inecek. Emanetin canı burnunda olurmuş. Ben de
teyzemle beraber merdivenin başına çıktım, sanki bana bir şey soran var. Merdiven de tam ince
helezonik, öyle kıvrımlı ki o kadar olur. Teyzem alt kata doğru eğildi; bir yandan da ben başımı uzatıp
bakma derdindeyim, kadın göreceğini görmüş daha beni ne yapsın diye de düşünmüyorum, ben de
eğilince merdivenin kenarı zaten dar; aşağı doğru tekerlenmeye başladım. Alt kata kadar tam da
neredeyse kadının ayaklarının dibine kadar yuvarlandım. Babam zaten titiz, ben sana çocuğu böyle mi
bıraktım diyecek, Allah var yuvarlanmam bittiğinde teyzem neredeyse aynı anda yanımdaydı. Nasıl
bir gürültü kopmuş olmalı ki millet de kapıdan çıktı. Neyse bende hasar yok. Ortalık kalabalıklaşınca
çamaşırları ıslanan kadın da hâliyle konuyu milletin yanında açmak istemedi. Gördüğünü kendine
sakladı ve konuyu kapadı. Babam mı? Bu olayı o gün duymadı.
Dile kolay tam üç aydır bu ev bizim de evimiz oldu. Dedemin acaba bugün ne halt yiyecek, diye
bana baktığı, annemin geçen her güne çarpı attığı benim hiçbir şey bulamasam mutfaktaki içme suyu
küpüne başımı soktuğum günler de bir şekilde geçti gitti. Ufaktan hazırlıklar başladı. İzmir’e
döneceğimiz günler yaklaştı. Geçen üç ay boyunca kız kardeşimin bırakın suç ortaklığını,
yaramazlığını, sesinin çıktığı pek duyulmadı. Babam bizi almaya geldiğinde evden çıkarken kız
kardeşimi de ilk geldiğimizde antrede bıraktığımız yerden aldık ve yola çıktık.
HOŞÇA KAL BALÇOVA, HOŞÇA KAL! MERHABA LOJMANLAR,
MERHABA!

İzmir’e geldiğimizde derin bir nefes aldım insanın memleketi gibi yok. Eve girdiğimizde ilk işim,
seçtiğim bir plağımı özenle pikabıma yerleştirmek oldu; bir yandan dinledim, bir yandan eşlik ettim.
Bir hışımla gittim üç ay sonra döndüm artık peh peh peh...
Yıllarımızı geçirdiğimiz yer. Alışkanlık ötesi bir sevgi. Bahçeli bir ev, ortasından dere geçen bir
sokak, yan tarafta ağaçların olduğu bir tarla ve her taraf çiçek. Zamanın kötüye doğru tekerlenmeye
başlamadığı günler. Babaların çalıştığı, çalışan annelerin parmakla gösterildiği ve insanların iyi kötü
benzer şeyler yaşadıkları zamanlarda bu güzel sokakta yaşadık.
Babamların okulu Üçkuyular’dan Çiğli denen yere taşınınca oraya yakın bir askerî lojman da
olunca hemen herkes için bu taşınma konusu konuşulur oldu. Askerî öğretmenlerden kurulu bir dost
çevresi var ve genelde okula yakın olduğu için bu semtteler. Lojmanlar tama yakın boş ve o zaman
Çiğli’den ötesi dağ başı sayılıyor. Keşfi bizden sonraki yıllara rastlar. Harmandalı köyünden de ileri
taşınacağız. Milleti aldı bir telaş. Ben ne olup bittiğinden çok da haberdar değilim açıkçası. Bir
taşınma lafı oluyor; ama daha önceki taşınmamızı ben bile hatırlamıyorum. İki buçuk yaşında
Eskişehir’den İzmir’e gelmişiz.
O yaşlardaki taşınmanın en güzel yanı en son araba hareketinde seni de arabada bir yere
oturtuyorlar. Ben unutulsam da arkadan mutlaka gönderilecek biri olduğumdan babamlar içleri rahat
taşınma işiyle uğraştılar. Bir kamyon dolusu eşya, paketlenecek onlarca şey. Kırılacak dökülecekler
çok fazla olmasa da yine de zayiat oluyor hâliyle. Ev sahibimiz ve ailesi de çok üzüldüler. Kolay
değil üç yıl olmuş kalp kırılmamış. Velhasıl gün geldi, veda ettik ve yeni evimize doğru hareket ettik.
Şehir içi de olsa yaş küçük olunca yollar da kolay bitmiyor. Zaten taşınacağımız yer de şehrin diğer
ucundan yarım saat sonra.
Yol bitti, eşya kamyonumuzun ön koltuğunda ben olmak üzere, askerî lojmanlara ilk adımımızı
atıyoruz. Dallas çiftliği tarzında devasa bir kampüs. İçinde tek ve çift katlı, aralarında bahçeler
bulunan Amerikalılardan kalma mükemmel evler. Ama yine de annemlerin gelmeden önce “Ne işimiz
var o dağ başında?” dedikleri kadar uzak. Bahçe, ağaçlar ve çevrede ne görülebiliyorsa insana huzur
versin diye hazırlanmış. Öyle bir sessizlik ki en yakın semt on kilometre uzaktan başlıyor. Huzur
arayanlar ve dünyayla irtibatını kesmek isteyenler için hoş bir yer. Ama biz çocukların evde ilk
aradıkları huzur da olsa dışarı çıktığımızda ses arıyoruz. Yoksa da sesi biz çıkarıyoruz.
Tüm evler birbirinin kopyasıydı, adı üstünde lojman. Ama dev gibi bir arazi üzerine konulunca ilk
işim benzer bloklarda kaybolmak oluyordu. Artık her nereye gitmişsem o civarda çimleri biçen ya da
bakım yapan askerler babamın adından nerede olduğumuzu bulup beni geri getiriyorlardı. Zaman
burada hepten akmaz olmuştu. Tüm lojmanın çevresi yüksek tel örgülerle çevriliydi. Düşünün başıboş
köpek bile pek yoktu. Tabii oyun oynaması daha da zorlaşıyordu; çünkü kimseyi tanımıyordum. Yeni
gelinen bir yerde çocuklar için bazı şeyler daha zordur. Bizimle kural ya da kanun gereği oynamak
zorunda olan kadrolu hiç kimse yoktur çünkü. Kendi ekibini kendin kurmak zorundasındır.
Çevremizde uzaktan da olsa gördüğüm birkaç akran var; ama kilometre kareye bir çocuğun düştüğü
bir yerde ekip kurmayı bırak, diyalog kurmak zor. Birkaç gün böyle geçti. Düşünün zaman geçirmek
için çiçek toplayıp buket falan yapıyorum bir gören olsa ne düşüneceğini bile göze almışım. Ya da her
gün çıktığın bir ağaca ne olur ne olmaz diye bir daha çıkıyorsun. Ağaçta ne bir kuş yuvası ne bir
meyve. Çam ağacı, evimizin önü arkası hep çam. Biraz da zakkum, rengârenk açan zakkumlar...
Onların da meyvesi yok, bir şeyi yok. Gerçi çok şifalı, her derde deva bir bitkidir, her şeye iyi gelir
diye suyunu sıkıp içecekler de olacak ileride. Aslında bu zakkum bir halta yarayacak olsaydı
zamanında ben keşfederdim sanırım. Akşama kadar içlerindeydim. Belki dallarından iyi yay ve ok
olur; ama ben bir şifasını görmedim.
Arada bir, çaresizlikten sanırım, kız kardeşimle çevrede gezerdik, göz alabildiğine çimenlik bir
düzlük, arada çam ağaçları. Uzaktan bir çocuk falan görsem kızı anında ekeceğim de çocuk yok
mecburen onunla konuşuyoruz; hem kardeşimin lisanı gelişiyor, hem de benim canımın sıkıntısı
azalıyor. Güneş bilinen İzmir sıcağı, yandıkça yanıyorum saçım çil sarı, daha da sararmışım. Arada
bir askerî kantine iniyorum evden bir kilometre kadar aşağıda. Ben sabah kahvaltısı için ekmek
almaya çıkıyorum Allah bir zeval vermezse öğlen yemeğiyle birlikte aradan çıkarıyoruz. Mevsim yaz,
babam evde. Ders vereceği zamanlar geride kalmış. Babam tedbirli adamdı aslında, yaz ortasında
lazım olur, sıkılırım falan deyip üç beş kişiyi ikmale bırakırdı. Sonra hem kalan çocuklar hem de
kendi İzmir sıcağında bunun meyvelerini toplarlardı. O çocuklar okulu bitirip hayatta mutlu oldularsa
o yaz sıcağında gösterdikleri sabrın kendilerine öğrettiklerindendir. Hiçbir şeye yaramadıysa ateşe
dayanıklı olduklarından fırıncılık falan yapmışlardır. Başka türlü kırk derecede kimse o sınıfa
girmezdi. Direkt geçip o sabırdan haberi olmayanlar birçok konuda ileride pişman olmuşlardır
sanırım.
Çiğli Askerî Lojmanları... Çiğli ve Menemen ilçelerinin arasında kurulmuş ve muhtemelen geçen
kervanlara bakılsın, diye düşünülmüş bir yer. Uzaklık dışında bana sunduğu hiçbir yeri olmayan bir
yerde yaşam başlıyordu benim için. Bir mahalle dolusu arkadaş, dere ve yüzlerce hatıra gözlerimde
ve geride; niçin geldiğimizi anlamaya çalıştığım günler. İş güç, yeni düzen yetişkinlerin belini
büküyordur elbette; ama çocukların çok büyük dünyalarında da işler o kadar kolay oturmuyor.
Okula daha başlamamışım; ama evde kokusu bir süredir çıkmaya başlamış. Bu kez öyle bir şey ki
konu komşudan biliyorum elini verdin mi kolunu da alamıyorsun. Yaz ortası; yani öyle bir yalnızlık,
sıkıntı ki neredeyse okula kendi isteğimle ben yazılacağım. Aslında okula hiç gidesim yok.
Anaokulundan biliyorum benim işim değil. Okul falan iyi hoş da geliş gidiş saatleri can sıkıyor.
Yoksa ne var insan birkaç saatliğine canı istediğinde elbette gidebilmeli, yoksa okula karşı
olduğumdan değil. Hem zaman kolay geçer, o gün bir işin yoksa okula gidip zaman da geçirilir ve
yerimiz belli olur. Bazı çocuklar daha okula başlamadan; hatta yaşları bile tutmazken ne menem bir
yer olduğunu bilmeden “Okula gitçem!” diye tuttururlar ve onları hiç anlamazdım. O siyah önlük bile
bunu anlamamam için yeterliydi aslında.
Okula başlamam yazın sonlarına rastlayacak; ama daha yazın başı. Çoğu asker ailesi memleketteki
yakınlarını ziyarete gitmiş. Zaten tam dolu değil lojmanlar; millet buraya taşınmaya yeni heves ediyor.
O nedenle yakınlardaki bir çocuk bahçesine gidiyorum ya da bazen kız kardeşimle birlikte gidiyoruz.
Kaydırak, salıncak, dönen bir şeyler var, rakip çocuk yok; ama rahat batıyor. Biraz ondan, biraz
bundan oynuyoruz kardeşimle. Salıncağa bindiğinde sallansın diye ittiriyorum, eğlenmesine yardımcı
bile oluyorum. Bir ara kaydırağa çıktı. Aşağı doğru bıraktı kendini kaydıraktan, baktım sağ salim
iniyor; neyse dedim ben de başka bir şeylerle avunayım. Meğerse kardeşim kaydıraktan kayarak
inerken bir yandan da kaymadan aşağıya direkt iniş nasıl oluyor diye de düşünürmüş, benden
saklamış. Artık ne yapıyordum, bilemiyorum onunla meşgul değildim. Kaydırağın ayaklarının dibi
kumdu. Bir “pof” sesi duydum. Tabii insan böyle zamanlarda bir sese muhtaç, ben de merakla döndüm
ki ne göreyim: Bizimki yüz üstü yerde, bir bedenin bir kum havuzuna ilk temas ettiği anda bu “pof”
sesi çıkıyor. Yüzünün yarısı da kumla kaplı, kalan yarısında kocaman bir ağız feryada hazır.
Kız daha küçük, kendi düşen ağlamaz sözünü de duymamış ya da ne anlama geldiğinin farkında
değil. Durumunu bir gözden geçirdikten sonra pek de hoş bir durumda olmadığından şüphelendiği için
bastı feryadı. Öyle böyle değil bayağı bir zırıltı koptu. Öyle bir şey ki ağlaması, anlamak mümkün
değil, ne bekliyordun ki madem ağlayacaktın ne demeye kendini attın yere? Benim tesellim bir işe
yaramadı. Yukarıda dengesini kaybetmiş ve Allah ne verdiyse kuma çakılmıştı. Neyse, eve geldik;
babam yok; annem de mutfakta; ağlaması biraz yavaşlamış; ama iç çekmeye devam ediyor. Annem
gördüğünde asıl bozulduğu, kızın yüzünün yarısının hâlâ toprak oluşuydu sanırım. Kız kardeşimi
kaptığı gibi banyoya, yüzünü gözünü yıkadı. Yıkanınca ağzı burnu iyice ortaya çıktı, organ zayiatı yok.
Çünkü bilirsiniz kızlarda şekil şemail önemlidir. Günü geldiğinde lazım olur.
Şekil şemal yerindeydi; ama annem orasını burasını yoklarken eli kafasının üstüne geldiğinde bir
çığlık attı. Ben de meraklandım ağabey olarak. Bir baktım kızın kafası, içi geçmiş yumuşak kavun
gibi. Parmakların ucu balona bastırırsın ya öyle. Buz falan koyuldu. O zaman bugünlerdeki gibi değil,
doktor kıymetli biri, elini sallayınca doktora değmiyor. Sağ olsun paşamız seksen sonrasında lahana
gibi yetiştirdi de sıkıntısı kalmadı. Akşam babam geldi. Çocuk dıştan iyi görünüyor da babam
severken fark eder diye mecburen söyledik. O da benim gibi ciddi bir muayene yaptı. Kardeşim
uysaldı, sorun çıkarmadı, baba bak kavun gibi, dediğimde biraz bozuldu; ama ağlamadı.
O günden sonra çocuk bahçesine gittiğimizde kaydırak faslı uzun bir süre kapandı. Çocuk bahçesine
gitmek yerine çimleri suladığımız fıskiyeye dadandım. Saatte bir, sırılsıklam evdeyim. Ama çimler
sayemde susuz kalmamışlardır.
GÖNÜL FERMAN DİNLEMEZ, PAT DİYE KIZ İSTENMEZ!

Yeni evimizin önünden asfalt geçiyor; ama yolla aramızda büyükçe bir yeşil alan var. O nedenle
çocukların oynamaları için de ideal bir yer; ama çocuk yok. Çekirge, kertenkele var; ama çocuk yok.
Yakaladığım haşaratı eve bile getiriyorum sıkıntıdan. Dar günün ömrü kısa olurmuş, tatili biten aileler
ufaktan evlerine taşınmaya başladılar. Yolun karşısındaki lojmana sakinleri geldiler. Bir kız bir oğlan
kardeş onlar da. Ama orada kız büyük. Adı Alev, kardeşi var Alp. Alp benden bir yaş küçük; ama
neredeyse kardeşim kadar dilimize hâkim. Alev adı gibiydi, dikkatimi daha gördüğüm gün
cezbetmiştir. Sonra onların komşuları da geldiler, orada tek oğlan var Erdal. Benim kadar sarı ve
benim gibi mavi gözlü, kedi sesi gibi incecik de bir sesi var. Türkçesi Alp’ten kuvvetliydi. Bunlar
birbirlerini buldular tabii, mahallenin diğer erkânıyla da teşkilatı kurdular; ama ben daha araya
sızamamış durumdayım. Ne yapsam olmuyor.
Telefon da o kadar yaygın değil ki bir önceki mahalleden aradılar, çocuklara hakkımda ileri geri
konuştular falan diyeyim, ona da imkân yok. Ama benimle araları hiç yok. Ne oynarlarsa oynasınlar
yanaşamıyorum. Yanaşamadığım gibi ufaktan bana bakıp bir de iftira atıyorlar: “Sarının sevgilisi
vaar, sarının sevgilisi vaar!”. Hayır, olsa gam yemeyeceğim, yok. Alev’e bakıyorum; zaten o hiç
üstüne alınmıyor. Gerçi kız bu tezahürata ve kızdırmaya hiç katılmazdı. Bizden üç yaş büyüktü. Zaten
yaş olarak ilgisini hiç çekmiyorum. “Var da var”; “Ya kardeşim sevgilim yok, benden iyi mi
bileceksiniz!”; aramızdaki tek diyalog bu. Ben sokağa çıktım mı karşıdan bağırırlar; ama oyuna
gelince yok. İftira da cabası. Baktım laf anlamıyorlar bari dedim hadi olsun.
Evde her nerede bulduysam tülden yapılmış bir çiçek, zarif ve dikkat çeken buket gibi bir şey, çok
büyük değil, ama işimi görür; sonuçta kız istemeye gitmiyoruz. Punduna getirdim, aldım malı doğru
bahçeye. Elimde bir gören olmasın diye de tedbirliyim. Ne yapıp edip Alev’e buketi vereceğiz artık.
Vereceğiz de kız meydanda yok. Pek sokağa çıkmıyor. Aslında evini barkını bilmesi, namuslu oluşu
iyi tabii, bir yandan da hoşuma gidiyor; ama gün o gün değil; kızı bir ara görmem lazım.
Evin çevresinde bayağı bir döndüm kedi gibi. Allah’ın sıcağında kafaya güneş geçecek, esas oğlan
elden gidecek kimin umurunda. Dön baba dönelim, kız yok meydanda. Ciğerim yanmış bir taraftan,
başıma güneş geçti geçecek diğer yandan; ama kız meydanda yok. Benim o gün orada attığım voltaya
iki çocuk doğardı. Elim arkamda buketi tutuyorum, neredeyse vazgeçeceğim. İstedi vermediler
durumu bile değil, gittik bulamadık; bizimkisi tam rezillik yani.
Artık pes ettim tam döneceğim, kızın oğlan kardeşi evden çıktı, yalnız başına oturdu çimlerin
üzerine. Yanına gittim dudaklarının kenarına çikolata bulaşmış Alp’in. Tam zamanı, hani tatlı yiyelim,
tatlı konuşalım durumu. Elindeki sopayı ufak parçalara kırıyor, ayaklarının dibine atıyor; belli o da
yalnız, sıkılıyor. Yanına gittim ne de olsa yakında akraba olacağız, ufaktan kayınçoyla konuşmaya
başladım. Bakışlarından beni tam olarak anladığı belli değil; ama içgüdüleri kötü bir şey
söylemediğim konusunda oğlanı ikna ettiler sanırım.
Hava su derken konuya girdik tabii. Oğlan dinledi, dinledi; yalnızca ağzı biraz daha açıldı. Hepsi
o. Hiçbir şey demiyor. Hayırlısı olsun, falan demek yok, mel mel bakıyor. Ya da ne bileyim; hani
kısmetse olur, o da yok. Elimdeki buket, tülden değil de çiçekten yapılı olsa, çikolatanın üzerine belki
onu da götürecek.
Kızın çıkacağı yok, elimizde tül parçası eve dönmek şanımıza uymaz; artık mecburen Alp’ten
istifade edeceğiz. Hani bir duyan olsa istedi vermediler denecek, bir de karizma oradan çizilecek.
“Al bunu ablana götür bari” dedim. “Unutma ablana ver” diye de tekrarladım. “Olur” dedi. Dediğim
gibi tülden olmasa hayatta teslim etmezdim, içim rahat nasılsa yiyemez diye. Çocuk ilgisiz, niçin bile
demedi; olur, dedi. Sanki Allah’ın günü eve görücü geliyor. Yani insan heyecanlanır falan, benim
çektiğimi bir ben bilirim, tabii demek ki ateş düştüğü yeri yakıyor. Neyse o sıcakta pek istemeden de
olsa doğruldu. İçerde yenecek bir şey var desem fırlardı; ama bizim işe gelince ağırdan alıyor. Ya da
kız evi olarak çok da istekli görünmek istemiyor; o anda tam bilemiyorum. Bir yandan da Allah vere
de hediye sağ salim yerine ulaşsa, diyorum içimden.
Emaneti verdim, eve döndüm. Şimdilik olayı bir ben biliyorum. Gerektiğinde anneme de
söyleyeceğim; hani gitsin kızı bir görsün bakalım ne diyecek. Lojmanlarda hamam falan da yok ki
önceden anam görsün, biraz o konuda dertlenmedim değil. Evdeyim, mal yerine ulaştı mı yoksa Alp
sokak kapısıyla kızın odası arasında düşürüp kayıp mı etti; bunu da bilememenin verdiği stresle
bekliyoruz. Oflayıp pufluyorum. Kardeşim bir şey anlamamış, henüz tam olarak eski şeklini almamış
kafasını kaşıyor. Annem çamaşır asma derdinde durumun inceliğinin farkında bile değil. Sonradan
belki de başıma kakacak: Oğlum evleniyorsun; en son ben duyuyorum; işin yok bir maraza da oradan
çıkacak. Babamdan eminim, böyle işleri oldum olası sevmiştir. Bir sorun çıkarmaz; ondan yana içim
rahat. Gerçi kızın huyunu suyunu da tam bilmiyorum, daha bir oyun oynamışlığımız, evcilik falan yok.
Hani bir evcilik geçmişimiz olsa neyse.
Zaman geçti; ben yolun karşı tarafını tarassut ediyorum. Kolay değil, ne de olsa evin kızına bir
şekilde talip olmuşuz, gerçi bizim evden kimse bilmiyor. Evin annesi gelip anneme, bu ne rezalet
insan önceden haber verir; bu çocuğun anası babası yok mu, falan dese haklı. Haklı; ama gönül ferman
dinlemiyor. Arada üç yaş fark var; ama kız küçük gösteriyor. Okuma yazma biliyor; ben daha okula
gitmiyorum, şu saatte şurada buluşalım dese kalacağız orta yerde; ama bunlar kafamda bir şekilde
aşılacak problemler, maksat iki gönül samanlıkta aşna fişne.
Kızın evinin kapısı açıldı; kız hışım gibi çıktı bizim eve doğru geliyor, elinde de benim tülden
çiçek. Eyvah, dedim kız bana kaçıyor niyeti bozuk. Hâlbuki gerek yok, nasılsa istenir. Artık nasıl bir
heyecana kapıldıysa. Ama Alp ortada yok belli ki emaneti vermiş yenecek bir şey var mı, diye
mutfağa gitmiş. Bu arada kızın gelişi hız kesmiyor evlerinin önündeki çimenlik bitti, yolu geçiyor.
İster misin, dedim aşk gözünü kör etsin de minibüs falan, bir yandan da korkuyorum, geç bulduk çabuk
kaybettik misali. Neyse sağ salim yolu geçti, bizim kıta sahanlığına girdi, biraz bizim çimenliğimize
doğru yürüdü, aniden durdu ve elindeki buketi bizim eve doğru fırlattı.
Neyse ki olgun adamız, bozuntuya vermedim. Bir yandan da çevreyi kesiyorum bir gören var mı
diye. Hayır, olay kız için de riskli. Bizim evin önüne gelip fırlattığı şey, sanki bize bir ilân-ı aşk
durumu. Bir yandan da kız cilve yapıyor, diyorum kendi kendime.
Önce evden hemen çıkamadım, ne olur ne olmaz, Alev eve girene kadar bekledim; naz, cilve alışık
olduğumuz durumlar değil o zamanlar. Ben teyzemlerin balkonundan da belli olduğu üzere açıklıktan
yanayım. Her şey açık seçik konuşulmalı. Neyse olayın sıcaklığı biraz geçince evden çıktım, ensemi
kaşıyorum. Günahım boynuna, Alp bir şeyler mi söyledi, diyorum bir yandan. Ben ona konuş
demedim, git çiçeği ver dedim ya da oğlanın yeme riskini göze alıp canlı çiçek mi yollasaydım
diyorum. Aradaki yaş farkından mı acaba derken bir şeye uyduramadım. En sonunda kararım, henüz
kızın hazır olmadığı yönündeydi.
SARI SİYAH

Kız evinden gerisin geriye püskürtülünce biraz umudum kırıldı hâliyle. Zaten eşraftan pek bir
arkadaşlık da oluşmamış, babamın başının etini yemeye başladım. Adam bir yandan sanki yazın kendi
okutmayacakmış gibi ikmale bıraktığı öğrencilerle uğraşıyor, bir yandan da benimle. Baktı
olmayacak. “Oğlum az sabret; yakında Erdoğan Amcanlar Demirci’den gelecekler; onlara gideriz.”
“İyi” dedim; ne de olsa adam yaşıtım; oynarız. Bana ne baba ya, dedim, ben ne yapacağım sen ondan
haber ver, eski mahalle iyiydi. Orada kime çiçek versem işim olurdu, bir de şu hâlime bak dercesine
de sitemdeyim.
Neyse babam bir şekilde ikna etti. Eski mahalleye geri gideceğimden tırsmış olmalı ki beni
yatıştırdı. Tamam, dedim; ne menem bir şeyse gelecekler, tamam bekleyelim bakalım. Ama bak
kafama uymazsa dönerim bilesiniz. Sayılı gün çabuk geçiyor. Bir akşamüstüydü hiç unutmuyorum.
Hava yeni kararmıştı. Yalnız babam ve ben yola çıktık, istikamet Demirci tatili sonrası Erdoğan
Amcalar...
Akşamın karanlığının başladığı zaman, babamla yürüyoruz. Babamın anlattığı kadarıyla bir şeyler
biliyorum. Adam okuldan, yurttan arkadaşı. O da öğretmen. O da bir öğrenciye zayıf vermek için
kâğıdıyla yarım saat güreş tutmak zorunda olanlardan. O da ikmale bırakıyor mu, diye sordum. Babam
“Benim gibi” dedi. Demek Erdoğan Amca da yazın bıraktığı öğrencilerle kendi uğraşacağının
farkında değil. Bir yandan babama ayak uydurmaya çalışıyorum, diğer yandan babam bana söz
yetiştirmeye gayret ediyor.
Adamın adı kulağıma hoş geliyor. Soyadı İzgören. Belli ki ne yaptığını, ne ettiğini bilen birisi. Peh
peh, İzgören. Ulan, diyorum kim bilir bizi nereden görür? Daha gelmedik mi baba, diyorum; az kaldı,
diyor babam. Bizim lojmanlar değişikti. İnsanın bir şekilde börtü böceği, ağacı seveceği tezi üzerine
kurulmuştu. En yakın komşun dışındaki komşuların evi elli metreden başlıyordu. Tabii komşunuzu her
gördüğünüzde, benim sizi gözüm bir yerden ısırıyor diye yeniden başlamanız gerekiyor. Çiğli’de hava
üssü de var. O nedenle lojman sakinlerinin yarısı pilot, yarısı öğretmen sınıfı. Neredeyse nüfus yarı
yarıya.
Kantinden söz etmiştim; neredeyse kantin uzaklığında bir yerdeler. Hayır, ev sakinlerini önceden
tanıma şansım olsa ya da duymuşluğum olsa boşuna gitmeyeceğim. Ama son kız isteme seferinden
elimiz boş dönmüşüz, bir de arkadaşsızlık boynumuza çökmüş, mecburen gittiğim yer hakkında merak
içindeyim.
Neyse yol bitti, çimenlerin ortasında mavi, tek katlı bir lojman gecenin mavisinde seçilir oldu.
Bizimkisi değişik bir sarıydı; bu ev koyu yeşilimsi, mavimtırak bir şey. Artık kendileri mi boyattı,
taşındıklarında böyle miydi rengi bilemiyorum. Babam daha önceden geldiği için evin yerini tam
olarak biliyor, ben ilk kez görüyorum.
Kapıyı çaldık. Kimseyi tanımadığım bir ev, bekliyorum. Az sonra kapı açılıyor. Babam boylarında,
saç şekline kadar babama benzeyen güleç biri açıyor kapıyı. Babam bahsetmişti aynı okuldan hatta
aynı yurttan arkadaş olduklarını. Onlar selamlaştı. Birbirlerini mesai sırasında okulda gördüklerinden
bizim kadar meraklı değiller. Kapıda kısa bir karşılama merasimi ve merasim kadar kısa bir çocuk,
babasının hemen arkasında durmuş, yalnız baş kısmı seçilecek kadar görünen, esmer, zeytin gözlü,
siyah saçlı bir çocuk.
Babamlar önceden tanıştığı için rahatlar, birbirlerinin huyunu suyunu biliyorlar. Kayıran Allah bizi
kayırsın, bir şeyden haberimiz yok. Birbirimizi tanımıyoruz. Erdoğan Amca, hadi al arkadaşını gidin
odada oynayın, falan dedi. Neyse birbirimizi yan gözlerle süzerek koridorda ilerliyoruz. Bizim
akranın odasına girdik. Kimse kimsenin adını bilmiyor daha, yalnızca bakınıyoruz. Böyle yeni
tanışmalar büyüklerinki gibi olmaz! Selam ben falan, a öyle mi ben de filan, hadi şey yapalım gibi
diyaloglar çocuklar arasında olmaz. Artık oluyorsa da biz o zamanlar böyle şeyleri bilmiyoruz.
Üstünde çiçek desenli bir gömlek var, askılı bir siyah pantolon, çocuk zaten esmer; pantolon siyah,
gömlek lacivert desenli. Belli ki illa da renkler uysun falan derdi yok; mühim olan insanlık, iyiler
siyah giyer diyenlerden. Bende de bir hırka, içinde yakalı, kolsuz bir tişört. T-shirt yazacağım, daha
okuma yazma bilmediğim ve bu konuda hassas olduğum zamanlar. Adını öğreniyorum, daha doğrusu o
söylüyor. Belli babası tembihlemiş, adını söyle, arkadaş ol, diye. Ben de esirgemiyorum. Zaten
mahalleliyle konuşma şansım olmamış, dilimiz şişmiş.
Havadan sudan derken okuma yazma bildiğini söylüyor. Nasıl yani, diyorum, geldiği memlekette
okula başladığını öğreniyorum. Bu boyla okula nasıl aldıklarını soruyorum; benden birkaç ay
büyükmüş. Demek benden de yaramaz; evde durmasın diye onu daha erken okula göndermişler, diye
düşündüm; ama belli etmedim. Kısmetse, ben de bu yıl okula başlayacağım; ama fazla gitmeyeceğim,
diyorum. Bir şey demiyor; belli ki kendisi bu konuda ailesini ikna edememiş. Ona anaokulundan
bahsediyorum, iki ayda bittiğini ve tekrar gitmem gerekmediğini söylüyorum. Ama okuldan nasıl
mezun olduğum konusuna fazla girmiyorum. Kendim başlamış kendim vazgeçmiş havasındayım. Bir
süre sustu, anaokuluna gitmediğinden söyleyecek bir şey bulamadı, konu sıkıntısı baş gösterince,
benim ablam var, dedi. Benim de kız kardeşim var, dedim. Aynısından bir tane de onda çıkınca bu
konuyu kapadım. Annem iki düşük yaptı, bir kardeşimi de evlatlık verdik denip de övünülecek kadar
samimi değiliz henüz.
Ayaklarında terlik var. Hem de bildiğimiz misafir terlikleri gibi deri. Belli ki ailecek tedbirliler.
Bana da verdi bir çift, yeni tanıştık maraza çıkmasın diye giydim, yarım saat sonra da punduna getirip
çıkardım. Ben bir yandan odaya bakıyorum. Döşeniş biçimi bizimkinden farklı değil. Hatta yerdeki
kilime kadar az çok benziyor, birbirinin kopyası alçakgönüllü iki evde yaşıyoruz.
Biz Konya’dan geldik, dedi bana; biz de Balçova’dan dedim. Konya uzaklarda, dedi. Balçova da
dedim; ama pek emin değilim. Yarıştırmak üzereyiz; durum ortaya çıkıyor. Ben Beşiktaşlıyım diyor,
tuttuğu takım da kendisi gibi esmer. Ben o zamanlar daha takım derdinde değilim; kız istemişiz, kız
bize varmamış; içimiz yanmış zaten, daha aşk acısını paylaşacak yakınlıkta da değiliz arkadaşımla.
Babam da Beşiktaşlı diye devam etti. Ben daha babama hangi takımı tuttuğunu sormadığım için
fikrimi hemen beyan edemedim.
Bu ne, dedim az ötede duvarın dibine dayalı boru şeklindeki şeyi sordum, şu ne ki, dedim. Ne, ney
diye sordu. Şu, dedim, duvarın dibindeki boru şeklindeki şey. Şey, dedi adını bilmiyorum; ama babam
çalıyor. Arkadaşımın boyu, duvarın dibindeki şey kadardı; benim boyumsa beş santim daha uzun; ama
cihazı ilk kez görüyorum. Buna karşı babam şunu çalıyor, bunu üflüyor diyebileceğim hiçbir şey yok
evde. Ev benim olmadığı için hangi köşeden ne çıksa konuya yeni arkadaşım hâkim. Adı da zaten
kasabanın güvenliğini sağlayan adam anlamına geliyor. Güleç bir yüzü var. Zaten ne göreceğimi
bilmemenin tedirginliğiyle gelmişim; beni rahatlatıyor gülüşü. Siyah gözleri zeytin gibi. Simsiyah
saçları var, benim saçlarıma tam tezat. Gülünce gözleri kayboluyor. Güldüğünde gözleri kaybolunca
Çin pavyonu gözümün önüne geliyor. Demek Türkçe biliyorlarmış ve benimle konuşmuyorlarmış, diye
kafamda bir ışık çaktı. Onlar da gülüyordu ve gözleri kayboluyordu...
Laf lafı açıyor. Laf lafı açtıkça bir şey ikimizin de dikkatini çekiyor. Birlikte daha kolay gülüyoruz.
Ne dese hoşuma gidiyor ya da ben hangi konuya girsem çık demiyor, benden önce dalıyor. Konu
konuyu açıyor. Sanki biz birbirimizi tanıyoruz daha önceden, hadi bari siz de tanışın diye pederleri
getirmişiz yanımızda. Aklımdan geçen onun da aklında belli. İyi ki gelmişim diyorum. Bizim evin
oralarda oturan çocuklarla tek bir söz etmediğim gibi bir de beni kızdırıyorlar. Sevgilisi var, diye.
Siyah saçlı çocuk bu konuya hiç girmiyor bile. Yeni tanımış olmasına rağmen onlardan çok daha bana
yakın. Ne sevgilin varmış diyor, ne kendi özel hayatına giriyor.
Sarı saçlarım güldükçe savruluyor. O güldükçe siyah gözleri kara kaşlarının altında kayboluyor. Bir
sarı, bir siyah birbirinde gülücük olup açıyor. Yaşımızın, tenimizin, saçımızın, boyumuzun farkı
sesimizde eriyor. Bir dalda açan iki ayrı çiçek, iki başka meyve odanın tavanındaki loş ışıktan
besleniyor, gülüyor, gülüyor.
İçeriden babamın sesi geliyor; “Gidelim mi?” diye soruyor bana; “Biraz daha kalalım baba”
diyorum. “Kalın” diyor siyah saçlı arkadaşım, biraz daha kalın. O da babasıyla evde yalnız. Annesi
ve kız kardeşleri henüz gelmemişler. Baba oğul öncü kuvvet olarak gönderilmişler. “Tamam” diyor
babamlar, “Tamam, biraz daha; oğlum bugünün yarını da var, yarın da oynarsınız”. “Olur, baba yarın
da oynarız; ama biraz daha kalalım”. Biraz daha kalıyoruz, biz biraz daha kaldıkça biraz daha gülecek
şey buluyoruz. Ben gak diyorum, gülüyoruz; o guk deyince susmak olur mu? Devam. Ne bulursak
konuşuyoruz. Belli ki adamım bu diyorum. Onun da gözü beni tutmuş olmalı konuşup gülüyoruz.
Geldiğimiz mahallede arkadaşlarım vardı. Oynardık, saatlerce oynardık, derede tahta yüzdürürdük,
öteki mahalleye giderdik; ama bu kadar gülmezdik. Uçurtma uçurur, top oynardık; ama bu kadar
gülmezdik. Belki daha çok konuşur, daha çok koşardık; ama bu kadar gülemezdik.
Odada plastik bir top bulduk beyaz renkli, üzeri kare kare. Birbirimize attık, kale yaptık duvarı, şut
çektik. Alt katta oturan yoktu serbestçe oynadık. Sanki aylardır, kıpırdama, oynama, yerinde dur ve
bugün haydi artık serbestsiniz, denmişçesine oynadık saatler boyunca. Bir ara babamların yanına
gittik salona. Tabakta her ne varsa yedik, yorgunluktan kan ter içinde kalmışız. Orada bile yediğimizi
yutarken zorlandık gülmekten. Kim kimin gözüne baksa hadi gülelim der gibi ve biz gülüyoruz.
Bizim ev beş odalı dedi, benim gülüşüm kesilir gibi oldu hâliyle. Okumam yok; ama sayılar
konusunda yıllardır hassasım. Kenarda duran üç beş kuruşum var ve annem bekçilik yapıyor.
Hesabımı biliyorum sayılar konusunda. Hadi ya, dedim, beş sayısını duyunca irkildim. Elimde
olmadan hadi ya dediğim için bizim evde de beş oda olma şansı kalmadı tabii. Tek ümidim odaları
sayınca dört çıkması. Neyse iki arkadaş odaları sayıyoruz, iki üç kere saydık hepsinde beş çıkıyor.
Salon da hariç üstelik. Bu oda konusuna nereden girdi şimdi, diye de hayıflanıyorum. Senin ablan var,
dedim benim yok. Adam başı bir oda veriyorlardır, diye de ahkâm kestim. Benim ablam yok. Aklıma
da başka bir şey gelmiyor. Nereden bileyim ki elin Amerikalısı kafasına göre oda koysun, biraz
bozuldum hâliyle. Konuyu kapadım, yeni bir dostluk var ortada, zeval gelmesin istiyorum.
Biraz daha aklım erse bizim de odalar büyük deyip kestirip atacağım o zamanlar aklıma gelmiyor.
Okuma yazma da yok. Takım bile tutmadığımız dönemler, babasının huyunu suyunu bilmediğimden
babam babanı döver denecek durum hiç yok, bakarsın adam tekin olmayan biridir; bu konuyu da hiç
açmadım. Ama oda bizde bir eksik; artık bu konu eve gidince usulünce konuşulacak. Baba maşallah
lojmanın en nemrut çocuklarının sokağını buldun bir de odamız eksik, diyeceğim; ama şimdi sırası
değil, neticede kol kırılır yen içinde kalırmış. Kaldığımız yerden konulara tekrar giriyoruz, gülmeye
devam. Bir yandan gülüyorum, bir yandan evde saymayı unuttuğum bir oda var mı diye de
düşünüyorum.
Bir ara dostluk o kadar ilerledi ki kollarımız birbirimizin omzunda koridorda yürüyüp konuşuyoruz.
Bir yandan gülecek bir şeyler buluyoruz, bir yandan yan yana yürüyoruz. Bir aşağı bir yukarı,
çakıcıyla vurucu gibi volta atıyoruz. Benim boyum arkadaşımın boyundan beş santim kadar uzun, bir
yandan da onun gururunu yaşıyorum. Ama büyüme çağındayız; yarın ne olur ne olmaz diye de başına
kakmıyorum boyunu. Oda sayısı gibi değil bu boy işi, her an değişir bir konu. Koridor hafif loş. İki
gölge yere vuruyor. Bir yandan gölgelerimize bakıyoruz. Karagöz’le Hacivat, Kavuklu’yla Pişekâr,
Edi’yle Büdü ya da her kim bir arada gülüp konuşmuş ve eğlenmişse gölgelerimizin sırtına binmiş
bizlere bakıyor. Sarıyla siyah. Bir sarı, çilli yüzü, mavi gözleri sıtma görmemiş sesi; yanındaysa bir
siyah, esmer yüzü, gülünce kaybolan gözü ve bitmeyen sözü. Gök kubbeye bir çift ses olup çıkan ne
kadar dost sesi varsa kol kola girmiş, biz de iki ses, iki gülüş ve yan yana iki arkadaş; sarı, siyah...
Yürüdük omuz omuza; bak dedi sana bir numara göstereyim, ben de hadi göster neymiş öğreneyim,
dedim. Birden arkadaşım ayağını tam önüme koydu “Hoop!” diye bir ses ve ben de “Güüp!” diye
karşılık verdim, Allah ne verdiyse yüz üstü yerdeyim. Yere sıkı bir çakılış sonrası hemen
kalkmıyorum, ne olur ne olmaz diye. Birden dudağımın kenarında bir ıslaklık. Baktım kırmızı bir şey
sızıyor. Dudağım kenarından hafif hasarlı. Görmesem mesele yok; ama görmüşüm artık. O benden de
çok üzülüyor. Ben bağırıyorum korkmuşum, o da benim gibi başlıyor ağlamaya. Ulan ben düştüm; sana
ne oluyor, hedef şaşırtıyor besbelli. Öyle bir bağırıyor ki kurşun beni teğet geçmiş ona saplanmış
sanki. Bu kadar feryat figana babamlar geliyor. Durumu anlayamadan şaşkın bakıyorlar. “Ne oldu?”
diyor babası. Ben de “Bana numara öğretti” diyorum, ağlamaya devam ediyorum. Terliğin hikmeti
orada belli oluyor; iyi ki ben giymemişim. Terlik yeni dostumun poposuna iniyor birkaç kez; ama bu
benim ağlamamı kesmiyor. Benim dudağımın acısı ile onun yediği şaplakların sızısı et tırnak olmuş
birbirinden ayrılmıyor. Olay soğuyor; biz gene yan yanayız, ikimizin de bir yerleri yanıyor. Yana yana
duruyoruz; ama yan yanayız. Bir siyah, bir sarıyız...
Gecenin sonu istemeden de olsa geliyor. Gece gecikebilmek umuduyla eminim bizim için elinden
geleni yapmıştır; ama biz zamanın nasıl geçtiğini anlamadık. Oyunun en tatlı yerinde babamlar odanın
kapısından başlarını uzattılar. Anladık ayrılık vakti. Birbirine benzeyen iki sevgi adamı, iki yeni
dosta bir süre baktılar. Erdoğan Amca’nın gözleri ışıldıyor. Gülüşü dalga dalga babamı da sarıyor;
“Alim” diyor, “Bırak kalsın! Yarın kahvaltısını yaptırır getiririm”. Yarın pazar olmasına rağmen
babam, gidelim Erdoğanım, diyor. Günahı babamın boynuna, geceleri altıma kaçırmayalı bir yıl
olmuş, seneyi devriyesini kutluyorum; ama nedense gidelim diyor.
Arkadaşımla bakışıyoruz. Biz gidiyoruz, diyorum; dudaklarını büzüyor, suskunluğunu hâlâ iyi
bilirim, iki dudağını büzer, gözlerini kısar her zaman, o gün ilk kez görüyorum, arkadaşımın yüzünde
istemez bir suskunluk var. Kalamayacağımı anlıyor ve susuyor. Evden çıkıyoruz, yaz ortasının
ılımanlığı yüzümüze vuruyor. Yolun başına kadar yürüyoruz. Çimenliğin bittiği yerde bana bakıyor,
bakışları geceye karışıyor. Demirci’den yeni geldik diyor. Ümit dayımlar var orada, amcasının
oğlundan bahsediyor, adı Ahmet, diyor. Adaşımı arkadaşımın ağzından duyuyorum ve sanki yeni
arkadaşımı yıllardır tanıyorum.
Vedalaştık, bir müddet asfaltta yürüdük babamla, sonra çimenlerin üzerinde; eve kadar
ayaklarımıza çimenler yoldaş oldular. Eve geldiğimde anneme arkadaşımdan söz ediyorum. Ağzımın
kulaklarıma kadar varışı çok zamanımı almıyor. Dudağımın kenarı belki sızlıyor; ama canımı
yakmıyor. Annem de mutlu, farkında olduğu şeyin benim için ne kadar anlamlı olduğunu hissediyor.
Gece olmuş; yatağımdayım, odamın penceresinde asılı jaluzilerden yıldızlara bakıyorum. Cırcır
böcekleri her biri bir yıldıza binmiş, şarkı söylüyor. Bir süre kulaklarımda arkadaşımın sesi bana
yoldaşlık ediyor. Yarın olsun istiyorum. Zaman çocuklukta zaten yavaş işliyor, bu gece yazın
ataletinde bir süre daha geçmek bilmiyor. Çocuk hayalimde çocuklar el ele tutuşmuş gülümsüyor, göz
kapaklarım mavi gözlerimi ağırdan örtüyor...
OKUL MAHALLİNE GİRMİŞİZ, ÇIKMAK OLUR MU?

Sabah kahvaltısında alışıldık şeyler var; tek fark ağzımın tadında. Daha bir lezzetli geliyor her ne
yiyorsam. Yolun karşısında toplanmış çocukların gürültüsü kulaklarıma geliyor; ama ilgilenmiyorum.
Dışarı çıktığımda gene bağırıp beni kızdıracaklar mı, diye düşünmüyorum. Bir güven geliyor,
farkındayım. Bunun adı teklifsizlik. Biliyorum, arkadaşımın evine gitsem biz gene gülüp
oynayabileceğiz.
Anneme dönüyorum yalap şalap bir şeyler yemişim ve gerisi duruyor. Gideyim, diyorum; annem
“Bugün pazar” diyor. “Hem annesi, kardeşleri geliyormuş bugün, baban söyledi. Ayakaltında
dolaşma, kadıncağız işini yapsın”. Anneme evde yardım ettiğim günler gelmediğinden ben gider ev
işlerine de yardım ederim demiyorum bile. O da zaten yutmazdı. Kardeşime kaldım oynamak için,
diye hayıflanıyorum. O da buraya taşındık taşınalı sıkılıyor aslında. Beni bile sevmeye başladı
yalnızlıktan. Bana söylediklerinden çocuk bahçesine gitmek istediğini anlıyorum. Topum var plastik,
değişik renklerde desenli. Onu da alıyorum koltuğumun altına; parka doğru yola çıkıyoruz.
Parka yaklaşıyoruz, çocuklar bana bakıyor. Onlarla konuşmaya çalışmıyorum bile, güneş yavaştan
adamın alnının çatına vuracak cinsten. Onlar da çocuk bahçesine yürüyorlar. Kayıtsızlığım
dikkatlerinden kaçmıyor. Vakayı kaybedeceklerini anladıklarından mı yoksa maraza çıkarabilecek bir
hâlim mi var, bilmiyorum; suskun bir yürüyüş sonrası sesler, gülüşler birbirine karışıyor. İçlerinden
biri yaklaşıyor; adını biliyorum, diyor bana. Benim de duymuşluğum var onun adını; ama altından ne
çıkacak diye bekliyorum. Suskunluğum fazla sürmüyor; konuşuyoruz. Kardeşimin adını soruyorum
ona, kardeşimin adını bilmiyor. Ben söylüyorum; benim kardeşim yok, diyor. Sarı saçlı, çipil gözlü
Erdal’a bakıyorum. Benimkini vereyim al evine götür, diyemeyecek kadar alışmışım artık, öneri
aklıma bile gelmiyor. Hem ben olmadan kardeşimin ne dediğini de anlamazlar zaten.
Bu kez tedbirliyim kardeşimi kaydırakta yalnız bırakmıyorum. O da pek hevesli değil zaten. Daha
çok salıncaktayız. Diğer çocuklardan biri, getirdiğim topu iteliyor sağa sola, izliyorum. Bir müddet
oynuyor sonra bana doğru atıyor; göğsümde topu gelişine yumuşatıp oradan başıma alıp yedi sekiz
defa sektirdim, desem kim inanır ki zaten, ben de ona geri gönderiyorum ayakucumla. Al gülüm, ver
gülüm. Top benim olmasaydı gene bunu yapar mıydı, bilmiyorum. O nedenle çok da önemsemiyorum
arkadaşlığını.
Bana bakıyorlar bir müddet. Onların babaları pilot, öğretmen sınıfından olan yok. Benzer tayin
yerlerinde benzer lojmanlarda geçmişleri ve gülüşleri var. Yeni geldiğim bir dünyada yeni tanıdığım
çocuklara bir süre daha bakıyorum. Gidiyorlar, kız kardeşimle ben yalnız kalıyoruz, göz ucuyla
bakıyorum arkalarından, birkaç adım sonrasında Erdal da yavaştan dönüp göz ucuyla bana bakıyor.
Zakkumların oraya gidiyoruz kardeşimle, evin hemen yanı başında. Çeşmeye takılı hortumun ucunu
buluyorum. Suyu açıyorum. Sıkılıyorum can sıkıntım çimenlere yarıyor. Tüm lojman ikişerli bitişik
düzende kurulmuş. İki ev yan yana duvarları yapışık. Bizim evin bitişiği boş. Camlarından içeri
bakıyorum. Boşluk, içimdeki sessizliğe karışıyor. Belki, diyorum kendi kendime, bu evde birisi
otursaydı belki arkadaşım gibi olurdu o da. Kardeşim eve giriyor, yalnız başınayım. Topa bir
vuruyorum; gidebildiği kadar gidiyor sonra renkli gözleriyle bana bakarcasına durup bakıyor.
Sığırcıklar çevremde öbek öbek, çimenlerimizin üzerine konup bulduklarıyla havalanıyorlar.
Yaz tatili, İzmir sıcağında ağır adımlarla ilerliyor. Okula başlamama bir ay kalmış. Lojmanın
içinde bir okul var. Ekmek almak için indiğim kantinin hemen aşağısında. Uzaklığından dolayı okulun
yerini gözüm tutmuyor. Bazen okul çıkış saatlerinde öğrencilere denk gelmişliğim olurdu. O
kalabalıktan çıkan sesleri ve birbirleriyle şakalaşarak yürüyen çocukları da biliyorum. Belki biraz da
bundan, okula gitmenin nasıl bir şey olduğunu merak ediyorum. Giriş parası vermek istemeyenler bazı
eğlence merkezlerinin kapısına gelip “Ağabey, bir arkadaşa bakıp çıkacağım” falan derler. Ben de
okul açıldığında kapıya gelip “Bir bakıp çıkacağım, beğenirsem gene gelirim!” demek istiyorum,
daha fazlasını değil.
Hani içeride kafama uygun birileri olur da can sıkıntım geçer, neden olmasın insan arada bir uğrar
zaman geçirir. Ama düşündüklerim aklıma yatmıyor. Bu sefer iş ciddi. Babamla Kemeraltı’na
çıkıyoruz bir gün. Lojmanların olduğu yerden Kemeraltı’na ha deyince çıkmak o zamanlar yürek ister.
Hem uzak, herkesin arabası yok ve birkaç araç değişikliği şart hem de İzmir sıcağı ve çarşının
kalabalığı diğer caydırıcı faktörler. Önce Karşıyaka’ya kadar minibüsle geliyoruz. Vapur iskelesine
yüz metre kala iniyoruz. Denizin dibi görünürdü o zamanlar. Onlarca değişik renkte kayık, ellerinde
oltaları olan onlarca değişik adam içinde otururdu.
Kayıklara bakarak babamın elinden tutmuşum iskeleye gidiyoruz. Bilet satılan yerdeyiz. Şimdiki
gibi jeton yok, turnike yok. Biletçiye hangi mevkiden bilet istediğini söylüyorsun. O zamanlar üç
mevki vardı. Vapurun her katı bir mevkiydi. En üst kat birincisi. Birinci mevki iki lira; çocuklara kaç
yaşına kadar bilet alınmadığını hatırlamıyorum.
Babamla üst kata çıkıp pencerenin kenarına oturuyoruz. Vapurun hareket etmesine kadar geçen
zamanda can yeleklerine bakıyorum. Pencerelerin üstündeki raflara dizilmiş, gerçekten ihtiyaç
duyulduğunda kaç tanesinin işe yarayacağını kaptanın bile bilmediği turuncu renkli can yeleklerine
bakıyorum bir süre. Ardından babama neden oradalar, diye soruyorum ve her seferinde anlatıyor, bir
gün gerekir diye! Bir süre sonra Kar- şıyaka İskelesi ardımızda kalmaya başlıyor. Yavaştan
açılıyoruz. O kadar hareketli biri olmama rağmen vapurda pencere kenarına oturduğumda
kalkmazdım. Körfeze demirlemiş savaş gemilerinin yanından geçerken ikinci parti sorular gelirdi. Bir
süre de gemileri ve güvertelerindeki topları konuşurduk babamla. Babam çayını içerdi. Ben simit
kemirirdim. Çay elli kuruştu. Babam her seferinde şu çayı adam gibi yapmayı öğrenemediler bir türlü,
derdi; son bir umut olsa gerek bir şans daha verirdi ve her bindiğinde bir bardak çay içerdi. Ve
söylenirdi, “Bir türlü öğrenemiyorlar!”
Konağa doğru bakardım; sırtımda Karşıyaka. Saat kulesi yaklaşırdı, aslında yaklaşan saat kulesinin
civarına konup kalkan güvercinlerdi benim için. Konak İskelesi’ne yaklaştıkça bu kez pencerenin
kenarında ayağa kalkardım, pencere neredeyse burnumda; güvercinlere kilitlenirdi gözlerim. Bana mı
öyle gelirdi bilmem, her seferinde güneş gözlerime dolardı.
İskeleye yanaşma anını büyük bir hayranlıkla izlerdim. Sonra dev gibi halatların çımacıların
elinden babalara bağlanışı... Kalabalığa karışıp basamakları inerdik. Deniz doldurulmamıştı daha.
Vapurdan inince saat kulesiyle güvercinler bizi karşılardı.
Babamın elini bırakırdım, doğru kuşlara. Yem atanlar nedeniyle insanlara alışık, insancıl
güvercinlere koşardım. Birinin kanadı birinin kuyruğu değerdi ellerime. Tutamazdım; ama yine de
peşlerinden koşardım. Başımın üzerinde dolanırlardı sonra kayıtsız, korkusuz birkaç adım önüme
konarlardı. Bir süre akranlarımla kulenin güvercinlerine hatırlarını sorardık. Ardından babam elimi
tutar insandan yapılma bir nehre karışır yürürdük Kemeraltı’na.
Millet yazdan okul hazırlıklarına başlamış. Onlarca satıcının korosu kulaklarımızı tırmalar. Sıcak
bir yandan, kalabalık bir yandan, okula gitme fikri bir yandan canıma okuyor. Dükkânlardan birine
yaklaşıyoruz. Dizi dizi okul çantaları. Bana kalsa şöyle ufak boy, bakıldığında okula gittiğimi belli
etmeyecek bir şey olsun istiyorum. Babamsa öğretmen hem sağlam hem de işe yarar bir şey olsun
istiyor. Bir süre çantalara bakındık, sonra babam gözünün tuttuğu bir tanesini aldı.
Oradan önlük işine geçtik. Bugünkü gibi değil önlükler; arkadaşımın saçları gibi simsiyah. Eğitimin
ciddi bir iş olduğundan hareketle renk tercihi yapılmış sanırım. Önlükler şimdilerde maviye döndü.
Yakalara baktık. Kolalı, sert mi sert, beyaz yakalara. O yakalar ki boynu iyice kessin de okula giden
gitmeyen belli olsun, diye yapılmıştır eminim. Çocuk akşam eve geldiğinde yakadaki izden belli
olurdu nereden geldiği. Çantanın içine koymak için de birkaç tane ince defter, boya falan aldık.
Maksat bana heves gelsin. Çevredeki çocuklara bakıyorum bir yandan da. Anneleriyle alışverişe
gelenlerden bir kısmı eski kulağı kesiklerden, büyük sınıf talebeleri. Yaz sıcağında siyah önlük
seçmek zorunda olmaları canlarını öyle bir sıkıyor ki birinin bile yüzü gülmüyor. Bazısının aklı
dağda, bazısının aklı denizde kalmış, boş boş bakıyorlar. Alışveriş bitiyor, ruhen değil; ama bedenen
okula hazırım artık. Ruhen okulla bütünleşmeye niyetim henüz yok, babamın yanında yürüyorum.
Lojmana dönüyoruz. Annem karşılıyor, şirin bir ses tonuyla aldıklarımızın bana ne kadar yakıştığını
falan söylüyor. Kardeşim çantayı kurcalıyor, içindekilere bakıyor. Bazıları ilgisini çekiyor; ama uslu
çocuktu Allah’ı var; alınanları kullanılamaz hâle getirmedi, ben de mecburen elinden alıp çantaya
koydum. Okul malzemelerine gereken hasarı verebilse belki okula seneye gideceğim; ama yapmıyor
işte.
Okul alışverişi tamamlanmış, artık kayıt zamanı. Ekmek almak için gittiğim kantinin uzaklığından
bahsetmiştim, okulumuz ondan da aşağıda. Yerinden dolayı zaten gözümün tutmadığı bir okul; ama
lojmanda başka okul yok. Her sınıfta iki şube var. Toplam on öğretmen; bir sürü asker çocuğu.
Öğretmenler de asker hanımları. Tam konu komşu, ahbap işi. Bunu duyunca içime bir huzur geldi.
Okula her gün gelmem konusunda ısrar etmezler nasılsa diye.
Babamla okula gitmek için evden çıkmadan önce, babam saçlarımı bir güzel taradı. Öyle ki
saçlarım, beni seven bir inek tarafından uzun süre yalanmış gibi oldu. Evrak, ıvır zıvır tamamlanmış,
babam elimden tutmuş olduğu hâlde okula vardık. Bülent Okan İlkokulu. Kayıt yapılan odaya
giriyoruz. Konuşmam ve iletişim kurabilmem için soruları özellikle benim cevaplamamı istiyor
babam. Artık şecereyi usulüne uygun söylüyoruz. Necla Hanım, müdiremiz. O da asker eşi. Benimle
konuştu; ama anaokulundan bahsetmedik. Ben de ona ilkokulda ne kadar kalmak istediğimi
söylemedim hemen. Numaramı söyledi: 221. Numaramı duyunca, biraz daha geç kalsak okulda yer
kalmayacakmış, keşke yarın gelseydik, diyorum. Yerimiz yok bugün gidin seneye gelin dese ne hoş
olurdu diye de aklımdan geçiyor. Daha sonra öğretmenler odasında sıkça disiplin konularında
konuşacağımız Necla Hanımdan ayrıldık. Ben 1/A’dayım. Bir de B kısmı var. Allah vere de kızların
kör, topal olmayanıyla; oğlanların dişimize göre olanları denk gelse diyorum. Sonradan görecektim,
gerçi kızlar kör, topal değildi; ama oğlanların benden aşağı kalır yanları yoktu. Kızlar konusunda yüce
rabbim fakültede rövanşı çok ağır alacaktı benden.
CİVANIM BİZDE, BEN CİVANIMIN EVİNDE. KİM NE KARIŞIR?

Kayıt kabul kısmından sıyıramadık, zaten ilkokulda mecburi olduğundan velhasıl yazıldık. Neyse,
süngüm düşük, babamla eve geldim. Annem gene kapıda, “Ay ay ay oğlum gelmiş” falan diyor. Gören
de o gün okuldan mezun oldum sanır. Belli ki ayağı alışsın gaza getirme durumları. Anaokulundan
tecrübeliyim bunun sonunun neye varacağını biliyorum; ama metin olmaya çalışıyorum. Sonra zeytin
karası gözlü arkadaşım geliyor aklıma. Aynı sınıfta olmayacağız. Babası torpil morpil çocuğu okula
bir yıl önce başlatmış artık elden bir şey gelmez. Ama yine de aynı okulda olacağımızı biliyor olmak
hoşuma gidiyor. Aslında Müdire Hanım, Şerif’i görse, oğlum seneye gel hadi, deyip geri gönderecek;
ama kanunen hakkı olduğundan burada ikinci sınıfa gidecek.
Kırk derece sıcakta okula kayıt olmak kaderimizde varmış, artık yerim yurdum belli olmuştu. Evde
ve dışarıda yapacaklarımdan arta kalan zamanlarda okula gidecektim. Bir akşam evde, babam uzun
zamandır yapmadığı bir şey yaptı ve beni karşısına alıp oturttu: Bak, dedi hepimizin bir işi var. Bu işi
yaparken gitmek zorunda olduğumuz bir de iş yerimiz. Artık senin de işin, iş yerin belli. Benim işimin
de okuma yazmayı öğrenmek olduğunu söyledi. Ben de babama bunu sökünce okulla işim bitecek mi
gibisinden bakmış olmalıyım ki kendini toparladı hemen. Benim okuma yazma işini çok kısa bir
zamanda yapabileceğimi ve bundan bir şüphesi olmadığını söyledi. Ayrıca okuma yazma işini cazip
hâle getirmek için resimli dergileri tek başıma okuyup anlayabileceğimi söyledi. Resimli dergilerden
kastı da bildiğiniz Tom Miks ve silah arkadaşları. O zamandan öğrenmişimdir, kim çelik bilekli, kim
birisine kızdığında “ahyaak” der, kimin sarhoşluğu pistir. Aslında babamın söyledikleri akla yatkın
şeylerdi, kendi dergini kendin oku.
Cezmi Amcam benim bu dergileri değiştiğim, belki benden de çok meraklı bir amcam, babamın
fakülteden arkadaşı. O da edebiyat öğretmeni. Ama daha çok Amerikan edebiyatı ve tarihi konusunda
uzman sanırsınız. Görseniz, Bay Blöf’le birlikte okumuşluğu olduğunu düşünürsünüz. Cezmi
Amcam’ın gözleri dört numara miyoptu. Ben daha o zamanlar gözlük kullanmıyorum.
Annem arada bir söylenirdi; bu Cezmi kendi gibi oğlumu da kör edecek diye. Cezmi Amca çok
matraktı; çok güzel bir motosikleti vardı. Ava da meraklıydı, av köpeği vardı; adı Bobrik’ti, artık
hangi Amerikan halk kahramanının adıydı bilmiyorum. Bize geldiklerinde Bobrik’i kapıya
bağlarlardı. O da Cezmi Amcalar gidene kadar kapımızda ulurdu. Annem de ulu ulu başını ye, derdi.
Cezmi Amcayla değiş tokuş yaptığımız dergileri okuma uğruna okula gitmem benim için daha cazip
hâle geliyordu. Edebiyat tarihini takip edecek değiliz o yaşta tabii.
Bir sabah can sıkıntısından nereye tırmansam diye evin civarında geziyorum, uzaktan bizim eve
doğru yaklaşan can arkadaşımı gördüm. Babasının yaptığı tarif üzerine ağır; ama kendinden emin
adımlarla bize doğru geliyordu. Kısa pantolonunun ceplerine elini sokmuş bir yandan çevreyi kolaçan
ediyor, bir yandan bize doğru geliyor. Hani ben mahpus kalmışım da adamım beni kurtarmaya geliyor
edası var ikimizde. Yettim yiğidim, diye bir nara atsa yeridir. Göz göze geldik, aynı anda gülümsedik.
Girizgâh faslından sonra birlikte çevreyi kolaçan ettik. Bizim evin arka tarafından bakıldığında
lojmanların sınırında tel örgülerden yüz metre aşağıda kiremit fabrikası vardı. Bir süre dikkatle
fabrikayı kolaçan etti. Yeni bir site ihalesi almış, kiremit lazımmış gibi bayağı bakındı, “Ne zaman
bitti ki burası?” diye sordu. Temel atma töreninde orada mıydı bilmiyorum; ama bu soru bana çok
anlamlı geldi; “Biz geldiğimizde buradaydı” dedim aynı ciddiyetle. Bir şey demedi, olgunlukla
karşıladı, elleri hâlâ cebindeydi.
Sonra istemeden de olsa okul konusu açıldı. Ben “2/A’dayım” dedi. A’lar tutuyor; ama sayılarda
amorti bile yok; mecburen ayrı sınıflardayız. Gerçi okul bir an önce başlasa da gitsek, diye bir
tavrının olmaması yüreğime su serpti bu yaz sıcağında. Benim aksime yeni başlayacağı okulda sınıf
arkadaşlarından yana bir tedirginliği yok. Hani Allah vere de aklı başında çocuklar denk gelse de
arkadaşsız kalmasak, diye hayıflandığını duymadım. Sonraları çok daha iyi anlayacaktım ki adamın en
son derdi arkadaş edinmekti. Okul başladıktan iki gün sonrasında, siyah saçlı, zeytin gözlü arkadaşımı
sınıfın en iri yarı çocuğunun sırtında deve güreşi yaparken görecektim.
Deve güreşini bilen bilir. İri yarı çocuklar nispeten bellerine kadar gelen sınıf arkadaşlarından
birini sırtlarına alır, birbirlerine çarparak düşürmeye çalışırlar. Be çocuk, sırtına bindiğin deveyi
Konya’dan mı getirdin, sen mi besledin belli değil. Daha Konya’dan geleli iki gün olmuş.
Bir süre evin çevresinde dolandık, uzaktan kiremit fabrikasını kolaçan ettik. Laf lafı açtı, konu
kimin sünnet olduğuna geldi düğümlendi. Bu konu o yaşlarda en stratejik olanlardandır. Yaşınız,
boyunuz ve tuttuğunuz takım ne olursa olsun sünnetli olan bir adım öndedir. Karşınızdaki ben oldum
dediğinde, yiğitliğe sürmeyelim. Ben iki defa oldum, birinciden sonra uzayınca tekrar yanlardan
aldırdık, denmez; çünkü yaşımız gereği, söylenen derhal ispata tabidir, palavraya kapalı bir konudur.
Bunun palavrası, sünnet olanların o esnada ağlamamış olmalarıdır. Gerçi ağlama ve sünnet deyince
arkadaşım bir yaz sonra destan yazacaktı; ama şimdi zamanı değil.
O yaşlardaki ispat zorunluluğu ikimizin de elini kolunu bağladı tabii. Allah’tan ikimiz de henüz bu
konulara kafa yormamışız; malların ucu aynen duruyor. Daha zamanı olduğunu ve bundan yana bir
korkumuz olmadığını günü gelince nasılsa aslanlar gibi sünnet olunacağını, korkacaksa sünnetçinin
korkması gerektiğini konuşup konuyu kapamıştık ki ben, çok lazımmış gibi, Balçova’daki ev
sahibimizin oğulları Ali ve Mehmet Can’ın sünnetinden bahsettim. Yav ne ağlamışlardı Şerifim, yani
bu kadar mı olur; onlardan çok ben utandım, ne de olsa aynı mahalledeyiz” diye de babalanayım falan
dedim; arkadaşım, belki korkmuşlardır, dedi. “Yahu” dedim; “Ali on iki yaşındaydı; Mehmet Can
neyse, yaşı küçük olduğu için ağlamıştır”. Ali kardeşine üzülüp ağlamıştır” dedi. Bende de jeton
düşmüyor olsa gerek, konuyu deşiyorum. Bir süre sonra konu ikimizi de tedirgin edecek boyutlara
gelince “Bize ne ya” deyip konuyu kapadık. “Ben zaten olmayacağım, fikrimi değiştirdim” dedim
bana kocaman gözlerle baktı. Böyle bir seçenekten yeni haberi olduğu belliydi.
Sünnet konusunu tatlıya bağladıktan sonra bir süre etrafı kolaçan ettik. Taşındığımız bu bölgeyi topu
topu bir buçuk aydır merakla araştırıyoruz. Öğrenilecek pek çok yer daha var. Laf lafı, oyun oyunu
açtı; içimiz kıyıldı hâliyle. Bizim mutfağa girdik; annem açlıktan ölme tehlikemiz varmış gibi hemen
bir şeyler hazırladı. Tüm anneler böyle mi, bilmiyorum. Abur cubur sonrası tekrar bahçe... Bu kez
sünnet yerine şiddet içermeyen şeyler konuşuyoruz. Hadi, bizim evin oraya gidelim dedi. Pilavdan
dönülecek zaman değil; hadi dedim.
Evlerinin oraya vardık, Şerif’in takımından birkaç çocuk sardı etrafımızı. Beni usulünce tanıttı,
dövüleceklerden değil diye. İlk dikkatimi çeken ellerindeki Zagor baltaları oldu. Bir sopa bulup
ucuna taşı bağlayan ilah olmuş. Birden fazla ilah çevremizde, belli ki bu günlerde baltalı ilah moda;
ama bir tane bile Çiko yok. Benim tipim de rahmetli Çiko Gonzalez’e hiç benzemediğinden öyle bir
rolümün olmayacağı belli. Yalnız hepsi Zagor belirtmeliyim. Birisi çevreden, birisi yeme içmeden,
birisi asayişten sorumlu ilah gibi, neredeyse kabine durumundalar. Arkadaşım eve girdi, dışarı
çıktığında onun da tıpkı Zagor olduğu ortaya çıktı. Tıpkı Zagor; ama biraz bakımsızı, boyundan dolayı
yetişme çağında bir ilah durumunda henüz.
Ellerindeki baltalar benim de ilgimi çekti, tamamen silahsız gelmişim, yanımda çakı bile yok,
baltalardan fazla var mı, dedim; şaşkın baktılar. Mübarek zimmetle verilen bir şey veya el altından
satılıyor sanki. O kadar silah kuşanmışın arasında cascavlak duruyorum. Neyse, biraz etrafı kolaçan
ettik; etrafta taş bol, ilaç niyetine uygun bir sap yok. Yok Allah yok. Birkaç tane ince dalı bir araya
bağladım ucuna taş bağlayacağım, arkadaşım ayağının altında sapı kolayca kırdı. Baktım olacak gibi
değil, babamın tabancası var, dedim, sanki doktorlar sitesinde oturuyorum. Hepsi garip garip bana
baktılar; bu söz Balçova’da bile pek işe yaramazdı.
Arkadaşın mahallesini biraz tarassut ettim, görünürde baltalı eşkıyalardan başka bir yaşıt yok. Hani
talip olunacak eli yüzü düzgün bir hatun kişi çıkar da gelişimize vesile olur mu, diyoruz; zinhar yok.
Biraz da buralarda oynadık. Bu kadar baltalı ilah ortalıkta olunca, ora bura derken yoruluyoruz tabii.
Aç ilah oynar mı, oynamaz; Gülten Teyze hâlimize acıyor, çağırıyor. Ter içinde, kıpkırmızı suratlarla
eve giriyoruz. Şerif’in ablasıyla kız kardeşi de evdeler. Aynı tornadan çıkma üç kardeş, Şerif’in farkı
yalnızca saçı kısa. Bengül Abla bizden beş yaş büyük, Sanem bizden iki yaş küçük. Bengül Abla sıkı
futbolcuydu, sonra anlatırım. Bir de ne kadar gri siyah şey varsa giyerdi. Rahmetli Mao’nun kadın
kolları için diktirdiği şeylerden giydiğini sanırdınız.
Gülten Teyze dişimize göre bir şeyler koydu sofraya, ucundan kıyısından tırtıklıyorum. Göz ucuyla
da arkadaşıma bakıyorum, elektrik süpürgesi gibi. Neyse, on dakika sonra onun önünden küçük çaplı
bir çekirge sürüsünün geçtiğini anlıyorum. Bu yediklerinin nereye gittiğini düşünüyorum bir yandan.
Kardeşleriyle ilk kez tanışıyorum, bacısının kaşı, gözü, rengi falan benimkini andırıyor.
Sofrada ikimiz kaldık, konuşmaya fırsat kalmamacasına gülüyoruz. Bugün bile aynıdır; kaşımız,
gözümüz ne çok şey anlatırmış meğer. Başka türlü bir arkadaşlıktır, bakışlarda espri hazırlanır,
dudağın kenarına geldiğinde diğeri anlamıştır, o anladığında ise espriyi yapan gülmeye başlamıştır
bile.
Zaman nasıl geçtiyse, kapı çalındı, yorgun argın, mütebessim Erdoğan Amca girdi içeri. Şerif,
“Baba!” dedi, yerinden fırladı. Gören, Ömercik bir punduna getirmiş babasını görmüş, falan der.
Resmî elbisesiyle adamcağızın üstüne öyle bir atlıyor ki Kore’den birlik geri dönmüş misali. Ulan alt
tarafı öğrencileri ikmale bıraktığı için okula gidip geliyor babam gibi. Neyse, ben de gördüğüme çok
sevindim tabii. Ama daha olgun davranıyorum. Baba oğul sofraya geldiler, ikisinin de gözleri
ışıldıyor. Erdoğan Amca yanımıza, sofraya oturdu, çevreye bir baba kokusu yayıldı benim de evden
iyi bildiğim. Sofrada ne gördüyse ikimize de sordu yediniz mi, diye sonra “Gülten, hepsi yedi mi?”
diye sordu. Gülten Teyze belli ki bu tip sorulara alışkın, “Yedi” anlamında başını salladı.
Erdoğan Amca üstünü değiştirmeye gitti; biz de kapının önüne çıktık. Karnımız tok, sırtımız pek,
sünnet olun diyen de yok; keyfimiz yerinde. Biraz sonra, üstünü değişmiş olarak amcam da geldi.
Dersler nasıl? İnşallah yaz günü çocuklarla sıkılmıyorsunuzdur; bir dahaki sefer bırakma da çocuklar
geçsin, diyecek hâlimiz yok adama; başımızı okşadı, hâlimizi hatırımızı sordu yüzünde tebessümüyle.
Bir yandan da içeri bağırıyor, “Gülten, çocuklara meyve çıkardın mı?” diye. Duyan da buraya ziyafete
geldik, ihmale uğruyoruz sanır. Bir ara cebinden kurutulmuş siyah üzüm çıkardı ikimize de sırayla
veriyor. Artık zihnimiz açılsın diye mi, boyumuz uzasın diye mi, bilmiyorum. Gerçi boy konusunda ne
ektiyseler onu biçtiler babamla. Sonra, önceden tanımama rağmen, kızlarla ismen tanıştırıyor beni,
yüzünde yeni bir evlat daha kazanmanın ışıltısıyla.
Aslında bir yere gittiğimde rahat bana batar; ama bu evde, kalkasım yok. Kafa dengi arkadaşım da
yanımda; zaman akıp geçiyor hâliyle. Benim kalkasım yok; Erdoğan Amcaların kalk git diyesi hiç yok.
Yav sizi Allah mı gönderdi, demediysem, kendimiz geldik cevabını önceden tahmin ettiğimdendir.
Güneş kayısı renginden portakala dönüyor, üzerimizden aşmak üzere, akşam meltemi İzgörenlerin
evinin önünde oyalanıyor, bir yandan da bizi izler gibi. Bir süre sonra akşam esintisi beni de önüne
katıp evime doğru götürüyor ağır, ama serin adımlarla. Yüreğimin yarısı aklımla beraber arkadaşımda
kalarak...
AMCAM GELİR, HOŞ GELİR

Babam yemek sırasında o gün neler olduğunu, eğer anlatılacak gibiyse, anlatırdı. Lokmasını yuttu,
ardından “Vehbi geliyor” dedi. Annem, “Vış! Ne zaman?” diye sordu. “Yarın burada olur” diye
sürdürdü konuşmasını babam “Yarın akşama doğru burada olur”. En küçük amcam, arada sırada bize
gelirdi. Ben daha henüz iki yaşındayken Eskişehir’de ortaokulu bitirmek için yanımıza gelmiş. Beden
eğitimi dışında on iki dersinin de zayıf olduğu söylenirdi. Beden eğitimi hocası babamın eski
arkadaşı Cemil Amca. Beden dersinden zayıf almaması değil dikkati çeken, beden dersinin on olması.
Kantarın topuzu fazla kaçınca karnede açan bir gül gibi dikkat çekmiş. Amcamın ününün diğer kısmı,
kaval çalışından gelirdi. Çok yanık çalardı. Bu da bir merak tabii. Gerçi, kaval çalması dedemin
kanına dokunur ve çalgıcı mı olacaksın diye kızardı. Kızmakla kalmazdı, kavalı kırıp sobaya attığı da
olurdu.
Yarın olsa da amcam gelse diye sevindim. Birçoğunun amcası benim amcam kadar yaratıcı ve oyun
meraklısı değildir çünkü. Sanırım İzmir’de bir iş ayarlanmıştı ve çalışmaya geliyordu Urfa’ dan.
Ticaret lisesi mezunuydu, o zamanki şartlarda birçok hukuk firmasında iş bulabiliyordu.
Ertesi gün bir şekilde geçti. Bugün biraz farklı, lojmanlara taşındığımızdan beri ilk kez bir
akrabamız geliyor uzaklardan. Akşamüstü yedi sıralarında kapımızın önünde bir minibüs durdu.
Elinde bavuluyla, Haydarpaşa Garı’na gelir gibi amcam indi; yanında babam. İlk kez geldiği için
babam karşılamış, eve getirmişti. Uzun süredir görmediğimden koştum yanına. Bavulunu elinden alıp,
ne var ne yok deyip omzuna vurdum, desem hiç olmaz, elinden tuttum; bizim eve doğru yürüdük. Bir
yandan babamla konuşuyor, bir yandan saçlarımı okşuyor.
Akşam yemeği hazırlanana kadar salonda oturup konuşuldu. Amcam, gideceği iş hakkında babama
bir şeyler söyledi; babam, amcama “Aman oğlum bu sefer kendini bu işe ver, dikkat et” dedi.
“Ağabey, işten başka bil bakayım ne yapacağım?” dedi. Amcamın ömrü holding kurup devretmekle
geçmediği için babam istifini bile bozmadı; bu sessizlik amcamın açıklayabileceği anlamına
geliyordu sanırım. “Yanımda çakmak getirdim” dedi. Kapaklı Pasajı’ndan alıp geldim. Urfa’ya
Suriye’den her türlü ıvır zıvırın sınırdan kaçak girdiği ve bizde para ettiği zamanlar. İçeri gitti,
bavulundan bir kutu getirdi, içinde rengârenk çakmaklar. Görenin sigaraya başlayası gelir. Babama
içlerinden siyah bir tane beğenip verdi. Belli ki bu çakmağı amcamın gözü tutuyordu. Babam evirdi
çevirdi, birkaç kez yaktı. Ben de babamın burnunun dibindeyim. Gerçekten kaç kez çaktıysa o kadar
çaktı ve her seferinde ıkınmadan sıkınmadan yandı alet.
Yirmi liradan verirse yarıya yakın kârı olduğundan söz ediyordu yemekte. Bavulun her yanı çakmak
olsa yüz elli lira kârı olurdu amcamın. Babam kârından değil; ama amcamın bir şeyler yapma
fikrinden hoşnut olmuştu. “Nerede satacaksın bunları?” diye sordu amcama, bir yandan da yemek
kaşığını ağzına sokacak adamcağız. Amcam doğal bir şekilde, “Lojmanda satarım” dedi. Askeriyenin
yanıcı patlayıcı işlerden sorumlu ihalesini kazanmış kadar rahattı. Sanırım bize gelmeden önce bir
parti malın satış bağlantısını yapmıştı. En azından ben öyle anladım. Gerçi babam öyle anlamamıştı,
amcama doğru döndü kaşık ağzından boş çıkmıştı; ama bu sefer ağzı doluydu. Babamın
homurtusundan, nasıl yani, demek istediğini anladım. Kardeşimin Türkçesinden daha zor değildi,
biraz lehçe farkı vardı; ama ne de olsa kulak bir yerden sonra doluyor; sonuçta anadilimiz, bunca yıl
emek vermişiz. Amcam, homurtudan aynı anlamı çıkarmamış sanırım, “Konu komşu alır bitirince
Urfa’dan gene getiririz” dedi. Bu çoğul eki babamı da ortak etme anlamında mı yoksa sen yardım et
gerisine karışma anlamında mıydı, o zamanki çocuk aklımla tam anlayamadım. Neyse babam
konuşacak hâle gelince, “Oğlum” dedi, “Burası Kadifekale mi?”. Anladım ki esas çakmak açığı
Kadifekale’de. Ama amcam buraları tam bilemediğinden ön hazırlığı zayıftı. Babam devam etti,
“Sonra” dedi, “Başka?” Amcam uyanır gibi oldu. “Yani ağabey” falan deyip bir şeyler geveledi.
“Ağabey” dedi, “O kadar getirmişiz; bari Remzi Ağabey birkaç tane alsın!”.
Çakmak konusunda babamdan umduğu manevi desteği bulamayan amcam birkaç gün sonra
Basmane’de bir hukuk firmasında daktilograf olarak çalışmaya başladı. Sabahın köründe kalkar;
akşamın geç saatlerinde dönerdi. Bu arada babamın hatırına tüm çakmaklar satıldı. Babamın can
yoldaşı, okul çağından beri tanıdığı öğretmen arkadaşları birer tane aldılar. Satılan çakmaklar için
yedek parça ve servis garantisi yok o zamanlarda. Ahbaplara satılan on, on beş çakmak, hatıra binaen
birkaç kez çakıp çakmaz hâle geldiler. Artık çakmakları alanlar için manevi değerlerinden başka bir
şeyleri kalmamıştı. Akşam gezmelerinde babam ve arkadaşları birbirlerine takılırlardı. Benimkisi
sekiz, benimkisi on kez çaktı diye. Süleyman Amca, yirmi lira verip bir çakmak satın alan Remzi
Amcaya, “Oğlum Remzi elli lira vereyim de at artık şu çakmağı” diye de takılırdı; ardından, “Biraz
daha uğraşırsan başında hiç saç kalmayacak” derdi. Sigaranın sağlığa zararı gibi çakmağın da çok
olmalı, daha çakmaya çalışırken saçları döküyordu demek ki.
Remzi Amca matematik hocasıydı. Bir sınıfın yazılı kâğıdını okuması on beş dakikasını alırdı. Çok
özenmişimdir. Remzi Amca, daha öğrenciyken saçlarının bir kısmını yer çekimine kurban etmiş, geri
kalanı için cansiparane çarpışan ve çok sevdiğim altın kalpli aile dostumuzdu. Yer çekimi önce
başının tepe kısmını vurmuş; ama yanlar direniyordu. Tabii tepeyi savunmak yandaki ihtiyat
kuvvetlerine kaldığından saçın o kısmı, tepeyi kapatmak için var güçleriyle çarpışırlardı; ancak
kuvvetli bir rüzgâr tüm direnişi kırıyordu hâliyle.
Remzi Amca’ya saç uyarısını yapan Süleyman Amca ise coğrafyacıydı. Bir gün lojmanlara
taşınırım sonra da Vehbi’den çakmak alırım, diye saçlarını önceden döküp lojmana gelmişti. Ekip
hepten can yoldaşıydı anlayacağınız. Okul sonrası ilk görev yeri Eskişehir’de yıllarca birlikte
çalışmışlar ve hep birlikte İzmir Hava Lisesi’ne tayin olmuşlardı. Kader arkadaşlığı artık burada
devam edecekti. Aralarındaki candan arkadaşlığın ve hukukun bunca yıl gerilere gittiği bu insanlar,
amcam keman da satsaydı birer tane alırlardı, diye düşünüyorum. Daha sonra aynı uygulama, Remzi
Amca’nın kardeşi Şölende Ağabey’in Sivas’tan getirdiği ballar ve Necip Amca’nın kardeşi Osman
Ağabey’in Çorum’dan getirdiği pekmez ve leblebi için de yapılacaktı.
Süleyman Amca’nın benimle aynı yıl Eskişehir’de doğan bir kızı vardı, Zeynep. Tülin, ben ve
Zeynep birkaç ay arayla Eskişehir’de aynı yılın mahsulü olarak dünyaya gelmişiz. Zeynep de kız
kardeşim gibiydi. İyice sindirmeden ve öğrenmeden Türkçeyi konuşmayayım, derdi.
Çakmaklar bir ay kadar konu olmaya devam ettiler. Amcamın da namı yayıldı ister istemez. Hatta
arada bir takılırlardı: “Vehbi, Urfa’ dan yeni parti gelmedi mi oğlum?” diye. Çakmaklar yanma
konusunda çok ısrarlı değildiler; ama desenleri bugün bile gözümün önündedir. Yan taraflarında bir
kabartma vardı; breh breh, bunu gören İngiliz kraliyet ailesi için yapılmış, derdi. Renkli, albenili
falandı. Her bir çakmakta şövalye yüzüğünü andıran kabartma ve desenler mevcuttu. E tabii, böyle
zarif ve süslü çakmakları yapanlar da “Nasılsa alanlar kıyıp da bunları kullanmazlar” diye iç
aksamında fazla ısrarlı olmamışlar. Babamlar da aslında bunun farkındaydılar; ama sanırım, insanlık
bizde kalsın diye, beşer onar çakıp vazgeçtiler.
ANTEN SABIRLA KAVAL OLURMUŞ

Yıl yetmiş iki, yazın sonları. Televizyon yeni moda. Her babayiğidin evinde yok. Zaten her gün
yayın da yok. Haftada iki gün düşünüp kalan beş günde ne yayımlasak, derlerdi TRT’de. Bize yüz
metre kadar uzakta bir pilot amca, evine TV aldı. Adamın adını tam hatırlayamıyorum. Demek ki
kayda değer bir çocuğu yoktu. Lojmanların konumundan dolayı hem TRT hem de Yunan TV
izlenebiliyordu. Sanırım, onun için iki tane büyük anten almış, uzunca bir direğe alt alta takmıştı.
Adam pilot; uçuş tazminatı da var; paraya kıymış, iki de cevvalinden anten almış; evin çatısı
NASA’ya dönmüş durumda. Hani haftanın iki günü bizde yayın yok Yunanlılarla nefsimizi köreltelim
hesabında.
Bir gün çevre gezilerimden birini yapıyorum asayiş berkemal mi diye, gözüm anten direğine ilişti.
Üstteki sapasağlam, ama alttaki sanki gözden çıkarılmış gibi hafif sallanmakta. Hani öyle bir sallantı
ki biri insaniyet adına alsın götürsün, der gibi. O zamanki antenleri bilen bilir; öyle çanak çömlek
falan yok. İnce uzun borular yan yana, daha büyük bir demirin üstüne kelebeklerle monte edilmiştir.
Lojmandaki evlerin çoğu tek katlıydı. Tek katlı olanların çatısına kadar uzanan birer tane de kalınca
su borusu vardı. Damda su birikmesin diye düşünülerek koyulmuş. Her türlü dama, çatıya bunun
yardımıyla çıkabiliyorum.
Gözüm antene takılınca ve alttaki anten de gözden çıkmış gibi durunca işin başa düştüğünü anlayıp
“Ya Allah!” dedik çıktık artık dama. Yakından baktım makineye, yan yana bir sürü içi boş boru. Yayın
birinden girip diğerinden çıkıyor, bu arada ne göstereceğine karar veriyor, diye de teknik yorumumu
yapıyorum. Yoksa bu kadar boş borunun bu demirde işi ne!
Amcamın güzel kaval çaldığını ve dedemin de yakaladığı her kavalı kırıp sobada yaktığını
söylemiştim. Ama bu kez benim gördüğüm borular bulunduğunda öyle kolay kırılacak gibi değildiler.
Hani, dedim madem anten gözden çıkarılmış, sallanıyor, zeval olmasın, aldım çatıdan arkadaşların da
yardımıyla eve getirdim. Boruları bağlı olduğu büyük demirden birer birer ayırdım kenara. On tane
kadar oldu. Uzunca demiri de kılıç yapımında kullanılmak üzere mahallenin diğer çocuklarına
verdim. Onlar da mal bulmuş Magribli gibi aldılar. Elimde incecik borular, “babamın malı” edasıyla
eve geldim. Bir yandan da amcamı bekliyorum. Gelse de şu seri üretim başlasa. Amcam tez canlıdır,
boruları nereden bulduğumu bile sormadı. Müziğe de yatkın olduğundan kalınca bir çivi ve tokmak
yardımıyla değişik genişlikte delikler açıp ses çıkar hâle getirdi ince boruları. Bir yandan yapıyor,
bir yandan deniyor. Bunun sesi daha yanık, falan deyip kendini takdir ediyor bir yandan da. Yanık
seslilerden ikisini o aldı, bir tane kendime ayırdım. Dışarı çıktım, kalanları da eşraftan çocuklara
dağıttım. Kavalı kapan ses çıkarabilmek için üfleyip duruyor; bazıları zırıltı çıkarıyor bazılarında o
da yok; oynuyorlar. Kavallar yardımıyla çocuklarla kaynaşmaya başladım.
O zamana kadar çok da sıkı fıkı olmadığım çocuklarla kaynaştığımı fark ettim. Müziğin sihri
hepimizi sarıp sarmalamış ve birbirimize yaklaştırmıştı. Sanırım “Sihirli Flüt”de benzer duygularla
yıllar önce yazılmıştır. Ganimet olarak alınan boruların kavala dönüşüp çocukların elinde görülmesi
bir süre sonra antenin sahibinin de dikkatini çekmiş olmalıydı. Artık ne kadar duygulanmış olmalı ki
bize geldi.
Antenin sahibi kapıda bir süre babamla konuştu. İkinci antenin Yunan TV’si için olduğunu
anladığımdan soğukkanlılıkla izliyorum. Benim bakışlarım adamı da rahatlattı, nasılsa öbür anten var,
diye. Bir ihtimal, Bor’daki pazarın toplandığını Niğde’nin de uzak olduğunu anladı. Bir daha
kimsenin kavalıyla TV izlememesi gerektiğini düşünmüş olmalı ki konuyu fazla uzatmadı ve gitti.
KAMBERSİZ KABUL GÜNÜ, TOK EVİN AÇ İTLERİ

Yeni taşındığımız lojmanlar, yalnız Şerif ve benim için değil, ailenin tüm fertleri için alışılması
gereken bir yerdi. Bu alışık olunmadık ortamda annelerimizin de çevre edinmeleri için birtakım
şeyler gerekiyordu. O zamanlar kadınların büyük çoğunluğu ev hanımı. Bir kişinin çalışması tüm
aileyi iyi kötü geçindiriyor. Çevreye adaptasyonda, hanımlar avantajlı tabii.
Ayın belli günlerinde içlerinden birinin evinde toplanıyorlar, Allah ne verdiyse yiyip içip ayın geri
kalan günlerinde yakmaya çalışıyorlar. Bu, bugün bile aynıdır. O gün ev sahibesi her kimse tüm
maharetini ortaya koyar, elinden gelen ardında kalmaz, sofraya konulur; kadınlar da ne varsa yerler,
yemekten ağızlarının boş kaldığı anlarda da konuşup yeni geldikleri bu yerdeki insanlarla tanışırlardı.
Bu seferki, Şeriflerin evinin yüz metre kadar aşağısında, benim de Şerif’in de pek tanımadığı bir
evdeydi. Yoksa kadın, Şerif’i ve beni niye çağırmasın ki? Anneler ve kız kardeşler hazırlandılar. Ben
Şeriflere bırakıldım; arkadaşımla sokakta oynuyoruz. Hanım tayfası tanışıp kaynaşıyorlar kabul
gününde. Şerif’in mahallesi. O ve saz arkadaşlarıyla bayağı bir oynadık. Hemen hepsinin anaları
günde. Artık haramilik ne kadar sürdü ki içimiz kıyıldı. Yav ne yapsak ne etsek derken Şeriflerin
mutfağına taarruz ettik; ama öyle pek de yatışmadık ne yalan söyleyeyim. Biraz daha oyalandık, baktık
açlık başa bela. Artık hangimiz hangimizi kafaladık hatırlamıyorum. Gün yapılan eve baskın
yapacağız. Yorgunluk bir yandan, açlık bir yandan, kapıya dayandık iki arkadaş. Hoş giyimli bir kadın
açtı kapıyı. Kadının adını bugün hatırlamıyorum, iki kızı vardı: Dilek ve Dilhan. Dilek ilkokula
başladığımızda aynı sınıfa düşeceğim kızdı; zamanı gelince anlatırım. Neyse, kadın biraz şaşkın, ne
var gibisinden baktı. Lojmanların tümü çepeçevre iki metre adam boyunda tel örgü. Hani birilerinin
aşıp da kapıya ekmek için gelebileceği bir yer değil. Gerçi ne Şerif’ten ne benden, Allah rızası için
ekmek, diye bir söz çıkmadı. Ama üstümüz başımız, şeklimiz şemalimiz ve toz topraktan yüzümüz ne
hâl aldıysa suratımız öyle gösteriyor olmalı. Kadın tepeden tırnağa bizi süzdü. Şerif’i süzmesi daha
az zaman aldı. “Annemler buradalar teyze” dedik. Hani, “Bir arkadaşa bakıp çıkacağız” demenin tam
sırası aslında. Kadın bir şey demedi; biz içeri girdik. Neyse önde ben, arkada Şerif civanım emin
adımlarla salona geldik. Kıçı pullu dilekçeyle son anda çağrılmış kadar emin adımlarla girdik içeri.
Salon silme kadın dolu.
Şerif’in annesi Gülten Teyze fark etti; ama kadın artık nasıl sevindiyse sesi boğazında düğümlendi.
Annem de duygulanmış, ondan da ses çıkmıyor; birbirlerine bakıyorlar. Hani annelerimize dokunsak
mutluluktan bize, “Nedir oğlum bu hâliniz, bu üstünüzün başınızın hâli ne, burada ne işiniz var?” diye
höykürecekler; ama büyüğe saygımız var, dokunmuyoruz. Annemler de bunları tanımıyoruz demek için
geç kalmışlar artık, neyse yanlarına gittik. Zaten bağrımız yanmış, saatlerdir güneşin altında aç biilaç
oynamışız. Şerif’le annelerimizin tabaklarına hamle yaptık tabii. Salondaki diğer kadınlar, kıskançlık
dolu bakışlarla bu iki civanmerte bakıyorlar, bir yandan da “Allah bize de bir gün böyle evlatlar
nasip eder inşallah!” diye dua ediyorlar; ama fazla belli etmiyorlar. Belki kendi oğulları da var; ama
belli ki bizim gibi hayırlı evlat değiller, annelerini her neredeyse arayıp soran cinsinden değiller.
Annelerimizin kalbi temiz, evlattan yana şanslılar. Neyse, Şerif ve ben aslında annemler için gelmişiz
de hatır için bir şeyler atıştırıyoruz durumda değiliz, kendimizden geçmişiz, Mevla’yı arıyoruz
neredeyse. Annem kaş etti; Gülten Teyze göz etti; neyse ki biz istifimizi bozmadık. Küçük bir çekirge
sürüsü tabakların yanından geçmiş kadar oldu.
Annelerimiz ise diğer hanımlar övünüyor demesinler diye büyük bir olgunluk gösterip sustular. Biz
ise “karnı tok, sırtı pek” bir hâlde zayiat vermeden, kadın ve çocuklara bir zarar gelmeden,
geldiğimiz gibi çekilmesini bildik.
Karnımız tok, sırtımız pek, bataryalar dolu olarak evden çıktık. Öyle yemiş içmişiz ki mahallede
taş taş üstünde koymasak yeridir, insanlığımızdan yapmıyoruz. Arkadaşlarla harala gürele zamanın
belini kırdık.
Bir iki saat sonra, annemle Gülten Teyze yolun aşağısından göründüler. Gittikleri evde edilecek
söz, yenecek tuz kalmadığından olsa gerek çıkmışlardı. Yanlarında da kız kardeşler. Onlar biraz daha
yorgun argın gibiler, gören açlığı, yorgunluğu bizim yerimize onlar yaşadı sanır.
Biz Şerif’le hâlâ al takke ver külah, şamataya devam ediyoruz. Annem herkesle vedalaştı, beni ve
kız kardeşimi önüne kattığı gibi doğru eve geldik. Yol boyunca benimle pek konuşmadı, demek akşamı
beklermiş. Babam geldi; akşam yemeği sonrası annem onunla günün bilançosunu çıkardı. Bilançoda,
gidilen evde Şerif’le beraber verdiğimiz hasar da açık seçik görünüyordu demek ki. Babam, “Ah, be
kadın böyle güzel şeyler yapılıyor, yiyip içiyorsunuz, insan Erdoğan’la bana da haber vermez mi, bak
bir dahaki sefer biz de geliyoruz ha ona göre!” der mi? Demez tabii, niye? Babaannem belli ki hamam
dışında çocukluğunda babamı bir yere götürmemiş. Babamın en sinir olduğu durumlardan biri, gidilen
yerde ölçüsüzlük ve görgüsüzlük yapmak, buna dayanamaz. Sağ olsun annem de ondan bilgiyi
esirgememiş, adam gırtlağına kadar bilgi dolu...
Ben de mahkemenin huzurunda olduğumun farkındayım, gıkım çıkmıyor. “Tok evin aç itleri gibi
yapmışsınız” dedi babam. Çoğul konuşunca pek gücüme gitmedi, arada Şerif de kaynıyor, kendimce
hafifletici sebep bulmuşum. Artık karınca kararınca, benim için annemle babamın hazırladığı ne kadar
zılgıt varsa yedim. Hayır, madem evde bu kadar zılgıt var, kabul gününde niye bu kadar yedim ki?
Yenmesi mecburi gıdalar sınıfındandır zılgıt. Çocukların beslenmesinde ve büyümesinde şarttır.
Benzer bir zılgıtın da Şerif’in boyuna ve kilosuna göre, seveceği şekilde, ona da hazırlandığını
Şerif’ten duyacaktım daha sonra.
SPORUN İYİSİ MASANIN TENİSİ

Lojmanda, annemlerin bundan sonraki kaynaşma günlerine katılmamaya karar verdim, arada ben
kaynıyordum çünkü. Bunlar, ağustos ayının sonlarına doğru olmakta. Eylülün ayak sesleri ve
başlayacak okulun zili kulağıma doğru yol alıyor. Anaokulu faciası yalnız benim değil, anne ve
babamın da hafızasında tazeliğini koruyor. Ben de buna rağmen her sabaha yeni bir umutla
uyanıyorum. Radyodan “Artık okul falan yok dağılın lan, okuyup da ne olacaksınız!” diye bir haber
bekliyorum.
Her uyandığım gün, yeni geldiğim bu yerde, benim için çevreme biraz daha ısınmak anlamına
geliyordu artık. Bunda, hem Şerif’in hem de amcamın katkıları çok olmuştur. Başlangıçta bazı şeyler
her zaman zordur. Bir süre sonra lojmanın üst kısmı benden, alt kısmı arkadaşımdan sorulur hâle
geldi. Alt yarısının arkadaşımdan sorulur hâle gelmesi hem Şerif’e hem de bana zaman zaman pek
yaramamıştır; zamanı gelince anlatırım.
Bana bulaşan çocuk pek olmazdı, buna yaşça büyük olanlar dâhildir. Amcamın lojman sınırları
içine girmesinden itibaren bunu hissetmişimdir. Mahallenin çocukları, kaval yapmak için borularda
delik açan herif, bize ne yapmaz, diye mi düşündüler, bilmem; ama bana pek dokunmazlardı. Amcam,
yetiştiği Urfa gibi yerin zorluklarını aşıp gelmiş, altın kalpli biriydi. Ama zaman zaman pek tekin biri
olmazdı. Bu nedenle ben de rahattım. Zaten kimsenin tavuğuna kış demezdim pek.
Bir de lojmanların gerçekten huzurlu bir yer oluşu da bunda çok rol oynamıştır. O yıllarda insanlar
huzuru beraber yaşayabiliyordu. Geçim bile bu kadar zor değildi. Bir huzur vardı ve herkes onu
bölüşmeye çalışırdı.
Artık, karşımızdaki sırada oturan çocuklarla bile kaynaşmaya başlamıştım. Kimse beni, herhangi
biriyle ilişkim var, diye kızdırmıyordu artık. Paylaşmayı öğrenmiştik. Zamanı hoşça geçiriyorduk.
Ayrıca Şerif’in varlığı da beni kızdıran çocuklara karşı önemliydi. Sıkıldığımda yanına gidiyordum.
Pek eyvallahım yoktu anlayacağınız, benim eyvallahım olmayınca çocuklarda eyvah duygusu uyandı,
acaba elemanı kayıp mı ediyoruz, diye. Velhasıl işler yoluna girdi.
Bir akşamüzeri amcam işten geldi. Hâl hatır, selam, kelam, günlük hasbihâl sonrası, “Arkadaşlarla
masa tenisi oynayacağız” dedi. Günlerden cuma. Babam haftanın yorgunluğundan koltukta yan gelmiş
yatmış, elinde gazete. Amcamın masum bir spordan bahsetmesi karşısında sesi bile çıkmadı, oynayın
ya da oynamayın demedi. Gazete okuyup duruyor. Amcam da üstelemedi, yasak savılmıştı çünkü.
Bilirsiniz, pingpong özellikle geniş ve çimenlikli düzlüklerde, özel bir malzemeye gerek bile
duyulmadan, beş altı kafa dengi arkadaşla harala gürele oynanan bir oyun değildir. Benim bile,
İnciraltı’na denize gittiğimizde, izlediğim bir şey. O nedenle amcamın masa tenisini lojmanın
neresinde oynayacağını düşünmem çok zamanımı almadı; çünkü bir yer yoktu ya da benim bildiğim bir
masa yoktu ki tenisi oynansın.
Babam hâlâ ilgisiz; ama ben durmadım, “Hadi ya” dedim, “Ben de geleceğim”. Bu sefer amcam
şaşırdı: “Nereye?” “Pingponga” dedim. “Daha dur” dedi. “Ayarlıyoruz”. İşte burada babamın gözü
gazeteden kıpırdadı, karşı sayfada hoş bir şey mi gördü, bilemem bir daha gazeteye daldı; ama
farkındayım babam tedirgin.
Ertesi gün, cumartesi; kapının önünde oyalanıyorum, asfalttan bizim lojmana doğru amcamın
akranlarından bir arkadaşı göründü: Binbaşı. Amcam çıkıp karşıladı onu. Söylemeliyim size, lakabı
binbaşı, rütbesi değil.
Birlikte Kemeraltı’na gitmek için sözleşmişler. Raket, top falan alacaklar. Ben de daha fazla
beklemek benim için ıstırap olmasın diye Şerifim civanımın yanına gittim. Girizgâh sonrası amcamın
projesinden bahsettim. Aynı zekâ seviyesinde olduğumuzdan Şerif de sevinmeden önce “nerede” ve
“nasıl” gibi sorular sordu. Birinci yılı okulda bu tip soruları öğrenmeye ayırdığı belliydi her
hâlinden. Ben de durumu özetledim; ama yer konusundan benim de haberim olmadığını söyledim.
Kemeraltı’ndan bir şeyler alıp gelecekler dedim. O da benim gibi makul karşıladı. “Hayırlısı
Allah’tan” dedi, “İnşallah lojmanlara hayırlı olur” diye devam etmedi ama.
Şerif’le akşama kadar gereken şekilde kurtlardan kurtulduktan sonra eve geldim. Amcam henüz
ortalıkta görünmüyor. Kapının önünde, ardından civarda oyalandım; yarım saat sonra minibüsün biri
durdu. Amcam elinde bir naylon torba ile indi. Şoförün yüzünde böyle bir sporcuyu getirmenin huzuru
alacakaranlıkta dahi seçiliyor. Adamın yüzünü seçtim; ama oyun oynanacak masa nerede
çıkaramadım. Bir sonraki minibüs de masayı getirir diye düşündüm, ses etmedim.
Evde, alınmıştır nasılsa diye malzemelere baktım. Ama aklım masada hâlâ. Babam malzemelere
bakmadı bile; ama gazete yoktu elinde. Babam futbolu hem çok sever hem de iyi oynardı; bunun
dışında gördüğü değişik büyüklükteki diğer topları çeşitli meyve ve sebze sanırdı. Amcamın projesi
pek ilgisini çekmiyordu. “Yarın mı oynamaya gidiyoruz?” diye sordum. Hele dur, yarın masayı da bir
kuralım oynarız” dedi. Bu “kuralım” lafı babamı tedirgin etti, ben bile fark ettim. İşin içinde artık
yıkım dikim gibi bir şeyler geçmeye başlamıştı çünkü. “Ne masası?” dedi babam; amcam masanın
nasıl temin edileceği dışında oyunla ilgili her şeyi anlattı. Babam uzun açıklamalar neticesinde
sorduğu soruyu bile unuttu gitti. Artık yarını beklemekten başka yapacak bir şey kalmıyordu, ben de
öyle yaptım.
Pazar sabahına uyandık. Kahvaltı sonrası dışarı çıktım. Amcam da arkadaşlarına göz kulak oluyor.
Bu kez Binbaşı’yla Apo göründüler. Amcam, elinde malzemelerin olduğu torbayla çıktı, arkadaşlarını
karşıladı. Ben de yanı başındayım. Apo bana bakıyor, “Bu mu falanca yüzbaşının antenini indiren?”
diye amcama sordu. Amcam, anten yalnızca indiğiyle kalmayıp kavala dönüştüğü için ve konunun
kendine kadar gelebileceğini tahmin ettiğinden ha, hu falan deyip konuyu kapadı. Konuyu, kaşıyıp da
üstü yeni kapanmış bir yarayı, açmanın anlamı olmadığını düşündü sanırım. Ya da benim namımın,
onun kavalını bastırması gücüne gitti, bilemiyorum, günahı boynuna, şurada amca yeğeniz, kıskançlık
yakışmadı; ama olgunluğumdan ses etmedim. Onca emeğim de boşa gitti zaten ya neyse. Aynı anteni
Şerif indirse Ümit dayısı kim bilir neler anlatırdı. Sanki Allah’ın günü damdan anten indiriliyor.
Amcama o gün fazla bozulmadıysam bunda masa tenisi oynamaya merakım da etken olmuştur; tatsızlık
çıksın istemiyorum.
Konu kapanınca bu kez amcam sordu, anahtarı bulabildin mi Apo, diye. Apo “Ayarlarım, dedim ya
oğlum” dedi amcama, “Boşuna mı aldırdım size malzemeyi!” diye de sitemle devam etti. Demek spor
salonunun anahtarı da bulunmuş, ben biraz yatıştım hâliyle.
Yatıştım; ama bir yandan da lojmanda nasıl olup da daha önce böylesine bir tesisi görmediğime
şaşıyorum. Erkekliğe yakıştıramadığımdan fazla meraklıymışım gibi de olmuyorum. Anahtar,
malzeme, vs. her şey tamam. Hadi o zaman deyip yürümeye başladılar, ben de arkalarından seğirttim.
On beş adım attılar ve durdular. Durdukları yer bizim bitişik nizam duvar komşumuz olan boş lojman.
Anahtar çıktı. Apo anahtarı sağa sola biraz zorladı, kapı açıldı. Hafif tertip örümcek ağlarını ekarte
ettik, evin salonuna girdik. Bizimkinin eşi, at koştur büyüklükte; ama boş bir salon. Ben, acaba masa
nerede diye düşünürken bu kez Apo sordu, “Çöp varilleri nerede?” diye. Binbaşı, “Akşamdan kapının
önüne getirdim; arka tarafta” dedi. Bu kez içeriden arka kapı açıldı. İki tane, birer metre
yüksekliğinde yuvarlak varil geldi. İçinde çöp falan yok, temiz, belli ki mal hatır gönül işiyle önceden
ayarlanmış.
Varilleri salona aldılar. Binbaşı arka cebinden tornavidayı çıkardı; arka odaya gitti. Masanın
ambalajını açacak sanırım, demeye kalmadı, babasının malı, anasının ak sütü gibi iki tane dolap
kapağını sökmeye başladı. Duvarlarda sürgülü dolaplar vardı. Birer metre eninde, ikişer metre
uzunluğunda, ikişer tane kapak dolabı kapatırdı. Kapakları el birliğiyle varillerin üzerine yan yana
koydular. Sıra amcama geldi, malzemeleri çıkardı. Ağ monte edildi. Raketler, top falan da hazır.
Aslında fena da olmadı. Daha önce benim aklıma gelseydi bile fiziki koşullar nedeniyle yapılacak bir
şey değil elbette. Aslında onlardan önce sana düşerdi bu tesisi yapmak, der gibi olduğunuzu
hissediyorum.
Tesis tamamlanınca, şakada şukada başladılar masa tenisi oynamaya. Biri dinlenirken, diğer ikisi
falan derken iş heyecanlı tabii, şamata, hay huy gırla gidiyor. Bu arada babam, yeni komşular taşınmış
haberimiz yok, hay Allah ne yapsam, hayıflanmasıyla kapıya dayandı. Kapıya geldi; ama oynayanları
görünce olduğu yerde donakaldı. Donup kalmayan yalnızca gözleri. Bir o yana bir bu yana gidip gelen
topu izliyor; tüh, keşke taşınır taşınmaz bunu biz akıl etseydik, nasıl da düşünemedim ki, diye bir
elinin sırtını diğerinin içine vurmaya hazırlanıyor babam, diye düşünüyordum ki hayatında ilk kez
masa tenisi oynayanları gördüğü ortaya çıktı, “Bu da ne ya?” dedi babam. Arkası dönük olan amcam,
bu sesi iyi tanıdığından hemen döndü, babama baktı. Babam artık tesisten nasıl etkilendiyse, “Oğlum
sen benim başıma bela mısın?” dedi. Baba onu da nereden çıkardın, ben oynayıcı değil; seyirciyim,
diyecek oldum meğer amcamı kastetmiş. Ses tonu ve bakışından, bu tesis işinin daha önce benim
aklıma gelmemesinden doğan hüznüm buharlaşıp uçtu.
Babam yasaklı bölgenin sınırındaymış gibi bir süre durdu. İçimden, dur bakalım ne olacak, diye
geçmese çoktan toz olunacak zaman aslında. Apo ve Binbaşı da amcam gibi sessizliği bir süre
bozmadılar. Babamın gözü varillerin üzerine konulmuş dolap kapaklarına ilişti, doğru görüp
görmediğine baktı. Bu bakışları en son anten borusundan yaptığımız kavallara bakarken hatırlıyorum,
pek tekin olmayan bir bakıştır. Varillerden emin, turşu küpüyle ilgisi yok; ama dolap kapakları farklı
duruyor, elini bir süre dolap kapağının üzerinde sessizce gezdirdi. Durum, boş bir lojmanın gayrı
yasal sportif işgaline uyuyordu. Apo’yla Binbaşı’nın babalarının rütbelerinin eni boyu, bu
cesametteki bir olayı lojman sınırları dâhilinde örtbas edecek kadar büyüktü. Onlar da durumun
farkındaydılar. Apo, anahtarı ben getirdim Ali Amca, dedi. Binbaşı da, varilleri de ben, dedi ve
kapakları söktüğü konusundan geri adım atmadı. Amcam, malzemeyi de ben aldım, dedi; bu durumda
bana düşen de hani bana, hani bana, deyip şirinlik yapmam, diye düşünülebilir; ama ben temkinliyim.
Hani bana, hani bana dememden sonra, al sana şaplak denilebilecek bir durumun içindeyim, bu riski
de göz ardı etmiyorum.
Babam sporu seven ve sıkı futbolcu olan biri olarak etrafa biraz daha göz attı. Olayın kendisini
ilgilendirme derecesi pek yüksek değildi. Biraz da komşusuzluk canına tak ettiğinden, ben bir şey
görmedim bakışlarıyla oradan ayrıldı. Ayrılmadan önce kendisinin de ne derecede inandığı belli
olmayan bir ses tonuyla, oğlum yapmayın etmeyin böyle şeyler, falan da dedi, koydu postasını.
HAYDİ, ALİ KAÇIYOOR!

Haydi, Ali kaçıyor! Yok yok babam değil! Bizim lojmana haftada bir sebze ve meyve satmak için
bir at arabası gelirdi. Lojmanda satış için izni olan bu adam, atının çektiği tahta arabasına yüklediği
sebze meyve kasalarını lojman boyunca bir tur attırır, satabildiğini satar ve giderdi. Adamın adı Ali.
Hiç durmadan ringi tamamladığı için, haydi, Ali kaçıyor, diye bağırırdı. Bu slogan artık lojman
dâhilinde, oradan sebze ve meyvenin geçtiği anlamına gelirdi. Bu sesi duyan cümle aile efradı,
niyetinde alışveriş varsa Ali kaçmadan yetişir ve alacağını alırdı.
Ali kaçıyor sloganı aklımda ne kadar yer etmiş ki “Anne Ali kaçıyor geldi” derdim. Adam, şaka
maka satış sloganıyla özdeşleşmişti. Arabasının ön tarafında otururdu ağzının kenarına iliştirdiği
sigarasıyla. Elli yaş civarında, zayıf, saçları dökük ve mecburen yanık tenli bir adamdı. Sırtında rengi
solmuş bir gömlek olurdu genellikle. Yakası yanaklarına değen eski gömlek, sanki yıllardır can
yoldaşıydı. Atı da öyle sayılırdı. Çok da genç ve güçlü görünümlü bir hayvan değildi. Bizlere satış
yapmak için gelmenin mutluluğu “ne atın ne de Ali kaçıyor”un suratından okunurdu doğrusu.
Gerçekten de, geçtiği hiçbir lojmanın önünde oyalanmazdı.
Arabaya yetiştin yetiştin, yoksa zinhar geri döndüğü görülmemiştir. Satın alınacak her türlü sebze
meyve mevsimine göre olurdu ve tazeydiler. Araba bizim oradan geçerken elimize ne bulduysak onu
alıp kapıya çıkardık. Tepsi ya da file dolar ve bir hafta sonrasına kadar beklenirdi. Ali de hiç istifini
bozmazdı satış yaparken, nadiren gülümserdi. Geri kalan altı gün boyunca neredeydi, kiminleydi
bilmezdik; yalnızca “Ali Kaçıyordu”...
Ali kaçar da hanımlar durur mu hiç. Leğeni fileyi kapan kapıda biterdi. Artık kimin evde neye
ihtiyacı varsa ona göre nevaleler düzülür, bu arada günlük sohbetin beli kırılırdı.
Gene “Ali Kaçıyor”un geldiği ve bizim evin önünde bağırdığı bir gündü; hiç unutmam. Şeytan mı
dürttü ya da yerine birini mi bırakmıştı, bilemiyorum. Normalde yapacağım şey değil; arabanın
arkasına asıldım bir süre, araba giderken ben de gittim. Ama gitmekle kalmıyorum, aynı zamanda
meyve kasalarından yakın olan her ne varsa birer avuç alıyorum. O güne kadar yapılmış duyulmuş şey
değil; ama artık kısmetten çıkınca düğme tutmuyor. Bir yandan ceplerime koyuyor, bir yandan
arkadaşlara ikram ediyorum; araba da ağır ağır yoluna devam ediyor. Ali, adı üstünde kaçıyor, ardına
bile bakmadığından neler olup bittiğini bilmiyor. Zaten yapılan iş bu muhitte yapılmış iş değil.
Her neyse ballandırılarak anlatılacak konu değil; ben talanı bitirdim. Çocuk avcuyla birkaç avuç
dolusu eriği, kirazı arkadaşlarla yiyoruz. Tüm bunlar olmaktayken annemi de şeytanın bir başka yakını
dürttüğünden beni pencereden görmüşmüş. “Müş” diyorum, çünkü daha benim bir şeyden haberim yok.
Artık, talanı görmüş kadın, durur mu, “Ah, yavrum kurban olurum daha bu yaştan ileride ne kadar
büyük bir adam olacağı belli” diye düşünmüş ve gözleri mutluluktan dolmuş, göğsü kabarmış bir
hâlde evden çıkmış bana doğru koşar adım geliyor. Ben de bir yandan yiyorum, bir yandan da, “Anne
siz beni boşuna okutuyorsunuz, bak haftada bir gün çalışınca kaç kişi doydu; bir de bütün hafta
çalışsam neler olmaz, boşuna israf yapmayın; ben aç açıkta kalmam” diye içimden geçiriyorum. Hem
ağzım dolu hem de kafamdan geçiriyorum, bir dahaki sefere çantayla gelmeli, diye. Çocukların bir
kısmına ayıp oldu inşallah bir dahaki sefere fazlasıyla telafi ederiz.
Ben bunları düşünürken annemin hasret dolu elinin sağ kulağıma yapıştığını hissettim. Kulak benim
kulağım belki; ama o malın tamamında hak iddia ediyor. O da bunun bilincinde malın kulağından
tutmuş eve doğru götürüyor. Bir yandan eve doğru gidiyorum bir yandan da, acelen ne, ev senin, çocuk
senin bari kirazlar bitseydi, diye içimden geçiriyorum.
Ana babamın en sevmediği işlerden birinde suçüstü yapılmış durumdayım. Böyle durumlarda
genelde “Yer misin, yemez misin?” diye sorulur. Ama anam kararlı, daha evden çıkarken kafaya
koymuş, madem meyveleri yiyor, bunu neden yemesin, diye. Velhasıl daha sonraki haftalarda Ali
bizim oradan pek çok kez kaçtı, namına uygun bir şekilde; ama ben bir daha kovalamadım.
Yaz sonuna gelmek üzere sonbaharın kapısında dolanıyor İzmir akşamları. İzmir’de sonbahar,
kapısını birçok yerden daha geç açar serin rüzgârlara, sararmış yaprakları daha nazla serer insanların
ayaklarına. Güneş düzenini bozmaz, her akşam birkaç dakika önce veda eder ve biz, her gün okula
biraz daha yakın uyanırız.
AMCAMIN KARNELERİ HER KULA NASİP OLMAZ

Okul öncesinde tüm harfleri öğrenmiştim; ama okuma yazma bilmiyorum. Harfleri tanımak sökmeye
yetmemiş demek ki. Babam öğretmen olmasına rağmen illa okuma yazma öğrensin, diye çırpınmadı;
milletin çoluk çocuğuyla uğraştım bir de bununla mı uğraşayım, varsın bunu da başkası okutsun, diye
düşündüğünden değil elbet. Hevesim kaçarmış. Hayır, saygısızlık olmasa ben hevesliyim ve okul
konusunda her an konuşmaya hazırım; ama okul için malzemelere verilen avuç dolusu paraya da
acıyorum. Belli gidilecek, dönüş yok okuldan. Babam bir gün beni karşıma alıp “Bu da senin işin
oğlum” demişti. Okulla ilgili ilk dersimdir. Artık işim ve iş yerim belli olmuştu. Biraz uzaktı; ama
yürüme mesafesindeydi. Subay lojmanlarında oturanlar yürüyerek, astsubay lojmanlarındaki
arkadaşlarımız askerî otobüslerle geliyorlardı okula. Önceden kimin nasıl geldiğine kadar
öğrenmişliğim var artık.
Yeni işim belliydi, okula gidecektim. Babama, okula giderken ne kadar alacağımı sordum.
Gündelik alacağım belli oldu; ama miktar belli değil daha. Önceden bilirsem maraza çıkarırım, diye
düşünmemiştir; ama rayici bilmiyordu sanırım babam. Muhtemelen milletten duyup işe fiyat biçecek.
Ben de öğreneyim de hesabımızı bilelim derdindeyim, başka bir niyetim yok. Aklınıza şöyle bir şey
gelmiş olabilir: “Biz bu çocuğu yanlış mı tanıdık acaba, böyle muhterem, uslu, akıllı, yakışıklı ve
herkes tarafından özellikle de dedesi tarafından çok sevilen bu çocuk bizim düşündüğümüzün tam
aksine paragöz mü?”.
Okula gitmek öyle boğaz tokluğuna yapılacak iş değildir. Hele birinci sınıfa bile gitmeye henüz
karar vermemişim daha. Sen bir başla; duruma göre zamanla harçlığın da artar dese babam, gene pek
sorun olmayacak. Mutlaka birkaç kuruş verilecek; ama adı konsun istiyorum. Geçindirecek kimsemin
olmaması bu konuyu ağırdan almalarına neden oluyor gibi gelmiştir bana.
Okula başlayacağım eylül ayının başlarına gelinmiş artık. Eğitim mahalline girmişiz. Amcam bir
yandan işe gidip geliyor, bir yandan da lojmandaki çevresini genişletiyor. Babam, amcamın
karnelerini kendi gözleriyle defalarca görmek zorunda kalan biri olarak, bu günlerde amcamla benim
okul hakkında konuşuyor olmamdan da hafif tedirgin. Babamın gördüğü karneler amcama değil de
tanımadık birine ait olsa bile kolayca unutup gidilecek cinsten değildiler. Ben de yaşım gereği, amca
bunun sırrı neyse bana da öğret benden de ellerini çeksinler; bu konu tatlıya bağlansın, demek için
yanıp tutuşuyorum; ama amcam gibi olunmaz; ancak şansın varsa doğulur. Gerçi amcam da
alçakgönüllü, bu konu ne zaman açılsa, aman efendim ne demek görevimiz, diyecek; ama babamdan
çekiniyor sanırım.
Mahalledeki okula giden çocuklardan okulla ilgili bilgi alıyorum arada sırada. Ne yenilip içildiği,
neler yapıldığı, nerede köpek taşlandığı ve görülecek güzel yerler hakkında bilgi alıyorum; ama
duyduklarım pek tatminkâr değil. Hatta içlerinden en ilginç yorumu bugün bile unutmam. Bizden iki üç
yaş kadar büyük bir arkadaşımız bu yorumu yapmıştı; babası Trabzonluydu. Önder, “Önce tatlı tatlı
harfleri öğretmeye başlıyorlar, A ya da B ile kalsalar iyi, sonra kalan yirmi yedisini de öğrenmeni
istiyorlar” dedi. Bu konuda içi o kadar yanmış ki bize anlattığında bile olayı neredeyse yaşıyordu.
Önder’in gözlerinden birinci sınıfta yaşadığı dehşet hâlâ okunuyordu. Anlattıklarından o kadar
etkilenmişiz ki on beş tanesini öğrensem olmaz mı diye sorsaydın, diyen arkadaşlarımız bile olmadı;
düşünün birimiz bile akıl veremeyecek durumdayız, donup kalmışız. Okul çağına gelmiş iki çocuk
daha vardı; birbirimize bakakaldık. Yalnızca, hatırlamıyorum hangisiydi, “Vay be, yirmi dokuz tane
ha!” dedi; biz de sessizce evet öyleymiş anlamında başımızı salladık. Bir kısmı birinci sınıfta
öğrenilir bulunmuş; ancak harflerin kalanlarının diğer sınıflara bırakılabileceği konusunda sessiz bir
uzlaşı oluşmuştu. Eğitimdeki sorunların ta o zamanlara gittiğini de bu satırları okudukça anlıyorsunuz.
Biz, yine de üç beş harf öğrenelim, bakarsınız kalanı için bir orta yol bulunur deyip bu konuyu
kapadık.
Yaşı bizden büyük arkadaşımızdan okulla ilgili dinlediklerimiz harflerle sınırlı kalmadı tabii.
Sayılar da sorun oluyormuş. Gerçi, ben bir an önce sayıları öğrenmekten yanayım. En azından
paraların üzerinde ne var ne yok tam olarak bilmeli. Bu konuysa harf gibi değil; hiç aceleye
gelmezmiş gibi ağırdan alınıyormuş. Biraz da sayıları dinledik; genel görüş, sayıların bize yetecek
kadar öğrenilmesiydi. “Evet”, “Tabii öğrenelim” diye birkaç söz çıktı ağızlardan; “Peki” dedim
“Paraları anlatmıyorlar mı? Hesabımızı nasıl bileceğiz” diye devam ettim. Bu konuda pek bir şey
demediler. Hepsinin aklı harflerdeymiş gibi bana baktılar.
Okula başlama ve öğrenmeyle ilgili konularda ne kadar konuşursak konuşalım okula gitmeden tam
belli olmayacaktı; en azından onu anladım. Makul bir süre gitmek gerekiyor belli oldu. En sağlıklı
bilgileri yine de Şerifimden alırım, bakarsın bir çıkar yol bulunur, diye yola düştüm. Bir yandan
gidiyorum evlerine doğru, bir yandan da Allah vere evde olsa da şu konuyu tam anlasak, diye içimden
geçiyor. Varıyorum sonunda; ama adam evde değil. Nerede olacak, kapının önünde asık bir suratla
dolanıyor. Beni görünce sevindi; ama aklı karışık belli. Anladım ki bu yıl okula gitmesinin
gerekmediğini düşünüyor ve bu nedenle evdekilerle ters düşmüş, bu nedenle dalgın ve suratı asık. Ben
de bu konuyla ilgili geldiğimden konuya girmek istiyorum; tam o sırada ablası kapıya çıkıyor, “Şerif,
bir daha eşyalarını oraya buraya atarsan çöpe atarım; bulamazsın” gibisinden söyleniyor, Şerif’in
aradığı plastik küçük bir topu bize doğru fırlatıyor. Demek ben gelmeden az önce ufak çapta bir
arbede çıkmış; konu okula gitmek değil. Baba da evde yok; tek erkek diye bizimkinin boynuna
binmişler, zılgıtı yemiş. Anlatmıştım, zılgıt, o yaşlarda yenmesi, her çocuğa farz olan yararlı bir
besindir diye. Şerif de değişik bir elden de olsa geri çevirmemiş, yemişti. Suratının sebebi anlaşıldı.
Şerif de durmadı, “Anladık bağırma!” dedi; ama ses çok da yüksekten çıkmamıştı, üstelik Bengül
Abla içeri girmişti bile, anladım ki ablasının manevi huzurunda kızıyor. Havası yarı yarıya kaçmış
topa baktım, bunun için mi bunca gürültü patırtı, diye sormak aklımdan geçiyor; ama belli ki
arkadaşım için manevi değeri çok yüksek.
Ben sebeb-i ziyaretim hakkında konuya gireyim mi yoksa bir müddet dışarıda mı beklemeli, diye
düşünedurayım, Şerif “Bu topu Konya’dan gelirken getirdik” dedi. “Bu top” derken sönük topa bir
bakışı var, bunu gören topla üç beş final oynanmış sanır. Ayağının ucuyla bir şut çekti; ama top hâlâ
yol yorgunu. Biraz sağa sola iteledik; ama tadı tuzu yok. “Okula başlıyorum” dedim; “Harflerin
hepsini öğretiyorlarmış” diye devam ettim. “Sonra da okumayı öğreniyorsun” dedi Şerif. “Ee” dedim;
Şerif, “Kırmızı kurdele takıyorlar eğer öğrenebilirsen” dedi. “Başka?” dedim; başka dememe pek
anlam veremedi. “Yani okuyorsun ve kırmızı kurdele takıyorsun, öyle mi?” dedim. Kız gibi kurdele
takmak için mi öğrendiğimizi sordum, önlüğün göğsüne takıldığını, sonra da sınıfta kırmızı kurdeleyi
ilk takanlardan olduğunu söyledi. Geri kalanlara ne yapıyorlar?” diye sordum; “Hiçbir şey” dedi.
“Yani, öğrenemiyorsun hadi artık evine git demiyorlar mı?” dedim. “Harfleri tanıyorsun sen, en zoru
zaten harfleri tanımak” dedi. Biliyordum, dedim içimden, bir hata yaptığımı biliyordum. Ama elimde
olmadan harfleri öğrenmiştim. “Hadi ya?” dedim. “Evet” dedi, “Gerisi çok kolay”. “Gerisi çok kolay,
yani işim çok zor değil, öyle mi?” dedim Şerif’e. Evet, anlamında başını sallarken bir yandan da eski
göz nuru topuna bakıyor. Benim aklım babamda, “İşin zaten kolaymış, harçlık marçlık yok” dese,
diyecek bir şey yok; adam haklı. Şerifimle sönmüş topa bir müddet hak ettiğinden de çok değer verip
zaman geçiriyoruz. Okula başlamama iki gün kalmış. Pazartesi günü artık tamam. Okulda görüşmek
aklımıza bile gelmiyor; bizim için o kadar doğal ki aramak, sormak birbirimizi; “Ben gidiyorum”
diyorum; elleri cebinde beni uğurluyor; ama belli ki o da yaz yorgunu...
OKULUN İLK GÜNÜ KUTLU OLSUN

Bugün pazar, yarın okul hayatımın ilk günü olacak. Annem ufaktan çantamı, önlüğümü, yakamı falan
görünür bir yerlere koymaya başladı. Sabahçı ya da öğlenci yoktu bizim okulda. Sabah sekizde ders
başlardı, öğlen bir saat yemek molası ve ardından üç saat daha ders. Öğlen yemeğinden çıkma biri
olarak öğlenden sonra ders nasıl oluyordu? Aslında iyi oluyordu. Yıllar sonra üniversiteye giden
hemen herkes için de benzer değil midir zaten.
Pazartesi günü babamların mesaisi olduğundan beni okula annem götürecek. Sen götür, yok ben
götürmem, diye aralarında bir tartışma yaşanmadı; sonuçta annemle gidilecek. Kız kardeşim, “Ya ben
ne yapacağım?” bile demedi. O da sabah, mecburen bizimle geliyor. Aile daha önce bir anaokulu
macerası yaşadığından, tedirgin haklı olarak. Bu kez mecburi bir durum var ve benim okulu sevmem
ve okula sorunsuz gitmem çok önemli. Bu seferki iş çok farklı, önceki anaokuluydu, bu ise devlet
babanın resmî ve gidilmesi mecburi okulu. Konu komşuya, “Bizim oğlan istemiyor, yoksa yollardık,
biz harçlığında masrafında değiliz” diyecek durumları yok. İlkokul o zaman bile mecburen gidilen bir
yer, hele benim gibiler için.
Eylül ayının okulun başladığı pazartesi günü, yıl 1972. Yetmiş iki çeşit çocuk, hayatlarında ilk defa,
üzerlerinde siyah önlükleri, ceplerinde mendilleriyle okul yolundalar. Annem, ben ve kız kardeşim
yürüyoruz, okul yolunda ilk sabahım, ilk günüm. Annem kardeşimin elinden tutmuş; benim elimde okul
çantam. Düşünceliyim. Dalgın kafam bugünlere kendince hazırlanmış; yine de hafiften tedirginim.
Çantam, içi yarı yarıya boş olmasına rağmen bana çok da hafif gelmiyor. Bir ara kız kardeşim
yürürken tökezledi; annem elinden tutmasa okul yolunda ilk zayiatı vereceğiz; ama yine de annemin
tuttuğu el biraz acımış olmalı ki kardeşimin yüzü ekşir gibi oldu, “Böyle olacağını bilseydim
gelmezdim” der gibi bakıyor. “Gelmezdin de kaydıraktan mı kayardın, onu da gördük” bile
demiyorum; o kadar ki kafam dalmış, okula takılı kalmış. Yedi yaşımdayım. Hey gidi günler, Balçova
sokaklarından, lojman yollarından Bülent Okan İlkokulu’na uzanan uzun ince bir yol.
Gözümün önüne Ali ve Mehmet Can geliyor; Arap Hasan elimden tutuyor; Deli Mehmet, “Bu sefer
kaytarmak yok, bak ben bile farkındayım” der gibi aklımdan geçiyor. Tülin ve anası görevlerini yapıp
“r” harfini öğretmişler içleri rahat. Belki bahçemizde yumurtadan çıkan civcivler yok, yanımda,
koyunlar sırtladıklarını Sırat köprüsüne taşıyorlar kim bilir; ama ben artık okul yolundayım.
Önlüğümün ön tarafında iki cep var. Birisinde temiz bir mendil, diğerinde demirden iki buçuk liram
duruyor. Önlüğün cebi yeterli güveni vermiyor olmalı, alıp pantolonun cebine transfer ediyorum.
Arada bir parmaklarımın ucuyla varlığını hissederek yürüyorum. Çantamın kenarları adım attıkça
bacaklarıma değiyor. Yere yakın olunan zamanlar, çanta biraz daha büyük olsa sürüyerek götüreceğim.
Önlüğün belinde siyah renkte aynı kumaştan bir kuşak var. Arkadan fiyonk şeklinde bağlanıyor bulaşık
önlüğü bağlanır gibi. Çimenlerin üzerinden asfalta geliyoruz; yokuş aşağı kantin ve ardından okula
doğru... İzmir’de eylül sıcaktır, sabahın ılığı terletecek kadar değil; ama üşütmeden okula doğru
götürüyor bizi.
Sağda solda yaşıtlarım, elleri birilerinin ellerinde ve diğer ellerinde birer çanta, değişik renkte ve
yürüyorlar okula doğru. Simsiyah önlüklere rağmen ışıl ışıl bir nehir, Çiğli Askerî Lojmanları’nda
ağır ağır okula doğru akıyor; nehrin üzerinde, yüzlerimiz meneviş olmuş geleceğe yansıyor.
1972 yılının eylül ayı, bu sefer bize “Hadi, yürüyün durmak yok” demiş. Durmuyoruz. Yanlarımızda
annelerimiz bugüne kadar her ne öğrettiler, ne sundularsa yüreklerimizde ve düşüncemizde yürüyoruz;
okulun bahçesi görünüyor kantinin hemen aşağısında. Çocuklar karıncalar gibi ufaktan doluşmuşlar,
yuvanın kenarındaymış gibi hareketliler; simsiyah çalışkan karıncalar; hatta bir daha durmayacak gibi
bayrak direğinin çevresinde, okulun bahçesinde kıpır kıpırlar.
Kantinin önünden geçerken duruyoruz. Annem “Bir şeyler al, okulda karnın acıkır” diyor. Başka
zaman olsa, “Para ver alayım” derim, annem cebimdeki iki buçukluğu hatırlatır, “Bu paraya kıyılır
mı, sen bir lira ver” derim, velhasıl konu büyür. Bu kez annem de ben de yalnızca ne alınacağına
karar vermek için konuşuyoruz. Bir kutu tuzlu kraker alıyorum. Çünkü “Naylon paket küçük olur,
arkadaşlarına da verirsin” diyor; mısır gevreği kutusu büyüklüğünde bir tane alıyorum. Bir lira bana
kalıyor. Bundan sonra her gün, bir lira alacağım; anlaşma öyle. Bugün okulun ilk günü diye iki buçuk
lira alınmış durumda. Krakeri çantama koyuyorum, artık okulun bahçesine geliniyor.
Okul bahçesinde öbek öbek çocuklar görülüyor. Büyük sınıfta olanlar birbirlerini yaz sonrası
görmenin neşesiyle daha da kaynaşmış olarak gülüşüyorlar. Aralarındaki hukuk, yüzlerindeki
rahatlıktan belli oluyor. Benim gibi bu sene yeni başlayanlar ise anneleriyle ya da her kim getirdiyse
onunla beraberler, fazla uzaklaşmıyorlar. Hepimiz meraklı gözlerle birbirimize bakıyoruz. Okulun
bahçesi arı kovanını andıran bir uğultuyla gelenleri karşılıyor.
Farkındayım annem sessiz; ama beni süzüyor. Kendi sessiz belki; ama benim sessizliğimin altından
bir şey çıkacak mı diye düşünüyor gibi. Önceki tecrübeler haklı olarak onun da gözünün önünden
geçiyor. Kardeşim yüzünü hafiften ekşitmiş, kısık gözlerle çevredeki hareketli kalabalığa bakınıyor.
Üzerinde kiraz desenleri olan, beyaz bir elbise var. Kısa, dalgalı, siyah saçları alnına, oradan da
kaşının üstüne kadar inmiş, rüzgârla sağa sola dağılıyor. Belki de aklından okula gideceği zamanları
geçiriyor. Elimdeki çanta artık yerde; ama bacaklarımın arasında, içinde kantinden aldığım nevale
var; ilk günden maddi hasar olmasın diye tedbirliyim, mal kıymetli, kaptırmaya gelmez. Gerçi o
zamanlar kimsenin bu tip şeylerden korkmasına gerek olmazdı.
Okulun kapısından birkaç hanım çıktı, birisi beni kaydeden Necla Hanım, aralarında bir süre
konuştular. Mikrofonun olduğu kürsüye doğru yaklaştılar, ses kontrolü yapıyorlar. Aklımdan “Yav
insan söylemez mi, önceden bakardım çalışıyor mu?” diye geçti. Anten nedeniyle elektronikte hem
tecrübe hem de merak var, kolumuzda altın bilezikle okula başlıyoruz artık.
O zamanlarda da mikrofonun, çalışıp çalışmadığı “se” sesiyle kontrol edilirdi. Aradan yıllar
geçmesine rağmen “se” sesinin yerine konacak daha işe yarar bir şey bulunamadığını büyük bir
üzüntüyle izlemekteyiz. Müdiremiz ve yardımcısı Ayla Hanım, mikrofona “tık tık” diye sırayla
vurdular. Birinin çıkardığı “tık” sesinin diğerinkinden bir farkı olacağı mı bekleniyordu bilmiyorum.
“Se se se”, “püff, püff” ve cihaz çalışıyor, belli oldu. Öğrenciler ve velileri meraklı gözlerle kürsüye
bakıyorlar. Bizim ilkokulun bir tane bile erkek öğretmeni yoktu. Ülkü, Şükran, Ayla, Necla, Necmiye
ve Nesrin öğretmenlerin adlarını bugün bile hatırlıyorum.
Öğretmenler hangi sınıfı okutacaklarsa, onu boy sırasına dizmeye çalışıyorlar. Büyük sınıflar bu
konuda zorluk çıkarmıyorlar, arada sırada boy konusunda anlaşamadıkları oluyor; ama genelde sorun
çıkarmıyorlar. Bizim sınıfta boy, yaştan dolayı zaten başlı başına bir sorunken bir de sırasının nasıl
da büyük bir sıkıntı olduğunu anlayabiliyorsunuz sanırım. Yaşamında on dakikadan fazla, bir yerde
sabit kalmamış seksen kadar birinci sınıf öğrencisinden hem yan yana hem de mümkünse hareketsiz
durmaları bir süre istendi. Ancak boy sırası yapmak ne mümkün. Anneler ellerinden geldiği kadar
yardımcı olmaya çalışıyorlar. Anneler yardımcı olmaya çalıştıkça bazı öğrenciler annelerinin eline
daha sıkı sarılıyorlar. Bir kısmı ufaktan gözyaşı dökmeye başladılar bile.
Şerif’i arıyorum gözlerimle; yanımda Ayhan isimli bir çocuk duruyor. Boyu bana yakın diye yan
yana durmamız istendi. Şerif göğsünü gere gere sınıfının en önünde duruyor. Yanında kıvırcık, siyah
saçlı, sütlü kahve renginde bir arkadaşı duruyor. Adının sonradan Selenga olduğunu öğreneceğim.
Selenga’nın annesi de bizim okulda öğretmenmiş, adı Ülkü Akdeniz. O anneden bu Selenga... Gerçi
Ülkü Öğretmen de aynı renkteydi; ama boy pos maşallah Bağdat Hatun gibiydi. Ha sonradan Selenga,
annesinin boyunun farkına varıp hızlı bir uzama dönemi yaşadıysa bilemem; ama o sırada ikinci
sınıfların Şerif’le beraber göğsü en gergin ve temsil gücü en yüksek talebeleriydiler.
En yakın arkadaşım bile olsa artık gün öyle her isteyenin istediği yere gideceği gün değil. Okul
başlamış, merasim hazırlığı yapılıyor. Önce müdire hanım kürsüye çıktı. Saçı başı yapılı, benim bu
sene okula başladığımdan haberdar olmalı ki hem heyecanlı hem de mutlu bir hâli var. Boğazında
hırıltı olup olmadığını çaktırmadan kontrol edip mikrofonu kendine göre ayarladı: “Değerli veliler,
öğrencilerimiz ve çok sevgili Ahmet!”.
Tamam tamam, veliler ve öğrenciler konusunu abarttım. Gene mi olmadı? Anlaşıldı, uzatmayın.
Kıymetli velilerimiz ve çok sevgili öğrencilerimiz, diye başlayan başarılar, sağlık ve esenlikler
dileyen kısa bir konuşmanın ardından hep bir ağızdan İstiklal marşımızı söyledik. Ardından hazır bu
kadar öğrenci toplanmışken bir de öğrenci andı söylendi. Gerçi birinci sınıflar Türk ve doğru
olduğumuzu biliyorduk; ama çalışkan olduğumuzu da öğrendik. Canıyürekten andımızı da okuduktan
sonra açılış konuşması için müdire hanım devam etti; ardından 1972-1973 eğitim öğretim yılının
herkese hayırlı olmasını diledi. Allah razı olsun, müdiremiz tüm iyi dileklerini sundu, sanki ağzından
bal damlıyor. Bu kadar iyi dilekten ve bu kadar pozitif bir konuşmadan sonra sanırdınız ki burada
daha sonra sınav mınav olmayacak, herkes birinci. Müdire hanımdan sonra birkaç öğretmenimiz
tarafından da kısa konuşmalar yapıldı. Değişik telgraf mesajları kalabalığa okundu. Bakalım daha kaç
gün açılış merasimi yapacağız falan demeye kalmadı, öğretmenlerden, okutacakları öğrencileri
topluca sınıflarına götürmeleri istendi.
Öğretmenimizin adı Nesrin Temel. Daha önceden tanıyorum. Babamlar özellikle onun okutmasını
istediler sanırım. Evliydi; kocası da asker, öğretmenimin kocası beden eğitimi öğretmeni, adaşım aynı
zamanda. Öğretmenimizin bir de yeni doğmuş kızı vardı. Adı Dilber’di. Çok sevimli, tombik yanaklı
bir bebekti. Arada bir evlerine gittiğimizden hepsini tanıyorum.
Sınıfa girdik; yanımızda annelerimiz var. Herkesin tek başına oturduğu, üstleri formika olan kapaklı
sıralar var, Amerikalılardan kalma. Sınıfın kapısında, dışarıdan bakıldığında içerisi görülen büyük
bir cam bulunuyordu. Cam bile kolay kolay kırılacak gibi değil; içinde camı destekleyen çelik bir lif
var. Sınıfımıza girdik sıralarımıza gelişigüzel oturduk. Ben en arkadayım. En uzun boylu olduğumdan
değil; ama kısmet orasıymış.
Herkesin annesi de yanında. Benimkisi de yanımda duruyor. Çocuklardan bir kısmı kendi arasında
konuşuyor, bir kısmı da anasına bir şeyler anlatıyor. Ben de elim yanağımda, dirseğim sıraya
dayanmış çevreye bakıyorum. Her zaman çok iyi bir gözlemci olmuşumdur. Ağlayan çocukların bir
kısmı sesini gizlemeye çalışıyor, ufak hıçkırıklarla durumu idare ediyor; kimisi ise daha cesur,
alabildiğine, gönüllerince ağlıyor. Anneleri teskin etmeye çalıştıkça daha çok ağlayanlar bile var.
Nesrin Öğretmen, önce herkesin yerine oturup oturmadığına dikkat etti, ardından velilerle
konuşmaya çalıştı. Bu durumun normal olduğunu bir süre sonra sınıfa alışacağımızı falan anlatıyor.
Bugün bile kulağımda, öyle bir uğultu var ki sanki arı kovanındayız.
Sınıfımızın bir duvarı boydan boya pencere. Havadar bir sınıf; içerisi pırıl pırıl aydınlık. Ayrıca
bina yapılırken günün belli saatlerinde içeri güneş girip sınıftakileri pişirmesin diye doğu batı
hattında yapılmış. İzmir’in iklimi, bol güneşi ve sıcağı düşünülerek yapılmış bir bina. Geniş
koridorları, boya uygun tuvaletleri ve elbette kolay kolay hiçbir yerde bulamayacağınız bir bahçesi
vardı. O bahçeye ne zaman çıkılsa, neredeyse öğrencilerin içinde kaybolacakları kadar büyük bir
bahçede gönlümüzce eğlenirdik. Pencereden dışarı baktım bir müddet; henüz kimsenin oturma
zorunluluğu yok gibi. Dışarıda pırıl pırıl bir hava ve göz alabildiğince çimenler var.
Annem benimle durmak istiyor, ben “Gerek yok anne” diyorum. Kadıncağız ağlayan çocuklara ve
yanlarında durup çocuklarını sakinleştirmeye çalışan annelerine bakıyor. Bir yandan da hiç ummadığı
kadar sessiz ve makul duran ben sıramdayım. Hemen yanımdaki sırada Babür adında bir çocuk var.
Yüzü o kadar geniş ve bu, yaşını öyle büyük gösteriyor ki görseniz Del Bosque sınıfta salya sümük
gözyaşı döküyor sanırdınız. Hemen yanı başımdaki sırada, öyle içten ve susmamacasına gözyaşı
döküyor ki benim yüreğim parçalanıyor. Hayatta okumaz bu çocuk, falan diye içimden geçiyor.
Yanında da annesi olmasına rağmen, yok Allah, sakinleşeceği yok. O gün ağlamadıysam Babür’ün
bunda rolü olduğunu sanıyorum. Çünkü üç çocuk bir araya gelsek onun gibi ağlayamazdık.
Babür ağlıyordu; ama gürültüsü kendineydi. Ağlarken çok bağırmıyordu. Yüzünde derin bir endişe
vardı. Hiç unutmam; arada bir gözlerinden yanaklarına süzülen yaşları elinin tersiyle siler ve iç
çekerdi; ama çok fazla sesi çıkmıyordu. Artık yorulduğundan mı yoksa nasılsa ağlıyorum bir de etraf
rahatsız olmasın, diye düşündüğünden mi bilmiyorum. Ama bugüne sıkı hazırlandığı her hâlinden belli
oluyordu.
Bir de Dilek vardı. O da çaprazımda oturan, ufak tefek, düz, siyah saçlı, şirin bir kızdı. Hani
kadınların kabul gününde Şerifimle evlerine baskın verip açlıktan kurtulduğumuz evin kızı. Ablası
Dilhan bizden üç yaş büyük. Aralarındaki benzerlik sima olarak o kadar belirgindi ki bugün bile
hatırlıyorum. Sonradan bana inat değiştilerse bilemem, günahları boyunlarına. Dilek de ağlıyordu.
Gerçi Dilek yaklaşık iki hafta daha ağlayacaktı. Dilek’in ağlaması Babür’den farklıydı. Gözlerinde
yaş birikir; ama yanaklarına akmasına izin vermezdi. Avcunun içinde sıkı sıkıya tuttuğu bir mendili
vardı. Ağlaması, otuzlu yaşlarında, sevdiğinden istemeden anasının zoruyla ayrılmış veremli kadınlar
gibi hicranlı, sessiz ve gerçekten içtendi. O kadar ağırbaşlı bir ağlaması vardı ki on gün sonra bile
Nesrin Öğretmen bu ağlamaya karşılık ancak “Sus ama Dilekçiğim, bak ben de üzülüyorum”
diyebiliyordu. Birkaç hafta daha ağlasa bizim öğretmen de eğitim zayiatı olarak kayıtlara geçecekti.
Dilek, ablasından dolayı bilgi olarak okula aşinaydı belki; ama ruhen henüz bunu kaldıracak durumda
değildi.
Herkes ağlamıyordu tabii. Bazıları benim gibi çevrelerine bakıyor, bazıları oturdukları lojman
yakın olduğundan önceki arkadaşlıklarının avantajıyla sohbet ediyordu. Sınıfta yapılmayan tek şey
dinlemekti. Kimse kimseyi dinlemiyordu. Birbirini daha önce görmemiş bir çoğunluğun oluşturduğu
bir koro, birbirini daha önce hiç dinlememiş olmanın sıkıntısıyla konuşmaya, dert anlatmaya
çalışıyordu. Bir ara yanımdaki sarışın kıza baktım; annesi onunla konuşurken adını duydum; adı
Ayşe’ymiş. O da ağlamayanlardandı. Bir de İpek diye gözlüklü bir kız vardı. Saçları iki yandan
kelebeği andıran şekilde toplanmıştı. Uslu uslu çevresine bakınıyordu.
Sınıf kırk kişiydi. On bir tane subay, yirmi dokuz tane astsubay çocuğundan oluşan askerî bir koro,
yaşamlarında ilk kez bir araya gelmiş ve ilk konserlerini veriyordu. Tabii daha önce hiçbir prova
yapılmadığından dinlemesi mecburi, ama anlaşılmayan bir konser veriliyordu. Okula başlamadan
önce öğretmenlere hazırlık tazminatı adı altında bir para veriliyor bugünlerde. Bence ilkokul birinci
sınıfı o sene okutacak öğretmenlere çift yazılmalı. Ben konser verenlerden biri olarak kafam
şişmişken böyle bir zulme nasıl katlanılır, varın siz düşünün.
Anneme “Git” diyorum ikinci kez, “Ben iyiyim; sen git anne”. Annem biraz tereddütlü, ulan bu
ardıma düşer, eve gelir diye tedirgin hâliyle. “Anne ben okuldan çıkınca gelirim; sen git; bak
ağlamıyorum” diyorum anneme. Ağlamıyorum; ama ağlayanlara da bir o kadar şaşıyorum. Yahu bir
araba oyun oynayacak çocuk aynı çatı altındayız; bunda ağlanacak ne var ki, diye düşünüyorum. Bir
sussanız bakın ne güzel olacak. Bir kısmı benim gibi düşünüyor olmalı ki gürültü ve kargaşadan
istifade sınıftan çıkıyoruz. Ama böyle durumlar birinci sınıftan her an beklendiği için koridordan geri
püskürtülüyoruz; hadi, sınıfa gerisin geriye dönüyoruz. Bir taraftan da aramızda konuşuyoruz Tolga,
Cüneyt falan, “Allah Allah! Nasıl da çıktığımızı anladılar?” diye.
Sınıfa geri dönüyorum; annem gitmeye ikna olmuş durumda kardeşimle bana veda ediyor. Kardeşim
sabahtan beri uyanık, artık yorgunluktan ayakta sallanır durumda. Annemin elinden tutmuş olarak
sınıftan çıkmak üzere kapıya doğru gidiyorlar. Kapıdan çıkmadan önce Nesrin Öğretmen’in yanına
gidiyor ve Allah’ın vereceği kolaylığın kendisine tez zamanda ulaşması için iyi dileklerini sunuyor.
Nesrin Öğretmen ise durumundaki zorluğa inat, mütebessim bir şekilde diğerlerine olduğu gibi
anneme de iyi dileklerini sunup hayırlı olsun diyor. Öğretmenim, nasıl da vatana, millete hayırlı bir
öğrencinin kendisine düştüğünü anladı tabii.
Annem çıkıp gidiyor. Ben pencereye doğru gidiyorum. Okulun bahçesinden geçiyorlar kız
kardeşimle; çimenlerin üzerinden sağa sola sıçrayan çekirgeler eşlik ediyor ikisine. O güne kadar
yaşamımda ilk kez anaokulunun bana verdiği bir şeyin işime bu kadar yaradığını hissediyorum:
Birinin ardından bakıyorum ve ağlamıyorum. İçim hafif burkuluyor. Benimle okula yeniden başlayan
annem, yıllar boyunca benimle her sabah uyandı ve benimle birlikte kaç okuldan mezun oldu. Burnum
cama yapışık, gözden kaybolana kadar ikisine bakıyorum, sessizim, sınıf gürültüden yıkılıyor ve ben
dönüp yerime oturuyorum.
Birazdan teneffüse çıkılıyor. Teneffüs için çıktığım bahçede yanıma Sevgi Abla geliyor. Kemal
Amca’nın kızı. Kemal Amca da babam gibi edebiyat öğretmeniydi. Ne çok severdim onu ve eşi
Habibe Teyze’yi. Sevgi Abla bir süre benimle ilgileniyor. Cebimdeki mendilimi düzeltiyor. Ardından
param olup olmadığını soruyor. Bir süre sonra erkek kardeşi yakınlarımızdan geçerken sesleniyor,
Semih bak, diye beni gösteriyor. Semih Ağabey dördüncü sınıfta. Gelip saçımı okşuyor. Bir şey
olursa bana söyle, diyor. Belli ki özellikle Sevgi Abla tembihli; bana göz kulak olacaklar. Ama bana
oldum olası hep tembih ötesi bir sevgileri oldu. Hep yakınlık, hep sıcaklık buldum.
Şerif’i göremedim o kalabalıkta. Arkadaşlarıyla kaynaşma sorunu olmadığını daha sonradan çok
daha iyi görecektim zaten. Harala gürele bir başlangıç ki bugün bile gözlerimin önünden gitmiyor.
Bülent Okan İlkokulu’nun bahçesi alabildiğine cıvıldıyor. Onlarca değişik perdeden, onlarca değişik
ses havada karışıyor. Kuşlar bile şaşkın, tepemizde uçuşurlarken bizlere bakıyorlar. Bir yıl, adı
yetmiş iki hem de bin dokuz yüz ve artık sarı okula başlıyor. Zaten içime doğuyordu, elini verdin mi
kolun okulda kalıyor. Gerçekten de öyle bir yolculuk ki binlerce gün, yüzlerce yolcuyla kol kola sürüp
gidiyor.
OKULU VEREN ALLAH SABRINI DA VERİYOR

Okulun ilk günü, teneffüstü, tanışmaydı derken geçip gitti. Öğleden sonraki derslerimiz iki saat.
Okuldan çıkış zili çaldığında birinci sınıf olmanın tedirginliğiyle ağır ağır koridora çıktık ki bir
öğrenci seli tüm hızıyla önümüzde akıp gitmekte. Son sürat koşturan ikinci ve daha büyük sınıflara bir
anlam veremedik o anda. Ama veremediğimiz anlam da bizde kalmadı; okulun ön bahçesine
çıktığımızda bu koşuşturmanın nedeni anlaşıldı. Öğrencilerin askerî tabakhaneyle anlaştıklarını
düşünenleriniz olabilir; ama sebep ticari değil. Okulun önündeki yolda arka arkaya duran üç tane
askerî otobüs beş kilometre ötedeki lojmanlarda oturan çocukları almak üzere bekliyordu. Herhangi
bir arkadaşının kucağına oturmak zorunda kalmak istemeyen çocuklar da var güçleriyle koşuyorlardı
hâliyle.
Koşuşturmayı bir süre izledim, benim koşmama gerek yoktu; çünkü okul bizim lojman sınırlarımız
içindeydi. Ancak çok güzel bir şey dikkatimi çekti, çimenlerin üzerinden yıldırım gibi koşarak
geçmekte olan çocuklara çelme takmak için oturmuş bizim lojmandan bir iki çocuk gördüm. Onların
otobüse yetişme gibi dertleri olmadığından pusudaki avcılar gibi yere oturmuş, gözlerine kestirdikleri
çocuklar, tam yanlarından geçerken çelme takıp düşürüyorlardı. İşin ilginci, düşen öğrenci de bu
benim kaderimmiş bundan daha iyisi can sağlığı, deyip “ya Allah” koşmaya devam ediyordu. Niye
beni düşürdün tarzında bir maraza da olmuyordu. Sevinçten ne diyeceğimi bilemeden bir süre olanları
izledim.
Yahu madem böyle bir şansımız vardı, bunu insan daha önce söylemez mi, neyse geç olsun güç
olmasın, dedim olayı iyice bir kavramaya çalıştım. “İnsan sırf bunun için bile okur” dedim yanımdaki
çocuğa, çocuk mel mel bakıp “Düşmek için mi?” dedi; ben de koşuşturmada ilk düşürülecek
gibisinden çocuğa baktım.
Eve vardığımda annem beni kapıda karşılamadı. İçeri girdim. Askerî lojmanlar olduğundan ve o
zamanlar ülkenin pek çok yerinde kapı kilitlenmediğinden direkt tokmağı çevirip giriliyordu. Çantayı
bir yana attım, anamı mutfakta gördüm. Kadıncağız akşam için bir şeyler hazırlıyordu, kardeşim de
mutfakta annemin dur dediği yerden anama bakıyordu. Neden kapıda karşılanmadığım konusunu
eşelemedim, artık okulluyuz biraz olgun olmalı, diye mi düşündüm tam hatırlamıyorum. Okuldan çıkış
sırasındaki tatlı koşuşturmadan anneme bahsettim, annem neler olup bittiğini dinledi, “Aman oğlum
dikkat et, hızlı koşma, düşmeyesin” falan dedi. Ben ne diyorum; sen ne anlıyorsun, diyecek yaşlara da
gelmemişiz, ya sabır çektim, neyse dedim, akşama amcama anlatırım o hâlden anlar nasılsa.
Okulda acıkmışımdır diye annem ufak tefek bir şeyler koydu masaya; ben de ufak tefek şeylere
büyük muamelesi yapacak değildim elbet, yiyebildiğim kadar yiyip sokağa fırladım.
Karşımızda oturan Alp ve Erdal’ı gördüm, yanlarına gittim. Kavaldan dolayı bir dostluk başlamış,
kimse kimseye “kışt” demiyor artık. Okulun açıldığından haberleri var. Alp, ablasından dolayı okulun
gidilir; ama yenmez bir yer olduğunu biliyor, belli ki bu konudan Erdal da haberli. Erdal uyanık
çocuktu, okulun sınıflardan oluştuğunu ve sınıflarda yaşıtlarımız olduğunu biliyordu; “Mahalleden
kimler var sınıfında?” dedi. Ben de yakınlardan kimsenin olmadığından bahsettim. Bizim lojmandan
topu topu on bir kişiyiz, bize en yakın oturan sınıf arkadaşım da günahım kadar sevmediğim Hale’ydi.
O da çok yakında değildi; ama Erdal’a ondan bahsettim, bizim sınıfta olduğunu söyledim. Erdal, kızın
adını duyduğunda “Ispanak yer misin?” diye sorulmuş gibi baktı. Yani başka kimse yok mu, bakışıydı
bu; anladım. Ayşe, İpek ve Dilek’ten de bahsettim. Onlar bize biraz uzaktılar; ama en azından isimleri
duyulunca ıspanak duyulmuş gibi olmuyordu. Üstelik Ayşe bayağı da güzel kızdı. Alp Efendi de orada
olmasaydı Ayşe konusunu deşerdim; ama gidip bacısına yalan yanlış bir şeyler söyler diye konuyu
açmadım. Gerçi istedik vermediler durumu var; ama büyüklük bende kaldı.
Alp “Yarın da okula gidecek misin?” diye sordu; Erdal bu kez ıspanağa bakar gibi Alp’e baktı. Ben
bakmadım, aslında fena fikir değil. Bir gün gidilir, ertesi günse okulda öğrendiklerin sindirilir diye
düşünüyordum ki Erdal, “Sütçü mü lan bu, gün aşırı okul mu olur?” dedi. Gerçi Alp sayesinde sütçü
onlara her gün geliyordu. O zamanlar paket süt falan olmazdı. Karton kutular yerine cam şişeler ya da
mahalle sütçüleri olurdu. Omzuna astığı değnekle yoğurt satanları bilirsiniz; sütçüler de bir şekilde
kapı kapı dolaşır, fazla samimi olmadığı evlere yalnızca süt satıp hayatlarını kazanırlardı.
“Gideceğim herhâlde” dedim; yarın gelmeyin diyen kimse olmadığından tutunacak dalım da yok.
“Neyse bir süre gidelim, duruma göre düşünürüz, Allah’tan hayırlısı” dedim; Erdal gene limon sıktı,
“Artık okula başladın bir kere” dedi. Ulan duyan da müdürün oğlu sanır. “İyi” dedim, “Başladık,
seneye de siz başlarsınız inşallah” diye de devam ettim. Erdal “hı hı” anlamında başını salladı. Alp,
Erdal’la yaşıt olduğunu anlayana kadar biraz zaman geçti; ama o da ikna oldu.
Alp “Ablamdan biliyorum, yakında okula götürmeniz için sizden fasulye isterler” dedi. “Bana
söylemişti bir keresinde” diye devam etti. Konu, yeme içmeyle ilgili olduğundan çocuk unutmamış
hâliyle. “Ne yapacağız fasulyeyi?” dedim; “İşte onu hatırlamıyorum” dedi Alp. Gerçi işin önemli
kısmını hatırlamıştı çocuk. Fasulye isteyen yarın öbür gün mercimek, bulgur da ister, yoksa bizi
kekliyorlar mı ki falan diye de düşünmediysem anaokulu tecrübemdendir. Okula ben gitmiştim; ama
arkadaşlarım da en az benim kadar tedirgindiler, bugün ona, yarın bize diye.
Okulu veren Allah sabrını da veriyor hâliyle, harala gürele, oyun falan derken zaman akıp geçti.
Yalnız oynarken bir şey fark ettim. Sabahın köründe kalktığımdan hafiften bir mahmurluk çökmeye
başladı üzerime. Oyun sırasında, “İzninizle çocuklar ben yorgunum, biraz kitap okuyup dinlenmek
istiyorum, erken yatmam gerek; isterseniz siz biraz daha oynayın” dediğimi tarih çok şükür daha
yazmamış. Gerçi tarih benle ilgili illa bir şey yazacaksa bu da uykuyla, yorgunlukla ilgili olmasın
değil mi ya?
Yorgunum dediysem de, bu oyun apar topar bırakılır, eve uyumaya koşulur anlamında değildi elbet,
yalnızca bir durum saptamasıydı. Erken kalkmanın bana yaramadığını anlatmıştım. Ama bizim okulda
herkes sabah okula başlayıp öğlen yemeği için eve geliyor ve bir buçukta tekrar çok lazımmış gibi
okula gidiyordu. Düzen değişecek değildi, belki işin öğleden sonraki kısmına katılmak yetebilir diye
düşünenleriniz olabilir; ama olmuyormuş. Biraz daha oynadık; benim hem içim kıyıldı, hem de
yorgunum, okulda ne kadar ağlayan vızlayan çocuk varsa dinlemişiz hâliyle, kafa da kazan gibi.
Ufaktan evlere dağıldık.
Eve girince yalan yanlış bir şeyler yiyip yatarım, sonra neme lazım yazmayı unuturum, diye eve
girmeden sevabına size Hale’yi de anlatayım.
GÖZÜMÜN NURLARI: HALE ve BEGÜM

Aslında, her mahallede bulunan cinsten, bilmiş, daha önce her birinizin rastladıklarından çok farklı
kızlar değildiler, desem konuyu hafife almış oluruz; ben konuyu hafife alsam zaten siz izin
vermezsiniz. Hale ve Begüm anladığım kadarıyla aynı anadan babadan olmuş, birisi sarışın, diğeri
esmer; ama aynı derecede kıl ve bilmiş iki kız kardeştiler. Benim yaşıtım olan Hale olanı. Aralarında
bir yaş var; ama aile malzemenin çoğunu Begüm’e kullanmış; Hale güdük kalmıştı. Hem kel hem de
fodul ve malzemeden çalındığı için güdük bir kızın her haltı bilmek zorunda olduğunu gözünüzün
önüne bir getirin. “Gelmiyor” demek yok! Getirin getirin. Niye benim başım kel miydi? Kız benim
sınıftaydı ve görmek zorundaydım. Evleri bize çok uzak değildi; ama pek de yakın sayılmazlardı, ben
de biliyorum büyük bir kayıp olmadığını.
Begüm, omuzlarına kadar sarımsı, dalgalı saçları, yüzünde seyrek de olsa çilleri olan, endamlı ve
ağzını açmadıkça, onu tanımayan birinin, ay ne hoş kız, falan diyeceği bir şeydi. Kızın çillerinden
dolayı kızdırılabilir olması çok doğal; ama benim de o zamanlar az buçuk; ama az, fazla değil;
çillerim olduğundan, dilim bu konuda dönmüyordu. Gerçi kızın anası babası bu hâlleriyle de olsa
seviyordu kızı. Babasının bir de motosikleti vardı. Adam pilottu, yakışıklı ve motor kullanan biriydi.
Anasının ve ana tarafının kızların güzelliği konusunda elinden geleni esirgemediği belliydi. Hale’yse
ablasından bir yaş küçük; ama bundan haberi olmayan bir cüssede, bakan her ne kadar iyi niyetli
olursa olsun ve Hale de ne kadar susarsa sussun, ay ne güzel bir kız demeyeceği bir şeydi. Allah’ın
zoruna gitmesin, şeydi, diyorum. Kızdı demek lazım, biliyorum, eminim ki yıllarca bu hâllerini de
korumuşlardır. Neyse bu, konumuz dışında.
Şeydi demekteki maksadım, yaşıtlarına uyan, hemcinslerinin yaptıkları hiçbir şeyi yapmamalarıdır.
Adam, belli ki bir oğlu olsun diye uğraşmış; ama Allah vermemiş. Gerçi ikincisini şeklen bir yere
kadar oğlana benzetmişlerdi. Üçüncüyü denemediyseler bunda elde kalan malzemeyle nasıl bir şey
çıkabileceğini az çok tahmin ettiklerindendir. Bir de üçüncünün de kız olduğunu düşünün hele.
Düşünün, ben yazarken iyi tabii, siz de düşünün.
Okurken aklınıza bin bir türlü şey gelebilir, bu delikanlı neden bu Hale’yi ve ablasını pek
sevemedi, diye. Lojmana ilk geldiğimiz zamanlardı, bırakın arkadaşımızın olmasını, uçan kuştan
medet umduğumuz zamanlar. Lojmanın her bir yanı benzer bina ve çam ağaçlarıyla donatıldığından ve
bende hilkatten yer bulma özrü olduğundan sık sık kayboluyorum. Gene böyle günlerden birisi; yolum
bunların evlerinin oralara düşmüş. Gerçi bizden çok da uzakta oturmuyorlardı; ama ben aynı
şaşkınlıkla etrafa bakınıyorum. Ne ola ki, diye ister istemez yanlarına yaklaşmış bulundum. Evlerinin
arka bahçesindeki çimenlere bir kilim yayılmış; iki bacı oturuyorlar. Sanırım ev için en hayırlısı
böyle diye düşünülmüş. Önlerinde de kızlar zırt vırt eve girmesinler diye nevale konulmuş, bildiğiniz
fındık fıstık. Ellerinde de birer oyuncak bebek. Görseniz dünyanın en merhametli, sevgi dolu
varlıkları sanırdınız.
Yanlarına vardım, kendimi tanıtacak hâlim yok, ben elimde olmadan Begüm’e bakıyorum. Hale de
orada; ama ona bakma gibi bir zorunluluğum olmadığından ve de reşit sayılmadığımdan
yaptıklarımdan dolayı serbestim. Begüm de bana baktı. Hani demiştim, Begüm ağzını açmadıkça
görenin sevimli bile bulabileceği malzemeden yapılmıştı. Ama Begüm ağzını açtı, “Ne işin var
burada?” dedi. Hem de bana. Zaten işimizin gücümüzün olmadığı zamanlar; kızın sorduğuna bak.
Duyan da her gün kapılarına dayanmışım, kıza talibim de “Artık yeter” diyor sanır. Be kız ikimizin
yaşını toplasak bir adam etmeyiz; sorduğun şeye bak, demek var, ama yer yabancı; üstelik ciddi bir
şekilde kaybolmuş durumdayım. Ancak kaybolan biri sizin gibisinin kapısına gelir, anlayamadın mı
daha, demedim günahım boyunlarına.
Ben, Begüm’e ne cevap versem de selametle gitsem, diye düşünürken Hale susmanın en büyük
günahlardan biri olduğu inancıyla, “Babama söylersem görürsün” dedi. Ben bunları duymakla
kalmadım, ister istemez Hale’yi de görmek zorunda kaldım. Bir duyu neyse de kız artık iki duyuma
birden hitap eder hâle gelmişti. “Babama söylerim bak” diye de tekrarladı. Sonra Begüm ayağa
kalktı, yanıma geldi iki eli beline dayalı, “Ha söylersek görürsün bak” diye tekrarladı. Yalnız, Begüm
hışımla ayağa kalkarken kucağındaki evladını öyle bir fırlatışı vardı ki gören o anda çocuğun üvey
olduğunu anlardı. Hale, hâlâ oturuyordu ve evladı kucağındaydı, gerçi bebeğin başı kıçı yer
değiştirmişti; ama ana yüreği işte, bırakamamıştı.
Yaşamımda çok az, pek fazla bir şey demeden geçirdiğim anlarım olmuştur. Böyle bir durumda
benim yerimde kim olsa sanırım durum pek değişmezdi. Evlerinin önü, ben kayıp durumdayım ve
muhtemelen babaları bunlar her çağırdığında, kim bu münasebetsiz, diye dışarı fırlayacak cinsten bir
adam. Gerçi sonradan tanıdım adamı, elini öpene kızların ikisini birden verecek gibi bakışları vardı.
Gerçekten de adam dışarı çıktı. Bir bana bir de kızlarına baktı. Kızlar ikisi birden, bu çocuk evimize
gelmiş, falan diye yaygarayla karışık şikâyet ediyorlar; ben hâlâ şaşkın bakınıyorum.
Adam da beni ilk kez görüyor; yaşım kızlara hiçbir şey yapmak için yeterli değil, yalnızca
bakıyorum. Adam da bakındı kızların ikisinin birden bağırışmalarına ve bundan ne söylemeye
çalıştıklarına alışıktı sanırım, bana adımı falan sordu, sonra babamın adını öğrendi. Benimkisi
öğretmen, kendisi pilot; çok fazla tanışıklıkları yok. Ama buralara bir yere taşındığımızdan haberdar,
sanırım soyadımız çağrışım yaptı.
Hale’nin babası, benimle az buçuk ilgilendi, yerimizi biliyordu. Zaten dediğim gibi çok da uzak
değiliz. Kızlarının da huyunu suyunu bildiğinden marazanın asıl kaynağının ben olmadığımı anlamıştı;
ama ne desin adamcağız, evlat işte. “Kavga ederseniz külahları değişiriz” dedi bana. Anladım ki bir
gün şapka takarsam her an değişme şansımız var; kızların durumu onu gösteriyor. “Biz kavga
etmiyoruz ki” dedim. Bırak kavgayı ben ne halt ettiğimi biliyor muyum ki? İnsan sarhoş olsa geçmez
buradan, demediysem sarhoşluğumun çok pis olmasından değil elbet. Kaldı ki bu evin önünden kavga
etmeden geçmiş bir insan evladı olmuş mudur, onu da Allah bilir.
Hale, gel zaman git zaman keçi ve otun istemeden de olsa bir araya gelmeleri gibi benim sınıfıma
düştü. Hemen solumdaki masa ve sandalye onun. Demiştim sıralar ve oturulan sandalyeler müstakil.
Kimse yan yana oturmuyor. Ablasından dolayı okuma yazmayı söküp gelmişti birinci sınıfa. Biz “ha,
du” diye heceleri gevelerken kız, “Ben bunları zaten biliyordum” derdi; ama ne zift yemeğe bizim
sınıfa geldiğini soramazdım tabii. Belli ki babası Hale’nin bir an önce okuma yazmayı söküp imza
atacak hâle gelmesini dilediğinden ablasından öğrenmesine ses çıkarmamıştı. Hani bir isteyen olursa,
üstelik okuması da var falan deyip gönderecek belli.
İşte bu kız benim sınıfımdaydı. Beni ilk gördüklerinde, “Ne işin var burada?” diye sormuşlardı,
sorulacak onca şey dururken. Günahı boynuna, acaba derim her zaman, Alp’in ablasına talip olmam
kulaklarına gitti de ona mı bozuldular.
Okulda birkaç gün şöyle böyle geçti. En sevdiğim yanı teneffüslerdi, yalnız kısa sürüyordu. Artık
birkaç kişiyle bir arada oynamaya başlamıştık. Herkes ufaktan arkadaş grupları kuruyordu. Henüz
kimse “oku-yaz” falan demiyordu. Tahtaya ve defterlerimize her gün yüzlerce çizgi çekiyorduk. Düz,
hafif eğik, kıvrımlı falan, çiz baba çiz. Çiziyorduk da iş silme faslına geldi mi ne defter kalıyor ne de
silgi. Öyle canıyürekten siliyorum ki neredeyse sayfanın diğer yanına geçiyorum. Silgim bazı
arkadaşlarımda olduğu gibi boynumda değil. Pabuç kadar bir şey; her seferinde cebimden çıkarıp ne
olur ne olmaz yerine koyuyorum. Kalem kutular, renkli kalemler... Bir şekilde okulda ilk hafta geçti.
Sabahın köründe kalkıp eylülün ılık öğleden sonrasında eve geliyorum. Bulabildiklerimle
oynuyorum. Hafta sonu geldi; o zamanlar, cumartesi günlerinde yarım gün okul olurdu. Sonrasında,
Allah devlete zeval vermesin, o yarım gün de tamamen kalktı. Öğlene kadar okula gidilir, üç saat
kadar ders yapılır, öğlen on iki gibi sanki bir daha okula gelinmeyecekmiş gibi sevinçle evlere
koşulurdu.
Cumartesi oldu, üç ders genelde oyun, şekil şemal, çizgi derken bitti. Henüz canımı sıkan bir durum
vuku bulmamış; şunu oku, bunu yaz diyen yok. Eve geldim, evdekilerin bozulmayacaklarını bilsem
çantayı ne yapacağımı biliyorum; ama elden bir şey gelmiyor, köşeye atmakla yetiniyorum. Çok şükür
bitti dediğimi hatırlıyorum. Kimse, ne bitti, ne zaman bitti, bizim niye haberimiz olmadı, demedi. Ben,
herhâlde anlamışlardır diye bu konuyu deşmeden dışarı fırladım, doğru Şerifim civanıma gidiyorum.
GAZOZ AĞACI

Şeriflere geldiğimde ortalıkta benim yaşadığıma benzer bir sevinç yoktu. Demek ki Şerif okulun
bittiğini ailesine daha söylememişti. Hâl hatır hasbihâl derken, “Hadi çıkalım, bir şeyler oynarız; top
yok mu, düz duvar nerede” diye sordum; Şerif “Biz babamla pazara gidiyoruz” dedi. Pazarı
biliyordum, arada sırada cumartesileri babamla Çiğli’de kurulan köylü pazarına biz de giderdik.
Annem evde durmamam için babamın yanına katar, beni de yollardı; “Hadi yolunuz açık olsun, acele
etmeyin, iyice bakın pazara” derdi.
Ben bunlardan bahsedince “Biz oraya gitmiyoruz” dedi. E, nereye o zaman, dememe kalmadan,
“Biz, Menemen’deki büyük pazara gidiyoruz” dedi. Anladım ki Şerif’in kabahati benden de büyüktü.
“Ne yaptın ki?” diye sordum. Çünkü Menemen bizim o yaşlardaki boyutlarımıza göre çok uzak bir
yerdi. “Hiç” dedi, “Babam o pazarı çok seviyor”. Yahu ne zaman geldiniz, ne zaman pazarı gördünüz,
görmekle kalmayıp bir de ne zaman sevdiniz, diye de sordum desem yalan olur. Allah selamet ve
ömür versin, Erdoğan Amca sonraları daha da iyi öğreneceğim gibi, falanca pazara filanca ot gelmiş
olsun ve o otun da yenir bir şey olduğunu duymaya görsün, ağabey pazar yandı. Otu almakla kalmaz,
halk adamı olduğundan otu ekenden biçene kadar da tanırdı, böyle de bir yanı vardı. Hani duyan da ot
çok para edecek, mümkünse bir sonraki mahsulü birlikte kaldıralım derdinde sanır. “Ne zaman
gelirsiniz?” dedim, ben de geleyim denecek kadar pazarın ismini ve yerini gözüm tutmamıştı çünkü.
Şerif, burada bir şey demeden önce başını şöyle bir kaşıdı. Babasını gerçekten çok severdi. Yani
onun yanında olma fikri belli ki mutlu ediyordu onu. Ancak mesafe ve dönüş saati cumartesi gününü
battal edecek kıvamdaydı. “Yahu Çiğli’dekinin suyu mu çıktı ki?” diye sordum. Aslında sormam da
halt yemek, ne suyu, ıcığı cıcığı çıkmış, pazarın bilmedikleri karışı kalmamış artık. Demiştim bir
tutam ot için Fizan’a giden adam diye. Artık Menemen sırtlarında devriye gezecekler baba oğul.
“Hem oradan föy alıyoruz biz” dedi Şerif! Föy!
Valla şimdi sizin okurken yaşadıklarınızı ben o zaman yedi yaşımdayken yaşamıştım. “Ne
yapıyorsunuz onu?” diye sorunca da “Ekmeğe sürüp yiyoruz” dedi. Bu anlattıkları, ben sünnet oldum;
ama ağlamadım, demek gibi bir şey. E hadi sür de yiyelim, denecek kadar emin de değilim olandan
bitenden. Mutfağa gittik. Civanımın boyunun yettiği dolaplardan birini açtık, içinden bir kavanoz
çıkardı. Bildiğiniz cam kavanoz. Kapağını açtı, içine çay kaşığı soktu, bana uzattı. Adetimdir önce
koklarım, bu yüzden özellikle misafirliklerde annemden çok zılgıt yemişimdir. Çikolatalı bir şey
kokuyor. Tadına baktım bizim bildiğimiz çikolata ezmesi gibi bir şey. Çikolatayı ezip bir yere
sürülecek hâle getirdikleri şeye, gittikleri pazarda “föy” dediklerini de öğrenmiş oldum. Erdoğan
Amca gördü, bize kavanozda kalanları ekmeğe sürüp yedirdi. “Bunu bir tek Menemen’deki dükkânda
buldum” dedi; belli ki ömrü bunu aramakla geçmişti.
Babamla ben pazara çıktığımızda arkamızdan atlı kovalıyor gibi domatesi, patlıcanı, biraz da
meyveyi bulduk mu Allah’ımıza şükreder, evin yolunu tutardık, bizi işin yeme içme faslı
ilgilendiriyordu. Erdoğan Amca ise alınan nasılsa yenir, bari satanın da tanımadığı bir şeyler bulalım
derdindeydi sanırım.
Bizim mutfak zevkimiz biraz farklıydı hâliyle. Urfa kökenli bir ana babanın evladı olarak bunca
yemeği yiyip acıların çocuğu olmadıysam yemek seçmemdendir. Şeriflerin ise Demirci yöresinden
olduğunu yazmıştım. Efeleriyle meşhur olan bu bölgenin de tuttuğunu pişirip yemesi doğaldı tabii,
onlar da öyle yapardı. Erdoğan Amcam İkinci Dünya Savaşı’ndaki kıtlığı yaşamış ve gün olur beni
tanırım, diye de sağ olsun tek satırını unutmamış biri olarak, ne zaman onlara yemeğe gitsem
tabağımdakilerin artma emareleri göstermesi üzerine bunları anlatırdı. Hani bunu bulamayanlar da
var!
Ailenin diğer fertleri Yalta Konferansı’na kadar tüm olan biteni her bir şeyiyle belledikleri için
tabaktakilerini zaten bitiriyorlardı. Bu nedenle pazarda yenecek ve ilginç olan hemen her şeyi Gülten
Teyze zevkle pişirirdi, Allah’ı var eli de yatkındı; benim gibi nane molla olan biri bile bayılırdı
yaptıklarına. Menemen Pazarı’nın keşfi başlamıştı ve o gün Şerifimden bunu duyuyordum.
Föy denen nesnenin kalanını da bitirip Menemen Pazarı’nın enlem ve boylamını konuşurken
Erdoğan Amca yanımıza geldi. İçinden neşe fışkıran gözleri ve yüreği sevgiyle yanan birinin bu güleç
yüzünden diline muziplikler gelmez mi? Gelir elbet. Bunları yazmak zorunda değildim; ama bir gün
tabağıma koyarlar diye “Gazoz Ağacı”nı anlatmam gerek.
Erdoğan Amca, babanla sen de gelin isterseniz, Alim ne yapıyor, gene uyuyor mu, falan diye sordu.
O zaman telefon nerede? Çağın en hızlı ulaşım araçları bizleriz; adam da haklı olarak bana soruyor.
“Ben evden çıkarken dinleniyordu” dedim; “Ama şimdi bilmiyorum”. Babam arada bir şekerleme
yapardı ve Erdoğan Amca bunu benden de iyi bilirdi. “Siz de gelseydiniz gazoz ağacı alırdık” dedi
bana. Erdoğan Amca bunu söyledikten sonra evden çıktı, kapının önünde ayakkabısını bağlamaya
başladı. Şerif de peşinden; ben duyduğumdan biraz sarsılmış olmalıyım ki biraz sonra yanlarına
intikal edebildim.
Artık ağacı duymuşum bir kere, mereti yalnızca şişede gördüğümden ağaçla ilgisini tam
söktürebilmiş de değilim, işin tonga kısmı var ki basmak yakışmaz. “Pazarda mı gördün amca?” diye
sordum. “Tam mevsimi” dedi. “Her mevsim yetişmez; bir an önce ekmek lazım” diye de devam etti.
Hayır, iş doğrusuyla kaçırılacak bir şey değil. Şerif de gülmüyor, ya o da müjdeyi yeni aldı ya da
onca otu motu bulan babam bunu da bulur, diye mi düşündü artık bilmiyorum, sessizce dinliyor.
“Aslında Kemeraltı’nda Hisar Camisi’nin arkasında satarlar; ama Menemen Pazarı’nda da geçen
hafta gördüm” dedi Erdoğan Amca. Çanta, önlük falan almaya gittik; ama rastlamışlığımız yok
babamla. “Olur mu, ağaçta şişe mi olur!” dedim. “Oğlum, meyvesini sıkıp şişeye dolduruyorlar, hiç
ağaçta olur mu?” dedi. Olmaz tabii, dedim içimden. Vay be, dedim, yıllarca keklenmişiz kantinden,
bakkaldan alacağız diye. Erdoğan Amca, zerre gülmeden “Meyvesi kozalağa benzer; ama tatlıdır,
olgunlaşınca toplayıp zamanında sıkmak lazım” dedi. Yedi yaş için çok tartışılır bir durum değil
aslında.
Ardından Şerif de ayakkabısını giydi. Şerif’in çorap giymesi benimle konuşuyorsa yarım saati
bulurdu. Bu kez babasının zoruyla bir on dakikada sokakta yürür hâle geldi. “Ben eve gidiyorum”
dedim. Bir yandan pazarın uzaklığı, bir yandan gazoz ağacını duymuşum, ayrıldım yanlarından doğru
eve.
Eve geldiğimde babam şekerlemesini bitirmişti. Şeker bir hâlde oturuyordu. Mütebessim bir
ifadeyle kız kardeşimle konuşmaya çalışıyordu. Duyduklarından çıkardığı anlamlar hoşuna gitmişti
sanırım. Anlatmıştım; kardeşim dört yaşını doldurana kadar benim aracılığımla pek çok şeyini
anlatabiliyordu. Edebiyat öğretmeni olan babam, kız kardeşimin gabarak gubarak konuşmasını
mersiye dinler gibi dinlerken araya girdim, “Baba” dedim, “Erdoğan Amca’yla Şerif, Menemen
Pazarı’na gittiler”. Direkt gazoz ağacı konusuna girmiyorum. Pahalı mahalı bir şeyse talep ediyor
duruma düşmeyelim, diyorum. Babam, “Gider o adam, canı tezdir, hiç üşenmez Erdoğanım, gider
valla” dedi. Duyan da adam Hakkâri’ye geçici göreve gitti; ben de onu yolcu ettim, geliyorum sanır.
Babam pazar, çarşı ve gerekmedikçe pek çok yer için tam tersi müşkülpesent bile sayılırdı. Konuyu
“föy” yeme işine getirdim, babam gene telaşsız, “Bulmuştur o adam, bulur valla” dedi. Yani elma
ağacının altında zamanında hasbelkader Erdoğan Amca oturmuş olsa bizi dünya tanıyacak. Baktım
ekmeğe sürüp yediğimiz şeye bile şaşırmadı. Aslında babam haklı, Erdoğan Amca yirmi yaşından
beri neredeyse kaldıkları öğrenci yurdu, okudukları sınıflarına kadar aynı olan arkadaşı. Artık
Erdoğan Amca’nın öğrenciliği sırasında daha neleri, nerelerden bulduğunu sormadım. Babamın ağzını
yokluyorum, konuyu Kemeraltı’ndaki caminin oralara getirmeye çalışıyorum.
“Bulursa pazardan gazoz ağacı alacakmış; her yerde bulunmuyormuş; aldık şimdi aldık; zaman
şimdiymiş” dedim. Bunları diyorum; ama bir yandan da göz ucuyla babama bakıyorum. Deminden
beri, he Erdoğanım yapar eder, diyen adam bu kez bir şey demedi. Belli ki babam da yeni duyuyordu.
Artık buna inanmış olmam mı onu susturdu yoksa gerçekten de varsa müşkül durumda kalmayayım,
diye mi pek bir şey demedi tam bilemiyorum.
Erdoğan Amca bize geldiğinde kız kardeşimin başına elini uzatır, bir tutam saçı alır gibi yapar ve
kendi başına koyar, “Neyse biraz daha saçım oldu” derdi. Kardeşim de dört yaşında, “Ya alma
saçımı” diye vızıklardı. Saçı başına koyduktan sonra da Erdoğan Amca üst göz kapaklarını
parmaklarının yardımıyla ters çevirip ufaktan da bizi korkutur, sonra gülerdi. Gerçi kardeşimden saç
alıp başına koyma numarasına kardeşim kanıyor, diye gülerdim; ama bu kapak çevirme hadisesinden
çaktırmadan ben de korkardım. Bu gazoz ağacı işte bunların üstüne tuz biber olmuştu. Gel zaman, git
zaman bunun konusunu bana ve Şerifime bayağı bir anlattıktan sonra, gerçekten de bir gün gazete
külahının içinde değişik tohumlarla geldi. Hem kendi kapılarının önüne hem bizim kapının önüne ekti.
Buna kaç günde bir su vereceğimizi, nasıl sulayacağımızı anlattı.
Gerçekten de ne Şerif ne de ben ekilen tohumları bir gün ihmal etmedik. Eylül sonlarına doğru çok
güzel bir şeyimiz oluyordu artık: karpuz.
Bir insanın çocuk sevgisini, doğa sevgisini ve gereğinde neşelenmek, gülüp güldürmek için neler
yapabileceğini karpuzun her büyüdüğü günde arkadaşımla beraber daha iyi anladık. Bizim gazoz
ağacımız yuvarlak meyvesini vermiş ve her gün şişesinde büyüyordu. Bir gün saçımızı okşadı; “Bunu
kestiğinizde istediğiniz olacak” dedi. Ağacımız gazoz vermedi; ama suyu çok daha güzel bir şeyi
verdi ve sırf biz büyüttük diye çok sevdik. İri bir top cesametindeki karpuzu Şerif’le kestik, kendimiz
dilimledik, aslında pembeydi; ama bizim ağacımızdandı ve biz sulamıştık.
Aslında olur mu yahu, hiç gazoz ağacı olur mu, inanmamıştım ki... Belki biraz! Ne yani, olsa fena
mı olurdu?
İLK AŞK GİBİSİ VAR MI?

Okulun ilk haftası bitmişti ve pazartesi sabahın köründe annemin beni neden kaldırdığını
anladığımda, “Ben artık gitmiyorum” dedim. Cumartesi öğleden sonra eve geldiğimde okul hayatımın
noktalandığına inanarak eve gelmiştim, bu konuda çok ciddiyim. Bunu söylediğimi sanki dünmüş gibi
hatırlarım: Artık gitmiyorum. Annem okuldan beni gönderirlerken gerçekten de böyle bir şey denmiş
olamayacağını, olsa olsa, nasıl istersen öyle yap, denmiş olabileceğini tahmin edebiliyordu ve benim
isteğimin okula gitmekten yana olması gerekiyordu. Ne yalan söyleyeyim, kahvaltı sonrasında gözüm
hâlâ kapalıydı.
Annem küçük lokmalar hâlinde ağzıma reçelli bir şeyler tıkıştırıyordu. Gözüm yarı açık, bir miktar
yalap şap karnımı doyurdum. Pazar gecesi kim bilir saat kaçta yatmışım, ayılmanın imkânı yok. Önce
dışarı beni çıkardı annem, kapının önünde direnirken ardımdan çantam geldi. Bu saatte nereye gidilir
ki? Çantamda ne olduğunu bile unutmuşum artık, ta cumadan beri açmışlığım yok.
Artık el mecbur, okula doğru yollandım. Sınıfa geldiğimde öğretmen girmişti bile. Kadıncağızın
başına ilk kez gelen bir şey değil; ama uzun zamandır olmayan bir şey oluyor ve başımı sıraya koyup
bir ders kadar daha uyuyorum. İkinci ders için teneffüse çıkınca sabahın serini yüzüme vuruyor,
İzmir’e hafiften sonbahar gelmiş. Geçen haftadan tanıdığım öğrenci arkadaşlarımdan bazılarıyla
konuşuyorum. Birkaç saat sonrasında artık çivi gibi oluyorum. Belli ki ben öğlenci olmalıyım.
Aklınıza bu çocuk birinci sınıfa başladığında sınıf arkadaşlarından gözüne kestirdiği bir kız hiç
olmamış, diye geldiyse vazgeçin, daha Göksel’den bahsetmedim. Adı sizi yanıltmasın belli ki son ana
kadar oğlan olacağından emin olarak doğumunu beklemişler.
Sarışın, mavi gözlü, lüle lüle saçları olan, balık etli sayılan, yani bana göre hafif tombik; ama fazla
değil, pembe yanaklı, güleç mi güleç bir kız. O yaşlarda bir kızı sadece güzel bulduğunuz için
sevemezsiniz. Kızın işe yarar olması da gerekir. Bir kere o yaşlardaki ideal kız teneffüslerde
oyunların durumuna göre gereği kadar koşturabilmeli, saklambaç oynanıyorsa saklandığı yerden başı
dibi kolay görünmemeli, kantinden bir şey alıyorsa benim de sevdiğim bir şeyse sen de yer misin diye
sorabilmeli falan. Gerçi balık etli, hafif tombiş demiştim, koşturabildiği kadar elindekilerini pek
paylaşmazdı; ama birbirimizi çok severdik. Oyunlarda eşli bir oyun durumu varsa biz eş olurduk.
Oyun dediysek eşli pişti falan oynadığımız yok, köşe kapmaca, ebe, sobe durumları. Ben de
saklanmak gerektiğinde genelde onunla beraber saklanırdım. Tabii saklanmakla kalmazdık,
birbirimizi ufaktan da öperdik. Onu yakaladığımda bir sobeleyişim vardı ki anlatamam.
Göksel’le derste birbirimize bakar gülerdik, bana sevimli gelen; hatta güzel gelen ve yanımda
olmasından içimin gıcıklandığı ilk kızdır Göksel. Böyle aşna fişne içinde okuma yazma öğrenilir mi?
Hâliyle zor tabii.
Çizgiler düzgün çizilmeye başlanınca sıra Alp’in bahsettiği fasulye işine geldi. Öğretmenimiz,
“Yarın herkes bir kese içinde fasulye getirecek” dedi. Hayır, taze fasulye alıp gelmedim. Anneme
bahsettim, okuldan biraz zahire istediler, nasıl yapalım, diye. Annem anladı olayı, bakliyattan harf
yapılacağını unutmamış. Ama ben hâlâ ne gerek var, derdindeyim. Annem biraz para verdi, “Öğleden
sonraki okula gidiş faslında kantine uğra biraz al” dedi.
Ben ne bileyim bir avuç kadar yetiyormuş meğer. Elimdekini fasulyeye yatırdım; bir kilo kadar
kuru fasulye naylon torbada okula geldik. Okula gelmemle beraber milletin neler getirdiğini görmem
bir oldu tabii. Meğer makbulü, haşlanıp kabukları soyulduktan sonra fasulyenin ortadan ikiye
ayrılmasıymış. Böbrek şeklinde ve bir yanı tamamen düz olan fasulyenin düz tarafı sıraya
koyulduğunda hâliyle sabit kalıyor, hangi harf gerekirse usulüne uygun yazılıyor. Neyse, ya Allah,
dedim birazını sıraya döktüm malın. Ama benim fasulyeler bırakın haşlanmayı, suyun yanından en son
kantine gelmeden iki ay önce geçmişler. Hepsi kurşun gibi, yemeğini yapsan iki saat alır. Hâliyle
sıranın üzerinde hangi harfi yapmaya kalksam dingil dingil oynuyorlar. Oval sırtlı fasulyelerim
formika masa için düşünülmemişti. Gerçi arkadaşlarımın harfleri bilinen alelade tabelalar gibi
görünürken benim harfler yanıp sönen neon lambaları gibiydiler.
Heves zaten yarım, ben arkadaşlarım gönülleri istediği kadar harfler yapabilsin, diye fasulye
torbasını kaptığım gibi her sıraya biraz bırakıp sınıfı gezmeye başladım. Torbanın yarısı kadar
bitmişti ki öğretmen fark etti, “Ne yapıyorsun oğlum, gene ne demeye ayaklandın?” Buradan da
anladığınız gibi sınıfta erkense uyur, uykumu almışsam dolanırdım. “Bunlar bana çok” dedim. Toprak
ağası gelmiş, sınıfta fakir fukara doyuruyor edasında istifimi bozmadım; ama öğretmenin de bir
dayanma gücü var, bunu o gün anladım; “Çabuk topla bakayım dağıttıklarını” dedi.
Yahu kardeşim topla da, malı kimseye zimmetlememişim ki, sayıyla da vermedik. Hadi işimiz
gücümüz yok bir daha tersten sıra sıra dolaştım. Allah’tan benim fasulyeler cıvıl cıvıl; gören on
metreden tanıyor. Avuç avuç toplayıp torbaya koyuyorum. Gökselim, yanından geçerken gözlerimin
içine öyle bir sıcak baktı ki avcunda benim verdiğim fasulyelerle, “Fasulyeler sana kurban olsun, bu
ne ki, iste yeter; sana pilav bile getiririm” manasında ben de ona baktım.
Heceleme işinin belimi büktüğü zamanlara gelinmişti artık. Her şeyin başı sağlık belki; ama iş
okuma olunca biraz adamda merak da olması lazım. “İşte Atatürk”ten başka yazabildiğim cümle yok.
Yazamıyorum, daha doğrusu öğrenemiyorum ki yazayım. İşte Atatürk cümlesini de harfler nasıl
aklımda kaldıysa şeklen yazıyorum. Büyük Önder de olmasa yazacağım tek satır yok. Sınav yapılıyor.
Öğretmen bir cümle söylüyor, bizden de aynı cümleyi dinledikten sonra önümüzdeki yazılı kâğıdına
yazmamızı istiyor. On tane cümle: Bugün bayram, işte top, at-tut, sen bak, bayrak as, akla gelen ne
varsa... Her iki cümle doğru yazıldığında bir not. Olmaz ya, hani onunu da doğru yazarsan beş
alıyorsun, yani pekiyi!
Öğretmenimiz sanki herkes yazıyormuş gibi ağır ağır cümleleri söylüyor; altı tane kadar oldu;
bende kalem oynamıyor. Artık sabrın da bir sonu var, “ ‘İşte Atatürk’ yazmayacak mıyız?” diye
sordum. Meğer yedinci cümleymiş, olgun kadın Allah razı olsun onu da söyledi de şeref sayısını attık.
Tabii şeref sayısı yenildik; ama ezilmedik durumuna yetmiyor. O zamanlarda pekiyi olduğu gibi, yaşı
tutanlar bilirler pek zayıf da vardı. Günahları eğitim camiasının boynuna bu not ben bir gün okula
başlarım, diye mi hazırlandı yoksa bu güzide notun geçmişi, amcamın okula başladığı günlere mi
dayanıyor, bilmiyorum.
Aslında sökme işlerine yatkınlığım vardır; ama iş okumaya gelince nedense hevesim yoktu. Bir
hafta, iki hafta oldu, üç hafta, zinhar yok Allah yok. Varsa yoksa “İşte Atatürk”. Hayır, cümle güzel de
Ulu Önder yaşasa, “Be oğlum anladık, ‘işte ben’; artık sen de bir şeyler öğren” diyecek; durum o
kadar vahim. Ha, okula gitmek için yalvarıyor muydum, tabii ki hayır. Durum bir ara öyle bir hâl aldı
ki sabah kapıdan önce ben çıkarılıyorum, daha içeri girme teşebbüsündeyken önüme çantam atılıyor
ve kapı kapalı olduğu için mecburen okula gidiyorum. Bu aynen yaşanmıştır.
Hevesim olmayınca, ha zayıf, ha notun iskeleti görünecek kadar pek zayıf, benim için fark etmiyor,
ben eve yazılı kâğıdını aynı neşeyle getiriyorum. Bir gün bile aldığım “pek zayıf” yazan kâğıdı bugün
de eve götürmeyeyim, annem alışmıştır artık, diye getirmezlik etmemişimdir. Sınav kâğıtları
dağıtılıyor; ben notumun ne olacağına bakmıyorum bile, zaten olay belli. Ama eve koşarak bir neşe
içinde gelişim var; gören annemlere okuldan teşekkür yazısı getiriyorum sanır. Bu rahatlığımın altında
sanırım, annemin benim bir an önce okumam konusundaki aşırı isteği de rol oynuyordu. O ne kadar
çok isterse ben de o kadar istemiyordum. Sanırım kadınların günlerinde kimin nasıl notlarla eve
geldiği konuşuluyordu. Annem de konuşacak bir şeyi olmadığından dili şiş bir hâlde eve geliyordu.
Annemin bu üzüntüsünün aksine babam yazılı kâğıdıma bakıp yalnızca gülümserdi; hiçbir zaman
unutamam. O kadar rahattı ki aldığım notun aynı olduğunu bile bile aynı tebessümle kâğıdıma bakardı.
Adam tecrübeli tabii, öğrencinin iyisini gözüne bakınca anlamış, canını sıkmıyordu. Avizeden kristali,
damdan anteni indiren, kitaba veya deftere neler yapmaz ki diye düşünüyor besbelli canım babam.
KURDELEMİN KIRMIZISI

Sınıfta iki kişiye kırmızı kurdele taktılar. Hale’yi saymıyorum; ailesi, beğenen çıkar da alıp
götürürler diye kıza kırmızı kurdeleyi takıp okula yollamışlardı zaten. Okumayı biliyordu kız. Burçak,
ardından da Dilek birer kurdele taktılar. Kurdele umurumda değil; “Zayıf alanlar teneffüse
çıkmayacak” dedi öğretmenim. Hoppala, yahu teneffüse de çıkmayacaksak ne işimiz var okulda diye
naralanacak zaman da değil; bakalım sonu neye varacak bu işin diye bekliyorum. Gerçekten de
teneffüs zili çaldı; benim de içinde olduğum bir grup çıkma yasağına tabiyiz. Bizim sınıfın önünden
geçerken Sevgi Abla gördü, kızcağız hâliyle şaşırdı, teneffüs denen şey benim için icat edilmişken
ben içerideyim; bahçeye ayıp oluyor. Hasta mıyım diye sormaya merakla yanıma geldi, görülmüş şey
değil; teneffüs ve ben içerideyim. Yanımda da Fikret oturuyor. Fikret ağlıyordu, bir yandan ağlıyor,
bir yandan da ablası burnunu siliyordu. Onun da ablası üçüncü sınıfta. Mahkûm ziyareti gibi Fikret’in
ablasıyla Sevgi Abla bizimle duruyorlar. Ben ağlamıyorum; ama Fikret’le aynı notu paylaşmak neyse
de aynı sınıfı paylaşmak beni çizmeye başladı, ufaktan fark ediyorum. Seri olarak okumayı
başaranlara kırmızı kurdele takılırdı. Öyle üç beş cümleyi değil; ne görsen zırt diye okuman gerekirdi.
Bunu yapan kişi sayısı dört olmuştu. Bir akşam Alpler geldiler akşam oturmasına.
Alp’i ve talip olduğum ablasını anlatmıştım. Bende de bir keyif; ayaklarım yere basmıyor. Akşama
gelecekler, artık bir yolunu bulur, konuşuruz diye de hevesliyim. Gerçekten de ailecek geldiler, ne
olur ne olmaz deyip korkup da kızı getirmezlik etmemişlerdi.
Hep beraber önce oturulur âdettendir, hâl hatır sorulur. Laf lafı açıyor, konu konuya bağlanıyor
benim işe gelen yok. Anladım ki niyetleri beni istemek değil. Belli ki önce tanıma derdindeler, kolay
değil; kız evi naz evi. Neyse biraz daha konuşma sonrasında anam sanki çok lazımmış gibi, bizim
oğlan okumayı bir türlü sökemedi, demez mi! Hayda, yahu adamların ağzından, oğlunuz okur yazar mı,
yoksa okusa da belli etmeyenlerden mi, diye bir soru çıktı mı? Yo, laf işte.
Ben bozuntuya vermiyorum, kızın anasından; “Boş ver hanım nasılsa öğrenir onun kendisi yeter”
der diye de bekliyorum; ama o da anam kılıklı, “Yapmayın Güler hanım hâlâ mı?” dedi. Gören de
canımız istiyor da biz kıvıramadık sanır. Kardeşim ben okula gitmek istemiyorum. Bunu demek var
ama Alev de yanıbaşımda ters titiz bir herif olduğumu düşünüp tırsmasın, illa da okumuş birini ister
belki diye susuyorum.
Bunlar yetmezmiş gibi Alev’in anası kızına, istersen kardeşe harfleri öğret, yardım et; aslında çok
kolay, demez mi! Aynen olmuştur; mecburen bu zulme katlanacağız artık. Kız benim kitaplığa oturdu
çalışma masamın ışığı yandı, içimden, Allah vere de benimle yalnız kalmak için bir numara yapmış
olsun diyorum. Yok nerede; kız “A”nın “B”nin derdinde. Neyse hatırı için üç beş cümle söktüm, çiğ
tavuk yer misali. “Gördün mü bak, isteyince oluyormuş” dedi bana. He, dedim içimden, her istediğim
oluyor da bir bu eksik. Kız yanıbaşımda benim, istediğim şeye bak!
Kimse tahmin eder miydi ki benim okuma yazma işini amcam çözecek diye. Nasıl mı? Anlatayım:
Pazar günü bahçede oyalanıyorum; o gün amcam da çalışmıyordu hâliyle. Artık lojmanın neresine
spor tesisi yapacağını mı düşünüyordu, bilmiyorum; bir ara dışarı çıktı, yanıma geldi. “Avcumun
içinde ne var; bil bakayım” dedi. Göksel mi yoksa amca, bana kızı mı getirdin, diye boynuna
sarılacak hâlimiz yok elbet, birkaç şey attım, tuttum, bilemedim. Haklıyım da açtığında daha önce hiç
görmediğim, kırmızı, değişik bakalitten sapı olan, çok güzel, bakanın hele benim yaşımda birinin
gözünün alamayacağı bir çakı duruyordu avcunun içinde.
Çakı ışıl ışıl, kıpkırmızı parlıyor. O güne kadar hiç çakı görmediğimizden değil; bizzat kendimiz
çakıyız; ama meret gerçekten gözalıcı. Alıp yakından baktım okula götürmek ve sınıftakilere
göstermek için; yanıp tutuşulacak bir şey. İçim gidiyor, amcama da bir şey diyemiyorum. “Kırmızı
kurdele alırsan bunu sana veririm” dedi. Yalnızca; “Gerçekten verir misin?” dediğimi hatırlıyorum.
Amcam da pilavdan dönenin kaşığının sağlam kalmayacağını biliyor olmalıydı ki “Söz” dedi.
Aslında ders derste öğrenilir atasözünü herkes bilir. Elbette ders derste öğrenilir de yalnızca
bedenen değil; ruhen de sınıfta olmak lazım. Ben kâğıt üstünde ve mecburen sınıftaydım; ama aklım
genelde okulun kapısında beni beklerdi. Bedenen evde olduğumda ise aklımın okulda kaldığını
düşünenler varsa vazgeçsinler.
Her neyse, çakı ödülü amcamın aklına durduk yere mi geldi, babam amcamın avcuna bir şeyler mi
sıkıştırdı, orasını bilmem; bildiğim çakının renginde bir kurdeleyi göğsümüze taktırdık mı mal bizim.
Amcamın da okuma yazmayı sökecek benim gibi birine ödül olarak; okumayı öğren; sana söz
Polyanna’yı alacağım okursun yeğenim, diyecek hâli yok; her şeyden önce okuldan kendi ağzı yanmış.
Okumayı söküp çakıyı alınca istersem okula gidip istemezsem gitmeyeceğim gibi bir şey aklıma
gelmedi.
Amcamın bana vadettiği çakıyı elimde son bir kez tartıp geri verdim. Okul başladığından beri eve
geldiğimde çantamı açmışlığım yoktu, Allah var. Hatta annem emaneten bir yere saklardı ki
kaybolmasın. Bu sefer çantayı bizzat arayan benim. Günlerden pazar ve çantayı kim bilir cumartesi
öğlen nereye bırakmışım. Anneme gidip direkt olarak çantayı sordum. Valla öyle lafı dolandırmadan,
“Anne, okul çantamı gördün mü?” dedim. Zaten okul çantamı benden daha çok gören annem
olduğundan sorumu makul karşıladı. Bir şey demedi kadıncağız, kafası bir şeyle meşguldü zahir ya da
çakı fikrinden haberi vardı, yerini tarif etti.
Tarif üzerine çantayı buldum da mereti hemen tanımadım, yav bu muydu, rengi sanki farklıydı falan
dediysem de içini açtım, baktım. Okula giderken aldığım fasulyelerden birkaçı ne olur ne olmaz diye
çantanın içinde kalmışlardı; hani kış gelir herkese lazım oluruz deyip oracıkta bekleşiyorlar. İlk kez
defterin kalemin üzerine bir pazar günü güneş doğuyor. Gözleri hâliyle ışıktan kamaşan defter ve
okuma kitabı beni hemen tanımadılar. Tanışacak zaman da yok artık, kaptığım gibi babamın yanına...
Konu failatün mefalühü değil; babam da elimde defter kitap görünce hâliyle niyetimizi anladı.
“Baba, şunun yanına bu gelince o mu oluyordu, bu mu oluyordu” falan derken işin felsefesinin beli
kırıldı hâliyle. O güne kadar bedenimin sınıfta kalması bile az çok fayda etmiş ki ilk kez ruhen de
harflere yakından bakıyorum. Vay, dedim demek “g” yumuşayınca diğer harflerin maskarası
olmuyormuş, “yumuşak g” oluyormuş, diye diye iyice anladık hâliyle.
Babam zaten bu günleri tahmin ediyordu, bir günden bir güne, oğlum oku; bizi ele güne rezil etme,
falan demedi. Avize, anten, teyzemin balkonu gibi konular zaten belleklerde, olacağımız kadar rezil
olmuşuz. Dedemin bahçesindeki su kuyusu konusunu örtbas etmek için bile koskoca asker öğretmen
adam neler söylemişti. Bu konuya girmesem aslında işime gelir ya, neyse başladık artık. Ama önce
çakı konusunu kapatalım.
Pazartesi olmasını ilk kez istiyorum. Çantam pazar akşamından hazırlanmış durumda. Fasulyeler
ayıklanmış içinde ıvır zıvır kalmamış. Sabah annemin uyandırma çabaları, meyvesini hemen verdi;
ama kahvaltı gene gözlerim yarı açık durumda yapılıyor. Bu kahvaltı işinde annemin ısrarı vardı. İşin
en ilginci; oğlum aç gidersen bir şey öğrenemezsin, kafan çalışmaz, diye bana bir şeyler yedirmeye
çalışırdı o güne kadar. Anacığım, ben sınıfa girerken aklımı dışarda bırakıyorum, midemi değil;
nereden bilsindi ki annem, kadıncağız kafamızın almadığı konusunda tedirgin. Günahı boynuna,
amcamın Urfa’dan İzmir’e çalışmak için gelmesi ve bizim evde kalmaya başlaması annemin aklına bu
fikirleri sokmuş da olabilir, hani kan çeker korkusuyla.
Neyse evden çıktık, okula, bu kez ilk derste uyumaya değil; gönüllü olarak kırmızı kurdele işine
soyunmaya gidiyoruz. Sınıfta oturdum, bir yandan da kendimi sınıyorum. Tahtanın orasında burasında
yazanlara, panoya asılmış resimlere ve yazılara bakıyorum. “Vay be! Demek horozun altındaki yazıda
‘Ötsün ki erken kalkalım’; ineğin altındaki yazıda ‘Doğursun ki süt içelim’ falan yazıyormuş” diye
yazdıysam da bakmayın biraz abartı da var.
Gözümün çarptığı yazıları okudum, baktım seken yok, iyi, dedim kendime, demek babam doğru
söylüyormuş. Öğretmenimiz Nesrin Hanım sınıfa girdi; bu kez ilk ders olmasına rağmen ayaktayım
ben de onlarla beraber günaydın diyorum. Genelde öğretmenle ilk selamlaşmamız öğleden sonraki
tünaydın faslında olurdu. Kadıncağız yerine oturdu, bunda bir iş var, diyor; ama serde ailecek
tanışıyoruz bir şey demedi. Yoksa; oğlum ne var, bir şey mi oldu, ne diye bu erken saatte ayaktasın,
deyip gerginlik yaratabilirdi; şükür olmadı.
Ben kırmızı kurdele istiyorum; hadi beni tahtaya kaldırla bu iş olmuyordu bizim okulda. Öğlene
kadar olan üç derste genel tekrarlar yapılır, yarıştırılacak bir şeyler varsa yarıştırılır ve üçüncü derste
müdür yardımcımız da sınıfa gelirdi; gönüllü olan varsa tahtaya kalkar ve üst sınıfın kitabından
rastgele bir sayfa açılır okumanız istenirdi. Sağlaması da başka sayfayla yapılır, çocuk okumayı
sökmüşse kutuda olan kurdelelerden biri, öğrencinin sol göğsünün üstüne çengelli iğneyle tutturulurdu.
Çengelli iğnenin önlüğü geçip çocukta bir sese neden olmuşluğu yoktu; o yüzden içim rahat. Tören
böyle oluyordu. Nereden mi biliyorum? Uykumu ilk derste aldığımdan üçüncü derste sorun olmuyordu
ve o saatte uyanık olduğumdan daha önceki kurdele törenlerini izlemiştim.
O güne kadar sınıfta dört kişiye kırmızı kurdele takılmış. Sınıfın çoğunluğu bazı satırları eveleyip
geveliyordu belki; ama okuduklarının yarısını yalnızca kendileri anladığından kırmızı kurdele için
talepleri olmamıştı. Yarım yamalak okuyanlardan bazılarınaysa takılabilecek başka renk bir kurdele
olmadığından inşallah bir dahakine, deyip oturdukları sıraya selametlenmişlerdi.
Aklım üçüncü derste. Teneffüslerde bile çok fazla koşturmuyorum, bahçedeki fıskiyeyle
oynamıyorum. Çünkü birkaç kez fıskiye nedeniyle üstüm başım değişsin diye eve yollandığım
olmuştu. Hele kurdele işi olsun insan nerede olsa ıslanır.
Üçüncü ders oldu; önce öğretmen, ardından müdür yardımcımız sınıfa geldi. Aralarında sessizce
günlük hasbihâl falan yapılıyor. Burçak ve Dilek’ten sonra İpek ve Tolga da almışlar kurdeleyi; daha
beşinci yok sınıfta. Biraz harf ve hece tekrarı yapıldı; okumak için tahtaya gelmek isteyen var mı, dedi
Nesrin Öğretmen. Ben parmak kaldırınca hâliyle önce bir tedirginlik oldu sınıfta. Tuvalete gitmek için
genelde öğleden sonraları izin isterdim çünkü. Öğretmenimiz; “Ne var oğlum, gene ne oldu?” dedi.
“Ben kalkmak istiyorum” dedim. Tabii gönüllü olup okumak için tahtaya kalkmak yasal hakkım,
reddetmek için geçerli bir sebep de yok. Tedirginlikleri kalmadı; sıramı savmam için tahtaya
çağırdılar beni. Yanlarına gittim; “Ben okumak istiyorum” diye tekrarladım. Konu dağılmasın diye de
çakıdan falan bahsetmiyorum. Vardır elbet bir sebebi diye onlar düşünsünler artık.
İkinci sınıfların okuma kitabı çıkarıldı, başlardan bir sayfa açıldı; nispeten kısa ve birbirine
benzeyen harflerden oluşan cümleler var. Hani başını söktürürsem arkası da gelsin diye düşünülmüş.
Allah vere de bir şeyler okur da belki okula gelmekten vazgeçer, diye mi düşündüler; yoksa, bu
okusun, nasılsa hepsi öğrenir; müfettiş falan gelince rezil olmayız inancından mıdır bilmiyorum;
verilen kolay paragrafı okudum.
Gerçi verilen paragrafı o kadar rahat ve hızlı okumuş olmalıyım ki kanlarına dokundu zahir, bir de
şunu oku, deyip ortalardan bir yer açtılar; onu da şakıdık hâliyle; koca bir pazarımızı zehir etmişiz,
sayfaya bakıp gabarak gubarak diyecek hâlimiz yok. Müdür yardımcımız artık zevkten mi kederden mi
bilinmez sonlardan iyice kazık, uzunca cümlelerden oluşan bir sayfa açtı; hiç unutmuyorum. Hani
teklesek de kurdele öylesine bir tarafımıza iliştirilsin diye. O güne kadar vukuatlar çok canlarına tak
etmiş; ama ben artık işi kapmışım ki o kadar olur. Tek bir harfin gönlünü kırmadan tüm satırları
sıradan geçirince hoşlarına gitti.
Kutu açıldı; takılacak meret kare şeklinde, kırmızı, kalınca bir karton, beşe beş santim, naylonla
kaplı. Üzerinde okuma yazmayla ilgili bir şeyler yazıyor. Kartonun hemen üst köşesine yapıştırılmış
kırmızı, fiyonklu bir kurdele ve önlüğe tutturmak için sarı, parlak bir çengelli iğne.
Hazır olda, yanlarında dikildim, başım dik, göğsüm dışarda, gözlerim karşıda, aklım çakıda,
duruyorum. Neyse işlem yapıldı, beşinci olarak kırmızı kurdele bana takılmış oldu. Kurdeleyi
göğsüme takarlarken akıllarına yazılı kâğıdıma ağız dolusu yazdıkları pek zayıflar gelmiş miydi
bilmiyorum, günün birinde okumayı sökerse, diye; insan eh işte ya da şöyle böyle ya da ne bileyim
zayıf falan yazar. Akıllarına pişmanlıkla ilgili bir şey geldiyse de bana bir şey söylemediler. Kurdele
takılınca yapılan son işlem bütün sınıfın çakı sahibini, pardon kurdele sahibini alkışlamasıydı. Bir
alkış koptu ki o kadar olur; dışarıdan gören, başka okula naklim çıkmış; veda konuşması yaptım sanır.
Artık rütbeli bir öğrenciydim. Yerime oturduğumda göz ucuyla göğsüme taktıkları kurdele ve küçük
kartona baktım. Vay be, dedim; demek başımıza bu da gelecekmiş. Aslında amcam görse bana yeterdi,
üstüne bir de bütün sınıf alkışladı. Aslında hoş bir şey, koca bir sınıf yaptığınız şeyden dolayı sizi
alkışlıyor. Gerçi daha önce birkaç kez tahtaya tek başıma ya da birkaç arkadaşla çıkmışlığımız vardı.
TÜBİTAK sınavlarında bölgesel dereceler ve Bilim Teknik dergisine yolladığımız makalelerden
değil tabii, bir daha şunu yapmayacağım, diye başlayan konuşmalar için.
GİTTİ VURAL’IN KAFASI, GELDİ DİSİPLİN ODASI

Bir keresinde, teneffüste geniş bahçede koşturup duruyorum, birden diğer sınıftan Cüneyt’in bana
küçük bir taş attığını, ardından da hâlimi hatırımı sorduğunu yazarak başlayayım. Cüneyt, bizim müdür
yardımcımız Ayla Hanım’ın oğlu. Kardeşi var, Nükhet. Cüneyt’le yıldızlarımız hem gökyüzünde hem
de yeryüzünde değişik yerlerden doğduğundan birbirimizi pek sevmezdik. Bacısı hem sakin hem de
güzel bir kızdı. Benimkinden bir yaş daha büyüktü. Onunla konuşur Cüneyt’le de o günkü şartlar neyi
gerektiriyorsa onu yapardık. Bu olay kırmızı kurdele aldığım günlerden öncesindedir.
Neyse, ben de ona bir taş salladım, hâliyle benim attığım daha büyük. O bana, ben ona derken bana
taş atanlar üç kişi falan oldu. Baktım, olacağı yok; aralarına doğru avuç büyüklüğünde bir mermer
parçasını “ya Allah” deyip savurdum. Ardından da sınıfa doğru tüyme derdindeyim; veletler karşı
şubeden çünkü. Ama mermer, bana taş atanların kafaları daha sert; ben neme lazım yumuşak başlı
birini bulayım, diye gide gide suçu günahı olmayan Vural’ın kafasına vurdu. Dediğim gibi çocuk zaten
yumuşak başlı, melek gibi bir çocuk, atılan taş Cüneyt’in kafa ölçülerine göre hızlandırılmış, hâliyle
Vural’a ağır geldi. Olayın bir tesellisi varsa Vural da B şubesinden; ama hafifletici sebep değil tabii.
Haklı olarak Vural da, o güne kadar çıkmayan ne kadar sesi sedası varsa joker hakkını kullanarak
bağırmaya, ağlamaya başladı. Çocuk, kafasından sızan kanı gördü ki tutana aşk olsun. Başımdan aşağı
kaynar sular döküldü. Zaten sabıkalıyız, bir de yediğimiz halta bak.
Hâlâ ilkokulda var mıdır bilmiyorum, bizim zamanımızda değişik kollar olurdu, bunlardan biri
disiplin kolu. Her sınıfın kendi seçtiği iki tane öğrencisi olduğu gibi büyük sınıflardan birkaç tanesi
teneffüste, bahçe ve koridorlardaki düzensizliklerle de ilgilenirlerdi.
Bu olay da öyle vaka-i adîyeden değil. Tam onlar için, sanki özenle hazırlanmış. Ortada tahrikten
tutun da müteharrike, suçludan mağdura; hatta kan ve gözyaşına kadar her şey var. Çocuklar derhâl iki
koluma girip beni müdürün odasına doğru götürmeye başladılar. Sağlık kolu öğrencileri aynı ilgiyi
Vural’a gösterdiler mi hatırlamıyorum. Tek hatırladığım işi başlatan Cüneyt ve tayfasının ortadan toz
oldukları.
Neyse, odaya vardık; Necla Hanım, Ayla Hanım zaten oradalar; kötü haber tez yayılır; bizim
öğretmenimiz de arkamızdan geldi; Ardından da Vural’ın öğretmeni, kareyi kurdular. Sınıftaki
durumumu bildiğimden, odadaki durum dört sıfır aleyhimize belli. Müdürün odasındayken bile büyük
sınıftaki çocukların kollarımdan tuttuğunu bugün bile hatırlarım.
Okulda ufak tefek haşarılıklar elbette oluyordu. Böyle adli olaylar ise ne sıklıkta olurdu; ben de
tam hatırlamıyorum. Az sonra Vural, kafasında koca bir sargı ve birkaç yerden bantlanmış bir pamuk
tamponla getirildi; üç kişinin kafasına yetecek malzemeyi Vuralımın başına harcamışlardı; Arap’ın
yağı çok bulması gibiydi manzara. Görüntü tek başına dört kadını tahrik edecek kadar vahimken
Vural’ın hem “ah, oh” diye sesler çıkarmasını hem de ağlamasını hesaba katın. Necla Hanım’ın; “Ayy,
gitmiş çocuk!” deyip vah vah demesi ortamı iyice gerdi; kadın haklı, Vural’ın babası okulun kapısına
dayanıp eti sizin, kemiği benim, dediysem kafa derisiyle ne işiniz var, dese söyleyecekleri hiçbir şey
yok. Ardından bana doğru höykürmeye başladılar. Ben ne de olsa daha birinci sınıfım, ağlamaya
başladım.
Yalnız kanıma dokunan bir şey var: Vural. Bunlar birbirlerine taş atıyorlardı, demek yerine
yalnızca ağlıyor. Hani bunlar falan dese, belki savunmayı oturtacağız. Baktım olacak gibi değil;
kulağıma asılan el canımı ne kadar yakmış olmalı ki; ağzım madem açık bari laf yapsın, diye durumu
bağıra çağıra anlatmaya başladım, sonunda da eğer dedim Cüneyt bana bunu gene yapsın, ben de
aynısını ona yaparım. Burada geçen isim, müdür yardımcımızı da yakından ilgilendiriyor. Bir de
benim öğretmenim olan Nesrin Hanım’ın eşi de babamı iyi tanır. Yok, arada sevgi ve tanışıklıktan
çok, tanınan adamın ne derecede tekin olduğu önemlidir bu durumlarda. Biraz fazla üstüme
gelindiğinden, biraz da olay deşildiğinde altından neler çıkabileceği az çok ortaya çıktığından tavırlar
biraz sakinleşmeye başladı. İşin babama kadar uzamasının kimseye bir yararı olmayacağını
anaokulundan ben zaten biliyorum, bu okuldakilerin de bunu sınamaya niyetlerinin olmamasıyla bir
daha yapma, bak çok ayıp, kardeşten özür dile, gibi nutuklarla olay kapandı. Cüneyt’in adının olayda
geçmesinin bana yararı olup olmadığını Ayla Hanım’a sormak lazım.
Bu olay, benim okul hayatımdaki disiplin nedeniyle müdür odasını ilk ziyaretimdir. Bundan sonra
benzer herhangi bir olay başıma gelmedi. Arbede sırasında olan Vural’a olmuştu ve çocukçağız
sapasağlam geldiği okulundan Hindu racalar gibi evine gidiyordu. Bizzat “ben vurduya gitmişti”
Vural.
KUYUDA KURBAĞALAR, SESLERİ KULAK TIRMALAR

Dedemin su kuyusuyla ilgili vukuatın babam tarafından örtbas edilmeye çalışılmasıyla ilgili
bahsettiklerimin de arkasındayım, söz ağızdan çıktı bir kere; anlatacağız artık.
Efendim, bu dedem diğeri, babamın babası. Şimdi sevmesin beni, gerçekten çok severdi.
Rahmetlinin o zamanlardaki geçim kaynağı değirmencilik. İki tane su değirmeni vardı. Harran
tarafından develerine buğdayı yükleyen Araplar, dedemin değirmeninin bahçesine buğday çuvallarını
getirirler, sonrasında da biraz para karşılığında, emanetlerinin karşılığında un çuvalı olarak geri
alırlardı. Urfa’nın o sıcağında yanıp tutuşmamak için bembeyaz, uzun bir entari giyerdi dedem.
Başında da bir beyaz takke olurdu. İşi de unla ilgili, adamın beyaz dışında bir yanı olmazdı hâliyle.
Beni o kadar severdi ki değirmende olsun ya da işi bittiğinde çarşıya giderken olsun her daim
yanındayım. Rahmetli amcamın adını taşımam ve dedemin ilk erkek torunu olmam bu sevgisini de
artırmış olabilir. Urfa gibi yerlerde, erkek çocuk çekip koparmayanlar için bayağı makbuldür.
Dedem, babaannem ve küçük amcamın aynı evde yaşadığı yıllar anlattığım. Koskoca avlusunda
evin tüm su ihtiyacının karşılandığı bir kuyu var. Koskoca bir dut ağacımız var ki gölgesi neredeyse
tüm avluyu kaplıyor. Ev iki katlı, alt katta mutfak ve üç büyük oda var. Üstte de oda yerine koskoca bir
dam. Dam o bölgede yaşayanların bir yerde yazlığıdır. Sıcaklar bastırdığında yukarıya cibinliği
kurarlar ve onun içinde uyurlardı. Cibinlik de olmasa sineklerle başa çıkmanın yolu yoktur.
Annemle kız kardeşim Ankara’daki dedemin evinde kalmışlar; ben ve babam Urfa’ya gelmişiz.
Halam evleniyor. Düğün hediyesi olarak aldığımız halıyı otobüsün bagajına koyduk ve ver elini Urfa.
Baba oğul ağır aziz avluya girdik; dedem görünce sevinçten ne yapacağını bilemez olmuştu; hiç
unutmam. Eşyaları yerleştirdiler, halı babaanneme emanet edildi. Akşam yemeği, masal falan derken
benim için hazırlanan cibinlikli yatağın içine yatırdılar. Akça pakça, bembeyaz, sarı saçlı misafir
gelmiş ki sineklere kaptırmak hiç olmaz. O zaman dört buçuk yaşımdayım. Kız kardeşim bir yaşında,
uzun yola ve sıcağa dayanabilecek durumda değil; annemle birlikte diğer dedemin yanına emanet
edilmiş. Ankara’daki dedem, bizi nasıl da mutlulukla Urfa’ya yolculamıştı; bugün bile gözlerimin
önündedir. Yol da uzak nasılsa bir iki aydan önce dönmezler, diye düşündüyse de bana o gün herhangi
bir şey söylemedi.
Urfa’ya alışmak, oyun oynamayı seven, hareketli biri için çok kolaydır. Kocaman avlu içinde
dedemin tavukları, horozu, civcivleri, yok yok. Dedem değirmenin önünden her gelen geçene beni
gösterirdi, “Ali’nin oğlu” diye, sonra da rahmetli amcamın adını da taşıyor olmamın hüznü ve
gururuyla adımı söylerdi. Bir kısmı yanaklarımı okşar, bir kısmı uzaktan bir şeyler söyler, geçer
giderlerdi. Değirmene su taşıyan kanalın çıkışında amcamla babam tatlı su balığı tutarlardı.
Urfa’nın yeme içme kültüründe balık pek yoktur, genelde bulgur, et ve çeşitleri. Bir şekilde alışıyor
insan; düşünün dedem sabah kahvaltısını yaz sıcağında kazan kebabıyla yapardı. Gerçi dedem, Urfa
için bile boğazıyla bir gurur kaynağıydı.
Bu arada halamın evlilik işi aradan çıktı. Süleyman enişteyle de tanıştık. Harran Kapısı denen
semtte oturan ve orada büyümüş, ilkokul öğretmeni birisi. Eniştemi görür görmez güzelliğiyle
dikkatimi çekmiştir. Sammy Davis Jr.’u bilen bilir, bence Sammy yalnızca Davis olmalıymış, Jr. ise
kesinlikle benim enişte. Yani bir insan bu kadar mı güzel olur? Gerçi rahmetli halam da biraz asabi
mizaçta, ters biriydi.
Amcamın Urfa’dan çalışmak için bizim oturduğumuz askerî lojmana gelirken Kapaklı Pasajı’ndan
çakmak falan alıp geldiğini yazmıştım, konuyu dikkatle takip edenler bilir. Biz de baba oğul o pasaja
gittik, her türlü değişik mal orada. Dünyanın her neresinden kaçak olarak yurda ne sokulmuşsa orada
bulurdunuz. Ben o zaman dört buçuk yaşındayım ve benim ilgimi özellikle saatler ve kahve değirmeni
çekecek değil elbet, ben oyuncak derdindeyim. Aradığımızı da bulduk: Pilli bir otobüs. Çin malı, dört
pille çalışan, yakından kumandalı bir şey. Rengi kırmızı. Duvara toslayınca, yav ne yaptım ben
yolculara ayıp oldu deyip kendi kendine yolunu bulma özelliği var. Bir de çok ilginçtir düdüğü vardı.
Çinli nasıl yaptıysa artık, o değişik sesli mereti üflediğinizde otobüs çalışıyor, tekrar üflediğinizde
duruyordu. Ben boşuna Çin pavyonu diye yırtınmamışım zamanında.
Düğün telaşesi bitmiş; herkesin nispeten kafasını dinleyebildiği zamanlar. Urfa sıcağı kasıp
kavuruyor. Dedem, dedemin amcası ve amcasının oğlu da dedemlere gelmişler düğün için. Kahvaltı
faslından sonra evdekiler sırayla dağıldılar. Dedem değirmenden ayrılamıyor, mecburen evde.
Babaannem halamı ve diğer bir iki hemcinsini aldı, hamama gittiler. Evde dedem, babam ve ben
varız. Babam şekerlemeyi sever, demiştim; damda uyukluyor; dedem arada bir değirmene gidiyor;
ben de çevreye bakınıyorum, civcivler falan derken zaman geçiriyorum. Avlunun ortasında da su
kuyusu, mahzun, yalnız bir başına duruyor.
Can sıkıntısı kendi kendine bir yere kadar geçiyor; sessizliği kurbağa sesleri bozuyor. Bana kalırsa
da kurbağa sesleri su kuyusunun içinden geliyor. Kurbağayla mücadele kime düşer, tabii ki evde
bulunan o andaki en büyük erkeğe. Erkek de benim, tek silahım var; onu da yanımdan ayırmıyorum;
istemesen de seninle geliyor zaten. Kuyunun başına geldim, biraz kulak kabarttım sonra silahı
çıkardım, kurbağalara doğru hamle yaptım. Gerçi hedefin tutup tutmadığından emin değilim. Zaten
sesleri de kesilmedi; kesilen tek şey benim cephanem, musluk değil ki meret, bir saat açık kalsın.
Neyse ben takımı topladım; bu sırada dedem değirmenden gelmiş, avluya giriyordu. Kuyunun
ağzındaki damlalara baktı. O sırada babam da şekerlemesini tamamlamış, damdan merdiven
yardımıyla avluya iniyor. Dedem, dindar adamdı; gerçi şakacıydı Allah’ı var. Ama öncelikle
dindardı. Hani başkasının kuyusuna işesem bir ömür anlatır gülerdi de konu evin tek kuyusu olunca iş
değişiyordu. O su, evin her şeyi, en başta da namazdan önce adam, abdesti o suyla alıyor.
“Oğlun kuyuya işemiş” dedi; babam “Hiç olur mu baba?” dedi. Olur mu, diyor; ama göz ucuyla da
kuyunun kenarından başlayan damlalara bakıyor. İki saattir kuyudan su çekilmediği için damlalar
dikkat çekiyor. Dedem bana sorsa söylerim de bana soran yok gibi. Baktım olmuyor; babam dedemi
tam ikna edip vazgeçirecek; sorumluluk duygum ağır basıyor, “Kurbağalar ölsün diye işedim”
deyiverdim. Babam tam olayı örtbas edecekken konuşmam işi değiştirdi tabii. Dedem gördün mü bak
gibisinden babama söylendi; babam “Çocuktur ilgi çekmek için öyle diyor” falan diye ısrar ediyor.
Ben de bir yanlışlık olmasın diye tekrarlıyorum: “Kurbağalar ölsün diye yaptım!” Babam da iyi halt
yemişsin, der gibi bana bakıyor.
Artık güneşin sıvanacak hâli kalmadı, olay açık seçik ortada. İnanış gereği de suyun tekrar kuyudan
içilebilir hâle gelmesi için kuyudan, yazıyla üç yüz altmış beş, rakamla 365 kova suyun çekilip
çevreye dökülmesi gerek. Böyle bir uygulama belli ki kuyuya nasılsa işeyen biri çıkmaz diye
zamanında ortaya atılmış ve muhtemelen de ilk kez konuşulur hâle gelmişti. Dedem, olmaz Allah
olmaz, illa “Bu kadar suyu kuyudan çekip dökeceğiz” diyor; babam “Yahu baba çocuktur hiç yapar
mı?” diyor; gürültü patırtı sırasında babaannemler hamamdan geldiler. Eşyalarını içeri koymak için
avludan geçip alt kata girdiler; daha tam olarak olaydan haberleri yok.
Birazdan amcayla dedemin amcaoğlu da geldiler. Dedemin amcası da dedem gibi, sayı ve dayak
arasındaki orantıyı bilmiyor, “365 kova su çekilecek yoksa mekruhtur” diyor. Yaşım büyük olsa, “Be
amcam, yeni kuyu aç daha kolay, bu yaz sıcağında kim uğraşır o kadar kova suyla” demenin tam
sırası; ama neticede yaşımız ancak kuyuya işemeye yetiyor. Bu arada dedem ve amcası hem
homurdanıyorlar hem de kova kova su çekiyorlar; arada bir babam da yalancıktan üç beş kova suyu
çekip avluya boşaltıyor.
Babaannem, halam ve hatırlamadığım bir kadın daha vardı; evden çıkıp yanımıza geldiler. Olayın
aslı astarını öğrendiler, bir yandan da dedeme bakıyorlar. Urfa gibi yerde hamamdan çıkıp o sıcakta
susamış olarak suyun kenarına gelmiş insanları bir düşünün. Bir de altmış, altmış bir diye kovayla su
çekip avluya boşaltanları gözünüzün önüne getirin. Babaannem olgun, sevecen bir kadındı. “Daha ne
kadar su çekeceksin Kasım?” diye dedeme sordu. Dedem doksanıncı kovada; geriye kalmış iki yüz
yetmiş beş kova.
Kadınlar hele böylesine susamışken, yahu küçücük çocuğun şeyinden ne olur falan demeye
başladılar; babaannem, valla ben içerim arkadaş, deyip suya tası daldırdı. Zaten yalnızca dedem suyu
tahliye edip aklınca temizliyor, tek başına doksan küsur kova çekti, o da pes etti; zaten çişinin
tamamını yapmamıştır, diye söyleniyordu değirmene doğru yürürken.
KARNE ALIYORUM; BEN İSTEMEDİM, ONLAR VERDİLER

Tekrar kurdelemize geri dönelim. Kırmızı kurdelem takıldı. Göğsümde okuma yazmayı söktüğümü
gösteren belgem, dersten çıkıp eve gelişim ve eve girdiğimde annemin bu tabloyu görüşü... Altın
kemer takmışım da Kırkpınar’dan köyümüze gelmişiz sanki; annemin bir “ay ay ay” deyişi var, bana
bile fazla. Madem böyle sevinecektin daha önce alırdım, desem annem bozulur diye sözümü de
yuttum. Annemle kırmızı kurdele alış faslını ve sınıfta olan biteni bir tamam konuştuk. Pehlivan
tefrikası gibi anlatıyorum; ne verdilerse okudum, havadakini, uçanı kaçanı ne sordularsa söyledim
anne, diyorum annem de maşallah oğluma, diye beni bir güzel dinledi, demek anacağızım bu okuma
işinden hepten ümitsizmiş.
Akşam babama ve işten gelen amcama da tebligatı yaptım. Babam pek sallamadı. Bahsetmiştim,
babam öğrenciyi gözünden tanırdı. Aferin falan deyip geçiştirdi. Gerçekten de kırmızı kurdele
teşvikiyle okuma da sökülünce bahanemiz kalmadı, yok şunu anlamadım, yok bunu anlamadım, gerisi
çorap söküğü gibi geldi okul hayatımda.
Esas mesele benimle amcam arasında. Amcam okuma konusunda çok hassastı. Bu, kendi okumayı
çok severdi, deli divane olur, kitap bulamazsa krize girerdi, anlamında değil; ama ben okumayı söküp
de kurdeleyi gösterince bayağı bir duygulandı. Çakı konusunda da hiç nazlanmadı. Gerçekten de
fosforlu, pırıl pırıl, kırmızı bir sapı olan çok güzel bir çakıydı.
Askerî lojmanlarda neredeyse yarım sömestir bitiyor. Şubat tatili burnumuzun dibine gelmiş;
yakında karneler alınacak. Okula gidip geldiğim günlerde, hani karne verilsin de ona buna
göstereyim, derdim hiç olmamıştır. Maksat okula ara verilsin kafamızı dinleyelim. Önemli olan sonu
iyi olsun, arada ne olacak ki zaten. Bir süre sonra sorumluluk duygusu ister istemez gelişiyor. Öyle bir
hâl aldı ki çantamı akşamdan hazırlar hâle geldim.
Bugün karne alıyoruz. Sabah annem saçlarımı daha güzel taradı, daha doğrusu zorla taradı işte.
Göğüs cebime temiz mendilimi de yerleştirdi. Bugün uslu ol, karneni alınca öğretmeninin elini öp,
diye de uyardı. Anladım, dedim. Notları yazmadan öpsem daha iyi olmaz mıydı, geç kalmış olmasak
bari anne, demeden evden çıktım; ama bu konuda kafam karışık. Paltom sırtımda, elimde çantam,
okula doğru yollandım. Şubat bayağı bir ayaz yapardı.
Sınıfta her zamankinden daha değişik bir hava var. Okul hayatımızdaki ilk karnelerimiz alınıyor.
Herkeste bir neşe, bir gülücük değmeyin gitsin. Benim o güne kadar olan tek karnem var, onda da
ağzına kadar penisilin yazıyor. Okula başlayacağım yılın yaz başında bademciklerim alınana kadar
her ay iğne, ilaç canıma yetmiştir. Dondurmaya hasret büyüdüm. Kardeşimin de benim tam aksime,
Allah şifadan etmesin “öhö” demişliği olmamıştır büyürken, onun “öhö”leri de hep bana kalmıştı.
Bademciğimin alınışını anlatmadan, karneyi bir alayım da konu güme gitmesin. Öğretmen, öğleden
önceki son derste elinde bir tomar karneyle sınıfa girdi. Hepimiz heyecanla bekleşiyoruz. Sırayla
dağıtılmaya başlandı. Bana geldi; 221 Ahmet! Öğretmene doğru giderken önce öpecek miyim yoksa
karneyi mi alacağım, diye de düşünüyorum. Meğer öğretmenimiz benden de çok hazırlanmış, nasıl
sevinçli, hiç olmazsa yarım gitti, kaldı dört buçuk, diye aklından geçiyor. Karnemi verdi; ben de elini
öptüm. “Tatilde bol bol kitap oku” dedi bana. Hani burada bir halt okumadın bari evde bir şeyler yap,
anlamında.
Sırama oturdum, notlara bakıyorum. Karneyi aslında iyi toparlamışız pek zayıflardan sonra. İki
tane iyi var, bir tane orta, gerisi hep pekiyi. Derslerde sorun yok; aldığım orta, arkadaşlarıyla
geçinebilme alışkanlığından. Hâlbuki Göksel’le koklaşıp yaptıklarımız beş karneyi donatır ya, belli
ki öğretmenimiz o sıralarda diğer çocuklarla meşguldü. İki tane de iyi, birisi düzenli olarak çanta
defter gibi alışkanlıklarla ilgiliydi hatırladığım kadarıyla, diğeri de grup hâlinde çalışabilme
alışkanlığından. Bu grup işinde de hakkım yenmiş belli. O kadar fasulyeyi sınıfa dağıtmam göz önüne
alınmadan değerlendirilmiş. Notu görünce kendime de kızdım, fasulyeleri arkadaşlardan geri almasa
mıydım acaba, diye.
İşin orta kısmı, arkadaşlarla geçinebilmeyle ilgili. Belli ki müdürün odasındaki durum belli ki göz
önüne alınarak notum yazılmıştı. Bunun nedenini de anlayabiliyordum; ama benden alınan iki notu
Vural’ın karnesine eklediklerinden emin değilim.
Ve on beş gün okul yok. Ama bu arada bir mucize olmazsa iki hafta sonra tekrar okul var. Günler
kıymetli ne yapsak, ne etsek diye düşününce insan sevindirik oluyor. Ama boşuna sevinmişiz, ara
tatilde yapılacak ödevleri burnumuza dayadılar. Sayılarla ilgili olan var ki bunu, Remzi Amca
öğrencilerine yapmamıştır. Birer birer bine kadar deftere yazılacak. Bir de yazmayla ilgili olan var;
“Kış Baba” diye bir okuma parçası. Bu da aynen deftere yazılacak. Bu ikisi iki ay alır; ama nedense
on beş güne sığacağı ihtimali göz önüne alınarak bizden isteniyor. Hâliyle heves kalmadı. Okulda
daha iyiydik, hiç olmazsa yazıp çizme mecburiyeti en azından benim için yoktu. Verilenler, bir bu
kadar daha başka şeylerle ilgili olarak devam ediyordu. Bugün bile hiç abartmıyorum, o ara tatilinden
nefret ettiğim kadar hiçbir tatilimden nefret etmemişimdir.
Eve geldim süngüm düşük. Çanta bir yana, karne bir yana. Annem karnemi aldı, evirdi çevirdi,
bayağı bir inceledi, ara tatilde okuma tavsiyesini gördü öğretmen notları kısmında. Arkadaşlarınla
daha iyi geçin oğlum belli ki şikâyet var, gibisinden bir şeyler söyledi annem. Gene de buna şükür,
dedi kadıncağız. Hatırladığı son karne amcamın getirdiğiydi. Benim karne, amcamın karnelerinin
yanında zemzemle yıkanmış gibiydi hâliyle. Derslerden zayiat yok karnemde, davranışlar biraz akıl
karıştırıcı, hepsi o kadar. Akşama babam geldi. Kırmızı kurdeleyi sallamayan adam, karnemi alır
almaz hemen iki nota baktı; hiç unutmam. Hayır düşündüğünüz gibi değil, Türkçe öğretmeni olabilirdi;
ama babamın ilgilendiği iki not oldu: Hayat bilgisi ve matematik. Onlarda hasar olmadığını görünce,
ilk kez okulla ilgili bir şeyden dolayı bana, aferin dedi. Ödülün büyüğü evdeymiş demek ki; “Aferin
oğlum”...
HARİTA

Efendim bazı olaylar ancak yaşayan tarafından anlatılabilir. Ben ne kadar uğraşsam didinsem de
Şerifimin anlattığı gibi bu harita meselesini anlatamam. Siz iyisi mi bunu erbabından dinleyin.
Erbabından birinci el, temiz harita konusunu okuyadurun, ben birazdan devam ederim, dilimiz
damağımız kurudu çünkü.
Yeni taşındığımız bu yerde okula başladım. İkinci sınıfa gidiyorum. Ahmet civanım henüz birinci
sınıfı idrak etmekte. Gerçi çıkardığı patırtı gürültü birkaç sınıfa yeter; ama kâğıt üstünde birinci
sınıftaydı arkadaşım.
Okulumuzun adı Şehit Pilot Bülent Okan İlkokulu. Ablam Bengül ise beşinci sınıfta. Ablam nedense
benimle pek görülmek istemiyor. Gerçi bir süre sonra okulda ünümüz iyice yayılınca ablamı da ister
istemez tanımaya başladılar. Yine de ablam pek bana bulaşmak istemiyor. Bir de nasıl çalışkan, zeki
ve tertipli düzenli anlatamam. Anket yapsalar kimse kardeşi olduğuma inanmaz.
Ben de yeri gelse ortam olsa da kendimi ablama bir ispatlasam diye düşünüyorum. Ve o gün geldi
çattı. Ders sırasında Necmiye Vural Hocam bana: “Şerif çabuk 5-A sınıfından ispirtolu kalem al gel”
dedi. Öğretmenim beni ya becerikliyim diye gönderdi ya da tedrisattan bir şey almıyor bari getir
götür işlerine yarasın, diye düşündü.
5-A ablamın sınıfı, duyar duymaz yerimden şahin gibi fırladım. Koridora çıktım, ablamın sınıfına
doğru yürüyorum. Meretin adını da ilk kez duymuşum. Sınıftan içeri girmemle öğretmene doğru
yürümeye başladım. Ama öğretmen bana bakıp garip el kol hareketleri yapmaya başladı. Gel-git falan
gibi. Sınıfta bir gülüş, bir kahkaha herkes dönmüş ablama bakıyor. Ablam da gururla başı önünde.
Öğretmen: “Oğlum, niye haritanın üzerine bastın!” dedi.
Döndüm baktım yere çok büyük bir dünya haritası sermişler. Dört harita bir arada yan yana
duruyor. Sırayla İtalya, El Salvador ve Arjantin’de benim ayak izlerim var.
Ben öğretmene döndüm. Bir gözüm öğretmende bir gözüm ablamda “Bak, yiğidin ne zorlu görevler
üstlenmiş” bakışı.
“Necmiye Hanım acele ispirto istiyor” dedim.
Öğretmen: “Oğlum burası Tekel mi?” dedi kıkırdayarak.
Ben ablama dönerek, yolda ezberlediğim tek sözü ellerimi göğsüme vurarak tekrarladım:
“Öğretmenimiz acele ispirto istiyor!”. Arkasından da devam ettim; “Koca sınıftan beni gönderdi”.
Öğretmen benim kısa; fakat heybetli oluşumun yanı sıra kibarlığımdan ve yakın arkadaşı bir
öğretmenin alkol krizine girmesinden şaşkın.
“Sen git, öğretmenin ne istiyor bir daha sor” dedi.
Ben ablamdan gözümü ayırmadan pat pat sınıftan dışarı fırlarken “Yavrum haritaya ne demeye
basıyorsun” diye seslenildiğini duydum.
Koşarak sınıfımıza girdim. Arkadaşlarım kıkırdamaya başladılar. Ama benim üzerimde üç beş
farklı duygu bir arada, ablam, öğretmenimiz, istediği zamazingo ve ortamdaki seyirci baskısı, ben
artık kopmuş durumdayım.
“Istorpa yokmuş” dedim.
“Şerifçiğim, ispirtolu kalem istedim senden” dedi.
Benim duymamla kartal gibi dışarı fırlamam bir oldu. Yolda ispirtolu kaleme iyice konsantre
oldum, artık hiçbir şey bana unutturamaz.
Daldım içeri, dikildim hocanın karşısına, nefesimi alıp verdikten ve sınıftaki kahkahaların
dinmesini bekledikten sonra bir ablama, bir hocaya baktım: “Necmiye Hanım, Ispartalı kalem istiyor”
dedim. Sınıf gereksiz gülüyor.
Sınıftan bir ses: “Adanalı olmaz mı? Hi hoh ha”.
Hoca: “Oğlum sen bu haritaya üçtür niye basıyorsun?” Hoca ağlamakla gülmek arasında
dudaklarını kemiriyor. Ben şöyle geriye bir döndüm, baktım. Gerçekten de Grönland, Hindistan,
Rusya toz toprak içinde kalmışlar.
Tüm sınıf ablama dönmüş gülüyor, bana bakan yok. Ablam da yiğidin harman olduğu yerden
geliyor, tevazuyla yere bakıyor ve gururla başını sağa sola sallayarak tebrikleri kabul ediyor.
Hocadan kalemi kaptığım gibi fırladım sınıftan. Çıkarken ablama son kez baktım normalin yarısı
kadar olmuştu. Arkamdan son kez ve yüksek sesle: “Basmasana oğlum haritaya, meczup musun,
nesin!”.
Kalemi Necmiye Hanım’a verdim. Alnımdaki terleri Spartaküs gibi sildim. Zaman asırlar gibi
geçmek bilmemişti. Ablam olayı evdekilere hiç anlatmadı, şımarmamı istemedi.
ARTIK BADEMCİKLERİM YOK!

Efendim, siz Şerifimi dinlerken ben de biraz kendime geldim, kaldığımız yerden devam edelim.
Ben karne almadan bir önce, ağzına kadar penisilin yazan bir karnem daha olduğundan da söz
etmiştim. Gerçekten de haşarılıklar yetmezmiş gibi benim bir de ayda bir yatak döşek durumunda
bademcik enfeksiyonu olma alışkanlığım vardı. Özellikle de ay sonuna doğru olurdu ki maaşın
bitmesine yakın günler olsun. Hastalık deyince aklınıza iki öksürük, üç aksırık gelmesin. Kodu mu
oturtan, beni yerimden kaldırmayan cinsindendi. Benim de hangi şartlar altında yerimden kalkmadan
bir yerde sabit kalabileceğim şimdiye kadar malumunuz olmuştur; yok olmadıysa, artık zaten
okumayın.
Ayın yirmili günlerinin ortasına doğru benim de boğazımın muayyen günleri başlardı. Önce hafif bir
hâlsizlik, ardından hafif bir boğaz gıcığı ve Muhterem Nur tarzında inceden başlayan “öhö”ler. Gelen
ilk haberlerden sonra cümbür cemaat ateş, bulantı, duruma göre kusmalar ve sağlam bir öksürük.
Öyle bir hâl almıştı ki artık evde yarım saat keyifsiz bir şekilde sabit kalmam annemi rahatsız eder
hâle gelmişti, gene “öhö öhö” geliyor diye. Ve ay sonuna doğru sağlık vergisi kapıya dayanır; biz de
doktorumuza yollanırdık. İzmir’deki doktorum Nazire isminde bir hanım. Benden aldıklarıyla bir ev
yapmıştır. Her şey bir yana, daha kapıdan girerken gözümden anlardı ne olup olmadığını. Babam
hastanelere dayanamazdı. Karnem olmasına rağmen muayene işlerinin çoğu dışarıda geçerdi; öyle ki
ilaçları bile çoğu zaman dışarıdan alırdık.
Bu hâlim altı yaşıma kadar böyle sürdü. Lojmanlara taşındığımızda da arada bir hasta oluyorum;
hatta Şerifim, oyun oynarız, diye beni evden almaya geldiği bazı seferlerden eli boş dönmüştür.
Burada siyahım civanımdan da bahsetmesem olmaz. O da kız kardeşim gibiydi maşallah. Ben
kendisini öksürürken ya da bugün keyfim yok, derken duymadım, duyan olduysa da bana bir şey
söylememişlerdi. Kış ayazında hırkayla gezse, soğuk, utancından yanına yaklaşmadan geçer giderdi.
Bu sağlamlığında ailecek yedikleri otun, nebatın faydası olmuş mudur bilemem.
Gene hasta olduğum günlerden biri askerî lojmandan çıkmış Balçova’ya doktoruma gidiyoruz.
İzmir’i bilen bilir, Balçova ile Çiğli, İzmir’in iki uç beyliği o zamanlar. Biz oradan Çiğli’ye taşınınca
doktorumuz da bizimle taşınsaydı mesele yoktu; ama artık şehirler arası yol gidiyoruz. Gerçi kadın,
cironun yarısını bizden yapardı, taşınsa da zarar etmezdi; ama ne de olsa çoluk çocuğu var artık
Balçova’da okula başlamışlar. Dere tepe düz gittik doktorumuza vardık. Daha içeri girince ne menem
bir şeyim olduğunu anladı tabii. Bu sefer yalnızca ilaç vermekle kalmadı, artık bademcikleri alınsa
iyi olur, dedi. Hemen oracıkta olsa vereceğim; ama bu onun işi değilmiş. Bademcik ne, iste gırtlak
senin diyecek durumdayız ailecek.
Babam sağlık konusunda gözümün gördüğü en titiz insanlardandır. Bir de evinin balkonundan aşağı
işediğim teyzemi bilirim. İkisi bir araya geldiklerinde orta büyüklükteki bir kasabadaki sağlık
kuruluşlarını üç gün meşgul edebilecek konuyu bulup buluşturabilirler. Bademciklerimin alınmasıyla
ilgili tavsiye babam için neredeyse artık ilahî bir emirdi. Can kulağıyla doktorumu dinledi. Kadınla
ben iki buçuk yaşındayken tanışmıştık. Tecrübesi ve yeteneğiyle beni bu yaşa kadar çeşitli kereler
kısa sürede tedavi de etmiş birisiydi. O nedenle, bunun bir an önce sünnet olması gerek yoksa hayatta
öksürüğü geçmez, dese ertesi gün okkanın altına ben gideceğim; babamdaki öyle bir güven. Arada bir
babam da nezle grip olurdu; ama o da içtiği sigaradandı. Üstelik benim kadar sık da olmadı. Ama ilaç
almaya bayılırdı. Anneme ayda yılda verilen vitaminleri bile neredeyse ortak bitirirlerdi.
Eve döndük. Ben, amcam ve babam, pazar günü doktora kadar gidip aynı yolu döndüğümüzde saat
öğleden sonralarıydı. Doktorumuzu pazar günü bile evinde bulacak kadar içli dışlıyız artık. Emir,
demiri keser, durumu var; ben bademciklerin nasıl alınacağını tam olarak bilmiyorum. Tek bildiğim
artık alınması gerek yoksa işler daha da kötüye gidecek. Gerçekten de artık ben de sıkılmaya
başlamıştım bu hastalık işlerinden.
Kulak burun boğaz uzmanı doktorumuza danışacağız. Önce dışarıda, Üçkuyular denen yerde
muayenehanesine gittik. Adam iyice baktı etti. Ağzımı fırın kapağı gibi açmamı istedi. İş bademcikle
bitmeyecek anlaşılan. O doktorumuz askerdi babam gibi. “Evet yüzbaşım, alınması iyi olur” dedi.
Çok fazla enfeksiyon olmaya başlamışsa okuldan önce alalım. Okula başlayacağım yılın baharında
oluyor bu yazdıklarım. Doktorumun adı Zühtü. Kafası kocaman ve üstü ütü tabanı gibi dümdüz iri yarı
bir adam. Bademciklerimi alma durumu olmasa adı dışında belki hiçbir şey aklımda kalmayacak.
Eve geldik; babam, anneme durumdan bahsetti, bir an önce yaz başlamadan alalım dedi doktor,
diye anneme bilgi verdi. Bana bir şey soran yok, oğlum alalım diyoruz; ama sen bademciklerini verir
misin, diye.
Hafta içinde annemle hastaneye gittik, yol dünyanın yolu, tahlillerim alındı. Daha doğrusu ben
idrarı seve seve verdim; kanı zorla aldılar. Sıra ciğer röntgenine geldi, belki gerekebilir diye
doktorum istemiş. Röntgen çeken teknisyen; sıra kalmadı, yoğunuz, falan dedi; ben bir tahlil eksiğiyle
annemle eve geri döndüm. İki gün sonra gene aynı gerekçeyle eve geldik. Babama, “Bugün de kısmet
olmadı” dedi annem. Babamın sağlık konusundaki hassaslığıyla, röntgenimin çekilmemesinin keyfiliği
birleşince ortaya çıkan ürün genelde yenmez, daha çok seyredilir bir şeydir.
Bu kez annem, babam ve ben hastaneye gittik. Aynı teknisyen gene orada. Babam, adamın kimlik
tespitini annem aracılığıyla yaptı, nedense bizim gittiğimiz gün bizden başka geri yollanan olmamıştı;
bunu da babam sıhhiyeci bir arkadaşından önceden öğrenmişti. Ama nedenini bilmiyoruz, meğer
teknisyen amca da nedenini bilmiyormuş ya da babamı görünce unuttu. Adam, benim boy boy
resimlerimi çekmekle kalmadı, aynı zamanda kendisi de üç beş poz çektirdi. Meğer olmuşken tam
olsun derdindeymiş; biz annemle yanlış anlamışız. Göğüs filmime baktım; annem haklıymış; oğlum
yemeğini bitir; kemiklerin sayılıyor, derdi bana hep.
Tahlil ve röntgen sonuçlarımdan sınıfı geçmişim, artık alınan ameliyat gününün gelmesini
bekliyorum. Mayıs ayının başı. İzmir’de havalar tam yaşanacak cinsten. Ameliyat konusu öyle hafife
alınacak bir konu değildir; insan dostuyla konuşmadan kolay kolay karar veremez. Ben de Şerifim bu
konuda ne der, ne derse güzel der, diye aldım yanıma bademciklerimi, vardım yanına.
Arkadaşımla yaklaşık bir haftadır koşuşturmalardan dolayı görüşemiyoruz. Ben durumu dilimin
döndüğünce anlattım. “Artık şartmış” falan dedim. “Ne zaman?” dedi. “Bilmem” dedim. Annemler
biliyor; ama ben bilmiyorum. İki eli cebinde, dudakları büzük durumda. Böyle oldu mu kafa hafif
karışıktır. Hani aklına daha iyi bir doktor geldi de onunla benim hatırıma bağlantı mı yapacak, diye
insan düşünmeden edemiyor. Ama düşündüğü o değilmiş; “Ameliyatı olacak mısın?” dedi. Aklıma hiç
gelmemişti. Bademcikleri zamana bırakalım, Allah’ından bulsun, boş ver, der gibisinden düşündüm
bir ara. Ama dostumun demesi; bir arkadaşımız olmuştu, “Ameliyattan sonra her bir şeyi
yiyemiyorsun” dedi. “Niye ki?” dedim, “Orasını bilmiyorum; ama yiyemiyorsun” dedi. “Sonrayı
beklemek gerekiyor” diye ilave etti.
Bir süre konu aramızda gidip geldi, bu kez Şerif, “Dedenlere de haber verecek misiniz?” diye
sordu. Hoppala, bak bu da aklıma gelmemişti, demek bütün sülaleyle helalleşmek gerekiyormuş, diye
düşünürken dostum devam etti; “Ben sünnet olacağım zaman herkes gelecekmiş” dedi. Burada ben
biraz duruldum. Hâliyle insan tedirgin oluyor. “Doktor tahlil yaptırın” dedi; “Ama dedene de haber
ver demedi” diye devam ettim. Bu kez Şerifim; “Ben bilmem; babam söyledi; Demirci’den amcamlar,
dayımlar, hepsi gelecekmiş” dedi. Gerçi olayın bademcik boyutunda olması bir benzerlik yaratmıyor
değil; ama vücuttaki yer konusunda iş farklı. “Ben, eve gidince konuşurum” dedim. Bir yandan da
düşünüyorum annemlere çifte masraf çıkacak diye.
Neyse gün çocuk oyunuyla çabuk geçiyor, eve geldim. Babam haberi verdi; “Yarın hastaneye
gidiyoruz”, ardından da o yaşta bademciklerini aldıran her erkek gibi benim de aslan olduğum ortaya
çıktı; “Aslan oğlum”. Lojman sınırlarında ufak tefek kahramanlıklarımız olmuştu, o kadar marifetimiz
var; geçmişimizde hiçbir iltifat yok, bademcikleri aldırmaya giderken “aslan oğlum”. Belli ki maraza
çıkması istenmiyor. Annem hastanede gerekebilecek terlik, pijama, ıvır zıvırları hazırladı.
Gece uyuyabilirsen uyu. İşin adı bile adamı titretecek cinsten. Kaldı ki sağolsun ameliyatı yapacak
olan doktorum bile başlı başına Ferdi Amca’nın kâbusu gibi bir şey. İstese aletsiz edavatsız yanından
geçenin bademciklerini alacak tipte biri, desem abartmış olmam.
Hastaneye vardık. Üçkuyular’daki hava hastanesi. Odamız deniz manzaralı. O gün zaman geçsin
diye babam bana iki tane çizgi roman getirmişti. Bu sefer annem bile ses etmedi Zagor’a, Tom
Miks’e. Anladım ki iş sandığımdan da vahim, ne yapsam gıkları çıkmayacak. Pijamaları giydik artık
doktoru bekliyoruz. İçim kıyılmış; ama bir şey yemek yok. Ameliyat olacağım için önceden
tembihlenmiş durumdayım. Babamın bu konulardaki hassasiyetini de bildiğimden suya sabuna bile
bakmıyorum.
Böyle durumlarda insan inadına daha çok susuyor tabii. Benim canım çeker falan diye de annemle
babam bile aç biilaç hastanedeler. Zaten ikisinde de iştah miştah yok. Kız kardeşimi eve bırakmışız;
yanında babaannem var. Merakla evde sonucu bekliyorlar. Bademcikler alınacak mı, yoksa son anda
bir ara yol bulunur mu, diye.
Biraz sonra bir hemşire geldi, bana çocuk boyunda bir önlük verdi. Pijamalar çıkacak, bir tek
donla kalacağız. Neyse hemşire odadan çıkınca ben maraza hakkımı kullandım; ama pijamayla
olmuyormuş. Önlüğü giydim, bir hemşire, bir de hastabakıcı yardımıyla ameliyathaneye doğru
yürüyoruz. Annem gene iyi dayandı, ağlama sızlama yok, hayırlısıyla dönüşümü bekliyorlar.
Ben ameliyathaneye geldiğimde içeride bir teknisyen, pijamalısından iri yarı bir er ve benim
doktor duruyor. Kıyafetleri giymiş hazır bekliyorlar, benim itiraz etmeden bademcikleri vereceğim
konusunda aralarında anlaşmışlar belli, hepsinin yüzünde bir rahatlık var. Biz ne ameliyatlardan
çıktık, bu ne ki, diye beklemişler beni, sonradan anladım.
Önce er oturdu ameliyat olacağım koltuğa, ben de kucağına; kollarımdan sıkıca tuttu. Ben, hop mop
ne oluyoruz dememe kalmadan boynuma bir naylon önlük daha geçirdiler. Bu andan itibaren olan
biteni size yazsam, altı yaşındaki birinin üç kişiyle yaptığı göğüs göğüse muharebeyi gözünüzde
canlandıramayabilirim. Yalnız bacağımı kurtardığım bir anda doktorun kaval kemiğine tekme attığım,
karşılığında sıkı bir tokat yediğimi ve bağırıştığımızı, ağzımın açık olduğu anlarda da
bademciklerimin alındığını söyleyeyim yeter. Normalde on dakika sürüyormuş çocuk bademciği;
benimkisi yarım saat kadar sürdü, bunun yirmi dakikası arbedeydi. Çıkarken doktora teşekkür ettiğimi
hatırlıyorum; adamcağız, ben ona bağırırken yüzüne sıçrayan kanları siliyordu hâlâ. Teknisyen, beni
odama getirdiğinde maşallah oğlunuzun ağzı ne kadar da pis, gibisinden bir şeyler söyledi, hâlbuki
bir gece öncesinden fırçalamıştık.
O gece sütten başka bir şey yok, Şerif haklıymış. Neyse dedik yarın eve gidince sıkı bir şeyler
yeriz artık. İki gündür aç bilaç ortada geziyoruz. Eve gelirken babamın eline yeme içme listesi
verdiler. Daha doğrusu o listeye ne lüzum vardı ki bir hafta aç kalsın, yaşarsa pansumana getirin,
deseler yeterdi.
Her şey bir yana inanılmaz gelebilir; ama insan o bir hafta boyunca iki şey özlüyor, yeşil erik ve
ekmeğin kabuğu. İkisinin de babama verilen listede olmadığını yazmama gerek var mı ki...
SİYAAH BEYAAZ! YOK; BEŞİKTAŞ DEĞİL, TELEVİZYON…

Bademcikleri kaptırdığımız zamandan gene ilk sömestir tatilime geleyim. Arada ameliyatım
kaynamadı, önemli olan da bu. Demiştim ben böyle ara tatil yaşamadım, diye. Her gün sayfa sayfa
yazıyorum, sayılardan sıkılınca “Kış Baba”yı yazıyorum, yazmaktan bıkınca sayılarla birdir bir
oynamaya başlıyorum, anlayacağınız değmeyin keyfime, burnuma kadar geliyor artık. Gözlerimin
önünde bütün gün harf, rakam uçup duruyor. Şubat tatili diye ayaz mı ayaz bir hava var, dışarı çıksan
ilaç niyetine kedi köpek bile yok. O zamanlar her evde televizyon yok demiştim, bizim evde de
olmadığı günler. Gerçi babam TV almayı düşündüğü an anten hazır; ama şimdilik öyle bir şey de
düşünmüyor. Size zevksiz bir ara tatili yazacağıma televizyon konusunu anlatayım da canınız
sıkılmasın.
Bizim ahbaplar arasında lojmanda TV’sini ilk alan Şerifler oldu. Arada alınacağı konuşuluyor;
ama henüz makine ortalarda yok. Arada bir Şerifimle bu konu üzerinde konuşuyoruz. Ha alındı, ha
alınacak bekliyoruz. Ben daha önce askerî lojmanlar dışında oturan bir yakınımızın evinde
görmüştüm. “Reklamlar” diye bir dizi vardı; izlerken bayılıyordum. Onun dışındakileri çok da
tutmamıştım. Bundan can dostuma da bahsediyorum sakın kaçırma diye; o da eksik olmasın, alınınca
sen de seyredersin, diyor. Yani mal gelsin ön sıradan yerim ayrılmış, içim rahat.
O zamanlarda paran olsa da, ha deyince TV sahibi olamıyordun. Hepsi yurtdışından geldiği için ve
toplumsal bir merak da olduğundan sıra bekleniyordu. Bizim zaten o günlerde TV almak için herhangi
bir hazırlığımız yoktu. Evde kocaman bir radyomuz var, onda da okul radyosu dışında biz yaştakiler
için hazırlanan bir program yok, o programı da ben tutmadım hiçbir zaman. Yok Ali erken kalk, yok
Veli dersini yapmış, Mehmet’e aferin tam zamanında okula gitmiş; bir iki dinledim, baktım çocukların
durumunda düzelme yok, ben de dinlemekten vazgeçtim hâliyle.
O zamanlarda kimsenin televizyonu kimseye batmazdı, nedense toplumda sessiz bir barış ve adı
konmamış bir paylaşım vardı. Vay onlar aldı; biz niye almadık, gibi bir sorunum olmamıştır. Demek
zamanı değilmiş, der ve küçücük dünyamıza hiçbir şeyi zehir etmezdik. Benim antenle ilgili küçük bir
sorunum dışında bir sorunum olmamıştı. Şerifimle arada bir konuşuyoruz. Erdoğan Amca’nın
televizyon parasını nereden denkleştirdiği bile bir gün aramızda bahis konusu olmamıştır. Gerçi ben,
pazardan aldığı tohumu, zerzevatı bir yerlerde ekip biçip sattığından da şüpheleniyorum; neticede
lojmanda boş araziden bol ne var; ama renk vermiyorum, sonuçta adam çalışmış kazanmış, kime ne?
Biz de uzak pazarlara gitseydik belki tohuma, nebata bile gerek kalmadan bizzat televizyonun kendisi
bile bulunabilirdi. Ama demiştim babam şekerlemeyi sever, futbolu sever diye; pazar pazar gezmek
yerine biz sporumuzu yaptık.
Sonunda beklenen gün geldi, arkadaşımın evine televizyon alındı. Akşama ailecek hayırlı olsuna
gideceğiz. Biz gidiyoruz, diye televizyona güzel bir şeyler koyarlar artık. Akşam yemeğini evimizde
yedik, havanın çok da sıcak olmadığı günler, mutlaka tam teçhizat evden çıkıyoruz. Arabamız yok;
mecburen yürüyüyoruz. On beş dakika normal adımla, on dakika gecenin ayazında sürerdi
arkadaşımın evi.
Dışarının ayazına inat sımsıcak bir ev karşıladı bizleri. Önce büyükler, sonra küçükler, herkes bir
şeyler konuşup hâl hatır soruyor. Televizyon kapalı; saatin sekiz olmasını bekliyorlar. Hep beraber
bir yirmi dakika kadar bekleştik. Millî marş sonrası, hanım hanımcık bir kadın göründü, sıradan
okuyor, önce şu, sonra bu, kısmetse ardından bu, o da kalmamışsa necefli maşrapa var, diye.
Şerifimle bir müddet ekranın karşısında oyalandık. Babası paraya kıyıp irisinden bir şey getirmiş
eve. Çatıdaki anten de öyle, ev tanıdık olmasa orta büyüklükteki bir orkestrayı doyuracak kavalı
çıkartacak cinsten, al götür yani.
Televizyon alınırken altına bir de dolap uydurulmuş. Öyle cafcaflı, cam kapaklı değil.
Televizyonun üstünde de dantelli bir örtü, artık Şerifimin babaannesinin çeyizinden mi, yoksa
Nordmende firması mı yolladı bilmiyorum. Bir süre televizyona bakındık; haberler seyredilecek gibi
değil; ne trafik kazaları ne tinerciler hiçbir şey yok; demek ülke olarak gelişmek zaman alıyormuş.
Biraz daha bekledik; benim dizi başladı. Önce iç içe kendi etrafında dönen halkalar, ardından kim,
neyi, kaça satıyorsa onlardan bahseden kısa bölümler var. Benim en sevdiğim reklam da bisküvi
reklamlarından birisi, kızın biri kendisine bisküvi veren bir oğlanı yanağından öpüyor. Şerif’le ben
kızı ilk gördüğümüzde tuttuk, hani kazayla bir öpücük alsak bağı bostanı satıp kıza yedireceğiz. O
zamanlar çocuklar ne gördülerse istemezlerdi, ayıptı. Gerçi bugünkü kadar çok ciklet, gazoz da yoktu
reklamlarda, bulaşık deterjanı istemek de Şerifimle bana yakışmaz; kız kardeşler zaten tembel,
onların da deterjanda gözleri yok; gün gelir, nasılsa kocalarımız yıkayıverir diye mi düşündüler
bilemem.
Bizim dizi bitti, içeri oynamaya gittik, okuldan, dersten, ansiklopediden o gün kim neyi öğrendiyse
onlardan konuşmuyoruz tabii. Genelde her çocuğun konuştuğu şeyler dilimizde, topun iyisi nerede
oynanır, yayı zakkumun hangi dalından yaparsan oku daha uzağa fırlatır, şuradaki düz duvara çıksak
yalnız başımıza geri inebilir miyiz gibi, boynumuza borç şeylerden konuşuyoruz. Bir ara Şerif’in
bacısı geldi, girişinden anladık gene iftira atacak diye, yanılmamışız; ağabey çok gürültü
yapıyormuşsunuz biraz yavaş olun, falan dedi. Allah’tan olgun çocuklarız, fazla sert çıkmadık.
Televizyon yeni alınmış, yakın civardaki ilk televizyon ve biz odada kahkahanın belini kırıyoruz.
Kırdığımız kahkahalar kış boyunca lazım olur diye de birbirimizin yüreğine üst üste istifliyoruz. Yeri
geldikçe birbirimizi bulamasak da yüreğimizde istifli arkadaş gülücüğüyle en ıssız ayazlarda
yolumuzu bulup ısınıyoruz.
Ailenin her ferdi, gecenin ayazında sımsıcak bir evden, sımsıcak gülüşlerle çıkıp karanlığa
karışıyoruz; Erdoğan Amcam ardımızdan sesleniyor; “Alim daha iyisi size olsun” diye. Demek
kazıklanmış, daha iyisi de varmış, diye içimden geçsin istemiyorum. Babam ekip biçtiğiyle Erdoğan
Amca gibi televizyon sahibi olamayacak, orası belli oldu. Ancak futbola böyle devam ederse bir
transfer haberini bekliyoruz.
BAK, BİR DAHA ÜSTÜMÜZE TOP ATIYORLAR MI?

Lojmanın üst yarısının benden, alt yarısının Şerifimden sorulduğunu söylemiştim. Arada ben
onlara, sırada da o bizim tarafa geliyor. Demek benim alt yarıya gittiğim günlerden birisi yaşanıyor.
Dostumun kapısının önünde biraz çekirge kovaladıktan sonra, askerî nizamiyeye yakın bir yerlerdeki
futbol sahasına inelim, dedi; hadi inelim, dedim; demez olaydım.
Şerif sıkı futbolcuydu, Çinliler yere yakınlıklarından masa tenisini nasıl oynuyorlarsa o da futbolu
öyle oynardı. Gerçekten de her yaşında bu işi hakkıyla yapmıştır. Meraklıyız da, indik sahanın oraya;
altışardan on iki çocuk çift kale kurmuşlar, maç kıran kırana devam ediyor. Biz de sahanın kenarına
ilişmişiz, çocuklara bakınıyoruz. Kimisi yaşıt, kimisi bizden bir iki yaş büyük; ama bizden fazla
oldukları kesin, dikkatimi ilk bu çekti. Şerifim çocuklarla aramızdaki ezici ve can sıkıcı bu sayı
farkıyla ilgilenmemiş; birazdan anlaşılacak zaten.
Gel git, top oynanırken takımlardan birindeki bir çocuk yaradana sığındı; topun da işi yok, Şerif’in
göğsüne çarpacağı tuttu. Hay benim kafama çarpsaydı da civanımı es geçseydi. Demiştim gitmez
olaydık, diye. Şerif topa vuran çocuğa “Dikkat etsene lan, kör müsün?” dedi; belli ki çocuk yalnızca
sakar, kör değil. Çocuk da kör olmadığını; ama istiyorsa topu gene Şerif’in üstüne vurabileceğini
belirtti. Bu durumda bize düşen, kibarca, inşallah bir dahaki sefere, başka gün, deyip konuyu
kapatmak.
Neticede altışardan on iki çocuk ve birbirlerini tanıyorlar ki maç yapıyorlar. Hani takımlardan
birinde biz oynuyor olsak ve karşı takımdakilerle atışsak gene bir yere kadar yalnız kalmayız,
Müslüman mahallesine gelirken Şerif cebinde salyangozlarla gelmiş. İlla ki satacak. Ben içimden,
Allah vere de olay uzamasa, diye geçiriyorum. Şerifim, boyumuz kısa bir de konu kısa kalmasın bari,
derdinde. Kendisine ikinci defa topu atmayı öneren çocuğa “Sıkı mı?” diye sordu; öğrendik ki
çocuğun ki gerçekten sıkıymış. Aynı topa, benzer şekilde bir daha vurdu; ama bu sefer bacağından
vuruldu yiğidim. Yarasına aldırmadan ayağa kalktığı gibi ağzına geleni söylemeye başladı. Gerçi
ayağa kalkmış hâli topu atan çocuğun omzuna yakın. Mecburen ben de kalktım, burada da hay kalkmaz
olaydım, demek zaten şanımıza yakışmaz, artık çocuklar bizim için neler hazırladıysa el mahkûm
yiyeceğiz, buraya kadar gelip biz tokuz demek olur mu?
Çocukların direkt bana bir garezleri yok, onların derdi Şerifimle. Ben başımıza geleceği en
başından biliyordum, sayı farkı bir tek benim gözüme çarptığı için; çevremizi iyi bir sardılar. Ben
direkt olmasa da etraftan sekenlerden nasiplendim. Bu arada bir şey dikkatimi çekiyor; Şerif ha bire
çocukların anneleri ve gelecekte inşallah evlenirlerse tek tek hanımlarıyla da o kalabalıkta elinden
geldiğince ilgileniyor. Bunun bize bir yararı oldu mu, ne siz sorun ne de ben anlatayım.
Şerifim birinin saçlarına yapışmış; o çocuk dışındakiler bize sallayıp duruyorlar. Ben, yapmayın
etmeyin, hepimiz kardeşiz, desem de kimse yemedi kardeş olduğumuzu; yalnızca biz yiyeceğimizi
yedik. Böyle durumlarda birlikte getirilen misafire ayrıca izzetüikram edilir. Çocukların bir kısmı
Şerifimi önceden tanıdıkları için Şerif’in ayrıca bir hatırı var, ben de hatıra binaen yiyorum. Sahadan
omuzlarda ayrılıyoruz; bizi kenara bir yere attılar. Üstümüzü başımızı silkelerken Şerifim hâlâ ağzına
geleni söylüyor; belli ki çocuklar bizden çok yorulmuşlar, içlerinden birisi “Yav, bırakın gitsin; bela
mıdır, nedir?” dedi.
Sahanın toprağı her bir yanımıza bulanmış vaziyette seyirci olarak geldiğimiz yerden, oyunculardan
daha fazla toz toprak içinde ayrılıyoruz.
Bu, Şerifimin benim gördüğüm ve yazdığı ilk destanıdır, sonraları çok daha iyi anlayacağım gibi,
Şerifim ne olur, ne olmaz destan yazmak gerekebilir, diye kâğıt kalemle dolaşıyor. Ben arkadaşımın
ne zaman bir destanına rastlasam, istemeden de gazilik mertebesine yükselirdim. Sonrasında daha iyi
anladım ki adam korkmuyor arkadaş, korkmuyor yahu, zorla mı? Aslında korksa ikimiz de yırtacağız.
İlla bir sopa yenecekse onun da usulü var; mümkünse mahallenin yarısına karşı olmamalı, mümkünse
kimsenin akrabasıyla o anda ilgilenilmemeli; hatta mümkünse böyle bir ihtimal belirince kimsenin
darlığına, sıkılığına karışmamalı.
Velhasıl, üstümüz başımız kirli de olsa, biz, temizinden bir sopa yedik. Gerçi civanımınki tertemiz,
ilk günkü gibi, nasıl kar gibi bir sopa, o kadar olur. Üstümüzü başımızı silkeledik, ben sitem ediyorum
ufaktan; “Ağabey şart mıydı sövüp sayman; iş uzadı” diye; “Olsun, bak bir daha üstümüze top
atıyorlar mı?” dedi.
Bir kişiyle dostsan her durumda dost oluyorsun hâliyle. Lojmanın üst yarısında böyle bir vukuat iki
sebepten olmazdı. Birincisi amcam, ikincisi de ben. Ben, derken kastım; adam üstüne top mu attı,
yalnız oynarken olduysa zaten benden özür dilerdi; yok takım hâlinde oynuyorlarsa, lafı mı olur
kardeşim dersin, geçer giderdi. Lojmanın alt yarısının Şerifim civanımdan sorulmasının bize
gelecekte yararı olmuştur; ama tekin bir yer değildir, aklımda kaldığı kadarıyla.
Babamın futbol merakından, sevgisinden ve severek oynamasından da bahsetmiştim. Gerçekten de
babam sayesinde bizim ev, Balçova’da olduğu gibi, bir futbol merkezi hâlini aldı. Öyle ki, kesinlikle
abartmıyorum, Şerif’in ablası Bengül ablaların kız futbol takımı bile bizim oraya gelir; maçlarını
babam organize ederdi. Şerif’le benim içinde olduğum erkek takımı da var elbet. Birkaç kez kızlarla
bizim maç yapmamız da babam tarafından organize edilmiştir. Gerçi maçın gidişatı ve nasıl
sonuçlandığı ayrı bir yüz karasıdır bizim için; ama bir gün kızlardan dinlemektense benden
dinlemenizi tercih ederim. Aşağı mahallede Şerif’le yediğimiz sopadan sonra bu maçları hemen
anlatmam doğru olmaz; önce biraz unutun hele, nasılsa yeri gelir anlatırız.
Erdoğan Amcam ve Müsteşar Kemal’i bilenler bilir, onun gibi değişik fikir ve icatlarla arada bir
gündemi değiştirirdi. Olmadık yerden bir şeyler alıp getirir; Alim bu yeniyor, ama şöyle pişirmek,
böyle yemek lazımmış, diye anlatır ve o işin oluşu, genelde bir günü alırdı. Sıkılıp vaz mı geçerdik;
yok canım, hiç olur mu, o iş neyse yapılacak artık.
ÇOK, AMA ÇOK PİŞMANİYE

Bahsettiğim gibi Erdoğan Amcam yaratıcı insandı. Bir akşam oturuyoruz; bize gelmişler, sıkısından
bir sohbet, bir muhabbet gırla gidiyor. Gelirken televizyonu yanlarında getirmemişler, merak edeniniz
vardır, diye yazıyorum. Biz bizeyiz. Bir ara, karnımız burnumuz ne kadar doydu ki “Alim pişmaniye
yapalım bir gün” dedi (Bu öyküde belirtilen her şey gibi, yazdığımın da arkasındayım). “Pişmaniye
yapmayı öğrendim, bir akşam hep beraber yapalım” diye tekrarladı. Pişmaniye bildiğiniz gibi,
yapanın yiyenden her zaman daha çok pişman olduğu tatlılardandır.
Evde revani yapıp tatlısını dökmeye benzemez, gerçi revani de öyle her anayiğidin lapadanak
yapacağı, yedireceği bir şey değildir; genelde tepsinin alt yarısıyla daha sonra araba silerler.
Babam futbol konusunda ne kadar iyiyse yemek konusunda da bir o kadar iyidir. Öyle böyle değil,
peşinden mutfağı toplayan üç beş kadın olsun, yapamayacağı yemek, yıkamayacağı mutfak yoktur, her
güzelin kusuru misali. Erdoğan Amcamın açtığı konu kayıntı üzerine olunca, en az onun kadar bu işe
dünden razı biri daha var ortamda. “O zaman çiğ köfte yaparız, arkasından pişmaniyeyi yapıp yeriz”
dedi babam. Babamın bu fikri “oy ikisiyle” kabul edildi. İki kişi dışındakiler olay hakkında kesin bir
kanıya varmış değiller henüz. Aslında bu tip kararlarda oybirliği daha makbuldür. Kimsenin kimseyi
yemek içmek için kıracağı zamanlar değil. Plan, babam ve Erdoğan Amca’nın ezici çoğunluğuyla
kabul edildi.
Ben ve Şerif, hemen bir fikir beyan etmedik; hele bir yiyelim, beğenirsek, memnun kalırsak
konuşuruz, şimdiden şımartmaya gelmezler, diye karar aldık; içeri, benim odada oynamaya gittik.
“Baban pişmaniye yapmayı nereden öğrendi?” dedim; “Önce, bir tanıdıkların evinde görmüş” dedi;
“Ee” dedim Şerifime; “Sonra da geçen gün televizyonda bir program vardı; onu seyretti” dedi. İyi
bari, dedim televizyondan öğrendiyse merak edilecek bir şey yok, radyoda duyduklarımızı
yapmışlığımız yok; ama devir değişiyor tabii. Bir yandan da düşünüyorum, Allah’tan peynir yapımı
programına denk gelmedi diye.
Gecenin sonunda sözleşildi, kim hangi malzemeyi alıp gelecek karar verildi; bu sefer Şeriflerde
buluşuyoruz. Benim getirmemi istedikleri bir şey yok; ben mecburen sapanla gideceğim. Babası,
kalınca bir don lastiğinden Şerif’e bir sapan yapmıştı. Biz de silahsız gezecek değiliz elbet, dost var
düşman var, sonuçta hasım sahibi adamlarız; babam da bir yerlerden dut çatalı buldu, makbulü budur,
diye. Arada bir sapanlarımızla çıkıyoruz, uçana kaçana atıyoruz, bildiğiniz gibi değil; gerçi uçan
kaçan bunun farkında değil; ama bir gün kuş, taşa nasılsa çarpar.
Malzemeler düzüldü; biz elimizdekilerle arkadaşımın evine yollandık. Kapıdan girerken teçhizat ve
malzeme sayımı yapıldı; fazlası var, eksiği yok. Alim, dedi Erdoğan Amcam, bilmem ne otu da
buldum, köftenin yanına salata da yapacağım. Ben, derin bir oh çektim, yoksa o köftenin tadı tuzu mu
olurdu diye, gerçi bir ben duydum oh çektiğimi. Babam da iyi yapmışın Erdoğanım, dedi; adam
falanca mantarı buldum tadından yenmez dese belki bugün bunlar yazılamayacak. Allah selamet,
sağlık versin; sayesinde tatmadığımız ot, nebat kalmamıştır. Birbirlerinin üzerinde ne kadar hatırları,
hukukları var ki artık, sonuçta ortaya ne çıkacağı belli olmasa bile kollar sıvandı sıvanacak.
Babam önce köftenin malzemesini hazırladı, büyük bir ritüelle. Ardından yan malzemesi, günlerdir
ne kadar biriken heves varsa köfteyi öyle bir hevesle yoğuruyor babam, hani can dostu pişmaniye
öğrenmiş yan gelip yatmak olmaz diye. Yeşillik falan, yanına bol ayran, kakara kikiri, yenip içildi.
Biz dostumla yan yanayız, bir lokma yiyoruz, gülmekten fırsat bulursak iki dakika sonra bir lokma
daha. Bir ara Bengül Abla hasetliğinden babasına “Şunlar yan yana oturmasın, bir gün boğulup
gidecekler” dedi; Erdoğan Amcam da “Kızım ne yapayım; gülmek için konuşmaları gerekmiyor ki”
dedi. Buradan, ulan boğulsalar da kafamızı dinlesek gibi bir anlam çıkarmayın ama.
Herkes yoğrulan köfteden öyle mutlu mesut ki yanında da birer maşrapa ayran içildi, aslında
kimsenin yerinden kalkacak hâli kalmamış durumda. Neyse bir yarım saat sonra iş, pişmaniye
yapımına geldi. Erdoğan Amca salona getirdiği o koca siniyi sırf pişmaniye yapar yeriz, diye aldıysa
helâl olsun; İzmitliler gurur duysunlar; yok, Gülten Teyzemin çeyizinden çıktıysa da zaten kadıncağızın
çeyizinde başka bir şey yoktur; eldeki avuçtaki siniye harcanmış. Öyle bir sini ki görmeden olmaz.
Altına bir örtü yayıldı. Malzeme siniye konuldu.
Pişmaniyenin macun kıvamında dört beş kişinin anca evirip çevireceği bir şekerli ana maddesi
vardır. İlk orada görüyorum boa yılanı gibi bir şey. Koca siniye halka yapıp yaydı Erdoğan Amca, bir
de undan yapılma ve gerektiği miktarda bu halka şeklindeki macuna yedirilecek kısmı var. Dört kişi
sininin etrafına dizildiler bir on dakika evrilip çevrildi. Pişmaniye yapanların hepsi gırtlağına kadar
dolu. Bir iki oflayıp pufladılar, beş dakika mola verdiler. Biraz nefeslendikten sonra, özellikle
annemler, göz ucuyla Erdoğan Amcama bakıyorlar vazgeçer mi diye, biraz daha gayret dendi; ha
gayret, oldu, oluyor falan, bir yarım saat daha geçti; tatlının yarısı ortaya çıkmaya başladı: Pişman!
Biraz daha gayret ederlerse “iye” kısmı da olacak gibi duruyor. Pişman ve iyenin birleşiminden
oluşan bir tatlı; ama herkes bu tatlıyı Allah ne verdiyse köfte yedikten sonra mı yapıyor, orasını
bilemem.
Bir saat civarında sini içinde, tüllü saçaklı bir şeyler dolanmaya başladı, koyun kırkılması gibi bir
durum söz konusu. Şekil ortaya çıktığında Erdoğan Amcam ufaktan tebessüm etmeye başladı; Alim
nasıl oluyor, güzel di mi, falan diyor. Babam da mideden gırtlağına geri gelmiş köfteye laf geçirebilse
cevap verecek, şimdilik yalnızca başını sallıyor.
En sonunda bitti, dendi. Ortalık sini, toz, duman. Tadı andırıyor, şekil iyi niyetle bakılırsa inkâr
edilecek gibi değil; ama olsun. Yalnız kimsenin siniye elini uzatıp bir lokma alıp da ağzına atacak
durumu yok. Anladım ki hayır için yapılıp komşuya dağıtılacak bir tatlı. Biraz yorgunluktan kendine
gelen ucundan kıyısından tırtıklayıp ağzına atıyor, ağzında pişmaniye, aklında demli bir çay. Birazdan
amcamın Urfa’dan gelirken yanında getirdiği kalite bir çay yapılıyor. Onca yorgunluk, her yudumda
gülüş olup salona yayılıyor. Ben ve Şerif mi? Biz zaten gülüş olmuş, her gün, her yere yayılıyoruz.
Bu kadar yiyip içen, kahkahanın belini kıran bu çocukların zekâsı kimbilir nasıldır, deyip bir
yandan da iç çektiğinizi duyar gibi oluyorum. Efendim, okul hayatımızdan bahsettiğimiz pek çok satır
oldu; ama madem bu konuya girdiniz bilgi yarışmasından size söz etmesek olmaz. Hani otun, nebatın
her türlüsünü, köftenin pişmaniyenin en güzelini yapıp yemesi kolay, başka marifet yok mu,
gibilerinden sorarsınız diye Şerif’in bilgi yarışması hikâyesini de dinleyin. Civanımın bilgi
yarışmasında ne işi mi var? Valla bana anlattığında ben de ne işin var öyle yerlerde; duymamış
olayım Şerifim, dedim; ama başkasından duyacağınıza benden duymuş olun. Evet, bilgi yarışmasına
sınıfını temsilen diğer üç öğrenciyle birlikte Şerif de seçilmişti. Gerisine beni karıştırmayın,
yiğidimden dinleyin.
BİLGİ YARIŞMASI

Necmiye Hanım, bir gün derste: “Arkadaşlar 1-B sınıfıyla bilgi yarışmamız var, dört kişi seçmemiz
gerekiyor” dedi. Sınıftakilerin oylarıyla dört kişi seçildi. Üçü gerçekten çok zeki ve bilgili, bu temsili
hak eden çocuklar. Bir de ben varım. Beni seçmelerinin üç nedeni var: Birincisi, sınıftaki en cengâver
kişiyim ve hırs küpüyüm, yarışmanın bir anında tatsızlık çıkma durumunda orada olmam şart; ikincisi,
hangi mankenin adını sorsalar bilirim (hâlâ öyle); üçüncüsü de süper kopya çekebiliyorum.
Yarışmaya iki hafta var. Akşam yemek masasında oturuyoruz, ablama bakarak “Baba okulda bilgi
yarışması var; bizim sınıftan beni de seçtiler” dedim. Sofrada herkes birbirine baktı; ama bir şey
demediler.
Babam “Şerif, nasıl oldu bu yav” dedi.
- Bilmem, dedim; hocayla beraber sınıf seçti.
- Allah Allah!
-Baba, ne sorarlar Allah aşkına?
Babam şöyle bir düşündü, kapuskadan birkaç kaşık aldı.
Ben aportta bekliyorum; bini aşkın kitabı vardır babamın. Millet uzaklardan sohbetlerini dinlemeye
gelir. Her şeyi bilir o!
Ben yutkunarak vereceği cevabı bekliyorum.
Babam durdu, sofrada herkes ona bakıyor. Sanem daha beş yaşında, o da gözlerini açmış bakıyor.
Babamdan başka kapuskayı götüren yok. Babam suyundan bir yudum aldı ve dedi ki:
-Geçtiğimiz günlerde vefat eden, Türkiye’nin tanınmış son büyük Karagöz üstadının adını
söyleyiniz.
Ben büyülenmiş gözlerle babama bakıyorum. Yav nereden de buluyorsun bunları, Çetin Çeki gibi
sordun dercesine.
Babam kapuskaya bir daha daldı. Sonra sordu,
-Bilen var mı?
Ben hızla ablama baktım tık yok; anneme döndüm o ilgisiz; Sanem’e bakmadım o yaş olarak
bilemez, kendime bakmadım IQ müsait değil.
-Hayalî Küçük Ali, dedi babam. Ben hayranlıkla tekrarladım;
-Hayalî Küçük Ali.
Sonra her gece müsamere rüyalarıma girdi. Son soruya kadar başa baş geliyoruz, sıra son soruya
geliyor: Geçtiğimiz günlerde vefat eden, Türkiye’nin son büyük Karagöz üstadının adını söyleyiniz.
Kimse bilemiyor, sınıf kıvranırken ben gruptan Zekiye’nin gözlerine bakarak söylüyorum: Hayalî
Küçük Ali.
Biz kazanıyoruz, Zekiye bana sarılıyor, Ahmet oralarda bir yerde oturuyor, göz kırpıyorum; herkes,
Şerif’in sayesinde kazandık, derken; ben “hayır” diyorum, ekipçe ve hocamız sayesinde diyorum.
İlk rüyalarda ekip sayesinde derken bunun notlarıma pek yansıması olmayacağını fark etmeye
başlıyorum. Son rüyalarımda olay: “Hocamız sayesinde kazandık”a dönmeye başladı.
Yarışma günü geldi çattı. Gerçekten de son ana kadar olay başa baş gitti. Bizim sorudan hâlâ haber
yok. Yirminci ve son soru geldi, ben içimden tekrarlıyorum : Hayalî Küçük Ali.
Hoca sordu:
-Güneş sistemindeki gezegenlerin isimlerini sayınız!
Ben kroki durumdayım. Ne oldu Hayalî Küçük Ali’ye?
Grup bu arada gezegenleri yazıyor. Bir tanesi eksik kalmış. Ama ben sarsıntıdayım. Bana sordular;
Şerif biliyor musun, diye.
Başlarım böyle soruya, dedim ben. Hepsi durup şaşkınca bana bakmaya başladılar. Daha doğal bir
ortam olsa dalacağım piyasaya; ama resmî bir hava hâkim ortama.
Yarışma berabere bitti. Akşam mesai bitiminde babam geldi. “Baba, senin sorunu sormadılar;
yarışma da berabere bitti” dedim asık bir suratla. “Gel bakalım” dedi babam, yanına oturttu. Siyah
çantasını açtı ve bir şey çıkardı.
-Önemli olan kazanıp kaybetmeniz değil, dedi. Sen oraya çıkıp yarıştın ya, bu bana yeter, dedi.
Bana paketi uzattı.
Açtım, Timex marka şahane bir saat. İlk saatim. Sıkı sıkı sarıldım babama. Küçükken çok hırslı
olan ben, şimdi tahmin edemeyeceğiniz kadar hırstan uzak bir insanım.
ŞERİF TAŞI ATTI BİR KERE, ÇIKARMAMAK BİZE YAKIŞMAZ

Kız futbol takımının babam sayesinde bizim evin oradaki çimenlikte sık sık maç yaptığını
söylemiştim. Hepsi gerçekten de severek oynardı. Bir benim kız kardeşimin merakı yoktu bu işe.
Onun da ilaç niyetine bir gün “Ağabey, istersen şu oyunu oynayalım” dediği olmamıştır. Oyun için
ağzını açmayan, oyun için koşturur mu? Boş durur; ama koşturmaz.
Takımda Bengül, Dilek, Belgin, Gamze Ablalarla hemen yanımıza yapılmış pingpong tesisine
birkaç ay önce taşınmış Canan var. Canan da benim gibi sarışın, çilleri abartısız ve Hale’nin aksine
ne malzeme gerekiyorsa hepsi tam kararında olan bir kız. Şerif’le yaşıt; ama ikimizden de uzun, bir
tek kusuru bu. Çok güzeldi; Allah selamet versin. Ama benim kapı komşum; kime ne, değil mi ama?
Bir süre sonra kızlar bir arada oynaya oynaya lojmanın tüm kızlarını evirip çevirir hâle geldiler.
Arada bir kızların takımlarına Alp, ben, babam, Erdal falan dağılıp beşerden maç yapıyoruz. Ne
kondisyon eksikleri ne teknik kusurları var; bir de gerçekten bu işi seviyorlar. Hele Bengül Abla,
neredeyse Şeytan Rıdvan. Saha biter; biz çağırırdık. Belgin Abla’ysa topa vurduğu yer neresiyse ses
oradan gelirdi. Dilek Abla’nın bacakları maşallah uzun mu uzundu; belli ki küçükken bir tek onu
leylek getirmiş; Gamze Abla çok güzeldi, biz onu seyrederken gol falan atardı; Canan ise bizim
akranımız; ama karşı cinsle maçlarımızda samimiyetimiz fazla olmuyor hâliyle.
Bizim oraya gelmelerinin sebebi alt yapı. Arkamızdaki çimenlik geniş ve düz. Babam da futbol
delisi, bizim kadar severek oynardı. Hani yasak olmasa mesai dönüşü askerî otobüsten üstünde şort
forma inecek durumda. Erdoğan Amcamın, taraftarlık dışında futbolla son olarak hicri bilmem kaçta
teması olduğu söylenirdi. Ama severek izlerdi.
Şerif ve ben de neredeyse bu oyun için delirecek gibiyiz. Ortamın elverişli ve bizim en hevesli
olduğumuz zamanlar. Ben bademciklerden de kurtulmuşum, artık kolay kolay hasta da olmuyorum.
Gelsin vole, gitsin röveşata durumundayız, ağzımız kulaklarımızda.
O gün, gene karma yapılan, kızlı erkekli sıkı bir maçın ortasındayız, Şerif’le karşı takımlardayız bu
kez. Ben, babam, kızların bir kısmı bir takımdayız; karşıdaki takımda amcam, Şerif ve kızların kalan
kısmı var; maç kıran kırana sürüyor. Şerifimin cesurluğu gibi güzel başka bir huyu daha vardır: Kabul
etmez! Etmez ağabey, korner için en aşağı iki şahit, penaltı için bizzat düşürenin yeminli ifadesi
gerekir. Böyle bir iddia içinde maç oynanıyor, altıda devre, on iki yapan malı götürüyor. Durum ona
altı bizim lehimize; yavrum Şerifim patlamış mısır gibi zıplayıp duruyor, ne yapsa olmuyor. Rengi
kırmızıyı geçti, mora dönüyor. Allah için çok da güzel oynardı; ama olmadı mı da olmaz meret. Neyse
Belgin Abla uzaktan bir salladı, Şeriflerin kalesinde hangi kız varsa koltuğunun altından geçti; durum
on bire altı oldu.
Bu durumda yapılan en normal hareket, santra yapıp namusunla maça devam etmek tabii. Gerçi
Şerifim olgundur, gole bir itirazı yok. Top çizgiyi öyle bir geçmiş ki gittiği yerden üç dakikada geri
geldi. Civanımın itirazı koltuk altından gol yenmesiyle ilgili. Golün yeniş şeklini beğenmediği belli.
Gerçi çekilen şut da öyle kolay tutulur değil; ama olay büyüdü, zaten ne zaman küçük kalmıştır ki.
Vay efendim, kız değil misin, tabii koltuğunun altından yersin, denene kadar da iş örtbas edilir bir
hâldeydi. Şerifimin bu höykürmesine bizim takımdaki kızlar, özellikle de Bengül Abla bayağı bir
köpürdü. Gerçi dostum da haklı, İsviçre kadına seçme hakkını daha yeni vermiş ki biz top bile
oynamalarına ses etmiyoruz. Neyse konu dağılmasın; şuydu buydu derken iddia büyüdü; ertesi gün kız
erkek maçına geldi dayandı iş.
Arkadaşım hâlâ renk itibariyle kırmızıdan tam vazgeçmemiş, yarınki maçla ilgili atıp tutuyor; varız
biz, beş atarız, bakarsınız vaz geçer bir beş daha atarız diye; gerçekten de atıyor, ama tutan yok.
Tutamıyoruz adamı. Artık söz ağızdan çıkar; babam aracı oldu; ertesi gün kız-erkek, beşe beş maç
yapılacak. Artık serde erkeklik var; ağlamanın âlemi yok. Sonuçta Şerif bir taş attı; yarın kaç akıllı
çıkaracağız bakalım.
Ertesi gün iki takım da zamanında sahada. Babam hakem, kız kardeşim seyirci. Yok yok hakkımız
yenmesin duyan gelmiş; gerçekten de sahanın etrafı kalabalık. Saha on kişinin beşerden maç yapması
için yeterli genişlikte, zemin çim, hava güneşli, futbol oynamaya elverişli, top yuvarlak ve gerektiği
kadar şişkinlikte. Neden mi anlatıyorum, tutunacak bir tek dalımız yok, yendik yendik, gerisi boş.
Babam düdüğü çaldı; maç başladı; ufaktan birbirimizi yokluyoruz, kızların omzuna yaklaşan
boylarımız var. Hava topu denen şey bizim için söz konusu bile değil; bir müddet sonra anlaşıldı ki
yer topu da öyle. Hepsinin bacakları ince ve uzun, teknikleri gayet iyi; ayaklarından top almanın
imkânı yok. Savunmaya kapanmışız, bir tek civanım ilerde pas bekliyor. Pas gelse kaçırmaz gibi de
bekliyor üstelik. Nereden vurduysak gerçekten de iyi bir pas gitti; kızlar gafil avlandı, pasa engel
olamadılar. Şerifim kaleye doğru sıkı bir şut asıldı, kız topu gayet güzel yumuşattı ve arkadaşlarına
pas attı, arbede orada başladı zaten. Dün böyle değildin; ama bize gelince koltuk altından yiyorsun.
Hoppala, neyse maraza büyümeden, konu fazla dağılmadan iki dakika sonra maça dönüldü; biz ne
yaptıysak diş geçiremiyoruz. Bu sefer altı devre de yok; babam maç havalı olsun diye zamanla
oynatıyor. Vur, tut, harala gürele ilk yarı iki iki bitti. İkinci yarı ne yaptıysak olmadı; kızlar bize iki
tane daha salladılar. Maçın ilk yarısı yirmi dakika oynandı, ikinci yarı otuz dakika olmuş; babam
Şerif’in şerrinden oynattıkça oynatıyor; artık kızlar dayanamadı; “Ali Amca ne oldu?” dediler; artık
pişkinlik de bir yere kadar, düdük çaldı; maç bitti.
Çeşmeye koştuk, artık ter neremizden akıyor tahmin edersiniz. Bizim takımda oynayanlar hâliyle
pek sohbete karışmıyorlar. Şerifim elinden ne geldiyse yapmıştı; hakkını yememek gerek. Morali
bozuk, yüzü ter içinde, hani biri çıkıp da ne oldu, hani kızlar şöyleydi böyleydi, dese çıkacak
arbedenin bastırılması mümkün değil. Seyirciler ve kızlar olayın vehametinin farkındalar. Serde spor,
centilmenliktir falan diye, babam herkesi birbirine tebrik ettirdi. Maç bitmiş artık dağılıyoruz; en son
Şerifim, kaldığı yerden devam ederek bizim kaleye geçince koltuk altından yiyorsun ama, diyene
kadar da herhangi bir ses seda çıkmamıştı.
KOMŞUMUZ BİR MELEK: FEHMİ AMCAM

Kızlar maçı konusuna girdiğimiz sırada Canan’dan bahsetmiştim. Babası pilot binbaşı, ağabeyinin
adı Hakan. Anneleri de hemşire; ama çalışmıyor. Hemen yanımızdaki lojmandalar; duvarlarımız
bitişik. Taşınma arifesinde bizim kapının önünde oyalanıyorum. Henüz yan lojmanın boş olduğu
günler. Canımın sıkıntısı canıma tak etmiş artık, kertenkele kovalıyorum. Bir minibüs bizim evin
önünde durdu. İçinden iki tane hanım indi. Yavaş yavaş bizim yanımızdaki lojmana doğru yokuştan
iniyorlar.
Birisini tanıyorum; kantinin karşısında oturuyorlar, oğlunun adı Uğur. Yanındaki kadını
tanımıyorum, adını sonradan öğreneceğim: Yıldız. Eve beş metre kala Uğur’un annesi yanında
yürüyen hanıma; “Bahsettiğim çocuk bu” dedi. Kadıncağız anladım manasında başını salladı, sanki
ben duymuyorum. Yazdığım her şey gibi, bugün de ardındayım bu satırların.
Yıldız Hanım bana doğru yaklaştı, saçımı okşadı; “Senin adını daha önce duymuştum, benim de
senin gibi sarı bir kızım var; geldiğinde onunla güzel güzel oynarsınız olur mu?” dedi. Kadına ne
kadar kanım ısındı ki “Olur teyze, dövmem” dedim. Kadın hafif irkilir gibi oldu; ama yalnızca
yanındaki hanıma baktı, bana bir şey söylemedi hemen. Aslında kimseye böyle sözler vermek âdetim
değildir; ama demek kadının samimiyeti hoşuma gitti.
Anahtarı garnizondan almışlar, lojmanı gezecekler. Amcamların masa tenisi için ortalığı
dağıttıkları lojman. Ben içeri beraber girmedim, hani kapıyı bacayı kim yıktı falan deseler şahit
yazarlar derdindeyim biraz da. Kapının önünde oyalanıyorum, biraz da seviniyorum aslında; aylar var
ki yanımız boş kalmış. Artık lojmanda boş yer kalmayınca mecburen burayı da Ercan ailesine
vermişler.
Artık bizim de bir komşumuz var. Annemlere bahsettim. Hanımlar evi gezmek için geldiklerinde,
bizim evde kimse yoktu çünkü. Benden kurtulmak için alıp başlarını gitmediler; merak etmeyin. Ben
komşulardan bahsedince babam “Biliyorum, bugün okulda konuşuyorlardı; adam pilotmuş; ama artık
yer istihbaratında” dedi. Demek benimle ilgili istihbaratı böyle almışlar, dedim içimden. Fehmi
Binbaşı, diye devam etti babam. Amcamın arkadaşı da binbaşı; ama yalnızca lakabı.
Uzun süredir yanımız sessizdi, hâliyle annem babam da memnun kaldılar. Bir süre sonra yeni
komşularımız taşındılar. Bir şey söylemem gerekirse, iyi ki taşınmışlar. Kızları, dünya tatlısı Canan.
Hem kafa dengim hem istediğim zaman istediğim kadar oynayabildiğim ve konuşabildiğim kadar
uyuşabildiğim biri. Kız benim kafamın çok dengi; ama Şerifim de, nedense, bir süre sonra bizim
oraya daha sık gelir gider oldu. Hakkını yemeyeyim civanımın, aslında ikimiz için de severek gelirdi.
Canan’ın bana saymakla bitmez yararları vardı. Bir kere oynamak için hazır asker; akşama kadar
oyun, şamata, bıkmazdık; ikincisi, lojmanın tek okuluna gidiyoruz. Gerçi benden bir yaş büyüktü. Ben,
üstünüze afiyet, okula götürdüğüm malzemenin yarısını mutlaka bırakır gelirdim o güne kadar, ben
unuttukça annem ya kendi gider ya da beni ikna ederse okula beraber gider, bıraktıklarımı alıp
gelirdik. Anladınız tabii, benim arkamı okulda toplayan biri çıkmıştı. Ben gelirdim, bir on dakika
sonra Canan’ın sesi duyulurdu; “Güler Teyze, oğlun gene paltosunu okulda bırakmış; bıktım artık”
diye. Ne ben unutmaktan bıktım ne de Canan okuldan çıkarken benim eşyalarımı sınıfımdan alıp
gelmekten. Meğer annem tembihlemiş; kızım aman sen okuldan çıkmadan göz kulak ol, falan diye.
Ağabeyi vardı, Hakan. Hakan Ağabey Anadolu lisesinde yatılı okurdu. Sonradan da fen lisesini
kazandı. Hani okuma yazma merakı açısından ne kadar mürekkep varsa yaşına göre, o kadar mürekkep
yalamıştı desem, abartmış olmam. Beni severdi. Onun kadar efendi ve ağırbaşlı bir yaşıtı olmuş
mudur bilmiyorum. Biz bazı zamanlarda anlaşamazdık onunla. Ağzım hafiften bozuktu benim, bunu
bile ince uyarılarla düzeltmeye çalışırdı: “Ahmetçim böyle söylüyorsun; ama hiç doğru değil”. Ben
de, ağabey nerem doğru ki, demedim elbet; ağabey dur, üstümüze varma, yavaş yavaş, olacak inşallah
derdim. Gerçi Canancım asla böyle uyarmazdı. O da hafif haşarı olduğundan onunla daha iyi
anlaşıyoruz. Hakan Ağabey, okuma yazmaya fazla titizlenen biri olduğundan yollarımız daha en
başından ayrılmıştır. Benim okulla ilgili düşüncelerimin gelip geçici olduğunu söylerdi, okulun
gittikçe daha çok sevilecek ve bize gerekli bir şey olduğunu söyler dururdu. Ben de gelip geçici bir
heves, boşver ağabey, canının kıymetini bil, bir daha mı geleceksin dünyaya, demeden dinlerdim her
seferinde.
Büyük amcamın Almanya’dan gelirken hediye diye getirip babama sattığı teyp de en sevdiğimiz
oyuncaklardan. Yıl 1973, Alman bir kadın annesine veda ediyor; biz Canan’la bayılıyoruz şarkıya:
Good bye Mama! Bu şarkıyı dinler, bağıra çağıra eşlik ederdik. Bir süre sonra teybin yalnızca
çalmadığını ve kayıt da yapabildiğini anlayınca işler hepten değişti tabii. Mikrofonu taktığımız gibi,
Canan’la şarkı söyler, sonra da kaseti dinler, gülerdik. Canan’ın bir şarkısı vardı ki yaşından çok öte
güzel söylerdi; her şey bitmiştir artık, yolumuz ayrılıyor, diye. Bu şarkıyı ne kadar güzel söylerse
söylesin ben en kötü söyleyebildiği şarkıyı dinlemek isterdim nedense. Sanki gün gelecek ve...
Babasının adı Fehmi. Fehmi Amca pilot olmasaymış zaten melek olarak gerekeni yapacak bir
adamdı. Bu kadar sevgi dolu, sakin mizaçlı ve hoşgörülü bir insanın yanıbaşımızda oluşunun nasıl bir
sıcaklık ve bir gün böyle bir insanın kaybının nasıl bir boşluk, nasıl da bitmez bir ayaz olduğunu
düşünmek istemezsiniz değil mi?
Artık, bizim için lojman, daha sıcak ve daha dolu. Arasak bulamayacağımız bir aile yanıbaşımızda
ve bir dostluk, bir sırdaşlık başlamış ki dostlar başına...
NAMIN YÜRÜSÜN HIRSIZ PUİK

Bunca sayfadır okuyorsunuz, sabırla, sesiniz çıkmadan, belki de oflamadan, puflamadan. Ama
farkındayım ki bazılarınızın aklına, böyle koca bir arazide insan hayvan beslemez mi, diye de
geliyordur. Bilirim şeytanın işi gücü yok, dürter adamı, rahat bırakmaz. Size de rahat batmaya başladı.
Nenize lazım; okuyun, gülün, sonra da unutun gitsin. Ama yok, illa sorulacak, durduk yerde, bizim itin
de adı burada geçecek meşhur olacak: Hırsız Puik.
Lojmanın etrafının iki metre yüksekliğinde tel örgülerle çevrili olduğundan söz etmiştim. Belli
aralarla da gözetleme kuleleri vardı, içinde nöbetçiler olduğundan kolay kolay bir sızma olmazdı.
Ama bu, civardan gelip geçen köpekleri ilgilendirmiyordu ki belli aralarla lojmanın içinden beşer
onar çoban köpeğinin geçtiği olurdu. Artık önceden parolayı mı öğreniyorlardı, yoksa telin altında
yırtık mı buluyorlardı bilemem. Bilsem de söyleyemem, hırsıza yol göstermek olmaz çünkü.
Bir pazar günü olmalı, üstelik bu pazar günü dışarıya çıkılamayacak kadar soğuk, berbat bir hava
olmalı ki ben dâhil hepimiz evdeyiz. Bizim evde sofranın ucu salona erişir. Hiçbir şey bulamasam,
peynir ekmek bir şeyler gevelerim ki iştahım kaçsın, doğru dürüst yemek yemeyeyim. Annem de her
seferinde, her şeyi buluyor ya ondan yemiyor, diyerek kızardı. Gerçekten de bir bolluğun, bereketin
olduğu yıllar.
Hepimiz evdeyiz, kardeşimle oyun oynamaya çalışmak zorundayım. Çalışmak diyorum, kardeşim
ağır aziz dolanırdı evde. Canı isterse iki üç kelimelik uzun cümleler kurar, keyfi yoksa “hı, mı, ı ıı”
gibi kısa cümlelerle gönlümüzü yapardı. Gene böyle koyu bir sohbete girişmişiz; ben tedbirliyim,
elimde kerpeten, kardeşimle konuşuyoruz. Bir ara “Ebi bak, köpek” dedi. Bu “ebi” lafı, aynı zamanda
ağabey demek (Çok temiz bir cümle olduğundan size ayrıca çevirmiyorum). Bir baktım ki salonun
baktığı arka bahçede sürüyle köpek, nereden baksanız sekiz dokuz tane var.
Babam koltukta oturmuş çay içiyor; annem de salonda oturuyor. Köpekler hem cesamet hem sayı
olarak dikkat çekmeyecek gibi değiller; onu da belirteyim. Bir ara bizim kapının önünde oyalandılar.
Babam yerinden doğruldu, cama doğru yaklaştı, köpeklere baktı. Burada konuyu biraz açayım.
Normalde evde benim yaşımda çocuğu ya da çocukları olanlar bizim oturduğumuz lojman gibi geniş
arazili mükemmel bir lojmana taşınsalar ne yapar eder en azından eve kedi köpek alınmasını teklif
ederler. Bizim lojmanlarda arazi o kadar geniş ki her evde iki inek beslense yakın komşunuz hariç
diğerleri “möö” sesini bile duymazlar. Arazi öyle bir arazi. Ama bizim o güne kadar en ufak bir
hayvan talebimiz bile olmamış.
Meğer babam hayvan sevgisiyle yanar tutuşurmuş. Biz de o gün anladık valla, yoksa ta en başında
size de söylerdim. Omzuna bir hırka aldı, eline de kalınca bir urgan; “Ben bir dışarı çıkayım” dedi.
Annem ve ben şaşkın bakıyoruz, kardeşim sakin. Babam çıkmadan önce mutfağa girdi, elinde birkaç
dilim ekmekle çıktı.
Bahsetmiştim, babam gözü kara adamdı diye. Bizim bildiğimizi köpekler de az sonra anlayacaklar.
Köpekler sayılarından o kadar eminler ki bizim orada bayağı bir boy gösterip sallanmış durumdalar.
Babam bir elinde ekmek, bir elinde urgan, köpeklere doğru yaklaştı. İçlerinden gri-siyah, iri bir
tanesine gel kuçu falan bir şeyler söyledi; hayvan vahşi, başı boş çoban köpeği ne anlar kuçudan,
muçudan. Babam evin dışında duvara dayalı kalın bir odunu yakınlarında tutuyor; ne olur, ne olmaz,
hani köpeklerden birinin aklı şaşar da bir şey olur diye.
Babam o kadar kendinden emin ve sakince dışarı çıkıyor ki bir markette hayvan satılan
dükkânlardan birine gidiyor sanki. Hepsi aşılı cins köpeklerin, kedilerin falan satıldıklarından hani.
Dedemin su kuyusu münasebetiyle girdiğim değirmen konusunda, develerle gelen buğday
çuvallarından ve değirmenden çıkan un çuvallarından söz etmiştim. Babam, üniversitede okurkenki
yaz tatilleri dâhil, orada her türlü işi yapmış; hatta bu da yetmezmiş gibi dut ağacında jimnastik
yapmış biri olarak haddinden fazla güçlü biriydi. Yaradılıştan da serdengeçti olunca, hayvanı da
dükkândan almasına gerek kalmıyor tabii.
Bir iki kuçu muçu sonrası bahsettiğim çoban köpeği, kendinden emin babama yaklaştı. Elindeki
ekmeği yer sonra da yoluma savuşur giderim, diye düşünüyor; ama ulumuyor, düşündüklerini
anlamayalım diye. Hayvan iri yarı bir şey, babamın uzattığı ekmeğin ucundan biraz geveledi, o sırada
babam hazırladığı ipi köpeğin boynuna geçirdi. Hem boynuna urgan geçen köpek hem de diğer çoban
köpekleri şaşkın bir şekilde babama bakıyorlar, dalga mı geçiyor diye. Hani bu ayazda adamın birinin
canı belli ki şaka yapmak istemiş ve belli ki çoluğu çocuğu olsa böyle bir şey yapmaz, bu seferlik
affedelim, diye düşünüyorlar. Arada ezici bir çoğunluk var, köpekler kendinden emin. Aynı sayı
farkını Şerifim civanım yüzünden, aşağı mahalleden iyi bildiğimden “vah vah” diye babamı
izliyorum.
Neyse, köpekler babamın şakası nasılsa biter diye biraz beklediler, baktılar ki babam köpeği
boynundan tutmuş sürüyor; biraz hırlamalar başladı. Boynuna ip bağlı olan da hâliyle kurtulmak için
hem sıçramaya hem de ekmeğin yanına babamdan biraz katık yapmaya çalışıyor. Bu arada ben ve aile
efradı burnumuzu cama dayamış, olan biteni izliyoruz pazar günü. Hani köpeklerin aklı şaşsa babam
için en yakın yardım yarım saatte gelecek. Gerçi evde dağ gibi ben hazır bekliyorum. Allah korusun,
kötü bir durum olsa dışarı çıkınca ben ne yapacağımı biliyorum da belki köpeklerin haberi yoktur
diye hem de neme lazım elim ağır diye şimdilik çıkmıyorum.
Babamın yakaladığı köpeğin şanlı direnişi sürü arkadaşlarına da moral oldu; sesleri biraz daha
artmaya başlayınca, babam sağ eliyle köpeğin ensesinden yapıştı, burnunu yere bastırdı, diğer eliyle
de hayvanın kulaklarından birini kavrayıp kendi etrafında şöyle bir çevirdi. Bu kısa ve net hareket,
başta annem olmak üzere hepimizdeki aile reisliği konusundaki kavram kargaşasını sildi attı.
Babamın kulak hareketi sonrasında köpekten değişik bir “iiyk” sesi çıktı. Sonra da “vay ben ne
yaptım” diyen bir ulumayı andıran sesle hareketleri yavaşladı köpeğin. Bu ses sonrasında diğer
köpekler; arkadaşlık da bir yere kadar, biraz daha buralarda oyalanırsak adam her birimizi bir
komşuya dağıtacak, hem bu it her gördüğünden ekmek alıyor, falan diye aralarında konuşa konuşa
uzaklaşmaya başladılar. O günden sonra, bizim evin yanından kuyruğunu kulağını sallaya sallaya kedi
köpek geçmedi uzun zaman.
Babamın kulağını bırakmasından sonra tekrar hareketlendi hayvan; ama ensesini kurtaramadı. Koca
çoban köpeği kös kös zakkum ağacının dibine kadar babam tarafından götürüldü. Sürüklendi, desem
hayvan dernekleriyle başımız derde girebilir. İyice kalın bir urganla da ağaca bağlandı. Babam içeri
geldi, kullanılmayan bir kap bulup içine su doldurdu, biraz da yemek artığı falan aldı, tekrar köpeğin
yanına gitti. Bu sefer ben de babamla dışarı çıktım. Hani, köpek bir azgınlık yapar diye babamın
arkasındayım. Tabii hayvan beni görünce hepten umudu kırıldı. Babası böyleyse oğlu kimbilir nasıldır
gibisinden bana bakıyor. Ben hemen gülmedim ki yüz bulmasın, önce önüne konanları yesin istiyorum.
Artık vahşisinden de olsa bir köpeğimiz olmuştu. Köpek gerçekten değişik bir hayvan, birkaç gün
içinde kime ne yapması gerektiğini anladı. Hem yeme içme de hoşuna gitti, tabii bizim evden
memnun; demiştim, bizim mutfak et, bulgur kültürüdür, diye; aynı köpek Şeriflerde on gün yaşasa ot,
nebat yemekten kulakları düşer, aksesuar olurdu kesin. Ama biz, ne olur, ne olmaz diye ipini
çözmüyoruz. Birkaç gün sonra koca bir zincirle yeri iyice sağlamlaştırıldı. Bir de kulübe ayarlanınca
köpek yeni yerini iyice benimsedi.
İsim koymak lazım, ne olsun, ne olsun dedik, amcamla aklımıza Puik adı geldi. Dünya edebiyatını
takip edenler bilirler, rahmetli Bay Blöf’ün köpeğidir. Hani köpek, adıyla yaşasın bari, dedik. (Bkz.
Kaptan Swing ve Ark.)
Adını da öğrenmesi birkaç gün aldı hayvanın. Arada bir amcam, elinde zincir, hayvanı aşağıdaki
tel örgülere doğru götürüp memleketine doğru da baktırıyor. Bir süre daha geçince köpeği serbest
bırakalım, nasılsa alıştı, bir yere gitmez, dedik; gerçekten de hayvan gezip gezip tekrar gelmeye
başladı.
İyi ya Allah’ından daha ne istiyorsun denebilir. Doğru belamızı isteyecek değilim de hayvan gittiği
yerden ağzı boş gelmiyor ki. Birkaç haftada tüm lojmana rezil olmaya başladık. Kimin ipinde temiz
çamaşır asılsa havlu, çarşaf demeyip getirmeye başladı. Millet korkusundan iç çamaşırını asamaz
oldu. Terlik tekinden, dolmakaleme kadar her şey... Terlikleri tek getirmesi bir işe yaramıyor,
dolmakalemi de dişiyle ucundan kırmıştı zaten. Ben, babama “Baba öğretelim daha dikkatli getirsin,
bundan sonra çalışıp ne yapacaksın” dedim; gerçi babam bu konuda benimle aynı fikirde değilmiş.
Puik, o gün eve ne getirse, babam getirdiğiyle Puik’in poposuna poposuna vurup terbiye etmeye
başladı.
Artık kim, neyi kaybolursa bizim evde soluğu alıyordu. Anten, zaten milletin hafızasında yerini
sağlamlaştırmış, bir de bu çıktı; ailecek lojmanda yeni bir destan yazmaktayız. Bir süre sonra baktık,
olmuyor, evin ön tarafındaki çam dallarına köpeğin getirdiklerini asmaya başladık, millet bizimle
muhatap olmadan malını alıp gitsin diye, ayniyle vakidir.
Hayvanın sayesinde evimizin adı çıkacak, iyice yerine bağlamaya başladık. Yalnızca bizim
kontrolumüzde geziyor artık. Köpek hem iri hem de iyiden bize alışmış durumda. Ben o güne kadar
hep amcamla gezdirdiğimden kolay bir şey zannediyorum, aslında değilmiş; anlatayım.
Efendim, ben evde yalnızım, baktım köpek sıkıntıdan uluyor, hadi canı sıkılmasın gezdireyim, diye
düşündüm. Zincirini çözdüm, bileğime tasmanın ucunu doladım. Meğer Puik de beni gezdirmek
istermiş de söyleyemezmiş ne zamandan beri. Bacak kadar ben, iri bir köpek. Kim, kimi gezdirir?
Önce benim sevdiğim yerleri bir güzel gezdik Puik’le, ardından da uslu bir şekilde... Böyle olmadı
tabii. Hayvan zincirden boşanır gibi aldı başını, benim de bilekte zincirin deri halkası dolanmış
durumda. Ben arkada, o önde. Köpeğin canının istediği nere varsa bir tamam gezdik. Bir ara çiş için
ağacın altında durdu, sonra gene devam. Hani ayağının altı yanmış it gibi lafı vardır ya, ta o yıllara
kadar gider.
Bir ara kantinin oralardan mecburen geçiyoruz. Cüneyt’in tayfasını gördüm. Bu kez kimse kimseye
laf etmedi, aslında hoşuma da gitmedi değil; ama oradan çabuk geçtik; tadını pek çıkaramadım.
Şeriflerin oraya uğramadı hergele, aşağı nizamiyeye doğru giderken amcam gördü. “Vaay, Ahmet’i
gezdiriyorsun ha Puik” deyip zincirden yakalayınca gezi ister istemez bitti. Ben kan ter içindeyim;
hayvanı nereye isterse götürüp görevimi yapmış olmanın huzuru var; ama hâliyle biraz da yorgunum.
Akşamları serbest bırakamaz olduk, çünkü hem iri hem hırsız, anlayacağınız tam sabıkalı. Tasmayla
da evin önünde durmaktan sıkılıyor, sabaha kadar uluyor tabii. Ulu ulu, baktık olacağı yok. Kimseye
de diyemezsin ki sabaha kadar sizin evin önünde dursun, gerekirse biz sabah gelir alırız. Hatta köpek
yüzünden Canan bile bizim eve eskisi kadar gidip gelmez oldu.
En sonunda, baktık olmuyor koskoca lojmanda köpek bir yere sığmaz oldu. Arada sırada lojman ve
civarındaki başıboş köpekler toplanırdı. Bunlardan bir seferinde dolaşan arabaya benim ve annemin
tüm muhalefetimize rağmen Puik’i verdik; götürdüler. Annem inanılmaz bir şekilde, bunları gittikleri
yerde yaşatmazlar, deyip çok karşı çıkmıştı; bugün bile hatırlarım.
Köpekten ağzımız yanınca, ne yapalım üç beş baş inek alalım, hem süt işi kolaylaşır hem de hayvan
sevgisi konusunda nefsimizi körleriz, diye kimse düşünmedi. Lojmanlardaki hayvan besleme
merakımız evdeki kanaryalarımızla sınırlı kaldı uzun bir süre. Lojmanda yaşadığımız günler boyunca
hem benim hem de Şerifimin uçan ve kaçanla ilgili pek çok anısı olmuştur. Babamdaki bu hayvan
sevgisini anlatınca, aklınıza, yav Ahmet’in babası böyleyse Şerif’in çelebi ruhlu babası kimbilir
neler yapmıştır, fikri gelmiştir. Şeytanın işi yok, insanın aklına böyle şeyleri düşürür, siz de hayır
demezsiniz. Bana da hayvan sevgisi ve yaşanılanları anlatması için kalemi Şerifime bırakmak düşer.
SIĞIRCIK MEVSİMİ

Babam “Şerif, şimdi sığırcık mevsimi, sığırcık yakalayalım mı?” dedi.


Ben yeni bir maceranın ipuçlarını aldım hemen. Kovboy filmlerinden, sığırların kementle nasıl
yakalandığını biliyordum. Sığırcıklar da onlardan küçük olduğuna göre kementle haydi haydi
yakalardık. Hatta bu fırsat evimize bir at alınmasıyla ilgili ilk merhale de olabilirdi.
“Baba” dedim, “Ahmetlerde ip urgan çoktur, alıp geleyim mi?”. Asıl amacım, Ali Amcamı ve
Ahmet’i de bir şekilde olaya dâhil etmek. Çünkü Ali Amcamın nasıl köpek yakaladığını bütün lojman
biliyor, babamın uçurtma yapmak dışında böyle bir vakası yok.
Babam “Yok” dedi ve içeri gitti. Biraz sonra elinde bir elekle geldi, “Bununla yakalayacağız”
dedi. Un elemek için kullandığımız bir elekle sığırcık yakalayacağız.
İki ihtimal var: Bir, babam sıyırdı; iki, sığır yavruları gerçekten de çok küçük oluyor.
Hadi hayırlısı, dedim içimden. Babam eleğin bir tarafına gelecek şekilde küçük bir çubuk koydu.
Eleğin altına ekmek kırıntıları serpti, çubuğa da bir ip bağladı. Çok uzun bir ip.
Sonra evin arka bahçesine bir masa, iki sandalye koydu. Masanın üzerine daktilosunu koydu. Daha
sonra Timaş Yayınları’ndan çıkan Beyefendi adlı kitabını yazmaya başladı. Ağzında piposu, yanında
da fermuarlı küçük spor çantası.
Ya babaya baksana, bir yandan kitap yazıyor bir yandan da ağzında piposuyla sığır yakalıyor. Ali
Amcamın urganla köpek yakalaması vakasının oluşturduğu çan eğrisinde, notları düşen babam zirveye
çıktı bir anda.
Plan belli; hayvanlar gelip ekmekleri yemeye başladıklarında babam ipe asılacak; çubuklu bölüm
hayvanın ayağına sarılacak; babam asılınca hayvan diz üstü çökecek ve babam da ümüğüne çöküp
kulağını ters çevirdiğinde bizim inek bitecek.
Yalnız sonrası için ineği bağlayacak urganımız yok, onun yerine çantamız var. Bir tek çantayı
çözmüş değilim.
Bu arada bizim sığır yavruları için kurduğumuz tuzağa birtakım biçimsiz, siyah kuşlar girmeye
başladı.
“Baba, ekmeklerimizi kuşlar yiyor” diye bağırdım. Babam sakince yerinden kalktı. Size yemin
ederim bir de Clint Eastwood böyle kalkar ve bizon yakalar. İpe asılmasıyla elek düştü ve altında bir
miktar kuş kaldı. Diğer kuşlar korkuyla kaçıştılar. Bizim sığırcıkların ekmeklerini yemeselerdi diye
düşündüm. “Çantayı al gel” dedi Clint. Ben çantayla arkasından koştum. Serçeleri alıp bıraktı, siyah
kuşları çantanın içine attı. “Hava alacakları kadar fermuarı açık bırak” dedi. “Baba bu kuşların adı
ne?” dedim.
“Sığırcık” deyince biraz tadım kaçtı benim.
Sığır yerine kuş beslemek bir kovboyun tarzı değil. Sonra düşündüm Ali Nacar üç dört kanarya
besliyordu, sapsarı kanaryalar. Ahmet’in saçları sarıydı; babası kanarya besliyordu. Benim saçlar
simsiyah; babam sığırcık besleyecekti, durum belli olmuştu. Vay be, dedim içimden, böyle düşünen
bir Cary Grant vardı dünyada, o da göçtü gitti. İki üç saat içinde ondan fazla sığırcığım olmuştu.
Akşama doğru, baba bana müsaade Ahmet’le konuşmam lazım, deyip doğru Ahmetlere.
“Ahmet, sende üç dört kanarya var ya, benim de artık ondan fazla sığırcık kuşum var” dedim. Bir
ötüyor hayvanlar, kanarya sesi solda sıfır, diye de ha bire yazıyorum. Akşama kadar da sallanıp
sohbet ettik. Bu arada ben bir yandan da kafes falan planlıyorum.
Akşam olup eve geldiğimde bizimkiler yemeğe oturmuşlardı. Babam fırından bir pilav getirdi, etli
metli, süper bir şey. Ben bu arada Bengül ve Sanem’e size bir sürprizim var, inanamayacaksınız,
diyorum. Bunlar meraktan mahvoluyorlar. Sofra duasından sonra söylerim, diyorum.
Ablam sordu; “Baba, bu ne pilavı?” diye!
“Sığırcıklı pilav” dedi babam.
Uvaa...
İYİLİK VARMIŞ, DAYAKTAN BETER

Köpeksiz günlere geri dönünce insan bir boşluğa düşüyor hâliyle. Evimize ve çevremize bir
sessizlik çöktü, ne uluma, ne havlama, bir şey kalmadı. Babamın aylar öncesinden aldığı bir
bisikletim var; arada bir binip zaman geçiriyorum. Önceleri yanlarda iki tane destek tekerleği vardı;
ben işi sökünce yan tekerlekler de ayrıldı. İki tekerlek üzerinde gidip gelebiliyorum artık.
Annem kantinden alınacakları bana tembihledi, elime de parayı sıkıştırdı; “Bir koşu al da gel”
dedi. “Koşacağıma bisikletle giderim” dedim, “Oğlum git de nasıl gidersen git” dedi annem. Kantine
vardım, alışverişi yaptım, bisikletin direksiyonuna torbayı geçirdim, yavaştan yola çıkmak üzereyken
Zeynep’i gördüm. Zeynep, babamın yakın arkadaşlarından Çakmakzade Süleyman Amca’nın kızı.
Bahsetmiştim altı ay arayla Eskişehir’de doğduğumuzdan. Kızla günlük hasbihâl sonrası kantine
sebeb-i ziyaretini sordum. “Yoğurt, yumurta, şeker alacağım; annem kek yapacakmış” dedi.
O zamanlar yoğurt, genelde yanınızda götürdüğünüz tabağa ya da her ne ise ona konulan bir şeydi.
Şimdiki gibi kırk türlüsü hazır pakette satılmazdı. Hâliyle kızın elinde de büyükçe bir kase var. “İyi,
al hadi, seni ben eve bırakırım” dedim. “Olur” dedi kızcağız; ne bilsin. Malları aldı, yanıma geldi,
ben bisikletin arkasına oturmasını söyledim.
Bizim ev kantinin yukarısında, Zeyneplerin de tam aşağı tarafta. Boylu boyunca bir yokuş var. Ben
yokuştan aşağı bisikleti sürdüm mü iki dakikada evlerindeyiz. Aynı zamanda da centilmenim.
Zeynep’le okulda da aynı sınıftaydık. Oradan da bir muhabbet var. Ama seviyeli bir ilişki yaşıyoruz,
yalnızca arkadaşız.
Kız, bana olan tüm güveniyle bisikletin arkasına oturdu. Elindeki tasta yoğurt var, diğer elinde de
yumurtayla toz şeker torbası. Peki bisiklete nasıl tutunacak, diye aklınıza gelen bir şey varsa bunu en
başında söyleyecektiniz; artık iş işten geçti. Yol yokuş aşağı, bisiklet inceden hızlandı. Oldu oluyor
dememe kalmadı, meğer Zeynep de aynı şeyi düşünmüş; yav benim iki elim de dolu; madem
tutunamıyorum bari düşeyim. Sağ olsun yalnızca düşünmekle de kalmadı.
Birden bir çığlık, ardından yükte hafifleme fark ettim, arkama baktığımda ne göreyim ya da
görmeseydim de bağrıma taş mı bassaydım bilemiyorum; Zeynepçim bir yanda şekerli yoğurt bir
yanda, omletler etrafa dağılmış. Biraz da un almış olsa kek hemen oracıkta hazır aslında, malzeme
çırpılmış bekliyor. Kız başladı ağlamaya; sustur susturabilirsen. Malzemenin gittiğine mi yanalım,
itibarın iki paralık olduğuna mı. Yanımda para artmış olsa aynı malzemeyi alıp kızın eline tutuşturmak
var; ama para da kalmamış. Etraftan geçenler, tanıdıklar var, anladılar vaziyeti, yanımıza geldiler.
Şanımız her yere yayılmış tanıma güçlüğü çekmediler hâliyle. Tanıdılar da hâlden anladılar mı? Bizim
millet ne zaman felaketler karşısında birleşmiş ki o gün birleşsin. Her kafadan bir ses çıkıyor. Gerçi
kafalar farklı, ama sesler benzeşiyor; işin özü ise, e kızım sende hiç mi akıl fikir yok ya da ne işin var
bunun bisikletinin arkasında gibi şeyler. Yani ne kadar gururum varsa oynanmakta.
İçlerinde hâlden anlayan bir tane bile yok. Nasılsa ileride sürmeyi iyice öğrenir çocuk ya da
üçüncü bir elin olsun bak nasıl da rahatça bisikletin arkasında gidiyorsun, deyip kızı sakinleştiren
Allah’ın bir kulu yok; hepsi ateşe körükle gidiyor. Sağolsun Zeynep de kalın sesiyle ağladıkça
ağlıyor; ben yer yarılsa da içine mi girsem, diye düşünürken komşularından biri kızı aldı, üstünü
başını silkeleyip Zeynep’i eve doğru götürmeye başladı da dikkatler dağıldı. Kalabalık dağılırken
duyduklarım biraz olsun içimi rahatlattı; kızda kabahat, ne işi var bunun bisikletinin arkasında.
Kantinde yaşayacağımız kadar rezilliği yaşadık bari zaman geçmeden siparişleri eve götüreyim,
dedim; bu kez yukarı doğru pedal çevirmeye başladım; istikamet kendi evimiz. Kantinin önünden bu
kez yukarı bastırıyorum. Tam oradan geçerken canım, ciğerim, sevgili dostum, görmeyesice Cüneyt,
beni gördü. Yanında da arkadaşlarından bir demet. Hâliyle, nasılsa buradan geçiyor, okuldaki küçük
hesabı kapatalım, diye düşünmüş. Aramızda küçük çapta ikili bir arbede yaşanmıştı.
Sağ olsun çok ince düşünceliydi. Ne zaman birbirimizi görsek bizi ayıracak birileri yanımızda
yoksa ortalık karışırdı. Ortalığın karışmasına itirazım yok, zevk duyarım; ama Cüneyt yalnız değil.
Onun da kafa dengi olanlar var hâliyle. Okuldaki olay da aynı gün olmuş, hâlâ sıcaklığını koruyor.
Ben okul sonrasında kantinde alışverişe geliyorum, diye unutacak değil, sağ olsun hatırladı.
Birbirimizin önce sözle hâlini hatırını sorduk. İkimizin de bir şikâyeti yok; çok şükür. Yanındaki
çocuklar da inceden hâlimi hatırımı soruyorlar. Zamanında yalnız kıstırdıklarım var aralarında, onlar
daha bir sevecenler. Çoğu da lojmanın alt yarısından, tamamen bir başımayım. Baktık ki sözle
muhabbet olmuyor; Cüneyt’le inceden koklaşa koklaşa anlaşmaya başladık. Diğer çocuklar da küçük
küçük hamlelerle katılıyorlar. Ben bir yandan da hem ayakta kalmaya çalışıyorum, hem de fazla da
cesaretlenmesinler diye sesimi ufaktan artırıyordum ki kantinden çıkan civanım bizi fark etti.
Şerif de okul sonrası annesi tarafından kantine alışverişe yollananlardan. Allah’tan ki yollanmış ya
da ne bileyim yollanmasa mıydı? Koltuğunun altında iki tane ekmek, tam eve doğru yollanacak, bizi
fark etti. Onlar günde ortalama iki ekmek tüketebiliyorlardı. Birincisi, sofrada kimin eli neye değerse
onu bitirmek zorundaydı; ikincisi de zorluk yıllarının öyküleri kulaklarından hiç çıkmazdı.
Şerifim yüz metre kadar aşağıdan bizi fark etti, bize doğru seyirtti. Normalde benim bundan büyük
bir mutluluk duymam gerektiğini hep beraber düşünelim. Ama işin aslı farklı, belki inanmazsınız; ama
bizi gördüğüne sevinmekle sevinmemek arasında tereddütte kaldım.
Biliyorum ki yanındakiler nedeniyle Cüneyt, elinin güçlü olduğunu biliyor, bana bir iki tane
sıkıştırıp okuldaki hesabı kapatacak, olay okulda büyümesin diye de diğer çocukların bana ilişmesine
fazla izin vermeyecekti. Hem intikam alınmış hem ben de ucuz atlatmış olup eve gidecektim ki artık
çok geç; Şerifim bizi görmüş bulundu.
Bizim itişip kakıştığımızı baştan görmese Cüneyt’le yanındaki çocuklara; Şerif eve gitsin sonra
nasılsa usulünce bir miktar döversiniz, hem de Cüneyt intikamını almış olur, derdim. Çocuklar da
Allahları var, buna itiraz etmezlerdi. Ama dediğim gibi çocuklarla birbirimize karşılıklı
salladıklarımızı görmüş bulundu bir kere.
Çocuklar durumun farkında değiller; hepsinin yüzü bana dönük, sanki ağzımdan mübarek bir laf
çıkacak, onlar da duyup eve götürecekler.
İtiş kakış sürerken karakuşum, aslan yüreklim, civanmerdim olay mahalline intikal etmiş bulundu.
İntikal etmesiyle de olaya dâhil oldu; neydi, ne değildi sormadı bile, sağ olsun canı tezdi. Ekmekleri
bırakmıyor ki evde açlık baş göstermesin. Boştaki eliyle de artık arkadaş ayırmadan kime ne rastlarsa
sallıyor. Hem sallıyor hem de her zamanki inceliğiyle hâl hatır sormaya başladı bile, belli ki zaman
kıymetli ne yaşasak kârdır derdinde.
Çocukların büyük kısmı lojmanın alt yarısından, hepsi Şerif’i tanıyorlar hâliyle. Şerifimin
başladığını, yarım bırakmayacağını da defalarca test etmiş durumdalar. Olay genişledi, baştaki
seviyeli kavga ve gürültünün yerini yedi mahalle öteden duyulan bir kargaşa aldı. Kantinde kim fark
etse bu kadar sövme saymaya canı dayanmadı, yanımıza geldiler. Gerçekten de bir iki dakika
sonrasında bizi ayırdılar. Yiğidim, hâlâ ekmekleri koltuğunun altından bırakmamış durumda, tek
koluyla müdahil olduğu arbede, çıkan gürültü patırtı nedeniyle fazla uzamadı, bizi ayırdılar. Ve aynı
sahne tekrarlandı; ağabey bırakın gitsin herif, bela mıdır nedir, diye söylene söylene çocuklar
uzaklaştılar.
Olay bitti; Şerif’le ben yatıştık, herkes götüreceğini eve bir an önce götürsün diye vedalaşıp
ayrıldık. Bugün bile gözümün önünden gitmez. Arkadaşım bizi görür görmez bir an tereddüt etmemişti.
Ne başımdaki kalabalık ne de olayın vahameti onu bir an durdurmuştu.
Sonra ne mi oldu? Ne olabilir ki Cüneyt’e uyanlardan ikisi üst yarıdandı, Levent ve Bülent
kardeşler. Onlar da ne halt ettiklerini ve böyle bir şeye tekrar kalkışmamaları gerektiğini bizzat
yaşayarak öğrendiler. Bir daha da lojmanın üst yarısında oturduklarını hiç unutmadılar.
ARILAR VOLKAN’I SOKADURSUN; SÖZ, BABAMIN DA
BADEMCİKLERİ ALINACAK

Günlerimizin çoğu harp içinde geçmiyordu tabii. Mecburen karışmak durumunda kaldığımız
kargaşalar olduğu gibi, bazen de “haso haso gel beni tut” cinsinden durumlar da başımıza geliyordu.
Günlerden bir gün seyredecek maç, tartışılacak adam yokluğundan mıdır bilinmez, can sıkıntımız
ayyuka çıkmış, inmek bilmiyor. Birkaç arkadaş, okul sonrası eğitim çalışmaları içinde ortalıkta
geziniyoruz, eve gitmekten iyidir. Oğlum hiç mi dersin yok, bu ne biçim okul ki anlamadım gitti,
sözlerini duymaktan ben bıktım; anam söylemekten vazgeçmedi. Be anacım, bana ödev yok, anla artık.
Böyle anlarda sayınız maç yapmaya yetiyorsa mesele yoktur. Yok sayısal çoğunluk herhangi bir
spora izin vermiyorsa aranmaya başlarsınız, biz de aranıyoruz. Kurban olduğum yaradan da hâlimize
acımış olmalı ki Volkanların lojmanının ön duvarıyla çatılarının birleştiği yerde koca bir yaban arısı
peteği gördük. Bu tip petekler gri renkte olup içinde bal cinsinden bir halt olmaz, bal yapmayan arı
lafı da bizim lojmandan ülkeye yayılmıştır.
Sizin de bildiğiniz gibi petekler, oldukları yerden düşürülmek içindir, an azından biz o yaşlarda
öyle biliyoruz. Size ne, düşürecekse Volkan düşürsün, varın yolunuza gidin, diyenleriniz olabilir.
Efendim, Volkan kırk yıl geçse o peteği düşürmezdi. Volkan, kilosu bizim iki katımız kadar olan bir
arkadaşımızdı. Hızıysa yarımız kadardı. Saklambaç oynadığımızda bir tarafları açıkta kaldığından en
önce o sobelenirdi. Kardeşi vardı, Okan. Okan da yavrum ince mi ince bir şey. Gerçi Volkan’la aynı
evde yaşıyor, öyle olması doğal. Volkan, bu konu açıldığında hep aynı hikâyeyi anlatırdı: “Ben
küçükken o kadar hastaymışım ki ölmeyeyim diye kutu kutu mamalarla beslemişler. Ondan böyle
olmuşum”. Buraya kadar kabul, kabul de adam hâlâ ölüm korkusu yaşıyor, ne zaman görsek elinde
yarım ekmek arası ıvır zıvır vardı. Belli ki eski kötü günlere dönmekten çok korkuyor.
Volkanlardaki peteği görmüş bulunduk bir kere. Ne yapsak ne etsek, diye düşündük. Kolayca
düşecek gibi değil; geniş mi geniş, ağzına kadar arı kaynıyor. Uzunca bir sırık bulmalı, diye karar
verildi, yoksa dünyada düşmez meret. Evden bayağı uzaklaştık, gerçekten de uzunca bir kargı bulana
kadar da dönmedik.
Geri geldiğimizde petek yerinde duruyordu; ama sanki arılar durumdan biraz kıllanmış gibiler.
Herkes yerini aldı, petek düşürülünce mümkün olan en hızlı şekilde kaçılacak. Kargı, Bülent diye bir
arkadaşımızın elinde, yavaşça yaklaştı elinde kargıyla. Bu durumdaki en önemli incelik, peteğin en
sıkı yapıştığı yerin altına kargının ucunu en hızlı şekilde sokup çabucak düşürüp toz olmaktır. Kim
önce sokarsa kazanır durumu, anlayacağınız.
Bülent, elinde kargıyla yanaştı, nazik çocuktu Allah’ı var, bunu orada da gösterdi, keşke o
yapmasaydı. Hani kapı çalınır tık tık, kimse var mı gibisinden. Peteği tam ortasından şöyle bir
dürtükledi, petek düşmediği gibi evde bırakın birinin oluşunu, koca bir sürünün olduğu ortaya çıktı.
Biz birkaç kişi planlayıcı grubuyuz, Volkan da seyirci. Peteğin yarısına yakını düştü, aynı anda
onlarca arı dışarı fırladı. Gri petek ve bal yapmayan arılar demiştim. Belki bal yapmıyorlar; ama
iğnesiz demedim. Ben kirişi erken kıranlardan olmama rağmen yalnızca omzumdan ve kollarımdan
beş yerden sokuldum.
Kaçıştığımız yerlerden feryat figan bir araya geldik, Bülent tüm nezaketine rağmen ağır hasarlı
durumda. En büyük hasarsa yalnızca izleyici olan Volkan’da. Zaten arazi geniş çocukta, görülmeyecek
gibi de değil. Bir de kaçarken arkasını geç toplamış hâliyle. Elindeki yarım ekmeği bırakmamasının
arıları ayrıca tahrik edip etmediğini bilmiyorum.
Arıların yaptığı tamamen nefsi müdafaa, kimsenin diyecek bir şeyi yok. Ben zaten sarışın, beyaz
tenliyim, kızaracak bozaracak yer arıyorum, eve geldim ki ne duyayım, ne göreyim, diyemiyorum;
çünkü daha suratımdan haberim yok. Sağ olsun annem yetiştirdi hemen: “Hii, oğlum sana ne oldu
böyle, gene nereden düştün?”.
Bademciklerimin alınmasına kadar yaşadığım zaman içinde, bir aileyi madden ve manen sarsacak
sıklıkta hasta olduğumu yazmıştım. İçinizden bir kısmınızın, e ne olmuş, dediğinizi duyar gibiyim; bir
şey olmuş ki yazıyoruz. Bu sıklıkta olunan her ne olursa olsun bir süre sonra can sıkar malumunuzdur.
Bir evde bu sıklıkta hasta olan birinin varlığına ilave olarak, aman ne olur, ne olmaz ilacının
dakikası geçti mi acaba endişesiyle yaşayan birinin daha olduğunu da düşünelim. Ben kırk günlükken
öyle bir zatürreye yakalanmışım ki anlatıldığına göre hastalık geçip giderken beni de az kalsın yanına
katıp götürecekmiş. Öyle bir kış ki tükürme teşebbüsüne geçenleri, bırakın havada donmasını, daha
düşünme safhasındayken vazgeçirtecek gibiymiş, anlatanların yalancısıyım.
Ben de öyle iki ilaç alayım, bizimkilere ayıp olmasın, iyileşivereyim cinsinden hasta olmazdım. Ne
muayenem, iki tık tık, bir şık şıkla bitecek gibi ne de tedavim. Zatürre olduğumda kırk günlük
falanmışım, doktor odanın ısısı yirmi beş derece olursa iyi olur, altı da üstü de çok makbul değildir,
dedikten sonra artık babama nasıl baktıysa babam sobanın başında, kömür kovasıyla duvardaki
termometre arasında mekik dokumuş, oda soğudukça sobaya bir kürek kömür atıp beklemiş, sonra
gene mekik, annemin anlatması böyle.
Herhangi bir kişinin hastalığıyla bile buna yakın ilgilenirdi babam, hâlâ öyledir. Sağlık kurumuna
ve ilaçlara duyduğu saygı ve sevgiyi anlatmamın anlamı yok yaşamadan bilinmez. Bu, ancak
yaşanarak öğrenilecek bir şey olduğundan ben konuya ufaktan gireyim.
Kendi hastalıklarına da çok titizlenirdi babam oldum olası. O an seyretmekte olduğu maç isterse
dünya kupası finali olsun ve hap alışı da penaltıyla çakışsın, ilacı tercih eder ve ilaç alım zamanı
aklından çıkmaz. Ha, çok iyi bir şey mi; aslında fazlası da zarar. Ben bademcikleri aldırdığım zamana
döneyim.
Gerçekten de bademciklerimin alınışından sonra çok nadir hasta olmuşumdur ve çok kısa bir
sürede de atlatmışımdır. Şimdi bunları okuyunca bi koşu gidip aldıralım, bak iyi geliyormuş,
diyenleriniz olabilir; saygı duyarım; babam öyle yapmıştı çünkü.
Babamın yakın markajında ve titiz bir nekahet dönemi sonrasında, durumum tamamıyla toparlandı.
Bu durumda da eve bir huzur gelmesi çok doğaldır, en azından çektiğimiz maddi ve manevi zulüm de
azalmıştı. Ama sağlık konusunda bizim evde zulüm kolay kolay bitmezdi. Babam, ameliyat öncesi ve
sonrasındaki farkı en iyi bilen kişi. Operasyon kararını alan çocuk doktorum Nazire Hanım’ı da her
fırsatta minnetle anıp eve kim gelse bu ameliyatı olmanın bin bir türlü faziletinden de bahsediyor. Bir
anlatış ki sormayın, gelen ziyaretçilerin bir kısmı o gün tıp fakültelerine yazılmayı düşünmediyseler
çoğunun meslek sahibi olmasındandır.
Gelen aile dostları da eskiden sık sık hasta olduğumu biliyorlar ve ameliyatı bu kadar hasarsız ve
çabuk atlatmama da ayrıca seviniyorlar. Canıyürekten, başından sonuna, ne var, ne yoksa babamdan
dinliyorlar tüm gece boyunca. Dış kapının yanına boş bir kap koysaydık bir kısmı bademcikleri orada
bırakır evlerine öyle giderdi, diye çok düşünmüşümdür.
Bir süre sonra herkes sırasını savdı, ziyaretçilerim olmaz oldu, doğaldır. Ama doğal olmayan,
bademcik ameliyatı konusunun da bu okuduğunuz satırlar gibi evde kapanmamış olması. Babam
mesaiden geliyor, anneme akşam yemeğinden sonra boğazının arada sırada ağrıdığını falan anlatıyor,
bu böyle giderse kışın pek rahat edemeyeceğini de söylemeyi ihmal etmiyor. Annem iyi niyetli
kadındır; olgunca dinler, pek yorum yapmazdı çoğu zaman. Birkaç akşam bunları dinledikten sonra;
“Ee ne olmuş ki?” diyeceği tuttu kadıncağızın.
Babam, benim onda birim kadar bile hasta olmazdı o zamanlar. Hem bünye sağlam hem de aktif
çalışıyor, bedenin en güçlü olduğu zamanlar. Annem, e ne olmuş, deyince de “Nasıl ne olmuş, bu kış
bana rahat huzur yok” dedi. “Böyle giderse gripten nezleden başımı kaldıramam ben” diye de devam
etti babam. Annem de, “Niye, ne oldu ki?” diye sordu hâliyle; “Ben de kış gelmeden bademciklerimi
aldırsam iyi olur” dedi babam. Bakmayın öyle, bakmayın, okuyun, o kadar yazıyoruz; hazır yazan var,
okuyun.
Annem, en son “vışş” lafını küçük amcamın Urfa’dan bize geleceğini duyduğunda etmişti
hatırlıyorum. Bu “vışş” lafı Urfalı hanımlar şaşırmadan ağızdan pek çıkmaz. Durum aslında çok
şaşılır bir durum değil, babam son bir haftadır akşamları bu konu üzerinde hassasiyetle durmakta.
Annem kendisine verilen antibiyotikleri ve vitaminleri yarı yarıya tüketmesine alışık olduğu hâlde
babamın ameliyat konusundaki tavrına neden şaşırmıştı bilmiyorum.
Hani neredeyse, bademcikleri aldırmak kötü bir şey olsa bizim oğlanın bademcikleri alınmazdı
noktasına geldi, gelecek babam. Ben ameliyatı olmasaydım bu konu aklına gelmeyecek olan babam,
kafaya bu işi koydu; durum anlaşıldı hâliyle.
Gerçekten de birkaç gün içinde her türlü tahlil ve diğer hazırlıkları da yapıp artık doktoru nasıl
kandırdıysa günü bile aldı. Ve inanmakta zorluk çekilebilir; ama on beşinci günde ameliyat olması
için hastaneye yatmıştı bile. Benden dolayı neredeyse tüm hastane personeli babamı tanımakta zorluk
çekmediler. Yalnız bademcik gibi ameliyatlarda, acilen geldik yoksa çok sıkıştırıyordu meret denmez.
Düşüğe, apandisite benzemez bu iş, o nedenle gelen giden de odada babamı yatarken görünce hayrola
yüzbaşım falan diyorlar. Gerçekten de hayrola durumu var. Çok sık hasta olup gitmediği için biraz da
şaşkınlar. Bu durumda ne denir? Ne olsun, eskiden beri zaten sıkıştırırdı, artık zamanı gelmiş
alınacak, denir. Babam ne dedi? “Baktım iyi bir şey, önümüz de kış, rahat etmek lazım, bir an önce
alınsın, dedim”. Ayniyle vakidir.
Babam ertesi gün ameliyat olacak, biz eve döndük annemle. Daha sonra hastaneye gidip ziyaret
edeceğiz, zaten hemen sonrasında da eve gelecekmiş, hepsi bu kadarcıkmış. Ameliyata bayağı bir şen
şakrak gitti, bir buçuk saat sonra da odaya geldi. Bir buçuk, hem de acılı bir buçuk.
Meğer bu ameliyat yetişkinlerde çocuklardaki gibi olmayabilirmiş. Biraz kanamalı ve zor geçmiş
anlaşılan. Bu nedenle şen şakrak şakıyarak giden adam, ameliyat çıkışında, ağır bir ürolojik
muayeneden on dakika önce çıkmış gibi bir yüz ifadesiyle geri geldi. Hem acılı bir yüz hem de hâlsiz
ve soluk bir ifadesi var; olmayan tek şey sesi. Evet, sesi çıkmıyordu. Ağzını açacak hâlde değildi
yatağa geldiğinde. Artık ne olup bittiyse içeride, adamcağızın gıkı çıkmıyordu, oğlundan çok
çekmiştik; kapanacak bir hesabımız vardı sizin aileyle, hazır buraya kadar da gelmişsiniz gibi bir
şeyler olmuştu sanırım. Kendi ameliyatımı hatırladım, bırakın gık sesini ameliyat sırasında bile sayıp
sövmekten ben bıkmıştım, sesimde en ufak bir şey yoktu ve sonrasında kanama da olmamıştı. Biz
hastanede babamın yanında olduğumuz süre zarfında da sessizliği devam etti.
Ben hastaneden eve kiminle döndüm; bugün hatırlayamıyorum; oluyormuş demek ki benim de
hatırlayamadığım anlarım varmış. Neyse içinize su serpilmiş kadar olmuştur.
Evde o geceyi akrabalardan birileriyle geçirdik; annem, babamın yanından ayrılamadı. Ne olur, ne
olmaz gecenin bir vakti sesi çıkarsa yanında duyan biri olsun, diye düşündü sanırım. Ertesi gün
öğleden sonra annem geldi, biz hemen babamı sorduk hâliyle, bademciklerinden vazgeçtik bari kendi
gelsin diye. Annem “Bu gece de kalacakmış, hâlsiz olduğundan yarın çıkarsa daha iyi olur dedi
doktoru” deyince, biz “Hayırlısı” dedik, ne diyebiliriz ki başka. Aklımdan da keşke ben bu ameliyatı
olmasaydım babamın canı çekmezdi, diye geçiyor bir yandan da.
Beklenen gün geldi ve babam eve döndü; ama bize bir şey getirmedi. Döndüğü gün, bugün gibi
gözümün önünde. Hava çok soğuk olmamasına rağmen, yakaları kalkık, uzun bir rüzgârlık giymiş;
belli ki kendini birkaç gün kolla demişler. Elindeyse hastaneye giderken yanında götürdüğü torbası
var. Yüzü asık, anladık ki tadı tuzu yok. Biz ne yapsak ne etsek de keyfi yerine gelse diye düşünürken
ben içeri geçiyorum, “Biraz yatacağım” dedi. Gerçekten de babam dediğini yaptı, birazcık yatağına
uzandı ve on beş gün kadar çok mecbur kalmadıkça da yerinden kalkmadı. Tahmin ettiğimizden de çok
hâlsiz ve iştahsız düşmüştü. Bunu ye, şunu yeme diyen listeyi benden dolayı zaten iyi biliyordu.
Babam, ameliyat olup muradına ermişti artık. Ancak beş kilo kadar verdiğini söyledi, bunun elli
gramı zaten bademcikler. Eve gelip giden ziyaretçilere, bu kez kendi ameliyatını anlattı durdu günler
boyunca. “Yav Remzim”, “Yav Erdoğanım”, “Yav Süleymanım” diye başlayan kırk kadar cümle,
genelde şöyle biterdi; “Zor oldu; ama değdi, nefesim bile eskisinden çok daha rahat çıkıyor!”.
Arkasından da numune olsun diye elini yumruk yapıp göğsüne vurur ve iki öksürük patlatırdı.
Ameliyat sonbahar gibi oldu. Raporlu günleri geride bırakıp mesaisine geri döndü babam. Okul
arkadaşları içinde kendisinden başka bademcik ameliyatı olan çıkmadı daha sonrasında. Bir lojmana
iki kişi yeter, dediler sanırım.
Bu arada okula geri dönelim. Okuma yazmayı söktükten sonra, ben vazgeçtim okumayı unutup
tekrar eski mutlu mesut günlere döneceğim, deme şansınız olmuyor. Her gün, dakikalar boyunca,
yazma ve okuma işlerinin yanı sıra bir de resim çalışmaları başladı. Başımıza iş aldık bu okula
başlamakla, en başından beri böyle olacağını biliyordum.
İlkokulun özellikle de ilk sınıfında el becerileri geliştirilmeye çalışılır. Bunda da el işi boyama ve
resim çalışmaları ağırlıklıdır. Herkese tembih edilir, boya malzemeleri ve resim defteri alınacak
kimse unutmasın diye. Resim belli bir dereceye kadar istemekle az çok yapılabilecek bir şey; ama
hem yetenek hem de isteme durumunda sonuçlar elbette çok daha iyi oluyor. Sayfalarca şey okudunuz,
Allah rızası için bir Cin Ali bile yok farkındasınızdır. Dedim yetenek ve istek şart diye. Peki ikisi de
yoksa. Yoksa yok, ne yapalım, Allah vermemiş. Gerçekten de bunlar bende yok. Bazı arkadaşlarım
resim dersi başlasa da keyfimizden ölsek, diye beklerlerdi, sanki satıp para kazanacaklar. Hele bir
Şafak vardı, çocuk ne görse benzetiyor. Ağzım bir karış açık, ben de seyrediyorum. Kulağım fena
değildi, az çok ağzımız laf da yapıyor, müzik dersi eziyet olmaktan çıkmıştı; ama resim dersi bitmek
bilmezdi benim için. Öğretmen, çocuklar herkes ne istiyorsa sayfasına onu çizsin dediğinde;
öğretmenim ben bir şarkı patlatsam olmaz mı, ben güzel sanat hakkımı böyle kullanayım, demediysem
o zamanlar aklıma gelmediğindendir.
Gökselciğim resmi fena yapmazdı. Aramızdaki onca aşka meşke rağmen bana resimde pek bir
faydası olmamıştır. Bana kendi teklif etmesine rağmen onun yaptığı resmi de bunu ben yaptım, deyip
göstermeyi hiç istemezdim; küçük bir kız çizer, kucağında da bir bebek. Çizdikleri bize ters şeyler o
zamanlar, hâliyle resmi sahiplenmiyorum, bu resim benden değildir deyip, kendim, ecüş bücüş bir
şeyler çiziktiriyorum, inanın bittiğinde ben bile bakmak istemiyorum; varın gerisini siz düşünün. Ben
bakmak istemiyorum da öğretmen çok mu bakmak istiyor, kadıncağız da benden farklı değil; ama
meslek zoru, el mecbur bakıyor. Her baktığında bir iç geçirişi var, anlatamam. “Oğlum, bari Cin Ali
falan çiz, ne bileyim, uçak yap, gemi yap, bak arkadaşların ne güzel eğleniyorlar” derdi. Ne cini, ne
şeytanı, ben Cin A bile yapamıyorum.
Resim dersinden sınıfta kalma olsaydı sanırım bu hakkı en çok hak ederek ben kullanırdım. Ama
öğretmenlerimiz benim bu hakkı kullanmam konusunda ne derlerdi bilemiyorum. Son bir umut, el işi
kâğıdı ve yapışkan verdiler elime, “Oğlum bari bir şeyler yapıştır, zaman geçsin, boş boş oturma”
diyen öğretmenime “En iyisi mi ben sınıfa bir şarkı patlatayım; siz bu konuda benden elinizi çekin”
diyemedim. Neyim var neyim yok üstüm başım yapış yapış oldu gitti; ben de bu işleri Şafak’a
bıraktım; öğretmenimiz, nasılsa okumayı söktü, diye düşünmüş olmalı ki bu konuları tekrar açmadı.
Okul hayatımız hay huy, şamata, bir şekilde devam ededursun, okul dışında da çocukluk
faaliyetlerimiz tüm hızıyla sürerdi. Lojmanların hayvan beslemek için en ideal yerlerden biri
olduğunu size söyleye söyleye dilimde tüy bitti; ama bizde konu bitmedi. Konu deyince de öyle
sıradan bir konu değil hani, sonuna kadar, sapına kadar okunası bir konu.
Babamın köpek diye yakalayıp eve bağladığı ve zamanla bize alışan canavar Puik’ten
bahsetmiştim. Ama bu konunun zamanı gelip Şerif için bir itibar meselesi hâline geldiğini
söylememiştim. Şerifim ne zaman bize gelse oyun sonrasında, eve gitme zamanı geldiğinde aklı bizim
itte kalırdı. Giderken de artık bana da bir köpek lazım diye düşünürmüş yiğidim. Artık benim de
yanımda kurdum olmalı diye düşünmekle kalmamış tabii. Konuyu Tarzan’a getirmiş olduk, hadi
okuyun afiyetle...
TARZAN

Babamın, şu oğlan için bir köpek yakalayayım da canı sıkılmasın, dediği günlerden sonra, bizim
hırsız Puik’in de namı yürüdü hâliyle. Lojman sınırlarında, meyvesiz ağaç silsilesi içinde çam ve
zakkumu yazmıştım. En az onlar kadar meyvesiz; hatta gölgesiz bir ağaç daha düşünmüştü
Amerikalılar sağ olsun; Palmiye.
Zakkumun dallarından ok ve yay ihtiyacımızı tedarik ediyorduk. Kılıç için gereken ham madde de
palmiye dallarıydı. Belimizde tahta kılıçlarımız olmadan pek dolaşmazdık. Yiğidimin belindeki kılıç
genelde yere değerdi. Bense Puik yanımda, belimde kılıcım olduğu hâlde bayağı bir caydırıcı hâl
almıştım.
Boyumuz kısa, hayvan iri. Belimden daha yukarı seviyede olan, babamın zorla yakalayıp acı
şefkatiyle adam ettiği köpeğimize, tanımayan pek yaklaşmazdı. Gerçekten, suratı ve cüssesiyle tekin
bir görünümü yoktu. Bazen Puik’in bazen de benim istediğim yerlere gezmeye giderdik.
Civanım bize geldiği zamanlar elinin ağır olmasından dolayı da bizim köpeğe bir zarar vermemek
için uzak dururdu hâliyle. Bir yiğidin kılıçla dolaşırken yanında kurdunun olmaması görülmüş şey
değil. Bir süre sonra bu durum Şerif’i ve istemese de Erdoğan Amcamı rahatsız eder hâle geldi.
Civanım da bir köpek istiyordu artık.
Allah’ı var, Erdoğan Amcam oldum olası çelebi adamdı. Bine yakın kitabını dizdiği bir kitaplığı,
masası, daktilosu ve arada bir çaldığı neyi vardı. Ve bu adamdan bizimkine benzer bir köpek
yakalaması isteniyordu. Şerif’in köpek isterken babasız kalma ihtimalinden haberi yok. Çünkü ben
bizim itin hangi koşullarda yakalandığını gayet iyi biliyorum. Daktilo patırtısına, ney sesine tav olup
gelecek çoban köpeği de o güne kadar ne duyulmuş ne de görülmüş şeydi.
Gene böyle günlerden birinde, adamcağız nasıl bunaldıysa, civanıma söz vermiş bulundu.
Amcamın verdiği söz de yutulmak için değil, tutulmak için olurdu da bizimkisine benzeyen bir
hayvanı hem bulması, hem ikna etmesi hem de beslemesi kolay değildi. Bizim Puik yakalandığında
zaten cebbar bir hayvandı. Urfa mutfağından artan eti, pilavı yiye yiye de hem iyice güçlendi hem de
bize alıştı.
O zamanlar şimdiki gibi çok gelişmiş bir ülke olmadığımızdan, sokaklarda ata, ite öyle kolayca
rastlayamazdınız. Lojmanlarda sinek bile uçmazdı ki köpek ender-i nadirattan başı boş olurdu.
Evin önünde kılıcımı keskinlediğim günlerden birinde, civanım yolun başında göründü. Selam,
kelam ve karşılaşan yiğitlerin ayaküstü konuşmalarından sonra ağzında getirdiği baklayı da çıkardı.
“Bizim de artık köpeğimiz var” dedi. Nasıl sevindiğimi anlatamam. Köpeğin ilk eğitimini
tamamlamadığını düşündüğümden neden yanında getirmediğini arkadaşıma sormadım bile. Hem
bizimkine arkadaş geldi hem de civanım yanında kurdu olmadan dolaşmak zorunda kalmayacak artık.
“Hemen gidelim, meraktan öldüm Şerifim” dedim.
Evlerine vardık, ortada dört ayaklı bir şey yok. “Nerede ki?” dedim; “Arka bahçede” dedi. Zaptı
zor olduğundan, gelen geçen rahat etsin diye belli ki arkaya, görünmez bir yere bağlamışlar. Arka
tarafa dolandık; ben hâlâ meraklı bakışlarla iti arıyorum. Bir yandan da tedirginim, görmez
tarafımdan yanaşıp da bir yerimi kapar mı, diye. Ben bayağı bir bakınınca civanımın gücüne gitmiş
olmalı ki, “Aha, görmüyor musun!” dedi.
Zakkumun dibinde, bir kedinin iki katı cesametinde, kirli sarımsı beyaz renkte bir şey, yere çökmüş,
arka ayaklarından biriyle kulağını kaşıyordu. Ben hayvana doğru bakarken, Şerifim” Tarzan, Tarzan,
gel bakayım” dedi ve dudaklarıyla öpücük yaparken parmaklarını da hayvana doğru şaklatmaya
başladı. Gerçi Allah’ı var, Tarzan bize doğru üç adım attı; ama gene çöküp bu kez de diğer kulağının
arkasını kaşımaya başladı. Üç adım atıp bir adım kaşınan bir tempoyla hareket eden bir yapısı var
mübareğin, mehterana göre bir adım hızlı. Bana güvenip de lojmanda ona buna harp ilan etmeyin,
dercesine mahzun bakan bir şey.
Pire itte, bit yiğitte bulunur, derler; Tarzan da namı sürsün diye pireleriyle geziyordu. Ayrıca
hayvan asil olduğundan bir öbek kadar sinek de saygıda kusur etmeden yanı sıra geliyordu. Şerifim
hayvanın çok da gösterişli olmadığının farkında, yan gözle bir taraftan da beni kesiyor. Hani
yalancıktan tırsıp, yahu Şerifim aman diyeyim, tut şunu da bir tarafımı parçalamasın, desem bile
civanımın bunu yemesi mümkün değil.
Hayvan asil demiştim, o kadar ki ben geldiğimden beri ayıp olmasın diye ilaç niyetine bir “hav”
bile dememişti. Suskunluğumdan sonra Şerifim “Nasıl ama?” dedi. Bu soruyu sormasa ben kulpuna
uygun bir şekilde, breh breh köpek değil canavar mübarek, bunu gündüzleri dolaştırmayın, ahali
korkmasın manasında bir şeyler diyeceğim; ama artık civanım sormuş bulundu. Öyle aniden
şapadanak da sorunca, hepimize hayırlı olsun, diyeceğime; “Bu mu?” diye ağzımdan kaçmış oldu
hâliyle.
Zaten aklında soru işaretleri olan yiğidim, hâliyle biraz mahzunlaştı. Hayvanın tüylerinin bir
kısmıyla birlikte pek çok şeyi döküldüğünden, cinsi hakkında da bir fikre sahip olamadım. Ne kadar
dikkatle baksam da görünen herhangi bir şeye göre değil de hatırasına binaen Tarzan adının koyulmuş
olduğunu anladım. Muhtemelen fikir babası civanımdı.
“Nerede buldunuz bunu Şerifim?” diye sordum. Bu sorumdan; cins bir şey, kardeşleri varsa
kaçırmayalım, anlamını Şerif bile çıkarmadı; siz de rahat durun. Yani etrafta dört ayaklı başka bir şey
yok muydu, manasındaki bu soruyu zaten civanım da çok hevesle yanıtlamadı. Babam, “Menemen
pazarından dönerken yolda bulmuş” dedi. Civanımı sevmesem; köpek olduğunu baban nasıl anlamış,
diye sormak var; ama artık bağrımıza taş bastık. Rahmetli Pako’nun, yaşasaydı bile, kolay kolay
bizdendir demeyeceği bir şey. Hayır, hayvan havlasa falan gene bir yere kadar; ama sesi soluğu da
çıkmıyor.
Kulakları düşük bir şey. Artık geldiğinde mi böyleydi, Erdoğan Amcaların sofrasından artan otu,
nebatı yiye yiye mi bu hâle geldi, bilmiyorum.
Şerif neden köpek istediğini bana anlatır dururdu; bahçede oynarım, elimdekini fırlatırım, hadi git
getir koçum, dediğimde bulur, bana getirir falan diye. Bir de ben Puik’le dolanırken Puik’in
tanımadıklarına hırlaması Şerifimi mest ederdi. Bu hayvanın fırlatılmış bir şeyi bulması için gereken
görme ve koku alma duyularının kaldığından bile şüpheliyim. Allah korusun; fırlatılanı getireceğim,
deyip arabanın altında kalması var ki günahı adama bir ömür yeter. Hayvan hilkatten doğum kaydında
köpek diye geçiyor belki; ama belli ki kendisinin böyle bir iddiası kalmamış.
Erdoğan Amcam, Tarzan’ı bulup getirmeyi düşündüğünde, oğluyla, getir götür, oyun falan oynasın,
diye değil; muhtemelen sözü sohbeti için düşünmüştü. Hayvan yaş olarak, göründüğü kadarıyla bizim
çağa ait değildi. Sanırım, Yunanlılar, İzmir’i terk ederken kayığa almayı unutmuşlardı. Aslında Tarzan
gördüklerinin yarısını civanıma anlatsa, görgüsü bilgisi bir ömür yeterdi. Böyle bir durumda da
yaşına hürmeten Tarzan’ın fırlattıklarını, Şerif’in getirmesi gerekecekti ki o da civanımın kolay kabul
edeceği bir şey değildi.
Şerif, huyu suyu her ne kadar temiz, arkadaş canlısı biri de olsa konu zorlamayla bir iş yapma
konusuna ya da itiş kakışa gelecek olsa gerektiğinde on kişiye karşı bildiğinden şaşmazdı. Ha, iyi mi
yapardı? Yanında ben yoksam belki iyi; ama ben varken genelde sonuçları pek iyi olmazdı. Teke tek
biriyle kavga ettiğini görmedim adamın. Zaten üç beş kişiye kadar pek zıtlaşan olmazdı; ama sayı
olarak beşten fazlası ise ikimiz için bile zararlıydı. O nedenle birlikteyken ağız tadıyla birilerini
dövdük, dersem yalan olur; zaten vicdanı el vermezdi. Vicdanı el verdiğinde de sağ olsun biz zaten
kalabalıktan yiyeceğimizi yerdik.
Bu durumda Tarzan’ın varlığı neyi mi değiştirecek? Ağabey ne bileyim? Bekçi köpekliği için evin
önüne getirildi, diye düşünmedim değil. Millet, Tarzan’ı gördüğünde; vah vah evdekiler acından
ölmüştür, bu eve girsek ne olur, girmesek ne olur, deyip belki de elindekileri kapıya bırakıp
giderlerdi. Babası bulmuş getirmiş Şerif’in. Bu saatten sonra kime verebilirsin ki? Hani bizim Puik,
gerçekten hem yaradılıştan hem de huyu suyu olarak köpek diye kayıtlara geçiyordu. Ama Tarzan!
Rahibe Teresa her neredeyse bulmuş büyütmüş, sonra da İzmir civarlarında bir yerde azdırıp gitmişti
sanki.
Rahibe Teresa’nın unutup gittiği yerden yıllar sonra bulup lojmana getirmek de Erdoğan Amcama
nasip olmuştu. Şeriflerin evin önünde biraz oyalandıktan sonra, Şerifim, elinde ince, naylon bir iple
Tarzan’ın yanına geldi. Aman ağabey ne yapıyorsun, dememe kalmadan hayvanın boynuna bağlamaya
başladı. Köpek de Şerif’in yapmaya çalıştığı şeyi yıllar öncesinden hatırlar gibi oldu ki mutlu mesut
ayağının dibine kıvrıldı. Demek ki hayvan, köpek yerine konmayalı bir yirmi yıl kadar oluyordu.
Bağlama işi bittiğinde, geh geh Tarzan, diyerek köpeği gayrete getirmeye başladı dostum. Bu “geh
geh” lafını köpek hatırladı; ama ne işe yaradığını tam olarak çıkaramamış olmalı ki “hayırdır” der
gibi Şerif’e bakmaya başladı. Anladım ki Şerif, yanımıza köpeği de katıp lojman turuna çıkma
hevesinde.
İp, civanımın elinde olduktan sonra benim için mahsuru yok, giderim de dönüşte hayvanı
omzumuzda geri getirmek de var. Taşıması neyse de bir de pire kaptığımızla kalacağız, bir duyan olsa
hepten rezillik anlayacağınız. Gittiği yerden ayakları üzerinde geri dönecek gibi görünmüyordu çünkü.
“Ağabey bu sefer şart mı, sana iyi bir alışsın; bakarsın tasmasız yanında dolaşacak hâle gelir; hem
daha da havalı olur” dedim. “Tasmasız gezdirirsem birilerine saldırır, paralar, diye de korkma, sen
yanındayken kimseye saldırmaya da cesaret edemez üstelik” diye de lafı bağladım. Maksat, benim
olmadığım bir zaman nereye gideceklerse gitsinler. Civanım ensesini şöyle bir kaşıdı. Temel
eğitimini tamamlamadan yanında gezdirmesinin doğru olmadığını düşündüğünden mi, yoksa gittiği
yerde hayvan son nefesini verir de vebali boynuna kalır diye korktuğundan mı, “Tamam” dedi, “Biraz
daha alışsın, sonra gezdiririm”.
Günlerden pazar mıydı, cuma mıydı tam hatırlamıyorum; sazan gibi atlamayın hemen, nereden
hatırlayayım! Yıl 1973, Tarzan’ı da yanına katan Şerifim bizim evin oralara geldi. İnsan hâliyle
seviniyor. Hasbihâl sonrası bir Şerifime, bir de yanında gelen kurda baktım. Boynunda ince bir urgan
olduğu hâlde köpek kulağının arkasını kaşıyor. Rengi biraz açılmış, belli ki gün aşırı hayvan
yıkanıyor. Bizim evin arkasına geldik, bizim it kulübesine bağlı duruyordu o esnada. İyi ki de
bağlıymış; yoksa hayatta zapt edemezmişiz; çünkü babam da evde değildi. Bizim Puik, Tarzan’ı görür
görmez öyle bir hamle yaptı ki arada herhangi bir dişi canlı olsaydı o sırada kesinlikle babası bizdik.
Ben oğlan evi olmanın gururuyla bizim hayvana baktım; neredeyse tasmayı koparacak. Şerif hafiften
bozulur gibi oldu. Tarzan’ın tırsmasından mı, yoksa cinsiyet kargaşasından mı tam bilemiyorum; ama
köpeğiyle on gün kadar konuşmadı.
Gene günlerden bir gün, bu sefer ben, civanımın evine gittim, tam da ders saatine denk gelmişim.
Dostum beni hemen fark etmedi. Tarzan yere çökmüş, Şerifimin söylediklerini anlamaya çalışıyordu.
Gerçi hayvan nebat yemekten söylenen bir şeyi anlayabilecek durumda görünmüyordu; ama ders
derstir. Otur oğlum, kalk oğlum, yat oğlum, dön oğlum falan. Tarzan ise söylenenleri can kulağıyla
dinliyordu; şimdi öğreneyim bu anlatılanlar ileride benim işime yarar nasılsa, diye kıpırdamadan bir
süre dinledi hayvan. Belli ki bilgiye, görgüye saygısı sonsuz ve söylenenleri bir yerlerden hatırlıyor.
Ama işin teoriğine bu kadar hâkim olan Tarzan, pratik faslına gelince pek oralı değildi. Zamanında
biz çok yaptık, biraz da diğer köpekler yapsın edasında. Şerif bir şey fırlattı; “Tut koçum, getir
bakayım” dedi. Hayvanın gözlerinden cevher fışkırıyordu; bu yaşımda ben mi gideceğim, hiç
yakışıyor mu bu yaptığın, aşk olsun, der gibiydi! Şerif her nereye ne fırlatıyorsa, attığı şey gittiğiyle
kalınca bu eğitimden vazgeçti. Beni fark edince de “Zamanla öğrenecek” dedi.
İkimiz de Tarzan’ın bu işlerden çok, görsel güzelliği için Erdoğan Amca tarafından yakalanıp
getirildiğine karar verdik. Şerifim gittikçe daha az sıklıkla Tarzan’ı yanında getirir götürür oldu.
Bunda lojmandaki çocukların Şerif’i gördüklerinde; ya Şerif, onu da köpek diye yanında
gezdiriyorsun ya, helâl olsun, demeleri rol oynadıysa da ben bu konuya fazla karışmadım. Ne de olsa
zaman zaman ben de hatıra binaen yanlarında geziniyordum.
ARKADAŞIMIN AŞKI

Yazı, çizi, kırmızı kurdele derken civanımın gönlünü çalan, yiğidimin aklını çelen bir güzel kişi yok
muydu şu koca okulda, diye düşündüğünüzü anlamadığımı sanmayın.
Olmaz mı hiç! Az önce size Göksel’den bahsetmiştim. Size Göksel’i anlatan, en yakın dostuna bu
hatundan bahsetmez mi? Ben de okul çıkışı yiğidimle oyun oynarken konu buralara, gönül işlerine de
gelirdi bazen. Ben de Göksel’le yaptıklarımızı, oyunlarımızı, kısacası neşe-i muhabbetimizi
anlatırdım. Şerifim de sessiz sedasız; ama ilgiyle dinlerdi. Dinlerdi; ama pek yorum yapmazdı.
Gene böyle günlerden birinde artık ne kadar dolduysa; “Ahmet nasıl yaptın, nasıl konuştun, ilk ne
dedin ona?” diye sordu. “Nasıl yani?” dedim. “Yani” dedi, “Ona ne dedin de seninle bunları yapmaya
başladı?” Meğer civanımın sıkıntısı; mevzuya nasıl girdin, konusuymuş.
“Valla Şerifim, ben bir şey demedim, oynarken elini kolunu tuttum, bir şey demedi, yalnız yediği
bir şeyi istersen ya da elinden almaya çalışırsan bozuluyor, onun dışında iyiyiz” dedim. “Yani onu
öpünce sana kızmıyor mu?” diye sordu. “Hayır” dedim, “Niye kızsın ki, bazen durduk yere o beni
öpüyor”. Şerifim bunu duyunca bayağı bir duygulandı, “vaay be” anlamında başını sağa sola salladı.
Anladım ki bekârlık, civanımın canına yetmişti.
“Hayırdır, ne ola ki?” diye konuyu açtım. “Yav Ahmetim, bizim sınıfta da bir Zekiye var, çok
güzel” dedi. “Kız sınıf birincisi” diye de devam etti. “ ‘İşte Hendek İşte Deve’yi tamamen ezbere
söyleyebiliyor, sesi de kendi gibi, o kadar güzel ki” diye de devam etti Şerif. Gerçi o şarkıyı bilirim,
kız tarafı bas bas bağırır; zordur almak bizden kızı, diye. Ama belli ki yiğidim, hele Zekiye’nin gönlü
olsun; el mi yaman, bey mi yaman, diye düşünmekte.
Kızı daha önceden görmüşlüğüm yok. Kızın güzel olduğunu söyleyince Şerifim, elimde olmadan
refleksle karışık; “Hayırlısı olsun inşallah düğün yakında” dedim; arkadaşımdan çıt çıkmadı; koyun
can, kasap mal derdinde sözünün -o zamanlar bilse- aslında tam yeri. Erkek milletinin huyudur; bir
dert duydu mu hemen akıl verir. Ben de öyle yaptım, “Ee Şerifim ne duruyoruz, mahallesine gidip
oyun oynayalım, gerekirse de isteyelim” diyecek oldum. Dostum burada hepten mahzunlaştı, “Burada
oturmuyorlar” dedi, “Onlar astsubay lojmanlarında”. “Yapma ya” dedim. Bu “yapma ya”; yani “okul
dışında sen bu kızı nah görürsün”ün yakın arkadaşçası. Şerifim de zaten durumun farkında; “Yaa” diye
sözü bağladı.
“Neyse” dedim; “Okulda, teneffüste oynarız; saklambaç, ebe sobe durumları olur, yaparız bir
şeyler; sıkma canını”. “Pek oyun oynamıyor, koşturmuyor; hep ders çalışıyor” dedi Şerif. Bunu
duyunca tüylerim diken diken oldu; ama belli etmedim, ne de olsa yengemiz; arayı bozmak olmaz;
yarın öbür gün Şerif, kızla koklaşmaya başlarsa, zaten arkadaşın beni istemiyordu, diye aramızı
bozmasın diye düşündüm. Olsun, diye olgunluk gösterdim, “Arkadaş olursanız ders çalışmaz, oyun
oynarsınız” dedim. Sonrasında daha da iyi anlayacağım gibi, Şerifim biraz da kızın bu sınıf birinciliği
işine vurgunmuş. Ortaokul sırasında da sınıfında Müge diye bir kız vardı, o da okul birincisiydi; Şerif
ona da âşıktı. Müge de güzellik olarak bir adaya yalnız düşünce konuşulacak cinsten bir şeydi; varın
gerisini siz düşünün.
Şerifim dertli dolap gibi bayağı bir anlattı kızı. Neredeyse bir taraflarından duman çıkmak
üzereydi. Yiğidin harman olduğu yerden gelmiş Şerif, bu konuda süklüm püklüm anlatıyordu. “Daha
konuşamadım kızla” dedi; ardından da çok feci âşık olduğunu söyledi. Kızın daha bir şeyden haberi
yok; Şerif yanmış tutuşmuş, söndüreni yok; tam felaket senaryosu. Arada bir naralanıp da yanık bir
uzun hava patlatsa yeridir; içlenmiş, belli ki içine atıyor civanım.
“Bana da okulda göstersene, teneffüse çıktığımızda” dedim. İnsan, arkadaşının gönlünü çalıp yakanı
ister istemez merak ediyor. “Olur, yarın gösteririm” dedi.
Ertesi gün okula geldim, merakla ilk teneffüsü bekliyorum. Zil çaldı; kendimi her zamankinden daha
da hızla dışarı attım, doğru Şerif’in sınıfına. İçeri girdim; Şerif beni görünce kızarıp bozardı, yanına
gittiğimde dudaklarının arasından yalnız kendi duyabileceği bir sesle; “Ne yapıyorsun; şimdi olmaz,
bahçede gösteririm” dedi. Sanki orada işaret etse gidip kızı arkadaşıma isteyeceğim. Anladım ki
Şerif benimle sessizce konuşmakla kalmamış, korkudan da bayılmak üzere.
Bahçeye çıktık, uzakta yan yana duran üç kızı işaret etti. Kızlara baktım; hepsi selvi gibi. Gerçi
civanımın sınıfında kendinden kısa kız yoktu; ama bunlar da maşallah alıp başını gitmişler. “Yahu,
hangisi Şerifim?” dedim. O tarafa bakmadan devlet sırrı verir gibi “Ortadaki” dedi. Allah’tan
ortadaki, yoksa kızı anlatması iki teneffüsümüzü yerdi. Korkudan o yana bakmıyor bile. “Neyse”
dedim, “Ben bir de yakından bakayım dönerim”. Şerif’in aman duman demesine fırsat vermeden,
oğlan evi olarak yengemle diğer bacıların yanına doğru yollandım. Ben bu konularda rahattım, gerçi
şimdi Şerif’ten beter durumdayız ya neyse, gidip biraz ötelerinde durdum, gözümü dikip inceliyorum
kızı. Kız da önceleri arkadaşlarıyla konuşurken, acaba kim bu adam, gözünü dikmiş bana bakıyor,
herhâlde oğlan evindendir bu, diye düşündüğünden bana bakmaya başladı.
Çirkin değil; aksine yüzü hoş; ama Gökselimin aksine eti budu yok, sopa gibi bir şey. Oyun
oynarken neresinden tutacağını bilemezsiniz böyle kızların. Bacakları da hafif çarpık gibi. Gerçi kız
geliştikçe bacaklar da mümkün mertebe düzelir, diye düşündüm. Kurdeleleri bağlı, üstü başı tertipli,
düzenli, temiz bir kızcağız. Evine barkına bağlı, ağırbaşlı bir hâli var. Sınıfın da birincisiymiş. Gerçi
bu birincilik işi insanın aklını kurcalıyor; önce okulum dese, denecek bir şey yok. Okul bitmeden
olmaz, beni bekle, der gibi bir hâli var kızın. Civanımın boyu kızın omzuna ancak gelecek durumda.
Zıplamadan öpeceği gibi bir şey değil, kız anca bir yere çökerse olacak. Yani kızın gönlü olacak da,
çökecek de, ölme eşeğim durumu söz konusu. Aslında bu konu onların özel hayatı; beni ilgilendirmez.
Dünya ahiret bacım olsun, deyip kızın yanından ayrıldım.
Şerifimin yanına döndüm, kıpkırmızı bir suratla bana bakıyordu. Sanki gidip de Şerif seni seviyor
falan dedik. “Ağabey senin durup bakmandan kesin anlamıştır Zekiye” dedi. “Neyi anlamıştır?”
dedim. “Sana göstermek istediğimi, benim yolladığımı düşünmüştür; bir daha hayatta konuşmaz
benimle” dedi. Hoppala, fol yok, yumurta ne gezer durumu. “Yok yav, nereden çıkarıyorsun; senden
iyisini mi bulacak, sopa gibi bir şey zaten, eti yok budu yok; üstelik de çalışkanmış baksana” dedim.
Biraz mahzunlaştı, “Olsun” dedi, “Ben çok feci âşığım”. Şerifimin kızgınlığı, kavgası gürültüsü pistir,
çok şükür aşkının da pis olduğunu anlamış olduk. “İyi, artık bir ara konuşursun kızla, sonra da bir
punduna getirir sağını solunu tutarsın. Hem konuşmazsan kız nereden bilecek ki onu sevdiğini?”
dedim.
“Konuşamam” diye fısıldadı, “Sonra hayatta bir daha benimle konuşmaz”. Ben ensemi kaşıdım, ne
desem durumu düzeltecek gibi değil. “O benimle konuşsun” dedi Şerif. “Ben konuşamam işte, Zekiye
benimle konuşsun” diye yineledi. Ağabey bir yerlerden çiçek bul, kıza ver, sonra da konuşursun,
desem şapadanak bayılacak Şerif; durum onu gösteriyor. Biz Şerifimle konuşurken Zekiye yanındaki
iki kızla bahçede bizim olduğumuz tarafa doğru gelmeye başladı. Civanım önce fark etmedi. Ben
söyleyince onlara doğru baktı; kızlar gittikçe bize doğru yaklaşıyorlar. Arkadaşımın kırmızı yüzü
sararmaya başladı. Sesi zaten kısıktı, hepten çıkmaz oldu, kızlar kol kola girmiş bize yaklaşıyorlar;
ben bir yandan arkadaşıma, bir yandan kıza bakıyorum. Arkadaşım tabanları yağlamakla olduğu yere
çökme arasında kararsız bir hâlde, yaptığını beğendin mi der gibi bana bakmayı da ihmal etmiyor.
Ben bir şey demedim; fikir Ahmet’ten çıktı, diye beni gammazlarsa hiç şaşırmam; durum onu
gösteriyor. Kızlar yaklaştılar; tam yanımızdan geçerlerken Zekiye, Şerif’ten önce ağzını açtı;
“Merhaba Şerif, nasılsın?” dedi ve gülerek yanımızdan geçip gittiler.
Kızlar gülüşerek yanımızdan geçip gidince arkadaşım da su verilmiş fesleğen gibi şöyle bir
kendine geldi ve boyu neredeyse bana yaklaştı. Göğsü biraz kabardı ve gözünün ucuyla kızları
keserken de; yengen olur, anlamında dudağının kenarıyla bana gülümsedi. Yav, beş dakika önce sen
değil miydin düşüp bayılacak olan, demediysem Şerif’in çıkarabileceği tatsızlığın sınırı
olmadığındandır. Dudağının kenarında hafif bir gülümsemeyle Zekiye’nin ardından bakan koç, bir
süre daha olduğu yerde kaldı. Yanımda sen olmasaydın kim bilir bana başka neler söylerdi,
anlamında bana baktı. Kızların ardından bir süre daha bakındı ve boyu eski hâlini almaya başladı.
Zekiye ve kızlar gözden kaybolunca da bana döndü ve “Ağabey ben hayatta konuşmam; o benimle
konuşsun” dedi.
Bu platonik aşka ne mi oldu? Lojmanlardan tayinimiz çıkıp da taşınma hazırlıkları yaptığımız
günlerde hâlâ platonik olarak tüm şiddeti ve sıcaklığıyla sürüyordu.
Efendiiiim, operada şişman kadın şarkı söylemeden opera bitmezmiş, bizde de esmer çocuk sünnet
olmadan kitap bitti, desem en başta zaten siz kabul etmezsiniz. Böyle bir koç yiğidin de sünnet
olmadığı ne duyulmuş ne görülmüş şey.
Bu mevzunun da sünnet olacak adamdan dolayı zaten başlı başına hassas bir konu olduğundan
benim çalakalem bahsetmem de doğru olmaz elbet. Anıyla şanıyla dört başı mamur hazırlığından
kınasına, kesiminden sonrasına, davulundan zurnasına anlatmalı ki okuduğunuza değsin. Ben olayın
girizgâhını, hazırlığını Şerifimin diline bırakayım, köşeme çekileyim. Çekileyim ki zamanı geldiğinde
olayı derleyip toplayacak mecalimiz kalsın.
SÜNNET HAZIRLIĞI

Yaş oldu dokuz, kazık kadar olduk. Hâlâ sünnet olmuş değiliz. Gerçi ben durumdan memnunum;
ama babam olaya uyandı. Bir gün beni karşısına aldı: “Oğlum seni sünnet ettirmemiz lazım, zaten sen
hiçbir şeyden korkmazsın değil mi?” dedi.
“Tabii korkmam baba” dedim.
Sonrasında, babamla gittiğimiz her ortamda, “Bizim Şerif sünnet olacak, hiç korkmuyor, değil mi
aslanım?” diye tekrarladı.
Ben hemen atlıyorum: “Her erkek olmak zorunda, zaten dinimiz de böyle emrediyor. Hem küçücük
bir parça alıyorlar, iki gün yatıyorsun; hediyeler geliyor, diye babamdan ne öğrendiysem
anlatıyorum”.
Eve misafir geliyor; beni çağırıyorlar; ben artık olayı otomatiğe bağlamışım, anlatıyorum, en
sonunda gelecek olan “Aferin aslanıma, maşallah, peh peh peh!” gibi sesleri bekliyorum.
Bu arada, ne olur, ne olmaz, diye araştırmalara da başladım. Nasıl yapılıyor, diye.
Konuyla ilgili deneyimli arkadaşlara ufak ufak ilgisiz muhabbetlerle yanaşıyorum, konuya
giriyorum:
- Yav ilkokul dört zor değil mi?
- Evet çok zor.
Peki kesilirken acıdı mı, gibisinden lafı bağlıyorum.
Kafamı da en çok Ahmet’in mavi gözlerini ufka dikip “Ben olmayacağım, karar verdim” demesi
karıştırdı.
Madem böyle bir seçenek var; bizim niye haberimiz yok, hem de daha uzun kalacak.
Bir gün babama konuyu açmak için karşısına oturdum:
- Baba, dedim, geldik, gidiyoruz bu dünyadan.
- Ee…
- Ben bir karar aldım kendimle ilgili.
- Ee…
Söyleyemedim kardeşim. O kadar değişik yerde menkıbeler anlatmışız ki ben korkmuyorum;
korkacaksa sünnetçi benden korksun, diye söyleyemedim babama.
- Madem olacağız bu işi, hiç korkmamak lazım baba, dedim.
- Aslan oğlum zaten sen korkmuyorsun ki!
Evin önünde Amerikalıların açtığı çok geniş yağmur olukları var. Bir bir buçuk metre derinliğinde.
Oraya çöktük, Süha, Reha ve Ahmet civanım.
Ben konuyu açtım: “İlkokul beş çok zor diyorlar!”.
Neyse bunlar anlatmaya başladılar; Süha “Benimkini testereyle kestiler; çok acıdı” dedi; Ahmet
“Bizim amca oğlununkini dinamitle patlattılar” diyor.
Kardeşim, sonuç şuraya varıyor: İzmir civarında ne kadar manyak varsa sünnetçi olmuş ve bunca
yıldır ortak bir yöntem belirleyememişler. En son Reha’nın “Bizim bir akrabanınkini kökünden
kesmişler; artık şeyi yok” deyişi...
Hayatım film şeridi gibi gözlerimin önünden akıp geçti. “Ben gidiyorum arkadaş” dedim. Midem
benden önce çoktan gitmiş durumda.
Eve doğru yürüyorum; ama tüm tatlı anılar gözümün önünde. Toptan keserlerse eğer, Zekiye’nin
beni kabul etme ihtimali de sıfır.
Yolda sapan bile atmak istemedim. Önüme yuvarlak taşlar çıktı; şut çekmedim, en az beş çekirge,
kertenkele yakalayabilecekken bakmadım bile. Evden içeri, kulaklarım düşük girdim.
Bir baktım misafirler oturmuşlar. Misafir odasını girişten ayıran bir metrelik bir duvar var; bu,
benim bir tek kafam görülebiliyor, demek.
Babam, “Gel aslan Şerifim” dedi.
Sahne belli; “Bizim oğlan yakında sünnet olacak, hiç korkmuyor” dedi. Sekiz çift göz bana bakıyor.
Ben “üvaa” diye bir ağlamaya başladım, bir aylık tüm ağlamamı orada yaptım. Birkaç dakika anıra
anıra ağladım. Misafirler üzgün üzgün beni seyrettiler; babam bir hafta yiğidiyle hiç konuşmadı.
Neyse bir süre sonra pederle arayı düzelttik. O zamanlarda bizim yaşımızdaki bir yiğidin tek eksiği
var: Bir at!
Köpek çoğu zaman atın yanında tamamlayıcı bir unsur. Tarkan’ın kurdu gibi. Benim bir atım yok;
Ahmet’e hep yürüyerek gidiyorum. Babamsa, “Oğlum sana sünnette dünyanın en asil atını getireceğim;
ona bineceksin” diyor.
Rahmetli Tom Braks’ın bir atı var: “Beyaz Yele”. Ben hep onu hayal ediyorum. Yine de bizim
köpek Tarzan, gazoz ağacı ve sığırcık vakalarından dolayı şüphelerim var atın asilliği konusunda.
SÜNNET OLDUM PİYADE

Sünnet günü geldi çattı; ben heyecanla atı bekliyorum. Çünkü planlarım var; sünneti yapacak olan
astsubay, elinde büyük bir çantayla gelince planlarım da somutlaştı. Çantanın ebatları her türlü
testere, dinamit lokumunu alacak devasalıkta.
Birazdan at ve sahibi de göründü. At beyaz değil; koyu gri bir şey.
- Baba, at pek beyaz görünmüyor.
- Işıktandır yavrum, dedi babam.
- Baba, bu bizim sütçünün atı değil mi?
- Yok canım, dedi ve uzaklaştı.
Yalnız yaklaştıkça, adam bizim sütçüye, at da onun atına benzemeye başladı. Atın asil olma ihtimali
yok. Gıpgri bir şey, kesinlikle bizim sütçünün atı. Sütle aram hoş değil; o yüzden sütçüyü de pek
tanımam. Ama adam bana sırıtıp: “Ne o leyn, kesiyorlar mı cücüğünü dürzü?” diye moral verirken
parıldayan bakır dişinden tanıdım.
Şu anda gururun sırası değil; normalde herife dalarım.
Sünnet konvoyu yola çıktı. Arkada bir araç kuyruğu var; size anlatamam. Seven sevmeyen gelmiş.
Çoğunluk sevmeyen, diye tahmin ediyorum; siz bir yakınının organı kesilecek diye sevinen bir
topluluk gördünüz mü hiç? Halay çeken var ağabey! Bunların hepsi arkamda.
Bu arada plan da kafamda son şeklini almış; konvoy yola çıktıktan sonra uygun ve sessiz bir
bölgede bizim gri yeleyle konvoydan ayrılacağım ve hızla araziye süreceğim. Beni arkadakilerden
yakalayabilecek bir tek Reha-Süha kardeşlerin babası Yaşar Çimen’in Amerika’dan getirdiği Nova
marka arabası var, o da zaten arabayı araziye sokmaz.
Bizim lojman kantininin arkasında ıssız bir bölge var; atı topuklayıp oraya kaçacağım, pardon
oraya çekileceğim.
Akşam ahali dağıldığında, sükûnet gelince, eve dönüp atı girişteki demir levhaya bağlayıp:
“Baba ben karar verdim, sünnet olmayacağım” deyip tepkisine göre, bir de, “At bizde kalabilir
mi?” diye soracağım.
Tek beklediğim, sessiz bir anı yakalamak. Yalnız umulmadık bir şey oldu. Normalde sünnetlere bir
davulcuyla zurnacı gelir ya, hani bunların zurnasına para falan sokulur. Babam Menemen bandosunu
getirmiş! Yemin ederim. Para sokulacak boru sayısı ve çapları acayip.
Bunları bir kamyonete doldurmuşlar; tam benim arkamda yerlerini aldılar. Artık ıssız bir yer bulma
şansım sıfır. Geçtiğimiz her yerde millet camlara, kapılara çıkıyor, alkış feveran ortalık yıkılıyor.
Millet gaza gelmiş, bacımızı kızımızı bu heriften kurtardık, diye seviniyor. Ben her ne kadar gürültü
patırtıdan etkilendiysem de yine de kantinin oralarda bir yerde konvoydan ayrılmayı planlıyorum.
Ama kaçış için en gerekli şey bizim sütçünün elinde; bizim şahmeranın yuları. Adam da yulardan
tutmuş, önümde yürüyor.
- Amca şu ipleri versen, biraz da ben tutsam, atı biraz da ben kullansam!
- Sen şeyini tut, birazdan kesiverecekler, hihohohayt!
Şimdi ben üstüme top çarptı diye on iki adama dalmış bir yiğidim. Herifleri dövdükten sonra da
arkalarından sövüp saymış bir adamım.
Şeytan dedi; atla attan aşağı, çök adamın dizine. Adamın boyu çok uzun; boynuna çökebilmem
mümkün değil. Sonra şeytan boş ver, dedi, kondisyonu kaçışa ya da geri çekilişe sakla.
O arada da şeytanla süper muhabbetimiz var.
Bu arada atın asil olma ihtimali hiç yok. Dört tane kadrolu sineği var; başının üstünde dönüp
duruyor. Sünnet turu bitmek üzere boğazım ilmek ilmek. Şeytanın çıtı çıkmaz oldu. O da arkadaki
kalabalık ve galeyandan korkmuş durumda.
Ev uzaktan göründü. Menemen Belediye Bandosu yeni marşa başladı: Ceddin deden, neslin baban.
Ey kahraman Türk Milleti...
Evin önünde attan indik.
- Bravoo, aslann, yiğiit...
Sünnetçi askerle göz göze geldik; kardeşim, insan evladı bir gülümsemez mi ya? Biz adamla dik dik
birbirimize baktık. Kesin, dedim bunun da bakır dişi vardır ağzında.
Adam da bana, birazdan gözünü ve üç bacağını bağlayıp “eşhedü en la” diye dalacağım şeklinde
bakıyor.
Şeytanda çıt yok; bir şey dese yapacağım. O sırada babam “Hadi yavrum vakit geldi” dedi. Baktım;
babamın gözleri dolu dolu.
Ahmet’le göz göze geldim; Ahmet, ne yapacağım acaba, diye beni izliyor.
Ben kararımı şu anda açıklasam tam rezillik. İnfaz, babamların odasında gerçekleşecek.
O sırada şeytan fısıldadı; Tofilat! dedi.
- Ne, nee, dedim.
- Tifolat diye bir şeyler daha söylemeye çalıştı.
O an anladım tuvalet diyecek, korkudan dili damağına yapışmış konuşamıyor. Normalde böyle bir
durumda beni hayatta yalnız bırakmaz.
- Baba, ben bir tufolete gitsem; çüşüm geldi, dedim.
Babam güldü, şaka yapıyorum zannetti. “Hadi gir bakalım” dedi.
Sünnetçiyle göz göze geldik; yakalarsa, bu dürzü beni yakalar.
Sessizce tuvalate süzüldüm. Kapıyı kilitledim, arkasına da ne bulduysam yığdım.
- Şeytan, aferin koçum işte böyle, dedi.
- Bakıyorum sesin açılmış, dedim.
- Sağ ol, seninki de iyi geliyor, dedi.
Uzun bir sessizlikten sonra; “Şeriif, Şerif yavrum çıksana” diye kibar sesler gelmeye başladı.
Benden çıt yok.
- Oğlum ne oldu, tuvalete mi düştün?
Ardından gergin gülüşmeler…
- Şerif, çıksana oğlum, bak herkes seni bekliyor.
- Baba, ben karar verdim, sünnet olmayacağım.
-...? Oğlum çık bak, yıllarca rezil oluruz insanlara!
- Olsun, ben olmayacağım.
Kapının önünde sıradan tüm sevdiklerim yalvardılar. (Dışarıdaki atmosferi Ahmet size anlatır.)
En sonunda ablam şişle kapı tokmağının kilidini açmaya çalıştı; başparmağım kıpkırmızı olmasına
rağmen elimi çekmedim. Ben de bu arada dışarıdaki sesleri tüm dikkatimle dinliyorum. Bir süre sonra
bir umutsuzluk atmosferi oluştu. Kimse benimle konuşmaz oldu.
Birazdan değişik sesler gelmeye başladı; “Amaan kesilip kesilip de ne oluyor Erdoğan Bey, bu da
sünnetsiz oluversin” gibilerinden toplumsal bir dönüşümün kıvılcımını yaktığımı anlatan cümlelerden
sonra, en son babamı sünnetçi askerden özür dilerken duydum. Tam benim helanın önünde “Oğlum,
kusura bakma; seni de buraya kadar getirdik” dedi.
- Komutanım, lafı mı olur; görüşürüz.
Askerin ayak seslerini de duydum. Evde çıt kalmadı; ama ben ne olur ne olmaz diye bir yarım saat
daha bekledim kalan misafir olmasın diye.
Üzerimde, evdekilere sünneti çağrıştıracak ne varsa, taç, asa, şapka, maşallah yazısı hepsini
çıkardım. Kapının altından baktım, kıpırtı yok, kulağımı kapıya dayadım; ses sıfır. Salondalar;
sonunda yanlarına sessizce süzülüp medeni insanlar gibi konuşacağız. Ben gene müslümanım; ama
kesilsin istemiyorum falan diye.
Kapıyı açtım. Bir anda, on beş elli bir ahtapot beni yakaladı. “Hibaa” diye bir gürültü duydum.
Şeytan banyonun küçük penceresinden sıvıştı.
“Bari iğne yapmayın” diye bağırdım birkaç kere. Kardeşim, bir çocuğun bacağını üç kişi tutar mı?
Debelendim, debelendim, pipiyi bir milim bile kaçıramadım. “Bari iğne yapmayın ulayn” dedim. Bir
iğne ki anlatamam size.
Sünnetten sonra on beş gün yattım; pansuman bir ay sürdü. İlk misafirlerimiz geldiğinde ben
kenarda bir kanepede oturuyorum asker bavulu gibi, utancımdan öleceğim. Bir sessizlik... Babam
durdu ve “Bizim oğlan sünnetten korkmadı, iğneden korktu” dedi.
Sevinçten ağlamak istedim. “Ya baba nereden buldun bunu, süper. Evet” dedim, “Aha bu kadar bir
iğnesi vardı; ne korkacağım sünnetten, her erkek oluyor, zaten küçücük bir parça alıyorlar. Ama o
iğne, iğne beni yaktı”.
“Evet” dedi babam, “Normalden büyük iğne getirmiş o asker”.
Babamın gözlerine minnetle baktım.
YİĞİDİME MAŞALLAH

Arkadaşımın sünnetini bir de benden dinlemezseniz çatlarım. Biz ki Şerif’in sayesinde pek çok kez
silah arkadaşlığı bile yapmışız; Şerif tevazu gösterip anlatmasa bile bu destanı anlatmak ve gelecek
kuşaklara aktarmak bana düşer. Kolay değil; okul bitmiş, yaz tatili gelmiş. Ülkemizde, yaz tatili
geldiğinde, denize girmek ve salça çıkarmaktan sonra en sık yapılan işlerden biri de oğlu olanların,
eğer o güne kadar tutup koparmadılarsa, sünnet işini aradan çıkarmalarıdır.
Evin civarında, kafama güneş geçti geçecek durumdayken uzaktan bize doğru vazgeçmez adımlarla
gelen can dostumu gördüm. İki elini kısa pantolonunun ceplerine sokmuş, dudakları büzük durumda,
kafası meşgul, bizim eve doğru geliyordu. Üstüne yanlışlıkla top atılsa tınlamaz vaziyetini görünce,
civanımın aklının karışık olduğunu hemen anladım.
Neyse, hâl hatır, selam, kelam faslından sonra; “Ahmet” dedi, “Bugün pederle bir görüşme yaptık”.
“Hayırlısı Şerifim, ne oldu; senin için eve görücü falan mı geliyor?” diye soracak oldum. “Eh, tam
olarak olmasa da aslında ilgili bir şey” dedi. Belli ki yiğidim tevazu gösteriyor. “Yav anlat, yoksa bir
emri vaki durumu mu var?” dedim. “Babam duruma uyandı” dedi; “Sünnet konusunu açtı”. “Hadi bee,
hâlbuki konunun yanından bile geçmemiştik; nasıl olmuş bu iş?” dedim.
Şerifim uzaklara baktı; “Komşunun oğlu Kubilay beni geçen gün zakkumların dibine işerken
görmüştü, günahı boynuna, ben ondan şüpheleniyorum” dedi. “Babama bu konuyu açıp, bu yaz da
olmazsa askerde zaten yaparlar Erdoğan Amca, sen canını sıkma, demiş olabilir” diye devam etti.
Kubilay’ı tanırım, Şeriflere yakın otururlar; babası da öğretmenlerden, ailecek arada bir
görüşüyoruz. Küçük yaşlarda sünnet ettirildiğinden bize ya da Şeriflere ne zaman oturmaya gelseler
bir punduna getirip çükünü gösterirdi. Üstelik benden bile bir yaş küçüktü Kubi.
“O yapmıştır” diye arkadaşımı destekleyip başımı salladım. “Ee” dedim, “Peder unutmadı mı
mevzuyu?”. Hayır anlamında başını salladı Şerifim.
- Üstelik babam korkmadığıma bile karar verdi. Aslan oğlum, dedi bana. Dahası bunu olmazsak
hem erkek olmuyormuşuz hem de müslümandan saymazlarmış. Eğer olursam bir sürü de hediye falan
gelecekmiş.
- Hemen kabul etmeseydin Şerif. Sen de olur olmaz bir daha ağaç dibine işeme.
Bizim ailede din konusu daha liberaldi. Babam ana hatlarıyla anlatır; ama işi illa da sünnete getirip
bağlamazdı. Babam orucu, o yıllarda, önü, ortası bir de sonunda tuttuğundan beni pek zorlamazdı.
Oysa Erdoğan Amca bu konuda titizdi. Şerif oruç tutardı, ramazanda ayva çalmaya gittiğimizde,
çaldıktan sonra iftarı beklerdi, o kadar hassastı bu konuda. Bu nedenle, din işi aklını kurcalıyordu.
- Biliyorsun Şerifim, ben olmayacağım. Karar verdim, zaten olup da ne olacak? Bu konuyu babanla
bir daha konuş akşama. Baban yemeği içmeyi sever; o zaman konuşursun.
- Nasıl yani, konuşursam babam vazgeçer mi, konuşup da ne diyeceğim ki, hem sofrada hep
beraber oturuyoruz; ablam beni tefe koyar; Sanem’i de teşvik eder.
- Baba, dersin; bir daha ortalığa işemeyeceğim, söz. Ben karar verdim, sünnet olmak istemiyorum.
Bırakalım Allah’ından bulsun, zamanla bakarsın kendiliğinden düşer. Ben de o zamana kadar bu
konudan kimseye bahsetmem. Gene millet beni müslüman bilir, diye de konuyu bağlarsın.
- Bilmem ki, yiğidim. Aslında konuşmak lazım; haklısın Ahmet. Hem zaten sen de olmuyormuşsun.
Bu son cümleyi duyunca hâliyle tedirgin oldum. Çünkü bu kesin kararımı aileye açmış değilim.
Üstelik Göksel’in kulağına gitme ihtimali de hoş değil. Gerçi kime ne; ama yine de insan etkileniyor.
- Sen mecbur kalmadıkça benden bahsetme Şerifim, toplu bir harekât olarak düşünülür; ne olur, ne
olmaz.
Hayır, arada ben de kaynayacağım durduk yere, bu da aklıma gelmiyor değil; ama Şerifime bu
ihtimali söylemiyorum. Sanki korkumdan olmuyormuşum gibi bir düşünce oluşması da hoş değil.
Neyse, harala gürele, sünnet konusu unutuldu o gün; aklımızda hangi oyun kaldıysa aradan çıkarıp
zamanın belini kırdık. Ayrılırken de aslanımı iyi bir tembihledim. Ben vazgeçtim baba, inşallah başka
zaman dersin, diye. Olur anlamında başını salladı ve evlerine doğru yola çıktı.
Ertesi gün oldu, doğru civanımın yanına seğirttim. Babasıyla konuyu nasılsa bağlamışlardır; kutlar,
gazoz mazoz alırız bir yerlerden, diye. Evlerinin oraya vardığımda evin hemen önündeki su çukurunda
Şerif, Reha ve Süha oturuyorlar. Vardım yanlarına, ağaların hatırını sordum. “Nasıl? Hayırlısıyla oldu
mu?” dedim. Reha bana dönüp “Biz de tam onu konuşuyorduk, söyleyememiş” dedi. “Hadi canım”
dedim. Şerif’e döndüm; aslanım çakmak çakmak olmuş cesaret dolu gözlerle yere bakıyordu.
Konu derslerin zorluğundan açılınca, hemen anladık ki can acıyor mu lafına gelecek Şerifim.
Reha ve Süha daha önce sünnet olduklarından bilgi verdiler. Testere konusu arkadaşımın canını
biraz sıktı hâliyle. “Gerçi bizim amcaoğlununkini dinamitle patlatmışlardı Şerifim” dedim. “Ama bir
de iyi tarafından bak; şimdi oğlanlar korosunda şarkı söylüyor” diye de teselli ettim.
Biz ne kadar teselli de etsek ateş düştüğü yeri tırmalar misali, yiğidimin aklı hâlâ karışık. “Yakında
bütün akrabalar Demirci’den gelecekler” dedi. “Sünnet olacağımı babam herkese söylemiş. Telgraf
çekmiş, muhtar da herkese haber vermiş. Olmayacaksan bile yerine birini bulmak şart” dedi Reha.
Birden nedense herkes bana bakıyormuş gibi hissettim. Şerifimin babasına söylememiş olduğu
kesinlikle anlaşıldı artık.
Bunu duyunca canım sıkıldı hâliyle. Şerifim sünnet konusunda belli ki sona doğru yaklaşıyordu.
Olacağını kabullenmiş, bari bu işi ufak tefek sıyrıklarla atlatsam derdinde.
“Kökünden giderse Zekiye’yle hepten konuşamam artık” dedi. “He” dedim, “Konuşa konuşa bir hâl
kalmıştın. Şükür ondan başka herkes duydu”. “Olsun” dedi Şerif; “Artık yüzüme hayatta bakmaz”. Ben
hemen Şerifimi teselli ettim, “Olsun” dedim, “Öyle bile olsa, ne olacak ki bundan sonra kardeş
kardeş oynarsınız Zekiye’yle”. “Baktın olmuyor, zamanla uzuyormuş dersin, hem nereden bilecek ki?”
diye de moral verdim.
Şerifim bu açıklamalarımdan sonra biraz hafifler gibi oldu. Sonra da konuya iyi taraflarından
bakmaya başladı. “Babam sünnette bana bembeyaz, yeleli bir at getirecek” dedi. İster istemez aklıma,
Erdoğan Amca’nın köpek diye bulup Şerif’e getirdiği Tarzan geldi. Ama belli etmedim, belli ki Şerif
bu konuda kesin kararlı, pazarlığı beyaz asil bir atla bağlamışlar.
“Beyaz atıma binip lojmanın tamamında tur atacağım” dedi. Aslında astsubay lojmanlarından da
geçse iyiydi ya, artık görenler Zekiye’ye anlatırlar nasılsa, diye de konuyu bağladı.
Kutlu gün, doğuşundan belli olurmuş derler. Bir gün öncesi, kına gecesi yapılıyor. Ailecek
Şeriflere gittik. Artık olay mahalline girmişiz, silah arkadaşımın yanına vardım. Salona kocaman iki
kişilik, cibinlikli bir yatak hazırlamışlar. Yatağı gören de sünnetten hemen sonra Zekiye de gelecek
sanır. Bir şatafat ki o kadar olur. Yiğidim yatakta yan gelmiş yatıyor, yatağın üstü taşacak kadar
Demirci’den gelen akraba çocuklarıyla doluydu. Yaşı tutan tutmayan, sünnet olmuş olmamış hangi
oğlan çocuğu varsa, büyükleri kolundan tutup getirmişler. Belli ki gün bugün, bu cengâverden ne
öğrendiyseniz öğrendiniz, diye düşünülmüş. Hemen hepsi Şerif’in yakın çevresine öbeklenmiş,
Şerif’in mübarek ağzından bir şey çıkar da duyar mıyız merakıyla arkadaşıma bakıyorlar. Civanım da
tüm tevazu ile bir eli ensesinde diğeri göbeğinde milleti süzüyor.
Yatağın yanına yaklaştım, arkadaşım beni görünce, halkın arasında cıvıklık olmasın diye fazla telaş
etmeden; “Yarın erkek oluyorum”dedi. Bugün bile sesi kulaklarımdadır: “Yarın erkek oluyorum”.
Belli ki Erdoğan Amca attan sonra olayı bir de buraya getirmiş. Gerçi benim acelem yok bu konuda;
ama özenmedim desem yalan olur. Ulan hazır cemaat toplanmışken ben de mi aradan çıkarsam, diye.
Millet bir eğleniyor, bir eğleniyor, o kadar olur. Kız kardeşim hasta, ateşler içinde olduğu hâlde iki
sandalye birleştirilmiş, uzandığı yerden yarı aralık gözlerle halay çekenlere bakıyordu. Görenin
duygulanmaması elde değil. Şerif’in beş teyzesi ve ne kadar amcası, dayısı varsa hepsi oradalar.
İçbatı Anadolu’nun yarı nüfusu askerî lojmanlar civarında, artık bu sünnetten sonra buralar bizden
sorulur edasıyla dolanıyorlar. Çerkez Ethem erken rahmetli olmasaydı kirveliğe gelirdi, gün öyle bir
gün!
Kına gecesinde kim ne kadar oynayacaksa oynadıktan ve yiğide kına yakıldıktan sonra misafirler
evlerine çekildiler. Ben arkadaşıma veda ettim, sabaha gelirim, gün doğmadan neler doğar, sabah
uyandığında bir bakmışsın ki kendiliğinden düşmüş, dedim. O an arkadaşım sevincinden boynuma
sarılmadıysa, düşmese kendi bilir ben zaten gereğini yapacağım, diye düşündüğündendir.
Gece, yarı uyur, yarı uyanık geçti. Sabaha doğru gözümü açtım. İlk işim aceleyle pijamamı kaldırıp
alt tarafa bakmak oldu, anladım ki temenniyle olacak iş değil. Son kalan umudum da böylece uçup
gidince giyinmeye başladım.
Şeriflerin evine yaklaştık, zırıltı patırtı yüz metreden duyuluyor. Şerifim de giyinip âdete göre
süslenmiş, başına bir fes, eline bir asa tutturulmuş, göğsünde de çaprazlamasına bir maşallah; kapının
önünde dikiliyor. Civarında efe geleneklerine göre oynayan amcalarına ve yakın akrabalarına bakıyor.
Adamlar neşeden kırılmak üzereler. “Hobareyy” diyen eğilip bir dizini yere vuruyor. Sonra
vurdukları dizin acısı dinince de diğerine sıra geliyor. Yalnız belli ki görmüş geçirmiş ve ağırbaşlı
adamlar. On düşünüp bir adım atıyorlar. Adım atarken de bir dikkatliler sormayın, bastıkları yere
Tarzan daha önce bir şey yapmış mıdır diye de tedbirliler, önce ayak uçlarını koyuyorlar. Bir ayakları
sürekli havada olduğundan da dengeyi tutturmak için sürekli iki kolları yana açık; ama hepsi de
neşeyle, “Haydi bre efem” deyip göz ucuyla Şerifime bakıyorlar.
Ben Şerifimin yanına vardığımda civanmerdim uzaklara, atın geldiği tarafa doğru bakıyordu. Biz at
gelecek diye beklerken askerî bir cip kapıya yakın bir yerde durdu, içinden elinde kocaman bir
çantayla havacı bir sıhhiye astsubayı indi. Çantayı görünce, bu adam sünnet için geldiyse “mıçtık”
düşüncesi ikimizde de peydah oldu.
Biraz daha bekledik. Yolun aşağısından at ve yularından tutmuş bir adam bize doğru gelmeye
başladı. Hayvanı bir yerden gözüm ısırıyor; ama konduramıyorum. Gözlerimi kısıp baktıktan sonra
Şerif’e doğru dönüp “Şerifim, bu gelen bizim sütçü Rıza’nın boz beygiri değil mi yav?” dedim. Şerif
de durumu anlayınca biraz bozuldu hâliyle, hayvanı ne kadar boyarsan boya beyazlama ihtimali yok.
Civanım babasına doğru döndü; “Baba, bu at beyaz değil; gri” dedi. Erdoğan Amca istifini bozmadan;
“Güneştendir oğlum” dedi. Şerif, sütçünün atı olduğu konusunda ısrar edince de Erdoğan Amca
“Değil” dedi ve yanımızdan uzaklaştı.
Atın asaleti belli ki içinde saklı. Gıpgri bir şey. Adam yanımıza doğru geldi ve tüm sevecenliğiyle
Şerifime sırıtıp; “Kesüverecekler mü cücüğünü leyn dürzü?” dedi. Şerif bana baktı, “Ağabey ben bu
adama dalarım; kimse de beni tutamaz” dedi; Tam seğirttiriyordu ki ben “Ağabey boş ver, ele güne
rezil olmayalım bari, bugün sakin ol” dedim.
Neyse, Şerif sakinleşti. Helâlleştik; ata bindi. Naralar, alkışlar arasında yiğidi, arkasındaki
kamyonete doluşmuş Menemen Bando Mızıka takımıyla yolcu ettik. Yedek at olmayınca ben, Şerif’le
beraber gitmem doğru olmaz, diye evde kaldım. Bu güneşte, sıcakta arabaya binmek de bana
yakışmaz.
Eve geldim, limonata, pasta ne bulduysam ucundan tırtıklıyorum. Bir ara gözüm sünnetçiye ilişti;
arka odaya geçmiş, elindeki palayı bir kayışa sürüp parlatıyordu. Adamın civarında pek
oyalanmadım. Sanki daha önce sünnet olmuşum da benim sünnette kullanılan alet edevatla
kıyaslıyorum edasıyla bakıp yanından uzaklaştım. Bir yandan da ister misin, dedim, adam beklerken
sıkılıp da aklına karpuz kabuğu düşmesin.
Yaklaşık iki saat kadar sonra Şeriflerin konvoy, uzaktan seçilmeye başladı. Gerçi sesleri lojmanın
neresine gittilerse hiç kesilmemişti, her yerden duyuluyordu. Şerif’in üzerinde durduğu beygir, dili bir
karış dışarıda ha düştü ha düşecek bir suratla eve doğru vardı. Bando marşa başladı: Ceddin deden,
neslin baban... Bunu duyunca, ulan Ahmet yürü be kim tutar seni, diye aklımdan geçtiyse de övünüyor
durumuna düşmemek için ben de sünnet olacağım, demedim; içime attım. Aslında iyi ki de atmışım,
tevazu iyi bir şey.
Alkışlar, feveran içinde yiğit attan indi. Hafif bir sendeledi; ama biz atın yorgunluğuna verdik.
Yiğit attan inerken insan düşünür de bir sandalye getirir hiç olmazsa.
Kapının orada civanımla göz göze geldik; o sırada sünnetçi de çok lazımmış gibi karşılayanlar
arasında. Ben Şerif’e doğru döndüm; “Adamın suratından hayır derken şer akıyor” dedim. “Yav hiç
sorma Ahmetim” dedi; Zekiye’nin bir akrabası olup olamayacağı konusunda ise kararsız kaldık.
Erdoğan Amca, “Hadi oğlum” dedi, “Yatak odasına geç de hazırlan; millet seni bekliyor”. “Olur
baba” dedi Şerif, sonra da hangi ilahî varlık ne dediyse artık, “Ben bir tufalete gitsem, çüşüm geldi”
dedi babasına. “Hadi git bari” dediler. Civanım helaya girdi; ama çıkışı henüz gerçekleşmedi. On beş
dakika kadar sonra, millet ufaktan kıllanmaya başladı, kapının önüne Erdoğan Amca geldi, “Oğlum
hadi çıksana” dedi.
- Baba ben vazgeçtim olmayacağım!
- Oğlum çık, bak millet burada el âleme yıllarca rezil oluruz sonra, sonra bize ne derler?
- Baba ben vazgeçtim, ben sonra onlarla konuşurum, ben çıkmayacağım buradan.
Velhasıl, kapının önüne kim gittiyse ikna edemedi. Bir ara dışarı çıkıp tuvalet penceresinin önüne
gittim, Erdoğan Amca olduğu yere çömelmiş ağlıyordu; yanında da babam, teselli etmeye çalışıyordu:
“Her şey çok iyi olacak. Merak etme Erdoğanım, nasılsa çocuk, korkmuştur, heyecanı geçince çıkar!”.
- Ali Amca çıkmayacağım, ben vazgeçtiim!
Sünnetçi hışımla evden çıktı. Arkasından babam, Remzi Amca, bir de Erdoğan Amcam çıktılar.
Adamın havacı üniforması terden artık karacı hâlini almıştı. “Komutanım, daha gideceğim birkaç yer
var, her birinde bu kadar oyalanırsam bu yaz bu lojmandan çıkamam” dedi. Neyse, rica minnet adamı
ikna ettiler.
Bir süre sonra evde bir sessizlik havası oldu. Millet tuvalete yakın yerlerde konuşuyor: “Yav bu da
olmayıversin, Şerif’e de Avrupa’dan bir kız alıveririz ne olacak sanki”. Şerif’in büyük amcası da
“Erdoğan bırakıver gari nasılsa büyüyünce kendisi yaptırıverir garii” dedi. “Biz içeride oturup
limonata içelim, sen de şu sünnetçiyi evine gönderiver” diyen konuşmalardan sonra ortalık biraz
sessizleşti.
Ben de; iyi iş çıkardı civanım, demek biraz direniş gösterince umutları kırılıyor, diye içimden
geçiriyorum. On dakika böyle geçmişti ki “hobaa!” diye bir ses çıktı ki o gün bandodan sonra çıkan
en yüksek sesti.
Bir baktım Şerif don gömlek, kıskıvrak bir şekilde kucakta getiriliyor. Feryat figan ortalığı yıkıyor:
“Bırakıın lan benii!”.
Kimseyi bırakmadı, Şerif hepsinin anasına kadar bir tamam hatırlarını sordu. Ancak, gelen
efelerden hepsinin yüzü armut topluyor. Ulan bilsek gelir miydik, bizi kepaze ettin bakışı yüzlerinde
kol geziyor.
Millet yatak odasına doluştu; Şerifim kıskıvrak, ben bacak aralarından görebiliyorum; ağzına bir
lokum tıktılar yiğidimin pabuç teki kadar, buna rağmen adamın sesi kesilmedi. Sünnetçi “Başlıyorum
yüzbaşım” dedi; millet, “Başla yav kardeşim, hâlâ soruyor musun?” dedi. Tekbirler ortalığı inletiyor;
ama civanımın narası yedi düvelden duyuluyor. Efeler belli ki bir yaz boyunca bugüne hazırlanmışlar.
Yiğidimiz sünnet olur; bu gurur da bize bir ömür yeter edasıyla gelmişler. Yalnız, feryadı figanı nasıl
bastıracakları konusunda belli ki yeterince çalışmamışlar: “Allaa hümmee sallii, ulaan tülalenizii,
salli alaa ve ananızıı, seyidinaa, gelmişinizii, muhamediiğ, hepinizii leyynn”. Hatta, eniştelerden
bazıları tekbirde geri kalır gibi olup da civanım baskın duruma geçmeye başlayınca da kalanlar göz
ucuyla bakışlarını sertleştirip, seslerini artırıp “kaytarmayın layyn” anlamında “Allaa hümme” diye
daha bir gürültüyle devam ediyorlardı. Sünnet de uzadıkça tekbire ne nefes ne ses yetmez hâle geldi
git gide. Odadaki efeler de son bir gayretle civanımın zırıltı patırtısını bastırmak için, artık bu iş
namus meselesi oldu, susanı Demirci ahalisi kovalasın anlamında bir ses tonuyla tekbire devam
ediyorlardı: Allaa hümmee...
Aslında sizin de tahmin ettiğiniz gibi burada bana düşen, daha önceden sünnet olmuş olsam, amca
buna bakarak kes, deyip en azından model konusunda arkadaşıma yardımcı olmak. Tekbirler ortalığı
inletiyor, on sekiz akraba, yirmi beş komşuya rağmen, civanımın sesi hepsini bastırdı. Günahı
boynuna, ulan sen misin beni uğraştıran deyip sünnetçi iğneyi büyüğünden yapmış olmasın? Olur mu,
olur. Anlayacağınız, Demirci ahalisi, oğlanın feryadı dışarıdan duyulmasın diye tekbir sırasında nasıl
bağırırlarsa bağırsınlar civanımı bastıramadılar: “Hepinizin tülalesinii...”.
SONSÖZ

Aslında pek çok çocuğun benzer okul anılarından, mahalle arkadaşlıklarından çok da farklı değildi
yaşadıklarımız. Bir yerlerde “Okula başlamak, bitirmenin yarısıdır” diye bir cümle okuyanınız oldu
mu aranızda? Ya o cümleyi silin aklınızdan ya da bırakın içinizde, size kalsın. Evet, yaş gelince
başlanıyor ve gerisi bir şekilde geliyor ve yıllar sürüyor. Bu da senin işin, demişti babam. Okul da
benim iş yerim oldu yıllar boyunca ve pek çok iş arkadaşına sahip oldum zamanın aktığınca.
Çocukluğumun en güzel yıllarının en unutulmaz yollarında, dünden bugüne nasıl koştuysak, nasıl
çimenlerinde oynadıysak sevgili dostumla birlikte, sizlerle paylaştık. Hiçbir zaman unutamayacağımız
anıları düşünce ve duygularımıza kazıyan bu yerlerden de göç vakti geldi; bir gün ve küçücük
düşlerimizden vurulduk.
Çiğli Askerî Lojmanları’nda ömrümüzün en güzel, en yaşanası yılları, sanki bir an gibi hızla geçip
gitmişti. Okula başladığımız, ilk heceleri söktüğümüz, kalemi ilk tuttuğumuz günlerdi yaşadığımız. Her
çocuk gibi oyunu sevdik, dersi yaparken ofladık pufladık, akşam babalarımız işten geldiğinde
sevindik, koşarken düşüp dizimiz kanadığında ağladık.
Çok güzel bir yaşama taç oldu en yakın dostumu tanımam ve bugünlere uzanan bir yolun
başlangıcına kazma vurduk gülüşlerimizle. Öyle sağlam bir temel attık ki ileriki yıllarda o yolun
üzerinden çocuklarımız da geçebilsinler diye. O kadar içten, o kadar gülerek oynadık ki hatırası hâlâ
içimizde.
Yıllar geçti, bir gün küçücük kulaklarımızda sesler uçuşur oldu. Zamanıdır artık diye. Sonuçta
babalarımız öğretmen de olsa askerdiler. Zamanıdır artık...
Bir koku gelir oldu burnumuza, ayrılık rüzgârlarından taa uzak diyarlardan. İzmir’deki askerî okul
kapatılıyor ve kara kuvvetlerine devrediliyordu. Okul devredilirken babalar, anneler, çocuklar,
hayaller ve gülüşler de devredilirmiş meğer. Koşul buymuş, anca beraber kanca beraber...
Önceleri arada bir babalarımız ev aramak için Bursa’ya gider oldular. Bu sefer de gönlümüze göre
bulamadık, ne olacak hâlimiz, diye döndüler geriye pek çok kez. Orada lojman yokmuş; oturacak bir
yer için ev aranıyormuş. Şerif de ben de her Bursa dönüşünde sorardık babamıza; “Karagöz’le
Hacıvat’ı gördün mü?” diye.
Büyük karton kutular bulunur oldu sağdan soldan. Daha az güler oldu daha önce taşınmış olup da
hatırlayanlar. Daha sessiz evlerde daha az gülen yüzler. Anlıyorduk bir şeyler var. Ama
anlayamıyorduk ki artık mevsim sonbahar. Bir sonbahar günü başlamıştım ilkokula, her ne kadar
üşümediysem de bir sonbahar günüydü göç mevsiminin gelişi, ayrılık rüzgârları yüzümüzde...
Yıllardır oynadığımız bir sahne vardı, ağaçlardan, çiçeklerden, bahçelerden, gülüşlerden dekorları
olan ve bir oyunumuz vardı; büyüklerden, küçüklerden, kedilerden ve köpeklerden oyuncuları olan.
Severek oynadık, içimizden geldiğince, el ele tutuşarak, içimizdeki aydınlık yüzümüzde, bir gece
unutmadan. Her gece sahnedeydik, en sevdiğimiz rolümüzden ve sevdiklerimizden vazgeçmeden.
Oyun bitti, dekorlar toplanıyordu artık Çiğli Askerî Lojmanları’nda. Alkışlıyordu bizi elleri
patlarcasına zaman. Şimdi yeni bir oyun varmış daha önce oynanmamış ve bizim için yazılan.
Balçova sokaklarından, Çiğli Askerî Lojmanları’na uzanan, kenarları gülücüklerle, anılarla süslü,
toz pembe bir yol. Sayfalar boyunca yazdığımız ve anlatmaya çalıştığımız onca şeyden en önemlisi;
aslında biz çok şanslıymışız. Hem de çok! Bunu anlatırken bir çocuğun hayal gücü ve dönen dili ne
kadar şey çizebilirse ben de o kadarını çizebildim. Dedelerimden büyük annelerime uzanan, ana
babamın bambaşkalığından kız kardeşimi de kucaklayan, oradan en yakın arkadaşlarımın elinden
tutup can dostumla kafa kafaya verecek günlere gelmemiz. Yaşadığım her ayrıntıyı, gözlerimin
önünden geçen, sonuna kadar sinemaskop, ama renkli mi renkli bir film gibi anlatmaya çalıştım.
Eskilere dair kim ne anlatsa, o zamanlar başkaydı, nerede o zamanki şunlar bunlar derlerdi. O
zamanlarda neler mi bambaşkaydı?
Şu an önüme dağlarla hazine yığsalar tekrar okul sıralarına döner miydim? İnanın dönmezdim. Ya
da siyah beyaz televizyon, kliması olmayan pek çok şey! Sanmam. Ben bu yaşadığım günün ve anın en
ileri ve en gelişmiş zaman olduğunu biliyorum. Tıpkı kızımın da yaşadığı anların da öyle olacağı gibi.
Ben ne çocukluğumu, ne lojmanları ne de anamın babamın gençliğini arıyorum. O zamanlar onlar
güzeldi, şimdi de bu yaşlarımız ve bu anlarımız. Ben büyümeseydim kızım da olmazdı. Kızımı
tanıdıktan sonra nasıl geçmişe özlem duyabilirim ki? Olsa olsa geleceğin daha güzel olacağına
inanmaya çalışır ve bununla avunurum.
Neye mi özlem duyuyorum? Konağa okul alışverişine gittiğimiz zamanlarda vapurun üç ayrı mevki
oluşuna ve bizim birinci mevkide oturuşumuza değil; iskelede durup denize baktığımızda denizin
dibinin görünmesine. Balıkçıların oturduğu rengârenk kayıklara değil; ama o kayıklarda denize
açılanların en güzel, en taze balığı tutup o balıkları sattıklarında aldıkları parayla evlerine mutlu
mesut gidişlerine özlem duyuyorum.
Öğretmenlerin görev yapmak için gittikleri yıllar öncesine değil; ama o öğretmenlerin ay sonu
telaşelerinin olmayışına, okuttukları öğrencilerin nasılsa iş bulurlar bu çocuklar inancına özlem
duyuyorum. Öğretmenlerimizin onları yolda görüp tanıyan herkesten güler yüz görmelerine ve saygı
duymalarına özlem duyuyorum.
Üzerlerimizdeki önlükler simsiyahtı, yakalarımız boyunlarımızı keserdi ve ben, elbette bu
kıyafetlere özlem duymuyorum. Ama kafalarımızın ışıl ışıl olması için çaba gösteren ve bunları
normal bulan ve bunu isteyen insanlara özlem duyuyorum. Daha az şey görmüştük; çünkü çağımız
pikap, plak çağıydı. TV’ler çok sonra evimize girmişti, buzdolabını büyüdükçe görmüştük ve
annelerimiz çamaşır leğeninin başındayken aklımıza makine gelmiyordu. Bunlara mı özlem
duymalıyım? Çamaşır leğeninin başına çökmüş kadın da, siyah beyaz televizyonlara bakan adam da,
iğnesi kırılmasın diye ödü koparak pikaba plağı yerleştiren biz çocuklar da yaşadığımız yıllarda
yaşıyorduk; ama o çağa, bilgiye, aydınlığa inanıyorduk; duyduğum özlem buna. Bu çağda çok daha
elektronik, çok daha otomatik olan makinelerin başına çöküp de yüzlerce yıl geriyi hayal edenlere
değil; yıllar öncesinde kıt kanaat yaşarken geleceği hayal edenlere özlem duyuyorum.
Babamın elinden tuttuğumda ya da Şerifimle sokakta oynarken veya her neredeysek çevremize
baktığımızda ağaçlar görürdük biz. Çoğunun üzeri meyve dolu, ekildikleri yerler yemyeşil çimenlik
olan ağaçlarımız vardı. Üzerine tırmandığımız, dalından yay ok yaptığımız, dallarında kuş yuvası
aradığımız. Evlerimizin civarında çiçekler olurdu. Bayramlara doğru yemyeşil bahçelerde, tarlalarda
koyuna kuzuya rastlardık; ama yollarda kan akmazdı. Bayram sabahlarında ayaklarından telle
bağlanıp, vinçle yukarı çekilen ineklerimiz de yoktu. Geçmişle ilgili özlemlerim varsa, bunlar temize,
güzele, yeşile, pırıl pırıl zihinlerin daha çok olmasıyla ilgilidir. Ne daha yavaş giden taşıtlara, ne
daha az ısınan evlere ne de daha çamurlu yollara özlem duydum. Civciv büyüttüğümüz bahçelerimiz,
erik çiçeklerini daha dalındayken gördüğümüz baharlarımız, kenarında oturup tahta yüzdürdüğümüz
derelerimiz vardı.
Yılda bir kez alınan kıyafetlerimiz vardı, en fazla iki. Ama o kıyafetleri daha severek
giyebileceğimiz bayram yerleri de vardı. O zamanlar belki alınacak daha az şeyler vardı ve daha az
renkliydi camekânlar; ben elbette bunlara özenmiyorum; ama daha pırıl pırıl, daha düşünceli ve daha
aydınlıktı insanlar.
Anılar boyunca bembeyaz sayfalar, siyah sözcükler yıllar öncesinden bugüne el ele tutuşup geldiler.
Başımıza gelen her neyimiz varsa, gülünür bir yanını bulup güldürür hâle getirmeye çabaladık. Her
neyi, nasıl yaşamışsak o şekliyle sunup öküz altında buzağı aramadık. Bir ben geçmiş günlere uzattım
ellerimi, bir civanım buldu getirdi cümleleri. “Yok canım, daha neler bunu ben mi yaptım?”
dediğimde ya da Şerifim olanları inkâr ettiğinde ve her kim okuyup güldüğünde sevindik, mutlu olduk.
Ahmet Şerif İzgören ve Ahmet Nacar... Birinin zeytin rengi gözleri, kapkara kömür gibi kaşları,
diğerinin mavi gözleri, rüzgârda uçuşan saçları, ama ikisinin de bitip tükenmez sözleri harf harf
sözcük oldular; yan yana yola koyulup cümleleri buldular ve cümleler paragraflara dolup okunası
sayfa oldular.
İki ayrı ses, iki ayrı gülüş, iki ayrı geçmiş ve bu yollar gün gelmiş kesişmiş. Bir güzel ses olmuş
gökyüzüne yayılmış; dinlenesi bir masalmış; bir sarı, bir siyahmış...

You might also like