You are on page 1of 3

LACAN VE SİNEMA

Psikanalitik film teorisi, 1970li ve 1980li yıllarda gelgitler halinde ortaya çıkmıştır.
Psikanalitik film teori dalgası öncelikle, hatta psikanalitiğin kurucusu olan Freud’dan daha
çok Fransız psikanalist Jacques Lacan’ın görüşlerini çıkış noktası olarak almıştır.
Psikanalitik film eleştirisi, Lacan’ın özne oluşum sürecinde açıkladığı “ayna evresi”
düşüncesini, sinemaya “izleyicinin tanımlanması süreci” olarak uyarlamaktadır. Şöyle ki:
Lacan’a göre, ayna aşaması, bir bebeğin altı ya da sekiz aylık olmasından itibaren başlar. Bu
yaşlarda, bebekler, aynaya baktıklarında kendilerini yanlış bir şekilde, anne bedeni ile bir
bütün olarak algılarlar; ancak bu bütünlük hissi yanlış bir bilinçtir. Zamanla, bebek, bedeni
üzerinde daha önce sahip olmadığı bir egemenlik elde ettiğini farz eder ve bu kendi kendini
aldatma durumu bebeğin ego gelişiminin başlangıcıdır. Bu fikrin film teorisi için cazibesi,
Lacan’ın bebeği ile sinema izleyicisinin benzerliği kabul edilirse kolaylıkla anlaşılabilir.
Christian Metz and Jean-Louis Baudry gibi psikanalitik film kuramcıları, bu
benzerliği çıkış noktası olarak kabul ederler. Onlara göre, sinema perdesi, izleyicinin,
kendisini her şeye gücü yeten ego bir olarak tanımlayabileceği bir ayna görevi görür. İzleyici
bu güç duygusuna, kamera ile olan birincil ilişkisi nedeniyle ulaşmaktadır. Aslında perdedeki
hareketin pasif bir gözlemcisi olmasına rağmen kamerayla ilişkisi, onun kendisini perdedeki
görüntü üzerinde katıksız bir gücü olduğu yanılgısına götürmektedir. Çünkü kameranın
sınırları yoktur: Her yere gider, herkesi görür, her şeyi keşfeder ve kamera aracılığıyla onun
gördüğü her şeyi gören ve her yere giden izleyici, aynı zamanda karanlık salonda
görünmezdir de. Böylece kamera ile olan ilişkisi, izleyiciye bir tür ‘tanrısal güç’ sahibi olduğu
yanılgısını yaşatır. İzleyicinin kamera ile bu tür bir birincil ilişki kurmasını sağlayan şey ise,
Klasik Hollywood Sineması’nda, kamera hareketlerinin gizlenmesidir. Yani izleyici, kendisi
görünmeyen ama herşeyi gösteren kamera ile özdeşleştiğde, onu tıpkı çocukluk dönemindeki
anne imgesi gibi, zihninde kendisinin onunla bir bütün olduğu aşkın bir özne olarak kurar ve
onun (kameranın)bakışı ile özdeşleşir. Kameranın çevrinmesiyle, kendi kafasını çevirmeden
çevrinme hareketini tecrübe eder. İşte, bütün diğer (ikincil) özdeşleşmeleri mümkün kılan
bu psişik sürece Metz, birincil sinematografik özdeşleşme diyor.
Metz’in kökensel–birincil özdeşleşme olarak adlandırdığı bu durum, izleyiciyi ikincil
özdeşleşmeye, yani izleyicinin karakterle kurduğu özdeşleşmeye taşır. Ancak bunun
olabilmesi için özdeşleşmedeki yasanın ihlal edilmemesi; izleyicinin kameranın varlığının
farkına varmaması gerekir. Bu tür özdeşleşme, özne ve karakter arasındaki farklılığın
yadsınması (ya da bastırılması) ve kabulü arasında gidip gelir. Başka bir deyişle, özne
kendisini bir karakterin yerine koyar, sonra belli nedenlerle ondan kopar ve ardından yine bir

1
karakterle özdeşleşir. Gerçekte aynı durum birincil özdeşleşme için de geçerlidir. Özne,
“kamera” ile özdeşleştiği için, perdedeki görüntülerin kaynağının kendisi olduğunu sanır.
Artık perde, ona kendisini yansıtan bir ayna olmuştur.
Metz’e göre, bilinç dışı süreçlerin de dahil olduğu ve kameranın izleyicinin gözünün
yerine geçtiği birincil özdeşleşme, filmin ilk anından beri var olduğu için ikincisine göre çok
daha kurucu ve değişmezdir. Bu nedenle de kamera ancak kendisini görünmez kıldığı sürece
izleyiciyi anlatıya çekebilir.
Eğer kamera sinema perdesinde görünmez bir varlık olmaktan çıkıp görünürlük
kazanırsa, o zaman seyirci kameranın kendisine verdiği gücü kaybederek tıpkı kamera gibi,
kendisi de o sinemanın bir parçası haline gelir. Bu görünmez ilişki dağıldığında izleyici,
filmin gerçek değil bir ürün olduğunu da anlayacaktır. İşte Hollywood sineması tam da bu
farkındalığın önüne geçmek için kurgudan yararlanmaktadır. Klasik anlatı kurgusunda
izleyiciye verilmek istenen mesaj, perdede gerçekleşen olayın bir ürün değil, ‘gerçek’ in
bizzat kendisi olduğu yanılgısıdır.
Sonuç olarak Metz’e göre izleyicinin birinci özdeşleşmesi kamera ile ikincil
özdeşleşmesi ise film karakteri ile olmaktadır ve her iki özdeşleşmede de izleyici kendisinin
bir özne olduğunu düşünmektedir. Ancak izleyicinin bu şekildeki kuruluşu tam da sinemanın
izleyiciyle ilgili yarattığı yanılsamadır. İzleyici yalnızca kendisinin muadili olarak gördüğü ve çoğu
zaman ideal-ben’e seslenen karakterlerle özdeşleştiği için değil, aynı zamanda kendisini mutlak bir
efendi-göz olarak konumlandırdığı ve bu yanılsamanın dışında kalabildiğini düşündüğü için, mutlak bir
yanılsamanın içindedir. Yine de bu yanılsama, izleyici filmi izlediği süre boyunca, ‘kayıp nesne’ olan o
hayali bütünlükle kavuşturmaya yaramaktadır.

Jean- Louis Baudry psikanalitik film kuramına farklı bir sorgulamayı daha
eklemlemiştir. Batı metafiziğinin Platon’un ünlü mağara metaforunu bu kez sinema için
yeniden kuran Baudry, motor gelişimi felce uğramış, hareket kabiliyetleri sınırlandırılmış
izleyiciyi, mağara metaforundaki mahkûmlarla bir tutar. Baudry’ye göre anlatı sinemasının
kodlarına uyum gösteren bir izleyici, bu alegorideki gibi yalnızca tek bir yöne, kendisine
yansıtılan görüntülere bakar ve onları “gerçek” olarak algılar. İzleyici ve görüntüler
arasındaki ilişki ve bunun sürdürülmesi, aslında bir özgürlük sorunudur. İzleyici
Platon’un mahkûmları olmaya devam ettiği sürece bu yanılsama devam edecektir. Yanlış
bilinç problemini aşmaya çalışan bir filmin odaklanması gereken öncelik, izleyicinin
bağlı olduğu zincirleri kırmak ve onu gün ışığına çıkarmak değil, izleyicinin kendi
zincirlerinin farkına varmasını sağlamaktır. Bunun en canlı kanıtını ise, başta Fransız Yeni

2
Dalga sineması olmak üzere, 60’lı yıllardaki modernist yönetmenlerin sinemasal tekniğin
deşifresine yönelmiş filmleri olmuştur.
İmgesel aşama ile Platon’un mağarası arasında kurduğu benzerlik ile o dönemdeki
film yapımına damgasını vuran Baudry’nin bu düşünceleri, modernist sinemacılara duvarı
tamamen kaldırmak şeklinde olmasa da, izleyiciye arada bir duvar olduğunu ve gerçek
izlenimi veren görüntülerin de yalnızca bir yansıma olduğunu gösterecekleri yeni bir estetik
zemin hazırlanması için cesaret vermiştir.

You might also like