You are on page 1of 374

AB-I HAYATTAN

DAMLALAR

Ahmet ARSLAN

Salihli – 2014

1
AB-I HAYATTAN DAMLALAR
Ahmet ARSLAN

ISBN: 978-605-60397-0-6

www.salihlimelamilerdernegi.com
e-mail: ahmet_efd@hotmail.com

Salihli-MANİSA

Basım Yeri:

Baskı Tarihi:

Bu kitabın tüm yayın hakları yazarına aittir. Tanıtım


için yapılacak alıntılar dışında tüm alıntılar için,
Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları
Sözleşmesi gereği yazarın izni gerekir.

2
İÇİNDEKİLER
Âdem Risalesi ........................................................................ 10
Âhiret Âlemi ............................................................................ 42
Âhirette Şefaat Var mıdır? .................................................. 46
Allah’ın Zat, Sıfat ve Efâlinin Üç Boyutu Vardır ............. 52
Billâh ile Allah’a İman .......................................................... 59
Cenab-ı Hakk’ın Nüzul ve Urucu........................................ 71
Cenab-ı Hakk’ın Vücut Ülkesinde Zuhuru ...................... 85
Cennet ve Cehennem ............................................................ 90
Dervişe Hitap .......................................................................... 98
Dünyada iken Âhiret Âlemini Yaşamak ........................ 100
Esma-ül Hüsna’nın Açıklaması ........................................ 106
Günümüzdeki Melamiler................................................... 155
Hac ve Umre Risalesi .......................................................... 161
Her Sene Kurban Kesilir mi? ............................................ 178
İslamiyette Değişmeyen Üç Kâide .................................. 181
İslâmiyette Yaşam Nasıl Olmalıdır? ............................... 185
Kabir Azabı............................................................................ 195
Kaç Çeşit İnsan Vardır? ...................................................... 199
Karı ve Kocanın Karşılıklı Vazifeleri.............................. 202
Keramet-i Kevniye ve Keramet-i İlmiye........................ 209
Kur’ân-ı Kerîm’deki 28 Harfin Sırrı ............................... 214
Kur’ân’daki Mukattaa Harflerin Sırları ......................... 226
Mürşid-i Kâmil Kimdir? ..................................................... 235
Namaz Risalesi ..................................................................... 240
Namaz Zâhir ve Bâtın Olursa Namazdır ........................ 264
Oruç Risalesi ......................................................................... 269
Ölmeden Evvel Ölmek Ne Demektir? ............................. 279
Sırat Köprüsü........................................................................ 284
Tevhid Risalesi ..................................................................... 287
Vel Asr Suresi........................................................................ 344
Yer ve Gök Katları ............................................................... 350
Yirmisekiz Peygamberin Hikmetleri ............................. 358
Dua .......................................................................................... 372
3
ÖNSÖZ

Âlemlerin Rabbi olan Cenab-ı Allah’a


sonsuz hamd ve senâlar, sevgilisi iki cihan
serveri Peygamber Efendimiz Hazreti
Muhammed (s.a.v.) ve ehl-i beytine sayısız
salât u selam olsun.

Kur’ân-ı Kerim’de Cenab-ı Hak,


insanları ve cinleri kendisine ibadet etsinler
diye yarattığını söylüyor. Peygamber
Efendimiz de ibadeti “Allah’ı bilmek”
şeklinde açıklıyor. O hâlde düşünenler için
bu dünyaya geliş sebebi ortaya çıkmış
oluyor. İnsanın tek görevi vardır şu fâni
dünyada, o da Allah’ı bilmektir. Kur’ân
âyetlerinden nereden geldiğimizi ve nereye
döneceğimizi biliyoruz. Allah’tan geldik ve
yine O’na döndürüleceğiz. Peki, ama nasıl?
Okuyarak öğrenmemiz mümkün değil.
Kur’ân’ın ilk emri “Oku!”. Neyi okuyacağız?
Nasıl okuyacağız? İşte bu noktada bir
mürşidin gerekliliği ortaya çıkıyor.

4
Kâinatta tek mürşid-i kâmil vardır. O da
Hazreti Muhammed’dir. O’nun dışında
içinde yaşadığımız zamanda irşad olmamız
mümkün değil. O zaman müracaat
edeceğimiz kaynak Hazreti Muhammed’in
varisleri olacaktır. Vârislerinden alınacak
tevhid tahsili ile kişi insan-ı asliyesini
bularak yakînliğini idrak edecektir. Bu
yakînlikle Mısrî Niyazî hazretlerinin;

“Öyle sanırdım, ayrıyam


Dost gayrıdır, ben gayrıyam;
Benden görüp işideni
Bildim ki ol canan imiş”

Mısralarındaki sırra vâkıf olacaktır. Bu


tahsilde sadece okumak yeterli değildir. Kişi
okuduğunu anlamalı anladıklarıyla amel
etmelidir. Tahsile başlamadan önceki
bilişlerini bir kenara bırakmalı,

“Taatın ihlâsa erişmez, ilim ile amel ile


İzzeti ko zilleti tut, odur onun mayası”

Mısralarında belirtilen hâl üzere teslimiyetle,


sadakatle yakînliğini arttırmaya çalışmalıdır.
5
“Sohbetten muhabbet, muhabbetten ise
Muhammed hâsıl olur.” kâidesiyle sîret olan
Muhammed aynası, suret olan Muhammed
aynalarından Cenab-ı Hakk’ın mazharların
istidat ve kabiliyetlerine göre nasıl tecelli
ettiğini anlayan salik “Ölmeden evvel
ölünüz.” hadîs-i şerifi doğrultusunda Hakk’a
vuslatını gerçekleştirmiş olacaktır.

Tevhid huzurdur, tevhid mutluluktur.


Sırat-ı müstakimde bütün kardeşlerimizin
vuslatlarına Cenab-ı Hak’tan kolaylıklar
niyaz ederim.

Hacı Ahmet Arslan

6
HACI AHMET ARSLAN EFENDİ
KİMDİR?

Hacı Ahmet Arslan Efendi, 1940


yılında Uşak ilinin Ulubey ilçesinde dünyaya
gelmiştir. İlk ve ortaokuldan sonra lise
tahsiline İzmir Askeri Sağlık Lisesinde
devam etmiş buradan mezun olduktan sonra
da 1960 yılında orduya katılmış, 1979
senesinde de Türk Silahlı Kuvvetlerinden
emekliye ayrılmıştır.

1966 senesinde Uşşakî mürşid-i kâmili


Kulalı Hacı Mehmet Ruhi Akhan Efendi
hazretlerine intisab etmiş on yedi sene
tasavvuf ilmini tahsil etmiştir. On yedi
senenin son beş yılında Uşşakî halifesi olarak
Adana, Uşak ve Salihli’de irşad görevine
devam etmiştir. Bu süre zarfında 1980
senesinde hac farizasını yerine getirirken
1982 senesinde de umre haccını yapmıştır.

1983 senesinde mânâda bizzat


Resulullah Efendimizin verdiği emir üzerine
7
Salihli'de ikamet etmekte olan Melami
mürşid-i kâmili Hacı Hasan Özlem Efendi
hazretlerine tâbi olarak hakikat tahsiline
başlamıştır. Bu tahsilinin dokuzuncu
senesinde aldığı ilim ve irfan feyzi ile 1992
yılında bizzat Hacı Hasan Özlem hazretleri
tarafından icâzetname verilmek suretiyle
halife tayin edilmiştir. Bu durum Hacı Hasan
Özlem Efendi hazretlerinin yazdığı “Arifler
Gül Bahçesi” adlı eserinde “Halifemdir.”
ifadesiyle teyitlidir. 22 Aralık 1996 tarihinde
Hacı Hasan Özlem Efendi hazretlerinin
Hakk’a yürümesisinden sonra irşad görevini
bugüne kadar sürdürmüş ve hâlâ da
sürdürmektedir. İrşad görevine yurt içinde ve
yurt dışında ulaştığı her noktada devam
etmektedir. Günümüz teknolojisini de etkin
bir biçimde kullanarak kendisine verilen
manevi hazineleri oluk oluk nasiplilerine
dağıtmaktadır.

Melamet zevkiyle, Kur’ân-ı Kerîm


ahkâmı ve Peygamber Efendimizin sünnet-i
seniyesinden asla taviz vermeden
sohbetlerine devam eden Hacı Ahmet Arslan
8
Efendi, astsubay emeklisi olarak Manisa’nın
Salihli ilçesinde ikamet etmektedir. Evli ve
iki çocuk babasıdır.

Silsile-i şerifi şu şekildedir:

1- Hazreti Pîr Seyyid Muhammed Nûr


el-Arabî
2- Şeyh Hacı Salih Rıfat Efendi
3- Hacı Ali Rahmi Efendi
4- Hacı Hasan Fehmi Tezdoğan Efendi
5- Hacı Hasan Özlem Efendi
6- Hacı Ahmet Arslan Efendi

9
ÂDEM RİSALESİ

Âdem ne demektir? Âdem, Cenab-ı


Allah’ın, hüviyyet ve eniyyetini, kendi
mazharında cem eden, Allah’ı ve
Muhammed’i zahir olarak kendinde açığa
çıkaran demektir. Âdem, âdemiyyetini
bulasıya kadar çok merhaleler kateder.
İnsan görünümündeki her varlık Âdem
değildir. Tin Suresinin 4. âyetindeki, “Legad
halagnel insâne fî ahseni tagvîm.” “Biz,
gerçekten insanı en güzel bir biçimde
yarattık.” (95-4) “insan” ifadesi Âdem içindir.
Bir hadîs-i şerifte “Kur’ân ile insan ikiz
kardeştir.” buyurulmaktadır. Kur’ân’ın veya
Âdem’in tahsili dört ilimle elde edilebilir.
Bunlar şunlardır:

1- Şeriat
2- Tarikat
3- Hakikat
4- Marifet

Varlığı olmayan, yok anlamına gelen


kelime “adem”’dir. Bu sözcükteki “a”
10
harfinin üzerinde düzeltme işareti (^) yani
“şapka” olmadığı için sohbetlerimizde
“şapkasız” diyorum.

“Âdem” ise, kendine ait varlığı olmayan


bu “adem” mazharında, Cenab-ı Hakk’ın
hüviyyet ve eniyyetini kemalâtıyla cem edip
zuhura çıkarandır. Bu sözcükteki “a” harfinin
üzerinde düzeltme işareti yani “şapka”
kullanıldığı için “şapkalı” diyorum.

Âdem kelimesi kul kökünden


gelmektedir. Bu itibarla Âdem’de iki yön
vardır.

Bedensel olan (et, kemik, kan, vs.)


eniyyeti ki bu yönüyle fânidir. Cemadattan,
nebatâta, nebatâttan hayvanata, hayvanattan
insana devriyle daima tebdilâta tâbidir. Bugün
var yarın yok olur. Ruhumuzun taşıyıcısı,
hammalıdır. Günü gelip görevini
tamamlayınca bu âlemi terk eder. Zamanla
cemadatta görevini bitirdiğinde nebatâta
geçer. Nebatâttan hayvanata, hayvanattan da
insan varlığına intikal ederek teşriiye yönüyle
döngüsüne devam eder. Bu devr-i daimin bir
11
mertebesinden diğerine geçişi hem binlerce
sene sürer hem de milyonlarca parçalara
ayrılma söz konusudur.

Âdem’in yaratılışı için gereken çamur,


melaike-i kiramdan Azrail (a.s.) tarafından
Mekke şehrindeki Numan vadisinden
alınmıştır. Pîr hazretleri buna “simsime
çamuru” der. Allah cemâl ve celâl elleriyle bu
çamuru yoğurup insan sûretine
dönüştürmüştür. Artan çamurla da hakikat
şehri yapılmıştır. Bu insan kalıbı üç yüz yıl
ateşte pişirilmiştir. Her bir yüzyılın sonunda
bu Âdem çamuruna “Sen kimsin, ben
kimim?” diye sorulduğunda “Sen sensin, ben
benim” cevabı gelmiştir. Rabbi üçüncü yüzyıl
sonunda tekrar aynı soruyu sorunca Âdem
“Ben aciz bir kulum, sen ise âlemlerin Rabbi
olan Allah’ımsın” demiştir. Üç yüz sene
ateşte pişirilme sonucu rububiyet hâli hazır
olduğunda Hicr Suresi 29. âyeti “Hani
Rabbin meleklere, ‘Ben kuru bir çamurdan,
şekillendirilmiş balçıktan bir insan
yaratacağım. Onu düzenleyip içine ruhumdan
üflediğim zaman, onun için hemen saygı ile
eğilin’ demişti.” (15-29) gereğince Rabbi
12
tarafından Âdem’e ruhundan bir ruh
üfürülmüştür. Efâl yüzü, sıfat yüzü ve zat
yüzleriyle pişirilerek kemâle gelen sâlik
fenafillah olmuş olur.

“Kalpler zikirle mutmain olur.” ve


“Zikirle kalpler huzur ve sukûna kavuşur”
âyetlerinin bizleri ikaz ettiği gibi, Rabbimizin
ruhundan bir ruh üfürme olmadan pişirme
fırınına konmaz. Bu üç yüzyılda piştikten
sonra, ilim sahibi olan Rabbimiz, ma’lûm
olan bizim emaneti kaldırabilecek kıvama
geldiğimizi görünce ruhundan bir ruh
üfürecektir. İşte o zaman, o sâlikte anne
karnındaki çocuk gibi hareketler
başlayacaktır. Çocuk kız ise 9 şühûd hâli ile
veled-i kalbin tecellîsi, oğlan ise 9 şühûd ve
10 duygu zevkleri ile veled-i kalb yani kalbin
oğlu zuhur edecektir. Âdem ancak bu
saydığımız nefs âlemi olan fenâ-i tam
olmadan Âdem olarak görünmeyecektir. İlk
insan, Rûhullah (Allah’ın ruhu) olarak kişide
kemalâta geldiğinde kemalât tecellîleriyle bu
suret ve şekillerden kendini ilân edip
görünmeye başlayacaktır.

13
Kemalât ve rahmaniyeti ile cami-ül esma
olarak Rabbimin tek göründüğü yer insan
mazharıdır. Bütün âlemi kendi inhisarı altında
cem etmiş olduğu için ona insan denilmiştir.
İbrahim Hakkı Hazretleri “Ey kişi sen âlem-i
kübrasın. Kendine dikkatle bak. Cennet de
sende Cehennem de sende, Sırat da sende,
Mizan da sende. Sen ceseden küçük bir
varlıksın ama mânâda bütün 18 bin âlem
sende toplanmıştır.” buyurmuşlardır.

Ruhsal vücudumuz olan siret yönümüz,


bezm-i elest olan Hak mürşidinin dizinin
dibinde, Hicr Suresi 29. âyeti “Ruhumuzdan
bir ruh üfledim” gereğince, Rabbinin evvelâ
zikir ruhunu üfürdüğünde, o sâlikte ne kadar
Rabbine sevgi ve teslimiyeti varsa, o kadar
onda zikir ruhu tecellî etmiş olacaktır. Hak
mürşidi tarafından atılan bu Muhammedî zikir
tohumu, ona her yerde ve her işinde Rabbi ile
daima beraber olma zevkini verecek ve
kendisinden zikredenin de Rabbi olduğunu
anlayacaktır. O sâlik Rabbini can-ı gönülden
seviyorsa, Rabbinden ayrılmamak için saat
gibi gönlünde zikreden Rabbini yakın takibe
alarak, O’nu dinleyecek ve O’nunla daima
14
zikirde beraber olma zevki ile dirilmiş
olacaktır. Bu zikir ruhundan sonra, onun Hak
mürşidi efâl-i İlâhiye, sıfat-ı İlâhiye ve zat-ı
İlâhiye ruhlarını üfürerek Muhammedî
tohumunu sâlikin gönül tarlasına ekmiş olur.

Sâlikler bu Muhammedî tohumunu,


zikir, şühud ve rabıtalarla sulayıp, çapalarsa, o
sâlikin Muhammedî vücûd ağacının yeşerip
dal ve yaprakların arasında çiçek açtığını
görürüz. Artık, “Nefsini bilen Rabbini bilir.”
hadîs-i şerifi gereğince, kendisinin diye
bildiği vücudunun Rabbinin vücudu olduğunu
anlamıştır. Rabbinin ise, Kaf Suresinin 16.
âyeti gereğince gönlünde tahtını kurduğunu, o
kulundan duyan, o kulundan gören ve o
kulundan her türlü icraatı yapanın Rabbi
olduğunu anlamış olur. “Andolsun, insanı biz
yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de
biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından
daha yakınız.” (50-16)

Zikir ruhundan başlayarak efâl-i ilâhiye


ruhu, sıfat-ı ilâhiye ruhu ve zat-ı ilâhiye
ruhuna hamile kalan sâliğin manevî siret
vücudu bir anne rahmindeki çocuğun birinci
15
40 günde kan pıhtısı, ikinci 40 günde et
parçası, üçüncü 40 günde kol ve bacakları
teşekkül ederek hareket etmesi gibi hareket
edecektir. Biz bu devreye tevhidde, Âdem’in
fenafillah olan uruc seferi diyoruz.

Âdem ruh sahibi olarak yaratılmış, fakat


henüz sıfatlarından zuhur etmediği için
kendisini ispat edememektedir. Kadir Suresi
4. âyetinde de belirtildiği gibi “Tenezzelul
melâiketu ver rûhu fîhâ biizni rabbihim, min
külli emr.” “Melekler ve Ruh o gecede,
Rablerinin izniyle her türlü iş için iner de
iner.” (97-4) Cenab-ı Hakk’ın vahdâniyeti
olan gecede, bütün sıfatlarından kemalâtıyla
zuhur edesiye kadar, ruhun, melek olan
kuvveleriyle, Rabbinin o kişideki kabullenişi
kadar sıfatlardan tecellî etmiş olur. İşte, ruhun
zuhuruna kadar Âdem’in urucu ve sıfatlardan
tecellîsiyle nüzûl devresini bitirdikten sonra,
vücûdun vücûdullah olmasının tevhid idraki
ile Âdem yaratılmış olacaktır. Yoksa bu
gördüğümüz bütün insanlar Âdem değillerdir.

16
Âdem üç nev’idir:

1- Surette Âdem sirette hayvan


2- Surette Âdem sirette nakıs
3- Surette Âdem sirette de Âdem
Surette Âdem sirette hayvan olanlar
yiyen, içen, nefsanî bütün istek ve arzularını
yerine getirenlerdir. “Hay” diri, “van” ise
varlık anlamına gelir. Yani “hayvan” diri olan
canlı varlıklar demektir.
Surette Âdem sirette nakıs olanlar
âdemiyyet tahsilinde olup, henüz kemalâtı
elde edememiş kişilerdir.
Suret ve siretinde âdemiyyetini bulanlar
ise, Hak mürşîdinden ruh üfürülmüş ve
âdemiyyetinin idrak kemalâtına vâkıf
olanlardır. Âdem’in bütün varlığı Hakk’ın
varlığı olduğunu zevk etmiş, Hakk’ın
yeryüzündeki halifesidir. Cenab-ı Hak, Âdem
yüzünden zatını ilân etmiştir. Onun sureti
Âdem, sireti Hak’tır. Yalnız ona Hak
denilmez. Âdem’in başındaki “A” Harfi
Allah’ı remzeder, “dem” de zaman demektir.
O dem, bu demdir. Anlayan anladı.
Anlamayanlar da yalnız dinledi.
17
Araf Suresinin 172. âyetinde “Hani
Rabbin Âdemoğullarının sulplerinden
zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı
şahit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil
miyim?’ demişti. Onlar da, ‘Evet, şahit olduk’
demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü,
‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir.”
(7-172) buyruluyor.
İşte bu rububiyet, yani terbiye ve irşad
yönü ile bir kâmilden insan-ı asliyesinin
öğrenilmesidir. Kişi akl-ı baliğ olduğunda,
Rabbini idrak edip esfel-i sâfilîn denilen bu
dünya bataklığından bir an önce kurtulmağa
çalışacaktır. Bedenin akl-ı baliğ olması
ortalama 13-14 yaşlarındadır. Bedensel olarak
akl-ı baliğ olduğu hâlde ruhen Rabbini idrak
edemiyorsa akl-ı baliğ olmamıştır.
Dolayısıyla da iman edemez. Kişi ruhen bunu
kabul edebilirse ister 40 ister 50 yaşlarında
olsun, onun akl-ı baliğ olması o zamandır. Bu
kişideki kabulleniş, onun artık âdemiyyetinin
sırrını öğrenme yolculuğuna başlaması, bir
mürşid-i kâmil mazharından Rabbinin
çağırması ile olacaktır. Mürşîd-i Kâmile biat
etmek için diz dize gelinen an, onun “bezm-i
18
elest”i yani Elest meclisidir. Çünkü henüz
daha kendini bilmeyen bir kişi doğmamıştır
ve Rabbi tarafından o andan itibaren
yaratılmaya başlanacaktır. İşte zahir olarak
Araf Suresi 172. âyetindeki “Ben sizin
Rabbiniz değil miyim?” sözünün
gerçekleşmesi bir mürşîd-i kâmil önünde
yapılmış oluyor. İrşâd ve terbiye olmak
istemeyen bir kişinin, kâmil huzurunda ne işi
var? Bunu hâl ve kâl lisanı ile kâmilin
huzurunda göstermesi, imanını göstermiş
oluyor.
Bizler Âdem denilince yalnız suret yönü
ile her gördüğümüzü Âdem sanıyoruz. Oysa
Cenab-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’inde, herkese
Âdem veya insan demiyor. Mısrî Niyazi
Hazretleri de bir ilâhîsinde şöyle diyor:

Âdemliğini her kim bulduysa odur Âdem,


Yoksa görünen sûret bir gölge imiş ancak.

19
Kur’ân'da insan üç şekilde tabir edilir:
1- Nas (insan toplumları)
2- İns (nakıs olan, eksik kişiler)
3- İnsan (sûrette de, sirette de
âdemiyyetini bulmuş, âdemiyyet
sırrına vâkıf olanlar)
Onun için birincisi surette insan sirette
hayvan olanlar, ikincisi surette insan, sirette
nakıs olanlar yani eksik kişiler, üçüncüsü ise
surette insan olduğu gibi sirette de, insan-ı
asliyesini bulan Âdemlerdir.
Âdem bu kâinatta, en son erişilmesi
gerekli olan bir varlıktır. Çünkü cemadat,
nebatât ve hayvanatta olmayan yüce hasletler
bu insan dediğimiz Âdemde mevcuttur. Bu
âleme gelesiye kadar yarım devir yapan bu
insan, can kavmi, cin kavmi ve ins kavimleri
gibi merhalelerden geçerek, insanlığını
bulmaktadır. Bu gün “Can kavmi, cin kavmi,
ins kavmi kimlerdir?” diye sorulduğunda
cevap söyle olacaktır:
Can kavmi toplumda yiyip içen, yalnız
nefsi için yaşayan, Hak ve hakikatten
tamamen uzak, inançsız kişilerdir.
20
Cin kavmi ise iki bölümde mütalaa
edilir:
1- Süflî cin kavmi
2- Sünnî cin kavmi
Süflî cin kavmi şeytan meşrebli, daima
başkalarının kötülüklerini düşünen ve onun
bunun çukurunu kazan kimselerdir. Buna
vücut ülkemizde nefs-i emmare kavmi de
diyebiliriz. Süflî cinler, insanların nefs-i
emmare şubesinden icraatlarını gösterirler.
Nefs-i emmare nefsin en süflî sıfatıdır.
İnsanlardaki bu sıfatı kullananları insanlarda
görmek mümkündür.
Sünnî cin kavmi mensupları taklidî iman
sahibidirler. Bu nedenle her ne kadar ibadet
ve taat yapsalar da bir türlü süflîyet vadisinin
unsurlarından olan vehim, hayal, vesveseden
kurtulamayan kişilerdir.
Sonuç olarak cinler zan ve
hayallerimizde yarattığımız, gözle
görülemeyen lâtif birer varlık değillerdir.
Bunlar fiilleriyle tecellî ettiği mazharlarda
görülmektedir. Şeklen dört dörtlük
Müslüman, mümin, “hacı” “hoca” gibi
21
görünseler de ârif olan kardeşlerimiz
tarafından daima bilinmektedirler.
Kur’ân-ı Kerîm Rahman Suresinin 33.
âyetinde “Ey cin ve insan toplulukları!
Göklerin ve yerin uçlarından bucaklarından
geçip gitmeye gücünüz yeterse geçip gidin.
Büyük bir güç olmadıkça geçip
gidemezsiniz.” (55-33) buyuruluyor.
İster cin olsun isterse cinin alet ettiği
insanlar olsun bunların büyük bir güç, bir
mürşid-i kâmil, bir sultan olmadan, süfliyet
vadisi “esfel-i sâfilîn” olan dünya yüzünden,
letâfet âlemi olan gökyüzüne çıkmaları
mümkün değildir.
Herkes kendisini yakın takibe alarak
baksın. Stres, üzüntü, keder, alamadım,
veremedim, mal, mülk derdi, çocuk derdi gibi
dünya dertleri bir kişiyi ihata etmişse, onlar
daha dünyada iken cehennemde
yaşamaktadırlar. Elbette âhirette de
cehennemde olmaları mukadder olur. Zira
dünya âhiretin tarlasıdır. Burada gönül
tarlasına ne ektik ise âhirette de onu biçeriz.
İns kavmi, can ve cin kavim
mertebelerini geçerek, bir mürşid-i kâmile
22
tâbi olarak, tevhid tahsiline başlamış, fakat
henüz eksikliklerini tamamlayarak insanlığını
yani Âdemliğini bulmamış tevhid
yolcularıdır.
Cenab-ı Allah “Siz bildiklerinizle amel
edin Allah size bilmediklerinizi öğretecektir.”
buyurmaktadır. İşte bu ins kavminden sonra
insan-ı asliyesini bilenler insan olarak
yaratılmış olacaklardır.
Rahman Suresinin ilk iki âyetinde “Er
rahmân” “Allemel gur'ân” “Rahmân, Kur'an'ı
öğretti.” (55-1,2) buyuruluyor. Peki, Rahman
olan Kur’ân’ı kimlere talim etti? Elbette
henüz insanlığını bulamayan, can, cin ve ins
kavimlerinden çeşitli iman seviyesinde
bulunan eksik olan kişilere talim etti.
Rahmaniyet, Cenab-ı Allah’ın kemalât
sıfatı olan mürşid-i kâmillerdir. İnanan kişiler
bu tahsille insanlığını bulmuş olacaktır.
Yoksa surette insan, sirette hayvan kalınmış
olunur. Rabbinin terbiye etmesiyle, insan-ı
asliyesini öğrenen bir sâlik nefsini tanımıştır.
Nefsini bilen ise Rabbini bilir. O kişi nefsine
ve Rabbine arif olmuştur.

23
İsra Suresi 85. âyette “Ve yes'elûneke
anir rûh, gulir rûhu min emri rabbî ve mâ
ûtîtum minel ılmi illâ galîlâ.” “Sana ruh
hakkında soru soruyorlar. De ki: "Ruh,
Rabbimin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim
verilmiştir.” (17-85) buyuruluyor.
Ruh Rabbimin bir emridir… Peki, irşâd
ve terbiye eden mürşid mazharından
Rabbimiz bize ne emir vermektedir? Bunu
kendimize sorduğumuzda, hâdisat dediğimiz
bu âlem ve Âdemde, Cenab-ı Allah’ın üç
tecellîsi olan efâlini, sıfatlarını ve zatının
öğrenilmesini emrettiğini görmekteyiz. Şu
hâlde kendisindeki ruh bu üç tecellî imiş.
Zaten kişinin kendi insan-ı asliyesini tahsil
etmesi demek, kendi diye bildiği Cenab-ı
Hakk’ın varlığı olan bu tecellîleri bilmesi,
görmesi ve O’nunla O olup yaşamasından
ibarettir. Hem “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ
billâhil aliyyil azîm” yani “Kuvvetim ve
kudretim yoktur. Bunların hepsi senindir ya
Rabbi” diyoruz, hem de kendimize nisbet
ediyoruz. Bu şirk olmuyor mu? Elbette şirk
olmaktadır. Bunu söylemek çok kolay, fakat
bu merdiven basamaklarını, teker teker
24
çıkarak, menzile varıp âdemiyyeti bulmak çok
zordur. Sabırla birlikte “mutlaka elde
etmeliyim” diye azim gereklidir.
Bu kişilerin bedeninde taat, nefsinde
boyun bükmek gibi küllî teslimiyet olmalıdır.
Bu kurbiyet onların kalbinde, huzur ve
mutluluk meydana getirecektir. Bu huzur
vadisinde bulunanlarda, ruhanî şühud
olacağından, daha bu âlemde iken cennet
içinde yaşama imkânına kavuşmuş
olacaklardır.
Bu kâinatta, bütün varlıklar, gayriyet
vadilerinden kurtulup Âdem meyvesi
olabilmek için çabalayıp dururlar, sürekli
koşarlar. Çünkü bu kâinat ağacının meyvesi
âdem’dir. Kim âdemiyyetini buldu, işte onlar
murâdlarına erdiler. Kimler bulamadıysa
yolda dökülenler oldular.
Toprağa ekilen bir meyve çekirdeği
birçok merhaleler geçirerek meyve
olmaktadır. Aynen bunun gibi, bahçıvan olan
mürşid-i kâmil, sâlik olan kişilerin gönül
tarlasına âdemiyyet tohumunu eker. Ektiği bu
tohum birçok ibtilâ merhalelerinden geçerek
Cenab-ı Hakk’ın kul mazharındaki üç
25
tecellîsi, ruhullah hâline dönüşür. İşte
Âdem’in yaratılma yeri burasıdır.
Bakara Suresinin 30. âyetinde “Hani,
Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım’ demişti. Onlar, ‘Orada
bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi
yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek
daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.’
demişler. Allah da, ‘Ben sizin bilmediğinizi
bilirim’ demişti.” (2-30) buyurulmaktadır.
Âyetteki bu hitap, henüz âdemiyyetini
bulmamış, sâlik durumundaki melekleredir.
Mürşid-i kâmilin etrafındaki sâliklerin hepsi
melek durumundadır. Ayrıca, enfüsümüzde
ruh âlemi, kalb âlemi ve nefs âleminde
bunların levhaları olarak suretleri vardır.
Çünkü Hicr Suresi 21. âyetinde “Hiçbir şey
yoktur ki hazineleri yanımızda olmasın. Biz
onu ancak belli bir ölçüyle indiririz.” (15-21)
buyrulmuştur. Her şeyin malûmatı nisbetinde,
Cenab-ı Hakk’ın tecellî ettiğini bu âyet bunu
bize ispat eder. Onun için Âdem sırrı henüz
zuhura gelmeden ruh, Rab ve nefs
âlemlerindeki suretinin vücudu, Allah’ın

26
meleklere “Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım” demesidir.
Allah Âlim, kullar ise malûmdur. Cenab-
ı Hak, Âlimliği ile nefs, kalb ve ruh
vadilerindeki, sâliklerin hâllerine vâkıf olduğu
için, bir halife yaratacağım demiştir. Melekler
bu âlemdeki bütün sırları bilemedikleri için,
halifeliğe kendilerini daha uygun
görmelerinden mütevellit “Biz seni tesbih ve
takdis etmekteyiz” dediler. Melek durumunda
olan bir sâlik de, kendisinin üstünde olan
kişilerin irfâniyetinden haberdar değildir.
Ama kendi mertebesinin altındakilerden
haberdardır. Onun için süflîyetteki nefs
vadisinde, Âdem’in fesat ve kan dökeceğini
bildikleri için melekler, “Yeryüzünde fesat
çıkaracak ve kan dökecek bir kimse mi
yaratacaksın?” demişlerdir. Cenab-ı Allah da,
“Sizin bilmediklerinizi Ben bilirim.” demiştir.
Elbette her şeyin en iyisini bilen Allah’tır.
Meleklerin Cenab-ı Allah’a karşı böyle bir
hitapta bulunmaları onların itiraz etmeleri
anlamına gelmektedir. Nefisten münezzeh
olan melekler, Cenab-ı Hakk’ın yalnız
emirlerini yaptıkları hâlde, bu mevzuda neden
27
itiraz etmişlerdir? İşte buradaki melekler,
sâliklerin durumunu arzetmektedir. Her sâlik
Rabbine karşı kurbiyet içindedir. Ne zaman
içlerinden bir halife seçilse, hicapları
açılmayan sâliklerin, halife seçilen kişinin
yüceliklerini değil de, suret yönünü görmesi
nedeniyle süflîyet vadisi olan nefsine düşerek
itiraz eder.
Bakara Suresinin 31. âyetinde “Allah,
Âdem'e bütün varlıkların isimlerini öğretti.
Sonra onları meleklere göstererek, ‘Eğer
doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların
isimlerini bildirin’ dedi.” (2-31) buyruluyor.
Yani Cenab-ı Allah “allemel esma” olan
bütün âlemlerin ismini Âdem’in kalbine ilka
etmiştir. Âdem, bütün esmaları ihata eder.
Nur-i Muhammed ve esmayı Âdem sureti ile
zahir oldu.
“Âdem dediğin el ayak baş değil.
Âdem ruha denir, suret ile kaş değil
Ten, et ve deridir ruh onun serveridir
Hak sırrıdır ruhsuz beden hoş değil.
Ahmet sen kendini Âdem sanma
Âdem sendeki özdür, söz değil.”
28
Hz. Muhammed (a.s.) mazhar-ı Zattır.
Âdem ise mazhar-ı esmadır. Nur-i
Muhammed’in bu âleme zuhuru Âdem’le
olmuştur. Onun için, allemel esmanın talim
edilmesi, Âdem’in ruhundan zuhura gelmek
demektir. Resûlullah efendimiz bir
hadîslerinde “Evvelü mâ halakallahu rûhi”
“Allah evvelâ benim ruhumu yarattı”
buyuruyor. Resûlullah efendimizin küllî
ruhu, on sekiz bin âlemde tecellî ederek
esmalar aldı. İşte bu ruhu kendi vücud
ülkesinde okuyabilenler, âlemlerin esmalarını
da okumuş olurlar. Aslında ruh birdir.
Parçalanma kabul etmez. Fakat tecellî ettiği
mazharlarda esma alır.
Bakara Suresinin 32. âyetinde
“Melekler, ‘Seni bütün eksikliklerden uzak
tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka
bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi
hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan
sensin’ dediler.” (2-32) buyuruluyor. Çünkü
melek durumunda olan bütün sâliklerin,
ilme’l-yakînlikleri onların şühud sahibi
olduğunu göstermez. Âdemiyyet sırrı ruhun
şühud zevki ile mümkün olacaktır.
29
Vücûdlarında âdemiyyet kemalâtsızlığının
zuhuru şühud zevklerine sahip olmadıklarının
bir ifadesidir. Allah’ın Âlim ve herşeye
lâyıkıyla hâkim olduğunu bilmeleriyle de
teşbih etmişlerdir. Onun için daha evvel
halifeliğe bizler de lâyıkız dercesine itiraz
eden melekler, allemel esma hakkındaki
bilgiyi Cenab-ı Hak isteyince zelîl ve hâkir
olarak, mahcubiyetlerinden eksiklenerek “Ya
Rabbi senin bildirmediğin bir şeyi biz
bilemeyiz.” dediler.
Bakara Suresinin 33. âyetinde “Allah,
şöyle dedi: ‘Ey Âdem! Onlara bunların
isimlerini söyle.’ Âdem, meleklere onların
isimlerini bildirince Allah, ‘Size, göklerin ve
yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine
açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da
ben bilirim demedim mi?’ dedi.” (2-33)
buyuruluyor. Çünkü Âdem, âdemiyyet sırrını
kendi vücûd ülkesinde şühudla zevk etmiş idi.
“Bunu meleklere talim et” denmedi. Çünkü
siretteki şühud zevkleri lütf-u ilâhiyedir ve
“Cenab-ı Allah kimlere hikmet vermişse,
onlara pek çok lütuflar ihsan eder.” âyeti
bunun delilidir.
30
Bundan sonra Bakara Suresinin 34.
âyetinde “Hani meleklere, ‘Âdem için saygı
ile eğilin’ demiştik de İblis hariç bütün
melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis
kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden
olmuştu.” (2-34) buyruluyor. Bu âyetteki
meleklerin secde etmeleri, bedenimizin
yerlere kadar eğilme secdesi değildir. Bu
secde tâbilik ve teslimiyet secdesidir.
Meleklerin hepsi tâbi olma ve teslimiyetlerini
gösterdiler. Fakat İblis secde etmedi. Araf
Suresi 12. âyetinde “Allah, ‘Sana emrettiğim
zaman seni saygı ile eğilmekten ne alıkoydu?’
dedi. (O da) ‘Ben ondan hayırlıyım. Çünkü
beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan
yarattın’ dedi.” (7-12) buyuruluyor. Ateş,
yandıkça alevleri yükseldiği için, gurur ve
kibri remzeder. Toprak ise alçakgönüllü
olmayı, her şeyi yerine göre kabullenmeyi
remzeder. Çünkü toprağa her ne atarsanız atın
asla “kabul etmiyorum” demez. Buna binaen
Araf Suresinin 13. âyetinde “Allah, ‘Şimdi in
aşağı oradan. Çünkü senin orada büyüklük
taslamak haddine değil! Hemen çık! Çünkü
sen aşağılıklardansın’ dedi.” (7-13) buyruldu.

31
Nefs olan kuvve-i vehimiye, ruhun aklı
idrakini bilemez. Dolayısıyla da, Âdem’in
siretini değil, suretini gördüğü için zannındaki
Allah’a “Ben senden başkasına secde etmem”
dedi. Çünkü Âdem’deki varlığın, Hakk’ın
varlığı olduğunu bilemedi. İblis ezelden
vahdet nuruna perdeli olduğu için, Cenab-ı
Hak ona bu hasleti vermişti. Böylece İblis
huzurdan kovulanlardan oldu.
Âdem cennet-i âlâda bir zamana kadar
yalnız başına yaşadı. Yalnızlıktan canı
sıkılmaya başladı. Her ne kadar daimî zikirle
Hak’tan gayri bir şey görmüyorsa da bir
arkadaş arzu ediyordu. Bir gün uykudan
uyandığında, başı ucunda bir kadın gördü.
Ona “Sen kimsin?” diye sordu. O da: “Cenab-
ı Hak beni sana hayat arkadaşı olarak verdi.”
dedi. Âdem de ona hayat sahibi olması
nedeniyle “Havva” dedi.
Araf Suresinin 19. âyetinde "Ey Âdem!
Sen ve eşin cennette kalın. Dilediğiniz yerden
yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa
zalimlerden olursunuz." (7-19) buyruldu.
Âdem ile Havva bir zamana kadar bütün
nimetlerden yiyerek cennette yaşadılar.
32
Tevhid cennetinden kovulan İblis ise boş
durmuyordu. Araf Suresinin 14. âyetinde
“Şeytan dedi ki: ‘Bana insanların tekrar
diriltilecekleri güne kadar süre ver.’ ” (7-14)
buyrulduğu gibi İblis Rabbine yalvardı. Araf
Suresinin 15. âyetine göre “Allah da, ‘Sen
süre verilenlerdensin’ dedi.” (7-15) mühlet
verilenlerden oldu. Araf Suresinin 16. âyetine
göre “Şeytan dedi ki: ‘Beni azdırmana
karşılık, yemin ederim ki, ben de onları
saptırmak için senin dosdoğru yolunun
üzerinde elbette oturacağım.’” (7-16) diyerek
insanları saptırmak için yemin etti. Cenab-ı
Allah da Âdem ile Havva’yı “Şeytan sizin
açık bir düşmanınızdır.” diyerek ikaz etti.
İblis doğru cennetin kapısına giderek
içeriye girme formülleri aramaya başladı.
Karşıdan yılan geliyordu. Ona “Beni de
cennete götür” diye dilekte bulundu. O da
“Seni herkes cennette tanır. Ben seninle
cennete gidemem” dedi. İblis de “Ben senin
ağzının içerisine girerek, senden gerektiği
şekilde oradakilere konuşurum. Beni
görmedikleri için seni konuşuyor zannederler.
Dolayısıyla beni ne görürler, ne de bilirler”
33
dedi. Yılan da “O zaman olur” diyerek kabul
etti. Böylece dünya ehli olan yılan ağzında,
nefs-i emmâre olan İblis insanın vücûd
ülkesinde, insanın cennetine girmiş olur. İblis
doğruca Havva’nın yanına giderek Araf
Suresinin 20 ve 21. âyetlerinde belirtildiği
şekilde “Derken şeytan, kendilerinden
gizlenmiş olan avret yerlerini onlara açmak
için kendilerine vesvese verdi ve dedi ki:
‘Rabbiniz size bu ağacı ancak, melek
olmayasınız, ya da (cennette) ebedî
kalacaklardan olmayasınız diye yasakladı.’ ”
(7-20) “‘Şüphesiz ben size öğüt verenlerdenim’
diye de onlara yemin etti.” (7-21) onu
kandırdı. Âdem ile Havva da yasak meyveyi
yiyince Araf Suresinin 22. âyetinde anlatılan
tablo ortaya çıktı. “Bu sûretle onları
kandırarak yasağa sürükledi. Ağaçtan
tattıklarında kendilerine avret yerleri
göründü. Derhal üzerlerini cennet
yapraklarıyla örtmeye başladılar. Rab'leri
onlara, ‘Ben size bu ağacı yasaklamadım mı?
Şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim
mi?’ diye seslendi.” (7-22)

34
Âdem Cenab-ı Hakk’ın zatının, Havva
da Cenab-ı Hakk’ın sıfatının sembolüdür.
Âdem akl-ı küll, Havva ise nefs-i küll
tecellîsidir. Aklı temsil eden Âdem, nefsi
temsil eden Havva’ya ve Havva’daki nefs-i
emmârenin arzu ve isteklerine uydu. Dünya
arzu ve isteklerini temsil eden yılanla, nefs-i
emmâreyi temsil eden İblis birlikte hareket
ederek nefs-i küll mazharı olan Havva’yı tesir
altına alıp akl-ı küllü temsil eden Âdem’i de
Havva’ya uydurdular.
Yılan dünya arzu ve istekleridir. Bu
isteklerle birlikte akıl ve irâdenin emmâre
nefse meyillenmesi, Âdem’in yasak meyve
olan “benlik” devresine girmesine vesile olur.
Havva, “Ben yedim hiçbir şey olmadı.” dedi.
Havva’nın yediği hâlde bir şey olmaması
demek aklın bir şeyi kabullenip, kalbin tasdik
etmemesi demektir. Âdem’e yedirmeden,
onda değişiklik olması mümkün değildir.
Zahirde bile bir kişi başka bir kişiyi öldürmek
istese, onun bu isteği fiile dökülmediği
müddetçe ceza görmez.
Şühûd ve müşahede olmadan bir kişi
ilimle “Kendi varlığımı Hakk’a verdim.”
35
derse kendinde tecellî eden Allah’ın
vahdâniyet zuhurunu kendine nisbet ederek,
“ene” demek suretiyle şirk işleyeceğinden
cennetten çıkarılır. Zira Hakk’a nisbet
edebilmesi için şühûd ve müşahedesi olması
lâzım idi. Olmadığı için, tevhid cennetinden
çıkarılarak, süflîyet vâdisine geri dönmüş
olur.
Rableri onlara “Ben ikinize de bu ağacı
yasak etmedim mi?” buyurdu. Onlar da “Ey
Rabbimiz nefsimize zulmettik. Eğer bizi
bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen,
muhakkak biz ziyan edenlerden oluruz.”
dediler.
Bir kişi nefsin kötü sıfatlarından sakınıp,
Hakk’ın sıfatlarını zuhur ettiremezse, o zaman
ziyan edenlerden olur. Dolayısıyla da tevhid
cennetinden mahrum edilmek üzere çıkarılır.
İşte bizler, Âdem gibi tevhid cennetinden
çıkarılıp çıkarılmadığımızı anlamak için:
1- Vücudumuzla Hakk’a taatımızın
yaklaşımı,
2- Efâlde fenâ yaklaşımı,
3- Sıfatta fenâ yaklaşımı,
36
4- Zatta fenâ yaklaşımımızın nasıl
olduğuna bakmalıyız.
Bir mürşid-i kâmile giderek, fiziksel
bedenimizi, nefsimizi, irade ve ruhumuzu
Allah’a teslim ederek, nefs tezkiyesi
yapmadan bu saydıklarım bir kişide tecellî
etmez. Taatımız, Hakk’a boyun büküp
teslimiyetimizi, teslimiyet ve kurbiyetimiz,
kalbimizdeki huzur ve mutluluğumuzu,
kalbimizdeki huzur da, ruhumuzdaki her
tecellînin şühud zevkini meydana getirecektir.
Yoksa süflîyet tecellîsi olan gaflet, kişiyi
vehim ve hayal şeytanlarına dost yaparak
nefsanî isteklerine tâbi kılar. Böyle kişiler
kendilerini hidayet bulmuş kişiler olarak
zannederler. Ne yazık ki yanlıştır. Zira vehim
ve hayalin vücûd ülkesindeki sultanı “zan”
iledir. Zan iki türlüdür:
1- Su-i zan (kötü zan)
2- Hüsn-ü zan (iyi zan)
Bu zanların her ikisine de itibar edilmez.
Zira hakikatte bunların değeri yoktur.
Âdem (a.s.)’e Araf Suresi 24. âyette “Bir
kısmınız bir kısmınıza düşman olarak oradan
37
ininiz. Yerde sizin için, bir zamana kadar
yerleşip kalmak ve yaşamak var.” (7-24)
buyruldu. Âdem Serendip adasına, Havva da
Cidde’ye indirildi. Âdem yetmiş sene
Rabbine yalvarıp tevbe etti. Bakara Suresinin
37. âyetinde “Âdem Rabbinden bir takım
kelimeler aldı. O’na yalvarıp tevbe etti. O da
tevbesini kabul buyurdu. Çünkü tevbeyi çok
çok kabul eden asıl esirgeyici odur.” (2-37)
buyrulmuştur. Yetmiş sene sonunda, Cenab-ı
Hak yalvarmalarını kabul ederek, Âdem ile
Havva’yı Arafat’ta birleştirdi. Sonra mânen
nikâhları Müzdelife'de Hz. Muhammed (a.s.)
tarafından kıyılmıştır.
İşte günümüzde de, nefs terbiyesi
görenler, kendi diye bildiği varlıklarının
Hakk’ın varlığı olduğunu idrak ettikten sonra,
rûhullah mertebesinde Âdem’in yaratılmasını
zevk etmektedirler. Hakk’ın zahir, halkın
bâtın olduğu bu mertebede, kişi Havva’ya,
yani, nefsine uyarsa cennetten çıkarılır.
Çünkü nefs yönünden “Benim” demiş
olmaktadır. Bu sözü Âdem mazharından
“Benim” diyen Cenab-ı Hak’sa, o yasak
meyveyi yemiş olmaz. Onun bu sözü kabul
38
gördüğü için, daha üst mertebeye ancak
vuslatı olabilir. Âyet-i kerimede “yasak
meyveyi yemek” olarak vasıflandırıldığına
göre, Âdem’in bu sözü kendisinin söylediği
anlaşılmaktadır. İşte o zaman vehim, hayal
gibi gaflet perdeleri kişinin şühudlarını yok
edeceği için, o cemâlullah seyrini ona
göstermeyecektir.
Âdem’le Havva’nın senelerce tövbe
etmeleri, bu hicâbların kaldırılması için, canla
başla Hak yolunda çalışıp Muhammedîliğini
idrak etmelerine kadar devam eder. Yedi
sıfat-ı subûtiyesinden Hak ve hakikati şühud
ettiğinde, Âdem, Muhammed yüzü suyu
hürmetine affedilmiş olur.
Hakk’a ârifiyet mertebesi olan Arafat’ta,
Âdem ile Havva birleşerek Müzdelife'ye
geldiler. Kesret âlemindeki sıfatlardan, ruhun
tecellî etmesiyle Muhammedîlik zuhur eder.
Böylece Âdem ile Havva’nın nikâhları da Hz.
Muhammed tarafından mânen kıyılmış
olunur. Bir kişide, ruh ve sıfatlar vücûdda
birleşip zuhura gelince, nasıl bir Muhammedî
meydana gelirse, aynen onun gibi, ruh olan
Âdem ile sıfat olan Havva da, bir vücûdda
39
kemalâtıyla zuhur ederse, o da Muhammedî
olmuş olur. Her ikisinin birleşmesine, o vücûd
vesile olduğu için, ona “Muhammed bunların
nikâhını kıydı” denilir. Yoksa Hz.
Muhammed’in yaşadığı devir ile Âdem’in
yaşadığı devir, zahirde farklı zamanlardadır.
Araf Suresinin 31. âyetinde “Ey
Âdemoğulları! Her mescitte ziynetinizi takının
(güzel ve temiz giyinin). Yiyin için fakat israf
etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.”
(7-31) sözü edilen, güzel ve temiz giyinmek,
süslü elbiseler giyinmek, Cenab-ı Hakk’a
yaklaşırken, amellerde ihlâs, kurbiyette tam
teslimiyet ve Cenab-ı Hakk’ın rızasından
başka, hiçbir şeyle kâim olmamak suretiyle
Muhammed elbisesini giymek, yani şeriat
elbisesini giymek anlamındadır. Cenab-ı Hak,
Hak ve hakikati müşahede ederek yaşamamızı
istiyor. Çünkü bu zevkler, kalbimizle tenzih,
hissimizle teşbih yapılarak zevkimizde tevhid
olarak yaşama hâlidir. İşte âdemiyyet budur.
Cenab-ı Allah’ın hüviyyet ve eniyyet
yüzlerini kendi mazharında açığa çıkarıp, şerh
edenler, âdemiyyetini kazanmış olurlar.

40
Mısrî Niyazi Hazretleri bir ilâhîsinde
şöyle diyor:
“Hak yüzü insân yüzünden görünür,
Zât-ı Rahmân şeklin insân eylemiş.”
İşte âdemiyyetini bulanlar bunlardır.
Yoksa nefsanî sıfatlardan geçmeden, yalnız
ilim ile âdemiyyetin sırlarına vâkıf olanlar,
âdemiyyeti bulmuş değillerdir. Zira onlar
tevhidin fenâ mertebelerinde ilme’l yok
olduklarını, bekâ mertebelerinde de Hakk’ın
sıfatlarını kendi süflî sıfatlarında gizleyerek
hidayet bulduklarını zannederler. Zan ise
vehmin başıdır, temelidir.
Cenab-ı Hak cümlemize kulluğumuzu
idrak etmek ve yaşamak için aşk versin, güç
versin. Âdemiyyet sırrını yaşamayı nasip ve
müyesser etsin. Âmin.

41
ÂHİRET ÂLEMİ

“Âhiret” ne demektir? “Âhir” son,


“âhiret” ise fiziksel dünya bedenimizin sonu
olan âlem demektir. Bu dünyada insanın, et
ve kemikten meydana gelmiş bir fiziki yönü,
bir de dünya gözü ile görülmeyen lâtif,
ruhsal yönü vardır. Âhirete intikal eden bir
kişinin gözle görülen fiziksel bedeni
topraktan geldiği için toprağa döner. Bu
durumda biz o kişi için “Öldü, âhirete intikal
etti.” diyoruz. Aslında insanın aslı olan ruh,
vücut elbisesini dünyada kullanarak
eskitmiştir. Halk olarak dünyadaki görüntüsü
bitmiş, ruhun ise melekût, cebberrut ve lahut
âlemleri olan âhiret yolculuğuna devam
etmesi başlamıştır. Baba sulbü, anne sulbü ve
dünya âlemlerinde giydiği maddi vücut
elbiselerini bir daha giymemek için çıkaran
ruh, âhiret âlemleri olan lâtif âlemlerde de
lâtif bir elbise giyerek yoluna devam
edecektir. Ruh lâtif olduğu için bölünme
kabul etmez. Girdiği kaplarda şekil ve isim
alır. Cemadattaki tecellîsinde ruh-i cemadî,
nebatâttaki tecellîsinde ruh-i nebatî,
42
hayvanattaki tecellîsinde ruh-i hayvanî,
insandaki tecellîsinde de ruh-i insan
isimlerini alır.

Ruh bir enerji veya bir hayat olduğu


için, onu tecellî ettiği kapların renk ve
şeklinde gördüğümüz için zaman dilimi
terazisiyle tartmamız onu algılamamıza engel
oluyor. Hâlbuki ruh “zaman” diliminin malı
değil, “an” diliminin malıdır. Dolayısıyla
bizler zaman dilimi içinde yaşadığımız için
zaman dilimiyle gördüğümüz kaplara göre
değerlendirme yapıyoruz.

“Cenab-ı Hak varlıkların içinde, her


varlığı sevk ve idare ediyor.” diyoruz.
Aslında her varlık onun sonsuz deryasının
içinde cüz olarak sevk ve idare edilmektedir.
Yoksa bu varlıkların içinde Hakk’ın
mevcudiyeti değil, Hak deryasının içinde bu
cüz varlıklar vardır. Bu cüz varlıkların
kendilerine ait bir varlıkları da yoktur. O
sonsuz derya, esma ve fiil âlemindeki “halk”
diye bildiğimiz zahir kesret yüzünden
ibarettir. Denizdeki dalgalar misali.

43
Dalgaların vücudu yoktur. Dalgalar denizden
meydana gelmiştir.

Â’yân-ı sâbitede istidat ve kabiliyetleri


nisbetinde insanlar kendilerine verilen akıl,
fikir ve idrak gibi nimetleri
kullanmaktadırlar. Dolayısıyla Resullah’ın
ahlak güzelliği, edep, iffet gibi yüceliklerine
sahiptir. İşte bu seviyede Cenab-ı Hakk’ın
nur, ruh, akıl ve kalem tecellîlerine mazhar
olmasıyla bu dünya âleminde de, âlem-i
âhiret dediğimiz lâtif olan ruhsal yönümüzde
de bu enerjinin dâimliği görülmektedir.
İkilikteki dünya ehli bu lâtif enerjinin
mevcudiyetini göremiyor, bilemiyor. Ârif
olan Hak dostları zulmâni hicapları yırttığı
için kişilerin âhiret yönünün enerji
potansiyelini daha dünyada iken biliyor ve
görüyorlar. “Dünya” ve “âhiret” her ne kadar
ayrı ifade ediliyorsa da, aslında kendi vücut
ülkesinde bütündür. Bedene dünya, ruhsal
olan lâtif yönümüze de âhiret diyebiliriz.
Lâtif olan ruh tarafımız, dünyada da, âhirette
de bir değişikliğe uğramıyor. Yalnız irfaniyet
ve kemalât hâline büründükçe, Hakk’ın halk
dediğimiz esma ve fiil âleminde o mazharın
44
ne durumda olduğu görülmektedir. Böylece
ârifler âhireti dünyaya getirmiş ve görmüş
olurlar. Yoksa toprağın altında veya gökte,
bulutların üstünde bir âhiret yoktur.

Dünya deryasının içinde bu cüz


varlıklar denizin dalgaları gibi nasıl ayrı ayrı
görünüyorsa, aynen onun gibi lâtif olan
Cenab-ı Hakk’ın vahdaniyet deryasında da
bu cüz varlıklar lâtif elbiseleriyle yollarına
devam ederler. Madde âleminin yolculuğu
olan baba sulbü, anne sulbü ve dünya âlemini
gördüğümüz için inkâr etmiyorsak, bizlerin
göremediği fakat birçok Kur’ân âyeti ile izah
edilen ve bütün âriflerin de görüp izah ettiği
âhiret âlemini inkâr etmek mümkün değildir.

Âhiret âlemini zanda, hayalde yaratmak


değil, bizzat bilerek ve görerek inanmak ve
ona göre hareket etmek lâzımdır. Ehl-i tevhid
Âdem (a.s.) ve Musa (a.s.) gibi peygamberleri
tâ onların zamanına giderek değil bulunduğu
zamana getirerek yaşantılarını ona göre
düzenlerler. Aynen bunun gibi âhireti de
dünyaya getirerek hesap ve soruların
cevaplarını burada verirler. İnşallah bütün
45
kardeşlerimiz âhiret sorularının cevaplarını
burada verirler. Âmin.

ÂHİRETTE ŞEFAAT VAR MIDIR?

“Şefaat” yardım, başkalarını


faydalandırmak, mânâdaki vuslata vesîle
olmak, Peygamber efendimizin veya kemalât
sahiplerinin niyaz ve tasarruflarıyla
insanların yüksek mertebelere ermeleri,
Hz.Muhammed’in nurundan bu gün de
istifade etmek anlamlarına gelmektedir.
Yardım edene de şefaatçı denir.

On dört asır evvel fiziksel bedenle


Peygamberimiz sağ iken, etrafındaki
sahâbeye bizzat şefaatını yapmış, onların
kurtuluşlarını sağlayarak ebedî saadetlerine
vesîle olmuştur. Bir gün Hz. Muhammed
(s.a.v) efendimiz kızı Fatma annemize
“Kızım! Babam peygamberdir diye güvenme.
Bugün benden ne istifade edebilirsen et.
Âhirette benden istifade edemezsin.”
46
buyurmuşlardır. Günümüzde de Hz.
Muhammed’in yücelik hasletlerine sahip
olanların dilinden mânen insanlara şefaat
edilmektedir.

Nisa Suresinin 85. âyetinde “Kim güzel


bir aracılık ederse,(şefaat ederse) ona o işin
sevabından bir pay vardır. Kim de kötü bir
aracılık ederse, ona da o kötülükten bir pay
vardır. Allah'ın her şeye gücü yeter.” (4-85) ,
Taha Suresinin 109. âyetinde “O gün,
Rahmân'ın izin verdiği ve sözünden razı
olduğu kimseden başkasının şefaati fayda
vermez.” (20-109) ve benzeri âyetlerde nebi
ve velilerin mazharlarından şefaatı Hz.
Muhammed yapıp durmaktadır.

Zuhruf Suresinin 86. âyetinde “O'nu


bırakıp taptıkları şeyler şefaat edemezler.
Ancak bilerek Hakk’a şâhitlik edenler şefaat
edebilirler.” (43-86) ancak Hakk’a şahitlik
yapanların şefaat edebileceği diğerlerinin ise
şefaat edemeyecekleri bildirilmiştir.

Şahitlik, madde âleminin ve mânâ


âleminin şahitliği olmak üzere iki türlüdür.
47
Madde âleminin şahitliği, dünya
hayatında bir kişinin diğer bir kişiye
yardımcı olması, onu faydalandırmasıdır.

Mânâ âleminin şahitliği ise bütün


sıfatlardan Cenab-ı Hakk’ın cemâlinin
tecellîlerini şühud etmektir. “Ümmetime
şefaatim haktır.” hadîs-i şerifi gereğince “el
ulema verasetül enbiya” yani peygamberin
vârisi olanların mazharlarından iki cihan
güneşi Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimiz
günümüzde şefaatını yapıp durmaktadır.
Bunu bilenler bildi. Bilmeyenler ise
hayallerinde, zanlarında bir Muhammed
yaratarak “Bildiğimiz, öğrendiğimiz gibi
amel edelim de nasıl olsa yarın âhirette bize
Hz. Muhammed şefaat edecektir.” diye
avunmaktadırlar. Çünkü insanlar âhiret
hakkında yeterli bilgiye sahip değillerdir.
Toprağın altında bir âhiret var zannındalar.
Oysa ölüm bedenedir, ruha ölüm yoktur.
Beden toprakta ifnâ olacaktır. O bedenin
kendisine ait ilmi, gücü ve kudreti yoktur ki
âhiret sorularına muhatap olsun. Ruhun
sıfatları olan süflîyetteki nefsin hesabı, nefs
tarafından verilip durmaktadır. Bu dünyada
48
iken madde âleminden, mânâ âlemine
geçemeyenlerin bu dünyada da, âlem-i
âhirette de ruhun sıfatları olan nefs
tarafından hesapları verilmektedir.

Madde âlemine dünya, mânâ âlemine


ise âhiret denmektedir. İfade ederken ikilik
gibi izah edilen bu hâl aslında birdir. Yeter ki
algılamamız doğru olsun. Dünya, fizik
bedenle ruhun bir olduğu âlem, âhiret ise
fiziksel bedenimizin olmadığı, ruhumuzun
olduğu lâtif bir ruhsal âlemdir. Vahdet âlemi
olan ruhsal lâtif âlemin bütün ilim ve
şühudlarını kâmillerimizden daha bu
dünyada öğrenebilirsek ancak o zaman âhiret
âlemindeki mutluluk ve cenneti elde
edebiliriz. Dünyada tenceremize ne
koyduysak âhirette kaşığımıza o çıkacaktır.

Peygamber efendimizin liva-ül hamd


bayrağı altında toplanmak, Kur’ân-ı Kerîm
ahkâmı ve sünnet-i seniye nurunun, ruhunun,
aklının altında toplanmak demektir. Bugün
bütün inananlar iki cihan serverinin liva-ül
hamd bayrağı altında toplanmışlar,
vuslatlarında Peygamber efendimizin
49
şefaatına nâil olmaktadırlar. Görenler görüp
durmakta, görmeyenler de o gün gelecek
diye bekleyip durmaktadırlar.

Ey kardeşlerim! Allah gaybda olmadığı


gibi, Hz. Muhammed de gaybda değildir.
Hayalde bir Hak tahayyül edenler Hakk’a
ulaşamadıkları gibi, kendilerini Hz.
Muhammed’in ümmeti olarak
göremeyeceklerdir. Aslında Cenab-ı Hak da,
Muhammed de bilinen ve görünendir. Mısrî
Niyâzî Hazretleri bir ilahîsinde bakın ne
diyor:

“İşit Niyâzî’nin sözün


Bir nesne örtmez Hak yüzün
Hak’tan ayân bir nesne yok
Gözsüzlere pinhân imiş”

İşte bizler de sevgili Peygamberimizin


şefaatına nâil olmak istiyorsak, günümüzün
kâmillerinden istifade etmeliyiz. Onları
dinlerken, onların dilinden konuşanın bizzat
Resulullah olduğunu hiç unutmamalıyız.
“Dünya âhiretin tarlasıdır.” hadîs-i şerifi
gereğince madde âlemi olan bu dünyada
50
iken, mürşid-i kâmillerin dilinden iki cihan
serveri Hz. Muhammed (s.a.v.) efendimizin
şefaatına nâil olduğumuzu bilelim. Böylece
hem dünyadaki yaşantımızda, hem de âhiret
yaşantımızda letafet âleminin mutluluk,
saadet ve irfaniyet cennetine dâhil oluruz.
Yoksa zannımızdaki bir âhiret âleminde
şefaat yoktur. Mademki dünya âhiretin
tarlasıdır, dünyada şefaatı görelim ki ahirette
de şefaatın karşılığını görüp mutluluğa
erelim. Dünyada şefaat göremez isek ahirette
de şefaat göremeyiz. İsra Suresinin 72.
âyetinde “Kim bu dünyada körlük ettiyse
ahirette de kördür, yolunu daha da
şaşırmıştır.” (17-72) buyruluyor. Dünyada ‘el
ulema verasetül enbiya’ olan peygamber
vârislerinden bu gün şefaat görürsek, âhiret
dediğimiz gönül âleminde de huzur ve
mutluluk elde edilecektir. Ruh yönümüzün
bâki olmasından dolayı öldükten sonra da,
bedensel ibadet ve taatlarımızla elde edilen
Allah’ın emir ve yasaklarına uyma hâli
devam edecektir. Zahirde herkesin yarattığı
âhiret maddi vücut isbatı olmadığı için zanda
ve hayalde kalmaktan öteye
geçememektedir. Âhiretin lâtif vücut
51
elbisesinden haberdar olmayanlar hayale
çıkmaktan kendilerini alamazlar. Ârifler ise
âhirette lâtif elbiselerle hesaplarının nasıl
verildiğini daha dünyada iken
görmektedirler. Onun için toplumun nerede
olduğunu bilmediği bir âhiret tabii ki vardır.

ALLAH’IN ZAT, SIFAT VE EFÂLİNİN


ÜÇ BOYUTU VARDIR

ZAT

Cenab-ı Allah’ın zatının bir mutlakiyet


yönü, bir de izafi olan, sıfat ve esma aldıktan
sonra varlıklarda cüz diye ifade edilen yönü
vardır.

Mutlakiyet yönüyle Allah zerreden


kürreye bütün varlıklarda zatını ilan ettiği
hâlde bu varlıkların hiç birine benzemediği
için O’na “Sübhanallah” (noksan sıfatlardan
52
münezzeh) deriz. Çünkü bu mertebede sıfat
ve esma almamıştır. Tecellî etmesi henüz
başlamamıştır. Onunla birlikte başka bir
tecellî eden olmaması O’nun zat-ı mutlak
olduğunu göstermektedir.

Sıfat ve esma aldığı andan itibaren,


tecellî ettiği varlıklarda izafi olarak yani cüz
olarak ifade edilir. Burada kişiye nisbet etme
hâli vardır. O varlık ve kişilere “zatınız veya
varlığınız Allah’a perde oluyor” deriz. Bu
ikinci yönüdür. Mutlak zat olan Allah birdir.
O’nun mülkünde O’ndan başkası da yoktur.
Zatını ilan etmek için, bilinmekliğini istediği
için bütün sıfatlarda tecellî etti. Zat-ı mutlak
olan Allah, tecellî ettiği sıfatlarda görünmeye
başlayınca, o varlığın esmasıyla ifade edildi.
Buna biz izafi zat veya cüz zatın tecellîsi
diyoruz. Şu hâlde bir mutlakiyet zat yönü bir
de mukayyet bir varlıkta tecellî ettiğinde
esma aldığı için o sıfatta görünmesi yönüyle
izafi zat yönü vardır diyoruz. Yani bir Hak
yüzü bir de halk yüzü olmuş oluyor. İşte bu
Hak ve halk yüzleri tevhid edildiğinde
üçüncü boyut olan kemalât idrâkıyle, Hak ve
halkın ayrı olmadığı, görünen mazharlar
53
yüzünden zatının vechinin şerhini ilan
ettiğini anlarız. Ne zahir halk yüzünü ne de
bâtın olan Hak yüzünü düşünerek hayale ve
zanna çıkmayız. Cenab-ı Hakk’ın tenzih ve
teşbih yüzlerini tevhid ederek zerreden
kürreye kadar O’nu seyreder ve zevk ederiz.
Cenab-ı Hak, zahir yüzüyle de, bâtın diye
bildiğimiz hayal yüzüyle de zandan
münezzehtir.

SIFAT

Cenab-ı Allah, zat-ı mutlakiyetinden


“rububiyet” mertebesinde, sıfât ve esma
almasıyla zuhura gelmiştir.

Sıfatları iki yüzü ile değerlendiririz:

Birinci yüzü sıfat-ı sübûtiye dediğimiz


sâbit, yani değişmeyen sıfatlardır. Sâbit
sıfatlar sekiz tanedir. Bunlar şunlardır:

54
1. Hayat (dirilik)
2. İlim (bilmek)
3. Sem' (işitmek)
4. Basar (görmek)
5. Kudret (gücü yetmek)
6. Kelâm (konuşmak)
7. İrâde (dilemek)
8. Tekvin (yaratmak)

Bu değişmeyen, sâbit olan sıfatlar dâimî


ve ebedîdir. Sâbit sıfatlar bizlerden evvel
yaşayanlarda nasıl tecellî ettiyse ve bugün de
tecellîsine devam ediyorsa bundan sonra da
sonsuza dek devam edecektir. Bunlara
Hakkiyete ait sıfatlar diyoruz.

İkinci yüzü ise Cenab-ı Allah’ın


halkiyete ait sıfatlarıdır. Cenab-ı Allah’ın
cemadat, nebatât, hayvanat ve insanların
yekûnunda tecellî eden ve mukayyet olan
fâni yüzüdür. Bu varlıklar fâni oldukları için,
daima tebdilâta uğradıklarından sıfat ve
esmaları devam etmemektedir. Ahmet,
Mehmet, Ali ismindeki kişilerin fâni olup bir
süre yaşayıp ölmeleri gibi…

55
İşte Hakkiyete ait sâbit sıfatların ve
halkiyete ait fâni olan sıfatların istidat ve
kabiliyetler nisbetinde zuhurunu tenzih,
teşbih ve üçüncü boyut olan tevhid boyutuyla
zevk ederiz.

EFÂL

Cenab-ı Allah, zatından sıfatına,


sıfatından da fiillerine tecellî ederek zuhura
gelmiştir. Fâil yani işi yapan, fiili işleyen bir
olmasına rağmen fiil çoktur. Onun için
Cenab-ı Allah fiilleriyle zahir görülmektedir.
Çünkü bütün varlıkların yaratılması yani
gizlilikten zahir olması nasıl bir fiilullah
olayı ise, her bir sıfatın istidat ve yaratılma
yerinde, emir ve yasaklara uyma hâli de onun
fiilidir.

Fiillerin üç boyutlu tecellîsi vardır. Bir


boyutu tek olan fâil boyutudur. Diğer boyutu
sıfatların istidat ve kabiliyetine göre
görünme boyutudur. Çünkü fiiller sıfatlardan
zuhur eder. Üçüncüsü de fâil, fiil ve cibilliyet
birliğinin idrakı olan tevhid boyutudur.
56
Âdem ve bütün insanların yaratılması
bir fiilullahtır. Zira bir şey meydana
gelecekse, mutlaka bir fiille zuhura gelir. Bu
değişmez, sabit yönüdür. Bir de sıfatların
istidat ve kabiliyetlerine göre, yaşamları
içinde icraat ve hâlleridir. Bir cereyanı
(elektrik) düşünelim. Cereyanda her hangi
bir icraat göremezsiniz. Ama cereyan ne
zaman elektrikle çalışan bir alete ulaşırsa o
aletten fiilini gördüğümüz gibi icraatını da
görürüz. Ampul ışık verir, buzdolabı soğutur,
elektrik sobası ısıtır… Suyun rengi olmadığı
hâlde girdiği kabın renginde görünür. Bunun
gibi fâilin de rengi yoktur. Sıfatın istidadına
göre fiillerin çokluğu vardır.

Nisa Suresinin 79. âyetinde “Sana ne


iyilik gelirse Allah'tandır. Sana ne kötülük
gelirse kendindendir. Seni insanlara bir
peygamber olarak gönderdik. Şahit olarak
Allah yeter.” (4-79) buyrulmaktadır. Âyette
iyi bir şeyin zuhurunu Allah’tan, kötü bir
şeyin zuhurunu ise nefsimizden bilmemiz
gerektiği söyleniyor. Mutlak zatın, bizlerde
siret yönüyle sıfatımızdan, sıfatımızdan da
fâilliği ile fiilleriyle açığa çıktığını
57
görüyoruz. Fiillerimizde Cenab-ı Hakk’ın
emir ve yasaklarına uymayan bir icraat varsa
o zaman bilmeliyiz ki, izafi zatımızda,
nisbiyet içinde irade-i cüzü uygulama ve
fiillerin iyisinin ve kötüsünün Allah’a nisbet
etmek vardır. Hâlbuki fiillerin cibilliyetini
göz önünde bulundurularak iyi fiilleri
Hakk’a, kötü fiilleri de o kişinin istidadının
eksikliğine bağlamak lâzımdır. Cenab-ı
Allah fiilleriyle her varlıkta zatını ilan ettiği
için ârifler her sıfatta fiilleriyle Hakk’ı
seyretmektedirler. Bir kişiden iyi bir fiil
zuhur ediyorsa o kişinin Allah’ın indinde
sevgili bir kul olduğuna, kötü bir fiil zuhur
ediyorsa o kişinin Allah’a ilim ve irfaniyet
yönüyle perdeli oluşundan dolayı eksik bir
kişi olduğuna hükmederler. Çünkü Cenab-ı
Allah kuluna şahdamarından daha yakındır.

İnşallah bizleri Cenab-ı Hakk’ın mutlak


zat yönünün bütün sıfatlarında o sıfatın
istidat ve neresi için yaratılmışsa ondaki
fiilleriyle açığa çıkışını dâima seyreden ârif
kullarından eylesin. Âmin.

58
BİLLÂH İLE ALLAH’A İMAN

Nisa Suresinin 136. âyetinde “Ey iman


edenler! Allah'a, Peygamberine,
Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce
indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah'ı,
meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve
ahiret gününü inkâr ederse, derin bir
sapıklığa düşmüş olur.” (4-136) buyruluyor.
Âyette görüleceği gibi “âminû billâhi”
deniyor. “Billâhi” sözündeki “B” harfinin
işaret ettiği anlam iman edenlerin Allah’a
imanlarını taklidî iman düzeyinden tahkiki
iman düzeyine çıkarmaları gerektiğidir. Yani
taklidi bir imandan tahkiki bir imana davet
vardır.

Bir hadîs-i şerifte “ Bütün ilahî


kitapların sırrı Kur’ân’dadır. Kur’ân’ın
bütün sırrı Fatiha suresindedir. Fatiha
suresinin sırrı besmele’dedir. Besmele’nin
sırrı, besmele’nin başındaki ‘Ba’
harfindedir. ‘Ba’ harfinin sırrı , ‘Ba’
harfinin altındaki noktadadır.”
buyrulmuştur. Onun için Kur’ân’daki 114

59
surenin başına ‘Besmele’ konmuştur. Tevbe
suresi “Berâetum minallâhi” diye
başladığından başına besmele konulmamıştır.
Onda da ‘B’ sırrı vardır.

“B” sırrı Cenab-ı Hakk’ın zerreden


kürreye kadar bütün varlıklarında zatını ilan
etmesidir. Allah zatından sıfatlarına,
sıfatlarından da esma alarak fiilleriyle
eserlerini sergilemiştir. Hiçbir varlığın
kendisine ait varlığı yoktur. Varlığı olmayan
nasıl olur da “B”sırrı olan “Ene” yani “ben”
diyebilir? Bizler bir mürşid-i kâmilden nefs
tezkiyesi tahsiliyle kendimize nisbet
ettiğimiz efâl, sıfat ve vücut varlığımızın
olmadığını, bizlerdeki bu varlığın Cenab-ı
Hakk’ın varlığı olduğunu idrak ederek “B”
harfinin sırrı olan “Rabbimi Rabbimle bildim,
Rabbimi Rabbimle gördüm” hadîs-i şerifi
hükmünce taklidî bir imandan tahkikî bir
imana geçmiş oluruz. Bu âlemde Cenab-ı
Allah’ın sıfatlarından fiilleriyle zuhur
etmesini görmemiz için, bizdeki tecellî eden
zatının sıfatlarını giymesi, sıfatlarının da
esma alarak fiilleriyle zuhurunu seyretmemiz
gereklidir. Âdem, âlem-i kübrâdır. Bütün
60
âlemlerde ne varsa, Âdem’de de eksiksiz
hepsi mevcuttur.

Âdem’in “Âlemiküllüha” âyetiyle bütün


âlemlerin esmasını okuması, kendi vücut
ülkesinde bütün âlemlerdeki esmaları
okuması demektir. İsra Suresinin 14.
âyetinde "Oku nefs kitabını! Bugün hesap
sorucu olarak sana nefsin yeter"
denilecektir.” buyruluyor. Nefsimizin
kitabındaki bu esmaları okuyabilenler,
âdemiyyetini bulmuş, Cenab-ı Hakk’ın
yeryüzündeki “Halifem” dediği kimselerdir.
Demek ki bütün tahsil, insan-ı asliyemizdeki
Cenab-ı Allah’ın esmalarının bizde zahir ve
bâtın yönüyle nasıl zuhura geldiğini
seyretmektir. Yunus Emre hazretleri bu
tahsili şu dizelerle anlatır:

“İlim ilim bilmektir


İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır”

61
Allah’ın halkiyete ait esmaları olduğu
gibi, Hakkiyete ait esmaları da vardır. Ayrıca
celal esmaları, cemal esmaları, kemâl
esmaları diye de isimler almaktadır. Zaten
insanın aslı Allah isimlerinin işaret ettiği
özelliklerdir. Kuvveden fiile çıkartma
idrakında olanlar cenneti yaşıyorlardır. Bu
Hak ve hakikatten habersiz olanların bu
dünyada da, âhirette de cehennemde
oldukları görülmektedir. İşte “B” harfinin
sırrı olan “ben” sözünü bütün sıfatlardan
zatını ilan eden Cenab-ı Hakk’a vererek,
onun Kur’ân-ı Kerîm’inde emrettiklerini
yapmak, yasak ettiklerinden kaçmaktır.
Kendi vücut ülkende Esma-ül Hüsna olan
Allah’ın 99 güzel isminin nasıl zuhura
geldiğini senden O seyretsin. Bilinmekliğini
istediği senin gibi bir sıfattan bilsin ve
görsün. İşte bu ebedî mutluluk ve cennettir.
Bu yönümüzü Rabbimize dönmemizdir.

Enbiya Suresinin 7. âyetinde “Zikri


bilmiyorsanız ehlinden öğreniniz” (21-7)
buyrulur. Yine Maide Suresinin 35. âyetinde
“Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten
sakının, O'na yaklaşmaya vesile arayın ve
62
O'nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa
eresiniz.” (5-35) buyrulmaktadır. Âyetlerde
sözü edilen tahsil ve kurtuluş mürşid-i
kâmile giderek, nefs ve ruh tahsili yapmakla
mümkün olacaktır. Allah bütün kardeşlerime
bu zevkleri ihsan etsin.

Cenab-ı Allah ulûhiyet mertebesinden


bilinmekliğini istediği için rububiyet
mertebesine tecellî etti. Bu, “Ben gizli bir
hazine idim bilinmekliğimi murat ettim bu
halkı halk ettim” hadîs-i kudsîsi ile sabittir.
Rububiyetin iki yüzü vardır:

1- Rablik yüzü (İrşad ve terbiye yüzü)


2- Ubudiyet yüzü ( kulluk yüzü)

Rablik yüzü: Kâinatta tek mürşid ve


terbiye edici vardır. O da Resulullah Hz.
Muhammed (s.a.v.) efendimizdir. Ondan
başka hiçbir mürşid ve terbiye edici de
yoktur. Zira “Evvela ma halakallahü nuri,
evvela ma halakallahü ruhi, evvela ma
halakallahü akl, evvela ma halakallahü
kalem” “Allah evvela nurumu yarattı. Allah
evvela ruhumu yarattı. Allah evvela aklı
63
yarattı. Allah evvela kalemi yarattı.” hadîs-i
şerifi gereğince Cenab-ı Allah’ın kemalât
sıfatı olan Rahman sıfatından irşad ve terbiye
edicilik yalnız Resulullah efendimiz Hz.
Muhammed’e aittir. Günümüzdeki
mürşidler, “El ulemayı veresetül enbiya”
yani peygamber vârisleridirler.

Ubudiyet yüzü: Kulluk yüzüdür.


Cemadat, nebatât, hayvanat ve insanların bu
nuru, ruhu, aklı ve kalemi taşımaları
nedeniyle Hz. Muhammed’in tafsilat-ı
Muhammediye olarak görünmesinden
ibarettir. Cenab-ı Allah, evvela Muhammed
aynasını yarattı. Aynaya baktığında kendisini
gördü ve Habibim “sevgilim” dedi. Demek
ki aynada Cenab-ı Hak kendi görüntüsüne
sevgilim demiştir. Hz. Muhammed Cenab-ı
Hak’tan ayrı bir varlık değil, Cenab-ı
Hakk’ın aynadaki aksi olan görüntüsünden
ibaretmiş. Bir hadîs-i kudsîde “Levlâke
levlâke Lema halaktü’l eflâk” “Sen
olmasaydın, sen olmasaydın Ben âlemi
yaratmazdım” buyruluyor. Demek ki zahir
ve bâtın Muhammed aynaları olmasa idi,
Cenab-ı Hak zuhur edip görünmeyecekti.
64
İster Rablık yüzü, ister kulluk yüzü ile olsun,
zerreden kürreye kadar bütün varlıkların
Muhammed’e muhtaç olduklarını,
Muhammed’siz hiçbir şeyin olamayacağını
görüyoruz.

Cenab-ı Hak kâinatta Muhammed


aynasındaki kendi kemalâtını, insan olan
varlıkta cismen küçük, mânâda ise âlem-i
kübra olan Rahman sıfatıyla daimî görmek
istemiştir. İşte bundan mütevellit Allah ve
Muhammed’i kendi mazharında açığa
çıkararak seyreden bir halife yaratmak
istemiştir. Bakara Suresinin 30. âyetinde
“Hani, Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde
bir halife yaratacağım’ demişti” (2-30)
buyurulmuştur. “Halife”, aslının bütün
yetkilerine sahip olan demektir. Yaratılan
Âdem de, Hakk’ın zat olan tecellîsinin,
Hakk’ın kemalât Rahman sıfatı olan
Muhammed aynasından, fiilullah olan Âdem
mazharından açığa çıkmasından ibarettir.
Cenab-ı Allah, ulûhiyetinde “Allah” olarak
isim alırken, rububiyetine tecellî ettiğinde
isim almazdan evvelki vahdaniyetine “Hak”,
isim aldıktan sonraki irşad ve terbiye etme
65
hâline “Rab”, fiilleriyle kemalâtını zahire
çıkarma hâline de “Âdem” diyoruz.
Görüldüğü gibi her merhalede Cenab-ı
Allah’ın zat tecellîleri olduğu hâlde çeşitli
isimler almaktadır. Fakat tecellî birdir. Onun
mülkünde ondan başkası da yoktur. Fakat
esmalar istidat ve kabiliyetlerine göre isim
almıştır. Bizi bunlar yanıltmamalıdır. Şöyle
bir misal verelim: Bir ağacın çekirdeğini
toprağa dikiyoruz. Zamanla çekirdek gelişip
gövde oluyor. O gövdeye çekirdek
demiyoruz. Sonra dallar oluyor. Aynı
çekirdeğin tecellîsi olmasına rağmen yine
ona çekirdek demiyoruz. Yapraklar teşekkül
ettiğinde yine o yapraklara çekirdek demiyor
yaprak diyoruz. Meyve teşekkül ettiğinde de
ona çekirdek değil meyve diyoruz. Başka bir
misal verelim. Ormandan kesilen ağaç
hizarhaneye geldiğinde ona tomruk veya
kereste diyoruz. Ağaç demiyoruz. Hizardan
geçtikten sonra mobilyacıda sandalye, masa,
kapı, pencere gibi çeşitli isimlerle anılan
eşyalara dönüşüyor ama hiçbir zaman bu
eşyalara ağaç demiyoruz. Şu hâlde Allah
ulûhiyetinde bilinmez iken, kulluğuna tecellî
edesiye kadar değişik mertebelerdeki zuhuru
66
da kendisi değil midir? Hem “Mülkünde
O’ndan başkası yoktur.” diyoruz hem de
O’nun mülkünde O’ndan başkalarına da yer
veriyoruz. Bu bizim cehâletimiz değil midir?

Rahman Suresinin 26 ve 27. âyetlerinde


“Kullu men aleyhâ fân. Ve yebgâ vechu
rabbike zulcelâli vel ikrâm.” “Yer üzerinde
bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak
azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki
kalacaktır.” (55-26,27) buyurulmakla bütün
varlıklardaki daîm tecellînin Cenab-ı
Hakk’ın tecellîsi olduğu, bütün sıfatlarından
cemalullahının görünüp bâki olduğu görülür.
Şu hâlde, Tin Suresinin 4. âyetindeki “Legad
halagnel insâne fî ahseni tagvîm.” “Biz,
gerçekten insanı en güzel bir biçimde
yarattık.” (95-4) ifadesiyle âdemiyyetini
bulanlarda Hakk’ı ve Muhammed’i görmek
ve O’nunla görüşmenin mümkün olduğu
anlaşılmaktadır.

Bizler her tecellînin Hakk’ın olduğunu


bildiğimiz hâlde esma ve sıfatlar bizleri
yanıltıyor. Bu da irfaniyetimizin yeterli
olmadığının bir belirtisidir. Tevhidde,
67
fenafillah olup bekabillah bulanlar, zerreden
kürreye kadar her varlıktaki tecellînin
Hakk’ın tecellîsi olduğunu, o varlıkların
istidat ve meşrebleri gereği neresi için
yaratılmışlarsa, Cenab-ı Hakk’ın o varlığı
orada kullandığını görürler. Mısri Niyâzi
hazretleri bir ilahîsinde şöyle diyor:

“İşit Niyâzî’nin sözün


Bir nesne örtmez Hak yüzün,
Hak’dan ayân bir nesne yok
Gözsüzlere pinhân imiş”

Yani Hak bütün cihanda ayandır,


görünür. O’nun yüzünü örtebilecek O’ndan
başka görünen bir nesne de yoktur. Bunu
ancak irfaniyeti olanlar görebilir. İrfaniyeti
eksik olanlara pinhandır yani gizlidir.

Cenab-ı Allah’ın, zatının ulûhiyet


mertebesindeki tecellî rumuzatına “Allah”
dendi. Oradan Rahman kemalât sıfatlarına
“Muhammed” dendi. Üstün kemalâtını
sergileyen esmasına da “Âdem” denildi.
Cemadat, nebatât, hayvanat, insan varlığı
68
olarak gördüklerimizin hepsinin özü zattır.
Sıfatlarıyla esma alarak Cenab-ı Hakk’ın
davetini bizlere yapmaktadır. Cenab-ı Hak
her varlıkta açıkça görülmektedir.
Görmeyenler cehâlet ve irfaniyetsizlik
a’masıdırlar. Bütün varlıklar bizlere şöyle
haykırıyor: “Ey insan! Bizim özümüz Hak,
sıfatlarımız tafsilat-ı Muhammed’den bir
cüz, fiilimiz olan icraatımız da
kulluğumuzdur.” Bizler de böyle bakalım ve
yaşantımızda O’ndan başkasını görmeyelim.
O’ndan başkasıyla alışveriş yapmayalım.
O’ndan başkasını da sevmeyelim. Bu idraka
sahip olanlarda O’ndan başkası olmaz.
Cenab-ı Hakk’ın kül iradesine sahib olanlar
bu gözlükle herşeye bakar ve böylece idrak
ederler. Cenab-ı Hakk’ın henüz kül iradesine
sahip olamayan ikilikteki kişiler ise irâde-i
cüz’iyeleriyle bir Hak mürşidinden nefsini
terbiye etmeli, irâde-i cüz’ilerini irâde-i
küll’e tâbi kılarak ikilikten ilimle değil hâl
ile kurtulmalıdırlar. İşte o zaman selâmete
çıkabilirler. Yoksa irâde-i cüz’iye olan ikilik
devresinde her yaptıklarından sorumludurlar.
Cenab-ı Hak ayrı kendileri ayrı olan her kul
için elbette emir ve yasaklar vardır. Çünkü
69
kendilerinin varlıkları vardır. Vergi, varlık
sahiplerinden alınmaktadır. Fakirlerden
alınmaz. Neden? Çünkü fakirin varlığı
yoktur. Onun için emredilenler yapılmalı,
yasak edilenlerden kaçınmalıdır.

Bir amir vardır bir de memur vardır.


Amir emreder, memur emri yerine getirir.
Cenab-ı Hak vardır, bir de bizim gibi kullar
vardır. Hakk’ın mülkünde O’ndan başkasını
bırakmayanlar için böyle değildir. İnsan
vücudundaki ruh göze “gör” desin de o
“görmeyeceğim”, kulağa “işit” desin de o
kulak “işitmeyeceğim” desin, bu mümkün
müdür? Elbette mümkün değildir. Zira göz
ve kulağın esması ayrı olduğu hâlde kendine
has bir varlığı yoktur. Vücuttaki bütün varlık
ruha aittir. Bütün sıfat ve azalar ona tâbidir.
Onun için, bizler de irade-i cüz’iye vadisinde
Kur’ân-ı Kerîm’de emredilenleri yapmak,
yasak edilenlerden de kendi menfaatimiz için
kaçmak mecburiyetindeyiz. Çünkü bu demde
kendimizin yapacak güç ve kudreti var.
Herkes nefsini bilicidir. Kendimizi
aldatmayalım.

70
Bizler kendimizde ve bütün varlıklarda
Hakk’ın Muhammed sıfatlarından Âdem
olan fiillerle açığa çıkışını seyredebiliyorsak
ne mutlu bize. Her varlığı nerede ve nasıl
kullandığını, mazharların istidat ve
kabiliyetlerini seyretme farkı ile mutluluk
cennetinde yaşamış oluruz. Cenab-ı Hak,
Rahman kemalât sıfatlarından cemalullahı
gösterip durmaktadır. Hem “bütün varlıklar
Hak’la kâim” diyoruz hem de bu
varlıklardaki Hakk’ın cemalullah tecellîsini
görmüyoruz. Allah, Hak ve Muhammed’siz
hiçbir şey yaratmadı. Yeter ki bu irfaniyetle
herşeyi seyredelim. Allah bizlere bu zevkleri
tattırsın. Âmin.

CENAB-I HAKK’IN NÜZUL VE


URUCU

Cenab-ı Allah’ın mutlak zatından


kulluğu olan bu şehâdet âlemine kadar olan
tecellî zincirine nüzul, şehâdet âlemindeki
inanan kişilerin, esfel-i safilîn olan dünyadan
tecellî mertebelerini idrak ve şühudla
71
geçerek, ahadiyet mertebesi olan zatına kadar
bir tahsille yükselmesine de uruc
denilmektedir.

Cenab-ı Allah’ın yedi mertebede


tecellîsi vardır:

1- Zat-ı mutlak (ahadiyet mertebesi)


2- Ulûhiyet mertebesi(Allah adının
remzettiği mertebe)
3- Rububiyet mertebesi (sıfat ve esma
alarak şekillerin giyildiği mertebe)
4- Ervah âlemi (ruh mertebesi)
5- Misal âlemi(hayal âlemi)
6- Şehâdet âlemi (dünya)
7- İnsan-ı kâmil (insan mertebesi)

ZAT-I MUTLAK

Mutlak vücut öyle bir vücuttur ki,


nuranî ve lâtif olup akıl ve fikirle anlamak
mümkün değildir. Varlıkların bu mertebeye
asla şuurları yoktur. Bu mertebede bu vücuda
ilah denmez. Çünkü kul yoktur. Halîk
72
denmez zira mahlûk da yoktur. Hâsıl-ı kelâm
bu mertebe hiçbir şeyle tarif edilemez.
Resulullah efendimiz bir hadîslerinde
“Hakk’ın zatını tefekkür etmeyiniz.”
buyurmuşlardır. Yine bu mertebe için,
sahabe Resullah efendimize “Allah, ‘Allah’
adını almazdan evvel nerede idi?” diye
sorduklarında Resulullah efendimiz “Allah,
Allah olmazdan evvel, altında ve üstünde
hava olmayan â’mâda idi.” buyurmuşlardır.
Altında ve üstünde hava olmayan â’mâlık
Kur’ân’daki nokta sırrıdır. Zira Kur’ân’da,
“Hu” diye ifade edilen “O” kelimesi
zamirdir. Hakikatte vücut birdir. Fakat
büründüğü örtüler muhtelif ve pek çoktur.
Bütün mertebelerde zuhur eden Hakk’ın
mutlak vücududur. Bütün varlıkların hakikati
bu vücuttur. Bir hadîs-i kudsîde “Zatımda
gizli ve kuvvede olan esma ve sıfatlarımın
kemalâtlarını şühud zevki ile bilmeğe
muhabbet ettim ve halkı hayalen değil, bu
şühud ve zevkiyle bilinmem için yarattım.”
buyurulmuştur.

73
ULÛHİYET MERTEBESİ

Bu mertebede kendisindeki sıfat ve


esmalar toplu olarak bulunur. Bu mertebede
sıfatlar, zatının ayni olduğundan bu ilim,
zatın kendi zatını bilmesinden ibarettir. “Ben
gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi istedim,
bu halkı halk eyledim.” hadîs-i kudsîsi
gereğince zatın ilk zuhurudur. Bu mertebede
zat-ı mutlak bütün sıfat ve esmaları ism-i
câmi ile kendisinde toplamıştır.
Yedi nokta alt alta bitiştiğinde bir ‘elif’
harfi meydana gelir ki, o da ulûhiyet
mertebesindeki adı olan Allah sırrıdır. Nokta
sırrında iken okunmayan nokta, ‘elif’ hâline
geldiğinde ‘elif’in taşıdığı sır olan Allah
adıyla Kur’ân’da okunmaya başlamıştır.
Ulûhiyet mertebesinde aldığı Allah adıyla
henüz bir sıfat ve esma almamıştır.
Dolayısıyla da esma ve sıfatsız kendini
seyredemeyeceği için, bilinmekliğini
istemesinden mütevellit, ulûhiyetinden
rububiyetine tecellî etmiştir.

74
RUBUBİYET MERTEBESİ

Rububiyet mertebesinde, kevni


varlıkların hakikati olan bu ilmi sıfat ve
esmalar, ilahî isimlerin her birinin istidat ve
kabiliyetleri nelerden ibaretse, o hâl üzere
Cenab-ı Hak ilmi olarak bilir. Burasına
“a’yân-ı sâbite” de denilmektedir. Ulûhiyet
mertebesinde sıfat ve esma almayan Cenab-ı
Hak, bu mertebede sıfat ve esmaya nüzul
eder. Hakkiyet ve halkiyet sıfat ve
esmalarıyla ârifler için bilinir ve görülür.
Şehadet âlemindeki zahir olan suretler bu
ilmi suretlerin gölgesinden ibarettir
denilmiştir. Bunlar fizik âlemindeki
varlıkların her birinin hakikati, onları terbiye
eden Rabb-i haslarıdır.

RUHLAR MERTEBESİ

Zat-ı mutlak, rububiyet mertebesinden


ervah âlemi olan ruhlar âlemine nuranî bir
vücut ile tecellîsiyle ruhlar meydana gelir.
Ruhlar cisim olmadığı için parçalanma kabul
75
etmez. Yalnız rububiyet âlemindeki
sıfatlarda tecellî ederek, ruh-i cemadi, ruh-i
nebati, ruh-i hayvani ve ruh-i insan esmasını
alır. Bu mertebede, her bir ruh kendini, kendi
benzerine ve kendisinin rububiyet
mertebesindeki Rabbini idrak eder. Araf
suresinin 172. âyeti “Ben sizin Rabbiniz
değil miyim?” (7-172) bunun ispatıdır. İşte
bu mertebe, “Ben sizin Rabbiniz değil
miyim?” ifadesi, ikilikle farkı ortaya
çıkardığı için ilk vahdaniyetin kesreti
olmaktadır.

MİSAL ÂLEMİ

Misal âleminde, ruhlar bir kesafet daha


kazanarak misal âlemine tenezzül ederek
tecellî eder. Bu mertebeye misal adının
verilmesinin sebebi, ruhlar mertebesinde
zahir olan her bir ferdin cisimler âleminde
bürüneceği surete benzer bir suretin bu
âlemde hâsıl olmasıdır. Yani şehadet
âleminde zuhur edecek her bir varlığın bu
mertebede bir misalî sureti mevcut olur.
Varlıklar şehadet âleminde bu surete göre
76
zahir olurlar. Annenin karnındaki çocuk
çıplak gözle görünmez. Onun bütün aza ve
sıfatlarını tam olarak ancak filmlerle veya
ultrasonografiyle görebiliriz. Bunun gibi
misal âleminde de her varlık kalp gözü ile
görülmektedir.

ŞEHADET ÂLEMİ

Cenab-ı Allah, misal âleminden şehadet


âlemine tecellî eder. Burası vücudun cisim
ve madde suretiyle zuhur ettiği kesafet
âlemidir. Buraya dünya, mülk âlemi, kesafet
âlemi, esfel-i sâfilîn de diyebiliriz.
Değişimler, bölünmeler, parçalanmalar bu
âlemde olmaktadır. Bu âlem zat-ı mutlakın,
hariçte zahir olarak fiilleriyle görünen
cisimler suretindeki tecellîlerinden ibarettir.
Cenab-ı Allah, zat-ı mutlakiyetinden
ulûhiyet mertebesindeki Allahlığına,
ulûhiyetinden rububiyetine, rububiyetinden
ervah âlemi olan ruhlar âlemine, ruhlar
âleminden misal âlemine, misal âleminden
de şehadet âlemi olan dünyaya nüzul
etmiştir. Bu altı mertebedeki tecellîlerini
77
insan-ı kâmilde cem ederek bütün sıfat ve
esmalarını sevk ve idare etmektedir.

İNSANI KÂMİL

Şehadet âlemi olan bu kâinatta her ne


tecellî varsa insan-ı kâmilde de eksiksiz
mevcuttur. Zahir ve bâtında insan-ı kâmilin
kuşatmadığı hiçbir makam yoktur. On sekiz
bin âlemin özüdür. Allah, bütün mahlûkata
onunla nazar kıldı. Allah hüviyyet ve
eniyyetini onda cem ettiği için ona “halifem”
dedi. Cenab-ı Allah ulûhiyet mertebesinden
tecellîsiyle sıfat ve esmalarıyla insan-ı
kâmilde zuhur etmemiş olsa idi kemalâtıyla
zahir olmazdı. Bir ağaç düşünün. Bidayette
bu ağaç bir çekirdekten ibaretti. Bir zaman
sonra gövde, sonra dallar, sonra yapraklar,
sonra meyve oluştu. Oluşan meyvenin
içindeki çekirdek bidayetteki çekirdeğin
aynısı oldu. Bunun gibi Cenab-ı Hakk’ın da
ulûhiyetindeki ‘Allah’lığından kulluğuna
kadar çeşitli mertebelerde çeşitli suretlerde
tecellileriyle görünmesi bizleri
78
aldatmamalıdır. İnsan-ı kâmille Hakk’ın
tecellî halkaları son bulmuştur. Sen zannetme
ki senin vücudun Hakk’ın vücudundan başka
bir vücuttur. Bu büyük bir zan ve yanılgıdır.
Vücut vücudullahtır. Kendini ayrı görmen
Hak ile kul arasında bir hicab, bir örtü, bir
perdedir. Kul bu “ayrı bilme” kanısından
geçmedikce Hakk’a ulaşamaz. Kâinatta tek
insan-ı kâmil Resulullah efendimizdir. O bir
hadîs-i şeriflerinde “Evvela ma halakallahü
nuri, Evvela ma halakallahü ruhi, Evvela ma
halakallahü akl, Evvela ma halakallahü
kalem” “Allah evvela nurumu yarattı. Allah
evvela ruhumu yarattı. Allah evvela aklı
yarattı. Allah evvela kalemi yarattı.”
buyurmuşlardır.

Yukarıda açıkladığımız bu yedi


mertebede Cenab-ı Allah nüzulunda tecellî
ettiği her mertebede, sıfat ve esma alarak
çeşitli şekil ve esmalarla zuhur etmektedir.
Nasıl bir incir çekirdeği toprağa atıldıktan
sonra zamanla gövde, dal, yaprak, meyve
oluyor, ismi ve şekli farklı olduğu hâlde
gövde, dal, yaprak, meyveye ‘çekirdek’
demiyorsak Cenab-ı Hakk’ın da kesrete
79
çıkarak aldığı sıfat ve esmaların tek tek
tecellî mertebelerinde ‘Allah’ ismiyle ifade
edilmeyeceğini bilmeliyiz. O’nun zat, sıfat
ve filleriyle zahir olarak açığa çıkmasının
yekûnuna Allah denir. Yoksa sadece ‘elif’
sırrına veya ‘lamelif’ sırrı olan sıfat ve
esmasına Allah denmez.

Biz biliyoruz ki ağacın gövde, dal ve


yaprakları çekirdekten meydana gelmiştir.
Bu durum bizde hulul ve ittihad olduğu zannı
yaratabilir. Oysa bu durum ağacın
zuhurundan başka bir şey değildir.
İslâmiyette hulul (girme), ittihad (birleşme)
veya (çıkma) yoktur. Onun için buna çok
dikkat etmek lâzımdır. Şehadet âlemine
kadar Cenab-ı Hakk’ın tecellîleri sadece
kendisinin olduğu için zuhura geldiği hiçbir
mazhara sorumluluk yüklememiştir. Şehadet
âlemine geldimizde de, yedi yaşına kadar
fıtrat ilmiyle sabi olarak sorumluluğumuz
yoktur. Yedi ile on dört yaşları arasında
bizlerden fıtrat ilmi alınıp nefs verilir. O
kişiler nefsi sıfatlarındaki tecellîleri, ilim ve
irfaniyetleri olmadığı için kendilerine nisbet
etmeye başlarlar. Dolayısıyla da o sıfat ve
80
esmalara nisbet akl-ı baliğ olunca kişilerdeki
sorumluluğu meydana getirir. Allah’ın
iradesinin yanında bir de irade-i cüz
yaratırsanız elbette kişi yaptıklarından
sorumlu olacaktır. Onun için şehadet
âleminden itibaren kişinin insan-ı asliyesi
olan geldiği yere doğru bir yolculuğu ve
geldiği yere doğru bir ilim ve irfaniyet
sülukunu yapmalıdır ki Cenab-ı Hakk’ın her
bir mertebedeki tecellîlerine ârif olsun ve
öylece hareket ederek huzur ve mutluluğu
elde etmiş olsun. Çünkü Cenab-ı Hak
Rahman Suresinin 29. âyeti “…O, her an
yeni bir şe’ndedir” (55-29) gereği her an bir
şe’nde, yeni bir tecellîdedir.

Dünya, mülk âlemi, kesafet âlemi de


dediğimiz bu şehadet âlemi, Tin Suresinin 5.
âyetindeki “esfel-i sâfilîn” diye ifade edilen
yerdir. “Sonra onu, aşağıların aşağısına
indirdik.” (95-5) İşte buradan seyr-i süluk
yolculuğuna çıkılır. Menzile ulaşmak kitap
okumakla ve kendi aklıyla mümkün değildir.
Menzile varmak için bir insan-ı kâmilden
tahsil gerekir. Kâmiller bu yolu iki yönüyle
talim ederek sâliklere vuslat buldururlar:
81
İlki nefs terbiyesi ve tezkiyesidir. Sâlik
sırasıyla nefs-i emmâre, nefs-i levvâme,
nefs-i mülhime, nefs-i mutmainne, nefs-i
râziye, nefs-i marziyye, nefs-i safiye
mertebelerini geçerek bunları yaşamında
uygular hâle gelir.

İkincisi ruh cihetiyledir. Ruhun


sıfatlardaki efâl-i ilahîyesi, sıfat-ı ilahîyesi,
zat-ı ilahîyesi tecellîlerinin, irfaniyet ve
kemalâtı ile fenafillahdan geçip bekabillah
olarak

1- İtikad
2- Amel
3- Muamele
4- Ahlâk yönleriyle yaşama hâlidir.

Gaflet ve Allah’tan uzaklaştıran her şey


olan dünyadan kurtularak, Cenab-ı Allah’ın
bu mukayyet olan Âdem’de ve âlemdeki üç
tecellîsini her varlıkta görmeye
başladığımızda, zahir olarak bildiğimiz
varlıkların, aslında zatının sıfatlarından
fiilleriyle görünmesi demek olduğunu
82
anlarız. Her varlık, zatının sıfatından ve
istidat ve kabiliyetleri nisbetinde fiilleriyle
görünmesidir. Bu şühuda sahip olan bir sâlik
vahdet âlemine ayak basmıştır. Artık kendi
diye bildiği varlığın Cenab-ı Hakk’ın bir kul
sıfatı olduğunu bilen ve gören olmuştur.
Cenab-ı Hakk’ın efâl, sıfat ve zatını
kendisine nisbet etmekten fenafillah olmakla
kurtulmuş, bekabillahla da (Allah’la dâim
olmak) vahdet âleminde huzur ve mutluluğa
ermiştir.

Tenzih, teşbih ve tevhid onun


tecellîlerdeki idrakı olmuştur. Hiçbir zaman
tenzihsiz teşbih, teşbihsiz tenzih yapmaz.
Bütün işlerinde farkıyla tevhid yapar. Çünkü
İslâm dini tevhid dinidir. Fenafillah olan yani
ihtiyarî bir ölümle ölen bir sâlik, melekût
âleminde Cenab-ı Hakk’ı, bütün varlıklarda
siretin suretlerdeki tecellîleri ile görmeye
başlar. Her varlıkta Cenab-ı Hakk’ı
görmeyen Melami değil kelamidir
dememizin sebebi anlaşılmış olur. Zira kul
demek varlığı olmayan demektir. Varlığı
dahi sahibinin demektir. Ondan bilen ve
gören Rabbi olduğundan, bütün varlıkların
83
zatının sıfatlarından fiilleriyle nasıl açığa
çıktığını bilir ve görür. Farkı hassas gönül
terazisiyle tartar ve ona göre hareket eder.
Her bildiği ve gördüğünü ilme’l-yakînlik,
ayne’l-yakînlik ve Hakka’l- yakinlik
seviyelerinden değerlendirip zat, sıfat ve
fiillerin ayrı olmadığını gerektiği şekilde tek
pencereden zevk ettiğini anlamış olacaktır.

Tevhid ilmini, bir insan-ı kâmilden


tahsil eden sâlik, fenafillah mertebelerinde
uruc hâlinin bilgilerini, bekâ mertebelerinde
de Cenab-ı Hakk’ın nüzul tecellîlerini
müşahede eder. Kendi mülkünde O’ndan
başkasının olmadığını idrak eder. Vahdet
âlemlerindeki her bir tecellîsinin irfaniyet ve
kemalâtına da hâiz olunca huzur ve
mutluluğa sahib olacaktır. Cenab-ı Hak
bütün kardeşlerimi bu zevklere sahib kılsın.
Âmin.

84
CENAB-I HAKK’IN VÜCUT
ÜLKESİNDE ZUHURU

1- HU

Altında ve üstünde boşluk olmayan


â’mâ hâli. Biz buna Kur’ân-ı Kerîm’deki
nokta sırrı diyoruz. Nokta harf veya ses
değildir, okunamaz. Ancak harfler
noktalardan oluşur. Yedi nokta altalta
dizilerek ‘elif’ hâlini aldıktan sonra biz
ortaya çıkan çizgiyi ‘elif’ diyerek okuruz.
Aynen bunun gibi, insan vücudunda da
neslin devamına vesile olan hücreler
oluşmadan önce vücudun her yerinde
mevcuttur ama görünmez. Vücutta bunlar
zamanla sperm hâline gelirler.

2-ULÛHİYET MERTEBESİ

Yedi nokta alt alta gelerek nasıl bir


‘elif’ meydana geliyorsa vücut ülkesinde
birbirlerinden ayrı olmayan bütün hücreler
Cenab-ı Hakk’ın muhabbeti ile sperm
hücresi hâline gelirler. Bu insanın özünün
85
zuhurudur. Ulûhiyet mertebesinde Allah
adını aldığı gibi, esma ve sıfatlara henüz
bürünmemiştir. İnsan da bu demde gizlilikte
olup henüz hiçbir sıfat ve esmaya sahip
değildir. İşte insanın bütün tefarruatı da bu
demde gizlidir. Bir yumurtanın içinde
tavuğun bütün organlarıyla gizli olması gibi
insan sperminde de insanın bütün sırrı
gizlidir.

3-RUBUBİYYET MERTEBESİ

Cenab-ı Hakk’ın gizli bir hazine iken


bilinmek ve görünmekliğini istemesi, karı-
kocanın birbirlerine muhabbet duymaları
sonunda, baba sulbünden anne sulbüne
spermin geçmesi, ulûhiyet mertebesinden
rububiyet mertebesine tenezzülüdür. Anne
rahmine inen bu sperm, birinci kırk günün
sonunda kan pıhtısı, ikinci kırk gününün
sonunda et parçası, üçüncü kırk gününün
sonunda kol ve bacakların teşekkülüyle sıfat
ve esma almış olur. Buraya aynı zamanda
“a’yân-ı sâbite” de denilmektedir. Çocuğun

86
ne olacağı, kaza ve kaderi burada tayin
edilmiş olur.

4-ERVAH ÂLEMİ

Ruhlar âlemi dediğimiz bu âlemde anne


karnındaki çocuğun 120 gün sonra hareket
ettiğini görürüz. Bu hareket onun ruh denilen
enerji ve hayatının olduğunu göstermektedir.
Hareketleri, anne karnında olduğu için
görünmez ama anne tarafından hissedilir.
Aynen bunun gibi bir mürşid-i kâmilin
“nefahtü” âyeti gereğince sâlikin gönül
rahmine hakikat sırrını üfürmesiyle fenâ-i
efâl, fenâ-i sıfat, fenâ-i zat tecellî ettiğinde
120 gün sonra o sâlikte Hakk’ın diriliği
idrakı zuhur eder.

5-MİSAL ÂLEMİ

Anne karnındaki 280 günlük devreyi


kapsamaktadır. Anne karnındaki çocuğun
bütün sıfat ve azalarının tamamlanması bu
devrede olur. Dünyadaki gördüğümüz bütün
sıfat ve azaların misalidir. Kız ise dokuz ay,
87
oğlan ise dokuz ay on gün sonra dünyaya
ayak basar. Bir sâlik tevhid-i efâlde üç,
tevhid-i sıfatta üç, tevhid-i zatta üç şühud
(3+3+3) zevkine ererse kalbin 9 ayın
sonunda kız çocuk meydana getirmesini
görecektir. Üçerden dokuz şühudu 10 duygu
ile zevk ederse 9 ay 10 gün sonra kalbin,
veled-i kalb olan oğlan çocuk meydana
getirdiğini görecektir.

6-ŞEHADET ÂLEMİ

Dünyaya gelen bir çocuk 7 yaşına kadar


sabidir ve fıtrat ilmiyle kâimdir. Annesinin
memesini bulması, emmesi, ağlaması vb.
onda fıtrat ilmi olduğunu gösterir. Fıtrat,
yaratılmazdan evvel Allah tarafından verilen
ilim demektir. 7 yaşından 13-14 yaşlarına
kadar fıtrat ilmi alınıp ona nefs âleminden
akl-ı maaş verilmektedir. Nefsanî istek ve
arzuları onun halk yüzünde takılıp kalmasına
sebep olur. Çünkü halk mertebesindedir ve
halktan başka bir şey görmemektedir. Akl-ı
baliğ olduktan sonra nasibi varsa bir mürşide
tâbi olarak insan-ı asliyesini bulma yolunda
88
yoluna devam edecektir. Şehadet âlemi bir
kişinin aslını bulmak için uruc ettiği âlemdir.
İster marifetullah yoluyla fenâ ve bekâ,
isterse muhabbetullah yolu olan aşkla
vuslatını yapsın, kemalâta erince insan-ı
kâmil olur.

7-İNSAN-I KÂMİL

Meratib-i ilahîyenin bütün mertebelerini


zevk etmiştir. Bir çekirdek toprağın altındaki
gizliliğinden, gövde, dal, yaprak, meyve ile
açığa çıkıp tekrar meyvedeki çekirdek
olmaktadır. Aynen bunun gibi insan-ı kâmil
de insan çekirdeği olan spermden bütün sıfat
ve azalarının kemalâta gelmesine kadarki
gelişmeyi idrak etmiş, Hakk’ın halk
dediğimiz bu suretlerden farkıyle tecellîlerini
seyretmiştir. Muameleleri hep farkıyle
olmuştur. Tûba ağacı olmuştur. Cenab-ı
Hakk’ın yeryüzündeki halifesidir. Allah
yeryüzünde bütün işlerini o kulun
mazharından yapar. Hakk’a yeryüzünde ayna
olmuştur. Kendisi Hak değildir ama Hakk’ın

89
aynada görünen aksi olmuştur. Bir şiirinde
Kaygusuz Abdal (k.s.) şöyle diyor:

“Evliyaya eğri bakma


Kevn ü mekân elindedir
Mülke hükmü veren odur
İki cihan elindedir

Sen anı şöyle sanırsın


Sencileyin bir âdemdir
Evliyanın sırrı vardır
Gizli iyan emrindedir”

Cenab-ı Allah bizleri de bu irfaniyet ve


kemalâtla zevkiyâb eylesin. Âmin.

CENNET VE CEHENNEM

Cennet, Allah’a inanan ve O’na ihlâsla


ibadet, sadakatla hizmet edenlerin ebediyyen
içinde kalacakları mekân ve meskenlerdir.
Cehennem ise Allah ve Resulünü inkâr eden,
kendi nefislerine uyup her istediğini yaparak

90
işledikleri cürüm ve suçlardan dolayı ilahî
adaletle ceza görecekleri yerdir.

Dördü amel, dördü irfaniyet cenneti


olmak üzere sekiz cennet vardır. Cehennem
ise yedidir. İnsanlardan tecellî eden sekiz
sıfat-ı subûtiye vardır. Bir sâlik bunların
hepsinin Hakk’ın bu âleme tecellî pencereleri
olduğunu idrak eder ve seyrederse sekiz
cenneti anlamış ve zevk etmiş olur. Sekiz
sıfat-ı subûtiyeden ilim sıfatını cahiliyetinden
mütevellit geliştirmemiş kişiler yedi
cehenneme girmiş olurlar. İlimle her şey
bilinir ve yaşanır. Cehâlet ise cehennemdir.
Bilmeyen bir kişi hiçbir zaman cehennem
azabından kurtulamaz. Onun için
büyüklerimiz: “Cehennem kişinin cehâleti,
cennet ise kişinin irfaniyet ve zevkidir.”
buyurmuşlardır.

1- Oruç tutmak, 2- Namaz kılmak, 3-


Hacca gitmek, 4- Zekât vermek amel
cennetlerinden sayılabileceği gibi her türlü
manevi gıdayı almak için sarfedilen zaman
ve sohbetler de amel cennetlerindendir. Bir
kişi bu amellerden zevk alıyorsa dünyada
91
yaşarken bile kendisini cennette
hissedecektir. Kıldığı namazdan zevk alan
birisi için namaz cennettir. “İşten yorgun
argın geldim. Şimdi on üç rekât yatsı namazı
kılınır mı?” diyen birisinin zevk almadan ve
sırf emr-i ilahî diye zorla kıldığı namaz,
namaz olmadığı gibi o kişiye dünyada iken
cehennemdir. Bu amelinden bir fayda
sağlamadığı için âhiretinde de
cehennemdedir.

1- Tecellî-i efâl, 2- Tecellî-i sıfat, 3-


Tecellî-i zat, 4 - Âdem’de ve âlemdeki hayat
tecellîlerini vahdet âleminde zevk etmek
irfaniyet cennetleridir. Bir kişinin, kendi
varlığının olmadığını, varlık sahibinin
Cenab-ı Hak olduğunu irfaniyetiyle bilmesi
ve zatının sıfatından esma alarak fiilleriyle
açıkta bilinen ve görünenin Hak olduğunu
zevk etmesi o kişinin irfaniyet cennetidir.
Yaşarken bu irfaniyet o kişiye mutluluk
vereceği gibi, âhiret âlemi olan gönül
âleminde de ebedi saadet ve huzur
bulacaktır.

92
Rahman Suresinin 62. âyetinde “Bu iki
cennetten başka iki cennet daha vardır.”
(55-62) buyrulmaktadır. Şu hâlde ehl-i tevhid
için amel ve irfaniyet cennetlerinden daha
yüce olarak Allah’ın ruh cenneti ve zat
cenneti olarak, zevk üzerine zevk hâllerinin
de mevcudiyeti bizlere bildiriliyor.

Bizlerin cehâletimizle yaşantımıza


devam etmemiz hâlinde dünyada da
cehennemde, âhirette de cehennemde
olacağımız muhakkaktır. İlim ve
irfaniyetimizi geliştirip cehâlet hicaplarımızı
yırtarsak, hem dünyada hem de âhirette
cennette olacağımız ortaya çıkar. Demek ki
hem dünyada hem de âhirette cennet ve
cehennem var. Resulullah (s.a.v) bir hadîs-i
şeriflerinde “Dünya âhiretin tarlasıdır.”
buyurmuşlardır. “Cennet ve cehennem
nerede?” diye sorarsanız “Şurada burada
aramayın, her ikisi de sizdedir.” derim.
Resulullah (s.a.v) efendimiz bir hadîs-i
şeriflerinde şöyle buyuruyorlar:

“Miraca götürüldüğüm gece İbrahim'i


(a.s.) gördüm. Bana şöyle dedi: ‘Ey
93
Muhammed! Ümmetine selam söyle ve
onlara bildir ki, cennet toprağı hoş ve temiz,
suyu tatlı ve kendisi düz ve boş bir arazidir.
Bitkileri ise, ‘Subhanallahi velhamdülillah ve
la ilahe ilallahu vallahu ekber vela havle
vela kuvvete illa billah’tır.”

Demek ki kim Subhanallah,


Elhamdülillah, Allahu Ekber diyebilirse
yeşillikleri, ırmakları, köşkleri bu boş arazide
tecellî ettirmiş oluyor.

İşte sen daha evvel başıboş işe


yaramayan bir kişi idin, ilmin irfaniyetin
yoktu. Hakk’a vâkıfıyetin yoktu. Bir mürşid-
i kâmilden Hak ve hakikate vâkıf olmayı
öğrendin.

Senin ve bütün varlıkların varlığının,


Allah’ın varlığı olduğunu, bu varlıkların
kendilerine ait varlıklarının olmadığını
müşahede ettiğin için “Sübhanallah” dedin.
Yani “Bu varlıklarda tecellî eden Sen’sin.
Sen onlara benzemezsin. Sen’i bu varlıklara
benzetmekten tenzih ederim.” dedin.

94
Bu kesret âleminde her ne varsa
hepsinin Hakk’ın sıfatları olduğunu,
sıfatlarından zatın tecellîlerini görerek bütün
sıfatların hâl ve kâl lisanlarıyla zata
hamdettiklerini müşahede ettin ve
“Elhamdülillah” dedin.

Hakk’ın siretiyle, vücudu olan


suretinden zuhur edip tekliğinin idrakı ile
“Allahu ekber” dedin. O’ndan başka bir
varlığın olmadığını, zatının bütün
sıfatlarından ekber (büyüklüğü ile her şeyi
ihata eden) olduğunun idrakı ile tevhid
yapmış oldun.

Tevhid ederek elbette ebedî cennette


kalıcılardan olunur. “Sübhanallah” tenzih,
“Elhamdulillah” teşbih, “Allahu Ekber”
tevhid olmuş oluyor.

Cehennem hakkında ise Resulullah


(s.a.v) efendimiz “Cehennem boş bir
arazidir. Buranın yakıtı insanlar ve
taşlardır.” buyurmuştur. Buradan Allah ve
Resulüne iman etmeyen, kalbi taş gibi

95
kaskatı olmuş insanların cehennemlik olduğu
anlaşılmaktadır.

Sakın toprağın altında ya da


gökyüzünde bir cennet ve cehennem
aramayın. Cennet ve cehennem sendedir.
Dünyada iken itikat, amel, muamele ve ahlâk
güzellikleri ile yaşantına yön vermen senin
letafet âlemine güzel ahlak, güzel edep,
güzel iffet gibi donanımla geçmeni
sağlayacağı için ebedi âhiret âleminde
cennette olunacaktır. Emir ve yasaklardan
uzak kalmak, kendisine verilen akıl, fikir ve
idrak nimetlerini nefsin süflî istekleri
doğrultusunda kullanmak da elbette kişinin
dünyada da âhirette de cehennemi olacaktır.

Bunca peygamber ve evliya Allah’ın


ahadiyet sırrının Âdem’de ve âlemdeki
zuhurunun tahsili, davet ve tebliğ görevi için
gönderilmiştir. Kendimize daima soralım.
Dünyada ve ahirette cehennemliklerden
miyiz yoksa cennetliklerden miyiz? Her kişi
nefsini bilicidir. Vücut ülkemizde Cenab-ı
Hakk’ın sekiz sıfat-ı subutiyesi vardır. Bu
sıfat-ı subutiyeden biri “ilim” sıfatıdır. Biz
96
bu ilim sıfatına sahip değilsek, diğer
sıfatların idrakında olamayacağımız için
cehennemlik, ilim sıfatına sahip isek
dünyada da ahirette de cennette olduğumuz
anlaşılmış olur. Çünkü cehennem Allah’ı
bilmemek ve O’ndan uzak olarak cehâlet
içerisinde yaşamaktır. Cennet ise, Allah’ı
bilmektir. Zerreden kürreye kadar zatını ilan
ederek, zatının sıfatından esma alarak
fiilleriyle zahirde görünen ve her bir varlığın
istidat ve kabiliyeti nisbetinde her an onunla
olduğunu idrak etmek olmalıdır.

Bir insan bilinçli olarak Cenab-ı


Hak’la beraber yaşıyorsa dünyada da âhirette
de cennette, bilinçsiz olarak, akıldan yoksun
mahlûk gibi yaşıyorsa dünyada da âhirette de
cehennemde olduğunu unutmamalıdır.

97
DERVİŞE HİTAP

Dervişin biri bir gün “Ya Rabbi! Gece


gündüz sana ibadet ve taat ediyorum ama bir
türlü vuslatım gerçekleşmiyor. Vuslat isterim
ya Rabbi!” diyerek niyazda bulunmuş.
Cenab-ı Hak da ona “Ey kulum! Senin gücün
ve kuvvetin mi var ki bana ibadet ettiğini
söylüyorsun. İlim benim, güç ve kuvvet
benim. Hem ‘lâ havle velâ kuvvete illâ
billahil aliyyil azim’ diyorsun hem de ibadet
ve taat yaptığından bahsediyorsun.” demiş.
Derviş “Ya Rabbim! Neden benden gece
gündüz zikir ve ibadet istiyorsun? Senin
bunlara ihtiyacın da yoktur.” dediğinde
Cenab-ı Hak ona şöyle cevap vermiş:
“Kulum! Ben senin kulluk aynanda
bilinmekliğimi ve görünmekliğimi istediğim
için, senin aynanı zikir ve fikirle cilalandırıp
paklıyor ve kulluk aynamda net olarak
kendimi seyretmek için bunu yapıyorum.”
Derviş, kendisinin varlığının olmadığını
sonunda anlayarak secdeye kapanmış ve
şöyle demiş: “Ya Rabbi! Bu kulun, meğerse
senin bir sıfatınmış. Kendini bu sıfat aynanda
98
görmeği istediğin için beni yaratmışsın. Ben
ise bu güne kadar sanki kendimin bir varlığı
varmış gibi senin varlık sıfatını sahiplendim.
Meğerse bütün yaşantım şirk içerisinde
geçmiş. Sen affetmeyi seversin. Benim
günahlarımı da affet.” diye niyazda
bulunmuş. Cenab-ı Hak da “Benim tecellîmi
kabullenmen benim affımdır.” buyurmuş.
Tahrim suresinin 8. âyetinde “Ey iman
edenler! Allah’a içtenlikle tevbe edin…”
(66-8) buyrulmaktadır. Âyette sözü edilen
‘içtenlikle tevbe’ nasuh tevbesidir. Bu
tevbeyi yapanların kötülüklerinin örtüleceği,
peygamberi ve onunla birlikte iman
edenlerin utandırılmayacağı günde cennete
konulacağı, günahlarının affedileceği
müjdesi vardır. Nasuh tevbesi geri
dönmemecesine yapılan tevbedir. Böyle bir
tevbe idraki ve kabullenişi affın
diplomasıdır. İşte bu derviş de dünya ve
âhireti daima bu idrak ve şühudla zevkederek
mutluluk ve huzur içinde yaşamış. Allah
bizleri de böyle yaşayanlardan eylesin.
Âmin.

99
DÜNYADA İKEN AHİRET ÂLEMİNİ
YAŞAMAK

Dünyada iken ahiret âlemini yaşamak


istiyorsak, bir mürşid-i kâmilden “âhiret
nedir, cennet nedir, cehennem nedir, sırat
nedir, Rabbimiz kimdir, Nebimiz kimdir,
kitabımız nedir…” gibi soruların cevabını
öğrenmemiz ve öğrendiklerimizle âmil
olmamız gerekmektedir.

Tevhid tahsilini yapan bir kişi,


tasavvufta fenafillah olduğunda sırat
köprüsünün 300 yıllık bir yolculuk olduğunu
öğrenir. Bu üçyüz yıllık yolun “yüz yılı
yokuş, yüz yılı düz, yüz yılı da iniştir”
denilir. İşte sözü edilen bu üç yüz efâl yüzü,
sıfat yüzü, zat yüzüdür. Fenâ-i efâl, fenâ-i
sıfat, fenâ-i zat yapılmakla üçyüz yıl olan
sırat geçilir.

Zira kendisine nisbet ettiği efâl yüzünü,


sıfat yüzünü, zat yüzünü idrak etmekle
kendisine nisbet ettiği varlığın kendisine ait
olmadığını anlamış, “ölmeden evvel ölme”

100
idrakına sahip olmuştur. Bedeni ölüm olan
ıztırarî bir ölümle ölmemesine rağmen
ihtiyarî bir ölümle dünyada iken sıratı geçmiş
ve ölme zevkine sahip olmuştur. Iztırarî bir
ölümle ölündüğünde bedenimiz, topraktan
geldiği için toprağa gider. Bakara Suresinin
156. âyetindeki “gâlû innâ lillâhi ve innâ
ileyhi râciun.” “Allah’tan geldik tekrar
Allah’a rücu edeceğiz.” (2-156) emri
gereğince, ruhaniyetimizin de Rabbimizden
geldiği için Rabbimize kavuşmamız olan
letafet âlemine göç etmemiz mukadder
olacaktır.

İsminden de anlaşılacağı gibi madde


âleminin sonu, letafet âlemi yani âhirettir.
Dünya âleminde nasıl baba sulbü, anne sulbü
ve dünya âlemi gibi maddi âlemlerden
geçiliyorsa âhiret âleminde de melekût âlemi,
ceberut âlemi ve lahut âlemi olan lâtif
âlemlerden geçerek Cenab-ı Hakk’ın zatına
vuslat edilmiş olunur. Aslında bu âlemler
uzak mesafelerde kat edilmesi gerekli yerler
değildir. Bir ağaç düşünün. Bu ağacın
çekirdeğinin gövde, dal ve yapraklarına
mesafesi olduğu hâlde, çekirdeğin içinde bu
101
mesafelerin olmadığını görürüz. Aynen
bunun gibi sayılan bu âlemlerin de insanın
gönül âleminde mesafeleri yoktur. Kişinin
düşünce ve idrak farklarından ibarettir.
Dünya ‘zaman’ dilimiyle tarif edilirken,
âhiret ‘an’ ile tarif edilir.

Melekût âlemine ayak basan bir kişi,


Cenab-ı Hakk’ın vahdaniyet deryasında
teklik zevkiyle zevkiyâb olmuştur. Bu
âlemde yaşarken lâtif olan âhiret âlemini
yaşamaya başlamıştır. Bakara Suresinin 115.
âyeti “ Doğu da, batı da Allah’ındır. Nereye
dönerseniz Allah’ın yüzü işte oradadır…”
(2-115) bize, bütün görünen sıfatlardan
Cenab-ı Hakk’ın güzelliğini sergilemektedir.
Yunus Emre Hazretleri de bir ilahîsinde

“Yusuf'u kaybettim Kenan ilinde


Yusuf bulunur, Kenan bulunmaz”
diyor.

Can Yusuf’unu gören kişi artık ten


Kenan’ını göremeyecek hâle gelir.

102
Cenab-ı Hakk’ın teklik yüzü olan
vahdaniyetini seyretmek kişide manevi bir
sarhoşluk meydana getirir. Kendi varlığının
olmadığını kendi diye bildiği bu gölge
vücutta Cenab-ı Hakk’ın efâlini, sıfatını,
zatını teklik olan vahdaniyeti ile görmeye
başlayınca “ben” demeye başlar. Zira Tin
Suresinin 4. âyetinin “Biz, gerçekten insanı
en güzel bir biçimde yarattık.” (95-4) ifadesi
ile Hak kendi mazharından “ben”
demektedir. Yaşamı gereği, kesret âleminde
bulunduğu için, bütün sıfatlarından tecellînin
Hakk’ın zuhuru olduğunu görerek hemen
farka geçip, amel ve muamelede fark-ı sanî
dediğimiz şeriatı uygulamaya başlar. Burası
ceberut âlemidir. Bütün yaşantımızda
cemadat, nebatât, hayvanat ve insanlara nasıl
yaklaşmamız gerekiyorsa o şekilde bilinçli
olarak yaklaşırız. Cenab-ı Allah’ın emir ve
yasaklarını yerli yerinde uygularız. Çünkü
sana ve senden gayri diye bildiğin bütün
varlıklara faydalı oluyorsan bunların Allah’ın
emirleri olduğunu, sana ve senden gayri diye
bildiğin bütün varlıklara zarar veriyorsan
bunların da Allah’ın yasak ettikleri olduğunu
hiç unutmayız. İşte burada yaşarken her
103
anımızda hesap verildiğini görür ve anlarız.
Ayrı bir ahiret âlemi düşünerek, ilimle zanda
bir âhiret yaratıp ceza ve mükâfatın
mevcudiyetini düşünmeyiz. Her şeyi görerek,
ceza ise cezamızı çekerek, mükâfatsa zevk
ile cennetimizi idrak ve düşünüşlerimizle
yaşarız. Bir kişi bu ceberut âlemine ilim ve
taklidi bir amelle geldiyse, onun karşılığını
dünyada görmüştür. Âhiret âlemi olan bu
ceberut âleminde onun yeri yoktur. Zira
burası dünya değil, lâtif ceberut âlemidir.
Lâtif olan bütün sıfatlardan kemalâtıyla
Rabbimin rahmaniyeti tecellî ettiği için,
Muhammed yüzünden Hakk’ın güzellikleri
seyredilir. Buraya kadar, sıratın, âhiretin ne
olduğunu, cennetin ve cehennemin ne
olduğunu, soru ve cevabın ayrı bir âlemde
olmadığını, her an bunların bizzat
yaşandığını bilir ve görür. Sakın âhireti inkâr
ettiğimi zannetmeyiniz. Ruhaniyet olan lâtif
yüzümüz bedende iken dünyada
yaşamaktadır. Günü gelip bedenin ölmesiyle
bizdeki ruh yoluna devam ederek, bu
âlemleri geçecektir. Siz bunu bu âlemde
idrak ederseniz, âhiret âlemlerini de bilmiş
ve daha burada görmüş olursunuz.
104
Lahut âlemine geçtiğinde, kul diye
vasıflandırdığı varlığının olmadığını, Cenab-ı
Hakk’ın bir sıfat olarak Âdem fiiliyle zahir
olduğunu anlar. Cenab-ı Hakk’ın mülkünde
O’ndan başkasının olmadığını, vücudu ile
mevcut, sıfatı ile her şeyi ihata ettiğini,
esmasıyla malûm olduğunu, fiilleriyle zahir
olarak yekûn görüntünün O olduğunu anlar.
İlme’l bilmekten, ayne’l görmeğe, ayne’l
şühuddan da Hakka’l yaşamaya geçer. İşte
bu kişi lâyıkıyle kul olmuştur. Peygamber
efendimizin “Abduhû” ve “Rasûluhû”
olmasına şehâdet gibi… Hakk’ın kul
mazharıyla açığa çıkma zevkine kul diyoruz.
Kul demek köle demektir. Kölenin kendi
varlığı bile sahibinindir.

Allah bizleri de bu zevkle zevklendirsin


daha bu dünyada iken âhireti yaşatsın. Âmin.

105
ESMA-ÜL HÜSNA’NIN AÇIKLAMASI

Cenab-ı Allah’ın zatına ait sıfatları 6,


isbatına ait subut sıfatları 8, fâilliğinin gereği
olarak da en güzel fiil sıfatları 99 dur. Tek,
eşsiz olan ismi bütün esmaları şemsiyesi
altına alan “Allah” (c.c.) ismidir. Bizler
zatına ait sıfatları ilme’l-yakîn olarak biliriz.
Çünkü isbatı olan sıfatları yaşadığımızı idrak
etmedikçe, o derinliğe, o genişliğe ve o
büyüklüğe varamayız. Allah’ın en güzel 99
ismini yani “Esma-ül Hüsna”sını evvela
anlamamız gerekmektedir.

ALLAH (c.c.)

Ulûhiyet mertebesindeki adıdır. Bütün


esma-ül hüsnayı kendi şemsiyesi altında
toplayan, ulûhiyet mertebesinde Allah
esmasıyla insan-ı kâmilde tecellîsini
gösteren, ulûhiyete tazim, bedenen taat,
tevekkül, mutlak zattır. Bütün isimlere
câmidir. Zata delâlet ettiği için kendisine
ism-i azam ve ism-i câmi de denir. Her

106
mertebede olan, âlemlerden ganiyy ve
benzeri olmayan ism-i A’zam’dır. Varlığı
kendi zatından olan ve bütün övgülere lâyık
bulunan, yokluğu hiçbir zaman
düşünülemeyen, başka bir varlığın desteğine
muhtaç olmayan, kâinatın yegâne yaratıcısı
ve yöneticisi olan, en güzel isim ve sıfatlarla
nitelenen Vâcibü'l-Vücud sahibi gerçek ve
yegâne ma’bud Allahü teâlâ’dır.

ER-RAHMAN

Allah’ın ilim ve irade tecellîsi ile her


şeyin, esmasını bünyesinde toplayan, insan-ı
kâmildeki zatının sıfat ve fiil tecellîsidir. İlim
ve iradesiyle arşı istiva eder. Zümer
Suresinin 53. âyetinde “De ki: ‘Ey
kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım!
Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.
Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder.
Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet
edendir.’" (39-53) buyurulmaktadır. Ayrıca
İsra Suresinin 110. âyetinde “De ki: ‘İster
Allah deyin, ister Rahman. Hangisini deseniz
olur. Nihayet en güzel isimler o’nundur …’ ”
(17-110) buyurulmaktadır. Rahman sıfatı
107
Cenab-ı Allah’ın ilk tecellîsi olduğu için her
şeyi kuşatmıştır. Rahman ism-i şerifinin
yarattığı bütün mahlukât bu rahmete dâhildir.
Kâfir, mü’min, çalışan, çalışmayan, suçlu,
suçsuz, itaatkâr, âsi, imanlı, imansız…
Bunun delili Araf Suresinin 156. âyettidir.
“…Rahmetim ise her şeyi kapsamıştır...”
(7-156) Peygamber efendimiz bir hadîslerinde
“Toplum hayatının can alıcı idrakı
rahmettir. Cemaatte rahmet, ayrılık ve
ihtilafta azap vardır.” buyurmuşlardır. Yine
başka bir hadîs-i şerifte “İnsanlara
merhamet etmeyene Allah merhamet etmez”
denilmek suretiyle insanlar arasında sevgi,
şefkat ve merhametle davranmak gereği
işaret edilmiştir.

ER-RAHİM

Tevhid idrakı ile vahdaniyet âlemindeki


bütün özellikleri, zikir, fikir ve tefekkürle
öğreten ve bizzat âlem suretiyle hakikatlere
erdirerek kendisini bütün aynalardan
seyreder. Bize şah damarımızdan yakın olan
Allah bütün tecellîleri elbette gönül Tûr-i
Sînâ’sından her an zuhura getirecektir.
108
Allah’ın iki rahmeti vardır. Bunlardan biri
rahmaniyet rahmeti biri rahimiyet rahmetidir.
Dünyada kendisine inanıp emirlerine uygun
bir şekilde yaşayanları âhirette ebedî
nimetlere nâil kıldıracak rahimiyettir. Onun
için bizler her işe başlarken işin başında
‘Bismillahirrahmanirrahim’ diyoruz. Bir
âyet-i kerimede “Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır.
O'ndan başka ilâh yoktur. O, Rahmân'dır,
Rahîm'dir.” (2-163) buyurulmaktadır.

EL-MELİK

Mülkünde sıfat ve esmalarıyla istediği


gibi her şeye sahib ve malik olandır. Ortağı
da yoktur. Biz de zihnimizde idrak ve
melekemizle kendimizi sevk ve idare
ediyoruz. Göklerin, yerin ve ikisi arasında
bulunan her şeyin mülkü kendisine ait olan
Allah ne yücedir! Her şeyin istidat ve
kabiliyetlerine göre o mazharlardan kendini
açığa çıkarmıştır. Gerçek hükümdar, her şeye
sahip, mutlak zengindir.

Ali İmran Suresinin 189. âyetinde


“Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır.
109
Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.”
(3-189) buyrulur. Ayrıca Fatiha Suresinin 2.
âyetinde “El hamdu lillâhi rabbil âlemîn.”
“Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a özgüdür.”
(1-2) ve 4. âyetinde “Mâliki yevmid dîn”
“Din gününün mâlikidir” (1-4)
buyurulmaktadır.

EL-KUDDÜS

Bütün yaratıklarına benzemeden, sıfat


ve esmasından açığa çıkan, eksiklikten
münezzeh pak ve temiz olandır. İsim ehl-i
tevhide malûmdur. Haşr Suresinin 23.
âyetinde “…O, mülkün gerçek sahibi, her
türlü eksiklikten münezzeh… ” (59-23)
buyrulmaktadır.

ES-SELAM

Yaratılmışları dünya ve âhirette


tehlikeden ve benlikten koruyup, yakînlikle
selâmete çıkarandır. Rahatlığa kavuşmak
olarak mütalaa edilir. Dertlerden, belâlardan,
kusur ve eksikliklerden uzaklaşarak selâmete
kavuşmak isteyenleri gerçek selâmete
110
kavuşturur. Selam, felâha kavuşma, feyz
alma ve kurtuluşa erme mânâlarına da gelir.
Haşr Suresinin 23. âyetinde “…selâmet
verendir…” (59-23) buyurulmaktadır.

EL-MÜ’MİN

İman etmiş, inanmış, inanışında sağlam


duran, doğru yolu bulmuş olandır.
İmanlarında ikilikten kesinlikle yoktur.
Enam Suresinin 82. âyetinde iman sahipleri
şöyle tanımlanır: “İman edip de imanlarına
zulmü (şirki) bulaştırmayanlar var ya; işte
güven onların hakkıdır. Doğru yolu bulmuş
olanlar da onlardır.” (6-82)

EL-MÜHEYMİN

Hıfz edici, koruyucu anlamında olup,


bütün sıfat, esma ve fiillerini gözetip kontrol
eden ve koruyandır. İnsanları murakebe
eden, hükümdarlığı ile her şeyi hükmü altına
alan, her şeyi koruyan ve gözeten demektir.
Tevbe Suresinin 78. âyetinde şöyle
buyurulmaktadır: “Allah'ın, içlerinde
gizlediklerini ve fısıltılarını bildiğini ve
111
Allah'ın gaybleri çok iyi bilen olduğunu
bilmediler mi?” (9-78)

EL-AZİZ

Eşi ve benzeri bulunmayan, karşı


konulmaz galip, izzetli, temiz ve kudret
sahibidir. O’nun her yarattığı azizdir. Enam
Suresi 96. âyet: “O, karanlığı yarıp sabahı
çıkarandır. Geceyi dinlenme zamanı, güneşi
ve ayı da ince birer hesap ölçüsü kıldı. Bütün
bunlar mutlak güç sahibinin, hakkıyla bilenin
takdiridir.” (6-96)

EL-CEBBAR

Azamet ve kudret sahibi, hükmünü


mutlaka uygulayandır. Allah’ın her fiilinden,
her tecellîsinden bir cebir seyredilir. O’nun
için her şeyin bir vakti vardır. Günü saati
gelmeden olmaz. Enam Suresi âyet 18 “O,
kullarının üstünde mutlak hâkimiyet
sahibidir. O, hüküm ve hikmet sahibidir...”
Bakara Suresi âyet 117 “…Bir işe hükmetti
mi ona sadece "ol" der, o da hemen
oluverir.” (2-117)
112
EL-MÜTEKEBBİR

Allah’ın büyüklüğü, azametidir. Mutlak


“Ben”lik ona aittir. Her şeyin kendine
mahsus bir büyüklüğü vardır. Âdem’in
büyüklüğü ise halifelik kemalâtını açığa
çıkarmasıdır. Casiye Suresi 37. âyetinde
“Göklerde ve yerde ululuk O'na aittir...”
(45-37) buyurulmuştur.

EL-HALIK

Mutlak tek varlığın gizlilikten zuhura


gelmesidir. Allah’ın hüviyyet ve eniyyetinin
Âdem mazharından fiiliyle açığa çıkması
gibi. Rahman Suresinin 29. Âyetinde “…O
her an tecellîlerini zuhur ettirme
hâlindedir.” (55-29) buyruluyor. Zümer
Suresinin 62. âyetinde de “Allah, her şeyin
yaratıcısıdır…” (39-62) buyurulmaktadır.

EL-BARİ

Yarattıklarının mükemmel ve ahenkli


olarak zuhura gelmesidir. Bütün yaratıklar
birbirleriyle yardımlaşma ve beraberliklerini
113
idame ettirmek durumundadırlar. Yüce
yaratıcı kâinattaki herşeyi ahenkli ve
muntazam bir şekilde her an ayrı bir tecellî
ile süslemektedir. Herhangi bir düzensizlik
görmekte mümkün değildir. Haşr Suresinin
24. âyetinde “O, yaratan, yoktan var eden,
şekil veren Allah'tır…” (59-24) buyuruluyor.

EL-MUSAVVİR

Esma ve fiilleriyle şekillendiren, tertibli


bir şekilde zuhura getirendir. Her şey
Allah’ın tasavvuru ile meydana gelmektedir.
Bir ağacın yeşermesi, çiçek açması, meyve
vermesi gibi… Araf Suresinin 11. âyetinde
“Andolsun, sizi yarattık. Sonra size şekil
verdik...” (7-11) buyrulmaktadır.

EL-GAFFAR

Günahları bağışlayandır. Noksanlıklar-


dan kurtulmayı irade edenleri selâmete
çıkarandır. İlimde, hâl ve ahlâk güzelliğine
susayanlara yardım edendir. Çirkinlikleri
114
örten, güzellikleri ortaya çıkarandır. Bakara
Suresinin 199. âyetinde “…Allah'tan
bağışlanma dileyin. Şüphesiz Allah çok
bağışlayandır, çok merhamet edendir.”
(2-199) buyuruluyor.

EL-KAHHAR

Gayriyetleri yakan, benliklerin


olmadığını ikaz eden galip, hâkim olan
kılıçtır. İnananlarda cehâlet ve nefsin kötü
isteklerini zikirle yok edendir. Sad Suresinin
65. âyetinde “…Her şey üzerinde mutlak
otorite sahibi, kahhar olan bir Allah'tan
başka hiçbir ilâh yoktur.” (38-65)
buyurulmaktadır.

EL-VEHHAB

Karşılıksız bağışlayan ve verendir.


İçimizden sevdiğimize duyduğumuz
muhabbet gibi. Sad Suresi 35. âyet
“…Şüphesiz sen çok bahşedicisin…” (38-35)

115
ER-REZZAK

Zahir, bâtın bütün rızkı verendir.


Doyuran, besleyen, bütün mevcudattaki
fiilleri dâim kılandır. Yaratılan her varlık
birbirleri için rızıktır. Aynı zamanda
birbirlerini doyuran, besleyendir. Hud
Suresinin 6. âyetinde “Yeryüzünde hiçbir
canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın…”
(11-6) ve Sebe Suresinin 39. âyetinde “De ki:
‘Şüphesiz, Rabbim rızkı kullarından
dilediğine bol bol verir ve (dilediğine) kısar.
Allah yolunda her ne harcarsanız, Allah
onun yerine başkasını verir. O, rızık
verenlerin en hayırlısıdır.’” (34-39)
buyrulmaktadır.

EL-FETTAH

Nefs, kalp, ruh kapılarını açan,


kolaylaştıran, farkıyla fark ettirmesiyle gönül
kapılarını açarak, zatının sıfatlarından esma
alarak fiilleriyle kendisini zuhura getirerek
seyretmesidir. Enam Suresi âyet 59 “Gaybın
anahtarları yalnızca O'nun katındadır.
116
Onları ancak O bilir…” (6-59) Sebe Suresi
âyet 26 “De ki: ‘Rabbimiz hepimizi kıyamet
günü bir araya toplayacak, sonra da
aramızda hak ile hüküm verecektir. O,
gerçeği apaçık ortaya koyan, hakkıyla
bilendir.’ ” (34-26)

EL-ALÎM

Arz ve semada ilmiyle her şeyi sınırsız


bilendir. İlim tecellî ettiği yerde âlim adını
alır. Zatın yüceliğini seyretmek için
kulluğuna kadar altı mertebede tecellîlerini
bilmektedir. Mümin Suresinin 7. âyetinde
“…Ey Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her
şeyi kuşatmıştır…” (40-7) ve Ali İmran
Suresinin 119. âyetinde “…Şüphesiz Allah,
göğüslerin özünü (kalplerde olanı) bilir.”
(3-119) buyurulmaktadır.

EL-KÂBIZ

Kalbe sıkıcılık veren, daraltan


anlamındadır. İnsanda durgunluk, sıkıntı,
bildiğini hatırlamama, içe dönüklük,
kesretten uzak olma hâli şeklinde kendisini
117
gösterir. Bakara Suresinin 245. âyetinde
“…Allah daraltır ve genişletir…” (2-245)
buyrulur. Hac Suresinin 18. âyetinde
“…Allah kimi hor ve hakir kılarsa artık onu
değerli kılacak bir kimse yoktur...” (22-18)
buyurulmaktadır.

EL-BÂSIT

Allah’ın sıfat, esma ve fiillerinde açıp,


bütün kudretini yayan, nefse mutluluk, kalbe
hidayet, ruha neşe verendir. Kişideki kabızlık
hâlinin sona ermesiyle her şeyin
kolaylaşması, hatırlanması gibi… Maide
Suresinin 64. âyetinde “…Hayır, O'nun iki
eli de açıktır, dilediği gibi verir…” (5-64) ,
Rum Suresinin 37. âyetinde “Allah'ın, rızkı
dilediğine bol verdiğini…” (30-37) , Rad
Suresinin 26. âyetinde de “Allah, rızkı
dilediğine bol verir, (dilediğine de) kısar…”
(13-26) buyurulmaktadır.

EL-HÂFID

Gayriyeti tart eden, zalimleri alçaltarak


onları zelil eden, değersizleştiren, kesretteki
118
sahiplenme sıfatını alçaltandır. Hicr
Suresinin 88. âyetinde “Kâfirlerden bir
kısmını faydalandırdığımız şeylerde sakın
gözün kalmasın. Onlara karşı mahzun olma
ve mü'minlere karşı alçakgönüllü ol.”
(15-88), Vakıa Suresinin 3. ve 4. âyetlerinde
“Yeryüzü şiddetle sarsıldığı, dağlar parça
parça dağılıp saçılmış toz olduğu ve siz de üç
sınıf olduğunuz zaman, O, (kimini) yükseltir,
(kimini) alçaltır.” (56-3,4) buyurulmaktadır.

ER- RÂFİ

Her şeyin hakikatini kavrama,


fiillerinde seyretmedir. Zihnimizde dağınık
olarak mevcut olan birçok şeyin güzel bir
düşünce şeklinde ortaya çıkması gibi…
Enam Suresinin 83. âyetinde
“…Biz dilediğimiz kimsenin derecelerini
yükseltiriz. Şüphesiz ki Rabbin hüküm ve
hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir. ” (6-83)
buyrulur. Yine Yusuf Suresinin 76. âyetinde
“…Biz dilediğimiz kimsenin derecelerini
yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde daha
iyi bir bilen vardır.” (12-76) buyrulmaktadır.

119
EL-MUİZZ

Dilediğini aziz eden, diğerlerine göre


yüce yapandır. Fiilleriyle tecellî ettiğinde,
her bir tecellîsinin ne kadar aziz olduğu
anlaşılmış olur. Münafikun Suresi âyet 8
“…Hâlbuki asıl üstünlük, ancak Allah'ın,
Peygamberinin ve mü'minlerindir…” (63-8)
Ali İmran suresi âyet 26 “De ki: ‘Ey mülkün
sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine
verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker
alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini
zelil edersin. Hayr senin elindedir. Şüphesiz
sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.’” (3-26)

EL-MÜZİL

Dilediğini zelil kılan, benlik perdesinde


aşağılandırandır. Zıddını kuvvetlendiren,
kötülüğün kuvvetli oluşu aziz ve yüceliğin
üstünlüğünü ortaya çıkarmak bir sebeptir.
Onun için ibtila lâzım ve güzeldir. Yunus
Suresi âyet 26 “Güzel davrananlara daha
güzel karşılık, bir de fazlası vardır. Onların
yüzlerine ne bir toz bulaşır ne de bir horluk.
İşte onlar cennet ehlidirler ve orada ebedi
120
kalacaklardır.” (10-26) Yunus Suresi âyet
27 “Kötülük yapanlara gelince, kötülüğün
cezası misliyledir. Onları bir zillet
kaplayacaktır. Onları Allah’a karşı
koruyacak hiçbir kimse yoktur. Onların
yüzleri sanki karanlık geceden parçalarla
örtülmüştür. İşte onlar cehennem ehlidir.
Onlar orada ebedi kalacaklardır.” (10-27)

ES-SEMİ

Her şeyi iyi işiticidir. Her varlığın


işitmesi vardır. Mikropların bile işitme
sistemi vardır. Halkı işitiyoruz, fakat Hakk’ı
halk mazharından işitemiyoruz. Şura Suresi
âyet 11 “…O, hakkıyla işitendir, hakkıyla
görendir.” (42-11)

EL-BASİR

Her şeyi görücüdür. Her varlıktan Allah


görmektedir. Yüce Allah gözlerdeki en
belirsiz ve karışık olanları, sadırlarda ne
kadar gizli işler varsa hepsini görür ve bilir.

121
Hucurat Suresi âyet 18 “Şüphesiz Allah,
göklerin ve yerin gizliliklerini bilir. Allah,
yaptıklarınızı hakkıyla görendir.” (49-18)
Enam Suresi âyet 103 “Gözler O'nu idrak
edemez ama O, gözleri idrak eder. O, en gizli
şeyleri bilendir…” (6-103)

EL-HAKEM

Her şeye hükmeden hakkı yerine getiren


hâkimdir. Halk arasında haklıyı haksızı
ayıran fiil sahibi demektir. Araf Suresi âyet
87 “…Allah aranızda hükmünü verinceye
kadar sabredin. O, hüküm verenlerin en
hayırlısıdır.” (7-87)

EL-ADL

Her şeyin hakkını veren, adaletle


hükmedendir. Zerreden küreye kadar her
yaratılanda eksiklik bulmak mümkün
değildir. Her şey adaletle, yerinde yaratılmış
ve doğrudur. Enbiya suresi âyet 47 “Biz
kıyamet günü için adalet terazileri kurarız.
Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık
edilmez. Bir hardal tanesi kadar dahi olsa,
122
onu adalet terazisine getiririz. Hesap gören
olarak biz herkese yeteriz.” (21-47)

EL-LATİF

Bütün incelikleri bilen, lütfu çok olan,


rıfkla muamele yapandır. Her şeyi gönül
kulağımızla dinleyip, gönül gözümüzle
gördüğümüzde Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve
inayetinin seyrini yaparız. Enam Suresi âyet
103 “Gözler O'nu göremez. Hâlbuki O,
gözleri görür. O lâtif, her şeyden
haberdardır.” (6-103)

EL-HABİR

Gizli ve aşikâr olan her şeyden haberdar


olandır. Her şey gönlümüzde hazır olduğu
hâlde bazen vücut ülkemizden haber alma ve
haber vermeyi sağlayamıyoruz. Bu bizim
gaflette oluşumuzdandır. Mülk Suresi âyet
14 “Yaratan bilmez mi? O, en gizli şeyleri
bilir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.”
(67-14)

123
EL-HALÎM

Yumuşak muamele yapan, cezaya gücü


yettiği hâlde bunu acele yapmayandır. Zalim
olan bir insanda bile bir halimlik, bir
yumuşak yön vardır. Nahl Suresi âyet 61
“Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden
hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir
canlı bırakmazdı. Fakat onları belirli bir
süreye kadar erteler…” (16-61)

EL-AZİM

Açığa çıkmış esma özelliğiyle


muhteşem büyüklük ve azamet sahibidir.
Bazen bizler de azmimizden gafil oluruz.
Oysa Allah’ın azmiyle beraberizdir. Bakara
suresi âyet 255 “…Gökleri ve yeri koruyup
gözetmek Allah’a zor gelmez. O yücedir.
Azîmdir.” (2-255)

EL-GAFUR

Rahmeti bol, rahmetlerinden ümit


kesilmeyendir. Yürek ferahlatıcı, dertlere
derman olan, istek ve arzuların yerine
124
getirilmesini sağlayandır. Mülk Suresinin 2.
âyetinde “O, hanginizin daha güzel amel
yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı
yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok
bağışlayandır.” (67-2) buyrulmaktadır.

EŞ-ŞEKÛR

Emrine itaat edenlere bol mükâfat


verendir. İlimleriyle âmil olarak irfaniyet
elde edenlerden Allah memnun olur ve
onların hicablarını açar. Fatır Suresi âyet 30
“Allah, kendilerine mükâfatlarını tam olarak
versin ve kendi lütfundan daha da artırsın
diye (böyle yaparlar). Şüphesiz O, çok
bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir.”
(35-30)

EL-ALİYY

Akılların dahi idrakından üstün yüce


mertebeden varlıkları seyredendir. Allah
zatının Rab tecellîsinde “subhane rabbiyel
âlâ”dır. A’la Suresi âyet 1 âyet “Yüce
Rabbinin adını tespih et.” (87-1) Şura Suresi

125
4. âyet “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
O'nundur. O, yücedir, büyüktür.” (42-4)

EL-KEBİR

Cenab-ı Allah’ın zatının, sıfatlarının ve


efâlinin ikramıyla büyüklüğünün
kavranamaz oluşudur. Varlığının kemaline
sınır yoktur. İnsan on sekiz bin âleme cami
olduğu gibi cami-ül esmadır. Lokman suresi
âyet 30 “…Allah Hakk’ın ta kendisidir.
O’ndan başka taptıklarıysa mutlaka bâtıldır.
Şüphesiz ki Allah çok yücedir, çok
büyüktür.” (31-30)

EL-HAFIZ

Bütün mevcudatı ihata ederek


hıfzedendir. Muhafaza ederek malûmiyeti ile
hatırlayandır. Her varlığın hafızası vardır.
Kur’ân’ı ezberleyip hafızamızda saklamamız
gibi. Hicr Suresi âyet 9 “…Onun koruyucusu
da elbette biziz.” (15-9), Tarık Suresi âyet 4
“Hiçbir kimse yoktur ki, üzerinde koruyucu
bulunmasın.” (86-4)

126
EL-MUKİT

Maddi ve manevi gıdaları meydana


getirip ihsan edendir. Her şey kayıtlı olarak
yerinde ve zamanında zuhura gelmektedir.
Nisa Suresi âyet 85 “Kim iyi bir işe aracılık
ederse onun da o işten bir nasibi olur. Kim
kötü bir işe aracılık ederse, onun da ondan
bir payı olur. Allah her şeyin karşılığını
gözetip verendir.” (4-85)

EL-HASİB

Birliğinin zerreden küreye kadar her


varlıkta tecellîsini yaşatan ve hesap edendir.
Her varlık bir hesapla yaratılmış ve bir hesap
dâhilinde görevini ifa etmektedir. Nisa Suresi
âyet 86 “Size bir selam verildiği zaman,
ondan daha güzeliyle veya aynı selâmla
karşılık verin. Şüphesiz Allah, her şeyin
hesabını gereği gibi yapandır.” (4-86) ,
Ahzab Suresi âyet 39 “ O peygamberler ki,
Allah’ın gönderdiği emirleri duyururlar,
Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka
kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak
Allah yeter.” (33-39)
127
EL-CELİL

Her varlıkta zatının, sıfatlarının ve


fiillerinin sultanlığını göstermesidir. Zatının
sıfatlarında esma alarak fâilliği ile azametini,
ululuk sahibi olduğunu göstermektedir.
Rahman Suresi âyet 27 “Ancak azamet ve
ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.”
(55-27) , Rahman Suresi âyet 78 “Azamet ve
ikram sahibi Rabbinin adı yücedir.” (55-78)

EL-KERİM

Cenab-ı Allah cömert ve affedicidir.


Her varlığa yaptığı ikramlarla O’nu
görmekteyiz. İnfitar Suresi âyet 6 “Ey insan!
Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan,
dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert
Rabbine karşı seni ne aldattı?” (82-6)

ER-RAKİB

Her şeyi emri altında tutan,


yarattıklarından asla gafil olmayan, onları
her an kontrol eden, denetleyen, bütün işler
128
murakabesi altında bulunan demektir.
Herkesin işi, çalışması, fiilleri, murakabe
edilmektedir. Nisa Suresi âyet 1 “…
Şüphesiz Allah, üzerinizde bir
gözetleyicidir.” (4-1) , Ahzab Suresi âyet 52
“…Şüphesiz Allah, her şeyi gözetleyendir.”
(33-52)

EL-MUCİB

Kendisine olan yönelişe mutlak icabet


eden, yardım edendir. Niyet iyi akibet iyidir.
Saffat Suresi âyet 75 “Andolsun, Nûh bize
dua edip seslenmişti. Biz ne güzel cevap
vereniz!” (37-75)

EL-VÂSİ

İlmi, ihsanı, mağfireti ve rahmetiyle


merhametiyle her şeyi kuşatandır. Rızık
imkânlarını genişletendir. Dar gördüğümüz
çok şeylerde genişlik ve güzellikler vardır.
Bakara Suresi âyet 115 “…Şüphesiz Allah,
lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.”
(2-115) , Bakara Suresi âyet 268 “… Allah
ise size kendi katından mağfiret ve bol nimet
129
va'dediyor. Şüphesiz Allah, lütfu geniş
olandır, hakkıyla bilendir.” (2-268) , Ali
İmran Suresi âyet 73 “…De ki ‘lütuf ve ihsan
Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir.
Allah’ın rahmeti geniştir ve o her şeyi
hakkıyla bilir.’ ” (3-73)

EL-HAKÎM

Bütün işleri yerli yerinde ve eksiksiz


olan, hüküm ve hikmet sahibi, eşyanın,
fiillerin hakikatini bilen, ilmin kudretiyle
hükmeden demektir. Hud Suresi âyet 45
“Nûh, Rabbine seslenip şöyle dedi: ‘Rabbim!
Şüphesiz oğlum da âilemdendir. Senin va'din
elbette gerçektir. Sen de hükmedenlerin en
iyi hükmedenisin.’ ” (11-45) , Tin suresi âyet
8 “Allah, hükmedenlerin en iyi hükmedeni
değil midir?” (95-8)

EL-VEDUD

Çok seven ve çok sevilen, sevilmeye en


çok lâyık olandır. Ali İmran Suresi âyet 31
“De ki: ‘Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun
ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
130
bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır,
çok merhamet edendir.’” (3-31)

EL-MECİD

Şanı ve şerefi çok üstün, lütuf ve keremi


bol olandır. Her an ayrı bir tecellî ile icad
edendir. Buruc Suresi âyet 15 “Arş'ın
sahibidir, şanı yüce olandır.” (85-15)

EL-BAİS

Ölüleri dirilten, ruhları uyandıran, her


şeyi ayrı bir şe’nde tecellîsi ile yeniden
hayata döndüren demektir. Taklidî
ibadetlerden tahkikî ibadetlerle tekâmül
ettiğimiz gibi. Vakıa Suresi âyet 61“Sizin
yerinize benzerlerinizi getirmek ve sizi
bilemeyeceğiniz bir şekilde yeniden yaratmak
üzere aranızda ölümü biz takdir ettik. (Bu
konuda) bizim önümüze geçilmez.” (56-61) ,
Hac Suresi âyet 7 “Çünkü kıyamet muhakkak
gelecektir. Onda hiçbir şüphe yoktur ve
şüphesiz Allah, kabirlerdeki kimseleri
diriltecektir.” (22-7)

131
EŞ-ŞEHİD

Her yerde hâzır ve nâzır olan, varlığı ile


varlığına şahid olan, zatının sıfatından esma
alarak fiilleriyle açığa çıkaranı seyreden,
kendisinden başkasının olmadığını
yaşatandır. Ali İmran Suresi âyet 98 “De ki:
‘Ey kitab ehli! Allah, yaptıklarınızı görüp
dururken Allah'ın âyetlerini niçin inkâr
ediyorsunuz?’ ” (3-98) , Hucurat suresi âyet
18 “Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin
gaybını bilir. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla
görendir.” (49-18)

EL-HAK

Vacibu’l-Vücut olan varlığı hiç


değişmeden duran, hiç yok olmayan ve
gerçek olandır. Mutlak hakikat, bütün
işlerinin hakikati ve kaynağıdır. İsra Suresi
âyet 81 “De ki: ‘Hak geldi, batıl yok oldu.
Şüphesiz batıl, yok olmaya mahkûmdur.’ ”
(17-81) , Fussilet Suresi âyet 53 “Varlığımızın
delillerini, ufuklarda ve kendi nefislerinde
onlara göstereceğiz ki, o Kur'an'ın gerçek
132
olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin,
her şeye şâhit olması yetmez mi?” (41-53)

EL-VEKİL

Kendisine güvenilip dayanılan, işlerini


emniyete alan, halifelik sırrının kaynağıdır.
Zümer Suresi âyet 62“Allah, her şeyin
yaratıcısıdır. O, her şeye vekildir.” (39-62) ,
Müzemmil suresi âyet 9 “O, doğunun da
batının da Rabbidir. O'ndan başka hiçbir
ilâh yoktur. Öyle ise O'nu vekil edin.” (73-9) ,
Ali İmran Suresi âyet 173 “…ve ‘Allah bize
yeter, O ne güzel vekildir!’ dediler.” (3-173)

EL-KAVİYY

Pek kudretli ve her şeye gücü yetendir.


Kavî, kudretli, güçlü ve sınırsız kuvvet
sahibidir. Allah’ın yarattığı varlıklar cinsine
göre bütün zorluklara dayanıklı,
mukavemetlidir. Zariyat Suresi âyet 58
“Şüphesiz Allah rızık verendir, güçlüdür, çok
kuvvetlidir.” (51-58)

133
EL-METİN

Efâl âleminde her şeye gücü yeterek,


ayakta tutan kudretli, çok güçlü ve sağlamdır
demektir. Bakara Suresi âyet 148 “…Nerede
olsanız Allah hepinizi bir araya getirir.
Şüphesiz, Allah'ın gücü her şeye hakkıyla
yeter.” (2-148) , Kamer Suresi âyet 55
“Muktedir bir hükümdarın katında, doğruluk
meclisindedirler.” (54-55)

EL-VELİYY

Zat, sıfat ve efâlinde seçkin kullarının


yardımcısı ve dostudur. Allah, iman
edenlerin dostudur. Bakara Suresi âyet 257
“Allah inananların dostudur…” (2-257) ,
Araf Suresi âyet 155“… ‘Sen, bizim
velimizsin. Artık bizi bağışla ve bize acı. Sen,
bağışlayanların en hayırlısısın’ dedi.” (7-155)
, Şura Suresi âyet 9 “Yoksa onlar Allah'tan
başka dostlar mı edindiler? Hâlbuki gerçek
dost Allah'tır…” (42-9)

134
EL-HAMİD

Çok övülen, her türlü hamd ve senaya


lâyık olan, her an ancak kendisine hamd
edilen demektir. İsra Suresi âyet 44 “Yedi
gök, yer ve bunların içinde bulunanlar
Allah'ı tespih ederler. Her şey O'nu hamd ile
tespih eder. Ancak, siz onların tespihlerini
anlamazsınız…” (17-44)

EL-MUHSİ

Her şeyi tek tek bütün ayrıntılarıyla


bilen, ilmiyle de ihata edendir. Muhasebesi
ile her şeyi iyi hesap edendir. Yasin Suresi
âyet 12 “Şüphesiz biz, ölüleri mutlaka
diriltiriz. Onların yaptıklarını ve bıraktıkları
eserlerini yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir
kitapta (Levh-i Mahfuz'da) bir bir
kaydetmişizdir.” (36-12) Cin Suresi âyet 28
“… Allah, onların her hâlini kuşatmış ve her
şeyi inceden inceye sayıp dökmüştür.” (72-28)

135
EL-MÜBDİ

Mahlûkatı maddesiz ve örneksiz olarak


ilk baştan yaratandır. Neml Suresi âyet 64
“Yoksa başlangıçta yaratmayı yapan, sonra
onu tekrarlayan ve sizi gökten ve yerden
rızıklandıran mı? Allah ile birlikte başka bir
ilâh mı var! …” (27-64) , Ankebut Suresi âyet
19 “Onlar, Allah'ın başlangıçta yaratmayı
nasıl yaptığını, sonra onu nasıl
tekrarladığını görmüyorlar mı? Şüphesiz bu,
Allah'a göre kolaydır.” (29-19) , Ankebut
Suresi âyet 20“De ki, ‘yeryüzünde gezip
dolaşın da, Allah ilk baştan nasıl yaratmış
bir bakın. Allah bundan sonra âhiret
hayatını da yaratacaktır. Gerçekten Allah
her şeye kadirdir.’ ” (29-20)

EL-MUİD

Mahlûkatın boyut değiştirme


tebdilatından sonra, tekrar yaratan ve ölüleri
diriltendir. Bakara Suresi âyet 28 “Siz cansız
iken sizi dirilten (dünyaya getiren) Allah'ı
nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizleri
öldürecek, sonra yine diriltecektir. En
136
sonunda O'na döndürüleceksiniz.” (2-28) ,
Rum Suresi âyet 27 “O, başlangıçta
yaratmayı yapan, sonra onu tekrarlayacak
olandır. Bu, O'na göre (ilk yaratmadan)
daha kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce ve
eşsiz sıfatlar o’nundur. O, mutlak güç
sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
(30-27)

EL-MUHYİ

İhyâ eden dirilten, can bağışlayan, hayat


verendir. Rum Suresi âyet 50 “Allah'ın
rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü
ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphe yok
ki O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her
şeye hakkıyla gücü yetendir.” (30-50) , Nahl
Suresi âyet 65 “Allah, gökten su indirdi de
onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti.
Şüphesiz bunda dinleyecek bir toplum için
bir ibret vardır.” (16-65)

EL-MÜMİT

Ölümü tattıran, mertebelerdeki


tecellîlerini o sıfatta durduran, bir yaşam
137
hâlinden, diğer bir yaşam hâline geçirendir.
Kaf Suresi âyet 43 “Şüphesiz biz diriltir ve
öldürürüz. Dönüş de ancak bizedir.”
(50-43) , Ali İmran Suresi âyet 185 “Her
canlı ölümü tadacaktır…” (3-185)

EL-HAYY

Hayatı ebedî olan, zatıyla bütün


varlıkların enerji kaynağı olan, sıfatlarının
hayatını fiilleriyle ayakta tutup verendir.
Furkan Suresi âyet 58 “Sen, o ölümsüz ve
daima diri olana (Allah'a) tevekkül et. O'nu
her türlü övgüyle yücelterek tesbih et.
Kullarının günahlarından hakkıyla haberdar
olarak O yeter!” (25-58)

EL-KAYYUM

Her şey kendisi ile kâim, daima ayakta


tutan ve bâki olandır. Bakara Suresi âyet 255
“Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh
olmayandır. Diridir, kayyumdur…” (2-255) ,
Ali İmran Suresi âyet 1,2 “Elif Lâm Mîm.

138
Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh
bulunmayandır. Diridir, kayyumdur.” (3-1,2)

EL-VACİD

Var olan ve herşeyi vareden, icâd eden,


varlığı kendinden olan, dilediğini istediği
anda var edip yaratandır. O’na karşı hiçbir
şey kendini gizleyemez. İstediğini, istediği
vakit bulan demektir. Hicr Suresi âyet 21
“Hiçbir şey yoktur ki hazineleri yanımızda
olmasın. Biz onu ancak belli bir ölçüyle
indiririz.” (15-21)

EL-MACİD

Kerem ve ihsanının sınırsızlığıyla şan


ve yücelik sahibi olandır. Nur Suresi âyet
38“Çünkü o günde Allah onları yaptıklarının
en güzeli ile mükâfatlandıracak ve lütfundan
onlara fazlasıyla verecektir. Allah dilediğini
hesapsız rızıklandırır.” (24-38)

139
EL-VAHİD

Tek olan, cüzlere bölünmemiş ve


cüzlerden meydana gelmemiş olan, sıfat ve
fiil tecellîlerinin hiç biri, diğerine
benzemeyen tek enerji sahibidir. Sad Suresi
âyet 65 “Resulum de ki: ‘Ben sadece bir
uyarıcıyım. Tek ve kahhar olan Allah’tan
başka bir ilah yoktur.’ ” (38-65)

EL-EHAD

İkiliği olmayan, zatında bir olandır.


İhlas Suresi âyet 1 “De ki: ‘Hu Allah
Ehad’dır’” (112-1) , İhlas Suresi âyet 4
“ O’na hiç bir şey denk değildir.” (112-4)

ES-SAMED

Tekliği ile hiçbir şeye muhtaç


olmayandır. Her varlık ona muhtaçtır. İhlas
Suresi âyet 2 “Allah Samed'dir.” (112-2)

140
EL-KÂDİR

Her şeyi kudretiyle yapan, istediğini


dilediği gibi yapmaya muktedir olandır.
Yasin Suresi âyet 81 “Gökleri ve yeri
yaratan Allah'ın, onların benzerini
yaratmaya gücü yetmez mi? Evet yeter. O,
hakkıyla yaratandır, hakkıyla bilendir.”
(36-81) , Fatır Suresi âyet 44 “Yeryüzünde
dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonunun
nasıl olduğuna bakmadılar mı? Oysa onlar
kendilerinden daha da kuvvetli idiler.
Göklerdeki ve yerdeki hiçbir şey, Allah'ı âciz
bırakacak değildir. Şüphesiz O, hakkıyla
bilendir, hakkıyla kudret sahibidir.” (35-44)

EL-MUKTEDİR

Bütün varlıklarda kudret sahibi ve her


şeye sahip olandır. Kamer Suresi âyet 42
“Bütün âyetlerimizi yalanladılar. Biz de
onları mutlak güç ve iktidar sahibinin
yakalaması gibi yakaladık.” (54-42) ,
Kamer Suresi âyet 55 “Muktedir bir
hükümdarın katında, doğruluk
meclisindedirler.” (54-55)
141
EL-MUKADDİM

Herşeyden önce olan, dilediğini öne


alan, bütün varlıklarda tedbir ve tasarruf
sahibi olandır. Dilediğine maddi ve manevi
nimetler verip ilerlemelerini sağlayandır.
Enbiya Suresi âyet 101 “Şüphesiz kendileri
için tarafımızdan en güzel mükâfat
hazırlanmış olanlar var ya; işte bunlar
cehennemden uzaklaştırılmışlardır.” (21-101)

EL-MUAHHİR

Yarattıklarında istidat ve kabiliyetleri


nisbetinle günahların azabını tertip ve tehir
edicidir. Bir evvelde fiille hazırlık hâli bir de
âhirinde iş yapma hâli gibi. Kıyamet Suresi
âyet 13 “O gün insana, yapıp önden
gönderdiği ve yapmayıp geri bıraktığı şeyler
haber verilir.” (75-13)

EL-EVVEL

Her şeyden önce var olan varlığının


başlangıcı olmayandır. Hadid Suresi 3. âyet:

142
“O evveldir, âhirdir, zahirdir, bâtındır. O
her şeyi bilendir.” (57-3)

EL-AHİR

Yaratılmış olanların özündeki bâkilik ve


sonsuzluğudur. Hadid Suresi 3. âyet “O
evveldir, âhirdir, zahirdir, bâtındır. O her
şeyi bilendir.” (57-3)

EZ-ZÂHİR

Varlığı sayısız delillerle apacık ortada


olan ve görünendir. Hadid Suresi 3. âyet: “O
evveldir, âhirdir, zahirdir, bâtındır. O her
şeyi bilendir.” (57-3)

EL-BÂTIN

Görünmeyen, gaybın hakikatı gizli


nazari ve hissi perdeli olandır. Hadid Suresi
3. âyet: “O evveldir, âhirdir, zahirdir,
bâtındır. O her şeyi bilendir.” (57-3)

143
EL- VÂLİ

Hâkim-i mutlak olanın kudreti ile


hükmünü yönetendir. Her varlıkta zatının
sıfatlarından esma alarak fiilleriyle,
varlıkların istidat ve kabiliyetleri nisbetinde
yaşamlarını sevk ve idare etmesidir. Rad
Suresi âyet 11 “…Şüphesiz ki, bir kavim
kendi durumunu değiştirmedikçe Allah
onların durumunu değiştirmez. Allah, bir
kavme kötülük diledi mi, artık o geri
çevrilemez. Onlar için Allah'tan başka hiçbir
yardımcı da yoktur.” (13-11)

EL-MÜTEÂLÎ

Her şeyden yüce, âli, büyük,


noksanlıklardan münezzeh olandır. Bakara
Suresi âyet 255 “…O’nun kürsisi gökleri ve
yeri içine alır. Onları koruyup gözetmek
O’na zor gelmez…” (2-255) , Rad Suresi
âyet 9 “O, gaybı da görülen âlemi de
bilendir, çok büyüktür, çok yücedir.” (13-9)

144
EL-BERR

Her şey ile beraber fiillerinin sahibidir.


Kullarına iyilik ve ihsanı boldur. Saffad
Suresi âyet 96 "Oysa Allah sizi de, yaptığınız
şeyleri de yaratmıştır." (37-96) , Tur Suresi
28 "Gerçekten biz bundan önce O'na
yalvarıyorduk. Şüphesiz O, iyilik edendir,
çok merhametlidir." (52-28)

ET-TEVVAB

Hak ve hakikati kavrayanlarda tövbeyi


kabul edendir. Şura Suresi âyet 25 “O,
kullarından tevbeyi kabul eden, kötülükleri
bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir.” (42-25)

EL-MÜNTEKİM

İntikam alan, günahkârları, adaletiyle


yargılalayan lâyık oldukları cezaya çarptıran
demektir. Secde Suresi âyet 22 “Kim,
Rabbinin âyetleri kendisine hatırlatıldıktan
sonra onlardan yüz çevirenden daha
zalimdir? Şüphesiz ki biz suçlulardan
intikam alıcıyız.” (32-22) Zuhruf Suresi âyet
145
41 “Ya biz seni alır götürürüz de, onlardan
intikam alırız.” (43-41) , Duhan Suresi âyet
16 “Onları o en şiddetli yakalayışla
yakalayacağımız günü hatırla. Şüphesiz biz
öcümüzü alırız.” (44-16)

EL-AFÜVV

Tövbeleri kabul eden ve affedendir.


Nisa Suresi âyet 43 “… Şüphesiz Allah, çok
affedici ve çok bağışlayıcıdır.” (4-43) , Nisa
Suresi âyet 99 “Umulur ki, Allah bu
kimseleri affeder. Çünkü Allah çok
affedicidir, çok bağışlayıcıdır.” (4-99)

ER-RAÛF

Çok şefkatli ve merhametli olan, çok


esirgeyen, kolaylık sağlayan, acıyandır.
Bakara Suresi âyet 207 “İnsanlardan öylesi
de vardır ki, Allah'ın rızasını kazanmak için
kendini ve malını feda eder. Allah, kullarına
çok şefkatlidir.” (2-207) , Tevbe Suresi âyet
128 “Andolsun, size kendi içinizden öyle bir
peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya
146
düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok
düşkün, mü'minlere karşı da çok şefkatli ve
merhametlidir.” (9-128)

MÂLİK-ÜL MÜLK

Mülkün ezelî ve ebedî sahibi olan,


dilediğine veren, dilediğinden alan,
mülkünde dilediği gibi tasarruf edendir. Ali
İmran Suresi âyet 26 “De ki: ‘Ey mülkün
sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine
verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker
alırsın…’ ” (3-26)

ZÜLCELÂL-İ VEL-İKRÂM

Celâl, azamet, şeref ve ikrâm sahibi,


varlıkları zuhura getirip onlara dâima bol
ikram verendir. Rahman Suresi âyet 27
“Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı
bâki kalacaktır.” (55-27) , Rahman Suresi
âyet 78 “Azamet ve ikram sahibi Rabbinin
adı yücelerden yücedir.” (55-78)

147
EL-MUKSİT

Her yaratılmışa ve her yaratılmışın


amacına göre hak ettiğini adaletle verendir.
Maide Suresi âyet 42 “…Eğer hükmedecek
olursan, aralarında adaletle hükmet. Çünkü
Allah, âdil davrananları sever.” (5-42) , Araf
Suresi âyet 29 “De ki:‘Rabbim adaleti
emretti…’ ” (7-29) , Rahman Suresi âyet 9
“Tartıyı adaletle yapın, teraziyi eksik
tutmayın.” (55-9)

EL-CÂMİ

İstediğini istediği şekilde, istediği


zaman, istediği yerde toplayan, yaratılmışları
yaratılma amaçları doğrultusunda kıyamet
günü ve her an toplayandır. Ali İmran Suresi
âyet 103 “…Hani sizler birbirinize
düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi
birleştirmişti…” (3-103) , Ali İmran Suresi
âyet 9 “Rabbimiz! Şüphesiz sen, hakkında
şüphe olmayan bir günde insanları
toplayacaksın…” (3-9)

148
EL-GANİYY

Zatında, sıfatında ve fiillerinde hiçbir


şeye muhtaç olmayan çok zengin olan
demektir. Fatır Suresi âyet 15 “Ey insanlar!
Siz Allah'a muhtaçsınız. Allah ise her
bakımdan sınırsız zengin olandır, övülmeye
hakkıyla lâyık olandır.” (35-15)

EL-MUĞNÎ

Her şeyin muhtaç olduğu şeyleri


hikmetle verip zengin eden, ihtiyaçlarını
gideren, müstağni kılan demektir. Necm
Suresi âyet 48 “Şüphesiz O, başkalarına
muhtaç olmaktan kurtardı ve varlık sahibi
kıldı.” (53-48)

EL-MÂNİ

Hak etmeyene, hak etmediğini


vermeyerek ona mâni olandır. Yunus Suresi
âyet 107 “Eğer Allah sana herhangi bir
zarar verecek olursa, bil ki onu, O'ndan
başka giderebilecek yoktur. Eğer sana bir

149
hayır dilerse, O'nun lütfunu engelleyebilecek
de yoktur…” (10-107)

ED-DARR

Darlık veren azap ve hastalık gibi bazı


sıkıntıları veren ve yaşatandır. Enam Suresi
âyet 17 “Şayet Allah sana bir zarar
dokundursa, bunu O'ndan başka giderecek
yoktur…” (6-17)

EN-NAFİ

Hayr ve menfaat verecek şeyleri


yaratan, faydalandıran, faydalı düşünceleri
hatıra getiririp fiilleriyle uygulayandır. Şuara
Suresi âyet 72-73 “İbrahim, dedi ki: "Onlara
yalvardığınızda sizi işitiyorlar mı?" "Yahut
size fayda veya zararları dokunur mu?"
(26-72,73)

EN-NÛR

Her şeyin hakikati olan ilim nuru,


güneş, ay ve yıldızlar gibi zahir ve bâtın ışık
verendir. Nur bizatihi zahir olan, kendisiyle
150
eşyanın zuhura geldiği şeydir. Nur Suresi
âyet 35 “Allah, göklerin ve yerin nurudur.
O'nun nurunun temsili şudur: Duvarda bir
hücre; içinde bir kandil, kandil de bir cam
fânûs içinde. Fânûs sanki inci gibi parlayan
bir yıldız. Mübarek bir ağaçtan, ne doğuya,
ne de batıya ait olan zeytin ağacından
tutuşturulur. Bu ağacın yağı, ateş
dokunmasa bile neredeyse aydınlatacak
(kadar berrak)tır. Nur üstüne nur… Allah,
dilediği kimseyi nuruna iletir. Allah, insanlar
için misaller verir. Allah, her şeyi hakkıyla
bilendir.” (24-35)

EL-HÂDİ

Hak ve hakikate vuslat bulduran,


hidayet edendir. Enbiya Suresi âyet 73
“Onları bizim emrimizle doğru yolu gösteren
önderler yaptık ve kendilerine hayırlar
işlemeyi, namazı dosdoğru kılmayı, zekâtı
vermeyi vahyettik. Onlar sadece bize ibadet
eden kimselerdi.” (21-73)

151
EL-BEDÎ

Eşi benzeri olmayan güzellikte olup


bütün parlak ve cazibeli güzellikleri
yaratandır. Bakara Suresi âyet 117 “O,
gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe
hükmetti mi ona sadece ‘ol’ der, o da hemen
oluverir.” (2-117)

EL-BÂKÎ

“Yok” olmaktan münezzeh, varlığının


sonu olmayan, sonu gelmeyendir. Sonsuz ve
dâim olandır. Rahman Suresi âyet 27 “Ancak
azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki
kalacaktır.” (55-27)

EL-VÂRİS

Bütün servetlerin gerçek sahibi olandır.


Varlığı devam eden servetlerin hakiki
sahibidir. Servetlerin geçici sahipleri yok
olduktan sonra da varlığı devam edendir.
Malikiyeti ezeli olduğu hâlde, varlıklarda
dönüşmeli olarak çeşitli isimlerle açığa
çıkandır. Her şeyin asıl sahibi olandır. Hicr
152
Suresi âyet 23 “Hiç şüphesiz biz diriltir, biz
öldürürüz ve her şeye biz varis oluruz.”
(15-23)

ER-REŞÎD

Her şeyi kemâle erdiren, olgunlaşmayı


yaratan ve yaşatandır. Bakara Suresi âyet
256 “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk
sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O hâlde, kim
tâğûtu tanımayıp Allah'a inanırsa, kopmak
bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır.
Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”
(2-256)

ES-SABÛR

Çok sabırlı olmak, bütün oluşumun


neticesini beklemektir. O ceza vermede acele
etmez. Her şeyin sonunu beklemeye sabûr
denir. Nahl Suresi âyet 61 “Eğer Allah,
insanları zulümleri yüzünden hemen
cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı
bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye
kadar erteler” (16-61) , Hud Suresi âyet 104
“Biz onu ancak belirli bir zamana kadar
153
erteliyoruz.” (11-104) Bakara Suresi âyet 153
“Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz
kılarak Allah'tan yardım dileyin. Şüphe yok
ki, Allah sabredenlerle beraberdir.” (2-153) ,
Bakara Suresi âyet 155 “Andolsun ki sizi
biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar
ve ürünlerden eksilterek deneriz.
Sabredenleri müjdele.” (2-155)

Subhane rabbike rabbil izzeti amma


yesifun; veselamun alel murselin, vel
hamdülillahi rabbil âlemin.

Görüldüğü gibi Allah’ın 99 güzel ismi


olan Esma-ül Hüsna’sı “Rahmân” olan
ismiyle başlamış, bütün esmaların oluşumu
olan “Sabûr” esmasıyla son bulmuştur.

Esma-ül Hüsna’nın anlamlarını


Kur’ân’da geçtiği âyetlerden de birkaç örnek
vererek izaha çalıştım.

154
GÜNÜMÜZDEKİ MELAMİLER

Günümüz Melamilerini üç grupta


değerlendirebiliriz:

1- Taklit şeriatla yaşayan sözde


Melamiler

2- Bedensel ibadetleri inkâr eden


bâtıncılar

3- Zahir ve bâtını tevhid eden gerçek


Melamiler

1- Taklit şeriatta olan bu sözde


Melamiler maalesef ilme’l-yakînlikten
ayne’l-yakînliğe geçemedikleri için, bedensel
yaşamları ile ayrı bir vâdide, irfaniyetleri ile
ayrı bir vâdide yaşamaktadırlar. Sözde
Melami olan bu kardeşlerimize ben “kelâmi”
diyorum. Bazı nedenlerden rabıtayı
kullanmadıkları için tevhidi yaşayamazlar.
İlimle bildikleri Hakk’ın tecellîlerini halk
mazharından seyredemedikleri için, ilim ayrı
bir vadide, yaşamları ayrı bir vadide devam
eder. İbadet ve taatlarında tevhid şühudlarını
155
pekleştirmedikleri için, hemen zan ve hayale
çıkarak, ibadetlerini zandaki ve hayaldeki
Rablerine yaparlar. Melami esmasını
taşıdıkları hâlde gerçek Melami değildirler.
İlimlerine başkaları hayran kalabilir. Maddi
menfaatleri gündeme geldiğinde tevhid
irfaniyetini bir kenara bırakıp taklit şeriatı
uygularlar, ‘sevap’ ve ‘ecir’ diyerek nafile
bedensel ibadetlerine devam ederler. Bir kişi
ilmi ile âmil olmuyorsa yani bildiklerini
yaşantısında uygulamıyorsa o kişi ilim
hamalından başka hiçbir şey değildir. İlimleri
ayrı, yaşamları ayrı bir vadide olan bu
kişilerin dünya istek ve arzusundan
kopamayışları bu olumsuzluğun devamına
vesile olmaktadır. Bu kardeşlerimiz
isterlerse, kendilerini yakın takibe almak
suretiyle en kısa zamanda bu eksiklerini
tamamlayabilirler. Kâmillerinden tahsil
ettikleri ilmi kendi gönül laboratuvarlarında
tahlil etmeli, öğrendiklerini hayata
geçirmelidirler. Ancak bu şekilde hem
dünyada hem de âhirette huzur ve mutluluğa
erebilirler. Tevhid Hak ve halkla barışık
olmamızı emreder. Gerek yuvalarımızda
gerek çevremizdeki insanlarla barışık
156
değilsek bilelim ki tevhidi yaşayamıyoruz
demektir. Bu Hakk’ı ve halkı ayrı görmek
demektir. İkiliğe işaret eder. Oysa Hak ayrı
halk ayrı değildir. Hakk’ın halk yüzünden
tecellîsi, tecellî olunan o varlığın istidad ve
kabiliyeti nisbetinde zuhurudur. Tecellî
vâdisinde varlıkların şekil ve esmaları bizleri
aldatmamalıdır. Varlıkların bu şekil ve
esmaları, meratibde bulunduğu yerlerin
değişikliğinden ibarettir.

2- İkinci gruba bedensel ibadet ve


taatları terk ettikleri için bâtıncı denmiştir.
Kelâmilikleriyle birçok şeye vâkıftırlar.
Ancak ilme’l bildiklerinin beden
mazharlarından açığa çıkışını şühud
edemedikleri için tek kanatlı kuştan
farksızdırlar. Yaşantıları itibariyle tevhidden
uzaktırlar. Tam anlamıyla kelâmidirler. Biz
bunlara “zındık” diyoruz. Tevhidde, sadece
tenzihi yaşamak ya da sadece teşbihi
yaşamak eksikliktir. İslâmiyet tevhid dini
olduğu için tenzih ve teşbih tevhid edilerek
Cenab-ı Hakk’ın dostu olunabilir. Yalnız
tenzih veya yalnız teşbih yapanlar
kelâmilikleriyle ayrı vâdilerde yaşadıkları
157
için eksik olarak değerlendirilmektedir.
Toplumumuzda bazı ekollerin kendi görüş ve
menfaatleri doğrultusunda bazı âyet ve
hadîsleri benimseyip bazılarını hiç gündeme
getirmemeleri eksiklikten başka bir şey
değildir. Menfaatime uygun âyetleri cımbızla
çekip alayım, menfaatime uygun düşmeyen
âyetlerden hiç söz etmeyeyim anlayışı tam
bir yanlışlık, tam bir sapkınlıktır. Siretin
suretten tecellîsi; özün, sözde ve yaşantıda
görülmesi demektir. Bu kardeşlerimize göre
beden topraktan gelip toprakta ifnâ
olacağından bedensel ibadetler, taatler ve
yaşantı önemli değildir. Oysa kardeşlerimiz
şunu unutulmamalıdır: Tevhidde, “tenzihsiz
teşbih müşriklik” olduğu gibi “teşbihsiz
tenzih zındıklık”tır.

3- Üçüncü gruptakiler tenzih ve teşbihi


tevhid ederek yaşantılarında şühudları ile
gerçek Melamiliği zevk ederler. Zahir
dediğimiz şeriat-ı ahkâmiye ve hakikat-i
Muhammediye ile Cenab-ı Hakk’ın kulun
istidat ve kabiliyetleri nisbetinde halk
dediğimiz mazharlardan açığa çıkışını
seyrederler. Ali İmran Suresinin 191.
158
âyetindeki “Allah abes hiçbir şey
yaratmamıştır.” idrakı ile her varlığı
yerinde, doğru ve güzel olarak müşahede
ederler. Zaten esmaları yerli yerinde görmek
ve muamelelerimizde farkıyla şeriatı
uygulamak lâzımdır. Bizlerin zahiri halk
bâtını Hak’tır. Allah “Allahlığını” kimseye
vermeyeceğine göre, bizler kendi kulluk
aynamızda Hakk’ı seyrederek yaşamaya
bakmalıyız. Her bir mazhar aynası Hakk’ın
açığa çıkışını gösterir. Orada tecellî eden ve
sana muhatap olan o mazharın istidadı
nisbetinde Hak’tır. Cenab-ı Hakk’a göre
iyilik kötülük yoktur. İyilik kötülük bizlere
göre vardır. Bu yüzden fiillerin cibilliyeti
göz önünde bulundurulmalı ve ona göre
hareket etmelidir. Yoksa her şeyin Hak
olduğunu iddia etmek ahmaklığın ta
kendisidir. Nisa Suresinin 79. âyetinde
“Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır. Sana ne
kötülük gelirse kendindendir...”
buyurulmaktadır.

Melamilikte vuslat, kendi varlığımızın


olmadığını, varlık sahibinin Hak olduğunu,
bütün varlıkların Hakk’ın varlığıyla var
159
olduğunu bilmektir. Halka hizmet Hakk’a
hizmettir. Her varlık Cenab-ı Hakk’ın kendi
mertebesinde açığa çıktığı bir âlet
durumundadır. Herkesi sevmek Hakk’ı
sevmek, insanlığa faydalı olmak Hakk’a
yardımcı olmaktır. Onun için hakiki
Melamiler hem bâtındaki sırların bedensel
ibadet ve taatlarıyla kendi mazharlarından
açığa çıkışını seyrederler, hem de bütün
insan ve varlıklarla olan münasebetlerinde
Hak’la muamele yaparlar. Hiç kimseyle
ihtilafa düşmezler. Her şeyi farkıyla görür ve
muamele ederler. Kendi nefslerini iyi
tanıdıkları için tevazu’ sahibidirler. Kibirlilik
hâlleri yoktur daima alçak gönüllüdürler. Bu
hâlleriyle toplumda sevilir, beğenilirler.
Peygamber efendimizin ahlâkının
yüceliklerine uyan özellikleri vardır. Şeriat-ı
ahkâmiye ve hakikat-i Muhammediye’den
zerre miktarı ayrılmadıkları gibi asla taviz de
vermezler. İşte hakiki Melamiler bunlardır.
İnşallah, Allah bizleri de bu zümre
Melamilerden eylesin. Âmin.

160
HAC VE UMRE RİSALESİ

‘Hac’ kelimesi ‘ziyaret’ anlamındadır.


Ali İmran Suresinin 97. âyetinde “Orada
açık alâmetlerle İbrahim’in makâmı vardır.
Kim oraya girerse taarruzdan emin olur.
Azık ve binek bakımından yoluna gücü yeten
herkese Kâbe’yi haccetmesi Allah’ın kulları
üzerinde hakkıdır. Kim inkâr ederse bilsin ki
Allah âlemlerden müstağnidir.” (3-97) ve
Hac Suresinin 27. âyetinde “Bütün insanlara
haccı ilân et. Gerek yaya olarak gerekse
bineklerle senin huzuruna gelsinler.”
(22-27) buyrulmaktadır.

Peygamber Efendimiz de “Ey insanlar!


Üzerinize hac farz kılınmıştır. O hâlde
haccediniz.” buyurmuşlardır.

Haccın üç farzı vardır. Bunlar:


1- İhrama girmek,
2- Arafat’ta vakfeye durmak,
3- Kâbe’yi tavaf etmektir.

161
1- İhrama girmek: Zahirde hacca
gidenler Mekke yolu üzerinde ‘mikat’
denilen yerde dikişsiz iki parçadan ibaret
olan bir elbise giyerler. Buna ihrama girmek
denilir. İhrama girmek suretiyle daha
Allah’ın zatını remzeden Kâbe’ye varmadan
önce kendisine nisbet ettiği fiillerini,
sıfatlarını ve vücudunu ifnâ ettiğini gösterir.
Sonra “Lebbeyk, Allâhümme lebbeyk,
lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk. İnnel hamde
ven-ni’mete vel-mülke lâ şerike leke” yani
“Buyur Allah’ım, buyur çağrına koşup
geldim. Buyur. Ortağın yoktur Sen’in. Buyur.
Hamd Sana’dır. Nimet Sen’indir. Ortağın
yoktur Sen’in.” telbiyesi ile tecellî-i efâli,
tecellî-i sıfatı ve tecellî-i zatı görmeyi ister.
Kesif olan kulun, fenâ olmadan
kesafetinden çıkması mümkün değildir.
Dolayısıyla Hakk’a şühûdu ve müşahedesi
söz konusu değildir. Bir kişi zahirde yaptığı
icraatının bâtınını bilmelidir. Bâtınını
bildiğinin de uygulamasını zahirde
yapmalıdır. Siretin suretten tecellîsini
tevhid ederek yaşayamayanlar Allah’ın

162
muradı olan hac farzını hakikatte yerine
getirmiş olamazlar.
Fena-i efâl, fena-i sıfat, fena-i zat
nisbiyetlerinden soyunmayı zevk ederek
tecellî-i efâl, tecellî-i sıfat ve tecellî-i zatı
idrak edenler, Zat-ı ahadiyet olan o Kâbe’yi
şühûd ve müşahede edebilirler. Bu şühûd ve
müşahede de mürşidsiz olamayacağı için bir
mürşide gitmek farz denmiştir.
Şu hâlde ihrama girmek kişinin kendi
varlığını Hakk’ın varlığında yok etmesi
demektir. Kendi varlığı yok olan bir kişi
ihtiyarî bir ölüm hâlinde olduğu için;

Meyyit gibidir önünde cismim


Karşında göründü böyle resmim
İhram tenimde bir kefendir
Altındaki bir ölü bedendir
Ama bu bedende can senindir
Can mı yalnız cihan senindir.
Diyerek gönül tecellîlerini dillendirir.

163
2- Arafat’ta vakfeye durmak: Arafat,
Hakk’a ârifiyet demektir. Kendi varlığını
Hakk’ın varlığında yok edenler, zanlarında
kendilerine nisbet ettikleri o kesafet
vücudlarını ifnâ ettikleri için Hakk’ı zahir,
halkı bâtın olarak görmeye başlarlar. Orası
Hakk’a ârifiyet yeridir. Bakara Suresinin
115. âyetinde “Doğu ve batı Cenab-ı
Allah’ındır. Hangi tarafa yönelirseniz
Allah’ın yüzü oradadır.” (2-115)
buyrulmuştur. Kesret her ne kadar halk ise de
onların hepsinden tecellî eden Cenab-ı
Hakk’ın vahdaniyetidir. Cenab-ı Hakk’ın
vahdaniyetini zevk edenler halkı göremezler.
Zira halk dediğimiz kesret butûna geçmiştir.
Yani kişi Hakk’a ârif olmuştur. Nasıl
Arafat’ta vakfeye durmak Kâbe’ye doğru
dönerek ayakta dua etmekse vücud ülkesinde
ruhullah olan bir kişide de tırnağından saç
teline kadar bütün sıfatlarından ruhun ilânı
söz konusudur. Onun için “Arafat’ta yapılan
dualar anında kabul edilir.” buyrulmuştur.
Çünkü Cenab-ı Hakk’ın kendisinin yaptığı
dua elbette reddolunmaz. Bütün tafsilât-ı
Muhammediye’den tecellî eden Allah’ın
vahdaniyetidir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî
164
Hazretleri “ ‘Enallah’ diyen ikidir. Biri
‘Enallah’ ifadesindeki Allah ismidir. Biri
dahi insan-ı kâmildir. İnsan-ı kâmili bulup
onun gönlüne girenler, harem-i şerife
girmişlerdir. Girmeyenler dışarıda
kalmışlardır.” diyor. Onun için “Fedhulî fi
ıbâdî vedhulî cennetî” (89-29,30) âyetleri
bunun şahididir. Bunu idrak ettinse Arafat’ta
vakfenin ne demek olduğunu anlamışsın
demektir.
3- Kâbe’yi tavaf etmek: Zahirde tavaf
hacıların Kâbe etrafında yedi defa
dolaşmalarıdır. Nasıl Allah’ın zatını
remzeden, taştan yapılmış Kâbe’yi hacılar
üçü çalımlı dördü de sakin olarak etrafında
dönerek tavaf ediyorsa aynen onun gibi bir
sâlik de mürşid-i kâmilinde üç fenâ, dört
bekâ merâtibini tahsil etmek suretiyle
yeryüzünde Allah’ın zatını remzeden canlı
Kâbe durumundaki insan-ı kâmilleri tavaf
etmektedir. Çünkü bu ilim ve irfâniyeti
mürşid-i kâmilden başka hiçbir yerden elde
etmek mümkün değildir. Erzurumlu İbrahim
Hakkı Hazretlerinin hocası Fakirullah Efendi
hüccâcın önüne geçip nereye gittiklerini
165
sorduğunda hüccâc da hacca gittiklerini
söylemişler. Onlara “Gelin beni yedi defa
tavaf edin sizleri hacc-ı ekber yani büyük
hacı edeyim.” demiştir. Beni tavaf edin
demesinden maksat onun etrafında yedi defa
dönmek değil, onda yedi merâtib-i ilâhinin
tahsil edilmesidir. Fakirullah efendi şöyle
diyor: “Kâbe, Kâbe olalı Allah hiçbir zaman
oraya girmedi. Fakat bu fakirin gönlünden
de hiçbir zaman çıkmadı”
Kâbe’nin dört köşesi vardır:
1- Hacer-i Esved köşesi
2- Yemânî köşe
3- Şâmî köşesi
4- Irakî köşesi
Cenab-ı Hakk’ın zat-ı ahadiyet tecellîsi,
rahman olan sıfatından zahir olduğu için
Kâbe’deki tavafa Hacer-i Esved köşesinden
başlanır. Aynı şekilde kâinattaki Allah’ın
halifesi rahman olan insan-ı kâmil sıfatından
tavafa başlarız. İnsan-ı kâmiller kâinatta
Allah’ın hüviyyet ve eniyyetini cem ederek
kemalâtıyla zuhura getirdikleri için tavaf
166
insan-ı kâmilden başlar. Onların elini öpmek
de Hacer-i Esved’i öpmek demektir. El ele,
el Hakk’adır. Taş şahitlik yapamaz ama onun
remzettiği insan-ı kâmiller şahitlik yapabilir.
Araf Suresinin 172. Âyetinde “… ‘Ben sizin
Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da,
‘Evet, şahit olduk ki Rabbimizsin’
demişlerdi…” (7-172) buyrulmuştur. Nasıl
evvela Hacer-i Esved’i istilam ederek ilm-i
ezeliyetimiz olan ervah âleminde “Sizi
ziyaret edeceğime söz vermiştim.” ifadesiyle
verdiğimiz sözü yerine getiriyorsak
günümüzde de bir mürşid-i kâmile gelip söz
vermek de bunun gibidir. İşte verdiğimiz bu
sözle “Sözümde durarak ziyaretinize geldim.
Sizi tavaf ediyorum. Şahid ol.” diyerek
“Bismillâhî Allahü Ekber” ile tavafa başlarız.
İnsan-ı kâmille sâliklerin “bezm-i elest” adı
verilen diz dize telkin aldığı anda verdiği
sözle mürşidindeki merâtib-i ilâhiye tahsiline
başlaması aynıdır.
Bir kişi “Subhanallahu velhamdülüllahi
velâ ilahe illalahu Allahü ekber velâ havle
velâ kuvvete illâbillahil aziym” tesbih
zikriyle nefs-i emmare dediğimiz şeytanî
167
hâlinden melekleşmiş nefs-i mutmain hâli
olan Yemânî köşesine ayak basar. Yemânî
köşe ile Hacer-i Esved köşesi arasında
mutmain olmuş nefsin, kemalât hâline
gelesiye kadar iki köşe arasında da “Rabbena
atina fiddünya haseneten vefil âhireti
haseneten vegina azabennar.” “Ey Rabbimiz,
bize dünyada iyi hâl ver, âhirette de
merhamet ihsan et ve bizi Cehennem
azabından koru” “Rabbena firliğ veli
valideyye velil mü’mînine yevme yekümul
hisâb” “Ey Rabbim, annemi babamı ve bütün
mü’minleri hesap gününde mağfiret et.”
tesbihatıyle tavaflarını yaparak Cenab-
Hakk’ın rahman olan kemalât sıfatını elde
etmiş olur. Görüldüğü gibi süflî nefsin
terbiye edilerek itminan olmasından sonra
Cenab-ı Hak duayı kabul ediyor.
Üçü çalımlı ve koşarak, dördü de sakin
olarak tavaf yapılır. Her tavafın şahidliği için
Hacer-i Esved taşına istilam edilir. İster
vücud ülkesinde bâtın olan üç sıfatı (hayat,
ilim, irade) zahire çıkarmak için acele et,
isterse ikilik olan nisbiyet hâlinden bir an
evvel kurtulmak için efâlini, sıfatını ve zatını
168
ifnâ et. Bunları fiillerinle zahir olarak
yaşayamazsan tavaf etmiş olamazsın. Dördü
de sakin olarak yapılır. Bunun anlamı işitme,
görme, kelâm ve kudret sıfatlarını zahir
olarak kendinde fiillerinle yaşamaktır.
Nasıl Kâbe’de bu şekilde dönülüyorsa
gönül Kâbe’sinde de yapılan tavafla
mutmain olmuş sıfatlar Cenab-ı Hakk’ın
rahmaniyetine mazhar olmuş olurlar. Siretin
suretten zuhuru ile hem fenafillahı hem de
bekabillahı zevk ederek yaşayanlar hac
farzını yerine getirmişlerdir. Mısrî Niyazi
Hazretleri bir ilahîsinde şöyle diyor:
“Savm u salât hac ile sanma zâhid biter işin
İnsan-ı kâmil olmaya lâzım olan irfan imiş”
Kâbe’de nasıl dört köşe varsa insanın
gönül Kâbe’sinde de dört köşenin tecellîleri
vardır:
1- Şeytanî tecellîler
2- Nefsânî tecellîler
3- Melekî tecellîler
4- Rahmanî tecellîlerdir.

169
Gönül Kâbe’sinin, 1- Hannan (Hak)
(çok merhametli), 2- Mennan (Muhammed)
(ihsanı bol), 3- Deyyan (Herkesin hakkını ve
hesabını en iyi bilen, veren), 4- Subhan
(Yarattıklarına benzemekten münezzeh olan
Allah) köşelerinin idraki olmadan fenafillah
olup bekabillah zevkleriyle zevkiyâb
olunamaz.
Hacer-i Esved Allah’ın sağ elidir. Onu
kim öperse Allah’ın elini öpmüş olur. İnsan-ı
kâmiller de yeryüzünde Allah’ın
halifeleridir. Onların ellerini öpmek Cenab-ı
Hakk’ın elini öpmek demektir. Onun için
tahsil ve Kâbe’deki tavafa oradan başlanır.
Hac ibadeti de bir kişinin kendi insan-ı
asliyesini bulmasıdır. Tavaftan sonra İbrahim
makamında iki rekât şükranî namaz kılınır,
dua edilir ve ayakta üç yudum hâlinde
zemzem suyu içilir. Zemzem suyunu içerken
“Allah’ım senden faydalı ilim, geniş rızık,
kabul edilmiş amel ve her hastalıktan şifa
diliyorum.” diye dua etmek güzel olur.
Zemzem suyu insan-ı kâmillerin iki
dudaklarının arasından gönül Tur-i

170
Sina'sından tecellîsi olan ilm-i ledünü
remzetmektedir.
Cenab-ı Hakk’ın vahdet tecellîlerini,
kesret olan Hakk’ın kemalât sıfatlarında
tevhid yaparak Allah’ın Muhammed’le nasıl
seviştiğini görenler mutluluk içinde
kulluklarını idrak ederek acziyet içinde ve
muhtaç olduklarını dillendirecekler, bu idrâk
ve zevkleri ihsân ettiği için teşekkürlerini
dua hâlinde arz edeceklerdir. İbrahim
makamı emin beldedir. Neden emin
beldedir? İbrahim makamının bulunduğu
yerde, bir camekân içinde İbrahim (a.s.)’in
mermer üstünde ayağının izi vardır. Bu,
tevhid babası olan İbrahim (a.s.)’in yolunda
gittiği ve tarif ettiği tevhid yolunda
gidenlerin kurtuluşa ererek emin beldeye
ayak bastıklarının tasdikidir. İbrahim
makamında kılınan iki rekât şükür namazı da
bunu pekleştirmektedir.
Ayrıca haccın Safa ile Merve arasında
sa’y yapmak, Mina’da şeytan taşlamak,
Müzdelife’de vakfeye durmak, saçları traş
etmek, vedâ tavafı yapmak gibi vacîbleri de
vardır.
171
Safa ile Merve arasında üçü koşarak
dördü sakin olmak üzere yedi defa sa’y
yapılır. Üç sa’yın koşarak yapılmasının
nedeni kişinin ikilik hâli olan fenâ
mertebelerindeki celâl tecellîlerinin kişiyi
huzursuz ve mutsuz yapmasıdır. Bunlardan
bir an evvel kurtulmak için koşmak
gereklidir. İnsan-ı kâmil tahsilinde de
cehâletten, nisbiyetten ve şirklerden bir an
evvel kurtulmak lâzımdır. Yani ikilikten
kurtulmak için çok çalışmak gereklidir.
Dördü ise sakindir. Zira kulda nisbiyet
kalmadığı için bekâ mertebelerinde sakinlik
söz konusudur. Hakk’ın her an ayrı
tecellîlerinin zevki vardır. Merve demek
kulluk demektir. Safa demek ise selâmete
çıkmak demektir. Bizler de kulluktan yani
ikilikten yedi sa’y sonunda selâmete
çıkanlardan olmuş oluyoruz. Sa’y Safa
tepesinde bitince hiçbir gayriyet kalmadığı
idrakiyle tıraş olunarak ihramdan çıkılır.
Zemzem suyu insan-ı kâmillerden tahsil
edilen ilm-i ledün diye vasıflandırdığımız sır
ilimleri, esrar ilimlerini remzeder. Çünkü
insan-ı kâmiller Tuba ağacıdırlar. Onların
172
kökleri arş-ı âlâ’da, dal ve meyveleri
yerdedir. Onlar ilhamlarıyla ledün ilmini
bizlere bardak bardak sunmaktadırlar. Bu
zemzem suyunu da onlardan başka hiçbir
yerde taze taze bulmak mümkün değildir.
Kıyamda durmak Hakk’ın fiilleri ile açığa
çıkışını remzetmektedir. Onların bu ilm-i
ledünü kelâm fiili ile zuhura geldiği için
ayakta içilmektedir. Kıyam ayakta durmaktır.
Üç gün boyunca, toplam yetmiş taşla,
büyük şeytan, orta şeytan, küçük şeytan
taşlanır. Bunun mânâsı şudur: Büyük şeytanı
taşlamakla kendi varlığımızı, orta şeytanı
taşlamakla kendi sıfatlarımızı, küçük şeytanı
taşlamakla da kendi efâlimizi taşlamış
oluyoruz. Kendimize nisbet ettiğimiz
varlığımızın, sıfatlarımızın ve fiillerimizin
bizim olmadığını kabullenerek şeklen ve
bâtınen bu taşlama işini yapmış oluyoruz.
Büyük şeytana yedi taş attıktan sonra
kurbiyetimiz gereği kurban kesiyoruz. Yani
varlığımızı Hakk’ın varlığında yok edip
ruhullah sahibi olduğumuzda ruhun sıfatlara
tecellî ederek aslını göstermesi ‘kurban’
olmuş oluyor. Kurban kurbiyet demektir,
173
yani sıfatlara yaklaşmak demektir.
Sıfatlarımızın tecellî pınarı olan ruhun her
emrine teslim olduğunu gösterir. Yani
kurban, ruhun sıfatlarımızdan kemalâtıyle
zuhura gelmesi anlamındadır.
Hüccac Arafat’ta öğle ile ikindi
namazlarını (cem-i tehir) cem ediyor.
Müzdelife’de de akşam namazı ile yatsı
namazını cem ediyor. Bunların remzettiği
mânâ ikilikteki sıfatlarımız zata vuslat
bulduğunda yani zatın idaresi altında cem
olduğunu zevk edince sıfat ayrı zat ayrı
mütalaa edilemez. Öğle namazı sıfatı, ikindi
namazı da zatı remzetmektedir. Namaz
müminin miracı, miraç da da Allah’la
beraber olmak, konuşmaktır. Sıfatlardaki
tecellîlerin zatın olduğunu irfâniyetle bilmek
öğle ile ikindiyi cem etmektir. Akşam ile
yatsı namazının cemi ise Müzdelife’de
olmaktadır. Yani ruhun sıfatlarından zuhur
etmesiyle cem edilmiş olunur. Kısaca şunu
anlıyoruz ki halkın Hak’ta birleşme idrakı
vahdaniyette olduğu için Arafat’ta cem ettik.
Hakk’ın da halkta tecellîsi ile yani kesrette
zuhurâtıyla Müzdelife’de cem ettik demektir.
174
Kadınlar erkeklerin arkasında namaz
kılarlar. Ancak Kâbe’de kadınlar erkeklerin
önünde de namaz kılabiliyor. Neden? Çünkü
Kâbe Allah’ın zatını remzeder. Orada kadın
erkek diye kesret yoktur. Yalnız insan vardır.
Bütün nehirlerin suları deryaya ulaştığında
deryadaki suların hiç biri artık ‘Ben şu
nehrin suyuyum, diğeri ‘Ben bu nehrin
suyuyum’ diyemediği gibi Kâbe’de de kadın
erkek diye bir şey olamaz. Orada kılınan
namaz gönül Kâbe’sinde kılınmaktadır.
Cenab-ı Hakk’ın Muhammed sıfatlarından
cinsi, ırkı, rengi, dili ayrı ayrı oldukları hâlde
Âdem diye vasıflandırılan bu insanlardan
Allah ve Muhammed’in nasıl seviştiğini,
nasıl âyan beyan görüldüğünü, herkesin
cennet-i âlâ’da yaşadığını görmemek
mümkün değildir. Orada süflî nefse yer
yoktur. Vahdette, yalnız insan vardır. Bir
ağacın dallarının ana gövdeden ayrı
olmaması gibi. İşte onun için kadınların önde
erkeklerin arkada namaz kılmaları dahi
mahzurlu sayılmaz.
Zahirde emr-i ilâhi olarak ömrümüzde
bir defa hac farizası yapılmalıdır. Batînen de
175
bir defa bir insan-ı kâmilden bu merâtib-i
ilâhiye olan fenâ ve bekâ tahsilini yapıp zevk
etmemiz lâzımdır. Bâtın haccını bir insan-ı
kâmilden tahsil ettikten sonra zahirini de
bizzat yerinde Resûlullah Efendimizin
yaptığı gibi oraları da görerek zahir ve bâtını
tevhid ederek yaşama geçirmek lâzımdır.
Yoksa imkânları varken yalnız haccın
zahirini yapıp bâtınını yapmamak eksiklik
olduğu gibi bâtınını yapıp imkânları olduğu
hâlde haccın zahirini yapmamak da
eksikliktir. Bu eksiklik tek kanatlı kuşa
benzer. Tek kanatlı kuşun uçması mümkün
değildir. Siretteki zevklerini bizzat
remzedildiği mahallerde zahir ve bâtınını
birleştirerek tevhid zevkiyle zevkiyâb
olmaları Cenab-ı Hakk’ın muradıdır.
Hac Mekke şehrindeki Kâbe’yi
ziyaretten ibaret değildir. Bu ziyaret bir
rumuzdur. Haccın sırrı insan-ı kâmilden
meratib-i ilâhiyeyi tahsil ederek yedi
mertebedeki Hakk’ın tecellîlerini zevk
etmektir.

176
Umre haccının iki farzı vardır:
1 - İhrama girmek
2 - Kâbe’yi tavaf etmek
Safa ile Merve arasında sa’y yapmak,
tıraş olmak gibi vacibleri de vardır. Umre
hacca göre çok kolaydır. Arafat’ta vakfe
yoktur. Şeytan taşlama yoktur. Kurban
kesme yoktur.
Tevhidde fenafillah olan kardeşlerimiz
umre yapmış sayılırlar. Tevhid-i efâl, tevhid-
i sıfat, tevhid-i zat mertebelerini ilme’l zevk
edenler fenafillah olmuşlardır. Allah
cümlemize bu zevkleri ihsan eylesin. Âmin.

177
HER SENE KURBAN KESİLİR Mİ?

Kurban, kurbiyet yani yaklaşmak


demektir. Bunun da iki yüzü vardır:

1- Zahir yüzü
2- Bâtın yüzü

Zahirde kurban zengin olanların Allah


için küçük veya büyükbaş hayvanlardan
kesilmesidir. Allah için kesilen kurban
etlerininin bir bölümü fakir fukaraya, bir
bölümü eşe dosta dağıtılır. Bir bölümü de
aile efradıyla yenir. Böylece Hak ve hakikat
için senede bir defa bu fedakârlık yapılmış
olur. Hanefi mezhebine göre vaciptir. Şafii,
Hanbeli ve Maliki mezheplerine göre de
sünnettir. Bu ibadetle fakirler doyurulduğu
gibi bedenen ete olan ihtiyacımız da
karşılanmış olur ki bu İslâm dininin birlik-
beraberlik, paylaşım gibi emirlerini yerine
getirmek demektir. Hem kendimize hem de
ümmet-i Muhammed’e faydalı olmak
İslâmın genel kaidelerindendir.

178
Bâtınında ise kurbanın “Koç kurbanı”
ve “Can kurbanı” olmak üzere iki yüzü
vardır.

Kendimize nisbet ettiğimiz varlığımızı,


benliğimizi ihtiyarî bir idrakla ifnâ etmek
yani yok etmek, “koç kurbanı” demektir.
Kendimize nisbet ettiğimiz efâlimizin,
sıfatımızın ve vücudumuzun olmadığını
anlayarak fenafillah olmaktır. Yani ihtiyarî
olarak “ölmeden evvel ölerek” kendimize
nisbet ettiğimiz varlığımızın Hakk’ın varlığı
olduğunu idrak etmek koç kurbanıdır. Zira
kendimizin diye bildiğimiz bu varlığın
olmadığını anlamak Hakk’a yaklaşmamıza
vesiledir. Bu koç kurbanı bizi ikilikten kesip
birliğe vuslat buldurur. Fenafillah olarak
“Mûtu kable ente mûtu” sırrına eren bir
kişinin varlığı kalmadığı için bu koç
kurbanını ömründe bir defa keser. İkinci bir
varlığı olmayanın koç kurbanı kesmesi
mümkün değildir. “Ölmeden önce ölünüz”
sırrına eremeyenler ıztırarî ölümlerinden
önce bu sırra erişmek için gayret
sarfetmelidir.

179
Ruh birliğine eren bir kişinin,
sıfatlarından o ruhun yüceliklerini rahman
sıfatı olarak zuhura getirmesine de “can
kurbanı” diyoruz. Zira ruhun sıfatlardan
rahmaniyetinin tecellîsi, ruhun sıfatlara
yaklaşmasıdır. Buna “candan canana erme”
de diyebiliriz. İnsanda can güneşi bir defa
doğduysa o güneş bir daha batmaz.
Ruhumuzun sıfatlarından kemalâtıyla
tecellîsi zuhur etmişse, ister koç kurbanı
isterse can kurbanı olsun bir defa kesilir. Koç
kurbanı veya can kurbanı kesilememişse o
zaman hayat boyu kurban kesmeye her sene
devam edilir. Koç kurbanı ve can kurbanı
kesenlerde Hakk’ın dâimî bir beraberliği
zuhur eder. Yeter ki gönül evinde bu
güneşleri doğduralım. Doğan güneş artık
batmaz, dolanır durur.

Zahir yönüyle zengin olanlar her sene


mutlaka kurban kesmelidir. Resulullah
efendimiz her sene kurban kesmiş ve
“Ben iki kurban atasının evladıyım”
buyurmuşlardır. Böyle yaparak kurbanın
hem bâtınını hem de zahirini yapmıştır.

180
Çünkü her sene birisi kendisi için, birisi de
ümmeti için kurban kesmiştir.

Cenab-ı Allah bizleri de hem zahir hem


de bâtın kurban kesenlerden eylesin. Âmin.

İSLAMİYETTE DEĞİŞMEYEN ÜÇ
KÂİDE

İslamiyette değişmeyen üç kâide vardır.


Bunlar şunlardır:
1- Vahdet 2- Tevhid 3- Teslim

VAHDET

Cenab-ı Hak bu kesret âleminde


zerreden kürreye kadar her varlıkta zatını
ilan etmiştir. Bütün varlıklar onunla
kâimdirler. Onun tecellî etmediği hiçbir
varlık yoktur. Zat yönüyle evvellerin evveli
âhirlerin de âhiri olmasına rağmen, tecellî
ettiği sıfatlarda esma aldığı için, ruh-i
181
cemadî, ruh-i nebâtî, ruh-i hayvanî, ruh-i
insan gibi isimler alması onun
vahdaniyetinin bir gereğidir. Bu suretlerin
siretini görenler bilir ki halktan görünen zat
ve sâbit sıfatlarıyla Hak’tır. Halkın fiilleri,
sıfatları ve esmaları sürekli değişmesine
rağmen, Hak zat ve sıfat-ı sübûtiyesiyle
vahdet hâlinin her devirde değişmeyen
zuhurudur. Hak yönüyle o dâim ve bâkidir.
Cenab-ı Hak bütün varlıklardaki istidat ve
kabiliyetlerine göre her devirde zatıyle,
nurunu, ruhunu, aklı ve kalemi vahdet
tecellîsiyle devam ettirmektedir.

TEVHİD

Tevhid, her mertebe ve boyutta, esma


ve suretlere aldanmadan, Allah’ın, zatından
sıfatlarına, sıfatlarından esma alarak
fiilleriyle açığa çıkmasını, O’nun tecellîsinin
bir gereği olduğunu bilmek, suretten sireti
görme hâli demektir. Tevhid iki varlığın
birlenmesi değildir. Çünkü Allah’ın
mülkünde O’ndan başkası yoktur ki olmayan
iki veya daha fazla varlığı “birlemek” söz
182
konusu olsun. Tevhid Hakk’ın halk
suretinden tecellîsini görerek hareket
etmektir. Halktaki Hakk’ı görenler, halka
ayrı bir vücud vermezler. Halka ayrı
muamele yapmazlar. Halkla Hakk’ın bir
olduğunu bilerek konuşur, görüşür ve
muamelelerini buna göre yaparlar. “Halka
hizmet Hakk’a hizmettir.” diye boşuna
söylenmemiştir.

TESLİM

İslâmiyette teslim, zandaki, hayaldeki


bir Allah’a teslim olup inanmak değildir.
Çünkü Allah zandan ve hayalden
münezzehtir. Her varlıkta zatını ilan eden
odur. O zaman, bu yaratılan varlıkların
dışında bir Allah aramak, zannetmek, hayal
etmek akıl kârı mıdır?

Şuara Suresinin 213. âyetinde “Öyle


ise sakın Allah ile beraber başka bir ilâha
yalvarma, sonra azaba uğratılanlardan
olursun!” (26-213) buyurulmaktadır. Âyetten
anlaşılacağı üzere sizin varlığınızın Hakk’ın

183
varlığı olduğunu unutarak, O’nun akıl, fikir
gibi nimetlerini kullanarak hayalde ve zanda
bir Allah yaratarak ona ibadet etmemek
gerekmektedir.

Allah, vücut ülkenizde, sizin diye


bildiğiniz sıfatlarınızdan esma alarak
fiilleriyle zatını ilan etmiş ve sizden icraatını
yapıp durmaktadır. Kendinizi yakın takibe
almayarak, zatını bütün varlıklarda ilan eden
Allah’ı bu varlıklarda değil de hayalde ve
zanda yarattığınız bir ilaha teslim olmanız ne
kadar gülünçtür!

Evvela mürşid-i kâmil mazharından


Rabbim, kendimize nisbet ettiğimiz
varlığımızın olmadığını, fenâ-i efâl, fenâ-i
sıfat, fenâ-i zat yapmak suretiyle öğretti.
Sonra Hakk’ın zatının zatımızda, sıfatlarının
sıfatlarımızda, efâlinin de fiilleriyle bizim
istidat ve kabiliyetimiz nisbetinde
kulluğumuzdan nasıl zuhur ettiğini gösterdi.
Teslimiyetimizin ayrı bir varlığa değil, bizde
olan Rabbimize olduğunu anlamış olduk.
Bizi bizle sevk ve idare edenin Rabbimiz
olduğunu bilerek ona külli teslim olduk.
184
İSLÂMİYETTE YAŞAM NASIL
OLMALIDIR?

İslâmiyeti yaşaşayabilmek için dört


prensibi uygulamak lâzımdır. Bu dört prensip
şunlardır:

1- İtikad
2- Amel
3- Muamele
4- Ahlak

1-İTİKAD

İtikad, Allah’a gönülden inanmak


demektir. Bu inanış sıdk ile tasdik
edilmelidir. Ayrıca, peygamberlere,
meleklere, semavî kitaplara, hayır ve şerre,
âhirete, öldükten sonra dirilmeye de iman
etmek demektir.

a) Yaratılan bu varlıklardan ayrı


olarak, zanda ve hayalde yaratılan, bizlerin
içini dışını gören ve bilen bir Allah yoktur.
185
Zira Allah hayal ve zandan münezzehtir.
Avam seviyesinde bir inanç içinde olanlar
zanda ve hayalde yarattıkları Allah’a
inanarak hakikatten yoksun, gaflet içinde
ömürleri müddetince dünya ve âhirette
azaptan kurtulamamaktadırlar. Cenab-ı Allah
“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim
ve bu kâinatı yarattım.” dediği hâlde, zanda
ve hayalde O’nu yaratmak, aramak Şuara
Suresinin 213. âyetine ters düşmektedir.
Âyette şöyle buyuruluyor: “Öyle ise sakın
Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarma,
sonra azaba uğratılanlardan olursun!”
(26-213) Bu âyetle, insan varlığının kendine
ait hiçbir şeyi olmadığı hâlde, kendisine
nisbet ettiği aklı ve fikriyle hayalinde
yarattığı bir Allah’a ibadet etmesi
yasaklanmaktadır.

b) “Allah vardır, bu varlıklar Allah’ın


gölgesidir.” derler. “Allah nerededir?”
denildiğinde “Nerede anarsan oradadır.”
Hatta “Allah görünmekten, bilinmekten,
zaman ve mekândan münezzehtir.” derler.
Bu idrakle söylenen bu sözler Allah’ın sıfat
ve esma almazdan evvelki hâli olan mutlak
186
zatı için söylenir. Allah gölgeden de
münezzehtir. Hz. Muhammed’in gölgesi
yoktur derken onun nuranî bir vücuda sahib
olmasından mütevellit bu ifade
kullanılmaktadır. Nurun gölgesi olmadığına
göre nasıl olur da Allah’ın gölgesi olur? Nur
Suresinin 35. âyetinde “Allah, yerlerin ve
göklerin nurudur…” (24-35) buyurulmuştur.
Şu hâlde ilmi, irfaniyeti ve kemalâtı eksik
olanların bilinçleri de bu seviyededir.
Bunların da dünya ve âhirette huzur ve
mutluluğu elde etmeleri mümkün değildir.

c) Allah zerreden küreye kadar her


varlıkta kendini ilan ettiğine göre, her sıfatta
zatını ilan eden de yine O’dur. Her varlık
Allah’la mevcuddur. Allah, bu varlıklarla
‘var’ değildir. Cenab-ı Allah her varlıkta
zatıyle mevcud, sıfatlarıyla mevsuf,
esmasıyla malûm ve fiilleriyle zahir olarak
görünmektedir. Her varlığın istidat ve
yaratılma gâyesi neyse yerine göre,
bünyesinde mühendisliğini de, ressamlığını
da, fabrikasını da koymuş ve zuhura
getirmiştir. Bu varlıklar bunu bilseler de
bilmeseler de O her an gizlilikten açığa
187
çıkmış ve çıkmaktadır. Onun için bizler,
“bilinmezlik ve görünmezlik”te iken O’nu
fiilleriyle zahir olarak seyretmekteyiz.

Bir elma çekirdeğini toprağa


diktiğimizde ona ‘çekirdek’ diyoruz. Ağaç
hâline dönüşünce ona artık ‘çekirdek’
demiyoruz ‘elma ağacı’ diyoruz. Dalları
teşekkül ettiğinde ‘elma ağacının dalları’
diyoruz, yaprakları teşekkül ettiğinde ‘elma
ağacının yaprakları’ diyoruz. Görüldüğü gibi
her bir aşamada ismi de şekli de değişiyor.
Ama ‘çekirdek’ demiyoruz. Aynen bunun
gibi, Cenab-ı Hak da zatından kulluğuna
kadar bütün mertebelerde tecellîsini
gösterdiği hâlde o mertebelerde O’na ‘Allah’
diyemeyiz. Tecellî ettiği sıfatın esmasını
söyleriz. Onun için bizleri bu mertebelerdeki
tecellî cinsleri aldatmasın. Gördüğümüz her
varlıktan bizlere “Hakk’ım” diye hitap
gelmektedir. Maalesef bizler irfaniyet ve
kemalât eksikliğinden mütevellit ya o
varlıkların siretini göremediğimiz için bu
hitabı duymuyoruz.

188
Rahman Suresinin 26 ve 27. âyetlerinde
“Kullü men aleyhâ fân” “ve yebgâ vechu
rabbike zülcelâli vel ikrâm” “Her şey
yoktur, Rabbinin yüzü bâkidir.” (55-26,27)
buyurulmuştur. Her şey Hak’la kâimdir.
Bütün sıfatlardan cemalini gösteren o’dur.
Onun için evvela itikatımızı düzeltmeliyiz.
İtikatımızı düzeltmediğimiz müddetçe bütün
amellerimizin boşa gideceğini unutmayalım.
Nisa Suresinin 136. âyetinde “ Ey iman
edenler! Allah'a, Peygamberine,
Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce
indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah'ı,
meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve
âhiret gününü inkâr ederse, derin bir
sapıklığa düşmüş olur.” (4-136)
buyurulmaktadır. Allah, mutlak zatından
sıfatlarına, sıfatlarından da esma alarak
fiilleriyle zahir olması ile zerreden kürreye
kadar tafsilat-ı muhammediye sıfatlarından
cemalini seyretmektedir. Bunu anlamalı ve
itikadımızı buna göre düzeltmeliyiz.

189
2-AMEL

Amel, yapılan iş, fiil anlamlarına


geldiği gibi ibadeti yerine getirmek için
yapılanlar anlamına da gelir. Amelde niyet
ve şuur önemlidir. Bir kişi bir işi ne niyetle
yapıyor ve yaptığı işin bilincinde midir, buna
bakmak lâzımdır. Amel İslâmın emrettiği
ibadetlerle sınırlı değildir. İnsanların amelleri
inançları doğrultusundadır. Bütün
amellerimizin kaydı yapılmaktadır. Adeta
yaptığımız her amelin fotoğrafı
çekilmektedir. Vücudumuzu, nefsimizi,
aklımızı, ruhumuzu kullanarak yaptığımız
ameller önümüze konulduğunda inkâr
etmemiz mümkün olmayacaktır.

İrade Allah’ın olduğu hâlde kendimize


de bir cüzi irade vererek, vücut ve nefsimizi,
Cenab-ı Hakk’ın yasak ettiği işlerde
kullandıysak elbette sorumluyuz. Ameller
muamele ile birlikte görülmektedir.
Çalışmamız, çocuğumuzu yetiştirmemiz,
komşularımızla olan münasebetlerimiz,
bütün insanlarla olan ilişkilerimiz,
yaşantımız müddetince her türlü
190
muamelelerimizde amellerimiz vardır.
Fussilet Suresinin 46. âyetinde “Kim iyi amel
işlerse kendi lehinedir. Kim de kötülük
yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin, kullarına
zulüm yapmaz.” (41-46) buyurulmaktadır.
Senin bu âlemde çalışman ve çabalaman
Hakk’ı bilmek olsun. Hakk’ı bilmekten üstün
bir amel yoktur. Dünyadaki azaptan
kurtulmak istiyorsan, Hakk’ı bilmeme
cehâletinden kurtul ârif ol. Bütün
mutsuzluklar cehâlettendir. Cehâlet Allah’ın
bir kahrıdır. Hastalıklar ve sakatlıklar ise bir
lütuf ve imtihandır.

3-MUAMELE

Gündelik yaşantımızda, eşimizle ve


çocuklarımızla, komşularımızla, iş yerinde
çalışma arkadaşlarımızla ilişkilerimiz, alış-
verişlerimiz, ticaretimiz, Allah’ın yarattığı
varlıklara farkıyle davranışlarımızın hepsi
muamele bölümünü teşkil eder.

Her bir varlık Hakk’ın varlığı ile vardır.


O varlıkların kendilerine ait bir varlığı
yoktur. O hâlde bizim o varlıklarla olan
191
muamelemiz Hakk’a muamelemiz değil
midir? “Halka hizmet Hakk’a hizmettir.”
denilmiştir. Onun için bilelim ki kiminle
temas kuruyorsak Hak ile temastayızdır.

Cemadata, nebatâta, hayvanata ve


cahilinden âlimine kadar her türden insana
muamelemiz farkıyla olmalıdır. Bilhassa
yuvamızda, eşimize olan muamelemiz,
çocuklarımıza olan muamelemiz,
komşularımıza ve iş yerindeki amirimize,
emrimiz altındaki memurlarımıza olan
muamelemiz nasıldır? Sinirlilik ve kalp
kırma hâli midir, gönül alma, alçakgönüllü
olma hâli midir? Davranışlarımızı sürekli
gözden geçirmeli, yanlış olanlarından
uzaklaşmaya gayret göstermeliyiz ki
amellerimiz de güzel olsun. Amelle muamele
birlikte uygalanır. Amellerimiz güzel olursa
muamelemiz de amellerimizle uyumlu
olacaktır. İşte o zaman dünya ve âhirette
huzur ve mutluluğu yakaladık demektir.

192
4-AHLAK

Ahlak, bir toplum içinde kişilerin


uymak zorunda oldukları davranış biçimleri
ve kuralları olarak tanımlanır. Davranış
biçimleri ve kurallar, “emr-i bil maruf, nehy-
i anil-münker” olarak özetlenmiştir. Bu,
Allah’ın emrettiklerini yapmak ve yasak
ettiği şeyleri yapmamak demektir.

Bir gün bedevîler Ayşe validemize


“Resulullahın ahlakı nasıldır?” diye
sorduklarında Ayşe validemiz şöyle cevap
vermiş: “Siz Kur’ân okumuyor musunuz?
O’nun ahlakı Kur’ân ahlakıdır.” İnsanın
böyle bir ahlaka sahip olabilmesi için üzerine
düşen vazifeleri vardır. Bu vazifeler 1-
Allah’a karşı, 2- Peygamberine karşı, 3-
Kendi şahsına karşı, 4- Ailesine karşı, 5-
Ülkesi ve milletine karşı, 6- İnsanlığa karşı,
7- Allah’ın yarattığı bitki, hayvan gibi bütün
varlıklara karşıdır.

İslâmiyeti tam mânâsıyla yaşamak için


evvela itikatımızı düzeltmeli, amel ve
farkıyle muamele ile ahlakımızı
193
güzelleştirmeliyiz. Sonrasında da ebediyen
yaşayacakmışız gibi dünyaya çalışmalı, yarın
ölecekmişiz gibi de âhirete çalışmalıyız.

İki cihan serveri Peygamber efendimiz


“Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere
gönderildim.” buyurmuyor mu? Biz
ahlâkımızı nasıl Kur’ân ahlâkı hâline
getireceğiz? Allah’ın emrettiklerini ve
yasakladıklarını şüphesiz Kur’ân-ı
Kerîm’den okuyarak öğreneceğiz.
Kur’ân’daki emir ve yasakları iki maddede
kısaca ifade etmek gerekirse:

1- Yaptığın iş, hareket, davranış sana ve


senden gayri olan bütün varlıklara fayda
sağlıyorsa Allah’ın emrettiğidir,

2- Yaptığın iş, hareket, davranış sana ve


senden gayri olan bütün varlıklara zarar
veriyorsa Allah’ın yasak ettiğidir.

Cenab-ı Hak bizleri saydığımız bu dört


prensibi iyi bilen ve uygulayanlardan eylesin.
Âmin.

194
KABİR AZABI

Evvela kabirin ne olduğunu


öğrenmeliyiz. Çünkü kabirle mezar
karıştırılıyor.

Bu dünyada ıztırarî ölümle öldükten


sonra bedenimizin gömüldüğü toprağa mezar
denir. Ruhların gömüldüğü bu bedene de
vücut kabri denir. Kabir suali mezar denilen
toprak altında sorulmaz. Bu beden kabrinde
sorulur ve cevabı verilir. Ebedî âleme
hazırlıklar burada yapılır. Şu hâlde herkesin
bildiği gibi ölmüş kişilerin cesetlerinin
toprak altında bulunduğu yere mezar
diyoruz. Doğumumuzdan ruhumuzun
bedenden ayrıldığı güne kadar geçen sürede
ruhumuzu taşıyan bedene de beden kabri
diyoruz.

Bir hadîs-i şerifte “Kabirleriniz ya


cehennem çukurlarından bir çukur veya
cennet bahçelerinden bir bahçedir.”
buyurulmuştur. Ölünce her şey bitmiyor ki…
Evvela melekût âlemine, oradan ceberrut
âlemine, oradan da lahut âlemine
195
yolculuğumuz devam edecektir. Bu
dünyadaki nefsimizin terbiyesiyle, iyi
amellerimizle, güzel muamelelerimizle,
ahlâk güzelliğiyle ortaya çıkan hâl, bu
âlemden diğer âlemlere geçtiğimizde de
devam edecektir. İsra Suresinin 85. âyetinde
“Sana ruhtan sorarlar. De ki: ‘Ruh
Rabbimin emridir…’ ” (17-85) buyuruluyor.
Ruhun, Rabbinin emri dışında bir iş yapması
düşülünemez. Şu hâlde ruh tek başına azap
çekmiyor. Bedenin de kendine ait gücü,
kuvveti, aklı ve fikri olmadığı için sorumlu
olamayacağından azap görmesi söz konusu
olamaz.

Beden ülkesinde süflî nefs hükümdar


olduğunda, aklı ve bedeni kendi emrinde
kullanır, ruha hiç söz hakkı vermez. Bu
yüzden o kişi kabir azabındadır. Beden
ülkesinde nefs terbiye edilmek suretiyle ruh
hükümdar olursa, beden de, nefs de, akıl da
ruhun emrinde olacağından o kişi kabir azabı
çekmeyecektir. Çünkü artık ruh Rabbinin
emrindedir ve her işi huzur ve mutluluk
içindedir.

196
İnsan vücudundaki ruh, enerjidir,
hayattır. Tecellî ettiği sıfat ve mazharlarda,
istidat ve kabiliyetlerinin eksikliği varsa
gayriyette kalmaları onların azabı
olmaktadır. Bir elektrik cereyanını düşünün.
Kablonun içinde iken ne zararı ne de faydası
vardır. Çünkü elektrik cereyanı, ‘elektrik
cereyanlığıyla’ hiçbir icraat yapamaz. Ancak
bir ampülle irtibatlandırırsanız icraatını
görebilirsiniz. İrtibatlandırdığınız ampül 10
vatlıksa 10 vatlık ışık elde edersiniz. Ampül
100 vatlıksa 100 vatlık ışık elde edersiniz.
Demek ki, sıfatlardan tecellîsini göstermeden
sorumluluk olmuyor. Bu sorumluluk tek
başına ne ruhun, ne de bedenindir.
Sorumluluk sıfat dediğimiz nefsindir. Nefs
denen sıfatlarımız bir mürşid-i kâmilden nefs
terbiyesi ve nefs tezkiyesi görmediği
müddetçe kendisini ayrı, Hakk’ı ayrı
gördüğü için, bütün varlıkları da ayrı
görecektir. Dolayısıyla da ayrı gördüğü her
varlığa yaklaşımı süflî nefsin istekleri
doğrultusunda olacağından kendi menfaatini
ön plâna alarak muamele yapacaktır. Cenab-ı
Hakk’ın bu halk mazharlarından
tecellîsinden haberdar olmadığı için, süflî
197
nefsin doğrultusundaki hareket ve tutumu,
onun beynindeki nakıs ve itici enerjiyi
meydana getireceği için hiçbir zaman huzur
ve mutluluğu bulamayacaktır. Dünya denilen
bu beden ülkesinde azap gördüğü gibi, gönül
âlemi olan âhiretinde de kabir azabını
çekmeye devam edecektir. İsra Suresinin 72.
âyetinde “Kim bu dünyada körlük ettiyse
ahirette de kördür, yolunu daha da
şaşırmıştır.” (17-72) buyurulmuştur.

Dünyada, itikat, amel, muamele ve


ahlâkını güzelleştirmeyenler, elbette âhirette
de azab çekeceklerdir. Cenab-ı Hak bütün
inananları kabir azabından kurtararak, huzur
ve mutluluk olan cennetini daha bu âlemde
iken tadanlardan eylesin. Âmin.

198
KAÇ ÇEŞİT İNSAN VARDIR?

İnsan Cenab-ı Hakk’ın hüviyyet ve


eniyyetini kendisinde cem eden en yüce
varlıktır. Kur’ân’daki bazı âyetlerde insanın
özellikleri yaptığımız bu tanımla çelişiyor
gibi görünebilir. Mesela İbrahim Suresinin
34. âyetinde “…Şüphesiz insan çok zalimdir,
çok nankördür.” (14-34), Ahzab Suresinin
72. âyetinde “…Onu insan yüklendi. Çünkü o
çok zalimdir, çok cahildir.” (33-72) ve Araf
Suresinin 102. âyetinde “ Biz onların
çoğunda, sözünde durma diye bir şey
bulmadık. Ama gerçekten onların çoklarını
yoldan çıkmış kimseler bulduk.” (7-102)
buyurularak insanın cahil, sözünde
durmayan, zalim, nankör bir varlık olduğu
ifade edilmektedir. Aslında tanımımızla
âyetler arasında bir çelişki yoktur. Çünkü on
beş çeşit insan mertebesi vardır. Esfelden
âlâya, ayrıca insan-ı kâmil olasıya kadar 28
mertebede 28 tecellî zevkiyle zevklenmiş
insanlar görmekteyiz.

199
Nefs mertebeleri 7’dir. Birincisi nefs-i
emmare, ikincisi nefs-i levvame, üçüncüsü
nefs-i mutmainne, dördüncüsü nefs-i
mülheme, beşincisi nefs-i râziye, altıncısı
nefs-i marziye, yedincisi nefs-i safiyedir ki
saydığımız bu yedi mertebede ve bu
mertebelerin hâllerini üzerlerinde taşıyan
birçok insan toplumumuzda mevcuttur.

Ruh mertebeleri de 7’dir. Ruh


mertebelerinin birincisi tevhid-i efâl, ikincisi
tevhid-i sıfat, üçüncüsü tevhid-i zat,
dördüncüsü makam-ı cem, beşincisi
hazretü’l-cem, altıncısı cem’ül-cem,
yedincisi ahadiyetü’l-cemdir. Bu
mertebelerde de, bulunduğu mertebenin
zevkiyle zevklenmiş, dünyada iken âhiretini
yaşayan kardeşlerimiz mevcuttur. Nefs ve
ruh mertebelerinin toplamı on dörttür.

Bir de nefs ve ruh mertebelerini kendi


şemsiyesi altına almış olan “insan-ı kâmil”ler
vardır ki onlarla birlikte on beş sınıf insan
olduğu ortaya çıkmış olur. Hâl böyle olunca
sadece nefs mertebelerindeki insanları göz

200
önünde bulundurarak insanın, sadece
süflîyetinden bahsetmek akıl kârı değildir.

Cenab-ı Allah “Ben yeryüzünde bir


halife yaratacağım.” dediğinde, bu 15 sınıf
insanın ne olduğunu bilmeyenler, içlerinden
insan-ı kâmilin yaratılarak zuhur edeceğini
bildiren Cenab-ı Hakk’a secde etmeyerek
kovulanlardan oldular. Bizler inşallah
kovulanlardan olmayız. Her bir insanı
bulunduğu mertebe ve durumuna göre
değerlendirmek lâzımdır. Kötü ve eksik
insanlar olduğu gibi, iyi ve kemalâtlı
insanların da olduğu muhakkaktır. Bütün
insanları sadece noksanlıklarıyla
değerlendirmeyelim. İnsan denen varlığın en
üstün yaratılan bir varlık olduğunu
unutmayalım. İnsan nefs mertebelerinde
süflîyet gereği cahil ve nankör ise de,
ulvîyette ruh sahibi olmuş üstün bir varlık ve
yeryüzünde halifeliğini idrak eden insan-ı
kâmildir.

İnsan-ı kâmil, Cenab-ı Allah’ın


hüviyyet ve eniyyetini kendinde cem eden
yeryüzündeki halifesidir. Buna eksiklik isnat
201
etmek onu tanımamak demektir. İnşallah
onu tanıyanlardan oluruz.

KARI VE KOCANIN KARŞILIKLI


VAZİFELERİ

Karı ile koca ailenin iki temel


unsurudur. Aile temelinin sağlam olması,
aile fertlerinin huzurlu yaşamaları ve her
bakımdan mutlu olmaları, karı kocanın iyi
geçinmelerine ve aralarındaki sevgiye
bağlıdır. Onun içindir ki, herşeyden evvel
karı ile koca arasında sarsılmaz bir itimat,
karşılıklı bir sevgi ve samimiyet olmalıdır.
Eşlerin birbirlerine şu hayat yolculuğunda
yoldaş, dünya ve âhiret işlerinde arkadaş ve
sırdaş, iyilik ve faziletlerde fikirdaş olmaları
lâzımdır. Üzüntülü hâllerinde birbirlerine
destek olarak bu hâli gidermeye
çalışmalıdırlar. Birbirlerinin maddi ve
manevi yaralarını şefkat ve merhamet
elleriyle sarmalı, sevgi merhemiyle tedavi
etmelidirler. Lüzumsuz ve haksız yere
birbirlerinin kalbini kırarak incitmemeleri
202
lâzımdır. Şayet istemeyerek de olsa
birbirlerinin kalbini kırmış ve incitmişlerse
de pişmanlığını bildirip eşinin gönlünü
almalıdır. Herkes hatasını bilmeli, hatasını
kabul etmeli ve gidermeye çalışmalıdır.
İnatçı ve ısrarcı davranmamalıdır. Zira bir
kişi noksanını bilmekle kemalât sahibi
olabilir. Hatasını anlamak ve hatadan
dönmek büyük fazilettir. Aile arasında uzun
müddet küslük ve dargınlık doğru değildir.
Bakın Cenab-ı Hak Rum Suresinin 21.
âyetinde ne buyuruyor: “Kendileri ile huzur
bulasınız diye sizin için türünüzden eşler
yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet
var etmesi de O'nun (varlığının ve
kudretinin) âyetlerindendir. Şüphesiz bunda
düşünen bir toplum için elbette ibretler
vardır.” (30-21) Peygamber efendimiz de bir
hadîs-i şeriflerinde “ Erkeğin hanımına
‘Seni seviyorum’ demesi asla kadının
kalbinden çıkmaz.” buyurmaktadırlar. Bu
yüzden “hayatım, ruhum, gülüm, papatyam,
menekşem...” gibi sevgi ifade eden sözler
eşler arasında karşılıklı sevgi ve saygı
hassasiyetini arttırdığı gibi eşlerin
kalplerinde büyük inkılâplar da yaratır. Bu
203
sözleri söylemek ilk günler zor gelse de
zamanla alışkanlık hâline gelecek ve sevgiyi
güçlendirecektir. Yine Resulullah efendimiz
“Karı koca birbirine sevgi ile bakınca Allahü
teâlâ da onlara rahmet nazarı ile bakar…”
buyuruyorlar.

Sevginin dâimliği vardır ama


sevgisizlik dâim değildir. Bunu hiçbir zaman
unutmayınız.

ERKEĞİN EŞİNE KARŞI GÖREVLERİ:

1. Aile reisi olması cihetiyle ailenin geçimini


sağlamalı, helâl rızık kazanmalı, evinin her
türlü ihtiyacını karşılamalıdır.
2. Geliriyle mütenasip bir meskende ailesini
barındırmalı ve ailenin nizamını
sağlamalıdır.
3. Aileye eğitim ve terbiye yönüyle nezaret
ederek iyiliği emretmeli, ahlâk güzelliğiyle
aileyi yönlendirmelidir.
4. Eve geldiğinde güler yüzlü olmalı ve
eşine selam vermelidir.
5. Sevgi ifadesi olan “Hayatım, ruhum,
gülüm…” gibi kelimeleri çok kullamalıdır.
204
6. İş yerindeki stres, sıkıntı ve problemleri
eve taşımamalıdır.
7. Hiddetli olmamalı, sinirli bir şekilde
bağırıp, çağırmamalıdır. Unutulmamalı ki
güzel ahlâk eksikliğinden sinirlilik meydana
gelir.
8. Sevecen ve samimi davranmalıdır.
9. Eşine itimat etmeli, hâl ve hareketleriyle
güven vermelidir.
10. Hoşgörülü ve bağışlayıcı olmalıdır.
11. Diktatörlükten sakınmalıdır. Hatası varsa
hatasını yüzüne vurmamalı, incitmeden,
kalbini kırmadan ikaz etmeli, başkalarının
yanında mahcup etmemelidir.
12. Savurgan olmamalı, harcamalara eşiyle
birlikte karar vermelidir.
13. Eşini eve hapsetmemeli, zaman zaman
parka, gezintiye, dışarıda yemeğe
götürmelidir.
14. Eşinin zaman zaman anne ve babasını
ziyaretine izin vermeli hatta kendisi de bu
ziyaretlere katılarak eşini memnun etmelidir.
15. Kötülüğü emretmediği müddetçe eşinin
sözünü dinlemeli ve itaat etmelidir.
16. Sebepsiz yere eşini kıskanıp yuvasını
tehlikeye sokmamalıdır.
205
17. Tatlı dille eşini kendisine bağlamayı
bilmelidir.
18. Geliriyle mütenasip eşini giydirmeli,
yedirip içirmelidir. Kötülüklerden
korumalıdır.
19. Evine bağlı olmalı, adaletli olmalı,
muameleleri güzel ahlâk yönüyle olmalıdır.

KADININ KOCASINA KARŞI GÖREVLERİ:

1- Kanaatkâr olmalı, eşinin gelirini aşan


isteklerde bulunmamalıdır.
2- İtaatkâr olmalı, dikbaşlı olmamalıdır.
Peygamber efendimiz bir hadîslerinde şöyle
buyuruyor: "Bir kadın kocası kendisinden
memnun olarak ölürse cennete girer."
3- Evini, malını korumalı, evini dâima temiz
tutmalıdır.
4- Evin bütçesine uygun harcamalar yapmalı,
israftan kaçınmalı, har vurup harman
savurmamalıdır.
5- Güzel elbisesiyle kapıda karşılamalıdır.
6- Palto, ceket gibi dış giysilerini alıp
asmalıdır.

206
7- Hâl ve hatırını sormalı, “Günün nasıl
geçti?” gibi sorularla kendisiyle ilgilendiğini
göstermelidir.
8- Eve gelir gelmez sıkıntılarını,
yorgunluklarını, problemlerini dillendirerek
onu sıkmamalı, eşi kederli görünüyorsa
teselli ederek üzüntüsünü gidermeye
çalışmalıdır.
9- Eşinin yemek, uyku, çalışma, televizyon
izleme, dinlenme saatlerini çok iyi bilmelidir
ve programlarını buna göre yapmalıdır.
10- Görüşmeye çağırdığında yanına
gitmemenin aile bağlarının kopmasına sebep
olduğunu bilmelidir. Unutmamalıdır ki
kocanın memnun olması Cenab-ı Hakk’ın
memnun olması demektir.
11- Alışverişte ev için ya da kendisi için aşırı
isteklerde bulunmamalı, eşini
ödeyemeyeceği borca sokmamalıdır.
12- Zaman zaman eşinin anne ve babasını
ziyaret etmeli, onlara hürmetkâr davranmalı,
gönüllerini almalıdır. Müsaadesiz gezmeye
gitmemelidir.
13- “Hayatım, ruhum, canım…” gibi güzel,
gönül okşayıcı, sevecen sözlerle sevgisini
eşine göstermelidir.
207
14- Aşırı istek ve arzularla eşini
soğutmamalıdır.
15- Rencide edici söz ve davranışlardan
kaçınmalı, soğuk davranmamalıdır.
16- İşine vakitli vakitsiz karışmamalı, fikir
verilmesi gerekliyse “Şöyle olsa daha iyi
olmaz mı, ne dersiniz?” diyerek tatlılıkla
söylemelidir.
17- Namusunu ve kocasının şerefini
korumalı, kötü davranışlarda bulunmamalı,
onun kıskanmasına sebep olacak
davranışlardan uzak durmalıdır. Kocası için
süslenmelidir. Koca için süslenmek sevaptır.
18- İnsanların inanç ve fikir yapıları
nisbetinde mutlu olduklarını bilmelidir.
19- Her zaman Peygamber efendimizin şu
hadîsini göz önünde bulundurmalıdır:
“Kadının üzerinde en büyük hak sahibi
kocasıdır, erkeğin de anasıdır.”

İşte ailenin temel unsuru olan karı ve


koca saydığımız bu maddelere riâyet eder ve
muamelelerini buna göre yaparlarsa
yuvalarında huzur ve saadet elde ederler.

208
KERAMET-İ KEVNİYE VE
KERAMET-İ İLMİYE

Keramet ne demektir? Keramet,


Allah’ın velâyet mertebesine yükselen
kullarından tecellîsiyle gösterdiği ikramı ve
bağışıdır. Cenab-ı Hakk’ın veli kullarına
olan bu ihsanı keramet diye adlandırılır.
Alışılmışın dışında, insanüstü olaylardır.
Keramet “Keramet-i kevniye” ve “Keramet-
i ilmiye” olmak üzere iki türlüdür.

Keramet-i kevniye de iki türlüdür:

1- Zaman dilimi içinde fiilullah olarak


zuhura gelen kerametler.

2- An dilimi içinde vehbi ilimle vâkıf


olunan bir olayın önceden ifşa edilmesiyle
ortaya çıkan kerametler.

Veli kullardan Cenab-ı Hakk’ın kendi


istek ve arzusuyla insanlara fayda sağlaması
amacıyla gösterdiği keramet, keramet-i
kevniyedir. Cenab-ı Hakk’ın o veli kuluna
bir bağışı olarak istemeden zuhuru tecellî
209
edebilir. Çoğu veliler zaman dilimi içinde
tecelli eden keramet-i kevniyelerin
kendilerinden zuhur etmesini istemez. Zira
bu bir fiilullahtır. Kerameti görenler kerameti
Cenab-ı Hakk’a değil de kerametin zuhura
çıktığı kişiye isnat ederlerse en büyük günah
olan şirk günahını işlemiş olurlar ve
kerametin zuhur ettiği veli şirke vesile olmuş
olur. Onun için tevhid ehli keramet-i
kevniyeyi inkâr etmez ama itibar da etmez.
Hatta bazı veliler keramet-i kevniyeyi
kadınların aybaşı hâllerine benzetmişlerdir.

An dilimi içinde mânen vâkıf olduğu ve


kendisine bildirilen varlık âlemindeki bazı
olayları ifşa etmek de keramet-i kevniyedir.
Üç sene sonra veya beş sene sonra olacak bir
vakayı önceden haber vermek gibi… Bunlar
inanan kardeşlerimize faydalı olmak için veli
kullara Allah tarafından verilen bağışlardır.
Böyle durumlarla karşılaştığınızda kerameti
sakın o kişilere isnat etmeyin. Evliyada
‘keramet’ dediğimiz bu hâl peygamberlerde
‘mucize’ olarak isimlendirilir. Her ikisi de
fiilullah olayıdır. Keramet de mucize de
Cenab-ı Hakk’ın muradıyla olmaktadır. Bir
210
de konumuzun şeytanî yönü vardır ki
kerametle ya da mucizeyle uzaktan yakından
hiçbir ilgisi yoktur. İnsanların sırtlarından
kancaya takılıp kaldırılmaları, Buda
rahiplerinin havada durmaları, Hint
fakirlerinin çivili yatakta yatmaları, kızgın
kor üzerinde yürümeleri, vücutlarına şiş
sokmaları tamamen şovdan ibarettir.
Keramet olmayan bu saydığımız işler
bedensel olarak yapılan egzersizlerle elde
edilebilir.

Keramet-i ilmiye de iki bölümde


mütalaa edilir.

1- Zahir keramet-i ilmiye


2- Bâtın keramet-i ilmiye

Günümüzde bilgisayar, internet, cep


telefonu gibi araçlarla yeryüzündeki birçok
noktaya anında ulaşarak iletişim
kurabiliyoruz. Gelişmiş teknolojiler
sayesinde her türlü bilgiye ulaşabiliyoruz.
Televizyonlarımızda uzaktan kumanda ile
yüzlerce kanalın arasında seçtiğimiz bir
yayını anında ve canlı olarak izleyebiliyoruz.
211
Cep telefonlarıyla dünyanın öbür ucundaki
insanlarla konuşabiliyoruz. Sağlık, eğitim,
askerlik gibi birçok alanlarda örnekleri
çoğaltmak mümkündür. İşte bunların hepsi
de zahir olan ilmi kerametlerdir.

Bir de bâtın olan ilmi kerametler vardır


ki bunlar Allah’ın velileri yani dostları
tarafından bilinir ve uygulanır. Kur’ân-ı
Kerîm’in dünya ile ilgili zahir yüzü olduğu
gibi, âhiret yönüyle yani ruhaniyetimizle
ilgili bâtın yüzü vardır. Bir hadîs-i şerifte
“Kur’ân’ın bir zahiri vardır bir de bâtını
vardır. Bâtınının da yedi bâtına kadar bâtını
vardır.” buyurulmaktadır. Vehbi olarak
Cenab-ı Hakk’ın ihsan ettiği, Kur’ân’ın ilm-i
ledün diye ifade ettiği bu sırlara vâkıf veli
kullarından gerektiğinde keramet-i ilmiyeyi
zuhur ettirdiğini görebiliriz.

İlim “pozitif ilim” ve “vehbi ilim”


olmak üzere iki türlüdür.

Pozitif ilim, kişinin okullardan,


kitaplardan, öğretmenlerinden edindiği
ilimdir. Satırlardan tahsil edilir. İlkokul,
212
ortaokul, lise ve üniversitelerde edindiğimiz
ilimler bu türdendir.

Vehbi ilim ise Allah ya da yaradılış


vergisi olan ilimdir. Bu ilim satırlarda değil,
sadırlarda yazılı olan bir ilimdir ki, ona
doğuş veya ilham tecellîsi de deriz.

Kur’ân-ı Kerîm’in her türlü ihtiyaca her


zaman cevap verebilecek birçok yüzü vardır.
Bu güne kadar her asırda bir yüzünün izahı
yapıldı, sırları veliler tarafından bizlere
aktarıldı. Bu sırlar ilm-i ledünün sırlarıdır.
Şimdi 21. asır yüzünü iyi okuma ve dosdoğru
anlama zamanıdır. Sadece satırlardaki
Kur’ân’ı değil sadırlardaki Kur’ân’ı okuyup
ilm-i ledünü tahsil etmek gerektiğine
inanıyorum. Allah isteyenlere nasip etsin.
Âmin.

213
KUR’ÂN-I KERÎM’DEKİ 28 HARFİN
SIRRI

ELİF
Yedi noktanın alt alta gelmesinden
meydana gelir. Allah’ın ulûhiyetteki adını
remzetmektedir. Allah ulûhiyet mertebesinde
henüz sıfat ve esma almadığı için Cenab-ı
Allah “Ben gizli bir hazine idim.
Bilinmekliğimi murad ettim, bu halkı yani
sıfatlarımı halk ettim.” hadîs-i kudsîsiyle,
rubûbiyetine (kulluğuna) tecellî etti.
Rubûbiyetin iki yüzü vardır:

1- İrşad ve terbiye ediciliği ile ‘Rab’lık


yüzü
2- Cemadat, nebatât, hayvanat, insanlar
itibariyle ‘kul’luk yüzü

Bezm-i elestteki (Araf Suresi 7-172) Rab


sırrıdır. Bir sâlikin mürşid-i kâmilin dizinin
dibindeki durumu da bezm-i elesttir. Burada
Cenab-ı Hak, Rab esmasıyla mürşid-i
kâmilden sâlike “…Ruhumdan üflediğim
zaman…” (Hicr Suresi 15-29) âyeti gereği bir
214
ruh üfürür. Rablık yüzü ile irşad ve terbiye
başlamıştır.

Bütün varlıkların yaratılmasındaki


hikmetler incelendiğinde kulluk yüzü ile
bizleri irşad ve terbiye eden âlemlerin Rabbi
tarafını görürüz.

BE
Bezm-i elest demindeki ‘nefahtu’
sırrının gönül rahmine düşmesidir. Bir
mürşid-i kâmil mazharından zikir ruhunun
üfürülmesidir. Buna bezm-i elest (elestü
bezmi veya elest meclisi, toplantısı da denir)
diyoruz. Talip olan kişinin mürşidin dizinin
dibine oturması, mürşidinin ‘nefahtu
âyetiyle’ ona tevhidi telkin etmesidir.
Mürşidin telkinatı ile sâlikin gönül tarlasına
zikir tohumunu ekilmesi, sâlikin nefsanî istek
ve arzularını yani dünyayı geride bırakarak
Hak ve hakikate dönmesi, mürşid
mazharından Rabbinin vehbi ilim vermesi
‘be’ sırrıdır.

215
TE
Gönül rahmine düşen zikir nur
tecellîsiyle gönüldeki gayriyeti, yani süfli
nefs ve istekleri temizler. Âyet-i kerimede
“zikirle gönüller huzur ve sükûna kavuşur”
(Rad Suresi 13-28) buyurulmaktadır. Zikir
telkin edildiğinde sâlikin aklı, fikri ve bütün
düşünüşleri ‘Allah’ olacağı için gayriyetten
uzaklaşacak gönül âlemi de temizlenmeye
başlayacaktır. Biz bu temizlenmeye ‘te’ sırrı
diyoruz.

SE
Süfli nefsin, vücut ülkesinde ruha nasıl
hükmettiğini idrak etmektir. Bir insanın
vücut ülkesinde nefs hükümdar ise vücudu
da, aklı da kendi emrinde çalıştırır. Ruha hiç
söz hakkı vermez. Nefs, iblis olan nefs-i
emmarenin istekleri doğrultusunda icraat
yaparken o kişi bu olaya vakıf olursa o kişi
anlar ki nefsin kötü isteklerinden
kurtulmadan dünyada da âhirette de
kendisine huzur ve mutluluk yoktur. Onun
için kendisine verilen her nefeste zikirle
meşgul olacaktır. Kendisinden zikredenin
216
Rabbi olduğunu bildiği için de daima
Rabbiyle beraber olduğunun idrakı zuhur
edecektir.

CİM
Cemal-i zata şahitlik yaparak onun
letafet tecellîsini idrak etmektir. Şühud
hâlidir. Bir kişinin kendi varlığının
olmadığını bilmesi, kendi diye bildiği
varlığın Hakk’ın varlığı olduğunu görmesi
onun şahidliğidir. Bu da “mûtu kable ente
mûtu” ile yani ölmeden evvel ihtiyarî bir
ölümle ölmekle mümkündür. Maddi vücuda
sahip olan bir kişi lâtif olan Rabbine şahitlik
yapamaz, “Rabbimi Rabbimle bildim.”
hadîs-i şerifinin bilincine varması gerekir.

HA
Hayalde vahdet tecellîleriyle hep O’nu
görmektir. Kişi fenafillah olduktan sonra
bütün varlıkların siretinin Hak olduğunu
bilir, varlıkların suretleri ise görünmeyecek
bir hâle gelir. Artık Hakk’ı görenler vahdetin
galip gelmesinden dolayı idraklerinde halkı
göremezler. Burası Hakk’ın zahir halkın
217
bâtın olduğu yerdir. Yunus Emre Hazretleri
bir ilahîsinde bu hâli şöyle dile getiriyor:

“Yusuf'u kaybettim Kenan ilinde


Yusuf bulunur, Kenan bulunmaz”

HI
Gönlünde bu cemal zevkine sahip
olanların makamı cennet olur. Zira tevhid
cenneti burasıdır. Kişi ister ruh yönüne
yüzünü çevirsin isterse sıfatlar yönüne
yüzünü çevirsin Hakk’ın cemalinden başka
bir şey göremez. “…Nereye dönerseniz
Allah'ın yüzü işte oradadır…” (Bakara Suresi
2-115)

DAL
Taklidi şeriatten, tahkiki şeriate vâsıl
olarak dalaletten kurtulmak. Şeriatin sırrına
ermek. Bir kişinin mutmain olmuş bir nefse
ulaşması hâlinde bütün sıfatlarından Hak ve
hakikati görmesi, Hak ve hakikati duyması,
Hak ve hakikati konuşması, Hakk’ın
Rahman sıfatıyla Muhammediliğini
sergilemesi sırr-ı şeriatin delili olur. Vücud
218
ülkesinde artık komutan nefs değil, ruh
olmuştur. Bütün sıfatlar ruhun emrinde
hareket ederler.

ZEL
Zikri dâimin tahakkuku ile ruhumun
imam, sıfatlarımın cemaatim olduğunu
görerek yeni bir hâl üzere olduğumu idrak
ettim. Kişi daimî zikre geçince kendisini
daimî huzurda hissedeceği için, vücut
ülkesinde ruhunun imam olarak bütün sıfat
ve azalarına her nefeste namaz kıldırdığını
görür. On sekiz bin âlemdeki tecellîlerin bir
yerden sevk ve idare edildiğini zevk ederler.
Ulül-elbâb (Kalp sahibi) olan bu kişiler,
zatının sıfatından fiilleriyle nasıl açığa
çıktığını seyrederler.

RA
Vahdette ruhumun vücut ülkesindeki
padişahlığını görünce ruh sultanlığımı idrak
ettim. Anladım ki bendeki enerji veya hayat
dışında beni benle sevk ve idare eden hiçbir
güç yok. Cenab-ı Hakk’ın rahman ve rahim

219
rahmetini tecellî ettirenin O olduğunu kalben
tasdik ettim.

ZE
Cenab-ı Allah’ın bu sıfatına mazhar
olanlara ilim ve irfaniyet rahmeti yağmaya
başladı. Ben Cenab-ı Hakk’ın bir sıfatı
olduğumu zevk edince, bütün sıfatlarımdan
ilim ve irfaniyet rahmeti yağmaya başladı.
Kelâm sıfatı açıldı, duyma sıfatım işitme
sıfatına dönüştü, basar olan görme sıfatım
basirete yani kalbin irfaniyet görmesine
dönüştü. Rabbim, Cenab-ı Hakk’ın cemalini
benim mazharımdan seyretme zevkine sahip
oldu.

SİN
Cemal tecellîsi ile kalbim selim oldu.
Kulağımın işittiğini, gözüm gördü ve kalbim
tasdik etti. Bu irfan ve kemalâtla, her varlıkta
cemali seyrederek kalbim huzur buldu.

ŞIN
Gönlümdeki ‘kab-ı kavseyn’ makamına
şahadet ettim. Vücut ülkesinde kalp
220
komutan, bütün sıfatlar da onun
askerleridirler. Komutanın askerlerini
mutmain nefs hâline getirmesi o ülkenin
huzur ve mutluluğu demektir. Kalp sahibi
olarak, kalbimin vücut ülkesindeki
komutanlığını görerek şahadet ettim.

SAD
Sıddıkiyet makamına nâil oldum
bihamdillah. O’ndan başkası olmayınca,
sıfatların tam bir sadakatla zata küllî teslimi
zuhur eder. Kalp komutanı, ‘Hakk’ı
duyacaksın!’ dediğinde o kulağın Hakk’ı
işitmemesi, ‘Hakk’ı gör!’ dediğinde o gözün
Hakk’ı görmemesi mümkün değildir.

DAD
Dalaletten kurtularak, letafet âleminde
salim oldum. İkilik âleminden tamamen
kurtulup siret âlemi olan idrakımdaki letafet
âleminde huzur buldum. Vücud ülkesinde
aza ve sıfatların birbirleriyle ters düşmemesi
huzur ve mutluluk verir. Âlemde de Cenab-ı
Hakk’ın yarattığı her varlığı yerinde görmek
insanı huzurlu ve mutlu kılar.
221
TI
‘Tuba ağacı’ sırrı vücudum oldu
bihamdillah. Cenab-ı Hakk’ın yeryüzündeki
halifesi olduğumu idrak ederek hüviyyet ve
eniyyetini vücudumda cem edenin Hak
olduğunu anladım ve gördüm.

ZI
Gayriyetten tamamen kurtulup suçsuz
ve mazlum oldum bihamdillah. Hataların ve
günahların ikilikte olduğunu anladım. Kendi
mülkünde kendisinden başkası olmayınca
‘suçlu’ ve ‘suçsuz’ tabirlerinin geçersizliğini
anladım. Kulluk idrakimle ‘fark’ olan şeriat-ı
ahkâmiyeden ayrılmamaya özen gösterdim.
Kur’ân-ı Kerîm’deki emir ve yasaklar kendi
muradı olduğu için, zuhurunu bu mazhardan
devam ettirdiğini anladım.

AYN
Ta ezelden beridir cemaline âşık
olduğumu, her şeyin ‘ayn’ı olduğunu
anladım. Ta a’yân-ı sâbiteden bu yana,
“zatının sıfatlarına, sıfatlarından esma alarak
fiillerini seyretmesine” bu sıfatından âşık
222
olduğunu anladım. Meğer âşık olan da
kendisi, âşık olduğu da mertebelerde tecellî
boyutlarında aynalardaki kendi görüntüsü
imiş.

GAYIN
Gayriyetin kalmadığını, Hakk’ın sıfat
ve fiilleriyle zahir olduğunu idrak edince,
kalbimde Hak zahir oldu. Tecellî eden O,
tecellî O, tecellî edilen O olunca kendi kulluk
aynamda Hak zahir oldu.

FE
Nefsimi, kalbimi, ruhumu fethederek
mutmain oldum. Nefsin, kalbin ve ruhun
fethi kişide yaşam tarzı hâline dönüşünce
itminan olmaması mümkün değildir.

KAF
Kalbimde Hakk’ın tecellîsi zahir oldu
bihamdillah. Kişinin kalbinde Hakk’ın
tecellîsi zahir olunca bütün yaşantısındaki
muameleler Hak’la olur. Halka hizmet
Hakk’a hizmettir.

223
KEF
Gönül aynamda hep O’nun cemalini
gördüm. Bütün varlıklar şahadet âlemindeki
aynalarından O’nun cemalini
sergilemektedir. Her varlık ene-l Hak
nidâsıyla feryad etmektedir.

LÂM
Hakk’ın lâtif vücudu ile vücutlandım.
Hak lâtif olduğu için ben de fenafillah olarak
kesif vücuttan soyunup lâtif vücut ile
vücutlanmakla vücudun vücudullah
olduğunu anlayıp zevk ettim.

MİM
Muhammed elbisesini giyip
Muhammedî oldum. Cenab-ı Hakk’ın
Rahman kemalât sıfatlarını kendimde tecellî
ettirerek Muhammedî olduğumu anladım
elhamdülillah. Mısrî Niyazi Hazretleri bir
ilâhîsinde şöyle buyuruyor:

“Hak yüzü insân yüzünden görünür,


Zât-ı Rahmân şeklin insân eylemiş.”

224
NUN
Nuru ile kendi nur vücudumda miraç
ettim. Cenab-ı Hakk’ın vücut ülkesinde
nurunun, ruhunun, aklın ve kalemin
tecellîlerinin birer miraç olduğunu anladım
elhamdülillah.

VAV
Hakk’ın varlığı ile varlıklanarak,
velâyete erdim. Hakk’ın dostu oldum
elhamdülillah.

HE
Hidayet devletine sahip oldum. Allah’ın
hidayeti meğerse kendi insan-ı asliyemizi
bulmakmış. Hidayet ederek bizlere bunu
buldurdu elhamdülillah.

LÂM ELİF
“Lâ”dan geçerek ‘lâ’ demedim “illâ”
dedim bihamdillah. Bir kişi ikilikte iken
gördüğü varlıklara Hak değil diyerek ‘lâ’
der. Birliğe geçen kişiler ise görünen
varlıkların yalnız suretini görmezler. Siretin
225
suretten tecellîsini gördükleri için onlar lâ
değil ‘illâ’ derler. Yani her görünen Hak’tır.

YE
“Yâsîn” hitabına sonunda nâil oldum
bihamdillah. ‘Sin’ sahibi olmak canlı Kur’ân
olmak demektir. Âdemiyyetini layıkıyle
bulanlar insan-ı kâmil olmaları nedeniyle
canlı Kur’ân’dır. Onun için “Yasin Suresi
Kur’ân’ın özüdür.” buyurulmuştur.

Kur’ân-ı Kerîm’deki yirmi sekiz harf


esrarını meratib-i ilâhiye zevkiyle Ahmet
mazharından söyleyen söyledi. Söyleyen ve
söyletenin kim olduğunu anladım
bihamdillah.

KUR’ÂN’DAKİ MUKATTAA
HARFLERİN SIRLARI

Kur’ân-ı Kerîm’de bazı surelerin


genellikle başında bulunan, kesik kesik, ikisi
üçü birleşik veya tek başına yazılı harflere
huruf-u mukattaa denir. Bu harflerin
226
mânâlarını ancak Peygamber efendimiz
(s.a.v.) ve O’nun vârisleri bilir. Bu harfler bir
yönüyle de müteşabih âyetlerden sayılmıştır.

BAKARA SURESİ ÂYET 1


“Elif Lâm Mîm.” (2-1)

Elif: Allah’ın zatını remzetmektedir.


Mukayyet olan bu Âdem ve âlemde bütün
varlıklarda, zatının zerreden kürreye kadar
tecellîsinin ispatıdır. Bütün varlıklar O’nunla
vardırlar, Allah’ın zatı bu varlıklarla var
değildir.
Lâm: İki eliften meydana gelen bu harf,
biri sıfat, biri de esmayı remzetmesi
nedeniyle zatın sıfatlardan tecellîsiyle esma
almasından ibarettir. Rububiyet mertebesine
tecellîsiyle sıfatlara bürünen Cenab-ı Hak,
her bir ismiyle latif sıfatlarıyla görünmeye ve
anılmaya başlamıştır.
Mim: Hakikat-i Muhammediye
elbisesiyle bütün varlıklarda fâilliğiyle
zuhura gelmesidir.
Cenab-ı Hakk’ın, ‘elif’ olan zatının,
‘lâm’ olan sıfat ve esmalarıyla ‘mim’ olan
227
tafsilât-ı Muhammediyeden zuhurunu tam
olarak idrak ve zevk eden insan-ı kâmil,
şüphe götürmeyen canlı bir kitaptır. Kim bu
üç tecellî sırrını kendinde zevk ediyorsa işte
o, okunması gereken canlı Kur’ân olan
Furkan’dır. Bir hadîs-i şerifte “Kur’ân ve
insan ikiz kardeştir.” buyurulmuştur. İster
pozitif ilimle satırlarda yazılı Kur’ânı
okuyunuz, isterse vehbi ilimle ‘insan’ı
okuyunuz aynıdır. Âyette “Ikra kitâbek, kefâ
binefsikel yevme aleyke hasîbâ.”
“ ‘Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak
sana nefsin yeter’ …” (İsra Suresi 17-14)
buyurulmuyor mu?

ARAF SURESİ ÂYET 1


“Elif Lâm Mîm Sâd.” (7-1)

Elif Lâm Mim: (izah edildi.)


Sâd: Zahirde ve bâtında bütün
varlıkların suret-i Muhammediyesinden
Hakk’ı görmek, bütün varlıkların O’na
sıddıkiyetle teslimiyetini görmektir. İnsana
“Allah nerededir?” diye sorsanız vücudunda
elini göğsünün üzerine koyarak O’nun
228
göğsünde olduğunu işaret eder. “Sadrımda
hep O var.” ifadesi “Kalbimde yalnız
Hakk’ın tefekkürü var.” demektir. Çünkü
bedene ait yüzüne ‘sadır’, Hakk’a ait yüzüne
‘kalp’ veya ‘fuâd’ denir. Cenab-ı Hakk’ın üç
tecellîsi ‘Elif’, ‘Lâm’ ve ‘Mîm’’, senin
sadrına, yani kalbine indirilen bir kitaptır. Bir
hadîs-i kudsîde “Ben yerlere ve göklere
sığmadım, ancak mümin kulumun kalbine
sığdım. Müminin kalbi Allah’ın arşıdır,”
buyurulmuştur. Müminin kalbine sığma bir
tecellî-i ilâhiyedir. Yani kulun, idrakıyla,
“zatının sıfatlarından esma alarak fiileriyle o
mazharın istidat ve kabiliyeti nisbetinde
zuhura gelişini görmesi” bu kitabı okuması
demektir.

YUNUS SURESİ ÂYET 1


“Elif, Lâm, Râ. Bunlar hikmet dolu Kitab'ın
âyetleridir.” (10-1)

Râ: Cenab-ı Allah’ın rahmet-i


ilâhiyesini remzetmektedir. Malûmunuz
Allah’ın iki rahmeti vardır. Bunların birisi
umumî olan ‘Rahmaniyet rahmeti’, diğeri de
229
özel olan ‘Rahimiyet rahmeti’dir. Zerreden
kürreye kadar bütün yarattıkları yani hakikat-
ı Muhammedîyenin sıfatları olan tafsilât-ı
Muhammedîye, Allah’ın bu iki rahmetine
muhtaçtırlar. Sâbit sıfatlarda zuhur eden
tecellîler, hikmet sahibi olan kitabın
âyetleridir. İşte bu harf hikmetleriyle dolu
olan kitabın âyetlerini zahir ve bâtın yüzüyle
okumak lâzımdır.

MERYEM SURESİ ÂYET 1


“Kâf Hâ Yâ Ayn Sâd.” (19-1)

Kâf: Kâfi ismiyle, her varlıktaki


kemalât tecellîlerinin zuhurudur. Her sıfatta
zatının vechini sergilemesidir.
Hâ: Hadi esmasının karşılığı olan
hidayet edici, irşad ve terbiyesini en üstün bir
biçimde uygulayandır.
Yâ: Nida’dır.
Ayn: Âlim esmasının tecellîsi olan
insan-ı kâmildeki idraktır.
Sâd: Sadık olan kişinin sadrında
Hak’tan başkasının olmaması, dâima
O’nunla olmasıdır. Bir kişi hâl lisaniyle
230
istidadının gereği niyâzda bulunsa, onun
duası kabul olur. Zira bu harflerin sahibi
Cenab-ı Hak, hâcetleri, ihtiyaçları giderendir.

TAHA SURESİ ÂYET 1


“Tâ Hâ.” (20-1)

Tâ: Tahir, temiz ve pak olan Cenab-ı


Hakk’ın Âdem’de ve âlemde tecellîlerinin en
üstün bir biçimde zuhuru demektir.
Hâ: Hidayet edici olan Rabbimin,
zatından sıfatına, sıfatından da esma alarak
fiilleriyle her mazharın istidat ve kabiliyeti
nisbetinde zuhurunu göstermesidir. İnsan, bu
iki harfin sırrına mazhardır.

ŞUARA SURESİ ÂYET 1


“Tâ Sîn Mîm.” (26-1)

Tâ: Tahir pak ve temiz demektir.


Sîn: Selam isminin müsemması olarak
selâmete çıkmış insan-ı kâmil anlamında
olup “Sen Cenab-ı Hakk’ın pak ve temiz,
canlı Kur’ân-ı mübînisin” demektir.

231
Mîm: Her şeyi ihata eden mevcudî
Muhammedîyedir.

NEML SURESİ ÂYET 1


“Tâ-Sîn. Bunlar Kur'an'ın, apaçık bir
kitabın âyetleridir.” (27-1)

Tâ: Tahir yani pak ve temiz olan, sin


sahibi insan-ı kâmil, sıfatlar âleminde canlı
Furkan olarak okunandır. Sen, harfleriyle
gizli olan şeyin zahir olan apaçık bir
kitabısın. Yani kitab-ı mübînsin.

YASİN SURESİ ÂYET 1


“Yâ Sîn.” (36-1)

Yâ: Nidâ’dır.
Sîn: Selâmete çıkmış insan-ı kâmil
demektir. Ey sin sahibi olan insan-ı kâmil,
sen hikmetlerle dolu bir Kur’ân’sın demektir.

232
MÜMİN SURESİ ÂYET 1
“Hâ Mîm.” (40-1)

Hâ: Hakikattir.
Mîm: Muhammed’dir.
Muhammed yüzünden görünen
hakikatın ta kendisidir. Özde Hak olan, halk
mertebesinde Muhammed adını almıştır.
Aslında Muhammed’in özü Hak’tır. İşte,
canlı Kur’ân olan Muhammed sıfat olarak
halk mertebesinde göründüğü için, ona
furkan kitabı denilir.

ŞURA SURESİ ÂYET 1-2


“Hâ Mîm.” “Ayn Sîn Kâf” (42-1,2)

Hâ: Hak,
Mîm: Muhammed,
Ayn: Kemalât ehlindeki hakikat idrakı,
Sîn: İnsan-ı kâmil,
Kâf: Kemalât tecellîsi. Zahir halk,
bâtın Hak olan Muhammed’in zuhuruyla
kalbinde selâmete çıkan demektir.

233
ZUHRUF SURESİ ÂYET 1-2
“Hâ Mîm” “Apaçık Kitab'a andolsun ki…”
(43-1,2)

Vücudun evveli olan Hakk’a ve âhiri


olan Muhammed’e yemin edilmektedir.
Çünkü Allah’ın zatından sıfatlarına,
sıfatlarından esma alarak halk mertebesinde
Muhammed olarak zuhura gelmesi, Cenab-ı
Hakk’ın zatından kulluğuna kadar tecellî
boyutlarındaki zuhurudur. Yani kendisinin
isbatına yemin etmektedir.

KAF SURESİ ÂYET 1


“Kâf. Şerefli Kur'ân'a andolsun ki…” (50-1)

Bütün kâinatin yekûnunu ihata edici


arş-ı ilahîden ibaret olan kalb-i
Muhammedîyeyi remzetmektedir.

KALEM SURESİ ÂYET 1


“Nûn. Andolsun kaleme ve satır satır
yazdıklarına ki...” (68-1)

234
Sıfatlardaki Hakk’ın nurunun, insan-ı
kâmil olan Cenab-ı Hakk’ın kalemi ile
bizlerin kalb sahifelerine satır satır
yazılmasıdır. İnsan-ı kâmiller sohbetleriyle
bizlerin kalb sahifelerine, Hak ve hakikati
yazmaktadırlar.

MÜRŞİD-İ KÂMİL KİMDİR?

Mürşid-i Kâmil, irşâd eden, doğru yolu


gösteren, terbiye eden, insanları gafletten
kurtaran, “El ulemayı veresetül enbiya”
hadîs-i şerifi gereğince peygamber vârisi
olan, “Elif, Lâm, Mim” sırlarını kendinde
toplayan canlı bir kitaptır. Allahü Teâlâ ilmi
ezeliyette onları seçmiştir.
Onlar her insan gibi bu âleme gelinceye
kadar Cenab-ı Hakk’ın altı nüzul
mertebelerini tamamlamış, esfel-i sâfilîn
dediğimiz dünyadan bir mürşid-i kâmil
vasıtasıyla insan-ı asliyelerini bularak uruc
etmişlerdir. Onlar, “Summe radednâhu esfele
sâfilîn.” “Sonra onu, aşağıların aşağısına
235
indirdik.” (Tin Suresi 95-5) âyetinde
‘aşağıların aşağısı’ olarak tarif edilen bu
âlemde insan-ı asliyesini bulmak isteyenler
için gönderilmiştir.
“Ancak, iman edip salih ameller
işleyenler başka. Onlar için devamlı bir
mükâfat vardır.” (Tin Suresi 95-6) âyetinde
buyrulduğu gibi bu insanlar nefs âleminden
yolculuğa çıkarak bir mürşid-i kâmilin
eteğine yapışarak nefs-i emmârelerinin
tahakkümünden yani nisbiyet ve şirklerinden
kurtularak insan-ı asliyelerini öğrenerek
kemalâta erişmişlerdir.
Kendi varlıklarını Hakk’ın varlığında
ihtiyarî olarak yok edip, Cenab-ı Hakk’ın
kemalâtıyla tecellîlerini kendi varlıklarında
zuhura getirdikleri için, onların
mazharlarından bizzat bizleri Rabbil âlemîn
irşad ve terbiye etmektedir. Bizzat Rabbil
âlemin diyoruz, çünkü Fetih Suresinin 10.
âyetinde şöyle buyurulur : “Sana bîat
edenler ancak Allah'a bîat etmiş olurlar.
Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir…”
(48-10)

236
İlm-i ezeliyette kendisine Mevlâ
tarafından lütfedilen irşâd ve terbiye görevini
toplumun içine inerek gerçekleştirir. İrşad ve
terbiye ile onları nefs âleminden rûh âlemine
veya kesâfet âleminden letâfet âlemine vuslat
buldururlar. Kendileri daha evvel insan-ı
kâmillerinden hangi terbiye metodlarıyla
irşad oldularsa aynı metodlarla irşad
görevlerini sürdürürler.
Bir âyette “Allah, sizi analarınızın
karnından, siz hiçbir şey bilmez durumda
iken çıkardı. Şükredesiniz diye size kulaklar,
gözler ve kalpler verdi.” (Nahl Suresi16-78)
buyrulmuştur.
Bizler de daha evvel hiçbir şey
bilmiyorduk. Manevî anamız olan mürşid-i
kâmilimiz bizleri butûnundan irfâniyet ve
kemalâtıyla çıkardı. Bu iraniyet ve kemalâtla
kulaklarımız Hak ve hakîkati duymaya,
gözlerimiz Hak ve hakîkati görmeye başladı.
Kalblerimiz tefekkür ederek cehâlet
zincirlerini kıran bir kalb hâline dönüştü.
Bizlerin istidadında bu kemalât olmamış
olsaydı, bizler ne mürşid-i kâmil
mazharından bu tevhîd yoluna çağrılır ne de
237
nefs âleminden rûh âlemine vuslat
bulabilirdik. Bunun için ne kadar şükretsek
azdır.
Peki, biz mürşid-i kâmili nasıl
tanıyacağız? Mürşid-i kâmillerin üç belirtisi
vardır:
1- Onların yüzüne baktığınız zaman
Allah’ı hatırlarsınız. Çünkü onlar Allah’ı
hatırlatıcıdırlar.
2- Hâllerinde ve sohbetlerinde çekicilik
vardır. Kişileri sanki bir mıknatıs gibi
çekerler.
3- Onların yanında iken her türlü sıkıntı
ve üzüntülerinizin yok olduğunu görürsünüz.
Sohbetlerini dinleyenler sohbetlerinden
hoşlanırlar, sıkılmazlar, sohbetin hiç
bitmemesini arzularlar. Soru sorulduğunda
tatmin edici cevaplar verirler.
Alçakgönüllüdürler. Cebrail (a.s)’in, Hz. İsâ
(a.s.)’yı Meryem validemize müjdelemeye
geldiği zamanki tavrı nasılsa aynı tavırla
sâliklere yaklaşmayı düstur edinmişlerdir.
Kur’ân-ı Kerîm ahkâmı ve sünnet-i
seniyyeden kat’iyen ayrılmazlar. Zahirde de
238
ve bâtında da, ellerini, dillerini, evlerini,
gönüllerini, imkânları nisbetinde açan cömert
kişilerdir.
Onlar sâlikleri kendilerine bağlamazlar,
râbıta yaptırmazlar. Hakk’a bağlar, Allah’a
râbıta yaptırırlar. Kendilerindeki Rabbil
âlemînin zikrini, fikrini, müşâhede ve
yaşamını öğretirler. Böylece dünyada
âhiretin mutluluğunu ve cennetini yaşarlar.
“İnsan Benim sırrım, Ben de onun sırrıyım”
hadîs-i kudsîsi onları tarif eder. Cenab-ı
Allah mürşid-i kâmil resmiyle tecellî
etmektedir. Herkese bunların siretini görmek
nasîb olmadığı için bazıları onun resmini
görür, maalesef siretini göremez. Mürşid-i
kâmil resminden Hakk’ı ancak Allah’ın
nasîb ettikleri görebilir

239
NAMAZ RİSALESİ

İlk defa sabah namazını Âdem (a.s.)


kılmıştır. Âdem (a.s.) cennetten dünyaya
çıkarılınca dünyayı karanlık buldu. Sabah
olup ortalık aydınlığa kavuşunca şükranî
olarak iki rekât namaz kıldı. Bu kıldığı
namazın bir rekâtı karanlıktan kurtulduğu
içindi. Bir rekâtı da aydınlığa kavuştuğu
içindi. Bugün biz de nefsimiz dünya
isteklerinden ve cehâlet karanlığından
kurtulduğu için bir rekât, fiillerin fâilinin
Allah olduğunu idrak etmek suretiyle
gönlümüzün aydınlığına kavuşmasından
dolayı bir rekât olmak üzere toplam iki rekât
namaz kılarız.
İnsan nefsinin tahakkümündeyken adeta
gece karanlığında yaşar. Cehalet içindedir.
Dünyaya geliş sebebini, sonunun ne
olacağını, nereye gideceği bilmez. Dünyaya
yemek, içmek, nefsani istekleri için geldiğini
zanneder. Ne kendisinden ne de Rabbinden
haberi yoktur. Hak mürşidine tâbi olunca,
onun hidayetiyle kendisine nisbet ettiği fiil

240
karanlığından kurtulmuş olur. Fiil şirkinden
kurtulduğu için bir rekât, fiil aydınlığı olan
fiillerin fâilinin Allah olduğunun idrâkına
varınca da ikinci rekâtı kılmış olur. Burada
bir kişinin aydınlığa çıkması fiil şirkinden
kurtulması demektir. Hasan Fehmi Hazretleri
şöyle buyuruyor:

Sabah namazına hazır olanlar


Onlardır efâli Hakk’a verenler
Fâil Hak’tır diye huzur ederler
Yalvar kul Allah’a seher vaktinde
Yalvar kul Allah’a bahar vaktinde

Bir insan sabah namazını kılabilmek


için hazırlık yapmalıdır. Evvelâ uykudan
uyanmalıdır. Zira uyuyan kişinin uykuda
iken yaptığı ibadet geçerli değildir. Bu
uyanma yalnız bedenin uyanması değildir.
Aynı zamanda gönlünün de gaflet
uykusundan uyanması lâzımdır. Çünkü bir
kişi daha evvel cehâlet devri geçirmekte idi.
Bu cehâlet ona göre gece karanlığı gibidir.
241
Cenab-ı Allah, “Ben kulumun suret ve
ameline bakmam, kalp ve niyetine bakarım.”
buyuruyor. Peki, bir kişinin kalbi nasıl
uyanır? Bizlere evvelâ mürşidimiz
tarafından her nefes daimî zikir telkin edildi.
Sâlik, mürşid-i kâmilden aldığı daimî zikirle
her nefes Hak’la beraber olma idrâkına sâhib
olduğunda gaflet uykusundan uyanmış
olacaktır. Fiillerin fâilliğini de Allah’a nisbet
ederek, efâl-i ilahîye aydınlığına sahip olarak
sabah namazını huzur ile kılmış olur.
Fiillerin fâili Allah mıdır? Evet. Çünkü
âyette "Oysa Allah sizi de, yaptığınız şeyleri
de yaratmıştır." (Saffat Suresi 37-96)
buyrulmaktadır.
İşte bizler de Âdem (a.s.) gibi bu gün
cehâlet ve şirk karanlığından kurtulduğumuz
için bir rekât, efâl-i ilâhiye aydınlığına
çıktığımız için ikinci rekâtı kılarak sabah
namazımızı kılmış oluruz.
Sabah namazının evvelinde iki rekât
sünnet kılarız. Bu Peygamber efendimizin
bizlere sabah namazını sohbetleriyle
açıklamasından ibarettir. Onun için sabah
namazının ilk iki rekâtı sünnet olmuş oluyor.
242
Sünnet de iki, farz da iki rekâttır. Sünnette de
farzda da Fatiha ve zammı sureler okunur.
Dikkat edilirse sabah namazının sünneti ile
sabah namazının farzı arasında hiçbir fark
yoktur. Fark niyettedir. Sünnete sünnet,
farza da farz diye ‘niyet’ edilir.
Sabah namazının sünneti olan bu
sohbetlerle sabah namazının farzının idraki
olmadan farz kılınmamalıdır denilmiştir. Bir
kişi Hak mürşidinden bu ilmi tahsil etmeden
nasıl aydınlığa çıkabilir? Günümüzde de Hak
mürşidleri, sabah namazının iki rekât
oluşunu, tadil-i erkâniyle içindeki bütün farz,
vâcib ve sünnetlerin nasıl yapılacağını
bizlere öğretmektedir. Namazdaki kıyamın,
rükûnun ve secdenin farz oluşunun
mânâlarını ve sabah namazının bütün
namazlara şahid olmasının hikmetlerini
anlatmaktadırlar.
Öğle namazını ilk defa İbrahim (a.s.)
kılmıştır. O’nun dört türlü ibtilası mevcuttu.
Bunlardan kurtulunca şükranî olarak dört
rekât öğle namazı kıldı. Bu belâlar ne idi?
Bir insanda sübutî sıfatlardan yedisi vardır.
Bunların üçü bâtın, dördü zahirdir. Zahir
243
olanlar işitme, görme, konuşma ve
kuvvetimizdir.

Bizler bu güne kadar hep kendimizin


duyduğunu, kendimizin gördüğünü,
kendimizin konuştuğunu ve kuvvetin
kendimize ait olduğunu zannederdik. Meğer
bizden duyan, gören, konuşan ve kuvvet
sahibi olan Hak’mış. “Lâ havle ve lâ kuvvete
illâ billâhil aliyyil azîm” demekle bunların
bizim değil Hakk’ın olduğunu anlamış olduk.
Bunları kendimize nisbet ettiğimizde bunlar
bizim için belâ olmuştu. Çünkü bütün
günahları bunlarla işleriz. İbrahim (a.s.) de
dört rekât öğle namazını bu belâlardan öğle
vaktinde kurtulduğu için şükrânî olarak
kılmıştır. Bizler de bu dört belâdan
kurtulduğumuz vakit öğle namazını kılmaya
hak kazanmış oluruz. Hasan Fehmi
Hazretleri öğle namazı için bakın ne diyor:
Öğle namazını kılan mü’minler
Her sıfatı Hakk’a nisbet ederler
Her nazar mevsufu şühud ederler
Yalvar kul Allah’a seher vaktinde
Yalvar kul Allah’a bahar vaktinde.

244
Demek ki öğle namazını kılabilmek için
mümin olmak gereklidir. Mümin kimdir?
Enfal Suresinin 2. âyeti müminin tanımını
şöyle yapıyor: “Müminler ancak o
kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri
ürperir. O'nun âyetleri kendilerine okunduğu
zaman onların imanlarını artırır. Onlar
sadece Rablerine tevekkül ederler.” (Enfal
Suresi 8-2) Âyetten müminlerin Allah’ın
zikriyle meşgul olup fiil ve sıfatların Hakk’a
ait olduğuna inanan kişiler olduğu
anlaşılmaktadır. Bunlar her sıfatın
mevsufunun yani bu sıfatları sıfatlananın
Cenab-ı Hak olduğunu idrak ederek öğle
namazını eda etmiş olurlar. Böyle bir bilgiye
sahip olmadan ‘uzun yıllar kıldım’ demek
zandan öteye geçemez.
Öğle namazından önce dört rekât
sünnet, farzdan sonra da iki rekât sünnet
kılmaktayız. Bunların mânâsı nedir? Sabah
namazının sünnetinin izahında belirttiğim
gibi “Öğle namazı hangi idrakle, nasıl ve kaç
rekât kılınmalıdır? İbrahim (a.s.) bu
belâlardan nasıl kurtuldu? Bizler de bu
belâlardan nasıl kurtulabiliriz?” gibi
245
soruların cevabını bulduğumuz mürşidimizin
sohbetleri, telkinleri ve izahları sünnet
olmaktadır. Allah’ın tecellîlerine farz,
Peygamber efendimizin tarif ve icraatına
sünnet demekteyiz. İşte öğle namazından
evvel dört rekât sünnetin kılınmasının
sebebinin, farzın kılınabilmesi için
Resûlullah Efendimiz tarafından izahı olduğu
anlaşılmaktadır.
Bütün namazların aslı iki rekâttır.
Birinci rekâtı kulun Hakk’a vuslatı, ikinci
rekâtı da Hakk’ın kulundan tecellîsinin idraki
ve seyridir. Yani “fenâ” ve “bekâ”
zevklerinden ibarettir.
Dikkat edilirse sünnetlerin dört
rekâtında da zammı sureler okunmakta,
farzların ilk iki rekâtında okunup son iki
rekâtında okunmamaktadır. Çünkü okunan
zammı sureler fiillerin tecellîsini
remzetmektedir. Sünnette yalnız kulluk idrak
ve zevki olduğu için okunmaktadır. Farzda
ise yarısı kulun idrak ve zevki olduğu için
okunur, ikinci yarısı Hakk’ın kulundaki
tecellisi olduğu için okunmaz.

246
Öğle namazının sonundaki iki rekât
sünnet de Cenab-ı Hakk’ın zahir ve bâtındaki
tecellîlerinin şühud ve zevkine erdiğimiz için
Rabbimize bir teşekkürdür.
İkindi namazını ise ilk defa Yunus (a.s.)
kılmıştır. Yunus (a.s.), balığın karnında kırk
gün kaldı. Bir ikindi vakti idi. Yunus (a.s.)
günahlarını idrak ederek “Beni zalimlerden
eyleme.” diye dua etti. Cenab-ı Hak da onun
günahlarını affederek balığın karnında onu
sahile çıkardı. Bu anlatılan hâl, bir kişinin
yunus balığı olan mürşid-i kâmilinin
tahsilinde kendi varlığının olmadığını, varlık
sahibinin Hak olduğunu anladığı zaman
tövbe ederek ‘Beni bundan sonra zalimlerden
eyleme’ diye dua etmesidir.
Yunus (a.s.) kendi diye bildiği vücûd
varlığının kendisinin olmadığını, bu varlığın
Cenab-ı Hakk’a ait olduğunu anlayınca
şükranî olarak dört rekât ikindi namazını
kıldı. Yani Yunus (a.s.) “Bu vücud varlığımı
bu güne kadar kendime nisbet ederek Senin
varlığının yanında ‘ben de varlık sahibiyim’
diyerek şirk işliyordum. Şimdi anladım ki
varlık benim değil, Seninmiş. Beni bu idraka
247
vâkıf kılarak vücud şirkinden kurtardın. Sana
ne kadar teşekkür etsem azdır.” diyerek
şükrânî olarak ikindi namazını kılmıştır.
Hasan Fehmi Hazretleri bakın ikindi namazı
için ne buyuruyor:
İkindi namazını cemaatle kıl
Vücud Vücûdullah gayri yoktur bil
Cümle âlem fâni Hak bakîdir bil
Yalvar kul Allah’a seher vaktinde
Yalvar kul Allah’a bahar vaktinde
Bir kişinin bütün namazlarını cemaatle
camide kılması mümkün değildir. İnsan
cemî-i esmâdır, âlem-i kübrâdır. Âlemde ne
varsa Âdem’de o mevcuttur. Onun için
camiyi kendimizde bulursak her zaman
cemaatle namaz kılmış oluruz. Cenab-ı
Hakk’ın vücudu nedir? Bizim diye
bildiğimiz Allah’ın efâli, sıfatı ve bunları
toplayan vücuda Hakk’ın vücudu diyoruz.
İşte bütün âlemde görünen ve görünmeyen
zahir ve bâtın bu âleme Vahdet-i Vücud
diyoruz. Peki, bizim vücut ülkemizde cami
nerededir? Gönlümüzü cami, ruhumuzu
248
imam, aza ve sıfatlarımızı da cemaat yapar,
kıblemizi de Allah’ın vâcib-ül-vücûdu olan
bizdeki vücud yüzünü kıble yapabilirsek
ikindi namazını cemaatle kılmış oluruz.
Böylece “Doğu da, Batı da Allah’ındır.
Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü işte
oradadır…” (Bakara Suresi 2-115) âyeti tecellî
etmiş olur.
Bizler de efâlimizin, sıfâtımızın ve
vücudumuzun olmadığını, bunların hepsinin
Cenab-ı Hakk’ın olduğunu idrak ve zevk
ettiğimizde ikindi namazını edâ etmiş oluruz.
İkindi namazının farzından evvel dört rekât
gayri müekked olarak kılınan sünnet, güneşin
doğarkenki hâline benzer. Evvelâ tan
yerinde bir kızarıklık olur, ondan sonra
güneş doğar. Kişinin varlığının olmadığını
idrak etmesi müekked sünnet değil gayri
müekked sünnet hâlidir. Resulullah
efendimiz de bu sünneti çok zaman
yapmamış, zaman zaman yapmıştır. Öğle
namazının sünnetinde kâmilimizin bizlere
dört rekât farzın nasıl her yönüyle
kılınacağını izah etmesi müekkedse, ikindi
namazının dört rekâtlık farzının kılınmasının
249
izahı olan sünnetine de gayri müekked
sünnet diyoruz.
Dikkat edilirse cemaatle kılınan öğle ve
ikindi namazlarının farzları sessiz ifâ edilir.
Çünkü bir kişi kendine nisbet ettiği efâlini,
sıfatını ve vücudunu Hakk’a verdiğinde onun
sesi çıkmaz. Onun için bu iki vakit namazı
sessiz kılınır. Akşam, yatsı ve sabah
namazları ise sesli kılınır. Sabah namazında
kelâm ve kudret sıfatlarını kişi henüz
kendisine nisbet eder. Bu nedenle sesli okur.
Meratib-i ilâhiyeyi tamamlayanlar çok iyi
bilirler ki Cenab-ı Hakk’ın fiilleriyle açığa
çıkması idrakinin bütün namazlara şahid
olduğunun zevk edilmesidir.
Akşam namazını ilk defa İsa (a.s.)
kılmıştır. Yahudiler, “Allah, kutsal ruh ve
İsa” üçlemesiyle İsa’yı Allah’ın oğlu olarak
görüyorlar ve Allah’a çocuk isnat
ediyorlardı. Bu da şirk olduğu için, İsa
(a.s.)’yı Cenab-ı Allah semaya ref’ etti. İşte
İsa (a.s.) bunlardan bir akşam vaktinde
kurtulduğu için üç rekât şükranî olarak
akşam namazını kıldı.

250
Akşam namazını, ruhumuzu imam, aza
ve sıfatlarımızı cemaat yaparak gönül
mescidinde Cenab-ı Hakk’ın ulûhiyet
tecellîsine dönerek kılmamız lâzımdır. Peki,
ruhumuzu nasıl imam yaparız? Vücud
ülkesinde ruhumuz, bütün sıfat ve
azalarımızdan kendisini şerh etmektedir.
Duymamız, görmemiz, konuşmamız hep
ruhun kalp komutanına verdiği emirle
hareket etmektedir. Hakk’ı duymak, Hakk’ı
görmek, Hakk’ı konuşmak için bu sıfat ve
azalarımız yaratılmıştır. Bir kişi Hakk’ı
duymuyor, Hakk’ı görmüyor ve Hakk’ı
konuşmuyorsa Cenab-ı Hak o kişiye “Ey
insan! Sana Ben duymak, görmek ve
konuşmak için azalar verdim. Neden bunları
yerinde kullanmadın?” diye soracaktır. Bir
kişi Hakk’ı duymuyorsa gıybetten, Hakk’ı
görmüyorsa harama bakmaktan, Hakk’ı
konuşmuyorsa yalan söylemekten
kurtulamaz. O kişi bu sıfat ve azalarını
yerinde kullandıysa Hakk’ı duyan, Hakk’ı
gören ve Hakk’ı konuşan bir kişi olacağından
zulmet perdeleri açılır. Her nereye bakarsa
vech-i Rahman’ı görecek, her neyi duyarsa
duyduklarının Hakk’ın sesi olduğunu idrak
251
edecektir. Sıfatlarının görevlerini
yapmasından duyduğu zevkle akşam
namazını kılmış olacaktır.
Bizler de Cenab-ı Hakk’ın zatının
sıfatlarından fiilleriyle zuhurunu zevk ederek
üç rekât akşam namazı kılarız. Hakk’ın
vahdaniyet tecellîsinin tekliğiyle, akşam
namazında Hak zahir olduğu için, duyan da,
gören de, söyleyen de, işleyen de, konuşan
da hep Hak olur. Dolayısıyla insan burada
yalan söylemekten, gıybet dinlemekten,
harama bakmaktan vb. kurtulmuş olur.
Bunları bilmek, görmek demektir.

Akşam namazını imamla kılan


Onlardır Allah’ı hem zahir gören
Hak söyler ene-l Hak kulun dilinden
Yalvar kul Allah’a seher vaktinde
Yalvar kul Allah’a bahar vaktinde

Akşam namazını imamla kılabilmemiz


için gönül mescidinde ruhumuzu imam, sıfat
252
ve azalarımızı cemaat, kıblemizi ‘semme
vechullah’ yapmamız lâzımdır. Böyle
yapanlar Hak zahir olduğu için Allah’ı
apaçık zahir olarak görürler. Kulun kendi
varlığı olmadığı, varlık sahibi Cenab-ı Hak
olduğu için kulundan duyan, gören, konuşan
hep Hak’tır. Bizler de bu zevkle akşam
namazını üç rekât olarak kılarız. Farzdan
sonra iki rekât sünnet de yine Cenab-ı
Hakk’ın zahir ve bâtın, vahdet ve kesret
tecellîlerine vâkıf kıldığı için O’na teşekkür
etmek demektir.
Yatsı namazını da ilk defa Musa (a.s.)
kılmıştır. Musa (a.s.) Firavunun zulmünden
kurtulduğu için dört rekât yatsı namazını
şükrânî olarak kıldı. Bizler de bu gün Musa
(a.s.) gibi nefs firavunundan kurtulup
mutmain nefs hâline kavuştuğumuz için dört
rekât yatsı namazını kılarız.
Bir insan yatsı namazını kılabiliyorsa
huzurlu olur. Zira hadîs-i kudsîde “Kulum
bana nevâfillerle yaklaştığı zaman Ben o
kulumu severim. Sevdiğim kulumun
duymasına kulak, görmesine göz,
konuşmasına dil, tutmasına el, yürümesine
253
ayak olurum. Hatta tüm aza ve cevahiri Ben
olurum.” buyrulmuştur. Bir kişi bu idrak ve
zevke erdiğinde huzur bulur. Bizlerin de ‘Nil
nehri’ olan ilim ve irfâniyetle nefs
firavunundan kurtulup nefs-i mutmainne
olarak huzur bulmamız yatsı namazını
kılmamız olacaktır. Bizlerdeki bütün icraat
Hakk’ın olursa, O’nun tecellîlerini seyretmek
elbette kişiye huzur ve mutluluk verir. İşte,
yatsı namazının hakikati budur. “Bizler bu
kadar yatsı namazı kılıyoruz ama neden
huzur bulamıyoruz?” derseniz “Bu idrâklara
sâhib olmadığınız için suret namazı
kılıyorsunuz da ondandır.” derim. Suret
namazıyla insan huzur bulamaz. Hasan
Fehmi Hazretleri yatsı namazı için bakın ne
diyor:
Yatsı namazında eyle sen huzur
Muhammed yüzünden Hak zahir olur
Hak bâtın ile halk zahir olur
Yalvar kul Allah’a seher vaktinde
Yalvar kul Allah’a bahar vaktinde

254
Şu hâlde namazlarımızda ve
yaşantımızda huzur bulmak istiyorsak
Muhammed olan mutmain kemalât
sıfatlarımızdan Hakk’ı seyretmemiz
gerekiyor. Siret olan Cenab-ı Hakk’ı suret
olan bu kemalât sıfatlarından her an
tecellîlerini seyretmek, O’nunla beraber
olmak, namazın hakikati değil midir?
Yatsı namazının evvelinde dört, farzdan
sonra da iki rekât sünnet kılmaktayız. İlk dört
rekât sünnet yine ikindi namazının ilk
sünneti gibi gayri müekked sünnettir.
Buradaki gayri müekked sünnet güneşin
batarkenki hâline benzer. Güneş battıktan
sonra bile hâlâ bir kızarıklık vardır. Bu
kızarıklık da tamamen kaybolunca her yer
karanlığa bürünür. Artık vakit gecedir. Gece,
Cenab-ı Hakk’ın vahdet tecellîsinin
zuhurunu remzeder. Böylece yatsı namazının
ilk dört sünnetinin gayri müekked sünnet
olduğu anlaşılmış oluyor. Çoğu zaman
kılınmaz, zaman zaman da kılınır. Her iki
durum da Peygamber efendimizin sünnetidir.

255
Son iki rekât sünnet de akşam
namazının sünneti gibi müekked sünnetten
olup Cenab-ı Hakk’ın vahdet ve kesret
tecellîsinin zevkinin kişiye ihsan edilmesinin
teşekküründen ibarettir. Zaten farzlardan
sonra kılınan sünnetler bu lütuflara nâil
olduğumuz için hamd etmek, teşekkür etmek
içindir.
Salât-ı Vitr yani vitir namazına gelince
yine Hasan Fehmi hazretlerine kulak
verelim. Şöyle buyuruyor:

Selati vitiri kılan muhakkak


Evvel, Ahir, Zahir, Bâtın olur Hak
Kalmaz şirkin abit mabut olur Hak
Yalvar kul Allah’a seher vaktinde
Yalvar kul Allah’a bahar vaktinde

Vitir namazını ilk defa Peygamber


efendimiz kılmıştır. Peygamberimiz miraca
çıkacağı zaman Ebubekir’e “Rabbim beni
miraca davet ediyor. Rabbimle
256
konuşacağım.” dediğinde Ebubekir “Ya
Resulullah, Rabbinin huzurunda benim için
de bir rekât namaz kılar mısın?” dedi.
Peygamber Efendimiz de Rabbinin
huzurunda bir rekât Allah için farz, bir rekât
kendisi için sünnet, bir rekât da Ebubekir için
olmak üzere üç rekât namaz kıldı. Buna vitir
namazı dendi. Bu namaz da vâcib oldu. İşte
bizler de bir rekâtı Allah’ın emri olduğu için
farz, bir rekâtı Peygamber efendimizin
sünneti olduğu için sünnet, bir rekâtı da
kulluğumuzun idrakı olarak üç rekât vitir
namazını kılarız. Vitir üçün tekliği demektir.
Tecellî eden Hak, tecellî Hak, tecellî olunan
Hak olunca ihlâs sahibi olunmuş olur. İhlâs,
katkısız, saf, temiz, O’ndan başkası yok
demektir. Artık burada hafî şirk dediğimiz
gizli şirk de kalkmıştır. Aslında namazın özü
de budur. Allah’ın zatının, Muhammed olan
Rahman kemalât sıfatlarından, Âdem olarak
zuhurundan ibaret olduğu anlaşılmış olur.
Âdem ve âlemde bu tecellîleri seyretmek
kemalâttır. Buraya kadar kâmiller 33 defa
ruhanî miraç yapmış olurlar. Bu da, Cenab-ı
Hakk’ın üç tecellîsinin, zatının sıfatlarından
Âdem fiiliyle zuhurunun zevkinden ibarettir.
257
Teheccüd namazı farz değil sana
Yetim malıdır yakar baştanbaşa
Teberrüken kılar Fehmi yok hâşâ
Yalvar kul Allah’a seher vaktinde
Yalvar kul Allah’a bahar vaktinde

Hasan Fehmi hazretlerinin ilahîsinden


teheccüd namazının sadece Peygamber
efendimize ait bir ibadet olduğunu anlıyoruz.
Bir âyette şöyle buyuruluyor:“Gecenin bir
kısmında da uyanarak sana mahsus fazla bir
ibadet olmak üzere teheccüd namazı kıl ki,
Rabbin seni Makam-ı Mahmud'a ulaştırsın.”
(İsra Suresi 17-79) Görüldüğü gibi bu emir
yalnız Peygamber efendimizedir. “Makam-ı
Mahmud” un yalnız Peygamber efendimize
ait olduğunu bütün enbiya evliya bilir ve
oraya teberrüken girerler. İşte bu nedenle
Fehmi hazretleri “Teberrüken kılar Fehmi
yok hâşâ” diyor. Yani Hasan Fehmi
hazretleri ‘Hasan Fehmi’ ismiyle “ben dahi
bu namazı kılamam” diyor.

258
Mahmud makamında peygamberler ve
veliler teheccüd namazını kılmak isterlerse
kendi esmalarını dışarıda bırakmak
zorundadırlar. Ancak Muhammed esması ile
o makama girer ve tebrik ederek tekrar
dışarıya çıkarlar. Çıktıktan sonra yine kendi
esmalarını giyerler. Hiçbir peygamber ve
evliya kendi esması ile oraya giremez. Onun
için bütün peygamberler âhir zaman nebisi
Hazreti Muhammed (s.a.v)’e “Bizleri de
ümmet eyle” diye dua etmişlerdir. Makam-ı
Mahmud’un şefaati yalnız Hazreti
Muhammed’e aittir. İnsanların bu namazı
kılmaları, bu makamı kendi gönül
âlemlerinde de istemeleri demektir.
Muhammed olabilenler Muhammed olarak
bu namazı mutlaka kılmalıdır.
Bir âyet-i kerîmede “Siz yetim malına
yaklaşmayınız.” buyrulmaktadır. Yetim
kelimesinin mânâsı nedir? Babası ölmüş
çocuğa yetim denir. Peygamber efendimiz
doğmadan yetim kalmıştır. Ama sözünü
ettiğimiz bu ‘yetimlik’ bu mânâsı ile
değildir. Arap dilinde “yet’m” “tek başına,
eşsiz” mânâsındadır. Peygamberimiz bu
259
itibarla manen yetimdir. Çünkü Peygamber
efendimizin ruhanîyeti bir anne, babadan
gelmedi. O’nun ruhanîyeti “kün” yani “ol”
emri ile oldu. İşte bu yönüyle teheccüd
namazı sadece Peygamber efendimize
mahsustur.
Günümüzde taklidî olarak mânâsını
bilmeden bu namazı kılanlar sevap için
kılıyorlar. Teheccüd namazı idraki olmadan
sevap için gecenin bir saatinde nafile olarak
kılınan bu taklidî namaz şeriat-ı evvel
mertebesinde elbette çok faydalar
sağlamaktadır. Hakikati idrak edemeyenler
tarafından bu ifadelerimiz kerih görülebilir.
Her ibadet, yerinde ve mertebesinde
doğrudur. Bir âyette “Güneşin zevalinden
(öğle vaktinde Batı'ya kaymasından) gecenin
karanlığına kadar (belli vakitlerde) namazı
kıl. Bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah
namazı şahitlidir.” (İsra Suresi 17- 78)
buyrulmaktadır. İşte âyette sözü edilen
namazların idrakinden sonra teheccüd
namazının neden yalnız Resûlullah
efendimize emredildiği anlaşılabilir.

260
Tevhidde beş mertebede namaz kılınır.
1. Hafî mertebesinde cehâletten,
nisbiyetten, şirk ve günahlardan
soyunma namazı
2. Ruh mertebesinde şühud namazı
3. İtminan olmuş nefs mertebesindeki
fiilullah namazı
4. Kalp mertebesinde huzur namazı
5. Sır mertebesinde münacaat namazı

1- Bir kişi tevhide girmesiyle, fenâ


mertebelerinde nefs tezkiyesi sonunda
cehâletinden, nisbîyetinden, şirkinden
soyunarak kendi varlığını Hakk’ın varlığında
ihtiyarî olarak yok etmesi hafî yani gizli olan
soyunma namazıdır. “Men arefe nefsehu
fakat arefe rabbehu” bu yer içindir.
2- Nisbiyetlerden kurtularak ruhullah
mertebesine gelen bir kişi ruhunu imam,
bütün sıfat ve azalarını cemaat yaparak gönül
mescidinde kalp komutanı tarafından akıl
nimetiyle gördüğü Cenab-ı Hakk’a şühud
namazı kılmış olacaktır. Zira şühud görmek,
261
şahit olmak demektir. Kendi vücudunda
O’ndan başkası yok ki başkasını görsün.
Ruhunun kalp komutanına nasıl tecellî
ettiğini, kalp komutanın emrindeki sıfat ve
azalara ruhun emrini nasıl ilettiğini, sıfat ve
azaların da fiilleriyle nasıl zuhura geldiğini
seyretmesidir. İşte kendisinin tecellîlerini
seyretmesine şühud namazı diyoruz.
3- Ruhun, Muhammed elbisesi
vücudunu giymesiyle, mutmain olmuş nefs
tecellîlerinin zahir ve bâtın şeriat farkıyla
zuhuru ve müşahedesi o kişinin fiilullah
namazını kıldığını gösterir. Çünkü bütün
mazharların istidad ve kabiliyetlerinin
fiillerle açığa çıkması, onun fiillerini
seyretmesidir. Mutmain olmuş Muhammed
sıfatlarından elbette Hak ve hakikati duyma,
görme ve kelâm gibi filler zuhur edeceği için
buna da fiillerin küllî tesliminin namazı
denilmektedir.
4- Bir kişi Cenab-ı Hakk’ın celâl ve
cemâl tecellîlerini gönül evinde cem
edebildiyse, Allah’ın kahrı ve lütfunu
birlemesi nedeniyle ihlâsa ermiş demektir.
Zira tecellî eden, tecellî ve tecellî olunan hep
262
Hak’tır. Tafsilâtta her ne kadar çeşitli esmâ
ve sıfatlarla zatını ilân etmişse de özdeki
birliği ve mazharlardaki tecellîleri kişiyi
yanıltmaz. Siretteki birlik idraki kesret ve
tafsilâttaki adalet ve şeriat zevkini meydana
getirir. Gayriyetin zahir ve bâtını yok olduğu
için huzur namazını kılmıştır. Artık O’nda O
olmuştur. Her türlü değişik tecellîler onu
aldatmaz. Hep huzurdadır. Buna kalp namazı
da denir.
5- Salât-ı vitir namazının üçüncü
rekâtında rükûya eğilmeden tekrar tekbir
getirerek Kunut dualarını okumakla son
mertebenin kulluk mertebesi olduğunu
anlıyorduk. Aynen onun gibi meratib-i
ilâhiyenin sonundaki sır da kulluğun
idrakidir ve bu idrak ile Cenab-ı Hakk’a
kılınan namaz münacaat namazıdır.

Bütün tecellîler Hakk’ın zatındandır.


Tecellî mazharları ise Hakk’ın muhtaç
olduğu sıfatlarıdır. Bu sıfatlara biz kul
diyoruz. Daima kulun muhtaçlığı böylece
anlaşılmış oluyor. Onun için kul olanlar bu
idrakle Cenab-ı Hakk’a münacaatla “Daima
263
bu sıfatlarından her an ayrı şe’ndeki
tecellîlerini ihsan et. Bu bizim
mazharlarımızdan seyreyle” diye dua
etmektedirler. Cenab-ı Allah bütün
kardeşlerime bu idrak ve şuurla namaz
kılmayı, daima O’nda O olmayı ve O’nunla
daima konuşmayı nasip etsin. Âmin.

NAMAZ ZÂHİR VE BÂTIN OLURSA


NAMAZDIR

Namaz, Cenab-ı Hakk’ın kendi vücut


ülkemiz de tecellîlerinin hem zahir, hem
bâtın irfaniyet ve kemalâtla seyrini yapmak
ve konuşmaktır.

Bir âyet-i kerimede “Şüphesiz Allah ve


melekleri Peygamber'e salât ediyorlar. Ey
iman edenler! Siz de ona salât edin, selam
edin” (Ahzab Suresi 33-56) buyurulmaktadır.
Bu âyet-i kerimeyi Muhiddin-i Arabî
hazretleri namaza almış ve “Allah ve
melekleri Muhammed’e namaz kılıyorlar, siz
de Muhammed’e namaz kılınız.”
264
buyurmuşlardır. Yani Allah, bizlerdeki ruh
dediğimiz enerji veya hayatın insan
vücudundaki kuvvelerimizle bizim gibi
Muhammedî olanlarda kemalâtı olan
Rahmaniyeti ile tecellî ediyor. Bu, ey iman
edenler, sizler de bu enerji ile kendi
Muhammedîliğinizi bularak O’nu açığa
çıkarıp kendinizde üç hâliyle seyrediniz
demektir. Malûmunuz, namazın zahirinde de
bâtınında da üç hâl vardır. Zahiri kıyam,
rükû, secdedir. Bâtını ise, efâl, sıfat, zattır.
Namazın dışında hiçbir durumda bu üç hâlin
bir anda tecellîsini görmek ve zevk etmek
mümkün değildir. Çünkü bütün varlıklar ya
kıyam hâlinde, ya rükû hâlinde ya da secde
hâlinde bulunmaktadır. Bir kişi yalnız iman
ederek zahir bu üç hâli zuhura getirmiş olsa,
idraksız olduğu için taklit ibadet ecrini almış
olur. Yalnız ilimle bu üç hâli bütün
teferruatıyla bilse, ilmi ile âmil olmadığı için
ilim hamalı olmaktan öteye geçemez. Fakat
hem zahir amelini hem de bâtın olan
irfaniyet ve kemalâtıyla bunu uygulamış
olsa, Cenab-ı Hakk’ın muradı olan tecellîsini
zuhura getirmiş olurlar. Kuşlar tek kanatla
uçamazlar. İnsan ruh ve bedenden ibarettir.
265
Yalnız ne beden ne de ruh tek başına bir iş
yapabilir. Ruhun kendini isbat edebilmesi
için bedene ihtiyacı vardır, bedenin de ayakta
durabilmesi için ruha ihtiyacı vardır. Cenab-ı
Hakk’ın bütün tecellîlerinde bunu görmek
mümkündür. Yer ve gökler, gece ve gündüz,
celâl ve cemâl, vahdet ve kesret, fenâ ve
beka, gibi birçok misâl verilebilir. Çünkü
Allah zatı ile bilinmez ve tefekkür edilemez.
Sıfatları ile zuhura geldiği için, rahman
sıfatıyla kendini ilan etmiş ve seyretmiştir.
Bizler de namazdan, zahiriyle ve bâtınıyla
faydalanabiliriz. Sadece namazda değil
herhangi bir işi yaparken bile zahiri ve bâtını
bilerek yaparsak fayda sağlayabiliriz. Sadece
zahirle veya sadece bâtınla bir yere varmak
mümkün değildir. Bilhassa namazı zahir ve
bâtın kılmayanların tevhidden
faydalanmaları söz konusu değildir.
Kelamilikten başka ellerinde bir şey yoktur.
İsterseniz etrafınızdaki böyle kişilere nazar
edin. Onlarda ahlak güzelliği, edep güzelliği
gibi tasavvufun önerdiği güzellikleri görmek
mümkün değildir. Görünüşte güzel gibi
görünen bu kişilerin menfaatlerine birazcık
dokunduğunuzda nefislerinin nasıl
266
kabardığını ve ne hâl aldıklarını
görebilirsiniz. Çünkü nefs denen ikilikten
kurtulamamışlardır. Her varlıkta Hakk’ın
tecellîsini ilimle dillendirmek marifet
değildir. İlim, ancak ilmiyle âmil olanlara
fayda sağlamaktadır. Kelamilerdeki ilmin hâl
ve davranışlarına yansımadığını görürsünüz.
İslâmiyeti hep kendi menfaatleri
doğrultusunda uygularlar.

Namaz inananların, esfel-i sâfilînden


âlâ-yi illiyyîne kadar yaptığı bir yolculuğun
eğitiminden ibarettir. Bu yolculuğa ben
‘mıstık yolculuğu’ diyorum. Uruçta bu
eğitimi yapmayanlar zahir ve bâtın azaptan
kurtulamazlar.

Namaz hem muhkem, hem de


müteşabih âyetlerle sabittir. Bunu yalnız
zahir yönü ile veya yalnız bâtın yönü ile
algılamak yanlıştır. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın
kesret âleminde zahir ve bâtın iki yüzü
vardır. Tek celâl veya tek cemâl yüzü yoktur.
Onun için, daima her gün kılınan namazların
aslının iki rekât olduğunu idrak etmeli, üç
hâlle fiillerinden onu seyretmelidir. Namazın
267
bir rekâtı fenafillah, yani fenâ-i efâl, fenâ-i
sıfat, fenâ-i zat yaparak ‘ölmeden evvel
ölme’ idrakına vâkıf olmaktır. İkinci rekâtı
da bekabillah zevkiyle zevkiyâb olmaktır.
Yani kişinin kendi mazharından Cenab-ı
Hakk’ın, zatının sıfatlarından fiilleriyle
tecellîsinin zuhurunu seyrederek zevk
etmektir. İster fenafillah deminde, isterse
bekabillah deminde, kişinin Cenab-ı Hakk’ın
üç tecellisini seyretmesi, üç hâliyle onunla
konuşması, görüşmesi, O’nunla beraber
olması demektir. Ömrü müddetince bunu her
gün beş vakit namazla uygulayanlar
kendilerinde oluşan hâllerle Hak’la beraber
olma zevkine geçecekleri için, iki âlemde de
Rabbiyle beraber mutlu ve huzurlu olacaktır.

Namazın yalnız zahirini görerek,


“spordur, taklittir, bedenin çeşitli
pozisyonlarıdır” şeklindeki ifadeler iman
ehlinin değil, gafillerin, ahmakların
ifadesidir. Resulullah efendimiz, bizzat
namazı kılmış ve “Ben nasıl kılıyorsam sizler
de öyle kılınız.” diye emir vermişlerdir. Buna
rağmen nefsanî fikirlere dayanarak namaz
kılmamak ve kılanlara da engel olmak
268
İslâmiyete yapılmış en büyük kötülük,
verilmiş en büyük zarar olmaktadır. Namaz
Kur’ân-ı Kerîm’deki âyetlerle ve Resulullah
efendimizin hadîsleriyle kesin olmasına
rağmen aslında Melamilikle ilgisi olmadığı
hâlde ‘Melami’ etiketiyle dolaşan bu sözde
Melamiler ki onlara ‘kelami’ diyorum,
namaz kılmayarak, kılanları da aşağılayarak
Resulullah vârisi olan gerçek Melami
kardeşlerime de zarar vermektedirler. Allah
onlara hidayet versin. Hak ve hakikat
yolunda ihlâs sahiblerinin de Allah
yardımcıları olsun. Âmin.

ORUÇ RİSALESİ

Oruç, uruç etmek, yükselmek


anlamlarına gelir. Bu yükselme ikilikten
birliğe yükselmektir. Cehâletten irfâniyete
yükselmektir. Şirkten, gayriyetten, nisbet
etmekten birliğe, aynîyete yükselmektir.
Tevhidde Ramazanın ilk on günü efâl, ikinci
on günü sıfat ve son on günü zat mertebesine
aittir. Ayın sonundaki bayram ise fenadan
269
bekâya geçişin müjdecisidir ve bekâyı temsil
eder. Bu sebeple bayram günü oruç tutmak
haram kılınmıştır. Oruç dört bölümde mütalaa
edilir:

1- Bedenin orucu (şeriat-ı evvel orucu)


2- Kalbin ve gönlün temizlik orucu
(tarikat orucu)
3- Hakikat orucu (ikilikten birliğe
yükselme orucu)
4- Marifet orucu (esma ve sıfatların
seyri)

Bedenle ilgili olan oruç, evvelini ve


âhirini bilerek, her ikisi arasında, yemek,
içmek ve nefsanî istek ve arzulardan uzak
kalmak olarak mütalaa edilir. Çünkü bu beden
on bir ay çalışıp bir ay bakıma tâbi tutulan bir
fabrika gibidir. Dinlendirilmesinin sağlıklı
çalışmasına vesile olacağı muhakkaktır. Bir
hadîste "Oruç tutunuz ki sıhhat bulasınız."
buyrulmuştur. Yalnız sahurda, akşama kadar
aç kalmaktan korkarak tıka basa mideyi
doldurmak, iftar vaktinde de yine tıka basa
270
yemek yemek, bedeni dinlendirmek değildir.
Tam tersine bedene büyük zararlar verir. Aç
kalmak tam mânâsıyla ölümü hatırlatıyor ve
nefs muhasebesini yaptırıyorsa ancak o zaman
bedenin orucunun faydası kişi görebilir.
Oruç, kişide tul-u emeli (açgözlülük,
bitmez tükenmez hırs) yok eder, sekerat-ül
mevti (ölüm sırasındaki can çekişme hâli) de
hatırlatır. Zira açlığından mütevellit kendini
ölü gibi hisseder. Bir gün mutlaka bedenen
öleceğini bildiği için aşırı mal mülk edinme
hırsından, açgözlülüğünden vazgeçer.
Dünyadaki her şeye, helâl ve haram
gözetmeden sahip olmak için hırsla sarılmaz.
Güç ve kuvvetten düşmekle dünya arzuları,
hırsları, aşırı istekleri, âhireti düşünme
hâline dönüşür. Ayrıca, aç ve muhtaç olan
bütün kardeşlerinin durumlarını göz önünde
bulundurarak Cenab-ı Hakk’a şükreder.
Bedenin orucunu tutanlar, bu satırlarda izah
edilemeyecek kadar çok sayıda faydalar elde
ederler.

Elbette İslâmiyetin şartlarından birisi


olan oruç ibadeti anlattıklarımızla sınırlı
değildir. Oruçla daha fazla yüceliğe sahip
271
olmak için beden orucuyla beraber kalb ve
gönül temizliği olan tarikat orucunu da
tutmağa gayret göstermelidir. Böylece
bedensel orucun yetmiş bin katına mazhar
olur. Çünkü yalnız bedensel orucu tutanlar
kalb ve gönül terbiyesinden lâyıkıyla nasip
alamadıkları için yaşantılarında sinirlilik,
sağa sola sataşma, sabırsızlık gibi hâller
görülür. Hâlbuki oruç, günahlardan, kişiye
zarar verecek her türlü kötülüklerden
sakınmak içindir. Oruçta güzel ahlâk, edeb
ve iffet vardır. Gaflete ve dalâlete düşerek
şeriate aykırı söz ve davranışlardan
sakınılmalıdır. Peygamberimiz, "Hiçbiriniz,
oruçlu olduğu gün çirkin söz söylemesin ve
kimse ile çekişmesin. Eğer biri kendisine
söver veya çatarsa, ‘ben oruçluyum’ desin’"
buyurdular. Görüldüğü gibi oruçlu bir
kişinin, el, ayak, göz, dil gibi her türlü sıfat
ve azalarını kötülüklerden sakınması
gerekmektedir. Bunlarla herhangi bir hata
yapılmış ise hemen tövbe etmesi gerekir.
Oruç güzel ahlâk ve hakikî insanlığın ta
kendisidir. Orucun aslının benlik, nisbet,
gurur, kibir, haset, fesat, yalan ve buna

272
benzer bütün kötülüklerden sakınmak olduğu
anlaşılmış oluyor.

Oruç nefis terbiyesidir. Kur’ân-ı


Kerim’de yasak kılınan, nefsin
canavarlıklarını terk etme tahsilidir. Oruç,
kişinin nefsinin hükmünden kalb ve gönlünü
kurtarmasıdır. Kalbin ilim ve irfâniyet
doğrultusunda güçlenmesi gerçek oruçtur. Bir
kişi oruçlu olduğu hâlde sağa sola saldırıyor,
onun bunun kalbini kırıyor, ahlâk ve edeb
kâidelerine riâyet etmiyorsa, onun orucu
yoktur. Çünkü oruç kötülüklerden,
ahlâksızlıktan, bilgisizlikten, kötü düşünüş ve
davranışlardan sakınmak, güzel ahlâka ve
bütün iyiliklere yükselmek için emredilmiştir.
Resulullah efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde
“Ben güzel ahlakı tamamlamak için
gönderildim.” buyurmuşlardır. Onun için
insanlar hayvanî güdülerini tahrik eden
beslenmeyi kesip ruhanîyete yönelmelidirler.
Tasavvufta nefs terbiyesi ve nefs tezkiyesi
talimi onun için yapılmaktadır. Mürşid-i
kâmile gelerek, daimî zikirle, nefsin, iradenin,
aklın ve ruhun Allah’a teslimi ile fenafillah

273
olarak vahdaniyet deryasına ayak basanlar
kurtuluşa ermişlerdir.

Gelin kardeşlerim bu seviyede bir oruç


tuttuğumuzu söylüyorsak gıybet dinlememeye
özen gösterelim. Kötü görmemeye, kötü
şeylerle dilimizi meşgul etmemeye, kötü
şeyler düşünmemeye, gönlümüzü ve bütün
sıfatlarımızı elimizden geldiğince Hak’la
meşgul etmeye, zikir ve fikirle uğraşmaya
gayret gösterelim. Unutmayalım ki zikrimiz
ne ise fikrimiz de o olacaktır. Bir günümüzün
kaç saatini Hak için ve kaç saatini halk için
harcadığımızı daima kendimize sorup
muhasebemizi yapalım. İnsanlara Allah
tarafından verilen en büyük nimet akıldır. Bu
akıl nimetini nefsimizin emrinde kullanırsak,
hiçbir zaman kurtuluşa ermemiz ve
tuttuğumuz oruçların da faydasını görmemiz
mümkün değildir. Aklımızı ruhumuzun
emrinde kullanırsak işte o zaman orucun
faydasını görmüş ve kurtuluşa ermiş oluruz.
Şeriat orucu insanlardaki hayvanî
arzuları öldürmeye yöneliktir. Oruç
tutulduğu hâlde bu hayvanî istek ve arzular
bizlerden daimî olarak uzaklaşmamışsa oruç
274
tutmamış oluruz. Aslında biz orucu değil,
oruç bizi tutmaktadır. Oruç, bizim haram ve
helâl tanımayan nefsimizin kötü isteklerini
tutandır. Başkalarına karşı ters
davranışlarımızı, insanlara hakaret etmemizi,
harama bakmamızı, yalan söylememizi,
gıybet etmemizi tutandır. Bütün
kötülüklerimizi tutmuyorsa oruç tutmuş
olmayız.

Hakikat orucunu ise ancak yukarıda


açıkladığımız oruçları tutabilenler tutmağa
hak kazanırlar. Zira bedensel oruç olmazsa
ahlâk güzelliği olan tarikat orucunu
tutamayız. Bütün kötülüklerden
uzaklaşmayan ve ahlâk güzelliği elde
edemeyen de ikilikten birliğe vuslat olan
hakikat orucunu tutamaz. Dediğimiz gibi
hakikatte oruç ‘uruc’ etmektir. Yani ikilikten
birliğe yükselmektir. Kişinin kendi varlığı
ayrı, Hakk’ın varlığı ayrı iken, cehaletinden,
gayriyetinden, şirkinden kurtularak, kendi
varlığının olmadığını, varlık sahibinin Hak
olduğunu şühud etmesi ve yaşamına
geçirmesi onun orucu olacaktır. Bu da bir
mürşid-i kâmilden tahsil etmeden olmaz. Bir
275
salikin, zerreden kürreye kadar her neye
bakarsa baksın Hak’tan gayri bir tecellî
görmemesi, onun ikilikten birliğe vuslatı
olacaktır. Gayriyete çıkmaması, dolayısıyla
da ikilikteki bütün şirk ve kötülüklerden
sakınması onun orucu demektir. Bütün ihtilâf
ve kötülükler ikilikte olur. Birlik deryasında
ihtilâf ve kötülükler olmaz.

Hakikatte ikilikle oruç olmaz. Ölmeden


evvel ihtiyarî bir ölümle ölenler oruç tutma
zevkine sahip olabilirler. Oruçlu, her şeyi bir
olan Cenab-ı Hakk’ın tecellîsini şühûd
etmektedir.

Hz. İsa (a.s.) "İkiliğe çıkmak orucu


bozar" buyurmuşlardır. Yani, kişi kendisini
Hak’tan ayrı bir varlık sahibi olarak görüyorsa
bu ikiliğe çıkma olacağından orucu bozulur
demektir.
Bir cevizin dış yeşil kabuğu olmadığı
zaman, içindeki ağaç kabuk teşekkül etmez,
ağaç kabuk olmadan da cevizin özü olan
hakikatı teşekkül etmez. Amaç cevizin yeşil
kabuğunu, ağaç kabuğunu yemek değil içini,
özünü yemektir. Oruç da bu duruma benzer.
276
Hakikat orucuna sahip olabilmek için, cevizin
yeşil kabuğu olan bedensel terbiye, cevizin
ağaç kabuğu olan, ahlâk güzelliği ve
kötülüklerden uzaklaşma orucu olan tarikat
orucunu tutabilenler, ancak cevizin özünü
yemeğe hak kazandığı için, birlik deryasına
ayak basarak hakikat orucunu tutabilirler.
Yani bedensel olan şeriat orucunu, ahlak
güzelliği olan tarikat orucunu tutabilenler,
ancak ikilikten birliğe yükselme orucu olan
hakikat orucunu tutabilirler. Yoksa şeriat ve
tarikat orucu olmadan ‘Ben hakikat orucu
tutuyorum.’ diyenler yanılmakta ve
kendilerini kandırmaktadırlar. Bir kişinin
hakikat orucunu tutabilmesi için, kendi
varlığını Hakk’ın varlığında yok ederek,
fenafillah olup “Mûtu kable ente mûtu” sırrına
sahip olması lâzımdır. Kendi varlığı olmayan
bir kişinin kötülük yapması, kötülük
düşünmesi, şirk ve gayriyet içinde bulunması
düşünülemez. Zira bunlar ikilik vadisinde
yetişen ürünlerdir. Cenab-ı Hakk’ın güzel
ahlâkıyla ahlâklanamamışsa, insanlarla
zaman zaman takışıyorsa, şirk ve gayriyet
fiillerinden kendisini sakındıramamışsa o
kişinin orucu yok demektir.
277
Marifet orucu ise bu üç mertebede
tutulan oruçların idrakini, gönlünde yaşama
hâlidir. Kişinin zerreden küreye kadar Cenab-ı
Hakk’ın esma ve sıfatlarının bütün
tecellîlerinin Cenab-ı Hakk’a ait olduğunu
bilip seyretmesi marifet orucu olacaktır. Kişi
kendisine baksın, hangi mertebede bulunuyor
ve oruç tutuyorsa onun orucu o seviyededir.

En üstün oruç, bütün sene müddetince


‘bir gün tutup bir gün tutmamak’ şeklinde
anlatılan Davut (a.s.) un orucu denmiştir.
Çünkü Cenab-ı Hakk’ın bu âlemde iki
tecellîsi vardır. Biri vahdet tecellîsi biri kesret
tecellîsidir. Davut (a.s.) bu her iki tecellîye de
mazhar olduğu için, vahdet tecellîleriyle
oruçlu olduğu, kesret tecellileriyle de halkla
birlikte kendisini görmesi nedeniyle oruçsuz
olduğu anlaşılmış olur. Hak’tan başka hiçbir
şey görmeyenler daimî oruçludurlar.

Cenab-ı Allah, bütün kardeşlerime, bu


dört mertebenin oruç idrakine sahip olarak
oruç zevklerini ihsan etsin. Âmin.

278
ÖLMEDEN EVVEL ÖLMEK NE
DEMEKTİR?

Ölüm üç türlüdür:
1- Iztırarî ölüm
2- İhtiyarî ölüm
3- Her nefesteki ölüm
Iztırarî ölüm, her insanın dünyadaki
ömrünün tamamlanmasıyle toprak kaynaklı
bedeninin tekrar toprağa dönmesidir. Zira et
ve kemikten oluşmuş beden, hakikat
bedenimizin bir gölgesidir. Güneş batınca
nasıl gölge ortadan kalkarsa bizlerin ıztırarî
ölümü de aynı şekilde olmaktadır. “Her
canlı ölümü tadacaktır…” ( Ali İmran Suresi 3-
185) âyetiyle de topraktan gelen bedenlerin
tekrar toprağa dönmesinin kaçınılmaz
olduğunu anlıyoruz.
İhtiyarî ölüm ise bir kişinin kendi istek
ve arzusuyla bir mürşid-i kâmile gelerek
meratib-i ilâhiyedeki fenâ-i tam tahsilini
yapmasıyla gerçekleşir. Bu tahsille kişi
kendine nisbet ettiği varlığı yok edebilirse
279
ıztırarî ölümle ölmeden evvel irade ve
idrakiyle ölmüşlerden olur. Bunu, Resulullah
(s.a.v) efendimiz “Mûtu kable ente mûtu”
hadîs-i şerifleriyle tavsiye ediyor. Hadîsin
Türkçe karşılığı ‘ölmeden evvel ölünüz’dür.
Resulullah, “Siz yiyen, içen, gezen bir ölü
görmek ister misiniz?” diye sorduğunda
sahabe “Tabii isteriz yâ Resulallah” deyince
Peygamber efendimiz “Böyle birini görmek
isteyen Ebubekir (r.a.)’e baksın. Zira O yer,
içer, gezer, ama ölüdür.” diyerek onun
sahabe içinde nisbiyet ve şirklerinden
kurtulup fenafillah mertebesini zevk ettiğini
haber vermiş oluyor.
Bizler de kendimize nisbet ettiğimiz
fiillerimizin fiilullah, sıfatlarımızın
sıfatullah, zatımızın da zatullah olduğunu
idrak edersek ölmeden evvel ölenlerden
oluruz. Bir âyette “Siz ölü iken sizi dirilten
Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizleri
öldürecek, sonra yine diriltecektir. En
sonunda O'na döndürüleceksiniz.” (Bakara
Suresi 2-28) buyruluyor. Bizler mürşid-i
kâmile gelmezden evvel manevi yönümüzle
ruhen ölüydük. O bizi zikirle diriltti. Tekrar
280
öldürüldük. Yani kendimize nisbet ettiğimiz
efâlimizin, sıfâtımızın, zatımızın kendimize
ait olmadığını irfaniyetle öğrenince
gayriyetlerimiz ölmüş oldu. Böylece
fenafillah olduk. Fenafillah olan bir kişi
Hakk’ın varlığı ile var olduğunu anlayınca
ihtiyarî olarak Hak’ta tekrar dirilmiş
olacaktır. Böylece ‘O’na döndürülmüş’
olunur. Rabbimizi tanıyınca, bizdeki Rabbil
hasın, Rabbil âlemine muhtaç olduğunu,
kendisindeki sevk ve idarenin Rabbil
âlemînin bir şubesi olduğunu anlayacaktır.
Sonunda elbette dönüş de O’na olmuş olur.
Bakara Suresinin 260. âyetinde şöyle
buyruluyor: “Hani İbrahim, ‘Rabbim! Bana
ölüleri nasıl dirilttiğini göster’ demişti.
(Allah ona) ‘İnanmıyor musun?’ deyince,
‘Hayır (inandım) ancak kalbimin tatmin
olması için’ demişti.‘Öyleyse, dört kuş tut.
Onları kendine alıştır. Sonra onları
parçalayıp her bir parçasını bir dağın
üzerine bırak. Sonra da onları çağır. Sana
uçarak gelirler. Bil ki, şüphesiz Allah mutlak
güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.’ "
(Bakara Suresi 2-260)

281
Âyette sözü edilen dört kuş; leş yiyici
‘kuzgun’, doymak bilmeyen ‘kaz’, şehvet
düşkünü ‘horoz’, gurur ve kibirliliği ile
bildiğimiz ‘tavus kuşu’dur. Bu dört kuşun
hasletleri insanlarda da vardır.
Allah’ın nimetlerini helâl haram
gözetmeksizin yemen ‘kuzgun’ luk hâlindir.
Hırsın ve tamahınla, dünyaya aşırı
bağlılığınla yemeye, paraya, mala
doyamaman ‘kaz’ lık hâlindir. Cinsel
şehvetine düşkünlüğün, zina ve benzeri gibi
kişiyi helak edecek hasletlere sahip olman
‘horoz’ luk hâlindir. Gurur ve kibirliliğin
‘tavus kuşu’ hâlindir. Bu kuş, kanatlarını
açtığında ortaya çıkan güzel görüntüsü ile
hemen gururlanırmış. Aynen onun gibi
parada, malda, ilimde, makam ve mevkide
çevresindekilere oranla üstünlük sağlayanlar
hemen gurur ve kibire kapılıverirler.
Bu saydığımız çirkin hasletlerden
geçersen, yani kendine nisbet ettiğin varlığın
hakikatte Hakk’ın varlığı olduğunu anlarsan
Hakk’ın varlığıyla dirilmiş olursun. Çünkü
öldürdüğün çirkin hasletlerinin yerini
Hakk’ın güzel hasletlerinin aldığını idrak
282
edersin. Böylece Hakk’ın diriliğini müşahede
etmiş olursun. Yani ölmeden evvel ölmek
suretiyle dirildiğini görürsün.
Zahir bedenimizde aldığımız nefesteki
oksijenle diriliyoruz. Ciğerlerimizde biriken
karbondioksidi verdiğimiz nefesle dışarı
atıyoruz. Karbondioksidi dışarı atamadığımız
zaman ölüyoruz.
Tevhidde, aldığımız nefes, kâmilimizin
telkinatıyla kendimize nisbet ettiğimiz efâl,
sıfât ve zatın bize ait olmadığını anlayıp
dirilmemizdir. Enerji veya hayat dediğimiz
ruhun ‘nefahtu’ âyetiyle üfürülmesini idrak
ettiğimizde her nefeste Hakk’ın diriliğiyle
dirildiğimizi anlaşılmış oluruz.
Aldığımız bu nefesi üç bölümde
dışarıya vermemiz ise fenâ-i efâl, fenâ-i sıfat
ve fenâ-i zat yapmak suretiyle kendi
varlığımızdan irademizle ölmemiz
anlamındadır.
İşte biz buna “üç ifnâ - bir ihyâ”
diyoruz. Kendimizin zannıyla kendimize
nisbet ettiğimiz fiillerimizin, sıfatlarımızın
ve vücudumuzun kendimize ait olmadığının
283
idraki ‘üç ifnâ’, Hakk’ın diriliği ile aldığımız
bir nefesin idraki de ‘bir ihyâ’ olmaktadır.

SIRAT KÖPRÜSÜ

Sırat köprüsü cennete, huzur ve


mutluluk âlemine giden bir yol olarak tarif
edilmiştir. Cehennemin üzerinden cennete
geçme köprüsü denilmekte ise de, aslında
âyetlerde ‘köprü’ tabiri kullanılmamıştır.
Dünyadan âhirete geçmek, nefs âleminden
ruh âlemine geçmek, ikilikten birlik âlemine
geçmek, kesafet âleminden letafet âlemine
geçmek gibi tabirlerde köprü kavramının
gerekliliği ortaya çıktığı için ‘sırat köprüsü’
denmiştir. Yoksa Kur’ân’da sırat köprüsü
diye bir kavram yoktur. Sırat-ı müstakim (en
doğru yol, dosdoğru yol) tabiri vardır.

Peygamber efendimiz bir hadîslerinde


“Sırat üç yüz yıllık bir yoldur. Yüz yılı yokuş,
yüz yılı düz, yüz yılı da iniştir.”
buyurmuşlardır. Bu hadîs bizlerin anladığı
gibi zaman dilimi içinde rakamlarla ifade
284
edilen yüz yıllık yol değildir. Cenab-ı
Hakk’ın bu âdem ve âlemde üç tecellîsi
vardır. Bu tecellîlerin bir yüzü tecellî-i efâl,
bir yüzü tecellî-i sıfat, bir yüzü de tecellî-i
zattır. Cenab-ı Hakk’ın bu üç tecellîsinden
başka bir tecellîsi yoktur. Bir sâlik,
aşağıların aşağısı olan bu dünya âleminden,
lâtif olan ruh âlemine gidiş yolculuğunda,
efâl, sıfat ve zat yüzlerini şühud etmeli,
rabıtaları ile de zevk etmelidir. Şühud ve
zevk etmelidir ki dünya denilen aşağıların
aşağısından kurtulsun, huzur ve mutluluğa
ersin. Zira dünya mutluluk yeri değildir.

İkilik içinde olan dünya ehli hiçbir


zaman stresten, üzüntüden, mal mülk, çoluk
çocuk, alamadım-veremedim dertlerinden
kurtulamaz. Ruh sahibleri, teklik âlemi olan
vahdetin idrakı ile hiç kimse ile ihtilafa
giremez. Zira bu âlemde ihtilafa gireceği bir
varlık yoktur. Onun için meratib-i ilâhiye
tahsilini yapanlar, zanlarında, hayallerinde
bir sırat köprüsü yaratmazlar. Fenâ
mertebelerinde sıratı bilerek, görerek
geçerler. Yunus Emre hazretleri şöyle diyor:

285
Sırat kıldan incedir
Kılıçtan keskincedir
Varıp anın üstüne
Evler yapasım gelir

Altında gayya vardır


İçi nâr ile pürdür
Varıp ol gölgelikte
Biraz yatasım gelir

Evet, sırat-ı müstakîm zorlu bir yoldur.


Çalışmayanlara, tefekkür etmeyenlere, aklını
kullanmayanlara kıldan ince kılıçtan keskin
gelebilir. Tevhidle ilim ve irfaniyet sahibi
olanlara da üzerinde evler yapılıp, altındaki
gölgelikte yatılacak kadar kolay ve güzel
gelir. İlim ve irfaniyet sahipleri korkulacak
bir şey olmadığını bilirler, bilmeyenler de
zanlarında hayallerinde bir köprü yaratmaya
devam ederek gaflet içinde ömürlerini boşa
harcarlar.

Cenab-ı Hak bütün kardeşlerime daha


dünyada iken ölmeden evvel ölmeyi, sırattan
da bu vesile ile geçmenin ne kadar kolay
olduğunun idrakini nasip etsin. Âmin.
286
TEVHİD RİSALESİ

Bismillâhirrahmânirrahim
Allah’a lâyıkıyle kul, Resulüne ümmet
olmak isteyen Hak ve hakikat yolcuları
tevhid tahsili yaparlar. Bu tahsille nefs
hastalıklarından kurtulurlar. Hakk’ın zatının
sıfatlarına, sıfatlarından da esma alarak
fiilleriyle eserlerini zuhura getirme
tecellîlerini bilerek, görerek, zahirde de ve
bâtında da O’ndan gayri bir varlığın
olmadığını idrak ederler.
İnsanoğlunun bu âleme
gönderilmesindeki gaye de zanda ve
hayaldeki bir Allah’a ibadet değil, O’nun
zerreden kürreye kadar, bütün sıfatlarında
vahdaniyetinin zuhurunu bilerek müşahede
etmek ve farkıyla yaşamaktır. Bir kişinin
kendi noksanlıklarını bir kâmile gitmeden
düzeltmesi mümkün değildir. İşte bunun için
de bir insan-ı kâmile giderek, tevhid
ilmindeki meratib-i ilâhiyeyi tahsil etmesi
lâzımdır.

287
Fetih Suresinin 10. âyetinde “Sana bîat
edenler ancak Allah'a bîat etmiş olurlar.
Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir…”
(Fetih Suresi 48-10) buyurulmuştur. Âyetten de
anlaşılacağı üzere Muhammed’e tâbi olmak
Allah’a tâbi olmaktır. Bizler Peygambere
biat edemeyeceğimize göre O’nun vârislerine
tâbi olmalıyız. Mürşid-i kâmiller ‘el ulema
verasetül enbiya’dır. Yani O’nun vârisidirler.
Mürşid-i kâmile gitmekle bu manevi tevhid
tahsilini yapmak gereklidir. Büyüklerimiz
“Mürşid- kâmile gitmek farzdır.”
demişlerdir. Mürşid-i kâmiller, irfâniyet ve
kemalâttan yoksun olarak şirk içinde
yaşayan, cahil, nisbiyetten kendini
kurtaramayan kişilerin gözlerindeki hicap
perdesini kaldıran manevî göz doktorlarıdır.
İnanan kardeşlerimiz, bir kâmilin
sadece sohbetlerinde işittiği sözlerinden
değil, davranışlarından, sergiledikleri
ahlâklarından, muamelelerinden, hâl ve
hareketlerinden, yaşantılarından da ders
almalıdır. Sâlik adeta kâmilinin bir kopyası
olmalıdır. Sâlikin mürşidinden uzakta olması
ondan ayrı olması anlamına gelmez.
288
Telefonda sesini duymak, onun bedenen
bulunmadığı bir yerde ondan söz etmek bile
âşıklara sonsuz zevk verir ve onun cemalini
görmüş gibi olurlar. Mevlana hazretleri “Sen
benim gönlümde oldukça Yemen'de de olsan
benim yanımdasın. Eğer sen benim gönlümde
değilsen yanımda da olsan Yemen'de
sayılırsın.” diyor. Sâlik mürşidini asla
gönlünden ayırmamalıdır. Nasıl bir elektrik
trafosundan veya bir güç kaynağından gözle
görülmeyen, dalga boyları ve farklı
frekanslarıyla enerji akımı oluyorsa, mürşid-i
kâmillerinden de gözle görülmeyen manevî
tecellilerin geldiğini teslimiyeti tam olan
sâlikler hissederler. Bu tecellîlere gönlünde
şahit olan sâlik gönül cennetinde mutluluk ve
huzur içinde olur. Bu, durum aynı zamanda o
sâlikin vuslatında çok mesafeler kat ettiğini
de gösterir. Demek ki Allah’ın mukayyet
olan bu âlem ve Âdemdeki, zatından
sıfatlarına, sıfatlarından esma alarak
fiilleriyle tecellîsine vâkıfiyet, kitap
okumakla ya da sadece sohbet dinlemekle
olmaz, zahirde ve bâtında mürşidlerden
himmet almakla, onların insan-ı asliyemizi
bizlere bildirmeleriyle olur. Bu da kişinin
289
Hak mürşidine teslimiyeti ve kurbiyeti
nisbetindedir.
Bir âyet-i kerimede “…Eğer
bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun.”
(Enbiya Suresi 21-7) buyrulmaktadır. Başka bir
âyet-i kerimede ise “Ey iman edenler!
Allah'a karşı gelmekten sakının, O'na
yaklaşmaya vesile arayın ve O'nun yolunda
cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.”
(Maide Suresi 5-35) buyurulmaktadır.
Âyetlerden anlaşılacağı gibi bir tahsil
yapmak, Allah’a yaklaşmak için vesileler
aramak durumundayız. Onun için Allah ve
Resulüne inanıyorsak, Allah ve Resulünü
bilmek istiyorsak, zerreden kürreye kadar
vahdaniyet tecellîlerini görmek istiyorsak,
insan-ı asliyemizi öğrenmemiz şarttır. İnsan-ı
asliyemizi öğrenmenin yolu da bir Hak
mürşidinden meratib-i ilâhiye tahsili
yapmaktır.
Araf Suresinin 172. âyet-i kerimesinde
“…Hani Rabbin Âdemoğullarının
sulplerinden zürriyetlerini almış, onları
kendilerine karşı şahit tutarak, ‘Ben sizin
Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da,
290
‘Evet, şahit olduk ki Rabbimizsin’
demişlerdi...” (Araf Suresi 7-172) buyuruluyor.
Cenab-ı Hak, bugün de elest bezmi hitabını
mürşid-i kâmiller mazharından talip olanlara
yapıp durmaktadır.
Mürşid-i kâmil bir deryadır. Kişilere
mutluluk ve ferahlık veren mübarek Hak
dostlarıdır. Mıknatıs gibi çekicilikleri vardır.
Sohbetlerinin tadına doyulmaz. Onun
huzuruna varan kişilerin üzüntü ve kederleri
ortadan kalkar, müşkülleri çözümlenir.
Mürşid olduğunu söyleyen kişi, talip
olanların sıkıntı ve dertlerini artırıyorsa
insan-ı kâmil değildir.
İnsan-ı kâmilin yolu gayet kolaydır.
“Biz her peygamberi sırf, Allah'ın izni ile
itaat edilmek üzere gönderdik. Eğer onlar
kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler
de Allah'tan günahlarının bağışlamasını
dileseler ve Peygamber de onlara bağışlama
dileseydi, elbette Allah'ı tövbeleri çok kabul
edici ve çok merhametli bulacaklardı.”
(Nisa Suresi 4-64) âyetinde buyurulduğu gibi,
insan-ı kâmil evvela, dizdize vererek tövbe
ve zikir yaptırır. Sonra “Ancak tövbe edip de
291
inanan ve salih amel işleyenler başka. Allah
işte onların kötülüklerini iyiliklere çevirir.
Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet
edendir.” (Furkan Suresi 25-70) âyetinde
buyurulduğu gibi tövbe eden sâlikin yüzü
artık Hakk’a dönmüştür. Zira Peygamber
efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde “Bir defa
nasuh tövbesiyle tövbe eden hiç günah
işlememiş gibidir.” buyurmuşlardır.
Sâlik tövbe edip zikri almadan önce
fiziksel bedeninde bir can taşıdığı için surette
insandı ama siretinde hayvanî ruha sahipti.
Çünkü henüz insan-ı kâmil mazharından
Rabbi tarafından ‘Nefahtu’ âyeti gereğince
ona insan ruhunu üfürülmemişti. Mürşid-i
kâmilin üfürdüğü bu ruh, zahirde, şeriat
uygulamalarının güzelliği ile kendini
gösterecektir. Gönül bahçesine ekilen zikir
ruhu da bâtında temizlik sağlayacaktır.
Ruh üflenen sâlik artık abdestsiz yere
basmaz, yalan söylemez, terk etmeden beş
vakit namazını vaktinde kılar, Ramazan
ayında oruç tutar, Kur’ân-ı Kerîm’in
emrettiklerini yapıp, yasak ettiklerinden
kaçar, hiç kimsede eksiklik aramaz, eksiği
292
kendinde arayıp düzeltmeye çalışır, elinden
geldiği kadar insanlara faydalı olmaya
çalışır. Böylece o kişinin dışı temizlenmiş
olur. Fakat bir kişinin dışının temizlenmesi
yeterli değildir. İçinin yani gönlünün
temizliği de gerekmektedir. Bunun için de
zikrullah lâzımdır. “Kalpler zikirle mutmain
olur.” ve “Zikirle kalpler huzur ve sukûna
kavuşur” (Rad Suresi 13-28) âyet-i kerîmesi
bize bunu açık açık göstermektedir.
Zikir “cehrî” , “kalbî” ve “tefekkürî”
olmak üzere üç türlüdür.
1- Cehrî zikir, açıktan ve yüksek sesle
yapılan bir zikirdir. Dergâhlarda, evlerimizde
bir araya geldiğimizde yapılır. Oturulurken
veya ayakta halka oluşturularak yapılabilir.
Genelde bendirle tempo tutulur. İlahiler,
ahenkle saz veya bendir eşliğinde söylenir.
Çalgı âleti olması da şart değildir. Cehrî
zikrin, henüz uyanamayan sâliklerin, aşk ve
şevkle gönül kapı ve pencerelerinin açılarak
uyanmalarına vesile olduğu ehlince
malûmdur. Darbî zikir de dediğimiz bu zikir
olmazsa gönüllerin pası silinmez. Peygamber
efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde “Sizler
293
cennet bahçelerinden bir bahçede bulunmak
istiyorsanız, zikir ve sohbet meclislerine
devam ediniz.” buyurmuşlardır.
2- Kalbî zikirde ağız kapalıdır. Dil üst
damağa yapıştırılır. Akıl nimetinin takibi ile
kalben ‘Allah, Allah, Allah’ denilmek
suretiyle yapılır. Bu zikri, zikri yapandan
başkası duymaz. Çünkü aklın gönülde
yaptığı bir zikir hâlidir.
Bakara Suresinin 152. âyetinde
“Fezkurûnî ezkurkum…” “…Yalnız beni
zikredin ki Ben de sizi zikredeyim…” (Bakara
Suresi 2-152) buyurulmaktadır. Sâlik önceleri
zikredenin kendisi olduğunu sanır. ‘Lâ havle
velâ kuvvete illâ billahil aliyyil azim’
demekle kendisinin güç ve kuvvetinin
olmadığını, kuvvet ve kudret sahibinin ancak
Cenab-ı Allah olduğunu anlar. Kendisine ait
güç ve kuvvet olmadığını anlayan sâlik
kendisinden zikredenin Cenab-ı Hak
olduğunu idrak eder. Bu yüzden salike
“Allah’ı zikret.” denilmez “Allah’ı Allah’la
zikret.” denilir. Çünkü zikri veren mürşid-i
kâmil, sâlikin kendine ait güç ve kudretinin
olmadığını bilir. Kendisini yakın takibe alan
294
sâlik, daima kendisinden zikreden Cenab-ı
Hakk’ı dinleyecek, gaflete girmeyecektir.
Hakk’ın zikri sâlikte Hak’la beraber olma
zevkini vereceği için, daha zikirde iken
huzur ve mutluluğa kavuşacaktır. Akıl
nimetini nefsin emrinde değil de, Rabbinin
istekleri doğrultusunda ruhun emrinde
kullanarak, ruh güneşinin nurunun gönül
evini aydınlattığını, kalp ay’ı ile sıfat
yıldızlarının, cehâlet, nisbiyet, şirk gibi
zulmâni günah karanlıklarını yok ettiğini
zevk edecektir.
İstemeyerek de olsa gaflete dalan bir
kişi vehim, hayal ve vesvese vadisine
geçeceği için Hakk’ın zikri duracak, sâlik
zikirden kesilecektir. Onun için her sâlike,
ayakta, otururken, yatarken, yolda, işinde,
nefes aldığı her yerde, sayıya bağlı
kalmadan, adetsiz ‘Allah, Allah, Allah’
diyerek zikredeceksin denmektedir. Çünkü
sâlikler zikirle, gönüllerini saat gibi
kurduklarında gafletten kurtulmuş olurlar.
Cenab-ı Hak kuluna verdiği iki nimeti geri
almaz.

295
1- Zikirle kalbini saat gibi kurduktan
sonra onu bir daha durdurmaz.
2- Hicapları açtıktan sonra, açılan
hicapları tekrar kapatmaz. Zira bu, Cenab-ı
Hakk’ın şânından değildir.
Zikir yalnız anmaktan ibaret de değildir.
Zikir fikir olmalıdır ki fikir, zikir olsun. Bu
şekilde olan zikir tefekkürî zikirdir. Zikrin en
makbulu budur.
Zikir “telvin” ve “temkin” olmak üzere
iki bölümde mütalaa edilir.
Telvin zikri kesret âlemindeki tafsilât-ı
Muhammediye mazharlarından her bir sıfatın
ayrı ayrı, kendi istidat ve kabiliyetlerine göre
hâl ve kâl lisanıyla zikridir. Sıfatlardan gelen
fiillerin, Allah’ın indinde malûmiyeti
derecesinde tecellî ettiğini, dolayısıyla da
ona göre tavır takınmamız gerektiğini
anlamalıyız. Âyetlerde “Ey iman edenler!
Allah'ı çokça zikredin.” (Ahzab Suresi 33-41)
“O'nu sabah akşam tespih edin.” (Ahzab
Suresi 33-42) buyrulmaktadır. Âyetlerden nefis
ve ruh mertebelerinde Allah’ın zikrinden
gafil olmamak gerektiğini anlıyoruz. Zikirle
296
hesapsız mükâfatlara nâil olacağımızı
bilmeliyiz. Nefis mertebeleri ‘ikilik’ teki
hâlimizdir. Ruh mertebesi ise ‘teklik’ olan
Cenab-ı Hakk’ın vahdaniyet hâlinin
kulundaki tecellîsidir. Kesret âleminde zikir,
Allah’ın üç tecelli yüzünü yani efâl, sıfat ve
zat yüzlerini remzetmektedir. Müslümanlar,
üç “İhlâs” bir “Fatiha” okuyarak oluşan
sevabı ölmüşlerinin ruhlarına hediye olarak
gönderdiklerine inanırlar. Hâlbuki üç İhlâs,
bir Fatiha’yı vücut kabristanımızda henüz
insan ruhu ile dirilmeyen hayvanî
ruhumuzun dirilmesi için okumalıyız.
İnsan-ı kâmilin bizlere telkinden sonra “Üç
İhlâs bir Fatiha okuyarak Resulullah
efendimizin ruhuna hediye edelim”
demesinin sebebi bizde adeta hapsolmuş,
gizli ve henüz açığa çıkmamış Muhammedî
ruhun, dirilip açığa çıkması içindir. Bizdeki
Muhammed’in gönlümüzde hapsolması ne
demektir? Fenâ mertebelerinde sâlik şirkten
henüz kurtulmadığı için, Cenab-ı Hak o
mazharlarda Rahman sıfatlarını, mutmain
nefs olarak zuhura getirmemiştir.
Dolayısıyla kişinin kendi varlığı kendine
perde olduğu için, Cenab-ı Hakk’ın
297
Muhammed olan Rahman sıfatları gizlidir.
Görünüp bilinmediği için de, hicaplı
olanlarda Muhammed ‘hapis’tir denilir. Zira
o sâliklerde henüz Hazreti Muhammed’in
güzel ahlak, edep ve güzel iffeti gibi
yücelikleri sıfatlarından henüz sergilenmez.
Besmele-i şerîfteki ‘Bismillah’ Allah’ın
zatını, Rahman Allah’ın sıfatlarını, Rahim
Allah’ın efâl-i ilahîyesini remzetmektedir.
Bu nedenle besmele Kur’ân-ı Kerîm’in
sırrıdır. “Allah” lafzındaki, ‘Elif’ Allah’ın
zatının, ‘Lâm’ (Elif’le birlikte lâmelif’tedir)
Allah’ın sıfatlarıyla, ‘Hu’ Allah’ın fiilleriyle
tafsilât-ı Muhammediyeden açığa çıktığını
göstermektedir. Onun için 99 Esma-ül
Hüsna’nın cemi olan ‘Allah’ lafzı, kâinattaki
bütün varlıkların akıl sahibi olanlarından
‘zikir’, akıldan yoksun olanlarından da
‘tesbih’ olarak her an dile getirilmektedir.
“Zikir ahadiyeti vurur” denmiştir. Ali İmran
Suresinin 191. âyetinde “Onlar ayaktayken,
otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı
anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde
düşünürler. ‘Rabbimiz! Bunu boş yere
yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız.
298
Bizi ateş azabından koru’ derler.” (3-191)
buyrulmaktadır.
Ey kardeşim! Bütün nebatât ayakta
tesbih ederken, bütün hayvanat rükûda tesbih
ederken, bütün cemadat yatarak tesbih
ederken sen hâla zikirsiz ve fikirsiz
cehennem ateşinden çıkmayacak mısın?
Temkin zikrini, Cenab-ı Hakk’ın
vahdaniyet zikri veya âlem-i kübra olan
insan-ı kâmillerin on sekiz bin âlemdeki
vahdaniyet tecellîsinin zikri diye tarif
edebiliriz. Ankebut Suresinin 45. âyetinde
“Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da
dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı
hayâsızlıktan ve kötülükten alıkor. Allah'ı
anmak elbette en büyük ibadettir…” (29-45)
buyurulmakla temkin zikrinin en büyük
ibadet olduğunu bizlere bildirmektedir.
Tevhidde zikir, bütün meratib-i ilahîyeyi
ihata ettiği için rabıtası yoktur. Makam
değildir. Ahadiyeti bildiren derstir.
Tevhid tahsilinde yedi seviye vardır.
Bunların hepsine birden tevhid ilmi diyoruz.
Pîrimiz Seyyid Muhammed Nûr el-Arabî

299
hazretleri meratib-i tevhidi iki bölümde
mütalaa etmişlerdir. Birinci bölüm
“fenafillah” mertebeleridir. Üç mertebeden
meydana gelmiştir. Kemâl ehli kişilerce
“terakki makamları, yokluk mertebeleri…”
gibi birçok isimle isimlendirilmiştir. İkilikten
birlik deryasına urucu anlatan fenâ yani
yokluk mertebeleridir. İkinci bölüm ise
“bekabillah” mertebeleridir. Dört mertebeden
meydana gelmiştir. Tedellî makamları da
denilir. Ölümsüzlük sırrı olan bu bölüme de
yine farklı isimler verilmiştir. Kafalar
karışmasın diye biz tevhidi şu şekilde
bölümlere ayırdık:

Fenâ Mertebeleri:
1. Tevhîd-i Efâl
2. Tevhîd-i Sıfat
3. Tevhîd-i Zat
Bekâ Mertebeleri:
1. Makam-ı Cem
2. Hazret’ül Cem
3. Cem’ül Cem
4. Ahadiyet
300
FENÂ MERTEBELERİ

TEVHİD-İ EFÂL
Tevhid mertebelerinin birincisi ve
başlangıcıdır. Tevhid “birleme” demektir.
Fiil “amel, iş, eylem, müessirin tesiri”
anlamına gelir. Efâl ise fiilin çokluk hâlidir
ve “fiiller, işler, ameller” anlamına gelir.
Tevhid-i efâl, “Enfüste ve afakta, sükûn
ve harekette görünen fiiller Hakk’ındır.”
şeklinde tanımlanır. Şimdi enfüs, afak, sükûn
ve hareket kelimelerinin mânâlarına bakalım.
Enfüs: Yaşayanlar, nefsler, canlar,
ruhlar anlamlarına gelir. Biz kelimeyi ‘kendi
vücudumuz’ olarak ifade ediyoruz.
Afak: Ufuklar, yerle göğün birleşmiş
gibi göründüğü uzak daire, etraf, cihetler gibi
anlamlara gelir. Enfüsün zıddıdır. Bu
kelimeyi de ‘kendi vücudumuzdan gayri
görüğümüz her şey’ olarak ifade edebiliriz.
Sükûn: Durgunluk, sâkin olmak,
hareketsizlik, dinmek, kesilmek gibi
anlamlara gelir. Kelimeyi kısaca ‘hareket
etmeyen, sâbit’ mânâsında kullanıyoruz.
301
Dağların, taşların, cansız varlık dediğimiz
eşyaların durumu gibi…
Hareket: (Hareke de denir)
Kımıldanma, bir cismin sabit bir noktaya
göre yerinin ve durumunun değişmesi
anlamlarına gelir. Kuşların uçması, rüzgârın
esmesi, insanların yürümesi, dünyanın
dönmesi, suların akması gibi…
Bu âlemde bütün fiiller, iki makam ve
iki mertebede tecellîsini göstermektedir. Ya
enfüs ve afakta, ya da sükûn ve harekette.
Bizim elimizden işleyen Allah’ın kudret
elidir, bizim elimiz bir mazhardır. Mazhar,
bir şeyin göründüğü, izhar olduğu yer, yani
Hakk’ın açığa çıktığı yer demektir. Masanın
üzerinde duran bir kalem kendi kendine
yazmaz. Ancak elimize alıp yazmaya
başladığımızda yazar. Aynen onun gibi bu
âlemde de, Allah’ın kudret eli olmasa hiçbir
varlık fiil işleyemez. Onlar da Cenab-ı
Hakk’ın birer mazharıdırlar. Onun için bütün
fiiller bizi ve bütün âlemi halk eden Cenab-ı
Hakk’ın fiili olmuş oluyor. Saffât Suresinin
96. âyetinde "…Allah sizi de, yaptığınız

302
şeyleri de yaratmıştır." (Saffat Suresi 37-96)
buyurulmaktadır. Demek oluyor ki, kulun
kendisine ait bir fiili yoktur, fâil-i muhtar
Hak’tır. Kulun mazharından tecellî eden ve
görünen Hakk’ın fiilidir. Her şey Hakk’ın
dilemesi ve takdiri ile olmaktadır. Âmentü
duasında da “…ve bil gaderi hayrihî ve
şerrihî minallahi Teâlâ...” “…Kader, hayır,
şer her şeyin Allah'ın yaratmasıyla…”
gördüğümüz gibi hayır, şer her şeyin
yaratıcısı Allah’tır. Bize gelen hayır Hak’tan,
şer ise kulun kendi mazharının eksikliğinden
meydana gelen Hakk’a hicaplılık hâli olan
nefsindendir. Sâlik enfüste, afakta, sükûn ve
hareket hâlinde bütün fiilleri birleyerek,
bunların hepsini Hakk’a nisbet eder. Fiillerin
iyilik ve kötülüğü, kula nisbet edildiğinde
belirlenir ve o zaman ‘iyi’ ve ‘kötü’ diyerek
adlandırılır. İyilik ve kötülükler bizler
içindir, Hakk’a nisbet edildiğinde hepsi
‘hayır’dır.
Arifler fiillerin cümlesini Hakk’a nisbet
ederler. Kötü fiilleri Hak yaptı demezler.
Zira o fiil, tecellî ettiği mazharın
nakısiyetinin bir zuhurudur. Suyun girdiği
303
kabın renginde görünmesi gibi… Bir sâlikin
bu mertebeye gelebilmesi için, her nefeste
zikirle kalbinin mutmain olması lâzımdır.
Sâlike, Fecr Suresinin 27-28. âyetlerindeki
“Ey Mutmain olmuş nefs! Sen O’ndan razı,
O da senden razı olarak Rabbine dön”
(89-27,28) hitabına mazhar olması nedeniyle
tevhid-i efâl telkin ve talim edilir.
Tevhid-i efâlin 4 şühudu vardır:
1- Tevhid-i efâl
2- Fenâ-i efâl
3- Tecellî-i efâl
4- Cennet’ül-efâl (İrfan cenneti)
Bizden ve bütün âlemden hayır ve şerri
halk edenin ve işleyenin Cenab-ı Hak
olduğunu bilmeye tevhid-i efâl denir. Bu,
efâlin birliğidir.
Kendimizin ve bütün âlemin, halk
etmeye ve bir iş işlemeye kadir olmadığının,
kendi fiilimizin fâni yani yok olduğunun
idrakı, fenâ-i efâldir.
Cenab-ı Hakk’ın ilahî kudretiyle senden
ve senden başkalarından görünmesi

304
demektir. Cenab-ı Hakk’ın fiillerinin
görünmesi tecellî-i efâldir.
Âdeme ve âleme baktığımız zaman,
işlenen fiillerin fâilinin Hak Teâlâ Hazretleri
olduğunu bilmek ve şühud etmek, bu
şühudlardan hâsıl olan zevke de cennet’ül
efâl veya cennet’ül irfan denilir.
Kulaklarımızla duyduğumuzu, gözümüzle
gördükten sonra ancak kalp tasdik eder.
Kulağın duyduğunu göz görmemişse kalp
onu tasdik etmez. Sâlikin buna çok dikkat
etmesi lâzımdır.
Tevhid-i efâlin rabıtası “Lâ fâile
illallah”tır. Türkçesi: “Allah’tan başka fiili
işleyen yoktur.” Fiillerin iyisinin ve
kötüsünün fâili Allah’tır. Allah’tan başka işi
yapan ve halk eden yoktur. Kişinin aklına
şöyle bir soru gelebilir: “Mademki fiillerin
halk edicisi ve işleyicisi Cenab-ı Hak’tır, o
zaman bizler günah veya sevap
işleyemeyeceğimize göre, sorumlu
olmamamız gerekmez mi?” Evet, bu
mertebede istemek ‘kul’dan halk etmek
Allah’tandır. Kişi Allah’tan iyiliği isterse
Cenab-ı Hak iyiliği halk eder. Kişi kötülüğü
305
isterse yine Cenab-ı Hak kötülüğü halk eder.
Zilzal Suresinin 7 ve 8. âyetlerinde “Artık
kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun
mükâfatını görecektir.” “Kim de zerre
ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun cezasını
görecektir.” (99-7,8) buyurulmaktadır.
Sâlik kalbini saat gibi zikre kurduktan
sonra, tevhid-i efâl şühudlarını tefekkür
ederek, hissiyle “Lâ fâile illallah” rabıtasını
daima kullanmalıdır. Fiillerin fâilini
kendisine veya başkalarına nisbet etmeden
fâilin Hak olduğunu bilmeli ve şühud
etmelidir. Şühud, şahid olmak, görmek,
müşahede etmek demektir. Sâlik neye şahid
olacaktır? Kendisine telkin edilen, kendisinin
ve kendisi dışındakilerin fiillerinin
olmadığını fenâ-i efâl ile bilip tecellî-i efâl
ile görerek şahitlik yapacaktır.
Sâlikin dersi hangi seviyede ise, o
mertebenin rabıtasını hissiyle kullanmalıdır.
Rabıta, bağ, bağlayan demektir. Bağlanacak
şey nedir? Mesela, nefsimizi dünyadan men
edip Cenab-ı Hakk’ın emirlerine
bağlanıyoruz. Bu bağı yaptığımızda aklımız,
fikrimiz hep Cenab-ı Hak oluyor. Gaflete
306
girdiğimizde Cenab-ı Hak’la olan bağımız
kopuveriyor. Bağ kopunca da Allah’ın
emirlerine bağlandığımız hâlde emirlerinin
tersi uygulamalarda bulunuyoruz. Yine
tevhid-i efâl mertebesindeki bir sâliki misal
verelim. Sâlikin bu mertebede aklı, fikri ve
zikri hep fiillerin fâilinin Allah olduğudur.
Yani her şeye bu açıdan bakmalıdır. Kişi
fiillerin fâilini kendisine veya başkalarına bu
nisbet etmeye başlarsa nefsinin tahakkümüne
girmiş, gayriyete dalmış demektir. Vuslat
bulması mümkün olamayacaktır. İşte böyle
durumlarda sâlik hemen rabıtasını
kullanmalıdır. Sâlik kendine acilen çeki-
düzen vermesi gerektiğini hissederse
rabıtasını kullanması yeterlidir.
Hakk’a nisbet edilen fiiller, afakî,
enfüs’î, hissi ve kalbî olarak yapıldığında,
fâil-i mutlak olan Hazreti Mâşuk’un olduğu
kalp ile müşahede edilir. Bu zevke sahib olan
bir sâlik, abdest alırken kendi elleriyle
kendisinin Mâşuk’u tarafından nasıl
yıkandığını, namaz kılarken kendi
mazharından nasıl müştereken namaz
kıldığını, bir sanatkârın kendi elinden
307
sanatını nasıl meydana getirdiğini şühudla
zevk eder. Böylece hem kendinde hem de
başkalarında tecellî eden fiilleri şühudla zevk
edince, Cenab-ı Hakk’ın bu fiillerle zahir
olduğu da zevk edilmiş olur. Zahir ne
demektir? Görünen, zuhura gelmiş olan
demektir. Âyette “Huvel evvelu vel âhıru
vez zahiru vel bâtın ve hüve bikulli şey'in
alîm.” “O, ilk ve sondur. Zahir ve Bâtın'dır.
O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Hadid Suresi
57-3) Allah, ‘Ben zahirim’ demiyor mu? İşte
bütün mazharlardan fiilleriyle zahir olan
o’dur. Suyun rengi yoktur. Girdiği kabın
renginde ve şeklinde görünür. Kaplara
aldanmamak lâzımdır.
Bir kişi sâlike kötü bir söz söylediğinde
sâlik bu sözü, söyleyen kişiye değil, Hakk’a
nisbet etmelidir. Zira o kötü sözü söyleyen
kişinin de kendine ait bir fiili olmadığını
sâlik artık öğrenmiştir. O hâlde sâlik
kendinde eksiklikler aramalı ve o kötü sözü
söyleyen kişinin bir imtihan vesilesi olmak
üzere kendisine musallat edildiğini
düşünmelidir. Cenab-ı Hak kullarını çok
sever, rahmeti ile kullarının hep iyi ve mutlu
308
olmalarını ister. Eksikliklerimiz olduğu
müddetçe, o kişiyi olmasa bile başka bir
kişiyi, eksikliğimizin düzelmesi için musallat
edecektir. Bir sâlik böyle bir olayla
karşılaştığı zaman, evvela eksikliği Allah’a
nisbet etmeyecek. Allah’ın kendisini çok
sevdiği için bu musibeti kendine isabet
ettirdiğini bilecek. Kendisindeki eksikliğin
ne olduğunu arayıp bularak yok etmeye
gayret edecektir. Bu arada kendisine musallat
olan o kişiden de üç adım uzakta olmalıdır.
Gayriyet vadisinden Hakk’ın aynîyet
vadisine geçerek kendisini emniyete
almalıdır. O kişiyi mahkemeye vermesi
gerekiyorsa verecek, nasihat etmesi
gerekiyorsa nasihat edecek. Affetmesi
gerekiyorsa da affederek o kişiyi de Allah’ın
rahmetinden istifade ettirecektir. Peygamber
efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde “Üzüntüler,
kederler musibetler, hastalıklar ve bütün
ibtilâlar kullara Allah tarafından verilmiş bir
hediyedir. Ya eski günahlara bir kefaret veya
manevi makamın yükselmesine vesiledir”
buyuruyor. Demek ki sâlik O’ndan gelen her
musibetin günahlarına kefaret, manevî
derecesinin artmasına vesile olduğunun
309
idrakinde olmalıdır, hatta derdinin,
sıkıntısının, hastalığının olmaması hâline
üzülmelidir.
Bu âlemdeki bütün varlıklar Cenab-ı
Hakk’ın birer sıfatıdır. Sıfatların kendi fiilleri
yoktur. Onlardan tecellî eden Hakk’ın
fiilleridir. Sıfatların istidat ve kabiliyetlerine
göre nerede kullanılması gerekli ise Cenab-ı
Hak da onları orada kullanmaktadır. Nisa
Suresinin iki âyetini okuyalım. “…Onlara
bir iyilik gelirse, ‘Bu, Allah'tandır’ derler.
Onlara bir kötülük gelirse, ‘Bu, senin
yüzündendir’ derler. (Ey Muhammed!) De ki:
‘Hepsi Allah'tandır.’ …” (Nisa Suresi 4-78)
“Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır. Sana ne
kötülük gelirse kendindendir…” (Nisa Suresi
4-79) buyuruluyor. Görülüyor ki fiillerin fâili
Cenab-ı Hak’tır. Görünen ve görünmeyen
mülkünde ondan başka fâil yoktur. Her şey
onun takdir-i ilâhiyesine göre zuhur
etmektedir. Sâlikler her şeye, nefslerinde
‘fark’, afaklarında ‘cem’ nazarı ile
bakmalıdırlar. Çünkü sâlik henüz nisbiyet ve
şirklerden kurtulamamıştır. Nefsinde ‘fark’
la sâlik kendisini yakın takibe alarak, kendi
310
eksikliklerini levm etmeli (kınamalı) ve bu
eksikliklerini yok etmek için gayret
göstermelidir. Afakta ‘cem’de olmakla da
sâlik başkalarındaki eksikliklere müdahale
etmez, onlarla uğraşmaz. Yardım isterlerse
işte o zaman elinden geldiği kadar faydalı
olmaya çalışır. Yardım istemiyorlarsa da
tenkit etmez. Çünkü Allah hidayet
etmedikten sonra siz hiç kimseyi şöyle veya
böyle hidayete ulaştıramazsınız. Hidayet
Allah’tandır.
Bir âyette “…nefsini arındıran(tezkiye
eden) kurtuluşa ermiştir.” (Şems Suresi 91-9)
buyurulmaktadır. Nefs tezkiyesi yani
temizliği yalnız ilimle olmaz. İlmin ötesinde
ilmiyle âmil olmak, sıddîkiyetle yani
gönülden bağlılıkla da mertebesinin hâlini
hayata geçirmek lâzımdır. Tevhid-i efâlde bir
sâlik bütün fiillerde kendini fâni, Hakk’ı bâki
bilip nisbiyetlerden kurtularak, fiillerin fâili
Hak’tır demelidir. Böylece gittiği gördüğü
her yerde artık tecellî edeni tanır,
gördüklerini kalbiye tasdik etmenin zevkiyle
zevkiyâb olur. Enfüs ve afakında tecellî
edenin sevgilisinin fiilleri olduğunu görür.
311
Tecellî eden fiillerin ‘fiilullah’ olduğunu
bilerek bütün fiilleri Hakk’a nisbet eder.
Böylece o ana kadar bildiği, öğrendiği,
zannettiği fiilleri ifnâ eder. İnsan-ı kâmilden
aldığı “fiillerin fâili Allah’tır” telkinatı onda
galip gelmiştir. Böyle olması kişinin
zanlarının, vehimlerinin, hayallerinin
yıkılması anlamına gelir. Bu nefs
tezkiyesinin başladığını gösterir. Sezaî
Hazretleri bir ilahîsinde şöyle diyor:
“Unut bildiğini cümle
Eriştir ilmini cehle”

Anlaşılacağı gibi yeni bir ilim


öğrenmek için eski ilmin yok olması
lâzımdır. Eski bilişlerimizi bırakmadan yol
almamız mümkün değildir. Eski bilişlerden
kurtulmak da düşünüldüğü kadar kolay
değildir.
Sâlikin “Lâ fâile illallah” rabıtasını
kullanarak kendisine nisbet ettiği fiillerin
Cenab-ı Hakk’ın fiilleri olduğunu bilmesi,
görmesi huzurlu olmasını sağlar. Artık gönül
cennetine girmiştir. Huzur ve mutluluk
içinde, zikir ve rabıtasından haz alır. Stresi,
312
sıkıntısı, üzüntüsü, kaygıları kısaca
mutsuzlukları ondan uzaklaşmıştır. Sâlikte
tam bir teslimiyet ve Hakk’a boyun büküş
görülür. Her kiminle temas kurarsa kursun,
onlardan kendisine gelen her tecellîyi Hakk’a
nisbet ettiği için halka hizmetin Hakk’a
hizmet olduğunu anlamıştır. Bütün iyi
tecellilerin Cenab-ı Hakk’ın kendisine bir
lütfu, kötülüklerle karşılaştığında bunun,
kendisinin bir eksikliğinden mütevellit
Cenab-ı Hakk’ın bir imtihanı olduğunu
anlamıştır. Kendisini yakın takibe alır ve bir
an evvel o eksikliğini yok etmek için gayret
gösterir. Sâlik, gölge oyunundaki Hacivat ile
Karagöz’ün kendilerine ait hiçbir fiilinin
olmadığını, onlardaki görünen fiilin
sahibinin perde arkasındaki ‘hayalî’ adı
verilen sanatkâr olduğunu bildiği gibi, bütün
kâinatın sıfat perdelerinden fiillerinde
yaratıcısının Cenab-ı Hak olduğunu bilir.
Onun için, her şeyi yerli yerinde
görmelidir. Enfüste ‘fark’ta olmalıdır.
Kendisinin şeriata uyup uymadığını tartmalı,
eksiklikleri varsa bir an evvel onları
tamamlamak için gayret göstermelidir.
313
Afakta ‘cem’de olmalıdır. Başkalarının
eksikliklerini görmemelidir. Cenab-ı Hakk’ın
tecellîsini her mazhardan istidat ve kabiliyeti,
meşrebi nisbetinde sergilediğini bilmelidir.
Bu bilişle irfan cennetinde mutlu olur. Daha
önce de özellikle açıkladığımız gibi bir kişi
kötü bir olayla karşılaştığında bunu
kesinlikle Allah’a isnat etmemelidir.
Aksine kendisindeki eksikliği arayarak onu
yok etmeye özen göstermelidir. Musibeti,
Cenab-ı Hakk’ın kendisini çok sevdiği için
verdiği bir hediye olarak görmelidir.
Kötülüğün gelmesi muhtemel insanlardan
uzak olmalı, böyle hâllerde halk vadisinden
Hak vadisine geçmelidir. Sonra kötülük
yapan kişiye nasihat edilecekse nasihat
edilmelidir. Gerekirse mahkemeye verilmeli.
Zira Allah o kişiyi de seviyor olabilir.
Alacağı bir ceza, kötü hâllerini bırakmasına
da vesile olabilir. Tekrar söylüyoruz,
insanlardaki musibetler, belalar, hastalıklar
Allah tarafından verilmiş birer armağandır.
Peygamber efendimizin dediği gibi ya eski
günahlarına bir kefaret veya manevi
mertebesinin yükselmesine bir vesiledir.

314
TEVHİD-İ SIFÂT
Meratib-i tevhidin ikincisidir. Tevhid-i
sıfât, sıfatların birliği demektir. Enfüste,
afakta, sükûn ve hareket hâlinde görünen
bütün sıfatlar Cenab-ı Hakk’ındır. Cenab-ı
Hakk’ın bu âleme taalluk eden sekiz sıfât-ı
sübutîsi vardır. Bunlar: 1- Hayat 2- İlim 3-
İrade 4- Semi’ (İşitme) 5- Basar (Görme) 6-
Kudret 7- Kelâm 8- Tekvin’dir. İşte bu
sekiz sıfat Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarıdır. Bu
sıfatlardan üçü “hayat, ilim, irade” sıfatları
bâtındır. Dördü “duyma, görme, kelâm,
kudret” sıfatları zahirdir. Bu dört sıfat, bir
unsurdan kendilerini sergilediklerinin
görülmeleri itibariyle zahirdirler. Meselâ,
kulak, (duyma, işitme), göz (görme), dil
(konuşma, söz, kelâm) sıfatlarını açığa
çıkarır. Kulağı gördüğümüzde duyma
sıfatına sahib olduğunu, gözü gördüğümüzde
görme sıfatına sahip olduğunu anlarız.
Diğerlerini de bunun gibi düşünürüz. Bu
sıfatlarla Cenab-ı Hak bütün âlemi ihata
etmiştir.
Bakara Suresinin 255. âyetinde (âyet-
el kürsî de denir) “ Allahu lâ ilâhe illâ hû, el
315
hayyul gayyûm…” “Allah, kendisinden
başka hiçbir ilâh olmayandır. Diridir, …”
(2-255) Allah’ın Hayy olduğunu yani canlı,
diri olduğunu anlıyoruz. Kâinatta
gördüğümüz canlılardaki hayat Hakk’ındır.
Cansız varlıklar dediğimiz varlılar da
canlıdır. Esasen zerreden kürreye kâinatta
cansız bir tek zerre yoktur. Ama biz onların
canlılığını çıplak gözle göremiyoruz.
Dolayısıyla eşyada görünen hayat da
Hakk’ındır diyoruz.
“Gul innemel ilmü indallâh…” “De ki:
‘O ilim, ancak Allah katındadır…’”
(Mülk Suresi 67-26) ve “… Vallâhu yağlemu
ve entum lâ tağlemûn.” “…Allah bilir, siz
bilmezsiniz.” (Bakara Suresi 2-216) âyetlerinden
de anlaşılacağı üzere ilim sıfatı Allah’ındır.
Biz, bize bildirildiği kadarını biliriz.
Bildirilen de ilim değil bilgidir. Yani bizler
malûm, ilim Allah’ındır.
“Ve rabbbuke yahlugu mâ yeşâu ve
yahtâr, mâ kâne lehumul hıyerah…”
“Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer. Onların
ise seçim hakkı yoktur…” (Kasas Suresi 28-68)

316
âyetinden anlaşılacağı üzere irade
Allah’ındır.
“…ve huves semîul basîr.” “…O,
hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”
(Şura Suresi 42-11) âyetinden işitenin de
görenin de Allah olduğunu anlıyoruz.
“…ennel guvvete lillâhi cemîav…”
“…bütün kuvvetin Allah'ın olduğunu…”
(Bakara Suresi 2-165) âyetinden kudretin
Allah’ın olduğu anlaşılmaktadır. Bizlerdeki
güç, kuvvet de Allah’ındır. Bir hadîs-i
şerifte “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil
aliyyil azîm” yani “Kuvvetim ve kudretim
yoktur. Bunların hepsi senindir ya Rabbi”
buyurulmuştur.
“… kelâmallâhi…” “…Allah'ın
kelamını…” (Bakara Suresi 2-75) âyetinden
kelâm sıfatının Allah’ın olduğu anlaşılır.
Kur’ân-ı Kerîm kelâmullahtır. Yani Allah
kelâmıdır.”.
Tekvin, Cenab-ı Hakk’ın halk edicilik,
yaratıcılık sıfatıdır. Fiiller sıfatlardan tecellî
eder. Bütün sıfatlardan tecellî eden fiiller
(görme, işitme, söz söyleme…) tekvîn sıfatı
317
ile halk olunmuştur. Bunu tevhid-i efâlde
görmüştük. Bu sayılan sıfatlara sıfât-ı sübutî
denir. Sübutî sıfatlar sâbittir, değişmez,
bozulmaz, ölmeyen bir karar üzere durur.
İşte bizim diye bildiğimiz ve kendimize
nisbet ettiğimiz sıfatlar fâni, Allah’ın bu
sıfatları bâkidir. Bizim sıfatlarımız Hakk’ın
sıfatlarının mazharıdır. Mazhar kelimesinin
anlamını bir şeyin göründüğü, izhar
olunduğu yer olarak daha önce açıklamıştık.
Meselâ çeşme, suyun mazharıdır. Çünkü su o
çeşme vasıtasıyla kendisini açığa çıkarıyor.
Lamba elektriğin mazharıdır. Elektrik, lamba
olmasa açığa çıkamaz. Örneklerdeki gibi
bizim de bütün sıfatlarımız Cenab-ı Hakk’ın
sıfatlarına mazhardır. Bu sıfatlar ayna
olmakta, sâlik Hazret-i Maşûk’u o aynada
müşahede etmektedir. Sıfat gayba aittir ve
zuhura gelmeden öncedir. Zuhura gelince,
şehadete intikal eder ve ‘isim’ adını alır. İsim
kelimesinin çokluk hâline de “esma” denilir.
İnsan varlığı bu sıfatlarladır. Bu sekiz
sıfatın Hakk’ın olduğunu anladığımız zaman,
kendi varlığımız diye bildiğimiz varlığımızı
attık demektir. Senin ne hayatın, ne ilmin, ne
318
iraden, ne duyman, ne görmen, ne kelâmın,
ne de kuvvetin var. Bunların hepsi
Allah’ındır. Bu güne kadar bu sübutî
sıfatların kendimizin olduğunu
zannediyorduk. Şimdi anladık ki bunlar
bizim değil, Cenab-ı Hakk’ınmış. Bizler
O’nun mazharlarıymışız. Böylece bu
sıfatların Hakk’ın olduğunu anlayınca, bizler
varlık şirkinden de kurtulmuş olduk. Bu
âleme ibret gözüyle baktığımızda Cenab-ı
Hakk’ın sübutî sıfatları olan bu sekiz sıfatı
ile bütün âlemi ihata ettiğini görürüz.
Nereye bakarsak bakalım bu sıfatlardan
başka bir sıfat görmediğimiz takdirde, sıfat
cennetinde olduğumuz anlaşılmış olur. Bir
sâlik bu güne kadar bütün sıfatların sahibinin
kendisi olduğunu zannediyordu. İnsan-ı
kâmil onu cehâlet ve gafletten uyandırdı. Bu
sıfatların kendisinin değil, Cenab-ı Hakk’ın
sıfatları olduğunu ona telkin etti. O da
teslimiyetinin gereği olarak gönül rızası ile
kabullenip bu sıfatları Hakk’a teslim etti.
Fâni olan kendi sıfatlarını bâki olan Cenab-ı
Hakk’ın sıfatlarında yok etmekle sıfat
cennetinde huzur ve sukûna ermiş oldu.
319
Çünkü hayatını Hakk’a veren, Hakk’ın
hayatıyla yaşamaya başlar, ölümsüzlüğe
kavuşur.
“Yunus öldü deyu selâ verirler
Ölen hayvan immiş âşıklar ölmez”

Yunus Emre Hazretleri ilahîsinde


‘âşıklar ölmez’ demekle buna işaret etmiştir.
Hak dostları kendilerinin zannettikleri
sıfatları gerçek sahibi olan Cenab-ı Hakk’a
vererek, ölümü zevk ederek, tadarak, sıfat
cennetinde huzur ve mutluluğa ererler.
Böylece gaybın yedi sıfatı ile onlara hazine
kapıları açılmış olur. Sâlik, Hakk’ın yedi
sıfât-ı sübutîsinin tecellîlerini kendinde
ayne’l-yakîn görmeye başlamanın zevkiyle
cennetü’s-sıfâta dâhil olur.

Gel kardeşim! Sen de zandan,


evhamdan, cehaletten karanlığından kurtul.
Kendine nisbet ettiğin Cenab-ı Hakk’ın
değişmeyen, mutlak sıfatlarını kendisine
teslim et. “Ben görüyorum, ben duyuyorum,
ben irade sahibiyim…” deme. Eski
bilişlerini, düşüncelerini, bilgilerini ifnâ et ki,
320
zan yükünden ve cehâlet ağırlıklarından
kurtulasın. Arada varlık kokusu kalmasın.
Sende ikilik yaratan o nisbiyet şirki ortadan
kalksın, her taraf nurla dolsun. Güneş
doğunca cehâlet karanlığı kaybolur. Hak
gelince bâtıl yok olur. Kendi mazharından
Cenab-ı Hakk’ın bâki olan sübutî sıfatlarını
müşahede et. İşte o zaman ayne’l-yakîn
olarak gördüğünü zevk edeceksin. Kendine
nisbet ettiğin fiil ve sıfatların yok olunca,
kendi mazharından Cenab-ı Hakk’ın fiil ve
sıfatları tecellî edecektir. Böyle olunca
Resulullah efendimizin ahlâk güzelliği, edep
güzelliği, alçakgönüllüğü gibi yücelikleri
sende görünmeye başlayacaktır. Senin
kendine ait hiçbir fiil ve sıfatın kalmamıştır.
Ne sevap ne de günah işleyebilirsin. Sararıp,
kuruyup, dalından kopmuş bir sonbahar
yaprağını rüzgâr ne tarafa götürürse oraya
gittiği gibi, sen de her an Hakk’ın
tecellîlerine tâbi olursun.

321
Tevhid-i sıfâtın 4 şühudu vardır.

1- Tevhid-i sıfât: Bütün âlemde


görülen ve bilinen sıfatların Hakk’ın sıfatları
olduğunu bilmek, görmek, yaşamaktır.
2- Fenâ-i sıfât: Bizdeki ve bütün
âlemdeki sıfatların fâni olduğunu bilmek
suretiyle sıfatlarla ilgili eski bilişlerimizi ifnâ
etmek.
3- Tecellî-i sıfat: Sıfatların ifnâsıyle
hakikatte sıfatların cümlesinden Cenab-ı
Hakk’ın zuhurunu müşahede etmek.
4- Cennet’üs-sıfat: Bütün âleme ibret
gözüyle baktığımızda, Cenab-ı Hakk’ın sıfât-
ı sübutîsi olan bu sekiz sıfatı ile bütün âlemi
ihata ettiğini idrak ettiğimizde her nereye
bakarsak bakalım bu sıfatlardan başka bir
sıfat görmeme zevkidir.
Tevhid-i sıfâtın rabıtası rabıtası “Lâ
mevsufe illallah”tır. Türkçesi: “Allah’tan
başka vasıflanıcı yoktur.” Sâbit sıfatlarla
Allah’tan başka sıfatlanacak yoktur. Sıfât-ı
sübutî yalnız Allah’ındır. İşte buna sıfat
aynası denir. Bir aynaya baktığımızda kendi
322
sıfatlarımızın (ağzımız, yüzümüz,
gözümüz…) dışında başka bir şey görmeyiz.
Aynen bunun gibi tevhid-i sıfât aynası olan
bu âlem aynasına baktığımızda da hep O’nu
görürüz, O’ndan başka bir şey görmeyiz.

TEVHİD-İ ZAT

Vücud birliği demektir. Enfüste ve


afakta, sükûn ve harekette görünen vücud
Hakk’ın vücududur. İster kendimize nisbet
ettiğimiz vücud, isterse bütün âlemde
sükûn ve hareket hâlindeki vücudlar Hakk’ın
vücududur. Vücud derken “beden” dediğimiz
surette gördüğümüz vücutlardan söz
etmiyoruz. Onlar Hakk’ın vücudunun
gölgeleri olup güneşin battığında gölgenin
kaybolması bugün var yarın yok olacaklardır.
Bâki olan ise Allah’tır. Rahman Suresinin 26
ve 27. âyetlerinden “Kullu men aleyhâ fân.
Ve yebgâ vechu rabbike zulcelâli vel ikrâm”
“Yer üzerinde bulunan her canlı yok
olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi
Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.” (55-26,27)
anlaşılacağı gibi dünya yüzünde görünen her
323
şey fânidir, kendi vücudları yoktur, vücud
sahibi olan Allah’tır. Bir başka âyette de
“…Kullu şey’in hâlikun ilâ vecheh…”
“…O'nun zatından başka her şey yok
olacaktır…” (Kasas Suresi 22-88) Allah’ın
zatından başka her şeyin helak olacağı, yani
Allah’ın zatından başka her şeyin yok olucu
olduğu buyuruluyor. Bir ağaç ve gölgesiyle
misâl verelim. Ağaç sallandıkca gölge de
sallanır. Gölgenin bir vücudu yoktur. Gölge,
ağaca tâbidir. İşte bu âlem de Cenab-ı
Hakk’ın vücudunun gölgesidir. Nasıl gölge
ağaçtan zahir olmuşsa, bu âlem de Cenab-ı
Hakk’ın vücudundan zahir olmuştur. Yani
gölgesidir.
Sâlik bu makamda, hissen, aklen ve
hayalen gerek efâl, gerek sıfat ve gerek zat
aynalarından vücudullaha bağlanıp, cümle
eşyanın vücudu Hak olduğunun idrakı ile
nazar edip şühud etmekle zevk alır. Daimî
zevkte kalabilmesi için rabıtaya sımsıkı
sarılır. Halkın fâni, Hakk’ın ise bâki
olmasının idrakinin zevki ile zevkiyâb olur.
Uruç yani yükselme mertebeleri olan fenâ
mertebelerini geçen kişi, artık nisbiyet ve
324
şirklerden kurtulmuştur. Bu üç mertebeyi
zevk edenler “ehlullah” olmuşlardır. Bunlara
“ehl-i fenâ” da denir. Bu makam sahipleri
aynı zamanda “ehl-i velâyet”tir. Bu makam
sahiplerinin durumu için Yunus Suresinin 62.
âyetinde “Elâ inne evliyâallâhi lâ havfun
aleyhim ve lâ hum yahzenûn.” “Bilesiniz
ki, Allah'ın dostlarına hiçbir korku yoktur.
Onlar üzülmeyeceklerdir de.” (Yunus Suresi
10-62) buyurulur.
Sâlik, bu makama gelinceye kadar
fiilleri, sıfatları ve vücudları müşahede etmiş
sonuçta ne fiillerin, ne sıfatların kendilerine
ait vücudları olmadığını idrak etmiştir. Efâlin
sıfattan, sıfattan da zatın göründüğünü
anlamıştır. Halkın fâni, Hakk’ın bâki ve
tecellîlerinin zuhuru ile zahir olduğunu zevk
etmiştir. Sâlikin rabıtasını kullanarak zat
aynaları olan bu vücudu görmesi kesafet
âleminden letafet âlemine geçmesine vesile
olur. Artık kesret yerini vahdete bırakmıştır.
Zat-ı Hak nazarı ile vücuddan sıfatın, sıfattan
da efâlin tecellî etmesinin müşahedesi ile
vahdet âlemindeki letafet görüntüler devam
eder.
325
Tevhid-i zâtın da 4 şühudu vardır.
1- Tevhid-i zât
2- Fenâ-i zât
3- Tecellî-i zât
4- Cennetü’z-zât

Tevhid- zât kendi vücudunun ve


âlemdeki vücutların Hakk’ın vücudundan
gayri olmadığını ve vücudun yalnız Cenab-ı
Hakk’ın olduğunu bilmek, görmek, vücutla
ilgili eski bilişlerini yok etmek ve bunları
yaşamaktır.
Kendimize ve âlemdeki varlıklara
nisbet ettiğimiz vücutların fâni olduklarını
daha açık bir ifadeyle yok olduklarını bilerek
eski bilişlerimizi ifnâ etmek fenâ-i zâttır.
Vücudların ifnâsiyle tek tecellî edenin
Cenab-ı Hakka olduğunu bilmek, Cenab-ı
Hakk’ın tecellîlerini müşahede etmek,
Rahman’ın Zat-ı İlâhiyesinden üfürdüğü
ruhun tecellîlerini idrak etmek tecelli-i zattır.
Kendine ve âleme ibret nazarıyla bakıp
cümlesinin fâni olduğunu, kendi vücudunun
326
dahi olmadığı, vücudunun Hakk’ın
vücudunun bir mazharı olduğunu görmeye,
bu görmeden elde edilen zevke de cennet’üz-
zat denir.
Bu makamın rabıtası “Lâ mevcûde
illallah” tır. Türkçesi: “Allah’tan başka
mevcud olan yoktur.” Allah’tan başka
mevcud olan hiçbir şey yoktur. Herşey fâni
yalnız Allah bâkidir.
Tevhid-i efâlde fiillerimizi Hakk’ın
fiilinde ifnâ ettik. Tevhid-i sıfâtta
sıfatlarımızı Hakk’ın sıfatında ifnâ ettik.
Tevhid-i zâtta da vücudumuzu Hakk’ın
vücudunda ifnâ ettik. ‘İfnâ ettik’ derken
yanlış anlaşılmasın, ‘yok ettik’ diyoruz ama
zaten yok idi. Biz ‘var’ biliyorduk. Bu zan
ile fiil, sıfat ve vücudu kendimize nisbet
ediyorduk, kendimize ait sanıyorduk. Bu
zanlardan kurtulduğumuz zaman, fiilin
fiilullah, sıfatın sıfatullah, zatın zatullah
olduğunu anlarız. Fiil, sıfat ve vücudun
Hakk’ın olduğunu idrak ettiğimizde
kendimize ait hiçbir şey kalmaz. “Mûtu
kable ente mûtu” yani “Ölmeden evvel
ölünüz.” hadîs-i şerifinde Peygamber
327
efendimizin buyurduğu ölmeden evvel
ihtiyarî olarak ölmek budur. Fiillerim
Hakk’ın imiş, sıfatlarım Hakk’ın imiş,
vücudum da Hakk’ın imiş. Ehlullahın “Sen
çık aradan, kalsın seni Yaradan” dediği gibi
‘sen’lik kalkınca aradan, Hak’tan başka
hiçbir şey kalmaz. Kendini bilen dahi yine
kendinden başkası değildir. İnsan-ı kâmilin
telkinatıyla zanlarım yıkılınca anladım ve
şühud ettim ki meğerse bu güne kadar kendi
zannımda yarattığım bu vücud Hakk’ınmış.
Zannımla Cenab-ı Hakk’ın vücudu dışında
bir vücud yarattığım için de farkında
olmadan şirk işliyormuşum. Bidayette de
vücut Cenab-ı Hakk’ın imiş fakat ben
bilmiyormuşum. Fiziksel görünen zahir
gölge vücudlara takılıp kalmaktan lâtif olan
Cenab-ı Hakk’ın asıl vahdet vücudunu
göremiyordum. Şimdi anladım ki, fiziksel
gölge durumunda olan bu kesret vücutlardan
görünen de “vücudullah”mış.
Nisbet ettiği gölge vücudlardan soyunan
bir sâlik, her türlü isim ve resimden
kurtulmuş olur. Bir ârifin buyurduğu gibi:

328
Zata erişince iman mat olur
Bütün kuyudatlar onda kat’ olur.

Sâlik bütün kayıtlardan kurtulur


(kat’ olmak: kesilmek), sadece Hakk’ın vechi
bâki kalır. Bu şühudla kişinin gönlünde
“Hakk’ın varlığından başka varlık görmeme”
hâli tecellî eder. Kendi ve başkaları artık
yoktur. Hakk’ın dışındaki bütün varlıkları
ifnâ etmiş, her nereye bakarsa baksın,
Hakk’ın sıfatlarından istidat ve kabiliyetleri
nisbetinde, zatının zuhur ettiğini görmeye
başlamıştır. Bu sözlerim tevhide nasibi
olanlar için geçerlidir.
Zikrederken aldığımız bir nefesle
Cenab-ı Hakk’ın vahdaniyet varlığı ile ihyâ
olduğumuzu anlarız. Aldığımız bu nefesi
‘Allah Allah Allah’ diyerek üçe bölerek
veririz. Bu verdiğimiz üçe bölünmüş nefes,
kendimize nisbet ettiğimiz efâl, sıfat ve zatın
Hakk’a teslim edilerek ifnâsıdır. Zikirdeki
üç ifnâ ve bir ihyâ bizim fenafillah olmamızı
sağladı. Tevhid-i efâl, tevhid-i sıfât, tevhid-i
zât olan fenâ makamlarında ayrı ayrı izah
edilenlerin, üç ifnânın geniş bir biçimde

329
açıklamasından ibaret olduğu anlaşılmış
oldu. Zaten bir şeyin ifnâ edilebilmesi için,
onun varlığının olması lâzımdır. Var olmalı
ki yok edilebilsin. Hâlbuki zaten kendimize
ait ne bir fiil, ne bir sıfat, ne de bir zat vardı.
Bunların tamamı zandan ibaretti. Üç ifnâ ile
zanlarımızdaki ‘ben’liği yok etmiş olduk.
Önce de belirtmiştik tekrar edelim. Zan, ‘su-i
zan’ ve ‘hüsn-ü zan’ olmak üzere iki
türlüdür. Su-i zan kötü zandır, hüsn-ü zan iyi
zandır. Bu iki zandan da uzak durmak
lâzımdır. Çünkü hakikatte hiçbir değeri
yoktur. Zan ile hareket etmekten daha
ahmakça bir şey olamaz. Tevhid ilminde
zanna asla yer yoktur. Tevhidde her bilgi
kesin ve nettir.
Fenâ-i efâl, fenâ-i sıfât, fenâ-i zât
etmekle cehâlet, nisbiyet ve şirklerden
kurtularak, biri iki gösteren gözlüğümüzün
camını, letafetle ‘bir’ gören net gözlük
camıyla değiştirdikten sonra artık Allah’ın,
tecellî-i efâl, tecellî-i sıfat, tecellî-i zat olan
vahdet zuhurunu zevk etmeye başlamış
oluruz.

330
Ya Rab! Zatının nurlarını, bizlere de
göster. Cemallullah olan sıfatlarında
güzelliğinin zevkini bizlere tattır. Âlem ve
âdem’de bütün tecellîlerin sırlarını bizlere de
ihsân ve ikrâm eyle. ‘Allahu Ekber’liğinin
gönlümüzde kabul edilişini, kul ve sana
karşı acziyetimizi bir an olsun bizlere
unutturma. Âmin.

BEKÂ MERTEBELERİ

CEM MAKAMI
Cem kelimesi toplamak, bir araya
getirmek, birleştirmek anlamındadır. Bekâ
mertebelerinin ilkidir. Bu makamda kişinin
kuvvelerinde Hak zahir olur. Kendisi bâtın
olur. Yani Hak zahir, halk bâtındır.
Bir âyet-i kerimede “…innallâhe
basîrum bil ıbâd.” “…Şüphesiz Allah,
kullarını hakkıyla görendir.”
(Mümin Suresi 40-44) buyuruluyor. Bir başka
âyet-i kerimede “İnnallâhe ve melâiketehû
yusallûne alen nebiyy…” “Şüphesiz Allah ve
melekleri Peygamber'e salât ediyorlar…”
331
(Ahzab Suresi 33-56) buyuruluyor. Âyette Allah
ve meleklerinin Peygambere salât etmeleri
Hakk’ın bütün sıfatlarına tecellî etmesi
demektir ki tecelli eden yine Hak Teâlâ’dır.
Ali İmran Suresinin 18. âyetinde de
“Şehidallâhu ennehû lâ ilâhe illâ hu…”
“Allah şahadet eder ki, O’ndan başka ilâh
yoktur.” buyuruluyor. Allah’ın kime şahitlik
ettiğine dikkat edilirse âyetten O’nun her
şeyi zatıyla kapladığını anlarız.
Fenafiillah mertebelerinde kendisinin
zannettiği fiil, sıfat ve zatının Hakk’ın efâl,
sıfat ve zatında yok olduğunu tam mânâsıyla
idrak eden, zevk eden sâlike cem makamı
telkin edilir.
Fenâ mertebelerinde sözü edilen ‘enfüs’
ve ‘afak’ ifadeleri bekâ makamlarında birliğe
erildiği için yoktur. Çünkü enfüs ve afak
ikilikle ilgilidir. Bir ‘biz’ varız, bir de
‘başkaları’ var, ‘Ben varım, benden başkaları
da var’ demek ikiliktir.
Cenab-ı Hakk’ın vahdaniyetinde “zahir”
ve “bâtın” vardır. Sâlik bu yerde Hakk’ı
zahir, halkı bâtın müşahede etmelidir. Halk,

332
Hakk’a ayna olduğu için halk aynasından
zahir görünen Hakk’ın vahdet tecellîsidir.
Onun için sâliki vahdet şühudu istilâ eder.
Cem makamı telkin edilen sâlik, Hakk’a
kuvve olup, onun kuvvesinden Hak zahir
olurken kendisi bâtın olur. Aynı zamanda
eşya da butûna girer. Hakk’ın varlığı tam
zuhur ettiği zaman kâinattaki varlıkların
gölgeleri yok olur. Sadece Hak var olur. Bir
cismin gölgesinin, güneş ışınlarının öğle
vakti tam dik bir açıyla cismin üstüne
düştüğü zaman cisimde yok olması gibi halk
mazharından Hakk’ın zahir olmasıdır. Bir
ağacın çekirdeğinde, ağacın gövdesi, dalları,
yaprakları, meyveleri gizli olduğu olduğu
hâlde görünmez. Aynen bunun gibi Hakk’ın
vahdaniyetinde Hak zahir, halk bâtındır. Bu
yerde ikilik ve kesret yoktur.
Bütün eşyanın hakikati aslen Hakk’ın
ayn’ıdır. Hak’tır. Kul mazharından Hakk’ım
diyen kul değil Hak’tır. “Doğu da, batı da
Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü
işte oradadır…” (Bakara Suresi 2-115) âyetinin
gereği olarak her nereye bakarsa Hakk’ın
cemal yüzünü gören sâlik bundan büyük
333
zevk alır. Bir hadîs-i kudsîde “Kulumun
kulağından duyan, gözünden gören, dilinden
konuşan, elinden tutan, ayağından yürüyen
Ben olurum.” buyurulmuştur. Anlaşılacağı
gibi kul mazharından duyan, gören ve
konuşan Hak’tır.
Sâlikin fenafillah mertebelerinde ifnâ
ettiği, efâli, sıfâtı ve zatı cem makamında
Hakk’ın vahdaniyetinde Hak’la ihyâ
olacaktır. Dolayısıyla da gören de Hak
görünen de Hak, bilen de Hak, bilinen de
Hak olduğu için sâlik bu esnada her ne zahir
olursa onu Hakk’a nisbet eder.
Buna ahkâm-ı ilâhiye derler. Burası
hakikat şehridir. Gayriyetler, ikilikler,
kısacası kesrete ait ne varsa hepsi helâk
olmuş, yok olmuştur. Görünen sadece bir
zattır. Sâlikte Hakk’ın sarhoşluğu zuhur
etmeye başlar. Adıyla çağırsanız sizi
duymaz. Kendinden geçer. Onun için bu
makamda sâliki fazla durdurmazlar. Burası
daimî ikamet yeri değildir. Ama mutlaka
görülüp zevk edilmesi de gereklidir. Fenâ
mertebelerinde soyunduğu zatı, burada
Hakk’ın zatıyla giyinmiş olarak zuhura gelir.
334
Bu makama kurb-i ferâiz (Farzlarla
yakînlik) denildiği gibi, fenâ-i nefs makamı,
bekâ-i ruh makamı ve ulûhiyet makamı gibi
isimler de verilmiştir. Buraya ‘berzah’ da
derler. Bu makamda hep vahdet zevki sâlikte
galebe çaldığı için, sâlik deryanın dalgalarını
değil yalnız deryayı görür. Vahdet zevkini
dil anlatmakta acizdir. Bu zevki ancak
yaşayanlar bilir.

HAZRETÜ’L-CEM MAKAMI

Bekabillah mertebelerinin ikincisidir.


Bu makamda halk zahir, Hak bâtındır. Hak
aynasından halk zahir olarak müşahede
edilir. Cem makamında abdin kuvvesinden
bilen, gören, işiten Hak idi. Hazretü’l-cem
makamında, Hak kulun kuvvesi olması
nedeniyle, kendi sıfatı olan kul mazharından
gören Hak, duyan Hak, bilen Hak olmuş
oluyor. Sâlikin fena mertebelerinde
soyunduğu, kendi bütün sıfatlarını burada,
Hakk’ın sıfatlarını giymesi nedeniyle,
Allah’ın sıfatlarının mazharı (görüntü yeri)
olur. Artık sıfatlar onun mazharından
335
seyredilir. O mazharda Hakk’ın, Ene’l-Hayy
(Ben diriyim), Ene’l-Kadîr (Ben güçlüyüm)
dediğini duyan sâlik, Cenab-ı Hakk’ın kelâm
ve lisanını nasıl kullandığını zevk eder.
Bu mertebede sâlik enfüsünde ‘cem’de
afakında farkta olmalıdır. Dikkat edilirse,
efâl mertebesinde enfüsünde farkta, afakında
‘cem’de idi. Nisbiyet ve şirklerinden
kurtulduğu için, daima Hak’la beraber olması
onun cemde olması demektir. Zahirde farkta
olması, cemadat, nebatât, hayvanat ve
insanlara esma ve sıfatları gereği neyi
gerektiriyorsa, öylece yaklaşmasına şeriat-ı
ahkâmiye olan farkıyla yaklaşır diyoruz.
Bu makama ehlullah kurb-i nevâfil
derler. Bir Hadîs-i kudsîde: “Kulum bana
nevâfille (nafilelerle) yaklaştığında Ben onun
görmesine göz, işitmesine kulak,
konuşmasına dil olurum” buyurmuşlardır.
Görüldüğü gibi artık kulun gözünden
kulağından gören ve duyan değil, gözüne
göz, kulağına kulak olduğunu söylemektedir.
Artık, sıfatların kemalâtı nisbiyetinde,
sıfat ve esma, âsâr ve eşya tecellîsinde

336
Hakk’a ulaşmak, Hakk’ı seyretmek için
gayret göstermektir. Her nereye nazar
edersek edelim, bâtındaki Hakk’ın zahirdeki
halktan tecellîsini zevk ederek, bütün
sıfatların, zat-ı Hak ile kaim olduğunun
müşahede ederiz. Bu makam aynı zamanda
şeriat-ı Muhammedîye makamıdır. Buraya
ayak basanlar şeriat-ı ahkâmiyenin
yükümlülüklerini harfiyen uygularlar. Şeriat-
ı evvelde (fark-ı evvel) bir çocuğun yaptığı
hataların af edilmesi mümkünken, fark-ı sâni
olan bu hakikat şeriatında af yoktur. Sâlik
artık akl-ı baliğ olmuştur. Sorumluluk
sınırına girmiştir, bundan böyle her şeyde
kılı kırk yarması lâzımdır. Şeriatsız hakikat
olmaz. Hazreti Muhammed’siz Allah’ı
bilmemiz ve bulmamız mümkün olmadığı
gibi.

Hazreti Muhammed’in şeriat elbisesini


giyenler, Cenab-ı Hakk’ı kendi gönül evinde
daimî misafir edenlerdir. Mutmain nefs
olarak Cenab-ı Hakk’ın kemalât Rahman
sıfatlarından Hakk’ı zuhur ettirmeye
Muhammedî elbiseyi giyme denilir. Fark-ı
sâni ile zerreden küreye kadar her sıfatta
337
Cenab-ı Hakk’ın cemalini görenlerdir.
Bunlar şeriatin emir ve yasaklarını harfiyen
uygulamaktan mutluluk içinde sonsuz zevk
alırlar. Muhammed elbisesini giyemeyenler
ise, stres, üzüntü ve keder gibi vesveselerden
kurtulamazlar. Şeriatı yaşamadıkları için
kendilerine çok yazık etmiş olurlar. Hz. Ali
(r.a.) bir sözünde, “Farksız cem zındıklık,
cemsiz fark da müşrikliktir.” buyurmuşlardır.
Şu hâlde farksız cem dinden çıkma, cemsiz
fark da şirk olduğunu hiç aklından çıkarma,
tevhid ise, cem ile farkı aynı anda şühud
etmektir. Hakk’ın halk mazharından açığa
çıkma tecellîsini izlerken, Hakk’ı ve halkı
aynı zamanda zevk etmek ve neşesine ermek
tevhid zevkidir. Her şeyi kuldan görüp
Hakk’ı bir tarafa itip halkı görmek şirktir,
ortak koşmaktır, esası, Hakk’ın bütün işlerini
kul eliyle işlediğidir. Kulun kendine ait
hiçbir şeyi yoktur. O sadece mazhardır.
Kulun adı söylenir ama sâlikler Hakk’ı zevk
ederler.

CEM’ÜL-CEM MAKAMI
338
Bekabillah mertebelerinin üçüncüsüdür.
Makam-ı cem ile hazretü’l-cem
mertebelerinin kendinde cem eden
(toplayan), diğer bir tabirle vahdet ve kesreti
cem eden bir makamdır. Zahir olsun bâtın
olsun cümle var olanın Hak olarak müşahede
edildiği bir yerdir. Zahir olan mukayyet
(geçici), bâtın olan mutlaktır. Mukayyet
dediğimiz de mutlak dediğimiz de hepsi
Hak’tır diye zevk olunur.
Bu makama Hadid Suresinin 3. âyeti
“O evveldir, âhirdir, zahirdir, bâtındır. O
her şeyi bilendir.” (57-3) delil olarak
gösterilebilir.
Bu makama “Fekâne gâbe gavseyni ev
ednâ.” “İki yay aralığı kadar yahut daha az
oldu.” (Necm Suresi 53-9) âyetinde yer alan
“Kab-ı kavseyn” ‘celal’ ve ‘cemal’
yaylarının birleştiği kalp mertebesi denilir.
Vahdet ayn’ı kesret, kesret de ayn’ı vahdet
olarak zevk edilir. Tevhid-i efâlde fiillerini,
tevhid-i sıfâtta sıfatlarını, tevhid-i zatta zatını
soyunan bir sâlik, makam-ı cemde zatını

339
giymeye başlar. Hazretü’l-cem mertebesinde
Hakk’ın sıfatlarını giymesi ve bu yerde de
Hakk’ın fiillerini giymesi zuhur eder. Çünkü
bu mertebede efâl ve âsâra tedellî (iniş)
vardır.
Böylece bir sâlikin tevhid yaşamına
başlangıcı, meratib-i ilâhiyenin sonu olmuş
oluyor. Çünkü fena mertebelerinde sıra ile
kendisine nisbet ettiği efâlini, sıfâtını, zatını
[lâ] rabıtalarıyla soyundu. Beka makamlarına
gelince, [illâ] rabıtalarıyla evvela cem
mertebesinde Hakk’ın zatını, hazretü’l-cem
mertebesinde Hakk’ın sıfatlarını, cem’ül-cem
mertebesinde de Hakk’ın efâlini giyerek,
ihtiyarî olarak Hak’ta Hak oldu. “Onların
cesetleri ruhları, ruhları da cesetleri oldu.”
hadîs-i şerifi gereğince, her bir varlığın da
tevhid olduğu anlaşılmış olur.
Peygamber ve velilerin sırlarına vâkıf
olmak isteyenler bu makamı gerçek yönüyle
zevk etmelidirler. İşte o zaman sâlik hafî
şirkinden de tamamen kurtulmuş, ibadet eden
ibadet ve ibadet edileni birleyip Hak olmuş
olur. Esas tevhidin yaşantısı meratib-i
ilâhinin tahsilinden sonra yaşam hâline
340
dönüşür. Tevhid nasıl zat mertebesinde
tamamlandıysa, cezbe de bu mertebede
tamamlanmış olur.
Meratib-i ilâhiyeyi tamamlayan bir
sâlik, mürşidinin telkin ettiği makamların
idrakı ile bütün kâinatı kendi özünde bulur.
Çünkü vahdet ve kesreti anladı, yaşadı zevk
etti. Böylece her yerde zuhur edeni ve göreni
çok yakından tanıdı. Perdeyi kaldırdı özünü
gördü. Ayniyet ile tanıştı. Gayriliği bıraktı,
gören ve görünenin o olduğunu, kendi
hakikatı olduğunu müşahede etti. Şükür etti.
Hamd etti. Secde etti. Özünü idrak ederek
ona, sıfat ve esma giydirip bu âlemin içine
çıktı. Hakk’ın bütün özellik ve
güzellikleriyle doldu. Cenab-ı Hakk’ın
hüviyyet ve eniyyetini cem eden
âdemiyyetini bildi. Âdem, Hakk’ın “mazhar-
ı tâm”mıdır, aynasıdır. Hazreti Peygamber
(s.a.v) “Allah Âdem’i kendi suretinde
yaratmıştır.” buyurdu. Sureti demek sıfatları
demektir. Hayat, ilim, irade, duyma, görme,
kelâm, kudret, tekvin gibi sıfât-ı sübutîsini
onda tecellî ettirdi.

341
En güzel isimlerini onda zuhur ettirerek
Hakk’ın halifesi olarak yeryüzünde göreve
başlamış oldu. “Meracel bahreyni
yeltegıyân.” “(Suları acı ve tatlı olan) iki
denizi salıvermiştir; birbirine kavuşuyorlar.”
(Rahman Suresi 55-19) “o iki denizi
salıvermişti” tatlı ve acı su işte burasıdır.
Ruh denizi ile ten denizinin birleştiği
âdem’dir. Bedenin ve ruhun derinliklerine
inip sırlarını çözen, gerçek mânâsını
kavrayan olgun insandır. Gaye bu âlemde, bu
sırrı çözüp Hakk’ı her zuhurda tanımak ve
Hak ile yaşamaktır. Hak ile yaşayan Hakk’ı
yaşatabilir. İşte insan-ı kâmil sırr-ı Hak’tır.
Bütün isimlere müsemmadır.

AHADİYETÜ’L-CEM MAKAMI

Bu makam aynı zamanda makam-ı


Muhammed’dir. Bekabillah mertebelerinin
sonuncusudur. Kesret olan varlıktan kaydın
kaldırıldığı yerdir. Bundan sonra başka bir
makam da yoktur. En yüce mertebedir.
Sâlike bu makamı bizzat Resulullah
efendimiz manen telkin ederse, ancak zevk
342
edilebilir. Yoksa ilmî olur. Zevk edilemez.
İbrahim (a.s.) tevhid babası olduğu hâlde bu
makama ancak Muhammed (s.a.v)
efendimizin müsaadeleriyle girebilir. Cenab-ı
Hakk’ın bu mertebedeki ismi “Ahad”dır. Bu
makam iki kısımda mütalaa edilir:
1- Ahadiyetü’l-ayn’
2- Ahadiyetü’l-kesret
Ahadiyetü’l-ayn’ [Hüve] lafzıyla ifade
edilir. Ahadiyetü’l-kesret ise [Allah] lafzıyla
ifade edilir. Ahadiyetü’l-kesret, makam-ı
Mahmud diye de adlandırılan makam-ı
Muhammed’dir.
İlk bakışta aralarında aralarında fark
varmış gibi görünse de hakikatte fark yoktur.
Buna delil olarak, “Gul huvallâhu ehad.”
“De ki: ‘O, Allah'tır, bir tektir.’” (İhlas Suresi
112-1) âyeti gösterilebilir.
Pîrim Seyyid Muhammed Nûr el-Arabî
hazretleri bu makam için “Vahdetin ayn’ı
kesret, kesretin de ayn’ı vahdet” müşahede
edildiği yerdir buyurmuşlardır. Bu, vahdetin
ta kendisi kesret, kesretin ta kendisi vahdet
olması mânâsına gelir.
343
Bu makama “ev ednâ” makamı da
denilir. “…Attığın zaman da sen atmadın,
fakat Allah attı…” (Enfal Suresi 8-17) âyeti bu
makamın zevkine delildir.
Tevhid risalesini böylece tamamlamış
oldum. Bütün kardeşlerimin, mürşid-i
kâmilin telkinlerine sıddîkiyetle sarılarak,
meratib-i ilâhiyedeki mertebelerde şühud ve
rabıtaları kullanmalarını, çok tefekkür
etmelerini ve bu yolda sebat ederek tevhid
yaşamı içinde dünyada iken de daimî
cennette olmalarını niyaz ederim. Âmin.

VEL ASR SURESİ

Asr Suresi 3 âyettir. Sure şöyledir: “Vel


asr. İnnel insâne lefî husr. İllellezîne âmenû
ve amilus sâlihâti ve tevâsav bil haggı ve
tevâsav bis sabr.” “Andolsun zamana.”
“İnsan gerçekten ziyan içindedir.” “Ancak,
iman edip de sâlih ameller işleyenler,
birbirlerine Hakk’ı tavsiye edenler,
birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka.”
(Asr Suresi 103-1.2.3)

344
Birinci âyette Cenab-ı Allah asr’a
yemin ediyor. Yüz yıla bir asr (asır) denir.

Bir hadis-i şerifte “Her yüz senede bir


müceddîd zahir olur (ortaya çıkar).
Ümmetimin işlerini yeniler.” buyurulmuştur.
Bu hadisle İslâm âleminin yüz yılda bir gelen
müceddide tâbi olması istenmektedir.
Müceddit, yenileyici demektir. Zaman
içerisinde bazı İslâmi emirlerden
uzaklaşmalar, sapmalar olabilir. Böyle
durumlarda Cenab-ı Hakk’ın zâtiyyûn
velilerden yüz yılda bir gönderdiği bu Hak
dostlarına tâbi olmamız, onların yenileyici
fikirlerini yaşantımızda uygulamamız
gerekir. İkinci âyette insanların hüsranda
olduklarına Allah yemin ediyor. Allah’ın
insanların bu durumunu yeminle söylemesi
bunun kesin olduğunu gösterir. İnsanlar
hüsranda bu kesin. Ancak kurtuluş yolunu da
Cenab-ı Hak üçüncü âyette bizlere bildiriyor.
Cenab-ı Hak iman ederek salih ameller
işleyenlerin, birbirlerine Hakk’ı ve sabrı
tavsiye edenlerin hüsranda olmayacaklarını
bildiriyor. Âyette sözü edilen iman, hakikî
imandır. Yani tahkikî imandır. Taklidî ve
345
istidlâli iman eksiktir. Hakikî iman için tahsil
lâzımdır. Bu tahsil hakikat-ı Muhammedîye
tahsilidir ve ancak zâtiyyûn olan insan-ı
kâmillerden yapılabilir.

Âyetlerden anlaşılan şudur:

1. İnsanlar hüsrandadır.
2. Müceddide uymak gerekir.
3. Birbirimize Hakk’ı tavsiye etmeliyiz.
4. Birbirimize sabrı tavsiye etmeliyiz.

İnsanların esfel-i sâfilîn olan bu


dünyada Hak ve hakikatten uzak, nefsleri
doğrultusunda gaflet içinde yaşamaları
hüsranda, ziyanda oluşlarıdır. Onun için
zaman zaman gaflet ve ziyan içinde olan
insan toplumlarına peygamberler ve
müceddid olan evliyalar gönderilmiştir.
Bugün bizler de gafletten kurtulmak
istiyorsak müceddidlere, insan-ı kâmillere
tâbi olmalıyız. Tâbi olduğumuzda, onların
mazharlarından bizzat Cenab-ı Hakk’ın
bizleri irşad ve terbiye ettiğini ve kurtuluşa
erdiğimizi görürüz.

346
Müceddit olan zâtiyyûn veliler her
zaman ve her asırda mevcuttur. Özde bir
olduğu hâlde sözde birden fazla olması
bizleri yanıltmamalıdır. Ağaç bir çekirdekten
meydana çıkar. Ağacın meyvelerindeki
çekirdekler ise çoktur. Ne kadar çok olursa
olsun aynı ağacın çekirdeği gibidir. Bu,
Cenab-ı Hakk’ın zatının sıfatlarından,
sıfatlarından da esma alarak fiilleriyle nasıl
göründüğünün misalidir. Farklılık şeriattedir.
Şeriatte yaşamlar, yollar, yöntemler farklı
olabilir ama öz değişmez. Bir kişi bu irşad ve
terbiye sonunda, şehadet âleminde ebedî
kalınmayacağını, bu dünyanın fâni ahiretin
ise bâki olduğunu öğrendikten sonra,
Hakk’ın halk suretinde nasıl tecellî ettiğini
görür.

İtikatını, amellerini, muamelelerini,


ahlâkını aldığı irşad ve terbiye sonucu
öğrenen, olgunlaştıran, güzelleştiren,
yaşayan iman sahipleri kardeşlerine de Hak
ve hakikati tavsiye ederler. Şu dünyadaki
yaşantılarında da ebedî olan ahiret
âlemindeki yaşantılarında bunların fayda
sağlayacağını, yaşanmadığı takdirde de asla
347
hüsrandan, ziyandan kurtulamayacaklarını
söylerler. Her varlığın hakkını veren Cenab-
ı Hakk’ın halk suretinden seyredilmesini de,
bu minval üzere yaşanması gerektiğini,
Kur’ân-ı Kerîm ahkâmını ve sünnet-i
seniyeyi günlük yaşantılarında uygulamayı,
müceddidin sözlerini inanan kardeşlerine
tavsiye ederler.

Cenab-ı Hakk’ın, yarattığı bütün


varlıklarda, varlıkların istidat ve kabiliyetleri
nisbetinde zuhurunu, her an ayrı bir ş’ende
tecellîsini seyretmek, kabullenmek sabırdır.
Bunun farkıyla yaşayan kişi sabredenlerin
Cenab-ı Hakk’ın halk yüzünden
mükâfatlandırılacağını bildiği için sabrı
tavsiye eder. Zıtlar âlemi olan bu dünyada
bile kötü bir olayla karşılaşıldığında
sabredenler sonunda selâmete ermektedirler.
Onun için “Sabreden derviş, murâdına
ermiş” denmiştir.

Cenab-ı Allah’ın Esma-ül Hüsna


dediğimiz 99 güzel isimleri incelendiğinde,
“Rahman” ismiyle başlayıp “Sabır” ismi ile
son bulduğunu görürüz. Şüphesiz bu
348
sıralanışta da hikmetler vardır. Her insanda
bu 99 güzel ismin tamamı, az veya çok
mevcuttur. Zahirde ve bâtında sabredenler
Cenab-ı Hakk’ın mükâfatına nâil olurlar.

Görüldüğü gibi, ‘Vel Asr’ Suresi bir


insanın, insan-ı asliyesini bulmasının temel
görevi olduğunu, bunun için de meratib-i
ilâhiye tahsilinin şart olduğunu, yapılacak
tahsille kurtuluşa erip Cenab-ı Hakk’ın
mükâfatlarına nâil olunacağının haberini,
müjdesini vermektedir.

Büyüklerimiz “İnsanlar bir araya


geldiklerinde hiç sohbet etmeseler bile
sadece ‘Asr Suresini’ okusalar yeterlidir.”
demişlerdir.

349
YER VE GÖK KATLARI

Mülk Suresinin 3. âyetinde “O, yedi


göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân'ın
yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin.
Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak, kusur
görüyor musun?” (67-3) buyurulur. Talak
Suresinin 12. âyetinde de “Allah, yedi göğü
ve yerden bir o kadarını yaratandır. Allah'ın
emri bunlar arasından inip durmaktadır ki,
Allah'ın her şeye kadir olduğunu ve Allah'ın
her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz.”
(65-12) buyurulmaktadır.

Âyetlerden de anlaşılacağı üzere yedi


tane “yer katı”, yedi tane de “gök katı”
vardır.

Yer katlarına ‘nefs mertebeleri’, gök


katlarına ise ‘ruh mertebeleri’ deriz ki bunlar
aynı zamanda tevhid mertebeleridir.

350
YER KATLARI (Nefs mertebeleri)

1- Nefs-i emmare
2- Nefs-i levvame
3- Nefs-i mülheme
4- Nefs-i mutmainne
5- Nefs-i raziye
6- Nefs-i merziye
7- Nefs-i safiye

1- Nefs-i emmare sahibi insanlar helâl-


haram demeden yalnız kendi menfaatlerini
düşünürler. İman sahibi değildirler. İblis’le
kol kola yaşadıkları için dünyada mutlu
görünseler bile, iç huzurları yoktur. En
büyük istekleri dünya sevgisi ve
muhabbetidir. Bunlar yırtıcı hayvan
sıfatlıdırlar. Dünya muhabbetini gönülden
çıkarmanın en önemli çaresi ‘sekerât-ül
mevt’i yani ölüm sırasındaki can çekişmesi
hâlini hatırlamaktır. Mezarları ziyaret etmek
bu hâli hatırlamak için faydalı olur.
Peygamber efendimiz, “Ya ebû Hureyre,
ölmeden evvel, dünya muhabbetini
gönlünden çıkar at, gönlünü arındır. Dünya
seni terk etmeden, sen dünyayı terk eyle.
351
Bunun ecri ve sevabı çok büyüktür.”
buyurmuşlardır.

2- Nefs-i levvame sahipleri iman ehli


oldukları için, kötü bir iş işlediklerinde,
nefslerini levm ederler, yani kınarlar. Bunlar
yaptıkları kötü işlerinde pişmanlık
duymalarına rağmen, hata yapmaktan da geri
kalmazlar. Böyleleri dinî konularda
kürsüdeki hatibi dinlerken hüngür hüngür
ağlarken, davulun önünde de şıkır şıkır
oynarlar. İbadet ve zikirlerine devam
ederlerse bu hâllerinden kısa zamanda
kurtulabilirler. Bunlar eti yenmeyen hayvan
sıfatlıdırlar. Âyette “(Kusurlarından dolayı
kendini) kınayan nefse de yemin ederim (ki
diriltilip hesaba çekileceksiniz.)” (Kıyamet
Suresi 75-2) buyuruluyor.

3- Nefs-i mülheme sahipleri nefs-i


levvame sahiplerine oranla daha üstündürler.
Çünkü ilhamlara mazhar olmuşlardır. Fakat
ilhamlar nefsten de gelebilir, ruhtan da
gelebilir. Kişinin ilhamının hangi taraftan
geldiğine dikkat etmesi gerekir. Gelen her
türlü ilhamın mutlaka Kur’ân-ı Kerîm’le
352
tasdik edilmesi gereklidir. Yoksa İblis süslü
gösterdiği ilhamlarla bizleri saptırabilir. Aşk,
şevk ve muhabbet bu mertebede sâlikte
zuhur eder. Nefsten gelen ilhamlar kişide
vesvese, kuruntu, vehim ve huzursuzluk
yaratır. Ruhtan gelen ilhamlar ise kişinin
kalbinde huzur, aşk yaratır, sohbetlere fazla
istek duyar. Rahmanî ve melekî olan bu
ilhamlar kişide zevk yaratır. Bunlar eti yenen
hayvan sıfatlıdırlar.

4- Nefs-i mutmainne sahiplerinin ise içi


ve dışı temizlenmiştir. Şüphelerinden eser
kalmamış, tamamen itminan (tatmin olmuş)
olmuş bir nefse sahiptirler. Ölmeden evvel
ölüp melekleştiği için vahdet âlemine ayak
basmıştır. Bu kişileri Cenab-ı Hak sâbikûn
zümresine dâhil etmiştir. Bunlar dünyaya
itibar etmedikleri gibi âhirete de itibar edip
güvenmezler. Henüz hayatta iken nefsinin
kötülüklerinden kendilerini temizlerler.
Dünya ve âhiret muhabbetinden vaz geçip,
Hak ve hakikat sohbetleriyle Hak’ta beka
bulmuşlardır. Bir âyet-i kerimede “Onlar,
inananlar ve kalpleri Allah'ı anmakla huzura
kavuşanlardır. Biliniz ki, kalpler ancak
353
Allah'ı anmakla huzur bulur.” (Rad Suresi 13-
28) buyurulmaktadır. Yine "Ey huzur içinde
olan nefis!" "Sen O'ndan razı, O da senden
razı olarak Rabbine dön!" "(İyi) kullarımın
arasına gir." "Cennetime gir." (Fecr Suresi 89-
27.28.29.30) âyetiyle de mutmain olmuş nefs
sahiplerine hitap edilmektedir. Âyetlerdeki
hitaplara dikkat edilirse sadece “mutmain
olmuş nefs” sahiplerinedir. Nefsanî haz
duyduğu şeylerden fâni olan ariflerin, ‘gir
cennetime’ ifadesinden Cenab-ı Hakk’ın
zatına ve hakikatine vâkıf oldukları anlaşılır.
Hak’la bâki olarak Cemâlullah’ı yani
Allah’ın cemâlini seyrederler. Kaderin
tecellîlerinden şikâyet etmezler, çünkü rıza
göstermişlerdir.

5- Nefs-i raziye sahipleri Allah’tan


gelen her türlü elem, keder, acı, ızdırap,
musibet ve belalara razı olanlardır. Cenab-ı
Hak kulundan razı olduğu için kulun
sıfatlarından mutmain kemalât tecellîlerini
zuhura getirmektedir. Muhammedî olarak
Rahman sıfatlarını giymiştir. Maide
Suresinin 119. âyetinde “…Allah, onlardan
razı olmuş, onlar da Allah'tan razı
354
olmuşlardır. İşte bu büyük başarıdır.” (5-119)
buyurulmaktadır.

6- Nefs-i merziyede Allahü Teâlâ


kulundan razı olur. Nefs-i raziyede kul
Allah’tan razı idi. Bu nefs makamında da
daimî zikire geçmiş zatının, bütün
mertebelerdeki tecellîlerini farkıyla görüp bu
zevkle zevkiyâb olunur. Nefs-i merziye
sahipleri ‘ârif-i billah’tırlar ve sırlara
vâkıftırlar. Âyette “…Allah onlardan razı
olmuştur, onlar da Allah'tan razı
olmuşlardır...” (Beyyine Suresi 98-8) buyrulur.

7- Nefs-i safiye mertebesine nefs-i


kâmile de denir. Nefs, ikiliklerden
kurtulmuş, saf ve temiz olarak birliğe
ermiştir. Halk yüzünün Hak yüzüne
tebdilinin yedinci ve son demidir.

Yer katları ikilik olan nefs


mertebeleridir. Bu yüzden marifetullah
yolunda mutlaka nefs terbiyesi yapılmalıdır.
Sülûkta ancak nefsin ikiliklerinden kurtulan
sâlikler gök katları olan ‘kavseyn’
mertebesine gelebilirler. Nefsin ikiliğinden
355
kurtulamayanlar gök katlarına ayak
basamazlar. Âyette “…ilham edene andolsun
ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.”
(Şems Suresi 91-9) buyuruluyor.

GÖK KATLARI (Ruh mertebeleri)

1- Tevhid-i efâl
2- Tevhid-i sıfât
3- Tevhid-i zât
4- Makam-ı cem
5- Hazretü’l-cem
6- Cem’ül-cem
7- Ahadiyetü’l-cem

1- Tevhid-i efâl: Bütün fiilerin


yaratıcısının ve işleyicisinin, fâilinin Allah
olduğunu bilmektir.
2- Tevhid-i sıfât: Sıfât-ı sübutînin
(Hayat, ilim, irade, duymak, görmek, kelam,
kudret ve tekvin) sahibinin Allah olduğunu
bilmektir.
3- Tevhid-i zât: Allah “vâcib-ül
vücud”dur. Allah’ın vücudu ile mevcud,
sıfatlarıyla muhit, esmâsı ile malûm,

356
fiilleriyle zahir, âsârıyla görünen olduğunu
idrak etmektir.
4- Makam-ı cem: Hakk’ın zahir, halkın
bâtın olduğunun idrakıdır.
5- Hazretü’l-cem: Hakk’ın bâtın, halkın
zahir olduğunun idrakıdır. Hak Teâlâ
Muhammedîliğini bütün varlıklardan zuhura
getirmiştir.
6- Cem’ül-cem: Tenzih ve teşbihin
tevhid edildiği, kalp sahiblerinin yeridir.
7- Ahadiyetü’l-cem: Makam-ı Mahmud
da denilir. Yalnız ve yalnız Peygamber
efendimize ait olan bir makamdır.

Anlaşıldığı gibi yer ve gök katları


yeryüzünün altında ve üstündeki yedişer kat
değildir. Dünyamız sonsuz bir uzay
boşluğunda, küçücük bir gezegendir.
Dünyamızın üstünde ve altında boşluk
olduğu için yer ve gök katları ifadeleri
izafidir. Zan ve hayalden ibarettir. Cenab-ı
Hak bizleri Hak ve hakikati idrak eden
kullarından eylesin. Âmin.

357
YİRMİSEKİZ PEYGAMBERİN
HİKMETLERİ

ÂDEM (a.s.)
Safiyullah’tır. Allah’ın saf ve temiz
kulu demektir. Cenab-ı Hakk’ın bütün âlemi
ruhsuz bir ceset hâlinde yarattığında, buna
varlığı olmayan ‘adem’ (sapkasız adem) ismi
verildi. Hakk’ın zat tecellî âleminden gelen
nur, bu ruhsuz varlıklardaki aynalarda
fiilleriyle tecellî edince, aynaların cila ve
ruhuna ‘âdem’ (şapkalı âdem) denildi.
Cenab-ı Hakk’ın kendi aslını bu aynalarda
kemalât fiilleriyle görmek ve sırrını
açıklamak için, âdemde açığa çıkıp, “Âdem”
adıyla insanları irşad etmeye başladı. Bir
âyeti-kerimede “…alleme âdemel esmâe…”
“Allah, Âdem'e bütün varlıkların isimlerini
öğretti…”(Bakara Suresi 2-31) buyrulmaktadır.
Kendisine 10 suhuf (sayfalar, ilâhî risale)
verilmiştir. Bir kişi de zahir ve bâtın
beşerden on duygu sahifelerini lâyıkıyla
okuyabilirse o kişi âdemiyyetini kazandığı
için ona da on suhuf verilmiş olur.

358
ŞİT (a.s.)
Hibetullah’tır. Zatın sıfatlarından
tecellîsi O’nun hediyesi olduğunu gösterir.
Âdem’in oğlu Habil’in ölümünden sonra
Cenab-ı Hak’tan Âdem (a.s.) bir ihsan diledi.
Cenab-ı Hak da ona bir hediye olarak Şit
(a.s.)’i ihsan etti. Kendine 50 suhuf verdi.
Zatın sıfatlarından görünmesi, Hakk’ın
vergisi ve lütfu değil midir? Kişi beş sıfatı
olan iki kulak, iki göz bir dille, zahir ve bâtın
beşerden on duygusu ile 50 tecellî
sahifelerini zevk edebilirse o kişi mutmain
olarak kemalât sıfatlarına sahip olmuş olur.
Nitekim tevhidin beşinci mertebesinde
tecellîlerin zevki Şit (a.s.) hâlidir.

İDRİS (a.s.)
Allah’ın ‘Kuddüs’ ismine aynadır.
Allah’ın kusursuz ve temizlenmiş kulu
anlamındadır. Nefsini terbiye ederek, ruhanî
varlığını cismanî varlığına galip getiren,
kusursuz biriydi. İlk yazıyı yazan ve nefs
temizliğini ilk başarandı. Bir âyet-i kerimede
“Kitap’ta İdris'i de an. Şüphesiz o, doğru
sözlü bir kimse, bir nebî idi.” (Meryem Suresi
359
19-56) buyruluyor. Kendisine 30 suhuf
verildi. İlk elbise dikendir. Hakk’ın bütün
sıfatlarındaki tecellîleri zevk eden bir
mazharın istidat ve kabiliyetine uygun elbise
biçmesidir.

NUH (a.s.)
Necibullah’tır. Tevhid gemisi ile
insanları kurtuluşa ve selâmete çıkaran
demektir. Cenab-ı Hakk’ı çok zikretmesi
nedeniyle, hidayet ve kurtuluşa erdiren ikinci
atamız olan Nuh ismiyle adlandırılmıştır.
Manevi nefsin afetlerinden tevhid gemisiyle
inananları gayriyet tufanından kurtaran
manevi atamız insan-ı kâmilimiz olmaktadır.

HUD (a.s.)
Ehadullah’tır. Allah’ın ‘tek’liğini idrak
eden demektir. Araf Suresinin 65. âyetinde
“Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u peygamber
olarak gönderdik. Onlara, ‘Ey kavmim!
Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka
hiçbir ilâh yoktur. Allah'a karşı gelmekten
sakınmaz mısınız?’ dedi.” (Araf Suresi 7-65)
buyuruluyor. Her mazhardan Rabbini
360
müşahede etmesi ve efâli ile tevhid etmesi bu
isimle anılmasına vesile olmuştur. Allah’ın
dostları Cenab-ı Hakk’ın zatından sıfatına,
sıfatından esma alarak fiilleriyle zahirde
görünmesini tevhid yaparak, Hakk’ın halk
suretinden görünmesini zevk ederler.

SALİH (a.s.)
Fethullah’tır. Allah’ın fetheden kulu
anlamındadır. Nefsini, kalbini ve ruhunu
fethederek temize çıkmasından bu isimle
anılmıştır. Araf suresi âyet 73 “Semûd
kavmine de kardeşleri Salih'i Peygamber
olarak gönderdik. Dedi ki: ‘Ey kavmim!
Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka
bir ilâh yoktur…’” (7-73) buyuruldu.
Selâmete çıkanlar zaten saf ve temizdirler.
Kul lekeli Hak ise temizdir.

İBRAHİM (a.s.)
Halilullah’tır. Allah’ın dostu demektir.
Kemalât fiilleriyle açığa çıkması ve İbrahim
(a.s.)’in Cenab-ı Hakk’a şiddet ve ifrat
derecesinde heyman aşkıyla sevmesi, O’nun
dostu olmasına vesile olmuştur. Bakara
361
suresi âyet 124 “…Rabbi şöyle buyurmuştu:
‘Ben seni insanlara önder yapacağım.’…”
(2-124) Kendisine 10 suhuf verilmiştir. Aynı
zamanda “tevhid babası” olarak da ifade
edilir. Zira âdemiyyetini bulanlar
yeryüzünün halifeleridir. Kendi vücut
ülkesinde beş zahir, beş bâtın duygusunu
lâyıkıyle kullananlar hem 10 sahifeyi
okuyanlar, hem de Cenab-ı Hakk’a dost
olanlardır.

İSMAİL (a.s.)
Âlîyullah’tır. Allah’ın yüceliğine nâil
olmuş demektir. Hazreti Muhammed’in
ruhanîyetini taşımasından mütevellit O’nun
yüceliği ile isimlendirilmiştir. İbrahim
(a.s.)’in ikinci eşi Hacer validemizden
doğduğu için, Hazreti Muhammed’in
ruhanîyeti onda görülmüştür. Malûmunuz,
İbrahim (a.s.)’ın birinci eşi Sare
validemizdir. Bu zahir ilimlerin remzettiği
bir mânâdır. Çocuğu olmamıştır. İlme’l-
yakînlik bir kişide ilham zuhur ettirmez.
İkinci eşi Hacer validemiz ise Mısır kralı
tarafından verilen bir hediyedir. Yani kalbin
362
tecellîsinin mahsulü, kemal sıfatların İsmail
(a.s.) olarak zuhurudur. En’am suresi âyet 86
“İsmail'i, Elyasa'ı, Yûnus'u ve Lût'u da doğru
yola erdirmiştik. Her birini âlemlere üstün
kılmıştık.” (6-86) buyurulmuştur.

İSHAK (a.s.)
Hakkullah’tır. Fizik bedende her aza ve
organının Allah’ın tecellîsi olduğunu
bilmektir. Vücud-u unsurîyenin her bir
tecellîsi Hakk’ın zuhuru olması nedeniyle bu
ismi almıştır. İbrahim (a.s.)’in oğludur. Sare
validemiz ikinci eşi Hacer validemizle
evlenip İsmail (a.s.) doğmadan İshak (a.s.)’ı
doğurmadı. Zira vücut ülkesinde ilme’l-
yakînlîk ayne’l-yakînliğe dönüşmeden
ilhamlar zuhur etmez. Süflî olan nefsin
mutmain nefse dönüşmeden ilhamların zuhur
etmeyeceği gibi.

LÛT (a.s.)
Melikullah’tır. Allah’ın idarecisi,
padişahı demektir. Vücut ülkesindeki
kavimlerin hayvanî arzularına şiddetli bağlı
olmaları karşısında, Allah’ın ona yardım
363
ederek nefsinin kötü istek ve arzularının
helâk olmasıdır. Ölmeden evvel öldükten
sonra Cenab-ı Hakk’ın kemalât sıfatlarını her
varlıkta seyretmek, kendisinin her varlıktaki
tecellîlerinin yaratıcısı olduğunu
seyretmesidir.

YAKUB (a.s.)
Dinullah’tır. Allah’a boyun eğme ve
teslimiyettir. Allah katında din İslâmiyettir.
Allah’ın zatına inanır ve teslim olur. Zatını
düşünmez. Sıfatlarıyla da, nebisinin emirleri
doğrultusunda zatından sıfatlarına,
sıfatlarından da fiilleriyle varlıkların yaşam
biçimi olan İslâm dini Yakub esmasıyle
zuhura gelmiştir. İnsan vücudunda kalp nasıl
komutansa, insanın suret yönüyle “ten
Yakub’u” , siret yönüyle “kalp Yakub’u”
demekle onun taşıdığı mânâyı ifade ederiz.

YUSUF (a.s.)
Nurullah’tır. Allah’ın nuru demektir.
Canı demektir. Melekût âlemi olan hayal
âlemindeki hakikatlari keşfederek, rüya
tabirini ilk yapan olduğu için bu isimle
364
anılmıştır. Bir insanın özü Yusuf olduğu için,
Yusuf suresindeki on bir yıldız ve ay ve
güneşin yani sıfat yıdızlarının, ay kalbinin ve
güneş olan ruhunun O’na secde ettiklerini
görüyoruz.

EYYÜB (a.s.)
Gaybullah’tır. Allah’ın gayb âleminden
gelen ibtilâlarına sabreden kul demektir.
Kendine verilen illet ve marazlara uzun
müddet sabretmesi ve Allah’ın lütfuna
mazhar olarak sıhhat bulmasıdır. Bir kişi
meratib-i ilâhiyede kâmil mazharından
Cenab-ı Hakk’a nasıl söz verdiyse öylece
meratibin sonuna kadar sabrederek bu yolda
dâim olursa Cenab-ı Hak ona Eyyüb (a.s.)’ün
mükâfatını ihsan eder.

ÜZEYİR (a.s.)
Kudretullah tır. Allah’ın kudreti
demektir. Daha evvel kendine nisbet ettiği
varlığın Cenab-ı Hakk’ın varlığı ile nasıl
yıkıldığını, Hakk’ın dâimî varlığı ile
bekalığında nasıl dirildiğini kader sırrı ile
şahid olmasından bu ismi almıştır. Bakara
365
Suresinin 259. âyetinde anlatılanlara şahid
olan Üzeyir (a.s.)’dir. (2-259)

ŞUAYİB (a.s.)
Reşidullah’tır. Allah’ın irşadcısı
demektir. Kalbini zahir ve bâtın yönüyle
kemalâta getirmiş, bütün vücud ülkesindeki
kavmini irşad eden insan-ı kâmil demektir.

DAVUD (a.s.)
Adillullah’tır. Allah’ın adaletli kulu
demektir. Kur’ân-ı Kerîm’deki “…Allah, ona
hükümdarlık ve hikmet verdi” (Bakara Suresi 2-
251) ve “Biz Davud'un mülkünü
güçlendirdik, ona hikmet ve hakla batılı
ayıran söz (hüküm verme) yeteneği verdik.”
(Sad Suresi 38-20) âyetleriyle kendisine hem
peygamberlik, hem de hükümdarlık
verilmiştir.

SÜLEYMAN (a.s.)
Ganiyullah’tır. Allah’ın zengin kulu
demektir. Cenab-ı Hakk’ın zahir ve bâtın
zenginliğine sahip olmuştur. Zat ve
sıfatlarından umumî ve hususî rahmetine
366
mazhar olduğu için bu isim verilmiştir. Bir
sâlik de fenafillah olup bekabillah olduğunda
kalb sahibi olmasıyla vücut ülkesinde ten ve
kalp Süleymanlığını kazanmış olur. Zahir ve
bâtın bütün tecellîlerin sahibini bilir ve zevk
eder.

YUNUS (a.s.)
Naciyullah’tır. Allah’ın kurtuluşa
erdirdiği demektir. Nefsi ile daima mücadele
ederek kurtuluş yolunun simgesi olmuştur.
Yunus(a.s)’un bu mücadelesi (Saffat Suresi
37/139-148) Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılır.
“…Hani o, (balığın karnında) kederli bir
hâlde Rabbine yakarmıştı.” (Kalem Suresi 68-
48) Bir sâlik de mürşid-i kâmile gelerek
Yunus (a.s.) gibi, balığın karnındaki
tahsilinden sonra nisbiyetlerinden kurtulursa
selâmete kavuşur, Yunus olur, kurtuluşa
erer.

İLYAS (a.s.)
Bekabillah’tır. Allah’la bâki olma
demektir. Beşeriyet suretiyle insanlara,
ruhanîyet suretiyle meleklere dostluk
367
ettiğinden bu hikmetli isim ile anılmıştır.
İnsanlığını bulanlarda zahirde halk, bâtında
Hak olarak, hem fiziksel bedene sahib hem
de siret olan lâtif vücuda sahibidir.

LOKMAN (a.s.)
Şifaullah’tır. Allah’ın şifası demektir.
Eşyanın hakikatini bildirerek, zahir ve bâtın
bütün hastalıkların şifasını verme mazharı
olarak Cenab-ı Hakk’ın bu ihsan hikmetine
binaen bu isim verilmiştir. Kemalâta sahib
olan insan-ı kâmiller hem zahir hem bâtın
Lokman oldukları için şifa dağıtmaktadırlar.

HARUN (a.s.)
İmamullah’tır. Allah’ın imamı
demektir. Hem Allah tarafından hem de
kardeşi Musa tarafından zahir ve bâtın imam
tayin edilerek, zahir ve bâtında imamlığı
birleştirmiştir. Musa zahirimizi, Harun
bâtınımızı remzettiği için bu vücudun imamı
ruh olan siretimizi remzeder. Velayet sahibi
irşad edemez, nübüvvet sahibi irşad eder.
Onun için Musa’nın kavmine sahib olamadı.
Harun velayet sahibiydi.
368
MUSA (a.s.)
Kelimetullah’tır. Allah’ın kelimesi
demektir. Musa zahir ilminin temsilcisi,
Hızır bâtın ledün ilminin temsilcisidir.
Kesret âleminde bütün mevzular Musa ile
anılır. İrşada talib olanlara Musa dendiği
gibi, tasavvufta yücelen kalb sahiblerine de
“kalb Musa’sı” denilir.

ZEKERİYYA (a.s.)
Vârisullah’tır. Allah’ın kudret ve
tasarrufu demektir. Cenab-ı Hakk’ın kudret
ve tasarrufuna sahib olduğu için bu isimle
anılmaktadır. Hem rahmet hem de azab ile
imtihan edilmiştir. Testere ile ağaç içinde
şehid edilmek suretiyle belaya sabır ve
tahammül göstermiştir. Zekeriyyanın testere
ile ağaç içinde kesilmesi bu beden ağacının
içinde fena ve beka zevkleriyle sabrederek
yücelmesi demektir.

YAHYA (a.s.)
Celallullah’tır. Allah’ın celal yüzüne
mazhar demektir. Cenab-ı Hakk’ın
vahdaniyetindeki celal sıfatı galebe
369
gelmesinden bu isim verilmiştir. Yahya
(a.s.)ile İsa (a.s.) aynı zamanda
yaşamışlardır. Bir gün karşılaştıklarında,
Yahya (a.s.) İsa (a.s.)’ya “Sen ne kadar
neşelisin. Allah’ın gadabından emin mi
oldun?” demiş. İsa (a.s.) da, “Sen de ne
kadar üzgünsün. Allah’ın rahmetinden
ümidini mi kestin?” demiş. İşte Yahya canı
remzettiği için, her varlıkta tecellî ettiği
hâlde esması söylenmez. Onun için
üzgündür. İsa (a.s.) ruhullah olduğu için
tecellî ettiği yerde esma alır. Onun için o da
esmasıyla anılmasından mutludur.

İSA (a.s.)
Ruhullah’tır. Allah’ın ruhu demektir.
Cebrail vasıtasıyla Meryem’e üfürülen
“nefahtu âyetinin” kemalât sırrının açığa
çıkmasıdır.

MUHAMMED (s.a.v.)
Habibullah’tır. Allah’ın sevgilisi
demektir. Hazreti Muhammed ayni zamanda
‘ferdiullah’tır. Bir hadîs-i kudsîde “Levlâke
levlâke Lema halaktü’l eflâk” “Sen
370
olmasaydın, sen olmasaydın Ben âlemi
yaratmazdım” buyurulmuştur. İlk yaratılan
nurun, ruhun, aklın ve kalemin Hazreti
Muhammed’de başlaması ve yine nübüvvetin
O’nda sona ermesinden bu isim verilmiştir.
Zira Allah’ın ilk tecellîsi O’nda başlamış
sonunda bütün kemalât O’nda zirvede
görünmüştür. Anlaşıldığı gibi, cemadattaki,
nebatâttaki, hayvanattaki ve insanlardaki nur,
ruh, akıl ve kalemin Resulullahın tafsilat-ı
Muhammedî aynasından görüldüğü
anlaşılmış oluyor. Nuru, ruhu, aklı ve
kalemiyle Muhammed, sonunda bütün kulluk
mertebesinde tafsilat-ı Muhammedîyesiyle
de Muhammed olduğu görülmektedir.

Cenab-ı Hak bu isimleri bizzat vermiş


ve 28 meratib-i ilahîye mertebelerinde
görevlendirilmiştir.

Cenab-ı Allah bu peygamberlere verilen


isimlerle onların tevhid mertebelerindeki
yerlerinde, gök katları olan ruh tecellîlerinin
zevkine erdirsin.

371
DUA

Bismillahirrahmanirrahim.

İnsanları nurundan meydana getiren


Allah’a hamd olsun.

Allah’ın nurlarını bizlere Rahmân


sıfatıyla yansıtan, insanların ve kâinatın
efendisi Hazreti Muhammed (s.a.v) ve ehl-i
beytine salât u selam olsun.

Zatından sıfatlarına, sıfatlarından esma


alarak fiilleriyle âsârını bütün varlıklarda
gösteren Cenab-ı Allah’a ibadet ederim.

Bütün varlıklarda tecellînle zatının


ilanını idrak ederek vücudumdan fâni olayım
Allah’ım.

Bütün varlıklarda tecellînle zatının


ilanını idrak ederek vücudunla mevcud
olayım Allah’ım.

372
Bütün varlıklarda tecellîsiyle zatını
ilanını idrakten sonra ne kendime, ne de
varlıklara vücud vermekten sana sığınırım
Allah’ım.

Varlıklardaki sübutî sıfatlarınla


sıfatlanarak Sen’de Sen olmayı isterim
Allah’ım.

İnsanların çoğu bu tecellî zuhurundan


gafil, beni onlardan etme, seni her mertebede
idrakle cemalini göreyim Allah’ım.

Mutlak zatın olan hüviyyetindeki zatına


hayran olayım Allah’ım.

Daimî hayatın ayn’ı zatta Hayy


makamında daimî hayat isterim Allah’ım.

Ayn’ı zatta zatının kemalât


makamındaki hakikî saltanatından beni ayrı
bırakma Allah’ım.

İhtiyaçtan münezzeh olan zatın gibi


beni de ihtiyaçsız tecellînle donat Allah’ım.

373
Allah’ın güzel isimleri hürmetine ve
Hazreti Muhammed hürmetine bu fakir,
kemter kulunun dualarını da kabul eyle
Allah’ım.

ÂMİN

374

You might also like