Professional Documents
Culture Documents
Ab-I Hayattan Damlalar 13.11
Ab-I Hayattan Damlalar 13.11
DAMLALAR
Ahmet ARSLAN
Salihli – 2014
1
AB-I HAYATTAN DAMLALAR
Ahmet ARSLAN
ISBN: 978-605-60397-0-6
www.salihlimelamilerdernegi.com
e-mail: ahmet_efd@hotmail.com
Salihli-MANİSA
Basım Yeri:
Baskı Tarihi:
2
İÇİNDEKİLER
Âdem Risalesi ........................................................................ 10
Âhiret Âlemi ............................................................................ 42
Âhirette Şefaat Var mıdır? .................................................. 46
Allah’ın Zat, Sıfat ve Efâlinin Üç Boyutu Vardır ............. 52
Billâh ile Allah’a İman .......................................................... 59
Cenab-ı Hakk’ın Nüzul ve Urucu........................................ 71
Cenab-ı Hakk’ın Vücut Ülkesinde Zuhuru ...................... 85
Cennet ve Cehennem ............................................................ 90
Dervişe Hitap .......................................................................... 98
Dünyada iken Âhiret Âlemini Yaşamak ........................ 100
Esma-ül Hüsna’nın Açıklaması ........................................ 106
Günümüzdeki Melamiler................................................... 155
Hac ve Umre Risalesi .......................................................... 161
Her Sene Kurban Kesilir mi? ............................................ 178
İslamiyette Değişmeyen Üç Kâide .................................. 181
İslâmiyette Yaşam Nasıl Olmalıdır? ............................... 185
Kabir Azabı............................................................................ 195
Kaç Çeşit İnsan Vardır? ...................................................... 199
Karı ve Kocanın Karşılıklı Vazifeleri.............................. 202
Keramet-i Kevniye ve Keramet-i İlmiye........................ 209
Kur’ân-ı Kerîm’deki 28 Harfin Sırrı ............................... 214
Kur’ân’daki Mukattaa Harflerin Sırları ......................... 226
Mürşid-i Kâmil Kimdir? ..................................................... 235
Namaz Risalesi ..................................................................... 240
Namaz Zâhir ve Bâtın Olursa Namazdır ........................ 264
Oruç Risalesi ......................................................................... 269
Ölmeden Evvel Ölmek Ne Demektir? ............................. 279
Sırat Köprüsü........................................................................ 284
Tevhid Risalesi ..................................................................... 287
Vel Asr Suresi........................................................................ 344
Yer ve Gök Katları ............................................................... 350
Yirmisekiz Peygamberin Hikmetleri ............................. 358
Dua .......................................................................................... 372
3
ÖNSÖZ
4
Kâinatta tek mürşid-i kâmil vardır. O da
Hazreti Muhammed’dir. O’nun dışında
içinde yaşadığımız zamanda irşad olmamız
mümkün değil. O zaman müracaat
edeceğimiz kaynak Hazreti Muhammed’in
varisleri olacaktır. Vârislerinden alınacak
tevhid tahsili ile kişi insan-ı asliyesini
bularak yakînliğini idrak edecektir. Bu
yakînlikle Mısrî Niyazî hazretlerinin;
6
HACI AHMET ARSLAN EFENDİ
KİMDİR?
9
ÂDEM RİSALESİ
1- Şeriat
2- Tarikat
3- Hakikat
4- Marifet
13
Kemalât ve rahmaniyeti ile cami-ül esma
olarak Rabbimin tek göründüğü yer insan
mazharıdır. Bütün âlemi kendi inhisarı altında
cem etmiş olduğu için ona insan denilmiştir.
İbrahim Hakkı Hazretleri “Ey kişi sen âlem-i
kübrasın. Kendine dikkatle bak. Cennet de
sende Cehennem de sende, Sırat da sende,
Mizan da sende. Sen ceseden küçük bir
varlıksın ama mânâda bütün 18 bin âlem
sende toplanmıştır.” buyurmuşlardır.
16
Âdem üç nev’idir:
19
Kur’ân'da insan üç şekilde tabir edilir:
1- Nas (insan toplumları)
2- İns (nakıs olan, eksik kişiler)
3- İnsan (sûrette de, sirette de
âdemiyyetini bulmuş, âdemiyyet
sırrına vâkıf olanlar)
Onun için birincisi surette insan sirette
hayvan olanlar, ikincisi surette insan, sirette
nakıs olanlar yani eksik kişiler, üçüncüsü ise
surette insan olduğu gibi sirette de, insan-ı
asliyesini bulan Âdemlerdir.
Âdem bu kâinatta, en son erişilmesi
gerekli olan bir varlıktır. Çünkü cemadat,
nebatât ve hayvanatta olmayan yüce hasletler
bu insan dediğimiz Âdemde mevcuttur. Bu
âleme gelesiye kadar yarım devir yapan bu
insan, can kavmi, cin kavmi ve ins kavimleri
gibi merhalelerden geçerek, insanlığını
bulmaktadır. Bu gün “Can kavmi, cin kavmi,
ins kavmi kimlerdir?” diye sorulduğunda
cevap söyle olacaktır:
Can kavmi toplumda yiyip içen, yalnız
nefsi için yaşayan, Hak ve hakikatten
tamamen uzak, inançsız kişilerdir.
20
Cin kavmi ise iki bölümde mütalaa
edilir:
1- Süflî cin kavmi
2- Sünnî cin kavmi
Süflî cin kavmi şeytan meşrebli, daima
başkalarının kötülüklerini düşünen ve onun
bunun çukurunu kazan kimselerdir. Buna
vücut ülkemizde nefs-i emmare kavmi de
diyebiliriz. Süflî cinler, insanların nefs-i
emmare şubesinden icraatlarını gösterirler.
Nefs-i emmare nefsin en süflî sıfatıdır.
İnsanlardaki bu sıfatı kullananları insanlarda
görmek mümkündür.
Sünnî cin kavmi mensupları taklidî iman
sahibidirler. Bu nedenle her ne kadar ibadet
ve taat yapsalar da bir türlü süflîyet vadisinin
unsurlarından olan vehim, hayal, vesveseden
kurtulamayan kişilerdir.
Sonuç olarak cinler zan ve
hayallerimizde yarattığımız, gözle
görülemeyen lâtif birer varlık değillerdir.
Bunlar fiilleriyle tecellî ettiği mazharlarda
görülmektedir. Şeklen dört dörtlük
Müslüman, mümin, “hacı” “hoca” gibi
21
görünseler de ârif olan kardeşlerimiz
tarafından daima bilinmektedirler.
Kur’ân-ı Kerîm Rahman Suresinin 33.
âyetinde “Ey cin ve insan toplulukları!
Göklerin ve yerin uçlarından bucaklarından
geçip gitmeye gücünüz yeterse geçip gidin.
Büyük bir güç olmadıkça geçip
gidemezsiniz.” (55-33) buyuruluyor.
İster cin olsun isterse cinin alet ettiği
insanlar olsun bunların büyük bir güç, bir
mürşid-i kâmil, bir sultan olmadan, süfliyet
vadisi “esfel-i sâfilîn” olan dünya yüzünden,
letâfet âlemi olan gökyüzüne çıkmaları
mümkün değildir.
Herkes kendisini yakın takibe alarak
baksın. Stres, üzüntü, keder, alamadım,
veremedim, mal, mülk derdi, çocuk derdi gibi
dünya dertleri bir kişiyi ihata etmişse, onlar
daha dünyada iken cehennemde
yaşamaktadırlar. Elbette âhirette de
cehennemde olmaları mukadder olur. Zira
dünya âhiretin tarlasıdır. Burada gönül
tarlasına ne ektik ise âhirette de onu biçeriz.
İns kavmi, can ve cin kavim
mertebelerini geçerek, bir mürşid-i kâmile
22
tâbi olarak, tevhid tahsiline başlamış, fakat
henüz eksikliklerini tamamlayarak insanlığını
yani Âdemliğini bulmamış tevhid
yolcularıdır.
Cenab-ı Allah “Siz bildiklerinizle amel
edin Allah size bilmediklerinizi öğretecektir.”
buyurmaktadır. İşte bu ins kavminden sonra
insan-ı asliyesini bilenler insan olarak
yaratılmış olacaklardır.
Rahman Suresinin ilk iki âyetinde “Er
rahmân” “Allemel gur'ân” “Rahmân, Kur'an'ı
öğretti.” (55-1,2) buyuruluyor. Peki, Rahman
olan Kur’ân’ı kimlere talim etti? Elbette
henüz insanlığını bulamayan, can, cin ve ins
kavimlerinden çeşitli iman seviyesinde
bulunan eksik olan kişilere talim etti.
Rahmaniyet, Cenab-ı Allah’ın kemalât
sıfatı olan mürşid-i kâmillerdir. İnanan kişiler
bu tahsille insanlığını bulmuş olacaktır.
Yoksa surette insan, sirette hayvan kalınmış
olunur. Rabbinin terbiye etmesiyle, insan-ı
asliyesini öğrenen bir sâlik nefsini tanımıştır.
Nefsini bilen ise Rabbini bilir. O kişi nefsine
ve Rabbine arif olmuştur.
23
İsra Suresi 85. âyette “Ve yes'elûneke
anir rûh, gulir rûhu min emri rabbî ve mâ
ûtîtum minel ılmi illâ galîlâ.” “Sana ruh
hakkında soru soruyorlar. De ki: "Ruh,
Rabbimin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim
verilmiştir.” (17-85) buyuruluyor.
Ruh Rabbimin bir emridir… Peki, irşâd
ve terbiye eden mürşid mazharından
Rabbimiz bize ne emir vermektedir? Bunu
kendimize sorduğumuzda, hâdisat dediğimiz
bu âlem ve Âdemde, Cenab-ı Allah’ın üç
tecellîsi olan efâlini, sıfatlarını ve zatının
öğrenilmesini emrettiğini görmekteyiz. Şu
hâlde kendisindeki ruh bu üç tecellî imiş.
Zaten kişinin kendi insan-ı asliyesini tahsil
etmesi demek, kendi diye bildiği Cenab-ı
Hakk’ın varlığı olan bu tecellîleri bilmesi,
görmesi ve O’nunla O olup yaşamasından
ibarettir. Hem “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ
billâhil aliyyil azîm” yani “Kuvvetim ve
kudretim yoktur. Bunların hepsi senindir ya
Rabbi” diyoruz, hem de kendimize nisbet
ediyoruz. Bu şirk olmuyor mu? Elbette şirk
olmaktadır. Bunu söylemek çok kolay, fakat
bu merdiven basamaklarını, teker teker
24
çıkarak, menzile varıp âdemiyyeti bulmak çok
zordur. Sabırla birlikte “mutlaka elde
etmeliyim” diye azim gereklidir.
Bu kişilerin bedeninde taat, nefsinde
boyun bükmek gibi küllî teslimiyet olmalıdır.
Bu kurbiyet onların kalbinde, huzur ve
mutluluk meydana getirecektir. Bu huzur
vadisinde bulunanlarda, ruhanî şühud
olacağından, daha bu âlemde iken cennet
içinde yaşama imkânına kavuşmuş
olacaklardır.
Bu kâinatta, bütün varlıklar, gayriyet
vadilerinden kurtulup Âdem meyvesi
olabilmek için çabalayıp dururlar, sürekli
koşarlar. Çünkü bu kâinat ağacının meyvesi
âdem’dir. Kim âdemiyyetini buldu, işte onlar
murâdlarına erdiler. Kimler bulamadıysa
yolda dökülenler oldular.
Toprağa ekilen bir meyve çekirdeği
birçok merhaleler geçirerek meyve
olmaktadır. Aynen bunun gibi, bahçıvan olan
mürşid-i kâmil, sâlik olan kişilerin gönül
tarlasına âdemiyyet tohumunu eker. Ektiği bu
tohum birçok ibtilâ merhalelerinden geçerek
Cenab-ı Hakk’ın kul mazharındaki üç
25
tecellîsi, ruhullah hâline dönüşür. İşte
Âdem’in yaratılma yeri burasıdır.
Bakara Suresinin 30. âyetinde “Hani,
Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım’ demişti. Onlar, ‘Orada
bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi
yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek
daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.’
demişler. Allah da, ‘Ben sizin bilmediğinizi
bilirim’ demişti.” (2-30) buyurulmaktadır.
Âyetteki bu hitap, henüz âdemiyyetini
bulmamış, sâlik durumundaki melekleredir.
Mürşid-i kâmilin etrafındaki sâliklerin hepsi
melek durumundadır. Ayrıca, enfüsümüzde
ruh âlemi, kalb âlemi ve nefs âleminde
bunların levhaları olarak suretleri vardır.
Çünkü Hicr Suresi 21. âyetinde “Hiçbir şey
yoktur ki hazineleri yanımızda olmasın. Biz
onu ancak belli bir ölçüyle indiririz.” (15-21)
buyrulmuştur. Her şeyin malûmatı nisbetinde,
Cenab-ı Hakk’ın tecellî ettiğini bu âyet bunu
bize ispat eder. Onun için Âdem sırrı henüz
zuhura gelmeden ruh, Rab ve nefs
âlemlerindeki suretinin vücudu, Allah’ın
26
meleklere “Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım” demesidir.
Allah Âlim, kullar ise malûmdur. Cenab-
ı Hak, Âlimliği ile nefs, kalb ve ruh
vadilerindeki, sâliklerin hâllerine vâkıf olduğu
için, bir halife yaratacağım demiştir. Melekler
bu âlemdeki bütün sırları bilemedikleri için,
halifeliğe kendilerini daha uygun
görmelerinden mütevellit “Biz seni tesbih ve
takdis etmekteyiz” dediler. Melek durumunda
olan bir sâlik de, kendisinin üstünde olan
kişilerin irfâniyetinden haberdar değildir.
Ama kendi mertebesinin altındakilerden
haberdardır. Onun için süflîyetteki nefs
vadisinde, Âdem’in fesat ve kan dökeceğini
bildikleri için melekler, “Yeryüzünde fesat
çıkaracak ve kan dökecek bir kimse mi
yaratacaksın?” demişlerdir. Cenab-ı Allah da,
“Sizin bilmediklerinizi Ben bilirim.” demiştir.
Elbette her şeyin en iyisini bilen Allah’tır.
Meleklerin Cenab-ı Allah’a karşı böyle bir
hitapta bulunmaları onların itiraz etmeleri
anlamına gelmektedir. Nefisten münezzeh
olan melekler, Cenab-ı Hakk’ın yalnız
emirlerini yaptıkları hâlde, bu mevzuda neden
27
itiraz etmişlerdir? İşte buradaki melekler,
sâliklerin durumunu arzetmektedir. Her sâlik
Rabbine karşı kurbiyet içindedir. Ne zaman
içlerinden bir halife seçilse, hicapları
açılmayan sâliklerin, halife seçilen kişinin
yüceliklerini değil de, suret yönünü görmesi
nedeniyle süflîyet vadisi olan nefsine düşerek
itiraz eder.
Bakara Suresinin 31. âyetinde “Allah,
Âdem'e bütün varlıkların isimlerini öğretti.
Sonra onları meleklere göstererek, ‘Eğer
doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların
isimlerini bildirin’ dedi.” (2-31) buyruluyor.
Yani Cenab-ı Allah “allemel esma” olan
bütün âlemlerin ismini Âdem’in kalbine ilka
etmiştir. Âdem, bütün esmaları ihata eder.
Nur-i Muhammed ve esmayı Âdem sureti ile
zahir oldu.
“Âdem dediğin el ayak baş değil.
Âdem ruha denir, suret ile kaş değil
Ten, et ve deridir ruh onun serveridir
Hak sırrıdır ruhsuz beden hoş değil.
Ahmet sen kendini Âdem sanma
Âdem sendeki özdür, söz değil.”
28
Hz. Muhammed (a.s.) mazhar-ı Zattır.
Âdem ise mazhar-ı esmadır. Nur-i
Muhammed’in bu âleme zuhuru Âdem’le
olmuştur. Onun için, allemel esmanın talim
edilmesi, Âdem’in ruhundan zuhura gelmek
demektir. Resûlullah efendimiz bir
hadîslerinde “Evvelü mâ halakallahu rûhi”
“Allah evvelâ benim ruhumu yarattı”
buyuruyor. Resûlullah efendimizin küllî
ruhu, on sekiz bin âlemde tecellî ederek
esmalar aldı. İşte bu ruhu kendi vücud
ülkesinde okuyabilenler, âlemlerin esmalarını
da okumuş olurlar. Aslında ruh birdir.
Parçalanma kabul etmez. Fakat tecellî ettiği
mazharlarda esma alır.
Bakara Suresinin 32. âyetinde
“Melekler, ‘Seni bütün eksikliklerden uzak
tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka
bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi
hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan
sensin’ dediler.” (2-32) buyuruluyor. Çünkü
melek durumunda olan bütün sâliklerin,
ilme’l-yakînlikleri onların şühud sahibi
olduğunu göstermez. Âdemiyyet sırrı ruhun
şühud zevki ile mümkün olacaktır.
29
Vücûdlarında âdemiyyet kemalâtsızlığının
zuhuru şühud zevklerine sahip olmadıklarının
bir ifadesidir. Allah’ın Âlim ve herşeye
lâyıkıyla hâkim olduğunu bilmeleriyle de
teşbih etmişlerdir. Onun için daha evvel
halifeliğe bizler de lâyıkız dercesine itiraz
eden melekler, allemel esma hakkındaki
bilgiyi Cenab-ı Hak isteyince zelîl ve hâkir
olarak, mahcubiyetlerinden eksiklenerek “Ya
Rabbi senin bildirmediğin bir şeyi biz
bilemeyiz.” dediler.
Bakara Suresinin 33. âyetinde “Allah,
şöyle dedi: ‘Ey Âdem! Onlara bunların
isimlerini söyle.’ Âdem, meleklere onların
isimlerini bildirince Allah, ‘Size, göklerin ve
yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine
açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da
ben bilirim demedim mi?’ dedi.” (2-33)
buyuruluyor. Çünkü Âdem, âdemiyyet sırrını
kendi vücûd ülkesinde şühudla zevk etmiş idi.
“Bunu meleklere talim et” denmedi. Çünkü
siretteki şühud zevkleri lütf-u ilâhiyedir ve
“Cenab-ı Allah kimlere hikmet vermişse,
onlara pek çok lütuflar ihsan eder.” âyeti
bunun delilidir.
30
Bundan sonra Bakara Suresinin 34.
âyetinde “Hani meleklere, ‘Âdem için saygı
ile eğilin’ demiştik de İblis hariç bütün
melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis
kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden
olmuştu.” (2-34) buyruluyor. Bu âyetteki
meleklerin secde etmeleri, bedenimizin
yerlere kadar eğilme secdesi değildir. Bu
secde tâbilik ve teslimiyet secdesidir.
Meleklerin hepsi tâbi olma ve teslimiyetlerini
gösterdiler. Fakat İblis secde etmedi. Araf
Suresi 12. âyetinde “Allah, ‘Sana emrettiğim
zaman seni saygı ile eğilmekten ne alıkoydu?’
dedi. (O da) ‘Ben ondan hayırlıyım. Çünkü
beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan
yarattın’ dedi.” (7-12) buyuruluyor. Ateş,
yandıkça alevleri yükseldiği için, gurur ve
kibri remzeder. Toprak ise alçakgönüllü
olmayı, her şeyi yerine göre kabullenmeyi
remzeder. Çünkü toprağa her ne atarsanız atın
asla “kabul etmiyorum” demez. Buna binaen
Araf Suresinin 13. âyetinde “Allah, ‘Şimdi in
aşağı oradan. Çünkü senin orada büyüklük
taslamak haddine değil! Hemen çık! Çünkü
sen aşağılıklardansın’ dedi.” (7-13) buyruldu.
31
Nefs olan kuvve-i vehimiye, ruhun aklı
idrakini bilemez. Dolayısıyla da, Âdem’in
siretini değil, suretini gördüğü için zannındaki
Allah’a “Ben senden başkasına secde etmem”
dedi. Çünkü Âdem’deki varlığın, Hakk’ın
varlığı olduğunu bilemedi. İblis ezelden
vahdet nuruna perdeli olduğu için, Cenab-ı
Hak ona bu hasleti vermişti. Böylece İblis
huzurdan kovulanlardan oldu.
Âdem cennet-i âlâda bir zamana kadar
yalnız başına yaşadı. Yalnızlıktan canı
sıkılmaya başladı. Her ne kadar daimî zikirle
Hak’tan gayri bir şey görmüyorsa da bir
arkadaş arzu ediyordu. Bir gün uykudan
uyandığında, başı ucunda bir kadın gördü.
Ona “Sen kimsin?” diye sordu. O da: “Cenab-
ı Hak beni sana hayat arkadaşı olarak verdi.”
dedi. Âdem de ona hayat sahibi olması
nedeniyle “Havva” dedi.
Araf Suresinin 19. âyetinde "Ey Âdem!
Sen ve eşin cennette kalın. Dilediğiniz yerden
yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa
zalimlerden olursunuz." (7-19) buyruldu.
Âdem ile Havva bir zamana kadar bütün
nimetlerden yiyerek cennette yaşadılar.
32
Tevhid cennetinden kovulan İblis ise boş
durmuyordu. Araf Suresinin 14. âyetinde
“Şeytan dedi ki: ‘Bana insanların tekrar
diriltilecekleri güne kadar süre ver.’ ” (7-14)
buyrulduğu gibi İblis Rabbine yalvardı. Araf
Suresinin 15. âyetine göre “Allah da, ‘Sen
süre verilenlerdensin’ dedi.” (7-15) mühlet
verilenlerden oldu. Araf Suresinin 16. âyetine
göre “Şeytan dedi ki: ‘Beni azdırmana
karşılık, yemin ederim ki, ben de onları
saptırmak için senin dosdoğru yolunun
üzerinde elbette oturacağım.’” (7-16) diyerek
insanları saptırmak için yemin etti. Cenab-ı
Allah da Âdem ile Havva’yı “Şeytan sizin
açık bir düşmanınızdır.” diyerek ikaz etti.
İblis doğru cennetin kapısına giderek
içeriye girme formülleri aramaya başladı.
Karşıdan yılan geliyordu. Ona “Beni de
cennete götür” diye dilekte bulundu. O da
“Seni herkes cennette tanır. Ben seninle
cennete gidemem” dedi. İblis de “Ben senin
ağzının içerisine girerek, senden gerektiği
şekilde oradakilere konuşurum. Beni
görmedikleri için seni konuşuyor zannederler.
Dolayısıyla beni ne görürler, ne de bilirler”
33
dedi. Yılan da “O zaman olur” diyerek kabul
etti. Böylece dünya ehli olan yılan ağzında,
nefs-i emmâre olan İblis insanın vücûd
ülkesinde, insanın cennetine girmiş olur. İblis
doğruca Havva’nın yanına giderek Araf
Suresinin 20 ve 21. âyetlerinde belirtildiği
şekilde “Derken şeytan, kendilerinden
gizlenmiş olan avret yerlerini onlara açmak
için kendilerine vesvese verdi ve dedi ki:
‘Rabbiniz size bu ağacı ancak, melek
olmayasınız, ya da (cennette) ebedî
kalacaklardan olmayasınız diye yasakladı.’ ”
(7-20) “‘Şüphesiz ben size öğüt verenlerdenim’
diye de onlara yemin etti.” (7-21) onu
kandırdı. Âdem ile Havva da yasak meyveyi
yiyince Araf Suresinin 22. âyetinde anlatılan
tablo ortaya çıktı. “Bu sûretle onları
kandırarak yasağa sürükledi. Ağaçtan
tattıklarında kendilerine avret yerleri
göründü. Derhal üzerlerini cennet
yapraklarıyla örtmeye başladılar. Rab'leri
onlara, ‘Ben size bu ağacı yasaklamadım mı?
Şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim
mi?’ diye seslendi.” (7-22)
34
Âdem Cenab-ı Hakk’ın zatının, Havva
da Cenab-ı Hakk’ın sıfatının sembolüdür.
Âdem akl-ı küll, Havva ise nefs-i küll
tecellîsidir. Aklı temsil eden Âdem, nefsi
temsil eden Havva’ya ve Havva’daki nefs-i
emmârenin arzu ve isteklerine uydu. Dünya
arzu ve isteklerini temsil eden yılanla, nefs-i
emmâreyi temsil eden İblis birlikte hareket
ederek nefs-i küll mazharı olan Havva’yı tesir
altına alıp akl-ı küllü temsil eden Âdem’i de
Havva’ya uydurdular.
Yılan dünya arzu ve istekleridir. Bu
isteklerle birlikte akıl ve irâdenin emmâre
nefse meyillenmesi, Âdem’in yasak meyve
olan “benlik” devresine girmesine vesile olur.
Havva, “Ben yedim hiçbir şey olmadı.” dedi.
Havva’nın yediği hâlde bir şey olmaması
demek aklın bir şeyi kabullenip, kalbin tasdik
etmemesi demektir. Âdem’e yedirmeden,
onda değişiklik olması mümkün değildir.
Zahirde bile bir kişi başka bir kişiyi öldürmek
istese, onun bu isteği fiile dökülmediği
müddetçe ceza görmez.
Şühûd ve müşahede olmadan bir kişi
ilimle “Kendi varlığımı Hakk’a verdim.”
35
derse kendinde tecellî eden Allah’ın
vahdâniyet zuhurunu kendine nisbet ederek,
“ene” demek suretiyle şirk işleyeceğinden
cennetten çıkarılır. Zira Hakk’a nisbet
edebilmesi için şühûd ve müşahedesi olması
lâzım idi. Olmadığı için, tevhid cennetinden
çıkarılarak, süflîyet vâdisine geri dönmüş
olur.
Rableri onlara “Ben ikinize de bu ağacı
yasak etmedim mi?” buyurdu. Onlar da “Ey
Rabbimiz nefsimize zulmettik. Eğer bizi
bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen,
muhakkak biz ziyan edenlerden oluruz.”
dediler.
Bir kişi nefsin kötü sıfatlarından sakınıp,
Hakk’ın sıfatlarını zuhur ettiremezse, o zaman
ziyan edenlerden olur. Dolayısıyla da tevhid
cennetinden mahrum edilmek üzere çıkarılır.
İşte bizler, Âdem gibi tevhid cennetinden
çıkarılıp çıkarılmadığımızı anlamak için:
1- Vücudumuzla Hakk’a taatımızın
yaklaşımı,
2- Efâlde fenâ yaklaşımı,
3- Sıfatta fenâ yaklaşımı,
36
4- Zatta fenâ yaklaşımımızın nasıl
olduğuna bakmalıyız.
Bir mürşid-i kâmile giderek, fiziksel
bedenimizi, nefsimizi, irade ve ruhumuzu
Allah’a teslim ederek, nefs tezkiyesi
yapmadan bu saydıklarım bir kişide tecellî
etmez. Taatımız, Hakk’a boyun büküp
teslimiyetimizi, teslimiyet ve kurbiyetimiz,
kalbimizdeki huzur ve mutluluğumuzu,
kalbimizdeki huzur da, ruhumuzdaki her
tecellînin şühud zevkini meydana getirecektir.
Yoksa süflîyet tecellîsi olan gaflet, kişiyi
vehim ve hayal şeytanlarına dost yaparak
nefsanî isteklerine tâbi kılar. Böyle kişiler
kendilerini hidayet bulmuş kişiler olarak
zannederler. Ne yazık ki yanlıştır. Zira vehim
ve hayalin vücûd ülkesindeki sultanı “zan”
iledir. Zan iki türlüdür:
1- Su-i zan (kötü zan)
2- Hüsn-ü zan (iyi zan)
Bu zanların her ikisine de itibar edilmez.
Zira hakikatte bunların değeri yoktur.
Âdem (a.s.)’e Araf Suresi 24. âyette “Bir
kısmınız bir kısmınıza düşman olarak oradan
37
ininiz. Yerde sizin için, bir zamana kadar
yerleşip kalmak ve yaşamak var.” (7-24)
buyruldu. Âdem Serendip adasına, Havva da
Cidde’ye indirildi. Âdem yetmiş sene
Rabbine yalvarıp tevbe etti. Bakara Suresinin
37. âyetinde “Âdem Rabbinden bir takım
kelimeler aldı. O’na yalvarıp tevbe etti. O da
tevbesini kabul buyurdu. Çünkü tevbeyi çok
çok kabul eden asıl esirgeyici odur.” (2-37)
buyrulmuştur. Yetmiş sene sonunda, Cenab-ı
Hak yalvarmalarını kabul ederek, Âdem ile
Havva’yı Arafat’ta birleştirdi. Sonra mânen
nikâhları Müzdelife'de Hz. Muhammed (a.s.)
tarafından kıyılmıştır.
İşte günümüzde de, nefs terbiyesi
görenler, kendi diye bildiği varlıklarının
Hakk’ın varlığı olduğunu idrak ettikten sonra,
rûhullah mertebesinde Âdem’in yaratılmasını
zevk etmektedirler. Hakk’ın zahir, halkın
bâtın olduğu bu mertebede, kişi Havva’ya,
yani, nefsine uyarsa cennetten çıkarılır.
Çünkü nefs yönünden “Benim” demiş
olmaktadır. Bu sözü Âdem mazharından
“Benim” diyen Cenab-ı Hak’sa, o yasak
meyveyi yemiş olmaz. Onun bu sözü kabul
38
gördüğü için, daha üst mertebeye ancak
vuslatı olabilir. Âyet-i kerimede “yasak
meyveyi yemek” olarak vasıflandırıldığına
göre, Âdem’in bu sözü kendisinin söylediği
anlaşılmaktadır. İşte o zaman vehim, hayal
gibi gaflet perdeleri kişinin şühudlarını yok
edeceği için, o cemâlullah seyrini ona
göstermeyecektir.
Âdem’le Havva’nın senelerce tövbe
etmeleri, bu hicâbların kaldırılması için, canla
başla Hak yolunda çalışıp Muhammedîliğini
idrak etmelerine kadar devam eder. Yedi
sıfat-ı subûtiyesinden Hak ve hakikati şühud
ettiğinde, Âdem, Muhammed yüzü suyu
hürmetine affedilmiş olur.
Hakk’a ârifiyet mertebesi olan Arafat’ta,
Âdem ile Havva birleşerek Müzdelife'ye
geldiler. Kesret âlemindeki sıfatlardan, ruhun
tecellî etmesiyle Muhammedîlik zuhur eder.
Böylece Âdem ile Havva’nın nikâhları da Hz.
Muhammed tarafından mânen kıyılmış
olunur. Bir kişide, ruh ve sıfatlar vücûdda
birleşip zuhura gelince, nasıl bir Muhammedî
meydana gelirse, aynen onun gibi, ruh olan
Âdem ile sıfat olan Havva da, bir vücûdda
39
kemalâtıyla zuhur ederse, o da Muhammedî
olmuş olur. Her ikisinin birleşmesine, o vücûd
vesile olduğu için, ona “Muhammed bunların
nikâhını kıydı” denilir. Yoksa Hz.
Muhammed’in yaşadığı devir ile Âdem’in
yaşadığı devir, zahirde farklı zamanlardadır.
Araf Suresinin 31. âyetinde “Ey
Âdemoğulları! Her mescitte ziynetinizi takının
(güzel ve temiz giyinin). Yiyin için fakat israf
etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.”
(7-31) sözü edilen, güzel ve temiz giyinmek,
süslü elbiseler giyinmek, Cenab-ı Hakk’a
yaklaşırken, amellerde ihlâs, kurbiyette tam
teslimiyet ve Cenab-ı Hakk’ın rızasından
başka, hiçbir şeyle kâim olmamak suretiyle
Muhammed elbisesini giymek, yani şeriat
elbisesini giymek anlamındadır. Cenab-ı Hak,
Hak ve hakikati müşahede ederek yaşamamızı
istiyor. Çünkü bu zevkler, kalbimizle tenzih,
hissimizle teşbih yapılarak zevkimizde tevhid
olarak yaşama hâlidir. İşte âdemiyyet budur.
Cenab-ı Allah’ın hüviyyet ve eniyyet
yüzlerini kendi mazharında açığa çıkarıp, şerh
edenler, âdemiyyetini kazanmış olurlar.
40
Mısrî Niyazi Hazretleri bir ilâhîsinde
şöyle diyor:
“Hak yüzü insân yüzünden görünür,
Zât-ı Rahmân şeklin insân eylemiş.”
İşte âdemiyyetini bulanlar bunlardır.
Yoksa nefsanî sıfatlardan geçmeden, yalnız
ilim ile âdemiyyetin sırlarına vâkıf olanlar,
âdemiyyeti bulmuş değillerdir. Zira onlar
tevhidin fenâ mertebelerinde ilme’l yok
olduklarını, bekâ mertebelerinde de Hakk’ın
sıfatlarını kendi süflî sıfatlarında gizleyerek
hidayet bulduklarını zannederler. Zan ise
vehmin başıdır, temelidir.
Cenab-ı Hak cümlemize kulluğumuzu
idrak etmek ve yaşamak için aşk versin, güç
versin. Âdemiyyet sırrını yaşamayı nasip ve
müyesser etsin. Âmin.
41
ÂHİRET ÂLEMİ
43
Dalgaların vücudu yoktur. Dalgalar denizden
meydana gelmiştir.
ZAT
SIFAT
54
1. Hayat (dirilik)
2. İlim (bilmek)
3. Sem' (işitmek)
4. Basar (görmek)
5. Kudret (gücü yetmek)
6. Kelâm (konuşmak)
7. İrâde (dilemek)
8. Tekvin (yaratmak)
55
İşte Hakkiyete ait sâbit sıfatların ve
halkiyete ait fâni olan sıfatların istidat ve
kabiliyetler nisbetinde zuhurunu tenzih,
teşbih ve üçüncü boyut olan tevhid boyutuyla
zevk ederiz.
EFÂL
58
BİLLÂH İLE ALLAH’A İMAN
59
surenin başına ‘Besmele’ konmuştur. Tevbe
suresi “Berâetum minallâhi” diye
başladığından başına besmele konulmamıştır.
Onda da ‘B’ sırrı vardır.
61
Allah’ın halkiyete ait esmaları olduğu
gibi, Hakkiyete ait esmaları da vardır. Ayrıca
celal esmaları, cemal esmaları, kemâl
esmaları diye de isimler almaktadır. Zaten
insanın aslı Allah isimlerinin işaret ettiği
özelliklerdir. Kuvveden fiile çıkartma
idrakında olanlar cenneti yaşıyorlardır. Bu
Hak ve hakikatten habersiz olanların bu
dünyada da, âhirette de cehennemde
oldukları görülmektedir. İşte “B” harfinin
sırrı olan “ben” sözünü bütün sıfatlardan
zatını ilan eden Cenab-ı Hakk’a vererek,
onun Kur’ân-ı Kerîm’inde emrettiklerini
yapmak, yasak ettiklerinden kaçmaktır.
Kendi vücut ülkende Esma-ül Hüsna olan
Allah’ın 99 güzel isminin nasıl zuhura
geldiğini senden O seyretsin. Bilinmekliğini
istediği senin gibi bir sıfattan bilsin ve
görsün. İşte bu ebedî mutluluk ve cennettir.
Bu yönümüzü Rabbimize dönmemizdir.
70
Bizler kendimizde ve bütün varlıklarda
Hakk’ın Muhammed sıfatlarından Âdem
olan fiillerle açığa çıkışını seyredebiliyorsak
ne mutlu bize. Her varlığı nerede ve nasıl
kullandığını, mazharların istidat ve
kabiliyetlerini seyretme farkı ile mutluluk
cennetinde yaşamış oluruz. Cenab-ı Hak,
Rahman kemalât sıfatlarından cemalullahı
gösterip durmaktadır. Hem “bütün varlıklar
Hak’la kâim” diyoruz hem de bu
varlıklardaki Hakk’ın cemalullah tecellîsini
görmüyoruz. Allah, Hak ve Muhammed’siz
hiçbir şey yaratmadı. Yeter ki bu irfaniyetle
herşeyi seyredelim. Allah bizlere bu zevkleri
tattırsın. Âmin.
ZAT-I MUTLAK
73
ULÛHİYET MERTEBESİ
74
RUBUBİYET MERTEBESİ
RUHLAR MERTEBESİ
MİSAL ÂLEMİ
ŞEHADET ÂLEMİ
İNSANI KÂMİL
1- İtikad
2- Amel
3- Muamele
4- Ahlâk yönleriyle yaşama hâlidir.
84
CENAB-I HAKK’IN VÜCUT
ÜLKESİNDE ZUHURU
1- HU
2-ULÛHİYET MERTEBESİ
3-RUBUBİYYET MERTEBESİ
86
ne olacağı, kaza ve kaderi burada tayin
edilmiş olur.
4-ERVAH ÂLEMİ
5-MİSAL ÂLEMİ
6-ŞEHADET ÂLEMİ
7-İNSAN-I KÂMİL
89
aynada görünen aksi olmuştur. Bir şiirinde
Kaygusuz Abdal (k.s.) şöyle diyor:
CENNET VE CEHENNEM
90
işledikleri cürüm ve suçlardan dolayı ilahî
adaletle ceza görecekleri yerdir.
92
Rahman Suresinin 62. âyetinde “Bu iki
cennetten başka iki cennet daha vardır.”
(55-62) buyrulmaktadır. Şu hâlde ehl-i tevhid
için amel ve irfaniyet cennetlerinden daha
yüce olarak Allah’ın ruh cenneti ve zat
cenneti olarak, zevk üzerine zevk hâllerinin
de mevcudiyeti bizlere bildiriliyor.
94
Bu kesret âleminde her ne varsa
hepsinin Hakk’ın sıfatları olduğunu,
sıfatlarından zatın tecellîlerini görerek bütün
sıfatların hâl ve kâl lisanlarıyla zata
hamdettiklerini müşahede ettin ve
“Elhamdülillah” dedin.
95
kaskatı olmuş insanların cehennemlik olduğu
anlaşılmaktadır.
97
DERVİŞE HİTAP
99
DÜNYADA İKEN AHİRET ÂLEMİNİ
YAŞAMAK
100
idrakına sahip olmuştur. Bedeni ölüm olan
ıztırarî bir ölümle ölmemesine rağmen
ihtiyarî bir ölümle dünyada iken sıratı geçmiş
ve ölme zevkine sahip olmuştur. Iztırarî bir
ölümle ölündüğünde bedenimiz, topraktan
geldiği için toprağa gider. Bakara Suresinin
156. âyetindeki “gâlû innâ lillâhi ve innâ
ileyhi râciun.” “Allah’tan geldik tekrar
Allah’a rücu edeceğiz.” (2-156) emri
gereğince, ruhaniyetimizin de Rabbimizden
geldiği için Rabbimize kavuşmamız olan
letafet âlemine göç etmemiz mukadder
olacaktır.
102
Cenab-ı Hakk’ın teklik yüzü olan
vahdaniyetini seyretmek kişide manevi bir
sarhoşluk meydana getirir. Kendi varlığının
olmadığını kendi diye bildiği bu gölge
vücutta Cenab-ı Hakk’ın efâlini, sıfatını,
zatını teklik olan vahdaniyeti ile görmeye
başlayınca “ben” demeye başlar. Zira Tin
Suresinin 4. âyetinin “Biz, gerçekten insanı
en güzel bir biçimde yarattık.” (95-4) ifadesi
ile Hak kendi mazharından “ben”
demektedir. Yaşamı gereği, kesret âleminde
bulunduğu için, bütün sıfatlarından tecellînin
Hakk’ın zuhuru olduğunu görerek hemen
farka geçip, amel ve muamelede fark-ı sanî
dediğimiz şeriatı uygulamaya başlar. Burası
ceberut âlemidir. Bütün yaşantımızda
cemadat, nebatât, hayvanat ve insanlara nasıl
yaklaşmamız gerekiyorsa o şekilde bilinçli
olarak yaklaşırız. Cenab-ı Allah’ın emir ve
yasaklarını yerli yerinde uygularız. Çünkü
sana ve senden gayri diye bildiğin bütün
varlıklara faydalı oluyorsan bunların Allah’ın
emirleri olduğunu, sana ve senden gayri diye
bildiğin bütün varlıklara zarar veriyorsan
bunların da Allah’ın yasak ettikleri olduğunu
hiç unutmayız. İşte burada yaşarken her
103
anımızda hesap verildiğini görür ve anlarız.
Ayrı bir ahiret âlemi düşünerek, ilimle zanda
bir âhiret yaratıp ceza ve mükâfatın
mevcudiyetini düşünmeyiz. Her şeyi görerek,
ceza ise cezamızı çekerek, mükâfatsa zevk
ile cennetimizi idrak ve düşünüşlerimizle
yaşarız. Bir kişi bu ceberut âlemine ilim ve
taklidi bir amelle geldiyse, onun karşılığını
dünyada görmüştür. Âhiret âlemi olan bu
ceberut âleminde onun yeri yoktur. Zira
burası dünya değil, lâtif ceberut âlemidir.
Lâtif olan bütün sıfatlardan kemalâtıyla
Rabbimin rahmaniyeti tecellî ettiği için,
Muhammed yüzünden Hakk’ın güzellikleri
seyredilir. Buraya kadar, sıratın, âhiretin ne
olduğunu, cennetin ve cehennemin ne
olduğunu, soru ve cevabın ayrı bir âlemde
olmadığını, her an bunların bizzat
yaşandığını bilir ve görür. Sakın âhireti inkâr
ettiğimi zannetmeyiniz. Ruhaniyet olan lâtif
yüzümüz bedende iken dünyada
yaşamaktadır. Günü gelip bedenin ölmesiyle
bizdeki ruh yoluna devam ederek, bu
âlemleri geçecektir. Siz bunu bu âlemde
idrak ederseniz, âhiret âlemlerini de bilmiş
ve daha burada görmüş olursunuz.
104
Lahut âlemine geçtiğinde, kul diye
vasıflandırdığı varlığının olmadığını, Cenab-ı
Hakk’ın bir sıfat olarak Âdem fiiliyle zahir
olduğunu anlar. Cenab-ı Hakk’ın mülkünde
O’ndan başkasının olmadığını, vücudu ile
mevcut, sıfatı ile her şeyi ihata ettiğini,
esmasıyla malûm olduğunu, fiilleriyle zahir
olarak yekûn görüntünün O olduğunu anlar.
İlme’l bilmekten, ayne’l görmeğe, ayne’l
şühuddan da Hakka’l yaşamaya geçer. İşte
bu kişi lâyıkıyle kul olmuştur. Peygamber
efendimizin “Abduhû” ve “Rasûluhû”
olmasına şehâdet gibi… Hakk’ın kul
mazharıyla açığa çıkma zevkine kul diyoruz.
Kul demek köle demektir. Kölenin kendi
varlığı bile sahibinindir.
105
ESMA-ÜL HÜSNA’NIN AÇIKLAMASI
ALLAH (c.c.)
106
mertebede olan, âlemlerden ganiyy ve
benzeri olmayan ism-i A’zam’dır. Varlığı
kendi zatından olan ve bütün övgülere lâyık
bulunan, yokluğu hiçbir zaman
düşünülemeyen, başka bir varlığın desteğine
muhtaç olmayan, kâinatın yegâne yaratıcısı
ve yöneticisi olan, en güzel isim ve sıfatlarla
nitelenen Vâcibü'l-Vücud sahibi gerçek ve
yegâne ma’bud Allahü teâlâ’dır.
ER-RAHMAN
ER-RAHİM
EL-MELİK
EL-KUDDÜS
ES-SELAM
EL-MÜ’MİN
EL-MÜHEYMİN
EL-AZİZ
EL-CEBBAR
EL-HALIK
EL-BARİ
EL-MUSAVVİR
EL-GAFFAR
EL-KAHHAR
EL-VEHHAB
115
ER-REZZAK
EL-FETTAH
EL-ALÎM
EL-KÂBIZ
EL-BÂSIT
EL-HÂFID
ER- RÂFİ
119
EL-MUİZZ
EL-MÜZİL
ES-SEMİ
EL-BASİR
121
Hucurat Suresi âyet 18 “Şüphesiz Allah,
göklerin ve yerin gizliliklerini bilir. Allah,
yaptıklarınızı hakkıyla görendir.” (49-18)
Enam Suresi âyet 103 “Gözler O'nu idrak
edemez ama O, gözleri idrak eder. O, en gizli
şeyleri bilendir…” (6-103)
EL-HAKEM
EL-ADL
EL-LATİF
EL-HABİR
123
EL-HALÎM
EL-AZİM
EL-GAFUR
EŞ-ŞEKÛR
EL-ALİYY
125
4. âyet “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
O'nundur. O, yücedir, büyüktür.” (42-4)
EL-KEBİR
EL-HAFIZ
126
EL-MUKİT
EL-HASİB
EL-KERİM
ER-RAKİB
EL-MUCİB
EL-VÂSİ
EL-HAKÎM
EL-VEDUD
EL-MECİD
EL-BAİS
131
EŞ-ŞEHİD
EL-HAK
EL-VEKİL
EL-KAVİYY
133
EL-METİN
EL-VELİYY
134
EL-HAMİD
EL-MUHSİ
135
EL-MÜBDİ
EL-MUİD
EL-MUHYİ
EL-MÜMİT
EL-HAYY
EL-KAYYUM
138
Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh
bulunmayandır. Diridir, kayyumdur.” (3-1,2)
EL-VACİD
EL-MACİD
139
EL-VAHİD
EL-EHAD
ES-SAMED
140
EL-KÂDİR
EL-MUKTEDİR
EL-MUAHHİR
EL-EVVEL
142
“O evveldir, âhirdir, zahirdir, bâtındır. O
her şeyi bilendir.” (57-3)
EL-AHİR
EZ-ZÂHİR
EL-BÂTIN
143
EL- VÂLİ
EL-MÜTEÂLÎ
144
EL-BERR
ET-TEVVAB
EL-MÜNTEKİM
EL-AFÜVV
ER-RAÛF
MÂLİK-ÜL MÜLK
ZÜLCELÂL-İ VEL-İKRÂM
147
EL-MUKSİT
EL-CÂMİ
148
EL-GANİYY
EL-MUĞNÎ
EL-MÂNİ
149
hayır dilerse, O'nun lütfunu engelleyebilecek
de yoktur…” (10-107)
ED-DARR
EN-NAFİ
EN-NÛR
EL-HÂDİ
151
EL-BEDÎ
EL-BÂKÎ
EL-VÂRİS
ER-REŞÎD
ES-SABÛR
154
GÜNÜMÜZDEKİ MELAMİLER
160
HAC VE UMRE RİSALESİ
161
1- İhrama girmek: Zahirde hacca
gidenler Mekke yolu üzerinde ‘mikat’
denilen yerde dikişsiz iki parçadan ibaret
olan bir elbise giyerler. Buna ihrama girmek
denilir. İhrama girmek suretiyle daha
Allah’ın zatını remzeden Kâbe’ye varmadan
önce kendisine nisbet ettiği fiillerini,
sıfatlarını ve vücudunu ifnâ ettiğini gösterir.
Sonra “Lebbeyk, Allâhümme lebbeyk,
lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk. İnnel hamde
ven-ni’mete vel-mülke lâ şerike leke” yani
“Buyur Allah’ım, buyur çağrına koşup
geldim. Buyur. Ortağın yoktur Sen’in. Buyur.
Hamd Sana’dır. Nimet Sen’indir. Ortağın
yoktur Sen’in.” telbiyesi ile tecellî-i efâli,
tecellî-i sıfatı ve tecellî-i zatı görmeyi ister.
Kesif olan kulun, fenâ olmadan
kesafetinden çıkması mümkün değildir.
Dolayısıyla Hakk’a şühûdu ve müşahedesi
söz konusu değildir. Bir kişi zahirde yaptığı
icraatının bâtınını bilmelidir. Bâtınını
bildiğinin de uygulamasını zahirde
yapmalıdır. Siretin suretten tecellîsini
tevhid ederek yaşayamayanlar Allah’ın
162
muradı olan hac farzını hakikatte yerine
getirmiş olamazlar.
Fena-i efâl, fena-i sıfat, fena-i zat
nisbiyetlerinden soyunmayı zevk ederek
tecellî-i efâl, tecellî-i sıfat ve tecellî-i zatı
idrak edenler, Zat-ı ahadiyet olan o Kâbe’yi
şühûd ve müşahede edebilirler. Bu şühûd ve
müşahede de mürşidsiz olamayacağı için bir
mürşide gitmek farz denmiştir.
Şu hâlde ihrama girmek kişinin kendi
varlığını Hakk’ın varlığında yok etmesi
demektir. Kendi varlığı yok olan bir kişi
ihtiyarî bir ölüm hâlinde olduğu için;
163
2- Arafat’ta vakfeye durmak: Arafat,
Hakk’a ârifiyet demektir. Kendi varlığını
Hakk’ın varlığında yok edenler, zanlarında
kendilerine nisbet ettikleri o kesafet
vücudlarını ifnâ ettikleri için Hakk’ı zahir,
halkı bâtın olarak görmeye başlarlar. Orası
Hakk’a ârifiyet yeridir. Bakara Suresinin
115. âyetinde “Doğu ve batı Cenab-ı
Allah’ındır. Hangi tarafa yönelirseniz
Allah’ın yüzü oradadır.” (2-115)
buyrulmuştur. Kesret her ne kadar halk ise de
onların hepsinden tecellî eden Cenab-ı
Hakk’ın vahdaniyetidir. Cenab-ı Hakk’ın
vahdaniyetini zevk edenler halkı göremezler.
Zira halk dediğimiz kesret butûna geçmiştir.
Yani kişi Hakk’a ârif olmuştur. Nasıl
Arafat’ta vakfeye durmak Kâbe’ye doğru
dönerek ayakta dua etmekse vücud ülkesinde
ruhullah olan bir kişide de tırnağından saç
teline kadar bütün sıfatlarından ruhun ilânı
söz konusudur. Onun için “Arafat’ta yapılan
dualar anında kabul edilir.” buyrulmuştur.
Çünkü Cenab-ı Hakk’ın kendisinin yaptığı
dua elbette reddolunmaz. Bütün tafsilât-ı
Muhammediye’den tecellî eden Allah’ın
vahdaniyetidir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî
164
Hazretleri “ ‘Enallah’ diyen ikidir. Biri
‘Enallah’ ifadesindeki Allah ismidir. Biri
dahi insan-ı kâmildir. İnsan-ı kâmili bulup
onun gönlüne girenler, harem-i şerife
girmişlerdir. Girmeyenler dışarıda
kalmışlardır.” diyor. Onun için “Fedhulî fi
ıbâdî vedhulî cennetî” (89-29,30) âyetleri
bunun şahididir. Bunu idrak ettinse Arafat’ta
vakfenin ne demek olduğunu anlamışsın
demektir.
3- Kâbe’yi tavaf etmek: Zahirde tavaf
hacıların Kâbe etrafında yedi defa
dolaşmalarıdır. Nasıl Allah’ın zatını
remzeden, taştan yapılmış Kâbe’yi hacılar
üçü çalımlı dördü de sakin olarak etrafında
dönerek tavaf ediyorsa aynen onun gibi bir
sâlik de mürşid-i kâmilinde üç fenâ, dört
bekâ merâtibini tahsil etmek suretiyle
yeryüzünde Allah’ın zatını remzeden canlı
Kâbe durumundaki insan-ı kâmilleri tavaf
etmektedir. Çünkü bu ilim ve irfâniyeti
mürşid-i kâmilden başka hiçbir yerden elde
etmek mümkün değildir. Erzurumlu İbrahim
Hakkı Hazretlerinin hocası Fakirullah Efendi
hüccâcın önüne geçip nereye gittiklerini
165
sorduğunda hüccâc da hacca gittiklerini
söylemişler. Onlara “Gelin beni yedi defa
tavaf edin sizleri hacc-ı ekber yani büyük
hacı edeyim.” demiştir. Beni tavaf edin
demesinden maksat onun etrafında yedi defa
dönmek değil, onda yedi merâtib-i ilâhinin
tahsil edilmesidir. Fakirullah efendi şöyle
diyor: “Kâbe, Kâbe olalı Allah hiçbir zaman
oraya girmedi. Fakat bu fakirin gönlünden
de hiçbir zaman çıkmadı”
Kâbe’nin dört köşesi vardır:
1- Hacer-i Esved köşesi
2- Yemânî köşe
3- Şâmî köşesi
4- Irakî köşesi
Cenab-ı Hakk’ın zat-ı ahadiyet tecellîsi,
rahman olan sıfatından zahir olduğu için
Kâbe’deki tavafa Hacer-i Esved köşesinden
başlanır. Aynı şekilde kâinattaki Allah’ın
halifesi rahman olan insan-ı kâmil sıfatından
tavafa başlarız. İnsan-ı kâmiller kâinatta
Allah’ın hüviyyet ve eniyyetini cem ederek
kemalâtıyla zuhura getirdikleri için tavaf
166
insan-ı kâmilden başlar. Onların elini öpmek
de Hacer-i Esved’i öpmek demektir. El ele,
el Hakk’adır. Taş şahitlik yapamaz ama onun
remzettiği insan-ı kâmiller şahitlik yapabilir.
Araf Suresinin 172. Âyetinde “… ‘Ben sizin
Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da,
‘Evet, şahit olduk ki Rabbimizsin’
demişlerdi…” (7-172) buyrulmuştur. Nasıl
evvela Hacer-i Esved’i istilam ederek ilm-i
ezeliyetimiz olan ervah âleminde “Sizi
ziyaret edeceğime söz vermiştim.” ifadesiyle
verdiğimiz sözü yerine getiriyorsak
günümüzde de bir mürşid-i kâmile gelip söz
vermek de bunun gibidir. İşte verdiğimiz bu
sözle “Sözümde durarak ziyaretinize geldim.
Sizi tavaf ediyorum. Şahid ol.” diyerek
“Bismillâhî Allahü Ekber” ile tavafa başlarız.
İnsan-ı kâmille sâliklerin “bezm-i elest” adı
verilen diz dize telkin aldığı anda verdiği
sözle mürşidindeki merâtib-i ilâhiye tahsiline
başlaması aynıdır.
Bir kişi “Subhanallahu velhamdülüllahi
velâ ilahe illalahu Allahü ekber velâ havle
velâ kuvvete illâbillahil aziym” tesbih
zikriyle nefs-i emmare dediğimiz şeytanî
167
hâlinden melekleşmiş nefs-i mutmain hâli
olan Yemânî köşesine ayak basar. Yemânî
köşe ile Hacer-i Esved köşesi arasında
mutmain olmuş nefsin, kemalât hâline
gelesiye kadar iki köşe arasında da “Rabbena
atina fiddünya haseneten vefil âhireti
haseneten vegina azabennar.” “Ey Rabbimiz,
bize dünyada iyi hâl ver, âhirette de
merhamet ihsan et ve bizi Cehennem
azabından koru” “Rabbena firliğ veli
valideyye velil mü’mînine yevme yekümul
hisâb” “Ey Rabbim, annemi babamı ve bütün
mü’minleri hesap gününde mağfiret et.”
tesbihatıyle tavaflarını yaparak Cenab-
Hakk’ın rahman olan kemalât sıfatını elde
etmiş olur. Görüldüğü gibi süflî nefsin
terbiye edilerek itminan olmasından sonra
Cenab-ı Hak duayı kabul ediyor.
Üçü çalımlı ve koşarak, dördü de sakin
olarak tavaf yapılır. Her tavafın şahidliği için
Hacer-i Esved taşına istilam edilir. İster
vücud ülkesinde bâtın olan üç sıfatı (hayat,
ilim, irade) zahire çıkarmak için acele et,
isterse ikilik olan nisbiyet hâlinden bir an
evvel kurtulmak için efâlini, sıfatını ve zatını
168
ifnâ et. Bunları fiillerinle zahir olarak
yaşayamazsan tavaf etmiş olamazsın. Dördü
de sakin olarak yapılır. Bunun anlamı işitme,
görme, kelâm ve kudret sıfatlarını zahir
olarak kendinde fiillerinle yaşamaktır.
Nasıl Kâbe’de bu şekilde dönülüyorsa
gönül Kâbe’sinde de yapılan tavafla
mutmain olmuş sıfatlar Cenab-ı Hakk’ın
rahmaniyetine mazhar olmuş olurlar. Siretin
suretten zuhuru ile hem fenafillahı hem de
bekabillahı zevk ederek yaşayanlar hac
farzını yerine getirmişlerdir. Mısrî Niyazi
Hazretleri bir ilahîsinde şöyle diyor:
“Savm u salât hac ile sanma zâhid biter işin
İnsan-ı kâmil olmaya lâzım olan irfan imiş”
Kâbe’de nasıl dört köşe varsa insanın
gönül Kâbe’sinde de dört köşenin tecellîleri
vardır:
1- Şeytanî tecellîler
2- Nefsânî tecellîler
3- Melekî tecellîler
4- Rahmanî tecellîlerdir.
169
Gönül Kâbe’sinin, 1- Hannan (Hak)
(çok merhametli), 2- Mennan (Muhammed)
(ihsanı bol), 3- Deyyan (Herkesin hakkını ve
hesabını en iyi bilen, veren), 4- Subhan
(Yarattıklarına benzemekten münezzeh olan
Allah) köşelerinin idraki olmadan fenafillah
olup bekabillah zevkleriyle zevkiyâb
olunamaz.
Hacer-i Esved Allah’ın sağ elidir. Onu
kim öperse Allah’ın elini öpmüş olur. İnsan-ı
kâmiller de yeryüzünde Allah’ın
halifeleridir. Onların ellerini öpmek Cenab-ı
Hakk’ın elini öpmek demektir. Onun için
tahsil ve Kâbe’deki tavafa oradan başlanır.
Hac ibadeti de bir kişinin kendi insan-ı
asliyesini bulmasıdır. Tavaftan sonra İbrahim
makamında iki rekât şükranî namaz kılınır,
dua edilir ve ayakta üç yudum hâlinde
zemzem suyu içilir. Zemzem suyunu içerken
“Allah’ım senden faydalı ilim, geniş rızık,
kabul edilmiş amel ve her hastalıktan şifa
diliyorum.” diye dua etmek güzel olur.
Zemzem suyu insan-ı kâmillerin iki
dudaklarının arasından gönül Tur-i
170
Sina'sından tecellîsi olan ilm-i ledünü
remzetmektedir.
Cenab-ı Hakk’ın vahdet tecellîlerini,
kesret olan Hakk’ın kemalât sıfatlarında
tevhid yaparak Allah’ın Muhammed’le nasıl
seviştiğini görenler mutluluk içinde
kulluklarını idrak ederek acziyet içinde ve
muhtaç olduklarını dillendirecekler, bu idrâk
ve zevkleri ihsân ettiği için teşekkürlerini
dua hâlinde arz edeceklerdir. İbrahim
makamı emin beldedir. Neden emin
beldedir? İbrahim makamının bulunduğu
yerde, bir camekân içinde İbrahim (a.s.)’in
mermer üstünde ayağının izi vardır. Bu,
tevhid babası olan İbrahim (a.s.)’in yolunda
gittiği ve tarif ettiği tevhid yolunda
gidenlerin kurtuluşa ererek emin beldeye
ayak bastıklarının tasdikidir. İbrahim
makamında kılınan iki rekât şükür namazı da
bunu pekleştirmektedir.
Ayrıca haccın Safa ile Merve arasında
sa’y yapmak, Mina’da şeytan taşlamak,
Müzdelife’de vakfeye durmak, saçları traş
etmek, vedâ tavafı yapmak gibi vacîbleri de
vardır.
171
Safa ile Merve arasında üçü koşarak
dördü sakin olmak üzere yedi defa sa’y
yapılır. Üç sa’yın koşarak yapılmasının
nedeni kişinin ikilik hâli olan fenâ
mertebelerindeki celâl tecellîlerinin kişiyi
huzursuz ve mutsuz yapmasıdır. Bunlardan
bir an evvel kurtulmak için koşmak
gereklidir. İnsan-ı kâmil tahsilinde de
cehâletten, nisbiyetten ve şirklerden bir an
evvel kurtulmak lâzımdır. Yani ikilikten
kurtulmak için çok çalışmak gereklidir.
Dördü ise sakindir. Zira kulda nisbiyet
kalmadığı için bekâ mertebelerinde sakinlik
söz konusudur. Hakk’ın her an ayrı
tecellîlerinin zevki vardır. Merve demek
kulluk demektir. Safa demek ise selâmete
çıkmak demektir. Bizler de kulluktan yani
ikilikten yedi sa’y sonunda selâmete
çıkanlardan olmuş oluyoruz. Sa’y Safa
tepesinde bitince hiçbir gayriyet kalmadığı
idrakiyle tıraş olunarak ihramdan çıkılır.
Zemzem suyu insan-ı kâmillerden tahsil
edilen ilm-i ledün diye vasıflandırdığımız sır
ilimleri, esrar ilimlerini remzeder. Çünkü
insan-ı kâmiller Tuba ağacıdırlar. Onların
172
kökleri arş-ı âlâ’da, dal ve meyveleri
yerdedir. Onlar ilhamlarıyla ledün ilmini
bizlere bardak bardak sunmaktadırlar. Bu
zemzem suyunu da onlardan başka hiçbir
yerde taze taze bulmak mümkün değildir.
Kıyamda durmak Hakk’ın fiilleri ile açığa
çıkışını remzetmektedir. Onların bu ilm-i
ledünü kelâm fiili ile zuhura geldiği için
ayakta içilmektedir. Kıyam ayakta durmaktır.
Üç gün boyunca, toplam yetmiş taşla,
büyük şeytan, orta şeytan, küçük şeytan
taşlanır. Bunun mânâsı şudur: Büyük şeytanı
taşlamakla kendi varlığımızı, orta şeytanı
taşlamakla kendi sıfatlarımızı, küçük şeytanı
taşlamakla da kendi efâlimizi taşlamış
oluyoruz. Kendimize nisbet ettiğimiz
varlığımızın, sıfatlarımızın ve fiillerimizin
bizim olmadığını kabullenerek şeklen ve
bâtınen bu taşlama işini yapmış oluyoruz.
Büyük şeytana yedi taş attıktan sonra
kurbiyetimiz gereği kurban kesiyoruz. Yani
varlığımızı Hakk’ın varlığında yok edip
ruhullah sahibi olduğumuzda ruhun sıfatlara
tecellî ederek aslını göstermesi ‘kurban’
olmuş oluyor. Kurban kurbiyet demektir,
173
yani sıfatlara yaklaşmak demektir.
Sıfatlarımızın tecellî pınarı olan ruhun her
emrine teslim olduğunu gösterir. Yani
kurban, ruhun sıfatlarımızdan kemalâtıyle
zuhura gelmesi anlamındadır.
Hüccac Arafat’ta öğle ile ikindi
namazlarını (cem-i tehir) cem ediyor.
Müzdelife’de de akşam namazı ile yatsı
namazını cem ediyor. Bunların remzettiği
mânâ ikilikteki sıfatlarımız zata vuslat
bulduğunda yani zatın idaresi altında cem
olduğunu zevk edince sıfat ayrı zat ayrı
mütalaa edilemez. Öğle namazı sıfatı, ikindi
namazı da zatı remzetmektedir. Namaz
müminin miracı, miraç da da Allah’la
beraber olmak, konuşmaktır. Sıfatlardaki
tecellîlerin zatın olduğunu irfâniyetle bilmek
öğle ile ikindiyi cem etmektir. Akşam ile
yatsı namazının cemi ise Müzdelife’de
olmaktadır. Yani ruhun sıfatlarından zuhur
etmesiyle cem edilmiş olunur. Kısaca şunu
anlıyoruz ki halkın Hak’ta birleşme idrakı
vahdaniyette olduğu için Arafat’ta cem ettik.
Hakk’ın da halkta tecellîsi ile yani kesrette
zuhurâtıyla Müzdelife’de cem ettik demektir.
174
Kadınlar erkeklerin arkasında namaz
kılarlar. Ancak Kâbe’de kadınlar erkeklerin
önünde de namaz kılabiliyor. Neden? Çünkü
Kâbe Allah’ın zatını remzeder. Orada kadın
erkek diye kesret yoktur. Yalnız insan vardır.
Bütün nehirlerin suları deryaya ulaştığında
deryadaki suların hiç biri artık ‘Ben şu
nehrin suyuyum, diğeri ‘Ben bu nehrin
suyuyum’ diyemediği gibi Kâbe’de de kadın
erkek diye bir şey olamaz. Orada kılınan
namaz gönül Kâbe’sinde kılınmaktadır.
Cenab-ı Hakk’ın Muhammed sıfatlarından
cinsi, ırkı, rengi, dili ayrı ayrı oldukları hâlde
Âdem diye vasıflandırılan bu insanlardan
Allah ve Muhammed’in nasıl seviştiğini,
nasıl âyan beyan görüldüğünü, herkesin
cennet-i âlâ’da yaşadığını görmemek
mümkün değildir. Orada süflî nefse yer
yoktur. Vahdette, yalnız insan vardır. Bir
ağacın dallarının ana gövdeden ayrı
olmaması gibi. İşte onun için kadınların önde
erkeklerin arkada namaz kılmaları dahi
mahzurlu sayılmaz.
Zahirde emr-i ilâhi olarak ömrümüzde
bir defa hac farizası yapılmalıdır. Batînen de
175
bir defa bir insan-ı kâmilden bu merâtib-i
ilâhiye olan fenâ ve bekâ tahsilini yapıp zevk
etmemiz lâzımdır. Bâtın haccını bir insan-ı
kâmilden tahsil ettikten sonra zahirini de
bizzat yerinde Resûlullah Efendimizin
yaptığı gibi oraları da görerek zahir ve bâtını
tevhid ederek yaşama geçirmek lâzımdır.
Yoksa imkânları varken yalnız haccın
zahirini yapıp bâtınını yapmamak eksiklik
olduğu gibi bâtınını yapıp imkânları olduğu
hâlde haccın zahirini yapmamak da
eksikliktir. Bu eksiklik tek kanatlı kuşa
benzer. Tek kanatlı kuşun uçması mümkün
değildir. Siretteki zevklerini bizzat
remzedildiği mahallerde zahir ve bâtınını
birleştirerek tevhid zevkiyle zevkiyâb
olmaları Cenab-ı Hakk’ın muradıdır.
Hac Mekke şehrindeki Kâbe’yi
ziyaretten ibaret değildir. Bu ziyaret bir
rumuzdur. Haccın sırrı insan-ı kâmilden
meratib-i ilâhiyeyi tahsil ederek yedi
mertebedeki Hakk’ın tecellîlerini zevk
etmektir.
176
Umre haccının iki farzı vardır:
1 - İhrama girmek
2 - Kâbe’yi tavaf etmek
Safa ile Merve arasında sa’y yapmak,
tıraş olmak gibi vacibleri de vardır. Umre
hacca göre çok kolaydır. Arafat’ta vakfe
yoktur. Şeytan taşlama yoktur. Kurban
kesme yoktur.
Tevhidde fenafillah olan kardeşlerimiz
umre yapmış sayılırlar. Tevhid-i efâl, tevhid-
i sıfat, tevhid-i zat mertebelerini ilme’l zevk
edenler fenafillah olmuşlardır. Allah
cümlemize bu zevkleri ihsan eylesin. Âmin.
177
HER SENE KURBAN KESİLİR Mİ?
1- Zahir yüzü
2- Bâtın yüzü
178
Bâtınında ise kurbanın “Koç kurbanı”
ve “Can kurbanı” olmak üzere iki yüzü
vardır.
179
Ruh birliğine eren bir kişinin,
sıfatlarından o ruhun yüceliklerini rahman
sıfatı olarak zuhura getirmesine de “can
kurbanı” diyoruz. Zira ruhun sıfatlardan
rahmaniyetinin tecellîsi, ruhun sıfatlara
yaklaşmasıdır. Buna “candan canana erme”
de diyebiliriz. İnsanda can güneşi bir defa
doğduysa o güneş bir daha batmaz.
Ruhumuzun sıfatlarından kemalâtıyla
tecellîsi zuhur etmişse, ister koç kurbanı
isterse can kurbanı olsun bir defa kesilir. Koç
kurbanı veya can kurbanı kesilememişse o
zaman hayat boyu kurban kesmeye her sene
devam edilir. Koç kurbanı ve can kurbanı
kesenlerde Hakk’ın dâimî bir beraberliği
zuhur eder. Yeter ki gönül evinde bu
güneşleri doğduralım. Doğan güneş artık
batmaz, dolanır durur.
180
Çünkü her sene birisi kendisi için, birisi de
ümmeti için kurban kesmiştir.
İSLAMİYETTE DEĞİŞMEYEN ÜÇ
KÂİDE
VAHDET
TEVHİD
TESLİM
183
varlığı olduğunu unutarak, O’nun akıl, fikir
gibi nimetlerini kullanarak hayalde ve zanda
bir Allah yaratarak ona ibadet etmemek
gerekmektedir.
1- İtikad
2- Amel
3- Muamele
4- Ahlak
1-İTİKAD
188
Rahman Suresinin 26 ve 27. âyetlerinde
“Kullü men aleyhâ fân” “ve yebgâ vechu
rabbike zülcelâli vel ikrâm” “Her şey
yoktur, Rabbinin yüzü bâkidir.” (55-26,27)
buyurulmuştur. Her şey Hak’la kâimdir.
Bütün sıfatlardan cemalini gösteren o’dur.
Onun için evvela itikatımızı düzeltmeliyiz.
İtikatımızı düzeltmediğimiz müddetçe bütün
amellerimizin boşa gideceğini unutmayalım.
Nisa Suresinin 136. âyetinde “ Ey iman
edenler! Allah'a, Peygamberine,
Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce
indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah'ı,
meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve
âhiret gününü inkâr ederse, derin bir
sapıklığa düşmüş olur.” (4-136)
buyurulmaktadır. Allah, mutlak zatından
sıfatlarına, sıfatlarından da esma alarak
fiilleriyle zahir olması ile zerreden kürreye
kadar tafsilat-ı muhammediye sıfatlarından
cemalini seyretmektedir. Bunu anlamalı ve
itikadımızı buna göre düzeltmeliyiz.
189
2-AMEL
3-MUAMELE
192
4-AHLAK
194
KABİR AZABI
196
İnsan vücudundaki ruh, enerjidir,
hayattır. Tecellî ettiği sıfat ve mazharlarda,
istidat ve kabiliyetlerinin eksikliği varsa
gayriyette kalmaları onların azabı
olmaktadır. Bir elektrik cereyanını düşünün.
Kablonun içinde iken ne zararı ne de faydası
vardır. Çünkü elektrik cereyanı, ‘elektrik
cereyanlığıyla’ hiçbir icraat yapamaz. Ancak
bir ampülle irtibatlandırırsanız icraatını
görebilirsiniz. İrtibatlandırdığınız ampül 10
vatlıksa 10 vatlık ışık elde edersiniz. Ampül
100 vatlıksa 100 vatlık ışık elde edersiniz.
Demek ki, sıfatlardan tecellîsini göstermeden
sorumluluk olmuyor. Bu sorumluluk tek
başına ne ruhun, ne de bedenindir.
Sorumluluk sıfat dediğimiz nefsindir. Nefs
denen sıfatlarımız bir mürşid-i kâmilden nefs
terbiyesi ve nefs tezkiyesi görmediği
müddetçe kendisini ayrı, Hakk’ı ayrı
gördüğü için, bütün varlıkları da ayrı
görecektir. Dolayısıyla da ayrı gördüğü her
varlığa yaklaşımı süflî nefsin istekleri
doğrultusunda olacağından kendi menfaatini
ön plâna alarak muamele yapacaktır. Cenab-ı
Hakk’ın bu halk mazharlarından
tecellîsinden haberdar olmadığı için, süflî
197
nefsin doğrultusundaki hareket ve tutumu,
onun beynindeki nakıs ve itici enerjiyi
meydana getireceği için hiçbir zaman huzur
ve mutluluğu bulamayacaktır. Dünya denilen
bu beden ülkesinde azap gördüğü gibi, gönül
âlemi olan âhiretinde de kabir azabını
çekmeye devam edecektir. İsra Suresinin 72.
âyetinde “Kim bu dünyada körlük ettiyse
ahirette de kördür, yolunu daha da
şaşırmıştır.” (17-72) buyurulmuştur.
198
KAÇ ÇEŞİT İNSAN VARDIR?
199
Nefs mertebeleri 7’dir. Birincisi nefs-i
emmare, ikincisi nefs-i levvame, üçüncüsü
nefs-i mutmainne, dördüncüsü nefs-i
mülheme, beşincisi nefs-i râziye, altıncısı
nefs-i marziye, yedincisi nefs-i safiyedir ki
saydığımız bu yedi mertebede ve bu
mertebelerin hâllerini üzerlerinde taşıyan
birçok insan toplumumuzda mevcuttur.
200
önünde bulundurarak insanın, sadece
süflîyetinden bahsetmek akıl kârı değildir.
206
7- Hâl ve hatırını sormalı, “Günün nasıl
geçti?” gibi sorularla kendisiyle ilgilendiğini
göstermelidir.
8- Eve gelir gelmez sıkıntılarını,
yorgunluklarını, problemlerini dillendirerek
onu sıkmamalı, eşi kederli görünüyorsa
teselli ederek üzüntüsünü gidermeye
çalışmalıdır.
9- Eşinin yemek, uyku, çalışma, televizyon
izleme, dinlenme saatlerini çok iyi bilmelidir
ve programlarını buna göre yapmalıdır.
10- Görüşmeye çağırdığında yanına
gitmemenin aile bağlarının kopmasına sebep
olduğunu bilmelidir. Unutmamalıdır ki
kocanın memnun olması Cenab-ı Hakk’ın
memnun olması demektir.
11- Alışverişte ev için ya da kendisi için aşırı
isteklerde bulunmamalı, eşini
ödeyemeyeceği borca sokmamalıdır.
12- Zaman zaman eşinin anne ve babasını
ziyaret etmeli, onlara hürmetkâr davranmalı,
gönüllerini almalıdır. Müsaadesiz gezmeye
gitmemelidir.
13- “Hayatım, ruhum, canım…” gibi güzel,
gönül okşayıcı, sevecen sözlerle sevgisini
eşine göstermelidir.
207
14- Aşırı istek ve arzularla eşini
soğutmamalıdır.
15- Rencide edici söz ve davranışlardan
kaçınmalı, soğuk davranmamalıdır.
16- İşine vakitli vakitsiz karışmamalı, fikir
verilmesi gerekliyse “Şöyle olsa daha iyi
olmaz mı, ne dersiniz?” diyerek tatlılıkla
söylemelidir.
17- Namusunu ve kocasının şerefini
korumalı, kötü davranışlarda bulunmamalı,
onun kıskanmasına sebep olacak
davranışlardan uzak durmalıdır. Kocası için
süslenmelidir. Koca için süslenmek sevaptır.
18- İnsanların inanç ve fikir yapıları
nisbetinde mutlu olduklarını bilmelidir.
19- Her zaman Peygamber efendimizin şu
hadîsini göz önünde bulundurmalıdır:
“Kadının üzerinde en büyük hak sahibi
kocasıdır, erkeğin de anasıdır.”
208
KERAMET-İ KEVNİYE VE
KERAMET-İ İLMİYE
213
KUR’ÂN-I KERÎM’DEKİ 28 HARFİN
SIRRI
ELİF
Yedi noktanın alt alta gelmesinden
meydana gelir. Allah’ın ulûhiyetteki adını
remzetmektedir. Allah ulûhiyet mertebesinde
henüz sıfat ve esma almadığı için Cenab-ı
Allah “Ben gizli bir hazine idim.
Bilinmekliğimi murad ettim, bu halkı yani
sıfatlarımı halk ettim.” hadîs-i kudsîsiyle,
rubûbiyetine (kulluğuna) tecellî etti.
Rubûbiyetin iki yüzü vardır:
BE
Bezm-i elest demindeki ‘nefahtu’
sırrının gönül rahmine düşmesidir. Bir
mürşid-i kâmil mazharından zikir ruhunun
üfürülmesidir. Buna bezm-i elest (elestü
bezmi veya elest meclisi, toplantısı da denir)
diyoruz. Talip olan kişinin mürşidin dizinin
dibine oturması, mürşidinin ‘nefahtu
âyetiyle’ ona tevhidi telkin etmesidir.
Mürşidin telkinatı ile sâlikin gönül tarlasına
zikir tohumunu ekilmesi, sâlikin nefsanî istek
ve arzularını yani dünyayı geride bırakarak
Hak ve hakikate dönmesi, mürşid
mazharından Rabbinin vehbi ilim vermesi
‘be’ sırrıdır.
215
TE
Gönül rahmine düşen zikir nur
tecellîsiyle gönüldeki gayriyeti, yani süfli
nefs ve istekleri temizler. Âyet-i kerimede
“zikirle gönüller huzur ve sükûna kavuşur”
(Rad Suresi 13-28) buyurulmaktadır. Zikir
telkin edildiğinde sâlikin aklı, fikri ve bütün
düşünüşleri ‘Allah’ olacağı için gayriyetten
uzaklaşacak gönül âlemi de temizlenmeye
başlayacaktır. Biz bu temizlenmeye ‘te’ sırrı
diyoruz.
SE
Süfli nefsin, vücut ülkesinde ruha nasıl
hükmettiğini idrak etmektir. Bir insanın
vücut ülkesinde nefs hükümdar ise vücudu
da, aklı da kendi emrinde çalıştırır. Ruha hiç
söz hakkı vermez. Nefs, iblis olan nefs-i
emmarenin istekleri doğrultusunda icraat
yaparken o kişi bu olaya vakıf olursa o kişi
anlar ki nefsin kötü isteklerinden
kurtulmadan dünyada da âhirette de
kendisine huzur ve mutluluk yoktur. Onun
için kendisine verilen her nefeste zikirle
meşgul olacaktır. Kendisinden zikredenin
216
Rabbi olduğunu bildiği için de daima
Rabbiyle beraber olduğunun idrakı zuhur
edecektir.
CİM
Cemal-i zata şahitlik yaparak onun
letafet tecellîsini idrak etmektir. Şühud
hâlidir. Bir kişinin kendi varlığının
olmadığını bilmesi, kendi diye bildiği
varlığın Hakk’ın varlığı olduğunu görmesi
onun şahidliğidir. Bu da “mûtu kable ente
mûtu” ile yani ölmeden evvel ihtiyarî bir
ölümle ölmekle mümkündür. Maddi vücuda
sahip olan bir kişi lâtif olan Rabbine şahitlik
yapamaz, “Rabbimi Rabbimle bildim.”
hadîs-i şerifinin bilincine varması gerekir.
HA
Hayalde vahdet tecellîleriyle hep O’nu
görmektir. Kişi fenafillah olduktan sonra
bütün varlıkların siretinin Hak olduğunu
bilir, varlıkların suretleri ise görünmeyecek
bir hâle gelir. Artık Hakk’ı görenler vahdetin
galip gelmesinden dolayı idraklerinde halkı
göremezler. Burası Hakk’ın zahir halkın
217
bâtın olduğu yerdir. Yunus Emre Hazretleri
bir ilahîsinde bu hâli şöyle dile getiriyor:
HI
Gönlünde bu cemal zevkine sahip
olanların makamı cennet olur. Zira tevhid
cenneti burasıdır. Kişi ister ruh yönüne
yüzünü çevirsin isterse sıfatlar yönüne
yüzünü çevirsin Hakk’ın cemalinden başka
bir şey göremez. “…Nereye dönerseniz
Allah'ın yüzü işte oradadır…” (Bakara Suresi
2-115)
DAL
Taklidi şeriatten, tahkiki şeriate vâsıl
olarak dalaletten kurtulmak. Şeriatin sırrına
ermek. Bir kişinin mutmain olmuş bir nefse
ulaşması hâlinde bütün sıfatlarından Hak ve
hakikati görmesi, Hak ve hakikati duyması,
Hak ve hakikati konuşması, Hakk’ın
Rahman sıfatıyla Muhammediliğini
sergilemesi sırr-ı şeriatin delili olur. Vücud
218
ülkesinde artık komutan nefs değil, ruh
olmuştur. Bütün sıfatlar ruhun emrinde
hareket ederler.
ZEL
Zikri dâimin tahakkuku ile ruhumun
imam, sıfatlarımın cemaatim olduğunu
görerek yeni bir hâl üzere olduğumu idrak
ettim. Kişi daimî zikre geçince kendisini
daimî huzurda hissedeceği için, vücut
ülkesinde ruhunun imam olarak bütün sıfat
ve azalarına her nefeste namaz kıldırdığını
görür. On sekiz bin âlemdeki tecellîlerin bir
yerden sevk ve idare edildiğini zevk ederler.
Ulül-elbâb (Kalp sahibi) olan bu kişiler,
zatının sıfatından fiilleriyle nasıl açığa
çıktığını seyrederler.
RA
Vahdette ruhumun vücut ülkesindeki
padişahlığını görünce ruh sultanlığımı idrak
ettim. Anladım ki bendeki enerji veya hayat
dışında beni benle sevk ve idare eden hiçbir
güç yok. Cenab-ı Hakk’ın rahman ve rahim
219
rahmetini tecellî ettirenin O olduğunu kalben
tasdik ettim.
ZE
Cenab-ı Allah’ın bu sıfatına mazhar
olanlara ilim ve irfaniyet rahmeti yağmaya
başladı. Ben Cenab-ı Hakk’ın bir sıfatı
olduğumu zevk edince, bütün sıfatlarımdan
ilim ve irfaniyet rahmeti yağmaya başladı.
Kelâm sıfatı açıldı, duyma sıfatım işitme
sıfatına dönüştü, basar olan görme sıfatım
basirete yani kalbin irfaniyet görmesine
dönüştü. Rabbim, Cenab-ı Hakk’ın cemalini
benim mazharımdan seyretme zevkine sahip
oldu.
SİN
Cemal tecellîsi ile kalbim selim oldu.
Kulağımın işittiğini, gözüm gördü ve kalbim
tasdik etti. Bu irfan ve kemalâtla, her varlıkta
cemali seyrederek kalbim huzur buldu.
ŞIN
Gönlümdeki ‘kab-ı kavseyn’ makamına
şahadet ettim. Vücut ülkesinde kalp
220
komutan, bütün sıfatlar da onun
askerleridirler. Komutanın askerlerini
mutmain nefs hâline getirmesi o ülkenin
huzur ve mutluluğu demektir. Kalp sahibi
olarak, kalbimin vücut ülkesindeki
komutanlığını görerek şahadet ettim.
SAD
Sıddıkiyet makamına nâil oldum
bihamdillah. O’ndan başkası olmayınca,
sıfatların tam bir sadakatla zata küllî teslimi
zuhur eder. Kalp komutanı, ‘Hakk’ı
duyacaksın!’ dediğinde o kulağın Hakk’ı
işitmemesi, ‘Hakk’ı gör!’ dediğinde o gözün
Hakk’ı görmemesi mümkün değildir.
DAD
Dalaletten kurtularak, letafet âleminde
salim oldum. İkilik âleminden tamamen
kurtulup siret âlemi olan idrakımdaki letafet
âleminde huzur buldum. Vücud ülkesinde
aza ve sıfatların birbirleriyle ters düşmemesi
huzur ve mutluluk verir. Âlemde de Cenab-ı
Hakk’ın yarattığı her varlığı yerinde görmek
insanı huzurlu ve mutlu kılar.
221
TI
‘Tuba ağacı’ sırrı vücudum oldu
bihamdillah. Cenab-ı Hakk’ın yeryüzündeki
halifesi olduğumu idrak ederek hüviyyet ve
eniyyetini vücudumda cem edenin Hak
olduğunu anladım ve gördüm.
ZI
Gayriyetten tamamen kurtulup suçsuz
ve mazlum oldum bihamdillah. Hataların ve
günahların ikilikte olduğunu anladım. Kendi
mülkünde kendisinden başkası olmayınca
‘suçlu’ ve ‘suçsuz’ tabirlerinin geçersizliğini
anladım. Kulluk idrakimle ‘fark’ olan şeriat-ı
ahkâmiyeden ayrılmamaya özen gösterdim.
Kur’ân-ı Kerîm’deki emir ve yasaklar kendi
muradı olduğu için, zuhurunu bu mazhardan
devam ettirdiğini anladım.
AYN
Ta ezelden beridir cemaline âşık
olduğumu, her şeyin ‘ayn’ı olduğunu
anladım. Ta a’yân-ı sâbiteden bu yana,
“zatının sıfatlarına, sıfatlarından esma alarak
fiillerini seyretmesine” bu sıfatından âşık
222
olduğunu anladım. Meğer âşık olan da
kendisi, âşık olduğu da mertebelerde tecellî
boyutlarında aynalardaki kendi görüntüsü
imiş.
GAYIN
Gayriyetin kalmadığını, Hakk’ın sıfat
ve fiilleriyle zahir olduğunu idrak edince,
kalbimde Hak zahir oldu. Tecellî eden O,
tecellî O, tecellî edilen O olunca kendi kulluk
aynamda Hak zahir oldu.
FE
Nefsimi, kalbimi, ruhumu fethederek
mutmain oldum. Nefsin, kalbin ve ruhun
fethi kişide yaşam tarzı hâline dönüşünce
itminan olmaması mümkün değildir.
KAF
Kalbimde Hakk’ın tecellîsi zahir oldu
bihamdillah. Kişinin kalbinde Hakk’ın
tecellîsi zahir olunca bütün yaşantısındaki
muameleler Hak’la olur. Halka hizmet
Hakk’a hizmettir.
223
KEF
Gönül aynamda hep O’nun cemalini
gördüm. Bütün varlıklar şahadet âlemindeki
aynalarından O’nun cemalini
sergilemektedir. Her varlık ene-l Hak
nidâsıyla feryad etmektedir.
LÂM
Hakk’ın lâtif vücudu ile vücutlandım.
Hak lâtif olduğu için ben de fenafillah olarak
kesif vücuttan soyunup lâtif vücut ile
vücutlanmakla vücudun vücudullah
olduğunu anlayıp zevk ettim.
MİM
Muhammed elbisesini giyip
Muhammedî oldum. Cenab-ı Hakk’ın
Rahman kemalât sıfatlarını kendimde tecellî
ettirerek Muhammedî olduğumu anladım
elhamdülillah. Mısrî Niyazi Hazretleri bir
ilâhîsinde şöyle buyuruyor:
224
NUN
Nuru ile kendi nur vücudumda miraç
ettim. Cenab-ı Hakk’ın vücut ülkesinde
nurunun, ruhunun, aklın ve kalemin
tecellîlerinin birer miraç olduğunu anladım
elhamdülillah.
VAV
Hakk’ın varlığı ile varlıklanarak,
velâyete erdim. Hakk’ın dostu oldum
elhamdülillah.
HE
Hidayet devletine sahip oldum. Allah’ın
hidayeti meğerse kendi insan-ı asliyemizi
bulmakmış. Hidayet ederek bizlere bunu
buldurdu elhamdülillah.
LÂM ELİF
“Lâ”dan geçerek ‘lâ’ demedim “illâ”
dedim bihamdillah. Bir kişi ikilikte iken
gördüğü varlıklara Hak değil diyerek ‘lâ’
der. Birliğe geçen kişiler ise görünen
varlıkların yalnız suretini görmezler. Siretin
225
suretten tecellîsini gördükleri için onlar lâ
değil ‘illâ’ derler. Yani her görünen Hak’tır.
YE
“Yâsîn” hitabına sonunda nâil oldum
bihamdillah. ‘Sin’ sahibi olmak canlı Kur’ân
olmak demektir. Âdemiyyetini layıkıyle
bulanlar insan-ı kâmil olmaları nedeniyle
canlı Kur’ân’dır. Onun için “Yasin Suresi
Kur’ân’ın özüdür.” buyurulmuştur.
KUR’ÂN’DAKİ MUKATTAA
HARFLERİN SIRLARI
231
Mîm: Her şeyi ihata eden mevcudî
Muhammedîyedir.
Yâ: Nidâ’dır.
Sîn: Selâmete çıkmış insan-ı kâmil
demektir. Ey sin sahibi olan insan-ı kâmil,
sen hikmetlerle dolu bir Kur’ân’sın demektir.
232
MÜMİN SURESİ ÂYET 1
“Hâ Mîm.” (40-1)
Hâ: Hakikattir.
Mîm: Muhammed’dir.
Muhammed yüzünden görünen
hakikatın ta kendisidir. Özde Hak olan, halk
mertebesinde Muhammed adını almıştır.
Aslında Muhammed’in özü Hak’tır. İşte,
canlı Kur’ân olan Muhammed sıfat olarak
halk mertebesinde göründüğü için, ona
furkan kitabı denilir.
Hâ: Hak,
Mîm: Muhammed,
Ayn: Kemalât ehlindeki hakikat idrakı,
Sîn: İnsan-ı kâmil,
Kâf: Kemalât tecellîsi. Zahir halk,
bâtın Hak olan Muhammed’in zuhuruyla
kalbinde selâmete çıkan demektir.
233
ZUHRUF SURESİ ÂYET 1-2
“Hâ Mîm” “Apaçık Kitab'a andolsun ki…”
(43-1,2)
234
Sıfatlardaki Hakk’ın nurunun, insan-ı
kâmil olan Cenab-ı Hakk’ın kalemi ile
bizlerin kalb sahifelerine satır satır
yazılmasıdır. İnsan-ı kâmiller sohbetleriyle
bizlerin kalb sahifelerine, Hak ve hakikati
yazmaktadırlar.
236
İlm-i ezeliyette kendisine Mevlâ
tarafından lütfedilen irşâd ve terbiye görevini
toplumun içine inerek gerçekleştirir. İrşad ve
terbiye ile onları nefs âleminden rûh âlemine
veya kesâfet âleminden letâfet âlemine vuslat
buldururlar. Kendileri daha evvel insan-ı
kâmillerinden hangi terbiye metodlarıyla
irşad oldularsa aynı metodlarla irşad
görevlerini sürdürürler.
Bir âyette “Allah, sizi analarınızın
karnından, siz hiçbir şey bilmez durumda
iken çıkardı. Şükredesiniz diye size kulaklar,
gözler ve kalpler verdi.” (Nahl Suresi16-78)
buyrulmuştur.
Bizler de daha evvel hiçbir şey
bilmiyorduk. Manevî anamız olan mürşid-i
kâmilimiz bizleri butûnundan irfâniyet ve
kemalâtıyla çıkardı. Bu iraniyet ve kemalâtla
kulaklarımız Hak ve hakîkati duymaya,
gözlerimiz Hak ve hakîkati görmeye başladı.
Kalblerimiz tefekkür ederek cehâlet
zincirlerini kıran bir kalb hâline dönüştü.
Bizlerin istidadında bu kemalât olmamış
olsaydı, bizler ne mürşid-i kâmil
mazharından bu tevhîd yoluna çağrılır ne de
237
nefs âleminden rûh âlemine vuslat
bulabilirdik. Bunun için ne kadar şükretsek
azdır.
Peki, biz mürşid-i kâmili nasıl
tanıyacağız? Mürşid-i kâmillerin üç belirtisi
vardır:
1- Onların yüzüne baktığınız zaman
Allah’ı hatırlarsınız. Çünkü onlar Allah’ı
hatırlatıcıdırlar.
2- Hâllerinde ve sohbetlerinde çekicilik
vardır. Kişileri sanki bir mıknatıs gibi
çekerler.
3- Onların yanında iken her türlü sıkıntı
ve üzüntülerinizin yok olduğunu görürsünüz.
Sohbetlerini dinleyenler sohbetlerinden
hoşlanırlar, sıkılmazlar, sohbetin hiç
bitmemesini arzularlar. Soru sorulduğunda
tatmin edici cevaplar verirler.
Alçakgönüllüdürler. Cebrail (a.s)’in, Hz. İsâ
(a.s.)’yı Meryem validemize müjdelemeye
geldiği zamanki tavrı nasılsa aynı tavırla
sâliklere yaklaşmayı düstur edinmişlerdir.
Kur’ân-ı Kerîm ahkâmı ve sünnet-i
seniyyeden kat’iyen ayrılmazlar. Zahirde de
238
ve bâtında da, ellerini, dillerini, evlerini,
gönüllerini, imkânları nisbetinde açan cömert
kişilerdir.
Onlar sâlikleri kendilerine bağlamazlar,
râbıta yaptırmazlar. Hakk’a bağlar, Allah’a
râbıta yaptırırlar. Kendilerindeki Rabbil
âlemînin zikrini, fikrini, müşâhede ve
yaşamını öğretirler. Böylece dünyada
âhiretin mutluluğunu ve cennetini yaşarlar.
“İnsan Benim sırrım, Ben de onun sırrıyım”
hadîs-i kudsîsi onları tarif eder. Cenab-ı
Allah mürşid-i kâmil resmiyle tecellî
etmektedir. Herkese bunların siretini görmek
nasîb olmadığı için bazıları onun resmini
görür, maalesef siretini göremez. Mürşid-i
kâmil resminden Hakk’ı ancak Allah’ın
nasîb ettikleri görebilir
239
NAMAZ RİSALESİ
240
karanlığından kurtulmuş olur. Fiil şirkinden
kurtulduğu için bir rekât, fiil aydınlığı olan
fiillerin fâilinin Allah olduğunun idrâkına
varınca da ikinci rekâtı kılmış olur. Burada
bir kişinin aydınlığa çıkması fiil şirkinden
kurtulması demektir. Hasan Fehmi Hazretleri
şöyle buyuruyor:
244
Demek ki öğle namazını kılabilmek için
mümin olmak gereklidir. Mümin kimdir?
Enfal Suresinin 2. âyeti müminin tanımını
şöyle yapıyor: “Müminler ancak o
kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri
ürperir. O'nun âyetleri kendilerine okunduğu
zaman onların imanlarını artırır. Onlar
sadece Rablerine tevekkül ederler.” (Enfal
Suresi 8-2) Âyetten müminlerin Allah’ın
zikriyle meşgul olup fiil ve sıfatların Hakk’a
ait olduğuna inanan kişiler olduğu
anlaşılmaktadır. Bunlar her sıfatın
mevsufunun yani bu sıfatları sıfatlananın
Cenab-ı Hak olduğunu idrak ederek öğle
namazını eda etmiş olurlar. Böyle bir bilgiye
sahip olmadan ‘uzun yıllar kıldım’ demek
zandan öteye geçemez.
Öğle namazından önce dört rekât
sünnet, farzdan sonra da iki rekât sünnet
kılmaktayız. Bunların mânâsı nedir? Sabah
namazının sünnetinin izahında belirttiğim
gibi “Öğle namazı hangi idrakle, nasıl ve kaç
rekât kılınmalıdır? İbrahim (a.s.) bu
belâlardan nasıl kurtuldu? Bizler de bu
belâlardan nasıl kurtulabiliriz?” gibi
245
soruların cevabını bulduğumuz mürşidimizin
sohbetleri, telkinleri ve izahları sünnet
olmaktadır. Allah’ın tecellîlerine farz,
Peygamber efendimizin tarif ve icraatına
sünnet demekteyiz. İşte öğle namazından
evvel dört rekât sünnetin kılınmasının
sebebinin, farzın kılınabilmesi için
Resûlullah Efendimiz tarafından izahı olduğu
anlaşılmaktadır.
Bütün namazların aslı iki rekâttır.
Birinci rekâtı kulun Hakk’a vuslatı, ikinci
rekâtı da Hakk’ın kulundan tecellîsinin idraki
ve seyridir. Yani “fenâ” ve “bekâ”
zevklerinden ibarettir.
Dikkat edilirse sünnetlerin dört
rekâtında da zammı sureler okunmakta,
farzların ilk iki rekâtında okunup son iki
rekâtında okunmamaktadır. Çünkü okunan
zammı sureler fiillerin tecellîsini
remzetmektedir. Sünnette yalnız kulluk idrak
ve zevki olduğu için okunmaktadır. Farzda
ise yarısı kulun idrak ve zevki olduğu için
okunur, ikinci yarısı Hakk’ın kulundaki
tecellisi olduğu için okunmaz.
246
Öğle namazının sonundaki iki rekât
sünnet de Cenab-ı Hakk’ın zahir ve bâtındaki
tecellîlerinin şühud ve zevkine erdiğimiz için
Rabbimize bir teşekkürdür.
İkindi namazını ise ilk defa Yunus (a.s.)
kılmıştır. Yunus (a.s.), balığın karnında kırk
gün kaldı. Bir ikindi vakti idi. Yunus (a.s.)
günahlarını idrak ederek “Beni zalimlerden
eyleme.” diye dua etti. Cenab-ı Hak da onun
günahlarını affederek balığın karnında onu
sahile çıkardı. Bu anlatılan hâl, bir kişinin
yunus balığı olan mürşid-i kâmilinin
tahsilinde kendi varlığının olmadığını, varlık
sahibinin Hak olduğunu anladığı zaman
tövbe ederek ‘Beni bundan sonra zalimlerden
eyleme’ diye dua etmesidir.
Yunus (a.s.) kendi diye bildiği vücûd
varlığının kendisinin olmadığını, bu varlığın
Cenab-ı Hakk’a ait olduğunu anlayınca
şükranî olarak dört rekât ikindi namazını
kıldı. Yani Yunus (a.s.) “Bu vücud varlığımı
bu güne kadar kendime nisbet ederek Senin
varlığının yanında ‘ben de varlık sahibiyim’
diyerek şirk işliyordum. Şimdi anladım ki
varlık benim değil, Seninmiş. Beni bu idraka
247
vâkıf kılarak vücud şirkinden kurtardın. Sana
ne kadar teşekkür etsem azdır.” diyerek
şükrânî olarak ikindi namazını kılmıştır.
Hasan Fehmi Hazretleri bakın ikindi namazı
için ne buyuruyor:
İkindi namazını cemaatle kıl
Vücud Vücûdullah gayri yoktur bil
Cümle âlem fâni Hak bakîdir bil
Yalvar kul Allah’a seher vaktinde
Yalvar kul Allah’a bahar vaktinde
Bir kişinin bütün namazlarını cemaatle
camide kılması mümkün değildir. İnsan
cemî-i esmâdır, âlem-i kübrâdır. Âlemde ne
varsa Âdem’de o mevcuttur. Onun için
camiyi kendimizde bulursak her zaman
cemaatle namaz kılmış oluruz. Cenab-ı
Hakk’ın vücudu nedir? Bizim diye
bildiğimiz Allah’ın efâli, sıfatı ve bunları
toplayan vücuda Hakk’ın vücudu diyoruz.
İşte bütün âlemde görünen ve görünmeyen
zahir ve bâtın bu âleme Vahdet-i Vücud
diyoruz. Peki, bizim vücut ülkemizde cami
nerededir? Gönlümüzü cami, ruhumuzu
248
imam, aza ve sıfatlarımızı da cemaat yapar,
kıblemizi de Allah’ın vâcib-ül-vücûdu olan
bizdeki vücud yüzünü kıble yapabilirsek
ikindi namazını cemaatle kılmış oluruz.
Böylece “Doğu da, Batı da Allah’ındır.
Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü işte
oradadır…” (Bakara Suresi 2-115) âyeti tecellî
etmiş olur.
Bizler de efâlimizin, sıfâtımızın ve
vücudumuzun olmadığını, bunların hepsinin
Cenab-ı Hakk’ın olduğunu idrak ve zevk
ettiğimizde ikindi namazını edâ etmiş oluruz.
İkindi namazının farzından evvel dört rekât
gayri müekked olarak kılınan sünnet, güneşin
doğarkenki hâline benzer. Evvelâ tan
yerinde bir kızarıklık olur, ondan sonra
güneş doğar. Kişinin varlığının olmadığını
idrak etmesi müekked sünnet değil gayri
müekked sünnet hâlidir. Resulullah
efendimiz de bu sünneti çok zaman
yapmamış, zaman zaman yapmıştır. Öğle
namazının sünnetinde kâmilimizin bizlere
dört rekât farzın nasıl her yönüyle
kılınacağını izah etmesi müekkedse, ikindi
namazının dört rekâtlık farzının kılınmasının
249
izahı olan sünnetine de gayri müekked
sünnet diyoruz.
Dikkat edilirse cemaatle kılınan öğle ve
ikindi namazlarının farzları sessiz ifâ edilir.
Çünkü bir kişi kendine nisbet ettiği efâlini,
sıfatını ve vücudunu Hakk’a verdiğinde onun
sesi çıkmaz. Onun için bu iki vakit namazı
sessiz kılınır. Akşam, yatsı ve sabah
namazları ise sesli kılınır. Sabah namazında
kelâm ve kudret sıfatlarını kişi henüz
kendisine nisbet eder. Bu nedenle sesli okur.
Meratib-i ilâhiyeyi tamamlayanlar çok iyi
bilirler ki Cenab-ı Hakk’ın fiilleriyle açığa
çıkması idrakinin bütün namazlara şahid
olduğunun zevk edilmesidir.
Akşam namazını ilk defa İsa (a.s.)
kılmıştır. Yahudiler, “Allah, kutsal ruh ve
İsa” üçlemesiyle İsa’yı Allah’ın oğlu olarak
görüyorlar ve Allah’a çocuk isnat
ediyorlardı. Bu da şirk olduğu için, İsa
(a.s.)’yı Cenab-ı Allah semaya ref’ etti. İşte
İsa (a.s.) bunlardan bir akşam vaktinde
kurtulduğu için üç rekât şükranî olarak
akşam namazını kıldı.
250
Akşam namazını, ruhumuzu imam, aza
ve sıfatlarımızı cemaat yaparak gönül
mescidinde Cenab-ı Hakk’ın ulûhiyet
tecellîsine dönerek kılmamız lâzımdır. Peki,
ruhumuzu nasıl imam yaparız? Vücud
ülkesinde ruhumuz, bütün sıfat ve
azalarımızdan kendisini şerh etmektedir.
Duymamız, görmemiz, konuşmamız hep
ruhun kalp komutanına verdiği emirle
hareket etmektedir. Hakk’ı duymak, Hakk’ı
görmek, Hakk’ı konuşmak için bu sıfat ve
azalarımız yaratılmıştır. Bir kişi Hakk’ı
duymuyor, Hakk’ı görmüyor ve Hakk’ı
konuşmuyorsa Cenab-ı Hak o kişiye “Ey
insan! Sana Ben duymak, görmek ve
konuşmak için azalar verdim. Neden bunları
yerinde kullanmadın?” diye soracaktır. Bir
kişi Hakk’ı duymuyorsa gıybetten, Hakk’ı
görmüyorsa harama bakmaktan, Hakk’ı
konuşmuyorsa yalan söylemekten
kurtulamaz. O kişi bu sıfat ve azalarını
yerinde kullandıysa Hakk’ı duyan, Hakk’ı
gören ve Hakk’ı konuşan bir kişi olacağından
zulmet perdeleri açılır. Her nereye bakarsa
vech-i Rahman’ı görecek, her neyi duyarsa
duyduklarının Hakk’ın sesi olduğunu idrak
251
edecektir. Sıfatlarının görevlerini
yapmasından duyduğu zevkle akşam
namazını kılmış olacaktır.
Bizler de Cenab-ı Hakk’ın zatının
sıfatlarından fiilleriyle zuhurunu zevk ederek
üç rekât akşam namazı kılarız. Hakk’ın
vahdaniyet tecellîsinin tekliğiyle, akşam
namazında Hak zahir olduğu için, duyan da,
gören de, söyleyen de, işleyen de, konuşan
da hep Hak olur. Dolayısıyla insan burada
yalan söylemekten, gıybet dinlemekten,
harama bakmaktan vb. kurtulmuş olur.
Bunları bilmek, görmek demektir.
254
Şu hâlde namazlarımızda ve
yaşantımızda huzur bulmak istiyorsak
Muhammed olan mutmain kemalât
sıfatlarımızdan Hakk’ı seyretmemiz
gerekiyor. Siret olan Cenab-ı Hakk’ı suret
olan bu kemalât sıfatlarından her an
tecellîlerini seyretmek, O’nunla beraber
olmak, namazın hakikati değil midir?
Yatsı namazının evvelinde dört, farzdan
sonra da iki rekât sünnet kılmaktayız. İlk dört
rekât sünnet yine ikindi namazının ilk
sünneti gibi gayri müekked sünnettir.
Buradaki gayri müekked sünnet güneşin
batarkenki hâline benzer. Güneş battıktan
sonra bile hâlâ bir kızarıklık vardır. Bu
kızarıklık da tamamen kaybolunca her yer
karanlığa bürünür. Artık vakit gecedir. Gece,
Cenab-ı Hakk’ın vahdet tecellîsinin
zuhurunu remzeder. Böylece yatsı namazının
ilk dört sünnetinin gayri müekked sünnet
olduğu anlaşılmış oluyor. Çoğu zaman
kılınmaz, zaman zaman da kılınır. Her iki
durum da Peygamber efendimizin sünnetidir.
255
Son iki rekât sünnet de akşam
namazının sünneti gibi müekked sünnetten
olup Cenab-ı Hakk’ın vahdet ve kesret
tecellîsinin zevkinin kişiye ihsan edilmesinin
teşekküründen ibarettir. Zaten farzlardan
sonra kılınan sünnetler bu lütuflara nâil
olduğumuz için hamd etmek, teşekkür etmek
içindir.
Salât-ı Vitr yani vitir namazına gelince
yine Hasan Fehmi hazretlerine kulak
verelim. Şöyle buyuruyor:
258
Mahmud makamında peygamberler ve
veliler teheccüd namazını kılmak isterlerse
kendi esmalarını dışarıda bırakmak
zorundadırlar. Ancak Muhammed esması ile
o makama girer ve tebrik ederek tekrar
dışarıya çıkarlar. Çıktıktan sonra yine kendi
esmalarını giyerler. Hiçbir peygamber ve
evliya kendi esması ile oraya giremez. Onun
için bütün peygamberler âhir zaman nebisi
Hazreti Muhammed (s.a.v)’e “Bizleri de
ümmet eyle” diye dua etmişlerdir. Makam-ı
Mahmud’un şefaati yalnız Hazreti
Muhammed’e aittir. İnsanların bu namazı
kılmaları, bu makamı kendi gönül
âlemlerinde de istemeleri demektir.
Muhammed olabilenler Muhammed olarak
bu namazı mutlaka kılmalıdır.
Bir âyet-i kerîmede “Siz yetim malına
yaklaşmayınız.” buyrulmaktadır. Yetim
kelimesinin mânâsı nedir? Babası ölmüş
çocuğa yetim denir. Peygamber efendimiz
doğmadan yetim kalmıştır. Ama sözünü
ettiğimiz bu ‘yetimlik’ bu mânâsı ile
değildir. Arap dilinde “yet’m” “tek başına,
eşsiz” mânâsındadır. Peygamberimiz bu
259
itibarla manen yetimdir. Çünkü Peygamber
efendimizin ruhanîyeti bir anne, babadan
gelmedi. O’nun ruhanîyeti “kün” yani “ol”
emri ile oldu. İşte bu yönüyle teheccüd
namazı sadece Peygamber efendimize
mahsustur.
Günümüzde taklidî olarak mânâsını
bilmeden bu namazı kılanlar sevap için
kılıyorlar. Teheccüd namazı idraki olmadan
sevap için gecenin bir saatinde nafile olarak
kılınan bu taklidî namaz şeriat-ı evvel
mertebesinde elbette çok faydalar
sağlamaktadır. Hakikati idrak edemeyenler
tarafından bu ifadelerimiz kerih görülebilir.
Her ibadet, yerinde ve mertebesinde
doğrudur. Bir âyette “Güneşin zevalinden
(öğle vaktinde Batı'ya kaymasından) gecenin
karanlığına kadar (belli vakitlerde) namazı
kıl. Bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah
namazı şahitlidir.” (İsra Suresi 17- 78)
buyrulmaktadır. İşte âyette sözü edilen
namazların idrakinden sonra teheccüd
namazının neden yalnız Resûlullah
efendimize emredildiği anlaşılabilir.
260
Tevhidde beş mertebede namaz kılınır.
1. Hafî mertebesinde cehâletten,
nisbiyetten, şirk ve günahlardan
soyunma namazı
2. Ruh mertebesinde şühud namazı
3. İtminan olmuş nefs mertebesindeki
fiilullah namazı
4. Kalp mertebesinde huzur namazı
5. Sır mertebesinde münacaat namazı
ORUÇ RİSALESİ
272
benzer bütün kötülüklerden sakınmak olduğu
anlaşılmış oluyor.
273
olarak vahdaniyet deryasına ayak basanlar
kurtuluşa ermişlerdir.
278
ÖLMEDEN EVVEL ÖLMEK NE
DEMEKTİR?
Ölüm üç türlüdür:
1- Iztırarî ölüm
2- İhtiyarî ölüm
3- Her nefesteki ölüm
Iztırarî ölüm, her insanın dünyadaki
ömrünün tamamlanmasıyle toprak kaynaklı
bedeninin tekrar toprağa dönmesidir. Zira et
ve kemikten oluşmuş beden, hakikat
bedenimizin bir gölgesidir. Güneş batınca
nasıl gölge ortadan kalkarsa bizlerin ıztırarî
ölümü de aynı şekilde olmaktadır. “Her
canlı ölümü tadacaktır…” ( Ali İmran Suresi 3-
185) âyetiyle de topraktan gelen bedenlerin
tekrar toprağa dönmesinin kaçınılmaz
olduğunu anlıyoruz.
İhtiyarî ölüm ise bir kişinin kendi istek
ve arzusuyla bir mürşid-i kâmile gelerek
meratib-i ilâhiyedeki fenâ-i tam tahsilini
yapmasıyla gerçekleşir. Bu tahsille kişi
kendine nisbet ettiği varlığı yok edebilirse
279
ıztırarî ölümle ölmeden evvel irade ve
idrakiyle ölmüşlerden olur. Bunu, Resulullah
(s.a.v) efendimiz “Mûtu kable ente mûtu”
hadîs-i şerifleriyle tavsiye ediyor. Hadîsin
Türkçe karşılığı ‘ölmeden evvel ölünüz’dür.
Resulullah, “Siz yiyen, içen, gezen bir ölü
görmek ister misiniz?” diye sorduğunda
sahabe “Tabii isteriz yâ Resulallah” deyince
Peygamber efendimiz “Böyle birini görmek
isteyen Ebubekir (r.a.)’e baksın. Zira O yer,
içer, gezer, ama ölüdür.” diyerek onun
sahabe içinde nisbiyet ve şirklerinden
kurtulup fenafillah mertebesini zevk ettiğini
haber vermiş oluyor.
Bizler de kendimize nisbet ettiğimiz
fiillerimizin fiilullah, sıfatlarımızın
sıfatullah, zatımızın da zatullah olduğunu
idrak edersek ölmeden evvel ölenlerden
oluruz. Bir âyette “Siz ölü iken sizi dirilten
Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizleri
öldürecek, sonra yine diriltecektir. En
sonunda O'na döndürüleceksiniz.” (Bakara
Suresi 2-28) buyruluyor. Bizler mürşid-i
kâmile gelmezden evvel manevi yönümüzle
ruhen ölüydük. O bizi zikirle diriltti. Tekrar
280
öldürüldük. Yani kendimize nisbet ettiğimiz
efâlimizin, sıfâtımızın, zatımızın kendimize
ait olmadığını irfaniyetle öğrenince
gayriyetlerimiz ölmüş oldu. Böylece
fenafillah olduk. Fenafillah olan bir kişi
Hakk’ın varlığı ile var olduğunu anlayınca
ihtiyarî olarak Hak’ta tekrar dirilmiş
olacaktır. Böylece ‘O’na döndürülmüş’
olunur. Rabbimizi tanıyınca, bizdeki Rabbil
hasın, Rabbil âlemine muhtaç olduğunu,
kendisindeki sevk ve idarenin Rabbil
âlemînin bir şubesi olduğunu anlayacaktır.
Sonunda elbette dönüş de O’na olmuş olur.
Bakara Suresinin 260. âyetinde şöyle
buyruluyor: “Hani İbrahim, ‘Rabbim! Bana
ölüleri nasıl dirilttiğini göster’ demişti.
(Allah ona) ‘İnanmıyor musun?’ deyince,
‘Hayır (inandım) ancak kalbimin tatmin
olması için’ demişti.‘Öyleyse, dört kuş tut.
Onları kendine alıştır. Sonra onları
parçalayıp her bir parçasını bir dağın
üzerine bırak. Sonra da onları çağır. Sana
uçarak gelirler. Bil ki, şüphesiz Allah mutlak
güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.’ "
(Bakara Suresi 2-260)
281
Âyette sözü edilen dört kuş; leş yiyici
‘kuzgun’, doymak bilmeyen ‘kaz’, şehvet
düşkünü ‘horoz’, gurur ve kibirliliği ile
bildiğimiz ‘tavus kuşu’dur. Bu dört kuşun
hasletleri insanlarda da vardır.
Allah’ın nimetlerini helâl haram
gözetmeksizin yemen ‘kuzgun’ luk hâlindir.
Hırsın ve tamahınla, dünyaya aşırı
bağlılığınla yemeye, paraya, mala
doyamaman ‘kaz’ lık hâlindir. Cinsel
şehvetine düşkünlüğün, zina ve benzeri gibi
kişiyi helak edecek hasletlere sahip olman
‘horoz’ luk hâlindir. Gurur ve kibirliliğin
‘tavus kuşu’ hâlindir. Bu kuş, kanatlarını
açtığında ortaya çıkan güzel görüntüsü ile
hemen gururlanırmış. Aynen onun gibi
parada, malda, ilimde, makam ve mevkide
çevresindekilere oranla üstünlük sağlayanlar
hemen gurur ve kibire kapılıverirler.
Bu saydığımız çirkin hasletlerden
geçersen, yani kendine nisbet ettiğin varlığın
hakikatte Hakk’ın varlığı olduğunu anlarsan
Hakk’ın varlığıyla dirilmiş olursun. Çünkü
öldürdüğün çirkin hasletlerinin yerini
Hakk’ın güzel hasletlerinin aldığını idrak
282
edersin. Böylece Hakk’ın diriliğini müşahede
etmiş olursun. Yani ölmeden evvel ölmek
suretiyle dirildiğini görürsün.
Zahir bedenimizde aldığımız nefesteki
oksijenle diriliyoruz. Ciğerlerimizde biriken
karbondioksidi verdiğimiz nefesle dışarı
atıyoruz. Karbondioksidi dışarı atamadığımız
zaman ölüyoruz.
Tevhidde, aldığımız nefes, kâmilimizin
telkinatıyla kendimize nisbet ettiğimiz efâl,
sıfât ve zatın bize ait olmadığını anlayıp
dirilmemizdir. Enerji veya hayat dediğimiz
ruhun ‘nefahtu’ âyetiyle üfürülmesini idrak
ettiğimizde her nefeste Hakk’ın diriliğiyle
dirildiğimizi anlaşılmış oluruz.
Aldığımız bu nefesi üç bölümde
dışarıya vermemiz ise fenâ-i efâl, fenâ-i sıfat
ve fenâ-i zat yapmak suretiyle kendi
varlığımızdan irademizle ölmemiz
anlamındadır.
İşte biz buna “üç ifnâ - bir ihyâ”
diyoruz. Kendimizin zannıyla kendimize
nisbet ettiğimiz fiillerimizin, sıfatlarımızın
ve vücudumuzun kendimize ait olmadığının
283
idraki ‘üç ifnâ’, Hakk’ın diriliği ile aldığımız
bir nefesin idraki de ‘bir ihyâ’ olmaktadır.
SIRAT KÖPRÜSÜ
285
Sırat kıldan incedir
Kılıçtan keskincedir
Varıp anın üstüne
Evler yapasım gelir
Bismillâhirrahmânirrahim
Allah’a lâyıkıyle kul, Resulüne ümmet
olmak isteyen Hak ve hakikat yolcuları
tevhid tahsili yaparlar. Bu tahsille nefs
hastalıklarından kurtulurlar. Hakk’ın zatının
sıfatlarına, sıfatlarından da esma alarak
fiilleriyle eserlerini zuhura getirme
tecellîlerini bilerek, görerek, zahirde de ve
bâtında da O’ndan gayri bir varlığın
olmadığını idrak ederler.
İnsanoğlunun bu âleme
gönderilmesindeki gaye de zanda ve
hayaldeki bir Allah’a ibadet değil, O’nun
zerreden kürreye kadar, bütün sıfatlarında
vahdaniyetinin zuhurunu bilerek müşahede
etmek ve farkıyla yaşamaktır. Bir kişinin
kendi noksanlıklarını bir kâmile gitmeden
düzeltmesi mümkün değildir. İşte bunun için
de bir insan-ı kâmile giderek, tevhid
ilmindeki meratib-i ilâhiyeyi tahsil etmesi
lâzımdır.
287
Fetih Suresinin 10. âyetinde “Sana bîat
edenler ancak Allah'a bîat etmiş olurlar.
Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir…”
(Fetih Suresi 48-10) buyurulmuştur. Âyetten de
anlaşılacağı üzere Muhammed’e tâbi olmak
Allah’a tâbi olmaktır. Bizler Peygambere
biat edemeyeceğimize göre O’nun vârislerine
tâbi olmalıyız. Mürşid-i kâmiller ‘el ulema
verasetül enbiya’dır. Yani O’nun vârisidirler.
Mürşid-i kâmile gitmekle bu manevi tevhid
tahsilini yapmak gereklidir. Büyüklerimiz
“Mürşid- kâmile gitmek farzdır.”
demişlerdir. Mürşid-i kâmiller, irfâniyet ve
kemalâttan yoksun olarak şirk içinde
yaşayan, cahil, nisbiyetten kendini
kurtaramayan kişilerin gözlerindeki hicap
perdesini kaldıran manevî göz doktorlarıdır.
İnanan kardeşlerimiz, bir kâmilin
sadece sohbetlerinde işittiği sözlerinden
değil, davranışlarından, sergiledikleri
ahlâklarından, muamelelerinden, hâl ve
hareketlerinden, yaşantılarından da ders
almalıdır. Sâlik adeta kâmilinin bir kopyası
olmalıdır. Sâlikin mürşidinden uzakta olması
ondan ayrı olması anlamına gelmez.
288
Telefonda sesini duymak, onun bedenen
bulunmadığı bir yerde ondan söz etmek bile
âşıklara sonsuz zevk verir ve onun cemalini
görmüş gibi olurlar. Mevlana hazretleri “Sen
benim gönlümde oldukça Yemen'de de olsan
benim yanımdasın. Eğer sen benim gönlümde
değilsen yanımda da olsan Yemen'de
sayılırsın.” diyor. Sâlik mürşidini asla
gönlünden ayırmamalıdır. Nasıl bir elektrik
trafosundan veya bir güç kaynağından gözle
görülmeyen, dalga boyları ve farklı
frekanslarıyla enerji akımı oluyorsa, mürşid-i
kâmillerinden de gözle görülmeyen manevî
tecellilerin geldiğini teslimiyeti tam olan
sâlikler hissederler. Bu tecellîlere gönlünde
şahit olan sâlik gönül cennetinde mutluluk ve
huzur içinde olur. Bu, durum aynı zamanda o
sâlikin vuslatında çok mesafeler kat ettiğini
de gösterir. Demek ki Allah’ın mukayyet
olan bu âlem ve Âdemdeki, zatından
sıfatlarına, sıfatlarından esma alarak
fiilleriyle tecellîsine vâkıfiyet, kitap
okumakla ya da sadece sohbet dinlemekle
olmaz, zahirde ve bâtında mürşidlerden
himmet almakla, onların insan-ı asliyemizi
bizlere bildirmeleriyle olur. Bu da kişinin
289
Hak mürşidine teslimiyeti ve kurbiyeti
nisbetindedir.
Bir âyet-i kerimede “…Eğer
bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun.”
(Enbiya Suresi 21-7) buyrulmaktadır. Başka bir
âyet-i kerimede ise “Ey iman edenler!
Allah'a karşı gelmekten sakının, O'na
yaklaşmaya vesile arayın ve O'nun yolunda
cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.”
(Maide Suresi 5-35) buyurulmaktadır.
Âyetlerden anlaşılacağı gibi bir tahsil
yapmak, Allah’a yaklaşmak için vesileler
aramak durumundayız. Onun için Allah ve
Resulüne inanıyorsak, Allah ve Resulünü
bilmek istiyorsak, zerreden kürreye kadar
vahdaniyet tecellîlerini görmek istiyorsak,
insan-ı asliyemizi öğrenmemiz şarttır. İnsan-ı
asliyemizi öğrenmenin yolu da bir Hak
mürşidinden meratib-i ilâhiye tahsili
yapmaktır.
Araf Suresinin 172. âyet-i kerimesinde
“…Hani Rabbin Âdemoğullarının
sulplerinden zürriyetlerini almış, onları
kendilerine karşı şahit tutarak, ‘Ben sizin
Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da,
290
‘Evet, şahit olduk ki Rabbimizsin’
demişlerdi...” (Araf Suresi 7-172) buyuruluyor.
Cenab-ı Hak, bugün de elest bezmi hitabını
mürşid-i kâmiller mazharından talip olanlara
yapıp durmaktadır.
Mürşid-i kâmil bir deryadır. Kişilere
mutluluk ve ferahlık veren mübarek Hak
dostlarıdır. Mıknatıs gibi çekicilikleri vardır.
Sohbetlerinin tadına doyulmaz. Onun
huzuruna varan kişilerin üzüntü ve kederleri
ortadan kalkar, müşkülleri çözümlenir.
Mürşid olduğunu söyleyen kişi, talip
olanların sıkıntı ve dertlerini artırıyorsa
insan-ı kâmil değildir.
İnsan-ı kâmilin yolu gayet kolaydır.
“Biz her peygamberi sırf, Allah'ın izni ile
itaat edilmek üzere gönderdik. Eğer onlar
kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler
de Allah'tan günahlarının bağışlamasını
dileseler ve Peygamber de onlara bağışlama
dileseydi, elbette Allah'ı tövbeleri çok kabul
edici ve çok merhametli bulacaklardı.”
(Nisa Suresi 4-64) âyetinde buyurulduğu gibi,
insan-ı kâmil evvela, dizdize vererek tövbe
ve zikir yaptırır. Sonra “Ancak tövbe edip de
291
inanan ve salih amel işleyenler başka. Allah
işte onların kötülüklerini iyiliklere çevirir.
Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet
edendir.” (Furkan Suresi 25-70) âyetinde
buyurulduğu gibi tövbe eden sâlikin yüzü
artık Hakk’a dönmüştür. Zira Peygamber
efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde “Bir defa
nasuh tövbesiyle tövbe eden hiç günah
işlememiş gibidir.” buyurmuşlardır.
Sâlik tövbe edip zikri almadan önce
fiziksel bedeninde bir can taşıdığı için surette
insandı ama siretinde hayvanî ruha sahipti.
Çünkü henüz insan-ı kâmil mazharından
Rabbi tarafından ‘Nefahtu’ âyeti gereğince
ona insan ruhunu üfürülmemişti. Mürşid-i
kâmilin üfürdüğü bu ruh, zahirde, şeriat
uygulamalarının güzelliği ile kendini
gösterecektir. Gönül bahçesine ekilen zikir
ruhu da bâtında temizlik sağlayacaktır.
Ruh üflenen sâlik artık abdestsiz yere
basmaz, yalan söylemez, terk etmeden beş
vakit namazını vaktinde kılar, Ramazan
ayında oruç tutar, Kur’ân-ı Kerîm’in
emrettiklerini yapıp, yasak ettiklerinden
kaçar, hiç kimsede eksiklik aramaz, eksiği
292
kendinde arayıp düzeltmeye çalışır, elinden
geldiği kadar insanlara faydalı olmaya
çalışır. Böylece o kişinin dışı temizlenmiş
olur. Fakat bir kişinin dışının temizlenmesi
yeterli değildir. İçinin yani gönlünün
temizliği de gerekmektedir. Bunun için de
zikrullah lâzımdır. “Kalpler zikirle mutmain
olur.” ve “Zikirle kalpler huzur ve sukûna
kavuşur” (Rad Suresi 13-28) âyet-i kerîmesi
bize bunu açık açık göstermektedir.
Zikir “cehrî” , “kalbî” ve “tefekkürî”
olmak üzere üç türlüdür.
1- Cehrî zikir, açıktan ve yüksek sesle
yapılan bir zikirdir. Dergâhlarda, evlerimizde
bir araya geldiğimizde yapılır. Oturulurken
veya ayakta halka oluşturularak yapılabilir.
Genelde bendirle tempo tutulur. İlahiler,
ahenkle saz veya bendir eşliğinde söylenir.
Çalgı âleti olması da şart değildir. Cehrî
zikrin, henüz uyanamayan sâliklerin, aşk ve
şevkle gönül kapı ve pencerelerinin açılarak
uyanmalarına vesile olduğu ehlince
malûmdur. Darbî zikir de dediğimiz bu zikir
olmazsa gönüllerin pası silinmez. Peygamber
efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde “Sizler
293
cennet bahçelerinden bir bahçede bulunmak
istiyorsanız, zikir ve sohbet meclislerine
devam ediniz.” buyurmuşlardır.
2- Kalbî zikirde ağız kapalıdır. Dil üst
damağa yapıştırılır. Akıl nimetinin takibi ile
kalben ‘Allah, Allah, Allah’ denilmek
suretiyle yapılır. Bu zikri, zikri yapandan
başkası duymaz. Çünkü aklın gönülde
yaptığı bir zikir hâlidir.
Bakara Suresinin 152. âyetinde
“Fezkurûnî ezkurkum…” “…Yalnız beni
zikredin ki Ben de sizi zikredeyim…” (Bakara
Suresi 2-152) buyurulmaktadır. Sâlik önceleri
zikredenin kendisi olduğunu sanır. ‘Lâ havle
velâ kuvvete illâ billahil aliyyil azim’
demekle kendisinin güç ve kuvvetinin
olmadığını, kuvvet ve kudret sahibinin ancak
Cenab-ı Allah olduğunu anlar. Kendisine ait
güç ve kuvvet olmadığını anlayan sâlik
kendisinden zikredenin Cenab-ı Hak
olduğunu idrak eder. Bu yüzden salike
“Allah’ı zikret.” denilmez “Allah’ı Allah’la
zikret.” denilir. Çünkü zikri veren mürşid-i
kâmil, sâlikin kendine ait güç ve kudretinin
olmadığını bilir. Kendisini yakın takibe alan
294
sâlik, daima kendisinden zikreden Cenab-ı
Hakk’ı dinleyecek, gaflete girmeyecektir.
Hakk’ın zikri sâlikte Hak’la beraber olma
zevkini vereceği için, daha zikirde iken
huzur ve mutluluğa kavuşacaktır. Akıl
nimetini nefsin emrinde değil de, Rabbinin
istekleri doğrultusunda ruhun emrinde
kullanarak, ruh güneşinin nurunun gönül
evini aydınlattığını, kalp ay’ı ile sıfat
yıldızlarının, cehâlet, nisbiyet, şirk gibi
zulmâni günah karanlıklarını yok ettiğini
zevk edecektir.
İstemeyerek de olsa gaflete dalan bir
kişi vehim, hayal ve vesvese vadisine
geçeceği için Hakk’ın zikri duracak, sâlik
zikirden kesilecektir. Onun için her sâlike,
ayakta, otururken, yatarken, yolda, işinde,
nefes aldığı her yerde, sayıya bağlı
kalmadan, adetsiz ‘Allah, Allah, Allah’
diyerek zikredeceksin denmektedir. Çünkü
sâlikler zikirle, gönüllerini saat gibi
kurduklarında gafletten kurtulmuş olurlar.
Cenab-ı Hak kuluna verdiği iki nimeti geri
almaz.
295
1- Zikirle kalbini saat gibi kurduktan
sonra onu bir daha durdurmaz.
2- Hicapları açtıktan sonra, açılan
hicapları tekrar kapatmaz. Zira bu, Cenab-ı
Hakk’ın şânından değildir.
Zikir yalnız anmaktan ibaret de değildir.
Zikir fikir olmalıdır ki fikir, zikir olsun. Bu
şekilde olan zikir tefekkürî zikirdir. Zikrin en
makbulu budur.
Zikir “telvin” ve “temkin” olmak üzere
iki bölümde mütalaa edilir.
Telvin zikri kesret âlemindeki tafsilât-ı
Muhammediye mazharlarından her bir sıfatın
ayrı ayrı, kendi istidat ve kabiliyetlerine göre
hâl ve kâl lisanıyla zikridir. Sıfatlardan gelen
fiillerin, Allah’ın indinde malûmiyeti
derecesinde tecellî ettiğini, dolayısıyla da
ona göre tavır takınmamız gerektiğini
anlamalıyız. Âyetlerde “Ey iman edenler!
Allah'ı çokça zikredin.” (Ahzab Suresi 33-41)
“O'nu sabah akşam tespih edin.” (Ahzab
Suresi 33-42) buyrulmaktadır. Âyetlerden nefis
ve ruh mertebelerinde Allah’ın zikrinden
gafil olmamak gerektiğini anlıyoruz. Zikirle
296
hesapsız mükâfatlara nâil olacağımızı
bilmeliyiz. Nefis mertebeleri ‘ikilik’ teki
hâlimizdir. Ruh mertebesi ise ‘teklik’ olan
Cenab-ı Hakk’ın vahdaniyet hâlinin
kulundaki tecellîsidir. Kesret âleminde zikir,
Allah’ın üç tecelli yüzünü yani efâl, sıfat ve
zat yüzlerini remzetmektedir. Müslümanlar,
üç “İhlâs” bir “Fatiha” okuyarak oluşan
sevabı ölmüşlerinin ruhlarına hediye olarak
gönderdiklerine inanırlar. Hâlbuki üç İhlâs,
bir Fatiha’yı vücut kabristanımızda henüz
insan ruhu ile dirilmeyen hayvanî
ruhumuzun dirilmesi için okumalıyız.
İnsan-ı kâmilin bizlere telkinden sonra “Üç
İhlâs bir Fatiha okuyarak Resulullah
efendimizin ruhuna hediye edelim”
demesinin sebebi bizde adeta hapsolmuş,
gizli ve henüz açığa çıkmamış Muhammedî
ruhun, dirilip açığa çıkması içindir. Bizdeki
Muhammed’in gönlümüzde hapsolması ne
demektir? Fenâ mertebelerinde sâlik şirkten
henüz kurtulmadığı için, Cenab-ı Hak o
mazharlarda Rahman sıfatlarını, mutmain
nefs olarak zuhura getirmemiştir.
Dolayısıyla kişinin kendi varlığı kendine
perde olduğu için, Cenab-ı Hakk’ın
297
Muhammed olan Rahman sıfatları gizlidir.
Görünüp bilinmediği için de, hicaplı
olanlarda Muhammed ‘hapis’tir denilir. Zira
o sâliklerde henüz Hazreti Muhammed’in
güzel ahlak, edep ve güzel iffeti gibi
yücelikleri sıfatlarından henüz sergilenmez.
Besmele-i şerîfteki ‘Bismillah’ Allah’ın
zatını, Rahman Allah’ın sıfatlarını, Rahim
Allah’ın efâl-i ilahîyesini remzetmektedir.
Bu nedenle besmele Kur’ân-ı Kerîm’in
sırrıdır. “Allah” lafzındaki, ‘Elif’ Allah’ın
zatının, ‘Lâm’ (Elif’le birlikte lâmelif’tedir)
Allah’ın sıfatlarıyla, ‘Hu’ Allah’ın fiilleriyle
tafsilât-ı Muhammediyeden açığa çıktığını
göstermektedir. Onun için 99 Esma-ül
Hüsna’nın cemi olan ‘Allah’ lafzı, kâinattaki
bütün varlıkların akıl sahibi olanlarından
‘zikir’, akıldan yoksun olanlarından da
‘tesbih’ olarak her an dile getirilmektedir.
“Zikir ahadiyeti vurur” denmiştir. Ali İmran
Suresinin 191. âyetinde “Onlar ayaktayken,
otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı
anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde
düşünürler. ‘Rabbimiz! Bunu boş yere
yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız.
298
Bizi ateş azabından koru’ derler.” (3-191)
buyrulmaktadır.
Ey kardeşim! Bütün nebatât ayakta
tesbih ederken, bütün hayvanat rükûda tesbih
ederken, bütün cemadat yatarak tesbih
ederken sen hâla zikirsiz ve fikirsiz
cehennem ateşinden çıkmayacak mısın?
Temkin zikrini, Cenab-ı Hakk’ın
vahdaniyet zikri veya âlem-i kübra olan
insan-ı kâmillerin on sekiz bin âlemdeki
vahdaniyet tecellîsinin zikri diye tarif
edebiliriz. Ankebut Suresinin 45. âyetinde
“Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da
dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı
hayâsızlıktan ve kötülükten alıkor. Allah'ı
anmak elbette en büyük ibadettir…” (29-45)
buyurulmakla temkin zikrinin en büyük
ibadet olduğunu bizlere bildirmektedir.
Tevhidde zikir, bütün meratib-i ilahîyeyi
ihata ettiği için rabıtası yoktur. Makam
değildir. Ahadiyeti bildiren derstir.
Tevhid tahsilinde yedi seviye vardır.
Bunların hepsine birden tevhid ilmi diyoruz.
Pîrimiz Seyyid Muhammed Nûr el-Arabî
299
hazretleri meratib-i tevhidi iki bölümde
mütalaa etmişlerdir. Birinci bölüm
“fenafillah” mertebeleridir. Üç mertebeden
meydana gelmiştir. Kemâl ehli kişilerce
“terakki makamları, yokluk mertebeleri…”
gibi birçok isimle isimlendirilmiştir. İkilikten
birlik deryasına urucu anlatan fenâ yani
yokluk mertebeleridir. İkinci bölüm ise
“bekabillah” mertebeleridir. Dört mertebeden
meydana gelmiştir. Tedellî makamları da
denilir. Ölümsüzlük sırrı olan bu bölüme de
yine farklı isimler verilmiştir. Kafalar
karışmasın diye biz tevhidi şu şekilde
bölümlere ayırdık:
Fenâ Mertebeleri:
1. Tevhîd-i Efâl
2. Tevhîd-i Sıfat
3. Tevhîd-i Zat
Bekâ Mertebeleri:
1. Makam-ı Cem
2. Hazret’ül Cem
3. Cem’ül Cem
4. Ahadiyet
300
FENÂ MERTEBELERİ
TEVHİD-İ EFÂL
Tevhid mertebelerinin birincisi ve
başlangıcıdır. Tevhid “birleme” demektir.
Fiil “amel, iş, eylem, müessirin tesiri”
anlamına gelir. Efâl ise fiilin çokluk hâlidir
ve “fiiller, işler, ameller” anlamına gelir.
Tevhid-i efâl, “Enfüste ve afakta, sükûn
ve harekette görünen fiiller Hakk’ındır.”
şeklinde tanımlanır. Şimdi enfüs, afak, sükûn
ve hareket kelimelerinin mânâlarına bakalım.
Enfüs: Yaşayanlar, nefsler, canlar,
ruhlar anlamlarına gelir. Biz kelimeyi ‘kendi
vücudumuz’ olarak ifade ediyoruz.
Afak: Ufuklar, yerle göğün birleşmiş
gibi göründüğü uzak daire, etraf, cihetler gibi
anlamlara gelir. Enfüsün zıddıdır. Bu
kelimeyi de ‘kendi vücudumuzdan gayri
görüğümüz her şey’ olarak ifade edebiliriz.
Sükûn: Durgunluk, sâkin olmak,
hareketsizlik, dinmek, kesilmek gibi
anlamlara gelir. Kelimeyi kısaca ‘hareket
etmeyen, sâbit’ mânâsında kullanıyoruz.
301
Dağların, taşların, cansız varlık dediğimiz
eşyaların durumu gibi…
Hareket: (Hareke de denir)
Kımıldanma, bir cismin sabit bir noktaya
göre yerinin ve durumunun değişmesi
anlamlarına gelir. Kuşların uçması, rüzgârın
esmesi, insanların yürümesi, dünyanın
dönmesi, suların akması gibi…
Bu âlemde bütün fiiller, iki makam ve
iki mertebede tecellîsini göstermektedir. Ya
enfüs ve afakta, ya da sükûn ve harekette.
Bizim elimizden işleyen Allah’ın kudret
elidir, bizim elimiz bir mazhardır. Mazhar,
bir şeyin göründüğü, izhar olduğu yer, yani
Hakk’ın açığa çıktığı yer demektir. Masanın
üzerinde duran bir kalem kendi kendine
yazmaz. Ancak elimize alıp yazmaya
başladığımızda yazar. Aynen onun gibi bu
âlemde de, Allah’ın kudret eli olmasa hiçbir
varlık fiil işleyemez. Onlar da Cenab-ı
Hakk’ın birer mazharıdırlar. Onun için bütün
fiiller bizi ve bütün âlemi halk eden Cenab-ı
Hakk’ın fiili olmuş oluyor. Saffât Suresinin
96. âyetinde "…Allah sizi de, yaptığınız
302
şeyleri de yaratmıştır." (Saffat Suresi 37-96)
buyurulmaktadır. Demek oluyor ki, kulun
kendisine ait bir fiili yoktur, fâil-i muhtar
Hak’tır. Kulun mazharından tecellî eden ve
görünen Hakk’ın fiilidir. Her şey Hakk’ın
dilemesi ve takdiri ile olmaktadır. Âmentü
duasında da “…ve bil gaderi hayrihî ve
şerrihî minallahi Teâlâ...” “…Kader, hayır,
şer her şeyin Allah'ın yaratmasıyla…”
gördüğümüz gibi hayır, şer her şeyin
yaratıcısı Allah’tır. Bize gelen hayır Hak’tan,
şer ise kulun kendi mazharının eksikliğinden
meydana gelen Hakk’a hicaplılık hâli olan
nefsindendir. Sâlik enfüste, afakta, sükûn ve
hareket hâlinde bütün fiilleri birleyerek,
bunların hepsini Hakk’a nisbet eder. Fiillerin
iyilik ve kötülüğü, kula nisbet edildiğinde
belirlenir ve o zaman ‘iyi’ ve ‘kötü’ diyerek
adlandırılır. İyilik ve kötülükler bizler
içindir, Hakk’a nisbet edildiğinde hepsi
‘hayır’dır.
Arifler fiillerin cümlesini Hakk’a nisbet
ederler. Kötü fiilleri Hak yaptı demezler.
Zira o fiil, tecellî ettiği mazharın
nakısiyetinin bir zuhurudur. Suyun girdiği
303
kabın renginde görünmesi gibi… Bir sâlikin
bu mertebeye gelebilmesi için, her nefeste
zikirle kalbinin mutmain olması lâzımdır.
Sâlike, Fecr Suresinin 27-28. âyetlerindeki
“Ey Mutmain olmuş nefs! Sen O’ndan razı,
O da senden razı olarak Rabbine dön”
(89-27,28) hitabına mazhar olması nedeniyle
tevhid-i efâl telkin ve talim edilir.
Tevhid-i efâlin 4 şühudu vardır:
1- Tevhid-i efâl
2- Fenâ-i efâl
3- Tecellî-i efâl
4- Cennet’ül-efâl (İrfan cenneti)
Bizden ve bütün âlemden hayır ve şerri
halk edenin ve işleyenin Cenab-ı Hak
olduğunu bilmeye tevhid-i efâl denir. Bu,
efâlin birliğidir.
Kendimizin ve bütün âlemin, halk
etmeye ve bir iş işlemeye kadir olmadığının,
kendi fiilimizin fâni yani yok olduğunun
idrakı, fenâ-i efâldir.
Cenab-ı Hakk’ın ilahî kudretiyle senden
ve senden başkalarından görünmesi
304
demektir. Cenab-ı Hakk’ın fiillerinin
görünmesi tecellî-i efâldir.
Âdeme ve âleme baktığımız zaman,
işlenen fiillerin fâilinin Hak Teâlâ Hazretleri
olduğunu bilmek ve şühud etmek, bu
şühudlardan hâsıl olan zevke de cennet’ül
efâl veya cennet’ül irfan denilir.
Kulaklarımızla duyduğumuzu, gözümüzle
gördükten sonra ancak kalp tasdik eder.
Kulağın duyduğunu göz görmemişse kalp
onu tasdik etmez. Sâlikin buna çok dikkat
etmesi lâzımdır.
Tevhid-i efâlin rabıtası “Lâ fâile
illallah”tır. Türkçesi: “Allah’tan başka fiili
işleyen yoktur.” Fiillerin iyisinin ve
kötüsünün fâili Allah’tır. Allah’tan başka işi
yapan ve halk eden yoktur. Kişinin aklına
şöyle bir soru gelebilir: “Mademki fiillerin
halk edicisi ve işleyicisi Cenab-ı Hak’tır, o
zaman bizler günah veya sevap
işleyemeyeceğimize göre, sorumlu
olmamamız gerekmez mi?” Evet, bu
mertebede istemek ‘kul’dan halk etmek
Allah’tandır. Kişi Allah’tan iyiliği isterse
Cenab-ı Hak iyiliği halk eder. Kişi kötülüğü
305
isterse yine Cenab-ı Hak kötülüğü halk eder.
Zilzal Suresinin 7 ve 8. âyetlerinde “Artık
kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun
mükâfatını görecektir.” “Kim de zerre
ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun cezasını
görecektir.” (99-7,8) buyurulmaktadır.
Sâlik kalbini saat gibi zikre kurduktan
sonra, tevhid-i efâl şühudlarını tefekkür
ederek, hissiyle “Lâ fâile illallah” rabıtasını
daima kullanmalıdır. Fiillerin fâilini
kendisine veya başkalarına nisbet etmeden
fâilin Hak olduğunu bilmeli ve şühud
etmelidir. Şühud, şahid olmak, görmek,
müşahede etmek demektir. Sâlik neye şahid
olacaktır? Kendisine telkin edilen, kendisinin
ve kendisi dışındakilerin fiillerinin
olmadığını fenâ-i efâl ile bilip tecellî-i efâl
ile görerek şahitlik yapacaktır.
Sâlikin dersi hangi seviyede ise, o
mertebenin rabıtasını hissiyle kullanmalıdır.
Rabıta, bağ, bağlayan demektir. Bağlanacak
şey nedir? Mesela, nefsimizi dünyadan men
edip Cenab-ı Hakk’ın emirlerine
bağlanıyoruz. Bu bağı yaptığımızda aklımız,
fikrimiz hep Cenab-ı Hak oluyor. Gaflete
306
girdiğimizde Cenab-ı Hak’la olan bağımız
kopuveriyor. Bağ kopunca da Allah’ın
emirlerine bağlandığımız hâlde emirlerinin
tersi uygulamalarda bulunuyoruz. Yine
tevhid-i efâl mertebesindeki bir sâliki misal
verelim. Sâlikin bu mertebede aklı, fikri ve
zikri hep fiillerin fâilinin Allah olduğudur.
Yani her şeye bu açıdan bakmalıdır. Kişi
fiillerin fâilini kendisine veya başkalarına bu
nisbet etmeye başlarsa nefsinin tahakkümüne
girmiş, gayriyete dalmış demektir. Vuslat
bulması mümkün olamayacaktır. İşte böyle
durumlarda sâlik hemen rabıtasını
kullanmalıdır. Sâlik kendine acilen çeki-
düzen vermesi gerektiğini hissederse
rabıtasını kullanması yeterlidir.
Hakk’a nisbet edilen fiiller, afakî,
enfüs’î, hissi ve kalbî olarak yapıldığında,
fâil-i mutlak olan Hazreti Mâşuk’un olduğu
kalp ile müşahede edilir. Bu zevke sahib olan
bir sâlik, abdest alırken kendi elleriyle
kendisinin Mâşuk’u tarafından nasıl
yıkandığını, namaz kılarken kendi
mazharından nasıl müştereken namaz
kıldığını, bir sanatkârın kendi elinden
307
sanatını nasıl meydana getirdiğini şühudla
zevk eder. Böylece hem kendinde hem de
başkalarında tecellî eden fiilleri şühudla zevk
edince, Cenab-ı Hakk’ın bu fiillerle zahir
olduğu da zevk edilmiş olur. Zahir ne
demektir? Görünen, zuhura gelmiş olan
demektir. Âyette “Huvel evvelu vel âhıru
vez zahiru vel bâtın ve hüve bikulli şey'in
alîm.” “O, ilk ve sondur. Zahir ve Bâtın'dır.
O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Hadid Suresi
57-3) Allah, ‘Ben zahirim’ demiyor mu? İşte
bütün mazharlardan fiilleriyle zahir olan
o’dur. Suyun rengi yoktur. Girdiği kabın
renginde ve şeklinde görünür. Kaplara
aldanmamak lâzımdır.
Bir kişi sâlike kötü bir söz söylediğinde
sâlik bu sözü, söyleyen kişiye değil, Hakk’a
nisbet etmelidir. Zira o kötü sözü söyleyen
kişinin de kendine ait bir fiili olmadığını
sâlik artık öğrenmiştir. O hâlde sâlik
kendinde eksiklikler aramalı ve o kötü sözü
söyleyen kişinin bir imtihan vesilesi olmak
üzere kendisine musallat edildiğini
düşünmelidir. Cenab-ı Hak kullarını çok
sever, rahmeti ile kullarının hep iyi ve mutlu
308
olmalarını ister. Eksikliklerimiz olduğu
müddetçe, o kişiyi olmasa bile başka bir
kişiyi, eksikliğimizin düzelmesi için musallat
edecektir. Bir sâlik böyle bir olayla
karşılaştığı zaman, evvela eksikliği Allah’a
nisbet etmeyecek. Allah’ın kendisini çok
sevdiği için bu musibeti kendine isabet
ettirdiğini bilecek. Kendisindeki eksikliğin
ne olduğunu arayıp bularak yok etmeye
gayret edecektir. Bu arada kendisine musallat
olan o kişiden de üç adım uzakta olmalıdır.
Gayriyet vadisinden Hakk’ın aynîyet
vadisine geçerek kendisini emniyete
almalıdır. O kişiyi mahkemeye vermesi
gerekiyorsa verecek, nasihat etmesi
gerekiyorsa nasihat edecek. Affetmesi
gerekiyorsa da affederek o kişiyi de Allah’ın
rahmetinden istifade ettirecektir. Peygamber
efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde “Üzüntüler,
kederler musibetler, hastalıklar ve bütün
ibtilâlar kullara Allah tarafından verilmiş bir
hediyedir. Ya eski günahlara bir kefaret veya
manevi makamın yükselmesine vesiledir”
buyuruyor. Demek ki sâlik O’ndan gelen her
musibetin günahlarına kefaret, manevî
derecesinin artmasına vesile olduğunun
309
idrakinde olmalıdır, hatta derdinin,
sıkıntısının, hastalığının olmaması hâline
üzülmelidir.
Bu âlemdeki bütün varlıklar Cenab-ı
Hakk’ın birer sıfatıdır. Sıfatların kendi fiilleri
yoktur. Onlardan tecellî eden Hakk’ın
fiilleridir. Sıfatların istidat ve kabiliyetlerine
göre nerede kullanılması gerekli ise Cenab-ı
Hak da onları orada kullanmaktadır. Nisa
Suresinin iki âyetini okuyalım. “…Onlara
bir iyilik gelirse, ‘Bu, Allah'tandır’ derler.
Onlara bir kötülük gelirse, ‘Bu, senin
yüzündendir’ derler. (Ey Muhammed!) De ki:
‘Hepsi Allah'tandır.’ …” (Nisa Suresi 4-78)
“Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır. Sana ne
kötülük gelirse kendindendir…” (Nisa Suresi
4-79) buyuruluyor. Görülüyor ki fiillerin fâili
Cenab-ı Hak’tır. Görünen ve görünmeyen
mülkünde ondan başka fâil yoktur. Her şey
onun takdir-i ilâhiyesine göre zuhur
etmektedir. Sâlikler her şeye, nefslerinde
‘fark’, afaklarında ‘cem’ nazarı ile
bakmalıdırlar. Çünkü sâlik henüz nisbiyet ve
şirklerden kurtulamamıştır. Nefsinde ‘fark’
la sâlik kendisini yakın takibe alarak, kendi
310
eksikliklerini levm etmeli (kınamalı) ve bu
eksikliklerini yok etmek için gayret
göstermelidir. Afakta ‘cem’de olmakla da
sâlik başkalarındaki eksikliklere müdahale
etmez, onlarla uğraşmaz. Yardım isterlerse
işte o zaman elinden geldiği kadar faydalı
olmaya çalışır. Yardım istemiyorlarsa da
tenkit etmez. Çünkü Allah hidayet
etmedikten sonra siz hiç kimseyi şöyle veya
böyle hidayete ulaştıramazsınız. Hidayet
Allah’tandır.
Bir âyette “…nefsini arındıran(tezkiye
eden) kurtuluşa ermiştir.” (Şems Suresi 91-9)
buyurulmaktadır. Nefs tezkiyesi yani
temizliği yalnız ilimle olmaz. İlmin ötesinde
ilmiyle âmil olmak, sıddîkiyetle yani
gönülden bağlılıkla da mertebesinin hâlini
hayata geçirmek lâzımdır. Tevhid-i efâlde bir
sâlik bütün fiillerde kendini fâni, Hakk’ı bâki
bilip nisbiyetlerden kurtularak, fiillerin fâili
Hak’tır demelidir. Böylece gittiği gördüğü
her yerde artık tecellî edeni tanır,
gördüklerini kalbiye tasdik etmenin zevkiyle
zevkiyâb olur. Enfüs ve afakında tecellî
edenin sevgilisinin fiilleri olduğunu görür.
311
Tecellî eden fiillerin ‘fiilullah’ olduğunu
bilerek bütün fiilleri Hakk’a nisbet eder.
Böylece o ana kadar bildiği, öğrendiği,
zannettiği fiilleri ifnâ eder. İnsan-ı kâmilden
aldığı “fiillerin fâili Allah’tır” telkinatı onda
galip gelmiştir. Böyle olması kişinin
zanlarının, vehimlerinin, hayallerinin
yıkılması anlamına gelir. Bu nefs
tezkiyesinin başladığını gösterir. Sezaî
Hazretleri bir ilahîsinde şöyle diyor:
“Unut bildiğini cümle
Eriştir ilmini cehle”
314
TEVHİD-İ SIFÂT
Meratib-i tevhidin ikincisidir. Tevhid-i
sıfât, sıfatların birliği demektir. Enfüste,
afakta, sükûn ve hareket hâlinde görünen
bütün sıfatlar Cenab-ı Hakk’ındır. Cenab-ı
Hakk’ın bu âleme taalluk eden sekiz sıfât-ı
sübutîsi vardır. Bunlar: 1- Hayat 2- İlim 3-
İrade 4- Semi’ (İşitme) 5- Basar (Görme) 6-
Kudret 7- Kelâm 8- Tekvin’dir. İşte bu
sekiz sıfat Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarıdır. Bu
sıfatlardan üçü “hayat, ilim, irade” sıfatları
bâtındır. Dördü “duyma, görme, kelâm,
kudret” sıfatları zahirdir. Bu dört sıfat, bir
unsurdan kendilerini sergilediklerinin
görülmeleri itibariyle zahirdirler. Meselâ,
kulak, (duyma, işitme), göz (görme), dil
(konuşma, söz, kelâm) sıfatlarını açığa
çıkarır. Kulağı gördüğümüzde duyma
sıfatına sahib olduğunu, gözü gördüğümüzde
görme sıfatına sahip olduğunu anlarız.
Diğerlerini de bunun gibi düşünürüz. Bu
sıfatlarla Cenab-ı Hak bütün âlemi ihata
etmiştir.
Bakara Suresinin 255. âyetinde (âyet-
el kürsî de denir) “ Allahu lâ ilâhe illâ hû, el
315
hayyul gayyûm…” “Allah, kendisinden
başka hiçbir ilâh olmayandır. Diridir, …”
(2-255) Allah’ın Hayy olduğunu yani canlı,
diri olduğunu anlıyoruz. Kâinatta
gördüğümüz canlılardaki hayat Hakk’ındır.
Cansız varlıklar dediğimiz varlılar da
canlıdır. Esasen zerreden kürreye kâinatta
cansız bir tek zerre yoktur. Ama biz onların
canlılığını çıplak gözle göremiyoruz.
Dolayısıyla eşyada görünen hayat da
Hakk’ındır diyoruz.
“Gul innemel ilmü indallâh…” “De ki:
‘O ilim, ancak Allah katındadır…’”
(Mülk Suresi 67-26) ve “… Vallâhu yağlemu
ve entum lâ tağlemûn.” “…Allah bilir, siz
bilmezsiniz.” (Bakara Suresi 2-216) âyetlerinden
de anlaşılacağı üzere ilim sıfatı Allah’ındır.
Biz, bize bildirildiği kadarını biliriz.
Bildirilen de ilim değil bilgidir. Yani bizler
malûm, ilim Allah’ındır.
“Ve rabbbuke yahlugu mâ yeşâu ve
yahtâr, mâ kâne lehumul hıyerah…”
“Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer. Onların
ise seçim hakkı yoktur…” (Kasas Suresi 28-68)
316
âyetinden anlaşılacağı üzere irade
Allah’ındır.
“…ve huves semîul basîr.” “…O,
hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”
(Şura Suresi 42-11) âyetinden işitenin de
görenin de Allah olduğunu anlıyoruz.
“…ennel guvvete lillâhi cemîav…”
“…bütün kuvvetin Allah'ın olduğunu…”
(Bakara Suresi 2-165) âyetinden kudretin
Allah’ın olduğu anlaşılmaktadır. Bizlerdeki
güç, kuvvet de Allah’ındır. Bir hadîs-i
şerifte “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil
aliyyil azîm” yani “Kuvvetim ve kudretim
yoktur. Bunların hepsi senindir ya Rabbi”
buyurulmuştur.
“… kelâmallâhi…” “…Allah'ın
kelamını…” (Bakara Suresi 2-75) âyetinden
kelâm sıfatının Allah’ın olduğu anlaşılır.
Kur’ân-ı Kerîm kelâmullahtır. Yani Allah
kelâmıdır.”.
Tekvin, Cenab-ı Hakk’ın halk edicilik,
yaratıcılık sıfatıdır. Fiiller sıfatlardan tecellî
eder. Bütün sıfatlardan tecellî eden fiiller
(görme, işitme, söz söyleme…) tekvîn sıfatı
317
ile halk olunmuştur. Bunu tevhid-i efâlde
görmüştük. Bu sayılan sıfatlara sıfât-ı sübutî
denir. Sübutî sıfatlar sâbittir, değişmez,
bozulmaz, ölmeyen bir karar üzere durur.
İşte bizim diye bildiğimiz ve kendimize
nisbet ettiğimiz sıfatlar fâni, Allah’ın bu
sıfatları bâkidir. Bizim sıfatlarımız Hakk’ın
sıfatlarının mazharıdır. Mazhar kelimesinin
anlamını bir şeyin göründüğü, izhar
olunduğu yer olarak daha önce açıklamıştık.
Meselâ çeşme, suyun mazharıdır. Çünkü su o
çeşme vasıtasıyla kendisini açığa çıkarıyor.
Lamba elektriğin mazharıdır. Elektrik, lamba
olmasa açığa çıkamaz. Örneklerdeki gibi
bizim de bütün sıfatlarımız Cenab-ı Hakk’ın
sıfatlarına mazhardır. Bu sıfatlar ayna
olmakta, sâlik Hazret-i Maşûk’u o aynada
müşahede etmektedir. Sıfat gayba aittir ve
zuhura gelmeden öncedir. Zuhura gelince,
şehadete intikal eder ve ‘isim’ adını alır. İsim
kelimesinin çokluk hâline de “esma” denilir.
İnsan varlığı bu sıfatlarladır. Bu sekiz
sıfatın Hakk’ın olduğunu anladığımız zaman,
kendi varlığımız diye bildiğimiz varlığımızı
attık demektir. Senin ne hayatın, ne ilmin, ne
318
iraden, ne duyman, ne görmen, ne kelâmın,
ne de kuvvetin var. Bunların hepsi
Allah’ındır. Bu güne kadar bu sübutî
sıfatların kendimizin olduğunu
zannediyorduk. Şimdi anladık ki bunlar
bizim değil, Cenab-ı Hakk’ınmış. Bizler
O’nun mazharlarıymışız. Böylece bu
sıfatların Hakk’ın olduğunu anlayınca, bizler
varlık şirkinden de kurtulmuş olduk. Bu
âleme ibret gözüyle baktığımızda Cenab-ı
Hakk’ın sübutî sıfatları olan bu sekiz sıfatı
ile bütün âlemi ihata ettiğini görürüz.
Nereye bakarsak bakalım bu sıfatlardan
başka bir sıfat görmediğimiz takdirde, sıfat
cennetinde olduğumuz anlaşılmış olur. Bir
sâlik bu güne kadar bütün sıfatların sahibinin
kendisi olduğunu zannediyordu. İnsan-ı
kâmil onu cehâlet ve gafletten uyandırdı. Bu
sıfatların kendisinin değil, Cenab-ı Hakk’ın
sıfatları olduğunu ona telkin etti. O da
teslimiyetinin gereği olarak gönül rızası ile
kabullenip bu sıfatları Hakk’a teslim etti.
Fâni olan kendi sıfatlarını bâki olan Cenab-ı
Hakk’ın sıfatlarında yok etmekle sıfat
cennetinde huzur ve sukûna ermiş oldu.
319
Çünkü hayatını Hakk’a veren, Hakk’ın
hayatıyla yaşamaya başlar, ölümsüzlüğe
kavuşur.
“Yunus öldü deyu selâ verirler
Ölen hayvan immiş âşıklar ölmez”
321
Tevhid-i sıfâtın 4 şühudu vardır.
TEVHİD-İ ZAT
328
Zata erişince iman mat olur
Bütün kuyudatlar onda kat’ olur.
329
açıklamasından ibaret olduğu anlaşılmış
oldu. Zaten bir şeyin ifnâ edilebilmesi için,
onun varlığının olması lâzımdır. Var olmalı
ki yok edilebilsin. Hâlbuki zaten kendimize
ait ne bir fiil, ne bir sıfat, ne de bir zat vardı.
Bunların tamamı zandan ibaretti. Üç ifnâ ile
zanlarımızdaki ‘ben’liği yok etmiş olduk.
Önce de belirtmiştik tekrar edelim. Zan, ‘su-i
zan’ ve ‘hüsn-ü zan’ olmak üzere iki
türlüdür. Su-i zan kötü zandır, hüsn-ü zan iyi
zandır. Bu iki zandan da uzak durmak
lâzımdır. Çünkü hakikatte hiçbir değeri
yoktur. Zan ile hareket etmekten daha
ahmakça bir şey olamaz. Tevhid ilminde
zanna asla yer yoktur. Tevhidde her bilgi
kesin ve nettir.
Fenâ-i efâl, fenâ-i sıfât, fenâ-i zât
etmekle cehâlet, nisbiyet ve şirklerden
kurtularak, biri iki gösteren gözlüğümüzün
camını, letafetle ‘bir’ gören net gözlük
camıyla değiştirdikten sonra artık Allah’ın,
tecellî-i efâl, tecellî-i sıfat, tecellî-i zat olan
vahdet zuhurunu zevk etmeye başlamış
oluruz.
330
Ya Rab! Zatının nurlarını, bizlere de
göster. Cemallullah olan sıfatlarında
güzelliğinin zevkini bizlere tattır. Âlem ve
âdem’de bütün tecellîlerin sırlarını bizlere de
ihsân ve ikrâm eyle. ‘Allahu Ekber’liğinin
gönlümüzde kabul edilişini, kul ve sana
karşı acziyetimizi bir an olsun bizlere
unutturma. Âmin.
BEKÂ MERTEBELERİ
CEM MAKAMI
Cem kelimesi toplamak, bir araya
getirmek, birleştirmek anlamındadır. Bekâ
mertebelerinin ilkidir. Bu makamda kişinin
kuvvelerinde Hak zahir olur. Kendisi bâtın
olur. Yani Hak zahir, halk bâtındır.
Bir âyet-i kerimede “…innallâhe
basîrum bil ıbâd.” “…Şüphesiz Allah,
kullarını hakkıyla görendir.”
(Mümin Suresi 40-44) buyuruluyor. Bir başka
âyet-i kerimede “İnnallâhe ve melâiketehû
yusallûne alen nebiyy…” “Şüphesiz Allah ve
melekleri Peygamber'e salât ediyorlar…”
331
(Ahzab Suresi 33-56) buyuruluyor. Âyette Allah
ve meleklerinin Peygambere salât etmeleri
Hakk’ın bütün sıfatlarına tecellî etmesi
demektir ki tecelli eden yine Hak Teâlâ’dır.
Ali İmran Suresinin 18. âyetinde de
“Şehidallâhu ennehû lâ ilâhe illâ hu…”
“Allah şahadet eder ki, O’ndan başka ilâh
yoktur.” buyuruluyor. Allah’ın kime şahitlik
ettiğine dikkat edilirse âyetten O’nun her
şeyi zatıyla kapladığını anlarız.
Fenafiillah mertebelerinde kendisinin
zannettiği fiil, sıfat ve zatının Hakk’ın efâl,
sıfat ve zatında yok olduğunu tam mânâsıyla
idrak eden, zevk eden sâlike cem makamı
telkin edilir.
Fenâ mertebelerinde sözü edilen ‘enfüs’
ve ‘afak’ ifadeleri bekâ makamlarında birliğe
erildiği için yoktur. Çünkü enfüs ve afak
ikilikle ilgilidir. Bir ‘biz’ varız, bir de
‘başkaları’ var, ‘Ben varım, benden başkaları
da var’ demek ikiliktir.
Cenab-ı Hakk’ın vahdaniyetinde “zahir”
ve “bâtın” vardır. Sâlik bu yerde Hakk’ı
zahir, halkı bâtın müşahede etmelidir. Halk,
332
Hakk’a ayna olduğu için halk aynasından
zahir görünen Hakk’ın vahdet tecellîsidir.
Onun için sâliki vahdet şühudu istilâ eder.
Cem makamı telkin edilen sâlik, Hakk’a
kuvve olup, onun kuvvesinden Hak zahir
olurken kendisi bâtın olur. Aynı zamanda
eşya da butûna girer. Hakk’ın varlığı tam
zuhur ettiği zaman kâinattaki varlıkların
gölgeleri yok olur. Sadece Hak var olur. Bir
cismin gölgesinin, güneş ışınlarının öğle
vakti tam dik bir açıyla cismin üstüne
düştüğü zaman cisimde yok olması gibi halk
mazharından Hakk’ın zahir olmasıdır. Bir
ağacın çekirdeğinde, ağacın gövdesi, dalları,
yaprakları, meyveleri gizli olduğu olduğu
hâlde görünmez. Aynen bunun gibi Hakk’ın
vahdaniyetinde Hak zahir, halk bâtındır. Bu
yerde ikilik ve kesret yoktur.
Bütün eşyanın hakikati aslen Hakk’ın
ayn’ıdır. Hak’tır. Kul mazharından Hakk’ım
diyen kul değil Hak’tır. “Doğu da, batı da
Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü
işte oradadır…” (Bakara Suresi 2-115) âyetinin
gereği olarak her nereye bakarsa Hakk’ın
cemal yüzünü gören sâlik bundan büyük
333
zevk alır. Bir hadîs-i kudsîde “Kulumun
kulağından duyan, gözünden gören, dilinden
konuşan, elinden tutan, ayağından yürüyen
Ben olurum.” buyurulmuştur. Anlaşılacağı
gibi kul mazharından duyan, gören ve
konuşan Hak’tır.
Sâlikin fenafillah mertebelerinde ifnâ
ettiği, efâli, sıfâtı ve zatı cem makamında
Hakk’ın vahdaniyetinde Hak’la ihyâ
olacaktır. Dolayısıyla da gören de Hak
görünen de Hak, bilen de Hak, bilinen de
Hak olduğu için sâlik bu esnada her ne zahir
olursa onu Hakk’a nisbet eder.
Buna ahkâm-ı ilâhiye derler. Burası
hakikat şehridir. Gayriyetler, ikilikler,
kısacası kesrete ait ne varsa hepsi helâk
olmuş, yok olmuştur. Görünen sadece bir
zattır. Sâlikte Hakk’ın sarhoşluğu zuhur
etmeye başlar. Adıyla çağırsanız sizi
duymaz. Kendinden geçer. Onun için bu
makamda sâliki fazla durdurmazlar. Burası
daimî ikamet yeri değildir. Ama mutlaka
görülüp zevk edilmesi de gereklidir. Fenâ
mertebelerinde soyunduğu zatı, burada
Hakk’ın zatıyla giyinmiş olarak zuhura gelir.
334
Bu makama kurb-i ferâiz (Farzlarla
yakînlik) denildiği gibi, fenâ-i nefs makamı,
bekâ-i ruh makamı ve ulûhiyet makamı gibi
isimler de verilmiştir. Buraya ‘berzah’ da
derler. Bu makamda hep vahdet zevki sâlikte
galebe çaldığı için, sâlik deryanın dalgalarını
değil yalnız deryayı görür. Vahdet zevkini
dil anlatmakta acizdir. Bu zevki ancak
yaşayanlar bilir.
HAZRETÜ’L-CEM MAKAMI
336
Hakk’a ulaşmak, Hakk’ı seyretmek için
gayret göstermektir. Her nereye nazar
edersek edelim, bâtındaki Hakk’ın zahirdeki
halktan tecellîsini zevk ederek, bütün
sıfatların, zat-ı Hak ile kaim olduğunun
müşahede ederiz. Bu makam aynı zamanda
şeriat-ı Muhammedîye makamıdır. Buraya
ayak basanlar şeriat-ı ahkâmiyenin
yükümlülüklerini harfiyen uygularlar. Şeriat-
ı evvelde (fark-ı evvel) bir çocuğun yaptığı
hataların af edilmesi mümkünken, fark-ı sâni
olan bu hakikat şeriatında af yoktur. Sâlik
artık akl-ı baliğ olmuştur. Sorumluluk
sınırına girmiştir, bundan böyle her şeyde
kılı kırk yarması lâzımdır. Şeriatsız hakikat
olmaz. Hazreti Muhammed’siz Allah’ı
bilmemiz ve bulmamız mümkün olmadığı
gibi.
CEM’ÜL-CEM MAKAMI
338
Bekabillah mertebelerinin üçüncüsüdür.
Makam-ı cem ile hazretü’l-cem
mertebelerinin kendinde cem eden
(toplayan), diğer bir tabirle vahdet ve kesreti
cem eden bir makamdır. Zahir olsun bâtın
olsun cümle var olanın Hak olarak müşahede
edildiği bir yerdir. Zahir olan mukayyet
(geçici), bâtın olan mutlaktır. Mukayyet
dediğimiz de mutlak dediğimiz de hepsi
Hak’tır diye zevk olunur.
Bu makama Hadid Suresinin 3. âyeti
“O evveldir, âhirdir, zahirdir, bâtındır. O
her şeyi bilendir.” (57-3) delil olarak
gösterilebilir.
Bu makama “Fekâne gâbe gavseyni ev
ednâ.” “İki yay aralığı kadar yahut daha az
oldu.” (Necm Suresi 53-9) âyetinde yer alan
“Kab-ı kavseyn” ‘celal’ ve ‘cemal’
yaylarının birleştiği kalp mertebesi denilir.
Vahdet ayn’ı kesret, kesret de ayn’ı vahdet
olarak zevk edilir. Tevhid-i efâlde fiillerini,
tevhid-i sıfâtta sıfatlarını, tevhid-i zatta zatını
soyunan bir sâlik, makam-ı cemde zatını
339
giymeye başlar. Hazretü’l-cem mertebesinde
Hakk’ın sıfatlarını giymesi ve bu yerde de
Hakk’ın fiillerini giymesi zuhur eder. Çünkü
bu mertebede efâl ve âsâra tedellî (iniş)
vardır.
Böylece bir sâlikin tevhid yaşamına
başlangıcı, meratib-i ilâhiyenin sonu olmuş
oluyor. Çünkü fena mertebelerinde sıra ile
kendisine nisbet ettiği efâlini, sıfâtını, zatını
[lâ] rabıtalarıyla soyundu. Beka makamlarına
gelince, [illâ] rabıtalarıyla evvela cem
mertebesinde Hakk’ın zatını, hazretü’l-cem
mertebesinde Hakk’ın sıfatlarını, cem’ül-cem
mertebesinde de Hakk’ın efâlini giyerek,
ihtiyarî olarak Hak’ta Hak oldu. “Onların
cesetleri ruhları, ruhları da cesetleri oldu.”
hadîs-i şerifi gereğince, her bir varlığın da
tevhid olduğu anlaşılmış olur.
Peygamber ve velilerin sırlarına vâkıf
olmak isteyenler bu makamı gerçek yönüyle
zevk etmelidirler. İşte o zaman sâlik hafî
şirkinden de tamamen kurtulmuş, ibadet eden
ibadet ve ibadet edileni birleyip Hak olmuş
olur. Esas tevhidin yaşantısı meratib-i
ilâhinin tahsilinden sonra yaşam hâline
340
dönüşür. Tevhid nasıl zat mertebesinde
tamamlandıysa, cezbe de bu mertebede
tamamlanmış olur.
Meratib-i ilâhiyeyi tamamlayan bir
sâlik, mürşidinin telkin ettiği makamların
idrakı ile bütün kâinatı kendi özünde bulur.
Çünkü vahdet ve kesreti anladı, yaşadı zevk
etti. Böylece her yerde zuhur edeni ve göreni
çok yakından tanıdı. Perdeyi kaldırdı özünü
gördü. Ayniyet ile tanıştı. Gayriliği bıraktı,
gören ve görünenin o olduğunu, kendi
hakikatı olduğunu müşahede etti. Şükür etti.
Hamd etti. Secde etti. Özünü idrak ederek
ona, sıfat ve esma giydirip bu âlemin içine
çıktı. Hakk’ın bütün özellik ve
güzellikleriyle doldu. Cenab-ı Hakk’ın
hüviyyet ve eniyyetini cem eden
âdemiyyetini bildi. Âdem, Hakk’ın “mazhar-
ı tâm”mıdır, aynasıdır. Hazreti Peygamber
(s.a.v) “Allah Âdem’i kendi suretinde
yaratmıştır.” buyurdu. Sureti demek sıfatları
demektir. Hayat, ilim, irade, duyma, görme,
kelâm, kudret, tekvin gibi sıfât-ı sübutîsini
onda tecellî ettirdi.
341
En güzel isimlerini onda zuhur ettirerek
Hakk’ın halifesi olarak yeryüzünde göreve
başlamış oldu. “Meracel bahreyni
yeltegıyân.” “(Suları acı ve tatlı olan) iki
denizi salıvermiştir; birbirine kavuşuyorlar.”
(Rahman Suresi 55-19) “o iki denizi
salıvermişti” tatlı ve acı su işte burasıdır.
Ruh denizi ile ten denizinin birleştiği
âdem’dir. Bedenin ve ruhun derinliklerine
inip sırlarını çözen, gerçek mânâsını
kavrayan olgun insandır. Gaye bu âlemde, bu
sırrı çözüp Hakk’ı her zuhurda tanımak ve
Hak ile yaşamaktır. Hak ile yaşayan Hakk’ı
yaşatabilir. İşte insan-ı kâmil sırr-ı Hak’tır.
Bütün isimlere müsemmadır.
AHADİYETÜ’L-CEM MAKAMI
344
Birinci âyette Cenab-ı Allah asr’a
yemin ediyor. Yüz yıla bir asr (asır) denir.
1. İnsanlar hüsrandadır.
2. Müceddide uymak gerekir.
3. Birbirimize Hakk’ı tavsiye etmeliyiz.
4. Birbirimize sabrı tavsiye etmeliyiz.
346
Müceddit olan zâtiyyûn veliler her
zaman ve her asırda mevcuttur. Özde bir
olduğu hâlde sözde birden fazla olması
bizleri yanıltmamalıdır. Ağaç bir çekirdekten
meydana çıkar. Ağacın meyvelerindeki
çekirdekler ise çoktur. Ne kadar çok olursa
olsun aynı ağacın çekirdeği gibidir. Bu,
Cenab-ı Hakk’ın zatının sıfatlarından,
sıfatlarından da esma alarak fiilleriyle nasıl
göründüğünün misalidir. Farklılık şeriattedir.
Şeriatte yaşamlar, yollar, yöntemler farklı
olabilir ama öz değişmez. Bir kişi bu irşad ve
terbiye sonunda, şehadet âleminde ebedî
kalınmayacağını, bu dünyanın fâni ahiretin
ise bâki olduğunu öğrendikten sonra,
Hakk’ın halk suretinde nasıl tecellî ettiğini
görür.
349
YER VE GÖK KATLARI
350
YER KATLARI (Nefs mertebeleri)
1- Nefs-i emmare
2- Nefs-i levvame
3- Nefs-i mülheme
4- Nefs-i mutmainne
5- Nefs-i raziye
6- Nefs-i merziye
7- Nefs-i safiye
1- Tevhid-i efâl
2- Tevhid-i sıfât
3- Tevhid-i zât
4- Makam-ı cem
5- Hazretü’l-cem
6- Cem’ül-cem
7- Ahadiyetü’l-cem
356
fiilleriyle zahir, âsârıyla görünen olduğunu
idrak etmektir.
4- Makam-ı cem: Hakk’ın zahir, halkın
bâtın olduğunun idrakıdır.
5- Hazretü’l-cem: Hakk’ın bâtın, halkın
zahir olduğunun idrakıdır. Hak Teâlâ
Muhammedîliğini bütün varlıklardan zuhura
getirmiştir.
6- Cem’ül-cem: Tenzih ve teşbihin
tevhid edildiği, kalp sahiblerinin yeridir.
7- Ahadiyetü’l-cem: Makam-ı Mahmud
da denilir. Yalnız ve yalnız Peygamber
efendimize ait olan bir makamdır.
357
YİRMİSEKİZ PEYGAMBERİN
HİKMETLERİ
ÂDEM (a.s.)
Safiyullah’tır. Allah’ın saf ve temiz
kulu demektir. Cenab-ı Hakk’ın bütün âlemi
ruhsuz bir ceset hâlinde yarattığında, buna
varlığı olmayan ‘adem’ (sapkasız adem) ismi
verildi. Hakk’ın zat tecellî âleminden gelen
nur, bu ruhsuz varlıklardaki aynalarda
fiilleriyle tecellî edince, aynaların cila ve
ruhuna ‘âdem’ (şapkalı âdem) denildi.
Cenab-ı Hakk’ın kendi aslını bu aynalarda
kemalât fiilleriyle görmek ve sırrını
açıklamak için, âdemde açığa çıkıp, “Âdem”
adıyla insanları irşad etmeye başladı. Bir
âyeti-kerimede “…alleme âdemel esmâe…”
“Allah, Âdem'e bütün varlıkların isimlerini
öğretti…”(Bakara Suresi 2-31) buyrulmaktadır.
Kendisine 10 suhuf (sayfalar, ilâhî risale)
verilmiştir. Bir kişi de zahir ve bâtın
beşerden on duygu sahifelerini lâyıkıyla
okuyabilirse o kişi âdemiyyetini kazandığı
için ona da on suhuf verilmiş olur.
358
ŞİT (a.s.)
Hibetullah’tır. Zatın sıfatlarından
tecellîsi O’nun hediyesi olduğunu gösterir.
Âdem’in oğlu Habil’in ölümünden sonra
Cenab-ı Hak’tan Âdem (a.s.) bir ihsan diledi.
Cenab-ı Hak da ona bir hediye olarak Şit
(a.s.)’i ihsan etti. Kendine 50 suhuf verdi.
Zatın sıfatlarından görünmesi, Hakk’ın
vergisi ve lütfu değil midir? Kişi beş sıfatı
olan iki kulak, iki göz bir dille, zahir ve bâtın
beşerden on duygusu ile 50 tecellî
sahifelerini zevk edebilirse o kişi mutmain
olarak kemalât sıfatlarına sahip olmuş olur.
Nitekim tevhidin beşinci mertebesinde
tecellîlerin zevki Şit (a.s.) hâlidir.
İDRİS (a.s.)
Allah’ın ‘Kuddüs’ ismine aynadır.
Allah’ın kusursuz ve temizlenmiş kulu
anlamındadır. Nefsini terbiye ederek, ruhanî
varlığını cismanî varlığına galip getiren,
kusursuz biriydi. İlk yazıyı yazan ve nefs
temizliğini ilk başarandı. Bir âyet-i kerimede
“Kitap’ta İdris'i de an. Şüphesiz o, doğru
sözlü bir kimse, bir nebî idi.” (Meryem Suresi
359
19-56) buyruluyor. Kendisine 30 suhuf
verildi. İlk elbise dikendir. Hakk’ın bütün
sıfatlarındaki tecellîleri zevk eden bir
mazharın istidat ve kabiliyetine uygun elbise
biçmesidir.
NUH (a.s.)
Necibullah’tır. Tevhid gemisi ile
insanları kurtuluşa ve selâmete çıkaran
demektir. Cenab-ı Hakk’ı çok zikretmesi
nedeniyle, hidayet ve kurtuluşa erdiren ikinci
atamız olan Nuh ismiyle adlandırılmıştır.
Manevi nefsin afetlerinden tevhid gemisiyle
inananları gayriyet tufanından kurtaran
manevi atamız insan-ı kâmilimiz olmaktadır.
HUD (a.s.)
Ehadullah’tır. Allah’ın ‘tek’liğini idrak
eden demektir. Araf Suresinin 65. âyetinde
“Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u peygamber
olarak gönderdik. Onlara, ‘Ey kavmim!
Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka
hiçbir ilâh yoktur. Allah'a karşı gelmekten
sakınmaz mısınız?’ dedi.” (Araf Suresi 7-65)
buyuruluyor. Her mazhardan Rabbini
360
müşahede etmesi ve efâli ile tevhid etmesi bu
isimle anılmasına vesile olmuştur. Allah’ın
dostları Cenab-ı Hakk’ın zatından sıfatına,
sıfatından esma alarak fiilleriyle zahirde
görünmesini tevhid yaparak, Hakk’ın halk
suretinden görünmesini zevk ederler.
SALİH (a.s.)
Fethullah’tır. Allah’ın fetheden kulu
anlamındadır. Nefsini, kalbini ve ruhunu
fethederek temize çıkmasından bu isimle
anılmıştır. Araf suresi âyet 73 “Semûd
kavmine de kardeşleri Salih'i Peygamber
olarak gönderdik. Dedi ki: ‘Ey kavmim!
Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka
bir ilâh yoktur…’” (7-73) buyuruldu.
Selâmete çıkanlar zaten saf ve temizdirler.
Kul lekeli Hak ise temizdir.
İBRAHİM (a.s.)
Halilullah’tır. Allah’ın dostu demektir.
Kemalât fiilleriyle açığa çıkması ve İbrahim
(a.s.)’in Cenab-ı Hakk’a şiddet ve ifrat
derecesinde heyman aşkıyla sevmesi, O’nun
dostu olmasına vesile olmuştur. Bakara
361
suresi âyet 124 “…Rabbi şöyle buyurmuştu:
‘Ben seni insanlara önder yapacağım.’…”
(2-124) Kendisine 10 suhuf verilmiştir. Aynı
zamanda “tevhid babası” olarak da ifade
edilir. Zira âdemiyyetini bulanlar
yeryüzünün halifeleridir. Kendi vücut
ülkesinde beş zahir, beş bâtın duygusunu
lâyıkıyle kullananlar hem 10 sahifeyi
okuyanlar, hem de Cenab-ı Hakk’a dost
olanlardır.
İSMAİL (a.s.)
Âlîyullah’tır. Allah’ın yüceliğine nâil
olmuş demektir. Hazreti Muhammed’in
ruhanîyetini taşımasından mütevellit O’nun
yüceliği ile isimlendirilmiştir. İbrahim
(a.s.)’in ikinci eşi Hacer validemizden
doğduğu için, Hazreti Muhammed’in
ruhanîyeti onda görülmüştür. Malûmunuz,
İbrahim (a.s.)’ın birinci eşi Sare
validemizdir. Bu zahir ilimlerin remzettiği
bir mânâdır. Çocuğu olmamıştır. İlme’l-
yakînlik bir kişide ilham zuhur ettirmez.
İkinci eşi Hacer validemiz ise Mısır kralı
tarafından verilen bir hediyedir. Yani kalbin
362
tecellîsinin mahsulü, kemal sıfatların İsmail
(a.s.) olarak zuhurudur. En’am suresi âyet 86
“İsmail'i, Elyasa'ı, Yûnus'u ve Lût'u da doğru
yola erdirmiştik. Her birini âlemlere üstün
kılmıştık.” (6-86) buyurulmuştur.
İSHAK (a.s.)
Hakkullah’tır. Fizik bedende her aza ve
organının Allah’ın tecellîsi olduğunu
bilmektir. Vücud-u unsurîyenin her bir
tecellîsi Hakk’ın zuhuru olması nedeniyle bu
ismi almıştır. İbrahim (a.s.)’in oğludur. Sare
validemiz ikinci eşi Hacer validemizle
evlenip İsmail (a.s.) doğmadan İshak (a.s.)’ı
doğurmadı. Zira vücut ülkesinde ilme’l-
yakînlîk ayne’l-yakînliğe dönüşmeden
ilhamlar zuhur etmez. Süflî olan nefsin
mutmain nefse dönüşmeden ilhamların zuhur
etmeyeceği gibi.
LÛT (a.s.)
Melikullah’tır. Allah’ın idarecisi,
padişahı demektir. Vücut ülkesindeki
kavimlerin hayvanî arzularına şiddetli bağlı
olmaları karşısında, Allah’ın ona yardım
363
ederek nefsinin kötü istek ve arzularının
helâk olmasıdır. Ölmeden evvel öldükten
sonra Cenab-ı Hakk’ın kemalât sıfatlarını her
varlıkta seyretmek, kendisinin her varlıktaki
tecellîlerinin yaratıcısı olduğunu
seyretmesidir.
YAKUB (a.s.)
Dinullah’tır. Allah’a boyun eğme ve
teslimiyettir. Allah katında din İslâmiyettir.
Allah’ın zatına inanır ve teslim olur. Zatını
düşünmez. Sıfatlarıyla da, nebisinin emirleri
doğrultusunda zatından sıfatlarına,
sıfatlarından da fiilleriyle varlıkların yaşam
biçimi olan İslâm dini Yakub esmasıyle
zuhura gelmiştir. İnsan vücudunda kalp nasıl
komutansa, insanın suret yönüyle “ten
Yakub’u” , siret yönüyle “kalp Yakub’u”
demekle onun taşıdığı mânâyı ifade ederiz.
YUSUF (a.s.)
Nurullah’tır. Allah’ın nuru demektir.
Canı demektir. Melekût âlemi olan hayal
âlemindeki hakikatlari keşfederek, rüya
tabirini ilk yapan olduğu için bu isimle
364
anılmıştır. Bir insanın özü Yusuf olduğu için,
Yusuf suresindeki on bir yıldız ve ay ve
güneşin yani sıfat yıdızlarının, ay kalbinin ve
güneş olan ruhunun O’na secde ettiklerini
görüyoruz.
EYYÜB (a.s.)
Gaybullah’tır. Allah’ın gayb âleminden
gelen ibtilâlarına sabreden kul demektir.
Kendine verilen illet ve marazlara uzun
müddet sabretmesi ve Allah’ın lütfuna
mazhar olarak sıhhat bulmasıdır. Bir kişi
meratib-i ilâhiyede kâmil mazharından
Cenab-ı Hakk’a nasıl söz verdiyse öylece
meratibin sonuna kadar sabrederek bu yolda
dâim olursa Cenab-ı Hak ona Eyyüb (a.s.)’ün
mükâfatını ihsan eder.
ÜZEYİR (a.s.)
Kudretullah tır. Allah’ın kudreti
demektir. Daha evvel kendine nisbet ettiği
varlığın Cenab-ı Hakk’ın varlığı ile nasıl
yıkıldığını, Hakk’ın dâimî varlığı ile
bekalığında nasıl dirildiğini kader sırrı ile
şahid olmasından bu ismi almıştır. Bakara
365
Suresinin 259. âyetinde anlatılanlara şahid
olan Üzeyir (a.s.)’dir. (2-259)
ŞUAYİB (a.s.)
Reşidullah’tır. Allah’ın irşadcısı
demektir. Kalbini zahir ve bâtın yönüyle
kemalâta getirmiş, bütün vücud ülkesindeki
kavmini irşad eden insan-ı kâmil demektir.
DAVUD (a.s.)
Adillullah’tır. Allah’ın adaletli kulu
demektir. Kur’ân-ı Kerîm’deki “…Allah, ona
hükümdarlık ve hikmet verdi” (Bakara Suresi 2-
251) ve “Biz Davud'un mülkünü
güçlendirdik, ona hikmet ve hakla batılı
ayıran söz (hüküm verme) yeteneği verdik.”
(Sad Suresi 38-20) âyetleriyle kendisine hem
peygamberlik, hem de hükümdarlık
verilmiştir.
SÜLEYMAN (a.s.)
Ganiyullah’tır. Allah’ın zengin kulu
demektir. Cenab-ı Hakk’ın zahir ve bâtın
zenginliğine sahip olmuştur. Zat ve
sıfatlarından umumî ve hususî rahmetine
366
mazhar olduğu için bu isim verilmiştir. Bir
sâlik de fenafillah olup bekabillah olduğunda
kalb sahibi olmasıyla vücut ülkesinde ten ve
kalp Süleymanlığını kazanmış olur. Zahir ve
bâtın bütün tecellîlerin sahibini bilir ve zevk
eder.
YUNUS (a.s.)
Naciyullah’tır. Allah’ın kurtuluşa
erdirdiği demektir. Nefsi ile daima mücadele
ederek kurtuluş yolunun simgesi olmuştur.
Yunus(a.s)’un bu mücadelesi (Saffat Suresi
37/139-148) Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılır.
“…Hani o, (balığın karnında) kederli bir
hâlde Rabbine yakarmıştı.” (Kalem Suresi 68-
48) Bir sâlik de mürşid-i kâmile gelerek
Yunus (a.s.) gibi, balığın karnındaki
tahsilinden sonra nisbiyetlerinden kurtulursa
selâmete kavuşur, Yunus olur, kurtuluşa
erer.
İLYAS (a.s.)
Bekabillah’tır. Allah’la bâki olma
demektir. Beşeriyet suretiyle insanlara,
ruhanîyet suretiyle meleklere dostluk
367
ettiğinden bu hikmetli isim ile anılmıştır.
İnsanlığını bulanlarda zahirde halk, bâtında
Hak olarak, hem fiziksel bedene sahib hem
de siret olan lâtif vücuda sahibidir.
LOKMAN (a.s.)
Şifaullah’tır. Allah’ın şifası demektir.
Eşyanın hakikatini bildirerek, zahir ve bâtın
bütün hastalıkların şifasını verme mazharı
olarak Cenab-ı Hakk’ın bu ihsan hikmetine
binaen bu isim verilmiştir. Kemalâta sahib
olan insan-ı kâmiller hem zahir hem bâtın
Lokman oldukları için şifa dağıtmaktadırlar.
HARUN (a.s.)
İmamullah’tır. Allah’ın imamı
demektir. Hem Allah tarafından hem de
kardeşi Musa tarafından zahir ve bâtın imam
tayin edilerek, zahir ve bâtında imamlığı
birleştirmiştir. Musa zahirimizi, Harun
bâtınımızı remzettiği için bu vücudun imamı
ruh olan siretimizi remzeder. Velayet sahibi
irşad edemez, nübüvvet sahibi irşad eder.
Onun için Musa’nın kavmine sahib olamadı.
Harun velayet sahibiydi.
368
MUSA (a.s.)
Kelimetullah’tır. Allah’ın kelimesi
demektir. Musa zahir ilminin temsilcisi,
Hızır bâtın ledün ilminin temsilcisidir.
Kesret âleminde bütün mevzular Musa ile
anılır. İrşada talib olanlara Musa dendiği
gibi, tasavvufta yücelen kalb sahiblerine de
“kalb Musa’sı” denilir.
ZEKERİYYA (a.s.)
Vârisullah’tır. Allah’ın kudret ve
tasarrufu demektir. Cenab-ı Hakk’ın kudret
ve tasarrufuna sahib olduğu için bu isimle
anılmaktadır. Hem rahmet hem de azab ile
imtihan edilmiştir. Testere ile ağaç içinde
şehid edilmek suretiyle belaya sabır ve
tahammül göstermiştir. Zekeriyyanın testere
ile ağaç içinde kesilmesi bu beden ağacının
içinde fena ve beka zevkleriyle sabrederek
yücelmesi demektir.
YAHYA (a.s.)
Celallullah’tır. Allah’ın celal yüzüne
mazhar demektir. Cenab-ı Hakk’ın
vahdaniyetindeki celal sıfatı galebe
369
gelmesinden bu isim verilmiştir. Yahya
(a.s.)ile İsa (a.s.) aynı zamanda
yaşamışlardır. Bir gün karşılaştıklarında,
Yahya (a.s.) İsa (a.s.)’ya “Sen ne kadar
neşelisin. Allah’ın gadabından emin mi
oldun?” demiş. İsa (a.s.) da, “Sen de ne
kadar üzgünsün. Allah’ın rahmetinden
ümidini mi kestin?” demiş. İşte Yahya canı
remzettiği için, her varlıkta tecellî ettiği
hâlde esması söylenmez. Onun için
üzgündür. İsa (a.s.) ruhullah olduğu için
tecellî ettiği yerde esma alır. Onun için o da
esmasıyla anılmasından mutludur.
İSA (a.s.)
Ruhullah’tır. Allah’ın ruhu demektir.
Cebrail vasıtasıyla Meryem’e üfürülen
“nefahtu âyetinin” kemalât sırrının açığa
çıkmasıdır.
MUHAMMED (s.a.v.)
Habibullah’tır. Allah’ın sevgilisi
demektir. Hazreti Muhammed ayni zamanda
‘ferdiullah’tır. Bir hadîs-i kudsîde “Levlâke
levlâke Lema halaktü’l eflâk” “Sen
370
olmasaydın, sen olmasaydın Ben âlemi
yaratmazdım” buyurulmuştur. İlk yaratılan
nurun, ruhun, aklın ve kalemin Hazreti
Muhammed’de başlaması ve yine nübüvvetin
O’nda sona ermesinden bu isim verilmiştir.
Zira Allah’ın ilk tecellîsi O’nda başlamış
sonunda bütün kemalât O’nda zirvede
görünmüştür. Anlaşıldığı gibi, cemadattaki,
nebatâttaki, hayvanattaki ve insanlardaki nur,
ruh, akıl ve kalemin Resulullahın tafsilat-ı
Muhammedî aynasından görüldüğü
anlaşılmış oluyor. Nuru, ruhu, aklı ve
kalemiyle Muhammed, sonunda bütün kulluk
mertebesinde tafsilat-ı Muhammedîyesiyle
de Muhammed olduğu görülmektedir.
371
DUA
Bismillahirrahmanirrahim.
372
Bütün varlıklarda tecellîsiyle zatını
ilanını idrakten sonra ne kendime, ne de
varlıklara vücud vermekten sana sığınırım
Allah’ım.
373
Allah’ın güzel isimleri hürmetine ve
Hazreti Muhammed hürmetine bu fakir,
kemter kulunun dualarını da kabul eyle
Allah’ım.
ÂMİN
374